2-Rivâyet Tefsirleri.
Şimdi, Allah için sevgi ve sohbet, sâlihlerle
beraber olma, fâsıklardan uzaklaşma ile bunların insan üzerindeki etkileri
konusunda meşhur rivâyet tefsirlerinin yaklaşımlarını tesbite çalışacağız.
Tefsirleri yine târih sırasına göre tetkik edeceğiz ve mümkün olduğu kadar,
aynı konudaki benzer görüşleri tekrardan sakınarak; yeni, ayrı ve oıjinal
yorumlan yakalamaya çalışacağız.
Zemahşerî (538/1143),"Her kim Allah ve
Rasûlûne itaat ederse onlar, Allah Teâlâ’nın kendilerine in’am ettiği nebiler,
sıddıklar, şehitler ve sâlihlerle beraberdir. Onlar ne güzel arkadaştır. Bu
ihsan
Allah’tandır.” âyetiyle, mü’minlerin taata teşvik
edildiklerini, çünkü bu sâyede, kendilerine, Allah Teâlâ’ya en yakın ve O’nun
katında en yüksek dereceye ulaşmış kullar ile arkadaşlığın va’dedildiğini
belirtmiş, böyle bir sonuca ulaşmada en büyük vesile olan Hz. Peygamber (s.a.v)’in
: “Nefsim elinde olan Allah’a yemin ederim ki; bir kul, beni nefsinden,
anne babasından, ehlinden, evlâdından ve bütün insanlardan daha fazla
sevmedikçe (gerçek manada) iman etmiş olmaz!” ! buyurduğunu
naklederek; kulun Allah için olan sevgisini kime ne şekilde kullanacağına
dikkat çekmiştir.
Kendileriyle berâber olunması emredilen sâdık
kullarla; niyyet, söz ve fillerinde Allah’ın dininde sâdık olanların
kasdedildiğini belirten Zemahşerî, bazılarının, âyetin sonunu “kûnû
ma’s-sâdıkîn” yerine “kûnû min’s-sâdıkîn” okuyarak “sâdıklardan
olunuz!” manasını verdiğini zikretmiştir. -’
“Zâlimlere yaklaşmayınız; size
de ateş dokunur.” âyetinin, onlara azıcık meyli dahi
yasakladığını belirten Zemahşerî, bu nehyin içine zâlimlerle sohbet,
muhabbet, onlara sevgi gösterisi, yağcılık, süs ve giyimlerinde kendilerine
benzeme, onları takdirle anma, hallerine imrenme gibi fiilî ve kalbî bütün
meyillerin girdiğine dikkat çekmiş ve bu arada târihte zâlim sultanlara yanaşan
âlimlerin kötü durumlarından, bunun acı sonuçlarından bir çok örnek ve bu tür
hareketlerden sakındıran nasihatlar nakletmiştir.
Kişiyi haktan sapıtan insanlara da “şeytan”
denebileceğini söyleyen Zemahşerî, âhirette ancak, dünyada iken kötü
arkadaştan sakınıp muttakilerle beraber olan kimselerin bu dostluktan fayda
göreceğini, Allah için olmayan her şeyin hasret ve ateşle sonuçlanacağını
belirtmiştir.
et-Tabressî (538/1143), “Fâtiha” sûresinin tefsirinde, sırât-ı
müstakimin çok câmi bir kelime ve onu temsil eden kulların çok hâs kimseler
olduğunu, bu sim anlayan ve o yola ulaşmak isteyen kimsenin, Allah Teâlâ’dan
kendisini onlara katmasını ve yollarına sülük ettirmesini taleb edeceğini
belirtmiştir.
Dünyâda Allah için dostluk yapmayan herkesin,
âhirette bundan pişman olacağını belirten Tabressî, peşinden gidilecek
ve yoluna sülük edilecek kimsenin, “ (Herşey i ile tamamen) bana
yönelenlere uy!” âyetiyle ta’rif edildiğine işaret etmiştir.
Mü’minlerin dünyada Allah için başlattıkları
dostluklarının âhirette daha da pekişerek devam edeceğini belirten Tabressî,
bunun karşılığının İlâhî müjdeye göre cennet olacağını zikretmiştir.
Râzî (606/1210),
“Fâtiha” sûresinden elde edilen aklî sırlan ve “Bizi kendilerine in’amda
bulunduklarının yolu olan sırât-ı müstakime ulaştır” âyetindeki incelikleri
verirken; üçüncü incelikte, kulun hidâyet ve mükâşefe makamlarına ulaşmak için
kendisini tehlike ve sapmalardan koruyacak bir şeyhe iktidâ etmesi gerektiğini,
çünkü; eksen insanlann, bu yolun inceliklerini bilmekten yana nâkıs olduklannı,
ancak kâmil ve nurlu bir aklın delâletiyle bu yolun aşılıp, kemal derecelerine
ulaşılabileceğini belirterek, âyetten sûfice bir netice çıkarmıştır.
“Sâdıklarla beraber olun.”
âyetinin, belli bir devre ve kesime
hasredilemeyeceğini, lafzın umûmî olup her mü’mine hitabettiğini, böyle bir
emrin verilmesinden her devirde sâdıkların bulanacağının anlaşıldığını belirten
Râzî, aynı âyetin, sıdk, ihlas ve samimiyetin faziletine de bir delil ve teşvik
olduğunu zikretmiştir.
İnsanlar arasındaki muhabbet ve dostluk çeşitlerinin
oluşum, gelişme ve sonuçlarını tek tek değerlerdiren Râzî, nefsî, hissî ve
maddî hesaplara bağlı dostlukların ancak ölüme kadar devam edeceğini, kıyâmet
günü sahiplerine pişmanlık ve perişanlık getireceğini, asıl dostluğu, ebedî
sevgili olan Allah adına yapılan dostlukların oluşturduğunu, bu çeşit
dostlukların başıyla, sonuyla, dünyâ ve âhiretiyle saâdet sebebi olduğunu
belirtmiştir.
Beydâvî (685/1286), yukarıda geçen âyet-i
kerimelerin tefsirinde, luğat, kıraat ve rivâyet yönüyle Zemahşerî’ye, yorum açısından
Râzî’ye yakın şeyler söylemiştir.
Ebu’s-Suûd (982/1574), dünyâda Allah’a itaatin ve İlâhî
sevginin, insanı âhirette seçkin kullarla beraber edeceğini, bunun İlâhî bir
lutufla olacağını, ancak bundan, hepsinin aynı derecede olduğunun anlaşılmaması
gerektiğini, “Kişi sevdiği ile beraberdir.” hadisinin müjdesiyle; bir hayırlı topluluğu seven
insanın, ameli onlardan geri de olsa, samimi sevgisi sebebiyle âhirette onlarla
birlikte olacağını belirtmiştir.
Kendileriyle beraber olunması emredilen sâdıkların; Allah’ın dininde niyet, söz, fiil,
bütün hâl ve hareketlerinde samimi, ahidlerine sâdık, tevbe ve inâbelerinde
hâlis kimselerin olduğunu belirten Ebu’s-Suûd, Allah için birbirini seven muttakilerin
dostluğunun âhirette de devam edeceğini, bu dostluğa karşılık olarak verilen ve
görülen İlâhî ihsanlarla onun daha da artacağını, Mukâtil’den gelen bir
nakilde; Allah Teâlâ insanları mahşere sevkedince herkesin dehşet içinde
kalacağını, bir münâdînin, Allah adına : “Ey Kullarım!” diye seslendiğinde,
bütün mahlûkâtm ümidle başlarını kaldıracağını, ancak hemen peşinden gelen
“âyetlerimize iman eden ve bize tam teslim olanlar” şeklindeki açıklamayla, bu
sıfatta olmayan bütün kulların başının aşağı düşeceğini, muttaki mü’minlerin
ise sevineceğini zikretmiştir.
Hatib Şirbînî (977/1569), hadislerin müjdesiyle; samimi sevginin insanı, “Onlar ne güzel
arkadaştırlar!” âyetiyle takdir
ve taltif edilen seçkin kullarla beraber edeceğini, bunun, kulun taatmm
karşılığı olmadığını ancak İlâhî lutufla gerçekleştiğini, Hz. Peygamber (s.a.v)’in
bile ameline değil, İlâhî rahmete güvendiğini belirtmiştir.
Âhirette pişman ve perişan olmayan dostların,
dünyadaki dostluğunu Allah için, Allah’a itaat yolunda kuran muvahhidlerin
olduğunu belirten Şirbînî, Hz. Ali’nin, dostların kısımları ve
dostlukların sonuçlarıyla ilgili güzel bir değerlendirmesini nakletmiştir.
ÂIûsî (1270/1853),
herkesin, yakın olduğu kimseye tâbi olacağını prensibini hatırlatarak;
bazılarının “Sâdıklarla beraber olun.”™ âyetine, onlara karışınız
ki; onlar gibi olasınız şeklinde yaptığı tefsirin bu anlayışı desteklediğini,
sâdık için; elest bezminde Allah’a verdiği ilk söze sâdakat gösteren kimse,
manasının verildiğini, asıl işin sadâkat olduğunu, hayâlinde, fikrinde,
niyetinde, sözünde ve fiilinde sâdık olan kimsenin, rüyâ, vâridât, makâmât,
mevâhib, müşâhede gibi bütün hallerinin de sâdık olacağını belirtmiştir.
Âhirette dostlukları fayda veren muttakilerin,
dostluk kurarken iki şeye dikkat ettiklerini, birincisi; arkadaşını sırf Allah
nzâsı için sevip ona İlâhî ğâyenin dışında hiçbir şey karıştırmadıklarını,
İkincisi de; şerli kimselerle sohbetten sakındıklarını belirten ÂIûsî, onlann
bu amellerine karşılık olarak verilen İlâhî lutuflan âyet ve hadislerin
beyanlan ile zikretmiştir.
Tefsirinde tahkik, tesbit ve otjinal teşhislerin
en güzel numûnelerini sunan Reşid Rızâ (1354/1935), "Rasûlüm
de ki: Eğer Allah’ı seviyor (ve sevdiğinizi iddiâ ediyor) sanız bana tâbi
olunuz ki; Allah da sizi sevsin.”™ âyetinin tefsirinde, özetle; canlı
varlıklardaki sevme özelliğini ve insanın bu konuda en kâil bir yaratılışa
sahip olduğunu, sevginin isti’dâtlara göre farklı tezâhürlerinin bulunduğunu,
kul, Allah’ın ahlâkı ile ablaklanıp, O’nun esmâ ve sıfatlarının tecellilerine
mazhar olunca kendi içinde halifetullah sıfatını kazanacağını, gerçek
muhabbetin, sevenle dost arasındaki uzaklığı ortadan kaldırdığını zikretmiştir.
Allah Teâlâ’nın “Onlar ne güzel
arkadaştırlarZ” âyetiyle, beraberliklerini büyük bir nimet ve
saâdet gösterdiği şehidleri farklı bir yönüyle tanıtan Reşid Rızâ, özetle
şu oıjinal değerlendirmeyi yapmıştır: “Şehîd” kelimesi, “feîl” vezninde “fâil”
manasmdadır.Buna göre, şehîd; sözü, fiili, ahlâkı ve güzel halleriyle Allah
Teâlâ’nın dininin sihhatine şâhidlik eden, onu iptal etmek isteyenlere karşı
Allah’ın bir hücceti olan, güzel sîreti ile âhirette de şâhidlik yapacak olan
kimsedir. Hz. Ali’nin belirttiği gibi; onlar, her devirde bulunur.
Onları seven, âhirette kendileriyle birlikte haşredilir.
Asrımız âlimlerinden Vehbe Zuhaylî, akide,
hukuk ve metod konusunda kendisinden önceki tefsirlerin özünü ortaya koyan
“es-Sirâcü’l-Münîr” adlı tefsirinde, Allah tarafından dostlukları takdirle
anılan Peygamber, sıddîk, şehid, ve sâlihlerin dünyâda ve âhirette en güzel
arkadaş olduklarını belirttikten sonra, Hz. Peygamber (s.a.v)’in "Kim
bir topluluğu severse Allah onu, onlarla birlikte haşreder.”™ "Kişi
sevdiği ile berâberdir”™ hadislerinin bunu te’yid ettiğini, ancak,
âyet-i kerimenin belittiği gibi; muhabbetin, sevdiğine itaati gerektirdiğini,
kalbiyle sevmediği halde, dıştan öyle görünmenin münafıklık olduğunu
belirtmiştir.
“Sâdıklarla beraber olun.”
âyetinin, mü’minlere, iç ve dışlarıyla sâdık
olmalarını emrettiği gibi; sâdıkların gidişât ve yoluna iltizam etmelerini de
emrettiğini hatırlatan Zuhaylî, tevbe-i nusûhun, sıdk hâlinin en husûsi
yanı olduğunu, sözlerinde sâdık, fillerinde hâlis, hallerinde sâfi olan
muttakilerin ebrâr sınıfına girdiğini ve Cenab-ı Hakk’ın rızâsına erdiğini
belirtmiştir.
Birbirini iman ve takvâ için seven muvahhidlerin
dostluklarının hiçbir zaman düşmanlığa dönüşmeyeceğini belirten Zuhaylî, “Allah
için birbirini seven iki kulun birisi batı diğeri doğuda bulunsa, Allah Teâlâ
kıyâmet günü ikisinin arasını birleştirerek: “tşte bu, benim için sevdiğin
kimsedir.” buyurur.” hadisini zikrederek; dostluğun esasının kalbî meyil ve muhabbete
bağlı olduğunu, uzak mesafedeki insanların da birbirini Allah için
sevebileceklerini ve bunun karşılığını âhirette göreceklerini dikkate
vermiştir.
Elmalılı (1358/1942),
sâdıklarla beraber olmayı; iman ve ahidlerinde hak dine bağlı, niyet, söz ve
fiillerinde dürüstlük üzere olanlarla hâl, mekan ve meclis itibariyle beraber
olmak, onlara yakın bulunmak, kendileriyle aynı safı paylaşmak ve güzel
hallerine uymak şeklinde özetlerken; Merâğî (1364/1945), konu ile ilgili
âyetleri, İbnu Kesir, Âlûsî ve Reşid Rızâ’nm açıklama ve
yaklaşımlarına paralel bir şekilde özet olarak tefsir etmiştir.
d-Değerlendirme.
Sûfılerle ve müfessirler, ilgili nasslann ifâde
ettiği gibi; Allah’ın sevdiklerini Allah için sevme, onlara yakın olma,
meclislerinde bulunma, kendilerini örnek alma, kötülükten, kötü çevreden ve
kötü insanlardan kaçma hususlarında yaklaşık aynı şeyleri söylemektedirler.
Sûfiler, sohbetle; kâmil bir insanın nazarları
altında bulunarak, onun usûl ve tavsiyelerine göre kalbi arındırmayı, nefsi
taatlara ısındırmayı ve ıslah olmayı kasdederken; müfessirler, böyle bir
intisabtan ve özel terbiyeye girmekten bahsetmeden, sâlih insanların
meclislerinde bulunmayı, onların güzel tavsiyelerinden istifâde ederek; istikâmet
bulmayı anlamışlardır. Ancak, tesbit edebildiğimiz kadarıyla; işârî tefsirlerin
tamamı ve dirâyet tefsirleri içinde Fahruddin Râzî açıkça belirterek, Âlûsî
ise; sûfilerden nakil ve işâretle; terbiye, tezkiye ve terakki için, irşad
makâmmda bulunan bir şeyh eli tutmanın luzûmundan bahsetmişlerdir.
Sûfiler, kâmil velilerin nazarı üzerinde çok
durmuşlardır. Öyle ki; Hz. Peygamber (s.a.v)’in, ashâb-ı kirâmı nûrânî
nazarlarında terbiye ve tekâmül ettirdiği gibi, O’nun bu vasfına vâris olduğuna
inandıkları mürşidler de, sâdık müridlerini sırf nazar ve hâlle terbiye edip
terakkilerini sağlayacak güçte görülmektedir. Bunun birçok canlı örnekleri
gösterilmiş ve böyle bir nûrânî nazar, ğâfilâne yapılan ibâdetlerden daha
faydalı bulunmuştur. Tabii burada ibâdetleri hafife veya ihmale alma sözkonusu
değildir. Müfessirler ise; böyle bir yetki ve etkiyi Hz. Peygamber (s.a.v)
için tabiî görürken, diğer insanlarda bunun bulunup bulunmayacağı üzerinde
durmamışlardır, fakat, bizzat nazar sahibinin baktığı, gördüğü mahale göre
olumlu veya olumsuz etkileneceğini, bunun için; ibret veren, Cenâb-ı Hakk’ı
zikre sevk eden ve hayra yönelten şeylere nazarın hayır getireceğini, harama,
fâsıklara ve ğâfillere bakmanın ise; kalbi kirleteceğini, basireti
körleteceğini, nefsi onlara meylettirip fiiline sevkedebileceğini belirtmişler,
zulümden ve zâlimlerden kurtulmanın bir yolunun da sâlihlerle arkadaşlık
olduğuna değinmişlerdir.
Eğitimde çevrenin önemi bellidir. Gözün, gönle
açılan bir pencere olduğu ma’lumdur. Kalbdeki şeyleri dışa yansıtmanın açık ve
gizli yollan vardır. Açık ifâde yollan dil ve yazı, gizli olanlar ise; insanın
göz ve yüzüdür. Dili ve yazıyı herkes, diğerlerini ise hâs insanlar
anlayabilir. Âyetin ifâde ettiği gibi; mü’minlerin ev veya mescidlerde yaptığı secdelerin
nûrânî eserleri insanlann arasında yüzlerinde parlamakta, âdetâ içlerindeki nûr
gözlerinden dışa yansımaktadır. Bu, mü’minlere hâs bir özelliktir. Nitekim
kâfirin yüzünde ve gözünde, kalbindeki küfrün zulmeti, fâsıkta ise günahın
izleri gözükmektedir. Bütün bunlar fıtrî bir durumdur.
Her kab içindekini sızdırdığı gibi; her kalb de
içindekini yansıtmaktadır. Bunun için, kalbleri nûr ve feyizle dolu sâlihlere
yanaşıp ma’nen istifâde imkanı olduğu gibi; kötülerle beraberlikte de,
onlardaki sıfatların insana geçmesi mükündür. Âyette belirtildiği gibi; zâlimlere meylin sonu azaptır. Çünkü; meyilde
sevgi, sevgide nzâ, rızâda tercih ve karar gizlidir. Karar azim, azim amel
demektir. İnsanın sevgi ve irâdesiyle katıldığı meclis ve muhit, bundan dolayı
önem kazanmaktadır.
İlimde esas; âlimin önünde tahsilini tamamlamak
olduğu gibi; irşâd ve eğitimde de; terbiyecinin kontrolünde yol almak esastır,
insanın önünde, yapacağı işin, temenni ettiği şeyin, özlediği hâlin örneği
bulunmayınca; işi zor, gidişi ağır, hedefi belirsiz, gücü zâyi olur. Özellikle,
yüksek kâbiliyet ve ince bir siyâset yanında, güzel meleke ve tecrübe isteyen
şeylerin, o işin ehli olmadan elde edilmeleri çok zordur. Rûhî terakki, kalbî
tezkiye ve nefsî terbiye sırf kitabla elde edilecek şeyler değildir, irşad ve
terbiye ile meşgul olan bütün arifler, işin ehli, yolu ve yolcusunu iyi bilen
bir kılavuz olmadan bu yolun alınamayacağı konusunda müttefiktirler.
Sohbet, Islâmm temel esaslarından birisi
sayılabilir. Onda ilim, edeb, kardeşlik, hürmet, sevgi, yardımlaşma, birbirini
hayra sevk, kusurları giderme, hazır tecrübelerden istifade, nefis ve şeytana
karşı birbirini destekleme, manevî tad ve neşe, rahmet, sekinet gibi İlâhî,
dînî ve dünyevî faydalar mevcuttur.
Allah için kurulan sohbet meclisleri, herkese,
devamlı kapısı açık bir eğitim merkezi durumundadır, böyle olmalıdır. Dünyevî
meşgaleler ile perdelenen rûh, manevî neşesini kaybeden kalb, yeni bir canlılık
ve neşe kazanmak için, muhakkak Allah adına kurulan bir mecliste bulunmalı ve
asıl hedefi olan Allah rızâsını ve âhiret hazırlığını gündemden çıkarmamalıdır,
imam Gazzâlî, üç gün Allah için bir sohbete katılmayan kalbin nûrunun
sönmeye, manevî canlılığının ölmeye başlayacağı görüşündedir. Ashabtan Abdullah
b. Revâha’nın (r.a), Hz. Peygamber (s.a.v)’in nurlu sohbetlerinde
sâfi ve sahâbî olmuş arkadaşlarına arada bir: ‘'Gelin, bir saat oturup
(İlâhî hakikatları konuşup Allah’ın nimetlerini hatırlayarak, gerçek manada)
iman edelim!” deme ihtiyacını
duyması, Hz. Hanzala’nın, peygamber meclisinden ayrılıp dünyâ işlerine
dalınca kalbinin sâfiyetinin değiştiğini farkederek bunun bir nifak alâmeti
olabileceği endişesiyle gelip Rasûlullah (a.s)’a dert yanması, bu işin ciddiyetini ortaya koyacak
örneklerdir. Asr-ı saâdetin nurlu atmosferinde yaşayan ashâb-ı kirâm’ın
kendisini müstağnî göremediği bir işten, âhır zamanın zulmeti içinde iyice
perişan olmuş bir kalbin bu tür bir takviyeye hiç ihtiyaç duymaması,
kanaatimizce; onun kendisine yettiğinden değil, belki çok şeyini
kaybettiğindendir.
Allah için birbirini sevmenin esası ve istifâdenin
şartı; bu dostluğun sırf İlâhî nzâ için kurulması, aynı samimiyetle edebine
uygun devam ettirilmesi ve bunun, ölene kadar korunmasıdır. Bütün İlâhî vaadler
ve müjdeler bu şarta bağlanmıştır.
B-Râbıta.
Tasavvufta, rûhî terbiyede bir eğitim ve mânevî
iletişim aracı olarak tatbik edilen rabıta, üzerinde en çok münâkaşa edilen
konulardan birisidir. İntisab ettikleri mürşidlerine itimadla, râbıtayı kabul
edip yapanların, onun dinî delilleri üzerinde fazla bir tereddüdü bulunmazken;
uygulanış şekillerine bakarak buna nasslarda açıkça bir işâret bulamayan ve
dolayısıyla onu, dinî bağlayıcılığı olan bir amel görmeyenlerin bir kısmı,
ehl-i tasavvufa hürmeten sükût etmiş, bazıları, onun dış kaynaklı bir bid’at
olduğunu ileri sürerek reddetmiş, bazıları ise, bunun şirk olduğunu söyleyecek
kadar tenkid dojacını iyice yükseltmiştir.
Bizce mesele, bu kadar zıt boyutlarda
değerlendirilecek kadar anlaşılmaz değildir. Râbıtanm, luğat ve ıstılâhî
manasını, sûfilerin görüşleriyle müfessirlerin yaklaşımını tetkik ettiğimizde,
durum ortaya çıkacaktır.
a-Râbıtanın luğat manası.
Lügatta, iki şeyi birbirine bağlayan ip, alâka,
vuslat, münâsebet, ilgi ve sevgi ile mensûbiyet, cesur ve dayanıklı olmak gibi
mânalara gelen râbıta, Kur'an-ı Kerim'de zikredildiği şekliyle; sınırlarda düşmanı gözetlemek, nöbet tutmak, verilen emrin eksiksiz yerine
getirilmesi gibi anlamlar ifâde eder.
Beden ile nefsin irtibatını sağlaması ve
"halk âlemi” ile "emir âlemini” bünyesinde barındırması dolayısıyla
kalbe de "ribât" denmiştir. Zira, "nazargâh-ı İlâhî" kabul
edilen ve "masivâ" nm girmemesi için her şeyden önce gözetlenmesi
gereken yer kalptir.
Kur'an-ı Kerim'de "râbitû" şeklinde
geçen ve emir ifade eden "ribât” ve "murâbata", yalnızca
maddî ve dış düşmana karşı değil, bizi içten vuran ve "kötülüğü
emredici" karakteri ile tanımlanan19' nefs ve şeytan düşmanına
karşı da vaziyet almayı, bunların aldatıcı hilelerine karşı kalbi gözetlemeyi
âmir bulunduğu, başından beri bu âyetlerin iki mânayı da aynı anda hedef
aldıkları birçok müfessirce söz konusu edilmiştir.
Bu sebeple âyet-i kerimeleri îslam düşmanlarına
karşı hazır olmak, teyakkuzda bulunmak olarak anlamanın yanında, bizleri
Allah'ın dininden uzaklaştırmak için mücâdele eden nefis ve şeytana karşı da
hazırlıklı olmak ve mücâdele etme şeklinde anlama imkanı da vardır. Meselâ: Râğıb
el-Isfahanî (502/1109), ribât ve murâbata'nın ikili anlamına işâret
ederken: "Bir vakit namazdan, öteki vakit namazına kadar beklemek ve
kalbi mescidlere bağlı tutmak" hadisine dikkat çekip, Kur'an-ı Kerim'de
"rabt" kökünden türetilmiş kelimeleri ihtiva eden âyetleri
sıraladıktan sonra, bu âyetlerdeki "rabt" ın: "O Allah,
mû'minlerin kalbine sekîneti (iç huzûru, ma’nevî kuvvet ve sabrı)
indirendir" âyetinden
hareketle, kalb sekînetine delâlet ettiğini söylemektedir.
b-Sûfilerin ıstılahında râbıta.
Ribât ve murâbata ile aynı kökten gelen ve
tasavvufî bir terim olarak kullanılan râbıta; "Şuhûd ve lyan makâmına
ulaşmış kâmil bir şeyhe kalbi bağlamaktan ibarettir. Çünkü kâmil şeyh oluk gibi
olup râbıta eden müridin kalbine ondan feyiz akar."
Diğer bir tarife göre râbıta; "İlâhî ve zâtî
sıfatlarla muttasıf, müşâhede mertebesine ermiş kâmil bir şeyhe kalbi bağlayıp,
huzur ve gıyabında o şeyhin
süreri, sîreti ve özellikle ruhâniyetini hayâlen kendisi ile birlikte
farzederek, yarandayken takındığı tavn, gıyâben de sürdürmeye çalışmak
demektir.
Nakşibendî pirleri râbıtayı; müridin mürşide olan
şiddetli ve sıcak muhabbetiyle tamamen ona yönelmek olarak tanımlamışlar ve bu
tür râbıtaya devam eden müridin an be an mürşidinin boyasına boyanarak, onun
gibi kâmil olma yolunda yavaş yavaş ilerleyeceğini, zira muhabbet râbıtasının,
seveni, sevilenin sıfatlarına sokacağını söylemişlerdir.
Değer bir yaklaşımla rabıta; fiilî beraberliğin
husûlü için kalbi, muhabbet ve hürmetle mürşide bağlamaktan ibarettir. "
İmam Rabbânî (1034/1625), râbıtayı, mürid ile mürşid arasındaki
münâsebetin tam olduğuna bir alâmet görür ve mürşidden istifâde etmenin en
güzel, en yakın yolun râbıta olduğunu belirtir.
Herkese râbıta yapılamayacağını, râbıtadan
hedefin; müride, İlâhî tecellilerin müşâhedesiyle ma’nevî terakkiyi tahakkuk
ettirmek olduğuna işâret eden İmam Rabbânî, kendisine râbıta yapılacak
kâmilin, Allah tarafından seçilmiş, manevî seyrini tamamlamış, yüksek kemâlât
ve cezbe sâhibi bir kimse olduğunu belirtir ve onun genel hâlini şöyle tanıtır:
“Anlatılan bu kemalâtm sahibi, vaktin imamı, zamanın halifesidir. Onun nazarı,
kalb marazlarına şifâdır. Onun teveccühü, manevi illetleri giderir. Kutuplar ve
abdallar, onun makamlarının gölgesinde ferahyâb olurlar. Evtad ve nücebâ,
onun kemâlât denizinden gelen bir katre ile kanaat ederler..”
Mevlânâ Hâlid (1242/1826), râbıtanm Nakşî tarikatında
temel bir rükün olduğunu hatırlatarak, aslî fonksiyonuna şöyle işâret ediyor:
"Kitab-ı azîz ve sünnet-i Rasûl'e yapıştıktan sonra Allah-u Teâlâ'ya vâsıl
olmanın en büyük sebebi rabıtadır. Hatta Nakşibendî sâdatmın bir kısmı
terbiye ve ta’limde yalnız onunla yetinirdi. Bu arada unutulmamalıdır ki, maksat; Yüce
Mevlâ'ya ulaşmaktır. Râbıta ise; ‘seyr-i ilellah’a vesile olmaktan başka
bir şey değildir.”
Muhammed Emin Erbîlî (1322/194, İlâhî huzura kabülün
husûlü için, kâmil mükemmil mürşide kalbi teslim ederek, o makamları onun
kılavuzluğu ile almayı şart görmüş, mürşidin, İlâhî sırların toplandığı bir
mahal olduğunu, İlâhî sırların ona, Resûlullah (a.s)'dan itibâren
ma’nevî verâset yoluyla bir kâmilden diğer kâmile, bir büyükten diğer büyüğe
intikalle ulaştığını, kendisinden de müride intikal edeceğini, işte bu manavî
alış verişe tarikatta, “mürşid rabıtası” dendiğini ifâde etmiştir.
Erbilî, râbıtanın
özünü şöyle ifâde ediyor: “Mürşidi düşünmek, sadece onun şahsını hayal etmek
ve müstakillen ondan bir şey istemek değildir. Bilâkis aslında her şeyi yaratan
ve yapan müessir-i hakîkînin Allah Teâlâ olduğuna itikad ederek, Allah'ın
mürşide ihsan edip şahsında tezahür ettirdiği faziletleri düşünmektir. Bu
durum şuna benzer: Bir fakir, ihtiyacını karşılamak için bir zenginin kapısına
gidip talepte bulunur. Fakat o bilir ve inanır ki; gerçekte veren ve ihsan eden
Allah'tır. Yerlerin ve göklerin hâzineleri O’nun elindedir. O'ndan başka fâil-i
hakiki yoktur. O, zenginin kapısında ancak onun Allah'ın nimet kapılarından bir
kapı ve oradan kendisine bir nimet vermesinin mümkün olduğunu bildiği için
durur. Bu inkâr edilemeyecek bir gerçektir.
Râbıta konusunda en derli toplu ve oıjinal bilgi
verenlerin başında Kuşadah İbrahim Halveti (1262/1845) gelir. O, râbıtayı,
Hz. Âdem’den intikalle gelen ve Hz. Cibril’le Hz. Meryem’e ilkâ edilen,
ondan Hz. îsâ’ya, ondan asıl sâhibi olan Hz. Peygamber (s.a.v)’e ulaşan
İlâhî bir sır görür ve ekler: “Bu sırrın ismi çoktur. Sırrullah, simi
Rasûlillâh, sırru Beytillâh bunların başında gelir. Allah Rasûlü (s.a.v):"Allah'ın
ilk yarattığı şey benim rûhumdur." buyurarak, buna işâret etmiştir. Bu sır, Âdem
Aleyhisselam'dan, Nebimiz Hz. Muhammed (s.a.v)'e kadar gelmiş,
O'ndan sonra kıyâmete kadar birbirinden intikalle, kesilmeden devam etmiş ve
edecektir. O sır, bâzı zevâtın (ehlullah'ın) misâli ile temsil buyrulup temessül
edegelmiştir ve bu devam edecektir. îşte bu sır, "Râbıta" ve "Nisbet"
dedikleri şeydir. Bütün mü'minlerin salah ve felâhı o sim bulmaya bağlıdır,
onu bulmaya istidat için çalışmaları gerekir. Bu sim bazıları hayatta bulur,
bâzılan sekarât-ı mevtinde bulur. O anda bulamayan Münker ve Nekir'in
sualleriyle bulur. Olmazsa kabir azabıyla, olmazsa, mahşerdeki bekleyişte,
olmazsa bizzât sual ile, olmazsa mizan ile, olmazsa Cehennem ile, bulur.
El-hâsıl; irfansız kimse Cennete giremez."
215
Kuşadah, mürşitten
başkasına rabıta olmayacağını görüşündedir. Sahte şeyhlerden şiddetle
sakındırarak, sebebini şöyle açıklar: “Kâmil bir mürşide râbıta yapmayan kimse,
esmâ ile meşgul olsa, esmada bir hâlavet bulunduğu için esmâ (İlâhî isim ve
tecelliler) âşığı olur. Müsemmaya (zâta) âşık olamaz. Sonunda kendisine sıkıntı
verecek hâllere ulaşır ve aşkı bozulur. Âdetlerini terketmeyen kimse,
hârikûlâde şeylere ulaşamaz. El-hâsıl; mülâkat (bir kâmille karşılaşıp
kaynaşmak) lâzımda-. Sırf cismâni beraberlikle rûhânî kaynaşma hâsıl
olmaz. Şayet mürid, tarikat yolunun çilelerini severek, tam yüklenip,
kâbiliyetini artıra artıra devam ederse, (mürşidiyle) rûhânî beraberlik hâsıl
olur."
Kuşadah, metkublannda,
rabıtanın faydalarını şöyle sıralar.
"Sülükte, hâlinize göre maksadınıza
ulaşmanız, râbıta ile mümkündür. Başka şeyleri düşünmek ve hedefe almak bir
tehlike çukurunun kenarında durmak gibidir. Hem haller ve makamlar gâye
değildir. Bunlar bir takım zuhûrat, mânevî fetih ve faydalardır. Sen bunlara
takılıp yorulma, güzel râbıta yapmaya bak!"
"îhlas ile kazanılan şeyleri, mâsivaya
sarfedip elden kaçırmamak için râbıta ortaya konmuştur. Bunun için bir an
gaflet etmemelidir."
"Râbıtaya yönelmekten maksad, ancak irfan,
mizan (ölçü) ve rızâyı bulmaktır. Başka dünyevî ve uhrevî müşkilat halli için
teveccüh (yönelmek) olmaz ha! dikkat!"
"Sâlik rabıtasında dikkat ve istikâmette
azimet üzere davranır ise; önünde zuhûr eden şeylerin, ne netice vereceğini
farkeder. Eğer o şey hayır ise bunu anlar, kendisini kusurlardan koruduğu için ortaya
güzel haller çıkar."
"Râbıtayı zamansız ve mekansız (her zaman ve
her yerde) yapa yapa ve mürşide güzel ittibâ ile gide gide huzuru İlâhide
mârifet ilmine sahip olunur, tasarruf kimindir bilinir."
"Râbıta hâli ileri olanlar, mücerred
(sûreten) görüşmek ile ve azimetlerini artırarak isti'dadı tüm olunca, mürşidle
mülâkat (mânevi buluşma, ruhâni kaynaşma) müyesser olur. Ancak sülükten
murad; aslında irfan ve Allah'ın rızâsıdır, biline!"
"îmdi, rabıtalı ve cezbeli ihvânınız ile
birlik ola ola, yahut tenhada ve tek başına iken kendi kendini kınaya kınaya,
hayır irâdeni elde ederek şer düşüncelerinden Allah'ın yardımı ile
kurtulursun."
"Râbıta ve âzimet kulun kesbine (çalışıp
kazanmasına) dayalıdır. Neticeleri ise terk-i dünyâ, terk-i ukbâ, terk-i terktir."
"Mürşidle karşılaşmak, buluşmak lâzımdır.
Tâki, vehbî olan vicdânî ilham ve keşifler ile, terakkiye sebeb olan azimetleri
artıra artıra, nzây-ı Bâri'nin müjdecisi olan irfanı bula bula, "Kâlû
Belâ" ahdine uygun, usanılmaz ve doyulmaz kalb safâlannı artıra artıra
selâmet ve saâdete nail olunur."
“Anlattığım şekilde hareket edersen, bunun kısa
zamanda çok feyze sebeb olacağı aşikârdır. Hemen vaktinizi zâyi etmeyip
dâima zikrullah ile meşgul olunursa, celâl cemâle tahvil olur, vesselam."
c-Râbıta için delil gösterilen âyetler ve
müfessirlerin yaklaşımı.
Sûfiler, râbıtanın Kur’an ve sünnette birçok
delilinin bulunduğunu söylemişler ve konuyla ilgili gördükleri nasslardan
değişik istidlâl yollarıyla râbıtanın cevazına hatta gereğine hükmetmişlerdir.
Şimdi, bu konuda delil gösterilen âyetleri ve sûfilerin istidlallerini,
müfessirlerin yaklaşımlarıyla karşılaştırıp değerlendirmesini yapacağız.
1-Âyet-i kerimeler.
"Ey iman edenler! Allahtan korkun ve
sâdıklarla beraber olun."
Sûfiler, sadıklarla beraber olmayı iki şekilde
değerlendirmişlerdir:
a)
Cismani beraberlik: Sadıkların meclisine devam
ederek onlardan ilim, hâl, edeb, feyiz ve fazilet tahsil etmektir.
b)
Rûhânî beraberlik: Sâdıkların gıyabında, onlann
sûret ve siretlerini hayalde tutmak, fikren ve rûhen onlar ile beraber olmak,
onlan düşünerek güzel halleri ile hallenmektir.
Bursevî (1137/1724),
âyetteki sâdıklarla, kâmil mürşidlerin kasdedildiğini ve onlarla beraberliğin
insanı huzur-ı Hakk’a ulaştıracağını söylemektedir.22
Diğer müfessirlerin âyetle ilgili görüşleri, az
önce tetkik edilen “sohbet” konusunda geçti. Umûmen müfessirler, sâdıklarla
hemhâl olmanın, onlan örnek almanın faydasına inanmaktadırlar. Fakat, âyetten
sûfilerin anladğı manada rabıtayla ilgili bir sonuç çıkaran yoktur. Ancak, “Ey
iman edenler! Sabredin, düşman
karşısında birbirinize sabırda
destek verin, ribatta bulunun ve uyanık olun. Allah’tan korkunuz ki; felaha
eresiniz.” 0
âyetinin tefsirinde, Allah’ı hatırlatan ve O’na âid olan şeylere kalbi bağlama,
rûhânî şeylerle alâka kurma konusunda, sûfîlere yakın şeyler söyleyen ve onlann
vardığı neticeye bir yönüyle destek olacak deliller serdeden müfessirler
mevcuttur.
Âyette geçen “râbitû” ifâdesininin
zâhirinden “râbıta yapınız” sonucunu çıkarmak ilk anda zordur. Aynı şekilde,
bunun tek manasının; sınır boylannda atlı veya yaya nöbet beklemek, düşmanı
gözetlemek olduğunu söylemek de kolay değildir. Çünkü, nbata; bir namazdan
sonra diğer namazı beklemek, namazı muhafazaya yardımcı abdest ve tahâret gibi
ilk vazifeleri güzel yapmak manasını veren hadisler, onu sırf sınırdaki nöbete hamletmeye mâni
olmaktadır. Zâten bütün müfessirler, âyete, biri, maddi düşmanlara karşı vatanî
sınırlan gözetim altına almak, diğeri de nefis ve şeytan düşmanına karşı namaz
başta olmak üzere İlâhî hududlan muhâfazaya çalışmak şeklinde iki yönlü mana
vermişlerdir.
