NEVZAT KÖSOĞLU
CUMHURİYET
döneminde bir çok insan, farklı saik ve sebeplerle Enver Paşa hakkında yanlış
ve I. haksız peşin hükümlere sahip olmuştur. Bunların bir kısmı, Cumhuriyet
öncesi siyasi çekişmelerin sonraki zamanlara yansımasıdır. Demokratik hayatımız
hâlâ kavga ve karalama üslûbundan kurtulamadığı için bu etkileri, hüzünle de
olsa görmek zorundayız.
Millî Mücadele
dönemine has bazı sıkıntılar ve bunların yol açtığı tutumlar da yanlış
algılamalara yol açmıştır. Enver Paşa’nın Türkiye’ye girme ihtimali karşısında,
M. Kemal Paşa bazı tedbirler almıştır. Bu tutumların doğruluğu yahut haklılığı
tartışılabilir. Ancak, ilgi çekici olan, bu yanlış algılamaları devam
ettirenlerin, Millî Mücadeleyi yapanlar değil, onların ardından laf üretenler
olmalarıdır. Okumuşlarımızın bu farkı görmeleri gerekiyor. Yakın tarihimiz, en
ciddi çalışmalarda bile güncel politikanın bakış açılarından yahut
kavramlarından kurtulamıyor; bu zaaftan kurtulmakta çok gecikmiş durumdayız.
Görülen büyük hatalardan
biri, takım tutar gibi tarihî kahramanlarımızı tutmaktır! Birine bağlanınca
öbürünü kötüleyerek yanlış yargılar oluşturmak, siyah-beyaz görmek, uyanık bir
kalb ve açık bir zihnin tavrı değildir. Zaman ve şartlarla sınırlı bazı
değerlendirmelerin, bütün zamanlar için geçerli yargılara dönüştürülmesi,
istikametini kaybetmiş yetersiz zihinlerin eseri olabilir. Bu tutumu, az
gelişmişliğin en sağlıklı göstergesi olarak yorumlamak yerinde olur. Burada
bilgi yetersizliğinin de önemli payı olduğunu söylemeliyiz.
Bir
örnek verecek olursak, Sultan II. Abdülhamit Han hayranlığı, bu tür bazı
okumuşlarımızda, başka hiçbir tarihî şahsiyete değer tanımayan bir körlük
yaratmaktadır. Talat Paşa mı, Sultan Hamit’i devirenlerdendir! Başka hiçbir
yönüne bakmaya gerek yoktur. İyi de, Talat Paşa o kadar değildir ki?
Sorulabilir: Talat Paşa’nın da, kendi yerinde büyük bir insan olması kimi,
niçin rahatsız ediyor? Talat Paşa’nın büyüklüğü Sultan Hamit’i rahatsız
etmemiş, “Yazık, birbirimizi tanıyamamışız.” diye vahlanmıştır. Bu durumda
Sultan Hamitçilere ne oluyor?1 Bu kitabı
okuyup, M. Kemal Paşa’nın Enver Paşa hakkındaki muhteşem sözlerinden haberdar
olunca, siz de “Bu Atatürkçülere acaba ne oluyor?” demekten kendinizi
alamayacaksınız... Güya Millî Mücadeleyi yüceltmek için, geride kalanları
küçültmeye çalışmak artık bıkkınlıktan öte sıkıntı vermeye başlamıştır. Bizim
tarihimiz tek kişiye dayalı bir aşiret hikâyesi değildir; adlı-adsız bir
kahramanlar ordusunun oluşturduğu büyüklüktür.
Görünen odur ki,
kendi kahramanlarımızı aşağılamaya, şehitlerimize saygısızlığa varan bir kafa
karışıklığı yaşanmaktadır. Ben bu çalışmada, Enver Paşa çevresindeki peşin
yargıları ve dayanaksız yorumları ayıklamaya çalıştım. Yer yer sert yahut
keskin hükümlerle karşılaşabilirsiniz; bunların bir kısmını benim üslûbuma
yorsanız da, katılaşmış zihnî sapmaları sarsmak için olduklarını da
bilmelisiniz. Ancak, şu kadarını da söylemiş olayım ki, bu hükümler kolayca ve
hemencecik verilmiş yargılar değildir. İçimde oluşan kanaatler çok sağlamdır;
dayanaklarını size yeterince anlatamamış olabilirim.
Enver Paşa
konusundaki en kapsamlı ve değerli çalışma Şevket Süreyya Aydemir’in
yazdığıdır; ondan çok yararlandığım kesin. Benim çalışmamın Şevket Süreyya
Beyin kitabına göre konumuna kısaca dokunmak isterim: Aydemir, Enver Paşa
çevresinde son dönem Osmanlı tarihini yazmaya çalıştığını söyler. Kitabın
çatısı buna göre kurulmuştur. Bu ele alış şeklinde, doğal olarak Enver Paşa yer
yer kaybolur ve Osmanlı siyasi ve toplumsal hayatına dair uzun olaylar,
bilgiler ve yorumlar işin içine girer. Benim yapmaya çalıştığım ise, doğrudan
doğruya Enver Paşa’nın hayatı ve kişiliğini anlatmak olmuştur. Esasen beni bu
çalışmaya yönlendiren temel sebep, O’nun, daha yaşarken destanlaşan parlak
kişiliği ve gelecek bütün zamanlar için Türk gençliğine övünülecek bir örnek
olmasıdır. Bu yüzden, sözünü ettiğim çerçevenin dışına, ancak zorunlu
durumlarda çıkılmış ve sınırlı bilgiler verilmiştir.
Bunu yaparken,
şüphesiz Şevket Süreyya Beyden daha şanslı idim. Çünkü, o, Enver Paşa’nın
kişiliği hakkında son derece önemli ve zengin malzeme oluşturan bir kısım
mektuplarından haberdar değildi. Şükrü Hanioğlu’nun yayımladığı bu mektuplar,
Paşa’nın Trablusgarp ve Balkanlardaki mücadelelerini, kendi kaleminden okuma
imkânı vermektedir. Yine, Türkistan’daki mücadelelerle ilgili olarak, Paşa’nın
Umumî Kâtibi olan Mirza Pirnefes’in hatıra ve belgeleri, Ali Bademci’nin ülkücü
kişiliği sayesinde ilk defa bu kitapta kullanılmaktadır. Özbekistanlı yazar
Nabican Bakiyev’in 1990’dan sonra açılan gizli, arşivlerden yararlanan
çalışmasını da bu cümleden olarak anmalıyız.
*
* *
Bu çalışma
dolayısıyla kendilerine müteşekkir olduğum insanlar vardır. Önce Ali Bademci’yi
anmalıyım; yukarıda dokunduğum, Mirza Pirnefes’in hatıra ve belgelerine dayalı
çalışmasını, daha yayımlanmadan bana gönderdi ve yararlanmamı sağladı. Prof.
Dr. Kâzım Yaşar Kopraman ve Mustafa Ağlaç Bey, el yazısı metinleri okuyarak çok
değerli yardımlarını esirgemediler. Türk Tarih Kurumu Başkanı Prof. Dr. Yusuf
Halaçoğlu ve Arşiv ve Dökümantasyon Şube Müdürü sayın Aynur Gedil,
çalışmalarımda kolaylık sağladılar. Ressam İsmet Keten, seçtiğim belgeleri
bilgisayar ortamına aktarmakla değerli katkısını yaptı. Genel Kurmay ATASE
Başkanlığından Albay Ahmet Tetik Enver Paşa’yla ilgili özgün resimler
göndererek desteklediler. Ankara’da sahaf Erdal Özdemir de koleksiyonundaki
resimleri vermekle çalışmaya katıldı. Azerbaycan’dan Kâmil V. Nerimanoğlu
Moskova müzesinde fotoğrafını çektiği Enver Paşa’nın çizmelerini CD olarak
gönderdi. Ayvaz Gökdemir ve Ötüken’den Erol Kılınç, yazdıklarımı okuyarak
değerlendirmelerini bildirdiler. İskender Türe Dizin’ini hazırladı. Prof. Ali
Birinci ve Prof. Mehmet Şahingöz, kaynaklara ulaşmamda yardımcı oldular.
Her vesileyle bu
konuyu konuştuğumuz dostlarımızın sohbetleri de benim için katkı oldu. Hepsine
teşekkür ederim.
Umarım, yüce
şehitlerimizin rahmetle anılmasına vesile olacak, amacına uygun bir çalışma
olmuştur.
30
Ocak 2008, Ankara
Nevzat
Kösoğlu
1 Sultan
Hamitçilerle bir derdim yok; örnek olsun diye veriyorum. Eğer böyle bir
kategori varsa, ben de kesinlikle içindeyim demektir. Enver Paşa da Türkistan’a
gittiğinde, koruyucu halk arasında, ‘Padişahı deviren adam’ diye yapılan
propagandalardan çok çekmiştir.
B |
u
kitap ümit ettiğim ilgiyi gördü. Buna, düşündüğümden de çok etkili oldu diye
ekleyebilirim.
Kitabı iyi niyetle
okuyup sarsılanlar, yeni şeyler öğrendiklerinin heyecanını duyanlardan çokça
tebrik ve övgü aldım. Tabii bu arada, Türkistan’ın istiklal savaşında ölen bu
insana, şehit ünvanını benim verdiğimi sananlar da oldu. Kitabın adına “şehit”
sözünü koymakla esasen tutumumu belli ettiğimin, bana söylemeseler de
dedikodusunu yapanlar oldu. Bunlar gözlerindeki perdenin yırtılmasından, ışığı
görmekten rahatsız olanlardı.
Enver Paşa ve
Birinci Dünya Savaşı çevresinde gittikçe artan ilgi ve tartışmalarda bu kitabın
da bir payı olduğunu zannediyorum. Belki, yeniden uyarmam gereken nokta, kitabın
üslubunda elbetteki bana ait olan bir şeyler vardır; üslupla ilgilenenlerin
eleştirilerinden onur duyacağım. Kitabın içeriği ve Enver Paşa hakkında varılan
yargıların doğru olup olmadığı da en az üslup kadar tartışılmalıdır.
İkinci baskıya pek
az eklemeler yaptım; bunları yapmasaydım da olurdu, ama sanki bir ihmal varmış
duygusuna kapıldım. Bunlar, bir bakıma okuyucuya yeni şeyler vermekten çok
kendi noksanımı telafi duygusuyla yapıldı diyebilirim.
O
kahraman nesle ve bayraktarına yeniden rahmet dileyerek sunuyorum.
17.11.2008
Ankara
Nevzat
Kösoğlu
Geçen baskılarda
gözümden kaçan yahut ulaşamadığım bazı bilgileri bu baskıya koymayı uygun
buldum.Bir kısmı sonradan yayımlanan kitaplardandır. Mümkün olduğu kadar
uzatmamaya dikkat ettim. Umarım faydalı olacaktır..
Temmuz
2013- Ankara
Nevzat
Kösoğlu
E |
NVER
Paşa Osmanlı son neslinin simgesi idi. Onlar Türk tarihinin belki de en ağır ve
zor bir çeyrek yüz yılının sorumluluğunu omuzlayıp hayatlarını, avuçlarındaki
bir kor yığını gibi taşıyarak yaşadılar. Başarılı olamadılar; hatta, koca
Devlet-i Aliyye onların kollarında can verdi. Ama, Cumhuriyet de onların
kollarına doğdu. Ülkücü idiler; her zaman, uğrunda can verecekleri bir
iddiaları oldu; coşkun yaşadılar ve gerektiğinde gözlerini kırpmadan ölmesini
bildiler... Yüz binlerce şehit veren başka hangi nesil yaşamıştır?
Tarih
bire bir olayların bütünü değildir; tarihi/hayatı bütünüyle ve tek tek
insanlarıyla sadece Allah bilir ve değerlendirir. Biz, geçmişe kırk yönden
bakabiliriz ve nasıl bakarsak öyle görebiliriz. Ancak, bu, tarihî akışın
ilkeleri olmadığı anlamına gelmez; tarih felsefesi yapanlar boşuna
uğraşmamışlardır.
Şunu
söyleyelim ki, tarihin önemli kavşaklarını, tek tek insanların irade ve
kararlarına bağlayarak açıklamaya çalışmak, çok tekrar edilmiş bir saflık olur;
ısrar edilirse iyi niyet sınırları zorlanır. Viyana düştü düşecek iken, geriye
dönüşümüz, ne Kara Mustafa Paşa’nın hırsı, ne Kırım Hanının ayak sürçmesi,
hatta ne de Sobiyeski ordusu ile açıklanabilir... Fazıl Mustafa Paşa’ya
Salankamen’de bir kurşun isabet etmeseydi, dünyanın çehresi değişirdi.
Görünüşte bu olayları, rüzgârın o günkü esiş hızı ve yönü, Sobiyeski’nin bir
gün sonra değil de o gün yola çıkması yahut Kara Mustafa Paşa’nın, Viyana harap
olmasın diye hücum emrini geciktirmesi belirlemişti. Halbuki tarihî
dönemeçlerin bu kadar sıradan doğal yahut beşerî sebeplere bağlanması bizi
doyurmamaktadır ve gerçeğe de uygun değildir. Bütün bu sebep görüntüleri, bu
olup bitenler, bizi, perdeledikleri gerçek sebepler üzerinde düşünmeye
yöneltmek içindir. Asıl sebepler, o tarihi taşıyan toplumların bütününün
sorumluluğunda aranmalıdır.
Osmanlı
bir anda yangın gibi Söğüt’ten cihan devleti haline yükseldiyse, bunun sebebi,
onu kuran milletin, o yükü omuzlayanların ortak varoluşlarında aranmalıdır.
Viyana’dan geri döndüysek, sebep yine Osmanlı milletidir; çünkü, bu millet
artık, Viyana’yla birlikte bütün Avrupa’nın yükünü içeren bir imparatorluğun
yükünü taşıyacak kültürel gücünü kaybetmektedir. Bu sorumlulukta her Osmanlı
ferdinin bir payı vardır. Görünüşteki siyasî ve hukukî sorumluluklar, gene o
çerçevede yaptırımlara çarptırılırlar; ama, temeldeki sorumluluğu
değiştirmezler.
Bu
gerçeği, Osmanlı aydınları özellikle ulema, uzun yüz yıllar boyunca bilmeye
devam etmiş; ama, gereğini yapamamışlardır. Bunun içindir ki, cephelerden
bozgun haberleri geldiğinde, Ayasofya kürsüsünde Şeyh Himmetzâde Abdullah
Efendi, “Ümmet-i Muhammed, devlet sahipsiz kaldı; şehir ve kaleler düşman
eline düşüp, cami ve mescitler kilise oldu; fiilinizi değiştirin, günahınıza
tövbe edin...” diye haykırırken, hiç kimse, cephedeki bozgunla benim
günahımın ne ilişkisi var demiyordu. Bu topyekûn sorumluluk içinde, herkesin
ayrıca siyasi yahut askerî sorumlulukları vardır; bu sorumluluklar içinde
yapılanlar, o topyekûn sorumluluğun gereğini hayata geçirmek için, onun
vesileleri olarak çalışır.
Bu
girişi şunun için yapıyorum ki, İmparatorluğumuzun yıkılışını Enver Paşa ve
arkadaşlarının kararlarına bağlamak, ya düşünce yükünden azade hafif
tarihçiliktir yahut hangi saikle olursa olsun, politika yaptığını sanmak
küçüklüğüdür. Bu tür zaaflardan kurtulur, tarihin bütüncü yorumunda sağlıklı
bir çizgi tutturabilirsek, vesilelerin siyasi sorumluluklarını değerlendirmekte
de isabetli yargılara varabiliriz.
Devlet-i
Âl-i Osman’ı kuran da, yaşatan da Türk milleti idi; o, hiç değilse l856 Islahat
Fermanına kadar bir millî devletti; hakimiyet Türk’ün, siyasi haklar
Müslümanların elinde idi. Türkler, Devlet-i Aliyye’nin kuruluş dönemlerinde
olduğu gibi yıkılış döneminde de büyük ölçüde yalnız idiler ve anlaşılan odur
ki, Türk milletinin bu imparatorluğu taşıyacak kültürel gücü, iman sıcaklığı
artık kalmamıştı. Yükselişin olduğu gibi, çöküşün de kahramanları vardır.
Bunların hayatı daha destansı ve trajiktir. Çöküşün kahramanları, en büyük
fedakârlıklarla ve sarsılmaz imanlarıyla, nice yıkılmalar ve acılar bahasına,
sonunda hayatlarını öne sürerek görevlerini yapanlardır. Ve, Enver Paşa’nın
neslinde bu insanlar o kadar çoktur ki, bu kahramanların varlığıyla
İmparatorluğun çöküşünü birlikte izlemek
şaşırtıcıdır
ve insanı isyana götürür. Her türlü hayat mutluluğunu feda ederek, sonunda
hayatını pazara sürerek yapılan bu mücadelelere, bu eşsiz insanlara rağmen
Devlet-i Âl-i Osman’ın çökmesi, haksızlık gibi görünür... Öyle ki, Kanal
Harekâtında Osmanlı askerlerinin fedakârlıklarını gören IV. Ordu’nun Alman
kurmay başkanı, “Yarabbi, bu insanları emellerine ulaştırmazsan, adaletinden
şüphe ederim.” diye konuşur. Ne var ki, onlar görevlerini kahramanca
yapmışlardır ama, çöküşün mekanizması başkadır.
Bu
insanları değerlendirmek de kolay değildir. Bunlar çöküşün kahramanlarıydılar,
yürekleri dağ gibi idi; hayalleri de öyle... Asla küçük düşünmüyorlardı. Yüce
Devlet’i kurtarmak için, her biri İmparatorluğun bir uzak köşesinde can teslim
ederken, hayalleri sadece Turan’ı kurmak değil, bütün bir İslâm âlemini Batı’ya
karşı ayağa kaldırmaktı. Yani, ülkesi ve devletiyle, kendisini kurtarabilmek
için ateşlere atılırken, bütün Müslüman dünyayı kurtarmayı düşlüyor ve bunun heyecanı
ile sarsılıyorlardı. Büyük düşünmek, büyük rüyalar görmek, büyük yürekli olmak,
büyük zamanların tezahürleridir; halbuki bunlar çöküyorlardı ve çökerken bile
yüreklerinde, kafalarında bu büyüklükleri terk etmiyorlardı.
Sonra
her şey bitip, Anadolu’ya çekildiğimizde, gün geçtikçe onları anlamak zorlaştı.
Savaşların ve sonraki yılların yükünü çeken insanların yürekleri daraldı,
ufukları kapandı, araya anlamsız siyasi endişeler girdi. Öyle ki, Erzurum’u,
Sarıkamış’ı Turan zannettiler ve Enver Paşa’yı, askerlerimizi Turan yolunda
kırdırmakla suçladılar... Bu ölü insanlar, biz Irak’ta, Suriye’de, Sarıkamış ve
Çanakkale’de savaşırken vatan topraklarını savunduğumuzu anlayamadıkları gibi,
İngiliz ordularının binlerce kilometre ötelerden gelip, buralarda ne
aradıklarını düşünmeyi de akıllarına getiremediler. İşte böyle, iman ışığı
olmayınca, göz görmez... Bu kadar mı? Hayır. Enver Paşa hakkında, Millî
Mücadele yıllarında ve şartları içinde düzenlenmiş özel bir propaganda
çalışması vardır ki, bunun yansımaları hâlâ devam etmektedir.
B |
İRİNCİ
Dünya Savaşının yenilgi ile sonuçlanmasından ardından, bütün gelişmelerin
sorumluluğu İttihat Terakki Hükümeti ve özellikle onun liderlerine yüklenerek,
müttefikler ve özellikle İngilizler nezdinde ‘şirinlik’ kazanılmaya
çalışılıyordu. Bunun için İngiliz Muhibler Cemiyeti bile kurulmuştu. Zamanın
diğer siyasi partileri ise, İttihat Terakki Hükûmeti ve yöneticileri hakkında,
hiçbir ölçü ve üslûp tanımayan saldırılarla, güya siyaset yapıyorlardı; onların
hıyanetinden dinsizliğine kadar akıllarına ne gelirse tereddütsüz
söylüyorlardı. Millî Mücadele’nin örgütleyici gücünü ve iskeletini İttihatçılar
oluşturdukları halde, onlar da İttihatçılıklarını, en azından söz konusu
etmiyor, örtülü tutmaya çalışıyorlardı. Yeni bir ruhla başlanan bu mücadelede,
İttihatçıların büyük çoğunluğu için eski etiket ve sorunları bir kenara
bırakmak hiç de zor olmamıştı.
Yurt
dışında, Sovyetlerle kurduğu ilişkilerle Millî Mücadeleye destek sağlamaya
çalışan Enver Paşa’dan, Sakarya Savaşı sonrasına kadar, Anadolu’ya gelir, diye
korkulmuştur. Bu savaşın Türk Ordusunun zaferi ile sonuçlanmasına kadar,
Sovyetler de Enver Paşa’yı önemli bir muhatap olarak değerlendirmiş ve
ilişkilerini öyle sürdürmüştür. İnönü ve Kütahya Savaşlarındaki başarısızlıklar
ve Yunan Ordusunun Sakarya boylarına dayanması, asker ve halk arasında, hatta
Büyük Millet Meclisi’nde Enver Paşa’nın Anadolu’ya gireceği, Millî Mücadelenin
başına geçeceği beklenti ve söylentilerini yoğunlaştırmıştır. Enver Paşa, savaş
yenilgisine rağmen, gözüpek bir kahraman olarak bilinmekte ve sevilmektedir.
Daha
sonra göreceğiz ki, Enver Paşa’nın fikri Anadolu’ya dönmek değil, Millî
Mücadele’ye dışarıdan yardım etmektir. Ancak, Yunan ordusunun Ankara’ya
yaklaşması onun da düşüncelerini değiştirmiştir. Eğer Türk ordusu Sakarya
önünde yenilirse, Millî Mücadele yürütülemiyor demektir ve ne bahasına olursa
olsun müdahale etmek gerekecektir. Paşa,
Sakarya
Savaşı öncesinde Batum’a gelir ve savaşın sonucunu bekler. Yenilgi halinde
Anadolu’ya gireceğini de açıkça beyan eder. Savaş Türk askerinin zaferi ile
sonuçlanınca, Enver Paşa da, Türkistan’a doğru çizmiş olduğu hedefe yürür.
Enver
Paşa’nın açık ve samimi beyanlarına rağmen, onun Anadolu çevresinde olmasından
rahatsızlık duyan Millî Mücadele önderleri, Paşa’nın Türkiye’ye girme
ihtimaline karşı tedbirler alır, asker ve halk içindeki yüksek itibarını kırmak
için bir takım propagandalara girişirler. Enver Paşa’nın komünist olduğu,
Kızılordu ile Anadolu’yu işgal edeceği söylentileri bu dönemde çıkar. Kaderin
bir cilvesi olarak, bu propagandaların en ateşli üreticisi ve savunucusu da, “Enver
benim hayatımı kurtarmıştır.” diyen Kâzım Karabekir Paşa’dır. Gerçekten de,
Balkan Savaşı sırasında, İttihatçılık gayreti ile asker içinde bozgunculuk yaptığı
gerekçesi ile Divan-ı Harbe verilen Kara Kâzım Bey, cezalandırılarak ordudan
atılmıştır. Savaş Bakanı olan Enver Paşa, “Kâzım iyi insandır; bu hatasını
telafi eder.” diyerek Divan-ı Harp kararını yırtıp atmış ve bu genç subay
arkadaşının önünü açmıştır. Bu durumu orduda herkes bilmektedir.
Şimdi
ise yeni bir durum vardır; Kâzım Karabekir Millî Mücadele’nin en sağlam ordu
gücünün başındadır. Enver Paşa’nın Anadolu’ya girme ihtimali düşünüldüğünde,
hayatını borçlu olduğu bu insan karşısında, Millî Mücadele önderlerinin
kendisine güvenmeyecekleri endişesi içindedir. Nitekim General Sami Sabit
Karaman’a, “Sami Bey, Enver işi azıttı; Ankara benden şüphe eder gibi
görünüyor. ” diyerek bu endişesini dile getirir. (General Sami Sabit
Karaman, İstiklal Mücadelesi ve Enver Paşa, İst.,1202, s.27) Bu duygular
içindeki Kâzım Karabekir Paşa ve onun, Trabzon’a bu iş için gönderdiği Sami
Sabit Karaman, kraldan çok kralcı davranarak Enver Paşa tehlikesini ve onu
destekleyen Trabzon Kuvay-ı Milliye öncülerini (Kayıkçılar Kâhyası Yahya, F.
Ahmet Barutçu gibi) mübalağalı bir şekilde sürekli Ankara’ya rapor etmişlerdir.
Bu
arada, Kâzım Paşa Ankara’ya sürekli yazıp, Enver hakkında açık bir propaganda
savaşının başlatılarak halkın ve ordunun gözünden düşürülmesine çalışılmasını
önermektedir. Kâzım Paşa kendi bölgesinde bu tür bir çalışmayı başlatır. 26
Mayıs 1921 tarihinde Fevzi Çakmak’a çektiği telgrafta, kendisinin başlatmış
olduğu bu propagandanın bazı esaslarını da verir: Doğu Karadeniz taraflarında
biraz zayıf olduklarından bahisle,
“Bilhassa
Acara ve Batum’da Enver’in programını izahla Bolşevik olduğunu, dinden çıkarak
kadınların erkeklerle birlikte açık gezeceklerini halka anlatarak dinî
duyguları tahrik olunuyor... Bundan sonra basın meselesi pek mühimdir.
Programının memlekete vuracağı felaket tahlil olunarak Enver’in şahsına
saldırılmalıdır. Enver ve arkadaşlarının sonuna kadar felaketi milletten
saklayarak ve hazinelerimizi Anadolu’ya millet eline atmaya bedel, düşmana
teslim ve ele geçirdikleri parayı alarak kaçtıklarını ve memleketi başsız,
teşkilatsız bıraktıklarını, bir zamanlar Almanlardan, şimdi de Ruslardan
külliyetli para alarak harap vatanın başına elfatiha levhası yazmakla meşgul
olduklarını, düşkünlükten dört tarafı mamur bir hayata yükselenlerin yine o hayata
kavuşmak için her vicdansızlığı yapacağı beşer için değişmez bir kaide
olduğunu...” (Kâzım Karabekir, İstiklal Harbimizde Enver Paşa ve İttihat
Terakki Erkânı, İstanbul 1967, s.138-139) bildirir.
Mustafa
Kemal Paşa, Kara Kâzım’a 4 Haziran tarihinde çektiği telgrafta “Enver
hakkında açık neşriyata karar verdik.” demektedir. Kâzım Paşa, Enver
Paşa’nın dışarıda bulunduğu sürece tehlikeli olacağından bahisle, Ankara
Hükûmetince Anadolu’ya davet edilerek ele geçirilmesini de teklif etmektedir.
(Karabekir, a.g.e., s.149) En azından hüzün verici olan, bu satırları
yazan Kâzım Paşa, Enver Paşa’nın kendisini Divan-ı Harp kararından kurtardığını
da belirterek, “Bunun için hâlâ da severim, hürmetim vardır. ” der;
fakat, Anadolu’ya girmesi felaket olacağından bunu engellemek görevimdir, diye
devam eder. (Karabekir, a.g.e., s.201)
Öyle
görünüyor ki Kâzım Paşa’nın önerdiği propagandalar pek başarılı olamamış, ancak
bu dönemden itibaren özellikle Sarıkamış Harekâtı üzerine yapılan yayınlarda
büyük abartılar ve bakış açısı sapmaları görülmüştür ve bu harekât üzerinden
yapılan propagandalar halen de etkisini sürdürmektedir. Öyle ki, Çanakkale
Zaferi’nin değerini artırmak için yükseltilen şehit sayısı - ki bu zaferin de
başkomutanı Enver Paşa’dır- Sarıkamış’ta Enver Paşa’yı karalamak için
kullanılmaktadır.
“Doksan
bin kişinin Allahuekber Dağlarında tek kurşun atmadan donduğu” safsatalarının,
Enver Paşa’yı değil, Sarıkamış Savaşlarının büyük kahramanlarını ve aziz
şehitlerini aşağıladığı, ruhlarını muazzep ettiği fark edilememiştir. Savaş
kazanıldığı zaman ölenleri şehit bilip yüceltmek ve kaybedildiği zaman boşu
boşuna öldüklerini söylemekten daha çirkin ve düşmanca bir değerlendirme
olabilir mi? İşte, “Enver Paşa gelecek” korkusuyla başlatılan propagandanın
gelip dayandığı utanç verici nokta budur. İşte, yıllar boyunca, nice yakınları
burada toprağa düşmüş olanlarımız bile, Sarıkamış deyince, bu tür bir
değerlendirmeyi kalıp halinde tekrarlayıp
durmuştur. Bu propagandaların, tam bir bilgisizlik ortamında yeşerdiğini ve çok
uzun süre etkili olduğunu söylemeliyiz.
Bu noktalara işaret eden Cemal Kutay,
vaktiyle Enver Paşa’nın Kurmay Yaverliğini yapan Kâzım Orbay’a, eldeki
vesikaları tasnif edip arşivleyelim , teklifinde bulunduğunu kaydettikten
sonra, şöyle yazar:
“Hem
vesikasızlıktan yanlış hükümler verilmiştir, hem de aslından şüphe edilmeyen
apaçık vesikaların anlattıklarının tam aksine hükümler verilmiştir. Nitekim
1947’de, Büyük Millet Meclisi’nde, vaktiyle kendisi de Enver Paşa’ya ‘Hürriyet
Kahramanı’ diyen bir milletvekili, Anavatan şehidi için ‘maceracı’ dediği
zaman, Kâzım Orbay Genel Kurmay Başkanı idi ve bildiklerini, çok iyi
bildiklerini bile söylememiş, söyleyememişti.” (Cemal Kutay, “Hür Türkistan
Yolunda, Buhara’da Enver Paşa”, Tarih Sohbetleri, c.3, Kasım 1966,
İstanbul, s.141)
Sovyetler
de, Paşa aleyhindeki propagandalarını, O’nun şehadetine rağmen devam
ettirmişlerdir. 1920-30 arasında, “Enver Paşa Türk Halkının Düşmanı’’
adıyla, Viladimir Kordinin’in rejisörlüğünü yaptığı bir de film
yaptırmışlardır.
Bugün,
soğukkanlılıkla baktığımızda görüyoruz ki, Enver Paşa ve o nesilden gelecek
nesillere kalan, onların ülkücülükleri, bağlanışlarındaki derinlik ve bir de Cumhuriyetimizdir.
T |
EMİZ
ahlakı ve üstün yetenekleri ile Söğüt’te patlayıp üç kıtayı saran
Türk
enerjisi sönmeye, Viyana, Afrika ve Kafkas öteleri ile Yemen sahillerini döven
dev dalgaları çekilmeye başlamıştır. Devlet-i Aliyye yapısındaki özgün
kurumlaşmalar, onu tarihin tanıdığı en yüce noktalara taşımış; ancak, bir
zamandan beri kendini artık yenileyemez olmuştur. Buna duraklama diyoruz. Dünya
değişmekte, insanlar ve toplumlar değişmekte, ama Osmanlı kurumları bu
değişmelere göre kendilerine yeniden çekidüzen verememektedir. Bu kurumlar onun
hayat karşısındaki bütün sorunlarını çözmüş, en iyi, en güzel ve en doğru
olduğu inancını yerleştirmiştir. Toplum bu imanla büyüyüp cihan devleti
olmuştur ama, bu inanç aynı zamanda kendi içine kapanmasının da en önemli
sebeplerinden olmuştur.
Kültürün
kurumlaşmasından sonraki yenilenmelerinde çok daha büyük bir enerji gerekir.
Çünkü, hazır bir ruhî ve toplumsal zemin üzerinde değil, birkaç yüz yıllık
gelenekleşmiş yapılar bozularak kurulacak zemin üzerinde yenilenme
gerçekleştirilecektir. Halbuki Osmanlı kültürü, aynı zamanda, genel anlamda
inanç zayıflamasına dayanan bir kültürel soğuma yaşamaktadır; yani kültürün
yapabilme gücü azalmaktadır. Bir çok şeyi bilmekte, ama yapamamaktadır.
Toplumun gerilimi düşmekte, yaratıcı gücü azalmaktadır. Cevdet Paşa’nın
yükselişin temeli saydığı Türk’ün temiz ahlakı da, üstün yetenekleri de
körelmeye başlamıştır. Osmanlı, görme, yorumlama ve yaratma gücünü
kaybetmektedir.
O
güne değin hiçbir zaman tek bir devletle savaşmamış, hiçbir devleti muhatap
kılıp onunla anlaşma yapmamış, hep tek taraflı amannameler vermiş olan Osmanlı
Devleti, on sekizinci yüzyıla girildiğinde artık diğer büyük Avrupa
devletlerinden biri gibidir; onu yenmek çok zordur; ama, imkânsız değildir. Her
şeyden önce, Osmanlının da yenilebileceği Avrupalılarca anlaşılmıştır. Bu da
kaderin bir cilvesidir ki, Osmanlının yenilmeye başladığı,
soğuma
sürecine girdiği bu dönem, Rusya’nın yükselme dönemidir. Avrupa da yenileşme ve
yükselme süreçleri içindedir.
Osmanlı,
yenilginin doğal bir tepkisi olarak önce askerini yeniden düzenleme
gayretlerine girdi. Akıncı Ocağı çökmüştü. On yedinci yüzyıl boyunca bu ocaktan
doğan boşluğu Kırım ordusu doldurdu. Toprak düzenine bağlı olarak kurulan
Tımarlı Sipahi düzeni de tamamen bozulmuştu. Kâtip Çelebi ve Koçi Bey gibi
büyük Osmanlı aydınları kanun-ı kadîm’e dönüp bu ocağı yeniden diriltmeyi
öğütledilerse de, başarılamadı. Onlar, bu ocakları kuran ve yükselten ilke ve
ülkülere sadık kalınmasını istiyorlardı. Bu ilke ve ülkülere aykırılıklar bu
ocağı bozmuştu; şimdi düzeltmek için, bu bozulmaları ortadan kaldırmak ve
kurucu ilkelere sadık kalınarak yeniden düzenlemek gerektiğini ileri
sürüyorlardı. Kültürüne olan inancını kaybetmemiş olan bir aydının ilk
önereceği çözüm de budur. Ancak, kanun-ı kadîme aykırı davranışları görüp
ayıklamak, bunlara sebep olan şartları değerlendirmek ve yeni şartlar
karşısında aynı ilkelere bağlı yeni kurumlaşmalar sağlamak, kuruluştakinden
daha büyük bir yaratıcı güç istiyordu. Osmanlı ise yaratıcılığını kaybediyordu.
Osmanlı
ilk ve en yakın hedef olarak merkez ordusunu yeniden düzenlemeyi seçti. Bu ordu
ki, Yeniçeri Ocağı’ndan yetişme idi ve yabancı tarihçinin “cehennemi fikir”
dediği muhteşem bir Osmanlı kurumu idi. Yapılan yenileşme hamleleri sonuç
vermedi ve bir gün, bu anlı şanlı Ocak, top gülleleri altında, kendi halkıyla
boğuşarak, kendini yok etti. Yıl 1826 idi.
*
* *
Sultan
II. Mahmut Han eğitime yönelir. İstanbul için ilk öğretimi zorunlu kılar,
“Mekteb-i Maarif-i Adlî” okulları açar. Tıbbiye ve Harbiye okulları açılır.
Tıbhane ve Cerrahhane okullarının açılışında Sultan Mahmut da bulunur:
“Gerek asâkir-i
şâhâne ve gerek memâlik-i mahrûsemiz içün hâzik tabipler yetiştirüp, hidemât-ı
lâzimede istihdâm ve diğer taraftan dahi fenn-i tıbbı kâmilen lisanımıza alup,
kütüb-i lazimesini Türkçe tedvine say’ u ikdam etmeliyiz...”
Sultan
Mahmut’un fermanıyla, askerî terimlerin Türkçeleştirilmesi tamamen, tıp
terimleri kısmen başarılır.
1826’dan
sonra, Osmanlı sanki de ordusuzdur. 1829’da Mora elden çıkmış, kendisine haraç
veren bir Yunan Prensliğini Osmanlı kabul etmiştir.
Ertesi
yıl Fransızlar Cezayir’e saldırmışlardır. Garp Ocakları denilen Cezayir, Tunus
ve Trablus, Dayı denilen askerî reisler tarafından yönetilirdi. Fransa,
Cezayir’e olan borçlarını ödememiş ve sonunda orayı işgal ederek meseleyi
çözümlemiştir. Osmanlı bir şey yapamamıştır. İleride İtalyanlar da benzeri bir
hevesle Trablus’a saldıracak ve karşılarında Enver Bey başta olmak üzere genç
Osmanlı subaylarının teşkilatlandırdığı büyük bir direniş gücü bulacaktır. Yine
1830 yılında, 1826 Rus savaşının sonuçlarından biri olarak Sırbistan’ın
özerkliği kabul edilmiştir.
Yunan
prensliğinin kurulmasından sonra Osmanlı mülkündeki Rum reaya, bütünüyle oraya
yönelmeye başlamıştır. 1832 yılında Yunan isyanlarında çok payı olan Sisam
Adasına özerklik verilir.
Bu
gaileler içinde Mısır valisi Mehmet Ali Paşa isyan etmiş ve oğlu İbrahim Paşa,
Osmanlı ordusunu Konya önlerinde yenerek ilerlemeye başlamıştır. M. Ali Paşa’ya
Suriye ve Adana vilayetleri de verilerek geri çekilmesi sağlanır. Ancak,
1838’de M. Ali Paşa Ordusu yeniden yürür ve Nizip’te Osmanlı ordusunu dağıtır.
1839’da
Sultan Mahmut’un ölümü ile, yerine oğlu Abdülmecit geçer. Bu yıl, Hain Ahmet
Paşa, elde mevcut Osmanlı donanmasını Mısır’a götürerek M. Ali Paşa’ya teslim
eder. Bu sırada Tanzimat Fermanı ilan edilir.
Yukarıdaki
kısa dokunuşlardan sonra, hem Tanzimat Fermanının hangi şartlar altında
imzalandığı, hem de o dönem ve daha sonrakilerin ruh halleri daha kolay
anlaşılabilecektir. Tanzimat dönemi, Reşit, Âli ve Fuat Paşalar gibi yetişmiş
insanların yönetiminde idareyi merkezileştirme ve bir çok alanda yeniden kurma
gayretleriyle geçmiştir. Bu alanda ciddi mesafeler de alınmıştır. Ancak, bu
zayıf zamanlarında, varlığını devam ettirebilmek için sürekli Avrupalı
devletlere muhtaç halde olması ve o devletlerin de, her türlü nezaketi bir yana
bırakarak bu güçsüzlüğü sömürmeleri, yeni yetişen nesillerin çok ağırına
gitmiştir. Tanzimat Fermanı’nın yabancı elçiliklerin zoru altında yayımlandığı
bilinmektedir. 1856 Islahat Fermanı’nın ise, yabancı elçilerin de katıldığı bir
komisyon tarafından hazırlandığı yine bilinmektedir. Ayrıca, Cevdet Paşa’nın
yazdığına ve zamanın Şeyhülislamının söylediğine göre, düşman gemileri Boğaz’da
ve topları saraya çevrili iken 1856 Fermanı ilan edilmişti. Bu fermanın, siyasi
hukuk alanında Müslim-Gayrimüslim ayırımını ortadan kaldırarak, eşit
vatandaşlar kavramını getirmesi ile Müslüman halk sadece “Gâvura gâvur
denilmeyecek”
diye
alay etmedi; hiçbir zaman affetmedi de. Yeni Osmanlıların Tanzimatçılara olan
husûmetlerinin önemli bir sebebi de budur. Yeni Osmanlıların etkisinde ve Namık
Kemal’in şiirleriyle beslenerek yetişen İttihat Terakkici yeni nesil,
Osmanlının düştüğü bu zayıflığı Devlet-i Aliyye’ye yediremeyecek ve onu anlamak
yerine, Tanzimatçılara ve yönetimlere fatura etmek yolunu seçeceklerdir.
E |
NVER Paşa’nın yedinci dedesi
Abdullah, Müslüman olmuş bir Gagavuz
Türkü’dür.
Yemeni satarmış. Kırım Sarayında yemeni satarken, kızlardan birine tutulmuş,
kız da onu sevmiş, Müslüman olarak evlenmişler. Kırım’ın Ruslar tarafından
işgali üzerine Tuna deltasındaki Kili kasabasına göçmüşler. Buranın da işgal
edilmesi üzerine Abdullah’ın oğlu Kahraman, Karadeniz kıyısındaki Kastamonu’nun
Abana yöresine göçmüş.
Bu aileden olan, bayındırlık
teşkilatında inşaat teknisyeni Ahmet Beyin oğlu İsmail Enver, 23 Kasım l881
Çarşamba günü4
İstanbul Divanyolu’nda eski Lisan Mektebi karşısındaki evlerinde doğmuştur.
Annesi Ayşe Dilara hanımdır.
Enver’in
nüfus kâğıdı
Devlet- i Aliyye-i Osmaniye
Tezkeresidir.
İsim ve Şöhreti:
Pederi ismiyle mahall-i ikameti:
Validesi ismiyle mahall-i
ikameti:
Tarih ve mahall-i veladeti:
Milleti:
Sanat ve sıfat ve hizmet ve intihab
salahiyeti
Müteehhil ve zevcesi Müteaddit
olup olmadığı:
Derecat ve sunuf-i askeriyesi:
Eşkali
Boy
Göz:
10 Kânunievvel 1321
Deraliyye’de daire 1, Hoca Rüstem Mahallesi Çatalçeşme sokağı, hane, 6
(Nezaret-i Umur-ı Dahiliye) mühürler.
(Arı İnan, Enver Paşa’nın
Özel Mektupları, Ankara 1997, s. 20)
Ailesi
orta halli olmakla, onun eğitimi için gerekli her şeyi yapmaya gayret eder. Üç
yaşında iken evlerinin yanındaki İbtidaî Okuluna gider. “İlk besmeleyi
mekteb muallimi Kara Hafız Efendinin önünde telaffuz ettim. ”(Enver Paşanın
Anıları, haz. Halil Erdoğan Cengiz, İst. 1991, s.33) Daha sonra Fatih
Mekteb-i İbtidaîsinin ikinci sınıfında iken bayındırlık işlerinde kondoktör
olarak çalışan babasının tayini Manastır’a çıkar. Okulu orada bitirir. Yaşının
küçük olması sebebiyle Askerî Rüşdiye’ye kaydını yapmak istemezlerse de, çok
heyecanlı ve istekli oluşuna bakarak okula alırlar. Yaramaz olmadığı için
arkadaşlarının, derslerine çalıştığı için de öğretmenlerinin sevgisini kazanır.
İlk sınavda sınıf yedincisi olur; ancak genel sınavda, dersi okutulmayan bir
soru sorulur; küçük Enver bilemez. Sınıfın altmışıncılığına düşer. Bu durum onu
çok üzer ve gevşekliğe sevkeder. “Hem sınıfın aşağısında bulunuyorum diye
öğretmenlerin önem vermeyişi gayretimi büsbütün kesiyordu. Dördüncü yılda son
bir gayretle sınıfın otuzuncusu olmuştum. Okuldan mezun olurken on yedinci
oldum. ” (Cengiz, a.g.e., s.34) Sakin, gösterişsiz ama çevresine
güven
telkin
eden bir kişiliği vardır. Bu döneminde parlak bir öğrenci olmaktan çok, iyi
halli bir öğrencidir.
Rüşdiye’den
sonra Mekteb-i İdâdî’ye on beşinci olarak girer. Manastır Askerî İdâdîsi o
zamanlar, Mustafa Kemal’in de okuduğu, bir çok seçkin Osmanlı subayının
yetiştiği itibarlı bir okuldur. Askerlik hevesi sebebiyle heyecanla derslere
sarılır. İkinci sınıfa on ikinci ve üçüncü sınıfa dokuzuncu olarak geçer.
Sonunda Harp Okuluna nakledilirken sınıf altıncısı olur. İdâdî okulundayken,
kendi ifadesiyle “Doğruluktaki taassubu” sebebiyle altı hafta izinsiz
kalma cezası alır. Üçüncü sınıfta, resim dersinde, kendinden büyük bir arkadaşı
Enver’i yatırıp üstüne ot yığar. Tam Enver kalkarken öğretmen içeri girer ve
ona üç hafta izinsizlik cezası verir. Enver kimsenin adını vermez. “Bu ceza
bana pek ağır geldi.” diye yazar. Bir diğerinde, arkadaşlarının ısrarı
üzerine yaptığı bir çalgıyı öğretmenleri yakalar ve kimin yaptığını sorarlar.
Enver ortaya çıkar ve ben yaptım der. Yine üç hafta izinsizlik cezası verilir. “Fakat
bundan o kadar üzüntülü değildim. Çünkü hakikaten kabahatliydim. Yalnız,
doğruluğun serkeşlik olarak yorumu pek gücüme gidiyordu. ” (Cengiz, a.g.e.,
s.35)
İdâdî
son sınıfındayken l897’de Girit olayları başlar. Adanın Yunanistan’a
katıldığını açıklamasıyla başlayan ve sonunda Türk-Yunan savaşına dönüşen
gelişmeler öğrencilere büyük heyecan verir. Dinlenme zamanlarında sobanın
başında toplanarak konuyu tartışır, “Hükümetin aczinden, mutlakiyet
yönetiminin kötülüğünden ve özellikle de Sultan Hamit’in fenalığından
bahsederdik. ”
Buradan
sonra Harp Okuluna giden Enver’i, oradaki arkadaşları, “çalışkan, mazbut, ciddi
ve sözünde duran biri” olarak anlatırlar. O günlerde trenler askerî sevkiyata
tahsis edildiğinden Selanik’teki Harp Okuluna özel bir trenle gönderilirler.
Şunları yazar:
“Artık
bizdeki sevinç fevkalade idi. Subay adayı olmuştuk. Biz de üç sene sonra, şimdi
harbe giden kahraman askerlerimize komuta edecek kabiliyette bulunacaktık.
