Ana içeriğe atla

  
 
Print Friendly and PDF

ŞEHİT ENVER PAŞA...NEVZAT KÖSOĞLU....

 


ŞEHİT ENVER PAŞA

NEVZAT KÖSOĞLU

Kitap Hakkında

CUMHURİYET döneminde bir çok insan, farklı saik ve sebeplerle Enver Paşa hakkında yanlış ve I. haksız peşin hükümlere sahip olmuştur. Bunların bir kısmı, Cumhuriyet öncesi siyasi çekişmelerin sonraki zamanlara yansımasıdır. Demokratik hayatımız hâlâ kavga ve karalama üslûbundan kurtulamadığı için bu etkileri, hüzünle de olsa görmek zorundayız.

Millî Mücadele dönemine has bazı sıkıntılar ve bunların yol açtığı tutumlar da yanlış algılamalara yol açmıştır. Enver Paşa’nın Türkiye’ye girme ihtimali karşısında, M. Kemal Paşa bazı tedbirler almıştır. Bu tutumların doğruluğu yahut haklılığı tartışılabilir. Ancak, ilgi çekici olan, bu yanlış algılamaları devam ettirenlerin, Millî Mücadeleyi yapanlar değil, onların ardından laf üretenler olmalarıdır. Okumuşlarımızın bu farkı görmeleri gerekiyor. Yakın tarihimiz, en ciddi çalışmalarda bile güncel politikanın bakış açılarından yahut kavramlarından kurtulamıyor; bu zaaftan kurtulmakta çok gecikmiş durumdayız.

Görülen büyük hatalardan biri, takım tutar gibi tarihî kahramanlarımızı tutmaktır! Birine bağlanınca öbürünü kötüleyerek yanlış yargılar oluşturmak, siyah-beyaz görmek, uyanık bir kalb ve açık bir zihnin tavrı değildir. Zaman ve şartlarla sınırlı bazı değerlendirmelerin, bütün zamanlar için geçerli yargılara dönüştürülmesi, istikametini kaybetmiş yetersiz zihinlerin eseri olabilir. Bu tutumu, az gelişmişliğin en sağlıklı göstergesi olarak yorumlamak yerinde olur. Burada bilgi yetersizliğinin de önemli payı olduğunu söylemeliyiz.

Bir örnek verecek olursak, Sultan II. Abdülhamit Han hayranlığı, bu tür bazı okumuşlarımızda, başka hiçbir tarihî şahsiyete değer tanımayan bir körlük yaratmaktadır. Talat Paşa mı, Sultan Hamit’i devirenlerdendir! Başka hiçbir yönüne bakmaya gerek yoktur. İyi de, Talat Paşa o kadar değildir ki? Sorulabilir: Talat Paşa’nın da, kendi yerinde büyük bir insan olması kimi, niçin rahatsız ediyor? Talat Paşa’nın büyüklüğü Sultan Hamit’i rahatsız etmemiş, “Yazık, birbirimizi tanıyamamışız.” diye vahlanmıştır. Bu durumda Sultan Hamitçilere ne oluyor?1 Bu kitabı okuyup, M. Kemal Paşa’nın Enver Paşa hakkındaki muhteşem sözlerinden haberdar olunca, siz de “Bu Atatürkçülere acaba ne oluyor?” demekten kendinizi alamayacaksınız... Güya Millî Mücadeleyi yüceltmek için, geride kalanları küçültmeye çalışmak artık bıkkınlıktan öte sıkıntı vermeye başlamıştır. Bizim tarihimiz tek kişiye dayalı bir aşiret hikâyesi değildir; adlı-adsız bir kahramanlar ordusunun oluşturduğu büyüklüktür.

Görünen odur ki, kendi kahramanlarımızı aşağılamaya, şehitlerimize saygısızlığa varan bir kafa karışıklığı yaşanmaktadır. Ben bu çalışmada, Enver Paşa çevresindeki peşin yargıları ve dayanaksız yorumları ayıklamaya çalıştım. Yer yer sert yahut keskin hükümlerle karşılaşabilirsiniz; bunların bir kısmını benim üslûbuma yorsanız da, katılaşmış zihnî sapmaları sarsmak için olduklarını da bilmelisiniz. Ancak, şu kadarını da söylemiş olayım ki, bu hükümler kolayca ve hemencecik verilmiş yargılar değildir. İçimde oluşan kanaatler çok sağlamdır; dayanaklarını size yeterince anlatamamış olabilirim.

Enver Paşa konusundaki en kapsamlı ve değerli çalışma Şevket Süreyya Aydemir’in yazdığıdır; ondan çok yararlandığım kesin. Benim çalışmamın Şevket Süreyya Beyin kitabına göre konumuna kısaca dokunmak isterim: Aydemir, Enver Paşa çevresinde son dönem Osmanlı tarihini yazmaya çalıştığını söyler. Kitabın çatısı buna göre kurulmuştur. Bu ele alış şeklinde, doğal olarak Enver Paşa yer yer kaybolur ve Osmanlı siyasi ve toplumsal hayatına dair uzun olaylar, bilgiler ve yorumlar işin içine girer. Benim yapmaya çalıştığım ise, doğrudan doğruya Enver Paşa’nın hayatı ve kişiliğini anlatmak olmuştur. Esasen beni bu çalışmaya yönlendiren temel sebep, O’nun, daha yaşarken destanlaşan parlak kişiliği ve gelecek bütün zamanlar için Türk gençliğine övünülecek bir örnek olmasıdır. Bu yüzden, sözünü ettiğim çerçevenin dışına, ancak zorunlu durumlarda çıkılmış ve sınırlı bilgiler verilmiştir.

Bunu yaparken, şüphesiz Şevket Süreyya Beyden daha şanslı idim. Çünkü, o, Enver Paşa’nın kişiliği hakkında son derece önemli ve zengin malzeme oluşturan bir kısım mektuplarından haberdar değildi. Şükrü Hanioğlu’nun yayımladığı bu mektuplar, Paşa’nın Trablusgarp ve Balkanlardaki mücadelelerini, kendi kaleminden okuma imkânı vermektedir. Yine, Türkistan’daki mücadelelerle ilgili olarak, Paşa’nın Umumî Kâtibi olan Mirza Pirnefes’in hatıra ve belgeleri, Ali Bademci’nin ülkücü kişiliği sayesinde ilk defa bu kitapta kullanılmaktadır. Özbekistanlı yazar Nabican Bakiyev’in 1990’dan sonra açılan gizli, arşivlerden yararlanan çalışmasını da bu cümleden olarak anmalıyız.

* * *

Bu çalışma dolayısıyla kendilerine müteşekkir olduğum insanlar vardır. Önce Ali Bademci’yi anmalıyım; yukarıda dokunduğum, Mirza Pirnefes’in hatıra ve belgelerine dayalı çalışmasını, daha yayımlanmadan bana gönderdi ve yararlanmamı sağladı. Prof. Dr. Kâzım Yaşar Kopraman ve Mustafa Ağlaç Bey, el yazısı metinleri okuyarak çok değerli yardımlarını esirgemediler. Türk Tarih Kurumu Başkanı Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu ve Arşiv ve Dökümantasyon Şube Müdürü sayın Aynur Gedil, çalışmalarımda kolaylık sağladılar. Ressam İsmet Keten, seçtiğim belgeleri bilgisayar ortamına aktarmakla değerli katkısını yaptı. Genel Kurmay ATASE Başkanlığından Albay Ahmet Tetik Enver Paşa’yla ilgili özgün resimler göndererek desteklediler. Ankara’da sahaf Erdal Özdemir de koleksiyonundaki resimleri vermekle çalışmaya katıldı. Azerbaycan’dan Kâmil V. Nerimanoğlu Moskova müzesinde fotoğrafını çektiği Enver Paşa’nın çizmelerini CD olarak gönderdi. Ayvaz Gökdemir ve Ötüken’den Erol Kılınç, yazdıklarımı okuyarak değerlendirmelerini bildirdiler. İskender Türe Dizin’ini hazırladı. Prof. Ali Birinci ve Prof. Mehmet Şahingöz, kaynaklara ulaşmamda yardımcı oldular.

Her vesileyle bu konuyu konuştuğumuz dostlarımızın sohbetleri de benim için katkı oldu. Hepsine teşekkür ederim.

Umarım, yüce şehitlerimizin rahmetle anılmasına vesile olacak, amacına uygun bir çalışma olmuştur.

30 Ocak 2008, Ankara

Nevzat Kösoğlu

1 Sultan Hamitçilerle bir derdim yok; örnek olsun diye veriyorum. Eğer böyle bir kategori varsa, ben de kesinlikle içindeyim demektir. Enver Paşa da Türkistan’a gittiğinde, koruyucu halk arasında, ‘Padişahı deviren adam’ diye yapılan propagandalardan çok çekmiştir.

İkinci Baskı İçin Önsöz

B

u kitap ümit ettiğim ilgiyi gördü. Buna, düşündüğümden de çok etkili oldu diye ekleyebilirim.

Kitabı iyi niyetle okuyup sarsılanlar, yeni şeyler öğrendiklerinin heyecanını duyanlardan çokça tebrik ve övgü aldım. Tabii bu arada, Türkistan’ın istiklal savaşında ölen bu insana, şehit ünvanını benim verdiğimi sananlar da oldu. Kitabın adına “şehit” sözünü koymakla esasen tutumumu belli ettiğimin, bana söylemeseler de dedikodusunu yapanlar oldu. Bunlar gözlerindeki perdenin yırtılmasından, ışığı görmekten rahatsız olanlardı.

Enver Paşa ve Birinci Dünya Savaşı çevresinde gittikçe artan ilgi ve tartışmalarda bu kitabın da bir payı olduğunu zannediyorum. Belki, yeniden uyarmam gereken nokta, kitabın üslubunda elbetteki bana ait olan bir şeyler vardır; üslupla ilgilenenlerin eleştirilerinden onur duyacağım. Kitabın içeriği ve Enver Paşa hakkında varılan yargıların doğru olup olmadığı da en az üslup kadar tartışılmalıdır.

İkinci baskıya pek az eklemeler yaptım; bunları yapmasaydım da olurdu, ama sanki bir ihmal varmış duygusuna kapıldım. Bunlar, bir bakıma okuyucuya yeni şeyler vermekten çok kendi noksanımı telafi duygusuyla yapıldı diyebilirim.

O kahraman nesle ve bayraktarına yeniden rahmet dileyerek sunuyorum.

17.11.2008 Ankara

Nevzat Kösoğlu

Yeni Baskı İçin

Geçen baskılarda gözümden kaçan yahut ulaşamadığım bazı bilgileri bu baskıya koymayı uygun buldum.Bir kısmı sonradan yayımlanan kitaplardandır. Mümkün olduğu kadar uzatmamaya dikkat ettim. Umarım faydalı olacaktır..

Temmuz 2013- Ankara

Nevzat Kösoğlu

I.     BÖLÜM

ENVER BEY

Bir Nesil ve Tarih

E

NVER Paşa Osmanlı son neslinin simgesi idi. Onlar Türk tarihinin belki de en ağır ve zor bir çeyrek yüz yılının sorumluluğunu omuzlayıp hayatlarını, avuçlarındaki bir kor yığını gibi taşıyarak yaşadılar. Başarılı olamadılar; hatta, koca Devlet-i Aliyye onların kollarında can verdi. Ama, Cumhuriyet de onların kollarına doğdu. Ülkücü idiler; her zaman, uğrunda can verecekleri bir iddiaları oldu; coşkun yaşadılar ve gerektiğinde gözlerini kırpmadan ölmesini bildiler... Yüz binlerce şehit veren başka hangi nesil yaşamıştır?

Tarih bire bir olayların bütünü değildir; tarihi/hayatı bütünüyle ve tek tek insanlarıyla sadece Allah bilir ve değerlendirir. Biz, geçmişe kırk yönden bakabiliriz ve nasıl bakarsak öyle görebiliriz. Ancak, bu, tarihî akışın ilkeleri olmadığı anlamına gelmez; tarih felsefesi yapanlar boşuna uğraşmamışlardır.

Şunu söyleyelim ki, tarihin önemli kavşaklarını, tek tek insanların irade ve kararlarına bağlayarak açıklamaya çalışmak, çok tekrar edilmiş bir saflık olur; ısrar edilirse iyi niyet sınırları zorlanır. Viyana düştü düşecek iken, geriye dönüşümüz, ne Kara Mustafa Paşa’nın hırsı, ne Kırım Hanının ayak sürçmesi, hatta ne de Sobiyeski ordusu ile açıklanabilir... Fazıl Mustafa Paşa’ya Salankamen’de bir kurşun isabet etmeseydi, dünyanın çehresi değişirdi. Görünüşte bu olayları, rüzgârın o günkü esiş hızı ve yönü, Sobiyeski’nin bir gün sonra değil de o gün yola çıkması yahut Kara Mustafa Paşa’nın, Viyana harap olmasın diye hücum emrini geciktirmesi belirlemişti. Halbuki tarihî dönemeçlerin bu kadar sıradan doğal yahut beşerî sebeplere bağlanması bizi doyurmamaktadır ve gerçeğe de uygun değildir. Bütün bu sebep görüntüleri, bu olup bitenler, bizi, perdeledikleri gerçek sebepler üzerinde düşünmeye yöneltmek içindir. Asıl sebepler, o tarihi taşıyan toplumların bütününün sorumluluğunda aranmalıdır.

Osmanlı bir anda yangın gibi Söğüt’ten cihan devleti haline yükseldiyse, bunun sebebi, onu kuran milletin, o yükü omuzlayanların ortak varoluşlarında aranmalıdır. Viyana’dan geri döndüysek, sebep yine Osmanlı milletidir; çünkü, bu millet artık, Viyana’yla birlikte bütün Avrupa’nın yükünü içeren bir imparatorluğun yükünü taşıyacak kültürel gücünü kaybetmektedir. Bu sorumlulukta her Osmanlı ferdinin bir payı vardır. Görünüşteki siyasî ve hukukî sorumluluklar, gene o çerçevede yaptırımlara çarptırılırlar; ama, temeldeki sorumluluğu değiştirmezler.

Bu gerçeği, Osmanlı aydınları özellikle ulema, uzun yüz yıllar boyunca bilmeye devam etmiş; ama, gereğini yapamamışlardır. Bunun içindir ki, cephelerden bozgun haberleri geldiğinde, Ayasofya kürsüsünde Şeyh Himmetzâde Abdullah Efendi, “Ümmet-i Muhammed, devlet sahipsiz kaldı; şehir ve kaleler düşman eline düşüp, cami ve mescitler kilise oldu; fiilinizi değiştirin, günahınıza tövbe edin...” diye haykırırken, hiç kimse, cephedeki bozgunla benim günahımın ne ilişkisi var demiyordu. Bu topyekûn sorumluluk içinde, herkesin ayrıca siyasi yahut askerî sorumlulukları vardır; bu sorumluluklar içinde yapılanlar, o topyekûn sorumluluğun gereğini hayata geçirmek için, onun vesileleri olarak çalışır.

Bu girişi şunun için yapıyorum ki, İmparatorluğumuzun yıkılışını Enver Paşa ve arkadaşlarının kararlarına bağlamak, ya düşünce yükünden azade hafif tarihçiliktir yahut hangi saikle olursa olsun, politika yaptığını sanmak küçüklüğüdür. Bu tür zaaflardan kurtulur, tarihin bütüncü yorumunda sağlıklı bir çizgi tutturabilirsek, vesilelerin siyasi sorumluluklarını değerlendirmekte de isabetli yargılara varabiliriz.

Devlet-i Âl-i Osman’ı kuran da, yaşatan da Türk milleti idi; o, hiç değilse l856 Islahat Fermanına kadar bir millî devletti; hakimiyet Türk’ün, siyasi haklar Müslümanların elinde idi. Türkler, Devlet-i Aliyye’nin kuruluş dönemlerinde olduğu gibi yıkılış döneminde de büyük ölçüde yalnız idiler ve anlaşılan odur ki, Türk milletinin bu imparatorluğu taşıyacak kültürel gücü, iman sıcaklığı artık kalmamıştı. Yükselişin olduğu gibi, çöküşün de kahramanları vardır. Bunların hayatı daha destansı ve trajiktir. Çöküşün kahramanları, en büyük fedakârlıklarla ve sarsılmaz imanlarıyla, nice yıkılmalar ve acılar bahasına, sonunda hayatlarını öne sürerek görevlerini yapanlardır. Ve, Enver Paşa’nın neslinde bu insanlar o kadar çoktur ki, bu kahramanların varlığıyla İmparatorluğun çöküşünü birlikte izlemek

şaşırtıcıdır ve insanı isyana götürür. Her türlü hayat mutluluğunu feda ederek, sonunda hayatını pazara sürerek yapılan bu mücadelelere, bu eşsiz insanlara rağmen Devlet-i Âl-i Osman’ın çökmesi, haksızlık gibi görünür... Öyle ki, Kanal Harekâtında Osmanlı askerlerinin fedakârlıklarını gören IV. Ordu’nun Alman kurmay başkanı, “Yarabbi, bu insanları emellerine ulaştırmazsan, adaletinden şüphe ederim.” diye konuşur. Ne var ki, onlar görevlerini kahramanca yapmışlardır ama, çöküşün mekanizması başkadır.

Bu insanları değerlendirmek de kolay değildir. Bunlar çöküşün kahramanlarıydılar, yürekleri dağ gibi idi; hayalleri de öyle... Asla küçük düşünmüyorlardı. Yüce Devlet’i kurtarmak için, her biri İmparatorluğun bir uzak köşesinde can teslim ederken, hayalleri sadece Turan’ı kurmak değil, bütün bir İslâm âlemini Batı’ya karşı ayağa kaldırmaktı. Yani, ülkesi ve devletiyle, kendisini kurtarabilmek için ateşlere atılırken, bütün Müslüman dünyayı kurtarmayı düşlüyor ve bunun heyecanı ile sarsılıyorlardı. Büyük düşünmek, büyük rüyalar görmek, büyük yürekli olmak, büyük zamanların tezahürleridir; halbuki bunlar çöküyorlardı ve çökerken bile yüreklerinde, kafalarında bu büyüklükleri terk etmiyorlardı.

Sonra her şey bitip, Anadolu’ya çekildiğimizde, gün geçtikçe onları anlamak zorlaştı. Savaşların ve sonraki yılların yükünü çeken insanların yürekleri daraldı, ufukları kapandı, araya anlamsız siyasi endişeler girdi. Öyle ki, Erzurum’u, Sarıkamış’ı Turan zannettiler ve Enver Paşa’yı, askerlerimizi Turan yolunda kırdırmakla suçladılar... Bu ölü insanlar, biz Irak’ta, Suriye’de, Sarıkamış ve Çanakkale’de savaşırken vatan topraklarını savunduğumuzu anlayamadıkları gibi, İngiliz ordularının binlerce kilometre ötelerden gelip, buralarda ne aradıklarını düşünmeyi de akıllarına getiremediler. İşte böyle, iman ışığı olmayınca, göz görmez... Bu kadar mı? Hayır. Enver Paşa hakkında, Millî Mücadele yıllarında ve şartları içinde düzenlenmiş özel bir propaganda çalışması vardır ki, bunun yansımaları hâlâ devam etmektedir.

Endişeler ve Propagandalar

B

İRİNCİ Dünya Savaşının yenilgi ile sonuçlanmasından ardından, bütün gelişmelerin sorumluluğu İttihat Terakki Hükümeti ve özellikle onun liderlerine yüklenerek, müttefikler ve özellikle İngilizler nezdinde ‘şirinlik’ kazanılmaya çalışılıyordu. Bunun için İngiliz Muhibler Cemiyeti bile kurulmuştu. Zamanın diğer siyasi partileri ise, İttihat Terakki Hükûmeti ve yöneticileri hakkında, hiçbir ölçü ve üslûp tanımayan saldırılarla, güya siyaset yapıyorlardı; onların hıyanetinden dinsizliğine kadar akıllarına ne gelirse tereddütsüz söylüyorlardı. Millî Mücadele’nin örgütleyici gücünü ve iskeletini İttihatçılar oluşturdukları halde, onlar da İttihatçılıklarını, en azından söz konusu etmiyor, örtülü tutmaya çalışıyorlardı. Yeni bir ruhla başlanan bu mücadelede, İttihatçıların büyük çoğunluğu için eski etiket ve sorunları bir kenara bırakmak hiç de zor olmamıştı.

Yurt dışında, Sovyetlerle kurduğu ilişkilerle Millî Mücadeleye destek sağlamaya çalışan Enver Paşa’dan, Sakarya Savaşı sonrasına kadar, Anadolu’ya gelir, diye korkulmuştur. Bu savaşın Türk Ordusunun zaferi ile sonuçlanmasına kadar, Sovyetler de Enver Paşa’yı önemli bir muhatap olarak değerlendirmiş ve ilişkilerini öyle sürdürmüştür. İnönü ve Kütahya Savaşlarındaki başarısızlıklar ve Yunan Ordusunun Sakarya boylarına dayanması, asker ve halk arasında, hatta Büyük Millet Meclisi’nde Enver Paşa’nın Anadolu’ya gireceği, Millî Mücadelenin başına geçeceği beklenti ve söylentilerini yoğunlaştırmıştır. Enver Paşa, savaş yenilgisine rağmen, gözüpek bir kahraman olarak bilinmekte ve sevilmektedir.

Daha sonra göreceğiz ki, Enver Paşa’nın fikri Anadolu’ya dönmek değil, Millî Mücadele’ye dışarıdan yardım etmektir. Ancak, Yunan ordusunun Ankara’ya yaklaşması onun da düşüncelerini değiştirmiştir. Eğer Türk ordusu Sakarya önünde yenilirse, Millî Mücadele yürütülemiyor demektir ve ne bahasına olursa olsun müdahale etmek gerekecektir. Paşa,

Sakarya Savaşı öncesinde Batum’a gelir ve savaşın sonucunu bekler. Yenilgi halinde Anadolu’ya gireceğini de açıkça beyan eder. Savaş Türk askerinin zaferi ile sonuçlanınca, Enver Paşa da, Türkistan’a doğru çizmiş olduğu hedefe yürür.

Enver Paşa’nın açık ve samimi beyanlarına rağmen, onun Anadolu çevresinde olmasından rahatsızlık duyan Millî Mücadele önderleri, Paşa’nın Türkiye’ye girme ihtimaline karşı tedbirler alır, asker ve halk içindeki yüksek itibarını kırmak için bir takım propagandalara girişirler. Enver Paşa’nın komünist olduğu, Kızılordu ile Anadolu’yu işgal edeceği söylentileri bu dönemde çıkar. Kaderin bir cilvesi olarak, bu propagandaların en ateşli üreticisi ve savunucusu da, “Enver benim hayatımı kurtarmıştır.” diyen Kâzım Karabekir Paşa’dır. Gerçekten de, Balkan Savaşı sırasında, İttihatçılık gayreti ile asker içinde bozgunculuk yaptığı gerekçesi ile Divan-ı Harbe verilen Kara Kâzım Bey, cezalandırılarak ordudan atılmıştır. Savaş Bakanı olan Enver Paşa, “Kâzım iyi insandır; bu hatasını telafi eder.” diyerek Divan-ı Harp kararını yırtıp atmış ve bu genç subay arkadaşının önünü açmıştır. Bu durumu orduda herkes bilmektedir.

Şimdi ise yeni bir durum vardır; Kâzım Karabekir Millî Mücadele’nin en sağlam ordu gücünün başındadır. Enver Paşa’nın Anadolu’ya girme ihtimali düşünüldüğünde, hayatını borçlu olduğu bu insan karşısında, Millî Mücadele önderlerinin kendisine güvenmeyecekleri endişesi içindedir. Nitekim General Sami Sabit Karaman’a, “Sami Bey, Enver işi azıttı; Ankara benden şüphe eder gibi görünüyor. ” diyerek bu endişesini dile getirir. (General Sami Sabit Karaman, İstiklal Mücadelesi ve Enver Paşa, İst.,1202, s.27) Bu duygular içindeki Kâzım Karabekir Paşa ve onun, Trabzon’a bu iş için gönderdiği Sami Sabit Karaman, kraldan çok kralcı davranarak Enver Paşa tehlikesini ve onu destekleyen Trabzon Kuvay-ı Milliye öncülerini (Kayıkçılar Kâhyası Yahya, F. Ahmet Barutçu gibi) mübalağalı bir şekilde sürekli Ankara’ya rapor etmişlerdir.

Bu arada, Kâzım Paşa Ankara’ya sürekli yazıp, Enver hakkında açık bir propaganda savaşının başlatılarak halkın ve ordunun gözünden düşürülmesine çalışılmasını önermektedir. Kâzım Paşa kendi bölgesinde bu tür bir çalışmayı başlatır. 26 Mayıs 1921 tarihinde Fevzi Çakmak’a çektiği telgrafta, kendisinin başlatmış olduğu bu propagandanın bazı esaslarını da verir: Doğu Karadeniz taraflarında biraz zayıf olduklarından bahisle,

“Bilhassa Acara ve Batum’da Enver’in programını izahla Bolşevik olduğunu, dinden çıkarak kadınların erkeklerle birlikte açık gezeceklerini halka anlatarak dinî duyguları tahrik olunuyor... Bundan sonra basın meselesi pek mühimdir. Programının memlekete vuracağı felaket tahlil olunarak Enver’in şahsına saldırılmalıdır. Enver ve arkadaşlarının sonuna kadar felaketi milletten saklayarak ve hazinelerimizi Anadolu’ya millet eline atmaya bedel, düşmana teslim ve ele geçirdikleri parayı alarak kaçtıklarını ve memleketi başsız, teşkilatsız bıraktıklarını, bir zamanlar Almanlardan, şimdi de Ruslardan külliyetli para alarak harap vatanın başına elfatiha levhası yazmakla meşgul olduklarını, düşkünlükten dört tarafı mamur bir hayata yükselenlerin yine o hayata kavuşmak için her vicdansızlığı yapacağı beşer için değişmez bir kaide olduğunu...” (Kâzım Karabekir, İstiklal Harbimizde Enver Paşa ve İttihat Terakki Erkânı, İstanbul 1967, s.138-139) bildirir.

Mustafa Kemal Paşa, Kara Kâzım’a 4 Haziran tarihinde çektiği telgrafta “Enver hakkında açık neşriyata karar verdik.” demektedir. Kâzım Paşa, Enver Paşa’nın dışarıda bulunduğu sürece tehlikeli olacağından bahisle, Ankara Hükûmetince Anadolu’ya davet edilerek ele geçirilmesini de teklif etmektedir. (Karabekir, a.g.e., s.149) En azından hüzün verici olan, bu satırları yazan Kâzım Paşa, Enver Paşa’nın kendisini Divan-ı Harp kararından kurtardığını da belirterek, “Bunun için hâlâ da severim, hürmetim vardır. ” der; fakat, Anadolu’ya girmesi felaket olacağından bunu engellemek görevimdir, diye devam eder. (Karabekir, a.g.e., s.201)

Öyle görünüyor ki Kâzım Paşa’nın önerdiği propagandalar pek başarılı olamamış, ancak bu dönemden itibaren özellikle Sarıkamış Harekâtı üzerine yapılan yayınlarda büyük abartılar ve bakış açısı sapmaları görülmüştür ve bu harekât üzerinden yapılan propagandalar halen de etkisini sürdürmektedir. Öyle ki, Çanakkale Zaferi’nin değerini artırmak için yükseltilen şehit sayısı - ki bu zaferin de başkomutanı Enver Paşa’dır- Sarıkamış’ta Enver Paşa’yı karalamak için kullanılmaktadır.

“Doksan bin kişinin Allahuekber Dağlarında tek kurşun atmadan donduğu” safsatalarının, Enver Paşa’yı değil, Sarıkamış Savaşlarının büyük kahramanlarını ve aziz şehitlerini aşağıladığı, ruhlarını muazzep ettiği fark edilememiştir. Savaş kazanıldığı zaman ölenleri şehit bilip yüceltmek ve kaybedildiği zaman boşu boşuna öldüklerini söylemekten daha çirkin ve düşmanca bir değerlendirme olabilir mi? İşte, “Enver Paşa gelecek” korkusuyla başlatılan propagandanın gelip dayandığı utanç verici nokta budur. İşte, yıllar boyunca, nice yakınları burada toprağa düşmüş olanlarımız bile, Sarıkamış deyince, bu tür bir değerlendirmeyi kalıp halinde tekrarlayıp durmuştur. Bu propagandaların, tam bir bilgisizlik ortamında yeşerdiğini ve çok uzun süre etkili olduğunu söylemeliyiz.

Bu noktalara işaret eden Cemal Kutay, vaktiyle Enver Paşa’nın Kurmay Yaverliğini yapan Kâzım Orbay’a, eldeki vesikaları tasnif edip arşivleyelim , teklifinde bulunduğunu kaydettikten sonra, şöyle yazar:

“Hem vesikasızlıktan yanlış hükümler verilmiştir, hem de aslından şüphe edilmeyen apaçık vesikaların anlattıklarının tam aksine hükümler verilmiştir. Nitekim 1947’de, Büyük Millet Meclisi’nde, vaktiyle kendisi de Enver Paşa’ya ‘Hürriyet Kahramanı’ diyen bir milletvekili, Anavatan şehidi için ‘maceracı’ dediği zaman, Kâzım Orbay Genel Kurmay Başkanı idi ve bildiklerini, çok iyi bildiklerini bile söylememiş, söyleyememişti.” (Cemal Kutay, “Hür Türkistan Yolunda, Buhara’da Enver Paşa”, Tarih Sohbetleri, c.3, Kasım 1966, İstanbul, s.141)

Sovyetler de, Paşa aleyhindeki propagandalarını, O’nun şehadetine rağmen devam ettirmişlerdir. 1920-30 arasında, “Enver Paşa Türk Halkının Düşmanı’’ adıyla, Viladimir Kordinin’in rejisörlüğünü yaptığı bir de film yaptırmışlardır.

Bugün, soğukkanlılıkla baktığımızda görüyoruz ki, Enver Paşa ve o nesilden gelecek nesillere kalan, onların ülkücülükleri, bağlanışlarındaki derinlik ve bir de Cumhuriyetimizdir.

Dalgalar Çekiliyor...

T

EMİZ ahlakı ve üstün yetenekleri ile Söğüt’te patlayıp üç kıtayı saran

Türk enerjisi sönmeye, Viyana, Afrika ve Kafkas öteleri ile Yemen sahillerini döven dev dalgaları çekilmeye başlamıştır. Devlet-i Aliyye yapısındaki özgün kurumlaşmalar, onu tarihin tanıdığı en yüce noktalara taşımış; ancak, bir zamandan beri kendini artık yenileyemez olmuştur. Buna duraklama diyoruz. Dünya değişmekte, insanlar ve toplumlar değişmekte, ama Osmanlı kurumları bu değişmelere göre kendilerine yeniden çekidüzen verememektedir. Bu kurumlar onun hayat karşısındaki bütün sorunlarını çözmüş, en iyi, en güzel ve en doğru olduğu inancını yerleştirmiştir. Toplum bu imanla büyüyüp cihan devleti olmuştur ama, bu inanç aynı zamanda kendi içine kapanmasının da en önemli sebeplerinden olmuştur.

Kültürün kurumlaşmasından sonraki yenilenmelerinde çok daha büyük bir enerji gerekir. Çünkü, hazır bir ruhî ve toplumsal zemin üzerinde değil, birkaç yüz yıllık gelenekleşmiş yapılar bozularak kurulacak zemin üzerinde yenilenme gerçekleştirilecektir. Halbuki Osmanlı kültürü, aynı zamanda, genel anlamda inanç zayıflamasına dayanan bir kültürel soğuma yaşamaktadır; yani kültürün yapabilme gücü azalmaktadır. Bir çok şeyi bilmekte, ama yapamamaktadır. Toplumun gerilimi düşmekte, yaratıcı gücü azalmaktadır. Cevdet Paşa’nın yükselişin temeli saydığı Türk’ün temiz ahlakı da, üstün yetenekleri de körelmeye başlamıştır. Osmanlı, görme, yorumlama ve yaratma gücünü kaybetmektedir.

O güne değin hiçbir zaman tek bir devletle savaşmamış, hiçbir devleti muhatap kılıp onunla anlaşma yapmamış, hep tek taraflı amannameler vermiş olan Osmanlı Devleti, on sekizinci yüzyıla girildiğinde artık diğer büyük Avrupa devletlerinden biri gibidir; onu yenmek çok zordur; ama, imkânsız değildir. Her şeyden önce, Osmanlının da yenilebileceği Avrupalılarca anlaşılmıştır. Bu da kaderin bir cilvesidir ki, Osmanlının yenilmeye başladığı,

soğuma sürecine girdiği bu dönem, Rusya’nın yükselme dönemidir. Avrupa da yenileşme ve yükselme süreçleri içindedir.

Osmanlı, yenilginin doğal bir tepkisi olarak önce askerini yeniden düzenleme gayretlerine girdi. Akıncı Ocağı çökmüştü. On yedinci yüzyıl boyunca bu ocaktan doğan boşluğu Kırım ordusu doldurdu. Toprak düzenine bağlı olarak kurulan Tımarlı Sipahi düzeni de tamamen bozulmuştu. Kâtip Çelebi ve Koçi Bey gibi büyük Osmanlı aydınları kanun-ı kadîm’e dönüp bu ocağı yeniden diriltmeyi öğütledilerse de, başarılamadı. Onlar, bu ocakları kuran ve yükselten ilke ve ülkülere sadık kalınmasını istiyorlardı. Bu ilke ve ülkülere aykırılıklar bu ocağı bozmuştu; şimdi düzeltmek için, bu bozulmaları ortadan kaldırmak ve kurucu ilkelere sadık kalınarak yeniden düzenlemek gerektiğini ileri sürüyorlardı. Kültürüne olan inancını kaybetmemiş olan bir aydının ilk önereceği çözüm de budur. Ancak, kanun-ı kadîme aykırı davranışları görüp ayıklamak, bunlara sebep olan şartları değerlendirmek ve yeni şartlar karşısında aynı ilkelere bağlı yeni kurumlaşmalar sağlamak, kuruluştakinden daha büyük bir yaratıcı güç istiyordu. Osmanlı ise yaratıcılığını kaybediyordu.

Osmanlı ilk ve en yakın hedef olarak merkez ordusunu yeniden düzenlemeyi seçti. Bu ordu ki, Yeniçeri Ocağı’ndan yetişme idi ve yabancı tarihçinin “cehennemi fikir” dediği muhteşem bir Osmanlı kurumu idi. Yapılan yenileşme hamleleri sonuç vermedi ve bir gün, bu anlı şanlı Ocak, top gülleleri altında, kendi halkıyla boğuşarak, kendini yok etti. Yıl 1826 idi.

* * *

Sultan II. Mahmut Han eğitime yönelir. İstanbul için ilk öğretimi zorunlu kılar, “Mekteb-i Maarif-i Adlî” okulları açar. Tıbbiye ve Harbiye okulları açılır. Tıbhane ve Cerrahhane okullarının açılışında Sultan Mahmut da bulunur:

“Gerek asâkir-i şâhâne ve gerek memâlik-i mahrûsemiz içün hâzik tabipler yetiştirüp, hidemât-ı lâzimede istihdâm ve diğer taraftan dahi fenn-i tıbbı kâmilen lisanımıza alup, kütüb-i lazimesini Türkçe tedvine say’ u ikdam etmeliyiz...”

Sultan Mahmut’un fermanıyla, askerî terimlerin Türkçeleştirilmesi tamamen, tıp terimleri kısmen başarılır.

1826’dan sonra, Osmanlı sanki de ordusuzdur. 1829’da Mora elden çıkmış, kendisine haraç veren bir Yunan Prensliğini Osmanlı kabul etmiştir.

Ertesi yıl Fransızlar Cezayir’e saldırmışlardır. Garp Ocakları denilen Cezayir, Tunus ve Trablus, Dayı denilen askerî reisler tarafından yönetilirdi. Fransa, Cezayir’e olan borçlarını ödememiş ve sonunda orayı işgal ederek meseleyi çözümlemiştir. Osmanlı bir şey yapamamıştır. İleride İtalyanlar da benzeri bir hevesle Trablus’a saldıracak ve karşılarında Enver Bey başta olmak üzere genç Osmanlı subaylarının teşkilatlandırdığı büyük bir direniş gücü bulacaktır. Yine 1830 yılında, 1826 Rus savaşının sonuçlarından biri olarak Sırbistan’ın özerkliği kabul edilmiştir.

Yunan prensliğinin kurulmasından sonra Osmanlı mülkündeki Rum reaya, bütünüyle oraya yönelmeye başlamıştır. 1832 yılında Yunan isyanlarında çok payı olan Sisam Adasına özerklik verilir.

Bu gaileler içinde Mısır valisi Mehmet Ali Paşa isyan etmiş ve oğlu İbrahim Paşa, Osmanlı ordusunu Konya önlerinde yenerek ilerlemeye başlamıştır. M. Ali Paşa’ya Suriye ve Adana vilayetleri de verilerek geri çekilmesi sağlanır. Ancak, 1838’de M. Ali Paşa Ordusu yeniden yürür ve Nizip’te Osmanlı ordusunu dağıtır.

1839’da Sultan Mahmut’un ölümü ile, yerine oğlu Abdülmecit geçer. Bu yıl, Hain Ahmet Paşa, elde mevcut Osmanlı donanmasını Mısır’a götürerek M. Ali Paşa’ya teslim eder. Bu sırada Tanzimat Fermanı ilan edilir.

Yukarıdaki kısa dokunuşlardan sonra, hem Tanzimat Fermanının hangi şartlar altında imzalandığı, hem de o dönem ve daha sonrakilerin ruh halleri daha kolay anlaşılabilecektir. Tanzimat dönemi, Reşit, Âli ve Fuat Paşalar gibi yetişmiş insanların yönetiminde idareyi merkezileştirme ve bir çok alanda yeniden kurma gayretleriyle geçmiştir. Bu alanda ciddi mesafeler de alınmıştır. Ancak, bu zayıf zamanlarında, varlığını devam ettirebilmek için sürekli Avrupalı devletlere muhtaç halde olması ve o devletlerin de, her türlü nezaketi bir yana bırakarak bu güçsüzlüğü sömürmeleri, yeni yetişen nesillerin çok ağırına gitmiştir. Tanzimat Fermanı’nın yabancı elçiliklerin zoru altında yayımlandığı bilinmektedir. 1856 Islahat Fermanı’nın ise, yabancı elçilerin de katıldığı bir komisyon tarafından hazırlandığı yine bilinmektedir. Ayrıca, Cevdet Paşa’nın yazdığına ve zamanın Şeyhülislamının söylediğine göre, düşman gemileri Boğaz’da ve topları saraya çevrili iken 1856 Fermanı ilan edilmişti. Bu fermanın, siyasi hukuk alanında Müslim-Gayrimüslim ayırımını ortadan kaldırarak, eşit vatandaşlar kavramını getirmesi ile Müslüman halk sadece “Gâvura gâvur denilmeyecek”

diye alay etmedi; hiçbir zaman affetmedi de. Yeni Osmanlıların Tanzimatçılara olan husûmetlerinin önemli bir sebebi de budur. Yeni Osmanlıların etkisinde ve Namık Kemal’in şiirleriyle beslenerek yetişen İttihat Terakkici yeni nesil, Osmanlının düştüğü bu zayıflığı Devlet-i Aliyye’ye yediremeyecek ve onu anlamak yerine, Tanzimatçılara ve yönetimlere fatura etmek yolunu seçeceklerdir.

 

Ateşte Pişen İnsanlar...

E

NVER Paşa’nın yedinci dedesi Abdullah, Müslüman olmuş bir Gagavuz

Türkü’dür. Yemeni satarmış. Kırım Sarayında yemeni satarken, kızlardan birine tutulmuş, kız da onu sevmiş, Müslüman olarak evlenmişler. Kırım’ın Ruslar tarafından işgali üzerine Tuna deltasındaki Kili kasabasına göçmüşler. Buranın da işgal edilmesi üzerine Abdullah’ın oğlu Kahraman, Karadeniz kıyısındaki Kastamonu’nun Abana yöresine göçmüş.

Bu aileden olan, bayındırlık teşkilatında inşaat teknisyeni Ahmet Beyin oğlu İsmail Enver, 23 Kasım l881 Çarşamba günü4 İstanbul Divanyolu’nda eski Lisan Mektebi karşısındaki evlerinde doğmuştur. Annesi Ayşe Dilara hanımdır.

Enver’in nüfus kâğıdı

Devlet- i Aliyye-i Osmaniye Tezkeresidir.

İsim ve Şöhreti:

Pederi ismiyle mahall-i ikameti:

Validesi ismiyle mahall-i ikameti:

Tarih ve mahall-i veladeti:

Milleti:

Sanat ve sıfat ve hizmet ve intihab salahiyeti

Müteehhil ve zevcesi Müteaddit olup olmadığı:

Derecat ve sunuf-i askeriyesi:

Eşkali

Boy

Göz:

Balada isim ve şöhret ve hal ve sıfatı maharrer olan İsmail Enver Bey bin Ahmet Bey Devlet-i Aliyye’nin tabiiyetini haiz olup, ol suretle ceride-i nüfusta mukayyet olduğunu müşir işbu tezkere ita kılındı.

10 Kânunievvel 1321 Deraliyye’de daire 1, Hoca Rüstem Mahallesi Çatalçeşme sokağı, hane, 6 (Nezaret-i Umur-ı Dahiliye) mühürler.

(Arı İnan, Enver Paşa’nın Özel Mektupları, Ankara 1997, s. 20)

Ailesi orta halli olmakla, onun eğitimi için gerekli her şeyi yapmaya gayret eder. Üç yaşında iken evlerinin yanındaki İbtidaî Okuluna gider. “İlk besmeleyi mekteb muallimi Kara Hafız Efendinin önünde telaffuz ettim. ”(Enver Paşanın Anıları, haz. Halil Erdoğan Cengiz, İst. 1991, s.33) Daha sonra Fatih Mekteb-i İbtidaîsinin ikinci sınıfında iken bayındırlık işlerinde kondoktör olarak çalışan babasının tayini Manastır’a çıkar. Okulu orada bitirir. Yaşının küçük olması sebebiyle Askerî Rüşdiye’ye kaydını yapmak istemezlerse de, çok heyecanlı ve istekli oluşuna bakarak okula alırlar. Yaramaz olmadığı için arkadaşlarının, derslerine çalıştığı için de öğretmenlerinin sevgisini kazanır. İlk sınavda sınıf yedincisi olur; ancak genel sınavda, dersi okutulmayan bir soru sorulur; küçük Enver bilemez. Sınıfın altmışıncılığına düşer. Bu durum onu çok üzer ve gevşekliğe sevkeder. “Hem sınıfın aşağısında bulunuyorum diye öğretmenlerin önem vermeyişi gayretimi büsbütün kesiyordu. Dördüncü yılda son bir gayretle sınıfın otuzuncusu olmuştum. Okuldan mezun olurken on yedinci oldum. ” (Cengiz, a.g.e., s.34) Sakin, gösterişsiz ama çevresine güven

telkin eden bir kişiliği vardır. Bu döneminde parlak bir öğrenci olmaktan çok, iyi halli bir öğrencidir.

Rüşdiye’den sonra Mekteb-i İdâdî’ye on beşinci olarak girer. Manastır Askerî İdâdîsi o zamanlar, Mustafa Kemal’in de okuduğu, bir çok seçkin Osmanlı subayının yetiştiği itibarlı bir okuldur. Askerlik hevesi sebebiyle heyecanla derslere sarılır. İkinci sınıfa on ikinci ve üçüncü sınıfa dokuzuncu olarak geçer. Sonunda Harp Okuluna nakledilirken sınıf altıncısı olur. İdâdî okulundayken, kendi ifadesiyle “Doğruluktaki taassubu” sebebiyle altı hafta izinsiz kalma cezası alır. Üçüncü sınıfta, resim dersinde, kendinden büyük bir arkadaşı Enver’i yatırıp üstüne ot yığar. Tam Enver kalkarken öğretmen içeri girer ve ona üç hafta izinsizlik cezası verir. Enver kimsenin adını vermez. “Bu ceza bana pek ağır geldi.” diye yazar. Bir diğerinde, arkadaşlarının ısrarı üzerine yaptığı bir çalgıyı öğretmenleri yakalar ve kimin yaptığını sorarlar. Enver ortaya çıkar ve ben yaptım der. Yine üç hafta izinsizlik cezası verilir. “Fakat bundan o kadar üzüntülü değildim. Çünkü hakikaten kabahatliydim. Yalnız, doğruluğun serkeşlik olarak yorumu pek gücüme gidiyordu. ” (Cengiz, a.g.e., s.35)

İdâdî son sınıfındayken l897’de Girit olayları başlar. Adanın Yunanistan’a katıldığını açıklamasıyla başlayan ve sonunda Türk-Yunan savaşına dönüşen gelişmeler öğrencilere büyük heyecan verir. Dinlenme zamanlarında sobanın başında toplanarak konuyu tartışır, “Hükümetin aczinden, mutlakiyet yönetiminin kötülüğünden ve özellikle de Sultan Hamit’in fenalığından bahsederdik. ”

Buradan sonra Harp Okuluna giden Enver’i, oradaki arkadaşları, “çalışkan, mazbut, ciddi ve sözünde duran biri” olarak anlatırlar. O günlerde trenler askerî sevkiyata tahsis edildiğinden Selanik’teki Harp Okuluna özel bir trenle gönderilirler. Şunları yazar:

“Artık bizdeki sevinç fevkalade idi. Subay adayı olmuştuk. Biz de üç sene sonra, şimdi harbe giden kahraman askerlerimize komuta edecek kabiliyette bulunacaktık. Yolda rast geldiğimiz trenlerdeki Anadolu gönüllü taburları erlerinin yüzlerindeki gülümsemeyle bize selam verişi, şarkı söyleyişleri gerçekten bunlara layık subay olabilmek için son derece çalışmak azmi hususunda bizi gayretlendirmeye yeterli idi. Evet, onlar her şeylerini, yerlerini, yurtlarını bırakarak vatanın bir köşesinde ölmeye gidiyorlardı. Biz de, gelecekte bize emanet edilecek bu yüzlerce belki binlerce kahramanı iyi yöneterek, onları zaferlere sevk için bilgi ve beceri kazanmaya gidiyorduk. Her iki taraf da, vatanın kurtuluşu için çalışmaya gidiyordu. Bu sırada yegâne emelim, subay olmak, memleketime bu suretle hizmet etmekti.” (Cengiz, a.g.e., s.36)

Harp Okulu’na heyecanla başlar; gözü, buradan kurmay okuluna gitmektedir. Fakat, Manastır İdâdîsini altıncılıkla bitirmesine rağmen notları düşük olduğundan pek de ümitli değildir. İlk sıralamada sınıfının elli altıncısı durumdadır; bu durum devam ederse kurmay sınıfına ayrılmak mümkün değildir. “Mamafih her halde azm etmiştim. ” der.