Sûfilerin râbıtaya delil olarak kullandıklan
âyetlerden birisi de; Hz. Yusuf la ilgili âyettir. Sûfiler, bu âyetteki “bürhân”ı; kâmil
velilerin uzaktan yardım ve tasarrufuna delil kabul etmişlerdir. Çünkü, Hz. Yakub’un o anda odada
temessül ederek Hz. Yusuf u uyarması ile ilgili rivâyetler, bu görüşe
destek vermekte ve aynı zamanda bu, temessül ve tasarrufun da bir nevi örneği
olmaktadır.
İlgili rivâyetin, Mu’tezîlî Zemâhşerî dâhil
hemen her müfessir tarafından nakledildiği doğrudur. Rivâyet sahih olup olay Peygamberlere hâs
görülmezse, benzerî şeyler; mü’minler adına İlâhî bir maûnet, velilere için de
bir çeşit kerâmet kabul edilebilir.
Râbıta konusunda, âyet ve hadislerden daha bir çok
delil zikredilmiştir. Bunların delâlet yönü ve varılan neticelerin sihhati
üzerinde ayrı ayrı durmak gereklidir.
d-Değerlendirme.
Biz râbıta konusunda farklı bir dil kullanılmasını
ve delillerin zorlanmamasını tercih ediyoruz. Tesbit edebildiğimiz kadarıyla,
râbıtayı ta’rif eden sûfiler, onu, içinde bulundukları makamın ve bizzat
tecrübe ettikleri hallerin seviyesine münâsib bir dille, yani, işin son
durumuna göre anlatmışlardır. Bu, muhâlif düşünenlerin tenkidde ısrânna sebep
olurken, kabül edenler için de tam bir teslimiyeti mecbur etmektedir. Önündeki
kâmil bir mürşide, Allah için tam teslim ve tâbî olanlar için başlangıçta bir
sıkıntı yoktur. Çünkü, bir konuda, onu emreden yahut nehyeden bir nass
bulunmadığında sâlihlerin uygulamalarını kendisi için bir delil görenler için,
iş kolaydır. Yeter ki; mürşid kâmil, mürid samimi olsun.
Biz, râbıtayı tefekkürün bir çeşidi, murâkabenin
bir bölümü, muhabbetin bir tezâhürü olarak görüyoruz. Zaten sûfiler de,
rabıtanın muhabbet alâkasından ibâret olduğunu söylemişlerdir.
Kanaatimizce, râbıta üzerindeki münâkaşalar,
kelimenin ifâde ettiği mana ve muhtevânm sınırlarının kesin hatlarla
çizilemeyişinden ve taraflarca meramın tam olarak ifâde edilemeyişinden ileri
geliyor. Biz, râbıtayı düşünce ve tefekkür sistemimiz içinde, sırf fikrî bir
yaklaşımla da olsa, şu ölçüler çerçevesinde değerlendirmeyi uygun görüyoruz.
Önce, niçin bir insanı düşünüyoruz da Allah
Teâlâ’yı düşünmüyoruz? sorusunu kesin çözüme kavuşturmalıyız. Bu sorunun
cevabı, bizi, “Allah’ı bırakıp da insan veya başka bir varlığı düşünmek İlâhî
muhabbeti zedelemez mi? Böyle bir şey şirk olmaz mı?” endişesinden
kurtaracaktır.
îlk bilinmesi gereken akâid kâideleri şunlardır: “Allah
Teâlâ hayal ile
düşünülmekten münezzehtir. O,
akılla tasavvur, fikirle ihâta, herhangi bir şeye kıyasla idrak edilemez Her ne ki hayâle gelir, o, Allah değildir.”
Şu halde düşünce ve tefekkürün mahalli Zât-ı Bârî
değildir. Hem, Allah Teâlâ’nın zâtını düşünmek yasaklanmış,. Hz. Peygamber (s.a.v),
bunun hüküm ve sebebini şöyle belirtmiştir:
"Allah Teâlâ’nın zâtını
tefekkür etmeyiniz! O’nun nimet ve yaratıklarını düşününüz. Çünkü siz, Allah’ın
zâtını düşünmeye güç yetiremezsiniz."
Durum böyle olunca; tefekkür, tezekkür, tedebbür,
ibret alma gibi kalbî amellerin diğer varlıklar üzerinde uygulanması
sözkonusudur. Allah Teâlâ, âlemdeki her şeyin, kendi diliyle İlâhî bilgi ve
Rabbânî mesajlar taşıyan birer âyet olduğunu beyan etmektedir. Kur'an-ı Hakîm’in âyetleri ile kâinatın
âyetleri aynı zâtın değişik sıfatlarının tecellîsi olup, ortak yönleri; O’na
âit taşıdıkları bilgi ve hikmetlerle O’nu tanımaya ve sevmeye sebep
olmalarıdır. Tabii, hakkıyla okunup merama uygun anlaşılabilirlerse.
Çünkü; Kur’an’dan öğüt ve ibret almak için, yakînî
iman, akl-ı selîm, Allah’a yönelme ve takvâ gerektiği gibi; varlıklar üzerinde
tazâhür eden İlâhî tecellileri anlamak için de, iman, iz’an, temiz vicdan, tam
tefekkür ve tezekkür, basîret ve can kulağı ile yönelme istenmektedir. Aksi
durumda, insan, hergün yüzyüze geldiği birlerce âyetin önünden geçip duracak
da, hiçbirinin ne ifâde ettiğini anlayamadan çekip gidecektir.
Kur'an-ı Hakîm tedkik edildiğinde görüleceği gibi;
akıl, şuur ve uyanık kalb sahiplerine, bütün eşya, varlık, hâdise ve olaylar
perde perde açılıp anlatılarak, âhiret temsilleri ve tasvirleri yapılarak; "düşünmüyor
musunuz?", "tefekkür etmiyor musunuz?", "akıl etmiyor
musunuz?", "baksanıza!", "düşünsenize!" gibi
uyanlarla, eşyâ ve hâdiseler üzerinde düşünüp ibret alınması, sahibi ve sânii
hakkında bilgi sahibi olunması, içlerindeki kudret ve rahmetin ve bütün esmânın
değişik tecellilerini görerek, hissederek, Zât-ı Bari'ye iman, muhabbet ve
teslimiyet gösterilmesi istenmiştir. Bu ibret alınacak şeyler, Kur'an'da
zikredilen yeryüzü, gökyüzü, gece, gündüz, uyku, hayat, sevgi, hücre,
yaratılış, ölüm, deve, dağlar ve benzeri şeyler ile sınırlı değildir. Her
insan, yaşadığı bölgede kendisini, Rabbin yüceliğini tefekküre, dolayısıyla ona
kulluğa götürecek nice şeyler görecektir.
îşte bundan sonra, konumuz olan rabıtanın yolu
açılmaktadır. Şöyle ki; âyetlerin de belirttiği gibi; varlıklar içinde İlâhî
tecellilere mazhariyette en ön sırada insan vardır. O, ahsen-i takvîm üzere
Allah’ın halifesi olacak kıvam ve
kâbiliyette yaratılmıştır. Rabbânî bir âyinedir. Abdulkerim el-Cîlî’nin (805/1402)
belirttiği gibi; Allah, kâinatta her varlığa, durumu ve kâbiliyeti nisbetinde
belli isimleriyle tecellî ederken; insan-ı kâmile bütün esmâsıyla tecellî
etmektedir. O, Cenâb-ı Hakk ile halk arasında bir vâsıtadır. Bu sıfat ve yetkilere sahip olan bir kâmil
insandan, bizzat görülerek veya tefekküre mahal yapılıp, üzerindeki Rabbânî
heybet, yüzündeki İlâhî nûr, hâlindeki peygamberi edeb hayal edilerek manen
istifade etmek, bizce diğer varlıklardan daha kolay, daha karlı, daha tabiîdir.
Bunun için, kendisinden istifademiz mümkün ve kolay olsun diye Allah, bizim
cinsimizden peygamberler göndermiştir.
Yukarıda geçtiği gibi; sûfiler, râbıtanın ancak bu
sıfatlan elde etmiş mukarrabûn makâmındaki kâmil insana yapılacağını, yani;
ancak İlâhî nur ve edeble dolu bir vücûdun, görüldüğünde veya hatırlandığında
insana fayda vereceğini belirtmişlerdir. Buna katılıyoruz.
Benzer açıklamalara bakarak, rabıtayı; kalbin
sevgi bağı ile bağlandığı kâmil bir insan üzerinde tezâhür eden Rabbânî edeb ve
nûrânî haller düşünülerek, onunla rûhânî bir bereberlik kurulması ve bu sayede
kalbin Cenâb-ı Hakk’a sevgi ve meylini artırarak nefisteki kusurların
tedâvisine çalışılması olarak görmemizde bir sakınca yok kanaatindeyiz.
Rabıtada hedef; insan değil, insanda bulunan İlâhî
şeylerdir Seyr u sülük adıyla özel bir terbiyeye giren sâlikin, kendisi için
numûne-i imtisal ve hedef insan olan mürşidine benzemeye çalışması, hayâliyle
de olsa onu devamlı gündeminde tutması ve böylece, an be an onun boyasına
boyanması eğitim adına zaruridir. Yoksa kalb kayması ve hedef sapması içinde
olan bir insan, yol alamaz. Eğitimde “aynileşme” denen şey, tasavvufta “fenâ fi’ş-şeyh” olarak
düşünülebilir.
Esasen herkes, değişik ad ve farklı mahallerde
bütün râbıta çeşitlerini yapmaktadır. Sevginin odaklaştığı nokta, o insanın o andaki
râbıta mahallidir. Kendisini bir kahraman ya da sanatkara benzetmeye çalışan,
onun hayali ile yatıp kalkan, her şeyine ilgi duyan, her haberinden
heyacanlanan bir insanın yaptığı da şekil olarak râbıta ile aynıdır. Farklılık
mahalde ve neticededir.
Tasavuftaki râbıtayı asr-ı saâdette isim olarak
bulamayız fakat, ashâb-ı kirâmın Hz. Peygamber (s.a.v)’e karşı olan
sevgi, bağlılık, ittiba, özenme, özlem ve benzeyişlerini düşündüğümüzde, onun
özü ve hedefi itibariyle en ileri seviyede uygulandığını görürüz. Çünkü, Rasûlullah
(a.s)’m, sevgi adına kendilerine gösterdiği hedef şudur: "Ben
sizden birine kendisinden, evlâd u iyâlinden, malından ve bütün insanlardan
daha sevimli olmadıkça, imanda kemâle eremezsiniz."
Sûfiler, mürşid rabıtasının faydasını, ona inanmaya
ve itimada bağlamışlardır.
Buna da katılıyoruz. Çünkü; sevgisinde yalançı
olan, sevginin zevkine ve sevgilinin vuslatına ulaşamaz. Bir şeye inanmayan,
onun hakikatına vâkıf olamaz. O şeyi bizzat görse de birşey anlamaz. Kalb
yönelmeyince, kafa gözünün görüşü işe yaramaz. Kalbiyle aynı yere aynı hedefe
bakmayan bir göz, bu hâliyle, bizzat Hz. Peygamber (s.a.v)’i görse bile,
sonuç: "Onlann sana baktıklannı sanırsın, oysa (şendeki hakikati)
görmezler.” âyetinde ifâde edilen durumdur.
Râbıta yoluyla sevgi alış verişi ve hâl
intikâlinin mümkün olabilmesi için, her iki tarafın rûhen ve kalben ortak
noktalarının bulunması gerekir. "Ruhlar saf hâlinde dizilmiş ordular
gibidir. Orada tanışanlar, (dünyada da) tanışıp kaynaşırlar. Orada
anlaşamayanlar (burada da) birbiriyle zıtlaşıp dururlar.” hadisi, bu konuda temeldir.
Râbıta, derecesine göre
sevginin miktar ve sadâkatinin bir ölçüsüdür. Bunun için Kuşadah İbrahim
Halveti (1262/1845): “Biz gaybı bilmeyiz, bizim müridin hâlini ölçecek
mizânımız rabıtadır. ”25
demektedir. \
Bize göre; rabıtanın ölçüsü de şeriattır.
Düşünülmesi Hakk’m zikrine vesile olan, kalbi hakka ve hayra yönelten veya en
azından harama yol açmayan bütün düşünceler, derece ve neticesine göre; mübah,
mendub, farz veya fazilet olur.
C-Terakkiye Yardımcı Diğer Âmiller.
Yukarıda ele aldığımız konuların birisi çok önemli
ve gerekli, diğeri de oldukça nazik ve tartışmalı olduğu için üzerinde durduk.
Fakat, bu işte temel prensib olan çok önemli ameller de mevcuttur. Bunlara da
kısaca işaret etmek istiyoruz.
1-Zikir.
Başından sonuna kadar, seyr u sülük ameliyesinde
manevî tezkiye ve terakkiye yardımcı âmillerden birisi de zikirdir. Zikir
bunlar içinde sohbetten sonra ilk sırada yer almakta ve zikirde muvaffakiyet, “menşûru’I-velâye”yi=ve!âyet
diplomasını almak olarak görülmektedir. Âyet ve hadislerde hemen her yönü ile işlenen
zikir, her mü’min için farz-ı ayın bir ameldir. Ancak, zikrin farz kısmının
uygulanmasında ve fazilet kısmının elde edilmesinde, şeriatın serbest bıraktığı
alan içinde tasavvuf ehlinin farklı içtihad, tercih ve uygulamaları olmuştur.
Bu, câizdir. Çünkü; zaman, mekan, aded ve şekli nasslarca belirlenen şeyler
hiçbir değişikliğe uğratılmadan aynen uygulanır. Bunun ötesinde, muhâtabın
durum ve tercihine bırakılan şeylerde ehli olanların, asılla çatışmayan bazı
tertib ve düzenlemeleri, din tarafından meşru’ görülmüştür. Tarikatlardaki özel
zikir şekillerini bu kısma dâhil edebiliriz. Zikrin farziyeti, fazileti ve kalb terbiyesindeki önemi
konusunda bir hayli nass mevcuttur. Kalbin zikirsiz itmi’nâna kavuşamayacağı
hususunda ümmmet, icma’ hâlindedir. Sûfilerle diğer grublar arasında bu konuda
bir ihtilaf yoktur. Farklılık sadece, nasslann zaman ve şeklini belirlediği
zikirlerin dışındaki zikir türü şeylerin, sâlihlerin içtihad ve tecrübesiyle
tercih edilerek uygulanmasındadır. Bu konudaki geniş bilgiyi, ilgili eserlere
bırakıyoruz.
2-Duâ ve tazarru’.
Manevî terbiyede yardımcı âmillerden birisi de;
duâ, tazarrû’, kalb inkisân ve tevâzû’ ile devamlı Cenâb-ı Hakk’a yönelmektir.
Sühreverdî (632/1234), bunu
şöyle özetlen
“Allah Teâlâ'ya devamlı ihtiyacını arzedip boyun
bükmek, sûfilerin yolunda her hayrın temeli ve her ince ilmin anahtarıdır. Bu
boyun büküklüğü her nefeste olmalıdır. Sâlik, Allah Teâlâ'ya boyun büküp
kedisine muhtaç olduğunu arzetmeden herhangi bir harekete teşebbüs etmemeli ve
bu olmadan tek bir kelime konuşmamalıdır. Allah Teâlâ'ya arzedilmeden ve boyun
bükülmeden yapılan bütün hareketler ve söylenen sözler asla hayır getirmezler.
Biz, bunu bildik, bunu gördük.”
“Vesiley”i de duâ ve tazarru’ kısmında
düşünebiliriz. Vesile, hak ölçülere göre olduğunda “Ey imân edenler!
Allah’tan korkun ve O’na yaklaşmaya vesile arayın.” âyetinin hükmüne girer ve sâhibini Allah’a
yaklaştırır. Aksi durumda, haram olur, Allah’tan uzaklaştım. Konunun çerçevesi
geniş olduğu kadar, üzerindeki ihtilaflar da az değildir. Esâsen, bazı
câhillerin ifratları istisnâ edilirse; sûfilerin benimsediği vesile anlayışı,
müfessirlerin ilgili nasslann delâletiyle çerçevesini çizmeye çalıştıkları vesileyle
uyum içindedir ve yukarıdaki âyetin hükmü dâhilindedir. Tetkiklerimiz, bu
sonucu vermiştir.
m-SÜLÛKUN
MEYVELERİ
Sûfiler, Kur’an diliyle “mücâhede” ile
ifâde edilen “seyr u sülûk”ün sonucunda elde edilecek şeylerin; kısaca ‘"Bizim
uğrumuzda cihad (ve mücâhede) edenleri elbette kendi yollarımıza
ulaştıracağız. Hiç şüphesiz Allah, muhsinlerle berâberdir.’A âyetiyle
belirtilen yakin, kurbiyyet ve mârifetullah olduğunu belirtmişlerdir. Kuşeyrî (465/1072), tasavvuf yoluna
girip de mücâhedenin meşakkatine katlanmayanlann, bu yolda elde edilecek
şeylerin kokusunu bile alamayacağını belirtir.3
Görülüyor ki; ulaşılacak bütün güzel haller
yakine, İlâhî lutuflar kurbiyete, Rabbânî ilimler marifete bağlanmıştır. Biz
burada, Özellikle üç nâzik konuyu sûfi ve müfessirlerin yaklaşımı ile, kısaca
işleyeceğiz. Bunlar; tevhid, ilm-i ledünn ve keramettir. Bunlann
da herkesçe kabul edilen yönlerinden ziyâde, münakaşa mevzuu olan kısımlannı
tetkike konu edeceğiz.
A-MÂRlFETULLAH
VE TEVHİD
Seyr u sülukun hedefi mârifetullah, mârifetullahm
son noktası tevhiddir.4 Tevhid, işin başı ve sonudur. Öyleki; hadiste ifâde
edildiği gibi;5 sahih bir tevhid, amel olmasa da sahibine fayda verecektir.
Çünkü bütünüyle kâinat, “Lâ ilahe illallah” hakikatim isbat için
yaratılmıştır. Bütün mesele; her peygamberin dâvetinin temelini ve hedefini
oluşturan “lâ ilahe illallah” ifâdesiyle özetlenen hakikate, beşer ölçü
ve imkanında vâkıf ve vâsıl olmaktır.6 Bu hedef; “Ben cin ve insanları
ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.”7 âyetiyle ortaya konmuş, “İhsan;
Allah’ı görürüyormuş gibi ibâdet etmen, her ne kadar sen O’nu göremezsen de,
O’nun seni gördüğünü bilmendir.” hadisiyle,
en üst seviyede ulaşılacak noktası belirtilmiştir.9
Sûfiler, ancak mücâhede ve manevî terbiye ile
gerçekleşip sırasıyla “ilme’l yakin”, “ayne’I-yakin” ve “hakka’l-yakin”
derecesindeki müşâhede ile ulaşılan mârifetullahı10 ve bunun
sonucu olan hâlis tevhidi en büyük, en faziletli, en faydalı ilim
görmektedirler. H
îmam Rabbânî (1034/1625), seyr u sülükten maksadın; nzâ makâmı
için gerekli olan ihlası tahsil12 ve imân-ı hakîkiyi elde etmek
olduğunu belirtmiş, aşk
rüzgâra:
‘Dağıttığın tozları topla’ buyurdu. Rüzgâr tozlan topladı, huzur-i ilâhiyeye
getirdi. Hak Teâlâ adama: Neden böyle hareket ettin? diye sordu. Adam: Senden
hayâ ettiğim için yâ Rab, diye cevap verdi. O zaman Allah: Ben de seni mağfiret
ettim, buyurdu.” Hadis için bkz: Buhârî, Enbiya, 54; Müslim,
Tevbe, 24; Ahmed, Müsned, I, 398.
6îbnu Kayyım, tevhidin bütün
peygamberlerin dâvetinin anahtarı olduğunu, İslam’a girerken tevhidin gerektiği
gibi; dünyadan çıkış ânında da gerektiğini, bunun için, işin başının ve sonunun
tevhid olduğunu belirtmiştir.Bkz: ibnu Kayyım, a.g.e, IH, 462.
7Zâriyât /56.
Buhârî,
îman, 37; Müslim, iman, 1; Ebû Dâvûd, Sünnet, 16 (No:4695); Tirmizî, îman, 4
(No:2610); İbnu Mâce, Mukaddime, 9.
9
Abdullah el-Herevî, bu hadisin,
sûfilerin yol ve hallerini özetle ifâde ettiğini, kendisinin bunları tek tek
açıklamaya çalışacağını belirterek “avam”, “sâlik” ve “muhakkik” diye üç grubta
ele aldığı Hakk yolcularının menzillerini yüz menzil olarak tesbit edip
açıklamıştır. Bkz: el-Herevî, a.g.e, 5 vd.
10
Ebû Tâlib el-Mekkî,
mârifetullahm bütün ilimlere bedel olduğunu, diğer ilimlerin ise onun yerini
tutmadığını, Allah Teâlâ’yı yakînen tanıyanın diğer şeylerden müstağni
olacağını belirtir. Bkz: el-Mekkî, a.g.e, 1,157. Mârifet ve yakin ilminin diğer
ilimlere karşı üstünlüğü hakkında geniş bilgi için bkz: el-Mekkî, a.g.e,
1,131-145.
11
Bkz: Hakim et-Tirmîzî,
Neâdiru’l-Usûl, II, 341; el-Mekkî, a.g.e, I, 151, 153; 173; Kuşeyrî, a.g.e, II,
601; Hucvirî, Keşfu’l-Mahcûb, 318-319; Gazzâlî, ihyâ, I, 59-60; Sühreverdî,
Avârif, 40,42.
12îmam Rabbânî, a.g.e, I, 36.Mek.
ve muhabbetin asıl maksat içine girmeyip, bunların
ancak güzel kulluk için kula verildiğini zikretmiştir.
“İmanın en yüksek kısmı “lâ
ilâhe illallah”tır.”
15 “lâ ilahe illallah” zikrin en faziletlisidir” , “Yakini
öğreniniz” “Yakin, tamamıyla imandır.” gibi hadisler, yakine dayalı bir tevhidin
kıymetini göstermektedir.
Zâten, tasavvufta “seyr”; kendi varlığından
geçerek Hakk’ın varlığına doğru bir hareket olarak tanıtılmış, “sülük” de; Hakk’a ermek için, bir rehberin
öncülüğünde ve denetiminde çıkılan ma’nevî ve rûhî yolculuk ve ahlâkî eğitim
şeklinde ta’rif edilmiştir.20
Kâşânî (730/1330),
sülûku; Allah Teâlâ’nın cemâlinin tecellisi için kalb evini ağyardan temizleme
şeklinde ta’rif ederken, sâliki de; (mânen) Allah Teâlâ’nın huzuruna
doğru seyreden kimse olarak tanıtmıştır.
Bir başka ifâdeyle seyr u sülük; sâlikîn
yani tasavvuf ve tarikata giren kimsenin Allah’a vâsıl olabilmek için geçirdiği
eğitime ve ma’nevî makamların tamamlanabilmesi için geçirdiği safhalara verilen
isimdir. İnsanın sülûkunda ilk nokta ezel, yani misak, nihâyeti Allah’tır.23
Ehl-i tasavvuf, sonu gerçek tevhide çıkan bu seyri
dört şekil ve mertebede açıklamışlardır.
1-Seyr ilellah (Allah’a doğru seyr): Nefs menzillerinden, hakiki
vücuda yani ufk-ı mübine seyr demektir. Bu, kalb makâmınm son noktası olup, “fenâ
fîllah” hâlinin elde edildiği durumdur.
2-Seyr fîllah (Allah’da seyr): Hakk’m sıfatlan ile vasıflanarak
ve Allah’ın ahlakıyla ahlaklanarak “ufk-ı a’lâ”ya ulaşmak. Tarikat ululan buna “bekâbillah”
derler.
3-Seyr maallah (Allah ile seyr): Sâlikin her vâsıl olduğu
mertebede Allah ile olan seyridir. Bu, zâhir bâtın ikiliğinden kurtularak
veliliğin sonuna ulaşmadır. Bu makama “makâm-ı kâbe kavseyn” denir. Bu
seferin nihayeti “aynu’l-cem” mertebesinde bütün zıtlıklan zâhiren ve
bâtınen mahvolmuş bulmaktır.
4-Seyr anillah (Allah’dan seyr): Bu, en yüksek makam olup Hak’tan
tekrar halka dönmeyi ifâde eder. Buna “fenâ”dan sonra “bekâ”, “cem”’ den sonra “fark”
da denir.24
Görüldüğü gibi, bütün seyir ve mücâhedeler, gerçek
tevhide ulaşmış kâmil insanı ortaya çıkarmak içindir.25
Anladığımız kadanyle; dil ile “lâ ilâhe
illallah” ikrânyla başlayıp, nefsi mücâhede, kalbî yakin ve rûhî müşâhede
ile Hakk’ta fenâ ve O’nunla bekâ şeklinde kemâle eren iman ve tevhidin, avâm-ı
nâssa ve kibâr-ı havâssa göre farklı dereceleri vardır. Yakin ve kemâlât
yönüyle imanın artıp eksileceği, tevhidin kulların durumuna göre farklı
derecelerde idrâk ve ifâde edileceği bir çok ehl-i tahkikçe belirtilmiştir.26
Şimdi, bu tevhid çeşitlerini ve özellikle “vahdet-i vücud”
Mânevî
seyrin çeşit ve şekilleri için bkz: Cürcânî, Ta’rifât. “Sefer” maddesi; Kâşânî,
a.g.e, 118; İmam Rabbânî, Mektûbât, I, 144. Mek. (Trc: I, 318-319. îst, 1977);
Ankaravî,.MinhâcuT-Fukara, 52-53; M. Ali Aynî, a.g.e, 276-278; Pakalm, a.g.e,
III, 288; öztürk, a.g.e, 116.
25Said Havvâ, bütün seyir çeşitlerine “Seyir
ilellah” diyerek; hepsinin manasını şu şekilde özetlemiştir. “Seyir ilellah,
tezkiye edilmemiş bir nefisten tezkiye edilmiş bir nefse, şerî’ olmayan bir
akıldan şerî’ akla, kâfir, münâfık, fâsık, hasta ve katılaşmış bir kalbten
sağlam ve mutmain kalbe, Allah’ın yolundan uzaklaşmış, kulluğunu unutmuş ve
gerçek kulluğu elde edememiş bir ruhtan Allah’ı yakînen tanıyan ve O’na karşı
kulluk görevini yerine getiren rûha, Şeriatın edeb ve ölçülerine bağlı olmayan
bir cesedden Allah Teâlâ’nın şeriatına sımsıkı sarılan bir cesede intikal etmektir.
Kısaca, kemâle ermemiş bir yapıdan hâlen, fiilen ve kavlen salahta Rasûlullah
(a.s)’a tâbi olan daha mükemmel bir yapıya intikal etmektir.” Bkz: Said Havvâ,
Terbiyyetüne’r-Rûhiyye, 75. Beyrut, 1979. (Trc: İslam Tasavvufu, 109).
■ îmanın artıp eksilmesi ihtilaflı bir konudur.
Biz, işâret ettiğimiz yönden imanın, her anlayışını
ele alıp, sûfi ve müfessirlerce meseleye nasıl yaklaşıldığını tesbite
çalışacağız.
a-Tevhid Çeşitleri
Ebû Tâlib el-Mekkî’nin (386/996) ifâde ettiği gibi;
ümmet, tevhidle ilgili iki meselede ihtilâf etmişlerdir Birisi, tevhid nedir?
Diğeri de, tevhid nasıl öğrenilir ve ona nasıl ulaşılır? B azılan tevhidin,
araştırma ve öğrenme ile, kimileri istidlâl ve nazar ile, bir kısmı işitme ve
haberlere dayanarak, bazılan İlâhî tevfik ve teslim ile elde edileceğini
söylerken, diğerleri de, ona ulaşmadaki acziyet ve kusuru anlamakla tevhidin
hakikatine ulaşılacağını ileri sürmüşlerdir.27 B unlan bilgi, nakil, sezgi,
kefş ve müşâhede temelli tevhid anlayışlan diye özetlemek mümkündür.
Afîfî, İslam
ümmetinin, “lâ ilâhe illallah.” temel esasından, çeşitli sebeplerle dört
türlü tevhid anlayışına ulaştığım belirtir:
1-Akıl, vehim ve hayalin tasavvur ettiği her
şeyden mutlak olarak münezzeh Allah’tan başka bir ilâh yoktur. Mu’tezile’nin,
felsefecilerin ve bazı mutasavvıfların Allah hakkındaki tasavvurları budur.
2-Hakiki mânada Allah’tan başka irâde sahibi,
kâdir ve fâil yoktur. Allah’ın sıfatlanndaki ve fiillerindeki tevhidi bu
şekilde anlayan diğer bazı mutasavvıfların kanaati de böyledir.
3-Hakikatte Allah’tan başka müşâhede edilen bir
şey yoktur. Her şeyi Allah ile beraber gören, O’nsuz olarak hiçbir şeyi
göremeyen diğer bazı sûfilerin görüşü budur. (Vahdet-i şuhûd).
4-Hakikatte Allah’tan başka bir mevcut yoktur. “Vahdet-i
vücûd”u benimseyen mutasavvıfların görüşü de budur.28
Tasavvufî tevhid, tarihî tekâmül ve inkişaf içinde
başlıca üç türlü şekillenme göstermiştir:
1-Tevhid-i kusûdî (fenâ fi’l-kusûd): Kasd ve
irâdenin tevhidi. Sadece Allah’ı kast ve irâde etmek, daha doğrusu Allah’ın
kast ve irâde ettiği şeyi kast etmek. Bu tevhidde kul ile Rabb’in irâdeleri
birleşir, ikisi de aynı şeyi ister ve diler.
kula ve kalbe göre farklı derecelere sâhip olduğu
görüşüne katılıyoruz. Bu konu için bkz: Abdulkâhir el-Bağdâdî, Usûlu’d-Dîn, 252
(Beyrut, Dâru’l-Medine); Taftâzânî, Şerhu Akîdeti’n-Nesefî, 197 vd. (Muhammed
Adnan Derviş’in tahkik ve ta’likiyle).Mârifetullah konusunda mü’minlerin
dereceleri için bkz: Ebû Bekir el-Cezâirî, Akidetü’l-Mü’min, 43-45. el-Mekkî, Kûtu’l-kulûb, I, 147.
2 Afifi, et-Tasavvuf Servetun Ruhiyye fiT-îslâm,
149-150.
Kul, kendi iradesinde fânî, Rabbi’nin iradesiyle
bâkîdir. Selefin ve ilk zâhidlerin tevhid anlayışı budur. Üzerinde tartışma
yoktur.
2-Tevhid-i şuhûd (fenâ fi’ş-şuhûd): Vecde gelen
ve kendinden geçen sâlikin sadece Hakk’ı görmesi ve mâsivayı
görmemesidir. Bunlar istiğrak hâlinde iken mâsivayı ve çokluğu görmezler. Ama
kendilerine geldikleri zaman mâsivanm varlığını kabul ederler, tik sûfîlerin
tevhidi budur. Buna vicdanî ve zevkî tevhid de denir. Burada Rab ile abd ayndır.29
îmam Rabbânî’nin (1034/1628) savunduğu, tahkik ettiği, yaşadığı,
savunduğu bir tevhid anlayışı±r. Onun “vahdet-i vücud” anlayışını tenkid
edip “vahdet-i şuhûd”u savunmasından sonra bu anlayış daha çok kabul
görmüştür. îmam Rabbani bu görüşlerini “Mektûbât” adlı eserinde ortaya
koymaktadır.30
3-Tevhid-i vücudî (fenâ fî’l-vücûd, vahdet-i
vücûd): Sadece Allah vardır, diğer şeyler O’nun zuhuru, tecellisi ve muhtelif
tavırlarıdır ve O’nun dışında bir varlık yoktur gibi esaslara dayalı bir tevhid
çeşididir. Burada Rabb ile abd birdir. Vahdet-i vücûda inananlar, âlemi,
Allah’ın bir tecellisi olarak görürler ve bunun böyle olduğunu bilip öyle
inanırlar. Bu tevhid bir yönü ile hâle dayanır. Vecd ve sekr hâli ile
ilgilidir. Yaşanması ve tadılması şarttır. Aksi halde anlaşılamaz.31
Biz, bunlar içinde özellikle, “vahdet-i vücûd”
üzerinde duracağız. “Vahdet-i şühûd”a da kısaca değineceğiz.
l.a-Vahdet-i Vücud
Vahdet-i vücûd meselesine girmeden önce, tâbirin
tarihî seyir içerisindeki gelişmesi ve sonuçlan hakkında bir kaç noktaya dikkat
çekmeyi faydalı buluyoruz.
İlk sûfiler arasında yaygın olarak kullanılan “fenâ-bekâ”32,
“vuslat”33
29 Süleyman Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü,
490;
3 Bkz: îmam Rabbani, Mektûbât, I, Mek.
43,160,266,272, II, Mek. 1.)
31 Bkz: Avni Konuk, Fusus Şerhi, I, 50-51; M. Zeki
Pakalm, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, III, 566.
32Fenâ ve bekâ nazariyeleri
tasavvufun en nazik, en hassas ve en ince meselelerinden biridir. Tasavvuf
tarihinin ilk kaynaklarının ortaklaşa verdikleri bilgilere göre, fenâ-bekâ
kelimelerini kullanarak bu nazariyeyi ortaya atan ilk sûfî Ebû Saîd Harrâz’dır.
(279/892) Bkz: Sülemî, Tabakâtu’s-Sûfiyye, 228; Hucvirî, Keşfu’l-Mahcûb, 290. Harrâz’ın
tarifi
şöyledir: “Fenâ, kulun kulluğunu görmekten fâni olması, bekâ ise, Allah'ın
huzurunda bâkî ve var olmasıdır. Bundan sonra her sûfî, kendi anlayışına göre
fenâ-bekâ nazariyesini işlemiş ve konuya yeni boyutlar getirmiştir. îlk
zamanlar, “fenâ”; kötü huy ve hareketlerden fâni olma, “bekâ” ise; iyi hâl ve
sıfatlarla beraber bulunma şeklinde anlaşılırken, daha sonra bu anlayıştan İbn
Arabi’nin vahdet-i vücud çizgisine kadar uzun ve
ayrıntılı bir yol
“cem’u’l-cem’”34 gibi terimler, taşıdıkları mâna
itibariyle vahdet-i vücûd anlayışına intikal ettirecek mâhiyettedirler. Hatta,
herkesin takdirle karşıladığı, “bizim yolumuz her hâliyle Kitab ve sünnetle
içiçedir.” diyen Cüneyd-i Bağdâdî’nin (297/909) “tevhid” ve “ârif”
anlayışında bile aynı izleri bulmak mümkündür.35 Gazzalî (505/1111),
de eserlerinde “vahdet-i vücud” anlayışına paralel açıklamalarda
bulunmuş, ama onu sistematik bir fikir şeklinde işlememiştir, îleri sürdüğü
görüşler, “fenâ fîllâh” çizgisinde kalmış, ancak bu çizgi, “vahdet-i
izlenmiştir. Fenâ ve bekânın ta’rifleri için bkz:
Serrâc, el-luma’, 417; Kuşeyrî, Risâle, I, 228-231; Hucvirî. a.g.e, 294;
Sühreverdî, Avârif, 520; Attar, Tezkiretu’l-Evliyâ, 482.
üCüneyd el-Bağdâdî : ‘Vâsıl;
Rabbinin yanında bulunan insandır.” derken, Sühreverdî, hâl yoluyla sâfî yakîni elde
eden kimsenin, vuslat rütbelerinden birisine ulaştığını, vuslata erenlerin de,
kendi aralarında derece derece olduklarını, bazılarının, bütün kâinatta ve
kulların üzerinde Allah Teâlâ’nın fiillerini görme yoluyla O’na kavuştuğunu,
bazılarının, sıfatların tecellilerine mazhar olarak Celâl ve Cemal nurlarını
müşâhede ettiklerini, bazılarının, bir kısım “zâtî tecelli”lere ulaşıp, bâünmı
yakîn ve müşâhade nurları sararak şuhûdunda varlığını tamamen kaybetmiş bir
şekilde fenâ makâmına yükseldiğini, bundan ötenin “hakku’l
yakîn” olup
“havâss” tabakasına hâs olduğunu, bu hâlde, müşâhade nûrunun kulun bütün
varlığına sırâyet edeceğini,.bunun, vuslat rütbelerinin en yükseği olduğunu
belirtmiştir. Bkz: Sühreverdî, a.g.e, 517. Abdullah
el-Herevî (481/1088),
“ittasâTi üç dereceye ayırmış, üçüncü dereceyi keyfiyeti bilinemeyecek şekilde
“ittisâlu’l-vücûd” olarak tanıtmış, Kâşânî (730/1330) de bunu: “Kulun
Hakk’m vücûdunda fâni olması” şeklinde şerh etmiştir. Bkz: el-Herevî,
Menâzilü’s-Sâirîn, 43; Kâşânî, Şerhu Menâzili’s-Sâirîn, 557. Görebildiğimiz
kadarıyla; îbnu Arabi’den (638/1240) yaklaşık 150 sene önce yaşamış olan
el-Herevî’nin açıklamalarında “vahdet-i vücud” anlayışına zemin oluşturacak bir
çok ifâdeler mevcuttur.
34Cem’;
kulun sadece
her şeyde Hakk’ı müşâhede ettiği bir beraberliktir. (Sühreverdî, a.g.e, 324)
Buna, her şeyin Hakk ile kâim olduğunu görme hâli de denir. (Kuşeyrî, a.g.e,
225). Cem’u’l-cem’ ise; hakikat nurlarının galabesi ile fenâ fîllaha ulaşıp
mâsivâyı (Allah’tan gayri bütün eşyâyı) yok bilmedir. Bkz: Kuşeyrî, a.g.e, I,
225. Bu, Hakk’tan başka hiçbir şey görmeme hâli olarak da ta’rif edilmiştir.
(Bkz: Uludağ, Tasavvuf Terimleri sözlüğü, 116).
