Ana içeriğe atla

  
 
Print Friendly and PDF

Akıl Hastalarının İç Dünyası 1

 

Derleyen: BERT KAPLAN
Rice Üniversitesi

Türkçesi: BENGİ GÜNGÖR

İÇİNDEKİLER:

ÖNSÖZ....................................................................... 7

I.      BÖLÜM - PSİKOZ DENEYİMLERİ

Şu Anda Zaptedilmez Bir Çılgınım LARA JEFFERSON       13

Mutluluk Dünyası-Dehşet Dünyası JOHN CUSTANCE     62

Bir Şizofrenin Otobiyografisi........................ ANONİM       85

Az Bilinen Bir Ülke            ANTON BOISEN.......... 115

Paranoya                            DANIEL P.SCHREBER. 125

Polisiye Davalar                 L. PERCY KING............ 134

Kendini Bulan Akıl            CLIFFORD BEERS......... 148

İstemeyerek Anlatılan Öykü............... JANE HILLYER       161

Bir Şizofrenin Öyküsü       MARGUERITE SECHEHAYE.. 167

Şizofreniyle Beraber Yaşamak NORMA MACDONALD      177

Aynadan Bakış                  MARY CECIL................ 192

Bir Centilmenin Akli Dengesizlik Durumundayken

Gördüğü Tedavinin Öyküsü.......... JOHN PERCEVAL       217

Kişiliğin Yitirilmesi Deneyimi... E. MEYER ve L. COVI       234

II.      BÖLÜM - ÇEŞİTLİ PSİKO PATOLOJİK DENEYİMLER

İçimde Olağanüstü

Bir Yaşam Yoğunluğu Var MARY MACLANE....... 243

İnsanın Kendi Hayatı        JOHANNA FIELD........ 262

Bir İntihar Öyküsü            R.S. CAV AN................ 274

Lokomotif Tanrı                 WILLIAM E. LEON ARD          295

Bir Şizofren Yoğun Terapiyi Tanımlıyor

Dr. M.L. HAYWARD ve Dr. J.E. HAYWARD          306

Epilepsi (Sara)                     MARGIAD EVANS...... 331

Bir Doktorun Kendini Psikosomatik Açıdan İncelemesi      Dr. F. WERTHAM      342

III.      BÖLÜM - İLAÇ veya UYUŞTURUCU ETKİSİ ALTINDA

YAŞANANLAR

’Mescaline'le Bir Pazar       Dr. PHILIP SMITH...... 357

Haşhaş Yiyici                      FITZHUGH LUDLOW 367

IV.      BÖLÜM - ÜNLÜLERİN ÖYKÜLERİ

Yaşamım Birden Durdu     LEO TOLSTOY............. 385

Akıl İradeyi Yönetiyor        St. AUGUSTINE........... 392

Doktorlar Hastalığımı Anlamıyorlar VASLAV NIJINSKY   401

Bulantım Hâlâ Geçmedi     JEAN PAUL SARTRE.. 413

Fazla Bilinçli Olmak Bir Hastalıktır FYODOR DOSTOYEVSKİ        430

ÖNSÖZ

Bu kitap, akıl hastalalıklarıyla ilgilidir. Bu şaşırtıcı ve garip olguyu anlayabilmek için en iyi yol, bu deneyimleri, yaşayan kişilerin ağzından dinlemektir. Böylece, akıl hasta­lığının "neye benzediğini" değil de gerçekte "ne olduğunu", bu olgunun özünü anlayabiliriz.

Akıl hastalığını, bir kişinin öz beliğinde meydana gelen radikal bir değişim olarak tanımlayabiliriz. Okuyacağınız ki­şisel öykülerde, bu değişimin hem niteliğinin hem de yo­ğunluğunun zengin tanımlamalarla anlatıldığını görebiliriz. Aynı zamanda bu olgunun gelişimi ve yokolma süreçlerini de açıkça izleyebiliyoruz.

Psikiyatrinin hastaları yeterince dinlemek yerine yalnızca gözlemlere dayanarak sonuçlara varmak yolunu seçtiğini söylemek, kanımızca pek haksızlık sayılmayacaktır. Bu bi­lim dalı, "yalnızca gözlemlenebilen şeylerin gerçek ve ob­jektif olabileceklerini" ileri süren geleneksel bilim ve tıp gö­rüşünü esas almaktadır. Hastaların yaşadıkları, geçirdikleri deneyimler sübjektif, izlenimci olarak nitelendirilmekte ve bunların doğruluğu araştırılamayacağından, kolayca çarpıtı- labilineceğinden kaygılanılmaktadır. Özetlemek gerekirse bu tür çalışmalar geleneksel bir bilim dalına malzeme olabile­cek nitelikte görülmemektedir. Freud'çu görüşe göre hasta­nın deneyimleri bir çeşit aldatmacadır ve o hastaya ilgili esas gerçek gizli tutulmaktadır. Kişilik, hastanın kendi hak- kındaki gerçekleri öğrenmesini önleyen, yalıtıcı bir savunma yapısı çevresinde düzenlenmiştir. Gerçeği anlayan ve hasta­nın buna ulaşmasını sağlayan araç, psiko-analisttir. O, has­tanın kaçamaklarının, aldatmacalarının arasından gerçeğe ulaşır. Bir psikiyatr, hastanın karşısında bilim ve tıbbı, an­layış ve şefkatle birleştirmelidir.

Psikoterapi, hastanın yanlış, sübjektif bakış açısını ter- kedip, terapistin objektif görüşlerini kabullenmesini amaç­lar.

Bu noktada, hastanın kendi görüşlerini feda edip, hastalı­ğının ne olduğunu psikiyatrın objektif gözleriyle görmesi gerekmektedir.

Psikiyatrik görüşe göre, eğer hasta kendince anlamı olan bazı kavramlardan, görüşlerden ve inançlardan feragat eder­se, artık iyileşmeye başladığı kabul edilir.

Fakat, iyileşmek psikiyatrın görüş açısını kabul etmek­se, hastalığın kendisi de tümüyle hastaya ait, kişisel bir ol­gudur. Bu açıdan bakılınca, sübjektif görüş açısı, çarpıtıl­mış bile olsa, her zaman için daha geçerlidir. Filozof Santa- yana'nın dediği gibi:

"Bir doktor hastalığın belirtilerini, nedenlerini ve tedavi yollarını biraraya getirebilir; ama hasta bunun esasını kendi yollarıyla çok daha kolayca anlayabilir. Yanılsamaların, ha­yallerin dehşeti ve azameti, ki bunlar deliliğin en belirgin elemanlarıdır; yalnızca bir deli veya deliliğe yatkın bir ruh tarafından anlaşılabilir."

Hastanın anlattıklarının, yaşadığı şeylerden oldukça farklı olabileceğini, okuyucu hatırından çıkarmamalıdır. Ya­şanılanlar, sözlerle anlatılamayacak kadar olağanüstüdür. Ayrıca insan, bir okuyucu kitlesine kendi hakkında bir şey­ler anlatırken özenli bir seçimden ve çarpıtmalardan kaçına- maz. Bir de "unutma faktörü" gözönüne alınmalıdır.

O halde, özet olarak, bu öykülerin yaşanan gerçeklerin tam olarak olmasa bile, yeniden yaratılmaları olduğu söyle­nebilir. Bütün kusurlarına rağmen, hasta yani sübjektif göz, yaşadığı olayları daha iyi anlatabilir. Dışarıdan bakanların tahmin ettiklerini, o bilir.

Bu kitapta okuyacağınız dokümanları yazan hastalar, olup bitenlerin farkındadırlar; amatörce, bilim adamlarının görevini üstlenmişlerdir. Psikiyatri teorilerinden habersiz ol­maları, klasik bir çerçeve içine sıkışmalarını önler. Şaşıla­cak kadar güçlü olan içgörüleri pek çok bilinmeyen noktanın aydınlatılmasında yardımcı olmuştur.

Bu öykülerin çoğunda toplumun beklentilerine karşı bir tepki görülmektedir. Buna "yabancılaşma" deniyor. Deği­şim kavramı çok önemlidir. Bir hastanın artık yaşamak iste­mediğini bir yaşam biçimini reddetmesiyle değişim başlar. Yeni bir ruhsal gerçek ortaya çıkar. İyileşme, hastalanmadan önceki yaşama dönüş demek olmamalıdır. Yeni bir çözüme yönelmelidir.

Birinci öykünün yazarı Lara Jefferson'un dediği gibi; "delilikten, girdiğim kapıyı kullanarak kaçıp kurtulamam, —ayrıca bunu yapmak da istemiyorum."

Bu öyküler özellikle psikiyatri ve psikoloji öğrencileri için çok değerlidir. Bunlar psikopatolojinin canlı bir imajını çizmekte ve gerçeğe en yakın bilgileri vermektedir. Ruhsal karmaşaları, düzensizlikleri anlatan bu yazılar, neredeyse bu konulardaki klinik raporlarla eşdeğerdedirler. Bazı öyküler yayınlanmış kitaplardan alınan bölümler, bazıları da çeşitli gazete veya dergilerde çıkan yazılar olarak sunulmuştur.

Bu kitabı, öyküleri yazan hastaların, psikiyatrik rahatsız­lıklarının çeşitlerine göre üç bölümde okuyacaksınız; ayrıca tarihteki bazı ünlülerin de yaşadıkları bazı buhranları, buna­lımları anlattıkları bir bölüm de vardır:

1.    Psikotik Deneyim —bu bölümde psikozlardan örnekler göreceksiniz,

2.    Çeşitli Psiko-Patolojik Deneyimler—bunlarda kitapta­ki bütün diğer öyküler gibi hastaların kendi yazdıkları anıla­rın, notların bir derlemesidir,

3.    İlaç veya uyuşturucu etkisi altında yaşananlar,

4.    Ünlülerin Öyküleri - Tolstoy, Sartre, Dostoyevski gibi ünlülerin akıl hastalığı belirtilerini tanımladıkları anılan ve­ya yazılarıdır.

BİRİNCİ BÖLÜM

PSİKOZ DENEYİMLERİ

ŞU ANDA ZAPTEDİLEMEZ BİR ÇILGINIM.
DOĞRU DÜŞÜNMEYİ NASIL ÖĞRENEBİLİRİM?

Başlangıç noktamız; 1940'larda bir ortabatı devlet hastanesinde, kağıt parçalarına, eski zarfların arkalarına ve paket kağıtlarına yazılmış olan ilginç bir dokümandır. Bu yazıları hastane şefi bul­du. Sonra da Miss Jefferson'un doktoruyla beraber ona portatif daktilo makinesi ve kağıt verip yazmaya devam etmesi için cesa­retlendirdiler. Aslında bunları yayınlanması için yazmamıştı ama doktoru, yazılan, Tulsa, Okhahoma'da yayıncılık yapan Mr. Jack Vickers'ın okumasını sağlamıştı. Miss. Jefferson iyileşince bunun yayınlanmasını kabul etti. Mr. Vickers malzemeyi ayıklamak ve düzenlemek için altı aydan fazla zaman harcadı ve notları yayıma hazırlamak için olağanüstü bir çaba sarfetti. Sonuç, galiba Miss Jefferson'un yazdığından daha anlaşılır, daha tutarlı ve daha dü­zenli bir kopya olarak ortaya çıktı. Mr. Vickers'a göre işin en zor yanı, çok güzel yazılmış ama birbirinin tekrarı olan iki pasajdan hangisini kullanacağına karar vermekti.

Miss. Jefferson'un bu mükemmel yazısı, günümüzün "sakinleştiril­miş" hastanesinde belki artık görülmeyen, tedirgin, kargaşalı psi­kiyatri koğuşunun öfke ve karışıklığını canlandırıyor. Ayrıca, "zırdeli" olsa bile, kendi psikozunun anlamını ve hastahanelik bir akıl hastasının durumunun derin ve içgörülü bir analizini yapıyor. Bizim kanımıza göre, bu yalnız küçük çapta bir psikiyatri klasiği değil, aynı zamanda edebiyatımıza da önemli bir katkıdır.

Burada sunulan pasajlar, orijinal kitabın yaklaşık dörtte birini oluşturuyor.

Ben, ben olduğum için "Benlik davasının garip bir parça­sı olan, toplumun istediği davranış kurallarına ve standartla­rına uygun bir yaşam süremeyen ben", kendimi benim gibi­lerle beraber bir "deli hastanesine" kapatılmış buldum. Be­nim bir şeyim yok, iyiyim -sadece en az iki bin yıl geç doğ­muşum. Amazonların ve Bersek eğilimindeki hanımların modası geçti. Onların bu kahrolası uygar dünyada artık yer­leri yok.

Dünyada, yaşamın gereklerini yerine getiremeyen uyum­suzlarla yalın ve açık seçik bir şekilde uğraşıldığı bir çağ ve zamanda doğmuş olsaydım, çağdaşlanma pek fazla so­run olmayacaktım. Beni, "Şeytanın etkilediği" diye tanıya­caklar ve ölene kadar taşa tutacaklardı veya aynı derecede etkili bir başka biçimde benden kurtulacaklardı.

Fakat, Amerika'nın zavallı, kandırılmış vergi mükellef­leri uygar oldukları yanılsamasında direttikleri için bizim ba­kımımız ve tedavimiz için yapılan tesisleri işler halde tuta­bilmek için helak olana kadar çabalıyorlar. Sonra da kendile­ri için koyduklan standartlara göre yaşayabilmek için uğra­şırken ruhi çöküntüye girince, kendi seçtikleri resmi görevli­ler tarafından deli diye bu tesislere kapatılıyorlar.

Biliyorum, doğru düşünemiyorum -ama vardığım sonuç­lar bence oldukça inandırıcı ve hâlâ bütün bu sistemin ce­hennemin ta kendisi olduğunu düşünüyorum. Fakat bu ko­nuda yapabileceğim hiç bir şey yok- çünkü deneme sorum­luluğundan kurtarıldım. Bu da, kaderlerimiz çevresinde son­suza kadar dönen kısır döngülerden biridir. Ben de bir akıl hastanesi girdabına yalnızca ters talihim yüzünden düştüm. Bir zamanlar güya toplumun zeki bir ferdi olduğum halde şimdi burada oturuyorum. Uygarlığın gereklerine uygun olarak yaşamak için ciddi olarak çabalamama rağmen zekâmın çok derin veya çok geniş açılı olduğundan şüpheli­yim. Zekâ konusunda herhalde yine de nasibimi almıştım, yoksa direnebildiğim süre boyunca kurallara uyum sağlaya­mazdım fakat şimdi uyum sağlayamıyorum çünkü içimde bir şey kırıldı ve ben deliyim ve hâlâ bunu bilmeme yetecek kadar sağduyum olduğu için, diğerlerinden farklıyım; —bu da müthiş bir zeka işaretiymiş— bana öyle dediler.

Burada oturuyorum —zırdeliyim— ya gittikçe daha çok delirmekten veya beni delirten hayata geri dönebilecek kadar sağlığımı kazanmaktan başka yapacak bir şey yok. Eğer bu bir kısır döngü değilse, onu hiç tanımamış olmayı isterim. Ama bugün döngü kendi kendisini kovalamayı bir süre dur­durdu ve beni zırdelilikle zararsız kaçıklık arasındaki işaret­lenmemiş çizgi üstünde bir yerlere düşürdü.

Zararsız kaçıklık ulaşabilmeyi umut edebileceğim nor­male en yakın aşamadır, bu konuda kendi görüşüme pek gü­venmiyorum.

Tam o anda doktor işini bitirmişti ve benimle, fobileri­min (korkularımın) isimleri olduğunu sandığım uzun, teknik kelimelerle konuşarak zekâmı ve eğitimimi övüyordu.

Söylediklerinden bir şey anlamadım, bana Yahudice kü­für ediyor olabilirdi. Ama onun bu çok bilgince attığı nutuk­tan anladığım kadarıyla —ve yüzü benimle şimdiye kadar konuşma yaptığı zamanlardakinden çok daha ciddiydi— eğer bazı yeni zihinsel alışkanlıklar edinmezsem— ve bun­ları bir an önce öğrenemezsem, yakın bir gelecekte kendimi "Üç Ev" de bulacaktım— ve oraya gittiğiniz zaman en diple­re düştünüz demektir, artık ümitsiz ve iyileşmesi mümkün olmayan —bir delisiniz.

Eğer başka bir şekilde düşünmeyi öğrenemezsem, kısa zamanda, tedavisi mümkün olmayan bir deli olacağım. İşte önümde kelimeler halinde duruyor— küçük, siyah sözcükler, bir el ve bir kalemin ucu ile yazılmışlar— ve kaderim, dok­torun da kabul ettiği gibi "imkânsızlardan" birini başarabil­me yeteneğime bağlıydı.

Bu yalnızca benim sorumluluğum, içimdeki yaşam gücü. Bana yardım etmek için başka birinin yapabileceği bir şey yok. Bu benim görevim. İnsanoğlunun anormal kişilerle ilgi­li tüm çalışmalarına rağmen, çarpık, eğri-büğrü bir beyinin loş kıvrımlarına ulaşmalarını ve bu çarpıklıkları düzeltme­lerini sağlayabilecek hiç bir şey bulunamadı. Sonsuz fikirleri ve teorileri var— fakat iş, esas, bir deliyi iyileştirebilme be­cerisine gelince— son derece acizler.

Anlayamadığım veya başa çıkamadığım bir şeyler oldu­ğunu bildiğim için, onlardan yardım istemeye geldim. İnsaflı olmak lazım, ellerinden gelenin en iyisini yaptıklarına emi­nim. Fakat delilik kanser gibidir- hastanın iyileşmesi için za­manında tedavi edilmesi gerekir. Ve benim için -yalnızca "ÜÇ EV" kaldı. Önemi yok.

Yaşam, herkes için, bireyseldir? Deli olan birisi için ise - çıplak- ve yalnız birşeydir. Bunu, çıldırıp abuk sabuk ko­nuştuğum günlerde öğrendim. Bu sabah, her zamankinden daha kuvvetle, önümde beni neyin beklediğinin farkında­yım. Çılgınlık -Çıplaklık - Yalnızlık - Ümitsizce Çılgınlık "üç evde", eğer başka şekilde düşünmeyi öğrenmezsem.

Nasıl - nasıl - NASIL? Tanrı aşkına -bir insan başka tür­lü düşünmeyi nasıl öğrenir? Şu anda zaptedilmez bir çılgı­nım- doğru düşünmeyi nasıl öğrenebilirim? Yine de, dünya­da bir fazla -veya bir eksik deli kadın olması bu kadar önem­li mi? -O kadın ben olduğum için -ve benlik davasından pa­yımı çokça aldığım için- benim -için-çok- çok fazla önem­liydi. Sonra şimdi düşünmeye cesaret edemediğim, beni se­ven kişiler vardı. Onlar için bu durum altüst olmuş karanlık­lara -ölüm-kefenler tabutlar filan- tercih edilirdi.

Fakat ben hastalıklıyım, -ve kalemi, marazî içgözlemimi durdurabilmek için sıkıca yakaladım- daha fazla devam et­memek için. Çılgınca bir fikirdi -dahası çılgın bir beyinden çıkmıştı. Hiç birşey düşünmemi durduramaz ya da düzelte­mez- ve büyük bir düşüşe yönleniyorum. "Üç eve".

Ne olduğunu bilmiyorum ama - bana birşeyler olmuştu. Önceki benliğim tümüyle ufalanmış ve yerle bir olmuştu ve hakkında hiç birşey bilmediğim bir yaratık ortaya çıkmıştı. O benim için bir yabancıydı, -benim egoizmim onunkinin yanında kaymağı alınmış süt gibiydi; ve düşündüğü şeyler de kâfirce düşüncelerdi. İsmi çılgınlıktı. Deliliğin kızıydı- ve doktora göre ikisini de benim beynim yaratmıştı. Bilmi­yorum -ve doktorların başkalarının inanmasını istedikleri gibi mi yoksa kendi inandıkları gibi mi düşündüklerinden emin olduklarından şüpheliyim. Böyle şeyleri hiç bilmem, hiç değilse onların bildikleri şekilde bilmem.

Uzun Latince ve Yunanca kelimelerden oluşan bir listele­ri vardı, içimizden birinde şu veya bu belirtilerden birini gözlemleyince, fobilerimiz için hemen bir etiket yapıştınlır- dı ve böylece sorun bitmiş olurdu. Sadece bütün o uygun ke­limeleri ezberlemekle çok büyük bir şey başardıklarını san­mıyorum. Biz deliliğin ne olduğunu onu yaşayarak öğren­miştik -(ve bundan daha yakın bir tanıma olamaz)- diğerle­rinden çok geniş ve köprü kurulamayacak bir uçurumla ay­rılmışız. Ve arada madde yatıyor -bölünmüş, parçalanmış ve ayrılmış.

Eski ırklara göre delilik "Şeytan Çarpması'ydı" ve kur­banla zamanlarına uygun bir yöntemle uğraşırlardı. Onların yapmacıklı, ukala torunları, şimdiki zamanda yaşadıkları ve kendilerine "modem" dedikleri için şeytan fikrini bir kenara atmışlar ve karışık bir semboller sistemi geliştirmişler. Sözcükler, teknik terimler- heceleri takırdarken bilimsel ana­liz gibi ses veriyorlar. Bütün bunların, eski bir (voodoo) cadı doktorun sembolleriyle aynı mantık içinde toplanmış olduk­larını anlayabilecek kadar öngörüleri yok.

Fakat bu beni hiç bir yere ulaştırmaz. Eğer başka şekilde düşünmeyi öğrenmem lazımsa -sahip olduğum zekamın ka­lan bir kaç kırıntısıyla bunu yapmaya çalışmaktan başka ça­re yok. Fakat nasıl- işte sorun bu.

***

Diğerlerinden daha mı fazla içgöriim vardı, yoksa aslında korktuğumuz mu başımıza geliyor, bilemiyorum. Her neyse, o burada ve beni hayatımın yirmi dokuzuncu yılında ele ge­çirdiği de apaçık ortada. Beni yakaladı ve sürükledi — nereye, bilmiyorum. Başımdan sonuna kadar bütün cehen­nemi geçirip— çok uzaklara, cennete kadar. Şimdi de hızla döndü, döndü ve geride hiç tanımadığım bir yabancı bıraktı. Gövdemin içinde otururken, kendimi güçsüz ve hasta hisse­diyorum, sık sık kusuyorum ve öyle sendeliyorum ki zorluk­la yürüyebiliyorum. En küçük bir harekette, baştan aşağı bir ter boşanıyor —ben bir deliyim— ve bunun farkındayım.

Devlet benim deli olduğuma karar verdi; artık hiç bir şeyden sorumlu değilim, onun için bu düğümü çözmeye ça­lışmam veya bir şeyleri kurtarmaya çabalamam bana aptal­ca ve anlamsız geliyor. Ama bu düğüm ’ben' olduğum için, onu olduğu gibi bırakamam da. Öyle yapmam daha iyi olur­du —ama yine de yapamam. Ellerimde hala bir yaşam tutu­yorum— bu yaşamın bir akıl hastanesinde geçirilmesi ge­rekse bile. Bütün mücadeleleri kaybettiğim halde bu çatış­manın dışında bırakılmıyorum. Bütün silahlarım yetersiz kalsalar bile hemen yenilerini bulmam gerekli.

Delilikten kaçabilmek için içine girdiğim kapıdan çıka­mam, bu kesin -ayrıca böyle yapmak da istemiyorum. Dü­nün mücadeleleri öldü- bitti. Bırakın onlar düştükleri yerde kalsınlar -unutulsunlar. Geriye dönemem- ileriye doğru git­meliyim- bu yol beni "Üç Eve" götürse bile. Orada tedavileri mümkün olmayan ümitsiz vakalar bir aşağı bir yukarı yürür­ler, ağlaşırlar ve gövdelerinin ölümünü beklerler.

Bundan kaçamam -buna katlanamam da- nasıl dayanaca­ğım ben!

Her şey bir rüya, bir kâbus. Daha önce hiç bir doktor önümde durup, başka türlü düşünmeyi öğrenmediğim tak- dikde, kısa sürede iyileşemeyecek kadar delireceğimi söyle­memişti.

Bunların hepsinin bir rüya olduğuna eminim. Şimdi uya­nacağım ve oh, bütün bunların rüya olduğunu anlayınca öyle rahatlayacağım ki. Sonra herşey gülünç bir anı olarak kala­cak- vücuduma o deli kadının yerleştiğini farkedince hisset­tiğim o tuhaf duyguyu gülümseyerek hatırlayacağım. O, ta­mamen bilinçsiz, duygusuz; mantığını dinlemeyen- kendi kaprislerinden ve içinden gelenlerden daha güçlü hiç bir ka­nun, kural tanımayan- ve hiç bir şeyden korkmayan- bir deli kadın.

Biraz sonra uyanacağım ve ne kadar güçsüz olduğumu, onun iri ve çirkin kalıbını kıpırdatabilmek için ne kadar ça­resizce çabaladığımı hatırlayacağım. Düşler, uykudayken gerçek gibi görünürler fakat ne kadar çabuk biterler; uyanın­ca bu kabusa gülüp geçeceğim. Bu derisi yüzülmüş koca at yalnızca -birisinin kabusu- hepsi bu.

O, gerçek değil -o 'ben' değil- rüyalarımdan önce onu hiç görmemiştim, şimdi rüyada bol bol görüyorum. Ben onu rü­yamda görmüyorsam- o zaman başka birinin rüyasında de­mektir. Onlar da biraz sonra uyanacaklar ve bütün bunlar ge­cenin içinde- uyanınca kabusların gittiği yerde- kaybolacak­lar.

Oh, bu bir rüya -bir kuruntu- bir yanılsama- bir kâbus. Hepsi, görüntülerin ve hayallerin çılgın bir karışımı. Çev­remde süregiden bütün bu hezeyanlar, ulumalar- bunlardan kurtulabilmem için- birisi gelip beni uyandırmayacak mı?

Eğer uyanacaksam -kendi kendime uyanabilmeliyim- benden başka kimse bunu başaramaz. Ama nasıl yapacağı­mı bilmiyorum.

Eski 'ben'den geriye sadece bir gölge kaldı. Önceki tüm yaşamım öylesine kayboldu ki, bu Taş Devri'nde yaşamış bir varlık olabilir -ardında bu dünyadan geçip gittiğinin belir­tisi olarak bir kaç kemik parçası bırakarak yokoldu.

Bir vakitler 'ben' olan kişi, şimdi meydana gelen bu yara­tığın doğmasını engelleyemediğine göre, daha güçlü olan bu yaratığı, eski benliğimin hayaletinin denetlemesi pek kolay olmayacak.

Bu eski benliğimin ölümünde ve gömülmesinde hazır bu­lundum. Tabutu deli gömleğiydi ve akıl hastanesinin bir hüc­resinde gömülmüştü.

Başkalarına göre ben yalnızca bir manyaktım - uluyordum- ama doğanın tuhaf bir cilvesiyle, delilik gelme­den önce bir deli gömleği isteyecek kadar kurnaz bir İskoç öngörüm vardı.

Belki de acımasız bir Kayıt Meleği neler olup bittiğini bi­liyor ve yazabiliyordu, ama ben anlamıyorum. Bundan sonra da mücadelem bilinç düzeyimin üstünde -veya altında- de­vam ediyordu.

Yapabildiğim tek şey -hiç bir kelimenin tanımlayamaya- cağı şeyleri hissetmekti- ürke ürke -çırılçıplak- gittikçe daha çok delirerek.

Bir hücreye kilitlenmiştim -tek arkadaşım çılgınlığımdı. Beni hapseden ağır pirinç kilit, bir sembolden başka bir şey değildi. En uzak yıldızda yaşayan tek insan ben olsaydım, bundan daha yalnız olamazdım. Yo -yaşamın çıplaklığının ve yalnızlığının ne demek olduğunu bana öğreten, bu kilit değildi. Çünkü ben delilikle beraber uzun bir ölüm nöbeti tutmuştum -Akıl ölürken.

Delilik, önceki 'ben'in ölümünde hazır bulunduğu gibi, İkincinin doğumuna da sebep olmuştu.

Hemşireler daha önce bağladıkları aynı gövdeyi çözdük­leri halde, bu gövdenin içinde kımıldanan yaratık artık aynı kişi değildi.

Böyle şeylerin bir açıklaması olduğunu düşünen kişiler, istediklerini söylesinler; ben anlamıyorum.

Bütün bunlar bir rüya -bir yanılsama- hileli, aldatmacalı bir düzen -Sinsice çizilmiş çizgiler göz alırken yalın, açık seçik bir şekilde biçimden biçime girecek, ilk şeklin dış hat­ları İkincisinin içinde kaybolacak.

Bu eğer bir yanılsama ise -ki her şeye rağmen gerçektir- ve eğer kazandığım ikinci kişilik bütün bu zaman boyunca öbürünün dış hatları içinde saklı idiyse- öbürüne geri dön­menin çılgın kargaşasını yaşamaktansa ölmeyi tercih ede­rim. O, ilk benliğim ölü kalsın- geçmişe ait bütün diğer şey­lerle beraber. Elimden gelseydi onu geri çağırmazdım. Hiç kimse kendi ölüm haberimi benden daha iyi yazamaz- çünkü ölen benim. Yaşamla başa çıkamayan- ondan kaçamayan- ve de ona uyum sağlayamayan zavallı bir yaratık. Böylece delirdi ve müthiş bir acı içinde öldü -hayal kırıklığı, yılgın­lık ve hezeyanlar içinde.

Onun hakkında doğru olarak söylenebilecek en kötü şey, onun bir aptal ve korkak olduğunu söylemektir. En iyisi de: Deliliğin gelişini görebilecek kadar öngörüsü oluşu ve bu­nun için gerekli hazırlıkları yapmasıdır. Yalnızca kendini mahva götürüyordu. Ve içimizdeki çoşkulan, duygulan, hepsini bilen Tann, yalnız O, sonunun bir yenilgi mi yoksa zafer mi olacağına karar verebilir.

Yenilgim bana acımasız bir ders verdi; yaşama problemi­ne uyum sağlayabilmek için kullandığım metotların doğru olmadığını öğrendim. Eğer benim yanlış, hatalı düşünme şeklim beynimin beni tuzağa düşürmek için ördüğü bir ağ idiyse, o zaman, aynı tipte bir örgü örmenin beni bu tuzaktan kurtaramayacağı da mantıklı değil mi?

Derdimin ne olduğunu bilmiyorum -yalnızca birşey yan­lış, birşey ters gidiyor- çok ters. Ve onu nasıl düzelteceğimi bilemiyorum.

Üzerinde duracak somut bir şey yok - ayaklarımın altın­da uçsuz bucaksız, tehlikeli bir yılgınlık ve ümitsizlik batak­lığı uzanıyor- bunu sonsuz başarı, heyecan ve kendinden geçme devreleri izliyor ve her iki ruh hali de mantıklı bir te­mele dayanmıyor. Bütün hayatım boyunca ya birinin ya öte­kinin pençesinde kıvrandım ve akıllı, mantıklı olmak gibi bir düzeyde kalabilmek için çabalarken harcadığım enerjiyi düşündükçe bir boşluk ve bulantı hissediyorum.

Ve şimdi, Akıl ve Mantık kaçıp gittiğinden beri - tamamen- ve problemi de hâlâ çözemediğime göre -işte, ge­riye sadece "üç Ev" kalıyor. -Eğer- eğer - başaramazsam - ki eğer başarabilseydim bu bir mucize olurdu.

Deli gömleğinin içinde yatarken doğan bu çılgın deli ka­dının beyninde çılgınca bir fikir dolaşıyor.

Delilik sırasında doğduğu için, bu fikir ona babalık ya­pan bir canavara benziyor. Ona göre ateşe karşı en uygun silah ateşti. Ve delilikte savaş ancak delilikle olurdu. O bel­ki de sandığım kadar deli değil- belki de bana gelmeden ön­ce benim olduğumdan daha akıllı. Fikrini o kadar mantıklıca anlatıyor ki delilikte aklını ve mantığını kaybetmek yerine - ve öbür kıyıda deliliği bulmak - gerçekte çılgınlıkta deliliği­mi kaybedeceğimi- ve öbür kıyıda sağlam bir beyin bulaca­ğımı düşündürüyor.

