Ana içeriğe atla

  
 
Print Friendly and PDF

MUKADDES ÇEVRELER VE ESKİ HİLAFET ÜLKELERİNDE TÜRK HATUNLARI 1

 

Prof. Dr. Zekeriya KİTAPÇI

ÖNSÖZ

Türk Milleti, kökü tarihin derinliklerinden kopub gelen, dün­yanın en eski, en şerefli ender milletlerinden biridir, üzün asırları kapsayan bu millet varlığımızın devamı ve ebed-müddet Türk dev­letinin yücelmesi yolunda, hemen her devirde “şan ve şerefle hizmet etmiş ve ismi Türk tarihinin parlak sayfalarına altın harflerle ya­zılmış Türk büyükleri yanısıra, faziletli bir çok Türk anaları da var­dır. Bu faziletli Türk analan, geçmişten geleceğe, ebediyetlere doğru bir nehir gibi akıp gidecek olan millet varlığımızın devam etmesinde adeta bir maya rolünü oynamışlardır.

Onlar yavrularına; anasının kucağında, babasının ocağında, hülasa eşikte, beşikte, Oğuz soyunun kulağına hep bu yüksek ideali fısıldamışlar ve Türk Milletinin ebed-müddet payidar olma ülküsünü aşılamışlardır. Türk anasının çocuğuna verdiği bu yüksek ruh ve mukaddes gayeye hizmet ideali sâyesinde insanımız yücelmiş, büyük bir moral gücüne sahip olmuş ve neticede eski dünya kıtalarının rakipsiz hâkimi ve bir çok milletleri idâre eden mümtaz bir ırkı haline gelmiştir.

Tarihin kaydettiği şüphesiz en faziletli analarından biri olan değerli, vefâkar, çilekeş Türk anası ve onun her şeyin ötesinde millet hayatımızdaki hasbî hizmet anlayışı, millî şuur ve bu şuur'un Türk devlet geleneği ile bütünleşerek nasıl da muazzam bir güç ve kuvvet haline geldiği, her şeyden önce, onun millî tarih ve kültür yapımızdaki yeri henüz yeteri kadar araştırılmış değildir. Türk anasının diğer bir talihsizliği daha vardır. O da ilk çağlardan baş­layarak zamanımıza kadar yaklaşık beş bin yıllık bilinen millet ha­yatımızda kederde-kıvançta, ta şada-sevinçte Türk milleti ile be­raber olmuş, ona hizmet etmeyi en büyük bir şeref bilmiş ve bu uğurda büyük mücâdeleler vermiş, gerektiğinde ata binmiş, kılınç kullanmış ordulara komuta etmiş yüzlerce, binlerce Türk anası vardır. Gel gör ki; onlar bütün bu kudsî ve şerefli bunca hizmetlerine rağmen hala Türk tarihinin karanlık dehlizleri ar ısında boğulup kalmışlar ve bir meçhuller diyarına terkedilmişlerdi, . On­ların ne kendileri, ne de hizmetleri Türk tarihine ve milli ha­yatımıza henüz mâl edilmemiştir.

Tarihe şan ve şeref vermiş olan bu değerli Türk analarından, her birinin hâlâ bu meçhuller ülkesinde ve sanki "Kaf-Dağı"nın arkasında yaşamaları, hiç bir irfân elinin onlara şimdiye kadar uzatılmamış olması hayat ve hizmetlerinin, şöyle veya böyle tarih objektifinde değerlendirilerek henüz Türk tarihine mal edilememiş olması, daha açık bir ifâde ile millî nisyâh ve gaflet denizinde bo­ğulup gitmiş olmaları bize göre bir nankörlük-değilse bile kör bir talihsizlik olsa gerektir.

Faziletleri ve üstün meziyetleri herkesçe bilinen bu tarihî Türk anaları, ve onların vatan ve millet sevgileri hakkında Orta Okul ve . Lise Türkçe Ders Kitaplarında, Türk gençleri için bile henüz iki sa­tırlık bir okuma parçasının bulunmaması bu terkedilmişliğin m kahredici örneklerinden biridir. Bu bakımdan, kendi geçmişine, ş m ve şerefle dolu olan tarihine bakıpta, kendilerine örnek bir Türk anası bulmak isteyen ve istikbâle bu şekilde hazırlanmak azminde olan vakur Oğuz neslinin bu günkü ana adayları, millî ülkünün mukaddes meşalesini elinde tutmak isteyen, Türk kızları, varlık içinde yokluğun kendüerini yiyip-bitiren izdir abı ile boğuşup dur makta ve bir şahsiyet ' eksikliği ile karşı karşıya gelmiş bu lunmaktadırlar.

Biz, bu yöndeki boşluğu doldurmak ve üstün kişilikleri ile tarihe mal olmuş bu Türk analarına karşı artık bir vecîbe haline gelmiş olan millî ve vicdânî görevimizi yerine getirmek için yola çıkmış bulunuyoruz. Gâyemiz ilk merhalede Türk-İslâm Tarihine hizmeti geçen faziletli Türk analarını, meçhuller diyânndan alarak manen özleyip durdukları, toplumumuza kavuşturmak, onların hayatı, şahsiyeti ve taşıdıkları yüksek idealleri ortaya koymak ve dolaysıyla Türk toplumuna ve millî varlığımıza yeniden kazandırmak, hem de yaşayan bir fenomen haline getirmektir. Böylece hem millî bünyemizin tarih boyunca niçin kuvvetli olduğu, hemde onun oturduğu sağlam zemin bir kere daha aydınlatılmış olacaktır. Şu­rası hiç bir zaman unutulmamalıdır ki; millî varlıklarını, tarihî, köklü, sağlam bir zemine oturtmamış milletler, er-geç hüsrana uğramaya, yıkılıp yok olmaya mahkumdur.

Mamafih, bu faziletli Türk anaları, efsânevî varlıkları ile; bir kızıl elma ülküsü ve bir cihan hâkimiyeti tutkusu ile tarih sahnesine çıktığı, hatta çıkmaya hazırlandığı ilk devirlerden itibâren Türk toplumu ve millet hayatımızda her zaman aktif, önemli yapıcı rol oynamış, milli birlik bütünlüğümüz, devlet hayatı ve millet var­lığımızın âdetâ bir mayası olmuştur. O bizim bir başka eserimizde de sık sık vurguladığımız gibi kendini hemen her devirde iyi ve kötü günlerinde, daha yaygın bir ifâde ile kederde kıvançta ve tasada Türk milletinin yüce emellerine adamış, eşikte, beşikte kucakta, ocakta çocuğunun feneri, erkeğinin mezarı başında bir İlâhî uğultu halinde mukaddes vatan destanını okumuş, milli birlik ve dir­liğimizin mayası, asıl varlığımızın temel taşı olmuş âdeta bir kadın değil, ulu yüce İlâhî bir varlıktır.

Diğer taraftan Türk milletinin şerefli bir millet olduğu, millet varlığını bütün belâ, musibet ve tehlikelere karşı zamanımıza kadar devam ettirdiği, bilinen ve bilinmeyen yönleri ile en az beş bin yıllık bir tarihi olduğu ve milletimizin bu uzun tarihî seyri içinde Türk anasının hemen her devirde aktif rol oynadığı ve tarihe derin izler bırakmış bir çok örnek Türk anaları, devlet anaların yetiştiği nazarı itibara alınırsa konunun ne kadar önemli bir mesele olduğu ken­diliğinden ortaya çıkmaktadır. Buna daha bugüne kadar Türk anasının bu büyük tarihi misyonu hakkında yarım yamalak ak- siklopedi maddelerinin dışında hiç bir ciddi köklü çalışmanın ya­pılmamış olduğunu da ilâve edersek konunun dehşet ve vehâmeti bütün ürkütücü yönleri ile ortaya çıkmaktadır. Türk tarihçilerinin diğer bir çok meselede olduğu gibi bunda da büyük bir ihmâli söz konusudur.

Gerçekte böylesine önemli ve kökü tarihin karanlık de­ virlerinden başlıyarak zamanımıza kadar devam eden ve her zaman bir fazilet örneği olan şahsiyetli Türk analarını bütünüyle ku­caklamak onların hayatı ve tarihî şahsiyetlerini ortaya çıkarmak, bizim gücümüzü çoktan aşmış bulunmaktadır. Bizim bütünüyle bu önemli, bir o kadar da geniş konular üzerinde durmamız mümkün de değildir. Bu zaten bizim şimdiye kadar olan ihtisas ça­lışmalarımızın ağırlık merkezini; Orta Çağ Türk İslâm Tarihi ve Eski Hilâfet Ülkelerindeki Türklerin askeri, idâri edebi, siyasi ve sosyal varlikları oluşturmaktadır. İşte bizim bu yeni araştırmamızda da asıl ihtisâs alanımızın bir diğer ilginç yönü ele alınmış yine Orta Çağ Türk İslâm Tarihinin bu devirleri üzerinde^durulmuş, bu defa da Mukaddes çevreler ve Eski Hilâfet Ülkelerindeki Türk Hatunları hakkında belkide ilk defa geniş bir tarih değerlendirilmesi ya­pılmıştır.

Bilindiği gibi, Abbâsiler döneminde, idârî, edebî, hele hele askerî sahalarda Türklerin büyük bir varlık gösterdikleri, hilâfet ordusunun temel unsuru oldukları hatta halifeleri bile onların tayin ettikleri bugün bir gerçektir. Hilâfet ordusunun geniş çapta Türk­leşmesi yolunda dirâyetli Abbâsi halifesi el-Memun'un gösterdiği üstün gayret ve çabalar bizim, X. Türk tarih kongresinde sun­duğumuz bir tebliğde ilk defa enine boyuna tartışılmış bu­lunmaktadır.

Oysa madalyonun bir de diğer yönü vardır. Çünkü; bu de­virlerde askerî mertebelerde yükselmiş sevk ve idâre kâbiliyeti yüksek komutanlar yanısıra, yine Abbasî saraylarında yetişmiş müessir şahsiyetli, Türk Hatunları ve bir o kadar da dirâyetli Türk asıllı cariyeler bulunmaktadır. Bir çok Abbâsi halifesi bu Türk analarından dünyaya gelmişlerdir.

Bunlardan meselâ el-Mütevekkilin anası Şuca' Hatun ile el- muktedir'in anası Şağab Hatun gibi daha bir çok halifenin anası Türktür. Onlar, arapça kaynaklarda bile Hârun er-Reşidin hanımı Zübeyde için kullanılan "es-Seyyide" lâkabı ile anılmakta ve onunla müsâvî tutulmaktadır.

Yine bu Türk Hatunları arasında Abbâsi Hilâfetinin dizginini eline almış hattâ "Divânü'l-Mezâlim'"i yönetmiş ve Abbasiler dev­rine derin izler bırakmış Türk anaları vardır. Bunların sayıları tah­minlerin üstünde bilinenden kat kat fazladır. Şağab Hâtûn böy­lesine önemli Türk analarından biridir.

Ne yazık ki, temel kaynaklardaki bu bilgiler, tam mânâsıyla ham bir malzeme yığını olarak tarihi ve edebî eserlerde bekleyip durmaktadır. Bunlar gerçek manada, araştırılmış, incelenmiş ve iyi bir değerlendirme yapılarak Türk ve dünya tarih literatürüne henüz kazandınlamamıştır. Türk okuyucusu, millî gurur ve tarih zen­ginliğimizin önemli bir varyantını oluşturan Abbasî saraylarındaki bu gelişmeler ve müessir şahsiyetleri, şan ve şöhretleri dalga dalga bütün hilâfet ülkelerine yayılmış Türk Hatunları hakkında pek fazla birşey bilmemektedir. Esâsen onlara bu kapılar henüz açıl­mamıştır.

Oysa, Türk Hâtûnlarının bütün semâvî dinlerce mübârek sa­yılan kutsal beldelere, mübârek çevre ve mukaddes topraklara ayak basmalarının tarihi, milâttan çok önceki yıllara, Hz. İbrâhim ve Hz. Süleyman devirlerine kadar ulaşmaktadır. Hz. Peygamber devrinde de bu Türk analarının izlerini bulmamız mümkündür. Emevîler ve hele hele Abbasiler, kıtalararası karasal bir im­paratorluk hâline geldikten sonra bu hilâfet ülkelerindeki Türk Hâtûnlarının sayıları bir hayli çoğalmıştır. Onlar, kendilerine has müstakil şahsiyetleri, fevkalade edeb ve erkân sahibi olmaları hulâsa, Allah ve Onun Peygamberine olan tutkuları ile hilâfet câmiası ve Abbasi toplumunda kısa zamanda kendilerini kabul ettirmişler ve saygı değer bir varlık hâline gelmişlerdir.

Bu bakımdan mukaddes çevreler ve eski hilâfet ülkelerindeki Türk Hâtûnları, tarihi şahsiyeti herkesçe kabul edilmiş Türk anaları, Türk tarihi, ve Türkün tarihî Orta Doğu misyonunun bir başka varyantını oluşturmaktadır, öyle tahmin ediyoruzki; bu konuda yapılacak bir araştırma en çileli, en zor, kaynaklar bilgi ve belge bakımından çok güç bir iş olsa gerektir. İşte şu anda elinize sun­ duğumuz bu eser; böylesine yorucu, bezdirici bıktırıcı ve fakat her şeye rağmen zevkli bir çalışmanın ürünüdür. Zira, çok uzun se­nelerimizi alan yoğun bir çalışma yapılmış, temel kaynaklar bit- miyen bir emek ve tükenmez bir sabırla bir bir taranmış, ula­şabildiğimiz kadarı ile bu konularla uzaktan yakından ilgisi olan ne varsa bir bir elden geçirilmiş ve sonunda titiz bir değerlendirme ile bu naçiz eserimiz ortaya konulmuştur. Böylece, Türk tarihinin şimdiye kadar karanlıkta kalmış yeni bir sayfası aydınlatılmış, milli kültürümüze böylesine medenî Türk anaları ile yeni bir boyut ka­zandırılmış ve milli varlığımızın mayası olan faziletli Türk anaları hakkında tarihi bir değerlendirme yapılmıştır.

Her türlü takdir değerli okuyucularımızmdır. Tevfik ve hidâyet Allahtandır.

Konya; 1995

Prof. Dr. Zekeriya KİTAPÇI

  

ÖRNEK BİR VALİDE SULTAN: ŞAĞAB HATUN (1)

Doç. Dr. M. TEKİN

 “Tâ ebed merd olmağa ahdeyledim şanımla ben

Hüccet-i namusumu imzaladım kanımla ben.”

Prof. Dr. Zekeriya Kitapçı'nın, yakın zamanlarda kaleme alıp, ya­yınladığı Şağab Hatun adlı biyografik denemesini okuyunca, Valide Sul- tan'a duyduğum hayranlıktan olmalı, Namık Kemal'in, yukarıdaki beytini "epifgraf" yapmak gereğini duydum. Merd olmak, sadece erkeğe ta- pulanmış= bir özellik değildir; olamaz da... Merd kadınlar da vardır: Onlar, erkeğin, icazetiyle değil, tarihin hazırladığı vasatta, bazan erkeğe rağmen mertliklerini kabul ettirmişlerdir. Bunlardan biri, şüphesiz en önem­lilerinden biri, halk ve Hak katında "muteber bir nesne" olan devlete, her devlete, her türlü riya, kadirbilmezlik ve entrikaya rağmen, itibar ka­zandıran valide sultan Şağab Hatun'dur.

Tarih: Hafıza-i beşer...

Nâima, "tarih, faydası herkese şamil olan bir ilimdir" der. Doğrudur; ancak, tarihin faydası, onun kapısını çalanadır. Bugün, bu kapıya mesafeli duruyoruz. Hafızanızı, kapının öbür tarafında unutmuş gibiyiz. İstesek de düşünemiyoruz, istesek de asgari müştereklerde birleşemiyoruz: Bir da­ğınıklık, bir tedirginlik, bir umursamazlık ki... sormayın gitsin. Elin oğlu "Önümüzde iki meçhul var" demiş: "Bunlardan biri, coğrafyada kutup; diğeri, tarihte Türkler..." Elhak biz de hemen inanmışız ve bizim için "malûm" olması gereken tarihimizi, "meçhûl" bir diyârın menziline oturt­muş ve orayı, yeniden keşfe çıkmışız. Bir araştırmacının, OsmanlI'dan bahsederken, "Adaletnameler var. Köylüye haksızlık yapıldığı zaman ka­dıya şikâyet ediyor, bu şikâyet çeşitli yollardan geçerek merkeze kadar gidiyor. Sonra padişahın tuğrasıyla cevap yazılıyor. İnanılacak gibi değil" sözleri (2), söz konusu keşif hareketinin heyecanıyla söylense gerek. Oysa "İnanılacak gibi değil" hayret kalıbıyla sunmaya çalıştığınız gerçekler, Osmanlı ikliminde yaşayanların gündelik ve tabiî gıdasıydı. Şimdi kalkıp, bahis konusu ettiğimiz Şağab Hatun'un, ilk güçlü kadın hükümdârımız ve Türkün siyasî dehasını, sosyal örgütlenme anlayışını Abbasi saraylarında hayata geçiren ilk kadın inkılabçımız olduğunu söylesek, herhalde yine "İnanılacak gibi değil" hayretiyle karşılanırız. Tarih, "hafıza-i beşeT'dir. "Tarih" ile "hafıza arasındaki besleyici "iletişim" kanalları kopunca fert, belki bir tesadüf sonucu öğrendiği gerçekler karşısında ya "hayran" olur yahut "hayret" eder. Oysa ikisi de sakıncalı: Çünkü tarih, "bize anlama imkânı sağlayan bir ilimdir" (L. Febvre). Bu imkânların önünde ve­riliyorsa... işin ciddiyetinden ve sorumluluğundan bir hayli uzağız demektir. Nâima, tarihi bir fen (sanat) ilmi olarak görmüş, kimin umurunda! Yahya Kemâl, tarihi, edebiyattan mimarlığa, siyasî örgütlenmeden sosyal da­yanışmaya kadar uzanan bir oluşum (tekevvün) hadisesi kabul etmiş, kim önler? Soruları uzatmadan biz asıl konumuza, Şağab Hatun'un hikâyesine dönelim.

Kadınlar Sanatı

Kadın meselesinin giderek ciddi bir boyut kazandığı şu günlerde, Ki- tapçı'nın Şağab Hatun'u yayınlaması, bazı noktaları hatırlamamıza, tar­tışmamıza fırsat yaratmalıdır. Zira kadın meselesini bir fantezi, kadını da bir "meta" olarak görenlerin, görmek isteyenlerin, söz konusu eserden alacağı dersler olmalıdır. Türk kadınını tanımadan, onun tarih sah­nesindeki şerefli rolünü anlamadan, yapılacak her izah denemesi, bir fan­teziden öte gitmeyecektir. Bugün batıyı, kadın haklarının cenneti gibi gö­renlerin şu noktayı fark etmesi gerekir: Türkün, kelimenin tam anlamıyla "liyakat" esasına dayanan medeniyet dünyasında, kadına hükümdârlık, saltanat yolları açılırken, bu imkân batılı kadın için "orlental" bir rüyadan öte gitmiyordu.

Türk siyasi hayatında kadının önemli bir yer işgal ettiğini kabul etmek gerekir. Osmanh dünyasında, Hürrem Sultan’ın, Safiye Sultan ile Turhan Sultan’ın; Abbasi saraylarına söz geçiren Mah Melek ile Zümrüd Ha­tunların, nihayet Şağab Hatun'un, siyasî ve sosyal hayatımızdaki rolleri, başka medeniyet mensuplarını kıskandıracak seviyededir. Osmanlı sa­rayında, siyasi mekanizmayı yönlendiren kadınları az çok tanıyoruz. Ancak Şağab Hatun, hiç de âşinâ olmadığımız bir isim: Hafıza-i beşerin "nisyân" köşesinde unutulmuş. Abbasi saraylarında 2 yıl-evet yanlış değil: 25 yıl- devleti, her türlü zorluğa ve entrikaya rağmen dirayetle idare eden bu Türk anasını, has ve yakışan ismi ile bu "devlet ana"yı, bugüne kadar neden hatırlayamadık? Anlamak zor. Şağab Hatun'un Abbasi sarayına mensup olması, unutmamıza neden olmamalıdır. Medeniyet bir bütündür: Türkün siyasi dehâsı, Abbasi saraylarında onunla çiçeklenmişse, ki öyledir, buna sevinmek gerek; yine Türk kadınının, soylu güzelliğiyle her türlü riyâdan arınmış vefa ve hoşgörü anlayışı onunla anlam kazanmışsa... övünmek gerek.

Şağab Hatun'un Saltanatı

Zekeriya Kitapçı, Şağab Hatun'un tarihe malolmuş siyasi potresini çizerken "fazileti, ahlâkı, kendine özgü davranışları, mümtaz meziyet ve üstün karakteri ile hilâfet câmiasırıa intisab eden gelmiş geçmiş en büyük, en dinamik Türk hatunlarından biridir" der. Doğrudur: Arap "asabiyet" anlayışıyla şekillenen, katı ve acımasız Arap saltanatına karşı bir tepkinin ifadesi olarak gündeme gelen Abbasi saltanatında görev üstlenmek, her kişinin kârı olmasa gerek. Hele bu kişi kadınsa... Onun için devlet idaresi, peşin peşin "ateşten gömlek"e talib olmak demektir. Bir yandan, siyasetin entrika labirentlerinde dirayetle yürüyecek, halka mutluluk ve refah yol­larını göstereceksin, bir yandan da Türkün devlet kuran iradesini - bir türlü sindiremeyen kıskanç ve hoyrat aşiretlere karşı koyacaksın. Zor iş! İşte, Şağab Hatun bu zor işi başarır ve -biraz önce söylendiği gibi 25 yıl iktidarı elde tutarak devleti idare eder. Bu 25 yıllık hikâye şöyle başlayacaktır:

"Şağab Hatun.... çok küçük yaşlarda hilâfet koltuğuna oturtulan oğlu el-Muktedir namına devlet işlerine el koymuş (3) ve nferede ise tam yirmi beş yıl, hem de Kaşgar önlerinden ta Atlas Okyanusunu sahillerine kadar çok geniş bir sahaya yayılmış olan koca Abbasi İmparatorluğu'nu insan üstü bir kabiliyet ve liyakatla idare etmiştir. Gerçekte devlet idaresinde yirmi beş yıl hem de hiç kesiksiz hüküm sürmek, üstelik her zaman aktif olmak, işleri zabtu rabt altına alarak otoritesini herkese kabul ettirmek pek kolay bir şey olmadığı gibi bir kadın için imkânsızı başarmak gibi bir şey­dir." (s. 2)

25 yıllık saltanat bir yana, asıl önemli olan, onun, bu döneme sığdırdığı "hayır ve hasenat" işleridir. Şağab Hâtun'un, kanaatimizce dikkat çeken ve övülmesi gereken yanı devlete, "sosyal devlet" vasfını kazandırmasıdır; Sözgelimi, halkın sağlık problemini çözmek için tam teşekküllü bir hastane Bîmâristân" yaptırır; hekimlerin maaşları da dahil olmak üzere bütün masrafları kendi bütçesinden karşılar. Kurulan hastanede sadece sağlık meseleleri çözülmez, aynı zamanda burası bir bilim ve araştırma mekezi olur; ünlü hekimler buradan "icazet" alır. Bu vesileyle Bağdat, dönemin tıp ve bilim merkezi unvanını kazanır. Şağab Hatun, sosyal kalkınmayı sağ­lam temeller üzerine oturtmak maksadıyla modern anlamda vakıf sis­temini kurarak sağlık ve bayındırlık işlerini diğer beldelere kadar ulaştırmayı düşünür ve bunu büyük ölçüde gerçekleştirir. Nitekim çağdaş Arap tarihçisi İbn Hubban'ın" İlim ehli, ulemâ, her yerde gelişti, itibarları arttı, Bağdad bu dönemde daha önceki dönemlere göre çok daha mamur, çok daha müreffeh ve yüce oldu" (s. 32) demesi, Şağab Hatun'un, ne derecede iyiliksever ve akıllı bir idareci olduğunu belgeler. Diğer bazı Arap ta­rihçilerinin, kıskançlık ve hased duygusunun beslediği tavırla Şağab Hatun'u eleştirmelerini, insafla bağdaştırmak mümkün değildir.

Şağab Hatun'un Trajik Sonu

Devlet sorumluluğu ile insan sevgisi, Şağab Hatun'un iki bariz vasfıdır. O bu iki özelliği, güzel bir şekilde şahsında birleştirmiş seçkin bir Türk anasıdır. Zulme ve şiddete başvurmadan devleti idare etmek, herkesin kârı değildi. Hele o zamanlarda... Şağab Hatun zoru başararak ülkesini, fanatik Arap önderlerinin saldırılarına karşı korumuş, halkına, mutluluk ve refah meyvasını tarttırmıştır.

Halk için güzel ve hayırlı işler yapan, yapmaya çalışan idarecilerin et­rafında fesat ve ihanet odağının boy göstermesi, tarihin garib bir cilvesi olsa gerek! Bu garip cilveyi, trajik bir oyuna dönüştüren Brütüsler, belki de tarihin kendilerine biçtiği rolle, her zaman ve her yerde karşımıza çık­mışlardır. Nitekim Şağab Hatun'un karşısına da el-Kahir adında bir Brütüs çıkacak ve Sezar'ın acısını gölgede bırakan bir acıyı ona tattıracaktır: Zira Şağab Hatun, el-Kahir'in sadece üvey annesi değil, aynı zamanda süt annesidir. el-Kahir, arasındaki bütün bağları koparıp, Şağab Hatun'un amansız düşmanı kesilir; ona, akla gelmedik zulüm ve işkenceler yaptırır. el-Kahir'in, çok geçmeden cezasını bulması bir şey ifade etmeyecektir: Önemli olan, Şağab Hatun gibi dirayetli bir hükümdarın, el-Kahir'in iha­netine maruz kalıp, tarih sahnesinden çekilmesidir.

Yahya Kemâl, "tarih birazda kaza ve kaderden ibarettir" derken, haklı olsa gerek. Zira onu haklı çıkaracak örnekler o kadar çok ki... Bu ör­neklerden biri de Şağab Hatun'dur: Onu, saygı ve rahmetle anmak, he­pimizin görevi olmalıdır. Özellikle kadınlarımızın ( ).

I.

İLK DEVİRLERDE MÜBAREK ÇEVRE VE
MEKANLARDA TÜRK CARİYELERİ

1- ULU PEYGAMBERLERE TAKDİM EDİLEN TÜRK CARİYELERİ

A- Hz. İBRAHİM VE KANTÜRA HÂTÛN

a- Hz. İbrahim'in Hidayetine Ulaşan Yol  

Şu bir gerçektir ki hayırlı nesiller arasında zikredebileceğimiz şerefli Türk Hatunlarının mukaddes beldeler ve Orta Doğudaki ilk zuhuru insanlığın kendini idrak ettiği ilk çağlar ilk peygamberler devrine kadar uzanmaktadır. Bu hususta insanlık ve Orta Doğu tarihinin karanlık sayfalarını karıştırdığımız zaman karşımıza çıkan ilk isim Kantura Hatun adındaki bir Türk Hakanının kızıdır.

Kantura Hatun, Hz. İbrahim'in nübüvvet ve risaleti, Peygamberliğinin şöhreti, Türk yurtlarına ulaştıktan sonra, Türk Hakanı tarafından bu Peygambere takdim edilmiş, böylece Hz. İbrahim'in "Hanifliği" Türk yurtlarına doğru ulu bir yol bulmuştur. Hz. İbrahim'in dini olan Hanifliğin bir çok ilkelerinin hemde şaşılacak bir tarzda "Gök Tanrı" inancında bulunması, bu tevhid mayasının kadim Türklerde Hz. İbrahimle dolaylı yollardan temasa geçen destanlar devri Türk Hakanları döneminde başlamış ve Kantura Hatunla daha da gelişmiş oluyordu (1).

(1) Hz. İbrahim, Haniflik, Hanifliğin Gök-Tanrı inancı ile ilişkileri, Zülkarneynin Türk­lerle temasları vb. konularda yavaş yavaş ciddi araştırmalar başlamıştır. Geniş bilgi için bkz; Kuzgun, Ş. Hz. İbrahim ve Haniflik, Ankara, 1987, Ekincikli. M. Türk İnanç ve Dini Hayatının Tarihi Seyri, TDA Dergisi, Sy. 74, Ekim 1991, s. 28-46, Eliade, M. Orta Asya ve Kuzey Kavimlerinde Semavi Tanrılar, çev. H. Güngör, E.Ü.İ.F. Dergisi, 1948. Kuzgun, Ş. Kur'an-ı Kerimde Zülkarneyn Meselesi, Er- ciyes Dergisi, s. 48, Kayseri, 1982.

Kantura Hatun, Onun soyundan gelen mübarek Hz. İbrahim nesli Hz. İbrahim'in Haniflik dinini prensipte kabul eden Türk Hakanlığı daha açık bir ifade ile Türkler, Hz. Peygamberin diliyle "Kantura Oğullan" İslam ümmetine bir mesaj ve bir Peygamber tebşiri olarak verilmiştir. Ne ilginçtirki; Hz. İbrahim'in bu ağır işkence ve eziyet altında tevhid ağacını diktiği Anadolu topraklarına daha sonraları tekrar onların soyundan gelen bu cihangir Türklerin gölgesi düşmüş ve bu cihangir Türkler sayesinde bu geniş topraklar dil, din, ırk bakımından bir birinden farklı bir. çok kavmin asırlarca beraber yaşadıkları bir vatan ve altında gölgelendikleri ulu bir çınar olmuştur.

b- Hz. İbrahim'in Aslı ve Haniflik Dinine Kısa Bir Bakış

Bilindiği gibi Hz. İbrahim, Kuran-ı Kerimde zikri geçen bir çok hak peygamberin aksine Yahudi ırkına mensup olmayan ve fakat İbrani tarih ve kültür hamulesine mâl edilmiş, kendisine Kuran'ın ifadesine göre "Suhuf" din ve şeriatinin esasını ifade eden bir nevi yazılı belgeler verilmiş, büyük, ulu ve yüce bir Peygamberdir. Onun dininin asıl karekteri, şiarı, "Haniflik" idi (2). O bu yönüyle Peygamber ümmetinin bir "Baba" misali en güzel örneği olmuştur. Nitekim Kuranı Kerimde müslümanlara hitaben; "milletinizin babası İbrahimin Hanif dinine uyun bundan önce de size müslüman adını veren odur" denilmektedir (3).

Hz. İbrahim'in'gerçek babası Tarah yani "Azer" anası ise "üşa" (Ousha) dır (4). Aşağı Mezopotamya'nın el-CIbeyd -ile Eridu arasında ve Fırat nehri kenarında kurulmuş olan eski Keldalılann "ür" şehrinde dünyaya gelmiştir (5).

el-Makdisi ise, Hz. İbrahim'in Küfe yakınlarında "Kusarabba"

(2)    Kur'an-ı Kerim, el-Bakara, 135. Âli-lmran, 6, el-Enam, 161. en-Nuh, 120.

(3)    el-Hac, s. 78.

(4)    The Holy Bible, Genesis, p. 17. Cme, i. Semahaddin, İbrahim Peygamber ve Nemrud, İslâm (Aylık dergi) sy. 77, Şubat 1964.

(5)    Cem. i. Semahaddin a.g.mk.

denilen bir köyde dünyaya geldiğini ve buradan da Harran'a gittiğini kaydetmektedir (6). Oysa Fırat ve Dicle nehrinin suladığı bu bereketli topraklara çok daha önceleri Sümerler gelip yerleşmişlerdi. Çivi yazısını kullanan ve buralarda büyük bir medeniyetin öncülüğünü yapan Sümerlerin, yeni yapılan bir çok araştırmalar, Asyalı bir kavim bir Türk kavmi olduğunu ortaya koymaktadır. Bunun en önemli delili ise eski Sümerlerin dili ile Türkçe arasında üstelik yazıya geçmiş inanılmaz derecedeki benzerlik bundan da öte bir çok Türkçe kelimenin bulunmasıdır (7).

Bu bakımdan Hz. İbrahim ve Nemrud jıakkında çok ciddi araştırmalarda bulunan İ.S. Cem aynen şöyle demektedir: "Hz. İbrahim, Mezopotamyada zuhur etmiş ve kan itibariyle tamamen Sümer Türklerine mensup bir Hak Peygamberdir. Yahudi ırkı ile en ufak bir şekilde dahi olsa bir münasebeti yoktur. Yahudi ırkı, Hz. İbrahimden bir asır sonra meydana çıkmıştır" (8). Nitekim Kuran-ı Kerimde de Hz. İbrahim'in -ne bir Yahudi ve ne de bir Nasrani olmadığı, çok kesin bir şekilde vurgulanmaktadır (9).

c- Hz. İbrahim'in Yaşadığı Çevre:

Putperestliğin inadına yaygın ve buna bağlı dini inanç, yani müşrikliğin tahminlerin üstünde güçlü ve bir krallar dini olduğu bir devirde ve toplumda dünyaya gelen ve bu atmosferde büyüyen gelişen İbrahim, ne hayrettir ki, beklenilenin aksine bir "aya", bir "yıldıza”, bir de ışığı ile dünyayı aydınlatan "güneşe" bakmış kâinat

(6)    el-Makdisi. el-Bedü ve't-Târih, Paris 1903, III. s. 51.

(7)    Bu konularda geniş bilgi için bkz. Balkan K. Eski Ön Asyadaki Kut Halkının Dili ile Eski Türkçe arasındaki Benzerlik, Erdem, VI. sy. 16 Ocak 190 s. I-66. Lend- berg, B. Önasya Kadim Tarihinin Meseleleri, Ankara. 1943, Hommel. F. Zwel- hundert Sümeero Türkisahe VVörtvergliehungen, Munchen. 1915, Bilgiç, E. Sümerlerin Tarih Kültür ve Medeniyetleri, Atatürk'ün 100. Doğum Yılına Ar­mağan Dergisi, DTCF, Ankara, 1982, Oransay, B.S. Sümer Çin ve Türk İlişkileri, Önasya Mecmuası Sy. 55. Mart 1970, s. 17-22, Bayram S. Kaynaklara Göre Güney Doğu Anadoluda Prote Türk İzleri, TDA, sy. 62. Ekim, 1989, s. 9.118, Memiş E. M.Ö. Bin Yılda Anadoluda Türkler, TDA. sy. 53, Nisan 1988, s. 35-56.

(8)    Cem. I. S. Islâm Mecmuası, s. 80, Mayıs, 1964, s. 254.

(9)    el-Bakara, 6-8.

kitabını okumuş ve kendi benliğinde Allah'ı bulmuş kendi kendine Onun varlığına ve birliğine inanır hale gelmiştir. Gönlündeki putu kendi irade ve muhakeme gücüyle yok eden Hz. İbrahim, daha sonra toplumdaki putları bu defa kendi eliyle baltası ile kıracak ve insanları yüce Mevla'nın birliğine çağıracaktır.