35Cüneyd
el-Bağdâdî (297/909),
her şeyde Cenab-ı Hakk’m kudretini gören ârifîn nefsinden, hissinden ve
irâdesinden temamen fâni olup tevhid denizinde gark olduğunu, böylece kulun ilk
hâline döndüğünü belirtir. (Bkz: Kuşeyrî, Risâle, II, 584; Ateş, Cüneyd-i
Bağdâdî Hayatı, Eserleri ve Mektublan, 156. (îst. 1970. Sönmez Neşr.) Yine
Cüneyd el- Bağdâdî, kendisine ârifîn hâli sorulunca: “Suyun rengi kabının rengidir.”
diyerek; ârif kulun Mevlâsmm boyası ile boyandığına, O’nun mazhan ve aynası
olduğuna işâret etmiştir. Bkz: îbnu Kayyım, Medâricü’s-Sâlikîn, III, 358.
vücûd”a uzanabilecek bir durumda noktalannuştır.36
Bütün bunlara rağmen, bu anlayışın esas temsilcisi
Muhyiddin b. Arabî (638/1240) kabul edilmiştir.37 tbn Arabî; bu
düşünceyi görüşlerinin temeli yapmış ve kendi sistematiği içinde işlemiştir.38
Ancak, hemen şunu ekleyelelim ki, tesbitlere göre; “vahdet-i vûcûd” diye
bir terim ve ifâde İbn Arabi’nin hiç
bir eserinde geçmemektedir.39 Bu tâbir, bu ifâde şekliyle İbn Arabi’yi tâkib,
tedkik ve tenkid edenler tarafından ortaya konmuştur.40 Onun, “Fusûsu’l-Hikem”
ve “el- Futuhâtu’l-Mekkiyye” adlı eserlerinde: “O (Allah), vücûdun bizzat
kendisidir,41 vücudun hepsi birdir, vücudda (âlemde) ancak Allah vardır.”42
gibi ifâdelerinden, kendisinin “vahdet-i vücud” ehlinden olduğuna istidlâl
edilmiştir.43 O, bu konuda, vücûd ile mevsûf olanın sadece Allah olduğunu,
O’nunla birlikte mümkinattan hiçbir şeyin esasen vücudla muttasıf olmadığını ve
vücudun kendisinin Hakk olduğunu söylemektedir.44
36GazzâIî, “Mişkâtu’l-Envâr”
isimli eserinde şöyle der: “Vücud ikiye aynin: 1-Varhğı kendi zâtından olan,
2-Varlığı başkasından olan. Varlığı başkasından olanın, varlığı kendi nefsiyle
kâim değil, emânettir, âriyettir. Böyle bir varlık zâtı yönüyle ele alınınca
sırf ademden başka bir şey değildir. Onun vücudu ancak başkasına izâfetle
vardır. Esasen gerçek bir varlığı yoktur. Demek ki; gerçek nûr Allah Teâlâ
olduğu gibi, gerçek varlık ta Allah Teâlâ’dır. Arifler, mecaz çukurundan
hakikatin zirvesine yükselip mi’raçlannı tamamladıklarında açık bir müşâhede
ile görürler ki; varlıkta aslen Allah Teâlâ’dan başka birşey yoktur. Ve O’nun
vechinden başka heışey helâk olucudur. Bütün varlıklar bir zaman içinde yok
olacaktır. Başka türlü düşünmek te mümkün değildir. Çünkü O’ndan başka her şey
zâtı yönüyle sırf ademdir. Onun şu andaki varlığı ve hayatı Allah Teâlâ’nın
zâtına bağlıdır. Şu halde mevcut olan yalnız Allah'ın verilidir.” Bkz: Gazzâlî,
Mişkâtu’l-Envâr 29- 30 (Trc: Süleyman Ateş, Bedir yay îst. 1994.
Bkz: Afifi, a.g.e,175.
■ Süleyman Ateş, İslâm Tasavvufu, 497.
3 Bkz: Avni Konuk, Fusûsu’l-Hikem Tercüme ve
Şerhi, 1,47.
40lbnu Arabi üzerinde araştırma
yapanlardan Dr. Suad Hakîm’in tesbitine göre; “vahdet-i vücud” ta’birini ilk
defa muhtemelen îbnu Teymiye (728/1328) kullanmıştır Fakat diğer araştırmacılar
bu ta’birin, îbnu Arabi’nin talebesi olan ve îbnu Teymiye’den kırkdört sene
önce vefat eden Sadreddin Konevî (673/1274) tarafından kullanıldığını tesbit
etmişlerdir. (Bkz: Konuk, a.g.e, I, 47-48.) Verdiğimiz bilgiler, Mustafa
Tahrah’nın ismi geçen şerhin girişindeki makalesinden alınmıştır.
41Bkz: İbn Arabî, Fusûs, 109
(Afîfî’nin ta’likâtıyle).
42Bkz: İbn Arabî, el-Futûhat,
1,272.
43Bkz: Avni Konuk, a.g.e, 1,47.
44tbn Arabî, a.g.e, III, 429. İbn
Arabî burada “Allah vardı, O’nunla beraber hiçbir
Sûfîlere göre asıl tevhid, Cenâb-ı Hakk’ın
“ma’bud”, “fâil” ve “vücûd” olarak tevhid edilmesiyle gerçekleşebilir. Hakk’ın
“vücud” itibâriyle tevhidi, esâsında birinci ve ikinci tevhidin tabiî neticesi
ise de, mesele, pek çok incelikleri ve bazı ifâde güçlüklerini ihtivâ etmesi
sebebiyle ülemâ tarafından pek üzerinde durulmamış, sûfîlerden de, sadece “havâss”
zümresi bu fikri işlemiştir.
Sûfiler, “vahdet-i vücud” anlayışı ile işlenen
tevhid ilminin, sırf işitme, okuma, düşünme, aklî istidlal ve zihnî tefekkürle
elde edilemeyeceğini, bunun ancak; “müşahede”, “zevk”, “hâl” ve “fenâ
fillah” yoluyla elde edileceğini, bunlara ulaşmak için de, bu yollan katetmiş
bir insanı kâmilin terbiyesi ve nazan altında, Kur’an ve sünnet edebi içinde
tedricen bir seyr u sülukun gerekeceğini belirtmişlerdir.4
Vahdet-i vücudu müşâhede edenler, Cenâb-ı Hakk’ı
hem “tenzih” hem de “teşbih” etmektedirler. Afîfî’nin belirttiği gibi; îbnu
Arabî, “teşbih” cihetiyle her şeyin (esasen) Hakk olduğunu belirtmekte,
fakat aksini, yani; Allah’ın bütün eşyanın toplamından ibaret olduğunu
söylememektedir.4?
Vahdet-i vücud ehlinin, “hakikatte Allah’tan başka
mevcut yoktur” (lâ mevcûde illallah) sözünü, “her mevcut Allah’tır” şeklinde
anlamamalıdır. O söz bu manada olmayıp, aralarında büyük fark vardır. Hamdi
Yazır’m (1358/1942) belirttiği gibi; birincisi sırf tevhid, İkincisi
bütünüyle şirktir.4** Kanaatimizce; îbnu Arabî başta olmak
üzere hiçbir gerçek sûfî bu şirke düşmemiştir.49 Sûfiler, şu
düsturda müttefiktirler. “Her ne ki akla gelir, hayal edilir; o, Allah
Bizim de katıldığımız tesbitlere göre; vahdet-i
vücud anlayışına dayanan tevhidde, “hulûl”, “ittihad”, “tenâsüh”, “ibâha”,
bulunmadığı gibi; “Panteizm”55
anlayışı da yoktur.
Şimdi, “vahdet-i vücud” ismiyle anlatılan
tevhid anlayışını genel batlarıyla zikredelim.
Vahdet-i vücud; vücûdun (varlığın) birliği demektir. Bizatihi kâim
olan vücud birdir, o da Hakk Teâlâ’nın vücûdudur. Bu vücud, vâcib, kadîm ve
ezelîdir. Taaddüd, tecezzi, tebeddül ve taksim kabul etmez. Onun şekli, sûre ti
ve haddi yoktur. Buna “vücûd-ı mutlak”, “vücûd-ı baht” da denir.
Cenâb-ı Hakk, mutlak olmaktan çıkmaksızın, asla
bir değişiklik ve tebeddüle uğramaksızm sıfat ve filleriyle bütün sûret ve
eşyâda tezâhür ve tecellî etmektedir. Bu cihetle eşyâ O’nun aynasıdır.
Bütünüyle kâinat Hakk’ın vücuduyla kâimdir. O’nun
bir ismi de “kayyûm”dur. Bu da; zâtıyla kâim ve kendisinin dışındakileri
kâim eden demektir.
Taaddüd ve kesret bu vücûdun taayyünâtında56 olup,
Cenâb-ı Hakk bunların hepsinden münezzehtir. Bu durum, ışığı bir olduğu halde
muhtelif renklerde boyanmış camlara aksettiği zaman değişik renklerde görülen
güneşin hâli gibidir. Bu birlik, (ayn-ı vâhid), tayyünlardan tecrid hâlinde ve
mutlak durumunda bizzat Hakk’tır, taayyünat elbisesi giymesiyle halk ve
âlemdir. Şu halde âlem Hakk’ın zâhiri, Hakk âlemin bâtınıdır. Bu mevcûdun
hakikati onun ezelde, İlâhî ilimdeki taayyünü ve sürerinden ibârettir. Buna
ehlullah “aynı sâbite”, başkaları “mâhiyet” derler. A’yân-ı
sâbite ve suvar-ı ilmiyye (İlmî sûretler), hakiki vücûdun kokusunu bile
almamıştır. A’yân-ı sâbitenin ancak resmi, alâmeti zuhûr etmektedir.
Eşyânm hakikatleri nefslerinde, kendilerinde sâbit
değil, Hakk’ın vücuduyla sâbittir. Onlann aslı yokluktur. Onlar dâima bu aslî
halleri üzeredir. Aklı kısa, basireti kapah olanlar, akıl ve histeriyle,
vücûdun eşyânın sıfatı olduğunu zanneder, fakat bu, bir vehimden ibârettir.
Eşyâ, yânî Hakk’ın vücûdunda görünen sûretler, hakikatta hayal ve serap
gibidir. Hatta dağlar ve taşlar da böyledir. Bunların kesif, hatta mevcut
görünmeleri akıl ve hisse göredir.57
Gözün gördüğü her bir mahlukun “ayn”ı ve “zât”ı
Hakk’tır. Zirâ Hakk, o mahluk sürerinde zâhir olmuştur.58 Ancak bundan perdeli
olan kimsenin vehim ve hayâli ona mahluk ismini vermektedir. O süratlerde Hakk
müstetirdir, O’nu ârifler müşâhede eder.59
Esasına bakılırsa; şu âlemde gören de O’dur,
görünen de. Binâenaleyh; âlem O’nun süreridir. O ise; âlemin rûhu ve
müdebbiridir. Ve kevnin hepsi (esâsen) Hakk’tır.
Mevcudatın vücudu, hakikatta, Hakk’ın vücudundan
gayri ve kendi başına kâim bir vücud değildir. Kendi başına kâim olan yalnız
Cenâb-ı Hakk’ın vücududur. Demek ki, Hakk’tan başka vücud olmaz. O, zuhurdaki
her şeyin aynıdır, yoksa o şeylerin bizzat ayınları değildir. O, O’dur, eşya da
eşyadır 61
Varlıkta her şey ruha sahiptir. Her hangi bir
şeyin rûhu İlâhî isimlerden bir isimdir ki, Hakk, o isim ile onda zahirdir. O
şeyin kâim olması da o ismin kayyûmiyeti iledir. Yani, vücutta kendi nefsi ile
haraket eden bir şey yoktur, zirâ nefsi ile mevcut değildir.62
Mevcûdattaki her ferdin Allah’a olan nisbeti, bir
kitabın harflerinin onu yazan kaleme nisbeti gibidir. Bundan dolayı; vücud
birden fazla değildir, o da Allah’ın vücududur. Hakikatta O’nun varlığından
başka (kendi nefsiyle kâim ve bizâtihi dâim) bir varlık yoktur, olması da
imkansızdır.63
İbn Arabî ve ondan sonra vahdet-i vücudu
savunanların tezlerine göre; Allah’ın isim ve sıfatlarının bir tezâhürü olan bu
kâinat, beş mertebeden (hazarât-ı hamse) meydana gelmiştir ki bunlar:
1-Mutlak gizlilik mertebesi (gayb-ı mutlak),
2-Ceberut âlemi,
3-Melekût âlemi,
4-Şehâdet âlemi,
5-însan-ı kâmil mertebesidir.64
Bu beş mertebenin ilk dördü gayb âleminin, beşinci
mertebe ise müşâhede âleminin karşılığıdır. îlk dört âlem Allah’ın ism-i
a’zamıdır. Bunların tamamı Allah’ın zâtını gösterir. Bu âlemlerin tamamı
insanda da vardır. O halde insan-ı kâmil, bütün âlemlerin özetidir. Nasıl ki
ism-i a’zam, Allah’ın bütün isimlerini kendinde toplamışsa, insan-ı kâmil de
bütün âlemleri kendinde toplamıştır. Kâinatta bulunan herşeyin insanda da bir
örneği vardır.65 Kâinat, Allah’ın isim ve sıfatlarının yekünü olduğu gibi,
insan da kâinatın küçük bir örneği olarak Allah’ın isim ve sıfatlarının
yekünüdür. Onun için Hz. Peygamber (s.a.v): “Allah Adem’i kendi
sûretinde yarattı.” ,
buyurmuştur. İnsanda bütün İlâhî isimler tecelli ettiğinden, yeryüzünde Hakk’ın
halifesi yapılmıştır 6?
l.b-Vahdet-i vücûda delâlet eden nasslar.
Vahdet-i vücûd anlayışında olan sûfiler, bu
anlayışlarına bir çok âyet-i kerimeyi ve hadis-i şerifi delil olarak
kullanmışlardır. Şimdi, bunlardan en çok üzerinde durulanlan zikredeceğiz.
Önce, âyet-i kerimeleri vereceğiz.
l-“Doğu da Allah'ındır batı da.
Yönünüzü nereye çevirirseniz Allah'ın yüzü oradadır.”
2-“ Kullarım sana benden
sorarlarsa; şüphesiz ben onlara yakınım.” ?
3-“ Biz insana şah damarından
daha yakınız."'10
4-“Sûe rahimlerde şekil veren O'dur ”71
5-“Ali ah her şeyi ihata
edendir.”72
6-“Onları siz öldürmediniz,
fakat Allah onları öldürdü. Attığın zaman sen atmadın, fakat Allah attı.”73
7-“O, kulların tevbesini kabul eder ve
sadakaları alır.”7
8-“Yeri, gökleri ve aralarındaki her şeyi
ancak hak ile yar almışızdır ”75
9-“İşlerin hepsi O'na rücû eder, döner ”76
10-“Allah yer ve göklerin nûrudur.”77
ll-“Rabbinin gölgeyi nasıl
uzattığını görmez misin? İsteseydi onu durdururdu, sonra biz güneşi ona deli
kılıp yavaş yavaş kendimize çekmişizdir.”7%
12-“O'nun vechi hâriç herşey
helak olacaktır.’ ?
68Bakara 2/115.
69Bakara, 2/186.
70Kâf 50/16.
71 Âl-i Imrân 3/6.
72Nisâ 4/126.
73Enfâl 8/17.
74Tevbe 9/104.
75Hicr 15/85.
76HÛd 11/123.
77Nûr 24/35.
78Furkan 25/45.
13-‘"Vefat anında nefisleri Allah
öldürür.”
14-“Sana bey’at edenler ancak
Allah’a bey’at etmişlerdir. Allah’ın eli onlann elinin üstündedir.”
15-“Yerde ve gökte olan herkes O’ndan ister.
O, her an yaratma hâlindedir."
16-“ Biz ona sizden daha
yakınız, fakat siz göremezsiniz.”
17-“0, Evveldir, Âhirdir, Zâhirdir ve
Bâtındır.”
Vahdet-i vücûd anlayışına delil olarak ileri
sürülen hadis-i şerifler.
Burada, vahdet-i vücud anlayışına delil olarak
kullanılan temel hadisleri zikredip ulaşabildiğimiz kadarıyla kaynaklanın
vereceğiz ve kısaca delâlet yönlerine de işaret edeceğiz.
l-“Allah Teâlâ buyurur ki: Her
kim benim velî kullarımdan birisine düşmanlık ederse, ben ona harp açarım.
Kulum, kendisine farz kıldığım şeylerden daha sevimli bir şeyle bana
yaklaşmamıştır. Kulum nâfile ibâdetleri ile devamlı bana yaklaşır; nihayet onu
severim. Ben kulumu sevdiğimde onun işiten kulağı, gören gözü, tutan eli ve
yürüyen ayağı olurum. Eğer benden bir şey isterse verir, bana sığınırsa
muhakkak onu himâye ederim." 5
Hadis, kurbiyyet,8 fenâ,87 velâyet, manevî tasarruf, İlâhî yetki
ve
79Kasas 28/88.
80Zümer 39/42.
81Fetih 48/10.
82Rahman 55/29.
83Vakıa 56/85.
84Hadid 57/3.
85Buhârî, Rikak, 38; Ibnu Mâce,
Fiten, 16; îbnu Ebi-d Dünya, Kitabu’l Evliya, 26-27 (No:l); Beğavî,
Şerhu’s-Sünne, ı, 142; Beyhakî, Kitâbu’z-Zühd, No: 696-99.
İsmail
Fenni Ertuğrul, hadisle ilgili olarak şöyle der: “işitme, görme, dil, ayak, el
gibi organların zikredilip diğerlerinin zikredilmemesi, görme, işitme vs.
bunların en kuvvetlisi olup diğerlerinin onlara tâbi olmasından dolayıdır.
Maksat insan-ı kâmilin bütün kuvvet ve mahfûziyet
konularında delil kabul edilmiştir.88
2-“Dehre (zamana) sövmeyiniz. Çünkü dehr
Allah'tır.” )
Hadis, her şeyin, hakikatıyla Allah Teâlâ’ya âit
ve O’nun tecellilerinin mazhan olduğu konusunda delil olarak kullanünnştır.9O
organlarıdır. Fakat bu uzuvların zâhirî sûretleri
değil bunlardaki bâtınî kuvvelerdir. îşte bu sebeple hadiste “onun
işittiği kulağı, gördüğü gözü olurum” buyurulmuştur.”
Bkz: î. Fenni, a.g.e, 56. İbn Arabî ise Fusûs’un Adem Fass’ında “Cenâb- Hak, insan-ı
kâmilin bâtınî sûretini kendi sûreti yani esmâ ve sıfatı olarak yarattı, bunun
için onun hakkında, “Ben onun görme ve işitmesi olurum” dedi, “gözü, kulağı
olurum” demedi. Böylece iki sûretin arasını tefrik etti demiştir. Bkz: A. Avni
konuk, Fusûs Şerhi, 1,169, II, 215,222. Bu konudaki benzer açıklamalar için
bkz: îbnu Arabî, Tedbîrât-ı îlâhiyye, 4,189, 298, 417, 418.
07
Kelâbâzî, “fenâ” hâline delâlet ediyor dediği bu
hadise şu açıklamayı getirmiştir. “Fenâ halindeki kulun sevk ve idâresini
bizzat Hakk üzerine almıştır. Dinî vazifelerin ifâsında ve Hakk’a uyma
konusunda kula yön veren Allah’tır. Bu durumda bulunan kimse, Allah’a karşı ifâ
etmekle mükellef olduğu hususlarda mahfuzdur. Bu vaziyette bulunan kul için
günaha giden yolların hepsi kapanmıştır. îsmet (günahsız olma) dedikleri şey
budur ve hadis bu mânadadır.” Kelâbâzî, Ta’arruf, 142.
88Bkz: Kuşeyrî, Risâle, 1,257, n,
520.
89Müslim, Elfâz, 5; Ahmed,
Müsned, II, 237,272; V, 299.
9 Eşref Ali “Gerçekte tek varlık vardır” başlığı altında kendi
bakış açısıyla hadisi şöyle yorumlar. “Allah ve zamanın aynı şey olmadığı
açıktır. Fakat aynilik olmamasına rağmen burada "ben zamanım” ifadesiyle
neyin murad edildiğini bir te'vil ile açıklayalım: Tahkik ehline göre bu te'vil
şöyledir: "Ben zamanım" derken "her şey benim kudretimdedir, benim
muradım olmadan hiçbir şey olmaz” denmek istenmektedir. Bunun açıklaması şu
şekildedir Her şey fiilleri ve etkileriyle Allah'ın elindedir. Gerçek tasarruf
eden ve devamlı var olan sadece Allah'tır. Hakikatte her şey, hiçbir şey
değildir. Böylece hadisten sûfilerin bu sözünün doğruluğu ortaya çıkar. Kısaca
hadisten kastedilen Hakk'ın istediği gibi kullanma yetkilerinin ispatı ve
zamanın kullanımının, kendisinden (zamandan) olmadığıdır. Aynı şekilde bu sözde
Hakk'ın istiklâlinin ispatı ve halkın istiklâlinin olmadığı vardır.” Bkz: Eşref
Ali, a.g.e, 219. İbn Kuteybe (276/889) ise câhiliyye ehlinin dehr anlayışını
verdikten sonra zamanla ilgili kendi te’viliyle alakalı misâller verir. Sonra
şöyle der: “Zaman içerisinde musibetler, felaketler olur. Bu musibetler
Allah’ın takdiri iledir, insanlar, bu musibet ve felâketler zamanın içerisinde
meydana geldiği için, hiç suçu olmadığı halde zamana söverler. Bunun üzerine
birisi: “Zamana sövmeyiniz. Allah zamanın tâ kendisidir.” der. Bkz: İbn Kuteybe, a.g.e, 344-47.
3-Rasûlullah (s.a.v), Tâif gününde Hz. Ali'yi çağırdı ve
onunla başbaşa konuştu. Bunu gören insanlar, Rasûlullah (a.s)'ın amcası
oğlu ile konuşması uzadı, dediler. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a) şöyle
buyurdu:
"Onunla gizli olarak
konuşan ben değilim, fakat Allah onunla gizlice konuştu ”9!
Hadis, “fillerde tevhid” “fenafillah” ve “zâti
tecellî” konusuna delil gösterilmiştir.92
4-“Rabbim
bana bu gece en güzel şekilde geldi.”9?>
Hadis, hulûl ve ittihad olmaksızın Hakk’ın halkta
tecellisine delil gösterilmiştir.94
Tirmizî,
Menâkıb, 20 (Had.No: 3726); Mubârekpûrî, Tuhfetu’l-Ahvezî, X, 159.
Eşref Ali bu hadisin açıklamasında şöyle demektedir:
“Sûfîlerin bazı sözlerinde “fâni” ve “fenâ” tabiri geçmektedir.
Bunun mânası müridin kendi iradesine ve arzusuna göre değil, Allah'ın irade ve
isteğine göre hareket etmesi ve yaptığı fiilleri Allah'a nisbet etmesidir. Buna
“fiillerde tevhid” denir. Bazan bu tabiri onlar "Allah'tan başka fâil
yoktur" ifâdesiyle yorumlarlar. Bu hadisteki " O'nunla konuşan ben
değilim, fakat Allah O'nunla gizli olarak konuşdu.” ifâdesi, fiillerin Allah'a
nisbeti konusunda açık bir asildir. Çünkü bunun illeti, böyle işlerin sâdır
olmasıdır. Sebebine göre teşriî emirler câiz olduğu gibi, tekvinî emirleri de
buna kıyas ederek aynı nisbet sahih olabilir. Böylece (sûfîler yanında meşhur
olan) "Allah'tan başka fâil yoktur" ifâdesi de belirlenmiş olur.
Kur’an’da "Onları siz öldürmediniz. Fakat onları Allah
öldürdü. Atarken de sen atmadın. Fakat atan Allah idi" (Enfâl 8/17) âyeti
düşünüldüğünde tekvinî emirlerin nisbet yönünün olduğu anlaşılmaktadır. Elbette
vâcib (Allah) ile mümkünün (mahlûkat) arasında ittihat olduğuna inanmak
ilhaddır (küfürdür). Aynı şekilde kulun ihtiyarını (iradeyi cüziyesini) kabul
etmemek bid’at-ı seyyiedir. Bu anlamda Cüneyd'in şu sözü meşhurdur "Eğer
bende bir güç varsa o zaman Allah’tan başka fail yoktur" diyen kişinin
boynunu vuracağım. Çünkü o kişi Allah'la kendi arasında ittihat olduğuna inanıp
şeriatı iptal etmeyi kastetmektedir.” Eşref Ali, a.g.e, 192.
Tirmizî,
Tefsir, 39 (Had. No: 3233); Ahmed, Müsned, 1,368.
94Bu tür hadislerle ilgili olarak Eşref
Ali Tânevî
“hulûl ve ittihat olmaksızın Hakk'ın halkta tecellisi” başlığı altında şu
değerlerdirmeyi yapar: “Sûfîlerin kelâmında bu konulan anlatan iki ıstılah
bulunmaktadır: “Hulûl” ve “ittihad”. Birincinin hakikati şudur: Hakk Teâlâ
hulûl olmaksızın kendi zât ve sıfatı ile, yazan kimsenin mektubunda ve
konuşanın kendi kelâmında zuhur ettiği gibi halkta zuhur etmektedir, işte bu
mânada Hakk, mazhardır ve zâhirdir. İkincinin yani ittihadın hakikati ise
şudur: Zâhir ve mazhar arasında çok sağlam ilişki vardır. Mazhardan zâhirin
aynlması mümkün değildir. Bu iki mesele aklî olup verilen başlık, herkesin ilk
anda kabul edebileceği cinsten değildir. Çünkü bu gibi ıstılahlar, ancak
güzelce izah ve hadisi inceledikten sonra anlaşılabilir.” Bkz: Eşref Ali,
Hakikatu’t-Tarika
S-''Allah kıyamet gününde: “Ey
Âdemoğlu! Ben hasta oldum da sen beni niçin ziyaret etmedin?” diye sorar.
Âdemoğlu:
“Ya Rabbi! Sen âlemlerin
Rabbisin, ben seni nasıl ziyaret edebilirim?” der. Allah Teâlâ:
"Falan kulumun hasta
olduğunu bildiğin halde niçin onu ziyaret etmedin? Eğer onu ziyaret etseydin,
beni onun yanında bulacaktın.” buyurur ve yine sorar:
“Ey insanoğlu! Senden yiyecek
istedim, beni niçin doyurmadın?” Kul:
“Yâ Rabbi! Sen âlemlerin Rabb’i
olduğun halde ben seni nasıl doyururum?” diye sorar. Allah Teâlâ:
“Hatırlasana, falan kulum
senden yiyecek istedi, sen onu doyurmadın. Bilmiyor musun; eğer onu doyursaydın
benim nezdimde bulacaktın.” diye cevap verir. Ve tekrar:
“Ey Âdemoğlu! Senden su istedim
bana su vermedin.” buyurur. Kul:
“Yâ Rabbi! Sen âlemlerin Rabb’i
olduğun halde ben sana nasıl su verebilirim?” diye sorar. Allah Teâlâ:
“Hatırlasana, filan kulum
senden su istedi, sen vermedin. Eğer ona su vereydin bunu benim indimde bulurdun.”
cevabının verir.”95
Hadis, Cenâb-ı Hakk’ın, keyfiyeti bilinmeksizin
kullarıyla beraber olmasına ve onların sıfatlarını kendisine nisbetine delil
gösterilmiştir.96
6-“Nefsim elinde olan Allah’a yemin olsun ki
en alttaki dünyaya, iple bir adam sarkıtmış olsanız, mutlaka Allah’ın üzerine
düşer.” Hz. Peygamber (s.a.v) sonra: “O evveldir, âhirdir, zâhirdir, bâtındır.
O, her şeyi bilendir.”97 âyetini okudu.” 9 8
Hadis, zât-ı ahadiyyenin hakikati, Allah’ın her
yerde mevcûdiyeti, ayniyyet ve aklın idrakinde müstakil olmadığı konusunda
delil olarak kullanılmıştır.99
tercümesi (Hadislerle Tasavuf), 204.
95Muslim, Birr, 43 (IV, 1990).
9 î. Fenni Ertuğrul, Vahdet-i Vücud ve İbn
Arabî, 55-56. Benzer açıklamalar için Bkz:
Ahmed Avni konuk, Fusûsu’l-Hikem Tercüme ve Şerhi,
I, 153; IV, 125; Eşref Ali, a.g.e, 205.
97Hadîd57/3.
98Tirmizî, Tefsir, 57 (Had. No:
3298); Ahmed, Müsned, II, 370; Mubârekpûrî, Tuhfetu’l- Ahvezî, IX, 132.
7-Ebû Mûsâ el-Eş'arî anlatıyor: Bir gün seferde Rasûlullah
(a.s)'la beraberdik. Dönüşümüzde Medine’ye yaklaştık. İnsanlar sesli olarak
tekbir getirmeye başladılar. Bunun üzerine Rasûlullah (a.s) şöyle
buyurdu:
"Kendinize acıyın. Siz ne
sağıra ne de ğâib olana duâ ediyorsunuz. Sizi gören ve işiten zâta duâ
ediyorsunuz. O sizinle beraberdir. Duâ ettiğiniz zat, size bineğinizin
boynundan daha yakındır."
Hadis, Allah Teâlâ’nın her yerde hâzır ve hiçbir
şeyden ğâib olmadığı,101 İlâhî yakınlık ve maiyyet konularında delil olarak
kullanılmıştır.
8-"Allah,
Âdem’i kendi suretinde yarattı." 103
Hadis, tevhid,104 insanın Hakk’a mazhar ve ayna
olması konularında delil olarak kullanılmıştır. 105
9-İbn Abbas
anlatıyor: Rasûlullah
(a.s) 'm terkisinde idim. Bana şöyle buyurdu:
"Ey genç! Allah'n hakkını
koru ki Allah'ı yanında bulasın. Rıza ve yakîn hâli ile Allah'a amel
edebilirsen et. Hoşlanmadığın şeylere sabretmende çok hayır vardır."
106
Hadis, kurbiyyet ve maiyyet konusunda delil olarak
kullanılmıştır. 107
10-Ebû Rezîn anlatıyor: Ben Rasûlullah (a.s) ’a “Allah
âlemi yaratmadan önce neredeydi? diye sorduğumda Rasûlullah (a.s): “Altında ve
üstünde hava bulunmayan amâ'da idi. Orada hiçbir yaratık yoktur. Rabbimizin
arşı su üzerinde idi” buyurdu. 109
Hadis, Allah’ın zâtının ilk durumu ile isim ve
sıfat tecellîlerinin mertebelerini ifâde için delil gösterilmiştir. 110
11-“ Allah mahlûkâtı zulmette
yarattı, sonra onların üzerine nurundan saçtı. O nurdan kime isâbet ederse
hidâyet bulur. Her kime isabet etmezse dalâlette kalır.”111
tbn Arabî bu hadiste geçen “zulmet” kelimesinin “amâ”
ile aynı anlama geldiğini söyler.
Hadis, Allah’ın halka zâtî tecellisi ve tevhid
konusunda delil olarak kullanılmıştır. H3
12-“Allah mevcud idi. O’nunla beraber başka hiçbir
şey mevcud değildi .”H4
Hadis, Zât-ı Bâri’nin zaman, mekan ve keyfiyetten
münezzeh, kendi zâtıyla kâim olması konusunda delil olarak kullanılmıştır. 115
13-“ Beni gören gerçekten Hakk’ı görmüştür.”116
Hadis, fenâfillah, Hakk’ın kulllarda zâtî
tecellisi ve insanın mazhar-ı Hakk, âyine-i Rabbânî olmasına delil olmaktadır.
117
14-“ Allah’ın yarattığı
varlıkları düşününüz. Fakat Allah’ı düşünmeyiniz. Çünkü O’nu hakkıyla takdir
edemez, helâk olur sunuz.”
Hadis, Zât-ı Bârî’yi aklın idrak, hayâlin ihâta
edemeyeceği, kulun bundan âciz bulunduğu, İlâhî bilgilerin, âyet ve eşyâdaki
tecellileri tefekkür yoluyla elde edilebileceği, eşyânm İlâhî esmâya ayna,
özellikle insanın mazhar-ı Hakk olduğu konularına delil olarak kullanılmıştır.
H9
15-"Şüphesiz
Allah güzeldir, güzelliği sever."120
Hadis, Allah’ın sıfatlarının eşyadaki zuhuruna
delil olarak kullanılmıştır. 121
16-“Bir kişi sadaka verdiği zaman o dilencinin
eline ulaşmadan Allah’ın eline düşer.”m Rasûllah (a s) sonra şu âyeti okudu: “Şüphesiz
Allah sadakaları alan ve tevbeleri kabul edendir.”
Hadis, Allah Teâlâ’nın her yerde hâzır ve nâzır,
kula kendisinden daha yakın olması ve keyfiyeti bizce meçhul bir şekilde eşyâda
bulunması konusunda delil olarak kullanılmıştır. 124
VI-“Biriniz namaza kalkıp
kıraata başladığında ancak Rabbine münâcaat etmiş olur. -Bilsin ki o anda
Rabbi, kıble ile kendisi arasındadır-”*25
Hadis, önceki hadisin delâlet ettiği hususlarda
delil olarak kullanılmıştır.126
l.c-Tefsirlerin Yaklaşımı.
Yukarıda, “vahdet-i vücud” anlayışına sâhip
olan sûfilerin görüşlerini ve bu görüşlerine delil olarak zikrettikleri temel
âyet ve hadisleri görmüş olduk. Şimdi, bu âyetlerden intikalle konuyu meşhur
tefsirlere arzedeceğiz ve özellikle “vahdet-i vücud” anlayışının temeli
durumunda olan zâtullahın manası, Allah Teâlâ’nın âlemi ihâtası, kullanyla
maiyyeti ve onlara takarrubu konulannı tetkik edeceğiz. Bu arada, sûfilerin vahdet-i vücud anlayışını bizzat ele
alan tefsirlerin değerlendirmelerine de değineceğiz.
Müfessirler, Kur’an’da “vechullah” şeklinde
Allah lafzına izâfe edilen “vech”in manası hakkında, âyetlerin siyak ve
sibakına uygun olarak farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Bunları şöyle
özetleyebiliriz.
l-“VechuIIah” Allah’ın zâtı manasındadır. Vech ile zâtın
kasdedilmesi mecaz yoluyladır. Çünkü, vech en şerefli bir azâ olup vücudu
temsil etmektedir. “Yönünüzü nereye çevirirseniz Allah'ın vechi or
adadır.” Yll, "‘O’nun vechi hâriç herşey helak olacaktır.” “Ancak azamet
ve ikram sahibi Rabbinin vechi (zâtı) bâki kalacaktır.” âyetleri bunu göstermektedir.
Taberî (310/923),
sonuncu âyetteki “zü’l-celâli ve’I-ikrâm” kısmının, önce geçen “vechu
Rabbike” deki “vech”in sıfatı olduğunu, bunun için merfû okunduğunu,
celal ve ikram sâhibi olanın vech değil, Zât-ı Bârî olduğunu, dolayısı ile,
vech’le zâtın kasdedildiğini belirtmiştir.
Tesbit edebildiğimiz kadariyle bütün işârî tefsir
sâhipleri ve ekseriyetle
diğer müfessirler, özellikle son iki âyetteki “vech”le Allah Teâlâ’nın zâtının
kasdedildiğini, birinci âyette ise ihtilaf olduğunu belirtmişlerdir.132
Kâdî Beydâvî (685/1286), Allah Teâlâ’nın dışındaki varlıkların esâsen
yokluk (adem) sıfatına sâhip olduklarını, ancak Zât-ı Bârî’nin bâki olduğunu,
varlıkların O’nun zâtına bakan yönüyle tazâhür eden tecelli ile hayat
bulduklarını belirtir. Tefsirin hâşiye ve şerhlerinden de
anlaşılacağı gibi; bu ifâde ve yaklaşım, vahdet-i vücud anlayışının temel
çizgisine paralellik arzetmektedir.
Âlûsî de (1270/ 1853) Beydâvî’nin bu sözünü bir
kaç vecihten ele alarak incelemiş ve özetle; bütün varlığın kendine bakan
yönüyle hakiki bir vücud sahibi olmadığını, buna ancak mecâzen vücud
denebileceğini, hakiki vücudun Allah Teâlâ’ya âit olduğunu, diğer bütün
varlıkların bu vücudun muhtelif şekillerde tezâhüründen ibâret bulunduğunu
belirtmiştir.
Kâsimî (1332/1914),
helâka mâruz olan her şeyin haddizâtmda buna müsâit olduğunu, çünkü onun
vücudunun kendi zâtından kaynaklamayıp Vâcibu’l-Vücud’a istinad ettiğini, O’nun
vücudunun dışındakilerin sanki yok hükmünde olduğunu, çünkü her an yokluğa
müsâit ve mahkum bulunduğunu belirtmiştir. Bu ifâdelerde de vahdet-i vücud anlayışındaki
sûfilerin görüşlerine benzer yönler mevcuttur. Ancak bundan, Kâsimî’nin her
yönüyle vahdet-i vücud anlayışını benimsediği manasını çıkaramayız. Onun bu
konularda ağırlıkla îbnu Teymiye’nin fikirlerini tasvip ettiğini
hatırlatalım.
Bu âyetlerde geçen “vech”in “zât” manasına alınıp
her âyette aynı mânanın geçerli olması durmunda “Mağrib de maşrık ta
Allah’a aittir.Yönünüzü nereye çevirirseniz Allah’ın vechi oradadır.” âyeti, vahdet-i vücud anlayışına açık bir
delil olmaktadır. Çünkü bu anlayıştaki sûfiler, bütün eşyâda gözükenin Hakk’ın
vücûdunun tezâhürü olduğunu, O’ndan başkasının esasen hakiki bir vücuda sahip
olmadığını, âyetin buna delâlet ettiğini, çünkü vechin zât, zâtın vücud
anlamına geldiğini söylemektedirler.
2-“Vech”, kendisine yönelme emredilen yön, yani kıble
manasına gelmektedir.
3-“Vech” ayrıca, kasd ve nzâ manalarına da
gelmektedir.
Allah Teâlâ’nın her şeyi ihâta etmesi “Allah
her şeyi ihâta edendir.” âyetiyle
belirtilmektedir. Müfessirler bu ihâtanın, O’nun ilmi, kudreti ve rahmeti ile
olduğunda ittifak etmişlerdir. Ancak, Reşid Rızâ (1354/1935), üstâdı Muhammed
Abduh’un (1323/1905), bu âyete şu tefsiri yaptığını nakletmektedir:
“Müfessirler bu âyetteki ihâtayı kudret ve kahır ile tefsir etmişlerdir.
Halbuki bu ihâtanın vücudla olması da sahihtir. Çünkü bu mevcudâtın vücudu
zâtından değildir, onu ilk olarak kendisi de icad etmemiştir. O ancak
vâcibu’l-vucûd’un irâde ve istimdâdı ile vücut bulmuştur. Şu halde İlâhî vücud
bütün mevcûdâtı kuşatmıştır. Öyleyse bütün halkın tamamen O’na yönelmesi ve
O’na hiç bir şeyi ortak koşmaması gerekmektedir.”
Sûfîleri birçok yönden tenkid etmesiyle tanınan Muhammed
Abduh’un, onlann vahdet-i vücud anlayışıyla tam bir benzerlik arzeden bu
yaklaşımını oıjinal buluyoruz. Anladığımız kadariyle o, bununla, bütün varlıklan
aslen yok hükmünde göstererek Allah Teâlâ’ya ortak koşma yolunu kapatmak
istemiştir. Aynı üstâdm talebelerinden Merâğî (1364/1945), aynı tefsiri kendi
görüşü gibi vermiştir.