Bir gün öğrenciler toplanarak, subaylardan, Harbiye’ den, Tıbbiye’den bir çok kişinin “Sultan Hamit aleyhindeki teşebbüsat-ı cinayetkârâneleri” sebebiyle sürgün ve idamla cezalandırıldıklarına dair bir duyuru okunur. Mektepler Nazırı Zeki Paşa bir nutuk çeker ve askerlikte sadakatin her şeyin üstünde olduğunu söyler: “Sadakat tahsil edildikçe, ta’biye ve seferiyye ve diğer konularda meleke kazanılmasına gerek kalmadan zafere ulaşılabileceğini” söyler. Nedense bu sözler Enver’in zihninde “İğrenç yalanlar” olarak yankılanır ve ufak bir ukde yapar. Sonunda unutur ve yine derslere yoğunlaşır.

İkinci seneye on yedinci, üçüncü seneye on ikinci olarak geçer. Okulu bitirirken dördüncüdür. Fakat, geçen yıllarla birlikte ortalama alındığında dokuzuncu olur. Artık, kurmaylık için ayrılan kırk beş kişi arasında Enver de vardır. Harp Okulunda bir hafta izinsizlik cezası alır. Sınıfın en küçüğü olduğu için en önde oturur. Kara tahtaya, sınıfta bulunan bir kedinin ağzından açık mektup yazanın kim olduğunu nöbetçi öğretmen ondan sorar. O da, bilmiyorum der. Sonradan dilekçeyi yazan ortaya çıkıp, ben yazdım derse de, Enver, bilmiyorum dediği için cezayı alır.

“Beni uslu, çalışkan bir öğrenci olarak tanırlardı. Çoğu zaman derslerime yalnız çalışır, bahçede yalnız gezer, yaşımın küçük olmasından ötürü Manastır Harbiyesinden gelmiş olan büyük arkadaşlarım tarafından korunurdum.”

Kurmay olmak üzere Erkân-ı Harbiye Okuluna alınan Enver, burada da sevilen ve saygı duyulan biridir. Bu yıllarında aynı yaşlarda ve aynı okulda beraber oldukları amcası Halil (Paşa) ile başlarından bir siyasi tutuklanma olayı geçer. Okuldan alınıp, sorgulanmak üzere Yıldız’a götürülürlerken, Halil bir yolunu bulup kendisini, “Ben bir şey bilmiyorum, haberim yok de.” diye ikaz eder. Olay, şehzade Mecit Efendi’nin Almanca öğretmeni ile onun arkadaşı bir gazetecinin evlerinde görülmesine dayalıdır. Bu öğrencilerin Şehzade’nin kayınbiraderi Zeki Bey kanalı ile gizli ilişkiler içinde oldukları şüphesi uyanmıştır. Enver, kendi tabiri ile “aptal” rolü oynar ve bir şey görmediği, bilmediğinde ısrar eder. Halil, ise kendisinin bir subay olduğunu,

Padişah’a sadakat yemini ettiğini söyleyerek, Bayram selamlığında evlerinde iki misafirleri olduğunun doğru olduğunu; ancak bu dâvetin Zeki Bey ve Şehzade ile hiçbir ilişkisinin bulunmadığında ısrar eder. Okula gönderilir ve tek kişilik nezarethanelere konulurlar. Sultan Hamit’in zalimliğine çoktan inandırılmış olan Enver burada istibdadın yıkılması üzerine hayaller kurar. Daha sonra, “Sultan Hamit ve yakınlarına karşı içimde derin bir kin uyandı.” diye yazar. Kendine verilen ot minder üzerinde Sultan Hamit’in vücudunu yok etme hayalleri içinde uyuya kalır. Ertesi gün yeniden Yıldız’a götürülüp sorgulanır ve serbest bırakılırlar.

“Bundan sonra, ara sıra, güvendiğim arkadaşlara bu zalim yönetimi devirmek çarelerinden söz etmeye başlamıştım. Fakat bunlar söz olarak kalıyordu.”

Kurmay okulunda kendisini bütünüyle derslerine vermiştir. “Ben kendimde bir fevkaladelik görmemekle birlikte hocalarımın hemen genel olarak takdirlerini alıyordum. Böylece kurmay ikinci seneye beşinci, üçüncü seneye üçüncü olarak geçtim. ”

Kurmay okulunun bitirme sınavlarına girerken, vatana ve millete hizmet imkânı için Allah’a sürekli dua ettiğini ve heyecan duymadığını söyler. “İçim rahattı; elimden geldiği kadar çalışmış, geri kalan için Allah’a sığınmıştım. ” (M. Şükrü Hanioğlu, Kendi Mektuplarında Enver Paşa, İstanbul 1989, s.259) Sınavlar biter ve Enver sınıf birincisi ve fakat okul ikincisi olarak Ocak 1902 yılında mezun olur. Okul birinciliği için, geçen bütün yılların ortalaması alındığı için, Okul birincisi, daha sonra Sarıkamış hareketinde XI. Kolordu komutanlığı yapacak olan ve arkadaşlarının “büyük zakâ” diye andıkları Hafız Hakkı olmuştur.

Yirmi bir yaşında bir kurmay yüzbaşı olarak orduya katılan Enver Bey’in bütün kurmaylar gibi piyade, topçu ve süvari sınıfları içinde sekizer ay staj yapması gereklidir. Bunun için de, iki sene müddetle 3. Ordu’ya atanır. Kendisi bir süre İstanbul’da büyük annesinin yanında kalmak isterse de, Hırka-i Şerif şenliğine katılmak üzere (Ramazanın on beşinde) hemen Ordu merkezi Selanik’e gitmesi emredilir. Burada 13. Topçu Alayı’na verilir. Sekiz ay süreyle Manastır’da 6. Topçu Bataryası’nın komutanlığını yapar; büyük bir enerji ile çalışır. Tabur komutan vekili Kolağası Salih Bey de kendisine yardımcı olmaktadır. Fiilen askerliğe giren ve deneyimler kazanmaya başlayan Enver’in bu dönemi için yazdıkları ilgi çekicidir:

“Fikirlerimi umduğum gibi gerçekleştiremeyeceğimi görmüştüm. Alayın içinde reformlar yapmak zordu; kimse büyük bir işe girmek istemiyordu. Böylece herkesin gönüllü olarak, elinden gelenin en iyisini yapması durumunda her şeyin düzeleceğine inanıyordum. Kendi görevini tam yapmayan bir mülazımın en üst ordu idaresini, paşaları vb. tenkide hakkı olmadığını görmüştüm. Bu yüzden bu tip tenkitçileri takip edip cezalandırıyordum.” (Hanioğlu, a.g.e., s. 260)

Ancak çevresi kendisinden hoşnuttur. Balkan çetelerine karşı çatışmalara, zaman zaman bataryasıyla katılır:

“Mayıs ayında Mogila’da on sekiz kişilik Bulgar çetesiyle olan çatışmaya iki topla katıldım. İlk gerçek top ve tüfek atışını orada gördüm. Bu çatışmada eşkıya bütünüyle yok edilmişti. Mamafih topçu subayı sıfatıyla çatışmaya ciddi katılamamıştım. Yalnız iş top atmaktan ibaretti.” (Cengiz, a.g.e., s.46)

1903   Eylülünde kendi isteği ile, piyade stajını yapmak üzere 20. Piyade Alayı’nın 1. Taburuna atanır. “Benim niyetim Bulgar hududundaki bölgeyi öğrenmekti ve bu sırada redif askerleri de silah altına alındığından, savaş anında geri kalmak istemiyordum.” (ş. Hanioğlu, a.g.e., s.262) Bir ay sonra bu tabur karakollara dağıtıldığından, Koçana’daki 19. Piyade Alayı’nın 1. Tabur, 1. Bölük komutanlığına atanır. Burada iken Sultan Tepe civarında iki yüz kişilik bir Bulgar çetesiyle çatışmaya girer. Bölgeyi iyi tanımadığından ve birliklere komuta eden Miralay, hareket birliği sağlayamadığından çatışma akşama kadar sürer ve akşam çeteler kaçarlar. Enver Bey takip etmek ister; tabur komutanı izin vermez; onun gençliğine acıdığı için izin vermediğini söyler. “Böyle bir çetenin, bizim sayıca üstün birliklerimizden kaçabilmesi beni derinden sarsmıştı.” Bundan sonraki çatışmalarda mümkün olduğu kadar işi gündüz bitirmeye karar verir. Asker onu sevmektedir; ancak subaylar, kuralları çok sıkı uyguladığı için pek hoşnut değillerdir.

1904   yılının Nisanında süvari stajı için Üsküp’teki 16. Süvari Alayı’nın bir bölüğüne gönderilir. “Pek memnundum. Burada yalnız bulunacaktım. Burada subaylardan her türlü görevin tam uygulanmasını istediğimden, evvelce kendi keyfine alışmış olan bu efendiler hiç memnun olmadılar.” Görevine devamsızlık eden bir subaya hapis cezası vermek zorunda kaldığını söyler.

“Burada evvelki fikirlerimi değiştirmek zorunda kaldım. Çünkü, memurlardan sadece gönüllü iş istemek demek ki doğru değilmiş. Bu böyle olsaydı kanunlara ve içinde var olan cezalara gerek olmazdı. Demek ki, her şeyden evvel devlet işlerinin iyi sonuçlanabilmesi için kanunun harfiyyen uygulanması şartmış.... Subaylar komutanlarına itaatsizliğe başlar ise, orada yapılacak pek bir şey kalmamıştır. O zaman

komutan beceriksizdir, yani emrini astına uygulatacak gücü yoktur. Böyle bir durumun sürmesi vatanın batması anlamına gelir.” (Hanioğlu, a.g.e., s.263)

Enver Bey, beceriksizliği sebebiyle emekli edilmesi gereken bir Miralayın, İstanbul’a birkaç bin lira gönderip tümen komutanı olduğundan bahseder. Bu tür olayların subaylar üzerinde moral bozucu etkileri olur.

Genç subaylar, bütün bu ve benzeri aksaklıkları, Abdülhamit zulmüne bağlamak kolaycılığına kendilerini kaptırmışlardır. O da, “Ve böylece gitgide bu kötü olaylara bir son verip Abdülhamit’in istibdadı yerine Kanun-ı Esasî’ye dayanan bir devlet tesisi gerektiği fikri içimde büyüyordu. Yoksa her atılım sonuçta başarısız olacaktı.” diye düşünür. Avrupa’nın direttiği reformların ülkeyi parçaladığını görüyor, ancak bunu, memleketin bozuk idaresine, bozulmayı da Abdülhamit istibdadına bağlıyorlardı. Onlar bozulan yönetimi düzelteceklerdi.

“Hrıstiyanların Avrupa tarafından desteklenmesi memlekette eskisine göre tam tersine bir eşitsizlik yaratmıştı. Memurlar artık sadece Hrıstiyanların işleri ile uğraştığından, kimse Müslümanların haklarıyla uğraşmıyordu. Bir Hrıstiyana yapılmış olan haksızlık hemen cezalandırıldığı halde, kimse Müslümanların haklarını sormuyordu.” (Hanioğlu, a.g.e., s.264)

İki ay da İştip’te kaldıktan sonra stajı biten Enver Bey Manastır’daki karargâha döner. Burada 1. ve 2. şubelerde on beşer gün çalıştıktan sonra, yeni kurulmuş olan Ohri ve Kotsavo askerî bölgelerine müfettiş olarak atanır. 7 Mart 1906’da kolağası (önyüzbaşı) olan Enver Bey’in yoğun ve yıpratıcı çete savaşları başlar. “Bazen bir ay sonra bir çetenin takibinden döndüğümde hemen yeni vazifelere gönderilirdim. Ve hiçbir zaman yorgunluk yahut hoşnutsuzluk göstermedim. ”

Ferik Hadi Paşa ve kurmay başkanı Hasan Bey’in sorumluluk bilinci içindeki gayretleriyle Manastır ve çevresindeki çeteler temizlenir.

“Bu şekilde iki yıl içinde sadece benim emrimdeki kıtalar ile elli dört çatışmada bulundum. Ketiha’da yaptığım savaş benim için örnek oldu. Ondan sonra, çatıştığım çeteleri firar edememeleri için artık çembere alıyordum. Ondan sonra bizzat yakın savaş için uygun noktayı tesbit edip en kısa zamanda hücum ettiriyordum. Böylece çabuk ve çoğu zaman önemsiz kayıplarla amacıma ulaşıyordum.” (Hanioğlu, a.g.e., s.265)

Nisan ayındaki bir çatışmada bacağından vurulur; bir ay kadar çatışmalardan uzak kalır. Sonra yine yoğun ve başarılı savaşlara girer.

Başarılarından ötürü kendisine 4. ve 3. Mecidiye, 4. Osmaniye ve altın liyakat madalyaları verilir.

Enver Bey

4 Paşa’nın doğum tarihi ve diğer bazı tarihler konusunda Ş. Süreyya Aydemir’in kitabında bazı yanlışlar ve tutarsızlıklar vardır. Bu konuda, Şükrü Hanioğlu’nun çalışmasını da değerlendiren Halil Erdoğan Cengiz’in tespitlerini esas aldım. Enver Paşa’nın 1908 yılına kadarki hayatı için, Paşa’nın H. E. Cengiz tarafından yayımlanan ve Ş. Hanioğlu’nun, Almancasıyla birlikte verdiği otobiyografisi esas alınmıştır.

Bir Neslin Hayalleri

B

U yıpratıcı mücadeleler içinde Enver’in yıldızı parlamaya başlar; hızla yükselir. 30 Ağustos 1906’da Binbaşılığa terfi eden Enver Bey yirmi beş yaşındadır. 1907 yılında, maaşına zam yapılarak, yine Rum, Bulgar ve Sırp çetelerinden oluşan çetecilere karşı eşkıya takibi ile görevlendirilir. Enver Bey bir yandan çetelerle vuruşurken bir yandan da İmparatorluğun kurtuluşu için düşünmektedir:

“Bütün bu mücadeleler kendini bilenleri düşündürüyordu. Her gün imha edilen çetelerin yerine yenisi ortaya çıkıyordu. Hükûmet bunların önlenmesine karşı, tesir edebilecek gücü gösteremiyordu. Avrupa hükûmetlerinin güvenini kaybetmiş olması, artık Osmanlı hükûmetinin Rumeli kısmının elden çıkacağı hissini vermeye başlamıştı. Arnavut vatandaşlarımız bunu anlayıp kendi başlarının çaresine bakmağa savaştılar. Onlar da memleketlerini istila edecek Yunanîlik fikrine karşı silahlanmışlardı. Bu karma karışık hal içinde herkeste, öyle her gün ölmekten veya aşağılanma içinde yaşamaktansa, İstanbul idaresini düzeltmeye savaşmak, böylece ya vatanı büsbütün kurtarmaya veyahut bu uğurda şanlı bir şekilde ölmeye savaşmak heyecanı uyanmıştı. Fakat henüz bunu kuvveden fiile çıkarmak için bir teşebbüs yoktu.” (Cengiz, a.g.e., s.57)

Görülüyor ki genç Enver de kolay yolu seçmiş, zamanın diğer çoğunluk aydınları gibi çözümü hükûmetin değiştirilmesinde aramıştır. Avrupa hükûmetlerinin güveninin kazanılmasını bir teminat gibi düşünmektedir. Bugün bize pek safça görünen bu bakış tarzı o günün aydınlarının çoğunda egemendir. Halbuki aynı Enver hatıratının başka yerlerinde Avrupalı devletlerin önerdiği ıslahatların memleketi parçalamaktan başka bir şeye yaramadığını da yazmaktadır. Öyle görünüyor ki, gerçeği yakinen anlayabilmeleri için devlet sorumluluğunu yüklenmeleri gerekecektir.

Tanzimat ve ardından Islahat Fermanlarıyla, Müslüman teba ile aynı siyasi haklara kavuşan gayrimüslimler, millîciliğin getirdiği heyecanlar içinde ileri adımlarını atmaya devam etmektedirler. Rusya ve Avrupalı devletlerin parmağı sürekli Balkanlardadır. Şark Meselesi olarak nitelenen sorunlar, artık

Osmanlı İmparatorluğunun paylaşılması olarak algılanmaktadır. Rum, Bulgar, Hırvat ve Sırp gibi Balkanlı gayrimüslimlerin Devlet-i Aliyye’den koparak bağımsızlaşması için, Avrupalı devletler ve Rusya tarafından açık destek verilmektedir. Doğuda Ermeni meselesi olarak gündeme gelen olaylar da, aynı desteklerle aynı hedefe yönelmiştir. Bütün bu gelişmeler, ıslahat adı altında adım adım ilerledikten sonra, sonunda isyanlara dönüşmüştür. Balkanların her yanında Rum, Bulgar, Sırp ve Makedon çetelerle kanlı boğuşmalar olmakta ve Osmanlı Türk halkı erimektedir.

Sultan II. Abdülhamit Han, Devleti ayakta tutabilmek için elinden geleni yapmaktadır. Ancak, onun açtığı okullarda yetişen genç subaylar hiç de onun gibi düşünmemektedirler. Bu nesil, Namık Kemal ve benzeri Yeni Osmanlıların heyecan çizgisinde, Meşrutiyet idaresinin kurulmasını istemekte ve bunu, aynı zamanda Balkanlardaki ayaklanmalara bir çözüm gibi düşünmektedirler. Tanzimatla birlikte başlayan ve Devlet-i Âl-i Osman’ı eşit vatandaşlar statüsüne dayalı yeni bir konsept üzerine yapılandırmayı hedefleyen Osmanlıcılığa, Türklerden başka inanan ve sarılan olmamıştı. Belki biraz da çaresizliğin verdiği bir psikoloji ile ve Avrupa’dan gelen yoğun telkinler altında bu genç insanlar, müslim-gayrimüslim ayırımı yapmayan bir kardeşlik havası içinde Meşrutiyet’i kurup, bu insanları da yönetime ortak etmekle kurtuluşa ulaşabileceklerini düşünüyorlardı. Bugün, yani tarihî gelişmeleri bilen insanlar için, çok safça görünen bu bağlanışı, Osmanlı toplumunun o güne kadar tanımadığı şiddetli bir propaganda ortamında anlamak mümkündür. Esasen toplum yorgundur, toplumun aydınları çözüm üretememektedir ve bu yüzden, gerçekçi olmasa da kolay çözümler kendisine cazip görünmektedir. Cevdet Paşa, bütün bu gelişmeler içinde, devletin esasının yara aldığını, kuruluş ilkesinin çiğnendiğini görmüş ve söylemişti; ama, bugün bile yeterince anlayanları olmayan bu idrakin bu gençlere egemen olmasını beklemek mümkün değildi.

Gayrimüslim unsurlar, esasen millîcilik akımlarıyla ayaklanmış, millî kültürlerine dönüş hareketlerine çoktan başlamışlardı. Onlar, İbni Haldun’un “Asabiyetin nihai hedefi devlet olmaktır. ” ilkesine uygun olarak hedeflerinin şuurunda ve adım adım ilerliyorlardı. Meşrutiyetin ilanı da bu adımlardan büyükçe biri olacaktı. Balkanlardaki gayrimüslim unsurlar, silaha sarılıp çeteler kurarak eşkiyalığa ve Müslümanlara zulmetmeye başladıkları zaman, bunu hem bir millî kurtuluş hareketi, hem de Meşrutiyeti ilan etmesi için

Sultan Hamit’i zorlama hareketi olarak gösteriyorlardı. Avrupalı ülkeler de Meşrutiyet’in ilan edilmesini istiyorlardı. Çünkü, eşit statü kazanılmasıyla çok önemli bir adım atılmıştı; şimdi, gayrimüslimlerin Osmanlı Meclisine girerek, hakimiyete ortak olmaları, millî iradeye yansımaları ikinci büyük adım olacaktı ve Şark Meselesi’nde, yani İmparatorluğun parçalanmasında kullanılabilecekti. Nitekim öyle oldu ve kullandılar da.

“Üç Vilayet” (Vilayât-ı Selase) olarak anılan ve nüfusunun yarısından çoğu Müslüman olan Selanik, Kosova ve Manastır vilayetlerinde, ikinci büyük nüfus olan Bulgarlar “Makedonya Makedonyalılarındır.” sloganı ile 1902’de ayaklanırlar. Daha önce 1877 Rus harbi sonrasında Ayastefenos Anlaşması ile Makedonya Bulgarlara bırakılmışken, daha sonraki Berlin Anlaşmasında geri alınmıştır. Ama, asıl büyük ayaklanma, yıllarca süren silahlanma ve teşkilatlanmadan sonra 1903 Ağustos’unda başlar. Çok kanlı hareket eden ve on beş-yirmi bin çetecinin katıldığı söylenen ihtilali, Osmanlı ordusu ancak üç ay içinde bastırabilir. Ama, onların asıl maksadı Avrupa ve Rus müdahalesini sağlamaktır.

21 Temmuz 1905’te Cuma selamlığında Sultan Hamit’e bomba atılır; sonuç alamazlar. Yabancı devletlerin müdahaleleri gün geçtikçe artmaktadır. 1906 yılında, Makedonya’daki malî ıslahat bahane edilerek Midilli ve Limni gümrük ve posta-telgraf binaları yabancılarca işgal edilmişti.

Balkanlarda Osmanlı subayları, bu gayrimüslim çetelere karşı, yıpratıcı mücadelelerinde kahramanca çarpışıyorlardı. Özellikle 1903 ayaklanmasından sonra Osmanlı subayları da daha şuurlanmışlardı; çetelere karşı, sadece bir görev gereği değil, hırsla dövüşüyorlardı. İşte binbaşı Enver onların arasındaydı. Besmelesiz adım atmayan bu genç subay, “Ya Rabbi! Bana, vatanıma, milletime ve dinime iyi hizmetler etmeyi nasip eyle.” diye sürekli dua ediyor; korku tanımıyordu. Ve yıldızı parlıyordu. Şevket Süreyya Bey diyor ki:

“İşte bu Enver Bey’dir ki, on sene sonra, ordudaki kumanda kadrosunu tamamıyla tasfiye edecektir. Balkan Harbi’nde hemen hemen kurşun atmadan dağılan bir ordudan, sadece bir buçuk yıl sonra, kumanda işlerinde dünyanın belki de en disiplinli ordusunu kuracaktır.” (Ş. Süreyya Aydemir, Makedonya’dan Ortaasya’ya Enver Paşa, İstanbul 1970, c.I, s.483)

Makedonya’da dövüşen subaylar, aynı zamanda Meşrutiyet için Sultan Hamit’e karşı teşkilatlanıyorlardı. Onları asıl çıldırtan şey çeteciler değil,

yabancı devletlerin müdahaleleri karşısında Osmanlı hükümetinin çaresizliği idi. Şöyle bir olay yaşanır: Manastır’daki Rus konsolosu sokaklarda dolaşır ve rastladığı Osmanlı askerlerine hakaret eder, hatta kamçısı ile vururmuş. Bir gün yine aynı terbiyesizliği yapıp, karakol nöbetçisi Halim’e vurunca, asker tüfeğini doğrultur ve konsolosu caddeye serer. Dünya ayağa kalkar ve onurunu koruyan Osmanlı askeri Halim, Divan-ı Harp kararıyla idam edilir. Genç subaylar bu tür aşağılanmaları onurlarına yediremiyorlardı; çetecilerle her türlü şart içinde çarpışıp ölüyorlardı ama, bunu kaldıramıyorlardı. Enver Bey de bütün diğer genç Osmanlı subayları gibi, “Ne zaman bizde mantıklı bir idare kurulacak; ne zaman kendini böyle hakaretlerden temizleyebilecek ve koruyabilecek bir devlet olacağız!” diye öfkeyle düşünüyordu. Enver Bey’in komuta ettiği batarya, Rus konsolosunun ölümü dolayısıyla beş el saygı atışı yapmak zorunda kalmıştı ve Enver Paşa Osmanlının çaresizlik içindeki bu zulmünü ölünceye kadar unutmayacaktı. Çok sonraki notlarında, Avrupa’nın müştereken Osmanlılar üzerindeki çemberini daralta daralta Türkleri ezmekte devam ettiğini, Rus hükûmetinin bu askeri astırmakla “Osmanlıların izzet-i nefsini daha da alçaltarak onları esiri olmağa alıştıracağını zannediyordu. ” (Masayuki Yamauchı, Hoşnut Olmamış Adam- Enver Paşa, İstanbul 1995, s. 288) diye yazacaktır.

Ne yazık ki, bu genç subaylar, devletin zaafını, başta padişah Abdülhamit Han olmak üzere Saray çevresindeki kişilere bağlıyor ve bu çerçevede yapılacak değişikliklerle kurtulabileceklerini sanıyorlardı...

Cemiyet-i Mukaddese ve Vatan Kurtarma

O

SMANLININ son döneminin dizginlerini ele alacak ve toplumun hemen bütününü kucaklayacak tek ve etkin bir siyasi örgütlenme olarak İttihat ve Terakki Partisi, başlangıcında beş askerî eli öğrencinin kurduğu gizli bir topluluktur. 3 Haziran 1889’da, Askerî Tıbbiye Mektebi içinde kurulan topluluğun adı İttihad-ı Osmanî Cemiyeti’dir. İshak Sükuti, İbrahim Temo, Abdullah Cevdet, Mehmet Reşit ve Konyalı Hikmet Emin isimli beş öğrenci tarafından kurulan gizli örgütün maksadı, vatanı kurtarmaktır. Vatanı kurtarmaktan ise, Sultan II. Abdülhamit yönetimini devirmeyi anlarlar. Bazen Sultan Hamit’e kadar uzanan, genellikle onun çevresi hakkında propagandalar yaparak çevrelerini genişletir, bir muhalefet merkezi haline gelmeye çalışırlar.

Bu muhalefet, yabancı devletlerin Osmanlı iç sorunlarına müdahalelerini içlerine sindiremeyen ve onurları kırılan genç subayların ilgisini çeker; Osmanlı yönetiminin beceriksizliği ve cehaletini sebep olarak gören bu kesim, yönetimin devrilmesi ve güçlü bir idarenin kurulmasıyla her şeyin düzeleceğini zannetmektedir. Kanun-ı Esasî de, bu hayalin simgesi haline getirilmiştir; ilan edilmesiyle, Tanzimat’ın başaramadığı Osmanlı kardeşliği gerçekleşiverecektir.

Bugün bize pek hafif görünen bu düşünceler, kolay yoldan memleketi kurtarmak hevesinde olan o günün bazı asker ve okumuşları için etkileyici bir inanç haline gelmiştir.5 Bir çok çelişki bir arada yaşanır; ama, fark edilemez. 1856 Islahat Fermanı’nın müslim-gayrimüslim siyasi eşitliğini ilan etmesinin, Osmanlı halkını bir millet haline getirmediğini, bütünlüğünü sağlamadığını, tam tersine ayrılık ve bölünmelerin önünü açıp derinleştirdiğini bu vatanseverler görememişlerdir. Bunu göremeyenler, elbette ki, bütün bu “anasır-ı muhtelife”nin oluşturacağı bir Meclis-i Mebusan’ın birlik değil nifak merkezi olarak çalışacağını, bölünmeyi güçlendireceğini, resmîleştireceğini de düşünememişlerdir. Çünkü bunları düşünerek Osmanlının sorunlarına çözümler aramak zor iştir ve Sultan II. Abdülhamit’in yapmaya çalıştığı budur. Ama, genç subaylarımız, işin kolay yoldan açıklaması varken, öyle zor sorularla uğraşacak düzeyde değillerdir6. O kadar ki, millî onuru zedelendiği için ayağa kalkan insanlar, Rum, Ermeni yahut Bulgar milliyetçileri ile aynı safta, Osmanlı Hakanına karşı kavgaya girerler. İşin tuhafı bu subayların Enver Bey dahil çoğu, bir yandan da dağlarda bu çetelerle savaş halindedirler. Büyük devletlerin müdahalelerini onurlarına yediremeyip isyan edenler, Osmanlı otoritesini kurmaya çalışan Padişah’a karşı, bu devletlerin desteğini talep ederler yahut ses çıkarmazlar. İşin en kısa ve eski ifadesiyle, asker-sivil okumuşlarımız, tam bir “ruhî ve fikrî teşevvüş” (karmaşa) halindedirler.

Dönemin eğitim almışlarının tamamı Avrupa etkisi altındadır ve Batıyı örnek almaktadırlar. Trablus’ta İtalyanlarla vuruşurken genç Osmanlı Subayı ve bir İttihatçı olan Enver Bey, yabancı dostuna, kadın hakları konusunda şunları yazar:

“Ama, madem ki Avrupa’nın kültürüyle bizden daha üstün olduğunu ve mevcudiyetimizi devam ettirmek için bu medeniyeti

taklit etmek zorunda olduğumuzu söylüyorum, o zaman bu medeniyetin kötülükleri de ister istemez bize gelecektir. Ama inşallah kadınlarımızın eski hayatından biraz bir şey kalması için daha dikkatli oluruz.” (Hanioğlu, a.g.e., 28 Eylül 1912, mek.124)

Bu satırlarda, Avrupa’nın kültür üstünlüğünü kabul etmiş olan insan, sadece sözleriyle değil bütün hayatıyla, tam inanmış bir Osmanlı ve İslam kahramanıdır; ama, memleket kurtarma meselesinde kafası karıştırılmıştır. Bütün diğerleri gibi, Batıyı bütün kuramlarıyla kavrayıp yorumlayabilecek, iki toplum ve kültür arasındaki farkları değerlendirebilecek güçte değildir. Bu bakımdan yukarıdaki sözler, tek tek ifade edilmiş olsun ya da olmasın, bütün bir dönemin okumuşlarının ortak kanaatidir.

Kendine yani kendi medeniyetine olan güveni sarsılıp, çözümü yabancı kültürlerde arayan ve yabancı hayranlığına düşen okumuşlar için zihnî karmaşa ve değerlendirme zaafı kaçınılmazdır. Osmanlı için çıkış zorluğu şuradadır ki, geleneksel kültürümüze bağlı olanların, medreseden yetişenlerin gerilimleri, yaratıcı güçleri kaybolmuştur. Bunlar, Osmanlının sorunları üzerine Kâtip Çelebi’den, Koçi Bey’den beri görüşler ileri sürmekteyse de, eylem gücünü kaybetmişlerdir. Hamleci olan, diri olan, gerilimi yüksek olanlar yeni okullarda yetişenlerdir; onlar da millî kültürlerine güveni sarsılmış, kıblesi şaşmış okumuşlardır. Sultan Hamit, kendi kurduğu okullara yön verebilseydi, canlandırmaya çalıştığı zihniyeti buralarda hakim kılabilseydi, belki de millî mukaddeslerimiz üzerine bir diriliş hareketini başlatabilirdi. Çünkü, simgesi Enver Paşa’dır dediğimiz bu son dönem Osmanlı nesilleri, olağanüstü yaradılış imkânlarına sahip insanlardı.

* * *

İttihad-ı Osmanî Cemiyeti 1895’ten itibaren, okul dışında çevresini genişletme kararı alır ve Paris’teki Ahmet Rıza Bey’le ilişkiye geçer. Ahmet Rıza Bey’in teklifi ile Cemiyetin adı Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti olarak değiştirilir. Cemiyet, o yıl İstanbul’da meydana gelen ve “Ermeni Patırdısı” olarak anılan ayaklanmayı, Ermeni kıyımı olarak gösteren ve sokaklara, bunu Padişah çevresinin düzenlediği propagandasını içeren afişler asmaya çalışır. Abdullah Cevdet dahil, yetmiş gizli cemiyetçi tutuklanarak sürgüne gönderilir. Vatan kurtaracak cemiyetçiler, bu hıyanet ve sahtekârlıklarıyla büyük devletlerin Bâbıâli’ye müdahalesine zemin hazırlamak gayesindedirler.

Gizli Cemiyet, çeşitli merkezlerden yürütülen yoğun propagandalarla bir yandan da büyümekte ve her unsurdan muhaliflerin toplandığı bir yapı kazanmaktadır. 1896 yılından itibaren Harp Okulu’nda komiteler kurulmaya başlanır. Aynı yıl, Cemiyet içindeki anlaşmazlıklar nedeniyle Ahmet Rıza Bey başkanlıktan devrilerek yerine Paris’e gelmiş olan Mizancı Murat Bey getirilir. Bu dönemde, büyük devletlerin desteğini alarak siyasi bir çözüme ulaşma yolunda propagandalar yoğunlaştırılır. Cemiyetin 1896 ve 97’de iki başarısız darbe kalkışması olur ve darbeciler tutuklanırlar.

1897 Türk-Yunan Savaşındaki zaferimiz Saray’ın gücünü artırır. Dışarıdaki bir çok Jön Türk, Murat Bey başta olmak üzere, Sultan Hamit’in affına sığınarak yurda döner ve Padişahın çeşitli ihsanlarıyla memuriyetlere girerler. Ahmet Rıza ve çevresi çalışmalarına devam ederler. 1898-99’da yeniden Sultan Hamit’in adamlarıyla pazarlığa girişirler; bir kısmı yurt dışındaki Osmanlı sefaretlerinde görevlere getirilir; Cemiyetin dışarıdaki bazı şubeleri kapanır; bir çöküntü yaşanır.

Bu yıllarda Prens Sabahattin ve Lütfullah beylerin Paris’e kaçıp, cemiyeti malî açıdan desteklemeye başlamaları ile yeni bir canlılık başlar. 4-9 Şubat 1902’de toplanan Birinci Jön Türk kongresinde anlaşmazlıklar çıkar. Prens Sabahattin ve çevresindeki Rum, Ermeni ve Arnavut temsilciler, Sultan Hamit’i devirmek için 1878 Berlin Anlaşması’na taraf olan devletlerin

müdahalelerinin sağlanmasını isteyen bir karar tasarısı sunarlar. Ahmet Rıza Bey ve Cenevre’den gelen Jön Türklerin itirazlarına rağmen tasarı kabul edilir. Cemiyet ikiye bölünür. Prens Sabahattin ve çevresi, Osmanlı Hürriyetperveran Cemiyeti’ni kurarlar. Ahmet Rıza Bey ve arkadaşlarıysa Terakki ve İttihat Cemiyeti adını alarak, Şûrâ-yı Ümmet gazetesini çıkarmaya başlarlar. Bu ayrılışta, Prens Sabahattin’in adem-i merkeziyetçi ve hürriyetlere vurgu yapan fikirleriyle, Ahmet Rıza Bey’in merkeziyetçi ve radikal Türkçü tutumu arasındaki çatışma da etkili olmuştur.

1905 yılında Paris’e kaçan Dr. Nazım ve Bahattin Şakir’in gayretleriyle Cemiyet daha da canlanır. 1906 yılında Selanik’te kurulmuş bir başka gizli cemiyet olan Osmanlı Hürriyet Cemiyeti ile Terakki ve İttihat Cemiyeti 1907 yılında birleşir, İttihat ve Terakki adını alır. Bu arada yurt içi örgütlenmelere hız verilir.

Hikmet Bayur, Ahmet Rıza Bey’in yazılarına ve Şûrâ-yı Ümmet gazetesine dayanarak Cemiyet’in 1906 yılına kadar ihtilalciliğin aleyhinde olduğunu, (Hikmet Bayur, Türk İnkılâp Tarihi, Ankara- 1983, c.2, Kısım.4, s.12) bu tarihlerden itibaren, özellikle ordu mensuplarının ağırlığı arttıkça, ihtilalciliğe kaydığını yazar. Başlangıçta yabancı devletlerin, genel ıslahatların uygulanması için padişah üzerinde baskı yapmaları açıkça istendiği halde, etnik kaynaklı ıslahatlara müdahaleyi reddettiği (Bayur, a.g.e., c.1, Kısım.1, s.249 vd.), giderek de ne şekilde olursa olsun yabancı müdahalelere karşı çıktığı görülmektedir. Mahalli yahut etnik özerkliklere baştan beri karşı çıkılmıştır. Cemiyet, yönetimde merkeziyetçiliği sergileyen tutumunu sonuna kadar sürdürmüştür. Cemiyet mensupları, bir bakıma olayların zorlaması ile kendiliğinden beliren Türkçülük ve İslamcılık duyarlıklarına sahiptir. Toplumsal yapı ve manevi hayatımızda kendimiz olarak kalıp, Batının ilim ve tekniğini almamız yeterlidir. Zamanın okumuşlarından birine ait olan şu mektup satırları, daha sonra Ziya Gökalp fikriyatının da esası olacaktır:

“Biz Frenk taklitçisi değiliz. Öyle olanlardan da sakınırız. Avrupalıların teknikteki yükselmeleri inkâr edilemez. Japonlar gibi biz de, Frenklerin teknikteki gelişmelerini öğrenmek ve yalnız bu kısmın memleketimizde tatbik edildiğini görmek isteriz. Yoksa ahlak ve gelenekler yönüyle Müslüman elbette ki Frenklere kat kat üstündür.” (Bayur, a.g.e., c.2, Kıs.4, s.88)

1907 yılında yine Paris’te İkinci Jön Türk Kongresi toplanır. Bir ortak hareket komitesi oluşturulur. Bütün muhalefet tek merkezde birleşmiş gibidir. Bu kongrede alınan kararların, o günün şartları içinde değerlendirmesini yapmak zordur; kararlar ürkütücü ve altındaki imzalar düşündürücüdür. Sultan Hamit yönetimi, “Haricî politikada hürriyetperver devletlerin rağbet ve muhabbetini nefrete dönüştürdüğü” iddiasıyla kınanmakta, buna karşı, “Şimdiki yönetimin esasen değişmesi, danışma usulünün ve Meşrutiyetin kurulması” gerektiği bildirilerek, bu “yüce maksat” için, bütün Osmanlı vatandaşlarına şu mücadele yolları öğütlenmektedir:

1.   Hükûmetin fiil ve hareketlerine karşı silahla direnmek.

2.    Siyasi ve iktisadî grevlerle, silahsız mukavemet (Memurlar için iş bırakma eylemleri)

3.    Hükûmete vergi vermemek.

4.    Ordular içinde propaganda yapmak. Asker, vatan çocuklarına ve ayaklananlara karşı

yürümemeğe çağrılacak.

5.   Genel bir ayaklanma.

6.    Olayların gösterdiği icaba göre diğer gerekli vasıtalarla mücadele.

Karar şöyle son bulmaktadır:

“Yaşasın şimdiye kadar yalnız olan milletlerin birliği! Yaşasın sosyal güçlerin toplanması!”

Ziya Nur Beyin, “Devlet-i Aliyye’yi yıkmaktan, mensup bulundukları halkların felaketini hazırlamaktan başka bir netice vermeyecek olan bu hacalet ve hıyanet vesikası” dediği bu belgenin altında şu cemiyetlerin imzası bulunmaktadır: Osmanlı Terakki ve İttihat Cemiyeti (yayın organları Şûrâ-yı Ümmet ve Meşveret), Ermeni İhtilal Heyet-i Müttefikası -Taşnaksutyon- (yayın organı Duruşak), Mısır Cemiyet-i İsrailiyesi (yayın organı Lavara), ‘Hilafet’ -Türkçe ve Arapça- yazı kurulu, merkezi Londra; Armenya Gazetesi yönetim kurulu- merkezi Marsilya’da-; yönetim yeri Balkan memleketleri olan Ruzmik; yönetim kurulu, yönetimi Amerika’da, Hayrenik;, Ahd-i Osmanî Cemiyeti - Mısır’da, Teşebbüs-i Şahsî ve Adem-i Merkeziyet, Meşrutiyet Cemiyeti (yayın organı Terakki.) (Bayur, a.g.e, c.4, kıs.4, s. 138)

Osmanlı Terakki ve İttihat Cemiyetinin bu kararların altında imzasının bulunması pek açıklanabilir gibi değildir. Çünkü, yukarıda bir parça dokunulan temel ilkelerine aykırı olduğu gibi, Selanik merkezine gönderdikleri raporda gayrimüslimlerin niyetlerinin farkında olduklarını belirtmektedirler. Selanik merkezine bu kararları bildiren raporda, Ermenilerin Cemiyetle işbirliği yapmak istedikleri ve “hayal-i hamlarını kalplerinde sakladıkları” bildirilmektedir. Ayrıca Bulgar ve Rumların kendi hükümetlerinden emir aldıklarını, Osmanlı Rum ve Bulgarlarını düşünmediklerini, bu yüzden onlarla işbirliğinin mümkün olmadığı bildirilmektedir.

1908 yılından itibaren Cemiyet’in yurt içi çalışmaları iyice hızlanır; ağırlık ordu mensuplarındandır. Cemiyet-i Mukaddese olarak anılan örgüt, Osmanlı toplumunun pek de alışık olmadığı yoğun bir propaganda ile saldırılara girişir.

Gerçi Cemiyet, daha Paris merkezli yıllarından itibaren Kafkasya ve Türkistan Türkleri ile ilgilenmeye başlamış, oralar için özel çalışma programları hazırlanmıştır; mektuplaşmalar vardır: “Bir müddet için Rusya’ya olan husumetinizi, hele Türkiye’ye iltihak etmek mesele-i vatanperveranenizi kalbinizde saklamaya gayret edin.” (Bayur, a.g.e., c.1, kıs.1, s.342 vd.) Ancak, iktidara yaklaştıkça yahut iktidarı süresince İttihat ve Terakki’nin fikir ve tutumları epeyce değişir. Bu değişmeler, onların kulaktan dolma yahut kitabî düşüncelerinin Osmanlı Devlet ve toplum gerçeği ile karşılaşmasından doğmuş olmalıdır. En kısa ifadesiyle, bu düşünce İslamcı-Türkçü bir çizgi izler. İslamcılık duyarlığında İngilizlerin Hilafet korkusunu, Türkçülükte de Rusya’nın endişelerini düşünerek yüksek sesle konuşmamaya çalışmışlardır. Ancak, Devletin son anına kadar, resmî Osmanlıcılık siyasetinden hiçbir zaman ayrılmamışlardır.

1910 yılından itibaren Ziya Gökalp’in İttihat ve Terakki üzerinde etkileri görünmeye başlar. Bazı yazarlar bunu İttihat ve Terakki mürşitliği olarak nitelendirirler.

“Selanik’ten kalkıp İstanbul’a geldikten ve burada yerleştikten

sonra Ziya Gökalp, etrafında miktarı gittikçe artan bir takım müritler toplamaya ve kendisi de bunların arasında millî bir dergâh postuna oturmuş mürşit gibi mevki aldı.” (Alaattin Korkmaz, Ziya Gökalp, Aksiyonu, Ank.1988, s.261, Muhittin Birgen, İttihat Terakki’de On Sene, c.I, İst. 2006, s.360 vd.) “Dünyanın şarkı da garbı da bize açıkça gösteriyor ki, bu asır milliyet asrıdır; bu asrın vicdanları üzerinde en etkili kuvvet milliyet mefkûresidir. Devlet ancak bunun farkında olanlarca” yönetilebilir ve “Milliyet hissinin hakim olduğu bir memleketi, ancak milliyet zevkini nefsinde duyanlar idare edebilir.” (Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak’tan nakleden N. Kösoğlu, Türk Milliyetçiliğinin Doğuşu ve Ziya Gökalp, İst. 2005, s.158)

Gökalp, Türkçülük ve İslamcılığı birbirini berkiten iki siyaset olarak yorumluyor ve siyasi aksiyona yol göstermeye çalışıyordu. Olayların zorladığı fiilî yön de bundan farklı değildi. İttihat Terakki Partisinin Genel Sekreterliğini de yapmış olan Fethi Okyar’ın Parti’yi değerlendirmesi şöyledir:

“O şartlar içinde fikriyatçıları ve kurumları olmayan ve gizli çalışan bir cemiyetin başka kaynaklardan ilham alması çok doğal hatta zorunlu idi. Nitekim bu kaynaklar Balkan komitacılığından Mason localarına kadar uzanan zikzaklar içindeydi. Fakat muhakkak olan şuydu: İttihat ve Terakki, belki o günün şartları içinde açıkça ifade edilmesi imkânsız ve hatta başındakilerin de felsefe ve fikir düzeniyle ifade edemeyecekleri şekilde Türk milliyetçisi idi.” (Fethi Okyar, Üç Devirde Bir Adam, İstanbul 1980, s.23) Meşrutiyet’in ilanından sonra “İki ay içinde, hemen hemen bütün ülkede Cemiyet’in şubeleri açılmıştı. Şurası dikkatimden kaçmıyordu: Memlekette okur yazar azlığına, vilayet, sancak ve kazalarda doktorluk, eczacılık, veterinerlik hatta az sayıda olmakla beraber mühendislik meslekleri Türk ve Müslüman olmayan Rum-Ermeni-Musevilerin elinde olmasına, bizim din, ırk, mezhep, milliyet farkına bakmaksızın Osmanlı olduğumuzu ısrarla ilanımıza rağmen, teşkilat için başvuranlar arasında, hemen hemen Türklerden gayrısı yoktu.” (Fethi Okyar, a.g.e., s.27-28)

Osmanlı siyasi hayatında, giderek, genellikle Türk olmayan unsurların muhalefet cephesinde toplanması, Türklerin de İttihat Terakki’ye yönelmesini hızlandırır. Parti, bu açıdan da zorunlu olarak Türkçülüğe yönelir. (Muhittin Birgen, İttihat Terakki’de On Sene, İstanbul 2006, c.I, s. 113)

Gökalp’i yakından tanıyan ve o yıllarda İttihatçıların Tanin gazetesinde başyazarlık yapan Muhittin Birgen şöyle yazar:

“İşte Ziya Gökalp böyle bir adamdı. İçinde fikir ile şiiri birbirine karıştırmış, kâh fikirlerinin meşalesi ile etrafını aydınlatarak, kâh şiir ve hülyanın bulutları üstünde göklerde seyahate çıkarak, Türkiye için fikir âleminde kılavuzluk ediyordu. Yavaş yavaş Ziya Gökalp, İttihat ve Terakki’ye muayyen bir içtimai ve siyasi akide veren ruh oldu. O, Merkez-i Umumî’de bu işi yapmaya başlayıncaya kadar, İttihat Terakki içinde içtimaî ve siyasi fikir olmak üzere hiçbir şey yoktu denebilir. Gerek memleket içinde gerek İttihat ve Terakki muhitinde çok çeşitli fikirler vardı; fakat, bunların hiçbiri sistemlenmemiş, baştan aşağı muayyen bir felsefeden ruh almış değildi. Bütün fikirler, bilhassa yenilik ve inkılap fikirleri, ekseriyetle şekle ve zahirî görünüşlere ait şeylerdi. O, ilk defa olarak Avrupa’yı Türk’e göre okumuş, Türk gözüyle incelemiş ve Türk ruhuyla anlamış insan olarak ortaya çıkıyordu... O tarihlerde memlekette yegâne sistematik fikir hareketi, İttihat ve Terakki’nin sağ tarafında idi.” (Birgen, a.g.e., s.364)

Eski bir İttihatçı olan Celal Bayar, geçmiş Osmanlı yönetimlerini suçlayarak, Osmanlılık hukukunun korunamadığını söyler. “Ne kadar kaideler, âdetler varsa hepsi Osmanlılığın aleyhine, Osmanlı düşmanlarının lehinde idi.” Bu yüzden İttihat ve Terakki siyasi açıdan, bu kuralları değiştirmek için inkılapçı, içtimai hayatında tekâmülcü idi, der. (Celal Bayar, Ben de Yazdım, İstanbul 1966, c.II, s.432) Bayar, 1856 Islahat Fermanının getirdiği müslim-gayrimüslim siyasi eşitliğine dokunmadan, hiçbir siyasi hakkı olmayan aşiret ve cemaatlerin, içtimai nüfuzlarını genişleterek siyasi güç haline geldiklerini ve Hükûmetle mücadeleye girdiklerini yazar. Fakat, gayrimüslimlerin Osmanlı Meclisinde temsil hakkı elde etmeleri bir yana, sözünü ettiği toplumsal grupların, asıl, Meşrutiyet sisteminin verdiği imkânlarla güç kazandıkları ve parçalayıcı olduklarının farkında görünmez.