O, böyle Hz. Peygamber'in Hira mağarasını andıran köklü bir istihaleden sonra, çevresine ve belki zamanında ulaşabildiği kadar bütün coğrafi bölgelere "Peygamber" olarak gönderilmiş ve bu uğurda verdiği çetin mücadelelerle Peygamberler tarihinde -çok az kimseye- nasip olan yeni bir çığır açmıştır. Onun putperestliğin böylesine revaçta ve bir nevi aristokratlar dini olduğu bir asırda ortaya çıkması, tevhid inancını yeniden inşa için gönderilmesi, cehennemi bir tebliğ ve irşad hayatı bu uğurda ateşlere atılıncaya kadar varan üstelik insanın fiziki dayanma gücünün çok üstündeki korkunç işkence, elem ve ızdıraplara uğraması dolayısı ile yurdunu yuvasını terkederek eski Filistin, Mısır ve hatta Hicaz'a kadar uzanan çileli yolculuğu bizim konumuzun dışındadır (10). Bu bakımdan burada onun sadece sosyal hatta ailevi hayatının bazı önemli varyantları üzerinde durulacak ve konumuzun esasını teşkil eden bazı olayların kendi şartları içinde bir değerlendirilmesi yapılacaktır.

B- KANTÜRA VE BENİ KANTÜRA KİMDİR?

f

a- Temel Kaynaklann Görüşleri ye Kantura Hatun:

Bilindiği gibi, Hz. İbrahim, bereketli uzun bir ömür yaşamıştır. İbni Cerir, Onun bir rivayete göre yüzyetmiş beş, diğer bir rivayete göre ise ikiyüz sene yaşamış olduğunu kaydetmektedir (11). O, bu uzun yaşayışı sırasında bir çok kadınla evlenmiş ve onlardan

(10)    et-Taberi, Tarihu'l-Umemi ve'l-Mülük, Tah. M.E. İbrahim, Beyrut, 1967, i. s. 308,

309. 310, 311. el-Verdi, Tetimmetü'l-Muhtasar fi Ahbari'i-Beşer, Tah. A.R. el-

Bedravi. Beyrut, 1980, s. 24-25.

(11)    The Hloy Bible, Genesis, P. 28. et-Taberi, I. 312, ed-Diyar, Bekiri, Tarihu'l- Hamis, Mısır, 128, I. s. 127, el-verdi, s. 25.

Halilullah'ın zürriyyetini devam ettirecek bir çok erkek evladı dünyaya gelmiştir. Temel kaynaklarda bunların üç tane oluğu kaydedilmektedir. Bu hanımlardan birisi Hâcer; İsmail'in anası, diğeri Sara; İshak'ın anası, bir üçüncüsü ise Kanturadır ki, bizimde asıl üzerinde durmak istediğimiz de işte bu Türk prensesidir.

İbni Cerir de dahil bazı İslami kaynaklar, Kantura ile ilgili rivayetlerinde onun aslen Arap soyundan Maktur'un kızı olduğunu kaydetmişlerdir (12). Gerçekte temel kaynakların Kantura veya Kantura Oğullan" hakkındaki rivayetleri Ahdi Kadim'de geçen bir rivayete dayanmaktadır. Orada aynen şöyle denilmektedir: "İbrahim bir kere daha evlendi Onun adı Ke-tu-rah idi" (13). Görüldüğü gibi burada Onun Arap asıllı olduğuna dair en ufak bir telmih bile yoktur. Oysa İbnü'l-İbri, Kantura'nın hiç bir tereddüte yer verilmiyecek bir şekilde Türk hakanının kızı bir Türk prensesi olduğunu kaydetmektedir (14).

Diğer taraftan Hz. Peygamber'in Türkleri kastederek bir çok hadislerinde Kantura Oğullanndan bahsetmesi, onların mülk ve saltanatı mutlaka Arapların elinden alacağını beyan buyurması (15) ve Onun bu beyanlarının bir gerçek olması, hem Ahdi Kadim, hem de İbnü'l-İbri gibi daha bir çok yazarların Kantura'nın bir Türk Prensesi olduğu yolundaki rivayetlerini bütün açıklığıyla doğrulamaktadır.

Bir itibarla, İbni Cerir, İbni Muhabber gibi daha bir kısım müslüman yazarların Kantura Hatunu, Hz. Peygamber ve Ahdi Kadim'in aksine Araplardan Maktur (16) veya Kenanilerden

(12)    et-Taberi, I. s. 309, 311.

(13)   The Holy Bible, P. 23. "...Then again Abraham took a Wife and her name Was Ke-türah.

(14)    İbnü'l-İbri, Tarihu Muhtasaru'd-Düvel, Beyrut, s. 14.

(15)   Kitapçı, Z. Hz. Peygamber'in Hadislerinde Türk Varlığı, İstanbul, 1989, s. 263. vd.

(16)    et-Taberi, I. 311.

Yaktir'in kızı olarak takdim ve beyan etmelerinin (17)'bir aslı ve esası olmaması gerekmektedir. Büyük Arap edibi el-Câhız da aynı zafiyeti göstermiştir. O da Kantura'yı Kahtanilerden Meftun'un kızı olduğunu beyan etmektedir.

el-Câhız bu hususta daha da ileri giderek şöyle demektedir: "Kahtanilerden olan bir kimsenin soyu bizim anamızın soyundan da şereflidir." demesinin sebebi işte bu Kanturanm aslının Araplardan olmasıdır" (18). Mamafih gerek Hz. Peygamber'in bir kısım hadisleri, gerek temel İslami kaynaklarda Kantura Oğullan hakkındaki bizim bu açıklamalarımızın dışında daha iyimser ve atak beyanlarda bulunanlarda olmuştur. Bu iddialar arasında Kantura'nın Hz. İbrahim'in kansı değil de bir erkek, hatta Türk ırkının en büyük atası olduğunu savunanlar da vardır. Katura, kelimesinin ise, "Han-Tûran" yani Türk Hakanı kelimesinin bozulmuş şekli olduğu dahi ileri sürülmüştür (19).

b- Kantura Hâtûn ve Hz. İbrahim Nesli:

Hz. İbrahim'in Kantura Hatun'dan Zimran, Yaksan, Madun, Madyan, Esbuk ve Şuh olmak üzere altı erkek evladı dünyaya gelmiştir (20). Hz., İbrahim bunlardan Yaksan Mekkeye, Madun ve Madyan, Arz-ı Medyerie, diğerlerini ise, onların yer yüzünün en hayırlı kimseleri ve "dünyanın hükümdarı olmaları için" bir çok hayırlı dualar ederek Doğu cihetine belki büyük cedlerinin yanına göndermiştir. Onlâr aile ve çocukları ile birlikte Horasan (Doğu ülkeleri) gelmişler, buralara yerleşmişler ve hükümdarlarına da İbni Cerir'in rivayetine göre "Hakan" adını vermişlerdir (21). el-Cahız'a göre işte Hz. İbrahim'in bu altı oğlundan dördü Horasan'a gelip

(17)   et-Taberi, I. s. 309, İbni Habib, M.K. el-Muhabber, Haydarabad, 1942, s. 394, Tarihu'l-Hamis, I. s. 130, ibni Hasul, Tafdilü'l-Etrak, Belleten, IV. no. 13, Ankara, 1940, s. 14-15.

(18)    el-Cahız, Fezailü'l-Etrak, I. s. 75.

(19)   Remzi, M.M. Telfiku'l-Ahbar, I. s. 22, Danişmand, I. Türklük ve Müslümanlık, İstanbul, 1959, s. 141.

(20)    The Holy Bible, P. 28, et-Taberi, I. s. 311.

(21)    et-Taberi, I. 311, Kirş, ibni Saad, Tabakat, I. s. 48.

yerleşmiş ve bunların soyundan "Horasan Türkleri" meydana gelmiştir (22). Böylece Horasan Türklüğünün temeli ta Hz. İbrahim zamanında atılmış oluyordu.

c- Hz. Peygamber'in Dilinde Beni Kantura:

Evet, kökü tarihin ilk devirlerine kadar dayanan bu Kantura Hâtûn ve Onun soyundan gelenler yani, "Kantura Oğullan" daha açık bir ifade ile bütün Türk varlığı Hz. Peygamber'in dilinde yeni bir mana ve mefhum kazanmıştır. İbrahim Halilullah'ın mübarek ellerini semaya kaldırarak yer yüzüne hakim olmaları için dua ettiği bu insanlar için Hz. Peygamber de avuçlarını açmış, sanki, Hz. İbrahim'in duasını teyit ve makbuliyetini tebşir edercesine Kantura oğullanndan bahsetmiş, mülk ve saltanatın onların ellerine geçeceğini beyan buyurmuşlardır. Bu hususta pek çok hadisler vardır. Ancak burada, bir fikir vermesi bakımından onların sadece bir iki tanesinin zikredilmesiyle iktifa edilecektir. Bunlardan birinde Hz. Peygamber şöyle buyurmaktadır:

"Türkler size dokunmadıkça siz de onlara sakın dokunmayınız. Zira Kantura Oğulları soyundan gelen (bu Türkler) Allahın ümmetime verdiği mülk ve saltanatı onların elinden mutlaka çekip alacaklardır (23).

(22)    el-Cahiz, Fezailü'l-Etrak, I. s. 74.

(23)    es-Suyuti, el-Camiussağir, 121 b. 122 b. Ayrıca bkz. eı-uahız, Hilafet Or­dusunun Menkıbeleri çevr. R. Şeşen s. 65.

Abdullah b. Amr b. el-Asdan rivayet edildiğine göre bir defasında Hz. Peygamber;

"Pek yakında Kantura Oğullan sizi Irak topraklarından sürüp çıkaracaklardır" buyurmuşlardı. Bunun üzerine ben de;

"Bundan sonra tekrar Irak'a dönecekmiyiz? dedim. O da bana;

"-Bunu arzu ediyormusunuz?" diye sordu. Ben de Evet dedim. O zaman O da;

"-Sonra döneceksiniz. Orada sizin gönül rahatlığı ile yaşayacağınız bir hayatınız olacaktır," buyurmuşlardır (24).

C- Hz. SÜLEYMANA GÖNDERİLEN TÜRK CARİYESİ

Türk Hâtunlanmn ilahi çevre ve Peygamber muhitlerinde görünmeleri daha sonraki devirlerde de devam etmiştir. Bunun en ilginç misallerinden biri de kendisine mülk ve saltanat verilen meşhur Ibrâni Peygamberi Hz. Süleyman ve onun sarayındaki bir Türk prensesidir. Nitekim el-Halidiyyeyn'in Kitabü't-Tuhuf ve'l-Hedaya adındaki değerli eserinde belirttiğine göre;

"Mülk ve saltanatıyla pek meşhur olan Hz. Süleyman'a bir günde bir biri ile uzaktan ve yakından pek fazla ilgisi bulunmayan ve âdeta zıt olan se|<iz hediyye birden takdim edilmişti. Ona Hind hükümdarı; bir fil, Türk hükümdarı; bir Türk prensesi, Arap Meliki; bir at, Çin hükümdarı çok kıymetli bir mücevher, Rum Meliki, kalın ipek bir atlası hediye olarak göndermişti. Hz. Süleyman bu hediyeleri kabul etmiş ve bir birine zıt bu kıymetli hediyeleri ona gönderen ve onun elinde toplıyan Cenab-ı Hakka sonsuz hamd ve şükürler etmiştir (25).

(24)   K. el-Fiten, 122 b. 123a. ibni Ebî Şeybe el-Musannef, Murat Molla Kütüphanesi, nr. 600, VII, 216b.

(25)   Ebi Bekr M. ve Ebi Osman Said Ibney Haşim el-Halidiyyeyn. K. et-Tuhuf vel- Hedâya, Tah. S. Dehhan, Mısır, s. 259.

Böylece Hz. İbrahim'den sonra Mukaddes beldeler ve Peygamber çevrelerinde görülen Türk hatunlarına bir yenisi daha ilave edilmiş ve Saba Melikesi Belkıs'la olan tatlı hikayesi dillere destan ve Kuran-ı Kerimde dahi zikredilen Hz. Süleyman'ın renkli mermerlerle süslü muhteşem sarayına, Türk Hakanının kızı, soylu bir Türk prensesi intisâb etmiş oluyordu.

2- Hz. PEYGAMBER'İN YAKIN ÇEVRESİNDE TÜRK HANIMLARI

A- Hz. SÜMEYYE VE YÂSİR AİLESİ

Peygamber zincirinin son altın halkasını şüphesiz Hz. Peygamber oluşturmaktadır. Türk hanımları Onun devri, yani Asr-ı Saadet ve onu takib eden devirler özellikle Emevîler ve Abbâsiler devrinde de İlâhi çevre ve mukaddes mekanlarda görünmeye devam etmişlerdir. Bizim "Saadet Asrında Türkler" adındaki kitabımızda ilk defa çok ciddi bir şekilde üzerinde durulduğu gibi, Hz. Peygamber, devrinde yaşamış, Onun varlığı ile müşerref olmuş, Onun dinine gönül vermiş, hidayet çağrısına koşmuş olan Hz. Sümeyye Hz. Peygamber'in çevresine intisâb’ etmiş ilk Türk hanımlarından biri olarak kabul edilmelidir (26).

Hz. Sümeyye, asıl adının İslami kaynaklarda "Pamuk" olarak zikredilen bu cesur Türk anası, ilk devirlerde Arabistan'a civar ülkelere getirilen bir çok köle ve cariye gibi Türk yurtlarından uzun ve çileli yolculuktan sonra önce Taife, sonrada Mekkeye gelmiş ve buraya yerleşmiştir. Daha sonra Hz. Peygamber'in yakın çevresinde Ona inanan bir avuç ilk müslümanlardan biri olmuştur.

Hz. Sümeyye'nin, Hz. Peygamber'in gözünde ve ilk müslümanlar arasında şüphesiz çok şerefli bir yeri vardı. Çünkü gerek Hz. Sümeyye, gerekse kocası Yâsir, Allah'ın resulünün İslama, imana olan davetini hiç tereddüt etmeden kabul etmişler ve Mekkede bir dâlâlet ve küfür asrında Hz. Peygamber'in ilahi misyon ve nübüvvet davasına gönülden inanan bir kaç kişiden biri olmuşlardır.

Onun Hz. Peygamber'in yakın çevresinde ve çok samimi bir müslüman olması, küfrün azgın temsilcilerini ve özellikle Ebu Cehil'i nerede ise kudurtacak bir hale getirmiştir. Sümeyye ve kocası Yâsir, ya İslâm dinini terkedecek, ya da bir vahşete varan zulmün altında inleye inleye ölüp gideceklerdi. Nitekim öyle de olmuş, Onların Allah'a olan kuvvetli imanı, Hz. Peygamber'e olan aşkı ve bu uğurda gösterdikleri sabır ve metanetten şaşkına dönen Ebu Cehil, önce Yâsiri, daha sonra da Sümeyyeyi, hem de melun mızrağını, bu Türk anasının iman dolu göğsüne bütün hışmı, kini ve öfkesi ile saplıyarak şehid etmiştir (27).

B- SÜREYC AİLESİNDEN RÂİKA

Hz. Peygamber devrine ulaşmış Türk asıllı cariye sadece Sümeyye de değildir. Buna o devirlerde Mekkeye gelip yerleşmiş gerçekten de bir Türk ailesi olan "Süreye Ailesi" yani Süreyc'in hanımı Râika Hanımı da ilave etmemiz gerekmektedir. Süreye ailesi Hz. Peygamber'in nübüvvetinden çok daha önceki bir devirde Mekkeye gelmiş ve Hz. Peygamber'in akrabası, büyük cedlerinden saygı değer amcası Abdül Muttalib'in oğullarından el-Haris'e intisab etmiş ve onların himayesinde "âzadlı bir köle" olarak yaşamıştır (28).

Mekkedeki bu Türk ailesi, demircilikle geçiniyordu. Ailenin babası Süreye çok iyi kılınç yapıyordu. Onun bu husustaki şöhreti bütün Arabistan' yayılmış hatta yarımadanın sınırlarını dahi aşmıştı. Daha sonraki devirlerde iyi bir kılınç ustası yetiştiğinde ona bu Türk ustasını hatırlattığı için "Süreyci" denilmiştir. Öyle tahmin ediyoruzki, ilk İslam mücahidleri, müşriklere karşı yaptıkları gaza ve cihadlarda -Bedir, Uhud harbinde- Mekkenin fethinde bu güçlü kılınç ustası Türkün yaptığı dehşet saçan kıhnçları kullanmış ve amansız İslam düşmanlarına karşı parlak zaferler kazanmışlardır.

(26)    Kitapçı, a.g.e., s. 74.

(27)    Kitapçı, a.g.e., s. 44, Krş, el-Ağanî, I, 245.

Hz. Peygambe'in yakın çevresine, yani akrabalarına sığınan bu Türk ailesine, Peygamber neslinin sıcak ilgisi daha sonraki devirlerde de devam etmiş ve bu aileden gelen Ubeydullah Ebu Yahya ise, nesl-i Pâki Peygamberden Hz. Hüseynin kızı Hz. Sükeyne'nin himayesine girmiş ve onun büyük lütuf ihsan ve sonsuz iyiliklerine mazhar olmuştur.

Hz. Peygamberden sonra, Hulefâi Raşidin devri dediğimiz yeni halifeler dönemi başlamıştır. Bu devirlerin kendine has özellikleri vardır. Müslüman toplum bu devirde derlenmiş toparlanmış İran ve Bizans'ın tepesine inecek demir bir yumruk haline gelmiştir. Özellikle İran'ı asırlık mağrur Sasani devletini yıkan ve koca İran topraklarını ele geçiren müslüman Araplar için doğu istikametinde yeni bir kapı daha açılmış oluyordu. Bu kapıdan bu ilk devirlerde bir çok Türk asıllı köle ve Türk hanımları girecek ve Arap İslam şehirlerine geleceklerdir. Mamafih önümüzdeki sayfalarda Arap ve İslâm şehirlerindeki bu Türk hanımlarından çok daha geniş bir şekilde bahsedilecek, onların şahsiyeti ve idari kişilikleri hakkında yeterli bilgiler verilecektir.

 

II.
EMEVİLER DEVRİNDE

YENİ GELİŞMELER VE TÜRK HÂTÛNLARI

1- BÜHARA MELİKESİ KINIK HÂTÛN

A- KINIK HATGN'ÜN BUHARA MELİKESİ OLMASI

a- Emevilerin İktidar Oluşu:

Hulefai Raşidin, özellikle Hz. Ali'nin bir hâricinin sırtına sapladığı pis bir hançerle şehid edilmesi (661) ve bunu takip eden bir çok kanlı olay ve çetin mücadelelerden sonra Peygamber devleti İslam imparatorluğunun mukadderatına Haşim oğullarının rakip kabilesi Emeviler hakim olmuşlardır.

Emevîlerin, Ebû Süfyan'dan sonra en aktif siyâsi temsil ve lideri olan Hz. Muaviye Arap İslam imparatorluğunun siyasi dizginlerini ele geçirdikten sonra, Türk-Arap siyâsî münâsebetlerinde yeni bir devir başlamıştır, zira bu devirlerde Horasan'a gelen Arap valilerinin Türk yurtlarına taciz ve baskın hareketlerini hızlandırdıkları görülmektedir. Bu genç ve atak Arap valileri Türk yurtlarına birbiri arkasından bir çok akınlarda bulunmuşlar, yerli halktan onbinlerce esir ve sayısız ganimetler elde etmişlerdir (29). Planlı bir fetih hareketine dönüşmeden önce yapılan bu hareketler ve daha sonraki devirlerde gelmiş olan Arap valileri, yerli halkı, Türkleri ve Türk aristokrat ailelerini çok daha yakından tanıma fırsatını bulmuşlar, hatta onlarla sıhriyet bağları kuracak kadar bu münasebetlerini ileri seviyelere götürmüşlerdir.

(29) Kitapçı Z, Yeni Islâh ’ arihi ve Türkler, II. s. 283.

Bu cümleden olmak üzere, bir kısım Arap valileri Türk hanımları ile evlendikleri gibi, mahalli Türk hükümdarları da Arap valilerinin kızları, hatta anaları ile evlenmişler, bir kan ve akeş kasırgası döneminde sosyal ve siyasi ilişkilerini belirli ölçüde de olsa geliştirmek istemişlerdir. Ancak konumuz açısından son derece ilginç olan bu meraklı tarih sayfasını aralamaya geçmeden önce, burada önemle üzerinde durulması gereken bir Türk hatunu daha vardır. O da bu ilk İslami fetih yıllarında Buhara melikesi olan Kınık Hatundur. Kınık Hatun; Ubeydullah b. Ziyad ve Said b. Osman gibi ilk devirlerde Horasan'a gelen Arap askeri valilerinin, Türk yurtlarına yaptıkları bu ilk akınlarda büyük bir cesaretle onların karşısına dikilmiş, kendi ölçüsünde onlarla mücadele etmiş ve bu sayede tarihin altın sayfaları arasında yerini almış şerefli bir Türk anasıdır. Şimdi Onu Arap vâlileri ile olan çetin mücadelelerini görelim;

b- Kınık Hâtun'un Asıl Adı:

Kınık Hatun, Arapların Horasan bölgesine ayak bastıkları sırada Buharanın Türk asıllı Hükümdarı Beydun'un hanımı idi. Bundan önceki hayatı hakkında temel kaynaklarda özellikle en-Narşahi'de fazla bir bilgi yoktur. Arap valileri ile olana çetin mücadeleleri sayesinde devrin önde gelen simalarından biri olmuş ve tarih sahnesindeki yerini almıştır. Asıl adı ve bunu ifade eden kelimenin telaffuzu hakkında temel kaynaklarda farklı kayıtlar bulunmaktadır.

Mesela büyük İslam tarihçisi et-Taberi hicri 54/673 yılı olaylarından bahsederken bu Türk anasının adının "Kabaç Hatun" olduğunu kaydetmektedir (30) el-Belâzuri ve Narşahi sadece Hatun, Buhara Melikesi olarak zikretmekte ise de (31)

(30)    et-Taberi, V, 298.

(31)    el-Belâzurî, Futuhu'l-Büldan, s. 579.

Kitabü'z-Zehair ve't-Tuhuf'ta onun adı Fetih Hâtûn olarak geçmektedir ki (32) bunun bir yazma hatası olduğu ortadadır. İbni Hubeyb bu Türk anasının asıl adının Kınık Hatun olduğunu nakletmektedir (33). Belki de İbni Hubeyb'in bu rivayetini esas alan bir kısım yazarlar bundan hareket ederek Onun isminin Kıyığ veya Kıyıh şeklinde okumaya çalışmışlar ve onun "Kayı"-boyuna bağlı bir Türk hatunu olduğunu bildirmişlerdir (34).

B- KINIK HATÜN'ÜN MELİKE OLMASI

a- Halk İdaresinin İlginç Örneği:

İlk akınlar ve Islami devirlerde Buhara Melikesi olan bu Türk Hâtunu hakkında temel İslami kaynaklar, özellikle Narşahide şaşılacak derecede geniş bilgiler vardır. Narşahinin bu kıymetli rivayetlerinden öğrendiğimize göre Kınık Hatun;

O sıralarda Buhara hükümdanolan kocası Beydun vefat edince henüz meme yaşında bulunan biricik oğlu küçük Tuğşad'un adına Buhara melikesi olmuştur. (672) Narşahi Onun dirayetli, hüküm ve karar sahibi otoriter bir kadın olduğunu zikretmekte ve "Buhara'ya, ondan önce asırlar varki böyle doğru düşünen ve karar veren bir kimsenin bir hükümdarın gelmediğini kaydetmektedir (35).

Kınık Hatun bu şekilde Melike olduktan sonra, Buhara mahalli Hanlığının bütün dizginlerini eline almış, halkın huzur, refah emniyet ve asayişin temininde elinden geleni yapmıştır. O, bu cümleden olmak üzere her zaman sabahtan kalkar, erkanı ve yahnkılınç hassa askerleri ile birlikte iç kalenin Allâtin kapısı denilen büyük kapısının önünde otururdu. Bir nevi halk mahkemesi olan burada, halkın

(32)    er-Reşid b. Zübeyr, K. ez-Zehâir ve't-Tuhuf, s. 159.

(33)    ibni Hubeyb, Esmâû'l-Muğtâlin, s. 166.

(34)    Anciyclopedia of İslam, 1.1292.

(35)    en-Narşahî, Tarih-u Bahârâ, s. 23. şikayetlerini dinler, suçluları cezalandırır, gerekli gördüğü kimseleri azleder, yenilerini göreve getirir ve memleket işlerini adaletle yürütmeye çalışırdı. Bu halk mahkemesi, böyle hergün sabahtan öğleye kadar devam ederdi (36). Daha sonra iç kaledeki sarayına çekilen Kınık Hatun, burada öğlenden sonra tahtına oturur, şehrin ileri gelenlerini, eşraf ve ayanını, yerli halkın bir nevi temsilcileri olan "Dikhanlan" kabul eder, onlarla görüşür, konuşur ve yapılması gereken şeyler hakkında istişarelerde bulunurdu (37). Çoğu zaman bu istişarelerin akşama kadar devam ettiği de olurdu (38). Bütün bunlar Kınık Hatun'un halkı idare etmede bu günün tabiri ile ne kadar demokratik bir yöntem takip ettiğini ortaya koymaktadır.

b- Kınık Hatun ve Ubeydullah b. Ziyad:

Ancak müslü an Arapların bütün bir Horasan'ı fethetmeleri ve Ceyhun havzasına pe. -»eşe akınlarda bulunmaya başladıktan sonra Buhara'nın bu güzel günleri geride kalmış ve işler süratla kötüye doğru gitmeye başlamıştır. Zira bir biri ardından 15-20 bin kişilik mücehhez ordularla Buhara önlerine gelen Arap valileri, Kınık Hatun'a büyük sıkıntılar verdikleri gibi, halkın elinde avcûnda ne varsa almışlar, şehri defalarca yağmalamalardır. Kınık Hatun kendisini hiç beklemedik bir şekilde hem de en hazırlıksız olduğu bir zamanda, bu yağmacı Arap valileri ile amansız bir mücadelenin içinde bulmuştur.

Onun en çetin bir şekilde mücadele ettiği bu yağmacı Arap valilerinin başında Ubeydullah b. Ziyad ile, Hz. Osman'ın oğlu Said b. Osman gelmektedir. Bilindiği gibi Ziyad öldükten sonra Muaviye onun oğlu Ubeydullah b. Ziyad'ı Horasan'a vali tayin etmiştir, Ubeydullah b. Ziyad, buraya geldikten sonra, 25 bin kişilik bir ordu

(36)    en-Narşahî, s. 23.

(37)    en-Narşahî, s. 24.

(38)    en-Narşahî, s. 23.

hazırlamış ve beklenmedik bir süratle hareket ederek (39) Buhara Önlerine gelmiştir. (54/673) Çevre Türkleri her ne kadar Kınık Hâtun'un imdadına koşmuşlarsada, Arap askerlerini durdurma ve Buharanın yağmalanmasını önlemede pek fazla bir varlık gösterememişlerdir.

Arap askeri büyük bir cüretle şehre dalmış halkın elinde avcunda altın gümüş gibi kıymet ifade eden ne varsa almışlardır. Hatta bunlar arasında Kınık Hâtun'un altınlarla dolu bir çizme ve çorabı da bulunuyordu ki, sadece üzeri altın ve mücevherlerle süslü bu çizmenin tekine ikiyüz bin dirhem altın fiyat biçilmişti. Daha sonra Araplar şehrin bütün gösterişli evlerini yıkmaya, ağaçlarını bir bir kesmeye başlamışlardı. Bu vahşet karşısında başka bir çıkar yol bulamayan Kınık Hatun, Clbeydullah b. Ziyada barış teklifinde bulunmuştur, Ubeydullah Onunla her sene bir milyon dinar ödemek suretiyle bir anlaşma yapmış ayrıca dört bin esir almıştır (40).

c- Kınık Hatun ve Said b. Osman

Buhara için tam bir felaket olan bu yıkım ve tahribat henüz giderilmeden bu defa Kınık Hâtun'un karşısına Said b. Osman çıkmıştır. Çünkü Ubeydullah b. Ziyad'dan sonra Horasan'a Hz. Muaviye Said b. Osmanı vali olarak göndermişti. (55/674) Said'te emrindeki Arap askerlerine iyi bir çeki düzen verdikten sonra, kendinden önceki Arap valileri gibi, Ceyhun havzasına dalmış ve Buhara önlerine gelmiştir. Bu defada Türkler yine, Kınık Hâtun'un imdadına koşmuşlar, fakat mücehhez Arap ordularının karşısında kayda değer bir başarı elde edememişlerdir (41).

Bu, Buhara Melikesi Kınık Hatun için daha büyük bir yıkım olmuştur. Zira O, Said b. Osman'la çok ağır mali külfetler getiren

(39)    el-Belâzurî, Fûtûhû'l-Büldan, s. 574.

(40)    en-Narşahî, s. 62, el-Beiazuri, 596.

(41)    en-Narşahî, s. 62, et-Taberî, V. 298.

yeni bir antlaşma yaptığı gibi, Semerkand yolu da müslüman Araplara karşı açılmış oluyordu. Said'in asıl, hedefi de Semerkant'ı vurmaktı. Fakat yol emniyetinin sağlanması ve kendisinin her hangi bir suikastden emin olması gerekiyordu. Bunun için kendi askeri gücünü takviye etmek maksadı ile Buhara Türklerinden yeterli miktarda esirler almıştı. O, bununla da iktifa etmemiş her ihtimale karşı, Kınık Hatun'dan, Türk aristokrat ailelerinden toplayacağı 40-50 gençin kendisine rehin olarak verilmesini istemiştir. Sözde Said, Semerkant dönüşünde bu çocukları ailelerine tekrar iade edecekti (42).

Bu şekilde tam bir emniyet ve güven içinde Semerkant'a doğru hareket eden Said, şehri vurmakla kalmamış, O da Ubeydullah'ın Buharada yaptığı gibi halkın elinde avucunda ne varsa toplamıştır. O, bugünün tabiri ile ancak milyarlarla ifade edilebilecek bu ganimetler yanısıra yerli halktan 30 bin kişiyi beraberinde esir alarak oradan ayrılmıştır. Said, bu kalabalık esirler ve kendi ordusu ile birlikte Tirmize geldiğinde, Kınık Hatun andlaşma gereği yıllık vergi borcunu ödemiş ve rehin aldığı Türk asilzade gençlerinin kendisine iâede etmesini istemiştir.

Ne yazık ki, Said, daha sonra Kınık Hatun'un bütün ısrarlarına rağmen bu Türk çocuklarını iade etmemiş ve her defasında bir bahane uydurarak Kınık Hatun'un elçilerini geri çevirmiş ve sonunda bu yalın kıhnç Türk asilzadelerini Medineye kaçırmıştır. İşte kendisinin feci akibetini daha sonra bu Türk gençleri hazırlamışlar, gururları ile oynanan, hor ve hakir görülen bu Türkler Said b. Osman'ı insafsız bir şekilde şehid etmişlerdir.

Onun Medine'de Türk asilzadeleri tarafından şehid edilmesi halk arasında derin bir infial ve üzüntüye sebep olmuştur. Hakkında

(42)    Kitapçı, a.g.e., II. s. 283.

ağıtlar yakılmış ve bir çok ta şiirler söylenmiştir. Bunlardan Halid b. ükbe b. Ebu Muayt da bir şiirinde onun ölümüne şöyle yakınmıştır; .

"Acemler tarafından öldürülen Said b. Osman gerek kendisi, gerekse babası yönünden insanların en hayırlısıdır.

Günlerin kötülükleri Said'i mahvederse zamanın elinden onu kim kurtarabilir" (43).

d- Kınık Hâtun'un Ölümü:

Kınık Hatun'un Arap valileri ile olan bu mücadeleleri uzun yıllar devam etmiştir. Onun Arap valileri ile olan siyasi ve sosyal münasebetlerinin varyantlarını oluşturan bir çok fıkra menkıbe ve hatta hikayeler bulunmaktadır (44). Bütün bunlar Onun sosyal münasebetlerinin zengin, son derece dirayetli bir Türk anası olduğunu ortaya koymaktadır.

Mamafih, Kınık Hatun'un Buhara Melikeliği, Narşahinin bildirdiğine göre 15 sene devam etmiş (45) muhtemelen 69O'lı yıllarda vefat etmiştir. O, idari kişiliği yüksek, azim, irade ve karar sahibi, olaylar karşısında hissi değil akıl ve muhakeme gücünü kullanan, meseleleri daha ziyade diplomatik yollarla halletmeye çalışan ve bunda çoğu kerede muvaffak olan şerefli, değerli bir Türk Melikesi hatta Imparatoriçe yaratılışlı bir Türk anası idi.

(43)    el-Belâzurî, Futuh, çev. M. Fayda, s. 601.

(44)    Asım, Necip, Türk Tarihi, I. s. 146.

(45)    en-Narşahî, s. 23.

2- ARAPLARLA TÜRKLER ARASINDA İLK SIHRİYET BAĞLARI

A- SIHRİYET BAĞININ İLK ÖRNEKLERİ

a- Osman b. Mesud et-Temimi

Gerçekte Emeviler devri, İslam tarihinde bir ikinci patlama devri olmuştur. Özellikle Velid b. Abdülmelik zamanında (705-713) girişilen fetih hareketleri ve hele hele Türk yurtlarının müslüman Araplar tarafından fethedilmesinden sonra Türk Arap münasebetleri daha da gelişmiş ve konumuz açısından bir kısım zenginlikler kazanmıştır. Abbasîler, özellikle Selçuklular döneminde Türk-Arap münasebetlerinde önemli bir merhale olan sıhriyet bağlarının bu devirde ilk örnekleri görülmeye başlamıştır.

Bu cümleden olmak üzere, bazı müslüman Arap liderlerinin Türk hanımlarıyla evlendikleri gibi, mahalli Türk Hükümdar ve Hanları da Arap liderlerinin kızları ile evlenmişler ve iki toplum arasında güzel münasebetlerin doğmasına öncülük etmişlerdir. Bunlardan biri de meselâ Osman b. Mesud et-Temimi'dir. Osman b. Mesûd, Horasandaki Arap ordusunda görev yapmış ve bir çok askerî seferlere iştirak etmiş önemli komutanlardan biridir.

Daha sonra siyâsî Arap otoritesinin temsilcileri ile arası açılmış Türk yurtlarına ve Aşağı Türkistan'daki mahalli Türk beylerine sığınmak zorunda kalmıştır. O, Toharistan bölgesinin yine Türk asıllı güçlü hükümdarı Nizek Tarhanla da münasebetlerini geliştirmiş ve bu aile arasında itibar gören bir kimse olmuştur. Mesud et-Temîmi, daha sonra bu hanedan ailesinden asil bir kadınla evlenmiş ve hanedan arasında İslâm Dininin yayılmasına büyük hizmetleri dokunmuştur. Onun bu hizmetinden dolayı aileden müslümandanlar çocuklarına "Osman" adını bile koymuşlardır.

b- Kuteybe b. Müslim ve Bir Türk Anası

Türklerle kurulan bu ilk sıhriyet bağlan cümlesinden olmak üzere, Küteybe b. Müslim'in yine yukarda adı geçen ilk müslüman ve bir okadarda adı geçen ilk müslüman ve bir okadarda bedbaht türk hükümdarı Nizek Tarkan'ın şahsiyetli eşi ile evlenme teşebbüsümü de zikretmemiz gerekmektedir.

