Prof. Dr.
Zekeriya KİTAPÇI
Türk Milleti, kökü tarihin derinliklerinden kopub gelen, dünyanın en
eski, en şerefli ender milletlerinden biridir, üzün asırları kapsayan bu millet
varlığımızın devamı ve ebed-müddet Türk devletinin yücelmesi yolunda, hemen
her devirde “şan ve şerefle hizmet etmiş ve ismi Türk tarihinin parlak
sayfalarına altın harflerle yazılmış Türk büyükleri yanısıra, faziletli bir
çok Türk anaları da vardır. Bu faziletli Türk analan, geçmişten geleceğe,
ebediyetlere doğru bir nehir gibi akıp gidecek olan millet varlığımızın devam
etmesinde adeta bir maya rolünü oynamışlardır.
Onlar yavrularına; anasının kucağında, babasının ocağında, hülasa eşikte,
beşikte, Oğuz soyunun kulağına hep bu yüksek ideali fısıldamışlar ve Türk
Milletinin ebed-müddet payidar olma ülküsünü aşılamışlardır. Türk anasının
çocuğuna verdiği bu yüksek ruh ve mukaddes gayeye hizmet ideali sâyesinde
insanımız yücelmiş, büyük bir moral gücüne sahip olmuş ve neticede eski dünya
kıtalarının rakipsiz hâkimi ve bir çok milletleri idâre eden mümtaz bir ırkı
haline gelmiştir.
Tarihin kaydettiği şüphesiz en faziletli analarından biri olan değerli,
vefâkar, çilekeş Türk anası ve onun her şeyin ötesinde millet hayatımızdaki
hasbî hizmet anlayışı, millî şuur ve bu şuur'un Türk devlet geleneği ile
bütünleşerek nasıl da muazzam bir güç ve kuvvet haline geldiği, her şeyden
önce, onun millî tarih ve kültür yapımızdaki yeri henüz yeteri kadar
araştırılmış değildir. Türk anasının diğer bir talihsizliği daha vardır. O da
ilk çağlardan başlayarak zamanımıza kadar yaklaşık beş bin yıllık bilinen
millet hayatımızda kederde-kıvançta, ta şada-sevinçte Türk milleti ile beraber
olmuş, ona hizmet etmeyi en büyük bir şeref bilmiş ve bu uğurda büyük
mücâdeleler vermiş, gerektiğinde ata binmiş, kılınç kullanmış ordulara komuta
etmiş yüzlerce, binlerce Türk anası vardır. Gel gör ki; onlar bütün bu kudsî ve
şerefli bunca hizmetlerine rağmen hala Türk tarihinin karanlık dehlizleri ar ısında
boğulup kalmışlar ve bir meçhuller diyarına terkedilmişlerdi, . Onların ne
kendileri, ne de hizmetleri Türk tarihine ve milli hayatımıza henüz mâl
edilmemiştir.
Tarihe şan ve şeref vermiş olan bu değerli Türk
analarından, her birinin hâlâ bu meçhuller ülkesinde ve sanki
"Kaf-Dağı"nın arkasında yaşamaları, hiç bir irfân elinin onlara
şimdiye kadar uzatılmamış olması hayat ve hizmetlerinin, şöyle veya böyle tarih
objektifinde değerlendirilerek henüz Türk tarihine mal edilememiş olması, daha
açık bir ifâde ile millî nisyâh ve gaflet denizinde boğulup gitmiş olmaları
bize göre bir nankörlük-değilse bile kör bir talihsizlik olsa gerektir.
Faziletleri ve üstün meziyetleri herkesçe bilinen bu tarihî Türk anaları,
ve onların vatan ve millet sevgileri hakkında Orta Okul ve . Lise Türkçe Ders
Kitaplarında, Türk gençleri için bile henüz iki satırlık bir okuma parçasının
bulunmaması bu terkedilmişliğin m kahredici örneklerinden biridir. Bu bakımdan,
kendi geçmişine, ş m ve şerefle dolu olan tarihine bakıpta, kendilerine örnek
bir Türk anası bulmak isteyen ve istikbâle bu şekilde hazırlanmak azminde olan
vakur Oğuz neslinin bu günkü ana adayları, millî ülkünün mukaddes meşalesini
elinde tutmak isteyen, Türk kızları, varlık içinde yokluğun kendüerini
yiyip-bitiren izdir abı ile boğuşup dur makta ve bir şahsiyet ' eksikliği ile
karşı karşıya gelmiş bu lunmaktadırlar.
Biz, bu yöndeki boşluğu doldurmak ve üstün kişilikleri
ile tarihe mal olmuş bu Türk analarına karşı artık bir vecîbe haline gelmiş
olan millî ve vicdânî görevimizi yerine getirmek için yola çıkmış bulunuyoruz.
Gâyemiz ilk merhalede Türk-İslâm Tarihine hizmeti geçen faziletli Türk
analarını, meçhuller diyânndan alarak manen özleyip durdukları, toplumumuza
kavuşturmak, onların hayatı, şahsiyeti ve taşıdıkları yüksek idealleri ortaya
koymak ve dolaysıyla Türk toplumuna ve millî varlığımıza yeniden kazandırmak,
hem de yaşayan bir fenomen haline getirmektir. Böylece hem millî bünyemizin
tarih boyunca niçin kuvvetli olduğu, hemde onun oturduğu sağlam zemin bir kere
daha aydınlatılmış olacaktır. Şurası hiç bir zaman unutulmamalıdır ki; millî
varlıklarını, tarihî, köklü, sağlam bir zemine oturtmamış milletler, er-geç
hüsrana uğramaya, yıkılıp yok olmaya mahkumdur.
Mamafih, bu faziletli Türk anaları, efsânevî varlıkları ile; bir kızıl
elma ülküsü ve bir cihan hâkimiyeti tutkusu ile tarih sahnesine çıktığı, hatta
çıkmaya hazırlandığı ilk devirlerden itibâren Türk toplumu ve millet
hayatımızda her zaman aktif, önemli yapıcı rol oynamış, milli birlik
bütünlüğümüz, devlet hayatı ve millet varlığımızın âdetâ bir mayası olmuştur.
O bizim bir başka eserimizde de sık sık vurguladığımız gibi kendini hemen her
devirde iyi ve kötü günlerinde, daha yaygın bir ifâde ile kederde kıvançta ve
tasada Türk milletinin yüce emellerine adamış, eşikte, beşikte kucakta, ocakta
çocuğunun feneri, erkeğinin mezarı başında bir İlâhî uğultu halinde mukaddes
vatan destanını okumuş, milli birlik ve dirliğimizin mayası, asıl varlığımızın
temel taşı olmuş âdeta bir kadın değil, ulu yüce İlâhî bir varlıktır.
Diğer taraftan Türk milletinin şerefli bir millet olduğu, millet
varlığını bütün belâ, musibet ve tehlikelere karşı zamanımıza kadar devam
ettirdiği, bilinen ve bilinmeyen yönleri ile en az beş bin yıllık bir tarihi
olduğu ve milletimizin bu uzun tarihî seyri içinde Türk anasının hemen her
devirde aktif rol oynadığı ve tarihe derin izler bırakmış bir çok örnek Türk
anaları, devlet anaların yetiştiği nazarı itibara alınırsa konunun ne kadar
önemli bir mesele olduğu kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Buna daha bugüne
kadar Türk anasının bu büyük tarihi misyonu hakkında yarım yamalak ak-
siklopedi maddelerinin dışında hiç bir ciddi köklü çalışmanın yapılmamış
olduğunu da ilâve edersek konunun dehşet ve vehâmeti bütün ürkütücü yönleri ile
ortaya çıkmaktadır. Türk tarihçilerinin diğer bir çok meselede olduğu gibi
bunda da büyük bir ihmâli söz konusudur.
Gerçekte böylesine önemli ve kökü tarihin karanlık de virlerinden
başlıyarak zamanımıza kadar devam eden ve her zaman bir fazilet örneği olan
şahsiyetli Türk analarını bütünüyle kucaklamak onların hayatı ve tarihî
şahsiyetlerini ortaya çıkarmak, bizim gücümüzü çoktan aşmış bulunmaktadır.
Bizim bütünüyle bu önemli, bir o kadar da geniş konular üzerinde durmamız
mümkün de değildir. Bu zaten bizim şimdiye kadar olan ihtisas çalışmalarımızın
ağırlık merkezini; Orta Çağ Türk İslâm Tarihi ve Eski Hilâfet Ülkelerindeki
Türklerin askeri, idâri edebi, siyasi ve sosyal varlikları oluşturmaktadır.
İşte bizim bu yeni araştırmamızda da asıl ihtisâs alanımızın bir diğer ilginç
yönü ele alınmış yine Orta Çağ Türk İslâm Tarihinin bu devirleri
üzerinde^durulmuş, bu defa da Mukaddes çevreler ve Eski Hilâfet Ülkelerindeki
Türk Hatunları hakkında belkide ilk defa geniş bir tarih değerlendirilmesi yapılmıştır.
Bilindiği gibi, Abbâsiler döneminde, idârî, edebî,
hele hele askerî sahalarda Türklerin büyük bir varlık gösterdikleri, hilâfet
ordusunun temel unsuru oldukları hatta halifeleri bile onların tayin ettikleri
bugün bir gerçektir. Hilâfet ordusunun geniş çapta Türkleşmesi yolunda
dirâyetli Abbâsi halifesi el-Memun'un gösterdiği üstün gayret ve çabalar bizim,
X. Türk tarih kongresinde sunduğumuz bir tebliğde ilk defa enine boyuna
tartışılmış bulunmaktadır.
Oysa madalyonun bir de diğer yönü vardır. Çünkü; bu devirlerde
askerî mertebelerde yükselmiş sevk ve idâre kâbiliyeti yüksek komutanlar
yanısıra, yine Abbasî saraylarında yetişmiş müessir şahsiyetli, Türk Hatunları
ve bir o kadar da dirâyetli Türk asıllı cariyeler bulunmaktadır. Bir çok Abbâsi
halifesi bu Türk analarından dünyaya gelmişlerdir.
Bunlardan meselâ el-Mütevekkilin anası Şuca' Hatun ile
el- muktedir'in anası Şağab Hatun gibi daha bir çok halifenin anası Türktür.
Onlar, arapça kaynaklarda bile Hârun er-Reşidin hanımı Zübeyde için kullanılan
"es-Seyyide" lâkabı ile anılmakta ve onunla müsâvî tutulmaktadır.
Yine bu Türk Hatunları arasında Abbâsi Hilâfetinin dizginini eline almış
hattâ "Divânü'l-Mezâlim'"i yönetmiş ve Abbasiler devrine derin izler
bırakmış Türk anaları vardır. Bunların sayıları tahminlerin üstünde bilinenden
kat kat fazladır. Şağab Hâtûn böylesine önemli Türk analarından biridir.
Ne yazık ki, temel kaynaklardaki bu bilgiler, tam mânâsıyla ham bir
malzeme yığını olarak tarihi ve edebî eserlerde bekleyip durmaktadır. Bunlar
gerçek manada, araştırılmış, incelenmiş ve iyi bir değerlendirme yapılarak Türk
ve dünya tarih literatürüne henüz kazandınlamamıştır. Türk okuyucusu, millî
gurur ve tarih zenginliğimizin önemli bir varyantını oluşturan Abbasî
saraylarındaki bu gelişmeler ve müessir şahsiyetleri, şan ve şöhretleri dalga
dalga bütün hilâfet ülkelerine yayılmış Türk Hatunları hakkında pek fazla
birşey bilmemektedir. Esâsen onlara bu kapılar henüz açılmamıştır.
Oysa, Türk Hâtûnlarının bütün semâvî dinlerce mübârek sayılan kutsal
beldelere, mübârek çevre ve mukaddes topraklara ayak basmalarının tarihi,
milâttan çok önceki yıllara, Hz. İbrâhim ve Hz. Süleyman devirlerine kadar
ulaşmaktadır. Hz. Peygamber devrinde de bu Türk analarının izlerini bulmamız
mümkündür. Emevîler ve hele hele Abbasiler, kıtalararası karasal bir imparatorluk
hâline geldikten sonra bu hilâfet ülkelerindeki Türk Hâtûnlarının sayıları bir
hayli çoğalmıştır. Onlar, kendilerine has müstakil şahsiyetleri, fevkalade edeb
ve erkân sahibi olmaları hulâsa, Allah ve Onun Peygamberine olan tutkuları ile
hilâfet câmiası ve Abbasi toplumunda kısa zamanda kendilerini kabul ettirmişler
ve saygı değer bir varlık hâline gelmişlerdir.
Bu bakımdan mukaddes çevreler ve eski hilâfet ülkelerindeki Türk
Hâtûnları, tarihi şahsiyeti herkesçe kabul edilmiş Türk anaları, Türk tarihi,
ve Türkün tarihî Orta Doğu misyonunun bir başka varyantını oluşturmaktadır,
öyle tahmin ediyoruzki; bu konuda yapılacak bir araştırma en çileli, en zor,
kaynaklar bilgi ve belge bakımından çok güç bir iş olsa gerektir. İşte şu anda
elinize sun duğumuz bu eser; böylesine yorucu, bezdirici bıktırıcı ve fakat
her şeye rağmen zevkli bir çalışmanın ürünüdür. Zira, çok uzun senelerimizi
alan yoğun bir çalışma yapılmış, temel kaynaklar bit- miyen bir emek ve
tükenmez bir sabırla bir bir taranmış, ulaşabildiğimiz kadarı ile bu konularla
uzaktan yakından ilgisi olan ne varsa bir bir elden geçirilmiş ve sonunda titiz
bir değerlendirme ile bu naçiz eserimiz ortaya konulmuştur. Böylece, Türk
tarihinin şimdiye kadar karanlıkta kalmış yeni bir sayfası aydınlatılmış, milli
kültürümüze böylesine medenî Türk anaları ile yeni bir boyut kazandırılmış ve
milli varlığımızın mayası olan faziletli Türk anaları hakkında tarihi bir
değerlendirme yapılmıştır.
Her türlü takdir değerli okuyucularımızmdır.
Tevfik ve hidâyet Allahtandır.
Konya; 1995
Prof. Dr. Zekeriya KİTAPÇI
ÖRNEK BİR VALİDE SULTAN: ŞAĞAB HATUN (1)
Doç. Dr. M. TEKİN
“Tâ
ebed merd olmağa ahdeyledim şanımla ben
Hüccet-i namusumu imzaladım kanımla ben.”
Prof. Dr. Zekeriya Kitapçı'nın, yakın zamanlarda
kaleme alıp, yayınladığı Şağab Hatun adlı biyografik denemesini okuyunca,
Valide Sul- tan'a duyduğum hayranlıktan olmalı, Namık Kemal'in, yukarıdaki
beytini "epifgraf" yapmak gereğini duydum. Merd olmak, sadece
erkeğe ta- pulanmış= bir özellik değildir; olamaz da... Merd kadınlar da
vardır: Onlar, erkeğin, icazetiyle değil, tarihin hazırladığı vasatta, bazan
erkeğe rağmen mertliklerini kabul ettirmişlerdir. Bunlardan biri, şüphesiz en
önemlilerinden biri, halk ve Hak katında "muteber bir nesne"
olan devlete, her devlete, her türlü riya, kadirbilmezlik ve entrikaya rağmen,
itibar kazandıran valide sultan Şağab Hatun'dur.
Tarih: Hafıza-i beşer...
Nâima, "tarih, faydası herkese şamil olan bir ilimdir" der.
Doğrudur; ancak, tarihin faydası, onun kapısını çalanadır. Bugün, bu kapıya
mesafeli duruyoruz. Hafızanızı, kapının öbür tarafında unutmuş gibiyiz. İstesek
de düşünemiyoruz, istesek de asgari müştereklerde birleşemiyoruz: Bir dağınıklık,
bir tedirginlik, bir umursamazlık ki... sormayın gitsin. Elin oğlu "Önümüzde
iki meçhul var" demiş: "Bunlardan biri, coğrafyada kutup;
diğeri, tarihte Türkler..." Elhak biz de hemen inanmışız ve bizim için
"malûm" olması gereken tarihimizi, "meçhûl"
bir diyârın menziline oturtmuş ve orayı, yeniden keşfe çıkmışız. Bir
araştırmacının, OsmanlI'dan bahsederken, "Adaletnameler var. Köylüye
haksızlık yapıldığı zaman kadıya şikâyet ediyor, bu şikâyet çeşitli yollardan
geçerek merkeze kadar gidiyor. Sonra padişahın tuğrasıyla cevap yazılıyor.
İnanılacak gibi değil" sözleri (2), söz konusu keşif hareketinin
heyecanıyla söylense gerek. Oysa "İnanılacak gibi değil"
hayret kalıbıyla sunmaya çalıştığınız gerçekler, Osmanlı ikliminde yaşayanların
gündelik ve tabiî gıdasıydı. Şimdi kalkıp, bahis konusu ettiğimiz Şağab
Hatun'un, ilk güçlü kadın hükümdârımız ve Türkün siyasî dehasını, sosyal
örgütlenme anlayışını Abbasi saraylarında hayata geçiren ilk kadın inkılabçımız
olduğunu söylesek, herhalde yine "İnanılacak gibi değil"
hayretiyle karşılanırız. Tarih, "hafıza-i beşeT'dir. "Tarih"
ile "hafıza arasındaki besleyici "iletişim"
kanalları kopunca fert, belki bir tesadüf sonucu öğrendiği gerçekler karşısında
ya "hayran" olur yahut "hayret" eder. Oysa
ikisi de sakıncalı: Çünkü tarih, "bize anlama imkânı sağlayan bir
ilimdir" (L. Febvre). Bu imkânların önünde veriliyorsa... işin
ciddiyetinden ve sorumluluğundan bir hayli uzağız demektir. Nâima, tarihi bir
fen (sanat) ilmi olarak görmüş, kimin umurunda! Yahya Kemâl, tarihi,
edebiyattan mimarlığa, siyasî örgütlenmeden sosyal dayanışmaya kadar uzanan
bir oluşum (tekevvün) hadisesi kabul etmiş, kim önler? Soruları uzatmadan biz
asıl konumuza, Şağab Hatun'un hikâyesine dönelim.
Kadınlar Sanatı
Kadın
meselesinin giderek ciddi bir boyut kazandığı şu günlerde, Ki- tapçı'nın Şağab Hatun'u
yayınlaması, bazı noktaları hatırlamamıza, tartışmamıza fırsat yaratmalıdır.
Zira kadın meselesini bir fantezi, kadını da bir "meta" olarak
görenlerin, görmek isteyenlerin, söz konusu eserden alacağı dersler olmalıdır.
Türk kadınını tanımadan, onun tarih sahnesindeki şerefli rolünü anlamadan,
yapılacak her izah denemesi, bir fanteziden öte gitmeyecektir. Bugün batıyı,
kadın haklarının cenneti gibi görenlerin şu noktayı fark etmesi gerekir:
Türkün, kelimenin tam anlamıyla "liyakat" esasına dayanan
medeniyet dünyasında, kadına hükümdârlık, saltanat yolları açılırken, bu imkân
batılı kadın için "orlental" bir rüyadan öte gitmiyordu.
Türk siyasi
hayatında kadının önemli bir yer işgal ettiğini kabul etmek gerekir. Osmanh
dünyasında, Hürrem Sultan’ın, Safiye Sultan ile Turhan Sultan’ın; Abbasi
saraylarına söz geçiren Mah Melek ile Zümrüd Hatunların, nihayet Şağab
Hatun'un, siyasî ve sosyal hayatımızdaki rolleri, başka medeniyet mensuplarını
kıskandıracak seviyededir. Osmanlı sarayında, siyasi mekanizmayı yönlendiren
kadınları az çok tanıyoruz. Ancak Şağab Hatun, hiç de âşinâ olmadığımız bir
isim: Hafıza-i beşerin "nisyân" köşesinde unutulmuş. Abbasi
saraylarında 2 yıl-evet yanlış değil: 25 yıl- devleti, her türlü zorluğa ve
entrikaya rağmen dirayetle idare eden bu Türk anasını, has ve yakışan ismi ile
bu "devlet ana"yı, bugüne kadar neden hatırlayamadık? Anlamak
zor. Şağab Hatun'un Abbasi sarayına mensup olması, unutmamıza neden
olmamalıdır. Medeniyet bir bütündür: Türkün siyasi dehâsı, Abbasi saraylarında
onunla çiçeklenmişse, ki öyledir, buna sevinmek gerek; yine Türk kadınının,
soylu güzelliğiyle her türlü riyâdan arınmış vefa ve hoşgörü anlayışı onunla
anlam kazanmışsa... övünmek gerek.
Şağab Hatun'un Saltanatı
Zekeriya Kitapçı,
Şağab Hatun'un tarihe malolmuş siyasi potresini çizerken "fazileti,
ahlâkı, kendine özgü davranışları, mümtaz meziyet ve üstün karakteri ile
hilâfet câmiasırıa intisab eden gelmiş geçmiş en büyük, en dinamik Türk
hatunlarından biridir" der. Doğrudur: Arap "asabiyet"
anlayışıyla şekillenen, katı ve acımasız Arap saltanatına karşı bir tepkinin
ifadesi olarak gündeme gelen Abbasi saltanatında görev üstlenmek, her kişinin
kârı olmasa gerek. Hele bu kişi kadınsa... Onun için devlet idaresi, peşin
peşin "ateşten gömlek"e talib olmak demektir. Bir yandan,
siyasetin entrika labirentlerinde dirayetle yürüyecek, halka mutluluk ve refah
yollarını göstereceksin, bir yandan da Türkün devlet kuran iradesini - bir
türlü sindiremeyen kıskanç ve hoyrat aşiretlere karşı koyacaksın. Zor iş! İşte,
Şağab Hatun bu zor işi başarır ve -biraz önce söylendiği gibi 25 yıl iktidarı
elde tutarak devleti idare eder. Bu 25 yıllık hikâye şöyle başlayacaktır:
"Şağab Hatun.... çok küçük yaşlarda hilâfet koltuğuna oturtulan
oğlu el-Muktedir namına devlet işlerine el koymuş (3) ve nferede ise tam
yirmi beş yıl, hem de Kaşgar önlerinden ta Atlas Okyanusunu sahillerine kadar
çok geniş bir sahaya yayılmış olan koca Abbasi İmparatorluğu'nu insan üstü bir
kabiliyet ve liyakatla idare etmiştir. Gerçekte devlet idaresinde yirmi beş yıl
hem de hiç kesiksiz hüküm sürmek, üstelik her zaman aktif olmak, işleri zabtu
rabt altına alarak otoritesini herkese kabul ettirmek pek kolay bir şey
olmadığı gibi bir kadın için imkânsızı başarmak gibi bir şeydir." (s. 2)
25 yıllık saltanat bir yana, asıl önemli olan, onun, bu döneme sığdırdığı
"hayır ve hasenat" işleridir. Şağab Hâtun'un, kanaatimizce
dikkat çeken ve övülmesi gereken yanı devlete, "sosyal devlet"
vasfını kazandırmasıdır; Sözgelimi, halkın sağlık problemini çözmek için tam
teşekküllü bir hastane Bîmâristân" yaptırır; hekimlerin maaşları da dahil
olmak üzere bütün masrafları kendi bütçesinden karşılar. Kurulan hastanede
sadece sağlık meseleleri çözülmez, aynı zamanda burası bir bilim ve araştırma
mekezi olur; ünlü hekimler buradan "icazet" alır. Bu vesileyle
Bağdat, dönemin tıp ve bilim merkezi unvanını kazanır. Şağab Hatun, sosyal
kalkınmayı sağlam temeller üzerine oturtmak maksadıyla modern anlamda vakıf
sistemini kurarak sağlık ve bayındırlık işlerini diğer beldelere kadar ulaştırmayı
düşünür ve bunu büyük ölçüde gerçekleştirir. Nitekim çağdaş Arap tarihçisi İbn
Hubban'ın" İlim ehli, ulemâ, her yerde gelişti, itibarları arttı, Bağdad
bu dönemde daha önceki dönemlere göre çok daha mamur, çok daha müreffeh ve yüce
oldu" (s. 32) demesi, Şağab Hatun'un, ne derecede iyiliksever ve akıllı
bir idareci olduğunu belgeler. Diğer bazı Arap tarihçilerinin, kıskançlık ve
hased duygusunun beslediği tavırla Şağab Hatun'u eleştirmelerini, insafla
bağdaştırmak mümkün değildir.
Şağab
Hatun'un Trajik Sonu
Devlet
sorumluluğu ile insan sevgisi, Şağab Hatun'un iki bariz vasfıdır. O bu iki
özelliği, güzel bir şekilde şahsında birleştirmiş seçkin bir Türk anasıdır.
Zulme ve şiddete başvurmadan devleti idare etmek, herkesin kârı değildi. Hele o
zamanlarda... Şağab Hatun zoru başararak ülkesini, fanatik Arap önderlerinin
saldırılarına karşı korumuş, halkına, mutluluk ve refah meyvasını
tarttırmıştır.
Halk için
güzel ve hayırlı işler yapan, yapmaya çalışan idarecilerin etrafında fesat ve
ihanet odağının boy göstermesi, tarihin garib bir cilvesi olsa gerek! Bu garip
cilveyi, trajik bir oyuna dönüştüren Brütüsler, belki de tarihin kendilerine
biçtiği rolle, her zaman ve her yerde karşımıza çıkmışlardır. Nitekim Şağab
Hatun'un karşısına da el-Kahir adında bir Brütüs çıkacak ve Sezar'ın acısını
gölgede bırakan bir acıyı ona tattıracaktır: Zira Şağab Hatun, el-Kahir'in
sadece üvey annesi değil, aynı zamanda süt annesidir. el-Kahir, arasındaki
bütün bağları koparıp, Şağab Hatun'un amansız düşmanı kesilir; ona, akla gelmedik
zulüm ve işkenceler yaptırır. el-Kahir'in, çok geçmeden cezasını bulması bir
şey ifade etmeyecektir: Önemli olan, Şağab Hatun gibi dirayetli bir hükümdarın,
el-Kahir'in ihanetine maruz kalıp, tarih sahnesinden çekilmesidir.
Yahya Kemâl, "tarih
birazda kaza ve kaderden ibarettir" derken, haklı olsa gerek. Zira onu
haklı çıkaracak örnekler o kadar çok ki... Bu örneklerden biri de Şağab
Hatun'dur: Onu, saygı ve rahmetle anmak, hepimizin görevi olmalıdır. Özellikle
kadınlarımızın ( ).
İLK DEVİRLERDE MÜBAREK ÇEVRE VE
MEKANLARDA TÜRK CARİYELERİ
1- ULU PEYGAMBERLERE TAKDİM EDİLEN TÜRK
CARİYELERİ
A- Hz.
İBRAHİM VE KANTÜRA HÂTÛN
a- Hz.
İbrahim'in Hidayetine Ulaşan Yol
Şu bir
gerçektir ki hayırlı nesiller arasında zikredebileceğimiz şerefli Türk
Hatunlarının mukaddes beldeler ve Orta Doğudaki ilk zuhuru insanlığın kendini
idrak ettiği ilk çağlar ilk peygamberler devrine kadar uzanmaktadır. Bu hususta
insanlık ve Orta Doğu tarihinin karanlık sayfalarını karıştırdığımız zaman karşımıza
çıkan ilk isim Kantura Hatun adındaki bir Türk Hakanının kızıdır.
Kantura
Hatun, Hz. İbrahim'in nübüvvet ve risaleti, Peygamberliğinin şöhreti, Türk
yurtlarına ulaştıktan sonra, Türk Hakanı tarafından bu Peygambere takdim
edilmiş, böylece Hz. İbrahim'in "Hanifliği" Türk yurtlarına doğru ulu
bir yol bulmuştur. Hz. İbrahim'in dini olan Hanifliğin bir çok ilkelerinin
hemde şaşılacak bir tarzda "Gök Tanrı" inancında bulunması, bu tevhid
mayasının kadim Türklerde Hz. İbrahimle dolaylı yollardan temasa geçen
destanlar devri Türk Hakanları döneminde başlamış ve Kantura Hatunla daha da
gelişmiş oluyordu (1).
(1) Hz. İbrahim, Haniflik,
Hanifliğin Gök-Tanrı inancı ile ilişkileri, Zülkarneynin Türklerle
temasları vb. konularda yavaş yavaş ciddi araştırmalar başlamıştır. Geniş bilgi
için bkz; Kuzgun, Ş. Hz. İbrahim
ve Haniflik, Ankara, 1987, Ekincikli. M. Türk İnanç ve Dini Hayatının Tarihi Seyri, TDA
Dergisi, Sy. 74, Ekim 1991, s. 28-46, Eliade, M. Orta Asya ve Kuzey Kavimlerinde Semavi Tanrılar, çev.
H. Güngör, E.Ü.İ.F. Dergisi, 1948. Kuzgun, Ş. Kur'an-ı Kerimde Zülkarneyn Meselesi, Er- ciyes
Dergisi, s. 48, Kayseri, 1982.
Kantura Hatun, Onun soyundan gelen mübarek Hz. İbrahim nesli Hz.
İbrahim'in Haniflik dinini prensipte kabul eden Türk Hakanlığı daha açık bir
ifade ile Türkler, Hz. Peygamberin diliyle "Kantura Oğullan" İslam
ümmetine bir mesaj ve bir Peygamber tebşiri olarak verilmiştir. Ne ilginçtirki;
Hz. İbrahim'in bu ağır işkence ve eziyet altında tevhid ağacını diktiği Anadolu
topraklarına daha sonraları tekrar onların soyundan gelen bu cihangir Türklerin
gölgesi düşmüş ve bu cihangir Türkler sayesinde bu geniş topraklar dil, din,
ırk bakımından bir birinden farklı bir. çok kavmin asırlarca beraber
yaşadıkları bir vatan ve altında gölgelendikleri ulu bir çınar olmuştur.
b- Hz. İbrahim'in Aslı ve Haniflik Dinine Kısa Bir Bakış
Bilindiği gibi Hz. İbrahim, Kuran-ı Kerimde zikri geçen bir çok hak
peygamberin aksine Yahudi ırkına mensup olmayan ve fakat İbrani tarih ve kültür
hamulesine mâl edilmiş, kendisine Kuran'ın ifadesine göre "Suhuf" din
ve şeriatinin esasını ifade eden bir nevi yazılı belgeler verilmiş, büyük, ulu
ve yüce bir Peygamberdir. Onun dininin asıl karekteri, şiarı,
"Haniflik" idi (2). O bu yönüyle Peygamber ümmetinin bir
"Baba" misali en güzel örneği olmuştur. Nitekim Kuranı Kerimde
müslümanlara hitaben; "milletinizin babası İbrahimin Hanif dinine uyun
bundan önce de size müslüman adını veren odur" denilmektedir (3).
Hz. İbrahim'in'gerçek babası Tarah yani "Azer" anası ise
"üşa" (Ousha) dır (4). Aşağı Mezopotamya'nın el-CIbeyd -ile Eridu
arasında ve Fırat nehri kenarında kurulmuş olan eski Keldalılann "ür"
şehrinde dünyaya gelmiştir (5).
el-Makdisi
ise, Hz. İbrahim'in Küfe yakınlarında "Kusarabba"
(2)
Kur'an-ı Kerim, el-Bakara, 135. Âli-lmran, 6, el-Enam,
161. en-Nuh, 120.
(4)
The Holy Bible, Genesis, p. 17. Cme, i.
Semahaddin, İbrahim Peygamber ve
Nemrud, İslâm (Aylık dergi) sy. 77, Şubat 1964.
(5)
Cem. i. Semahaddin a.g.mk.
denilen bir köyde dünyaya geldiğini ve buradan da Harran'a gittiğini
kaydetmektedir (6). Oysa Fırat ve Dicle nehrinin suladığı bu bereketli
topraklara çok daha önceleri Sümerler gelip yerleşmişlerdi. Çivi yazısını
kullanan ve buralarda büyük bir medeniyetin öncülüğünü yapan Sümerlerin, yeni
yapılan bir çok araştırmalar, Asyalı bir kavim bir Türk kavmi olduğunu ortaya
koymaktadır. Bunun en önemli delili ise eski Sümerlerin dili ile Türkçe
arasında üstelik yazıya geçmiş inanılmaz derecedeki benzerlik bundan da öte bir
çok Türkçe kelimenin bulunmasıdır (7).
Bu bakımdan Hz. İbrahim ve Nemrud jıakkında çok ciddi araştırmalarda
bulunan İ.S. Cem aynen şöyle demektedir: "Hz. İbrahim, Mezopotamyada zuhur
etmiş ve kan itibariyle tamamen Sümer Türklerine mensup bir Hak Peygamberdir.
Yahudi ırkı ile en ufak bir şekilde dahi olsa bir münasebeti yoktur. Yahudi
ırkı, Hz. İbrahimden bir asır sonra meydana çıkmıştır" (8). Nitekim
Kuran-ı Kerimde de Hz. İbrahim'in -ne bir Yahudi ve ne de bir Nasrani olmadığı,
çok kesin bir şekilde vurgulanmaktadır (9).
c- Hz. İbrahim'in Yaşadığı Çevre:
Putperestliğin inadına yaygın ve buna bağlı dini inanç, yani müşrikliğin
tahminlerin üstünde güçlü ve bir krallar dini olduğu bir devirde ve toplumda
dünyaya gelen ve bu atmosferde büyüyen gelişen İbrahim, ne hayrettir ki,
beklenilenin aksine bir "aya", bir "yıldıza”, bir de ışığı ile
dünyayı aydınlatan "güneşe" bakmış kâinat
(6)
el-Makdisi. el-Bedü ve't-Târih, Paris 1903,
III. s. 51.
(7)
Bu konularda geniş bilgi
için bkz. Balkan K. Eski Ön
Asyadaki Kut Halkının Dili ile Eski Türkçe arasındaki Benzerlik, Erdem,
VI. sy. 16 Ocak 190 s. I-66. Lend- berg, B. Önasya Kadim Tarihinin Meseleleri, Ankara. 1943,
Hommel. F. Zwel- hundert Sümeero
Türkisahe VVörtvergliehungen, Munchen. 1915, Bilgiç, E. Sümerlerin Tarih Kültür ve
Medeniyetleri, Atatürk'ün 100. Doğum Yılına Armağan Dergisi, DTCF,
Ankara, 1982, Oransay, B.S. Sümer
Çin ve Türk İlişkileri, Önasya Mecmuası Sy. 55. Mart 1970, s. 17-22,
Bayram S. Kaynaklara Göre Güney
Doğu Anadoluda Prote Türk İzleri, TDA, sy. 62. Ekim, 1989, s. 9.118,
Memiş E. M.Ö. Bin Yılda
Anadoluda Türkler, TDA. sy. 53, Nisan 1988, s. 35-56.
(8)
Cem. I. S. Islâm Mecmuası,
s. 80, Mayıs, 1964, s. 254.
kitabını okumuş ve kendi benliğinde Allah'ı bulmuş kendi kendine Onun
varlığına ve birliğine inanır hale gelmiştir. Gönlündeki putu kendi irade ve
muhakeme gücüyle yok eden Hz. İbrahim, daha sonra toplumdaki putları bu defa
kendi eliyle baltası ile kıracak ve insanları yüce Mevla'nın birliğine
çağıracaktır.