Allah Teâlâ’nın her şeyi ihâta etmesi konusunda
işârî tefsirlerde de müfessirlerin genel yaklaşımı hâkimdir, ancak vahdet-i
vücud anlayışına kapı açacak ifâdeler de mevcuttur.
Vahdet-i vücud anlayışının temelini oluşturan
Allah Teâlâ’nın kullarıyla beraberliği “maiyyet” ve onlara yakınlığı “takarrub”
da tefsirlerde sûfilerden biraz farklı ele alınmıştır. “Biz ona şah
damarından daha yakınız.” , “Biz ona sizden daha yakınız, fakat siz
göremezsiniz.” âyetleri takarrubun, “Nerede olsanız, O
sizinle beraberdir. Allah yaptıklarınızı görür.”1*9 âyeti,
maiyyetin ana fikrini vermektedir.
Müfessirler, âyetlerde geçen yakınlık ve
beraberliğin ilim ve kudretle olacağı görüşünde müttefiktirler. Ancak
ekseriyetle işârî tefsir sâhipleri, Allah Teâlâ’nın kullarıyla ilim ve
kudretiyle beraber olduğu gibi; mekanî mesâfeden münezzeh olarak, zâtıyla da
beraber olabileceğini, ancak bunun keyfiyetinin kullar için meçhul olduğunu
belirtmişlerdir. Burada
Kuşeyrî’nin (465/1072), bu konuda keşfi değil, nasslann zâhirini dikkate
alarak, vücud beraberliğinden söz etmekten kaçındığını belirtmeliyiz.
Hemen her müfessirin ilk müracaat kaynağı olan
Câmiu’l-Beyan’da, İlâhî yakınlık ve maiyyetin ilim yönünden olduğu
belirtilmiştir.
Zemahşerî (538/1143), “Biz ona şah damarından daha
yakınız.” âyetindeki
yakınlığın mecaz olduğunu, bununla İlmî yakınlığın ve sanki zâtî yakınlıktaki
gibi her şeye vukûfiyetin kasdedildiğini, bütün mekanlardan münezzeh olduğu
halde, ifâde olarak “Allah her yerdedir.” denebileceğini belirtir. Beydâvî (685/1286) ve Ebu’s-Suûd
(982/1574) da âyette mecâzî bir anlatımın bulunduğunu, zâtî yakınlık ile
İlmî yakınlığın kasdedildiğini, çünkü; önceki hâlin, sonraki durumu
gerektirdiğini zikretmişlerdir.
îbnu Kesir (774/1373), âyetteki maiyyetle O’nun her
şeye şâhid ve her şeyi bilmesinin kasdedildiğini, Rabbini bu şekilde tanıyan
kulda, hadis-i şerifte anlatılan ihsan hâlinin gerçekleşeceğini, Rabbinin her şeye şâhid ve rakîb olduğunu
anlayan kulun O’nu her yerde müşâhede hâline ve bu sâyede üstün bir edebe
ulaşacağını zikretmiştir.
“Biz ona şah damarından daha
yakınız.” âyetinde Zât-ı Bârî’nin değil, meleklerin
yakınlığından bahsedildiğini, birçok âyetin buna şâhid olduğunu zikreden Ibnu Kesir, bu
yakınlığı ilimle te’vil edenlerin “hulûl” ve “ittihad”dan kurtulmak
için böyle yaptıklarını, esasen âyetin lafzında böyle bir te’vili gerektirecek
veya öyle bir sonuca götürecek durumun olmadığını belirtmiştir.
Âyetteki ifâdenin ma’nevî yakınlık için bir temsil
olduğunu belirterek tefsirine giren Kâsimî (1332/1914), görüşünü Beydâvî
şârihlerinden Şihab’ın (1069/1650) açıklamalarıyla destekledikten
sonra, “tenbîh” başlığı ile açtığı bölümde îbnu Kesir’in yukarıdaki
görüşünü vererek, bunu destekler mâhiyette açıklamalarda bulunmuş, bu meyanda îbnu
Teymiye’nin (728/1328) Allah Teâlâ’nın kullara yakınlığının şekli
konusundaki geniş açıklamaları içinde, bazı sûfilerin bu yakınlıkla zâtî
yakınlığı anlamasının ve bunu savunmasının tutarlı olmadığı görüşünü
zikretmiştir.
Kurtubî (671/1273),
Cenâb-ı Hakk’ın kula yakınlığının mesafe yönünden değil, ilim, kudret ve ru’yet
cihetiyle olup, bunun bir kalb ilmi olduğunu hatırlatmış, İlâhî maiyyetin de; O’nun kudreti, saltanatı
ve ilmi ile gerçekleşeceğini belirtmiştir.
îbnu Atıyye (546/1151), Râzî (606/1210), Ebû Hayyân (745/1344),
Şirbînî (977/1569), ve ÂIûsî (1270/1853) gibi diğer müfessirler
de, Allah Teâlâ’nın kullarına yakınlık ve onlarla maiyyetinin ilim, icâd,
tekvin, kudret ve rahmetiyle olacağı, zâtıyla bir mekanda bulunmaktan, herhangi
bir varlıkla ittisal ve münâsebetten münezzeh olduğu görüşü etrafında
birleşmişlerdir.
Ancak Râzî, tefsirinin değişik yerlerinde
zaman zaman sûfivârî açıklamalara girip tasavvufun hemen her konusunda
sûfilerle aynı paralelde görüşler serdetmiş, tevhid, vücud, zât, takamıb ve
mâsivanm gölge varlığı konularında da vahdet-i vücud anlayışına kapı açacak
fikirler ileri sürmüştür. Meselâ; Cenâb-ı Hakk’m kullarla maiyyetini anlatırken
şu değerlendirmeyi yapmıştır:
“Vâcibu’l-vücud olan Cenâb-ı Hakk’m dışındaki
bütün varlıklar mümkindir ve hepsinin varlığı zâtından değil,
Vâcibu’l-vücud’dandır. O’nsuz hayat bulmaları ve hayatta kalmaları mümkün
değildir. Esasen mâhiyetlerinin vücud bulması O’nun vasıtası ile olduğu için O,
bu mâhiyetlere onlann vücudundan daha yakındır. Bu sırra binâen, muhakkik
ârifler : “Gördüğüm her şeyden önce Allah’ı gördüm.” demişlerdir. Hâl olarak onlardan
bir derece aşağı olan mutavassıtlar: “Gördüğüm her şeyle birlikte Allah’ı
gördüm.” derken, işin zâhirinde kalanlar: “Gördüğüm her şeyden sonra Allah’ı
gördüm.” demektedirler.
Râzî, mümkün
varlıklann vücudunun âriyet olduğu ve bunun fakir bir kimsenin zengin
birisinden elbise almasına benzediği konusunda vahdet-i vücud fikrindekilerle
aynı yaklaşım içindedir.
Râzî, Allah
Teâlâ’dan başka her şeyin esasen adem-i mahz, mutlak yokluk içinde olduğunu
belirtir ve bu gerçeğin anlaşılması için kalbin nûr ile inşirah bulmasını,
mâsivâdan kurtulmasını ve mâriftullah ile dolmasını gerekli görür.
Râzî, eşya
hakkında kullar için mümkün olan bu mârifetin, Cenâb-ı Hakk’ın zâtının hakikati
için mümkün olmadığını, beşerin bundan âciz bulunduğunu belirtir.
Vahdet-i vücud ehli de; Allah Teâlâ’yı hakikatıyla
ancak kendisinin tanıyacağı görüşündedirler.
Âlûsî de,
tefsirinin “bâbu’I-işârât” bölümlerinde konumuzla alakalı âyetler
hakkında sûfilerin yaptığı işârî yorumlan verirken, özellikle Mûhyiddin b.
Arabî ve diğer sûfilerden, yukanda özetlediğimiz vahdet-i vücudla ilgili
yaklaştırılan nakletmiştir.
Tesbit edebildiğimiz kadariyle, sonraki tefsirler
içinde Bursevî ve Âlûsî’den sonra,“vahdet-i vücud” fikrini detaylıca ele
alan ve üzerinde değerlendirmeler yapan Reşid Rızâ (1354/1935) ile Elmalılı
Hamdi Yazır (1358/1942) olmuştur.
Reşid Rızâ, daha çok tevhidle ilgili âyetlerin tefsirinde “vahdet-i
vücud” ve “vahdet-i şuhud”a değinerek değerlendirmelerini yapar ve “vahdet-i
şuhud”un nasslann delâletine ve îslâm akâidine daha uygun olduğu kanaatine
varır. Her iki anlayışın “fenâ” hâliyle ilgisini inceler ve “vahdet-i
vûcud”u savunanlann ileri gidenlerini şiddetle tenkid eder. Bu konuda îbnu
Teymiye’nin (728/1328) ve onun talebesi îbnu KayyımTn (751/1351)
değerlendirmelerine itibar eder. Bu tür mevzûlarda geniş ve sihhatli bilgi için
îbnu KayyımTn “Medâricü’s- Sâlikîn” isimli tasavvufî eserine havâle eder.
Hamdi Yazır, “vahdet-i vücud”un iyice tedkik edildiğinde onda
şirk, hulûl, ittihad ve panteist anlayışın bulunmadığını belirtir ve “vahdet-i
vücud”u özetle şöyle izah eder:
“Önce şunu kaydedelim ki, “Sizin ilâhınız
bir tek ilâhtır. O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur.” âyetinde de açıkça belirtildiği gibi; Islâm
dininde emredilen umûmî imanın konusu “Allah’tan başka ilâh yoktur.” şeklinde
özetlenen “tevhid-i ulûhiyet”tir. Yoksa, “Allah’tan başka mevcut
yoktur.” şeklinde ifâde edilen “tevhid-i vücud” değildir. Bu olsa
olsa marifet yolunda merhaleler katetmiş havass tabakası için mavzu-ı bahs
olabilir. Bizim nazarımızda “tevhidi vücud” alelıtlak münker değil, belki keşif
yoluyla (ulaşılabilecek) müsbet bir durumdur. Fakat “Allah’tan başka mevcut
yoktur.” demekle, “her mevcut Allah’tır.” demek arasında pek büyük
fark vardır. Birincisi sırf tevhid olabilir, fakat İkincisi tamamen şirktir.
“Allah’tan başka mevcut yoktur.” dendiği zaman, Allah’tan
başkasına isnad edilen varlığın gerçek olmayıp hayelde ve vehme bağlı, şuurda
akseden bir gölge mesabesinde olduğu ve gerçek vücudun ancak Allah’a mahsus
bulunduğu ikrar edilmiş; âlemin bizâtihî ve lizâtihî bir vücuda sahip olmadığı
ortaya konmuş olur ki bu, “vahdet-i vücud”tur. Çünkü kefiş yoluyla sâbit
olduğuna göre; biz, âlem adına ne biliyorsak hepsi, hissettiklerimizden,
hayalimizden, zihnimizdeki şekillerden ve rûhî intibâlanmızdan ibârettir. Fakat
“her mevcut Allah’tır.” dendiği zaman vücudda hakiki bir çokluk ve
çoğalma kabul edilmiş ve hepsinin Allah olduğu iddiâ edilmiş oluyor ki, bunda
tevhid yoktur. Tersine Allah’ı çoğaltma ve O’na ortak koşma vardır. Bu, bir
“vahdet-i vücud” değil, “ittihâd-ı vücud” (varlığın birleştirilmesi) vaya
“hulûl” teorisidir. Yahut, Allah’ı inkar etmek suretiyle ancak âlemi isbattır.
“Bir”e “her” demektir. Buna da “vahdet-i vücud” değil, “panteizm” denir.”
Hamdi Yazır, “Biz ona şah damarından daha
yakınız.” âyetinin tefsirinde de, vahdet-i vücud
konusuna geniş yer vermiş, bu fikrin baş temsilcisi olan Muhyiddin b.
Arabi’nin (638/1240) “el-Futûhâtu’l-Mekkiyye” adlı eserinden nakillerde
bulunmuş ve en sonunda, Alûsî’nin değindiği gibi; bu anlatılanların herkes tarafından
anlaşılamayacağını, bunlan ancak hâl ehli olanların tam kavrayabileceğini, ehli
olmayana ağır geleceğini belirtmiştir.
Bir çok yönüyle “vahdet-i vücud” anlayışını tasvib
ettiğini gördüğümüz Hamdi Yazır, bir çoklarının bazı âyetleri meram ve
mecrasının dışında yorumlayarak “vahdet-i vücud” adına hatalara düştüklerine de
dikkat çekmiştir.
2-Vahdet-i Şuhûd.
Kısaca “lâ meşhûde illallah” (Allah’tan
başka görünen yoktur) ifâdesiyle özetlenen “vahdet-i şuhûd”; kâinatın
her zerresinde onun yaratıcısının tecellilerini seyretmek ve Allah’a âit
tecellilerden başka hiçbir şey görmemektir.
Bu anlayışın baş temsilcisi, ikincibin yılın
müceddidi olarak tanınan Nakşibendî yolunun önderlerinden îmam Rabbânî’dir
(1034/1625).
îmam Rabbânî, vahdet-i vücud ehlinin, hayâlî, vehmî, serap
hükmünde gördükleri ve zıllî vücud ismini verdikleri varlıkların esasen zayıf
ta olsa bir vücud sahibi olduklarını, ancak bu vücudun, mümkinâtın diğer
vasıflan gibi zayıf bir vücud olduğunu, bu vücudun Zât-ı Bâri’nin vücudundan
ayn fakat onunla ayakta durduğunu, her an yokluğa itilebileceğini, fakat bu
vücudlann devamı süresince kendilerine terettüb eden gerçek hükümlerin
bulunduğunu, şeriatın bunlan ta’yin ettiğini belirtmiştir.
Gerçek fenâ hâlinin ancak şuhûdî tevhidle gerçekleşeceğini
belirten îmam Rabbânî, vücûdî tevhidi “ilme’l-yakîn” kabilinden, şuhûdî
tevhidi ise “ayne’l- yakîn” cinsinden görür ve bunun güneşin müşâhede
edildiğinde yıldızların görülmemesine, fakat bunun yıldızların yok olduğu
manasına gelmeyip, belki güneşin şiddetli zuhûru karşısında gözden kaybolmasına
benzediğini, şuhûdî tevhid sahibinin yıldızların varlığını kabul ettiğini,
vücûdî tevhidi savunanların ise yıldızlan yok bildiğini, ikisi arasında pek çok
farkın bulunduğunu belirtmiştir.
îmam Rabbânî, bir şeyin gölgesinin onun aynı olmadığını, asıl
ile gölge aynıdır denemeyeceğini, bunun gibi; mümkin varlığın vâcibin aynı
olamayacağını, mümkinin aslının yokluk olduğunu, ancak İlâhî isim ve sıfatların
aksetmesiyle bir vücud bulduğunu, bu vücutların isim ve sıfatların aynı
olmayıp, misal ve gölgeleri olduğunu, buna göre; “heme ûst=her şey O’dur” demenin
doğru olmayıp “heme ez ûst=her şey O’ndandır.” anlayışının doğru
olacağını ve mümkin varlıkta bulunan bütün hâl ve yetkilerin Cenâb-ı Hakk
tarafından ihsan edildiğini belirtmiştir.
Vahdet-i vücudu, vahdet-i şühuddan aşağı bir
mertebe gören îmam Rabbânî, sülûkunun evelinde kendisinin de bu tevhid
anlayışında olduğunu fakat İlâhî lutufla bu hâlden kurtulup şuhûdî tevhide
ulaştığını, vücûdî tevhidi
savunan Muhyiddin b. Arabi’nin aslında Allah’ın velilerinden makbul bir
kul olduğunu, fakat onun bazı muhâlif fikirlerini halka zararlı bulduğunu, onu
tamamen reddedenlerin ifrata gittiği gibi, her şeyi ile kabul edenlerin de
ifrattan kurtulamadığını, halbuki hak olanın; orta yolu tutarak herkese hakkını
vermek olduğunu, îbnu Arabi’nin bu konudaki hatâsının keşfî bir hatâ
olup mâzur görüleceğini, içtihat hatâsına düşenlerin kınanmadığı gibi; keşif
hatâsına düşenlerin de kınanmayacağını, ancak o konuda peşlerinden de gidilmeyeceğini
belirtmiştir.
b-Değerlendirme.
“Lâ ilâhe illallah” ifâdesiyle özetlenen tevhid,
İslâm’ın ilk emri ve esas hedefidir. Kulun ruhuyla yapılan ilk İlâhî ahidin
konusu Allah Teâlâ’nın rubûbiyetinin kabülü ve ikrândır. Konuşmaya başlayan çocuğa dinî bir edeb olarak
ilk defa Allah söyletilir. Bülüğa eren bir kula ilk emredilen “kelime-i
tevhid”dir. Bütün peygamberlerin gönderiliş gayeleri “kelime-i tevhid”le
özetlenebilir. Son peygamber Hz. Muhammed (s.a.v), risâleti boyunca
dâvet ve cihadını “kelime-i tevhid” esası ve hedefi için yapmıştır.
Daha sonraki bütün cihad ve mücâhedelerin hedefi
de bu olmuştur, bu olmalıdır. Çünkü bütün beşeriyete verilen emir; her türlü
şirkten uzak bir şekilde hâlis bir kalble Allah’a kulluk yapmaktır.
Sûfiler, “seyr u sülûk”un hedefini bu hakiki
tevhide ulaşmak şeklinde belirlemişlerdir, îmam Rabbânî’nin belirttiği
gibi, bütün mesele; hakiki imana ulaşmak ve nzâ makamında ihsan hâlinde kulluk
yapmaktır. Ancak, hadiste belirtildiği gibi, imânın yetmiş küsür şu’besi ve
herbir şu’benin farklı derece ve kemâlleri bulunduğu için, herkesin iman adına
ulaştığı nokta ve aldığı zevk de farklı farklı olmaktadır.
Her seviyedeki insandan istenen ve “lâ ilâhe
illlallah” şeklinde özetlenen tevhidin gizli birçok sırana vâkıf olduklannı
belirten sûfiler, bu tevhidin özünde bulunduğunu söyledikleri ve “lâ maksûde
illallah”, “lâ fâile illallah”, “lâ meşhûde illallah”, “lâ mevcûde illallah” ifâdeleriyle
özetledikleri tevhid çeşitlerinden bahsetmişleridir. Bunlar içinde ilk üç
tevhid anlayışı, nasslarla bir çelişki içinde görülmediği için genelde ümmet
tarafından makbul görülmüştür. Fakat, “vahdet-i vücud” adıyla yayılan
tevhid anlayışının özünü içeren ve “lâ mevcûde illallah” şeklinde ifâde
edilen son tevhid anlayışı, sûfî ve âlimler arasında epeyce münakaşa mevzuu
olmuştur.
Muhyiddin b. Arabî (638/1240) ile sistematik
şekilde işlenen, açıkça savunulan ve kitaba aktarılan “vahdet-i vücud” anlayışının,
özellikle îbnu Teymiye (728/1328) tarafından her zeminde yüksek sesle
tenkid edilmeye başlanmasıyla bu anlayış, ilim çevrelerinin göndemine
girmiştir.
Konu önce belli çevrelerde tartışılırken, daha
sonra tefsirlerde de değerlendirmeye alınmıştır. Bunun sebebi; “vahdet-i
vücud”u savunanların, bu anlayışlarına birçok âyet ve hadisi delil göstermeleri
olmuştur. Özellikle müteahhir müfessirlerin bir kısmı, ilgili âyetlerin
tefsirini yaparken, İlmî çevreleri meşgul eden bu konuya az çok değinmek
zorunda kalmışlardır. Bunları yukarıda özetledik. Ancak şu kadarını belirtelim
ki; rivâyet ve dirâyet tefsirlerinden hiç birisi “vahdet-i vücud”u takdir
ve açıkça tasvip etmemiştir. Özellikle ilk tefsirler bu konuya hiç
değinmemiştir. Müfessirlerin, “vahdet-i vücud” anlayışına delil olarak
gösterilen bazı âyetlerin tefsirinde bu anlayışla paralellik arzeden açıklamaları,
onu savunduklarından veya ona zemin hazırladıklarından değil, ilgili âyete
mecbûren o çerçevede bir mana vermenin gereğindendir.
Müfessirler içinde Râzî, kendine hâs tefsir ve
tevcihatlan ile isim vermeden,
“vahdet-i vücud” anlayışına paralel birçok
fikirler ileri sürmüştür. ÂIûsî, isim vererek ve Muhyiddin b.
Arabi’den nakillerde bulunarak “vahdet-i vücud” hakkında temkinli
değerlendirmeler yapmıştır. Reşid Rızâ konuyu isim vererek bir çok defa
değerlendirmeye almış ve tenkidlerini îbnu Teymiye çizgisinde
yoğunlaştırmıştır. Kâsimî ve Mustafa Merâğî’yi de bu çizginin
müdâfîleri olarak görebiliriz. Ancak, îbnu Teymiye’deki genel ve sert
hükümler, bu zevatta, aynı genelleme ve şiddette değildir.
Türkçe tefsirler içinde en meşhuru olarak
düşündüğümüz Hak Dini Kur’an Dili’nde “vahdet-i vücud”tan bizzat isim
verilerek bahsedilmiş, diğer tefsirlere nazaran daha temkinli değerlendirilmiş
ve hatta genel hatlanyla tasvib edilmiştir.
îşârî tefsirlerde tevhid üzerinde hassâsiyetetle
durulmuştur. Ancak, Sülemî (412/1021) ve Kuşeyrî (465/1072) gibi
ilk işârî tefsir örneklerini temsil eden sûfî müfessirler, “vahdet-i vücud”tan
hiç bahsetmeden ağırlıkla “vahdet-i kusûd” ve “vahdet-i şuhûd” anlayışına
paralel açıklama ve nakillerde bulunmuşlardır. Zâten selefin tevhid anlayışı “lâ
ilâhe illallah” tan sonra “lâ maksûde illallah” fikri etrafında
şekillenmiştir. îşârî tefsir sahipleri içinde “vahdet-i vücud”u
savunanların başında Muhyiddin b. Arabî (638/1240), Sadreddin Konevî (673/1273),
Abdurrazzek Kâşânî (730/1330), Nimetullah Nehcivânî (920/1514) ve
îsmâil Hakkı Bursevî (1137/1724) gelmektedir.
Tesbit edebildiğimiz kadariyle; “vahdet-i
vücud” anlayışı için delil gösterilen âyetlerin bir kısmı, hiç te’vil
edilmeksizin lafzî delâletleri ile ele alındığında, bu anlayışı savunanlara bir
delil olacak mâhiyettedir. Ekseri müfessirler, bu âyetleri mütaşâbih kabul
ederken, bir çoğu da zâhirine hamlini mahzurlu görüp uygun bir te’vile
gitmişler, buna mecbur kalmışlardır.
“Vahdet-i vücud” anlayışında olanlar ise; âyetin
zahirî manasından hareket edip, lafzın en geniş medlüllerini dikkate alarak
çeşitli istidlallerde ve keşfî içtihadlarda bulunmuşlardır. Yapılan bâtınî
yorumlar ve intikaller, kendi mantığı içinde seçilen deliller müvâcehesinde
tutarlı gözükmektedir, fakat ileri safhada varılan noktada birçok soru ve
müşkilât ortaya çıkmaktadır. Bediuzzaman’m belirttiği gibi; zayıf
te’viller ve ciddi zorlamalar ile âyetler bu meşrebe uygun tefsir edilmiş ve
âyetlerin sarâhatı incitilmiştir. Fikir sâhiplerinin: “Bu tevhid, sırf akıl
ve zâhirî ilimle anlaşılamaz, ancak; bir mürşid
terbiyesinde seyr u sülükle, hâl, zevk ve müşâhede yoluyla farkedilebilir.”
sözleri, meseleyi biraz daha özele hâs ve hassas yapmıştır. Bu sözle,
çoklarının tenkid yolu baştan kesilmiş fakat, bir çok âlim, meseleyi kendi zevk
ve zâviyelerine göre değerlendirmekten geri durmamıştır.
Biz, bu konuda küfre varan tenkidlere
katılamıyoruz. Bunu çok ağır ve tehlikeli buluyoruz. Açıkça küfrüne delâlet
eden bir sözünü işitmediğimiz ve hâlini görmediğimiz sürece, ben mü’minim diyen
ve hayatı Kur’an-sünnet çizgisinde itaatla geçen hiçbir kimsenin, küfrüne hüküm
verme hakkımızın olmadığını biliyoruz. Böyle bir kimsenin müşkil sözlerini
mecaz veya şatahata, dengesiz hallerini manevî sarhoşluk ve istiğraka, katılamadığımız
fikirlerini hatalı içtihada bağlayıp durumunu Allah’a havâle ederiz.
Vahdet-i vücud konusu ve îbnu Arabî üzerinde
özel bir çalışma yapan İsmail Fenni Ertuğrul’un konu ile ilgili şu
değerlendirmesini, bizim de kanaatimizi aksettirdiği için kısaca naklediyoruz:
“Hülâsa; vahdet-i vücud itikadı bir takım mülhid
ve zındıkların anladığı
1990. Sözler yay.)
19 Müellifin, burada geçen mülhid
ve zındık ifâdelerini kim için kullandığını tesbit edemedik. Bu ifâdelerin, îbnu
Arabi’ye ve
vahdet-i vücud anlayışına çokça hücüm ettiği için Şeyhülislâm îbnu
Teymiye hakkında
söylenemeyeceği kanaatindeyiz. Bizce, îmamRabbânî’nin belirttiği gibi; îbnu
Arabî keşfinde
yanılmış ise, îbnu Teymiye de onun hakkındaki içtihadında
yanılmıştır. Bununla birlikte her ikisi de İslâm dâiresinde olup iki farklı
kutbu temsil eden, emsalleri az bulunan kimselerdir. Derecelerini Allah Teâlâ
bilir. Hesaplan O’na âittir. îbnu Teymiye’nin “vahdet-i vücud”u Rabb ile kulun
ittihadını ve kadim ile muhdesin aynı olduğunu iddiâ eden bir görüş olarak
tanıtması hatâdır. (Bkz: îbnu Teymiye, Mecmûu’l-Fetevâ, X, 59). Durum öyle
değildir. îbnu Arabî, kesin olarak Rabb ile kulu, kadim ile muhdesi
birbimden ayırmış ve ayn düşünmüştür, örnek olarak şu sözlerini verebiliriz: “Hakk
ile halkın zat yönünden birleşmeleri ebediyyen mümkün değildir. Ancak İlâhî
sıfatların halkta tezâhürü sözkonusudur.
Varlığı vâcib
ile mümkinin bir olması muhaldir. Çünkü mümkin her yönüyle vâcibe bağlıdır.
Bizâtihî düşünüldüğüde ise, ademe mahkumdur.” (Bkz: îbnu Arabî, el-Futuhâtu’l-Mekkiyye,
I, 41). “Rabb abd olamayacağı gibi; abd de Rabb olamaz.
Allah’ı, kendisinden başkası (hakkıyla) tanıyamaz.” (Bkz: a.g.e, I, 366). Bu konudaki
diğer görüşleri için bkz: îbnu Arabî, a.g.e, II, 166, III, 224, 231, 356, 371,
374, 378, 397, 408, 506, 566, IV, 226, 314, 338. Onun bazı sözlerindeki mecazî
anlatım merama ve makâma uygun değerlendirildiğinde, bir müşkilat
kalmamaktadır, îbnu Arabi’ye yöneltilen tenkidlere verilecek
cevaplar hakkında geniş bilgi için bkz: Şa’rânî, el-Yavâkıt ve’l-Cevâhir, I,
6-14; Aynı müellife âit “el-Kibrîtu’l-Ahmer fi Beyâni gibi değil de, mutasavvıflar gibi anlaşıldığı
zaman, öyle küfür ve sapıklık olması şöyle dursun, aksine, dinî-aklî delillere
dayanan, birçok ârif, âlim ve kâmil velilerce kabul edilmiş bir itikat olduğu
ortaya çıkar. Bununla birlikte biz, bu anlayışın bütün müslümanlarca kabul
edilmesi gerektiği fikrinde değiliz. İnsanların büyük bir çoğunluğu bununla
yükümlü değildir. Çünkü yüce peygamberler insanları tevhide yani “Allah birdir”
demeye dâvet ettiler, vahdet-i vücuda dâvet etmediler. Maksadımız sadece; bunu
kabul edenlere dil uzatmamak, bir takım veli ve âlimleri kınayıp reddetme
hatasına düşmemek, böylece “Benim veli kuluma eziyet eden kimseye
şüphesiz ben harp ilan ederim.” şeklindeki kudsî hadisin mefhumunun
gerektireceği İlâhî kahrı celbetmememktir.”*
İzmirli İsmail Hakkı’nın da dikkat çektiği gibi, en emniyetlisi; vahdet-i vücud anlayışı idrak
ve kabul edilemiyorsa, inkara da gitmemek, İslâm dâiresinde yaşayan ve bu fikri
savunan mü’minleri küfürle itham etmeden meseleyi Cenab-ı Hakk’a havâle
etmektir.
B-ÎLHÂM ve
tLM-I LEDÜNN.
Sûfiler, seyr u sülûkun neticesinde sâlikin
“ilham”, “ilm-i ledünn”, “ferâset”, “keşf”, “müşâhede” ve “kerâmet” gibi İlâhî
ikramlara mazhar olacağını belirtmişlerdir.
Biz burada “ilm-i ledünn” ve peşinden “kerâmet”
üzerinde duracağız. Sûfilerin ilm-i ledünne bakışlarını kısaca verdikten sonra,
özellikle meşhur rivâyet ve dirâyet tefsirlerinin konuya bakışını tesbite
çalışacağız.
Maddî, kesbî olmayan ilmin bir takım dereceleri
vardır. Bunlara “ferâset”, “hads”, “keşf’, “ilhâm” ve “vahy” denir. Maddî ve
kesbî ilimler insanın bedenî hasse ve hasletleriyle ilgili olduğu gibi; maddî
olmayan bu ilimler de ruhla ilgilidir.
Bunlar içinden “ferâset”, ilm-i ledünnün ilk basamağıdır.
Ferâset: Lügatta
tesebbüt ve nazar etmek , sezmek, istidlal etmek, içe doğmak
anlamlarına gelir.
Cürcânî (816/1413.),
ferâseti; yakînin keşfedilmesi ve gaybın muâyenesidir şeklinde ta’rif ederken, Vasıtî (320/932):
“Ferâset, kalbde parlayan nûrun ışığıdır. Kalbde yerleşmiş bir marifettir. Bu
ışık ve mârifet sebebiyle gaybın sırlarına muttali olunur. Böylece ferâset
sahibi eşyayı Hakk Sübhânehu ve Teâlâ’nın kendisine gösterdiği şekilde görür.
Onun için insanların iç alemlerinde ve kalblerinde bulunan şeyleri haber
verir." demektedir.
Ferâset iki nevidir:
a-Tabii ve umûmî ferâset: Bir takım karine, emare, alâmet
ve işâretlerle gizli bir şeye istidlâl etmek ve vâkıf olmak. Buna "hikem-î
firâset"de denir. Bu nevi firâset melekesi talim ve terbiye ile geliştirilir.
b-Vehbî ferâset veya ilhâmi ferâset: Bu ferâset; "İnsanın kalbinde
olan şeye muttali olmak" diye tarif edilir ve şerî ferâset adını alır.
Müminin firâseti nûrânî ve vehbîdir.
a-Sûfilerin ilm-i ledûnn anlayışları.
Sûfiler, ilm-i ledünnün mukaddimesi sayılan
ferasetin iman ve yakînin kuvveti nisbetinde gerçekleştiğini, imanı en kuvvetli
olan kimsenin ferasetinin de o derece keskin ve isabetli olacağını,201 ferâsetin; Cenab-ı Hakk’ın hükmünün kulun dili
üzerinde cereyânından ibâret olduğunu, ledünnî ilimlerin ancak kudsî nurlar ile
temizlenmiş bir kalbde tezahür edeceğini, esasen her kalbin İlâhî ilimleri almaya müsâit
yaratıldığını fakat, günahla kirletilen ve dünya meşgaleleri ile iyice
bunaltılan kalbin bu kâbiliyetini yitirdiğini, sahih ferâsetin ancak haramlardan kaçınıp,
kalbi zikir ve murâkabe ile ma’mur ederek ve devamlı helal lokma yiyerek ele
geçtiğini, 206 ledünnî ilmin tahsil yerinin takvâ okulu olduğunu,
dünya muhabbetiyle buna ulaşmanın mümkün olmadığını belirtmişlerdir.
Ledunnî ilmin İlâhî bir mevhibe olduğunu belirten
sûfiler, onun bir yönüyle ğaybî ilimden olduğunu, fakat bunun “Gaybı
Allah’tan başka kimse bilme âyetinin yasakladığı kısma girmediğini, çünkü
bu ilme ulaşanların ona Allah’ın izni ve bildirmesiyle ulaştıklarını
savunmuşlardır.
Sûfilere göre; bu ilmin sahih ve sağlam olabilmesi
için Allah'ın nûruyla bakma özelliğinin bulunması ve korunması şarttır. îlm-i
ledünnî; herhangi bir vâsıta ve alışılmış haricî bir sebep olmaksızın kalbe
gelen ilim olarak tanıtılmakla birlikte,
ciddî bir mücâhedenin neticesi olarak kula takrîb makâmmda
bahşedilir. Kısaca, ilm-i
ledünn ve müşâhede, mücâhedenin neticesidir.
Sûfiler, ilm-i ledünnün kendine hâs bir takım
özellik ve hükümlerinden bahsetmişlerdir. Şimdi kısaca bunları zikredeceğiz.
b-îlm-i ledünnün özellikleri.
îlm-i ledünn veya vehbî ilim olarak ifâde edilen
mânevî ilimlerin, sûfilere göre bir takım husûsî özellikleri vardır ki, bunlar
onun diğer ilimlerden ayrıldığı noktalar olup, kısaca şunlardır:
1-Ma'nevi ilmin ve ilhâmm insan vücudundaki yeri
kalbdir.
Burada anlatılmak istenen kalb; bütün âzalan sevk
u idâre eden ve bütün azâlann kendisine itaat ve hizmet ettiği latif, nûrânî
kalbdir.
Kalb aslî sâfîyetini bulunca mânevi ilimleri
alacak bir kab durumuna gelir, şehvet
ve mâsivânm gâilesinden kurtulunca cevheri sâfileşir, levh-i mahfuz ile
arasındaki perde kalkar ve oradaki bilgilerden bazısı kalbe akseder, keşf olur.
Bu kalb, şu âyette işâret edilen
kalbdir.
"Şüphesiz bunda, diri bir
kalbi olan yahut (bütün benliği ile) şâhid olarak kulak veren için bir ibret,
öğüd vardır.”
Ancak Şa’rânî (973/1565), ilhâmın insan
vücudundaki yerin geniş manasıyla “nefs” olduğunu belirtmiştir.
2-İIhâm-ı Rabbânî ancak, mânevî kirlerden arınmış,
gaflet ve zulmet perdelerini üzerinden atmış, İlâhi nûr ve zikirle yıkanmış bir
kalbde hâsıl olur. Bunun da yolu takvâdır.
“Allah’tan korkun, o size ilim
öğretir.”™
âyeti buna işâret eder.
“Eğer Allah onlarda bir hayır
görseydi; elbette (hayn ve hakkı kalb kulaklarına) işittirir di
"Rasûlüm sen, kalbi (küfür
ve nifakla) ölmüş kimseye bir şey duyuramazsın." âyetleri de, İlâhî tecellilerin kalbin hâline
uygun olduğunu belirtmektedir. Hadiste kalbin durumu şöyle anlatılmıştır.
"Kul bir günah işlediği
zaman kalbinde siyah bir nokta oluşur. Eğer ondan vazgeçer, istiğfar ve tevbe
ederse o siyahlık kalbinden
temizlenir. Eğer tekrar günaha
dönerse siyahlık çoğalır ve nihayet kalbini tamamen kaplar. " Allah Teâlâ
bu duruma işâreten: "Hayır öyle değil, bilakis işledikleri günahlar
kalblerini tamamen karartmış ve kapatmıştır." buyurmuştur.
Genel olarak kalbe dört çeşit ilhâm ve telkin
gelmektedir
a)Şeytânî telkin:
"Böylece her peygambere
insan ve cin şeytanlarını düşman yaptık. Onlar birbirlerine, aldatmak için
yaldızlı bir takım sözler telkin eder.”
"Şeytan sizi fakirlikle
korkutarak cimrilik ve fuhşiyatı vaad ve telkin eder." âyetleri bunu ifade etmektedir. Şeytânî
telkinin şekli az sonra hadiste belirtilecektir.
b)Nefsî telkin.
"Gerçekten nefis devamlı
kötülüğü emir ve telkin etmektedir. Rabbimin acıyıp koruduğu müstesna"226 âyeti bunu ifâde eder.
c)Melekî telkin:
Bu konuda Rasûlullah (a.s) şöyle
buyurmuştur:
"İnsanın kalbinde iki
telkin meydana gelmektedir. Biri melektendir. O, iyiliği va’deder ve Hakk'ı
tasdikeder. Buna nâil olan onun Allah’dan olduğunu bilsin ve Allah’a hamdetsin.
Diğeri de şeytandır. O kötülüğü va’deder, Hakk'ı yalanlar ve hayrı nehyeder.
Kalbinde bunu bulan da şeytandan Allah’a sığınsın. (Eûzu besmele okusun)’’
Rasûlullah
(a.s) sonra:
"Şeytan sizi fakirlikle
korkutup cimrilik ve hay sizliği vaad ve telkin eder." meâlindeki âyeti okudu.
d)Rabbânî ilhâm.
“Bizim için mücâhede edenlere
elbette yollarımızı gösteririz."
"Allah hidâyeti kabul
edenlerin hidâyetini artırmış ve takvâlannı ilhâm etmiştir."229 âyetleri bunu ifâde etmektedir.
Âlimler, şeytanın telkinine; "vesvese",
nefsi telkine; "hevâcis", meleklerin telkinine; "hevâtır"
Rabbâni telkine de "vâridat" yahut "ilhâm" adım
vermektedirler. Bütün bunlar
kalbi uyanık olanlar tarafından hissedilen ve yaşanılan şeylerdir..
3-îlhâm ve ilm-i ledünn vehbîlik özelliğini taşır.
îlhâm ve ilm-i ledünn, Allah'ın bir vergisidir,
O’nun katından gelir ve: "Kendisine tarafımızdan (özel) bir ilim
öğrettik." âyetinin kapsamına girer, Allah’ın tevfiki
olmaksızın hâsıl olmaz.
Sülemi'nin (412/1021) belirttiği gibi; bâtınî ilim çalışma
ile elde edilemeyeceği gibi, çalışmadan da olmaz. Cehd ile lutuf birleşecektir
ki kulda bu ilim hâsıl olsun. Kul çalışacak fakat bilecektir ki; kendisini
hidâyet ve mârifet ilmine kavuşturan kendi cehdi değil, Allah'ın lütfudur.
Bâtınî ilmin semeresi zâhiri ilmi kabul ve onun âdâbma riâyetten meydana gelir.
