Derleyen:
BERT KAPLAN
Rice Üniversitesi
Türkçesi:
BENGİ GÜNGÖR
İÇİNDEKİLER:
ÖNSÖZ....................................................................... 7
Şu Anda Zaptedilmez Bir Çılgınım LARA
JEFFERSON 13
Mutluluk Dünyası-Dehşet Dünyası JOHN
CUSTANCE 62
Bir Şizofrenin Otobiyografisi........................ ANONİM 85
Az Bilinen Bir Ülke ANTON BOISEN.......... 115
Paranoya DANIEL P.SCHREBER. 125
Polisiye Davalar L. PERCY KING............ 134
Kendini Bulan Akıl CLIFFORD BEERS......... 148
İstemeyerek Anlatılan Öykü............... JANE HILLYER 161
Bir
Şizofrenin Öyküsü MARGUERITE
SECHEHAYE.. 167
Şizofreniyle Beraber Yaşamak NORMA MACDONALD 177
Aynadan Bakış MARY CECIL................ 192
Bir Centilmenin Akli Dengesizlik Durumundayken
Gördüğü Tedavinin Öyküsü.......... JOHN PERCEVAL 217
Kişiliğin Yitirilmesi Deneyimi... E. MEYER ve L. COVI 234
II.
BÖLÜM
- ÇEŞİTLİ PSİKO PATOLOJİK DENEYİMLER
İçimde Olağanüstü
Bir Yaşam Yoğunluğu Var MARY MACLANE....... 243
İnsanın Kendi Hayatı JOHANNA FIELD........ 262
Bir İntihar Öyküsü R.S. CAV AN................ 274
Lokomotif Tanrı WILLIAM E. LEON ARD 295
Bir
Şizofren Yoğun Terapiyi Tanımlıyor
Dr. M.L. HAYWARD ve Dr. J.E. HAYWARD 306
Epilepsi (Sara) MARGIAD EVANS...... 331
Bir Doktorun Kendini Psikosomatik Açıdan
İncelemesi Dr. F. WERTHAM 342
III.
BÖLÜM
- İLAÇ veya UYUŞTURUCU ETKİSİ ALTINDA
YAŞANANLAR
’Mescaline'le Bir Pazar Dr. PHILIP SMITH...... 357
Haşhaş Yiyici FITZHUGH LUDLOW 367
IV.
BÖLÜM
- ÜNLÜLERİN ÖYKÜLERİ
Yaşamım Birden Durdu LEO TOLSTOY............. 385
Akıl İradeyi Yönetiyor St. AUGUSTINE........... 392
Doktorlar Hastalığımı Anlamıyorlar
VASLAV NIJINSKY 401
Bulantım Hâlâ Geçmedi JEAN PAUL SARTRE.. 413
Fazla Bilinçli Olmak Bir Hastalıktır FYODOR
DOSTOYEVSKİ 430
Bu
kitap, akıl hastalalıklarıyla ilgilidir. Bu şaşırtıcı ve garip olguyu
anlayabilmek için en iyi yol, bu deneyimleri, yaşayan kişilerin ağzından
dinlemektir. Böylece, akıl hastalığının "neye benzediğini" değil de
gerçekte "ne olduğunu", bu olgunun özünü anlayabiliriz.
Akıl
hastalığını, bir kişinin öz beliğinde meydana gelen radikal bir değişim olarak
tanımlayabiliriz. Okuyacağınız kişisel öykülerde, bu değişimin hem niteliğinin
hem de yoğunluğunun zengin tanımlamalarla anlatıldığını görebiliriz. Aynı
zamanda bu olgunun gelişimi ve yokolma süreçlerini de açıkça izleyebiliyoruz.
Psikiyatrinin
hastaları yeterince dinlemek yerine yalnızca gözlemlere dayanarak sonuçlara
varmak yolunu seçtiğini söylemek, kanımızca pek haksızlık sayılmayacaktır. Bu
bilim dalı, "yalnızca gözlemlenebilen şeylerin gerçek ve objektif
olabileceklerini" ileri süren geleneksel bilim ve tıp görüşünü esas
almaktadır. Hastaların yaşadıkları, geçirdikleri deneyimler sübjektif,
izlenimci olarak nitelendirilmekte ve bunların doğruluğu
araştırılamayacağından, kolayca çarpıtı- labilineceğinden kaygılanılmaktadır.
Özetlemek gerekirse bu tür çalışmalar geleneksel bir bilim dalına malzeme
olabilecek nitelikte görülmemektedir. Freud'çu görüşe göre hastanın
deneyimleri bir çeşit aldatmacadır ve o hastaya ilgili esas gerçek gizli
tutulmaktadır. Kişilik, hastanın kendi hak- kındaki gerçekleri öğrenmesini
önleyen, yalıtıcı bir savunma yapısı çevresinde düzenlenmiştir. Gerçeği anlayan
ve hastanın buna ulaşmasını sağlayan araç, psiko-analisttir. O, hastanın
kaçamaklarının, aldatmacalarının arasından gerçeğe ulaşır. Bir psikiyatr,
hastanın karşısında bilim ve tıbbı, anlayış ve şefkatle birleştirmelidir.
Psikoterapi,
hastanın yanlış, sübjektif bakış açısını ter- kedip, terapistin objektif görüşlerini
kabullenmesini amaçlar.
Bu
noktada, hastanın kendi görüşlerini feda edip, hastalığının ne olduğunu
psikiyatrın objektif gözleriyle görmesi gerekmektedir.
Psikiyatrik
görüşe göre, eğer hasta kendince anlamı olan bazı kavramlardan, görüşlerden ve
inançlardan feragat ederse, artık iyileşmeye başladığı kabul edilir.
Fakat,
iyileşmek psikiyatrın görüş açısını kabul etmekse, hastalığın kendisi de
tümüyle hastaya ait, kişisel bir olgudur. Bu açıdan bakılınca, sübjektif görüş
açısı, çarpıtılmış bile olsa, her zaman için daha geçerlidir. Filozof Santa-
yana'nın dediği gibi:
"Bir
doktor hastalığın belirtilerini, nedenlerini ve tedavi yollarını biraraya
getirebilir; ama hasta bunun esasını kendi yollarıyla çok daha kolayca
anlayabilir. Yanılsamaların, hayallerin dehşeti ve azameti, ki bunlar
deliliğin en belirgin elemanlarıdır; yalnızca bir deli veya deliliğe yatkın bir
ruh tarafından anlaşılabilir."
Hastanın
anlattıklarının, yaşadığı şeylerden oldukça farklı olabileceğini, okuyucu
hatırından çıkarmamalıdır. Yaşanılanlar, sözlerle anlatılamayacak kadar
olağanüstüdür. Ayrıca insan, bir okuyucu kitlesine kendi hakkında bir şeyler
anlatırken özenli bir seçimden ve çarpıtmalardan kaçına- maz. Bir de
"unutma faktörü" gözönüne alınmalıdır.
O
halde, özet olarak, bu öykülerin yaşanan gerçeklerin tam olarak olmasa bile,
yeniden yaratılmaları olduğu söylenebilir. Bütün kusurlarına rağmen, hasta
yani sübjektif göz, yaşadığı olayları daha iyi anlatabilir. Dışarıdan
bakanların tahmin ettiklerini, o bilir.
Bu
kitapta okuyacağınız dokümanları yazan hastalar, olup bitenlerin
farkındadırlar; amatörce, bilim adamlarının görevini üstlenmişlerdir.
Psikiyatri teorilerinden habersiz olmaları, klasik bir çerçeve içine
sıkışmalarını önler. Şaşılacak kadar güçlü olan içgörüleri pek çok bilinmeyen
noktanın aydınlatılmasında yardımcı olmuştur.
Bu
öykülerin çoğunda toplumun beklentilerine karşı bir tepki görülmektedir. Buna
"yabancılaşma" deniyor. Değişim kavramı çok önemlidir. Bir hastanın
artık yaşamak istemediğini bir yaşam biçimini reddetmesiyle değişim başlar.
Yeni bir ruhsal gerçek ortaya çıkar. İyileşme, hastalanmadan önceki yaşama
dönüş demek olmamalıdır. Yeni bir çözüme yönelmelidir.
Birinci
öykünün yazarı Lara Jefferson'un dediği gibi; "delilikten, girdiğim kapıyı
kullanarak kaçıp kurtulamam, —ayrıca bunu yapmak da istemiyorum."
Bu
öyküler özellikle psikiyatri ve psikoloji öğrencileri için çok değerlidir.
Bunlar psikopatolojinin canlı bir imajını çizmekte ve gerçeğe en yakın
bilgileri vermektedir. Ruhsal karmaşaları, düzensizlikleri anlatan bu yazılar,
neredeyse bu konulardaki klinik raporlarla eşdeğerdedirler. Bazı öyküler
yayınlanmış kitaplardan alınan bölümler, bazıları da çeşitli gazete veya
dergilerde çıkan yazılar olarak sunulmuştur.
Bu
kitabı, öyküleri yazan hastaların, psikiyatrik rahatsızlıklarının çeşitlerine
göre üç bölümde okuyacaksınız; ayrıca tarihteki bazı ünlülerin de yaşadıkları
bazı buhranları, bunalımları anlattıkları bir bölüm de vardır:
1.
Psikotik
Deneyim —bu bölümde psikozlardan örnekler göreceksiniz,
2.
Çeşitli
Psiko-Patolojik Deneyimler—bunlarda kitaptaki bütün diğer öyküler gibi
hastaların kendi yazdıkları anıların, notların bir derlemesidir,
3.
İlaç veya
uyuşturucu etkisi altında yaşananlar,
4.
Ünlülerin
Öyküleri - Tolstoy, Sartre, Dostoyevski gibi ünlülerin akıl hastalığı
belirtilerini tanımladıkları anılan veya yazılarıdır.
BİRİNCİ BÖLÜM
PSİKOZ DENEYİMLERİ
ŞU
ANDA ZAPTEDİLEMEZ BİR ÇILGINIM.
DOĞRU DÜŞÜNMEYİ NASIL ÖĞRENEBİLİRİM?
Başlangıç
noktamız; 1940'larda bir ortabatı devlet hastanesinde, kağıt parçalarına, eski
zarfların arkalarına ve paket kağıtlarına yazılmış olan ilginç bir dokümandır.
Bu yazıları hastane şefi buldu. Sonra da Miss Jefferson'un doktoruyla beraber
ona portatif daktilo makinesi ve kağıt verip yazmaya devam etmesi için cesaretlendirdiler.
Aslında bunları yayınlanması için yazmamıştı ama doktoru, yazılan, Tulsa,
Okhahoma'da yayıncılık yapan Mr. Jack Vickers'ın okumasını sağlamıştı. Miss.
Jefferson iyileşince bunun yayınlanmasını kabul etti. Mr. Vickers malzemeyi
ayıklamak ve düzenlemek için altı aydan fazla zaman harcadı ve notları yayıma
hazırlamak için olağanüstü bir çaba sarfetti. Sonuç, galiba Miss Jefferson'un
yazdığından daha anlaşılır, daha tutarlı ve daha düzenli bir kopya olarak
ortaya çıktı. Mr. Vickers'a göre işin en zor yanı, çok güzel yazılmış ama
birbirinin tekrarı olan iki pasajdan hangisini kullanacağına karar vermekti.
Miss.
Jefferson'un bu mükemmel yazısı, günümüzün "sakinleştirilmiş"
hastanesinde belki artık görülmeyen, tedirgin, kargaşalı psikiyatri koğuşunun
öfke ve karışıklığını canlandırıyor. Ayrıca, "zırdeli" olsa bile,
kendi psikozunun anlamını ve hastahanelik bir akıl hastasının durumunun derin
ve içgörülü bir analizini yapıyor. Bizim kanımıza göre, bu yalnız küçük çapta
bir psikiyatri klasiği değil, aynı zamanda edebiyatımıza da önemli bir
katkıdır.
Burada
sunulan pasajlar, orijinal kitabın yaklaşık dörtte birini oluşturuyor.
Ben,
ben olduğum için "Benlik davasının garip bir parçası olan, toplumun
istediği davranış kurallarına ve standartlarına uygun bir yaşam süremeyen
ben", kendimi benim gibilerle beraber bir "deli hastanesine"
kapatılmış buldum. Benim bir şeyim yok, iyiyim -sadece en az iki bin yıl geç
doğmuşum. Amazonların ve Bersek eğilimindeki hanımların modası geçti. Onların
bu kahrolası uygar dünyada artık yerleri yok.
Dünyada,
yaşamın gereklerini yerine getiremeyen uyumsuzlarla yalın ve açık seçik bir
şekilde uğraşıldığı bir çağ ve zamanda doğmuş olsaydım, çağdaşlanma pek fazla
sorun olmayacaktım. Beni, "Şeytanın etkilediği" diye tanıyacaklar
ve ölene kadar taşa tutacaklardı veya aynı derecede etkili bir başka biçimde
benden kurtulacaklardı.
Fakat,
Amerika'nın zavallı, kandırılmış vergi mükellefleri uygar oldukları
yanılsamasında direttikleri için bizim bakımımız ve tedavimiz için yapılan
tesisleri işler halde tutabilmek için helak olana kadar çabalıyorlar. Sonra da
kendileri için koyduklan standartlara göre yaşayabilmek için uğraşırken ruhi
çöküntüye girince, kendi seçtikleri resmi görevliler tarafından deli diye bu
tesislere kapatılıyorlar.
Biliyorum,
doğru düşünemiyorum -ama vardığım sonuçlar bence oldukça inandırıcı ve hâlâ
bütün bu sistemin cehennemin ta kendisi olduğunu düşünüyorum. Fakat bu konuda
yapabileceğim hiç bir şey yok- çünkü deneme sorumluluğundan kurtarıldım. Bu
da, kaderlerimiz çevresinde sonsuza kadar dönen kısır döngülerden biridir. Ben
de bir akıl hastanesi girdabına yalnızca ters talihim yüzünden düştüm. Bir
zamanlar güya toplumun zeki bir ferdi olduğum halde şimdi burada oturuyorum.
Uygarlığın gereklerine uygun olarak yaşamak için ciddi olarak çabalamama rağmen
zekâmın çok derin veya çok geniş açılı olduğundan şüpheliyim. Zekâ konusunda
herhalde yine de nasibimi almıştım, yoksa direnebildiğim süre boyunca kurallara
uyum sağlayamazdım fakat şimdi uyum sağlayamıyorum çünkü içimde bir şey
kırıldı ve ben deliyim ve hâlâ bunu bilmeme yetecek kadar sağduyum olduğu için,
diğerlerinden farklıyım; —bu da müthiş bir zeka işaretiymiş— bana öyle dediler.
Burada
oturuyorum —zırdeliyim— ya gittikçe daha çok delirmekten veya beni delirten
hayata geri dönebilecek kadar sağlığımı kazanmaktan başka yapacak bir şey yok.
Eğer bu bir kısır döngü değilse, onu hiç tanımamış olmayı isterim. Ama bugün
döngü kendi kendisini kovalamayı bir süre durdurdu ve beni zırdelilikle
zararsız kaçıklık arasındaki işaretlenmemiş çizgi üstünde bir yerlere düşürdü.
Zararsız
kaçıklık ulaşabilmeyi umut edebileceğim normale en yakın aşamadır, bu konuda
kendi görüşüme pek güvenmiyorum.
Tam
o anda doktor işini bitirmişti ve benimle, fobilerimin (korkularımın) isimleri
olduğunu sandığım uzun, teknik kelimelerle konuşarak zekâmı ve eğitimimi
övüyordu.
Söylediklerinden
bir şey anlamadım, bana Yahudice küfür ediyor olabilirdi. Ama onun bu çok
bilgince attığı nutuktan anladığım kadarıyla —ve yüzü benimle şimdiye kadar
konuşma yaptığı zamanlardakinden çok daha ciddiydi— eğer bazı yeni zihinsel
alışkanlıklar edinmezsem— ve bunları bir an önce öğrenemezsem, yakın bir
gelecekte kendimi "Üç Ev" de bulacaktım— ve oraya gittiğiniz zaman en
diplere düştünüz demektir, artık ümitsiz ve iyileşmesi mümkün olmayan —bir
delisiniz.
Eğer
başka bir şekilde düşünmeyi öğrenemezsem, kısa zamanda, tedavisi mümkün olmayan
bir deli olacağım. İşte önümde kelimeler halinde duruyor— küçük, siyah
sözcükler, bir el ve bir kalemin ucu ile yazılmışlar— ve kaderim, doktorun da
kabul ettiği gibi "imkânsızlardan" birini başarabilme yeteneğime
bağlıydı.
Bu
yalnızca benim sorumluluğum, içimdeki yaşam gücü. Bana yardım etmek için başka
birinin yapabileceği bir şey yok. Bu benim görevim. İnsanoğlunun anormal
kişilerle ilgili tüm çalışmalarına rağmen, çarpık, eğri-büğrü bir beyinin loş
kıvrımlarına ulaşmalarını ve bu çarpıklıkları düzeltmelerini sağlayabilecek
hiç bir şey bulunamadı. Sonsuz fikirleri ve teorileri var— fakat iş, esas, bir
deliyi iyileştirebilme becerisine gelince— son derece acizler.
Anlayamadığım
veya başa çıkamadığım bir şeyler olduğunu bildiğim için, onlardan yardım
istemeye geldim. İnsaflı olmak lazım, ellerinden gelenin en iyisini
yaptıklarına eminim. Fakat delilik kanser gibidir- hastanın iyileşmesi için zamanında
tedavi edilmesi gerekir. Ve benim için -yalnızca "ÜÇ EV" kaldı. Önemi
yok.
Yaşam,
herkes için, bireyseldir? Deli olan birisi için ise - çıplak- ve yalnız
birşeydir. Bunu, çıldırıp abuk sabuk konuştuğum günlerde öğrendim. Bu sabah,
her zamankinden daha kuvvetle, önümde beni neyin beklediğinin farkındayım.