Yolda rast geldiğimiz trenlerdeki Anadolu gönüllü taburları erlerinin
yüzlerindeki gülümsemeyle bize selam verişi, şarkı söyleyişleri gerçekten
bunlara layık subay olabilmek için son derece çalışmak azmi hususunda bizi
gayretlendirmeye yeterli idi. Evet, onlar her şeylerini, yerlerini, yurtlarını
bırakarak vatanın bir köşesinde ölmeye gidiyorlardı. Biz de, gelecekte bize
emanet edilecek bu yüzlerce belki binlerce kahramanı iyi yöneterek, onları
zaferlere sevk için bilgi ve beceri kazanmaya gidiyorduk. Her iki taraf da,
vatanın kurtuluşu için çalışmaya gidiyordu. Bu sırada yegâne emelim, subay
olmak, memleketime bu suretle hizmet etmekti.” (Cengiz, a.g.e., s.36)
Harp
Okulu’na heyecanla başlar; gözü, buradan kurmay okuluna gitmektedir. Fakat,
Manastır İdâdîsini altıncılıkla bitirmesine rağmen notları düşük olduğundan pek
de ümitli değildir. İlk sıralamada sınıfının elli altıncısı durumdadır; bu
durum devam ederse kurmay sınıfına ayrılmak mümkün değildir. “Mamafih her
halde azm etmiştim. ” der.
Bir
gün öğrenciler toplanarak, subaylardan, Harbiye’ den, Tıbbiye’den bir çok
kişinin “Sultan Hamit aleyhindeki teşebbüsat-ı cinayetkârâneleri” sebebiyle
sürgün ve idamla cezalandırıldıklarına dair bir duyuru okunur. Mektepler Nazırı
Zeki Paşa bir nutuk çeker ve askerlikte sadakatin her şeyin üstünde olduğunu
söyler: “Sadakat tahsil edildikçe, ta’biye ve seferiyye ve diğer konularda
meleke kazanılmasına gerek kalmadan zafere ulaşılabileceğini” söyler.
Nedense bu sözler Enver’in zihninde “İğrenç yalanlar” olarak yankılanır
ve ufak bir ukde yapar. Sonunda unutur ve yine derslere yoğunlaşır.
İkinci
seneye on yedinci, üçüncü seneye on ikinci olarak geçer. Okulu bitirirken
dördüncüdür. Fakat, geçen yıllarla birlikte ortalama alındığında dokuzuncu
olur. Artık, kurmaylık için ayrılan kırk beş kişi arasında Enver de vardır.
Harp Okulunda bir hafta izinsizlik cezası alır. Sınıfın en küçüğü olduğu için
en önde oturur. Kara tahtaya, sınıfta bulunan bir kedinin ağzından açık mektup
yazanın kim olduğunu nöbetçi öğretmen ondan sorar. O da, bilmiyorum der.
Sonradan dilekçeyi yazan ortaya çıkıp, ben yazdım derse de, Enver, bilmiyorum
dediği için cezayı alır.
“Beni
uslu, çalışkan bir öğrenci olarak tanırlardı. Çoğu zaman derslerime yalnız
çalışır, bahçede yalnız gezer, yaşımın küçük olmasından ötürü Manastır
Harbiyesinden gelmiş olan büyük arkadaşlarım tarafından korunurdum.”
Kurmay
olmak üzere Erkân-ı Harbiye Okuluna alınan Enver, burada da sevilen ve saygı
duyulan biridir. Bu yıllarında aynı yaşlarda ve aynı okulda beraber oldukları
amcası Halil (Paşa) ile başlarından bir siyasi tutuklanma olayı geçer. Okuldan
alınıp, sorgulanmak üzere Yıldız’a götürülürlerken, Halil bir yolunu bulup
kendisini, “Ben bir şey bilmiyorum, haberim yok de.” diye ikaz eder. Olay,
şehzade Mecit Efendi’nin Almanca öğretmeni ile onun arkadaşı bir gazetecinin
evlerinde görülmesine dayalıdır. Bu öğrencilerin Şehzade’nin kayınbiraderi Zeki
Bey kanalı ile gizli ilişkiler içinde oldukları şüphesi uyanmıştır. Enver,
kendi tabiri ile “aptal” rolü oynar ve bir şey görmediği, bilmediğinde ısrar
eder. Halil, ise kendisinin bir subay olduğunu,
Padişah’a
sadakat yemini ettiğini söyleyerek, Bayram selamlığında evlerinde iki
misafirleri olduğunun doğru olduğunu; ancak bu dâvetin Zeki Bey ve Şehzade ile
hiçbir ilişkisinin bulunmadığında ısrar eder. Okula gönderilir ve tek kişilik
nezarethanelere konulurlar. Sultan Hamit’in zalimliğine çoktan inandırılmış
olan Enver burada istibdadın yıkılması üzerine hayaller kurar. Daha sonra, “Sultan
Hamit ve yakınlarına karşı içimde derin bir kin uyandı.” diye yazar.
Kendine verilen ot minder üzerinde Sultan Hamit’in vücudunu yok etme hayalleri
içinde uyuya kalır. Ertesi gün yeniden Yıldız’a götürülüp sorgulanır ve serbest
bırakılırlar.
“Bundan sonra, ara
sıra, güvendiğim arkadaşlara bu zalim yönetimi devirmek çarelerinden söz etmeye
başlamıştım. Fakat bunlar söz olarak kalıyordu.”
Kurmay
okulunda kendisini bütünüyle derslerine vermiştir. “Ben kendimde bir fevkaladelik
görmemekle birlikte hocalarımın hemen genel olarak takdirlerini alıyordum.
Böylece kurmay ikinci seneye beşinci, üçüncü seneye üçüncü olarak geçtim. ”
Kurmay
okulunun bitirme sınavlarına girerken, vatana ve millete hizmet imkânı için
Allah’a sürekli dua ettiğini ve heyecan duymadığını söyler. “İçim rahattı;
elimden geldiği kadar çalışmış, geri kalan için Allah’a sığınmıştım. ” (M.
Şükrü Hanioğlu, Kendi Mektuplarında Enver Paşa, İstanbul 1989, s.259)
Sınavlar biter ve Enver sınıf birincisi ve fakat okul ikincisi olarak Ocak 1902
yılında mezun olur. Okul birinciliği için, geçen bütün yılların ortalaması
alındığı için, Okul birincisi, daha sonra Sarıkamış hareketinde XI. Kolordu
komutanlığı yapacak olan ve arkadaşlarının “büyük zakâ” diye andıkları Hafız
Hakkı olmuştur.
Yirmi
bir yaşında bir kurmay yüzbaşı olarak orduya katılan Enver Bey’in bütün
kurmaylar gibi piyade, topçu ve süvari sınıfları içinde sekizer ay staj yapması
gereklidir. Bunun için de, iki sene müddetle 3. Ordu’ya atanır. Kendisi bir süre
İstanbul’da büyük annesinin yanında kalmak isterse de, Hırka-i Şerif şenliğine
katılmak üzere (Ramazanın on beşinde) hemen Ordu merkezi Selanik’e gitmesi
emredilir. Burada 13. Topçu Alayı’na verilir. Sekiz ay süreyle Manastır’da 6.
Topçu Bataryası’nın komutanlığını yapar; büyük bir enerji ile çalışır. Tabur
komutan vekili Kolağası Salih Bey de kendisine yardımcı olmaktadır. Fiilen
askerliğe giren ve deneyimler kazanmaya başlayan Enver’in bu dönemi için
yazdıkları ilgi çekicidir:
“Fikirlerimi
umduğum gibi gerçekleştiremeyeceğimi görmüştüm. Alayın içinde reformlar yapmak
zordu; kimse büyük bir işe girmek istemiyordu. Böylece herkesin gönüllü olarak,
elinden gelenin en iyisini yapması durumunda her şeyin düzeleceğine
inanıyordum. Kendi görevini tam yapmayan bir mülazımın en üst ordu idaresini,
paşaları vb. tenkide hakkı olmadığını görmüştüm. Bu yüzden bu tip tenkitçileri
takip edip cezalandırıyordum.” (Hanioğlu, a.g.e., s. 260)
Ancak
çevresi kendisinden hoşnuttur. Balkan çetelerine karşı çatışmalara, zaman zaman
bataryasıyla katılır:
“Mayıs ayında
Mogila’da on sekiz kişilik Bulgar çetesiyle olan çatışmaya iki topla katıldım.
İlk gerçek top ve tüfek atışını orada gördüm. Bu çatışmada eşkıya bütünüyle yok
edilmişti. Mamafih topçu subayı sıfatıyla çatışmaya ciddi katılamamıştım.
Yalnız iş top atmaktan ibaretti.” (Cengiz, a.g.e., s.46)
1903
Eylülünde
kendi isteği ile, piyade stajını yapmak üzere 20. Piyade Alayı’nın 1. Taburuna
atanır. “Benim niyetim Bulgar hududundaki bölgeyi öğrenmekti ve bu sırada
redif askerleri de silah altına alındığından, savaş anında geri kalmak
istemiyordum.” (ş. Hanioğlu, a.g.e.,
s.262) Bir ay sonra bu tabur karakollara dağıtıldığından, Koçana’daki 19.
Piyade Alayı’nın 1. Tabur, 1. Bölük komutanlığına atanır. Burada iken Sultan
Tepe civarında iki yüz kişilik bir Bulgar çetesiyle çatışmaya girer. Bölgeyi
iyi tanımadığından ve birliklere komuta eden Miralay, hareket birliği
sağlayamadığından çatışma akşama kadar sürer ve akşam çeteler kaçarlar. Enver
Bey takip etmek ister; tabur komutanı izin vermez; onun gençliğine acıdığı için
izin vermediğini söyler. “Böyle bir çetenin, bizim sayıca üstün
birliklerimizden kaçabilmesi beni derinden sarsmıştı.” Bundan sonraki
çatışmalarda mümkün olduğu kadar işi gündüz bitirmeye karar verir. Asker onu
sevmektedir; ancak subaylar, kuralları çok sıkı uyguladığı için pek hoşnut
değillerdir.
1904
yılının
Nisanında süvari stajı için Üsküp’teki 16. Süvari Alayı’nın bir bölüğüne
gönderilir. “Pek memnundum. Burada yalnız bulunacaktım. Burada subaylardan
her türlü görevin tam uygulanmasını istediğimden, evvelce kendi keyfine alışmış
olan bu efendiler hiç memnun olmadılar.” Görevine devamsızlık eden bir
subaya hapis cezası vermek zorunda kaldığını söyler.
“Burada evvelki
fikirlerimi değiştirmek zorunda kaldım. Çünkü, memurlardan sadece gönüllü iş
istemek demek ki doğru değilmiş. Bu böyle olsaydı kanunlara ve içinde var olan
cezalara gerek olmazdı. Demek ki, her şeyden evvel devlet işlerinin iyi
sonuçlanabilmesi için kanunun harfiyyen uygulanması şartmış.... Subaylar
komutanlarına itaatsizliğe başlar ise, orada yapılacak pek bir şey kalmamıştır.
O zaman
komutan
beceriksizdir, yani emrini astına uygulatacak gücü yoktur. Böyle bir durumun
sürmesi vatanın batması anlamına gelir.” (Hanioğlu, a.g.e., s.263)
Enver
Bey, beceriksizliği sebebiyle emekli edilmesi gereken bir Miralayın, İstanbul’a
birkaç bin lira gönderip tümen komutanı olduğundan bahseder. Bu tür olayların
subaylar üzerinde moral bozucu etkileri olur.
Genç
subaylar, bütün bu ve benzeri aksaklıkları, Abdülhamit zulmüne bağlamak
kolaycılığına kendilerini kaptırmışlardır. O da, “Ve böylece gitgide bu kötü
olaylara bir son verip Abdülhamit’in istibdadı yerine Kanun-ı Esasî’ye dayanan
bir devlet tesisi gerektiği fikri içimde büyüyordu. Yoksa her atılım sonuçta
başarısız olacaktı.” diye düşünür. Avrupa’nın direttiği reformların ülkeyi
parçaladığını görüyor, ancak bunu, memleketin bozuk idaresine, bozulmayı da
Abdülhamit istibdadına bağlıyorlardı. Onlar bozulan yönetimi düzelteceklerdi.
“Hrıstiyanların
Avrupa tarafından desteklenmesi memlekette eskisine göre tam tersine bir
eşitsizlik yaratmıştı. Memurlar artık sadece Hrıstiyanların işleri ile
uğraştığından, kimse Müslümanların haklarıyla uğraşmıyordu. Bir Hrıstiyana
yapılmış olan haksızlık hemen cezalandırıldığı halde, kimse Müslümanların
haklarını sormuyordu.” (Hanioğlu, a.g.e., s.264)
İki
ay da İştip’te kaldıktan sonra stajı biten Enver Bey Manastır’daki karargâha
döner. Burada 1. ve 2. şubelerde on beşer gün çalıştıktan sonra, yeni kurulmuş
olan Ohri ve Kotsavo askerî bölgelerine müfettiş olarak atanır. 7 Mart 1906’da
kolağası (önyüzbaşı) olan Enver Bey’in yoğun ve yıpratıcı çete savaşları
başlar. “Bazen bir ay sonra bir çetenin takibinden döndüğümde hemen yeni
vazifelere gönderilirdim. Ve hiçbir zaman yorgunluk yahut hoşnutsuzluk göstermedim.
”
Ferik
Hadi Paşa ve kurmay başkanı Hasan Bey’in sorumluluk bilinci içindeki
gayretleriyle Manastır ve çevresindeki çeteler temizlenir.
“Bu şekilde iki yıl
içinde sadece benim emrimdeki kıtalar ile elli dört çatışmada bulundum.
Ketiha’da yaptığım savaş benim için örnek oldu. Ondan sonra, çatıştığım
çeteleri firar edememeleri için artık çembere alıyordum. Ondan sonra bizzat
yakın savaş için uygun noktayı tesbit edip en kısa zamanda hücum ettiriyordum.
Böylece çabuk ve çoğu zaman önemsiz kayıplarla amacıma ulaşıyordum.” (Hanioğlu,
a.g.e., s.265)
Nisan
ayındaki bir çatışmada bacağından vurulur; bir ay kadar çatışmalardan uzak
kalır. Sonra yine yoğun ve başarılı savaşlara girer.
Başarılarından
ötürü kendisine 4. ve 3. Mecidiye, 4. Osmaniye ve altın liyakat madalyaları
verilir.
Enver Bey
4 Paşa’nın
doğum tarihi ve diğer bazı tarihler konusunda Ş. Süreyya Aydemir’in kitabında
bazı yanlışlar ve tutarsızlıklar vardır. Bu konuda, Şükrü Hanioğlu’nun çalışmasını
da değerlendiren Halil Erdoğan Cengiz’in tespitlerini esas aldım. Enver
Paşa’nın 1908 yılına kadarki hayatı için, Paşa’nın H. E. Cengiz tarafından
yayımlanan ve Ş. Hanioğlu’nun, Almancasıyla birlikte verdiği otobiyografisi
esas alınmıştır.
B |
U yıpratıcı mücadeleler içinde
Enver’in yıldızı parlamaya başlar; hızla yükselir. 30 Ağustos 1906’da
Binbaşılığa terfi eden Enver Bey yirmi beş yaşındadır. 1907 yılında, maaşına
zam yapılarak, yine Rum, Bulgar ve Sırp çetelerinden oluşan çetecilere karşı
eşkıya takibi ile görevlendirilir. Enver Bey bir yandan çetelerle vuruşurken
bir yandan da İmparatorluğun kurtuluşu için düşünmektedir:
“Bütün bu
mücadeleler kendini bilenleri düşündürüyordu. Her gün imha edilen çetelerin
yerine yenisi ortaya çıkıyordu. Hükûmet bunların önlenmesine karşı, tesir
edebilecek gücü gösteremiyordu. Avrupa hükûmetlerinin güvenini kaybetmiş
olması, artık Osmanlı hükûmetinin Rumeli kısmının elden çıkacağı hissini
vermeye başlamıştı. Arnavut vatandaşlarımız bunu anlayıp kendi başlarının
çaresine bakmağa savaştılar. Onlar da memleketlerini istila edecek Yunanîlik
fikrine karşı silahlanmışlardı. Bu karma karışık hal içinde herkeste, öyle her
gün ölmekten veya aşağılanma içinde yaşamaktansa, İstanbul idaresini düzeltmeye
savaşmak, böylece ya vatanı büsbütün kurtarmaya veyahut bu uğurda şanlı bir
şekilde ölmeye savaşmak heyecanı uyanmıştı. Fakat henüz bunu kuvveden fiile
çıkarmak için bir teşebbüs yoktu.” (Cengiz, a.g.e., s.57)
Görülüyor
ki genç Enver de kolay yolu seçmiş, zamanın diğer çoğunluk aydınları gibi
çözümü hükûmetin değiştirilmesinde aramıştır. Avrupa hükûmetlerinin güveninin
kazanılmasını bir teminat gibi düşünmektedir. Bugün bize pek safça görünen bu
bakış tarzı o günün aydınlarının çoğunda egemendir. Halbuki aynı Enver
hatıratının başka yerlerinde Avrupalı devletlerin önerdiği ıslahatların
memleketi parçalamaktan başka bir şeye yaramadığını da yazmaktadır. Öyle
görünüyor ki, gerçeği yakinen anlayabilmeleri için devlet sorumluluğunu
yüklenmeleri gerekecektir.
Tanzimat
ve ardından Islahat Fermanlarıyla, Müslüman teba ile aynı siyasi haklara
kavuşan gayrimüslimler, millîciliğin getirdiği heyecanlar içinde ileri
adımlarını atmaya devam etmektedirler. Rusya ve Avrupalı devletlerin parmağı
sürekli Balkanlardadır. Şark Meselesi olarak nitelenen sorunlar, artık
Osmanlı
İmparatorluğunun paylaşılması olarak algılanmaktadır. Rum, Bulgar, Hırvat ve
Sırp gibi Balkanlı gayrimüslimlerin Devlet-i Aliyye’den koparak bağımsızlaşması
için, Avrupalı devletler ve Rusya tarafından açık destek verilmektedir. Doğuda
Ermeni meselesi olarak gündeme gelen olaylar da, aynı desteklerle aynı hedefe
yönelmiştir. Bütün bu gelişmeler, ıslahat adı altında adım adım ilerledikten
sonra, sonunda isyanlara dönüşmüştür. Balkanların her yanında Rum, Bulgar, Sırp
ve Makedon çetelerle kanlı boğuşmalar olmakta ve Osmanlı Türk halkı
erimektedir.
Sultan
II. Abdülhamit Han, Devleti ayakta tutabilmek için elinden geleni yapmaktadır.
Ancak, onun açtığı okullarda yetişen genç subaylar hiç de onun gibi
düşünmemektedirler. Bu nesil, Namık Kemal ve benzeri Yeni Osmanlıların heyecan
çizgisinde, Meşrutiyet idaresinin kurulmasını istemekte ve bunu, aynı zamanda
Balkanlardaki ayaklanmalara bir çözüm gibi düşünmektedirler. Tanzimatla
birlikte başlayan ve Devlet-i Âl-i Osman’ı eşit vatandaşlar statüsüne dayalı
yeni bir konsept üzerine yapılandırmayı hedefleyen Osmanlıcılığa, Türklerden
başka inanan ve sarılan olmamıştı. Belki biraz da çaresizliğin verdiği bir
psikoloji ile ve Avrupa’dan gelen yoğun telkinler altında bu genç insanlar,
müslim-gayrimüslim ayırımı yapmayan bir kardeşlik havası içinde Meşrutiyet’i
kurup, bu insanları da yönetime ortak etmekle kurtuluşa ulaşabileceklerini
düşünüyorlardı. Bugün, yani tarihî gelişmeleri bilen insanlar için, çok safça
görünen bu bağlanışı, Osmanlı toplumunun o güne kadar tanımadığı şiddetli bir
propaganda ortamında anlamak mümkündür. Esasen toplum yorgundur, toplumun
aydınları çözüm üretememektedir ve bu yüzden, gerçekçi olmasa da kolay çözümler
kendisine cazip görünmektedir. Cevdet Paşa, bütün bu gelişmeler içinde,
devletin esasının yara aldığını, kuruluş ilkesinin çiğnendiğini görmüş ve
söylemişti; ama, bugün bile yeterince anlayanları olmayan bu idrakin bu
gençlere egemen olmasını beklemek mümkün değildi.
Gayrimüslim
unsurlar, esasen millîcilik akımlarıyla ayaklanmış, millî kültürlerine dönüş
hareketlerine çoktan başlamışlardı. Onlar, İbni Haldun’un “Asabiyetin nihai
hedefi devlet olmaktır. ” ilkesine uygun olarak hedeflerinin şuurunda ve
adım adım ilerliyorlardı. Meşrutiyetin ilanı da bu adımlardan büyükçe biri
olacaktı. Balkanlardaki gayrimüslim unsurlar, silaha sarılıp çeteler kurarak
eşkiyalığa ve Müslümanlara zulmetmeye başladıkları zaman, bunu hem bir millî
kurtuluş hareketi, hem de Meşrutiyeti ilan etmesi için
Sultan
Hamit’i zorlama hareketi olarak gösteriyorlardı. Avrupalı ülkeler de
Meşrutiyet’in ilan edilmesini istiyorlardı. Çünkü, eşit statü kazanılmasıyla
çok önemli bir adım atılmıştı; şimdi, gayrimüslimlerin Osmanlı Meclisine
girerek, hakimiyete ortak olmaları, millî iradeye yansımaları ikinci büyük adım
olacaktı ve Şark Meselesi’nde, yani İmparatorluğun parçalanmasında
kullanılabilecekti. Nitekim öyle oldu ve kullandılar da.
“Üç
Vilayet” (Vilayât-ı Selase) olarak anılan ve nüfusunun yarısından çoğu Müslüman
olan Selanik, Kosova ve Manastır vilayetlerinde, ikinci büyük nüfus olan
Bulgarlar “Makedonya Makedonyalılarındır.” sloganı ile 1902’de ayaklanırlar.
Daha önce 1877 Rus harbi sonrasında Ayastefenos Anlaşması ile Makedonya
Bulgarlara bırakılmışken, daha sonraki Berlin Anlaşmasında geri alınmıştır.
Ama, asıl büyük ayaklanma, yıllarca süren silahlanma ve teşkilatlanmadan sonra
1903 Ağustos’unda başlar. Çok kanlı hareket eden ve on beş-yirmi bin çetecinin
katıldığı söylenen ihtilali, Osmanlı ordusu ancak üç ay içinde bastırabilir.
Ama, onların asıl maksadı Avrupa ve Rus müdahalesini sağlamaktır.
21
Temmuz 1905’te Cuma selamlığında Sultan Hamit’e bomba atılır; sonuç alamazlar.
Yabancı devletlerin müdahaleleri gün geçtikçe artmaktadır. 1906 yılında,
Makedonya’daki malî ıslahat bahane edilerek Midilli ve Limni gümrük ve
posta-telgraf binaları yabancılarca işgal edilmişti.
Balkanlarda
Osmanlı subayları, bu gayrimüslim çetelere karşı, yıpratıcı mücadelelerinde
kahramanca çarpışıyorlardı. Özellikle 1903 ayaklanmasından sonra Osmanlı subayları
da daha şuurlanmışlardı; çetelere karşı, sadece bir görev gereği değil, hırsla
dövüşüyorlardı. İşte binbaşı Enver onların arasındaydı. Besmelesiz adım atmayan
bu genç subay, “Ya Rabbi! Bana, vatanıma, milletime ve dinime iyi hizmetler
etmeyi nasip eyle.” diye sürekli dua ediyor; korku tanımıyordu. Ve yıldızı
parlıyordu. Şevket Süreyya Bey diyor ki:
“İşte
bu Enver Bey’dir ki, on sene sonra, ordudaki kumanda kadrosunu tamamıyla
tasfiye edecektir. Balkan Harbi’nde hemen hemen kurşun atmadan dağılan bir ordudan,
sadece bir buçuk yıl sonra, kumanda işlerinde dünyanın belki de en disiplinli
ordusunu kuracaktır.” (Ş. Süreyya Aydemir, Makedonya’dan Ortaasya’ya Enver
Paşa, İstanbul 1970, c.I, s.483)
Makedonya’da
dövüşen subaylar, aynı zamanda Meşrutiyet için Sultan Hamit’e karşı
teşkilatlanıyorlardı. Onları asıl çıldırtan şey çeteciler değil,
yabancı
devletlerin müdahaleleri karşısında Osmanlı hükümetinin çaresizliği idi. Şöyle
bir olay yaşanır: Manastır’daki Rus konsolosu sokaklarda dolaşır ve rastladığı
Osmanlı askerlerine hakaret eder, hatta kamçısı ile vururmuş. Bir gün yine aynı
terbiyesizliği yapıp, karakol nöbetçisi Halim’e vurunca, asker tüfeğini
doğrultur ve konsolosu caddeye serer. Dünya ayağa kalkar ve onurunu koruyan
Osmanlı askeri Halim, Divan-ı Harp kararıyla idam edilir. Genç subaylar bu tür
aşağılanmaları onurlarına yediremiyorlardı; çetecilerle her türlü şart içinde
çarpışıp ölüyorlardı ama, bunu kaldıramıyorlardı. Enver Bey de bütün diğer genç
Osmanlı subayları gibi, “Ne zaman bizde mantıklı bir idare kurulacak; ne
zaman kendini böyle hakaretlerden temizleyebilecek ve koruyabilecek bir devlet
olacağız!” diye öfkeyle düşünüyordu. Enver Bey’in komuta ettiği batarya,
Rus konsolosunun ölümü dolayısıyla beş el saygı atışı yapmak zorunda kalmıştı
ve Enver Paşa Osmanlının çaresizlik içindeki bu zulmünü ölünceye kadar
unutmayacaktı. Çok sonraki notlarında, Avrupa’nın müştereken Osmanlılar
üzerindeki çemberini daralta daralta Türkleri ezmekte devam ettiğini, Rus
hükûmetinin bu askeri astırmakla “Osmanlıların izzet-i nefsini daha da
alçaltarak onları esiri olmağa alıştıracağını zannediyordu. ” (Masayuki
Yamauchı, Hoşnut Olmamış Adam- Enver Paşa, İstanbul 1995, s. 288) diye
yazacaktır.
Ne
yazık ki, bu genç subaylar, devletin zaafını, başta padişah Abdülhamit Han
olmak üzere Saray çevresindeki kişilere bağlıyor ve bu çerçevede yapılacak
değişikliklerle kurtulabileceklerini sanıyorlardı...
Cemiyet-i
Mukaddese ve Vatan Kurtarma
O |
SMANLININ
son döneminin dizginlerini ele alacak ve toplumun hemen bütününü kucaklayacak
tek ve etkin bir siyasi örgütlenme olarak İttihat ve Terakki Partisi,
başlangıcında beş askerî eli öğrencinin kurduğu gizli bir topluluktur. 3
Haziran 1889’da, Askerî Tıbbiye Mektebi içinde kurulan topluluğun adı İttihad-ı
Osmanî Cemiyeti’dir. İshak Sükuti, İbrahim Temo, Abdullah Cevdet, Mehmet Reşit
ve Konyalı Hikmet Emin isimli beş öğrenci tarafından kurulan gizli örgütün
maksadı, vatanı kurtarmaktır. Vatanı kurtarmaktan ise, Sultan II. Abdülhamit
yönetimini devirmeyi anlarlar. Bazen Sultan Hamit’e kadar uzanan, genellikle
onun çevresi hakkında propagandalar yaparak çevrelerini genişletir, bir
muhalefet merkezi haline gelmeye çalışırlar.
Bu muhalefet,
yabancı devletlerin Osmanlı iç sorunlarına müdahalelerini içlerine sindiremeyen
ve onurları kırılan genç subayların ilgisini çeker; Osmanlı yönetiminin
beceriksizliği ve cehaletini sebep olarak gören bu kesim, yönetimin devrilmesi
ve güçlü bir idarenin kurulmasıyla her şeyin düzeleceğini zannetmektedir.
Kanun-ı Esasî de, bu hayalin simgesi haline getirilmiştir; ilan edilmesiyle,
Tanzimat’ın başaramadığı Osmanlı kardeşliği gerçekleşiverecektir.
Bugün bize pek hafif görünen bu
düşünceler, kolay yoldan memleketi kurtarmak hevesinde olan o günün bazı asker
ve okumuşları için etkileyici bir inanç haline gelmiştir.5 Bir çok çelişki bir arada
yaşanır; ama, fark edilemez. 1856 Islahat Fermanı’nın müslim-gayrimüslim siyasi
eşitliğini ilan etmesinin, Osmanlı halkını bir millet haline getirmediğini,
bütünlüğünü sağlamadığını, tam tersine ayrılık ve bölünmelerin önünü açıp
derinleştirdiğini bu vatanseverler görememişlerdir. Bunu göremeyenler, elbette
ki, bütün bu “anasır-ı muhtelife”nin oluşturacağı bir Meclis-i Mebusan’ın
birlik değil nifak merkezi olarak çalışacağını, bölünmeyi güçlendireceğini,
resmîleştireceğini de düşünememişlerdir. Çünkü bunları düşünerek Osmanlının
sorunlarına çözümler aramak zor iştir ve Sultan II. Abdülhamit’in yapmaya
çalıştığı budur. Ama, genç subaylarımız, işin kolay yoldan açıklaması varken,
öyle zor sorularla uğraşacak düzeyde değillerdir6. O kadar ki, millî onuru
zedelendiği için ayağa kalkan insanlar, Rum, Ermeni yahut Bulgar milliyetçileri
ile aynı safta, Osmanlı Hakanına karşı kavgaya girerler. İşin tuhafı bu
subayların Enver Bey dahil çoğu, bir yandan da dağlarda bu çetelerle savaş
halindedirler. Büyük devletlerin müdahalelerini onurlarına yediremeyip isyan
edenler, Osmanlı otoritesini kurmaya çalışan Padişah’a karşı, bu devletlerin
desteğini talep ederler yahut ses çıkarmazlar. İşin en kısa ve eski ifadesiyle,
asker-sivil okumuşlarımız, tam bir “ruhî ve fikrî teşevvüş” (karmaşa)
halindedirler.
Dönemin eğitim
almışlarının tamamı Avrupa etkisi altındadır ve Batıyı örnek almaktadırlar.
Trablus’ta İtalyanlarla vuruşurken genç Osmanlı Subayı ve bir İttihatçı olan
Enver Bey, yabancı dostuna, kadın hakları konusunda şunları yazar:
“Ama, madem ki Avrupa’nın kültürüyle
bizden daha üstün olduğunu ve mevcudiyetimizi devam ettirmek için bu medeniyeti
taklit etmek zorunda olduğumuzu
söylüyorum, o zaman bu medeniyetin kötülükleri de ister istemez bize
gelecektir. Ama inşallah kadınlarımızın eski hayatından biraz bir şey kalması
için daha dikkatli oluruz.” (Hanioğlu, a.g.e., 28 Eylül 1912, mek.124)
Bu satırlarda,
Avrupa’nın kültür üstünlüğünü kabul etmiş olan insan, sadece sözleriyle değil
bütün hayatıyla, tam inanmış bir Osmanlı ve İslam kahramanıdır; ama, memleket
kurtarma meselesinde kafası karıştırılmıştır. Bütün diğerleri gibi, Batıyı
bütün kuramlarıyla kavrayıp yorumlayabilecek, iki toplum ve kültür arasındaki
farkları değerlendirebilecek güçte değildir. Bu bakımdan yukarıdaki sözler, tek
tek ifade edilmiş olsun ya da olmasın, bütün bir dönemin okumuşlarının ortak
kanaatidir.
Kendine yani kendi
medeniyetine olan güveni sarsılıp, çözümü yabancı kültürlerde arayan ve yabancı
hayranlığına düşen okumuşlar için zihnî karmaşa ve değerlendirme zaafı
kaçınılmazdır. Osmanlı için çıkış zorluğu şuradadır ki, geleneksel kültürümüze
bağlı olanların, medreseden yetişenlerin gerilimleri, yaratıcı güçleri
kaybolmuştur. Bunlar, Osmanlının sorunları üzerine Kâtip Çelebi’den, Koçi
Bey’den beri görüşler ileri sürmekteyse de, eylem gücünü kaybetmişlerdir.
Hamleci olan, diri olan, gerilimi yüksek olanlar yeni okullarda yetişenlerdir;
onlar da millî kültürlerine güveni sarsılmış, kıblesi şaşmış okumuşlardır.
Sultan Hamit, kendi kurduğu okullara yön verebilseydi, canlandırmaya çalıştığı
zihniyeti buralarda hakim kılabilseydi, belki de millî mukaddeslerimiz üzerine
bir diriliş hareketini başlatabilirdi. Çünkü, simgesi Enver Paşa’dır dediğimiz
bu son dönem Osmanlı nesilleri, olağanüstü yaradılış imkânlarına sahip
insanlardı.
*
* *
İttihad-ı Osmanî
Cemiyeti 1895’ten itibaren, okul dışında çevresini genişletme kararı alır ve
Paris’teki Ahmet Rıza Bey’le ilişkiye geçer. Ahmet Rıza Bey’in teklifi ile
Cemiyetin adı Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti olarak değiştirilir. Cemiyet,
o yıl İstanbul’da meydana gelen ve “Ermeni Patırdısı” olarak anılan
ayaklanmayı, Ermeni kıyımı olarak gösteren ve sokaklara, bunu Padişah
çevresinin düzenlediği propagandasını içeren afişler asmaya çalışır. Abdullah
Cevdet dahil, yetmiş gizli cemiyetçi tutuklanarak sürgüne gönderilir. Vatan
kurtaracak cemiyetçiler, bu hıyanet ve sahtekârlıklarıyla büyük devletlerin
Bâbıâli’ye müdahalesine zemin hazırlamak gayesindedirler.
Gizli Cemiyet,
çeşitli merkezlerden yürütülen yoğun propagandalarla bir yandan da büyümekte ve
her unsurdan muhaliflerin toplandığı bir yapı kazanmaktadır. 1896 yılından
itibaren Harp Okulu’nda komiteler kurulmaya başlanır. Aynı yıl, Cemiyet
içindeki anlaşmazlıklar nedeniyle Ahmet Rıza Bey başkanlıktan devrilerek yerine
Paris’e gelmiş olan Mizancı Murat Bey getirilir. Bu dönemde, büyük devletlerin
desteğini alarak siyasi bir çözüme ulaşma yolunda propagandalar
yoğunlaştırılır. Cemiyetin 1896 ve 97’de iki başarısız darbe kalkışması olur ve
darbeciler tutuklanırlar.
1897 Türk-Yunan
Savaşındaki zaferimiz Saray’ın gücünü artırır. Dışarıdaki bir çok Jön Türk,
Murat Bey başta olmak üzere, Sultan Hamit’in affına sığınarak yurda döner ve
Padişahın çeşitli ihsanlarıyla memuriyetlere girerler. Ahmet Rıza ve çevresi
çalışmalarına devam ederler. 1898-99’da yeniden Sultan Hamit’in adamlarıyla
pazarlığa girişirler; bir kısmı yurt dışındaki Osmanlı sefaretlerinde görevlere
getirilir; Cemiyetin dışarıdaki bazı şubeleri kapanır; bir çöküntü yaşanır.
Bu yıllarda Prens
Sabahattin ve Lütfullah beylerin Paris’e kaçıp, cemiyeti malî açıdan
desteklemeye başlamaları ile yeni bir canlılık başlar. 4-9 Şubat 1902’de toplanan
Birinci Jön Türk kongresinde anlaşmazlıklar çıkar. Prens Sabahattin ve
çevresindeki Rum, Ermeni ve Arnavut temsilciler, Sultan Hamit’i devirmek için
1878 Berlin Anlaşması’na taraf olan devletlerin
müdahalelerinin
sağlanmasını isteyen bir karar tasarısı sunarlar. Ahmet Rıza Bey ve Cenevre’den
gelen Jön Türklerin itirazlarına rağmen tasarı kabul edilir. Cemiyet ikiye
bölünür. Prens Sabahattin ve çevresi, Osmanlı Hürriyetperveran Cemiyeti’ni
kurarlar. Ahmet Rıza Bey ve arkadaşlarıysa Terakki ve İttihat Cemiyeti adını
alarak, Şûrâ-yı Ümmet gazetesini çıkarmaya başlarlar. Bu ayrılışta,
Prens Sabahattin’in adem-i merkeziyetçi ve hürriyetlere vurgu yapan
fikirleriyle, Ahmet Rıza Bey’in merkeziyetçi ve radikal Türkçü tutumu
arasındaki çatışma da etkili olmuştur.
1905 yılında
Paris’e kaçan Dr. Nazım ve Bahattin Şakir’in gayretleriyle Cemiyet daha da
canlanır. 1906 yılında Selanik’te kurulmuş bir başka gizli cemiyet olan Osmanlı
Hürriyet Cemiyeti ile Terakki ve İttihat Cemiyeti 1907 yılında birleşir,
İttihat ve Terakki adını alır. Bu arada yurt içi örgütlenmelere hız verilir.
Hikmet Bayur, Ahmet
Rıza Bey’in yazılarına ve Şûrâ-yı Ümmet gazetesine dayanarak Cemiyet’in
1906 yılına kadar ihtilalciliğin aleyhinde olduğunu, (Hikmet Bayur, Türk
İnkılâp Tarihi, Ankara- 1983, c.2, Kısım.4, s.12) bu tarihlerden itibaren,
özellikle ordu mensuplarının ağırlığı arttıkça, ihtilalciliğe kaydığını yazar.
Başlangıçta yabancı devletlerin, genel ıslahatların uygulanması için padişah
üzerinde baskı yapmaları açıkça istendiği halde, etnik kaynaklı ıslahatlara
müdahaleyi reddettiği (Bayur, a.g.e., c.1, Kısım.1, s.249 vd.), giderek
de ne şekilde olursa olsun yabancı müdahalelere karşı çıktığı görülmektedir.
Mahalli yahut etnik özerkliklere baştan beri karşı çıkılmıştır. Cemiyet,
yönetimde merkeziyetçiliği sergileyen tutumunu sonuna kadar sürdürmüştür.
Cemiyet mensupları, bir bakıma olayların zorlaması ile kendiliğinden beliren
Türkçülük ve İslamcılık duyarlıklarına sahiptir. Toplumsal yapı ve manevi
hayatımızda kendimiz olarak kalıp, Batının ilim ve tekniğini almamız
yeterlidir. Zamanın okumuşlarından birine ait olan şu mektup satırları, daha
sonra Ziya Gökalp fikriyatının da esası olacaktır:
“Biz Frenk taklitçisi değiliz. Öyle
olanlardan da sakınırız. Avrupalıların teknikteki yükselmeleri inkâr edilemez.
Japonlar gibi biz de, Frenklerin teknikteki gelişmelerini öğrenmek ve yalnız bu
kısmın memleketimizde tatbik edildiğini görmek isteriz. Yoksa ahlak ve
gelenekler yönüyle Müslüman elbette ki Frenklere kat kat üstündür.” (Bayur,
a.g.e., c.2, Kıs.4, s.88)
1907 yılında yine
Paris’te İkinci Jön Türk Kongresi toplanır. Bir ortak hareket komitesi
oluşturulur. Bütün muhalefet tek merkezde birleşmiş gibidir. Bu kongrede alınan
kararların, o günün şartları içinde değerlendirmesini yapmak zordur; kararlar
ürkütücü ve altındaki imzalar düşündürücüdür. Sultan Hamit yönetimi, “Haricî
politikada hürriyetperver devletlerin rağbet ve muhabbetini nefrete
dönüştürdüğü” iddiasıyla kınanmakta, buna karşı, “Şimdiki yönetimin esasen
değişmesi, danışma usulünün ve Meşrutiyetin kurulması” gerektiği bildirilerek,
bu “yüce maksat” için, bütün Osmanlı vatandaşlarına şu mücadele yolları
öğütlenmektedir:
1.
Hükûmetin fiil ve hareketlerine karşı silahla
direnmek.
2.
Siyasi ve iktisadî grevlerle, silahsız mukavemet
(Memurlar için iş bırakma eylemleri)
4.
Ordular içinde propaganda yapmak. Asker, vatan
çocuklarına ve ayaklananlara karşı
yürümemeğe
çağrılacak.
6.
Olayların gösterdiği icaba göre diğer gerekli
vasıtalarla mücadele.
Karar şöyle son
bulmaktadır:
“Yaşasın
şimdiye kadar yalnız olan milletlerin birliği! Yaşasın sosyal güçlerin
toplanması!”
Ziya Nur Beyin, “Devlet-i
Aliyye’yi yıkmaktan, mensup bulundukları halkların felaketini hazırlamaktan
başka bir netice vermeyecek olan bu hacalet ve hıyanet vesikası” dediği bu
belgenin altında şu cemiyetlerin imzası bulunmaktadır: Osmanlı Terakki ve
İttihat Cemiyeti (yayın organları Şûrâ-yı Ümmet ve Meşveret),
Ermeni İhtilal Heyet-i Müttefikası -Taşnaksutyon- (yayın organı Duruşak),
Mısır Cemiyet-i İsrailiyesi (yayın organı Lavara), ‘Hilafet’ -Türkçe ve
Arapça- yazı kurulu, merkezi Londra; Armenya Gazetesi yönetim kurulu-
merkezi Marsilya’da-; yönetim yeri Balkan memleketleri olan Ruzmik;
yönetim kurulu, yönetimi Amerika’da, Hayrenik;, Ahd-i Osmanî Cemiyeti -
Mısır’da, Teşebbüs-i Şahsî ve Adem-i Merkeziyet, Meşrutiyet Cemiyeti (yayın
organı Terakki.) (Bayur, a.g.e, c.4, kıs.4, s. 138)
Osmanlı Terakki ve
İttihat Cemiyetinin bu kararların altında imzasının bulunması pek açıklanabilir
gibi değildir. Çünkü, yukarıda bir parça dokunulan temel ilkelerine aykırı
olduğu gibi, Selanik merkezine gönderdikleri raporda gayrimüslimlerin
niyetlerinin farkında olduklarını belirtmektedirler. Selanik merkezine bu
kararları bildiren raporda, Ermenilerin Cemiyetle işbirliği yapmak istedikleri
ve “hayal-i hamlarını kalplerinde sakladıkları” bildirilmektedir. Ayrıca
Bulgar ve Rumların kendi hükümetlerinden emir aldıklarını, Osmanlı Rum ve
Bulgarlarını düşünmediklerini, bu yüzden onlarla işbirliğinin mümkün olmadığı
bildirilmektedir.
1908 yılından
itibaren Cemiyet’in yurt içi çalışmaları iyice hızlanır; ağırlık ordu
mensuplarındandır. Cemiyet-i Mukaddese olarak anılan örgüt, Osmanlı toplumunun
pek de alışık olmadığı yoğun bir propaganda ile saldırılara girişir.
Gerçi Cemiyet, daha
Paris merkezli yıllarından itibaren Kafkasya ve Türkistan Türkleri ile
ilgilenmeye başlamış, oralar için özel çalışma programları hazırlanmıştır;
mektuplaşmalar vardır: “Bir müddet için Rusya’ya olan husumetinizi, hele
Türkiye’ye iltihak etmek mesele-i vatanperveranenizi kalbinizde saklamaya
gayret edin.” (Bayur, a.g.e., c.1, kıs.1, s.342 vd.) Ancak, iktidara
yaklaştıkça yahut iktidarı süresince İttihat ve Terakki’nin fikir ve tutumları
epeyce değişir. Bu değişmeler, onların kulaktan dolma yahut kitabî
düşüncelerinin Osmanlı Devlet ve toplum gerçeği ile karşılaşmasından doğmuş
olmalıdır. En kısa ifadesiyle, bu düşünce İslamcı-Türkçü bir çizgi izler.
İslamcılık duyarlığında İngilizlerin Hilafet korkusunu, Türkçülükte de
Rusya’nın endişelerini düşünerek yüksek sesle konuşmamaya çalışmışlardır.
Ancak, Devletin son anına kadar, resmî Osmanlıcılık siyasetinden hiçbir zaman
ayrılmamışlardır.
1910 yılından
itibaren Ziya Gökalp’in İttihat ve Terakki üzerinde etkileri görünmeye başlar.
Bazı yazarlar bunu İttihat ve Terakki mürşitliği olarak nitelendirirler.
“Selanik’ten kalkıp İstanbul’a
geldikten ve burada yerleştikten
sonra Ziya Gökalp, etrafında
miktarı gittikçe artan bir takım müritler toplamaya ve kendisi de bunların
arasında millî bir dergâh postuna oturmuş mürşit gibi mevki aldı.” (Alaattin
Korkmaz, Ziya Gökalp, Aksiyonu, Ank.1988, s.261, Muhittin Birgen, İttihat
Terakki’de On Sene, c.I, İst. 2006, s.360 vd.) “Dünyanın şarkı da garbı da bize
açıkça gösteriyor ki, bu asır milliyet asrıdır; bu asrın vicdanları üzerinde en
etkili kuvvet milliyet mefkûresidir. Devlet ancak bunun farkında olanlarca”
yönetilebilir ve “Milliyet hissinin hakim olduğu bir memleketi, ancak milliyet
zevkini nefsinde duyanlar idare edebilir.” (Türkleşmek, İslamlaşmak,
Muasırlaşmak’tan nakleden N. Kösoğlu, Türk Milliyetçiliğinin Doğuşu ve Ziya
Gökalp, İst. 2005, s.158)
Gökalp, Türkçülük
ve İslamcılığı birbirini berkiten iki siyaset olarak yorumluyor ve siyasi
aksiyona yol göstermeye çalışıyordu. Olayların zorladığı fiilî yön de bundan
farklı değildi. İttihat Terakki Partisinin Genel Sekreterliğini de yapmış olan
Fethi Okyar’ın Parti’yi değerlendirmesi şöyledir:
“O şartlar içinde fikriyatçıları ve
kurumları olmayan ve gizli çalışan bir cemiyetin başka kaynaklardan ilham
alması çok doğal hatta zorunlu idi. Nitekim bu kaynaklar Balkan
komitacılığından Mason localarına kadar uzanan zikzaklar içindeydi. Fakat
muhakkak olan şuydu: İttihat ve Terakki, belki o günün şartları içinde açıkça
ifade edilmesi imkânsız ve hatta başındakilerin de felsefe ve fikir düzeniyle
ifade edemeyecekleri şekilde Türk milliyetçisi idi.” (Fethi Okyar, Üç Devirde
Bir Adam, İstanbul 1980, s.23) Meşrutiyet’in ilanından sonra “İki ay içinde,
hemen hemen bütün ülkede Cemiyet’in şubeleri açılmıştı. Şurası dikkatimden
kaçmıyordu: Memlekette okur yazar azlığına, vilayet, sancak ve kazalarda
doktorluk, eczacılık, veterinerlik hatta az sayıda olmakla beraber mühendislik
meslekleri Türk ve Müslüman olmayan Rum-Ermeni-Musevilerin elinde olmasına,
bizim din, ırk, mezhep, milliyet farkına bakmaksızın Osmanlı olduğumuzu ısrarla
ilanımıza rağmen, teşkilat için başvuranlar arasında, hemen hemen Türklerden
gayrısı yoktu.” (Fethi Okyar, a.g.e., s.27-28)
Osmanlı siyasi
hayatında, giderek, genellikle Türk olmayan unsurların muhalefet cephesinde
toplanması, Türklerin de İttihat Terakki’ye yönelmesini hızlandırır. Parti, bu
açıdan da zorunlu olarak Türkçülüğe yönelir. (Muhittin Birgen, İttihat
Terakki’de On Sene, İstanbul 2006, c.I, s. 113)
Gökalp’i yakından
tanıyan ve o yıllarda İttihatçıların Tanin gazetesinde başyazarlık yapan
Muhittin Birgen şöyle yazar:
“İşte Ziya Gökalp böyle bir adamdı.