Müslüman olan, daha sonra Kuteybe'nin maiyyetine giren ve Arap ordularının Türk yurtlarında bir çok parlak zaferler kazanmasına yardım eden bu Türk Komutanı ile Kuteybe'nin, her nedense araları açılmış ve sonunda muhteris Arap komutanı, bu şerefli, yiğit yapılı, yiğit y/aratılışlı Türk Hanını, gözünü kırpmadan hemde haksız yere boynunun vurulmasını emretmiştir.

Zulmü o sıralarda Türk yurtlarını kara bir bulut gibi kaplayan Kuteybe, bununla da yetinmemiş ve Nizak Tarhan'ın dirayetli eşine bir heyet göndererek kendisi ile ciddi bir şekilde evlenme teklifinde bulunmuştur.

Şahsiyetli Türk Hâtunu, bunca acı ve kahredici olaylardan sonra Kuteybe'nin hâlâ kendisi ile evlenmek istemesine bir mana verememiş ve büyük bir hiddete kapılarak şöyle demiştir;

Ey Emir! Sen bir halife değilsin! Haccac gibi ünlü bir valide değilsin! Horasan'a gelip giden sıradan valiler gibi bir valisin! Oysa sen, benim kocamı öldürdün! Çocuklarımı öldürdün! Elimde avucumda ne varsa aldın! Bize hiç bir şey bırakmadın! Ondan sonra (hiç çekinmeden) benimle evlenme teklifinde bulunuyorsun! Sen, benim seni bir hile ile öldüreceğimden ve böylece de intikamımı senden almış olacağımdan hiç mi korkmuyorsun!" (46)

Kuteybe bundan büyük bir dehşete kapılmış ve Nizek Tarhan'ın dul eşiyle evlenmekten vaz geçmiştir. Böylece bu şerefli Türk anası millî gurur, haysiyet ve izzet-i nefsini kuvvetli bir şamar gibi Arap komutanı Kuteybe'nin yüzüne indirmiş oluyordu.

c- Tuğşad; Buhara Hükümdarı:

İlk devirlerde Araplarla sıhriyet bağları kuran mahalli Türk Hakanları da vardır, ve bunların başında Buharanın Türk asıllı hükümdarı Tuğşad gelmektedir. Tuğşad; Kuteybenin telkini ile müslüman olmuş ve oğluna, hidayetine vesile olan bu Arap komutanına nisbetle Kuteybe adını koymuştur (47).

Tuğşad'ın diğer mahalli Türk Hükümdarları aksine, Arap komutanları ile münasebetleri her zaman seviyeli olmuş ve ölünceye kadar da Buhara hükümdarı olarak kalmıştır.

(46)    ibni A'sem el-Kufi, K. el-Fütuh, Beyrut, 1986, s. 173.

(47)    Kitapçı, Z. Orta Asya'da İslâmiyetin Yayılışı ve Türkler, s. 127., en-Narşahî, s. 24.

Onunla, şahsi dostluk ve iyasi münasebetlerini geliştirmek ve her zaman canlı tutmak isteyen, Türklere gerçekten de çok büyük bir değer veren Arap komutanı, Horasan valisi Nasr b. Seyyar daha da ileri gitmiş ve karşılıklı gidip gelmelerden sonra çok sevdiği kızını Buhara'nın Türk asıllı hükümdarı Tuğ Şâd'la evlendirmiştir. Tuğşad'ın Nasr b. Seyyar'ın yanında çok ayrı bir yeri vardı. Nasr Ona her türlü iyiliği yapar, ihsan ve inamlarda bulunurdu. Tuğşad'ın kayınpederine saygısı da fevkâlâde idi. Karşılıklı bu güzel münasebetlerin pek tabii bir sonucu olacak ki, Tuğşad, kayınpederine yani Nasr b. Seyyara Buhar'a yakınlarında dönmez ağmaz genişlikte bir çiftlik hediye etmiştir (48).

B- KÂVÜS ET-TÜRKİ'NİN CÜNEYD’İN ANÂSI

İLE EVLENMESİ

Araplarla sıhriyet bağları kuran ve Arap kadınları ile evlenen mahalli Türk hakanlarına üşrusana hükümdarı Kâvus et-Türki'yi de ilave etmemiz gerekmektedir. Kâvus et-Türki, emsali bir çok Türk hükümdarları gibi ilk devirlerde müslüman olmuş büyük bir Türk Hükümdarıdır.

Onun Arap askeri valileri ile siyasi münasebetlerini, diğer Türk hükümdarı hezdindeki müstesna yeri ve bütün bunlara bağlı gelişen olaylar, Orta Asya Türk Hakanlığı ile münasebetleri bizim konumuzun dışındadır. Ancak şu varki; Orta Asya Türk Hakanlığı, Özellikle Sulu Han'ın Arapları nerede ise Aşağı Türkistan'dan sürüp çıkarma harekatı sırasında Horasan'a vali olarak gönderilen Cüneyd b. Abdurrahman el-Mürri (11/729) bu büyük Türk Hükümdarının şahsi nüfuz ve kuvvetinden yararlanmak istemiş ve anasının "Kâvus et-Türki" ile evlenmesine ön ayak olmuştur (49). Kaynaklarda bu evliliğin neticeleri hakkında daha fazla bir bilgi yoktur. Ancak Onun,, bu talihsiz Horasan valiliği sırasında bu büyük Türk hükümdarını kendi safhina çekmeyi ve ondan yararlanmayı düşündüğü hiç bir zaman unutulmamalıdır.

(48)    en-Narşahî, s. 89.

(49)    el-Belâzuri, Futuh, nşr, S. el-Muncid, Kahire, 1957, III, s. 528.

III.

TÜRK HÂTÛNLARI HİLAFET
ÜLKELERİNDE

1- ABBASİLERİN İLK DEVİRLERİ VE TÜRK HATUNLARI

A- TÜRK HÂTÛNLARININ GENEL KARAKTERİ

Abbasîler iktidara geldikten sonra, başta Bağdad olmak üzere hilafet ülkelerine köle ve cariye sevkiyatı bütün canlılığı ile devam etmiş ve binlerce kadın, erkek Arap kentlerine gönderilmişti. Abbasi halifeleri arasında, Emevi Halifelerinin aksine gayri Arap cariyelerle evlenmek, onlarla yaşamak, yeni ve cazip bir hayat tarzı olduğundan, pek çok halife bu yola sapmışlar ve gayri Arap cariyelerle evlenmiş ve onlardan doğan çocuklarda pek tabii olarak halife olmuşlardır. Bu bakımdan uzun asırları kapsayan Abbâsî Hilâfeti dönemi ve bu dönemde gelmiş geçmiş otuzyedi Abbasi Halifesinden anası öz be öz Arap olan nerede ise yok denecek kadar azdır.

Nitekim bu konularda bize geniş bilgiler veren es-Sealibi, Abbasi halifelerinden sadece üçünün anasının Arap asıllı olduğunu zikretmektedir. Bunlardan biri, ilk Abbasi halifesi Ebu'l-Abbas es-Seffah, anası Haris b. Kâb'ın kızı Reyta, diğeri el-Mehdi, anası Mansur b. Abdullah'ın kızı ümmü Musa, bir üçüncüsü ise el-Emin anası, Harun er-Reşid'in değerli eşi Cafer b. Ebu Cafer'in kızı meşhur Seyyide Hanımdır (50). Diğer Abbasi halifelerinin analarının pek çoğu Türk asıllı olup Abbasi saraylarında müessir şahsiyetleriyle dikkati çekmişlerdir ve halifeler nezdinde ayrı bir yer

(50) es-Sealibi, Letaifü'l-Maarif, s. 129, Kuteybe, al-Mearif, s. 372. es-Suyûti, s. 256.

almışlardır. Bizim "Abbasi Hilafetinde Selçuklu Hatunları ve Türk Sultanları" adındaki geniş orijinal eserimizde ilk defa bu konular üzerinde durulmuş ve hilafet saraylarına intisâb eden Aristokrat Selçuklu Hatunlan hakkında çok geniş bilgiler verilmiştir ( ).

a- İbni Butlan He Diyor?

Gerçekte bu devirlerde Arap-lslam şehirlerinde görülen Türk asıllı cariyeler ve onların fiziki yapıları ve bedeni güzellikleri üstün ahlaki meziyet ve ciddiyetleri hakkında temel kaynaklarda çok sitayişkâr ifadeler vardır. O çağlarda çeşitli ülkelerden Arap şehirlerine sevk edilen cariyeler hakkında müstakil bir eser yazan İbni Butlan, Türk kadınlarının bu temel meziyet ve üstün vasıflan hakkında şu beyanlarda bulunmaktadır;

"Türk kadınları, beyaz tenli olup son derece güzeldirler. Yüzleri ciddi görünüşlü, gözleri hafif çekik ancak tatlı bir bakışları vardır. Onlardan bazıları ise esmerdir. Ne çok kısa ne de çok uzun boyludurlar. Özellikle uzun boylu olanları yok denecek kadar azdırlar. Genellikle tatlı yüzlü ve güzeldirler. Çirkin olanları yok gibidir. Bununla beraber onlar, nesillerinin madeni mesabesinde olan çocuklar için sanki bir hazine gibidirler. Çok doğurgandırlar. Fakat bu çocuklar arasında ne insanları tiksindirecek şekilde çirkin, ne de bedeni anzaları bakımından noksan olanları (şaşı, topal, kör, vs.) vardır. Hepsi düzgün ve sıhhatlidirler. Türk kadınlan son derece temiz, son derece zarif, kibardırlar. Ev ve elbise temizliğinde onların üstüne çıkan başka bir kadın yoktur (51).

Mamafih, Türk kadınlan ile ilgili bu güzel ifadelerinde ibni Butlan, yalnız da değildir, mesela İdrisi aynen şöyle demektedir;

"Türk kadınlan, boyu bosu yerinde, güzel endamlı ve iyi huyludurlar, Onlar erkeklerden daha muvakimdirler. Ruhlarındaki zerafet, incelik yanısıra, yaratılışlarındaki güç-kuwet sebebiyle çoğu kez muhtaç oldukları şeyleri erkeklerden çok daha iyi kullanma yeteneğine sahiptirler (52).

Gerdizi ise, Türk kadınlarının çok temiz, iffet ve namusa aşırı düşkün olduklarını ifade etmektedir (53).

Müslüman yazarların başta İbni Butlan ve İdrisi olmak üzere Türk kadınları hakkındaki bu hayırhah görüşlerinin pekte aşırı olduğu zannedilmemelidir. Zira, Türk kadınlarının vazgeçilmez karakterleri sebebiyledirki, Abbasi toplumundaki Türk askeri varlığı yanısıra Türk kadın ve kızlarınında hilafet camiasında ayrı bir yeri olmuştur. Onlardan pek çoğu hilafet saraylarına intisab etmiş ve bu çevrelerde fevkalade hürmet ve saygı görmüşlerdir. Bunlardan mesela, Merâcil, Mâride, Şuca ana, Şağab, Zümrüt ve Katrun-Neda Hatunlar ilk anda ismini zikredebileceğimiz hilafet saraylarının şahsiyetli, faziletli Türk analarıdır. Bunlardan her biri ya bir Abbasi halifesinin anası veya nikahlı eşidir.

b- Türk Kadınlarının Manevi Zenginliği:

Hilafet saraylarına intisab eden bu müessir şahsiyetli Türk Hatunlarından mesela; el-Mutasım'ın eşi ve Halife el-Mütevekkil'in (847-861) anası, Şuca Hatun hele hele el-Mütezid'in müstesna eşi ve halife el-Muktedir'in kıymetli anası Şağab Hatun'un ayrı bir yeri vardır. Şağab Hâtûn bundan sonraki sayfalarda çok daha ayrıntılı bir şekilde üzerinde durulacağı gibi Abbasi hilafetini tam 25 yıl eskilerin tabiri ile çeyrek asır idâre etmiş bir ulu Türk anasıdır. Güç kudret, tasarruf idaredeki otorite ve kişilik bakımından Osmanlı saraylarındaki IV. Murad'ın anası Kösem Valide Sultan'ı hatırlatmaktadır. Şağab Hâtun'un isminin anıldığı meclislerde gıyabi de olsa bir çok seçkin zevat ona olan saygısından dolayı başını eğer, ve saygı tezahüründe bulunurdu ( ).

Hilafet saraylarına intisab eden Türk Prenseslerinden bir diğeri de; incelik, zerafet, ruh zenginliği, edep, haya, kocasına karşı sonsuz saygı gibi bitmez tükenmez meziyetleri olan ve yine el-Muzıd Billah'ın nikahlı eşi ve Mısır eyalet valisi Humareveyh'in kızı Katru'n-Neda Hatundur. O tek başına bile Abbasi sosyatesinde Türk kadınının üstünlüğü ve yüceliğini ayrı, belki erişilmez bir örneği olmaktadır.

Zira Katru'n-Neda Hatun hilafet saraylarında Türk asalet ve yüceliğini, Türk edep, terbiye, incelik ve kibarlığın en yüce bir şekilde temsil etmede sergilediği yüksek davranışlar, dil ve edebiyata geçmiş ve onun bu konuda söylediği manzum sözler, bir darbı mesel olarak zamanımıza kadar gelmiştir. Mesela edebi eserlerde, bir kadının kocasına karşı gösterdiği edeb ve incelikten bahsedilirken, ilk akla gelen bu Türk prensesinin kocası el-Mutazıd'm başı ucunda söylediği sözlerdir, O bir defasında ve kendinden habersiz mışıl mışıl uyuyan kocasının başında sabahlara kadar ayakta beklemiş ve koca Halife uyanıp da yanında bulamadığı hanımına acı acı yakınınca aynen şöyle demiştir:

"-Efendim uyurken benim oturmam ve o otururken de kaygısız bir şekilde benim uyumam mümkün değildir. (Gözüm hep onun üstündedir") (54).

B- EL-MANSÜR VE SARAYINDAKİ CARİYELER

el-Mansur, Emeviler devrinden kokmuş bir miras olarak devraldığı yeni devletin inşasına, yeni bir başkent arama ve yeni bir şehir kurmakla başlamıştır. İslam imparatorluğunun bu yeni başkenti deniz ve karalardan gelebilecek her türlü tehlikelerden uzak stratejik bakımdan çok önemli bir merkezde, diğer büyük şehirler, özellikle doğu ülkeleri "Horasan ve Orta Asya" ile kolayca irtibat kurabilecek bir yerde olmalı idi. İşte uzun asırlar Abbasi devletinin başkenti olarak inşa edilmiş olan "Daru's-Selam" diğer ismiyle "Bağdad" böyle bir yerde ve bu temel mülahazalarla kurulmuştu.

Yeni başkent daha ziyade bir kara imparatorluğunun özelliğini taşıyan Abbasîler devletinin tam kalbi mesabesinde olan bir yerde coğrafi konumu itibariyle Emevi nüfuzu ve Arapların hakim olduğu Şamdan uzak Abbasileri iktidara getiren güçler, yani Horasan ve Türk bölgelerine çok daha yakın bir yerde idi. Hiç şüphesiz Bağdad kendine has özelliği dolayısıyladır ki, hem el-Mansur, hem de daha sonraki devirlerde yüzlerce binlerce köle ve cariyenin akınma uğramıştır. . '

el-Mansur'un sarayında şüphesiz çeşitli kavim ve kabilelere mensup yüzlerce binlerce cariye bulunmakta idi. Bunlar arasında Türk asıllı bir çok cariyenin de bulunmuş olması gayet tabiidir. Mamafih bu câriyelerin saraylardaki yaşayışları ve onların zaman zaman sarayın alışılagelmiş havasının dışına çıkmaları dışındaki alışkınlıkları ve bunların karşısında Halife el-Mansur'un çok sert tutum ve davranışları hakkında ilginç rivayetler bulunmaktadır.

Hemen şunu ifade edelim ki, el-Mansur çok ağırbaşlı ve çok ciddi bir devlet adamı idi. Sarayındaki cariyelerin aşırı hareketlerinden hoşlanmazdı. Buna rağmen onların zevk ve eğlencede bazen ölçüyü kaçırdıkları, sarayın huzur ve süknünü bozdukları da olurdu. Nitekim bu cariyelerin saray hayatı ile ilgili gerçekten de tipik bir olay et-Taberi'de hem de çok ayrıntılı bir şekilde nakledilmektedir. O devrin harem hayatı hakkında bir fikir vermesi ve Hammad et-Türki adında hem de halifenin sağ kolu olan bir Türk devlet adamının bu olayların içinde olması sebebiyle biz et-Taberi'nin rivayetlerini burada değerlendirmeyi uygun bulduk. et-Taberi'nin Hammad et-Türki'den naklettiğine göre o diyorki;

"-Birgün sarayda el-Mansur'la birlikte idim. Birden haremden aşın çığlık ve kahkahalar duyuldu. el-Mansur bana dönerek

"-Ey Hammad bu nedir? Hele bir bak dedi. Ben de gittim baktım. Bir de ne göreyim. Bir köle bütün cariyeleri başına toplamış, o elinde bir tanbur, onlarda coştukça çığlık atıyor, gülüp oynuyorlardı. Geldim ve gördüklerimi Halifeye arzettim." O bana;

"-Na'linimi getir dedi. Yavaş yavaş sessizce odadan çıktı, onların bulunduğu salona geldi. Cariyeler Halifeyi görünce bir anda her biri bir tarafa kaçışıp gittiler. Halife buna çok kızmıştı. Bana tanburu kölenin başında parçalamamı emretti. Ben de o tanburu kölenin başında parçalanıncaya kadar vurdum. Halife bununla da yetinmedi. O köleyi saraydan kovdurdu, üstelik köle pazarında da satılmasını emretti (55).

c- el-Mansur ve Semerkant Hükümdarının Kızı:

el-Mansur'un sarayında bir çok cariyeler olduğunu söylemiştik. Fakat bize göre onun sarayına intisab eden Türk hanımlarının en önde geleni kaynakların belirttiğine göre Soğd Meliki'nin kızıdır (56). Soğd ve Soğdiyyeden Abbasîler devri tarih ve dil terimi olarak "Türklerin" kastedildiği bir gerçektir. Nitekim kaynaklarda kudretli Abbasi halifesi el-Mutasım'ın annesi "Mâride" için "Soğdiyye" (57) denildiği gibi, yine bu devirlerde yetmiş Türk asıllı büyük şair Ebu İshak el-Hureymi (öl. 815) içinde "Soğdiyye" denilmiştir ki bunların hepsi aslen Türktür (58).

Gerçekte Soğd, Semerkant ve havalisine verilen genel bir isimdir. Semerkant ise, Islami fetih yılları, hatta çok daha önceki devirlerden beri Türklüğün bütün hâkim karekterini taşımakta ve Türk soyundan gelen hükümdâr aileleri tarafından idare edilmekte idi. Semerkant'ın Türk olma özelliği Abbasîler devrinde daha da artarak devam etmiştir. Buralar Islamiyetin bir kalesi olmakla kalmamış, o devirlerde Abbasi sarayları devlet ümerası ve hilafet ordusuna gönderilecek Türkler için bir toplanma ve buluşma yeri olmuştur (59).

Soğd veya Semerkant Hükümdârına gelince, bunun büyük diplomat meşhur Türk asıllı hükümdâr Guzek (veya Oğuz Bek)'in torunlarından birinin olması gerekmektedir.

Bu Türk Hükümdârı, muhtemelen Abbâsî devletinin yeni şöhretli halîfesi ile sosyal ve siyâsî ilişkilerinin daha iyi bir zemine oturtulmasını istemiştir. O, bunun için eski bir Türk âdetine uyarak sıhriyet yolunu Seçmiş ve bu cümleden olmak üzere Türk Hükümdânnın kızı Bağdâd'a gelin olarak gitmiştir. el-Mansur'un bu Türk perensi ile çekici bir düğünle evlenmiş olması gerekmektedir. Her ne kadar kaynaklarda bu konularda pek fazla bir bilgi yoksa da İbni Kuteybe'nin bildirdiğine göre el-Mansur'un bu Türk prensesinden bir erkek çocuğu dünyaya gelmiş ve adını da Salih koymuştur (60). Salih'in daha sonra cereyan eden bir kısım siyasi olaylarda adı geçmediğine göre, hilafet camiasında bu Türk şehzadesinin son derece  sessiz ve sakin bir hayat yaşadığı anlaşılmaktadır.

D- ÜSEYD B. FİZAR'IN TÜRK HAZAR HAKANININ

KIZIYLA EVLENMESİ

Gerçekte el-Mansur Türklerle olan münasebetlerini geliştirmede aristokrat Türk Hatunları ile evlenmeyi kendi zamanında nerede ise bir devlet politikası haline getirmiştir. Nitekiro o, Ermeniye valisi üseyd b. Fizar es-Sülemi'ye yazdığı bir emirnamesinde aynen şöyle devam etmektedir; "Bundan sonra Ermeniye vilayetinin doğru dürüst idaresi ancak senin Hazarlarla sıhriyet bağı kurmana bağlıdır. Buna göre bu kavimle hemen akraba olmaya çalışki, ülke işleride yoluna girsin. Aksi takdirde senden ve senin Hazarlarla olan münasebetlerinin bozulacağından endişe ederim. Çünkü Hazarlar öyle bir kavimdir ki, onlar bir şey yapmak istediklerinde hemen bir araya gelirler ve sonunda bunu mutlaka elde ederler. Bunu iyi düşün. Benim emrime aykırı davranma. Hazarlarla her hal-ü kârda akraba olmaya çalış. Allah'ın selamı sepin üzerine olsun."

Halife el-Mansur'un emirnamesi Yezid'e ulaşınca o, derhal Hazar hakanı Toatur'a bir elçi göndermiş ve kızı Hatunla evlenmek istediğini bildirmiştir. Temel kaynaklarımızdan İbni Asem el-Kûfi'de bu evlilik hakkında, diğer kaynaklarda hiç bulunmayan belki de şaşılacak derecede geniş bilgiler bulunmaktadır. Ona göre; Yezid'in, Hakan'ın kızı Hatunla yüzbin dirhem mihirle nikahları kıyılmış ve gelin Hazar ülkesinden İslam beldesine doğru yola çıkmıştı. Hatuna Hakan'ın yakın adamlarından onbin kişi eşlik ediyordu. Bunun yanısıra Hatun'un öyle bir çeyizi vardı ki, o zaman kadar böylesi bir düğün çeyizi ne görülmüş ne de işitilmemişti.

İbni Asem el-Kûfinin çok daha ayrıntılı bir şekilde bildirdiği gibi bu çeyiz, onu taşıyan binlerce deve, binlerce yüklü katır, bir o kadar insan, yükler dolusu altın gümüş, kaplar, kacaklar, had ve hesaba gelmeyen birbirinden ağır ziynetler, mücevherler, takılar, ayrıca yürüyen sarayları andıran altın kubbeli ipek ve atlas döşenmiş yirmiden fazla araba, hülasa daha neler vardı. Bütün bunlar göz önüne getirildiğinde gelen sadece Hazar Hakanının kızı değil, yürüyen bir şehir, bir dağ misali bütün Hazar ülkesinin hayli zenginlik ve serveti idi.

Bu muazzam kafile İslam ülkesinin hudut kapısı Berza'ya gelmiş ve burada konaklamıştı. Burada yine çok önemli bir olay cereyan etmiştir. Şöyleki; Bu asil Türk hatunu Yezid'e önce bir elçi göndermiş ve kendisine müslümanhğı öğretmek için kadın mürşidler göndermesini aksi taktirde, müslüman olmadan ve Kuran-ı Kerim okumasını öğrenmeden önce, Yezid'i zifaf için kabul edemeyeceğini bildirmiştir. Hatun kendisine gönderilen kadın mürşidler sayesinde önce müslüman olmuş, Kuran-ı Kerimi okumasını öğrenmiş, sonrada Yezid'in yanına yaklaşmasına müsade etmiştir. Mamafih bundan sonraki sayfalarda sık sık örneğini göreceğimiz gibi, hilafet saraylarında böylesi asil dayanışlarına şahit olduğumuz daha faziletli bir çok Türk anası vardır.

Yezid'in bu soylu Türk anası ile şüphesiz çok mutlu bir evlilikleri olmuş ve onların iki de çocukları dünyaya gelmiştir. Gelgörki, onların bu mutlu evlilik yılları ancak iki sene dört ay sürmüştür. Zira bu Türk hatunu bir doğum sonrası lohusalık devresinde hem de genç yaşta vefat etmiştir. İbni Asem, Yezid'in bundan çok büyük bir üzüntü duyduğunu kaydetmektedir (61).

el-Mansurdan sonra hilafet makamına şüphesiz oğlu el-Mehdi, ondan sonrada el-Hadi geçmiştir. Bu iki halife devrinde saray ve yakın çevrelerdeki Türk cariyeler hakkında şimdilik bir şey söylememiz mümkün değildir. Ancak onlardan sonra gelen Harun er-Reşid'in hilafet makamına geçmesiyle, profesyonel Türk askeri varlığı gibi, Türk câriyeleri için de çok daha parlak bir devir başlamıştırki, buna hilafet camiasında "Türk Hatunları Devri" dememiz çok daha yerinde ve uygun olacaktır. Zira bu Türk cariyelerinden biri olan Mâride'den doğma el-Mutasım'dan sonradır ki, Abbasi halifeleri Arap değil, hep bu ana ypnünden Türk olan el-Mutasım zürriyetinden gelmişlerdir ki, bunların sayıları sekiz kadardır.

E- HAZAR HAKANININ KIZI BAĞDAD YOLUNDA

Ancak bizim Hârun er-Reşid devrinde hilafet saraylarına intisab etmiş ve her biri ayrı bir değer olan Türk asıllı cariye ve bunlara bağlı olayları açıklamaya geçmeden önce üzerinde durmak istediğimiz bir konu daha vardır. O da Bağdad'a Harun er-Reşid'in değerli vezirlerinden Fazl b. Yahya el-Bermeki'ye takdim edilmek üzere yola çıkarılan ve sonu hilafet ülkelerinde tam bir trajediye dönüşen Hazar Hakanının kızı veya bir diğer rivayete göre kız kardeşi Arapça kaynaklardaki adiyle Seyyide hakkındadır.

Gerçekte Hazarlarla, müslüman Araplar arasında ilk temaslar Hz. Ömer devrinde (634-644) Azerbaycan'ın fethiyle başlamıştır (642) (62). Abbasîler devrinde bu temaslar ekonomik boyutlar kazanarak daha da gelişmiş ve bu iki ülke arasında elçiler gönderilmiştir.

Yine bu cümleden olmak üzere H. 132/749 yılında Hazar ülkesi Türk Hakanlığı ile Bağdad arasındaki bu iyi münasebetlerin tabii bir neticesi olarak Hazar Hakanının kızı, çok kıymetli hediyelerle Bağdad'a gitmek üzere yola çıkarılmıştı. Heyette, Hakanın maiyyet erkanı ve Türk aristokrat tabakasının en önde gelen temsilcileri olan Tarhanlar da vardı (63).

Her ne kadar kaynaklar, bu Türk prensesinin Fazl b. Yahya'ya takdim edilmek üzere gönderildiğini kaydetmekte iselerde (64), bunda ap açık bir iltibas olduğunda hiç kimsenin şüphe etmemesi lâzımdır. Zira o devrin kabul edilmiş teamülüne göre bunun, doğrudan doğruya ünü cihanı tutmuş İslam Halifesi Harun er-Reşid'e gönderilmiş olması gerekmektedir. Fazl ise, Türk heyetine öncülük edecek ve halife ile tanışma ve kaynaşmalarında belki birinci derecede rol oynayacaktı.

Kâfile, büyük bir debdebe ile Berzaa'ya ( ) İslam ülkelerinin ilk hudut kapısına geldiklerinde, ne yazıkki Türk Hakanının kızı sebebi bilinmeyen bir nedenle ölmüştür (798). Böyle beklenmedik ölüm ancak bir zehirlenme ile olabilirdi. Artık bundan sonra heyet geri dönmüş ve Tarhanlar buradan pek tabii olarak geri dönmüşler ve Türk Hakanına kızının yani Türk prensesinin müslümanlar tarafından bir suikast sonucu zehirlenerek öldürüldüğünü söylemişlerdir.

Sebebi ne olursa olsun bu ölüm olayı, Hazar Türkleri ile müslümanlar arasında büyük bir felakete yolaçmıştır. Bundan derin bir üzüntü ve infiale kapılan Hazar Türk Hakanı, güçlü bir ordu hazırlayarak, "Bâbü'l-Ebvab"dan geçmiş, İslam ülkelerine saldırmış ve yüzbinlerce kişiyi de esir almıştır (65) Mamafih daha sonraları, Halife Harun er-Reşid'in yerine geçen oğlu el-Memun, Hazar Türkleri ile bozulan bu münasebetlerin düzeltilmesi ve eski seviyesine gelmesi için gayretler sarfetmiş ve bunda başarılı da olmuştur. Nitekim el-Câhız bu hususta şöyle demektedir.

"Birgün el-Memun'un vezirlerinden Fazl b. Selh'in yanına geldim. Hazar Hakanının elçisi de onunla idi. Elçi, hâlâ Hakan'ın kız kardeşinin ölümünden bahsediyordu" (66).

IV.

ARİSTOKRAT TÜRK HATUNLARININ
HİLAFET CAMİASINDAKİ

YENİ DEVRİ

1- MERÂCİL HATUN TARİH SAHNESİNDE

A- MERÂCİL HATUN VE SARAYA GİDEN YOL

Gerçekte Harun er-Reşid devri hem hilâfet çevrelerindeki Türkler, hem de Abbasi saraylarına intisab etmiş Türk cariyeleri için önemli bir merhale olmuştur. Onun sarayında, dünyanın dört bir tarafından gönderilmiş binlerce cariye bulunmakta idi. Bunlardan bir çoğu da Türk asıllı idi.

Harun er-Reşid'in sarayındaki Türk asıllı cariyelerin en gözde olanlarından birisi de Merâcil Hâtûndur. Her ne kadar onun bazı kaynaklarda İran asıllı olduğu zikredilmiş ise de, İbni Hazm başta olmak üzere daha bir çok İslam Tarihçisi onun açık açık Türk olduğunu zikretmişlerdir (67).

Esasen onun memleketinin "Bazgis" olması, Türk asıllı olduğunun en büyük bir delili olarak kabul edilmelidir. Çünkü el-Mesudi onun Bazgisli olduğunu nakletmektedir (68). Bazgis ise Merv ile Herat arasında geniş bir bölgenin adıdır. Buralar çok eskiden beri İslami kaynaklarda Hayatıla; Aftalitler veya Akhunlar adı verilen Türk boylarını yurdu idi. Arap fetihleri sırasında burası meşhur Türk hükümdârı Nizak Tarhan'ın idaresi altındaki mahalli Toharistan Beyliğinin kartal yuvasını andıran müstahkem başkenti idi (69). Bütün bu rivayetler Merâcil Hâtun'un Türk asıllı ve şerefli bir aileye mensup olduğunu göstermektedir.

Mamafih, Merâcil ailesi, büyük dedelerinin kimler olduğu ve nasıl Bağdad'a geldikleri bilinmemekte isede O, Harun er-Reşid'in şahsiyetli ve son derece otoriter hanımı Seyyide Zübeyde tarafından seçilmiş, beğenilmiş ve halifeye bizzat kendisi tarafından hediye edilmiştir (70).

Bu şekilde Abbasi saraylarına intisab eden Merâcil, daha sonra halifeden bir erkek çocuğu dünyaya getirmiştir. Asıl adı Abdullah olan (71) bu son derece yetenekli ve aynı zamanda hükümdar-alim tabiatlı çocuk, daha sonra çok zor ve çetin mücadeleler sonucu el-Memun lakabıyla hilafet makamına geçmiş ve Abbasiler'in VIL halifesi olmuştur.

Artık Merâcil Hatunla birlikte hilafet merkezi ve Abbasi saraylarında Türk asıllı hatunlar dönemi de bir fiil başlamış oluyordu. el-Mutasım devrinde Mâride ve el-Mütevekkil döneminde Şuca Hatun bu ilk devir hilafet saraylarında boy göstermiş şerefli Türk Hatunları'nın önde gelen simaları arasındadır. Mamafih bu hal bazı kopukluklarla birlikte, Selçuklularda dahil, Abbasi devletinin yıkılışına kadar devam etmiş ve Abbasi Halifelerinin pek çoğu bu Türk analarından dünyaya gelmiştir. Tuğrul Beyden itibaren Selçuklu Sultanları ve onların gönüllerinde yanıp tükenmek bilmeyen Ehli Beyt sevgisi ile konuya yeni bir boyut kazandırmak istemişlerdir. Onların bu cümleden olmak üzere Abbasi Halifeleri ile sıhriyet bağları kurmayı bir devlet politikası haline getirmişler ve bunda şaşılacak derecede de muvaffak olmuşlardır ( ).

B- MERÂCİL HATUN VE OĞLU EL-MEMUN

Gerçekte Merâcil Hatun oğlu el-Memunu çok ilginç bir günde dünyaya getirmişti. Zira onun daha dünyaya gözlerini açtığı ilk günde, Halife el-Hâdi ölmüş ve onun yerine Abbasilerin ününü yedi iklime duyuracak Hârun er-Reşid halife olmuştu. Yani aynı günde bir Halife ölmüş bir halife tahta çıkmış ve diğer bir halife yani el-Memun dünyaya gelmiş oluyordu (1 Eylül 813) (72).

el-Memun dünyaya geldikten sonra ne yazıkki fazla sürmemiş ve Merâcil Hatun daha nifas halinde iken vefat etmiştir (73). Böylece el-Memun çok küçük yaşında ana tarafından yetim kalmıştı. Ancak onu Harun er-Reşid her zaman sevip saymış ve büyük bir ilgi göstermiş ve Zübeydenin aksine müstakbel halife gözüyle bakmıştır. Bu bakımdan el-Memun sarayda iyi bir terbiye görmüş, küçük yaşlarından itibaren ilmi tahsil etmeye başlamış (74) ve sonunda akli ve nakli ilimlerde özellikle felsefe ve hikmette çevresindeki kudretli alimlerle boy ölçüşebilecek bir hale gelmiştir. Abbasi halifeleri arasında ondan daha alim bir kimse bulunmadığı kaydedilmektedir (75).