Çılgınlık -Çıplaklık - Yalnızlık - Ümitsizce Çılgınlık "üç evde",
eğer başka şekilde düşünmeyi öğrenmezsem.
Nasıl
- nasıl - NASIL? Tanrı aşkına -bir insan başka türlü düşünmeyi nasıl öğrenir?
Şu anda zaptedilmez bir çılgınım- doğru düşünmeyi nasıl öğrenebilirim? Yine
de, dünyada bir fazla -veya bir eksik deli kadın olması bu kadar önemli mi?
-O kadın ben olduğum için -ve benlik davasından payımı çokça aldığım için-
benim -için-çok- çok fazla önemliydi. Sonra şimdi düşünmeye cesaret
edemediğim, beni seven kişiler vardı. Onlar için bu durum altüst olmuş
karanlıklara -ölüm-kefenler tabutlar filan- tercih edilirdi.
Fakat
ben hastalıklıyım, -ve kalemi, marazî içgözlemimi durdurabilmek için sıkıca
yakaladım- daha fazla devam etmemek için. Çılgınca bir fikirdi -dahası çılgın
bir beyinden çıkmıştı. Hiç birşey düşünmemi durduramaz ya da düzeltemez- ve
büyük bir düşüşe yönleniyorum. "Üç eve".
Ne
olduğunu bilmiyorum ama - bana birşeyler olmuştu. Önceki benliğim tümüyle
ufalanmış ve yerle bir olmuştu ve hakkında hiç birşey bilmediğim bir yaratık
ortaya çıkmıştı. O benim için bir yabancıydı, -benim egoizmim onunkinin yanında
kaymağı alınmış süt gibiydi; ve düşündüğü şeyler de kâfirce düşüncelerdi. İsmi
çılgınlıktı. Deliliğin kızıydı- ve doktora göre ikisini de benim beynim
yaratmıştı. Bilmiyorum -ve doktorların başkalarının inanmasını istedikleri
gibi mi yoksa kendi inandıkları gibi mi düşündüklerinden emin olduklarından şüpheliyim.
Böyle şeyleri hiç bilmem, hiç değilse onların bildikleri şekilde bilmem.
Uzun
Latince ve Yunanca kelimelerden oluşan bir listeleri vardı, içimizden birinde
şu veya bu belirtilerden birini gözlemleyince, fobilerimiz için hemen bir
etiket yapıştınlır- dı ve böylece sorun bitmiş olurdu. Sadece bütün o uygun kelimeleri
ezberlemekle çok büyük bir şey başardıklarını sanmıyorum. Biz deliliğin ne
olduğunu onu yaşayarak öğrenmiştik -(ve bundan daha yakın bir tanıma olamaz)-
diğerlerinden çok geniş ve köprü kurulamayacak bir uçurumla ayrılmışız. Ve
arada madde yatıyor -bölünmüş, parçalanmış ve ayrılmış.
Eski
ırklara göre delilik "Şeytan Çarpması'ydı" ve kurbanla zamanlarına
uygun bir yöntemle uğraşırlardı. Onların yapmacıklı, ukala torunları, şimdiki
zamanda yaşadıkları ve kendilerine "modem" dedikleri için şeytan
fikrini bir kenara atmışlar ve karışık bir semboller sistemi geliştirmişler.
Sözcükler, teknik terimler- heceleri takırdarken bilimsel analiz gibi ses
veriyorlar. Bütün bunların, eski bir (voodoo) cadı doktorun sembolleriyle aynı
mantık içinde toplanmış olduklarını anlayabilecek kadar öngörüleri yok.
Fakat
bu beni hiç bir yere ulaştırmaz. Eğer başka şekilde düşünmeyi öğrenmem lazımsa
-sahip olduğum zekamın kalan bir kaç kırıntısıyla bunu yapmaya çalışmaktan
başka çare yok. Fakat nasıl- işte sorun bu.
***
Diğerlerinden
daha mı fazla içgöriim vardı, yoksa aslında korktuğumuz mu başımıza geliyor,
bilemiyorum. Her neyse, o burada ve beni hayatımın yirmi dokuzuncu yılında ele
geçirdiği de apaçık ortada. Beni yakaladı ve sürükledi — nereye, bilmiyorum.
Başımdan sonuna kadar bütün cehennemi geçirip— çok uzaklara, cennete kadar.
Şimdi de hızla döndü, döndü ve geride hiç tanımadığım bir yabancı bıraktı.
Gövdemin içinde otururken, kendimi güçsüz ve hasta hissediyorum, sık sık
kusuyorum ve öyle sendeliyorum ki zorlukla yürüyebiliyorum. En küçük bir
harekette, baştan aşağı bir ter boşanıyor —ben bir deliyim— ve bunun
farkındayım.
Devlet
benim deli olduğuma karar verdi; artık hiç bir şeyden sorumlu değilim, onun
için bu düğümü çözmeye çalışmam veya bir şeyleri kurtarmaya çabalamam bana
aptalca ve anlamsız geliyor. Ama bu düğüm ’ben' olduğum için, onu olduğu gibi
bırakamam da. Öyle yapmam daha iyi olurdu —ama yine de yapamam. Ellerimde hala
bir yaşam tutuyorum— bu yaşamın bir akıl hastanesinde geçirilmesi gerekse
bile. Bütün mücadeleleri kaybettiğim halde bu çatışmanın dışında
bırakılmıyorum. Bütün silahlarım yetersiz kalsalar bile hemen yenilerini bulmam
gerekli.
Delilikten
kaçabilmek için içine girdiğim kapıdan çıkamam, bu kesin -ayrıca böyle yapmak
da istemiyorum. Dünün mücadeleleri öldü- bitti. Bırakın onlar düştükleri yerde
kalsınlar -unutulsunlar. Geriye dönemem- ileriye doğru gitmeliyim- bu yol beni
"Üç Eve" götürse bile. Orada tedavileri mümkün olmayan ümitsiz
vakalar bir aşağı bir yukarı yürürler, ağlaşırlar ve gövdelerinin ölümünü
beklerler.
Bundan
kaçamam -buna katlanamam da- nasıl dayanacağım ben!
Her
şey bir rüya, bir kâbus. Daha önce hiç bir doktor önümde durup, başka türlü
düşünmeyi öğrenmediğim tak- dikde, kısa sürede iyileşemeyecek kadar
delireceğimi söylememişti.
Bunların
hepsinin bir rüya olduğuna eminim. Şimdi uyanacağım ve oh, bütün bunların rüya
olduğunu anlayınca öyle rahatlayacağım ki. Sonra herşey gülünç bir anı olarak
kalacak- vücuduma o deli kadının yerleştiğini farkedince hissettiğim o tuhaf
duyguyu gülümseyerek hatırlayacağım. O, tamamen bilinçsiz, duygusuz; mantığını
dinlemeyen- kendi kaprislerinden ve içinden gelenlerden daha güçlü hiç bir kanun,
kural tanımayan- ve hiç bir şeyden korkmayan- bir deli kadın.
Biraz
sonra uyanacağım ve ne kadar güçsüz olduğumu, onun iri ve çirkin kalıbını
kıpırdatabilmek için ne kadar çaresizce çabaladığımı hatırlayacağım. Düşler,
uykudayken gerçek gibi görünürler fakat ne kadar çabuk biterler; uyanınca bu
kabusa gülüp geçeceğim. Bu derisi yüzülmüş koca at yalnızca -birisinin kabusu-
hepsi bu.
O,
gerçek değil -o 'ben' değil- rüyalarımdan önce onu hiç görmemiştim, şimdi
rüyada bol bol görüyorum. Ben onu rüyamda görmüyorsam- o zaman başka birinin
rüyasında demektir. Onlar da biraz sonra uyanacaklar ve bütün bunlar gecenin
içinde- uyanınca kabusların gittiği yerde- kaybolacaklar.
Oh,
bu bir rüya -bir kuruntu- bir yanılsama- bir kâbus. Hepsi, görüntülerin ve
hayallerin çılgın bir karışımı. Çevremde süregiden bütün bu hezeyanlar,
ulumalar- bunlardan kurtulabilmem için- birisi gelip beni uyandırmayacak mı?
Eğer
uyanacaksam -kendi kendime uyanabilmeliyim- benden başka kimse bunu başaramaz.
Ama nasıl yapacağımı bilmiyorum.
Eski
'ben'den geriye sadece bir gölge kaldı. Önceki tüm yaşamım öylesine kayboldu
ki, bu Taş Devri'nde yaşamış bir varlık olabilir -ardında bu dünyadan geçip
gittiğinin belirtisi olarak bir kaç kemik parçası bırakarak yokoldu.
Bir
vakitler 'ben' olan kişi, şimdi meydana gelen bu yaratığın doğmasını
engelleyemediğine göre, daha güçlü olan bu yaratığı, eski benliğimin
hayaletinin denetlemesi pek kolay olmayacak.
Bu
eski benliğimin ölümünde ve gömülmesinde hazır bulundum. Tabutu deli
gömleğiydi ve akıl hastanesinin bir hücresinde gömülmüştü.
Başkalarına
göre ben yalnızca bir manyaktım - uluyordum- ama doğanın tuhaf bir cilvesiyle,
delilik gelmeden önce bir deli gömleği isteyecek kadar kurnaz bir İskoç
öngörüm vardı.
Belki
de acımasız bir Kayıt Meleği neler olup bittiğini biliyor ve yazabiliyordu,
ama ben anlamıyorum. Bundan sonra da mücadelem bilinç düzeyimin üstünde -veya
altında- devam ediyordu.
Yapabildiğim
tek şey -hiç bir kelimenin tanımlayamaya- cağı şeyleri hissetmekti- ürke ürke
-çırılçıplak- gittikçe daha çok delirerek.
Bir
hücreye kilitlenmiştim -tek arkadaşım çılgınlığımdı. Beni hapseden ağır pirinç
kilit, bir sembolden başka bir şey değildi. En uzak yıldızda yaşayan tek insan
ben olsaydım, bundan daha yalnız olamazdım. Yo -yaşamın çıplaklığının ve yalnızlığının
ne demek olduğunu bana öğreten, bu kilit değildi. Çünkü ben delilikle beraber
uzun bir ölüm nöbeti tutmuştum -Akıl ölürken.
Delilik,
önceki 'ben'in ölümünde hazır bulunduğu gibi, İkincinin doğumuna da sebep
olmuştu.
Hemşireler
daha önce bağladıkları aynı gövdeyi çözdükleri halde, bu gövdenin içinde
kımıldanan yaratık artık aynı kişi değildi.
Böyle
şeylerin bir açıklaması olduğunu düşünen kişiler, istediklerini söylesinler;
ben anlamıyorum.
Bütün
bunlar bir rüya -bir yanılsama- hileli, aldatmacalı bir düzen -Sinsice çizilmiş
çizgiler göz alırken yalın, açık seçik bir şekilde biçimden biçime girecek, ilk
şeklin dış hatları İkincisinin içinde kaybolacak.
Bu
eğer bir yanılsama ise -ki her şeye rağmen gerçektir- ve eğer kazandığım ikinci
kişilik bütün bu zaman boyunca öbürünün dış hatları içinde saklı idiyse-
öbürüne geri dönmenin çılgın kargaşasını yaşamaktansa ölmeyi tercih ederim.
O, ilk benliğim ölü kalsın- geçmişe ait bütün diğer şeylerle beraber. Elimden
gelseydi onu geri çağırmazdım. Hiç kimse kendi ölüm haberimi benden daha iyi
yazamaz- çünkü ölen benim. Yaşamla başa çıkamayan- ondan kaçamayan- ve de ona
uyum sağlayamayan zavallı bir yaratık. Böylece delirdi ve müthiş bir acı içinde
öldü -hayal kırıklığı, yılgınlık ve hezeyanlar içinde.
Onun
hakkında doğru olarak söylenebilecek en kötü şey, onun bir aptal ve korkak
olduğunu söylemektir. En iyisi de: Deliliğin gelişini görebilecek kadar
öngörüsü oluşu ve bunun için gerekli hazırlıkları yapmasıdır. Yalnızca kendini
mahva götürüyordu. Ve içimizdeki çoşkulan, duygulan, hepsini bilen Tann, yalnız
O, sonunun bir yenilgi mi yoksa zafer mi olacağına karar verebilir.
Yenilgim
bana acımasız bir ders verdi; yaşama problemine uyum sağlayabilmek için
kullandığım metotların doğru olmadığını öğrendim. Eğer benim yanlış, hatalı
düşünme şeklim beynimin beni tuzağa düşürmek için ördüğü bir ağ idiyse, o
zaman, aynı tipte bir örgü örmenin beni bu tuzaktan kurtaramayacağı da mantıklı
değil mi?
Derdimin
ne olduğunu bilmiyorum -yalnızca birşey yanlış, birşey ters gidiyor- çok ters.
Ve onu nasıl düzelteceğimi bilemiyorum.
Üzerinde
duracak somut bir şey yok - ayaklarımın altında uçsuz bucaksız, tehlikeli bir
yılgınlık ve ümitsizlik bataklığı uzanıyor- bunu sonsuz başarı, heyecan ve
kendinden geçme devreleri izliyor ve her iki ruh hali de mantıklı bir temele
dayanmıyor. Bütün hayatım boyunca ya birinin ya ötekinin pençesinde kıvrandım
ve akıllı, mantıklı olmak gibi bir düzeyde kalabilmek için çabalarken
harcadığım enerjiyi düşündükçe bir boşluk ve bulantı hissediyorum.
Ve
şimdi, Akıl ve Mantık kaçıp gittiğinden beri - tamamen- ve problemi de hâlâ
çözemediğime göre -işte, geriye sadece "üç Ev" kalıyor. -Eğer- eğer
- başaramazsam - ki eğer başarabilseydim bu bir mucize olurdu.
Deli
gömleğinin içinde yatarken doğan bu çılgın deli kadının beyninde çılgınca bir
fikir dolaşıyor.
Delilik
sırasında doğduğu için, bu fikir ona babalık yapan bir canavara benziyor. Ona
göre ateşe karşı en uygun silah ateşti. Ve delilikte savaş ancak delilikle
olurdu. O belki de sandığım kadar deli değil- belki de bana gelmeden önce
benim olduğumdan daha akıllı. Fikrini o kadar mantıklıca anlatıyor ki delilikte
aklını ve mantığını kaybetmek yerine - ve öbür kıyıda deliliği bulmak -
gerçekte çılgınlıkta deliliğimi kaybedeceğimi- ve öbür kıyıda sağlam bir beyin
bulacağımı düşündürüyor.
Hangisi
doğru olursa olsun, boydan boya cehennemi ka- tettiğimi - ve yaşamımın geri
kalan bölümünü öbür kıyıda bir yerlerde bulduğumu iyi biliyorum. Ama deliliğin
cehenneme götürdüğü parçam buna dayanamıyor. Yolculuğun korkunç sıcaklığı onu
meydana getiren maddeyi tüketip bitirmişti. Bir gölgeye dönmüş, erimişti.
Bu
sonradan oluşan yaratık, kendine has düşünce ve fikirlere sahip. Bir gölge
tarafından kontrol edilemez.
Bir
zamanlar ben olan zayıf ve korkak yaratık, zayıflığından ve korkusundan böyle
bir yaratığı - şimdiki halim- ortaya çıkarabildiyse, dünya ona haksızlık etmiş
demektir. O kadın bir budala değildi, aksine bir dahiydi; -kendi zayıflığından
ve başarısızlığından doğmuş olan yaratığın bir ucube, bir çirkinlik abidesi
olmasına rağmen. Muazzam bir kendini beğenmişlik bir manyağın işaretiyse, -o
zaman o bir manyaktır- ve kısa süre sonra "Uç Evde" olacak, gelecek
onu hiç endişelendirmiyor. O cehennemden gelmişti ve üzerinde hâlâ duman - ve
kavrulmuş et- kokusu var; bunun için önünde uzanan kadere bakabilecek - ve
gülebilecek - cüreti ve cesareti var. Ondan öncekinin değer verdiği şeyleri hiç
önemsemiyor- Önceki kişiliğinin gölgesiyle alay ediyor - ve ona bir küstahlık
bayrağı sallıyor. Ve ben hala bölünmüş durumda olduğum için, anıları benimle
beraber oldukları sürece bütün eski düşünce ve fikirlerimden tamamen vazgeçemiyorum.
Ne de sonradan oluşan manyak ’ben'e bu düşünceleri empoze edebiliyorum.
Mantık
ve akılla yönetilebilen hiçbir yaratık, manyak değildir. Ve bu sonradan doğan
yaratığın mantığa dayanmayan bir akıl yürütme metodu var - fakat daha ikna
edici. Sonuçlara çıplak ve keskin bir yol izleyerek ulaşıyor. Bir sonuca
varmak için düşüncenin yavaş sürecine güvenmezdi - duyguların arasına orakla
biçer gibi -zincirleme şimşekler gibi- keser, girerdi.
Onunla
ne yapmam gerektiğini bilmiyorum -ya da ona nasıl direneceğimi veya onu nasıl
eğitip bir zamanlar bana öğretilen nezaket kurallarını ona nasıl öğreteceğimi
bilmiyorum.
Oh,
evet o "Üç Eve" gidecek, buna hiç şüphe yok. Ama bununla yalnızca
alay ediyor - bana, hayatın bir akıl hastanesinde veya dışarda yaşanmasının
hiç bir önemi olmadığını söylüyor.
Bana,
hayatın bütün önemli sorunlarını ve konularını kaçırdığımı, hiçbir şeyi açıkça
göremediğimi söylüyor. Yalnız dış görünüşlerle ilgilendiğim için büyük içsel
değerlerin anlamını hep kaçırıyormuşum. Normal - veya anormal - zihin diye
birşey yokmuş, yalnızca zihinler ve daha çok zihinler varmış. Önemli olan
hayatmış, onun sınıflandırılması değilmiş. Onu yaşamak - ondan korkmamak.