İttihatçılığın bir özelliğinin de “komitacılık” yahut “komitacı tavrı” olduğu söylenmiştir. Bunu, her meseleyi kuvvete dayanarak, kısa ve kolay yoldan çözme anlayışı olarak ifade edebiliriz. Doğru olmakla birlikte, bu tavrın İttihatçılara has olduğunu düşünmek yanlıştır; askerin içinde olduğu bütün siyasi hareketlerde aynı tutumu görürüz. İttihatçıların da, özellikle ağırlıkta olan asker kanadı, Selanik merkezli 3. Ordu mensuplarıdır ve genç yaşlarından itibaren çete takibi ve çatışmalarıyla hayata atılmışlardır. Sorunların kuvvetle ve doğrudan çözülmesi onlar için bir eğitim meselesinden çok,

yaşanan bir hayat alışkanlığıdır. Ayrıca, bu neslin aceleci çözümler peşinde olduğu ve bunun için de, hayat bahasına olsa da, kolay çözümlere yöneldiği unutulmamalıdır. Osmanlının hayatında ve eğitimlerinde demokratik bir yapı ve terbiye almayan bu insanların, alışkanlıklarını siyasi hayata da yansıtmaları doğaldır. Biliyoruz ki, ilk siyasi parti, bir gizli ihtilal cemiyeti olarak kurulmuştur. Bu cemiyete mensup bir askerî tıbbiye öğrencisinin, 1907 yılında yazdığı bir mektubunda şu satırlar vardır:

“Maksadımız tekâmüle bağlı olmak değil, onu silah ile, ölüm ile, kan ile çabuklaştırmaktır.............................. Vatanın yarasının ilacı silah ve

baruttur...”

Bu ifadeleri biraz çocukça bulsak da, zemini ve havayı yansıtmaktadır.

5     Yüz yıl sonra, bugün bile Ordu içinde böyle kolay yoldan memleketi kurtarmak heveslerinin kıpırdanışlarını gördüğümüze göre, o insanları ne ölçüde kınayabileceğimizi bilemiyorum.

6     Yine bugün, asker-sivil okumuşlarımızın, mal bulmuş Mağripliler gibi peşine takıldığı komplo teorilerini görünce, o günün insanlarını değerlendirmekte zorluk çekiyoruz.

Enver Bey Cemiyet’te

E

NVER Bey, 1906 Eylül’ünde, Osmanlı onurunu temsil edebilecek güçlü bir iktidarın hayalleri içinde, Selanik’teki Osmanlı Hürriyet Cemiyeti’ne girer. Posta memuru Talat Bey’i orada tanır, “Kendisine karşı büyük bir muhabbet hissettim.” diye yazar. Bu cemiyet, 3. Ordu merkezi olan Selanik’te, Talat Bey, Mithat Şükrü (Bleda), Bursalı Tahir (Ongun), Kâzım Nami (Duru), İsmail (CanPolat), Ömer Naci ve arkadaşları tarafından kurulmuştur. İtalyan Karbonari tarzı gizli örgütlenmesi ve masonik törenlere benzer yemin merasimleri vardır. Cemiyet mensupları genellikle askerlerdir. Bu tür bir gizlilik ve abartılı törenler, özellikle gayrimemnun genç subayların ilgisini çekmekte ve büyülü bir etki uyandırmaktadır. Böylece, kanı kaynayan genç delikanlılar, sonucunu pek de düşünmeden, mahiyeti meçhul bir vatan kurtarma oyununa katılmaktadır.

Subayların terfilerinin düzenli yapılamaması, maaş ve tayinatlarının hem az, hem de zamanında ödenememesi gibi ordu içi sıkıntılar gayrimemnunlar zümresini artırmaktadır. İstanbul’daki Merkez Ordusunun hiçbir sorun yaşamadığı, paşa çocuklarına bol bol rütbeler dağıtıldığı gibi propagandalar herkesin ağzındadır. Selanik masonlarının da desteğini almış olan bu örgütün kurucularından Mithat Şükrü, cemiyetin ilk günlerini şöyle anlatır:

“En büyük zevkimiz, Saray idaresine rahatça atıp tutmaktı..... Bu atıp tutmalar,

Padişaha uzaktan yumruk sallamalar, bereket versin ki, evimizin dört duvarını aşmıyordu.” (Ziya Nur Aksun, Osmanlı Tarihi, İstanbul 1994, c.5, s.74)

Selanik’te olduğu bir gün, amcası Ön Yüzbaşı Halil Bey, Enver Bey’e “cemiyetten” söz eder. Hasta olan arkadaşları Hafız Hakkı’yı ziyaret eder; ona da açılırlar. Halil’den şartları sorarlar, o da, “Memlekette meşrutî idarenin kurulmasına çalışmak, 1877 Anayasasının uygulanmasını sağlamaktan ibarettir.” diye cevaplar. Enver Bey amcasından ayrıldıktan

sonra Selanik Rüşdiye müdürü olan, sevip saydığı binbaşı Bursalı Mehmet Tahir Beyi ziyaret eder. Kendisine böyle bir teklif geldiğini söyleyerek fikrini almak ister. M. Tahir Bey şüphelenir gibi olursa da, Enver’in safiyet ve samimiyetine inandığından, böyle bir cemiyetin var olduğunu, kendisinin de üye olduğunu açıklar, “Sen de gir, iyi olur.” der. Enver Bey, ertesi gün Manastır’a dönmek zorunda olduğunu söyleyince, evinde beklemesini, gece yarısı kendisini almaya geleceklerini ve götürecekleri yerde özel bir yemin yapıldıktan sonra cemiyete girmiş olacağını söyler.

Enver Bey, eniştesi olan Selanik Merkez Komutanı yaver-i şehenşâhî Miralay Nazım Bey’in evindedir. O akşam bir ziyafet vardır ve yemekler yendikten sonra misafirler kumar masasının etrafında toplanırken o, kulağı kapıda gezinmektedir. Sonunda kapı çalınır ve M. Tahir Bey’in sözünü ettiği Kurmay Binbaşı Hakkı Bey gelir. “Rovelverimi cebime koydum; Allah’a mütevekkil olarak çıktım. ” Kafe Kristale uğrarlar; oturan birkaç kişiye selam verip otururlar. Oradan bir siville birlikte kalkarak, kapıda duran arabaya binerler. “Yolda bu sivili, Hakkı Bey takdim etti: Posta ve Telgraf başkâtibi Talat Bey. ” “Kalbimde kendisine karşı büyük bir muhabbet hissettim. Demek bunlar bütün hayallerimizi gerçekleştirmek için harekete geçmişlerdi. ”

Alatini tuğla fabrikasının sokağından biraz önce araba durur; arabacı gönderilir. Hakkı Bey de orada kalır.

“Ben Talat Bey ile birlikte sokağa girdim. Meydanlığa çıkan köşede durduk. Talat Bey cebinden çıkardığı siyah bir gözlüğü gözlerime yerleştirdi. Altında siyah bir bez olmakla birlikte etraf biraz seçiliyordu. Mamafih ben Selanik’in yabancısı olmam dolayısiyle buraları bilmiyordum. Bir bahçeden içeri girdik. Bahçe kapısında, kimdir o? denildi. ‘Hilal’ parolası verildi. O bekleyen beni aldı. Talat Bey dışarıda kaldı. Bir taş merdivenden çıktık. Sağda bir odaya girdim. Orada yalnız kaldım. Hafif bir lamba ışığı odayı aydınlatıyordu. Perdeler kapalıydı.” (Cengiz, a.g.e., s.60)

İçeriye biraz kısa boylu, yüzü siyah peçeli biri girer ve kendisine cemiyete girmekte kararlı olup olmadığını sorar. Evet, der. Gözleri siyah bir bezle ve yeniden sıkıca bağlanır. Artık etrafı hiç görememektedir. Başka bir odaya götürülür. Orada ayakta beklerken, karşısında duran birisi, vatanın içinde bulunduğu durum, buna sebep olan zalim yönetimin kötülükleri hakkında bir nutuk okur ve sonunda kendisinin Osmanlı Hürriyet Cemiyeti’ne kabul edildiğini bildirir.

Sonrasını yine kendisinden dinleyelim:

“Nihayet sıra yemine geldi. Sağ elim Kur’ân-ı Azimü’ş-şan, sol elim de bir kama ve bıçak üzerinde olduğu halde, 1877 Anayasası’nın geri getirilmesine çalışacağıma ve bu uğurda hiçbir şey esirgemeyeceğime ve ihanet etmeyeceğime yemin ettim.”

Sonra gözü açılır. Bu tören onu çok etkiler.

“Kalbimde yalnız başıma bu zalim idareyi kökünden devirecek bir kuvvet ve bu kuvvete uygun bir istek hissediyordum.”

Kendisine Cemiyetin işaret ve parolaları da anlatılır. Çıkarken yeniden gözleri bağlanır ve dışarıda bekleyen Hakkı Bey’e teslim edilir. Cemiyetin on ikinci üyesidir. İlk üyelik aidatını Hakkı Bey’e öder. Talat Bey kendisini evine kadar bırakır.

“Artık kalbim vatanın kurtulacağına fevkalade inanmış olduğu halde, ertesi gün trenle Manastır’a hareket ettim.”

Enver Bey’in Cemiyet’e girdiği, bölgeye gönderilen Şemsi Paşa tarafından İstanbul’a bildirilir:

“Cemiyetin nerede olduğuna dair hiç kimsenin malumatı olmayıp, yalnız, yapılan gizli araştırmadan kurmay binbaşılardan Enver Beyin kılık değiştirerek fesatçılar cemiyetine katılmak üzere hareket etmiş bulunduğu...” (H. Bayur, a.g.e., c.1, Kıs.1, s.454)

* * *

Manastır’a geçen Enver Beye, nasıl çalışacağı konusunda bir şey söylenmemiştir; bildiği, çok dikkatli ve gizli çalışılması gerektiği idi. Daha önce de Manastır’da benzeri bir örgütlenmeye gidilmiş ama hemen fark edilerek dağıtılmıştı. Enver Bey asker ve yakın arkadaşları arasında kurmayı başardığı güvenden yararlanır. Önce Kurmay Başkanı Hasan (Miralay Hasan Tosun) Beye, söz arasında böyle bir cemiyet kurulmasından bahs eder. Hasan Bey hemen kabul eder. Ardından, batarya komutanı Kurmay Yüzbaşı Kâzım Karabekir’e açılır; o da kabul eder. Gizli birlik giderek genişlemeye başlar. Avcı Yüzbaşı Niyazi Bey de (hürriyet kahramanı Kolağası Resneli Niyazi) bu arada teşkilata girer. Ancak cemiyet merkezi ile haberleşme sağlayamamaktadırlar ve ne yapacakları konusunda açık bir fikirleri yoktur. Buradakiler cemiyet merkezinin Selanik’te olduğunu bilmez, İstanbul’da olduğunu zannederler; hatta sadrazam Ferit Paşa’nın da cemiyete dahil olduğunu zannederler. Enver Bey bu zanlara müsait davranır. Dört ay kadar sonra Enver Bey yeniden Selanik’e giderek Talat Bey’le görüşür. Orada

Rahmi Beyle tanışırlar. El yazısıyla bir talimat alır; Manastır üyelerinin numaraları beş yüzden başlayacaktır. Enver çok ateşlidir. Dönüşünde çalışmalar hızlandırılır ve binbaşı ile mülazım arasındaki subaylar yemin töreninden geçirilerek gizli cemiyete alınırlar. Manastır’dakiler kendilerine ayrı bir merkez heyeti seçerler.

1907 yılı Nisan ayında, Cemiyet’in yüksek merkez heyeti tarafından Selanik’e çağrılır. Eniştesi Selanik merkez komutanı Nazım Beyin aracılığıyla Selanik’e gider. Burada Jandarma Yüzbaşısı Nafiz Beyin evinde Dr. Nazım ile tanışırlar. “Orada kısa sakallı, entari-hırka ile biri oturmakta idi. Bu zatın siması üzerimde iyi bir tesir yapmıştı. ” “İçerde ve dışarıdaki” teşkilatların birleştirilmesi üzerinde mutabık kalırlar. Birkaç gün sonra Manyasizâde Refik Beyin evinde, Talat Bey, Yüzbaşı Canbolat İsmail Bey, Binbaşı Tahir, Piyade Binbaşısı Ali Naki Bey, Mithat Şükrü (Bleda) ve daha sonra Selanik meb’usu olacak Rahmi Beylerin katılımı ile yapılan bir toplantıda Paris’teki Terakki ve İttihat ile Selanik merkezli Osmanlı Hürriyet Cemiyeti’nin birleştirilmesine ve adının “Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti” olmasına karar verilir. Dış merkezi Paris’te, iç merkezinin yeri belli olmamak üzere, iki merkez-i umumîsi olacak; birbirleriyle haberleşecekler. Yeni nizamname birkaç gün sonra gönderilecektir.

Enver Bey’in, Terakki ve İttihat Cemiyetinin geçmişinden ve yukarıda dokunulan kongre kararlarından yahut benzeri hallerinden haberdar olduğuna dair bir işaret yoktur. Ancak, zaman geçtikçe, Cemiyet içindeki yahut desteğindeki gayrimüslimlerle aralarındaki ruh ve emel farklılıklarını hissedecek ve ona göre tavır almaya çalışacaklardır. Bunun için belki çok fazla zaman geçmesi gerekmeyecektir ama, artık yola girilmiştir.

Ertesi gün Manastır’a dönen Enver Bey’in aklına ilgi çekici bir fikir gelir. Okulu olmayan Müslüman köylere okul yaptırıp, buralara Cemiyet mensuplarından öğretmenler tayin ederek, bunlar vasıtasiyle köylüler arasında güçlü bir örgütlenme kurmak. Köyler hakkında istatistik bilgiler toplamaya başlar. Esasen askerî müfrezeler sürekli çevreyi gezmekte olduklarından, birlik komutanlarından, gittikleri “İslam köylerinde, ahalinin tabiatına göre nasihat yahut zorla birer okul yapılması için” para toplamak üzere çalışmalarını rica eder. “Millî eğitime önem vermek gerektiği herkesçe biliniyordu.” Kendisi de asker çevrelerden para toplamaya başlar. “Bu hususta Selanik’te bile bir defa, kurmay başkanı Mirliva Ali Paşa ve Süvari

Feriki İsmail Paşa ve Ferik Rahmi Paşa ve sair zevattan para toplamış idim. ” (H. E. Cengiz, a.g.e., s.70)

Cemiyet Manastır ve Ohri çevresinde yayılmaya devam etmektedir. Ohrili olan Kolağası Eyüp Sabri Bey ve müderris Mustafa Efendi’nin katılmaları gelişme hızını artırır. Kesriye mevki komutanı Kurmay Kolağası Fethi Bey (Okyar) teşkilata alınır. 1907 yılı Temmuz ayında Manastır idare heyeti tarafından, Selanik’te olduğu sadece bu heyettekiler tarafından bilinen Merkez-i Umumî’ye üye seçilir. “Hülasa, 1908yılının başlarında Rumeli’de her vilayetin hemen çoğu kazasında teşkilat kurulmuştu.” Manastır’da Neyyir-i Hakikat isimli, teksirle çoğaltılan bir de gazete çıkartılır. Cemiyetin merkez-i umumîsi Talat Bey, Enver Bey, Kurmay Kolağası Hafız Hakkı Bey, Piyade Yüzbaşısı Canbolat İsmail Bey, Manyasizâde Refik Bey ve Kurmay Kaymakam Cemal Bey(Bahriye Nazırı Cemal Paşa)den ibarettir.

Sultan Hamit yönetimi çalışmalardan haberdar olmuştur. Enver Bey’in eniştesi olan Selanik Merkez Komutanı Kaymakam Nazım Bey tedbir almaktadır. “Zahiren Yunan ihtilal komitesine karşı olmak üzere otuz kişiden oluşan bir istihbarat teşkilatı kurmuştu. Kayın biraderi bulunmak dolayısiyle kız kardeşimin yardımıyla bu teşkilatta olanların isim ve görevlerini ve fotoğraflarını temin etmiştim. ” (H. e. Cengiz, a.g.e., s.79) Enver Bey, eniştesinin çok borçlu olması sebebiyle Saray Mabeynine bağlı olduğunu ve tehlike oluşturmaya başladığını yazar. Sonunda Merkez-i Umumî, Nazım Bey’in öldürülmesine karar verir. Böylece, aynı zamanda bir güç gösterisi yapmış olacaklardır. Birkaç teşebbüs sonuçsuz kalır; Nazım Bey çok dikkatlidir. Haziran başında Nazım Bey acele İstanbul’a çağrılınca yeniden teşebbüse geçilir. O akşam, Enver Bey ve babası Ahmet Bey de, Nazım Bey’in evinde, üst katta oturmaktadırlar. Kapı çalınır ve Nazım Bey’i bir subayın görmek istediği söylenir. Enver heyecanlanır; ama kımıldamaz. Nazım Bey biraz tereddütten sonra aşağıya iner. Aşağıdan bir silah sesi gelir. Bunun üzerine Enver aşağıya yönelir. “Nazım Beyi, bacağını tutarak yukarı çıkar gördüm. ” Doktor çağıralım diye yalancı bir telaşa girer, kapıya doğru koşar. “Bu sırada Canbolatzâde Yüzbaşı İsmail Efendi’yi misafir odası kapısının yanındaki koltukta uzanmış görünce, işi sordum: Yanlışlıkla beni de vurdular. ” der ve kendisinden şüphelenmediklerini ekler. Enver Bey’in derdi vuran kişinin kaçıp kaçmadığıdır; adam yakalanırsa büyük fiyasko olacaktır. Doktor getirmek için sokağa çıkar, rıhtımdaki Beyaz Kule’ye giderek bir doktor

getirir. Bu sırada Nazım Bey’in inzibat subayı İbrahim gelir; o da bacağını tutmaktadır: “Efendim beni de vurdu, kaçtı. ” der.

Enver Bey gelen gidenlere rol yapmaya devam eder. Ertesi gün Nazım Bey’i vuran Teğmen Mustafa Necip Efendi’yi Tahtakale’de arkadaşlarıyla sohbet ederken bulur. Her şey yolundadır...

Reval, Paylaşma Görüşmesi

Aynı gün, 9 Haziran 1908’de, aralarındaki çeşitli çatışma konularında bir şekilde anlaşmaya varmış olan İngiltere Kralı ile Rus Çarı, Estonya’nın Reval kentinde bir yatta buluşmuşlardır. Bu görüşmede Osmanlı Devletinin paylaşılmasına karar verildiği haberi, Balkanlara bomba gibi düşer. Bu haberin tarihî doğruluğundan emin olunmamakla birlikte, esasen bu devletlerin Osmanlıyı paylaşmak üzere plan üstüne plan yaptıkları biliniyordu. Ancak, haberin yayılış şekli, Balkanlarda ateş içinden geçen Osmanlı subaylarını harekete geçirecek biçimde idi; artık durmak olmaz; bir şekilde meşrutiyetin ilanını sağlamak lazımdı... Başka bir çare de bilmiyor, düşünemiyorlardı. Bolşevik ihtilalinden sonra yayımlanan vesikalara dayanarak Şevket Süreyya Reval Mülakatında şöyle bir fomül üzerinde anlaşıldığını yazar:

“1. Osmanlı Devletinin dünya için devamlı ve tehlikeli anlaşmazlık konusu olmaktan çıkarılarak, bazı bölgelerin milletlerarası bir idareye verilmesi.

2.    Bu bölgelerden Irak’ın İngiltere, İstanbul ve Boğazların Rus nüfuz bölgeleri olarak bu devletlere terki.

3.    Osmanlı Devleti hakkında karar alınırken Şark meselesi ile ilgili diğer devletlerin menfaatlarının korunması.

4.    Osmanlı Devletinin sınırları dahilinde, Türk ve Müslüman olmayan halkların kendi kendilerini idare hakları üzerinde Rus ve İngilizlerin devam ve sebat etmeleri...” (Aydemir, a.g.e, c.I, s. 522-23)

Görülüyor ki, Osmanlı aydınları da, Saray da hadiseyi doğru algılamışlardı; Osmanlı Devleti bölünüyor, paylaşılıyordu. Cemiyet bir bildiri hazırlar; Rumeli’de İslam unsurun çoğunlukta olduğunu, bunların hukukunun dikkate alınmasını “ve insaniyete hizmet etmek isterlerse, hükümetlerin, Anayasanın ıslahında bize yardım etmeleri gerektiği” yazılır, Manastır, Selanik ve Üsküp’teki Düvel-i Muazzama (Büyük devletler) konsoloslarına verilir. Böylece cemiyet ilk kere açığa çıkmış oluyordu. Rumeli’de bir

yandan çetelerle savaşan ve bir yandan da Sultan Hamit’i devirmek üzere teşkilat kuran İttihatçı genç subayların, durumu nasıl gördükleri ve ne istediklerini Şevket Süreyya’nın layihayı özetlemesinden görelim:

“Bizi bu layihayı sunmaya sevkeden, önce üzerinde durduğumuz toprağımıza olan aşkımız ve onun mutluluğuna hizmet kaygumuzdur. Sonra da, içinde bulunulan hakiki hastalığı göstererek, buna çare arayanlara yardım etmektir.

Avrupa’nın, Makedonya’daki son dört senelik ıslahat tecrübeleri hiçbir olumlu sonuç vermemiştir. Büyük devletler de bunu itiraf ediyorlar. Ama, gene faydasız kalacağına inandığımız yeni tedbirler peşinde koşuyorlar.

Cemiyetimiz ise, faydasından ziyade zararı dokunacak olan müdahalelere değil, İslam ve Hıristiyan bütün vatandaşların elbirliği ile ve bunların, kendi vatanlarını yabancı müdahalelerden koruyarak, hepsinin siyasi ve şahsî hürriyetini, şimdiki idarenin istibdadından, zulmünden kurtarmak davasındadır. Bunun için kurulmuştur. Bu beyanlarımızda ne dinî, ne millî bir taassup yoktur.

Avrupa, özerk yahut bağımsız bir Makedonya yaratmak istiyor. Halbuki Makedonya Osmanlı Devletinden ayrılamaz. Avrupa’nın Makedonya diye ayırmak istediği üç vilayetin talihi, devletin diğer yirmi yedi vilayetinin talihinden ayrı olamaz. Makedonya’ya ait olmak üzere alınan tedbirlerin hepsi birer ölü doğmuş çocuk gibidir.

Sonuçta Avrupa ıslahat diye direnmekle büyük hata içindedir. Eğer ortada bir fenalık varsa, o fenalık yalnız Makedonya’da değil, bugünkü hükûmetin yönetim biçimindedir. Ve bundan yalnız Makedonya değil, bütün Asya ve Afrika’daki Osmanlı vilayetleri de muzdariptir. Yalnız Makedonya Hıristiyanları değil, Türk, Arap, Arnavut, Çerkes, Kürt, Ermeni, Yahudi özet olarak bütün Osmanlı halkları muzdariptir. Bütün bu halklar Rumeli’deki Bulgar, Rum, Ulah, Sırp vs. ile beraber aynı boyundurukta inliyorlar. Aynı zalim yönetim hepimizi eziyor. Çekilen ıstırablarda hepimiz ortağız.

Müdahale ve ıslahat denilen şeyler ise, Makedonya Hıristiyanlarına Avrupa’nın zararlı

bir hediyesidir.” (Aydemir, a.g.e., c.I, s.528)

Layihada daha sonra, Avrupalı devletlerden Rusların Makedonya işlerine karışmasının önlenmesi istenir; Rusların gayesi Makedon halkına hizmet etmek değil, Balkanları bir Rus eyaleti haline getirerek, oradan İstanbul’u almaktır, denilir. Eklenir ki, Balkanlardaki bütün tahriklerin arkasında Rusya vardır; fakat, diğer devletler de karışıklıkların önlenmesinde samimi değillerdir. Layiha şu istekleri sıralar:

“Avrupa devletleri Makedonya işlerine müdahale etmekten vazgeçmelidir. Avrupalılar Makedonyalıları tahrikten vazgeçerlerse, Makedonya halkları kendi aralarında daha iyi anlaşarak, kendi işlerini elbirliği ile kendileri düzeltebileceklerdir. Her şeyden önce millet ve ırk farkı gözetilmeksizin hepsini ezen Abdülhamit istibdadı el birliği ile yıkılacaktır. Sonra ülkeye daha adaletli bir hayat nizamını kendileri getireceklerdir. Özetle, gerek Makedonya’da, gerek Osmanlı ülkesinin diğer kısımlarında cins ve mezhep farkı gözetilmeksizin bütün Osmanlılar, kurulacak Meşrutiyet idaresi altında, kardeş olarak yaşamaya devam edebileceklerdir. İşte cemiyetin programı budur. Mevcut

istibdat idaresini devirip, kendi ülkelerinin nizamını hürriyet ve eşitlik esasında kurmaktır. Ne Müslüman vardır, ne de Hıristiyan! Yalnız Osmanlı vardır!”

Şu kadar zamandır Sırp, Ulah, Bulgar, Makedon ve Rum çeteleriyle boğazlaşan subaylar, Meşrutiyet’in ilan edilmesiyle bütün bu unsurların kardeşçe bir arada yaşayacaklarına gerçekten inanıyorlar mıydı; yoksa bir kapana mı düşmüştüler, çaresiz miydiler; yoksa Avrupalı devletleri kandırabileceklerini mi düşünüyorlardı? Bu soruları cevaplamak çok zordur. Herbirinin vatanperverliği kesindir. Meşrutiyet ve demokrasi gibi kavramlar hakkında yeterli bilgileri olmadığı da kesindir. Deneyimsiz olmalarına rağmen, dünyadaki siyasi çekişme ve gelişmeleri değerlendiremeyecek ölçüde zayıf olduklarını ise kabul etmek mümkün değildir. Vatan ve milleti için yüreği titreyen, yaşadığı tehlikeler içinde çıkış bulamayanlar -çünkü bütün çıkışlar uzun vadelidir- çözüm üretemeyenler -çünkü çözümler için ciddi birikim gerekir- propagandaların etkisine çabuk kapılır, önce kendilerini, sonra çevrelerini aldatarak kolay, basit ve aceleci formüllere teslim olurlar. Sultan Hamit hariç, dönemin aydınlarını bu genel çerçeve içinde değerlendirmek belki de yanlış olmayacaktır. İsmet İnönü, o dönem subaylarının anlayışlarına da tercüman olarak şunları söyler: “Rumeli’nin baştan başa tehlikede olduğunu görmekte kimsenin tereddüdü yoktu. Elbette, başlıca hata sahibi de, ancak her türlü şikâyetlerin hedefi olan Padişah idaresi olabilirdi. Padişah idaresinin doğru yola getirilmesi, milletvekillerinin toplanması ve çalışması ile sağlanabilecekti. ” (İsmet İnönü, Hatıralar, Ankara 2006, Hazırlayan: Sabahattin Selek, s.43)

Görülüyor ki, yabancı kitap yahut gazetelerden öğrenilmiş, hiç bir kültürel birikime dayanmayan teorik bazı doğruların propagandası, genç subayların ayaklarını yerden kesmiş, gerçeklik duygularını zedelemiştir. Bu insanlar ancak Meclis açılıp, Balkanlarda savaştıkları insanları o çatı altına taşıdıklarını gördüklerinde uyanmaya başlayacaklardır. Buna, demokrasi kültürüne yabancı insanların ortaya çıkan hırsları da eklenince, işin tehlike boyutunu farkedebileceklerdir. İnönü şöyle devam eder:

“Emel ve duyguların asil, temiz mahiyetleriyle, sonraki olayların getirdiği hayal kırıklıkları ve başarısızlıklar insanı dehşete sevkeder. Memleketin siyasi kültürden acınacak derecede mahrum bulunduğunun kimse farkında değildi. Vatanseverlik timsali olan insanların yeni ikbal şartlarında ne hale gelecekleri hiç tahmin edilmiyordu. Kanun­i Esasî kelimesi sihir gibi tesir ediyordu.” (İnönü, a.g.e., s.47)

Bu işlerin farkında olan Sultan Hamit ve belki çevresindeki bazı insanlardı; onların da subaylar farkında değillerdi...

Paylaşma planının duyulması, vatansever subayları iyice ateşlemiş, ne yapılacaksa bir an önce yapılması gerektiği fikrini beslemiştir. Bir yandan da gözler Almanya’ya çevrilir; tek ümit orada kalmıştır. Sultan Hamit, Sadrazamını Alman sefirine göndererek, ne düşündüklerini öğrenmeye çalışır.

Enver Bey Dağa Çıkıyor

E

NVER Bey Manastır’a geldiğinde Saray’ın istihbarat çalışmalarının sıkılaştığını ve artık kendisinden de şüphe edildiğini anlar. Genel müfettiş Hilmi Paşa, Nazım Bey’in eşi olan kızkardeşini Selanik’ten alarak İstanbul’a götürmesi için emir geldiğini ve bu sebeple kendisine izin verildiğini söyler. Enver Bey kuşkulanır. Bu arada topçu alayı müftüsü ile redif subaylarından Hacı Nazmi Beyin İstanbul’a sorguya alındıkları ve teşkilatı ihbar ettikleri şüphesi doğar. Müfettiş Paşa, Enver’e yol parasını verip, hemşiresini de alarak bir an önce İstanbul’a gitmesini söyler. Enver Bey Selanik’e gelir. Burada, Haziran’ın dokuzunda Kışla Meydanına bakan evlerinin üst katında Merkez-i Umumî toplanır; İstanbul’a gidip gitmemesi tartışılır. Sonunda, gitmemesi ve dağa çıkması kararı verilir. “Fakat gününü henüz tayin edememiştik. ”

Reval görüşmesinin yapıldığı gün, Enver Bey, askerî üniformasından soyunarak dağa çıkacak ve çevresinde toplayacağı Osmanlılarla, Sultan II. Abdülhamit Han’ı Meşrutiyet’i ilan etmesi için zorlayacaktır. Selanik’tedir; Fethi Bey, “Bu işte ilk adımı atmayı Allah sana nasip etti, demişti. Bu adımı attıran Allah’a tam tevekkül ile ben de ilerleyecektim. ”

Binbaşı Enver silahlı isyanını ilan eder.

“Haziran’ın on iki ve on üçüncü Perşembe ve Cuma günleri arasındaki gecede artık Selanik’i, ailemi, maddî istikbalimi terk ederek, sadece halktan bir fert gibi, hükûmetin bütün kuvvetine karşı açıktan açığa, silahlı olarak isyanımı ilan ediyordum. Fakat evvel Allah’a ve Peygamber’e sonra da Cemiyetimizin teşkilatına, hükûmetin zulmünden bizar olan millete güvenim tam olduğundan, vatanın geleceğini gayet parlak görüyor, bunun için benim maddeten kararan istikbalimin zulmetine ehemmiyet vermiyordum.”

Bindiği araba gecenin karanlığında Manastır’a doğru yola çıkar. Şöyle devam eder:

“Vardar kapısından çıkarken nişanlarımı söktüm. Biraz üzgündüm. Bütün eski

hayallerim, iyi, büyük bir asker olmaktı. Halbuki şu andan itibaren artık bir hiçtim. Kim bilir nerede ve hangi kurşunla vurularak, kim bilir nerelerde kalacak ve asi diye bir köşeye atılacaktım.”

Yine de, birilerinin kendisini anlayıp arkasından bir fatiha okuyacağına ümidi vardır.

Fethi Okyar diyor ki, Enver Beyin dağa çıkması ayrı bir özellik taşıyordu. “Böylelikle, orduların en hayati mihraklarında bulunan kurmayların hareketi başlıyordu. ” (Okyar, a.g.e., s.11)

Yenice’ye gelir. Burada Karacaova’daki amcası kolağası Halil Bey’e haber göndererek kendisini almasını ister. Halil Bey ufak bir birlikle gelir.

“On kişilik bir atlı birlikle yıldızlı bir gecede Yenice’yi terkettim... Bütün techizatım mükemmel idi. Bir vakit şiddetle takip ettiğim çete reislerine benzemiştim. Hükûmet nazarında artık onlarla birdim.”

Enver Beyin yazdığına göre, İstanbul’u Meşrutiyet ilanına zorlamak için en kestirme yolun, genel bir ayaklanma olduğunda kesin bir kanaati vardı ama, Merkez-i Umumî’nin bu konuda kesin bir karar ve planı yoktu.

Karacaova’da Timur Beyin çiftliğine inerler. Yeniden elbise değiştirir.

“Silahlarımı, elbiselerimi çıkardım. Beyaz potur, kırmızı kuşak ve mintan, fes rengi fermele -bir çeşit yelek- ile artık tamamiyle bir Kayalarlı Türk ağası olmuştum. İsmim de Ahmet dayı oldu.” (Cengiz, a.g.e., s.98)

Buradayken, onun kadar korkusuz ve vuruşkan bir başka Osmanlı subayı Resneli Niyazi Bey’in de dağa çıktığı haberini alır. Niyazi Bey’in Manastır çevresinde gerekli etkiyi yapacağını düşünerek kendisi Tikveş tarafına yönelir. Uzun ve yorucu bir dağ yoluna girerler. “Artık Bulgar ihtilalinde fevkalade zayiata sebebiyet vermiş olan ve Bulgar çetelerinin güzergâhı olan kayalıkla ormanlara girmiştik. Mevcudumuz yirmi kişi idi.. Birliğimiz sessizce birer olarak dar yolda ilerliyordu. ” Tikveş’e gelirler.

Enver Bey kişisel istikbali açısından gemileri yakmış ve ileri atılmıştır; ancak, ailesi hakkındaki tereddütleri içini burkmaktadır. Tikveş’e gelen Kolağası Mustafa Kemal o gece orada kalır ve kendisine birkaç mektupla birlikte Selanik’teki Merkez-i Umumî tarafından Osmanlı Terakki ve İttihat Cemiyetinin Rumeli genel müfettişi atandığına dair bir belge verir. Mektupların birisi annesi Ayşe Hanım’dandır; “Enverim, başladığın işi

bitirmeden dönersen sana sütümü helal etmem!...” demektedir. Kızkardeşi ve babasından gelen diğer mektuplar da onun hareketini tasvip etmektedir. Enver Bey iyice ferahlar, bütün yüklerinden kurtulmuştur; “Artık düşünecek başka bir şey kalmamıştı. ” Tarihçi diyor ki, Enver Bey gibi bir insan, eğer bir de böyle bir mektup alırsa, artık onu dünyada yenecek herhangi bir kuvvet yoktur...

Enver Bey daha o günlerde, 3. Ordu içinde adı geçen, kendisine güvenilen bir insan olarak anılmaya başlamıştır. Kendisi gibi dağa çıkan Resneli Niyazi Bey, ondan büyük güç aldıklarını söyler:

“Bahusus Enver Bey gibi efkâr-ı cemiyetin en kuvvetli nâşiri sayılan ve harb ü darpta olağanüstü liyakati bilinen bir kurmay subayın, çeteciliğe girişinin şeref ve hizmeti yücelteceği düşüncesi hepimizi sevinç ve övünçle doldurdu... Üzüntü ve karamsar zamanlarımızda, bizi ateşli sözler, ciddi tavırlarıyla coşturup etkileyen bu az bulunur ve her anlamında mükemmel olan, Enver Bey idi.” (Hatırât-ı Niyazi, s.115)

Enver Bey bir ihtilal beyannamesi yayımlar:

“Muhterem vatandaşlarım!

Mebusan Meclisinin dağıtılmış kalması dolayısıyla, otuz seneden beri memlekette hüküm sürerek, bir çok namuslu vatan evladının mahvına ve bir çok aile yuvalarının sönmesine sebep olan istibdat idaresi, son zamanlarda gene şiddetini göstermeye başladı. Zaten keyfi bir idare neticesi, bir çok ihtilaller içinde kana boyanan vatan ve milletimizi büsbütün zayıflatarak yakında mahvedecek olan bu istibdada nihayet vermek lazımdır.

Ben, işte bu istibdada karşı milletimin haklarını muhafaza için her şeyimi feda ettim.

İcab ederse bu uğurda hayatımı da esirgemeyeceğim.

Siz, ey vatanın namuslu ve fakat her şeyden habersiz olan evlatları! Sizin de benimle bu yolda yürümenizi veya bu işte tarafsız kalmanızı dilerim.

Aleyhime hareket edecek olanların görecekleri zararların maddî ve manevi mesuliyeti kendilerine aittir! Yaşasın vatan, yaşasın millet!

Osmanlı Terakki ve İttihat Cemiyeti’nin

Rumeli Teşkilat-ı Dahiliye ve Kuvve-i İcraiye Müfettiş-i Umumîsi

ve

Osmanlı Erkân-ı Harbiye Binbaşısı Enver”

Köylerde teşkilatlar kurmak üzere bir yönetmelik hazırlar. Timyanik köyünden başlamak üzere köylüleri teşkilata yemin töreni yaparak almaya başlar. Adem Ağa’nın evinde köy imamı ve Adem Ağa da yanında olduğu

halde tören yapılır. Enver Bey burada bir avcı taburu kurmay binbaşısı üniforması içindedir, köylülere çektiği nutku ve sonrasını şöyle anlatır:

“Biliyorsunuz ki şimdiye kadar bir çok yerler elimizden gitti. Tuna vilayeti, Bosna ne oldu? Oradaki ahalinin canlarını kurtarmak için mallarını bırakarak kaçtıklarını bilirsiniz. Bunlar ne oldu? Geldiler, bu yerlere sığındılar. Fakat ekserisi aç ve çıplak. İşte, şimdi bizim de başımıza bu belalar gelecek gibi görünüyor. Hükûmetin yolsuzluğundan, görüyorsunuz ecnebi zabitler geldi. Yarın, öbür gün buralarını, biz işimizi göremiyoruz diye parçalamaya kalkışacaklar. O vakit biz ne olacağız?

Artık bizim için gidecek yer yok. Denize döküleceğiz yahut düşmanların ayakları altında çiğneneceğiz. Böyle zamanda karı gibi ölmektense işlerimizi düzeltmek için erkekçe şimdi ölmeyi göze almak yeğdir, değil mi? Eğer biz böyle çalışırsak, hem muvaffak ölürüz, hem de kalanlarımız rahat eder; evladımız bize rahmet okur.

Neyi düzelteceğiz bilir misiniz? İstanbul’daki idareyi. Pekala bilirsiniz ki, İstanbul’da bir çok memurlar, hiç iş görmedikleri halde binlerce liralar alıyorlar. Hafiyelere binlerce liralar boşuna veriliyor. Bu yüzden bir çok evler kapanıyor. Sizin yalın ayak, başı kabak çalışarak ektiğiniz ekinlerden alınan paralar hep böyle gidiyor. İstanbul’a gidenleriniz bilirler ki orada on yaşında çocuklara miralaylık veriliyor. Ne lazım, sizin Tikveşli Hoca yüz elli lira maaş alıyor; kardaşı okuma yazma bilmezken Meclis-i Maarif’te elli lira alıyor.

Halbuki bu paralar ne olacak? Hani yollarınız? Hani mektepleriniz? Askere gönderdiğiniz çocuklarınız, kardaşlarınız çırıl çıplak dağ başlarında koşuyor, ölüyor. İstanbu’dakiler ise zevk ü safalarında. Mahkemeye giderseniz müşkilinize bakan olmaz. Bakınız Bulgarlara, bu kadar ölüyorlar, yine çalışıyorlar. Hükûmette memurlar onların işlerini görüyor, fakat size bakan bile yok. O halde onlara bakarak biz de çalışalım. İstanbul’dan bu keyfi idareyi kaldıralım.

Padişah, Hazret-i Peygamberden akıllı değil ya! Öyle iken, Peygamberimiz Efendimiz müşavere etmeden bir şey yapmazdı. Hep sahabe-i güzîn ile konuşurdu. Biz bundan ayrıldık. Otuz sene evvel toplanan Meclis’i İstanbul’da dağıttılar. Biz işte, yine bu Millet Meclisinin toplanmasını isteyelim. Böylece, verdiğimiz paraların nerelere gittiğini soracak vekillerimiz olsun. Bunlara sorulmadan Padişah kendiliğinden öyle her istediğini yapmasın. Böyle olursa adalet olur. Adalet olan yerde de, din, vatan, millet selamet bulur. Bir de Hıristiyanlar toprak kardaşlarımızdır. Dinimizce onların hakkını gözetmek borcumuzdur. Bunu bilelim. Onlarla el birliğiyle çalışalım. Hepimiz selamet bulalım. Münafıkların sözlerine kapılmayalım. Anladınız mı?

Arkadaşlar !

İşte beni görüyorsunuz. Binbaşı idim. Anam, babam, kardaşlarım var. Hepsini bıraktım. Ben bu iş için çalışacağım. Siz de benimle beraber ölünceye kadar canınızla, malınızla çalışacağınıza söz veriyor musunuz?

Köylüler bir ağızdan:

-    Veririz...

-    Eğer içinizde sözünü tutmayan veyahut hainlik eden bulunursa, bu gördüğünüz bıçak ve rovelverle öldürülürseniz kanınızı helal eder misiniz?

-    Ederiz.

-    Yemin eder misiniz?

-    Ederiz.

Bunun üzerine köylüler sağ ellerini Kur’an-ı Azimü’ş-şan’a ve sol ellerini rovelver ve kasatura üzerine koyarak İsm-i Celal’i tekrar ederek geçiyorlardı.”

Yirmi yedi yaşındaki ihtilalci Osmanlı subayı Tikveş’te bu tahrik edici nutku çekerken yalnız değildir. Kolağası Niyazi Bey de Manastır dağlarında aynı sözleri tekrarlayarak teşkilatı genişletmektedir. Çevrelerindeki insanların sayısı gittikçe artmakta, çevre köylerin ileri gelenleri de teşkilata alınmaktadır. Bir yandan da İttihat ve Terakki Cemiyeti Dersaadet’e telgraflar çektirerek meşrutiyetin ilanını istemektedir. Bu sırada Selanik’teki bir gazetede, Binbaşı Enver Bey’in kayıp olduğu ve Genç Türkler tarafından öldürülmüş olabileceği yolunda bir haber çıkar. Enver Bey hemen Avrupa gazetelerine bir mektup göndererek, öldürülmediğini, Meşrutiyet’in ilanı için dağa çıktığını bildirir. Müfettiş paşaya da durumunu ve niyetini bildiren bir mektup gönderir.

Selanik merkez komutanı Nazım Beyi vuran Mustafa Necip, Enver Beyin amcası Halil Bey ve Teğmen Melik Bey de kıtalarını terkederek dağa çıkar, Enver’in yanına gelirler. Enver Bey bir silahlı kuvvetler yönetmeliği hazırlar ve buna göre kuvvetler oluşturulmaya başlar. Şevket Süreyya’nın söylediğine göre, Enver Bey öncü subayları yanına almak, fakat askerleri karıştırmadan halk ayaklanması yapmak istemektedir. Kendisi de hatıralarında Selanik’teki Merkez-i Umumî’ye, Ağustos ortalarına kadar beklenebilirse, genel bir halk ihtilali yapmayı teklif etmiştir. “Tikveş kazasındaki yirmi beş bin İslam ahalinin kâmilen hazır olduğunu bildirmiştim. ” demektedir. Geçen zaman içinde subaylarla da irtibatı olmakla beraber, esas itibariyle halkı cemiyet çevresinde örgütlemeye çalışır.