Ancak Seyyide Zübeyde el-Memun ve onun olgun kişiliğini hiç bir zaman hazmedememiş ve sinsi bir duygu ile her nedense onun karşısında olmuştur. Hatta o bu hususta daha da ileri gitmiş ve büyük ısrarlar sonucu henüz beş yaşındaki oğlu Muhammed'i el-Emin lakabıyla veliaht ilan ettirince koca Halife bundan çok üzülmüş ve sık sık şöyle der olmuştu;

"Eğer Zübeyde ile Beni Haşim'in el-Emine meyilleri olmamış olsaydı onu, el-Memun üzerine asla tercih etmezdim" (76).

C- EL-MEMGN’A AÇILAN HİLAFET YOLÜ

Fakat tarih koca Halifenin düştüğü bu hatayı, kendi kanunlarına göre düzeltmiştir. O da, o çağlarda dünyanın eşsiz bir ilim bir irfan ve kültür merkezi olan Bağdad'ın harap bir şehir haline getirilmesi ve onbinlerce kişinin kan ve canından olmasıdır.

Zira, er-Reşid ölüpte bu en küçük oğlu, üvey kardeşi el-Emin halife olunca, el-Memun bu haksızlığı içine sindiremiyerek isyan etmiştir. Neticede o, bir kan ve ateş denizinden geçerek Bağdad'a gelmiş ve dolu dizgin Bağdad sokaklarına dalan Türk atlılarının şakırdayan kılınç sesleri eşliğinde Abbasi tahtına oturmuştur. Canhıraş feryatlarla başı koparılan birçok bedbahtların arasında kardeşi el-Emin de bulunuyordu.

Ona el-Eminle olan bu amansız taht kavgasında, diğer Türk asıllı üvey kardeşi el-Mutasım'ın Onu teşvik ettiği, her türlü destek ve yardımda bulunduğunda kimsenin şüphesi olmamalıdır. el-Memun, Onun bu asil tutumunu her zaman takdir etmiş ve halife olduktan sonra kardeşi el-Mutasım'ın hatırını her zaman yüce tutmuştur. Zira es-Sülî'nin bildirdiğine göre Asram b. Hurneyd bir defasında el-Memunu ziyarete gelmişti. O sırada el-Mutasım da onun yanında bulunuyordu. El-Memun;

"-Ya Asram, benim ve kardeşim hakkında el-Mutasım şiir şöyle. Fakat, sakın olaki birimizi diğerine üstün kılma!'' demişti. Asram, onların, ikisinin birbirine uyumlu ne kadar imrenilecek bir ikili olduklarını görünce, buna kendisi de imrenmiş ve o anda irticali olarak söylediği uzun bir kasidesinde aynen şöyle demiştir;

"Ululuğun sütunları bu ve onun (iki kardeşin) omuzlan üstünde yükselmiştir. Bu ve onun asil yüzleri bir dolun ay gibi parlayıp durmaktadır" (77).

el-Memun halife olduktan sonra, Türklere çok sıcak bir gözle bakmış, bir nevi dayıları mesabesinde olan Türk ve Türk Hakanları ile samimi manada dini ve siyasi ilişkiler kurma yoluna gitmiştir. Bu hususlarda genel bir yorum yapan Cevdet Paşa şöyle demektedir;

"el-Memun'un annesi bir Türk cariyesi olduğundan! Türklere daha çok itibar edip onlarda onu kız kardeş çocuğu bilerek uğrunda canlarını başlarını feda ederlerdi" (78).

2-MÂRİDE HATUN’ÜN ORTAYA ÇIKIŞI

A- MÂRİDE HATÜN VE YENİ ÇEVRE

Harun er-Reşid devrinde hilafet saraylarına intisâb etmiş diğer gözde bir Türk anası da Mâride Hatundur (   ). Onun büyük dedeleri Semerkant havalisinde mekan tutmuşlardı. Temel kaynaklarda Ona "Soğdiye" denilmesinin ana sebebi de işte bu olsa gerektir (79).

Aile, ilk İşlami fetih yıllarında emsali bir çok Türk ailesi gibi buralardan koparak önce Küfeye gelmiş, daha sonrada el-Haccac b. Yusuf'un yeni bir şekil verdiği Sevad bölgesindeki el-Bendenecin köyüne yerleşmiştir (80). Sevad bölgesinin kıymetli tarım arazilerini işlemek için buralara ilk devirlerde el-Haccac tarafından yüzlerce binlerce Türk ailesinin yerleştirilmiş olduğu hiç bir zaman unutulmalıdır. İşte daha sonraları üstün eka, izzeti nefsine inada kadar varan aşırı düşkünlüğünden dolayı, muhtemelen çevresi tarafından kendisine "Mâride" lakabı takılacak olan bu afacan yaratılıştı büyük bir aileden çıkmıştı. el-Mesudi onun babasının "Şebib" adında bir zat olduğunu kaydetmektedir (81). Daha sonra olaylar, bu aileyi Bağdad'a sürüklemiş ve Mâride hilafet saraylarına intisab ederek o camianın ağır başlı, gurur ve izzeti nefsine düşkün en gözde cariyelerinden biri olmuştur.

Gerçekten Mâride de Merâcil Hatun gibi, Harun er-Reşid'in son derece otoriter hanımı Seyyide Zübeyde tarafından seçilmiş ve kocası Harun Reşid'e çok kıymetli bir hediye olarak takdim edilmiştir. O, böylece hilafet saraylarındaki bir diğer Türk asıllı cariye olan Merâcil Hatunla aynı kaderi paylaşmış oluyordu.

He ilginçtirki, çınların bu müşterek kaderi oğullarının da alın yazılan olacak, el-Memun ve el-Mutasım, Abbasi hilafetine giden yolda birlikte yürüyecekler ve aynı kaderi paylaşarak Halife olacaklardır. Bu bakımdan el-Memun ile el-Mutasım'ın her konuda tam bir işbirliği içinde olmaları büyük olayları beraberinde göğüslemeleri, birbirlerine başarılı olmaları için her türlü yardım ve destekte bulunmalarının sebebi, siyasi bir izzet bir ikbal olmaktan ziyade tamamen milli ve ikisininde Türk olmalarıdır. Bu iki kardeş hilafet çevrelerindeki Arabizan baskılara sonuna kadar direnmişler ve bunda belirli ölçüde muvaffakta olmuşlardır.

B- HÂRÜN ER-REŞİD VE MÂRİDE HATÜN

Bu şekilde hilafet saraylarına intisab etmiş olan Mâride'den Harun er-Reşid çok hoşlanmış ve kısa bir zaman sonra aralarında belki Zübeydenin bile imreneceği bir aşk ve sevda hayatı başlamıştır. O kadar ki; Harun bir an bile Mâride'den ayrılamaz olmuştu. Nitekim es-Suyûti Mârideyi Harun Reşid'in en sevdiği ve hoşlandığı kadınlardan biri olarak kaydetmektedir (82). el-Mutez ise, bu konularda daha da ileri gitmekte ve Reşid'in ondan bir saat bile ayrı kalmaya sebredemediğini kaydetmektedir (83).

Mamafih onların bu birlikte geçen mesut günleri tatlı meyveler vermiş ve daha sonra Muhammed adını koydukları, son derece sıhhatli gürbüz, bedeni yapısı ve yüz hatları ile dayıları Türkleri Türk Hakanlarını hatırlatan ilk erkek çocukları dünyaya gelmiştir. İşte bu kahraman tabiatlı küçük çocuk vakti zamanı gelince el-Mutasım Billâh lakabıyla hilafet tahtına oturmuş ve yıkılma işaretleri görülmeye başlayan Abbasiler devletini eski azmet ve ihtişamına kavuşturmuştur.

Yukardaki açıklamalarımızda Mâride Hatun ile Harun er-Reşid arasında Seyyide Zübeyde'nin gölgesinde karşılıklı sevgi ve saygıya dayanan bir aşk hayatı başladığını söylemiştik. Bu böylece senelerce sürüp devam etmiştir. O devrin edebi kaynaklarında onların bu gönül zenginliği ve herkesin yaşamak istediği bu sevgi dolu hayatları hakkında imrenilecek tasfirlerde vardır. Biz bu olaylardan birini saray ve sosyal hayatın bütün varyantlarını bir edebi manzara içinde sergilemesi ve bir fikir vermesi bakımından biraz ayrıntılı olarak zikretmek istiyoruz. O da İbnü'l-Mutez'in büyük bir titizlikle kaydetmiş olduğu rivayetlerdir.

Evet, Harun er-Reşid bir defasında Mâride Hatuna kırılmış ve ondan yüz çevirmişti. Pek tabii olarak Mâride de ona kırılmış ve kendi odasına çekilmişti. Aradan çok 'kısa bir zaman geçtikten sonra koca halifenin Mâride'den ayrı kalmanın verdiği üzüntü ve ızdırapla gözlerine uyku girmez olmuş ve nerede ise kendisini ölümün kucağına atacak bir hale gelmişti. Oysa aynı gönül ızdırpbı ve hicran üzüntüsünü Mâride Hatun da yaşıyordu. Dünya onlara dar, gelmişti. Gel görki, ikisi de bunu bir gurur meselesi yaptıklarından ilk adımı biri öbüründen bekliyor, ve bu işkenceli günler, bir cehennem hayatı gibi sürüp gidiyordu.

Fakat orada tecrübeli vezir Fazıl b. er-Rebi vardı. O, birbirlerinin hasretiyle yanıp tutuşan bu iki sevgilinin arasını bulmak ve onların gururlarını incitmeden bir birleriyle barışmalarını sağlamak istiyordu. Tecrübeli vezir, İyi bir çözüm yolu buldu ve devrin büyük şairi Abbas b. el-Ahnef'i yanına çağırarak bu iki sevgiliyi yiyip tüketen aşk ızdırap, hicran ve acı günlerini dile getiren bir şiir yazıp getirmesini söyledi, el-Ahnef uzunca bir şiir yazmış ve onlârih bü kâbuslü günlerini öyle candan bir ifade île' dile getirmişti ki onu okuyunca duygulanmamak mümkün değildi. O bir biri arkasından dökühüp gelen beyitlerin bir yerinde şöyle diyordu;

"Eğer bu ayrılık, bu hicran daha da uzarsa insan onunla avunmaya başlar. Artık meramına ulaşmak (sevgilisine kavuşmak) çok zor olur".

Fazl b. er-Rebi bu şiiri hiç bir şeyden haberi yokmuş gibi halifeye gönderdi. Şiirin her bir beyti, Halifenin kafasında bir şimşek gibi çakmış ve sabaha kadar gözüne bir damla uyku girmemişti,

"Vallahi artık Mâride ile barışmam lâzımdır" diyerek gönül sultanının eşiğine gelmiş, onu kucaklamış ve bu cehennemi ızdıraplı ?fıu t jmıasJuM-ls oizıiiis.'so ınıiBiHuooo iDno?i nu nujsri sdhsM' günlerine bir son vermiştir.

C- BİR ŞİİR VE ŞAİRİN DEĞERİ

Biz bu olayın bundan sonraşıki gelişmelerini İbni Hallikandan özetliyelim. Şöyle ki; ;

"Mâride, Harun er-Reşid'in gönlünü bir kalbur gibi delik deşik eden ve onu elsiz ayaksız kendisine dönmesini sağlıyan asıl Sebebin böyle son derece duygulu bir şiir olduğunu öğrenmiş, fakat onu kimin yazdığını asıl şairi bir türlü kestirememişti. Harun er-Reşid'de kasten onu söylemiyordu. Mâride Hatun, en sonunda bu şiirin el-Ahnef tarafından yazıldığım öğrenmiş ve büyük Türk anası ona bir nezaket örneği göstererek tam bin dinar (yaklaşık iki milyar TL.) altın mükafat vermişti. Hârun Mâride'den hiç te geri kalmamış, bu değerli şaire, ikibin dinar altın (yaklaşık dört milyar TL.) vermişti. Halbuki, bundan en çok Fazl b. er-Rabi memnun olmuştu. Güngörmüş vezir bu can ile cananın kâVuşmasını sağlıyan değerli şairi huzuruna çağırmış ve bir cemile olarak ona tam beş bin dinar altın (yaklaşık on milyar Tl) mükafat vermiştir (84).

Bütün bunların diğer taraftan Abbasi toplumunun şiir ve şaire yerdiği önemi göstermesi ve bir fikir vermesi bakımından ayrı bir yeri vardır. Zira bir şaire bir kaç beyitlik bir şiiri için 10 Milyar Tl. değerinde mükafat'Verilmesi insan akıl ve hafsalaşının asla kabul edeceği bir, şey değildir. Ama bu bir gerçektir ve bunun Abbasilerin ihtişam devrinde çok daha çarpıcı örnekleri vardır.

(84)   İbn Mutez, s. 257, ibn Hallikân, Vefeyât, I. s. 14, Kitapçı, Z. s. 174. Bıf he­saplamada 1 grm. altın 450 bin lira olarak kabul edilmiştir.

D- MÂRİDE HATÜN’GN ÖNEMLİ BİR HİZMETİ

a- Mâride ve Şuca Hâtûn:

Mâride Hâtun'un kendi çocuklarını özellikle el-Mutasımı, Türk örf ve ananelerine göre yetiştirmede ne kadar özen gösterdiğini ve kendi devrinde milli şuur ve kültürü temsil etmede ne kadar başarılı bir Türk anası olduğunu hiç kimsenin en ufak bir şüphesi olmamalıdır. Mamâfih bizim "Saadet Asrında Türkler" adındaki kitabımızın son bölümünde onun bu milli şuuru üzerinde durulmuş ve çok geniş bilgiler bu hususta yaptığı en büyük hizmetlerden biride oğlu el-Mutasımı, Türk askeri ailelerinden biri olan köklü "Boğa" ailesinden ve devrin kudretli komutanı Büyük Boğanın kız kardeşi Şuca Hatunla evlenmelerine ön ayak olmasıdır. Hilafet camiasının gönlü deryalar kadar zengin, aynı zamanda büyük Abbasi halifelerinden el-Mütevekkil'in anası olan bu faziletli, melek tabiatlı Türk anasının hayatı hakkında önümüzdeki sayfalarda daha çok geniş bilgiler verilecektir.

b- Mâride Hâtunun Ölümü ve Çocukları

Mamafih Harun er-Reşid'in Mâride Hatunla olan bu mutlu evlilikleri koca bir ömrü tüketecek kadar uzun sürmemiştir. el-Hatip el-Bağdadi'nin bildirdiğine göre Mâride çok erken yaşta Harun er-Reşid'in sağlığında vefat etmiştir (85). Artık o, ne yazıkki oğlunun Abbasi hilafetini devr alışını, Türklere Bağdad kapılarının sonuna kadar açıldığını Türk askerlerinin atlar üzerinde özel Sultani elbiseler ve zırhlar içinde, sanki tunçtan bir heykel, yürüyen dağları andıran bir heybetle Bağdad sokaklarından geçtiklerini bir türlü görememişti. Merâcil ve daha sonra Mâride Hâtun'un böyle bir biri ardına erken bir yaşta vefat etmeleri Seyyide Zübeyde'ye büyük avantajlar sağlamış ve oğlu el-Emin'i hem de hiç hakkı olmadığı

(85)    Hatib el-Bağdâdi, Tarih-u Bağdâd, III. s. 342. halde el-Memun ve el-Mutasımı hiçe sayarak Harun er-Reşid'e ünü cihanı tutmuş büyük halifeye veliahd ilan ettirmiştir.

Harun er-Reşid'in Mâride Hatunla olan bu evlilik yıllarında beş çocukları dünyaya gelmişti. Bunlardan ilki Ebu İshak el-Mutasım diğeri Ebu İsmail, ve Ümmü Habibe adındaki bir kız çocuklarıdır. Değerli İslam tarihçisi et-Taberi bu çocuklardan diğer ikisinin isimlerinin bilinmediğini kaydetmektedir (86).

Harun er-Reşid'in sarayında çeşitli millet ve kacimlere mensup dört bin kadar cariye olduğu, üstelik Mâride'nin çok erken bir yaşta vefat ettiği göz önüne getirilirse onun, Mâride Hatun’dan böyle beş çocuğunun olması çok önemli bir keyfiyettir. Bu da bize Halifenin vaktinin elverdiği ölçüde büyük bir kısmını sevip saydığı, her yönü ile çok takdir ettiği ve bunun böyle senelerce vefatına kadar sürüp gittiğini ortaya koymaktadır. Mamafih Zübeyde'nin Abbasi saraylarında Arap tarafını temsile etmesine karşı, insiyaki olarak Mâride de ölünceye kadar Türk tarafını temsil etmiş Türk örf, adet ve ananelerine göre yaşamış, oğlu el-Mutasımı bu çerçevede yetiştirmiş ve Zübeyde'den sonra her zaman hilafet sarayının ikinci hem de çok güçlü bir kadını olmuştur.

3- YENİ TÜRK KIZLARI HİLÂFET MERKEZİNDE

A- EL-MÜTASIMIN YENİ İNSİYATİFİ

Hilafet saraylarında çok önemli bir yeri olan Türk asıllı Merâcil ve Mâride Hatun'u bu şekilde izah ettikten sonra, şimdi de biz, konunun daha ilginç ve renkli bir yönünü aralamak istiyoruz. O da, hilafet saraylarının dışında ve Abbasi toplumundaki Türk hanımları onların sosyal durum ve yaşayışlarıdır.

Gerçekte el-Mutasım devri (833-841) Türk asıllı köle ve

(86)    et-Taberi, IX, s. 123.

hanımlar ve bunların o toplumda dal budak salmaları, bundanda öte o toplumda müessir bir varlık haline gelmelerinde çok önemli bir dönüm noktası olmuştur.. Bu büyük halife ve onu takip eden devirlerde sadece hilafet ordusu Türkleştirilmekle kalmamış, buna paralel olarak Orta Asyadan binlerce sıhhatli Türk kızları celbediimiş ve bunların sayıları ve nüfuzları hilafet merkezinde daha hissedilir bir hale gelmiştir.

el-Mutasım içip , bu büyük hamleleri gerçekleştirmek ve sonunda hilafetjn.daha o erken devirlerinde mukadderatına Türklere hakim kılmak hiç te kolay olmamıştır. O, takip «ettiği çok yönlü bir politika sonucu Arap ve İranlı aydınların mukavemetini kırmış, bütün dengeleri kendi lehine çevirmiş ve sonunda yeni dinamik bir Türk toplumu vücuda getirmek için tasarladığı bütün fikir ve düşüncelerini hiç bir engel tanımaksızın üstün bir cüret ve cerasetle .uygulamaya koymuştur.   

O bu yola, el-Memunla birlikte çıkmıştır. el-Memunla birlikte çıktıkları bu çetin ve çileli yoldan ilerleyerek halife ölmüş've hilafet makamı üzerine Çöreklenen Arap ve İran sultasına ve herşeyden önce çok aşırılara varan Arabizme ciddi ve çok ağır bir darbe vurmuştur. Diğer bir ifade ile Hilafet ve Saltanatta, Emevilerle başlayan Arabizm ve Arap hakimiyeti, Harun er-Reşid'le birlikte son bulmuş ve el-Mutaşım'la bir nevi Türklerin devri başlamış oluyordu. Nitekim es-Suyuti buna işaret ederek şöyle demektedir;

"Harun er-Reşid, oğlu el-Mutasım'ın halife olmasını hiç bir zaman istememişti. Fakat (talih ona yardım etti) Cenab-ı Hak on  üstün kıldı ve kendisi halife oldu. Ondan sonraki halifeler bütün bu el-Mutasımın soyundan geldiler. Artık er-Reşid'in (Arap soyundan gelen) diğer evlatlarından hiç biri halîfe olamamıştır" (87).

el-Mutasım bu şekilde halife olduktan sonra bütün himmet ve

(87)    es-Sûyûti, s. 291.

gayretlerini Türkler için sarfetrniştir. İlk fırsatta hilafet ordusunun Türkleşmesi gerekiyordu. O bunun için Orta Asya'nın iç kısımlarından onbinlerce Türkü hilafet merkezine çağırmış ve Türklerden müteşekkil ilk hilafet ordusunu kurmuştur (88). Artık Bağdad ve Hilafet saraylarının kapıları Türk asilli köle ve cariyeler için sonuna kadar açılmış oluyordu. Böylece onbinlerce Türk kadın ve erkeği Bağdada geleceklerdi.

 

; B-TÜRK VARLIĞININ YENİ TEMEL UNSURU TÜRK KIZLARI

a- Türk Kızlarının Bağdad'a Getirilişi:

el-Mutasım bu yolda kendine has ve tarihte hiç bir zaman örneği olmayan bir uygulamaya (.j giri^mş ^ hilafet örduşunun Türkleşmesinde takip ettiği metodu bu defa onların Türklüklerinin korunması için tatbik etmiş ve bunda şüphesiz muva^^ta olmuştur. Bu cümleden olmak üzere tıpkı ordunun Türkleşmesinde görüldüğü gibi Orta Asya Türk muhitlerinden sağ yapılı, hiç bir özürü ve ayıbı olmayan, güzel görünüşlü, boyu boşu yerinde,.iffet ve. namusuna düşkün, masum, temiz ailelerden alman yüzlerce binlerce müslüman Türk kızlarını İmparatorluğun taht ve baht şehrine getirtmiştir.

el-Mutasım bununla da kalmamış,, o daha da Heri gitmiş Bağdada celbedilen Türk askerlerini-Arap kadınları ile değil- kendi ırkdaşlan kandaşları, dindaşları öz be öz Türk olan.Türkkanı taşıyan bu kızlarla evlenmeye mecbur etmiş ve bu hususta hiç bir masraftan da kaçınmamıştır. el-Mutasım daha da ileri gitmiş ve onların :bir büyük bir zaruret olmadıkça keşin bir şekilde yasaklamıştır. Mamafih bu evlenme nişan ve düğünlerin tamamen dini çerçeve içinde cereyan etmiş

(88)    Kitapçı, Z. Türk Askeri Varlığı, s. 72-78.

olduğunu da hiç bir zaman hatırdan çıkartılmamalıdır.

Böylece Bağdad kapıları, yağız cehreli Türk yiğitlerine olduğu kadar, çok geçmeden sağlam karekterli Türk kızlan faziletli Türk analarına da açılmış oluyordu. Bu sayede binlerce iffetli Türk kızları Bağdad'a gelmiş ve civanmert Türk delikanlıları ile evlenmiş Türk varlığının temelini atmışlardır. Bu Türk kızları ve Türk analarının Bağdadta çok iyi bir hüsnü kabul gördükleri de hiç bir zaman unutulmamalıdır. Onlar halifenin her türlü maddi ve manevi destek, ve himayesine mazhar, her zaman imtiyazlı, birinci sınıf bir insan muamelesi görmüşler, her türlü maddi sıkıntıdan uzak müreffeh bir hayat yaşamışlardır. Çünkü onlarında isimleri bir bir divana kaydedilmiş ve her birine ayrı aylıklar bağlanmıştır.

el-Mutasım böyle yapmakla bir bakıma Türk varlığının çöküntüye uğramasını Arap ve Araplığın içinde eriyip gitmelerini önlemiş ve onların uzun süre dinamizmini muhafaza ederek tarih sahnesinde kalmalarını sağlamıştır. Zira bu yeni Türk aileleri ve bu katıksız Türk ana babalarından doğan binlerce Türk çocukları ile hilafet merkezinde hem Türk varlığının devamını sağlayacak hem de hilafet ordusundaki Türkler için yeni bir kaynak oluşturulacaktı.

Zira aileler askeri bir statüde oldukları için bunların çocukları da pek tabii olarak asker ve baba mesleğine intisab edecekler ve böylece hilafet ordusu, askerlik çağma gelmiş eli silah tutan yeni Türk gençleri ile ikmal ve takfiye edilecek ve dolayısıyla kendi öz kaynağını kendisi temin etmiş olacaktı.

b- El-Yakubi Ne Diyor?

Türk kızlarının Bağdad'a celbi ve onların bu yeni toplumdaki durum ve hukuki statüleri hakkında o devrin gerçekten de köklü tarih ve coğrafya alimi İbni Vazıh el-Yakûbi'nin (öl. 284/897) çok geniş ve ilginç açıklamaları vardır. Diğer Arap yazarlarının bu baş öndürücü olaylar ve sosyal gelişmeleri kendine has, özlü uslûbi ile öylesine güzel ifade etmiştir ki; artık başkalarının şöyle veya böyle fikir yürütmelerine ihtiyaç bile bırakmamıştır. Mamafih el-Yakubi konumuza ışık tutan beyanlarında aynen şöyle demektedir; '

"el-Mutasım daha sonra Türk cariyeleri satın alıp bu Türkleri onlarla evlendirdi. Türklerin, müvelletler (cinsi, hasebi, nesebi bozuk) kadınlarla evlenmeleri ve sıhriyet kurmalarını yasakladı. Onların çocuklanda bu yasaklılar arasında idi. Bu çocuklarda evlilik çağma geldiklerinde ancak Türk erkek ve kızlan yani kendi hemcinsleri olan Türklerle evlenebileceklerdi. Türk cariyeleri için devamlı tahsisatlar ayırdı. Onların isimlerinin bir listesini yaptırarak Divana yani maaş ödenen kimseler arasına kaydettirdi, onlan maaşa bağladı. Onların boşanmalarını da yasakladı. Böylece bu Türklerden hiç birisi karısını boşayamadığı gibi, ondan aynlması da mümkün değildi" (89).

C- EL-MÜTASIM'IN TARİHİ MİSYONÜ

a- Büyük Görevin Türklere Verilmesi:

Evet binlerce Türk gençleri ve bir o kadarda iffetli Türk kızlarını Bağdada getirmek, yerleştirmek, onlara müreffeh bir hayat temin etmek şüphesiz o devirlerin en büyük sosyal ve askeri olaylarından biridir. Koca bir cihan imparatorluğu kurmalarına rağmen Arapların, kısa zamanda deforme olmaları, kendi emniyet ve selametlerini bir başka millete Türklere bırakmaları, sınırlarının güvencesini onlara havale etmeleri ve onbinlerce Türkü, kadın ve erkek İmparatorluğun

(89)    el-Yakûbi, K. el-Büldan, Nşr. De Geoje, Leydan, 1892, s. 259.

başkentine çağırmaları, ve onlardan her türlü, imtiyaza sahip güçlü kuvvetli bir askeri sınıf oluşturmaları vs. işte böylesine bir uygulamanın İslam ve dünya tarihinde Türklerin dışında hiç bir misali yoktur.

Yine dünyada; kendi kurdukları devleti barış zamanında bile koruyamıyan buna muktedir olamıyan, kokuşmuş dünya zevk ve eğlenceleri, tatlı yaşam lüks ve israf içinde kılınçlarını kınına sokan kendi elleriyle kendi devletlerini bir başka millete, yani Türklere bırakan, onlardan hayır ve medet bekleyen tarihte sadece Müslüman Araplar vardır. Müslüman Arapların dışında böyle müdafası zor bir duruma düşen hiç bir millet yoktur.

el-Mu'tasım, dayızadeleri olan bu Türklerin Araplarla her ne şekilde olursa olsun sıhriyet kurmamaları ve onlarla karışmamaları için o kadar hassas davranıyorduk!; o, bu hususta daha da ileriye gitmiş ve bu Türk aileleri için Bağdad'ın dışında yeni, bizim tabirimizle bir Ordukent kurmuştur. el-Mahsur'un "Darü's-Selam"ına bir nazire olarak kurulan bu yeni başkentin adı tarihi kaynaklarda "Samarra" olarak geçmektedir.

Bu kelime Arapça "Sürre-men-rea" cümlesinin kısaltılmış şeklidir. O da "Görenler şevindi" anlamına gelmektedir,- Görenler neye sevineceklerdi? Şehrin ihtişamına mı? Yoksa orada yürüyen bir dağı andıran yalın kılıhç, yağız çehreli, birer tunç heykeller gibi ilerleyen destani Türk kahramanlarına mı? Bü pek belli değildi. Ama böyle incelikle seçilmiş bir kelime ile bize göre üç ayrı anlam kasdedilmiş olmalıdır. Hem şehrin ihtişamım görenler, hem kaftal bakışlı Türk askerlerini seyredenler, hemde bütün azamet ve heybeti ile Türk Hakanını andıran onlara has bir azamet ve ihtişamla yürüyen el-Mu'tasımı bu yeni ordunun başında görenleç mutlaka sevinmeli idi. Artık, el-Mu'tasım'a göre; Abbasi hilafetinin geleceği onların şimşekleri andıran nal, yıldırımları hatırlatan kılınç seslerine havâle edilmiş oluyordu.

c- Yeni Toplumun Dayandığı Temel ve Türkçe

Evet el-Mu'tasım kendi nevine has bir uygulama ve klâsik Arap toplumunda alışılagelmişliğin dışında yeni güçlü bir sınıf teşekkül ettirmek istemiş ve o bunun temelini hem de çok sağlam bir şekilde atmıştır.

Bu yeni sınıfın aslı, aile çekirdeği esasına göre bina edilmişti. Aile katıksız bir şekilde Türk ana ve babalarından oluşacaktı. Bunlardan doğacak çocuklarda elbette öz, be öz Türk olacak, onlarda kendi ana ve babaları gibi yine bir Türk ailesinin kızı ile kendi örf ve adet ve ananelerine göre evleneceklerdi.

el-Mu'tasım'ın bundaki hedefi belli idi. O kendi zamanında Arap, toplumuna ârız olan her türlü sosyal ve bünyesel hastalıklardan uzak, :yeni güçlü kuvvetli dinamik bir Türk nesli, Türk toplumu vücuda getirmek istiyordu. Hattâ onların dili, dahi bozulmayacaktı. Ailede, evde,. çarşL ve pazarda Türkçe konuşulacaktı. Orduda ki askerlerde "Türkçe" konuşacaklardı. Onun yeni "Samarra" şehrini inşa etmesinin bir diğer nedeni de bize göre Türkçenin devamlı konuşulan bir dil olmasını sağlamaktı. Mamafih Hilafet ordusundaki Türklerin Türkçe konuştuklarına dair elimizde çok yeterli bilgiler vardır.

Zira, o devirlerde cereyan eden bir çok olaylar Samarra'da konuşulan dilin genellikle Türkçe olduğunu hilâfet ordusundaki Türk askerlerinin kendi aralarında Türkçe konuştuklarını açık, açık ortaya koymaktadır. Nitekim et-Taberi'nin hicri 251/865 senesi olayları arasında zikrettiğine göre;

el-Müstaîn döneminde (862-866) devrin Vasîf, Boğa ve Bağır gibi Türk komutanları arasında çıkan bir anlaşamamazlık, daha sonra halife aleyhine organize bir ihtilâl havası estirmeye başlayınca, el-Müstaîn'in etrafında yer alan Boğa ve Vasîf en sonunda Bagîr'm boynunu vurdurmuşlar ve halifeyi bu sıkıntıdan kurtarmak istemişlerdir.

Oysa Bâğır, Türk askerleri tarafından çok sevilen, sayılan bir komutan idi. Vasîf ve Boğa bile ondan çekinirlerdi. Bâgır'ın başına gelenler bu Türk askerlerine ulaşınca onlar bir sağnak hâlinde hilâfet sarayına koşmuşlar ve sarayı kuşatmışlardı. Hem el-Müstain, hemde diğer Türk komutanlarının hayatları çok tehlikede idi. Bu gözü dönmüş Bâgir taraftan olan Türk askerlerine "Dağılınız!" "Dağılınız!" denildiğinde et-Taberi bunların Arapça "Lâ-Hayır!" anlamına gelen "Yok!, Yok!" diye bağırarak bunu reddettiklerini bildirmektedir (90). "Hayır!" anlamına gelen "Yok!, Yok!" kelimesi bugün bile aynı canlılığı ile Türkçemizde kullanılmaktadır.

et-Taberî yine aynı konu ile ilgili rivâyetlerine devam ederek söylemektedir. Bâgîr taraftarı bu Türk askerleri ve onların ileri gelenleri ile görüşüp konuşmak ve galeyanları had safhaya gelmiş bu gözü dönmüş Türkleri yatıştırmak için hilâfet sarayı namına Câmi b. Hâlid başkanlığında Türkçeyi iyi bilen bir grub onların yanına gelmişler ve "Türkçe" görüşüp konuşmuşlar, Boğa ve Vasif ile Halife el-Müstaîn'in gizlice çoktan Samarrayı terkederek Bağdad'a sığındıklarını bildirmişlerdir. Bu doğru idi. Olayların gelişmesinden korkan halife ve diğer Türk komutanları, kurtuluşu gizlice Bağdad'a kaçmakta bulmuşlardı.

Hilâfet ordusundaki Türkler'in "Türkçe" konuştuklarına dair

(90)    et-Taberi, IX, s. 381.

yine et-Taberi'nin hicrî 256/869 yılı olan ile ilgili rivayetleri bize çok açık ve kesin bilgiler vermektedir. Şöyleki;

Abbâsî halifelerinden el-Mühtedi zamanında (869-870) yukarda adı geçen Türk komutanlarından ve onların yerine geçen büyük Boğa'nın oğlu Musa ile Vasîf in oğlu Sâlih'in araları bir kere açılmış ve Musa b. Boğa askerleri ile birlikte saraya gelerek halife el-Mühtedi ile konuşmak istemişlerdir. Onların halife ile görüşüp konuşmaları engellenince, et-Taberî bu askerlerin kendi aralarında hemde bir çok kimseleri rahatsız edecek kadar yüksek bir sesle "Türkçe" konuştuklarını kaydetmektedir (91).

Bu ve benzeri rivâyetler hilâfet ordusundaki Türkler'in "Türkçe" konuştuklarını göstermektedir. Bunlara başka rivayetleri de ilâve etmemiz mümkündür. O kadarki bu aristokrat Türk askerî aileleri ve Türklerle rahat bir şekilde görüşüp konuşabilmek için Arap aydınları da dahil bir çok kimse "Türkçe"yi öğrenmişler ve onlarla çok rahat bir şekilde "Türkçe" görüşüp-konuşacak bir seviyeye gelmişlerdir. Mamafih bütün bunlar, hilâfet ordusundaki Türkler'in el-Mutasım'ın esaslarını tesbit ettiği gibi sadece "Türkçe" konuştukları, "Arapça"yı öğrenmeye özendirilmediklerini ortaya koymaktadır. Aradan seneler geçmiş olmasına rağmen Türk komutanları ve hilâfet ordusundaki Türkler'in "Türkçe" konuşmaları, Türkler'in el-Mutasım'ın açtığı yoldan yürüdüklerini ve bunda en ufak bir sapma olmadığını göstermektedir.

Hilâfet ordusundaki bu Türkler ana dilleri olan Türkçeyi konuşmamakla kalmamışlar, kendi örf, âdet ve ananelerine göre yaşamışlardır. Nitekim et-Taberî'nin hicrî 256/869 yılı olayları arasında zikrettiğine göre;?

O devirlerin Türk asıllı büyük komutanı Boğanın oğlu Muhammed el-Mühtedi zamanında çıkan ve bitmek tükenmek bilmeyen karmaşalıklar sırasında öldürülünce, daha sonra Türkler onu defnetmişler ve kabrinin üstüne tam bir kıhnç kırarak bırakıp gitmişlerdir. et-Taberî Türklerin âdetleri idi, demektedirki bü soh derece doğru bir tesbit olmalıdır (92). Zirâ, kahramanlarının kabirleri üstüne kıhnç kırmak Türkler arasında eski çağlardan beri sürüp gelen bir adettir.