O, böyle Hz. Peygamber'in Hira mağarasını andıran köklü bir istihaleden
sonra, çevresine ve belki zamanında ulaşabildiği kadar bütün coğrafi bölgelere
"Peygamber" olarak gönderilmiş ve bu uğurda verdiği çetin
mücadelelerle Peygamberler tarihinde -çok az kimseye- nasip olan yeni bir çığır
açmıştır. Onun putperestliğin böylesine revaçta ve bir nevi aristokratlar dini
olduğu bir asırda ortaya çıkması, tevhid inancını yeniden inşa için
gönderilmesi, cehennemi bir tebliğ ve irşad hayatı bu uğurda ateşlere
atılıncaya kadar varan üstelik insanın fiziki dayanma gücünün çok üstündeki
korkunç işkence, elem ve ızdıraplara uğraması dolayısı ile yurdunu yuvasını
terkederek eski Filistin, Mısır ve hatta Hicaz'a kadar uzanan çileli yolculuğu
bizim konumuzun dışındadır (10). Bu bakımdan burada onun sadece sosyal hatta
ailevi hayatının bazı önemli varyantları üzerinde durulacak ve konumuzun
esasını teşkil eden bazı olayların kendi şartları içinde bir değerlendirilmesi
yapılacaktır.
B- KANTÜRA VE BENİ KANTÜRA KİMDİR?
f
a- Temel Kaynaklann Görüşleri ye Kantura Hatun:
Bilindiği gibi, Hz. İbrahim, bereketli uzun bir ömür yaşamıştır. İbni
Cerir, Onun bir rivayete göre yüzyetmiş beş, diğer bir rivayete göre ise ikiyüz
sene yaşamış olduğunu kaydetmektedir (11). O, bu uzun yaşayışı sırasında bir
çok kadınla evlenmiş ve onlardan
(10)
et-Taberi, Tarihu'l-Umemi ve'l-Mülük, Tah.
M.E. İbrahim, Beyrut, 1967, i. s. 308,
309. 310, 311. el-Verdi,
Tetimmetü'l-Muhtasar fi Ahbari'i-Beşer, Tah. A.R. el-
Bedravi. Beyrut, 1980, s. 24-25.
(11)
The Hloy Bible, Genesis, P. 28. et-Taberi, I.
312, ed-Diyar, Bekiri, Tarihu'l-
Hamis, Mısır, 128, I. s. 127, el-verdi, s. 25.
Halilullah'ın zürriyyetini devam ettirecek bir çok erkek evladı dünyaya
gelmiştir. Temel kaynaklarda bunların üç tane oluğu kaydedilmektedir. Bu
hanımlardan birisi Hâcer; İsmail'in anası, diğeri Sara; İshak'ın anası, bir
üçüncüsü ise Kanturadır ki, bizimde asıl üzerinde durmak istediğimiz de işte bu
Türk prensesidir.
İbni Cerir de dahil bazı İslami kaynaklar, Kantura ile ilgili
rivayetlerinde onun aslen Arap soyundan Maktur'un kızı olduğunu kaydetmişlerdir
(12). Gerçekte temel kaynakların Kantura veya Kantura Oğullan" hakkındaki
rivayetleri Ahdi Kadim'de geçen bir rivayete dayanmaktadır. Orada aynen şöyle
denilmektedir: "İbrahim bir kere daha evlendi Onun adı Ke-tu-rah idi"
(13). Görüldüğü gibi burada Onun Arap asıllı olduğuna dair en ufak bir telmih
bile yoktur. Oysa İbnü'l-İbri, Kantura'nın hiç bir tereddüte yer verilmiyecek
bir şekilde Türk hakanının kızı bir Türk prensesi olduğunu kaydetmektedir (14).
Diğer taraftan Hz. Peygamber'in Türkleri kastederek bir çok hadislerinde
Kantura Oğullanndan bahsetmesi, onların mülk ve saltanatı mutlaka Arapların
elinden alacağını beyan buyurması (15) ve Onun bu beyanlarının bir gerçek
olması, hem Ahdi Kadim, hem de İbnü'l-İbri gibi daha bir çok yazarların
Kantura'nın bir Türk Prensesi olduğu yolundaki rivayetlerini bütün açıklığıyla
doğrulamaktadır.
Bir itibarla, İbni Cerir, İbni Muhabber gibi daha bir kısım müslüman
yazarların Kantura Hatunu, Hz. Peygamber ve Ahdi Kadim'in aksine Araplardan
Maktur (16) veya Kenanilerden
(12)
et-Taberi, I. s. 309, 311.
(13)
The Holy Bible, P. 23. "...Then again
Abraham took a Wife and her name Was Ke-türah.
(14)
İbnü'l-İbri, Tarihu Muhtasaru'd-Düvel, Beyrut,
s. 14.
(15)
Kitapçı, Z. Hz. Peygamber'in Hadislerinde Türk
Varlığı, İstanbul, 1989, s. 263. vd.
Yaktir'in kızı olarak takdim ve beyan etmelerinin (17)'bir aslı ve esası
olmaması gerekmektedir. Büyük Arap edibi el-Câhız da aynı zafiyeti
göstermiştir. O da Kantura'yı Kahtanilerden Meftun'un kızı olduğunu beyan
etmektedir.
el-Câhız bu hususta daha da ileri giderek şöyle demektedir:
"Kahtanilerden olan bir kimsenin soyu bizim anamızın soyundan da
şereflidir." demesinin sebebi işte bu Kanturanm aslının Araplardan
olmasıdır" (18). Mamafih gerek Hz. Peygamber'in bir kısım hadisleri, gerek
temel İslami kaynaklarda Kantura Oğullan hakkındaki bizim bu açıklamalarımızın
dışında daha iyimser ve atak beyanlarda bulunanlarda olmuştur. Bu iddialar
arasında Kantura'nın Hz. İbrahim'in kansı değil de bir erkek, hatta Türk
ırkının en büyük atası olduğunu savunanlar da vardır. Katura, kelimesinin ise,
"Han-Tûran" yani Türk Hakanı kelimesinin bozulmuş şekli olduğu dahi
ileri sürülmüştür (19).
b- Kantura Hâtûn ve Hz. İbrahim Nesli:
Hz. İbrahim'in Kantura Hatun'dan Zimran, Yaksan, Madun, Madyan, Esbuk ve
Şuh olmak üzere altı erkek evladı dünyaya gelmiştir (20). Hz., İbrahim
bunlardan Yaksan Mekkeye, Madun ve Madyan, Arz-ı Medyerie,
diğerlerini ise, onların yer yüzünün en hayırlı kimseleri ve "dünyanın
hükümdarı olmaları için" bir çok hayırlı dualar ederek Doğu cihetine belki
büyük cedlerinin yanına göndermiştir. Onlâr aile ve çocukları ile birlikte
Horasan (Doğu ülkeleri) gelmişler, buralara yerleşmişler ve hükümdarlarına da
İbni Cerir'in rivayetine göre "Hakan" adını vermişlerdir (21).
el-Cahız'a göre işte Hz. İbrahim'in bu altı
oğlundan dördü Horasan'a gelip
(17)
et-Taberi, I. s. 309, İbni
Habib, M.K. el-Muhabber, Haydarabad,
1942, s. 394, Tarihu'l-Hamis, I.
s. 130, ibni Hasul, Tafdilü'l-Etrak,
Belleten, IV. no. 13, Ankara, 1940, s. 14-15.
(18)
el-Cahız, Fezailü'l-Etrak, I. s. 75.
(19)
Remzi, M.M. Telfiku'l-Ahbar, I. s. 22,
Danişmand, I. Türklük ve
Müslümanlık, İstanbul, 1959, s. 141.
(20)
The Holy Bible, P. 28, et-Taberi, I. s. 311.
(21)
et-Taberi, I. 311, Kirş,
ibni Saad, Tabakat, I. s.
48.
yerleşmiş ve bunların soyundan "Horasan Türkleri" meydana
gelmiştir (22). Böylece Horasan Türklüğünün temeli ta Hz. İbrahim zamanında
atılmış oluyordu.
c- Hz. Peygamber'in Dilinde Beni Kantura:
Evet, kökü tarihin ilk devirlerine kadar dayanan bu Kantura Hâtûn ve Onun
soyundan gelenler yani, "Kantura Oğullan" daha açık bir ifade ile
bütün Türk varlığı Hz. Peygamber'in dilinde yeni bir mana ve mefhum
kazanmıştır. İbrahim Halilullah'ın mübarek ellerini semaya kaldırarak yer
yüzüne hakim olmaları için dua ettiği bu insanlar için Hz. Peygamber de
avuçlarını açmış, sanki, Hz. İbrahim'in duasını teyit ve makbuliyetini tebşir
edercesine Kantura oğullanndan bahsetmiş, mülk ve saltanatın onların ellerine
geçeceğini beyan buyurmuşlardır. Bu hususta pek çok hadisler vardır. Ancak
burada, bir fikir vermesi bakımından onların sadece bir iki tanesinin
zikredilmesiyle iktifa edilecektir. Bunlardan birinde Hz. Peygamber şöyle
buyurmaktadır:
"Türkler size
dokunmadıkça siz de onlara sakın dokunmayınız. Zira Kantura Oğulları soyundan
gelen (bu Türkler) Allahın ümmetime verdiği mülk ve saltanatı onların elinden
mutlaka çekip alacaklardır (23).
(22)
el-Cahiz, Fezailü'l-Etrak, I. s. 74.
(23)
es-Suyuti, el-Camiussağir, 121 b. 122 b.
Ayrıca bkz. eı-uahız, Hilafet Ordusunun
Menkıbeleri çevr. R. Şeşen s. 65.
Abdullah b. Amr b. el-Asdan rivayet edildiğine göre bir defasında Hz.
Peygamber;
"Pek yakında Kantura Oğullan sizi Irak topraklarından sürüp
çıkaracaklardır" buyurmuşlardı. Bunun üzerine ben de;
"Bundan sonra tekrar Irak'a dönecekmiyiz? dedim. O da bana;
"-Bunu arzu ediyormusunuz?" diye sordu. Ben de Evet dedim. O
zaman O da;
"-Sonra döneceksiniz. Orada sizin gönül rahatlığı ile yaşayacağınız
bir hayatınız olacaktır," buyurmuşlardır (24).
C- Hz. SÜLEYMANA GÖNDERİLEN TÜRK CARİYESİ
Türk Hâtunlanmn ilahi çevre ve Peygamber muhitlerinde görünmeleri daha
sonraki devirlerde de devam etmiştir. Bunun en ilginç misallerinden biri de
kendisine mülk ve saltanat verilen meşhur Ibrâni Peygamberi Hz. Süleyman ve
onun sarayındaki bir Türk prensesidir. Nitekim el-Halidiyyeyn'in Kitabü't-Tuhuf
ve'l-Hedaya adındaki değerli eserinde belirttiğine göre;
"Mülk ve saltanatıyla pek meşhur olan Hz. Süleyman'a bir günde bir
biri ile uzaktan ve yakından pek fazla ilgisi bulunmayan ve âdeta zıt olan
se|<iz hediyye birden takdim edilmişti. Ona Hind hükümdarı; bir fil,
Türk hükümdarı; bir Türk prensesi, Arap Meliki; bir at, Çin hükümdarı
çok kıymetli bir mücevher, Rum Meliki, kalın ipek bir atlası
hediye olarak göndermişti. Hz. Süleyman bu hediyeleri kabul etmiş ve bir birine
zıt bu kıymetli hediyeleri ona gönderen ve onun elinde toplıyan Cenab-ı Hakka
sonsuz hamd ve şükürler etmiştir (25).
(24)
K. el-Fiten, 122 b. 123a.
ibni Ebî Şeybe el-Musannef, Murat Molla Kütüphanesi, nr. 600, VII, 216b.
(25)
Ebi Bekr M. ve Ebi Osman Said Ibney
Haşim el-Halidiyyeyn. K.
et-Tuhuf vel- Hedâya, Tah. S. Dehhan, Mısır, s. 259.
Böylece Hz. İbrahim'den sonra Mukaddes beldeler ve Peygamber çevrelerinde
görülen Türk hatunlarına bir yenisi daha ilave edilmiş ve Saba Melikesi
Belkıs'la olan tatlı hikayesi dillere destan ve Kuran-ı Kerimde dahi zikredilen
Hz. Süleyman'ın renkli mermerlerle süslü muhteşem sarayına, Türk Hakanının
kızı, soylu bir Türk prensesi intisâb etmiş oluyordu.
2- Hz. PEYGAMBER'İN YAKIN ÇEVRESİNDE TÜRK HANIMLARI
A- Hz. SÜMEYYE VE YÂSİR AİLESİ
Peygamber zincirinin son altın halkasını şüphesiz Hz. Peygamber
oluşturmaktadır. Türk hanımları Onun devri, yani Asr-ı Saadet ve onu takib eden
devirler özellikle Emevîler ve Abbâsiler devrinde de İlâhi çevre ve mukaddes
mekanlarda görünmeye devam etmişlerdir. Bizim "Saadet Asrında
Türkler" adındaki kitabımızda ilk defa çok ciddi bir şekilde üzerinde
durulduğu gibi, Hz. Peygamber, devrinde yaşamış, Onun varlığı ile müşerref
olmuş, Onun dinine gönül vermiş, hidayet çağrısına koşmuş olan Hz. Sümeyye Hz.
Peygamber'in çevresine intisâb’ etmiş ilk Türk hanımlarından biri olarak kabul
edilmelidir (26).
Hz. Sümeyye, asıl adının İslami kaynaklarda "Pamuk" olarak
zikredilen bu cesur Türk anası, ilk devirlerde Arabistan'a civar ülkelere
getirilen bir çok köle ve cariye gibi Türk yurtlarından uzun ve çileli
yolculuktan sonra önce Taife, sonrada Mekkeye gelmiş ve buraya yerleşmiştir.
Daha sonra Hz. Peygamber'in yakın çevresinde Ona inanan bir avuç ilk
müslümanlardan biri olmuştur.
Hz. Sümeyye'nin, Hz. Peygamber'in gözünde
ve ilk müslümanlar arasında şüphesiz çok şerefli bir yeri vardı. Çünkü gerek
Hz. Sümeyye, gerekse kocası Yâsir, Allah'ın resulünün İslama, imana olan
davetini hiç tereddüt etmeden kabul etmişler ve Mekkede bir dâlâlet ve küfür
asrında Hz. Peygamber'in ilahi misyon ve nübüvvet
davasına gönülden inanan bir kaç kişiden biri olmuşlardır.
Onun Hz. Peygamber'in yakın çevresinde ve çok samimi bir müslüman olması,
küfrün azgın temsilcilerini ve özellikle Ebu Cehil'i nerede ise kudurtacak bir
hale getirmiştir. Sümeyye ve kocası Yâsir, ya İslâm dinini terkedecek, ya da
bir vahşete varan zulmün altında inleye inleye ölüp gideceklerdi. Nitekim öyle
de olmuş, Onların Allah'a olan kuvvetli imanı, Hz. Peygamber'e olan aşkı ve bu
uğurda gösterdikleri sabır ve metanetten şaşkına dönen Ebu Cehil, önce Yâsiri,
daha sonra da Sümeyyeyi, hem de melun mızrağını, bu Türk anasının iman dolu
göğsüne bütün hışmı, kini ve öfkesi ile saplıyarak şehid etmiştir (27).
B- SÜREYC AİLESİNDEN RÂİKA
Hz. Peygamber devrine ulaşmış Türk asıllı cariye sadece Sümeyye de
değildir. Buna o devirlerde Mekkeye gelip yerleşmiş gerçekten de bir Türk
ailesi olan "Süreye Ailesi" yani Süreyc'in hanımı Râika Hanımı da
ilave etmemiz gerekmektedir. Süreye ailesi Hz. Peygamber'in nübüvvetinden çok
daha önceki bir devirde Mekkeye gelmiş ve Hz. Peygamber'in akrabası, büyük
cedlerinden saygı değer amcası Abdül Muttalib'in oğullarından el-Haris'e
intisab etmiş ve onların himayesinde "âzadlı bir köle" olarak
yaşamıştır (28).
Mekkedeki bu Türk ailesi, demircilikle geçiniyordu. Ailenin babası Süreye
çok iyi kılınç yapıyordu. Onun bu husustaki şöhreti bütün Arabistan' yayılmış
hatta yarımadanın sınırlarını dahi aşmıştı. Daha sonraki devirlerde iyi bir
kılınç ustası yetiştiğinde ona bu Türk ustasını hatırlattığı için
"Süreyci" denilmiştir. Öyle tahmin ediyoruzki, ilk İslam mücahidleri,
müşriklere karşı yaptıkları gaza ve cihadlarda -Bedir, Uhud harbinde- Mekkenin
fethinde bu güçlü kılınç ustası Türkün yaptığı dehşet saçan kıhnçları kullanmış
ve amansız İslam düşmanlarına karşı parlak zaferler kazanmışlardır.
(27)
Kitapçı, a.g.e., s. 44,
Krş, el-Ağanî, I, 245.
Hz. Peygambe'in yakın çevresine, yani akrabalarına sığınan bu Türk
ailesine, Peygamber neslinin sıcak ilgisi daha sonraki devirlerde de devam
etmiş ve bu aileden gelen Ubeydullah Ebu Yahya ise, nesl-i Pâki Peygamberden
Hz. Hüseynin kızı Hz. Sükeyne'nin himayesine girmiş ve onun büyük lütuf ihsan
ve sonsuz iyiliklerine mazhar olmuştur.
Hz. Peygamberden sonra, Hulefâi Raşidin devri dediğimiz yeni halifeler
dönemi başlamıştır. Bu devirlerin kendine has özellikleri vardır. Müslüman
toplum bu devirde derlenmiş toparlanmış İran ve Bizans'ın tepesine inecek demir
bir yumruk haline gelmiştir. Özellikle İran'ı asırlık mağrur Sasani devletini
yıkan ve koca İran topraklarını ele geçiren müslüman Araplar için doğu
istikametinde yeni bir kapı daha açılmış oluyordu. Bu kapıdan bu ilk devirlerde
bir çok Türk asıllı köle ve Türk hanımları girecek ve Arap İslam şehirlerine
geleceklerdir. Mamafih önümüzdeki sayfalarda Arap ve İslâm şehirlerindeki bu
Türk hanımlarından çok daha geniş bir şekilde bahsedilecek, onların şahsiyeti
ve idari kişilikleri hakkında yeterli bilgiler verilecektir.
YENİ GELİŞMELER VE TÜRK HÂTÛNLARI
1- BÜHARA MELİKESİ KINIK HÂTÛN
A- KINIK
HATGN'ÜN BUHARA MELİKESİ OLMASI
a- Emevilerin
İktidar Oluşu:
Hulefai
Raşidin, özellikle Hz. Ali'nin bir hâricinin sırtına sapladığı pis bir hançerle
şehid edilmesi (661) ve bunu takip eden bir çok kanlı olay ve çetin
mücadelelerden sonra Peygamber devleti İslam imparatorluğunun mukadderatına
Haşim oğullarının rakip kabilesi Emeviler hakim olmuşlardır.
Emevîlerin,
Ebû Süfyan'dan sonra en aktif siyâsi temsil ve lideri olan Hz. Muaviye Arap
İslam imparatorluğunun siyasi dizginlerini ele geçirdikten sonra, Türk-Arap
siyâsî münâsebetlerinde yeni bir devir başlamıştır, zira bu devirlerde
Horasan'a gelen Arap valilerinin Türk yurtlarına taciz ve baskın hareketlerini
hızlandırdıkları görülmektedir. Bu genç ve atak Arap valileri Türk yurtlarına
birbiri arkasından bir çok akınlarda bulunmuşlar, yerli halktan onbinlerce esir
ve sayısız ganimetler elde etmişlerdir (29). Planlı bir fetih hareketine
dönüşmeden önce yapılan bu hareketler ve daha sonraki devirlerde gelmiş olan
Arap valileri, yerli halkı, Türkleri ve Türk aristokrat ailelerini çok daha
yakından tanıma fırsatını bulmuşlar, hatta onlarla sıhriyet bağları kuracak
kadar bu münasebetlerini ileri seviyelere götürmüşlerdir.
(29) Kitapçı Z,
Yeni Islâh ’ arihi ve Türkler, II. s. 283.
Bu cümleden olmak üzere, bir kısım Arap valileri Türk hanımları ile
evlendikleri gibi, mahalli Türk hükümdarları da Arap valilerinin kızları, hatta
anaları ile evlenmişler, bir kan ve akeş kasırgası döneminde sosyal ve siyasi
ilişkilerini belirli ölçüde de olsa geliştirmek istemişlerdir. Ancak konumuz
açısından son derece ilginç olan bu meraklı tarih sayfasını aralamaya geçmeden
önce, burada önemle üzerinde durulması gereken bir Türk hatunu daha vardır. O
da bu ilk İslami fetih yıllarında Buhara melikesi olan Kınık Hatundur. Kınık
Hatun; Ubeydullah b. Ziyad ve Said b. Osman gibi ilk devirlerde Horasan'a gelen
Arap askeri valilerinin, Türk yurtlarına yaptıkları bu ilk akınlarda büyük bir
cesaretle onların karşısına dikilmiş, kendi ölçüsünde onlarla mücadele etmiş ve
bu sayede tarihin altın sayfaları arasında yerini almış şerefli bir Türk
anasıdır. Şimdi Onu Arap vâlileri ile olan çetin mücadelelerini görelim;
b- Kınık Hâtun'un Asıl Adı:
Kınık Hatun, Arapların Horasan bölgesine ayak bastıkları sırada Buharanın
Türk asıllı Hükümdarı Beydun'un hanımı idi. Bundan önceki hayatı hakkında temel
kaynaklarda özellikle en-Narşahi'de fazla bir bilgi yoktur. Arap valileri ile
olana çetin mücadeleleri sayesinde devrin önde gelen simalarından biri olmuş ve
tarih sahnesindeki yerini almıştır. Asıl adı ve bunu ifade eden kelimenin
telaffuzu hakkında temel kaynaklarda farklı kayıtlar bulunmaktadır.
Mesela büyük İslam tarihçisi et-Taberi hicri 54/673 yılı olaylarından
bahsederken bu Türk anasının adının "Kabaç Hatun" olduğunu
kaydetmektedir (30) el-Belâzuri ve Narşahi sadece Hatun, Buhara Melikesi olarak
zikretmekte ise de (31)
(31)
el-Belâzurî, Futuhu'l-Büldan, s. 579.
Kitabü'z-Zehair ve't-Tuhuf'ta onun adı Fetih Hâtûn olarak geçmektedir ki
(32) bunun bir yazma hatası olduğu ortadadır. İbni Hubeyb bu Türk anasının asıl
adının Kınık Hatun olduğunu nakletmektedir (33). Belki de İbni Hubeyb'in bu
rivayetini esas alan bir kısım yazarlar bundan hareket ederek Onun isminin
Kıyığ veya Kıyıh şeklinde okumaya çalışmışlar ve onun "Kayı"-boyuna
bağlı bir Türk hatunu olduğunu bildirmişlerdir (34).
B- KINIK HATÜN'ÜN MELİKE OLMASI
a- Halk İdaresinin İlginç Örneği:
İlk akınlar ve Islami devirlerde Buhara Melikesi olan bu Türk Hâtunu
hakkında temel İslami kaynaklar, özellikle Narşahide şaşılacak derecede geniş
bilgiler vardır. Narşahinin bu kıymetli rivayetlerinden öğrendiğimize göre
Kınık Hatun;
O sıralarda Buhara hükümdanolan kocası Beydun vefat edince henüz meme
yaşında bulunan biricik oğlu küçük Tuğşad'un adına Buhara melikesi olmuştur.
(672) Narşahi Onun dirayetli, hüküm ve karar sahibi otoriter bir kadın olduğunu
zikretmekte ve "Buhara'ya, ondan önce asırlar varki böyle doğru düşünen ve
karar veren bir kimsenin bir hükümdarın gelmediğini kaydetmektedir (35).
Kınık Hatun bu şekilde Melike olduktan sonra, Buhara mahalli Hanlığının
bütün dizginlerini eline almış, halkın huzur, refah emniyet ve asayişin
temininde elinden geleni yapmıştır. O, bu cümleden olmak üzere her zaman
sabahtan kalkar, erkanı ve yahnkılınç hassa askerleri ile birlikte iç kalenin
Allâtin kapısı denilen büyük kapısının önünde otururdu. Bir nevi halk mahkemesi
olan burada, halkın
(32)
er-Reşid b. Zübeyr, K. ez-Zehâir ve't-Tuhuf, s.
159.
(33)
ibni Hubeyb, Esmâû'l-Muğtâlin, s. 166.
(34) Anciyclopedia of İslam, 1.1292.
(35)
en-Narşahî, Tarih-u Bahârâ, s. 23. şikayetlerini
dinler, suçluları cezalandırır, gerekli gördüğü kimseleri azleder, yenilerini
göreve getirir ve memleket işlerini adaletle yürütmeye çalışırdı. Bu halk
mahkemesi, böyle hergün sabahtan öğleye kadar devam ederdi (36). Daha sonra iç
kaledeki sarayına çekilen Kınık Hatun, burada öğlenden sonra tahtına oturur,
şehrin ileri gelenlerini, eşraf ve ayanını, yerli halkın bir nevi temsilcileri
olan "Dikhanlan" kabul eder, onlarla görüşür, konuşur ve yapılması
gereken şeyler hakkında istişarelerde bulunurdu (37). Çoğu zaman bu
istişarelerin akşama kadar devam ettiği de olurdu (38). Bütün bunlar Kınık
Hatun'un halkı idare etmede bu günün tabiri ile ne kadar demokratik bir yöntem
takip ettiğini ortaya koymaktadır.
b- Kınık Hatun ve Ubeydullah b. Ziyad:
Ancak müslü an Arapların bütün bir Horasan'ı fethetmeleri ve Ceyhun
havzasına pe. -»eşe akınlarda bulunmaya başladıktan sonra Buhara'nın bu güzel
günleri geride kalmış ve işler süratla kötüye doğru gitmeye başlamıştır. Zira
bir biri ardından 15-20 bin kişilik mücehhez ordularla Buhara önlerine gelen
Arap valileri, Kınık Hatun'a büyük sıkıntılar verdikleri gibi, halkın elinde
avcûnda ne varsa almışlar, şehri defalarca yağmalamalardır. Kınık Hatun
kendisini hiç beklemedik bir şekilde hem de en hazırlıksız olduğu bir zamanda,
bu yağmacı Arap valileri ile amansız bir mücadelenin içinde bulmuştur.
Onun en çetin bir şekilde mücadele ettiği bu yağmacı Arap valilerinin
başında Ubeydullah b. Ziyad ile, Hz. Osman'ın oğlu Said b. Osman gelmektedir.
Bilindiği gibi Ziyad öldükten sonra Muaviye onun oğlu Ubeydullah b. Ziyad'ı
Horasan'a vali tayin etmiştir, Ubeydullah b. Ziyad, buraya geldikten sonra, 25
bin kişilik bir ordu
hazırlamış ve beklenmedik bir süratle hareket ederek (39) Buhara Önlerine
gelmiştir. (54/673) Çevre Türkleri her ne kadar Kınık Hâtun'un imdadına
koşmuşlarsada, Arap askerlerini durdurma ve Buharanın yağmalanmasını önlemede
pek fazla bir varlık gösterememişlerdir.
Arap askeri büyük bir cüretle şehre dalmış halkın elinde avcunda altın
gümüş gibi kıymet ifade eden ne varsa almışlardır. Hatta bunlar arasında Kınık
Hâtun'un altınlarla dolu bir çizme ve çorabı da bulunuyordu ki, sadece üzeri
altın ve mücevherlerle süslü bu çizmenin tekine ikiyüz bin dirhem altın fiyat
biçilmişti. Daha sonra Araplar şehrin bütün gösterişli evlerini yıkmaya,
ağaçlarını bir bir kesmeye başlamışlardı. Bu vahşet karşısında başka bir çıkar
yol bulamayan Kınık Hatun, Clbeydullah b. Ziyada barış teklifinde bulunmuştur, Ubeydullah
Onunla her sene bir milyon dinar ödemek suretiyle bir anlaşma yapmış ayrıca
dört bin esir almıştır (40).
c- Kınık Hatun ve Said b. Osman
Buhara için tam bir felaket olan bu yıkım ve tahribat henüz giderilmeden
bu defa Kınık Hâtun'un karşısına Said b. Osman çıkmıştır. Çünkü Ubeydullah b.
Ziyad'dan sonra Horasan'a Hz. Muaviye Said b. Osmanı vali olarak göndermişti.
(55/674) Said'te emrindeki Arap askerlerine iyi bir çeki düzen verdikten sonra,
kendinden önceki Arap valileri gibi, Ceyhun havzasına dalmış ve Buhara önlerine
gelmiştir. Bu defada Türkler yine, Kınık Hâtun'un imdadına koşmuşlar, fakat
mücehhez Arap ordularının karşısında kayda değer bir başarı elde edememişlerdir
(41).
Bu, Buhara Melikesi Kınık Hatun için daha büyük bir yıkım olmuştur. Zira
O, Said b. Osman'la çok ağır mali külfetler getiren
(39)
el-Belâzurî, Fûtûhû'l-Büldan, s. 574.
(40)
en-Narşahî, s. 62,
el-Beiazuri, 596.
(41)
en-Narşahî, s. 62,
et-Taberî, V. 298.
yeni bir antlaşma yaptığı gibi, Semerkand yolu da müslüman Araplara karşı
açılmış oluyordu. Said'in asıl, hedefi de Semerkant'ı vurmaktı. Fakat yol
emniyetinin sağlanması ve kendisinin her hangi bir suikastden emin olması
gerekiyordu. Bunun için kendi askeri gücünü takviye etmek maksadı ile Buhara
Türklerinden yeterli miktarda esirler almıştı. O, bununla da iktifa etmemiş her
ihtimale karşı, Kınık Hatun'dan, Türk aristokrat ailelerinden toplayacağı 40-50
gençin kendisine rehin olarak verilmesini istemiştir. Sözde Said, Semerkant
dönüşünde bu çocukları ailelerine tekrar iade edecekti (42).
Bu şekilde tam bir emniyet ve güven içinde Semerkant'a doğru hareket eden
Said, şehri vurmakla kalmamış, O da Ubeydullah'ın Buharada yaptığı gibi halkın
elinde avucunda ne varsa toplamıştır. O, bugünün tabiri ile ancak milyarlarla
ifade edilebilecek bu ganimetler yanısıra yerli halktan 30 bin kişiyi
beraberinde esir alarak oradan ayrılmıştır. Said, bu kalabalık esirler ve kendi
ordusu ile birlikte Tirmize geldiğinde, Kınık Hatun andlaşma gereği yıllık
vergi borcunu ödemiş ve rehin aldığı Türk asilzade gençlerinin kendisine iâede
etmesini istemiştir.
Ne yazık ki, Said, daha sonra Kınık Hatun'un bütün ısrarlarına rağmen bu
Türk çocuklarını iade etmemiş ve her defasında bir bahane uydurarak Kınık
Hatun'un elçilerini geri çevirmiş ve sonunda bu yalın kıhnç Türk asilzadelerini
Medineye kaçırmıştır. İşte kendisinin feci akibetini daha sonra bu Türk
gençleri hazırlamışlar, gururları ile oynanan, hor ve hakir görülen bu Türkler
Said b. Osman'ı insafsız bir şekilde şehid etmişlerdir.
Onun Medine'de Türk asilzadeleri tarafından şehid edilmesi halk arasında
derin bir infial ve üzüntüye sebep olmuştur. Hakkında
(42)
Kitapçı, a.g.e., II. s.
283.
ağıtlar yakılmış ve bir çok ta şiirler söylenmiştir. Bunlardan Halid b.
ükbe b. Ebu Muayt da bir şiirinde onun ölümüne şöyle yakınmıştır; .
"Acemler tarafından öldürülen Said b. Osman gerek kendisi, gerekse
babası yönünden insanların en hayırlısıdır.
Günlerin kötülükleri Said'i mahvederse zamanın elinden onu kim
kurtarabilir" (43).
d- Kınık Hâtun'un Ölümü:
Kınık Hatun'un Arap valileri ile olan bu mücadeleleri uzun yıllar devam
etmiştir. Onun Arap valileri ile olan siyasi ve sosyal münasebetlerinin
varyantlarını oluşturan bir çok fıkra menkıbe ve hatta hikayeler bulunmaktadır
(44). Bütün bunlar Onun sosyal münasebetlerinin zengin, son derece dirayetli
bir Türk anası olduğunu ortaya koymaktadır.
Mamafih, Kınık Hatun'un Buhara Melikeliği, Narşahinin bildirdiğine göre
15 sene devam etmiş (45) muhtemelen 69O'lı yıllarda vefat etmiştir. O, idari
kişiliği yüksek, azim, irade ve karar sahibi, olaylar karşısında hissi değil
akıl ve muhakeme gücünü kullanan, meseleleri daha ziyade diplomatik yollarla
halletmeye çalışan ve bunda çoğu kerede muvaffak olan şerefli, değerli bir Türk
Melikesi hatta Imparatoriçe yaratılışlı bir Türk anası idi.
(43)
el-Belâzurî, Futuh, çev. M.
Fayda, s. 601.
(44)
Asım, Necip, Türk Tarihi, I. s. 146.
2- ARAPLARLA TÜRKLER ARASINDA İLK SIHRİYET BAĞLARI
A- SIHRİYET
BAĞININ İLK ÖRNEKLERİ
a- Osman b.
Mesud et-Temimi
Gerçekte
Emeviler devri, İslam tarihinde bir ikinci patlama devri olmuştur. Özellikle
Velid b. Abdülmelik zamanında (705-713) girişilen fetih hareketleri ve hele
hele Türk yurtlarının müslüman Araplar tarafından fethedilmesinden sonra Türk
Arap münasebetleri daha da gelişmiş ve konumuz açısından bir kısım zenginlikler
kazanmıştır. Abbasîler, özellikle Selçuklular döneminde Türk-Arap
münasebetlerinde önemli bir merhale olan sıhriyet bağlarının bu devirde ilk
örnekleri görülmeye başlamıştır.
Bu cümleden
olmak üzere, bazı müslüman Arap liderlerinin Türk hanımlarıyla evlendikleri
gibi, mahalli Türk Hükümdar ve Hanları da Arap liderlerinin kızları ile
evlenmişler ve iki toplum arasında güzel münasebetlerin doğmasına öncülük
etmişlerdir. Bunlardan biri de meselâ Osman b. Mesud et-Temimi'dir. Osman b.
Mesûd, Horasandaki Arap ordusunda görev yapmış ve bir çok askerî seferlere
iştirak etmiş önemli komutanlardan biridir.
