Şem’i
gör kim, yanmadan yandırmadı pervaneyi
Laedri
Enver
Paşa’nın Gittiği Türkistan
T |
ÜRKİSTAN
gerçekten de yıpranmıştır. Timur rönesansı olarak anılan çıkıştan yani on
altıncı yüz yıldan itibaren sürekli bir siyasi parçalanma halinde olmuş,
hayatın hiçbir alanında ciddi bir başarı ortaya koyamamıştır. Yeni medeniyet
açılışlarını Ortadoğu’da Oğuz Türkleri, Hindistan’da ise Babüroğulları
gerçekleştirmişlerdir. Türkistan’da siyasi bölünme, ufalma ve kültürün her alanında
donup katılaşma, yani yaratıcılığın kaybolması yaşanmaktadır.
On
dokuzuncu yüzyılda parçalanma iyice artmış, hanlıklar beyliklere dönüşmüş, yer
yer onlar da parçalanmış ve kasaba hâkimleri ortaya çıkmıştır. Aşiretler kendi
başınadır; devlet şuuru tamamen çökmüştür. Halk vergi yahut zekât vermekten
hoşlanmamaktadır. Sadece emîrler ve beyler arasında değil, boylar ve aşiretler
arasında da çatışmalar eksik olmamaktadır. Hive, Buhara, Hokand ve Kâşgar
Hanlıklarındaki tükenmez kavgalar arasında birliği sağlamak değil, mevcudu
korumak bile kolay değildir.
Ruslar
ise fevkalade diri ve hesaplıdır; mukayese kabul etmez teknik üstünlükleri
yanında, bu istilacı ruha Türkistanlıların karşı koyması imkânsızdır. Bir kısmı
sözde muhtariyet şeklinde olmak üzere yüzyılın sonunda Rusya, bütün Türkistan
üzerindeki fiilî egemenliğini tamamlamış gibidir.
Kazan,
Kasım ve Astırhan Hanlıkları
A |
LTIN ORDU imparatorluğunun
parçalanmasından sonra yerine bir çok Hanlıklar kurulmuştur. Bunlardan
Moskova’ya en yakın olanları Kazan ve Kasım Hanlıklarıdır.
Son
Altın Ordu hanlarından Uluğ Muhammed Han, Kazan’a gelerek burada Hanlığını
kurar. 1439’da Moskova önlerinde Rus ordusunu dağıtıp, Çarı esir eder.
Rusya’nın bundan böyle, Altın Ordu’ya ödediği vergileri Kazan’a vermesi
şartıyla geri çekilir. On beşinci yüzyıl boyunca Kazan’ın Rusya üzerindeki
hâkimiyeti devam eder; ancak, Ruslar sürekli pusudadır ve hiçbir fırsatı
kaçırmamaktadırlar. Sürekli Kazan’a sızmaya ve beyler arasındaki çekişmelere
etkili olmaya çalışmaktadırlar.
Muhammed
Emin Han’ın 1518’de çocuksuz ölmesi Kazan’da sıkıntıların başlangıcı olur.
Kırım Hanları akrabalık sebebiyle taht üzerinde hak iddia ederler. Birkaç kere
Muhammed Han tarafından yenilmiş olan Ruslar da el altından uğraşır ve Küçük
Muhammed Han soyundan Şah Ali’yi tahta geçirirler. Kazan halkı hoşnut değildir.
Kırım Hanlığı şehzadelerinden Sahip Giray 1521’de Kazan’a girer ve Şah Ali’yi
devirerek Rus muhafızlarını öldürür. Aynı hanedanın elinde birleşen Kırım ve
Kazan birlikleri 1521’de Rus kuvvetlerini dağıtarak Moskova önlerine kadar
gelirler. Ancak, vergileri düzenlemekle yetinirler.
Sahip
Giray Han’ın on üç yaşındaki yeğeni Safa Giray’ı yerine bırakarak İstanbul’a
gitmesi ile büyük bir Rus ordusu saldırıya geçer. 1524’te Kazan kuvvetleri
Rusları bozguna uğratırsa da ilerlemezler. 1530’da Ruslar intikam için yeniden
saldırır ve yeniden bozulurlar. Ancak Rus propagandası devam eder. 1531’de Safa
Giray bir darbe ile devrilerek Can Ali, Han yapılır. 1533’te Rus taraftarları
temizlenerek Safa Giray yeniden Hanlığa getirilir. 1536 ve 1537’de Rus
kuvvetleri üst üste yenilgiye uğratılır. Kazan ordusu Moskova önlerine gelir.
Fakat, Kazan’da Rusların körüklediği bey
çekişmeleri
de bilmemektedir. 1546’da Safa Giray yeniden tahttan indirilir ve Moskova’daki
Şah Ali tahta çağrılır. Şah Ali Rus muhafızlarla gelince ortalık yine karışır.
Birkaç ay içinde Ruslar kovulur, Rus taraftarı beyler cezalandırılır ve Safa
Giray yeniden hanlığa geçer. Ruslar kuvvet göndermeye cesaret edemezler.
Safa
Giray 1549’da ölünce, üç yaşındaki oğlu Ötemiş han olur ve idareyi annesi Süyün
Bike ele alır. Kazan Moskova ile iyi geçinmeye çalışır, Ruslar da fırsat
kollar. 1550’de Kazan’ı kuşatır; ama fazla duramaz çekilirler. Ruslar 1551’de
İdil sahilinde bir kale yaparak burayı ikmal üssü haline getirirler. Moskova
bir yandan da beyler ve boylar arasında fitnesini yaymaya devam etmektedir.
İktisadî sıkıntı başlar. Beyler Ruslarla anlaşmak isterler. Şah Ali yeniden Rus
muhafızlarıyla gelir ve Han tahtına oturur.
Şah
Ali Kazan topraklarının bir kısmını Ruslara bırakır. Kazan’da huzursuzluklar
artar ve verilen toprakların geri alınması için mücadele başlar. Kırım Hanı da
sıkıştırmak için Rusya’ya savaş ilan eder. Ancak, İdil boyunda üs kurmuş olan
Ruslar 1552’de yüz elli bin kişilik büyük bir ordu ve yüz elli topla Kazan’ı
kuşatırlar. İçerde otuz üç bin asker ve kale dışında on beş bin Kazanlı süvari
savunmaya geçerler.
Yoğun
topçu ateşi altında kale surları yıkılır. 2 Ekim günü halk iç kaleye çekilir.
Şehirde kanlı sokak savaşları başlar; Kazan ev ev, cami cami savunulur.
Başlarında hocaları Seyid Kul Şerif olmak üzere, bütün öğrencileri şehit
olduktan sonra Kul Şerif Medresesi düşer. Kazan kanlı boğuşmalardan sonra işgal
edilir ve baştanbaşa yakılır. Bir kısım boylar, beyleriyle Kazan’ın arkasındaki
dağlara çekilerek savaşı devam ettirirler. Kuzeyde Çakın Kalesi’ni kurarak
burayı mücadelenin merkezi yaparlar. 1556’da Süyün Bike’nin kardeşi Ali Ekrem,
Han ilan edilir. Ali Ekrem boyları toparlamaya başlamışken şehid olur ve
mücadele sönmeye başlar.
Kazan
böylece Rus egemenliği altına alınırken beş yüz otuz altı camisinden dört yüz
on sekizi yıkılır yahut yakılır. Hristiyanlaştırma için ağır baskılar,
sürgünler uygulanır ve çıkan isyanlarda binlerce insan öldürülür. Bu
ayaklanmaların en ünlüleri şunlardır: 1613 ayaklanması. 1634-1638 ayaklanması.
1652-1665 ayaklanması. 1670-1671 Bulat Batır ayaklanması. 1677-1682
ayaklanması. 1708-1709 ayaklanması. 1735-1757 Akay- Karasakal ayaklanması.
1756-1757 ayaklanması. 1773-1775 Salavat Yulay ayaklanması. 1812-1813 Yiğitler
ayaklanması.
Kasım
Hanlığı 1445’te, Uluğ Muhammad Han’ın oğlu idaresinde Moskova’nın güney
doğusunda Oka nehri yanındaki Kasım kentinde kurulur. Uluğ Muhammed Han’ın
ölümünden sonra Kazan ile Kasım Hanlığı arasında çekişmeler baş gösterir.
Moskova Kasım Hanlığını tutar; ona vergilerini verir ancak içerden çökertir.
Kasım Hanlığı uzun süre Rusya’ya tâbi bir hanlık olarak yaşar ve Rusların doğu
siyasetinin âleti olur. 1681 yılında ise Rusya’ya ilhak edilir.
Astırhan
yahut Hacı Tarhan Hanlığı İdil nehrinin Hazar’a döküldüğü yerdedir. Bölge, daha
önce Bulgarların, Hazarların, Peçenek ve Kumanların oturdukları yerdir. Altın
Ordu’nun zayıflaması üzerine Küçük Muhammed Han’ın oğlu Kasım Han 1466’da
burada Hanlık kurar.
Astırhan
Hanlığında on altıncı yüzyıldan itibaren iç karışıklıklar ve dış müdahaleler
artmaya başlar. Sık sık hanlar değişir. Rus ordusu 1554 yılında Astırhan’a
girerek kendisine tâbi bir han seçtirir. Ancak Derviş Han’ın Kırım Hanlarıyla
işbirliği yaptığı anlaşılınca 1557’de Ruslar burayı işgal ederek Çarlığa
katarlar. Osmanlı’nın İdil-Don nehirleri arasında kanalı açamaması ve
Kanunî’nin Malta seferine çıkması, yakın bir müdahaleye imkân vermez.
On
altıncı yüzyıl boyunca Nogayların Ruslarla mücadeleleri devam eder. Kazan’ın
düşmesi ve 1557 büyük kıtlığı Nogayları sarsar; bir kaç ordaya ayrılırlar.
Esasen bir devlet yapısı içinde birlik kuramamışlardır. Mirzalar arası
çekişmeler de süreklidir. Ruslar Nogayları Başkurdistan’a doğru sürmeye
çalışırlar. Ordaların bir kısmı Kırım’a, bir kısmı Anadolu’ya göçerler. 1601
yılında yeniden büyük bir kıtlık yaşanır. Yayık nehri çevresinde mücadeleye
devam ede ede tükenirler. Bu kahramanlıkları anlatan Çora Batır Destanı
Türk dünyasının her yanında anlatılır.
A |
LTIN ORDU’nun Tobil ve İrtiş ırmağı
çevresindeki komutanlarından Taybuga’nın kurduğu Tura yahut Sibirya Hanlığı,
Kazan ve Hacı Tarhan’ın düşmesi ile tehlikeye girer. Ruslar Uralları geçmeye
başlarlar.
1553’te
tahta geçen Şeybanî Han neslinden Küçüm Han Özbek sahasından aileler getirerek
kendi bölgesine yerleştirir. Ayrıca Buhara’dan din bilginleri getirterek
İslamiyeti yaymaya çalışır.
Küçüm
Han, ateşli silahlara sahip Rus Kazak birlikleri ile mücadele eder. 1587’de
Ruslar başkent Kışlak’ı işgal ederler. Küçüm Han’ın çevresindeki boylar
dağılmaya başlar. Kardeşi Muhammed Kulu Han toplayabildiği boylarla kavgayı
sürdürür. Küçüm Han da mücadeleyi bırakmamıştır. 1584’te Rus birliklerini
basarak komutanlarıyla birlikte yok eder; Kışlak’a girer. 1587’de Rusların
saldırısı kuzeyden başlar. Ateşli diğer silahlar ve toplara sahip ordular
karşısında Küçüm Han tutunamaz.
Bu
arada gözlerini kaybeden Küçüm Han bir oğluyla bozkırdaki şehitler arasında
dolaşırken kendisine Rusya’ya itaat etmesi teklif edilir. Şöyle cevap verir:
“Rezil olup ölmek
için mi Rus esaretini kabul edeceğim. Ben kör ve sağırım; yoksul ve kimsesizim.
Servetimi kaybettiğim için matem tutmuyor, Ruslara esir olanlar için
ağlıyorum.”
Küçüm
Han Buhara’ya geçer ve orada ölür. Oğullarına, Ruslarla savaşı sürdürmeyi
vasiyet etmiştir. Onlar da İşim, Tobıl ve Yayık çevresini üs edinerek
mücadeleyi sürdürürler. 1608’de Küçüm Han’ın oğlu Ali Han, Tümen ve Ufa
kalelerine saldırır; hıyanete uğrar ve esir edilir. Kardeşi İşim Nar kavgayı
sürdürür. 1629’dan sonra İşim Han’ın oğlu Abılah Han Güney Başkurdistan’da
üslenerek mücadele eder. 1636’da kardeşi ile birlikte Ufa’ya saldırır; iki
kardeş de esir olurlar. Öbür kardeşleri Devlet Giray mücadeleyi sürdürür.
Turgay şehrini üs edinir.
Yüzyılın
ortalarından itibaren mücadelenin öncülüğünü Başkurtlar üstlenir; Sibir
şehzadeleri onlara tâbi olarak dövüşürler. Başkurtlar Güney Sibirya’da Kırım’a
kadar olan bölgeden Rusları temizlemek istemektedirler. Osmanlı ile temasa
geçmeye çalışır ve yeşil bayrak isterler.
Kuzey
Sibirya’da ise, Baykal Gölü’nün kuzeyinde yaşayan Tunguzlar bu yüzyılın
ortalarından itibaren Ruslarla temas etmeye ve mücadeleye başlarlar. Lena nehri
boyunda yaşayan Yakutlar ise yine yüzyılın ortalarından itibaren çarpışmaya
başlarlar. Ancak, bu topluluklar ateşli silahları tanımamaktadır.
Bütün
bu mücadeleler, mevziî başarılar ve kahramanlıklar olmaktan öte bir sonuç
vermez.
K |
AZAN, Kasım ve Sibir
Hanlıklarının işgali ve bu mücadeleler esnasında Mangıt-Nogay uruğlarının
dağılması Ruslar için Türkistan’ın yolunu açar. On yedinci yüzyılın
yarılarından itibaren Buhara ve Hive hanları Rusya ile ticarî ilişkiler kurmaya
başlarlar; ancak, “Düşmanla er meydanında karşılaşılır.” diye bellediklerinden,
Rusya’nın Türkistan politikaları yahut diğer niyetleri hakkında bilgi toplamayı
hatta düşünmeyi gerekli bulmazlar.
Rus
Çarı ise hesap yapmaktadır: Kazak ordaları Türkistan’ın kapısıdır, diyerek
oradan başlar. Uzun yıllar süren Kalmuk saldırıları karşısında bütünlüğü
bozulan Kazak ordaları, on yedinci yüzyılda üç orda halinde yaşamaktadırlar.
Ulu Cüz yani Büyük Orda, Sirderya’nın doğusu ile Balkaş gölünün kuzeyi
arasındaki sahalarda; Orta Orda, Altayların kuzeyinde Aral ile Balkaş gölü
arasında; Küçük Orda ise Hazar ile Aral gölü arasında, Üst Yurd’un kuzey
kesimlerinde yaşamaktadırlar.
Çar,
Yayık nehri üzerinde Orenburg şehrini kurar ve buradan başlayarak bütün
Türkistan’ı kuşatacak biçimde kaleler kurdurmaya yönelir. Kalmuk baskıları
altında bunalan Küçük Orda 1731’de Rus himayesini kabul eder; yine hanları ve
görünüşte bağımsızlıkları vardır ama, Rus çemberine girmişlerdir. Kurultay
yapılmadan verilen bu karardan halk hoşnut değildir. 1744’de Kazaklar
ayaklanarak Hanı idam ederler. Nur Ali’yi han yaparlar. Ruslar Kalmukları
silahlandırarak Kazaklar üstüne salar. Ruslar doğrudan müdahale etmeyerek
halkları birbirine kırdırırlar. Kalmuk-Kazak savaşları yüzyılın sonuna kadar
sürer.
Nur
Ali Han’ın ölümü üzerine Ruslar, halkın isteğine bakmadan kardeşi Emir Ali’yi
han yaparlar. Boy beylerinden Sırım Batur öncülüğünde Kazaklar ayaklanır ve
bozkırlarda dövüş başlar. Emir Ali 1797’de öldürülür. Halk Kayıp Han oğlu Ebul
Gazi ile hanlanmak ister; Ruslar Nur Ali’nin oğlu İşim’i han seçtirirler.
Yeniden boylar birbirine girer; İşim Han öldürülür.
1803’te
Nur Ali Han’ın oğlu Bökey Han bir kısım boyları alarak Ural taraflarına çekilir
ve Bökey Ordasını kurar.
Rusların
eli sürekli Kazak beyleri içindedir. 1810 yılında Orenburg’da han seçmek üzere
kalabalık bir Kazak meclisi toplanır. Astırhan Kazakları Bökey Han’ı, Sir Derya
Kazakları Şir Gazi’yi isterler. Anlaşmaya varamazlar. Ruslar kâh birini, kâh
ötekini tutarak sürtüşmeyi artırır; bir yandan da Kazak topraklarına asker
sokarlar. 1816’da Arın Han Kazak Hanlığına seçilir. Ancak, Rusların Buhara
seferini engellediği için 1820’de Hanlıktan uzaklaştırılır. Kazaklar Tilenci
öncülüğünde yeniden ayaklanır; 1824’e kadar döğüşürler. Bu tarihte Ruslar Küçük
Orda’yı ortadan kaldırarak eyalet haline getirirler. Bökey Ordası l845’e kadar
devam eder. Bu tarihte Kazak-Rus karışımı bir şûrâ kurularak Ordanın idaresi buna
verilir. 1917’ye kadar böyle devam eder.
Rus
yayılması karşısında irili ufaklı Kazak ayaklanmalarının ardı hiç
kesilmemiştir. 1838’de, Bökey Ordası Hanı Cihangir “Ruslara satıldı.” diyen
İsatay Tayman önderliğinde Kazaklar ayaklanır. İsatay Tayman şehit olur; ama,
arkadaşı halk ozanı Ötemiş, yıllarca dombra çalıp şiirler okuyarak onun adını,
istiklal arayan Kazak ordalarının bayrağı haline getirir.
Taşkent,
Evliya-Ata, Almatı, Çimkent, Talas ve Yedisu bölgesinde on bir boy halinde
yaşayan Ulu Orda 1723 yılında Aktaban Şubnandı diye isimlendirdikleri büyük bir
felaket yaşarlar. Bir İsveçli subaydan öğrendikleri ateşli silah ve toplarıyla
Kalmuklar hücuma geçince Kazak süvarileri şaşkına dönerler. Dağılan birliklerin
çoğu açlıktan ölür; kaçamayanları Kalmuklar öldürür. Bu felaket sonunda Büyük
Orda Kalmuk hâkimiyetine girer. Ancak çok sürmez, 1750-58 arasındaki
ayaklanmalarla yeniden bağımsızlıklarını elde ederler. Ancak doğuda kalanlar
Çin nüfuzuna düşerler, batıdakiler ise Taşkent Hanlığına bağlanırlar.
On
dokuzuncu yüzyılın başlarında Ulu Orda yeniden bağımsızlığına kavuşursa da,
uzun süre koruyamaz. Kuzeyden Ruslar Ulu Orda topraklarına girerler. Hokand
Hanı boyların bir kısmını kendisine bağlar. Son Ulu Orda Hanı Suyuk Han, Kartal
ırmağı vadisinde 1845 yılında elli bin yurt ile Rus tâbi’iyetine girer. 1847
yılında ise Ulu Orda Hanlığı ortadan kaldırılarak doğrudan Rusya’ya bağlı bir
eyalet haline getirilir.
Orta
Orda’da Abılay Han, Rus ve Kalmuk güçlerini dengede tutmaya çalışır. Ordaları
birleştirme teşebbüslerinde başarılı olamaz. Kalmuk
saldırılarına
karşı 1739’da Rus yardımı ister. 1756’da ise bir Çin ünvanı alarak Çin’e tâbi
olur. Sonra yeniden Ruslarla ilişkiye girer. Çimkent, Suzak ve Sayram’ı alarak
geniş bir alanda güvenlik ve birliği kurmaya çalışır. 1781’de vefat ettiğinde
oğlu Abdullah’a birlik ve beraberliği öğütler. Abdullah, Rus baskıları
karşısında Çinle işbirliğine girer. Ruslar 1782’de bir pusu kurarak Abdullah
Han’ı savaşsız ele geçirirler. Oğlu Veli Han da Rus akınlarını durdurmak için Buhara
ve Çin’e dayalı bir siyaset yürütür.
Ruslar
Veli Han’ın otoritesini kırmak için beyler arasına fitne sokarak birbirine
düşürürler. Kendileri de Balkaş gölünün güneyine kadar inerler. 1819’da Veli
Han ölür. Ordanın gücü iyice yıpranmıştır. Ruslar beylerle ayrı ayrı
görüşmelere girip hediyeler vererek parçalanmayı hızlandırırlar. Sonunda
1822’de Orta Orda Hanlığını bir eyalet haline getirerek başına Rusya’nın maaşlı
memuru olarak bir Vekil Sultan yahut Ağa Sultan tayin ederler.