Parçalansın, - coşsun- gerekiyorsa yıkıcı olsun - ama bu hayatı yaşa, ondan
korkma.
Benim
delirdiğimi fısıldıyor -herhangi bir içsel bozukluk yüzünden değil- çok sıkı
denetleme, kontrol ve çabalama yüzünden delirmişim. Olduğum şekilden başka,
doğadışı bir kalıba girmeye çabalamak. Bilmiyorum. Onun doğru düşündüğünden,
haklı olduğundan emin değilim -ama eğer başıma gelen bu dertler çok fazla
kısıtlamaların sonucu olarak ortaya çıktılarsa -öyle çok fazla kısıtlamaların
uygulanabileceği yeni bir yer görüyorum- Çinliler'in ayak bağlama adetlerine
karşı duyduğumuz tiksintiyi uygulayabilecek yeni bir yer görüyorum.
Bütün
bu çarpık felsefeler benim sorunlarımı çözmüyor. Parçalanıp dağılmanın
arkasında yatan nedenleri bildiğini zannedenler, kurbanı kurtarmak için etkili
bir tedavi geliştirmeye çalışsınlar. Veya eğer bu mümkün değilse -sorunların
köküne inip araştırabilecek kadar akıllı olanlar, o kadar akıllı olmayanlara-
problemle nasıl başa çıkılabileceğini öğretsinler. Nedenleri bulmak -veya
kabahatin kimde olduğunu ispat etmek- eğer bugüne kadar denendiyse, bana yardım
edebilmek için çok geç kaldılar. Gerçek şu ki, ben zaten şimdiden buradayım,
bir akıl hastanesinde, büyük bir Deliliğin tam ortasında; "Üç Eve"
ve ümitsiz çılgınlığa doğru sürükleniyorum -eğer bir mucize
gerçekleştiremezsem.
Zaten
zorluğun içine düşmüşüm -ve eğer kurtarılmam gerekiyorsa bunu kendi kendime
yapmalıyım çünkü başka birisi bana yardım edemez.
Ve
değerli pek az silahım -ve azıcık cephanem var, tabii eğer çok gerektiğinde
Akıl Ana benim için bir silah uydur- mazsa-.
Problemi
karşılamam ve onunla bir şekilde başa çıkmam gerektiği için -bu kağıt kalem
fikrini geliştirdim. Doktor benimle konuşurken kalem elimdeydi- sözünü bitirip
beni sersemlemiş bir halde ellerime bakarken bırakıp gittiği zaman- bu fikir
aklıma geldi. Dışarıdan, bağlanmış, bağırıp çağıran, abuk sabuk söylenen öbür
delilerin seslerini duydum - (içlerinden birisi ölüyor ve bunun farkında
değil) - ve deliliğin bütün bu kargaşasını, bu ölümlerden beter olan katı ve
yalnız yaşamı- ve bütün bunların acısını, boşluğunu ve ümitsizliğini- ve
sonsuzluğu, ebediyeti hissettim- ve bu ses beynimde bir başka anlamla birleşti.
Etrafımda dönüyor, çarpıyordu -bir sel- nereden salıverildiğini Tanrı bilir -
hepimizi mahvolmaya, yıkıma doğru sürüklüyordu.
Diğerlerine
baktım- ve tuhaf bir yakınlık hissettim. Onları saran deli gömleklerine
baktım- (kendi kollarımdan bağlanmış olmanın uyuşukluğu daha geçmemişti) - ve
o zaman aklıma gelen düşünceler - kendi Tanrımla benim aramdaydı - çünkü bunlar
delilikti, çılgınlıktı. Etrafımda helezonlar çizen sel beni aşağıya çekiyordu,
adeta emiyordu -ve elimdeki kalem yakalayabileceğim bir kamış parçasıydı. O
yalnızca bir kamıştı -ama onu yakaladım- ve şimdi bir süre için başımı suyun
üzerinde tutabiliyorum- yazdıklarım başkaları için bir anlam taşımasalar bile
-hiç değilse- bana biraz yardımları oldu. Birkaç yetersiz tabir, cümle
bulabildim, ve sözcüklere uyması için yontulabilen şeyler de delilik değildir.
Öyle
devasa, büyük fikirler ki, onları tanımlayabilecek bir sembol yaratılamaz - bu
düşünceler bulanık, elle tutulamaz ve karamsarlık dolu, korkutucu delilik
üretiyor.
Bu
şeyin -herhangi bir şeyin -kelimelerle meydana getirilen bir anlama
uydurulabilmesi bütün benliği kaplayacak, bunaltacak kadar büyük olmadığını
gösterir. Biz, çok geniş, bilinmeyen ve tanınması kolay olmayan şeylerden
korkarız.
Olağan
bir noktaya getirilebilen şeylerle başa çıkılabilir- bu nokta anlayışımız ve
kavrayışımızın odak noktası olabilir.
Bir
kalemim ve hiç değilse bir süre idare edebilecek sayıda kağıdım var- ve şimdi
bu deli kadın abuk sabuk söylenmek istediği sürece- hezeyanlarımızın sesi
kağıda kelimeler olarak dökülürse ne olur sanki- veya havada yükselip bütün
diğer süregelen gürültü ve kargaşaya karışabilir. Onun düşünceleri çılgınca-
ama benim daha çılgın bir düşüncem var- onu bir kaleme bağlı olarak tutmaya
zorlamak ve uzun süre onu yazı yazmanın yavaş ritminde alıkoymak gibi- bu onu
bir şekilde ehlileştirebilir. Aslında çimenlerde vahşi bir boğayı
ehlileştirmeyi tercih ederim. O bir manyak olduğu için nasıl başa
çıkabileceğimi bilmiyorum. O, ben olduğum için- ve bir manyak bile olsam
kendimi kendi ellerimde hissettiğim için, bir yol bulup kendimle başa
çıkmalıyım.
Hemşire
şu anda yazdığım kağıtlardan birisini aldı. Onu okudu -bana acayip acayip
baktı- ve ne yaptığımı zannettiğimi sordu. Ve benim bu tuhaf işimle ilgili bir
cevap beklediği için onu hayal kırıklığına uğratmak istemedim. Bu sebeple ona
uygun bir cevap verdim. Ona, Shakespeare olduğumu söyledim, deli gömleğinden
kaçınmaya çalışan bir Shakespeare. (Bir şeyin yeniden dünyaya gelmiş kişiliği
olmak bende tuhaf bir his uyandırıyordu, bunu kabul ediyorum, fakat
Shakespeare'in bana hak vereceğinden şüpheliyim.) Ama, yaşasın! Hemşire yan
koridorlardan koca bir tomar kağıtla geri geldi ve "Devam et,
Shakespeare" dedi.
Gerçekten,
Shakespeare, senin o sessiz İngiliz mezarından bu kadar kolay
çağırılabileceğini bilmiyordum. Benim şimdi içinde bulunduğum çıkmazda, bir
büyüklük kompleksi, hülyası için böyle şanslı bir seçim yapan başka birini tanımıyorum.
Öyleyse, hoşgeldin! Benim düzenimden memnun kalacağını umarım. Zavallı dostum,
daha önceki durumundan sonra bu senin için gerçek bir düşüş.
Bu
belki de daha önceki hayatında deliler hakkında sayfalarca yazdığın dramlara
karşı ödemek zorunda olduğun bir kefalet -bir borç- bir cezadır.
Zavallı
Shakespeare -benimle "Üç Eve" yollanacağını çünkü bir manyak olduğunu
söylemek, önceki dehanın tam bir saptırması olacak. Ve bu dünyaya geri dönerken
bu türde bir düzene gelmen zevkinin ve seçme yeteneğinin -bu konuda bir
tercihin olsaydı- bir yansıması olurdu. Ama sen beni seçmedin -ben seni seçtim-
ve bunu umursamamahsın- çünkü burada senin pek sevdiğin konulardan bol bol
var. Ve, senin o çok büyük dehana saygı göstermemezlik yapmıyorum- bahse
girerim ki, sen, kendin bir deli olduğun zaman - deliliği o kadar da
şaşırtıcı, korkutucu bulmayacaksın. Hele, kendine benzeyenlerle beraber
yaşarken.
***
Doktor
şu anda işini bitirdi. Bütünüyle çok çekici bir adam. Nörotik bir kadın için
ona karşı bazı duygular beslememek zor -fakat bu doktor müthiş zeki. Bu
doktorların hepsi öyle. Bizleri, protoplazmamızın en belirsiz bulaşık lekelerine
kadar incelediler, psikanaliz yaptılar- ve benim açımdan, buldukları şeylerle
'Ego'm hiç de pohpohlanmış olmadı. Aman, bu doktorlar! Yaşam içime yakıcı bir
tutku verdi, kendimi onların hipotezlerinin tamamlanmasına karıştırmak- ve
eğer ben bir katırın ikiz kardeşiysem o zaman onlar da mutlaka çok iyi birer
veteriner oluyorlar.
Bize
deli diyorlar- ve aslında onlar da bizim gibi tutarsız, uçan ve değişkendirler.
Özellikle bu doktor. Bir gün benimle acımasızca alay eder, eğlenir; bir başka
gün de benimle hüzünlü bir halde konuşur. Ve bu sabah ilerideki kaderimi
anlatırken gözleri yaşlarla buğulanmıştı. O ve onun zekası kahrolsun!
Monoton
bir müzik gibi durmadan söylenerek şunu kafama sokmak istiyordu -"çok
kendini düşünüyor -çok bencil- çok bencil. Başka türlü düşünmeyi öğren- Başka
türlü düşünmeyi öğren- Başka türlü düşünmeyi öğren." -Bunu nasıl
yapabilirim? Nasıl- nasıl- yapabilirim? Kahretsin, nasıl yapabilirim? Onun
önerilerini uygulamaya çalıştım ama biraz olsun başka türlü düşünmeyi
öğrenemedim. Bütün çabalarım boşa gitti.
Oh
evet, o iyi bir doktor. Fevkalade bir doktor. Bütün kararları mükemmel bir
mantık üzerine kurulmuş, bana söylediği şeyler doğru -midemi bulandıracak
kadar doğru. O haklı, tiksindirecek kadar haklı. Aslında o, dünyadaki bütün erdem
ve zekanın bir simgesi. Bu yüzden ondan nefret ediyorum- coşkuyla, tutkuyla.
Fakat bunları bilmek, ona bir tokat atma dürtümü bastırmıyor ve dürtü bana
söylediği şeyleri doğruluyor.
Ona
bir çan takmak isterdim -böylece çarpık beynimin kıvrımları ve yarıkları
arasında dolaşmaya başladığını far- kedebildim. Korkularımı avlamaya çalışıyor
ama onları bulunca hiçbir şey yapamıyor, öyleyse avlanmanın ne faydası var?
Fobiler küçük, duygusal şeylerdir; onları araştırmak, deşmek bir çıbanı deşmek
gibidir. Onları iyileştirmez. Tek yaptığı şey, onların arasında sinsice
dolaşmak, onları altüst etmek. Çok özel nitelikli bir örnek bulunca bu keşfiyle
öyle heyecanlanır ki tıpkı ender bulunan bir böceği yakalayan bir böcek
avcısına benzer.
Onu
bulduktan sonra ne yapacağını bilmez. Onu dışarı çıkaramaz, çerçeveleyemez veya
alkol içinde saklayamaz. Bu keşfinin delili olarak elinde sadece albümüne
yapıştıracağı uzun, anlaşılmaz bir kelime vardır. Ve isterim ki- oh hem de
nasıl, ondaki kendini beğenmişliğin, kendine güvenin birazını alabilecek
kudretim ve deham olmasını o kadar isterim ki. Bana kendini düşünen, egoist
diyor, -ve öyleyim de- ama o da aynı dertten muzdarip. Belirtileri kendinde nasıl
göremedi anlayamıyorum, halbuki başkalarında açıkça görebiliyor.
Lordlara
yakışır mükemmelliği ile burada günde iki defa mağrurca dolaşır. Bilgeliğiyle
övünen büyük, Modem Bilim Adamı, kendi laboratuarında, iş başında. Burada,
"Hid- ro"daki biz hastalar artık insan olarak görülmeyiz, sadece test
tüplerindeki şeyleriz. Deneyler. Bazılarımız başarılı değil. Özellikle ben,
onun hiç iyi gitmeyen bir deneyiyim ve şu sıralarda "Üç Eve"
boşaltılacağım.
Şimdi
farelerin, tavşanların ve kobayların deneyler sırasında neler hissettiklerini
çok iyi anlıyorum.
Teşrih
acı verir- bunun tersini söyleyenler kendilerinin deli olduklarını ilan
etsinler- ve modem bir psikolog onların beyinlerini incelesin, analiz yapsın.
Doktor
size gelir ve en profesyonel haliyle- o zamanki havasının izin verdiği
derecede kibar ve yumuşak bir şekilde, sizin çok Egoist olduğunuzu ve başka
türlü düşünmeyi öğrenmediğiniz takdirde "Üç Eve" gideceğinizi
söyler.
Ve
eğer sizde gerçekten için için büyüyen bulaşıcı bir "kendini çok
düşünme" hastalığı varsa, bir kalem ve eski mektupların boş sayfalarını
alırsınız elinize, yatakhanede oturup, kendinize Shakespeare der ve her şeyi
anlatmaya başlarsınız.
Bu
bir Böcek-evi-Böcek-evi-Böcek-evi. Yaşasın Böcek- evi! Bu aynı zamanda
Hidro-Hidro-Hidro- yaşasın Hidro-! Böcekevi kaçıkların kapatıldığı, gözlendiği,
tedavi gördüğü, üzerinde çalışıldığı bir yerdir. Burada bir köpek yavrusunun
pire sabunuyla yıkanmasından daha mantıklı olmayan bir sürü şey yapılıyor.
Belki köpek yavrusuna banyonun faydası vardır ama köpeğin onu yıkayanlara pek
güveni yok. Öylece yakalayıp banyoya doldurmuşlar- protestolarına, direnmelerine
aldırmamışlar. Biz de öyleyiz. Protestolarımıza, direnmelerimize, hiç
aldırmazlar. Bize yapılan her şey iyiliğimiz için yapılıyor, bunu anlayamamamız
kötü talihimiz yüzünden. Evet -burası Hidro- anormalliklerimizi düzeltmek için
her şeyin yapıldığı yer.
Ve
bunun bir "Tedavi" olduğunu belirteyim -ve bunun
"Verildiğini" belirteyim.
Şimdi,
hemşireler hastalardan birini besliyorlar. Yemeyecek. Yemek istemedi. Ama yine
de yemeği üzerine boşaltıyorlar. Ağzına tahta bir mandal koydular ve kadın
ağzında- kileri onlara doğru püskürtmek, kusmak istediği için, kalkan gibi
tuttukları bir çarşafın arkasına sinmişlerdi. Kadın bir nefeste sırayla
tükürüyor, uluyor ve küfrediyor; deli gömleği giydirilmiş olduğundan tükürmek,
ulumak ve küfretmekten başka bir şey yapamıyor. Ama nasıl tükürüyor, nasıl
küfrediyor, nasıl uluyor! Gerçekten bu deliliğin muhteşem bir sergilenişi.
Yüzü öfkeden morarmış, boğazındaki damarları dışarı fırlamıştı. Ağzını
küfretmek için açtığında, çarşafın arkasından bir hemşire çıkıyor, ağzına büyük
bir yudum süt boşaltıyordu. Diğer bir hemşire nefesini kesmek için burnunu
sıkıyor ağzını da havluyla kapatıyordu.Ama kadın yine de yutmuyor boğazında
kalan konuşmalarla boğuluyordu.
Kelimeler
sütün içinde gargara yapıyorlar ama kadın yine de yutmuyor. Sütün içinden çıkan
sesler aslında küfürleri tam anlamıyla ifade etmiyorlardı, sıvının içinde
şekillerini kaybetmişlerdi. Ama bu kelimelerin ruhu, özü sütün arasından
kaçıyor ve sanki kaynıyormuş gibi sesler çıkararak havaya karışıyorlar. Ve
kadın da küfürlerin yardımı olmadan da onları kaynama noktasına getirebilecek
kadar deli. Yutmadan önce ölene kadar boğuşamadığı için kendinden nefret
ediyor. Kendi acizliğine ve çaresizliğine öfkeleniyor ve hemşirelerden de
inanılmaz bir öfkeyle nefret ediyor. Şimdi işleri bitti ve onu rahat
bırakıyorlar; kadının öfkesi ve gazabı da genel olarak bütün dünyaya yöneliyor
ve Hidro'nun tavanına doğru bir sıcak su fıskiyesi gibi yakıcı öfkesini boşaltıyor.
Böylesine bir öfkeyle çıkarılan bir insan sesinin öyle bir gürültü
çıkarabileceğine ve hala konuşma şeklinde kullanılabileceğine inanmak imkansız
gibi geliyor. Ama gerçekten öyle oluyor -hatta tavana çarpan güç bile
küfürlerin şeklini bozmuyor -çünkü bu küfürler sağlam ve gerçek şeylerdi ve
çıkardığı diğer gürültülerin arasından sıyrılıp yükseliyordu. Onları Delilik
oluşturmuştu; iki misli kuvvetle, pekiştirilmiş nefretle meydana gelmişlerdi
ve ne onları fışkırtan güç ne de tavana çarpma etkisi onları engelleyemiyordu.
Öylesine
altüst edici bir patlamayla savurduğu küfür ve lanetlerin tavana çarpınca parça
parça olacağını düşünebilirsiniz. Ama bu küfürler o kadar güçsüz değiller.
Onlar kocaman ve iri yapılı olup, büyük bir güç ve şiddetle hareket ediyorlar.