Saray bu ayaklanmaları önlemek üzere hazırladığı birlikleri gemilerle Makedonya’ya göndermeye karar verir ve Korgeneral Şemsi Paşa’yı Manastır’a gönderir. Birkaç gün içinde Sultan Hamit’in de pek güvendiği Şemsi Paşa’nın Manastır’da vurulduğu haberi gelir. Saray ile görüşmüş, çeteleri yok etmek üzere tam yetkiyle donanmış olarak postahanenin merdivenlerinden inip arabasına binen Paşa’yı, çevresindeki Arnavut muhafız kuvvetinin arasından geçerek yaklaşan genç Teğmen Atıf Bey, üç el ateş ederek vurmuştur. Meydan karışmış, silahlar patlamış, bir kızılca kıyamettir kopmuştur ama, genç teğmen gayet soğukkanlı bir şekilde aradan sıyrılmış ve yakalanamamıştır. Güpegündüz işlenen ve faili yakalanamayan bu cinayet her yanı sarsar.

Yüzbaşı Enver Bey Manastır’da mahalli kıyafetle

Resneli Niyazi de birlikleriyle Manastır’a inerek Ordu Müşiri Tatar Osman Paşa’nın evini sarar ve Paşa’yı dağa kaldırır. Manastır valisi Hıfzı Paşa’nın, “Manastır’da benden başka herkes İttihatçıdır...” dediği etrafta yayılır. Gözü epeyce korkmuş olan Hıfzı Paşa, Saray’a çektiği telgrafta, “Selanik ve Kosova vilayetlerinin de Manastır gibi olduğunu ve Anadolu’dan getirilecek askerlerin, hürriyetçilere karşı silah kullanmayacaklarının haber alındığını” bildirir. (Aydemir, a.g.e., 1.c., s.555)

Bu arada Enver Beye Merkez-i Umumî’den kâğıt gelir: “Umumî talep vuku bulacak ve eğer Sultan razı olmazsa İstanbul üzerine yürünecekti. Tikveş’te bulunarak orada toplanan Mustafa Necip Efendi komutasındaki Birinci Millî Tabur ile Köprülü, İştib Millî Taburlarıyla bir alay teşkili ile harekete hazır bulunmaklığım yazılıyordu. ” (Cengiz, a.g.e.,s.121)

Enver Bey, 22 Temmuz 1908’de arkadaşlarıyla birlikte Köprülü’ye gider. Emin Ağa’nın evine iner. Asker-sivil şehrin ileri gelenleriyle görüşür. Cemiyetin Köprülü idare heyetine, ertesi gün Hükûmet konağından Meşrutiyeti ilan edeceğini bildirir ve hazırlık yapmalarını ister.

Ertesi gün hükûmet konağının önünde toplanan halk, yaşasın millet, meşrutiyet, hürriyet diye bağırmaktadır. Bir hoca dua eder, bir Bulgar papazı Bulgarca nutuk çeker, Enver Bey de Türkçe bir nutuk çeker ve meşrutiyeti ilan ederler. “Yaşasın vatan, hürriyet sözlerini hep beraber tekrar ettik. Bu

sırada üç top atıldı. Asker de selam vaziyetinde duaya katıldı; sonra kışlalarına çekildiler.” Köprülü’de Meşrutiyet ilan edilmiştir!... Kaymakam ve komutan, olup bitenleri genel müfettişliğe bildirirler. Enver Bey de bir telgraf çeker ve “Hastayı tedavi ettik.” der. Aynı gün ordu merkezi olan Manastır’da, İttihat ve Terakki Merkez Heyeti hürriyetin ilanına karar verir. Muhteşem bir tören yapılır ve Kurmay Binbaşı Vehip Bey (paşa) bir top arabasının üstünde Meşrutiyet beyannamesini okur. Mızıka çalınır, toplar atılır; büyük şenlik olur. Kolağası Niyazi Bey ve arkadaşları da Resne’de hürriyeti ilan ederler.

Sultan Hamit yorgundur ve çok zor durumdadır. Rumeli’deki hemen bütün ordu birliklerinde aynı havanın estiğini ve artık geri dönülemeyeceğini görmektedir. Kendisine sadık görünen askerlere ne kadar güvendiği de belli değildir. Daha sonraki 31 Mart Hareketinde de göreceğiz ki, o, Osmanlı askerini birbiriyle dövüştürmeye asla razı değildir. Peki ne yapacaktır? 23 Temmuz 1908’de Osmanlı Hakanı ikinci meşrutiyeti ilan eder ve tatil edilmiş olan Meclis-i Mebusan’ı toplantıya çağırır.

Zafer kazanılmıştı; yani, zafer olduğu sanılmıştı. Bütün Osmanlı ülkesinde İttihat ve Terakki’nin önderliğinde kutlamalar yapılıyor, “Hürriyet!..” uranları vuruluyordu. Enver Bey haberi Tikveş’te alır.

“Artık hep memnun idik. Kan dökülmeye hacet kalmadan maksat istihsal edilmişti. Şekerler dağıtıldı. Milislere yemek verildi. Sonra, dere kenarındaki mektep meydanlığında asker ve ahali toplanarak meşrutiyetin faydalarına ve bundan sonra kardeş gibi yaşamak hususunda çeşitli dillerde nutuklar çekildi. Dua edildi.”

Bu nutukların ve Sultan Hamit’in ifadesiyle hayal-i şairanelerin ne kadar kısa ömürlü olduğunu, hatta ölü doğduğunu İttihatçılar çok geçmeden anlayacaklardır. Ancak, bahası ağır olacaktır.

Enver Bey Selanik’e çağrılır. Osmanlı Terakki ve İttihat Merkezi telgrafında şöyle diyordu: “Bugün bütün Selanik halkı akşam treni ile teşrifinize intizar edeceğinden, daha önce hareketinizin bildirilmesi rica olunur. ” Yola koyulur.

“İstasyonlar doluydu. Gevgili istasyonunda bütün halk çıkmıştı. Burada halkın gösterdiği teveccühe dayanamayarak ağladım. Trenin hareketinde toplar atılmaya başladı”

Tren Selanik’e yaklaşırken artık Enver Beyin de havası değişmiştir ve Selanik’e inerken hürriyet kahramanı olarak coşkun kalabalıklar tarafından karşılanacaktır.

“Saat bire doğru Selanik’e vardık. Hemen bütün Selanik ahalisi istasyondaydı: Coşkun haykırışlar, sevinç çığlıkları içinde tren istasyona girdi.

Bulunduğum vagonun içinde ve hele kompartımanımın önünde izdiham o kadar artmıştı ki, Kurmay Cemal Bey (Paşa) ve Faik Beylerle arkadaşları, bu kalabalığı önleyip bana yol açmak için çok sıkıntı çektiler.

Nihayet arkadaşlarımla karşılaştık; sarıldık, öpüştük. Faik Bey bana bir demet çiçek verdi. Fakat tam bu sırada Talat Bey göründü. Kucaklaştık ve bana en kıymetli bir hediye sundu.”

Gördüğü ilk günden muhabbet duyduğunu söylediği Talat Paşa kendisine “Kırmızı ciltli bir Anayasa kitabı ” vermiştir. Sonra onu vagonun kapısına doğru çekerek elini tutup havaya kaldırır ve “Yaşasın hürriyet kahramanı Enver Bey!...” diye bağırır. Bütün kalabalık Talat Beyi tekrar eder, “Yaşasın hürriyet kahramanı Enver Bey!... ”

İnönü diyor ki, “Hürriyet kahramanları içinde ilk günden itibaren en fazla itibar görmüş olan ve sonuna kadar büyük bir sima olarak beliren, Enver Paşa’dır. ” İnönü, Enver Bey’in bu parlayışında, onun askerî nitelikleri yanında ahlakî temizliğine de dikkat çeker. “Enver Bey’in şöhreti yalnız kahramanlığından gelmiyordu; iyi bir kurmay subay olarak kabul ediliyor ve özellikle şahsî ahlak bakımından örnek tanınan meziyetleriyle saygı görüyordu. ” (İnönü, a.g.e., s.48)

Binbaşı Enver Bey burada kısa bir konuşma yapar:

“Vatandaşlar!

Hakkımda lütfen gösterilen bu sevgiye teşekkür ederim. Ben buna layık olmak için bir şey yapmadım. Her Osmanlının seve seve yerine getirmeye koşacağı bir vazifeyi talih bana verdi. Eğer bunu hakkıyla yerine getirebildiysem, bu ödül bana yeterlidir. Hamdolsun, Meşrutiyete kavuştuk. Hürriyetimizi aldık. Fakat bununla vazifemizin bitmiş olduğunu sanmayalım. Asıl zorluk bundan sonra başlar. Yükselme yolunda attığımız bu ilk adımı başarıyla ilerletmek için çok çalışmak, dikkat etmek gerekir. Mamafih bundan böyle müslim gayrimüslim bütün vatandaşlar elbirliği ile çalışarak hür milletimizi, vatanımızı daima yükselmeye götüreceğiz.

Yaşasın millet! Yaşasın vatan!”

Kalabalıklar tekrar ederler: “Yaşasın!”

Binbaşı Enver Bey artık siyasetin tam göbeğindedir.

Eski Hastalık: Asker ve Siyaset

O

SMANLI Devleti’nin kendi özgün yapısı içinde, bazı kurumlar arasında özel ilişkiler oluşmuştur. Bunlardan biri Ulema ile Kapıkulu, özellikle Yeniçerilerin ilişkileridir.

Bilindiği gibi, egemenlik Padişahındır; bütün yetkiler onda toplanmıştır. Bu temel ilkenin uygulanmasında zaman zaman bazı sorunlarla karşılaşılmaktadır.

İlk sorun, saltanat verasetinin kesin bir kurala bağlanmamış olması sebebiyle, padişah çocukları arasında çıkan saltanat kavgalarıdır. Bu tür mücadelelerde, her türlü silahlı güç, bu kavganın bir tarafı olabilmekte ve sonuç kesinleşinceye kadar çatışma devam etmektedir. Fatih Sultan Mehmet Han’ın ünlü kardeş katline cevaz veren kanunnamesi ve sonraki yüz yıllarda verasetin ‘ekber evlada’ bağlanması ile bu mücadeleler son bulmuştur. Ancak on dokuzuncu yüzyıla gelinceye kadar, padişahların değişmesinde ve zaman zaman tahttan indirilmesinde, merkezdeki güç olarak Yeniçerilerin payı olmuştur. Yıldırım Bayezid Han sonrası çekişmeler bir yana bırakılırsa, taşradaki Tımarlı Sipahilerin bu gelişmelere fazla müdahalesi olamamıştır.

İkinci sorun, hukukun üstünlüğü ilkesine bağlı olarak, padişahın yetkilerinin sınırlandırılması genel çerçevesinden doğar. Osmanlı’da üstün hukuk İslam Şeriatıdır; padişah bu çerçevenin dışında kararlar alamaz, eylemler yapamaz. Osmanlı protokolünde başbakanla aynı sırada ve fakat manen ondan da ileri olan, bilginlerin reisi Şeyhulislamın başında olduğu kurumun bir işlevi de, karar ve kanunnamelerin Şeriata uygunluğunun denetimini yapmaktır. Bu metinler, Şeyhulislamlık tarafından denetlenip, üstün hukuk olarak kabullenilen kurallara uygunluğu onaylandıktan sonra yürürlüğe girerler. Prof. Ömer Lütfi Barkan şöyle yazar:

“Padişahların iradelerinin kayıtsız şartsız bir kanun haline geçmekte olduğu zamanlarda, Osmanlı İmparatorluğu’nda, bir yenilik, ‘Şer’-i şerife uygundur. ’ kaydıyla icra edilmiştir. Eski kanun hükümlerini ilga eden yeni bir kanun, tıpkı eskilerinde de vaktiyle olduğu gibi, ‘Şer’-i şerife uygundur.’ kaydiyle yürürlük kazanmıştır. ” (Nakleden N. Kösoğlu, Hukuka Bağlılık Açısından, Eski Türklerde, İslamda ve Osmanlıda Devlet, İstanbul, 2004, s.246) Şeriat’la ilgili olmayan hususlarda ise, “Şer’î maslahat değildir, nasıl emredilmiş ise öyle hareket edilmek lazım gelir. ” kaydı konulmaktadır. Ayrıca, İslâm toplumundaki genel fetva geleneğinin devlet hayatındaki yansıması olarak, yapılacak eylemin Şeriat’a yani hukuka uygunluğunun fetvasının alınması gerekir ki, bunu da din/hukuk bilginleri ve merkezde Şeyhülislamlık kurumu verir.

İslam hukuku genellikle özel hukuk sorunlarını düzenlediği, kamu alanını gelenek ve maslahata bıraktığı için, üstün hukuk olarak Şer’-i şerif yanında kanun-ı kadim ve münif kavramları geliştirilmiştir. Yani Şeyhülislamlık, karar ve eylemler hakkında hüküm verirken, sadece Şeriat’ı değil -ki bu alan kişilerin hak ve özgürlüklerini korumaktadır- aynı zamanda, o konuda eski padişahların yayımladıkları kurucu hukuk ilkelerini ve devletin, halkın menfaatlerini de gözeteceklerdir. Devlet hayatını düzenleyen ve sultanî yahut geleneksel hukuk denilen bütün kanunnameler böyle bir denetimden geçtikten sonra yürürlüğe girerler. Özgün Osmanlı düzeninde, denetim ve sınırlama sadece iç hukukla ilgili değildir; modern zaman ve anayasaların ‘siyasi kararlar’ deyip, denetim dışı bıraktığı alanlar da, mesela en uç boyutu olarak, savaş kararları da bu denetime tabidir. Osmanlı Hakanı, herhangi bir devlete savaş açacağı zaman, bu kararının uygun olduğuna dair Şeyhülislamdan fetva almak zorundadır. Çağımız idrakinin bile kavramakta zorlandığı, bu, hukukun üstünlüğü inancının, Mısır Seferi, İkinci Viyana Seferi gibi, fetva almakta çok zorlukların çekildiği ilgi çekici örnekleri yaşanmıştır. Ayrıca, padişah değişmeleri de mutlaka fetvaya dayanmak zorundadır; yani hukuka uygunluğunun yetkili merciler tarafından belgelenmesi zorunludur.

İşte bu noktada, yukarıda işaret ettiğimiz Ulema-Yeniçeri özel ilişkisi doğar: Yeniçeri, merkezî otoritenin hukuka uygunluğunu denetleyen Şeyhülislamlığın uygulayıcı gücüdür. Bu konuda ulema-yeniçeri dayanışması, halin icabıyla bir gelenek haline gelmişse de, Kanunî Sultan Süleyman Han döneminde bir kanunnameden de söz edilmektedir.

“Devlet idaresi ulema ile vükelaya tevdi edilmiştir. Padişahın doğru yoldan sapması halinde ulema ve vükela ordu reislerini keyfiyetten haberdar ederek padişahı tahttan indirip, yerine hanedan erkânından diğerini seçeceklerdir.” (Ord. Prof. Dr. Recai Galip Okandan’dan nakleden N. Kösoğlu, a.g.e., s.251)

Her ne şekilde olursa olsun, padişahların değiştirilmesinde “hal’ fetvası” alınması, Osmanlının sonuna kadar devam etmiştir. Meşrutiyet yönetiminde Sultan II. Abdülhamit Han’ı tahttan indirirken de, Şeyhülislamlık’tan fetva almışlardır. Ancak, bu konuda bazı açıklamalar yapmak gerekir.

Yukarıdan beri anlattıklarımız, kurumların ilkesel düzeydeki görüntüleridir; bir de bunların kötüye kullanılması ve kurumların çöküş dönemindeki görüntüleri vardır. Yükseliş dönemlerinde kurumların, kuruluş ilke ve gayelerine en uygun zamanlarının olduğu kabul edilebilir. Ancak, bu zamanlarda da, konumların ve yetkilerin kötüye kullanılması söz konusu olabilir. Nitekim, Yeniçeri ayaklanmalarında “Şeriat isterük” yahut “Şer’ ile davamuz vardur” diye kazan kaldırılırken, hukuka aykırı kararlar karşısında “hukuka uygunluk isteriz” denilmek istenirse de, tarihî bir çok örneklerinde görüldüğü gibi, işin esası çoğu kez maaşların artırılması yahut bir iktidar çekişmesinin fitnesidir. Özellikle Veziriazamlık (Başbakanlık) yahut Divan Vezirliği gibi yüksek makamlar, Yeniçerilerin sık sık kullanıldığı siyasi çekişmelerin konusu olurlar. Benzeri durumlarda hal’ fetvaları da, kitabına uydurma gösterisine dönüşür. Söz gelişi Sultan Hamit’in hal’ fetvasında, bu padişahın kutsal kitaplara saygısızlık ettiği yolunda, komik iddialar yer almıştır.

Sonuçta bu dayanışma, Yeniçeriliğin 1826 yılında kaldırılmasına kadar değişik yoğunluklarda devam eder. Fetva geleneği ise, İmparatorluğun sonuna kadar sürer; yani askerin siyasete doğrudan girmesiyle başlayan darbe teşebbüslerinde de fetva almak ihmal edilmez.

Ocağın kaldırılmasından sonra askerî eğitim, genellikle batılı uzmanların yön vermesiyle yapılmaya ve yeni bir disiplin anlayışı yerleştirilmeye çalışılır. Tanzimat’tan sonra merkezde güçlü bir Osmanlı bürokrasisi oluşur. Esasen fiilî gücünü kaybetmiş olan medrese kökenli ulema, yeni bürokrasi karşısında ikinci plana düşer, etkisi azalır.

Yeniçeriliğin kaldırılması olayının, uzun bir süre askerlerin siyaset dışı durmalarında etkili olduğu söylenmiştir. (A. Turan Alkan, Ordu ve Siyaset, Ank. 1992, s. 11) Ancak, bu sefer de, birbiriyle bağlı iki başka etmen ortaya çıkar. Tanzimat

yıllarından sonra, Osmanlı Devleti’nin çökeceği korkusu, hemen bütün Osmanlı okumuşlarını düşündüren ve çareler aramaya iten yaygın bir psikoloji idi. Bu arada, özellikle Harp Okulunda yabancı dil öğrenilmesiyle, yabancı yayınlara ilgi artar ve rahat bir propaganda ortamı oluşur. Çünkü, bu gençler, tesadüfen ellerine geçen yahut özel olarak ulaştırılan bu yayınları çok yönlü değerlendirebilecek düzeyde değillerdir. Kuleli Vakası’nı saymazsak, Yeniçerilerin ortadan kaldırılışının ellinci yılında, 1876’da iki asker Hüseyin Avni ve Mütercim Rüştü Paşa ile iki sivil Hayrullah Efendi ve Midhat Paşa, Sultan Abdülaziz Han’a darbe yaparlar. Harp Okulu Komutanı Süleyman Paşa da darbeye katılır. Bu darbe için de fetva alınmıştır.

Sultan Abdülaziz Han’ın ölümünden dört gün sonra, eşlerinden birinin akrabalarından olan Kolağası Çerkes Hasan Bey, Bakanlar Kurulu toplantısını basarak, darbeci Serasker Hüseyin Avni Paşa’yı, Dış İşleri Bakanı Raşit Paşa’yı ve iki görevliyi öldürür. Bu da, tek başına girişilmiş bir darbe gibidir.

1876’da Sultan II. Abdülhamit Han’ın tahta çıkmasından bir süre sonra, yönetim, Sultan’ın oturduğu Yıldız Sarayı’na kaymış, bu dönemin bir özelliği olarak ulema, ordu ve bürokrasi üzerindeki denetim artırılmıştır. Bu otoriteden rahatsız olanlar kolaylıkla Sultan aleyhindeki akımlara kapılmışlardır.

1878’de Ali Süavi’nin Çırağan baskını başarısız olmuş, 1879’da Harp Okulu’nda yuvalanan gizli bir komite ortaya çıkarılarak elli kişi sürgüne gönderilmiştir. Trablus valisi Müşir Recep Paşa’nın öncülüğünde, İngiliz desteği de alınarak yapılması düşünülen bir darbe projesi başlamadan bitmiştir.

Nihayet 1889’da askerî tıbbiyelilerin kurduğu İttihad-ı Osmanî ile, asker doğrudan siyasetin içindedir ve örgütleyicidir. Özellikle Selanik merkezli 3. Ordu, bundan sonraki bütün siyasî gelişmeleri belirleyecek olan ihtilalci askerî kadroların toplandığı yerdir.

Sultan Hamit’in askerî eğitime de büyük hamleler yaptırdığı, ancak geleneksel yön ve değerleri buralarda hakim kılamadığına işaret etmiştik. 1883’ten beri Alman Goltz Paşa’nın yönlendirmesindeki Harp Okullarında Alman askerî eğitim ve disiplini verilmeye çalışılmıştır. Ahmet Turan Alkan, buralardan yetişen subaylar için bir zihniyet tiplemesi yapmanın zor

olduğunu söylemekle birlikte, bazı çizgiler verir. Halil Kut Paşa’dan yapılan şu alıntı, muhtemelen yaygın bir anlayıştı:

“İstanbul’un aczi ise ortada, gün gibi aşikâr... Sarayın sersemce idaresi başımıza her gün yeni bir bela açıyor. Radikal bir hareketle bizler devlet idaresine yeni bir şekil vermezsek, bu keşmekeş yıllarca sürer... İşin sonu yoktu ve devlet gümbür gümbür gidiyordu. Biz vatana elimizi akıllıca uzatmazsak, kim uzatırdı?.... Saray nüfuzunun yıkılması, yerine milletin kudreti elinde toplaması, mektep sıralarından beri kafamıza yerleşmişti.”(A.T. Alkan, a.g.e., s.22)

Kudreti milletin elinde toplama keyfiyetinin, anladığımız anlamda bir demokratik anlayışı yansıtmadığını, içeriksiz bir şekil değişikliği olduğunu, daha doğrusu iktidarı Sultan Hamit’in elinden almak demek olduğunu, daha sonraki gelişmeler de göstermiştir. O nesil, bütün vatanperverlik heyecanına rağmen, kıblesindeki sarsılma sebebiyle sloganlara kolayca teslim olabilmekte, bağlanabilmektedir. İnönü diyor ki,

“Her derdin devasının Kanun-ı Esasî olduğu, iman halinde içimize yerleşmişti.”

(İnönü, a.g.e., s.24)

Dönemin ünlü gazeteci ve siyaset adamlarından Hüseyin Cahit Yalçın’ın yazdıkları, Hürriyetçi Jön Türklerin halini kısaca ve açık olarak ortaya koymaktadır:

“İttihat Terakkiyi kuranlar, hayatı, dünyayı, siyaseti bilmeyen deneyimsiz gençlerdi. Bunlarda yalnız yüksek bir ateş vardı: Vatan sevgisi. Saray istibdadının ülkeyi batırdığını görüyorlar, yurdu kurtarmak istiyorlardı. Bunun için de Meşrutiyetin gerekliliğine inanmışlardı... Meşrutiyet olunca, iç yönetim makinesi bir tılsım etkisiyle hemen düzeleceği gibi, Türkiye’den ayrılmak istediğini gösteren azınlıklar da dileklerinden vazgeçecekler, katıksız bir Türk vatanperveri olacaklardı.” Meşrutiyetin ilanıyla Osmanlı aynı zamanda Batılı devletler ve Rusya’nın baskısından kurtulacaklardı. (Hüseyin Cahit Yalçın, Siyasal Anılar, İstanbul-2000, s. 49)

Bu inanç ve düşüncelerin, gerçekten de bir “yüksek ateşin” eseri olduğu anlaşılacak; ama geç kalınmış olacaktır.

Aradan yüz yıldan çok zaman geçmesine rağmen, hâlâ sorunların ve çözümlerin anayasa metinlerinde aranmakta olduğunu ve anayasa değişikliklerinin güncel mesele olmaktan çıkamadığını gördüğümüze göre, o insanları kınayamıyoruz.

Uygulanan Alman askerî eğitimi, subaylar içinde kapalı bir sistem oluşturmuş ve farklı bir sınıf şuuru Cumhuriyet döneminde de devam etmiştir. Halen de ordunun temel meselesi, bütün parlak nutuklara rağmen,

sivil halkla bütünleşememesidir. Bu, kendi halkına yabancılaşmanın da etkisiyle, subaylar, özellikle kurmaylar, her şeyi bildikleri kanaatı içindedirler ve fazla okumak gereği de duymazlar. Çalkantılar içindeki Osmanlı toplumunda, millî mukaddeslerinden ilk şüpheye düşenler ve dinî heyecan ve hayatları zayıflayanlar da onlardır. Daha sonraki 31 Mart Hareketi’nde, subayların bu tür tutumlarına karşı erlerin şikâyetleri çokça görülecektir. Onlar, hürriyet için uğraş veriyorlardı; halbuki halk oralarda değildi, halkın böyle bir sorunu yoktu.

İrade-i milliye, en yaygın sloganlardan biri olmakla birlikte, sonraki Meşrutiyet döneminde de irade-i milliye’ye pek aldırış eden yoktur. Çünkü, başta İttihat Terakki Partisi olmak üzere, çıkış ve dayanakları ordudur. Hareketin motor gücünü oluşturan genç subaylara bakıldığında, Enver Bey dahil, Meşrutiyet ve Meclis meselesinin temel meseleyi oluşturmadığı, asıl itici gücün vatan-millet-devlet sevgisinde odaklaşmış milliyetçilik olduğu kolayca görülür. Meşrutiyet sonraki iştir ve devletin-milletin onurunu koruyamayan iktidarın değiştirilmesi için gereklidir. Bu partinin seçim başarıları, mensuplarının olağanüstü örgütlenme güçlerinde aranmalıdır; kültür ve iman olarak halkla tam bütünleştiklerini söylemek zordur. Ancak, burada da, adı konulmamış olsa da, milliyetçilik duygularının İttihat Terakki’yi halkla bütünleştiren temel etmenlerden olduğunu düşünmek gerekir. Özellikle buhranlı dönemlerde -ki sürekli öyle gibiydi- kabaran milliyetçilik duyguları halkı bu partiye yöneltiyordu.

Ordu içinde, maaş azlığı ve tayinatların zamanında ödenememesi, terfi ve tayinlerdeki aksaklıklar gibi, hemen her subayı ilgilendiren kişisel sorunlar da abartılarak bir propaganda ve huzursuzluk malzemesi olarak kullanılmaktadır. İstanbul’daki paşa çocuklarının yahut saraya yakın olanların rütbe ve tayinleri ve refah içinde yüzdükleri hikâyeleri en çok etkileyici olanlarıdır. Nitekim, Meşrutiyet’in ilanından sonra yapılan ilk borçlanmada hazineye giren para, subayların maaşlarına tahsis edilir. (a.t. Alkan, a.g.e., s. 48)

Askerlerin siyasetin doğrudan merkezinde olması, aslında ordu mensuplarını da tedirgin etmektedir. Ayrıca Cemiyet yahut Parti içinde, ister istemez asker-sivil ayırımına ve sürtüşmelerine yol açmaktadır. Esasen dışarıda var olan asker-sivil bölünmüşlüğü, partiye de bir ölçüde yansımıştır.

İttihat Terakki’nin 1909 Selanik Kongresi’nde bu konu gündeme gelir. Mustafa Kemal Bey’in, kesin tavırlar alınması ve ordudan siyasetin

uzaklaştırılması fikri genel kabul görür; ancak, fiiliyatta bu sıkıntıların aşılması kolay değildir. İttihat Terakki siyasi mücadelesine devam etmektedir ve dayanağı, en büyük gücü ordudur. Öyle ki, ‘İttihat Terakki’nin ordusu’ yerine ‘Ordunun İttihat Terakkisi’ demenin daha doğru olacağı söylenmiştir. Ordunun gerçekten siyasetten arındırılması halinde, Cemiyet yahut Parti, gücünü ne ölçüde koruyabilecektir? Meşrutiyet’i ilan ettiren ve Sultan Hamit’i tahtından indiren gücün, son tahlilde ordu olduğunu herkes bilmektedir. O günlerde Paris merkezli İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin olaydan haberdar bile olmadığı söylenebilmektedir. (a. t. Alkan, a.g.e., s.70-71) Sultan II. Abdülhamit’e karşı yürütülen olağanüstü üslupsuz, çirkin ve hiçbir kural tanımayan mücadele yöntemi, şimdi Meşrutiyetin siyasi ortamına taşınmıştır. Henüz yeterince kavranılamamış, sindirilememiş bir siyaset ortamında, bu kuralsız mücadeleler içinde, kendi iktidarlarından gayri çözüm tanımayan kurumlar ve insanlar böyle bir güçten vazgeçebilirler mi?

31 Mart olaylarının da uyarılarıyla, bu konuda zihnen bir adım daha atılır ve ordunun siyasetten uzak durması, ancak Meşrutiyet ve hürriyeti korumak konusunda gözetleyici ve koruyucu -nigehbân-ı meşrutiyet ve hürriyet- olması fikri ağırlık kazanır. Bugün, o günlerden yüz yıl sonra Ordunun hâlâ, Cumhuriyet ve laikliği gözetleyici ve koruyucu olduğunu ve bunu kanunlara yansıtmaya çalıştığını görmek düşündürücüdür. Demokrasinin balans ayarını tanklarla yapan bu zihniyet, yüz yıl öncesini şaşırtıcı bir biçimde tekrar etmektedir.

Sultan Abdülhamit Han, tahttan indirilip Selanik’te Alatini köşkünde oturmaya mecbur edildiğinde, İttihat Terakki lideri olan Talat Paşa aklına gelen ve karşılaştığı bir çok soruyu yazılı hale getirerek bunların Sultan Hamit’e sorulması için Fethi Bey’i gönderir. Fethi Bey kendisini ziyaret eder; Sultan Hamit bütün sorulara tek tek cevaplar verir; bunlar devletin yönetimiyle ilgili meselelerdir. Ordu-siyaset ilişkilerinde şöyle söyler:

“Beyefendi oğlum, dün fikirlerimi sorduğunuz konular arasında, muhtemelen yazmaya gerek görülmediği için yer verilmemiş bir mesele var ki, başa almanızı öğütleyeceğim. Orduyu siyasetin dışında tutunuz. Sizin, bugünün ileri gelenleri arasında olduğunuz gerçeğini göz önünde tutarak diyeceğim ki, bu hususu temin için icap ederse, her türlü fedakârlığı, icap ederse menfi sonuçları da göze alınız. İfade edilmek istenmeyen hangi durumlar ve şartlar içinde olursa olsun, beni buraya getirmeye vesile olan son askerî olayda, eğer ben size tavsiye ettiğim askerin siyaset dışı tutulmasının aksini düşünseydim, oluk gibi kan akardı. Ordu siyasete itilmiş olursa, bu hata sadece iç gaileler doğurmakla kalmaz, vatanın müdafaasını zorunlu kılan sebepler önünde,

maazallah memleketin savunmasını yetersiz kılmak gibi, telafisi imkânsız felaketlere yol açar.” (F. Okyar, a.g.e., s.116)

Sultan Hamit Balkan Savaşını haber veriyor gibidir.

Enver Paşa, Savaş Bakanı olduktan sonra orduda gerçekleştireceği büyük ıslahat içinde, siyasetten arındırmayı da önemli ölçüde başarır; orduya yeni bir hava kazandırılır. Ancak, çok önceye dayanan asker-siyaset ilişkisi şüphesiz ki bütünüyle yok edilemeyecektir. O kadar ki, Millî Mücadele’nin sonunda Mustafa Kemal Paşa da aynı sorunla karşılaşacaktır.

31 Mart Hareketi’nin kendisi de, bastırılması da doğrudan doğruya askerin siyasi operasyonları idi ve sonunda Sultan Hamit tahttan indirildi. Daha sonra, ordunun bir kesimi ile muhalefetin iç içe girdiği görülür. 1912’de başlayan Arnavut ayaklanmasını, muhalefette olanlar, asker-sivil desteklemekte bir sakınca görmezler. Arnavutlar arasında olmadık propagandalar yapılır; “devletin namaz, oruç ve sakal gibi mukaddesattan vergi alacağı” söylentileri yayılır. Muhalefetten Rıza Nur, ayaklananları kahraman ilan eder: “Arnavutları isyana teşvik ettiğimi ben kendi ellerimle yazdım. Bu, kusur değil iftihar sebebidir. Zalimlere karşı isyan haktır ve kahramanlıktır. Arnavutlar.... devleti İttihatçılardan kurtarmak için isyan ettiler. ” (A. t. Alkan, a.g.e, s.125) Bir grup subay, tıpkı Resneli Niyazi ve Enver Bey gibi silahlanarak dağa çıkarlar. Hareketin önderlerinden Yüzbaşı Tayyar Bey şunları söyler:

“Bundan dört yıl önce hükûmetimizi bir felakete düşmekten kurtarmak için ayağa kalktığımız gibi, bu sefer de memleketimizin başına pek büyük felaketler getirmiş ve iç- dış savaşlar olmasına sebebiyet vermiş olan tekelci bir heyetin pençesinden vatanımızı kurtarmak için ayaklandık.” (Nakleden A.T. Alkan, a.g.e., s.127)

İsyanı bastırmaya giden askerlerin bir kısmı isyancılara katılırlar. Asker, Sultan Hamit yönetimine karşı kullandığı yöntemleri, şimdi İttihatçılara karşı kullanmaktadır.

“Siyasi mücadelenin, ‘Rakip ölsün de nasıl ölürse ölsün.’ noktasına gelip dayandığı bir safhada her hareket, rakibin ölmesine yaradığı nisbette makul ve haklıydı. Bu defa ordunun siyasete müdahalesi, muhalifler tarafından iyimser yorumlara tabi tutuluyor, ‘Meşrutiyet nigehbânlığı’ olarak değerlendiriliyordu.” (Prof. Dr. Ali Birinci, Hürriyet ve İtilaf Fırkası, II. Meşrutiyet Devrinde İttihat ve Terakki’ye Karşı Çıkanlar, İst. 1990, s.176)

İttihat Terakki ileri gelenlerinden Dr. Bahattin Şakir de aynı şeyleri Cemiyet için düşünüyordu. Cemiyet Osmanlı

İmparatorluğunun ihyası görevini üzerine almıştı, “Cemiyet, ordu ile beraber vatanın hârisi (koruyucusu), hürriyet ve meşrutiyetin nigehbânıdır (gözcüsü). Cemiyet, vatanın ve ordunun timsalidir.” (Muhittin Birgen, a.g.e., c.I, s.67)

Siyasete girmek isteyen askerler her zaman vardır; bunun vesileleri olarak da, Sultan Hamit dönemindeki şikâyetler aynen devam etmektedir; Saray’ın yerini Cemiyet almıştır. Cemiyete dahil subayların özlük işleri kolaylıkla yürümekte, tayin ve terfiler yapılmakta, Cemiyetten olmayanlarınki sürüncemede kalmaktadır.

1912 seçimlerini İttihat ve Terakki büyük bir çoğunlukla kazanmış, daha önce muhalefet saflarında olan yüz civarında milletvekili Meclis dışında kalmıştır. Bu seçimlerde Cemiyet bazı bölgelerde orduyu kullanarak seçimlere müdahale etmiştir. Gayrimemnun muhalif çevrelerde, iktidara karşı silah kullanmaktan başka çare kalmadığı fikri kolayca gelişir. (a.t. Alkan, a.g.e., s.132)

Ordu içinde Halaskârân-ı Zâbitân grubu kurulur. Bunlar da, memleketi Saray’dan kurtaranlardan kurtaracaklardır... Rumeli’de, Top, Silah, Süngü isimleriyle dergiler yayımlanmakta ve askerler yazılar yazmaktadır. (H. Bayur, a.g.e., c.2, kıs.1, s. 232)

Kurtarıcı subaylar iki imzalı bir mektubu 18 Temmuz 1912’de toplantı halindeki Askerî Şûrâ’ya verirler. Birkaç gün önce, İttihat Terakki desteğindeki Sait Paşa hükûmeti, Meclis’ten güvenoyu almasına rağmen istifa etmiştir. Kurtarıcılar, Kâmil Paşa başkanlığında bir hükûmet kurulmasını ve seçimlerin derhal yenilenmesini istemektedir. Şûrâ başkanı Nazım Paşa, bu subaylar hakkında disiplin işlemi yaptırmak yerine, mektubu Padişah’a sunar; Halaskârlarla dirsek temasındadır. Sultan Reşat, İtalyan Savaşı nedeniyle tehlike içinde olduğumuzu ve askerlerin siyaseti bırakıp kendi işleriyle uğraşmasını isteyen bir tamim yayımlar.

Sonunda, Gazi Ahmet Muhtar Paşa başkanlığında Büyük Kabine kurulur. Kurtarıcılar, yeni bir tehdit mektubu yollayarak, Saray Genel Sekreteri Halit Ziya (Uşaklıgil) Beyin istifasını ve seçimlerin yenilenmesini isterler.

22 Temmuz 1912’de, Halaskârân-ı Zâbitân bir siyasi parti gibi program yayımlar. Burada, Meşrutiyete bağlanan ümitlerin boşa gittiği, Avrupalı devletler nezdinde Osmanlı Hükûmetinin bir değerinin kalmadığı, bu yüzden

orduya yeniden görev düştüğü, devamlı borçlanarak ordu ihtiyaçlarının karşılanamayacağı söylenmekte ve meşrutî esaslara dayalı bir yönetimle, orduda adalet sağlanırsa durumun düzeleceği ileri sürülmektedir. (a.t. Alkan, a.g.e., s.137) Böyle bir müdahalede bulundukları için üzgün olduklarını da kaydeden Kurtarıcılar, kabinenin hemen istifa etmesini, hükümete dışarıdan kimsenin müdahale etmemesini ve Meclisin dağıtılarak hemen seçimlere gidilmesini istemektedirler. Programın sonunda da ordunun ıslahı istenmektedir: Meşrutiyet tehlikeye düşmedikçe ordu siyasete karışmamalı, sivil görevlerdeki ordu mensupları ayrılıp aslî görevlerine dönmeli, disiplin ve adalet hakim olmalı, özlük işleri, kırgınlıklara yol açmadan düzeltilmeli.

Kurtarıcı subayların bu programları, ordu içindeki ayrılıkların ve değişik partilere mensubiyetin bir zihniyet yahut değerler farkına dayanmadığını, hepsinin aynı çizgi üzerinde olduklarını göstermektedir. Halaskar hareketinin, orduyu siyasetten uzaklaştırmak gibi bir gayesi bulunduğuna ve “siyaset istemeyiz” sözünün grup sloganı olduğuna işaret eden Ali Birinci, yaşanan çelişkiyi şöyle açıklar:

“Bu hareketten önce de ordu içinde siyasetle uğraşmamak için yapılan tartışmalar ve ferdî mücadelelerin varlığı bilinmektedir. Bu ferdî gayretler fasit bir daireyi de beraberinde getiriyor ve bir çok subay, askerin siyasetle meşgul olmaması yolundaki çalışmalara katkıda bulunabilmek için siyasetle meşgul oluyordu.” (Ali Birinci, a.g.e, s.167)

Ali Birinci devamla, siyasetle ilgilenme üslubunu da şöyle anlatır:

“Bu gibi faaliyetlerin subaylar arasında bir kindarlık yarışmasına yol açtığı görülmekteydi. Eller, en küçük bir tartışmada silahlara uzanıyor, kıl payı ile kanlı vuruşmalardan uzaklaşılabiliyordu. Mesela Sait Paşa’nın istifasından kısa bir müddet önce, Meclis’e muhalif askerlerin saldırısını bekleyen İttihatçı subaylarla askerleri yakın binalarda mevzilendiklerinde, biraz uzaklarında da, karşı gruptaki subayların idaresindeki askerî kuvvetler Meclis’e giden yolları tutmuşlardı.”

Zamanın ünlü siyasilerinden Prens Sabahattin’in Kurtarıcılar hareketi ile ilişkide olduğu ve diğer siyasilerin de ilgili yahut ilgisiz, bu hareketin etkilerinden yararlanmaya çalıştığı görülmektedir.

Sait Paşa’dan sonra hükûmeti kuran Kâmil Paşa, ordunun siyasi uğraşlarından son derece rahatsızdır; ancak, fazla bir şey yapamaz. Denizcilik ve Savaş bakanlarını değiştirmek isterken Cemiyet ve ordu ile karşı karşıya gelir. Bu konunun Meclis’te tartışılacağı gün, “Bir sürü subay ve askerî kişiler, resmî ve sivil elbiselerle Meclis-i Mebusan’ın içini tutmuşlar ve bir

zırhlıyı Mebusan binasının hizasına getirmişlerdir.” (A. t. Alkan, a.g.e., s.91) Edirne ve Selanik’ten 3. Ordunun subayları, mutatları üzre telgraflar çekerek, yapılacak değişikliklere karşı çıkarlar7. Ayrıca donanma komutanları telgraflar çekerler. Hangi savaşta savaştıkları bilinmeyen sekiz harp gemisi, toplarını Meclis’e çevirirler. Bu kuvvetlere dayanan İttihatçılardan bir milletvekili şöyle konuşur:

“Padişah’tan evvela muhterem ordumuzun süngüsüne, sonra donanmamızın topuna istinaden yeni bir Başvekil tayinini isteriz.” (A. T. Alkan, a.g.e., s.95)

Sözü geçen süngü ve toplar bizi Balkan Savaşında dünyaya rezil edecektir; ama, Meclis’te başarılı olur, Kâmil Paşa hükümeti düşürülür.

Görünüşte askerin siyasetle uğraşmasından herkes yakınmaktadır. Savaş Bakanı Mahmut Şevket Paşa tarafından hazırlanıp Meclis’e sunulan, askerin siyasetle uğraşmasını yasaklayan kanun tasarısı, bir çok tartışmalarla birlikte olumlu karşılanır, ancak çıkartılamaz. Daha sonra Gazi Ahmet Muhtar Paşa hükümeti sadece askerlerin değil, memurların da siyasetle ilgisini yasaklayan padişah iradeleriyle boşluğu doldurmaya çalışır.

Bu ortamda başlayan Balkan Savaşı’ndaki ordunun durumu ise, tek kelimeyle utanç vericidir. Bunun da temel sebebi, subayların siyaset ilgileri ve aralarındaki düşmanlıklardır. Silah atmadan şehirler teslim edilmiş, asker arasında akıl almaz propagandalar yapılmış; tugaylar, kolordular dağıtılmıştır.

* * *

Burada, dikkat edilmesi gereken bir noktaya daha işaret edelim: Şükrü Hanioğlu, seçkinci zihniyete işaret eder; halka rağmen halkçılık. (Bir Asır Sonra İnkılab-ı Azim, Zaman, 3 Ağustos 2008, s.22) Bu aslında, halkın kıblesinden ayrılışın zorunlu tavrı idi. Ve Cumhuriyet döneminde de devam etti. Bu anlayış sadece İttihat Terakki’ye değil, hemen tüm aydınlara şamildir. Bu yüzden de, halka dayalı bir hükümet yerine, daima orduya dayalı bir darbenin çalışmasını yaptılar.

İttihatçılar dahil o günlerin siyasetçileri günümüz anlamında, hiçbir za­man demokratik bir rahatlığa sahip olamadılar.

Ahmet Rıza Bey tekâmülcü idi. İstirdat-ı Vatan, İntikamcı Yeni Osmanlılar gibi bir kısım gruplar ise, fikri bırakıp silah ve bombalı eylemlere

kaymak peşinde idiler. Bunların gazeteleri, İntikam, Tokmak ve Darbe gibi isimler taşıyordu.

1902 kongresinde, Osmanlı Hürriyet Perveran kongresinde Sabahattin Bey, Ermeni, Rum, Arnavut ayrılıkçılar tarafından oluşturulan ittifaka karşı, Ahmet Rıza Bey etrafında Türkçü ve pozitivist bir koalisyon kurulmuştu. Ama, eylemciler bu yapıya fikirlerini egemen kılamamışlardı. (M.ş.Hanioğlu, Zaman, 2 Ağustos 2008, s.22)

1905’ten sonra Osmanlı Terakki ve İttihat Cemiyeti, giderek ayrılıkçı güçlere karşı tavır almaya başladı. Daha doğrusu, tavrını açıktan koymaya başladı. Biri devleti dağıtıp kendi milli oluşumuna yol açmak için çete ve eylem koyuyor, öbürü devletin bütünlüğünü ve itibarını ayakta tutmak için. Onlar için devlet, daima en üstün sosyal değer olarak kaldı.

Bütün bu gelişmeler içinde İttihatçılarda Türkçülük şuuru oluşması için özel bir gayrete gerek yoktu. Nitekim bütün ileri gelen İttihatçılar bu konuda yeterince uyanıktı. Ancak, söylem olarak bunu sahiplenmeleri mümkün ve makul değildi. Çünkü devletin temel anlayışı hala Osmanlı idi ve Türk olmayan Müslüman kesimler, daha 1918’e kadar devlete büyük ölçüde bağlı kalacaklardı.

7 1970’li yıllarda Orgeneral Faruk Gürler’i cumhurbaşkanı yapmak için TBMM salonları da aynı zorba üslupla doldurulmuştu.