İçinde fikir ile şiiri birbirine karıştırmış, kâh fikirlerinin meşalesi ile
etrafını aydınlatarak, kâh şiir ve hülyanın bulutları üstünde göklerde seyahate
çıkarak, Türkiye için fikir âleminde kılavuzluk ediyordu. Yavaş yavaş Ziya
Gökalp, İttihat ve Terakki’ye muayyen bir içtimai ve siyasi akide veren ruh
oldu. O, Merkez-i Umumî’de bu işi yapmaya başlayıncaya kadar, İttihat Terakki
içinde içtimaî ve siyasi fikir olmak üzere hiçbir şey yoktu denebilir. Gerek
memleket içinde gerek İttihat ve Terakki muhitinde çok çeşitli fikirler vardı;
fakat, bunların hiçbiri sistemlenmemiş, baştan aşağı muayyen bir felsefeden ruh
almış değildi. Bütün fikirler, bilhassa yenilik ve inkılap fikirleri,
ekseriyetle şekle ve zahirî görünüşlere ait şeylerdi. O, ilk defa olarak
Avrupa’yı Türk’e göre okumuş, Türk gözüyle incelemiş ve Türk ruhuyla anlamış
insan olarak ortaya çıkıyordu... O tarihlerde memlekette yegâne sistematik
fikir hareketi, İttihat ve Terakki’nin sağ tarafında idi.” (Birgen, a.g.e.,
s.364)
Eski bir İttihatçı
olan Celal Bayar, geçmiş Osmanlı yönetimlerini suçlayarak, Osmanlılık hukukunun
korunamadığını söyler. “Ne kadar kaideler, âdetler varsa hepsi Osmanlılığın
aleyhine, Osmanlı düşmanlarının lehinde idi.” Bu yüzden İttihat ve Terakki
siyasi açıdan, bu kuralları değiştirmek için inkılapçı, içtimai hayatında
tekâmülcü idi, der. (Celal Bayar, Ben de Yazdım, İstanbul 1966, c.II,
s.432) Bayar, 1856 Islahat Fermanının getirdiği müslim-gayrimüslim siyasi
eşitliğine dokunmadan, hiçbir siyasi hakkı olmayan aşiret ve cemaatlerin,
içtimai nüfuzlarını genişleterek siyasi güç haline geldiklerini ve Hükûmetle
mücadeleye girdiklerini yazar. Fakat, gayrimüslimlerin Osmanlı Meclisinde
temsil hakkı elde etmeleri bir yana, sözünü ettiği toplumsal grupların, asıl,
Meşrutiyet sisteminin verdiği imkânlarla güç kazandıkları ve parçalayıcı
olduklarının farkında görünmez.
İttihatçılığın bir
özelliğinin de “komitacılık” yahut “komitacı tavrı” olduğu söylenmiştir. Bunu,
her meseleyi kuvvete dayanarak, kısa ve kolay yoldan çözme anlayışı olarak
ifade edebiliriz. Doğru olmakla birlikte, bu tavrın İttihatçılara has olduğunu
düşünmek yanlıştır; askerin içinde olduğu bütün siyasi hareketlerde aynı tutumu
görürüz. İttihatçıların da, özellikle ağırlıkta olan asker kanadı, Selanik
merkezli 3. Ordu mensuplarıdır ve genç yaşlarından itibaren çete takibi ve
çatışmalarıyla hayata atılmışlardır. Sorunların kuvvetle ve doğrudan çözülmesi
onlar için bir eğitim meselesinden çok,
yaşanan bir hayat
alışkanlığıdır. Ayrıca, bu neslin aceleci çözümler peşinde olduğu ve bunun için
de, hayat bahasına olsa da, kolay çözümlere yöneldiği unutulmamalıdır.
Osmanlının hayatında ve eğitimlerinde demokratik bir yapı ve terbiye almayan bu
insanların, alışkanlıklarını siyasi hayata da yansıtmaları doğaldır. Biliyoruz
ki, ilk siyasi parti, bir gizli ihtilal cemiyeti olarak kurulmuştur. Bu
cemiyete mensup bir askerî tıbbiye öğrencisinin, 1907 yılında yazdığı bir
mektubunda şu satırlar vardır:
“Maksadımız
tekâmüle bağlı olmak değil, onu silah ile, ölüm ile, kan ile çabuklaştırmaktır.............................. Vatanın
yarasının ilacı silah ve
baruttur...”
Bu
ifadeleri biraz çocukça bulsak da, zemini ve havayı yansıtmaktadır.
5
Yüz yıl sonra, bugün bile Ordu
içinde böyle kolay yoldan memleketi kurtarmak heveslerinin kıpırdanışlarını
gördüğümüze göre, o insanları ne ölçüde kınayabileceğimizi bilemiyorum.
6
Yine bugün, asker-sivil okumuşlarımızın, mal
bulmuş Mağripliler gibi peşine takıldığı komplo teorilerini görünce, o günün
insanlarını değerlendirmekte zorluk çekiyoruz.
E |
NVER
Bey, 1906 Eylül’ünde, Osmanlı onurunu temsil edebilecek güçlü bir iktidarın
hayalleri içinde, Selanik’teki Osmanlı Hürriyet Cemiyeti’ne girer. Posta memuru
Talat Bey’i orada tanır, “Kendisine karşı büyük bir muhabbet hissettim.”
diye yazar. Bu cemiyet, 3. Ordu merkezi olan Selanik’te, Talat Bey, Mithat
Şükrü (Bleda), Bursalı Tahir (Ongun), Kâzım Nami (Duru), İsmail (CanPolat),
Ömer Naci ve arkadaşları tarafından kurulmuştur. İtalyan Karbonari tarzı gizli
örgütlenmesi ve masonik törenlere benzer yemin merasimleri vardır. Cemiyet
mensupları genellikle askerlerdir. Bu tür bir gizlilik ve abartılı törenler,
özellikle gayrimemnun genç subayların ilgisini çekmekte ve büyülü bir etki
uyandırmaktadır. Böylece, kanı kaynayan genç delikanlılar, sonucunu pek de
düşünmeden, mahiyeti meçhul bir vatan kurtarma oyununa katılmaktadır.
Subayların
terfilerinin düzenli yapılamaması, maaş ve tayinatlarının hem az, hem de
zamanında ödenememesi gibi ordu içi sıkıntılar gayrimemnunlar zümresini
artırmaktadır. İstanbul’daki Merkez Ordusunun hiçbir sorun yaşamadığı, paşa
çocuklarına bol bol rütbeler dağıtıldığı gibi propagandalar herkesin
ağzındadır. Selanik masonlarının da desteğini almış olan bu örgütün
kurucularından Mithat Şükrü, cemiyetin ilk günlerini şöyle anlatır:
“En
büyük zevkimiz, Saray idaresine rahatça atıp tutmaktı..... Bu atıp tutmalar,
Padişaha
uzaktan yumruk sallamalar, bereket versin ki, evimizin dört duvarını
aşmıyordu.” (Ziya Nur Aksun, Osmanlı Tarihi, İstanbul 1994, c.5, s.74)
Selanik’te
olduğu bir gün, amcası Ön Yüzbaşı Halil Bey, Enver Bey’e “cemiyetten” söz eder.
Hasta olan arkadaşları Hafız Hakkı’yı ziyaret eder; ona da açılırlar. Halil’den
şartları sorarlar, o da, “Memlekette meşrutî idarenin kurulmasına çalışmak,
1877 Anayasasının uygulanmasını sağlamaktan ibarettir.” diye cevaplar.
Enver Bey amcasından ayrıldıktan
sonra
Selanik Rüşdiye müdürü olan, sevip saydığı binbaşı Bursalı Mehmet Tahir Beyi
ziyaret eder. Kendisine böyle bir teklif geldiğini söyleyerek fikrini almak
ister. M. Tahir Bey şüphelenir gibi olursa da, Enver’in safiyet ve samimiyetine
inandığından, böyle bir cemiyetin var olduğunu, kendisinin de üye olduğunu
açıklar, “Sen de gir, iyi olur.” der. Enver Bey, ertesi gün Manastır’a
dönmek zorunda olduğunu söyleyince, evinde beklemesini, gece yarısı kendisini
almaya geleceklerini ve götürecekleri yerde özel bir yemin yapıldıktan sonra
cemiyete girmiş olacağını söyler.
Enver
Bey, eniştesi olan Selanik Merkez Komutanı yaver-i şehenşâhî Miralay Nazım
Bey’in evindedir. O akşam bir ziyafet vardır ve yemekler yendikten sonra
misafirler kumar masasının etrafında toplanırken o, kulağı kapıda
gezinmektedir. Sonunda kapı çalınır ve M. Tahir Bey’in sözünü ettiği Kurmay
Binbaşı Hakkı Bey gelir. “Rovelverimi cebime koydum; Allah’a mütevekkil
olarak çıktım. ” Kafe Kristale uğrarlar; oturan birkaç kişiye selam verip
otururlar. Oradan bir siville birlikte kalkarak, kapıda duran arabaya binerler.
“Yolda bu sivili, Hakkı Bey takdim etti: Posta ve Telgraf başkâtibi Talat
Bey. ” “Kalbimde kendisine karşı büyük bir muhabbet hissettim. Demek bunlar
bütün hayallerimizi gerçekleştirmek için harekete geçmişlerdi. ”
Alatini
tuğla fabrikasının sokağından biraz önce araba durur; arabacı gönderilir. Hakkı
Bey de orada kalır.
“Ben Talat Bey ile
birlikte sokağa girdim. Meydanlığa çıkan köşede durduk. Talat Bey cebinden
çıkardığı siyah bir gözlüğü gözlerime yerleştirdi. Altında siyah bir bez
olmakla birlikte etraf biraz seçiliyordu. Mamafih ben Selanik’in yabancısı
olmam dolayısiyle buraları bilmiyordum. Bir bahçeden içeri girdik. Bahçe
kapısında, kimdir o? denildi. ‘Hilal’ parolası verildi. O bekleyen beni aldı.
Talat Bey dışarıda kaldı. Bir taş merdivenden çıktık. Sağda bir odaya girdim.
Orada yalnız kaldım. Hafif bir lamba ışığı odayı aydınlatıyordu. Perdeler
kapalıydı.” (Cengiz, a.g.e., s.60)
İçeriye
biraz kısa boylu, yüzü siyah peçeli biri girer ve kendisine cemiyete girmekte
kararlı olup olmadığını sorar. Evet, der. Gözleri siyah bir bezle ve yeniden
sıkıca bağlanır. Artık etrafı hiç görememektedir. Başka bir odaya götürülür.
Orada ayakta beklerken, karşısında duran birisi, vatanın içinde bulunduğu
durum, buna sebep olan zalim yönetimin kötülükleri hakkında bir nutuk okur ve
sonunda kendisinin Osmanlı Hürriyet Cemiyeti’ne kabul edildiğini bildirir.
Sonrasını
yine kendisinden dinleyelim:
“Nihayet sıra
yemine geldi. Sağ elim Kur’ân-ı Azimü’ş-şan, sol elim de bir kama ve bıçak
üzerinde olduğu halde, 1877 Anayasası’nın geri getirilmesine çalışacağıma ve bu
uğurda hiçbir şey esirgemeyeceğime ve ihanet etmeyeceğime yemin ettim.”
Sonra
gözü açılır. Bu tören onu çok etkiler.
“Kalbimde
yalnız başıma bu zalim idareyi kökünden devirecek bir kuvvet ve bu kuvvete
uygun bir istek hissediyordum.”
Kendisine
Cemiyetin işaret ve parolaları da anlatılır. Çıkarken yeniden gözleri bağlanır
ve dışarıda bekleyen Hakkı Bey’e teslim edilir. Cemiyetin on ikinci üyesidir.
İlk üyelik aidatını Hakkı Bey’e öder. Talat Bey kendisini evine kadar bırakır.
“Artık kalbim
vatanın kurtulacağına fevkalade inanmış olduğu halde, ertesi gün trenle
Manastır’a hareket ettim.”
Enver
Bey’in Cemiyet’e girdiği, bölgeye gönderilen Şemsi Paşa tarafından İstanbul’a
bildirilir:
“Cemiyetin nerede
olduğuna dair hiç kimsenin malumatı olmayıp, yalnız, yapılan gizli araştırmadan
kurmay binbaşılardan Enver Beyin kılık değiştirerek fesatçılar cemiyetine
katılmak üzere hareket etmiş bulunduğu...” (H. Bayur, a.g.e., c.1,
Kıs.1, s.454)
*
* *
Manastır’a
geçen Enver Beye, nasıl çalışacağı konusunda bir şey söylenmemiştir; bildiği,
çok dikkatli ve gizli çalışılması gerektiği idi. Daha önce de Manastır’da
benzeri bir örgütlenmeye gidilmiş ama hemen fark edilerek dağıtılmıştı. Enver
Bey asker ve yakın arkadaşları arasında kurmayı başardığı güvenden yararlanır.
Önce Kurmay Başkanı Hasan (Miralay Hasan Tosun) Beye, söz arasında böyle bir
cemiyet kurulmasından bahs eder. Hasan Bey hemen kabul eder. Ardından, batarya
komutanı Kurmay Yüzbaşı Kâzım Karabekir’e açılır; o da kabul eder. Gizli birlik
giderek genişlemeye başlar. Avcı Yüzbaşı Niyazi Bey de (hürriyet kahramanı
Kolağası Resneli Niyazi) bu arada teşkilata girer. Ancak cemiyet merkezi ile
haberleşme sağlayamamaktadırlar ve ne yapacakları konusunda açık bir fikirleri
yoktur. Buradakiler cemiyet merkezinin Selanik’te olduğunu bilmez, İstanbul’da
olduğunu zannederler; hatta sadrazam Ferit Paşa’nın da cemiyete dahil olduğunu
zannederler. Enver Bey bu zanlara müsait davranır. Dört ay kadar sonra Enver
Bey yeniden Selanik’e giderek Talat Bey’le görüşür. Orada
Rahmi
Beyle tanışırlar. El yazısıyla bir talimat alır; Manastır üyelerinin numaraları
beş yüzden başlayacaktır. Enver çok ateşlidir. Dönüşünde çalışmalar
hızlandırılır ve binbaşı ile mülazım arasındaki subaylar yemin töreninden
geçirilerek gizli cemiyete alınırlar. Manastır’dakiler kendilerine ayrı bir
merkez heyeti seçerler.
1907
yılı Nisan ayında, Cemiyet’in yüksek merkez heyeti tarafından Selanik’e
çağrılır. Eniştesi Selanik merkez komutanı Nazım Beyin aracılığıyla Selanik’e
gider. Burada Jandarma Yüzbaşısı Nafiz Beyin evinde Dr. Nazım ile tanışırlar. “Orada
kısa sakallı, entari-hırka ile biri oturmakta idi. Bu zatın siması üzerimde iyi
bir tesir yapmıştı. ” “İçerde ve dışarıdaki” teşkilatların birleştirilmesi
üzerinde mutabık kalırlar. Birkaç gün sonra Manyasizâde Refik Beyin evinde,
Talat Bey, Yüzbaşı Canbolat İsmail Bey, Binbaşı Tahir, Piyade Binbaşısı Ali
Naki Bey, Mithat Şükrü (Bleda) ve daha sonra Selanik meb’usu olacak Rahmi
Beylerin katılımı ile yapılan bir toplantıda Paris’teki Terakki ve İttihat ile
Selanik merkezli Osmanlı Hürriyet Cemiyeti’nin birleştirilmesine ve adının
“Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti” olmasına karar verilir. Dış merkezi
Paris’te, iç merkezinin yeri belli olmamak üzere, iki merkez-i umumîsi olacak;
birbirleriyle haberleşecekler. Yeni nizamname birkaç gün sonra gönderilecektir.
Enver
Bey’in, Terakki ve İttihat Cemiyetinin geçmişinden ve yukarıda dokunulan kongre
kararlarından yahut benzeri hallerinden haberdar olduğuna dair bir işaret
yoktur. Ancak, zaman geçtikçe, Cemiyet içindeki yahut desteğindeki
gayrimüslimlerle aralarındaki ruh ve emel farklılıklarını hissedecek ve ona
göre tavır almaya çalışacaklardır. Bunun için belki çok fazla zaman geçmesi
gerekmeyecektir ama, artık yola girilmiştir.
Ertesi
gün Manastır’a dönen Enver Bey’in aklına ilgi çekici bir fikir gelir. Okulu
olmayan Müslüman köylere okul yaptırıp, buralara Cemiyet mensuplarından
öğretmenler tayin ederek, bunlar vasıtasiyle köylüler arasında güçlü bir
örgütlenme kurmak. Köyler hakkında istatistik bilgiler toplamaya başlar. Esasen
askerî müfrezeler sürekli çevreyi gezmekte olduklarından, birlik
komutanlarından, gittikleri “İslam köylerinde, ahalinin tabiatına göre
nasihat yahut zorla birer okul yapılması için” para toplamak üzere
çalışmalarını rica eder. “Millî eğitime önem vermek gerektiği herkesçe
biliniyordu.” Kendisi de asker çevrelerden para toplamaya başlar. “Bu
hususta Selanik’te bile bir defa, kurmay başkanı Mirliva Ali Paşa ve Süvari
Feriki
İsmail Paşa ve Ferik Rahmi Paşa ve sair zevattan para toplamış idim. ”
(H. E. Cengiz, a.g.e., s.70)
Cemiyet
Manastır ve Ohri çevresinde yayılmaya devam etmektedir. Ohrili olan Kolağası
Eyüp Sabri Bey ve müderris Mustafa Efendi’nin katılmaları gelişme hızını
artırır. Kesriye mevki komutanı Kurmay Kolağası Fethi Bey (Okyar) teşkilata
alınır. 1907 yılı Temmuz ayında Manastır idare heyeti tarafından, Selanik’te
olduğu sadece bu heyettekiler tarafından bilinen Merkez-i Umumî’ye üye seçilir.
“Hülasa, 1908yılının başlarında Rumeli’de her vilayetin hemen çoğu kazasında
teşkilat kurulmuştu.” Manastır’da Neyyir-i Hakikat isimli, teksirle
çoğaltılan bir de gazete çıkartılır. Cemiyetin merkez-i umumîsi Talat Bey,
Enver Bey, Kurmay Kolağası Hafız Hakkı Bey, Piyade Yüzbaşısı Canbolat İsmail
Bey, Manyasizâde Refik Bey ve Kurmay Kaymakam Cemal Bey(Bahriye Nazırı Cemal
Paşa)den ibarettir.
Sultan
Hamit yönetimi çalışmalardan haberdar olmuştur. Enver Bey’in eniştesi olan
Selanik Merkez Komutanı Kaymakam Nazım Bey tedbir almaktadır. “Zahiren Yunan
ihtilal komitesine karşı olmak üzere otuz kişiden oluşan bir istihbarat
teşkilatı kurmuştu. Kayın biraderi bulunmak dolayısiyle kız kardeşimin
yardımıyla bu teşkilatta olanların isim ve görevlerini ve fotoğraflarını temin
etmiştim. ” (H. e. Cengiz, a.g.e.,
s.79) Enver Bey, eniştesinin çok borçlu olması sebebiyle Saray Mabeynine bağlı
olduğunu ve tehlike oluşturmaya başladığını yazar. Sonunda Merkez-i Umumî,
Nazım Bey’in öldürülmesine karar verir. Böylece, aynı zamanda bir güç gösterisi
yapmış olacaklardır. Birkaç teşebbüs sonuçsuz kalır; Nazım Bey çok dikkatlidir.
Haziran başında Nazım Bey acele İstanbul’a çağrılınca yeniden teşebbüse
geçilir. O akşam, Enver Bey ve babası Ahmet Bey de, Nazım Bey’in evinde, üst
katta oturmaktadırlar. Kapı çalınır ve Nazım Bey’i bir subayın görmek istediği
söylenir. Enver heyecanlanır; ama kımıldamaz. Nazım Bey biraz tereddütten sonra
aşağıya iner. Aşağıdan bir silah sesi gelir. Bunun üzerine Enver aşağıya
yönelir. “Nazım Beyi, bacağını tutarak yukarı çıkar gördüm. ” Doktor
çağıralım diye yalancı bir telaşa girer, kapıya doğru koşar. “Bu sırada Canbolatzâde
Yüzbaşı İsmail Efendi’yi misafir odası kapısının yanındaki koltukta uzanmış
görünce, işi sordum: Yanlışlıkla beni de vurdular. ” der ve kendisinden
şüphelenmediklerini ekler. Enver Bey’in derdi vuran kişinin kaçıp kaçmadığıdır;
adam yakalanırsa büyük fiyasko olacaktır. Doktor getirmek için sokağa çıkar,
rıhtımdaki Beyaz Kule’ye giderek bir doktor
getirir.
Bu sırada Nazım Bey’in inzibat subayı İbrahim gelir; o da bacağını tutmaktadır:
“Efendim beni de vurdu, kaçtı. ” der.
Enver
Bey gelen gidenlere rol yapmaya devam eder. Ertesi gün Nazım Bey’i vuran Teğmen
Mustafa Necip Efendi’yi Tahtakale’de arkadaşlarıyla sohbet ederken bulur. Her
şey yolundadır...
Aynı
gün, 9 Haziran 1908’de, aralarındaki çeşitli çatışma konularında bir şekilde
anlaşmaya varmış olan İngiltere Kralı ile Rus Çarı, Estonya’nın Reval kentinde
bir yatta buluşmuşlardır. Bu görüşmede Osmanlı Devletinin paylaşılmasına karar
verildiği haberi, Balkanlara bomba gibi düşer. Bu haberin tarihî doğruluğundan
emin olunmamakla birlikte, esasen bu devletlerin Osmanlıyı paylaşmak üzere plan
üstüne plan yaptıkları biliniyordu. Ancak, haberin yayılış şekli, Balkanlarda
ateş içinden geçen Osmanlı subaylarını harekete geçirecek biçimde idi; artık
durmak olmaz; bir şekilde meşrutiyetin ilanını sağlamak lazımdı... Başka bir
çare de bilmiyor, düşünemiyorlardı. Bolşevik ihtilalinden sonra yayımlanan
vesikalara dayanarak Şevket Süreyya Reval Mülakatında şöyle bir fomül üzerinde
anlaşıldığını yazar:
“1. Osmanlı
Devletinin dünya için devamlı ve tehlikeli anlaşmazlık konusu olmaktan
çıkarılarak, bazı bölgelerin milletlerarası bir idareye verilmesi.
2.
Bu bölgelerden Irak’ın İngiltere, İstanbul ve
Boğazların Rus nüfuz bölgeleri olarak bu devletlere terki.
3.
Osmanlı Devleti hakkında karar alınırken Şark
meselesi ile ilgili diğer devletlerin menfaatlarının korunması.
4.
Osmanlı Devletinin sınırları dahilinde, Türk ve
Müslüman olmayan halkların kendi kendilerini idare hakları üzerinde Rus ve
İngilizlerin devam ve sebat etmeleri...” (Aydemir, a.g.e, c.I, s.
522-23)
Görülüyor
ki, Osmanlı aydınları da, Saray da hadiseyi doğru algılamışlardı; Osmanlı
Devleti bölünüyor, paylaşılıyordu. Cemiyet bir bildiri hazırlar; Rumeli’de
İslam unsurun çoğunlukta olduğunu, bunların hukukunun dikkate alınmasını “ve
insaniyete hizmet etmek isterlerse, hükümetlerin, Anayasanın ıslahında bize
yardım etmeleri gerektiği” yazılır, Manastır, Selanik ve Üsküp’teki Düvel-i
Muazzama (Büyük devletler) konsoloslarına verilir. Böylece cemiyet ilk kere
açığa çıkmış oluyordu. Rumeli’de bir
yandan
çetelerle savaşan ve bir yandan da Sultan Hamit’i devirmek üzere teşkilat kuran
İttihatçı genç subayların, durumu nasıl gördükleri ve ne istediklerini Şevket
Süreyya’nın layihayı özetlemesinden görelim:
“Bizi bu layihayı
sunmaya sevkeden, önce üzerinde durduğumuz toprağımıza olan aşkımız ve onun
mutluluğuna hizmet kaygumuzdur. Sonra da, içinde bulunulan hakiki hastalığı
göstererek, buna çare arayanlara yardım etmektir.
Avrupa’nın,
Makedonya’daki son dört senelik ıslahat tecrübeleri hiçbir olumlu sonuç
vermemiştir. Büyük devletler de bunu itiraf ediyorlar. Ama, gene faydasız
kalacağına inandığımız yeni tedbirler peşinde koşuyorlar.
Cemiyetimiz ise,
faydasından ziyade zararı dokunacak olan müdahalelere değil, İslam ve
Hıristiyan bütün vatandaşların elbirliği ile ve bunların, kendi vatanlarını
yabancı müdahalelerden koruyarak, hepsinin siyasi ve şahsî hürriyetini, şimdiki
idarenin istibdadından, zulmünden kurtarmak davasındadır. Bunun için
kurulmuştur. Bu beyanlarımızda ne dinî, ne millî bir taassup yoktur.
Avrupa, özerk yahut
bağımsız bir Makedonya yaratmak istiyor. Halbuki Makedonya Osmanlı Devletinden
ayrılamaz. Avrupa’nın Makedonya diye ayırmak istediği üç vilayetin talihi,
devletin diğer yirmi yedi vilayetinin talihinden ayrı olamaz. Makedonya’ya ait
olmak üzere alınan tedbirlerin hepsi birer ölü doğmuş çocuk gibidir.
Sonuçta Avrupa
ıslahat diye direnmekle büyük hata içindedir. Eğer ortada bir fenalık varsa, o
fenalık yalnız Makedonya’da değil, bugünkü hükûmetin yönetim biçimindedir. Ve
bundan yalnız Makedonya değil, bütün Asya ve Afrika’daki Osmanlı vilayetleri de
muzdariptir. Yalnız Makedonya Hıristiyanları değil, Türk, Arap, Arnavut,
Çerkes, Kürt, Ermeni, Yahudi özet olarak bütün Osmanlı halkları muzdariptir.
Bütün bu halklar Rumeli’deki Bulgar, Rum, Ulah, Sırp vs. ile beraber aynı
boyundurukta inliyorlar. Aynı zalim yönetim hepimizi eziyor. Çekilen
ıstırablarda hepimiz ortağız.
Müdahale ve ıslahat
denilen şeyler ise, Makedonya Hıristiyanlarına Avrupa’nın zararlı
bir hediyesidir.”
(Aydemir, a.g.e., c.I, s.528)
Layihada
daha sonra, Avrupalı devletlerden Rusların Makedonya işlerine karışmasının
önlenmesi istenir; Rusların gayesi Makedon halkına hizmet etmek değil,
Balkanları bir Rus eyaleti haline getirerek, oradan İstanbul’u almaktır,
denilir. Eklenir ki, Balkanlardaki bütün tahriklerin arkasında Rusya vardır;
fakat, diğer devletler de karışıklıkların önlenmesinde samimi değillerdir.
Layiha şu istekleri sıralar:
“Avrupa devletleri
Makedonya işlerine müdahale etmekten vazgeçmelidir. Avrupalılar Makedonyalıları
tahrikten vazgeçerlerse, Makedonya halkları kendi aralarında daha iyi
anlaşarak, kendi işlerini elbirliği ile kendileri düzeltebileceklerdir. Her
şeyden önce millet ve ırk farkı gözetilmeksizin hepsini ezen Abdülhamit
istibdadı el birliği ile yıkılacaktır. Sonra ülkeye daha adaletli bir hayat
nizamını kendileri getireceklerdir. Özetle, gerek Makedonya’da, gerek Osmanlı
ülkesinin diğer kısımlarında cins ve mezhep farkı gözetilmeksizin bütün
Osmanlılar, kurulacak Meşrutiyet idaresi altında, kardeş olarak yaşamaya devam
edebileceklerdir. İşte cemiyetin programı budur. Mevcut
istibdat idaresini
devirip, kendi ülkelerinin nizamını hürriyet ve eşitlik esasında kurmaktır. Ne
Müslüman vardır, ne de Hıristiyan! Yalnız Osmanlı vardır!”
Şu
kadar zamandır Sırp, Ulah, Bulgar, Makedon ve Rum çeteleriyle boğazlaşan
subaylar, Meşrutiyet’in ilan edilmesiyle bütün bu unsurların kardeşçe bir arada
yaşayacaklarına gerçekten inanıyorlar mıydı; yoksa bir kapana mı düşmüştüler,
çaresiz miydiler; yoksa Avrupalı devletleri kandırabileceklerini mi
düşünüyorlardı? Bu soruları cevaplamak çok zordur. Herbirinin vatanperverliği
kesindir. Meşrutiyet ve demokrasi gibi kavramlar hakkında yeterli bilgileri
olmadığı da kesindir. Deneyimsiz olmalarına rağmen, dünyadaki siyasi çekişme ve
gelişmeleri değerlendiremeyecek ölçüde zayıf olduklarını ise kabul etmek mümkün
değildir. Vatan ve milleti için yüreği titreyen, yaşadığı tehlikeler içinde
çıkış bulamayanlar -çünkü bütün çıkışlar uzun vadelidir- çözüm üretemeyenler
-çünkü çözümler için ciddi birikim gerekir- propagandaların etkisine çabuk
kapılır, önce kendilerini, sonra çevrelerini aldatarak kolay, basit ve aceleci
formüllere teslim olurlar. Sultan Hamit hariç, dönemin aydınlarını bu genel
çerçeve içinde değerlendirmek belki de yanlış olmayacaktır. İsmet İnönü, o
dönem subaylarının anlayışlarına da tercüman olarak şunları söyler: “Rumeli’nin
baştan başa tehlikede olduğunu görmekte kimsenin tereddüdü yoktu. Elbette,
başlıca hata sahibi de, ancak her türlü şikâyetlerin hedefi olan Padişah idaresi
olabilirdi. Padişah idaresinin doğru yola getirilmesi, milletvekillerinin
toplanması ve çalışması ile sağlanabilecekti. ” (İsmet İnönü, Hatıralar,
Ankara 2006, Hazırlayan: Sabahattin Selek, s.43)
Görülüyor
ki, yabancı kitap yahut gazetelerden öğrenilmiş, hiç bir kültürel birikime
dayanmayan teorik bazı doğruların propagandası, genç subayların ayaklarını
yerden kesmiş, gerçeklik duygularını zedelemiştir. Bu insanlar ancak Meclis
açılıp, Balkanlarda savaştıkları insanları o çatı altına taşıdıklarını gördüklerinde
uyanmaya başlayacaklardır. Buna, demokrasi kültürüne yabancı insanların ortaya
çıkan hırsları da eklenince, işin tehlike boyutunu farkedebileceklerdir. İnönü
şöyle devam eder:
“Emel ve duyguların
asil, temiz mahiyetleriyle, sonraki olayların getirdiği hayal kırıklıkları ve
başarısızlıklar insanı dehşete sevkeder. Memleketin siyasi kültürden acınacak
derecede mahrum bulunduğunun kimse farkında değildi. Vatanseverlik timsali olan
insanların yeni ikbal şartlarında ne hale gelecekleri hiç tahmin edilmiyordu.
Kanuni Esasî kelimesi sihir gibi tesir ediyordu.” (İnönü, a.g.e., s.47)
Bu
işlerin farkında olan Sultan Hamit ve belki çevresindeki bazı insanlardı;
onların da subaylar farkında değillerdi...
Paylaşma
planının duyulması, vatansever subayları iyice ateşlemiş, ne yapılacaksa bir an
önce yapılması gerektiği fikrini beslemiştir. Bir yandan da gözler Almanya’ya
çevrilir; tek ümit orada kalmıştır. Sultan Hamit, Sadrazamını Alman sefirine
göndererek, ne düşündüklerini öğrenmeye çalışır.
E |
NVER
Bey Manastır’a geldiğinde Saray’ın istihbarat çalışmalarının sıkılaştığını ve
artık kendisinden de şüphe edildiğini anlar. Genel müfettiş Hilmi Paşa, Nazım
Bey’in eşi olan kızkardeşini Selanik’ten alarak İstanbul’a götürmesi için emir
geldiğini ve bu sebeple kendisine izin verildiğini söyler. Enver Bey
kuşkulanır. Bu arada topçu alayı müftüsü ile redif subaylarından Hacı Nazmi
Beyin İstanbul’a sorguya alındıkları ve teşkilatı ihbar ettikleri şüphesi
doğar. Müfettiş Paşa, Enver’e yol parasını verip, hemşiresini de alarak bir an
önce İstanbul’a gitmesini söyler. Enver Bey Selanik’e gelir. Burada, Haziran’ın
dokuzunda Kışla Meydanına bakan evlerinin üst katında Merkez-i Umumî toplanır;
İstanbul’a gidip gitmemesi tartışılır. Sonunda, gitmemesi ve dağa çıkması
kararı verilir. “Fakat gününü henüz tayin edememiştik. ”
Reval
görüşmesinin yapıldığı gün, Enver Bey, askerî üniformasından soyunarak dağa
çıkacak ve çevresinde toplayacağı Osmanlılarla, Sultan II. Abdülhamit Han’ı
Meşrutiyet’i ilan etmesi için zorlayacaktır. Selanik’tedir; Fethi Bey, “Bu
işte ilk adımı atmayı Allah sana nasip etti, demişti. Bu adımı attıran Allah’a
tam tevekkül ile ben de ilerleyecektim. ”
Binbaşı
Enver silahlı isyanını ilan eder.
“Haziran’ın on iki
ve on üçüncü Perşembe ve Cuma günleri arasındaki gecede artık Selanik’i,
ailemi, maddî istikbalimi terk ederek, sadece halktan bir fert gibi, hükûmetin
bütün kuvvetine karşı açıktan açığa, silahlı olarak isyanımı ilan ediyordum.
Fakat evvel Allah’a ve Peygamber’e sonra da Cemiyetimizin teşkilatına,
hükûmetin zulmünden bizar olan millete güvenim tam olduğundan, vatanın
geleceğini gayet parlak görüyor, bunun için benim maddeten kararan istikbalimin
zulmetine ehemmiyet vermiyordum.”
Bindiği
araba gecenin karanlığında Manastır’a doğru yola çıkar. Şöyle devam eder:
“Vardar
kapısından çıkarken nişanlarımı söktüm. Biraz üzgündüm. Bütün eski
hayallerim,
iyi, büyük bir asker olmaktı. Halbuki şu andan itibaren artık bir hiçtim. Kim
bilir nerede ve hangi kurşunla vurularak, kim bilir nerelerde kalacak ve asi
diye bir köşeye atılacaktım.”
Yine
de, birilerinin kendisini anlayıp arkasından bir fatiha okuyacağına ümidi
vardır.
Fethi
Okyar diyor ki, Enver Beyin dağa çıkması ayrı bir özellik taşıyordu. “Böylelikle,
orduların en hayati mihraklarında bulunan kurmayların hareketi başlıyordu. ”
(Okyar, a.g.e., s.11)
Yenice’ye
gelir. Burada Karacaova’daki amcası kolağası Halil Bey’e haber göndererek
kendisini almasını ister. Halil Bey ufak bir birlikle gelir.
“On kişilik bir
atlı birlikle yıldızlı bir gecede Yenice’yi terkettim... Bütün techizatım
mükemmel idi. Bir vakit şiddetle takip ettiğim çete reislerine benzemiştim.
Hükûmet nazarında artık onlarla birdim.”
Enver
Beyin yazdığına göre, İstanbul’u Meşrutiyet ilanına zorlamak için en kestirme
yolun, genel bir ayaklanma olduğunda kesin bir kanaati vardı ama, Merkez-i
Umumî’nin bu konuda kesin bir karar ve planı yoktu.
Karacaova’da
Timur Beyin çiftliğine inerler. Yeniden elbise değiştirir.
“Silahlarımı,
elbiselerimi çıkardım. Beyaz potur, kırmızı kuşak ve mintan, fes rengi fermele
-bir çeşit yelek- ile artık tamamiyle bir Kayalarlı Türk ağası olmuştum. İsmim
de Ahmet dayı oldu.” (Cengiz, a.g.e., s.98)
Buradayken,
onun kadar korkusuz ve vuruşkan bir başka Osmanlı subayı Resneli Niyazi Bey’in
de dağa çıktığı haberini alır. Niyazi Bey’in Manastır çevresinde gerekli etkiyi
yapacağını düşünerek kendisi Tikveş tarafına yönelir. Uzun ve yorucu bir dağ
yoluna girerler. “Artık Bulgar ihtilalinde fevkalade zayiata sebebiyet
vermiş olan ve Bulgar çetelerinin güzergâhı olan kayalıkla ormanlara girmiştik.
Mevcudumuz yirmi kişi idi.. Birliğimiz sessizce birer olarak dar yolda
ilerliyordu. ” Tikveş’e gelirler.
Enver
Bey kişisel istikbali açısından gemileri yakmış ve ileri atılmıştır; ancak,
ailesi hakkındaki tereddütleri içini burkmaktadır. Tikveş’e gelen Kolağası
Mustafa Kemal o gece orada kalır ve kendisine birkaç mektupla birlikte
Selanik’teki Merkez-i Umumî tarafından Osmanlı Terakki ve İttihat Cemiyetinin
Rumeli genel müfettişi atandığına dair bir belge verir. Mektupların birisi
annesi Ayşe Hanım’dandır; “Enverim, başladığın işi
bitirmeden
dönersen sana sütümü helal etmem!...” demektedir.
Kızkardeşi ve babasından gelen diğer mektuplar da onun hareketini tasvip
etmektedir. Enver Bey iyice ferahlar, bütün yüklerinden kurtulmuştur; “Artık
düşünecek başka bir şey kalmamıştı. ” Tarihçi diyor ki, Enver Bey gibi bir
insan, eğer bir de böyle bir mektup alırsa, artık onu dünyada yenecek herhangi
bir kuvvet yoktur...
Enver
Bey daha o günlerde, 3. Ordu içinde adı geçen, kendisine güvenilen bir insan
olarak anılmaya başlamıştır. Kendisi gibi dağa çıkan Resneli Niyazi Bey, ondan
büyük güç aldıklarını söyler:
“Bahusus Enver Bey
gibi efkâr-ı cemiyetin en kuvvetli nâşiri sayılan ve harb ü darpta olağanüstü
liyakati bilinen bir kurmay subayın, çeteciliğe girişinin şeref ve hizmeti
yücelteceği düşüncesi hepimizi sevinç ve övünçle doldurdu... Üzüntü ve karamsar
zamanlarımızda, bizi ateşli sözler, ciddi tavırlarıyla coşturup etkileyen bu az
bulunur ve her anlamında mükemmel olan, Enver Bey idi.” (Hatırât-ı Niyazi,
s.115)
Enver Bey bir ihtilal beyannamesi
yayımlar:
“Muhterem
vatandaşlarım!
Mebusan Meclisinin
dağıtılmış kalması dolayısıyla, otuz seneden beri memlekette hüküm sürerek, bir
çok namuslu vatan evladının mahvına ve bir çok aile yuvalarının sönmesine sebep
olan istibdat idaresi, son zamanlarda gene şiddetini göstermeye başladı. Zaten
keyfi bir idare neticesi, bir çok ihtilaller içinde kana boyanan vatan ve
milletimizi büsbütün zayıflatarak yakında mahvedecek olan bu istibdada nihayet
vermek lazımdır.
Ben, işte bu
istibdada karşı milletimin haklarını muhafaza için her şeyimi feda ettim.
İcab
ederse bu uğurda hayatımı da esirgemeyeceğim.
Siz, ey vatanın
namuslu ve fakat her şeyden habersiz olan evlatları! Sizin de benimle bu yolda
yürümenizi veya bu işte tarafsız kalmanızı dilerim.
Aleyhime hareket
edecek olanların görecekleri zararların maddî ve manevi mesuliyeti kendilerine
aittir! Yaşasın vatan, yaşasın millet!
Osmanlı Terakki ve İttihat Cemiyeti’nin
Rumeli Teşkilat-ı Dahiliye ve Kuvve-i İcraiye
Müfettiş-i Umumîsi
ve
Osmanlı Erkân-ı Harbiye Binbaşısı Enver”
Köylerde
teşkilatlar kurmak üzere bir yönetmelik hazırlar. Timyanik köyünden başlamak
üzere köylüleri teşkilata yemin töreni yaparak almaya başlar. Adem Ağa’nın
evinde köy imamı ve Adem Ağa da yanında olduğu
halde
tören yapılır. Enver Bey burada bir avcı taburu kurmay binbaşısı üniforması
içindedir, köylülere çektiği nutku ve sonrasını şöyle anlatır:
“Biliyorsunuz ki
şimdiye kadar bir çok yerler elimizden gitti. Tuna vilayeti, Bosna ne oldu?
Oradaki ahalinin canlarını kurtarmak için mallarını bırakarak kaçtıklarını
bilirsiniz. Bunlar ne oldu? Geldiler, bu yerlere sığındılar. Fakat ekserisi aç
ve çıplak. İşte, şimdi bizim de başımıza bu belalar gelecek gibi görünüyor.
Hükûmetin yolsuzluğundan, görüyorsunuz ecnebi zabitler geldi. Yarın, öbür gün
buralarını, biz işimizi göremiyoruz diye parçalamaya kalkışacaklar. O vakit biz
ne olacağız?
Artık bizim için
gidecek yer yok. Denize döküleceğiz yahut düşmanların ayakları altında
çiğneneceğiz. Böyle zamanda karı gibi ölmektense işlerimizi düzeltmek için
erkekçe şimdi ölmeyi göze almak yeğdir, değil mi? Eğer biz böyle çalışırsak,
hem muvaffak ölürüz, hem de kalanlarımız rahat eder; evladımız bize rahmet
okur.
Neyi düzelteceğiz
bilir misiniz? İstanbul’daki idareyi. Pekala bilirsiniz ki, İstanbul’da bir çok
memurlar, hiç iş görmedikleri halde binlerce liralar alıyorlar. Hafiyelere
binlerce liralar boşuna veriliyor. Bu yüzden bir çok evler kapanıyor. Sizin
yalın ayak, başı kabak çalışarak ektiğiniz ekinlerden alınan paralar hep böyle
gidiyor. İstanbul’a gidenleriniz bilirler ki orada on yaşında çocuklara
miralaylık veriliyor. Ne lazım, sizin Tikveşli Hoca yüz elli lira maaş alıyor;
kardaşı okuma yazma bilmezken Meclis-i Maarif’te elli lira alıyor.
Halbuki bu paralar
ne olacak? Hani yollarınız? Hani mektepleriniz? Askere gönderdiğiniz
çocuklarınız, kardaşlarınız çırıl çıplak dağ başlarında koşuyor, ölüyor.
İstanbu’dakiler ise zevk ü safalarında. Mahkemeye giderseniz müşkilinize bakan
olmaz. Bakınız Bulgarlara, bu kadar ölüyorlar, yine çalışıyorlar. Hükûmette
memurlar onların işlerini görüyor, fakat size bakan bile yok. O halde onlara
bakarak biz de çalışalım. İstanbul’dan bu keyfi idareyi kaldıralım.
Padişah, Hazret-i
Peygamberden akıllı değil ya! Öyle iken, Peygamberimiz Efendimiz müşavere
etmeden bir şey yapmazdı. Hep sahabe-i güzîn ile konuşurdu. Biz bundan
ayrıldık. Otuz sene evvel toplanan Meclis’i İstanbul’da dağıttılar. Biz işte,
yine bu Millet Meclisinin toplanmasını isteyelim. Böylece, verdiğimiz paraların
nerelere gittiğini soracak vekillerimiz olsun. Bunlara sorulmadan Padişah
kendiliğinden öyle her istediğini yapmasın. Böyle olursa adalet olur. Adalet
olan yerde de, din, vatan, millet selamet bulur. Bir de Hıristiyanlar toprak
kardaşlarımızdır. Dinimizce onların hakkını gözetmek borcumuzdur. Bunu bilelim.
Onlarla el birliğiyle çalışalım. Hepimiz selamet bulalım. Münafıkların
sözlerine kapılmayalım. Anladınız mı?
Arkadaşlar !
İşte beni
görüyorsunuz. Binbaşı idim. Anam, babam, kardaşlarım var. Hepsini bıraktım. Ben
bu iş için çalışacağım. Siz de benimle beraber ölünceye kadar canınızla,
malınızla çalışacağınıza söz veriyor musunuz?
Köylüler bir
ağızdan:
-
Eğer içinizde sözünü tutmayan veyahut hainlik eden
bulunursa, bu gördüğünüz bıçak ve rovelverle öldürülürseniz kanınızı helal eder
misiniz?
Bunun üzerine
köylüler sağ ellerini Kur’an-ı Azimü’ş-şan’a ve sol ellerini rovelver ve
kasatura üzerine koyarak İsm-i Celal’i tekrar ederek geçiyorlardı.”