Onun için tavana çarpınca zedelenmek yerine, onlar tavanı eziyorlar, herşeyin
yönü değişik burada. Roket gibi hep yukarıya doğru uçup stratosferi delip
geçecekleri yerde, tavandan tekrar duvarlara çarpıyorlar, tekrar tekrar
duvardan duvara vurarak koridorlarda çınlıyorlar -böylece biz hâlâ ilk
bağırtıların etkisinde kalıyoruz. Daha önce asla böyle bir söz dağarcığı
görmemiştim! Küfür sanatında bir denizciye ders verebilirdi. Sanatın ötesine
ulaşan yeteneği ise -bir dehadır!
Yüz
kilonun üstünde iri yarı bir kadındı. Şimdi bu kilonun yarısına indi, etleri
uzun çatısının çevresinde gevşek gevşek sarkıyordu. Pelvis kemikleri bir
kasenin ağzı gibi görünüyordu. Gövdesi ise kırışıklıklarla dolu pörsümüş bir
yığın halindeydi. Durmadan kaşındığı ve tırnakladığı için kırmızı çiziklerle
doluydu. Etine öyle kuvvetle tırnak batırmıştı ki bazı yerlerde derisinin
arasından eti görünüyordu.
Ama
ben "Tırmalanmış Göbeği" seviyordum, çünkü deli gömleği giydiğim bir
gün ayağa kalkıp dansetmişti. Benim şarkılarıma dansıyla eşlik etmişti
-çılgınca fırıldak gibi dönen bir dans- ve o çırılçıplaktı. Benim şarkıma
eşlik ettiği için bağlanmıştı. Güzel bir şarkı değildi- ben zırdeliydim yoksa
bu böcek-evinde şarkı söylemezdim.
Ve
o, benden de deliydi yoksa şarkıma eşlik edip danset- mezdi. Güzel bir dans
değildi. Üzerinde hiç bir giysi olmadan dans edebilmek için gerçekten çok
güzel olmanız gerekir ve bu işi Sanat adına yapmalısınız, -sanatı Büyük S ile
yazınız yoksa polis işe karışır- yoksa hemşireler deli gömleğiyle gelirler.
"Tırmalanmış
Göbeğin" gövdesinde güzellikten eser yoktur. Kendini bağlattı; onunla
danseden "Deve" de bağlandı. "Deve" dansetmişti ama geniş
kambur omuzlarını bir çarşafla örtmek inceliğini göstermişti, çünkü daha çirkin
olmak mümkün olsaydı, 'Deve' nin 'tırmalanmış göbekten' bile daha çirkin
olduğunu söyleyebilirdim. Hepimiz de iyice zıvanadan çıkmıştık. Üçümüz
yataklarımızda bağlanmış yatıyorduk. Bağırıp çağırıyor, haykınyorduk -
(deliliğe sessizce katlanmak mümkün değildir) - orada yatıyor, her birimiz
kendi esintilerimize göre şarkılar uyduruyorduk. Ve Hidro her zamankinden daha
gürültülüydü.
***
Hidro'da
yaşayanların kuruntulardan, yanılgılardan dünyalar yaratabilme güçleri vardır.
"Dışardaki" bir vatandaşın en çılgın fantazilerinde düşleyebileceği
bir dünyadan bile daha çılgın dünyalar. Burada herşey baş aşağı durumdadır ve
hiçbir şey doğru veya tanıdık görünmez. O kadar farklı bir dünyadır ki, sanki
kendinizi herkesin başları üzerinde durduğu, tavanda yürüdüğü ve birşey olurken
sonundan başına doğru gittiği bir dünyada bulursunuz. Tuhaf farazilerimizin
arayışı sırasında bize hiçbir şey tutarsız gelmez; başkalarında gördüğümüz
tuhaflıklar bizi şoke etse bile.
Birbirimize
deli deriz ve hepimiz beraberce bir sandaldayız: Onun için, eğer kendime
Shakespeare diyor ve diğerleri hakkında yazıyorsam, 'mani'nin eski
geleneklerine uyarak, büyüklük kuruntum için bir patron seçiyorum. Gördüğümüz,
bulduğumuz hayatla başa çıkamıyoruz,ne ondan kaçabiliyoruz ne de ona uyum
sağlayabiliyoruz. Böylece biz de başa çıkabileceğimiz bir çeşit dünya yaratma
gücümüzü kullanıyoruz. Burada yaratılan dünyalar, onları yaratan beyinler sa-
yısındadır. Her biri kesinlikle kişiseldir ve başkalarıyla paylaşılmaz.
Gerçekten daha gerçektirler. Bilinci zorlayan, iten keskin, tiz - ve içe
işleyen bir yoğunluk içindedirler ve bunlar mantığın küt kenarlarından daha
inandırıcıdırlar - bu ikisi arasında bir çelişki olsa bile aralarında seçme
hakkım yok. Mantık, daha başlangıçta çiğnenmiş, bir yana atılmış ve yenilgiye
uğramıştı; kuruntunun keskin dişleriyle yarışa- mazdı.
Tuhaf
ruhlarının sarmalandığı fantastik bedenlerden daha derinleri görebilmek için
gözlerimi bilemem gerekecek. Onları anlamadığım gibi kendimi de anlamıyorum-
ve ben onlardan biriyim.
Örneğin
"Tırmalanmış göbek". Ne tuhaf bir yaratık o, orada yatıyor, uluyor ve
şarkı söylüyor ve tükürüyor ve küfrediyor. Şimdi hemşire yatağının üzerine bir
çarşafı çadır gibi tutturmaya çalışıyor -tükürükleri yabana gitmesin diye.
Biraz sonra çadırın içi sırılsıklam olacak.
Ve
bir de "İskelet" var -koridorda bir aşağı bir yukarı koşan ve
pencerelerin önünden geçerken kafesini adımlayan bir hayvana benzeyen İskelet.
Şu anda parmaklarının ucunda yükselmiş; çığlıkları neredeyse tavanı yerinden
oynatacak. Düşünebileceğiniz en kuru, etsiz yaratıktır.
Kemiklerinin
dış görünüşünü örtebilecek et ve kas yapısı yok. Sadece, üzerine güve yeniği
dolu bir battaniye örtül-
müş
bir iskelet o. Ve deli, zır-, zırdeli. Uluyor, haykırıyor, kemiklerinin
üstünden sarkan gevşek derilerini yırtıyor.
'Deve',
Paraldehid'in verdiği derin uykuda, çadır bezinden deli gömleği derin derin
nefes aldıkça kabarıp iniyordu. Çoğu zaman ilaçla uyuşturulurdu -çünkü
hezeyanlarını, ulumalarını çok sever ve herşeyini başkalarıyla paylaşmak
ister.
Öyle
gülünç bir mizah anlayışı vardır ki onu anlayabilmek isteri nöbetleriyle sarsılmak
demektir. Orantısız iri bir vücudu vardır. Omuzları bir deve gibi dışarı doğru
fırlamıştır ve bu benzerlik onun gevşek yürüyüşünde de göze çarpar. Yani eğer
yürüme imkanı bulabilirse, çünkü çoğunlukla deli gömleği içinde tutulur ve
ilaçla uyuşturulur.
"İlaç-yapıcı".
Ona öyle isim taktım çünkü 'hidro'ya getirildiğim gün, salonda, alnından aşağı
sarkan siyah kahkülü- nü banyo havlusuyla sarmış öylece oturuyordu. Beni görünce
önüme zıpladı, kollarını iki yana açtı ve hoşgeldin derce- sine önümde eğildi.
Sonra dikleşti, kollarını göğsünde kavuşturup bana baktı. Delici siyah gözleri
delilikten parıldıyordu. Gücüyle beni öyle etkilemişti ki söyledikleri çok
inandırıcı geldi.
"Hoşgeldin
yabancı - aramıza hoşgeldin. Fakat benim bu kabilenin büyük ilaç-yapıcısı
olduğumu daima hatırla."
Ama
ondan daha güçlü olan kabile şefleri, onu deli gömleğinde haftalarca bağlı
tuttular. Orada sessizce ve nefret dolu olarak yattı. Beynini dolduran
düşünceleri hiçkimse bilmez.
Deliliğin
siyah bir tabut örtüsü vardır; kötü kötü düşünen, bekleyen - ve gözetleyen bir
örtü. Bu, ondan doğuyor ve çevresine uğursuz bir sessizlik içinde yayılıyor.
Gözlerinin
sizi incelediğini hissetmek; nefretin siyah, geniş ve dipsiz mağaralarından
esen bir serinliği hissetmek gibidir. Onun gözlerine bakınca, salt deliliği
görürsünüz - ağır ve henüz doğmamış olan dehşete gebe bir delilik.
Sıkıca
bağlanmış olduğu halde, onda diğerlerinde korku uyandıran birşeyler var. Ve
doktorlara hemşireler de onunla meşgul oldukları zamanlar daha ihtiyatlıdırlar.
Bir
de 'Opera Şarkıcısı' var - hayatı sonsuz bir trajedi olan ufak tefek, zavallı
bir kadın - acının baskısından tek kaçış yolunu delirmekte bulmuş ve
kendisinin bir opera şarkıcısı olduğunu sanıyor. Küçük, kahverengi bir tarla
faresinden başka birşeye benzemiyor. Kapana yakalanmış küçük, kahverengi bir
tarla faresi. Musluk suyunda kül ve asit olduğunu zannettiği için tuvaletteki
dışkılarla yıkanıyor. Asitin, onun gibi kralların önünde şarkı söylemiş birinin
güzelliğini bozmasından korkuyor.
Sonra
'Putperest' geliyor, 'hidro'da şimdiye kadar çırılçıplak dolaşmış olan en
güzel ve zarif yaratık. Giysileri gereksiz bir yük olarak gördüğü için onları
ilelebet çırakıp atmıştı. Doktorun viziteye çıktığı zamanlarda, hemşireler ya
üstünü örtüyorlar ya da tuvalete kilitliyorlar. Bunun dışında istediği,
hoşlandığı gibi dolaşabilirdi - ve o da çıplak dolaşmaktan hoşlanıyor.
Adeta
Cab Callovvay'ın sesinin dişisi denebilecek bir sesle pencerenin kenarında
durup şarkı söyler, şarkısını çığlıklarla bitirirdi. Çığlık çığlık ardına -
sonra yine bir çığlık - bir çığlık daha. Kendi ruhunun çıplak ve kontrolsuz bir
şekilde dışa boşalışları. Kainatta buna benzer başka çığlıklar olamaz.
Onu
öylece çıplak - delice ulurken görünce, gerçek olup olmadığını merak ederdiniz;
yoksa hüzünlü ve güzel bir hayal miydi. Hayat ne kadar acımasız bir
heykeltraş, canlı bir güzelliği akik gibi işlemiş ve bu güzellikten gittikçe
artan bir delilik yaratmış. Ve onun gerçek olduğunu biliyorum çünkü hayaller
yalnızca fikir üretirler, somut maddeleri değil.
Bir
de 'Çiftçi Kadın' var; yatakta başını örterek yatar, özlemle sonunda hep
kaybettiği bir savaş halindedir hep. Özlemi o kadar yoğun ki bir delilik
halini almış. Özlemi o kadar şiddetli ki onu bir manyak yapacak gücü var. Ömür
boyu süren şiddetli bir istek.
Özlediği
şey, öyle küçük, öyle önemsiz ki hayatın bunu inkar edecek kadar zalim
olabilmesi çok yanlış. Vahşi ve bâkir bir dünyada - bir bahçe yapabilecek küçük
bir köşesi bile olamıyor.
'Öğrenci'ye
gelince, ayaklarını biçimsiz bir şekilde uzatmış oturuyor - onu oturtan her
kimse bacaklarını zarif veya hiç değilse rahat bir şekilde yerleştirme
zahmetine katlanmamıştı. Birisi gelip onu kıpırdatmcaya kadar oturtulduğu gibi
kalacak. Artık hiçbir hevesi veya bir Fransız taşbebe- ğinden daha fazla bir
yaşam bilinci yok. Okul yıllarında parlak bir öğrenciydi ve bu şey başına
gelmemiş olsaydı hâlâ okuyor olacaktı. Davranışlarının gösterdiği kadar
duygudan yoksun değildir.
Bir
keresinde onu kütüphanede yürütmeye çalışan hemşire, onun önündeki kitap
raflarına büyülenmiş gibi durup baktığını görünce çok şaşırmıştı. Oysa daha
önceleri gördüğü şeyler karşısında öyle kayıtsızdı ki, onun tamamen bilinçsiz
olduğunu düşünüyordu. Baktığı kitaplar yalnızca ilgisini çekmemiş, öyle acı verici
ve dokunaklı bir duygu uyandırmış ki ağlamaya başlamıştı.
Rafların
önünde durup içinde ne varsa hepsini bir ağlama seli halinde boşaltmıştı.
Hiçbir şaka, şefkat veya teşvik onu eline bir kitap almaya ikna edemedi.
Hiçkimse onu neden ağladığını anlatmaya razı edemedi. Nedeni yalnızca acının
kendisini bildik, gizlilik içerisindeki ruhunun açığa vurduğu gözyaşlarıydı
bunlar- ne sebebini söyleyebiliyor ne de başka bir nedende aramasını biliyordu.
Şimdi, bu ağlama olayının yeniden meydana gelmesi ümidiyle onu sık sık kütüphaneye
götürüyorlar.
Bir
de 'Dansçımız' var, genç bir anne; anne olmadan önce kolejde derece almış.
Şimdiyse öylesine delirmiş ki; yukarı kattaki koğuşta bir el aynasıyla Başkana
radyo mesajları göndermek için pencerelerden birinde ayağa kalkmış bir durumda
bulmuşlar ve hidroya getirmişler. Bir sürü tuhaf kuruntuları var ve bir memur
olduğunda veya doktorlardan birinin sevgilisi olduğunda ısrar ediyor. O hoş
bir kız - güzelliğini bozan tek şey kırık ön dişi.
Sonra
'Trajedi' var. Ölüm onun üstüne elini koymuş ama delilik kasesinin dibinde
kalan son birkaç damla posa da tükenmeden onu çekip almayacak. Düşünülemeyecek
kadar müthiş bir ölümle ölüyor, ölmekte olduğunu da bilmiyor - yalnızca
hayatını yakıp kül eden bir deliliği tanıyor, biliyor.
Ondan
önce de annesi aynı hastanede bu yoldan geçmişti. Kızı da, henüz yirmisine
bile girmemişti; titrek hayatının son damlasını deliliğe feda etmeden
ölemiyordu bile. Annesini frengili bir kadın olarak seçmenin yarattığı
çılgınlık. Ve geride bir de küçük kızkardeş var, onun başının üstünde de
"babasının günahlarının" azabı asılı duruyor.
Henüz
doğmamış bebeklerin karar verme yetenekleri pek gelişmemiştir - belki bir gün
Devlet onlara annelerini seçme hakkı verebilecek cesareti bulur.
Şu
anda hemşireler onu beslemeye geliyorlar - normal olarak yemeğin vücuda girdiği
sindirim yolunun tam tersinden oluyor bu beslenme. Onu beslediklerinin veya
ölmekte olduğunun farkında değil.
Onun
için hiç ümit yok ve sona biraz bekledikten sonra ulaşılacak.
Bir
sonrakine ben 'Ana' diyorum. Bağlandığı yatağın aya- kucunda oturuyorum. Deli
gömleğinden öyle nefret ediyor ki buna dayanamıyor. Onu çözmem için bana
yalvarıyor ve çözmediğim için bana uzun bir liste halinde iğrendirici sözler
söylüyor. Şimdi de monoton bir sesle 'Mavi Gömlek Çocuk-
lan'nı'
gelip onu çözmeleri için çağırıyor. Onlara kendisine yapılan kötü muameleleri
anlatıyor. Bütün gücüyle kurtulmaya çabalıyor - çünkü yatağa bağlı olmanın
kısıtlamalarına dayanamıyor.
Şimdi
aşağıya doğru öyle kaydı ki çenesinin altından geçen kalın kumaş bantlar onu
neredeyse boğmak üzere. Yüzü kıpkırmızı oldu ve alnındaki damarlar zorlanmaktan
dışarı fırladılar. Bantlar nefes borusunu sıkıyor, zorlukla nefes alabiliyor
ama yine de boğuk bir sesle konuşmayı sürdürüyor. Neredeyse gidiyor! Bunu
becerebileceğine inanıyorum! Başını, bantların arasındaki açıklığa sokabilse,
başarabilecek. Biraz daha homurdansa, biraz daha zorlansa, biraz daha eğilip
bükülse bu işi başaracak.
Yaptı!
Yaptı! Kollan bağlara çılgınca çarpıyor, omuz etleri kesiliyor ve derisi
sürtünmeden kızarmış. Ama hemşireler geliyor. Onu yakalayıp içine dolaştığı
bağları çözmeye başlıyorlar. Bu bağlan sadece yeniden daha sıkı bağlayabilmek
için çözmüşlerdi. Şimdi o da hemşirelerin ne yaptığını anladı ve haykırmaya ve
gitmesine izin vermeleri için yalvarmaya başladı. 'Yapmayın bunu, lütfen bunu
yapmayın! Oh, seni gidi Kahpe!" "Yalnız bırakın beni, yalnız bırakın,
- siz - siz." Biraz daha küfür - ve şimdi çocuklarından birisine
bağırıyor, "Jerry - Jerry - O Bıçağı Kap ve Buraya Gel ve Bu İnsanları
Öldür."
Sonunda
sustu, öyle sıkı bağlanmıştı ki zorlukla nefes alabiliyordu; ve kurtulmaya o
kadar yaklaşıp da bunu başaramadığı için ümitsizlik içinde ağlıyor ve bir
çocuk gibi hıçkırıyordu.
"Dayanamıyorum,
dayanamıyorum" - önce dokunaklı,
"Dayanamıyorum,
dayanamıyorum" - sonra yalvaran,
"Dayanamıyorum,
dayanamıyorum" - tekrar daha yüksek, emreden bir sesle.