Abılah
Han’ın torunu olan Sultan Kinesarı, kardeşleri Sarıcan ve Esengeldi ile
birleşerek ayaklanır. Rus birliklerine ve kalelere saldırırlar. Bir kısmını ele
geçirirler. Halk Kinesarı’ya yönelmeye başlar. Ruslar görüşmeler yoluyla
meseleyi halletmeye çalışırlarsa da Kinesarı bütün toprakları terk etmelerini
ister. Kinesarı 1840’da, Taşkent ve Güney Sibirya ticaret yolunu denetim altına
alır. Halk onu han olarak tanımıştır. Ruslar bozkırdan kovulmakta oldukları
korkusuna düşerler. Rus Çarı yeniden görüşme yolları ister. Kinesarı, “Size
tâbi olduğum takdirde, Allah’ın rızasına karşı gelmiş olurum. Onun gazabından
korkar, Müslüman hükümdarların önünde utanırım.” diye cevap verir. Ruslar
büyük birliklerle saldırırlar. Kinesarı 1846’da Isık Gölü çevresine ve buradan
Alata’ya geçer. Bu çarpışmalar sürerken Kinesarı Kırgızlarla anlaşmazlığa
düşer. Bu sefer Kinesarı birlikleriyle Kırgızlar arasında çatışmalar başlar. Çu
ırmağının yukarı kesimlerindeki bir çatışmada Kırgızlar Kinesarı ve kardeşi
Nevruz Bey’i ele geçirerek asarlar. Böylece, istiklal arayışlarının sembolü
haline gelen bu kahraman, kendi soydaşlarının eliyle göçmüş olur. Kinesarı’nın
boyu yirmi bin yurt halinde Yasa ve Karata çevresine göçerek Hokand Hanlığı’na
bağlanırlar.
Kinesarı’nın
oğlu Sultan Sadık, Hokand ordusuna girerek burada Ruslara karşı dövüşmeye devam
eder. Hokand düşünce Buhara ordusuna geçerek burada mücadeleyi sürdürür.
Buranın da düşmesiyle 1869’da Ürgenç’e geçer. Rusların Hive Hanlığına
saldırılarında, Kızıl Kum’da, Altı
Kuduk’ta
ve Uç Uçak’ta savaşır. Emîrin Ruslarla barış yapması üzerine 1873’te Herat’a ve
oradan Kâşgar’a geçerek ünlü Yakup Han’ın komutanlarından biri olur. Yakup
Han’ın ölümünden sonra da Çinlilerle dövüşmeye devam eder; yaralanır ve Oş’a
döner. Sonra Çimkent’e geçerek, hayatının son günlerini, Ruslarla anlaşmış olan
kardeşinin yanında geçirir.
Türkistan’da
kahramanlık daima ve sıradan bir şey olarak yaşanır; bağımsızlık şuuru da kolay
canlanır. Ama, birleşmek, bütünleşmek ve boyları aşıp devlet olmak iradesi
kaybolmuştur.
Rusya
işgal ettiği Türk topraklarında, parçalama siyaseti yanında, her türlü
toplumsal çelişkiyi de kullanarak ve baskıyı hiç eksik etmeden, aynı zamanda
Hristiyanlaştırma ve Ruslaştırma çalışmalarını aralıksız sürdürür.
A |
RAP Muhammed Han (1603-1623)
Ürgenç’i terk ederek Hive’yi başkent yapmıştı. Oğulları arasında mutat taht
kavgaları yaşanmış ve Şecere-i Türkî yazarı Ebu’l-Gazi Bahadır Han
döneminde önemli gelişmeler kaydedilmişti. Ancak, Buhara ve çevredeki boylarla
kavgalar eksik olmuyordu. 1687’de Buhara Hanı Hive’ye girerek Şah Niyaz Işık
Ağa’yı buraya vali tayin eder. 1702’de Muhammed Han (1702-1717), hâkimiyeti
Buhara Özbeklerinin elinden alır. Oğlu Şir Gazi Han, Rus yayılmacılığına karşı
koymaya çalışır. 1717 yılında Rus Çarının gönderdiği üç bin beş yüz kişilik bir
birliği tamamen yok eder.
Ancak
Harzem’de uruğlar arası çatışmalar da sürekli gibidir. 1728’de ilim ve sanata
düşkünlüğü ile de ün yapmış olan Şir Gazi Han katledilir ve Kongrat Türk
beyleri, Şeybanî Yadigâroğulları hanedanını bırakarak Kazak Hanlarından Bahadır
Han’ı bozkırdan getirterek hanlanırlar. Yadigâroğullarına sadık kalan beyler
ise İlbars’ı han seçerler. İlbars Han Türkmenleri çevresinde birleştirmeye
çalışır. Ancak, Nadir Şah’ın İran seferinden yararlanarak Horasan’ı
yağmalaması, durumunu değiştirir.
Bu
arada Rusların teşvik ve desteğindeki Küçük Orda Hanı Ebu’l-Hayr Harzem’e
saldırır ve Hive’yi işgal eder. Buraya Han olmak isterse de, Nadir Şah’tan
korkarak çekilir. Nadir Şah 1740’da kanlı bir saldırıdan sonra Hive’ye girer;
İlbars ve yirmi Kongrat beyini idam eder. Nadir Şah Mangıt beylerine dayanır.
İlbars Han’ın oğlu II. Ebu’l-Gazi Han, Nadir Şah’ın himayesinde hanlığı devam
ettirir. Nadir Şah’ın ölümü üzerine Mangıt beyleri Kazak hanlarından Bahadır
Han’ın oğlu Kayıp Han’ı Harzem Hanlığına getirirler. 1735’teki büyük Başkırt
isyanına da katılmış olan Kayıp Han cesur ve hareketli bir yöneticidir.
Beylerle, boylarla uğraşarak Harzem’de birliği kurmaya çalışır. Ancak 1757’de
kardeşi Karabey’in isyan etmesi üzerine ihtiyar babasını da alarak Hive’yi terk
eder.
Mangıt
beyleri Karabey’i tanımayıp, hanlıktan uzaklaştırır ve Yadigâroğullarından
Timur Gazi’yi han yaparlar. Timur Gazi 1762’de Mangıt beylerini öldürterek
Kongratlardan Muhammet Emin İnak’ı baş vezir yapar. İnak, Timur Gazi’yi
öldürerek (1763) yüz elli sekiz sene sürecek olan kendi hanedanını kurar.
Muhammet İnak uruğ başbuğlarından oluşan divanı dağıtır ve bir sart’ı vezir
yapar. Boylar arası huzursuzluklar artar. 1767 yılındaki büyük veba salgınında
çok can kaybedilir. Halk Buhara ve Aral taraflarına göçer. Hive’de çok az insan
kalır ve bütün bu olanlar Han’ın uğursuzluğuna verilir.
1790
yılında yerine geçen oğlu Avaz Han döneminde de boylardaki huzursuzluklar devam
eder; Türkmenlerle Özbekler arasındaki rekabet düşmanlığa dönüşür. Avaz Han ve
yerine geçen oğlu İltüzer bu gerginlikleri gideremezler. 1806’da İltüzer’in
yerine tahta geçen Mehmed Rahim Han uruğ beylerinin gönlünü almaya ve yeniden
onları toparlamaya çalışır. Aral Gölü çevresinde bağımsızlıklarını ilan etmiş
olan Karakalpaklar yeniden hanlığa bağlanırlar. Merv Türkmenleri de 1822’de
Buhara’dan ayrılarak Hive’ye bağlanırlar.
1825
yılında tahta geçen oğlu Allahkulu Han döneminde Hive’ye yeni boylar ve
şehirler katılır. Hive en geniş hudutlarına kavuşur. Eski Ürgenç şehri yeniden
kurulur. Ruslar ise ticaret kervanları ve keşif kolları ile Türkistan hakkında
gerekli bilgileri toplamaktadır. 1839’da kuvvet göndermeye karar veren Ruslar,
yüzyıl önceki olayı hatırlayarak “Hive’nin görülmedik şekilde
cezalandırılacağını” söylerler. “Hanlığın başkentinde haç ve İncil
önünde Çarın sağlığı ve vatanımızın selameti için dua edeceğiz. ” derler.
Ancak, gönderdikleri ordu 5 Aralık’ta Üst Yurt civarında Beş Tunak mevkiinde
bozularak geri çekilir. Uzun bir hazırlıktan sonra 1851’de yeniden Hive üzerine
yürürler ve yeniden yenilerek çekilirler. Ancak, iç çekişmelerle yıpranmış olan
Harzem, Rus yayılmasına daha çok direnemeyecektir.
Hive’de
bir yandan da, 1846’da Harzem tahtına geçen II. Mehmet Emin Han döneminde geniş
bir imar ve kalkınma hareketi yaşanmaktadır. Ancak Ruslar durucu değildir.
1873’de yeniden saldırırlar. Mağlup olan Harzemliler sağ Harzem’i Ruslara terk
ederler. Sol Harzem ise Rusya’ya tâbi olarak 1910 yılına kadar devam eder.
H |
OKAND
Hanlığı, Buhara ile sürekli kavga halindedir. On dokuzuncu yüzyıl başında tahta
geçen Âlim Han, uzun çekişmelerden sonra Taşkent’i alır. Din adamlarının
otoritesini kırmaya çalışır ve 1807’de Sirderya uçlarına yaptığı bir seferden
dönerken bir derviş tarafından öldürülür. Oğlu Ömer medreselilere dayanır.
Akmescit şehrini kurar; Aral Gölünün güney kesimlerine kadar yayılır. Azadî
mahlasını kullanan bir şairdir. İç barışı sağlamış, sulama kanalları yaptırarak
Fergana vadisinde geniş alanları tarıma açmıştır.
1822’de
oğlu Muhammet Ali, on dört yaşında yerine geçer. 1826 yılında Apak Hoca
soyundan Cihangir Hoca’ya destek olunarak Kâşgar’da ayaklanma çıkartılır.
Fergana ordusu Kâşgar’a girer; Cihangir Hoca han ilan edilir. 1827’de Çinliler
Kâşgar’ı alırlar. Hokand ordusu 1830 yılında yeniden Kâşgar’ı alır; Yarkent ve
Aksu’ya girer. 1831’de Çinlilerle anlaşma yapılır. Buna göre, Aksu, Üç Turfan,
Kâşgar, Yenişehir, Yarkent ve Hotan şehirlerinin gümrük memurlarını Hokand Hanı
atayacak ve vergilerini o alacak. Buna karşılık Hocalardan hiç kimse Kâşgar’a
sokulmayacak.
Bu
dönemde Taşkent’te büyük imar hareketleri ve iktisadî canlanma yaşanır. 1835’te
Taşkent beylerbeyilik haline getirilerek kuzey vilayetlerinin yönetimi buraya
bağlanır. Fergana Hanlığı’nın toprakları Pamir’den İli ırmağına ve Altaylardan
Sirderya’nın aşağı uçlarına kadar genişlemiştir. Ancak, M. Ali Han’ın pek zalim
olduğu ve halkı incittiği söylenir. Bunun üzerine halk gizlice Buhara Emîri’ni
çağırmıştır. Buhara Emîri 1842 yılında Hokand’ı işgal ederek M. Ali Han’ı idam
ettirir ve buraya bir vali atayarak çekilir. Hokandlılar ise M. Ali Han’ın
amcasının oğlu olan Şir Ali Bey’i Karasu’da han ilan ederler. Şir Ali Han ordu
toplayıp Hokand’a girer. Buharalılar Taşkent’i alırlar. Mücadeleler pek kanlı
bir şekilde 1865’e kadar sürer.
Bu
arada Kıpçaklar ayaklanarak yönetimi ele geçirirler. Özbekler ise Âlim Han’ın
oğlu Murat Han’a ordu kurarak Hokand’a yürütürler. Murat Han Hokand’a girerek
Şir Ali Han’ı idam eder. On gün sonra da Kıpçaklar Murat Han’ı idam ederler.
Şir Ali Han’ın oğlu Hudayar, han ilan edilir. Kıpçak başbuğu Müslüman Kul da
minbaşı yani vezir olur. Şehirli Özbeklerle göçebe Kıpçakların kavgası
kesilmez. 1852’de minbaşı Müslüman Kul idam edilir. Hudayar Han üç kere tahttan
indirilir ve Buhara Hanı’nın desteğinde üçüncü kez tahta çıkar.
Bu
arada Ruslar, Türkistan’ı kuşatan kalelerini tahkim etmekte ve hazırlıklar
yapmaktadırlar. Aral Gölü’ne iki savaş gemisi indirmişlerdir. 1852’de Akmescit
üzerine yaptıkları bir hareket püskürtülür. 1853’de yeniden gelir ve
kuşatırlar. Şehri üç bin Kazak ve Özbek savunmaktadır. Üç hafta direnirler.
Sonunda kaleleri yerle bir olmuş ve kendileri tamamen şehit olmuş olarak
Akmescit düşer.
Taşkent
beylerbeği Mola Han Ruslara karşı bir cephe kurmak üzere Akmescit üzerine yürür
ve kardeşi Hudayar Han’dan yardım ister. Hudayar gelen elçiyi öldürterek
Taşkent üzerine yürür... Mola Bey Buhara’ya kaçar. 1857’de Kazaklar
Evliya-Ata’da ayaklanınca, Mola Bey Buhara Hanı’nın desteği ile Kıpçaklara
dayanarak hanlığı ele geçirir.
Bu
tarihlerden sonra Ruslarla Fergana askerleri arasında sürekli çatışmalar olur.
3 Ekim 1860’da Kanat Bey komutasındaki Fergana birlikleri Uzun Ağaç’ta,
Rusların topçu ateşi karşısında yenilince, Ruslar Pişbek ve Tokmak kalelerini
alırlar; Çu ırmağına dayanırlar. 1863’te ise Hudayar Han Buhara Hanı’nın
desteğinde Hokand’a girer. Hokand sürekli iç kavga halindedir. Bir yandan da
Rus saldırılarına hazırlanmak zorundadır; silah, araç ve gereci yoktur.
Ruslar
1864’te Yasa şehrini kuşatırlar. Bir Hokand birliği yardım için yaklaşırken,
şehrin belediye başkanı anahtarları Ruslara teslim eder. Evliya- Ata dört
günlük bir çatışmadan sonra düşer. Ferganalı komutan Âlim Kul, Çimkent’i
savunmak üzere hazırlıklar yapar. Çimkent kuşatılır. Yirmi günlük bir kuşatma
sonunda Âlim Han bir çıkış yaparak Rus birliklerini geri püskürtür. Ancak, bu
sırada Buhara birliklerinin Hokand üzerine yürüdüğü haberi duyulur. Âlim Kul,
birliklerinin bir kısmını savaştan çekerek Hokand’a geçer. Ruslar durumdan
yararlanır ve saldırırlar. Yirmi gün daha
süren
çarpışmalar sonunda Çimkent düşer. Ruslar vakit kaybetmeden Taşkent üzerine
yürürler; şehre giremezler.
1864’te
Rus Çarı Avrupalı devletlere bir nota göndererek, “Asya milletleri açık ve
etkili bir otoriteden başka hiçbir şeye saygı duymazlar.” demiş ve buraları
işgal edeceğini bildirmiştir. Âlim Kul’un Çimkent ve Yasa üzerine saldırıları
sonuç vermez. Ruslar yeniden Taşkent’e saldırırlar. Âlim Kul 5 Mayıs 1865’te Or
Tepe savaşında şehit olur. Ruslar Taşkent’i kuşatarak sularını keserler.
Taşkent’te oturan on beş yaşındaki Fergana Hanı Hokand’a geçer.
Bu
arada Taşkentli komutanlar arasında anlaşmazlık başgösterir. Müderris Ahrar
Hoca ile Taşkent Beyi Hakim Hoca, kadın erkek bütün Taşkentlilerin silahlanarak
savaşa katılmalarını isterler. Ancak bıçak ve sopalardan başka silah
bulamazlar. Halk yine de toplanır ve şehri son nefeslerine kadar
savunacaklarına yemin ederler. Ruslar dört gün topçu ateşiyle şehrin surlarını
yıktıktan sonra içeri girerler. Taşkentliler yeminlerine sadık kalırlar. Sokak
sokak kanlı boğuşmalar olur; çok şehit verilir. Şehir 18 Mayıs’ta düşer. Rus
komutan kendisine yardımcı olan işbirlikçilere madalyalar takar.
Taşkentliler,
canını dişine takmış şehri savunurlarken, Buhara Hanı Hokand üzerine yürüyerek
Or Tepe, Hocent ve Hokand’ı işgal eder; küçük Han’ı idam ettirip Hudayar’ı Han
ilan eder. Ardından Ruslar kanlı çarpışmalar sonunda Hocent’e girerler. Hudayar
Han Rus komutanını bu zaferi için kutlar. Çok geçmeden, 1866’da Rus kuvvetleri
Buhara Hanı üzerine yürüyecek ve bu savaşta tarafsız kaldığı için Hudayar Han’a
madalya vereceklerdir... İki yıl sonra da, 1868’de Ruslar bu sefer Hokand
Hanlığına saldıracaklardır.
Ir
Car ve Yeni Kurgan’daki savaşları Hokandlılar kaybederler. Hudayar Han Ruslarla
anlaşmaya varır. Bu anlaşma ile Fergana Hanlığı Rusya’nın himayesine girmiştir.
Halk
olup bitenlerden hoşnut değildir; 1873’ten itibaren Han aleyhinde ayaklanmalar
başlar. Hudayar Han Ruslara sığınır. Fergana beyleri oğlu Naşireddin’i han
yaparlar. Ruslar bahar gelince saldırmaya başlar. Hudayar’ı deviren
komutanlardan Kıpçak Beyi Abdurrahman Astabacı Rus kuvvetlerini Mahmar
Kalesinde karşılar; askeri silahsız ve eğitimsiz gönüllülerdir; cesaret yetmez,
kaybederler. Ruslar Naşireddin Hanla anlaşma yaparak Hokand
Hanlığının
Narın ırmağının sağ yanındaki topraklarını işgal etmeye başlar. Naşireddin
Han’dan umduğunu bulamayan halk yeniden ayaklanır.
Halk
Taşkent’in, Semerkant’ın Rus eline düştüğünü söyleyerek Han’dan cihat ilan
etmesini ister; Han ise kendi derdine düşmüş olarak Ak Çar’ın eteğine yapışmıştır.
“Bundan sonra biz bütün din adamları, âlimler, beyler ve teba, oy birliği
ile şeriate aykırı bütün tedbirleri kaldırdık ve mutlak kudret sahibi Allah ve
yüce Peygamber’in rızası için mukaddes savaşımız aşkına... kılıç kuşandık...
Allah izin verirse, son erimize kadar kâfir Ruslarla savaşacağız; hakkın bâtıla
galebe çalacağından hiç kimsenin şüphesi olmasın...” Han kaçar.
Ayaklananlar 1875 yılında Polat Bey olarak anılan Molla İshak’ı han ilan
ederler.
Ruslar
yeniden Hokand topraklarına saldırır ve uzun bir kuşatmadan sonra Andıcan’a
girerler. Bu arada Naşireddin de Rus birlikleriyle birlikte Hokand’ı
kuşatmıştır. Ruslar bir yandan da şehir içinde fitne yaymaktadır. Polat Bey
direnir; ancak yenilir ve esir edilir. Ruslar Hokand’a hâkim olur ve burayı
Fergana eyaleti adıyla Rusya’ya katarlar.
Ruslar
Fergana topraklarına Rus göçmenlerini yerleştirmeye başlar. Halk huzursuzdur ve
durmadan ayaklanır. On dokuzuncu yüzyıl sonlarında Rus işgali gerçekleşmiş
olmakla birlikte hiçbir zaman sorunsuz kalmamış, direnişlerin ardı hiç
kesilmemiştir. Rusların, bütün şiddetlerine rağmen, Basmacı ayaklanmaların ardı
hiç eksilmemiştir. En ünlüleri Fergana vadisinde gerçekleşenlerdir. 1878, 1882,
1892 ve 1893 yılları kanlı ayaklanmalarla geçer. 1878’de Andican’da Yetim Han,
1882’de Andican ve Mergilan’da Derviş Han, 1892-93’de Hokand çevresinde Şakir
Han ayaklanmaları yaşanır. 1898’de Fergana’da Dükçi İşan olarak anılan Şeyh
Muhammed Sabıroğlu ayaklanması olur. Kırgız ve Özbek halkın iyi organize
edilememiş, öfkeli bir iman hareketi olarak başlayan isyan çok kanlı
bastırılır. Şeyh Muhammed esir edilir ve türlü işkenceler uygulanır. Şeyh
sonuna kadar sakin ve sade, inandıklarını söyleyerek can verir: “Biz duacı
biçareyiz. Soy soya çeker. Herkesin kendi soyunu dost tutacağı tabiidir.”
Şeyhin köyü Mintepe’yi buldozerlerle dümdüz eder, yerine “Rus Köyü” adıyla yeni
bir köy kurarlar.
Ne
var ki, bu direnişler toparlanıp bir Merkezî Türkistan gücü haline hiçbir zaman
gelemezler. Ancak Rus işgalinden sonra akılları başlarına gelen medrese ve
tarikatlar direnişlerin de merkezi olurlar. Altı yüz civarında
medrese
vardır ve köy köy dolaşarak millî duyarlıkları harekete geçirmeye çalışırlar.
Tekkeler ve özellikle Nakşibendî tarikatı ise millî birliği fiilen temin eden
en güçlü merkezlerdir. Diğer bir direnç kaynağı halk şairleridir. Köy köy
dolaşan bu insanlar saz ve sözleriyle millî şuuru uyandırmaya çalışırlar. Ancak
bütün bu gayretler, ferdî ve mevziî kahramanlıklara yol açsa da, tam bir
çözülme haline girmiş olan toplumda birlik ve sürekli bir direniş mayası
tutturamamıştır. İşin içine bir de ceditçilik-kadimcilik ayırımı girmiştir.
E |
NVER
Paşa’nın yöneleceği Buhara’da, on dokuzuncu yüzyılın başında tahtta oturan Emir
Sait Haydar, âlim ve âdil bir emîrdir. Kendi adına para bastırmış, medreselerde
bizzat dersler vermiştir. Zamanındaki birkaç ayaklanmayı da bastırmıştır.