Yirmi
yedi yaşındaki ihtilalci Osmanlı subayı Tikveş’te bu tahrik edici nutku
çekerken yalnız değildir. Kolağası Niyazi Bey de Manastır dağlarında aynı
sözleri tekrarlayarak teşkilatı genişletmektedir. Çevrelerindeki insanların
sayısı gittikçe artmakta, çevre köylerin ileri gelenleri de teşkilata
alınmaktadır. Bir yandan da İttihat ve Terakki Cemiyeti Dersaadet’e telgraflar
çektirerek meşrutiyetin ilanını istemektedir. Bu sırada Selanik’teki bir
gazetede, Binbaşı Enver Bey’in kayıp olduğu ve Genç Türkler tarafından öldürülmüş
olabileceği yolunda bir haber çıkar. Enver Bey hemen Avrupa gazetelerine bir
mektup göndererek, öldürülmediğini, Meşrutiyet’in ilanı için dağa çıktığını
bildirir. Müfettiş paşaya da durumunu ve niyetini bildiren bir mektup gönderir.
Selanik
merkez komutanı Nazım Beyi vuran Mustafa Necip, Enver Beyin amcası Halil Bey ve
Teğmen Melik Bey de kıtalarını terkederek dağa çıkar, Enver’in yanına gelirler.
Enver Bey bir silahlı kuvvetler yönetmeliği hazırlar ve buna göre kuvvetler
oluşturulmaya başlar. Şevket Süreyya’nın söylediğine göre, Enver Bey öncü
subayları yanına almak, fakat askerleri karıştırmadan halk ayaklanması yapmak
istemektedir. Kendisi de hatıralarında Selanik’teki Merkez-i Umumî’ye, Ağustos
ortalarına kadar beklenebilirse, genel bir halk ihtilali yapmayı teklif
etmiştir. “Tikveş kazasındaki yirmi beş bin İslam ahalinin kâmilen hazır
olduğunu bildirmiştim. ” demektedir. Geçen zaman içinde subaylarla da
irtibatı olmakla beraber, esas itibariyle halkı cemiyet çevresinde örgütlemeye
çalışır.
Saray
bu ayaklanmaları önlemek üzere hazırladığı birlikleri gemilerle Makedonya’ya
göndermeye karar verir ve Korgeneral Şemsi Paşa’yı Manastır’a gönderir. Birkaç
gün içinde Sultan Hamit’in de pek güvendiği Şemsi Paşa’nın Manastır’da
vurulduğu haberi gelir. Saray ile görüşmüş, çeteleri yok etmek üzere tam
yetkiyle donanmış olarak postahanenin merdivenlerinden inip arabasına binen
Paşa’yı, çevresindeki Arnavut muhafız kuvvetinin arasından geçerek yaklaşan
genç Teğmen Atıf Bey, üç el ateş ederek vurmuştur. Meydan karışmış, silahlar
patlamış, bir kızılca kıyamettir kopmuştur ama, genç teğmen gayet soğukkanlı
bir şekilde aradan sıyrılmış ve yakalanamamıştır. Güpegündüz işlenen ve faili
yakalanamayan bu cinayet her yanı sarsar.
Yüzbaşı Enver Bey Manastır’da
mahalli kıyafetle
Resneli
Niyazi de birlikleriyle Manastır’a inerek Ordu Müşiri Tatar Osman Paşa’nın
evini sarar ve Paşa’yı dağa kaldırır. Manastır valisi Hıfzı Paşa’nın, “Manastır’da
benden başka herkes İttihatçıdır...” dediği etrafta yayılır. Gözü epeyce
korkmuş olan Hıfzı Paşa, Saray’a çektiği telgrafta, “Selanik ve Kosova
vilayetlerinin de Manastır gibi olduğunu ve Anadolu’dan getirilecek askerlerin,
hürriyetçilere karşı silah kullanmayacaklarının haber alındığını” bildirir.
(Aydemir, a.g.e., 1.c., s.555)
Bu
arada Enver Beye Merkez-i Umumî’den kâğıt gelir: “Umumî talep vuku bulacak
ve eğer Sultan razı olmazsa İstanbul üzerine yürünecekti. Tikveş’te bulunarak
orada toplanan Mustafa Necip Efendi komutasındaki Birinci Millî Tabur ile
Köprülü, İştib Millî Taburlarıyla bir alay teşkili ile harekete hazır
bulunmaklığım yazılıyordu. ” (Cengiz, a.g.e.,s.121)
Enver
Bey, 22 Temmuz 1908’de arkadaşlarıyla birlikte Köprülü’ye gider. Emin Ağa’nın
evine iner. Asker-sivil şehrin ileri gelenleriyle görüşür. Cemiyetin Köprülü
idare heyetine, ertesi gün Hükûmet konağından Meşrutiyeti ilan edeceğini
bildirir ve hazırlık yapmalarını ister.
Ertesi
gün hükûmet konağının önünde toplanan halk, yaşasın millet, meşrutiyet,
hürriyet diye bağırmaktadır. Bir hoca dua eder, bir Bulgar papazı Bulgarca nutuk
çeker, Enver Bey de Türkçe bir nutuk çeker ve meşrutiyeti ilan ederler. “Yaşasın
vatan, hürriyet sözlerini hep beraber tekrar ettik. Bu
sırada
üç top atıldı. Asker de selam vaziyetinde duaya katıldı; sonra kışlalarına
çekildiler.” Köprülü’de Meşrutiyet ilan
edilmiştir!... Kaymakam ve komutan, olup bitenleri genel müfettişliğe
bildirirler. Enver Bey de bir telgraf çeker ve “Hastayı tedavi ettik.”
der. Aynı gün ordu merkezi olan Manastır’da, İttihat ve Terakki Merkez Heyeti
hürriyetin ilanına karar verir. Muhteşem bir tören yapılır ve Kurmay Binbaşı
Vehip Bey (paşa) bir top arabasının üstünde Meşrutiyet beyannamesini okur.
Mızıka çalınır, toplar atılır; büyük şenlik olur. Kolağası Niyazi Bey ve
arkadaşları da Resne’de hürriyeti ilan ederler.
Sultan
Hamit yorgundur ve çok zor durumdadır. Rumeli’deki hemen bütün ordu
birliklerinde aynı havanın estiğini ve artık geri dönülemeyeceğini görmektedir.
Kendisine sadık görünen askerlere ne kadar güvendiği de belli değildir. Daha
sonraki 31 Mart Hareketinde de göreceğiz ki, o, Osmanlı askerini birbiriyle
dövüştürmeye asla razı değildir. Peki ne yapacaktır? 23 Temmuz 1908’de Osmanlı
Hakanı ikinci meşrutiyeti ilan eder ve tatil edilmiş olan Meclis-i Mebusan’ı
toplantıya çağırır.
Zafer
kazanılmıştı; yani, zafer olduğu sanılmıştı. Bütün Osmanlı ülkesinde İttihat ve
Terakki’nin önderliğinde kutlamalar yapılıyor, “Hürriyet!..” uranları
vuruluyordu. Enver Bey haberi Tikveş’te alır.
“Artık hep memnun
idik. Kan dökülmeye hacet kalmadan maksat istihsal edilmişti. Şekerler dağıtıldı.
Milislere yemek verildi. Sonra, dere kenarındaki mektep meydanlığında asker ve
ahali toplanarak meşrutiyetin faydalarına ve bundan sonra kardeş gibi yaşamak
hususunda çeşitli dillerde nutuklar çekildi. Dua edildi.”
Bu
nutukların ve Sultan Hamit’in ifadesiyle hayal-i şairanelerin ne kadar kısa
ömürlü olduğunu, hatta ölü doğduğunu İttihatçılar çok geçmeden anlayacaklardır.
Ancak, bahası ağır olacaktır.
Enver
Bey Selanik’e çağrılır. Osmanlı Terakki ve İttihat Merkezi telgrafında şöyle
diyordu: “Bugün bütün Selanik halkı akşam treni ile teşrifinize intizar
edeceğinden, daha önce hareketinizin bildirilmesi rica olunur. ” Yola
koyulur.
“İstasyonlar
doluydu. Gevgili istasyonunda bütün halk çıkmıştı. Burada halkın gösterdiği
teveccühe dayanamayarak ağladım. Trenin hareketinde toplar atılmaya başladı”
Tren
Selanik’e yaklaşırken artık Enver Beyin de havası değişmiştir ve Selanik’e
inerken hürriyet kahramanı olarak coşkun kalabalıklar tarafından
karşılanacaktır.
“Saat bire doğru
Selanik’e vardık. Hemen bütün Selanik ahalisi istasyondaydı: Coşkun
haykırışlar, sevinç çığlıkları içinde tren istasyona girdi.
Bulunduğum vagonun
içinde ve hele kompartımanımın önünde izdiham o kadar artmıştı ki, Kurmay Cemal
Bey (Paşa) ve Faik Beylerle arkadaşları, bu kalabalığı önleyip bana yol açmak
için çok sıkıntı çektiler.
Nihayet
arkadaşlarımla karşılaştık; sarıldık, öpüştük. Faik Bey bana bir demet çiçek
verdi. Fakat tam bu sırada Talat Bey göründü. Kucaklaştık ve bana en kıymetli
bir hediye sundu.”
Gördüğü
ilk günden muhabbet duyduğunu söylediği Talat Paşa kendisine “Kırmızı ciltli
bir Anayasa kitabı ” vermiştir. Sonra onu vagonun kapısına doğru çekerek
elini tutup havaya kaldırır ve “Yaşasın hürriyet kahramanı Enver Bey!...”
diye bağırır. Bütün kalabalık Talat Beyi tekrar eder, “Yaşasın hürriyet
kahramanı Enver Bey!... ”
İnönü
diyor ki, “Hürriyet kahramanları içinde ilk günden itibaren en fazla itibar
görmüş olan ve sonuna kadar büyük bir sima olarak beliren, Enver Paşa’dır. ”
İnönü, Enver Bey’in bu parlayışında, onun askerî nitelikleri yanında ahlakî
temizliğine de dikkat çeker. “Enver Bey’in şöhreti yalnız kahramanlığından
gelmiyordu; iyi bir kurmay subay olarak kabul ediliyor ve özellikle şahsî ahlak
bakımından örnek tanınan meziyetleriyle saygı görüyordu. ” (İnönü, a.g.e.,
s.48)
Binbaşı Enver Bey burada kısa bir
konuşma yapar:
“Vatandaşlar!
Hakkımda lütfen
gösterilen bu sevgiye teşekkür ederim. Ben buna layık olmak için bir şey
yapmadım. Her Osmanlının seve seve yerine getirmeye koşacağı bir vazifeyi talih
bana verdi. Eğer bunu hakkıyla yerine getirebildiysem, bu ödül bana yeterlidir.
Hamdolsun, Meşrutiyete kavuştuk. Hürriyetimizi aldık. Fakat bununla vazifemizin
bitmiş olduğunu sanmayalım. Asıl zorluk bundan sonra başlar. Yükselme yolunda
attığımız bu ilk adımı başarıyla ilerletmek için çok çalışmak, dikkat etmek
gerekir. Mamafih bundan böyle müslim gayrimüslim bütün vatandaşlar elbirliği
ile çalışarak hür milletimizi, vatanımızı daima yükselmeye götüreceğiz.
Yaşasın millet!
Yaşasın vatan!”
Kalabalıklar tekrar ederler: “Yaşasın!”
Binbaşı Enver Bey artık siyasetin
tam göbeğindedir.
Eski
Hastalık: Asker ve Siyaset
O |
SMANLI Devleti’nin kendi özgün
yapısı içinde, bazı kurumlar arasında özel ilişkiler oluşmuştur. Bunlardan biri
Ulema ile Kapıkulu, özellikle Yeniçerilerin ilişkileridir.
Bilindiği
gibi, egemenlik Padişahındır; bütün yetkiler onda toplanmıştır. Bu temel
ilkenin uygulanmasında zaman zaman bazı sorunlarla karşılaşılmaktadır.
İlk
sorun, saltanat verasetinin kesin bir kurala bağlanmamış olması sebebiyle,
padişah çocukları arasında çıkan saltanat kavgalarıdır. Bu tür mücadelelerde,
her türlü silahlı güç, bu kavganın bir tarafı olabilmekte ve sonuç
kesinleşinceye kadar çatışma devam etmektedir. Fatih Sultan Mehmet Han’ın ünlü
kardeş katline cevaz veren kanunnamesi ve sonraki yüz yıllarda verasetin ‘ekber
evlada’ bağlanması ile bu mücadeleler son bulmuştur. Ancak on dokuzuncu yüzyıla
gelinceye kadar, padişahların değişmesinde ve zaman zaman tahttan
indirilmesinde, merkezdeki güç olarak Yeniçerilerin payı olmuştur. Yıldırım
Bayezid Han sonrası çekişmeler bir yana bırakılırsa, taşradaki Tımarlı
Sipahilerin bu gelişmelere fazla müdahalesi olamamıştır.
İkinci
sorun, hukukun üstünlüğü ilkesine bağlı olarak, padişahın yetkilerinin
sınırlandırılması genel çerçevesinden doğar. Osmanlı’da üstün hukuk İslam
Şeriatıdır; padişah bu çerçevenin dışında kararlar alamaz, eylemler yapamaz.
Osmanlı protokolünde başbakanla aynı sırada ve fakat manen ondan da ileri olan,
bilginlerin reisi Şeyhulislamın başında olduğu kurumun bir işlevi de, karar ve
kanunnamelerin Şeriata uygunluğunun denetimini yapmaktır. Bu metinler,
Şeyhulislamlık tarafından denetlenip, üstün hukuk olarak kabullenilen kurallara
uygunluğu onaylandıktan sonra yürürlüğe girerler. Prof. Ömer Lütfi Barkan şöyle
yazar:
“Padişahların
iradelerinin kayıtsız şartsız bir kanun haline geçmekte olduğu zamanlarda,
Osmanlı İmparatorluğu’nda, bir yenilik, ‘Şer’-i şerife uygundur. ’ kaydıyla
icra edilmiştir. Eski kanun hükümlerini ilga eden yeni bir kanun, tıpkı
eskilerinde de vaktiyle olduğu gibi, ‘Şer’-i şerife uygundur.’ kaydiyle
yürürlük kazanmıştır. ” (Nakleden N. Kösoğlu, Hukuka
Bağlılık Açısından, Eski Türklerde, İslamda ve Osmanlıda Devlet, İstanbul,
2004, s.246) Şeriat’la ilgili olmayan hususlarda ise, “Şer’î maslahat
değildir, nasıl emredilmiş ise öyle hareket edilmek lazım gelir. ” kaydı
konulmaktadır. Ayrıca, İslâm toplumundaki genel fetva geleneğinin devlet
hayatındaki yansıması olarak, yapılacak eylemin Şeriat’a yani hukuka
uygunluğunun fetvasının alınması gerekir ki, bunu da din/hukuk bilginleri ve
merkezde Şeyhülislamlık kurumu verir.
İslam
hukuku genellikle özel hukuk sorunlarını düzenlediği, kamu alanını gelenek ve
maslahata bıraktığı için, üstün hukuk olarak Şer’-i şerif yanında kanun-ı kadim
ve münif kavramları geliştirilmiştir. Yani Şeyhülislamlık, karar ve eylemler
hakkında hüküm verirken, sadece Şeriat’ı değil -ki bu alan kişilerin hak ve
özgürlüklerini korumaktadır- aynı zamanda, o konuda eski padişahların
yayımladıkları kurucu hukuk ilkelerini ve devletin, halkın menfaatlerini de
gözeteceklerdir. Devlet hayatını düzenleyen ve sultanî yahut geleneksel hukuk
denilen bütün kanunnameler böyle bir denetimden geçtikten sonra yürürlüğe
girerler. Özgün Osmanlı düzeninde, denetim ve sınırlama sadece iç hukukla
ilgili değildir; modern zaman ve anayasaların ‘siyasi kararlar’ deyip, denetim
dışı bıraktığı alanlar da, mesela en uç boyutu olarak, savaş kararları da bu
denetime tabidir. Osmanlı Hakanı, herhangi bir devlete savaş açacağı zaman, bu
kararının uygun olduğuna dair Şeyhülislamdan fetva almak zorundadır. Çağımız
idrakinin bile kavramakta zorlandığı, bu, hukukun üstünlüğü inancının, Mısır
Seferi, İkinci Viyana Seferi gibi, fetva almakta çok zorlukların çekildiği ilgi
çekici örnekleri yaşanmıştır. Ayrıca, padişah değişmeleri de mutlaka fetvaya dayanmak
zorundadır; yani hukuka uygunluğunun yetkili merciler tarafından belgelenmesi
zorunludur.
İşte
bu noktada, yukarıda işaret ettiğimiz Ulema-Yeniçeri özel ilişkisi doğar:
Yeniçeri, merkezî otoritenin hukuka uygunluğunu denetleyen Şeyhülislamlığın
uygulayıcı gücüdür. Bu konuda ulema-yeniçeri dayanışması, halin icabıyla bir
gelenek haline gelmişse de, Kanunî Sultan Süleyman Han döneminde bir
kanunnameden de söz edilmektedir.
“Devlet idaresi
ulema ile vükelaya tevdi edilmiştir. Padişahın doğru yoldan sapması halinde
ulema ve vükela ordu reislerini keyfiyetten haberdar ederek padişahı tahttan
indirip, yerine hanedan erkânından diğerini seçeceklerdir.” (Ord. Prof. Dr.
Recai Galip Okandan’dan nakleden N. Kösoğlu, a.g.e., s.251)
Her
ne şekilde olursa olsun, padişahların değiştirilmesinde “hal’ fetvası”
alınması, Osmanlının sonuna kadar devam etmiştir. Meşrutiyet yönetiminde Sultan
II. Abdülhamit Han’ı tahttan indirirken de, Şeyhülislamlık’tan fetva
almışlardır. Ancak, bu konuda bazı açıklamalar yapmak gerekir.
Yukarıdan
beri anlattıklarımız, kurumların ilkesel düzeydeki görüntüleridir; bir de
bunların kötüye kullanılması ve kurumların çöküş dönemindeki görüntüleri
vardır. Yükseliş dönemlerinde kurumların, kuruluş ilke ve gayelerine en uygun
zamanlarının olduğu kabul edilebilir. Ancak, bu zamanlarda da, konumların ve
yetkilerin kötüye kullanılması söz konusu olabilir. Nitekim, Yeniçeri
ayaklanmalarında “Şeriat isterük” yahut “Şer’ ile davamuz vardur” diye kazan
kaldırılırken, hukuka aykırı kararlar karşısında “hukuka uygunluk isteriz”
denilmek istenirse de, tarihî bir çok örneklerinde görüldüğü gibi, işin esası
çoğu kez maaşların artırılması yahut bir iktidar çekişmesinin fitnesidir.
Özellikle Veziriazamlık (Başbakanlık) yahut Divan Vezirliği gibi yüksek
makamlar, Yeniçerilerin sık sık kullanıldığı siyasi çekişmelerin konusu
olurlar. Benzeri durumlarda hal’ fetvaları da, kitabına uydurma gösterisine
dönüşür. Söz gelişi Sultan Hamit’in hal’ fetvasında, bu padişahın kutsal
kitaplara saygısızlık ettiği yolunda, komik iddialar yer almıştır.
Sonuçta
bu dayanışma, Yeniçeriliğin 1826 yılında kaldırılmasına kadar değişik
yoğunluklarda devam eder. Fetva geleneği ise, İmparatorluğun sonuna kadar
sürer; yani askerin siyasete doğrudan girmesiyle başlayan darbe teşebbüslerinde
de fetva almak ihmal edilmez.
Ocağın
kaldırılmasından sonra askerî eğitim, genellikle batılı uzmanların yön
vermesiyle yapılmaya ve yeni bir disiplin anlayışı yerleştirilmeye çalışılır.
Tanzimat’tan sonra merkezde güçlü bir Osmanlı bürokrasisi oluşur. Esasen fiilî
gücünü kaybetmiş olan medrese kökenli ulema, yeni bürokrasi karşısında ikinci
plana düşer, etkisi azalır.
Yeniçeriliğin
kaldırılması olayının, uzun bir süre askerlerin siyaset dışı durmalarında
etkili olduğu söylenmiştir. (A. Turan Alkan, Ordu ve Siyaset, Ank. 1992,
s. 11) Ancak, bu sefer de, birbiriyle bağlı iki başka etmen ortaya çıkar.
Tanzimat
yıllarından
sonra, Osmanlı Devleti’nin çökeceği korkusu, hemen bütün Osmanlı okumuşlarını
düşündüren ve çareler aramaya iten yaygın bir psikoloji idi. Bu arada,
özellikle Harp Okulunda yabancı dil öğrenilmesiyle, yabancı yayınlara ilgi
artar ve rahat bir propaganda ortamı oluşur. Çünkü, bu gençler, tesadüfen
ellerine geçen yahut özel olarak ulaştırılan bu yayınları çok yönlü
değerlendirebilecek düzeyde değillerdir. Kuleli Vakası’nı saymazsak,
Yeniçerilerin ortadan kaldırılışının ellinci yılında, 1876’da iki asker Hüseyin
Avni ve Mütercim Rüştü Paşa ile iki sivil Hayrullah Efendi ve Midhat Paşa,
Sultan Abdülaziz Han’a darbe yaparlar. Harp Okulu Komutanı Süleyman Paşa da
darbeye katılır. Bu darbe için de fetva alınmıştır.
Sultan
Abdülaziz Han’ın ölümünden dört gün sonra, eşlerinden birinin akrabalarından
olan Kolağası Çerkes Hasan Bey, Bakanlar Kurulu toplantısını basarak, darbeci
Serasker Hüseyin Avni Paşa’yı, Dış İşleri Bakanı Raşit Paşa’yı ve iki görevliyi
öldürür. Bu da, tek başına girişilmiş bir darbe gibidir.
1876’da
Sultan II. Abdülhamit Han’ın tahta çıkmasından bir süre sonra, yönetim,
Sultan’ın oturduğu Yıldız Sarayı’na kaymış, bu dönemin bir özelliği olarak
ulema, ordu ve bürokrasi üzerindeki denetim artırılmıştır. Bu otoriteden
rahatsız olanlar kolaylıkla Sultan aleyhindeki akımlara kapılmışlardır.
1878’de
Ali Süavi’nin Çırağan baskını başarısız olmuş, 1879’da Harp Okulu’nda yuvalanan
gizli bir komite ortaya çıkarılarak elli kişi sürgüne gönderilmiştir. Trablus
valisi Müşir Recep Paşa’nın öncülüğünde, İngiliz desteği de alınarak yapılması
düşünülen bir darbe projesi başlamadan bitmiştir.
Nihayet
1889’da askerî tıbbiyelilerin kurduğu İttihad-ı Osmanî ile, asker doğrudan
siyasetin içindedir ve örgütleyicidir. Özellikle Selanik merkezli 3. Ordu,
bundan sonraki bütün siyasî gelişmeleri belirleyecek olan ihtilalci askerî
kadroların toplandığı yerdir.
Sultan
Hamit’in askerî eğitime de büyük hamleler yaptırdığı, ancak geleneksel yön ve
değerleri buralarda hakim kılamadığına işaret etmiştik. 1883’ten beri Alman
Goltz Paşa’nın yönlendirmesindeki Harp Okullarında Alman askerî eğitim ve
disiplini verilmeye çalışılmıştır. Ahmet Turan Alkan, buralardan yetişen subaylar
için bir zihniyet tiplemesi yapmanın zor
olduğunu
söylemekle birlikte, bazı çizgiler verir. Halil Kut Paşa’dan yapılan şu alıntı,
muhtemelen yaygın bir anlayıştı:
“İstanbul’un aczi
ise ortada, gün gibi aşikâr... Sarayın sersemce idaresi başımıza her gün yeni
bir bela açıyor. Radikal bir hareketle bizler devlet idaresine yeni bir şekil
vermezsek, bu keşmekeş yıllarca sürer... İşin sonu yoktu ve devlet gümbür
gümbür gidiyordu. Biz vatana elimizi akıllıca uzatmazsak, kim uzatırdı?....
Saray nüfuzunun yıkılması, yerine milletin kudreti elinde toplaması, mektep
sıralarından beri kafamıza yerleşmişti.”(A.T. Alkan, a.g.e., s.22)
Kudreti
milletin elinde toplama keyfiyetinin, anladığımız anlamda bir demokratik
anlayışı yansıtmadığını, içeriksiz bir şekil değişikliği olduğunu, daha doğrusu
iktidarı Sultan Hamit’in elinden almak demek olduğunu, daha sonraki gelişmeler
de göstermiştir. O nesil, bütün vatanperverlik heyecanına rağmen, kıblesindeki
sarsılma sebebiyle sloganlara kolayca teslim olabilmekte, bağlanabilmektedir.
İnönü diyor ki,
“Her derdin
devasının Kanun-ı Esasî olduğu, iman halinde içimize yerleşmişti.”
(İnönü, a.g.e.,
s.24)
Dönemin
ünlü gazeteci ve siyaset adamlarından Hüseyin Cahit Yalçın’ın yazdıkları,
Hürriyetçi Jön Türklerin halini kısaca ve açık olarak ortaya koymaktadır:
“İttihat Terakkiyi
kuranlar, hayatı, dünyayı, siyaseti bilmeyen deneyimsiz gençlerdi. Bunlarda
yalnız yüksek bir ateş vardı: Vatan sevgisi. Saray istibdadının ülkeyi
batırdığını görüyorlar, yurdu kurtarmak istiyorlardı. Bunun için de Meşrutiyetin
gerekliliğine inanmışlardı... Meşrutiyet olunca, iç yönetim makinesi bir tılsım
etkisiyle hemen düzeleceği gibi, Türkiye’den ayrılmak istediğini gösteren
azınlıklar da dileklerinden vazgeçecekler, katıksız bir Türk vatanperveri
olacaklardı.” Meşrutiyetin ilanıyla Osmanlı aynı zamanda Batılı devletler ve
Rusya’nın baskısından kurtulacaklardı. (Hüseyin Cahit Yalçın, Siyasal
Anılar, İstanbul-2000, s. 49)
Bu
inanç ve düşüncelerin, gerçekten de bir “yüksek ateşin” eseri olduğu
anlaşılacak; ama geç kalınmış olacaktır.
Aradan
yüz yıldan çok zaman geçmesine rağmen, hâlâ sorunların ve çözümlerin anayasa
metinlerinde aranmakta olduğunu ve anayasa değişikliklerinin güncel mesele
olmaktan çıkamadığını gördüğümüze göre, o insanları kınayamıyoruz.
Uygulanan
Alman askerî eğitimi, subaylar içinde kapalı bir sistem oluşturmuş ve farklı
bir sınıf şuuru Cumhuriyet döneminde de devam etmiştir. Halen de ordunun temel
meselesi, bütün parlak nutuklara rağmen,
sivil
halkla bütünleşememesidir. Bu, kendi halkına yabancılaşmanın da etkisiyle,
subaylar, özellikle kurmaylar, her şeyi bildikleri kanaatı içindedirler ve
fazla okumak gereği de duymazlar. Çalkantılar içindeki Osmanlı toplumunda,
millî mukaddeslerinden ilk şüpheye düşenler ve dinî heyecan ve hayatları
zayıflayanlar da onlardır. Daha sonraki 31 Mart Hareketi’nde, subayların bu tür
tutumlarına karşı erlerin şikâyetleri çokça görülecektir. Onlar, hürriyet için
uğraş veriyorlardı; halbuki halk oralarda değildi, halkın böyle bir sorunu
yoktu.
İrade-i
milliye, en yaygın sloganlardan biri olmakla birlikte, sonraki Meşrutiyet
döneminde de irade-i milliye’ye pek aldırış eden yoktur. Çünkü, başta İttihat
Terakki Partisi olmak üzere, çıkış ve dayanakları ordudur. Hareketin motor
gücünü oluşturan genç subaylara bakıldığında, Enver Bey dahil, Meşrutiyet ve
Meclis meselesinin temel meseleyi oluşturmadığı, asıl itici gücün
vatan-millet-devlet sevgisinde odaklaşmış milliyetçilik olduğu kolayca görülür.
Meşrutiyet sonraki iştir ve devletin-milletin onurunu koruyamayan iktidarın
değiştirilmesi için gereklidir. Bu partinin seçim başarıları, mensuplarının
olağanüstü örgütlenme güçlerinde aranmalıdır; kültür ve iman olarak halkla tam
bütünleştiklerini söylemek zordur. Ancak, burada da, adı konulmamış olsa da,
milliyetçilik duygularının İttihat Terakki’yi halkla bütünleştiren temel
etmenlerden olduğunu düşünmek gerekir. Özellikle buhranlı dönemlerde -ki
sürekli öyle gibiydi- kabaran milliyetçilik duyguları halkı bu partiye
yöneltiyordu.
Ordu
içinde, maaş azlığı ve tayinatların zamanında ödenememesi, terfi ve
tayinlerdeki aksaklıklar gibi, hemen her subayı ilgilendiren kişisel sorunlar
da abartılarak bir propaganda ve huzursuzluk malzemesi olarak kullanılmaktadır.
İstanbul’daki paşa çocuklarının yahut saraya yakın olanların rütbe ve tayinleri
ve refah içinde yüzdükleri hikâyeleri en çok etkileyici olanlarıdır. Nitekim,
Meşrutiyet’in ilanından sonra yapılan ilk borçlanmada hazineye giren para,
subayların maaşlarına tahsis edilir. (a.t.
Alkan, a.g.e., s. 48)
Askerlerin
siyasetin doğrudan merkezinde olması, aslında ordu mensuplarını da tedirgin
etmektedir. Ayrıca Cemiyet yahut Parti içinde, ister istemez asker-sivil
ayırımına ve sürtüşmelerine yol açmaktadır. Esasen dışarıda var olan
asker-sivil bölünmüşlüğü, partiye de bir ölçüde yansımıştır.
İttihat
Terakki’nin 1909 Selanik Kongresi’nde bu konu gündeme gelir. Mustafa Kemal
Bey’in, kesin tavırlar alınması ve ordudan siyasetin
uzaklaştırılması
fikri genel kabul görür; ancak, fiiliyatta bu sıkıntıların aşılması kolay
değildir. İttihat Terakki siyasi mücadelesine devam etmektedir ve dayanağı, en
büyük gücü ordudur. Öyle ki, ‘İttihat Terakki’nin ordusu’ yerine ‘Ordunun
İttihat Terakkisi’ demenin daha doğru olacağı söylenmiştir. Ordunun gerçekten
siyasetten arındırılması halinde, Cemiyet yahut Parti, gücünü ne ölçüde
koruyabilecektir? Meşrutiyet’i ilan ettiren ve Sultan Hamit’i tahtından indiren
gücün, son tahlilde ordu olduğunu herkes bilmektedir. O günlerde Paris merkezli
İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin olaydan haberdar bile olmadığı
söylenebilmektedir. (a. t. Alkan, a.g.e.,
s.70-71) Sultan II. Abdülhamit’e karşı yürütülen olağanüstü üslupsuz, çirkin ve
hiçbir kural tanımayan mücadele yöntemi, şimdi Meşrutiyetin siyasi ortamına
taşınmıştır. Henüz yeterince kavranılamamış, sindirilememiş bir siyaset ortamında,
bu kuralsız mücadeleler içinde, kendi iktidarlarından gayri çözüm tanımayan
kurumlar ve insanlar böyle bir güçten vazgeçebilirler mi?
31
Mart olaylarının da uyarılarıyla, bu konuda zihnen bir adım daha atılır ve
ordunun siyasetten uzak durması, ancak Meşrutiyet ve hürriyeti korumak
konusunda gözetleyici ve koruyucu -nigehbân-ı meşrutiyet ve hürriyet- olması
fikri ağırlık kazanır. Bugün, o günlerden yüz yıl sonra Ordunun hâlâ,
Cumhuriyet ve laikliği gözetleyici ve koruyucu olduğunu ve bunu kanunlara yansıtmaya
çalıştığını görmek düşündürücüdür. Demokrasinin balans ayarını tanklarla yapan
bu zihniyet, yüz yıl öncesini şaşırtıcı bir biçimde tekrar etmektedir.
Sultan
Abdülhamit Han, tahttan indirilip Selanik’te Alatini köşkünde oturmaya mecbur
edildiğinde, İttihat Terakki lideri olan Talat Paşa aklına gelen ve
karşılaştığı bir çok soruyu yazılı hale getirerek bunların Sultan Hamit’e
sorulması için Fethi Bey’i gönderir. Fethi Bey kendisini ziyaret eder; Sultan
Hamit bütün sorulara tek tek cevaplar verir; bunlar devletin yönetimiyle ilgili
meselelerdir. Ordu-siyaset ilişkilerinde şöyle söyler:
“Beyefendi oğlum,
dün fikirlerimi sorduğunuz konular arasında, muhtemelen yazmaya gerek
görülmediği için yer verilmemiş bir mesele var ki, başa almanızı öğütleyeceğim.
Orduyu siyasetin dışında tutunuz. Sizin, bugünün ileri gelenleri arasında
olduğunuz gerçeğini göz önünde tutarak diyeceğim ki, bu hususu temin için icap
ederse, her türlü fedakârlığı, icap ederse menfi sonuçları da göze alınız.
İfade edilmek istenmeyen hangi durumlar ve şartlar içinde olursa olsun, beni
buraya getirmeye vesile olan son askerî olayda, eğer ben size tavsiye ettiğim
askerin siyaset dışı tutulmasının aksini düşünseydim, oluk gibi kan akardı.
Ordu siyasete itilmiş olursa, bu hata sadece iç gaileler doğurmakla kalmaz,
vatanın müdafaasını zorunlu kılan sebepler önünde,
maazallah
memleketin savunmasını yetersiz kılmak gibi, telafisi imkânsız felaketlere yol
açar.” (F. Okyar, a.g.e., s.116)
Sultan
Hamit Balkan Savaşını haber veriyor gibidir.
Enver
Paşa, Savaş Bakanı olduktan sonra orduda gerçekleştireceği büyük ıslahat
içinde, siyasetten arındırmayı da önemli ölçüde başarır; orduya yeni bir hava
kazandırılır. Ancak, çok önceye dayanan asker-siyaset ilişkisi şüphesiz ki
bütünüyle yok edilemeyecektir. O kadar ki, Millî Mücadele’nin sonunda Mustafa
Kemal Paşa da aynı sorunla karşılaşacaktır.
31
Mart Hareketi’nin kendisi de, bastırılması da doğrudan doğruya askerin siyasi
operasyonları idi ve sonunda Sultan Hamit tahttan indirildi. Daha sonra,
ordunun bir kesimi ile muhalefetin iç içe girdiği görülür. 1912’de başlayan
Arnavut ayaklanmasını, muhalefette olanlar, asker-sivil desteklemekte bir
sakınca görmezler. Arnavutlar arasında olmadık propagandalar yapılır; “devletin
namaz, oruç ve sakal gibi mukaddesattan vergi alacağı” söylentileri
yayılır. Muhalefetten Rıza Nur, ayaklananları kahraman ilan eder: “Arnavutları
isyana teşvik ettiğimi ben kendi ellerimle yazdım. Bu, kusur değil iftihar
sebebidir. Zalimlere karşı isyan haktır ve kahramanlıktır. Arnavutlar....
devleti İttihatçılardan kurtarmak için isyan ettiler. ” (A. t. Alkan, a.g.e, s.125) Bir grup
subay, tıpkı Resneli Niyazi ve Enver Bey gibi silahlanarak dağa çıkarlar.
Hareketin önderlerinden Yüzbaşı Tayyar Bey şunları söyler:
“Bundan dört yıl
önce hükûmetimizi bir felakete düşmekten kurtarmak için ayağa kalktığımız gibi,
bu sefer de memleketimizin başına pek büyük felaketler getirmiş ve iç- dış
savaşlar olmasına sebebiyet vermiş olan tekelci bir heyetin pençesinden
vatanımızı kurtarmak için ayaklandık.” (Nakleden A.T. Alkan, a.g.e.,
s.127)
İsyanı
bastırmaya giden askerlerin bir kısmı isyancılara katılırlar. Asker, Sultan
Hamit yönetimine karşı kullandığı yöntemleri, şimdi İttihatçılara karşı
kullanmaktadır.
“Siyasi
mücadelenin, ‘Rakip ölsün de nasıl ölürse ölsün.’ noktasına gelip dayandığı bir
safhada her hareket, rakibin ölmesine yaradığı nisbette makul ve haklıydı. Bu
defa ordunun siyasete müdahalesi, muhalifler tarafından iyimser yorumlara tabi
tutuluyor, ‘Meşrutiyet nigehbânlığı’ olarak değerlendiriliyordu.” (Prof. Dr.
Ali Birinci, Hürriyet ve İtilaf Fırkası, II. Meşrutiyet Devrinde İttihat ve
Terakki’ye Karşı Çıkanlar, İst. 1990, s.176)
İttihat Terakki ileri gelenlerinden
Dr. Bahattin Şakir de aynı şeyleri Cemiyet için düşünüyordu. Cemiyet Osmanlı
İmparatorluğunun
ihyası görevini üzerine almıştı, “Cemiyet, ordu ile beraber vatanın hârisi
(koruyucusu), hürriyet ve meşrutiyetin nigehbânıdır (gözcüsü). Cemiyet, vatanın
ve ordunun timsalidir.” (Muhittin Birgen, a.g.e., c.I, s.67)
Siyasete
girmek isteyen askerler her zaman vardır; bunun vesileleri olarak da, Sultan
Hamit dönemindeki şikâyetler aynen devam etmektedir; Saray’ın yerini Cemiyet
almıştır. Cemiyete dahil subayların özlük işleri kolaylıkla yürümekte, tayin ve
terfiler yapılmakta, Cemiyetten olmayanlarınki sürüncemede kalmaktadır.
1912
seçimlerini İttihat ve Terakki büyük bir çoğunlukla kazanmış, daha önce
muhalefet saflarında olan yüz civarında milletvekili Meclis dışında kalmıştır.
Bu seçimlerde Cemiyet bazı bölgelerde orduyu kullanarak seçimlere müdahale
etmiştir. Gayrimemnun muhalif çevrelerde, iktidara karşı silah kullanmaktan
başka çare kalmadığı fikri kolayca gelişir. (a.t.
Alkan, a.g.e., s.132)
Ordu
içinde Halaskârân-ı Zâbitân grubu kurulur. Bunlar da, memleketi Saray’dan
kurtaranlardan kurtaracaklardır... Rumeli’de, Top, Silah, Süngü isimleriyle
dergiler yayımlanmakta ve askerler yazılar yazmaktadır. (H. Bayur, a.g.e.,
c.2, kıs.1, s. 232)
Kurtarıcı
subaylar iki imzalı bir mektubu 18 Temmuz 1912’de toplantı halindeki Askerî
Şûrâ’ya verirler. Birkaç gün önce, İttihat Terakki desteğindeki Sait Paşa
hükûmeti, Meclis’ten güvenoyu almasına rağmen istifa etmiştir. Kurtarıcılar,
Kâmil Paşa başkanlığında bir hükûmet kurulmasını ve seçimlerin derhal
yenilenmesini istemektedir. Şûrâ başkanı Nazım Paşa, bu subaylar hakkında
disiplin işlemi yaptırmak yerine, mektubu Padişah’a sunar; Halaskârlarla dirsek
temasındadır. Sultan Reşat, İtalyan Savaşı nedeniyle tehlike içinde olduğumuzu
ve askerlerin siyaseti bırakıp kendi işleriyle uğraşmasını isteyen bir tamim yayımlar.
Sonunda,
Gazi Ahmet Muhtar Paşa başkanlığında Büyük Kabine kurulur. Kurtarıcılar, yeni
bir tehdit mektubu yollayarak, Saray Genel Sekreteri Halit Ziya (Uşaklıgil)
Beyin istifasını ve seçimlerin yenilenmesini isterler.
22
Temmuz 1912’de, Halaskârân-ı Zâbitân bir siyasi parti gibi program yayımlar.
Burada, Meşrutiyete bağlanan ümitlerin boşa gittiği, Avrupalı devletler
nezdinde Osmanlı Hükûmetinin bir değerinin kalmadığı, bu yüzden
orduya
yeniden görev düştüğü, devamlı borçlanarak ordu ihtiyaçlarının karşılanamayacağı
söylenmekte ve meşrutî esaslara dayalı bir yönetimle, orduda adalet sağlanırsa
durumun düzeleceği ileri sürülmektedir. (a.t.
Alkan, a.g.e., s.137) Böyle bir müdahalede bulundukları için üzgün
olduklarını da kaydeden Kurtarıcılar, kabinenin hemen istifa etmesini, hükümete
dışarıdan kimsenin müdahale etmemesini ve Meclisin dağıtılarak hemen seçimlere
gidilmesini istemektedirler. Programın sonunda da ordunun ıslahı istenmektedir:
Meşrutiyet tehlikeye düşmedikçe ordu siyasete karışmamalı, sivil görevlerdeki
ordu mensupları ayrılıp aslî görevlerine dönmeli, disiplin ve adalet hakim
olmalı, özlük işleri, kırgınlıklara yol açmadan düzeltilmeli.
Kurtarıcı
subayların bu programları, ordu içindeki ayrılıkların ve değişik partilere
mensubiyetin bir zihniyet yahut değerler farkına dayanmadığını, hepsinin aynı
çizgi üzerinde olduklarını göstermektedir. Halaskar hareketinin, orduyu
siyasetten uzaklaştırmak gibi bir gayesi bulunduğuna ve “siyaset istemeyiz”
sözünün grup sloganı olduğuna işaret eden Ali Birinci, yaşanan çelişkiyi şöyle
açıklar:
“Bu
hareketten önce de ordu içinde siyasetle uğraşmamak için yapılan tartışmalar ve
ferdî mücadelelerin varlığı bilinmektedir. Bu ferdî gayretler fasit bir daireyi
de beraberinde getiriyor ve bir çok subay, askerin siyasetle meşgul olmaması
yolundaki çalışmalara katkıda bulunabilmek için siyasetle meşgul oluyordu.”
(Ali Birinci, a.g.e, s.167)
Ali Birinci devamla, siyasetle
ilgilenme üslubunu da şöyle anlatır:
“Bu gibi
faaliyetlerin subaylar arasında bir kindarlık yarışmasına yol açtığı
görülmekteydi. Eller, en küçük bir tartışmada silahlara uzanıyor, kıl payı ile
kanlı vuruşmalardan uzaklaşılabiliyordu. Mesela Sait Paşa’nın istifasından kısa
bir müddet önce, Meclis’e muhalif askerlerin saldırısını bekleyen İttihatçı subaylarla
askerleri yakın binalarda mevzilendiklerinde, biraz uzaklarında da, karşı
gruptaki subayların idaresindeki askerî kuvvetler Meclis’e giden yolları
tutmuşlardı.”
Zamanın
ünlü siyasilerinden Prens Sabahattin’in Kurtarıcılar hareketi ile ilişkide
olduğu ve diğer siyasilerin de ilgili yahut ilgisiz, bu hareketin etkilerinden
yararlanmaya çalıştığı görülmektedir.
Sait
Paşa’dan sonra hükûmeti kuran Kâmil Paşa, ordunun siyasi uğraşlarından son
derece rahatsızdır; ancak, fazla bir şey yapamaz. Denizcilik ve Savaş
bakanlarını değiştirmek isterken Cemiyet ve ordu ile karşı karşıya gelir. Bu
konunun Meclis’te tartışılacağı gün, “Bir sürü subay ve askerî kişiler,
resmî ve sivil elbiselerle Meclis-i Mebusan’ın içini tutmuşlar ve bir
zırhlıyı Mebusan binasının hizasına
getirmişlerdir.”
(A. t. Alkan, a.g.e., s.91)
Edirne ve Selanik’ten 3. Ordunun subayları, mutatları üzre telgraflar çekerek,
yapılacak değişikliklere karşı çıkarlar7. Ayrıca donanma komutanları telgraflar
çekerler. Hangi savaşta savaştıkları bilinmeyen sekiz harp gemisi, toplarını
Meclis’e çevirirler. Bu kuvvetlere dayanan İttihatçılardan bir milletvekili
şöyle konuşur:
“Padişah’tan evvela
muhterem ordumuzun süngüsüne, sonra donanmamızın topuna istinaden yeni bir
Başvekil tayinini isteriz.” (A. T. Alkan, a.g.e., s.95)
Sözü
geçen süngü ve toplar bizi Balkan Savaşında dünyaya rezil edecektir; ama,
Meclis’te başarılı olur, Kâmil Paşa hükümeti düşürülür.
Görünüşte
askerin siyasetle uğraşmasından herkes yakınmaktadır. Savaş Bakanı Mahmut
Şevket Paşa tarafından hazırlanıp Meclis’e sunulan, askerin siyasetle
uğraşmasını yasaklayan kanun tasarısı, bir çok tartışmalarla birlikte olumlu
karşılanır, ancak çıkartılamaz. Daha sonra Gazi Ahmet Muhtar Paşa hükümeti sadece
askerlerin değil, memurların da siyasetle ilgisini yasaklayan padişah
iradeleriyle boşluğu doldurmaya çalışır.
Bu
ortamda başlayan Balkan Savaşı’ndaki ordunun durumu ise, tek kelimeyle utanç
vericidir. Bunun da temel sebebi, subayların siyaset ilgileri ve aralarındaki
düşmanlıklardır. Silah atmadan şehirler teslim edilmiş, asker arasında akıl
almaz propagandalar yapılmış; tugaylar, kolordular dağıtılmıştır.
*
* *
Burada,
dikkat edilmesi gereken bir noktaya daha işaret edelim: Şükrü Hanioğlu,
seçkinci zihniyete işaret eder; halka rağmen halkçılık. (Bir Asır Sonra
İnkılab-ı Azim, Zaman, 3 Ağustos 2008, s.22) Bu aslında, halkın
kıblesinden ayrılışın zorunlu tavrı idi. Ve Cumhuriyet döneminde de devam etti.
Bu anlayış sadece İttihat Terakki’ye değil, hemen tüm aydınlara şamildir. Bu
yüzden de, halka dayalı bir hükümet yerine, daima orduya dayalı bir darbenin
çalışmasını yaptılar.
İttihatçılar
dahil o günlerin siyasetçileri günümüz anlamında, hiçbir zaman demokratik bir
rahatlığa sahip olamadılar.