31 Mart Olayı

S

ULTAN Hamit’i Meşrutiyet’in ilanına zorlayan sebepleri Hikmet Bayur şöyle sıralar: Sultan Hamit yönetiminden doğan hoşnutsuzluklar, Bulgar, Sırp ve Yunan çetelerinin faaliyetleri ve Makedonya’da Türk ve Müslüman halka yapılan zulümler. Yemen ve sair yerlerdeki ayaklanmalar ve Türk gençlerinin sürekli bir seferberlik halinde olması. Büyük devletlerin müdahaleleri ve Makedonya’nın elden çıkacağı inancının Türk ve Müslümanlarda yerleşmeye başlaması. İttihat ve Terakki Cemiyetinin teşkilatları ve propagandaları. Orduda özellikle de 3. Orduda genç subayların tamamının Abdülhamit aleyhine çevrilmesi. Orduda maaş ve tayinatların zamanında ödenememesi. (h. Bayur, a.g.e., c.1, Kıs.1, s.429-30)

Yorgun Padişah, sert mücadelelere girmeyi göze alamamış, suyun akıntısına uymayı yani Meclis’i toplantıya çağırmayı seçmiştir. Ayrıca Sultan II. Abdülhamit Han, Şeyhulislam huzurunda Kanun-i Esasî’ye sadık kalacağına dair yemin etmiş ve bunun halka da duyurulmasını istemiştir. Mabeyn Başkâtibi (Genel Sekreter) Tahsin Paşa’ya şunları söyler: “Yaşlandım ve yoruldum. Suyun akıntısına gideceğim. Meşrutiyeti her derde deva sanıyorlar. denesinler, görsünler...” (Okyar, a.g.e., s.15)

Böylece, Meşrutiyet ilan edilmiş, ancak hürriyet gösterileri ve nutuklarından başka değişen bir şey olmamıştır. Meşrutiyet’in ilan edildiği günlerde, memleketin çeşitli yörelerinde herkes kendine göre bir hürriyet havası tutturur; karmaşa ve kargaşa olur. O günleri yaşayanlardan bir iki alıntı ile yetinelim:

“Hürriyete herkes istediği gibi mânâ veriyor; düzen, kanun ve hükûmete itaatten söz edenler istibdat artığı sayılıyordu. Böyle, ‘Devr-i Dilârâ-yı Meşrutiyette vergi verilir mi?’ efsanesi, vilayetlerdeki halkın işine geldiğinden vergi toplama işi durdu.”“Herkes kendi hava ve hevesinin arkasından koşuyordu. Velhasıl her sınıftan çevrenin, esnaf ve hamalın yegâne meşgalesi siyaset olmuştu. Her ağızdan yaşasın hürriyet, yaşasın eşitlik, yaşasın adalet sadaları çıkıyordu.” (Abdurrahman Şeref Efendi ve Mevlanzade Rıfat’dan nakleden A.T. Alkan, a.g.e., s.72)

Her türlü kişisel kin ve öfkelerin bu vesileyle ortaya çıktığı ortamdan İttihatçılar da rahatsızdır. İbrahim Temo şöyle yazar:

“Manastır daha civcivli; subayı, başıbozuğu, Arnavut’u, Bulgar’ı birer fatih gibi başı yukarda, ayakları yer kürenin hareketini durduracak bir tarzda çarpan, kanatları açılmış horoza dönmüşler. Pek çok dünkü hafiye, hürriyetçileri müstebitlerin eline verenler, birer hamiyet örneği kesilmişler, meydanlarda, kahvelerde, meyhanelerde atıp tutuyorlar.” (Nakleden: A. T. Alkan, a.g.e., s.74)

İstanbul sokaklarında soygunlar artar; bakkallarda bile silah ve mermi satılmaya başlar.

Ordu da allak bullaktır; genç subaylar ordu içinde egemenlik kurmaya başlar, paşalara sadakat yeminleri yaptırırlar. Ekim ayında Cidde’ye gönderilecek birliklerden bir alay, terhis zamanlarının geçtiği gerekçesiyle ayaklanır. İsyan büyümeden bastırılır.

İttihat ve Terakki Cemiyeti giderek ülkede bir etkinlik kazanıyor idiyse de, Sultan Hamit ve onun ekibi yine kabinede egemendi. Esasen İttihatçıların Meşrutiyet’in ilanından sonra uygulamayı düşündükleri bir programları da yoktu; sadece iktidara ortak olmak istiyorlardı. Bir İttihatçının ifadesiyle,

“Hayatlarında bir kere olsun bir meclis nasıl toplanır, neleri münakaşa eder görmemişlerdi; ama, Kanun-ı Esasî ve Meclis-i Mebusan’a bir muskaya inanır gibi iman etmişlerdi.” (Ziya Nur Aksun, a.g.e., c.5, s.98)

Ülkenin bir çok yerinde gösteriler yapılmaya, abuk-sabuk nutuklar atılıp dayanaksız istekler ileri sürülmeye başlanmıştır. İdare şaşkın ve kararsız kalmıştır. İttihat ve Terakki merkezi de bu gösterilerden bıkkındır ve denetimin ellerinden çıkmakta olduğunu görmektedir. Bir bildiri yayımlayarak herkesin kanunlara saygılı olarak, işiyle gücüyle meşgul olmasını, aksine hareket edenlerin büyük bir sorumluluk yükleneceklerini açıklar.

* * *

Meşrutiyetin ilk hükümeti, Sait Paşa kabinesi çok kısa bir süre içinde istifa eder. Kâmil Paşa’nın üçüncü başbakanlığı 5 Ağustos 1908’de başlar. İttihat Terakki bir bildiri yayımlayarak Kâmil Paşa hükûmetine tam destek verdikleri, Kanun-ı Esasî’ye uygun bir idare kurulacağı, bütçenin düzeltileceği, Tanzimat’tan itibaren bir türlü uygulanamayan, Hrıstiyan vatandaşların da askere alınacağı, idarede ıslahat yapılacağı açıklanır.

Hrıstiyanların askere alınacağı haberi Müslümanları da, gayrimüslimleri de rahatsız eder.

Osmanlının kayıpları da artmaya başlamıştır. Meşrutiyetin gayrimüslimler için bir adım olmaktan öte anlam taşımadığı belki henüz anlaşılamamıştı; ama, Avusturya İmparatorluğu Bosna-Hersek’i 5 Eylül’de ilhak etmiş, Bulgaristan Prensliği ise 13 Eylül 1908’de bağımsızlığını ilan ederek Bulgar Krallığı olmuştur. Başbakan olan Kâmil Paşa, asker yokluğundan şikâyet eder:

“Eğer Ağustos ayında Rumeli’de hazır kuvvetli bir ordumuz olsaydı, ne Bulgaristan istiklalini ilan edebilir, ne Avusturya Bosna-Hersek’i kendi memleketine katabilirdi.” (Z. Nur Aksun, a.g.e, c.5, s.117)

Çok geçmeden, 5-6 Ekim 1908’de, Osmanlıya bağlı bir eyalet-i mümtaze olan Girit adası, Osmanlıların aylarca süren, “Girit bizim canımız, feda olsun kanımız!..” haykırışlarından sonra, Yunanistan’a katıldığını ilan etmiştir.

Bu arada eski seçim usulüne uygun olarak iki dereceli seçimler yapılır ve İttihat Terakki Meclis-i Mebusan’a egemen olur; her şeye rağmen örgütlü tek güç odur. Ancak, bir çok önemli asker İttihatçı Meclis’e giremez. Meclisin aritmetiği şöyledir: 288 milletvekilinin 147’si Türk, 60’ı Arap, 27’si Arnavut, 26’sı Rum, 14’ü Ermeni, 10’u Sırp ve Bulgar, 4’ü de Yahudi’dir. Bu durumu önceden gören Sultan II. Abdülhamit Han, Meşrutiyetin ilanına karar verirken, şunları söylüyordu:

“Bir hükümdar için lazım olan şey memleketin menfaatidir; eğer bu menfaat Kanun-ı Esasî’nin ilanında ise, o da yapılıyor. Fakat, iyi tatbik olunur mu, Türk’ün menfaati korunur mu, burasını kestiremiyorum. Çeşitli emel ve fikirler besleyen unsurların toplandıkları yerlerde, parti anlaşmazlıklarından memlekete daima zarar gelir; bizim ilk Meclis’te bunun acı tecrübeleri olmuştur.” (Tahsin Paşa’dan nakleden Z. Nur Aksun, a.g.e., c.5, s.120)

Meşrutiyet sonrasında Sultan Hamit hakkında da çeşitli söylentiler çıkar; bu tür söylentilere yurdun her yanında tepkiler olur.

“Sultan Hamit vefat etmiş, yok tahtından indirilmiş havadisi Edirne’de yayılınca, İkinci Ordunun erleri ‘Babamıza ne oldu? İstanbul’a gidip öğreneceğiz.’ isteğinde bulunmuşlardır. Subayları, ‘Aslı olmayan lakırdıya inanmayın.’ demişler ve teskine çalışmışlarsa da, ‘Bölüklerdeki kardaşlarımız İstanbul’a gitsin, Babamızı görmekle bizi tatmin eylesin.’ teklifinde direnmişlerdir. Bu arada bir Kolağasının, ‘Padişahım çok yaşa!’ levhasını yırtıp, ileri geri konuşması Yanıkkışla’daki askerleri ayaklandırır;

‘Babamızı göreceğiz.’ diye diretirler. İstanbul’a gönderilmek zorunda kalınan üç yüz kadar er, halis bir bağlanışın kanıtı olarak, Yıldız Sarayı’nın önünde, Padişah’ı şahsen görmüşler ve dualar ederek Edirne’ye dönmüşlerdir.” (Z.Nur Aksun, a.g.e, c.5, s.124)

İttihat Terakki Merkez-i Umumîsi de, Meclisin dışında ayrı bir güç merkezi olarak çalışmaya devam eder. Kâmil Paşa, ilk başlarda İttihat Terakki’nin gücünü Padişah’a karşı bir denge unsuru olarak kullanmaya kalkar. Meclis açıldıktan sonra, onlardan el çekerek askerin siyaset dışı tutulması ile ilgilenir. Savaş ve Denizcilik bakanlarını değiştirir. Cemiyet ise Kâmil Paşa aleyhine propagandalara başlar. Sonunda Kâmil Paşa hükûmeti, Mecliste verilen güvensizlik önergesiyle 13 Şubat 1909’da düşürülür. Ertesi gün, Hüseyin Hilmi Paşa hükûmeti kurulur. Basın İttihatçılar aleyhinde yayınlarını sertleştirerek artırır. Bu arada İttihat Terakki’nin zorlamasıyla, eski Saray muhafızlarından kalan bazı kıtalar Selanik ve Suriye’ye gönderilir. Nisan ayında Serbestî gazetesi yazarı Hasan Fehmi vurulur. Gazeteler İttihatçı milletvekillerine ateş püskürür:

“Vatan bu hainlerin müstebit ellerinden kurtarılmalıdır.”

Derken, Otuz Bir Mart Olayı denilen hareket başlar.

Meşrutiyetin 3. Ordu’nun eseri olduğunu düşünen ve İstanbul’daki 1. Ordu’ya güvenmeyenler, 3. Ordu’dan üç Avcı taburu getirterek Taşkışla’ya yerleştirirler. Bu taburlar Saray çevresindeki kuvvetlere karşı, gerektiğinde Meşrutiyeti savunacaklardır. 13 Nisan 1909 günü, eski hesapla 31 Mart’ta Avcı taburları, subaylarının din-diyanet tanımadıkları, kendilerini aldattıkları gerekçesiyle ayaklanırlar. Olayın gerçek sebepleri hâlâ tartışılmakla beraber, alaylı subayların da içine karıştığı, rütbesiz askerlerin mektepli subaylara karşı duyduğu hoşnutsuzluğun bir patlamasıdır. Düzenli, belirli hedeflere yönelik planlı bir hareket olduğu söylenemez. Ancak, Hareket hakkında sonradan yazan İttihatçılar, (Celal Bayar gibi) böyle göstermeye gayret etmişlerdir. Hareket içindeki alaylı subaylar Meclis’e başvurarak alaylı- mektepli ayırımının kaldırılmasını ve özlük haklarının düzeltilmesini istemişlerdir. O gün için, Meşrutiyetçiler kendi yapılarına güvensiz olduklarından, olayı olduğundan büyük görmüş ve göstermişlerdir. Hareket, Padişah’a bağlı ve meşrutiyetçilere karşı bir görünüm vermektedir. Ziya Gökalp bu hareketi, toplumun canlılığını gösteren sağlıklı bir tepki olarak değerlendirir.

Ertesi gün, Adana’da Ermeni ayaklanması patlak verir. Hürriyet, uhuvvet, kardeşlik sloganlarının pek de gerçekçi olmadığı, Balkanlarda çetelerin yeniden faaliyete başlaması ile de anlaşılmaya başlar.

31 Mart Hareketinde, Sultan Abdülhamit Han’ın parmağını arayanlar olduğu gibi, İttihat Terakki’nin bir komplosu olduğunu düşünenler de vardır. Sultan Hamit, hatıralarında, olaya kesinlikle bir dahli olmadığını söyleyerek şöyle devam eder:

“Hatta, kendiliğinden gelmiş bu fırsattan yararlanmaya da tenezzül etmedim. Olayla ilişkim olsaydı ve istifade etmek isteseydim, ben bugün Beylerbeyi’nde değil Yıldız Sarayı’nda bulunurdum.” (Abdülhamit’in Hatıra Defteri, İstanbul 1960, s. 134) Sultan Hamit, dönemin siyasi ortamının pek karışık olduğunu söyleyerek, açık-kapalı siyasi çekişmeleri işaret eder, “Tedbir alındıkça ortalık karışıyordu. Ortada acz vardı. Gazeteler, cemiyetler, kulüpler körükleye körükleye 31 Mart yangınını ilan ettiler.” (A.g.e., s.137)

* * *

Siyasetçi askerler Meşrutiyet’in tehlikede olduğunu düşünerek tedbir ararlar. Rumeli’deki 3. Ordu Komutanı Mahmut Şevket Paşa’nın başkanlığında toplanarak görüşür ve “Hareket ordusu” adı ile tertiplenen bir kuvvetin İstanbul üzerine yürümesine karar verirler.

O sıralarda Berlin’de askerî ataşe olan Enver Bey süratle Selanik’e gelir ve Hareket Ordusu’nun kurmay başkanlığını Mustafa Kemal Bey’den devralır; İttihat Terakki böyle kararlaştırmıştır. Komutan Mahmut Şevket Paşa yönetimindeki Hareket Ordusu Yeşilköy’e gelir. İstanbul ve Saray Muhafızı paşalar, bu ordunun dağıtılmasının fazla zor olmadığını söyleyerek Padişah’tan ferman isterler. Sultan Hamit, İslam ordusunun birbiriyle kapışmasına razı değildir, “Paşalar, ben Halife-i İslam’ım; Müslümanı Müslümana kırdıramam.” der. Çekilmem gerekirse çekilirim, diye düşünmektedir. Bazı birliklerin direnme ihtimaline karşı Padişah’ın “Asker sakın kurşun atmasın. Eğer kurşun atacaklarsa ilk önce beni vursunlar. ” diye haber göndermesi etkili olur.

23 Nisan’da Hareket Ordusu İstanbul’a girmeye başlar; önemli bir direnişle karşılaşmaz. Ancak, özellikle Hareket Ordusu içindeki gönüllüler kıyıcı olur ve kan dökerler. Sultan Hamit’in oturduğu sarayın elektriklerini ve havagazını kesmek gibi terbiyesizlikler yaparlar. Yıldız’dan Savaş

Bakanlığına taşınan mücevherat ve tarihî eşyanın da bir kısmı ucuz-pahalı satılır, bir kısmı belirsiz kişilerce yağmalanır.

27 Nisan 1909 günü, Ayasofya Meydanındaki binasında toplanan Osmanlı Meclis-i Mebusan’ı Sultan Hamit’i tahttan indirmeye karar verir. Fetva almakta biraz zorlanırlarsa da sonunda hallederler: Verilen fetvada Sultan Hamit’in bazı dinî kitapları yaktırdığı, bir kısım önemli şer’î meseleleri kitaplardan çıkarttığı gibi gerekçeler yer almıştır. Bir Ermeni, bir Yahudi ve bir Arnavut’un aralarında bulunduğu dört kişilik heyet, Sultan II. Abdülhamit Han’a, Osmanlı tahtından indirildiğini tebliğ eder. Heyetin teşkil tarzı çok ağırına gider; ama, sesini çıkarmaz. Selanik’te oturmaya memur edilir.

Sultan İkinci Abdülhamit Han Gazi

A

BDÜLMECİT Han’ın ikinci oğlu şehzade Abdülhamit Efendi, 1842 yılında doğdu ve 34 yaşında Osmanlı tahtına çıktı. Şöyle anlatırlar: “Sima ve bünyesinde Osmanoğullarına mahsus işaretler iyice belirgindir.” Ela gözlü, keskin bakışlı, kemer burunlu ve tok, kalın seslidir. Zeki, hassas, ilişkilerinde kibar ve vakarlıdır; görüştüğü insanları etkiler.

Sarayda özel hocalar elinde eğitimini almıştır. Arapça, Farsça, Fransızca, Çerkezce ve Arnavutça bilir; fakat, Fransızcayı bilmez görünür; yabancılarla Türkçe konuşur. Şehzadeliğinde sporla uğraşmıştır; kürek çekmeyi, ata binmeyi sever. Silahlara meraklı iyi bir nişancıdır. Marangozluğa merakı olup, saray marangozhanesinde yaptığı masalar, çekmeceler vardır. Zeki, çalışkan ve kuvvetli bir hafızaya sahiptir; kolay etki altında kalmaz.

Nakşi Tarikatına bağlı, dünyayı Müslümanca kavrayabilecek bir iman ve idrak aydınlığına sahiptir. Hayatı sadedir; tutumluluğu ve hayırseverliği ile ünlüdür. Hiç bir namazını kazaya bırakmaz. Yüksek hayâ sahibi bir insandır. Tek alışkanlığı sigara ve kahvedir. Mimariden edebiyata, hayatın her alanında Doğuludur ve millî olana sahip çıkmakta şaşılacak bir duyarlığa sahiptir. Sadece müzikte, Türk müziğini de sevmekle birlikte Batı müziğini tercih ettiğini söyler; nota bilir ve güzel piyano çalar.

Batı medeniyetinin teknik alanda ileri gittiği, bu daldaki gelişmeleri zaman geçirmeden almak gerektiği, ancak bu medeniyetin iç yapısının yahut toplumsal düşüncelerinin bizim zihnî dokumuzu bozacak zehirler olduğu kanaatindedir. Batıya eğitim için gönderilen gençlerimizin iyi yönlendirilmediklerini, neye bakıp, neyi seçeceklerini bilmedikleri için, bu medeniyetin zehirli yanlarından etkilendiklerini ve halkı da zehirlemeye çalıştıklarını, bu yüzden sansür uygulamak zorunda kaldığını söyler. Hayata bakışı aktiftir; ekmeyen biçemez, der ve çöküş dönemlerinin uyuşuk kaderciliğini reddeder.

Osmanlı son döneminin en büyük eğitim ve imar hamlesi onun eseridir. Sultan II. Abdülhamit Han bir mütefekkir değildi; ama, yönü şaşırtıcı derecede doğru idi. Onun istikamet ve gayretlerini, sırf İslamcılık hassasiyetlerinin doğuracağı siyasî imkânlardan yararlanmak çerçevesinde yorumlamak, bize yavan görünüyor. Onun gayretlerini, daha kapsamlı, daha büyük, daha bütüncü, bir Osmanlı-İslâm kültürünün diriliş hamlesine dönük olarak değerlendirmek, gerçeğe daha yakındır. Her düzeyden en büyük eğitim hamleleri onun zamanında gerçekleştirilmiştir. Hemen hemen hiçbir Osmanlı eseri yoktur ki, onun zamanında bir restorasyondan geçmiş olmasın. Abdullah Cevdetler Avrupa’nın materyalist eserlerini tercüme ederlerken, O, Gazalî’nin İhyâ-yı Ulûm’unun Türkçe’ye tercümesini emretmiş, bir komisyon

kurdurarak çalışmalara başlatmıştır. Şahsî parasıyla çoğalttığı Kur’an-ı Kerim’leri İslam Dünyasının her yanına dağıttırmıştır. Bu küçük şeyler, büyük bir idrak ve hamlenin işareti gibi görünmektedir. Sultan Hamit’in gayret ve istikametini burada uzun boylu değerlendiremeyeceğimiz için, işaret olmak üzere bir emrine daha dikkat çekelim: Sultan Murad’ı tahta geçirmek için darbe yapmaya çalışan “Aziz Bey Komitesi”ne dahil olup, daha sonra yurt dışındaki ilk Jön Türk gazetesi olan İstikbal’! İtalya’da yayımlayan Ali Şefkati Bey’e, Mısır Hidiv’i vasıtasıyla düzenli para yardımı yapmıştır. Ali Şefkati Bey, Koçi Bey Risalesi zemininde ıslahat yapılmasını savunan bir Osmanlı aydını idi; yani kıblesi değişmemişti.

Osmanlı Müslüman halkı Sultan Hamit’i pek sevmiş ve çoğu kez ona velayet atfetmişlerdir. Gayrimüslimler ve Batı etkisinde kalıp ona karşı mücadele edenler ise “müstebit” demişlerdir. Onlar klasik Osmanlı düzenini değiştirmek, Sultan Hamit de korumak tavrında olduğuna göre, çatışmaları doğaldır.

Bütün dünyada İslam dayanışmasını kuvvetlendirmek ve Hilafetin etkinliğini siyasi bir ağırlık haline getirmek onun temel siyaseti olmuştur. Propagandanın önemini çok iyi anlamış ve kullanmış bir devlet adamıdır. Yunan Savaşının zaferle sonuçlanması bütün İslam dünyasında coşkunluk ve sevince yol açar. Sonraki bir Cuma selamlığında, Hindistan’dan, Arabistan’dan, Afrika’dan gelen prensler, şeyhler, kabile reisleri onu coşkuyla alkışlamışlardır. Saltanata geçtiği yıl başlayan 93 Savaşı felaketinden sonra, orduya güvenemediğini düşünebiliriz; en azından Rusya karşısında kendisini güçlü hissedememiştir. Biraz da bu yüzden, Yunan Savaşı hariç, hemen her meseleyi politik müzakereler ve manevralarla çözmeye çalışmıştır. Otuz Üç yıl ülkeyi savaşa sokmaması elbette ki, halk içindeki itibarını da artırmış ve geçen zamanlara nazaran daha huzurlu ve varlıklı bir hayat imkânı sağlamıştır. Ancak, bu yıllar kayıpsız geçmemiş, sadece Sultan Hamit’in politik düzenleri kayıpları engelleyememiştir. O yıllarda, dünya siyasetinde neredeyse birinci politik araç olarak görülen orduyu hiç öne sürmeden, yapılan anlaşmaların uygulamalarını sürüncemede bırakmak, araya farklı yaklaşımlar ve menfaatler sokarak yeni tutumların doğmasına yol açmak gibi geçici düzenlerle kalıcı sonuçlar almak mümkün olamamıştır.

Yunan Savaşındaki başarı O’na bu güveni verememiş ve Sultan Hamit’in orduyu hiç kullanmaması eleştirilmiştir. O ise, bu eleştirilere, hangi orduyu? diye karşılık vermiştir. Bugün, geriye baktığımızda, ordunun hiç savaşa sürülmemiş olmasını Sultan’ın korkaklığına değil gerçekçiliğine bağlamak zorunda kalıyoruz. Çünkü, Sultan Abdülhamit’ten sonra girdiğimiz ilk savaş Balkan Harbidir ve sonucu bellidir; giremeyip, bir neslin fedailerine havale ettiğimiz ise, Trablusgarp Savaşıdır. Bu gerçekler ortadayken, Sultan’ın, kendisine karşı ihtilal yaparlar diye korktuğu için Donanmayı Haliç’te çürüttüğü iddialarını, yeni bir açıklamaya gerek duymadan okuyucu değerlendirebilir. Bu değerlendirmeyi yaparken, Askerî Rüşdiye ve İdadîleri Anadolu ve Rumeli’de yaygınlaştıranın Sultan Hamit olduğu ve nihayet onu tahtından edenlerin de bu okullarda yetişenler olduğu unutulmamalıdır. Ayrıca, Sultan Hamit’in demiryolu politikasının askerî değeri üzerinde konuşmak bile fazladır. Ne yazık ki, gerekli noktalara ulaşılamadan Büyük Savaş başlamıştır. Bütün bu açıklamalara rağmen, “Hangi orduyu?” dediği kurumu savaşır hale getirmenin de Osmanlı Hakanına düştüğünü ifade etmek zorundayız.

Korkak ve vesveseli olduğu yaygın bir kanaatmiş gibi tekrarlanır. Batılı gözlemciler O’nun korkak değil, çok dengeli ve hesaplı olduğunu söylerler. “Bosfor’daki ihtiyar tilki, dünya çapında bir siyasi” benzeri değerlendirmeler yaparlar. Çok şüpheci olduğu ve zaman zaman bunun vehim derecesine vardığı bilinmektedir; ancak, bir şey daha bilinmektedir ki, bu şüphelerinin hepsinde haklıdır. Padişahına bağlı olduğu ve sadakatle hizmet ettiği halde sürgüne gönderilmiş birini bilmiyoruz! Sürgüne giden yahut koğuşturmaya uğramış olup da, sonradan yazan ve hatıra yayımlayan herkes, Hakan’a karşı yürüttükleri mücadeledeki kahramanlıklarını anlatmışlardır; gadre uğradım, diyeni yoktur.

Korkaklığı ise, onunla mücadele eden kesimlerin, Sultan Hamit’in kişiliğine uymayan bir yakıştırmalarıdır. Her türlü tehlikeye karşı uyanık ve tedbirlidir; ama, korkulan tehlike ile yüzyüze gelindiğinde, herkesten daha dik ve pervasızdır. Bomba olayı, O’nun kişiliğinin tartışılmaz örneğini segilemiştir. Cuma selamlığından çıkmış, arabasına binecekken patlayan bomba arabayı da, atları da, çevreyi de alt üst etmişken ve herkes dehşet içinde kaçışırken, O’nun dimdik ayakta durduğu ve “Bir şey yok, sakin

olun. ” diye çevresine sükûnet telkin ettiği görülmüştür. Bir deprem sırasında da aynı tavrını anlatırlar.

Bütün olumsuz propagandalara karşın, onun merhametsiz, adaletsiz bir hükümdar olduğunu gösterir bir işaret yoktur. Ömrü Sultan Hamit idaresiyle fiilî mücadele içinde geçen, O’nun defaatle affına mazhar olup, tekrar mücadeleye soyunan Eşref Kuşçubaşı hatıralarında hakkı teslim eder. Abdülhamit Han’ın, her seferinde “Bu sonuncu aftır” deyip, kendisini sayısız kere affettiğini söyleyen Eşref Bey şöyle ilave eder: “Esasen Padişah gaddar değildi. Sürgünü idama tercih ederdi; sürgün edilenler hep kendisiyle mücadeleye devam ettikleri halde...” (Eşref Kuşçubaşı, Hayber’de Türk Cengi, İstanbul 1997, Yay. Haz.lar: Dr. Philip H. Stoddard ve H. Basri Danışman, s. 219,220)

İttihatçılar, özellikle de Talat Paşa, zaman zaman Fethi Bey vasıtasıyla, siyasi gelişmeler hakkındaki düşüncelerini öğrenmek istemiştir. Bir keresinde, Sultan Hamit, Talat Paşa’nın Fethi Bey vasıtasıyla sorduğu sorulara tek tek cevap verdikten sonra, sözünü şöyle bitirir: “Ne ben sizleri, ne de sizler beni tanımamışız; yazık olmuş. ” (Okyar, a.g.e., s.113) İttihatçı ileri gelenleri, Sultan Hamit’in cevaplarını dikkatle dinledikten sonra, en patavatsızları olan Dr. Nazım, hayretler içinde şunları söyler: “Şu hale bakın, hepimiz bir araya gelsek beceremeyeceğimiz mükemmeliyette olanı biteni anlatıyor, dertlerin şifası için reçete veriyor.” (Okyar, a.g.e., s.121) Halbuki onlar kendilerinin her şeyi bildiklerini sanıyorlardı.

Sultan Hamit tahttan indirildikten sonra, Hükûmet onun kişisel servetini de ister. Banka hesapları ve hisse senetleri bir liste halinde kendisine sunulur. Sultan Hamit şöyle konuşur: “Bu istenen servet, senelerce ceb-i hümayunumuzun aidatından ve Hazine-i Hassa’dan8 tasarruf edilmiş olan meblağın sadece mütevazı bir kısmıdır. Ben otuz iki sene içinde şahsıma kanunen, örfen, ırsen ayrılmış olan bu paraları, benden önceki bazıları gibi har vurup harman savurmadım; okullar, hastaneler ve her türlü hayrat yaptım. Şimdi, ordumuzun ihtiyacı için isteniyor. Feda olsun... Milletin verdiği millete gidiyor. ” (Okyar, a.g.e., s.61)

Tahttan indirildikten sonra, Çırağan Sarayında yaşama isteği kabul edilmez; Selanik’e gönderilir. Balkan Savaşı, buradaki Alatini köşkündeyken başlar ve 1913 başlarında İstanbul Beylerbeyi Sarayı’na nakledilir. Birinci Dünya Savaşı’nı görür. 10 Şubat 1918 günü darülbekaya gider. Tabutunun

ardından bütün İstanbul ve eski muhalifleri gözyaşlarıyla yürür. Divanyolu’ndaki türbeye defnedilir.

8 Padişahların kişisel ihtiyaçları için ayrılmış olan özel gelirler.

Ne İstediğimi Bilmiyorum...

B

ÜTÜN bu gelişmeler içinde ordu boğazına kadar siyasete girmiştir ve bölünmüştür. Asker içinde her gün yeni bir gizli cemiyet kurulmaktadır. Subayların siyaset dışına çıkması, kışlalarına çekilmesi için bazı teşebbüsler yapılır; ordu komutanı Mahmut Şevket Paşa bir genelge yayımlar; ama, bu kolay bir iş değildir. İttihat Terakki Partisinin 1909 Selanik’teki ikinci kongresinde de benzeri şikâyetler ve teklifler olursa da, sonuç alıcı olmaz.

Enver Bey yeniden, 3 Mart 1909’da gönderilmiş olduğu Berlin ataşemiliterliği görevine dönmüştür. 25 Ağustos 1909’da Almanya’da yapılan manevralarda bulunur. Oradayken, aynı yıl içinde, Saray’dan Naciye Sultan’la nişanlanır. Naciye Sultan henüz pek küçüktür ve Enver onu ölünceye kadar tertemiz bir aşkla sevecektir. Enver Bey’in evlilik işiyle İttihat Terakki Merkez-i Umumîsi ve Sultan Reşat dahil herkes ilgilenmiş, işin bir yanından tutmaya çalışmıştır. Son derece mazbut bir insandır. Sonradan İsmet Paşa’nın anlattıklarına bakılırsa, ömrü boyunca namahreme göz kaldırmadığını düşünmek mümkündür. Yakın çalışma arkadaşlarından olan Halil Menteş, onun evliliğinin de bir çeşit Cemiyet işi gibi ele alındığını yazar:

“Cemiyet, hürriyet mücahitlerinden bazılarını Sultanlarla evlendirmeyi düşünmüş, bundan maksat da, inkılabın yeni esaslarını Hanedan aileleri arasında yaymak ve hürriyeti onlara sevdirmekti. Bunun için Enver ve (Hafız) İsmail Hakkı Beyleri seçmişti. Zira bu iki zât, özel ahlakları itibariyle saf ve temiz, alkol kullanmazlar, kumar bilmezler, zendostluk yapmazlar, halkın dediği gibi, uçkurları ve ağızları pek insanlardı.” (Osmanlı Meclis-i Mebusan Reisi Halil Menteş’in Anıları, İstanbul 1986, s.252)

Olayın görgü şahidi arkadaşlarının anlattıklarına göre, Berlin askerî ataşesi iken başından geçen olay, ancak filmlerde görülebilecek cinstendir: Alman İmparatorunun yeğeni genç ve güzel bir prenses Enver Bey’e vurulur. Enver Bey, esasen Alman ileri gelenlerinin, istikbalini çok parlak gördükleri

ve özel ilgi gösterdikleri bir subaydır; onu her toplantıya çağırır ve imparatorun emriyle özel olarak ağırlarlar. O kadar ki bu özel muamele yabancı elçilik mensuplarının ve askerî ataşelerin şikâyetlerine yol açar. Bu prenses de, her seferinde Enver Bey’in yanında olmaya ve ona kendisini göstermeye çalışır; ama, Enver, ciddi bir Osmanlı subayı olmaktan öte bir tavır sergilemez. Prenses, Enver Bey için özel toplantılar, kokteyller düzenler; ama, Enver yine aynıdır. Bir gün yine Enver Bey için bir yemek verir ve yemekten sonra yatak odasına geçerek, hafif bir kıyafet giyer ve yatağa uzanır. Enver Bey’i çağırtır. Tam filmlerdeki gibidir. Binbaşı Enver içeriye girer, hiçbir şey yokmuş gibi topuklarını vurarak sert bir selam verir ve “Beni emretmişsiniz...” diyerek, hazır ol durumunda bekler. Kadın çıldırmış bir halde, “Bu adam insan değil, manken!...” diye haykırmaya başlar...

O günlerinde nişanlısı Naciye Sultan’a ise şöyle yazar:

“İki Gözüm, Ruhum,

Sevimli mektubunuzu aldım. Seve seve, sevine sevine okudum. Hayatımda ilk defa olarak duyduğum hazzı anlatamam. Hele gösterilen alçak gönüllülük, zaten yüksek olan mevkiinizi nazarımda bir kat daha yükseltti. Sultanım, sizin elem duymanız, kulunuz için en büyük gönül sızısıdır. Eğer mektuplarınız Berlin’de benim için yegâne teselli kaynağı olmasaydı, sıkılmamanız için mektup yazmamanızı rica edecektim. Ruhum efendim, sıkılmayınız, düşündüğünüz gibi yazınız; benim için kaleminizden çıkmış iki söz, sağlık haberiniz bile yeterlidir. Eğer hayatı, bundan böyle size bağlı ve sizin sevincinizle sevinen, ufak bir üzüntünüzle acı çeken bendenizi yaşatmak isterseniz, ara sıra iki kelimecik bir iltifatnamenizi esirgemeyiniz. Olmaz mı efendiciğim?” (Arı İnan, Enver Paşa’nın Özel Mektupları, Ankara 1997, s. 492)

Enver Bey, 12 Ekim 1910’da, 1. ve 2. Orduların manevralarında hakem olarak görev yapmak üzere İstanbul’a gelir. Enver Bey’in, bu tarihlerden itibaren bir Alman hanım arkadaşına yazdığı mektuplar vardır.9 Bu mektuplarında zaman zaman ölüm isteğini dile getirdiği görülür. Bunun, yüksek bir ruhî gerilimin ifadesi mi, yoksa henüz yolunu bulamamış bir gerilim mi olduğu tartışılabilir. 21 Mart 1911 tarihinde İstanbul’dan yazmış olduğu mektupta şöyle demektedir:

“Bu güzel şehir ve onun güzel manzaraları, beni seven insanları, bana tapan ailem, bütün bunlar şu sıra sıkıyor beni. Ne istediğimi bilmiyor, en uç mutluluk ve en uç mutsuzluk anlarımda duyduğum bir arzuyu düşünüyorum. Ah, bir ölebilseydim!” (Hanioğlu, a.g.e., 21 Mart 1911, Mektup: 2) Yavuz

Sultan Selim’in “Selim, her iki cihandan da sıkılmaktadır.” dizesini hatırlatan bu deyiş, belki de bir cihangirlik ruhiyatı olarak yorumlanabilir.

* * *

Mart ayı içinde, Savaş Bakanı Mahmut Şevket Paşa’yla birlikte Makedonya’ya gider; Selanik, Manastır ve Arnavutluğun bazı kentlerini gezerek Yanya’ya gelirler. (M. Şükrü Hanioğlu, a.g.e., m.1) Daha sonraki mektubunda, “Önümüzdeki salı Rumeli’ye gidiyorum.” diye yazar; Bulgar çetecilerine karşı alınacak tedbirler üzerine araştırma yapacaktır.

14 Nisan’da Selanik’tedir; “Sınırın öbür tarafından gelen düşmanlarımıza karşı savunmayı üstlendim. ” diye yazar. (Hanioğlu, a.g.e., m.3, 14 Nisan 1911 ) Aynı mektupta, Balkanlarda değişik milletlerin yaptıkları çeşitli propagandalara karşı, bir karşı-propaganda düzenlemesi yaptığını söyler:

“Selanik’te bir karşı propaganda düzenledim ve başına da yürekli bir çocuk olan amcamı (Halil) ve başka arkadaşları getirdim.”

İttihat Terakki Cemiyeti Rumeli’nin çeşitli yörelerinde okullar açmaktadır. Sadece Selanik’te on beş özel okul açmıştır. Bir tanesinde iki yüz elli öğrenci yatılı, iki yüz elli öğrenci de gündüzlü olarak okumaktadır. “Eğitime ne kadar önem verdiğimi bilirsin.” Yatılıların yetmiş tanesini Cemiyetin taşra teşkilatları gönderiyor. (Hanioğlu, a.g.e., m. 4, 15 Nisan 1911)

17 Nisan 1911’de, Hukuk öğrencileri ve müderrisleri için verilen bir akşam yemeğine katılır. Kendisinin protokolde ordu müfettişi ile aynı sıraya konulmasından çok rahatsız olur. Sonra okulun küçük öğrencileri Enver Bey için bestelenmiş bir marşı okumaya başlarlar.

“Ne yapacağımı bilemedim ve sürekli alkışlar beni gerçekten kıpkırmızı yaptı. Bütün bunlar bana çok dokundu. Sonunda küçükler gelip elimi öptüler; gözlerimden birkaç damla yaş aktı, (önüne geçemedim). Herkes devamlı alkışlıyordu. Beni dünyanın en mutlu insanı zannettiklerinden eminim. Ama heyhat! Her şeyi derinliğine görmenin ve düşünmenin ne demek olduğunu bilmiyorlar.” (Hanioğlu, a.g.e., m.5, 17 Nisan 1911)

Bulgar çetelerine karşı alınacak tedbirler konusunda ilgililerle yapılan bir toplantıdan dönmüştür. Düşünecek çok şey var, diyor; “Bazen beynimin nefes alabilmek üzere, yeterince geniş bir mekân bulmak için kafatasımı delmek istediğini düşünüyorum. ” (Hanioğlu, a.g.e., m.7, 18 Nisan 1911)

Gece yarısı Selanik valisi kendisini görmeye gelir ve tekliflerinin İç İşleri Bakanlığınca kabul edildiğini bildirir. Enver Bey, resmî görevinin dışında Cemiyet çalışmalarıyla da yakından ilgili; hiçbir önemli kararı onsuz almak istemezler. (Hanioğlu, a.g.e., m.8, 19 Nisan 1911) Bazen rıhtım boyunda tek başına dolaşmak ona sükûnet veriyor.

“Gökyüzü simsiyahtı, deniz sakindi, gecenin grimsi karanlıklarında inip çıkan küçük yelkenliler seçiliyordu yalnızca... Kendimi biraz yalnız hissediyorum; ama bir iç yalnızlığı bu... Biliyorsunuz, ne için olursa olsun methiyeler duymaktan hoşlanmam. Vatan için yapıldığında, yapılan her şey çok doğaldır.” (Hanioğlu, a.g.e., m.9, 21 Nisan 1911)

21 Nisan 1911 tarihinde, dört bin kadar silahlı askeri bulunan üç Katolik Arnavut aşiretinin isyanını bastırmak için yaptığı teklifler kabul edilince, kendisi görevlendirilir. Müslüman Arnavutlar, özellikle İpek bölgesinde askerlerimizin yanında yer almışlar. 1 Mayıs 1911 tarihli mektubunda da, ayaklanan Katolik Arnavutların dört bin kadar olduklarını yazmıştım, diyor;

“Geçen yıl ayaklanmış olan 1,5 milyon Müslüman Arnavut rahat duruyorlar ve kime

karşı mücadele etmek için olursa olsun hükûmete hizmet ediyorlar.”

Enver Bey’in, resmî toplantılardan pek hoşlanmadığı anlaşılıyor. Avusturyalı yüksek devlet görevlileri için verilen bir yemekten sonra şunları yazar:

“Allahım, insanlar ne çok konuşabiliyorlar. Bitmez tükenmez konuşmalarla geçen bu yemeğin ardından kendimi hakikaten hasta hissettim.” (Hanioğlu, a.g.e., m.10. 22 Nisan 1911)

Fetih sırasında camiye çevrilen, çok güzel mozaiklerle süslü bazı kiliseleri gezdiğini, mozaiklerin boyanmış olduğunu, buraların yeniden düzenlenmesi için çok büyük paralar harcanacağını söyler. (Hanioğlu, a.g.e., m.11, 22 Nisan 1911)

25 Nisan’da Manastır’a gelir. Bu kenti “Benim zaferimi hazırlayan şehir. ” diye niteler.

“Ufukta silah arkadaşlarım ve askerlerle sık sık aştığım dağların beyaz tepeleri görünüyor. Şimdi can çekişen sevgili vatanımıza karşı kalbimiz sadakat hisleriyle doluydu. Çetelerle karşılaşmalarımız ve her seferinde kesin bir başarı elde etmemiz kalplerimizi inanılmaz sevinçlerle doldurmaya yetiyordu. Ve ben garnizona döndüğümde, sevgili vatanımdan başka hiçbir şey düşünmüyordum.” (Hanioğlu, a.g.e.,

m.12, 25 Nisan 1911)

Tehlikenin üstüne gitmeyi seven adam, Hareket Ordusu’nda İstanbul’a girişini şöyle anlatır:

“Tam 24’ü sabahı şafakla Pera’nın kışla duvarlarının arkasındaki çok daha güçlü bir düşmanın üzerinden İstanbul’a sessizce girmiştim. O gün ölümü aradım. Ama onu bulmak için nereye koşsam, şimşek gibi kaçıyordu. En tehlikeli noktalar benim için en emniyetli sığınaklar haline geliyordu. Allah’ın beni başka bir şey için sakladığını bilmiyordum. Ama, hayata karşı hoşgörümü fark etmedim.” (Hanioğlu, a.g.e., m.13, 26 Nisan 1911)

O “başka bir şey”i o gün için ne olarak düşündüğünü bilemiyoruz.

Enver Beyin bazı mektuplarında gelecek savaş hakkında sanki açık bir fikri varmış gibi cümleler yer alır. 27 Nisan 1911 tarihli mektubunda, Manastır’da, Padişahın tahta çıkışının yıldönümü kutlamalarından söz ederken, “Önce askerî idadînin genç öğrencileri geçti. Bu küçük askerler, ordunun istikbalini ve yakın bir zamanda sevgili vatanlarının kaderini kılıçlarının ucunda tutacaklarını hissedermişçesine başları dik, göğüsleri gururla kabarmış geçiyorlardı.” Aynı törende komutan konuşmasını yaparken, Meşrutiyetin bir hizmetkârı olarak onun adından bahseder. “Kopan alkış tufanı başımı önüme eğdirdi.. .Ben, bayram değil vazife istiyorum ve umarım burada yapacak bir işim olur.” (Hanioğlu, a.g.e., m.14, 27 Nisan 1911)

Güçlü bir doğa sevgisine sahiptir. Her vesileyle çevresindeki güzellikleri yazmaktan geri durmaz:

“Hava çok güzel. Hatta güneş biraz yakıyor bile. Şehre on beş kilometre uzaklıktaki Priştine dağlarının bembeyaz dorukları gibi harika bir manzaram var.” (Hanioğlu, a.g.e., m.14, 27 Nisan 1911)

Cemiyetin içindeki anlaşmazlıkları çözmek de onu düşmektedir ve bunda da başarılıdır.

Enver Bey eğitimle de çok ilgili. Selanik’teki okulların bir benzerini de Manastır’da geziyor. “İstikbalin bizim olduğuna burada inanabiliriz.” diyor. (Hanioğlu, a.g..e., m.15, 30 Nisan 1911)

Enver Beyin mektuplarından, Meşrutiyet için gösterilen çabaların, dağa çıkışların, hepsinin temelinde coşkun bir vatanperverlik ve milliyetçilik olduğu görülür. Ancak, Meşrutiyet yönetimiyle ilgili ne duygu, ne de bilgi birikimine rastlanmaz. Geriye dönük anlatımlarında da, vatanın kurtuluşu için coşkun bir heyecanla Meşrutiyet’i istemek vardır. Ama bu, içerik olarak yeterince doyurucu olmayan coşkunluk, halkı etkilemiş ve Enver’i hürriyet

kahramanı yapmıştır. 4 Mayıs 1911’de, Köprülü’ye giderken uğradıkları Çitçova köyünde, konuk edildiği eve girişini şöyle anlatır:

“Ev sahibi merdivenin dibinde elimi, köylü kalbinin memnuniyetini gösteren, gülümseyen bir yüzle öptü. Altmış yaşlarında bir ihtiyardı. Altı tane çocuğu, onun arkasında, elleri karınlarının üstünde kavuşmuş duruyorlardı ve odada yirmi kadar yaşlı ve genç, ayakta beni bekleyen köylüler vardı. Bana ayrılan şeref yerine, onları da oturmaya davet eden el işaretleri yaparak oturdum. Bütün bu iyi çehreler, kalpleri dolduran saf bir vatanperverlik hissine ihanet eder gibiydiler. Bu da beni hem hüzünlendiriyor, hem de sevindiriyordu. Bana bakışları güven ve ümit doluydu. Bense; onların hayatlarıyla, mülkleriyle, her şeyleriyle, neredeyse tesadüfi bir şekilde oynuyordum...” (Hanioğlu, a.g.e., m.17, 4 Mayıs 1911)

Enver Bey, Trablusgarp Araplarını İtalyanlara karşı ölüme sürerken de aynı duyguları yaşayacaktır.

5 Mayıs’ta Tikveş’tedir.

“Bugün öyle yorgunum ki, ayakta uyuyorum. Altı saattir bölgenin beylerinden methiye, ya da şikâyetler duyuyorum; bu beni sıkıyor. Şimdi dinlenmek için yere oturdum, bacaklarımı uzattım, dizimin üstünde kâğıtlar; tam Türk işi. Köprülü’den ayrılırken beni alkışlarla neredeyse öldürüyorlardı; garda yığılmış halk, bitmek bilmeyen müzik vs...”