Daha sonra
siyâsî Arap otoritesinin temsilcileri ile arası açılmış Türk yurtlarına ve
Aşağı Türkistan'daki mahalli Türk beylerine sığınmak zorunda kalmıştır. O,
Toharistan bölgesinin yine Türk asıllı güçlü hükümdarı Nizek Tarhanla da
münasebetlerini geliştirmiş ve bu aile arasında itibar gören bir kimse
olmuştur. Mesud et-Temîmi, daha sonra bu hanedan ailesinden asil bir kadınla
evlenmiş ve hanedan arasında İslâm Dininin yayılmasına büyük hizmetleri
dokunmuştur. Onun bu hizmetinden dolayı aileden müslümandanlar çocuklarına
"Osman" adını bile koymuşlardır.
b- Kuteybe b.
Müslim ve Bir Türk Anası
Türklerle
kurulan bu ilk sıhriyet bağlan cümlesinden olmak üzere, Küteybe b. Müslim'in
yine yukarda adı geçen ilk müslüman ve bir okadarda adı geçen ilk müslüman ve
bir okadarda bedbaht türk hükümdarı Nizek Tarkan'ın şahsiyetli eşi ile evlenme
teşebbüsümü de zikretmemiz gerekmektedir.
Müslüman
olan, daha sonra Kuteybe'nin maiyyetine giren ve Arap ordularının Türk
yurtlarında bir çok parlak zaferler kazanmasına yardım eden bu Türk Komutanı
ile Kuteybe'nin, her nedense araları açılmış ve sonunda muhteris Arap komutanı,
bu şerefli, yiğit yapılı, yiğit y/aratılışlı Türk Hanını, gözünü kırpmadan
hemde haksız yere boynunun vurulmasını emretmiştir.
Zulmü o sıralarda Türk yurtlarını kara bir bulut gibi kaplayan Kuteybe,
bununla da yetinmemiş ve Nizak Tarhan'ın dirayetli eşine bir heyet göndererek
kendisi ile ciddi bir şekilde evlenme teklifinde bulunmuştur.
Şahsiyetli Türk Hâtunu, bunca acı ve kahredici olaylardan sonra
Kuteybe'nin hâlâ kendisi ile evlenmek istemesine bir mana verememiş ve büyük
bir hiddete kapılarak şöyle demiştir;
Ey Emir! Sen bir halife değilsin! Haccac gibi ünlü bir valide
değilsin! Horasan'a gelip giden sıradan valiler gibi bir valisin! Oysa sen,
benim kocamı öldürdün! Çocuklarımı öldürdün! Elimde avucumda ne varsa aldın!
Bize hiç bir şey bırakmadın! Ondan sonra (hiç çekinmeden) benimle evlenme
teklifinde bulunuyorsun! Sen, benim seni bir hile ile öldüreceğimden ve böylece
de intikamımı senden almış olacağımdan hiç mi korkmuyorsun!" (46)
Kuteybe bundan büyük bir dehşete kapılmış ve Nizek Tarhan'ın dul eşiyle
evlenmekten vaz geçmiştir. Böylece bu şerefli Türk anası millî gurur, haysiyet
ve izzet-i nefsini kuvvetli bir şamar gibi Arap komutanı Kuteybe'nin yüzüne
indirmiş oluyordu.
c- Tuğşad; Buhara Hükümdarı:
İlk devirlerde Araplarla sıhriyet bağları kuran mahalli Türk Hakanları da
vardır, ve bunların başında Buharanın Türk asıllı hükümdarı Tuğşad gelmektedir.
Tuğşad; Kuteybenin telkini ile müslüman olmuş ve oğluna, hidayetine vesile olan
bu Arap komutanına nisbetle Kuteybe adını koymuştur (47).
Tuğşad'ın diğer mahalli Türk Hükümdarları aksine, Arap komutanları ile
münasebetleri her zaman seviyeli olmuş ve ölünceye kadar da Buhara hükümdarı
olarak kalmıştır.
(46)
ibni A'sem el-Kufi, K. el-Fütuh, Beyrut, 1986, s.
173.
(47) Kitapçı, Z. Orta
Asya'da İslâmiyetin Yayılışı ve Türkler, s. 127., en-Narşahî, s. 24.
Onunla, şahsi dostluk ve iyasi münasebetlerini geliştirmek ve her zaman
canlı tutmak isteyen, Türklere gerçekten de çok büyük bir değer veren Arap
komutanı, Horasan valisi Nasr b. Seyyar daha da ileri gitmiş ve karşılıklı
gidip gelmelerden sonra çok sevdiği kızını Buhara'nın Türk asıllı hükümdarı Tuğ
Şâd'la evlendirmiştir. Tuğşad'ın Nasr b. Seyyar'ın yanında çok ayrı bir yeri
vardı. Nasr Ona her türlü iyiliği yapar, ihsan ve inamlarda bulunurdu.
Tuğşad'ın kayınpederine saygısı da fevkâlâde idi. Karşılıklı bu güzel
münasebetlerin pek tabii bir sonucu olacak ki, Tuğşad, kayınpederine yani Nasr
b. Seyyara Buhar'a yakınlarında dönmez ağmaz genişlikte bir çiftlik hediye
etmiştir (48).
B- KÂVÜS
ET-TÜRKİ'NİN CÜNEYD’İN ANÂSI
İLE EVLENMESİ
Araplarla sıhriyet bağları kuran ve Arap kadınları ile evlenen mahalli
Türk hakanlarına üşrusana hükümdarı Kâvus et-Türki'yi de ilave etmemiz
gerekmektedir. Kâvus et-Türki, emsali bir çok Türk hükümdarları gibi ilk
devirlerde müslüman olmuş büyük bir Türk Hükümdarıdır.
Onun Arap askeri valileri ile siyasi münasebetlerini, diğer Türk
hükümdarı hezdindeki müstesna yeri ve bütün bunlara bağlı gelişen olaylar, Orta
Asya Türk Hakanlığı ile münasebetleri bizim konumuzun dışındadır. Ancak şu
varki; Orta Asya Türk Hakanlığı, Özellikle Sulu Han'ın Arapları nerede ise
Aşağı Türkistan'dan sürüp çıkarma harekatı sırasında Horasan'a vali olarak
gönderilen Cüneyd b. Abdurrahman el-Mürri (11/729) bu büyük Türk Hükümdarının
şahsi nüfuz ve kuvvetinden yararlanmak istemiş ve anasının "Kâvus
et-Türki" ile evlenmesine ön ayak olmuştur (49). Kaynaklarda bu evliliğin
neticeleri hakkında daha fazla bir bilgi yoktur. Ancak Onun,, bu talihsiz
Horasan valiliği sırasında bu büyük Türk hükümdarını kendi safhina çekmeyi ve
ondan yararlanmayı düşündüğü hiç bir zaman unutulmamalıdır.
(49)
el-Belâzuri, Futuh, nşr, S. el-Muncid,
Kahire, 1957, III, s. 528.
TÜRK HÂTÛNLARI HİLAFET
ÜLKELERİNDE
1- ABBASİLERİN İLK DEVİRLERİ VE TÜRK HATUNLARI
A- TÜRK HÂTÛNLARININ GENEL KARAKTERİ
Abbasîler
iktidara geldikten sonra, başta Bağdad olmak üzere hilafet ülkelerine köle ve
cariye sevkiyatı bütün canlılığı ile devam etmiş ve binlerce kadın, erkek Arap
kentlerine gönderilmişti. Abbasi halifeleri arasında, Emevi Halifelerinin
aksine gayri Arap cariyelerle evlenmek, onlarla yaşamak, yeni ve cazip bir
hayat tarzı olduğundan, pek çok halife bu yola sapmışlar ve gayri Arap
cariyelerle evlenmiş ve onlardan doğan çocuklarda pek tabii olarak halife
olmuşlardır. Bu bakımdan uzun asırları kapsayan Abbâsî Hilâfeti dönemi ve bu
dönemde gelmiş geçmiş otuzyedi Abbasi Halifesinden anası öz be öz Arap olan
nerede ise yok denecek kadar azdır.
Nitekim bu
konularda bize geniş bilgiler veren es-Sealibi, Abbasi halifelerinden sadece
üçünün anasının Arap asıllı olduğunu zikretmektedir. Bunlardan biri, ilk Abbasi
halifesi Ebu'l-Abbas es-Seffah, anası Haris b. Kâb'ın kızı Reyta, diğeri
el-Mehdi, anası Mansur b. Abdullah'ın kızı ümmü Musa, bir üçüncüsü ise el-Emin
anası, Harun er-Reşid'in değerli eşi Cafer b. Ebu Cafer'in kızı meşhur Seyyide
Hanımdır (50). Diğer Abbasi halifelerinin analarının pek çoğu Türk asıllı olup
Abbasi saraylarında müessir şahsiyetleriyle dikkati çekmişlerdir ve halifeler
nezdinde ayrı bir yer
(50) es-Sealibi, Letaifü'l-Maarif, s. 129, Kuteybe, al-Mearif, s. 372. es-Suyûti,
s. 256.
almışlardır. Bizim "Abbasi Hilafetinde Selçuklu Hatunları ve Türk
Sultanları" adındaki geniş orijinal eserimizde ilk defa bu konular
üzerinde durulmuş ve hilafet saraylarına intisâb eden Aristokrat Selçuklu
Hatunlan hakkında çok geniş bilgiler verilmiştir ( ).
a- İbni Butlan He Diyor?
Gerçekte bu devirlerde Arap-lslam şehirlerinde görülen Türk asıllı
cariyeler ve onların fiziki yapıları ve bedeni güzellikleri üstün ahlaki
meziyet ve ciddiyetleri hakkında temel kaynaklarda çok sitayişkâr ifadeler
vardır. O çağlarda çeşitli ülkelerden Arap şehirlerine sevk edilen cariyeler
hakkında müstakil bir eser yazan İbni Butlan, Türk kadınlarının bu temel
meziyet ve üstün vasıflan hakkında şu beyanlarda bulunmaktadır;
"Türk kadınları, beyaz tenli olup son derece güzeldirler. Yüzleri
ciddi görünüşlü, gözleri hafif çekik ancak tatlı bir bakışları vardır. Onlardan
bazıları ise esmerdir. Ne çok kısa ne de çok uzun boyludurlar. Özellikle uzun
boylu olanları yok denecek kadar azdırlar. Genellikle tatlı yüzlü ve
güzeldirler. Çirkin olanları yok gibidir. Bununla beraber onlar, nesillerinin
madeni mesabesinde olan çocuklar için sanki bir hazine gibidirler. Çok
doğurgandırlar. Fakat bu çocuklar arasında ne insanları tiksindirecek şekilde
çirkin, ne de bedeni anzaları bakımından noksan olanları (şaşı, topal, kör,
vs.) vardır. Hepsi düzgün ve sıhhatlidirler. Türk kadınlan son derece temiz,
son derece zarif, kibardırlar. Ev ve elbise temizliğinde onların üstüne çıkan
başka bir kadın yoktur (51).
Mamafih, Türk kadınlan ile ilgili bu güzel ifadelerinde ibni Butlan,
yalnız da değildir, mesela İdrisi aynen şöyle demektedir;
"Türk kadınlan, boyu bosu yerinde, güzel
endamlı ve iyi huyludurlar, Onlar erkeklerden daha muvakimdirler. Ruhlarındaki
zerafet, incelik yanısıra, yaratılışlarındaki güç-kuwet sebebiyle çoğu kez
muhtaç oldukları şeyleri erkeklerden çok daha iyi kullanma yeteneğine
sahiptirler (52).
Gerdizi ise,
Türk kadınlarının çok temiz, iffet ve namusa aşırı düşkün olduklarını ifade
etmektedir (53).
Müslüman
yazarların başta İbni Butlan ve İdrisi olmak üzere Türk kadınları hakkındaki bu
hayırhah görüşlerinin pekte aşırı olduğu zannedilmemelidir. Zira, Türk
kadınlarının vazgeçilmez karakterleri sebebiyledirki, Abbasi toplumundaki Türk
askeri varlığı yanısıra Türk kadın ve kızlarınında hilafet camiasında ayrı bir
yeri olmuştur. Onlardan pek çoğu hilafet saraylarına intisab etmiş ve bu
çevrelerde fevkalade hürmet ve saygı görmüşlerdir. Bunlardan mesela, Merâcil,
Mâride, Şuca ana, Şağab, Zümrüt ve Katrun-Neda Hatunlar ilk anda ismini
zikredebileceğimiz hilafet saraylarının şahsiyetli, faziletli Türk analarıdır.
Bunlardan her biri ya bir Abbasi halifesinin anası veya nikahlı eşidir.
b- Türk Kadınlarının Manevi Zenginliği:
Hilafet
saraylarına intisab eden bu müessir şahsiyetli Türk Hatunlarından mesela; el-Mutasım'ın
eşi ve Halife el-Mütevekkil'in (847-861) anası, Şuca Hatun hele hele
el-Mütezid'in müstesna eşi ve halife el-Muktedir'in kıymetli anası Şağab
Hatun'un ayrı bir yeri vardır. Şağab Hâtûn bundan sonraki sayfalarda çok daha
ayrıntılı bir şekilde üzerinde durulacağı gibi Abbasi hilafetini tam 25 yıl
eskilerin tabiri ile çeyrek asır idâre etmiş bir ulu Türk anasıdır. Güç kudret,
tasarruf idaredeki otorite ve kişilik bakımından Osmanlı saraylarındaki IV.
Murad'ın anası Kösem Valide Sultan'ı hatırlatmaktadır. Şağab Hâtun'un isminin
anıldığı meclislerde gıyabi de olsa bir çok seçkin zevat ona olan saygısından
dolayı başını eğer, ve saygı tezahüründe bulunurdu ( ).
Hilafet saraylarına intisab eden Türk Prenseslerinden bir diğeri de;
incelik, zerafet, ruh zenginliği, edep, haya, kocasına karşı sonsuz saygı gibi
bitmez tükenmez meziyetleri olan ve yine el-Muzıd Billah'ın nikahlı eşi ve
Mısır eyalet valisi Humareveyh'in kızı Katru'n-Neda Hatundur. O tek başına bile
Abbasi sosyatesinde Türk kadınının üstünlüğü ve yüceliğini ayrı, belki
erişilmez bir örneği olmaktadır.
Zira Katru'n-Neda Hatun hilafet saraylarında Türk asalet ve yüceliğini,
Türk edep, terbiye, incelik ve kibarlığın en yüce bir şekilde temsil etmede
sergilediği yüksek davranışlar, dil ve edebiyata geçmiş ve onun bu konuda
söylediği manzum sözler, bir darbı mesel olarak zamanımıza kadar gelmiştir.
Mesela edebi eserlerde, bir kadının kocasına karşı gösterdiği edeb ve
incelikten bahsedilirken, ilk akla gelen bu Türk prensesinin kocası
el-Mutazıd'm başı ucunda söylediği sözlerdir, O bir defasında ve kendinden
habersiz mışıl mışıl uyuyan kocasının başında sabahlara kadar ayakta beklemiş
ve koca Halife uyanıp da yanında bulamadığı hanımına acı acı yakınınca aynen
şöyle demiştir:
"-Efendim
uyurken benim oturmam ve o otururken de kaygısız bir şekilde benim uyumam
mümkün değildir. (Gözüm hep onun üstündedir") (54).
B- EL-MANSÜR
VE SARAYINDAKİ CARİYELER
el-Mansur,
Emeviler devrinden kokmuş bir miras olarak devraldığı yeni devletin inşasına,
yeni bir başkent arama ve yeni bir şehir kurmakla başlamıştır. İslam
imparatorluğunun bu yeni başkenti deniz ve karalardan gelebilecek her türlü
tehlikelerden uzak stratejik bakımdan çok önemli bir merkezde, diğer büyük
şehirler, özellikle doğu ülkeleri "Horasan ve Orta Asya" ile kolayca
irtibat kurabilecek bir yerde olmalı idi. İşte uzun asırlar Abbasi devletinin
başkenti olarak inşa edilmiş olan "Daru's-Selam" diğer ismiyle
"Bağdad" böyle bir yerde ve bu temel mülahazalarla kurulmuştu.
Yeni başkent
daha ziyade bir kara imparatorluğunun özelliğini taşıyan Abbasîler devletinin
tam kalbi mesabesinde olan bir yerde coğrafi konumu itibariyle Emevi nüfuzu ve
Arapların hakim olduğu Şamdan uzak Abbasileri iktidara getiren güçler, yani
Horasan ve Türk bölgelerine çok daha yakın bir yerde idi. Hiç şüphesiz Bağdad
kendine has özelliği dolayısıyladır ki, hem el-Mansur, hem de daha sonraki
devirlerde yüzlerce binlerce köle ve cariyenin akınma uğramıştır. . '
el-Mansur'un
sarayında şüphesiz çeşitli kavim ve kabilelere mensup yüzlerce binlerce cariye
bulunmakta idi. Bunlar arasında Türk asıllı bir çok cariyenin de bulunmuş
olması gayet tabiidir. Mamafih bu câriyelerin saraylardaki yaşayışları ve
onların zaman zaman sarayın alışılagelmiş havasının dışına çıkmaları dışındaki
alışkınlıkları ve bunların karşısında Halife el-Mansur'un çok sert tutum ve
davranışları hakkında ilginç rivayetler bulunmaktadır.
Hemen şunu ifade edelim ki, el-Mansur çok ağırbaşlı ve çok ciddi bir
devlet adamı idi. Sarayındaki cariyelerin aşırı hareketlerinden hoşlanmazdı.
Buna rağmen onların zevk ve eğlencede bazen ölçüyü kaçırdıkları, sarayın huzur
ve süknünü bozdukları da olurdu. Nitekim bu cariyelerin saray hayatı ile ilgili
gerçekten de tipik bir olay et-Taberi'de hem de çok ayrıntılı bir şekilde
nakledilmektedir. O devrin harem hayatı hakkında bir fikir vermesi ve Hammad
et-Türki adında hem de halifenin sağ kolu olan bir Türk devlet adamının bu
olayların içinde olması sebebiyle biz et-Taberi'nin rivayetlerini burada
değerlendirmeyi uygun bulduk. et-Taberi'nin Hammad et-Türki'den naklettiğine
göre o diyorki;
"-Birgün sarayda el-Mansur'la birlikte idim. Birden haremden aşın
çığlık ve kahkahalar duyuldu. el-Mansur bana dönerek
"-Ey Hammad bu nedir? Hele bir bak dedi. Ben de gittim baktım. Bir
de ne göreyim. Bir köle bütün cariyeleri başına toplamış, o elinde bir tanbur,
onlarda coştukça çığlık atıyor, gülüp oynuyorlardı. Geldim ve gördüklerimi
Halifeye arzettim." O bana;
"-Na'linimi getir dedi. Yavaş yavaş sessizce odadan çıktı, onların
bulunduğu salona geldi. Cariyeler Halifeyi görünce bir anda her biri bir tarafa
kaçışıp gittiler. Halife buna çok kızmıştı. Bana tanburu kölenin başında
parçalamamı emretti. Ben de o tanburu kölenin başında parçalanıncaya kadar
vurdum. Halife bununla da yetinmedi. O köleyi saraydan kovdurdu, üstelik köle
pazarında da satılmasını emretti (55).
c- el-Mansur ve Semerkant Hükümdarının Kızı:
el-Mansur'un sarayında bir çok cariyeler olduğunu söylemiştik. Fakat bize
göre onun sarayına intisab eden Türk hanımlarının en önde geleni kaynakların
belirttiğine göre Soğd Meliki'nin kızıdır (56). Soğd ve Soğdiyyeden Abbasîler
devri tarih ve dil terimi olarak "Türklerin" kastedildiği bir
gerçektir. Nitekim kaynaklarda kudretli Abbasi halifesi el-Mutasım'ın annesi
"Mâride" için "Soğdiyye" (57) denildiği gibi, yine bu
devirlerde yetmiş Türk asıllı büyük şair Ebu İshak el-Hureymi (öl. 815) içinde
"Soğdiyye" denilmiştir ki bunların hepsi aslen Türktür (58).
Gerçekte
Soğd, Semerkant ve havalisine verilen genel bir isimdir. Semerkant ise, Islami
fetih yılları, hatta çok daha önceki devirlerden beri Türklüğün bütün hâkim
karekterini taşımakta ve Türk soyundan gelen hükümdâr aileleri tarafından idare
edilmekte idi. Semerkant'ın Türk olma özelliği Abbasîler devrinde daha da
artarak devam etmiştir. Buralar Islamiyetin bir kalesi olmakla kalmamış, o
devirlerde Abbasi sarayları devlet ümerası ve hilafet ordusuna gönderilecek
Türkler için bir toplanma ve buluşma yeri olmuştur (59).
Soğd veya
Semerkant Hükümdârına gelince, bunun büyük diplomat meşhur Türk asıllı hükümdâr
Guzek (veya Oğuz Bek)'in torunlarından birinin olması gerekmektedir.
Bu Türk
Hükümdârı, muhtemelen Abbâsî devletinin yeni şöhretli halîfesi ile sosyal ve
siyâsî ilişkilerinin daha iyi bir zemine oturtulmasını istemiştir. O, bunun
için eski bir Türk âdetine uyarak sıhriyet yolunu Seçmiş ve bu cümleden olmak
üzere Türk Hükümdânnın kızı Bağdâd'a gelin olarak gitmiştir. el-Mansur'un bu
Türk perensi ile çekici bir düğünle evlenmiş olması gerekmektedir. Her ne kadar
kaynaklarda bu konularda pek fazla bir bilgi yoksa da İbni Kuteybe'nin
bildirdiğine göre el-Mansur'un bu Türk prensesinden bir erkek çocuğu dünyaya
gelmiş ve adını da Salih koymuştur (60). Salih'in daha sonra cereyan eden bir
kısım siyasi olaylarda adı geçmediğine göre, hilafet camiasında bu Türk şehzadesinin
son derece sessiz ve sakin bir hayat
yaşadığı anlaşılmaktadır.
D- ÜSEYD B.
FİZAR'IN TÜRK HAZAR HAKANININ
KIZIYLA EVLENMESİ
Gerçekte el-Mansur Türklerle olan münasebetlerini geliştirmede aristokrat
Türk Hatunları ile evlenmeyi kendi zamanında nerede ise bir devlet politikası
haline getirmiştir. Nitekiro o, Ermeniye valisi üseyd b. Fizar es-Sülemi'ye
yazdığı bir emirnamesinde aynen şöyle devam etmektedir; "Bundan sonra
Ermeniye vilayetinin doğru dürüst idaresi ancak senin Hazarlarla sıhriyet bağı
kurmana bağlıdır. Buna göre bu kavimle hemen akraba olmaya çalışki, ülke
işleride yoluna girsin. Aksi takdirde senden ve senin Hazarlarla olan
münasebetlerinin bozulacağından endişe ederim. Çünkü Hazarlar öyle bir kavimdir
ki, onlar bir şey yapmak istediklerinde hemen bir araya gelirler ve sonunda
bunu mutlaka elde ederler. Bunu iyi düşün. Benim emrime aykırı davranma.
Hazarlarla her hal-ü kârda akraba olmaya çalış. Allah'ın selamı sepin üzerine
olsun."
Halife el-Mansur'un emirnamesi Yezid'e ulaşınca o, derhal Hazar hakanı
Toatur'a bir elçi göndermiş ve kızı Hatunla evlenmek istediğini bildirmiştir.
Temel kaynaklarımızdan İbni Asem el-Kûfi'de bu evlilik hakkında, diğer
kaynaklarda hiç bulunmayan belki de şaşılacak derecede geniş bilgiler
bulunmaktadır. Ona göre; Yezid'in, Hakan'ın kızı Hatunla yüzbin dirhem mihirle
nikahları kıyılmış ve gelin Hazar ülkesinden İslam beldesine doğru yola
çıkmıştı. Hatuna Hakan'ın yakın adamlarından onbin kişi eşlik ediyordu. Bunun
yanısıra Hatun'un öyle bir çeyizi vardı ki, o zaman kadar böylesi bir düğün
çeyizi ne görülmüş ne de işitilmemişti.
İbni Asem el-Kûfinin çok daha ayrıntılı bir şekilde bildirdiği gibi bu
çeyiz, onu taşıyan binlerce deve, binlerce yüklü katır, bir o kadar insan,
yükler dolusu altın gümüş, kaplar, kacaklar, had ve hesaba gelmeyen birbirinden
ağır ziynetler, mücevherler, takılar, ayrıca yürüyen sarayları andıran altın
kubbeli ipek ve atlas döşenmiş yirmiden fazla araba, hülasa daha neler vardı.
Bütün bunlar göz önüne getirildiğinde gelen sadece Hazar Hakanının kızı değil,
yürüyen bir şehir, bir dağ misali bütün Hazar ülkesinin hayli zenginlik ve
serveti idi.
Bu muazzam kafile İslam ülkesinin hudut kapısı Berza'ya gelmiş ve burada
konaklamıştı. Burada yine çok önemli bir olay cereyan etmiştir. Şöyleki; Bu
asil Türk hatunu Yezid'e önce bir elçi göndermiş ve kendisine müslümanhğı
öğretmek için kadın mürşidler göndermesini aksi taktirde, müslüman olmadan ve
Kuran-ı Kerim okumasını öğrenmeden önce, Yezid'i zifaf için kabul edemeyeceğini
bildirmiştir. Hatun kendisine gönderilen kadın mürşidler sayesinde önce
müslüman olmuş, Kuran-ı Kerimi okumasını öğrenmiş, sonrada Yezid'in yanına
yaklaşmasına müsade etmiştir. Mamafih bundan sonraki sayfalarda sık sık
örneğini göreceğimiz gibi, hilafet saraylarında böylesi asil dayanışlarına
şahit olduğumuz daha faziletli bir çok Türk anası vardır.
Yezid'in bu soylu Türk anası ile şüphesiz çok mutlu bir evlilikleri olmuş
ve onların iki de çocukları dünyaya gelmiştir. Gelgörki, onların bu mutlu
evlilik yılları ancak iki sene dört ay sürmüştür. Zira bu Türk hatunu bir doğum
sonrası lohusalık devresinde hem de genç yaşta vefat etmiştir. İbni Asem,
Yezid'in bundan çok büyük bir üzüntü duyduğunu kaydetmektedir (61).
el-Mansurdan sonra hilafet makamına şüphesiz oğlu el-Mehdi, ondan sonrada
el-Hadi geçmiştir. Bu iki halife devrinde saray ve yakın çevrelerdeki Türk
cariyeler hakkında şimdilik bir şey söylememiz mümkün değildir. Ancak onlardan
sonra gelen Harun er-Reşid'in hilafet makamına geçmesiyle, profesyonel Türk
askeri varlığı gibi, Türk câriyeleri için de çok daha parlak bir devir
başlamıştırki, buna hilafet camiasında "Türk Hatunları Devri" dememiz
çok daha yerinde ve uygun olacaktır. Zira bu Türk cariyelerinden biri olan
Mâride'den doğma el-Mutasım'dan sonradır ki, Abbasi halifeleri Arap değil, hep
bu ana ypnünden Türk olan el-Mutasım zürriyetinden gelmişlerdir ki, bunların
sayıları sekiz kadardır.
E- HAZAR HAKANININ KIZI BAĞDAD YOLUNDA
Ancak bizim Hârun er-Reşid devrinde hilafet saraylarına intisab etmiş ve
her biri ayrı bir değer olan Türk asıllı cariye ve bunlara bağlı olayları
açıklamaya geçmeden önce üzerinde durmak istediğimiz bir konu daha vardır. O da
Bağdad'a Harun er-Reşid'in değerli vezirlerinden Fazl b. Yahya el-Bermeki'ye
takdim edilmek üzere yola çıkarılan ve sonu hilafet ülkelerinde tam bir
trajediye dönüşen Hazar Hakanının kızı veya bir diğer rivayete göre kız kardeşi
Arapça kaynaklardaki adiyle Seyyide hakkındadır.
Gerçekte Hazarlarla, müslüman Araplar arasında ilk temaslar Hz. Ömer
devrinde (634-644) Azerbaycan'ın fethiyle başlamıştır (642) (62). Abbasîler
devrinde bu temaslar ekonomik boyutlar kazanarak daha da gelişmiş ve bu iki
ülke arasında elçiler gönderilmiştir.
Yine bu cümleden olmak üzere H. 132/749 yılında Hazar ülkesi Türk
Hakanlığı ile Bağdad arasındaki bu iyi münasebetlerin tabii bir neticesi olarak
Hazar Hakanının kızı, çok kıymetli hediyelerle Bağdad'a gitmek üzere yola
çıkarılmıştı. Heyette, Hakanın maiyyet erkanı ve Türk aristokrat tabakasının en
önde gelen temsilcileri olan Tarhanlar da vardı (63).
Her ne kadar kaynaklar, bu Türk prensesinin Fazl b. Yahya'ya takdim
edilmek üzere gönderildiğini kaydetmekte iselerde (64), bunda ap açık bir
iltibas olduğunda hiç kimsenin şüphe etmemesi lâzımdır. Zira o devrin kabul
edilmiş teamülüne göre bunun, doğrudan doğruya ünü cihanı tutmuş İslam Halifesi
Harun er-Reşid'e gönderilmiş olması gerekmektedir. Fazl ise, Türk heyetine
öncülük edecek ve halife ile tanışma ve kaynaşmalarında belki birinci derecede
rol oynayacaktı.
Kâfile, büyük bir debdebe ile Berzaa'ya ( ) İslam ülkelerinin ilk hudut
kapısına geldiklerinde, ne yazıkki Türk Hakanının kızı sebebi bilinmeyen bir
nedenle ölmüştür (798). Böyle beklenmedik ölüm ancak bir zehirlenme ile
olabilirdi. Artık bundan sonra heyet geri dönmüş ve Tarhanlar buradan pek tabii
olarak geri dönmüşler ve Türk Hakanına kızının yani Türk prensesinin
müslümanlar tarafından bir suikast sonucu zehirlenerek öldürüldüğünü
söylemişlerdir.
Sebebi ne olursa olsun bu ölüm olayı, Hazar Türkleri ile müslümanlar
arasında büyük bir felakete yolaçmıştır. Bundan derin bir üzüntü ve infiale
kapılan Hazar Türk Hakanı, güçlü bir ordu hazırlayarak,
"Bâbü'l-Ebvab"dan geçmiş, İslam ülkelerine saldırmış ve yüzbinlerce
kişiyi de esir almıştır (65) Mamafih daha sonraları, Halife Harun er-Reşid'in
yerine geçen oğlu el-Memun, Hazar Türkleri ile bozulan bu münasebetlerin
düzeltilmesi ve eski seviyesine gelmesi için gayretler sarfetmiş ve bunda
başarılı da olmuştur. Nitekim el-Câhız bu hususta şöyle demektedir.
"Birgün el-Memun'un vezirlerinden Fazl b. Selh'in yanına geldim.
Hazar Hakanının elçisi de onunla idi. Elçi, hâlâ Hakan'ın kız kardeşinin
ölümünden bahsediyordu" (66).
IV.
ARİSTOKRAT TÜRK HATUNLARININ
HİLAFET CAMİASINDAKİ
YENİ DEVRİ
1- MERÂCİL HATUN TARİH SAHNESİNDE
A- MERÂCİL HATUN VE SARAYA GİDEN YOL
Gerçekte Harun er-Reşid devri hem hilâfet çevrelerindeki Türkler, hem de
Abbasi saraylarına intisab etmiş Türk cariyeleri için önemli bir merhale
olmuştur. Onun sarayında, dünyanın dört bir tarafından gönderilmiş binlerce
cariye bulunmakta idi. Bunlardan bir çoğu da Türk asıllı idi.
Harun er-Reşid'in sarayındaki Türk asıllı cariyelerin en gözde
olanlarından birisi de Merâcil Hâtûndur. Her ne kadar onun bazı kaynaklarda
İran asıllı olduğu zikredilmiş ise de, İbni Hazm başta olmak üzere daha bir çok
İslam Tarihçisi onun açık açık Türk olduğunu zikretmişlerdir (67).
Esasen onun memleketinin "Bazgis" olması, Türk asıllı olduğunun
en büyük bir delili olarak kabul edilmelidir. Çünkü el-Mesudi onun Bazgisli
olduğunu nakletmektedir (68). Bazgis ise Merv ile Herat arasında geniş bir
bölgenin adıdır. Buralar çok eskiden beri İslami kaynaklarda Hayatıla;
Aftalitler veya Akhunlar adı verilen Türk boylarını yurdu idi. Arap fetihleri
sırasında burası meşhur Türk hükümdârı Nizak Tarhan'ın idaresi altındaki
mahalli Toharistan Beyliğinin kartal yuvasını andıran müstahkem başkenti idi
(69). Bütün bu rivayetler Merâcil Hâtun'un Türk asıllı ve şerefli bir aileye
mensup olduğunu göstermektedir.
Mamafih, Merâcil ailesi, büyük dedelerinin kimler olduğu ve nasıl
Bağdad'a geldikleri bilinmemekte isede O, Harun er-Reşid'in şahsiyetli ve son
derece otoriter hanımı Seyyide Zübeyde tarafından seçilmiş, beğenilmiş ve
halifeye bizzat kendisi tarafından hediye edilmiştir (70).
Bu şekilde Abbasi saraylarına intisab eden Merâcil, daha sonra halifeden
bir erkek çocuğu dünyaya getirmiştir. Asıl adı Abdullah olan (71) bu son derece
yetenekli ve aynı zamanda hükümdar-alim tabiatlı çocuk, daha sonra çok zor ve
çetin mücadeleler sonucu el-Memun lakabıyla hilafet makamına geçmiş ve
Abbasiler'in VIL halifesi olmuştur.
Artık Merâcil Hatunla birlikte hilafet merkezi ve Abbasi saraylarında
Türk asıllı hatunlar dönemi de bir fiil başlamış oluyordu. el-Mutasım devrinde
Mâride ve el-Mütevekkil döneminde Şuca Hatun bu ilk devir hilafet saraylarında
boy göstermiş şerefli Türk Hatunları'nın önde gelen simaları arasındadır.
Mamafih bu hal bazı kopukluklarla birlikte, Selçuklularda dahil, Abbasi
devletinin yıkılışına kadar devam etmiş ve Abbasi Halifelerinin pek çoğu bu
Türk analarından dünyaya gelmiştir. Tuğrul Beyden itibaren Selçuklu Sultanları
ve onların gönüllerinde yanıp tükenmek bilmeyen Ehli Beyt sevgisi ile konuya
yeni bir boyut kazandırmak istemişlerdir. Onların bu cümleden olmak üzere
Abbasi Halifeleri ile sıhriyet bağları kurmayı bir devlet politikası haline getirmişler
ve bunda şaşılacak derecede de muvaffak olmuşlardır ( ).