4-îlhâm ve ilm-i ledünn zâhirî hâsse ve sebeplerle
değil, manevî hâlle hâsıl olur.
îbnu Ata'ya (309/921) göre bu ilim, harfler vâsıtasıyla
olmayıp, rûhî müşâhede ile kula verilen bir ilimdir. Fâris’e göre ledünnî ilim;
vâsıtasız bir ilimdir, doğrudan Hakk’tan gelir. Sühreverdî (632/1234), manevî ilimlerin
hâlle gerçekleştiğini, söz ile ifâdelerinin mümkün olmadığını, onların, kulun fenâ hâlinden bekâ hâline geçerken
kendisine ihsan edilen özel bir vücudta sâbit olduğunu belirtir.
İbn Hacer
el-Heytemî (974/576),
ilhâm ve irfana mazhar ârif-i billah olan zatların ilimlerinde, amellerinde,
makâm ve hâllerinde, söz ve fiillerinde, şâir harekât ve sukunâtlannda, irâde
ve düşüncelerinde, sırların elde edilip nurların mütâleasında Allah Teâlâ ile
devamlı husûsî bir beraberlik içinde bulunduklarını, Hakk'ı sevip, O'nun
tarafından sevilerek kendisine yakın olduklarını kaydeder.
5-İIhâm, vahiy gibi emniyetli değildir.
Vahiy İlâhî kontrol altındadır. Şeytan ve nefis
ona bir şey kanştıramaz. îlhâmda
bu emniyet ve sıhhat kesin değildir. Rahmânî zannedilen bir telkin, şeytânî
olabilir. Bunun için ilhâm, melekî telkin ve kalbe doğan diğer düşünceler kitab
ve sünnet ile kontrol edilip, onlann mihengine vurulmalıdır, bu konuda ittifak
vardır.
Abdulkâdir Geylânî (561/1165), bütün velilerin
ancak Allah'ın ve Rasûlünün sözüne itimad edip âyet ve hadislerin zâhiriyle
amel ettiklerini, Cüneyd
el-Bağdâdî (297/909), Kur'an'ı ezberleyip anlamayan, Rasûlullah’m hadisini
bilmeyen kimsenin mâneviyatma günenilmeyeceğini, Ebu Osman Nişâburî (298/910) bu yoldaki
bütün hâl ve ilimlerde isâbetin ancak nasslara ittibâ ile mümkün olduğunu,
Ebu Said el-Harraz (277/890),
Kitab ve sünnetin zâhirine ters düşen her bâtının bâtıla çıktığını
belirtmiştir.
Ebu'l-Hasan eş-Şâzelî (654/1254) bu hususta şu temel
prensibi ortaya kor: "Keşfin Kitab ve sünnete uymazsa keşfini terket ve
nefsine de ki: "Allah Teâlâ benim için yanılmazlığı ve ma’sumiyeti, Kur’an
ve sünnette garanti etti, keşif, ilhâm ve müşâhede de böyle bir emniyet
vermedi." Bununla birlikte veliler, Kitab ve sünnete arzettikten sonra,
onlara uyduğu takdirde keşf, ilhâm ve müşâhede ile amel edilebileceği hususunda
ittifak etmişlerdir.
6-İlham ve ledünnî ilimle helal ve haram sâbit
olmaz.
Şeriat vahiy yoluyla helal ve haramı ile sâbit
olmuş, vahyin kesilmesiyle yeni bir hüküm koyma yolu kapanmıştır. Kıyas ve
benzerî yollarla elde edilen hükümler, temelde nasslara dayanmaktadır. Bununla
birlikte, Allah Teâlâ’nın velilerin kalblerine indireceği özel ilim kapısı
açıktır.
7-ÎIhâm, velinin kalbine his ve şuuru karışmadan
ilkâ edilir.
İlhâm, bir melek vâsıtasıyla olabileceği gibi,
doğrudan Allah Teâlâ’nın ilkâsıyla da olabilir. Bu çok yüksek bir durumdur ki;
ancak nebiler gibi İlâhî himâyede muhâfaza altına alınan veliler bu hâle mazhar
olurlar. Melek vâsıtasıyla ilhama mazhar olan veli, meleği görebileceği gibi,
görmeden de ilkâ yoluyla ilhama mazhar olabilir.
8-İlhâm zannîdir, vahiy gibi katî değildir.
İmam Rabbânî (1034/1624) bu durumu şöyle açıklar: “Vahiy melek
vâsıtasıyla gelir, melâike ise mâsumdur. Onlarda hatâ ihtimâli yoktur. îlhâma
gelince; onun ilkâ yeri; mahalli pek yüce, menzili pek âlâ ve emir âleminde
olan kalbdir. Fakat kalbin akıl ve nefisle bir miktar alâkası vardır. Nefis her
ne kadar tezkiye ile mutmainne sınıfına girse de, itminânı ile asla kendi
sıfatından dönmez. Bunun için, o meydanda hatâ dönebilir.247
9-İlhâm-ı Rabbani şeriata mutâbıktır, nassa
muhalif değildir.
Nefsî ve şeytânî telkin ve vesveselerden korunmuş
ilhâm hakdır, hakka uyar, hakkı gösterir. Hakikat ehline hibe edilen mânevî
ilhâm ve ilimler tamamen Kitab ve sünnet dâiresinde kalmakta, şeriatın
sırlarını açıp zâhirî amellere destek olmaktadır. Bununla birlikte Hz.
Mûsa’nın (a.s) ledünnî ilim sahibi Hz. Hızır'ın, zâhirde münkere
benzer bir takım işlerindeki hakka muvafık sırlara, kendisine hikmeti
açıklanamadığı zaman vâkıf olamadığı gibi; bazı hallerde ilm-i ledünnî zâhir
ilme ters düşüyor gibi görünebilir. Fakat üzerindeki sır ve hikmet perdesi
kalkar, esbâb-ı hafiyye izâh olunursa; zâhir ve bâtın birleşir, aralarında nizâ
kalmaz.24
imam Rabbânî, gerçekte hakikat ve şeriatın birbirinin aynı
olduğunu, aralarında hiçbir muhâlefetin bulunmadığını, şeriata muhâlif olan her
şeyin merdut, ve şeriatın reddettiği her hakikat dâvasının zındıklık, şeriatta
istikâmetle hakikati aramanın Hakk erlerinden kemal erbâbınm hâli olduğunu
beyan etmiştir.
10-tlhâm-ı Rabbânîyi tanımak ancak helal lokma ile
beslenen kalb-i selim sâhiplerine mümkün olur.
Sûfiler, yediği haramdan olan kimsenin ilhâm ile
vesvesenin arasını ayırt edemeyeceği konusunda ittifak etmişlerdir.
Sühreverdî’nin (632/1234) belirttiği gibi; kalbe gelen düşüncelerin temyiz ve
tefrik edilemeyişi şu dört şeyden birisi
yüzündendir: 1-Kalbdeki yakînin zayıf oluşu,
2-Nefsin sıfat ve ahlâklarının iyice bilinmemesi, 3-Takvâyı terk edip hevâya
uymak, 4-Dünya mal ve mevkiine muhabbetle insanlar katında makam ve yükseklik
aramaktır.
Kim bu dört şeyden korunur, muhâfaza edilirse; o,
meleğin ilhâmı ile şeytanın vesvesesini ayırıp fark edebilir. Kim de bunlara
müptelâ olmuş ise onları bilmez ve bilmek de istemez. Kalbe gelen düşücelerin
bir kısmının bilinip bir kısmının bilinememesi; kulda bu dört şeyin bazısının
bulunup diğer bazının mevcut olmayışındandır. Kalbe gelen düşünceleri temyiz
edip tanıma yönünden insanların en kuvvetlisi; nefsini tanıma yönünden en
ileride olanıdır. Halbuki nefsin tanınması ulaşılması zor bir iştir. Bu da
ancak zühd ve takvâda en ileri noktaya ulaştıktan sonra mümkün olmaktadır.
c-İIm-i Lûdünnün Delilleri.
Sûfîler, ilm-i ledünn ve ilhâma işâret eden bir
çok âyet ve hadisi delil olarak kullanmışlar ve bunları eserlerinin değişik
yerlerinde zikretmişlerdir. Bunların bir kısmını aşağıda veriyoruz.
1-Âyet-i kerimeler:
“İşte bunda meselenin
hakikatına nüfüz eden (ferâset sâhipleri) için işaretler vardır. ”
"Nihayet kullarımızdan,
kendisine tarafımızdan bir rahmet verdiğimiz ve katımızdan özel olarak ilim
öğrettiğimiz kulu (Hızır'ı) buldular."
“Bizim uğrumuzda mücâhede
edenleri elbette kendi yollarımıza ulaştıracağız. Hiç şüphesiz Allah,
muhsinlerle berâb erdir.”252
"Nefse isyan ve takvâsını ilhâm edene.yemin
olsun."
"Ben
bir vakit Havarilere, "Bana ve Rasülüme iman ediniz" diye
vahyetmiştim "2
"Mûsa'nın annesine, onu
emzir diye vahyettik."
"Allah bir insanla ancak
şu halde kelam eder:
1-Vahyeder,
2-Perde arkasından hitâbeder,
3-Yâhut bir elçi gönderir ve
dilediğini vahyeder.”252
2-îlm-i ledünne delil gösterilen hadis-i şerifler:
“Ben kulumu sevdim mi artık ben
o kulumun (özel ihsân edeceğim nurum ile) işiten kulağı, gören gözü, tutan eli,
yürüyen ayağı olurum. Benimle işitir, benimle görür, benimle tutar, benimle
yürür. Benden herhangi birşey isterse onu verir, bana sığınırsa muhakkak onu
himâye ederim”25
“Mü’minin ferasetinden sakının.
Çünkü o, Allah’ın nuru ile bakar”
“Allah’ın öyle kullan vardır
ki; insanlan ferâsetle tanırlar.”
"Ümmetim içinde kendisine
ilhâm olunan, ma’nen ilim öğretilen ve kendisiyle kelam edilen kimseler vardır.
Ömer de anlardandır."
“Bildikleriyle amel edene Allah
bilmediklerini öğretir”
“İlim iki kısımdır; biri kalbte
bulunan ilimdir ki faydalı olan budur. Diğeri de dilde bulunan ilimdir ki o,
Allah’ın halk üzerindeki hüccetidir.”26?1
“Öyle ilimler vardır ki onları
ancak Allah Teâlâ’yı yakînen tanıyan âlimler bilir. Onlar bu ilimden
konuştuklarında kendilerini ancak dünya ile aldanmış kimseler inkar eder.”262
Rasûlullah (s.a.v):
"Mübeşşirattan başka
nübüvvetten (ilhâm alacak) bir şey kalmadı” buyurdu. Ashab:
"Mübeşşirat nedir?” diye sorduklarında Rasûlullah
(s.a.v):
"Rüyây-ı sâlihadır.” buyurdu"
“Mü’min tarafından görülen sâlih rüyâ; nübüvvetin
kırkaltı cüz’ünden bir cüzdür.”
d-Tefsirlerin Yaklaşımı
Meşhur rivâyet ve dirâyet tefsirleri keşf, ferâset
ve ilhâmm cevaz ve vukûsu konusunda müsbet bir yaklaşım içindedirler, ancak
sihhat, delil olma ve bağlayıcılık konusunda sârilerle aynı görüşte
değildirler. İlgili âyetler, genelde zâhirî manalarına göre tefsir edilmiş,
bazıları hariç, sûfilerin görüşlerini nakil ve değerlendirmeye girilmemiştir.
d.a-Rivâyet tefsirleri.
îbnu Cerir et-Taberî (310/923), “İşte bunda
meselenin hakikatma nüfûz edenler (el-mütevessimîn) için işâretler vardır.”262
âyetinde geçen “el-mütevessim” için Ashab ve seleften farklı tefsirler
nakletmiş, daha sonraki müfessirler de tamâmen veya kısmen aynı görüşleri
tekrarlamışlardır.
Taberî’nin nakline göre Mücâhid bu kelimeye müteferris
(ferâset ehli), îbnu Abbâs ve Dehhâk nazar sâhibi, Katâde ibret
alan, îbnu Zeyd mütefekkir manasını vermiştir. Taberî, bu âyetin ferâset konusunda
temel bir delil olduğunu, onun tefsir sadedinde senetlerini vererek naklettiği
şu hadislerle ortaya koymuştur.
Rasûlullah (a.s) : “Mü’minin ferâsetinden sakının.
Çünkü o, Allah’ın nuru ile bakar.”
buyurdu ve sonra şu
âyeti okudu: “İşte bunda meselenin hakikatma nüfûz edenler
(el-mütevessimûn) için işâretler vardır.”
“Allah’ın öyle kullan vardır
ki; insanlan ferasetle tanırlar.”2™
“Mü’minin ferâsetinden sakının.
Çünkü o, Allah’ın nuru ile bakar ve Allah’ın tevfiki ile konuşur.”221
Semankandî (373/983), Taberî’nin nakillerini aynen
takrarladıktan sonra, Zeccâc’m şu tesbitini ekler: “Lugatta tevessüm; bir şeyin
hakikatma nüfûz etmektir. Feraset sâhipleri, bir şeyin zâhirine bakıp
hakikatini tanırlar.”
îlm-i ledünnü, bazı gizli sırlan bilmek şeklinde
açıklayan Semarkandî, daha
fazla detaya girmemiştir.
Mâverdî (450/1057),
yukarıdaki âyetin ferâset ehline âit bir vasfı ortaya koyduğunu kabul etmiş ve
bu görüşünü ferasetle ilgili hadisle takviye etmiştir.
Beğavî (516/1122),
bahsi geçen âyeti ferâsetle tefsir eden görüşü nakletmiş, Hz. Hızır’a verilen ilm-i ledünnün
ilhâm yoluyla verildiğini, çünkü, eksen ehl-i ilme göre onun nebi olmadığını
belirterek, veliler için bu kapının açık olduğuna işâret etmiştir.
Kurtûbî (671/1273),
sâlih mü’minler için ferasetin hak olduğunu, bu yolla birçok gizil hâl ve
manalara vâkıf olunabileceğini, fakat bununla bir hüküm verilemeyeceğini, şer’i
meselelerde zâhirî durumlara göre davranılacağını, bazı kadıların ferasetine
göre hüküm verdiğini, bunun yanlış olduğunu belirtmiştir.
Ledünnî ilmin ğaybî bir ilim olduğunu belirten Kurtûbî,
ancak bazı zındıkların,
hevâlanna göre yorumlar yaparak şer’î hükümlerin kendilerini bağlamadığını,
zâhirî ahkâmın tebliğ yönüyle peygamberleri, amel yönüyle de avamı bağladığım,
havass tabakasından olan ehlullahın bu tür hükmülerle değil, kalblerine vâki
olan tecellî ve manalarla amel edeceklerini ileri sürdüklerini kaydetmiş, bunun
zındıklık ve küfür olduğunu belirtmiştir. Bu sapık grubun, “Müftüler
fetvâ verse de, sen kalbine danış.” hadisini görüşlerine delil olarak kullandıklarını
kaydeden Kurtûbî, halbuki hadisin onlann anladığı manada olmadığını,
emir ve nehyin hiç kimsenin kalbine göre değişmeyip bunun ancak peygamberler
tarafindan tesbit edildiğini ve herkesin bunlara uymak mecburiyetinde olduğunu,
bunu kendisine yeterli görmeyip başka bir yol arayanın kâfir olacağını
zikretmiştir.
îbnu Kesir (774/1373), ferâset âyetinin tefsirinde Taberi ile
aynı sayılacak nakillerde bulunmuştur.
Süyûtî (911/1505),
de ferâsete delil gösterilen âyetin tefsirinde İbnu Cerir’in naklettiği
görüş ve hadisleri aynen zikretmiştir. Kâsimî’nin nakline göre; Süyûtî, “el-îklîl”
adlı eserinde, “İşte bunda meselenin hakikatına nüfuz edenler
(el-mütevessimûn) için işâretler vardır.” âyetinin ferâsetin temeli olduğunu
belirtmiştir.
Şevkânî (1250/1834),
yukarıdaki âyetin ferâsete delil olduğunu belirten görüşü naklettikten sonra,
konuya “Mü’minin ferâsetinden sakının. Çünkü o, Allah’ın nuru ile
bakar.” hadisiyle açıklık getirmeye çalışmış,28 ledünnî ilmin gaybî ve İlâhî bir ilim
olduğunu, makâmı ne olursa olsun hiç kimsenin ilim talebinden müstağni
olmadığını belirtmiştir.
Kâsimî (1332/1914),
ferâset konusunda Süyûtî, ve Râğıb el-îsfahânî’den özet
nakillerde bulunduktan sonra, ferâsetin iki kısım olduğunu, birisinin vahiy ve
ilhâm cinsinden olup, sâhibinin irâde ve çabası dışında oluştuğunu, “Mü’min Allah’ın
nûru ile bakar.”2 hadisiyle, "Ümmetim içinde
kendisine ilhâm olunan, ma'nen ilim öğretilen ve kendisiyle kelam edilen kimseler
vardır. Ömer de anlardandır." hadisinin bu kısmı ifâde ettiğini, bu tür
ilhâm ve ferâset sahibine “el-Muhaddes” isminin verildiğini, sâlih rüyânm da bu
kısma girdiğini, ferâsetin ikinci kısmının ise; bir takım mahâret, tecrübe ve
zâhirî sebeplere dayandığını, ferâsetin esâsen zan ifâde ettiğini, ancak bazı
sûfilerce nûrânî ferâset İlâhî destek ve kontrolle hâsıl olduğu için sahih
bilgi kabul edildiğini kaydetmiştir.
“Biz ona katımızdan özel bir
ilim öğrettik" âyetinin, ilm-i ledünn denen ğaybî bir ilme
delâlet ettiğini belirten Kâsimî, âyetin bu konuda bir asıl olduğunu
belirtmiştir. îmam Gazzâlî’nin (505/1111), bu konuda “er-Risâletü’l-
Ledünniyye” adlı bir eser yazdığını belirterek, ondan bir çok iktibaslar yapan Kâsimî,
Gazzâlî’nin belirttiği gibi; ilmin iki yolla tahsil edildiğini, birisinin
ta’lim, diğerinin Rabbânî yol olduğunu, esâsen her insanda Rabbânî ilimleri
alma özelliğinin bulunduğunu, fakat çeşitli mâinalar sebebiyle bundan mahrum
olduğunu, ilhâm yoluyla elde edilen ilme ilm-i ledünnî dendiğini, hikmetin
hakikatma ancak ledünnî ilimle ulaşılacağını, ledünnî ilmin ancak nefsin
tesviye ve tezkiyesi ile elde edildiğini “Bildiği ile amel edene Allah
bilmediğini öğretir.” 2 hadisinin buna şâhid olduğunu
zikretmiştir.290
d.b-Dirâyet tefsirleri.
Tesbit edebildiğimiz kadarıyla, meşhur dirâyet
tefsirlerinin, ferâset, ilm-i ledünn, ilhâm ve keşf konularındaki yaklaşımları
şöyledir:
Zemahşerî (538/1143), âyette geçen “el-mütevessim”e
müteferris manasını vermiş, esâsen kelimenin; bir şeyin zâhirî alâmetlerine
bakarak hakikatma nüfûz etmek manasına geldiğini, Hz. Hızır’a verilen ledünnî ilmin Allah
katından ihsan edilen ğaybî bir ilim olduğunu belirtmiştir.
İlgili âyetlerin açıklamalarından Zemahşerî’nin,
ferâset ve ilm-i ledünnü câiz ve vâki gördüğü anlaşılmakta fakat, sûfilerin
ifâde ettiği tarzda bir yaklaşım sezilmemektedir.
Râzî (606/1210),
bütün İlâhî kitablardan maksadın, usûl (akâid), fürû ve mükâşefe ilmi olduğunu,
“Fâtiha” sûresinin bunların hepsini câmi bulunduğunu, “Bizi kendilerine in’am ettiğin
kullarının yolu olan sırât-ı müstakime ulaştır.” duâsıyla, kudsî
ruhlarla manevî yardımlaşmaya girildiğini, bunun mükâşefe ilminin husûlünde
büyük bir te’siri olduğunu belirtmiştir.
“Ona tarafımızdan bir ilim
öğrettik.”- âyetinin, bir takım ilimlerin herhangi bir
vâsıta olmaksızın sırf İlâhî bir mevhibe olarak ikram edildiğini gösterdiğini
belirten Râzî, sûfilerin, mükâşefe yoluyla elde edilen bu tür ilimlere “ilm-i
ledünn” isimini verdiklerini, tmam Gazzâlî’nin bu konuda bir risâle yazdığını,
işin esâsının; kalbin terbiye, tezkiye ve terakkisine bağlı olduğunu, ledünnî
ilmin İlâhî bir ihsan olmakla birlikte mücâhede ve riyâzatla alakası
bulunduğunu, manevî irtibatı ve rûhî bağı kuvvetli olan kalblerin kudsî nurları
almaya daha müsâit olduğunu, her nefsin buna hazır olmadığını, bu ilmin sırf
kelimelerle ifâde edilemeyeceğini kaydetmiştir.
Ruhların hayatının İlâhî marifet ve kudsî
tecellilerle olduğuna dikkat çeken Râzî, istikâmet
sahibi gerçek mü’minlerin dünyada iken meleklerle dost olduğunu, melekler
vâsıtasıyla kendilerinde bir çok manevî ilimler hâsıl olduğunu, terbiye ve
tezkiye ile melekleşen insanın, kazandığı bu nûrâniyet ile pek çok müşâhede ve
keşiflere mazhar olduğunu, bunun ölümden sonra daha kuvvetli ve daha fazla
olacağım belirtmiştir.
Râzî, ilm-i ledünn ve marifet konusunu da
kendisine hâs usûl ve üslûbuyla ele almış, ilk bakışta konu ile ilgisi yok gibi
gözüken âyetlerden çok ince istidlallerle sûfîvârî tesbitler yapmıştır. O, bu
yönüyle oıjinal ve tektendir. Zaten, ona göre Kur’ân’ın asıl gâyesi
mârifetullahtır.
Beydâvî (685/1286),
hikmete ulaşan gerçek akıl sahiplerinin kalbî karışıklıktan temizlenmiş ve
hevâya uymaktan uzaklaşmış kimseler olduğunu, âyetin işâret ettiği ferâset sahiplerinin;
eşyânın zâhirine bakarak hakikatma nüfûz ettiklerini, ledünnî ilmin bir yönüyle ğaybî olup
ancak İlâhî tevfik ile elde edileceğini ciddî bir mücâhedenin sonucunun İlâhî vuslat
ve yakînî iman olacağını belirterek bu görüşünü “Bildikleriyle amel edeni
Allah, bilmediklerine vâris kılar.” hadisiyle desteklemiştir.
Ebu’s-Suûd (982/1574), ilgili âyetlere Beydâvî ile
aynı paralelde kısa açıklamalarda bulunmuş, işin akâid ve fıkhî yönüne
değinmemiştir.307
Âlûsî (1270/1853),
“İşte bunda, mütevessimûn (ferâset ve ibret sahipleri) için işâretler
vardır.”! âyetinin, Suyûtî’nin de belirttiği gibi;
ferâset konusunda bir asıl olduğunu, “Mü.’minin feresetinden sakının,
çünkü o, Allah'ın nûru ile bakar.”!*0 hadisinin bunu ortaya
koyduğunu, ferâsetin zâhirî
ve bâtınî âzâlarda cerayan eden bir çok kısmının bulunduğunu, bu işin temelde
İlâhî tevfike dayandığını fakat zâhirde nefsi terbiye ve kalbi tezkiye ile
rûhun müşâhedeye hazır hâle gelmesine bağlı olduğunu belirtmiştir.
îlhâm, ledünnî ilim ve keşf gibi manevî hallerin
hak olup ehli için vâki olduğunu kabul eden Âlûsî, Cüneyd el-Bağdâdî,
Abdulkâdir Geylânî, imam Rabbânî gibi sûfi imamlardan yaptığı nakillerle,
seyr u sülükte ilhâm, keşf ve kerâmetin asıl hedef olmadığını, bütün bunların
yakînî imana, gerçek tevhide, ihlas ve rızâ hâline ulaşmakta bir vesile
olduğunu, tarikat ve hakikatin esasen şeriatın hizmetçisi olup zerre kadar ona
muhâlif düşmeyeceğini, Kuşeyrî’nin yaklaşımı ile; adı ne olursa olsun,
bütün manevî ilimlerin şeriatın ilimleri sayılacağını, ancak, keşf ve ilhâmla
hiçbir şer’î hükmün tesbit, helal ve haramın sâbit olamayacağını ifâde etmiş
ve ledünnî ilim konusunda meşhur
sârilerden bazı ta’rifler zikretmiştir.
Sûfilere göre; keşif ve müşâhedenin yakînî imanın
ve gerçek takvânın bir semeresi olduğunu belirten Âlûsî, “Allah'tan
korkun; O size öğretir.”!*5 âyetiyle, “Bildiği ile
amel edene Allah bilmediğini öğretir.”!*5 hadisinin bunu
gösterdiğini zikretmiştir.
Bu konuda en sihhatli nakil ve değerlendirmelerin
Âlûsî’ye âit olduğunu söyleyebiliriz.
Reşid Rızâ (1354/1935), keşfin naklen ve aklen mümkün olup
rûhânî bir yolla gerçekleştiğini, normalde insanın melek ve cinleri görme ve
onlardan ilim alma isti’dâdında olmadığını, fakat, bazı beşerî ruhların manevî
temizlik ve tezkiye sayesinde melekleştiğini ve meleklerle irtibat kurabilecek
kâbiliyete ulaştığını, bu kurbiyyet ve münâsebetle onlardan hak ve hayır adına
bir takım şeyleri öğrenebildiklerini belirtmiş, “Hani Rabbin meleklere:
“Muhakkak ben sizinle berâberim; haydi iman edenlere sebat verin, destek olun.”
âyetinin buna işâret ettiğini,
meleklerin Hz. Meryem’e müjde, destek ve temessüllerinin de buna delâlet
ettiğini, Hz. Ömer’in mukaddeslerden olduğunu, kalbe şeytan ve melekten iki türlü ilhâmm
geldiğini haber veren ve
benzerî hadislerin bunu ortaya koyduğunu zikretmiştir.
Kalbleri hakikattan perdeli mataryalistlerin bu
tür ilimleri inkara gittiklerini belirten Reşid Rızâ, bir şeyin câhili
olanın o şeye düşman olduğunu, halbuki tıbb ve biyoloji ilminde de normal
insanların baş gözüyle göremediği nice varlıkların tesbit edildiğini, işin
mütehassısı olanların onları müşâhede edebildiğini, mânevî ilimlerde de özel
bir ihtisas gerektiğini hatırlatmıştır.
Bütün eşyanın kendi lisanı ile Allah Teâlâ’yı zikr
ve teşbih ettiğini, bunun hakikatini ve keyfiyetini O’nun bileceğini, ancak,
muhabbetullah ve Allah Teâlâ’nın zikri ile nurlanmış, hevâ, şehvet ve
zulmetlerden temizlenmiş nefislerin, mücâhedelerinin bir meyvesi olarak bu
sırra vâkıf olabileceğini belirten Reşid Rızâ, bu arada keşf ehlinin düştüğü fitnelere de
dikkat çekmiştir.
Keşif ve kerâmetin İslâm akâidi açısından yerini
ve fıkhî alandaki değerini inceleyen Reşid Rızâ, dînî mesâilde keşifle
amel edilemeyeceği, ancak kitab ve sünnete uyan sahih keşfin, sahibi için bir
itmi’nan vesilesi olacağı sonucuna varmıştır.323 324
Mustafa el-Merâğî (1364/1945), ferâsetle ilgili
hadisi naklettikten sonra,
feraseti iki kısma ayırmış, birisinin, Allah tarafından sâlihlerin kalbine ilkâ
edilen hads ve zann derecesindeki bilgiler, diğerinin de tecrübe ve ahlâkî
eğitimle hâsıl olan şeyler olduğunu, âlimlerden bazılarının hükümlerde ferâseti
bir delil olarak kullandığını kaydetmiş, Tâbiûn devri kadılarından îyas b.
Muâviye’i bunlara misâl olarak zikretmiştir.
Hükümlerde aslolanm zâhire göre hüküm vermek
olduğunu belirten Merâğî, ilm-i ledünnün eşyânın hakikatma âit kıymetli
bir ilim olup öğrenilmesinin ancak, bâtını tasfiye, nefsânî şeylerden tecrid ve
kalbi cismânî alâkalardan temizlemekle mümkün olacağını kaydetmiştir.
eş-Şınkîtî (1393/1773), Kur’an’ın Kur’an’la tefsirini hedeflediği
“Edvâu’l- Beyân” adlı tefsirinde bazen önemli gördüğü konulan aynca tahlile
tâbi tutmuş ve ciddî değerlendirmeler yapmıştır, ilhâm konusunu da ayn bir
tetkike tâbi tutan Şmkîtî, sûfilerin ilhâma en büyük delil kabul
ettikleri Hz. Hızır kıssasının tefsirinde, Hızır’ın nebi olduğu görüşünü
takviye etmeye çalışarak, velilere verilen ilhâmın şer’î bir delil
olamayacağını, çünkü velinin mâsum olmadığını, dolayısı ile onun kalbine ilkâ
edilen şeylerin vahiy gibi emniyetli görülemeyeceğini, bu konuda delil
gösterilen âyet ve hadislerin bazı sûfilerin vardığı hükümleri ifâde
etmediğini, bir takım zındıkların “Müftüler fetvâ verse de, sen kalbine
danış.” hadisini ilhâma delil göstererek zâhirî hükümleri hiçe
saymalarının büyük bir hatâ olduğunu, aslında hadisin mü’minleri hükümlerde
ihtiyat ve takvâya dâvet ettiğini belirtmiş, Cüneyd el-Bağdâdî’nin : “Bizin
yolumuz Kitab ve sünnetle kayıtlıdır.” sözünün gerçek sûfilerin hâlini
ortaya koyduğunu ve kendi kanaatim desteklediğini zikretmiştir.
Hamdi Yazır (1358/1942), bu konuda şu değerlendirmeyi yapar:
“Ehl-i tasavvuf, Hz. Mûsa ile Hz. Hızır’ın kıssasını ilm-i ledünn
konusunda bir delil olarak kullanmışlardır. Özetle ilm-i ledünn; fikir
ve akıl kuvvetiyle tahsil olunamayıp, taraf-ı Hakk'dan sırf mevhibe olan bir
kuvve-i kudsiyenin tecellisidir. Eserden müessire, vicdandan vücuda doğru giden
bir ilim değil; müessirden esere, vücuddan vicdana gelen bir evveli ilimdir.
Nefsin vâkıaya geçişi değil, vâkun nefiste teayyünüdür. Doğrudan doğru bir
keşiftir.
d.c-îşârî tefsirler.
îşârî tefsirlerin ilm-i ledünn ve ilhâm
konusundaki yaklaşımları, sûfilerin yukarıda özetlediğimiz görüşleriyle aynı
paraleldedir.
Îşârî tefsir ekolünün ilk temsilcilerinden Sülemî
(412/1021), bu konuda kaleme aldığı “el-Fark Beyne Îlmi’ş-Şerîa
ve’l-Hakika” isimli müstakil risâlesi ile “Hakâikü’t-Tefsîr” adlı meşhur
tefsirinde ilm-i ledünn, ilhâm, ferâset, zâhir, bâtın konularında güzel
bilgiler vermiştir.
Zâhir ve bâtın ilmi arasında ruh ile baden
arasındaki ilişki gibi bir irtibatın bulunduğunu zikreden Sülemî, birinin
diğerini tamamladğını, bâtmî ilmin semeresinin, zâhirî ilmi kabul ve onun
âdâbına riâyetle oluştuğunu, şeriatın takib ve tasdik etmediği hakikat denen
şeyin küfür, zâhirî ilme dayanmayan bâtının bâtıl, bâtmî zevki olmayan zâhirî
ilmin de boş olduğunu belirtmiştir.
Kuşeyrî (465/1072),
tasavufun meşhur klasiklerinden “er-Risâle”sinde mükâşefe, müşâhede, hakikat,
ilme’l-yakîn, ayne’l-yakîn, hakka’l-yakîn, ferâset konularını özel bölümlerinde
işlemiş, özellikle ferâseti genişçe ele almış “Latâifü’l-îşârât” isimli tefsirinde
ise; ferâset ve ilm-i ledünn hakkında kısa
tefsirlerle yetinmiştir.
Muhyiddin b. Arabî (638/1240), kendisine nisbet
edilen tefsirinde, ledünnî ilmin beşerî bir vâsıta olmaksızın elde edilen kudsî
marifetler olduğunu belirtmiş, kendisinin
sözlerinden derlenmiş olan “Rahmettin mine’r-Rahmân fî Tefsiri ve
Îşârâti’l-Kur’ân” isimli tefsirde ise; ariflerin sâhip olduğu ilmin çok yüksek
bir ilim olduğunu, bu ilmin vehbî olmakla birlikte, yakinî bir iman, tamamen
Allah’a yönelmiş bir kalb, ciddi bir mücâhede ve terbiye ile hâsıl olduğunu,
hakikat ilminin asla şeriata aykırı olmayacağını, ancak bu ilimlerin yükseklik
ve inceliğinden dolayı herkes tarafindan anlaşılamadığını, bunun için, akıllı
olana bu ilimleri inkar yerine sükût etmesinin daha hayırlı olacağını, Hz.
Hızır’ın kıssasının ilm-i ledünn konusunda en büyük bir delil olduğunu
zikretmiştir. Ferâseti
Allah’ın bir nûru olarak değerlendiren îbnu Arabî, onu şer’î ve hikemî
olarak iki kısma ayırmış, şer’î ferâsetin zevke dayalı ve devamlı olup
mükâşefenin en yüksek derecesini teşkil ettiğini, hikemî ferâsetin ise; tecrübe
ve zâhirî sebeplere bağlı olup devamlılık arzetmediğini, her zaman da isâbetli
olmadığını belirtmiştir.
îlm-i ledünn konusunu genişçe ele alan Bursevî (1137/1724),
ilgili âyetlerin tefsirinde, yukarıda özetlediğimiz görüşlerin hemen hepsine
bil vesile değinmiştir.
e-Değerlendirme.
Nasslann ifâde ve delâletlerinden, Kitab ve sünnet
çizgisinde Allah için yapılan ve Kur’an’da kısaca “mücâhede”, sûfilerce “seyr u
sülük” ismiyle anılan ameliye neticesinde keşf, ilhâm, ilm-i ledünn gibi manevî
ilimlerin elde edilebileceği anlaşılmaktadır. İsminden de anlaşılacağı gibi
ilm-i ledünn, esasen vehbî olmakla birlikte, zâhiren ve ğâliben kulun cehd ve
cihadına bağlanmıştır. “Bizim yolumuzda mücâhede edenleri mutlaka
yollarınıza ulaştırırız. Şüphesiz Allah, muhsinlerle beraberdir.”
âyeti, geniş manada bütün bunları ifâde ve ihâta etmektedir. Hz. Hızır’ı veli
kabul eden görüş sâhiplerince, ona ihsan edilen ilm-i ledünnün, ilhâm yoluyla
diğer velilere de verilmesi câiz ve vâkidir. Bu konuya delâlet ve işâret eden
diğer âyetler yanında özellikle “Mü*minin ferâsetinden sakının, çünkü o,
Allah’ın nûru ile bakar.” hadisi, bu anlayışın temelini oluşturmuştur.
Müefssirler ilhâm, ferâset ve ilm-i ledünn ile
ilgili âyetlerin tefsirinde, bu tür ilimlerin cevaz ve vukûsunu kabul etmişler
fakat, sûfilerin âyetlerden intikal ettiği mâna ve medlüllere fazla destek
vermemişlerdir.
Müfessirlerin tamamı ve sûfilerin ekseriyeti
ilhâmı dinî mesâilde müstakil bir delil kabul etmemişler, fakat bazı sûfiler,
nasslann sükût ettiği konularda sahih ferâset ve ilhâmı hükme medar
yapmışlardır. Hatta, bazı kâdılann bu yola tevessülü, sûfilere destek
vermiştir.
Nasslara dikkat eden sûfilerin, keşf ve ilhâmda
mizan olarak Kur’an ve sünneti seçmelerini ve bunlann sihhat şartı olarak
yakînî iman, takvâ ve helal lokmayı şart koşmalannı, bu yoldaki sû-i
isti’malleri egelleme adına alınmış tedbirler olarak düşünebiliriz.
Ebu'I-Hasan Nuri’nin (295/907): "Kulda nefsânî
bir damar kaldığı müddetçe; müşâhedesi sâhih ve sağlam olmaz. sözü, bu ilmin zorluğu yanında, sâhibinin
derecesini ve takvâsım da ortaya koymaktadır.
Sûfilerin, nasslardan istidlâl ve intikallerle
ulaştıkları bâtınî mâna ile, Bâtıniyye fırkasının fâsit yorumlannı birbirine
kanştırmamalıdır. Sûfilerin bu konudaki genel prensibi şudur: “Zâhirî
ilme ters düşen her bâtın, bâtıldır.”
Said Havvâ’nın belirttiği gibi; keşif, manevî müşâhede,
mürâkabe, ilme'l- yakin, ayne'l-yakin ve hakka'l yakin halleri, mânevî ilmin
geliş yollandır. Keşf mümkündür. Bu, Allah'ın fazilet ve imtahanının
alâmetlerindendir. Bunu böyle kabul etmekle beraber unutulmamalıdır ki; hepimiz
keşifle değil nasslarla (Kitab ve sünnetle) kayıtlı ve sadece onlardan
sorumluyuz. Keşif ile yeni bir akide sabit olmaz. Nasslardan farklı bir
ziyâdelik getirilmez. Ümmet için ibâdet vesilesi olmaz. Sâhiplerini tasdik
etmekle ümmet mükellef tutulmaz. Kitab ve sünnete muvâfik olan keşifleri tasdik
etmekte de bir sakınca yoktur. Keşfe bu bakışımız, ğayb işlerinde keşf
sahiplerinin kalblerinin peygamber gibi masum olmayıp vehme düşmelerinin mümkün
olmasındandır.341
Konuyla ilgili nasslan düşündüğümüzde şu neticeye
varabiliriz: öaybm hâzineleri, yerin ve semâvâtm anahtarları Allah Teâlâ’nın
elindedir. O, dilediğine dilediğini verir. Tafdil, terakki, tezkiye O’na
âittir. Risâlet tamâmen vehbîdir. Velâyette İlâhî tercih yanında kulun cehdi
sözkonusudur. İlâhî emir ve nehyin hakikatma âşinâ olunması, Allah’ın
ahkâmındaki muradının anlaşılması için müctehidlere verilen İlâhî destek ve
ferâset hak olduğu gibi; muttakiler için, İlâhî takarrub, manevî takviye ve
kalbi tezkiyeye vesile olacak keşifle ilhâm da haktır.
C-KERÂMET.
Burada, seyr u sülûkun bir meyvesi olarak kerameti
kısaca tanıyıp, sûfilerle müfessirlerin bu konudaki yaklaşımlarını tesbit
etmeye çalışacağız.