Mamafih biz yine konumuza dönelim/ el-Mutasım böyle yapmakta haklı idi. Zîra böylece yeni toplumdaki Türk varlığı ve etnik yapı daha müstâkil bir hüviyet kazanacak ve hiç bir zaman yıkılıp yok olmayacaktı. Hülâsa, el-Mu'tasımın bir bakıma el-Mahsur'ün bir Arap şehri olarak kurduğu bugünkü Bâğdad’ın karşısına, bir Türk şehri olârak Samarra'yı kurması; hilafet ordusunu Türkleştirme ve ayrıca hilafet camiasında yeni bir Türk toplumu vücuda getirmesi, bilerek veya bilmeyerek Türklere Hz. Peygamber'in vadettiği Orta Doğu hakimiyetine giden yolun ilk kapısını açanlardan biri olması, onun bütün bu uzak görüşlü davranışları her türlü takdirin üstündedir. Fakat bütün bunların yanısıra, el-Mutasımı bitmez tükenmez bir Türk sevgisi içinde yetiştiren, onu her vesile ile dayilârına özendiren değerli Türk anası Mâride Hatun'un bunda çok büyük bir payı ve hizmeti olduğüda hiç bir zaman unutulmamalı ve her zaman hayırla yâd edilmelidir.

.

4- TÜRÜNCÜ HAKİN VE TÜRK AİLELERİNİN YENİDEN KAYNAŞMALARI

.A- İKİ TÜRK GENERALİNİN ÇOCUKLARININ EVLENDİRİLMESİ

a- el-Mutasımm Yeni Teşebbüsleri:

el-Mutasımm Bağdad'ta Aristokrat Türk aileleri, Türk hanım ve

(91)    et-Taberî, IX, s. 469. kızlardan oluşan bir yüksek tabaka, Türk sosyetesi meydana getirdiğini söylemiştik. Bu aristokrat Türk varlığının bizim açımızdan üzerinde durulması gereken daha sevecen bir kısım diğer yönleri daha vardır. O da büyük halifenin bir Türklük coşkusu içinde olması, Türk aile ve toplumunun refah ve mutluluğu için elinden gelen herşeyi yapmasıdır. Meselâ o bu cümleden olmak üzere kendi devrinde yükselmiş bazı Türk komutan ve aristokrat Türk ailelerinin kız ve erkek çocuklarını hem de hilafetin haşmet ve azametine yakışır bir tarzda, birbirleri ile evlendirmiş ve bunların düğün masraflarını bile bizzat kendisi karşılamıştır. Meselâ bunlardan biri belki de en önemlisi hilâfet ordusunun baş komutanı Afşin'in oğlu Haşan ile yine aynı ordunun Türk asıllı generallerinden Aşnas'ın kızı Turuncu Hatun'un evlendirilmeleridir.

Gerçekte Türk asıllı olan bu komutanlar, çok erken devirlerde Abbasi sarayna intisâb etmişler, şahsi kabiliyet ve yetenekleri ile dikkati çekerek daha el-Memun devrinde yüksek mertebelere ulaşmışlardı. el-Mutasım devrinde ise bu iki Türk generali hilafet ordusunun en parlak ve en başarılı en güçlü komutanlarından biri idiler. Bunlardan Afşin cesaret kahramanlık ve yiğitliği ile nasıl ki el-Mutasımm sağ kolu ise, Eşnas da cesaret, kahramanlık ve yiğitliği ile sol kolu mesabesinde cesur değerli bir Türk komutanı idi.

İşte el-Mutasım bu iki Türk büyüğünün çocuklarını evlendirmiştir. Bunlar yukarıda da zikredildiği gibi Afşin'in oğlu Haşan ile Eşnas'ın kızı olan ütruca et-Taberiye göre ütrunca (93) yani Turuncu Hatun idi. el-Mutasımı çok sevdiği bu iki komutanı birbiri ile daha da yakınlaştırmak istemiş ve bir cemile olsun diye iki gencin düğün masraflarını da kendisi karşılamıştır. Bir coşku ve sevgi denizini andıran bu muhteşem düğün merasimi Bağdad'ta yapılmıştı. (H. 224/M.838)

(92)   Utrunca, et-Taberi, IX, 101, Utrunca veya Utruca olarak kaydetmektedir. Turunç kelimesinden muharreftir. Türkçe, Farsça ve Arapça'da yaygın bir kelimedir.

b- Ömeriy'e Sarayında Yapılan Büyük Düğün:

Bu dillere destan olan düğünü özellikle et-Taberi verdiği özlü bilgilerle bütün haşmetiyle anlatmaya muvaffak olmuştur. Şöyleki; Afşin'in oğlu Haşan ile Enasm kızı Turunca Hatun evlenerek, düğünleri Bağdadta olmuş ve el-Mutasım onlara kendi Ömeriye Sarayını tahsis etmiş ve burada zifafa girmişlerdir. Düğüne Bağdad ileri gelenleri de dahil, bütün Samarra halkı davet edilmiş ve herkes orada hazır bulunmuşlardı. el-Mutasım bu düğüne o kadar önem vermiştir ki, o düğün esnasında bu günün tabiri ile protokole dahil zevattan kimlerin bulunup bulunmadığını dahi bizzat kendisi kontrol ediyordu.

Düğün, hilafetin azamet ve haşmetini yansıtacak bir şekilde olmuş ve hiçbir masrafdan kaçınılmamıştı. Düğün eğlenceleri günlerce sürmüş yapılan şenlikler dillere destan olmuştu. el-Mesudi düğün ziyafetlerinin mükemmeliyet ve güzelliği tabir etmenin mümkün olmadığını kaydetmektedir (94). Bu yemek ve ziyafetler sırasında halka altından yapılmış büyük tepsilerde en güzel kokular sunulmuş, sayıları sayılmış ve kıymetli hediyeler verilmiştir.

c- Şair Olmayan Halifenin Söylediği Coşkulu Şiirler

Halk düğün ve eğlencelerinin coşkunluğuna kendini kaptırmış çılgınca eğleniyordu. Hele zifâf gecesi gelip çatınca herkesin coşku ve sevinçi had safhaya ulaşmıştı. el-Mutasımda bundan nasibini almış ve iki Türk büyüğünü tavsif eden şiirler söylemiş, duyduğu sonsuz sevinç ve coşkuyu dile getirmeye çalışmıştır. O, bu coşku dolu şiirinde şöyle diyordu:

İki deniz kucaklaştı, bir ulu reisin kızı, diğer bir ulu reisin oğluna gelin olarak gitti.

Ah bir bilseydim o iki ulu reisten hangisinin makam ve mevkide daha önde olduğunu

Hani o göğüs bendi olan (büyük komutan Aşnas) mı? Yoksa tac ve kaftan sahibi (Afşin) mi? (95).

d- Turuncu Hatunun Düğünü İle Ortaya Çıkan Yeni Tablo:

Hülâsa, Türk aristokrat aileleri başta olmak üzere Samarrada oturan bütün Türklerin de iştirakleri ile, hülâsa Türk asıllı halife, Türk asıllı iki büyük komutan, onların çocukları için Bağdad'ta yapılan bu düğün Halife el-Mansur'un kurduğu "Daru's-Selam" ve hilafet camiasında, toplumda kökleşen Türk varlığının Arap ve İrank'lara karşı tam bir gövde gösterisi mahiyetinde olmuştu. Kimbilir belkide el-Mutasım böyle dillere destan olan bir düğünü şimdiye kadar olan icratını haklı göstermek için bile bile yapmıştı.

B- EL-MUTASIM1N BAZI ÖZELLİKLERİ

a- Afşin'in Başına Gelen Talihsizlikler:

Yukarda el-Mutasım'ın bu muhteşem düğününü bizzat kendisinin yaptığım ve. yeni evliler için kendisine ait Ömeriye sarayını tahsis ettiğini yazmıştık. Haşan ile Turuncu Hatun bu sarayda düğünden sonra daha bir müddet birlikte yaşamışlardır. Zira et-Taberi hicri 225/839 yılı olayları arasında (düğünden yaklaşık bir sene sonra Abdullah b. Tahir'in bu çifti Samarraya taşıdığını bildirmektedir (96).

(95)    el-Mesûdi, IV, s. 59.

(96)    Taberi, IX, s. 101.

Bu taşıma işlemi şüphesiz el-Mutasım'ın emri ile olmuştur. Zira çok geçmeden Afşin'in başta Bağdad olmak üzere hilafet ülkelerinde efsaneleşen dev şahsiyeti ve askeri başarılarını çekemeyenler bunlardan özellikle iki yüzlü Bağdad kadısı Ahnef b. Ebu Duad, (97) Halife ile onun arasını açmaya muvaffak olmuşlardır (98).

el-Mutasım Afşin'i önce bütün görevlerinden azlederek hapse attırmıştır. Daha sonrada bir kısım asılsız ithamlarla mahkemeye şevketmiş ve sonunda da onun boynunu vurdurarak, kendisini tarih önünde mahkum edecek en büyük suçu işlemiştir (99).

b- El-Mutasım'm Saray Hayatı:

Mamafih Abbasilerin güçlü, kuvvetli son derece enerjik, hür iradeli müstakil karekterli, çok rahat kararlar veren ve bunları hiç çekinmeden uygulayan, hakan yaratılıştı, heybetli Halifesi, tam orta denilebilecek bir yaşta (48 yaşında) ölmüştür, (öl. 227/841)

el-Mutasım kendisinden önce ve sonra gelmiş geçmiş bir çok Abbasi halifesi ile kıyas edildiğinde onun emsallerinin aksine, kadına, içkiye, saz, söz meclislerine, aşırı eğlence gecelerine pek fazla düşkün olmadığı görülür.

Yine el-Mutasımm diğer Abbasi Halifelerinin aksine saray ve harem hayatı, haremindeki cariyeler, bunların sayıları, onlara tutkunluğu, özel aşırı ilişkileri, aşkları, gazel ve şiirleri, cariyelerin çılgınlıkları hakkında temel kaynaklarda çarpıcı bilgiler ve renkli tablolar çizilmemiştir. Öyle Abbasi Halifeleri olmuşturki, onların câriyelerle olan tatlı ilişkiler kurma yolunda yaptıkları israflar bu günün tabiri ile nerede ise bir devlet bütçesine ulaşmaktadır.

(97)    et-Taberi, IX, s. 110.

(98)    Brockelman, C. İslam Milletleri Tarihi.

(99)   Hilafet ordusunun Türk asıllı bu bedbaht komutanı ve onun çok acıklı olan mah­keme safahâtı için bkz. Kitapçı, Z. et-Türk, s. 267-279.

Onun bu yönleri ile Abbasi halifeleri arasında çok seçkin bir yeri vardır. Zaten o, güvendiği Türk ordusunun başında el-Afşîn, İtah, Eşnas gibi hilâfet ordusunun arslan yürekli, yiğit yarattlışlı Türk komutanları ile mağrur Bizans İmparatorunu dize getirmek için gaza ve cihada çıkan Anadolu'nun bağrına kadar sefer düzenleyen son Abbasi Halifesi olmuştur (100).

Gerçekte el-Mutasım devri, hilafet ülkelerindeki Türkler için (kadm-erkek), bir altın devir olmuştur. Onun sağladığı çok büyük imkanlar sayesinde Türk asıllı onbinlerce kişi, kadm-erkek Bağdada gelmiş, burada yerleşmiş ve bundan böyle gelecek Türk nesilleri için adeta bir maya olmuşlardır. Bu Türkler arasından bir çok büyük komutanlar yetiştiği gibi bir o kadar da dirayetli Türk anaları çıkmıştır. Onlar, müessir şahsiyetleri ile Abbasi saraylarında çok önemli rol oynamışlardır. Saray ve çevrelerinde Türk varlığının en önde gelen temsilcileri olmuşlardır. Her biri ayrı bir kıymet olan bu Türk anaları hakkında bundan sonraki sayfalarda daha geniş bilgiler verilecektir.

5- YENİ TOPLUMUN YAPISI TÜRKLER VE ARAPLAR

A- YENİ TOPLUMDA TÜRKLERİN ÖZELLİĞİ

el-Mutasımdanr sonra Abbasi toplumu ve hilafet camiasındaki Türk varlığı için yeni bir dönem başlamıştır. Hilafet ordusunun Türk asıllı askerleri ve onlar için İç-Asyadan kopup gelen binlerce Türk kızları, soylu soplu binlerce Türk aileleri, Abbasi toplumundaki müstakil Türk varlığının temelini oluşturmuşlardır. Bundan sonra ikinci ve üçüncü kuşak Türkler gelecekti. Böylece hilafet merkezine "Buyur!" edilen Türkler el-Mutasımın gösterdiği, bu müstesna ilgi sayesinde, kısa zamanda Abbasi toplumunun vazgeçilmez bir unsuru haline gelmişler, sadece askeri değil, mülki, idari, edebi sahalarda da büyük bir varlık göstermişlerdir.

 (100) el-Dineveri, Ahbaru't-Tıval, s. 75.

 

Diğer taraftan, bu ilk devirlerde Divanü'l-Ceyş'e kayd olan ve ordu kademelerinde yükselmeye başlayan bu Türk asıllı komutanlar, daha sonraki devirlerde yükselmeye devam etmişler ve üstün kabiliyet ve meziyetleri sâyesinde her biri ünlü, parlak birer komutan olmuşlardır. Türk asıllı bu komutanlar, yeni bir sınıf olan Türk unsuruna, yâni kendi öz tabanlarına dayandıkları, onlardan güç ve destek aldıkları için, kısa zamanda nüfuz ve kudretleri artarak çok güçlü bir varlık haline gelmişler, o kâdarki karşılarına dikilen Arap ve Iran sultasını bile kısa bir zaman içinde bertaraf etmişlerdir.

B- İKİ TOPLUM ARASINDAKİ SOSYAL MÜNASEBETLER

Bu arada üzerinde önemle durulması gereken bir konu daha vardır. O da bu yeni Türk varlığının, o toplumun diğer unsurları özellikle Araplarla olan sosyal, siyasi, dini, askeri, edebi hatta kültürel ilişkilerinin boyutlarıdır. Türk askerleri, özellikle Türk militarizminin üst tabakasını oluşturan generallerin, başta Abbasi halifeleri olmak üzere Arap entellektüel tabakası ile askeri ilişkileri hakkında fevkalade yeterli bilgilerimiz olmasına rağmen sosyal ve kültürel ilişkilerin yeteri kadar geliştiğini ve tatmin edici olduğunu iddia etmemiz mümkün değildir. Bu yeni toplumun yâni, Türk kadın ve erkeklerinin Araplarla olan sosyal ve beşeri münasebetleri hakkında tarih ve edebiyat literatürüne pek fazla bir şey intikal etmemiştir. Konunun hele hele folklor (halkiyat) yönü devrin edebiyatçıları tarafından tamamen ihmal edilmiştir. Bağdad ve hilafet camiasındaki bu Türklerin normal günlük yaşayışları, çevreye uyumları, hatta onların örf, âdet, ananeleri, hakkında tarihi ve edebi eserlerde fazla bir şey yoktur. Bu durum, diğer bir ifade ile şüphesiz Arap entellektüelinin bu yeni Türk varlığına ne kadar tepeden baktıklarının her nedense fazla bir ilgi göstermediklerinin en güzel bir delili olsa gerektir.

Fakat bizim açımızdan konunun bir başka yönü daha vardır. Bu sosyal münasebetlerin kısır bir döngü içinde bocalayıp durmasında el-Mutasım1 ın büyük bir azim ve kararlılık içinde uyguladığı tecrit hareketi de çok önemli bir rol oynamıştır. Zira, Türk varlığının kadın erkek Araplarla her ne suretle olursa olsun karışmamaları ve onların Arabizmin potasında erimemeleri için fevkalâde önemli tedbirler alınmıştır. Türk asıllı kadın ve erkeklerin Araplarla her ne suretle olursa olsun evlenmeleri yasak olduğu gibi, onların çoluk çocukları dahi bu yasak kapsamına alınmıştı. Bundan da öte, Türk varlığı için yeni muazzam bir ordukent Samaıra inşa edilmiş ve bütün Türkler büyük bir özen ve düzen içinde buraya yerleştirilmişlerdir.

İki toplum arasında bir kültür diyaloğunun kurulması, olup-biten olayların topluma yansıması, toplum tarafından algılanabilmesi için Türk ve Arap toplumunun iç içe yaşamaları lazımdı. Böylece tarihi ve edebi kaynaklara bu iki toplumun özellikle Türk toplumunun yaşayış tarzı örf adet ve ananeleri hakkında pek çok olay intikal etmiş olacaktı. Oysa Türkler toplumun kültür ve sanat yapısını oluşturan asıl çevrelerden uzak tutuldukları gibi, büyük edipler, şairler, sanatkârlar ve bunların yaşadığı çevrelerden de uzak tutulmuşlardır. Türkler asker olarak gelmişler ve asker olarak kalmalı idiler. Onların şecaat, kahramanlık, mertlik, yiğitlik gibi temel vasıflan her ne pahasına olursa olsun dumura uğratılmamalı ve kanlan bozulmamak idi.

C- YENİ DOKÜSÜ İLE SAMARRA ŞEHRİ:

el-Mansur'un kurduğu Bağdad şehri ile, ondan 73 sene sonra el-Mutasım'ın kurduğu Samarra şehri, etnik yapı, sosyal sınıflar, kültür ve edebiyat dokuları bakımından bir birinden tamamen farklı iki şehir olmuştu. Bağdad, diğer adı ile Banş-şehri, İmparatorluğun ilim, kültür ve sanat merkezi idi. Hilafet aleminin her biri ayrı bir irfan merkezi olan diğer büyük şehirlerinden, yüzlerce ilim ve fen erbabı, edipler şairler, sanatkârlar, akli ve nakli ilimlerde kendi varlıklarını kabııl ettirmek ve kendi sesini duyurmak isteyenler Bağdada koşuyordu. Dolayısıyla Bağdad bütün Orta-Çağlar boyunca doğu dünyasının en hareketli, en canlı bir ilim, irfan, kültür ve medeniyet merkezi olmuştur.

Samarra ise İmparatorluğun askeri, idari ve siyasi başkenti idi. Türklere has bir Ordu-kent olarak kurulmuştu. İmparatorluk buradan idare ediliyor, emir ve fermanlar buradan gönderiliyor, sınır boylarına doğru muzaffer ordular buradan"sevkediliyordu. Bu bakımdan, bu iki şehrin cadde ve sokaklarını gezenler, çarşı ve pazarlarında dolaşanlar köşk, konak ve saraylarında oturanlar, kılık kıyafet bakımından farklı oldukları gibi, duygu ve düşünce bakımından da tamamen farklı karakterde kimselerdi.

Birinin, çarşı ve pazarlarında edebiyat, sanat, kültür, tarih hulasa ilim vardı. Alıcıları ise alimler, şairler ve sanatkârlardı. Çarşı ve pazar bunlarla dolu idi. Samarra ise bir ordu şehri idi. Her yer asker kaynardı. Köşk konak ve saraylarda başta Halifeler olmak üzere, en üst seviyede askeri erkan oturuyordu. Çarşı, pazar, ev ve konaklarda konuşulan bir tek konu vardı. O da asker ve askerlik mesleği idi. Askeri konular bütün sohbetlerin mihveri idi. Diğer taraftan evlerde büyük komutanların köşk ve konaklarında konuşulan dil Türkçe-idi. Burada herkes Türkçe konuşuyordu. Bu bakımdan iki şehirde konuşulan dil bile farklı idi. Birinde Arapça, diğerinde ise Türkçe konuşuluyordu. Ne yazık ki, o devirde konuşulan türkçeden tarih ve edebiyat kitaplarına çok az, ancak bir kaç kelime yansımıştır (101).

(101)    et-Taberî, IX, s. 281, Ayrıca bkz. et-Taberî, IX, s. 437-441.

6- TÜRKLERİN GÖLGESİNDE EL-VÂSIK DEVRİ

el-Mutasımdan sonra onun yerine oğlu el-Vâsık Billâh halife olmuştur. (842-847) Her ne kadar halife el-Mutasım'ın sarayındaki cariyelere karşı aşırı bir zaafı yok denilmiş ise de; bu Onun saray ve cariye hayatı olmadığı anlamına da gelmemelidir. Onun da devrin alışıla gelmiş adeti icabı, saraylarında da çeşitli millet ve kavimlere mensup bir çok cariye bulunmakta idi.

Zaten, Abbasi devlet adamlarının sarayları, bu devirde BizanslIlarla sürüp giden harpler dolayısıyla bir çok Rum asıllı cariyelerle dolup taşıyordu. İşte Onun, kendisinden sonra hilafet makamına geçen oğlu el-Vasık böyle rum asıllı "Karatis" adında bir cariyeden dünyaya gelmiştir (102).

Gerçekte el-Vâsık tamamen babası tarafından Türkleştirilen bir çevre ve çok güçlü bir Türk toplumu arasında yetiştirilmişti. Otuz yaşlarında "227/841" halife olduğu zaman (103) babası el-Mutasımdan son derece disiplinli, sağlam bir ordu devr almıştı. Genellikle Türk generallerinin sevk ve idare ettiği bu ordu, peş-peşe bir çok büyük zaferler kazanmış ve devletin başına arız olan bütün tehlikeleri de bertaraf etmişti.

Geride Ona, sadece babası tarafından kurulmuş olan bu devlet düzenini sarsmadan iyi bir şekilde yürütmek bir nevi kontrol etme vazifesi kalıyordu. O da bu işi, yani umumi nizam, emniyet ve asayişi temin etme görevini tamamen çevresindeki dirayetli Türk kömutanlarına bırakmıştır.

el-Mutasım devrinin en gözde komutanı el-Afşin olduğu gibi, el-Vâsık devrinin en gözde komutanı ise Eşnas idi. Eşnas'a

(102)    es-Sûyûti, s. 340, el-Mesûdî, et-Tanbih, s. 312, İbni Hazm, es-Sîre, 372.

(103)    es-Sûyûti, 340, el-Mesudi, et-Tenbih, 312.

gelince, daha el-Mutasım'ın veliahdlığı yıllarında (202/817) atılganlığı, mertliği, cesareti ile onun gözüne girmiştir. Eşnas ismini bile ona halife el-Mutasım vermiştir (104). Haddizatında o, el-Memun devrinin önemli Türk komutanlarından birisi idi (105). el-Mutasım halife olduktan sonra onun yıldızı da daha da parlamış, nüfuz ve itibarı da o derece artmıştır (106).

el-Vâsık'ın hilafeti döneminde ise Eşnas et-Türki daha da yükselmiş ve hilafet ordularının baş kumandanı olmuştur. el-Vâsık Ona hükümdarlık ve saltanat alameti olarak kıymetli mücevherlerle süslü tac ve hilatlar giydirmiş, onu saltanatına müşavir yaptığı gibi devlet işlerini de doğrudan doğruya onun eline teslim etmiştir. Kendisi Emirü'l-Müminin olduğu halde, asıl hükümdar sanki Eşnas idi (107).

Zirâ bu konuya temas eden es-Süyuti aynen şöyle demektedir; "Herhalde el-Vâsık kendi namına bir "Sultan" tayin eden ilk halife olsa gerektir. Çünkü Türkler onun babası devrinde büyük bir çoğunluğa ulaşmış bulunuyorlardı (108).

el-Vâsık döneminde de hilafet saraylarında Türk asıllı bir çok kadınlar vardı. Fakat onun sarayının daha ziyade rum asıllı cariyeler tarafından istila edildiği de bir gerçektir. Nitekim hicri 231/845 yılında Rumlarla yapılan bir esir değişimi sırasında, Rumların elinde kalan diğer müslümanları kurtarmak için sarayında bulunan pek çok Rum cariyeyi Tarsus'a sınır bölgesine

(104)    et-Taberi, VIII, s. 558.

(105)    et-Taberi, VIII, s. 623.

(106)    et-Taberi, VIII, s. 558, IX, s. 111, X. 557, ibnül Esir, el-Kâmil, VI, s. 342, 417, 512, 521.

(107)    Ebu'l-Ferec Tarihi, s, 231, es-Sûyûti, s. 341.

(108)    es-Sûyûti, s. 340,

göndermiş ve böylece daha fazla müslümanın kurtarılmasını sağlamıştır (109).

Mamafih onun çok güzel ud çaldığı ve bir birinden güzel pek çok şarkı icrâ ettiği bildirilmektedir (110). Bir muganniye (güzel şarkı söyleyen) için ondan 100.000 dinar (yaklaşık 200 milyar TL.) ile Mısır vilayeti istenilmişti. Eğer çevresi itiraz etmese idi el-Vâsık bu ağır teklifi ve yüklü meblağı çoktan kabul edecekti (111).

(109)    es-Sûyûti, s. 343.

(110)    es-Sûyûti, s. 344, Tarihu'l-Hmis, II, s. 337.

(111)    Zeydân, Corel, Tarihu't-Temeddün, el-lslâmî, II. 385, Tarihu'l-Hmis, II, s. 337.

V.

EL-MÜTEVEKKİL DEVRİ

VE BU DEVRİN TÜRK HATUNLARI
AÇISINDAN ÖNEMİ

1- BÜYÜK TÜRK ANASI ŞÜCA HATÜN VE ŞEREF DÖLÜ HAYATI: (Doğ.h.185 ? öl. 247/801-861)

A- ŞÜCA HÂTUN'UN TARİHİ GEÇMİŞİ

a- el-Mütevekkil Devrinin Özellikleri:

el-Vâsık'ın ölümünden sonra, onun yerine başta kudretli Türk generali Vâsıf et-Türki'nin isteği, diğer Türk askeri erkanının hiç tereddütsüz desteği ile el-Mutasım'ın oğlu Ebu'1-Fadl Cafer, el-Müvekkil Alellah lakabıyla halife olmuştur (112). Çünkü hilafet camiasının Arap kanadı derhal harekete geçmiş ve bir emri vaki ile arkasında namaz dahi kılınması caiz olmayan el-Vâsık'ın çok küçük oğlu Muhammed'i hilafet tahtına oturtmak istemişlerdi.

el-Mütevekkil halife olduktan sonra, Arab entellektüel çevrelerden gelen bir kısım ciddi telkinlerle kendisini hilafet tahtına "buyur" eden Türk askeri erkanına karşı ne yazıkki, sert bir tavır almış, onların birini diğerinin aleyhine kullanmak suretiyle bu Türk komutanlarını öldürtmek, dolayısıyla onların nüfuz ve sultasını yıkmak istemiştir. Fakat el-Mütevekkil'iri Türk komutanları aleyhine tezgahladığı bu fitne tutmamış neticede O, bu iki yüzlü ve çifte standartlı olmanın cezasını hem keridisi, hem o devrin nadir devlet adamı Türk asıllı yani baş vezir el-Fetih b. Hakan'ın hayatı, yâni katledilmesiyle ödemiştir (113).

(112)    Tarihu'l-Hamis, II. s. 337.

(113)    kitapçı,Z. et-Türk, s. 298, el-Hamevi, Mucemü'l-Üdebâ, VI, s. 117.

Ancak el-Mütevekkil devri (847-861) Türklerin askeri, idari, bakımından hilâfet camiasında en güçlü, belki zirvelerde olduğu devirlerdir. Yine bu devirlerde ne ilginçtirki, hilafet camiasında üstün mevkilere tırmanmış Türk askeri ve idari kadroları yanısıra, üstün şahsiyetleri ile kendisini o camiaya kabul ettirmiş bir çok değerli Türk anası da vardır. Bunların başında ise hilafet semalarında hayatı, şahsiyeti, mümtaz varlığı ile kıyamete kadar bir yüce bayrak gibi dalgalanıp duracak olan Şûca Hatun gelmektedir. Şimdi biz ilk defa olmak üzere bu melek tabiatlı ve bir fazilet abidesi olan değerli Türk anasının tarih objektifindeki yerini görelim.

b- Şûca Hatun Kimdir? Aslı Nereden Gelmiştir?

Gerçekte Şuca Hatun; Abbasilerin ilk devirlerinde yetişmiş Abbasi toplumu ve hilafet saraylarında adı, şanı, müstesna yaşayışı, dini hayatı, müessir şahsiyeti, hilafet çevrelerindeki üstüA sevgi ve saygınlığı ile Türk İslâm tarihinde ayrı bir yeri olan şahsiyetli, devrin kültürünü hazmetmiş aynı zamanda Tabiin ve Tebea tabiin devirlerine ulaşarak bir sahabiye gibi yaşamış en büyük Türk analarından biridir.

Şuca Hatun, kısmen Harun Reşid, (789-809) kocası el-Mutasım (833-847), kendi öz oğlu el-Mütevekkil'in (847-861) hilafet devirlerini yaşamış, ismi hem kendi hem de kendinden sonraki devirlerde daima hürmet ve tazimle yâd edilmiş en değerli, en ulu Türk analarından biridir. Bu devirlerde gelmiş geçmiş diğer halife anaları ve Abbasi saraylarının ünlü kadınları -kim olursa olsun- hepsi terazinin bir kefesine sadece Şuca Hatun ise terazinin diğer kefesine konulsa, hayır ve fazilette eminimki, Şuca Hatun'un kefesi cümlesine çok daha ağır basmış olurdu.

Bu bakımdan Şuca ana, o devirlerde hilafet çevrelerinde bir kadının ulaşabileceği, itibar ve şerefin en yüce, en asil bir simgesi ve çok az bir kadına nasip olan "Seyyide Hanım Sultan" lakabı ile yâd edilmiştir. Ondan önce sâdece Hârûn er-Reşid'in sevgili eşi Zübeydenin bu lakabla anıldığı göz önüne getirilirse, Şuca ananın bu husustaki değeri kendiliğinden ortaya çıkmış olacaktır.

c- Şuca Hatun'un Asıl Yurdu:

Şuca Hatun'un böylesine müessir şahsiyetli ve bir devirde hemen her vesile ile kendinden bahsedilen tek kadın olmasına rağmen, Onun ilk gençlik yılları ve hilafet saraylarındaki hayatı ile ilgili rivayetler, kırılmış bir vazonun parçaları, veya kopmuş bir zincirin altın halkaları gibi temel kaynaklarda şuraya buraya dağılmış bir durumdadır. Bu rivayetlerin bir birleri ile irtibatları sağlandığı takdirde tıpkı parçaları birleştirilen ve güzelli bütün haşmeti ile ortaya çıkan o kırık ve fakat muhteşem vazo gibi, Şuca ananın da bir fazilet numunesi olan hayatı bütün yüceliği ile ortaya çıkmakta ve bizler için en asil bir gurur kaynağı olmaktadır.

Şuca Hatun'un aslı ve ilk çocukluk yılları hakkında bu devirlerde yetişmiş daha bir çok Türk anası ve Türk büyükleri gibi temel kaynaklarda verilen bilgiler hiçte yeterli değildir. Fakat bununla beraber onun kendisi, ailesi ve yakın çevresinin Türklüğü hakkında asla şüphe edilmemelidir.

Zira gerek İbni Hazm (114) gerekse et-Taberi'nin Onun Türklüğü hakkındaki rivayetleri en ufak bir şüpheye yer vermeyecek şekilde net ve açıktır (115). Tarihu'l-Hâmis müellifi de Şucâ Hatun'un Türk olduğunu kaydetmektedir (116). O devre en yakın tarihçilerimizden biri olan İbni Hazm, Onun her ne kadar Harezmli bir Türk Hatunu olduğunu bildirmekte ise de el-Mesudi Onun Toharistandan gelmiş olduğunu kaydetmektedir (117). Büyük Abbasi halifesi el-Memun'un anası Merâcil Hatun'un da bir diğer ifade ile Toharistanlı olduğu nazarı itibara alınırsa, Şuca Hatun ve mensup olduğu ailenin geçmişi daha belirgin bir hal almaktadır.

(114)    İbni Hazm, s. 372.

(115)    et-Taberi, IX, s. 226.

(116)    Tarihu'l Hamiş, İL s. 338.

(117)    el-Mesudi, et-Tenbih, s. 313.

d- Şuca Hâtun'un Aslı, Ailesi ve Yakın Çevresi:

Muhtemelen Şuca Hâtun'un aiieside ilk ve ikinci hicret asrında emsali bir çok Türk ailesi gibi Buhara, Semerkant, Bazgis, Toharistan, Harzem genellikle Türklerle meskun olan bu bölgelerden kopan Türk dalgaları ile İslam ülkelerine gelmişlerdir. Daha sonra hilafet ülkelerindeki siyasi ve sosyal gelişmeler, bir çok Türk ailesi gibi onları da Bağdada şevketmiş ve Şuca ailesi de yeni toplumdaki şerefli yerini almışlardır.

Gerçekte Şuca Hatun, Büyük Boğa, İslami kaynaklarda genellikle Boğa el-Kebir adıyla bilinen ve bir çok kudretli general yetiştirmiş olan Boğa ailesine mensuptu. Bu generallerin başta Boğa el-Kebir olmak üzere Abbasilerin bu parlak dönemlerinde ayrı bir yeri vardır. Aile, Abbasîler devrinde sık sık örneğini gördüğümüz köklü Türk askeri ailelerinden birini teşkil ediyordu. Türk militarizminin hilafet camiasında en güçlü temsilcilerinden birisi idi.

Kara Buğra oğlu Kâvus ailesi ve hele hele onun soyundan gelen Afşin ve kardeşleri de böyle idi. Her ne kadar Kâvus ailesi, yani değerli Türk generali, hilafet orduları baş komutanı Afşin'in nüfuz ve gücü el-Mutasım'ın haksız tasarrufu ile son bulmuş ve bu değerli generalin boynu vurdurulmuşsa da, Boğa ailesi ve bu aileden gelen değerli komutanlar çok uzun bir süre ayakta kalmış ve Abbasi hilafetine çok hayırlı hizmetlerde bulunmuşlardır.

Evet yukarıda da işaret edildiği gibi Büyük Boğa, bu ailenin direği idi. el-Memun'un ilk hilafet yıllarından başlıyarak (201/825) el-Mustain'in ilk yılları yani ölünceye kadar (248/862) tam 32 sene hilafet ordusunun dizginleri onun ellerinde olmuştur (118). Onun küçük kardeşi Boğa es-Sağir veya diğer adıyla Boğa eş-Şerabi (Şerbetçi Boğa) da böyle devrin en ünlü komutan ve etkili şahsiyetlerinden birisi idi. Yine Büyük Boğa'nın oğlu Musa b. Boğa da, bu aileden yetişmiş ve bir devre adını vermiş şerefli Türk

(118)    et-Taberi, s. 609, el-Mesûdi, Mûruc, IV, s. 161, el-Hanbeli, Şezerat, II. s. 118. komutanları arasındadır (119). Ayrıca bu devirde ismini duyurmuş müessir Türk komutanlarından bir diğeri olan Otamış ise, yukarıda adı geçen Büyük Boğa'nın oğlu idi (120). Bütün bu komutanlar diğer taraftan Boğa ailesinin hilafet camiasında ne kadar köklü ve ne kadar büyük dal budak saldığını adeta devlet içinde nerede ise bir devlet olduğunu göstermektedir.