Ahmet
Rıza Bey tekâmülcü idi. İstirdat-ı Vatan, İntikamcı Yeni Osmanlılar gibi bir
kısım gruplar ise, fikri bırakıp silah ve bombalı eylemlere
kaymak
peşinde idiler. Bunların gazeteleri, İntikam, Tokmak ve Darbe gibi isimler
taşıyordu.
1902
kongresinde, Osmanlı Hürriyet Perveran kongresinde Sabahattin Bey, Ermeni, Rum,
Arnavut ayrılıkçılar tarafından oluşturulan ittifaka karşı, Ahmet Rıza Bey
etrafında Türkçü ve pozitivist bir koalisyon kurulmuştu. Ama, eylemciler bu
yapıya fikirlerini egemen kılamamışlardı. (M.ş.Hanioğlu, Zaman, 2
Ağustos 2008, s.22)
1905’ten
sonra Osmanlı Terakki ve İttihat Cemiyeti, giderek ayrılıkçı güçlere karşı
tavır almaya başladı. Daha doğrusu, tavrını açıktan koymaya başladı. Biri
devleti dağıtıp kendi milli oluşumuna yol açmak için çete ve eylem koyuyor,
öbürü devletin bütünlüğünü ve itibarını ayakta tutmak için. Onlar için devlet,
daima en üstün sosyal değer olarak kaldı.
Bütün
bu gelişmeler içinde İttihatçılarda Türkçülük şuuru oluşması için özel bir
gayrete gerek yoktu. Nitekim bütün ileri gelen İttihatçılar bu konuda yeterince
uyanıktı. Ancak, söylem olarak bunu sahiplenmeleri mümkün ve makul değildi.
Çünkü devletin temel anlayışı hala Osmanlı idi ve Türk olmayan Müslüman
kesimler, daha 1918’e kadar devlete büyük ölçüde bağlı kalacaklardı.
7 1970’li
yıllarda Orgeneral Faruk Gürler’i cumhurbaşkanı yapmak için TBMM salonları da
aynı zorba üslupla doldurulmuştu.
S |
ULTAN
Hamit’i Meşrutiyet’in ilanına zorlayan sebepleri Hikmet Bayur şöyle sıralar:
Sultan Hamit yönetiminden doğan hoşnutsuzluklar, Bulgar, Sırp ve Yunan
çetelerinin faaliyetleri ve Makedonya’da Türk ve Müslüman halka yapılan
zulümler. Yemen ve sair yerlerdeki ayaklanmalar ve Türk gençlerinin sürekli bir
seferberlik halinde olması. Büyük devletlerin müdahaleleri ve Makedonya’nın
elden çıkacağı inancının Türk ve Müslümanlarda yerleşmeye başlaması. İttihat ve
Terakki Cemiyetinin teşkilatları ve propagandaları. Orduda özellikle de 3.
Orduda genç subayların tamamının Abdülhamit aleyhine çevrilmesi. Orduda maaş ve
tayinatların zamanında ödenememesi. (h.
Bayur, a.g.e., c.1, Kıs.1, s.429-30)
Yorgun
Padişah, sert mücadelelere girmeyi göze alamamış, suyun akıntısına uymayı yani
Meclis’i toplantıya çağırmayı seçmiştir. Ayrıca Sultan II. Abdülhamit Han,
Şeyhulislam huzurunda Kanun-i Esasî’ye sadık kalacağına dair yemin etmiş ve
bunun halka da duyurulmasını istemiştir. Mabeyn Başkâtibi (Genel Sekreter)
Tahsin Paşa’ya şunları söyler: “Yaşlandım ve yoruldum. Suyun akıntısına
gideceğim. Meşrutiyeti her derde deva sanıyorlar. denesinler, görsünler...”
(Okyar, a.g.e., s.15)
Böylece,
Meşrutiyet ilan edilmiş, ancak hürriyet gösterileri ve nutuklarından başka
değişen bir şey olmamıştır. Meşrutiyet’in ilan edildiği günlerde, memleketin
çeşitli yörelerinde herkes kendine göre bir hürriyet havası tutturur; karmaşa
ve kargaşa olur. O günleri yaşayanlardan bir iki alıntı ile yetinelim:
“Hürriyete herkes
istediği gibi mânâ veriyor; düzen, kanun ve hükûmete itaatten söz edenler
istibdat artığı sayılıyordu. Böyle, ‘Devr-i Dilârâ-yı Meşrutiyette vergi
verilir mi?’ efsanesi, vilayetlerdeki halkın işine geldiğinden vergi toplama
işi durdu.”“Herkes kendi hava ve hevesinin arkasından koşuyordu. Velhasıl her
sınıftan çevrenin, esnaf ve hamalın yegâne meşgalesi siyaset olmuştu. Her
ağızdan yaşasın hürriyet, yaşasın eşitlik, yaşasın adalet sadaları çıkıyordu.”
(Abdurrahman Şeref Efendi ve Mevlanzade Rıfat’dan nakleden A.T. Alkan, a.g.e.,
s.72)
Her
türlü kişisel kin ve öfkelerin bu vesileyle ortaya çıktığı ortamdan
İttihatçılar da rahatsızdır. İbrahim Temo şöyle yazar:
“Manastır daha
civcivli; subayı, başıbozuğu, Arnavut’u, Bulgar’ı birer fatih gibi başı
yukarda, ayakları yer kürenin hareketini durduracak bir tarzda çarpan,
kanatları açılmış horoza dönmüşler. Pek çok dünkü hafiye, hürriyetçileri
müstebitlerin eline verenler, birer hamiyet örneği kesilmişler, meydanlarda,
kahvelerde, meyhanelerde atıp tutuyorlar.” (Nakleden: A. T. Alkan, a.g.e.,
s.74)
İstanbul
sokaklarında soygunlar artar; bakkallarda bile silah ve mermi satılmaya başlar.
Ordu
da allak bullaktır; genç subaylar ordu içinde egemenlik kurmaya başlar,
paşalara sadakat yeminleri yaptırırlar. Ekim ayında Cidde’ye gönderilecek
birliklerden bir alay, terhis zamanlarının geçtiği gerekçesiyle ayaklanır. İsyan
büyümeden bastırılır.
İttihat
ve Terakki Cemiyeti giderek ülkede bir etkinlik kazanıyor idiyse de, Sultan
Hamit ve onun ekibi yine kabinede egemendi. Esasen İttihatçıların Meşrutiyet’in
ilanından sonra uygulamayı düşündükleri bir programları da yoktu; sadece
iktidara ortak olmak istiyorlardı. Bir İttihatçının ifadesiyle,
“Hayatlarında bir
kere olsun bir meclis nasıl toplanır, neleri münakaşa eder görmemişlerdi; ama,
Kanun-ı Esasî ve Meclis-i Mebusan’a bir muskaya inanır gibi iman etmişlerdi.”
(Ziya Nur Aksun, a.g.e., c.5, s.98)
Ülkenin
bir çok yerinde gösteriler yapılmaya, abuk-sabuk nutuklar atılıp dayanaksız
istekler ileri sürülmeye başlanmıştır. İdare şaşkın ve kararsız kalmıştır.
İttihat ve Terakki merkezi de bu gösterilerden bıkkındır ve denetimin ellerinden
çıkmakta olduğunu görmektedir. Bir bildiri yayımlayarak herkesin kanunlara
saygılı olarak, işiyle gücüyle meşgul olmasını, aksine hareket edenlerin büyük
bir sorumluluk yükleneceklerini açıklar.
*
* *
Meşrutiyetin
ilk hükümeti, Sait Paşa kabinesi çok kısa bir süre içinde istifa eder. Kâmil
Paşa’nın üçüncü başbakanlığı 5 Ağustos 1908’de başlar. İttihat Terakki bir
bildiri yayımlayarak Kâmil Paşa hükûmetine tam destek verdikleri, Kanun-ı
Esasî’ye uygun bir idare kurulacağı, bütçenin düzeltileceği, Tanzimat’tan
itibaren bir türlü uygulanamayan, Hrıstiyan vatandaşların da askere alınacağı,
idarede ıslahat yapılacağı açıklanır.
Hrıstiyanların
askere alınacağı haberi Müslümanları da, gayrimüslimleri de rahatsız eder.
Osmanlının
kayıpları da artmaya başlamıştır. Meşrutiyetin gayrimüslimler için bir adım
olmaktan öte anlam taşımadığı belki henüz anlaşılamamıştı; ama, Avusturya
İmparatorluğu Bosna-Hersek’i 5 Eylül’de ilhak etmiş, Bulgaristan Prensliği ise
13 Eylül 1908’de bağımsızlığını ilan ederek Bulgar Krallığı olmuştur. Başbakan
olan Kâmil Paşa, asker yokluğundan şikâyet eder:
“Eğer
Ağustos ayında Rumeli’de hazır kuvvetli bir ordumuz olsaydı, ne Bulgaristan
istiklalini ilan edebilir, ne Avusturya Bosna-Hersek’i kendi memleketine
katabilirdi.” (Z. Nur Aksun, a.g.e, c.5, s.117)
Çok
geçmeden, 5-6 Ekim 1908’de, Osmanlıya bağlı bir eyalet-i mümtaze olan Girit
adası, Osmanlıların aylarca süren, “Girit bizim canımız, feda olsun
kanımız!..” haykırışlarından sonra, Yunanistan’a katıldığını ilan etmiştir.
Bu
arada eski seçim usulüne uygun olarak iki dereceli seçimler yapılır ve İttihat
Terakki Meclis-i Mebusan’a egemen olur; her şeye rağmen örgütlü tek güç odur.
Ancak, bir çok önemli asker İttihatçı Meclis’e giremez. Meclisin aritmetiği
şöyledir: 288 milletvekilinin 147’si Türk, 60’ı Arap, 27’si Arnavut, 26’sı Rum,
14’ü Ermeni, 10’u Sırp ve Bulgar, 4’ü de Yahudi’dir. Bu durumu önceden gören
Sultan II. Abdülhamit Han, Meşrutiyetin ilanına karar verirken, şunları
söylüyordu:
“Bir
hükümdar için lazım olan şey memleketin menfaatidir; eğer bu menfaat Kanun-ı
Esasî’nin ilanında ise, o da yapılıyor. Fakat, iyi tatbik olunur mu, Türk’ün
menfaati korunur mu, burasını kestiremiyorum. Çeşitli emel ve fikirler besleyen
unsurların toplandıkları yerlerde, parti anlaşmazlıklarından memlekete daima
zarar gelir; bizim ilk Meclis’te bunun acı tecrübeleri olmuştur.” (Tahsin
Paşa’dan nakleden Z. Nur Aksun, a.g.e., c.5, s.120)
Meşrutiyet
sonrasında Sultan Hamit hakkında da çeşitli söylentiler çıkar; bu tür
söylentilere yurdun her yanında tepkiler olur.
“Sultan Hamit vefat
etmiş, yok tahtından indirilmiş havadisi Edirne’de yayılınca, İkinci Ordunun
erleri ‘Babamıza ne oldu? İstanbul’a gidip öğreneceğiz.’ isteğinde
bulunmuşlardır. Subayları, ‘Aslı olmayan lakırdıya inanmayın.’ demişler ve teskine
çalışmışlarsa da, ‘Bölüklerdeki kardaşlarımız İstanbul’a gitsin, Babamızı
görmekle bizi tatmin eylesin.’ teklifinde direnmişlerdir. Bu arada bir
Kolağasının, ‘Padişahım çok yaşa!’ levhasını yırtıp, ileri geri konuşması
Yanıkkışla’daki askerleri ayaklandırır;
‘Babamızı
göreceğiz.’ diye diretirler. İstanbul’a gönderilmek zorunda kalınan üç yüz
kadar er, halis bir bağlanışın kanıtı olarak, Yıldız Sarayı’nın önünde,
Padişah’ı şahsen görmüşler ve dualar ederek Edirne’ye dönmüşlerdir.” (Z.Nur
Aksun, a.g.e, c.5, s.124)
İttihat
Terakki Merkez-i Umumîsi de, Meclisin dışında ayrı bir güç merkezi olarak
çalışmaya devam eder. Kâmil Paşa, ilk başlarda İttihat Terakki’nin gücünü
Padişah’a karşı bir denge unsuru olarak kullanmaya kalkar. Meclis açıldıktan
sonra, onlardan el çekerek askerin siyaset dışı tutulması ile ilgilenir. Savaş
ve Denizcilik bakanlarını değiştirir. Cemiyet ise Kâmil Paşa aleyhine
propagandalara başlar. Sonunda Kâmil Paşa hükûmeti, Mecliste verilen
güvensizlik önergesiyle 13 Şubat 1909’da düşürülür. Ertesi gün, Hüseyin Hilmi
Paşa hükûmeti kurulur. Basın İttihatçılar aleyhinde yayınlarını sertleştirerek
artırır. Bu arada İttihat Terakki’nin zorlamasıyla, eski Saray muhafızlarından
kalan bazı kıtalar Selanik ve Suriye’ye gönderilir. Nisan ayında Serbestî
gazetesi yazarı Hasan Fehmi vurulur. Gazeteler İttihatçı milletvekillerine ateş
püskürür:
“Vatan bu hainlerin
müstebit ellerinden kurtarılmalıdır.”
Derken,
Otuz Bir Mart Olayı denilen hareket başlar.
Meşrutiyetin
3. Ordu’nun eseri olduğunu düşünen ve İstanbul’daki 1. Ordu’ya güvenmeyenler,
3. Ordu’dan üç Avcı taburu getirterek Taşkışla’ya yerleştirirler. Bu taburlar
Saray çevresindeki kuvvetlere karşı, gerektiğinde Meşrutiyeti savunacaklardır.
13 Nisan 1909 günü, eski hesapla 31 Mart’ta Avcı taburları, subaylarının
din-diyanet tanımadıkları, kendilerini aldattıkları gerekçesiyle ayaklanırlar.
Olayın gerçek sebepleri hâlâ tartışılmakla beraber, alaylı subayların da içine
karıştığı, rütbesiz askerlerin mektepli subaylara karşı duyduğu hoşnutsuzluğun
bir patlamasıdır. Düzenli, belirli hedeflere yönelik planlı bir hareket olduğu
söylenemez. Ancak, Hareket hakkında sonradan yazan İttihatçılar, (Celal Bayar
gibi) böyle göstermeye gayret etmişlerdir. Hareket içindeki alaylı subaylar
Meclis’e başvurarak alaylı- mektepli ayırımının kaldırılmasını ve özlük
haklarının düzeltilmesini istemişlerdir. O gün için, Meşrutiyetçiler kendi
yapılarına güvensiz olduklarından, olayı olduğundan büyük görmüş ve
göstermişlerdir. Hareket, Padişah’a bağlı ve meşrutiyetçilere karşı bir görünüm
vermektedir. Ziya Gökalp bu hareketi, toplumun canlılığını gösteren sağlıklı
bir tepki olarak değerlendirir.
Ertesi
gün, Adana’da Ermeni ayaklanması patlak verir. Hürriyet, uhuvvet, kardeşlik
sloganlarının pek de gerçekçi olmadığı, Balkanlarda çetelerin yeniden faaliyete
başlaması ile de anlaşılmaya başlar.
31
Mart Hareketinde, Sultan Abdülhamit Han’ın parmağını arayanlar olduğu gibi,
İttihat Terakki’nin bir komplosu olduğunu düşünenler de vardır. Sultan Hamit,
hatıralarında, olaya kesinlikle bir dahli olmadığını söyleyerek şöyle devam
eder:
“Hatta,
kendiliğinden gelmiş bu fırsattan yararlanmaya da tenezzül etmedim. Olayla
ilişkim olsaydı ve istifade etmek isteseydim, ben bugün Beylerbeyi’nde değil
Yıldız Sarayı’nda bulunurdum.” (Abdülhamit’in Hatıra Defteri, İstanbul
1960, s. 134) Sultan Hamit, dönemin siyasi ortamının pek karışık olduğunu
söyleyerek, açık-kapalı siyasi çekişmeleri işaret eder, “Tedbir alındıkça
ortalık karışıyordu. Ortada acz vardı. Gazeteler, cemiyetler, kulüpler
körükleye körükleye 31 Mart yangınını ilan ettiler.” (A.g.e., s.137)
*
* *
Siyasetçi
askerler Meşrutiyet’in tehlikede olduğunu düşünerek tedbir ararlar. Rumeli’deki
3. Ordu Komutanı Mahmut Şevket Paşa’nın başkanlığında toplanarak görüşür ve
“Hareket ordusu” adı ile tertiplenen bir kuvvetin İstanbul üzerine yürümesine
karar verirler.
O
sıralarda Berlin’de askerî ataşe olan Enver Bey süratle Selanik’e gelir ve
Hareket Ordusu’nun kurmay başkanlığını Mustafa Kemal Bey’den devralır; İttihat
Terakki böyle kararlaştırmıştır. Komutan Mahmut Şevket Paşa yönetimindeki
Hareket Ordusu Yeşilköy’e gelir. İstanbul ve Saray Muhafızı paşalar, bu ordunun
dağıtılmasının fazla zor olmadığını söyleyerek Padişah’tan ferman isterler.
Sultan Hamit, İslam ordusunun birbiriyle kapışmasına razı değildir, “Paşalar,
ben Halife-i İslam’ım; Müslümanı Müslümana kırdıramam.” der. Çekilmem
gerekirse çekilirim, diye düşünmektedir. Bazı birliklerin direnme ihtimaline
karşı Padişah’ın “Asker sakın kurşun atmasın. Eğer kurşun atacaklarsa ilk
önce beni vursunlar. ” diye haber göndermesi etkili olur.
23
Nisan’da Hareket Ordusu İstanbul’a girmeye başlar; önemli bir direnişle
karşılaşmaz. Ancak, özellikle Hareket Ordusu içindeki gönüllüler kıyıcı olur ve
kan dökerler. Sultan Hamit’in oturduğu sarayın elektriklerini ve havagazını
kesmek gibi terbiyesizlikler yaparlar. Yıldız’dan Savaş
Bakanlığına
taşınan mücevherat ve tarihî eşyanın da bir kısmı ucuz-pahalı satılır, bir
kısmı belirsiz kişilerce yağmalanır.
27
Nisan 1909 günü, Ayasofya Meydanındaki binasında toplanan Osmanlı Meclis-i
Mebusan’ı Sultan Hamit’i tahttan indirmeye karar verir. Fetva almakta biraz
zorlanırlarsa da sonunda hallederler: Verilen fetvada Sultan Hamit’in bazı dinî
kitapları yaktırdığı, bir kısım önemli şer’î meseleleri kitaplardan çıkarttığı
gibi gerekçeler yer almıştır. Bir Ermeni, bir Yahudi ve bir Arnavut’un
aralarında bulunduğu dört kişilik heyet, Sultan II. Abdülhamit Han’a, Osmanlı
tahtından indirildiğini tebliğ eder. Heyetin teşkil tarzı çok ağırına gider;
ama, sesini çıkarmaz. Selanik’te oturmaya memur edilir.
Sultan İkinci Abdülhamit Han Gazi
A |
BDÜLMECİT Han’ın ikinci oğlu
şehzade Abdülhamit Efendi, 1842 yılında doğdu ve 34 yaşında Osmanlı tahtına
çıktı. Şöyle anlatırlar: “Sima ve bünyesinde Osmanoğullarına mahsus işaretler
iyice belirgindir.” Ela gözlü, keskin bakışlı, kemer burunlu ve tok, kalın
seslidir. Zeki, hassas, ilişkilerinde kibar ve vakarlıdır; görüştüğü insanları
etkiler.
Sarayda
özel hocalar elinde eğitimini almıştır. Arapça, Farsça, Fransızca, Çerkezce ve
Arnavutça bilir; fakat, Fransızcayı bilmez görünür; yabancılarla Türkçe
konuşur. Şehzadeliğinde sporla uğraşmıştır; kürek çekmeyi, ata binmeyi sever.
Silahlara meraklı iyi bir nişancıdır. Marangozluğa merakı olup, saray
marangozhanesinde yaptığı masalar, çekmeceler vardır. Zeki, çalışkan ve
kuvvetli bir hafızaya sahiptir; kolay etki altında kalmaz.
Nakşi
Tarikatına bağlı, dünyayı Müslümanca kavrayabilecek bir iman ve idrak
aydınlığına sahiptir. Hayatı sadedir; tutumluluğu ve hayırseverliği ile
ünlüdür. Hiç bir namazını kazaya bırakmaz. Yüksek hayâ sahibi bir insandır. Tek
alışkanlığı sigara ve kahvedir. Mimariden edebiyata, hayatın her alanında
Doğuludur ve millî olana sahip çıkmakta şaşılacak bir duyarlığa sahiptir.
Sadece müzikte, Türk müziğini de sevmekle birlikte Batı müziğini tercih
ettiğini söyler; nota bilir ve güzel piyano çalar.
Batı
medeniyetinin teknik alanda ileri gittiği, bu daldaki gelişmeleri zaman
geçirmeden almak gerektiği, ancak bu medeniyetin iç yapısının yahut toplumsal
düşüncelerinin bizim zihnî dokumuzu bozacak zehirler olduğu kanaatindedir.
Batıya eğitim için gönderilen gençlerimizin iyi yönlendirilmediklerini, neye
bakıp, neyi seçeceklerini bilmedikleri için, bu medeniyetin zehirli yanlarından
etkilendiklerini ve halkı da zehirlemeye çalıştıklarını, bu yüzden sansür
uygulamak zorunda kaldığını söyler. Hayata bakışı aktiftir; ekmeyen biçemez,
der ve çöküş dönemlerinin uyuşuk kaderciliğini reddeder.
Osmanlı
son döneminin en büyük eğitim ve imar hamlesi onun eseridir. Sultan II.
Abdülhamit Han bir mütefekkir değildi; ama, yönü şaşırtıcı derecede doğru idi.
Onun istikamet ve gayretlerini, sırf İslamcılık hassasiyetlerinin doğuracağı
siyasî imkânlardan yararlanmak çerçevesinde yorumlamak, bize yavan görünüyor.
Onun gayretlerini, daha kapsamlı, daha büyük, daha bütüncü, bir Osmanlı-İslâm
kültürünün diriliş hamlesine dönük olarak değerlendirmek, gerçeğe daha
yakındır. Her düzeyden en büyük eğitim hamleleri onun zamanında
gerçekleştirilmiştir. Hemen hemen hiçbir Osmanlı eseri yoktur ki, onun
zamanında bir restorasyondan geçmiş olmasın. Abdullah Cevdetler Avrupa’nın
materyalist eserlerini tercüme ederlerken, O, Gazalî’nin İhyâ-yı Ulûm’unun
Türkçe’ye tercümesini emretmiş, bir komisyon
kurdurarak
çalışmalara başlatmıştır. Şahsî parasıyla çoğalttığı Kur’an-ı Kerim’leri
İslam Dünyasının her yanına dağıttırmıştır. Bu küçük şeyler, büyük bir idrak ve
hamlenin işareti gibi görünmektedir. Sultan Hamit’in gayret ve istikametini
burada uzun boylu değerlendiremeyeceğimiz için, işaret olmak üzere bir emrine
daha dikkat çekelim: Sultan Murad’ı tahta geçirmek için darbe yapmaya çalışan
“Aziz Bey Komitesi”ne dahil olup, daha sonra yurt dışındaki ilk Jön Türk
gazetesi olan İstikbal’! İtalya’da yayımlayan Ali Şefkati Bey’e, Mısır
Hidiv’i vasıtasıyla düzenli para yardımı yapmıştır. Ali Şefkati Bey, Koçi
Bey Risalesi zemininde ıslahat yapılmasını savunan bir Osmanlı aydını idi;
yani kıblesi değişmemişti.
Osmanlı
Müslüman halkı Sultan Hamit’i pek sevmiş ve çoğu kez ona velayet
atfetmişlerdir. Gayrimüslimler ve Batı etkisinde kalıp ona karşı mücadele
edenler ise “müstebit” demişlerdir. Onlar klasik Osmanlı düzenini değiştirmek,
Sultan Hamit de korumak tavrında olduğuna göre, çatışmaları doğaldır.
Bütün
dünyada İslam dayanışmasını kuvvetlendirmek ve Hilafetin etkinliğini siyasi bir
ağırlık haline getirmek onun temel siyaseti olmuştur. Propagandanın önemini çok
iyi anlamış ve kullanmış bir devlet adamıdır. Yunan Savaşının zaferle
sonuçlanması bütün İslam dünyasında coşkunluk ve sevince yol açar. Sonraki bir
Cuma selamlığında, Hindistan’dan, Arabistan’dan, Afrika’dan gelen prensler,
şeyhler, kabile reisleri onu coşkuyla alkışlamışlardır. Saltanata geçtiği yıl
başlayan 93 Savaşı felaketinden sonra, orduya güvenemediğini düşünebiliriz; en
azından Rusya karşısında kendisini güçlü hissedememiştir. Biraz da bu yüzden,
Yunan Savaşı hariç, hemen her meseleyi politik müzakereler ve manevralarla
çözmeye çalışmıştır. Otuz Üç yıl ülkeyi savaşa sokmaması elbette ki, halk
içindeki itibarını da artırmış ve geçen zamanlara nazaran daha huzurlu ve
varlıklı bir hayat imkânı sağlamıştır. Ancak, bu yıllar kayıpsız geçmemiş,
sadece Sultan Hamit’in politik düzenleri kayıpları engelleyememiştir. O
yıllarda, dünya siyasetinde neredeyse birinci politik araç olarak görülen
orduyu hiç öne sürmeden, yapılan anlaşmaların uygulamalarını sürüncemede
bırakmak, araya farklı yaklaşımlar ve menfaatler sokarak yeni tutumların
doğmasına yol açmak gibi geçici düzenlerle kalıcı sonuçlar almak mümkün
olamamıştır.
Yunan
Savaşındaki başarı O’na bu güveni verememiş ve Sultan Hamit’in orduyu hiç kullanmaması
eleştirilmiştir. O ise, bu eleştirilere, hangi orduyu? diye karşılık vermiştir.
Bugün, geriye baktığımızda, ordunun hiç savaşa sürülmemiş olmasını Sultan’ın
korkaklığına değil gerçekçiliğine bağlamak zorunda kalıyoruz. Çünkü, Sultan
Abdülhamit’ten sonra girdiğimiz ilk savaş Balkan Harbidir ve sonucu bellidir;
giremeyip, bir neslin fedailerine havale ettiğimiz ise, Trablusgarp Savaşıdır.
Bu gerçekler ortadayken, Sultan’ın, kendisine karşı ihtilal yaparlar diye
korktuğu için Donanmayı Haliç’te çürüttüğü iddialarını, yeni bir açıklamaya
gerek duymadan okuyucu değerlendirebilir. Bu değerlendirmeyi yaparken, Askerî
Rüşdiye ve İdadîleri Anadolu ve Rumeli’de yaygınlaştıranın Sultan Hamit olduğu
ve nihayet onu tahtından edenlerin de bu okullarda yetişenler olduğu
unutulmamalıdır. Ayrıca, Sultan Hamit’in demiryolu politikasının askerî değeri
üzerinde konuşmak bile fazladır. Ne yazık ki, gerekli noktalara ulaşılamadan
Büyük Savaş başlamıştır. Bütün bu açıklamalara rağmen, “Hangi orduyu?” dediği
kurumu savaşır hale getirmenin de Osmanlı Hakanına düştüğünü ifade etmek
zorundayız.
Korkak
ve vesveseli olduğu yaygın bir kanaatmiş gibi tekrarlanır. Batılı gözlemciler
O’nun korkak değil, çok dengeli ve hesaplı olduğunu söylerler. “Bosfor’daki
ihtiyar tilki, dünya çapında bir siyasi” benzeri değerlendirmeler yaparlar.
Çok şüpheci olduğu ve zaman zaman bunun vehim derecesine vardığı bilinmektedir;
ancak, bir şey daha bilinmektedir ki, bu şüphelerinin hepsinde haklıdır.
Padişahına bağlı olduğu ve sadakatle hizmet ettiği halde sürgüne gönderilmiş
birini bilmiyoruz! Sürgüne giden yahut koğuşturmaya uğramış olup da, sonradan
yazan ve hatıra yayımlayan herkes, Hakan’a karşı yürüttükleri mücadeledeki
kahramanlıklarını anlatmışlardır; gadre uğradım, diyeni yoktur.
Korkaklığı
ise, onunla mücadele eden kesimlerin, Sultan Hamit’in kişiliğine uymayan bir
yakıştırmalarıdır. Her türlü tehlikeye karşı uyanık ve tedbirlidir; ama,
korkulan tehlike ile yüzyüze gelindiğinde, herkesten daha dik ve pervasızdır.
Bomba olayı, O’nun kişiliğinin tartışılmaz örneğini segilemiştir. Cuma
selamlığından çıkmış, arabasına binecekken patlayan bomba arabayı da, atları
da, çevreyi de alt üst etmişken ve herkes dehşet içinde kaçışırken, O’nun
dimdik ayakta durduğu ve “Bir şey yok, sakin
olun.
”
diye çevresine sükûnet telkin ettiği görülmüştür. Bir deprem sırasında da aynı
tavrını anlatırlar.
Bütün
olumsuz propagandalara karşın, onun merhametsiz, adaletsiz bir hükümdar
olduğunu gösterir bir işaret yoktur. Ömrü Sultan Hamit idaresiyle fiilî
mücadele içinde geçen, O’nun defaatle affına mazhar olup, tekrar mücadeleye
soyunan Eşref Kuşçubaşı hatıralarında hakkı teslim eder. Abdülhamit Han’ın, her
seferinde “Bu sonuncu aftır” deyip, kendisini sayısız kere affettiğini söyleyen
Eşref Bey şöyle ilave eder: “Esasen Padişah gaddar değildi. Sürgünü idama
tercih ederdi; sürgün edilenler hep kendisiyle mücadeleye devam ettikleri
halde...” (Eşref Kuşçubaşı, Hayber’de Türk Cengi, İstanbul 1997,
Yay. Haz.lar: Dr. Philip H. Stoddard ve H. Basri Danışman, s. 219,220)
İttihatçılar,
özellikle de Talat Paşa, zaman zaman Fethi Bey vasıtasıyla, siyasi gelişmeler
hakkındaki düşüncelerini öğrenmek istemiştir. Bir keresinde, Sultan Hamit,
Talat Paşa’nın Fethi Bey vasıtasıyla sorduğu sorulara tek tek cevap verdikten
sonra, sözünü şöyle bitirir: “Ne ben sizleri, ne de sizler beni tanımamışız;
yazık olmuş. ” (Okyar, a.g.e., s.113) İttihatçı ileri gelenleri,
Sultan Hamit’in cevaplarını dikkatle dinledikten sonra, en patavatsızları olan
Dr. Nazım, hayretler içinde şunları söyler: “Şu hale bakın, hepimiz bir
araya gelsek beceremeyeceğimiz mükemmeliyette olanı biteni anlatıyor, dertlerin
şifası için reçete veriyor.” (Okyar, a.g.e., s.121) Halbuki onlar
kendilerinin her şeyi bildiklerini sanıyorlardı.
Sultan Hamit tahttan indirildikten
sonra, Hükûmet onun kişisel servetini de ister. Banka hesapları ve hisse
senetleri bir liste halinde kendisine sunulur. Sultan Hamit şöyle konuşur: “Bu
istenen servet, senelerce ceb-i hümayunumuzun aidatından ve Hazine-i Hassa’dan8 tasarruf edilmiş olan meblağın
sadece mütevazı bir kısmıdır. Ben otuz iki sene içinde şahsıma kanunen, örfen,
ırsen ayrılmış olan bu paraları, benden önceki bazıları gibi har vurup harman
savurmadım; okullar, hastaneler ve her türlü hayrat yaptım. Şimdi, ordumuzun
ihtiyacı için isteniyor. Feda olsun... Milletin verdiği millete gidiyor. ” (Okyar, a.g.e., s.61)
Tahttan
indirildikten sonra, Çırağan Sarayında yaşama isteği kabul edilmez; Selanik’e
gönderilir. Balkan Savaşı, buradaki Alatini köşkündeyken başlar ve 1913
başlarında İstanbul Beylerbeyi Sarayı’na nakledilir. Birinci Dünya Savaşı’nı
görür. 10 Şubat 1918 günü darülbekaya gider. Tabutunun
ardından
bütün İstanbul ve eski muhalifleri gözyaşlarıyla yürür. Divanyolu’ndaki türbeye
defnedilir.
8
Padişahların kişisel ihtiyaçları için ayrılmış olan özel gelirler.
B |
ÜTÜN bu gelişmeler içinde ordu
boğazına kadar siyasete girmiştir ve bölünmüştür. Asker içinde her gün yeni bir
gizli cemiyet kurulmaktadır. Subayların siyaset dışına çıkması, kışlalarına
çekilmesi için bazı teşebbüsler yapılır; ordu komutanı Mahmut Şevket Paşa bir
genelge yayımlar; ama, bu kolay bir iş değildir. İttihat Terakki Partisinin
1909 Selanik’teki ikinci kongresinde de benzeri şikâyetler ve teklifler olursa
da, sonuç alıcı olmaz.
Enver
Bey yeniden, 3 Mart 1909’da gönderilmiş olduğu Berlin ataşemiliterliği görevine
dönmüştür. 25 Ağustos 1909’da Almanya’da yapılan manevralarda bulunur. Oradayken,
aynı yıl içinde, Saray’dan Naciye Sultan’la nişanlanır. Naciye Sultan henüz pek
küçüktür ve Enver onu ölünceye kadar tertemiz bir aşkla sevecektir. Enver
Bey’in evlilik işiyle İttihat Terakki Merkez-i Umumîsi ve Sultan Reşat dahil
herkes ilgilenmiş, işin bir yanından tutmaya çalışmıştır. Son derece mazbut bir
insandır. Sonradan İsmet Paşa’nın anlattıklarına bakılırsa, ömrü boyunca
namahreme göz kaldırmadığını düşünmek mümkündür. Yakın çalışma arkadaşlarından
olan Halil Menteş, onun evliliğinin de bir çeşit Cemiyet işi gibi ele
alındığını yazar:
“Cemiyet, hürriyet
mücahitlerinden bazılarını Sultanlarla evlendirmeyi düşünmüş, bundan maksat da,
inkılabın yeni esaslarını Hanedan aileleri arasında yaymak ve hürriyeti onlara
sevdirmekti. Bunun için Enver ve (Hafız) İsmail Hakkı Beyleri seçmişti. Zira bu
iki zât, özel ahlakları itibariyle saf ve temiz, alkol kullanmazlar, kumar
bilmezler, zendostluk yapmazlar, halkın dediği gibi, uçkurları ve ağızları pek
insanlardı.” (Osmanlı Meclis-i Mebusan Reisi Halil Menteş’in Anıları,
İstanbul 1986, s.252)
Olayın
görgü şahidi arkadaşlarının anlattıklarına göre, Berlin askerî ataşesi iken
başından geçen olay, ancak filmlerde görülebilecek cinstendir: Alman
İmparatorunun yeğeni genç ve güzel bir prenses Enver Bey’e vurulur. Enver Bey,
esasen Alman ileri gelenlerinin, istikbalini çok parlak gördükleri
ve
özel ilgi gösterdikleri bir subaydır; onu her toplantıya çağırır ve imparatorun
emriyle özel olarak ağırlarlar. O kadar ki bu özel muamele yabancı elçilik
mensuplarının ve askerî ataşelerin şikâyetlerine yol açar. Bu prenses de, her
seferinde Enver Bey’in yanında olmaya ve ona kendisini göstermeye çalışır; ama,
Enver, ciddi bir Osmanlı subayı olmaktan öte bir tavır sergilemez. Prenses,
Enver Bey için özel toplantılar, kokteyller düzenler; ama, Enver yine aynıdır.
Bir gün yine Enver Bey için bir yemek verir ve yemekten sonra yatak odasına
geçerek, hafif bir kıyafet giyer ve yatağa uzanır. Enver Bey’i çağırtır. Tam
filmlerdeki gibidir. Binbaşı Enver içeriye girer, hiçbir şey yokmuş gibi
topuklarını vurarak sert bir selam verir ve “Beni emretmişsiniz...” diyerek,
hazır ol durumunda bekler. Kadın çıldırmış bir halde, “Bu adam insan değil,
manken!...” diye haykırmaya başlar...
O günlerinde nişanlısı Naciye
Sultan’a ise şöyle yazar:
“İki Gözüm, Ruhum,
Sevimli mektubunuzu
aldım. Seve seve, sevine sevine okudum. Hayatımda ilk defa olarak duyduğum
hazzı anlatamam. Hele gösterilen alçak gönüllülük, zaten yüksek olan mevkiinizi
nazarımda bir kat daha yükseltti. Sultanım, sizin elem duymanız, kulunuz için
en büyük gönül sızısıdır. Eğer mektuplarınız Berlin’de benim için yegâne
teselli kaynağı olmasaydı, sıkılmamanız için mektup yazmamanızı rica edecektim.
Ruhum efendim, sıkılmayınız, düşündüğünüz gibi yazınız; benim için kaleminizden
çıkmış iki söz, sağlık haberiniz bile yeterlidir. Eğer hayatı, bundan böyle
size bağlı ve sizin sevincinizle sevinen, ufak bir üzüntünüzle acı çeken
bendenizi yaşatmak isterseniz, ara sıra iki kelimecik bir iltifatnamenizi
esirgemeyiniz. Olmaz mı efendiciğim?” (Arı İnan, Enver Paşa’nın Özel
Mektupları, Ankara 1997, s. 492)
Enver Bey, 12 Ekim 1910’da, 1. ve 2.
Orduların manevralarında hakem olarak görev yapmak üzere İstanbul’a gelir.
Enver Bey’in, bu tarihlerden itibaren bir Alman hanım arkadaşına yazdığı
mektuplar vardır.9 Bu mektuplarında zaman zaman ölüm
isteğini dile getirdiği görülür. Bunun, yüksek bir ruhî gerilimin ifadesi mi,
yoksa henüz yolunu bulamamış bir gerilim mi olduğu tartışılabilir. 21 Mart 1911
tarihinde İstanbul’dan yazmış olduğu mektupta şöyle demektedir:
“Bu güzel şehir ve
onun güzel manzaraları, beni seven insanları, bana tapan ailem, bütün bunlar şu
sıra sıkıyor beni. Ne istediğimi bilmiyor, en uç mutluluk ve en uç mutsuzluk
anlarımda duyduğum bir arzuyu düşünüyorum. Ah, bir ölebilseydim!” (Hanioğlu, a.g.e.,
21 Mart 1911, Mektup: 2) Yavuz
Sultan
Selim’in “Selim, her iki cihandan da sıkılmaktadır.” dizesini hatırlatan
bu deyiş, belki de bir cihangirlik ruhiyatı olarak yorumlanabilir.
*
* *
Mart
ayı içinde, Savaş Bakanı Mahmut Şevket Paşa’yla birlikte Makedonya’ya gider;
Selanik, Manastır ve Arnavutluğun bazı kentlerini gezerek Yanya’ya gelirler.
(M. Şükrü Hanioğlu, a.g.e., m.1) Daha sonraki mektubunda, “Önümüzdeki
salı Rumeli’ye gidiyorum.” diye yazar; Bulgar çetecilerine karşı alınacak
tedbirler üzerine araştırma yapacaktır.
14
Nisan’da Selanik’tedir; “Sınırın öbür tarafından gelen düşmanlarımıza karşı
savunmayı üstlendim. ” diye yazar. (Hanioğlu, a.g.e., m.3, 14 Nisan
1911 ) Aynı mektupta, Balkanlarda değişik milletlerin yaptıkları çeşitli
propagandalara karşı, bir karşı-propaganda düzenlemesi yaptığını söyler:
“Selanik’te
bir karşı propaganda düzenledim ve başına da yürekli bir çocuk olan amcamı
(Halil) ve başka arkadaşları getirdim.”
İttihat
Terakki Cemiyeti Rumeli’nin çeşitli yörelerinde okullar açmaktadır. Sadece
Selanik’te on beş özel okul açmıştır. Bir tanesinde iki yüz elli öğrenci
yatılı, iki yüz elli öğrenci de gündüzlü olarak okumaktadır. “Eğitime ne
kadar önem verdiğimi bilirsin.” Yatılıların yetmiş tanesini Cemiyetin taşra
teşkilatları gönderiyor. (Hanioğlu, a.g.e., m. 4, 15 Nisan 1911)
17
Nisan 1911’de, Hukuk öğrencileri ve müderrisleri için verilen bir akşam
yemeğine katılır. Kendisinin protokolde ordu müfettişi ile aynı sıraya konulmasından
çok rahatsız olur. Sonra okulun küçük öğrencileri Enver Bey için bestelenmiş
bir marşı okumaya başlarlar.
“Ne yapacağımı
bilemedim ve sürekli alkışlar beni gerçekten kıpkırmızı yaptı. Bütün bunlar
bana çok dokundu. Sonunda küçükler gelip elimi öptüler; gözlerimden birkaç
damla yaş aktı, (önüne geçemedim). Herkes devamlı alkışlıyordu. Beni dünyanın
en mutlu insanı zannettiklerinden eminim. Ama heyhat! Her şeyi derinliğine
görmenin ve düşünmenin ne demek olduğunu bilmiyorlar.” (Hanioğlu, a.g.e.,
m.5, 17 Nisan 1911)
Bulgar
çetelerine karşı alınacak tedbirler konusunda ilgililerle yapılan bir
toplantıdan dönmüştür. Düşünecek çok şey var, diyor; “Bazen beynimin nefes
alabilmek üzere, yeterince geniş bir mekân bulmak için kafatasımı delmek
istediğini düşünüyorum. ” (Hanioğlu, a.g.e., m.7, 18 Nisan 1911)
Gece
yarısı Selanik valisi kendisini görmeye gelir ve tekliflerinin İç İşleri
Bakanlığınca kabul edildiğini bildirir. Enver Bey, resmî görevinin dışında
Cemiyet çalışmalarıyla da yakından ilgili; hiçbir önemli kararı onsuz almak
istemezler. (Hanioğlu, a.g.e., m.8, 19 Nisan 1911) Bazen rıhtım boyunda
tek başına dolaşmak ona sükûnet veriyor.
“Gökyüzü
simsiyahtı, deniz sakindi, gecenin grimsi karanlıklarında inip çıkan küçük
yelkenliler seçiliyordu yalnızca... Kendimi biraz yalnız hissediyorum; ama bir
iç yalnızlığı bu... Biliyorsunuz, ne için olursa olsun methiyeler duymaktan
hoşlanmam. Vatan için yapıldığında, yapılan her şey çok doğaldır.” (Hanioğlu, a.g.e.,
m.9, 21 Nisan 1911)
21
Nisan 1911 tarihinde, dört bin kadar silahlı askeri bulunan üç Katolik Arnavut
aşiretinin isyanını bastırmak için yaptığı teklifler kabul edilince, kendisi
görevlendirilir. Müslüman Arnavutlar, özellikle İpek bölgesinde askerlerimizin
yanında yer almışlar. 1 Mayıs 1911 tarihli mektubunda da, ayaklanan Katolik
Arnavutların dört bin kadar olduklarını yazmıştım, diyor;
“Geçen yıl
ayaklanmış olan 1,5 milyon Müslüman Arnavut rahat duruyorlar ve kime
karşı mücadele
etmek için olursa olsun hükûmete hizmet ediyorlar.”
Enver
Bey’in, resmî toplantılardan pek hoşlanmadığı anlaşılıyor. Avusturyalı yüksek
devlet görevlileri için verilen bir yemekten sonra şunları yazar:
“Allahım,
insanlar ne çok konuşabiliyorlar. Bitmez tükenmez konuşmalarla geçen bu yemeğin
ardından kendimi hakikaten hasta hissettim.” (Hanioğlu, a.g.e., m.10. 22
Nisan 1911)
Fetih
sırasında camiye çevrilen, çok güzel mozaiklerle süslü bazı kiliseleri
gezdiğini, mozaiklerin boyanmış olduğunu, buraların yeniden düzenlenmesi için
çok büyük paralar harcanacağını söyler. (Hanioğlu, a.g.e., m.11, 22
Nisan 1911)
25
Nisan’da Manastır’a gelir. Bu kenti “Benim zaferimi hazırlayan şehir. ”
diye niteler.
“Ufukta silah
arkadaşlarım ve askerlerle sık sık aştığım dağların beyaz tepeleri görünüyor.
Şimdi can çekişen sevgili vatanımıza karşı kalbimiz sadakat hisleriyle doluydu.
Çetelerle karşılaşmalarımız ve her seferinde kesin bir başarı elde etmemiz
kalplerimizi inanılmaz sevinçlerle doldurmaya yetiyordu. Ve ben garnizona
döndüğümde, sevgili vatanımdan başka hiçbir şey düşünmüyordum.” (Hanioğlu, a.g.e.,
m.12, 25 Nisan
1911)
Tehlikenin
üstüne gitmeyi seven adam, Hareket Ordusu’nda İstanbul’a girişini şöyle
anlatır:
“Tam
24’ü sabahı şafakla Pera’nın kışla duvarlarının arkasındaki çok daha güçlü bir
düşmanın üzerinden İstanbul’a sessizce girmiştim. O gün ölümü aradım. Ama onu
bulmak için nereye koşsam, şimşek gibi kaçıyordu. En tehlikeli noktalar benim
için en emniyetli sığınaklar haline geliyordu. Allah’ın beni başka bir şey için
sakladığını bilmiyordum. Ama, hayata karşı hoşgörümü fark etmedim.” (Hanioğlu, a.g.e.,
m.13, 26 Nisan 1911)
O
“başka bir şey”i o gün için ne olarak düşündüğünü bilemiyoruz.
Enver Beyin bazı
mektuplarında gelecek savaş hakkında sanki açık bir fikri varmış gibi cümleler
yer alır. 27 Nisan 1911 tarihli mektubunda, Manastır’da, Padişahın tahta
çıkışının yıldönümü kutlamalarından söz ederken, “Önce askerî idadînin genç
öğrencileri geçti. Bu küçük askerler, ordunun istikbalini ve yakın bir zamanda
sevgili vatanlarının kaderini kılıçlarının ucunda tutacaklarını
hissedermişçesine başları dik, göğüsleri gururla kabarmış geçiyorlardı.” Aynı
törende komutan konuşmasını yaparken, Meşrutiyetin bir hizmetkârı olarak onun
adından bahseder. “Kopan alkış tufanı başımı önüme eğdirdi.. .Ben, bayram değil
vazife istiyorum ve umarım burada yapacak bir işim olur.” (Hanioğlu, a.g.e.,
m.14, 27 Nisan 1911)
Güçlü
bir doğa sevgisine sahiptir. Her vesileyle çevresindeki güzellikleri yazmaktan
geri durmaz:
“Hava
çok güzel. Hatta güneş biraz yakıyor bile. Şehre on beş kilometre uzaklıktaki
Priştine dağlarının bembeyaz dorukları gibi harika bir manzaram var.”