En
sonunda ciğerlerinin bütün gücüyle attığı çılgın bir çığlık.
"Dayanamıyorum! Dayanamıyorum!"
"Tırmalanmış
göbeğin" sesi tükürükten sırılsıklam olmuş çadırın içinden geliyordu. 'Oh
Tanrım, oh Tanrım, oh Tanrım, oh Tanrım!!! Eğer dayanamıyorsa, Tanrım, bırak
kurtulsun, oh Tanrım veya onu bir çiviye assın, oh Tanrım veya ne yapacaksa
yapsın, oh Tanrım, ama çenesini kapatsın, oh Tanrım."
Tırmalanmış
göbek bugün çok dindar bir havada ama bu dindarlığın içinde bir saygı
olduğundan biraz şüpheliyim. 'Isa, Ruhumun Aşığı' diye bir şarkı söylüyor.
Başka
bir hasta ona katılıyor, bir üçüncü de onu izliyor. Hepsi bir arada başka başka
notalarla ve tempolarda şarkı söylüyorlar. Sonuç korkunç ve harika fakat pek
müzikal değil. Deve uyanık olsaydı o da katılırdı ve işte o zaman armoni
gerçekten çamura batmış olurdu. Sesi vapur düdüğü gibidir. Zaten o katılmasa da
genel uyumsuzluk yeterince kötü. Birisi ikinci dörtlüğün yarısına gelmişken
diğeri son sözleri söylüyor.
Tırmalanmış
göbek şarkıyı çoktan boşlamış, bu kutsal müziğe hiç uymayan bir sürü küfürü
ardı ardına sıralıyor. Çok iyi bir kontralto sesle kelimeleri, kendi uydurduğu
anlamsız sözcükleri monoton bir ritimle söylüyor. Ooo, şimdi anlıyorum.
Bildiği her terbiyesiz kelimeyi alıyor buna uyacak bir sürü yeni sözcükler
üretiyor. Demek küfür sanatında gösterdiği dehayı böyle geliştirmiş!
İskelet'
haykırarak ve uluyarak pencerenin önünde bir ileriye bir geriye koşturuyor.
Takır tukur kemiklerinin üstünde kalan iki-üçyüz gram eti de delice
oğuşturarak, sıkarak, çimdirerek eritiyor. Şimdi ise omuzlarındaki etleri
gerçekten yırtıyor. Ağzı köpürüyor ve dönüp banyolardan birine tükürene kadar,
köpükler akıp gidiyor.
Kapıya
doğru birkaç adım koştu, sonra pencereye döndü ve oradan geçen adamı görünce
daha çılgınca çığlık atmaya başladı. Adama gelip pencereyi açması için altı yüz
dolar teklif ediyor. 'Pencere kelimesinin ilk iki hecesini anlaşılır şekilde
söylüyor, son 're' hecesi çığlık halinde çıkıyor ağzından.
Şimdi
yine tükürmeye başladı ama artık banyoya nişan almaya gerek görmüyor. Yerçekimi
nereye çekerse oraya gidiyor tükürükler. Gömleği yakasından alt ucuna kadar yırtılmıştı,
ağzından sızan tükürük ve salyalar yere dereler gibi akarken iri karnının
üzerinde takılıyor. Görünüşü hiç de iştah açıcı değil. Salyaları açık duran
ağzından daha büyük bir hızla akıyor. Bir yandan çığlık atarken gözleri de
benim yönüme takılı kalmıştı. Ama hiçbir şey görmüyor, sadece kendini
pençesine alan dehşeti hissediyor. Gözleri insan gözüne benzemiyor. Gördüğü
şeylerine dehşetinden şekilleri bile değişmiş. Şimdi bana doğru geliyor.
Çığlıkları kulağımı dövüyor.
Ona
nasıl yardım edebilirim? Hiçbir şekilde, tam olarak hiçbir şekilde. Ona yardım
edemem ama onu görmemek için gözlerimi de kapatamam. En iyisi dünyada böyle
acıların var olduğunu hiç bilmemek.
Üzerindeki
baskının bir kısmını uluyarak ve etlerini yırtarak hafifletebildiğine memnunum.
Hissettiği şeylere sessizlik içinde katlanabilmek mümkün değildir; ve yaptığı
anlamsız olduğu halde onun için ulumalar ve çırpınmalarla ifade etmek, içinde
tutmaya çalışmaktan daha iyi. İçimde bir şeyler kalmış olsaydı, o beni
sinirlendirebilirdi, heyecanlan- dırabilirdi. Öyleyse devam et ihtiyar kemik
torbası, Ulu! - ulumaya devam et. İçindekileri haykırarak boşalt ve belki de bu
köprüden geçtikten sonra bir kaçığın çiğnediği bir kalemi eline alır, oturur ve
benim hakkımda yazmaya başlarsın. Bundan sonra uluyan ben olabilirim, bunu
kimse bilemez.
Yalnızca
canım şu anda ulumak istemiyor. Sen hiç de çekici bir örnek olmuyorsun, sen
yalnızca korkutucu bir uyarısın.
Ve
işte sabah oldu. Yaşanacak bir gün daha. Gece boyunca ilaç verilmemişti, bu
yüzden burası tam bir çıfıt çarşısına döndü.
Sabahları
daha sessiz olur - ama bu sabah değil. Burasıyla karşılaştırılınca bir kazan
fabrikası bir morg kadar sessiz ve sakin kalırdı. Zaten çekilmez olan gürültüye
bir de yataklarında bağlı olanlarının çığlıkları karışıyordu. Hemşireler bile
otoritelerini korumak için oraya buraya koşuştururken biraz çıldırmış
gibiydiler - burası tümüyle çıldırmış.
Bağlanmış
olanlar uluyor ve çığlık atıyorlar - bağlı olmayanlar da koşuşturuyor, etrafa
saldırıyorlar ve ulumalarına, çığlıklarına vahşi hareketler ilave ediyorlar.
Delilik rüzgârının estiği bir ormandaki çıplak ağaçlara benziyorlar; rüzgar
onları eğiyor, sallıyor ve kırıyor. Düşünülebilecek en çılgın isteri bu. Ne
olduğunu bilmiyorum. Fakat bir çeşit çok etkili bir bulaşıcı hastalık
aralarından esip geçiyor - yayılıyor, beni de yakalıyor.
Çılgınlıkları
benim içimdeki deliliği de daha yüksek ve daha daha yüksek düzeylere çıkarıyor
- ve şu anda ben de uluyacağım. İsteriye karşı duracak gücüm yok. Burası cehennemden
beter. Dante hiçbir şey bilmiyordu. Bu kargaşa ve yıkım dört nala ilerlerken,
bu hidroda yapmalıydı o meşhur yolculuğunu.
Birçok
cilt dolduracak malzeme bulurdu. Güzel, çıplak putperest deli gömleğinden
sıyrılıp çıkmıştı ve pencerede durup sabaha doğru uluyordu. Eminim ki Dante,
Cehennemde bunlardan daha kan-dondurucu uluma ve çığlık duymamıştır.
Boğazındaki ses telleri yırtılıyor, onu duyanların ku-
lak
zarları parçalanıyordu. Benim beynim de çözülmenin eşiğinde titriyor. Bu sabah
bizim karşılaştığımız gibi bir patlama karşısında kimse çerçeveler içinde
kalmayı başaramaz.
Dayanamıyorum!
Shakespeare! Tanrı aşkına, neredesin! Yanıma otur ve şu kaleme tutunmama yardım
et! Bak söylüyorum, artık dayanamıyorum. Saçlarımın köklerinin çekildiğini
hissediyorum, onun için artık gücümün sonuna geldiğimi biliyorum, kollarımdaki
tüyler diken diken. Saçıma dokunun, Mr. Shakespeare ve bana saçlarımın dikelip
dikelmediğini söyleyin - neyse boşverin. Ben öyle olduğunu biliyorum. Ama
önemi yok - sen sadece kaleme yapış ve birşeyler yaz; çabuk ol. Şu kalemi
sıkıca tut ve kağıda bir şeyler yaz. Ne olursa - ne olursa yaz! Bu ulumalar
arasında sesimi yükseltmeyeceğim. Siz kaçıkları sevmezsiniz, değil mi Mr. Shakespeare?
Eğer onlardan biriyseniz ve başka bir seçim hakkınız olmadan yalnızca onları
görüyor, işitiyor ve onlarla yaşıyorsanız, onlar size hiç de ilginç gelmezler.
Ben de onları sevdiğimi söyleyemem, ama kendimin de buradaki en çılgın kadar
deli olduğunu biliyorum. Bunu da uluyarak herkese açıklamayı göze alamam. Özür
dilerim Mr. Shakespeare, büyüklük kuruntum olarak buraya gelmek zorunda kalmamalıydınız.
Sakin îngiliz mezarının daha hoş olduğunu biliyorum. Başını nasıl bir derde
soktuğunu bilmiyordun, ama artık burada olduğuna göre seni şerbet bırakamam, geriye
dönemezsin; aslında ben de seninle birlikte gitmeyi çok isterdim. Buna
dayanamıyorum ve seni kaybetmeyi göze alamam. Evet Mr. Shakespeare, eğitiminiz
burada tamamlanıyor. Şimdi artık kendi deneyimlerinize dayanarak kaçıklar
hakkında yazabilirsiniz - ilk elden, doğrudan deneyimler ve sizin daha güvenli
ve rahat olan hayal gücünüzü kullanmak zorunda kalmayacaksınız. Hayalinizden
yarattığınız karakterlerin daha sevimli olduklarını biliyorum ama buradakile-
rin
hepsi etrafınızda. Sataşıyorlar, uluyorlar ve hiç kimse (- hatta sizin dilinizi
kullanmaktaki ustalığınıza rağmen siz bile) böyle yaratıkları kelimelerle
meydana getiremez - çünkü sözcükler onları tanımlayamazlar.
Bu
gerçektir Mr. Shakespeare. Delilik. Yalın, duygusuz ve manyakça Delilik. O, bir
otlaktaki çılgın bir boğa gibidir - yüksek bir çitin arkasından gözlemek daha
güvenlidir. Daha hızlı yazmazsan, yaratığın boynuzlarında asılı kalacaksın,
tabii boynuz yaralarından ve boğanın ayakları altında çiğnenmekten
bahsetmiyorum. Burada Deliliği görüyorsunuz Mr. Shakespeare, ilk elden,
doğrudan - ve elinizdeki küt, dişlenmiş kalemden başka savunma aracınız yok.
Daha
hızlı yazmanız şart. Ben gidiyorum - başımda o çılgın "hafiflemiş"
duyguyu hissediyorum ve gözlerim doğru dürüst görmüyor. Yaz, lanet olası!
Birşeyler yaz. Ne olursa olsun yaz, önemi yok.
Başımın
çevresinde birşey var, öyle sıkıyor ki, düşünemiyorum, ama siz burada oturacak
ve kağıda bir şeyler yazmayı sürdüreceksiniz. Bu bir kanun ve ben buna
uymanızı istiyorum. Beni yüzüstü bırakmayacaksınız. Size şu anda her
zamankinden çok ihtiyacım var. Ve unutmayın Mr. Shakespeare, bir acı vaklama
ve kaz pişmiş olacak. Bu cehennemde bir dahi değil, yalnızca bir böcek
evindeki bir kaçıksınız. Onun için ne yazdığınız hiç farketmez, sadece yazmaya
devam edin. Bu konuda size yardımcı olamam - çümkü beynimin bir bomba gibi
patladığını hissediyorum. Tanrı aşkına devam edin! Söylemek istedikleriniz
olmasa da - veya güzel olmasa da. Bir silginiz olsa bile bunu kullanabilecek
zamanımız yok.
Yazmaya
devam edin - ve sanki Şeytan tarafından kandırılmış gibi yazın- çünkü bunu
bilecek kadar sağduyunuz olsa da olmasa da - işin doğrusu bu! Birşey bizi
yakaladı, ele
geçirdi
ve bizi şeytana doğru sürüklüyor. Bu kez, bir dram yazmıyor, onu yaşıyorsunuz.
İşinize
devam edin. 'Üç Ev’ bundan daha kötü, daha beter. Şu anda İngiliz Edebiyatı
geleneklerini boşverin- birkaç kıvılcım ve birarada tutmaya çalıştığınız mantık
kırıntıları. Kurtarmaya çalıştığınız kendi akıl sağlığınız. Daha hızlı yaz, -
aptal - eğer bir deli olmak istemiyorsan daha hızlı yaz. Şimdiden mantığın seni
terketti ve seni uluyan bir manyak olmaktan alıkoyan tek şey gevşememek ve
kendini bırakmamaktır. Siz yazmaya devam edin. Beni yüzüstü bırakmayın - siz
olmadan başaramayacağımı biliyorum.
Eğer
beni ulumaktan alıkoyabilirseniz, işte gerçek deha bu olur, hayalden romanlar
uydurmak değil. Bu hayal değil - daha da kötü. Bu bir kâbus. Uyanıkken
gördüğünüz bir kabus, bu yüzden ne kadar bağırsanız kimse sizi uyandırmaya
gelemez. Bir kâbusun tam ortasında uyanık olmak, Mr. Shakespeare. Uyuyor
olsaydınız bağırabilirdiniz ve belki biri sizi duyar, içeri gelir ve sizi
sarsıp uyandırabilirdi - ama burda bağırsanız sizi ne kadar sarssalarda
uyanmazsınız.
Tanrım!
Bağırmak mı istiyorsunuz? Hayır! - bağırmayın! Başlamadan önce sus, lanet
olsun.
Sana
yazmanı söyledim - yazsana aptal! Sözcükler! Ne olursa! Anlamlı olup olmadığı
hiç önemli değil. Yaz! Sus ve diyeceklerini kağıda dök! Benden daha da büyük
bir eşeksin sen. Dâhiymiş - Pöh! Kaçık - kaçık kardeş! Bana gelerek sahip
olduğun dehayı kaybetmiş oldun. Seni kahrolası aptal, bu isteriye izin verirsen
ve içinden bir damlayı bile dışarı salarsan, onu durduramazsın. Biliyorum - bir
kez daha böyle olmuştu. Dünyada hiçbir güç bunu durduramaz. Onu dizgin- leyebilmenin
tek yolu, onu başlamadan durdurmaktır. Dünyanın yaradılışındaki kargaşa bunun
yanında hiç kalır, o bile orta yaşlı bir bakire kadar sakin sayılır onun
yanında.
Zavallı
Bili, zavallı Bili; bir dahinin içine düşebileceği bir durum değildi bu.
Bir
dahaki sefere çiçekler, kuşlar ve arılar hakkında yazmak isteyen birisine gel
William, çünkü cehennemin bu tarafında delilikten başka bir şey yok. Ama
kaleyi birkaç dakika koruyun. Yardım geliyor, bir hemşire kıyafetinde, Tanrı
onu korusun ve Merkür, Sürat Tanrısı ona yardım et ki, acele etsin! Her bir
elinde birer şırınga var ve başka bir hemşire bir tas paraldehid getiriyor.
Tanrı bunu keşfeden adamı korusun! İlaçlar- İlaçlar- bilinçsizlik! Sessizlik!
Evet-
hepsi buydu William. Başardık! Teşekkür ederim! Son birkaç dakikada ne yazdığın
hakkında hiçbir fikrim yok- ama melekle yanşan Jacob gibi hissediyorum. Bileğim
burkulmuş ve terden sırılsıklam olmuşum. Size minnettarım. Artık doktor benim
iğnemi başka birine, seni seçecek kadar şanslı olmayan başka birine yapsın.
Benim büyüklük kuruntularım hakkında ne düşünürse düşünsün- ama benim için
yaptıklarını ben kendim için yapamazdım. Başardık! Dünya bunu bilmese de- son
yarım saatte yazdıkların bütün eserlerinin toplamından daha büyük bir deha
eseri!
Shakespeare,
bu krizi atlattık- bir ara kaybedecek gibi görünmemize rağmen- ve ben
neredeyse derinliklere dalmak üzereydim. Bu olduğu zaman ve eğer olursa, geriye
yalnızca "Üç Ev" kalıyor- ve ümitsizce çılgınlık. O kadar sayfayı hep
karanlıklarla doldurmuşsun- daha açık renkler yok mu? Bu loşluktan bıktım -ışık
ve kahkaha yok mu? Mutlaka bütün dünya trajedi dolu değildir; yoksa öyle mi? Bu
dünyada çılgın, kudurmuş delilerden başka bir şey yok mu? Shakespeare artık
dayanamıyorum! En iyisi pes edip "Üç Evde" boğulmak. Madem ki
düşeceğim, çitin hangi tarafına düştüğü'1 hiç önemli değil. Sonsuz
uzayan çitler üzerinde tüneme--1611 bıktım. Eğer bir manyak olmam
gerekiyorsa- nedenj6rÇe^ bir manyak olmayayım? Bu yarım
ölçünün ne a» *mı var?
Deliliğin
pek az ödünü vardır. Bütün bu çabalarımla nereye varabilirim? Kaçınılmazı bir
süre daha geciktirmek- Bundan kaçmamam, ancak geciktirebilirim. Nasıl olsa bir
gün bu olacak. Bir gün -er veya geç- beni eline geçirecek. Öyleyse bunu
ertelemenin ne yaran var? Kaçınılmazdan kaçmaya çalışmak anlamsız bir çabadır.
Pöh!
Shakespeare -ne hale geldin böyle? Böyle düşünmenin şimdiye kadar kimseye bir
yararı olmadı. Daha iyi bir şey yapamıyorsan, yazmayı bıraksan daha iyi olur.