İşte faziletli Türk anası Şuca Hatun, Abbasi toplumunda Türkleri güçlü bir varlık haline getiren kudretli halife el-Mutasımm değerli eşi, yine güçlü Abbasi halifesi el-Mütevekkil'in olgun ağırbaşlı anası bütün hayatı boyunca hilafet camiasının en sevilen sayılan ve kelimenin tam anlamı ile "Seyyidesi" olan asil kadını bu Türk askeri ailesine mensup olup aynı zamanda Büyük Boğa'nın kız kardeşi idi. İbni Hubeyb, el-Muhabber adındaki kıymetli eserinde onun açık açık aynı zamanda, kudretli Türk generali Musa b. Boğa'nın da halası olduğunu kaydetmektedir (121). Mamafih bu aileden, üstün çıkması onların aile şeref ve asaletinin de en büyük bir delili olsa gerektir.

B- ŞÜCA HÂTÛN HİLAFET SARAYLARINDA

Şuca Hatun'un aslı Bağdad'taki güçlü aile çevresi hakkındaki açıklamalarımızdan sonra şimdi de onun hilafet saraylarındaki son derece renkli hayatı üzerinde duralım.

Hilafet saraylarında bir efsane gibi yaşamış ve ölümü ile birlikte koca bir dünyayı da peşine takıp gitmiş olan Şuca Hâtun'un bu devirlerde yetişmiş bir çok Türk anası gibi ne zaman ve nerede dünyaya geldiği henüz bilinmemektedir. Ancak onun hayatındaki tarihi olaylar ve belli başlı nirengi taşlarına bakıldığında Şuca ananın doğum tarihini hem de doğruya en yakın bir şekilde tesbit etmemiz her halde zor olmasa gerektir. Şöyleki;

(119)    et-Taberi, IX, s. 226.

(120)    el-Mesûdi, et-Tenbih, s. 315.

(121)    ibni Hubeyb, el-Muhabber, s. 44.

Şuca ananın h. 247/861 yılında vefat ettiği ve yine h. 205/821 yılında oğlu el-Mütevekkili dünyaya getirdiği ve asıl adı Cafer olan bu erkek çocuğunu dünyaya getirdiğinde henüz 17-18 yaşlarında olduğu düşünülürse, bu büyük Türk anasının h. 182/789'lu yıllarda doğmuş olması gerekmektedir. Evet hilafet saray ve çevrelerinde el-Memun devrinde boy göstermeye başlıyan Boğa ailesi ve boyu bosu endamı bedeni ve ruhi güzelliği ile çevresindekilerin her zaman dikkatini çeken Şuca Hatun daha sonraları kaderin garip cilvesi olarak Mâride Hatun'un oğlu el-Mutasımla evlenmiş ve böylece biri hilafeti diğeri askeri aristokrasiyi temsil eden iki büyük Türk ailesi sıhriyet bağlan ile de bağlanarak daha güçlü bir varlık haline gelmişlerdir.

et-Taberi'nin bu sıhriyet bağları konusunda bize göre çok daha ilginç bir rivayeti vardır. Değerli tarihçi Musa b. Boğayı, Cafer'in (el-Mütevekkil) halasının oğlu olduğunu zikretmektedir (122). Bu takdirde el-Mutasım, Boğanın kız kardeşi Şuca ve Büyük Boğa da el-Mutasım'ın kız kardeşi ile evlenmiş oluyorduk!, burada her iki aiİe arasındaki yakınlığın bir başka varyantını oluşturmaktadır. Türk ailelerinin sosyal çevre ve asalete verdikleri önem bunlar arasında zikredebileceğimiz şeylerdir.

Diğer taraftan bizim bu izahlarımız, hilafet camiasındaki bu Türkleri hor, hakir, haseb ve nesebden yoksun kimseler olarak görme ve gösterme yarışına giren sözüm ona çağdaş bir kısım zavallı Arap yazarlarının mesela Ahmed Emin gibi, ne kadar haksız ve garezkâr olduklarını da ortaya koymaktadır.

Mamafih el-Mutasım'ın Şuca Hatunla evliliği ve iki çiftin mutluluğu için hilafet camiasında yapılan geleneksel muhteşem düğün şenlikleri hakkında kaynaklarda pek fazla bir açıklama yoktur. Çünkü; çağdaş Arap tarihçilerinin Bağdad ve Samarra Türklerine karşı sergiledikleri bu çekingen tutumları, ne yazıkki Türk kültür hayatını doğrudan doğruya etkileyen bu ve benzeri

(122)    et-Taberi, IX, s. 226. olayların tarih sayfalarına girmemesine sebep olmuştur.

Diğer taraftan el-Mutasımı Türk örf ve adetleri, diğer bir ifade ile Türk milli ve kültürel değerleri çerçevesinde yetiştiren, kendi Türklüğünü hiçbir zaman unutmayan, oğlunu da bu büyük şuur ve mefkure içinde büyüten besleyen Mâride Hâtun'un biricik oğlunun, böyle Türk askeri aristokratlarından asil bir ailenin kızı ile evlenmesinde çok önemli bir rol oynadığı, ona öncülük ettiği de asla unutulmamalıdır. Düğün de şüphesiz Türk örf ve adetlerine göre yapılmıştır.

C- ŞÜCA HATÜN VE EL-MÜTASIM

Şuca Hâtun'un el-Mutasım'la geçen evlilik yılları ve bu arada cereyan eden olaylar hakkında bize çok az bilgiler intikal etmiştir. Onlar el-Mutasım'ın şehzadelik yıllarında kâh Bağdad, kâh Vâsıt üstünde Femmi's Sulh mevkiinde, fırat nehrinin güzel kıyılarında inşaa edilmiş saraylarda yaşamışlardır. İşte el-Mutasım'ın Şuca Hatun'dan olan oğlu Cafer, daha sonra el-Mütevekkil Alellah adıyla hilafet tahtına oturan Abbasi halifesi bu sarayda dünyaya gelmiştir (123). Ayrıca Şuca Hâtun'un burada bir çok köyleri de içine alan çok geniş bir çiftliği de bulunmakta idi.

Kaynaklarda el-Mutasım'ın diğer cariyeleri de dahil, sekiz erkek ve sekiz de kız olmak üzere onaltı çocuğunun dünyaya gelmiş olduğu bildirilmektedir (124). Fakat bu çocuklar kimlerdir? Onlar hakkında fazla bir bilgimiz olmadığı gibi, Onun Şuca Hatun'dan Caferden başka çocuğunun olup olmadığı da bilinmemektedir. Mamafih el-Mutasım, hilafet makamına geçip te Samarra şehrini inşaa ettikten sonra Şuca Hatun burada yapılan saraylardan birine yerleşmiş, dindar abidane bir hayat yanısıra, Oğlu Caferi burada yetiştirmiştir (125).

(123)    Hatib el-Bağdadi, VIII, s. 165, Femmi's-Sılh için bkz. el-Hamevi, IV, s. 276, et- Taberi, VIII, 606,607, 608.

(124)    el-Hanbeli, II. s. 63, Eş-Sûyûti, s. 334, el-Mesûdi, et-Tenbih, s. 307.

(125)    Hatib el-Bağdadi, VIII, s. 165.

Şuca Hatun, el-Mutasım'ın hilafeti döneminde o devrin boğucu siyasi olaylarının tamamen dışında kendi iç dünyasına kapanmış çok sessiz ve sakin bir hayat yaşamıştır. Zaten dindar yaratılışta, melek tabiatlı bu Türk anası, dünyadan elini eteğini çekmiş, kendini Allah ve Resulüne adamış, hayır ve hasenatta bulunmuş, fani hayat ve onun aldatıcı nimetlerine hiç bir değer vermemiştir. Zira kaynaklarda onun bu deryaları andıran vecd ve ibadet hayatı, dini duygu ve coşkusu hakkında çok geniş bilgiler vardır (126).

D- ŞüCA ANANIN SOSYAL HAYATI

a- Şuca Hatun ve el-Mütevekkil'in Sünnet Sevgisi:

O bu son derece dini vecd ve coşku hayatı yanısıra, biricik oğlu Caferi de ihmal etmemiş ve onu da Ehl-i Sünnet akidesi üzere Allah ve Peygamber sevgisi ile dopdolu bir şekilde yetiştirmek istemiş ve bunda başarılı da olmuştur. Zira Cafer'in halife olduktan sonra devletin resmi politikası olan Mutezile mezhebini (   ) terk ederek Ehl-i Sünnet yoluna dönmesi, bu görüşün temsilcilerine bütün gücüyle karşı koyması, o zamanın uzun senelerdir devam eden Kuran'ın mahluk olup olmadığı yolundaki lüzumsuz münakaşalarına, artık bir son vermesinde erhinizki, Şuca Hatun'un verdiği ciddi terbiye ve ondan aldığı bitmez tükenmez Peygamber aşkı ve Sünnete uyma sevgisi, çok büyük bir rol oynamıştır. Nitekim el-Mütevekkil'in bu özelliklerine işaret eden el-Mesudi şöyle demektedir:

"el-Mütevekkil, halife olduktan sonra, halkın lüzumsuz münakaşa, münazara, sürtüşme ve tartışma yapmalarını yasakladı. Hadis imamlarına emirler göndererek halka Hz. Peygamber’in hadislerini öğrenmelerini (Mutezile mezhebine karşı) Ehl-i Sünnet vel-cemaat yolunu tutanları desteklemelerini istedi" (127)..

Onun sünneti seniyyeyi ihya yolundaki bu kesin tavrı senelerdir zulüm ve baskı altında inleyen İslam uleması ve müslümanların gönlünde öyle bir fırtına estirmiştirki, insanlar bu coşkularını şöyle dile getiriyorlardı.

"Gelmiş geçmiş İslam halifeleri içinde, asıl hatırlanması gereken üç halife vardır. Bunlardan biri Hz. Ebu Bekir; mürtedlere boyun eğdirmiştir. Bir diğeri Ömer b. Abdüiaziz; Emevilerin zulmüne son vermiştir. Bir üçüncüsü el-Mütevekkil; ehl-i bidat ve zındıklığın kökünü kazımış ve Sünneti Seniyyeyi ihya etmiştir" (128).

b- Şuca Hatun'un Yeni Saray Hayatı:

Fakat burada işaret edilmesi gereken bir husus daha vardır. Şuca ana. Abbasi saraylarında emsalini sık gördüğümüz bir kısım kaprisli valide sultanlar gibi geniş çevre ve şahsi nüfuzunu hiç bir zaman kendi haris emelleri için kullanmamış, bir diğer ifade ile kendi oğlu Cafer'in veliahd olarak ilan edilmesi ve el-Mutasım'm ölümünden sonra mutlaka halife olması için her hangi bir teşebbüste bulunmamış ve olayların akışını kendi seyrine bırakmıştır. O, bu yönde gösterdiği ağırbaşlılık ve devlet ciddiyeti ile, Harun er-Reşid'in otoriter hanımı Seyyide Zübeyde'yi bile fersah fersah gerilerde bırakmıştır.

Eğer Şuca ana, istemiş olsaydı bunu mutlaka yapabilecek güçte idi. Zira, devrin nüfuzlu komutanı Büyük Boğa onun kardeşi, diğer bir güçlü komutan Musa b. Boğa onun yeğeni (129) ve bir diğer kudretli komutan Otamış ise onun kız kardeşinin oğlu idi (130). Hilafet çevrelerinde onun kadar güçlü bir kadın henüz yoktu. Fakat O, sonu meçhul ve bin bir felakete giden bu yola asla tevessül etmemiş ve biricik oğlu Cafer'in karşısına çıkarak halife olanlara hiç sesini çıkarmamıştır.

Bu bakımdan el-Mutasım'dan sonra pek tabii olarak onun üvey oğlu el-Vâsık halife olmuştur. O, kocası el-Mutasım zamanında olduğu gibi, ondan sonra hilafet tahtına geçen el-Vâsık devrinde de (841-846) sade, fakat şerefli bir hayat yaşamış ve devlet işlerine karışmak gibi bir zafiyet asla göstermemiştir.

E- ŞÜCA ANANIN MANEVİ HAYATI

a- Şuca Hatun'da Allah ve Peygamber Sevgisi:

el-Vâsık'ın hilafeti ancak beş sene sürmüştür. O vefat edince yerine Büyük Boğa'nın kesin tavrını koyması sonucu oğlu Cafer, el-Mütevekkil Alellah lakabı ile halife olmuştur. (847-861) Şuca Hatun bundan sonraki hayatını oğlu el-Mütevekkil'in yanında geçirmiş, tam bir züht, ibadet ve takva içinde yaşamış, Allah yolunda bol bol hayır ve hasenatlar yapmış, imrenilecek âsûde bir hayat yaşamıştır. Hz. Peygamber ve Ehl-i Beyt sevgisi gönül deryasından sanki bir çağlayan gibi coşup akmış, Kitap ve Sünnet Onun hayat yolunu aydınlatan ilahi bir ışık bir nur olmuştur.

O, bu haliyle sanki, yerde yaşayan bir gök ehli gibi idi. Herkese sevgi, saygı telkin eden haliyle o devrin en güzel deyimi ile tam bir "Seyyide"si hem de Türk kadınının asalet ve yüceliğini temsil eden bir Seyyide idi. Nitekim İbni Tağrıberdî, ona herkes tarafından "Seyyide" denildiğini çok saliha bir kadın olduğunu, pek çok hayır işlediğini ve sadaka dağıttığını kaydetmektedir (131). Seyyide'nin hilafet çevrelerinde bir kadına verilen en yüce bir şeref ve asalet ünvanı olduğuda hiç bir zaman unutulmamalıdır.

Kadı er-Reşid; "ez-Zeahir" adındaki kıymetli eserinde ondan çok daha sitayişkâr bir ifade ile bahsetmekte ve Şuca ananın hayır ve hasenat yapmaya, yoksullara yardım etmeye çok aşırı bir özen gösterdiğini zikretmektedir (132). Şuca. ana bu haliyle Hz. Peygamber devrinde yaşamış olsaydı şüphesiz O, en ulu kadın Sahabiyelerinden biri olurdu.

Gerçekte Şuca ananın bu kadar çok sadaka dağıtması, yoksul, düşkün ve fakirlerin her hal-ü kârda imdadına koşması, herkese iyilik etmesi Allah yolunda avuç avuç paralar sarfetmesi, dini duygularının çok kuvvetli olması yanında, onun mali -durumunda inadına iyi ve çok aşırı servet ve zenginliğe sahip olduğunu göstermektedir.

Bugünün parasıyla ancak trilyonlarla ifade edilen bu yüklü servet mal varlığı, altın, gümüş ve mücevherat hâzinelerinin büyük bir kısmı ona, mağrur Abbasi halifesi el-Mutasım tarafından verilmiş ve bir o kadarını da oğlu Halife el-Mütevekkil hediye etmişti.

b- Şûca Hatun'un Dünyevi Zenginliği:

Sadece el-Mütevekkil'in, Şuca anaya ayırdığı senelik tahsisat 600.000 altın dinar, yaklaşık 1,5 trilyon TL. idi. Bunun yanısıra onun Sevâd bölgesinde ucu bucağı görünmeyen tam ondört çiftliği vardı. Bu çiftliklerin senelik iradı ise 400.000 altın dinar bu ise Türk parasıyla yaklaşıkl trilyon TL idi. Onun nakdi servetinin tutarı ise 5.000.000 altın dinar bu ise Türk parasıyla yaklaşık 2.125 trilyon tutarında bir meblağ idi. Bu uçsuz bucaksız mal varlığı ve baş döndürücü servetleri yanısıra sayısız mücevheratları vardı. Bunlar arasında hele öyle bir tanesi vardı ki • sadece onun kıymeti 1.000.000 altın dinar yaklaşık 8,5 trilyon TL idi (133).

Bütün bu izahlarımız Şuca Hatun'un serveti hakkında verdiğimiz bu rakamlar, diğer taraftan Abbâsi İmparatorluğunun mali gücü, ekonomik yapısı ve uçsuz bucaksız zenginlik ve servetin haşmet ve azameti hakkında da bizlere hayretengiz fikirler vermektedir.

c- Şûca Hatun'un Hayır ve Hasenatı:

Fakat Şuca Hatun,, had ve hesaba gelmeyen bu servet ve hâzinelerini, kilitli demir kapılar arkasında eli kırbaç ve kılıçlı adamların bekçiliğinde veya hırsı ve tamahın, insanların kalp ve gözünde açtığı gayya misali, o derin cehennemi kuyularda saklamıyordu. O, bütün bu servet ve zenginliklerini yoksullara, düşkünlere dağıtmak, ihtiyaç sahiplerinin yardımına koşmak için açıkta tutuyordu. Cumertlikte, hayır hasenat yapmakta, sadakalar dağıtmakta, onunla kimse yarış edemezdi. Şuca ananın bu iyilikseverliği, ihsan ve kereminin ünü Bağdad'ı çoktan aşmış ve hilafet ülkelerinde bir efsane gibi anlatılır olmuştu.

Şimdi biz burada onun hayır ve hasenatta, okyanusları andıran kalb ve gönül zenginliğine birkaç misal vermek istiyoruz, şöyleki;

Şuca Hatun, hicri 236/850 yılında hac farizasını ifa etmek için yola çıkmıştı. Bu mukaddes hac yolculuğunda torunu Muhammed, (daha sonra el-Muhtasır lakabıyla tahta geçen XI. Abbasi halifesi) onun yanında idi. (134). el-Mütevekkil, halife sarayının hakkıyla Seyyidesi olan Şuca ana ile birlikte, onu uğurlamak için Hecef'e kadar gelmiş ve buradan onu mukaddes topraklara yolcu etmişti. Şuca Hatun, bu hac yolculuğunda fakir ve yollara dağıtacağı altınları ancak bir kervanla taşıtıyordu. O, Küfeye geldiğinde Hz. Peygamber, Ehl-i Beyt ve Hz. Abbas’ın soyundan gelen, ne kadar kimse varsa, zengin fakir hiç ayırt etmeksizin her birine 1000 dinar altın (2 milyar TL) ve Muhacir'in Hz. Peygamber'e Medine'de kucak açan kimselerin soyundan gelen herkese, kim olursa olsun 500 dirhem (200, milyon TL) dağıtmıştır. Bunca hayır ve hasenatın yanısıra Haşimilerden gelen her bir kadına zengin fakir ayırt etmeksizin yine 500 dirhem sadaka vemişti (135). O, bu şekilde Mekke ve Medine'de bütün bir hac mevsiminde avuç avuç para dağıtmıştır.

Bütün bunlar onun gönlünde, bitmek tükenmek bilmeyen sanki uçsuz bucaksız okyanusları andıran "Peygamber" ve "Ehli Beyt" sevgisinin de ne büyük delili olmaktadır. Oysa şimdi o, senelerdir gönlünü yakıp tutuşturan Hz. Peygamber ve onun manevi varlığının kucağına, Ona kavuşmaya gidiyordu. Mal, mülk ve servetin onun yanında ne önemi olabilirdi. Bu bakımdan Şuca ananın, bu hac farizasını ifa sırasında yaptığı hayır ve hasenatın haddi ve hesabı yoktu. Sanki o, Peygamber yurduna sadece canını değil, bütün malını mülkünü servetini de beraberinde götürüp orada dağıtmak istemişti.

Yine hicri 245/859 yılında büyük bir kuraklık olmuş ve Mekke halkının büyük ölçüde içme suyunun temin edildiği Maşaş Pınarının suyu da çekilmişti. Sadece insanlar değil, Allah'ın bütün mahlukatı hayvan-haşaratda susuzluktan inliyordu. Halk öyle bir su sıkıntısı içinde idi ki bir kırba su 80 dirheme satılır olmuştu. Fakat fukaranın bu parayı bulup da bir yudum su almalarına dâhi imkân yoktu. Şuca Hatun duruma muttali olunca, susuzluktan yanıp kavrulan binlerce Mekke halkı bir o kadar ve belki onlardan kat kat fazla dilsiz ağızsız hayvanatın imdadına koşmuş, servetinin çok büyük bir kısmını Mekkeye gönderilmişti. Bu paralar şehre, uzaklardan su temin edilmesi, yeni kanal ve su kuyularının açılmasıha sarfedilmişti (136).

F- ŞÛCA HÂTÛN VE ÖLÜMÜ

Görüldüğü gibi Şuca ana, hayatı boyunca şu fani dünyada yerde yaşayan sanki bir gök ehli gibi, çok az kimseye nasip olan imrenilecek bir hayat yaşamıştı. O, belki kendi devrinde bir kadın sahabiyi hatırlatan çok şerefli bir Türk anası idi.

Evet, bir ömrü her türlü kadınlık zaafı ve kaprislerinden uzak, kendi halinde ve bir fazilet âbidesi gibi yaşayan, dünya nimetlerine sırt çeviren aynı zamanda hayır, hasenat, ibadet ve taattan ayrılmıyan son derece cömert, son derece eli açık, herkese ulaşabildiği kadar iyilik ve yardım eden Seyyide Şûca Hatun, büyük Türk anası, her fani gibi o da hastalanmış el-Mütevekkil tarafından yaptırılan Caferiye sarayında vefat etmişti (247/861) (137).

Şuca ananın vefat haberi, Bağdad halkı üzerine sanki bir kâbus gibi inmiş ve koca şehir derin ve matem içinde kalmıştı. Halk son görevlerini yapmak ve onun iyiliğine son bir kere daha "Tanrı huzurunda Şahid" olmak için akın akın koşup gelmiştir. Yüzbinlerce kişinin iştirak ettiği cenaze namazı, ömrünün büyük bir bölümünü birlikte geçirdiği sevgili torunu el-Muntasır tarafından kaldırılmış (138) ve cesedi meşhur Samarra Camii'in avlusuna gömülmüştür (139).

Başta ehli hayır olmak üzere, Bağdad ve Samarrada yaşayan bütün müslümanlar Şuca ananın ölümüne çok üzülmüşlerdi. Oğlu, Halife el-Mütevekkil de şüphesiz bu üzülenlerin başında geliyordu. Hattâ o bu derin üzüntüsünü bir şiirinde dile getirmiştir.

"Felek bizi birbirimizden ayırdığı zaman (dünyanın) yalan olduğunu hatırladım. Gönlümü artık Hz. Peygamber'in (sevgisi) ile teselli eder oldum.

Artık nefsime şöyle yakındım ve dedim ki; tulü emeller bize ömür yolunu uzunmuş gibi gösteriyor. Oysa bugün sağ olan yarın mutlaka ölecektir" (140).

Şuca Hâtûn, Abbasi İmparatorluğunun haşmet ve azametinin zirvelerde, ünü cihanı tuttuğu devirlerde yaşamıştır. Hilafet sarayının olaylarla dolu iyi ve kötü günlerini görmüştür. Başta el-Mutasım olmak üzere el-Vasık ve kendi öz oğlu el-Mütevekkil'in hilafet günlerini yakından görmüş, siyasi, sosyal, idari yönlerden büyük olaylar ve çalkalanmalarla dolu olan bu uzun yıllarda Sultan ana şahsını, şöhret ve itibarını büyük ölçüde korumasını bilmiş ve hiç bir kirli olaya ismi karışmamıştır. O, bu yönleri ile kâmil manada kendi tarihimizde örneğini sık sık gördüğümüz faziletli bir Türk anası idi.

O, üç büyük halife dönemini müşahade ettiği gibi, yine onun üç torunu da halife olmuşlardır. Bunlar sırasıyla el-Mutasır, el-Müstain el-mutez idi. Böyle üç halife dönemini müşahade etmesi ve üç torunun da yine halife olmasını, bazı müslüman yazarlar, Şeyyide-Sultan Hatun için bir ululuk ve bir mazhariyet olduğunu kaydetmişlerdir.

2- EL-MÜTEVEKKİL'DEN SONRAKİ GELİŞMELER

A- HALİFE MÜTEVEKKİLİN ACIKLI SONÜ

Şuca Hatun'un vefat etmesinden sonra, çok geçmeden hilafet merkezinde kıpırdanmalar başladı. Zaten içki, gece hayatı ve cariyelerine olan aşırı düşkünlüğü ile tanınan el-Mütevekkil, olayların nereye kadar varacağının farkında bile değildi. Üstelik O, yakın çevresindeki Türk askeri erkânını ürkütecek bir kısım tehlikeli ve hatta aptalca tasarruflara girişmekten de geri durmuyordu.

Bu cümleden olmak üzere el-Mütevekkil, önce el-Mutasım devrinden beri hilafet çevrelerinde etkin bir yeri olan değerli Türk generali Aşnas hunharca öldürülmüş, diğer bir Türk generali büyük mücahid Vâsıf ise, bütün askeri yetki, makam ve mal varlığını elinden alarak tecrit etmek istemiştir (141). O bunlarla da yetinmemiş ve daha çılgın bir adım atarak diğer güçlü bir Türk generali, hilafet ordularının baş komutanı, Muhaherat (Diyanü'l-Berid), Hicabet merkezinin emniyeti gibi omuzlarında bir çok önemli görevler bulunan İtahi (Aytak) (142) nüfuzundan korktuğu için iğrenç bir hile ile öldürülmek bahtsızlığında bulunmuştur (143).

Gerçekte, bütün bunlar onun, başarılı değil, zavallı başarısızlıklarının acı örnekleri idi. Nitekim çevresindeki diğer güçlü kudretli, etkin Türk komutanları, İtah'ın böyle haksız yere öldürülmesinden büyük bir dehşete kapılmışlardır. Zira, sıra yakında kendilerine de gelebilirdi. el-Mütevekkil'in bu başarısız icraatları, hilafet tahtı içinde sözkonusudur. O, kendinden sonra büyük oğlu el-Muntasır, sonra sıra ile el-Mutez ve el-Müeyyid'in halife olmaları için biat almıştı (144). Fakat sonraları O, bu işi de yüzüne gözüne bulaştırmış, Harun er-Reşid'in yaptığı hatayı hem de yakın tarihten hiç bir ders almadan O da yapmıştır. Hatta O, daha da ileri gitmiş ve çok güzel cariyesi Kabiha'ya olan aşırı düşkünlüğü ve onun baskısı ile el-Muntasırı azlederek yerine onun oğlu küçük el-Mutez'in halife olmasını istemiştir. Fakat onun bütün bu aptalca tasarruflarını çok geçmeden hilafet camiasında çok geçmeden bir ihtilalin hazırlanmasına sebep olmuş ve neticede bütün bu yaptıklarını kendi hayatı ile ödemiştir.

Zira, büyük oğlu el-Muntasır'ın etrafında toplanan başta Otamış olmak üzere (145) Küçük Boğa, Bağır, Baylun et-Türki, Harun b. Suvar Tekin, Büyük Boğa'nın oğlu Musa gibi daha bir nice Türk askeri erkanı düzenledikleri bir ihtilal ile el-Mütevekkili öldürmüşler ve onun yerine oğlu Ebu Cafer Muhammedi "el-Mutasır" lakabıyla halife ilan etmişlerdir. (247/861) (146).

B- İHTİLALİ ÖNLEMEK İSTEYEN BİR TÜRK KADINI

Fakat et-Taberi'nin, Türk askeri erkanı tarafından düzenlenen, başta el-Mütevekkil olmak üzere Feth b. Hakan gibi Türk asıllı çok değerli büyük devlet adamı aynı zamanda hilafet ülkesinin baş vezirinin de öldürülmesi ile sonuçlanan bu ilk Türk ihtilali ile ilgili olarak çok ilginç bir rivayeti daha vardır. Oda bu ihtilalin ne hayrettir ki bir Türk anası tarafından önlenmeye çalışılmış olmasıdır. Konumuz açısından son derece ilginç olan bu olayın tafsilatına gelince:

Türk militarizminin el-Mütevekkil dönemindeki temsilcileri tarafından düzenlenen bu ihtilal planını Türk kadınlarından biri son anda öğrenmiş ve koşarak Caferiyye Sarayına gelmiş (147) ve yazılı bir rapor sunarak bu meşum olayı ilgililere ihbar ve bir uyarıda bulunmak istemiştir. Türk kadınının bu ihbarı Ubeydullah b. Yahya b. Hakan'a ulaşmış, o da durumu derhal Feth b. Hakan'ın sekreteri İsa b. İbrahim'e söylemiştir. İhbarda meselenin Feth b. Hakan'a duyurulması ve onunla bir güzel istişare edilmesi isteniyordu (148).

Gerçekten de öyle yapıldı. Fakat ihtilal gecesi, halife çok neşeli idi. Yiyor, içiyor, gülüp eğleniyordu. Bu durumda, herkesin böyle coşku ile eğlendiği bir mecliste halifenin bu gecesini zehretmeye neşesini kaçırmaya lüzum yoktu. Bir gurup maceracının alınan bütün güvenlik tedbirlerini aşarak halife ve yakınlarının eğlendiği özel salonu basmaları ve onu öldürmeleri zaten mümkün değildi. Geliyorum! diyen ihtilalin önlenmesi için hiç bir şeyin yapılmaması diğer bir ifade ile Türk kadınının bu ihbarının fazla bir ciddiyete alınmadığını göstermektedir.

Halbuki sarayın içinde ve halifenin en yakın çevresinde el-Mütevekkili öldürmek üzere her şey inceden inceye ve çok ayrıntılı bir şekilde planlanmıştı.

a- el-Mütevekkil'in Acıklı Ölümü:

O gece saray ve çevresinin nöbeti Küçük Boğada idi. Halife ve çevresinin yakın güvenliğinden sorumlu olan Küçük Boğa, o gece Caferiye sarayının bütün kapılarını kapatmış ve sadece Şatt Kapısını açık bırakmıştı (149). Bu coşkun eğlence gecenin geç saatlerine kadar sürdü. Halife içtikçe içmiş ve sarhoşluktan ayakta- duramaz bir hale gelmişti. Küçük Boğa Halifenin istirahate çekilme zamanının geldiğini söyliyerek çevresindekileri odadan çıkartmış ve halifeyi çok yakın bir kaç arkadaşı ile baş başa bırakmıştı. İşte tam bu sıralarda sarayın Şatt Kapısından yüzleri kapalı olarak içeri giren Bağır ve gözü pek on arkadaşı, yalın kılmç halifenin eğlendiği odaya dalmışlar hem el-Mütevekkili hem de el-Mutasım'ın saraylarında büyümüş büyük alim, büyük şair, edib, aynı zamanda büyük devlet adamı Feth b. Hakanı da bir kaç kıhnç darbesi ile öldürmüşlerdir (861) (150).

Olayların böyle çok süratli bir şekilde gelişmesi ve sonunda tam bir trajediye dönüşmesinde şüphesiz, Türk kadınının söz konusu uyarısının yeteri kadar değerlendirilmemesininde çok büyük rolü olmuştur. Fetih b. Hakan, görüldüğü gibi Türk kadınının tam vaktinde haber verdiği bu geliyorum! diyen ihtilale önem vermemenin cezasını hem kendi, hem de çok sevdiği halifenin canı ile ödemiştir. Bu gerçekte şimdiye kadar görülmüş bir şey değildi. Bir halifenin kılınç zoruyla öldürülmesi ve yerine bir başkasının halife ilan edilmesi Abbasi hilafetinde ilk defa vaki oluyordu.

b- İhtilaller Devrinin Başlaması:

Mamafih bu ve benzeri olaylarla birlikte, Abbasiler devri Türk ihtilalleri dönemi de başlamış oluyordu. Bundan sonraki devirlerde Abbasi halifeleri artık Türk militarizminin elinde bir oyuncak haline gelecek, onlar kimi isterlerse o halife olacak ve kimi istemezlerse o hilafetten azledilecekti. Belkide, Abbasi toplumunun kazandığı yeni boyutlar ve önemli gelişmeler dolayısı iledirki, bu devrin önemli şairlerinden biri yazdığı bir beyitinde şöyle diyecektir.

"Artık Türkler (kahramanlık ve şecaatları ile herşeye hükmeder oldular. Geriye bütün dünyada onların söylediklerini işitmek ve isteklerine boyun eğmekten başka yapacak bir şey kalmadı" (151).

Büyük tarihçi et-Taberi her nedense bu kadının ismi ve kimliği hakkında fazla bir bilgi vermemektedir. Fakat rivayetler onun Türk aristokrat ailelerine mensup, üstelik saray ve o çevrelere yakın biri, istediği zaman istediği kimselerle temas kurabilecek çapta, güçlü, nüfuzlu, aristokrat tabakaa mensup bir hanım olduğunu vurgulamaktadır. Bize göre bundan daha da önemlisi bu ve benzeri olaylardan yüksek tabakaya mensup bu Türk aile ve kadınlarının okuma yazma bildikleri, gerektiği takdirde hiç çekinmeden kendi düşünceleri doğrultusunda asil davranışlarını ortaya koyduklarını göstermektedir. Mamafih önümüzdeki sayfalarda yeri geldikçe buna benzer ilginç, orijinal olaylara yeterince temas edilecek ve kuyuculara geniş fikirler verilecektir.

C- OTAMIŞ ET-TÜRKİ'NİN BÜYÜK DÜĞÜN HAZIRLIĞI

Bu arada biz konunun daha ilginç bir safhasını aralamak istiyoruz. O da araya giren bu ihtilal sebebiyle hilafet çevrelerinde ve Türklerin büyük ölçüde coşkusuna sebep olacak muhteşem bir düğünün, Türk düğünü ve evliliğin geri kalması belki de hiç yapılmamış olmasıdır. Şöyleki;

Bu devrin mümtaz Türk komutanlarından biri olan Otamış, yine hilafet çevrelerinin en etkili şahsiyetlerinden biri ve el-Mütevekkil'in Hacibi olan Zürrafe'nin (152) kızını kendi oğluna (Musa b. Otamış) almayı ve kedi kızını da, onun oğluna vermeyi tasarlıyordu. Bunun içinde, Otamış'ın yakın dostu aynı zamanda veliahd olan el-Muntasır aracılık edecek, Zürafeye durumu o bildirecekti. Böylece Samarra yeni muhteşem bir Türk düğününe daha şehid olacaktı gelişmelerin bundan sonraki kısmını biz isterseniz et-Taberi'nin o tatlı ifadelerinden günümüz üslubu ile özetlemeye çalışalım.