B- MERÂCİL HATUN VE OĞLU EL-MEMUN
Gerçekte Merâcil Hatun oğlu el-Memunu çok ilginç bir günde dünyaya
getirmişti. Zira onun daha dünyaya gözlerini açtığı ilk günde, Halife el-Hâdi
ölmüş ve onun yerine Abbasilerin ününü yedi iklime duyuracak Hârun er-Reşid
halife olmuştu. Yani aynı günde bir Halife ölmüş bir halife tahta çıkmış ve
diğer bir halife yani el-Memun dünyaya gelmiş oluyordu (1 Eylül 813) (72).
el-Memun dünyaya geldikten sonra ne yazıkki fazla sürmemiş ve Merâcil
Hatun daha nifas halinde iken vefat etmiştir (73). Böylece el-Memun çok küçük
yaşında ana tarafından yetim kalmıştı. Ancak onu Harun er-Reşid her zaman sevip
saymış ve büyük bir ilgi göstermiş ve Zübeydenin aksine müstakbel halife
gözüyle bakmıştır. Bu bakımdan el-Memun sarayda iyi bir terbiye görmüş, küçük
yaşlarından itibaren ilmi tahsil etmeye başlamış (74) ve sonunda akli ve nakli
ilimlerde özellikle felsefe ve hikmette çevresindeki kudretli alimlerle boy
ölçüşebilecek bir hale gelmiştir. Abbasi halifeleri arasında ondan daha alim
bir kimse bulunmadığı kaydedilmektedir (75).
Ancak Seyyide Zübeyde el-Memun ve onun olgun kişiliğini hiç bir zaman
hazmedememiş ve sinsi bir duygu ile her nedense onun karşısında olmuştur. Hatta
o bu hususta daha da ileri gitmiş ve büyük ısrarlar sonucu henüz beş yaşındaki
oğlu Muhammed'i el-Emin lakabıyla veliaht ilan ettirince koca Halife bundan çok
üzülmüş ve sık sık şöyle der olmuştu;
"Eğer Zübeyde ile Beni Haşim'in el-Emine meyilleri olmamış olsaydı
onu, el-Memun üzerine asla tercih etmezdim" (76).
C- EL-MEMGN’A
AÇILAN HİLAFET YOLÜ
Fakat tarih
koca Halifenin düştüğü bu hatayı, kendi kanunlarına göre düzeltmiştir. O da, o
çağlarda dünyanın eşsiz bir ilim bir irfan ve kültür merkezi olan Bağdad'ın
harap bir şehir haline getirilmesi ve onbinlerce kişinin kan ve canından
olmasıdır.
Zira,
er-Reşid ölüpte bu en küçük oğlu, üvey kardeşi el-Emin halife olunca, el-Memun
bu haksızlığı içine sindiremiyerek isyan etmiştir. Neticede o, bir kan ve ateş
denizinden geçerek Bağdad'a gelmiş ve dolu dizgin Bağdad sokaklarına dalan Türk
atlılarının şakırdayan kılınç sesleri eşliğinde Abbasi tahtına oturmuştur.
Canhıraş feryatlarla başı koparılan birçok bedbahtların arasında kardeşi
el-Emin de bulunuyordu.
Ona el-Eminle
olan bu amansız taht kavgasında, diğer Türk asıllı üvey kardeşi el-Mutasım'ın
Onu teşvik ettiği, her türlü destek ve yardımda bulunduğunda kimsenin şüphesi
olmamalıdır. el-Memun, Onun bu asil tutumunu her zaman takdir etmiş ve halife
olduktan sonra kardeşi el-Mutasım'ın hatırını her zaman yüce tutmuştur. Zira
es-Sülî'nin bildirdiğine göre Asram b. Hurneyd bir defasında el-Memunu ziyarete
gelmişti. O sırada el-Mutasım da onun yanında bulunuyordu. El-Memun;
"-Ya
Asram, benim ve kardeşim hakkında el-Mutasım şiir şöyle. Fakat, sakın olaki
birimizi diğerine üstün kılma!'' demişti. Asram, onların, ikisinin birbirine
uyumlu ne kadar imrenilecek bir ikili olduklarını görünce, buna kendisi de
imrenmiş ve o anda irticali olarak söylediği uzun bir kasidesinde aynen şöyle
demiştir;
"Ululuğun
sütunları bu ve onun (iki kardeşin) omuzlan üstünde yükselmiştir. Bu ve onun
asil yüzleri bir dolun ay gibi parlayıp durmaktadır" (77).
el-Memun halife olduktan
sonra, Türklere çok sıcak bir gözle bakmış, bir nevi dayıları mesabesinde olan
Türk ve Türk Hakanları ile samimi manada dini ve siyasi ilişkiler kurma yoluna
gitmiştir. Bu hususlarda genel bir yorum yapan Cevdet Paşa şöyle demektedir;
"el-Memun'un
annesi bir Türk cariyesi olduğundan! Türklere daha çok itibar edip onlarda onu
kız kardeş çocuğu bilerek uğrunda canlarını başlarını feda ederlerdi"
(78).
2-MÂRİDE HATUN’ÜN ORTAYA
ÇIKIŞI
A- MÂRİDE HATÜN VE YENİ ÇEVRE
Harun
er-Reşid devrinde hilafet saraylarına intisâb etmiş diğer gözde bir Türk anası
da Mâride Hatundur ( ). Onun büyük
dedeleri Semerkant havalisinde mekan tutmuşlardı. Temel kaynaklarda Ona
"Soğdiye" denilmesinin ana sebebi de işte bu olsa gerektir (79).
Aile, ilk
İşlami fetih yıllarında emsali bir çok Türk ailesi gibi buralardan koparak önce
Küfeye gelmiş, daha sonrada el-Haccac b. Yusuf'un yeni bir şekil verdiği Sevad
bölgesindeki el-Bendenecin köyüne yerleşmiştir (80). Sevad bölgesinin kıymetli
tarım arazilerini işlemek için buralara ilk devirlerde el-Haccac tarafından
yüzlerce binlerce Türk ailesinin yerleştirilmiş olduğu hiç bir zaman
unutulmalıdır. İşte daha sonraları üstün eka, izzeti nefsine inada kadar varan
aşırı düşkünlüğünden dolayı, muhtemelen çevresi tarafından kendisine
"Mâride" lakabı takılacak olan bu afacan yaratılıştı büyük bir
aileden çıkmıştı. el-Mesudi onun babasının "Şebib" adında bir zat
olduğunu kaydetmektedir (81). Daha sonra olaylar, bu aileyi Bağdad'a sürüklemiş
ve Mâride hilafet saraylarına intisab ederek o camianın ağır başlı, gurur ve
izzeti nefsine düşkün en gözde cariyelerinden biri olmuştur.
Gerçekten Mâride de Merâcil Hatun gibi, Harun er-Reşid'in son derece
otoriter hanımı Seyyide Zübeyde tarafından seçilmiş ve kocası Harun Reşid'e çok
kıymetli bir hediye olarak takdim edilmiştir. O, böylece hilafet saraylarındaki
bir diğer Türk asıllı cariye olan Merâcil Hatunla aynı kaderi paylaşmış
oluyordu.
He ilginçtirki, çınların bu müşterek kaderi oğullarının da alın yazılan
olacak, el-Memun ve el-Mutasım, Abbasi hilafetine giden yolda birlikte
yürüyecekler ve aynı kaderi paylaşarak Halife olacaklardır. Bu bakımdan
el-Memun ile el-Mutasım'ın her konuda tam bir işbirliği içinde olmaları büyük
olayları beraberinde göğüslemeleri, birbirlerine başarılı olmaları için her
türlü yardım ve destekte bulunmalarının sebebi, siyasi bir izzet bir ikbal
olmaktan ziyade tamamen milli ve ikisininde Türk olmalarıdır. Bu iki kardeş
hilafet çevrelerindeki Arabizan baskılara sonuna kadar direnmişler ve bunda
belirli ölçüde muvaffakta olmuşlardır.
B- HÂRÜN ER-REŞİD VE MÂRİDE HATÜN
Bu şekilde
hilafet saraylarına intisab etmiş olan Mâride'den Harun er-Reşid çok hoşlanmış
ve kısa bir zaman sonra aralarında belki Zübeydenin bile imreneceği bir aşk ve
sevda hayatı başlamıştır. O kadar ki; Harun bir an bile Mâride'den ayrılamaz
olmuştu. Nitekim es-Suyûti Mârideyi Harun Reşid'in en sevdiği ve hoşlandığı
kadınlardan biri olarak kaydetmektedir (82). el-Mutez ise, bu konularda daha da
ileri gitmekte ve Reşid'in ondan bir saat bile ayrı kalmaya sebredemediğini
kaydetmektedir (83).
Mamafih
onların bu birlikte geçen mesut günleri tatlı meyveler vermiş ve daha sonra
Muhammed adını koydukları, son derece sıhhatli gürbüz, bedeni yapısı ve yüz
hatları ile dayıları Türkleri Türk Hakanlarını hatırlatan ilk erkek çocukları
dünyaya gelmiştir. İşte bu kahraman tabiatlı küçük çocuk vakti zamanı gelince
el-Mutasım Billâh lakabıyla hilafet tahtına oturmuş ve yıkılma işaretleri
görülmeye başlayan Abbasiler devletini eski azmet ve ihtişamına kavuşturmuştur.
Yukardaki
açıklamalarımızda Mâride Hatun ile Harun er-Reşid arasında Seyyide Zübeyde'nin
gölgesinde karşılıklı sevgi ve saygıya dayanan bir aşk hayatı başladığını
söylemiştik. Bu böylece senelerce sürüp devam etmiştir. O devrin edebi
kaynaklarında onların bu gönül zenginliği ve herkesin yaşamak istediği bu sevgi
dolu hayatları hakkında imrenilecek tasfirlerde vardır. Biz bu olaylardan
birini saray ve sosyal hayatın bütün varyantlarını bir edebi manzara içinde
sergilemesi ve bir fikir vermesi bakımından biraz ayrıntılı olarak zikretmek
istiyoruz. O da İbnü'l-Mutez'in büyük bir titizlikle kaydetmiş olduğu
rivayetlerdir.
Evet, Harun
er-Reşid bir defasında Mâride Hatuna kırılmış ve ondan yüz çevirmişti. Pek
tabii olarak Mâride de ona kırılmış ve kendi odasına çekilmişti. Aradan çok
'kısa bir zaman geçtikten sonra koca halifenin Mâride'den ayrı kalmanın verdiği
üzüntü ve ızdırapla gözlerine uyku girmez olmuş ve nerede ise kendisini ölümün
kucağına atacak bir hale gelmişti. Oysa aynı gönül ızdırpbı ve hicran
üzüntüsünü Mâride Hatun da yaşıyordu. Dünya onlara dar, gelmişti. Gel görki,
ikisi de bunu bir gurur meselesi yaptıklarından ilk adımı biri öbüründen
bekliyor, ve bu işkenceli günler, bir cehennem hayatı gibi sürüp gidiyordu.
Fakat orada
tecrübeli vezir Fazıl b. er-Rebi vardı. O, birbirlerinin hasretiyle yanıp
tutuşan bu iki sevgilinin arasını bulmak ve onların gururlarını incitmeden bir
birleriyle barışmalarını sağlamak istiyordu. Tecrübeli vezir, İyi bir çözüm
yolu buldu ve devrin büyük şairi Abbas b. el-Ahnef'i yanına çağırarak bu iki
sevgiliyi yiyip tüketen aşk ızdırap, hicran ve acı günlerini dile getiren bir
şiir yazıp getirmesini söyledi, el-Ahnef uzunca bir şiir yazmış ve onlârih bü
kâbuslü günlerini öyle candan bir ifade île' dile getirmişti ki onu okuyunca
duygulanmamak mümkün değildi. O bir biri arkasından dökühüp gelen beyitlerin
bir yerinde şöyle diyordu;
"Eğer bu ayrılık, bu hicran daha da uzarsa insan onunla avunmaya
başlar. Artık meramına ulaşmak (sevgilisine kavuşmak) çok zor olur".
Fazl b. er-Rebi bu şiiri hiç bir şeyden haberi yokmuş gibi halifeye
gönderdi. Şiirin her bir beyti, Halifenin kafasında bir şimşek gibi çakmış ve
sabaha kadar gözüne bir damla uyku girmemişti,
"Vallahi
artık Mâride ile barışmam lâzımdır" diyerek gönül sultanının eşiğine
gelmiş, onu kucaklamış ve bu cehennemi ızdıraplı ?fıu t jmıasJuM-ls
oizıiiis.'so ınıiBiHuooo iDno?i nu nujsri sdhsM' günlerine bir son vermiştir.
C- BİR ŞİİR VE ŞAİRİN DEĞERİ
Biz bu olayın
bundan sonraşıki gelişmelerini İbni Hallikandan özetliyelim. Şöyle ki; ;
"Mâride,
Harun er-Reşid'in gönlünü bir kalbur gibi delik deşik eden ve onu elsiz ayaksız
kendisine dönmesini sağlıyan asıl Sebebin böyle son derece duygulu bir şiir
olduğunu öğrenmiş, fakat onu kimin yazdığını asıl şairi bir türlü
kestirememişti. Harun er-Reşid'de kasten onu söylemiyordu. Mâride Hatun, en
sonunda bu şiirin el-Ahnef tarafından yazıldığım öğrenmiş ve büyük Türk anası
ona bir nezaket örneği göstererek tam bin dinar (yaklaşık iki milyar TL.) altın
mükafat vermişti. Hârun Mâride'den hiç te geri kalmamış, bu değerli şaire,
ikibin dinar altın (yaklaşık dört milyar TL.) vermişti. Halbuki, bundan en çok
Fazl b. er-Rabi memnun olmuştu. Güngörmüş vezir bu can ile cananın kâVuşmasını
sağlıyan değerli şairi huzuruna çağırmış ve bir cemile olarak ona tam beş bin
dinar altın (yaklaşık on milyar Tl) mükafat vermiştir (84).
Bütün
bunların diğer taraftan Abbasi toplumunun şiir ve şaire yerdiği önemi
göstermesi ve bir fikir vermesi bakımından ayrı bir yeri vardır. Zira bir şaire
bir kaç beyitlik bir şiiri için 10 Milyar Tl. değerinde mükafat'Verilmesi insan
akıl ve hafsalaşının asla kabul edeceği bir, şey değildir. Ama bu bir gerçektir
ve bunun Abbasilerin ihtişam devrinde çok daha çarpıcı örnekleri vardır.
(84)
İbn Mutez, s. 257, ibn
Hallikân, Vefeyât, I. s. 14, Kitapçı, Z. s. 174. Bıf hesaplamada 1 grm. altın
450 bin lira olarak kabul edilmiştir.
D- MÂRİDE
HATÜN’GN ÖNEMLİ BİR HİZMETİ
a- Mâride ve
Şuca Hâtûn:
Mâride
Hâtun'un kendi çocuklarını özellikle el-Mutasımı, Türk örf ve ananelerine göre
yetiştirmede ne kadar özen gösterdiğini ve kendi devrinde milli şuur ve kültürü
temsil etmede ne kadar başarılı bir Türk anası olduğunu hiç kimsenin en ufak
bir şüphesi olmamalıdır. Mamâfih bizim "Saadet Asrında Türkler"
adındaki kitabımızın son bölümünde onun bu milli şuuru üzerinde durulmuş ve çok
geniş bilgiler bu hususta yaptığı en büyük hizmetlerden biride oğlu
el-Mutasımı, Türk askeri ailelerinden biri olan köklü "Boğa"
ailesinden ve devrin kudretli komutanı Büyük Boğanın kız kardeşi Şuca Hatunla
evlenmelerine ön ayak olmasıdır. Hilafet camiasının gönlü deryalar kadar
zengin, aynı zamanda büyük Abbasi halifelerinden el-Mütevekkil'in anası olan bu
faziletli, melek tabiatlı Türk anasının hayatı hakkında önümüzdeki sayfalarda
daha çok geniş bilgiler verilecektir.
b- Mâride Hâtunun Ölümü ve Çocukları
Mamafih Harun
er-Reşid'in Mâride Hatunla olan bu mutlu evlilikleri koca bir ömrü tüketecek
kadar uzun sürmemiştir. el-Hatip el-Bağdadi'nin bildirdiğine göre Mâride çok
erken yaşta Harun er-Reşid'in sağlığında vefat etmiştir (85). Artık o, ne
yazıkki oğlunun Abbasi hilafetini devr alışını, Türklere Bağdad kapılarının
sonuna kadar açıldığını Türk askerlerinin atlar üzerinde özel Sultani elbiseler
ve zırhlar içinde, sanki tunçtan bir heykel, yürüyen dağları andıran bir
heybetle Bağdad sokaklarından geçtiklerini bir türlü görememişti. Merâcil ve
daha sonra Mâride Hâtun'un böyle bir biri ardına erken bir yaşta vefat etmeleri
Seyyide Zübeyde'ye büyük avantajlar sağlamış ve oğlu el-Emin'i hem de hiç hakkı
olmadığı
(85)
Hatib el-Bağdâdi, Tarih-u
Bağdâd, III. s. 342. halde el-Memun ve el-Mutasımı hiçe sayarak Harun er-Reşid'e ünü cihanı
tutmuş büyük halifeye veliahd ilan ettirmiştir.
Harun
er-Reşid'in Mâride Hatunla olan bu evlilik yıllarında beş çocukları dünyaya
gelmişti. Bunlardan ilki Ebu İshak el-Mutasım diğeri Ebu İsmail, ve Ümmü Habibe
adındaki bir kız çocuklarıdır. Değerli İslam tarihçisi et-Taberi bu çocuklardan
diğer ikisinin isimlerinin bilinmediğini kaydetmektedir (86).
Harun er-Reşid'in
sarayında çeşitli millet ve kacimlere mensup dört bin kadar cariye olduğu,
üstelik Mâride'nin çok erken bir yaşta vefat ettiği göz önüne getirilirse onun,
Mâride Hatun’dan böyle beş çocuğunun olması çok önemli bir keyfiyettir. Bu da
bize Halifenin vaktinin elverdiği ölçüde büyük bir kısmını sevip saydığı, her
yönü ile çok takdir ettiği ve bunun böyle senelerce vefatına kadar sürüp
gittiğini ortaya koymaktadır. Mamafih Zübeyde'nin Abbasi saraylarında Arap
tarafını temsile etmesine karşı, insiyaki olarak Mâride de ölünceye kadar Türk
tarafını temsil etmiş Türk örf, adet ve ananelerine göre yaşamış, oğlu
el-Mutasımı bu çerçevede yetiştirmiş ve Zübeyde'den sonra her zaman hilafet
sarayının ikinci hem de çok güçlü bir kadını olmuştur.
3- YENİ TÜRK KIZLARI HİLÂFET MERKEZİNDE
A-
EL-MÜTASIMIN YENİ İNSİYATİFİ
Hilafet
saraylarında çok önemli bir yeri olan Türk asıllı Merâcil ve Mâride Hatun'u bu
şekilde izah ettikten sonra, şimdi de biz, konunun daha ilginç ve renkli bir
yönünü aralamak istiyoruz. O da, hilafet saraylarının dışında ve Abbasi
toplumundaki Türk hanımları onların sosyal durum ve yaşayışlarıdır.
Gerçekte
el-Mutasım devri (833-841) Türk asıllı köle ve
hanımlar ve bunların o toplumda dal budak salmaları, bundanda öte o
toplumda müessir bir varlık haline gelmelerinde çok önemli bir dönüm noktası
olmuştur.. Bu büyük halife ve onu takip eden devirlerde sadece hilafet ordusu
Türkleştirilmekle kalmamış, buna paralel olarak Orta Asyadan binlerce sıhhatli
Türk kızları celbediimiş ve bunların sayıları ve nüfuzları hilafet merkezinde
daha hissedilir bir hale gelmiştir.
el-Mutasım içip , bu büyük hamleleri gerçekleştirmek
ve sonunda hilafetjn.daha o erken devirlerinde mukadderatına Türklere hakim
kılmak hiç te kolay olmamıştır. O, takip «ettiği çok yönlü bir politika sonucu
Arap ve İranlı aydınların mukavemetini kırmış, bütün dengeleri kendi lehine
çevirmiş ve sonunda yeni dinamik bir Türk toplumu vücuda getirmek için
tasarladığı bütün fikir ve düşüncelerini hiç bir engel tanımaksızın üstün bir
cüret ve cerasetle .uygulamaya koymuştur.
O bu yola, el-Memunla birlikte çıkmıştır. el-Memunla birlikte çıktıkları
bu çetin ve çileli yoldan ilerleyerek halife ölmüş've hilafet makamı üzerine
Çöreklenen Arap ve İran sultasına ve herşeyden önce çok aşırılara varan
Arabizme ciddi ve çok ağır bir darbe vurmuştur. Diğer bir ifade ile Hilafet ve
Saltanatta, Emevilerle başlayan Arabizm ve Arap hakimiyeti, Harun er-Reşid'le
birlikte son bulmuş ve el-Mutaşım'la bir nevi Türklerin devri başlamış
oluyordu. Nitekim es-Suyuti buna işaret ederek şöyle demektedir;
"Harun er-Reşid, oğlu el-Mutasım'ın halife olmasını hiç bir zaman
istememişti. Fakat (talih ona yardım etti) Cenab-ı Hak on üstün kıldı ve kendisi halife oldu. Ondan
sonraki halifeler bütün bu el-Mutasımın soyundan geldiler. Artık er-Reşid'in
(Arap soyundan gelen) diğer evlatlarından hiç biri halîfe olamamıştır"
(87).
el-Mutasım bu şekilde halife
olduktan sonra bütün himmet ve
gayretlerini Türkler için sarfetrniştir. İlk fırsatta hilafet ordusunun
Türkleşmesi gerekiyordu. O bunun için Orta Asya'nın iç kısımlarından onbinlerce
Türkü hilafet merkezine çağırmış ve Türklerden müteşekkil ilk hilafet ordusunu
kurmuştur (88). Artık Bağdad ve Hilafet saraylarının kapıları Türk asilli köle
ve cariyeler için sonuna kadar açılmış oluyordu. Böylece onbinlerce Türk kadın
ve erkeği Bağdada geleceklerdi.
; B-TÜRK VARLIĞININ YENİ TEMEL UNSURU TÜRK KIZLARI
a- Türk Kızlarının Bağdad'a Getirilişi:
el-Mutasım bu yolda kendine has ve tarihte hiç bir zaman örneği olmayan
bir uygulamaya (.j giri^mş ^ hilafet örduşunun Türkleşmesinde takip
ettiği metodu bu defa onların Türklüklerinin korunması için tatbik etmiş ve
bunda şüphesiz muva^^ta olmuştur. Bu cümleden olmak üzere tıpkı ordunun
Türkleşmesinde görüldüğü gibi Orta Asya Türk muhitlerinden sağ yapılı, hiç bir
özürü ve ayıbı olmayan, güzel görünüşlü, boyu boşu yerinde,.iffet ve. namusuna
düşkün, masum, temiz ailelerden alman yüzlerce binlerce müslüman Türk kızlarını
İmparatorluğun taht ve baht şehrine getirtmiştir.
el-Mutasım bununla da kalmamış,, o daha da Heri
gitmiş Bağdada celbedilen Türk askerlerini-Arap kadınları ile değil- kendi
ırkdaşlan kandaşları, dindaşları öz be öz Türk olan.Türkkanı taşıyan bu
kızlarla evlenmeye mecbur etmiş ve bu hususta hiç bir masraftan da
kaçınmamıştır. el-Mutasım daha da ileri gitmiş ve onların :bir büyük bir
zaruret olmadıkça keşin bir şekilde yasaklamıştır. Mamafih bu evlenme nişan ve
düğünlerin tamamen dini çerçeve içinde cereyan etmiş
(88)
Kitapçı, Z. Türk Askeri
Varlığı, s. 72-78.
olduğunu da hiç bir zaman hatırdan çıkartılmamalıdır.
Böylece
Bağdad kapıları, yağız cehreli Türk yiğitlerine olduğu kadar, çok geçmeden
sağlam karekterli Türk kızlan faziletli Türk analarına da açılmış oluyordu. Bu sayede
binlerce iffetli Türk kızları Bağdad'a gelmiş ve civanmert Türk delikanlıları
ile evlenmiş Türk varlığının temelini atmışlardır. Bu Türk kızları ve Türk
analarının Bağdadta çok iyi bir hüsnü kabul gördükleri de hiç bir zaman
unutulmamalıdır. Onlar halifenin her türlü maddi ve manevi destek, ve
himayesine mazhar, her zaman imtiyazlı, birinci sınıf bir insan muamelesi
görmüşler, her türlü maddi sıkıntıdan uzak müreffeh bir hayat yaşamışlardır.
Çünkü onlarında isimleri bir bir divana kaydedilmiş ve her birine ayrı aylıklar
bağlanmıştır.
el-Mutasım
böyle yapmakla bir bakıma Türk varlığının çöküntüye uğramasını Arap ve
Araplığın içinde eriyip gitmelerini önlemiş ve onların uzun süre dinamizmini
muhafaza ederek tarih sahnesinde kalmalarını sağlamıştır. Zira bu yeni Türk
aileleri ve bu katıksız Türk ana babalarından doğan binlerce Türk çocukları ile
hilafet merkezinde hem Türk varlığının devamını sağlayacak hem de hilafet
ordusundaki Türkler için yeni bir kaynak oluşturulacaktı.
Zira aileler
askeri bir statüde oldukları için bunların çocukları da pek tabii olarak asker
ve baba mesleğine intisab edecekler ve böylece hilafet ordusu, askerlik çağma
gelmiş eli silah tutan yeni Türk gençleri ile ikmal ve takfiye edilecek ve
dolayısıyla kendi öz kaynağını kendisi temin etmiş olacaktı.
b- El-Yakubi
Ne Diyor?
Türk
kızlarının Bağdad'a celbi ve onların bu yeni toplumdaki durum ve hukuki
statüleri hakkında o devrin gerçekten de köklü tarih ve coğrafya alimi İbni
Vazıh el-Yakûbi'nin (öl. 284/897) çok geniş ve ilginç açıklamaları vardır.
Diğer Arap yazarlarının bu baş öndürücü olaylar ve sosyal gelişmeleri kendine
has, özlü uslûbi ile öylesine güzel ifade etmiştir ki; artık başkalarının şöyle
veya böyle fikir yürütmelerine ihtiyaç bile bırakmamıştır. Mamafih el-Yakubi
konumuza ışık tutan beyanlarında aynen şöyle demektedir; '
"el-Mutasım
daha sonra Türk cariyeleri satın alıp bu Türkleri onlarla evlendirdi.
Türklerin, müvelletler (cinsi, hasebi, nesebi bozuk) kadınlarla evlenmeleri ve
sıhriyet kurmalarını yasakladı. Onların çocuklanda bu yasaklılar arasında idi.
Bu çocuklarda evlilik çağma geldiklerinde ancak Türk erkek ve kızlan yani kendi
hemcinsleri olan Türklerle evlenebileceklerdi. Türk cariyeleri için devamlı
tahsisatlar ayırdı. Onların isimlerinin bir listesini yaptırarak Divana yani
maaş ödenen kimseler arasına kaydettirdi, onlan maaşa bağladı. Onların
boşanmalarını da yasakladı. Böylece bu Türklerden hiç birisi karısını
boşayamadığı gibi, ondan aynlması da mümkün değildi" (89).
C-
EL-MÜTASIM'IN TARİHİ MİSYONÜ
a- Büyük
Görevin Türklere Verilmesi:
Evet binlerce
Türk gençleri ve bir o kadarda iffetli Türk kızlarını Bağdada getirmek,
yerleştirmek, onlara müreffeh bir hayat temin etmek şüphesiz o devirlerin en
büyük sosyal ve askeri olaylarından biridir. Koca bir cihan imparatorluğu
kurmalarına rağmen Arapların, kısa zamanda deforme olmaları, kendi emniyet ve
selametlerini bir başka millete Türklere bırakmaları, sınırlarının güvencesini
onlara havale etmeleri ve onbinlerce Türkü, kadın ve erkek İmparatorluğun
(89)
el-Yakûbi, K. el-Büldan, Nşr. De Geoje,
Leydan, 1892, s. 259.
başkentine çağırmaları, ve onlardan her türlü, imtiyaza
sahip güçlü kuvvetli bir askeri sınıf oluşturmaları vs. işte böylesine bir
uygulamanın İslam ve dünya tarihinde Türklerin dışında hiç bir misali yoktur.
Yine dünyada; kendi kurdukları devleti barış zamanında bile koruyamıyan
buna muktedir olamıyan, kokuşmuş dünya zevk ve eğlenceleri, tatlı yaşam lüks ve
israf içinde kılınçlarını kınına sokan kendi elleriyle kendi devletlerini bir
başka millete, yani Türklere bırakan, onlardan hayır ve medet bekleyen tarihte
sadece Müslüman Araplar vardır. Müslüman Arapların dışında böyle müdafası zor
bir duruma düşen hiç bir millet yoktur.
el-Mu'tasım, dayızadeleri olan bu Türklerin Araplarla her ne şekilde
olursa olsun sıhriyet kurmamaları ve onlarla karışmamaları için o kadar hassas
davranıyorduk!; o, bu hususta daha da ileriye gitmiş ve bu Türk aileleri için
Bağdad'ın dışında yeni, bizim tabirimizle bir Ordukent kurmuştur. el-Mahsur'un
"Darü's-Selam"ına bir nazire olarak kurulan bu yeni başkentin adı
tarihi kaynaklarda "Samarra" olarak geçmektedir.
Bu kelime Arapça "Sürre-men-rea" cümlesinin kısaltılmış
şeklidir. O da "Görenler şevindi" anlamına gelmektedir,- Görenler
neye sevineceklerdi? Şehrin ihtişamına mı? Yoksa orada yürüyen bir dağı andıran
yalın kılıhç, yağız çehreli, birer tunç heykeller gibi ilerleyen destani Türk
kahramanlarına mı? Bü pek belli değildi. Ama böyle incelikle seçilmiş bir
kelime ile bize göre üç ayrı anlam kasdedilmiş olmalıdır. Hem şehrin ihtişamım
görenler, hem kaftal bakışlı Türk askerlerini seyredenler, hemde bütün azamet
ve heybeti ile Türk Hakanını andıran onlara has bir azamet ve ihtişamla yürüyen
el-Mu'tasımı bu yeni ordunun başında görenleç mutlaka sevinmeli idi. Artık,
el-Mu'tasım'a göre; Abbasi hilafetinin geleceği onların şimşekleri andıran nal,
yıldırımları hatırlatan kılınç seslerine havâle edilmiş oluyordu.
c- Yeni Toplumun Dayandığı Temel ve Türkçe
Evet el-Mu'tasım kendi nevine has bir uygulama ve klâsik Arap toplumunda
alışılagelmişliğin dışında yeni güçlü bir sınıf teşekkül ettirmek istemiş ve o
bunun temelini hem de çok sağlam bir şekilde atmıştır.
Bu yeni sınıfın aslı, aile çekirdeği esasına göre bina edilmişti. Aile
katıksız bir şekilde Türk ana ve babalarından oluşacaktı. Bunlardan doğacak
çocuklarda elbette öz, be öz Türk olacak, onlarda kendi ana ve babaları gibi
yine bir Türk ailesinin kızı ile kendi örf ve adet ve ananelerine göre
evleneceklerdi.
el-Mu'tasım'ın bundaki hedefi belli idi. O kendi zamanında Arap,
toplumuna ârız olan her türlü sosyal ve bünyesel hastalıklardan uzak, :yeni
güçlü kuvvetli dinamik bir Türk nesli, Türk toplumu vücuda getirmek istiyordu.
Hattâ onların dili, dahi bozulmayacaktı. Ailede, evde,. çarşL ve pazarda Türkçe
konuşulacaktı. Orduda ki askerlerde "Türkçe" konuşacaklardı. Onun
yeni "Samarra" şehrini inşa etmesinin bir diğer nedeni de bize göre
Türkçenin devamlı konuşulan bir dil olmasını sağlamaktı. Mamafih Hilafet
ordusundaki Türklerin Türkçe konuştuklarına dair elimizde çok yeterli bilgiler
vardır.
Zira, o devirlerde cereyan eden bir çok olaylar Samarra'da konuşulan
dilin genellikle Türkçe olduğunu hilâfet ordusundaki Türk askerlerinin kendi
aralarında Türkçe konuştuklarını açık, açık ortaya koymaktadır. Nitekim
et-Taberi'nin hicri 251/865 senesi olayları arasında zikrettiğine göre;
el-Müstaîn döneminde (862-866) devrin Vasîf, Boğa ve Bağır gibi Türk
komutanları arasında çıkan bir anlaşamamazlık, daha sonra halife aleyhine
organize bir ihtilâl havası estirmeye başlayınca, el-Müstaîn'in etrafında yer
alan Boğa ve Vasîf en sonunda Bagîr'm boynunu vurdurmuşlar ve halifeyi bu
sıkıntıdan kurtarmak istemişlerdir.
Oysa Bâğır, Türk askerleri tarafından çok sevilen, sayılan bir komutan
idi. Vasîf ve Boğa bile ondan çekinirlerdi. Bâgır'ın başına gelenler bu Türk
askerlerine ulaşınca onlar bir sağnak hâlinde hilâfet sarayına koşmuşlar ve
sarayı kuşatmışlardı. Hem el-Müstain, hemde diğer Türk komutanlarının hayatları
çok tehlikede idi. Bu gözü dönmüş Bâgir taraftan olan Türk askerlerine
"Dağılınız!" "Dağılınız!" denildiğinde et-Taberi bunların
Arapça "Lâ-Hayır!" anlamına gelen "Yok!, Yok!" diye bağırarak
bunu reddettiklerini bildirmektedir (90). "Hayır!" anlamına gelen
"Yok!, Yok!" kelimesi bugün bile aynı canlılığı ile Türkçemizde
kullanılmaktadır.
et-Taberî yine aynı konu ile ilgili rivâyetlerine devam ederek
söylemektedir. Bâgîr taraftarı bu Türk askerleri ve onların ileri gelenleri ile
görüşüp konuşmak ve galeyanları had safhaya gelmiş bu gözü dönmüş Türkleri
yatıştırmak için hilâfet sarayı namına Câmi b. Hâlid başkanlığında Türkçeyi iyi
bilen bir grub onların yanına gelmişler ve "Türkçe" görüşüp konuşmuşlar,
Boğa ve Vasif ile Halife el-Müstaîn'in gizlice çoktan Samarrayı terkederek
Bağdad'a sığındıklarını bildirmişlerdir. Bu doğru idi. Olayların gelişmesinden
korkan halife ve diğer Türk komutanları, kurtuluşu gizlice Bağdad'a kaçmakta
bulmuşlardı.
Hilâfet ordusundaki Türkler'in "Türkçe" konuştuklarına dair
yine et-Taberi'nin hicrî 256/869 yılı olan ile ilgili rivayetleri bize
çok açık ve kesin bilgiler vermektedir. Şöyleki;
Abbâsî
halifelerinden el-Mühtedi zamanında (869-870) yukarda adı geçen Türk
komutanlarından ve onların yerine geçen büyük Boğa'nın oğlu Musa ile Vasîf in
oğlu Sâlih'in araları bir kere açılmış ve Musa b. Boğa askerleri ile birlikte
saraya gelerek halife el-Mühtedi ile konuşmak istemişlerdir. Onların halife ile
görüşüp konuşmaları engellenince, et-Taberî bu askerlerin kendi aralarında
hemde bir çok kimseleri rahatsız edecek kadar yüksek bir sesle
"Türkçe" konuştuklarını kaydetmektedir (91).