(Hanioğlu, a.g.e., m.14, 27 Nisan 1911)
Cemiyetin
içindeki anlaşmazlıkları çözmek de onu düşmektedir ve bunda da başarılıdır.
Enver
Bey eğitimle de çok ilgili. Selanik’teki okulların bir benzerini de Manastır’da
geziyor. “İstikbalin bizim olduğuna burada inanabiliriz.” diyor.
(Hanioğlu, a.g..e., m.15, 30 Nisan 1911)
Enver
Beyin mektuplarından, Meşrutiyet için gösterilen çabaların, dağa çıkışların,
hepsinin temelinde coşkun bir vatanperverlik ve milliyetçilik olduğu görülür.
Ancak, Meşrutiyet yönetimiyle ilgili ne duygu, ne de bilgi birikimine
rastlanmaz. Geriye dönük anlatımlarında da, vatanın kurtuluşu için coşkun bir
heyecanla Meşrutiyet’i istemek vardır. Ama bu, içerik olarak yeterince doyurucu
olmayan coşkunluk, halkı etkilemiş ve Enver’i hürriyet
kahramanı
yapmıştır. 4 Mayıs 1911’de, Köprülü’ye giderken uğradıkları Çitçova köyünde,
konuk edildiği eve girişini şöyle anlatır:
“Ev sahibi
merdivenin dibinde elimi, köylü kalbinin memnuniyetini gösteren, gülümseyen bir
yüzle öptü. Altmış yaşlarında bir ihtiyardı. Altı tane çocuğu, onun arkasında,
elleri karınlarının üstünde kavuşmuş duruyorlardı ve odada yirmi kadar yaşlı ve
genç, ayakta beni bekleyen köylüler vardı. Bana ayrılan şeref yerine, onları da
oturmaya davet eden el işaretleri yaparak oturdum. Bütün bu iyi çehreler,
kalpleri dolduran saf bir vatanperverlik hissine ihanet eder gibiydiler. Bu da
beni hem hüzünlendiriyor, hem de sevindiriyordu. Bana bakışları güven ve ümit
doluydu. Bense; onların hayatlarıyla, mülkleriyle, her şeyleriyle, neredeyse
tesadüfi bir şekilde oynuyordum...” (Hanioğlu, a.g.e., m.17, 4 Mayıs
1911)
Enver
Bey, Trablusgarp Araplarını İtalyanlara karşı ölüme sürerken de aynı duyguları
yaşayacaktır.
5
Mayıs’ta Tikveş’tedir.
“Bugün öyle yorgunum
ki, ayakta uyuyorum. Altı saattir bölgenin beylerinden methiye, ya da
şikâyetler duyuyorum; bu beni sıkıyor. Şimdi dinlenmek için yere oturdum,
bacaklarımı uzattım, dizimin üstünde kâğıtlar; tam Türk işi. Köprülü’den
ayrılırken beni alkışlarla neredeyse öldürüyorlardı; garda yığılmış halk,
bitmek bilmeyen müzik vs...”
Tikveş’e girerken
de onu törenle karşılarlar. “Bu köye tek başıma ihtilalin lideri olarak ilk
girişimi hatırladım; köylü kıyafeti içinde, tepeden tırnağa silahlıydım. Elimde
tüfeğim tam yirmi bir saat yakıcı bir güneşin ve şakır şakır bir yağmurun
altında çok dağlık bir yörede yürümüştüm. Gecenin karanlığında kalacağım evin
kapısının önünde beklerken, çok yakınımdan bir jandarma devriyesi geçmişti.
Allah’tan paltom, vücudum ve yanımdaki malzemeyi örtüyordu. Neyse, devriye bana
şüpheli bir bakış atarak geçti gitti. Sanki dünmüş gibi hatırlıyorum; tüfeğimi
nasıl da sımsıkı tutmuştum. Nasıl da bir hiç bazen kaderi tayin ediyor!”
(Hanioğlu, a.g.e., m.18, 5 Mayıs 1911)
7 Mayıs 1911 tarihli, Selanik’ten
yazdığı mektubunda Balkan Savaşı hakkında öngörüsü vardır. Şöyle diyor:
“Karadağlılara
karşı başlatılacak bir savaşın, bütün küçük Balkan devletlerini de beraberinde
götüreceğini düşünüyorum.” Eğer Sırbistan’da, Bulgarlarla ittifak yapmak
isteyen parti iktidara gelirse -ki bu pek muhtemeldir- Balkanlardaki durum daha
da vahimleşecektir. “Ama, biz her şeye karşı koymaya hazırız ve düşmanlarımız
olsun, dostlarımız olsun bunu çok iyi biliyorlar.” (Hanioğlu, a.g.e.,
m.19, 7 Mayıs 1911)
Enver Bey yakındaki savaşı
görmüş, fakat “Her şeye karşı koyma” konusunda, kendisiyle birlikte dostları
da, düşmanları da yanılmıştı.
“Ziyaretlerden,
davetlerden, uzun konuşmalardan ve kutlamalardan yorgun düştüm!
Köprülü’de her milletten insanın bulunduğu büyük
bir toplantı oldu. Bütün civar halklarının beş yüz kadar temsilcisi toplanmıştı
ve Müslüman Jimnastik Kulübü orkestrası benim marşımı çalıyordu; bu beni
kızarttı...” (Hanioğlu, a.g.e., m.19, 7 Mayıs 1911)
Enver
Beyin öngörüsü Balkan Savaşı ile kalmaz; Birinci Dünya Savaşı hakkında da aynı
şeyleri söyler:
“Eğer bu sene umumî
bir harbi önleyebilirsek, önümüzdeki yıl çıkacak bir harbe
zevkle karşı
koyarız.” (Aynı mektup)
Bu
ifadeler, neredeyse açık bilgi derecesinde bir sezgiyi ve Osmanlı için savaşın
kaçınılmazlığını göstermektedir. 27 Temmuz tarihli mektubu ise çok daha açık ve
ilgi çekicidir. Bu mektupta, İngilizlerin Almanlara karşı başlatacakları bir
dünya savaşından söz eder ve bu savaşta Türkiye’nin, niçin Almanların safında
yer alacağının siyasi ve jeopolitik açıklamalarını yapar. (Hanioğlu, a.g.e.,
m. 27, 27 Temmuz 1911) Bir çok Osmanlı subayı ve yöneticisi de bunun
farkındadır. Ama, fertlerin de toplumların da hayatlarında bilmek başka,
yapabilmek daha başka şeylerdir...
Hürriyet
Kahramanı Enver Bey, hiç değilse hürriyetin ilanından itibaren, resmî görev ve
imkânlara hiçbir zaman sığmadı ve onların hep üstünde yaşadı. Asker içinde de,
siviller içinde de onun güç ve itibarı, bulunduğu rütbe ve durumun daima çok
üstünde idi. Ve, durum yahut rütbesini aşan eylemlere giriştiğinde de kimse
bunu yadırgamıyordu. Bu karizmada, millet ve devlete olan saf ve derin
bağlanışı, ataklığı, etkileyici bir teşkilatçı oluşu, Osmanlı halk
destanlarındaki kahramanları hatırlatan temiz ve dürüst kişiliği esas oluyordu.
Gerek asker, gerekse sivil Osmanlı halkı, onu sıradan bir subay olarak
görmüyor, daima büyük bir şeyler yapan yahut yapacak olan bir kahraman gibi
algılıyorlardı. Enver’in cesareti ve yüksek ahlakî şahsiyeti bu tür bir
algılamayı kolaylaştırıyordu. Sivil, asker Osmanlı kamuoyu ihtiyacı olanı
arıyor, bir çeşit Keşanlı Ali Destanı oluşturuyordu.
Enver Bey’in sınıf arkadaşı olan
Fahrettin Paşa, şunları anlatır:
“1911
kışında İstanbul’da seferberlik şubesindeyim. Rütbem binbaşı. Arkadaşlarım olan
hürriyet kahramanları Trablus ve Bingazi’de yerli mücahitlerin başında savaşa
devam ediyorlar. Zaman zaman Balkanların durumundan bahsediyorduk. Bir gün yine
böyle konuşuyorduk... Aramızdan bazıları, ah şu Enver bir Trablusgarp’tan dönse
gelse de aramıza girse, bakın işler nasıl yoluna girer diye söyleniyorlardı Manastır
lisesinden
Harbiye’ye gelen bu on altı yaş sınıf arkadaşım, altı sene aynı dersanede
beraber
çalışmalarımdaki terbiyeli ve mahcup kurmay genç ile beşinci kısımda ilk
karşılaştığımız günü hatırlıyorum. Bir kaşının ortasında bir santimlik bir
beyazlık var. Arkadaşlar kendisine latife ederek bu işaretin, gelecekte pek
büyük adam olacağına delalet ettiğini söylüyorlar. O da kızarıp bozarıp,
Manastır şivesi ile, ‘Alay etmeyin abe kardeşler’ diyor Demek ki, Genel Kurmayın genç elemanları, o vakit Trablusgarp
çöllerinde uğraşan
Enver’in gelip işi almasında istikbal görüyorlardı.”
Enver
Bey bunu anlıyor, görüyor ve sıkıntısını yaşıyordu. Ancak, kişiliğini son
imkânlarına kadar belki de zorlayarak, ömrünün sonuna kadar bu destanı ayakta
tuttu ve kendisine inanıp bağlananları yere baktırmadı. 7 Mayıs 1911 tarihli
mektubunda şöyle der:
“Benim alçak
gönüllü olduğum söylenir hep ve kalbimin derinliğinde de öyleyim. Milletin
nabzını da bununla elimde tutuyorum. ...Bugün Tikveş Beylerinin lideri bana,
‘Bey, hiçbir şey dinleme. Biz senin için nerede istersen ölmeye hazırdık,
hazırız ve hazır olacağız. Bu bizim ilk ve son sözümüzdür.’ dedi.” (Hanioğlu, a.g.e.,m.19
)
Trablusgarb’a
koştuğunda, orada çevresinde toplanan binlerce Arap mücahidi de, hemen hemen
aynı sözleri haykırmış ve Padişah vazgeçse de, ölümüne onun emrinde olduklarını
bildirmişlerdir. Yıllar sonra ve her şeyin tükendiği noktada Türkistan’da
çevresinde toplayabildiği mücahitler de aynı yemini yapıyorlardı. Bunu, Enver Bey’in
ihlası ve büyüleyici kişiliğinden başka bir şeyle açıklamak zordur.
Mayıs ayında, İstanbul’a dönerken
şöyle yazar:
“Vatan için çok
faydalı bir mesele beni İstanbul’a çağırıyor. Bugün güneş pırıl pırıl. Dışarıda
her şey yeşeriyor. Bütün ağaçlar çiçek içinde, göçmen kuşlar trenin
gürültüsünde kaybolan neşeli marşlar söylüyorlar. Masmavi gökyüzü toprağı
çerçeveliyor. Böyle bir günde insanın, dünyada keder olmadığına inanası
geliyor. Bense böyle bir ilkbahar gününden daha melankolik bir şey olmadığını
düşünüyorum ve sevinçlerin çok kısa, pişmanlıkların çok uzun olduğu bu dünyada,
insan ruhunun esareti ziyadesiyle hissediliyor gibime geliyor.” (Hanioğlu, a.g.e.,
m. 21, İstanbul yolunda)
Tam
bir mümin olan Enver Bey’in, tasavvufla ilişkisine dair bir belirti yoktur.
Mektuptaki ruh esareti kavramını, genel İslam kültürü içindeki, canın ten
kafesinde mahpus olduğu anlayışının ve kabına sığmayan bir büyük ruhun ifadesi
olarak algılamak gerekir. Mektup şöyle devam ediyor:
“Vatanımı seviyorum
ve yaralarını hissediyorum onun.” “Size anlattığım şeyler, hayatıma dair benim
çok doğal bulduğum, ama başkalarının büyük başarılar gibi gördüğü küçük
hikâyeler.... Size hep, kendim hakkında yazmış olmaktan korkuyorum. Aslında
başarıları anlatmayı ve kendimi, olmak istediğimden başka göstermeyi sevmem. En
muzaffer işlerde bile, ismimin bilinmemesini ve zaferlerden tamamen kayıtsız
kalmayı isterdim.”
(Hanioğlu, a.g.e., m.22, 12 Mayıs 1911)
Güzel bir İstanbul
gecesinde, “Tabiatın bütün bu güzelliğinde hem bir teselli, hem de derin bir
keder buluyorum. Ama hayatın melankolik yanını yalnızca şimdi değil, burada
kaldığım bütün bir süre boyunca duyuyorum... Düşmanlarımızın çalıştıklarını
biliyorum. Ama kendi gücümüze ve dostların desteğine güveniyoruz. Memleketin
her yerinde Almanya’ya karşı büyük bir sempati duyulduğu hissediliyor ve
özellikle son buhran, Alman olan her şeye bir tek benim bağlı olmadığımı
gösterdi.” (A.g.e., m.23, 14 Mayıs 1911, İstanbul)
Mektuplarından
izlediğimize göre, Enver Bey hem askerî makamlara, hem de Hükümete sürekli
teklifler üretmektedir. (Hanioğlu, a.g.e., m.24, 14 Mayıs 1911)
15
Mayıs 1911’de Dolmabahçe sarayında Enver Beyin nişan töreni yapılır. (Hanioğlu,
a.g.e., m.25, 15 Mayıs 1911)
Arnavutluk
ve Makedonya’daki huzursuzluk ve ayaklanmaları yatıştırmak için Osmanoğlu’na
olan itibar ve sevgiyi kullanmak üzere 5 Haziran 1911’de Sultan Mehmet Reşat
Han, bölgeye bir geziye çıkarılır. Osmanlı Padişahı, şehzade Ziyaeddin, Ömer
Hilmi Efendi, Sadrazam ve bir kısım bakanlarla birlikte Barbaros zırhlısı ile
hareket eder. 16 Haziran 1911 Cuma günü, Gazi Hünkâr Murat Hüdavendigâr’ın
şehit düştüğü Kosova sahrasında yüz bin kişi ile muhteşem bir Cuma namazı
kılınır. Arnavut asilerden bir çoğu huzurda yer öperek itaatlerini arzederler.
Hırıstiyan Arnavutlar için de af çıkartılır. Selanik, Üsküp, Priştine ve
Manastır’ı içeren gezide, Padişahın geçtiği her yerde halk “Baba”
çağırışlarıyla sokaklara dökülür.
Gizli
bir talimatla, Enver Bey’in, İşkodra’da toplanmakta olan ikinci kolordunun
kurmay başkanlığını üstlenmesi istenir. (Hanioğlu, a.g.e., m.26, 27
Temmuz 1911) 30 Temmuz 1911’de, geçici olarak İşkodra karargâhında
görevlendirilir. Bu sırada, Arnavutluğun bazı bölgelerinde Malisörler ayaklama
halindedir. 27 Temmuz tarihli mektubunda Karadağ meselesi dolayısıyla, Giritli
birinin ağzından yaptığı yorumda, İngiltere’nin Almanya’yı çökertmek için her
şeyi yapacağını ve Avrupa’daki müttefiklerini yeterince güçlü gördüğü zaman bu
savaşa başlayacağını söyler. Bu mektup Enver Beyin devletler arası ilişkilerde
ne denli gerçekçi olduğunu da çok açık olarak ortaya koymaktadır. Giritli
şunları söyler:
“Bir tek
Almanya’nın desteğinden emin olabiliriz; çünkü, onun bizimle ilgili bir yığın
iktisadî menfaati var. Ve çünkü bu menfaatler toprak emellerine dayanmıyor.”
Enver
Bey
şöyle devam eder: “Almanya’nın menfaatlerini bir tek güçlü Türkiye garanti
edebilir. Avrupa’da çıkacak genel savaşta Almanya’ya bir tek Türkiye yardım
edebilir. Görüyor musunuz sevgili dostum, Türkler nasıl düşünüyorlar! Ama
tekrar ediyorum, Almanları sevmemin sebebi duygusallık değil; sevgili vatanım
için tehlikeli olmadıklarından dolayı, tam aksine bizim için faydalılar ve her
iki memleketin menfaatleri beraber yürüyor ve daha uzun süre bir arada
yürüyebilir. Hans ile tartışmalarıma değinmek istiyorum. Milletleri birleştiren
duygu değil çıkarlardır. Benim şahsî fikirlerimin millî menfaatlerle bir
alakası yoktur. Eğer Almanya tesadüfen Türklerin azılı bir düşmanı haline
gelirse, sizin en sadık ve en fedakâr dostunuz olarak kalmaya devam edeceğim.”
(Hanioğlu, a.g.e., m.27 Temmuz 1911)
Deniz
yoluyla ulaştığı Abad’dan, sivil kıyafetle ve atla İşkodra’ya doğru yola çıkar;
peşindeki ata sırayla binen iki Katolik Arnavut kadın vardır. Yollar tehlikeli
ve rastladıkları herkes silahlı yahut sopalıdır. “Küçük tabancamın kabzası hep
aVUCUmdaydl.” (Hanioğlu, a.g.e., m.28, 30 Temmuz 1911, İşkodra) Uzun
saatler gittikten sonra, Drina suyunu bir tahta köprüden geçerler. Gecikince,
geceyi bir handa geçirdiklerini düşünen karşılamacılar geri dönmüşler. Ama yine
de köprünün üstü doluymuş. “Bir kısmı beni selamlıyor, diğerleri bana soran,
tedirgin bakışlar atıyorlardı; asker bir Enver Beyi arıyorlardı. Ben onları
kesin olarak hayal kırıklığına uğratmıştım. ” Valinin evinde ağırlanır. “Vali
beni kapıda bekliyordu. Türk usulü beş çeşit yemek, yoğurt ve pilav yedik ve
sonra bir yığın insanın bizi beklediği salona geçtik. ”
1
Ağustos’ta İşkodra’dan yazdığı mektupta, Arnavutluk’taki sorunların
çokluğundan, çözüm zorluğundan ve halkın cehaletinden söz ettikten sonra,
insanın ümidinin kırılmaması mümkün değil diyor ve ekliyor: “Ama, kimse
Allah’tan ümitsiz değil. Bizi mutlu eden ve bütün zorlukları alt etmemizi
sağlayan işte bu güç. ” (Hanioğlu, a.g.e., m.29, 1 Ağustos 1911,
İşkodra)
“Draç bölgesinin
İkinci İhtiyat Alayı bu. Bu askerler insana emniyet telkin ediyorlar;
yiğitlikleriyle ün salmışlar. Ve, benim küçük bir görev verdiğim bir tanesinin,
mücadelenin dışında kaldığı için gözlerinde öfke yaşları vardı.” Enver Bey
teskin edici bir şeyler söyler. “O da bana, hayatta bir kere ölünür, ama bizler
kalabalığız. İnşallah düşman siperlerine bayrağımızı dikecek kadar arkadaşımız
kalacaktır.” diye cevap verir. (Hanioğlu, a.g.e., m. 30. 2 Ağustos 1911,
İşkodra)
4
Ağustos 1911, İşkodra: “Bugün İşkodra surlarının kuzey batı kulesine tırmandım;
korkunç bir güneşin altında, at üstünde, tam altı saat sürdü. Sıcak, Traboş
Dağının tepelerindeki havayı gerçek bir Roma hamamına çevirmişti. Topların
geçmesi için yapılan yollarda, kayaları mayınlayan istihkâm askerleri vardı.
Patlayan mayınların sesi, top atışlarına benziyor ve kulağımı okşuyordu Akşam üstü, ... Başkonsolosunu
ziyaret
ettim. Karısı çok süslenmiş, kolye, broş vs. ne varsa takmıştı. Bana sürekli,
‘Hürriyet Kahramanı, yüz yılların nadiren yarattığı büyük şahsiyet’ diye hitap
ediyordu.
Allahım, ne zevksiz
iltifatlar!” (Hanioğlu, a.g.e., m. 31, 4 Ağustos 1911)
Osmanlı
Hakanının gezisi ve Hükûmetin de anlayışlı davranmasıyla Karadağ’ın elinde
bulunan Malisörler (Hrıstiyan Arnavutlar) serbest bırakılırlar.
“Malisörler
şefleriyle birlikte gittiler bile; yarın hepsi yuvalarında olacaklar. Hükûmet
onlara çok eli açık davranıyor. Ümit ederim ki, böylelikle savaşın tamamen
önüne geçilmiş olur... Karadağ Kralı, o iki yüzlü adam, bu insanlardan
kurtulduğuna çok memnun görünüyor
Sevgili dostum, şimdilik bu iki yüzlülükten memnun
görünüyoruz;
çünkü, bu adamın bir art niyeti var tabii. Düvel-i Muazzama ve Hükûmetimizin
kararlı tavrıdır, O’nu, çok fazla acı çeken zavallı vatandaşlarımızı bırakmaya
zorlayan...” (Hanioğlu, a.g.e., m.32, 6 Ağustos 1911)
33.
mektubunu 9 Ağustos 1911’de, Tuzi şehrinin 650 metre yükseğindeki kayalık Deriç
tepesi üzerine kurulmuş ordugâhtan yazar. İsyancı Katolik Arnavutlara destek
vermek için Karadağlı milislerce korunan bu tepe, gönüllü birliklerimiz
tarafından alınmıştır. Akşama doğru herkes gider. O, İşkodra gölüne hakim Deriç
tepesinden tek başına güneşin bulutlarla cengini, gölü ve alaca karanlıkta
ormanda beliren görüntüleri seyreder. Saatler sonra tek başına, eski çetecilik
günlerindeki gibi taştan taşa atlayarak, kayalar arasından yol bularak aşağıya
iner. Arkadaşları, tek başına dağlarda ne aradığını bilmediklerinden merak
ederler.
“Dışarıda ihtiyar
bir redif askerinin (askerliğini yapıp ihtiyata geçtikten sonra tekrar askere
çağrılan) siluetini gördüm. Nöbet tutuyordu ve soluk ay ışığıyla aydınlanan
esmerleşmiş yüzünde hüzünlü ve ağırbaşlı bir hava vardı. Hiç kıpırdamıyordu.
Çok uzakları, buradan çok uzakları, belki de sevdiklerini düşünüyordu. Ona uzun
uzun baktığım için, ruhunu okuduğumu hissetti. Sallandı, sonra ağır ağır
yürüdü; adımlarının zayıf sesi birbiri ardınca kayboldu. Derken, derin bir
sessizlik çöktü. Bu dünyada tek başıma olduğumu hissettim. İşte subaylar
çadırından gelen bir kahkaha sesi; diğer yanda alkışlar, derken sessizlikten
yükselen boğuk ve derin bir melodi. Karadeniz kıyısındaki Rizeli askerlerin
şarkısının birkaç mısraı geliyor kulaklarıma. Ve sonra askerleri yatsı namazına
çağıran müezzinin sesi... Ah, bazen insan nasıl da bütün kalbiyle dua
edebiliyor!...” (Hanioğlu, a.g.e., m.33, 9 Ağustos 1911)
Bu
sırada Girit Meclisi, Yunan kralına sadakat yemini içer. Bir gazeteci
öldürülür. Balkanlar, bir yangın öncesi yaşamakta; Karadağ, Yunanistan,
Sırbistan ve Bulgaristan savaşa hazırlanmaktadır.
9 Bu
mektuplar, 19 Mart 1911 ile 13 Eylül 1913 arasında, büyük bir kısmı Fransızca,
bir kısmı da Almanca olarak yazılmıştır. Bazı mektuplarının içeriğinden,
arkadaşı Alman Hanımın Türkiye doğumlu ve Avrupa gazetelerinde Osmanlı lehine
yayınlar yaptıracak kadar etkili birisi olduğu anlaşılmaktadır. Enver Paşa’nın
kişiliğini tanımak bakımından son derece önemli olan ve M. Şükrü Hanioğlu
tarafından Türkçeye çevrilerek, asıllarıyla birlikte yayımlanmış olan bu
mektuplardan, mübalağaya kaçmadan alıntılar yapmaya çalıştım; mektuplardan
alıntılarım uzun olmasa da, geniş çaplı olduğunu sanıyorum; ancak, mümkün
olduğu kadar yorum katmamaya özen gösterdim. Almanlar, özellikle Enver Bey’in
Trablusgarp’tan yazdığı mektupları, hem İtalyanlar’a karşı propaganda, hem de
kendi askerlerine örnek olmak üzere, kitap haline getirerek on binlerce
dağıtmışlardır. Mektuplar hakkında daha geniş bilgi için M. Şükrü Hanioğlu, Kendi
Mektuplarında Enver Paşa, İstanbul 1989, kitabına bakılabilir.
A |
VRUPA’da
İmparatorluğumuzu parçalamak için her gün yeni planlar yapılıp düzenler
kurulurken, İtalya da Trablus ve Bingazi’ye gözünü dikmiş, uzun vadeli
diplomatik girişimler yürütmüştür. İngiltere ve Fransa ile anlaşan İtalya, aynı
zamanda Osmanlı ile dost kalmak isteyen müttefiki Almanya’nın da olurunu
almıştı. Avusturya Devleti İtalyanların Trablus’a saldırmasını kendi Balkan
siyaseti açısından uygun bulmuyor ama çıkacak savaşı açıktan durdurmaya da
giremiyordu. Rusya ise, kendi hesaplarına zarar vermeyecek olan bu gelişme
karşısında ilgisiz gibi duruyordu.
Avrupa
siyasetini çok iyi takip eden Sultan Abdülhamit Han, Trablusgarp (Libya)
Fırkasını silah ve mühimmat açısından beslemiş ve daima muktedir komutanların
emrinde bulundurmuştu. Ayrıca, Osmanlı ordusuna yardımcı olmak üzere on beş bin
kişilik Kuloğlu Ocakları’nı kurdurmuş ve Kuzey Afrika’da fevkalade yaygın ve
etkili olan Sünusî tarikatı mensuplarını silahlandırmıştı. Sultan Hamit,
İtalyanlar için kolay lokma olmaktan çıkan bu sahilleri bir yandan da siyasi
manevralarla onlardan uzak tutmaya çalışmaktaydı.
Günün
Sadrazam ve Harbiye Nazırının İtalyan emellerinden haberdar olması doğaldır.
Ayrıca Osmanlının Roma ve Viyana sefirleri de İtalyan niyetleri hakkında
Bâbıâli’yi uyarmışlardır. Fakat, nasıl olursa olur, gaflete gelinir; Trablusgarp
fırkası Yemen’e gönderilir; silahları da tamir edilmek gerekçesiyle İstanbul’a
sevk edilir. Trablus’ta ancak birkaç bin Osmanlı askeri kalır. Kuloğlu Ocakları
da kaldırılır ve silahları yenileriyle değiştirilmek gerekçesiyle İstanbul’a
gönderilir. Bütün bu gelişmeleri İtalyan gazeteleri yazarlar!
1911
yılı Ocak ayında İtalyanlar, Osmanlı yönetiminin Trablusgarp’ta (Libya) İtalyan
çıkarlarına düşmanca davrandığı yolunda bir nota verirler.
Ağustos
1911’de Trablusgarp vali ve komutanı Müşir İbrahim Paşa da, İtalyanların
baskısı sonucu azledilir ve aynı zamanda İtalyan basınında, Osmanlının
buralardaki gayrimüslimlere ağır baskılar yaptığına dair bir yaygara
başlatılır. Trablusgarp halkı ise Osmanlı sadrazamına devlete bağlılık
telgrafları çekerler.
Bu
arada Osmanlı hükümeti Avrupalı devletlere başvurarak, İtalyanların savaş
çıkarmaya çalıştıklarını, buna karşı önlem alınmasını ister. Bütün devletler,
savaş çıkmaz, ama İtalyanlara biraz ödün verin diye cevaplarlar. (Dr. Orhan
Koloğlu, Trablusgarp Savaşı ve Türk Subayları, Ankara1979, s.4)
İtalyanların
Trablus’a saldıracakları kesin gibidir. İstanbul’dan gönderilen Derne gemisi,
Alman bayrağı çekip, İtalyan gemilerinin kuşatmasını aşarak Trablus’a 25.000
tüfek ve yüz asker çıkarmayı başarır.
Çok
geçmez, İtalyanlar Bâbıâli’ye bir nota verirler; 23 Eylül 1911 tarihli bu
notada denilmektedir ki, Trablusgarp (Libya) medeniyetten pek uzak kalmıştır;
Osmanlılar buralardaki yabancılara iyi davranmamaktadır, bu sebeplerle İtalya
Devleti, Trablusgarp’ı işgal edecektir; oradaki Osmanlı askerlerinin karşı
koymaması için talimat verilirse iyi olur... Osmanlı hariciyesi İtalyanlara bir
takım iktisadî imtiyazlar vererek işi geçiştirmeyi düşünürken, 29 Eylül 1911’de
İtalyanların savaş ilanı notası gelir.
“Eski zamanlarda benim durumuma düşen
sadrazamların kafasını padişahlar binek taşında kestirirdi; ben o haldeyim.” diyen
Sadrazam İbrahim Hakkı Paşa istifa eder. Sait Paşa sekizinci kez Sadrazamlığa
getirilir.
Trablus
sahillerini kuşatan İtalya donanması şehrin teslimini ister ve ardından 3 Ekim
1911’de bombardımana başlar. 5 Ekim’de çıkarma yaparak boş kalmış olan Hamidiye
tabyalarını tutarlar. 6 Ekim günü İtalyanlar Trablus şehrini işgal ederler.
Trablus şehri üç yüz altmış yıl sonra yabancılar tarafından işgal edilmiş olur.
Aynı günlerde İtalyan kuvvetleri Tobruk ve Derne’ye girerler. 20 Ekim’de
Bingazi işgal edilir. Bu şehirlerin hiç biri teslim olmamış; sahilde oluşları
sebebiyle İtalyan donanmasının ağır bombardımanlarına hedef olmuşlardır.
Trablus vali vekili miralay Neşet Bey, komutasındaki üç bin kadar Türk askerini
geri çekerek, kırk kilometre kadar içerdeki Aziziye kasabasında karargâh kurar
ve yerli gönüllülerin de katılmasıyla bir savunma hattı oluşturur.
İtalyanların
Trablusgarp’a saldırmaları Osmanlı halkını derinden yaralar; yurdun her yanında
orduya yardım cemiyetleri ve Trablus’ta dövüşmek üzere gönüllü birlikleri
kurulmaya başlar. Bir müddet önce Yemen imamı Yahya yine isyan etmiş ve Osmanlı
askerleri yine Yemen türküleri söyleyerek yollara düşmüştür. İtalyanların Trablus’a
saldırmaları İmam Yahya’yı da etkiler ve “Cephenizi bana değil, düşmana
çevirin.” diye haber gönderir. Ferik İzzet Paşa ile İmam Yahya arasında
“İttifak” adı altında bir anlaşmaya varılır; İmam’a geniş mezhep hürriyeti ve
idarî özerklik verilir. İmam Yahya, İmparatorluğun yıkılışına kadar sözüne
sadık kalarak, bir mesele çıkarmaz. Ancak buradan getirilen kuvvetler Balkan
Savaşına da yetişemezler. Balkanlardaki Hıristiyan halk ise, Trablusgarp için
askere alınırlar endişesiyle kaçıp çetelere katılırlar.
Libya’ya
deniz yahut kara yolundan yardım göndermek imkânsız gibidir. Ancak İttihat ve
Terakki bir beyanname yayımlayarak sonuna kadar savaşılması gerektiğini söyler:
“Hükümetin, bütün milletin kahramanlık duygularına dayanarak, Osmanlı
haklarının korunması zımnında hiçbir şeyden çekinmeyerek tam bir azim ve
kesinlikle yürümesi talep” edilir. Osmanlı Millet Meclisi ve bütün halk
galeyan halindedir. Bu durumda Sadrazam Sait Paşa, Libya’nın savunulacağını
açıklar. Ancak bu savunma fiilen, gizli ve gönüllü subaylar tarafından
gerçekleştirilecektir.
*
* *
Trablusgarp
(Libya) çevresinde savaş rüzgârları esmeye başladığında Enver Bey Berlin’de
askerî ataşedir. Hemen İstanbul’a dönmeye karar verir; artık masa başı
yetmiştir. 4 Eylül 1911 tarihinde, Selanik’e giderken yolda şunları yazar:
“Bu gece çok
yorgunum... Benim için her şey hüzün verici... Düşman süngüleriyle hırpalanmış
ve yaralanmış vatan, hasta yataklarında matem tutuyor. Duygusal olan siz bile
şu andaki durumumu tahmin edemezsiniz. Tren Vardar nehri boyunca giderken, ben
yalnız başıma, tek kişilik kompartımanımda bütün trajediyi yeni baştan
düşünüyorum. Ay ışığı nehrin üstüne gümüşî bir renk veriyordu. Dar vadinin
sağlı sollu yamaçlarının gölgesi, bu gümüşî şerit üzerinde siyah noktalar
meydana getiriyordu. Ve, tren tabiatın açtığı bu yolun yakınından geçerken,
benim kederimi gecenin sükûneti içinden alıp götürüyordu.”(Hanioğlu, a.g.e.,
m.34, 4 Eylül 1911)
Selanik
garında kendisini bekleyen arkadaşları onu Merkez-i Umumî’ye götürürler.
Sonraki gelişmeleri yine mektuplardan izleyelim:
Beş
saatten fazla Trablusgarp konusunu tartışırlar. Sonuçta Enver Bey’in fikri
kabul edilir. “Eğer Hükümet İtalyanların karşısında çekilmeye zorlanırsa,
biz önce Trablus’ta geçici bir hükûmet kurarak, sonra da her şeyi boykot ederek
düşmanlığı devam ettireceğiz.” (aynı mektup) Hükümete, bu “medeni
haydutlara karşı” gerilla savaşı yapılması teklif edilecektir. Bu yolla,
büyük zorluklar çekmeden, eyalete hakim olunabilecektir.
Enver
Bey’e Selanik’te kalarak Merkez-i Umumî’de çalışmasını rica ederler; kabul
etmez. Bir, iki gün sonra İstanbul’a gelir ve o gün, Padişah katına çıkar:
“Padişahımız Sultan
Reşad’ı gördüm. Mahzun, müteessir ve durgundu. Allah bazen ne acımasız oluyor;
bu iyi ihtiyar vatanın çektiği sefaletleri hak etmiyordu. Neyse, Türk
atasözümüzü tekrar etmek lazım: Mevlâm görelim neyler, neylerse güzel eyler.”
diye yazar.(Hanioğlu, a.g.e., m. 35, 8 Ekim 1911)
Yakınları
ve dostları onu durdurmaya çalışırlar; gitme derler, gençsin, parlak bir
geleceğin var, kendine yazık etme derler. Fakat Enver için, Trablus işgal
edilirken, duruş olmaz. Notlarında şöyle yazar:
“Vazifem
bu sefer beni, hiçbir maddî netice alamayacağım bir amaca doğru götürüyor.
Trablus,
zavallı memleket, şimdilik kaybettik -belki de ebediyen-. Peki, o zaman niye
gidiyorum? İslam dünyasının bizden beklediği bir ahlakî görevi yerine getirmek
için.” (Hanioğlu, a.g.e., m.36, 9 Ekim 1911)
Bu
satırlar sadece kendisinin değil, bütün o kahraman neslin sorumluluk şuuru ve
onurunun yüksekliğini göstermektedir. İşte Enver Bey, ömrünün sonuna kadar
budur; her şeyin tükendiği noktada Türkistan’ı kurtarmak için yola çıkarken de
böyle müthiş bir gerekçeye dayanacaktır. O Enver ki daha otuz yaşındadır ve
Osmanlı sarayına damattır. Önünde koca bir ömür ve nice parlak rüyalar
vardır... Dünya tarihinde, böyle bir sorumluluk duygusuyla, geleceğini, bütün
ümitlerini ve hayatını, çıkmaz bir davaya adayıp, kendini Libya çöllerine atan
kaç insan yaşamıştır?... Ama, Libya’daki Osmanlı kahramanlarının hepsi
öyleydi... Arapların Trablusgarp’taki destanını da Enver Bey’in mektuplarından
okuyacağız.
Enver
Bey, Eşref Bey’i (Kuşçubaşı) yanına alarak İttihat Terakki’nin
Nuruosmaniye’deki merkezinde, o sırada içişleri bakanı olan Talat Bey ve
partinin genel sekreteri Halil Menteş ile bir görüşme yaparlar.
Talat
Bey her zamanki soğukkanlılığı ile siyasi gelişmeleri ve hükümetin durumunu
anlatır. Durum ümitsizdir. Talat Bey’in, “Sen başka bir sonuç düşünebiliyor
musun?” şeklindeki sorusuna Enver Bey, hiç tereddüt etmeden cevap verir:
“Ben ve
arkadaşlarım sizler gibi düşünmüyoruz. Bir vatan parçası, ona bağlı olanlar
hayatta nefes aldıkça, elleri silah tuttukça ve atacak kurşun da varsa, utanç
içinde terk edilemez. Biz Trablusgarb’ı Türk ordusunun şeref ve haysiyet sahibi
mensupları olarak sonuna kadar savunacağız. Sizden de hükûmet olarak
beklediğimiz, bize engel olmamanızdır. İşte o kadar...”
Talat
Bey soğukkanlı ve fakat gözleri yaşarmış olarak karşısındaki, ruh dünyalarını
çok iyi bildiği bu pervasız genç subaylara bir süre bakar ve yumuşak bir sesle
şöyle der:
“Yani şimdi sen ve
arkadaşların bir haysiyet ve şeref davasına gireceksiniz, bizler de senin ve
arkadaşlarının ayaklarına çelme takacağız, öyle mi?”
Eşref
Bey hemen atılır:
“Hayır öyle
değil... Bizim istediğimiz daha da basit. Bizi serbest bırakın ve hükûmet
olarak girişeceğimiz mücadelenin önüne çıkmayın. İsterseniz bize eşkıya deyin,
haydut deyin, ordudan kovun, rütbelerimizi alın; fakat Trablusgarb’a gidip
orada namus ve şereflerini yüz yıllardır bize emanet etmiş olanların bu masum
duygularını, siyasi düşüncelerle mahvetmeyin.”
Talat
Bey irkilir:
“Teessüf ederim
Eşref Bey.. Sizin -eliyle Enver’i göstererek- bu çocuğu teskin etmeniz icap
ederken, neler söylüyorsunuz!”
Talat Bey, yeniden hükûmetin ve
ordunun içinde bulunduğu zayıflıkları anlatır; Trablus’a asker göndermenin
fiilen mümkün olmadığını söyler.
“Fakat,”
der, “Siz canınızı verme bahasına devletin yapamadığı bir vazifeyi yerine
getirerek tarihin yüzümüze süreceği karayı silme yiğitliğini göstereceksiniz
de, bizler buna ‘Hayır, olmaz’ mı diyeceğiz?”
Yine Eşref Bey araya girer,
“Yanlış anlaşılıyor
efendim... Hayır demezsiniz, biz bunu bilmez miyiz? Fakat araya hükümet hizmeti
girince, aynı kudrette mazeretler ardı ardına sıralanır ve resmî mantık, bir
çok örneklerinde olduğu gibi gerçeği boğar. Daha böyle bir emrivaki ortada
yokken, bizler başımızı alıp gitmek istiyoruz. Şerefli başarılar elde
edebilirsek hükümetin hareketine kuvvet ve dayanak oluruz. Yok bir şey
yapamazsak külfeti kişi olarak
üzerimize alıyoruz.
Tekrar ediyorum: O zaman hükümet olarak bizi görevden alır, mahkûm edersiniz.
Yeter ki biz orada vazifeye başlayıncaya kadar önümüze resmî engeller çıkmış
olmasın. Enver Bey’in anlatmak istediği de budur zannederim.”
Araya
Halil (Menteş) Bey girer, o da hükûmetle ilgili bazı açıklamalar yaptıktan
sonra, Talat Bey sorar:
“Şimdi söyleyin,
size nasıl hizmet edebiliriz?”(Fuat Bulca’nın hâtıralarına dayanarak nakleden
Cemal Kutay, Trablusgarp’ta Bir Avuç Kahraman, İst.1978, s. 64-67)
Trablusgarp’a
gönüllü olarak gidecek olan subayların hazırlıklarını yapmak ve gerekli desteği
sağlamak üzere Şükrü Bey (daha sonra Maarif Nazırı) ve Kara Kemal Bey yine
gizli olarak görevlendirilir. Gidecek olanların ilk ve âcil masraflarını, Eşref
Bey (Kuşçubaşı) Salihli’de çiftliğindeki bir kısım hayvanları satarak karşılar.
Enver
Bey yine Eşref Beyle birlikte Savaş Bakanı Mahmut Şevket Paşa’ya çıkar ve
düşüncelerini açıklar:
“Trablus’ta
küçük gerilla harpleri yapmamızı tavsiye ettim. İtalyanlar sahile sahip
çıkabilirler. Gemilerinin ağır topları ile bunu başarmaları zor değil. Biz ise
karada ve içeride kuvvetler toplamaya çalışacağız. Genç subaylar atlı Arap
kafilelerinin başına geçecekler; düşmana devamlı saldıracaklar...”
Dışişleri
bakanının, savaşın zaten kaybedilmiş olduğunu, oralara gidip kendisini
harcamamasını söylemesine karşılık, Savaş Bakanı Mahmut Şevket Paşa, Padişahın
da kendilerini desteklediğini, gizli yardım yapılacağını, gerekirse kendisinin
de geleceğini söyleyerek onları yüreklendirir. Aynı zamanda Trablus komutanı
Albay Neşet Bey’e bir yazı gönderir:
“... Emir ve
komutayı size bırakıyorum. Bu esnada beraberinizde bulunan bütün komutanların
yekvücut ve canını verircesine hizmet edeceklerinden eminim. Bu büyük günlerde
her türlü fedakârlığa ve zayiata katlanmak gerekir. Müslümanlığın ve
Osmanlılığın namusu bugün sizin ellerinizde bulunuyor...”
Mahmut
Şevket Paşa, Trablusgarp’taki Neşet Paşa’ya daha sonra gönderdiği özel ve gizli
mektubu şu satırlarla bitirir: “İşte bu olumsuz şartlar içinde o bir avuç
kahraman evladımız, biz devrini tamamlama yolundakiler için teselli ve şeref
dayanağı oldular. Gazaları mübarek olsun. ”
O
günlerde Enver Bey de şunları yazıyordu:
“Şu İtalyanlar bizi
iğrenç, utanç verici bir duruma düşürdüler. Ben, bu çok zayıf insan,
şerefimize ve
kendimize duyduğumuz saygıya sürülen bu lekeyi kendim silmek istiyorum... Size
yazmış olduğum her şeyi yapacağım. Hükümetimiz bu işten vazgeçse bile ben,
kanım bu utanç verici lekeyi yıkayana kadar kararımdan dönmeyeceğim.”
(Hanioğlu, a.g.e., m. 35, 8 Ekim 1911)
Enver
Bey bu infialinde yalnız değildir; Halil Paşa şöyle anlatır:
“İtalyanların,
İttihat ve Terakki içinde ‘Kahpece’ olarak nitelendirilen bu hareketleri bütün
Türklerin izzetinefislerinde, tamiri mümkün olmayan bir yara açtı. Ve ilk akla
gelen şey de, Trablusgarp’ta ölünceye kadar vuruşmak oldu.” (Halil [Kut] Paşa, Bitmeyen
Savaş, İst. 2007, s.67)
Enver
Bey güvendiği arkadaşlarına durumu açıklar; hepsi heyecanla sahip çıkarlar.
Mustafa Kemal’e sorar:
“Mustafa Kemal, sen
daha önce Trablusgarp’ta bulunmuştun; fikrin ne?”
Mustafa
Kemal önlerindeki haritada Trablus sahillerini işaret eder:
“Ben İtalyanların
istila hareketinin kolaylıkla donanmalarının ateş sahasını aşacağına kani
değilim. Eğer bizler zaman kaybetmeden yerli halkı vatanlarını savunma
hususunda maddeten ve manen teçhiz edersek, düşmanın bilhassa çöl içlerine
nüfuzu hiç de kolay olmaz. Hatta diyebilirim ki mümkün de olmaz. Fakat bunun
için vakit kaybetmemek, aynı zamanda bu sonucu alacak kadar güvenilecek diğer
arkadaş kadrosuyla olayların gelişmesini istediğimiz yöne çevirecek çapta bir
müdahaleyi mümkün kılmak şart.” (C. Kutay, Trablusgarp’ta Bir Avuç Kahraman,
s.26 )
Enver
Bey, fedakârlık ve feragat gerektiğinde, o vakitten sonra da her millî
meselenin merkezinde olacak olan Eşref Beye döner:
“Eşref Bey, siz Arabistan’ın
her tarafını yakından bilirsiniz. İtalya’nın istila hareketinin nefs-i
Trablus’ta uyandıracağı tepkiden başka, diğer Arap ülkeleri üzerinde bizim
işimize yarayacak bir mukabelesini mümkün görüyor musunuz?”
Arap
dünyasının ‘Uçan Şeyh’ diye anacağı Eşref Bey, harita üzerinde
açıklamalarına başlar. Eğer Trablus’ta başarılı olursak o zaman Araplardan
insan ve malzeme yardımı alınabileceğini söyler.
“Arapların ruh hali
böyledir. Kendiliklerinden harekete geçmezler... Fakat ruhlarında ve
mantıklarında başarısını istedikleri bir olay, eğer başkasının yardımı olarak
gerçekleşme yolunda olursa, o zaman ona ellerinden gelen yardımı yaparlar ve bu
takdirde fedakârlıktan çekinmezler.”
Sonra,
deniz yolundan İtalyan kuşatmasına rağmen küçük teknelerle yine ulaşım
sağlanabileceğini, İngilizler Mısır’ı zorlasalar da oradaki dostlar
vasıtasıyla
geçişlerin olabileceğini söyler. Nitekim Eşref Bey önceden Mısır’a gidecek ve
gereken hazırlıkları yapacaktır. Hidiv ailesi ve Mısırlı milliyetçiler de gizli
açık desteklerini verecek, İngilizler bu dayanışma karşısında seslerini fazla
çıkartamayacaklardır.