Kerâmet, (kerume) fiilinden masdardır. îsim
olarak kullanılır. Çoğulu kerâmât gelir. Kelime anlamıyla; bolca, kolayca ihsan etmek,
cömerteçe lütufta bulunmaktır. Yine bu fiilden türemiş olan ”el-Kerim",
Allah Teâlâ’nın sıfat ve isimlerinden birisidir. Hayrı çok, ihsânı bol,
ikramının sonu gelmeyen lütuf sahibi, her manada üstün ve şerefli anlamlarına
gelir.
Istılahta keramet; peygamberin mutâbaatına
sarılmış, şeriatının bütün mükellefiyetini yüklenmiş, güzel itikat ve amel
sahibi bir kulun elinde, kendisi peygamberlik davasında bulunmaksızın zuhur
eden harikulâde bir hâdisedir.
Genel olarak usûl ve akâid kitabannm verdiği
ta’rifler, bu manâ etrafında dolaşmaktadır.
a-Sûfilerin görüşleri:
Sûfiler, kerâmetin, İlâhî kudretin bir tecellisi
olarak sâlih kullarda tezâhür ettiğini, o kulun sadâkat ve makbûliyetine bir
delil olduğunu, kerâmetin
Kitab ve sünnetle amelin bir sonucu olarak ikram edildiğini, gayesinin; imanı takviye, nefsin hevâsına meyli
kesme, zühd ve takvâyı te’min olduğunu belirtmişlerdir.
Kerâmetin kabul ve isbatı konusunda özel bir bölüm
açan Hucvirî (470/1077), kerâmetin, mu’cize ve istidractan farklarını
geniş geniş işlemiş, velide zuhûr eden kerâmetin, onun tâbi olduğu peygamberin
bir mu’cizesi olduğunu, çünkü bu hâle ancak ona tâbi ve sâdık olmakla
ulaştığını belirtmiş kerâmette aslolanm; onu gizlemek olduğunu,
dinî mesâilde bir etkisi bulunmadığını, velinin, elinde zuhûr eden şeyin
kerâmet mi istidraç mı olduğunu yakinen kestiremediği için ihtiyatlı davranması
gerektiğini zikretmiştir.
Kuşeyrî (465/1072),
de benzerî açıklamaları verdikten sonra, evliyâda zuhûr eden en büyük
kerametin; devah ibâdet ve taatta bulunaya muvaffak kılınması, günahlardan ve
emre muhalefetten muhâfaza edilmesi olduğunu belirtmiştir.350
Sühreverdî (632/1234), Ebû Ali el-Cüzcânî’nin
kerâmet konusunda temel bir esâsı ifâde eden : “Sen
istikâmet iste, kerâmet peşine düşme. Nefsin kerâmet peşinde koşup durur,
halbuki Allah senden istikâmet istemektedir." sözünü naklettikten sonra,
yakînin kerâmetten üstün tutulduğunu, çünkü keşif ve kerametten maksadın yakin
olduğunu belirtimiş ve şu neticeye varmıştır:
“Şu halde, tutulacak yolun en doğrusu, nefsi
istikâmete çağırmaktır. îşte bütün kerâmet ve asıl mahâret budur. Sonra;
istikâmet sâhibi bir kimsede kerâmet cinsi bir şey zuhûr etse, bu câiz ve
güzeldir. Şâyet herhangi bir şey vâki olmasa, bunun hiçbir önemi yoktur. Bu
onun hâline bir noksanlık da getirmez. Asıl noksanlık; tam istikâmetin hakkını
koruyamamak ve onu zedelemektedir. Bu böylece bilinmelidir. Çünkü o, Hakk
tâlibleri için en önemli bir esastır.”
Kerâmet-i kevnî velâyet için şart değildir, diyen İmam
Rabbânî (1034-1624), bu
yoldaki insanları üç gruba ayırıyor:
1-Kendisine İlâhi yakınlık verilip, gayb ve keşfe
âid hallere vâkıf edilmeyen kimse.
2-Kendisine hem İlâhî yakınlık verilen ve hem de
gaybe, keşfe âid hâdiselere muttali kılman kimse.
3-Kendisine bir takım gaybe aid sırlar, hadiselere
aid keşfler verildiği halde; İlâhi yakınlıktan nasibi olmayan kimse.
Evet, bu üçüncü şahıs istidrac sahibidir ve
dalâlettedir. Bu kimsenin hâlini şu âyet-i kerimeler ne güzel ifâde etmektedir.
"Onlar, kendilerinin iyi
bir halde olduklarını zannederler. Dikkat edin onlar yalancı (aldanmış)lann tâ
kendileridir." 5
"Şeytan onları tamamen
sarmış ve kendilerine Allah’ın zikrini (itaatini) unutturmuştur. Onlar şeytanın
grubudur. Dikkat edin! şeytanın grubu hüsrana düşen kimselerdir." 5
Birinci ve ikinci grubtaki kimseleri ise; Allah
Teâlâ’nın velileri olarak kurbiyyet devleti ile müşerref kılınmışlardır. Gaybe
âid keşifler onların velâyetlerinde herhangi bir şey artırmadığı gibi, keşif ve
kerametin bulunmayışı da bir şey noksanlaştırmaz. İkisinin arasında ancak
manevî yakınlık derecelerine göre bir fark vardır. Çoğu zaman, keşf ve
kerâmetlere sahib olmayan kimse; yâkininin kuvvetli oluşu sebebiyle keşif ve
kerâmet sahibinden daha ileride olabilir.
b-Kerâmete delil gösterilen nass ve haberler.
Sûfiler, kerametin cevaz ve vukûsuna delil olacak
bir çok nass (âyet ve hadis) zikretmişlerdir. Bu konuda Sahâbe, Tâbiûn ve
seleften zikredilen kerâmet örnekleri de pek fazla olup, bir çoğu tevâtür
yoluyla nakledilmiştir. Biz,
bir olayın cevaz ve vukûsunu şu yollarla öğrenebiliriz.
1-Naklî delilin (Kitab ve sünnetin) isbatıyla.
2-Tevâtüre ulaşan vâkıadaki haberlerle
3-Aklî delil ve kıyasla.
1-Kerâmete delil gösterilen âyetler.
Âyetlerin beyanına göre; Hz. îsâ'nm annesi Hz.
Meryem, sıddîka (veliye) idi.
Hz. Meryem, Allah Teâlâ’nın özel iltifatına mazhar
olmuştu.
“Hani bir zaman melekler şöyle
demişlerdi: "Ey Meryem! Gerçekten Allah seni seçip temizledi ve âlemin
kadınlan üzerine üstün kıldı.”35S
"Zekeriyya: Ey Meryem, bu
yiyecek sana nereden geliyor? "diye sordu. Meryem dedi ki: O, Allah
katından gelmektedir. Şüphesiz Allah dilediğini hesabsız olarak nzıklandınr?” 59
Onun diğer bir kerâmeti de babasız çocuk
doğurmasıdır. Melekler kendisine: “Müjde! Allah sana tarafından bir evlat
verecek, ismi de Mesih Isâ b. Meryem'dir."
dedikleri zaman: “Benim
nasıl bir çocuğum olacak ki; bana herhangi bi insan (nikahına alıp da)
dokunmadı." 1 “Hâşâ ben, gayr-i meşru bir yola ve hâle de
düşmedim." 62 demişti. Kendisine; “Bu iş,
Allah’ın dilemesiyle olmaktadır. O, bir şeyin olmasını istediği zaman ona:
"Ol” der o da oluverir."
''Hem bu gibi işler O’na kolaydır." 64 denildi.
Hz. Meryem'in meleklerle, meleklerin onunla konuşması ve onları
görmesi üzerine, kuru hurma ağacından taze hurma
dökülmesi de birer hârikulâde vâkıa ve keramettir.
Ashab-ı Kehf’in hallerin anlatan âyetler de kerâmete delil
gösterilmiştir. Âyetlerin beyânına göre; onlar, Rablerine iman etmiş bir
grub gençti. Allah onların hidâyetlerini
artırıp iman ve yakinlerini kuvvetlendirmişti." Mağarada üçyüzdokuz yıl kaldilar?
"Onları görsen uyanık
zannederdin. Halbuki onlar uyumaktadırlar."™ âyetinde anlatıldığı gibi, bu
kalışları yeme içme olmadan uyku hâlinde olmuştu.
"Biz onlan sağa sola
döndürüyorduk." 1 âyetinin ifâdesine göre;
yanlan bir tarafta kalıp da çürümemeleri için Cenab-ı Hakk onlan sağa sola çeviriyordu.
Mağaranın dışındaki güneş de, İlâhî irâde ile
doğuş ve batışında onlara en uygun bir biçimde devrini tamamlıyordu:
"Güneşin doğduğu zaman
mağralannın sağ tarafına yöneldiğini, battığı zaman da sol tarafa gittiğini
görürsün. Kendileri de mağaranın iç tarafında bulunuyorlardı."™-
Sûfiler, Süleyman Aleyhisselamm veziri Asaf
b. Berhiyâ’nm Sebe melikesi Belkıs'm tahtını Yemen Sebe’den Kudüs'e
bir göz yumup açma müddeti içinde getirmesini anlatan âyetleri de kerâmetin bir
delili ve çeşidi olarak göstermişlerdir.
Asaf b. Berhiyâ, Hz. Süleyman veziri idi. îbnu Abbas’ın nakline
göre o’nun kâtibliğini yapıyordu
Hâdise, âyet-i kerimelerde şöyle anlatılmıştır:
"Süleyman:"Ey cemaat:
Bana müslüman olarak gelip teslim olmalarından önce, hanginiz o kraliçenin tahtını
bana getirebilir?" dedi.
“ Cinlerden ifrit: "Sen
yerinden kalkmadan önce, ben o tahtı sana getiririm. Muhakkak ben onu taşımaya
gücü yeten (ve onu zâyi etmeyecek) güvenilir bir kimseyim" dedi."
“Kendinde İlâhi kitabdan bir
ilim bulunan (Asaf b. Berhiyâ) dedi ki: "Ben gözünü yumup açıncaya kadar
onu sana getirirm." (Ve tahtı getirip önüne koydu) Süleyman tahtı yanında
duruyor görünce:"Bu, Rabbimin fazlındandır; şükür mü yoksa nankörlük mü
edeceğimi gösterecek bir imtihandır." dedi.
Hz.Mûsa (a.s)
ile Hz. Hızır’ın arasında cereyan eden meşhur hâdise de kerâmet ve ilm-i
ledünn konusunda bir delil görülmüştür.
Hz.Mûsa'nın annesinin ve Havârilerinin ilhâm yoluyla ilahi mükâlemeye mazhar
olduklarını gösteren âyet-i kerimeler de, kerâmetin bir nevi olan ilhâma delil
gösterilmiştir.
2-Kerâmete delil gösterilen hadisler.
Sûfîler, Resûlullah (a.s)’m dilinden zikr
edilen ve kerâmet özelliğini taşıyan bazı hadisleri, kerametin cevaz ve vukûsu
konusunda delil olarak zikretmişlerdir.
Üç çocuğun beşikte konuşması,378 yolda,
öküzüne ağır yük vuran bir adama, hayvanın dönüp: “Ben bunun için mi
yaratıldım?” şeklinde laf etmesi,379 yine bir adamın buluttan :
"Filancanın bahçesini sula" diye bir ses duyması,380
ilgili hadisler,
378îlgili hadis için bkz: Buhâri,
Enbiyâ, 48; Müslim, Bin, 2. hadis şudur: “Beşikte iken yalnız üç kişi
konuşmuştur. Birincisi îsâ (a.s)'dır. İkincisi zâhid Cüreyc zamanında bir çocuk
ve üçüncüsü diğer bir çocuk, tsâ'nm konuşma olayını biliyorsunuz. Cüreyc’e
gelince; o, îsrâiloğullanndan âbid zâhid bir kimse idi. Onun bir annesi vardı.
Cüreyc bir gün namaz kılarken annesi kendisiyle konuşmak istedi ve ona
seslendi. Namaz kılmanın annesine cevab vermekten daha iyi olacağını düşünen
Cüreyc, namaza devam etti ve annesine cevab vermedi. Üç defa çağırdığı halde
cevab alamayan anne, bundan çok mahzun oldu ve "Allahım! ona fâhişe
kadmlann yüzün göstermeden canını alma!”, diye Cüreyc’e bedduâ etti. O beldede
bir fâhişe vardı. Cüreyc'i yoldan çıkaracağını ve zinâya sürükleyeceğini
söyleyerek bulunduğu yere gitti; ne kadar uğraştı ise Cüreyc kendisine uymadı.
Kadın bir çobana gitti ve onunla cinsî ilişkide bulundu. Gayr-i meşrû olarak
çobandan hâmile kaldığı çocuğu doğurunca, bu çocuğun Cüreyc'den olduğunu
söyledi. Bunun üzerine halk Cüreyc'in ibâdethanesine hücûm ettiler ve onu
yıktılar, kendisine hakâret ettiler. Bundan müteesir olan Cüreyc, abdest alıp
namaz kılarak duâ etti ve sonra eli ile bebeğe dürttü. (Hadisi anlatan Ebû
Hureyre (r.a) demiştir ki: Şu anda Resûlullah'm (a.s) Cüreyc'in hâlini hikaye ederken
eliyle yaptığı işareti görür gibiyim) Cüreyc çocuğa: “Ey çocuk! Senin baban
kimdir? dedi. Çocuk: “Filan çobandır.” diye cevab verdi. Bu gören halk Cüreyc’e
yaptıklarına pişman oldular. Kendisinden özür dilediler ve ibâdethânesini altın
ve gümüşten tekrar yapmak istediler. Fakat o buna râzı olmadı ve: “Hayır,
eskisi gibi çamurdan yapın.” dedi. Küçükken konuşan üçüncü çocuğa gelince:
îsrâiloğullanndan bir kadın kucağında çocuğunu emziriyordu. Yanlanndan
gösterişli ve yakışıklı bir atlı geçti. Kadın: "Ey Allah’ım oğlumu şu genç
gibi yap!" dedi. Fakat kucaktaki bebek: "Allah'ım, beni onun gibi
yapma!" dedi. Sonra dönüp meme emmeye devam etti. Ebu Hüreyre (r.a) der
ki" Sanki Hz.Peygamber (s.a.v)'in çocuğun dönüp meme emişini parmağıyla işâret
ederek anlattığını görür gibiyim." Sonra, kadının yanından hırsızık
yaptığı, zinâ ettiği ve bu sebeple ceza gördüğü söylenen bir kadın geçti,
çocuğun annesi: "Allahım! Çocuğumu şunun gibi yapma." dedi. Çocuk
ise: Allah'ım beni o kadın gibi yap!" dedi. Anne çocuğuna: "Neden
böyle söylüyorsun?” deyince, çocuk: "Gördüğün genç, zâlim ve gaddarın biri
idi. Bu kadın ise, zinâ ve hırsızlık etmediği halde halk kendisine bunları
yaptı diye iftirada bulunmuştur. Kadın ise: "Bana Allah kâfidir”
demektedir.” dedi.” 379Bkz: Buhâri, Enbiyâ, 54; Müslim,
Fedâilü's-Sahabe, 1. Bahsi geçen hadis şudur: Rasûlullah (a.s) bir defasında
ashabıyla otururken şöyle buyurdu: "Adamın biri sığırı sürüp götürürken
hayvanın sırtına bir şeyler yüklemişti. Öküz adama döndü ve : "Ben eşya
taşımak için yaratılmadım." dedi Bunu dinleyenler. "Sübhanallah
sığırda mı konuşurmuş!" dediler. Bunun üzerine Resûlullah (a.s): “Ben, Ebu
Bekr ve Ömer buna inanırız." buyurdu.
kerâmetin hem delili, hem de çeşidine örnek olarak
gösterilmiştir.
“Saçları dağınık,üstü başı tozlanmış,
kendisine hiç itibar ve iltifat edilmeyip kapılardan koğulan nice kimseler
vardır ki; Alah'a itimad ederek: "Şu işi yap!" diye yemin edecek
olsa, Allah onun yeminini yerine getirir, duâsını kabul eder." hadisi, nhaz makâmında olan sâlih kulların
hallerinin gizliliğine ve duâlannm kabûlune, "Ben kulumu sevdiğim
zaman onun gören gözü, işiten kulağı, tutan eli, yürüyen ayağı olurum. Benimle
görür, benimle işitir, benimle tutar, benimle yürür. Bana sığınsa himâye eder,
benden bir şey istese derhal veririrm" 2, hadisi,
velilere verilen destek ve ma’nevî yetkilere delil gösterilmiştir.
3-Kerâmetin delil gösterilen haberler.
Kur’an ve sünnette cevaz ve vukûsunun âid açık
delil, isbât ve örneklerini gördüğümüz kerâmet hâdisesi, bu ümmetin velilerinde
o kadar çok vâki olmuştur ki, tevâtür derecesine ulaşmıştır. Ashab, Tâbiûn ve
selef arasında pek çok kerâmet örneklerine rastlamak mümkündür.
Hz. Ebu Bekr’in son hastalığında, Hz. Aişe'ye: "Artık
malım vârislerindir." imâsıyla vefat edeceğini haber vermesi, "Malımı,
iki erkek ve iki kız kardeşin arasında Allah'ın kitabına uygun taksim
edin." ihbânyla da hâmile olan hanımının bir kız çocuğu doğuracağına
işâret etmesi,383 Hz.Ömer'in, Medine’de hutbede,
Nihâvent’teki ordu komutanı Sâriye’ye: "Ya Sâriye! Orduyu
dağa çek, dağa!" diye üç defa seslenip, ordu komutanına sesini işittirmesi
ve ordunun bu talimatla arkasını dağa vererek düşmana gâlib gelmesi,384
yine Hz. Ömer’in, suyu
38 Müslim, Fazâilü's-Sahabe, 55.
Hadis şudur Resûlullah (a.s) buyurmuştur ki: Adamın birisi yolda giderken,
"Filancanın bahçesini sula!" diye buluttan bir ses duydu. Bunun
üzerine bulut karataşlı, kayalık bir yere geldi ve suyunu oraya boşalttı. Sonra
bir su arkı bu suyun hepsini içine alıp götürmeye başladı. Adam akan suyu
takibetti. Su bir bahçeye vardı. Bahçe sahibi elindeki çapayla suyu sağa sola
sevkediyordu. Bunu gören adam bahçe sahibine: "Ey Allah'ın kulu! İsmin
nedir?"diye sordu.Bahçe sahibi: “ismim falancadır.” dedi ve adamın
buluttan işittiği ismi söyledi. Sonra adama: “Ey Allah'ın kulu! Benim ismimi
niçin soruyorsun?, dedi. O da: “Ben şu buluttan senin ismini anarak
"falancanın bahçesini sula." diye bir ses işittim, sen bu lütfa nasıl
ulaştın? deyince, bahçe sâhibi: “Mâdem ki soruyorsun anlatacağım: Bahçenin
mahsulünü toplayınca onu üçe bölerim; birini fakir fukaraya tasadduk eder,
birisini âile efradımla bana bırakır, birisini de tohumluk derim, dedi.” 38
Müslim, Birr, 138, Cennet, 48.
382Buhâri, Rikak, 38; İbn Mâce, Fiten,16.
383Sübki, Tabakât, II, 322;
Nebbânî, Câimu Kerâmâti’l-Evliyâ, I, 75.
çekilen Nil nehrine hitâben bir yazı ile akmasını
sağlaması, bir zelzele anında kamçısıyla yere vurarak:
“Sâkin ol! Ben senin üzerinde adâletle hükmetmedim mi?” dediğinde o anda yerin
sakinleşmesi, meşhur kerâmet
örnekleridir.
Sâriye hadisesinde
birkaç kerâmet vâki olmuştur. Birincisi; Hz. Ömer ordunun durumunu bunca
mesâfeden mânen görmüş ve tehlikeyi sezmiştir. İkincisi; Medine-i Münevvere'den
Nihvend'e tâlimat vererek sesini duyurmuştur. Üçüncüsü; ordu komutanı bu
ta'limatı duyup alabilmiştir.
Hz. Osman'ın, yanma gelen birisinin işlediği günahı yüzünden
tanıyıp uyarması, keskin ve
sahih ferâsete örnek verilmiştir.
Hz.Ali'nin, kendisini yalanlayan ve alay eden
birisine bedduâ etmesiyle adamın o anda gözlerinin kör olması, naz makâmındaki velinin Allah katındaki
makbûlyet ve duâsmın müstecâb olmasına örnek gösterilmiştir. Yine, Hz.Ali'nin
duâsıyla, bir adamın, bilekten kopmuş elinin yapışıp iyi olması da, bir kerâmet
örneğidir.
Abdullah b. Ömer’in, yolu kesen bir arslanın
kulağını çekip azarlaması ve onun da itaat etmesi, İmran b. Husayn’m melekleri görmesi,
onlarla selamlaşması, vücûduna dövme yapınca kendisinden
uzaklaşmaları,
meleklerin, Üseyd b. el Hudayr'ın okuduğu Kur’anı
dinlemeye gelmeleri ve onlan görmesi,393 meşhur kerâmet örnekleridir.
Üseyd hadisinin devamında Hz. Peygamber (s.a.v)’in, bazı hallerde
melekleri diğer insanlann da görebileceğine işâret etmesi, ehli için, bu yolun
açık olduğunu göstermektedir.394
Burada arzettiklerimiz sayılı birkaç örnektir. Bu
örneklerde gördüğümüz gibi; Peygamberlerin dışındaki Allah dostlanmn, pek çok
özel hallere, manevî tasarrufa
a.g.e, IV, 319.
39 Kâtâde'nin rivayetine göre;
vücûdunda dövme (dağlama) yapıncaya kadar melekler gelip İmran
b.Husayn'a selâm
veriyor ve kendisiyle musâfaha ediyorlardı. (Tedâvi için) vücûdunu dağlatınca
melekler gelmez olmuştur. Bkz: İbn Sa’d,a.g.e, IV, 288.
393Müslim, Mûsâfirin, 242; Ahmed,
III, 81; Kandehlevi,Hayâtu’s-Sahâbe, IV, 322. Olay şudur: Ebu Said el-Hudri'nin
rivâyetine göre, Üseyd b. Hudayr, bir gece hayvanlarının bulunduğu bir yerde
Kur’an okuyordu. Birden bire atı şahlandı, fakat o okumaya devam etti. At
tekrar sıçradı, o yine okudu. At tekrar sıçradı, o yine okumaya devam etti.
Üseyd, atın küçük oğlu Yahya'yı çiğnemesinden korkarak yanma gitti. Bu esnada
başının üzerinde bulut gibi birşey gördü. İçinde kandillere benzer ışıklar
vardı. Bulut göğe doğru yükseldi, sonra görünmez oldu. Üseyd sabahleyin
Rasûlullah (a.s)'a gelerek: “Ya Rasûlellah! Dün gece yansı hayvanlanmm yanında
Kur’an okurken atım birden şahlandı, dedi, Rasûlullah (a.s): “Okumaya devam edeydin,
Îbn Hudayr! buyurdu. İbn Hudayr: “Okumaya devam ettim, fakat at tekrar
sıçradı" dedi. Atm üç kere şahlandığını anlattı. Rasûlullah (a.s) her
defasında okumaya devam edeydin .buyurdu. Sonra Üseyd b. Hudayr
(r.a): “At
yanımdan aynldı. Öbür tarafta da oğlum Yahya uyuyordu. Onu çiğnemesinden
korktum. Bu sırada, içinde kandillere benzeyen şeyler bulunan bir bulut gördüm.
Göğe doğru yükseldi, sonra da gözden kayboldu, dedi. Bunun üzerine Rasûlullah
(a.s) : "Onlar meleklerdi Seni dinlemek için gelmişlerdi. Eğer
sabaha kadar okumaya devam etseydin, senin gördüklerini diğer insanlar da
görürlerdi." buyurdu.
394Hz. Peygamber (s.a.v)’in, yüksek
sohbetindeki nûrâniyet ile kalb gözü açılıp, cennet ve cehennemi görecek duruma
geldiğini, fakat huzurdan aynlıp çola çocuğa karışınca bu hâli kaybettiğini
bildiren Hanzala b. er-Rebi’ el-Esedî’ye Rasûlullah (a.s)Tn: “Ey Hanzala!
O hâl her zaman aynı kalmaz, bazen öyle, bazen böyle olur. Eğer yanımdaki hâli
koruyabilseydiniz; melekler sizi ziyârete gelir, yol ve yataklarınızda sizinle
musâfaha ederlerdi ” buyurması, bu işin hem cevazını, hem de husûl
şartını belirtmektedir. Hadis için bkz: Müslim, Tevbe, 12; Tirmizî, Kıyâme, 59;
îbnu Mâce, Zühd, 28. “Eğer şeytanlar insanoğlnun kalblerinde
dolaşmasalardı; onlar, gökmerin melekûtuna nazar edebilirlerdi.”
(Ahmed, Müsned, II, 353) hadisi de konumunuzla ilgilin Ashâb-ı Kirâm’ın (r.
anhüm), melekleri ve cinleri görmesiyle ili haberler için bkz: Beyhakî,
Delâilü’n-Nübüvve, VII, 69-125. (Beyrut, 1985.1. baskı)
ve İlâhî ihsanlara sahip olmaları caiz ve vâkidir.
Ahmed b. Hanbel’in (241/855) belirttiği gibi;
kerâmet türü şeylerin sonraki devirlere nisbeten Ashâb-ı Kirâm’da az vâki
olması, onlann, imanlannın yüksek seviyede olmasından dolayı bu tür şeylere
ihtiyaç duymamalanndandır. Çünkü, kullukta aslolan; yakinî iman, ihlas ve
ihsan hâlinde sâlih ameldir. Bu da onlarda ileri seviyede mevcuttu.
Bu ümmetin velilerinin elinde çok çeşit kerâmet
zuhûr etmiştir. Tacûddin Subkî (771/1371) bunlardan yirmibeş çeşidini
saymış, diğerleriyle yüzü geçtiğini belirtmiştir.
4-Kerâmeti isbat için kullanılan aklî deliller.
Kerâmetin aklî isbatı konusunda en güzel
açıklamayı Fahrüddin Râzî (606/1210) yapmış, sonrakiler bu konuda ondan
istifâde etmişlerdir. O, Kehf sûresinin tefsirinde kerameti isbat ederken, şu
aklî izahları zikretmiştir.
1
.DeliI: Şüphesiz ki kul, Allah'ın
dostudur. Bunu Allah Teâlâ şöyle beyân etmiştir,
"Dikkat edin, Allah
dostlarına hiçbir korku yoktur. Onlar asla mahzun da olmazlar" 1
Aynı şekilde Rabb Teâlâ da kulun dostudur. Bunu da
şu âyet-i kerimelerden öğreniyoruz:"Ailah, iman edenlerin
dostudur."? "Allah, sâlihleri
dost edinip işlerini görür." "Sizin dostunuz ancak, Allah ve
Rasûlüdür."
Zikrettiğimiz bu âyetler, kulun Allah'ın dostu,
O'nun da kulunun dostu olduğunu isbât etmektedir. Aynı şekilde Allah (c.c)
kulun sevgilisi, kul da O'nun sevgilisidir. Bunu da şu âyet-i kerimelerden
öğreniyoruz:
"Allah onlan sever, onlar
da Allah'ı severler."
"İman edenlerin Allah'a
olan sevgileri ise daha fazladır." ?-
Durum bu olduğuna göre; bir kul, Allah'ın
emrettiği ve râzı olduğu şeyleri yapar ve yasaklayıp sakındırdığı bütün şeyleri
terk ederse; rahmet ve keremi bol olan Allah Teâlâ’nın, kulunun istediği bir
şeyi yapması nasıl akıldan uzak ve gayr-i mümkün görülür. Kul, âciz bir varlık
olmasına rağmen Allah'ın emrettiği her bir şeyi yapıyorsa; Allah Teâlâ’nın da
bir defa kulunun istediğini yerine getirmesi akla daha uygun ve Zât-ı Bâri'ye
daha lâyıktır. Bunun içindir ki: Allah Teâlâ::
“Bana verdiğiniz sözii yerine
getirin, ben de size vermiş olduğum sözü yerine getireyim."40?* buyurmaktadır.
2
.DeIil: Şayet kerâmetin meydana gelmesi
mümkün olmasaydı, bu; ya Allah Teâlâ’nın böyle bir fiili yaratmaya ehil ve
muktedir olamayışından veya mü'min kulun böyle bi ihsana lâyık olmayışından
olacaktır. Birincisi Allah'ın kudretine bir noksanlık getirir ki böyle düşünmek
küfürür. İkinci görüş de bâtıldır. Çünkü Yüce Allah, kuluna zâtının,
sıfatlarının, hükümlerinin, isimlerinin mârifet ve bilgisini, muhabet ve
taatını, zikir, ve şükrüne devamlı lütfetmiş, nasib buyurmuştur. Şüphesiz ki
kula bahşedilen bu lutuflar, kendisini ıssız çölde bir parça ekmek vermekten,
bir yılanı veya arslanı onun emrine bağlamaktan daha şerefli ve daha üstündür.
Kuluna bunları istemeden veren Allah Teâlâ ıssız bir çölde kulun isteyeceği bir
parça ekmeği niçin vermesin?
3
.DeIil: Rasûlullah (a.s)’m, Rabbinden rivâyet
ettiği bir kudsî hadiste şöyle buyrulmuştur. "Kulum bana, kendisine
farz kıldığım şeyleri yerine getirmekle yaklaştığı gibi hiç bir şeyle
yaklaşmamıştır. O bana, (farzın dışındaki) nâfile ibâdetleriyle de durmadan
yaklaşır. Nihâyet onu severim. Kulumu sevince de onun kulağı, gözü, dili, kalbi
eli ve ayağı olurum. O,benimle işitir, benimle görür, benimle konuşur, benimle
yürür."404
Bu kudsi hadis bildiryor ki; Allah Teâlâ’nın
sevdiği kulun kulağında,gözünde vesâir azalannda O’ndan başkasının herhangi bir
tasarrufu yoktur. Durum böyle olmasaydı, Hakk Teâlâ: "Ben kulumun
kulağı ve gözü olurum" buyurmazdı. Madem ki durum böyledir, o
halde diyoruz ki; şüphesiz kulun ulaştığı bu makam yılanların, vahşi
hayvanların emrine bağlanmasından, kendisine bir parça ekmek, üzüm veya su
ikram edilmesinden daha şereflidir. Allah Teâlâ kulunu rahmetiyle bu derecelere
ulaştırınca; artık ıssız bir çöl veya maddî sebeblerin olmadığı bir mekanda,
kuluna bir kerâmet olarak, kudretiyle bir parça ekmek yahut bir miktar su
vermesi nasıl akıldan uzak, gayr-i kâbil görülebilir? Elbette İlâhi irâde için
bu gibi şeyler mümkün ve kolaydır.
4
.Delil: Bu dünyada bir takım işleri
yapanın beden değil rûh olduğu muhakkaktır. Beden için rûh ne ise, rûh içinde
ma'rifetullah odur. Bu manaya işaret olarak Rasûlullah (a.s) buyurmuştur
ki:"fîen Rabbimin katında gecelerim. O bana yedirir ve içirir.
"405Görülüyor ki; kim gayb âlemi ile ilgili daha çok şey
biliyorsa, onun kalbi diğerlerinden daha güçlü olmaktadır. Bu manada Hz. Ali
(k.v) demiştirki: "Vallahi ben, Hayber kalesinin demir kapısın beden
kuvvetiyle değil, İlâhî rabbânî bir kuvvetle çekip kopardım." O anda Hz.AIi'nin
bu dünya ile bağı kopmuş, melekler, yücelikler âleminin nurlarıyla onu
aydınlatmıştı. Bu durumda rûhu güçlenmiş, melek rûhlannın cevherine benzemiş,
onda azamet ve kudsiyet âleminin nurlan parlamıştı. Ve işte böylece, kimsenin
güç yetiremeyeceği bir işi yapabilecek güce erişmişti.
îşte bunun gibi; insan, Allah Teâlâ’ya itaata
devam ederse, Allah'ın: "Onun gözü ve kulağı olurum" buyurduğu bir
makâma yükselir. Allah'ın Celâl nûru kul için bir kulak olunca; o, yakını
işittiği gibi uzağıda işitir. Bu nur onun için bir göz olunca; yakınını gördüğü
gibi uzağı da görür. Ve yine bu nur, kul için bir el olunca; zora, kolaya,
yakındakine, uzaktakine her şeye gücü yeter.
5
. Delil: Burada akli kânunlara mebni bir
delil arzedeceğiz: Daha önce açıkladığımız gibi; ruhun cevheri, dağılma ve
parçalanmayla karşı karşıya, bozulmay mâruz cisimler cinsinden değil,
meleklerin, semâvat alemi sakinlerinin cevherinden ve temiz kudsî varlıkların
sınıfındandır. Şu kadar var ki rûh, bu bedene bağlandığı ve onun işlerini idâre
etmeye başladığı zaman, daha önceki asıl vatanını ve meskenini unutmuş ve
bütünüyle bu bozuk cisme benzemiştir. Bu durumda kuvveti zayıflar, kudsî
kudreti gider ve asıl yapabileceği işleri yapamaz. Fakat, Allah Teâlâ’nın
marifetini elde edip muhabbetiyle ünsiyet kurarak bu bedenin sûflî işlerine az
daldığı, semâvî mukaddes ruhların nurlan onu aydınlattığı ve bu nurlardan ona
ışıklar aktığı zaman güçlenir ve bu âlemin maddî varlıkları üzerinde yüce
rûhlann yaptığı etkileri yapma gücünü elde eder . îşte bu işler ve tasarruf
keramettir.
Aklın vazifesi; mükellef olduğu şeyleri gücü
müsbetinde, hak ölçüsüne bağlı kalarak anlamaktır. Her mesele akılla çözülemez.
Aklın vazifesi bir ölçüde sınırlıdır, ötesine geçemez. Geçerse; ya kör olur ya
şaşırır. Meleklerin reisi Cebrâil (a.s) bile, miraç gecesinde kendisine
usûl ve edeben refakatçilik yaptığı Hz. Peygamber (a.s) ile belli bir noktaya
gelince:'Ta Rasûlellah! Benim vazife ve sınırım buraya kadar, burdan
ötesine bir adım atarsam yanar kül olurum, ötesi sana âiddir." diye haddini ve edebini bilmiştir.
c-Tefsirlerin yaklaşımı.
Meşhur rivâyet ve dirâyet tefsirlerinde, kerâmete
deli olarak kullanılan âyet-i kerimelerin tefsirine baktığımızda; -çok azı
hariç-hâdisenin cevaz ve vukûsunda müttefiktirler. Ancak, kerametin vuku’
şekilleri ve çeşitleri konusunda farklı yaklaşımlar içindedirler.
c.a-Rivâyet tefsirleri..
İbu Cerir (310/923), Hz. Meryem’in hârikülâde bir
yolla nzıklandığını, kendisine yazın kış, kışın yaz meyvelerinin ikram
edildiğini, çünkü; Hz. Zekeriyya’nın, Hz. Meryem’in üzerine yedi
tane kapıyı kapatıp gittikten sonra yanma geldiğinde, onun bu tür nimetlere
ulaştığını görüp: “Bunlar sana nereden geliyor?” diye sorduğunu belirtmiştir.
Hz. Süleyman’a Yemen melikesi Belkıs’ın tahtını bir göz açıp
yumma müddeti içinde getiren kimsenin kim oiduğu konusunda değişik rivâyetleri
nakleden îbnu Cerir, bu kimsenin, Hz. Süleyman’ın veziri Âsaf
b. Berhiyâ olduğunu belirten görüşü destekleyici açıklamalara ağırlık
vermiştir.
Semarkandî (373/983), Mâverdî (450/1057), Vâhidî (468/1075),
Beğavî (516/1122), îbnu Atıyye (546/1151), Hz. Meryem’in rızkının
hârikülâde bir yolla gelmesi hususunda aynı görüştedirler. Vâhidî ve îbnu
Atıyye, bu rızkın melekler vâsıtasıyla cennetten geldiğini bildiren
rivâyetlere yer vermişlerdir.
Allah Teâlâ’nın. bazı sâlih kullarına Özel
ihsanlarda bulunduğunu belirten Mâverdî, bazılarından, Belkıs’ın tahtını getirenin Hızır
(a.s) olduğu görüşünü nakletmiş, fakat bu görüş, îbnu Kesir (774/1373)
tarafından çok ğarib bulunarak tenkid edilmiştir.
Cumhura göre, bu tahtı getiren kimsenin, Âsaf
b. Berhiyâ isminde Hz. Süleyman’ın maiyyetinden sâlih bir zât olduğu
zikredilmiştir.
Semarkandî, bazılarının, bu kadar kısa zamanda tahtı getirenin
Cibril (a.s) olduğunu söylediğini, bu görüşe daha çok Mu’tezilenin
meylettiğini, çünkü onların, -genelde-kerâmeti inkar ettiklerini kaydetmiştir. Ancak, Mu’tezilî müffessirlerden Zemahşerî (538/1143),
ilgili âyetin tefsirinde, diğer müfessirler gibi, Âsaf b. Berhiyâ dâhil
bütün ihtimalleri nakletmiş, Cibrille ilgili rivâyete de yer vermiş, âyette
belirtilen müddetin, tahtın süratle getirilmesi için bir misal de
olabileceğini, çünkü örfte böyle kullanımların bulunduğunu belirtmiştir.415
Vâhidî, bu
hâdisenin veli için bir kerâmet, nebi için bir mu’cize Olduğunu belirtmiş,
ehl-i meânîye göre; böyle bir durumun, İlâhî kudretin tecellisi ile anında yok
etme ve tekrar var etme şeklinde gerçekleşebileceğini zikretmiştir.
Hz. Meryem’in kıssasında velilerin kerametine bir
delil olduğunu belirten îbnu Kesir, bunun sünnet-i seniyyede birçok
örneklerinin bulunduğunu zikretmiş ve bu arada, Hz. Fâtıma’mn başından
geçen benzer bir hâdiseyi nakletmiştir.
Kurtûbî (671/1273),
velilerin kerametinin sâbit ve bir çok delilin buna şâhid olduğunu, peygamber
olmayan Hz. Meryem’in hâdisesi ve Hz. Hızır’ın hallerinin buna
güzel örnek teşkil ettiğini, kerameti ancak bid’at ehlinin ve fâsıklann inkar
edeceğini belirtmiştir.
Velinin kerâmetinin, nebinin mu’cizesi olduğunu
belirten Kurtûbî, kerâmeti inkar eden bazılarının, Belkıs’m Yemen’deki
tahtını getirenin Hz. Süleyman olduğunu söylediklerini, halbuki, îbnu
Atıyye’nin de belirttiği gibi; cumhura göre bu kimsenin, Asaf b. Berhiyâ
ismindeki veziri olduğunu zikretmiştir.
Süyûtî (911/1505),
yukarıda geçen rivâyetleri verdikten sonra, îbnu Abbas’a göre; tahtı
getiren Asaf’m, Hz. Süleyman’ın kâtibi olduğunu nakletmiştir.