Bu ve benzeri
rivâyetler hilâfet ordusundaki Türkler'in "Türkçe" konuştuklarını
göstermektedir. Bunlara başka rivayetleri de ilâve etmemiz mümkündür. O kadarki
bu aristokrat Türk askerî aileleri ve Türklerle rahat bir şekilde görüşüp
konuşabilmek için Arap aydınları da dahil bir çok kimse "Türkçe"yi
öğrenmişler ve onlarla çok rahat bir şekilde "Türkçe"
görüşüp-konuşacak bir seviyeye gelmişlerdir. Mamafih bütün bunlar, hilâfet
ordusundaki Türkler'in el-Mutasım'ın esaslarını tesbit ettiği gibi sadece
"Türkçe" konuştukları, "Arapça"yı öğrenmeye özendirilmediklerini
ortaya koymaktadır. Aradan seneler geçmiş olmasına rağmen Türk komutanları ve
hilâfet ordusundaki Türkler'in "Türkçe" konuşmaları, Türkler'in
el-Mutasım'ın açtığı yoldan yürüdüklerini ve bunda en ufak bir sapma olmadığını
göstermektedir.
Hilâfet
ordusundaki bu Türkler ana dilleri olan Türkçeyi konuşmamakla kalmamışlar,
kendi örf, âdet ve ananelerine göre yaşamışlardır. Nitekim et-Taberî'nin hicrî
256/869 yılı olayları arasında zikrettiğine göre;?
O devirlerin Türk asıllı büyük komutanı Boğanın oğlu Muhammed el-Mühtedi
zamanında çıkan ve bitmek tükenmek bilmeyen karmaşalıklar sırasında
öldürülünce, daha sonra Türkler onu defnetmişler ve kabrinin üstüne tam bir
kıhnç kırarak bırakıp gitmişlerdir. et-Taberî Türklerin âdetleri idi,
demektedirki bü soh derece doğru bir tesbit olmalıdır (92). Zirâ,
kahramanlarının kabirleri üstüne kıhnç kırmak Türkler arasında eski çağlardan
beri sürüp gelen bir adettir.
Mamafih biz yine konumuza dönelim/ el-Mutasım böyle yapmakta haklı idi.
Zîra böylece yeni toplumdaki Türk varlığı ve etnik yapı daha müstâkil bir
hüviyet kazanacak ve hiç bir zaman yıkılıp yok olmayacaktı. Hülâsa,
el-Mu'tasımın bir bakıma el-Mahsur'ün bir Arap şehri olarak kurduğu bugünkü
Bâğdad’ın karşısına, bir Türk şehri olârak Samarra'yı kurması; hilafet ordusunu
Türkleştirme ve ayrıca hilafet camiasında yeni bir Türk toplumu vücuda
getirmesi, bilerek veya bilmeyerek Türklere Hz. Peygamber'in vadettiği Orta
Doğu hakimiyetine giden yolun ilk kapısını açanlardan biri olması, onun bütün
bu uzak görüşlü davranışları her türlü takdirin üstündedir. Fakat bütün
bunların yanısıra, el-Mutasımı bitmez tükenmez bir Türk sevgisi içinde
yetiştiren, onu her vesile ile dayilârına özendiren değerli Türk anası Mâride
Hatun'un bunda çok büyük bir payı ve hizmeti olduğüda hiç bir zaman
unutulmamalı ve her zaman hayırla yâd edilmelidir.
.
4- TÜRÜNCÜ HAKİN VE TÜRK
AİLELERİNİN YENİDEN KAYNAŞMALARI
.A- İKİ TÜRK GENERALİNİN ÇOCUKLARININ EVLENDİRİLMESİ
a-
el-Mutasımm Yeni Teşebbüsleri:
el-Mutasımm
Bağdad'ta Aristokrat Türk aileleri, Türk hanım ve
(91)
et-Taberî, IX, s. 469. kızlardan oluşan
bir yüksek tabaka, Türk sosyetesi meydana getirdiğini söylemiştik. Bu
aristokrat Türk varlığının bizim açımızdan üzerinde durulması gereken daha
sevecen bir kısım diğer yönleri daha vardır. O da büyük halifenin bir Türklük
coşkusu içinde olması, Türk aile ve toplumunun refah ve mutluluğu için elinden
gelen herşeyi yapmasıdır. Meselâ o bu cümleden olmak üzere kendi devrinde
yükselmiş bazı Türk komutan ve aristokrat Türk ailelerinin kız ve erkek
çocuklarını hem de hilafetin haşmet ve azametine yakışır bir tarzda, birbirleri
ile evlendirmiş ve bunların düğün masraflarını bile bizzat kendisi
karşılamıştır. Meselâ bunlardan biri belki de en önemlisi hilâfet ordusunun baş
komutanı Afşin'in oğlu Haşan ile yine aynı ordunun Türk asıllı generallerinden
Aşnas'ın kızı Turuncu Hatun'un evlendirilmeleridir.
Gerçekte Türk asıllı olan bu komutanlar, çok erken devirlerde Abbasi
sarayna intisâb etmişler, şahsi kabiliyet ve yetenekleri ile dikkati çekerek
daha el-Memun devrinde yüksek mertebelere ulaşmışlardı. el-Mutasım devrinde ise
bu iki Türk generali hilafet ordusunun en parlak ve en başarılı en güçlü
komutanlarından biri idiler. Bunlardan Afşin cesaret kahramanlık ve yiğitliği
ile nasıl ki el-Mutasımm sağ kolu ise, Eşnas da cesaret, kahramanlık ve
yiğitliği ile sol kolu mesabesinde cesur değerli bir Türk komutanı idi.
İşte el-Mutasım bu iki Türk büyüğünün çocuklarını evlendirmiştir. Bunlar
yukarıda da zikredildiği gibi Afşin'in oğlu Haşan ile Eşnas'ın kızı olan ütruca
et-Taberiye göre ütrunca (93) yani Turuncu Hatun idi. el-Mutasımı çok sevdiği
bu iki komutanı birbiri ile daha da yakınlaştırmak istemiş ve bir cemile olsun
diye iki gencin düğün masraflarını da kendisi karşılamıştır. Bir coşku ve sevgi
denizini andıran bu muhteşem düğün merasimi Bağdad'ta yapılmıştı. (H.
224/M.838)
(92)
Utrunca, et-Taberi, IX,
101, Utrunca veya Utruca olarak kaydetmektedir. Turunç kelimesinden
muharreftir. Türkçe, Farsça ve Arapça'da yaygın bir kelimedir.
b- Ömeriy'e Sarayında Yapılan Büyük Düğün:
Bu dillere destan olan düğünü özellikle et-Taberi verdiği özlü bilgilerle
bütün haşmetiyle anlatmaya muvaffak olmuştur. Şöyleki; Afşin'in oğlu Haşan ile
Enasm kızı Turunca Hatun evlenerek, düğünleri Bağdadta olmuş ve el-Mutasım
onlara kendi Ömeriye Sarayını tahsis etmiş ve burada zifafa girmişlerdir.
Düğüne Bağdad ileri gelenleri de dahil, bütün Samarra halkı davet edilmiş ve
herkes orada hazır bulunmuşlardı. el-Mutasım bu düğüne o kadar önem vermiştir
ki, o düğün esnasında bu günün tabiri ile protokole dahil zevattan kimlerin
bulunup bulunmadığını dahi bizzat kendisi kontrol ediyordu.
Düğün, hilafetin azamet ve haşmetini yansıtacak bir şekilde olmuş ve
hiçbir masrafdan kaçınılmamıştı. Düğün eğlenceleri günlerce sürmüş yapılan
şenlikler dillere destan olmuştu. el-Mesudi düğün ziyafetlerinin mükemmeliyet
ve güzelliği tabir etmenin mümkün olmadığını kaydetmektedir (94). Bu yemek ve
ziyafetler sırasında halka altından yapılmış büyük tepsilerde en güzel kokular
sunulmuş, sayıları sayılmış ve kıymetli hediyeler verilmiştir.
c- Şair Olmayan Halifenin Söylediği Coşkulu Şiirler
Halk düğün ve eğlencelerinin coşkunluğuna kendini kaptırmış çılgınca
eğleniyordu. Hele zifâf gecesi gelip çatınca herkesin coşku ve sevinçi had
safhaya ulaşmıştı. el-Mutasımda bundan nasibini almış ve iki Türk büyüğünü
tavsif eden şiirler söylemiş, duyduğu sonsuz sevinç ve coşkuyu dile getirmeye
çalışmıştır. O, bu coşku dolu şiirinde şöyle diyordu:
İki deniz kucaklaştı, bir ulu reisin kızı, diğer bir ulu reisin oğluna
gelin olarak gitti.
Ah bir bilseydim o iki ulu reisten hangisinin makam ve mevkide daha önde
olduğunu
Hani o göğüs bendi olan (büyük komutan Aşnas) mı? Yoksa tac ve kaftan
sahibi (Afşin) mi? (95).
d- Turuncu Hatunun Düğünü İle Ortaya Çıkan Yeni Tablo:
Hülâsa, Türk aristokrat aileleri başta olmak üzere Samarrada oturan bütün
Türklerin de iştirakleri ile, hülâsa Türk asıllı halife, Türk asıllı iki büyük
komutan, onların çocukları için Bağdad'ta yapılan bu düğün Halife el-Mansur'un
kurduğu "Daru's-Selam" ve hilafet camiasında, toplumda kökleşen Türk
varlığının Arap ve İrank'lara karşı tam bir gövde gösterisi mahiyetinde
olmuştu. Kimbilir belkide el-Mutasım böyle dillere destan olan bir düğünü
şimdiye kadar olan icratını haklı göstermek için bile bile yapmıştı.
B- EL-MUTASIM1N BAZI ÖZELLİKLERİ
a- Afşin'in Başına Gelen Talihsizlikler:
Yukarda el-Mutasım'ın bu muhteşem düğününü bizzat kendisinin yaptığım ve.
yeni evliler için kendisine ait Ömeriye sarayını tahsis ettiğini yazmıştık.
Haşan ile Turuncu Hatun bu sarayda düğünden sonra daha bir müddet birlikte
yaşamışlardır. Zira et-Taberi hicri 225/839 yılı olayları arasında (düğünden yaklaşık
bir sene sonra Abdullah b. Tahir'in bu çifti Samarraya taşıdığını
bildirmektedir (96).
(95)
el-Mesûdi, IV, s. 59.
Bu taşıma işlemi şüphesiz el-Mutasım'ın emri ile olmuştur. Zira çok geçmeden Afşin'in başta Bağdad olmak üzere hilafet ülkelerinde
efsaneleşen dev şahsiyeti ve askeri başarılarını çekemeyenler bunlardan
özellikle iki yüzlü Bağdad kadısı Ahnef b. Ebu Duad, (97) Halife ile onun
arasını açmaya muvaffak olmuşlardır (98).
el-Mutasım Afşin'i önce bütün görevlerinden azlederek hapse attırmıştır.
Daha sonrada bir kısım asılsız ithamlarla mahkemeye şevketmiş ve sonunda da
onun boynunu vurdurarak, kendisini tarih önünde mahkum edecek en büyük suçu
işlemiştir (99).
b-
El-Mutasım'm Saray Hayatı:
Mamafih Abbasilerin güçlü, kuvvetli son derece enerjik, hür iradeli
müstakil karekterli, çok rahat kararlar veren ve bunları hiç çekinmeden
uygulayan, hakan yaratılıştı, heybetli Halifesi, tam orta denilebilecek bir
yaşta (48 yaşında) ölmüştür, (öl. 227/841)
el-Mutasım kendisinden önce ve sonra gelmiş geçmiş bir çok Abbasi
halifesi ile kıyas edildiğinde onun emsallerinin aksine, kadına, içkiye, saz,
söz meclislerine, aşırı eğlence gecelerine pek fazla düşkün olmadığı görülür.
Yine el-Mutasımm diğer Abbasi Halifelerinin aksine saray ve harem hayatı,
haremindeki cariyeler, bunların sayıları, onlara tutkunluğu, özel aşırı
ilişkileri, aşkları, gazel ve şiirleri, cariyelerin çılgınlıkları hakkında
temel kaynaklarda çarpıcı bilgiler ve renkli tablolar çizilmemiştir. Öyle
Abbasi Halifeleri olmuşturki, onların câriyelerle olan tatlı ilişkiler kurma
yolunda yaptıkları israflar bu günün tabiri ile nerede ise bir devlet bütçesine
ulaşmaktadır.
(98)
Brockelman, C. İslam
Milletleri Tarihi.
(99)
Hilafet ordusunun Türk
asıllı bu bedbaht komutanı ve onun çok acıklı olan mahkeme safahâtı için bkz.
Kitapçı, Z. et-Türk, s. 267-279.
Onun bu
yönleri ile Abbasi halifeleri arasında çok seçkin bir yeri vardır. Zaten o,
güvendiği Türk ordusunun başında el-Afşîn, İtah, Eşnas gibi hilâfet ordusunun
arslan yürekli, yiğit yarattlışlı Türk komutanları ile mağrur Bizans
İmparatorunu dize getirmek için gaza ve cihada çıkan Anadolu'nun bağrına kadar
sefer düzenleyen son Abbasi Halifesi olmuştur (100).
Gerçekte
el-Mutasım devri, hilafet ülkelerindeki Türkler için (kadm-erkek), bir altın
devir olmuştur. Onun sağladığı çok büyük imkanlar sayesinde Türk asıllı
onbinlerce kişi, kadm-erkek Bağdada gelmiş, burada yerleşmiş ve bundan böyle
gelecek Türk nesilleri için adeta bir maya olmuşlardır. Bu Türkler arasından
bir çok büyük komutanlar yetiştiği gibi bir o kadar da dirayetli Türk anaları
çıkmıştır. Onlar, müessir şahsiyetleri ile Abbasi saraylarında çok önemli rol
oynamışlardır. Saray ve çevrelerinde Türk varlığının en önde gelen temsilcileri
olmuşlardır. Her biri ayrı bir kıymet olan bu Türk anaları hakkında bundan
sonraki sayfalarda daha geniş bilgiler verilecektir.
5- YENİ TOPLUMUN YAPISI TÜRKLER VE ARAPLAR
A- YENİ
TOPLUMDA TÜRKLERİN ÖZELLİĞİ
el-Mutasımdanr
sonra Abbasi toplumu ve hilafet camiasındaki Türk varlığı için yeni bir dönem
başlamıştır. Hilafet ordusunun Türk asıllı askerleri ve onlar için İç-Asyadan
kopup gelen binlerce Türk kızları, soylu soplu binlerce Türk aileleri, Abbasi
toplumundaki müstakil Türk varlığının temelini oluşturmuşlardır. Bundan sonra
ikinci ve üçüncü kuşak Türkler gelecekti. Böylece hilafet merkezine
"Buyur!" edilen Türkler el-Mutasımın gösterdiği, bu müstesna ilgi
sayesinde, kısa zamanda Abbasi toplumunun vazgeçilmez bir unsuru haline
gelmişler, sadece askeri değil, mülki, idari, edebi sahalarda da büyük bir
varlık göstermişlerdir.
(100) el-Dineveri,
Ahbaru't-Tıval, s. 75.
Diğer taraftan, bu ilk devirlerde Divanü'l-Ceyş'e kayd olan ve ordu
kademelerinde yükselmeye başlayan bu Türk asıllı komutanlar, daha sonraki
devirlerde yükselmeye devam etmişler ve üstün kabiliyet ve meziyetleri
sâyesinde her biri ünlü, parlak birer komutan olmuşlardır. Türk asıllı bu
komutanlar, yeni bir sınıf olan Türk unsuruna, yâni kendi öz tabanlarına
dayandıkları, onlardan güç ve destek aldıkları için, kısa zamanda nüfuz ve
kudretleri artarak çok güçlü bir varlık haline gelmişler, o kâdarki karşılarına
dikilen Arap ve Iran sultasını bile kısa bir zaman içinde bertaraf etmişlerdir.
B- İKİ TOPLUM
ARASINDAKİ SOSYAL MÜNASEBETLER
Bu arada üzerinde önemle durulması gereken bir konu daha vardır. O da bu
yeni Türk varlığının, o toplumun diğer unsurları özellikle Araplarla olan
sosyal, siyasi, dini, askeri, edebi hatta kültürel ilişkilerinin boyutlarıdır.
Türk askerleri, özellikle Türk militarizminin üst tabakasını oluşturan generallerin,
başta Abbasi halifeleri olmak üzere Arap entellektüel tabakası ile askeri
ilişkileri hakkında fevkalade yeterli bilgilerimiz olmasına rağmen sosyal ve
kültürel ilişkilerin yeteri kadar geliştiğini ve tatmin edici olduğunu iddia
etmemiz mümkün değildir. Bu yeni toplumun yâni, Türk kadın ve erkeklerinin
Araplarla olan sosyal ve beşeri münasebetleri hakkında tarih ve edebiyat
literatürüne pek fazla bir şey intikal etmemiştir. Konunun hele hele folklor
(halkiyat) yönü devrin edebiyatçıları tarafından tamamen ihmal edilmiştir.
Bağdad ve hilafet camiasındaki bu Türklerin normal günlük yaşayışları, çevreye
uyumları, hatta onların örf, âdet, ananeleri, hakkında tarihi ve edebi
eserlerde fazla bir şey yoktur. Bu durum, diğer bir ifade ile şüphesiz Arap
entellektüelinin bu yeni Türk varlığına ne kadar tepeden baktıklarının her
nedense fazla bir ilgi göstermediklerinin en güzel bir delili olsa gerektir.
Fakat bizim
açımızdan konunun bir başka yönü daha vardır. Bu sosyal münasebetlerin kısır
bir döngü içinde bocalayıp durmasında el-Mutasım1 ın büyük bir azim
ve kararlılık içinde uyguladığı tecrit hareketi de çok önemli bir rol
oynamıştır. Zira, Türk varlığının kadın erkek Araplarla her ne suretle olursa
olsun karışmamaları ve onların Arabizmin potasında erimemeleri için fevkalâde
önemli tedbirler alınmıştır. Türk asıllı kadın ve erkeklerin Araplarla her ne
suretle olursa olsun evlenmeleri yasak olduğu gibi, onların çoluk çocukları
dahi bu yasak kapsamına alınmıştı. Bundan da öte, Türk varlığı için yeni
muazzam bir ordukent Samaıra inşa edilmiş ve bütün Türkler büyük bir özen ve
düzen içinde buraya yerleştirilmişlerdir.
İki toplum
arasında bir kültür diyaloğunun kurulması, olup-biten olayların topluma
yansıması, toplum tarafından algılanabilmesi için Türk ve Arap toplumunun iç
içe yaşamaları lazımdı. Böylece tarihi ve edebi kaynaklara bu iki toplumun
özellikle Türk toplumunun yaşayış tarzı örf adet ve ananeleri hakkında pek çok
olay intikal etmiş olacaktı. Oysa Türkler toplumun kültür ve sanat yapısını
oluşturan asıl çevrelerden uzak tutuldukları gibi, büyük edipler, şairler,
sanatkârlar ve bunların yaşadığı çevrelerden de uzak tutulmuşlardır. Türkler
asker olarak gelmişler ve asker olarak kalmalı idiler. Onların şecaat,
kahramanlık, mertlik, yiğitlik gibi temel vasıflan her ne pahasına olursa olsun
dumura uğratılmamalı ve kanlan bozulmamak idi.
C- YENİ
DOKÜSÜ İLE SAMARRA ŞEHRİ:
el-Mansur'un
kurduğu Bağdad şehri ile, ondan 73 sene sonra el-Mutasım'ın kurduğu Samarra
şehri, etnik yapı, sosyal sınıflar, kültür ve edebiyat dokuları bakımından bir
birinden tamamen farklı iki şehir olmuştu. Bağdad, diğer adı ile Banş-şehri,
İmparatorluğun ilim, kültür ve sanat merkezi idi. Hilafet aleminin her biri
ayrı bir irfan merkezi olan diğer büyük şehirlerinden, yüzlerce ilim ve fen erbabı,
edipler şairler, sanatkârlar, akli ve nakli ilimlerde kendi varlıklarını kabııl
ettirmek ve kendi sesini duyurmak isteyenler Bağdada koşuyordu. Dolayısıyla
Bağdad bütün Orta-Çağlar boyunca doğu dünyasının en hareketli, en canlı bir
ilim, irfan, kültür ve medeniyet merkezi olmuştur.
Samarra ise İmparatorluğun askeri, idari ve siyasi başkenti idi. Türklere
has bir Ordu-kent olarak kurulmuştu. İmparatorluk buradan idare ediliyor, emir
ve fermanlar buradan gönderiliyor, sınır boylarına doğru muzaffer ordular
buradan"sevkediliyordu. Bu bakımdan, bu iki şehrin cadde ve sokaklarını
gezenler, çarşı ve pazarlarında dolaşanlar köşk, konak ve saraylarında
oturanlar, kılık kıyafet bakımından farklı oldukları gibi, duygu ve düşünce
bakımından da tamamen farklı karakterde kimselerdi.
Birinin, çarşı ve pazarlarında edebiyat, sanat, kültür, tarih hulasa ilim
vardı. Alıcıları ise alimler, şairler ve sanatkârlardı. Çarşı ve pazar bunlarla
dolu idi. Samarra ise bir ordu şehri idi. Her yer asker kaynardı. Köşk konak ve
saraylarda başta Halifeler olmak üzere, en üst seviyede askeri erkan
oturuyordu. Çarşı, pazar, ev ve konaklarda konuşulan bir tek konu vardı. O da
asker ve askerlik mesleği idi. Askeri konular bütün sohbetlerin mihveri idi.
Diğer taraftan evlerde büyük komutanların köşk ve konaklarında konuşulan dil
Türkçe-idi. Burada herkes Türkçe konuşuyordu. Bu bakımdan iki şehirde konuşulan
dil bile farklı idi. Birinde Arapça, diğerinde ise Türkçe konuşuluyordu. Ne
yazık ki, o devirde konuşulan türkçeden tarih ve edebiyat kitaplarına çok az,
ancak bir kaç kelime yansımıştır (101).
(101)
et-Taberî, IX, s. 281,
Ayrıca bkz. et-Taberî, IX, s. 437-441.
6- TÜRKLERİN GÖLGESİNDE EL-VÂSIK DEVRİ
el-Mutasımdan sonra onun yerine oğlu el-Vâsık Billâh halife olmuştur.
(842-847) Her ne kadar halife el-Mutasım'ın sarayındaki cariyelere karşı aşırı
bir zaafı yok denilmiş ise de; bu Onun saray ve cariye hayatı olmadığı anlamına
da gelmemelidir. Onun da devrin alışıla gelmiş adeti icabı, saraylarında da
çeşitli millet ve kavimlere mensup bir çok cariye bulunmakta idi.
Zaten, Abbasi devlet adamlarının sarayları, bu devirde BizanslIlarla
sürüp giden harpler dolayısıyla bir çok Rum asıllı cariyelerle dolup taşıyordu.
İşte Onun, kendisinden sonra hilafet makamına geçen oğlu el-Vasık böyle rum
asıllı "Karatis" adında bir cariyeden dünyaya gelmiştir (102).
Gerçekte el-Vâsık tamamen babası tarafından Türkleştirilen bir çevre ve
çok güçlü bir Türk toplumu arasında yetiştirilmişti. Otuz yaşlarında
"227/841" halife olduğu zaman (103) babası el-Mutasımdan son derece
disiplinli, sağlam bir ordu devr almıştı. Genellikle Türk generallerinin sevk
ve idare ettiği bu ordu, peş-peşe bir çok büyük zaferler kazanmış ve devletin
başına arız olan bütün tehlikeleri de bertaraf etmişti.
Geride Ona, sadece babası tarafından kurulmuş olan bu devlet düzenini
sarsmadan iyi bir şekilde yürütmek bir nevi kontrol etme vazifesi kalıyordu. O
da bu işi, yani umumi nizam, emniyet ve asayişi temin etme görevini tamamen
çevresindeki dirayetli Türk kömutanlarına bırakmıştır.
el-Mutasım devrinin en gözde komutanı el-Afşin olduğu gibi, el-Vâsık
devrinin en gözde komutanı ise Eşnas idi. Eşnas'a
(102)
es-Sûyûti, s. 340,
el-Mesûdî, et-Tanbih, s.
312, İbni Hazm, es-Sîre, 372.
(103)
es-Sûyûti, 340, el-Mesudi,
et-Tenbih, 312.
gelince, daha el-Mutasım'ın veliahdlığı yıllarında (202/817) atılganlığı,
mertliği, cesareti ile onun gözüne girmiştir. Eşnas ismini bile ona halife
el-Mutasım vermiştir (104). Haddizatında o, el-Memun devrinin önemli Türk
komutanlarından birisi idi (105). el-Mutasım halife olduktan sonra onun yıldızı
da daha da parlamış, nüfuz ve itibarı da o derece artmıştır (106).
el-Vâsık'ın hilafeti döneminde ise Eşnas et-Türki daha da yükselmiş ve
hilafet ordularının baş kumandanı olmuştur. el-Vâsık Ona hükümdarlık ve
saltanat alameti olarak kıymetli mücevherlerle süslü tac ve hilatlar giydirmiş,
onu saltanatına müşavir yaptığı gibi devlet işlerini de doğrudan doğruya onun
eline teslim etmiştir. Kendisi Emirü'l-Müminin olduğu halde, asıl hükümdar
sanki Eşnas idi (107).
Zirâ bu konuya temas eden es-Süyuti aynen şöyle demektedir;
"Herhalde el-Vâsık kendi namına bir "Sultan" tayin eden ilk
halife olsa gerektir. Çünkü Türkler onun babası devrinde büyük bir çoğunluğa
ulaşmış bulunuyorlardı (108).
el-Vâsık döneminde de hilafet saraylarında Türk asıllı bir çok kadınlar
vardı. Fakat onun sarayının daha ziyade rum asıllı cariyeler tarafından istila
edildiği de bir gerçektir. Nitekim hicri 231/845 yılında Rumlarla yapılan bir
esir değişimi sırasında, Rumların elinde kalan diğer müslümanları kurtarmak
için sarayında bulunan pek çok Rum cariyeyi Tarsus'a sınır bölgesine
(104)
et-Taberi, VIII, s. 558.
(105)
et-Taberi, VIII, s. 623.
(106)
et-Taberi, VIII, s. 558,
IX, s. 111, X. 557, ibnül Esir, el-Kâmil, VI, s. 342, 417, 512, 521.
(107)
Ebu'l-Ferec Tarihi, s, 231,
es-Sûyûti, s. 341.
göndermiş ve böylece daha fazla müslümanın kurtarılmasını sağlamıştır
(109).
Mamafih onun çok güzel ud çaldığı ve bir birinden güzel pek çok şarkı
icrâ ettiği bildirilmektedir (110). Bir muganniye (güzel şarkı söyleyen) için
ondan 100.000 dinar (yaklaşık 200 milyar TL.) ile Mısır vilayeti istenilmişti.
Eğer çevresi itiraz etmese idi el-Vâsık bu ağır teklifi ve yüklü meblağı çoktan
kabul edecekti (111).
(110)
es-Sûyûti, s. 344,
Tarihu'l-Hmis, II, s. 337.
(111)
Zeydân, Corel, Tarihu't-Temeddün, el-lslâmî, II.
385, Tarihu'l-Hmis, II, s. 337.
V.
VE BU DEVRİN TÜRK HATUNLARI
AÇISINDAN ÖNEMİ
1- BÜYÜK TÜRK ANASI ŞÜCA HATÜN VE ŞEREF DÖLÜ HAYATI: (Doğ.h.185 ? öl.
247/801-861)
A- ŞÜCA HÂTUN'UN TARİHİ GEÇMİŞİ
a- el-Mütevekkil Devrinin Özellikleri:
el-Vâsık'ın ölümünden sonra, onun yerine başta kudretli Türk generali
Vâsıf et-Türki'nin isteği, diğer Türk askeri erkanının hiç tereddütsüz desteği
ile el-Mutasım'ın oğlu Ebu'1-Fadl Cafer, el-Müvekkil Alellah lakabıyla halife
olmuştur (112). Çünkü hilafet camiasının Arap kanadı derhal harekete geçmiş ve
bir emri vaki ile arkasında namaz dahi kılınması caiz olmayan el-Vâsık'ın çok
küçük oğlu Muhammed'i hilafet tahtına oturtmak istemişlerdi.
el-Mütevekkil halife olduktan sonra, Arab entellektüel çevrelerden gelen
bir kısım ciddi telkinlerle kendisini hilafet tahtına "buyur" eden
Türk askeri erkanına karşı ne yazıkki, sert bir tavır almış, onların birini
diğerinin aleyhine kullanmak suretiyle bu Türk komutanlarını öldürtmek, dolayısıyla
onların nüfuz ve sultasını yıkmak istemiştir. Fakat el-Mütevekkil'iri Türk
komutanları aleyhine tezgahladığı bu fitne tutmamış neticede O, bu iki yüzlü ve
çifte standartlı olmanın cezasını hem keridisi, hem o devrin nadir devlet adamı
Türk asıllı yani baş vezir el-Fetih b. Hakan'ın hayatı, yâni katledilmesiyle
ödemiştir (113).
(112)
Tarihu'l-Hamis, II. s. 337.
(113)
kitapçı,Z. et-Türk, s. 298, el-Hamevi,
Mucemü'l-Üdebâ, VI, s. 117.
Ancak
el-Mütevekkil devri (847-861) Türklerin askeri, idari, bakımından hilâfet
camiasında en güçlü, belki zirvelerde olduğu devirlerdir. Yine bu devirlerde ne
ilginçtirki, hilafet camiasında üstün mevkilere tırmanmış Türk askeri ve idari
kadroları yanısıra, üstün şahsiyetleri ile kendisini o camiaya kabul ettirmiş
bir çok değerli Türk anası da vardır. Bunların başında ise hilafet semalarında
hayatı, şahsiyeti, mümtaz varlığı ile kıyamete kadar bir yüce bayrak gibi
dalgalanıp duracak olan Şûca Hatun gelmektedir. Şimdi biz ilk defa olmak üzere
bu melek tabiatlı ve bir fazilet abidesi olan değerli Türk anasının tarih
objektifindeki yerini görelim.
b- Şûca Hatun
Kimdir? Aslı Nereden Gelmiştir?
Gerçekte Şuca
Hatun; Abbasilerin ilk devirlerinde yetişmiş Abbasi toplumu ve hilafet
saraylarında adı, şanı, müstesna yaşayışı, dini hayatı, müessir şahsiyeti,
hilafet çevrelerindeki üstüA sevgi ve saygınlığı ile Türk İslâm tarihinde ayrı
bir yeri olan şahsiyetli, devrin kültürünü hazmetmiş aynı zamanda Tabiin ve
Tebea tabiin devirlerine ulaşarak bir sahabiye gibi yaşamış en büyük Türk
analarından biridir.
Şuca Hatun,
kısmen Harun Reşid, (789-809) kocası el-Mutasım (833-847), kendi öz oğlu
el-Mütevekkil'in (847-861) hilafet devirlerini yaşamış, ismi hem kendi hem de
kendinden sonraki devirlerde daima hürmet ve tazimle yâd edilmiş en değerli, en
ulu Türk analarından biridir. Bu devirlerde gelmiş geçmiş diğer halife anaları
ve Abbasi saraylarının ünlü kadınları -kim olursa olsun- hepsi terazinin bir
kefesine sadece Şuca Hatun ise terazinin diğer kefesine konulsa, hayır ve
fazilette eminimki, Şuca Hatun'un kefesi cümlesine çok daha ağır basmış olurdu.
Bu bakımdan
Şuca ana, o devirlerde hilafet çevrelerinde bir kadının ulaşabileceği, itibar
ve şerefin en yüce, en asil bir simgesi ve çok az bir kadına nasip olan
"Seyyide Hanım Sultan" lakabı ile yâd edilmiştir. Ondan önce sâdece
Hârûn er-Reşid'in sevgili eşi Zübeydenin bu lakabla anıldığı göz önüne
getirilirse, Şuca ananın bu husustaki değeri kendiliğinden ortaya çıkmış
olacaktır.
c- Şuca
Hatun'un Asıl Yurdu:
Şuca Hatun'un böylesine müessir şahsiyetli ve bir devirde hemen her
vesile ile kendinden bahsedilen tek kadın olmasına rağmen, Onun ilk gençlik
yılları ve hilafet saraylarındaki hayatı ile ilgili rivayetler, kırılmış bir
vazonun parçaları, veya kopmuş bir zincirin altın halkaları gibi temel
kaynaklarda şuraya buraya dağılmış bir durumdadır. Bu rivayetlerin bir birleri
ile irtibatları sağlandığı takdirde tıpkı parçaları birleştirilen ve güzelli
bütün haşmeti ile ortaya çıkan o kırık ve fakat muhteşem vazo gibi, Şuca ananın
da bir fazilet numunesi olan hayatı bütün yüceliği ile ortaya çıkmakta ve
bizler için en asil bir gurur kaynağı olmaktadır.
Şuca Hatun'un aslı ve ilk çocukluk yılları hakkında bu devirlerde
yetişmiş daha bir çok Türk anası ve Türk büyükleri gibi temel kaynaklarda
verilen bilgiler hiçte yeterli değildir. Fakat bununla beraber onun kendisi,
ailesi ve yakın çevresinin Türklüğü hakkında asla şüphe edilmemelidir.
Zira gerek İbni Hazm (114) gerekse et-Taberi'nin Onun Türklüğü hakkındaki
rivayetleri en ufak bir şüpheye yer vermeyecek şekilde net ve açıktır (115).
Tarihu'l-Hâmis müellifi de Şucâ Hatun'un Türk olduğunu kaydetmektedir (116). O
devre en yakın tarihçilerimizden biri olan İbni Hazm, Onun her ne kadar
Harezmli bir Türk Hatunu olduğunu bildirmekte ise de el-Mesudi Onun
Toharistandan gelmiş olduğunu kaydetmektedir (117). Büyük Abbasi halifesi
el-Memun'un anası Merâcil Hatun'un da bir diğer ifade ile Toharistanlı olduğu
nazarı itibara alınırsa, Şuca Hatun ve mensup olduğu ailenin geçmişi daha
belirgin bir hal almaktadır.
(116)
Tarihu'l Hamiş, İL s. 338.
(117)
el-Mesudi, et-Tenbih, s. 313.
d- Şuca
Hâtun'un Aslı, Ailesi ve Yakın Çevresi:
Muhtemelen
Şuca Hâtun'un aiieside ilk ve ikinci hicret asrında emsali bir çok Türk ailesi
gibi Buhara, Semerkant, Bazgis, Toharistan, Harzem genellikle Türklerle meskun
olan bu bölgelerden kopan Türk dalgaları ile İslam ülkelerine gelmişlerdir.
Daha sonra hilafet ülkelerindeki siyasi ve sosyal gelişmeler, bir çok Türk
ailesi gibi onları da Bağdada şevketmiş ve Şuca ailesi de yeni toplumdaki şerefli
yerini almışlardır.