Hangisi doğru olursa olsun, boydan boya cehennemi ka- tettiğimi - ve yaşamımın geri kalan bölümünü öbür kıyıda bir yerlerde bulduğumu iyi biliyorum. Ama deliliğin cehen­neme götürdüğü parçam buna dayanamıyor. Yolculuğun korkunç sıcaklığı onu meydana getiren maddeyi tüketip bi­tirmişti. Bir gölgeye dönmüş, erimişti.

Bu sonradan oluşan yaratık, kendine has düşünce ve fi­kirlere sahip. Bir gölge tarafından kontrol edilemez.

Bir zamanlar ben olan zayıf ve korkak yaratık, zayıflı­ğından ve korkusundan böyle bir yaratığı - şimdiki halim- ortaya çıkarabildiyse, dünya ona haksızlık etmiş demektir. O kadın bir budala değildi, aksine bir dahiydi; -kendi zayıflı­ğından ve başarısızlığından doğmuş olan yaratığın bir ucu­be, bir çirkinlik abidesi olmasına rağmen. Muazzam bir ken­dini beğenmişlik bir manyağın işaretiyse, -o zaman o bir manyaktır- ve kısa süre sonra "Uç Evde" olacak, gelecek onu hiç endişelendirmiyor. O cehennemden gelmişti ve üze­rinde hâlâ duman - ve kavrulmuş et- kokusu var; bunun için önünde uzanan kadere bakabilecek - ve gülebilecek - cüreti ve cesareti var. Ondan öncekinin değer verdiği şeyleri hiç önemsemiyor- Önceki kişiliğinin gölgesiyle alay ediyor - ve ona bir küstahlık bayrağı sallıyor. Ve ben hala bölünmüş du­rumda olduğum için, anıları benimle beraber oldukları süre­ce bütün eski düşünce ve fikirlerimden tamamen vazgeçemi­yorum. Ne de sonradan oluşan manyak ’ben'e bu düşünceleri empoze edebiliyorum.

Mantık ve akılla yönetilebilen hiçbir yaratık, manyak de­ğildir. Ve bu sonradan doğan yaratığın mantığa dayanmayan bir akıl yürütme metodu var - fakat daha ikna edici. Sonuçla­ra çıplak ve keskin bir yol izleyerek ulaşıyor. Bir sonuca varmak için düşüncenin yavaş sürecine güvenmezdi - duy­guların arasına orakla biçer gibi -zincirleme şimşekler gibi- keser, girerdi.

Onunla ne yapmam gerektiğini bilmiyorum -ya da ona nasıl direneceğimi veya onu nasıl eğitip bir zamanlar bana öğretilen nezaket kurallarını ona nasıl öğreteceğimi bilmiyo­rum.

Oh, evet o "Üç Eve" gidecek, buna hiç şüphe yok. Ama bununla yalnızca alay ediyor - bana, hayatın bir akıl hastane­sinde veya dışarda yaşanmasının hiç bir önemi olmadığını söylüyor.

Bana, hayatın bütün önemli sorunlarını ve konularını ka­çırdığımı, hiçbir şeyi açıkça göremediğimi söylüyor. Yalnız dış görünüşlerle ilgilendiğim için büyük içsel değerlerin an­lamını hep kaçırıyormuşum. Normal - veya anormal - zihin diye birşey yokmuş, yalnızca zihinler ve daha çok zihinler varmış. Önemli olan hayatmış, onun sınıflandırılması de­ğilmiş. Onu yaşamak - ondan korkmamak. Parçalansın, - coşsun- gerekiyorsa yıkıcı olsun - ama bu hayatı yaşa, on­dan korkma.

Benim delirdiğimi fısıldıyor -herhangi bir içsel bozukluk yüzünden değil- çok sıkı denetleme, kontrol ve çabalama yü­zünden delirmişim. Olduğum şekilden başka, doğadışı bir kalıba girmeye çabalamak. Bilmiyorum. Onun doğru düşün­düğünden, haklı olduğundan emin değilim -ama eğer başı­ma gelen bu dertler çok fazla kısıtlamaların sonucu olarak ortaya çıktılarsa -öyle çok fazla kısıtlamaların uygulanabile­ceği yeni bir yer görüyorum- Çinliler'in ayak bağlama adet­lerine karşı duyduğumuz tiksintiyi uygulayabilecek yeni bir yer görüyorum.

Bütün bu çarpık felsefeler benim sorunlarımı çözmüyor. Parçalanıp dağılmanın arkasında yatan nedenleri bildiğini zannedenler, kurbanı kurtarmak için etkili bir tedavi geliştir­meye çalışsınlar. Veya eğer bu mümkün değilse -sorunların köküne inip araştırabilecek kadar akıllı olanlar, o kadar akıl­lı olmayanlara- problemle nasıl başa çıkılabileceğini öğret­sinler. Nedenleri bulmak -veya kabahatin kimde olduğunu ispat etmek- eğer bugüne kadar denendiyse, bana yardım edebilmek için çok geç kaldılar. Gerçek şu ki, ben zaten şimdiden buradayım, bir akıl hastanesinde, büyük bir Delili­ğin tam ortasında; "Üç Eve" ve ümitsiz çılgınlığa doğru sü­rükleniyorum -eğer bir mucize gerçekleştiremezsem.

Zaten zorluğun içine düşmüşüm -ve eğer kurtarılmam gerekiyorsa bunu kendi kendime yapmalıyım çünkü başka birisi bana yardım edemez.

Ve değerli pek az silahım -ve azıcık cephanem var, tabii eğer çok gerektiğinde Akıl Ana benim için bir silah uydur- mazsa-.

Problemi karşılamam ve onunla bir şekilde başa çık­mam gerektiği için -bu kağıt kalem fikrini geliştirdim. Dok­tor benimle konuşurken kalem elimdeydi- sözünü bitirip be­ni sersemlemiş bir halde ellerime bakarken bırakıp gittiği za­man- bu fikir aklıma geldi. Dışarıdan, bağlanmış, bağırıp çağıran, abuk sabuk söylenen öbür delilerin seslerini duy­dum - (içlerinden birisi ölüyor ve bunun farkında değil) - ve deliliğin bütün bu kargaşasını, bu ölümlerden beter olan katı ve yalnız yaşamı- ve bütün bunların acısını, boşluğunu ve ümitsizliğini- ve sonsuzluğu, ebediyeti hissettim- ve bu ses beynimde bir başka anlamla birleşti. Etrafımda dönüyor, çarpıyordu -bir sel- nereden salıverildiğini Tanrı bilir - hepimizi mahvolmaya, yıkıma doğru sürüklüyordu.

Diğerlerine baktım- ve tuhaf bir yakınlık hissettim. Onla­rı saran deli gömleklerine baktım- (kendi kollarımdan bağ­lanmış olmanın uyuşukluğu daha geçmemişti) - ve o zaman aklıma gelen düşünceler - kendi Tanrımla benim aramdaydı - çünkü bunlar delilikti, çılgınlıktı. Etrafımda helezonlar çi­zen sel beni aşağıya çekiyordu, adeta emiyordu -ve elimdeki kalem yakalayabileceğim bir kamış parçasıydı. O yalnızca bir kamıştı -ama onu yakaladım- ve şimdi bir süre için ba­şımı suyun üzerinde tutabiliyorum- yazdıklarım başkaları için bir anlam taşımasalar bile -hiç değilse- bana biraz yar­dımları oldu. Birkaç yetersiz tabir, cümle bulabildim, ve söz­cüklere uyması için yontulabilen şeyler de delilik değildir.

Öyle devasa, büyük fikirler ki, onları tanımlayabilecek bir sembol yaratılamaz - bu düşünceler bulanık, elle tutula­maz ve karamsarlık dolu, korkutucu delilik üretiyor.

Bu şeyin -herhangi bir şeyin -kelimelerle meydana getiri­len bir anlama uydurulabilmesi bütün benliği kaplayacak, bu­naltacak kadar büyük olmadığını gösterir. Biz, çok geniş, bi­linmeyen ve tanınması kolay olmayan şeylerden korkarız.

Olağan bir noktaya getirilebilen şeylerle başa çıkılabilir- bu nokta anlayışımız ve kavrayışımızın odak noktası olabi­lir.

Bir kalemim ve hiç değilse bir süre idare edebilecek sayı­da kağıdım var- ve şimdi bu deli kadın abuk sabuk söylen­mek istediği sürece- hezeyanlarımızın sesi kağıda kelimeler olarak dökülürse ne olur sanki- veya havada yükselip bütün diğer süregelen gürültü ve kargaşaya karışabilir. Onun dü­şünceleri çılgınca- ama benim daha çılgın bir düşüncem var- onu bir kaleme bağlı olarak tutmaya zorlamak ve uzun süre onu yazı yazmanın yavaş ritminde alıkoymak gibi- bu onu bir şekilde ehlileştirebilir. Aslında çimenlerde vahşi bir boğayı ehlileştirmeyi tercih ederim. O bir manyak olduğu için nasıl başa çıkabileceğimi bilmiyorum. O, ben olduğum için- ve bir manyak bile olsam kendimi kendi ellerimde his­settiğim için, bir yol bulup kendimle başa çıkmalıyım.

Hemşire şu anda yazdığım kağıtlardan birisini aldı. Onu okudu -bana acayip acayip baktı- ve ne yaptığımı zannettiği­mi sordu. Ve benim bu tuhaf işimle ilgili bir cevap beklediği için onu hayal kırıklığına uğratmak istemedim. Bu sebeple ona uygun bir cevap verdim. Ona, Shakespeare olduğumu söyledim, deli gömleğinden kaçınmaya çalışan bir Shakes­peare. (Bir şeyin yeniden dünyaya gelmiş kişiliği olmak bende tuhaf bir his uyandırıyordu, bunu kabul ediyorum, fa­kat Shakespeare'in bana hak vereceğinden şüpheliyim.) Ama, yaşasın! Hemşire yan koridorlardan koca bir tomar kağıtla geri geldi ve "Devam et, Shakespeare" dedi.

Gerçekten, Shakespeare, senin o sessiz İngiliz mezarın­dan bu kadar kolay çağırılabileceğini bilmiyordum. Benim şimdi içinde bulunduğum çıkmazda, bir büyüklük komplek­si, hülyası için böyle şanslı bir seçim yapan başka birini ta­nımıyorum. Öyleyse, hoşgeldin! Benim düzenimden mem­nun kalacağını umarım. Zavallı dostum, daha önceki duru­mundan sonra bu senin için gerçek bir düşüş.

Bu belki de daha önceki hayatında deliler hakkında sayfa­larca yazdığın dramlara karşı ödemek zorunda olduğun bir kefalet -bir borç- bir cezadır.

Zavallı Shakespeare -benimle "Üç Eve" yollanacağını çünkü bir manyak olduğunu söylemek, önceki dehanın tam bir saptırması olacak. Ve bu dünyaya geri dönerken bu türde bir düzene gelmen zevkinin ve seçme yeteneğinin -bu konu­da bir tercihin olsaydı- bir yansıması olurdu. Ama sen beni seçmedin -ben seni seçtim- ve bunu umursamamahsın- çün­kü burada senin pek sevdiğin konulardan bol bol var. Ve, se­nin o çok büyük dehana saygı göstermemezlik yapmıyorum- bahse girerim ki, sen, kendin bir deli olduğun zaman - delili­ği o kadar da şaşırtıcı, korkutucu bulmayacaksın. Hele, ken­dine benzeyenlerle beraber yaşarken.

***

Doktor şu anda işini bitirdi. Bütünüyle çok çekici bir adam. Nörotik bir kadın için ona karşı bazı duygular besle­memek zor -fakat bu doktor müthiş zeki. Bu doktorların hepsi öyle. Bizleri, protoplazmamızın en belirsiz bulaşık le­kelerine kadar incelediler, psikanaliz yaptılar- ve benim açımdan, buldukları şeylerle 'Ego'm hiç de pohpohlanmış olmadı. Aman, bu doktorlar! Yaşam içime yakıcı bir tutku verdi, kendimi onların hipotezlerinin tamamlanmasına karış­tırmak- ve eğer ben bir katırın ikiz kardeşiysem o zaman on­lar da mutlaka çok iyi birer veteriner oluyorlar.

Bize deli diyorlar- ve aslında onlar da bizim gibi tutarsız, uçan ve değişkendirler. Özellikle bu doktor. Bir gün benim­le acımasızca alay eder, eğlenir; bir başka gün de benimle hüzünlü bir halde konuşur. Ve bu sabah ilerideki kaderimi anlatırken gözleri yaşlarla buğulanmıştı. O ve onun zekası kahrolsun!

Monoton bir müzik gibi durmadan söylenerek şunu kafa­ma sokmak istiyordu -"çok kendini düşünüyor -çok bencil- çok bencil. Başka türlü düşünmeyi öğren- Başka türlü dü­şünmeyi öğren- Başka türlü düşünmeyi öğren." -Bunu nasıl yapabilirim? Nasıl- nasıl- yapabilirim? Kahretsin, nasıl ya­pabilirim? Onun önerilerini uygulamaya çalıştım ama biraz olsun başka türlü düşünmeyi öğrenemedim. Bütün çabala­rım boşa gitti.

Oh evet, o iyi bir doktor. Fevkalade bir doktor. Bütün ka­rarları mükemmel bir mantık üzerine kurulmuş, bana söyle­diği şeyler doğru -midemi bulandıracak kadar doğru. O hak­lı, tiksindirecek kadar haklı. Aslında o, dünyadaki bütün er­dem ve zekanın bir simgesi. Bu yüzden ondan nefret ediyo­rum- coşkuyla, tutkuyla. Fakat bunları bilmek, ona bir tokat atma dürtümü bastırmıyor ve dürtü bana söylediği şeyleri doğruluyor.

Ona bir çan takmak isterdim -böylece çarpık beynimin kıvrımları ve yarıkları arasında dolaşmaya başladığını far- kedebildim. Korkularımı avlamaya çalışıyor ama onları bu­lunca hiçbir şey yapamıyor, öyleyse avlanmanın ne faydası var? Fobiler küçük, duygusal şeylerdir; onları araştırmak, deşmek bir çıbanı deşmek gibidir. Onları iyileştirmez. Tek yaptığı şey, onların arasında sinsice dolaşmak, onları altüst etmek. Çok özel nitelikli bir örnek bulunca bu keşfiyle öyle heyecanlanır ki tıpkı ender bulunan bir böceği yakalayan bir böcek avcısına benzer.

Onu bulduktan sonra ne yapacağını bilmez. Onu dışarı çıkaramaz, çerçeveleyemez veya alkol içinde saklayamaz. Bu keşfinin delili olarak elinde sadece albümüne yapıştıra­cağı uzun, anlaşılmaz bir kelime vardır. Ve isterim ki- oh hem de nasıl, ondaki kendini beğenmişliğin, kendine güve­nin birazını alabilecek kudretim ve deham olmasını o kadar isterim ki. Bana kendini düşünen, egoist diyor, -ve öyleyim de- ama o da aynı dertten muzdarip. Belirtileri kendinde na­sıl göremedi anlayamıyorum, halbuki başkalarında açıkça görebiliyor.

Lordlara yakışır mükemmelliği ile burada günde iki defa mağrurca dolaşır. Bilgeliğiyle övünen büyük, Modem Bilim Adamı, kendi laboratuarında, iş başında. Burada, "Hid- ro"daki biz hastalar artık insan olarak görülmeyiz, sadece test tüplerindeki şeyleriz. Deneyler. Bazılarımız başarılı de­ğil. Özellikle ben, onun hiç iyi gitmeyen bir deneyiyim ve şu sıralarda "Üç Eve" boşaltılacağım.

Şimdi farelerin, tavşanların ve kobayların deneyler sıra­sında neler hissettiklerini çok iyi anlıyorum.

Teşrih acı verir- bunun tersini söyleyenler kendilerinin deli olduklarını ilan etsinler- ve modem bir psikolog onların beyinlerini incelesin, analiz yapsın.

Doktor size gelir ve en profesyonel haliyle- o zamanki ha­vasının izin verdiği derecede kibar ve yumuşak bir şekilde, sizin çok Egoist olduğunuzu ve başka türlü düşünmeyi öğ­renmediğiniz takdirde "Üç Eve" gideceğinizi söyler.

Ve eğer sizde gerçekten için için büyüyen bulaşıcı bir "kendini çok düşünme" hastalığı varsa, bir kalem ve eski mektupların boş sayfalarını alırsınız elinize, yatakhanede oturup, kendinize Shakespeare der ve her şeyi anlatmaya başlarsınız.

Bu bir Böcek-evi-Böcek-evi-Böcek-evi. Yaşasın Böcek- evi! Bu aynı zamanda Hidro-Hidro-Hidro- yaşasın Hidro-! Böcekevi kaçıkların kapatıldığı, gözlendiği, tedavi gördüğü, üzerinde çalışıldığı bir yerdir. Burada bir köpek yavrusunun pire sabunuyla yıkanmasından daha mantıklı olmayan bir sürü şey yapılıyor. Belki köpek yavrusuna banyonun faydası vardır ama köpeğin onu yıkayanlara pek güveni yok. Öylece yakalayıp banyoya doldurmuşlar- protestolarına, direnmele­rine aldırmamışlar. Biz de öyleyiz. Protestolarımıza, diren­melerimize, hiç aldırmazlar. Bize yapılan her şey iyiliğimiz için yapılıyor, bunu anlayamamamız kötü talihimiz yüzün­den. Evet -burası Hidro- anormalliklerimizi düzeltmek için her şeyin yapıldığı yer.

Ve bunun bir "Tedavi" olduğunu belirteyim -ve bunun "Verildiğini" belirteyim.

Şimdi, hemşireler hastalardan birini besliyorlar. Yemeye­cek. Yemek istemedi. Ama yine de yemeği üzerine boşaltı­yorlar. Ağzına tahta bir mandal koydular ve kadın ağzında- kileri onlara doğru püskürtmek, kusmak istediği için, kalkan gibi tuttukları bir çarşafın arkasına sinmişlerdi. Kadın bir nefeste sırayla tükürüyor, uluyor ve küfrediyor; deli gömleği giydirilmiş olduğundan tükürmek, ulumak ve küfretmekten başka bir şey yapamıyor. Ama nasıl tükürüyor, nasıl küfre­diyor, nasıl uluyor! Gerçekten bu deliliğin muhteşem bir sergilenişi. Yüzü öfkeden morarmış, boğazındaki damarları dışarı fırlamıştı. Ağzını küfretmek için açtığında, çarşafın arkasından bir hemşire çıkıyor, ağzına büyük bir yudum süt boşaltıyordu. Diğer bir hemşire nefesini kesmek için burnu­nu sıkıyor ağzını da havluyla kapatıyordu.Ama kadın yine de yutmuyor boğazında kalan konuşmalarla boğuluyordu.

Kelimeler sütün içinde gargara yapıyorlar ama kadın yine de yutmuyor. Sütün içinden çıkan sesler aslında küfürleri tam anlamıyla ifade etmiyorlardı, sıvının içinde şekillerini kaybetmişlerdi. Ama bu kelimelerin ruhu, özü sütün arasın­dan kaçıyor ve sanki kaynıyormuş gibi sesler çıkararak ha­vaya karışıyorlar. Ve kadın da küfürlerin yardımı olmadan da onları kaynama noktasına getirebilecek kadar deli. Yut­madan önce ölene kadar boğuşamadığı için kendinden nef­ret ediyor. Kendi acizliğine ve çaresizliğine öfkeleniyor ve hemşirelerden de inanılmaz bir öfkeyle nefret ediyor. Şimdi işleri bitti ve onu rahat bırakıyorlar; kadının öfkesi ve gaza­bı da genel olarak bütün dünyaya yöneliyor ve Hidro'nun ta­vanına doğru bir sıcak su fıskiyesi gibi yakıcı öfkesini bo­şaltıyor. Böylesine bir öfkeyle çıkarılan bir insan sesinin öy­le bir gürültü çıkarabileceğine ve hala konuşma şeklinde kullanılabileceğine inanmak imkansız gibi geliyor. Ama ger­çekten öyle oluyor -hatta tavana çarpan güç bile küfürlerin şeklini bozmuyor -çünkü bu küfürler sağlam ve gerçek şey­lerdi ve çıkardığı diğer gürültülerin arasından sıyrılıp yükse­liyordu. Onları Delilik oluşturmuştu; iki misli kuvvetle, pe­kiştirilmiş nefretle meydana gelmişlerdi ve ne onları fışkır­tan güç ne de tavana çarpma etkisi onları engelleyemiyordu.

Öylesine altüst edici bir patlamayla savurduğu küfür ve lanetlerin tavana çarpınca parça parça olacağını düşünebilir­siniz. Ama bu küfürler o kadar güçsüz değiller. Onlar koca­man ve iri yapılı olup, büyük bir güç ve şiddetle hareket edi­yorlar. Onun için tavana çarpınca zedelenmek yerine, onlar tavanı eziyorlar, herşeyin yönü değişik burada. Roket gibi hep yukarıya doğru uçup stratosferi delip geçecekleri yerde, tavandan tekrar duvarlara çarpıyorlar, tekrar tekrar duvardan duvara vurarak koridorlarda çınlıyorlar -böylece biz hâlâ ilk bağırtıların etkisinde kalıyoruz. Daha önce asla böyle bir söz dağarcığı görmemiştim! Küfür sanatında bir denizciye ders verebilirdi. Sanatın ötesine ulaşan yeteneği ise -bir dehadır!

Yüz kilonun üstünde iri yarı bir kadındı. Şimdi bu kilo­nun yarısına indi, etleri uzun çatısının çevresinde gevşek gevşek sarkıyordu. Pelvis kemikleri bir kasenin ağzı gibi gö­rünüyordu. Gövdesi ise kırışıklıklarla dolu pörsümüş bir yı­ğın halindeydi. Durmadan kaşındığı ve tırnakladığı için kır­mızı çiziklerle doluydu. Etine öyle kuvvetle tırnak batırmış­tı ki bazı yerlerde derisinin arasından eti görünüyordu.

Ama ben "Tırmalanmış Göbeği" seviyordum, çünkü deli gömleği giydiğim bir gün ayağa kalkıp dansetmişti. Benim şarkılarıma dansıyla eşlik etmişti -çılgınca fırıldak gibi dö­nen bir dans- ve o çırılçıplaktı. Benim şarkıma eşlik ettiği için bağlanmıştı. Güzel bir şarkı değildi- ben zırdeliydim yoksa bu böcek-evinde şarkı söylemezdim.

Ve o, benden de deliydi yoksa şarkıma eşlik edip danset- mezdi. Güzel bir dans değildi. Üzerinde hiç bir giysi olma­dan dans edebilmek için gerçekten çok güzel olmanız gere­kir ve bu işi Sanat adına yapmalısınız, -sanatı Büyük S ile yazınız yoksa polis işe karışır- yoksa hemşireler deli göm­leğiyle gelirler.

"Tırmalanmış Göbeğin" gövdesinde güzellikten eser yoktur. Kendini bağlattı; onunla danseden "Deve" de bağlan­dı. "Deve" dansetmişti ama geniş kambur omuzlarını bir çarşafla örtmek inceliğini göstermişti, çünkü daha çirkin ol­mak mümkün olsaydı, 'Deve' nin 'tırmalanmış göbekten' bi­le daha çirkin olduğunu söyleyebilirdim. Hepimiz de iyice zıvanadan çıkmıştık. Üçümüz yataklarımızda bağlanmış yatıyorduk. Bağırıp çağırıyor, haykınyorduk - (deliliğe ses­sizce katlanmak mümkün değildir) - orada yatıyor, her biri­miz kendi esintilerimize göre şarkılar uyduruyorduk. Ve Hidro her zamankinden daha gürültülüydü.

***

Hidro'da yaşayanların kuruntulardan, yanılgılardan dün­yalar yaratabilme güçleri vardır. "Dışardaki" bir vatandaşın en çılgın fantazilerinde düşleyebileceği bir dünyadan bile daha çılgın dünyalar. Burada herşey baş aşağı durumdadır ve hiçbir şey doğru veya tanıdık görünmez. O kadar farklı bir dünyadır ki, sanki kendinizi herkesin başları üzerinde durduğu, tavanda yürüdüğü ve birşey olurken sonundan ba­şına doğru gittiği bir dünyada bulursunuz. Tuhaf farazileri­mizin arayışı sırasında bize hiçbir şey tutarsız gelmez; baş­kalarında gördüğümüz tuhaflıklar bizi şoke etse bile.

Birbirimize deli deriz ve hepimiz beraberce bir sandalda­yız: Onun için, eğer kendime Shakespeare diyor ve diğerleri hakkında yazıyorsam, 'mani'nin eski geleneklerine uyarak, büyüklük kuruntum için bir patron seçiyorum. Gördüğümüz, bulduğumuz hayatla başa çıkamıyoruz,ne ondan kaçabiliyo­ruz ne de ona uyum sağlayabiliyoruz. Böylece biz de başa çıkabileceğimiz bir çeşit dünya yaratma gücümüzü kullanı­yoruz. Burada yaratılan dünyalar, onları yaratan beyinler sa- yısındadır. Her biri kesinlikle kişiseldir ve başkalarıyla pay­laşılmaz. Gerçekten daha gerçektirler. Bilinci zorlayan, iten keskin, tiz - ve içe işleyen bir yoğunluk içindedirler ve bun­lar mantığın küt kenarlarından daha inandırıcıdırlar - bu iki­si arasında bir çelişki olsa bile aralarında seçme hakkım yok. Mantık, daha başlangıçta çiğnenmiş, bir yana atılmış ve yenilgiye uğramıştı; kuruntunun keskin dişleriyle yarışa- mazdı.

Tuhaf ruhlarının sarmalandığı fantastik bedenlerden daha derinleri görebilmek için gözlerimi bilemem gerekecek. On­ları anlamadığım gibi kendimi de anlamıyorum- ve ben on­lardan biriyim.

Örneğin "Tırmalanmış göbek". Ne tuhaf bir yaratık o, orada yatıyor, uluyor ve şarkı söylüyor ve tükürüyor ve küf­rediyor. Şimdi hemşire yatağının üzerine bir çarşafı çadır gibi tutturmaya çalışıyor -tükürükleri yabana gitmesin diye. Biraz sonra çadırın içi sırılsıklam olacak.

Ve bir de "İskelet" var -koridorda bir aşağı bir yukarı ko­şan ve pencerelerin önünden geçerken kafesini adımlayan bir hayvana benzeyen İskelet. Şu anda parmaklarının ucunda yükselmiş; çığlıkları neredeyse tavanı yerinden oynatacak. Düşünebileceğiniz en kuru, etsiz yaratıktır.

Kemiklerinin dış görünüşünü örtebilecek et ve kas yapı­sı yok. Sadece, üzerine güve yeniği dolu bir battaniye örtül-

müş bir iskelet o. Ve deli, zır-, zırdeli. Uluyor, haykırıyor, kemiklerinin üstünden sarkan gevşek derilerini yırtıyor.

'Deve', Paraldehid'in verdiği derin uykuda, çadır bezinden deli gömleği derin derin nefes aldıkça kabarıp iniyordu. Ço­ğu zaman ilaçla uyuşturulurdu -çünkü hezeyanlarını, uluma­larını çok sever ve herşeyini başkalarıyla paylaşmak ister.

Öyle gülünç bir mizah anlayışı vardır ki onu anlayabil­mek isteri nöbetleriyle sarsılmak demektir. Orantısız iri bir vücudu vardır. Omuzları bir deve gibi dışarı doğru fırla­mıştır ve bu benzerlik onun gevşek yürüyüşünde de göze çarpar. Yani eğer yürüme imkanı bulabilirse, çünkü çoğun­lukla deli gömleği içinde tutulur ve ilaçla uyuşturulur.

"İlaç-yapıcı". Ona öyle isim taktım çünkü 'hidro'ya geti­rildiğim gün, salonda, alnından aşağı sarkan siyah kahkülü- nü banyo havlusuyla sarmış öylece oturuyordu. Beni görün­ce önüme zıpladı, kollarını iki yana açtı ve hoşgeldin derce- sine önümde eğildi. Sonra dikleşti, kollarını göğsünde ka­vuşturup bana baktı. Delici siyah gözleri delilikten parıldı­yordu. Gücüyle beni öyle etkilemişti ki söyledikleri çok inandırıcı geldi.

"Hoşgeldin yabancı - aramıza hoşgeldin. Fakat benim bu kabilenin büyük ilaç-yapıcısı olduğumu daima hatırla."

Ama ondan daha güçlü olan kabile şefleri, onu deli göm­leğinde haftalarca bağlı tuttular. Orada sessizce ve nefret do­lu olarak yattı. Beynini dolduran düşünceleri hiçkimse bil­mez.

Deliliğin siyah bir tabut örtüsü vardır; kötü kötü düşü­nen, bekleyen - ve gözetleyen bir örtü. Bu, ondan doğuyor ve çevresine uğursuz bir sessizlik içinde yayılıyor.

Gözlerinin sizi incelediğini hissetmek; nefretin siyah, ge­niş ve dipsiz mağaralarından esen bir serinliği hissetmek gi­bidir. Onun gözlerine bakınca, salt deliliği görürsünüz - ağır ve henüz doğmamış olan dehşete gebe bir delilik.

Sıkıca bağlanmış olduğu halde, onda diğerlerinde korku uyandıran birşeyler var. Ve doktorlara hemşireler de onunla meşgul oldukları zamanlar daha ihtiyatlıdırlar.

Bir de 'Opera Şarkıcısı' var - hayatı sonsuz bir trajedi olan ufak tefek, zavallı bir kadın - acının baskısından tek ka­çış yolunu delirmekte bulmuş ve kendisinin bir opera şarkı­cısı olduğunu sanıyor. Küçük, kahverengi bir tarla faresin­den başka birşeye benzemiyor. Kapana yakalanmış küçük, kahverengi bir tarla faresi. Musluk suyunda kül ve asit oldu­ğunu zannettiği için tuvaletteki dışkılarla yıkanıyor. Asitin, onun gibi kralların önünde şarkı söylemiş birinin güzelliğini bozmasından korkuyor.

Sonra 'Putperest' geliyor, 'hidro'da şimdiye kadar çırılçıp­lak dolaşmış olan en güzel ve zarif yaratık. Giysileri gerek­siz bir yük olarak gördüğü için onları ilelebet çırakıp atmış­tı. Doktorun viziteye çıktığı zamanlarda, hemşireler ya üstü­nü örtüyorlar ya da tuvalete kilitliyorlar. Bunun dışında iste­diği, hoşlandığı gibi dolaşabilirdi - ve o da çıplak dolaş­maktan hoşlanıyor.

Adeta Cab Callovvay'ın sesinin dişisi denebilecek bir ses­le pencerenin kenarında durup şarkı söyler, şarkısını çığlık­larla bitirirdi. Çığlık çığlık ardına - sonra yine bir çığlık - bir çığlık daha. Kendi ruhunun çıplak ve kontrolsuz bir şekilde dışa boşalışları. Kainatta buna benzer başka çığlıklar ola­maz.

Onu öylece çıplak - delice ulurken görünce, gerçek olup olmadığını merak ederdiniz; yoksa hüzünlü ve güzel bir ha­yal miydi. Hayat ne kadar acımasız bir heykeltraş, canlı bir güzelliği akik gibi işlemiş ve bu güzellikten gittikçe artan bir delilik yaratmış. Ve onun gerçek olduğunu biliyorum çün­kü hayaller yalnızca fikir üretirler, somut maddeleri değil.

Bir de 'Çiftçi Kadın' var; yatakta başını örterek yatar, öz­lemle sonunda hep kaybettiği bir savaş halindedir hep. Özle­mi o kadar yoğun ki bir delilik halini almış. Özlemi o kadar şiddetli ki onu bir manyak yapacak gücü var. Ömür boyu sü­ren şiddetli bir istek.

Özlediği şey, öyle küçük, öyle önemsiz ki hayatın bunu inkar edecek kadar zalim olabilmesi çok yanlış. Vahşi ve bâkir bir dünyada - bir bahçe yapabilecek küçük bir köşesi bile olamıyor.

'Öğrenci'ye gelince, ayaklarını biçimsiz bir şekilde uzat­mış oturuyor - onu oturtan her kimse bacaklarını zarif veya hiç değilse rahat bir şekilde yerleştirme zahmetine katlan­mamıştı. Birisi gelip onu kıpırdatmcaya kadar oturtulduğu gibi kalacak. Artık hiçbir hevesi veya bir Fransız taşbebe- ğinden daha fazla bir yaşam bilinci yok. Okul yıllarında par­lak bir öğrenciydi ve bu şey başına gelmemiş olsaydı hâlâ okuyor olacaktı. Davranışlarının gösterdiği kadar duygudan yoksun değildir.