Tikveş’e girerken de onu törenle karşılarlar. “Bu köye tek başıma ihtilalin lideri olarak ilk girişimi hatırladım; köylü kıyafeti içinde, tepeden tırnağa silahlıydım. Elimde tüfeğim tam yirmi bir saat yakıcı bir güneşin ve şakır şakır bir yağmurun altında çok dağlık bir yörede yürümüştüm. Gecenin karanlığında kalacağım evin kapısının önünde beklerken, çok yakınımdan bir jandarma devriyesi geçmişti. Allah’tan paltom, vücudum ve yanımdaki malzemeyi örtüyordu. Neyse, devriye bana şüpheli bir bakış atarak geçti gitti. Sanki dünmüş gibi hatırlıyorum; tüfeğimi nasıl da sımsıkı tutmuştum. Nasıl da bir hiç bazen kaderi tayin ediyor!” (Hanioğlu, a.g.e., m.18, 5 Mayıs 1911)

7 Mayıs 1911 tarihli, Selanik’ten yazdığı mektubunda Balkan Savaşı hakkında öngörüsü vardır. Şöyle diyor:

“Karadağlılara karşı başlatılacak bir savaşın, bütün küçük Balkan devletlerini de beraberinde götüreceğini düşünüyorum.” Eğer Sırbistan’da, Bulgarlarla ittifak yapmak isteyen parti iktidara gelirse -ki bu pek muhtemeldir- Balkanlardaki durum daha da vahimleşecektir. “Ama, biz her şeye karşı koymaya hazırız ve düşmanlarımız olsun, dostlarımız olsun bunu çok iyi biliyorlar.” (Hanioğlu, a.g.e., m.19, 7 Mayıs 1911)

Enver Bey yakındaki savaşı görmüş, fakat “Her şeye karşı koyma” konusunda, kendisiyle birlikte dostları da, düşmanları da yanılmıştı.

“Ziyaretlerden, davetlerden, uzun konuşmalardan ve kutlamalardan yorgun düştüm!

Köprülü’de her milletten insanın bulunduğu büyük bir toplantı oldu. Bütün civar halklarının beş yüz kadar temsilcisi toplanmıştı ve Müslüman Jimnastik Kulübü orkestrası benim marşımı çalıyordu; bu beni kızarttı...” (Hanioğlu, a.g.e., m.19, 7 Mayıs 1911)

Enver Beyin öngörüsü Balkan Savaşı ile kalmaz; Birinci Dünya Savaşı hakkında da aynı şeyleri söyler:

“Eğer bu sene umumî bir harbi önleyebilirsek, önümüzdeki yıl çıkacak bir harbe

zevkle karşı koyarız.” (Aynı mektup)

Bu ifadeler, neredeyse açık bilgi derecesinde bir sezgiyi ve Osmanlı için savaşın kaçınılmazlığını göstermektedir. 27 Temmuz tarihli mektubu ise çok daha açık ve ilgi çekicidir. Bu mektupta, İngilizlerin Almanlara karşı başlatacakları bir dünya savaşından söz eder ve bu savaşta Türkiye’nin, niçin Almanların safında yer alacağının siyasi ve jeopolitik açıklamalarını yapar. (Hanioğlu, a.g.e., m. 27, 27 Temmuz 1911) Bir çok Osmanlı subayı ve yöneticisi de bunun farkındadır. Ama, fertlerin de toplumların da hayatlarında bilmek başka, yapabilmek daha başka şeylerdir...

Hürriyet Kahramanı Enver Bey, hiç değilse hürriyetin ilanından itibaren, resmî görev ve imkânlara hiçbir zaman sığmadı ve onların hep üstünde yaşadı. Asker içinde de, siviller içinde de onun güç ve itibarı, bulunduğu rütbe ve durumun daima çok üstünde idi. Ve, durum yahut rütbesini aşan eylemlere giriştiğinde de kimse bunu yadırgamıyordu. Bu karizmada, millet ve devlete olan saf ve derin bağlanışı, ataklığı, etkileyici bir teşkilatçı oluşu, Osmanlı halk destanlarındaki kahramanları hatırlatan temiz ve dürüst kişiliği esas oluyordu. Gerek asker, gerekse sivil Osmanlı halkı, onu sıradan bir subay olarak görmüyor, daima büyük bir şeyler yapan yahut yapacak olan bir kahraman gibi algılıyorlardı. Enver’in cesareti ve yüksek ahlakî şahsiyeti bu tür bir algılamayı kolaylaştırıyordu. Sivil, asker Osmanlı kamuoyu ihtiyacı olanı arıyor, bir çeşit Keşanlı Ali Destanı oluşturuyordu.

Enver Bey’in sınıf arkadaşı olan Fahrettin Paşa, şunları anlatır:

“1911 kışında İstanbul’da seferberlik şubesindeyim. Rütbem binbaşı. Arkadaşlarım olan hürriyet kahramanları Trablus ve Bingazi’de yerli mücahitlerin başında savaşa devam ediyorlar. Zaman zaman Balkanların durumundan bahsediyorduk. Bir gün yine böyle konuşuyorduk... Aramızdan bazıları, ah şu Enver bir Trablusgarp’tan dönse gelse de aramıza girse, bakın işler nasıl yoluna girer diye söyleniyorlardı  Manastır

lisesinden Harbiye’ye gelen bu on altı yaş sınıf arkadaşım, altı sene aynı dersanede

beraber çalışmalarımdaki terbiyeli ve mahcup kurmay genç ile beşinci kısımda ilk karşılaştığımız günü hatırlıyorum. Bir kaşının ortasında bir santimlik bir beyazlık var. Arkadaşlar kendisine latife ederek bu işaretin, gelecekte pek büyük adam olacağına delalet ettiğini söylüyorlar. O da kızarıp bozarıp, Manastır şivesi ile, ‘Alay etmeyin abe kardeşler’ diyor Demek ki, Genel Kurmayın genç elemanları, o vakit Trablusgarp

çöllerinde uğraşan Enver’in gelip işi almasında istikbal görüyorlardı.”

Enver Bey bunu anlıyor, görüyor ve sıkıntısını yaşıyordu. Ancak, kişiliğini son imkânlarına kadar belki de zorlayarak, ömrünün sonuna kadar bu destanı ayakta tuttu ve kendisine inanıp bağlananları yere baktırmadı. 7 Mayıs 1911 tarihli mektubunda şöyle der:

“Benim alçak gönüllü olduğum söylenir hep ve kalbimin derinliğinde de öyleyim. Milletin nabzını da bununla elimde tutuyorum. ...Bugün Tikveş Beylerinin lideri bana, ‘Bey, hiçbir şey dinleme. Biz senin için nerede istersen ölmeye hazırdık, hazırız ve hazır olacağız. Bu bizim ilk ve son sözümüzdür.’ dedi.” (Hanioğlu, a.g.e.,m.19 )

Trablusgarb’a koştuğunda, orada çevresinde toplanan binlerce Arap mücahidi de, hemen hemen aynı sözleri haykırmış ve Padişah vazgeçse de, ölümüne onun emrinde olduklarını bildirmişlerdir. Yıllar sonra ve her şeyin tükendiği noktada Türkistan’da çevresinde toplayabildiği mücahitler de aynı yemini yapıyorlardı. Bunu, Enver Bey’in ihlası ve büyüleyici kişiliğinden başka bir şeyle açıklamak zordur.

Mayıs ayında, İstanbul’a dönerken şöyle yazar:

“Vatan için çok faydalı bir mesele beni İstanbul’a çağırıyor. Bugün güneş pırıl pırıl. Dışarıda her şey yeşeriyor. Bütün ağaçlar çiçek içinde, göçmen kuşlar trenin gürültüsünde kaybolan neşeli marşlar söylüyorlar. Masmavi gökyüzü toprağı çerçeveliyor. Böyle bir günde insanın, dünyada keder olmadığına inanası geliyor. Bense böyle bir ilkbahar gününden daha melankolik bir şey olmadığını düşünüyorum ve sevinçlerin çok kısa, pişmanlıkların çok uzun olduğu bu dünyada, insan ruhunun esareti ziyadesiyle hissediliyor gibime geliyor.” (Hanioğlu, a.g.e., m. 21, İstanbul yolunda)

Tam bir mümin olan Enver Bey’in, tasavvufla ilişkisine dair bir belirti yoktur. Mektuptaki ruh esareti kavramını, genel İslam kültürü içindeki, canın ten kafesinde mahpus olduğu anlayışının ve kabına sığmayan bir büyük ruhun ifadesi olarak algılamak gerekir. Mektup şöyle devam ediyor:

“Vatanımı seviyorum ve yaralarını hissediyorum onun.” “Size anlattığım şeyler, hayatıma dair benim çok doğal bulduğum, ama başkalarının büyük başarılar gibi gördüğü küçük hikâyeler.... Size hep, kendim hakkında yazmış olmaktan korkuyorum. Aslında başarıları anlatmayı ve kendimi, olmak istediğimden başka göstermeyi sevmem. En muzaffer işlerde bile, ismimin bilinmemesini ve zaferlerden tamamen kayıtsız

kalmayı isterdim.” (Hanioğlu, a.g.e., m.22, 12 Mayıs 1911)

Güzel bir İstanbul gecesinde, “Tabiatın bütün bu güzelliğinde hem bir teselli, hem de derin bir keder buluyorum. Ama hayatın melankolik yanını yalnızca şimdi değil, burada kaldığım bütün bir süre boyunca duyuyorum... Düşmanlarımızın çalıştıklarını biliyorum. Ama kendi gücümüze ve dostların desteğine güveniyoruz. Memleketin her yerinde Almanya’ya karşı büyük bir sempati duyulduğu hissediliyor ve özellikle son buhran, Alman olan her şeye bir tek benim bağlı olmadığımı gösterdi.” (A.g.e., m.23, 14 Mayıs 1911, İstanbul)

Mektuplarından izlediğimize göre, Enver Bey hem askerî makamlara, hem de Hükümete sürekli teklifler üretmektedir. (Hanioğlu, a.g.e., m.24, 14 Mayıs 1911)

15 Mayıs 1911’de Dolmabahçe sarayında Enver Beyin nişan töreni yapılır. (Hanioğlu, a.g.e., m.25, 15 Mayıs 1911)

Arnavutluk ve Makedonya’daki huzursuzluk ve ayaklanmaları yatıştırmak için Osmanoğlu’na olan itibar ve sevgiyi kullanmak üzere 5 Haziran 1911’de Sultan Mehmet Reşat Han, bölgeye bir geziye çıkarılır. Osmanlı Padişahı, şehzade Ziyaeddin, Ömer Hilmi Efendi, Sadrazam ve bir kısım bakanlarla birlikte Barbaros zırhlısı ile hareket eder. 16 Haziran 1911 Cuma günü, Gazi Hünkâr Murat Hüdavendigâr’ın şehit düştüğü Kosova sahrasında yüz bin kişi ile muhteşem bir Cuma namazı kılınır. Arnavut asilerden bir çoğu huzurda yer öperek itaatlerini arzederler. Hırıstiyan Arnavutlar için de af çıkartılır. Selanik, Üsküp, Priştine ve Manastır’ı içeren gezide, Padişahın geçtiği her yerde halk “Baba” çağırışlarıyla sokaklara dökülür.

Gizli bir talimatla, Enver Bey’in, İşkodra’da toplanmakta olan ikinci kolordunun kurmay başkanlığını üstlenmesi istenir. (Hanioğlu, a.g.e., m.26, 27 Temmuz 1911) 30 Temmuz 1911’de, geçici olarak İşkodra karargâhında görevlendirilir. Bu sırada, Arnavutluğun bazı bölgelerinde Malisörler ayaklama halindedir. 27 Temmuz tarihli mektubunda Karadağ meselesi dolayısıyla, Giritli birinin ağzından yaptığı yorumda, İngiltere’nin Almanya’yı çökertmek için her şeyi yapacağını ve Avrupa’daki müttefiklerini yeterince güçlü gördüğü zaman bu savaşa başlayacağını söyler. Bu mektup Enver Beyin devletler arası ilişkilerde ne denli gerçekçi olduğunu da çok açık olarak ortaya koymaktadır. Giritli şunları söyler:

“Bir tek Almanya’nın desteğinden emin olabiliriz; çünkü, onun bizimle ilgili bir yığın iktisadî menfaati var. Ve çünkü bu menfaatler toprak emellerine dayanmıyor.” Enver

Bey şöyle devam eder: “Almanya’nın menfaatlerini bir tek güçlü Türkiye garanti edebilir. Avrupa’da çıkacak genel savaşta Almanya’ya bir tek Türkiye yardım edebilir. Görüyor musunuz sevgili dostum, Türkler nasıl düşünüyorlar! Ama tekrar ediyorum, Almanları sevmemin sebebi duygusallık değil; sevgili vatanım için tehlikeli olmadıklarından dolayı, tam aksine bizim için faydalılar ve her iki memleketin menfaatleri beraber yürüyor ve daha uzun süre bir arada yürüyebilir. Hans ile tartışmalarıma değinmek istiyorum. Milletleri birleştiren duygu değil çıkarlardır. Benim şahsî fikirlerimin millî menfaatlerle bir alakası yoktur. Eğer Almanya tesadüfen Türklerin azılı bir düşmanı haline gelirse, sizin en sadık ve en fedakâr dostunuz olarak kalmaya devam edeceğim.” (Hanioğlu, a.g.e., m.27 Temmuz 1911)

Deniz yoluyla ulaştığı Abad’dan, sivil kıyafetle ve atla İşkodra’ya doğru yola çıkar; peşindeki ata sırayla binen iki Katolik Arnavut kadın vardır. Yollar tehlikeli ve rastladıkları herkes silahlı yahut sopalıdır. “Küçük tabancamın kabzası hep aVUCUmdaydl.” (Hanioğlu, a.g.e., m.28, 30 Temmuz 1911, İşkodra) Uzun saatler gittikten sonra, Drina suyunu bir tahta köprüden geçerler. Gecikince, geceyi bir handa geçirdiklerini düşünen karşılamacılar geri dönmüşler. Ama yine de köprünün üstü doluymuş. “Bir kısmı beni selamlıyor, diğerleri bana soran, tedirgin bakışlar atıyorlardı; asker bir Enver Beyi arıyorlardı. Ben onları kesin olarak hayal kırıklığına uğratmıştım. ” Valinin evinde ağırlanır. “Vali beni kapıda bekliyordu. Türk usulü beş çeşit yemek, yoğurt ve pilav yedik ve sonra bir yığın insanın bizi beklediği salona geçtik. ”

1 Ağustos’ta İşkodra’dan yazdığı mektupta, Arnavutluk’taki sorunların çokluğundan, çözüm zorluğundan ve halkın cehaletinden söz ettikten sonra, insanın ümidinin kırılmaması mümkün değil diyor ve ekliyor: “Ama, kimse Allah’tan ümitsiz değil. Bizi mutlu eden ve bütün zorlukları alt etmemizi sağlayan işte bu güç. ” (Hanioğlu, a.g.e., m.29, 1 Ağustos 1911, İşkodra)

“Draç bölgesinin İkinci İhtiyat Alayı bu. Bu askerler insana emniyet telkin ediyorlar; yiğitlikleriyle ün salmışlar. Ve, benim küçük bir görev verdiğim bir tanesinin, mücadelenin dışında kaldığı için gözlerinde öfke yaşları vardı.” Enver Bey teskin edici bir şeyler söyler. “O da bana, hayatta bir kere ölünür, ama bizler kalabalığız. İnşallah düşman siperlerine bayrağımızı dikecek kadar arkadaşımız kalacaktır.” diye cevap verir. (Hanioğlu, a.g.e., m. 30. 2 Ağustos 1911, İşkodra)

4 Ağustos 1911, İşkodra: “Bugün İşkodra surlarının kuzey batı kulesine tırmandım; korkunç bir güneşin altında, at üstünde, tam altı saat sürdü. Sıcak, Traboş Dağının tepelerindeki havayı gerçek bir Roma hamamına çevirmişti. Topların geçmesi için yapılan yollarda, kayaları mayınlayan istihkâm askerleri vardı. Patlayan mayınların sesi, top atışlarına benziyor ve kulağımı okşuyordu            Akşam üstü, ... Başkonsolosunu

ziyaret ettim. Karısı çok süslenmiş, kolye, broş vs. ne varsa takmıştı. Bana sürekli, ‘Hürriyet Kahramanı, yüz yılların nadiren yarattığı büyük şahsiyet’ diye hitap ediyordu.

Allahım, ne zevksiz iltifatlar!” (Hanioğlu, a.g.e., m. 31, 4 Ağustos 1911)

Osmanlı Hakanının gezisi ve Hükûmetin de anlayışlı davranmasıyla Karadağ’ın elinde bulunan Malisörler (Hrıstiyan Arnavutlar) serbest bırakılırlar.

“Malisörler şefleriyle birlikte gittiler bile; yarın hepsi yuvalarında olacaklar. Hükûmet onlara çok eli açık davranıyor. Ümit ederim ki, böylelikle savaşın tamamen önüne geçilmiş olur... Karadağ Kralı, o iki yüzlü adam, bu insanlardan kurtulduğuna çok memnun görünüyor        Sevgili dostum, şimdilik bu iki yüzlülükten memnun

görünüyoruz; çünkü, bu adamın bir art niyeti var tabii. Düvel-i Muazzama ve Hükûmetimizin kararlı tavrıdır, O’nu, çok fazla acı çeken zavallı vatandaşlarımızı bırakmaya zorlayan...” (Hanioğlu, a.g.e., m.32, 6 Ağustos 1911)

33. mektubunu 9 Ağustos 1911’de, Tuzi şehrinin 650 metre yükseğindeki kayalık Deriç tepesi üzerine kurulmuş ordugâhtan yazar. İsyancı Katolik Arnavutlara destek vermek için Karadağlı milislerce korunan bu tepe, gönüllü birliklerimiz tarafından alınmıştır. Akşama doğru herkes gider. O, İşkodra gölüne hakim Deriç tepesinden tek başına güneşin bulutlarla cengini, gölü ve alaca karanlıkta ormanda beliren görüntüleri seyreder. Saatler sonra tek başına, eski çetecilik günlerindeki gibi taştan taşa atlayarak, kayalar arasından yol bularak aşağıya iner. Arkadaşları, tek başına dağlarda ne aradığını bilmediklerinden merak ederler.

“Dışarıda ihtiyar bir redif askerinin (askerliğini yapıp ihtiyata geçtikten sonra tekrar askere çağrılan) siluetini gördüm. Nöbet tutuyordu ve soluk ay ışığıyla aydınlanan esmerleşmiş yüzünde hüzünlü ve ağırbaşlı bir hava vardı. Hiç kıpırdamıyordu. Çok uzakları, buradan çok uzakları, belki de sevdiklerini düşünüyordu. Ona uzun uzun baktığım için, ruhunu okuduğumu hissetti. Sallandı, sonra ağır ağır yürüdü; adımlarının zayıf sesi birbiri ardınca kayboldu. Derken, derin bir sessizlik çöktü. Bu dünyada tek başıma olduğumu hissettim. İşte subaylar çadırından gelen bir kahkaha sesi; diğer yanda alkışlar, derken sessizlikten yükselen boğuk ve derin bir melodi. Karadeniz kıyısındaki Rizeli askerlerin şarkısının birkaç mısraı geliyor kulaklarıma. Ve sonra askerleri yatsı namazına çağıran müezzinin sesi... Ah, bazen insan nasıl da bütün kalbiyle dua edebiliyor!...” (Hanioğlu, a.g.e., m.33, 9 Ağustos 1911)

Bu sırada Girit Meclisi, Yunan kralına sadakat yemini içer. Bir gazeteci öldürülür. Balkanlar, bir yangın öncesi yaşamakta; Karadağ, Yunanistan, Sırbistan ve Bulgaristan savaşa hazırlanmaktadır.

9 Bu mektuplar, 19 Mart 1911 ile 13 Eylül 1913 arasında, büyük bir kısmı Fransızca, bir kısmı da Almanca olarak yazılmıştır. Bazı mektuplarının içeriğinden, arkadaşı Alman Hanımın Türkiye doğumlu ve Avrupa gazetelerinde Osmanlı lehine yayınlar yaptıracak kadar etkili birisi olduğu anlaşılmaktadır. Enver Paşa’nın kişiliğini tanımak bakımından son derece önemli olan ve M. Şükrü Hanioğlu tarafından Türkçeye çevrilerek, asıllarıyla birlikte yayımlanmış olan bu mektuplardan, mübalağaya kaçmadan alıntılar yapmaya çalıştım; mektuplardan alıntılarım uzun olmasa da, geniş çaplı olduğunu sanıyorum; ancak, mümkün olduğu kadar yorum katmamaya özen gösterdim. Almanlar, özellikle Enver Bey’in Trablusgarp’tan yazdığı mektupları, hem İtalyanlar’a karşı propaganda, hem de kendi askerlerine örnek olmak üzere, kitap haline getirerek on binlerce dağıtmışlardır. Mektuplar hakkında daha geniş bilgi için M. Şükrü Hanioğlu, Kendi Mektuplarında Enver Paşa, İstanbul 1989, kitabına bakılabilir.

Trablusgarp Kahramanları

A

VRUPA’da İmparatorluğumuzu parçalamak için her gün yeni planlar yapılıp düzenler kurulurken, İtalya da Trablus ve Bingazi’ye gözünü dikmiş, uzun vadeli diplomatik girişimler yürütmüştür. İngiltere ve Fransa ile anlaşan İtalya, aynı zamanda Osmanlı ile dost kalmak isteyen müttefiki Almanya’nın da olurunu almıştı. Avusturya Devleti İtalyanların Trablus’a saldırmasını kendi Balkan siyaseti açısından uygun bulmuyor ama çıkacak savaşı açıktan durdurmaya da giremiyordu. Rusya ise, kendi hesaplarına zarar vermeyecek olan bu gelişme karşısında ilgisiz gibi duruyordu.

Avrupa siyasetini çok iyi takip eden Sultan Abdülhamit Han, Trablusgarp (Libya) Fırkasını silah ve mühimmat açısından beslemiş ve daima muktedir komutanların emrinde bulundurmuştu. Ayrıca, Osmanlı ordusuna yardımcı olmak üzere on beş bin kişilik Kuloğlu Ocakları’nı kurdurmuş ve Kuzey Afrika’da fevkalade yaygın ve etkili olan Sünusî tarikatı mensuplarını silahlandırmıştı. Sultan Hamit, İtalyanlar için kolay lokma olmaktan çıkan bu sahilleri bir yandan da siyasi manevralarla onlardan uzak tutmaya çalışmaktaydı.

Günün Sadrazam ve Harbiye Nazırının İtalyan emellerinden haberdar olması doğaldır. Ayrıca Osmanlının Roma ve Viyana sefirleri de İtalyan niyetleri hakkında Bâbıâli’yi uyarmışlardır. Fakat, nasıl olursa olur, gaflete gelinir; Trablusgarp fırkası Yemen’e gönderilir; silahları da tamir edilmek gerekçesiyle İstanbul’a sevk edilir. Trablus’ta ancak birkaç bin Osmanlı askeri kalır. Kuloğlu Ocakları da kaldırılır ve silahları yenileriyle değiştirilmek gerekçesiyle İstanbul’a gönderilir. Bütün bu gelişmeleri İtalyan gazeteleri yazarlar!

1911 yılı Ocak ayında İtalyanlar, Osmanlı yönetiminin Trablusgarp’ta (Libya) İtalyan çıkarlarına düşmanca davrandığı yolunda bir nota verirler.

Ağustos 1911’de Trablusgarp vali ve komutanı Müşir İbrahim Paşa da, İtalyanların baskısı sonucu azledilir ve aynı zamanda İtalyan basınında, Osmanlının buralardaki gayrimüslimlere ağır baskılar yaptığına dair bir yaygara başlatılır. Trablusgarp halkı ise Osmanlı sadrazamına devlete bağlılık telgrafları çekerler.

Bu arada Osmanlı hükümeti Avrupalı devletlere başvurarak, İtalyanların savaş çıkarmaya çalıştıklarını, buna karşı önlem alınmasını ister. Bütün devletler, savaş çıkmaz, ama İtalyanlara biraz ödün verin diye cevaplarlar. (Dr. Orhan Koloğlu, Trablusgarp Savaşı ve Türk Subayları, Ankara1979, s.4)

İtalyanların Trablus’a saldıracakları kesin gibidir. İstanbul’dan gönderilen Derne gemisi, Alman bayrağı çekip, İtalyan gemilerinin kuşatmasını aşarak Trablus’a 25.000 tüfek ve yüz asker çıkarmayı başarır.

Çok geçmez, İtalyanlar Bâbıâli’ye bir nota verirler; 23 Eylül 1911 tarihli bu notada denilmektedir ki, Trablusgarp (Libya) medeniyetten pek uzak kalmıştır; Osmanlılar buralardaki yabancılara iyi davranmamaktadır, bu sebeplerle İtalya Devleti, Trablusgarp’ı işgal edecektir; oradaki Osmanlı askerlerinin karşı koymaması için talimat verilirse iyi olur... Osmanlı hariciyesi İtalyanlara bir takım iktisadî imtiyazlar vererek işi geçiştirmeyi düşünürken, 29 Eylül 1911’de İtalyanların savaş ilanı notası gelir.

“Eski zamanlarda benim durumuma düşen sadrazamların kafasını padişahlar binek taşında kestirirdi; ben o haldeyim.” diyen Sadrazam İbrahim Hakkı Paşa istifa eder. Sait Paşa sekizinci kez Sadrazamlığa getirilir.

Trablus sahillerini kuşatan İtalya donanması şehrin teslimini ister ve ardından 3 Ekim 1911’de bombardımana başlar. 5 Ekim’de çıkarma yaparak boş kalmış olan Hamidiye tabyalarını tutarlar. 6 Ekim günü İtalyanlar Trablus şehrini işgal ederler. Trablus şehri üç yüz altmış yıl sonra yabancılar tarafından işgal edilmiş olur. Aynı günlerde İtalyan kuvvetleri Tobruk ve Derne’ye girerler. 20 Ekim’de Bingazi işgal edilir. Bu şehirlerin hiç biri teslim olmamış; sahilde oluşları sebebiyle İtalyan donanmasının ağır bombardımanlarına hedef olmuşlardır. Trablus vali vekili miralay Neşet Bey, komutasındaki üç bin kadar Türk askerini geri çekerek, kırk kilometre kadar içerdeki Aziziye kasabasında karargâh kurar ve yerli gönüllülerin de katılmasıyla bir savunma hattı oluşturur.

İtalyanların Trablusgarp’a saldırmaları Osmanlı halkını derinden yaralar; yurdun her yanında orduya yardım cemiyetleri ve Trablus’ta dövüşmek üzere gönüllü birlikleri kurulmaya başlar. Bir müddet önce Yemen imamı Yahya yine isyan etmiş ve Osmanlı askerleri yine Yemen türküleri söyleyerek yollara düşmüştür. İtalyanların Trablus’a saldırmaları İmam Yahya’yı da etkiler ve “Cephenizi bana değil, düşmana çevirin.” diye haber gönderir. Ferik İzzet Paşa ile İmam Yahya arasında “İttifak” adı altında bir anlaşmaya varılır; İmam’a geniş mezhep hürriyeti ve idarî özerklik verilir. İmam Yahya, İmparatorluğun yıkılışına kadar sözüne sadık kalarak, bir mesele çıkarmaz. Ancak buradan getirilen kuvvetler Balkan Savaşına da yetişemezler. Balkanlardaki Hıristiyan halk ise, Trablusgarp için askere alınırlar endişesiyle kaçıp çetelere katılırlar.

Libya’ya deniz yahut kara yolundan yardım göndermek imkânsız gibidir. Ancak İttihat ve Terakki bir beyanname yayımlayarak sonuna kadar savaşılması gerektiğini söyler: “Hükümetin, bütün milletin kahramanlık duygularına dayanarak, Osmanlı haklarının korunması zımnında hiçbir şeyden çekinmeyerek tam bir azim ve kesinlikle yürümesi talep” edilir. Osmanlı Millet Meclisi ve bütün halk galeyan halindedir. Bu durumda Sadrazam Sait Paşa, Libya’nın savunulacağını açıklar. Ancak bu savunma fiilen, gizli ve gönüllü subaylar tarafından gerçekleştirilecektir.

* * *

Trablusgarp (Libya) çevresinde savaş rüzgârları esmeye başladığında Enver Bey Berlin’de askerî ataşedir. Hemen İstanbul’a dönmeye karar verir; artık masa başı yetmiştir. 4 Eylül 1911 tarihinde, Selanik’e giderken yolda şunları yazar:

“Bu gece çok yorgunum... Benim için her şey hüzün verici... Düşman süngüleriyle hırpalanmış ve yaralanmış vatan, hasta yataklarında matem tutuyor. Duygusal olan siz bile şu andaki durumumu tahmin edemezsiniz. Tren Vardar nehri boyunca giderken, ben yalnız başıma, tek kişilik kompartımanımda bütün trajediyi yeni baştan düşünüyorum. Ay ışığı nehrin üstüne gümüşî bir renk veriyordu. Dar vadinin sağlı sollu yamaçlarının gölgesi, bu gümüşî şerit üzerinde siyah noktalar meydana getiriyordu. Ve, tren tabiatın açtığı bu yolun yakınından geçerken, benim kederimi gecenin sükûneti içinden alıp götürüyordu.”(Hanioğlu, a.g.e., m.34, 4 Eylül 1911)

Selanik garında kendisini bekleyen arkadaşları onu Merkez-i Umumî’ye götürürler. Sonraki gelişmeleri yine mektuplardan izleyelim:

Beş saatten fazla Trablusgarp konusunu tartışırlar. Sonuçta Enver Bey’in fikri kabul edilir. “Eğer Hükümet İtalyanların karşısında çekilmeye zorlanırsa, biz önce Trablus’ta geçici bir hükûmet kurarak, sonra da her şeyi boykot ederek düşmanlığı devam ettireceğiz.” (aynı mektup) Hükümete, bu “medeni haydutlara karşı” gerilla savaşı yapılması teklif edilecektir. Bu yolla, büyük zorluklar çekmeden, eyalete hakim olunabilecektir.

Enver Bey’e Selanik’te kalarak Merkez-i Umumî’de çalışmasını rica ederler; kabul etmez. Bir, iki gün sonra İstanbul’a gelir ve o gün, Padişah katına çıkar:

“Padişahımız Sultan Reşad’ı gördüm. Mahzun, müteessir ve durgundu. Allah bazen ne acımasız oluyor; bu iyi ihtiyar vatanın çektiği sefaletleri hak etmiyordu. Neyse, Türk atasözümüzü tekrar etmek lazım: Mevlâm görelim neyler, neylerse güzel eyler.” diye yazar.(Hanioğlu, a.g.e., m. 35, 8 Ekim 1911)

Yakınları ve dostları onu durdurmaya çalışırlar; gitme derler, gençsin, parlak bir geleceğin var, kendine yazık etme derler. Fakat Enver için, Trablus işgal edilirken, duruş olmaz. Notlarında şöyle yazar:

“Vazifem bu sefer beni, hiçbir maddî netice alamayacağım bir amaca doğru götürüyor.

Trablus, zavallı memleket, şimdilik kaybettik -belki de ebediyen-. Peki, o zaman niye gidiyorum? İslam dünyasının bizden beklediği bir ahlakî görevi yerine getirmek için.” (Hanioğlu, a.g.e., m.36, 9 Ekim 1911)

Bu satırlar sadece kendisinin değil, bütün o kahraman neslin sorumluluk şuuru ve onurunun yüksekliğini göstermektedir. İşte Enver Bey, ömrünün sonuna kadar budur; her şeyin tükendiği noktada Türkistan’ı kurtarmak için yola çıkarken de böyle müthiş bir gerekçeye dayanacaktır. O Enver ki daha otuz yaşındadır ve Osmanlı sarayına damattır. Önünde koca bir ömür ve nice parlak rüyalar vardır... Dünya tarihinde, böyle bir sorumluluk duygusuyla, geleceğini, bütün ümitlerini ve hayatını, çıkmaz bir davaya adayıp, kendini Libya çöllerine atan kaç insan yaşamıştır?... Ama, Libya’daki Osmanlı kahramanlarının hepsi öyleydi... Arapların Trablusgarp’taki destanını da Enver Bey’in mektuplarından okuyacağız.

Enver Bey, Eşref Bey’i (Kuşçubaşı) yanına alarak İttihat Terakki’nin Nuruosmaniye’deki merkezinde, o sırada içişleri bakanı olan Talat Bey ve partinin genel sekreteri Halil Menteş ile bir görüşme yaparlar.

Talat Bey her zamanki soğukkanlılığı ile siyasi gelişmeleri ve hükümetin durumunu anlatır. Durum ümitsizdir. Talat Bey’in, “Sen başka bir sonuç düşünebiliyor musun?” şeklindeki sorusuna Enver Bey, hiç tereddüt etmeden cevap verir:

“Ben ve arkadaşlarım sizler gibi düşünmüyoruz. Bir vatan parçası, ona bağlı olanlar hayatta nefes aldıkça, elleri silah tuttukça ve atacak kurşun da varsa, utanç içinde terk edilemez. Biz Trablusgarb’ı Türk ordusunun şeref ve haysiyet sahibi mensupları olarak sonuna kadar savunacağız. Sizden de hükûmet olarak beklediğimiz, bize engel olmamanızdır. İşte o kadar...”

Talat Bey soğukkanlı ve fakat gözleri yaşarmış olarak karşısındaki, ruh dünyalarını çok iyi bildiği bu pervasız genç subaylara bir süre bakar ve yumuşak bir sesle şöyle der:

“Yani şimdi sen ve arkadaşların bir haysiyet ve şeref davasına gireceksiniz, bizler de senin ve arkadaşlarının ayaklarına çelme takacağız, öyle mi?”

Eşref Bey hemen atılır:

“Hayır öyle değil... Bizim istediğimiz daha da basit. Bizi serbest bırakın ve hükûmet olarak girişeceğimiz mücadelenin önüne çıkmayın. İsterseniz bize eşkıya deyin, haydut deyin, ordudan kovun, rütbelerimizi alın; fakat Trablusgarb’a gidip orada namus ve şereflerini yüz yıllardır bize emanet etmiş olanların bu masum duygularını, siyasi düşüncelerle mahvetmeyin.”

Talat Bey irkilir:

“Teessüf ederim Eşref Bey.. Sizin -eliyle Enver’i göstererek- bu çocuğu teskin etmeniz icap ederken, neler söylüyorsunuz!”

Talat Bey, yeniden hükûmetin ve ordunun içinde bulunduğu zayıflıkları anlatır; Trablus’a asker göndermenin fiilen mümkün olmadığını söyler.

“Fakat,” der, “Siz canınızı verme bahasına devletin yapamadığı bir vazifeyi yerine getirerek tarihin yüzümüze süreceği karayı silme yiğitliğini göstereceksiniz de, bizler buna ‘Hayır, olmaz’ mı diyeceğiz?”

Yine Eşref Bey araya girer,

“Yanlış anlaşılıyor efendim... Hayır demezsiniz, biz bunu bilmez miyiz? Fakat araya hükümet hizmeti girince, aynı kudrette mazeretler ardı ardına sıralanır ve resmî mantık, bir çok örneklerinde olduğu gibi gerçeği boğar. Daha böyle bir emrivaki ortada yokken, bizler başımızı alıp gitmek istiyoruz. Şerefli başarılar elde edebilirsek hükümetin hareketine kuvvet ve dayanak oluruz. Yok bir şey yapamazsak külfeti kişi olarak

üzerimize alıyoruz. Tekrar ediyorum: O zaman hükümet olarak bizi görevden alır, mahkûm edersiniz. Yeter ki biz orada vazifeye başlayıncaya kadar önümüze resmî engeller çıkmış olmasın. Enver Bey’in anlatmak istediği de budur zannederim.”

Araya Halil (Menteş) Bey girer, o da hükûmetle ilgili bazı açıklamalar yaptıktan sonra, Talat Bey sorar:

“Şimdi söyleyin, size nasıl hizmet edebiliriz?”(Fuat Bulca’nın hâtıralarına dayanarak nakleden Cemal Kutay, Trablusgarp’ta Bir Avuç Kahraman, İst.1978, s. 64-67)

Trablusgarp’a gönüllü olarak gidecek olan subayların hazırlıklarını yapmak ve gerekli desteği sağlamak üzere Şükrü Bey (daha sonra Maarif Nazırı) ve Kara Kemal Bey yine gizli olarak görevlendirilir. Gidecek olanların ilk ve âcil masraflarını, Eşref Bey (Kuşçubaşı) Salihli’de çiftliğindeki bir kısım hayvanları satarak karşılar.

Enver Bey yine Eşref Beyle birlikte Savaş Bakanı Mahmut Şevket Paşa’ya çıkar ve düşüncelerini açıklar:

“Trablus’ta küçük gerilla harpleri yapmamızı tavsiye ettim. İtalyanlar sahile sahip çıkabilirler. Gemilerinin ağır topları ile bunu başarmaları zor değil. Biz ise karada ve içeride kuvvetler toplamaya çalışacağız. Genç subaylar atlı Arap kafilelerinin başına geçecekler; düşmana devamlı saldıracaklar...”

Dışişleri bakanının, savaşın zaten kaybedilmiş olduğunu, oralara gidip kendisini harcamamasını söylemesine karşılık, Savaş Bakanı Mahmut Şevket Paşa, Padişahın da kendilerini desteklediğini, gizli yardım yapılacağını, gerekirse kendisinin de geleceğini söyleyerek onları yüreklendirir. Aynı zamanda Trablus komutanı Albay Neşet Bey’e bir yazı gönderir:

“... Emir ve komutayı size bırakıyorum. Bu esnada beraberinizde bulunan bütün komutanların yekvücut ve canını verircesine hizmet edeceklerinden eminim. Bu büyük günlerde her türlü fedakârlığa ve zayiata katlanmak gerekir. Müslümanlığın ve Osmanlılığın namusu bugün sizin ellerinizde bulunuyor...”

Mahmut Şevket Paşa, Trablusgarp’taki Neşet Paşa’ya daha sonra gönderdiği özel ve gizli mektubu şu satırlarla bitirir: “İşte bu olumsuz şartlar içinde o bir avuç kahraman evladımız, biz devrini tamamlama yolundakiler için teselli ve şeref dayanağı oldular. Gazaları mübarek olsun. ”

O günlerde Enver Bey de şunları yazıyordu:

“Şu İtalyanlar bizi iğrenç, utanç verici bir duruma düşürdüler. Ben, bu çok zayıf insan,

şerefimize ve kendimize duyduğumuz saygıya sürülen bu lekeyi kendim silmek istiyorum... Size yazmış olduğum her şeyi yapacağım. Hükümetimiz bu işten vazgeçse bile ben, kanım bu utanç verici lekeyi yıkayana kadar kararımdan dönmeyeceğim.” (Hanioğlu, a.g.e., m. 35, 8 Ekim 1911)

Enver Bey bu infialinde yalnız değildir; Halil Paşa şöyle anlatır:

“İtalyanların, İttihat ve Terakki içinde ‘Kahpece’ olarak nitelendirilen bu hareketleri bütün Türklerin izzetinefislerinde, tamiri mümkün olmayan bir yara açtı. Ve ilk akla gelen şey de, Trablusgarp’ta ölünceye kadar vuruşmak oldu.” (Halil [Kut] Paşa, Bitmeyen Savaş, İst. 2007, s.67)

Enver Bey güvendiği arkadaşlarına durumu açıklar; hepsi heyecanla sahip çıkarlar. Mustafa Kemal’e sorar:

“Mustafa Kemal, sen daha önce Trablusgarp’ta bulunmuştun; fikrin ne?”

Mustafa Kemal önlerindeki haritada Trablus sahillerini işaret eder:

“Ben İtalyanların istila hareketinin kolaylıkla donanmalarının ateş sahasını aşacağına kani değilim. Eğer bizler zaman kaybetmeden yerli halkı vatanlarını savunma hususunda maddeten ve manen teçhiz edersek, düşmanın bilhassa çöl içlerine nüfuzu hiç de kolay olmaz. Hatta diyebilirim ki mümkün de olmaz. Fakat bunun için vakit kaybetmemek, aynı zamanda bu sonucu alacak kadar güvenilecek diğer arkadaş kadrosuyla olayların gelişmesini istediğimiz yöne çevirecek çapta bir müdahaleyi mümkün kılmak şart.” (C. Kutay, Trablusgarp’ta Bir Avuç Kahraman, s.26 )

Enver Bey, fedakârlık ve feragat gerektiğinde, o vakitten sonra da her millî meselenin merkezinde olacak olan Eşref Beye döner:

“Eşref Bey, siz Arabistan’ın her tarafını yakından bilirsiniz. İtalya’nın istila hareketinin nefs-i Trablus’ta uyandıracağı tepkiden başka, diğer Arap ülkeleri üzerinde bizim işimize yarayacak bir mukabelesini mümkün görüyor musunuz?”

Arap dünyasının ‘Uçan Şeyh’ diye anacağı Eşref Bey, harita üzerinde açıklamalarına başlar. Eğer Trablus’ta başarılı olursak o zaman Araplardan insan ve malzeme yardımı alınabileceğini söyler.

“Arapların ruh hali böyledir. Kendiliklerinden harekete geçmezler... Fakat ruhlarında ve mantıklarında başarısını istedikleri bir olay, eğer başkasının yardımı olarak gerçekleşme yolunda olursa, o zaman ona ellerinden gelen yardımı yaparlar ve bu takdirde fedakârlıktan çekinmezler.”

Sonra, deniz yolundan İtalyan kuşatmasına rağmen küçük teknelerle yine ulaşım sağlanabileceğini, İngilizler Mısır’ı zorlasalar da oradaki dostlar

vasıtasıyla geçişlerin olabileceğini söyler. Nitekim Eşref Bey önceden Mısır’a gidecek ve gereken hazırlıkları yapacaktır. Hidiv ailesi ve Mısırlı milliyetçiler de gizli açık desteklerini verecek, İngilizler bu dayanışma karşısında seslerini fazla çıkartamayacaklardır.

Sonraki bir gün Enver Bey, Mustafa Kemal ve Fethi Beyleri yanına alarak Harbiye Nazırının evine gider. Mahmut Şevket Paşa üzüntülüdür:

“Aziz çocuklarım,” der, “münhasıran bir vatan parçasının müdafaası değil, Osmanlılığın şeref ve haysiyetinin bütün dünya ve tarih önünde korunması da sizlerin kahramanlık ve vatanperverliğinize bağlıdır.” Geçen Cuma selamlığından sonra Padişahın kendisini kabul ettiğini ve şunları söylediğini anlatır: “Paşa, eğer Trablusgarb’ı İtalyanların istilasına terk edersek, vatanın diğer kısımlarının varlığı da tehlikeye girer. Etrafımızı, mahvımızı isteyen ve bunun için yüz yıllardır çalışan nasıl zalim bir çember olduğunu bilirsiniz. Maazallah hepsi birden üzerimize saldırırlar ve devlet perişan olur. Siz ordu ve donanmanın başındasınız; bana gerçeği hiçbir şey gizlemeden anlatın.”

M. Şevket Paşa durumu bütün çıplaklığıyla anlatır. Sultan Reşat şöyle konuşur:

“Bütün bunlar hakikat olabilir. Fakat bizim ecdadımızın menkıbeleri arasında görünür imkânsızlıklara rağmen elde edilmiş muhteşem zaferler de vardır. Bu hadiseler bize asker evlatlarımızın aynı cesaret ve kahramanlık özelliklerini koruyup korumadıklarını gösterecektir. Benden ne isterseniz elimden geleni yapmaya hazırım. Yaşlı ve hastayım; buna rağmen Paşa, samimiyetle söylüyor ve hatta işte irade ediyorum ki, benim savaş hattına gitmem gerekiyorsa, buna da hazırım.”

Fethi Bey (Okyar), Fuat Bey (Bulca), Mustafa Kemal Bey ve Eşref Bey o akşam yemeği Enver Bey’in evinde yerler. Fuat Bey diyor ki:

“Hepimiz neşeliydik. Binbir yokluk ve mahrumiyet içinde, neticesi elbette ölüm olacak çetin bir maceraya değil de, sanki manevraya gidiyorduk. Bizim nesil için bu ruh halini bugün de gayri tabii bulmuyorum. İmparatorluğumuzun en buhranlı devirlerini yaşadığı o müstesna günlerde, bizi, daha sonra Türkiye Cumhuriyetine vücut veren çetin mücadelelere doğru iten ve zafere götüren ruhun mânâsını ve kudretini, bugünkü neslin de idrak etmiş, edebilmiş olmasına dua ederim.” (C. Kutay, a.g.e., s.30)

Enver Bey hazırlıklarını yapmaya başlar. O günlerde beş subay adayı okuldan atılmıştır. Enver Bey bu gençlerin bir yorum meselesinden ötürü haksızlığa uğratıldıkları kanaatiyle, onları yanına alır; ilk kafile ile gideceklerdir: Gazzeli Cemal, Darendeli İsmet, Saydalı Hilmi, Tiranlı Cevdet ve Sinoplu Dede Sami.10

Enver Bey kılık değiştirmiş olarak, İskenderiye’ye gitmek üzere gemiye biner. “Siyah gözlükler, aşağı doğru bıyıklar, kaşların üzerine kadar inen siyah bir fes.” (Hanioğlu, a.g.e., m. 37, 10 Ekim 1911) Gemide her şey sakin; Akdeniz’de İtalyan kruvazörlerinin yanından geçerler. (Hanioğlu, a.g.e., m. 38,14 Ekim 1911)

“Gemide Faust’u okudum. Çok güzel ve hakikat olacak fikirleri var; ama, ben bu fikirleri kabul edemem. ” (Hanioğlu, a.g.e., 39. m., 15 Ekim 1911) Gemi 15 Ekim’de İskenderiye limanına demir atar. “Trablus’tan gelen haberlere göre, İtalyanlar karaya çıkmak ve kuvvetlerini artırmak için hazırlanıyorlarmış. ”

Kendisini karşılayanlar, Mısır’da kısa zamanda 1500 Türk lirası toplandığını, herkesin vatana nasıl bağlı olduklarını ve “Dört bin Mısır atlısının hazır” olduğunu bildirirler. “Bütün bu insanlara çok inanmamak gerektiğini anladım. ” “İngilizler bu durumdan istifade ediyorlar, subay vs. ne istersek geçirmemize izin veriyorlar; gayrıresmî olarak tabii. Böylece sempatimizi kazanmaya çalışıyorlar. ” (Hanioğlu, a.g.e., m. 40. 15 Ekim 1911)

En kısa zamanda Mısır’dan ayrılmayı düşünmektedir. “Şehrin elli yıl önceki bombalanışını düşünüyorum; bugün Trablus’un bombalanışıyla büyük benzerlik var. ” Burada, Trablus mücadelesinin asker, iaşe ve ikmal işleriyle uğraşır; toplantılar yapar. Kendi topraklarıma açık alınla ve utançsız dönmek için “şimdi tüfeklerin ve topların dumanlarını arzuluyorum.” Limanda kontrolden geçerken, “Bilmem hangi akademinin şeref doktoruyum.”