Gerçekte Şuca
Hatun, Büyük Boğa, İslami kaynaklarda genellikle Boğa el-Kebir adıyla bilinen
ve bir çok kudretli general yetiştirmiş olan Boğa ailesine mensuptu. Bu
generallerin başta Boğa el-Kebir olmak üzere Abbasilerin bu parlak dönemlerinde
ayrı bir yeri vardır. Aile, Abbasîler devrinde sık sık örneğini gördüğümüz
köklü Türk askeri ailelerinden birini teşkil ediyordu. Türk militarizminin
hilafet camiasında en güçlü temsilcilerinden birisi idi.
Kara Buğra
oğlu Kâvus ailesi ve hele hele onun soyundan gelen Afşin ve kardeşleri de böyle
idi. Her ne kadar Kâvus ailesi, yani değerli Türk generali, hilafet orduları
baş komutanı Afşin'in nüfuz ve gücü el-Mutasım'ın haksız tasarrufu ile son
bulmuş ve bu değerli generalin boynu vurdurulmuşsa da, Boğa ailesi ve bu
aileden gelen değerli komutanlar çok uzun bir süre ayakta kalmış ve Abbasi
hilafetine çok hayırlı hizmetlerde bulunmuşlardır.
Evet yukarıda
da işaret edildiği gibi Büyük Boğa, bu ailenin direği idi. el-Memun'un ilk
hilafet yıllarından başlıyarak (201/825) el-Mustain'in ilk yılları yani
ölünceye kadar (248/862) tam 32 sene hilafet ordusunun dizginleri onun
ellerinde olmuştur (118). Onun küçük kardeşi Boğa es-Sağir veya diğer adıyla
Boğa eş-Şerabi (Şerbetçi Boğa) da böyle devrin en ünlü komutan ve etkili
şahsiyetlerinden birisi idi. Yine Büyük Boğa'nın oğlu Musa b. Boğa da, bu
aileden yetişmiş ve bir devre adını vermiş şerefli Türk
(118)
et-Taberi, s. 609,
el-Mesûdi, Mûruc, IV, s.
161, el-Hanbeli, Şezerat, II.
s. 118. komutanları
arasındadır (119). Ayrıca bu devirde ismini duyurmuş müessir Türk
komutanlarından bir diğeri olan Otamış ise, yukarıda adı geçen Büyük Boğa'nın
oğlu idi (120). Bütün bu komutanlar diğer taraftan Boğa ailesinin hilafet
camiasında ne kadar köklü ve ne kadar büyük dal budak saldığını adeta devlet
içinde nerede ise bir devlet olduğunu göstermektedir.
İşte faziletli Türk anası Şuca Hatun, Abbasi toplumunda Türkleri güçlü
bir varlık haline getiren kudretli halife el-Mutasımm değerli eşi, yine güçlü
Abbasi halifesi el-Mütevekkil'in olgun ağırbaşlı anası bütün hayatı boyunca
hilafet camiasının en sevilen sayılan ve kelimenin tam anlamı ile
"Seyyidesi" olan asil kadını bu Türk askeri ailesine mensup olup aynı
zamanda Büyük Boğa'nın kız kardeşi idi. İbni Hubeyb, el-Muhabber adındaki
kıymetli eserinde onun açık açık aynı zamanda, kudretli Türk generali Musa b.
Boğa'nın da halası olduğunu kaydetmektedir (121). Mamafih bu aileden, üstün
çıkması onların aile şeref ve asaletinin de en büyük bir delili olsa gerektir.
B- ŞÜCA HÂTÛN
HİLAFET SARAYLARINDA
Şuca Hatun'un aslı Bağdad'taki güçlü aile çevresi hakkındaki
açıklamalarımızdan sonra şimdi de onun hilafet saraylarındaki son derece renkli
hayatı üzerinde duralım.
Hilafet saraylarında bir efsane gibi yaşamış ve ölümü ile birlikte koca bir
dünyayı da peşine takıp gitmiş olan Şuca Hâtun'un bu devirlerde yetişmiş bir
çok Türk anası gibi ne zaman ve nerede dünyaya geldiği henüz bilinmemektedir.
Ancak onun hayatındaki tarihi olaylar ve belli başlı nirengi taşlarına
bakıldığında Şuca ananın doğum tarihini hem de doğruya en yakın bir şekilde
tesbit etmemiz her halde zor olmasa gerektir. Şöyleki;
(120)
el-Mesûdi, et-Tenbih, s. 315.
(121)
ibni Hubeyb, el-Muhabber, s. 44.
Şuca ananın
h. 247/861 yılında vefat ettiği ve yine h. 205/821 yılında oğlu el-Mütevekkili
dünyaya getirdiği ve asıl adı Cafer olan bu erkek çocuğunu dünyaya getirdiğinde
henüz 17-18 yaşlarında olduğu düşünülürse, bu büyük Türk anasının h. 182/789'lu
yıllarda doğmuş olması gerekmektedir. Evet hilafet saray ve çevrelerinde
el-Memun devrinde boy göstermeye başlıyan Boğa ailesi ve boyu bosu endamı
bedeni ve ruhi güzelliği ile çevresindekilerin her zaman dikkatini çeken Şuca
Hatun daha sonraları kaderin garip cilvesi olarak Mâride Hatun'un oğlu
el-Mutasımla evlenmiş ve böylece biri hilafeti diğeri askeri aristokrasiyi
temsil eden iki büyük Türk ailesi sıhriyet bağlan ile de bağlanarak daha güçlü
bir varlık haline gelmişlerdir.
et-Taberi'nin
bu sıhriyet bağları konusunda bize göre çok daha ilginç bir rivayeti vardır.
Değerli tarihçi Musa b. Boğayı, Cafer'in (el-Mütevekkil) halasının oğlu
olduğunu zikretmektedir (122). Bu takdirde el-Mutasım, Boğanın kız kardeşi Şuca
ve Büyük Boğa da el-Mutasım'ın kız kardeşi ile evlenmiş oluyorduk!, burada her
iki aiİe arasındaki yakınlığın bir başka varyantını oluşturmaktadır. Türk
ailelerinin sosyal çevre ve asalete verdikleri önem bunlar arasında
zikredebileceğimiz şeylerdir.
Diğer
taraftan bizim bu izahlarımız, hilafet camiasındaki bu Türkleri hor, hakir,
haseb ve nesebden yoksun kimseler olarak görme ve gösterme yarışına giren sözüm
ona çağdaş bir kısım zavallı Arap yazarlarının mesela Ahmed Emin gibi, ne kadar
haksız ve garezkâr olduklarını da ortaya koymaktadır.
Mamafih
el-Mutasım'ın Şuca Hatunla evliliği ve iki çiftin mutluluğu için hilafet
camiasında yapılan geleneksel muhteşem düğün şenlikleri hakkında kaynaklarda
pek fazla bir açıklama yoktur. Çünkü; çağdaş Arap tarihçilerinin Bağdad ve
Samarra Türklerine karşı sergiledikleri bu çekingen tutumları, ne yazıkki Türk
kültür hayatını doğrudan doğruya etkileyen bu ve benzeri
(122)
et-Taberi, IX, s. 226. olayların tarih
sayfalarına girmemesine sebep olmuştur.
Diğer taraftan el-Mutasımı Türk örf ve adetleri, diğer bir ifade ile Türk
milli ve kültürel değerleri çerçevesinde yetiştiren, kendi Türklüğünü hiçbir
zaman unutmayan, oğlunu da bu büyük şuur ve mefkure içinde büyüten besleyen
Mâride Hâtun'un biricik oğlunun, böyle Türk askeri aristokratlarından asil bir
ailenin kızı ile evlenmesinde çok önemli bir rol oynadığı, ona öncülük ettiği
de asla unutulmamalıdır. Düğün de şüphesiz Türk örf ve adetlerine göre
yapılmıştır.
C- ŞÜCA HATÜN VE EL-MÜTASIM
Şuca Hâtun'un el-Mutasım'la geçen evlilik yılları ve bu arada cereyan
eden olaylar hakkında bize çok az bilgiler intikal etmiştir. Onlar
el-Mutasım'ın şehzadelik yıllarında kâh Bağdad, kâh Vâsıt üstünde Femmi's Sulh
mevkiinde, fırat nehrinin güzel kıyılarında inşaa edilmiş saraylarda
yaşamışlardır. İşte el-Mutasım'ın Şuca Hatun'dan olan oğlu Cafer, daha sonra
el-Mütevekkil Alellah adıyla hilafet tahtına oturan Abbasi halifesi bu sarayda
dünyaya gelmiştir (123). Ayrıca Şuca Hâtun'un burada bir çok köyleri de içine
alan çok geniş bir çiftliği de bulunmakta idi.
Kaynaklarda el-Mutasım'ın diğer cariyeleri de dahil, sekiz erkek ve sekiz
de kız olmak üzere onaltı çocuğunun dünyaya gelmiş olduğu bildirilmektedir
(124). Fakat bu çocuklar kimlerdir? Onlar hakkında fazla bir bilgimiz olmadığı
gibi, Onun Şuca Hatun'dan Caferden başka çocuğunun olup olmadığı da
bilinmemektedir. Mamafih el-Mutasım, hilafet makamına geçip te Samarra şehrini
inşaa ettikten sonra Şuca Hatun burada yapılan saraylardan birine yerleşmiş,
dindar abidane bir hayat yanısıra, Oğlu Caferi burada yetiştirmiştir (125).
(123)
Hatib el-Bağdadi, VIII, s.
165, Femmi's-Sılh için bkz. el-Hamevi, IV, s. 276, et- Taberi, VIII, 606,607,
608.
(124)
el-Hanbeli, II. s. 63,
Eş-Sûyûti, s. 334, el-Mesûdi, et-Tenbih,
s. 307.
(125)
Hatib el-Bağdadi, VIII, s.
165.
Şuca Hatun,
el-Mutasım'ın hilafeti döneminde o devrin boğucu siyasi olaylarının tamamen
dışında kendi iç dünyasına kapanmış çok sessiz ve sakin bir hayat yaşamıştır.
Zaten dindar yaratılışta, melek tabiatlı bu Türk anası, dünyadan elini eteğini
çekmiş, kendini Allah ve Resulüne adamış, hayır ve hasenatta bulunmuş, fani
hayat ve onun aldatıcı nimetlerine hiç bir değer vermemiştir. Zira kaynaklarda
onun bu deryaları andıran vecd ve ibadet hayatı, dini duygu ve coşkusu hakkında
çok geniş bilgiler vardır (126).
D- ŞüCA
ANANIN SOSYAL HAYATI
a- Şuca Hatun
ve el-Mütevekkil'in Sünnet Sevgisi:
O bu son
derece dini vecd ve coşku hayatı yanısıra, biricik oğlu Caferi de ihmal etmemiş
ve onu da Ehl-i Sünnet akidesi üzere Allah ve Peygamber sevgisi ile dopdolu bir
şekilde yetiştirmek istemiş ve bunda başarılı da olmuştur. Zira Cafer'in halife
olduktan sonra devletin resmi politikası olan Mutezile mezhebini ( ) terk ederek Ehl-i Sünnet yoluna dönmesi,
bu görüşün temsilcilerine bütün gücüyle karşı koyması, o zamanın uzun
senelerdir devam eden Kuran'ın mahluk olup olmadığı yolundaki lüzumsuz
münakaşalarına, artık bir son vermesinde erhinizki, Şuca Hatun'un verdiği ciddi
terbiye ve ondan aldığı bitmez tükenmez Peygamber aşkı ve Sünnete uyma sevgisi,
çok büyük bir rol oynamıştır. Nitekim el-Mütevekkil'in bu özelliklerine işaret
eden el-Mesudi şöyle demektedir:
"el-Mütevekkil,
halife olduktan sonra, halkın lüzumsuz münakaşa, münazara, sürtüşme ve tartışma
yapmalarını yasakladı. Hadis imamlarına emirler göndererek halka Hz.
Peygamber’in hadislerini öğrenmelerini (Mutezile mezhebine karşı) Ehl-i Sünnet
vel-cemaat yolunu tutanları desteklemelerini istedi" (127)..
Onun sünneti seniyyeyi ihya yolundaki bu kesin tavrı senelerdir zulüm ve
baskı altında inleyen İslam uleması ve müslümanların gönlünde öyle bir fırtına
estirmiştirki, insanlar bu coşkularını şöyle dile getiriyorlardı.
"Gelmiş geçmiş İslam halifeleri içinde, asıl hatırlanması gereken üç
halife vardır. Bunlardan biri Hz. Ebu Bekir; mürtedlere boyun eğdirmiştir. Bir
diğeri Ömer b. Abdüiaziz; Emevilerin zulmüne son vermiştir. Bir üçüncüsü
el-Mütevekkil; ehl-i bidat ve zındıklığın kökünü kazımış ve Sünneti Seniyyeyi
ihya etmiştir" (128).
b- Şuca Hatun'un Yeni Saray Hayatı:
Fakat burada işaret edilmesi gereken bir husus daha vardır. Şuca ana.
Abbasi saraylarında emsalini sık gördüğümüz bir kısım kaprisli valide sultanlar
gibi geniş çevre ve şahsi nüfuzunu hiç bir zaman kendi haris emelleri için
kullanmamış, bir diğer ifade ile kendi oğlu Cafer'in veliahd olarak ilan
edilmesi ve el-Mutasım'm ölümünden sonra mutlaka halife olması için her hangi
bir teşebbüste bulunmamış ve olayların akışını kendi seyrine bırakmıştır. O, bu
yönde gösterdiği ağırbaşlılık ve devlet ciddiyeti ile, Harun er-Reşid'in
otoriter hanımı Seyyide Zübeyde'yi bile fersah fersah gerilerde bırakmıştır.
Eğer Şuca ana, istemiş olsaydı bunu mutlaka yapabilecek güçte idi. Zira,
devrin nüfuzlu komutanı Büyük Boğa onun kardeşi, diğer bir güçlü komutan Musa
b. Boğa onun yeğeni (129) ve bir diğer kudretli komutan Otamış ise onun kız
kardeşinin oğlu idi (130). Hilafet çevrelerinde onun kadar güçlü bir kadın
henüz yoktu. Fakat O, sonu meçhul ve bin bir felakete giden bu yola asla
tevessül etmemiş ve biricik oğlu Cafer'in karşısına çıkarak halife olanlara hiç
sesini çıkarmamıştır.
Bu bakımdan
el-Mutasım'dan sonra pek tabii olarak onun üvey oğlu el-Vâsık halife olmuştur.
O, kocası el-Mutasım zamanında olduğu gibi, ondan sonra hilafet tahtına geçen
el-Vâsık devrinde de (841-846) sade, fakat şerefli bir hayat yaşamış ve devlet
işlerine karışmak gibi bir zafiyet asla göstermemiştir.
E- ŞÜCA
ANANIN MANEVİ HAYATI
a- Şuca
Hatun'da Allah ve Peygamber Sevgisi:
el-Vâsık'ın
hilafeti ancak beş sene sürmüştür. O vefat edince yerine Büyük Boğa'nın kesin
tavrını koyması sonucu oğlu Cafer, el-Mütevekkil Alellah lakabı ile halife
olmuştur. (847-861) Şuca Hatun bundan sonraki hayatını oğlu el-Mütevekkil'in
yanında geçirmiş, tam bir züht, ibadet ve takva içinde yaşamış, Allah yolunda
bol bol hayır ve hasenatlar yapmış, imrenilecek âsûde bir hayat yaşamıştır. Hz.
Peygamber ve Ehl-i Beyt sevgisi gönül deryasından sanki bir çağlayan gibi coşup
akmış, Kitap ve Sünnet Onun hayat yolunu aydınlatan ilahi bir ışık bir nur
olmuştur.
O, bu haliyle
sanki, yerde yaşayan bir gök ehli gibi idi. Herkese sevgi, saygı telkin eden
haliyle o devrin en güzel deyimi ile tam bir "Seyyide"si hem de Türk
kadınının asalet ve yüceliğini temsil eden bir Seyyide idi. Nitekim İbni
Tağrıberdî, ona herkes tarafından "Seyyide" denildiğini çok saliha
bir kadın olduğunu, pek çok hayır işlediğini ve sadaka dağıttığını
kaydetmektedir (131). Seyyide'nin hilafet çevrelerinde bir kadına verilen en
yüce bir şeref ve asalet ünvanı olduğuda hiç bir zaman unutulmamalıdır.
Kadı
er-Reşid; "ez-Zeahir" adındaki kıymetli eserinde ondan çok daha
sitayişkâr bir ifade ile bahsetmekte ve Şuca ananın hayır ve hasenat yapmaya,
yoksullara yardım etmeye çok aşırı bir özen gösterdiğini zikretmektedir (132).
Şuca. ana bu haliyle Hz. Peygamber devrinde yaşamış olsaydı şüphesiz O, en ulu
kadın Sahabiyelerinden biri olurdu.
Gerçekte Şuca
ananın bu kadar çok sadaka dağıtması, yoksul, düşkün ve fakirlerin her hal-ü
kârda imdadına koşması, herkese iyilik etmesi Allah yolunda avuç avuç paralar
sarfetmesi, dini duygularının çok kuvvetli olması yanında, onun mali -durumunda
inadına iyi ve çok aşırı servet ve zenginliğe sahip olduğunu göstermektedir.
Bugünün
parasıyla ancak trilyonlarla ifade edilen bu yüklü servet mal varlığı, altın,
gümüş ve mücevherat hâzinelerinin büyük bir kısmı ona, mağrur Abbasi halifesi
el-Mutasım tarafından verilmiş ve bir o kadarını da oğlu Halife el-Mütevekkil
hediye etmişti.
b- Şûca
Hatun'un Dünyevi Zenginliği:
Sadece el-Mütevekkil'in,
Şuca anaya ayırdığı senelik tahsisat 600.000 altın dinar, yaklaşık 1,5 trilyon
TL. idi. Bunun yanısıra onun Sevâd bölgesinde ucu bucağı görünmeyen tam ondört
çiftliği vardı. Bu çiftliklerin senelik iradı ise 400.000 altın dinar bu ise
Türk parasıyla yaklaşıkl trilyon TL idi. Onun nakdi servetinin tutarı ise
5.000.000 altın dinar bu ise Türk parasıyla yaklaşık 2.125 trilyon tutarında
bir meblağ idi. Bu uçsuz bucaksız mal varlığı ve baş döndürücü servetleri
yanısıra sayısız mücevheratları vardı. Bunlar arasında hele öyle bir tanesi
vardı ki • sadece onun kıymeti 1.000.000 altın dinar yaklaşık 8,5 trilyon TL
idi (133).
Bütün bu
izahlarımız Şuca Hatun'un serveti hakkında verdiğimiz bu rakamlar, diğer
taraftan Abbâsi İmparatorluğunun mali gücü, ekonomik yapısı ve uçsuz bucaksız
zenginlik ve servetin haşmet ve azameti hakkında da bizlere hayretengiz
fikirler vermektedir.
c- Şûca
Hatun'un Hayır ve Hasenatı:
Fakat Şuca
Hatun,, had ve hesaba gelmeyen bu servet ve hâzinelerini, kilitli demir kapılar
arkasında eli kırbaç ve kılıçlı adamların bekçiliğinde veya hırsı ve tamahın,
insanların kalp ve gözünde açtığı gayya misali, o derin cehennemi kuyularda
saklamıyordu. O, bütün bu servet ve zenginliklerini yoksullara, düşkünlere
dağıtmak, ihtiyaç sahiplerinin yardımına koşmak için açıkta tutuyordu.
Cumertlikte, hayır hasenat yapmakta, sadakalar dağıtmakta, onunla kimse yarış
edemezdi. Şuca ananın bu iyilikseverliği, ihsan ve kereminin ünü Bağdad'ı
çoktan aşmış ve hilafet ülkelerinde bir efsane gibi anlatılır olmuştu.
Şimdi biz burada onun hayır ve hasenatta, okyanusları andıran kalb ve
gönül zenginliğine birkaç misal vermek istiyoruz, şöyleki;
Şuca Hatun, hicri 236/850 yılında hac farizasını ifa etmek için yola
çıkmıştı. Bu mukaddes hac yolculuğunda torunu Muhammed, (daha sonra el-Muhtasır
lakabıyla tahta geçen XI. Abbasi halifesi) onun yanında idi. (134).
el-Mütevekkil, halife sarayının hakkıyla Seyyidesi olan Şuca ana ile birlikte,
onu uğurlamak için Hecef'e kadar gelmiş ve buradan onu mukaddes topraklara yolcu
etmişti. Şuca Hatun, bu hac yolculuğunda fakir ve yollara dağıtacağı altınları
ancak bir kervanla taşıtıyordu. O, Küfeye geldiğinde Hz. Peygamber, Ehl-i Beyt
ve Hz. Abbas’ın soyundan gelen, ne kadar kimse varsa, zengin fakir hiç ayırt
etmeksizin her birine 1000 dinar altın (2 milyar TL) ve Muhacir'in Hz.
Peygamber'e Medine'de kucak açan kimselerin soyundan gelen herkese, kim olursa
olsun 500 dirhem (200, milyon TL) dağıtmıştır. Bunca hayır ve hasenatın
yanısıra Haşimilerden gelen her bir kadına zengin fakir ayırt etmeksizin yine
500 dirhem sadaka vemişti (135). O, bu şekilde Mekke ve Medine'de bütün bir hac
mevsiminde avuç avuç para dağıtmıştır.
Bütün bunlar onun gönlünde, bitmek tükenmek bilmeyen sanki uçsuz bucaksız
okyanusları andıran "Peygamber" ve "Ehli Beyt" sevgisinin
de ne büyük delili olmaktadır. Oysa şimdi o, senelerdir gönlünü yakıp
tutuşturan Hz. Peygamber ve onun manevi varlığının kucağına, Ona kavuşmaya
gidiyordu. Mal, mülk ve servetin onun yanında ne önemi olabilirdi. Bu bakımdan
Şuca ananın, bu hac farizasını ifa sırasında yaptığı hayır ve hasenatın haddi
ve hesabı yoktu. Sanki o, Peygamber yurduna sadece canını değil, bütün malını
mülkünü servetini de beraberinde götürüp orada dağıtmak istemişti.
Yine hicri 245/859 yılında büyük bir kuraklık olmuş ve Mekke halkının
büyük ölçüde içme suyunun temin edildiği Maşaş Pınarının suyu da çekilmişti.
Sadece insanlar değil, Allah'ın bütün mahlukatı hayvan-haşaratda susuzluktan
inliyordu. Halk öyle bir su sıkıntısı içinde idi ki bir kırba su 80 dirheme satılır
olmuştu. Fakat fukaranın bu parayı bulup da bir yudum su almalarına dâhi imkân
yoktu. Şuca Hatun duruma muttali olunca, susuzluktan yanıp kavrulan binlerce
Mekke halkı bir o kadar ve belki onlardan kat kat fazla dilsiz ağızsız
hayvanatın imdadına koşmuş, servetinin çok büyük bir kısmını Mekkeye
gönderilmişti. Bu paralar şehre, uzaklardan su temin edilmesi, yeni kanal ve su
kuyularının açılmasıha sarfedilmişti (136).
F- ŞÛCA HÂTÛN VE ÖLÜMÜ
Görüldüğü gibi Şuca ana, hayatı boyunca şu fani dünyada yerde yaşayan
sanki bir gök ehli gibi, çok az kimseye nasip olan imrenilecek bir hayat
yaşamıştı. O, belki kendi devrinde bir kadın sahabiyi hatırlatan çok şerefli
bir Türk anası idi.
Evet, bir ömrü her türlü kadınlık zaafı ve kaprislerinden uzak, kendi
halinde ve bir fazilet âbidesi gibi yaşayan, dünya nimetlerine sırt çeviren
aynı zamanda hayır, hasenat, ibadet ve taattan ayrılmıyan son derece cömert,
son derece eli açık, herkese ulaşabildiği kadar iyilik ve yardım eden Seyyide
Şûca Hatun, büyük Türk anası, her fani gibi o da hastalanmış el-Mütevekkil
tarafından yaptırılan Caferiye sarayında vefat etmişti (247/861) (137).
Şuca ananın vefat haberi, Bağdad halkı üzerine sanki bir kâbus gibi inmiş
ve koca şehir derin ve matem içinde kalmıştı. Halk son görevlerini yapmak ve
onun iyiliğine son bir kere daha "Tanrı huzurunda Şahid" olmak için
akın akın koşup gelmiştir. Yüzbinlerce kişinin iştirak ettiği cenaze namazı,
ömrünün büyük bir bölümünü birlikte geçirdiği sevgili torunu el-Muntasır
tarafından kaldırılmış (138) ve cesedi meşhur Samarra Camii'in avlusuna
gömülmüştür (139).
Başta ehli
hayır olmak üzere, Bağdad ve Samarrada yaşayan bütün müslümanlar Şuca ananın
ölümüne çok üzülmüşlerdi. Oğlu, Halife el-Mütevekkil de şüphesiz bu üzülenlerin
başında geliyordu. Hattâ o bu derin üzüntüsünü bir şiirinde dile getirmiştir.
"Felek bizi birbirimizden
ayırdığı zaman (dünyanın) yalan olduğunu hatırladım. Gönlümü artık Hz.
Peygamber'in (sevgisi) ile teselli eder oldum.
Artık nefsime şöyle yakındım ve
dedim ki; tulü emeller bize ömür yolunu uzunmuş gibi gösteriyor. Oysa bugün sağ
olan yarın mutlaka ölecektir" (140).
Şuca Hâtûn,
Abbasi İmparatorluğunun haşmet ve azametinin zirvelerde, ünü cihanı tuttuğu
devirlerde yaşamıştır. Hilafet sarayının olaylarla dolu iyi ve kötü günlerini görmüştür.
Başta el-Mutasım olmak üzere el-Vasık ve kendi öz oğlu el-Mütevekkil'in hilafet
günlerini yakından görmüş, siyasi, sosyal, idari yönlerden büyük olaylar ve
çalkalanmalarla dolu olan bu uzun yıllarda Sultan ana şahsını, şöhret ve
itibarını büyük ölçüde korumasını bilmiş ve hiç bir kirli olaya ismi
karışmamıştır. O, bu yönleri ile kâmil manada kendi tarihimizde örneğini sık
sık gördüğümüz faziletli bir Türk anası idi.
O, üç büyük
halife dönemini müşahade ettiği gibi, yine onun üç torunu da halife olmuşlardır.
Bunlar sırasıyla el-Mutasır, el-Müstain el-mutez idi. Böyle üç halife dönemini
müşahade etmesi ve üç torunun da yine halife olmasını, bazı müslüman yazarlar,
Şeyyide-Sultan Hatun için bir ululuk ve bir mazhariyet olduğunu
kaydetmişlerdir.
2- EL-MÜTEVEKKİL'DEN SONRAKİ GELİŞMELER
A- HALİFE MÜTEVEKKİLİN ACIKLI SONÜ
Şuca Hatun'un vefat etmesinden sonra, çok geçmeden hilafet merkezinde
kıpırdanmalar başladı. Zaten içki, gece hayatı ve cariyelerine olan aşırı
düşkünlüğü ile tanınan el-Mütevekkil, olayların nereye kadar varacağının
farkında bile değildi. Üstelik O, yakın çevresindeki Türk askeri erkânını
ürkütecek bir kısım tehlikeli ve hatta aptalca tasarruflara girişmekten de geri
durmuyordu.
Bu cümleden olmak üzere el-Mütevekkil, önce el-Mutasım devrinden beri
hilafet çevrelerinde etkin bir yeri olan değerli Türk generali Aşnas hunharca
öldürülmüş, diğer bir Türk generali büyük mücahid Vâsıf ise, bütün askeri
yetki, makam ve mal varlığını elinden alarak tecrit etmek istemiştir (141). O
bunlarla da yetinmemiş ve daha çılgın bir adım atarak diğer güçlü bir Türk
generali, hilafet ordularının baş komutanı, Muhaherat (Diyanü'l-Berid), Hicabet
merkezinin emniyeti gibi omuzlarında bir çok önemli görevler bulunan İtahi
(Aytak) (142) nüfuzundan korktuğu için iğrenç bir hile ile öldürülmek
bahtsızlığında bulunmuştur (143).
Gerçekte, bütün bunlar onun, başarılı değil, zavallı başarısızlıklarının
acı örnekleri idi. Nitekim çevresindeki diğer güçlü kudretli, etkin Türk
komutanları, İtah'ın böyle haksız yere öldürülmesinden büyük bir dehşete
kapılmışlardır. Zira, sıra yakında kendilerine de gelebilirdi. el-Mütevekkil'in
bu başarısız icraatları, hilafet tahtı içinde sözkonusudur. O, kendinden sonra
büyük oğlu el-Muntasır, sonra sıra ile el-Mutez ve el-Müeyyid'in halife
olmaları için biat almıştı (144). Fakat sonraları O, bu işi de yüzüne gözüne
bulaştırmış, Harun er-Reşid'in yaptığı hatayı hem de yakın tarihten hiç bir
ders almadan O da yapmıştır. Hatta O, daha da ileri gitmiş ve çok güzel
cariyesi Kabiha'ya olan aşırı düşkünlüğü ve onun baskısı ile el-Muntasırı
azlederek yerine onun oğlu küçük el-Mutez'in halife olmasını istemiştir. Fakat
onun bütün bu aptalca tasarruflarını çok geçmeden hilafet camiasında çok
geçmeden bir ihtilalin hazırlanmasına sebep olmuş ve neticede bütün bu
yaptıklarını kendi hayatı ile ödemiştir.
Zira, büyük oğlu el-Muntasır'ın etrafında toplanan başta Otamış olmak
üzere (145) Küçük Boğa, Bağır, Baylun et-Türki, Harun b. Suvar Tekin, Büyük
Boğa'nın oğlu Musa gibi daha bir nice Türk askeri erkanı düzenledikleri bir
ihtilal ile el-Mütevekkili öldürmüşler ve onun yerine oğlu Ebu Cafer Muhammedi
"el-Mutasır" lakabıyla halife ilan etmişlerdir. (247/861) (146).
B- İHTİLALİ ÖNLEMEK İSTEYEN BİR TÜRK KADINI
Fakat et-Taberi'nin, Türk askeri erkanı tarafından düzenlenen, başta
el-Mütevekkil olmak üzere Feth b. Hakan gibi Türk asıllı çok değerli büyük
devlet adamı aynı zamanda hilafet ülkesinin baş vezirinin de öldürülmesi ile
sonuçlanan bu ilk Türk ihtilali ile ilgili olarak çok ilginç bir rivayeti daha
vardır. Oda bu ihtilalin ne hayrettir ki bir Türk anası tarafından önlenmeye
çalışılmış olmasıdır. Konumuz açısından son derece ilginç olan bu olayın
tafsilatına gelince:
Türk militarizminin el-Mütevekkil dönemindeki temsilcileri tarafından
düzenlenen bu ihtilal planını Türk kadınlarından biri son anda öğrenmiş ve
koşarak Caferiyye Sarayına gelmiş (147) ve yazılı bir rapor sunarak bu meşum
olayı ilgililere ihbar ve bir uyarıda bulunmak istemiştir. Türk kadınının bu
ihbarı Ubeydullah b. Yahya b. Hakan'a ulaşmış, o da durumu derhal Feth b.
Hakan'ın sekreteri İsa b. İbrahim'e söylemiştir. İhbarda meselenin Feth b.
Hakan'a duyurulması ve onunla bir güzel istişare edilmesi isteniyordu (148).
Gerçekten de öyle yapıldı. Fakat ihtilal gecesi, halife çok neşeli idi.
Yiyor, içiyor, gülüp eğleniyordu. Bu durumda, herkesin böyle coşku ile
eğlendiği bir mecliste halifenin bu gecesini zehretmeye neşesini kaçırmaya
lüzum yoktu. Bir gurup maceracının alınan bütün güvenlik tedbirlerini aşarak
halife ve yakınlarının eğlendiği özel salonu basmaları ve onu öldürmeleri zaten
mümkün değildi. Geliyorum! diyen ihtilalin önlenmesi için hiç bir şeyin
yapılmaması diğer bir ifade ile Türk kadınının bu ihbarının fazla bir ciddiyete
alınmadığını göstermektedir.
Halbuki sarayın içinde ve halifenin en yakın çevresinde el-Mütevekkili
öldürmek üzere her şey inceden inceye ve çok ayrıntılı bir şekilde
planlanmıştı.
a- el-Mütevekkil'in Acıklı Ölümü:
O gece saray ve çevresinin nöbeti Küçük Boğada idi. Halife ve çevresinin
yakın güvenliğinden sorumlu olan Küçük Boğa, o gece Caferiye sarayının bütün
kapılarını kapatmış ve sadece Şatt Kapısını açık bırakmıştı (149). Bu coşkun
eğlence gecenin geç saatlerine kadar sürdü. Halife içtikçe içmiş ve
sarhoşluktan ayakta- duramaz bir hale gelmişti. Küçük Boğa Halifenin istirahate
çekilme zamanının geldiğini söyliyerek çevresindekileri odadan çıkartmış ve
halifeyi çok yakın bir kaç arkadaşı ile baş başa bırakmıştı. İşte tam bu
sıralarda sarayın Şatt Kapısından yüzleri kapalı olarak içeri giren Bağır ve
gözü pek on arkadaşı, yalın kılmç halifenin eğlendiği odaya dalmışlar hem
el-Mütevekkili hem de el-Mutasım'ın saraylarında büyümüş büyük alim, büyük
şair, edib, aynı zamanda büyük devlet adamı Feth b. Hakanı da bir kaç kıhnç
darbesi ile öldürmüşlerdir (861) (150).
Olayların böyle çok süratli bir şekilde gelişmesi ve sonunda tam bir
trajediye dönüşmesinde şüphesiz, Türk kadınının söz konusu uyarısının yeteri
kadar değerlendirilmemesininde çok büyük rolü olmuştur. Fetih b. Hakan,
görüldüğü gibi Türk kadınının tam vaktinde haber verdiği bu geliyorum! diyen
ihtilale önem vermemenin cezasını hem kendi, hem de çok sevdiği halifenin canı
ile ödemiştir. Bu gerçekte şimdiye kadar görülmüş bir şey değildi. Bir
halifenin kılınç zoruyla öldürülmesi ve yerine bir başkasının halife ilan
edilmesi Abbasi hilafetinde ilk defa vaki oluyordu.
b- İhtilaller
Devrinin Başlaması:
Mamafih bu ve benzeri olaylarla birlikte, Abbasiler devri Türk
ihtilalleri dönemi de başlamış oluyordu. Bundan sonraki devirlerde Abbasi
halifeleri artık Türk militarizminin elinde bir oyuncak haline gelecek, onlar
kimi isterlerse o halife olacak ve kimi istemezlerse o hilafetten
azledilecekti. Belkide, Abbasi toplumunun kazandığı yeni boyutlar ve önemli
gelişmeler dolayısı iledirki, bu devrin önemli şairlerinden biri yazdığı bir
beyitinde şöyle diyecektir.
"Artık Türkler
(kahramanlık ve şecaatları ile herşeye hükmeder oldular. Geriye bütün dünyada
onların söylediklerini işitmek ve isteklerine boyun eğmekten başka yapacak bir
şey kalmadı" (151).