Sonraki
bir gün Enver Bey, Mustafa Kemal ve Fethi Beyleri yanına alarak Harbiye
Nazırının evine gider. Mahmut Şevket Paşa üzüntülüdür:
“Aziz çocuklarım,”
der, “münhasıran bir vatan parçasının müdafaası değil, Osmanlılığın şeref ve
haysiyetinin bütün dünya ve tarih önünde korunması da sizlerin kahramanlık ve
vatanperverliğinize bağlıdır.” Geçen Cuma selamlığından sonra Padişahın
kendisini kabul ettiğini ve şunları söylediğini anlatır: “Paşa, eğer
Trablusgarb’ı İtalyanların istilasına terk edersek, vatanın diğer kısımlarının
varlığı da tehlikeye girer. Etrafımızı, mahvımızı isteyen ve bunun için yüz
yıllardır çalışan nasıl zalim bir çember olduğunu bilirsiniz. Maazallah hepsi
birden üzerimize saldırırlar ve devlet perişan olur. Siz ordu ve donanmanın
başındasınız; bana gerçeği hiçbir şey gizlemeden anlatın.”
M.
Şevket Paşa durumu bütün çıplaklığıyla anlatır. Sultan Reşat şöyle konuşur:
“Bütün
bunlar hakikat olabilir. Fakat bizim ecdadımızın menkıbeleri arasında görünür
imkânsızlıklara rağmen elde edilmiş muhteşem zaferler de vardır. Bu hadiseler
bize asker evlatlarımızın aynı cesaret ve kahramanlık özelliklerini koruyup
korumadıklarını gösterecektir. Benden ne isterseniz elimden geleni yapmaya
hazırım. Yaşlı ve hastayım; buna rağmen Paşa, samimiyetle söylüyor ve hatta
işte irade ediyorum ki, benim savaş hattına gitmem gerekiyorsa, buna da
hazırım.”
Fethi
Bey (Okyar), Fuat Bey (Bulca), Mustafa Kemal Bey ve Eşref Bey o akşam yemeği
Enver Bey’in evinde yerler. Fuat Bey diyor ki:
“Hepimiz
neşeliydik. Binbir yokluk ve mahrumiyet içinde, neticesi elbette ölüm olacak
çetin bir maceraya değil de, sanki manevraya gidiyorduk. Bizim nesil için bu
ruh halini bugün de gayri tabii bulmuyorum. İmparatorluğumuzun en buhranlı
devirlerini yaşadığı o müstesna günlerde, bizi, daha sonra Türkiye
Cumhuriyetine vücut veren çetin mücadelelere doğru iten ve zafere götüren ruhun
mânâsını ve kudretini, bugünkü neslin de idrak etmiş, edebilmiş olmasına dua ederim.”
(C. Kutay, a.g.e., s.30)
Enver Bey hazırlıklarını yapmaya
başlar. O günlerde beş subay adayı okuldan atılmıştır. Enver Bey bu gençlerin
bir yorum meselesinden ötürü haksızlığa uğratıldıkları kanaatiyle, onları
yanına alır; ilk kafile ile gideceklerdir: Gazzeli Cemal, Darendeli İsmet,
Saydalı Hilmi, Tiranlı Cevdet ve Sinoplu Dede Sami.10
Enver
Bey kılık değiştirmiş olarak, İskenderiye’ye gitmek üzere gemiye biner. “Siyah
gözlükler, aşağı doğru bıyıklar, kaşların üzerine kadar inen siyah bir fes.”
(Hanioğlu, a.g.e., m. 37, 10 Ekim 1911) Gemide her şey sakin; Akdeniz’de
İtalyan kruvazörlerinin yanından geçerler. (Hanioğlu, a.g.e., m. 38,14
Ekim 1911)
“Gemide
Faust’u okudum. Çok güzel ve hakikat olacak fikirleri var; ama, ben bu
fikirleri kabul edemem. ” (Hanioğlu, a.g.e., 39. m., 15 Ekim 1911)
Gemi 15 Ekim’de İskenderiye limanına demir atar. “Trablus’tan gelen
haberlere göre, İtalyanlar karaya çıkmak ve kuvvetlerini artırmak için
hazırlanıyorlarmış. ”
Kendisini
karşılayanlar, Mısır’da kısa zamanda 1500 Türk lirası toplandığını, herkesin
vatana nasıl bağlı olduklarını ve “Dört bin Mısır atlısının hazır”
olduğunu bildirirler. “Bütün bu insanlara çok inanmamak gerektiğini anladım.
” “İngilizler bu durumdan istifade ediyorlar, subay vs. ne istersek geçirmemize
izin veriyorlar; gayrıresmî olarak tabii. Böylece sempatimizi kazanmaya
çalışıyorlar. ” (Hanioğlu, a.g.e., m. 40. 15 Ekim 1911)
En
kısa zamanda Mısır’dan ayrılmayı düşünmektedir. “Şehrin elli yıl önceki
bombalanışını düşünüyorum; bugün Trablus’un bombalanışıyla büyük benzerlik var.
” Burada, Trablus mücadelesinin asker, iaşe ve ikmal işleriyle uğraşır;
toplantılar yapar. Kendi topraklarıma açık alınla ve utançsız dönmek için “şimdi
tüfeklerin ve topların dumanlarını arzuluyorum.” Limanda kontrolden
geçerken, “Bilmem hangi akademinin şeref doktoruyum.”
Ertesi
gün yapılan uzun bir toplantıdan sonra, birkaç gün daha şehirde kalmak gereği
doğar. (Hanioğlu, a.g.e., m.41, 17 Ekim 1911) 21 Ekim 1911. Ertesi gün
yola çıkmaya karar verir. Yeniden kılık değiştirmiştir: “Uzun mavi elbise,
başımda beyaz başörtüsü, beyaz maşlak, altın işlemeli kordon; işte tam bir Arap
şeyhi kıyafeti. Ümit ederim fanatik Murabıtlar ve Sünusî şeyhleri bu kıyafeti
görünce bırakırlar; geçerim. ” (Hanioğlu, a.g.e., m. 42, 21 Ekim
1911)
İskenderiye’den
yola çıkmadan önce kaldığı otel odasını anlatır:
“İnsan boğuluyor
burada. Kimbilir ne zamandır değiştirilmemiş beyaz bir çarşaf var yatakta;
zavallı bir şekilde bir yandan sarkıyor. Hortlak yatağı gibi görünüyor gözüme.
İşte yine moralim bozuk; odanın ortasındaki küçük masaya başım ellerimin
arasında oturdum. Duvarda asılı kararmış aynada kendime bakmaya çekiniyorum;
çünkü gündüz yüzümdeki ümitli ifade akşam olunca kayboluyor... İşte duygulu ve
sanatkâr ruhlu
gördüğünüz
dostunuzun çevresi. Her şeyi çok zayıf bir mum ışığı aydınlatıyor... Dışarı
çıktım. Meydanda, Mehmet Ali’nin karanlık heykelinin önünde biraz dolaştım; ama
ışıklandırmadan rahatsız oldum. Üstelik polis de benim oynadığım dilsiz
Suriyeli tüccar olduğuma pek de inanmışa benzemiyordu. Bulvarı geçerken eski
bir binanın kapısının önünde bir yığın insan gördüm. Kendimi kalabalıkla
sürüklenmeye bıraktım ve sonunda kendimi, Avrupa’dayken nefret ettiğim şarkılı
bir kahvede buldum. Her çeşit güzellikten yoksun, zavallı bir yaşlı İngiliz
kadın, boğuk bir sesle şarkı söylüyor ve kollarını eski bir saatin sarkacı gibi
oynatıyordu. Etrafındakilere dağıttığı mimikler ona acınacak bir hava
veriyordu. Sonunda hali bana da dokundu; zavallı kadın ekmeğini vatanından
uzaklarda kazanmak mecburiyetindeydik.”
Enver
Bey’in hassas ruhunun her çeşit duygusallığı, dönüp dolaşıp vatan derdinde
düğümleniyordu.
“Üzüntüden,
vatanımı tehdit eden tehlikenin verdiği acılardan kaçamıyorum ve teselliyi
nereden bulacağımı bilemiyorum.” (Hanioğlu, ag.e., m. 43, 22 Ekim 1911)
Onu
çok daha acılı günlerin beklediğini nereden bilirdi?
Bu
arada, İngilizler, gönüllü Türk subaylarının Mısır topraklarından geçmesini
yasaklar; ancak, Mısırlı subaylar ve halk bu yasağa pek aldırış etmez ve mümkün
olan her desteği verirler. İstanbul’dan gelen yardımlar da Mısır Hilal-i Ahmer
derneği vasıtasıyla Trablus’a ulaştırılır. Enver Beyin burada ikmal işleriyle
görevli olmak üzere bıraktığı Osmanlı subayları ve Mısır kökenliler gizli geçişleri
düzenler.
Enver
Bey 22 Ekim 1911 Pazar günü, trenle yola çıkar.
“Küçük trenimiz bir
kum denizinde ağır ağır yol alıyor. Allahım; ne tren! Sanki vücudumun her
organı ayrı oynuyor gibi. Öğlen yemeğini yedim, sadece kırmızı hurma. Şimdi
alışmam gereken bir yiyecek bu. Tanınmamak için üçüncü mevkide yolculuk
ediyorum. Etrafımda beyaz maşlahlı bedeviler var. İki çocuklu bir Arap kadını,
sağda bir Alman ve bir Fransız; işte seyahat arkadaşlarım. Çöl rüzgârı hepimizi
ince bir kum tabakası ile örtüyor. Pencereler kapalı olduğu halde, bu kum her
yerden giriyor. Yüzlerimiz kum içinde; saçlarımız pudralı; ama en kötüsü, bu
kum insanın ağzına da giriyor ve onu da yutmak gerekiyor.” (Hanioğlu, a.g.e.,
m.44, 22 Ekim 1911)
Enver
Bey tanınmamak için treni değiştirmek zorunda kalır ve bir gece, istasyonda
gelecek treni bekler. “Marşandiz vagonundan bir yer aldım. Çok korkunç bir
bekleme idi bu; dayanılmaz bir koku boğuyordu beni. ”
24
Ekim’de, Daba’nın beş kilometre batısında, marşandizden inerek atlara biner ve
kızgın güneş altında deniz boyu gitmeye başlarlar. “Dün on dört saat at
üstünde gittikten sonra, yirmi dört saattir açız. ” (Hanioğlu, a.g.e.,
m. 45, 24 Ekim 1911)
Şimdi,
bir Arap şeyhinin çadırının gölgesinde çay içmektedir. Bu insan, kendisiyle
aynı sıkıntıları yaşayarak çöle koşan diğer ülkücüler gibi, “vatanım” dediği
bir toprak parçasını savunmak için gidiyordu.
Nişanlısına
şöyle yazar: “Artık Bingazi hududuna bir günlük mesafeye yaklaştım. Yanımda
beş arkadaş var. Bu sıra çok zahmet çekmedim. Allah’ın inayetiyle her şeyimiz
mükemmeldir. Sırtımızda beyaz ihramlar, başımızda kefiyeler, altımızda güzel
Arap atları bulundukça her yerden kolaylıkla geçeceğiz. İnşallah, Allah’ın
yardımıyla Bingazi’de iyi işler görmeye, böylece Padişah ve milletin rızasını
tahsile muvaffak oluruz. ” (İnan, a.g.e., s. 532)
28
Ekim tarihli mektubunda, bugün akşama doğru Türk sınırını geçeceğini ümit
ettiğini yazar.
“Matrok’tan
beri meskûn hiçbir yere rastlamadık. Denizden otuz metre yükseklikteki ovanın
orasında burasında sefil durumda birkaç göçebe Arap çadırı, kahverengi lekeler
gibi duruyorlar. Arkamızda kaybolan küçük tepeler hâlâ ufuğu belirliyorlar.
Sağda denizin ebedî mavi çizgisi. Geceleri tir tir titreyip şafakla yürümeye
başlayarak hep batıya doğru gidiyoruz.... Bavullarımızı taşıyan develerin
ihtişamlı havalarıyla yürüyüşlerini ve beyaz ehramları başlarının etrafında kar
taneleri gibi dalgalanan esmer Arapları görüyoruz.” (Hanioğlu, a.g.e.,
m. 47, 28 Ekim 1911)
“Dün
tırıs giden devenin üstünde on saat boyunca yol almak yorucuydu; 60
kilometreden fazla yaptım. Gece denizin hemen yakınındaki küçük bir koyağın
başına kamp kurmuş bir Arap ailesinin çadırında yattık. Yine de bu türlü bir
hayat çok hoş. Çadırın tavanından tertemiz gökyüzünde huzur dolu ay
izlenebiliyor. Dört kişiyiz. Develerimiz hemen yanı başımızda geviş getirerek
kıpırdanıyorlar. Basit bir akşam yemeğinde bütün aile, iki çadır sakinleri
ateşin etrafında toplandılar. Büyükanne ve yan çadırdan beş çocuğu olan kızı.
Büyükbaba namaz kılmak için çadırdan uzaklaşmıştı. Abdest almak için lüzumlu su
olmadığından, ellerini temiz toprağa sürdü, kumun gitmesi için birbirine çarptı
ve Allah’ın karşısına tertemiz çıkmak için onları yüzünden geçirdi. Aile,
etrafımda cıvıl cıvıl konuşuyordu. Küçükler, onlara verdiğim helvayı paylaştılar.
Akşamın aydınlık gökyüzünde, büyükbabanın eğilen, secde duran ve doğrulan
silueti görünüyordu. Dua ediyor; bütün kalbiyle inandığı Allah’ına karşı
vazifesini yerine getirdiği için mutlu. Hayatın basit ilkelerini takip
ediyorlar. Misafirperverlik onlar için çok değerli, ellerindeki her şeyi bize
ikram etmek için, sürüden özel olarak yakalanan küçük bir keçiyi kesmek
istiyorlar. Nihayet, onları sadece, ateşe atılan taşlar üzerinde pişen arpa
ekmeği yemeğe razı ettim. Çok lezzetli değil, ama yememiz lazım... Dün
Tobruk’ta keşfe çıktım. İtalyanların garnizon olarak sadece iki taburları
kalmış. Beş gün önce üç yüz İtalyan askeri, Türk telgraf hatlarını kesmek üzere
bir çıkış yaptılar. Sonra, Arap kurşunlarının vurduğu yaralı ve ölülerini
taşıyarak aceleyle dönmek zorunda kaldılar. Hem de onları kaç Arap kaçırttı
biliyor musunuz? Hepsi hepsi beş Arap; ama iyi ateş ediyorlardı. Ah şu
ahmaklar! Bu sefer onlara Türkler’deki vatanseverliğin ölmediğini ve düşmanlara
bunu ödetmeyi bildiğimizi göstereceğim.” (Hanioğlu, a.g.e., m.48, Zavi-i
Murassa, 7 Kasım 1911, Tobruk’un 15 km. batısı)
Birkaç
gün önce, İtalyanlar Derne’nin su kaynaklarını ele geçirmek için saldırıya
geçmiş, ancak çok sayıda kayıp vererek çekilmişlerdir. Direnişçiler çok sayıda
silah ve malzeme ele geçirmişlerdi.
“İlerliyorum
ve mutluyum. Soulon’da İtalyanları görebildim. Dün yine altmış el ateş ettiler
ve Banko di Roma’nın taşlarından birinin düşmesine sebep oldular. Arapların
maneviyatı günden güne artıyor. Benim, Halifenin akrabası olarak gelişim,
üzerlerinde büyük bir tesir yaptı. Birliklere gelince, Enver’in onlar için ne
ifade ettiğini biliyorsunuz. Halkın cesaretlendirmeye ihtiyacı yok. Birkaç gün
önce 120 asker ve birkaç Arap milis Dorma’ya saldırdılar. 24 şehit verdikleri
doğru. Ama, 18 top ve 850 İtalyan askeri kazanmak için çok ucuz bir bedel bu.
Arap aşiretlerinin kazanılacak zaferler için nasıl kavga ettiklerini bir
görmelisiniz. Başka aşiretlerin O’ya saldırmasından ve kendilerine, öldürecek
düşman kalmayacağından endişe ediyorlar.” (Hanioğlu, a.g.e.m. 46,
Defne-i zâviye)
İtalyanlar
24 Ekim günü Hani üzerinden saldırıya geçerler. Çarpışmalar sekiz saatten çok
sürer ve çevredeki halk da ayaklanarak İtalyanlara saldırır. İki gün sonra Türk
kuvvetleri iki koldan saldırıya geçer, Cemil Bey Konağı çevresinde yoğunlaşan
çarpışmalarda İtalyanlar yine çok kayıp verirler; ancak, sayı üstünlükleri Türk
tarafının kesin sonuçlar almasına imkân vermez. (Hamdi Ertuna, 1911-1912
Osmanlı İtalyan Harbi, ATESE, Ankara 1985, s.45, 46)
Türk
tarafı 2 Kasım 1911’de yeni bir baskın verir; İtalyanların şehirde kaldıkları
yerler bombalanır. İtalyanlara ağır kayıplar verdirilir. İtalyanlar, Türkler
hep sizi kırdırıyorlar, kendileri savaşmıyorlar, diye halk içine fitne sokmaya
çalışırlar; ancak halkın Türk birliklerine olan güveni gittikçe artmaktadır.
İtalyanlara karşı sabotaj olayları artar.
10
Trablusgarp savaşına gönüllü olarak katılan Osmanlı subay ve sivillerinin
isimleri tespit edilebilenleri şunlardır: Albay Neşet Bey (Trablus doğumlu),
İbrahim Süreyya Bey (Yiğit, sonradan Yenice kaymakamı), Hacı Emin Bey (piyade
yüzbaşısı), Veysel Bey, Kasım Bey, Muhittin Bey, İstihkâmcı Hamdi Bey, Yüzbaşı
Ali Bey (Çetinkaya) (Derne bölgesi), Kurmay Kolağası Mustafa Kemal Bey, (Derne
Tobruk bölgesi), Fuat Bey (Bulca), Rusuhi Bey (sonradan Atatürk’ün baş yaveri),
Fehmi Bey (Mustafa Kemal’in Derne’deki yaveri), Nuri Bey (Conker, Derne
bölgesi), Sapancalı Hakkı Bey, Eşref Bey (Kuşçubaşı) (Derne bölgesi Arap
kuvvetleri komutanı), Enver Bey (Kurmay binbaşı, sonradan Paşa, Derne-Bingazi
bölgesi Başkomutanı), Ali Fethi Bey (Okyar) (Kurmay binbaşı, Trablusgarp
bölgesi komutanı, Neşet Beyin kurmay başkanı), Halil Bey (Kurmay binbaşı Enver
Gönüllü giden
doktorlar: Refik Bey (Saydam), Nihat Sezai Bey (Güran), İbrahim Tali Bey
(Öngören, doktor, kaymakam), Aziz Bey (Tunus’tan geçti), Fahri Bey (Tunus’tan
geçti), Arif Bey (Hilal-i Ahmer heyeti -Kızılay- başkanı), Fikret Bey, İhsan
Bey, Eczacı Nasip Bey.
Gönüllü giden
sivillerden tespit edilebilenler de şunlar: Trablusgarp milletvekili Süleyman
Baruni Efendi, Bingazili milletvekili Yusuf Şetvan Bey, Fizan milletvekili Cami
Bey, Tunuslu Şeyh Salih Efendi, Telgraf memuru Giritli Hüseyin Bey, Sakallı
Şeref, Hukuk öğrencisi Nazım, Muhammet Musa Bey, (Yemen İmamı Yahya’nın yeğeni.
Zuvara’da Mayıs 1912’de Cebel-i Garp valisi ilan edilmiştir). Ayrıca Eşref Bey,
Cezayir bağımsızlık mücadelelerinin büyük kahramanı Emir Abdülkadir’in oğlu
Emir Ali Paşa’yı gelmeye ikna etmiş ve Tunus’ta büyük şöhreti olan Şeyh Salih
Şerif Tunusî de Eşref Bey’in kuvvetlerine katılmıştır. (Dr. Orhan Koloğlu, Trablusgarp
Savaşı ve Türk Subayları, Ankara 1979, s. 4, Dr. Hale Şıvgın, Trablusgarp
Savaşı ve 1911-1912 Türk- İtalyan İlişkileri, Ankara 1989, s.71, C. Kutay, Trablusgarpta
Bir Avuç Kahraman, İstanbul 1978, s.77 vd., S. Nafiz Tansu, İki Devrin
Perde Arkası, İstanbul 1996, s.75)
Bir
İslam Kahramanı Doğuyor...
E |
NVER Bey Derne’ye geldiği zaman
gönüllü Arap direnişçilerinin sayısı beş-altı yüz civarındadır. Bu kuvvetler,
Trablus milletvekili Ferhat Bey, yine Trablus milletvekili Süleyman Baruni ve
Bingazi milletvekili Ömer Mansur Paşa öncülüğünde toplanmıştı. Ferhat Bey,
İtalyanlara karşı kararlılıklarını bir yabancı gazeteciye şöyle anlatır:
“Cihat! Bu kelime
hakkında yazmayın. Fransa’da hakkımızda şüphe uyandıracaksınız. Çıplak ayaklı,
paçavralar içindeki yurtseverleriz biz; tıpkı sizin ihtilaliniz devrindeki
askerler gibi. Din bağnazları değiliz... Türk hükûmeti bizi terkederse, ülkemiz
üzerindeki haklarından vazgeçtiğini ilan edeceğiz. Trablusgarp Cumhuriyetini
kuracağız. Kendi kuvvetlerimizle cumhuriyetimizi nasıl savunacağımızı
göreceksiniz.” (Philip H. Stoddard, Teşkilat-ı Mahsusa, İstanbul 1993,
s.82)
Daha
sonra, Rusya Müslümanlarını aydınlatmak ve sömürücü güçlere karşı birlik
fikrini geliştirmek gibi görevler yüklenerek, Teşkilat-ı Mahsusa tarafından
Rusya’ya gönderilecek olan ünlü İslam seyyahı Abdürreşid İbrahim,
Trablusgarp’ta kırk gün Enver Paşa’nın yanında bulunmuş ve zaman zaman
savaşlara fiilen katılmıştır. Şöyle anlatır:
“Enver Paşa hızır
gibi herkesten önce yetişti; en büyük vazifeyi o gördü. Yoktan bir ordu kurarak
büyük ve şanlı milletimizin namus ve şerefini bütün cihana tanıttı. Milyonlarca
Arabın kalbinde paşalık ünvanı aldı.” (İsmail Türkoğlu, Sibiryalı Meşhur
Seyyah Abdürreşid İbrahim, Ankara 1997, s. 71) Şöyle devam eder: “Bunu
yapabilmek herkesin kârı değildir. Tamam kırk gün içinde ben kendimi Araplara
zor anlatabildim. Onun için bu büyük bir başarıdır, büyük bir fazilettir... Bu
kadar noksanları olan bir ordu ile bu derecelerde büyüklükler göstermek her
yiğidin kârı değildir. Bu da Allah tarafından bir zafer...” (Muhittin Akyiğit, Muharebe
Mektupları’ndan nakleden Hanioğlu, a.g.e. s.31)
Enver
Bey ilk iş olarak bir bildiri yayınlar. İtalyan propagandaları ve yandaşlarına
cevap verir:
“Sizi ‘Halifeniz
İtalyanlara sattı’ gibi sırf iftiradan ibaret yalanlarla kandırmak
istediler. Fakat,
emin olunuz ki, Halife sizi, ey saltanatın itaatli ve sevgili evlatları, sizi
kurtarmak için bütün evlatlarını feda etmeye and içmiştir. Haşa, siz
satılmadınız ve satılmayacaksınız. Adınız Padişahın, milletin kalbine işlenmiş
bulunuyor.” İtalyanlar her türlü insan ve devletler hukukunu çiğneyerek
saldırdılar. Donanmamız yeterince güçlü olmadığı için, geçici olarak kıyı
bölgelerimizi işgal ettiler. “Büyük Halife sizi düşmanın elinden kurtarmak için
beni buraya gönderdi. Geliniz. Geliniz samimi kardeşlerinize kavuşunuz.
Padişahımızın imdadınıza gönderdiği kardeşlerinizle öpüşünüz. Savaşa katılmak
isteyenlere silah ve cephane vereceğim. Ticaretle uğraşmak isteyenler burada
daha uygun ve daha geniş bir şekilde ticaret yapabilirler.
On beş güne kadar
hepinizin gelmesini istiyorum. Şehir, düşmanın elinde bir virane gibi kalsın.
Bu müddetten sonra gelmeyerek şehirde kalanları İtalya Hükümetinin kanun ve
hükümlerine boyun eğmiş sayarak ona göre davranacağım. Baki hepinizin
gözlerinizden öperim.
Padişah Hazretlerinin Damadı,
Bingazi Ordusu Komutanı Kurmay Binbaşı Enver”
(C. Bayar, a.g.e., c. II, s. 654)
Teşkilatçılıkta
fevkalade yetenekli olan Enver Bey, bir de Halife’nin damadı olunca, kısa
sürede gönüllülerin sayısı yirmi bini bulur. Bu müthiş başarıda Enver Bey’in en
büyük desteği, Arapça’nın bir çok şivesini bir Ezherli’den daha iyi konuştuğu
söylenen Eşref Bey’dir. Çölü adım adım dolaşarak kabileleri aydınlatmış, ayağa
kaldırmışlardır. Kısa bir süre sonra artık Enver’e sel gibi gönüllü akmakta ve
eğitim kamplarına alınmaktadırlar. Bu insanların hepsi, sonuna kadar Enver’e
sadık kalmışlardır.
Trablusgarp’ta yanında bulunmuş
olan Emir Şekip Aslan şöyle yazar:
“Onun
Trablusgarp’ta, Yeşil Dağ’da sade kendi eliyle meydana getirdiği askerî düzeni
gören, bilen herkes, teşkilatta, bayındırlıkta, tedbir ve tertip almak
hususunda onun düzeyine erişilmez ve kâbına varılamaz olduğunu anlar. Bu
anlamda Enver Paşa, gerçekten eşi bulunmayan bir tek idi.” (Erol Cihangir, Emir
Şekip Aslan ve Şehid-i Muhterem Enver Paşa, İstanbul 2005, s. 95) Şekip
Aslan şöyle devam eder: “Ne yazık ki, hiçbir şekilde siyaset adamı değildi.
Bununla beraber sınırsız aşırı zekâsı apaçıktı.”
Enver Bey’in oradaki en büyük
başarısı, yüz yıllardır süregelen kabileler arası çekişmeleri kaldırıp, birliği
sağlaması idi.
“Memlekette ilk
defa olarak çeşitli kabileler arasında mutlak bir birlik ortaya çıktı.
Birbiriyle çarpışan bu kabileler ortak bir düşmana karşı cephe aldılar. Bu
cidden büyük bir harikadır. Asırlardan beri aralarında sürüp giden kan
davalarını, genel dava
karşısında
unuttular. Artık bu hususta hiçbir endişem kalmamıştır. Bu harp, kabileleri
birbiriyle barıştırdı. İnşallah bundan sonra memlekete medeniyet de yerleşecek;
iç kavgalar sona erecek ve herkes rahat edecektir.” (Naciye Sultan, Acı
Günler, s.34-35)
“Dün akşam on üç
saatlik bir gece yürüyüşünden sonra geldim ve aşiret reisleri sonuna kadar
İtalyanlara karşı savaşmaya devam etmek için yemin ettiler. Bir yıllık erzak
temin edildi, cephane bol, zafer de yeterince var.” (Hanioğlu, a.g.e.,m.
49, Defne, Kasım 1911)
Bâbıâli de, elçilerine bir
genelge göndererek İtalya’nın Libya’yı topraklarına katmasını kabul
etmeyeceğini bildirir.
*
* *
Enver
Bey Derne’ye geldiği zaman Türk kuvvetlerinin durumu şudur: Trablusgarp’ta 2880
er, 540 at, katır ve 56 top. Bingazi’de ise, 1200 er, 150 at, katır ve 28 top.
(Em. Tuğg. Hamdi Ertuna, 1911-1912 Osmanlı İtalyan Harbi ve Kolağası Mustafa
Kemal, ATESE, Ankara 1985, s. 26)
Enver
Bey, Bomba’nın 10 km. kuzeybatısındaki Zaviye-i Ümürsüm’den şöyle yazar:
“Odada herkes yatmaya
hazırlanıyor ama, yatak yok. Halının üstünde, Derne mutasarrıfı, jandarma
subayı vs. iki sıra halinde ayak ayağa yerleşiyorlar. Ben, bir şeref divanının
üstünde günümü size tasvir etmeye çalışıyorum. Soloun’dan buraya kadar her şey
iyi gitti. Derne’de üç gün önce, bütün bölgelerin şeyhleri, yemin etmek üzere
toplandılar. Tesadüfen, aynı gün Arap asıllı ve Yemen Savaşından sonra tugay
komutanı olmuş biri Mısır’dan geldi. (Halepli Ethem Paşa) Onu Tobruk bölgesi
komutanı olarak tayin ettim; gerektiğinde de vali... Vali tayin ediyor olmam
sizi şaşırtabilir, ama Halife tarafından gönderilen biriyim ve Sultanın
damadıyım. Bir tek bu bağlantı bana yardım ediyor. Araplar hürriyet kahramanı
Enver Beyi ya da kurmay binbaşısı Enver Beyi tanımıyorlar; ama, Halife’nin
Damadı’na saygı gösteriyorlar. Ben burada Sultan adına hükmediyorum... Gittikçe
Arap havasına giriyorum; siyah bir sakalla çevrili esmerleşmiş yüz, sade bir
haki üniforma, ama belde işlemeli gümüş bir kılıç. İşte, Zât-ı Şahane’nin
damadı Enver Bey!.. Araplar bana paşa diyorlar; Sultanın akrabası olan birinin
bey olarak kalmasını anlayamıyorlar. Bugün Murabıtlara giderken Arapların elimi
öpmek için telaşları bana dokundu. Hakikaten Allah’ın bana bu iyi, saf ve sadık
insanların vatanını korumak için bir şey yapmama izin vereceğini ümit
ediyorum.” (Hanioğlu, a.g.e.,m. 50, 16 Kasım 1911, Zaviye-i Ümürsüm)
Eşref
Kuşçubaşı ise, Arapların Enver Beyi çok sevdiklerini ve Türkler arasında sadece
ona “Paşa” dediklerini söyler. Ayrıca, bedeviler arasında, büyük Sünusî şeyhi
Seyyid Mehdi’nin, Enver Bey olarak dirildiği yolunda söylentiler yayılır.
(Philip H. Stoddard, Teşkilat-ı Mahsusa, s.82)
Trablusgarp
savunmasında cepheler şöyle düzenlenir:
Trablusgarp:
Miralay Neşet Bey (Trablus’taki Osmanlı kuvvetlerinin komutanı), Binbaşı Fethi
(Okyar, kurmay başkanı), Yüzbaşı Tahir (2. kurmay başkanı), Yarbay Muhittin Bey
(aşiret gönüllülerinin komutanı); Ordugâhları Aziziye’de.
Humus:
Halil Bey (Komutan, Enver Bey’in amcası), Yüzbaşı Hasan Fehmi (kurmay başkanı),
Karargâhları Cebel-i Margap’ta.
Mesrata:
Komutan Yüzbaşı Hakkı Bey, yardımcısı Teğmen Nuri Bey.
Bingazi:
Komutan Binbaşı Aziz Ali Bey, kurmay başkanı Süleyman Askerî
Tobruk:
Komutan Halepli Ethem Paşa, yardımcıları Binbaşı Nazım ve Teğmen İslam Bey.
Karargâhları Ayne’l-Gazal.
Derne:
Başkomutan Enver Bey, yardımcısı Nuri Bey (kardeşi), Derne komutanı Mustafa
Kemal Bey, kurmay başkanı Yüzbaşı Çerkez Reşit Bey, Bedevi birliklerinin
Komutanı Eşref (Kuşçubaşı) Bey.
Ordugâh: Ayne’l-Mansur ve
Zahire’l-Ahmer’de (P. h. Stoddard,
a.g.e., s.83- 84; yazar bu bilgileri Eşref Kuşçubaşı’ndan almıştır.)
*
* *
“Dün Derne’nin çok
yakınlarındaydım. Düşman siperleri ayaklarımın altındaydı ve bir zırhlı şehrin
önünde geziyordu. Araplar beni her yerde görmekten nasıl da mutlular... Derne
şehrini ele geçirmeyi nasıl da istiyorum, bir bilseniz!” (Hanioğlu, a.g.e.,
m. 51, Zaviye-i Martuba, 19 Kasım 1911)
“Evvelki gün
devemin üzerinde dokuz saatte yetmiş kilometre yaptım ve gece yarısı Zaviye-i
Bishara’ya geldim. İki şeyhin korumasında, bana çok tehlikeli olduğu söylenen
bir bölgeyi geçtim. Çünkü bu bölgede seyyar evlerinin önünden geçtiğim ve
İtalyanlarla dostlukları olduğundan şüphe edilen aşiretler oturuyor. Tehlike
fikri hoşuma gidiyordu; tüfekleri ellerinde nöbet tutan beyaz siluetler, bizi
soğuk bir şekilde selamladıklarında, tabancamı kavradım. Ama, kim olduğumu
anlar anlamaz silahlarını yere attılar ve elimi öpmek için koşuştular. Kimileri
İtalyanları alt ettiklerini, onların korkak ve ödlek olduklarını söyleyerek,
devemin yanında koşuyorlardı. Ve İtalyanlar da bu insanları elde ettiklerini
sanıyorlar... Dün ordunun kasasında tam yedi lira vardı; -bir Mısırlı Şeyh bana
yirmi lira ödünç verdi. Zorluklar beni kamçılıyor, işime engel olmuyor. Dün
gece yüz yirmi askerlik bir grubu, bir o kadar da Arap gönüllüyü teftiş
ettikten sonra oradan ayrıldım. Yemyeşil vadilerin büyüleyici güzelliğini ve
kokulu çalılıkları keşke size anlatabilseydim.” (Hanioğlu, a.g.e., m.52,
Zaviye-i Magara, Derne’nin yirmi km. batısı, 23 Kasım 1911)
Ekimin
24’ünde İtalyanlar bir çıkış yapmak isterler; askerî birliklerimiz gelmeden,
Arap gönüllüler onları perişan ederler.
“Beyaz kumaşlara
sarınmış, yüzleri inci gibi bir dizi dişle bezenmiş ve güneşten esmerleşmiş,
sade ve soylu bu zayıf insanlar nasıl da güzel. Ve daha şimdiden nasıl da bana
sadıklar. Dün bir toplantıda, şeyhlerine ne denli bağlı olduklarını bildiğimiz
Araplar haykırdılar: ‘Eğer şeyhlerimiz tereddüt ederlerse, biz Paşamızı
onlarsız takip ederiz.’.... Şimdi sadık ve kalpleri gibi saf, sevgili
Araplarımın Paşası oldum.” (Hanioğlu, a.g.e., m. 53, Bi’re’l-Habel, 25
Kasım 1911)
Trablus,
Derne, Tobruk ve Bingazi çevresinde iki yıl boyunca hiç eksilmeyen çarpışmalar
olur; İtalyan ordusu bu direnişi yıkamaz. 24 Kasım 1911 Cuma günü İtalyanların
Derne üzerinden ve üç koldan saldırısı başlar. Sekiz saatten fazla süren bu
çarpışmalardan İtalyanlar morali bozulmuş ve yenilmiş çıkarlar. Ertesi günlerde
Türk birlikleri keşif taarruzları ve gece baskınlarına devam ederler.
Trablus
tarafında da 26/27 Kasım’da, kıyıdan on kilometre kadar içeride olan Ayn-ı
Zara’ya saldırırlar. Deniz topçusu desteğinde ilk anlarda Ayn-ı Zara’yı
alırlarsa da, kısa süre sonunda çekilmek zorunda kalırlar.
İtalyanlar
5 Kasım’da tüm Libya üzerinde egemenliklerini açıklasalar da, Arap-Türk
kuvvetleri karşısında, donanma yoluyla elde ettikleri şehirlerin dışına
çıkamamaktadırlar.
Enver
Beyin amcası Halil Bey anlatıyor:
“İki yıl süren bu
savaşta, İtalyanlar bizim bulunduğumuz bölgedeki bu vadiden içeri akamadılar.
Eldeki cephane her savaşçıya ancak yirmi fişek verebileceğimiz kadardı. Hiçbir
taraftan cephane ikmali yapmak imkânı yoktu. Sonra bunun bir yolunu bulmakta
gecikmedik. Kaçakçılar vasıtasıyla kara barut temin ediyorduk. Kapsülleri de
Tunus üzerinden, dışarıdaki arkadaşlar taahhütlü mektuplarla gönderiyorlardı.
İş, kurşunu temin etmeye kalıyordu. Mektupla kapsül getirebildiğimize göre,
bunun da bir çaresine bakardık. Ve çareyi bulduk: Araplar sekizer onar kişilik
gruplar halinde kum tepelerinin arkasından şöyle bir gözükünce, devamlı
gözetlemede bulunan donanma yaylım ateşine başlıyordu. Araplar kafalarını kuma
gömüp saklanıyor, sonra ateş kesilince de kumların arasından misketleri
ayıklatıyordum. Sözün kısası, İtalyanlar vasıtasıyla kurşun temini yolu da
bulundu. Bu garip düşmanların aklına, neden bu adamlar kafalarını kum tepeleri
ardından uzatıp uzatıp çekerler diye bir şey gelmiş ve düşünüp durmuşlardır...”
(Halil Paşa, Bitmeyen Savaş, s.82)
Bu
arada Tunus’ta ve Cezayir’de gösteriler yapılmakta ve İtalyanlara saldırılar
düzenlenmektedir. İtalyan donanması ise Züvvara, Sidi Said, Tacura ve Zaviye
gibi atış mesafesi içindeki kasabaları bombalamaya devam etmektedir.
Enver Bey, 28 Kasım
tarihli mektubunda, “Derne civarındaki siperleri gezdim” diyor, “İtalyan
ölüleri ile dolu. Niye bu insanları kıyıma itiyoruz? Banko di
Roma’nın kasalarını
doldurmak için değil mi? Bankacıların kasalarına birkaç milyon daha yığmak için
vatanın çocuklarını öldürtüyorlar; bir başka vatana, başkalarının mutluluğuna
saldırıyorlar. Sonra da bunun adı insanlık ve vatanseverlik oluyor.
“Biz
ise, vatanımızı savunuyoruz. Her Arap aşireti bana savaşçı gönderiyor. Ak
sakallı ihtiyarlardan, on beş yaşında genç oğlanlara kadar. Onların ahenk
içinde mücadele edemeyeceklerini sanmayın; aksine ölümü kucaklamak için
yarışıyorlar. Fikr-i sabitleri olan bir şey var, o da, eğer ölüm anı gelmişse,
onu kimse durduramaz. Çok güzel ve sade bir atasözleri var: Eğer Allah isterse
düşmanın karşısında cesur kişi bir kere ölür; ama korkak olan her an, yüz kere
ölür Her on savaşçının arkasından,
hepsinin yatacakları
çadırları
taşıyan bir deve geliyor ve istirahat sırasında onlara ekmek pişirmek, savaşta
onlara cesaret vermek, yaralıları taşımak ve pansuman yapmak ve savaş alanında
düşen şehitlere ağlamak için de iki kadın. Eğer insanlık dünyası bizlerin erkek,
kadın vatanımızı savunmak için nasıl çalıştığımızı anlasaydı, belki bize yardım
ederlerdi... Ah, boş bir ümit bu. Artık dünyadan insanlık adına hiçbir şey
beklemiyoruz; tek başımıza çalışacağız ve Allah’a inanıyoruz.” (Hanioğlu, a.g.e.,
m. 54, Bi’re’l-Habel, 28 Kasım 1911)
1
Aralık 1911, Ayne’l-Mansur’da: “Düşmanın kuvvet durumunu anlamak için bugün
yeniden saldırdım: Bu bana bir şarapnel kurşunu yarasına mal oldu... Her yerde
büyük zorluklarla karşılaşıyorum; ama, memnunum ve ümitsiz değilim; çünkü, zorlukları
alt etmek bana her zaman zevk verir. ” (Hanioğlu, a.g.e., m. 55, 1
Aralık 1911)
Tam,
sağlık malzemelerinin tükendiği bir zamanda, ilk sağlık kolu yetişir.
(Hanioğlu, a.g.e., m. 56, 7 Aralık 1911)
15
Aralık tarihli mektubunda, Ayne’l-Mansur karargâhını anlatır:
“Kampımız, küçük
yamaçlarla kesilen bir ovada kurulu. Sağda derin bir yamaç var; dimdik inen
etekleri, Ayne’l-Mansur’dan kaynaklanan suların geçtiği bir çeşit vadi meydana
getiriyor. Yukardan bakıldığında nefis, ama aşağı yukarı elli metre genişliğinde,
çok dar bir vadi görünüyor; hep yeşil ağaçların gölgelerinin vurduğu bir çay,
manzarayı okşuyor. Vadiye iki yanından dimdik inen eteklerin şurasında
burasında komşu aşiretlere hangar vazifesi gören mağara ağızları var... Dipte,
bir tepenin arkasında Kızılay çadırları var. Dört günden beri benim de kendime
ait bir çadırım bile var. Sarayım, iki Mısır çadırından kurulu. Bir tanesi
yatak odası, öbürü kabul salonu; yere atılı iki halı ve beyaz bir kuzu postu
çadırdaki yerimi belirtiyor ve salonun mobilyalarını oluşturuyor. Yatak odası
pek şık; açılır, kapanır bir yatak, deriden, Türk işi küçük bir sandık, bir
kasanın üzerine yerleştirilmiş, lavabo görevini gören düz bir taş; işte
eşyalarım. Renklerini de öğrenmek ister misiniz? Salon kırmızı; Araplar için
millî renk, yatak odam siyah.” (Hanioğlu, a.g.e.,m. 57, 15 Aralık 1911)
“Evvelki gün
kuvvetlerimizle İtalyan kuvvetleri arasında gerçek bir savaş oldu. İtalyanlar
bir çok bölükle, dağ toplarıyla vs. ilerlediler ama bu büyük savaş gerçek bir
bozgunla sonuçlandı. Dokuz saat süren savaştan sonra modern tüfekler, toplar ve
mitralyözlerle silahlanmış sayıca üstün İtalyan ordusunu akıl almaz silahlarla
yendik.
Hakikaten
kendimle iftihar ediyorum ve havan toplarının patlamaları arasında her yanımı
kaplayan bir asker keyfi hissettim. Birkaç yaralı arasında bir de Arap kadın
savaşçı bulunuyordu; havan topuyla göğsünden yaralandı, ama hastanede kalmak
istemedi. Savaşçılara cesaret vermek için gitti. Arapların manevi kuvvetleri
hayranlık verici.” (Hanioğlu, a.g.e., m. 58, 18 Aralık 1911)
“Dışarısı karanlık.
Yağmur dindi. Ordugâhın sessizliğini bir tek havlayan köpekler bozuyor...
Bense, pis İtalyanların şu zavallı memlekette açtıkları yaraları düşünüyorum ve
vatanımın bu bölgesine olan sevgim günden güne büyüyor.” (Hanioğlu, a.g.e.,
m. 59, 29 Aralık1911)
“Bütün
kamp, on sekiz saattir devam eden sel gibi bir yağmurla su içinde kaldı. ”
Hükûmet, Trablus mücadelesi için aylık 25.000 lira tahsis eder. 24 Aralık
tarihli mektubunda, Tobruk, Derne ve Bingazi’de şimdiden on altı bin piyade
toplandığını yazar. Bir yandan da yollar yaptırır ve telgraf hatları döşetmeye
çalışır. “Kısa zamanda sesimi Soloun’dan Trablus’a kadar duyuracak bir
telgraf hattım olacak. Yolları hazırlıyorum; iki ay içinde deve konvoyları
yerine, lüzumlu erzakı taşımak üzere otomobil bulmayı ümit ediyorum.”
Yemen’den gelen Aziz Beyi Bingazi’ye, Abdülkadir Beyi de Derne’ye kurmay
başkanı olarak tayin eder. Savaşı kendi insiyatifleriyle yıllar boyu
sürdürebilecek olan komutanlar yetiştirmeye çalışır. “Benim yokluğumda, ya
da ölümümde, kimse Arap direnişine engel olamasın yahut yavaşlatamasın. ”
(Hanioğlu, a.g.e., m. 60, Ayne’l-Mansur, 24 Aralık 1911)
B |
U
ARADA İstanbul’da İttihat Terakki ve karşıtları arasındaki mücadeleler bütün
üslupsuzluğu ve ölçüsüzlüğü ile devam etmektedir. İttihat Terakki gücünün
kırılabilmesi için asker içinde teşkilatlanma yoluna girilmiş, Halaskar Zâbitân
grubu çalışmalarını hızlandırmıştır. Meclis içindeki muhalif milletvekilleri ve
partiler İttihat ve Terakki’ye karşı birleşmeye başlar. Genellikle Arap
milletvekillerinin oluşturduğu Mutedil Hürriyetperverân Fırkası ile ulemanın
yer aldığı Ahali Fırkası, Rum, Ermeni ve Bulgar milletvekilleri arasında tek
bir parti çatısı altında toplanmak üzere görüşmeler olur. Sonunda Hürriyet ve
İtilaf Partisi kurulur. Asker ve sivil muhalefet arttıkça, İttihatçılar
Meclis’i dağıtarak yeni seçimlere gitmek yolunu seçerler. Bunun için
Anayasa’nın, Meclis ile Hükümet arasında anlaşmazlık olması halinde, Padişah’ın
Meclis’i dağıtma yetkisini düzenleyen 35. maddesinin kolaylaştırıcı yönde
değiştirilmesi teklifini yaparlar. İstenilen değişikliğe göre, Padişah Ayan
Meclisi’nin fikrini almadan ve savaş halinde Meclis’i süresiz dağıtabilecektir.
Muhalefet Sultan Hamit’in kullandığı ve Meclisi otuz üç sene kapalı tuttuğu
böyle bir değişikliğe karşı çıkar. Sert tartışmalar olur. 30 Aralık 1911
tarihli oturuma muhalefet milletvekilleri katılmazlar; oturum açılamaz. Sait
Paşa Hükûmeti çekilir. Ertesi gün Sait Paşa yeniden hükümeti kurmakla görevlendirilir.