Süyûtî, ed-Dürrü’l-Mensûr’da,
yine îbnu Abbas’a dayanarak, Hz. Meryem’in rızkının cennetten
geldiğini nakletmiş, meşhur
dirayet tefsirinde ise, bu rızkın cennetten geldiğine işâret edip geçmiştir.
Celâleyn şârihlerinden es-Sâvî (1241/1825), âyetin açıklamasında, bu
hâdisenin hârikulâde bir şey olduğunu, kerâmeti müşâhede etmenin yakini
artırdığını, bunun kâmil olana bile fayda verdiğini, nitekim, Hz. Meryem’in
hâlini müşâhede eden Hz.Zekeriyyâ’nın kendisi ihtiyar, hanımı kısır olmasına
rağmen Allah’tan çocuk istediğini belirtmiştir.
Rivâyet tefsirinde sırf nakil, dirâyet tefsirinde
ise kısa açıklamalarla yetinen Suyûtî, keşf, kerâmet, ulvî ruhlarla
buluşma ve konuşma, melekleri müşâhede gibi konuları, “Tenvtru’l-Halek
ft Ru’yetî İmkâni Ru’yeti’n-Nebiyyi ve’l-Melek” adlı meşhur risâlesinde genişçe
işlemiş, delillerini zikretmiş ve bu konularda vâkıadan bir çok örnekler
vermiştir.
Kâsimî (1332/1914),
Hz. Meryem’in Allah tarafından nzıklanmasını anlatan âyet-i kerimede
evliyâullahın kerametine bir delil bulunduğunu, benzerî yoldan nzıklanma
hâdisesinin ashabtan Hubeyb b. Adiyy el-Ensârî (r.a) için de vâki
olduğunu, Kitab ve sünnette benzerî örneklerin çokça
zikredildiğini belirtmiştir.425
c.b-Dirâyet tefsirleri.
Kerâmet konusunda meşhur dirâyet tefsirlerinin
yaklaşımı da, rivâyet tefsirleri ile aynı merkezdedir. Ancak, özellikle
müteahhir tefsir sâhipleri önceki müfessir ve sûfilerin görüşlerini
değerlendirme imkanı bulduğu için, meselenin tahlilini daha güzel yapmışlardır.
Zemahşerî (538/1143), tefsirinde, kerâmet konusunda menfi
bir tavır içinde olan Mu’tezilî anlayışı, biraz zorlanarak da olsa işlemeye
çalışmıştır. Hz. Meryem’e yapılan nzık ikramını İlâhî kudretle açıklamaya çalışan
Zemahşerî, bu rızkın cennetten geldiğini, Hz. Meryem’in hiç meme südü
emmeden büyüdüğünü, kendisine yazın kış, kışın yaz meyveleri ikram edildiğini,
taraf-ı ilâhiyeden nzıklanma ile ilgili benzer bir hâdisenin Hz. Fâtıma içinde
cerayan ettiğini nakletmiş, fakat bunlarda, kerametin vukusuna bir delilin
bulunduğundan hiç bahsetmemiş, olayı, Allah Teâlâ’nın Hz. Meryem’e bir
keremi olarak değerlendirmiştir. Keşşaf’ı ehl-i sünnet gözüyle yakın ta’kibe
alan îbnu’l- Münîr, Zemahşerî’nin bu kaçamak değerlendirmesini yeterli
bulmayıp, olayın Hz. Meryem için bir kerâmet olduğunu belirtmiştir.
Zemahşerî’nin, Yemen melikesi Belkıs’ın tahtını
Hz. Süleyman’ın bizzat kendisinin getirdiği görüşünü desteklemesini Ebu Hayyân (745/1344), çok ğarib bulup
tenkid etmiş, bunun i’tizâlî anlayışın bir uzantısı olduğunu hatırlatmıştır.
Ebû Hayyân, cumhurun kavline göre, Belkıs’ın tahtını
getirenin Âsaf b. Berhiyâ olduğunu, tahtın bir göz açıp yumma müddeti
içinde getirilmesinin, Zemahşerî’nin belirttiği gibi, mecâzî bir ifâde değil,
hakikat olduğunu belirtmiştir.
Ebû Hayyân, Zemahşerî’nin, Hz.Meryem’in taraf-ı ilâhiyeden nzıklanma
işinde de aynı yaklaşımı sergilediğini, hâdisenin ona ait bir kerâmet olmasına
yanaşmadığını, meseleyi Hz. Zekeriyyâ’nın duâsına bağlayıp ona âit bir mu’cize
gibi takdim ettiğini, bunun, tutarsız ve i’tizâlî anlayışın bir uzantısı
olduğunu, halbuki hâdiseyi, Hz. Meryem’e hâs bir kerâmet görmek
gerektiğini kaydetmiştir.
Mutedil şiîlerden kabul ettiğimiz et-Tabressî (538/1143),
“Mecmau’l-Beyan” adlı tefsirinde, mezheblerince, Peygamberlerin dışındaki veli
ve asfîyâdan kerâmet türü şeylerin vukûsunu câiz gördüklerini, Mu’tizelenin
buna yanaşmayıp, Kur’an’da kerâmete delil olacak âyetlere kendi anlayışları
çerçevesinde yorum getirdiklerini belirtmiştir.
Kehf sûresinde, Ashâb-ı Kehf le ilgili âyetleri
tefsir ederken, kerâmet konusunda en geniş mâlumatı veren Râzî (606/1210),
sûfî ashâbımız bu âyetle, kerâmetin cevazına delil getirmişlerdir, diyerek söze
başlamış, kerâmetin, naklî, tecrübî ve aklî delillerini tek tek zikretmiş,
Ashâb-ı Kiram’dan birçok örnek nakletmiş, kerâmet konusunda ileri sürülen
şüphelere cevaplar vermiş, kerâmetin istidraçla farkını, kerâmete güvenmenin
zararlarını, velinin veliliğini bilip bilemeyeceği meselelerini incelemiş, bu
işin çok nûrânî olmakla birlikte çok da tehlikeli olduğuna dikkat çekmiştir.
Hz. Meryem’in
hâdisesinde de kerâmete değinen Râzî, burada, kerâmeti inkar eden
Mu’tezile’nin inkar sebeplerini zikrederek cevaplar vermiş, kerâmetin mu’cizeye
hiçbir halel getirmediğini, aksine onu desteklediğini, mu’cizede aslolanın;
iddiâ ve izhar, keramette ise, iftikâr ve ihfâ olduğunu belirtmiştir.433
Beydâvî (685/1286), Hz. Meryem’in hâdisesini
velilerin kerametine bir delil görmüş, Hz. Süleyman’ın veziri Asaf b. Berhiyâ’ya verilen
kerâmetin, ilmin şerefini ortaya koyduğunu, çünkü ona bu yetkinin ilim
sebebiyle verildiğini zikretmiştir.
Ebu’s-Suûd (982/1574), Hz. Meryem’in hâdisesinde
velilerin kerametine bir delil olduğunu, bunu Hz. îsâ için bir irhâs, Hz.
Zekeriyyâ için bir mu’cize görmenin tutarsız olduğunu kaydetmiştir.
Âlûsî (1270/1853),
Hz. Meryem’in peygamber olmadığını, onun elinde zuhûr eden şeylerin
hârikulâde hâdiselerden sayılıp evliyâullahın kerametine bir delil olduğunu,
Şia’nın bu konuda ehl-i sünnet gibi düşündüğünü, Mu’tezile’nin ise, kerameti
inkar ettiğini belirtmiştir.
Hz. Süleyman’ın ashâbmdan olan Âsaf ın, Yemen’deki
tahtı çok kısa bir anda huzura getirme hâdisesinin de kerâmetin subûtuna bir
delil olduğunu belirten Âlûsî, Şeyhu’l-Ekber diye bahsettiği Muhyiddin
b. Arabi’nin (638/1240), bu konudaki oıjinal fikir ve değerlendirmelerini
nakletmiştir.
Reşid Rızâ (1354/1935), gerçek sûfîlerin Kitab ve sünnet
çizgisinden ayrılmadıklarını, ilk devirlerde gelişen tasavvufun bu temeller
üzerinde kurulduğunu, ancak daha sonraları bazı yanlış itikadlann yayıldığını,
bunlardan birisinin de şeyhlerin kâinatın işlerinde ve ğayb âleminde
diledikleri gibi yetkili olup tasarruf edebildiklerinin düşünülmesi olduğunu,
bunun bir nevi şirke girip Kitab ve sünnete uymadığını belirtmiştir.
Bazı sâliklerin, meşgul oldukları evrâd ve ezkâr
vesilesiyle ulaştıkları keşf ve esrara aldandıklarını, gördükleri hayalleri
hakikat zannedip fitneye düştüklerini zikreden Reşid Rızâ, fakat bunlann
yanında şeriata bağlı sûfilerin, Allah’a muhabbet konusunda âli bir makama
sahip olduklannı, şeriatın edebine göre her şeye hakkını verdiklerini, Allah
için sevip Allah için buğzettiklerini kaydetmiştir.
Keşf ve kerâmetle akide ve ahkâmda hüküm
verilemeyeceğini, kerâmetin velâyet için şart, fazilet için bir isbat
olmadığını, bu tür hadiselerin mü’min kâfir herkeste vukû bulabileceğini fakat
aynı sonucu vermeyeceğini hatırlatan Reşid Rızâ, gerçek sûfi âriflerin
kerâmete itibar etmediklerini, bir kimse suda yürüse, havada uçsa, ateşi yutsa
buna aldanmayıp, şeriatın emir ve nehiylerine karşı tutumuna baktıklarını,
gerçeğin ve âyetlerden kendisinin anladığının da bu olduğunu belirtmiştir.
Hamdi Yazır (1358/1942), Hz. Süleyman’ın veziri Asaf
b. Berhiyâ’nm, çok kısa bir zamanda Belkıs’ın tahtını Yemen’den
getirmesini, büyük bir kerâmet örneği görmüş ve bunun aynı zamanda Hz.
Süleyman’ın mu’cizesi durumunda olduğunu, böyle bir şeyin peygamberden
değil de ashâbmdan birisinde zuhûr etmesinin o peygamberin büyüklüğüne delil
olduğunu belirtmiş, Muhyiddin b. Arabi’nin “Fusûsu’l-Hikem” adlı
eserinden konu ile ilgili nakillerde bulunmuştur.
Merâğî (1364/1945),
ekseri müfessirlerin kerâmete delil olarak gördükleri âyetleri, bir başka izah
yoluna giderek farklı tefsir etmiş ve kerâmet olayına olumlu bakmamıştır.
Hz. Meryem’in ğayb âleminden nzıklanması ile ilgili rivâyetleri
ihtiyatla karşılayan Merâğî, hâdiseyi hârikülâde sayacak bir sebebin
bulunmadığını, Yemen’den
Belkıs’ın tahtını getirenin de Hz. Sûlayman’ın bizzat kendisi olduğunu
savunmuştur.
d-Değerlendirme.
Nasslardan ve vâkıadan anladığımıza göre; kerâmet
haktır, vukûsu câiz ve vâkidir. Cenâb-ı Hakk’ın, sâlih kullarına bir keremidir.
Övünme değil, şükür ister. Hedef görülmeyip yakîne vesile yapılmalıdır.
İstemekle elde edilmez, bekleyene verilmez. Esasen hiç kimseden kerâmet
istenmez, herkese emredilen istikâmettir. Hz. Peygamber (s.a.v)’e : "Habibim!
Sen emrolunduğun şekilde istikâmet sahibi ol.” şeklinde verilen İlâhî
tâlimatı: “Seninle birlikte tevbe edenler de istikâmet sahibi
olsunlar." emri tâkibetmektedir.
"Halbuki onlar, ancak
Allah’a, onun dininde ihlas sahibi olarak ibâdet etmeleri için
emrolundular." âyeti, asıl hedefi ortaya koymaktadır. Bu
istikâmetin sonucu olarak,"Allah’ın kulundan râzı olması en büyük
şeydir."449
Sehl b. Abdullah Tüsterî’nin (283/896) belirttiği gibi;
kerametlerin en büyüğü; kötü ahlâkdan birisini terk edip hayra
çevirmekdir"
Ahmed Tabarânî
Serahsî’nin: “Kerametten maksad; tevhide yâkini artırmaktır. Bir kimse,
kâinatta Allah'tan başka hakiki mûcid görmedikten sonra; normal veya hârikülâde
şeyler görmesi eşittir." görüşüne katılıyoruz.
Ebu'I-Hasan eş-Şâzeli’nin (624/1256) "Devamlı kerâmet
isteyene ve ona ulaşmak için kendini amele zorlayana kerâmet verilmez. O,
ancak; kendinde ve amelinde bir şey görmeyen, devamlı Allah Teâlâ’nın
muhabbetiyle meşgul olarak O'nun fazlına nazar eden, nefsinden ve amelinden
ümidini kesen kimseye verilir, îman ve sünnet-i seniyyeye mutâbaattan daha
büyük bir kerâmet yoktur. Bunlar kime verilir de, hâlâ daha başka şeylere
iştiyak duyarsa, gerçekten o kimse;
dâvasında yalancı, sözlerinde iftiracı, yahut
gerçek ilmi elde edememiş hatâ sahibi birisidir. Böyle bir kimse; sultanın
huzurunda bulunma nimetine ulaşmışken, ahırda hayvanların hizmetine özenen
kimse gibidir." sözünü, meselenin özünü ifâde için yeterli
buluyoruz.
Kerâmeti inkara bir sebep, bizzat isbata da her
zaman gerek ve imkan yoktur. Hak olan bir şeyi inkar edenin cezâsı; ondan
mahrum olmaktır. Bütün akâid kitablannda geçen “kerâmet haktır” hükmü, hak
ölçüler içinde ulaşılan kerâmete âittir. îstidraç türü şeyler, bunun dışında
tutulmalıdır.
Ehl-i sünnetin tamamı ve Şiâ, kerâmetin cevaz ve
vukûsunu kabul etmiştir. Mu’tezile, insanlar arasında tahsisi kabul
etmediğinden ve kerâmetin mu’cizeye halel getirme endişesinden dolayı, onu
inkara gitmişlerdir. Ehl-i sünnete göre; Mu’tezile’nin ileri sürdüğü her iki
sebep de geçersizdir ve hükümleri yanlıştır.
Meşhur rivâyet ve dirâyet tefsirleri -çok azı
hâriç-, kerâmetin sübut ve vukûu konusunda sûfilere katılmakta, kerâmete delil
gösterilen âyet-i kerimelerin tefsirinde temel anlayışı ortaya koymaktadır.
Ancak, bazı sûfilerin, kerâmetin çeşit, şekil ve hedefi konusundaki ifrata
varan anlayışları, bir çok müfessir tarafından tenkid edilmiştir. Öyle ki;
kerâmetin sübûtunu ısrarla savunan Fahruddîn Râzî bile, özel bir bölüm
açarak, kerâmete güvenmenin zararlarını ayn ayn sıralamıştır. Kerâmeti hak ve
vâkî görmekle birlikte, en ciddi ve çok yönlü tenkidi Reşid Rızâ yapmıştır.
Zaman zaman, özellikle müteahhir sûfilere sert
tenkidiyle tanınan t bu Teymiye, mu’cize ve kerâmeti işleyen bir
risâlesinde, kerâmeti, makbûl, mezmûm ve mübah olarak üç kısma ayırmış;
birincisinin dinen övüldüğünü ve imânî yönden faydası bulunduğunu, İkincisinin
zararlı olduğunu, üçüncüsünün ise, menfeatma göre farklı sonuçlar verdiğini,
esasen kullardan istikâmet istendiğini kaydederek, kendisini ta’kib edenlerin
genel çizgisini belirlemiştir.45-3
Keşf ve kerâmetle dinî mesâilde hüküm verilemez.
Ancak, nasslara uyan bir keşf, hakikati te’yid adına makbul görülebilir. Kerâmet
türü şeyleri, Allah’ın kudretini, mu’cizenin hakikatini, İslâm’ın güzelliğini
isbat için istemekte bir sakınca yoktur, fakat, şeytanın kerâmet yoluyla imana
ve İslâm’a verebileceği zararı da unutmamak gerekir.
Her şeyi sadece akıl ile anlayıp baş gözü ile
görebileceğimizi düşünmek yanlıştır. İnkan mümkün olmayan ve her peygambere
verilmiş olan mu’cizeleri düşündüğümüzde; materyalist anlayışı ile determinizm
fikrinin İslâm’a ters olduğunu görürüz. Hârikülâde anlayışı bize göredir.
Tabiat kânunlarını koyan, sebep sonuç zincirini kuran Allah Teâlâ’dır, fakat,
O’nun bu kânunlara uyma ve kurduğu sebep-sonuç ilişkisine tâbi olma zorunluluğu
yoktur. O, dilediği zaman kânunları bozar, sebepleri ortadan kaldırır, istediği
gibi tasarruf eder.
SONUÇ
Burada, çalışmamızın içinde yaptığımız
değerlendirmelerin topluca bir özetini vereceğiz.
Veli ve velâyet, kelime ve mefhum olarak, bir çok
çeşitleriyle bizzat Kur’ân-ı Hakim’de zikredilmiştir. Veli ve velayeti genel
hatlanyla ortaya koyan âyet-i kerimeler, bu konuda, sûfî ve müfessirleri ortak
bir noktada birleştirmiştir.
Sûfiler ve müfessirler, velinin; Allah’ın
dostluğunu, yakınlığını, özel ihsan ve desteğini kazanmış, dünya ve âhirette
İlâhî himâyeye alınmış kimse olduğu konusunda müttefiktirler.
Genelde sûfiler, veli ve velâyeti,: “Ben bir
kulumu sevince; onun işiten kulağı, gören gözü, tutan eli, yürüyen ayağı
olurum. Benden bir şey isterse verir, bana sığınırsa kendisini himâye e derim.n
şeklinde tanıtan kudsî hadisin çizdiği, âyetlere göre biraz daha geniş
çerçevede ta’rif ederken; müfessirler, Kur’an’daki veli tanımını yeterli
bulmuşlar ve ta’riflerini bu âyetleri izah sadedinde yapmışlardır.
Fahru’r-Râzî, Nisâbûrî, Âlûsî gibi az çok tasavvufî çevrede
bulunmuş müfessirler, bu zevk ve anlayışlarını tefsirlerine yansıtmışlar, İbnu
Kesir, Cemâluddin Kâsimî, Reşid Rızâ, Merâğî gibi müfessirler ise; veli ve
velâyet konusunda selefi anlayışı temsil ederek, Haşan el-Basrî, Cûneyd
el-Bağdâdî, Maruf Kerhî, Fudayl b. İyaz, Râbiatû’l-Adeviyye, Abdûlkâdir
Geylânî, Şâh-ı Nakşibend gibi, zâhiren ve bâtınen Kur’an-sünnet çizgisine
son derece dikkat eden sûfi büyüklerini hüsnü kabülle karşılayıp, onlardan
nakillerde bulunmuş, bu çizgiyi zorlayan bazı sûfileri ise şiddetli tenkide
tâbi tutmuşlardır. Tasavvuf çevrelerince gerçek hâliyle tanınamadığı için tân
edilen İbnu Teymiye bile; isimleri zikredilen zevâtı sûfi büyükleri
olarak tanıtmış ve sözlerini nakletmiştir. Sûfîmeşreb olmayan, sûfileri de pek
gündemine almayan diğer müfessirler ise; veli ve velâyet konusunda, nasslann
değindiği kadar söz edip meselenin detayına dalmamışlardır.
Sûfiler ve müfessirler, kullar arasındaki derece
ve tafdil konusunda şu hükümlerde aynı kanaattedirler:
1-Velâyette kulların kesbi gerekli olmakla
birlikte, aslolan; Allah Teâlâ’nın tercih ve tevfîkidir.
2-Kullar arasında tafdil vardır ve bu konudaki
ta’yin, tercih Allah Teâlâ’ya âittir.
3-Mânevî terakkide en önemli zâhirî sebebler,
yakînî iman, sağlam ilim, sahih ihlas ve kâmil takvâdır.
4-Allah Teâlâ, hiç kimseye nesebi, hasebi,
milleti, cinsiyeti, kullar arasındaki şöhreti ve serveti ile kıymet vermez.
Bütün şeref, mârifetullah ve takvâya bağlanmıştır.
5-Takvâya ve kemâle ermenin tek yolu; Hz.Peygamber
(s.a.v)’e samimi ittibâdır. O’nun dışında, Hakk’a giden ve nâkısı kemâle
erdirecek olan hiçbir yol ve yöntem yoktur.
6-Velilerin sayısını ve kimin diğerinden üstün
olduğunu ancak Allah Teâlâ bilir. Kullardan hiç kimsenin -Allah Teâlâ’nın vahiy
yoluyla bildirdikleri hâriç-kesin olarak bir başkasının ma’nevî derecesini
bilmesi mümkün ve gerekli değildir. Ancak; zâhiren, hâli Kur’an ve sünnet
ölçülerine göre sâlih olan kimseler hakkında güzel zan beslenebilir.
7-Peygamberler arasında farklı derece ve sıralama
bulunduğu gibi; veliler arasında da farklı deceler ve statüler mevcuttur..
8-Allah Teâlâ’nın velilere, Kur’an ve Rasûlü
diliyle verdiği müjdeler ve va’ettiği derecelerin ötesinde onlar hakkında bir
şeyler iddiâ etmek; isbatı mümkün olmayan bir davâ ve boş bir çabadır.
Bu konuda, şu hadis-i şerif, en güzel ölçüyü
ortaya koymaktadır:“Ey insanlar! Sözünüzü dikkatli söyleyin. Sakın şeytan
sizi basit (hevâî) şeylere sevketmesin. Ben, Abdullah’ın oğlu Muhammed ve
Allah’ın Rasûlüyüm. Vallahi, sizin beni Allah’ın yücelttiğinden daha yükseğe
çıkarmanızı sevmem.”
Zâhir-bâtm bütünlüğü içerisinde Kur’an -Sünnet
çizgisini korumaya çalışan Kuşeyrî, Ebû Tâlib Mekkî, Gazzâlî ve Sühreverdî
gibi sûfi müellifler, velilerin sınıf ve dereceleri konusunda nasslan esas
alıp; isim ve mânevî yetkilerden ziyâde velilerin sıfat ve ahlakları üzerinde
dururken; Hakim et-Tirmizî, Sülemî, îbnu Arabî, Kâşânî ve Mevlânâ gibi,
zâhirî kabulle birlikte bâtınî mânâ ve rûhânî zevke daha meyilli olan sûfi
müellifler, nasslann medlüllerinden çıkarttıkları ince işâretlere keşfî,
vicdânî ve zevkî ilimlerini katarak, tasavvuf litaratüriine yeni anlayışlar,
farklı tâbir ve tanımlarla bir zenginlik kazandırmışlar, bu arada -belki de hiç
düşünmedikleri halde-bir yönüyle felsefî tasavvufa kapı açarken, diğer yandan
bu alandaki münâkaşaya zemin hazırlamışlardır.
îmam Rabbânî gibi, her iki tarafın arasında denge unsuru olup,
hakemlik görevini yapanlar da mevcuttur.
Rivâyet ve dirâyet tefsirlerinin ekseriyeti
velilerin sınıf ve dereceleri konusunda Kitab ve sünnetin taksim ve tanımlarına
tâbi olup fazla bir şey eklemezken; Râzî, Nisâbûrî, Hâzin ve ÂIûsî gibi,
az çok tasavvufî muhitte bulunmuş müfessirler, bu ve benzerî konularda tefsir
dirâyetleriyle tasavvufî neş’elerini birleştirerek, sûfîvârî açıklamalarda
bulunmuşlardır.
Bunlar içinde ÂIûsî, ricâlu’l-ğayb
konusunda îbnu Arabi’nin görüşlerini nakledip bu konudaki haber ve
görüşlere katıldığını belirterek, sûfilerle aynı dili ve görüşü paylaşmış; bu
durumuyla, diğer dirâyet tefsirleri içinde ayn bir tutum sergilemiştir.
Tesbitlerimize göre; ehl-i tasavvufun arasında,
özellikle Muhyiddin b. Arabî sonrasında sûfi çevrelerde bahsedilen ve
sahiplerine belli bir hiyerarşi içinde geniş yetkiler verilen “Aktab”,
“Ğavs”, “Nücebâ”, “Nükebâ”, “Abdal” gibi kavramlar, bütün muhtevâsıyla
Kur’an ve sünnette zikredilmemiştir. İlgili açıklamlar, daha ziyade sâlihlerin
müşâhede, keşf ve tecrübesine dayanmaktadır.
Kullar arasında tafdil ve seçme yoktur diyemeyiz.
Tafdili ifâde eden âyetler yanında, başta Buhâri ve Müslim olmak
üzere, bütün hadis kitablannda yer alan “Fedâil” bölümleri, buna mâni
olmaktadır.
“Ricâlu’l-ğayb” ve benzerî kavranılan, tamamıyle Kitab ve sünnette
aramak gerekmez. Her fenn ve ilim alanında olduğu gibi; tasavvufta da, terbiye
sisteminin sembolü olan bazı terimleri, bu sahanın ehli tarafından, kendine hâs
ıstılah ve mânası içinde ifâde edilmelerini tabiî karşılamak gerekir.
Bu kavramlann sûfiyyeye Şia’dan geçtiğini söylemek
zordur. Çünkü ilk asırdaki bazı sûfilerin bu tür kavranılan kullanmalan, böyle
bir anlayışa mâni olmaktadır.
Özetle şunu şöyleyebiliriz: Velâyet-i Muhammediyye
devamlıdır, kıyâmete kadar bu ümmet içinde onu temsil edecek insanlar
çıkacaktır. Onu belli bir zaman ve şahıslara hasretmek doğru değildir. Velâyeti
belli taksimlere ayırmak da ancak nasslann imkan verdiği ölçüde yapıldığında
ümmeti bağlayıcı bir durum arzeder. Öbür neticeler, şahsın kendisini ve onu her
durumda hüccet kabul edeni bağlar, îbnu Arabi’nin “hatmu’l-velâye” fikri
ve kendisinin “velâyet-i Muhammediyyey-i hâssâ”yı hatmettiğini söylemesi
kendisinin keşfi ve rüyasıyla ilgili olup; bizi kabul yükümlülüğü altına
sokacak bir tarafı yoktur. Bunu, tasavvufun temel bir anlayışı gibi takdim
etmek de bizce yanlıştır. îbnu Arabi’nin bu ümmetin velilerinden birisi
olduğunu kabulde bir sakınca yoktur.
İbnu Teymiye’nin,
(belli şahıs ve zamanla kayıtlı) “hatmu’l-velâye” konusunu asılsız ve delilsiz
görerek: “Gerçekte hâtemu’l-evliyâ; insanlar içindeki en son muttaki mü’mindir.
Bu kimse, velilerin en hayırlısı ve en faziletlisi de değildir. Velilerin en
hayırlısı; Hz. Ebû Bekir Sıddîk olup, onu Hz Ömer tâkibetmektedir.
Nebi ve Rasullerden sonra, bu ikisinden daha faziletli kimse yoktur.” sözü,
gayet tutarlıdır.
“Hatmu’l-velâye” konusu, sûfilerin çoğunluğu ve
müfessirlerin tamamı tarafindan pek gündeme alınmamıştır. Durum bu iken;
tasavvufî fikir ve yaşantıya olumsuz bir gözle bakan bazı çevrelerin,
eleştirilerine bu tür şâz meselelerinden başlayıp genele âit hükümler
çıkarmasını tutarlı ve faydalı bulmuyoruz. Aslolan; iki yanılmaz şâhid olan
Kitab ve sünnete göre hüküm vermektir.
“Seyr u sülük” konusunda, sûfi ve müfessirlerin yaklaşımları aynı
merkezdedir. Her iki grubun mümessilleri de; nefsin tezkiyesinin, kalbin
tasfiyesinin, ahlâk-ı hamidenin elde edilmesinin ve sonuçta; ihsan mertebesinde
yapılan ideal kulluğa ulaşmanın gereğine inanmaktadırlar. Meseleyi kendi
sahalarının özel ıstılahları ile ifâde etmeleri, esastaki bir farklılıktan
kaynaklanmamaktadır. Sûfiler, nefsini ıslah etmiş hedef şahsiyete “insan-ı
kâmil” ismini verirken, müfessirler, aynı sıfatların sâhibine, Kur’ân
diliyle “muttaki” diyorlar. Birisi, bir mürşid kontrolünde nefsi ıslah
adına yapılan bütün amellere ve katedilen mesâfeye “seyr u sülük” ta’birini
kullanırken, öbürü, bütün bunları “mücâhede” ile tanımlıyor.
Ancak, burada, sûfilerle müfessirlerin
ayrıldıkları bir kaç noktaya temas etmek istiyoruz.
Sûfiler, terbiye ve tezkiye işinin muhakkak,
kemâlât hâlleriyle hallenen, yolu bilen bir ehil insanın, kendi ta’birleriyle “mürşid-i
kâmil”in beraberliğinde olacağını, kendi başına bu işte muvaffak olmanın
imkansız derecesinde zor olduğunu ileri sürmektedirler. Müfessirler ise;
terbiyenin şart olduğunu söylemekte fakat, çok azı hâriç, ekseriyetle, bu işte
ferdin kendi ilim, amel ve gayretiyle netice alacağı kanaatini
sergilemektedirler.
Sûfiler, “seyr u sülük” ameliyesinin bir
mürşid nezâretinde, hak bir tarikat disiplini içinde olması gerektiğini
savunurken; müfessirler, mücâhede ve tezkiye ile ifâde ettikleri manevî
terbiyenin, kitab ve sünnetin çizdiği sınırlar dâhilinde herkese her yerde
mümkün olabileceğini savunmaktadırlar.
Sûfiler, sâlikin manevî terbiyede karşılaştığı hâlleri
ve ulaştığı neticeleri “kabz”, “bast”, “fenâ”, “bekâ”, “cem”, “aynu’l-cem”,
müşâhede, mükâşefe, ilme’l- yakîn, ayne’l-yakîn, hakke’l-yakîn gibi
ıstılahlarla ta’rif edip tanıtırken; müfessirler, bu tür hâl ve makamları
Kur’an ve sünnette geçen takvâ, ihsân, yakîn, inşirâh-ı kalb gibi temel ve
genel kavramlarla ifâde etmişlerdir
Ferdî hatâlar ve kısmî ifratlar bir kenara
bırakılırsa; sûfilerin tezkiye-i kalb ve terbiye-i nefs konusunda katettikleri
mesâfe ve aldıkları sonuçlar, hiç de küçümsenmeyecek kadar ileri ve göz ardı
edilmeyecek kadar faydalıdır. Öyleki; insan eğitimi ile meşgul olan herkesin,
bu birikmiş tecrübeden muhakkak alacağı bir şey mevcuttur. Kâlin hâle, gafletin
zikre, tembelliğin harekete, karamsarlığın ümide, zulmün adâlete, vahşetin edebe,
hüznün sevince nasıl dönüştüğünü görmek isteyenler, eğer ashâb-ı kirâmı taklidi
zor bir misâl düşünüyorlarsa; gerçek sûfîlere bakmalıdırlar.
Kötülüklerden arınmak esastır fakat, hedef;
iyiliklerle süslenmek ve ahlâk-ı hamideye ulaşmaktır. Güzel ahlâkın zirvesinde Hz.
Rasûlullah (a.s) bulunmaktadır. O’na ittiba ölçüsünde diğer insanlar da
farklı derecelerde güzel ahlâka ulaşabilirler.
Güzel ahlâk tamâmen fıtrî değildir. Onda kesbin
rolü, eğitimin büyük etkisi vardır. Onu sırf İlâhî mevhibe ve fıtrî bir oluşum
görenler, küfür ve dâlâlet içindeki insanlara peygamber gönderilmesini izahta
ve bir zamanlar ma’sum kız çocuğunu diri diri kuma gömecek kadar insânî
hislerini ve değerlerini kaybetmiş insanların, bir peygamber terbiyesinden
geçtikten sonra, meleklerin imreneceği edeb ve ahlâka ulaşmalarını anlamakta
zorlanırlar.
Sûfiler, sohbetle; kâmil bir insanın nazarları
altında bulunarak, onun usûl ve tavsiyelerine göre kalbi arındırmayı, nefsi
taatlara ısındırmayı ve ıslah olmayı kasdederken; müfessirler, böyle bir
intisabtan ve özel terbiyeye girmekten bahsetmeden, sâlih insanların
meclislerinde bulunmayı, onlann güzel tavsiyelerinden istifâde ederek;
istikâmet bulmayı anlamışlardır. Ancak, tesbit edebildiğimiz kadanyla; işârî
tefsirlerin tamamı ve dirâyet tefsirleri içinde Fahruddin Râzî açıkça
belirterek, ÂIûsî ise; sûfilerden nakil ve işâretle; terbiye, tezkiye ve
terakki için, irşad makâmında bulunan bir şeyh eli tutmanın luzûmundan
bahsetmişlerdir.
İnsan fıtratında, taklid ve huy kapma özelliği
mevcuttur. Kendisiyle beraber olunan kimselerin sıfatlan muhâtabına
geçmektedir. Âyette belirtildiği gibi; zâlimlere meylin sonu azaptır. Çünkü;
meyilde sevgi, sevgide nzâ, nzâda tercih ve karar gizlidir. Karar azim, azim
amel demektir. İnsanın sevgi ve irâdesiyle katıldığı meclis ve muhit, bundan
dolayı önem kazanmaktadır.
“Sohbet”, İslâmın temel esaslanndan birisi sayılabilir. Onda
ilim, edeb, kardeşlik, hürmet, sevgi, yardımlaşma, birbirini hayra sevk,
kusurlan giderme, hazır tecrübelerden istifade, nefis ve şeytana karşı
birbirini destekleme, manevî tad ve neşe, rahmet, sekinet gibi İlâhî, dînî ve
dünyevî faydalar mevcuttur.
Allah için birbirini sevmenin esası ve istifâdenin
şartı; bu dostluğun sırf İlâhî nzâ için kurulması, aynı samimiyetle edebine
uygun devam ettirilmesi ve bunun, ölene kadar korunmasıdır. Bütün İlâhî vaadler
ve müjdeler bu şarta bağlanmıştır.
Müfessirler, sûfilerin seyr u sülükle ulaşıldığını
söyledikleri bütün şeylerin, “Haberiniz olsun ki, Allah’ın velîleri
(dostları) için hiçbir korku yoktur. Onlar mahzûn da olacak değillerdir. Onlar,
iman edip (gerçek) takvâya ulaşmış kimselerdir. Dünya hayatında da âhiret
hayatında da onlar için nice müjde (ve kerâmet)ler vardır. Allah’ın söz (ve
hüküm) lerinde aslâ bir değişme yoktur. İşte bu (hâle ve va’de ulaşmak) en
büyük kurtuluştur.”(Yunus 10/62-64) âyetinde dercedildiğini, bunun
ötesinde bir şey beklemenin abes olduğunu belirtmişlerdir.
Mücâhedenin, seyr u sülûkun hedefi,
mârifetullahtır. Tevhid, bütün peygamberlerin dâvetinin esâsıdır. Hadiste
belirtildiği gibi; iman yönünden ulaşılacak en üst seviye, “lâ ilâhe
illallah” tevhididir. Bu tevhid anlayışı İslam’da ilk istenen ve son
beklenen olmakla birlikte, sûfiler, manevî seyirleri esnâsmda ulaştıkları
müşâhedelerine uygun olarak “vahdet-i kusûd”, “vahdet-i şühûd” ve “vahdet-i
vucûd” gibi, tevhid anlayışlarından bahsetmişlerdir. Özellikle “vahdet-i vücûd”
anlayışı üzerinde epeyce tartışma olmuş, konu daha çok lafzî münâkaşaya
hasredilmiştir. Bizce, ehl-i sünnet dâiresinde gördüğümüz bütün mü’minlerin ifâde
etmeye çalıştığı tevhid anlayışları, sonuçta aynı noktaya çıkmakta, herkes
meseleyi, ulaştığı idrak ve hâle münâsib bir dille anlatmakta, münâkaşa lafzî
alanda kalmaktatır.
Sûfilerin müşâhede ve ilimleri, sırf aklî
istidlâl, zihnî temrin, maddî tecrübeye bağlı olmayıp, İlâhî tevfik yanında,
yakînî iman, ihlas ve takvâ ile hâsıl olan rûhî terakki, kalbî tezkiye ve nefsî
terbiyenin bir sonucudur.
Keşf, kerâmet ve benzerî şeyler haktır fakat asıl
hedef değildir. Allah Teâlâ’nın rızâsı ve likâsını unutup bunların peşine
düşmek, Ebu’l-Hasan eş- Şâzelî’nin (654/1256) ifâdesiyle; sultanın
huzûrundaki iltifat ve hizmete kanaat etmeyip, hayvanlarının bakıcılığına
özenmek gibi bir şeydir.
Her şeyi madde esasına göre değerlendiren
“Materyalizm” ile bütün olayları, değişmez bir sebep-sonuç zinciri içinde
tabiat kanunlarına bağlayan “Determinizm” anlayışları, îslâm akidesine terstir
ve her iki zihniyet de, mu’cize, vahiy, ilhâm ve kerâmet hâdiseleri ile iptal
edilmiştir.
Sülükte son merhale, insan-ı kâmil noktasıdır. O,
hedef insandır ve cemiyet için en büyük sermayedir. Madde, makam ve mansıb
hırsının herkesi köleleştirdiği günümüzde, böyle gerçek hürriyyetine kavuşmuş
Rabbânî insanlara ne kadar ihtiyaç vardır!
SON
KİTÂBİYÂT
Abdûlbâki, Muhammed Fuâd,
“el-Mu’cemu’l -Müfehres li Elfâzi’l-Kur’ân”, İst,
1984
Abdülğani Abdulhâlik,
“Hucciyyetü’s-Sünne”, Dâru’l-Vefâ, 1993.
Abdulkâdir Ahmed Ata,
“et-Tasavvuf fî Asri’n-Nablûsî”, Beyrut, 1987.
Abdulkâdir îsâ,
“Hâkâik ani’t-Tasavvuf”, Haleb, 1993
Abdurrahman Tâhî,
“İşaretler”, İst, 1994,
Abdurrezzak, Ebu Bekr b. Hemmâm es Sanânî,
“el-Musannef”, (1-XI), el-Meclisu’l İlmî yayınlan.
Aclûnî, îsmâil
b. muhammed,
“Keşfu’l-Hafa”, (I-II), Beyrut, 1985.
Afifi, Ebu’l-A’lâ,
“et-Tasavvuf’, Beyrut, trs.
Ahmed Ata,
Abdulkâdir,
“et-Tasavvufu’l-îslâmî” Beyrut, 1987.
Ahmed b.
Hanbel,
“Müsned”, (I-X), Beyrut, 1991.
“Kitâbu’z-Zühd” Beyrut, 1988.
Ahmed Emin,
“ZuhruT-İslâm” (I-IV), Beyrut, 1969.
Ali Nâsıf, Mansûr,
“et-Tâc el-Câmi’ li’l Usûl” (I-V), İst, 1985.