Bir keresinde onu kütüphanede yürütmeye çalışan hem­şire, onun önündeki kitap raflarına büyülenmiş gibi durup baktığını görünce çok şaşırmıştı. Oysa daha önceleri gör­düğü şeyler karşısında öyle kayıtsızdı ki, onun tamamen bi­linçsiz olduğunu düşünüyordu. Baktığı kitaplar yalnızca il­gisini çekmemiş, öyle acı verici ve dokunaklı bir duygu uyandırmış ki ağlamaya başlamıştı.

Rafların önünde durup içinde ne varsa hepsini bir ağlama seli halinde boşaltmıştı. Hiçbir şaka, şefkat veya teşvik onu eline bir kitap almaya ikna edemedi. Hiçkimse onu ne­den ağladığını anlatmaya razı edemedi. Nedeni yalnızca acı­nın kendisini bildik, gizlilik içerisindeki ruhunun açığa vur­duğu gözyaşlarıydı bunlar- ne sebebini söyleyebiliyor ne de başka bir nedende aramasını biliyordu. Şimdi, bu ağlama olayının yeniden meydana gelmesi ümidiyle onu sık sık kü­tüphaneye götürüyorlar.

Bir de 'Dansçımız' var, genç bir anne; anne olmadan önce kolejde derece almış. Şimdiyse öylesine delirmiş ki; yukarı kattaki koğuşta bir el aynasıyla Başkana radyo mesajları göndermek için pencerelerden birinde ayağa kalkmış bir du­rumda bulmuşlar ve hidroya getirmişler. Bir sürü tuhaf ku­runtuları var ve bir memur olduğunda veya doktorlardan biri­nin sevgilisi olduğunda ısrar ediyor. O hoş bir kız - güzelli­ğini bozan tek şey kırık ön dişi.

Sonra 'Trajedi' var. Ölüm onun üstüne elini koymuş ama delilik kasesinin dibinde kalan son birkaç damla posa da tü­kenmeden onu çekip almayacak. Düşünülemeyecek kadar müthiş bir ölümle ölüyor, ölmekte olduğunu da bilmiyor - yalnızca hayatını yakıp kül eden bir deliliği tanıyor, biliyor.

Ondan önce de annesi aynı hastanede bu yoldan geçmiş­ti. Kızı da, henüz yirmisine bile girmemişti; titrek hayatının son damlasını deliliğe feda etmeden ölemiyordu bile. Anne­sini frengili bir kadın olarak seçmenin yarattığı çılgınlık. Ve geride bir de küçük kızkardeş var, onun başının üstünde de "babasının günahlarının" azabı asılı duruyor.

Henüz doğmamış bebeklerin karar verme yetenekleri pek gelişmemiştir - belki bir gün Devlet onlara annelerini seçme hakkı verebilecek cesareti bulur.

Şu anda hemşireler onu beslemeye geliyorlar - normal olarak yemeğin vücuda girdiği sindirim yolunun tam tersin­den oluyor bu beslenme. Onu beslediklerinin veya ölmekte olduğunun farkında değil.

Onun için hiç ümit yok ve sona biraz bekledikten sonra ulaşılacak.

Bir sonrakine ben 'Ana' diyorum. Bağlandığı yatağın aya- kucunda oturuyorum. Deli gömleğinden öyle nefret ediyor ki buna dayanamıyor. Onu çözmem için bana yalvarıyor ve çözmediğim için bana uzun bir liste halinde iğrendirici sözler söylüyor. Şimdi de monoton bir sesle 'Mavi Gömlek Çocuk-

lan'nı' gelip onu çözmeleri için çağırıyor. Onlara kendisine yapılan kötü muameleleri anlatıyor. Bütün gücüyle kurtul­maya çabalıyor - çünkü yatağa bağlı olmanın kısıtlamaları­na dayanamıyor.

Şimdi aşağıya doğru öyle kaydı ki çenesinin altından ge­çen kalın kumaş bantlar onu neredeyse boğmak üzere. Yüzü kıpkırmızı oldu ve alnındaki damarlar zorlanmaktan dışarı fırladılar. Bantlar nefes borusunu sıkıyor, zorlukla nefes ala­biliyor ama yine de boğuk bir sesle konuşmayı sürdürüyor. Neredeyse gidiyor! Bunu becerebileceğine inanıyorum! Ba­şını, bantların arasındaki açıklığa sokabilse, başarabilecek. Biraz daha homurdansa, biraz daha zorlansa, biraz daha eği­lip bükülse bu işi başaracak.

Yaptı! Yaptı! Kollan bağlara çılgınca çarpıyor, omuz et­leri kesiliyor ve derisi sürtünmeden kızarmış. Ama hemşire­ler geliyor. Onu yakalayıp içine dolaştığı bağları çözmeye başlıyorlar. Bu bağlan sadece yeniden daha sıkı bağlayabil­mek için çözmüşlerdi. Şimdi o da hemşirelerin ne yaptığını anladı ve haykırmaya ve gitmesine izin vermeleri için yal­varmaya başladı. 'Yapmayın bunu, lütfen bunu yapmayın! Oh, seni gidi Kahpe!" "Yalnız bırakın beni, yalnız bırakın, - siz - siz." Biraz daha küfür - ve şimdi çocuklarından birisine bağırıyor, "Jerry - Jerry - O Bıçağı Kap ve Buraya Gel ve Bu İnsanları Öldür."

Sonunda sustu, öyle sıkı bağlanmıştı ki zorlukla nefes alabiliyordu; ve kurtulmaya o kadar yaklaşıp da bunu başa­ramadığı için ümitsizlik içinde ağlıyor ve bir çocuk gibi hıç­kırıyordu.

"Dayanamıyorum, dayanamıyorum" - önce dokunaklı,

"Dayanamıyorum, dayanamıyorum" - sonra yalvaran,

"Dayanamıyorum, dayanamıyorum" - tekrar daha yük­sek, emreden bir sesle.

En sonunda ciğerlerinin bütün gücüyle attığı çılgın bir çığlık. "Dayanamıyorum! Dayanamıyorum!"

"Tırmalanmış göbeğin" sesi tükürükten sırılsıklam ol­muş çadırın içinden geliyordu. 'Oh Tanrım, oh Tanrım, oh Tanrım, oh Tanrım!!! Eğer dayanamıyorsa, Tanrım, bırak kurtulsun, oh Tanrım veya onu bir çiviye assın, oh Tanrım veya ne yapacaksa yapsın, oh Tanrım, ama çenesini kapat­sın, oh Tanrım."

Tırmalanmış göbek bugün çok dindar bir havada ama bu dindarlığın içinde bir saygı olduğundan biraz şüpheliyim. 'Isa, Ruhumun Aşığı' diye bir şarkı söylüyor.

Başka bir hasta ona katılıyor, bir üçüncü de onu izliyor. Hepsi bir arada başka başka notalarla ve tempolarda şarkı söylüyorlar. Sonuç korkunç ve harika fakat pek müzikal de­ğil. Deve uyanık olsaydı o da katılırdı ve işte o zaman ar­moni gerçekten çamura batmış olurdu. Sesi vapur düdüğü gibidir. Zaten o katılmasa da genel uyumsuzluk yeterince kö­tü. Birisi ikinci dörtlüğün yarısına gelmişken diğeri son söz­leri söylüyor.

Tırmalanmış göbek şarkıyı çoktan boşlamış, bu kutsal müziğe hiç uymayan bir sürü küfürü ardı ardına sıralıyor. Çok iyi bir kontralto sesle kelimeleri, kendi uydurduğu an­lamsız sözcükleri monoton bir ritimle söylüyor. Ooo, şimdi anlıyorum. Bildiği her terbiyesiz kelimeyi alıyor buna uya­cak bir sürü yeni sözcükler üretiyor. Demek küfür sanatında gösterdiği dehayı böyle geliştirmiş!

İskelet' haykırarak ve uluyarak pencerenin önünde bir ile­riye bir geriye koşturuyor. Takır tukur kemiklerinin üstünde kalan iki-üçyüz gram eti de delice oğuşturarak, sıkarak, çim­direrek eritiyor. Şimdi ise omuzlarındaki etleri gerçekten yır­tıyor. Ağzı köpürüyor ve dönüp banyolardan birine tükürene kadar, köpükler akıp gidiyor.

Kapıya doğru birkaç adım koştu, sonra pencereye döndü ve oradan geçen adamı görünce daha çılgınca çığlık atmaya başladı. Adama gelip pencereyi açması için altı yüz dolar teklif ediyor. 'Pencere kelimesinin ilk iki hecesini anlaşılır şekilde söylüyor, son 're' hecesi çığlık halinde çıkıyor ağ­zından.

Şimdi yine tükürmeye başladı ama artık banyoya nişan almaya gerek görmüyor. Yerçekimi nereye çekerse oraya gi­diyor tükürükler. Gömleği yakasından alt ucuna kadar yırtıl­mıştı, ağzından sızan tükürük ve salyalar yere dereler gibi akarken iri karnının üzerinde takılıyor. Görünüşü hiç de iş­tah açıcı değil. Salyaları açık duran ağzından daha büyük bir hızla akıyor. Bir yandan çığlık atarken gözleri de benim yö­nüme takılı kalmıştı. Ama hiçbir şey görmüyor, sadece kendini pençesine alan dehşeti hissediyor. Gözleri insan gö­züne benzemiyor. Gördüğü şeylerine dehşetinden şekilleri bile değişmiş. Şimdi bana doğru geliyor. Çığlıkları kulağı­mı dövüyor.

Ona nasıl yardım edebilirim? Hiçbir şekilde, tam olarak hiçbir şekilde. Ona yardım edemem ama onu görmemek için gözlerimi de kapatamam. En iyisi dünyada böyle acıla­rın var olduğunu hiç bilmemek.

Üzerindeki baskının bir kısmını uluyarak ve etlerini yır­tarak hafifletebildiğine memnunum. Hissettiği şeylere ses­sizlik içinde katlanabilmek mümkün değildir; ve yaptığı an­lamsız olduğu halde onun için ulumalar ve çırpınmalarla ifa­de etmek, içinde tutmaya çalışmaktan daha iyi. İçimde bir şeyler kalmış olsaydı, o beni sinirlendirebilirdi, heyecanlan- dırabilirdi. Öyleyse devam et ihtiyar kemik torbası, Ulu! - ulumaya devam et. İçindekileri haykırarak boşalt ve belki de bu köprüden geçtikten sonra bir kaçığın çiğnediği bir kalemi eline alır, oturur ve benim hakkımda yazmaya başlarsın. Bundan sonra uluyan ben olabilirim, bunu kimse bilemez.

Yalnızca canım şu anda ulumak istemiyor. Sen hiç de çekici bir örnek olmuyorsun, sen yalnızca korkutucu bir uyarısın.

Ve işte sabah oldu. Yaşanacak bir gün daha. Gece bo­yunca ilaç verilmemişti, bu yüzden burası tam bir çıfıt çar­şısına döndü.

Sabahları daha sessiz olur - ama bu sabah değil. Burasıy­la karşılaştırılınca bir kazan fabrikası bir morg kadar sessiz ve sakin kalırdı. Zaten çekilmez olan gürültüye bir de yatak­larında bağlı olanlarının çığlıkları karışıyordu. Hemşireler bile otoritelerini korumak için oraya buraya koşuştururken biraz çıldırmış gibiydiler - burası tümüyle çıldırmış.

Bağlanmış olanlar uluyor ve çığlık atıyorlar - bağlı ol­mayanlar da koşuşturuyor, etrafa saldırıyorlar ve ulumaları­na, çığlıklarına vahşi hareketler ilave ediyorlar. Delilik rüzgârının estiği bir ormandaki çıplak ağaçlara benziyorlar; rüzgar onları eğiyor, sallıyor ve kırıyor. Düşünülebilecek en çılgın isteri bu. Ne olduğunu bilmiyorum. Fakat bir çeşit çok etkili bir bulaşıcı hastalık aralarından esip geçiyor - yayılı­yor, beni de yakalıyor.

Çılgınlıkları benim içimdeki deliliği de daha yüksek ve daha daha yüksek düzeylere çıkarıyor - ve şu anda ben de uluyacağım. İsteriye karşı duracak gücüm yok. Burası ce­hennemden beter. Dante hiçbir şey bilmiyordu. Bu kargaşa ve yıkım dört nala ilerlerken, bu hidroda yapmalıydı o meş­hur yolculuğunu.

Birçok cilt dolduracak malzeme bulurdu. Güzel, çıplak putperest deli gömleğinden sıyrılıp çıkmıştı ve pencerede durup sabaha doğru uluyordu. Eminim ki Dante, Cehennem­de bunlardan daha kan-dondurucu uluma ve çığlık duyma­mıştır. Boğazındaki ses telleri yırtılıyor, onu duyanların ku-

lak zarları parçalanıyordu. Benim beynim de çözülmenin eşiğinde titriyor. Bu sabah bizim karşılaştığımız gibi bir patlama karşısında kimse çerçeveler içinde kalmayı başara­maz.

Dayanamıyorum! Shakespeare! Tanrı aşkına, neredesin! Yanıma otur ve şu kaleme tutunmama yardım et! Bak söy­lüyorum, artık dayanamıyorum. Saçlarımın köklerinin çekil­diğini hissediyorum, onun için artık gücümün sonuna geldi­ğimi biliyorum, kollarımdaki tüyler diken diken. Saçıma do­kunun, Mr. Shakespeare ve bana saçlarımın dikelip dikelme­diğini söyleyin - neyse boşverin. Ben öyle olduğunu biliyo­rum. Ama önemi yok - sen sadece kaleme yapış ve birşeyler yaz; çabuk ol. Şu kalemi sıkıca tut ve kağıda bir şeyler yaz. Ne olursa - ne olursa yaz! Bu ulumalar arasında sesimi yük­seltmeyeceğim. Siz kaçıkları sevmezsiniz, değil mi Mr. Sha­kespeare? Eğer onlardan biriyseniz ve başka bir seçim hak­kınız olmadan yalnızca onları görüyor, işitiyor ve onlarla yaşıyorsanız, onlar size hiç de ilginç gelmezler. Ben de on­ları sevdiğimi söyleyemem, ama kendimin de buradaki en çılgın kadar deli olduğunu biliyorum. Bunu da uluyarak her­kese açıklamayı göze alamam. Özür dilerim Mr. Shakespea­re, büyüklük kuruntum olarak buraya gelmek zorunda kal­mamalıydınız. Sakin îngiliz mezarının daha hoş olduğunu biliyorum. Başını nasıl bir derde soktuğunu bilmiyordun, ama artık burada olduğuna göre seni şerbet bırakamam, geri­ye dönemezsin; aslında ben de seninle birlikte gitmeyi çok isterdim. Buna dayanamıyorum ve seni kaybetmeyi göze alamam. Evet Mr. Shakespeare, eğitiminiz burada tamamla­nıyor. Şimdi artık kendi deneyimlerinize dayanarak kaçıklar hakkında yazabilirsiniz - ilk elden, doğrudan deneyimler ve sizin daha güvenli ve rahat olan hayal gücünüzü kullanmak zorunda kalmayacaksınız. Hayalinizden yarattığınız karak­terlerin daha sevimli olduklarını biliyorum ama buradakile-

rin hepsi etrafınızda. Sataşıyorlar, uluyorlar ve hiç kimse (- hatta sizin dilinizi kullanmaktaki ustalığınıza rağmen siz bi­le) böyle yaratıkları kelimelerle meydana getiremez - çünkü sözcükler onları tanımlayamazlar.

Bu gerçektir Mr. Shakespeare. Delilik. Yalın, duygusuz ve manyakça Delilik. O, bir otlaktaki çılgın bir boğa gibidir - yüksek bir çitin arkasından gözlemek daha güvenlidir. Daha hızlı yazmazsan, yaratığın boynuzlarında asılı kalacaksın, tabii boynuz yaralarından ve boğanın ayakları altında çiğ­nenmekten bahsetmiyorum. Burada Deliliği görüyorsunuz Mr. Shakespeare, ilk elden, doğrudan - ve elinizdeki küt, diş­lenmiş kalemden başka savunma aracınız yok.

Daha hızlı yazmanız şart. Ben gidiyorum - başımda o çılgın "hafiflemiş" duyguyu hissediyorum ve gözlerim doğ­ru dürüst görmüyor. Yaz, lanet olası! Birşeyler yaz. Ne olur­sa olsun yaz, önemi yok.

Başımın çevresinde birşey var, öyle sıkıyor ki, düşüne­miyorum, ama siz burada oturacak ve kağıda bir şeyler yaz­mayı sürdüreceksiniz. Bu bir kanun ve ben buna uymanızı istiyorum. Beni yüzüstü bırakmayacaksınız. Size şu anda her zamankinden çok ihtiyacım var. Ve unutmayın Mr. Sha­kespeare, bir acı vaklama ve kaz pişmiş olacak. Bu cehen­nemde bir dahi değil, yalnızca bir böcek evindeki bir kaçık­sınız. Onun için ne yazdığınız hiç farketmez, sadece yazma­ya devam edin. Bu konuda size yardımcı olamam - çümkü beynimin bir bomba gibi patladığını hissediyorum. Tanrı aş­kına devam edin! Söylemek istedikleriniz olmasa da - veya güzel olmasa da. Bir silginiz olsa bile bunu kullanabilecek zamanımız yok.

Yazmaya devam edin - ve sanki Şeytan tarafından kandı­rılmış gibi yazın- çünkü bunu bilecek kadar sağduyunuz ol­sa da olmasa da - işin doğrusu bu! Birşey bizi yakaladı, ele

geçirdi ve bizi şeytana doğru sürüklüyor. Bu kez, bir dram yazmıyor, onu yaşıyorsunuz.

İşinize devam edin. 'Üç Ev’ bundan daha kötü, daha be­ter. Şu anda İngiliz Edebiyatı geleneklerini boşverin- birkaç kıvılcım ve birarada tutmaya çalıştığınız mantık kırıntıları. Kurtarmaya çalıştığınız kendi akıl sağlığınız. Daha hızlı yaz, - aptal - eğer bir deli olmak istemiyorsan daha hızlı yaz. Şimdiden mantığın seni terketti ve seni uluyan bir manyak olmaktan alıkoyan tek şey gevşememek ve kendini bırak­mamaktır. Siz yazmaya devam edin. Beni yüzüstü bırakma­yın - siz olmadan başaramayacağımı biliyorum.

Eğer beni ulumaktan alıkoyabilirseniz, işte gerçek deha bu olur, hayalden romanlar uydurmak değil. Bu hayal değil - daha da kötü. Bu bir kâbus. Uyanıkken gördüğünüz bir ka­bus, bu yüzden ne kadar bağırsanız kimse sizi uyandırmaya gelemez. Bir kâbusun tam ortasında uyanık olmak, Mr. Sha­kespeare. Uyuyor olsaydınız bağırabilirdiniz ve belki biri si­zi duyar, içeri gelir ve sizi sarsıp uyandırabilirdi - ama burda bağırsanız sizi ne kadar sarssalarda uyanmazsınız.

Tanrım! Bağırmak mı istiyorsunuz? Hayır! - bağırma­yın! Başlamadan önce sus, lanet olsun.

Sana yazmanı söyledim - yazsana aptal! Sözcükler! Ne olursa! Anlamlı olup olmadığı hiç önemli değil. Yaz! Sus ve diyeceklerini kağıda dök! Benden daha da büyük bir eşeksin sen. Dâhiymiş - Pöh! Kaçık - kaçık kardeş! Bana gelerek sahip olduğun dehayı kaybetmiş oldun. Seni kahrolası aptal, bu isteriye izin verirsen ve içinden bir damlayı bile dışarı salarsan, onu durduramazsın. Biliyorum - bir kez daha böyle olmuştu. Dünyada hiçbir güç bunu durduramaz. Onu dizgin- leyebilmenin tek yolu, onu başlamadan durdurmaktır. Dün­yanın yaradılışındaki kargaşa bunun yanında hiç kalır, o bi­le orta yaşlı bir bakire kadar sakin sayılır onun yanında.

Zavallı Bili, zavallı Bili; bir dahinin içine düşebileceği bir durum değildi bu.

Bir dahaki sefere çiçekler, kuşlar ve arılar hakkında yaz­mak isteyen birisine gel William, çünkü cehennemin bu tara­fında delilikten başka bir şey yok. Ama kaleyi birkaç dakika koruyun. Yardım geliyor, bir hemşire kıyafetinde, Tanrı onu korusun ve Merkür, Sürat Tanrısı ona yardım et ki, acele et­sin! Her bir elinde birer şırınga var ve başka bir hemşire bir tas paraldehid getiriyor. Tanrı bunu keşfeden adamı koru­sun! İlaçlar- İlaçlar- bilinçsizlik! Sessizlik!

Evet- hepsi buydu William. Başardık! Teşekkür ederim! Son birkaç dakikada ne yazdığın hakkında hiçbir fikrim yok- ama melekle yanşan Jacob gibi hissediyorum. Bileğim bur­kulmuş ve terden sırılsıklam olmuşum. Size minnettarım. Artık doktor benim iğnemi başka birine, seni seçecek kadar şanslı olmayan başka birine yapsın. Benim büyüklük kurun­tularım hakkında ne düşünürse düşünsün- ama benim için yaptıklarını ben kendim için yapamazdım. Başardık! Dünya bunu bilmese de- son yarım saatte yazdıkların bütün eserleri­nin toplamından daha büyük bir deha eseri!

Shakespeare, bu krizi atlattık- bir ara kaybedecek gibi gö­rünmemize rağmen- ve ben neredeyse derinliklere dalmak üzereydim. Bu olduğu zaman ve eğer olursa, geriye yalnızca "Üç Ev" kalıyor- ve ümitsizce çılgınlık. O kadar sayfayı hep karanlıklarla doldurmuşsun- daha açık renkler yok mu? Bu loşluktan bıktım -ışık ve kahkaha yok mu? Mutlaka bütün dünya trajedi dolu değildir; yoksa öyle mi? Bu dünyada çıl­gın, kudurmuş delilerden başka bir şey yok mu? Shakespea­re artık dayanamıyorum! En iyisi pes edip "Üç Evde" boğul­mak. Madem ki düşeceğim, çitin hangi tarafına düştüğü'1 hiç önemli değil. Sonsuz uzayan çitler üzerinde tüneme--1611 bıktım. Eğer bir manyak olmam gerekiyorsa- nedenj6rÇe^ bir manyak olmayayım? Bu yarım ölçünün ne a» *mı var?

Deliliğin pek az ödünü vardır. Bütün bu çabalarımla nereye varabilirim? Kaçınılmazı bir süre daha geciktirmek- Bundan kaçmamam, ancak geciktirebilirim. Nasıl olsa bir gün bu olacak. Bir gün -er veya geç- beni eline geçirecek. Öyleyse bunu ertelemenin ne yaran var? Kaçınılmazdan kaçmaya ça­lışmak anlamsız bir çabadır.

Pöh! Shakespeare -ne hale geldin böyle? Böyle düşün­menin şimdiye kadar kimseye bir yararı olmadı. Daha iyi bir şey yapamıyorsan, yazmayı bıraksan daha iyi olur. Ben bu şekilde yeterince düşünebilirim. Bana düşünecek daha neşeli bir şeyler bul, veya görecek daha hoş manzaralar. O kadar çok delilik, dehşet ve kargaşa gördüm ki, artık baktı­ğım her şeyde aynı şeyleri görüyorum. Hiçbir şey, onun çevrelediği beynime ulaşamıyor, o diğer bütün görüntüleri engelliyor. Onu daha fazla görmemek için, beynimi kendi el­lerimle kafatasımdan yırtıp çıkartabilirdim.

Şimdi, yan odada deliliğiyle başbaşa kapatılan kızın na­sıl hissettiğini şimdi çok iyi anlıyorum; boş yere başını par­çalamaya çalışıyordu, umutsuzca. Üç gün içinde bütün saç­larını avuç avuç kökünden yolmuştu. Kafası kabak gibi ol­muştu ve hala çılgınca yolmaya devam ediyordu.

Ama o iyileşti, Shakespeare! Evet başardı! Ve onun za­feri çoğumuza cesaret verdi. "Üç Eve" gitmedi. Hatta şimdi "dışarıda" yaşamaya başlayacak, tabii saçsız olarak. Hiç kimse onun kadar zırdeli olmamıştı, ama yine de iyileşti! Her şey, bir zaman gelir sona erer; hiçbir şey sonsuza dek değişmeden devam etmez. Herhangi bir şeye bir süre katla­nılır, hatta deliliğe bile -ve Hidroda yaşamaya bile.

Bu konuda; burada, aşağıda manyaklarla beraber yaşa- nak, yukarıdaki "en iyi" koğuşta yaşamaktan daha kolay ve daa iyidir. Değeri en fazla abartılan koğuş olan "en iyi" ko- 8uŞtt va]nıZCa hafifçe deli olanlar kalır. Onlar yaşarlar, ha­reket ecr|er, vaj-hkiaH ezilmenin öfkesiyle doludur. Günleri

gelir, geçer ve zamanın yüzeyinde ufak bir iz bile bırakmaz­lar. Varlık, durmadan bastıran bir monotonlukla frenlenir.

Her gün, bir önceki gibidir -bütün yarınlar da farklı olma­yacaktır. Her gün doktorun ve hemşirelerin vizitelerine ha- zırlanmakla geçer. Askeri bir teftişten tek farkı" hazır olll!" komutunun olmayışıdır.

Bu hazırlıkların arkasında; bu kurumsal düzenin ardında; eşit olarak yerleştirilmiş kırk iskemle ve geometrik bir şe­kilde paralel olarak düzenlenmiş kırk yatağın ardında; iyi ayarlanmış insan seslerinin kusursuzluğu ardında (bu sesle­rin sahipleri seslerinin kusursuz bir tonda olmasına dikkat et­mek zorundaydılar - bu "en iyi" koğuşta kalmanın bedeliy­di- Kahrolası "en iyi" koğuşun); bu en iyi koğuşun sayısız mükemmeliklerinin ardında, her şeyin akıl dışı, anlamsız, aptalca - ve ümitsiz olduğunun tiksindirici, sinsi ve kabus gi­bi olan bilinci vardı. Fakat bu bilgi büyük bir dikkatle burada yaşayanlardan gizleniyor.

Elbette bunu görenler de var -ve bu sezgi onların burada kalma haklarını kaybetmelerine neden oluyor. Derhal başka bir koğuşa naklediliyorlar- ümitlerini kaybedenlerin yanına. Başka koğuşa taşınmaları onlar için önemli değil, başka bir şeyin de anlamı yok; onlar artık birer deli oluyorlar. Yaşam, özgürlük, çoluk çocuk, aile ve dostlar; insanlar için 'yaşama­yı' ifade eden bütün bunlar önemini kaybediyor, ümidin ter- kettiği hasta için yok oluyorlar. Delilik geldiği zaman, - tuhaf bir uyuşukluk onu izler. Ölüme yakın bir uyku bastırır ama daha esrarlıdır. Bilinçsizliğin karanlık bölgelerinde dinlen­mek - ne ölü ne canlı olmak; öldürücü, esrarengiz, hatta da­yanılmayacak - veya kaçılamayacak kör bir dehşeti tanıma­yanlara göre şeytani bir durum.

Küçük bir beyinde yaşayan ruh, tüm gücüyle bu kâbusu, bu dehşeti hissedebilir; çığlıklar, saç yolmalar, vahşi küfür­ler, veya kahkahalar hepsi bu dehşetin parçasıdır. Gittikçe

artan gerilimi çeşitli kanallarından birinden akmaya başlar ve fırtına gibi kontrolsüz bir sel halinde fışkırır, bu sele De­lilik denir.

Bazen de çökme yavaş olur. Başlangıçta farkedilmeyen ama yavaş yavaş artan bir basınç. İç kemiren bir hoşnutsuz­luk, üzerinize saldıran çocuksu bir korku; bunlar durmadan genişleyen bir yörüngede ilerleyerek kişilik denilen esraren­giz gücün üstünde oymalar yapıyorlar.

Bu, belki de öyle küçük ve yavaş hareketlerle oluyor ki, başlangıçta farkedilmiyor. Sonra 'yıkım' başlıyor. Mantık ve aklın şeytanca kuruntular tarafından yok edilmesi sonun­da melekelerin, yetilerin çökmesine biz 'yıkım' diyoruz; tem­kinli ve düzenli düşünceler buna boyun eğiyorlar. Mantığın düzenli yolunda, vahşi bir düzensizlik hüküm sürüyor ve bü­tün duygular ayaklanıyor, başkaldırıyor. Yıkım.

Yine de, her olayda olduğu gibi, görüş açısı manzarayı değiştirir. Ben, Delilik denen bu olgunun öbür yakasında duruyorum ve elimi öbür tarafa uzatmak, oraya geçmeyi bir gün başarabilenlere uzanabilmek istiyorum. Veya (Tanrı on­ları esirgesin!) sevdiklerinin yanında durup bariyerin yüksel­mesini seyretmek, ölümden beter olan ve karşıya geçmenin mümkün olmadığı bir uçurumu görmek. Onlar, gerçek kay­bın ne olduğunu; tabutların, mezarların ve yumuşak topra­ğın sakin, sessiz finalinin daha çok tercih edilebileceğini de­neyerek öğrenirler.

Onlara, şunu söyleyebilirim; (çünkü ben biliyorum, ben oradaydım) "Unutmayın ki bir ruh, o Delilik denen belirsiz denizde seyrederken, sizin kaybettiklerinizden çok daha faz­la ve daha önemli şeyler kazanmıştır. Normal, aklı başında insanların Yıkım dedikleri şey, Deliliğin vahşi isterisini ta­nıyanlar için - ben bunu iyi bilirim- bir kurtuluş anlamına gelir. Azat edilme. Kaçış. Deliliğin keskin dişlerinden kur-

tuluş. Dayanılamayacak bir şeyden kaçış. Ve işte bu neden­le Delilik geldi. Kurtarma; saf, basit, katıksız kurtarma."

Delilik, bizleri eline alan İnsanî korkuların hiçbirini bil­mez. Hata yapmayı - vicdanı olmadığından - Tanrı korkusu­nu, veya şeytanları da bilmez. Bu dünyada hiçbir şey, başı­nı kaldırıp hak iddia ettiğinde, onu durduramaz. Onun seçti­ği kişinin başka tercih hakkı yoktur.

Onu izlemeleri, söz dinlemeleri ve ümitsizce, onu tatmin edecek bir beceri göstermeye çabalamaları gerekir.

O bir yaşam gücüdür, kendi ağına dolaşmış bir yaşam. Kimse onu düzeltemez, çünkü iplikler kendi etrafında dolaş­mış, kördüğüm olmuş.

Hiçbir tabiat olayı bu kadar ürperti veremez. Ancak bir tayfun- bir Niagara Şelalesi veya okyanusların gelgiti, delir­miş bir beyin kadar kolaylıkla zaptedilebilir!

Onu hiçbir şey durduramayacak - onu tutabilecek hiçbir şey yok; kendi karanlık mağaralarında kaderini takibetmek için çevresini silip süpürmesini hiçbir güç engelleyemez. Onun hakkında çok az şey biliniyor ve kurtulma zamanı ge­lince onu hiçbir şey durduramaz. Bunun bir esaret mi yoksa kurtuluş mu olduğu o kişinin görüş açısına bağlıdır. Esaret nedir? Özgürlük nedir? Bunların tanîmları, Deliliğin ne ol­duğu bilmecesinin eksiklerini tamamlar; çünkü delilik her ikisini de kapsar. Ben Deliliğin gücünü - ve acımasız esrarı­nı - hergün gördüğüm halde ve onu çok yakından tanıdığım halde, beni sürüklediğini ve - (nereye, bilmem) alıp götürdü­ğünü hissetmiştim - cehenneme giden yol boyunca sürüklen­dim ve diğer tarafta da çok uzaklarda, mantık ve aklın do­nuk, sıkıcı yönlerini hissettim - yine de, bu olağanüstü yol­culukta yaşadığım tecrübeleri anlatabilmem çok zor.