Büyük tarihçi et-Taberi her nedense bu kadının ismi ve kimliği hakkında
fazla bir bilgi vermemektedir. Fakat rivayetler onun Türk aristokrat ailelerine
mensup, üstelik saray ve o çevrelere yakın biri, istediği zaman istediği
kimselerle temas kurabilecek çapta, güçlü, nüfuzlu, aristokrat tabakaa mensup
bir hanım olduğunu vurgulamaktadır. Bize göre bundan daha da önemlisi bu ve
benzeri olaylardan yüksek tabakaya mensup bu Türk aile ve kadınlarının okuma
yazma bildikleri, gerektiği takdirde hiç çekinmeden kendi düşünceleri
doğrultusunda asil davranışlarını ortaya koyduklarını göstermektedir. Mamafih
önümüzdeki sayfalarda yeri geldikçe buna benzer ilginç, orijinal olaylara
yeterince temas edilecek ve kuyuculara geniş fikirler verilecektir.
C- OTAMIŞ ET-TÜRKİ'NİN BÜYÜK DÜĞÜN HAZIRLIĞI
Bu arada biz konunun daha ilginç bir safhasını aralamak istiyoruz. O da
araya giren bu ihtilal sebebiyle hilafet çevrelerinde ve Türklerin büyük ölçüde
coşkusuna sebep olacak muhteşem bir düğünün, Türk düğünü ve evliliğin geri
kalması belki de hiç yapılmamış olmasıdır. Şöyleki;
Bu devrin mümtaz Türk komutanlarından biri olan Otamış, yine hilafet
çevrelerinin en etkili şahsiyetlerinden biri ve el-Mütevekkil'in Hacibi olan
Zürrafe'nin (152) kızını kendi oğluna (Musa b. Otamış) almayı ve kedi kızını
da, onun oğluna vermeyi tasarlıyordu. Bunun içinde, Otamış'ın yakın dostu aynı
zamanda veliahd olan el-Muntasır aracılık edecek, Zürafeye durumu o
bildirecekti. Böylece Samarra yeni muhteşem bir Türk düğününe daha şehid
olacaktı gelişmelerin bundan sonraki kısmını biz isterseniz et-Taberi'nin o
tatlı ifadelerinden günümüz üslubu ile özetlemeye çalışalım.
"el-Muntasır, o (meşum) gece, el-Mütevekkil'in içki meclisinden
ayrılıpta odasına geçmek üzere ayağa kalktığı zaman, Zürrafenin elini tuttu ve
Ona;
"-Kalk gidelim" dedi. (Çünkü ona söyliyeceği çok önemli bir
mesele vardı.) Zürrafe ona;
"-Ey Efendim! Emirü'l-Müminin henüz kalkmadıki!" dedi.
el-Muntasır;
"-O içkiyi fazla kaçırdı, Zaten Boğa ve diğer sofra adamları
(nedimler) de kalkmak üzeredir" demiş, onu alarak dışarı çıkmıştır. Bundan
sonra asıl meseleyi açarak şöyle demiştir;
"-Sizinle bana tevdi edilen ve oğlunuzla ilgili bir konu hakkında
konuşmak istiyorum. Zira Otamış kendi oğlunu senin kızınla ve senin oğlunu da
onun kızı ile evlenmesini arzu etmektedir". Buna karşı Zürrafa hiç
tereddüt etmeden;
"-Ey efendim! Biz senin ancak kul ve köleniz oluruz. Emriniz başımız
üstündedir!" demiştir. Bundan fevkalade mütehassıs olan ve keyiflenen
el-Muntasır;
"-Artık Zürrafenin kızı Otamış'ın oğlu ile ve Otamış'ın kızını da
Zürrafenin oğlu ile evlendirme şerefi, mirüvveti benim oldu" diye çok
sevindi O zaman orada bulunan Bünân;
"-Ey Efendim! Ya bizim düğün saçımız nerede? Mürüvet ancak saçı ile
daha güzel olur" dedi. Bunun üzerine el-Muntasır;
"-Gecenin geç vakti oldu, Yarın! İnşallah demiş ve Zürrafeyi de
yanma alarak birlikte kendi odalarına çekilmişlerdir (153).
Fakat yukarıda işaret edildiği gibi, gerek el-Muntasır ve gerekse
Zürrafenin artık saat ve dakikalarını saymaya başlayan bir ihtilalden henüz haberleri
y.oktu. Onlar odaya tam girmişlerdi ki, bir takım sesler ve canhıraş feryatlar
duyulmaya başladı. Bu sırada;
"-Ne oluyor!" diyerek dışarıya fırlayan el-Muntasır'm karşısına
ihtilalin kudretli generali dikilmiş ve çok soğukkanlı bir şekilde;
"-Allah Emirü'l-Müminine büyük ecirler versin. Allah kulunu çağırdı,
O da bu daveti kabul etti!" demiştir (154). Böylece el-Mütevekkil'in öbür
dünyayı çoktan boyladığı kibarca ifade edilmiş oluyordu. el-Mütevekkil ve
değerli devlet adamı Feth b. Hakan'ın böyle feci bir şekilde öldürülmesiyle
saray ve hilafet çevreleri birbirine karışmış ve bu muhteşem düğün de gündemden
silinip gitmiştir. Zira et-Taberi'nin bundan sonraki yıllarda, cereyan eden
olaylar hakkında geniş açıklamalarda bulunmuş olmasına rağmen bu evlilik
hakkında her hangi bir kayda rastlamak mümkün değildir.
D- EL-MÜTEVEKKİL'İN HAREM HAYATINA KISA BİR BAKIŞ
Ancak kanlı bir ihtilal ve hayat kitabının son bir kaç sayfasıda kılınç
darbeleri ile koparılan el-Mütevekkil'in çok renkli bir yaşayış ve harem hayatı
vardı. Ondört senelik hilafeti süresince, Abbasi saraylarının aşk, meşk
geleneğine uyarak her türlü zevki tatmış, bir birinden güzel binlerce cariye
ile gönlünce ve dilediği gibi yaşamış, muganniyeler içki ve işret alemleri ile
sanki zamanın bir nevi ünü cihanı tutmuş Harun er-Reşid'i olmuştu. Kaynaklarda
onun dört bin cariyesinin olduğu ve yatağını bunların hepsi ile ayrı ayrı
paylaştığı zikredilmektedir (155). Bu bile onun zevk ve şehvetine ne kadar
düşkün bir kimse olduğunu göstermektedir.
• Onun sadece yatak odası hizmetlerini yapan ve yatağına girecek
cariyeleri düzenleyen beşyüz kadar kadın hizmetçisi (vasife) vardı (156). Fakat
bütün bu cariyeler içinde öyle biri vardı ki, el-Mütevekkil ondan hiç ayrı
kalmak istemezdi. Bu güzel kadının adı, çirkin kadın anlamına gelen
"Kabiha" idi. Oysa Kabiha güzellikte eşi benzeri olmıyan harika bir
kadındı. el-Mütevekkil onun herkesi büyüleyen bu eşsiz güzelliğinden kinaye
olarak ona "Kabiha" çirkin suratsız kadın lakabını takmıştı. el-Mütevekkil
bu cariyesine öylesine düşkündü ki, Kabihanın ısrarına dayanamamış ve daha önce
"Veliahd" ilan ettiği oğlu el-Muntasın azlederek yerine onun oğlu
el-Mutezzi veliahd yapmak istemiş ve hepimizin bildiği gibi bu kabil anlamsız
teşebbüslerinin sonucu, Abbasi hilafetinde kanlı Türk ihtilallerinin de
başlamasına sebep olmuştur.
Abbasi halifelerinin bu sefahet, lüks, israf ve yabancı cariyelere aşırı
düşkünlüğünden acı acı yakınan Şii yazar Ebu Bekir el-Harezmi bu konuda yazdığı
bir risalesinde haklı olarak isyan etmekte ve şöyle demektedir;
"Öyle ya el-Mütevekkil binlerce cariye ile gününü gün ederken Ehli
Beytin yüce kadınları (Seyyidenin) kimse yüzüne bakmamakta onlar ya bir zenci
veya bir hindli ile evlenerek iffetlerini korumakta idiler" (157).
e- mahbube ve büyük boğa
el-Mütevekkil böyle feci bir şekilde öldürüldükten sonra onun cariye ve
yatak odası hizmetçilerinin bir çoğu devrin büyük Türk generali Büyük Boğa'nın
sarayına taşınmışlardır. Bunlar arasında el-Mütevekkil'in inadına sevip
saydığı, fevkalade bir şekilde yetiştirilmiş üstün yetenekli sesi ve udu ile
herkesi mesteden şiir ve edebiyata aşina güzal cariyesi Mahbube de vardı (158).
Bir gün Büyük Boğa'nın bir gece meclisinde işte bu Mahbubeden bir gazel
okuması istenmişti. Perde açılmış sözendeler hanendeler yerini almış Mahbubeyi
bekliyorlardı. Hele o muganniyelerin elbiseleri, gözleri kamaştıracak derecede
süslü ve güzeldi. Mahbube boynu bükük, sade beyaz elbiseler giyinmiş olarak
geldi. Büyük Boğa onun kucağına bir ud vererek geceye neşe katmasını ve bir
gazel okumasını söyledi. Oysa Mahbube perişan bir halde idi. Sanki şarkının
sözleri boğazında düğüm düğüm olmuş bir türlü çıkmıyordu. Sonunda dayanamadı
elindeki udu bir kenara bıraktı ve kararan dünyasını en içli kelimelerle dile
getirmeye başladı. Yanık yanık sesiyle okuduğu bu gazelinde kendini bu hayat
girdabında yapayalnız bırakıp gidenlere yani el-Mütevekkile şöyle sesleniyordu;
"Caferin (el-Mütevekkil'in) olmadığı bir yerde benim için hayatın ne
tadı olurki" diyerek gazeline başlamış mutsuzluğunu, ondan ayrı yaşamanın
bin bir elem ve kederle dolu olduğunu hayatın artık çekilmez bir hale geldiğini
vurgulayarak devam etmişti;
"Ah! ölüm çarşıda satılan bir (meta) olsaydı Mahbube onu hiç
çekinmeden satın alırdı."
"Çünkü hazin bir şekilde ölümün sakin kucağına gömülmek böyle
bedbahd yaşamaktan daha iyidir" (159).
Gel görki Muhabbe'nin böyle güzel herkesin gülüp eğlendiği bir sırada
el-Mütevekkili ve onu özleyişi dile getirmesi, bunun için billur gibi sesiyle
son derece içli ve hüzünlü bir gazel okumasına o gün orada bulunan diğer bir
Türk generali Vâsif'i çok öfkelendirmiş ve onun derhal hapsedilmesini
emretmiştir (160). es-Süyûti; bunun, onun için bir son olduğunu ve Mahbubenin
bundan böyle ölünceye kadar hiç bir gazel okumadığını kaydetmektedir (161).
VI.
EL-MÜSTAİN DEVRİ VE GENEL YÖNLERİ
İLE TÜRK HÂTÛNLARI
1- YENİ SİYASİ GELİŞMELER KARŞISINDA TÜRK HATUNLARI
A- EL-MÜNTASIR VE EL-MUSTAİNLE GELEN BÜYÜK OLAYLAR
a- el-Müstain
ve Türk Komutanları
el-Mütevekkil
Türklere karşı giriştiği bir kısım başarısız komplo hareketleri sonucu
katledildikten sonra onun yerine oğlu ve daha önce veliahd ilan ettiği Ebu
Cafer Muhammed, Türk askeri erkanının ittifaka varan bir desteği ile
el-Muntasır Billâh lakabıyla halife olmuştur. el-Muntasır'ın böyle beklenmedik
bir anda vefat etmesi ve hilafet camiasının Arap kanadının el-Mütevekkil'in
oğullarından birinin halife olması için derhal harekete geçmeleri Türkler
arasında büyük huzursuzluklara yol açmış ve neticede Büyük Boğa, Otamış, Küçük
Boğa, Bağır gibi Türk militarizminin temsilcileri ve yüksek rütbeli subaylar,
eMMutasıma olan geleneksel bağlılıkları sebebiyle onun torunu Ahmed'i
"el-Müstain Billâh" lakabıyla hilafet makamına getirmişlerdir
(248/862) (162).
Gerçekte el-Müstainin
dört sene süren hilafet devri, bir bakıma kanlı olaylar ve siyâsi
çalkalanmalarla dolu bir devirdir. Onun devrinde şu veya bu nedenlerle çıkan ve
aylarca devam eden bir kısım iç isyan, kargaşa, ayaklanma ve kanlı çatışmalar
dolayısıyla değil Samarra, hatta el-Mansur'un "Medinetü's-Selam"ı
dahi yıkılmış ve bir harebeye dönmüştür (163). Haddizatında olayların böyle
olumsuz bir yönde gelişmesi, kontrolden çıkması ve hilafet çevreleri için çok
daha vahim bir hal almasında, Abbasi halifelerinin Türk komutanlarının
güvenlerinin sarsacak fiil ve hareketlerde bulunmaları, onların bir takım
haksız tasarruf ve davranışları ile itimadlarını sarsmalarında çok önemli bir
rolü vardır. Zira Abbasi halifeleri, çoğu kere-bu tutarsız çelişkili
davranışları ile Türk askeri aristokrasisini kuşkulandırmış ve onları kendi
açılarından haklı olabilecek bir kısım sert hatta kanlı tedbirler aramaya
mecbur etmiştir.
b- el-Müstainin Endişe Veren Yeni Tutumu:
Bilindiği gibi el-Mütevekkil, hilafetinin sonlarına doğru bunun en sorumsuz
örneklerini vermiştir. Genç tecrübesiz halife el-Muntasır ise kendisini
iktidara getiren Türk askeri erkanının yanında olacağı yerde o da her nedense
onların karşısına dikilmiştir. el-Müstaine gelince, onun idari zaafları, doğru
ve sağlam karar verme yeteneğinden mahrum olması sebebiyle, hilafet zemini çok
daha kaygan bir hal almıştır. İşte el-Müstain'in veziri değerli Türk komutanı
Otamışın katledilmesine bu açıdan bakmamızda yarar vardır (164).
Böyle inadına kaygan bir zeminde tutunmak, çok bir maharet, siyaset ve
kiyaset işi idi. Bu bakımdan Türk militarizminin bir nevi temsilcisi olan üst
sınıftaki generaller, itibarlarını korumak, şahsiyetlerini muhafaza ve
kendilerinden emir almak ve hatta emirlerindeki askeri birlik ve çevreden
kopmamak için, büyük bir çaba, bundan da öte çok çetin bir mücadele vermek
durumunda kalmışlardır. Fakat bütün bunlar yetmemiştir.
Bir takım dış çevreler, özellikle Arap asıllı devlet adamı ve
komutanların tahrikleri ile devrin Vâsif, Boğa, Bağır gibi her biri ayrı bir
değer olan güçlü Türk generalleri arasına fitne ve nifak sokulmuş ve herkesin
eli kılınçlarının kabzasına dokunur bir hale gelmiştir. Bütün bu entrikalar
sonucu Bağır katledilmiş, bundan dolayı galeyana gelen ve Bağır taraftarı
askerler ve Türk dalgalarının kin ve intikamından kurtulmak için başta
el-Müstain olmak üzere Vâsif ve Boğa, Samarrayı terkederek Bağdada sığınmak
durumunda kalmışlardır (165).
Bu beklenmedik gelişmeler ve kontrolden çıkan olaylar, hilafet
camiasındaki Türk askeri varlığı için belki de en feci günlerini yaşamışlardır.
Zira Vâsıf ve Boğaya bağlı Türk birlikleri ile Bağır ve silah arkadaşlarına
bağlı Türk birlikleri arasında kıyasıya bir iktidar mücadelesi başlamıştır.
Fakat ne yazıkki bu mücadelede her iki taraftan ölenler Türk öldürülenlerde
Türktü. Bu hilafet çevrelerindeki Türk varlığı için tam bir trajedi ve faciadan
başka bir şey değildi. Artık Türkler düşman kılınçları ile değil, kendi Türk
kılınçlan ile eriyip gidiyorlardı. Diğer taraftan bu müessif olaylar, Abbasi
hilafetinde yetişmiş, askerliği bir meslek haline getirmiş, eğitimli Türk
askeri varlığına öyle bir darbe vurmuşturki, bundan böyle Türkler artık uzun
süre bellerini doğrultamayacak bir hale gelmişlerdir.
B- YENİ İHTİLAL HAZIRLIĞI VE BİR TÖRK KADINI
a- Bağır ve Yeni İhtilal
Fakat ne ilginçtirki; olayların böylesine karma karışık bir hal aldığı,
gerek Türk gerekse hilafetin Arap kanadında bu günün tabiri ile bir kısım
komita ve cuntaların teşekkül ettiği, herkesin açıkça bir fitne ve askeri
anarşinin arefesinde olduğu böyle kritik anlarda bile bazı Türk kadmarının her
şeyi göze alarak Tarih sahnesine fırladıkları görülmektedir. Bunun en tipik
örneği Bağır ve arkadaşlarının el-Müstain ve onun çevresinde yer alan Büyük
Boğa ve Vasifi safdışı etmek maksadıyla planladıkları hem de kanlı bir askeri
darbenin hilafet sarayına yakın aristokrat bir Türk kadını vasıtasıyla önleiş
olması, hatta bunun tam aksine ihtilal teşebbüsünde bulunanların hayatını
kaybetmeleridir. Değerli tarihçi et-Taberinin bu yöndeki rivayetlerinden
anlaşıldığına göre;
el-Müstain'in, Vâsif ve Boğa'ya yaklaşması, yetkilerini bu iki komutanla
paylaşması, büyük ölçüde onların tesiri altında kalması, Bağır ve
arkadaşlarında derin kaygılara varan bir endişe yaratmış ve onları bir çıkış
yolu bulmaya sevketmiştir. Neticede el-Mütevekkil ihtilalinde kendisi ile kader
birliği yapmış silah arkadaşları ile bir toplantı yapan Bağır ve arkadaşları bu
toplantıda el-Müstainin Boğa ve Vâsifin öldürülmesine karar vermişlerdi. Bu
yeni ihtilalin baş mimarı şöyle diyordu;
"Samarrayı kuşatır, el-Müstain, Boğa ve Vâsifi öldürürüz. Bundan
sonra el-Mutasımm oğlu Ali veya el-Vâsık'ın oğlunu halife ilan ederiz. Böylece
bu iki adamın yerine bizim desteklediğimiz bir kimse iktidara gelmiş olur
(166). Onun ileri sürdüğü bu fikirler ihtilal erkanı tarafından hiç bir itiraza
uğramadan kabul edilmiştir.
b- İhtilalin Karşısına Çıkan Bir Türk Anası:
Abbasi sarayı bu defada sessiz bir ihtilal ile karşı karşıya idi. Ancak
Bağır ve arkadaşlarının Halife ve yakın çevresindeki Türk generallerine karşı
hazırladıkları bu ihtilalin farkında olan aristokrat bir Türk kadını, derhal
saraya koşmuş, el-Müsteinin anası Muharik ile görüşerek bu büyük ihtilalden onu
haberdar etmiş, üstelik ona ihtilal hakkında duyup öğrendiklerini de
aktarmıştır. et-Taberi bu kadının ismini bir uslub tercihi olarak
bildirmemektedir.
Ancak onun el-Müstainin anası ile çok rahat bir şekilde görüşüp konuştuğu
nazarı itibara alınırsa, bu Türk kadınının gayet seviyeli, aristokrat Türk
ailelerinden birinin kızı ve Abbasi sarayı nezdinde şeref ve itibarı bir hayli
yüksek bir Türk anası olması gerekmektedir. Evet hakikatde bu merkezdedir. Zira
bu Türk anası değerli Türk generali, ihtilalin birinci dereceden sorumlusu
Bağır'ın boşadığı eski hanımı idi (167).
Türk hanımı, Bağırdan intikam almak için harekete geçiyordu. Çünkü
ihtilale adı karışanlar veya onların karşısında olanlar, harbedecek askerler,
hemen hepsi Türktü. Bunlar şöyle veya böyle bir birlerinin yakın akrabası
idiler. Bundan da öte, Bağırın Türkler arasında çok aşırı bir sevgisi vardı.
Onunla anlaşmak suretiyle bu kan dökülmesi önlenebilirdi. Fakat öyle
olmamıştır. Her ne kadar bundan sonraki müessif gelişmeler bizim konumuzun
dışında isede bu, hilafet camiasındaki Türk askeri varlığının büyük facia ve
katliamlara sürüklenmesinin bir başlangıcı olmuştur.
Bu ihtilal haberi, anası Maharik tarafından Halife el-Müstaine
ulaştırılınca o, derhal Vasif ve Boğayı çağırmış ve bir durum muhakemesi
yapmışlardır. İki tecrübeli komutan olaya daha soğukkanlı bir şekilde
yaklaşabilirlerdi. Çünkü Bağır, Büyük Boğanın tezgahında yetişmiş ona büyük
saygısı vardı (168). Oysa onlar Bağır ve yakın komuta arkadaşlarının
öldürülmesine ve gerekirse onların kanlı başını, ayaklanan taraftarlarının
önüne atılmasına karar vermişler ve öylede yapmışlardır. Bu ise Bağıra bağlı
Türk birliklerini çılgına çevirmiş ve neticede, yukarda da işaret edildiği gibi
Abbasi toplumundaki Türk varlığı için tam bir trajedi halini almıştır. Zira
Halife bu meşum olaylardan sonra Samarrada tutunamamış ve Vasif, Boğa gibi Türk
komutanları ile Bağdada sığınmak mecburiyetinde kalmışlardır.
C- BÂĞİR'IN ÖLÜMÜ İLE BAŞLAYAN YENİ KANLI OLAYLAR
a- Reşid'in
Anası Suad Hatun:
Görülüyorki;
bu sosyal ve siyasi gelişmeler dolayısıyla birçok Türk anası, tarih sahnesinde
görülmüş ve isimleri tarih kitaplarında yer almıştır. Bunlardan biri de
Vâsif'in kız kardeşi Suad Hatun idi (169). Suad Hatun'un ismi ve tarihi
kişiliği bize onun gözü pek cesur yiğit yaratılışlı oğlu, dirayetli Türk
komutanı Raşid dolayısıyla ulaşmıştır. O Reşid ki; Bağır gibi heybetli, güçlü,
herkesin kendinden korkup çekindiği bir komutan üstüne gözü kapalı olarak
yürümüş ve mertçe salladığı bir kaç kılınç darbesi ile onun işini bitirmiştir.
Çünkü ona hiç kimsenin göze alamayacağı bu görevi amcası ve el-Müstain'in
sağkolu Vâsif vermişti. Mamafih hicri 252/866 yılı olayları sırasında Vasifin
bu ağır başlı üstün yetenekli kız kardeşi yine karşımıza çıkacaktır. Fakat,
et-Taberi'nin bu ve benzeri rivayetlerinden Suad Hatun'un çok dirayetli,
hilafet sarayı çevreleri ile çok güzel diyaloğu olan, şahsiyetli bir kadın
olduğu anlaşılmaktadır. Muhtemelen onun da kocasının önemli Türk
generallerinden biri olması gerekmektedir.
b- el-Müstain
ve Türk Kızları:
Bütün bu
karma karışık olaylar arasında tesbit edilmesi gereken ilginç bir durum daha vardır.
O da el-Mutasım'ın hilafet ordusu ve sağlam temeller üzerine inşaa ettiği Türk
aile bütünlüğünün bundan önceki sayfalarda da işaret edildiği gibi, kendi
kendine özellikle evlenme işlerinde çoktandır yeterli bir duruma geldikleri,
yine bu karışık, baş döndürücü olaylar sırasında bile evlenme çağına gelmiş
yüzlerce, binlerce Türk genci ve kızlarının bulunmuş olmasıdır. Bunlar hilafet
camiasındaki Türk neslinin ve hemen bir iki kuşak sonra ne kadar çabuk üreyip
çoğaldıklarınında ayrı bir görüntüsü olsa gerektir.
Nitekim Baybak (Babi Bek, Babekyal) Ernatcür, Gülaba Tekin gibi, hilafet
çevrelerinin Türk asıllı önde gelen komutanları siyasi olaylara hakim olmada
bir çok vesilelerle aczi sabit olan halife el-Müstaini büyük bir saygı ve
edeple ziyaret ettikleri, ve hilafet makamından kendi isteği ile çekilmesini
istedikleri zaman el-Müstain bu evlenme çağına gelmiş Türk kız ve
delikanlılarını diline dolamış ve aynen şöyle demiştir.
"...İki bine yakın gencinizi size sağ salim ulaştırmadımmı? Dört
bine yakın evlenme çağına gelmiş kızlarınızı da tekrar yanınıza ben göndermedim
mi" (170).
Haddizatında onun başa kalkmak istediği bu genç kız ve erkekler,
Samarra'nm bir kan ve ateş kasırgası ocağı haline gelince, el-Müstain’in özel
ilgisi sayesinde Samarradan Bağdada nakledilmişler, daha sonrada tekrar
sağ-salim Samarraya gönderilmişlerdi. Bütün bunlar bize el-Mutasımla başlıyan
bir geleneğin hala devam ettiğini göstermektedir. O da evlilik çağına gelmiş
Türk erkek ve genç kızlarına ayrı bir özen gösterilmesi, onların gayri Türk
unsurlarla kim olursa olsun kesinlikle evlenmelerinin yasaklanmış olmasıdır.
Halifenin rakamsal olarak verdiği bu ifadeler, bizim bu konulardaki
görüşlerimizi de doğrulamaktadır
2- EL-MÜTEZ DEVRİNİN YENİ GÖRÜNTÜLERİ VE SÜAD HATÜN
A- SÜAD
HATÜNÜN BÜYÜK GÖREVİ
a- el-Müstain
Bağdad Yolunda:
el-Müstain ve
taraftarı Türk generallerinin Bağır et-Türkiyi büyük bir tedbirsizlik sonucu
öldürmeleri ile başlayan müessir olaylar kontrolden çıkınca Halife ve yakın
çevresi Samarrada daha fazla tutunamamış ve sonunda Bağdada sığınmak durumunda
kalmışlardır. Bu durumda Bağır taraftarı Türkler derhal harekete geçmişler ve
daha öncede planladıkları gibi el-Mütevekkil’in oğlu Ebu Abdullah Muhammedi
"el-mutez Billâh" lakabıyla halife ilan etmişlerdir (252/867) (171).
Bununlada
yetinmeyen Bağır taraftarı Türk generalleri emirlerindeki Türk birlikleri ile
Bağdad'a yürümüşler, başta halife olmak üzere gerek Vâsif ve gerekse Bağayı bu
fiili durumu kabul etmeye hatta bundanda öte, el-Mustain'i halifelikten
çekilmeye mecbur etmişlerdir. el-Mustain'in acz içindeki bu çırpınışlarını dile
getiren bir şair, onu hicveden bu uzunca bir şiirinde, onun bu çaresizliği ile
ilgili olarak aynen şöyle demektedir:
"Ey Müsteîn! Türkler’in
Bağdad sokaklarında kılınçlannın havada şakırdadığını görünce
Aklın başına geldi ve parlak
Türk kılınçlanndan kaçıp kurtulamayacağını nihâyet anladın" (172).
b- İbni Tabataba'nın İlginç bir Rivâyeti:
Gerçekte el-Müstaîn ve ondan sonra gelen Abbâsî halîfelerinin yaşadıkları
devirler, Türkler'in askerî ve idârî bakımlardan artık tam bir zirvede olduğu
devirlerdir. Hilâfet makamı ve yüksek derecede askerî komutanlıklara ancak
Türkler'in istedikleri kimseler getiriliyordu. Türk askerî aristokratları, kimi
isterlerse onu halîfe ilân ediyor, istemedikleri kimseleri de hilâfet
koltuğundan azledebiliyorlardı. İbn Tabatanın el-Fahrî adındaki kıymetli
eserinde zikrettiği şu olay bize, bu devirlerde hilâfet câmiasındaki Türklerin
gücünün nerelere kadar uzandığını ve bunun halk üzerindeki etkisi hakkında çok
çarpıcı fikirler vermektedir. Şöyle ki,
el-Mutez, hilâfet tahtına oturduktan sonra yakın adamları ve çevresindeki
müneccimleri toplayarak onlara,
"-Hele bir bakınız! Ben ne kadar yaşayacağım ve halifeliğim kaç sene
sürecektir" demiştir.
O mecliste bulunan nüktedân ve hazır cevap bir kimse hemen ortaya
atılmış, Halîfenin ömrünü ve hilâfet süresini bildiğini söylemiştir.
Çevresindekiler anlamlı anlamlı onun yüzüne bakınca, adam gayet tabîî bir
halde,
"-Bundan daha
kolay ne var! Türkler sizin halifeliğinizi ne kadar isterlerse!"
cevabını vermiştir. İbni Tabataba, adamın bu hazır cevabı karşısında halîfenin
dışında o mecliste bulunanlardan gülmedik bir kimse kalmadığını kaydetmektedir
(173).
B- VASİF'İN YENİ İNİSİYATİFİ VE SÜAD HÂTÛN
a- Suad Hâtun'un Nüfûzu ve Şahsiyeti:
el-Mutez devrinde (866-869) şüphesiz bundan önceki halifelerde olduğu
gibi, çok ciddi kargaşa ve karışıklıklarla dolu bir devirdir. Samarra ve
Bağdad'ta bir kısım iki yüzlü devlet adamı ve Türkler tarafından tutuşturulan
bu fitne, bütün dehşetiyle devam etmiş ve neticede birçok değerli komutanlarda
dahil yüzlerce Türk hayatını kaybetmiştir. Bu devrin yüklü, bir dereceye kadar
boğucu siyasi olayları bir tarafa el-Mutez devrinde hilafet çevrelerinde
isminden sık sık bahsedilen Türk hatunlarının başında, bundan önceki sayfalarda
dile getirdiğimiz gibi Suad Hatun gelmektedir. Suat ancak Suad Hâtun'un koca
hakkında et-Taberi de ne yazık ki, fazla bir şey yoktur. Onun oğlu Reşid'in
amcası Vasîf gibi, hilafet ordusunun önde gelen cesur, yiğit Türk generallerinden
biri olduğundan kimsenin şüphesi olmamalıdır. Suad Hâtun'un şahsiyeti ve
hilafet saraylarındaki etkisi kişiliği nazarı itibara alınırsa, bunda onun,
Vasîf'in kız kardeşi, aristokrat bir Türk ailesine mensup olması yanısıra,
muhtemelen kocasınında aynı derecede saygın ve camianın önemli kişilerinden
biri olmasınında büyük tesirleri vardır.
Evet Suad Hatun, Türk generali Vasîf'in kızkardeşi idi. Abbasi sarayı ve
hilafet çevrelerinde büyük itibar ve saygınlığı olduğundan aristokrat Türk
askeri erkânı ile saray arasında bir kısım ciddi meselelerin halledilmesinde
önemli hizmetleri olmuştur. Şöyleki;
b- el-Mutez'in Türk Generallerini Azletmesi:
el-Mutez, Bâğîr et-Türki ve onun taraftarlarının kesin bir şekilde
desteklenmeleri ile iktidara geldikten sonra pek tabii olarak müellifleri
üzerine yürümek istemiş ve bu cümleden olmak üzere Vasîf, Boğa ve onlara bağlı
olanların divandan azledilmelerini emretmiştir (174). Bu ise onların bütün
yetki ve varidat kaynaklarının ellerinden alınması bir bakıma saf dışı
edilmeleri demekti. Oysa bu ilerde çok büyük tehlikelere yol açabilirdi.
c- Suad
Hatun'un Saray Çevreleri İle Teması:
Fakat olaylar
başka türlü gelişmiş bu hem el-Mutez, hem de söz konusu iki etkili ve hilafet
ordusundaki Türkler tarafından hâlâ sevilip sayılan Türk komutanı Vasîf ve
Boğa'nın hayrına olmuştur. Bunun için Vasîf kız kardeşi Suad Hatun'u ve onun
vasıtasıyla el-Müeyyidi devreye sokmuş ve el-Müeyyid üvey kardeşi el-mutez
nezlinde teşebbüse geçerek Vasîf, Boğa ve bunlara bağlı maiyyet erkanının
halife ile olan bozuk ilişkilerini düzeltmeye muvaffak olmuştur.
Evet,
et-Taberi'nin hicri 252/867 yılı olayları arasında daha da ayrıntılı olarak
zikrettiğine göre; Vasîf, önce kızkardeşi Suad Hatunu bu hususta görüşmelerde
bulunmak üzere, el-Mütevekkil'in diğer oğlu, veliahd aynı zamanda el-Mütez'in
övey kardeşi el-Müeyyed'e göndermiştir. Haddizâtında el-Müeyyed, yine
et-Taberi'nin bildirdiğine göre, Suad Hâtun'un kanatları altında, onun himaye
ve terbiyesinde yetişmiş, doylayısıyla ona sonsuz bir saygı ve hürmeti vardır
(175).
d- Suad
Hatun'un Büyük Başarısı:
Suad Hatun
dahada ileri gitmiştir. Vasif'in Samarradaki sarayında gizlediği servetinden
1.000.000 dinâr (2 trilyon TL) alarak el-Müeyyid'e vermiştir. Onun bu yeni
insiyâtifi, şüphesiz Vasîf ailesinin, el-Mutezz'e karşı iyi niyetlerinin samimi
bir tezahürü idi ( ). Bundan sonraki gelişmeleri İbnü'l-Esir şöyle
anlatmaktadır; "el-Müeyyid gidip, Vasiften hoşnud olması için el-Mutez ile
görüştü. el-Mutezz de Vasif'i affedip ondan hoşnud oldu ve ona ayrıca bir de
mektup yazdı" (176).
Suad Hatun'un bu güze! teşebbüsleri sayesinde Vasif ve Boğa, Samarraya
dönmüşler, yeni halife onlara eski görevlerini iade ettiği gibi, onlara
hilaflar giydirmekle kalmamış, onların varidatlarımda iade ettirmiştir (177). Mamafih,
bu nazik meselenin iki tarafında hayrına olacak bir şekilde halledilmesinde
Suad’ın çok önemli bir rol oynadığı asla unutulmamalıdır. O, olgun şahsiyeti ve
dirâyeti ile meselenin nezaketini kavramış, el-Müeyyedi ikna etmiş ve yüzüne
gözüne bulaştırmadan bu büyük sorunu halletmiştir.
e- el-Müeyyed'in Hapsedilmesi:
Fakat, bütün bunlar halife el-Mutezz'in kardeşi el-Müeyyed hatta Türk
aristokrat çevreleri ile güzel ilişkileri olduğu ve buun uzun süre devam edip
gittiği anlamına gelmemelidir. Zira el-Mutez, bu olaylardan 3-4 ay gibi kısa
bir süre sonra kardeşi el-müeyyed'i veliahtlıktan azletmiş sonra da onu
hapsettirmiştir (178). Halifenin bundan asıl maksadı yavaş yavaş güven ve
itimatını kaybettiği Türk komutanlarının el-Müeyyed'in etrafında toplanmalarını
önlemekle onların kendisine karşı harekete girişmelerine fırsat vermemekti.