Ertesi gün yapılan uzun bir toplantıdan sonra, birkaç gün daha şehirde kalmak gereği doğar. (Hanioğlu, a.g.e., m.41, 17 Ekim 1911) 21 Ekim 1911. Ertesi gün yola çıkmaya karar verir. Yeniden kılık değiştirmiştir: “Uzun mavi elbise, başımda beyaz başörtüsü, beyaz maşlak, altın işlemeli kordon; işte tam bir Arap şeyhi kıyafeti. Ümit ederim fanatik Murabıtlar ve Sünusî şeyhleri bu kıyafeti görünce bırakırlar; geçerim. ” (Hanioğlu, a.g.e., m. 42, 21 Ekim 1911)

İskenderiye’den yola çıkmadan önce kaldığı otel odasını anlatır:

“İnsan boğuluyor burada. Kimbilir ne zamandır değiştirilmemiş beyaz bir çarşaf var yatakta; zavallı bir şekilde bir yandan sarkıyor. Hortlak yatağı gibi görünüyor gözüme. İşte yine moralim bozuk; odanın ortasındaki küçük masaya başım ellerimin arasında oturdum. Duvarda asılı kararmış aynada kendime bakmaya çekiniyorum; çünkü gündüz yüzümdeki ümitli ifade akşam olunca kayboluyor... İşte duygulu ve sanatkâr ruhlu

gördüğünüz dostunuzun çevresi. Her şeyi çok zayıf bir mum ışığı aydınlatıyor... Dışarı çıktım. Meydanda, Mehmet Ali’nin karanlık heykelinin önünde biraz dolaştım; ama ışıklandırmadan rahatsız oldum. Üstelik polis de benim oynadığım dilsiz Suriyeli tüccar olduğuma pek de inanmışa benzemiyordu. Bulvarı geçerken eski bir binanın kapısının önünde bir yığın insan gördüm. Kendimi kalabalıkla sürüklenmeye bıraktım ve sonunda kendimi, Avrupa’dayken nefret ettiğim şarkılı bir kahvede buldum. Her çeşit güzellikten yoksun, zavallı bir yaşlı İngiliz kadın, boğuk bir sesle şarkı söylüyor ve kollarını eski bir saatin sarkacı gibi oynatıyordu. Etrafındakilere dağıttığı mimikler ona acınacak bir hava veriyordu. Sonunda hali bana da dokundu; zavallı kadın ekmeğini vatanından uzaklarda kazanmak mecburiyetindeydik.”

Enver Bey’in hassas ruhunun her çeşit duygusallığı, dönüp dolaşıp vatan derdinde düğümleniyordu.

“Üzüntüden, vatanımı tehdit eden tehlikenin verdiği acılardan kaçamıyorum ve teselliyi nereden bulacağımı bilemiyorum.” (Hanioğlu, ag.e., m. 43, 22 Ekim 1911)

Onu çok daha acılı günlerin beklediğini nereden bilirdi?

Bu arada, İngilizler, gönüllü Türk subaylarının Mısır topraklarından geçmesini yasaklar; ancak, Mısırlı subaylar ve halk bu yasağa pek aldırış etmez ve mümkün olan her desteği verirler. İstanbul’dan gelen yardımlar da Mısır Hilal-i Ahmer derneği vasıtasıyla Trablus’a ulaştırılır. Enver Beyin burada ikmal işleriyle görevli olmak üzere bıraktığı Osmanlı subayları ve Mısır kökenliler gizli geçişleri düzenler.

Enver Bey 22 Ekim 1911 Pazar günü, trenle yola çıkar.

“Küçük trenimiz bir kum denizinde ağır ağır yol alıyor. Allahım; ne tren! Sanki vücudumun her organı ayrı oynuyor gibi. Öğlen yemeğini yedim, sadece kırmızı hurma. Şimdi alışmam gereken bir yiyecek bu. Tanınmamak için üçüncü mevkide yolculuk ediyorum. Etrafımda beyaz maşlahlı bedeviler var. İki çocuklu bir Arap kadını, sağda bir Alman ve bir Fransız; işte seyahat arkadaşlarım. Çöl rüzgârı hepimizi ince bir kum tabakası ile örtüyor. Pencereler kapalı olduğu halde, bu kum her yerden giriyor. Yüzlerimiz kum içinde; saçlarımız pudralı; ama en kötüsü, bu kum insanın ağzına da giriyor ve onu da yutmak gerekiyor.” (Hanioğlu, a.g.e., m.44, 22 Ekim 1911)

Enver Bey tanınmamak için treni değiştirmek zorunda kalır ve bir gece, istasyonda gelecek treni bekler. “Marşandiz vagonundan bir yer aldım. Çok korkunç bir bekleme idi bu; dayanılmaz bir koku boğuyordu beni. ”

24 Ekim’de, Daba’nın beş kilometre batısında, marşandizden inerek atlara biner ve kızgın güneş altında deniz boyu gitmeye başlarlar. “Dün on dört saat at üstünde gittikten sonra, yirmi dört saattir açız. ” (Hanioğlu, a.g.e., m. 45, 24 Ekim 1911)

Şimdi, bir Arap şeyhinin çadırının gölgesinde çay içmektedir. Bu insan, kendisiyle aynı sıkıntıları yaşayarak çöle koşan diğer ülkücüler gibi, “vatanım” dediği bir toprak parçasını savunmak için gidiyordu.

Nişanlısına şöyle yazar: “Artık Bingazi hududuna bir günlük mesafeye yaklaştım. Yanımda beş arkadaş var. Bu sıra çok zahmet çekmedim. Allah’ın inayetiyle her şeyimiz mükemmeldir. Sırtımızda beyaz ihramlar, başımızda kefiyeler, altımızda güzel Arap atları bulundukça her yerden kolaylıkla geçeceğiz. İnşallah, Allah’ın yardımıyla Bingazi’de iyi işler görmeye, böylece Padişah ve milletin rızasını tahsile muvaffak oluruz. ” (İnan, a.g.e., s. 532)

28 Ekim tarihli mektubunda, bugün akşama doğru Türk sınırını geçeceğini ümit ettiğini yazar.

“Matrok’tan beri meskûn hiçbir yere rastlamadık. Denizden otuz metre yükseklikteki ovanın orasında burasında sefil durumda birkaç göçebe Arap çadırı, kahverengi lekeler gibi duruyorlar. Arkamızda kaybolan küçük tepeler hâlâ ufuğu belirliyorlar. Sağda denizin ebedî mavi çizgisi. Geceleri tir tir titreyip şafakla yürümeye başlayarak hep batıya doğru gidiyoruz.... Bavullarımızı taşıyan develerin ihtişamlı havalarıyla yürüyüşlerini ve beyaz ehramları başlarının etrafında kar taneleri gibi dalgalanan esmer Arapları görüyoruz.” (Hanioğlu, a.g.e., m. 47, 28 Ekim 1911)

“Dün tırıs giden devenin üstünde on saat boyunca yol almak yorucuydu; 60 kilometreden fazla yaptım. Gece denizin hemen yakınındaki küçük bir koyağın başına kamp kurmuş bir Arap ailesinin çadırında yattık. Yine de bu türlü bir hayat çok hoş. Çadırın tavanından tertemiz gökyüzünde huzur dolu ay izlenebiliyor. Dört kişiyiz. Develerimiz hemen yanı başımızda geviş getirerek kıpırdanıyorlar. Basit bir akşam yemeğinde bütün aile, iki çadır sakinleri ateşin etrafında toplandılar. Büyükanne ve yan çadırdan beş çocuğu olan kızı. Büyükbaba namaz kılmak için çadırdan uzaklaşmıştı. Abdest almak için lüzumlu su olmadığından, ellerini temiz toprağa sürdü, kumun gitmesi için birbirine çarptı ve Allah’ın karşısına tertemiz çıkmak için onları yüzünden geçirdi. Aile, etrafımda cıvıl cıvıl konuşuyordu. Küçükler, onlara verdiğim helvayı paylaştılar. Akşamın aydınlık gökyüzünde, büyükbabanın eğilen, secde duran ve doğrulan silueti görünüyordu. Dua ediyor; bütün kalbiyle inandığı Allah’ına karşı vazifesini yerine getirdiği için mutlu. Hayatın basit ilkelerini takip ediyorlar. Misafirperverlik onlar için çok değerli, ellerindeki her şeyi bize ikram etmek için, sürüden özel olarak yakalanan küçük bir keçiyi kesmek istiyorlar. Nihayet, onları sadece, ateşe atılan taşlar üzerinde pişen arpa ekmeği yemeğe razı ettim. Çok lezzetli değil, ama yememiz lazım... Dün Tobruk’ta keşfe çıktım. İtalyanların garnizon olarak sadece iki taburları kalmış. Beş gün önce üç yüz İtalyan askeri, Türk telgraf hatlarını kesmek üzere bir çıkış yaptılar. Sonra, Arap kurşunlarının vurduğu yaralı ve ölülerini taşıyarak aceleyle dönmek zorunda kaldılar. Hem de onları kaç Arap kaçırttı biliyor musunuz? Hepsi hepsi beş Arap; ama iyi ateş ediyorlardı. Ah şu ahmaklar! Bu sefer onlara Türkler’deki vatanseverliğin ölmediğini ve düşmanlara bunu ödetmeyi bildiğimizi göstereceğim.” (Hanioğlu, a.g.e., m.48, Zavi-i Murassa, 7 Kasım 1911, Tobruk’un 15 km. batısı)

Birkaç gün önce, İtalyanlar Derne’nin su kaynaklarını ele geçirmek için saldırıya geçmiş, ancak çok sayıda kayıp vererek çekilmişlerdir. Direnişçiler çok sayıda silah ve malzeme ele geçirmişlerdi.

“İlerliyorum ve mutluyum. Soulon’da İtalyanları görebildim. Dün yine altmış el ateş ettiler ve Banko di Roma’nın taşlarından birinin düşmesine sebep oldular. Arapların maneviyatı günden güne artıyor. Benim, Halifenin akrabası olarak gelişim, üzerlerinde büyük bir tesir yaptı. Birliklere gelince, Enver’in onlar için ne ifade ettiğini biliyorsunuz. Halkın cesaretlendirmeye ihtiyacı yok. Birkaç gün önce 120 asker ve birkaç Arap milis Dorma’ya saldırdılar. 24 şehit verdikleri doğru. Ama, 18 top ve 850 İtalyan askeri kazanmak için çok ucuz bir bedel bu. Arap aşiretlerinin kazanılacak zaferler için nasıl kavga ettiklerini bir görmelisiniz. Başka aşiretlerin O’ya saldırmasından ve kendilerine, öldürecek düşman kalmayacağından endişe ediyorlar.” (Hanioğlu, a.g.e.m. 46, Defne-i zâviye)

İtalyanlar 24 Ekim günü Hani üzerinden saldırıya geçerler. Çarpışmalar sekiz saatten çok sürer ve çevredeki halk da ayaklanarak İtalyanlara saldırır. İki gün sonra Türk kuvvetleri iki koldan saldırıya geçer, Cemil Bey Konağı çevresinde yoğunlaşan çarpışmalarda İtalyanlar yine çok kayıp verirler; ancak, sayı üstünlükleri Türk tarafının kesin sonuçlar almasına imkân vermez. (Hamdi Ertuna, 1911-1912 Osmanlı İtalyan Harbi, ATESE, Ankara 1985, s.45, 46)

Türk tarafı 2 Kasım 1911’de yeni bir baskın verir; İtalyanların şehirde kaldıkları yerler bombalanır. İtalyanlara ağır kayıplar verdirilir. İtalyanlar, Türkler hep sizi kırdırıyorlar, kendileri savaşmıyorlar, diye halk içine fitne sokmaya çalışırlar; ancak halkın Türk birliklerine olan güveni gittikçe artmaktadır. İtalyanlara karşı sabotaj olayları artar.

10 Trablusgarp savaşına gönüllü olarak katılan Osmanlı subay ve sivillerinin isimleri tespit edilebilenleri şunlardır: Albay Neşet Bey (Trablus doğumlu), İbrahim Süreyya Bey (Yiğit, sonradan Yenice kaymakamı), Hacı Emin Bey (piyade yüzbaşısı), Veysel Bey, Kasım Bey, Muhittin Bey, İstihkâmcı Hamdi Bey, Yüzbaşı Ali Bey (Çetinkaya) (Derne bölgesi), Kurmay Kolağası Mustafa Kemal Bey, (Derne Tobruk bölgesi), Fuat Bey (Bulca), Rusuhi Bey (sonradan Atatürk’ün baş yaveri), Fehmi Bey (Mustafa Kemal’in Derne’deki yaveri), Nuri Bey (Conker, Derne bölgesi), Sapancalı Hakkı Bey, Eşref Bey (Kuşçubaşı) (Derne bölgesi Arap kuvvetleri komutanı), Enver Bey (Kurmay binbaşı, sonradan Paşa, Derne-Bingazi bölgesi Başkomutanı), Ali Fethi Bey (Okyar) (Kurmay binbaşı, Trablusgarp bölgesi komutanı, Neşet Beyin kurmay başkanı), Halil Bey (Kurmay binbaşı Enver

Paşa’nın amcası, Homs komutanı), Nuri Bey (Enver Paşa’nın kardeşi, Homs’ta), Süvari Yüzbaşı İzmitli Mümtaz Bey (Enver Paşa’nın yaveri), Yüzbaşı Hakkı Bey (Ferik Ahmet Paşa’nın oğlu, 10 Eylül’de Sirenaika’da şehit oldu), Cevat Abbas Bey, Atıf Bey (sonradan İnönü’nün yaveri), Süleyman Askeri Bey (Teşkilat-ı Mahsusa’nın başkanı), Ethem Paşa (Liva, Halepli, Tobruk komutanı), Aziz Ali Bey (Mısırlı, Yemen’den gelip Derne’de görev aldı), Abdülkadir Bey (Binbaşı, Yemen’den gelip görev aldı, Derne komutanı), Gazzeli Cemal (Şeyh Sünusî’nin şifre kâtibi), Nuri Efendi (Manastırlı), Boşnak Fazıl Bey (Piyade teğmeni), Ekrem Bey (Süvari, Müşir Recep Paşa’nın oğlu), Seyfettin Gastrof (Polonya asıllı Türk, muhtemelen Gagavuz), İşkodralı Ali Rıza Bey, Halit Bey (Müşir Deli Fuat Paşa’nın oğlu), İslam Bey (Müşir Deli Fuat Paşa’nın öbür oğlu), Jandarma Yüzbaşısı Kadri Bey, Süvari Teğmeni Fuat Bey, Topçu Yüzbaşısı İsmail Hakkı Bey, Asteğmen Arif Bey, Yüzbaşı Ali Bey (Tayyareci Sadık Bey’in ağabeyi), Piyade Asteğmeni Yakup Cemil Bey, Piyade Yüzbaşısı Çerkez Reşit Bey, Kısıklılı Cemil Bey, Tayyareci Sadık Bey, Fehmi Bey (Trablusgarplı), Tahir Bey (Kurmay, Tunus tarafından geçti), Darendeli İsmet Bey, (Mısır tarafından gelenlerden), Söğütlü Hakkı Bey (Mısır tarafından gelenlerden), Yozgatlı Nuri Bey, (Mısır tarafından gelenlerden), Çanakkaleli Abdullah Bey (1932’de Türkiye’ye dönmüştür), İzmirli Hüsnü Bey (şehit olmuştur), Teğmen Fazıl Bey, Binbaşı Şükrü Bey (Derne), Mısratalı Teğmen Hasan Bey, Sadi Bey (Gökçeatam, Ahmet Rıza Bey’in kızkardeşinin oğlu), Mardinzade Fevzi Bey (Eşref Bey kendisini İskenderiye’de sevkiyat görevlisi olarak bırakmıştır.)

Gönüllü giden doktorlar: Refik Bey (Saydam), Nihat Sezai Bey (Güran), İbrahim Tali Bey (Öngören, doktor, kaymakam), Aziz Bey (Tunus’tan geçti), Fahri Bey (Tunus’tan geçti), Arif Bey (Hilal-i Ahmer heyeti -Kızılay- başkanı), Fikret Bey, İhsan Bey, Eczacı Nasip Bey.

Gönüllü giden sivillerden tespit edilebilenler de şunlar: Trablusgarp milletvekili Süleyman Baruni Efendi, Bingazili milletvekili Yusuf Şetvan Bey, Fizan milletvekili Cami Bey, Tunuslu Şeyh Salih Efendi, Telgraf memuru Giritli Hüseyin Bey, Sakallı Şeref, Hukuk öğrencisi Nazım, Muhammet Musa Bey, (Yemen İmamı Yahya’nın yeğeni. Zuvara’da Mayıs 1912’de Cebel-i Garp valisi ilan edilmiştir). Ayrıca Eşref Bey, Cezayir bağımsızlık mücadelelerinin büyük kahramanı Emir Abdülkadir’in oğlu Emir Ali Paşa’yı gelmeye ikna etmiş ve Tunus’ta büyük şöhreti olan Şeyh Salih Şerif Tunusî de Eşref Bey’in kuvvetlerine katılmıştır. (Dr. Orhan Koloğlu, Trablusgarp Savaşı ve Türk Subayları, Ankara 1979, s. 4, Dr. Hale Şıvgın, Trablusgarp Savaşı ve 1911-1912 Türk- İtalyan İlişkileri, Ankara 1989, s.71, C. Kutay, Trablusgarpta Bir Avuç Kahraman, İstanbul 1978, s.77 vd., S. Nafiz Tansu, İki Devrin Perde Arkası, İstanbul 1996, s.75)

Bir İslam Kahramanı Doğuyor...

E

NVER Bey Derne’ye geldiği zaman gönüllü Arap direnişçilerinin sayısı beş-altı yüz civarındadır. Bu kuvvetler, Trablus milletvekili Ferhat Bey, yine Trablus milletvekili Süleyman Baruni ve Bingazi milletvekili Ömer Mansur Paşa öncülüğünde toplanmıştı. Ferhat Bey, İtalyanlara karşı kararlılıklarını bir yabancı gazeteciye şöyle anlatır:

“Cihat! Bu kelime hakkında yazmayın. Fransa’da hakkımızda şüphe uyandıracaksınız. Çıplak ayaklı, paçavralar içindeki yurtseverleriz biz; tıpkı sizin ihtilaliniz devrindeki askerler gibi. Din bağnazları değiliz... Türk hükûmeti bizi terkederse, ülkemiz üzerindeki haklarından vazgeçtiğini ilan edeceğiz. Trablusgarp Cumhuriyetini kuracağız. Kendi kuvvetlerimizle cumhuriyetimizi nasıl savunacağımızı göreceksiniz.” (Philip H. Stoddard, Teşkilat-ı Mahsusa, İstanbul 1993, s.82)

Daha sonra, Rusya Müslümanlarını aydınlatmak ve sömürücü güçlere karşı birlik fikrini geliştirmek gibi görevler yüklenerek, Teşkilat-ı Mahsusa tarafından Rusya’ya gönderilecek olan ünlü İslam seyyahı Abdürreşid İbrahim, Trablusgarp’ta kırk gün Enver Paşa’nın yanında bulunmuş ve zaman zaman savaşlara fiilen katılmıştır. Şöyle anlatır:

“Enver Paşa hızır gibi herkesten önce yetişti; en büyük vazifeyi o gördü. Yoktan bir ordu kurarak büyük ve şanlı milletimizin namus ve şerefini bütün cihana tanıttı. Milyonlarca Arabın kalbinde paşalık ünvanı aldı.” (İsmail Türkoğlu, Sibiryalı Meşhur Seyyah Abdürreşid İbrahim, Ankara 1997, s. 71) Şöyle devam eder: “Bunu yapabilmek herkesin kârı değildir. Tamam kırk gün içinde ben kendimi Araplara zor anlatabildim. Onun için bu büyük bir başarıdır, büyük bir fazilettir... Bu kadar noksanları olan bir ordu ile bu derecelerde büyüklükler göstermek her yiğidin kârı değildir. Bu da Allah tarafından bir zafer...” (Muhittin Akyiğit, Muharebe Mektupları’ndan nakleden Hanioğlu, a.g.e. s.31)

Enver Bey ilk iş olarak bir bildiri yayınlar. İtalyan propagandaları ve yandaşlarına cevap verir:

“Sizi ‘Halifeniz İtalyanlara sattı’ gibi sırf iftiradan ibaret yalanlarla kandırmak

istediler. Fakat, emin olunuz ki, Halife sizi, ey saltanatın itaatli ve sevgili evlatları, sizi kurtarmak için bütün evlatlarını feda etmeye and içmiştir. Haşa, siz satılmadınız ve satılmayacaksınız. Adınız Padişahın, milletin kalbine işlenmiş bulunuyor.” İtalyanlar her türlü insan ve devletler hukukunu çiğneyerek saldırdılar. Donanmamız yeterince güçlü olmadığı için, geçici olarak kıyı bölgelerimizi işgal ettiler. “Büyük Halife sizi düşmanın elinden kurtarmak için beni buraya gönderdi. Geliniz. Geliniz samimi kardeşlerinize kavuşunuz. Padişahımızın imdadınıza gönderdiği kardeşlerinizle öpüşünüz. Savaşa katılmak isteyenlere silah ve cephane vereceğim. Ticaretle uğraşmak isteyenler burada daha uygun ve daha geniş bir şekilde ticaret yapabilirler.

On beş güne kadar hepinizin gelmesini istiyorum. Şehir, düşmanın elinde bir virane gibi kalsın. Bu müddetten sonra gelmeyerek şehirde kalanları İtalya Hükümetinin kanun ve hükümlerine boyun eğmiş sayarak ona göre davranacağım. Baki hepinizin gözlerinizden öperim.

Padişah Hazretlerinin Damadı, Bingazi Ordusu Komutanı Kurmay Binbaşı Enver”

(C. Bayar, a.g.e., c. II, s. 654)

Teşkilatçılıkta fevkalade yetenekli olan Enver Bey, bir de Halife’nin damadı olunca, kısa sürede gönüllülerin sayısı yirmi bini bulur. Bu müthiş başarıda Enver Bey’in en büyük desteği, Arapça’nın bir çok şivesini bir Ezherli’den daha iyi konuştuğu söylenen Eşref Bey’dir. Çölü adım adım dolaşarak kabileleri aydınlatmış, ayağa kaldırmışlardır. Kısa bir süre sonra artık Enver’e sel gibi gönüllü akmakta ve eğitim kamplarına alınmaktadırlar. Bu insanların hepsi, sonuna kadar Enver’e sadık kalmışlardır.

Trablusgarp’ta yanında bulunmuş olan Emir Şekip Aslan şöyle yazar:

“Onun Trablusgarp’ta, Yeşil Dağ’da sade kendi eliyle meydana getirdiği askerî düzeni gören, bilen herkes, teşkilatta, bayındırlıkta, tedbir ve tertip almak hususunda onun düzeyine erişilmez ve kâbına varılamaz olduğunu anlar. Bu anlamda Enver Paşa, gerçekten eşi bulunmayan bir tek idi.” (Erol Cihangir, Emir Şekip Aslan ve Şehid-i Muhterem Enver Paşa, İstanbul 2005, s. 95) Şekip Aslan şöyle devam eder: “Ne yazık ki, hiçbir şekilde siyaset adamı değildi. Bununla beraber sınırsız aşırı zekâsı apaçıktı.”

Enver Bey’in oradaki en büyük başarısı, yüz yıllardır süregelen kabileler arası çekişmeleri kaldırıp, birliği sağlaması idi.

“Memlekette ilk defa olarak çeşitli kabileler arasında mutlak bir birlik ortaya çıktı. Birbiriyle çarpışan bu kabileler ortak bir düşmana karşı cephe aldılar. Bu cidden büyük bir harikadır. Asırlardan beri aralarında sürüp giden kan davalarını, genel dava

karşısında unuttular. Artık bu hususta hiçbir endişem kalmamıştır. Bu harp, kabileleri birbiriyle barıştırdı. İnşallah bundan sonra memlekete medeniyet de yerleşecek; iç kavgalar sona erecek ve herkes rahat edecektir.” (Naciye Sultan, Acı Günler, s.34-35)

“Dün akşam on üç saatlik bir gece yürüyüşünden sonra geldim ve aşiret reisleri sonuna kadar İtalyanlara karşı savaşmaya devam etmek için yemin ettiler. Bir yıllık erzak temin edildi, cephane bol, zafer de yeterince var.” (Hanioğlu, a.g.e.,m. 49, Defne, Kasım 1911)

Bâbıâli de, elçilerine bir genelge göndererek İtalya’nın Libya’yı topraklarına katmasını kabul etmeyeceğini bildirir.

* * *

Enver Bey Derne’ye geldiği zaman Türk kuvvetlerinin durumu şudur: Trablusgarp’ta 2880 er, 540 at, katır ve 56 top. Bingazi’de ise, 1200 er, 150 at, katır ve 28 top. (Em. Tuğg. Hamdi Ertuna, 1911-1912 Osmanlı İtalyan Harbi ve Kolağası Mustafa Kemal, ATESE, Ankara 1985, s. 26)

Enver Bey, Bomba’nın 10 km. kuzeybatısındaki Zaviye-i Ümürsüm’den şöyle yazar:

“Odada herkes yatmaya hazırlanıyor ama, yatak yok. Halının üstünde, Derne mutasarrıfı, jandarma subayı vs. iki sıra halinde ayak ayağa yerleşiyorlar. Ben, bir şeref divanının üstünde günümü size tasvir etmeye çalışıyorum. Soloun’dan buraya kadar her şey iyi gitti. Derne’de üç gün önce, bütün bölgelerin şeyhleri, yemin etmek üzere toplandılar. Tesadüfen, aynı gün Arap asıllı ve Yemen Savaşından sonra tugay komutanı olmuş biri Mısır’dan geldi. (Halepli Ethem Paşa) Onu Tobruk bölgesi komutanı olarak tayin ettim; gerektiğinde de vali... Vali tayin ediyor olmam sizi şaşırtabilir, ama Halife tarafından gönderilen biriyim ve Sultanın damadıyım. Bir tek bu bağlantı bana yardım ediyor. Araplar hürriyet kahramanı Enver Beyi ya da kurmay binbaşısı Enver Beyi tanımıyorlar; ama, Halife’nin Damadı’na saygı gösteriyorlar. Ben burada Sultan adına hükmediyorum... Gittikçe Arap havasına giriyorum; siyah bir sakalla çevrili esmerleşmiş yüz, sade bir haki üniforma, ama belde işlemeli gümüş bir kılıç. İşte, Zât-ı Şahane’nin damadı Enver Bey!.. Araplar bana paşa diyorlar; Sultanın akrabası olan birinin bey olarak kalmasını anlayamıyorlar. Bugün Murabıtlara giderken Arapların elimi öpmek için telaşları bana dokundu. Hakikaten Allah’ın bana bu iyi, saf ve sadık insanların vatanını korumak için bir şey yapmama izin vereceğini ümit ediyorum.” (Hanioğlu, a.g.e.,m. 50, 16 Kasım 1911, Zaviye-i Ümürsüm)

Eşref Kuşçubaşı ise, Arapların Enver Beyi çok sevdiklerini ve Türkler arasında sadece ona “Paşa” dediklerini söyler. Ayrıca, bedeviler arasında, büyük Sünusî şeyhi Seyyid Mehdi’nin, Enver Bey olarak dirildiği yolunda söylentiler yayılır. (Philip H. Stoddard, Teşkilat-ı Mahsusa, s.82)

Trablusgarp savunmasında cepheler şöyle düzenlenir:

Trablusgarp: Miralay Neşet Bey (Trablus’taki Osmanlı kuvvetlerinin komutanı), Binbaşı Fethi (Okyar, kurmay başkanı), Yüzbaşı Tahir (2. kurmay başkanı), Yarbay Muhittin Bey (aşiret gönüllülerinin komutanı); Ordugâhları Aziziye’de.

Humus: Halil Bey (Komutan, Enver Bey’in amcası), Yüzbaşı Hasan Fehmi (kurmay başkanı), Karargâhları Cebel-i Margap’ta.

Mesrata: Komutan Yüzbaşı Hakkı Bey, yardımcısı Teğmen Nuri Bey.

Bingazi: Komutan Binbaşı Aziz Ali Bey, kurmay başkanı Süleyman Askerî

Tobruk: Komutan Halepli Ethem Paşa, yardımcıları Binbaşı Nazım ve Teğmen İslam Bey. Karargâhları Ayne’l-Gazal.

Derne: Başkomutan Enver Bey, yardımcısı Nuri Bey (kardeşi), Derne komutanı Mustafa Kemal Bey, kurmay başkanı Yüzbaşı Çerkez Reşit Bey, Bedevi birliklerinin Komutanı Eşref (Kuşçubaşı) Bey.

Ordugâh: Ayne’l-Mansur ve Zahire’l-Ahmer’de (P. h. Stoddard, a.g.e., s.83- 84; yazar bu bilgileri Eşref Kuşçubaşı’ndan almıştır.)

* * *

“Dün Derne’nin çok yakınlarındaydım. Düşman siperleri ayaklarımın altındaydı ve bir zırhlı şehrin önünde geziyordu. Araplar beni her yerde görmekten nasıl da mutlular... Derne şehrini ele geçirmeyi nasıl da istiyorum, bir bilseniz!” (Hanioğlu, a.g.e., m. 51, Zaviye-i Martuba, 19 Kasım 1911)

“Evvelki gün devemin üzerinde dokuz saatte yetmiş kilometre yaptım ve gece yarısı Zaviye-i Bishara’ya geldim. İki şeyhin korumasında, bana çok tehlikeli olduğu söylenen bir bölgeyi geçtim. Çünkü bu bölgede seyyar evlerinin önünden geçtiğim ve İtalyanlarla dostlukları olduğundan şüphe edilen aşiretler oturuyor. Tehlike fikri hoşuma gidiyordu; tüfekleri ellerinde nöbet tutan beyaz siluetler, bizi soğuk bir şekilde selamladıklarında, tabancamı kavradım. Ama, kim olduğumu anlar anlamaz silahlarını yere attılar ve elimi öpmek için koşuştular. Kimileri İtalyanları alt ettiklerini, onların korkak ve ödlek olduklarını söyleyerek, devemin yanında koşuyorlardı. Ve İtalyanlar da bu insanları elde ettiklerini sanıyorlar... Dün ordunun kasasında tam yedi lira vardı; -bir Mısırlı Şeyh bana yirmi lira ödünç verdi. Zorluklar beni kamçılıyor, işime engel olmuyor. Dün gece yüz yirmi askerlik bir grubu, bir o kadar da Arap gönüllüyü teftiş ettikten sonra oradan ayrıldım. Yemyeşil vadilerin büyüleyici güzelliğini ve kokulu çalılıkları keşke size anlatabilseydim.” (Hanioğlu, a.g.e., m.52, Zaviye-i Magara, Derne’nin yirmi km. batısı, 23 Kasım 1911)

Ekimin 24’ünde İtalyanlar bir çıkış yapmak isterler; askerî birliklerimiz gelmeden, Arap gönüllüler onları perişan ederler.

“Beyaz kumaşlara sarınmış, yüzleri inci gibi bir dizi dişle bezenmiş ve güneşten esmerleşmiş, sade ve soylu bu zayıf insanlar nasıl da güzel. Ve daha şimdiden nasıl da bana sadıklar. Dün bir toplantıda, şeyhlerine ne denli bağlı olduklarını bildiğimiz Araplar haykırdılar: ‘Eğer şeyhlerimiz tereddüt ederlerse, biz Paşamızı onlarsız takip ederiz.’.... Şimdi sadık ve kalpleri gibi saf, sevgili Araplarımın Paşası oldum.” (Hanioğlu, a.g.e., m. 53, Bi’re’l-Habel, 25 Kasım 1911)

Trablus, Derne, Tobruk ve Bingazi çevresinde iki yıl boyunca hiç eksilmeyen çarpışmalar olur; İtalyan ordusu bu direnişi yıkamaz. 24 Kasım 1911 Cuma günü İtalyanların Derne üzerinden ve üç koldan saldırısı başlar. Sekiz saatten fazla süren bu çarpışmalardan İtalyanlar morali bozulmuş ve yenilmiş çıkarlar. Ertesi günlerde Türk birlikleri keşif taarruzları ve gece baskınlarına devam ederler.

Trablus tarafında da 26/27 Kasım’da, kıyıdan on kilometre kadar içeride olan Ayn-ı Zara’ya saldırırlar. Deniz topçusu desteğinde ilk anlarda Ayn-ı Zara’yı alırlarsa da, kısa süre sonunda çekilmek zorunda kalırlar.

İtalyanlar 5 Kasım’da tüm Libya üzerinde egemenliklerini açıklasalar da, Arap-Türk kuvvetleri karşısında, donanma yoluyla elde ettikleri şehirlerin dışına çıkamamaktadırlar.

Enver Beyin amcası Halil Bey anlatıyor:

“İki yıl süren bu savaşta, İtalyanlar bizim bulunduğumuz bölgedeki bu vadiden içeri akamadılar. Eldeki cephane her savaşçıya ancak yirmi fişek verebileceğimiz kadardı. Hiçbir taraftan cephane ikmali yapmak imkânı yoktu. Sonra bunun bir yolunu bulmakta gecikmedik. Kaçakçılar vasıtasıyla kara barut temin ediyorduk. Kapsülleri de Tunus üzerinden, dışarıdaki arkadaşlar taahhütlü mektuplarla gönderiyorlardı. İş, kurşunu temin etmeye kalıyordu. Mektupla kapsül getirebildiğimize göre, bunun da bir çaresine bakardık. Ve çareyi bulduk: Araplar sekizer onar kişilik gruplar halinde kum tepelerinin arkasından şöyle bir gözükünce, devamlı gözetlemede bulunan donanma yaylım ateşine başlıyordu. Araplar kafalarını kuma gömüp saklanıyor, sonra ateş kesilince de kumların arasından misketleri ayıklatıyordum. Sözün kısası, İtalyanlar vasıtasıyla kurşun temini yolu da bulundu. Bu garip düşmanların aklına, neden bu adamlar kafalarını kum tepeleri ardından uzatıp uzatıp çekerler diye bir şey gelmiş ve düşünüp durmuşlardır...” (Halil Paşa, Bitmeyen Savaş, s.82)

Bu arada Tunus’ta ve Cezayir’de gösteriler yapılmakta ve İtalyanlara saldırılar düzenlenmektedir. İtalyan donanması ise Züvvara, Sidi Said, Tacura ve Zaviye gibi atış mesafesi içindeki kasabaları bombalamaya devam etmektedir.

Enver Bey, 28 Kasım tarihli mektubunda, “Derne civarındaki siperleri gezdim” diyor, “İtalyan ölüleri ile dolu. Niye bu insanları kıyıma itiyoruz? Banko di

Roma’nın kasalarını doldurmak için değil mi? Bankacıların kasalarına birkaç milyon daha yığmak için vatanın çocuklarını öldürtüyorlar; bir başka vatana, başkalarının mutluluğuna saldırıyorlar. Sonra da bunun adı insanlık ve vatanseverlik oluyor.

“Biz ise, vatanımızı savunuyoruz. Her Arap aşireti bana savaşçı gönderiyor. Ak sakallı ihtiyarlardan, on beş yaşında genç oğlanlara kadar. Onların ahenk içinde mücadele edemeyeceklerini sanmayın; aksine ölümü kucaklamak için yarışıyorlar. Fikr-i sabitleri olan bir şey var, o da, eğer ölüm anı gelmişse, onu kimse durduramaz. Çok güzel ve sade bir atasözleri var: Eğer Allah isterse düşmanın karşısında cesur kişi bir kere ölür; ama korkak olan her an, yüz kere ölür    Her on savaşçının arkasından, hepsinin yatacakları

çadırları taşıyan bir deve geliyor ve istirahat sırasında onlara ekmek pişirmek, savaşta onlara cesaret vermek, yaralıları taşımak ve pansuman yapmak ve savaş alanında düşen şehitlere ağlamak için de iki kadın. Eğer insanlık dünyası bizlerin erkek, kadın vatanımızı savunmak için nasıl çalıştığımızı anlasaydı, belki bize yardım ederlerdi... Ah, boş bir ümit bu. Artık dünyadan insanlık adına hiçbir şey beklemiyoruz; tek başımıza çalışacağız ve Allah’a inanıyoruz.” (Hanioğlu, a.g.e., m. 54, Bi’re’l-Habel, 28 Kasım 1911)

1 Aralık 1911, Ayne’l-Mansur’da: “Düşmanın kuvvet durumunu anlamak için bugün yeniden saldırdım: Bu bana bir şarapnel kurşunu yarasına mal oldu... Her yerde büyük zorluklarla karşılaşıyorum; ama, memnunum ve ümitsiz değilim; çünkü, zorlukları alt etmek bana her zaman zevk verir. ” (Hanioğlu, a.g.e., m. 55, 1 Aralık 1911)

Tam, sağlık malzemelerinin tükendiği bir zamanda, ilk sağlık kolu yetişir. (Hanioğlu, a.g.e., m. 56, 7 Aralık 1911)

15 Aralık tarihli mektubunda, Ayne’l-Mansur karargâhını anlatır:

“Kampımız, küçük yamaçlarla kesilen bir ovada kurulu. Sağda derin bir yamaç var; dimdik inen etekleri, Ayne’l-Mansur’dan kaynaklanan suların geçtiği bir çeşit vadi meydana getiriyor. Yukardan bakıldığında nefis, ama aşağı yukarı elli metre genişliğinde, çok dar bir vadi görünüyor; hep yeşil ağaçların gölgelerinin vurduğu bir çay, manzarayı okşuyor. Vadiye iki yanından dimdik inen eteklerin şurasında burasında komşu aşiretlere hangar vazifesi gören mağara ağızları var... Dipte, bir tepenin arkasında Kızılay çadırları var. Dört günden beri benim de kendime ait bir çadırım bile var. Sarayım, iki Mısır çadırından kurulu. Bir tanesi yatak odası, öbürü kabul salonu; yere atılı iki halı ve beyaz bir kuzu postu çadırdaki yerimi belirtiyor ve salonun mobilyalarını oluşturuyor. Yatak odası pek şık; açılır, kapanır bir yatak, deriden, Türk işi küçük bir sandık, bir kasanın üzerine yerleştirilmiş, lavabo görevini gören düz bir taş; işte eşyalarım. Renklerini de öğrenmek ister misiniz? Salon kırmızı; Araplar için millî renk, yatak odam siyah.” (Hanioğlu, a.g.e.,m. 57, 15 Aralık 1911)

“Evvelki gün kuvvetlerimizle İtalyan kuvvetleri arasında gerçek bir savaş oldu. İtalyanlar bir çok bölükle, dağ toplarıyla vs. ilerlediler ama bu büyük savaş gerçek bir bozgunla sonuçlandı. Dokuz saat süren savaştan sonra modern tüfekler, toplar ve mitralyözlerle silahlanmış sayıca üstün İtalyan ordusunu akıl almaz silahlarla yendik.

Hakikaten kendimle iftihar ediyorum ve havan toplarının patlamaları arasında her yanımı kaplayan bir asker keyfi hissettim. Birkaç yaralı arasında bir de Arap kadın savaşçı bulunuyordu; havan topuyla göğsünden yaralandı, ama hastanede kalmak istemedi. Savaşçılara cesaret vermek için gitti. Arapların manevi kuvvetleri hayranlık verici.” (Hanioğlu, a.g.e., m. 58, 18 Aralık 1911)

“Dışarısı karanlık. Yağmur dindi. Ordugâhın sessizliğini bir tek havlayan köpekler bozuyor... Bense, pis İtalyanların şu zavallı memlekette açtıkları yaraları düşünüyorum ve vatanımın bu bölgesine olan sevgim günden güne büyüyor.” (Hanioğlu, a.g.e., m. 59, 29 Aralık1911)

“Bütün kamp, on sekiz saattir devam eden sel gibi bir yağmurla su içinde kaldı. ” Hükûmet, Trablus mücadelesi için aylık 25.000 lira tahsis eder. 24 Aralık tarihli mektubunda, Tobruk, Derne ve Bingazi’de şimdiden on altı bin piyade toplandığını yazar. Bir yandan da yollar yaptırır ve telgraf hatları döşetmeye çalışır. “Kısa zamanda sesimi Soloun’dan Trablus’a kadar duyuracak bir telgraf hattım olacak. Yolları hazırlıyorum; iki ay içinde deve konvoyları yerine, lüzumlu erzakı taşımak üzere otomobil bulmayı ümit ediyorum.” Yemen’den gelen Aziz Beyi Bingazi’ye, Abdülkadir Beyi de Derne’ye kurmay başkanı olarak tayin eder. Savaşı kendi insiyatifleriyle yıllar boyu sürdürebilecek olan komutanlar yetiştirmeye çalışır. “Benim yokluğumda, ya da ölümümde, kimse Arap direnişine engel olamasın yahut yavaşlatamasın. ” (Hanioğlu, a.g.e., m. 60, Ayne’l-Mansur, 24 Aralık 1911)

Enver Mansur

B

U ARADA İstanbul’da İttihat Terakki ve karşıtları arasındaki mücadeleler bütün üslupsuzluğu ve ölçüsüzlüğü ile devam etmektedir. İttihat Terakki gücünün kırılabilmesi için asker içinde teşkilatlanma yoluna girilmiş, Halaskar Zâbitân grubu çalışmalarını hızlandırmıştır. Meclis içindeki muhalif milletvekilleri ve partiler İttihat ve Terakki’ye karşı birleşmeye başlar. Genellikle Arap milletvekillerinin oluşturduğu Mutedil Hürriyetperverân Fırkası ile ulemanın yer aldığı Ahali Fırkası, Rum, Ermeni ve Bulgar milletvekilleri arasında tek bir parti çatısı altında toplanmak üzere görüşmeler olur. Sonunda Hürriyet ve İtilaf Partisi kurulur. Asker ve sivil muhalefet arttıkça, İttihatçılar Meclis’i dağıtarak yeni seçimlere gitmek yolunu seçerler. Bunun için Anayasa’nın, Meclis ile Hükümet arasında anlaşmazlık olması halinde, Padişah’ın Meclis’i dağıtma yetkisini düzenleyen 35. maddesinin kolaylaştırıcı yönde değiştirilmesi teklifini yaparlar. İstenilen değişikliğe göre, Padişah Ayan Meclisi’nin fikrini almadan ve savaş halinde Meclis’i süresiz dağıtabilecektir. Muhalefet Sultan Hamit’in kullandığı ve Meclisi otuz üç sene kapalı tuttuğu böyle bir değişikliğe karşı çıkar. Sert tartışmalar olur. 30 Aralık 1911 tarihli oturuma muhalefet milletvekilleri katılmazlar; oturum açılamaz. Sait Paşa Hükûmeti çekilir. Ertesi gün Sait Paşa yeniden hükümeti kurmakla görevlendirilir. Meclis yeniden 35. maddeyi görüşmeye başlar ve kabul edilmesi için gerekli üçte iki çoğunluk elde edilemez; İttihatçılar 234 milletvekilinin ancak 125’inin oyunu alabilirler; zayıflamışlardır. İkinci kez, Meclisle Hükûmet’in anlaşmazlığa düşmesi üzerine, Padişah, üç ay içinde yeni seçimler yapılmak üzere 18 Ocak 1911’de Meclis’i dağıtır.

Kuruluş ve çalışmalarında Masonlarla işbirliği yaptığı bilinen İttihat Terakki Partisi, Trablusgarp Savaşı dolayısıyla, bu merkezi kullanmak ister. Milletvekili Emanuel Karasu -ki, Makedonya Risorta Locası üstad-ı

azamidir- vasıtasıyla İtalyan Masonlarının yardımını ister; ancak, hiçbir destek bulamaz. İttihatçılar, bu vakitten sonra Masonluk’tan soğumaya ve ilişkilerini kesmeye başlarlar. (Birgen, a.g.e., s.88)

* * *

Trablusgarp’ta mücahitlerin ikmal işleri için on bin deve temin edilmiştir. Enver Bey, yollar tamamlandığında motorlu araçların da devreye gireceğini ümit etmektedir. “Mücadele etmem gereken akıl almaz zorluklar var. Ama, her buhranda Allah’ın yardımıyla yine de başaracağımı düşünüyorum... Subaylarımınkine çok yakın bir çadırda bir bebek dünyaya geldi. Her sabah, beni, hürriyet içinde büyüdüklerini görmek istediğim yeni nesli düşündüren küçük çığlıklarıyla uyandırıyor. Annesi ona Enver Mansur ismini verdi; yani muzaffer Enver... ”

1912 yılı birinci ayının sekizinde bir saldırı düzenlerler:

“Onları tel örgüyle çevrili siperlerinden çıkmaya ittik. Bize iki mitralyöz, otuz bin mermi, iki yüz elli tüfek ve yirmi beş kasa havan topu mermisiyle iki top ve on katır bıraktılar. Bu on katıra, mitralyözler için ihtiyacım vardı doğrusu... Yeniden İtalyan toplarının gümbürtüsünü duyuyorum. Gördükleri her gölgeye, her Araba ateş açıyorlar. Böylece, Araplarımın başlangıçta korktukları bu zararsız topların gürültüsüne alışmasına yardımcı oluyorlar...” (Hanioğlu, a.g.e., m. 61, Ayne’l-Mansur, 9.1.1912)

Enver Bey mektuplarında sürekli saldırılardan ve küçük, büyük ganimetlerden, İtalyanlara verdirdikleri kayıplardan söz eder. Son derece tutumlu davrandığı için üç ayda yirmi bine çıkan gönüllülerini on beş bin lira ile idare ettiğini söyler. “Bu akşam kampta olağanüstü bir neşe yaşanıyor; her yerden Arapların el çırpmaları eşliğindeki monoton şarkıları duyuluyor. Bedevi bir şair Arap yiğitliği üzerine bir methiye düzüyor... Öbür tarafta genç kızlar son savaş sırasında ölen bir şehidin cesaretiyle ilgili bir şarkı söylüyorlar. Sonra şarkıların tesirinde kalıp coşan Arapların tüfek sesleri duyuluyor.” (Hanioğlu, a.g.e., m. 62, 13 Ocak 1912) “Bu memleketin ve bu halkın küçük ordusunun varlığı bana bağlı. ” (Hanioğlu, a.g.e., m.63, 21 Ocak 1912)

“Savaş devam ederse gelip beni görmelisiniz; güvenliğinizi garanti ederim; çünkü burada mutlak bir güvenlik hüküm sürüyor... Araplar ve Zaviye şeyhlerinin hepsi hükümete doğrudan başvurabiliyorlar; şimdiye kadar böyle bir şey yoktu. Hükûmet (yani ben) çok kuvvetli; onları bir dedikodu endişesi duymadan ölüme mahkûm edebilirim. Ama bu güveni kaba kuvvetle kazandığımı sanmayın sakın; onu adaletle ve hem kendimin hem de arkadaşlarımın mutlak sadakatiyle kazandım. Araplar şöyle

diyorlar: Bu savaştan çok memnunuz, çünkü bize Halifemizin otoritesine ihtiyacımız olduğunu gösterdi. Halifemiz de anladı ki, bizler onun ölümüne kadar sadık ve fedakâr kalacak oğullarıyız.