Hiç değilse şunu öğrendim: hiçbir şeyin ondan korktuğu­muz, ürktüğümüz ve beklediğimiz zamanki kadar müthiş ol­madığını, bu gerçek başımıza geldiğinde anlarız. Korktuğu-

muz başımıza gelince - eğer korkmamıza değecek kadar müthiş birşeyse, düşünecek kadar bile zamanımız olmaz. Endişe ve merak, boşluğu dolduran bir maddedir.

Acımasız gerçekle karşılaştığımızda, varsayımlara da­yanan şeyler için fazla zaman harcamayız. Zihinlerimizde yarattığımız korkular, olaylara bizi daha çok incitecek gücü veriyorlar.

Delilik bile - ki hayatım boyunca ondan kaçmıştım, ger­çekten beni eline geçirdiği zaman, yıllarca ondan kaçmaya çalıştığım zamanki kadar korkunç değildi. Bu konuda dü­rüst olmam gerekirse, benim dışımda bir kuvvetin beni ko­ruduğunu kabul etmem lazım. Bunu anlamıyorum - ve eğer kişiliğin tuhaf cilvelerini inceleyen psikologlar bunu açıkla­yabilirlerse, belki benden daha iyi anlatabilirler.

Annemi düşündüm, belki o da benim gibi hiçbir şey gör­meden dışarıya bakıyor. O anda, bizim için hiçbirşeyin farklı olmadığını anladım. O, bir yerlerde oturup ölümü bek­leyecekti, ben de bu tımarhanede oturup deliliği bekleyecek­tim. Ve ikimiz için de beklediklerimiz ne kadar çabuk gelirse o kadar iyi olacak. Böylece canavar ortaya çıktı ve çılgın atalarımdan birinin hayaleti içimden kabardı ve bu konuda birşeyler yapmamı önerdi; onu eline geçiren yırtıcı nefret güçleniyordu. Ve içimdeki o şey kesinlikle ben değildim - bir başkasıydı- ve onu deli gömleğinden başka hiçbir şeyin tutamayacağını biliyordum. Onun için hemşireye gittim ve "Beni Bağla" dedim.

Bunu isteyen ses benimki değildi; benim sesimin hoş ol­duğu söylenir - ama bu ses dümdüz ve boştu, ne rengi ne to­nu vardı. Fakat hemşire öyle aptaldı ki yanlış anladı ve si­nirli görünmediğim için beni yatağa geri gönderdi. Yandaki hasta bağlanmıştı ve kuduruyordu. İçimde hissettiğim öldür­me dürtüsünü dinlemeye cesaretim yoktu. Bu sebeple hemşi­reye ikinci kez gittim ve deli gömleği istedim. Bu sefer ikisi birden beni yakalayıp yatağıma götürdüler. Memnuniyetle yürüdüm - beni bağlayacaklarını sanmıştım. Ama hayır. Be­ni bağlayan birşey olmadığını göstermek istiyorlardı. Kendi­mi yıllardır kontrol etmiştim ama şimdi gücüm kalmamıştı ve hâlâ o gün hidroda neredeyse olabilecek şeyleri düşün­dükçe fena oluyorum. İçimde hala akıl kırıntıları kalmıştı. Aklıma gelenlerin manyakça olduğunu biliyordum; onlara daha fazla dayanamayacağımı da biliyordum.

Bunun üzerine hemşireye üçüncü kez gittim; beni gör­mezlikten geldi. Göğsümde kavuşturduğum kollarımı sıkıca tutarak başında bekledim; kollarımı serbest bırakmaya cesa­ret edemiyordum. İçimde serbest kalmış olan delilik tüm si­nirlerimi sızlatıyordu -ve kolumu serbestçe sallasam, bu ka­dını koca bir yumrukla yere devirsem ne hoş olur diye dü­şündüm. Bunu yapabileceğimi biliyordum ve eğer acele et­mez ve beni bağlamazsa yapacaktım da.

Bin yıl yaşasam bundan sonraki birkaç dakikayı asla unutmayacağım. Bağlanma arzumun bir yardım çağrısı ol­duğunu -hem de acil ve gerekli bir yardım- anlamayan hem­şire öylece durdu. Deli gömleğine sokulmam için önce bunu gerektiren bir şey yapmalıydım -ve ben hiç bir şey yapma­mıştım. Ama beynimdeki saldırgan, öfkeli ve çılgın şeyden haberi yok. Çünkü ona küçücük bir tolerans gösterseydim, onu tutamazdım; yalnız ben değil on kişi bile ona hakim ola­mazdı. Hidroda beni bağlayabilecek kadar çok insan yoktu. Ama, bende hala bir parça insanlık kaldığı için bunu başlat­manın bana bağlı olduğunu biliyordum. Fakat hemşire be­nim görünürdeki sükûnetime aldanmıştı- kendimi kontrol edemeyeceğim anda bir sel gibi fışkıracağını anlamıyordu- ve ben çılgın bir manyak haline dönüşecektim. Geçen her

saniye çok önemliydi. Halimi ona nasıl anlatabileceğimi bil­miyordum. Zorlukla düşünebiliyor veya konuşabiliyordum. Bütün enerjimi, bağlanmama kadar kendime hakim olmak için harcıyordum.

Bütün sinirlerim sızlıyor, başımda da tuhaf bir hafiflik var. Beynimden yayılan kuvvet vücudumu sarsıyordu. Biran vücudumdan dışarı çıkıp orada durarak olanları gözlediğimi hissettim. Bu kısa zaman sürecinde, çaresiz üçüncü bir kişi gibi ümitsizce dua ettiğimi farkettim. Kendim olduğunu bil­diğim kişiye baktım- ve onu daha önce hiç görmediğimi far­kettim. Şimdiye kadar gördüğüm herhangi birinden çok daha iriydi. Öyle öldürücü ve korkunç görünüyordu ki, korkudan başım döndü ve Tann'ya hemşirenin çabuk olması için dua ettim.

Hemşire sonunda benim tepesinde dikildiğimi farkedin- ce, onun sözünü dinlemediğim için bana çok kızdı. Yüzüne kan hücum etti ve sesinin öfkeyle yükseldiğini duydum, "ya­tağına dön. Seni bağlamayacağım."

Cevap verirken sesim öyle düz ve ifadesizdi ki sanki çok uzak bir yerden geliyor gibiydi. Her şeyin gerçek dışı oldu­ğu hissine kapıldım. Bir keresinde eter verildiği zaman da böyle hissetmiştim. Düzgün bir cümle kuramıyordum- yal­nızca sık sık duraklayarak söyleyebildiğim iki üç boş söz­cük.

Sonunda söylemeyi başardım, "Beni bağlayana kadar dönmüyorum. Birisine zarar vereceksem, bu sen olacaksın. Yanından ayrılmaya niyetim yok. Seninle açık konuşmaya çalıştım ve eğer bir şeyler olursa bunlar sana olacak, orada yatan şu zavallı, çaresiz insanlara değil."

Bana sertçe çıkıştı, "Dövüşmek istiyorsan gel bakalım. Senin benimle dövüşmeye çalışman çok hoşuma gidecek." Vücudumdaki öldürücü kadının onu mahvetmeden bırakma­yacağını iyi biliyordum. O da, beni, istemezsem deli gömle-

ğine sokabilmek için yeterince insan olmadığını biliyordu. Bütün gücümle, beni terketmeye başlayan şeye tutundum. Kendimi öyle sıkı tutuyordum ki parmaklarım, kollarımda derin yaralar açtı. Sonunda beni bağladı - ve gömleğe öyle istekle giriyormuş gibi görünen kollarımın aslında irademin son kırıntılarıyla nasıl zorla sokulduğunu bilmiyordu.

Sıkıca bağlanınca ve artık kendimi tutmama gerek kal­mayınca, bütün utancım vahşi bir gözyaşı seli halinde dışa­rıya fışkırdı. Bunlar, kısmen böyleşine bir yüreksiz oldu­ğum için utanç yaşlarıydı. İçimden gelen zorlamaları yapa­madığım, yeterince cesur davranamadığını için utanıyor­dum- ama daha da önemlisi, bunları yapmadığım için duy­duğum rahatlamanın gözyaşlanydı. Aynı zamanda bunlar öfke ve bütün bunların yarattığı şaşkınlığın gözyaşlanydı. Doktor içeriye geldi ve benimle konuştu fakat ne dediğine aldırış etmedim, benim için önemli değildi. Beni bu kadar çabuk pes ettiğim için azarladı ve alaya aldı- ve bu da önem­li değildi.              

Normal yaşamdan çok uzakta, cehennemde ızgaraya ya­tırılmış bir ruhtum. Geride bıraktıklarımın düşünceleri bana kadar ulaşamıyordu - ben çok, çok uzaklardaydım. Ona kar­şı kibar mı yoksa kaba mı davrandım, bilmiyorum. Bildiğim kadarıyla onun önemi kalmamıştı. Ben, başıma gelen şeyin rezilliği içinde uzanmış, yatıyordum. Aklıma annem geldi, onun sık sık söylediği bir şeyi hatırladım.

Sesini duydum, acımasızca ve küçümseyerek, 'Seni za­vallı, Allah'ın belâsı şey."

Sonra gözlerini gördüm ve o zaman, kızını ele geçiren o şeye karşı, gözlerinin anlatılamayacak kadar büyük bir acıyla dolduğunu anladım. Benim için düşündüğü bütün o güzel ha­yalleri gerçekleştiremediğim için ona çok acı çektirmiştim.

Ondan, kontrol edemediğim bir şiddetle nefret ediyor­dum. îçim öylesine öfke doluydu ki hiç değilse bu hale düş-

mekle onun beklentilerinin bir kısmım doğru çıkardığımı sanıyordum.

Çığlık çığlığa bağırıyordum, ihtiyarlayıp ölmeden önce bebekliğimde ektiği bir tohumun kök salıp büyüdüğünü; di­ğer bütün çabalarının hep başarısızlıkla sonuçlandığını bil­mesini istiyordum.

Ve aniden büyük Delilik geldi, onu durdurmanın yolu yoktu. Öylesine bir gürültüyle dışarı çıktı ki, ben bile şaşır­dım; bütün bunların nereden çıktığını merak ettim. Bana ço­cukluğumda söylenen şeylere şimdi bir yetişkin ağızıyla cevap vermeliydim - öyle müthiş ve açık saçık şeylerdi ki.

Unuttuğum şeyler, şimdi yeniden başımdan aşağıya acı anılar seli halinde boşalıyordu. Hatırladığım basit olaylar bile öylesine çarpıtılmış ve değişik bir şekilde geri geliyor­lardı ki, sanki o çocuk, şeytan tarafından değiştirilmişti. Bütün o önemsiz ve unutulmuş çocukluk anılarına cevaplar uydururken, çoğu şiddetini kaybediyordu. Ne kadar aptalca, anlamsızca şeyler yapmıştım - ama artık önemi yok.

Sonunda herşeyi olduğu gibi görme cesaretini bulduğum (ifade etmedikleri anlamlarla onları süslemeden) için kendi­mi o kadar iyi hissediyordum ki, bağırmaya ve şarkı söyle­meye başladım.

Birkaç dakika sessiz kaldım ve bana neler olduğunu dü­şündüm. Bu aklıma, yaşamlarını abuk sabuk hezeyanlarla ziyan eden ve sonunda ölüme teslim olan iki hastayı getirdi. Onların anısı bile içimdeki düşünce selini kontrol edemedi ve bu düşünceleri ne olursa olsun ifade etmem şarttı. Onlar mantığımdan daha güçlüydüler ve ölmekten veya hata yap­maktan korkmuyorlardı. Acı çekmek, ölmek veya aklını kaybetmek gibi tüm insanca korkularım vahşi bir mutluluk hissiyle boğulmuşlardı. Şimdiye kadar korktuğum şeylerin kenarında duruyordum ve bunlardan birinin ne kadar derini­ne düşersem düşeyim hiçbirşeyin önemi olmadığını bili­yordum. Düşüyordum ve içimdeki o çılgın şey dimdik ayakta duruyor, kahkahalarla gülüyordu. Onu duydukça be­nim bile tüylerim diken diken oluyordu çünkü o kahkaha asla bana ait değildi - çılgın ve müthiş birşeydi.

Fakat aşağıdaki ağzını açmış duran uçuruma düşerken bile Tann'ya dua ettim. Eğer bu durum üzerinde bir gücü varsa, lütfen hezeyanlarımın ağzımı, diğerlerine Delilik gel­diği zaman olduğu gibi sürüngen, yapışık pis kelimelerle doldurmaması için dua ettim. Sonunda düşüncelerimin son bağlantılı ve tutarlı noktası da bitti- ve Delilik içimi sevinçle doldurdu. Artık onu durduracak birşey kalmadığından, ba­ğırdı ve boğazımı parçalayan sesler çıkardı, beni öylesine zorladı ki, neredeyse bu sesle beraber içimdeki hayat da dı­şarı fırlayacaktı. Aklımın bir parçası orada duruyor olanları kavramaya çalışıyor ama buna hiç bir çare bulamıyordu. O anda içimde kabaran bu şey bana hatalı gelmiyordu - dünya­nın en doğru şeyi gibi geliyordu - muhteşem bir başarı gibi geliyordu.

Doktor beni sakinleştireceğini düşünerek apomorfin iğ­nesi istedi. Sonra bir İkincisini - bunlardan sonra saatlerce uyumam gerekiyordu ama uyuyamadım ve gece ilerledikçe sesim öylesine çatlaklaştı ki bu duyanlar için hiç de hoş gel­miyordu; uyumaya çalışan diğer hastaları düşündüm ve on­ların hezeyanları yüzünden kaç kez uykumun bölündüğünü anımsayınca içim kabardı, -bu yüzden beni yönlendiren şe­yin yavaş bir sesle şiir okumakla yetinmesini sağladım, böy- lece uyumaya çalışanlar benim abuk sabuk söylenmelerimle uyanmayacaklardı.

Saat geceyarısını geçtikçe, diğerlerini düşündüğüm ve onları uyandırmamaya çalıştığım için kendim hakkında iyi şeyler düşünmeye başladım.

Ertesi sabah ilk farkettiğim şey koridorun ucunda duran ve gök gürültüsü gibi bir sesle şarkı söyleyen Tırmalanmış

Göbek oldu. "Oh, Tanrım, Oh Tanrım- Oh Tanrım- Oh Tan­rım - bu sabah bir gölün üzerinde olmak isterdim!" diyordu.

îyi olurdu, diye düşündüm ve ben de orada olmayı iste­dim. O korkunç kadını unutmuştum; çünkü onunla yalnız ve serbest bir halde hiçbir yerde beraber olmak istemezdim. Ona güyenemeyeceğimi bilecek kadar iyi tanıyordum onu. Ama mantığımı kullanacak veya düşünecek kadar zamanım yoktu. - Birdenbire gölün üzerinde idim! Bu hayal değildi - daha güçlü birşeydi. Salt düş olsaydı ne kadar canlı olursa olsun, tımarhanede eli kolu bağlı yatan birini uzaklara taşı­yamazdı. Kendimi şafak vakti bir yerlerde, çakıltaşh bir sa­hilde dururken buldum.

Kollarımı uzattım ve beni saran sabah serinliğini ve su­yun bir kayığa çarpma sesini duydum. Bir makaranın boşalt­ma sesini ve oltanın suya değdiği anda çıkardığı hafif sesi duydum. Orada burada balıklar yüzeye sıçrıyorlar, küçük dalgalar meydana getiriyorlardı.

Yürüdükçe ayağımın altında çakıltaşlarının çatırdadığı­nı hissediyordum, biraz ileride küçük bir kurbağa gördüm. Keskin bir kızarmış salam kokusu yükseliyordu. Gün ışı­ğıyla karşı kıyıdaki söğütler daha belirginleşiyordu.

Yakınımda bir karatavuk öttü, biraz ileriden bir başka kuş keskin bir sesle cevap verdi. Hiç bu kadar güzel bir şa­fak görmemiştim. Çünkü şimdiye kadar hiç varolmayan bir göl kenarında bulunmamıştım - ve bana duyu organlarım yoluyla ulaşmayan bir gündoğumu yaşamamıştım. Bu öyle farklı, öyle dokunaklı ve öyle kusursuzdu ki, adeta bir rüya gibiydi.

Doktorlar bu gibi olgulara yanılgı, delüzyon diyorlar.

O korkunç kadının bu işin altında olduğunu biliyordum - ama eğer beni bu kadar güzel yerlere götürülebiliyor ve bana daha keskin gözler ve duyular verebiliyorsa - pek fazla bir kaybım olmamış demektir, üzülmeme gerek yok.

Düşünmeyi bana doğru olduğu öğretilen kanallarda yü­rütmek için zorlamadan, düşüncelerimin akıntısına kapılıp yüzmek öyle bir özgürlük duygusu ve huzur veriyorduki. Onun için düşüncelerimi başıboş salıverdim, çılgınca ve özgürce koştular, koştular.

Şarkı söylemek özgürlüğün doğal bir anlatım şekli oldu­ğu için, içimden şarkı söylemek geliyordu - çünkü özgür­düm. Ve şarkı söyledim - arka arkaya çeşitli şarkılar. Hiçbir şeyin önemi yoktu. Koğuştaki hastalardan birinin dediği gi­bi: "Deliliğimin tadını çıkarıyordum."

Hemşireler geldiler, beni çözüp yataktan çıkardılar. On­lara direnmeye çalışmadım - dünyada hiçbir şey için çabala- maya değmez. Ama beni nereye götürdüklerini görünce gül­düm, güldüm. Yan odaya, tek başına kapatılacağım yere gö­türüyorlardı. Orada, yatağın üstünde yepyeni bir deli gömle­ği vardı - şimdiye kadar gördüğüm en büyük ve uzun göm­lekti. O kadar sertti ki, bir zırh gibi şekil almıştı. Demir ka­dar sağlamdı. Ve onun görüritişünde utanç veya isyan uyan­dıran bir şey değil, - yalnızca komiklik vardı. İçine girdim ve bağlarını karyolaya tuttururlarken kahkahalarla güldüm.

Çok geçmeden doktor beni görmeye geldi. Yüzü çok cid­di ve endişeliydi. Ben yine güldüm ve ona bunun olacağını önceden bildiğimi - ama önemli olduğunu sanmakla hata etti­ğimi söylemeye çalıştım. Ama, aramızda büyük bir mesafe vardı ve bu durumun komikliğini görmesini başaramadım. Hemşireye iğnelerin bende ne gibi etki yaptığını sordu, o da "hiçbir etki yapmadı" dedi:

Buna gülerek, bana bir tane daha ister miyim, diye sordu. Ben de " o kadar çok istemiyorum - ama siz benim için bir­şey yapmak istiyorsanız ve düşünebildiğiniz tek şey buysa yapın", diye cevap verdim, "ben uçmak üzere olduğumu his­sedince deli gömleği istemiştim".

Hezeyanlar içinde ölen o iki hastayı ve Deliliğin ellerin­deki yaşamaya değer herşeyi aldığı diğer hastaları hatırla­dım. Ama hatırladıklarımın hiçbiri beni tekrar çelişkilere sürükleyebilecek bir anlam taşımıyordu.

İstersem o şeyi kontrol edip edemeyeceğimi denedim, kendimi yokladım ve belki de başarabileceğimi düşündüm - ama belki de başaramazdım. Kendime hakim olamadığım çeşitli zamanları anımsadım ve başucumda duran doktorun ciddi yüzünü gözümün önüne getirince yine gülmeye başla­dım. Ben boşvermeye başlayınca ne kadar da endişeli görü­nüyordu.

Benim için o kadar önemli olan bu konuyla ilgimi kay­betmeme ne sebep olmuştu, - Ve daha önce böylesine önem vermem için bir tek neden yoktu. Yattığım yerde öylece dü­şünürken, birden düşüncelerimin düşünce olmadığını - ses­siz, gizli düşünceler değildiler - bunların sözcükler olduğu­nu farkettim. Bu sözcükleri bağırarak, haykırarak söylüyor­dum. Ne ağzımdan çıkan söz selini, ne de beynimdeki dü­şünce selini durduramıyorum. Öyle olağandışı görünüyordu ki paniğe kapıldım ve korku beni pençesine aldığı an gırtla­ğımdan bir çığlık çıktığını duydum. Birbiri ile boğuşan güçlere meydan okudum, savaşmaya devam etmelerini söy­ledim - bundan sonra ben artık karışmıyorum. Böyle bir ça­tışmaya sahne olan varlık, yani ben, bu kadar önemli idiy­sem - ganimet, zaferi kazananın olur. Ama kavga bu tempo­da devam ederse bu varlığı öylesine yıpratacak ki uğrunda çatışmaya değer bir şey kalmayacak.

Sinirlerim birer ikişer kopup parçalanmaya başladılar. Tam yatağımın üzerinde tavana asılı olan bir radyatör vardı. Ona bakarken birden görüntüsü silindi ve tavan yerine gri, sınırsız bir boşluğa bakmaya başladım.

Sonra radyatör yeniden göründü, sonra yine kayboldu. Bu bağrışmalar iç kaynaklarımı savurganca harcıyordu.

Gözümde bir iki sinir daha koptu. Radyatörün arkasından

-    tabii radyatörün göründüğü zamanlarda - bir yarasanın uç­tuğunu gördüm. Penceredeki demirlerin arasından öyle bir kuşun geçemeyeceğini bildiğim halde onun gerçek olduğuna yemin edebilirim. Yarasa oradaydı, kanatlarının ucunu göre­bilecek ve bana doğru geldiğini hissedebilecek kadar yakı­nımda duruyordu.

Ondan korkmadım - beni gıdıkladı, ben de bu küçük şe­ye ne istediğini ve neye güldüğünü sordum. Ama gözden kayboldu ve buna çok sinirlendim.Hiç sevmem böyle saçma

-    sapan, ne idüğü belirsiz şeyleri. Yukarı baktım, radyatör yine kaybolmuştu - ama yarasa daireler çizerek uçuyordu. Birşey daha aklıma geldi. Hayatım boyunca içkiden uzak durmaya çalışan saygıdeğer bir kadınken, -şu anda bir çıl­gınlık krizi içinde yatıyordum.

Aynı durumda yatmaktan yorulmaya başladım. Kolları­mı başımın üstüne kaldırdım, soğuk karyola demirlerini his­settim ve parmaklarımın bütün gücüyle sıktım. Bu tüm duy­gularımın içinde en korkutucu olanıydı - ellerimin sıkı sıkı­ya bu deli gömleğinin içinde bağlı olduğu halde kollarımın serbest olduğunu ve onları başımın üstüne kaldırdığım his­sine kapılmam!

Üçüncü günün sabahı eterin etkisiyle kendimden geç­miş yatıyordum. Doktor geldi,bana baktı ve "nasılsın?", di­ye sordu.

"Şişko bir melek gibiyim", dedim.

Dördüncü günün sabahında bugün sahip olduğum kişili­ğe girdim. Doktor yine nasıl olduğumu sordu.

Ben de, "bana yakışmayacak kadar iyiyim" dedim.

Beşinci sabah beni gömlekten çıkardılar, o beş gün beş gece terden sırılsıklam olmuştum ve gömlek açıldığı zaman çıkan koku nefesimi tıkadı.

Gerçekten o gömleğin içinde bir şey ölmüştü - ve çürü­yordu! Ellerime yapışkan bir madde bulaşmıştı.

Vücudumdaki her sinir dokusu başımdan geçenlerin izini taşıyordu. Bütün kimyasal yapım değişmişti. Ben artık ger­çekten başka bir insan olmuştum.

Yaşadığım deneyimleri anlatmaya çalışırken doğaüstü deyimler kullanmadım ama olanları kelimesi kelimesine ta- nımlayabilseydim yaşadıklarımın gerçek yüzünü anlatabile­cek miydim - ağrıyan bir dişin röntgeni, acının fotoğrafı olarak tanımlanabilir mi?

Banyo yaptıktan sonra kendimi temizlenmiş ve arınmış hissettim - sanki vaftiz edilmiştim. İçimde, ruhum büyük bir çoşku duyuyordu. Şu veya bu şekilde o palyaçoyu, çığlıkla­rı ve kuruntuları geride bırakmıştım.

Koca bir yığın halinde duran deli gömleğime baktım. Ha­la vücudumun şeklini taşıyordu. Deliliğim için hazırlan­mış, terle sırılsıklam ve leş kokulu bir tabut.

Aslında onu büyük bir merasimle gömmek isterdim. San­ki içinde çarpık bir ruhun çıplak iskeleti vardı.

Birden aklıma bir çözüm geldi; bir şimşek gibi veya bir oyuncuyu sahnede belirleyen spot ışığı gibi: Ben bir akıl hastasıyım. Ömrü boyunca bir kadeh bile içmemesi gerekti­ğini bilen bir alkolik gibi veya sonsuza kadar hiç şeker yiye­meyen bir şeker hastası gibi; ben de depresif, bunaltıcı tüm düşünceleri bir kenara bırakmalıydım. Burada hayat, saat saat yaşanır, onun için yeniden elden geçmiş, tamir edilmiş olan beynimi daha yalın bir yaşam biçimine göre ayarla­mam gerekiyor.

Hezeyan ve heyecan sellerinin arasında oturmuş, etra­fımda bir set - küçük siyah sözcüklerden oluşmuş bir dalga-

kıran yapmıştım. Hergün, bu dalgalanmanın içinde oturup yazdım, zaten bu dünyada yapacak başka bir şey yoktu.

Hemşire geldi ve bu gece üst kattaki, "en iyi" koğuşa gö­türüleceğimi söyledi. Yaşamaya yarı-uygar bir şekilde de­vam etmem için.

Elimde olduğu sürece bu kalemden mümkün olduğu ka­dar faydalanmam lazım; hem Shakespeare de benim yanım­da şimdilik. Onu yukarıdaki "yarı-uygar arınma koğuşuna" götüremem.

Ve putperest. Genç, sevimli ve öylesine gerçek dokunaklı ve farklı bir güzelliği var ki, bu kurşun kalem ve bildiğim bir kaç yetersiz sözcükle onu nasıl kağıda geçireceğimi bilmiyo­rum. Bir kalem ve alelade sözcükler. Bunlarla onun güzelli­ğinin gün ışığında parlamasını veya onu içine alan trajik uçurumun zifiri karanlığının gölgelerini betimleyemem!

Shakespeare yoruldu ve bu şamatadan kurtulup İngilte­re’deki sakin mezarına dönmek istiyor. Herşey, bir zaman gelecek ve sona erecek -vg biraz sonra hemşire beni yukarı­ya götürmek için gelecek.

Hoşçakal Shakespeare. Sen gerçekten büyük bir yanılsa­maydın! Sen gelmemiş olsaydın bu yer değiştirme yukarı kata değil aşağılara doğru olacaktı. Seni kaybetmekten nef­ret ediyorum -ama yanımda götüremem, çünkü "büyüklük yanılgılarına" yukarıda izin yok. Hoşçakal William. Bana geldiğin için sana gerçekten minettarım. Hoşçakal. Ve o bü­yük mezarında uzun yıllar huzur ve sükûnet içinde yatmanı dilerim.

-BAŞLANGIÇ-

John Custance

MUTLULUK DÜNYASI - DEHŞET DÜNYASI
MANİK-DEPRESİF PSİKOZUN TANIMLANMASI

Akıl hastalığı deneyimleri edebiyatının en önemli yönlerinden bi­ri, bu konuda açıklamalar getirmesidir. İngiltere'de John Custan­ce, zamanının çoğunu bu probleme ayırmıştı. Bu konuda çok çar­pıcı kaynaklar bulmuş ve belki de başka herhangi bir yazardan daha büyük bir başarıyla deneyimlerini orijinal ve ciddi, teorik bir çerçeve içinde birleştirmeyi başarmıştır. Bu çerçeve bir psi­koz anında oluşturulmuştur ve psikotik bir ürün olarak düşünüle­bilir. Okuyucular şunu bilmeliler ki, bu teorinin en hayalci ve en renkli kısımları oldukça saygın ve geniş kitlelerce kabul edilmiş olan teorilere aittirler. Bu jîkirleri yalnızca kaynakları yüzünden bir kenara atmadan önce William James'in şu öğüdünü hatırlaya­lım, "Bildiğimizin aksine gerçekler, I03o veya 104o Fahrenheit derecelerinde belki de normal vücut ısısı olan 97 veya 98 derece­den çok daha kolay filizlenirler."

Tıp açısından, Mr. Custance'ın kitabı nıanik-depresif psikozu çok iyi anlatmaktadır ve bizi bu iki zıt ruh hali arasındaki esrarlı iliş­ki konusunda aydınlatmaktadır.

Milli Akıl Sağlığı Enstitüsünün Mr. Custance, Miss Jefferson ve onlar gibi yazan diğer hastaları desteklemesi psikiyatri dünyası için çok yararlı olacaktır.

MUTLULUK DÜNYASI

II.      DUYGULARIN COĞRAFYASI

Mani halini tanımlayan bu bölüm, gerçekten bu durum­dayken yazılmıştır.

Şu anda tipik bir hipo-mani halindeyim ve bir akıl hasta- nesindeyim. Bu durumumun bir sonucu olarak normal şart­larda olduğundan çok daha rahatça yazıyorum. Genellikle çok yavaş, düşüne düşüne yazarım, ama şimdi kalemim hızla akan düşünce seline zorlukla ayak uyduruyor. Bu se­beple mani halinin belirtilerini ve duygularını tanımlamak için iyi bir fırsat oldu.

Önce ve genel olarak, bir "kendini çok iyi hissetme" duy­gusu gelir. Tabii, bu hissin hayal eseri ve geçici olduğunu ve bu sırada davranışlarım anofmalleştiği için de kapatılmam gerektiğini biliyorum. Mani halindeyken yalnızca serbest ol­duğum zamanlar beni çılgına çeviren duygular tam anlamıy­la etkili oluyorlar ve ileride görüleceği gibi gerçek dünyada korkunç sonuçlara yol açıyorlar.

Herşeye rağmen kapatılmanın kısıtlamaları aşırı sinir­lenmeye ve hatta öfke krizlerine sebep oluyorlarsa da "kendi­ni iyi hissetme duygusu", zevk veren, bazen kendinden geçi­ren hoşnutsuzluk hisleri bu mani süresince devamlı olarak arka planda kalır.

Bu değişmez arka planla yakından ilgili olarak, mani ha­linin ikinci bir cephesi vardır. Bu, özellikle Henderson ve Gillespie tarafından "Artan gerçeklik hissi" olarak tanımlan­mıştır. Buna benzer bilinç durumları çeşitli mistiklerce, bil­hassa St. Theresa tarafından da tanımlanmıştır.

Kendi deneyimlerime dayanarak fikir yürütmem gerekir­se, bu "artan gerçeklik hissi" çok sayıda birbiriyle bağlantılı duygulan içerir. Bunun bir sonucu olarak da dış dünya be­nim üzerinde daha canlı ve yoğun bir iz bırakıyor.

Bunları sistemli bir şekilde kaydetmeye çalışacağım ve önce şu anda kendimde gözlemlediklerimden başlayacağım.

1. Yoğunlaşmış Görsel İzlenimler

îlk farkettiğim şey ışıkların tuhaf görünüşleri- koğuşta­ki alelade elektrik ışıkları. Bunlar daha parlak değil de daha derin, daha yoğun ve belki biraz daha sağlıklı görünüyorlar. Üstelik dikkatimi üzerine toplarsam (ki bu durumda normal şartlardakinden daha kolay yapabiliyorum) ışıklardan par­lak, yıldız gibi bir şeyin, gökkuşağındaki bütün renklerden oluşmuş bir şeklin doğduğunu görebiliyorum.

Koğuşta bir sürü insan var ve yüzleri üzerimde tuhaf bir etki yapıyor. Tam olarak çevrelerinde bir hale olduğunu söy­leyemem ama maninin daha aktif devrelerinde hep öyle bir izlenim uyanırdı bende.

Şu sıralarda, o yüzler daha çok bir çeşit içten gelen bir ışıkla aydınlanmış gibi görünüyorlar. Bu ışık karakteristik yüz hatlarını öylesine belirtiyor ki, kötü bir ressam olmama rağmen, bu durumda oldukça iyi ve aslına benzeyen resimle­rini yapabilirim.

Bu durum, yalnızca yüzler için sözkonusu değil, tümüyle bir insan vücudunu, hatta ağaçları, bulutlan, çiçekleri, hepsi­ni böylece çizebilirim. Renkli nesneler özellikle daha canlı görünüyorlar ve tuhaf gelecek, ama büyük araçlar da, özel­likle karayolları silindirleri, demiryolu araçları ve trenler ay­nı izlenimi uyandınyorlar.