1826’da Emir Sait’in ölmesiyle oğulları arasında klasik kavga başlar. Beyler
Ömer’i seçerlerse de, kardeşi Nasrullah razı gelmeyip ordusu ile Buhara üzerine
yürür ve Ömer’in divanbeyini kandırarak şehri ele geçirir. Hokand Hanlığı ile
on beş yıl süren mücadelelere girişir; sonunda Hokand’ı 1842’de alır, hanı idam
eder ve çekilir. İdam edilen Han’ın amcası oğlu Şir Ali Bey, Karasu’da han,
Hokand yahut Fergana Hanı ilan edilerek ordu toplar; Hokand’ı geri alır,
Taşkent’e yürür burayı da alır; kavga hiç bitmez. Nasrullah Han, zamanında bir
çok bey ayaklanmaları olmasına rağmen Şehr-i Sebz üzerine otuz iki sefer yapar
ve 1855’de alır. 1860’da ölünce yerine oğlu Muzaffer geçer. 1865’de, Taşkent
için Ruslarla dehşetli bir savaş içinde bulunan Hokand Hanı’nın üstüne yürür.
Taşkent’in yardım isteklerine kulak asmaz ve Hokand’ı işgal eder. Esasen Ruslar
karşısında çok zayıflamış olan Hokand Hanlığını iyice ezer.
Ruslar
ise Sirderya’nın aşağı kısımlarından Türkistan içlerine girmektedirler.
Muzaffer Han da Ruslarla çarpışır; ancak, 1866’da ve 1868’de yenilir. Ruslar
Buhara’ya egemen olur ve burasını yarı bağımsız bir hale getirir, vesayet
altına alır, kullanırlar. Darvaz, Hisar ve Şehr-i Sebz gibi yerleri de Buhara
Hanlığına katar ve diğer Türk hanlıklarıyla giriştikleri savaşlarda zaman zaman
Buhara Hanlığından da destek alırlar. 1873’de Hive Hanlığını yıkınca, oranın
topraklarının bir kısmını da Buhara’ya verirler. Fakat, Buhara’nın artık askerî
bir gücü kalmamış, Han halk indindeki itibarını da kaybetmiştir. 1885-1910
arasında tahtta olan Muzaffer’in oğluna Ruslar general ünvanı verince, Han’ın
bir Rus memuru haline gelmesine karşı ayaklanmalar olur. Ruslar hepsini
bastırırlar.
Sonuç
olarak, bugünkü Kazakistan, Türkmenistan, Kırgızistan, Özbekistan ve Tacikistan
bölgelerinde Buhara, Hokand yahut Fergana, Taşkent, Hive, Harzem ve Kâşgar
Hanlıkları ve diğer beyler, hem birbirleriyle, hem de Ruslarla savaşa savaşa
toprakları üzerindeki egemenliklerini on dokuzuncu yüzyılın sonlarına doğru,
büyük ölçüde Ruslara teslim etmiş olurlar.
*
* *
Hazar’ın
doğusunda Aşkabad çevresindeki Türkmenler kâh Buhara’ya, kâh Hive Hanlarına
bağlı olarak, çoğu kere kendi boy beylerinin emrinde kendi başlarına buyruk
olarak yaşarlar. 1876’dan itibaren Ruslar Hazar’ın doğusunda harekete geçip
Türkmenistan’ı işgale başlayınca, her biri kendi başına olan Teke Türkmenleri
Nurverdi Han’ı başbuğ yaparak kavgaya koyulurlar.
Türkmenler
Göktepe mıntıkasındaki Dengil Tepe kalesini tahkim ederek yerleşirler. 1877’de
Göktepe’ye doğru ilerleyen Rus birliklerini Berdi Murad Han komutasındaki
Türkmenler bozarak geri atarlar. 1880’de Ruslar yeniden saldırıya geçerler.
Dengil Tepe’de otuz bin kişi vardır; fakat, sadece beş bini tüfeklidir.
Komutanları Tıkma Serdar’dır.
Ruslar
kaleyi kuşatırlar. Önce, yakınlardaki bir istihkâma saldırırlar. Kül Batur
komutasındaki Türkmenler saldırıyı dağıtır; bir Rus generali ölür; geri
çekilirler. Ruslar yoğun bir topçu ateşine girerler. “Türkmenler ise
geceleyin hücum ederler. Yalın ayak, eteklerini bellerine sokup, kollarını
sıvayarak kılıçla saldırırlardı; tüfenkleri kullanmazlardı. On dört-on beş
yaşındaki çocuklar ise ‘alaman’ fırkaları teşkil eder, Ruslardan silah ve mühimmat
kaçırırlardı. ”
Rusların
Egen Batur ve Yeni Kale’ye yaptıkları saldırılar da aynı şekilde geri çevrilir.
Dengil Tepe Kalesi savunucuları dört beş kere çıkış yaparak saldırır ve Ruslara
büyük kayıplar verdirirler; ama, kendileri de erimektedir. Ruslar yoğun top
atışlarıyla kale surlarını yıkarlarsa da içeri giremezler; Türkmenler surları
hemen onarırlar. Düşman lağım yoluyla kaleyi yıkmayı dener ve 12 Şubat 1881’de
şiddetli lağım patlamaları ile yıktıkları yerlerden kaleye girerler. Boğaz
boğaza müthiş çarpışmalar olur. Tıkma Serdar Mahdum Kulu Han, Murad Han ve
Merv’in komutanı Kacar Han geriye, Tican havzasına doğru çekilirler.
Tarihçi
der ki, Rusların sayı ve teknik üstünlükleri çok fazlaydı ama, “Tekeliler
kuşatmanın başından beri ölüm için savaştılar. ”
Rus
kuvvetleri 1881 Mart ayında Aşkabad’ı işgal ederler. Bundan sonraki direnişler
Rus yayılmasını durduramaz.
Isık
Göl çevresi ve Tanrı Dağları’nın yamaçlarında oturan Kırgızların bölgelerinde
on dokuzuncu yüzyılın ortalarından itibaren Rus yayılması başlar. Dağınık
yaşayan Kırgızlar direnecek durumda değildir. 1867’de, Ruslar, hemen bütün
bölgeye egemen olurlar.
B |
ÜTÜN Türkistan dünyasının, on
altıncı yüzyıl yahut Timur rönesansından bu yana, sürekli bir gerileme,
toplumsal gerilimin düşmesi ve kültürel katılaşma yaşadığına işaret edilmişti.
Diğer hayat alanlarında olduğu gibi dinî iman da aslında zayıflamış olduğu
halde, dinî hayat görünüşte gittikçe sertleşmiş, geleneklerle bütünleşmiş ve
donmuş hayat kalıpları halinde toplumu ezmeye başlamıştır. Bu katılaşma içinde
yaratıcılığını kaybetmiş olan geleneksel kültür, sorunları çözememekte, değişen
hayat şartlarını değerlendirememekte, yorumlayamamaktadır. Bunu yapabilmek için
dinî, siyasi, toplumsal hayatın her alanında, geleneksel anlayış, çözüm ve
yapılardan kurtulunarak, millî ve dinî mukaddeslere dayalı yeniden bir bakış,
kavrayış ve yorumlara kavuşulması gerekir.
On
dokuzuncu yüzyılda, Türk dünyasının hemen her yanında bu ihtiyaç duyulmuş ve
önce dinde tecdit (yenilenme) yönelişleri başlamıştır. Şerafeddin Mercanî ve
Cemaleddin Afganî bu düşünce hamlesinin öncülerindendir. Yapılmak istenen şey,
aslında çok sade ve açıktı: Dini, geleneksel olanlardan temizleyerek ve
asıllardan hareketle yeniden anlamak, kavramak, yorumlamak. On altıncı yüzyılın
başlarında İbni Haldun, geleneğin din kılığında kendisini toplumlara egemen
kılacağını söylemişti; ama, bu gerçek unutulmamış idiyse de, gereği
yapılamamıştı.
Nihayet,
batı medeniyeti ile, şu veya bu şekilde karşılaşmış olan Türk aydınları, böyle
bir düşünce hamlesine girmişlerdi. Ancak bu hamle, kendisini gerçekleştirecek
olan, yani kültür dünyasını yeniden kuracak olan toplumsal gerilimden yoksundu;
sadece düşünsel bir yenilenmenin mücadelesi yapılıyor, bunu gerçekleştirecek
olan toplumsal gerilimi yaratacak iman yenilenmesi, geleneksel ifadeyle
tecdid-i iman boşlukta kalıyordu. Türk dünyasının bir kesimi bu gerilimi ancak
milliyetçilik akımlarında bulmuş, ama, gereği gibi kullanamamıştır.
Ondokuzuncu
yüzyılda Türkistan çevresinde başlayan bu zihniyet değişimi hareketi,
olağanüstü bir isabetle, işe okullardan başlamıştır. Çünkü, okullarda başarıyla
gelişmesi halinde, hem zihniyet değişimi, hem de kültürel hamleyi
gerçekleştirecek toplumsal gerilim kazandırılmış olacaktı. Fakat, böyle bir başarı
çok uzun, zahmetli ama uygun ortamları gerektirir. Türk dünyası böyle bir
ortama sahip değildi. Daha ilerki sayfalarda da göreceğiz ki, ferdî
kahramanlıklar, faziletler sık sık en üst mertebelerinde ortaya çıksa da,
toplum olarak hayatiyet kaybolmuştur ve hayatın her alanındaki cehalet ürkütücü
boyutlardadır. Dini temsil eden mollalar ve onların etkisindeki sıradan halkın,
Müslümanlığın iman ve davranış biçimleri hakkındaki bilgi ve tutumları
inanılacak gibi değildir. Bu cehaletin oluşturduğu sınırları, Enver Paşa’nın
bildiğimiz sihirli kişiliği ve ihlâsı da kırıp geçemezdi.
Ceditçilik
hamlesi, geleneksel yapıları bozarken, derin parçalanmalara, toplumsal
yarılmalara yol açtı. Bu bölünmede Ceditçilerin entelektüel bilgi düzeyinde
kalan tebliğ üsluplarının da etkili olduğu düşünülebilir. Öyle ki, Enver Paşa
Türkistan’a gidip birlik olun dediği zaman, bir kesim ona düşman kesildi ve
bizim kavgamız Ruslarla değil Ceditçilerledir, diyenler oldu. Halbuki,
Türkistan’da Millî Mücadeleler yeni bir safhaya giriyor ve onlardan, esasen
zayıf olan güçlerini birleştirmelerini istiyordu.
Başarılamadı;
ama, inananlar meşalelerini yaktılar.
*
* *
Ceditçilik
esas itibariyle, yeni ve kolay yöntemlerle eğitim anlayışına dayanan bir uyanış
hareketidir. Kültürel yaratıcılığını kaybettiğini söylediğimiz Türkistan
çevresinde eğitim çalışmaları da aynı şekilde, belirli bir biçim ve içerikte
donmuş gibidir. Medrese ve camilerde yapılan eğitimde, çocuklara sadece okuma
yazma ve ilmihal bilgileri öğretiliyor; bu da çok uzun bir süre içinde
başarılabiliyordu. Usul-i cedit okullarının kurucularından olan Kırımlı İsmail
Gaspıralı Bey’in geliştirdiği yeni yöntemle, okuyup yazma çok süratle
öğretildiği gibi, ilköğretimin içeriği de zenginleştiriliyordu.
Ceditçiler
aynı zamanda millîcilik duyarlıkları olan ve bunu geliştirmeyi amaçlayan
aydınlardı. 1910 yılında Ufa’dan gönderilen bir Rus istihbarat raporunda şöyle
denilmektedir:
“Usul-i
Cedit buraya Türkistan yoluyla geldi. Ne var ki, bu yeni okullarda, Türkçe
dersleriyle birlikte, Türkçülük ideolojisi de verildi. Bir
müddet
sonra öğrenciler, Türkiye’deki çocuklar gibi giyinmeye, Türkçe şarkılar ve
marşlar söylemeye başladılar. Söylenen şarkılar ve marşlarda bağımsızlık
temaları ön planda yer almaktadır. ... Eğer Usul-i Cedit mekteplerinde
Türkçülük gayesine yönelik eğitim yapılmayıp, sadece okuma yazma eğitimi
yapılırsa, herhangi bir sakınca olmayabilirdi. Fakat, çocuklara Türkçülüğe
yönelik eğitim verildiğinden şüphesiz gelecek için bu tehlikelidir. ”
(Nabican Bakiyev, Enver Paşa’nın Vasiyeti, İstanbul 2006, s.10. Bu
kitapta, Enver Paşa’nın Türkistan’daki mücadelesi, 1990 yılından sonra açılan
Sovyet arşivlerindeki gizli belgelere dayanılarak, anlatılmaktadır. Bizim
yapacağımız alıntılar, bu çalışmada, arşivi ve belge numarası verilmiş olan
metinlerden olacaktır.)
Bir
anlamda, Türkistan’ın katılaşıp kaldığı geleneksel kültür kalıplarını kırarak
yeni açılımlar sağlamak istiyor ve bunu Rusya’daki gelişmeler ve Avrupa kültürü
etkisinde yapmaya çalışıyorlardı. Ve, doğal olarak eski usulleri savunan
kadimcilerle çatışıyorlardı. Öyle ki, Ceditçilik bir yanda gelişmeci ve millî
bir uyanışın kaynağı olurken, bir yandan da yeni bir bölünmenin gerekçesi
olarak algılanıyordu. Özellikle dinde yenilenme fikirleri sert tepkilerle
karşılanıyordu. Ceditçiler koruyucu kesimleri Kadimciler, kara güruhlar olarak
isimlendirip, tutuculuk, taassup, dar görüşlülük ve dünyadan habersizlikle
suçlarken, onlar da Ceditçileri din reformcuları, dini bozmaya çalışan misyoner
ruhlu kimseler olarak itham ediyorlardı. 1905’ten sonra bu tartışmalar
sertleşerek yayılacak ve artacaktır. Ve bu bölünme siyasi tavır ve taleplerde
de temel bölünme çizgisini oluşturacaktır. Ceditçiler millîci, bağımsızlıktan
yana ve bunun için Marksist gruplarla daha rahat işbirliğine girerken, Kadimciler
Emîrci ve Marksistlerle uzlaşmaz, Basmacı tutuma girmişlerdir.
Türkistan’da
din ve gelenekler artık ayrılmaz bir üslupta kaynaştığı ve hayatı o şekliyle
biçimlendirmeye çalıştığı için, ceditçilik öncelikle dinî anlayışın yenilenmesi
şeklinde ortaya çıkıyordu. İdil-Ural çevresinde ilk ceditçilerden olan
Şihabeddin Mercanî (1818-1889), M. Necip Tunteri, Alimcan Barudî ve daha
sonraları Musa Carullah Bigi (1879-1949), hem Ahmet Cevdet Paşa, Ahmet Midhat
Efendi ve Şemseddin Sami gibi Osmanlı kaynaklarından hem de A. İbrahim Kursavî
ve Ahmetcan Emirhan gibi Kazanlı din bilginlerinden besleniyorlardı. Zamanın
ünlü din bilginleri olan bu zâtlar, geleneklerden sıyrılarak, İslamiyeti yeni
bir algılama biçimiyle, tekrar özgün haliyle egemen kılmak istiyorlardı. Savundukları
tecdidin esası, asıla dönüşü sağlayacak bir yenilenme idi ve kaynakların değil,
algılama
biçiminin
yenilenmesini istiyordu. Kazan’da İbrahim Half (1778-1929) ve Kazaklardan ünlü
Çokan Velihan Cengizoğlu tarih alanındaki çalışmalarıyla bu uyanışı, millî
kimlik şuuru açısından besliyordu.
Millî
dil konusundaki çalışmalar hızla artmaya başlamıştı ve yeni bir edebiyat
doğuyordu. Kazan’da Kayyum Nasırî (1824-1902) millî kültürlerin uyanış ve
yenilenmesinde öncülerdendi. Azerbaycan’da Abbas Kuli Ağa Bakihanlı
(1794-1848), Mirza Fethali Ahundzade (1812-1878), Hacı Seyit Azim Şirvani
(1835-188) ve Hasan Melikzâde Zerdabi (1837-1907) kültürel uyanışın
öncüleriydi. Zerdabi Azerbaycan’da ilk Türkçe gazete olan Ekinci’yi yayımlamıştı.
Daha sonra Füyuzat ve Molla Nasreddin dergileri çevresinde yeni
edebiyat ve uyanış hareketi kendini gösterecekti.
Kırım’da
İsmail Bey Gaspıralı’nın (1851-1914) çıkarmaya başladığı Tercüman (10
Nisan 1883) gazetesi bütün Türk dünyasında “Dilde, fikirde, işde birlik”
ilkesini bayraklaştırmıştı. Bu gazete Kâşgar’dan İstanbul’a kadar Türk
dünyasının her yanında inanılmayacak kadar hızla yayılıyor ve okunuyordu. Daha
önce Ekinci gazetesinde ileri sürülen Türk dünyasında Türkçe birliği
fikri bu gazetenin temel hedeflerindendi.
Kazak bölgesinde İbrahim Altınsan (1841-1899) ve
Abay
Kunanbayoğlu
(1844-1904) dile dayalı millî uyanışı temsil ediyorlardı.
Buhara’da,
Emîr’e ceditçiliğin gereği ve faydaları anlatılamaz. Ama Gaspıralı’nın gazetesi
ve okulları büyük yankılar yapar. Büyük şair Abay’ın yurt ve millet sevgisi
aşılayan, hizmet aşkı vermeye ve halkı birlik olmaya dönük çağrıları cevapsız
kalmaz. Alihan Bökeyhan, Ahmet Baytursun, Mir Yakup Dulat, Mağcan Cumabayoğlu
gibi daha bir çok yazarlar onu izlerler.
Taşkent
çevresinde, Rus işgalinin hemen ardından Ceditçilik hareketleri başlar. Şeyh
Ahmet Makdum öncülerdendir. Gaspıralı’nın gazetesi düzenli olarak okunmaktadır.
Hareketin bayraktarı olarak tanınan Şehit Müftü Mahmud Hoca Behbudî (1875-1919)
-ki kadimciler tarafından şehit edilmiştir- çevresinde Kadı Haydar Bek,
Hokandbay, müfti Sadreddin Han gibi aydınlar vardır. Münevver Kari, Sadreddin
Aynî ve Avaz gibi büyük edipler bu çevrede toplanırlar.
İlki
1870’de Özbekçe olmak üzere, Tatarca, Kazakça ve Azeri ağzıyla bir çok gazete
ve dergiler yayımlanmaya başlar. Ancak ceditçiliğin asıl iddiası eğitim
alanındadır. Bütün Türk dünyasının temel meselesinin eğitimsizlik olduğunu
gören Ceditçiler, yeni okullar açarak bu boşluğu
doldurmaya
çalışırlar. Usul-i Cedit okulları olarak bilinen bu eğitim kurumları bütün
Türkistan’da şaşırtıcı bir hızla yayılır.
Bu
okulların ilk kurucusu olan İsmail Gaspıralı’ya göre, usul-i cedidin ana
unsurları şunlardır: a. Okuma yazmayı, kolaydan zora doğru, sese dayalı yeni
bir yöntemle ve hızla öğretmek. b. Medreselerde yer verilmeyen sınav sistemini
kurmak. c. Öğretim yılını sınırlayıp, ikiye bölmek. ç. Ders programlarında din
bilgileri yanında tarih ve fen bilgileri de vermek. d. Öğrencilere kendi ana
dillerini öğreterek, okuma ve yazmaya Türkçe ile başlamalarını sağlamak. e.
Ders kitaplarını ayrıca hazırlamak. f. Eğitim süresini sınıflara bölmek. g.
Okulların fizikî yapılarını iyileştirmek. h. Derslerde uzmanlaşmaya yönelmek.
Bu
okullarda ilmihaller de mahallî şive ile öğretiliyordu. Ayrıca kız çocukları
için de kız mektepleri açılarak okutulmaları sağlanıyordu.
Ceditçilik
aynı zamanda Türkistanlıların millî uyanışı anlamına geliyordu. Sadreddin Aynî
şöyle yazar:
Mektepsizlik bizni kıldı yap yalangaç
Mektepsizlik bizni etti talan taraç
Mektepsizlik Turan Elin öldürdü aç
Közünü aç, bu horluktan mektebe kaç.
Bilim kaçtı Elimizden beş yüz yıldır Unutmağıl
Uluğ Bek’ler bizim Eldir Turan Eli, Özbek tili biznin tildir Turan oğlu
bolganınnı çalış, bildir.
1904’te
Rusya’nın egemen olduğu Türk topraklarında beş bin usul-i cedit okulu
açılmıştır. Rusya bunları tehlikeli görerek bir kısmını kapatmaya çalışıyor ama
tamamen ortadan kaldıramıyordu. Taşkent’te ilk kez 1901 yılında açılan usul-i
cedit okullarının sayısı 1915 yılında yüzü geçmişti. Buhara’da 1908’de Mirza
Abdülvahit Bey’in ilk yeni usul okulu açılır. Ahmet Can Mahdum, Osman Hoca,
Sadreddin Aynî ve bir kaç arkadaşı birleşerek aynı yıl, “Çocukların Eğitimi”
adıyla gizli bir cemiyet kurarlar. Halkı aydınlatmak ve bir ülkü vermek üzere
kurulan cemiyet, Türkistan’ın çeşitli yörelerinden İstanbul’a öğrenciler
gönderir; gizli okullar açarlar. Teşkilatın İstanbul’da bir şubesi kurulur.
Yine Muhsin Beycan, Abdurrauf Fıtrat, Ahmet Can Mahdum ve arkadaşları “Turan
Neşr-i Maarif Cemiyeti”ni kurarlar. 1912’de Turan ve Buhara-yı Şerif
adıyla gazeteler çıkmaya başlar.