“Görüyor musunuz sevgili dostum! Böylesine sadık bir unsurdan neler yapılamaz ki? Sizin gazetelerinizde bizim yiğitliğimizden ve kahramanlığımızdan bahsediliyor; ama bizim dilimizde bu kelime yok. Çünkü beni çevreleyen kadın, erkek herkes ölüme şarkı söyleyerek gidiyor ve böyle insanların arasında olunca da, en azından o kadarını yapmak lazım. Anlayacağınız, sizin belki de kahramanlık diye adlandırdığınız bizim için günlük hayat. Bana bir istisnaymışım gibi bakıldığında, bir kahraman olduğum söylendiğinde hakikaten utanıyorum.” (Hanioğlu, a.g.e, m. 64, 27 Ocak 1912)

Aynı mektupta, Bingazi tarafından da emin olduğunu yazar;

“Tayin ettiğim komutan aşırı yetenekli ve çok yiğit... Ekte, sizi şaşırtacak birkaç küçük kâğıt gönderiyorum. Bozuk para yokluğunu önlemek için, kâğıttan para bastırdım. Üzerinde sadece benim mührüm ve Arapça ve Türkçe olarak değeri var. Arapların bu kâğıtları altın ya da gümüş gibi kabul etmelerinden gurur duyuyorum.”

“Ocak 1912

“Ruhum, Sultanım Efendim,

....... Bundan iki ay önce pek hafif şekilde yaralanmıştım. Fakat, hamdolsun, hiçbir

şeyim kalmadı. Ondan sonra da beş savaşta bulundum; hiçbir şey olmadı. Gerçek koruyucu olan Allah, herkes gibi beni de korur. Bunun için hiç endişe buyurmayınız.” (A. İnan, a.g.e., s.479)

Babam Vazifesini Yaptı

T

RABLUS’ta yaşanan Osmanlı destanının en güzel anekdotlarını Halil Paşa anlatır:

“Şimdi hatırlayabildiklerim arasında bir Ahmet Annak, bir de Kambur vardı. İtalyanların durumunu öğrenmek için İtalyan esirlere ihtiyacım oldu. Aklıma Kambur geldi. Kendisini çağırttım; ışıl ışıl gözleriyle karşımda dikildi, bizim askerlerden öğrendiği şekilde selam vermeye çalıştı. Selamı yanlıştı ama, olsun; başıbozuk olmaktan kurtulmak istiyordu ya... ‘Bak Kambur,’ dedim, ‘diri bir İtalyan istiyorum. Getirirsen sana tam beş altın var.’ ‘Bahi.’ demesi ile fırlaması bir oldu...

“Güneş doğup yükselmeden ve sabah baskını vakti geçmeden uyumamayı âdet edinmiştim... Her gece baskıncı beni çadırımın önünde elimde silahımla bulurdu... Kambur’u, elinde bir İtalyan başıyla görünce canım sıkıldı. Onu şöyle azarladım: ‘Kambur ben senden baş değil, canlı adam istedim, bunu bana ne diye getiriyorsun?’ Kambur mahcup oldu; sıkıldı, başını önüne eğdi ve şöyle dedi: ‘Efendim, ben ne yapayım. Tel örgüyü kestim, üstüne atlayıp yakaladım, efendi gel seni kumandan paşa istiyor, dedim; herif dil bilmiyor, anlamadı, tuhaf hareketler yaptı. Zorla sürüklemek istedim, olmadı, tüfeğe davranmak istedi, ben de vazifeyi tam yapayım diye bir çelme savurdum yere yıktım, kestim kafasını size getirdim... İnanmazsanız şimdi gider gövdesini de getiririm...’

İtalyanlar her gece tel örgülerinin kesilmesinden, nöbetçilerinin kafalarının kesilmesinden, ellerinden silahlarının alınmasından bıktılar... Ertesi akşam, gene çadırımın önünde oturuyordum; bizim Kambur pat diye karşıma dikildi. Bu defa yanında zincire bağlı simsiyah bir kurt köpeği var... Tasmasında da Briganti yazıyor. Kambur’un yaptığına güler misin, ağlar mısın... Saf, küçük bir çocuk gibi yüzüme bakıp durmaya başladı. ‘Nerden çıkardın bunu be kambur?’ diye sorunca, gene çocuk çocuk anlatmaya başladı: ‘Kumandan paşam, tel örgüleri kestim, sürüne sürüne nöbetçi arıyordum. Baktım nöbetçi yerine bu köpeği bağlamışlar. İtalyanlar köpeğin, çıplak adama havlamayacağını bilmiyorlar; ben de soyundum ve köpeği tuttum getirdim...” (Halil Paşa, a.g.e., s.84-85)

Enver Bey, ünlü şeyhlerin çocuklarından yüz kişilik bir muhafız birliği kurmuştur. Sabırsızlıkla beklediğini söylediği, beş yüzü atlı olmak üzere üç bin kişilik Berassa gönüllüleri gelirler.

“Bütün birlikler onları karşılamak için hazır bulundu. Bu nefis sahneyi görmenizi nasıl

isterdim! Arap kadınlar askerlerin önünde gidiyor ve şarkı söylüyorlardı. Şeyhlerin hanımları ve aşiretin en güzel kızları onları develerin üzerinde takip ediyorlardı. Atlar dörtnala girdiler ve şeyhler sırayla elimi öpmeye geldiler. Aşiret şairleri ailelerini ve memleketlerini terk ettiklerini ama ancak zafer kazanıldıktan ve düşmanı denize döktükten sonra onları tekrar görmek istediklerini anlatan şarkılar söylüyorlardı.” (Hanioğlu, a.g.e, m. 64, 27 Ocak 1912)

Kuzey ve Orta Afrika’da pek yaygın olan Sünusî tarikatının Kufra’da oturan büyük şeyhi Ahmet Şerif el-Sünusî, İtalyanlara karşı Cihad-ı Mukaddes ilân ettiğini ve yakında kendisinin de yanına gelip onunla birlikte savaşacağını bildirir. Askerler ve gönüllü birlikler içinde büyük sevinç olur. Enver Bey, Şeyh’e cevap yazar ve hediyelerle yüklü elli beş develik bir kervan gönderir.

Hastane ve sağlık hizmetleri de düzene girmiştir. “Ama, ” diyor Enver Bey, “esas olan Arapların olağanüstü tabiatı! Savaştan sonra iki gün dinlenmek yaralarının dörtte üçünün iyileşmesine yetiyor ve yaralılardan yalnızca yüzde bir şehit veriyoruz. ” (Hanioğlu, a.g.e., m. 65, 31 Ocak 1912) O gün, çok cesur bir sıhhiye birliğini denetlerken “birdenbire beni aralarında görmekten çok memnun olan Araplar davullar çalmaya başladılar; kadınlar sevinç çığlıkları atıyorlardı ve aşiret şairleri benim hakkımda bestelenmiş savaş şarkıları söylüyorlardı. Onların saflarının önünden kısa bir süre dörtnala geçtikten sonra, onlara selam vermek mecburiyetinde kaldım ve ‘Padişahım çok yaşa!’ ‘Allah Sultanımızı ve beyimiz Enver Paşa’yı muzaffer kılsın!’ bağırışları içinde kampı alelacele terk ettim. ” (Hanioğlu, a.g.e, m. 66, 19 Şubat 1912)

“İtalyanların 130.000 insanla Trablus ve Bingazi üstünde olduklarını ve bunun, ilerlemelerine yetmediğini düşünüyorum... Bizim kuvvetimiz sürekli artıyor, biliyorsunuz. Ve bu kuvvet bize hiçbir şeye mal olmuyor. Bütün bölükler ve Bingazi sivil halkı için ayda yirmi beş bin Türk lirası harcıyorum.”

Bu arada İtalyanlar, Enver Bey’in başına büyük ödül koyarlar!

Enver Bey şehit ve yaralıların mücahitlerin gücünü azaltmadığını söylüyor. “Çünkü şehit olanın intikamını almak için hırsla tüfeği kaptığı gibi şehidin yerine geçecek ya bir erkek kardeş, ya bir oğul, ya da bir baba var, her zaman... Mesela yaralılar arasında babasını takip ederek savaşa giden dokuz yaşında bir çocuk olduğunu söylersem, -sağ kolundan bir kurşun yarası aldı, yine de yatakta kalmadı- böylece yeni neslin direnişe nasıl hazırlandığını görürsünüz. ” (Hanioğlu, a.g.e., m. 66, 19 Şubat 1912)

Benzeri bir olayı da Halil Bey anlatır: Yanında bir İngiliz gazeteci vardır. Halil Bey, İtalyanların haftalardır inşa etmekte oldukları gözetleme kulesini işaret ederek, onu bu gece havaya uçuracağını söyler. Ahmet Annak’ı çağırır.

“... ‘Ahmet, bu kule bu gece havaya uçabilir mi?’ ‘Siz emredersiniz efendim!’ O kulenin yapılması bizi zor durumda bırakabilirdi, bir an önce yıkılması gerekirdi. Kısmet o geceymiş. Bizim eski şaki Ahmet, patlayıcı madde çuvalını sırtladı ve karanlıklarda kayboldu gitti. Çocuklarına yiyecek götürür gibi bir hali vardı. Öyle sevinçli ve gururlu gidiyordu ki...

Misafirimle yemeğe oturduk... Karanlıklar içinden kulakları sağır eden bir patlama sesi yükseldi; yankılarla silindi gitti... Çadırıma dokuz yaşlarında bir çocuk geldi. Gözlerinde bir gurur vardı, başı dikti; ama, bir iki damla yaşın da yanaklarına aktığını görüyordum. ‘Babam vazifesini yapmış. O’nu Abdülkerim sırtında taşıyıp eve getirdi. Evde yatar ve sizi bekler...’ dedi.

Eski şakinin evine koştum. Kerpiç kulübesinin içinde, sedirde yatıyordu. Ahmet beni görünce ağlamaya başladı. ‘Paşam... Ben.... on altı... senedir bir şaki... eşkıya olarak yaşadım... Ama sayende... şehit olarak ölüyorum... ailemin varisi sensin...’ Sonra sesi ve soluğu kesildi. Önünde saygı ile eğildim. Halkı düşünmeyen saltanatın, dağlara eşkıya diye saldığı, aslında temiz yürekli ve toprağını seven bu insanın önünde şimdi ben ağlıyordum...” (Halil Paşa, a.g.e., s.86-87)

Trablusgarp’ta istediğine kolayca ulaşamayan İtalya, diğer Osmanlı topraklarına yönelik tehdit ve denizden bombardımanlara başlar. İtalyanlar, Beyrut’u bombalar; doksan şehit ve yüz yaralı vardır ve hepsi de sivildir. Osmanlı hükümeti, İtalyanların liman ve kıyılara saldırısı halinde Boğazlar’ı kapatacağını Avrupalı devletlere bildirir. İtalyan hükümeti bir yandan da büyük devletleri araya sokarak, barış yoluyla hedefine varmak için çalışmaktadır.

Enver Bey, Derne önlerinden 27 Şubat 1912’de yazdığı mektupta, askerî, idarî, adlî ve sivil bir sürü iş için alınacak kararlar arasında yorgun olduğunu söyler. “Biliyorum ki, kellem onlar için çok kıymetli ve onu almak istiyorlar; ama ben, onu çok pahalıya satmasını da bilirim. ” (Hanioğlu, a.g.e, m. 67, 27 Şubat1912)

Çok iyi komutanlarım ve bir muhafız birliğim var. Artık bana ihtiyaç duymadan da direnişi sürdürebilirler, diye ekler. Kısaca her şey iyi gidiyor ama, “karar vermek zorunda olduğum her çeşit siyasi meseleler var ve şu İngilizler canımı çok sıkıyorlar.” Yine Derne önlerinden yazdığı 5 Mart tarihli mektupta iki çatışmanın sonuçlarını anlatır: “Sevgili Allah’a şükürler olsun. Savaşın sonucu tahmin ettiğimden de büyük. Getirilen üniformalardan

düşmanın iki yüzbaşı ve bir çok subay kaybettiğini anladım. Yüz kadar tüfek, şarapnellerle dolu kasalar, tabanca ve malzeme vs. hep istediğimiz kadar geliyor. Araplarım artık savaş alanında her bulduklarını toplamıyorlar.” Ceplerinden çok para çıkan bu subayların paralarını doğrudan ailelerine gönderir. Çünkü, “İtalyan Savaş Bakanlığının benim merhumların aileleri için gönderdiğim paraları yerine ulaştırdığından emin değilim. ”

Bu arada İstanbul hükûmeti İtalyanların on beş günlük ateş kes istediğini bildirir. Enver Bey reddeder. “Direneceğiz; yani onları ezip geçeceğiz. ” O meşhur büyük taarruzları için acele etmeleri gerekir diye alay eder. “Benim telgraf hatlarım şimdi beni Mısır, Trablus ve Tunus’a bağlıyor ve bizim dert yanacak bir vaziyetimiz yok.”

Bir sonraki günkü çatışma dokuz saat sürer. İtalyanlar bozgunla kaçarlar. “Tam da dün kampa gelen bir İngiliz ve iki genç Alman subayının gözleri önünde darmadağınık kaçışmaya başladılar... Yeni muhafız birliğim vazifesini hakkıyla yerine getirdi ve benim yüreğimi rahatlatacak şekilde savaştı. ” (Hanioğlu, a.g.e, m. 68, 5 Mart 1912)

14 Mart 1912; Ayne’l-Mansur, (Derne önlerinde Türk kampı) “Yarın İtalyanlara bir baskın yapacak olan muhafız birliğinden bir müfrezeyi denetledim. Genç komutanlarıyla birlikte çok neşeli bir şekilde gittiler... Tobruk’tan da iyi haberler geldi. Benim ihtiyar paşam (Ethem Paşa) çok az bir kuvvetle üstelik yirmi kadar harp gemisinin açtığı ateşe rağmen İtalyanların beş bölüğünü ve iki dağ bataryasını püskürtmüş. Bizim milisler onları kuşatmadan önce saat onda çıktı İtalyanlar... Savaş, güneşin batışından iki saat sonraya kadar sürmüş ve yüzlerce İtalyan cesedi savaş meydanını doldurmuş. 34. Piyade Alayı’ndan bir esir asker, bu savaşa katılan İtalyan askerinin sekiz bin civarında olduğunu anlatıyor.” Çok ganimet elde edilir. “Bingazi’deki genç komutanım da İtalyanları hırpalayıp duruyor.” Dört gün önceki bir baskında “Üç yüz İtalyan cesedi savaş meydanında kalmış. ” Yine çok ganimet almışlar. “Bir kaç günden beri bizim kampımızda bulunan iki genç gönüllü Alman subayı var. Birini mitralyözle piyade, öbürünü süvari ve benim yaverim olarak tayin ettim. ” (Hanioğlu, a.g.e, m.69, 14 Mart 1912)

İtalyanlar Yemen’de Salif limanını bombalarlar. Somali Sultanı İtalya’ya karşı cihad ilan eder. Bu arada Bulgarlar, Sırplar ve Yunanlılar da gizli anlaşmalarla Balkanları paylaşmanın planlarını yaparlar. İtalyanlar,

Osmanlının Ege adalarını bombalayacaklarını büyük devletlere bildirir. Beş büyük devlet İtalya’nın barış için hazır olduğunu İstanbul’a ileterek şartlarını sorar. İtalyan donanması Çanakkale Boğazı’nda Kumkale ve Samos adasını bombalar.

Bu arada seçimler yapılır; Trablusgarp gönüllülerinden Fethi Bey Manastır’dan ve Halil Bey Selanik’ten milletvekili seçilirler. Halil Bey, Trablus’u bırakıp gidemeyeceğini bildiren bir telgraf gönderirse de, Meclis istifasını kabul etmez ve onu izinli sayar.

1912 yılı içinde arabuluculuk yapmak üzere büyük devletlerin bazı teşebbüsleri olur; görüşmeler, Bingazi’nin Osmanlı’da kalması ve Trablus’un İtalyanlara bırakılması etrafında gelişir. Görüşmelerin yapıldığı o günlerde, Halil Bey’den, Avrupa kamuoyunu da etkileyecek canlı bir hareket yapması istenir. Halil Bey, “Manen İtalyanlardan çok üstün durumdayız. Seksen-yüz sandık kadar piyade cephanesi göndermeniz mümkün olursa İtalyanların Lebda Kalesini basar ve yakarım.” cevabını verir. Ertesi gün hareket başarıyla gerçekleştirilir; bir İtalyan bayrağı, çok sayıda cephane ele geçirilir. Ancak, yağmaya dalan bir kısım Araplar vaktinde geri çekilemedikleri için çok kayıp verirler. “Karargâha döner dönmez hemen birliklerin yoklaması yapıldı ve bu çarpışmanın bize iki bin kişiye mal olduğunu anladım. Bu, benim kuvvetimin yarısı demekti. Ne var ki, İtalyanların elimize geçen büyük bayrağının üzerine LEBDA HÜCUM HATIRASI diye yazdırıp duvara asarken, bütün Avrupa şunu anlamış oluyordu ki, daha çok uzun zaman savaşabiliriz...”

Haberi duyan belediye başkanı Abdullah Melitan, Halil Bey’e şu telgrafı gönderir:

“Lebda’ya yapılan taarruzda iki bine yakın zayiat verilmiş olmasının sizin kalbinizi rencide ettiğini öğrendik. Her biri yüzer fişekle hazırladığımız iki bin mücahit yarın yola çıkarılmış olacaktır. Bunların yerini doldurmak üzere bir hafta sonra tekrar bin mücahit daha gönderilecektir. Sağlık ve başarılarınızı dileriz.”

Halil Bey diyor ki, “Trablus Araplarının samimiyetlerini unutmak mümkün değildir. ” (Halil Paşa, a.g.e., s.91-93)

Enver Bey bu olaydan, 23 Haziran tarihli mektubunda şöyle söz eder: İtalyanların elindeki Ledra Kalesini bizimkiler işgal etmişler; İtalyanlardan

sekiz yüzbaşı, dokuz subay ve binlerce er ölmüş; iki topu imha edip bayrağı almiŞIZ... ” (Hanioğlu, a.g.e, m. 84, 24 Haziran 1912)

Enver Bey bir tamir atölyesi kurdurur, bayındırlık ve yol çalışmaları da düzenli gitmektedir. “Merkezi Hükûmet bana büyük devletlerin araya girmek istediklerini bildirdi; ama, İtalyanları bu memleketten kovmadan bir barış mümkün olamaz.” (69. mek.) İç sorunlarla başı hayli dertte olan Osmanlı hükümeti, büyük devletlere, Trablusgarb’ın tamamında Osmanlı hakimiyeti kabul edilip; İtalyan askerleri çekilmedikçe barış olamayacağını bildirir.

“Size daha önce anlatmış mıydım; büyük Bingazi savaşında İtalyanlar kırk üçü subay olmak üzere binden fazla ölü verdiler. Biz de biri subay yüz yirmi üç şehit verdik.” (Hanioğlu, a.g.e., m.70, 24 Mart 1912)

Enver Bey, şimdi İtalyanların tek kaynağı olan Ayne’l-Derne’den gelen sularını kestiğini, başlarını siperden çıkarıp bir teşebbüse geçemediklerini ve bu savaşı başlattıklarına onları pişman edeceğini yazıyor.

İtalya Ege adalarını bombalamaya ve asker çıkarmaya devam ediyor. Çeşme, Alaçatı, Kuşadası bombalandı. Osmanlı Hükûmeti boğazları ticarete kapatır ve İtalyan vatandaşlarını yurt dışına çıkarmaya başlar. İtalyanlar Rodos’u bombaladılar.

Enver Bey, Nisan ayının yirmi yedisinde ilk resm-i geçidini yaptırır. “Bütün milislerim, başlarında subaylarıyla beni bekliyorlardı. Şimdi dört alaydan müteşekkiller. İlk sırada muhafız birliği ve düzenli birlikler geliyor; arkadan topçu sınıfı ve mitralyözler. Bölük komutanı önüme geçti ve birliklerin önünden hafif hafif tırıs gittikten sonra, bütün birlikler önümden resm-i geçit yaptılar. Hepsi bana inanılmaz bir sevinçle bakıyorlardı. Beni memnun görmekten mutlu olmuşa benziyorlardı; gözlerinde bir şefkat, gönüllü bir itaat görüyordum. Piyade erlerini çeşitli birlikler takip etti ve her aşiretin önünde atlılar ağır ağır geçtiler. Hepsinin önünden de, Ayne’l- Mansur kampı okulunun yüz yirmi küçük öğrencisi gidiyordu. Biliyorsun, ben kolay kolay memnun olmam. Ama bu sefer, bu kadar kısa zamanda hazır olan ve bu kadar düzenli birlikleri görmekten hakiki bir zevk duydum.” (Hanioğlu, a.g.e., m.71, 30 Nisan 1912) Kısa bir nutuk çeker. “Sonra, Sultanımızın cülûs yıldönümünü kutlamak üzere İtalyanların ateşlerinin etrafında ateş yaktık. ”

Enver Bey’in yeni seçilen Osmanlı Meclis-i Mebusanı’na gönderdiği telgraf okunur: “Trablus’taki bütün Türkler sonuna kadar direnmeye kararlıdır!” Osmanlı Meclis-i Mebusanı 4 Mayıs 1912 tarihli oturumunda,

Bingazi Meb’usu Yusuf Şatvan Bey’in teklifi üzerine, “İttihat ve Terakki Cemiyeti erkân-ı asliyesinden olan Enver, Fethi, Halil ve Aziz Beylerle komutanları Neşet Paşa’ya ve diğer kişilere ve savaşın başından beri gösterdikleri olağanüstü hizmetler gösteren Tunus ve Mısır İslam halkına, Meclis adına” şükranların bildirilmesi kararlaştırılır.

Ölüm Benden Kaçıyor...

E

NVER Bey, bazen, kendi ifadesiyle “inanılmaz bir halet-i ruhiye” içine girer:

“Zannediyorum beni çok mutlu bir insan olarak görüyorlar; çünkü burada bencil bir insanın arzularının susuzluğunu giderecek her şey var. Zafer elde ettim, bana itaat ediyorlar ve mutlak bir saygı duyuyorlar. Hürüm; insanlar gelip elimi öpüyorlar ve kendilerine el vermemi istiyorlar. Benim için fedakârlık yapıyorlar ve ben bütün bunların neye yaradığını kendi kendime soruyorum. Zannettiğiniz kadar kuvvetli değilim. Burada bulunan mağaralar, bazen bende hiç kimse tarafından tanınmayan, yalnız bir adam olarak yaşama isteği uyandırıyor. Kimi zaman, sanki vatan sevgisi hissiyle mekanik olarak hareket ediyorum. Bazen çok büyük yükleri olan bu hayatı ortadan kaldırmak için bir kurşun ya da top mermisi arıyorum.” (Hanioğlu, a.g.e, m. 73, 17 Mayıs 1912)

Bazı Avrupa gazetelerinde Enver Bey’in öldüğüne dair haberler çıkar. “Öldüğüm konusundaki haberlere sakın inanmayın. Düşmanlarımdan daha uzun yaşayacağımı hissediyorum. Ve bir halkın en yüce hakkını, hürriyetini korumak üzere çalışmak için yaşayacağım. İtalyanların barbarlığına karşı çıkıyorum. ” (Hanioğlu, a.g.e, m.74, Mayıs sonları 1912)

Çoluk çocuk vatan savunması için cepheye atılan bu insanların önünde olduğunu, cesetleri çiğnenmedikçe düşmanın ilerleyemeyeceğini, Allah yolunda savaşanların Allah tarafından ödüllendirileceğini yazar.

İtalyanlar donanma üstünlükleri ile Rodos’u işgal ederler. Adayı koruyan Türk birliği 950 kişidir; İtalyan kuvvetleri ise 12.000 kişi. “Rodos’un işgali bize boyun eğdiremeyecek ve burada her şey, ben olmasam da iyi gidecektir. ” Büyük Sünusî şeyhinden bir mektup gelmiştir. “Bu adamı hiç tanımadan seviyorum; çünkü ruhuyla, vücuduyla bir vatansever. Tam hayal ettiğim gibi bir adam gerçekten... Dün el falıma bakan biri, seksen yaşından daha fazla yaşayacağımı söyledi. Bu da benim düşüncemi ve her şeyin iyi gideceğini teyid ediyor. Projelerimi uygulayacak zamanım olacak. ”

Bu arada, nişanlısı Naciye Sultanın, İttihatçılar aleyhinde bir şeyler yazmasına canı sıkılır: “Öyleme geliyor ki, memleketin selametini sevmeyen birkaç ahlaksız yanınıza kadar sokulup, size öteden beri olduğu gibi Cemiyet efradı aleyhinde sözler söylemişler. Bu kininizi o kadar ileriye vardırmışsınız ki, bunları İtalyanlardan daha alçak görüyorsunuz. Ben, vatanın selametine, dolayısıyla dinin, Hanedan-ı Osmaniyenin şerefinin yükselmesinden başka bir şeye çalışmayan ve Meşrutiyet için beraberce çalıştığım ve bugün de düşmana şiddetle göğüs germeye hükûmeti sevkeden arkadaşlarım hakkında bu yolda yazışınızı, “ancak beni cezalandırmak için yaptığınızı” kabul edeceğim. Mamafih, bir araya gelip sizi kucakladığım ve gözlerinizden öptüğüm zaman “fikirlerimiz de, kalplerimiz de birleşmiş olur.” (İnan, a.g.e, s.459)

30 Mayıs 1912 tarihli mektubunda, yanında bir ceylanı olduğunu yazar. “Her yerde beni takip ediyor ve yatağımın önünde yatıyor. ” (Hanioğlu, a.g.e, m.75, 30 Mayıs 1912) “Bugün İtalyanların top atışlarından dönüşte, ceylanı halının üstünde boynu ileri uzanmış, başı yana dönmüş, çok yavaş nefes alır buldum ve bir an öleceğini zannettim. Bilemezsiniz beni nasıl üzdü. Bir dostumu kaybedeceğim endişesine kapıldım. Hemen yere oturdum, onu kollarımın arasına aldım, Mansura (geyiğin adı) diye seslendim. Nihayet yavaşça çevirdi başını, gözlerini bana dikerek ve siyah dilinin ucunu göstererek sanki teşekkür ediyor gibiydi; hakikaten ağladım. Bilemezsiniz nasıl hassaslaştım. Düşünülecek küçüklü büyüklü bin bir şeyden sonra, ruhun bu yalnızlığından korkunç acı çekiyorum. Meşrutiyet için, vatanım için hiçbir şahsî fayda beklemeden çalıştım. Benim veya hırsım hakkında ne söylerse söylesinler, değişmedim.”

İtalyanların Osmanlı sahillerini bombalaması ve adaları bir bir ele geçirmesi devam etmektedir. Mayıs ayı başlarında Yakova, İpek bölgesinde Arnavut ayaklanması başlar. Balkan devletleri ise Osmanlıya karşı savaş için anlaşmalarını tamamlamıştır. Osmanlı hükûmeti gizli bir oturumunda Bingazi’yi elde tutup, Trablus’u İtalyanlara bırakmak suretiyle anlaşmaya karar verir. İttihat Terakki Partisi ise sonuna kadar savaşmak kararındadır. İtalyanlar Osmanlı sahil ve adalarını sürekli bombalamaktadır. Arnavutluk isyanını destekleyen bildiriler İmparatorluğun çeşitli yörelerinde dağıtılmaktadır. Ordu içindeki Halaskar Zâbitân grubuna mensup bazı subay ve askerler, İttihatçı hükûmeti düşürmek için silahlanarak Manastır’da dağa çıkarlar; daha önce de Enver Bey ve arkadaşları çıkmıştı. Osmanlı hükûmeti

siyasi nedenlerle dağa çıkanlara ve orduyu siyasete karıştıranlara karşı resmî bir bildiri yayımlar; ama, askeri siyasetten ayırmak bildiri ile olacak şey değildir.

“Bu gün, ölümümden sonra benim hakkımda çıkmış makaleleri okudum çeşitli gazetelerde; Neue Freie Presse ve diğerleri. Yüzümü kızartan methiyeler yapıyorlar. Ama, en azından ölümümden sonra iyi değerlendirileceğimi müşahede ettim.” (Hanioğlu, a.g.e, m.76, 1 Haziran 1912)

İtalyanlar Soussa’ya çıkmışlar; şehirde bazı Müslümanları asmışlar. Enver Bey, “Belalarını bulacaklar.” diye yazıyor. İtalyan askerî birliğine girmeyi reddeden bir zenciyi hapsediyorlar. “Yirmi beş gün boyunca çok kötü davranıyorlar. Sürekli reddetmesi üzerine onu büronun önüne çıkarmışlar. Sadece şunları söylemiş: ‘Sizin üniformalarınızı giymek istemiyorum; size hizmet etmek istemiyorum; sizin hayatınızı paylaşmak istemiyorum. Sizin ayaklarınızın kirlettiği bu aziz toprağa gömülmeyi istiyorum. ’ Böylece vurdurtmuş kendini. Çok kahramanca değil mi?”

Kendisine ulaşan zarfların birinin üstünde bir Mısırlı posta memurunun notu var: ‘Ölü’ (Hanioğlu, a.g.e., m.77, Haziran 1912)

İtalyanlar da, zaman zaman kampı top atışına tutar, ama hiç isabet kaydedemezler; “Kampın kadınları ve çocukları çadırlarında onlarla alay ediyorlar... Gökyüzü siyah bulutlarla kaplıydı. Sadece, orada burada bulunan bir kaç yırtık, bu simsiyah muazzam perdenin arkasında altın yıldızlarla dolu güzel, mavi bir gökyüzü olduğunu görmemizi sağlıyordu. Her ne kadar bu manzara beni kederlendiriyorduysa da teselli bulmak için bundan yararlanabilmek istiyordum. Kendi kendime, bugünkü hayatımızın bilinmeyenin simsiyah perdesi ile tamamen örtülü olduğunu söylüyordum; ama, zaman zaman küçük bir aydınlık, bu perdenin arkasında, bize şimdinin acısını unutturacak güzel günler olduğunu hissettiriyordu... Bana niçin bu kadar acı çektiğimi soruyordunuz. Acı çekmemek için kalbimin hiç çalışmaması, hiçbir şey hissetmemesi lazım ki, bu benim için imkânsız. Sizin hayat hakkındaki Avrupalı fikirlerinizi kabul edemem...” (Hanioğlu, a.g.e., m.78, 2 Haziran 1912)

6 Haziran 1912 tarihli mektubunda top mermileri altında kampı gezişini anlatır: “Bu ilk defa olduğundan, askerlerime bu mermilerin tesirinin diğerlerinden daha büyük olmadığını göstermem lazım geldi. İlk atışlar üzerine çadırımdan çıkıp, mermilerin düştüğü noktaya gittim. Bir tanesi tam

yanımda patladı ve küçük bir parça kalçama isabet etti. Ama, saatime asılı bir madalyon beni korudu ve yara yerine etimde madalyonun izi çıktı. Bir başka top mermisinin siyah tozuna tamamen bulanmış olarak bütün bir hattı ikinci kere baştanbaşa geçtim. Bir top mermisi, küçük bir çocuğun uyumakta olduğu bir bedevi çadırının ortasında patlamıştı. Çocuk bir metre uzağa fırladı ve hiçbir şey olmadı. İşte mucizeler, değil mi? Ah sevgili, her şeyi yapmaya kaadir büyük Allah’ın bir ruhu kaçınılmaz bir tehlikeden kurtardığına inandım. ” (Hanioğlu, a.g.e., m.79, 6 Haziran 1912)

“Eğer yüce Allah bize yardım etmek için melek gönderirse, biz göremeyiz onları ama düşmanlar görürler; biliyorsunuz bizde bu fikre inanılır. Madem böyle, benim de ilk savaşta bu şekilde kullanacağım binlerce askerim niçin olmasın! İtalyanların adaları işgali bizim tutum ve kararlılığımızı değiştirmeyecektir... Geçen gün mutat üzre, Cuma ziyareti için aşiret reisleri çadırıma geldiler. ‘İtalyanlar vatanımızdan çıkmadan, barış hariç her şeye boyun eğeriz.’ dediler     Sadece Derne kampındaki fakir

bedevilerin, uçak satın almak için yirmi bin mark yardım parası verdiklerini söylersem size, vahşi denilen bu insanların sadakatlerini en son noktaya vardırdıklarını anlarsınız. ”

“Biliyor musunuz, benim için hayatın hiçbir önemi yok; ama, komik bir şey var; ben tehlikeye doğru koştukça, ölüm benden kaçıyor. Bu da, benim vatanımın şerefi ve çıkarlarını korumak için yaşayacağıma olan inancımı artırıyor. Bu olmasa, kendimi aşağılanmış ve yaşamayı hak etmemiş addederim. Yüce bir kuvvet şu sıra beni yaşatıyor ve çalışmamı sağlıyor. ” (Hanioğlu, a.g.e., m. 80, 12 Haziran 1912)

“Küçük ceylanım hasta. Zavallı hayvan bütün gün acı çekti; şimdi benim yatağımın yanında yatıyor; yumuşak ve melankolik gözleri bana dikili. Bana mal edilen bütün acımasızlığa rağmen, bu hayvanın derin acısını hissediyorum ve üzüntüm ona yardımcı olmamın imkânsızlığı önünde artıyor. ” (Hanioğlu, a.g.e., m.81, 17 Haziran 1912) Enver Bey bu ceylanı daha sonra İstanbul’a, Naciye Sultan’a gönderecektir.

“Bu gün küçük öğrencilere armağanlar dağıttık; üç ayda bir olan bir sınavdı. Herkes çok kısa zamanda ne kadar ilerlemiş olduklarına hayran kaldı. Ben de, bu yüz elli küçük bedevinin aileleri tarafından okula getirildiklerini görmekten çok mutluyum... İstanbul’da beni orduda kaymakam tayin etmişler. Burada bütün kuvvetleri idare eden bir kaymakam!

Her ne kadar bu rütbeyi kıdemden aldıysam da, subaylarıma bir şey söylemedim. Aramızda kötü kıskançlıklar baş göstermesin diye. Savaş bitinceye kadar kimsenin nişanla ödüllendirilmesini istemiyorum. ”

Enver Beyin büyük bir ruhî gerilime sahip olduğunu sıkça söylemekteyiz. Bu yapının mektuplarına yansıması da doğaldır; hayatı, hatta doğayı değiştirmek isteği duyar. Bir yanda da, kadere inanmış bir mümindir; “Bir ruhun çizgisini bile” değiştiremeyeceğine inanır. Bazen onu da zorlayacağını söyler. “Ölüm isteği” ile “kaderi zorlamak” uçları arasındaki gidiş gelişler, zaman zaman mektuplarına da yansır. “Hayatı olduğu gibi kabullenmek gerek. Ama, ben deliyim; her şeyi değiştirmek, hayata hatta tabiata başka bir yol çizmek istiyorum. Sonra bir ruhun çizgisini bile değiştiremeyeceğimi gördüğümde, tamamen çaresiz kalıyorum.” (Hanioğlu, a.g.e., m.82, 17 Haziran 1912)

“Durum şimdilik aynı. Bizde, Arnavutluk’ta durumun biraz kritik olduğuna inanılıyor. Ama hayır, her şey aynı ve genel durumu değiştirecek bir şey yok. Eğer bir savaş çıkarsa çok fazla zorlukla karşılaşmayız.” (Hanioğlu, a.g.e., m.83, 20 Haziran 1912)

Bedevilerin ısrarı üzerine Cumartesiyi ziyaret günü olarak kabul eder. Önce zaviye ve Sünusî şeyhleri gelir, “Her biri sağ elimi ve dizimi öpüp doğruluyorlar.” Onlara, nasılsınız diyorum, hep aynı cevabı veriyorlar: “Mademki sen sıhhatlisin ve memnunsun, biz de memnunuz.” Sonra dışarı çıkıp, bekleyenleri selamlıyorlar. “Ayağa kalkıp onlar için Allah’a dua ediyorum. ” (Hanioğlu, a.g.e., m.85, 28 Haziran 1912)

“Şimdi savunmasından sorumlu olduğum sevgili vatanımın bu parçasının başkenti Trablus eskiden çok güzeldi herhalde.” (Hanioğlu, a.g.e., m.86, 29 Haziran 1912) Gece yarısı teftişe çıkar ve ay ışığında, üç yüz metreden surların resimlerini çeker. (Hanioğlu, a.g.e., m.87, 2 Temmuz 1912)

4 Temmuz tarihli mektubunda, gezdiği, yakınlarındaki Roma harabelerini anlatır. “Eğer huzurlu olsaydık, geçmişin bu gibi şeyleriyle ilgilenebilirdik. ” (Hanioğlu, a.g.e., m.88, 4 Temmuz 1912)

“Bugün garip bir bitki ile karşılaştım. Meyveleri sanki pamuk içeriyordu. Üzerinde çiçeği olan bir dal kırdım; kırılmasın diye şapkamda muhafaza ettim ve ekte size gönderiyorum. Belki orada bunun ne olduğunu söyleyebilirler size.” (Hanioğlu, a.g.e., m.89, 4 Temmuz 1912)

Gönüllüler kendi millî kıyafetleri içinde savaşmaktadır. 9 Temmuz’da Birinci Muhafız Bölüğüne piyade üniformaları giydirir. Onlar bu kıyafetleri giyince, diğerlerinin de hevesleneceklerini düşünür. “Yeni elbiseleri içinde çocuklar gibi gururluydular... Elimi öpmek için sabırsızlanıyorlardı. ”

Muzaffer olmak için dua ederler. “Şimdi Bingazi’nin her yerinde, ben hariç herkesin memnun olduğunu hissediyorum. Bilmiyorum neden; hakikaten bunalıyorum. ”

O akşam Büyük Sünusî Şeyhinin kardeşinden mektup gelir:

“Kuvvetiyle ve büyüklüğüyle düşmanlarımızı ezen ve müminler ordusuna zafer kapısını açan Allah’a şükürler olsun. Böylece, bize verdiği sözlerin hakikat olduğunu gösteriyor. Peygamberlerin en sonuncusu olan ve bize Allah’ın yolunu takip etmemizi ve imansızlar önünde eğilmememizi emreden Peygamberimize selam olsun.

Vatan ve din düşmanlarını yenen, onu dünyanın hakimi yapan yol göstericiliğiyle, ahlak sembolü ve faziletli hakimlerin tek lideri, muzaffer ataların saf soyu, Sünusîlerin yaşayan ya da ölü bütün büyük şeyhlerinin gözlerinin nuru, yorulmadan çalışan cesurların cesuru, büyük arslan, dostumuz ve gözümüzün nuru, Sultan’ın damadı, kardeşimiz Enver Paşa hazretleri. Allah seni hep muzaffer kılsın ve doğru yolda hep zafere götürsün. Kalbimizin en temiz yerlerinden size ve sizinle beraber olanlara selamlarımızı sunuyoruz. Sizi hep mutlu ve düşmanları hep mağlup etmesi için yüce Allah’a dua ediyorum... Kardeşlerimiz, onlara karşı iyi davranışlarınızdan bizi haberdar ettiler. Allah varlığınızı uzun kılsın. Varlığınız ve tuttuğunuz yol bize büyük mutluluklar verdi. Allah sizi hepimiz için korusun. Siz ki, Allah’ın emrini yerine getirdiniz, bu dünyanın ve öbür dünyanın yani Cennetin bütün zevklerini elde edeceksiniz... Bu mektubu yazan kardeşiniz, kendisi gelmek yerine, ellerinizi öpmek için bu mektubu gönderiyor. Zât-ı Şahane ve sizin tarafınızdan kabul edilmeyi çok istiyor. Lütfen bu yüce tahta bizim mütevazı selamlarımızı iletin.” (Hanioğlu, a.g.e., m.90, 9 Temmuz 1912)

Enver Bey diyor ki, “Ellerimin arasına öyle bir iktidar, öyle bir kuvvet geçti ki, Avrupa’nın değişik güçleri İtalyanlar, Fransızlar, İngilizler bunun kendi ellerinde olması için milyonlar harcıyorlar... Neyse, böbürlenmek istemiyorum; biliyorum ki bu, yüce Allah’ın arzusudur ve isterse her şeyi geri alabilir, vatanım için çalışmam hariç.

“Mum azalmaya başladı. Dışarıda soğuk bir rüzgâr bütün kampı azgın nefesiyle kaplıyor. Bedevilerin şarkıları çoktan sustu. Bu yalnızlıktan ne kadar hoşnudum. Bu günlerde çok önemli bir şey olacak gibi bir çeşit önsezim var... İstikbalden çok ümitliyim; ama tabii Allah isterse. Biliyorsunuz ne kadar kaderciyim. ” (Hanioğlu, a.g.e., m.92, 11 Temmuz 1912)


 


Bu blogdaki popüler yayınlar

TWİTTER'DA DEZENFEKTÖR, 'SAHTE HABER' VE ETKİ KAMPANYALARI

Yazının Kaynağı:tıkla   İçindekiler SAHTE HESAPLAR bibliyografya Notlar TWİTTER'DA DEZENFEKTÖR, 'SAHTE HABER' VE ETKİ KAMPANYALARI İçindekiler Seçim Çekirdek Haritası Seçim Çevre Haritası Seçim Sonrası Haritası Rusya'nın En Tanınmış Trol Çiftliğinden Sahte Hesaplar .... 33 Twitter'da Dezenformasyon Kampanyaları: Kronotoplar......... 34 #NODAPL #Wiki Sızıntıları #RuhPişirme #SuriyeAldatmaca #SethZengin YÖNETİCİ ÖZETİ Bu çalışma, 2016 seçim kampanyası sırasında ve sonrasında sahte haberlerin Twitter'da nasıl yayıldığına dair bugüne kadar yapılmış en büyük analizlerden biridir. Bir sosyal medya istihbarat firması olan Graphika'nın araçlarını ve haritalama yöntemlerini kullanarak, 600'den fazla sahte ve komplo haber kaynağına bağlanan 700.000 Twitter hesabından 10 milyondan fazla tweet'i inceliyoruz. En önemlisi, sahte haber ekosisteminin Kasım 2016'dan bu yana nasıl geliştiğini ölçmemize izin vererek, seçimden önce ve sonra sahte ve komplo haberl

FİRARİ GİBİ SEVİYORUM SENİ

  FİRARİ Sana çirkin dediler, düşmanı oldum güzelin,  Sana kâfir dediler, diş biledim Hakk'a bile. Topladın saçtığı altınları yüzlerce elin,  Kahpelendin de garaz bağladın ahlâka bile... Sana çirkin demedim ben, sana kâfir demedim,  Bence dinin gibi küfrün de mukaddesti senin. Yaşadın beş sene kalbimde, misafir demedim,  Bu firar aklına nerden, ne zaman esti senin? Zülfünün yay gibi kuvvetli çelik tellerine  Takılan gönlüm asırlarca peşinden gidecek. Sen bir âhu gibi dağdan dağa kaçsan da yine  Seni aşkım canavarlar gibi takip edecek!.. Faruk Nafiz Çamlıbel SEVİYORUM SENİ  Seviyorum seni ekmeği tuza batırıp yer gibi  geceleyin ateşler içinde uyanarak ağzımı dayayıp musluğa su içer gibi,  ağır posta paketini, neyin nesi belirsiz, telâşlı, sevinçli, kuşkulu açar gibi,  seviyorum seni denizi ilk defa uçakla geçer gibi  İstanbul'da yumuşacık kararırken ortalık,  içimde kımıldanan bir şeyler gibi, seviyorum seni.  'Yaşıyoruz çok şükür' der gibi.  Nazım Hikmet  

YEZİDİLİĞİN YOKEDİLMESİ ÜZERİNE BİLİMSEL SAHTEKÂRLIK

  Yezidiliği yoketmek için yapılan sinsi uygulama… Yezidilik yerine EZİDİLİK kullanılarak,   bir kelime değil br topluluk   yok edilmeye çalışılıyor. Ortadoğuda geneli Şafii Kürtler arasında   Yezidiler   bir ayrıcalık gösterirken adlarının   “Ezidi” olarak değişimi   -mesnetsiz uydurmalar ile-   bir topluluk tarihinden koparılmak isteniyor. Lawrensin “Kürtleri Türklerden   koparmak için bir yüzyıl gerekir dediği gibi.” Yezidiler içinde   bir elli sene yeter gibi. Çünkü Yezidiler kapalı toplumdan yeni yeni açılım gösteriyorlar. En son İŞİD in terör faaliyetleri ile Yezidiler ağır yara aldılar. Birde bu hain plan ile 20 sene sonraki yeni nesil tarihinden kopacak ve istenilen hedef ne ise [?]  o olacaktır.   YÖK tezlerinde bile son yıllarda     Yezidilik, dipnotlarda   varken, temel metinlerde   Ezidilik   olarak yazılması ilmi ve araştırma kurallarına uygun değilken o tezler nasıl ilmi kurullardan geçmiş hayret ediyorum… İlk çıkışında İslami bir yapıya sahip iken, kapalı bir to