Burada belki de çocukluk anılan rol oynuyor. Bu canh izlenimlerin yanısıra, gözlemlerimin arkasında sanki bir elektrik motoru çalışıyormuş gibi tuhaf bir his var.

2. Diğer Duyum İzlenimleri

Bütün hislerini normalden daha keskin. Tabii ki, dokun­ma duyum da kuvvetlendi, parmaklarım çok daha duyarlı ve daha becerikliler. Genellikle beceriksiz biri olan ben, her za­mankinden daha düzgün yazı yazabiliyorum, resim yapabili­yorum, bu tür küçük el mahareti gerektiren şeyleri kolaylıkla becerebiliyorum. Bu sırada parmak uçlarımda garip bir ka­rıncalanma hissediyorum.

îşitme duyum da daha duyarlı ve kendimi zorlamadan aynı anda değişik sesler algılıyorum. Böylece, bu kalabalık koğuşta aşağı-yukarı yürüyen insanların arasında bunları yazarken, dışarıdan gelen kuş seslerini, diğer hastaların ge­vezeliklerini, çevrenin bütün gürültüsünü yoğunlukla duydu­ğum halde, işime hiç rahatsız olmadan devam edebiliyorum.

Bazı zamanlarda seslerin üzerimde müthiş bir etki yaptı­ğını farketmişimdir, sanki doğaüstü titreşim güçleri dolu bir galerideymişim gibi. Böyle anlarda benim o çok basit bas se­sim en azından Chaliapin'in sesi kadar güçlü geliyor; sanki normal zamanlarda tıkalı durdh göğüs kanallarım açılmış ve anormal titreşimler çıkarıyorlar.

Şu sırada koku alma duyum az çok normal görünüyor, tad alma duyum da öyle. Manimin daha akut devrelerinde iki duyum da normalin üzerine çıkıyor.

Şimdi bile, eğer bir bahçede özgürce dolaşmama izin ve­rilseydi şüphesiz kokuları normalden daha kuvvetle algıla­yabilirim ve lahana, ıspanak bile bana cennetten çıkmış gibi lezzetli gelirlerdi. Herhangi bir otun bile nefis lezzeti vardır, bu arada çilek veya böğürtlen gibi gerçekten leziz meyvalar ise tanrılara layık yiyecekler gibi duygular uyandırıyor.

***

Bu, önce Tann'yla sonra da bütün insanlarla, hatta bütün yaratıklarla bir paylaşma, birleşme hissi. Aslında "hepsiyle" mistik bir birleşme hissidir bu.

En önemli nokta da Tann'yla çok yakın kişisel ilişkim olduğu hissidir. Yazarken, güneş kağıdın üstünde ışıyor ve Doğruluk Güneşinin (ki aynı zamanda Tanrı'nın Oğludur) bana yardım ettiğini ve beni gözlediğini haber veriyor.

Manimin arttığı devrede, İsa'nın şahsında Tanrı'nın he­men yakınımda olduğunu güneş yoluyla öğrenirim.

Benim, O'nunla ve O'nun, benimle en küçük bir zorluk duymadan konuştuğumuzu hissediyorum. Buna benzer bir durumu, St. Thessa "İç Kale" de anlatır; hatta Tanrısıyla tar­tıştığını bile kabul eder. Tartışmayı ben de severim ve ben de bazen aynısını yaparım

Aslında, bence 'Yüce Tann' bazen insanların onunla tar­tışmasını, hatta güreşmesini, bir diktatörün çevresindeki 'olur efendim'ciler gibi kişilere tercih eder.

***

Birleşme duygusu, ilişki kurduğum bütün yaratıklar için geçerli; bu yalnızca ideal veya düşsel bir olgu değil, bütün hareketlerimi de etkiliyor. Onun için bu durumdayken, çeşit­li sınıflardan bir sürü insanla bir arada olmak beni rahatsız etmiyor, zaten halka açık bir akıl hastanesinde bundan ka­çınmak olanaksız. Burada sınıf farkları ortadan kalkıyor, bunun bir anlamı da kalmıyor. Bazen hasta arkadaşlardan bazılarına çok kızdığım oluyor ama hemen barışmakta zor­luk çekmiyorum. İçimi evrensel bir yardımseverlik hissi dol­duruyor ve sürekli olarak "Düşmanlarını Sev" sözünü ak­lımda tutuyorum.

Arkadaşlarımla, duygusal bir şekilde el tutuşmak gibi gerçek fiziksel temas kurmaktan hoşlanıyorum.

Psikiyatristler bu ruh halinin manik-depresif hastalarda sıkça görüldüğünü kaydetmişlerdir.

William James, "Dinî Deneyim Çeşitlemeleri" kitabında bu duyguya, "içgüdüsel tiksinmeyi bastırmak" adını vermiş­tir ve bu hissin insanlık aleminde yaygın olsaydı insan ilişki­lerini temelden değiştireceğini ileri sürmüştü.

"Düşmanlarını Sev" kuralının gerçekleşmesinin olmaya­cak bir şey olmadığını söyler. Bu olanağın bazı içgüdülerde köklendiği özellikle azizlerin başından geçen olaylarda gö­rülebilir. Azizler yalnız düşmanlarını değil bazı iğrenç kişi­leri de sevmişlerdir. Yazar, örnek olarak Aziz Francis'in cüz- zamlılann yaralarını öpmesini gösterir.

Mani halindeyken böyle bir hareket asla iğrendirici gel­mez, aslında içimden de hep buna benzer şeyler yapmak ge­lir.

Hastalığım süresince öyle vakalarla karşı karşıya getiril­dim ki, normal olarak onlardan şiddetle tiksinirdim. Fakat aslında onlarla beraber olmaktan memnunum ve onlara bir şeyler yapabilmek veya görevlilere onlarla ilgilenirken yar­dım etmek için istek duyuyorum.

"İçgüdüsel tiksinme hissinin bastırılması", normal olarak tiksinme, iğrenme duygusu uyandıran bütün nesnelere karşı duyulur ve aslında mani halinin dördüncü tuhaf ve kendine has özelliğidir. Bütün diğer özellikleri gibi bu da depresif (umutsuz bunalım) halde olan olguların tam tersidir ve bu kontrastı belirterek en iyi şekilde tanımlanabilir.

Bu kontrast şu anda beynime söyle sokuldu; tuvalete git­mem gerekti ve geri döndüğümde kafamda cehennem fikrini beraberimde getirmiştim. Bu çağrışım birçok kereler aklıma gelmişti, özellikle ebedi ceza korkusu çektiğim zamanlardan beri.

Cehennemi gördüm, bir çeşit halüsinasyon canlılığıyla gördüm, orası benim gibi kötü adamların ebediyen yok oldu-

ğu evrensel bir tuvaletti. Akıl hastanelerinde deneyimleri olan bütün tıp adamları, bu tür çağrışımların çok görüldüğü' nü bilirler. Dışkılama hareketinin sevmedikleri kişi veya ki­şilerden kurtulma sembolü olduğunu çoğu akıl hastası iyi bilir.

îki yıl kadar önce, ben buradayken bir hasta her tuvalete gidişinde Hitler'i cehenneme dışkıladığını (tabii daha avam bir kelime kullanıyordu) söyleyip duruyordu.

Depresyonumun had safhalarında kendimden nefret etti­ğim ve kendi kendimi başımdan atmak istediğim için, dışkı­dan çok tiksinmem oldukça mantıklı geliyor.

Bana öyle geliyor ki, herşeye rağmen bu sorunda salt de­lilikten çok daha derin bir şeyler var ve okuyucuların benim bu konu üzerinde çok fazla durmamı bağışlayacaklarını umarım.

Depresif devredeyken, tuvaletlerden, dışkıdan, sidikten veya bunlarla ilgili herhangi bir şeyden son derece tiksini­rim. Bu iğrenme; kirin ve pisliğin her türüne karşı yayılır. Tuvalete gitmekten, oturak veya lazımlık kullanmaktan veya azıcık bile olsa kirli bir şeye dokunmaktan tiksinirim. Bu tiksintiye müthiş bir dehşet duyma hissi de eşlik eder; be­nim durumumda, cehennemde ebediyen cezalandırılma kor­kusu, dehşeti ortaya çıkar.

Bu duygu, aynı zamanda diğer yaratıklardan, kendinden ve gerçekte bütün dünyadan tiksinmeyle bağdaşır. Sonunda yoğun bir suçluluk duygusuyla birleşir. Mani devresinde, tiksintinin yerini çekicilik alır. Dışkıdan, sidikten vs. den iğ­renmem. Pisliğe karşı değilim. Yıkanıp yıkanmamak umu­rumda değildir, halbuki depresyon halimdeyken ufacık bir leke beni dehşete düşürür ve Lady Macbeth gibi durmadan ellerimi yıkardım.

Aynı zamanda, diğer canlılarla ve tüm kâinatla mistik bir beraberlik hissi duyarım; kendimle barışığım ve herhangi bir suçluluk hissim yoktur.

Bana kalırsa, Aziz Francis'in cüzzamlılarla yaşadığı olay gibi dini deneyimler gözönünde tutulunca bu çeşit çağrışım­lar, bağdaştırmalar oldukça önemli, derinde bir şeyleri ifade ediyorlar.

Şiddetli mani durumundayken Aziz Francis gibi cüzzam- lılann yaralarını öpmekten ben de hoşlanırım. Pek çok aziz, din adamı ve mistik buna benzer davranışlarda bulunmuş­lardı.

***

Bence, bu temellerde aynı zamanda geniş bir etkinlik ala­nı olan seks yatmaktadır. Yine deneyimlerime dayanarak söyleyebilirim ki, mani halinin belirtileri arasında en güçlü ve önemli olanı seksüel işaretlerdir.

Durumumdaki beşinci tulfeflık, ahlaki değerlerimin gev­şemesi, özellikle cinsiyet konusundaki gevşekliğidir. Nor­mal baskılar yok oluyor ve bizim Hıristiyan uygarlığımızda olduğu gibi cinsellik dinin karşısında görülmüyor, yanında yer alıyor.

Freudcular'a göre tüm insan hareketlerinin itici gücü olan bilinçaltı cinsel gerilimlerin serbest bırakılması, bence mani halinin pek çok deneyimlerinin ve kendinden geçmelerin başlıca ve en önemli faktörüdür.

Bu, benim ilk yoğun mani devrem sürecinde açık bir şe­kilde görülebilir. İlk kez, beynim "gerçek" platosunun kena­rından kaymış ve ileride uzanan sonsuz bölgelere girmişti. Bundan biraz daha detaylı bir şekilde bahsetmem iyi olacak.

Bu, 1938 sonbaharında, ben tam 38 yaşındayken başla­dı. Birkaç yıldan beri depresyon (bunalım) nöbetleri geçiri­yordum, bir kez de coşkunluk devresi yaşadım. Bunların hiçbirisi benim bir akıl hastanesine ya da tımarhaneye kapa­tılmamı gerektirecek kadar önemli değildi. Bir yıldan fazla bir süreyle rahatsızlanmadım ve kendime uygun bir işe girip çalışmaya başladım. İlk belirtiler ateşkesin yapıldığı pazar günü ortaya çıktı. "Savaşları sona erdirmek savaşı" uğruna hayatlarını yitiren cesur ölüleri anma toplantısına katılmış­tım. Bu, her zaman beni duygusal yönden etkilemişti, belki de işim Avrupa'daki o müthiş savaşın bilançosu ile yakın­dan ilgili olduğu için. Birdenbire o milyonlarca hayatın bo­şuna yitirilmediğini anladım; bu, büyük bir planın parçasıy­dı, ilahi planın bir parçası.

İçimden bir his, benim de bu planla bir şekilde bir iliş­kim olduğunu söylüyordu. O zaman pek açıkça anlamadı­ğım halde, bana bir çeşit açıklama yapılıyordu, vahiy geli­yordu. Çevremdeki dünyanın görünüşü değişmeye başladı; belkemiğimde titremeler ve sinirlerimde karıncalanmalar vardı. Bu belirtiler bundan sonra da hep mani nöbetlerimin habercisi oldular.

O gece bir görüntü gördüm. Şimdiye kadar şahit oldu­ğum ilk halüsinasyondu; daha önceleri bir çok görüntü algı­lamıştım ama bunları daima "Yanılsama" diye tanımlamış­tım. Saat beş civarında uyandım; odada, tuhaf, sanki bu dünyaya ait olmayan bir ışık vardı.

Uyku sersemliğim geçtikçe bir gün önceki heyecanım ve garip hislerim daha da yoğunlaştı. Işık gittikçe parlaklaştı ve iyi hatırlıyorum, derin derin nefes aldım, havayı içime çektikçe gerginliğim azalıyordu. Sonra, görüntü aniden pat­layıp yok oldu.

Bunu, nasıl tanımlayacağım? Oldukça yalın bir görün­tüydü. Kocaman erkek ve dişi aşk organları havada asılı du­ruyorlardı; bana hem son derece uzakta hem de çok yakı­nımdaymış gibi görünüyorlardı. Şimdi onları görebiliyo- rura; ritmik bir şekilde kalp gibi atıyorlar, saat yönünde dai­reler çiziyorlar, her dönüşleri insanın bir kalp atışı süresinde tamamlanıyor; sanki bu görüntü kan dolaşımıyla bağlantılı gibi. Cinsel yönden uyarılmıştım; başından beri bu olgu ba­na kutsal gibi göründü. Benim gördüğüm, "Aşkın Gücü" idi; bir şekilde biliyorum ki bu güç geçmişteki, şimdiki ve gele­cekteki tüm evrenleri yaratmıştı; kesin olarak sonsuzdu ve sonsuzlukların sonsuzluğuydu; "Nefretin Gücünü" altetmiş- ti, onun tam zıttıydı ve bu nedenle de güneşi, yıldızlan, ayı, gezegenleri, dünyayı, ışığı, yaşamı, neşeyi ve barışı yarat­mıştı.

Goethe'nin en büyük hayali, ideali olan Aşkın Ebedi Dansı' nı mutlaka görmüş olmam gerekir. 'Ebedi Dişi' bizi kullanır ama sonunda, "Zaman ve Mekan"ın ötesinde karşıt­lar barışır; Ebedi Erkek ve Ebedi Dişi birleşir ve sonunda barış olur.

O banş ortamında artık tamamen ve kesin olarak affedil­diğimi ve bütün günahlarımın yükünden kurtulduğunu his­settim.

Sonsuzluk tümüyle önümde açılmıştı; bundan sonraki haftalar ve aylar boyunca, tanımlanamaz deneyimler yaşa­dım. "Gerçeğin" dönüşümü beni adeta ’Cennet'e götürdü. Doğanın olağan güzelliklerini, özellikle gündoğarken ve ba­tarken gökyüzü, insan düşüncesinin ötesinde inanılmaz bir nefasete dönüşüyor. Her zamanki tembelliğimin aksine her sabah bu güzelliği seyretmek için uyanıyor, imkan bulursam sabah havasının tazeliğini içime doldurmak için dışarı çıkı­yordum.

Bu olgu, teknik olarak "Photism" (Fotizm) diye bilinir. Buna iyi bir örnek olarak bir üniversite profesörünün aşık ol­duğunu farkettiği zaman günlüğüne yazdığı şu satırları gös­terebiliriz:

—"Gerçek gün ışığını ilk defa görmüş gibiydim, daha önce gördüğüm her şey o güneş ışığına göre daha soluk ve cansız kalıyordu. Gerçek yaşamı; tarlaların, çimenlerin ve dağ yamaçlarının çeşitli renklerini, her şeyi yeniden keşfe­diyor gibiydim."

Ben de aşık olmuştum - tüm Evrene. Her şeye yakınlık duyuyordum. Küçük kabuğumdan çıkmış, "Yaradıhş"a ka­tılmıştım. Ve benim Aşkın Gücü'nü görmem, algılamam her şeyin anahtarıydı.

Acı gerçeğe dönersek, akut mani halindeyim ve ilk defa olarak bir Akıl Hastanesi'ne gitmem gerekiyordu. Orada bir­kaç günden fazla kalmadım, zaten ben yalnızca gönüllü has­taydım ve bu kadar erken çıkmak için ısrar edebilirdim. Kendimi toplamak için başarılı bir çaba gösterdim ve çıka­bilecek kadar aklı başında göründüm. Bundan sonraki iki ayı evde, coşku halinde geçirdim. Bu hali hafif bir hipo- mani olarak sınıflandırabiliriz; günlerimi bana görünen bu yeni dünyanın harikalarının tadını çıkarmakla ve gelecek hakkında çılgın düşler kurmakla geçirdim.

Sonunda mani dönemini bitiren tehlikeli fakat öğretici bir doruğa ulaştım.

Görünüm, hülyamın sonunda cinsel rahatlığa ulaşmak tüm deneyimimin temelinde yatan bir semboldü.

Daha önceki depresyon dönemleri boyunca aşın bir suç­luluk duygusu, gerçek cinsel günahlarımın etrafında odakla- şıyordu. Bu yük şimdi tamamen kalkmıştı.

Affedileceğimden emindim. Hatta hülyamın anlamı ister bedensel aşk, ister ruhsal aşk olsun, anladığım kadarıyla cinsel dürtüler günahkar değildirler, hatta aslında yaşamın kutsal kaynağıdırlar.

İlk Hristiyanların inançlarına (ki bu St. Augustine'in "İki Aşk ve İki Şehir" doktriniyle en yüksek noktaya ulaşmıştır)

ters gelen bu düşünceler bana büyük bir rahatlık ve serbest­lik duygusu veriyordu.

Daha önce de söylediğim gibi, Hristiyan uygarlıklarınca seks ve din arasında yaratılan tezat, benim beynimde bir itti­faka, birliğe dönüşmüştü. Böylece her iki faktör de kuvvet kazandı. Dinsel duygular ve coşkularım seksüel dürtülerimle birleşerek sokak kızlarına üçyüz pound civarında para har­camama sebep oldular. Evde kaldığım sürede herşey yolun­da gidiyordu. Kendimi "yol gösterme", "yardım etme" duru­munda hissetmeme rağmen, karım tarafından yol gösterilen, yardım edilen haline sokulmayı kabullendim ve sakin bir ha­yat sürdüm. Coşkularımı ve heyecanlarımı düşlerimde ya­şıyordum. Buna rağmen, sonunda Londra'ya gittim; felaket orada patlak verdi.

Bana ilk defa Bond Caddesi'nde yanaştılar. Geçip gide­medim, bir çağrı almıştım. Birisi beni istiyordu, onu redde- medim. Kadın hiç de hoş değildi ama onu sevdim ve yardım etmek istedim. Garip şey, odasında bir İncil vardı, beraberce okuduk. Ona beş Pound verdim.

Kendimi bir misyoner gibi hissediyorum. Bu kadınlara yardım edebilirdim ve etmeliydim. Aralarında seçme yap­mam doğru olmazdı. Karşılaştığım kadınlar kısa sürede benden para koparmanın yolunu bulmuşlaradı. Yalnızca, so­kaklarda sürünmekten bıktıklarını, bu işi bırakmak istedik­lerini fakat borçlarını ödemek için paraya ihtiyaçları olduğu­nu söylemeleri yetiyordu.

Bankam beni uyarana kadar para dağıtmayı sürdürdüm ama bu sevabı yapabilmem için Tanrı'nın bana para verece­ğinden emindim. Bu sebeple Curson Caddesi'ndeki Hristiyan Bilimi Kilisesi'ne gidip, ilgilendiğim bir kız için para iste­dim. Doğal olarak reddettiler ama ben haksızlığa karşı öf­keyle doluydum ve inancım uğruna şehit olmayı göze alarak elimin eriştiği her şeyi çılgınca devirdim, yırttım, kırdım.

Bu arada polis geldi, onları küstahça bekledim. Ertesi gü­nü mahkemeye çıktım ve bana Brixton'da bir hafta gözaltın­da kalma cezası verdiler.

Bir haftayı az çok akut mani halinde geçirdim fakat kriz çabuk geçti ve bir hastanede on dört gün daha gözlem altın­da kaldıktan sonra iyileşti diye beni çıkardılar.

***

Anormal ruh halleri katoloğumun altıncı önemli özelliği­ne geliyorum.

Bu, manik-depresif deliliğin belki de en tipik özelliği olan büyüklük ve güç yanılsamalarını içeriyor.

Bu iki yanılsama, birinci özellik olan "coşku" veya "ken­dini iyi hissetme" duygusuyla yakından ilgilidir.

Hcnderson ve Gillespie'ye göre bu coşku, "bir isteğin ye­rine gelmesine uygun ruh halidir." Bana, bütün isteklerim gerçekleşecek; bütün tutkularım (iş veya özel hayatımdaki politik, mali, kişisel tutkularım) doyuma ulaşacak; ve Ev- ren'in en önemli sırları bana anlatılacak vs, gibi geliyor. Yal­nızca normal istek ve arzularım değil, tümüyle anormal ve mantıksız olanlar bile gerçekleşecekti. Aslında, sıradan bir kişiliğe sahip olduğuma göre ve bu arzu ve isteklerimin bir kitabı dolduracak kadar çok ve renkli oldukları düşünülürse, bu hislerin bütün insan oğullarında bulunan içgüdüsel dürtü­ler olduğunu sanıyorum. Hakikaten, insan ruhu sonsuz bir genişleme, yayılma arzusu taşır; bir Tanrı'nın karşısında açılmak, yayılmak...

Kendimi Tann'ya öylesine yakın hissediyorum ve Onun Ruhu'ndan öylesine esinleniyorum ki, bir anlamda Tanrı ben'im; geleceği görüyorum, Evreni düzenliyorum, insanlığı kurtarıyorum.

Tam anlamıyla ölümsüzüm; hatta hem erkek hem dişi­yim. Tüm Evren; canlı veya cansız, geçmiş, şimdiki zaman ve gelecek, hepsi benim içimde. Bütün doğa ve yaşam, bü­tün ruhlar benimle beraberler, bana yardım ediyorlar, benim için olanaksız hiç bir şey yok. Bir anlamda Tann'dan Şey- tan'a kadar bütün ruhlarla özdeşleştim, İyi ve Kötü'yü bir­leştiririm, ve aydınlığı, karanlığı, dünyaları, evrenleri yara­tırım.

Elbette bütün bunları bir rüya, bir hayal, saf düş gücü. Aslında hiç bir gücüm olmadığını, önemsiz bir insan olarak yaşamımı altüst ettiğimi iyi biliyorum. Çok sıradan bir ada­mım ve zavallı bir günahkârım; en çılgın düşlerimde bile bu gerçeği unutmama izin vermedim.

Psikolojik açıdan söylemem gerekirse, kendi başarısız­lıklarıma ve zayıflıklarıma bir ödün olarak, onların bir tela­fisi olarak büyüklük düşleri kurdum.

Özellikle, aklımın başımda olduğu dönemlerde, Tanrı ile özdeşleşme hissim bana bir küfür, bir günah gibi geliyor. Yine de bu his öylesine bü^ük ve karşı konulmaz ki, onunla ne kadar mücadele etsem, ortodoks Hristiyan mezheplerine dayanarak ne kadar yok etmeye çalışsam, ne yaparsam yapa­yım başarılı olamıyorum.

Gerçek şu ki, o yalnızca akıl hastalığımın bir yönü, bir belirtisi değil, çoğu azizin ve dindar kişinin de yaşadığı bir deneyimdir.

DEHŞET DÜNYASI

2. DEHŞET VEREN DÜŞLER

Depresyonun ileri safhalarında beyine neler olduğunu an­latmanın en iyi yolu, benim son krizimden bahsetmek ola­cak. Beni Brixgton'a götüren hikayeden kısa süre sonra, 1939'un başlarındaydık.

Bundan önce iki kez daha depresyon geçirmiştim, şiddetli uykusuzluk ve intihara teşebbüslerle dolu bir depresyon.

Her iki krizimde de iyi bir bakımevinde ilaç alarak uzun uzun dinlenmem, iyileşmemi hızlandırmıştı. Bununla bera­ber, artık bakımevlerinin ücretini ödeyemediğim için, bu se­fer özel bir Akıl Hastanesi'ne gitmem gerekti.

Daha önceki depresyonlarımda, hiç bir zaman gerçek kavramımı yitirmemiştim. Son derece mutsuzdum, ölmek istiyordum fakat, korkularım, endişelerim ve sorunlarım normal insanların da başına gelebilecek türdendiler.

Fakirlik'ten, hayatta başarısız olmaktan, çocuklarımı okutamamaktan, karımı mutlu edememekten, onu kaybet­mekten, bir dilenci olup sokaklara düşmekten falan korku­yordum. Korkularım gerçekleşecekmiş gibi geliyordu, ama yine de dünyevi, insanca korkulardı.

Normal insan deneyimlerinin bu olağan dünyasını sınır­layan çizginin ötesinde, sonu gelmeyen dehşet deneyimleri bekliyordu beni. Ama bilmiyordum, hiç böyle şeylerle kar­şılaşmamıştım.

Şimdi sahip olduğum öngörü ve sezgim o zaman olsaydı, ne beklemem gerektiğini bilirdim; çünkü bundan önceki ma­ni döneminde uçurumun sağ kenarına düşmüştüm, şimdi de

aynı uçurumun solundan aşağı kayıyordum. Olağanüstü zevkler tatmış; cennette olduğumu düşlemiştim. O sağ ke­narda, Brixton'daki o küçük hücrede üst üste düşler gördüm ve tutucu Katoliklerin beni onaylamaları mümkün olmasa da bu düşler benim "Güzel Görü"mün birer parçasıydılar.

Eğer bir azizseniz, bu "Güzellik" düşünü, bunun tam tersi olan benim "Dehşet Veren Görü" dediğim deneyimi geçir­meden görebilirsiniz.

Çırpınırsınız, kendinizi küçük düşürürsünüz, özverilerde bulunursunuz, "Bilinmezlik Bulutu"ndan geçersiniz ve Azize Theresa gibi Tanrı'nın sizi terkettiğini sandığınız anlarda Ruhun Karanlık Gecesi'ni yaşarsınız; ama yine de Cehenne­min dehşetlerini görmeniz gerekmez. Bununla beraber pek çok meşhur dini önder -Martin Luther ve John Bünyan gibi- buna benzer deneyimler yaşamışlardır ve alelade bir günah­kar için acı çekilip arınılan bir durum, bir Araf olmadan cen­nete ulaşmak mümkün değildir.

Bu nedenle, cenneti tattığım için, zamanı gelince de cehen­nemin gösterilmesini beklemek bana çok mantıklı geliyor.

Bir insan ruhunun daracık uçurumun sol kenarına kayma­sı ve gerçek dünyadan düşüp uzaklaşması sonunda bilincin kaybolmasını anlatabilmem için kalemimin bütün gücünü to­parlamam gerek.

Hastane'nin bir koğuşunda; ezici bir korku hissinin hakim olduğu koğuşta yatıyordum. Önceleri tam olarak neden korktuğumu bilmiyordum. Tabii, beynim sıradan insanca korkularla meşguldü.

Beni kaldırmaya çalışan olmadı, ben de mümkün olduğu kadar kıpırdamadan yattım; başımı mutlaka çarşafların altı­na saklıyordum, koğuştaki seslerden korunmak için, biraz da içgüdüsel bir tepki olarak.

... Şu ana kadar, artık işimin tamamen bitmiş olduğuna inanmıştım. Hastane'den canlı olarak çıkabilmem mümkün değildi. Aslında, gerçekten olmasa bile ölmüş sayılırdım.

Bazı esrarlı nedenlerden ötürü, belki de "affedilmez bir günah" işlediğim için veya yalnızca korkunç bir günahkar olduğumdan, şimdiye kadar dünyaya gelmiş olan en kötü adam olduğum için, basit bir İngiliz tımarhanesinde, Cehen- nem'in kapılarından diri diri geçmek üzere ben seçilmiştim. Tabii ki pişmanlık duymak için artık çok geç. İnsanlara öl­dükten sonra bir şans daha verildiğine inanmanın pek sağ­lam olmayan bir (teorik) dini inanç olduğunu biliyorum. Oraya neden gittiklerini görünce pişman olmaları çok nor­mal, herkes pişman olur bu durumda.

Ama, ne olursa olsun dışarıdaki karanlığa atılacaklar ve Tanrı ondan sonra artık onlarla uğraşmayacak (ne kadar ağ­layıp yalvarsalar da) orada daha önce bulunduğum için bili­yorum; infazın geri bırakılması, ertelenmesi umudu yok ve böylece her şey biter.

Tabii, bütün bunları kendime sakladım, kimseyle bu ko­nuda tartışmadım. Doktorlar'a da anlatmadım, onlar özellik­le sevecen değildirler, onlara acılarınızı pek açamazsınız, ayrıca bu konularda konuşmanın deliliğimizin bir kanıtı ola­rak görüleceğini anlayacak kadar kurnazım. Hatta bana deli belgesi bile verebilirler. Burada gönüllü olarak kaldığım sü­rece, dışarı çıkabilme ve sorunlarımla kendi kendime başa çıkabilme şansım vardı.

Kapalı kaldığım on bir ay boyunca haftada en az iki kez beni görmeye gelen karım, bu davranışımın nedenini anla- yamıyordu. Dehşetlerimi açabildiğim tek insan oydu ve ona düşüncelerimi açıklayabilmek için çok çalıştım. Bir anlam­da ben İsa'nın tam aksiydim. Şeytan'm görevi bir adamı ele geçirmek, ruhunu ona tümüyle satmasını, (Faust gibi), sağla­mak ve sonra onu diri diri o çukura indirmekti. İsa’nın ve se-

çilmişlerin dirilmelerinin tezadı olan, tam karşıtı olan başka bir olgu olmalıydı. îşte ben o adamdım. Kendimi öldürebil- seydim, bütün Evren patlayıp yok olurdu ama hiç değilse ben bu ebedi işkenceden kurtulur, ruhumun özlediği hiçliğe ve unutulmuşluğa kavuşmuş olurdum. Gerçekten üç kez in­tihara teşebbüs ettim; bunların en önemlisi bana bakan gö­revlinin elinden kurtulup kendimi bir arabanın altına atı­şım olmuştu. Beni ziyarete gelen zavallı karım öylece ba­kıyordu.

İntihar girişimlerim başarısızlıkla sonuçlandı ama önem­li bir etkisi oldu; doktorlar ilaçlarımı arttırdılar. Geceleri (üç- dört doz paraldehid yardımıyla) bilinçsizliğe ulaşabildiğim ve gündüzleri de (dört tablet allonal ile) oldukça uyuşmuş bir durumda dolaşabildiğim sürece; dehşet ve korkularımı kıyıda tutabiliyorum.

Bütün çabalarım, sonunda cehennemde kaybolmamak, yokolmamak içindi, çünkü bu olayın yavaş yavaş yaklaş­makta olduğunun farkındayım. Bir gün, bir zamanda, dehşet ve korkularım üzerinde tuttuğum demirden baskı, kontrol çö­zülecekti. Çaresizlik içinde çığlıklar atmam gerekecekti. Do­ğal olarak, o zaman da görevliler beni bir yan-odaya, en kötü koğuşlardan birine kapatacaklardı. Bundan sonra, canlı bir gövde içindeki bir insan ruhuna işkence etmeye başlaya­caklardı. Bağırmalıydım ama diğer deliler de aynı şeyi yaptıklarından bana kimse yardım etmeyecekti; tabii ki be­nim ıstırabımın, acılarımın hayal ürünü olduğunu düşüne­ceklerdi.

Aslında bunlar gerçek acılar olacaktı; her şeye rağmen gerçekle düş ürünlerini felsefe açısından ayırdetmenin çok zor olduğunu biliyordum. O canlı gövdenin içinde iken ne zaman "öldüğüm" önemli değildi, beni gerçekten gömmele­rinden önce, o yan - odada, günlerce, aylarca veya yıllarca

bağırarak, çığlıklar atarak kalabilirdim. Bana göre bütün bunlar daha önce bahsettiğim ebedi, gittikçe çoğalan işken­cenin evreleriydi.