Ruslar,
Buhara Emîrine baskı yaparak okulların ve gazetelerin kapatılmasına çalışırlar.
Türkistan genel valisi Moskova’ya gönderdiği raporunda şöyle diyordu: “Bu
okullar devam ettiği takdirde, netice Panislamizm olmakla kalmayacak,
Pan-Türkizm ve hatta Pan-Asyatizm olacaktır. ” Ama, inanmış mahalli
zenginlerin de desteklediği okulları bütünüyle kapatmak mümkün olamıyordu.
Ceditçi uyanış hareketi yavaş yavaş eski medreselere de yayılmaya ve buralarda
da millî benliğin duyulup kazanılmasına doğru hareketler görülmeye başlar.
1905 Rus Devrimi Ceditçiliğin
yayılmasını hızlandırır. Türkistan’lı aydınların Osmanlı ilgileri artar.
Trablusgarp Savaşı’nın yankıları Türkistan’da büyük heyecan yaratır ve
destanlaşarak yayılır. Balkan Savaşı ise bir Slavcılık hareketi olarak
algılanır ve Türkçülük duyarlıklarını artırır. “Rus üniversitelerinden
okuyan ve Türk soyundan olan gençler, Panislavist Rus gençlerinin faaliyetini
karşılamaya çalışıyorlar. Kendi aralarında bir teşkilat vücuda getirmiş olan bu
gençler, derhal üniversitelerdeki diğer gayri Rus milletler gençliği ve
inkılabçı ruhlu gençlik teşekkülleriyle temasa geçerek hazırlıklarını
genişletiyorlar. Aynı gençler kurulu, Rusya Balkanlıları korumak için
Türkiye’ye karşı savaşa girdiği takdirde tatbik edilmek üzere bir program da
hazırlıyorlar. ” (y.t.
Türkistan’da Türkçülük ve Halkçılık, İstanbul 1954, s. 62) Bu komiteler
genişleyerek, Hilal-i Ahmer yoluyla ve sair şekillerde Osmanlıya yardım
kampanyaları düzenlemişlerdir.53
Ceditçilik
hareketi daha başlangıcından itibaren Osmanlı aydınları ile özellikle kültürel
açıdan yakın ilişki içinde idi. Hareketin öncülerinden Abdürreşid İbrahim (Kadı
Reşit) daha sonra, Teşkilat-ı Mahsusa’nın bir elemanı olarak Türkistan’a ve
Japonya’ya gidecek ve hizmetlerini sürdürecektir. İsmail Gaspıralı ve özellikle
Kafkaslı Müslüman aydınlar, İstanbul’a gidip gelmek de dahil bu ilişkiyi en
yakın şekilde sürdürenlerdir. Türkistan’da, Osmanlı’daki Genç Türklere bakarak,
Genç (Yaş) Buharalılar ve Yaş Hiveliler grupları kurulmuş, Hanlara karşı
mücadeleye girişmişlerdir.
İttihat
Terakki’nin lideri Talat Paşa, 1914 yılında Ahmet Kemal İlkul’u, okul açmak ve
eğitim çalışmalarında bulunmak üzere Doğu Türkistan’a gönderir. Ardından Enver
Paşa’nın teklifi ile Hacı Selim Sami Kuşçubaşı, Hüseyin Emrullah (Barkan), Adil
Hikmet Bey, Silistreli Tatar Hüseyin Bey ve Bursalı İbrahim Haklıer Bey
Hindistan üzerinden Türkistan’a gönderilirler. Bu insanlar bütün tehlikeleri
göğüsleyerek, okul açmaktan
Kırgız
Yedi Su bölgesindeki ayaklanmada çarpışmalara katılmaya kadar, her yolu
deneyerek Türklük şuurunu uyandırmaya çalışırlar.
1917
Bolşevik İhtilali, İttihat ve Terakkicilerin Türkistan’da teşkilatlanmak ve
oraların bağımsızlığı için mücadele etmek fikrini alevlendirir. İttihat
Terakki’nin Kafkas Şubesi kurdurularak Hasan Ruşeni Bey Bakü’ye, Efendizâde
Mehmet Emin Bey Türkistan’a gönderilir. Esasen oralara gelebilmiş olan Osmanlı
subayları 1917 öncesinden, İttihat ve Terakkiperver Cemiyetini kurmuşlardır.
Osman Bey reis, Haydar Efendi ise rehber olarak seçilmişlerdir. 1918’de
Azerbaycan ve Anadolu’ya yardım istemek üzere gidecek olan heyet bu cemiyetten
olacak ve Mehmet Emin Bey’in aracılığıyla yola çıkacaklardır. Söz konusu heyetin
yardım istekleri karşısında İstanbul’la görüşen Hasan Ruşeni Bey, Bakü’de
bulunan eski Bayburt kaymakamı Yusuf Ziya Bey ile yirmi Osmanlı subayını bu
heyetle Türkistan’a gönderir. Yusuf Ziya Bey idarî, subaylar da askerî
teşkilatlanmayı yapacak ve bir Harp Okulu açmaya çalışacaklardır.
Yusuf
Ziya Bey’in Türkistan’a gelmesinden sonra cemiyetin adı İttihat ve Terakki
olarak değişecek ve İstanbul’a bağlanacaktır. Türk ordusunun Bakü’ye girmesi,
heyecanları ve ümitleri iyice artırır. 30 Ekim 1918 Mondros Mütarekesi ise,
heyecanların kırılma noktası olur. Türkistan’daki cemiyet, Millî İttihat adını
alarak çalışmalarını sürdürür.
Birinci
Dünya Savaşında esir düşüp, Sibirya’ya gönderilen ve hayatta kalmayı
başarabilen Osmanlı subaylarının bir kısmı, savaşın sona ermesiyle Türkistan’a
geçer ve buralardaki okullarda öğretmenlik yaparak, öğrencilerle, Turan Gücü Tüdesi, Demir Tüde, Terakki Tüdesi,
Türk Gücü Tüdesi gibi bir çeşit
izci birlikleri kurarak onları eğitmeye ve yönlendirmeye çalışırlar.
53 O günkü
Türkistan halkının havasını yansıtması açısından aşağıda nakledilen olay ilgi
çekicidir: “Türkistanın Akmesçit kazası ahalisinden olan ihtiyar bir
Kazak-Kırgız, küçük bir heybenin iki gözüne doldurmuş olduğu altınları
Petesburg’a getiriyor ve doğruca, orada tahsilde bulunan hemşehrisi Mustafa
Çokay’ın evine gidiyor. Kendisini Sefir Paşanın (Osmanlı büyük elçisi) yanına
götürmesini istiyor. M. Çokay ihtiyar hemşerisini heybesiyle birlikte
sefarethaneye götürüyor ve sefir paşaya takdim ediyor. İhtiyar, Sefir Paşadan,
Türkistan Türk kardeşlerinin sevgi ve sempatisinin küçük bir ifadesi
olarak getirdiği
yardımı gerekli yere ulaştırmasını rica ediyor. Paşa, gözleri yaşararak her
ikisini de kucaklayıp öpüyor ve aynı derecede sıcak sevgi ve sempati ile,
gerekli yere ulaştıracağını söylüyor.” Y.T., a.g.e., s. 62)
Yirminci
Yüzyıl Başlarında
İhtilaller ve Gelişmeler
S |
ULTAN II. Abdülhamit Han
döneminde Türkistan Türkleriyle, esasen var olan doğal ilişkiler geliştirilmeye
çalışılmış, ancak bunlar Osmanlılığın tanınması ve Hilafet otoritesinin
yaygınlaştırılması dışında siyasi etkileşim ve yardımlaşma düzeyine
çıkartılamamıştır. Bunun için ne Osmanlının, ne de Türkistan’ın durumu müsait
değildi. Özellikle Hac için Türkistanlıların İstanbul’a uğrama geleneği bu
ilişkilerin ağırlığını oluşturuyor ve bu insanlara her türlü destek de
veriliyordu. (Dr. Ali Merthan Dündar, Panislamizm’den Büyük Asyacılığa,
İstanbul-2006, s. 64-69) Türkistan hanlıklarından gelen yardım talepleri ise,
sembolik sayılabilecek düzeylerde karşılanabiliyordu.
“Türkçülükle
İslamcılığın iç içe geçerek, İmparatorluk sınırları dışına taştığı dönem ise,
İttihat ve Terakki’nin ülkeyi doğrudan yönettiği 1913-1918 yılları arasındaki
zaman dilimidir.” (Dr. Dündar, a.g.e., s. 84) Bu
dönem Rusya’nın ihtilaller geçirdiği zamanlara denk gelse de, ne yazık ki,
İmparatorluğun da çöküş dönemidir. Heyecan verici kahramanlıklar yaşanacak, ama
hedeflere ulaşılamayacaktır.
1904
Japon savaşından ağır bir yenilgi ile çıkan Rus Çarlığı, esasen birikmiş olan
gerilimleri de yumuşatmak üzere meşrutî bir yönetime geçme zorunluğunu duyar.
Bu, Çar egemenliği altındaki halkların da, en azından düşünce ve söz
hürriyetleri açısından nisbî bir serbestliğe kavuşması demektir.
Rusya
Müslümanları arasında özerklik fikri ilk defa bu dönemde dile getirilir ve
yayılmaya başlar. Bu fikri ilk dillendiren Osmanlı Türklerinin de yakından
tanıyacakları Abdürreşid İbrahim’dir. Diğer adıyla Reşid Kadı, “Çolpan Yıldızı”
adıyla ilk siyasi bildiriyi yayımlamış, Müslümanların sorunlarını dile getirmiş
ve özerklik istemiştir: “Milyonlarca Müslüman
İlminski
adlı bir kâfir tarafından tayin edilen müftünün elindedir. Bizler Rusça harfler
kullanmaya zorlanmaktayız. Savaş cephesinde iken ise, Müslüman kardeşlerimize
karşı savaşmak zorunda bırakılmaktayız. (Tatarlar) Yönetim Urallara ve
Türkistan’a Rus göçmenlerini yerleştirerek Müslümanların o bölgelerde azınlıkta
kalmalarına çalışmaktadır. ”
Abdürreşid
İbrahim Türkistan ve İdil-Ural çevresinin özerkliği için Müslümanları birliğe
çağırır. Bu dönemde gizli bir takım cemiyetler kurulur, gazete ve dergiler
çıkartılır. Osmanlı tesirleri, Rus okullarının tesirleri ve Kadimci tesirler
arasında aydınlar bölünürler. 1905 devriminin getirdiği rahatlama içinde başta
Abdürreşid İbrahim, Alim Maksut, Ali Merdan Topçubaşı, Ahmet Ağaoğlu,
Hüseyinzade Ali ve Gaspıralı İsmail olmak üzere 15 Ağustos 1905 tarihinde
“Rusya Müslümanlarının Birinci Kurultayı” toplanır.
Böylece,
1905 İhtilal ortamında Rusya Müslümanları ilk kez bir İslam Kongresi toplamayı
başarırlar. Bu kongre, Müslümanların Ruslarla eşit haklara sahip olabilmeleri
için Rusya Müslümanlarını birliğe çağırır. Müslüman İttifakı Cemiyeti tüzüğü
hazırlanır.13-23 Ocak 1906 Mekerce Fuarı’ndaki ikinci kurultayda bu tüzük, bir program
olarak kabul edilir. Teşkilatlanmak üzere, Rusya on altı bölgeye ayrılır.
Ardından 16-21 Ağustos 1906 arasında Üçüncü Kurultay toplanır. Kurultay’da
Müslümanların eğitim, sosyal, dinî ve siyasi sorunlarıyla ilgili görüşmeler
yapılır ve kararlar verilir. Türkçe basın bütün bu çalışmaları duyurur.
Kurultay, Rusya Müslümanlarının birliği ve haklarının alınabilmesi için 72
maddelik bir program kabul eder. Abdürreşid İbrahim başkanlığında daimî bir
komite seçilir. Ancak, Rus hükûmeti bütün talepleri geri çevirir ve komiteyi
dağıtır. Abdürreşid İbrahim ve Yusuf Akçora gibi öncüler Osmanlı topraklarına
geçerler. Türk dünyasının çeşitli yörelerinde her biri kendi başına da olsa
Hürriyet, Himmet, Musavat, Kazak Anayasal Demokrat Partisi, Genç Tatarlar gibi siyasi
parti ve dernekler kurulur.
Meşrutiyetin
ilan edildiği Rusya’da yapılan seçimlerde Rus Dumasına yirmi beş Türk seçilir.
Ancak, ne içerde ne dışarıda ortak bir eylem çizgisi kuramazlar. Türk
okumuşları arasında Ceditçiler-Kadimciler çekişmeleri giderek artarken
sosyalist temayüller de gelişmeye başlar. Çeşitli yörelerde çıkartılan gazete
ve dergilerin sayıları gittikçe artar. Bu yayınlarda ve ceditçi
eğitim
kurumlarında millîci-Türkçü temayüller gün geçtikçe belirginleşmeye başlar.
Birinci
Duma Haziran 1907’ye kadar sürer. Çar’ın dağıttığı Duma’nın yerine yeni
seçimler yapılır. Türkler II. Duma’ya da otuz yedi kişi sokarlar. Bu meclisi de
dağıtan Çar, III. Duma’ya giriş şartlarını Müslümanlar için zorlaştırır.
Türkler ancak on temsilci gönderebilirler. IV. Duma’da ise Türklerin sayısı
altıya düşer. Duma üyesi Türkler iki önemli kongre toplarlar. Rusya
Müslümanlarının Dördüncü Kurultayı 12-29 Haziran 1914 arasında toplanır. Rus
hükûmeti Türklerin düşünce ve temayüllerini birinci elden öğrenebilmek için toplantıya
izin verir, fakat basına kapalı tutar. O sıralarda yayımlanan Tercüman
ve Kazan’daki Kuyaş gibi Türkçe gazeteler Üçüncü Kurultay’ın ittifakının
resmî bir parti olarak tescilini isterler. “Bütün Türk kavimlerinin umumî
bir edebî dilde, ortak bayram, âdetler ve İslam dini içinde birleşmeleri
gerektiğini” yazarlar.
Kurultay’a
Kafkaslar, İdil-Ural ve Türkistan’dan kırk temsilci katılırlar. Kurultayı Hasan
Atamuhammed bir konuşmayla açar. İdarî, ruhanî-eğitim ve vakıflar olmak üzere
üç komisyon kurulur. Sadri Maksudi, Musa Carullah Bigi ve Dağıstanlı Dr.
Muhammed Duglat konuşmacı olarak seçilirler. Ancak Rus hükûmetinin baskıları
altında siyasi konuları görüşemezler. Sadece Bozkır Eyaleti Kazaklarının
Duma’ya temsilci göndermeleri istenir.
Çarlık
Hükûmeti, Osmanlı’da 1908 Meşrutiyetinin ilanından sonra İttihat Terakki’nin
Türkçü-Turancı söylemleriyle ilgilenmiş, onları hem İstanbul’da izletmiş, hem
de Türkistan’daki yankılarını tespit etmeye çalışmıştır. Buhara’dan gelen bir
rapora göre, buradaki Terakkiperver Cemiyeti 1910 yılının Nisan ayında
kurulmuştur. “Cemiyet tüzüğünü ele geçirdik ve anlaşıldığına göre, Cemiyet
faaliyetlerini Buhara ile sınırlı tutmamış, bütün Türkistan’a şamil ve gaye
kılmıştır.” İstanbul’dan gönderilen raporlarda ise, Genç Türklerin asıl
amaçlarının Türkistan-Buhara Müslümanlarını aydınlatmak olduğu söylenmektedir.
(Bakiyev, a.g.e., s.3)
Rapora
göre, Türkistan’a yönelik bu çalışmalar, Millî Eğitim Bakanlığı bünyesinde
kurulmuş olan Buhara Maarif Cemiyeti vasıtasıyla yürütülmekte ve burayı Dr.
Nazım yönetmektedir. Buhara ve Kâşgar’la temas kurulmuş ve buralardan
getirtilen yüz civarında öğrenci Harp Okulu ve diğer okullara
yerleştirilmiştir. (Bakiyev, a.g.e., s. 2) İttihat Terakki,
Müslümanların yaşadığı bütün ülkelerde dağıtılmak üzere broşürler göndermekte
ve Türkiye’ye destek
istemektedir.
“Mesela bu yolla, Hicaz demiryolunun inşası için, şimdiye kadar 150-200
milyon Frank para topladılar.” Rapor, Türk Donanma Cemiyeti için, bütün
dünya Müslümanları nezdinde yapılan çalışmalardan bahsetmekte ve “İstanbul’a
doğru yola çıkan Kırım’ın zengin Müslümanları, Türk donanmasının yenilenmesi
için büyük yardımda bulunmuşlardır.” demektedir. Salih Efendi’nin, İslam
propagandası yapmak üzere Buhara’ya gönderildiğini bildiren rapor, “Genç
Türkler İslam ideolojisini ciddi şekilde yaymaya çalışmaktadır.” dedikten
sonra, bu yönde yayın yapan dergi ve gazeteler hakkında geniş bilgiler
vermektedir.
Rusya,
Türkistan’ı, Türkistan Genel Valiliği ve Bozkır Genel Valiliği olmak üzere iki
birim halinde yönetmektedir. Buhara Emîrliği ise Rusya’ya bağlı olarak
varlığını devam ettirmektedir. Birinci Dünya Savaşı’na girerken Rus hükümeti,
Türk topluluklarıyla yaptığı anlaşmalar gereği Müslümanları askere
çağırmamıştır. Ancak Kafkaslar ve Bozkırdan toplanan bir miktar paralı süvari
Alman cephesine sürülmüştür. Askere alınmamak karşılığı, Türkistan halkı
üzerine tam bir soygun uygulaması yapılır; genel valisinden en küçük memuruna
kadar, halkın elinde bulduklarını zorla alırlar. Halbuki Çar idaresi lütuf
olsun diye değil, Türklerin silah kullanmaması ve savaş sanatını öğrenmemesi
için onları askere almamaktadır. 1822 yılında Kazakların askere alınmaları
kabul edilmiş, ancak Kinesarı isyanının başlamasıyla, yeniden eski duruma
dönülmüştü. (A. Zeki Velidi Togan, Bugünkü Türkili Türkistan ve Yakın
Tarihi, İstanbul 1981, s.336) Bu tecrübeyi bilen Kazak aydınlarından bir
kesimi, Kazakların askere giderek savaşmasını ve modern silahları kullanmasını
öğrenmelerini istemektedir.
Savaşta
uğranılan ağır kayıplar ve yenilgiler içinde Rus Çarı, Türkistan valiliklerine
talimat vererek bölgeden beş yüz bin asker toplanılmasını ister. Çar’ın bu
isteği 1916 Türkistan ayaklanmalarının vesilesi olur. O vakte kadar asker
toplanmamışsa da savaş için özel ve ağır vergiler alınmıştır. Rusya dışına
çıkmak zorunda kalan Türkistanlı aydınlar da, savaş boyunca çeşitli siyasi
kanalları harekete geçirmeye çalışarak Türkistan topluluklarının
bağımsızlıkları için uğraşmaktadır.
1916
Mayıs’ında, Mahmud Hoca Behbudî’nin Semerkant’taki evinde toplanan Münevver
Kari, Pehlivan Niyaz, Osman Hoca, Kaari Kâmil ve Abidcan Mahmut gibi aydınlar,
Türkistan’da seferberlik ilan edildiği takdirde ayaklanma düzenlemek üzere
anlaşırlar.
25
Haziran 1916’da Çar’ın Müslüman Türk toplulukları için bir seferberlik fermanı yayımlanır.
Buna göre, askere çağrılanlar savaşmak için değil, siper kazmak ve cephe gerisi
fabrikalarda çalıştırılmak üzere işçi olarak alınacaklardır. Bütün Türkistan’da
ayaklanmalar başlar.
Hive
Hanlığı topraklarında esasen istismar ve haksızlıklardan bunalan halk
kalkışmaya hazırdır. 1915 yılında Türkmenlerin başına geçen Cüneyt Han
ayaklanır. Haziran ayında Hive üzerine yürür. Ertesi sene çarpışmalar devam
eder; ancak üstün Rus güçleri karşısında tutunamaz ve bir çoğu İran’a
çekilirler.
Türkistan
Genel Valiliğinde Çar’ın fermanının okunmasıyla ilk isyan Semerkant’ta çıkar.
Protesto için yürüyenlere ateş açılması ve iki kişinin ölmesi ile ayaklanma
yayılır. Özbeklerin, “Çocuklarımızı vereceğimize ölürüz.” yahut “Çar
ve Ruslar defolsun! Müslümanlara hürriyet istiyoruz! Biz İslam devleti
kuracağız.” gibi sloganlarıyla hareketler yayılır. Cizak’ta Abdurrahman Bey
ve Zamin kasabasında Kasım Hoca öncülüğünde çatışmalar büyür. Andican, Fergana,
Taşkent, Namangan’da zorlu çarpışmalar olur. Ancak ayaklananlar halktır ve Rus
birlikleri “yerli kıyafetle görülen herkesi öldürmektedir. ”
Ayaklanmalar bastırıldıktan sonra, üç yüzün üstünde Özbek idam edilir ve bir
çoğu sürgüne gönderilir.
Bu
dönemde en büyük hareket Kırgız bölgesinde olur. Yedi Su ayaklanması olarak anılan
mücadelelere, o sırada bölgede bulunan bazı Osmanlı subayları da (Hacı Sami ve
arkadaşları) karışır. Yedi Su Kırgızları, Kanat Bey’in yönetiminde, Kara
Köl’deki boylar da Şabdan Batır’ı Han ilan ederler. Şabdan Batır’ın oğulları
Muhiddin ve Hüsameddin’in önderliğinde çarpışmalar sürer. Ruslara epeyce kayıp
verdirmekle birlikte kendileri de ağır kayıplar verirler. Sonunda Rus
katliamından kurtulmak için yüz elli binden fazla Kırgız ve Kazak Doğu
Türkistan’a geçmek zorunda kalırlar.