Temel Neşr.
Âlûsî, Şihâbüddin
Mahmud,
“Rûhu’l-Meânî”, (I-XV), Beyrut, 1987.
Ankaravî, îsmâil,
“Minhâcu’l-Fukarâ”,
“Nakşu’l-Fusûs Şerhi” (Haz: İlhan Kutluer), İst,
1995.
Arvâsî, Abdulhakîm,
“Râbıta-i Şerife”, (Sadeleştiren: Necib Fâzıl),
İst. 1994.
Attar, Feridüddin,
“Tezkiretü’l- Evliyâ”, (Haz: Süleyman Uludağ),
İst, 1991.
Ateş, Süleyman,
“İslam Tasavvuffu”, İst, 1992.
“îşârî Tefsir Okulu” Ankara, 1994.
“Sülemî’nin Risâleleri”, Ankara, 1981.
“Sülemî ve Tasavvufî Tefsiri”, İst, 1969.
“Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri”, (I-XI), İst, Yeni
Ufuklar Neşriyat
Aynî, Muhammed
b. Ahmed,
“Umdetu’l- Kâri’”, (I-XX), Mısır, 1982.
Aynî, Mehmed
Ali,
“Tasavvuf Târihi”, İst, 1992.
Azimâbâdî, Muhammed Şemsu’l- Hakk,
“Avnu’l- Mâbûd”, (I-XIV), Beyrut, trs.
Beğavî, Ebû
Muhammed el-Huseyn b. Mesud,
“el-Envâr fî Şemâili’n-Nebiyyi’l-Muhtâr” (I-II),
Beyrut, 1989.1. Baskı
“Meâlimü’t-Tenzîl” (I-VHI), Riyâd, 1993 H. Baskı
“Şerhu”s-Sünne” (I-XVI), Beyrut, 1983. H. Baskı.
Beydâvî, Abdullah
b. Ömer b. Muhammed
“Envâru’t-Tenzîl ve Esrâru’t-Te’vîl” (I-H),
Beyrut, 1988.1. Baskı.
Beyhakî, Ahmed
b. Hüseyin,
“Kitâbu’z-Zühdü’l-Kebîr”, Beyrut, 1987.
“es-Sünenü’l- Kübrâ”, (I-X), Beyrut, 1994.
“Şuabu’l-îmân”, (I-IX), Beyrut, 1990.
Bilmen, Ömer
Nasûhî,
“Büyük Tefsir Târihi” (I-II), İst. 1973.
Bîrûnî, Muhamed
b. Ahmed,
“Tahkiku mâ Li’l-Hind”, Beyrut, 1958.
Buhâri, Muhammed
b. İsmail,
“el-Edebü’l-Müfred”, Beyrut, 1990.1. Baskı.
“Sahihu’l- Buhârî”, (I-VIB), Beyrut, 1991.
Bursevî, İsmail Hakkı,
Rûhu’l-Beyân, (I-X), Beyrut, 1995
“Temâmu’l-Feyz fî Bâbi’r-Ricâl” (Ramazan Muslu’nun
tahkikiyle, I. Kısım.), İst, 1994. (Basılmamış tez).
Câmî, Abdurrahman,
“Nefahâtu’l-Üns” (Haz: Süleyman Uludağ-Mustafa
Kara), îst 1995.
“Nakdun’n-Nusûs fî Şerhi Nakşi’l-Fusûs”, Tahrân,
1380 hic..
el-Cezâirî, Ebû Bekir Câbir,
“Akîdetü’l-Mü’min”, Mısır, 1977.
Cevheri, îsmâil
b. Hamad,
“es-Sıhah” (I-VI), Beyrut, 1983. III. Baskı.
Cîlî, Abdulkerîm,
“İnsan-ı Kâmil”, (Mtrc: Abdulkâdir Akçiçek), İst,
1980.
Cürcânî, eş-Şerif
Ali.b. Muhammed,
“et-Ta’rîfât”
Çamdibi, Haşan Mahmûd,
“Şahsiyet Terbiyesi ve Gazzâlî” İst. 1983.
Çetin, Abdurrahmân,
“Kur’an İlimleri ve Kur’an-ı Kerim Târihi”, İst,
1982.
Çetiner, Bedreddin,
“Ebu’l-Berekât en-Nesefî ve Medârik Tefsiri”, İst,
1995.
Çiçek, Yakub,
“Harirîzâde Hayatı-Eserleri ve “Tibyânu
vesâili’l-Hakâyık fî Beyânı Selâsili’t-Tarâik” İst, 1983. (Basılmamış doktora
tezi).
Dağıstânî, Ömer Zıyâuddin,
“Tasavvuf ve Tarikatlarla İlgili Fetvâlar” (Tere:
1. Gündüz-Y.
Çiçek.), İst, 1986.
Dârimî, Abdullah
b. Abdurrahmân,
“Sünenü’d- Dârimî” (I-ü), Beyrut, 1987.
Düzen İbrâhîm,
“Aziz Nesefî’ye Göre Allah, Kâinât ve inşân”,
Ankara, 1991.
Deylemî, Şehredar
b Şûriye,
“FirdevsüT-Ahbâr”, (I-V), Beyrut, 1987.
Doğrul, Ömer
Rızâ,
“Islâmiyetin Geliştirdiği Tasavvuf’, Ahmed Hâlis
Kitabevi, 1948.
Ebû Dâvûd, Süleyman b. el-Eş‘as es-Sicistânî,
“Kitâbu’z-Zühd” Kâhire, 1992.
“Sünenü Ebî Dâvûd”, (I-ü), Beyrut, 1988.
Ebû Nuayrn, Ahmed b. Abdullah,
“Delâilü’n- Nübüvve”, (I-ü), Beyrut, 1991.
“Hilyetü’l-Evliyâ”, (I-X), Beyrut, 1987.
Ebu’s-Suûd, Muhammed,
“İrşâdu Akli’s-Selîm ”,(I-IX), Beyrut, trs.
Ebû Ya’lâ, Ahmed b. Ali,
“Müsned”,(I-XVI), Beyrut, 1989.
Ebû Zehrâ, Muhammed,
“Hâtemun’n-Nebiyyîn” (I-II), Beyrut, 1979.
Elbânî, Muhammed Nâsıruddîn,
“Silsiletu’l-Ehâdîsi’s-Sahîha”, Beyrut, 1985. IV.
Baskı.
“Silsiletu’l-Ehâdîsî’d-Daîfe”, Riyad, 1992.
Elmahlı, M. Hamdi yazır,
“Hak Dini Kur’an Dili”, (I-IX)- İst, 1979.
Sâdeleştirme, Azim Dağıtım, îst, 1992.
Endelûsî, Ebû Muhammed Abdullah,
“Behçetü’n- Nüfûs” Muhtasar Buhârî şerhi, (I-IV),
Beyrut, trs.
Endelûsî, Ebû Hayyân.
“el-Bahru’l-Muhît”, Beyrut, 1990. II. Baskı.
EI-Ensârî, Abdulhak,
“Şeriat ve Tasavvuf’ (Sufism and Shariah
tercümesi. Mtrc:Yusuf
Yazar) Ankara, 1991.
Eraydm, Selçuk,
“Tasavvuf ve Tarikatlar”, îst, 1994.
Erbilî, Muhamed
Emin el-Kurdî,
“Tenvîru’l-Kulûb”, Dimeşk, 1991.
Ertuğrul, İsmail Fenni,
“Vahdet-i Vücud ve îbnu Arabî”, îst, 1991.
Eşârî, Ebu’l-Hasen
Ali îsmâîl,
“Kitâbu Makâlâti’l-Îslâmiyyîn
Vehtüâfu’l-Musallîn”, Wıesbaden, 1980.
Eşref-i Rûmî,
“Müzekkin Nüfûs”, îst, 1977.
Fazlur Rahmah
“îslâm” (Mtrc: Mehmed Dağ-Mehmed Aydın), îst 1981.
Fîruzâbâdî, Muhammed b. Yakub,
“Kâmûsu’l-Muhît” (I-IV), Beyrut, 1991.1. Baskı.
Gazzâlî, Muhammed
b. Muhammed,
“îhyâu Ulûmi’d-Dîn”, (I-VI), Beyrut, 1992.
“Mişkâtu’l-Envâr” (Trc:5ülejln Ateş), îst, 1994.
“el-Munkızu mine’d-Dalâl” Kâhire, trs.Abdulhalîm
Mahmûd takdim ve tahkikiyle.
“Radatu’t-Tâlibîn ve Umdetu’s-Sâlikîn”, Beyrut,
trs.
Gazzâlî, Ahmed,
“Sırru’l-Esrâr fî Keşfi ’l-Envâr”, Kâhire, 1988.
Geylânî, Abdulkâdir,
“el-Fethu’r-Rabbânî ve’l-Feyzu’r-Rahmânî”, Beyrut,
1980.
el-Ğurâb, Mahmud,
“Şerhu Fusûsi’l-Hikem”, Matbaam Zeyd b. Sâbit,
1985.
Güngör, Erol,
“İslam Tasavvufunun Meseleleri”, İst. 1993.
Hâkim, Muhammed
b. Abdullah,
“el-Müstedrek”, (I-IV), Beyrut, 1992.
Hakîm et-Tirmîzî,
Muhammed,
“Beyânu’l-Fark Beyne’s-Sadr ve’l-Kalb ve’l-Fuâd
e’l-Lübb”
Kâhire, 1957.
“Kitâbu Hatmi’l-Evliyâ”, Beyrut, 1965 (Osman îsmâil
Yahya’nın tahkikiyle).
“Kİtâbu Sîreti’l-Evliyâ”, Beyrut, 1992.
“Nevâdiru’l Usûl”, (I-II), Beyrut, 1992.
el-Hallâl, el-Hasen,
“Kerâmâm’l-Evliyâ”, Dimeşk, 1992.
Hânî, Muhammed
Abdullah,
“el-Behçetü’s-Seniyye” (Terc:Âdâb), îst. 1990.
Hatib, Ebû
Bekir Ahmed b. Ali,
“Târîhu Bağdâd”, (I-XIX), Beyrut, trs.
Hâzin, Alâuddin
el-Bağdâdî,
“Lübâbu’t-Te’vîl FÎ Meâni’t-Tenzîl” Mecmûatun
Mine’t-Tefâsir
içinde. (I-VI), Beyrut, trs.
Herevî, Abdullah b. Muhammed el-Ensârî,
“Menâzilu’s-Sâirîn”, Kâhire, 1966.
Heysemî, Nûriddîn
Ali b. Ebî Bekr,
“Mecmau’z-Zevâid”, (I-X), Beyrut, 1982.
Heytemî, Ahmed
Şihâbuddin b. Hacer,
“el-Fetâva’l-Hadisiyye”, Mısır, 1989. II. Baskı.
el-Hıfnî, Abdulmun’im,
“Mu’cemü Mustalahâtı’s-Sûfiyye”, Beyrut, 1987.
Hicâzî, Muhammed Mahmûd,
“et-Tefsîru’l-Vâdıh” (I-III), Mısır, 1992. X.
Baskı.
Hilmi Mustafa,
“et-Tasavvuf”, el-İskenderiyye, 1982.
Hucvirî, Ali
b. Osman Cüllâbî,
“Keşfu’l- Mahcûb”, Kâhire, 1974.
“Keşfu’l- Mahcûb tercümesi”, (Haz: S. Uludağ),
îst, 1992.
Humeydî, Abdullah
b. Zübeyr,
“el-Müsned”, (I-ü), Beyrut, 1998.
İbnu Abdisselâm, tzzuddin,
“Kavâidu’l-Ahkâm fî Mesâlihi’l-Enâm”, (I-II),
Beyrut, 1990.
İbnu AbdüIberr,Ebû Ömer Yusuf,
“Câmiu Beyâni’l-İlm”, Beyrut, trs.
İbnu Âbidîn, Muhammed Emîn,
“Mecmûatu Resâilu îbni Âbidîn” (I-II),
Âlemü’l-Kütüb.
İbnu Acîbe, Ahmed b. Muhammed,
“İkâzu’l-Himem fî Şerhi’l-Hikem”, Beyrut, trs.
“İkâzu’l-Himem fî Şerhi’l-Hikem” Kâhire, 1985.
İbnu Adiyy, Ebû Ahmed Abdullah,
“el-Kâmil fî Duafâi’r-Ricâl” (I-VHI), Beyrut,
1988. HL Baskı.
İbnu Arabî, Ebû Bekr Abdullah,
“Ahkâmu’l- Kur’an”, (I-IV) Beyrut, 1967.
İbnu Arabi, Muhyiddin,
“El-Futûhâtu’l-Mekkiyye” (I-IV), Beyrut, trs.
“Fusûsu’l-Hikem” (Ebu’l-A’lâ Afifî’nin ta’lik ve
tahkikiyle), Beyrut, 1980.
“Muhâdaratu’l-Ebrâr ve Müsâmeret’ul-Ahyâr”, (I-H),
Beyrut, Dâru Sâdır, trs.
“Tedbîrât-ı îlâhiyye Tecüme ve Şerhi” (Şârih:
Ahmed Avni Konuk. Haz: Mustafa Tahralı), İst, 1992.
“Tefsîru’l-Kur’âni’l-Kerîm”, (I-H), Beyrut, 1981.
II. Baskı.
İbnu Arrâk, Ali b. Muhammed,
“Tezîhu’ş-Şerîati’l-Merfûa”, (I-ü), Beyrut, 1981
ILBaskı.
İbnu Ebi’d-Dünyâ, Ebû Bekr Abdullah b. Muhammed,
“Kitâbu’l-Evliyâ”, Kâhire, trs.
‘fKitâbu Zemmi’d-Dünyâ”, (M. Abdulkâdir
Ahmed Atâ’nın tahkikiyle), Beyrut, 1993.1. Baskı.
İbnu’l-Cevzî, Ebu’l- Ferec Abdurrahmân,
“Sıfatu’s-Safve”, (I-IV), Beyrut, 1986.
“Teblisu İblis” Beyrut, 1992 H. Baskı
“Zâdü’l-Mesîr fî İlmi’t-Tefsîr”, (I-IX), Beyrut,
1987.
İbnu’l- Esîr, Ebu’s-Saâdet el-Mubârek,
“en- Nihâye fi öarîbi’l-Hadîs”, (I-V), Beyrut,
trs.
İbnu Hacer, Ahmed b. Ali el-Askalânî,
“Fethu’l-Bârî” (I-XV), Beyrut, 1993.
“el-Metâlibu’l-Âliyye”, (I-IV),
Mekketü’l-Mükerreme, trs.
îbnu Haldun,
“Mukaddime”, (I-III), Kâhire, trs.
“Tasavufun Mâhiyeti” (Şifâu’s-Sâil tercümesi. Haz:
S. Uludağ), îst, 1984.
Îbnu’l-Imâd, Abdulhayy b. Ahmed,
“Şezerâtu’z-Zeheb fî Ahbâri men Zeheb” (I-X),
Beyrut, 1986.1.
Baskı
îbnu Kayyım,Muhammed b. Ebû Bekr,
“Zâdü’l- Meâd”, (I-VI), Beyrut, 1994.
“el-Vâbilü’s-Sayyib”, Beyrut, 1982.
‘,‘Medâricü’s-Sâlikîn”. (I-III), Beyrut, 1988.
îbnu Kesîr, Ebü’l-Fidâ Îsmâîl
“el-Bidâye ve’n-Nihâye”, (I-XIV), Beyrut, trs.
“Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri” (Mtrc: Bekir
Karlığa-Bedrettin Çetiner) (I-XVI), îst, 1993.
“Tefsîru Kur’âni’l-Azîm”, (I-VIII), Kâhire, trs.
îbnu Kuteybe, Abdullah b. Müslim,
“Te’vîlu MuhtelifiT-Hadîs”, Beyrut, 1989.1. Baskı.
îbnu Mâce,Muhammed b. Yezîd,
“Sünenü îbni Mâce”, (I-II), Beyrut, trs.
îbnu Manzûr, Muhammed b. Mukrim,
“Lisânu’l-Arab”, (I-XIV), Beyrut, trs.
“Muhtasara Târih-i Dimeşk” (I-XXIX), Beyrut,
1984.1. Baskı.
îbnu Mubârek, Abdullah,
“Kitâbu’z-Zühd” Beyrut, trs
îbnu Mulakkın, Ömer b. Ali,
“Tabakâtu’l-Evliyâ” Beyrut, 1986. II. baskı.
îbnu Receb, Abdurrahmân b. Şihâbuddin,
“CâmiuT-Ulûm ve’l-Hikem”.(I-II) Beyrut, 1993.1.
Baskı.
îbnu Sa’d,
“Tabakâtu’l- Kübrâ”, (I-VIII), Beyrut, trs.
îbnu Teymiye, Ahmed,
“MecmûuT-Fetâvâ” (I-XXXVI), Riyâd, 1991.
“el-Mu’cizetü ve Kerâmâti’l-Evliyâ”, Beyrut, 1985.
Îbrâhîm Hilmi
el-Kâdirî,
“Medâricü’l-Hakika fi’r-Râbıta”, îskenderiyye,
1962.
îhsan İlâhî Zahir,
“et-Tasavvuf. el-Menşeu ve’l-Masâdır” Pâkistan,
1986.
İmam Rabbânî, Ahmed Serhendî,
“Mektûbât”, (I-ü), İst, trs.
“Mektûbât Tercümesi” (Mütrc: Abdulkâdir Akçiçek),
İst, 1977.
İslâm Ansiklopedisi, Türkiye Diyânet Vakfı Yay.
İz, Mâhir,
“Tasavvuf’, İst, 1990.
İzmirli, İsmail Hakkı,
“Yeni İlm-i Kelam” Ankara, 1981.
Kâd-ı lyâz, Ebu’l-Fadl,
“eş-Şifâ”, (I-II), Beyrut, 1988.
el-Kâfiyecî, Muhammed b. Süleymân,
“Menâzilü’l-Ervâh”, Kâhire, 1991.1. Baskı.
Kam, Ferid,
“İbnu Arabi’de Varlık Düşüncesi”, İst, 1992. İnsan
yay.
Kandehlevî, Muhammed Yusuf,
“Hayâtu’s-Sahâbe”, (I-III), Beyruft, trs.
Kara, Mustafa,
“Tasavuf ve Tarikatlar Târihi”, İst. 1990. Dergah
yay.
Karaman, Hayreddin,
“İmam Rabbânî ve İslam Tasavvufu”, İst, 1992,
Nesil yay.
el-Kardâvî, Yusuf,
“Hz. Peygamber ve İlim”, (er-Rasûl ve’l-İlm
tercümesi. Mtrc: Dilâver Selvi), İst. 1991 .Şûle yay.
Kastallânî, Şihâbüddin Ahmed b. Muhammed,
“İrşâdu’s-Sârî” (I-X), Beyrut, (Bulak, hicri 1304
baskısından)
Kâşânî, Abdürrezzâk,
“Istılâhâtu’s-Sûfiyye”, Kâhire, 1992.
“Şerhu Menâzili’s-Sâirîn”, Kum, Hicrî 1413
el-Kayserî, Davud,
“Risâle fî İlmi’t-Tasavvuf ’ (Mehmed Bayraktar’ın
tahkikiyle), İ.F.D, Cilt: XXX, Ankara, 1988.
el-Kedîrî, Dehlân,
“Sirâcu’t-Tâlibîn Şerhu Alâ Minhâci’l-Âbidîn,
(I-ü), Dâru’l-Fikr, trs.
Keklik, Nihat,
“Muhyiddin b. Arabî”, Kültür Bakanlığı, Ankara,
1990.
Kettânî, Muhammed
Abdulhayy
“et-Terâtibü’l-İdâriyye” (I-TH) Mtrc: Ahmed Özel,
İst, 1993.
Konevî, îsmâil,
“Hâşiyetu’l-Konevî Alâ Tefsîri’l-Beydâvî” (I-VII),
Derseâdet, Ofset baskı, trs.
Konuk, Ahmed
Avni,
“Fusûsu’l-Hikem Tercüme ve Şerhi” (I-IV), îst,
1987.
Koksal, Âsim,
“îsîam Târihi”, (I-XVIII), îst, 1997.
Köprülü, Fuad,
“Türk Edebiyatında îlk Mutasavvıflar”, Ankara,
1984. V. Baskı.
Kurtûbî, Muhammed
b. Ahmed,
“el-Câmi’ li Ahkâmi’l- Kurân”, (I-XX), Beyrut,
1985.
“et-Tezkire fî Ahvâli’l-Mevtâ ve Umûri’l-Âhire”
Beyrut, trs.
Kuşeyrî, Abdülkerim,
“er-Risâle”, (I-II), Kâhire, trs.
“Letâifü’l-îşârât”, (I-IH), el-Hey’etü’l-Mısnyye,
1981.
Kutub Seyyid,
“Fî Zilâli’l-Kur’ân” (I-VI), Beyrut, 1990. XVI.
Baskı.
Kübrâ, Necmüddin,
“Tasavvufî Hayat” (Usûlü Aşere, Risâli Île’l-Hâim,
Fevâihu’l- Cemâl tercümesi. Haz: Mustafa Kara), îst. 1980.
Mahmûd el-öurâb,
“Rahmetün Minerrahmân”, (I-IV), Dimeşk, 1989.
el-Makdisî, Îbnu’l-Kaysarânî,
“Safvetu’t-Tasavvuf”, Beyrut, 1995.1. Baskı.
el-Mâturidî, Ebû Mansûr Muhammed b. Muhammed
“Kitâbu’t-Tevhîd”, îst. 1979. îslâmî Kitabevi.
Mâverdî, Ali
b. Muhamed,
“en-Nüketü ve’l-Uyûn”, (I-VI), Beyrut, 1992.
el-Mekkî, Ebû Tâlib,
“Îlmu’l-Kulûb”, (Abdulkâdir Ahmed Atâ tahkikiyle),
Kâhire, trs.
“Kûtu’l-Kulûb”, (I-II), Dâru Sâdır, trs.
el-Merâğî, Ahmed Mustafa,
“Tefsîru’l-Merâğî”, (I-X), Dâru’l-Fikr, trs.
Mevlânâ, Celâlüddîn,
“Mesnevî ve şerhi”, (Haz: Abdülbâki Gölpmarlı),
îst, 1985.
“Şerh-i Mesnevî” (Şârih: Tâhiru’l-Mevlevî), îst,
1971.
Mevlânâ Halid,
“Mecd-i Tâlid” (Haz: Yakub Çiçek), İst. 1987.
Mubârekpûrî, Ebu’l-Ulâ Muhammed Abdurrahman, “Tuhfetu’l-Ahvezî
bi Şerhi Câmii’t-Tirmizî” ((I-X), Beyrut, 1990.
I. Baskı
Muhammed Alevî,
“Mefâhîm Yecibü en Tusahhah”, Mekke, 1987.
Muhammed Habibullah,
“Zâdu’l-Müslim” (I-V), Beyrut, trs.
Muhammed Pârsâ, Muhammed b. Muhammed el-Buhârî, “Tevhide Giriş”
(Faslu’l-Hitâb tercümesi. Mtrc: Ali Hüsrevoğlu), îst, 1988.
Muhâsibî, el-Hâris b. Esed,
“er-Riâye li Hukûkillah”, (Abdulkâdir Ahmet Ata
tahkikiyle), Beyrut, trs.
“Risâletü’l-Müsterşidîn”, (Abdulfettah Ebû Ğudde
tahkikiyle), Haleb, 1995.
Münâvî, Muhammed
Abdurraûf, “Feyzü’l- Kadîr”, (I-VI), Beyrut, 1972. “el-Kevâkibü’d-Dürriyye
fîTerâcimi’s-Sâdâti’s-Sûfiyye”, (I-IV), el-Mektebetü’l-Ezheriyye, trs.
Münzirî,. Abdülazîm,
“et-Terğîb ve’t- Terhîb”, (I-IV), Beyrut, 1986.
Müslim, b.
el, Haccâc,
“Sahîhu Müslim”, (I-V), Beyrut, 1983.
el-Mevsûatü’l-Fıkhiyye, (I-XXIX), Kuveyt Evkâf
Bakanlğı, 1983.
Necib el-Akîkî, “el-Müsteşrikûn” (I-III), Kâhire, 1980.
Nedvî, Abdülbârî,
“et-Tasavvufu veT-Hayât”, Dimeş, 1963. “Tasavvuf ve Tarikatın Yenilenmesi”,
(Tere: Yusuf Ertuğrul), Konya, 1992.
Nedvî, EbuT-
Hasen Ali,
“Gerçek Tasavvuf’, (Tere: İsmet Ersöz.), Konya,
1992.
“İslam Önderleri Târihi”, (Tere: Yusuf Karaca),
İst, 1992.
Nehcivânî, Nimetullah b. Mahmûd, “el-Fevâtihu’l-îlâhiyye
ve’l-Mefâtîhu’l-öaybiyye” (I-II), el- Matbaatu’l-Osmânî, 1325 hicri.
Nesâî, Ahmed
b. Şuayb, “es-Sünenü’l-Kübrâ” (I-VI), Beyrut, 1991.1. Baskı. “Sünenü’n-Nesâî”
Beyrut, 1992.
Nesefî, Abdullah
b. Ahmed,
“Tefsîru’n-Nesefî”(I-III), Beyrut, 1989,1. Baskı.
Nesefî, Azidüddin,
“Tasavvufta însan Meselesi, (Trc: Mehmed Kanar),
İst, 1990.
Dergah yay.
Nevevî, Muhyiddin
Ebû Zekeriyya,
“Sahih-i Müslim Şerhi”, (I-XVIII), Beyrut, trs.
Nicholson,
“Fi’t-Tasavvufi’l-İslâmî”, (Ebû A’lâ Afîfî’nin
tahkikiyle), Kâhire, 1956.
Nisâbûrî, Nizâmüddin el-Hasen b, Muhammed,
“öarâibû’l-Kurân ve Reğâibu’l-Furkân” (I-XXX),
Mısır, 1962.
Pakalm, Mehmed
Zeki
“Osmanlı Târih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü”,
(I-III), İst 1993.
Öztürk, Yaşar
Nûri,
“Kur’an-ı Kerim ve Sünnete Göre Tasavvuf’, İst,
1985.
“Kuşadah İbrahim Halveti”, İst. 1982.
Râzî, Fahruddîn,
“Tefsir-i Kebîr”, (I- XXXII), Beyrut, 1990.
Reşid Rızâ,
“TesiruT-Menâr”, (I-XII), Dâru’l-Fikr, II. Baskı,
trs.
Roger Garaudy,
“İslâm ve İnsanlığın Geleceği”, İst, 1990.
Sâhib Esad,
“Mektûbât-ı Mevlânâ Halid” (el-Bağiyyetü’l-Vâcid
tercümesi. Haz: Dilâver Selvi-Kemal Yıldız), İst. 1993.
Said Havva,
“el-Esâs fi’t-Tefsîr” (I-XI), Dâru’s-Selâme, 1989.
II. Baskı
“Terbiyyetüne’r-Rûhiyye”, Beyrut, 1979.
(Rûh Terbiyemiz. Tere: İbrâhim Sarmış-M Said
Şimşek), İst, 1986.
Said Nursî,
“Mektûbât”, İst, 1979.
“Muhâkemât” İst. 1990. Sözler Yay
“Lem’alar” İst trs. Tenvir Neşriyat.
Seâlibî, Abdurrahmân,
“el-Cevâhiru’l-Hisân fîTefsirî’l-Kur’an” (I-HI),
Beyrut, 1996.1.
Baskı.
Sehâvî,
“el-Mekâsidu’l-Hasene”
Selvi, Dilâver,
“tslamda Velâyet ve Kerâmet”, îst, 1990.
“Kur’an ve Sünnet Işığında Râbıta ve Tevessül”
(Heyet) îst. 1994.
“Mürşid-i Kâmil întisab ve Cemaat”, îst, 1995.
Semarkandî, EbuT-Leys Nabr b. Muhammed,
“Bahru’l-Ulûm”, (I-III), Beyrut, 1993.1. Baskı.
Sıddık Haşan Hân,
“Fethu’l-Beyân fi Mekâsıdı’l-Kur’ân” (I-X),
Kâhire, 1965.
Sunar, Cavit,
“Tasavvuf Felsefesi veyaGerçek Tasavvuf’, Ankara,
1974.
Süyûtî, Abdurrahmân
Celâlüddin,
“el-Câmiu’s-Sağîr”, (I-II), Beyrut, 1981.
“ed-Dürrü’l- Mensûr”, (I-VIII), Beyrut, 1993.
“el-Hasâisü-1- Kübrâ”, (I-II), Beyrut, trs.
“el-Hâvî li’l-Fetâvâ”, (I-ü), Beyrut, trs.
“el-Eeâii’l-Mesnûa fi’l-Ehâdîsi’l-Mevdûa” (I-II),
Beyrut, trs.
Sübkî, Abdulvehhab
b. Ali el-Kâfî,
“Tabakâtu’ş-Şâfiyye”, (I-X+Fihrist), Hicr, 1992.
II. Baskı.
Süheylî, Abdurrahmân,
“er-Ravdu’l-Ünüf’, (I-VII) (Abdurrahmân el-VekiTin
tahkikiyle), Kâhire, 1967.
Sühreverdî, Ömer b. Muhammed,
“Avârifü’l-Meârif’, Beyrut, 1983.
“Gerçek Tasavvuf '.(Avârif tercümesi. Mtrc:
Dilâver Selvi), îst, 1995
Sülemî, Ebû
Abdurrahmân,
“Tabakâtu’s-Sûfiyye”, Haleb, 1986.
Şa’rânî, Abdülvehhâb
b. Ahmed,
“el-Envâru’l- Kudsiyye”, Beyrut, 1988.
“Levâkıhu’l-EnvâriT-Kudsiyye”, Haleb, 1993.
“Tabakâtu’l-Kübrâ”, (I-II), Beyrut, trs.
“Tenbîhu’l-Muğterrîn”, Mısır, trs.
“el-Yavâkıt ve’l-Cevâhir”, (I-II), DâruT-Fikr,
trs.
Şâtıbî, İbrahim
b. Mûsâ,
“el-İ’tisâm” (I-II), Beyrut, 1986.
Şehristânî, Muhammed b. Abdulkerim,
“el-Milel ve’n-Nihal” (I-III), Beyrut, 1992II.
Baskı.
eş-Şerkâvî, Haşan,
“Mu’cemu Elfâzı’s-Sûfiyye”, Kâhire, 1992. II.
Baskı.
Şevkânî, Muhammed
b. Ali,
“el-Fevâidü’l-Merfûa” (Abdurrahman b. Yahya
el-Yemânî’nin tahkikiyle), Beyrut, trs.
“Katru’l-Veli”, Dr. îbrâhim İbrâhim Hilal’in
takdim ve tahkikiyle, Külliyyetü’l-Benât, Câmiatü Ayni Şems.
Şınkîtî, Muhammed
el-Emîn,
“Edvâu’l-Beyân”, (I-IX), Beyrut, 1995.
Şihâbu’l-Hafâcî, Ahmed b. Muhammed b. Ömer,
“Inâyetü’l-Kâdî ve Kifâyetü’r-Râdî”
(Hâşiyetü’ş-Şihâb, I-VIH), Beyrut, trs.
Şirbînî, el-Hatib,
“es-Sirâcu’I-Münîr”, (I-IV), Beyrut, trs.
Tabarânî, Süleyman b. Ahmed,
“el-Mu’cemu’l- Kebîr”, (I-XX), Beyrut, trs.
“el-Mu’cemu’l-Vasît”, (I-XI), Riyad, 1995.
“el-Mu’cemu’s-Sağîr”, Beyrut, trs.
Taberî, Muhammed
b. Cerîr,
“Câmiu’l-Beyân an Te’vîli Âyi’l-Kur’ân”, (I-XV),
Beyrut, 1988.
eTabressi, Ebu Ali el-Fadl
“Mecmeu’l-Beyân fi Tefsiri’l-Kur’an”, ‘I-VI),
Beyrut, trs.
Tebrizî, Muhammed
b. Abdullah,
“Mişkâtü’l- Mesâbîh”, (I-III), Beyrut, 1991.
Tânevî, Eşref
Ali,
“Hakîkatu’t-Tarîka Tercümesi (HadislerleTasavvuf),
Haz: H.
Zaferullah Dâvûdî-Ahmed Yıldırım, îst. 1995.
et-Tehânevî, Muhammed A’lâb. Ali,
“Keşşâfu Istılâtı’l-Funûn”, Beyrut, Dâru Sâdır.
et-Tîbî, Şerefüddin
Haşan b. Muhammed,
“Şerhu’t-Tîbî alâ Mişkâti’l-Mesâbîh” (I-XH),
Pakistân, 1413 Hicri.
Tirmizî, Ebû
îsâ Muhamed,
“Sünen”, (I-V), Beyrut, trs.
Uludağ, Süleyman,
“İslam Düşüncesinin Yapısı”, İst. 1985.
“Tasavvuf Terimleri Sözlüğü”, İst, 1991.
Vâhidî, Ebu’l-Hasen
Ali B. Ahmed,
“el-Vasît fî Tefsiri’1-Kur’âni’l-Mecîd” (I-IV),
Beyrut, 1994.1.
Baskı.
Yetik, Erhan,
îsmail-i Ankaravî Hayatı, Eserleri ve Tasavvufî
Görüşleri”, îst, 1992.
Yıldırım Celal,
“İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri”, (I-XIV),
Anadolu Yay.
Yüce, Abdulhakim,
“Râzî’nin Tefsirinde Tasavvuf’, İzmir, 1996.
Zebîdî, Muhammed
b. Muhammed.
“İthâfu’s-Sâdeti’l-Muttakîn”, (I-XIV), Beyrut,
1989.
“Tâcu’l-Arûs min Cevahiri’l-Kâmûs”, Beyrut, 1965.
Zehebî, Muhammed
b. Ahmed,
“Mîzânu’l-Îtidâl fî Nakdi’r-Ricâl” (I-IV), Ali
Muhammed el- Bücâvî’nin tahkikiyle, Dâru’l-Fikr, Beyrut, trs.
“Târihü’l-îslâm”, Beyrut, 1989.
Zehebî, Muhammed
Hüseyin,
“et-Tefsîr ve’l-Müfessirûn” (I-II), 1976
Zemahşerî, Mahmûd b. Ömer,
“Keşşâf an-Hakâiku’t-Tenzîl”, .(I-IV), Beyrut,
trs.
Zeydan, Yusuf,
“el-Fikru’s-Sûfî İnde Abdulkerim el-Cîlî”, Beyrut,
1988.
Zuhaylî, Vehbe,
“es-Tefsîru-Münîr” (I-XXXII), Beyrut, 1991.
Tasavvufun kaynaklan bölümünde bu iki görüş
ele alınacaktır.
3* 3Zühd: Lügat
manası ilgisiz davranmak, rağbet etmemek, azlığından dolayı bir şeyi terketmek
ve ondan yüz çevirmek manalarına gelir. Zebidî, Tacu'l Arus, Zühd mad. VIII,
150-151. Îstilâhî manası ise; âhirete yönelmek için dünyadan el etek çekmek,
elde mevcut olsa bile gönülde mal ve mülk sevgisine ve nefsin dünyevî
isteklerine yer vermemek ve ciddî bir dinî hayat yaşamaktır. Bkz. Serrac,
a.g.e, 72; Kelabâzî, a.g.e, 109; Kuşeyrî, a.g.e, I, 324
Âyetler için bkz: Al-i îmran,
3/185; Nisâ, 4/77; En'am, 6/32; Tevbe, 9/38; Ra'd, 13/26; Ankebût, 29/64;
Muhammed, 47/36; Hadid, 57/20.
35Hadisler için bkz: İbn Sa’d,
Tabakatü'l Kubrâ, I, 400-5. Hadis kitaplarının “Kitâbu'z- Zühd” bölümlerinde ve
konu ile ilgili pek çok âlimin “Kitâbu'z-Zühd” adıyla te’Iif ettikleri
kitaplarda bu tür hadisler mevcuttur. Örnek olarak bkz: Ahmed b. Hanbel,
Kitâbu’z-Zühd, Beyrut, 1988 (Muhammed Said Besyûnî Zağlûl’un tahkikiyle);
Abdullah b. Mübârek, Kitâbu’z-Zühd, Beyrut, trs. (Habiburrahman el-A’zamî’nin
tahkikiyle); Ebû Dâvud es-Sicistânî, Kitâbu’z-Zühd, Kâhire, 1993 (Ebû Temîrn
Yâsir b. tbrâhîm ve Ebû Bilâ Ganîm b. Abbâs’ın tahkikiyle); Beyhakî, Kitâbu’z-
Zühdü’l-Kebîr, Beyrut, 1987. (eş-Şeyh Âmir Ahmed Haydar’ın tahkikiyle).
3ÖBkz: 16. dipnottaki
kaynaklar.
28 Deylemî, Müsned, III, 103,
(No:4047); Suyûtî, el-Câmiu’s-Sağîr, II, (No:5658).
282Ebu Nuaym, Hilye, I, 6; îbnu
Ebi’d-Dünya, Kitabü’l-Evliyâ, 30, (No:4); Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, X, 265-266.
288Tirmizî, Tefsir, 16, (No:3127);
Tebarânî, el-Kebîr, No: 7496; Hatib, Tarih, V, 99;
Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, X,
267; Elbânî, Daîfe, No: 1821.
28 lbnu Abdi’l-Berr, BeyaniT-îlm, 1,106.
2 Taberânî el-Mu’cemu’l-Kebîr, XII, 234;
Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, X, 268; Suyûtî el-Câmiu’s-Sağîr, II, 415, (No;3720);
Münâvî, Feyzül-Kadîr, (No:3720)
Suyûtî, el-Câmiu’s-Sağîr, I, 364 (No:2375);
Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, II, 496 (Taberânî, Ebû Anebe’den el- Mu’cemü’l-Kebîr’de)
2 * 2Taberî, Câmiu’l-Beyân, VII,
131; Îbnu Mübarek, Kitâbu’z-Zühd, (No:217-218); îbnu Mâce, Zühd, (No:4119);
îbnu Ebi’d-Dünyâ, Kitabü’l-Evliyâ, 47, 48; Taberânî, el- Mu’cemu’I-Kebîr, X,
205; Suyûtî el-Câmiu’s-Sağîr, 1,377 (No:2466);
Ebû Nuaym, Hilye, 1,6; Ahmed, Müsned, VI, 459;
Taberî, Câmiu’l-Beyan, VII, 132
46Ebû Ya’lâ, Müsned, IV, 326
(No:2437); Suyûtî, el-Câmiu’s- Sağîr, I, 617 (No:3995), Münâvî, Feyzü’l-Kadîr,
III, 467- 468.
403Bakara 2/40
4 * 4Buhârî, Rikak,
38; İbnu Mâce, Fiten, 16; ibnu Ebi-d Dünya, Kitabu’l Evliya, 26-27
(No:l); Beğavî, Şerhu’s-Sünne,
ı, 142; Beyhakî, Kitâbu’z-Zühd, No: 696-99.