Ben bu şekilde yeterince düşünebilirim. Bana düşünecek daha neşeli bir şeyler
bul, veya görecek daha hoş manzaralar. O kadar çok delilik, dehşet ve kargaşa
gördüm ki, artık baktığım her şeyde aynı şeyleri görüyorum. Hiçbir şey, onun
çevrelediği beynime ulaşamıyor, o diğer bütün görüntüleri engelliyor. Onu daha
fazla görmemek için, beynimi kendi ellerimle kafatasımdan yırtıp
çıkartabilirdim.
Şimdi,
yan odada deliliğiyle başbaşa kapatılan kızın nasıl hissettiğini şimdi çok iyi
anlıyorum; boş yere başını parçalamaya çalışıyordu, umutsuzca. Üç gün içinde
bütün saçlarını avuç avuç kökünden yolmuştu. Kafası kabak gibi olmuştu ve
hala çılgınca yolmaya devam ediyordu.
Ama
o iyileşti, Shakespeare! Evet başardı! Ve onun zaferi çoğumuza cesaret verdi.
"Üç Eve" gitmedi. Hatta şimdi "dışarıda" yaşamaya
başlayacak, tabii saçsız olarak. Hiç kimse onun kadar zırdeli olmamıştı, ama
yine de iyileşti! Her şey, bir zaman gelir sona erer; hiçbir şey sonsuza dek
değişmeden devam etmez. Herhangi bir şeye bir süre katlanılır, hatta deliliğe
bile -ve Hidroda yaşamaya bile.
Bu
konuda; burada, aşağıda manyaklarla beraber yaşa- nak, yukarıdaki "en
iyi" koğuşta yaşamaktan daha kolay ve daa iyidir. Değeri en
fazla abartılan koğuş olan "en iyi" ko- 8uŞtt va]nıZCa
hafifçe deli olanlar kalır. Onlar yaşarlar, hareket ecr|er,
vaj-hkiaH ezilmenin öfkesiyle doludur. Günleri
gelir,
geçer ve zamanın yüzeyinde ufak bir iz bile bırakmazlar. Varlık, durmadan
bastıran bir monotonlukla frenlenir.
Her
gün, bir önceki gibidir -bütün yarınlar da farklı olmayacaktır. Her gün
doktorun ve hemşirelerin vizitelerine ha- zırlanmakla geçer. Askeri bir
teftişten tek farkı" hazır olll!" komutunun olmayışıdır.
Bu
hazırlıkların arkasında; bu kurumsal düzenin ardında; eşit olarak
yerleştirilmiş kırk iskemle ve geometrik bir şekilde paralel olarak
düzenlenmiş kırk yatağın ardında; iyi ayarlanmış insan seslerinin kusursuzluğu
ardında (bu seslerin sahipleri seslerinin kusursuz bir tonda olmasına dikkat
etmek zorundaydılar - bu "en iyi" koğuşta kalmanın bedeliydi-
Kahrolası "en iyi" koğuşun); bu en iyi koğuşun sayısız mükemmeliklerinin
ardında, her şeyin akıl dışı, anlamsız, aptalca - ve ümitsiz olduğunun
tiksindirici, sinsi ve kabus gibi olan bilinci vardı. Fakat bu bilgi büyük bir
dikkatle burada yaşayanlardan gizleniyor.
Elbette
bunu görenler de var -ve bu sezgi onların burada kalma haklarını kaybetmelerine
neden oluyor. Derhal başka bir koğuşa naklediliyorlar- ümitlerini kaybedenlerin
yanına. Başka koğuşa taşınmaları onlar için önemli değil, başka bir şeyin de
anlamı yok; onlar artık birer deli oluyorlar. Yaşam, özgürlük, çoluk çocuk,
aile ve dostlar; insanlar için 'yaşamayı' ifade eden bütün bunlar önemini
kaybediyor, ümidin ter- kettiği hasta için yok oluyorlar. Delilik geldiği
zaman, - tuhaf bir uyuşukluk onu izler. Ölüme yakın bir uyku bastırır ama daha
esrarlıdır. Bilinçsizliğin karanlık bölgelerinde dinlenmek - ne ölü ne canlı
olmak; öldürücü, esrarengiz, hatta dayanılmayacak - veya kaçılamayacak kör bir
dehşeti tanımayanlara göre şeytani bir durum.
Küçük
bir beyinde yaşayan ruh, tüm gücüyle bu kâbusu, bu dehşeti hissedebilir;
çığlıklar, saç yolmalar, vahşi küfürler, veya kahkahalar hepsi bu dehşetin
parçasıdır. Gittikçe
artan
gerilimi çeşitli kanallarından birinden akmaya başlar ve fırtına gibi
kontrolsüz bir sel halinde fışkırır, bu sele Delilik denir.
Bazen
de çökme yavaş olur. Başlangıçta farkedilmeyen ama yavaş yavaş artan bir
basınç. İç kemiren bir hoşnutsuzluk, üzerinize saldıran çocuksu bir korku;
bunlar durmadan genişleyen bir yörüngede ilerleyerek kişilik denilen esrarengiz
gücün üstünde oymalar yapıyorlar.
Bu,
belki de öyle küçük ve yavaş hareketlerle oluyor ki, başlangıçta farkedilmiyor.
Sonra 'yıkım' başlıyor. Mantık ve aklın şeytanca kuruntular tarafından yok
edilmesi sonunda melekelerin, yetilerin çökmesine biz 'yıkım' diyoruz; temkinli
ve düzenli düşünceler buna boyun eğiyorlar. Mantığın düzenli yolunda, vahşi bir
düzensizlik hüküm sürüyor ve bütün duygular ayaklanıyor, başkaldırıyor. Yıkım.
Yine
de, her olayda olduğu gibi, görüş açısı manzarayı değiştirir. Ben, Delilik
denen bu olgunun öbür yakasında duruyorum ve elimi öbür tarafa uzatmak, oraya
geçmeyi bir gün başarabilenlere uzanabilmek istiyorum. Veya (Tanrı onları
esirgesin!) sevdiklerinin yanında durup bariyerin yükselmesini seyretmek,
ölümden beter olan ve karşıya geçmenin mümkün olmadığı bir uçurumu görmek.
Onlar, gerçek kaybın ne olduğunu; tabutların, mezarların ve yumuşak toprağın
sakin, sessiz finalinin daha çok tercih edilebileceğini deneyerek öğrenirler.
Onlara,
şunu söyleyebilirim; (çünkü ben biliyorum, ben oradaydım) "Unutmayın ki
bir ruh, o Delilik denen belirsiz denizde seyrederken, sizin
kaybettiklerinizden çok daha fazla ve daha önemli şeyler kazanmıştır. Normal,
aklı başında insanların Yıkım dedikleri şey, Deliliğin vahşi isterisini tanıyanlar
için - ben bunu iyi bilirim- bir kurtuluş anlamına gelir. Azat edilme. Kaçış.
Deliliğin keskin dişlerinden kur-
tuluş.
Dayanılamayacak bir şeyden kaçış. Ve işte bu nedenle Delilik geldi. Kurtarma;
saf, basit, katıksız kurtarma."
Delilik,
bizleri eline alan İnsanî korkuların hiçbirini bilmez. Hata yapmayı - vicdanı
olmadığından - Tanrı korkusunu, veya şeytanları da bilmez. Bu dünyada hiçbir
şey, başını kaldırıp hak iddia ettiğinde, onu durduramaz. Onun seçtiği
kişinin başka tercih hakkı yoktur.
Onu
izlemeleri, söz dinlemeleri ve ümitsizce, onu tatmin edecek bir beceri
göstermeye çabalamaları gerekir.
O
bir yaşam gücüdür, kendi ağına dolaşmış bir yaşam. Kimse onu düzeltemez, çünkü
iplikler kendi etrafında dolaşmış, kördüğüm olmuş.
Hiçbir
tabiat olayı bu kadar ürperti veremez. Ancak bir tayfun- bir Niagara Şelalesi
veya okyanusların gelgiti, delirmiş bir beyin kadar kolaylıkla zaptedilebilir!
Onu
hiçbir şey durduramayacak - onu tutabilecek hiçbir şey yok; kendi karanlık
mağaralarında kaderini takibetmek için çevresini silip süpürmesini hiçbir güç
engelleyemez. Onun hakkında çok az şey biliniyor ve kurtulma zamanı gelince
onu hiçbir şey durduramaz. Bunun bir esaret mi yoksa kurtuluş mu olduğu o
kişinin görüş açısına bağlıdır. Esaret nedir? Özgürlük nedir? Bunların
tanîmları, Deliliğin ne olduğu bilmecesinin eksiklerini tamamlar; çünkü
delilik her ikisini de kapsar. Ben Deliliğin gücünü - ve acımasız esrarını -
hergün gördüğüm halde ve onu çok yakından tanıdığım halde, beni sürüklediğini
ve - (nereye, bilmem) alıp götürdüğünü hissetmiştim - cehenneme giden yol
boyunca sürüklendim ve diğer tarafta da çok uzaklarda, mantık ve aklın donuk,
sıkıcı yönlerini hissettim - yine de, bu olağanüstü yolculukta yaşadığım
tecrübeleri anlatabilmem çok zor.
Hiç
değilse şunu öğrendim: hiçbir şeyin ondan korktuğumuz, ürktüğümüz ve
beklediğimiz zamanki kadar müthiş olmadığını, bu gerçek başımıza geldiğinde
anlarız. Korktuğu-
muz
başımıza gelince - eğer korkmamıza değecek kadar müthiş birşeyse, düşünecek
kadar bile zamanımız olmaz. Endişe ve merak, boşluğu dolduran bir maddedir.
Acımasız
gerçekle karşılaştığımızda, varsayımlara dayanan şeyler için fazla zaman
harcamayız. Zihinlerimizde yarattığımız korkular, olaylara bizi daha çok
incitecek gücü veriyorlar.
Delilik
bile - ki hayatım boyunca ondan kaçmıştım, gerçekten beni eline geçirdiği
zaman, yıllarca ondan kaçmaya çalıştığım zamanki kadar korkunç değildi. Bu
konuda dürüst olmam gerekirse, benim dışımda bir kuvvetin beni koruduğunu
kabul etmem lazım. Bunu anlamıyorum - ve eğer kişiliğin tuhaf cilvelerini
inceleyen psikologlar bunu açıklayabilirlerse, belki benden daha iyi
anlatabilirler.
Annemi
düşündüm, belki o da benim gibi hiçbir şey görmeden dışarıya bakıyor. O anda,
bizim için hiçbirşeyin farklı olmadığını anladım. O, bir yerlerde oturup ölümü
bekleyecekti, ben de bu tımarhanede oturup deliliği bekleyecektim. Ve ikimiz
için de beklediklerimiz ne kadar çabuk gelirse o kadar iyi olacak. Böylece
canavar ortaya çıktı ve çılgın atalarımdan birinin hayaleti içimden kabardı ve
bu konuda birşeyler yapmamı önerdi; onu eline geçiren yırtıcı nefret
güçleniyordu. Ve içimdeki o şey kesinlikle ben değildim - bir başkasıydı- ve
onu deli gömleğinden başka hiçbir şeyin tutamayacağını biliyordum. Onun için
hemşireye gittim ve "Beni Bağla" dedim.
Bunu
isteyen ses benimki değildi; benim sesimin hoş olduğu söylenir - ama bu ses
dümdüz ve boştu, ne rengi ne tonu vardı. Fakat hemşire öyle aptaldı ki yanlış
anladı ve sinirli görünmediğim için beni yatağa geri gönderdi. Yandaki hasta
bağlanmıştı ve kuduruyordu. İçimde hissettiğim öldürme dürtüsünü dinlemeye
cesaretim yoktu. Bu sebeple hemşireye ikinci kez gittim ve deli gömleği
istedim. Bu sefer ikisi birden beni yakalayıp yatağıma götürdüler. Memnuniyetle
yürüdüm - beni bağlayacaklarını sanmıştım. Ama hayır. Beni bağlayan birşey
olmadığını göstermek istiyorlardı. Kendimi yıllardır kontrol etmiştim ama
şimdi gücüm kalmamıştı ve hâlâ o gün hidroda neredeyse olabilecek şeyleri düşündükçe
fena oluyorum. İçimde hala akıl kırıntıları kalmıştı. Aklıma gelenlerin
manyakça olduğunu biliyordum; onlara daha fazla dayanamayacağımı da biliyordum.
Bunun
üzerine hemşireye üçüncü kez gittim; beni görmezlikten geldi. Göğsümde
kavuşturduğum kollarımı sıkıca tutarak başında bekledim; kollarımı serbest
bırakmaya cesaret edemiyordum. İçimde serbest kalmış olan delilik tüm sinirlerimi
sızlatıyordu -ve kolumu serbestçe sallasam, bu kadını koca bir yumrukla yere
devirsem ne hoş olur diye düşündüm. Bunu yapabileceğimi biliyordum ve eğer
acele etmez ve beni bağlamazsa yapacaktım da.
Bin
yıl yaşasam bundan sonraki birkaç dakikayı asla unutmayacağım. Bağlanma arzumun
bir yardım çağrısı olduğunu -hem de acil ve gerekli bir yardım- anlamayan hemşire
öylece durdu. Deli gömleğine sokulmam için önce bunu gerektiren bir şey yapmalıydım
-ve ben hiç bir şey yapmamıştım. Ama beynimdeki saldırgan, öfkeli ve çılgın
şeyden haberi yok. Çünkü ona küçücük bir tolerans gösterseydim, onu tutamazdım;
yalnız ben değil on kişi bile ona hakim olamazdı. Hidroda beni bağlayabilecek
kadar çok insan yoktu. Ama, bende hala bir parça insanlık kaldığı için bunu
başlatmanın bana bağlı olduğunu biliyordum. Fakat hemşire benim görünürdeki
sükûnetime aldanmıştı- kendimi kontrol edemeyeceğim anda bir sel gibi
fışkıracağını anlamıyordu- ve ben çılgın bir manyak haline dönüşecektim. Geçen
her
saniye
çok önemliydi. Halimi ona nasıl anlatabileceğimi bilmiyordum. Zorlukla
düşünebiliyor veya konuşabiliyordum. Bütün enerjimi, bağlanmama kadar kendime
hakim olmak için harcıyordum.
Bütün
sinirlerim sızlıyor, başımda da tuhaf bir hafiflik var. Beynimden yayılan
kuvvet vücudumu sarsıyordu. Biran vücudumdan dışarı çıkıp orada durarak
olanları gözlediğimi hissettim. Bu kısa zaman sürecinde, çaresiz üçüncü bir
kişi gibi ümitsizce dua ettiğimi farkettim. Kendim olduğunu bildiğim kişiye
baktım- ve onu daha önce hiç görmediğimi farkettim. Şimdiye kadar gördüğüm
herhangi birinden çok daha iriydi. Öyle öldürücü ve korkunç görünüyordu ki,
korkudan başım döndü ve Tann'ya hemşirenin çabuk olması için dua ettim.
Hemşire
sonunda benim tepesinde dikildiğimi farkedin- ce, onun sözünü dinlemediğim için
bana çok kızdı. Yüzüne kan hücum etti ve sesinin öfkeyle yükseldiğini duydum,
"yatağına dön. Seni bağlamayacağım."
Cevap
verirken sesim öyle düz ve ifadesizdi ki sanki çok uzak bir yerden geliyor
gibiydi. Her şeyin gerçek dışı olduğu hissine kapıldım. Bir keresinde eter
verildiği zaman da böyle hissetmiştim. Düzgün bir cümle kuramıyordum- yalnızca
sık sık duraklayarak söyleyebildiğim iki üç boş sözcük.
Sonunda
söylemeyi başardım, "Beni bağlayana kadar dönmüyorum. Birisine zarar
vereceksem, bu sen olacaksın. Yanından ayrılmaya niyetim yok. Seninle açık
konuşmaya çalıştım ve eğer bir şeyler olursa bunlar sana olacak, orada yatan şu
zavallı, çaresiz insanlara değil."
Bana
sertçe çıkıştı, "Dövüşmek istiyorsan gel bakalım. Senin benimle dövüşmeye
çalışman çok hoşuma gidecek." Vücudumdaki öldürücü kadının onu mahvetmeden
bırakmayacağını iyi biliyordum. O da, beni, istemezsem deli gömle-
ğine
sokabilmek için yeterince insan olmadığını biliyordu. Bütün gücümle, beni
terketmeye başlayan şeye tutundum. Kendimi öyle sıkı tutuyordum ki parmaklarım,
kollarımda derin yaralar açtı. Sonunda beni bağladı - ve gömleğe öyle istekle
giriyormuş gibi görünen kollarımın aslında irademin son kırıntılarıyla nasıl
zorla sokulduğunu bilmiyordu.
Sıkıca
bağlanınca ve artık kendimi tutmama gerek kalmayınca, bütün utancım vahşi bir
gözyaşı seli halinde dışarıya fışkırdı. Bunlar, kısmen böyleşine bir yüreksiz
olduğum için utanç yaşlarıydı. İçimden gelen zorlamaları yapamadığım,
yeterince cesur davranamadığını için utanıyordum- ama daha da önemlisi,
bunları yapmadığım için duyduğum rahatlamanın gözyaşlanydı. Aynı zamanda
bunlar öfke ve bütün bunların yarattığı şaşkınlığın gözyaşlanydı. Doktor
içeriye geldi ve benimle konuştu fakat ne dediğine aldırış etmedim, benim için
önemli değildi. Beni bu kadar çabuk pes ettiğim için azarladı ve alaya aldı- ve
bu da önemli değildi. •
Normal
yaşamdan çok uzakta, cehennemde ızgaraya yatırılmış bir ruhtum. Geride
bıraktıklarımın düşünceleri bana kadar ulaşamıyordu - ben çok, çok
uzaklardaydım. Ona karşı kibar mı yoksa kaba mı davrandım, bilmiyorum.
Bildiğim kadarıyla onun önemi kalmamıştı. Ben, başıma gelen şeyin rezilliği
içinde uzanmış, yatıyordum. Aklıma annem geldi, onun sık sık söylediği bir şeyi
hatırladım.