***

Bu arada, diyelim ki dönüşümden dört beş ay sonra, günleri ve geceleri kolayca geçirebilme çabalarıma yardımcı olabilecek bir teknik geliştirdim. Durumumu dürüstçe kabul­lendim. Tanrı bana arkasını dönmüş ve beni Şeytan'a bırak­mıştı, ama belki Şey tan'ı o kötü günü biraz ertelemesi konu­sunda razı edebilirdim. Bütün isteğim buydu ve eğer Şey­tan'a gerçekten doğru biçimde tapabilirsem bu ertelemeyi sağlayabileceğim gibi geliyor. Böylece kendime göre küçük ayinler düzenledim -bunların gerçek Şeytan'a tapma ayinle­riyle ilgisi yoktu. Her gece eskiden Tanrı'ya ettiğim duaları harf harf geriye doğru okuyup bu arada üç tane ayin sigarası içiyordum.

Bu süre içinde aldığım ilaçlar etkisini göstermeye başlar­dı ve daima duayı bitirmeden uykuya dalardım. Harf harf, önce NEMA (yani AMEN) ile başlar sonra çok uzun ve ka­rışık dualara devam ederdim. Galiba yirmi dakika kadar sü­rüyordu ve hiç bir gün onu tam olarak bitirebildiğimi hatırla­mıyorum.

Batıl inançların bana çok yaran oldu. Annem böyle şey­lere çok inanır; saksağanlardan, masaya onüç kişi oturmak­tan filan çok korkar. Kendime güvenimi arttırmak için küçük batıl itikatlar uydurdum. Bunlardan biri şuydu; bir odadan çıkmadan önce gözümü kırmızı bir şeye dikiyordum (Şeyta­nın rengi), o beni bu odaya mutlaka geri döndürecekti. Böy­lece o odaya geri dönene kadar ebedi cezadan korunmuş ola­cağıma emin oluyordum. Bütün batıl itikatlarım arasında ba­na en çok güven vereniydi ve uzun bir zaman, eve döndük-

ten sonra bile, dualarımı düz (yani başından başlayarak) okumaya cesaret edebildiğim zamanlarda bile bu âdeti bırak- madam. Başka boş inançlarım da vardı, örneğin yanımda bir kutu hurma (date) olduğu sürece karımla istediğim zaman bir randevum (date) olacağına inanmıştım. Oyun oynarken de bunu sürdürüyordum. Örneğin bilardo oyununda Tanrı'yı düz top, Şeytan'ı da nokta, benek simgeliyordu. Benekli top kazandığı sürece şeytan beni kurtaracaktı; kaybeder gibi gö­ründüğü an bir bahane uydurup oyunu bırakırdım.

Şimdi bütün deneyimimin en önemli özelliğine geliyo­rum. Bir şekilde "Dehşet Hülyası"nın, bu korkunç düşün doğuşunun tanımlayabilecek, yeterli sözcükleri bulmak is­terdim.

Bunun, içimde ne zaman yer ettiğini tam olarak bilemiyo­rum, hâlâ yatakta olduğum ilk bir ay içindeydi galiba. Sonra da fikirlerimle beraber büyüdü ve beni bir an bile terketmedi.

Buruşuk bir yastık, her gün gördüğümüz alelade bir şey­dir, değil mi? Ona bakarsınız ve bir daha aklınıza gelmez. Aynı şekilde, çamaşırlar, yere düşmüş bir havlu veya yata­ğın kenarındaki bir kındık. Bütün bunlar korku dolu bir be­yinde dehşet verici şekiller haline gelirler. Yavaş yavaş gözlerim de bu dehşet verici şekilleri algılamaya başlar, ne­reye dönersem döneyim her tarafta bana işkence etmek için bekleyen şeytanlardan başka bir şey göremez olurdum. On­ların isimleri de vardı. Yara gibi bir ağzı olan tanrı Baal var­dı -yatağın kenarındaki kırışıklıktı, beni canlı bir kurban gi­bi yutmak istiyordu. Genellikle yastıklarda görüntüsü beliren Hecate'nin şekli ise en korkunç olanıydı.

Dışarıya çıktığım zamanlarda ise ağaçlarda ve çalılarda yüzlerce şeytan görüyordum; kesilmiş odunları da yılan şeklinde görürdüm.

Şimdi bile ara sıra onları görebiliyorum ve şimdi yine depresif halde olduğum için, onlar ilk gördükleri zamanki gi­bi dehşet hissini yeniden uyandırabilecekler mi diye merak­lanmaktan kendimi alamıyorum. Onlardan kurtulduğumu sa­nıyordum ama şimdi bundan o kadar emin değilim.

Çevremi kuşatan bu görüntülerle, artık gerçek, somut dünyanın gittikçe daha gerçekdışı görünmesi pek yadsına­maz. Etrafımın bir çeşit şekil değiştirmesi, başkalaşması yüzünden, yavaşça çukura indiğimi hissettim. Çevremdeki tüm Evren çöküp parçalanıyordu; duvarlarda ve yerde çatla­malar oluyordu.

Bu gerçek-dışı olma hissinin doğurduğu, olağanüstü bir görü idi, bir hülyaydı.

Koğuşun duvarlarında sporla ilgili resimler asılıydı. Ar­kanızı pencereye verip duvara bakarak oturursanız, resimle­rin camından dış dünyanın aksini görebilirdiniz. Ben de ge­nellikle elime bir roman alır -bu da korkuyu bastırmanın iyi bir yoludur- arkamı pencereye dönüp otururdum; her halde koğuşun içinde, dışardakinden daha az şeytan vardır. Ya­vaş, yavaş belki bir ay veya altı haftadan daha uzun bir süre içinde, cama akseden görüntü değişmeye başladı. Bacalar yatay bir düzleme dönüştüler, binalarda aşağı doğru bükü­lüp ters U şeklini aldılar. Bu beni korkutmaktan çok şaşırt­tı. Bunun anlamı ne olabilirdi? Diğer konularda görme yete­neğim normaldi, bilardo filan oynayabiliyordum. Ama o kol­tuğa oturup resimlere bakmaya başlayınca hep bu tuhaf ol­guyu görüyordum.

Büyülenmiş olmalıydım. Sonra bir çözüm buldum. Pis­kopos Berkeley haklıydı, zaman ve mekan kavramları aslın­da bir yanılsama, bir kuruntuydu. Veya hiç değilse benim için öyleydi. Ve işte, kendi alemimde kapatılmıştım; gerçek sayılabilecek hiç kimseyle veya hiçbir şeyle ilişkim yoktu. Ben ve çevremdekiler tümüyle gerçek dışı. O duvardaki res­min camından da "gerçek" yansıyor.

Sonunda ruhum hiçliğe döndürüldü - o hiç bitmeyen acı hala duruyor.

Krizden kısa bir süre önce James Joyce'un, "Sanatçı'mn Genç Bir Adam Olarak Portresi" adlı eserini okuyordum. Bir Cizvit papazının lanet konusunda verdiği bir vaazı anlatışı, beni çok etkilemişti. Hemen hemen hen sözcüğü anımsıyo­rum; vaaz şöyleydi:

"Edebiyat, sonsuzluk! Bunun korkunç anlamını kavrama­ya çalışın. Deniz kıyısındaki kumlan görmüşsünüzdür... Bir çocuğun avucuna aldığı kumda kaç tane kum zerresi ol­duğunu biliyor musunuz? Şimdi o kumdan oluşmuş bir mil­yon mil yüksekliğinde bir dağ düşünün. Bu dağ bir milyon mil eninde ve bir milyon mil derinliğinde olsun...

Şimdi dağın sayılamayacak kadar çok kum zerreciklerin­den oluştuğunu ve bu zerrelerin sayısının, ormanlardaki yaprakların, okyanustaki su damlalarının, kuşların tüyleri­nin, balıkların pullarının, hayvanların tüylerinin, havadaki atomların  hepsinin sayısı kadar çarpıldığını düşünün; ve

her milyon yılda bir kıjçük bir kuşun gelip bir tane kum zer­resi alıp götürmesi halinde, kaç milyar yüzyıl sonra dağdan bir metrekare kum taşınmış olurdu? Bu kadar uzun bir za­manın bile bir sonu vardır, dağ sonunda biter; yani yine de sonsuzluktan daha kısa bir süredir bu. Bu dağın hepsi taşın­dıktan sonra yine yapılsa ve yine taşınsa bu işlem gökteki yıldızların, havadaki atomun, okyanusttaki su damlalarının vs. vs. sayısınca tekrarlansa yine de sonsuzluğun bir saniyesi bile henüz geçmemiş olur."

İşte bu sırada korkunun doruğuna ulaştım. Şiddetli deh­şet nöbetleri geçirmeye başladım ve neredeyse pencereden dışarıya atlayacaktım. Astronomik zaman içinde sonsuzluğa dek artan fiziksel acıyı görmekten başka hiç bir şey böyle bir dehşet hissi uyandıramaz. Ruhum en derinlerin kökenine iniyordu.

Deliliğin depresyon şekli hakkında anlatacak pek az şey kaldı. Aylardır beynim aynı korku ve ümitsizlik yollarında dolaşıyor ama dehşet ve acının ağırlığı hafiflemiş gibiydi. Daha normal davranabiliyordum; böylece 1940 Mart'ında doktorun uyarmalarına uymayarak, ailem beni eve getirme riskini göze aldı. Doktor haklıydı. Evde tüfeklerini bulunca, ilk iş olarak intihar etmeyi denedim, ayak parmağım tetiğe, namluyu da ağzıma dayadım. Ama tetiği çekmedim; her na­sılsa tekrar yaşamak istiyordum.

O zamandan beri asla ciddi bir depresyon krizi geçirme­dim.

YAZARI BİLİNMİYOR

BİR ŞİZOFRENİN OTOBİYOGRAFİSİ

Elinizdeki kitabın derlenmesini bu rapora borçluyuz. Böyle bir do­kümanın hem klinik vakalar hem de bilimsel veriler açısından ne kadar öğretici olacağını, daha ilk okuyuşumuzda farketmiştik. Bi­zim akıl hastalığı alanındaki bilgilerimizi genişletme ve yoğunlaş­tırma çalışmalarımıza yardımcı olmuştur. Hastalığın başlangıcı, gidişatı ve sonucunu duygulu ve akıllıca anlatan hu raporda oku­yucu, şizofreninin açık, seçik bir tablosunu bulabilir.

Aşağıdakilerin büyük bir kısmı 1951 ilkbaharında yazdı­ğım otobiyografiden alınmıştır. Bunu, üç bölümlük şizofre­ni deneyimimin İkincisinden sonra eve döndüğümde yaz­mıştım. Hastalığım "katatonik şizofreni" olarak teşhis edil­mişti. Dört yıllık biı*dönemde üç bölüm halinde sürdü. Bu­rada daha çok birinci bölümün üzerinde duruyorum. Çocuk­lar için rehberlik kliniğinde bir 'psikiyatrik sosyal hizmetler' uzmanıyla yaptığım haftalık konuşmalardan oluşan bir bu­çuk yıllık bir psikoterapiden sonra ilk olay patlak verdi.

Çocuklarla olan ilişkilerimde ortaya çıkan sorunlarla ba­şa çıkamadığımı hisedince yardım etmeleri için oraya git­miştim.

ÖZGEÇMİŞ

Sosyal Durum

Çocuk rehberlik kliniğine ilk gittiğimde, kariyer sahibi adamın karışıydım ve orta sınıftan bir aileden geliyordum. Kendim de koleji bitirdikten sonra sosyal hizmet uzmanı olarak eğitim görmüştüm.

Ben 21 yaşında evlendim ve 10 yıl içinde üç çocuğum oldu. İlk şizofreni olayında 36 yaşındaydım.

Kolej yıllarımdan beri, politik ve sosyal reformlarla ve dünya barışıyla ilgili çeşitli grupların aktif üyesi olmuştum. En küçük çocuğumun devam ettiği ana okulunda da bir süre çalıştım, hatta hastalanmadan önce bir yıl bu kurumun baş­kanı olarak hizmet vermiştim.

Ailece kendi evimizde oturuyorduk; yerleşmiş, sağlam bir aileydik.

Kişisel ilişkilerime gelince, her zaman yeterli sayıda ar­kadaşım olmuştu ve yakın dostluklar kurmakta hiç güçlük çekmedim.

Buna rağmen kliniğe başvurduğum sıralarda durmadan artan kaygı ve endişelerin gerginliği altındaydım ve kendi­mi yetersiz bir anne olarak hissediyordum, içinden çıkılmaz bir durumdaydım.

Başlıca sorunum, benim iki büyük çocuğuma karşı yete­rince sıcak ve şefkatli davranmadığımı hissetmemdi. En kü­çük çocuğumla güvenli doyurucu bir ilişkimiz vardı.

Evlilik ve Cinsel Uyum

Psikoterapi süresinde evlilik ilişkilerimizde bir krizle kar­şılaşmıştım ve hastalanmadan hemen önce boşanmaya ka­rar vermiştim (ki bunu ancak şizofreniden iyileştikten bir kaç yıl sonra elde edebilmiştim).

Klinikteki çalışmalar çoğunlukla benim kişisel ilişkiler­de kendimi göstermekte karşılaştığım güçlükler üzerinde yoğunlaşmıştı. Terapistten duygusal destek aldıkça kendi­me güvenim artmaya başlıyordu.

Daha sık kimseye danışmadan kararlar almaya, günlük hayatımda inisiyatifimi kullanmaya başladım. Çocuklarımla olan ilişkim de gelişmeye başladı.

Annemle ve kocamla kurduğum uzun süreli "çok fazla bağımlılık" ve "çok -fazla- benimsemek" esasına dayanan ilişkiyi devam ettirmem zor oluyordu. Her iki kimliğim de kendiliğinden çözülüyordu. Kocamın kişiliğinin bazı yönle­rine karşı duyduğum tepkileri uzun süre içimde saklı tut­muştum, şimdi bu bastırılmış negatif tepkiler ön plana çık­tı. Daha önceleri kocama karşı yarı anne, yarı itaatli bir eş gibi davranırdım.

Yavaş yavaş düşmanca duygular belirdi ama genellikle bu düşmanca ve aşağılayıcı hislerimi bastırıp, ilişkilerimizi sıcak ve sevecen bir düzeyde devam ettirmeyi başarabiliyor­dum. Düşmanlık hislerim önce rüyalarımda belirginleşti. Her şeye rağmen kocamla aramın kesin olarak bozulması, içimde duygusal açıdan mahrumiyet ve eksiklik hisleri uyan­dırdı. Yıllardır alıştığım fiziksel ve duygusal yakınlaşma­dan mahrum kalmıştıry.

Bu gittikçe artan yalnızlığım için çeşitli ödünler aradım. Yoğun bir aşk macerasına atıldım. Bağlı olduğum liman şa­mandırasından koparılmış ve önceki benliğimden uzaklaş­mış gibiydim, çünkü eskiden ilgi duyduğum şeylere karşı yabancılaşmıştım. Bu sırada çocukluğumun sorunları, ha­yal kırıklıkları ve babamla ilgili tatsız anılarım beni rahatsız etmeye başladılar. Bu sıkıntıları çocukluğumdan daha canlı, daha yoğun bir şekilde hissediyordum.

Bağımlılık gereksinmem o sıralarda çok şiddetliydi ama evlilik dışı bir ilişkiyle fazla meşgul olmam, ahlaki yönden gücümü kaybetmeme ve çocuklarımı ihmal etmeme sebep oluyordu. Bu aşırı bağlılığı kırmaya çalışıyordum ve so­nunda başardığımı zannettim. En uygun davranış şeklinin, şiir yazmak ve entellektüel çalışmalar yapmak olduğunu buldum. Bunlar benim depresif hislerle mücadele edebilme­mi sağlamışlardı. Yaratıcı uğraşlarım yoğunlaşmıştı fakat sonunda zorlayıcı olmaya ve bütün zamanımı almaya başla­dı. Çocuklarımla yeterince ilgilenemiyor veya dikkatimi günlük hayatın detaylarına veremiyordum. Hastalığımdan kısa bir süre önce zekamın en üst düzeyine eriştiğimi ve ha­yatımda ilk defa olarak yeteneklerimi bu yönde değerlendi- rebildiğimi farkettim.

Evlilik hayatımda yan-frijit sayılırdım. Yani uyku hali dışında hiç orgazma ulaşamadım. Cinsel ilişkiden yine de zevk alıyordum, bunu rahatlatıcı ve duygusal açıdan genç­leştirici buluyordum. Yukarıda bahsettiğim evlilik dışı iliş­kide bile yan-frijit kaldım. Sonunda boşanmak kaçınılmaz oldu, çünkü duygusal açıdan koptuktan sonra artık kocama cinsel yakınlık duymuyordum.

Hastalığımın üçüncü devresinde, iyileşmeye başladığım sıralarda vajinal orgazma erişebilecek gücü toplayabilmiş­tim. Baskılann ve çekingenliklerin yokolması nedeniyle cin­selliğin artması psikozun ilk devresinde çok etkili olmuştu ve aşağıda tanımladığım "cehennem - ateşi" deneyimim de sembolik olarak anlatılmıştı.

İyileşme döneminde, artan cinsel isteklerimi kontrol ede­bilmem oldukça zor olmuştu. Durum, benim yalnızlığım yüzünden zaman zaman iyice sarpa sarıyordu. Bir süre deği­şik adamlarla ilişkiler kurdum. Bunlar hem zevkli hem de duygusal yönden doyurucu oluyordu çünkü mistik ve dini anlamda "kişisel olmayan" bir aşk çeşidi yaşanıyordu ve diğer insanları sevmeye, kabullenmeye yönelikti.

Bu dönem yavaş yavaş geçti ve ben kişisel yakınlık ve kişisel aşk gereksinmelerime döndüm. Bunları bulamamam da, sıradan ilişkilerde hayal kırıklığı ve mutsuzluğa yol açı­yordu.

Kendim Hakkındaki Düşüncelerimde Değişmeler

Terapistimin sayesinde yeniden kazandığım kendime gü­venim, daha önce hayal meyal sezdiğim bazı yönlerimi daha açıkça görmemi sağladı.

Kişiliğimin bu taraflarına karşı şiddetli, olumsuz bir tep­ki gösteriyordum. Uzun süreden beri kendim hakkında belirli bir fikrim vardı ve bu yeni algılamalarım bu tabloyu bozu­yordu. Kendimi son derece sosyal, toplum sorunlarıyla ilgili bir kişi olarak görüyordum. Sonra, hastalığın bazı dönemle­rinde kendimi soğuk, başkalarına karşı kayıtsız, içine kapalı ve zaman zaman acımasız biri olarak gördüm.

Benim kadar zeki ve başarılı olmayanlara karşı sabırsız­ca ve hoşgörüsüz davranıyordum.

Bu arada iki büyük çocuğuma yeterli derecede sevgi vere­mediğimi ve çocukluktan çıktıkları devrede kişiliklerinin gelişmesiyle tam olarak ilgilenmediğimi hissediyordum.

Evlilik dışı ilişkilerim, içgörümü ve kendimden nefret et­memi yoğunlaştırnftştı. Sevişmede kısıtlayıcı ve egoistçe faktörler olduğunu, aldığımdan daha fazlasını veremediğimi ve hala çocuklarıma olan sevgimin çok az ve yetersiz oldu­ğunu biliyordum.

Ego (benlik) - Desteğimin Kaybolması

Terapi süresi boyunca terapistimi etkilemek ve onun hay­ranlığını uyandırmak istiyordum. Onu göreceğim zamanlar giysilerim ve dış görünüşümle uzun uzun uğraşıyordum. Sonraları bakış açımın değişmekte olduğunu, benim değer yargılarımın onunkilerden farklı olduğunu ve artık tartışa­cak ortak bir konumuz kalmadığını hissetmeye başladım. Hem ben kendimi ondan daha iyi tanıyordum. Kendim hak- kmdaki birçok yan yarıya şekillenmiş düşünceleri dile getı- remiyordum (kısmen zaman kısıtlamaları, kısmen de bu fi­kirler benim için bile yeterince açık seçik olmadığından.) Bu noktada artık "transfer" ilişkimizden bir fayda göremez ol­muştum.

Evlilikle ilgili problemlerimin sebep olduğu yalnızlığıma ek olarak, sosyal ve entellektüel alanlarda da izole edilmeye başladığımın bilincindeyim.

Daha önce katıldığım gruplarla veya kuramlarla eskisi gibi uyum sağlayamıyordum; çünkü daha önce kabullendi­ğim görüşler ve fikirler şimdi bana farklı ve olumsuz geli­yorlardı.

Eskiden hem ailem, hem de sosyal açıdan bir "biz" kavra­mım vardı, şimdi bu, kişisel ayrılık, izolasyon şeklini aldı.

HASTALIK

Başlangıç Aşaması

Hastalığımdan birkaç hafta önce, başarı ile ilgili düşler kurmaya başladım, tıpkı büluğ çağında yaptığım gibi. Zaten benliğimin düş kuran bölümü benim yetişkin ahlak sahibi kişiliğimle pek bağlantılı değildi.

Sonra, birden bire evrenin sırlarını keşfetmiş olduğumu farkettim, bu sırlar bana inanılmaz bir berraklıkla açıklanı­yordu. Keşfettiğim gerçekler hemen kesinleşiyor, şüphe et­mek aklımdan bile geçmiyordu. Daha önceki ateist ve şid­detle dine karşı olan duygulanma rağmen Tann'nın varlığı­nı akılcı olarak ispat etmenin mümkün olduğuna inanıyor­dum. Hatta bu konuda bir deneme yazdığımı hatırlıyorum. Bu sıralarda şizofrenimin geliştiğinin farkmdaydım. Dik­katle sakladığım notların arasında, düzensiz, anlaşılmaz, tu­tarsız ve cinsel sembolizm dolu pasajların yanı sıra oldukça açık ve basit olanları da buldum. Promete gibi bir yolculuğa

çıkmak üzere olduğumu hissediyordum. Cüretli, atak ve ye­nilmez bir ruh halindeydim. İçimdeki panik arttıkça, yalnız kalmaktan korkmaya başladım, binleriyle iletişim kurmak için yoğun bir istek duyuyordum. Kısa bir süre için başar­mam gereken bir misyonum olduğunu hissettim, ama yine de İsa gibi olma yanılsamalarıyla mücadele edebiliyordum. Sonra bu eğilimlerin yerini yorucu ve ağır bir sorumluluk hissi aldı ve bütün hastalığım süresince devam etti.

Birinci Safhanın Bazı Özellikleri:

îlk aşamada son derece aktif ve gergindim. Suçluluk ve kendimden nefret etme gibi hastalığın başlamasından önce başlamış olan duygularım, hastalandıktan sonra çok azaldı. Bunu mantıkla değil de sembolik olarak açığa vuruyordum. Yalnızca daha sonraları, rahatsızlığımın daha makul ve bü­tünleşmiş dönemlerinde, yoğun bir suçluluk ve kendimi red­detme duyguları gelişti.

Bu suçluluk duygulan, sonunda nisbeten mantıklı oldu­ğum dönemlerde dağılıp yokoldular.

Bu korku dolu birinci aşamada özellikle izole edilmemiş­tim veya kendimi yalnız hissetmemiştim. Hayalimde yarattı­ğım bir arkadaşla durmadan konuştuğum halde, gerçek in­sanlarla ilişki kurma isteğim yoktu.

Rahatsızlığımın son devrelerinde, daha mantıklı oldu­ğum ve diğerleriyle oldukça normal ilişkiler kurabildiğim zamanlarda, kendimi çok yalnız hissediyordum.

Dünyanın Yıkılması

Kaskatı kesilmiş, katatonik bir halde ilk hastaneyi götü- rülüşümden kısa bir süre sonra, bir dünya felaketinin yarattı-

ğı dehşetin içine düşmüştüm. Bir tufana yakalanmıştım ve tam anlamıyla alt üst olmuştum.

Yıkıcı güçlerin harekete geçmesinden ben, kendim so­rumluydum. Aslında bir zarar vermek istememiştim ve di­ğerlerinin beni suçlamalarına karşı kendimi öfkeyle savunu­yordum. Eğer bir hata yapmışsam, ben de herkes gibi sonuç­larından etkileniyordum.

Bazen, yeni bir gezegen keşfediyordum (harika, nefes kesen bir macera) ama orası çok tenhaydı ve kimseyi orada yerleşmeye razı edemediğimden, ben de dünyaya geri dön­mek zorunda kalıyordum.

Dünya'yı atom bombaları yıkıp, mahvetmişti ve yaşa­yanların çoğu ölmüştü. Yalnızca birkaç kişi -ben ve hemşi­reler- kurtulabilmişti. Diğer zamanlarda ise o yeni gezegen­de tamamen yalnız olduğumu hissediyordum.

Dünya'nın kurtulması çok önemliydi ve herkese o terke­dilmiş dünyaya nasıl geri dönüleceğini anlatmaya çalışıyor­dum. Ailemle ilgili bütün kişisel sorunlarım unutulmuştu. Bütün evrenin çöküp parçalandığı bir zamanda, başka şey­lerin önemi kalmıyordu. Atomun yarattığı cehennem ateşin­de kalmam gerekebileceğini düşündüm. Beni esas dehşete düşüren şey de, hiç bir zaman ölmeyecek olmamdı. Bir şe­kilde intihar etmeyi planlamah, ya da lobotomi yaptırmalıy­dım.

Gezegenler arası boşlukta alt üst olmuş bir halde kaldı­ğım zamanın bir kısmında da suyla ilgili canlı fantaziler ya­şıyordum ve bu bana epeyce rahatlık veriyordu.

Hayatın ateş tarafından yıkılmasına karşın, su onu dai­ma korumuş ve saklamıştır.

Suyla ilgili fantazilerim hastaneye kabul edilmemden bir iki gün sonra başlamıştı. Birdenbire denize batmış gibi ol­dum, boğuluyordum ve nefes alabilmek için çırpınıyordum.

Bu noktada, sakinleştirici bir küvette olduğumu farkettim; öylesine bağlanmıştım ki boğulma tehlikesi yoktu.

Uyanık kaldığım sürece bu bağlara gerek yoktu, çünkü boğulmamaya dikkat ederdim, yine de çok korkuyordum.

Bana ıslak tedavi yaptıkları zamanlar, su fantazilerim ge­ri geliyordu. Svvinbume'ın bazı mısralarını söylediğimi açık­ça hatırlıyorum. Şiirin yalnızca ilk bölümünü hatırlıyordum ve sonra ikinci bölüme yanlış bir mısra ekliyor, böylece şai­rin ölümüne duyduğu özlemi anlattığı bölümü atlamış olu­yordum.

Büyük, tatlı anaya geri döneceğim

Ana ve adamların aşkı, denize.

Ona ineceğim, benden başka kimse olmasın,

Ona öylesine yakın, onu öpsün ve benimle birleşsin;

Ona tutun, onunla çırpın, onu sıkı tut;

Oh bembeyaz ana, geçmiş günlerde

Kızkardeşsiz doğan, erkek kardeşsiz doğan

El sürülmeden bu dünyaya gelmiş, tertemiz.

Denize dönmek isteyen ben değildim çünkü ben deniz­dim, veya ana figürüydüm. Bu şiirin unutulmayan etkisinden sonra sıra -sonunda hamile kaldığım- bir tecavüzün canlı, hoş düşlerine gelmişti. Bundan böyle bütün hastalığım ço­cuk doğumu yani üretkenlik zorluğu konusu etrafında geliş­ti. Bebeği doğurmak çok güç olmuştu, sezaryanla alınmıştı ama aslında ortada bir çocuk olmadığı halde yine de bu sem­bolik çocuk kurtarılabilirdi diye düşünüyorum.

Yalnızca doğrudan doğruya cehennem ateşine atladığım zamanlarda ölmekten başka çarem olmadığını düşünürdüm. Diğer zamanlarda parçalanan, çözülen bir evrende parçalara ayrılmış gibi görünmeme karşın yine de her şeyi birarada tutabileceğim bir yol olduğunu hissediyordum. Bir şekilde,

tüm çöküntüyü önleyebilecek bir gücüm vardı. Tutarlı bir şekilde düşünemiyor, herhangi bir hareket tarzı planlayamı- yordum. Bunların yerine şiirsel hayal gücümü kullanmalıy­dım; çünkü şiir ölçülü oluyordu ve beni yanlış yola itmezdi. Yapmam gereken başka şeyleri düşündüm. "Kendini bil"i denesem nasıl olurdu? Bu pek yararlı gibi görünmüyor. Son­ra, dünya barışı ve gelişmesi için çabaladığımı hatırladım. Sanki evrenin o korkunç dönmesi durmuştu, kendimi daha çok eski 'ben' gibi hissetmeye başladım.

İzleyen aylarda, sık sık Shakespeare'in tavsiyesini tuttum, yani kendime karşı dürüst olmayı denedim ve bu bana gü­ven verdi. Laurence Oliver'in ’Hamlet'ini hastalanmadan bir­kaç hafta Önce seyretmiştim ve o zaman bu öğüdün yalnız­ca, güvenilir sosyal benlikleri olan kişilere uygun olduğunu düşünmüştüm. Benim sorunum da buydu. Benliğimin bir bölümü "güvenilir" değildi. Benliğimi tümüyle reddetmiyor­dum; çünkü onda çok özen gösterdiğim, sevdiğim değerler de vardı. Doğaya, sanata ve bilime karşı hissettiklerim; ayrı­ca genel olarak yaşama sevincim, benim değer sistemimle uyum içindeydiler. İlk hastalığım sırasında, geçmişime ne kadar çok şey borçlu olduğumu farkettim.

Hastane'ye yatmamın ilk üç haftası boyunca zaman za­man çeşitli görüler (vizyon) gördüm. Bu dönemden sonra vizyon görebilme yeteneğim bir daha geri gelmedi.

Bu görüler iki kategoriye bölünebilirler. Birinci tiptekile­rin maddesel, somut çevreyle bir ilişkileri yoktu; onlar tama­men bilinçaltımın yansımasıydılar ve seyircinin seyrettiği bir film gibi gözlerimin önünde cereyan ediyorlardı.

İkinci kategoride de gerçek görüler yoktu, daha çok gör­sel hayaller ve yanılsamalar şeklinde, ışık oyunları, gölge­ler gibi yorgun hayal gücümüzde canlanırlar.

Gerçek görülerin belirgin ama karışık konulan vardı ve dikkatimi onlann ne anlama geldiklerini çözmek için zorlar­dım.

Çoğunlukla birbiri ardından gelen rahatsızlık devrelerin­de bir çeşit görü bozukluğu ve yanılsamalar oluyordu. Bazen gözlerim ışığa karşı fazla duyarlı oluyor, alelade renkler çok parlak görünüyor, güneş ışığı da müthiş bir yoğunlukta geliyordu. Böyle durumlarda, okumak mümkün olmuyordu, yazılar simsiyah oluyordu.

Kuruntu ve Yanılgı Sisteminin Oluşması

Şiddetli düzensizlik ve karışıklığın ilk birkaç haftasından sonra oldukça dengeli paranoya yanılgıları edinmeye başla­dım. Bu yanılgıların yanısıra korku ve dehşet vardı ve kıs­men yanlış algılamalara, yanlış hayaller görmeye dayanı­yorlardı. Aynı zamanda bir şeyi keşfedebilme, yaratıcı he­yecanlar ve çoğu zaman mistik iç görüler farkediyordum.

Paranoya döneminde, inançlarım yüzünden cezalandırıl­dığımı; düşmanlarımı» benim işlerime karıştıklarını, bana zarar vereceklerini ve hatta beni öldürmeye çalıştıklarını dü­şünüyordum. Büyük bir topluluğun bireyiydim. Benimle ay­nı fikirde olmayanları ikna etmeye, inançlarımı onlara anlat­maya çalışıyordum.

O zamanlar, kendim hakkımdaki düşüncelerim eskiden beri taşıdığım yetişkin, ahlaki değerleri olan bir imaja uyu­yordu. Saygın bir vatandaştım ve henüz bir anne olarak ba­şarısızlığa uğramamıştım. Bir zamanlar, kuvvetli, olgun ve yetenekli bir yetişkindim. Yine de bir yönden kendimi nor­malden daha değişik hissediyordum. Şimdi, daha önce hiç karşılaşmadığım böylesine korkunç ve şaşırtıcı bir duru­mun tam ortasında kendimi bulunca, dikkatimi bu yeni olgu­lara toplamam gerekiyor. Koğuştaki inanılmaz yanılsama

olayları yüzünden artık alışkanlık veya rutin gibi kavramlar yok olmuştu.

Yeni kavramlarla uğraşıyordum ve bilincim iyice keskin­leşmişti. Eski anılarım ve yaşam şekillerim artık bana ula- şamıyorlardı.