Türkmenistan
yöresinde, asker yahut işçi olarak Çar’a katılmak istemeyen boylar İran ve
Afganistan’a göç etmeye başlar: Bunun üzerine Ruslarla çatışmalar başlar.
Hareket yaygınlaşırsa da, Rus kuvvetleri sonunda hâkim olurlar.
Bozkır
genel valiliğinde yaşayan Kazaklar da esasen sürekli Rus göçmenlerinin
yerleştirilmesinden rahatsızdırlar ve bu ferman vesilesiyle çeşitli yerlerde
protesto hareketlerine girerler. Hareketler giderek çarpışmalara dönüşür.
Akmolla, Semey ve özellikle Turgay ve Çatkal Dağları
çevresinde
çatışmalar uzun süre devam eder. Ruslar ancak 1917 yılı sonlarına doğru hâkim
olurlar.
Türkistan
Genel Valisi Kropatkin yönetimindeki Rus ordusu büyük zulümler yapar. Bu
zulümler Çarlık Duma’sına aksettirilir ve daha sonra başbakan olacak olan
Kerensky başkanlığında bir araştırma heyeti bölgeye gönderilir. Heyet içinde
Türkistanlı milletvekili Mustafa Çokay da vardır. Fergana, Sirderya ve
Semerkant çevresi gezilir; yerle bir edilmiş kasabalar, köyler ve yanmış insan
cesetleriyle dolu evler görülür. Cizzak’taki manzarayı gören Kerensky, fenalık
geçirir ve Mustafa Çokay’a dönerek, “Ah, ne rezalet; artık yeter, tahammül
edemiyorum. Buradan geri dönelim. ” diyerek incelemeye devam etmemiştir.
(Tekin Erer, Enver Paşanın Türkistan Kurtuluş Mücadelesi, İstanbul 1971,
s.54)
Bu
ayaklanmalardan sonuç itibariyle Türkler çok zarar gördüler; ancak Rus Çarı da
istediği ölçüde işçi toplayamadı ve Müslüman topluluklardaki farklılık şuuru
biraz daha gelişmiş oldu.
*
* *
1917
Şubat ihtilalinin başlaması ve Çarlığın devrilmesi Türk dünyasını sevindirirse
de, böyle bir duruma hazırlıklı değillerdir. Umduklarını bulamazlar; ama,
ihtilal havası içinde millî ve siyasi taleplerini daha rahat açıklama imkânına
kavuşurlar. Orta Asya Türklerinin bu dönemdeki muhtariyet ve istiklal
arayışlarında da birlik ve ortak hareket iradesi yoktur. İktisadî ve askerî
bakımdan fevkalade zayıf olan Türk unsurlar, müşterek bir imanın yarattığı
gizilgüçten mahrumdur. Pantürkizm sayılı aydınların heyecan kaynağıdır. Türk
aydınları koruyucu dindarlar, milliyetçi liberaller ve millîci olmakla birlikte
sosyalistlerle işbirliğine girenler olmak üzere üç gruba ayrılmışlardır. Ruslar
ise, Kızıl Ordu yahut Beyaz Ordu, Türk unsurların muhtariyet yahut bağımsızlık
taleplerine karşı aynı acımasızlıkla saldırmaktadırlar. Ruslar, Çarlığın
yıkıldığı en sıkışık zamanlarında bile Türklere hiçbir zaman ciddi bir yakınlık
göstermezler, parti kavgalarında bile onları yanlarında görmek istemezler.
Biraz da bu yüzden Bolşevikler Türk aydınlarının bir kesimini kolayca
aldatabilmişlerdir. Bu grup içinde komünizme samimiyetle inanan yahut Bolşevik
harekete Türk halklarının kurtuluşu için bir ümit olarak sarılanlar vardır.
İhtilalin lideri Lenin’in
“Doğunun
Müslümanları, kendi yönetiminizi kendiniz kurunuz. ”
yönündeki beyannamesi de bu insanlara sıcak gelmiştir.
Liberal
Müslümanların yakınlık duyduğu Kadet Partisi de, Boğazlar ve Türkiye konusunda
Rus emperyalist istekleri açıklanınca, Sadri Maksudi, ünlü konuşmasını yapar ve
Türklerin parti ile ilgileri kopar.
“İstanbul
ve Boğazlar hakkında biz Müslümanlar, sizi şimdi Podişçev’in sözlerinden sonra
heyecana getiren hislere katılmıyoruz. Türkiye’yi bitirmeye, tarumar etmeye biz
asla razı değiliz. Türkiye’nin varlık ve bekasına aykırı bir siyasete, bizim
dinî ve ırkî duygularımız karşıdır... Biz Müslümanlar Türkiye’nin başkentinin
gitmesinin, Boğazların Türkiye’nin elinden çıkmasının barış şartları arasına
girmesine kesinlikle razı değiliz; biz bunu protesto ediyoruz...” (Prof. Dr.
Nadir Devlet, 1917 Ekim İhtilali ve Türk Tatar Millet Meclisi, İstanbul
1998, s. 79)
Unutulmasın
ki Rus Dumasında bu nutuk söylenirken Türkiye, Rusya ile savaş halindedir.
Rus
Dumasındaki Türk temsilciler, Selim Gerey, Necip Kurbanali, İsmail Liman, Ahmet
Salih, Mustafa Çokay, Zeki Velidi ve Ali Han Bökeyhan’dan kurulu Rusya
Müslümanlarının Geçici Merkezi’ni oluştururlar. Merkez bütün Rusya
Müslümanlarının kurultayını toplamaya karar verir.
Bu
dönem, Rusya Türklerinin yeni bir kongreler dönemidir. 7 Nisan 1917’de Kırım
Türkleri Akmescit’te bir kurultay toplayarak millî muhtariyet ilanını kabul
eder. Numan Çelebi Cihan Kırım müftülüğüne seçilir. İdil-Ural bölgesinde de
Millî Şuralar kurulur. Ancak, aydınlar arasında Lenin’in ilkelerine ve
vaatlarına inanmış olanlar da vardır. Türkistan’da 1917 Martında, Ceditçi
aydınlar Münevver Kari başkanlığında Şûrâ-yı İslam’ı kurarlar. Kadimciler de
Molla Şip Ali Lapin’in öncülüğünde başka bir grup kurar. Bu iki grubun ortak
gayreti ile Taşkent’te 1917 Mart’ında bir Müslüman Kurultayı toplanır;
Türkistan’ın kendi kendisini yönetmesi hususu tartışılır. Ülkenin geleceği
konusunda sadece Rusların söz sahibi olmaması gerektiği konusunda anlaşsalar
da, belli bir görüşte birleşemezler. Türkistan’ın sorunları ile uğraşmak üzere
Mustafa Çokay başkanlığında Türkistan Müslüman Merkez Şurası kurulur. Millî
Merkez olarak anılan bu şura Fergana’da, Semerkant’ta, Hazar ötesi bölgelerde,
Sirderya ve Yedisu çevresinde mahalli teşkilatlar kurar.
Orenburg’ta,
Ali Han Bökeyhan başkanlığında Birinci Kazak Kongresi toplanır. Alaş Orda
Partisinin teşkilatları kurulur ve Kazaklar için toprağa
dayalı
muhtariyet istenir.
Azerbaycan’da
l917’de Bakü’de toplanan Kafkasya Müslümanları Kongresinde, Mehmet Emin
Resulzade’nin milliyetçi Musavat Partisi ile Nasip Yusufbeyli’nin Türk Adem-i
Merkeziyet Partisi ve Neriman Nerimanov’un, daha sonra Bolşeviklere katılan
Himmet Partisinin fikirleri çekişir. Sonuçta Kongre, Rusya’da mahalli
federasyonlar esasına dayalı bir cumhuriyet kurulması kararına varır.
Rusya
Müslümanları Geçici Merkezi’nin düzenlediği ve sekiz yüz delegenin katıldığı
İslam Kurultayı 1-11 Mayıs 1917’de, Geçici Merkez Başkanı Kafkasyalı Ahmet
Salih başkanlığında Moskova’da toplanır. Bu kongrede Rusya’nın gelecekte
alacağı devlet şekli, İslam-Türk kavimlerinin durumu, birlik ve bağımsızlıkları
tartışılır. Bu tartışmalarda çok değişik fikirler ileri sürülür. Ahmet Salih
Rusya’da adem-i merkeziyete dayalı bir parlamenter rejim kurulmasını,
Müslümanların millî-medenî özerkliğe sahip olmasını önerir. M. Emin Resulzade
toprağa dayalı gerçek bir federasyon kurulmasını ister. “Biz Türk-Tatar
evladı ve o milletin balalarıyız. Biz Türk oğlu Türküz, bununla iftihar ederiz.
Rusya’daki otuz milyon Müslümanın 29 Milyonu Türk’tür. Biz millî-mahalli
muhtariyet esasına göre, Azerbaycan, Dağıstan, Türkistan vb. gibi ayrı mahalli
hususiyetlere malik olan Türk kavimleri için muhtariyet istiyoruz.” diye
konuşur. Zeki Velidi millî muhtariyetlerin kültür farklılıklarını dikkate alan
özellikleri üzerinde durur. Rusya’daki Türkler ilk defa, ortak meselelerini
birlikte konuşmuş olurlar. Resulzade’nin federal devlet teklifi kabul edilir.
Müslüman milletlerin menfaatlerini gerçekleştirmek için en uygun rejim, millî
birlik ve toprak özerkliğine dayalı halk cumhuriyetidir. Ayrıca, bütün Rusya
Müslümanlarının dinî işlerini yürütmek üzere bir merkezî teşkilat kurulmalıdır.
Kongre, İlkokullarda mahalli dillerin, ortaokullarda ortak Türkçe’nin
okutulmasını kararlaştırmıştır. Kabul edilen 24 maddelik karar metninin 3.
maddesi şöyledir: “İlkokullarda eğitim dili olarak her kabilenin kendi ana
dili kullanılır. Ortaokullarda umumî Türk dilinin kullanılması mecburidir.
Yüksekokullarda da eğitim dili Türk-Tatar kabileleri için ortak olan Türk
dilidir. ” (Devlet, a.g.e., s.95)
Bu
Kurultay’da Ayaz İshaki’nin yaptığı konuşma Türkistan’ın durumunu açıklayıcı niteliktedir:
Türk milleti ayrı kapalı bölgelerde ve farklı kültür düzeylerinde yaşadığından “siyasî
teşkilatı olmadığından, çeşitli
yolların
hiç birinde millî fenerlerin bulunmamasından, milleti aydınlığa çıkarmak hayli
zordur... İstiklalimizi kaybettiğimizden beri mirzalarımız, beylerimiz,
ağalarımız, aksakallarımız Ruslara hizmet etmekten ileri gidememişlerdir...
Hatta bugün de aydınlarımız Türk-Tatarların ayrı bir medeniyete sahip
olduklarına inanmamaktadırlar... Bize Rus partilerinden fayda yoktur... Tarihî
vazifemiz siyasi bir kuvvet haline dönüşmektir. İçimizdeki bütün zümreler,
kabileler, gruplar kendi ufak menfaatlerinden, maddî kazançlarından vazgeçerek
yeni binanın temeli atılıncaya, güçlü bir siyasi birlik kuruluncaya kadar
birleşmek zorundadırlar. ” (Devlet, a.g.e., s.103)
İkinci
Kongrenin Kazan’da, üçüncüsünün Taşkent’te ve dördüncüsünün Bakü’de
toplanmasına karar verilir. Ahmet Salih başkanlığında daimî çalışacak bir Millî
Merkezî Şûrâ oluşturulur. Otuz delegeden oluşan Millî Şûrâ’ya Türkistan, Buhara
ve Hive’dan yedi, Kafkaslar’dan beş, Kırım’dan iki, Kazakistan’dan beş,
Litvanya Tatarlarından bir ve İç Rusya Sibirya Müslümanlarından on kişi
katılırlar.
3
Eylül 1917’de Kazan’da toplanan ikinci kongreye, şartların uygun olmaması
sebebiyle istenen her yandan delege gelemez. Kongre, İç Rusya ve Sibirya
Türklerinin kültür muhtariyetini ilan ederek Ufa’da bir Millî Meclis seçer.
Moskova’da
toplanmış olan Birinci İslam Kongresi’nin seçtiği Millî Merkezî Şûrâ, Sadri
Maksudi, Ayaz İshaki ve Şah İslam’dan oluşan bir heyeti Moskova’ya, zamanın
hükûmeti ile görüşmeler yapmak üzere gönderir. Ancak heyet, Kerensky
başkanlığındaki ihtilal hükûmetinin İslam-Türk topluluklarına ne ülke, ne de
kültürel muhtariyet vermek niyetinde olmadığını görür. “Sevinç kısa sürdü,
hayal kırıklığı ise büyük oldu. ” Türk kavimlerinin milliyetçi aydınları
ihtilal olsa da, Çarlık devrilmiş bulunsa da, Rusların bırakıcı olmadıklarını
bir kere daha anlarlar.
B |
İRİNCİ Dünya Savaşı Kafkas
cephesinde, Ruslara esir düşen askerler yanında, Rusya topraklarına gurbete
çıkmış olanlardan ve Rusya elinde bulunan Kars, Ardahan ve Artvin illerinden
bir çok Türk, savaşla birlikte enterne edilerek esir kamplarına gönderilir.
Bunlar genellikle yol inşaatında ve orman işlerinde çalıştırılırlar. Özellikle
subay olanlar Sibirya’nın uzak bölgelerindeki kamplara gönderilir. Bu alanlara
yakın yerlerdeki Türkler bu Türk esirlerine hem çeşitli şekillerde destek olur,
hem de kaçmalarına yardım ederler.
3
Mart 1918 Brest-Litovsk Anlaşması, esirlerin karşılıklı olarak serbest
bırakılmasını öngörür. Ancak, Rusya’daki karışıklıklar ve yokluklar sebebiyle
Türk esirlerinin vatana dönmeleri kolay olmaz. Osmanlı Hükümeti, Hilal-i Ahmer
(Kızılay) ve yerli Türklerin kurdukları hayır cemiyetleri vasıtasıyla bu
insanların Türkiye’ye dönmelerine yardımcı olmaya çalışır. Ayrıca, İstanbul
İttihat Terakki hükümeti, esaretten gelecek bir kısım subayların Türkistan’a
geçerek oraların bağımsızlık mücadelelerine katılmalarına sıcak bakmaktadır.
Hive
ve Buhara Cumhuriyetlerinin askerî teşkilatlanması genellikle bu subaylar
tarafından gerçekleştirilmiştir. Bu yıllarda Buhara Savaş Bakanlığına getirilen
Yüzbaşı Ali Rıza Bey, Sibirya kamplarından bine yakın Osmanlı subayını
kurtarmış ve bunların bir kısmı Afganistan’a, Cemal Paşa’nın çalışmalarına
katılmak üzere geçerken, bir kısmı Türkistan’da kalmış, bir kesimi de
Türkiye’ye gönderilmişlerdir. Bu subayların önemli ve etkili bir çalışması da
eğitim alanında olmuş, usul-i cedit okullarında öğretmenlik yapmışlardır. Bunlardan
biri şöyle yazıyor:
“Demek
Anadolumuzdan binlerce kilometre uzaktaki bir Türk ülkesinde öğretmenlik yapmak
alın yazımızda varmış. Zaten bizden önce buraya gelmiş Türk subayları da
öğretmenlik yapmaktaydılar. Bu arkadaşlardan Haydar Şevki 1 numaralı Nümune
Mektebi’nde çalışıyor ve Temir Tüde’yi yönetiyordu. (Tüde: gençlik, izci
teşkilatı)
Galip
6 numaralı Turan Mektebinde, Yüzbaşı Şükrü 2 numaralı Muhtariyet Mektebinde ve
Turan Gücü Tüdesinin başında, Sait Ahrarî 12 numaralı Turan Mektebinde ve İzci
Tüdesinin başında, İstanbul’da tahsil görerek dönmüş olan Abdurrahman Bey 10
numaralı İrfan Mektebinde ve Terakki Derneği Tüdesinin başında görev
yapmaktaydı. Ben de 6 numaralı Turan Mektebine verildim. O okulun bünyesinde
Türk Gücü Tüdesini kurarak eğitime başladım. Bu beşer sınıflı ilkokullarda
Türkistanlı öğretmenlerle birlikte biz, Anadolu’dan gelmiş esir Türk subayları
da ders veriyorduk...” (Dr. Timur Kocaoğlu, “Türkistan’da Türk Subayları,
1914-1923”, Anlatan Raci Çakıröz, Türk Dünyası Tarih Dergisi, Sayı:4, s.
42,43)
Daha
sonra Bolşevikler buraları ele geçirdiklerinde hepsini tutuklayacak ve
Türkistan dışına çıkartacaktır.
*
* *
1784’de
Osmanlı Kırım’ı kaybettikten sonra, on dokuzuncu yüzyıl boyunca Kırım’da Türk
katliamı ve sürgünleri hiç bitmemiştir. Halkın gücü yetenleri Osmanlı
topraklarına geçmeyi kurtuluş olarak görmüştür. Geride kalanların çoğunun
toprakları ellerinden alınmış ve kalabalık Rus göçmenler yerleştirilmiştir.
Yüzyılın başlarında bir buçuk milyona yakın Kırımlı Sibirya’ya sürülmüştür. Kuzey
bozkırdaki Türk nüfus gittikçe azalmıştır. Daha sonra, sürülenlerden sağ
dönebilenler de, kendi toprakları üzerinde fiilî kölelik şeklindeki köylüler
olarak yaşayamamışlardır. Osmanlı döneminden kalan 1558 cami, yirminci yüzyılın
başlarında 700’e inmiştir. Bütün bu şartlar içinde Gaspıralı İsmail Bey “Dilde,
fikirde, işte birlik” ışığını burada yakmıştır.
1917
ihtilalinin ardından, Çarlık döneminin gizli Türk cemiyeti olan Vatan Derneği
17 Nisan 1917’de Kırım Müslümanları Birinci Kurultayı’nı toplar. Müfti Numan
Çelebi Cihan başkanlığındaki komite, Rusya Müslümanları genel kurultayının
kararları doğrultusunda çalışmalar yapar. 13 Kasım 1917’de on sekiz maddelik
bir Anayasa kabul edilerek Kırım Millî Cumhuriyeti ilan edilir. Nisan 1919’da
Bolşevikler Kırım’a egemen olurlarsa da Millî Kurultay çalışmalarını sürdürür.
24 Haziran 1919’da Beyaz Ruslar gelince bütün millî kuruluşları yasa dışı ilan
ederler. Sonunda Bolşevikler yeniden egemen olur ve 18 Ekim 1921’de Muhtar
Sovyet Cumhuriyetini ilan ederler.
1828’de,
Şah Abbas Mirza ile Rus Çarı arasında imzalanan Türkmençay Anlaşması ile Aras
nehri sınır olmak üzere Azerbaycan ikiye bölünmüş ve Rusya kuzeye egemen
olmuştur. On dokuzuncu yüzyıl boyunca Azerbaycan’da canlı bir kültür hayatı
vardır ve millîcilik akımında Azerbaycanlı aydınlar Rusya Müslümanlarına
öncülük etmektedir.
Rusya’daki
ihtilalin ardından 28 Mayıs 1918’de Mehmet Emin Resulzade başkanlığında
Azerbaycan Türk Cumhuriyeti ilan edilir. Merkezi Gence’dir. İstanbul hükûmeti
yeni cumhuriyeti tanıyarak Nuri Paşa komutasındaki bir ordu ile desteklemeye
karar verir. 19 Eylül’de Türk birlikleri Bakü’ye girerler. Ancak, müttefikimiz
Almanya dahil bütün devletler karşımıza geçerler. Sonunda, Mondros silah
bırakışmasının imzalanmasıyla Türk ordusu çekilmek zorunda kalır. 27 Nisan
1920’de Bolşevik orduları Azerbaycan’ı işgal ederek Sovyet Cumhuriyeti’ni
kurarlar.
Aynı
dönemde Kafkasya’da da, Terek Kale’de toplanan Millî Kurultay, Kuzey Kafkasya
Cumhuriyetini ilan eder. Mondros Mütarekesinin imzası ve Türk ordularının
Kafkasya bölgesini boşaltması üzerine, bölge kendi başına kalır. On dokuzuncu
yüzyıl boyunca Nakşî Şeyhi Mansur’un başlattığı ve Şeyh Şamil’in sürdürdüğü
mücadelelere sahne olan Kafkasya’da bu sefer Dağıstan ordusu Beyaz ve Kızıl
Ruslarla savaşmaya başlar. Komünistler, Beyazlara karşı önce millîcilerle
işbirliği yaparlar ve kurulan cumhuriyeti tanırlar. Beyaz Rusların
yenilmesinden sonra ise kendi işgallerini başlatarak, 1921 baharına kadar süren
çarpışmalar sonunda Kuzey Kafkas Hükûmetini yıkarlar.
*
* *
1917
Ekim Bolşevik ihtilali olunca, Taşkent’te de yönetimi Bolşevikler ele geçirir.
Ulema Cemiyeti beş yüz on beş kişinin katıldığı bir kongre toplayarak,
yönetimin Türklere devredilmesini ister; Sovyet Meclisi talebi reddeder. Millî
Merkez Hokand’a taşınır.