"el-Muntasır, o (meşum) gece, el-Mütevekkil'in içki meclisinden ayrılıpta odasına geçmek üzere ayağa kalktığı zaman, Zürrafenin elini tuttu ve Ona;

"-Kalk gidelim" dedi. (Çünkü ona söyliyeceği çok önemli bir mesele vardı.) Zürrafe ona;

"-Ey Efendim! Emirü'l-Müminin henüz kalkmadıki!" dedi. el-Muntasır;

"-O içkiyi fazla kaçırdı, Zaten Boğa ve diğer sofra adamları (nedimler) de kalkmak üzeredir" demiş, onu alarak dışarı çıkmıştır. Bundan sonra asıl meseleyi açarak şöyle demiştir;

"-Sizinle bana tevdi edilen ve oğlunuzla ilgili bir konu hakkında konuşmak istiyorum. Zira Otamış kendi oğlunu senin kızınla ve senin oğlunu da onun kızı ile evlenmesini arzu etmektedir". Buna karşı Zürrafa hiç tereddüt etmeden;

"-Ey efendim! Biz senin ancak kul ve köleniz oluruz. Emriniz başımız üstündedir!" demiştir. Bundan fevkalade mütehassıs olan ve keyiflenen el-Muntasır;

"-Artık Zürrafenin kızı Otamış'ın oğlu ile ve Otamış'ın kızını da Zürrafenin oğlu ile evlendirme şerefi, mirüvveti benim oldu" diye çok sevindi O zaman orada bulunan Bünân;

"-Ey Efendim! Ya bizim düğün saçımız nerede? Mürüvet ancak saçı ile daha güzel olur" dedi. Bunun üzerine el-Muntasır;

"-Gecenin geç vakti oldu, Yarın! İnşallah demiş ve Zürrafeyi de yanma alarak birlikte kendi odalarına çekilmişlerdir (153).

Fakat yukarıda işaret edildiği gibi, gerek el-Muntasır ve gerekse Zürrafenin artık saat ve dakikalarını saymaya başlayan bir ihtilalden henüz haberleri y.oktu. Onlar odaya tam girmişlerdi ki, bir takım sesler ve canhıraş feryatlar duyulmaya başladı. Bu sırada;

"-Ne oluyor!" diyerek dışarıya fırlayan el-Muntasır'm karşısına ihtilalin kudretli generali dikilmiş ve çok soğukkanlı bir şekilde;

"-Allah Emirü'l-Müminine büyük ecirler versin. Allah kulunu çağırdı, O da bu daveti kabul etti!" demiştir (154). Böylece el-Mütevekkil'in öbür dünyayı çoktan boyladığı kibarca ifade edilmiş oluyordu. el-Mütevekkil ve değerli devlet adamı Feth b. Hakan'ın böyle feci bir şekilde öldürülmesiyle saray ve hilafet çevreleri birbirine karışmış ve bu muhteşem düğün de gündemden silinip gitmiştir. Zira et-Taberi'nin bundan sonraki yıllarda, cereyan eden olaylar hakkında geniş açıklamalarda bulunmuş olmasına rağmen bu evlilik hakkında her hangi bir kayda rastlamak mümkün değildir.

D- EL-MÜTEVEKKİL'İN HAREM HAYATINA KISA BİR BAKIŞ

Ancak kanlı bir ihtilal ve hayat kitabının son bir kaç sayfasıda kılınç darbeleri ile koparılan el-Mütevekkil'in çok renkli bir yaşayış ve harem hayatı vardı. Ondört senelik hilafeti süresince, Abbasi saraylarının aşk, meşk geleneğine uyarak her türlü zevki tatmış, bir birinden güzel binlerce cariye ile gönlünce ve dilediği gibi yaşamış, muganniyeler içki ve işret alemleri ile sanki zamanın bir nevi ünü cihanı tutmuş Harun er-Reşid'i olmuştu. Kaynaklarda onun dört bin cariyesinin olduğu ve yatağını bunların hepsi ile ayrı ayrı paylaştığı zikredilmektedir (155). Bu bile onun zevk ve şehvetine ne kadar düşkün bir kimse olduğunu göstermektedir.

• Onun sadece yatak odası hizmetlerini yapan ve yatağına girecek cariyeleri düzenleyen beşyüz kadar kadın hizmetçisi (vasife) vardı (156). Fakat bütün bu cariyeler içinde öyle biri vardı ki, el-Mütevekkil ondan hiç ayrı kalmak istemezdi. Bu güzel kadının adı, çirkin kadın anlamına gelen "Kabiha" idi. Oysa Kabiha güzellikte eşi benzeri olmıyan harika bir kadındı. el-Mütevekkil onun herkesi büyüleyen bu eşsiz güzelliğinden kinaye olarak ona "Kabiha" çirkin suratsız kadın lakabını takmıştı. el-Mütevekkil bu cariyesine öylesine düşkündü ki, Kabihanın ısrarına dayanamamış ve daha önce "Veliahd" ilan ettiği oğlu el-Muntasın azlederek yerine onun oğlu el-Mutezzi veliahd yapmak istemiş ve hepimizin bildiği gibi bu kabil anlamsız teşebbüslerinin sonucu, Abbasi hilafetinde kanlı Türk ihtilallerinin de başlamasına sebep olmuştur.

Abbasi halifelerinin bu sefahet, lüks, israf ve yabancı cariyelere aşırı düşkünlüğünden acı acı yakınan Şii yazar Ebu Bekir el-Harezmi bu konuda yazdığı bir risalesinde haklı olarak isyan etmekte ve şöyle demektedir;

"Öyle ya el-Mütevekkil binlerce cariye ile gününü gün ederken Ehli Beytin yüce kadınları (Seyyidenin) kimse yüzüne bakmamakta onlar ya bir zenci veya bir hindli ile evlenerek iffetlerini korumakta idiler" (157).

e- mahbube ve büyük boğa

el-Mütevekkil böyle feci bir şekilde öldürüldükten sonra onun cariye ve yatak odası hizmetçilerinin bir çoğu devrin büyük Türk generali Büyük Boğa'nın sarayına taşınmışlardır. Bunlar arasında el-Mütevekkil'in inadına sevip saydığı, fevkalade bir şekilde yetiştirilmiş üstün yetenekli sesi ve udu ile herkesi mesteden şiir ve edebiyata aşina güzal cariyesi Mahbube de vardı (158).

Bir gün Büyük Boğa'nın bir gece meclisinde işte bu Mahbubeden bir gazel okuması istenmişti. Perde açılmış sözendeler hanendeler yerini almış Mahbubeyi bekliyorlardı. Hele o muganniyelerin elbiseleri, gözleri kamaştıracak derecede süslü ve güzeldi. Mahbube boynu bükük, sade beyaz elbiseler giyinmiş olarak geldi. Büyük Boğa onun kucağına bir ud vererek geceye neşe katmasını ve bir gazel okumasını söyledi. Oysa Mahbube perişan bir halde idi. Sanki şarkının sözleri boğazında düğüm düğüm olmuş bir türlü çıkmıyordu. Sonunda dayanamadı elindeki udu bir kenara bıraktı ve kararan dünyasını en içli kelimelerle dile getirmeye başladı. Yanık yanık sesiyle okuduğu bu gazelinde kendini bu hayat girdabında yapayalnız bırakıp gidenlere yani el-Mütevekkile şöyle sesleniyordu;

"Caferin (el-Mütevekkil'in) olmadığı bir yerde benim için hayatın ne tadı olurki" diyerek gazeline başlamış mutsuzluğunu, ondan ayrı yaşamanın bin bir elem ve kederle dolu olduğunu hayatın artık çekilmez bir hale geldiğini vurgulayarak devam etmişti;

"Ah! ölüm çarşıda satılan bir (meta) olsaydı Mahbube onu hiç çekinmeden satın alırdı."

"Çünkü hazin bir şekilde ölümün sakin kucağına gömülmek böyle bedbahd yaşamaktan daha iyidir" (159).

Gel görki Muhabbe'nin böyle güzel herkesin gülüp eğlendiği bir sırada el-Mütevekkili ve onu özleyişi dile getirmesi, bunun için billur gibi sesiyle son derece içli ve hüzünlü bir gazel okumasına o gün orada bulunan diğer bir Türk generali Vâsif'i çok öfkelendirmiş ve onun derhal hapsedilmesini emretmiştir (160). es-Süyûti; bunun, onun için bir son olduğunu ve Mahbubenin bundan böyle ölünceye kadar hiç bir gazel okumadığını kaydetmektedir (161).

VI.

EL-MÜSTAİN DEVRİ VE GENEL YÖNLERİ
İLE TÜRK HÂTÛNLARI

1- YENİ SİYASİ GELİŞMELER KARŞISINDA TÜRK HATUNLARI

A- EL-MÜNTASIR VE EL-MUSTAİNLE GELEN BÜYÜK OLAYLAR

a- el-Müstain ve Türk Komutanları

el-Mütevekkil Türklere karşı giriştiği bir kısım başarısız komplo hareketleri sonucu katledildikten sonra onun yerine oğlu ve daha önce veliahd ilan ettiği Ebu Cafer Muhammed, Türk askeri erkanının ittifaka varan bir desteği ile el-Muntasır Billâh lakabıyla halife olmuştur. el-Muntasır'ın böyle beklenmedik bir anda vefat etmesi ve hilafet camiasının Arap kanadının el-Mütevekkil'in oğullarından birinin halife olması için derhal harekete geçmeleri Türkler arasında büyük huzursuzluklara yol açmış ve neticede Büyük Boğa, Otamış, Küçük Boğa, Bağır gibi Türk militarizminin temsilcileri ve yüksek rütbeli subaylar, eMMutasıma olan geleneksel bağlılıkları sebebiyle onun torunu Ahmed'i "el-Müstain Billâh" lakabıyla hilafet makamına getirmişlerdir (248/862) (162).

Gerçekte el-Müstainin dört sene süren hilafet devri, bir bakıma kanlı olaylar ve siyâsi çalkalanmalarla dolu bir devirdir. Onun devrinde şu veya bu nedenlerle çıkan ve aylarca devam eden bir kısım iç isyan, kargaşa, ayaklanma ve kanlı çatışmalar dolayısıyla değil Samarra, hatta el-Mansur'un "Medinetü's-Selam"ı dahi yıkılmış ve bir harebeye dönmüştür (163). Haddizatında olayların böyle olumsuz bir yönde gelişmesi, kontrolden çıkması ve hilafet çevreleri için çok daha vahim bir hal almasında, Abbasi halifelerinin Türk komutanlarının güvenlerinin sarsacak fiil ve hareketlerde bulunmaları, onların bir takım haksız tasarruf ve davranışları ile itimadlarını sarsmalarında çok önemli bir rolü vardır. Zira Abbasi halifeleri, çoğu kere-bu tutarsız çelişkili davranışları ile Türk askeri aristokrasisini kuşkulandırmış ve onları kendi açılarından haklı olabilecek bir kısım sert hatta kanlı tedbirler aramaya mecbur etmiştir.

b- el-Müstainin Endişe Veren Yeni Tutumu:

Bilindiği gibi el-Mütevekkil, hilafetinin sonlarına doğru bunun en sorumsuz örneklerini vermiştir. Genç tecrübesiz halife el-Muntasır ise kendisini iktidara getiren Türk askeri erkanının yanında olacağı yerde o da her nedense onların karşısına dikilmiştir. el-Müstaine gelince, onun idari zaafları, doğru ve sağlam karar verme yeteneğinden mahrum olması sebebiyle, hilafet zemini çok daha kaygan bir hal almıştır. İşte el-Müstain'in veziri değerli Türk komutanı Otamışın katledilmesine bu açıdan bakmamızda yarar vardır (164).

Böyle inadına kaygan bir zeminde tutunmak, çok bir maharet, siyaset ve kiyaset işi idi. Bu bakımdan Türk militarizminin bir nevi temsilcisi olan üst sınıftaki generaller, itibarlarını korumak, şahsiyetlerini muhafaza ve kendilerinden emir almak ve hatta emirlerindeki askeri birlik ve çevreden kopmamak için, büyük bir çaba, bundan da öte çok çetin bir mücadele vermek durumunda kalmışlardır. Fakat bütün bunlar yetmemiştir.

Bir takım dış çevreler, özellikle Arap asıllı devlet adamı ve komutanların tahrikleri ile devrin Vâsif, Boğa, Bağır gibi her biri ayrı bir değer olan güçlü Türk generalleri arasına fitne ve nifak sokulmuş ve herkesin eli kılınçlarının kabzasına dokunur bir hale gelmiştir. Bütün bu entrikalar sonucu Bağır katledilmiş, bundan dolayı galeyana gelen ve Bağır taraftarı askerler ve Türk dalgalarının kin ve intikamından kurtulmak için başta el-Müstain olmak üzere Vâsif ve Boğa, Samarrayı terkederek Bağdada sığınmak durumunda kalmışlardır (165).

Bu beklenmedik gelişmeler ve kontrolden çıkan olaylar, hilafet camiasındaki Türk askeri varlığı için belki de en feci günlerini yaşamışlardır. Zira Vâsıf ve Boğaya bağlı Türk birlikleri ile Bağır ve silah arkadaşlarına bağlı Türk birlikleri arasında kıyasıya bir iktidar mücadelesi başlamıştır. Fakat ne yazıkki bu mücadelede her iki taraftan ölenler Türk öldürülenlerde Türktü. Bu hilafet çevrelerindeki Türk varlığı için tam bir trajedi ve faciadan başka bir şey değildi. Artık Türkler düşman kılınçları ile değil, kendi Türk kılınçlan ile eriyip gidiyorlardı. Diğer taraftan bu müessif olaylar, Abbasi hilafetinde yetişmiş, askerliği bir meslek haline getirmiş, eğitimli Türk askeri varlığına öyle bir darbe vurmuşturki, bundan böyle Türkler artık uzun süre bellerini doğrultamayacak bir hale gelmişlerdir.

B- YENİ İHTİLAL HAZIRLIĞI VE BİR TÖRK KADINI

a- Bağır ve Yeni İhtilal

Fakat ne ilginçtirki; olayların böylesine karma karışık bir hal aldığı, gerek Türk gerekse hilafetin Arap kanadında bu günün tabiri ile bir kısım komita ve cuntaların teşekkül ettiği, herkesin açıkça bir fitne ve askeri anarşinin arefesinde olduğu böyle kritik anlarda bile bazı Türk kadmarının her şeyi göze alarak Tarih sahnesine fırladıkları görülmektedir. Bunun en tipik örneği Bağır ve arkadaşlarının el-Müstain ve onun çevresinde yer alan Büyük Boğa ve Vasifi safdışı etmek maksadıyla planladıkları hem de kanlı bir askeri darbenin hilafet sarayına yakın aristokrat bir Türk kadını vasıtasıyla önleiş olması, hatta bunun tam aksine ihtilal teşebbüsünde bulunanların hayatını kaybetmeleridir. Değerli tarihçi et-Taberinin bu yöndeki rivayetlerinden anlaşıldığına göre;

el-Müstain'in, Vâsif ve Boğa'ya yaklaşması, yetkilerini bu iki komutanla paylaşması, büyük ölçüde onların tesiri altında kalması, Bağır ve arkadaşlarında derin kaygılara varan bir endişe yaratmış ve onları bir çıkış yolu bulmaya sevketmiştir. Neticede el-Mütevekkil ihtilalinde kendisi ile kader birliği yapmış silah arkadaşları ile bir toplantı yapan Bağır ve arkadaşları bu toplantıda el-Müstainin Boğa ve Vâsifin öldürülmesine karar vermişlerdi. Bu yeni ihtilalin baş mimarı şöyle diyordu;

"Samarrayı kuşatır, el-Müstain, Boğa ve Vâsifi öldürürüz. Bundan sonra el-Mutasımm oğlu Ali veya el-Vâsık'ın oğlunu halife ilan ederiz. Böylece bu iki adamın yerine bizim desteklediğimiz bir kimse iktidara gelmiş olur (166). Onun ileri sürdüğü bu fikirler ihtilal erkanı tarafından hiç bir itiraza uğramadan kabul edilmiştir.

b- İhtilalin Karşısına Çıkan Bir Türk Anası:

Abbasi sarayı bu defada sessiz bir ihtilal ile karşı karşıya idi. Ancak Bağır ve arkadaşlarının Halife ve yakın çevresindeki Türk generallerine karşı hazırladıkları bu ihtilalin farkında olan aristokrat bir Türk kadını, derhal saraya koşmuş, el-Müsteinin anası Muharik ile görüşerek bu büyük ihtilalden onu haberdar etmiş, üstelik ona ihtilal hakkında duyup öğrendiklerini de aktarmıştır. et-Taberi bu kadının ismini bir uslub tercihi olarak bildirmemektedir.

Ancak onun el-Müstainin anası ile çok rahat bir şekilde görüşüp konuştuğu nazarı itibara alınırsa, bu Türk kadınının gayet seviyeli, aristokrat Türk ailelerinden birinin kızı ve Abbasi sarayı nezdinde şeref ve itibarı bir hayli yüksek bir Türk anası olması gerekmektedir. Evet hakikatde bu merkezdedir. Zira bu Türk anası değerli Türk generali, ihtilalin birinci dereceden sorumlusu Bağır'ın boşadığı eski hanımı idi (167).

Türk hanımı, Bağırdan intikam almak için harekete geçiyordu. Çünkü ihtilale adı karışanlar veya onların karşısında olanlar, harbedecek askerler, hemen hepsi Türktü. Bunlar şöyle veya böyle bir birlerinin yakın akrabası idiler. Bundan da öte, Bağırın Türkler arasında çok aşırı bir sevgisi vardı. Onunla anlaşmak suretiyle bu kan dökülmesi önlenebilirdi. Fakat öyle olmamıştır. Her ne kadar bundan sonraki müessif gelişmeler bizim konumuzun dışında isede bu, hilafet camiasındaki Türk askeri varlığının büyük facia ve katliamlara sürüklenmesinin bir başlangıcı olmuştur.

Bu ihtilal haberi, anası Maharik tarafından Halife el-Müstaine ulaştırılınca o, derhal Vasif ve Boğayı çağırmış ve bir durum muhakemesi yapmışlardır. İki tecrübeli komutan olaya daha soğukkanlı bir şekilde yaklaşabilirlerdi. Çünkü Bağır, Büyük Boğanın tezgahında yetişmiş ona büyük saygısı vardı (168). Oysa onlar Bağır ve yakın komuta arkadaşlarının öldürülmesine ve gerekirse onların kanlı başını, ayaklanan taraftarlarının önüne atılmasına karar vermişler ve öylede yapmışlardır. Bu ise Bağıra bağlı Türk birliklerini çılgına çevirmiş ve neticede, yukarda da işaret edildiği gibi Abbasi toplumundaki Türk varlığı için tam bir trajedi halini almıştır. Zira Halife bu meşum olaylardan sonra Samarrada tutunamamış ve Vasif, Boğa gibi Türk komutanları ile Bağdada sığınmak mecburiyetinde kalmışlardır.

C- BÂĞİR'IN ÖLÜMÜ İLE BAŞLAYAN YENİ KANLI OLAYLAR

a- Reşid'in Anası Suad Hatun:

Görülüyorki; bu sosyal ve siyasi gelişmeler dolayısıyla birçok Türk anası, tarih sahnesinde görülmüş ve isimleri tarih kitaplarında yer almıştır. Bunlardan biri de Vâsif'in kız kardeşi Suad Hatun idi (169). Suad Hatun'un ismi ve tarihi kişiliği bize onun gözü pek cesur yiğit yaratılışlı oğlu, dirayetli Türk komutanı Raşid dolayısıyla ulaşmıştır. O Reşid ki; Bağır gibi heybetli, güçlü, herkesin kendinden korkup çekindiği bir komutan üstüne gözü kapalı olarak yürümüş ve mertçe salladığı bir kaç kılınç darbesi ile onun işini bitirmiştir. Çünkü ona hiç kimsenin göze alamayacağı bu görevi amcası ve el-Müstain'in sağkolu Vâsif vermişti. Mamafih hicri 252/866 yılı olayları sırasında Vasifin bu ağır başlı üstün yetenekli kız kardeşi yine karşımıza çıkacaktır. Fakat, et-Taberi'nin bu ve benzeri rivayetlerinden Suad Hatun'un çok dirayetli, hilafet sarayı çevreleri ile çok güzel diyaloğu olan, şahsiyetli bir kadın olduğu anlaşılmaktadır. Muhtemelen onun da kocasının önemli Türk generallerinden biri olması gerekmektedir.

b- el-Müstain ve Türk Kızları:

Bütün bu karma karışık olaylar arasında tesbit edilmesi gereken ilginç bir durum daha vardır. O da el-Mutasım'ın hilafet ordusu ve sağlam temeller üzerine inşaa ettiği Türk aile bütünlüğünün bundan önceki sayfalarda da işaret edildiği gibi, kendi kendine özellikle evlenme işlerinde çoktandır yeterli bir duruma geldikleri, yine bu karışık, baş döndürücü olaylar sırasında bile evlenme çağına gelmiş yüzlerce, binlerce Türk genci ve kızlarının bulunmuş olmasıdır. Bunlar hilafet camiasındaki Türk neslinin ve hemen bir iki kuşak sonra ne kadar çabuk üreyip çoğaldıklarınında ayrı bir görüntüsü olsa gerektir.

Nitekim Baybak (Babi Bek, Babekyal) Ernatcür, Gülaba Tekin gibi, hilafet çevrelerinin Türk asıllı önde gelen komutanları siyasi olaylara hakim olmada bir çok vesilelerle aczi sabit olan halife el-Müstaini büyük bir saygı ve edeple ziyaret ettikleri, ve hilafet makamından kendi isteği ile çekilmesini istedikleri zaman el-Müstain bu evlenme çağına gelmiş Türk kız ve delikanlılarını diline dolamış ve aynen şöyle demiştir.

"...İki bine yakın gencinizi size sağ salim ulaştırmadımmı? Dört bine yakın evlenme çağına gelmiş kızlarınızı da tekrar yanınıza ben göndermedim mi" (170).

Haddizatında onun başa kalkmak istediği bu genç kız ve erkekler, Samarra'nm bir kan ve ateş kasırgası ocağı haline gelince, el-Müstain’in özel ilgisi sayesinde Samarradan Bağdada nakledilmişler, daha sonrada tekrar sağ-salim Samarraya gönderilmişlerdi. Bütün bunlar bize el-Mutasımla başlıyan bir geleneğin hala devam ettiğini göstermektedir. O da evlilik çağına gelmiş Türk erkek ve genç kızlarına ayrı bir özen gösterilmesi, onların gayri Türk unsurlarla kim olursa olsun kesinlikle evlenmelerinin yasaklanmış olmasıdır. Halifenin rakamsal olarak verdiği bu ifadeler, bizim bu konulardaki görüşlerimizi de doğrulamaktadır

2- EL-MÜTEZ DEVRİNİN YENİ GÖRÜNTÜLERİ VE SÜAD HATÜN

A- SÜAD HATÜNÜN BÜYÜK GÖREVİ

a- el-Müstain Bağdad Yolunda:

el-Müstain ve taraftarı Türk generallerinin Bağır et-Türkiyi büyük bir tedbirsizlik sonucu öldürmeleri ile başlayan müessir olaylar kontrolden çıkınca Halife ve yakın çevresi Samarrada daha fazla tutunamamış ve sonunda Bağdada sığınmak durumunda kalmışlardır. Bu durumda Bağır taraftarı Türkler derhal harekete geçmişler ve daha öncede planladıkları gibi el-Mütevekkil’in oğlu Ebu Abdullah Muhammedi "el-mutez Billâh" lakabıyla halife ilan etmişlerdir (252/867) (171).

Bununlada yetinmeyen Bağır taraftarı Türk generalleri emirlerindeki Türk birlikleri ile Bağdad'a yürümüşler, başta halife olmak üzere gerek Vâsif ve gerekse Bağayı bu fiili durumu kabul etmeye hatta bundanda öte, el-Mustain'i halifelikten çekilmeye mecbur etmişlerdir. el-Mustain'in acz içindeki bu çırpınışlarını dile getiren bir şair, onu hicveden bu uzunca bir şiirinde, onun bu çaresizliği ile ilgili olarak aynen şöyle demektedir:

"Ey Müsteîn! Türkler’in Bağdad sokaklarında kılınçlannın havada şakırdadığını görünce

Aklın başına geldi ve parlak Türk kılınçlanndan kaçıp kurtulamayacağını nihâyet anladın" (172).

b- İbni Tabataba'nın İlginç bir Rivâyeti:

Gerçekte el-Müstaîn ve ondan sonra gelen Abbâsî halîfelerinin yaşadıkları devirler, Türkler'in askerî ve idârî bakımlardan artık tam bir zirvede olduğu devirlerdir. Hilâfet makamı ve yüksek derecede askerî komutanlıklara ancak Türkler'in istedikleri kimseler getiriliyordu. Türk askerî aristokratları, kimi isterlerse onu halîfe ilân ediyor, istemedikleri kimseleri de hilâfet koltuğundan azledebiliyorlardı. İbn Tabatanın el-Fahrî adındaki kıymetli eserinde zikrettiği şu olay bize, bu devirlerde hilâfet câmiasındaki Türklerin gücünün nerelere kadar uzandığını ve bunun halk üzerindeki etkisi hakkında çok çarpıcı fikirler vermektedir. Şöyle ki,

el-Mutez, hilâfet tahtına oturduktan sonra yakın adamları ve çevresindeki müneccimleri toplayarak onlara,

"-Hele bir bakınız! Ben ne kadar yaşayacağım ve halifeliğim kaç sene sürecektir" demiştir.

O mecliste bulunan nüktedân ve hazır cevap bir kimse hemen ortaya atılmış, Halîfenin ömrünü ve hilâfet süresini bildiğini söylemiştir. Çevresindekiler anlamlı anlamlı onun yüzüne bakınca, adam gayet tabîî bir halde,

"-Bundan daha kolay ne var! Türkler sizin halifeliğinizi ne kadar isterlerse!" cevabını vermiştir. İbni Tabataba, adamın bu hazır cevabı karşısında halîfenin dışında o mecliste bulunanlardan gülmedik bir kimse kalmadığını kaydetmektedir (173).

B- VASİF'İN YENİ İNİSİYATİFİ VE SÜAD HÂTÛN

a- Suad Hâtun'un Nüfûzu ve Şahsiyeti:

el-Mutez devrinde (866-869) şüphesiz bundan önceki halifelerde olduğu gibi, çok ciddi kargaşa ve karışıklıklarla dolu bir devirdir. Samarra ve Bağdad'ta bir kısım iki yüzlü devlet adamı ve Türkler tarafından tutuşturulan bu fitne, bütün dehşetiyle devam etmiş ve neticede birçok değerli komutanlarda dahil yüzlerce Türk hayatını kaybetmiştir. Bu devrin yüklü, bir dereceye kadar boğucu siyasi olayları bir tarafa el-Mutez devrinde hilafet çevrelerinde isminden sık sık bahsedilen Türk hatunlarının başında, bundan önceki sayfalarda dile getirdiğimiz gibi Suad Hatun gelmektedir. Suat ancak Suad Hâtun'un koca hakkında et-Taberi de ne yazık ki, fazla bir şey yoktur. Onun oğlu Reşid'in amcası Vasîf gibi, hilafet ordusunun önde gelen cesur, yiğit Türk generallerinden biri olduğundan kimsenin şüphesi olmamalıdır. Suad Hâtun'un şahsiyeti ve hilafet saraylarındaki etkisi kişiliği nazarı itibara alınırsa, bunda onun, Vasîf'in kız kardeşi, aristokrat bir Türk ailesine mensup olması yanısıra, muhtemelen kocasınında aynı derecede saygın ve camianın önemli kişilerinden biri olmasınında büyük tesirleri vardır.

Evet Suad Hatun, Türk generali Vasîf'in kızkardeşi idi. Abbasi sarayı ve hilafet çevrelerinde büyük itibar ve saygınlığı olduğundan aristokrat Türk askeri erkânı ile saray arasında bir kısım ciddi meselelerin halledilmesinde önemli hizmetleri olmuştur. Şöyleki;

b- el-Mutez'in Türk Generallerini Azletmesi:

el-Mutez, Bâğîr et-Türki ve onun taraftarlarının kesin bir şekilde desteklenmeleri ile iktidara geldikten sonra pek tabii olarak müellifleri üzerine yürümek istemiş ve bu cümleden olmak üzere Vasîf, Boğa ve onlara bağlı olanların divandan azledilmelerini emretmiştir (174). Bu ise onların bütün yetki ve varidat kaynaklarının ellerinden alınması bir bakıma saf dışı edilmeleri demekti. Oysa bu ilerde çok büyük tehlikelere yol açabilirdi.

c- Suad Hatun'un Saray Çevreleri İle Teması:

Fakat olaylar başka türlü gelişmiş bu hem el-Mutez, hem de söz konusu iki etkili ve hilafet ordusundaki Türkler tarafından hâlâ sevilip sayılan Türk komutanı Vasîf ve Boğa'nın hayrına olmuştur. Bunun için Vasîf kız kardeşi Suad Hatun'u ve onun vasıtasıyla el-Müeyyidi devreye sokmuş ve el-Müeyyid üvey kardeşi el-mutez nezlinde teşebbüse geçerek Vasîf, Boğa ve bunlara bağlı maiyyet erkanının halife ile olan bozuk ilişkilerini düzeltmeye muvaffak olmuştur.

Evet, et-Taberi'nin hicri 252/867 yılı olayları arasında daha da ayrıntılı olarak zikrettiğine göre; Vasîf, önce kızkardeşi Suad Hatunu bu hususta görüşmelerde bulunmak üzere, el-Mütevekkil'in diğer oğlu, veliahd aynı zamanda el-Mütez'in övey kardeşi el-Müeyyed'e göndermiştir. Haddizâtında el-Müeyyed, yine et-Taberi'nin bildirdiğine göre, Suad Hâtun'un kanatları altında, onun himaye ve terbiyesinde yetişmiş, doylayısıyla ona sonsuz bir saygı ve hürmeti vardır (175).

d- Suad Hatun'un Büyük Başarısı:

Suad Hatun dahada ileri gitmiştir. Vasif'in Samarradaki sarayında gizlediği servetinden 1.000.000 dinâr (2 trilyon TL) alarak el-Müeyyid'e vermiştir. Onun bu yeni insiyâtifi, şüphesiz Vasîf ailesinin, el-Mutezz'e karşı iyi niyetlerinin samimi bir tezahürü idi ( ). Bundan sonraki gelişmeleri İbnü'l-Esir şöyle anlatmaktadır; "el-Müeyyid gidip, Vasiften hoşnud olması için el-Mutez ile görüştü. el-Mutezz de Vasif'i affedip ondan hoşnud oldu ve ona ayrıca bir de mektup yazdı" (176).

Suad Hatun'un bu güze! teşebbüsleri sayesinde Vasif ve Boğa, Samarraya dönmüşler, yeni halife onlara eski görevlerini iade ettiği gibi, onlara hilaflar giydirmekle kalmamış, onların varidatlarımda iade ettirmiştir (177). Mamafih, bu nazik meselenin iki tarafında hayrına olacak bir şekilde halledilmesinde Suad’ın çok önemli bir rol oynadığı asla unutulmamalıdır. O, olgun şahsiyeti ve dirâyeti ile meselenin nezaketini kavramış, el-Müeyyedi ikna etmiş ve yüzüne gözüne bulaştırmadan bu büyük sorunu halletmiştir.

e- el-Müeyyed'in Hapsedilmesi:

Fakat, bütün bunlar halife el-Mutezz'in kardeşi el-Müeyyed hatta Türk aristokrat çevreleri ile güzel ilişkileri olduğu ve buun uzun süre devam edip gittiği anlamına gelmemelidir. Zira el-Mutez, bu olaylardan 3-4 ay gibi kısa bir süre sonra kardeşi el-müeyyed'i veliahtlıktan azletmiş sonra da onu hapsettirmiştir (178). Halifenin bundan asıl maksadı yavaş yavaş güven ve itimatını kaybettiği Türk komutanlarının el-Müeyyed'in etrafında toplanmalarını önlemekle onların kendisine karşı harekete girişmelerine fırsat vermemekti.

3- BU DEVRİN BAZI ÖNEMLİ TÜRK DÜĞÜNLERİ

A- CÜMA HATUN'ÜN TÜRK KOMÜTAN SALİHLE EVLENMESİ

Mamafih, el-Mutez'in sosyal olaylar ve siyasi çalkalanmalarla dolu olan bu sıkıntılı ve Türkler açısından fevkalade önemli olan bu sıkıntılı devirlerde de, Aristokrat Türk askeri aileleri arasında kız alıp kız verme Türk usulü parlak düğünler olmuş Türk toplumu evlenme yaşma gelmiş kız ve erkek çocukları birbirleri ile evlendirilmişlerdir. Bunlardan meselâ en önemlisi, tarih kitaplarında "İki büyük Emir" bugünün tabiri ile "Korgeneral" olarak (179) geçen ve askerliği bir aile ocağı, bir meslek haline getiren, üstelik aynı kaderi paylaşan Vasif ve Büyük Boğa ailesinin birbirine daha da yaklaşmaları ve çocuklarını el-Mutasım geleneğine uyarak birbirleri ile evlendirmeleridir.

Değerli tarihçi et-Taberi'nin, h. 254/868 yılı olayları arasında ve kendine has temiz bir üslûpla zikrettiğine göre, Abbasi askeri tarihinde müstesna bir yeri olan Boğa Ailesinden Küçük Boğa'nın kızı Cuma Hatun ile yine ona eşdeğer bir aile olan Vasif'in oğlu Salih, bu yıl Samarrada yapılan Türk usulü muhteşem bir düğünle evlendirilmişlerdir.

Gerçekte, el-Mutez devrinin çok etkin simâlarından biri olan Salih babası gibi küçük yaşlarında askerlik mesleğine intisab etmiş ve onun maiyetinde yetişmiş önemli Türk komutanlarından biridir, el-Mütevekkili devire (247/861) böylece iktidarın Türk kanadına geçmesini sağlaan askeri operasyonda bulunmuş ve önemli görevler yapmıştır (180). el-Müstain'in son dönemine rastlayan o kargaşa ve iç isyanlar sırasında O'da babası ile birlikte Bağdad'a gelmiş ve Bağır taraflarının hücumuna karşı Şemmâsiye Kapjsı'nın savunması ile görevlendirilmiştir (h. 251/865) (181). el-Mutez devrinin sonlarına doğru çıkan kargaşalıklar sırasında babası Vasif öldürülünce (253/867), artık Salih onun yerine geçmiş ve babasının yakınlarıda onun çevresinde toplanmıştır (182).

Evet, Samarrada iki köklü Türk askeri aileleri arasında yapılan bu parlak düğün ve Salihle Cumanın evlenmeleri hicri 254 yılı Zilkade ayının yarısında olmuştur (Kasım 868) (183).

B- VASİF'İN KIZININ SELEM B. HAKAN'LA EVLENMESİ

a- Büyük Hakan Ailesi

Yine bu devirlerde Aristokrat Türk aileleri arasında yapılan evliliklerden bir diğeride Vasif'in kızının, hilafet camiasının ünlü Türk ailelerinden biri olan "Hakan Ailesi"nden Seleme b. Hakan'ın Türklere has bir düğünle evlenmeleridir (184). Oysa biz yukarda Vasif'in oğlunun, Büyük Boğa'nın kızı Cuma Hâtun'la evlenmesinden söz etmiştik. Bundan da anlaşıldığı gibi Vasif, kendi oğlunu, Aristokrat bir Türk ailesi olan Seleme b. Hakan'la evlendirmiştir. Gerçekte, Türk aileleri arasında bu kabil evlenmelerle kurulan sıhriyet bağları ve kan akrabalıkları, diğer taraftan onları birbirine bağlı homojen bir toplum haline gelmelerinde adeta bir çimento vazifesini görmüştür.