İlk safhada kişisel suçluluk duygularımı hiç kaybetme­dim; ahlaki değerlerimi de tam anlamıyla yitirmemiştim. Ama bu durumda kendimi değerlendirme konusuyla bu denli meşgul olmam, benim sosyal misyonumu, görevimi yerine getirmemi engelleyebilirdi. Dikkatim çoğunlukla dışarıdaki gerçekler üzerinde yoğunlaşmıştı. Dış görünüşüm aksini gösterse bile, ben içe dönük değilim, dışa dönüğüm.

Bana verilen görevi yürütebilmem ve kendimi dış dünya­nın korkunç ve müthiş tehlikelerinden koruyabilmem için gerçek kozmik güçlerle doğuştan donatılmıştım. Ruh hali­me göre hava şartlarını, hatta güneşin hareketlerini bile kontrol edebiliyordum.

Bu güçlerin hiçbirisi bana başarı veya tatmin olma duy­gusu vermiyordu. Bunlar bana, beklenmedik olasılıklarla ba­şa çıkabilmem için verilmişti. Sahip olduğum 'sihirli' güçler direkt olarak insanüstü kuvvetlere yönelikti; ve insanları de­netleyebilecek gücüm olduğunu sanmıyordum. Tam aksine, diğer insanlarla, örneğin hemşireler, doktorlar vs ile olan ilişkilerimde özellikle aciz ve isteklerimi bile söyleyemez durumdaydım. Bazı zamanlar, diğerlerinin beni denetlemele­rine karşı kendimi koruyabilmem için gereken ek güç ve ruhsal yetenekler kazandığımı hissediyordum. Aynı zaman­da, diğer insanların, aklımdan geçenleri okuyabilmelerinden korkuyordum ve düşüncelerimi bloke edebilmenin yollarını geliştirmem gerekiyordu.

Bu dünyada yaşayan bir vatandaş rolüyle çok fazla meş­gul olmadığım zamanlarda ağırlıklı olarak anne rolünü üst­leniyordum. Diğerlerini korumam gerekiyordu ve bu konuda

elimden geleni yapıyordum. Bir kadın ve bir anne olduğumu hiç bu kadar kuvvetle hissetmemiştim, 'içimden bir ses' dur­madan bana 'önce çocuklarını düşünürsen her şey yoluna gi­recek' diyordu.

Ümitsizce bu öğüde sarılmıştım, ama bu kendimi koru­mam için yeterli değildi. Aslında kendi çocuklarımı pek az düşünüyordum. İki büyüğün güvenlikte olduklarını ve onla­ra akrabaların iyi baktığına inanıyordum, onları görmek bile istemiyordum, ama en küçük çocuğumu kollarıma almak için müthiş bir istek duyuyordum. Çoğu zaman onun öldü­ğünü sanıyordum. Zaman zaman da başka bir bebek doğur­mak istiyordum ve bu istek öylesine güçlüydü ki göğüslerim ağrıyordu.

Öfke, Saldırganlık, Korku ve Acıma

Paranoyak dönemlerimde, düşmanlarımın -yani bana karşı kumpas kuranlar* gerçekten kişise] düşmanlık hisleri beslediklerine inanmıyordum. Yalnızca onların onaylamadı­ğı bazı fikirlerim olduğu için beni cezalandırmak istiyorlar­dı. Aynı şekilde, ben de onlara kişisel bir kin beslemiyor­dum ve hareketlerim kendimi onlara karşı savunmak ama- cındaydılar.

Hastalığımın ilk aşamasında, diğer hastalan incitmek gi­bi bir isteğim yoktu, hatta aslında onlardan bazılarına çok acıyordum. Uzun süre, bu acıma hissimle boğuşmak zorun­da kaldım, özellikle benimle aynı ıslak tedavi odasında kal­mış olan bir hastaya karşı duyduğum hisle...

Bu acıma hissi yüzünden, hemşire ve diğer hastabakıcı­ların böyle bir kurumda çalışmalarını anlayamıyordum. Bir ara o hastanın yardımına koşmak istedim ama bir sonuç ala­mayacağımı biliyordum. Onun benden de çok acı çektiğini hissediyordum, tamamiyle şaşkın ve çaresizdi, halbuki ben

durumumla nasıl başa çıkabileceğimi biliyordum. Bir süre sonra ona yardım edememek beni öylesine üzmeye başladı ki, ondan uzak durmaya ve hatta benimle konuşmak istediği zaman onu terslemeye çalıştım.

Hastane raporlarına göre ben diğer hastalara karşı iyi davranmıyormuşum ama benim saldırgan davranışım bilin­cimin kontrolünü yitirdiğim zamanlara rastlıyordu ve bu dö­nemlerde kesin bir amnezi (hafıza kaybı) halinde oluyor­dum.

İlk rahatsızlığım sırasında, öfke, kızgınlık veya isyan gi­bi normal zamanlarda daha kuvvetli hissettiğim duygular pek o kadar yoğun değildi. Daha çok hoşlanmama, isteksiz­lik ve korku duyguları ağı başlıyordu. Bazen de korkumun neden olduğu kendimi korumaya yönelik, düşmanlık hisleri de oluyordu.

Çoğu durumlarda çevremdekilere tümüyle değil de kişi­liklerinin bazı yönlerine tepki gösteriyordum. İnsanların bü­yük bir kısmını öfkeden çok soğukluk, uzaklaşma hisleri uyandıran bir ışık altında görüyordum. Mesela, bazı hemşi­relerin, hastaların davranışlarına sanki çok komikmiş gibi gülmelerinden hoşlanmazdım, ama bu beni öfkelendirmek­ten çok hüzünlendirirdi.

Genel olarak söylenirse, çevremdekilerden duyduğum korku benim saldırganlaşmama neden oluyordu ve bu sal­dırganlığım benim sığındığım son çareydi.

Çevremdekileri dehşet verici bir ışık altında, sosyal şartların kurbanları olarak görüyordum. Toplumu yıkmakla tehdit eden kör bir kaderin aletleri gibiydiler. Benim göre­vim azarlamak veya kınamak değil, ikna ve razı etmekti; ce­zalandırmak veya uzaklaşmak değil, onlarla elimden geldiği kadar yapıcı olarak birlikte çalışmaktı.

Dışarıdaki gerçekler dünyasında, bir yerlerde öyle insan­lar vardı ki ahlak yönünden çökmüşler ve toplum için tehli­keli bir hale gelmişlerdi. Böyle insanlara kızmak enerji ziya­nı demek olacaktı; çünkü onlar zaten toplumda önemlerini yitirmiş kişilerdi. Daha saldırgan ve sadist olduğum ikinci safhada bu pasif tepkilerin yerini şiddetli öfke krizleri almış­tı. Bir süre için Tanrı'nın gazabının bir aracı olduğumu, düş­manlarıma lanetler okuyarak ve "bu yılanları" kınayarak is­pat etmeye çalıştım.

Birinci aşamada hastabakıcılar ve hemşireler hakkındaki hislerim oldukça karışıktı. Koğuştaki genç öğrenci hemşi­relerden mümkün olduğu kadar yararlanmaya çalışıyordum, ama hiçbirisi bana bakabilecek durumda değildi. Aksine ben­den çok daha gençtiler ve onları korumam gerektiğini hisse­diyordum, özellikle bana zarar verecek gibi görünmedikleri zaman. Böyle anlarda ben savunmaya geçiyor ve uzlaşmaz bir düşmanlık duyuyordum. Hemşirelerin çoğu iple oynatı­lan kuklalara benziyorlardı, kendilerine has bir kişilikleri yoktu ve dış güçler tarafından oynatılıyorlardı. Sanki hip­noz altındaymış gibiydiler, kendilerininkinden daha güçlü beyinler tarafından idare ediliyorlardı.

Hemşirelere olan tepkim şiddetli bir korku şeklinde ol­du, onlarla başa çıkabilecek gücüm yoktu. Bu hemşireler gi­bi sade insanları, çevrelerindeki etkin güçler, nefret dolu, hoşgörüsüz ve önyargılı olarak yetiştiriyorlardı. Bunlar as­lında iyi oldukları halde böyle kötü eğitilirlerse sosyal açı­dan tehlikeli davranışlar gösterebilirlerdi. Kitlesel isteri du­rumunda yapmayacakları kötülük kalmayacaktı. Alman­ya'daki kitlesel sadizm olayları beni çok etkilemişti ve bu Birleşik Devletler'deki faşist eğilimlerle birlikte gelişmişti.

Arada sırada, tehlikelerden gerçekten kurtulmuş gibi his­sediyordum. Bazen zenci koğuş hademeleri temizlik yapma­ya geliyorlardı. Onları dost olarak görüyordum, gerçekten yardımcı olacak ve beni koruyacaklardı. Yine de içlerinden bir ikisine şüphe ve güvensizlikle bakıyordum, onlar düş­man taraftan olabilirlerdi.

Ezilenler ve acı çekenlerle özdeşleşmem, hastalığım sı­rasında iki işe yaradı. Birincisi, beni kendime acımamam için kuvvet vermesiydi. Zor bir durumla karşılaşınca neden yakınıyordum? Toplumdaki diğer insanlar benden çok daha zor bir durumdayken, ben neden zorluklardan ürküyordum? Bu özdeşleşme bana, sosyal değerleri olan bir kişi olduğu­mu da anımsattı. Acıma hissimin yoğunlaşması da, bana za­rarı olmayan kimselere karşı yakınlık duymama sebep oldu. Onlara karşı çocuklarım için duyduğum çelişkili hisleri duymuyordum.

Hemşirelerden birisine karşı da kuvvetli bir bağlılık du­yuyordum. Bana özellikle nazik, anlayışlı ve sevecen davra­nan bir başhemşireydi. Yalnızca onun varlığı bile bana gü­ven veriyordu. Buna rağmen benimle fazla ilgilenmesinin onun için tehlikeli olacağını düşünmeye başladım. îyi ni­yetli olduğu halde, düşmanlarımın etkisinde kaldığı için ba­na tam anlamıyla yardım edemiyordu. Açık bir şekilde gös­terilirse içten gelen, gerçek kibarlığı farkedebiliyordum, yine de doktor ve hemşireler konusunda yanılabiliyordum. Bana göre insanlar ya cana yakın, sevimli ya da tehlikeli olurlardı. Yapmacık sempatiye kolayca aldanmıyordum ama kapalı ki­şilikli insanlarda zorluk çekiyordum. Başkalarına nitelikler yansıtabiliyordum, ama bunlar esas olarak olumsuz oluyor­lardı. Belki de bazı insanların bendeki gibi tehlikeli güçleri vardı ve bu konuda, görevli doktorlardan birinin böyle oldu­ğundan emindim.

Benim üzerimde otorite ve güç sahibi olanlardan çok, di­ğer hasta arkadaşlarıma daha hoşgörülü davranabiliyordum. Burada bile güvenilir ve sağlam bir karar veremiyorum, bu o andaki korkuma bağlı.

Yine de, genellikle hastaların tuhaflıklarına, hemşirele- rinkinden daha hoş görülü davranıyordum. Başka bir sebep-

ten dolayı korkmadıysam, genellikle düşmanca tavırları olan sevimsiz hastalardan bile tedirgin olmazdım.

Onlardan pek azı kesinlikle tehlikeliydiler, ve onlardan gerçekten korkuyor, onlarla ilgili korkunç hayaller görüyor­dum.

İkinci aşamayı atlatmak üzereyken ki, bu daha saldırgan bir dönemdi, oldukça olumsuz davranıyor, psikiyatri görevli­lerine karşı direniyordum. Doktorlardan hiç birisinin bana sağlam, aklı başında bir öğüt vermediklerini ve ne zaman iyileşip çıkabileceğimi söyleme yetkileri olmadığını farket- miştim. Kendi hakkımdaki gerçeği aramakla meşgul oldu­ğum için, bu konuda başkalarıyla konuşmak veya onları et­kilemek zorunda kalmak beni yoruyor ve sinirlendiriyordu. Doktorla iletişim kuramadığım için kendimi engellenmiş hissediyor ve onlardan uzaklaşıyordum. Aynı zamanda on­lardan korkuyordum da; çünkü üzerimde istedikleri kadar güç gösterisi yapabilirlerdi.

Durumu kontrol altına aldıktan sonra öfkem hafifledi ve artık kendimi yalnız hissetmedim.

Birinci aşama sırasında, zaman zaman hemşirelerin bazı davranışları, -yani iğne yapmak, ıslak tedavi için çarşafları sıkıştırmak gibi- cinsel saldırı gibi geliyordu. Özellikle hemşirelerin saldırgan ve kuvvetli kişilikleri vardıysa. Daha değişik ve biraz daha az korkutucu olan tehlike hissini de arasıra ilgi duyduğum adamlara karşı duyuyordum; doktor­lar ve erkek hastane görevlileri bu adamlara örnek gösterile­bilir. Bazı zamanlar da onların özel güçleri olduğunu hissedi­yordum. Biraz da zevk veren tecavüz fantazilerimi, ilk hasta­lığımda çok sık görüyordum, ama, yine de bu fantezilerimde ilişki kurduğum kişideki saldırgan veya korkutucu özellikler yüzünden korku hissi duyuyordum. Hastalığım başlamadan önce, kesin olarak, şiddetle korunmaya ve ilgi gösterilmeye ihtiyacım vardı.

Anneden Ayrılış

Hastalığımın o dehşet verici ilk haftalarında annemden aynlmak zorunda kalmıştım. Acım öylesine büyüktü ki, an­nem gerçekten normal şartlar altında ölseydi ancak öyle his­sedebilirdim. Annemin ölmesinden hep korkmuştum ve has­talığım süresince bu olayı önceden yaşadığımı hissediyor­dum. O kadar güvendiğim, dayandığım insanın kaybı acı veriyordu; görüş açım değişiyor, fikirlerim gelişiyordu ama artık bunları annemle tartışamayacaktım. İleride de bu ko­nulara daha sınırlı, kısıtlı olarak değinebilecektik. Kişilikle­rimizdeki ve karakterlerimizdeki farklılıkların da bilincin- deydim.

Bu ayrılık deneyimim, hastalığımın ilk aşamasında an­nemin ölmüş olmasını dilememi engellemedi. Bu dileğim, kendimi evin reisi olan dişi figür olarak gördüğüm bir fanta- ziyle ilgiliydi. Bu figür evin tek hakimi, kararlan veren, oto­rite sahibi tek kişiydi. Bu fantazileri rahatsız edici olmaktan çok normal olarak görüyordum.

Dini kimliklerim

Kendimi anne rolünde ve sembolik olarak Meryem Ana, İsa'nın annesi kişiliğinde gördüğüm devrelerde cinsel ve ah­laki dürtülerin bir karışımı dikkati çekiyordu. Bu kimlik bi­raz şairaneydi; yani, Meryem'in sembolik olduğunu biliyor­dum. "Bebek İsa"da genellikle insan bebeği sembolize edi­yordu. Çocuk da insanlığın bir sembolüydü.

Meryem özdeşleşmesine giren bir başka öge de benim uzun süre İsa'nın kişiliğiyle ilgilenmiş olmamdı. Görünüşe göre bir dereceye kadar onunla özdeşleşmişim, hatta "ben İsa'yım" bile dediğimi söylediler, ama bunu hatırlamıyorum.

Hastalığım sırasında ona karşı acıma hislerim çok yo­ğundu ve bazı zamanlar onun ıstırap çektiğini hatırladıkça güçlü ve tutkulu bir elem duyuyordum. Önceleri İsa'ya cinsel açıdan ilgi duymuyordum. Bu, belki de benim onu cinsel yönden normal olmadığını, hatta iktidarsız olduğunu düşün­mem yüzündendi. Bu fikir, nefret hislerini doğurdu. Ona kar­şı olan tutumum bir çeşit dostluk -aynı acılan çektiğimiz için- ve annelik karışımıydı. Bazen onun, benim ahlak açı­sından patronum olduğunu hissederdim. Kadınlar konusunda bazı ahlaki sınırlamalan olduğu için bazı zamanlarda ona karşı kuşku ve düşmanlık duyuyordum. Bu kuşku ve çekin­genlik hislerine kuvvetli bir cazibe ve çekicilik karışmıştı.

Isa'yı bazen de Meryem'in kocası Joseph'le özdeşleştiri­yordum. İlk ve özellikle ikinci şizofreni devrelerinde oluşan kişilik değişmelerinin en önemli sonuçlarından biri de er­keklere karşı duyduğum yarı annece duygularımı terketmem olmuştu. Anne gibi yaklaşımlarım, kendi seks duygularımı ve orgazm olabilme gücümü bloke etmişti. Aynı zamanda genel olarak başkalarını koruma ve düşünme yeteneğim de kuvvetleniyordu.

Ölüm Fantazileri

Sodyum amital tedavisi gördüğüm üç hafta boyunca, de­ğerli bir kişi olabilme yeteneğim konusundaki kendime gü­venim iyice ortaya çıkmıştı. îlk aşamada, yemek yeme ko­nusunda hiç zorluk çekmememe hatta çok fazla yememe rağ­men, son haftalarda, sakinleştirici verildiği sıralarda, yemek­lere karşı bir isteksizlik ve tiksinti duymaya başladım. Bu hisle beraber kusmalar da başlamıştı. Yemek yemenin bir anlamda en küçük çocuğumun etini yemek anlamına geldiği­ni düşünüyordum. Bu çağrışım yüzünden yemekten tiksini­yordum.

Yan uyanık bir haldeyken, yemeklerle ilgili bu duygula­rımın geçmişte başkalarına karşı beslediğim bencilce ve kötü hislerle bağlantılı olduğunu farkettim; eğer kendimi suçlu hissetmemiş olsaydım bu yamyamca hisleri yaşamaz­dım. Beslenmek istemiyordum çünkü yiyecekler yaşamın besisiydiler ve yalnızca yemek yiyerek insan hayatını devam ettirebilirdi. Müthiş bir gayretle kendimi yemek yemeye zor­lamıştım; olabildiğince çabuk iyileşmem gerektiğini kendi kendime durmadan tekrarlıyordum.

Sonraları, ikinci aşamadan sonra, kendi açımdan öylesi­ne cesaretim kırılmıştı ki, doğuştan anne olmaya uygun ol- madığımıve aslında, asla çocuk doğurmamam gerektiğini düşünüyordum.

İyi bir anne olmaya çalışma çabası ve acısı yüzünden içimdeki doğal annelik sevinci ölmüştü.

Öyleyse, neden annelik sevincimin kaynağı olan en kü­çük çocuğumun ölümü konusunda fantazilerim vardı?

İlk hastalığım boyunca onun öldüğünden veya ağır bir hastalığı olduğundan emindim. Onun iyi olduğunu söyleyen­ler belki de yalan söylüyorlardı. Beni, hasta olduğum için üzmek istemiyorlardı.

En küçük çocuğumu sevmek benim için çok kolay ol­muştu. Ona aşırı derecede düşkündüm ve 'elbebek gül be­bek’ çağından çıkıp büyüdüğünü görmek istemiyordum. Caddede bir kaza geçirebileceğinden korktuğum için dışarı­ya çıkınca elini sıkıca tutmak gereğini hissediyordum.

Hastalanmadan önce bazı bebek ve çocukların diğerlerin­den daha sevimli ve çekici olduklarını gözlemlerdim. Peki, daha az sevimli ve çekici çocuklar ne olacaktı? Onların zih­nimden kovup atıyor muydum? Birisinin çocuğuyla olan ilişkisinin sevgiye temel oluşturduğunu düşünüyordum. Bü­tün çocukların aynı derecede gereksinmeleri vardı ve büyük-

lerinin onlara karşı olan davranışlarına, bakımlarına muhtaç olduklarını farkediyordum.

Ayrıca küçük çocuğumun kişiliğinin gelişmesi ve dürüst olması için, onun sosyal başarılarına gereken tepkiyi göster­mem gerektiğini de gördüm. Ona olan gizli hayranlığımın ona bir zararı dokunmaması için çok gayret etmiştim.

İkinci hastalığımdan iyileştikten ve çocuklarımla olan ilişkilerim konusunda kendime güvenimi geliştirdikten son­ra, onlarla beraber olmaktan hoşlanmaya başladığımı farke­diyordum. En küçük çocuğuma iyi bir anne olmak diğer iki­sine karşı davranışlarımdan daha kolay değildi.

Bu çocuk için duyduğum hayranlık, diğer insanlardaki güzel nitelikler için duyulan normal hislerdendi. Onu bir sa­nat eseri gibi beğeniyordum. Bazıları aynı şeyi bebekler için hissederler. Belki insanları bu şekilde, nitelikleri yüzünden sevmek pek 'mantıklı' değildi ama insan sevgisi bu tür duy­gulan kapsar.

Çocukken, bir seyircinin sessiz hayranlığıyla taptığım küçük ablam için de buna benzer yoğun hisler beslemiştim. Birisi için duyulan hayranlık, ancak bu his diğerlerini ihmal etmeye neden olursa, insanda suçluluk duygusu uyandırır.

Yemek yemekle oğlumun etini yemem arasında kurdu­ğum bağlantıyla, aslında yaşama karşı yıkıcı bir şekilde davrandığımı ve kendi eğilimlerimden hâlâ korktuğumu söy­lemek istiyordum. Bir şeyler yiyerek, içimdeki inancı, güve­ni sağlamlaştırıyordum. Sonraları, Hristiyanların komünyon ziyafetlerinin buna benzer sembolik bir anlamı olduğunu ve bu ziyafetlere katılmanın, kendine saygı ve yaşama gücü gi­bi hisleri kuvvetlendirdiğini düşündüm.

Yamyamlık fantazilerinin bir anlamda gizli kalmış cinsel dürtülerin bir ifadesi olduğunu hissediyordum.

Küçük oğluma karşı duyduğum gizli cinsel dürtüleri ve cinsel yönden iyelik hislerini bu yamyamca düşler sembolize ediyordu. İlk aşamadan sonra iyileştiğimde çocuğumla ilgili kuvvetli cinsel içgüdüler (ensest) duymuş olduğumu farket- tim. Bu arzu orgazmla sonuçlanan erotik düşlerde açığa çı­kıyordu. Bu çeşit düşler birkaç kez tekrarlandı. Hastalanma­dan da önce uyanıkken bazı zamanlarda her iki oğlumla ilgi­li cinsel fantaziler düşünmüştüm. Bu çeşit cinsel fikri- sabitler, yemek yeme insan vücuduyla ilgili, kurban etme ve şaşkınlık (çünkü diğer insanlara karşı kısıtlanmış, hoş kar­şılanmayan erotik hisler taşımak beni şaşırtıyordu) gibi kavramlarla yakından ilgiliydi. Bu cinsel merak, bilinçaltın­da suçluluk duygularıyla bağlantılıydı. Benim hayal kırıklı­ğına uğramış, yasaklanmış ve sapık (ensest) cinselliğim - hem oğullarıma hem de babama karşı duyduğum hisler- ki­şilik gelişmesinin bir safhasını işaretlemiştir ve bu safhada ben, yakın aile ve çevre ilişkilerimde diğerlerine, yeterince tedirgin olmadan ulaşamıyordum.

Hastane'ye ikinci kez yatışımda, müthiş bir yanılsama düşlemekteydim. Eğer küçük oğlum benim yaşıma kadar yaşasa, tıpkı benim gibi delirecekti ve benden daha sevimli olduğu için de benden bile daha çok acı çekecekti. Bu yüz­den onu öldürmem lazımdı. Önce, bu işi kendim halletmeyi düşündüm ama beceremeyeceğimi farkettim; bir komşunun yardımını istemem gerekiyordu. Bu aşamaya varmadan ön­ce tehlikeli sandığım kişileri öldürme arzusuyla yanıyor­dum. Bir tüfeğe gereksinmem vardı, ama eğer bir tüfeğim ol­saydı onu asla kullanmazdım. Onu kullanmak belki işe ya­rardı, ama benim için çok tehlikeli olurdu. Sokaktaki zarar­sız insanları toplum düşmanlan olarak görüp onları öldür­düğümü düşlüyordum.

Sonunda, her şey olup bittikten sonra en küçük oğlumu öldürmek istememin esas sebebinin yeniden doğuş düşünce­lerini geliştirmem olduğunu farkettim. Yeniden dünyaya ge­lirsem şimdikinden daha problemsiz, normal bir insan gibi

yaşamak istiyordum. İlk hastalığım sırasında bile bu yeni­den doğuş kavramı beynimde vardı ama ben farkında olacak durumda değildim. İkinci aşamada bu fikirler iyice açığa çıktı, tam da çocuğumu öldürmeyi planladığım sıralarda. Ondan ayrılmaya veya onsuz bir yaşam sürmenin düşünce­sine bile dayanamıyordum. Onun ölümünün veya ayrılığının vereceği acıya katlanamazdım, fakat bu ölümün yalnızca onun iyiliği için mutlaka şart olduğunu düşlemem bu acıyı hafifletiyordu. O sıralarda, çocuğumun aslında ölmüş oldu­ğuna -ilk hastalığım sırasında- inandığım için üzüntü duya­mıyor, yalnızca bu gerçeği uyuşmuş ve donmuş bir halde kabullenebiliyordum. İleride olabilecek korkunç bir olayı ön­ceden kaybetmenin acısını çekmeden yaşamaya çalışıyor­dum.

İkinci hastalığım iyileştikten sonra, bu yaşadıklarım yü­zünden, oğlumu bir kaza veya hastalık sonucu kaybetmenin olasılığına dayanamıyordum.

Hayatı Feda Etme Konusundaki Çelişkiler

Bir başka bireyin çıkarları uğruna herhangi bir koşulda hayatımı isteyerek feda etme konusunda oldukça tedirgin­dim. Paniğin ilk dönemlerinde yazdığım notlar arasında aşa­ğıdaki yazıyı buldum:

"Bir kişinin en güçlü içgüdüsü, yaşama içgüdüsüdür ve bunu hepimiz çok iyi biliriz. İlk dürtümüz canımızı kurtar­maktır. Kişisel bir tehlike durumunda diğer tepkiler çeşitli kanallardan yol bulurlar. Bu sebeple, kendi çıkarlarımız için çalışıyor gibi görünmesek de aslında amacımız budur. Bu his düzeyinde, evrenin esas, temel bilmecesidir. Bu bilmece­yi çözememek bu konuda ırkçı bir nevroz yaratmıştır."

Aslında, bu konuda uzun süredir bir kişisel nevroz yaşa­dığımı söylemek daha doğru olurdu. Oniki onüç yaşların-

dayken, insanların başka birinin hayatını kurtardıkları için cesur diye nitelendirildiklerini duymuştum. O zamanlar be­nim de böyle davranabilecek kadar cesaretim olup olmadığı­nı merak ederdim. Korkudan felce uğrayacağımdan, tehlike­leri hesaplamak için çok uzun süre durup düşüneceğimden ve kendi hayatımı kaybedebilme olasılığı varsa, öbürüne yardım etmeyeceğimden korkuyordum. Kendimi bütünüyle yalnız hissediyordum. Bu sorunu bir kenara ittim ve büyü­dükten sonra tamamen unuttum. Yalnız gazetelerde buna benzer kahramanlık hikâyelerini okudukça aklıma geldiğini zannediyorum.

İlk katatonik devrede yaşadığım tedirginlik ve endişele­rin en büyük kaynağı, bence işte bu derinlere gömmüş oldu­ğum başarısızlık hissiydi. Şiddetli rahatsızlık sırasında bu korkum tabii ki bilinçli değildi.

Her şeye rağmen, tüm sosyal çevrem tarafından hainlikle suçlanmaktaydım. Kısa bir süre -yukarıda bahsettiğim dün­ya felaketinden az önce- bütün arkadaşlarım ve akrabalarım tarafından dışlandığımı hissettim. Benim gibi birisi hiç ya­şamamıştı. Yalnızca ben varolduğumu biliyordum, ama kimseyi bu konuda inandıramıyordum.

Kendi korkaklığımdan ve kendimi korumak amaçlı dür­tülerimden pek haberim yoktu, ta ki ikinci rahatsızlığım ge­çip de başka konumlarda bir şeyler yapabilmek açısından kendime güvenimi yeniden kazanıncaya ve normal, iyi bir anne olduğumu hissedinceye kadar.

Bu konuyu tamamen açığa çıkarmakta uzun süre diren­dim. Daha önce bahsettiğim türden gerçekten bir tehlike ol­saydı, şöyle düşünürdüm: "Neden bir yaşam yerine iki ya­şam kaybedilsin?" Diğer taraftan belki de yardıma ihtiyacı olan kişiyle öylesine özdeşleşirdim ki, onu korumak için hemen ortaya atılabilirdim. Bir de pek hoş olmayan bir fikir aklıma geldi; başkalarının gözü önünde, yalnızken davrana­cağımdan daha farklı hareket edebilirdim. Yani gerçekte na­sıl davranacağımı asla bilemeyecektim.

Sonraları bu konuda düşününce, bana ihtiyacı olan ço­cuklarım olduğu sürece kendi hayatımı tehlikeye atmaya hakkım olmadığının, ama bu çeşit sorumluluklarım olma­saydı durumun başka türlü olacağını farkına vardım. Aynı zamanda, komşusuna veya arkadaş grubundan birisine karşı bu beklenen davranışı göstermeyen bir adam, diğerleri tara­fından ve kendi kendine de ödlek, korkak olduğu düşünüle­cekti. Çocuksuz bir kadın bu açıdan o kadar şiddetle suçlan- mayabilirdi, ama bu günlerde kadınların özgürlük hareketleri yüzünden yeni töreler gelişiyor, oluşuyor. Kız çocuklarına ilk yardım ve hayat kurtarma teknikleri öğretiliyor. Hastalan­madan biraz önce ben bile mahalledeki gönüllü kurtarma ve yangınla mücadele ekibine katılmayı düşünmüştüm, ama kadınların üyeliğe kabul edilmediğini öğrenince çok üzül­müştüm.

Hayatı feda etme konusundaki kurallar, toplumun düşün­celeri ve insanların buflu kabullenmeleri sonucunda kuvvet kazanıyorlar. Kuralların çiğnenmesi halinde ceza, başkala­rınca yakalanırsanız, sosyal kimliğinizi kaybetmek; kendini­ze yakalanırsanız da, kendinize saygınızı kaybetmek oluyor.

Eminim ki bu şekilde davranmak için gereken içgüdüm yoktu ama yine de böylesine bir cesaret benim ego- idealimdi.

Sembolizm ve Esinlenme

İlk rahatsızlık döneminde çektiğim acı ve sıkıntılara rağ­men, bu devre yine de durumumuzun karmaşıklığının ve zorluğunun etkisini azaltmaya yardımcı olan bir esinlenme ve yenilenmeyi simgelemişti.

Estetik beğeni ve yüksek duyusal algılama yeteneklerim bu dönemde çok keskinleşmişti. Tamamen normal olduğum zamanlarda da buna benzer algılama yoğunlukları ile karşı­laşmıştım, ama o zaman, bu yeteneklerimin yanı sıra refah ve mutluluk hislerim de vardı ve gergin, huzursuz geçen has­talık döneminde bunlardan yoksundum.

Başlangıç döneminde dikkatimi topladığım iki ana tema Gerçek ve Sevgi'ydi. Bilinçsiz olarak geçirdiğim devrelerde bu temalar doğrudan veya sembolik olarak ortaya çıkmışlar­dı. Başlangıç döneminde özellikle basit, yalın ve alelade gerçeklerin nasıl esinlendiğini görerek şaşırmıştım. Bu sı­rada çok şiir okuyordum. Özellikle Robert Hillyer'in "Ya­vanlık" isimli şiirinin şu açılış mısralarını çok sevmiştim:

Donuk yavanlık, akıl hâzinesinin aşınmış meteliği,

Yine de gerçeğin sözlerini satın alabilirsin

Bütün zekice parlaklığına rağmen sahtesinin,

Gençliğin safsatasını para satın alamaz.

Sevginin de büyük önemi vardı. Emerson'un "Hepsini Sev­giye Ver" isimli şiirinden bazı mısraları benim iyimser içgö- rülerimi ayakta tutabilmem konusunda çok yararlı oldular.

"O cesur biri,

Dolu dizgin koşsun:

Onu iyice izle

Ümit ardına ümit:

Yükseklere doğru

Güneşe saplanır

Kanatları yanmadan

Söylenmeyen niyetler

Ama o Tanrı 'dır

Yolunu bilir

Ve göğün çıkışlarını.