25
Kasım 1917’de İslam Şûrâsı ve Ulema Cemiyeti ortak bir kongre toplarlar. Han
sarayında toplanan kurultaya iki yüz sekiz delege katılır. 27 Kasım 1917’de
yayımlanan bildiri ile, Demokratik ve Federatif Rusya Cumhuriyeti çerçevesinde,
“Türkistan Mahalli Muhtar Cemiyeti” ilan edilir. Muhammed Tınışbay
başkanlığında on kişilik bir hükûmet kurulur. Mustafa Çokay dışişleri
bakanıdır. Kongrede, Kazak ordalarında kurulan Alaş-Orda
hükümeti
ile birleşme konusu müzakere edilirse de başarılamaz. Moskova’dan Stalin,
hiçbir şekilde bu muhtariyeti tanımadığını bildirir. Rusların Beyaz Ordu
komutanı ise, ancak yönetimin Rus Kazaklarına devredilmesi halinde yardım
edeceğini söyler.
Hokand
Hükûmeti 1918 yılında genel seçimler yapılacağını ilan ederek, yardım için
Anadolu ve Azerbaycan’a heyetler gönderir. Bakü’ye giden heyet orada bulunan
Osmanlı subaylarından bir grup ile dönerler. Anadolu’ya giden heyet Moskova
üzerinden İstanbul’a geçer. Abid Can Mahmud ve Ubeydullah Hoca Moskova’da
kalırlar. Mir Adil, Mir Ahmet Fergana’dan, Sadreddin Hacı Taşkent’ten, Hacı
Merdan Kul ve Mahmut Hoca Behbudî Semerkant’tan, Seyit Nasır, Mir Celil
Yesi’den kurulu heyet İstanbul’da Talat ve Enver Paşa ile, ayrıca İttihat
Terakki Merkez Heyeti üyeleriyle görüşür, yardım isterler. Enver Paşa’yı
ziyaret eder ve ona Türkistan hakkında sekiz sayfalık bir rapor verirler.
Raporun istekler bölümü şu cümlelerle biter:
“Şimdi bizim
kalbimiz tamamiyle büyük Türkiye’ye iltihak ihtirası ile çarpıyor. Bütün
Türklüğün birleşmesi ancak bizim ulvî maksatlarımıza uyan yoldur. Bütün
arzumuz, emelimiz budur. Bu muallâ emel küçük, büyük bütün halkın ve sınıfların
en kutsal gayesidir.”
Nuri
Paşa o sıralarda Azerbaycan’a girmiştir. Buhara Emîri Âlim Han ise düşman
bellediği Ceditçilerle görüşmeye yanaşmamaktadır.
17
Ocak 1918’de Tınışbay’ın istifası ile yerine Mustafa Çokay getirilir;
Ubeydullah Hoca da yardımcısı olur. Taşkent’teki Bolşevikler bir iç ihtilalle
Hokand’daki millî hükûmeti devirmeye çalışırlar. 7 Şubat 1918’de Rus birlikleri
Hokand topraklarına girerler. Çarpışmalar başlar. 22 Şubat’ta Rus ve
Ermenilerden oluşan Kızılordu birlikleri Hokand’a egemen olurlar. Hokand
yakılır ve on binin üstünde Türk öldürülür. Devlet başkanı Mustafa Çokay, millî
şuurdan başka ellerinde bir şey kalmadığını söyleyecek ve canını zor kurtararak
Türkiye’ye kaçacaktır.
Hokand’ın
işgalinden sonra Türk aydınlarının bağımsızlık ülküleri gittikçe zayıflar ve
komünist partiler içinde yer tutma temayülleri artar.
Kazak
aydınları ise, 1906 yılında Kazak Anayasal Demokratik Partisi’ni kurmuş ve
millî şuuru uyandırmak için gayret içine girmişlerdi. 1917 Temmuz’unda partinin
adı Alaş Orda olarak değiştirilir. 5 Nisan 1917’de toplanan Kazak Kongresi’nde
başkan Bökeyhan iddialı ve ümitli konuşur: “Kurtuluş saati gelmiştir. Bizim
siyasi hedefimiz millî kurtuluştur. ”
18-26
Aralık 1917’de toplanan 3. Kazak Kongresi, Demokratik Rusya Cumhuriyeti
çerçevesinde, mahalli muhtariyetini ilan ederek, Bökeyhan başkanlığında
Alaş-Orda hükûmetini kurar. Başkent Semey şehridir. Alaş Orda hükûmeti ile
Hokand’daki Türkistan hükûmetinin birleşmesi için başlatılan teşebbüsler sonuç
vermez; değişik gruplar ve farklı görüşler vardır. Merkezini Orenburg’a taşıyan
Başkurdistan hükûmeti ile yakın ilişkiye girilir. Hızlı bir şekilde askerî
birlikler kurulmaya çalışılır. Sibirya’da hâkim bulunan Beyaz ordu komutanı
general Kolçak ile temas kurularak askerî yardım istenir; ancak, Kızıl veya
Beyaz hiçbir Rus yardım niyetinde değildir ve hükûmetin dağıtılması için
Başkurdistan ve Alaş Orda’ya baskıya başlar. Başkurdistan Hükûmeti adına Zeki
Velidi ve Alaş Orda adına Ahmet Baydursunoğlu Moskova’ya giderek anlaşmak
zorunda kalırlar. Lenin ve Stalin’in imzalarını taşıyan bu anlaşma, komünistler
için hiçbir değer taşımayan bir zaman kazanma sözüdür ve sonucu değiştirmeyecektir.
Daha sonra Zeki Velidi Hatıralar’ında şöyle yazacaktır:
“Lenin ve
arkadaşlarının bizimle sulh mukavelesi yapmalarını muvakkat bir iş, bunların
bizi görünürde arkadaş saymakla beraber, bir gün Özbeklerdeki imamlar,
mollalar, Finlandiya’daki kapitalist burjuvalar gibi ortadan kaldırılacak bir
unsur telakki ettiklerini, yani komünist partisini yerleştirip, sonunda idareyi
onlara vermek kararında olduklarını daha o gün öğrenmiş olduk.”
Zeki
Velidi’nin o gün dediği, yapılan anlaşmadan iki gün sonrasıdır ve Lenin parti
kongresinde verdiği nutukta, millîcilerle yapılan anlaşmaların geçici ve taktik
icabı olduğunu açıkça söylemiştir.
Her
türlü askerî eğitim ve imkândan yoksun bulunan Alaş Orda hükûmetinin Kızılordu
birlikleri karşısında tutunabilmesi beklenmez. 18 Mart 1919’da, Kızılordu
birlikleri Alaş Orda hükûmetini dağıtır. Alaş Orda taraftarları bozkıra
çekilerek, buradan halkı şuurlandırma yolunda çalışmalarını sürdürürler.
*
* *
Ufa-Yayık
bölgesinde yaşayan Başkurtlar, zaman zaman Kazak yahut Karakalpak hanlarına
bağlılıklarını ilan ederek Ruslarla sürekli kavga halinde olmuşlardır. Zaman
zaman Osmanlı’ya elçi göndererek yardım isterler. Rus Çarı, silahlarını
kendileri yapan bu halka demirciliği yasaklar.
Ekim
devriminin hemen ardından toplanan Başkurt Merkez Şûrâsı 29 Kasım 1917’de
Bikbayoğlu Yunus Bey başkanlığında Başkurdistan Millî Hükûmeti’ni ilan eder.
İçişleri ve Harbiye Bakanı Ahmet Zeki Velidi’dir. Hemen askerî bir idare
kurulmaya çalışılır. Ocak 1918’de Kızılordu birliklerinin saldırısı ile hükûmet
yıkılır ve yöneticiler tutuklanır. Başkurt askerlerinin tutukevini basarak Zeki
Velidi’yi kurtarmasından sonra, Başkurt Hükûmeti yeniden faaliyete geçer ve Rus
birlikleri ile savaşa girişilir. Temmuz 1918’de Ruslar Ufa ve Orenburg’u
terketmek zorunda kalırlar. Hükûmet merkezi yeniden Orenburg’a taşınır.
Türkistan Millî Hükûmetinden Çolpan, Ubeydullah Hoca, Mir Muhsin gibi aydınlar
gelerek çalışmalara fiilen katılırlar. Alaş Orda hükûmeti ile ortak bir askerî
birlik kurulur; diğer Muhtar Türk Hükûmetleri ile yeni bir birlik kurmak üzere
toplantılar yapılır.
Zeki
Velidi’nin Moskova ile yaptığı anlaşmaya dayalı olarak 1920 yılına kadar
Başkurt Hükûmeti devam eder. Daha sonra, bütün diğer millî hükûmetlerin
akıbetine uğrar. Zeki Velidi son anlarda kendisini kurtararak Türkistan’a
geçer.
30
Kasım 1917’de Ufa’da toplanan Sibirya Müslümanları Kongresi de toprağa dayalı
yahut kültürel muhtariyet konularını tartışır. Sonunda İdil-Ural Millî
Muhtariyeti ilan edilir. 9 Şubat 1918’de toplanan Meclis Anayasayı kabul eder.
Sadri Maksudi başkanlığındaki millî hükûmet, Bolşevikler hâkim oluncaya kadar
çalışmalarını sürdürür. 12 Nisan 1918’de Bolşevikler millî hükûmeti dağıtarak
mahalli sovyet cumhuriyetini kurarlar. Sadri Maksudi Türkiye’ye geçer.
*
* *
Hive
yahut Harzem Hanlığı Rusya’nın hâkimiyetinde olarak varlığını devam
ettirmektedir. Rusya ise bir takım reformlar yoluyla Hive’yi topraklarına
katmak üzere adım adım ilerlemektedir.
Yüzyılın
başlarında önce gizli olarak başlayan Genç Hiveliler hareketi canlanmaya başlar.
Hive Hanları Muhammed Rahim ve İsfendiyar Han da genç ceditçilere açık ve
yumuşak davranırlar. İsfendiyar Han 1917’de Ceditçilerin isteklerine uygun
olarak bir parlamento kurmayı kabul eder. 26 Mayıs 1917’de Meclis açılır. Mat
Murad başkanlığında bir Bakanlar Kurulu oluşturulur. Ancak, beyler arasındaki
çekişmeler ve Genç Hivelilerin beylere karşı mücadeleleri devam eder.
Sonunda
Genç Hiveliler Bolşeviklerle işbirliğine girerler. İsfendiyar Han 1917
Haziranında on yedi Genç Hiveliyi hapsettirir. Genç Hiveliler parlamentodan
atılır. Bu arada Dört Göl ve Hive çevresinde gençleri örgütlemekte olan
Muhammed Kurban Serdar, İsfendiyar Han’ı öldürerek, Cüneyt Han namıyla 30 Eylül
1918’de ülkenin fiilî yönetimini eline alır. Sovyetlerle işbirliğine karşı olan
Cüneyt Han, onların elindeki Türk şehirlerini savaşarak geri almaya çalışır.
Çarpışmalar 1919 Nisanına kadar sürer. Sonunda bir anlaşma yapılır; Sovyet
Hükûmeti Hive’nin bağımsızlığını tasdik eder. Bir yandan da mahalli bir
Bolşevik ihtilali için çalışmalarını hızlandırır. Fakat, böyle bir ihtilali
beklemeden 25 Aralık 1919’da Kızılordu birlikleri Hanlığın topraklarına girer.
Hive 25 Ocak 1920’de düşer. 1 Şubat 1920’de Hive Hanı tahtından ayrılır ve
Harzem Halk Cumhuriyeti ilan edilir. Genç Hivelilerden Pehlivan Hacı Niyaz
Yusuf devlet başkanı olur. Baha Ahun Selimoğlu başbakanlığa getirilir. Sovyet
Rus hükûmeti de Harzem Cumhuriyetinin bağımsızlığını kabul eder.
Mart
1921’de yerel komünistler Sovyetlerle birlikte harekete geçerler. Pehlivan
Niyaz ve hükûmet üyeleri tutuklanır. 1921 Mayısında toplanan bir kongre devlet
başkanlığına Ata Mahdum’u getirir ve yeni bir hükûmet kurulur. Çok kısa bir
süre sonra Kızılordu birlikleri yeniden Hive’ye girerler. Devlet başkanı ve
hükûmet üyeleri tutuklanır.
Bu
arada Cüneyt Han, Kara Kum’a çekilerek mücadeleye devam eder. Direniş hareketi
giderek güç kazanır. Cüneyt Han Hive’yi kuşatır ve Ocak 1924’te bir ayaklanma
düzenlenir. Ancak gönderilen Sovyet kuvvetleri ayaklanmayı bastırırlar. Sovyet
komünistlerinin talimat ve gözetiminde toplanan 5. Harzem Halk Kongresi Harzem
Cumhuriyetinin lağvedilmesine karar verir. 29 Eylül 1924 tarihinde Rus
birliklerinin kuşatması altındaki Harzem toprakları Özbek ve Türkmen Sosyalist
Cumhuriyetleri arasında paylaştırılır.
*
* *
Buhara
Emîrliği ise, Rusya’ya bağlı, iç işlerinde bağımsız ve toprakları epeyce
daralmış olarak varlığını sürdürmektedir. Burada, Jön Türkler’e benzeterek Genç
Buharalılar adını alan ceditçi gruplar, reform isteklerinin kabulü için Emîr’e
karşı mücadele etmektedirler. 1917 İhtilalinden sonra merkezi Kazan’da bulunan
İlim Cemiyeti’nin İdil-Urallı başkanı Âlim Han,
bir
heyetle Buhara’ya gelerek Kadimcilerle Ceditçileri barıştırmaya çalışırsa da
başaramaz. Millîci gençler Türkistan şehirlerine dağılarak çeşitli gazeteler çıkarırlar.
Feyzullah Hoca Taşkent’te “Uçkun” u, Mirza Abdülkadir “Kurtuluş”u
ve Abdurrauf Fıtrat, Semerkant’a “Hürriyet”i yayımlar. Emîr’in gençlere
karşı baskıları artar; Hoca Mahmud Behbudî dahil bir kısım ceditçiler
suikastlerle yahut idam edilerek öldürülürler.
Bu
arada Ceditçiler de iki gruba ayrılırlar. Kazanlı Necip Hüseyin’in öncülüğünde
olan “İştirakiyyun” taraftarları, Rusların güvenini kazanarak gençleri
silahlandırmak istemektedir. Milliyetçi-inkılâpçı grubun önderi ise Feyzullah
Hoca’dır.
Hokand
hükümetine son veren Kızılordu birlikleri 15 Mart 1918’de Buhara’ya saldırır;
ancak yenilerek geri çekilirler. Genç Buharalılar da bir ayaklanma düzenleyerek
onlara yardımcı olmaya çalışırlarsa da başarılı olamazlar. Sovyet Hükûmeti 25
Mart 1918’de Buhara’nın bağımsızlığını tanır. Emîr Âlim Han bu durumda
Ceditçilerden bir kısmını idam ettirir. Ancak, 28 Ağustos 1920’de Kızılordu
birlikleri yeniden Buhara sınırını geçer. Genç Buharalılar da içeriden destek
olurlar. 2 Eylül’de Buhara düşer ve Emîr Âlim Han Doğu Buhara’ya, oradan
Afganistan’a geçer.
6
Ekim 1920’de Ceditçi grupların birleşmesiyle Kağan’da kurultay toplanır ve
Buhara Geçici Millî Hükûmeti ilan edilir. Mirza Rahim Han devlet başkanlığına,
Feyzullah Hoca hükûmet başkanlığına getirilir. Bu hükûmette, İstanbul’da uzun
süre kalmış ve Çar Hükûmetleri tarafından sürekli izlenmiş bir aydın olan Osman
Hoca Maliye Bakanı, Abdülhamit Arif Savaş Bakanı, Kari Yoldaş Millî Eğitim
Bakanı, Ata Hoca İçişleri Bakanı, Hasan Bey Sağlık Bakanı, Muhtarcan Bey Tarım
Bakanı ve Mükemmeleddin Bey Adliye Bakanıdır.
Genç
Buharalıların hâkim olduğu bu cumhuriyet, bağımsızlığını korur ve bir Sovyet
Cumhuriyeti haline gelmez. Hükûmet Doğu Buhara’ya da egemen olur. Doğu
Buhara’ya gönderilen Ata Hoca, bu çevredeki Basmacı başbuğlardan Devletmend
Bey’le Ruslara karşı mücadelede anlaşır. Abdülkayyum Bey, Aşur Bey de bu
çevredeki Basmacı liderlerdendir. Darvaz’da İşan Sultan ve Karatekin’de Fuzayl
Bey, Korgantepe’de Togaysarı, Karadağ’da Abdurrahman Bey Rusları Türkistan’dan
çıkarmak için mücadeleyi sürdüren başbuğlardır.
2
Eylül 1921’de Buhara’da toplanan ikinci Kurultay, Millî Hükûmeti, Buhara Halk
Cumhuriyeti olarak ilan eder. Osman Hoca54 Cumhurbaşkanlığına, Feyzullah
Hoca55 hükûmet başkanlığına getirilir.
Bölgedeki Osmanlı subayları güvenlik ve askerlik işleriyle görevlendirilir.
Bunlardan Ali Rıza Bey56 Harbiye müsteşarlığına getirilir.
Münevver Kari, Sadullah Hoca ve Ubeydullah Hoca gibi Ceditçilerin önde
gelenleri Buhara’ya çağrılarak görevler verilir. Ünlü şair Fıtrat, eğitim
işiyle doğrudan ilgilenir. Resmî dil Türkçe olarak ilan edilir. Avrupa ve
Türkiye’ye eğitim için öğrenciler gönderilir.
Bu arada Feyzullah Hoca ve Osman Hoca
Moskova’da Lenin’le bizzat görüşüp mutabakata vardıktan sonra, Anadolu’daki
Millî Mücadeleye yardım konusunu Buhara Parlamentosuna getirirler. “Buhara
Parlamentosu, Türkiye’ye yüz milyon altın ruble yardıma, tek itiraz sesi
yükselmeden, bir anda ve tam bir oy birliği ve tezahürat içinde alkışlarla
karar vermişti. ” Bu yardım yüz milyon altın ruble olacaktır ve Çarlık
döneminden Buhara hazinesinde kalan paradan ödenecektir.57 Ancak
bu miktarı Moskova hiçbir zaman Türkiye’ye göndermedi (Mehmet Saray, Millî
Mücadele Yıllarında Buhara Cumhuriyetinin Türkiye’ye Yardımı, Türkistanda
Yenilik Hareketleri ve İhtilaller, Edit. Timur Kocaoğlu, Haarlem 2001,
içinde)
Genç
cumhuriyetin iki lideri olan Osman Hoca ve Feyzullah Hoca arasında da görüş
ayrılığı giderek derinleşmektedir. Feyzullah Hoca ve taraftarları giderek
Bolşeviklere yaklaşırken, Osman Hoca ve taraftarları millîci kalarak Bolşeviklerin
gücünden yararlanmayı düşünmektedirler.
Ruslar
ise, Buhara’yı içeriden ele geçirme kararı vermişlerdir ve mümkün olduğu kadar
çok bölgenin parçalanarak ayrı ayrı muhtariyet ilan etmesini istemektedir.
Ruslar, bu kararla, bir yanda Buhara Cumhuriyeti ile ilişkilerini sürdürür,
müzakereler yaparken bir yandan da saldırı hazırlıklarını geliştirirler.
Sovyetler ancak 1924’te Buhara’ya hâkim olacak ve Buhara Sosyalist Cumhuriyeti
ilan edildikten bir süre sonra da, cumhuriyet lağvedilerek Rusya’nın bir eyaleti
haline getirilecektir.
Afganistan’a
geçmiş olan Emîr Âlim Han’ın yardım isteklerine İngiltere cevap vermez. Han,
kendisine bağlı boy beyleriyle direniş hareketini devam ettirmeye çalışır.
Muhammed Sait Bey, Abdullah Hafız Pervaneci ve Lakay İbrahim önde gelen
komutanlarındandır.
Enver
Paşa’nın bağımsızlığı için mücadeleye gittiği Türkistan’ı tanımadığı, Zeki
Velidi Togan tarafından da, vurgulanarak ifade edilir. Bu, doğru olmakla
birlikte, çok da abartılmamalıdır. Z. Velidi Bey, Paşa’nın, Korbaşılarla beraber
olmak çabasının ne kadar doğru olduğunu ileride anlatırken, O’nun Türkistan’ı
epeyce tanıdığını da ifade etmiş olacaktır. Çünkü, görüyoruz ki, Osmanlı
Hükûmetlerinin Türkistan’la ilgisi pek de yeni değildir ve Enver Paşa yurt
dışına çıktıktan sonra da bu bölgeler hakkında, belgeleri bize intikal eden
veya etmeyen bir çok raporlar almıştır, kişisel görüşmeler yapmıştır. 1917 Rus
İhtilali ile bu ilişkiler iyice artmış ve kişiler yahut heyetlerin geliş
gidişleri çoğalmıştır. Bunlardan birini Şevket Süreyya Bey kaydeder:
Azerbaycan’da
ve Kuzey Kafkasya’da cumhuriyetler kurulmuş, bu gelişmelerin Türkistan’da büyük
yankıları olmuştur. Bu sıralarda Türkistan’dan İstanbul’a bir heyet gelir ve
Enver Paşa’yla görüşerek bir rapor sunarlar. Türkistan Merkezî İttihat ve
Terakki Cemiyeti adına sunulan, Müfti Sadreddin, Hacı Şerif Hocaoğlu ve Celilof
imzalarını taşıyan bu raporda şöyle denilmektedir:
“Biz Türkistan
Türkleri, şimdi, öncekinden belki daha çok hırpalanıyoruz, eziliyoruz. Gerçi
şimdiki şekle göre, bugün memleketimizin yönetiminde bir değişiklik oldu gibi
görünür, ama, bu değişiklik, millî ve siyasi hukukumuzu tamamen kendi elimize
teslim etmiş, bizleri de hâkim unsur ile eşit haklarda görmüş, eski ve koyu
Hristiyanlık taassubundan sıyrılıp temizlenmiş, hür bir Rusya şeklinde ortaya
çıkmıyor. Bilakis demokrasi ve halkların eşitliği bayrağının, sürükleyici
korumasına sığınmış, cahil ve yağmacı bir yönetimin, biz şimdi her gün biraz
daha keyif ve heveslerinin kurbanı bulunuyoruz.