Sesini
duydum, acımasızca ve küçümseyerek, 'Seni zavallı, Allah'ın belâsı şey."
Sonra
gözlerini gördüm ve o zaman, kızını ele geçiren o şeye karşı, gözlerinin
anlatılamayacak kadar büyük bir acıyla dolduğunu anladım. Benim için düşündüğü
bütün o güzel hayalleri gerçekleştiremediğim için ona çok acı çektirmiştim.
Ondan,
kontrol edemediğim bir şiddetle nefret ediyordum. îçim öylesine öfke doluydu
ki hiç değilse bu hale düş-
mekle
onun beklentilerinin bir kısmım doğru çıkardığımı sanıyordum.
Çığlık
çığlığa bağırıyordum, ihtiyarlayıp ölmeden önce bebekliğimde ektiği bir tohumun
kök salıp büyüdüğünü; diğer bütün çabalarının hep başarısızlıkla
sonuçlandığını bilmesini istiyordum.
Ve
aniden büyük Delilik geldi, onu durdurmanın yolu yoktu. Öylesine bir gürültüyle
dışarı çıktı ki, ben bile şaşırdım; bütün bunların nereden çıktığını merak
ettim. Bana çocukluğumda söylenen şeylere şimdi bir yetişkin ağızıyla cevap
vermeliydim - öyle müthiş ve açık saçık şeylerdi ki.
Unuttuğum
şeyler, şimdi yeniden başımdan aşağıya acı anılar seli halinde boşalıyordu.
Hatırladığım basit olaylar bile öylesine çarpıtılmış ve değişik bir şekilde
geri geliyorlardı ki, sanki o çocuk, şeytan tarafından değiştirilmişti. Bütün
o önemsiz ve unutulmuş çocukluk anılarına cevaplar uydururken, çoğu şiddetini
kaybediyordu. Ne kadar aptalca, anlamsızca şeyler yapmıştım - ama artık önemi
yok.
Sonunda
herşeyi olduğu gibi görme cesaretini bulduğum (ifade etmedikleri anlamlarla
onları süslemeden) için kendimi o kadar iyi hissediyordum ki, bağırmaya ve
şarkı söylemeye başladım.
Birkaç
dakika sessiz kaldım ve bana neler olduğunu düşündüm. Bu aklıma, yaşamlarını
abuk sabuk hezeyanlarla ziyan eden ve sonunda ölüme teslim olan iki hastayı
getirdi. Onların anısı bile içimdeki düşünce selini kontrol edemedi ve bu
düşünceleri ne olursa olsun ifade etmem şarttı. Onlar mantığımdan daha
güçlüydüler ve ölmekten veya hata yapmaktan korkmuyorlardı. Acı çekmek, ölmek
veya aklını kaybetmek gibi tüm insanca korkularım vahşi bir mutluluk hissiyle
boğulmuşlardı. Şimdiye kadar korktuğum şeylerin kenarında duruyordum ve
bunlardan birinin ne kadar derinine düşersem düşeyim hiçbirşeyin önemi
olmadığını biliyordum. Düşüyordum ve içimdeki o çılgın şey dimdik ayakta
duruyor, kahkahalarla gülüyordu. Onu duydukça benim bile tüylerim diken diken
oluyordu çünkü o kahkaha asla bana ait değildi - çılgın ve müthiş birşeydi.
Fakat
aşağıdaki ağzını açmış duran uçuruma düşerken bile Tann'ya dua ettim. Eğer bu
durum üzerinde bir gücü varsa, lütfen hezeyanlarımın ağzımı, diğerlerine
Delilik geldiği zaman olduğu gibi sürüngen, yapışık pis kelimelerle
doldurmaması için dua ettim. Sonunda düşüncelerimin son bağlantılı ve tutarlı
noktası da bitti- ve Delilik içimi sevinçle doldurdu. Artık onu durduracak
birşey kalmadığından, bağırdı ve boğazımı parçalayan sesler çıkardı, beni
öylesine zorladı ki, neredeyse bu sesle beraber içimdeki hayat da dışarı
fırlayacaktı. Aklımın bir parçası orada duruyor olanları kavramaya çalışıyor
ama buna hiç bir çare bulamıyordu. O anda içimde kabaran bu şey bana hatalı
gelmiyordu - dünyanın en doğru şeyi gibi geliyordu - muhteşem bir başarı gibi
geliyordu.
Doktor
beni sakinleştireceğini düşünerek apomorfin iğnesi istedi. Sonra bir
İkincisini - bunlardan sonra saatlerce uyumam gerekiyordu ama uyuyamadım ve
gece ilerledikçe sesim öylesine çatlaklaştı ki bu duyanlar için hiç de hoş gelmiyordu;
uyumaya çalışan diğer hastaları düşündüm ve onların hezeyanları yüzünden kaç
kez uykumun bölündüğünü anımsayınca içim kabardı, -bu yüzden beni yönlendiren
şeyin yavaş bir sesle şiir okumakla yetinmesini sağladım, böy- lece uyumaya
çalışanlar benim abuk sabuk söylenmelerimle uyanmayacaklardı.
Saat
geceyarısını geçtikçe, diğerlerini düşündüğüm ve onları uyandırmamaya
çalıştığım için kendim hakkında iyi şeyler düşünmeye başladım.
Ertesi
sabah ilk farkettiğim şey koridorun ucunda duran ve gök gürültüsü gibi bir
sesle şarkı söyleyen Tırmalanmış
Göbek
oldu. "Oh, Tanrım, Oh Tanrım- Oh Tanrım- Oh Tanrım - bu sabah bir gölün
üzerinde olmak isterdim!" diyordu.
îyi
olurdu, diye düşündüm ve ben de orada olmayı istedim. O korkunç kadını
unutmuştum; çünkü onunla yalnız ve serbest bir halde hiçbir yerde beraber olmak
istemezdim. Ona güyenemeyeceğimi bilecek kadar iyi tanıyordum onu. Ama
mantığımı kullanacak veya düşünecek kadar zamanım yoktu. - Birdenbire gölün
üzerinde idim! Bu hayal değildi - daha güçlü birşeydi. Salt düş olsaydı ne
kadar canlı olursa olsun, tımarhanede eli kolu bağlı yatan birini uzaklara taşıyamazdı.
Kendimi şafak vakti bir yerlerde, çakıltaşh bir sahilde dururken buldum.
Kollarımı
uzattım ve beni saran sabah serinliğini ve suyun bir kayığa çarpma sesini
duydum. Bir makaranın boşaltma sesini ve oltanın suya değdiği anda çıkardığı
hafif sesi duydum. Orada burada balıklar yüzeye sıçrıyorlar, küçük dalgalar
meydana getiriyorlardı.
Yürüdükçe
ayağımın altında çakıltaşlarının çatırdadığını hissediyordum, biraz ileride
küçük bir kurbağa gördüm. Keskin bir kızarmış salam kokusu yükseliyordu. Gün
ışığıyla karşı kıyıdaki söğütler daha belirginleşiyordu.
Yakınımda
bir karatavuk öttü, biraz ileriden bir başka kuş keskin bir sesle cevap verdi.
Hiç bu kadar güzel bir şafak görmemiştim. Çünkü şimdiye kadar hiç varolmayan
bir göl kenarında bulunmamıştım - ve bana duyu organlarım yoluyla ulaşmayan bir
gündoğumu yaşamamıştım. Bu öyle farklı, öyle dokunaklı ve öyle kusursuzdu ki,
adeta bir rüya gibiydi.
Doktorlar
bu gibi olgulara yanılgı, delüzyon diyorlar.
O
korkunç kadının bu işin altında olduğunu biliyordum - ama eğer beni bu kadar
güzel yerlere götürülebiliyor ve bana daha keskin gözler ve duyular
verebiliyorsa - pek fazla bir kaybım olmamış demektir, üzülmeme gerek yok.
Düşünmeyi
bana doğru olduğu öğretilen kanallarda yürütmek için zorlamadan,
düşüncelerimin akıntısına kapılıp yüzmek öyle bir özgürlük duygusu ve huzur
veriyorduki. Onun için düşüncelerimi başıboş salıverdim, çılgınca ve özgürce
koştular, koştular.
Şarkı
söylemek özgürlüğün doğal bir anlatım şekli olduğu için, içimden şarkı
söylemek geliyordu - çünkü özgürdüm. Ve şarkı söyledim - arka arkaya çeşitli
şarkılar. Hiçbir şeyin önemi yoktu. Koğuştaki hastalardan birinin dediği gibi:
"Deliliğimin tadını çıkarıyordum."
Hemşireler
geldiler, beni çözüp yataktan çıkardılar. Onlara direnmeye çalışmadım -
dünyada hiçbir şey için çabala- maya değmez. Ama beni nereye götürdüklerini
görünce güldüm, güldüm. Yan odaya, tek başına kapatılacağım yere götürüyorlardı.
Orada, yatağın üstünde yepyeni bir deli gömleği vardı - şimdiye kadar gördüğüm
en büyük ve uzun gömlekti. O kadar sertti ki, bir zırh gibi şekil almıştı.
Demir kadar sağlamdı. Ve onun görüritişünde utanç veya isyan uyandıran bir
şey değil, - yalnızca komiklik vardı. İçine girdim ve bağlarını karyolaya
tuttururlarken kahkahalarla güldüm.
Çok
geçmeden doktor beni görmeye geldi. Yüzü çok ciddi ve endişeliydi. Ben yine
güldüm ve ona bunun olacağını önceden bildiğimi - ama önemli olduğunu sanmakla
hata ettiğimi söylemeye çalıştım. Ama, aramızda büyük bir mesafe vardı ve bu
durumun komikliğini görmesini başaramadım. Hemşireye iğnelerin bende ne gibi
etki yaptığını sordu, o da "hiçbir etki yapmadı" dedi:
Buna
gülerek, bana bir tane daha ister miyim, diye sordu. Ben de " o kadar çok
istemiyorum - ama siz benim için birşey yapmak istiyorsanız ve
düşünebildiğiniz tek şey buysa yapın", diye cevap verdim, "ben uçmak
üzere olduğumu hissedince deli gömleği istemiştim".
Hezeyanlar
içinde ölen o iki hastayı ve Deliliğin ellerindeki yaşamaya değer herşeyi
aldığı diğer hastaları hatırladım. Ama hatırladıklarımın hiçbiri beni tekrar
çelişkilere sürükleyebilecek bir anlam taşımıyordu.
İstersem
o şeyi kontrol edip edemeyeceğimi denedim, kendimi yokladım ve belki de
başarabileceğimi düşündüm - ama belki de başaramazdım. Kendime hakim olamadığım
çeşitli zamanları anımsadım ve başucumda duran doktorun ciddi yüzünü gözümün
önüne getirince yine gülmeye başladım. Ben boşvermeye başlayınca ne kadar da
endişeli görünüyordu.
Benim
için o kadar önemli olan bu konuyla ilgimi kaybetmeme ne sebep olmuştu, - Ve
daha önce böylesine önem vermem için bir tek neden yoktu. Yattığım yerde öylece
düşünürken, birden düşüncelerimin düşünce olmadığını - sessiz, gizli
düşünceler değildiler - bunların sözcükler olduğunu farkettim. Bu sözcükleri
bağırarak, haykırarak söylüyordum. Ne ağzımdan çıkan söz selini, ne de beynimdeki
düşünce selini durduramıyorum. Öyle olağandışı görünüyordu ki paniğe kapıldım
ve korku beni pençesine aldığı an gırtlağımdan bir çığlık çıktığını duydum.
Birbiri ile boğuşan güçlere meydan okudum, savaşmaya devam etmelerini söyledim
- bundan sonra ben artık karışmıyorum. Böyle bir çatışmaya sahne olan varlık,
yani ben, bu kadar önemli idiysem - ganimet, zaferi kazananın olur. Ama kavga
bu tempoda devam ederse bu varlığı öylesine yıpratacak ki uğrunda çatışmaya
değer bir şey kalmayacak.
Sinirlerim
birer ikişer kopup parçalanmaya başladılar. Tam yatağımın üzerinde tavana asılı
olan bir radyatör vardı. Ona bakarken birden görüntüsü silindi ve tavan yerine
gri, sınırsız bir boşluğa bakmaya başladım.
Sonra
radyatör yeniden göründü, sonra yine kayboldu. Bu bağrışmalar iç kaynaklarımı
savurganca harcıyordu.
Gözümde
bir iki sinir daha koptu. Radyatörün arkasından
-
tabii
radyatörün göründüğü zamanlarda - bir yarasanın uçtuğunu gördüm. Penceredeki
demirlerin arasından öyle bir kuşun geçemeyeceğini bildiğim halde onun gerçek
olduğuna yemin edebilirim. Yarasa oradaydı, kanatlarının ucunu görebilecek ve
bana doğru geldiğini hissedebilecek kadar yakınımda duruyordu.
Ondan
korkmadım - beni gıdıkladı, ben de bu küçük şeye ne istediğini ve neye
güldüğünü sordum. Ama gözden kayboldu ve buna çok sinirlendim.Hiç sevmem böyle
saçma
-
sapan, ne
idüğü belirsiz şeyleri. Yukarı baktım, radyatör yine kaybolmuştu - ama yarasa
daireler çizerek uçuyordu. Birşey daha aklıma geldi. Hayatım boyunca içkiden
uzak durmaya çalışan saygıdeğer bir kadınken, -şu anda bir çılgınlık krizi
içinde yatıyordum.
Aynı
durumda yatmaktan yorulmaya başladım. Kollarımı başımın üstüne kaldırdım,
soğuk karyola demirlerini hissettim ve parmaklarımın bütün gücüyle sıktım. Bu
tüm duygularımın içinde en korkutucu olanıydı - ellerimin sıkı sıkıya bu deli
gömleğinin içinde bağlı olduğu halde kollarımın serbest olduğunu ve onları
başımın üstüne kaldırdığım hissine kapılmam!
Üçüncü
günün sabahı eterin etkisiyle kendimden geçmiş yatıyordum. Doktor geldi,bana
baktı ve "nasılsın?", diye sordu.
"Şişko
bir melek gibiyim", dedim.
Dördüncü
günün sabahında bugün sahip olduğum kişiliğe girdim. Doktor yine nasıl
olduğumu sordu.
Ben
de, "bana yakışmayacak kadar iyiyim" dedim.
Beşinci
sabah beni gömlekten çıkardılar, o beş gün beş gece terden sırılsıklam olmuştum
ve gömlek açıldığı zaman çıkan koku nefesimi tıkadı.
Gerçekten
o gömleğin içinde bir şey ölmüştü - ve çürüyordu! Ellerime yapışkan bir madde
bulaşmıştı.
Vücudumdaki
her sinir dokusu başımdan geçenlerin izini taşıyordu. Bütün kimyasal yapım
değişmişti. Ben artık gerçekten başka bir insan olmuştum.
Yaşadığım
deneyimleri anlatmaya çalışırken doğaüstü deyimler kullanmadım ama olanları
kelimesi kelimesine ta- nımlayabilseydim yaşadıklarımın gerçek yüzünü anlatabilecek
miydim - ağrıyan bir dişin röntgeni, acının fotoğrafı olarak tanımlanabilir mi?
Banyo
yaptıktan sonra kendimi temizlenmiş ve arınmış hissettim - sanki vaftiz
edilmiştim. İçimde, ruhum büyük bir çoşku duyuyordu. Şu veya bu şekilde o
palyaçoyu, çığlıkları ve kuruntuları geride bırakmıştım.
Koca
bir yığın halinde duran deli gömleğime baktım. Hala vücudumun şeklini
taşıyordu. Deliliğim için hazırlanmış, terle sırılsıklam ve leş kokulu bir
tabut.
Aslında
onu büyük bir merasimle gömmek isterdim. Sanki içinde çarpık bir ruhun çıplak
iskeleti vardı.
Birden
aklıma bir çözüm geldi; bir şimşek gibi veya bir oyuncuyu sahnede belirleyen
spot ışığı gibi: Ben bir akıl hastasıyım. Ömrü boyunca bir kadeh bile içmemesi
gerektiğini bilen bir alkolik gibi veya sonsuza kadar hiç şeker yiyemeyen bir
şeker hastası gibi; ben de depresif, bunaltıcı tüm düşünceleri bir kenara
bırakmalıydım. Burada hayat, saat saat yaşanır, onun için yeniden elden geçmiş,
tamir edilmiş olan beynimi daha yalın bir yaşam biçimine göre ayarlamam
gerekiyor.
Hezeyan
ve heyecan sellerinin arasında oturmuş, etrafımda bir set - küçük siyah
sözcüklerden oluşmuş bir dalga-
kıran
yapmıştım. Hergün, bu dalgalanmanın içinde oturup yazdım, zaten bu dünyada
yapacak başka bir şey yoktu.
Hemşire
geldi ve bu gece üst kattaki, "en iyi" koğuşa götürüleceğimi
söyledi. Yaşamaya yarı-uygar bir şekilde devam etmem için.
Elimde
olduğu sürece bu kalemden mümkün olduğu kadar faydalanmam lazım; hem
Shakespeare de benim yanımda şimdilik. Onu yukarıdaki "yarı-uygar arınma
koğuşuna" götüremem.
Ve
putperest. Genç, sevimli ve öylesine gerçek dokunaklı ve farklı bir güzelliği
var ki, bu kurşun kalem ve bildiğim bir kaç yetersiz sözcükle onu nasıl kağıda
geçireceğimi bilmiyorum. Bir kalem ve alelade sözcükler. Bunlarla onun güzelliğinin
gün ışığında parlamasını veya onu içine alan trajik uçurumun zifiri
karanlığının gölgelerini betimleyemem!
Shakespeare
yoruldu ve bu şamatadan kurtulup İngiltere’deki sakin mezarına dönmek istiyor.