Meclis yeniden 35. maddeyi görüşmeye başlar ve kabul edilmesi için gerekli üçte
iki çoğunluk elde edilemez; İttihatçılar 234 milletvekilinin ancak 125’inin
oyunu alabilirler; zayıflamışlardır. İkinci kez, Meclisle Hükûmet’in
anlaşmazlığa düşmesi üzerine, Padişah, üç ay içinde yeni seçimler yapılmak
üzere 18 Ocak 1911’de Meclis’i dağıtır.
Kuruluş
ve çalışmalarında Masonlarla işbirliği yaptığı bilinen İttihat Terakki Partisi,
Trablusgarp Savaşı dolayısıyla, bu merkezi kullanmak ister. Milletvekili Emanuel
Karasu -ki, Makedonya Risorta Locası üstad-ı
azamidir-
vasıtasıyla İtalyan Masonlarının yardımını ister; ancak, hiçbir destek bulamaz.
İttihatçılar, bu vakitten sonra Masonluk’tan soğumaya ve ilişkilerini kesmeye
başlarlar. (Birgen, a.g.e., s.88)
*
* *
Trablusgarp’ta
mücahitlerin ikmal işleri için on bin deve temin edilmiştir. Enver Bey, yollar
tamamlandığında motorlu araçların da devreye gireceğini ümit etmektedir. “Mücadele
etmem gereken akıl almaz zorluklar var. Ama, her buhranda Allah’ın yardımıyla
yine de başaracağımı düşünüyorum... Subaylarımınkine çok yakın bir çadırda bir
bebek dünyaya geldi. Her sabah, beni, hürriyet içinde büyüdüklerini görmek
istediğim yeni nesli düşündüren küçük çığlıklarıyla uyandırıyor. Annesi ona
Enver Mansur ismini verdi; yani muzaffer Enver... ”
1912
yılı birinci ayının sekizinde bir saldırı düzenlerler:
“Onları tel örgüyle
çevrili siperlerinden çıkmaya ittik. Bize iki mitralyöz, otuz bin mermi, iki
yüz elli tüfek ve yirmi beş kasa havan topu mermisiyle iki top ve on katır
bıraktılar. Bu on katıra, mitralyözler için ihtiyacım vardı doğrusu... Yeniden
İtalyan toplarının gümbürtüsünü duyuyorum. Gördükleri her gölgeye, her Araba
ateş açıyorlar. Böylece, Araplarımın başlangıçta korktukları bu zararsız
topların gürültüsüne alışmasına yardımcı oluyorlar...” (Hanioğlu, a.g.e.,
m. 61, Ayne’l-Mansur, 9.1.1912)
Enver
Bey mektuplarında sürekli saldırılardan ve küçük, büyük ganimetlerden,
İtalyanlara verdirdikleri kayıplardan söz eder. Son derece tutumlu davrandığı
için üç ayda yirmi bine çıkan gönüllülerini on beş bin lira ile idare ettiğini
söyler. “Bu akşam kampta olağanüstü bir neşe yaşanıyor; her yerden Arapların
el çırpmaları eşliğindeki monoton şarkıları duyuluyor. Bedevi bir şair Arap
yiğitliği üzerine bir methiye düzüyor... Öbür tarafta genç kızlar son savaş
sırasında ölen bir şehidin cesaretiyle ilgili bir şarkı söylüyorlar. Sonra
şarkıların tesirinde kalıp coşan Arapların tüfek sesleri duyuluyor.”
(Hanioğlu, a.g.e., m. 62, 13 Ocak 1912) “Bu memleketin ve bu halkın
küçük ordusunun varlığı bana bağlı. ” (Hanioğlu, a.g.e., m.63, 21
Ocak 1912)
“Savaş devam ederse
gelip beni görmelisiniz; güvenliğinizi garanti ederim; çünkü burada mutlak bir
güvenlik hüküm sürüyor... Araplar ve Zaviye şeyhlerinin hepsi hükümete doğrudan
başvurabiliyorlar; şimdiye kadar böyle bir şey yoktu. Hükûmet (yani ben) çok
kuvvetli; onları bir dedikodu endişesi duymadan ölüme mahkûm edebilirim. Ama bu
güveni kaba kuvvetle kazandığımı sanmayın sakın; onu adaletle ve hem kendimin
hem de arkadaşlarımın mutlak sadakatiyle kazandım. Araplar şöyle
diyorlar: Bu
savaştan çok memnunuz, çünkü bize Halifemizin otoritesine ihtiyacımız olduğunu
gösterdi. Halifemiz de anladı ki, bizler onun ölümüne kadar sadık ve fedakâr
kalacak oğullarıyız.
“Görüyor musunuz
sevgili dostum! Böylesine sadık bir unsurdan neler yapılamaz ki? Sizin
gazetelerinizde bizim yiğitliğimizden ve kahramanlığımızdan bahsediliyor; ama
bizim dilimizde bu kelime yok. Çünkü beni çevreleyen kadın, erkek herkes ölüme
şarkı söyleyerek gidiyor ve böyle insanların arasında olunca da, en azından o
kadarını yapmak lazım. Anlayacağınız, sizin belki de kahramanlık diye
adlandırdığınız bizim için günlük hayat. Bana bir istisnaymışım gibi
bakıldığında, bir kahraman olduğum söylendiğinde hakikaten utanıyorum.” (Hanioğlu,
a.g.e, m. 64, 27 Ocak 1912)
Aynı mektupta, Bingazi tarafından
da emin olduğunu yazar;
“Tayin ettiğim
komutan aşırı yetenekli ve çok yiğit... Ekte, sizi şaşırtacak birkaç küçük
kâğıt gönderiyorum. Bozuk para yokluğunu önlemek için, kâğıttan para bastırdım.
Üzerinde sadece benim mührüm ve Arapça ve Türkçe olarak değeri var. Arapların
bu kâğıtları altın ya da gümüş gibi kabul etmelerinden gurur duyuyorum.”
“Ocak 1912
“Ruhum, Sultanım
Efendim,
“....... Bundan iki ay önce pek hafif
şekilde yaralanmıştım. Fakat, hamdolsun, hiçbir
şeyim kalmadı. Ondan sonra da beş savaşta
bulundum; hiçbir şey olmadı. Gerçek koruyucu olan Allah, herkes gibi beni de
korur. Bunun için hiç endişe buyurmayınız.” (A. İnan, a.g.e., s.479)
T |
RABLUS’ta yaşanan Osmanlı destanının
en güzel anekdotlarını Halil Paşa anlatır:
“Şimdi
hatırlayabildiklerim arasında bir Ahmet Annak, bir de Kambur vardı.
İtalyanların durumunu öğrenmek için İtalyan esirlere ihtiyacım oldu. Aklıma
Kambur geldi. Kendisini çağırttım; ışıl ışıl gözleriyle karşımda dikildi, bizim
askerlerden öğrendiği şekilde selam vermeye çalıştı. Selamı yanlıştı ama,
olsun; başıbozuk olmaktan kurtulmak istiyordu ya... ‘Bak Kambur,’ dedim, ‘diri
bir İtalyan istiyorum. Getirirsen sana tam beş altın var.’ ‘Bahi.’ demesi ile fırlaması
bir oldu...
“Güneş doğup
yükselmeden ve sabah baskını vakti geçmeden uyumamayı âdet edinmiştim... Her
gece baskıncı beni çadırımın önünde elimde silahımla bulurdu... Kambur’u,
elinde bir İtalyan başıyla görünce canım sıkıldı. Onu şöyle azarladım: ‘Kambur
ben senden baş değil, canlı adam istedim, bunu bana ne diye getiriyorsun?’
Kambur mahcup oldu; sıkıldı, başını önüne eğdi ve şöyle dedi: ‘Efendim, ben ne
yapayım. Tel örgüyü kestim, üstüne atlayıp yakaladım, efendi gel seni kumandan
paşa istiyor, dedim; herif dil bilmiyor, anlamadı, tuhaf hareketler yaptı.
Zorla sürüklemek istedim, olmadı, tüfeğe davranmak istedi, ben de vazifeyi tam
yapayım diye bir çelme savurdum yere yıktım, kestim kafasını size getirdim...
İnanmazsanız şimdi gider gövdesini de getiririm...’
İtalyanlar her gece
tel örgülerinin kesilmesinden, nöbetçilerinin kafalarının kesilmesinden,
ellerinden silahlarının alınmasından bıktılar... Ertesi akşam, gene çadırımın
önünde oturuyordum; bizim Kambur pat diye karşıma dikildi. Bu defa yanında
zincire bağlı simsiyah bir kurt köpeği var... Tasmasında da Briganti yazıyor.
Kambur’un yaptığına güler misin, ağlar mısın... Saf, küçük bir çocuk gibi
yüzüme bakıp durmaya başladı. ‘Nerden çıkardın bunu be kambur?’ diye sorunca,
gene çocuk çocuk anlatmaya başladı: ‘Kumandan paşam, tel örgüleri kestim,
sürüne sürüne nöbetçi arıyordum. Baktım nöbetçi yerine bu köpeği bağlamışlar.
İtalyanlar köpeğin, çıplak adama havlamayacağını bilmiyorlar; ben de soyundum
ve köpeği tuttum getirdim...” (Halil Paşa, a.g.e., s.84-85)
Enver Bey, ünlü şeyhlerin
çocuklarından yüz kişilik bir muhafız birliği kurmuştur. Sabırsızlıkla
beklediğini söylediği, beş yüzü atlı olmak üzere üç bin kişilik Berassa
gönüllüleri gelirler.
“Bütün birlikler
onları karşılamak için hazır bulundu. Bu nefis sahneyi görmenizi nasıl
isterdim! Arap
kadınlar askerlerin önünde gidiyor ve şarkı söylüyorlardı. Şeyhlerin hanımları
ve aşiretin en güzel kızları onları develerin üzerinde takip ediyorlardı. Atlar
dörtnala girdiler ve şeyhler sırayla elimi öpmeye geldiler. Aşiret şairleri
ailelerini ve memleketlerini terk ettiklerini ama ancak zafer kazanıldıktan ve
düşmanı denize döktükten sonra onları tekrar görmek istediklerini anlatan
şarkılar söylüyorlardı.” (Hanioğlu, a.g.e, m. 64, 27 Ocak 1912)
Kuzey
ve Orta Afrika’da pek yaygın olan Sünusî tarikatının Kufra’da oturan büyük
şeyhi Ahmet Şerif el-Sünusî, İtalyanlara karşı Cihad-ı Mukaddes ilân ettiğini
ve yakında kendisinin de yanına gelip onunla birlikte savaşacağını bildirir.
Askerler ve gönüllü birlikler içinde büyük sevinç olur. Enver Bey, Şeyh’e cevap
yazar ve hediyelerle yüklü elli beş develik bir kervan gönderir.
Hastane
ve sağlık hizmetleri de düzene girmiştir. “Ama, ” diyor Enver Bey, “esas
olan Arapların olağanüstü tabiatı! Savaştan sonra iki gün dinlenmek yaralarının
dörtte üçünün iyileşmesine yetiyor ve yaralılardan yalnızca yüzde bir şehit
veriyoruz. ” (Hanioğlu, a.g.e., m. 65, 31 Ocak 1912) O gün, çok
cesur bir sıhhiye birliğini denetlerken “birdenbire beni aralarında
görmekten çok memnun olan Araplar davullar çalmaya başladılar; kadınlar sevinç
çığlıkları atıyorlardı ve aşiret şairleri benim hakkımda bestelenmiş savaş
şarkıları söylüyorlardı. Onların saflarının önünden kısa bir süre dörtnala
geçtikten sonra, onlara selam vermek mecburiyetinde kaldım ve ‘Padişahım çok
yaşa!’ ‘Allah Sultanımızı ve beyimiz Enver Paşa’yı muzaffer kılsın!’
bağırışları içinde kampı alelacele terk ettim. ” (Hanioğlu, a.g.e,
m. 66, 19 Şubat 1912)
“İtalyanların
130.000 insanla Trablus ve Bingazi üstünde olduklarını ve bunun, ilerlemelerine
yetmediğini düşünüyorum... Bizim kuvvetimiz sürekli artıyor, biliyorsunuz. Ve
bu kuvvet bize hiçbir şeye mal olmuyor. Bütün bölükler ve Bingazi sivil halkı
için ayda yirmi beş bin Türk lirası harcıyorum.”
Bu
arada İtalyanlar, Enver Bey’in başına büyük ödül koyarlar!
Enver
Bey şehit ve yaralıların mücahitlerin gücünü azaltmadığını söylüyor. “Çünkü
şehit olanın intikamını almak için hırsla tüfeği kaptığı gibi şehidin yerine
geçecek ya bir erkek kardeş, ya bir oğul, ya da bir baba var, her zaman...
Mesela yaralılar arasında babasını takip ederek savaşa giden dokuz yaşında bir
çocuk olduğunu söylersem, -sağ kolundan bir kurşun yarası aldı, yine de yatakta
kalmadı- böylece yeni neslin direnişe nasıl hazırlandığını görürsünüz. ”
(Hanioğlu, a.g.e., m. 66, 19 Şubat 1912)
Benzeri
bir olayı da Halil Bey anlatır: Yanında bir İngiliz gazeteci vardır. Halil Bey,
İtalyanların haftalardır inşa etmekte oldukları gözetleme kulesini işaret
ederek, onu bu gece havaya uçuracağını söyler. Ahmet Annak’ı çağırır.
“... ‘Ahmet, bu
kule bu gece havaya uçabilir mi?’ ‘Siz emredersiniz efendim!’ O kulenin
yapılması bizi zor durumda bırakabilirdi, bir an önce yıkılması gerekirdi.
Kısmet o geceymiş. Bizim eski şaki Ahmet, patlayıcı madde çuvalını sırtladı ve
karanlıklarda kayboldu gitti. Çocuklarına yiyecek götürür gibi bir hali vardı.
Öyle sevinçli ve gururlu gidiyordu ki...
Misafirimle yemeğe
oturduk... Karanlıklar içinden kulakları sağır eden bir patlama sesi yükseldi;
yankılarla silindi gitti... Çadırıma dokuz yaşlarında bir çocuk geldi.
Gözlerinde bir gurur vardı, başı dikti; ama, bir iki damla yaşın da yanaklarına
aktığını görüyordum. ‘Babam vazifesini yapmış. O’nu Abdülkerim sırtında taşıyıp
eve getirdi. Evde yatar ve sizi bekler...’ dedi.
Eski şakinin evine
koştum. Kerpiç kulübesinin içinde, sedirde yatıyordu. Ahmet beni görünce
ağlamaya başladı. ‘Paşam... Ben.... on altı... senedir bir şaki... eşkıya
olarak yaşadım... Ama sayende... şehit olarak ölüyorum... ailemin varisi
sensin...’ Sonra sesi ve soluğu kesildi. Önünde saygı ile eğildim. Halkı
düşünmeyen saltanatın, dağlara eşkıya diye saldığı, aslında temiz yürekli ve
toprağını seven bu insanın önünde şimdi ben ağlıyordum...” (Halil Paşa, a.g.e.,
s.86-87)
Trablusgarp’ta
istediğine kolayca ulaşamayan İtalya, diğer Osmanlı topraklarına yönelik tehdit
ve denizden bombardımanlara başlar. İtalyanlar, Beyrut’u bombalar; doksan şehit
ve yüz yaralı vardır ve hepsi de sivildir. Osmanlı hükümeti, İtalyanların liman
ve kıyılara saldırısı halinde Boğazlar’ı kapatacağını Avrupalı devletlere
bildirir. İtalyan hükümeti bir yandan da büyük devletleri araya sokarak, barış
yoluyla hedefine varmak için çalışmaktadır.
Enver
Bey, Derne önlerinden 27 Şubat 1912’de yazdığı mektupta, askerî, idarî, adlî ve
sivil bir sürü iş için alınacak kararlar arasında yorgun olduğunu söyler. “Biliyorum
ki, kellem onlar için çok kıymetli ve onu almak istiyorlar; ama ben, onu çok
pahalıya satmasını da bilirim. ” (Hanioğlu, a.g.e, m. 67, 27
Şubat1912)
Çok
iyi komutanlarım ve bir muhafız birliğim var. Artık bana ihtiyaç duymadan da
direnişi sürdürebilirler, diye ekler. Kısaca her şey iyi gidiyor ama, “karar
vermek zorunda olduğum her çeşit siyasi meseleler var ve şu İngilizler canımı
çok sıkıyorlar.” Yine Derne önlerinden yazdığı 5 Mart tarihli mektupta iki
çatışmanın sonuçlarını anlatır: “Sevgili Allah’a şükürler olsun. Savaşın
sonucu tahmin ettiğimden de büyük. Getirilen üniformalardan
düşmanın
iki yüzbaşı ve bir çok subay kaybettiğini anladım. Yüz kadar tüfek,
şarapnellerle dolu kasalar, tabanca ve malzeme vs. hep istediğimiz kadar
geliyor. Araplarım artık savaş alanında her bulduklarını toplamıyorlar.” Ceplerinden
çok para çıkan bu subayların paralarını doğrudan ailelerine gönderir. Çünkü, “İtalyan
Savaş Bakanlığının benim merhumların aileleri için gönderdiğim paraları yerine
ulaştırdığından emin değilim. ”
Bu
arada İstanbul hükûmeti İtalyanların on beş günlük ateş kes istediğini
bildirir. Enver Bey reddeder. “Direneceğiz; yani onları ezip geçeceğiz. ”
O meşhur büyük taarruzları için acele etmeleri gerekir diye alay eder. “Benim
telgraf hatlarım şimdi beni Mısır, Trablus ve Tunus’a bağlıyor ve bizim dert
yanacak bir vaziyetimiz yok.”
Bir
sonraki günkü çatışma dokuz saat sürer. İtalyanlar bozgunla kaçarlar. “Tam
da dün kampa gelen bir İngiliz ve iki genç Alman subayının gözleri önünde
darmadağınık kaçışmaya başladılar... Yeni muhafız birliğim vazifesini hakkıyla
yerine getirdi ve benim yüreğimi rahatlatacak şekilde savaştı. ” (Hanioğlu,
a.g.e, m. 68, 5 Mart 1912)
14
Mart 1912; Ayne’l-Mansur, (Derne önlerinde Türk kampı) “Yarın İtalyanlara
bir baskın yapacak olan muhafız birliğinden bir müfrezeyi denetledim. Genç
komutanlarıyla birlikte çok neşeli bir şekilde gittiler... Tobruk’tan da iyi
haberler geldi. Benim ihtiyar paşam (Ethem Paşa) çok az bir kuvvetle üstelik yirmi
kadar harp gemisinin açtığı ateşe rağmen İtalyanların beş bölüğünü ve iki dağ
bataryasını püskürtmüş. Bizim milisler onları kuşatmadan önce saat onda çıktı
İtalyanlar... Savaş, güneşin batışından iki saat sonraya kadar sürmüş ve
yüzlerce İtalyan cesedi savaş meydanını doldurmuş. 34. Piyade Alayı’ndan bir
esir asker, bu savaşa katılan İtalyan askerinin sekiz bin civarında olduğunu
anlatıyor.” Çok ganimet elde edilir. “Bingazi’deki genç komutanım da
İtalyanları hırpalayıp duruyor.” Dört gün önceki bir baskında “Üç yüz
İtalyan cesedi savaş meydanında kalmış. ” Yine çok ganimet almışlar. “Bir
kaç günden beri bizim kampımızda bulunan iki genç gönüllü Alman subayı var.
Birini mitralyözle piyade, öbürünü süvari ve benim yaverim olarak tayin ettim.
” (Hanioğlu, a.g.e, m.69, 14 Mart 1912)
İtalyanlar
Yemen’de Salif limanını bombalarlar. Somali Sultanı İtalya’ya karşı cihad ilan
eder. Bu arada Bulgarlar, Sırplar ve Yunanlılar da gizli anlaşmalarla
Balkanları paylaşmanın planlarını yaparlar. İtalyanlar,
Osmanlının
Ege adalarını bombalayacaklarını büyük devletlere bildirir. Beş büyük devlet
İtalya’nın barış için hazır olduğunu İstanbul’a ileterek şartlarını sorar.
İtalyan donanması Çanakkale Boğazı’nda Kumkale ve Samos adasını bombalar.
Bu
arada seçimler yapılır; Trablusgarp gönüllülerinden Fethi Bey Manastır’dan ve
Halil Bey Selanik’ten milletvekili seçilirler. Halil Bey, Trablus’u bırakıp
gidemeyeceğini bildiren bir telgraf gönderirse de, Meclis istifasını kabul
etmez ve onu izinli sayar.
1912
yılı içinde arabuluculuk yapmak üzere büyük devletlerin bazı teşebbüsleri olur;
görüşmeler, Bingazi’nin Osmanlı’da kalması ve Trablus’un İtalyanlara
bırakılması etrafında gelişir. Görüşmelerin yapıldığı o günlerde, Halil
Bey’den, Avrupa kamuoyunu da etkileyecek canlı bir hareket yapması istenir.
Halil Bey, “Manen İtalyanlardan çok üstün durumdayız. Seksen-yüz sandık
kadar piyade cephanesi göndermeniz mümkün olursa İtalyanların Lebda Kalesini
basar ve yakarım.” cevabını verir. Ertesi gün hareket başarıyla
gerçekleştirilir; bir İtalyan bayrağı, çok sayıda cephane ele geçirilir. Ancak,
yağmaya dalan bir kısım Araplar vaktinde geri çekilemedikleri için çok kayıp
verirler. “Karargâha döner dönmez hemen birliklerin yoklaması yapıldı ve bu
çarpışmanın bize iki bin kişiye mal olduğunu anladım. Bu, benim kuvvetimin
yarısı demekti. Ne var ki, İtalyanların elimize geçen büyük bayrağının üzerine
LEBDA HÜCUM HATIRASI diye yazdırıp duvara asarken, bütün Avrupa şunu anlamış
oluyordu ki, daha çok uzun zaman savaşabiliriz...”
Haberi
duyan belediye başkanı Abdullah Melitan, Halil Bey’e şu telgrafı gönderir:
“Lebda’ya yapılan
taarruzda iki bine yakın zayiat verilmiş olmasının sizin kalbinizi rencide
ettiğini öğrendik. Her biri yüzer fişekle hazırladığımız iki bin mücahit yarın
yola çıkarılmış olacaktır. Bunların yerini doldurmak üzere bir hafta sonra
tekrar bin mücahit daha gönderilecektir. Sağlık ve başarılarınızı dileriz.”
Halil
Bey diyor ki, “Trablus Araplarının samimiyetlerini unutmak mümkün değildir.
” (Halil Paşa, a.g.e., s.91-93)
Enver Bey bu olaydan, 23 Haziran
tarihli mektubunda şöyle söz eder: İtalyanların elindeki Ledra Kalesini
bizimkiler işgal etmişler; İtalyanlardan
sekiz yüzbaşı, dokuz subay ve binlerce
er ölmüş; iki topu imha edip bayrağı almiŞIZ... ”
(Hanioğlu, a.g.e, m. 84, 24 Haziran 1912)
Enver
Bey bir tamir atölyesi kurdurur, bayındırlık ve yol çalışmaları da düzenli
gitmektedir. “Merkezi Hükûmet bana büyük devletlerin araya girmek
istediklerini bildirdi; ama, İtalyanları bu memleketten kovmadan bir barış
mümkün olamaz.” (69. mek.) İç sorunlarla başı hayli dertte olan Osmanlı
hükümeti, büyük devletlere, Trablusgarb’ın tamamında Osmanlı hakimiyeti kabul
edilip; İtalyan askerleri çekilmedikçe barış olamayacağını bildirir.
“Size
daha önce anlatmış mıydım; büyük Bingazi savaşında İtalyanlar kırk üçü subay
olmak üzere binden fazla ölü verdiler. Biz de biri subay yüz yirmi üç şehit
verdik.” (Hanioğlu, a.g.e., m.70, 24 Mart 1912)
Enver
Bey, şimdi İtalyanların tek kaynağı olan Ayne’l-Derne’den gelen sularını
kestiğini, başlarını siperden çıkarıp bir teşebbüse geçemediklerini ve bu
savaşı başlattıklarına onları pişman edeceğini yazıyor.
İtalya
Ege adalarını bombalamaya ve asker çıkarmaya devam ediyor. Çeşme, Alaçatı,
Kuşadası bombalandı. Osmanlı Hükûmeti boğazları ticarete kapatır ve İtalyan vatandaşlarını
yurt dışına çıkarmaya başlar. İtalyanlar Rodos’u bombaladılar.
Enver
Bey, Nisan ayının yirmi yedisinde ilk resm-i geçidini yaptırır. “Bütün
milislerim, başlarında subaylarıyla beni bekliyorlardı. Şimdi dört alaydan
müteşekkiller. İlk sırada muhafız birliği ve düzenli birlikler geliyor; arkadan
topçu sınıfı ve mitralyözler. Bölük komutanı önüme geçti ve birliklerin önünden
hafif hafif tırıs gittikten sonra, bütün birlikler önümden resm-i geçit
yaptılar. Hepsi bana inanılmaz bir sevinçle bakıyorlardı. Beni memnun görmekten
mutlu olmuşa benziyorlardı; gözlerinde bir şefkat, gönüllü bir itaat
görüyordum. Piyade erlerini çeşitli birlikler takip etti ve her aşiretin önünde
atlılar ağır ağır geçtiler. Hepsinin önünden de, Ayne’l- Mansur kampı okulunun yüz
yirmi küçük öğrencisi gidiyordu. Biliyorsun, ben kolay kolay memnun olmam. Ama
bu sefer, bu kadar kısa zamanda hazır olan ve bu kadar düzenli birlikleri
görmekten hakiki bir zevk duydum.” (Hanioğlu, a.g.e., m.71, 30 Nisan
1912) Kısa bir nutuk çeker. “Sonra, Sultanımızın cülûs yıldönümünü kutlamak
üzere İtalyanların ateşlerinin etrafında ateş yaktık. ”
Enver
Bey’in yeni seçilen Osmanlı Meclis-i Mebusanı’na gönderdiği telgraf okunur: “Trablus’taki
bütün Türkler sonuna kadar direnmeye kararlıdır!” Osmanlı Meclis-i Mebusanı
4 Mayıs 1912 tarihli oturumunda,
Bingazi
Meb’usu Yusuf Şatvan Bey’in teklifi üzerine, “İttihat ve Terakki Cemiyeti
erkân-ı asliyesinden olan Enver, Fethi, Halil ve Aziz Beylerle komutanları
Neşet Paşa’ya ve diğer kişilere ve savaşın başından beri gösterdikleri
olağanüstü hizmetler gösteren Tunus ve Mısır İslam halkına, Meclis adına”
şükranların bildirilmesi kararlaştırılır.
E |
NVER Bey, bazen, kendi ifadesiyle
“inanılmaz bir halet-i ruhiye” içine girer:
“Zannediyorum beni
çok mutlu bir insan olarak görüyorlar; çünkü burada bencil bir insanın
arzularının susuzluğunu giderecek her şey var. Zafer elde ettim, bana itaat
ediyorlar ve mutlak bir saygı duyuyorlar. Hürüm; insanlar gelip elimi öpüyorlar
ve kendilerine el vermemi istiyorlar. Benim için fedakârlık yapıyorlar ve ben
bütün bunların neye yaradığını kendi kendime soruyorum. Zannettiğiniz kadar
kuvvetli değilim. Burada bulunan mağaralar, bazen bende hiç kimse tarafından
tanınmayan, yalnız bir adam olarak yaşama isteği uyandırıyor. Kimi zaman, sanki
vatan sevgisi hissiyle mekanik olarak hareket ediyorum. Bazen çok büyük yükleri
olan bu hayatı ortadan kaldırmak için bir kurşun ya da top mermisi arıyorum.”
(Hanioğlu, a.g.e, m. 73, 17 Mayıs 1912)
Bazı
Avrupa gazetelerinde Enver Bey’in öldüğüne dair haberler çıkar. “Öldüğüm
konusundaki haberlere sakın inanmayın. Düşmanlarımdan daha uzun yaşayacağımı
hissediyorum. Ve bir halkın en yüce hakkını, hürriyetini korumak üzere çalışmak
için yaşayacağım. İtalyanların barbarlığına karşı çıkıyorum. ” (Hanioğlu, a.g.e,
m.74, Mayıs sonları 1912)
Çoluk
çocuk vatan savunması için cepheye atılan bu insanların önünde olduğunu,
cesetleri çiğnenmedikçe düşmanın ilerleyemeyeceğini, Allah yolunda savaşanların
Allah tarafından ödüllendirileceğini yazar.
İtalyanlar
donanma üstünlükleri ile Rodos’u işgal ederler. Adayı koruyan Türk birliği 950
kişidir; İtalyan kuvvetleri ise 12.000 kişi. “Rodos’un işgali bize boyun
eğdiremeyecek ve burada her şey, ben olmasam da iyi gidecektir. ” Büyük
Sünusî şeyhinden bir mektup gelmiştir. “Bu adamı hiç tanımadan seviyorum;
çünkü ruhuyla, vücuduyla bir vatansever. Tam hayal ettiğim gibi bir adam
gerçekten... Dün el falıma bakan biri, seksen yaşından daha fazla yaşayacağımı
söyledi. Bu da benim düşüncemi ve her şeyin iyi gideceğini teyid ediyor.
Projelerimi uygulayacak zamanım olacak. ”
Bu
arada, nişanlısı Naciye Sultanın, İttihatçılar aleyhinde bir şeyler yazmasına
canı sıkılır: “Öyleme geliyor ki, memleketin selametini sevmeyen birkaç
ahlaksız yanınıza kadar sokulup, size öteden beri olduğu gibi Cemiyet efradı
aleyhinde sözler söylemişler. Bu kininizi o kadar ileriye vardırmışsınız ki,
bunları İtalyanlardan daha alçak görüyorsunuz. Ben, vatanın selametine,
dolayısıyla dinin, Hanedan-ı Osmaniyenin şerefinin yükselmesinden başka bir
şeye çalışmayan ve Meşrutiyet için beraberce çalıştığım ve bugün de düşmana
şiddetle göğüs germeye hükûmeti sevkeden arkadaşlarım hakkında bu yolda
yazışınızı, “ancak beni cezalandırmak için yaptığınızı” kabul edeceğim.
Mamafih, bir araya gelip sizi kucakladığım ve gözlerinizden öptüğüm zaman
“fikirlerimiz de, kalplerimiz de birleşmiş olur.” (İnan, a.g.e, s.459)
30
Mayıs 1912 tarihli mektubunda, yanında bir ceylanı olduğunu yazar. “Her
yerde beni takip ediyor ve yatağımın önünde yatıyor. ” (Hanioğlu, a.g.e,
m.75, 30 Mayıs 1912) “Bugün İtalyanların top atışlarından dönüşte,
ceylanı halının üstünde boynu ileri uzanmış, başı yana dönmüş, çok yavaş nefes
alır buldum ve bir an öleceğini zannettim. Bilemezsiniz beni nasıl üzdü. Bir
dostumu kaybedeceğim endişesine kapıldım. Hemen yere oturdum, onu kollarımın
arasına aldım, Mansura (geyiğin adı) diye seslendim. Nihayet yavaşça çevirdi
başını, gözlerini bana dikerek ve siyah dilinin ucunu göstererek sanki teşekkür
ediyor gibiydi; hakikaten ağladım. Bilemezsiniz nasıl hassaslaştım. Düşünülecek
küçüklü büyüklü bin bir şeyden sonra, ruhun bu yalnızlığından korkunç acı
çekiyorum. Meşrutiyet için, vatanım için hiçbir şahsî fayda beklemeden
çalıştım. Benim veya hırsım hakkında ne söylerse söylesinler, değişmedim.”
İtalyanların
Osmanlı sahillerini bombalaması ve adaları bir bir ele geçirmesi devam
etmektedir. Mayıs ayı başlarında Yakova, İpek bölgesinde Arnavut ayaklanması
başlar. Balkan devletleri ise Osmanlıya karşı savaş için anlaşmalarını
tamamlamıştır. Osmanlı hükûmeti gizli bir oturumunda Bingazi’yi elde tutup,
Trablus’u İtalyanlara bırakmak suretiyle anlaşmaya karar verir. İttihat Terakki
Partisi ise sonuna kadar savaşmak kararındadır. İtalyanlar Osmanlı sahil ve
adalarını sürekli bombalamaktadır. Arnavutluk isyanını destekleyen bildiriler
İmparatorluğun çeşitli yörelerinde dağıtılmaktadır. Ordu içindeki Halaskar
Zâbitân grubuna mensup bazı subay ve askerler, İttihatçı hükûmeti düşürmek için
silahlanarak Manastır’da dağa çıkarlar; daha önce de Enver Bey ve arkadaşları
çıkmıştı. Osmanlı hükûmeti
siyasi
nedenlerle dağa çıkanlara ve orduyu siyasete karıştıranlara karşı resmî bir
bildiri yayımlar; ama, askeri siyasetten ayırmak bildiri ile olacak şey
değildir.
“Bu
gün, ölümümden sonra benim hakkımda çıkmış makaleleri okudum çeşitli
gazetelerde; Neue Freie Presse ve diğerleri. Yüzümü kızartan methiyeler
yapıyorlar. Ama, en azından ölümümden sonra iyi değerlendirileceğimi müşahede
ettim.” (Hanioğlu, a.g.e, m.76, 1 Haziran 1912)
İtalyanlar
Soussa’ya çıkmışlar; şehirde bazı Müslümanları asmışlar. Enver Bey, “Belalarını
bulacaklar.” diye yazıyor. İtalyan askerî birliğine girmeyi reddeden bir
zenciyi hapsediyorlar. “Yirmi beş gün boyunca çok kötü davranıyorlar.
Sürekli reddetmesi üzerine onu büronun önüne çıkarmışlar. Sadece şunları
söylemiş: ‘Sizin üniformalarınızı giymek istemiyorum; size hizmet etmek
istemiyorum; sizin hayatınızı paylaşmak istemiyorum. Sizin ayaklarınızın
kirlettiği bu aziz toprağa gömülmeyi istiyorum. ’ Böylece vurdurtmuş kendini.
Çok kahramanca değil mi?”
Kendisine
ulaşan zarfların birinin üstünde bir Mısırlı posta memurunun notu var: ‘Ölü’
(Hanioğlu, a.g.e., m.77, Haziran 1912)
İtalyanlar
da, zaman zaman kampı top atışına tutar, ama hiç isabet kaydedemezler; “Kampın
kadınları ve çocukları çadırlarında onlarla alay ediyorlar... Gökyüzü siyah
bulutlarla kaplıydı. Sadece, orada burada bulunan bir kaç yırtık, bu simsiyah
muazzam perdenin arkasında altın yıldızlarla dolu güzel, mavi bir gökyüzü
olduğunu görmemizi sağlıyordu. Her ne kadar bu manzara beni kederlendiriyorduysa
da teselli bulmak için bundan yararlanabilmek istiyordum. Kendi kendime,
bugünkü hayatımızın bilinmeyenin simsiyah perdesi ile tamamen örtülü olduğunu
söylüyordum; ama, zaman zaman küçük bir aydınlık, bu perdenin arkasında, bize
şimdinin acısını unutturacak güzel günler olduğunu hissettiriyordu... Bana
niçin bu kadar acı çektiğimi soruyordunuz. Acı çekmemek için kalbimin hiç
çalışmaması, hiçbir şey hissetmemesi lazım ki, bu benim için imkânsız. Sizin
hayat hakkındaki Avrupalı fikirlerinizi kabul edemem...” (Hanioğlu, a.g.e.,
m.78, 2 Haziran 1912)
6
Haziran 1912 tarihli mektubunda top mermileri altında kampı gezişini anlatır: “Bu
ilk defa olduğundan, askerlerime bu mermilerin tesirinin diğerlerinden daha
büyük olmadığını göstermem lazım geldi. İlk atışlar üzerine çadırımdan çıkıp,
mermilerin düştüğü noktaya gittim. Bir tanesi tam
yanımda
patladı ve küçük bir parça kalçama isabet etti. Ama, saatime asılı bir madalyon
beni korudu ve yara yerine etimde madalyonun izi çıktı. Bir başka top mermisinin
siyah tozuna tamamen bulanmış olarak bütün bir hattı ikinci kere baştanbaşa
geçtim. Bir top mermisi, küçük bir çocuğun uyumakta olduğu bir bedevi çadırının
ortasında patlamıştı. Çocuk bir metre uzağa fırladı ve hiçbir şey olmadı. İşte
mucizeler, değil mi? Ah sevgili, her şeyi yapmaya kaadir büyük Allah’ın bir
ruhu kaçınılmaz bir tehlikeden kurtardığına inandım. ”
(Hanioğlu, a.g.e., m.79, 6 Haziran 1912)
“Eğer yüce Allah bize yardım
etmek için melek gönderirse, biz göremeyiz onları ama düşmanlar görürler;
biliyorsunuz bizde bu fikre inanılır. Madem böyle, benim de ilk savaşta bu
şekilde kullanacağım binlerce askerim niçin olmasın! İtalyanların adaları
işgali bizim tutum ve kararlılığımızı değiştirmeyecektir... Geçen gün mutat
üzre, Cuma ziyareti için aşiret reisleri çadırıma geldiler. ‘İtalyanlar
vatanımızdan çıkmadan, barış hariç her şeye boyun eğeriz.’ dediler Sadece Derne kampındaki fakir
bedevilerin,
uçak satın almak için yirmi bin mark yardım parası verdiklerini söylersem size,
vahşi denilen bu insanların sadakatlerini en son noktaya vardırdıklarını
anlarsınız. ”
“Biliyor
musunuz, benim için hayatın hiçbir önemi yok; ama, komik bir şey var; ben
tehlikeye doğru koştukça, ölüm benden kaçıyor. Bu da, benim vatanımın şerefi ve
çıkarlarını korumak için yaşayacağıma olan inancımı artırıyor. Bu olmasa,
kendimi aşağılanmış ve yaşamayı hak etmemiş addederim. Yüce bir kuvvet şu sıra
beni yaşatıyor ve çalışmamı sağlıyor. ” (Hanioğlu, a.g.e.,
m. 80, 12 Haziran 1912)
“Küçük
ceylanım hasta. Zavallı hayvan bütün gün acı çekti; şimdi benim yatağımın
yanında yatıyor; yumuşak ve melankolik gözleri bana dikili. Bana mal edilen
bütün acımasızlığa rağmen, bu hayvanın derin acısını hissediyorum ve üzüntüm
ona yardımcı olmamın imkânsızlığı önünde artıyor. ”
(Hanioğlu, a.g.e., m.81, 17 Haziran 1912) Enver Bey bu ceylanı daha
sonra İstanbul’a, Naciye Sultan’a gönderecektir.
“Bu
gün küçük öğrencilere armağanlar dağıttık; üç ayda bir olan bir sınavdı. Herkes
çok kısa zamanda ne kadar ilerlemiş olduklarına hayran kaldı. Ben de, bu yüz
elli küçük bedevinin aileleri tarafından okula getirildiklerini görmekten çok
mutluyum... İstanbul’da beni orduda kaymakam tayin etmişler. Burada bütün
kuvvetleri idare eden bir kaymakam!
Her
ne kadar bu rütbeyi kıdemden aldıysam da, subaylarıma bir şey söylemedim.
Aramızda kötü kıskançlıklar baş göstermesin diye. Savaş bitinceye kadar
kimsenin nişanla ödüllendirilmesini istemiyorum. ”
Enver
Beyin büyük bir ruhî gerilime sahip olduğunu sıkça söylemekteyiz. Bu yapının
mektuplarına yansıması da doğaldır; hayatı, hatta doğayı değiştirmek isteği
duyar. Bir yanda da, kadere inanmış bir mümindir; “Bir ruhun çizgisini bile”
değiştiremeyeceğine inanır. Bazen onu da zorlayacağını söyler. “Ölüm isteği”
ile “kaderi zorlamak” uçları arasındaki gidiş gelişler, zaman zaman
mektuplarına da yansır. “Hayatı olduğu gibi kabullenmek gerek. Ama, ben
deliyim; her şeyi değiştirmek, hayata hatta tabiata başka bir yol çizmek
istiyorum. Sonra bir ruhun çizgisini bile değiştiremeyeceğimi gördüğümde,
tamamen çaresiz kalıyorum.” (Hanioğlu, a.g.e., m.82, 17 Haziran
1912)
“Durum
şimdilik aynı. Bizde, Arnavutluk’ta durumun biraz kritik olduğuna inanılıyor.
Ama hayır, her şey aynı ve genel durumu değiştirecek bir şey yok. Eğer bir
savaş çıkarsa çok fazla zorlukla karşılaşmayız.” (Hanioğlu,
a.g.e., m.83, 20 Haziran 1912)
Bedevilerin
ısrarı üzerine Cumartesiyi ziyaret günü olarak kabul eder. Önce zaviye ve
Sünusî şeyhleri gelir, “Her biri sağ elimi ve dizimi öpüp doğruluyorlar.”
Onlara, nasılsınız diyorum, hep aynı cevabı veriyorlar: “Mademki sen
sıhhatlisin ve memnunsun, biz de memnunuz.” Sonra dışarı çıkıp,
bekleyenleri selamlıyorlar. “Ayağa kalkıp onlar için Allah’a dua ediyorum. ”
(Hanioğlu, a.g.e., m.85, 28 Haziran 1912)
“Şimdi
savunmasından sorumlu olduğum sevgili vatanımın bu parçasının başkenti Trablus
eskiden çok güzeldi herhalde.” (Hanioğlu, a.g.e.,
m.86, 29 Haziran 1912) Gece yarısı teftişe çıkar ve ay ışığında, üç yüz
metreden surların resimlerini çeker. (Hanioğlu, a.g.e., m.87, 2 Temmuz
1912)
4
Temmuz tarihli mektubunda, gezdiği, yakınlarındaki Roma harabelerini anlatır. “Eğer
huzurlu olsaydık, geçmişin bu gibi şeyleriyle ilgilenebilirdik. ”
(Hanioğlu, a.g.e., m.88, 4 Temmuz 1912)
“Bugün
garip bir bitki ile karşılaştım. Meyveleri sanki pamuk içeriyordu. Üzerinde
çiçeği olan bir dal kırdım; kırılmasın diye şapkamda muhafaza ettim ve ekte
size gönderiyorum. Belki orada bunun ne olduğunu söyleyebilirler size.”
(Hanioğlu, a.g.e., m.89, 4 Temmuz 1912)
Gönüllüler
kendi millî kıyafetleri içinde savaşmaktadır. 9 Temmuz’da Birinci Muhafız Bölüğüne
piyade üniformaları giydirir. Onlar bu kıyafetleri giyince, diğerlerinin de
hevesleneceklerini düşünür. “Yeni elbiseleri içinde çocuklar gibi
gururluydular... Elimi öpmek için sabırsızlanıyorlardı. ”
Muzaffer
olmak için dua ederler. “Şimdi Bingazi’nin her yerinde, ben hariç herkesin
memnun olduğunu hissediyorum. Bilmiyorum neden; hakikaten bunalıyorum. ”
O
akşam Büyük Sünusî Şeyhinin kardeşinden mektup gelir:
“Kuvvetiyle ve
büyüklüğüyle düşmanlarımızı ezen ve müminler ordusuna zafer kapısını açan Allah’a
şükürler olsun. Böylece, bize verdiği sözlerin hakikat olduğunu gösteriyor.
Peygamberlerin en sonuncusu olan ve bize Allah’ın yolunu takip etmemizi ve
imansızlar önünde eğilmememizi emreden Peygamberimize selam olsun.
Vatan ve din
düşmanlarını yenen, onu dünyanın hakimi yapan yol göstericiliğiyle, ahlak
sembolü ve faziletli hakimlerin tek lideri, muzaffer ataların saf soyu,
Sünusîlerin yaşayan ya da ölü bütün büyük şeyhlerinin gözlerinin nuru,
yorulmadan çalışan cesurların cesuru, büyük arslan, dostumuz ve gözümüzün nuru,
Sultan’ın damadı, kardeşimiz Enver Paşa hazretleri. Allah seni hep muzaffer
kılsın ve doğru yolda hep zafere götürsün. Kalbimizin en temiz yerlerinden size
ve sizinle beraber olanlara selamlarımızı sunuyoruz. Sizi hep mutlu ve düşmanları
hep mağlup etmesi için yüce Allah’a dua ediyorum... Kardeşlerimiz, onlara karşı
iyi davranışlarınızdan bizi haberdar ettiler. Allah varlığınızı uzun kılsın.
Varlığınız ve tuttuğunuz yol bize büyük mutluluklar verdi. Allah sizi hepimiz
için korusun. Siz ki, Allah’ın emrini yerine getirdiniz, bu dünyanın ve öbür
dünyanın yani Cennetin bütün zevklerini elde edeceksiniz... Bu mektubu yazan
kardeşiniz, kendisi gelmek yerine, ellerinizi öpmek için bu mektubu gönderiyor.
Zât-ı Şahane ve sizin tarafınızdan kabul edilmeyi çok istiyor. Lütfen bu yüce
tahta bizim mütevazı selamlarımızı iletin.” (Hanioğlu, a.g.e., m.90, 9
Temmuz 1912)
Enver
Bey diyor ki, “Ellerimin arasına öyle bir iktidar, öyle bir kuvvet geçti ki,
Avrupa’nın değişik güçleri İtalyanlar, Fransızlar, İngilizler bunun kendi
ellerinde olması için milyonlar harcıyorlar... Neyse, böbürlenmek istemiyorum;
biliyorum ki bu, yüce Allah’ın arzusudur ve isterse her şeyi geri alabilir,
vatanım için çalışmam hariç.
“Mum
azalmaya başladı. Dışarıda soğuk bir rüzgâr bütün kampı azgın nefesiyle
kaplıyor. Bedevilerin şarkıları çoktan sustu. Bu yalnızlıktan ne kadar
hoşnudum. Bu günlerde çok önemli bir şey olacak gibi bir çeşit önsezim var...
İstikbalden çok ümitliyim; ama tabii Allah isterse. Biliyorsunuz ne kadar kaderciyim.
”
(Hanioğlu, a.g.e., m.92, 11 Temmuz 1912)