“Eski idarenin hiç
olmazsa zalim ve fakat belli kanun ve kararları vardı. Biz de onlara uyarak
varlığımızı korumaya çalışıyorduk. Fakat şimdi öyle mi? Aşağıda
anlattıklarımız, bugün yapılan zulüm ve hakaretin derecelerini birazcık olsun
yüksek nazarlarınızda tecelli ettirir. On milyon Türk ve Müslüman’ı toplayan
memleketimizde Rus, Yahudi, Ermeni nüfusu ancak 300.000 olduğu halde, bugün
Türkistan Cumhuriyeti adı ile başımıza konan hükûmetin on altı bakanlığından
ancak dördü Türk ve Müslümana veriliyor. Otuz altı üyelik parlamentoda, o da
ancak Rusların emellerine uyan on bir Türk üye var. Hükûmet ve yönetim
işlerinde ise, bu derecede az, hatta hiçiz. Birkaç ay önce Hokand ve Buhara’da
meydana gelen ve Türk evladının gaddarca mahvına sebebiyet veren kanlı
faciaların, herhangi bir zamanda tekrarına engel olamayız...”
Durumlarını
uzunca anlatmaya çalıştıkları ve komünist yönetimden şikâyet ettikleri dilek
yazısı şu paragrafla son bulur:
“Şimdi bizim
kalbimiz, tamamıyla büyük Türkiye’ye iltihak ihtirası ile çarpıyor. Bütün
Türklüğün birleşmesi,
ancak bizim ulvî maksadımıza uyan yoldur. Bugün arzumuz, emelimiz budur. Bu
yüce emel, küçük, büyük bütün halkın ve sınıfların en kutsal gayesidir.
Duygularımızın ve maksadımızın yücelik ve haklılığını, fedakâr ve genç
Türkiye’nin, bugün iş başında bulunan milliyetçi, vatanperverleri hiç şüphesiz
takdir ederler. Zira o vatanperverler, biz biliyoruz ki, bizlerde henüz doğmuş
olan bu mukaddes emeli, o bütün Türklüğün millî birliğini, zaten çoktan
hayatlarının gayesi saymışlardır...” (Aydemir, a.g.e., s. 455-6)
Paşa’ya gelen raporlardan biri olan
Kırımlı Hafız Bey’in58 20 Şubat 1920 tarihli mektubunda,
Azerbaycanlı Ali Merdan Topçubaşı ve Rusya Müslümanları Milletvekillerinden
Sadri Maksudi ile görüştüğünü, kendisinin “Türkistan ve Buhara’da ancak
silah ve paranın hakkı ile bir eser meydana getirilebileceğine, fikirden ziyade
kuvvetle hareketin semereli olacağına inandığını” söyler. “Askerî
teşkilatın kolaylıkla meydana gelebileceğinden ise, zerre kadar tereddüt
göstermiyor. Herhalde, ilk dayanak noktasının Türkmenler olmasını, onlardan
gerektiği gibi kuvvet çıkartılabileceğini o da kabul ediyor. ... Türkistan’da
yararlanılabilecek bir İslam-Türk akımı doğmuştur.” (Yamauchi, a.g.e.,
s.88-9) Raporda Türkistan gençliğinin İslamcılar, Türkçüler ve Rus taraftarları
olarak bölündükleri anlatılmaktadır. Bunlar son derece gerçekçi tespitlerdir.
Enver
Paşa Moskova’da iken, Türkiyeli olduğu anlaşılan Batur Bey isimli bir subayı,
Taşkent’ten çağırarak kendisinden Türkistan’ın durumu hakkında bilgi almıştır.
Paşa Buhara’ya vardığında Batur Beyi yine yanına çağırmıştır. Batur Bey,
Ermenilerin çalışmalarını Rusya içinde de sürdürdüklerini, Talat Paşa ve
Bahattin Şakir’in şehit edilmelerini de hatırlatarak, buhran yatışıncaya kadar
bir süre Afganistan’a geçmesinin yararlı olacağını söyler. (Feridun Kandemir, Enver
Paşa’nın Son Günleri, İstanbul 1955, s. 17)
10
Şubat 1921 tarihinde Bedri Bey tarafından gönderilen mektupta ise, özellikle
Hindistan Hilafet hareketleri, Afganistan ve Buhara’nın siyasi durumları
hakkında geniş ve aydınlatıcı bilgiler verilmektedir. Enver Paşa’nın daha
sonra, Emîr Âlim Han’ın İngilizlere hizmet ettiği yolundaki konuşmalarında bu
mektuptaki bilgi ve değerlendirmelerin izi görülür. Bedri Bey Emanullah Han’la
görüşmelerini anlatır:
“Kendileri zaten
Türkçeye vakıf olmakla beraber bizi kabul ettikleri gün Türk kıyafetinde
bulunuyorlardı. Yani, başlarına fes giydikleri halde bizi kabul etmişlerdi. ...
Afgan Emîri Hazretleri, bugün önde gelenleri felakete düşen İslâm ve Doğu
dünyası için bir kurtuluş ve saadet güneşi olarak kabul edilebilir. Yüksek
tahsilli olmamakla birlikte, Kâbil Harp Okulunda okumuş ve oldukça bilgi
edinmiştir. Zekâ ve dirayeti yüksek bir
derecededir. Fakat,
bütün bunların önünde gelen özelliği, Türklere ve şahs-ı âlilerine olan saygı
ve olağanüstü sevgisidir. Ne zaman sizden söz etsek, kardeşim Enver Paşa diye
hitap etmekten özel bir zevk alır. Yine, çalışma arkadaşlarınızı aynı saygıyla
anar.” (Yamauchi, a.g.e., s.144-5)
5
Nisan 1921 tarihli Osman Avni Bey’in mektubu, Enver Paşa’nın Buhara ve çevresi
hakkında bilgi istemesi üzerine gönderilen bir rapordur. Osman Avni Bey,
Buhara’daki Osmanlı subaylarındandır. Cemal Paşa’nın emrinde on beş Osmanlı
subayı Hive’ye hizmet etmek üzere giderlerken, Buhara’da Genç Buharalıların
iktidarı ele alması üzerine, yine Paşa’nın emri ile dokuz subay Buhara’da
kalırlar. Başbakan Feyzullah Hoca, görevlerinin orduyu kurup, yetiştirmek
olduğunu söylemesine rağmen, Savaş Bakanı Rus taraftarı olduğu için buna izin
vermez. Millî Eğitim Bakanlığı emrine verilirler ve okullar açarak öğretmen
yetiştirmeye çalışırlar. Aralarından bir kaçı da, güvenlik güçlerini düzene
sokup, milis teşkilatları kurarlar.
Osman
Avni Bey Buhara’nın askerî durumu, eğitimi, ordusu hakkında bilgiler verir. “Ordu
denilen şey henüz Buhara’da yoktur. Şark pullakı denilen ve mevcutları bin
kadar olan bir alay mevcut olup, bu alay da karışık milletlerdendir.”
Buhara’daki Harbiye kursunun dili Rusçadır; kapatılmasına karar verilmiştir.
Nüfus sayımı yapılamıyor. Osmanlı subaylarının baskısıyla Savaş Bakanı
görevinden alınıyorsa da, adam Moskova’ya gidip, yeniden kendini tayin
ettiriyor. İktisadî durumun sıfır olduğunu söyleyen Osman Avni Bey, olanı da
Rusların götürdüğünü söylüyor ve açıklamalar yapıyor. Ekmek temini bile
sorunlu; bu yüzden milisler bu işi denetimlerine almışlar. “Halkın Osmanlı
Türklerine sevgi ve güvenleri vardır. Bunu Buhara Hükûmeti de takdir etmiştir.
Yalnız, Türkleri Savaş Bakanlığında çalıştıracak cesaretleri yoktur. ” Vatanperverlik
duyguları gelişmemiş ve askerlikten hoşlanmıyorlar. Bunun için, on sekiz yaşın
altındakileri beklemek gerek. (Yamauchi, a.g.e., s. 176, 179)
Yine
Osman Avni Bey, 23 Mayıs 1921’de, “Muhterem ve Fedakâr-ı Millet Kumandan
Hazretlerine Maruzatımdır” hitaplı mektubunda, Buhara ve Hükûmet hakkında,
Rusya’nın Türkistan politikaları konusunda çok ciddi bilgiler verir. Askerî
Islahat Komisyonunda “Türk teşkilatını başka bir isimle kabul ettirmek
istedimse de başaramadık; Rus teşkilatı kabul edildi. ” Buhara’daki önemli
sayıda İranlı ve Yahudiler Bolşevikleri tutuyorlar. Millî Hükûmet baskı
altındadır. Ruslar Türk olan herkesten şüphe ediyor.
“İstiklal sözü sırf
maddî ve görünüşte kalmıştır. Hükûmet bağımsız bir işe başlar
başlamaz, işlerine
gelmediğinde, Pan-İslamizm, Pan-Türkizm yaygaraları yükselir. Ve uygulayıcılar
burjuvalıkla itham olunur. Tehdit edilir ve bir ihtilal karşısında
bulundurulur. Bu ihtilal için her çareye tevessül edilmektedir. Hive’de yapılan
plan burada da aynıyla sahneye konulmaktadır... Yetiştirilmekte olan milis
güvenlik güçleri bir iç ihtilali bastırmaya yeterse de, Rusların Hive’de olduğu
gibi el altından işe karışmaları halinde, milis kuvvetlerin yetmeyeceği ve
zaten sınırlı olan ve halen Hükûmet başında bulunan birkaç münevver iş adamının
da kaybedilmesiyle, Buhara istiklalinin de Hive gibi efsane olacağı açıktır.”
Bunun
için Buhara Millî Hükûmetinin dış desteğe ihtiyacı olduğunu, ilk hamlede
Türkiye ve İran’ın burada elçilik açmaları gereğini yazar. Daha sonra göreceğiz
ki, Türkiye, Buhara’ya bir elçi atayacak; ama, Ruslar Türk elçisini sınırdan
içeri sokmayacaklardır.
Bu
ileri görüşlü Osmanlı subayının bütün değerlendirmeleri doğru çıkmıştır.
İleriki yıllarda Sovyet idaresi, özellikle Stalin döneminde yüz binlerce
Türk’ü, eski yandaşları başta olmak üzere, ‘burjuva’ diyerek öldürtmüştür.
Osman Avni Bey, Emîr’in Afganistan’a kaçmasıyla Rus kuvvetlerinin artık Doğu
Buhara’dan çekilmesi gerekirken -bu şartla bir ahitname yapılmıştır- çeşitli
bahanelerle kuvvetlerini çekmeyip hatta takviye etmektedirler, demektedir. “Evvelce
arzettiğim gibi, bu kuvvetler Doğu Buhara’yı tahrip ve servet ve
zenginliklerini çekip götürüyorlar. Ve Buhara’nın iktisadı durumu günden güne
yaralanıp, bugünkü iktisadı buhran doğuyor. ” Osman Avni Bey, Hive, Fergana
ve Taşkent çevresi hakkında da çok sağlıklı ve güncel bilgiler verdikten sonra,
Buhara Hükûmetinin bu haliyle bile Rusların çok gözüne battığını, “Bu kabine
arasına nifak sokmak ve düşürmek, onların birinci emelidir. Bunun için türlü
türlü yollara başvuruluyor. Şimdilik başarılı olamıyorlarsa da, gelecek
belirsizdir.” (Yamauchi, a.g.e., s.217-220 )
Türk
Tarih Kurumu Arşivinde Enver Paşa Dosyası içinde olan tarihsiz, uzun bir rapor,
Türkistan halklarının, eğitim durumları, Türkçülük ve İslamcılık hassasiyetleri,
ayrılıkları, bölünmeleri gibi toplumsal durumları hakkında geniş ve sağlıklı
bilgiler içermektedir. (Yamauchi, a.g.e., s.295-300, Japon yazar,
muhtemelen Türkistan’daki Osmanlı subayları tarafından yazılmıştır demekte ve
1921 tarihini vermektedir. Mektubun içeriğinden, Buhara Emîri Âlim Han’ın henüz
tahtta olduğu dönemde yazıldığı belli olmaktadır.) İlk yapılacak işin, birliği
sağlamak olduğunu belirten rapor, “Buhara’dan başlamak lazımdır.”
demektedir. Buhara’da Meşrutiyetin ilanı üzerine Kadimcilerin baskısıyla,
Emîr’in beyannameyi geri çektiğini ve bunun üzerine iki bin Ceditçinin ‘küfre’
saptıkları hakkında ulemanın fetva
vererek
ölümlerine yol açtığını söyleyen raporun yazarı, “Pek vahşiyane bir surette
katl ve ifna ettirmişlerdir ki, bu durumun bir kısmına fakir şahit olmuştum. ”
demektedir.
Raporda,
üç beş bin askerleri varsa da, bunların eğitimsiz oldukları ve Timur zamanından
kalma çakmaklı tüfekler kullandıkları yazılmaktadır. Buhara’da bir inkılâp
yapılmasını, bunun sekiz on bin kişiyle yapılabileceğini, Rusların bu işe
kesinlikle karıştırılmaması gerektiğini, bu kuvvetin Başkurtlardan Zeki Velidi
Bey’den alınabileceğini söyleyen yazar, Emîr yerinde bırakılmalı, meşrutî bir
idare kurulmalı ve ulemadan kimseye kötülük yapılmamalı, gerekiyorsa başka bir
yere sürülmelidir, gibi son derece gerçekçi ve soğukkanlı önerilerde
bulunmaktadır. Buhara’nın mevcut ve muhtemel askerî gücü ve silahları hakkında
da bilgi verilmektedir. Tek tek şahıslar ve aileler hakkında da
değerlendirmeler yapılan raporda, “Türkistan halkı bugün memleketlerini
müstakilen idareden pek uzak bulunuyorlar.” denilmektedir. Altı vilayeti
içeren “Türkistan’dayirmi bin Rus ve on beş bin kadar Ermeni vardır.
Ermeniler ekseriyetle Kafkaslıdır. İdare bütünüyle Rusların elindedir. Lütuf
kabilinden bazı memuriyetleri Müslümanlara vermektedirler. Türkistan Hükûmet-i
Cumhuriyesini teşkil eden on altı bakanlıktan sadece dördünü Müslümanlar işgal
ediyorlar.” Eğitim konusunda da rakamlara dayalı bilgiler veren yazar,
öğretmen konusunda sıkıntı çekildiğini söylüyor ve “Ufak bir yardımla
Türkistan’da beş on yıl içinde pek büyük simaların ortaya çıkacağı iman ve
itikadındayım.” diyor. “Türkistan halkı pek yumuşak ve eli açık
kimselerdir. ... yalnız güzel bir yönetime ihtiyaçları vardır.” Rapor,
Taşkent, Semerkant, Fergana, Aşkabad ve Merv çevresindeki öğretmen, tüccar,
ulemadan faydalanılabilecek ileri gelen kişiler hakkında bilgiler vermekte ve
bu etkili kişiler aracılığıyla Türkistan’da her türlü teşkilatın kurulabileceği
bildirilmektedir.
O
dönem Türkistan mücadelelerinin fiilen içinde ve Başkurt kesiminin başında
bulunan Zeki Velidi Togan, Bakû’deki Şark Milletleri Kongresinden sonra,
Rusya’daki tüm Türk topluluklarında bağımsızlıklarını kazanma fikrinin
kuvvetlendiğini ve gizli-açık cemiyetler kurarak bu gaye için uğraştıklarını
söyler. Daha ilk başlardan itibaren görülen odur ki, Türk toplulukları için
temel mesele, birleşmek olmuştur ve de hep öyle kalmıştır. Ruslar, hâkimiyet
dönemlerinde, özellikle ilk tesir çemberlerinde olan
okumuşlar
üzerinde yeterince etkili olmuş ve daha sonraki parçalama siyasetlerinde de
fazla zorluk çekmemişlerdir.
Daha
önce temas edildiği gibi, Rusya Müslümanları bir çok kongreler toplamışlardır.
Bu kongrelerde genellikle bağımsızlık fikri ortaktır, ama bunun şekli üzerinde
birleşme olamamaktadır. Bu hususta bir çok program yahut bildiri
düzenlenmiştir. Türkistan’daki genel temayülü de ifade etmesi açısından,
kurulan en son cemiyetlerden biri olan “Orta Asya Müslüman Millî Avamî İhtilal
Cemiyetlerinin İttifakı”nın Programını verelim. Bu kuruluş kısaca ‘Cemiyet’
olarak anılmış ve 1922 yılında adı Türkistan Millî Birliği olarak
değiştirilmiştir.
1922
yılı Eylül ayında Taşkent’teki Özbek ve Kazak kongresinde de görüşülüp kabul
edilen programın yedi maddesi şöyledir:
“1. Cemiyetin
gayesi Türkistan’ın bağımsız olması ve Türkistan’ın mukadderatını,
Türkistanlıların kendi ellerine alması.
2.
Bağımsız Türkistan’ın idare şekli demokratik
cumhuriyettir.
3.
İstiklal kazanmak ancak millî ordu kurmakla
mümkündür; millî hükûmetler ancak millî orduya dayanabilir.
4.
Türkistan’ın istiklali, iktisadî istiklal
sayesinda mümkündür. Türkistan ekonomisinin genel hatlarını belirlemek, sanat
ve ziraatın hangi kısımlarına daha ziyade önem vermek gerekeceğini tespit
etmek, yapılacak demiryolları ile genel kanalların yönlerini belirlemek gibi
meselelerin Türkistanlıların kendi ellerinde olması;
5.
Çağdaş eğitim ile profesyonel eğitimin
geliştirilmesi ve Avrupa medeniyeti ile, ayrıca Rus medeniyeti yolu ile değil,
doğrudan doğruya tanışmaya çalışmak;
6.
Milliyet meselesi ile memleketin doğal
zenginliklerinden yararlanma meselelerinin nüfus sayısına uygunluk yöntemine
göre halledilmesi;
7.
Din işlerinde tam hürriyet, devlet işleriyle din
işlerinin karıştırılmaması.” (A. Zeki
Velidi Togan, Bugünkü
Türkili Türkistan ve Yakın Tarihi, İstanbul 1981, s.408-9)
Çok
yüksek bir devlet ve istiklal düşüncesinin eseri olan ve Zeki Velidi Bey’in
kaleminden çıktığı anlaşılan bu belge, Türkistan halkının genel düzeyinin çok
üstünde incelik ve ileri görüşleri içerse de, o dönem okumuşlarının
yönelişlerini ve Türkistan’ın sorunlarını belirtmesi açısından son derece
önemli ve fikir vericidir.
O
dönem Türk Sosyalistlerinin programlarına da kısaca dokunursak, bağımsızlık
fikrinin ne ölçüde köklü ve belirleyici olduğunu anlayabiliriz. Dokuz maddelik
bu programda, iktisadî alanda yer ve suyun, yeraltı servetlerinin
millîleştirilmesi, “Türkistan’ın sömürgecilerin elinden kurtularak kendi
kendisini yönetmesi,” Hür Türkistan’da demokrat bir
cumhuriyet
kurulması, bütün bunların ancak millî ordu ile olacağı, din işlerinin devlet
işlerinden ayrılması gereği, “Türkistan Sosyalistler tüdesi (partisi), ancak
mazlum sınıflar gibi, mahkûm milletlerin hakları için de mücadele ilkesini
kendisine prensip kabul eden bir enternasyonale girebilir. ” (Togan, a.g.e.,
s.410-11)
54
Osman Hoca 1878’de Oş’ta
doğmuştur. Hoca lakabı, aydın kişilere karşı bir saygı hitabıdır. O zamanlar
bütün dünya Müslümanlarının adını duydukları Plevne kahramanı Gazi Osman Paşaya
atfen adı konulmuştur. 1910 yılında İstanbul’a gelerek o zamanki Öğretmen
Okulunda okumuştur. Dönüşünde Buhara’da Cedit Okulları açarak eğitim ve
aydınlatma çalışmalarına girdi. İnandıklarını savunmakta çok ateşli ve cesur
biri olarak ün aldı. Buhara Emiri’nin devrilmesinde etkili oldu, ilk hükûmette
Maliye Bakanı oldu. 1923’te Afganistan üzerinden Türkiye’ye geldi. Yeni
Türkistan dergisini çıkardı. Kocaoğlu soyadını aldı. İkinci Dünya Savaşı
yıllarında Rusların baskısı ile Türkiye’den çıkartıldı. 1946 yılında Tekrar
Türkiye’ye döndü ve 28 Temmuz 1968 yılında İstanbul’da vefat etti.
55
Osman
Hocanın amcası olan Feyzullah Hoca Cedit mekteplerinde okumuştur. Ailesi
zengindir. Ancak Feyzullah Hoca Marksist söylemlere kapılmıştır. Açıktan fazla
bir şey yapamasa da Enver Paşa hareketine soğuktur. Sonunda Bolşeviklerle
işbirliği yapacak, ancak 1938’de idam edilmekten kurtulamayacaktır.
56
Ali
Rıza Bey, Birinci Dünya Savaşında Ruslara esir düşen Osmanlı subaylarındandır.