Gerçek, aşka benzemez, hem fevkalâdedir hem de korku­tucudur. Çoğu zaman karşı konulmaz ve acımasızdır.

İlk hastalığımın en belirgin özelliği ışık sembolizmiydi. Güneş yaşamın ve gerçeğin -özellikle entellektüel aydınlan­manın- gizemli ve mistik bir sembolüydü. Güneş ışığı göz kamaştırıcı ve -uzun süre bakıldığında- kör ediciydi. Çok fazla ışığa karşı korunmasız kaldığını ve bunun 'entellektü­el tecavüz' olduğunu yani beyinin gerçek tarafından tecavüz edildiğini hissediyordum. (Hiç şüphe yok ki bu imajda bir cinselliğin gizlendiği farkedilmektedir.) Çok korkmama rağ­men, gerçeğin beni incitebileceğine inanmıyordum. Güneşe bakıp, gözümü kırpmadan ne kadar bir süre dayanabileceği­mi denerdim. Gözlerimin zarar görmesinden ve kör olaca­ğımdan da korkuyordum.

Genelde, ışık güneşten daha az zararlıydı- ışık ahlaki iç- görü veya iç aydınlığı sembolize ediyordu. Körlük de ruhsal, manevi körlük anlamına geliyordu.

Tehlike hissiyle zihinsel işlev beraber olunca temelinde nörolojik esaslar olduğuna inanıyordum. Sonra, daha akılcı devrelerimde entellektüel uyarılar yüzünden (izole) tecrid edilmiş olmama çok zor dayanabiliyordum ve bu sinir siste­mimi tehdit ediyordu. Düşüncelerin hızla akışı ve bu uyarı­lar sosyal iletişim kurma isteği doğuruyordu. Bu istek kaçı­nılmaz bir şekilde engellenmişti; hayal kırıklığı da sinir sis­temimin gerilmesine neden oluyordu.

Şiirsel esinlenme ise, diğer taraftan, daha başka nitelikler taşıyordu. Duygu ve zekânın daha yakından yapılmış bir senteziydi. Şiirsel kavramlar ve bunların açığa vurulması bir­lik ve refah hisleri uyandırıyordu.

Kuvvetli ışık ve gerçek konusunda düşündüklerim, göz­lükler konusundaki fikirlerimde ortaya çıkıyorlardı. Gözlük­lü insanlardan korkuyordum ve doktorlarla hemşirelerin göz-

lük takarak ve böylece kuvvetle ışık yansıtarak beni ceza­landırdıklarını düşünüyordum. Gözlükler aynı zamanda yanlış görüleri sembolize ediyordu; bireylerle yaşamın doğ­rudan öğrenilmesi arasında bir engeldirler.

Ben, kendim de, normal olarak gözlük takarım (hafifçe renkli camlı, çünkü nedense gözlerim ışığa karşı hep fazla hassas olmuştu). Hemşirelerin taktığı iki gözlüğü de alıp kırmıştım.

Hastalığım sırasında endişe duyduğum pek çok sorunun benim kişisel durumumla ilgisi yoktu, ben yalnızca "insan­lıkla" ilgileniyordum. Savaş yıllarının sıkıntılarından sonra, Japonya'ya bomba atılınca şoke oldum, dehşet ve korkuya kapıldım. Sodyum amital terapisinden çıktıktan sonra oku­duğum ilk kitap, Blachett'in "Savaş, Korku ve Bomba" ismi­ni taşıyan eseriydi.

Kişisel ilişkilerim konusunda sarfettiğim çabanın yoğun­luğu, benim insan yaşamının kurulması ve değerlerinin ko­runması için gösterilen gayretleri iyice anlamama yol açtı. Ülkemin, dünyanın diğer yerlerini etkisi altına alan yıkıntı­nın, felaketin acısını çekmesinden korkuyordum; kendi ço­cuklarım için korkuyordum. Vatanımı ne kadar çok sevdiği­mi daha önce farketmemiştim, ama yine de bu sevgi körü körüne değildi. Milli hislerim kuvvetliydi, ama genel anlam­da vatanseverlik olarak tanımlanamazdı. Ben aynı zamanda milletlerarası bir toplumun bireyiydim ve dünyanın her ye­rinde her türlü yaşamı korumak kurtarmak gereğini hissedi­yordum.

Toprak ve ormanların korunmasıyla daima ilgilenmiş­tim. Doğaya olan bu düşkünlüğüm hastalığım sırasında da devam etti. İyi olduğum dönemlerde tanıştığım diğer hasta­lardan bazılarının da benim gibi kişisel olmayan meraklan vardı. İlk aşamadan kurtulduğum sıralarda en kuvvetli esin­lenmem, bilime karşı yeniden bağlılık duymamın bir yansı­masıydı. Bence kişisel hırslar ve rekabetler, bilimsel çalış­mayı ve bilimsel disiplini kösteklerdi. Benim bilime olan yaklaşımım akılcı olduğu kadar mistik ve felsefiydi.

İkinci hastalığımdan önce yazdığım "Bilim'in Görüsü" isimli şiirim şöyle bitiyordu:

Düşler gören hasta gözleri

Düşlerden ötelere bakarlar

Değişimin kaosu altında

Düzenin kalbinin yattığı yerlere

Başlıca Kişilik Değişiklikleri

Altı yedi yıllık bir psikoz devresinde yeralan başlıca ki­şilik değişmeleri şöyle özetlenebilir:

a)    Uzun süredir yaşadığım kronik endişe ve kaygılardan kurtuldum.

b)    Tedirginleşmeden girişken olabiliyordum, çocukla­rımla ilişkilerimde kendime güvenim ve otoritemi kazan­dım; bu değişiklikler mazohistçe duygulardan kurtulmamı sağladılar.

c)    Diğer insanlara aşırı bağlanma ve gereksinme duygu­mu kaybettim; önceki diğerleriyle özdeşleşme yerine kişisel bağımsızlık ve farklılık geldi.

d)    İnsanlarla olan ilişkilerim kolaylaştı ve rahatladı, her çeşit insanla dostça ve sıcak ilişkiler kurabilme yeteneği ka­zandım.

e)    Daha derin bir eşitlik duygusu kazandım, her insanın kendine göre bir saygınlığı olduğunu gördüm.

f)    Kendim ve başkaları hakkındaki değerlendirmelerim oldukça azaldı.

g)    Psiko-seksüel uyum konusunda da değişmeler oldu. Yan-frijit durumdan cinsel yeterliliğe geçtim.

h)    Entellektüel kapasitem daha etkin ve daha özgür bir hale geldi.

i)     Dinsizlikten dine yönelik bir duruma girdim; dini bağ­lılık ve iletişim yetenekleri kazandım.

Anton Boisen

AZ BİLİNEN BİR ÜLKE

Akıl hastalığı, dinsel uyanma ve yaşama karşı ciddi bir tutum gibi kavramlar arasındaki ilişkiyi tanıyabilmemizi ve anlayabilmemizi herkesten çok Anton Boisen 'e borçluyuz.

Şizofreni'yi kendisi yaşadı ve bundan sonra Massachusetts'deki Worcester Akıl Hastanesinde ve Illinois'deki Elgin Devlet Hasta­nesinde papazlık yaptı. "İç Dünyanın Keşfi" isimli kitabı hem psi­kiyatri hem de din öğrencileri için bir klasiktir ve bu kitabın okur­ları tarafından da okunmalıdır. Aşağıdaki bölüm, kendi hastalığı­nın bir hikayesi olan ve 1960'da yayınlanan "Derinliklerden" isim­li kitabından alınmıştır. Her iki kitabında da Boisten, hastalığının "tartışılmaz dini değerleri" olduğu konusunda ısrar eder.

Gittikçe daha çoh heyecanlanıyor ve şaşkınlaşıyordum. Aklıma gelen fikirler benim her zamanki düşünce tarzıma çok yabancıydılar.

Birkaç gün aileme hiçbir şey söylemedim ama sonunda sessizlik kuralını bozdum ve korkularımı paylaşmaya çalış­tım. Sonra başka bir dehşet kaynağı ortaya çıktı. Bir sabah rahatça konuşulurken, daha önce hayal bile etmediğim baş­ka düşman güçlerin var olduğunu farkettim.

Bizim normalde farketmediğimiz başka boyutların oldu­ğu görülüyordu. Bütün dünya kulak kesilmiş gibiydi ve ba­na, söylediğim her söz mahvıma neden olacakmış gibi geli­yordu.

Cumartesi günü öğleden sonra saat üç civarında Fred Eastman'a yazılmış olan Kasım, 1920 tarihli mektuba göre

birden bire nedenini anlayamadığını bir rahatsızlık, fenalık hissi duydum. Hemen 'Anneyi' görmeye indim ve ona kötü bir şeyin olduğunu söyledim. Ne olduğunu bilmiyordum, ama 'ihanete' uğradığımı zannediyordum. Sonra yan odaya geçtim ve orada tanımadığım bir adam gördüm. Bu çağrılan doktordu, ama o zaman bunu bilmiyordum; çünkü bana so­rular sormamıştı. Yalnızca baktı ve dinledi.

Bu arada ailem panik içindeydi ve benim de durumumun farkında olmadığım söylenemezdi. Son gece, yemekte in­sanlığın büyük bir sorun olduğunu ve bunu araştırmaya ka­rarlı olduğumu söylediğimi hatırlıyorum.

Beni hastaneye göndermeyi düşündüklerini, ilk olarak al­tı polis çahşma odama girip de, sessizce, gelmemin iyi ola­cağını yoksa başıma dert açılacağını söyleyince anladım.

Ekibin kalabalıklığı, ailemin ne denli korku ve kaygı duyduğunu gösteriyordu. Herşeye rağmen o sırada herhangi bir saldırganlığım olmadığını hem ben hatırlıyorum, hem de onlar söylediler.

tki buçuk yıl sonra, bu haftanın öyküsünü, Boston Psiko­pati Hastanesi'nden Dr. Macfıe Campbell'in seminerine ya­zıp göndermiştim. Burası, aynı zamanda benim gönderildi­ğim hastaneydi. Yazım şöyleydi:

"9 Ekim 1920'de, bir Cumartesi gecesi saat 10 civarında Psikopati Hastanesi'ne getirildim ve orada bir hafta kadar kaldıktan sonra Westboro Devlet Hastanesi'ne nakledildim. Bu bir haftalık süre bana binlerce yıl gibi gelmişti. Bütün bu zaman boyunca saldırgan bir çılgınlık halindeydim ve bu sü­renin çoğunu ıslak tedavide veya 2 no'lu koğuşun küçük odalarından birinde kilitli olarak geçiriyordum. Kapılara vu­ruyor, şarkılar söylüyordum.

Ne kadar zamanı bilinçsiz olarak geçirdiğimi bilmiyo­rum, ama kafamda neler olup bittiğini oldukça açık bir şekil-

de hatırlayabiliyorum. Bu anılar aklımda hâlâ tazeyken, kay­detmenin akıllıca bir şey olacağını düşündüm.

İlk olarak Dr. Gale'in hastaneye kabul fişini doldurduğu­nu hatırlıyorum. Tanımadığım doktorlarla konuşmak iste­mediğimi, beni güvendiğim bir arkadaşıma götürmelerini is­tediğim zaman, Dr. Gale, "işte bu, onun buraya ait olduğu­nun kesin delili" demişti.

O gece neler olduğunu tam olarak bilmiyorum. Belki de uyuşturucu haplar etkisini göstermeye başlamıştı. Bundan sonra hatırladığım ilk şey ertesi sabah oldu. Yatakta yatıyor­dum, galiba uyuyordum, hemşirelerden birinin, "Burada ci­nayete ve intihara teşebbüsten yatıyor. Bir yanlışlık olmalı. Hiç de saldırgan gibi görünmüyor. Aslında 4 no'lu Koğuşta olmalıydı" dediğini duydum. Bu beni yıldırım gibi çarptı. Herhangi birisini incitmeyi düşünmemiştim; kendi canıma kıymaya gelince, bunu kısa bir süre için düşünmüş sonra vazgeçmiştim. Böyle bir suçlama, kötü güçlerin iş başında olduğunu gösteriyordu.

O sabah 4 no'lu k&ğuşa nakledildim. Burada beyaz önlük giymemiş olan sevimli görünüşlü genç bir adam bana bir sü­rü sorular sordu. Harvard'da profesör olduğu söylenen bir başka hastayla tanıştırıldım. Adamın adı, yanılmıyorsam Nicholls’du. Ama durmadan, gittikçe daha çok eksite olmaya başladım. Satranç oynamaya davet edildim, oynamaya baş­ladım ama devam edemedim. Kendi düşüncelerimle, özel­likle dünyanın yaklaşan sonu ve bunun sorumlularını ve ci­nayet suçlaması gibi fikirlerle fazlasıyla meşguldüm. Gece olunca kafamda her şey bir girdap gibi dönmeye başlıyordu. "Karar Günü" gelmiş gibiydi ve bütün insanlık aşağıdaki şemada görüldüğü gibi her yönden sel gibi geliyordu.

Hepsi tek, ortak bir noktaya geliyordu. Sonra bunlar yar­gı kürsüsü önüne getiriliyorlardı. Ama karar verme bir çeşit otomatik yolla oluyordu. Her birey kendini yargılıyordu. Ba­zı belirli parolalar vardı ve onlar arasından seçimlerini yapı­yorlardı. Her bireyin üç şansı vardı: "zor bir" doğrudan ilk seferinde macera yaşamak," ikinci seçenekte bir "feda etme" kavramı vardı, yani birisi kadın olacaktı, (erkek değil). Di­ğeri ise bireyi birdenbire aşağı bölgelere gönderen bir seçe­nekti. Bu aşağı bölgeler çok belirgin değildi. Herşey tümüy­le muazzam, uçsuz bucaksız bir dolaşım sistemi gibiydi. Her insan, her birey, kanın içindeki yuvarlar gibi durmadan dolaşıyorlardı. Seçimler yapıldıkça bazıları aşağı ve bazıla­rı da yukarı yollanıyorlar. O zamanlar, bilincimin aşağılara gittiğini düşünürdüm. Bir şeyler kısa devre yapmıştı.

O gece, yatarken aklıma şu fikir geldi; "Burada bu rahat koğuşta yatmakla hata ediyorsun, yanlış yerdesin. Sen aşa­ğıda olmalıydın." Bunun üzerine öbür koğuşa gitmeme izin verilmesini istedim. Görevli, "Yatağına dön, yoksa 2. koğu­şa götürürüm seni" diye cevap verdi. İsteyerek bir şey elde edemeyeceğimi görünce, onun önerisine uydum ve sorun çı­karmaya başladım, ciğerlerimin bütün gücüyle bağırıyor­dum. Bu aklıma ilk gelen delice bir davranıştı. Şöyle bağırı­yordum, "Evlenebilmem için deli olmam gerekiyor."

Bunun üzerine hemen öbür koğuşa nakledildim. İkinci koğuşta önce güneydoğuya bakan küçük bir oda verdiler. Müthiş heyecanlanmıştım. Nasıl olduğunu anlatamıyordum ama kendimi bir çeşit insan üstü bir güç kaynağına bağlan­mış gibi hissediyordun. Aklıma bir fikir geldi; "Arkadaşla­rın yardımına geliyor" Bütün vücuduma yeniden hayat pom­palanıyordu. Ve bir sürü yeni dünyalar oluşuyordu. Her yer­de müzik vardı, ritim vardı, güzellik vardı. Ama planlar hep engelleniyordu. Meleklerin korosu gibi gelen bir müzik duy­dum; şimdiye kadar duyduğum en güzel müzikti.

Çılgınlık nöbetim geçene kadar bu müziğin iki melodisi­ni hep tekrarladım durdum. Bunlardan birini bugün bile hâlâ hatırlıyorum. Bu melekler korosu hastanede her yerde dola­şıyordu ve kısa bir süre sonra benim odamın tam üstündeki odada bir kuzunun doğduğunu duydum. Bu beni çok heye­canlandırdı ve ertesi sabah bu kuzu hakkında bir şeyler öğ­renmeye çalıştım. Hastalardan biri, galiba adı Gardner'dı, yayvan yayvan konuşarak, "Hey yabancı, sen mi kuzu hak­kında sorular soruyordun? Dün gece odamda bir tane vardı" dedi. Tabii bu olay inancımı pekiştirdi ve bu hastayı, çok yüksek bir kişiliğini insan şekline girmiş, üstelik bir de bu tiksindirici hastalığı üstlenmiş hali olarak kabul ettim. Onun­la kesin, belirgin bir şeyler ortaya çıkarabilmek için konuş­maya çalıştım. Bana öyle geliyordu ki aramızda birbirimize alıp verebileceğimiz, meleklerin bıraktığı bazı işaretler, sim­geler vardı. Ama bir iki kelime bile konuşamadan diğer has­talar veya görevliler geliyorlardı. Uzun sürmedi, kendimi bir odada kilitlenmiş buldum. Ama Gardner, hâlâ serbestti ve ıs­lık çalarak, gülümseyerek koğuşta bir aşağı bir yukarı dola­şıyordu. Henüz yakalayamadığım, anlayamadığım bir sis­tem olduğunu zannediyordum. Ve Gardner bütün koğuşu mutlu kılmıştı. Tavan yükselmiş gibiydi ve bütün odalarda müzik yankılanıyordu. Ama hâlâ o kuzuyu merak ediyor ve hep onun hakkında somlar soruyordum.

Aklıma şöyle bir fikir geldi: "Doktorlar onunla o kadar çok ilgilendiler ki, onu hemen kesip, bilimsel çalışmalar ya­pabilmek için alkol içinde sakladılar."

Bir gün başka bir eyalette çok tanınmış bir doktor oldu­ğu söylenen Dr. Klopp ziyaretime geldi. Benim, insanları kurtarma konusunda bazı önemli fikirlerim olduğu duymuş­tu. Bu sorunla çok ilgilendi ve ona anlatmak isteyip isteme­diğimi sordu. Dr. Klopp'un bakışlarını oldukça beğenmiş­tim ama anlatmak istemediğimi söyledim.

O da hemen çıkıp gitti. Bu hareketi, onun hakkındaki dü­şüncelerimi etkiledi ve ona anlatmamakla hata yaptığımı düşündüm. Sonra birkaç kez onun hakkında sorular sordum.

Ertesi gece, ziyaretçilerim vardı, ama melekler değil, ca­dılar gelmişti. Bir gece önce kaldığım odanın yanmdakinde yatıyordum. Hatırladığım kadarıyla, odada hiç bir şey yok­tu, yalnızca yerdeki bir yataktan başka. Duvarların değişik, acayip bir yapısı vardı. Çift duvar vardı galiba ve duvarlar boyunca devamlı bir tap-tap sesi geliyordu. Galiba nerede olduğumu tam olarak saptamak için çalışmalar yapan kötü güçlere bağlı dedektiflerden geliyordu bu sesler. Sonra odam tuhaf bir kokuyla doldu. Cadıların yakında oldukları söylen­di ve ben havalandırma deliğinden kağıttan yapılmış kara kediler, süpürge sopaları ve sivri cadı külahları topladım. Battaniyemle de deliğe tıkadım. Sonunda, yalnız kara kedi­lerin istilasını kontrol edebilme yolunu değil, aynı zamanda diğerlerini kurtarmak için kullanılabilecek, yeniden hayat verme metodlan da buldum. Öyle görünüyordu ki, tıpla dini ayıran duvarda bir gedik açmıştım. Boynumun arka tarafını yoklamam ve orada yeni misyonumun bir işaretini görece­ğim söylendi. Bunun üzerine boynumu yokladım ve bir inçin dörtte üçü boyunda mekik şeklinde bir şey oluştuğunu far­kettim.

Sabahleyin, Dr. O'Brien, battaniyemi neden havalandırma deliğine soktuğumu sordu. Konuşurken gözlerinde kötü, şeytani bir parıltı olduğunu düşündüm. Sonra boynumdaki işaretle ilgili bir şeyler söyledim. Doktor tuhaf bir şekilde güldü ve üzerine biraz iyodin süreceğini söyledi. Bunu yap­maya başladı ama ben kaçtım ve ona dikkatli olmasını söy­ledim. Korkmuş gibi görünüyordu, halbuki ona dokunmaya niyetim yoktu.

Kurul önünde muayene edilmem o güne rastlıyordu gali­ba. 12 Ekim, Salı günü, ama yine de kesin olarak emin deği­lim. Hatırladığım kadarıyla, odanın güneyinde oturan kadın­lar da vardı. Üçüncü kattaki toplantı odası yerine galiba kü­tüphanedeydik. Kitap gördüğümü sanmıyorum ama merdi­ven çıktığımızı hatırlamıyordum.

Yalnız, muayene bitince koridora çıkıp doğruya doğru gitmeye çalıştığımı açıkça hatırlıyorum. Tabii görevliler be­ni hemen yakalamışlardı.

Muayeneye gelince, Dr. Campbell'in hoş tavırlarını canlı gözlerini ve sorduğu pek çok soruyu hatırlayabiliyordum. Çoğu zaman benim cevaplarım pek yavaş çıkıyordu. Kendi düşüncelerime dalmıştım ve cevapların kendiliklerinden çıkmasını bekliyordum. Sorulan, benim "Dört kişilik aile" fikrim üzerinde toplanmıştı. Diğer sorular da büyüklük ya­nılsamam ile ilgiliydi.

Benim de, yolun sonuna geldiğimiz ve büyük dolaşımı tamamladığımız hakkında söyleyeceklerim vardı. Ayrıca bütün o kadınların önüne bir bornozla çıkanlmama karşı duyduğum öfkeyi belirttim. Zaten hastahaneye zorla getiril­mem yüzünden de kızgındım. Serbest bırakılana kadar ko­nuşamazdım. Dr. Campbell, benim gibi hastalan hastaneye kapatırken zor kullanmaktan kaçınmak gerektiği konusunda bir şeyler söyledi. Bu onun hakkmdaki fikirlerimi düzeltti ama yine de ayrılma zamanı gelince elini sıkacak kadar yu- muşamamıştım.

Bunu benim ilk ıslak tedavim izledi. İşlemler çok ilgimi çekmişti ve iki şekilde açıklanabileceğini gördüm.

Dr. Campbell, benim çok yüksek mertebede bir kişilik olduğumu söylemişti. Beni ya feci bir şekilde kullanacaklar veya daha iyimser bir tahminle, bana büyüklük yanılsamala­rımın yanlış olduğunu göstereceklerdi. Hatırlayabildiğim kadarıyla, onların bu ikinci amaçlarında başarılı olmalarını gerçekten ümit etmiştim ve gösterinin sonunu ilgiyle bekle­dim. Ama bütün olanlar ben bilinçsizken olup bitmişti. Islak tedavi dışında çok az uyuyabiliyordum.

Ertesi gece, dünyanın derinliklerinde, labirent gibi tünel­lerde olduğumu sanıyorum. Bazı zamanlarda, bana 'Bizmut' olduğu söylenen bir ilaç verildiğini söylediler.

Bu, eskiden Mısır mumyalarının korunması için kullanı­lan çok tuhaf bir ilaçtı, verilen miktar o bireyin sistem için­deki düzenini belirliyordu. Tam otuz iki düzey vardı. Otuz ikinci düzeyde insan tümüyle gücünü yitirmiş ve bitkin düş­tüğü için bir başkası gelip ona içmesi için saf su verinceye kadar yerinden kalkamazdı. Bir zaman için ben de öyle bit­kin hale düşmüştüm.

Kısa bir süre sonra, bu yeraltı tünellerinde dolaşırken içinde tuhaf, beyaz keten bir kumaşın sarıldığı bir battaniye buldum. Bunlar kutsal kalıntılar gibi görünüyorlardı. Kutsal Kupa'nın aranmasıyla bağlantılıydılar ve yüzyılların en de­rin mücadelesini simgeliyorlardı. Sonra, havalandırma deli­ğinin yanına yü-zü koyun yatarsam, şimdiye kadar duydu­ğum en güzel sesi duyabileceğimi keşfettim. Bu "Son Ye- mek"in kutlamasıydı. Sabaha karşı özellikle sevmediğim bir görevliyle arkadaş olmaya karar verdim. Bunu yapmaya ça­lışırken, onun kendini beğenmişin biri olduğunu düşünü­yordum. Biraz sonra bana yemek getirdiğinde, yemeği her

zamankinden çok koyduğunu farkettim ama ilaçlı olduğunu sandığım için yemeyi reddettim. Ayrıca pek hoşuma gitme­yen ve samimiyetsiz gibi gelen şarkı sesleri de duyuyordum, sanki bir ayindeymiş gibiydiler. Durmadan "küçük kuzu, kü­çük kuzu" sözcüklerini tekrarlıyorlardı. Galiba rahiplik göre­vini üstlenen kişi, dostluk kurmaya çalıştığım görevliydi.

Artık öyle bir noktaya gelmiştim ki, geceyle gündüzü bi­le ayırdedemiyordum. Sel zamanı geride kalıp arkadaşları­nın kaçmasına yardım eden fakat onlar tarafından unutulan ihtiyar bir at olmuştum. Bu at şimdi hapsedilmişti ve bir sü­rü kural tanımaz doktor ve hemşire tarafından kullanılıyor­du. Tek kaçış yolu, kafamın kesilmesini sağlamaktı. Şu anda odamda kilitlenmiştim ve gittikçe daha çok çıldırıyordum; şarkı söylüyor, bağırıyor ve kapının camına bileklerimle vu­ruyordum. Sessiz olmam söylendi ama bu daha çılgınca vur­mama sebep olmuştu; sonunda bir kere daha ıslak tedaviye girdim.

Sonra kendimi 'Ay'da buldum. Ay'da olma fikri, bu hafta­nın başından beri beni zorluyordu. Şimdi bu belirginlik ka­zanmıştı. Normal olarak oldukça uzak görünen Ay, gerçekte çok yakındaydı. Doktorlar bunu biliyorlardı ve insanları ora­ya gönderip onları Ay'da bir hücreye diri diri gömme yollan geliştirmişlerdi. Bu arada bazı kişiler, bir çeşit dublör gibi, onların dünyadaki yerlerini alıyorlardı. Ay'da her şey tuhaf bir şekilde yürütülüyordu. En bilimsel metodlar kullanılıyor­du. Orası sanki eski ruhlann toplanma yeriydi ve bütün ilgi­leri, içtenlikle ve açıkça üreme veya seks üzerinde toplan­mıştı. Bu, gerçekten oldukça korkunçtu. Ay'a birisi gelince doktorların ilk yaptıkları şey, onun erkek veya kadın oldu­ğunu belirlemek olur. Beni muayene ettikleri zaman, onların büyük bir şaşkınlıkla, "O tamamen nötr” dediklerini duy­dum. Pusula’nın ibresi ne sağa ne sola oynamamıştı. Hiç bir kategoriye girmiyordum; bu yüzden de benim üzerimde hiç

bir güçleri olamazdı. Bu noktada benim güvenliğim yatıyor­du. İnsanın tetikte olması çok önemliydi, çünkü onların ka­faları kesip, adamı da aşağı bölgelere atmak gibi tuhaf bir adetleri vardı. Bunu bilimsel yollarla, sanki Şikago şehri için sığır kesiyorlarmış gibi yapıyorlardı.

Bir keresinde Güneş'e tırmanmayı başarmıştım, ama be­ceriksizliğim yüzünden her şeyin dengesini bozdum ve bu­nun acısını oradaki arkadaşlarım ve akrabalarım çekmişti. Onların binlercesi yaşamlarını kaybetmişlerdi.

Sanki kanları benim boğazıma fışkırmış gibi neredeyse boğuluyordum. "Arkadaşlarım, arkadaşlarım" diye inliyor­dum. Ama dengeyi düzeltmeye çalıştım, odamın tabanının eğilip, bükülüp üstündekileri aşağı bölgeye dökmesini en­gelledim. Bu ilginç işle uğraşıyorken kapı açıldı ve Doktor O’ Brien'la birkaç adam geldi. Giysilerimi getirmişlerdi, on­ları giymemi istediler. Bana karşı bir kumpastı bu tabii, onun için reddettim ve direndim. Böylece Westboro'ya deli gömleği içinde nakledilme şerefine eriştim.


Bu blogdaki popüler yayınlar

TWİTTER'DA DEZENFEKTÖR, 'SAHTE HABER' VE ETKİ KAMPANYALARI

Yazının Kaynağı:tıkla   İçindekiler SAHTE HESAPLAR bibliyografya Notlar TWİTTER'DA DEZENFEKTÖR, 'SAHTE HABER' VE ETKİ KAMPANYALARI İçindekiler Seçim Çekirdek Haritası Seçim Çevre Haritası Seçim Sonrası Haritası Rusya'nın En Tanınmış Trol Çiftliğinden Sahte Hesaplar .... 33 Twitter'da Dezenformasyon Kampanyaları: Kronotoplar......... 34 #NODAPL #Wiki Sızıntıları #RuhPişirme #SuriyeAldatmaca #SethZengin YÖNETİCİ ÖZETİ Bu çalışma, 2016 seçim kampanyası sırasında ve sonrasında sahte haberlerin Twitter'da nasıl yayıldığına dair bugüne kadar yapılmış en büyük analizlerden biridir. Bir sosyal medya istihbarat firması olan Graphika'nın araçlarını ve haritalama yöntemlerini kullanarak, 600'den fazla sahte ve komplo haber kaynağına bağlanan 700.000 Twitter hesabından 10 milyondan fazla tweet'i inceliyoruz. En önemlisi, sahte haber ekosisteminin Kasım 2016'dan bu yana nasıl geliştiğini ölçmemize izin vererek, seçimden önce ve sonra sahte ve komplo haberl

FİRARİ GİBİ SEVİYORUM SENİ

  FİRARİ Sana çirkin dediler, düşmanı oldum güzelin,  Sana kâfir dediler, diş biledim Hakk'a bile. Topladın saçtığı altınları yüzlerce elin,  Kahpelendin de garaz bağladın ahlâka bile... Sana çirkin demedim ben, sana kâfir demedim,  Bence dinin gibi küfrün de mukaddesti senin. Yaşadın beş sene kalbimde, misafir demedim,  Bu firar aklına nerden, ne zaman esti senin? Zülfünün yay gibi kuvvetli çelik tellerine  Takılan gönlüm asırlarca peşinden gidecek. Sen bir âhu gibi dağdan dağa kaçsan da yine  Seni aşkım canavarlar gibi takip edecek!.. Faruk Nafiz Çamlıbel SEVİYORUM SENİ  Seviyorum seni ekmeği tuza batırıp yer gibi  geceleyin ateşler içinde uyanarak ağzımı dayayıp musluğa su içer gibi,  ağır posta paketini, neyin nesi belirsiz, telâşlı, sevinçli, kuşkulu açar gibi,  seviyorum seni denizi ilk defa uçakla geçer gibi  İstanbul'da yumuşacık kararırken ortalık,  içimde kımıldanan bir şeyler gibi, seviyorum seni.  'Yaşıyoruz çok şükür' der gibi.  Nazım Hikmet  

YEZİDİLİĞİN YOKEDİLMESİ ÜZERİNE BİLİMSEL SAHTEKÂRLIK

  Yezidiliği yoketmek için yapılan sinsi uygulama… Yezidilik yerine EZİDİLİK kullanılarak,   bir kelime değil br topluluk   yok edilmeye çalışılıyor. Ortadoğuda geneli Şafii Kürtler arasında   Yezidiler   bir ayrıcalık gösterirken adlarının   “Ezidi” olarak değişimi   -mesnetsiz uydurmalar ile-   bir topluluk tarihinden koparılmak isteniyor. Lawrensin “Kürtleri Türklerden   koparmak için bir yüzyıl gerekir dediği gibi.” Yezidiler içinde   bir elli sene yeter gibi. Çünkü Yezidiler kapalı toplumdan yeni yeni açılım gösteriyorlar. En son İŞİD in terör faaliyetleri ile Yezidiler ağır yara aldılar. Birde bu hain plan ile 20 sene sonraki yeni nesil tarihinden kopacak ve istenilen hedef ne ise [?]  o olacaktır.   YÖK tezlerinde bile son yıllarda     Yezidilik, dipnotlarda   varken, temel metinlerde   Ezidilik   olarak yazılması ilmi ve araştırma kurallarına uygun değilken o tezler nasıl ilmi kurullardan geçmiş hayret ediyorum… İlk çıkışında İslami bir yapıya sahip iken, kapalı bir to