Mamafih, onun Seleme b. Hakan'la olan evliliğinden el-Fazl adında bir erkek çocuğu dünyaya gelmiş ve literatüre bu erkek çocuk dolayısıyla "Ümmu'l-Fazl-Fazl'ın Anası" olarak geçmiştir. Selemenin mensup olduğu "Hakan Ailesi" ise hilafet camiası ve Abbasi toplumunda dal budak salmış en geniş en büyük, en köklü Türk ailelerinden biridir. Bu ailenin asıl reisi ve kendi ismiyle anılan (185) büyük Türk hakanı Gartuc (Artuk), (186) el-Mutasımın Orta Asya'ya onun ayağına kadar gönderdiği elçinin davetine uyarak Bağdad'a büyük bir izzet ve ikbâl ile karşılanmıştır.

Daha sonra el-Mutasım Samarrayı bir ordu kent olarak inşa ettikten sonra, bütün masrafları kendisinden olmak üzere muhteşem bir saray yaptırmış ve onu, bu Türk Hakanına hediye etmiştir. Asıl bundan sonradır ki, Hakan Gartuc ve el-Mutasım aileleri bir birleri ile hem hal olmuşlar ve iç-içe yaşamışlardır. el-Mutasımın devlet idaresinde onun tecrübesinden yararlandığı ve ciddi meselelerde onunla istişarelerde bulunduğunda kimsenin şüphesi olmamalıdır.

b- Ümmü'1-Fazlın Tâcibek et-Türki'nin Oğlu ile Evlenmesi:

ümmü'1-Fazl, daha sonra et-Taberi'nin hicri 256/870 yılı olayları arasında verdiği bilgilerden öğrendiğimiz üzere, Tacibek et-Türki'nin oğlu Nûşeri ile evlenmiştir (187). Nûşeri de emsali bir çok Türk gibi, hilafet ordusunun en belirgin komutanlarından biridir. Yukarda da ifade edildiği gibi "el-Emir-Orgeneral" ünvanı verilen ve hilafet ordusunun en etkin generallerinden biri olan Vasif'in maiyyetinde yetişmiştir (188). Onun kızı ümmü'l-Fazl'la evlenmesinin belkide en önemli sebeblerinden biride belki bu olsa gerektir.

C- EL MÜHTEDİ BİLLAH VE ÜMMÜL FAZL HÂTÛN

a- Salih'in Kesik Başı Ümmü'l-Fazlın Önünde

el-Mutez, sonsuz ihtirasları ve aristokrat Türk askerî erkânına karşı aptalca sergilediği güvensizlikler, hatta onları birini diğerine karşı kullanarak fitne ve fesâd yoluyla öldürtmek istemesi ve hilâfet askerlerinin aylardır biriken ücretlerini ödemekten çekinmesi bardağı taşıran son damla olmuştur. Netice de Türk askerî erkânı el-Mutez'i azletmiş ve onun yerine müteveffâ halîfe el-Vâsık'ın oğlu ve el-Mutasım'ın torunu, Ebû İshak Muhammedi, el-Mühtedî Billâh lakabıyla halîfe ilân etmişlerdir (255/869) (189).

el-Mühtedî, (869-870) çok geçmeden kendisini iktidara getiren Türk askeri erkanı ile arası açılmış, birini diğeri aleyhine kullanarak onları birbirine kırdırmak yoluna gitmiştir. Ebu Cafer el-Mansur'un

kalleşçe Horasanlı Ebû Müslümü öldürdüğü gibi O da aynı şeyi Türk komutanlarına yaparak onların hepsini saf dışı etmek istemiş ve bu iki yüzlü sinsi politikasında büyük ölçüde muvaffakta olmuştur. Bu devirde işte, Salih Vasif'in oğluda böyle yok yere boynu vurdurulmuş bedbaht Türk komutanlarından biridir.

el-Mühtedi daha da ileri gitmiş Salih b. Vasif'in kanlar içindeki kesik başını bu yaraya tuz ve biber eken vahşi bir ruh hâleti içinde kardaşı Ümmü'l-Fazl'a göndermiştir (190). O sırada köşkte bulunan ve bu feci manzara karşısında dehşete kapılan Müflih b. Hakan, Ümmü'I-Fazl'ın önceki kocası Seleme b. Hakan'ın kardeşi göz yaşlarını daha fazla tutamamış ve bir bir, Ömmü'l-Fazl, birde bu yiğit yaratılıştı Salih'in kesik başına bakarak şöyle haykırmıştır:

"Eğer, seni öldürenide ben öldürmezsem Allah beni kahretsin!" (191). Bütün bunlar Türklerle Abbasîler arasındaki kanlı iktidar mücadelesinin en trajik safhalarını oluşturmaktadır ki, bu konuların çok daha ayrıntılı bir şekilde araştırılması gerekmektedir.

Gerçekte el-Mühtedi devri tarihe gerek hilafet camiasındaki Türkler, gerekse halife bakımından en kabuslu ve karanlık devirler olarak geçmiştir. Türk askeri erkanının büyük ölçüde desteği ile hilafet makamına geçen bu bedbaht Abbasi Halifesi, daha sonra onlara karşı, çevresindeki kısım Arap aydınlarının telkin ve kışkırtmaları ile tavrını değiştirmiş ve bir kısım ayak oyunları tezgahlamaya başlamıştır. Obu cümleden olmak üzere Türk askeri erkanı arasına fitne ve fesad sokmak birini diğeri aleyhine kışkırtmak suretiyle hepsini öldürtmek, dolayısıyla hilafet camiasındaki Türk askeri varlığına çok büyük bir darbe vurmak istemiştir. Ne yazık ki onun bu meşum fesad planı kendi ayaklarına takılmış ve neticede bunu ayaklanan Türklere karşı kendi hayatıyla ödemiştir (192).

Bu arada bir noktanın gözden kaçırılmamasında yarar vardır. O da bütün bu olayların, diğer taraftan aradan seneler geçtikten sonra bile el-Mutasım'm ortaya koyduğu temel ilkelere Türkler tarafından büyük ölçüde uyulduğunu göstermiş olmasıdır.

Bilindiği gibi el-Mutasım, hilâfet ordusunda görevlendirdiği Türk gençlerinin, Türklerin dışında hele hele Arap kızları ile evlenmelerini kesinlikte yasaklamıştı. Bunun için Türk yurtlarından çoğu kere aileleriyle birlikte binlerce Türk kızı getirtmiş ve onları bu yağız çehreli Türk gençleri ile evlendirmiştir. O kadar ki onların birbirlerinden boşanmalarını bile yasaklamıştı. el-Mutasım daha da ileri giderek bu türk kızlarının isimlerini bir-bir "Divânü'I-Ceyş"e kaydettirmiş ve onlara muntazam maaşlar ile bağlatmıştı.

Onun koyduğu bu sıkı tedbirler sâyesinde Türklerin kendi aralarında evlenmeleri bir âdet ve bir gelenek hâline gelmişti. Artık Türk âileleri çocuklarını kız-erkek kendi hemcinsleri ile evlendiriyorlardı. Böylece hem Türk toplumu varlıklarını daha güçlü bir şekilde devam ettiriyor, hemde kendilerine bir çok yönlerden yabancı olan yeni Arap toplumunda boğulup gitmekten kendilerini korumuş oluyorlardı.

Bu vesile ile şu hakikati bir kere daha itiraf etmeliyiz ki, Eğer Abbâsî toplumu ve hilâfet câmiasındaki bu Türk varlığı, bunca vurma, kırma, kan kaybına rağmen bir türlü asimile ve yok edilememiş ve varlıklarını Abbâsî hilâfetinin yıkılışına kadar devam ettirebilmişlerse, bunda hiç şüphesiz el-Mutasım'ın ilk defa esasını koyduğu ve bir Türk'ün ancak bir Türkle evlenebileceği olundaki temel prensibinin çok esaslı rolü olmuştur. Aksi takdirde bu Türkler Bağdad'ta Arap İslam kültürü hamulese içinde boğulup gitmiş olacaklardı.

4- EL MUTEMED ALELLAH VEYA EL-MÜVAFFAK DEVRİ •

el-Muhtedi'nin Türklere karşı giriştiği bu tasfiye hareketi başarısız kıyam ve baş kaldırmaları ve en sonunda ölümü ile Türkler bu defa onun yerine el-Mütevekkil'in oğullarından Ebu'l-Abbas Ahmedi, el-Mutemed Alellâh lakabıyla halife ilan etmişlerdir (256/870) (193).

Haddizatında el-Mutemed ' (870/892) hilafet makamının sorumluluklarına vakıf, yetkilerini tam bir ehliyetle kullanabilecek çapta bir kimse değildi. O da bunun farkında idi. Nitekim O, kendi öz kardeşi Talha'yı yanına almış ve el-Muvaffak ünvanı ile hilafetin bütün "Doğu ülkeleri"ne, Iran ve Orta Asya'da dahil âmil tayin etmiştir. Bu devletin gelirlerini onun eline teslim etmek demekti. O, bununla da yetinmemiş, giderayak hilafetin bütün işlerini ona bırakmış, kendisini tamamen zevk, eğlence, gece hayatı, kadın ve içkiye vermiştir. Artık bundan böyle tam yirmiüç sene büyük bir kara imparatorluğu olan Abbasi Hilafetini el-Muvaffak idare edecekti.

el-Mühtedi ve onun namına hilafet makamının bütün dizginlerini eline alarak koca Abbasi Devletini uzun seneler idare eden el-Muvaffak, devrinin sosyal ve siyasi olayları bizim asıl konumuzun dışındadır. Ancak el-Muvaffak, Abbasi Hilafetinin ikinci adamı ve kardeşi el-Mutemed namına bütün Abbasi Hilafetini idare ettiği devirlerde bizim içinde çok önemli olan Çiçek Hatun adında aristokrat bir Türk hanımının hilafet camiasında boy göstermiş ve el-Muvaffak'ın oğlu Ahmed’le evlenmiş olmasıdır. Abbasi saraylarında kendinden önce gelmiş-geçmiş olan Mâride, Şuca ana geleneğini yaşatan bu Türk anası hakkında bundan sonraki sayfalarda çok daha geniş bilgiler verilecektir.

Muhtemelen el-Muvaffak Hilafet camiasında itibar ve şöhretinin zirvelerde olduğu ve koca hilafet ülkelerini kardeşi halife el-Mutemed Alellâh namına idare ettiği o heybetli, güçlü dönemlerinde, yakın çevresindeki Türk komutanları ile dostluk ve şahsi münasebetlerini geliştirmek istemiş ve bunun içinde oğlu Ahmed'i bu asil Türk hanımı yani Çiçek Hatunla evlendirmiştir. Zira bundan sonra cerayan eden bazı olaylar onun hilafet ordusundaki güçlü Türk generalleri ile geliştirme ve oğlu Ahmedi Çiçek Hatun adında aristokrat bir Türk hanımı ile evlendirmede ne kadar isabetli davranmış olduğunu bütün açıklığı ile ortaya koymaktadır.

Nitekim, el-Muvaffak hicri 278/891 senesinde vefat edince, hilâfet ordusunun güçlü Türk generalleri hemen toplanmışlar ve el-Muvaffak'ın oğlu Ebu'l Abbas, Ahmedi, el-Mutezid billâh lakabı ile bilfiil halife ilan etmişlerdir (194). Bu çok önemli bir keyfiyet ve el-Muvaffak'ın oğlu için yapılabilecek en zor şeylerden birisi idi. Çünkü asıl halife el-Mutemed henüz sağ idi. Gel görki el-Mutazıdın bu defada talih yüzüne gülmüş ve Halife bir sene sonra şaraba, kadına aşırı düşkünlüğü ve bir gece çok fazla hatta kendini kaybedecek kadar içki içmesi sonucu sızıp kalmış yani ölmüştür (279/892).

Bu beklenmedik gelişme el-Mutemedin vakitsiz ölümü hem yeni halife el-Mutazid, hemde Türk komutanları açısından çok ferahlatıcı olmuştur. Bunu haber alan el-Mutazıd, başta Bağdad kadıları olmak üzere şehrin ileri gelenleri ayan ve eşrafını toplamış onların biatlarını alarak meşru manada halife olmuştur.

el-Mutazıd'ın hilafet tahtına oturması ile Hilafet saraylarındaki Türk hatunları için parlak bir devir daha başlamıştır ki önümüzdeki sayfalarda bütün bu gelişmeler üzerinde durulacak ve hilafet saraylarına intisab eden bu yeni Türk hatunları hakkında çok daha geniş bilgiler verilecektir.

VII.

EL-MUTEZİD BİLLÂH VE HİLAFET
SARAYLARINDA TÜRK HATUNLARI

ÇİÇEK HÂTÛN VE KATRU'N-NEDÂ HÂTÛN

1- ÇİÇEK HATUN

A- EL-MÜTAZİD BİLLAH'IN HALİFE OLMASI

eLMutemed Alellah'ın yukarıdada işaret edildiği gibi, bir içki meclisinde ölmesi sonucu el-Muvaffak'ın oğlu Ebu'l-Abbas Ahmed el-Mutezid Billâh lakabı ile halife olmuştur. (279/892) Kendisi Çiçek Hatun adında aristokrat bir Türk hanımı ile evlenmiş olmasına rağmen anası Savab, belkide Dırar adında gayri Arap bir cariye idi. el-Mutaz'ın heybetli yiğit yaratılışlı, cesur bir kimse olması yanısıra nefsi zevklerine, aşırı eğlence ve kadınlara çok düşkün bir kişi olduğu zikredilmektedir (195).

el-Mutazıd devri (892-902); hilafet saraylarına intisâb eden şerefli Türk Hatunları bakımından bizlere ünü cihanı tutmuş meşhur Abbasi Halifesi Harun er-Reşid devrini (786/809) hatırlatmaktadır. Onun hilafeti döneminde nasılki Meracil Hatun, Maride Hatun gibi bir çok şahsiyetli Türk anası, hilafet saraylarının en gözde simaları olmuşlarsa, el-Mutezid devrinde de Çiçek Hatun, Sema veya Katru'n-Neda Hatun, Seyyide Şağab Hatun gibi Türk analarıda hilafet camiasının müessir şahsiyetleri ile en meşhur kişileri olmuşlardır. Bunlar sarayda Ümmü'l - Veled - Veliahd - anası olma gibi büyük mazhariyetlere ulaşmış toplumda itibar ve değeri yüksek Türk anaları idiler. Özellikle Şağab Hatun ileriki sayfalarda daha da

(195)    es-Sûyûti, s. 368.

ayrıntılı bir şekilde üzerinde durulacağı gibi hilafet camiasında yükselmiş, devlete büyük hizmetleri dokunan Türk Hatunlan'nın belki de en zirvede olanlarından biridir.

B- ÇİÇEK HAKİN HİLAFET SARAYLARINDA

a- Çiçek Hatun Kimdir:

Çiçek Hatun'a gelince; onun kimin kızı olduğu, saraya ne zaman ve nasıl intisab ettiği hakkında kaynaklarda fazla bir bilgi yoktur. Ancak onun saray çevrelerine çok yakın, aristokrat Türk ailelerinden birine mensup, soyu sopu belli değerli bir Türk kızı olduğundan kimsenin şüphesi olmamalıdır. İsmin sonuna "Hatun kelimesinin getirilmesi ve kanaklara bu isimle geçmesi, bu yöndeki bütün şüpheleri silip atacak kadar güçlü bir delildir. Zira o devirlerde bu kelime sıradan kadınlar için değil, toplumda seçkin bir yeri olan saygı değer Türk anaları için kullanılan bir asalet ünvanı idi. Çiçek Hatun da, Seyyide Şağab Hatun da olduğu gibi, böyle seçkin bir aileye mensup olması gerekmektedir. Ne yazıkki kaynaklarda onun saray hayatı, halife ile olan ilişkileri, el-Mu’tazıd'ın ölümünden sonraki durumu hakkında beklediklerimizin aksine daha az bilgiler vardır.

Bununla beraber çağdaş kaynaklarda ittifak derecesine bu Türk anasının adının öz Türkçe "Çiçek Hatun" olarak zikredilmektedir (196). el-Mesudi ise onun asıl adının Yumuşak başlı, Nazik anlamına "Hadi" olduğunu zikretmektedir. Ona göre Çiçek Hatun onun lakabıdır (197). Eğer bu görüş doğru olarak kabul edilirse nazenin, nazlı hatta, bir çiçeği andıracak değil, kıskandıracak kadar çekici ve güzel olduğundan kinaye ona "Çiçek Hatun" lakabı verilmiş ve literatürede böyle geçmiştir. Nitekim el-Mutazıd'ın diğer

(196) ibn Hazm, es-Sire, 376, Ibn Hıbban, 579, et-Taberî, X, 138, el-Kâmil, VIII, s. 8, el-Muhaderat, 326, Ebu'l-Fida, el-Muhtasar, II, s. 63.

(197)    el-Mesudi, et-Tenbih, s. 321.

bir eşi olan Esma Hatunada buna benzer bir isim olan ve "Şebnem" anlamına gelen "Katru'n-Meda" lakabı verilmiş ve oun asıl adı ihmal edilerek bu isimle meşhur olmuştur.

b- Şiire Konu Olan Güzelliği:

Gerçektende Çiçek Hatun, güzelliği dillere destan olan bir kadındı. es-Suyuti bir kadınını güzellik ve zerafetini belirlemede onun güzelliğinin bir bir ölçü olarak kabul edildiğini ve bir darb-ı mesel haline geldiğini kaydetmektedir (198). Bir başka ifade ile bir kadının güzeliiğininden söz edilirken O ancak Çiçek-Hatun kadar güzeldir" denilir olmuştu. Onun bu çarpıcı çılgın güzelliği şiirlerde de dile getirilmiştir. Devrin değerli şairlerinden Muhammed b. Sırri (öl. 315/927) Çiçek Hâtun'un güzelliği hakkında yazdığı bir şiirinde tatlı bir hiciv edasıyla şöyle demiştir:

Onun bir güzelliğine bir de davranışlarına baktım, gel görki, bu dilberliği vefasızlıkla nasıl uyuşur anlamadım.

O (sevgili) verdiği sözü asla bozamayacağına dair yeminler etmişti.

Kâfir bu yeminleri sanki sözünde durmamak için yapmış, zîra ahdini bozup duruyor!

Artık yemin ederimki, bir daha onun (göz kamaştıran) yüzüne bakmayacağım. Çünkü o bir (insan değil) belki bir güneş, bir ay, hem de el-Müktefi'nin (*) ta kendisidir (199).

Gerçekte bu beyitleri Çiçek Hatun'a değil, onun şahsında kendi vefasız sevgilisi için söylemiş olmalıdır. Bu sanki bizim divan edebiyatımızın abidevi şiirlerinden Nedim'in sevgilisi için söylediği profon şiiri gibi bir şeydi. Nitekim, Nedim'de o vefâsız sevgilisinden şöyle yakınıyordu:

"Tahammül mülkünü yıktın. Hülâgû Hanımsın kâfir

Aman dünyayı yaktın, ateş-i sûzanmısm kâfir" (200).

Bu beyitler dalga dalga yayılarak bir çokları gibi el-Müktefiyede ulaşmıştır. el-Müktefi sakin sakin bu beitlerin kime aid olduğunu sormuş, çevresindekilerde ona Ubeydullah b. Tahir (şiir okumakla rızkını temin eden bir adam'ın olduğunu söylemişlerdir. Halife kızacak yerde ona 1000 dinar (8,5 milyon) mükafat vermiştir. Oysa bu beyitlerin asıl şairi o değildi (201).

C- KÜÇÜK ALİ İLE BAŞLAYAN BÜYÜK OLAYLAR

Çiçek Hatun'un bizce çok daha önemli yönü-onun el-Mutazıd Billahla olan bu evliliğinden Ali adında bir erkek çocuklarının olması ve Mısır'daki Tolaniler Hanedanının bu veliahdı kendileri için damad adayı görmeleridir. Küçük Ali Abbasi Hanedanının 17. müstakbel halifesi h. 264/877 yılında dünyaya getirmiştir (202). Buda bize Çiçek Hatun'un çok daha önceden hilafet sarayına intisâb ettiğini göstermektedir. Zira küçük Ali'nin, dünyaya geldiği ve gelişmeye başladığı bu sıralarda asıl halife el-Mutemed Alellah idi. (869-892) el-Mutezid ise henüz delikanlılık çağına yeni yeni adım atmış bir "Veliahd" idi.

Zaten sıhhatli ve gürbüz bir şekilde dünyaya gelen küçük Alinin terbiye ve yetiştirilmesinde, başta anası Çiçek Hatun olmak üzere devrin zühd, ilim, marifet adamı, büyük alim ve bir çok değerleri eserleri bulunan İbni Ebid-Dünyanm da çok büyük hizmetleri olmuştur (203).

Çiçek Hatun'un oğlu bu küçük Ali, şüphesiz el-Mutezid'in ölümünden sonra el-Müktefı Alellah lakabıyla hilafet makamına geçmiş ve Abbasi devletini büyük bir ehliyetle yedi sene idare etmiştir. Fakat bizim için asıl önemli olan onun halife olması değildir. Belki bundan daha önemlisi, onun şahsında hilafet saraylarında Türk Hatunları için yeni ve eskilere göre çok daha parlak bir dönemin başlamış olmasıdır. Bu nasıl böyle olmuştur? Asıl konuya girmeden önce bir kaç satırla da olsa bu sualin cevaplandırılmasında bizim için büyük yararlar vardır. Şöyleki;

Küçük Ali büyüyüp geliştikten sonra, kader onu yol ayrımına getirmiş ve karşısında Esma Hatun, daha yaygın adıyla Katru'n-Nedâ adında şöhreti eski Mısır iklimini aşan bir Türk kızını çıkarmıştır. Katru'n-Nedâ Hâtûn Mısır Toloniler devletinin çağdaş hükümdarı Hümaraveyh'in kızı idi.

Diğer taraftan Humaraveyh, çeşitli nedenlerle bozulan Bağdad-Mısır ilişkileri düzeltmek,, halife nazarındaki itibarını yükseltmek ve hilafet camiasında daha saygın bir hale gelmek için yeni bir arayış içine girmiş ve netice de biricik kızı Katru'n-Neda'nın, el-Mutazıd'ın Zümrüd Hatundan doğma oğlu, küçük Ali ile evlenmesini istemiştir. Toloniler dolayısıyla Humaraveyh ve Mısır'la münasebetlerinin gelişmesinin Bağdad için ne kadar önemli olduğunu iyi bilen el-Mutezid, kaderin kendine altın bir tepsi için de sunduğu bu güzel fırsatı anında değerlendirmiş ve Katru'n-Neda Hatunla oğlunun değil bizzat kendisinin evlenmek istediğini bildirmiştir.

Evet, Abbasi halifesi el-Mutazıd hem bedeni hem de ruhi meziyetleri bakımından mücessem bir fazilet abidesi olan bu Türk prensesi ile Samarra'da dillere destan muhteşem bir düğünle evlenmiştir. Böylece iki hanedan aileleri yani Tolonilerle Abbasiler arasında köklü bir yaklaşma ve sıhriyet bağları da kurulmuş oluyordu ki bu, Abbasi toplumunda kendine has Türkler açısından son derece önemli bir gelişme idi. Fakat bizim meşhur Selçuklu düğünlerini andıran ve asrın düğünü diyebileceğimiz bu düğün ve halifenin Katrun-Neda Hatun ve bu büyük olayların gelişmesine öncülük eden asıl sebepler üzerinde durmamızı her halde daha yararlı olacaktır.

2-    TOLONİLER NİL KIYILARINDA

A- TOLON VE OĞLU AHMED TARİH SAHNESİNDE

a- Tolon Hilafet Camiasında

Katru'n-Neda Hatun, yukarda da belirtildiği gibi, Mısırda yerleşmiş Tolon Oğullan veya Toloniler adıyla müstakil bir devlet kurmuş ve böylece tarihe geçmiş, Türk Hanedan ailelerinden Humaraveyh'in ünlü kızıdır. Hanedan'ın kurucusu ve bu devlete asıl adını veren Tolon ise, çok daha önce Samanilerden Buhara amili Nuh b. Esed'in sarayına intisab etmiş bir çok değerli Türklerden biri idi. Tolon'un insanları sevk ve idare etmede üstün yeteneği ve cesaretini yakından gören Nuh, el-Memun'un böyle gözü pek kahraman yaratılışh kimselerden hoşlandığını iyi bildiği için, onu Halifeye takdim edilmek üzere Bağdad'a göndermiştir (h. 200/815) (204).

Bu heybetli, güçlü kuvvetli Türk gencinin, liyakat ve dirayetine hayran olan el-Memun, Tolonu derhal azad etmiş ve onu saray cariyelerinden Haşimle evlendirmiştir. Bu şüphesiz Türklere olan sevgisini yakından tanıdığımız el-Memun'un Tolona duyduğu üstün takdir ve teveccühün kamil manada bir tezahürü idi. Haşim'in geleneğe göre bir Türk kızı olması gerekmektedir. Zira o sıralarda Türklerin genellikle kendi hemcinsleri ile evlenmeleri bir âdet olmuştu. Totonun bu Haşimden Ahmed adında bir erkek evladı dünyaya gelmiştir (h. 220/835) (205). İşte Mısırda Tolonoğullan adıyla ve Abbasi devletine ismen bağlı fakat ilk müstakil Türk devletini kuran da bu Ahmed b. Toton olmuştur.

b- Ahmed b. Tolon:

Ahmed b. Tolon, Bağdad'ta dünyaya gelmiş ve babasının kontrolünde iyi bir terbiye ve askeri bir disiplin içinde yetişmiştir. Fakat O, kendisine izzet ve ikbal kapılarını açan asıl büyük karakter ve şahsiyet imtihanını halife el-Mutezz'e karşı vermiştir. Bilindiği gibi el-Müstain hilafetten azledilipte Vasıta sürgüne gönderildiği zaman muhafız komutanı olarak Ahmed görevlendirilmişti. Yeni halife muhteris son derece cimri annesi Kâbiha'nında tahriki ile niyetini değiştirmiş ve Ahmed'e bir haber göndererek gizlice el-Müstain'i öldürmesini emretmiştir. Ahmed gerçek bir Türk komutanı idi. Emniyet ve güvenliğinden sorumlu olduğu bir halifeyi kalleşçe öldürmek onun karakterine sığmazdı. Bu bakımdan O, her türlü riski göze almış ve el-Mutazz'in bu isteğini "Vallahi Halifenin torunlarına kılınç çekemem!" diyerek fütursuzca reddetmiştir (206).

İşte Ahmed'in bu dürüst, asil davranış ve mertliği, saray erkânı ve Türk komutanları arasındaki itibarını bir kat daha artırmış ve kendisine, her hâlükârda güvenilir, üstün karakterli bir Türk komutanı gözü ile bakılmasına sebeb olmuştur. Asıl bundan sonradır ki, Onla izzet ve ikbâl kapıları açılmış ve diğer bir ifade ile Firavunların yurdu "Mülk-ü Mısır" (207) ona verilmiş böylece Araplığın öz yurdunda ilk gerçek Türk devleti de kurulmuştur (208) Şöyleki;

c- Ahmed b. Tolon Mısır Valisi

Bilindiği gibi Abbasiler Devleti bir çok eyaletlere bölünmüş ve her bir eyâlet merkezdeki bir Türk generaline tahsis edilmişti. Türk generali oraya kendisini temsilen bir eyalet valisi gönderir ve bu kimse oranın başta emniyet ve asayişi olmak üzere cizye, haraç gibi bütün vergilerin aksamadan toplatılmasındanda sorumlu olurdu. İşte Ahmed b. Tolon'da ilk defa Mısıra hilafet ordusunun merkezdeki güçlü Türk generallerinden biri olan Bâbek Bek veya Bâbekyâl tarafından eyalet valisi olarak gönderilmiş iyi bir askerdi (Eylül 868) (209).

Ahmed b. Tolon, Mısır'a geldikten sonra üstün kabiliyeti idari ehliyeti ve basiretli davranışları ile rakiblerini kısa zamanda bir bir bertaraf ederek bütün Mısır'a hakim olmuş, askeri, idari ve mali reformları ile Mısır'da yeni bir refah dönemi başlatmış o kadarki mali sıkıntılar içinde bulunan Bağdadı kendisine avuç açar bir duruma gelmiştir (210).

d- Ahmed b. Tolon'un Karakteri

Gerçekte Ahmed b. Tolon, kendi zamanında Türkün geleneksel devlet kurma yetenek ve iradesini en güzel temsil edenlerden birisi idi. Zaten O daha Mısır'a geldiği ilk günlerden itibaren bu büyük hükümdarlık misyonunun şuuru içinde göreve başlamıştı. Zaten Ahmed sarsılmaz azmin üstün iradesi ve köklü bilgisi ile bu son

(207)    Kur'an-ı Kerim, ez-Zuhruf; 51.

(208)    Daha geniş bilgi için bkz. el-Hudarî, M. Tarîhu'l-Ümem el-İslâmiyye, s. 311.

(209)    en-Nücumu'z,-Zahire, III, s. 6.

(210)    Daha Geniş Bilgi İçin bk. I.A. Vl/I, s. 430-438.

derece zor misyonu yapabilecek güçte idi. Nitekim onun bu özelliğine işâret eden el-Abiri şöyle demektedir:

"Ahmed; yüksek himmet sahibi idi. Kendisinde Türke has bir akıl gücü (deha) vardı. Dinine son derece bağlı, büyüklerin (sıkıntı anlarında) en güvendiği bir kimse idi" (211).

Evet O, Mısır'a bir eyalet valisi olarak gelmişti. Fakat aradan geçen birkaç sene içinde bir kısım köklü icraat ve hayırlı ıslâh hareketleri sayesinde öylesine güçlenmiş ve çevresi tarafından öylesine tutulmuştu ki; Abbasi . hanedanının en kudretli şahsiyetlerinden biri olan ve Türk hakimiyetine karşı büyük bir reaksiyon gösteren bütün icraatı elinde tutarak kardeşi el-Mutemedi dahi etkisiz bir hale getiren el-Muvaffak bile, ona hiç bir şey yapamaz olmuştu. Artık imparatorluğun batı yakasında "Mülk-ü Mısırda" Ahmed b. Tolon vardı. Bütün Mısır, Filistin ve Şam'ın şehir ve kasabaları buralardaki cami ve mescidlerinin minberlerinde Abbasi halifesinin değil Türk Sultanı Tolonoğlu Ahmed'in adı okunuyor, hat ipler onun devletini kutluyor, hutbelerde dualar onun başarısı için yapılıyordu (212).


Bu blogdaki popüler yayınlar

TWİTTER'DA DEZENFEKTÖR, 'SAHTE HABER' VE ETKİ KAMPANYALARI

Yazının Kaynağı:tıkla   İçindekiler SAHTE HESAPLAR bibliyografya Notlar TWİTTER'DA DEZENFEKTÖR, 'SAHTE HABER' VE ETKİ KAMPANYALARI İçindekiler Seçim Çekirdek Haritası Seçim Çevre Haritası Seçim Sonrası Haritası Rusya'nın En Tanınmış Trol Çiftliğinden Sahte Hesaplar .... 33 Twitter'da Dezenformasyon Kampanyaları: Kronotoplar......... 34 #NODAPL #Wiki Sızıntıları #RuhPişirme #SuriyeAldatmaca #SethZengin YÖNETİCİ ÖZETİ Bu çalışma, 2016 seçim kampanyası sırasında ve sonrasında sahte haberlerin Twitter'da nasıl yayıldığına dair bugüne kadar yapılmış en büyük analizlerden biridir. Bir sosyal medya istihbarat firması olan Graphika'nın araçlarını ve haritalama yöntemlerini kullanarak, 600'den fazla sahte ve komplo haber kaynağına bağlanan 700.000 Twitter hesabından 10 milyondan fazla tweet'i inceliyoruz. En önemlisi, sahte haber ekosisteminin Kasım 2016'dan bu yana nasıl geliştiğini ölçmemize izin vererek, seçimden önce ve sonra sahte ve komplo haberl

FİRARİ GİBİ SEVİYORUM SENİ

  FİRARİ Sana çirkin dediler, düşmanı oldum güzelin,  Sana kâfir dediler, diş biledim Hakk'a bile. Topladın saçtığı altınları yüzlerce elin,  Kahpelendin de garaz bağladın ahlâka bile... Sana çirkin demedim ben, sana kâfir demedim,  Bence dinin gibi küfrün de mukaddesti senin. Yaşadın beş sene kalbimde, misafir demedim,  Bu firar aklına nerden, ne zaman esti senin? Zülfünün yay gibi kuvvetli çelik tellerine  Takılan gönlüm asırlarca peşinden gidecek. Sen bir âhu gibi dağdan dağa kaçsan da yine  Seni aşkım canavarlar gibi takip edecek!.. Faruk Nafiz Çamlıbel SEVİYORUM SENİ  Seviyorum seni ekmeği tuza batırıp yer gibi  geceleyin ateşler içinde uyanarak ağzımı dayayıp musluğa su içer gibi,  ağır posta paketini, neyin nesi belirsiz, telâşlı, sevinçli, kuşkulu açar gibi,  seviyorum seni denizi ilk defa uçakla geçer gibi  İstanbul'da yumuşacık kararırken ortalık,  içimde kımıldanan bir şeyler gibi, seviyorum seni.  'Yaşıyoruz çok şükür' der gibi.  Nazım Hikmet  

YEZİDİLİĞİN YOKEDİLMESİ ÜZERİNE BİLİMSEL SAHTEKÂRLIK

  Yezidiliği yoketmek için yapılan sinsi uygulama… Yezidilik yerine EZİDİLİK kullanılarak,   bir kelime değil br topluluk   yok edilmeye çalışılıyor. Ortadoğuda geneli Şafii Kürtler arasında   Yezidiler   bir ayrıcalık gösterirken adlarının   “Ezidi” olarak değişimi   -mesnetsiz uydurmalar ile-   bir topluluk tarihinden koparılmak isteniyor. Lawrensin “Kürtleri Türklerden   koparmak için bir yüzyıl gerekir dediği gibi.” Yezidiler içinde   bir elli sene yeter gibi. Çünkü Yezidiler kapalı toplumdan yeni yeni açılım gösteriyorlar. En son İŞİD in terör faaliyetleri ile Yezidiler ağır yara aldılar. Birde bu hain plan ile 20 sene sonraki yeni nesil tarihinden kopacak ve istenilen hedef ne ise [?]  o olacaktır.   YÖK tezlerinde bile son yıllarda     Yezidilik, dipnotlarda   varken, temel metinlerde   Ezidilik   olarak yazılması ilmi ve araştırma kurallarına uygun değilken o tezler nasıl ilmi kurullardan geçmiş hayret ediyorum… İlk çıkışında İslami bir yapıya sahip iken, kapalı bir to