3- BU DEVRİN BAZI ÖNEMLİ
TÜRK DÜĞÜNLERİ
A- CÜMA HATUN'ÜN TÜRK KOMÜTAN SALİHLE EVLENMESİ
Mamafih, el-Mutez'in sosyal olaylar ve siyasi çalkalanmalarla dolu olan
bu sıkıntılı ve Türkler açısından fevkalade önemli olan bu sıkıntılı devirlerde
de, Aristokrat Türk askeri aileleri arasında kız alıp kız verme Türk usulü
parlak düğünler olmuş Türk toplumu evlenme yaşma gelmiş kız ve erkek çocukları
birbirleri ile evlendirilmişlerdir. Bunlardan meselâ en önemlisi, tarih
kitaplarında "İki büyük Emir" bugünün tabiri ile
"Korgeneral" olarak (179) geçen ve askerliği bir aile ocağı, bir
meslek haline getiren, üstelik aynı kaderi paylaşan Vasif ve Büyük Boğa
ailesinin birbirine daha da yaklaşmaları ve çocuklarını el-Mutasım geleneğine
uyarak birbirleri ile evlendirmeleridir.
Değerli tarihçi et-Taberi'nin, h. 254/868 yılı olayları arasında ve
kendine has temiz bir üslûpla zikrettiğine göre, Abbasi askeri tarihinde
müstesna bir yeri olan Boğa Ailesinden Küçük Boğa'nın kızı Cuma Hatun ile yine
ona eşdeğer bir aile olan Vasif'in oğlu Salih, bu yıl Samarrada yapılan Türk
usulü muhteşem bir düğünle evlendirilmişlerdir.
Gerçekte, el-Mutez devrinin çok etkin simâlarından biri olan Salih babası
gibi küçük yaşlarında askerlik mesleğine intisab etmiş ve onun maiyetinde
yetişmiş önemli Türk komutanlarından biridir, el-Mütevekkili devire (247/861)
böylece iktidarın Türk kanadına geçmesini sağlaan askeri operasyonda bulunmuş
ve önemli görevler yapmıştır (180). el-Müstain'in son dönemine rastlayan o
kargaşa ve iç isyanlar sırasında O'da babası ile birlikte Bağdad'a gelmiş ve
Bağır taraflarının hücumuna karşı Şemmâsiye Kapjsı'nın savunması ile
görevlendirilmiştir (h. 251/865) (181). el-Mutez devrinin sonlarına doğru çıkan
kargaşalıklar sırasında babası Vasif öldürülünce (253/867), artık Salih onun
yerine geçmiş ve babasının yakınlarıda onun çevresinde toplanmıştır (182).
Evet, Samarrada iki köklü Türk askeri aileleri arasında yapılan bu parlak
düğün ve Salihle Cumanın evlenmeleri hicri 254 yılı Zilkade ayının yarısında
olmuştur (Kasım 868) (183).
B- VASİF'İN
KIZININ SELEM B. HAKAN'LA EVLENMESİ
a- Büyük
Hakan Ailesi
Yine bu
devirlerde Aristokrat Türk aileleri arasında yapılan evliliklerden bir diğeride
Vasif'in kızının, hilafet camiasının ünlü Türk ailelerinden biri olan
"Hakan Ailesi"nden Seleme b. Hakan'ın Türklere has bir düğünle
evlenmeleridir (184). Oysa biz yukarda Vasif'in oğlunun, Büyük Boğa'nın kızı
Cuma Hâtun'la evlenmesinden söz etmiştik. Bundan da anlaşıldığı gibi Vasif,
kendi oğlunu, Aristokrat bir Türk ailesi olan Seleme b. Hakan'la
evlendirmiştir. Gerçekte, Türk aileleri arasında bu kabil evlenmelerle kurulan
sıhriyet bağları ve kan akrabalıkları, diğer taraftan onları birbirine bağlı
homojen bir toplum haline gelmelerinde adeta bir çimento vazifesini görmüştür.
Mamafih, onun
Seleme b. Hakan'la olan evliliğinden el-Fazl adında bir erkek çocuğu dünyaya
gelmiş ve literatüre bu erkek çocuk dolayısıyla "Ümmu'l-Fazl-Fazl'ın
Anası" olarak geçmiştir. Selemenin mensup olduğu "Hakan Ailesi"
ise hilafet camiası ve Abbasi toplumunda dal budak salmış en geniş en büyük, en
köklü Türk ailelerinden biridir. Bu ailenin asıl reisi ve kendi ismiyle anılan
(185) büyük Türk hakanı Gartuc (Artuk), (186) el-Mutasımın Orta Asya'ya onun
ayağına kadar gönderdiği elçinin davetine uyarak Bağdad'a büyük bir izzet ve
ikbâl ile karşılanmıştır.
Daha sonra
el-Mutasım Samarrayı bir ordu kent olarak inşa ettikten sonra, bütün masrafları
kendisinden olmak üzere muhteşem bir saray yaptırmış ve onu, bu Türk Hakanına
hediye etmiştir. Asıl bundan sonradır ki, Hakan Gartuc ve el-Mutasım aileleri
bir birleri ile hem hal olmuşlar ve iç-içe yaşamışlardır. el-Mutasımın devlet
idaresinde onun tecrübesinden yararlandığı ve ciddi meselelerde onunla istişarelerde
bulunduğunda kimsenin şüphesi olmamalıdır.
b-
Ümmü'1-Fazlın Tâcibek et-Türki'nin Oğlu ile Evlenmesi:
ümmü'1-Fazl, daha sonra et-Taberi'nin hicri 256/870 yılı olayları
arasında verdiği bilgilerden öğrendiğimiz üzere, Tacibek et-Türki'nin oğlu Nûşeri
ile evlenmiştir (187). Nûşeri de emsali bir çok Türk gibi, hilafet ordusunun en
belirgin komutanlarından biridir. Yukarda da ifade edildiği gibi
"el-Emir-Orgeneral" ünvanı verilen ve hilafet ordusunun en etkin
generallerinden biri olan Vasif'in maiyyetinde yetişmiştir (188). Onun kızı
ümmü'l-Fazl'la evlenmesinin belkide en önemli sebeblerinden biride belki bu
olsa gerektir.
C- EL MÜHTEDİ
BİLLAH VE ÜMMÜL FAZL HÂTÛN
a- Salih'in
Kesik Başı Ümmü'l-Fazlın Önünde
el-Mutez, sonsuz ihtirasları ve aristokrat Türk askerî erkânına karşı
aptalca sergilediği güvensizlikler, hatta onları birini diğerine karşı
kullanarak fitne ve fesâd yoluyla öldürtmek istemesi ve hilâfet askerlerinin
aylardır biriken ücretlerini ödemekten çekinmesi bardağı taşıran son damla olmuştur.
Netice de Türk askerî erkânı el-Mutez'i azletmiş ve onun yerine müteveffâ
halîfe el-Vâsık'ın oğlu ve el-Mutasım'ın torunu, Ebû İshak Muhammedi,
el-Mühtedî Billâh lakabıyla halîfe ilân etmişlerdir (255/869) (189).
el-Mühtedî, (869-870) çok geçmeden kendisini iktidara getiren Türk askeri
erkanı ile arası açılmış, birini diğeri aleyhine kullanarak onları birbirine
kırdırmak yoluna gitmiştir. Ebu Cafer el-Mansur'un
kalleşçe Horasanlı Ebû Müslümü öldürdüğü gibi O da aynı şeyi Türk
komutanlarına yaparak onların hepsini saf dışı etmek istemiş ve bu iki yüzlü
sinsi politikasında büyük ölçüde muvaffakta olmuştur. Bu devirde işte, Salih
Vasif'in oğluda böyle yok yere boynu vurdurulmuş bedbaht Türk komutanlarından
biridir.
el-Mühtedi daha da ileri gitmiş Salih b. Vasif'in kanlar içindeki kesik
başını bu yaraya tuz ve biber eken vahşi bir ruh hâleti içinde kardaşı
Ümmü'l-Fazl'a göndermiştir (190). O sırada köşkte bulunan ve bu feci manzara
karşısında dehşete kapılan Müflih b. Hakan, Ümmü'I-Fazl'ın önceki kocası Seleme
b. Hakan'ın kardeşi göz yaşlarını daha fazla tutamamış ve bir bir, Ömmü'l-Fazl,
birde bu yiğit yaratılıştı Salih'in kesik başına bakarak şöyle haykırmıştır:
"Eğer, seni öldürenide ben öldürmezsem Allah beni kahretsin!"
(191). Bütün bunlar Türklerle Abbasîler arasındaki kanlı iktidar mücadelesinin
en trajik safhalarını oluşturmaktadır ki, bu konuların çok daha ayrıntılı bir
şekilde araştırılması gerekmektedir.
Gerçekte el-Mühtedi devri tarihe gerek hilafet camiasındaki Türkler,
gerekse halife bakımından en kabuslu ve karanlık devirler olarak geçmiştir.
Türk askeri erkanının büyük ölçüde desteği ile hilafet makamına geçen bu
bedbaht Abbasi Halifesi, daha sonra onlara karşı, çevresindeki kısım Arap
aydınlarının telkin ve kışkırtmaları ile tavrını değiştirmiş ve bir kısım ayak
oyunları tezgahlamaya başlamıştır. Obu cümleden olmak üzere Türk askeri erkanı
arasına fitne ve fesad sokmak birini diğeri aleyhine kışkırtmak suretiyle
hepsini öldürtmek, dolayısıyla hilafet camiasındaki Türk askeri varlığına çok
büyük bir darbe vurmak istemiştir. Ne yazık ki onun bu meşum fesad planı kendi
ayaklarına takılmış ve neticede bunu ayaklanan Türklere karşı kendi hayatıyla
ödemiştir (192).
Bu arada bir noktanın gözden kaçırılmamasında yarar vardır. O da bütün bu
olayların, diğer taraftan aradan seneler geçtikten sonra bile el-Mutasım'm
ortaya koyduğu temel ilkelere Türkler tarafından büyük ölçüde uyulduğunu
göstermiş olmasıdır.
Bilindiği gibi el-Mutasım, hilâfet ordusunda görevlendirdiği Türk
gençlerinin, Türklerin dışında hele hele Arap kızları ile evlenmelerini
kesinlikte yasaklamıştı. Bunun için Türk yurtlarından çoğu kere aileleriyle
birlikte binlerce Türk kızı getirtmiş ve onları bu yağız çehreli Türk gençleri
ile evlendirmiştir. O kadar ki onların birbirlerinden boşanmalarını bile
yasaklamıştı. el-Mutasım daha da ileri giderek bu türk kızlarının isimlerini
bir-bir "Divânü'I-Ceyş"e kaydettirmiş ve onlara muntazam maaşlar ile
bağlatmıştı.
Onun koyduğu bu sıkı tedbirler sâyesinde Türklerin kendi aralarında
evlenmeleri bir âdet ve bir gelenek hâline gelmişti. Artık Türk âileleri
çocuklarını kız-erkek kendi hemcinsleri ile evlendiriyorlardı. Böylece hem Türk
toplumu varlıklarını daha güçlü bir şekilde devam ettiriyor, hemde kendilerine
bir çok yönlerden yabancı olan yeni Arap toplumunda boğulup gitmekten
kendilerini korumuş oluyorlardı.
Bu vesile ile şu hakikati bir kere daha itiraf etmeliyiz ki, Eğer Abbâsî
toplumu ve hilâfet câmiasındaki bu Türk varlığı, bunca vurma, kırma, kan
kaybına rağmen bir türlü asimile ve yok edilememiş ve varlıklarını Abbâsî
hilâfetinin yıkılışına kadar devam ettirebilmişlerse, bunda hiç şüphesiz
el-Mutasım'ın ilk defa esasını koyduğu ve bir Türk'ün ancak bir Türkle
evlenebileceği olundaki temel prensibinin çok esaslı rolü olmuştur. Aksi
takdirde bu Türkler Bağdad'ta Arap İslam kültürü hamulese içinde boğulup gitmiş
olacaklardı.
4- EL MUTEMED ALELLAH VEYA EL-MÜVAFFAK DEVRİ •
el-Muhtedi'nin
Türklere karşı giriştiği bu tasfiye hareketi başarısız kıyam ve baş
kaldırmaları ve en sonunda ölümü ile Türkler bu defa onun yerine
el-Mütevekkil'in oğullarından Ebu'l-Abbas Ahmedi, el-Mutemed Alellâh lakabıyla
halife ilan etmişlerdir (256/870) (193).
Haddizatında
el-Mutemed ' (870/892) hilafet makamının sorumluluklarına vakıf, yetkilerini
tam bir ehliyetle kullanabilecek çapta bir kimse değildi. O da bunun farkında
idi. Nitekim O, kendi öz kardeşi Talha'yı yanına almış ve el-Muvaffak ünvanı
ile hilafetin bütün "Doğu ülkeleri"ne, Iran ve Orta Asya'da dahil
âmil tayin etmiştir. Bu devletin gelirlerini onun eline teslim etmek demekti.
O, bununla da yetinmemiş, giderayak hilafetin bütün işlerini ona bırakmış,
kendisini tamamen zevk, eğlence, gece hayatı, kadın ve içkiye vermiştir. Artık
bundan böyle tam yirmiüç sene büyük bir kara imparatorluğu olan Abbasi
Hilafetini el-Muvaffak idare edecekti.
el-Mühtedi ve
onun namına hilafet makamının bütün dizginlerini eline alarak koca Abbasi
Devletini uzun seneler idare eden el-Muvaffak, devrinin sosyal ve siyasi
olayları bizim asıl konumuzun dışındadır. Ancak el-Muvaffak, Abbasi Hilafetinin
ikinci adamı ve kardeşi el-Mutemed namına bütün Abbasi Hilafetini idare ettiği
devirlerde bizim içinde çok önemli olan Çiçek Hatun adında aristokrat bir Türk
hanımının hilafet camiasında boy göstermiş ve el-Muvaffak'ın oğlu Ahmed’le
evlenmiş olmasıdır. Abbasi saraylarında kendinden önce gelmiş-geçmiş olan
Mâride, Şuca ana geleneğini yaşatan bu Türk anası hakkında bundan sonraki
sayfalarda çok daha geniş bilgiler verilecektir.
Muhtemelen el-Muvaffak Hilafet camiasında itibar ve şöhretinin zirvelerde
olduğu ve koca hilafet ülkelerini kardeşi halife el-Mutemed Alellâh namına
idare ettiği o heybetli, güçlü dönemlerinde, yakın çevresindeki Türk
komutanları ile dostluk ve şahsi münasebetlerini geliştirmek istemiş ve bunun
içinde oğlu Ahmed'i bu asil Türk hanımı yani Çiçek Hatunla evlendirmiştir. Zira
bundan sonra cerayan eden bazı olaylar onun hilafet ordusundaki güçlü Türk
generalleri ile geliştirme ve oğlu Ahmedi Çiçek Hatun adında aristokrat bir
Türk hanımı ile evlendirmede ne kadar isabetli davranmış olduğunu bütün
açıklığı ile ortaya koymaktadır.
Nitekim, el-Muvaffak hicri 278/891 senesinde vefat edince, hilâfet
ordusunun güçlü Türk generalleri hemen toplanmışlar ve el-Muvaffak'ın oğlu
Ebu'l Abbas, Ahmedi, el-Mutezid billâh lakabı ile bilfiil halife ilan
etmişlerdir (194). Bu çok önemli bir keyfiyet ve el-Muvaffak'ın oğlu için
yapılabilecek en zor şeylerden birisi idi. Çünkü asıl halife el-Mutemed henüz
sağ idi. Gel görki el-Mutazıdın bu defada talih yüzüne gülmüş ve Halife bir
sene sonra şaraba, kadına aşırı düşkünlüğü ve bir gece çok fazla hatta kendini
kaybedecek kadar içki içmesi sonucu sızıp kalmış yani ölmüştür (279/892).
Bu beklenmedik gelişme el-Mutemedin vakitsiz ölümü hem yeni halife
el-Mutazid, hemde Türk komutanları açısından çok ferahlatıcı olmuştur. Bunu
haber alan el-Mutazıd, başta Bağdad kadıları olmak üzere şehrin ileri gelenleri
ayan ve eşrafını toplamış onların biatlarını alarak meşru manada halife
olmuştur.
el-Mutazıd'ın
hilafet tahtına oturması ile Hilafet saraylarındaki Türk hatunları için parlak
bir devir daha başlamıştır ki önümüzdeki sayfalarda bütün bu gelişmeler
üzerinde durulacak ve hilafet saraylarına intisab eden bu yeni Türk hatunları
hakkında çok daha geniş bilgiler verilecektir.
VII.
EL-MUTEZİD BİLLÂH VE HİLAFET
SARAYLARINDA TÜRK HATUNLARI
ÇİÇEK HÂTÛN VE KATRU'N-NEDÂ HÂTÛN
1- ÇİÇEK HATUN
A- EL-MÜTAZİD BİLLAH'IN HALİFE OLMASI
eLMutemed Alellah'ın yukarıdada işaret edildiği gibi, bir içki meclisinde
ölmesi sonucu el-Muvaffak'ın oğlu Ebu'l-Abbas Ahmed el-Mutezid Billâh lakabı
ile halife olmuştur. (279/892) Kendisi Çiçek Hatun adında aristokrat bir Türk
hanımı ile evlenmiş olmasına rağmen anası Savab, belkide Dırar adında gayri
Arap bir cariye idi. el-Mutaz'ın heybetli yiğit yaratılışlı, cesur bir kimse
olması yanısıra nefsi zevklerine, aşırı eğlence ve kadınlara çok düşkün bir
kişi olduğu zikredilmektedir (195).
el-Mutazıd devri (892-902); hilafet saraylarına intisâb eden şerefli Türk
Hatunları bakımından bizlere ünü cihanı tutmuş meşhur Abbasi Halifesi Harun
er-Reşid devrini (786/809) hatırlatmaktadır. Onun hilafeti döneminde nasılki
Meracil Hatun, Maride Hatun gibi bir çok şahsiyetli Türk anası, hilafet
saraylarının en gözde simaları olmuşlarsa, el-Mutezid devrinde de Çiçek Hatun,
Sema veya Katru'n-Neda Hatun, Seyyide Şağab Hatun gibi Türk analarıda hilafet
camiasının müessir şahsiyetleri ile en meşhur kişileri olmuşlardır. Bunlar
sarayda Ümmü'l - Veled - Veliahd - anası olma gibi büyük mazhariyetlere ulaşmış
toplumda itibar ve değeri yüksek Türk anaları idiler. Özellikle Şağab Hatun
ileriki sayfalarda daha da
ayrıntılı bir şekilde üzerinde durulacağı gibi hilafet camiasında
yükselmiş, devlete büyük hizmetleri dokunan Türk Hatunlan'nın belki de en
zirvede olanlarından biridir.
B- ÇİÇEK HAKİN HİLAFET SARAYLARINDA
a- Çiçek Hatun Kimdir:
Çiçek Hatun'a gelince; onun kimin kızı olduğu, saraya ne zaman ve nasıl
intisab ettiği hakkında kaynaklarda fazla bir bilgi yoktur. Ancak onun saray
çevrelerine çok yakın, aristokrat Türk ailelerinden birine mensup, soyu sopu
belli değerli bir Türk kızı olduğundan kimsenin şüphesi olmamalıdır. İsmin
sonuna "Hatun kelimesinin getirilmesi ve kanaklara bu isimle geçmesi, bu
yöndeki bütün şüpheleri silip atacak kadar güçlü bir delildir. Zira o
devirlerde bu kelime sıradan kadınlar için değil, toplumda seçkin bir yeri olan
saygı değer Türk anaları için kullanılan bir asalet ünvanı idi. Çiçek Hatun da,
Seyyide Şağab Hatun da olduğu gibi, böyle seçkin bir aileye mensup olması
gerekmektedir. Ne yazıkki kaynaklarda onun saray hayatı, halife ile olan
ilişkileri, el-Mu’tazıd'ın ölümünden sonraki durumu hakkında beklediklerimizin
aksine daha az bilgiler vardır.
Bununla beraber çağdaş kaynaklarda ittifak derecesine bu Türk anasının
adının öz Türkçe "Çiçek Hatun" olarak zikredilmektedir (196).
el-Mesudi ise onun asıl adının Yumuşak başlı, Nazik anlamına "Hadi"
olduğunu zikretmektedir. Ona göre Çiçek Hatun onun lakabıdır (197). Eğer bu
görüş doğru olarak kabul edilirse nazenin, nazlı hatta, bir çiçeği andıracak
değil, kıskandıracak kadar çekici ve güzel olduğundan kinaye ona "Çiçek
Hatun" lakabı verilmiş ve literatürede böyle geçmiştir. Nitekim
el-Mutazıd'ın diğer
(196) ibn Hazm, es-Sire,
376, Ibn Hıbban, 579, et-Taberî, X, 138, el-Kâmil, VIII, s. 8,
el-Muhaderat, 326, Ebu'l-Fida, el-Muhtasar,
II, s. 63.
(197)
el-Mesudi, et-Tenbih, s. 321.
bir eşi olan Esma Hatunada buna benzer bir isim olan ve
"Şebnem" anlamına gelen "Katru'n-Meda" lakabı verilmiş ve
oun asıl adı ihmal edilerek bu isimle meşhur olmuştur.
b- Şiire Konu Olan Güzelliği:
Gerçektende Çiçek Hatun, güzelliği dillere destan olan bir kadındı.
es-Suyuti bir kadınını güzellik ve zerafetini belirlemede onun güzelliğinin bir
bir ölçü olarak kabul edildiğini ve bir darb-ı mesel haline geldiğini
kaydetmektedir (198). Bir başka ifade ile bir kadının güzeliiğininden söz
edilirken O ancak Çiçek-Hatun kadar güzeldir" denilir olmuştu. Onun bu
çarpıcı çılgın güzelliği şiirlerde de dile getirilmiştir. Devrin değerli
şairlerinden Muhammed b. Sırri (öl. 315/927) Çiçek Hâtun'un güzelliği hakkında
yazdığı bir şiirinde tatlı bir hiciv edasıyla şöyle demiştir:
Onun bir güzelliğine bir de davranışlarına baktım, gel görki, bu
dilberliği vefasızlıkla nasıl uyuşur anlamadım.
O (sevgili) verdiği sözü asla bozamayacağına dair yeminler etmişti.
Kâfir bu yeminleri sanki sözünde durmamak için yapmış, zîra ahdini bozup
duruyor!
Artık yemin ederimki, bir daha onun (göz kamaştıran) yüzüne bakmayacağım.
Çünkü o bir (insan değil) belki bir güneş, bir ay, hem de el-Müktefi'nin (*) ta
kendisidir (199).
Gerçekte bu beyitleri Çiçek Hatun'a değil, onun şahsında kendi vefasız
sevgilisi için söylemiş olmalıdır. Bu sanki bizim divan edebiyatımızın abidevi
şiirlerinden Nedim'in sevgilisi için söylediği profon şiiri gibi bir şeydi.
Nitekim, Nedim'de o vefâsız sevgilisinden şöyle yakınıyordu:
"Tahammül mülkünü yıktın. Hülâgû Hanımsın kâfir
Aman dünyayı yaktın, ateş-i sûzanmısm kâfir" (200).
Bu beyitler dalga dalga yayılarak bir çokları gibi el-Müktefiyede
ulaşmıştır. el-Müktefi sakin sakin bu beitlerin kime aid olduğunu sormuş,
çevresindekilerde ona Ubeydullah b. Tahir (şiir okumakla rızkını temin eden bir
adam'ın olduğunu söylemişlerdir. Halife kızacak yerde ona 1000 dinar (8,5
milyon) mükafat vermiştir. Oysa bu beyitlerin asıl şairi o değildi (201).
C- KÜÇÜK ALİ İLE BAŞLAYAN BÜYÜK OLAYLAR
Çiçek Hatun'un bizce çok daha önemli yönü-onun el-Mutazıd
Billahla olan bu evliliğinden Ali adında bir erkek çocuklarının olması ve
Mısır'daki Tolaniler Hanedanının bu veliahdı kendileri için damad adayı
görmeleridir. Küçük Ali Abbasi Hanedanının 17. müstakbel halifesi h. 264/877
yılında dünyaya getirmiştir (202). Buda bize Çiçek Hatun'un çok daha önceden hilafet
sarayına intisâb ettiğini göstermektedir. Zira küçük Ali'nin, dünyaya geldiği
ve gelişmeye başladığı bu sıralarda asıl halife el-Mutemed Alellah idi.
(869-892) el-Mutezid ise henüz delikanlılık çağına yeni yeni adım atmış bir
"Veliahd" idi.
Zaten sıhhatli ve gürbüz bir şekilde dünyaya gelen küçük Alinin terbiye
ve yetiştirilmesinde, başta anası Çiçek Hatun olmak üzere devrin zühd, ilim,
marifet adamı, büyük alim ve bir çok değerleri eserleri bulunan İbni
Ebid-Dünyanm da çok büyük hizmetleri olmuştur (203).
Çiçek Hatun'un oğlu bu küçük Ali, şüphesiz el-Mutezid'in ölümünden sonra
el-Müktefı Alellah lakabıyla hilafet makamına geçmiş ve Abbasi devletini büyük
bir ehliyetle yedi sene idare etmiştir. Fakat bizim için asıl önemli olan onun
halife olması değildir. Belki bundan daha önemlisi, onun şahsında hilafet
saraylarında Türk Hatunları için yeni ve eskilere göre çok daha parlak bir
dönemin başlamış olmasıdır. Bu nasıl böyle olmuştur? Asıl konuya girmeden önce
bir kaç satırla da olsa bu sualin cevaplandırılmasında bizim için büyük
yararlar vardır. Şöyleki;
Küçük Ali büyüyüp geliştikten sonra, kader onu yol ayrımına getirmiş ve
karşısında Esma Hatun, daha yaygın adıyla Katru'n-Nedâ adında şöhreti eski
Mısır iklimini aşan bir Türk kızını çıkarmıştır. Katru'n-Nedâ Hâtûn Mısır
Toloniler devletinin çağdaş hükümdarı Hümaraveyh'in kızı idi.
Diğer taraftan Humaraveyh, çeşitli nedenlerle bozulan Bağdad-Mısır
ilişkileri düzeltmek,, halife nazarındaki itibarını yükseltmek ve hilafet
camiasında daha saygın bir hale gelmek için yeni bir arayış içine girmiş ve
netice de biricik kızı Katru'n-Neda'nın, el-Mutazıd'ın Zümrüd Hatundan doğma
oğlu, küçük Ali ile evlenmesini istemiştir. Toloniler dolayısıyla Humaraveyh ve
Mısır'la münasebetlerinin gelişmesinin Bağdad için ne kadar önemli olduğunu iyi
bilen el-Mutezid, kaderin kendine altın bir tepsi için de sunduğu bu güzel
fırsatı anında değerlendirmiş ve Katru'n-Neda Hatunla oğlunun değil bizzat
kendisinin evlenmek istediğini bildirmiştir.
Evet, Abbasi halifesi el-Mutazıd hem bedeni hem de ruhi meziyetleri
bakımından mücessem bir fazilet abidesi olan bu Türk prensesi ile Samarra'da
dillere destan muhteşem bir düğünle evlenmiştir. Böylece iki hanedan aileleri
yani Tolonilerle Abbasiler arasında köklü bir yaklaşma ve sıhriyet bağları da
kurulmuş oluyordu ki bu, Abbasi toplumunda kendine has Türkler açısından son
derece önemli bir gelişme idi. Fakat bizim meşhur Selçuklu düğünlerini andıran
ve asrın düğünü diyebileceğimiz bu düğün ve halifenin Katrun-Neda Hatun ve bu
büyük olayların gelişmesine öncülük eden asıl sebepler üzerinde durmamızı her
halde daha yararlı olacaktır.
A- TOLON VE OĞLU AHMED TARİH SAHNESİNDE
a- Tolon
Hilafet Camiasında
Katru'n-Neda
Hatun, yukarda da belirtildiği gibi, Mısırda yerleşmiş Tolon Oğullan veya
Toloniler adıyla müstakil bir devlet kurmuş ve böylece tarihe geçmiş, Türk
Hanedan ailelerinden Humaraveyh'in ünlü kızıdır. Hanedan'ın kurucusu ve bu
devlete asıl adını veren Tolon ise, çok daha önce Samanilerden Buhara amili Nuh
b. Esed'in sarayına intisab etmiş bir çok değerli Türklerden biri idi. Tolon'un
insanları sevk ve idare etmede üstün yeteneği ve cesaretini yakından gören Nuh,
el-Memun'un böyle gözü pek kahraman yaratılışh kimselerden hoşlandığını iyi
bildiği için, onu Halifeye takdim edilmek üzere Bağdad'a göndermiştir (h.
200/815) (204).
Bu heybetli,
güçlü kuvvetli Türk gencinin, liyakat ve dirayetine hayran olan el-Memun,
Tolonu derhal azad etmiş ve onu saray cariyelerinden Haşimle evlendirmiştir. Bu
şüphesiz Türklere olan sevgisini yakından tanıdığımız el-Memun'un Tolona
duyduğu üstün takdir ve teveccühün kamil manada bir tezahürü idi. Haşim'in
geleneğe göre bir Türk kızı olması gerekmektedir. Zira o sıralarda Türklerin
genellikle kendi hemcinsleri ile evlenmeleri bir âdet olmuştu. Totonun bu
Haşimden Ahmed adında bir erkek evladı dünyaya gelmiştir (h. 220/835) (205).
İşte Mısırda Tolonoğullan adıyla ve Abbasi devletine ismen bağlı fakat ilk
müstakil Türk devletini kuran da bu Ahmed b. Toton olmuştur.
b- Ahmed b. Tolon:
Ahmed b. Tolon, Bağdad'ta dünyaya gelmiş ve babasının kontrolünde iyi bir
terbiye ve askeri bir disiplin içinde yetişmiştir. Fakat O, kendisine izzet ve
ikbal kapılarını açan asıl büyük karakter ve şahsiyet imtihanını halife
el-Mutezz'e karşı vermiştir. Bilindiği gibi el-Müstain hilafetten azledilipte
Vasıta sürgüne gönderildiği zaman muhafız komutanı olarak Ahmed
görevlendirilmişti. Yeni halife muhteris son derece cimri annesi Kâbiha'nında
tahriki ile niyetini değiştirmiş ve Ahmed'e bir haber göndererek gizlice el-Müstain'i
öldürmesini emretmiştir. Ahmed gerçek bir Türk komutanı idi. Emniyet ve
güvenliğinden sorumlu olduğu bir halifeyi kalleşçe öldürmek onun karakterine
sığmazdı. Bu bakımdan O, her türlü riski göze almış ve el-Mutazz'in bu isteğini
"Vallahi Halifenin torunlarına kılınç çekemem!" diyerek fütursuzca
reddetmiştir (206).
İşte Ahmed'in bu dürüst, asil davranış ve mertliği, saray erkânı ve Türk
komutanları arasındaki itibarını bir kat daha artırmış ve kendisine, her
hâlükârda güvenilir, üstün karakterli bir Türk komutanı gözü ile bakılmasına
sebeb olmuştur. Asıl bundan sonradır ki, Onla izzet ve ikbâl kapıları açılmış
ve diğer bir ifade ile Firavunların yurdu "Mülk-ü Mısır" (207) ona
verilmiş böylece Araplığın öz yurdunda ilk gerçek Türk devleti de kurulmuştur
(208) Şöyleki;
c- Ahmed b. Tolon Mısır Valisi
Bilindiği gibi Abbasiler Devleti bir çok eyaletlere bölünmüş ve her bir
eyâlet merkezdeki bir Türk generaline tahsis edilmişti. Türk generali oraya
kendisini temsilen bir eyalet valisi gönderir ve bu kimse oranın başta emniyet
ve asayişi olmak üzere cizye, haraç gibi bütün vergilerin aksamadan
toplatılmasındanda sorumlu olurdu. İşte Ahmed b. Tolon'da ilk defa Mısıra
hilafet ordusunun merkezdeki güçlü Türk generallerinden biri olan Bâbek Bek
veya Bâbekyâl tarafından eyalet valisi olarak gönderilmiş iyi bir askerdi
(Eylül 868) (209).
Ahmed b. Tolon, Mısır'a geldikten sonra üstün kabiliyeti idari ehliyeti
ve basiretli davranışları ile rakiblerini kısa zamanda bir bir bertaraf ederek
bütün Mısır'a hakim olmuş, askeri, idari ve mali reformları ile Mısır'da yeni
bir refah dönemi başlatmış o kadarki mali sıkıntılar içinde bulunan Bağdadı
kendisine avuç açar bir duruma gelmiştir (210).
d- Ahmed b. Tolon'un Karakteri
Gerçekte Ahmed b. Tolon, kendi zamanında Türkün geleneksel devlet kurma
yetenek ve iradesini en güzel temsil edenlerden birisi idi. Zaten O daha
Mısır'a geldiği ilk günlerden itibaren bu büyük hükümdarlık misyonunun şuuru
içinde göreve başlamıştı. Zaten Ahmed sarsılmaz azmin üstün iradesi ve köklü
bilgisi ile bu son
(207)
Kur'an-ı Kerim, ez-Zuhruf; 51.
(208)
Daha geniş bilgi için bkz.
el-Hudarî, M. Tarîhu'l-Ümem
el-İslâmiyye, s. 311.
(209) en-Nücumu'z,-Zahire, III, s. 6.
(210)
Daha Geniş Bilgi İçin bk.
I.A. Vl/I, s. 430-438.
derece zor misyonu yapabilecek güçte idi. Nitekim onun bu özelliğine
işâret eden el-Abiri şöyle demektedir:
"Ahmed; yüksek himmet sahibi idi. Kendisinde Türke has bir akıl gücü
(deha) vardı. Dinine son derece bağlı, büyüklerin (sıkıntı anlarında) en
güvendiği bir kimse idi" (211).
Evet O, Mısır'a bir eyalet valisi olarak gelmişti. Fakat aradan geçen
birkaç sene içinde bir kısım köklü icraat ve hayırlı ıslâh hareketleri
sayesinde öylesine güçlenmiş ve çevresi tarafından öylesine tutulmuştu ki;
Abbasi . hanedanının en kudretli şahsiyetlerinden biri olan ve Türk
hakimiyetine karşı büyük bir reaksiyon gösteren bütün icraatı elinde tutarak
kardeşi el-Mutemedi dahi etkisiz bir hale getiren el-Muvaffak bile, ona hiç bir
şey yapamaz olmuştu. Artık imparatorluğun batı yakasında "Mülk-ü
Mısırda" Ahmed b. Tolon vardı. Bütün Mısır, Filistin ve Şam'ın şehir ve
kasabaları buralardaki cami ve mescidlerinin minberlerinde Abbasi halifesinin
değil Türk Sultanı Tolonoğlu Ahmed'in adı okunuyor, hat ipler onun devletini
kutluyor, hutbelerde dualar onun başarısı için yapılıyordu (212).