Rus İhtilali sonrasında Türkistan’a geçerek, soydaşlarının mücadelelerine
destek olmuştur. Emrindeki altı yüz kişilik kuvvetle, Düşenbe Rus kuvvetlerini
teslim alır. Ünlü Tatar bilgini Ubeydullah Bibi’nin kızı Meryem Hanımla
evlenir. Başarılı ve saygın bir kişiliği olan Miralay Ali Rıza Bey, Enver Paşa
tarafından batıdaki Türkmen Cephesi komutanlığına getirilir. Paşanın
şehadetinden sonra da bir süre bu görevine devam eder ve daha sonra eşi ve
çocuklarıyla Türkiye’ye gelir.
57
1920
yılının Eylül ayında Buhara Emîri Âlim Han Afganistan’a geçer. Kızıllar
Buhara’yı işgal ve Emîr’in Sitare-i Mahî Sarayını yağma ederler. Emîr yanında
hiçbir şey götürmemiştir. Birkaç günden sonra Rus komutanlar yağma edilenleri
geri toplamaya çalışırlar; bir kısım kıymetli silah ve mücevharatı toplayarak
muhafaza edilmek üzere Moskova’ya gönderirler. Emîr’in beyanına göre hazinede “Otuz
iki çuval padişah sikkesi, altın ziynetler, inci ve yakut gibi kıymetli
mücevherlerin sayısını kendi de” bilmiyormuş. (Bakiyev, a.g.e., s.86)
Türkiye’ye gönderilmek üzere Osman Hoca tarafından Rus hazinesine teslim edilen
yüz milyon altın ruble, bu hazinedendir. Fakat, Lenin, bu paranın ancak on
milyon rublesini Anadolu’ya gönderecektir... (Dr. Yusuf Gedikli, Yaver Muhiddin
Beyin Hatıraları, s. 63, 64)
58
Kırımlı Hafız Bey müstearıyla yazan, Cafer
Seydahmet Kırımer Beydir.
B |
ASKIN
yapanlar anlamında ve önce Ruslar tarafından kullanılan bu tabir giderek
yaygınlaşmıştır. Basmacılar, Kırım’dan Türkistan’a kadar Rus işgaline uğramış
olan Türk topraklarında Ruslara karşı gerilla savaşı veren Türk savaşçılarını
ifade etmektedir. Enver Paşa, Buhara’ya geldikten sonra bu savaşçılara
‘mücahit’ denilmesini isteyecektir. Bu topraklarda Hanlar yahut Beyler Ruslarla
anlaşıp belli bir yönetimde uzlaşmış olsalar da, Korbaşılar bu anlaşmaları
tanımaz, Rusların bütünüyle çekilmesi için baskınlarına devam ederler. Ünlü
Basmacı Başbuğlarından Şir Muhammed Bey, hedeflerinin Türkistan’ın bağımsızlığı
olduğunu söyler: “Türkistan Türkistanlılarındır. Türkistan’dan yabancı
boyunduruğunu kovacağız.” Ülkelerinin tam bağımsızlığı için çarpışan bu
mücahitler genellikle kendilerini korbaşılar olarak isimlendirirler. Korbaşı,
Hokand Hanlığında polis müdürü ve Sancak Beyi anlamında kullanılmıştır.
Safevîler’in “Gorcıbaşı” olarak kullandıkları kelimenin, Anadolu Türkçesinde
“korucu” ve “korucubaşı” haline geldiği anlaşılıyor. Ali Bademci, bu tabirin
daha önceleri de, “yiğitbaşı” anlamında kullanıldığını yazar. (Ali Bademci, 1917-1934
Türkistan Milli İstiklal Hareketi ve Enver Paşa, Korbaşılar, İstanbul 1975,
s. 227)
Resmî
daireleri basan, ele geçirdikleri ganimetleri halka dağıtıp çekilen bu
mücahitler, bir ordu düzenine girememiş, yerel, zaman zaman gittikçe
yaygınlaşan mücadelelerin kahramanları olmuşlardır. Köroğlu türü bu
kahramanlardan Kırım’da Halim, Başkurdistan’da Burankay ve Semerkant’ta Namaz
bu şekilde destanlaşmışlardır. Zeki Velidi Bey diyor ki, “Türkistan’ daki bu
çetelerin manevi önderi Köroğlu’dur. Buhara, Semerkant, Cızak ve Türkmen
Basmacıları geceleri toplanarak Köroğlu ve diğer destanları okurlardı. Zahiren
eşkiyalık gibi görünen bu hareket, geniş halk kitlesinin düşünce ve
heyecanlarına tercüman olur.” (Togan, a.g.e., s.387) Ancak, “1918
yılından sonra kurulan Basmacı yığınlarının bir çokları ve en etkinleri, eski
Köroğlu
geleneğiyle kesinlikle ilgisi olmayan, ağırbaşlı köy ileri gelenleri, bazan eğitimli
kimseler oldularsa da, hepsine Basmacı adı verilmiştir. ”
Son Korbaşılardan Nur Muhammed Bey, “Basmacılar, vatan savunması, millet
savunması ve din savunması şiarıyla mücadeleye başlamışlardır.” der.
(Bademci, a.g.e., s. 224)
Aydın
İdil’e göre ise, Basmacılar daha Enver Paşa gelmeden halkın desteklediği bir
milli hareket haline dönüşmüştür; Sovyet istihbarat raporları da bu kanaati
doğrulamaktadır. Paşa, Türkistan’a önceden hazırlanan bir zemin üzerine
gelmiştir. Bu zemini kısmen, oralarda bulunan Osmanlı subayları
hazırlamışlardır. Dolayısıyla Enver Paşa uygun zamanda ve uygun zemine
gelmiştir. (Aydın İdil, a.g.e. s.273 ve devamı)
Hokand’ın
işgali ve halkın katliamının ardından, Kiçkine Ergeş öncülüğündeki mücahitler
çevreye yayılarak çarpışmalara devam ederler. Esasen Ergeş 1916’dan beri
Ruslarla mücadele halindedir. Mustafa Çokay başkanlığında kurulan hükûmetin
emrine girmiştir. Rusların Taşkent’i işgal edip yakmaları ve Hokand
Cumhuriyetine son vermeleri üzerine Ergeş yeniden Basmacılığa dönmüş ve 1918
sonlarında Ruslarla yaptığı bir savaşta şehit olmuştur. Yerine Kette Ergeş
geçer.
Fergana’nın
ünlü Korbaşılarından Mehmet Emin Beğ ise Mergilan çevresindedir. Oş’dan
Halhoca, Kırgızlardan Canı Beg Kadı, Rahmankul, Endican’dan Parpı, Kıpçaklardan
Muhiddin Beğ, Nemangan’dan Aman Pehlivan, Mergilan’dan Kür Şirmet gibi ünlü
Korbaşıları çevresinde toplayarak Ruslara karşı savaşmaya devam eder. Daha
sonra, Şir Muhammed Bey Korbaşıların öncülüğünü alarak, kendisini Emîr-i
Leşker-i İslam ilan eder ve Fergana çevresine hâkim olur.
Hokand
çevresinde başlayan ve Türkistan’a bağımsızlık kazandırmak amacına dönük olan
hareket, Rus birliklerinin katliamlarına rağmen 1918 yazında bütün Fergana
vadisine yayılır. Asıl gücünü köylüler ve din
adamlarının
oluşturduğu Basmacılar, Korbaşıların başbuğluğunda ve merkezî bir örgütlenmeden
yoksun olarak çarpışmalarını sürdürürler. Ruslar her zamanki gibi, aralarına
nifak sokarak onları bölmeye çalışırlar.
1919
Kasım’ına kadar Fergana savaşçıları önemli bütün bölgeleri ele geçirir ve Rus
Sovyet teşkilatlarını ortadan kaldırırlar. 1919 Kongresinde Bolşevikler Doğu
halklarını okşama kararı alır ve yumuşak politikalar izlemeye başlarlar. Bir
çok Türkistanlı okumuş bu siyasete inanarak gevşer; ama, Korbaşılar inanmaz ve
kavgalarına devam ederler.
1920’de
Kızılordunun Harzem ve Buhara’ya girmesi, buraların da birer ayaklanma merkezi
haline gelmesine yol açar. 1920-21 yıllarında Fergana havzasındaki çarpışmalar
devam eder. Hive’de Cüneyt Han Kızılordu birlikleriyle savaşmaktadır. Tecen vahasında
Oraz Serdar ve Aziz Han kuvvetleri, Kızıl ve Beyaz Rus birliklerine karşı
savaşı sürdürmektedirler. Nur Muhammed Bey, Korbaşı Parpi ve Halhoca
öncülüğündeki Basmacılar, Zerefşan vadisinde ise Behram Korbaşı öncülüğündeki
kuvvetler dövüşmektedir.
3 Mart 1921’de Fuzayl Mahdum
kuvvetleri Darvaz’a girer. 3 Ağustos 1921’de İşan Sultan Germ Kalesini kuşatır.
Doğu Buhara çevresinde İbrahim Bey ve Devletmend Bey’in kuvvetleri tam egemen
olurlar. Said Ahmet Hoca, Maçe’de ayaklanarak bağımsızlığını ilan eder. Mehmet
Emin Bey 24 Eylül 1919’da Ergeştam’da geçici Fergana Hükümetini kurarsa da,
Kızılordunun baskısı altında anlaşmaya gider. 3 Mayıs 1919’da Şir Muhammed Bey , geçici Türkistan Hükümetini
kurar. Hiçbir dış destek bulamayan bu hükümet 1922’ye kadar varlığını sürdürür.
1922’de Ruslar, kurtuluş savaşçılarına
karşı genel bir saldırı başlatırlar. İşgal ettikleri bölgelerde mahalli
komünistlerle işbirliği yaparak Sovyet Cumhuriyetleri kurdururlar.
60
Enver
Paşa öncesi ve sonrası Korbaşıları hakkında ayrıntılı bilgiler için bkz. Ali
Bademci, 19171934 Türkistan Millî İstiklal Hareketi Korbaşılar ve Enver
Paşa, 1-2 ciltler, İstanbul 2008.)
C |
EMAL
Paşa Birinci Dünya Savaşı yenilgisinden sonra 1920 yılında Moskova’ya giderek
Rus hükümetine, Afganistan’a geçip oradan Hindistan Müslümanlarını örgütleyerek
İngilizlerle mücadele etmeyi kapsayan bir proje sunar ve destek ister. Bolşevik
hükûmeti teklifi kabul eder. İngilizlerle mücadele edileceği gibi, böylece
Afganistan da Rus nüfuz bölgesine girebilir ve Türkistan’daki Basmacı
hareketler bu yoldan İngiltere aleyhine çevrilebilirdi.
Paşa
ise, İngiltere’ye karşı yürütülecek mücadelede İslam toplumlarının uyanışını ve
İslam Birliği yolunda bir adım atmayı düşünüyordu; böylece Anadolu’daki Millî
Mücadele’ye de destek olunacaktı. Projenin, Ruslara söylenmeyen ikinci hamlesi
ise, güneyde başarılı olacak hareketi kuzeye, Türkistan’a taşıyarak bağımsızlık
savaşı veren Basmacılara destek olmaktı.
Afgan
Kralı Emanullah Han, İngilizlerle yaptığı mücadelelerde başarılı adımlar atmış,
eski anlaşmalara dayanan bütün kısıtlamaları kaldırarak tam bağımsız ilişkiler
kurmaya başlamıştı. Ancak, Bolşeviklere karşı da tedbirli davranıyor,
Afganistan’da örgütlenmelerine izin vermiyordu.
İslam
Hilafetinin merkezi olan İstanbul’un İngilizler tarafından işgal edilmesi
üzerine, Mevlana Muhammed Ali başkanlığındaki Hindistan Hilafet Cemiyeti bir
bildiri yayımlar. Bu bildiri, “Hukuk-ı Osmaniye (Osmanlıların hakları)
kâmilen mahfuz kalıncaya (tam anlamıyla güvenlik altına alınıncaya) kadar Hint
Müslümanlarının cihada ve mücadeleye devam etmeleri gerekir ve bunun için de
Müslüman Hintliler, Müslüman bir ülkeye göç etmek zorundadırlar.” şeklinde
bir fetvayı içeriyordu. Bunun üzerine yüz bini aşkın Hint Müslümanı
Afganistan’a göç etmişlerdi. İşte Ruslar bu göçmenleri İngilizlere karşı
örgütleyip eğitmek istemişler, Emanullah Han da izin vermemişti.
Taşkent’e
geçen Cemal Paşa, burada bir süre temaslar yaptıktan sonra yirmi kadar Osmanlı
ve Türkistanlı subayla birlikte Afganistan’a geçer. Bir kısım subayları da
planın ikinci hamlesinin hazırlıklarını yapmak üzere Buhara, Hive ve Fergana
bölgelerine gönderir.
Emanullah
Han, Cemal Paşa’yla anlaşır; Hindistan’dan göçen Müslümanlar İngilizlerle
mücadele için örgütlenecek, ayrıca Afgan ordusu yenilenip eğitilecektir. Bunun
için Rus hükümetinden destek istenir. Ancak, Cemal Paşa’nın projesini kabul
etmiş olan Rus hükûmeti destekten vazgeçer; yanı başında büyük bir gücün
oluşmasını, İngiliz tehdidine rağmen kabullenmez.
Cemal
Paşa, Afgan ordusunun eğitimi için Mustafa Kemal Paşa’dan Türk subaylar ister.
1921 yılının yaşanan bunca sıkıntısına rağmen, Mustafa Kemal Paşa, istenen
subayların seçilip gönderilmesi için, Genel Kurmay Başkanı Fevzi Paşa’ya emir
verir. Cemal Paşa yönünü Almanlara çevirerek oradan destek almak ister; ancak,
onlar da sıkıntı içindedirler. Emanullah Han, gerekli silahların alınması için
dört yüz bin altın tahsis eder. Ancak, Almanya’dan temin edilebilecek olan bu
silahların Rusya üzerinden Afganistan’a getirilmesi mümkün değildir. Bütün
teşebbüsler sonuçsuz kalır.
Cemal
Paşa gelen subayların komutasında “nümune kıtaları” oluşturarak askeri eğitime
başlatır. Bu arada göçmen Hint Müslümanları da örgütlenip eğitilmektedir.
Osmanlı subayları ayrıca Afgan kralının Hanabad kentinde kurduğu Korbaşılar
Okulunda da eğitim vermektedir.
Ne
var ki, Türkistanlılar, Ruslara karşı bağımsızlık savaşı vermekte
olduklarından, Cemal Paşa’nın İngiltere aleyhinde ve Ruslarla işbirliğine dönük
çalışmalarından hoşlanmazlar ve kendisini sert bir üslupla uyarırlar. Bu arada
Bolşeviklerin Afganistan’a dönük çalışmalarından başından beri rahatsız olan
Afgan yönetimi de Ruslarla işbirliği yapmak fikrinden gittikçe uzaklaşmaya
başlar.
Enver
Paşa’nın Buhara’da olduğu günlerde Cemal Paşa Taşkent üzerinden gelerek
kendisiyle görüşmek ister; ancak Ruslar Buhara’ya geçmesine izin vermezler.
Esasen, Anadolu hareketi ve başarıları belirginleştikçe, Bolşevik hükûmetlerin
İttihatçı paşalara karşı tavrı değişmeye başlamıştır. Ankara ise, Enver Paşa
ile ilişkilerini kesmesi şartıyla yardıma devam edeceğini Cemal Paşa’ya
bildirir. Ancak, Moskova’ya geçen Cemal Paşa’nın burada Anadolu Hükûmeti adına
konuşuyormuş gibi
havalara
girmesi üzerine, Mustafa Kemal Paşa kendisiyle ilişkiyi tamamen keser.
Cemal
Paşa’ya göre Enver yanlış yapmaktadır. Kendisi yeniden Afganistan’a geçip
İngilizlere karşı mücadeleye devam edeceğini ve Enver’i de oraya çekeceğini
söylemektedir. Ruslar Cemal Paşa’dan ülkeyi terk etmesini isterler. Cemal Paşa
Tiflis’e geçerek burada Mustafa Kemal Paşa ile yeniden irtibat kurmayı ve
oradan da Afganistan’a geçmeyi düşünmektedir. Halil Paşa (Enver Paşa’nın
amcası), Rusların kendisini Tiflis’te öldüreceklerini, bunu da bir Ermeniye
yaptırtacaklarını haber aldığını söyleyerek, Avrupa’ya geçmesi konusunda ısrar
eder. Cemal Paşa aldırmaz; 21 Temmuz 1922 günü, Tiflis’te, bir caddede,
yaverleriyle birlikte Ermeni kurşunlarıyla şehit edilir.
TTİHAT
Terakki Partisi’nin üç büyük paşasından biri, askerî kanadın ikinci adamı
olarak bilinen Cemal Paşa, 6 Mayıs 1872’de, askerî eczacı Mehmet Nesib Bey’in
oğlu olarak Girit’te doğmuştur. Kuleli Askerî İdadîsi ve Mekteb-i Şahane-i
Harbiye’yi bitirdikten sonra Kurmaylık eğitimi almış ve 1895’te yüzbaşı
rütbesiyle orduya katılmıştır.
Üçüncü
Ordunun pek çok subayı gibi O da, Osmanlı Hürriyet Cemiyeti’ne 1906’da girerek
gizli siyasi çalışmalara katılmıştır. 1908 Meşrutiyet’in ilanı ile yıldızı
parlamaya başlar; Kaymakam rütbesiyle Islah Heyeti’ne katılarak Anadolu’ya
gider. 31 Mart Olayı üzerine İstanbul’a dönerek, Hareket Ordusunda görev alır;
Üsküdar mutasarrıflığına atanır.
Adana
Ermeni İsyanı için görevlendirilen kuvvetin başında olarak 1909 yılında Adana’ya
gider; başarılı çalışmalar yapar. Hastalanarak İstanbul’a döner. 1911 yılında
Bağdat Valisi olarak atanır. Balkan Savaşı başlayınca, Konya Redif Tugayı
komutanı olarak görev yapar. 1912’de miralay olur. Kolera hastalığına tutulduğu
için İstanbul’a döner.
Bâbıâli
baskınından sonra İstanbul Muhafızlığına getirilir. Yerinde ve zaman zaman sert
tedbirleriyle dikkatleri çeker. Mahmut Şevket Paşa ile arası açılınca istifa
eder. 1913’te Bayındırlık Bakanlığına getirilir ve mirliva olur. Kendisi İtilaf
devletleri taraftarı olarak tanınır. 1914 yılında Fransa’ya gidip yaptığı
ittifak teklifleri kabul edilmeyince, “Elleri koynunda parçalanmayı
beklemektense, şerefimizle dövüşürüz. ” diyerek Alman İttifakını
destekleyenlerin arasına katılır.
Birinci
Dünya Savaşı’nda Kanal Harekâtına karar verilince, Denizcilik Bakanlığı üstünde
kalmak üzere, bu hareketi gerçekleştirecek olan 4. Ordunun komutanlığına
getirilir. Kanal Harekâtı başarısız olur. 1917’de, güney cephemizdeki
gerilemeler karşısında ağır eleştirilere uğrar ve istifa ederek İstanbul’a
gelir.
Bağdat
Valiliği ve 4. Ordu Komutanı olarak Şam’da bulunduğu dönemlerde Arap
milliyetçilerine karşı gereksiz sertlik gösterdiği ve haksız idamlar yaptığı
yolunda eleştiriler almıştır.
8/9
Kasım 1918’de Talat ve Enver Paşalarla birlikte yurt dışına çıkar. Moskova’da
iken, Anadolu’ya yardım için çalışır. Daha sonra Afgan Kralı Emanullah Han ile
anlaşarak, Afgan Ordusunu modernleştirmek üzere Kâbil’e geçer. Buradan, Enver
Paşa ve diğer arkadaşlarıyla görüşmek üzere Avrupa’ya giderken, Tiflis’te
Ermeniler tarafından yaverleri Nusret ve Süreyya Beylerle birlikte, 21 Temmuz
1922’de şehit edilmiştir.
*
* *
Cemal
Paşa’nın Kurmay Başkanlarından Ali Fuat (Erden) Paşa, “Otoritesi müthişti.”
dediği Paşa’nın, askerî yazıların açık, kısa ve tekrarsız olmasını istediğini
söyler ve şöyle anlatır: “Cemal Paşa donuk siması, safravi mizacı, siyah
gözleri, heybetli bakışları, enerjik burnu, Asuri hükümdarlarını andıran
müstatil sakalıyla çok ihtişamlı ve vekarlı görünürdü. Sakin ve gelecekten emin
bir hali vardı... ” (Erden, a.g.e., s.28)
Cemal
Paşa’nın maiyetinde çalışmış olan Von Kress şöyle yazar: “Cemal keskin
zekâlı, sürat-i intikal sahibi ve sağlam muhakemeli bir zattı. Kuvvetli bir
irade ile, kayıtsız şartsız ve hatta bazen kaba bir enerji, onun nefsinde
birleşmişti. ... Bu akıllı adamda, dikkati çekecek kadar büyük bir gurur da
oluşmuştu. ... Alman muhitinde Cemal, İtilaf devletleri yanlısı olarak
tanınıyordu. Aslında bütün Türk önderleri gibi Cemal de ne Alman, ne
de
İtilaf dostu idi; bilakis, o sadece Türk’tü...” Von Kress, Cemal Paşa’nın Arap
siyasetini de doğru bulur: “Cemal’in Arap siyasetine, Türk tarafından dahi
şiddetle hücum ediliyordu. Fakat Cemal’in Arapları, yumuşaklık ve iyilikle yola
getirmek ve kazanmak hususundaki gayretleri bir sonuç vermeyince, Suriye’de bir
Arap isyanı hazırlamak için yapılan her teşebbüs ve denemeyi büyük bir enerji
ve şiddetle bastırmış olmasından dolayı, o hiçbir yönden tahtie edilemezdi. ”
(Z. Nur Aksun, Osmanlı Tarihi, c.6, s.347, 348)