Herşey, bir zaman gelecek ve sona erecek -vg biraz sonra hemşire beni yukarıya
götürmek için gelecek.
Hoşçakal
Shakespeare. Sen gerçekten büyük bir yanılsamaydın! Sen gelmemiş olsaydın bu
yer değiştirme yukarı kata değil aşağılara doğru olacaktı. Seni kaybetmekten
nefret ediyorum -ama yanımda götüremem, çünkü "büyüklük
yanılgılarına" yukarıda izin yok. Hoşçakal William. Bana geldiğin için
sana gerçekten minettarım. Hoşçakal. Ve o büyük mezarında uzun yıllar huzur ve
sükûnet içinde yatmanı dilerim.
John
Custance
MUTLULUK
DÜNYASI - DEHŞET DÜNYASI
MANİK-DEPRESİF PSİKOZUN TANIMLANMASI
Akıl
hastalığı deneyimleri edebiyatının en önemli yönlerinden biri, bu konuda
açıklamalar getirmesidir. İngiltere'de John Custance, zamanının çoğunu bu
probleme ayırmıştı. Bu konuda çok çarpıcı kaynaklar bulmuş ve belki de başka
herhangi bir yazardan daha büyük bir başarıyla deneyimlerini orijinal ve ciddi,
teorik bir çerçeve içinde birleştirmeyi başarmıştır. Bu çerçeve bir psikoz
anında oluşturulmuştur ve psikotik bir ürün olarak düşünülebilir. Okuyucular
şunu bilmeliler ki, bu teorinin en hayalci ve en renkli kısımları oldukça
saygın ve geniş kitlelerce kabul edilmiş olan teorilere aittirler. Bu jîkirleri
yalnızca kaynakları yüzünden bir kenara atmadan önce William James'in şu
öğüdünü hatırlayalım, "Bildiğimizin aksine gerçekler, I03o veya 104o
Fahrenheit derecelerinde belki de normal vücut ısısı olan 97 veya 98 dereceden
çok daha kolay filizlenirler."
Tıp
açısından, Mr. Custance'ın kitabı nıanik-depresif psikozu çok iyi anlatmaktadır
ve bizi bu iki zıt ruh hali arasındaki esrarlı ilişki konusunda
aydınlatmaktadır.
Milli
Akıl Sağlığı Enstitüsünün Mr. Custance, Miss Jefferson ve onlar gibi yazan
diğer hastaları desteklemesi psikiyatri dünyası için çok yararlı olacaktır.
MUTLULUK
DÜNYASI
Mani
halini tanımlayan bu bölüm, gerçekten bu durumdayken yazılmıştır.
Şu
anda tipik bir hipo-mani halindeyim ve bir akıl hasta- nesindeyim. Bu durumumun
bir sonucu olarak normal şartlarda olduğundan çok daha rahatça yazıyorum.
Genellikle çok yavaş, düşüne düşüne yazarım, ama şimdi kalemim hızla akan
düşünce seline zorlukla ayak uyduruyor. Bu sebeple mani halinin belirtilerini
ve duygularını tanımlamak için iyi bir fırsat oldu.
Önce
ve genel olarak, bir "kendini çok iyi hissetme" duygusu gelir.
Tabii, bu hissin hayal eseri ve geçici olduğunu ve bu sırada davranışlarım
anofmalleştiği için de kapatılmam gerektiğini biliyorum. Mani halindeyken
yalnızca serbest olduğum zamanlar beni çılgına çeviren duygular tam anlamıyla
etkili oluyorlar ve ileride görüleceği gibi gerçek dünyada korkunç sonuçlara
yol açıyorlar.
Herşeye
rağmen kapatılmanın kısıtlamaları aşırı sinirlenmeye ve hatta öfke krizlerine
sebep oluyorlarsa da "kendini iyi hissetme duygusu", zevk veren,
bazen kendinden geçiren hoşnutsuzluk hisleri bu mani süresince devamlı olarak
arka planda kalır.
Bu
değişmez arka planla yakından ilgili olarak, mani halinin ikinci bir cephesi
vardır. Bu, özellikle Henderson ve Gillespie tarafından "Artan gerçeklik
hissi" olarak tanımlanmıştır. Buna benzer bilinç durumları çeşitli
mistiklerce, bilhassa St. Theresa tarafından da tanımlanmıştır.
Kendi
deneyimlerime dayanarak fikir yürütmem gerekirse, bu "artan gerçeklik
hissi" çok sayıda birbiriyle bağlantılı duygulan içerir. Bunun bir sonucu
olarak da dış dünya benim üzerinde daha canlı ve yoğun bir iz bırakıyor.
Bunları
sistemli bir şekilde kaydetmeye çalışacağım ve önce şu anda kendimde
gözlemlediklerimden başlayacağım.
1. Yoğunlaşmış Görsel İzlenimler
îlk
farkettiğim şey ışıkların tuhaf görünüşleri- koğuştaki alelade elektrik
ışıkları. Bunlar daha parlak değil de daha derin, daha yoğun ve belki biraz
daha sağlıklı görünüyorlar. Üstelik dikkatimi üzerine toplarsam (ki bu durumda
normal şartlardakinden daha kolay yapabiliyorum) ışıklardan parlak, yıldız
gibi bir şeyin, gökkuşağındaki bütün renklerden oluşmuş bir şeklin doğduğunu
görebiliyorum.
Koğuşta
bir sürü insan var ve yüzleri üzerimde tuhaf bir etki yapıyor. Tam olarak
çevrelerinde bir hale olduğunu söyleyemem ama maninin daha aktif devrelerinde
hep öyle bir izlenim uyanırdı bende.
Şu
sıralarda, o yüzler daha çok bir çeşit içten gelen bir ışıkla aydınlanmış gibi
görünüyorlar. Bu ışık karakteristik yüz hatlarını öylesine belirtiyor ki, kötü
bir ressam olmama rağmen, bu durumda oldukça iyi ve aslına benzeyen resimlerini
yapabilirim.
Bu
durum, yalnızca yüzler için sözkonusu değil, tümüyle bir insan vücudunu, hatta
ağaçları, bulutlan, çiçekleri, hepsini böylece çizebilirim. Renkli nesneler
özellikle daha canlı görünüyorlar ve tuhaf gelecek, ama büyük araçlar da, özellikle
karayolları silindirleri, demiryolu araçları ve trenler aynı izlenimi
uyandınyorlar.
Burada
belki de çocukluk anılan rol oynuyor. Bu canh izlenimlerin yanısıra,
gözlemlerimin arkasında sanki bir elektrik motoru çalışıyormuş gibi tuhaf bir
his var.
Bütün
hislerini normalden daha keskin. Tabii ki, dokunma duyum da kuvvetlendi,
parmaklarım çok daha duyarlı ve daha becerikliler. Genellikle beceriksiz biri
olan ben, her zamankinden daha düzgün yazı yazabiliyorum, resim yapabiliyorum,
bu tür küçük el mahareti gerektiren şeyleri kolaylıkla becerebiliyorum. Bu
sırada parmak uçlarımda garip bir karıncalanma hissediyorum.
îşitme
duyum da daha duyarlı ve kendimi zorlamadan aynı anda değişik sesler algılıyorum.
Böylece, bu kalabalık koğuşta aşağı-yukarı yürüyen insanların arasında bunları
yazarken, dışarıdan gelen kuş seslerini, diğer hastaların gevezeliklerini,
çevrenin bütün gürültüsünü yoğunlukla duyduğum halde, işime hiç rahatsız
olmadan devam edebiliyorum.
Bazı
zamanlarda seslerin üzerimde müthiş bir etki yaptığını farketmişimdir, sanki
doğaüstü titreşim güçleri dolu bir galerideymişim gibi. Böyle anlarda benim o
çok basit bas sesim en azından Chaliapin'in sesi kadar güçlü geliyor; sanki
normal zamanlarda tıkalı durdh göğüs kanallarım açılmış ve anormal titreşimler
çıkarıyorlar.
Şu
sırada koku alma duyum az çok normal görünüyor, tad alma duyum da öyle. Manimin
daha akut devrelerinde iki duyum da normalin üzerine çıkıyor.
Şimdi
bile, eğer bir bahçede özgürce dolaşmama izin verilseydi şüphesiz kokuları
normalden daha kuvvetle algılayabilirim ve lahana, ıspanak bile bana cennetten
çıkmış gibi lezzetli gelirlerdi. Herhangi bir otun bile nefis lezzeti vardır,
bu arada çilek veya böğürtlen gibi gerçekten leziz meyvalar ise tanrılara layık
yiyecekler gibi duygular uyandırıyor.
Bu,
önce Tann'yla sonra da bütün insanlarla, hatta bütün yaratıklarla bir paylaşma,
birleşme hissi. Aslında "hepsiyle" mistik bir birleşme hissidir bu.
En
önemli nokta da Tann'yla çok yakın kişisel ilişkim olduğu hissidir. Yazarken,
güneş kağıdın üstünde ışıyor ve Doğruluk Güneşinin (ki aynı zamanda Tanrı'nın
Oğludur) bana yardım ettiğini ve beni gözlediğini haber veriyor.
Manimin
arttığı devrede, İsa'nın şahsında Tanrı'nın hemen yakınımda olduğunu güneş
yoluyla öğrenirim.
Benim,
O'nunla ve O'nun, benimle en küçük bir zorluk duymadan konuştuğumuzu
hissediyorum. Buna benzer bir durumu, St. Thessa "İç Kale" de
anlatır; hatta Tanrısıyla tartıştığını bile kabul eder. Tartışmayı ben de severim
ve ben de bazen aynısını yaparım
Aslında,
bence 'Yüce Tann' bazen insanların onunla tartışmasını, hatta güreşmesini, bir
diktatörün çevresindeki 'olur efendim'ciler gibi kişilere tercih eder.
***
Birleşme
duygusu, ilişki kurduğum bütün yaratıklar için geçerli; bu yalnızca ideal veya
düşsel bir olgu değil, bütün hareketlerimi de etkiliyor. Onun için bu
durumdayken, çeşitli sınıflardan bir sürü insanla bir arada olmak beni
rahatsız etmiyor, zaten halka açık bir akıl hastanesinde bundan kaçınmak olanaksız.
Burada sınıf farkları ortadan kalkıyor, bunun bir anlamı da kalmıyor. Bazen
hasta arkadaşlardan bazılarına çok kızdığım oluyor ama hemen barışmakta zorluk
çekmiyorum. İçimi evrensel bir yardımseverlik hissi dolduruyor ve sürekli
olarak "Düşmanlarını Sev" sözünü aklımda tutuyorum.
Arkadaşlarımla,
duygusal bir şekilde el tutuşmak gibi gerçek fiziksel temas kurmaktan
hoşlanıyorum.
Psikiyatristler
bu ruh halinin manik-depresif hastalarda sıkça görüldüğünü kaydetmişlerdir.
William
James, "Dinî Deneyim Çeşitlemeleri" kitabında bu duyguya,
"içgüdüsel tiksinmeyi bastırmak" adını vermiştir ve bu hissin
insanlık aleminde yaygın olsaydı insan ilişkilerini temelden değiştireceğini
ileri sürmüştü.
"Düşmanlarını
Sev" kuralının gerçekleşmesinin olmayacak bir şey olmadığını söyler. Bu
olanağın bazı içgüdülerde köklendiği özellikle azizlerin başından geçen
olaylarda görülebilir. Azizler yalnız düşmanlarını değil bazı iğrenç kişileri
de sevmişlerdir. Yazar, örnek olarak Aziz Francis'in cüz- zamlılann yaralarını
öpmesini gösterir.
Mani
halindeyken böyle bir hareket asla iğrendirici gelmez, aslında içimden de hep
buna benzer şeyler yapmak gelir.
Hastalığım
süresince öyle vakalarla karşı karşıya getirildim ki, normal olarak onlardan
şiddetle tiksinirdim. Fakat aslında onlarla beraber olmaktan memnunum ve onlara
bir şeyler yapabilmek veya görevlilere onlarla ilgilenirken yardım etmek için
istek duyuyorum.
"İçgüdüsel
tiksinme hissinin bastırılması", normal olarak tiksinme, iğrenme duygusu
uyandıran bütün nesnelere karşı duyulur ve aslında mani halinin dördüncü tuhaf
ve kendine has özelliğidir. Bütün diğer özellikleri gibi bu da depresif
(umutsuz bunalım) halde olan olguların tam tersidir ve bu kontrastı belirterek
en iyi şekilde tanımlanabilir.
Bu
kontrast şu anda beynime söyle sokuldu; tuvalete gitmem gerekti ve geri
döndüğümde kafamda cehennem fikrini beraberimde getirmiştim. Bu çağrışım birçok
kereler aklıma gelmişti, özellikle ebedi ceza korkusu çektiğim zamanlardan
beri.
Cehennemi
gördüm, bir çeşit halüsinasyon canlılığıyla gördüm, orası benim gibi kötü
adamların ebediyen yok oldu-
ğu
evrensel bir tuvaletti. Akıl hastanelerinde deneyimleri olan bütün tıp
adamları, bu tür çağrışımların çok görüldüğü' nü bilirler. Dışkılama
hareketinin sevmedikleri kişi veya kişilerden kurtulma sembolü olduğunu çoğu
akıl hastası iyi bilir.
îki
yıl kadar önce, ben buradayken bir hasta her tuvalete gidişinde Hitler'i
cehenneme dışkıladığını (tabii daha avam bir kelime kullanıyordu) söyleyip
duruyordu.
Depresyonumun
had safhalarında kendimden nefret ettiğim ve kendi kendimi başımdan atmak
istediğim için, dışkıdan çok tiksinmem oldukça mantıklı geliyor.
Bana
öyle geliyor ki, herşeye rağmen bu sorunda salt delilikten çok daha derin bir
şeyler var ve okuyucuların benim bu konu üzerinde çok fazla durmamı
bağışlayacaklarını umarım.
Depresif
devredeyken, tuvaletlerden, dışkıdan, sidikten veya bunlarla ilgili herhangi
bir şeyden son derece tiksinirim. Bu iğrenme; kirin ve pisliğin her türüne
karşı yayılır. Tuvalete gitmekten, oturak veya lazımlık kullanmaktan veya
azıcık bile olsa kirli bir şeye dokunmaktan tiksinirim. Bu tiksintiye müthiş
bir dehşet duyma hissi de eşlik eder; benim durumumda, cehennemde ebediyen
cezalandırılma korkusu, dehşeti ortaya çıkar.
Bu
duygu, aynı zamanda diğer yaratıklardan, kendinden ve gerçekte bütün dünyadan
tiksinmeyle bağdaşır. Sonunda yoğun bir suçluluk duygusuyla birleşir. Mani
devresinde, tiksintinin yerini çekicilik alır. Dışkıdan, sidikten vs. den iğrenmem.
Pisliğe karşı değilim. Yıkanıp yıkanmamak umurumda değildir, halbuki depresyon
halimdeyken ufacık bir leke beni dehşete düşürür ve Lady Macbeth gibi durmadan
ellerimi yıkardım.
Aynı
zamanda, diğer canlılarla ve tüm kâinatla mistik bir beraberlik hissi duyarım;
kendimle barışığım ve herhangi bir suçluluk hissim yoktur.
Bana
kalırsa, Aziz Francis'in cüzzamlılarla yaşadığı olay gibi dini deneyimler
gözönünde tutulunca bu çeşit çağrışımlar, bağdaştırmalar oldukça önemli,
derinde bir şeyleri ifade ediyorlar.
Şiddetli
mani durumundayken Aziz Francis gibi cüzzam- lılann yaralarını öpmekten ben de
hoşlanırım. Pek çok aziz, din adamı ve mistik buna benzer davranışlarda
bulunmuşlardı.
***
Bence,
bu temellerde aynı zamanda geniş bir etkinlik alanı olan seks yatmaktadır.
Yine deneyimlerime dayanarak söyleyebilirim ki, mani halinin belirtileri
arasında en güçlü ve önemli olanı seksüel işaretlerdir.
Durumumdaki
beşinci tulfeflık, ahlaki değerlerimin gevşemesi, özellikle cinsiyet
konusundaki gevşekliğidir. Normal baskılar yok oluyor ve bizim Hıristiyan
uygarlığımızda olduğu gibi cinsellik dinin karşısında görülmüyor, yanında yer
alıyor.
Freudcular'a
göre tüm insan hareketlerinin itici gücü olan bilinçaltı cinsel gerilimlerin
serbest bırakılması, bence mani halinin pek çok deneyimlerinin ve kendinden
geçmelerin başlıca ve en önemli faktörüdür.
Bu,
benim ilk yoğun mani devrem sürecinde açık bir şekilde görülebilir. İlk kez,
beynim "gerçek" platosunun kenarından kaymış ve ileride uzanan
sonsuz bölgelere girmişti. Bundan biraz daha detaylı bir şekilde bahsetmem iyi
olacak.
Bu,
1938 sonbaharında, ben tam 38 yaşındayken başladı. Birkaç yıldan beri
depresyon (bunalım) nöbetleri geçiriyordum, bir kez de coşkunluk devresi
yaşadım. Bunların hiçbirisi benim bir akıl hastanesine ya da tımarhaneye kapatılmamı
gerektirecek kadar önemli değildi. Bir yıldan fazla bir süreyle
rahatsızlanmadım ve kendime uygun bir işe girip çalışmaya başladım. İlk
belirtiler ateşkesin yapıldığı pazar günü ortaya çıktı. "Savaşları sona
erdirmek savaşı" uğruna hayatlarını yitiren cesur ölüleri anma
toplantısına katılmıştım. Bu, her zaman beni duygusal yönden etkilemişti,
belki de işim Avrupa'daki o müthiş savaşın bilançosu ile yakından ilgili
olduğu için. Birdenbire o milyonlarca hayatın boşuna yitirilmediğini anladım;
bu, büyük bir planın parçasıydı, ilahi planın bir parçası.
İçimden
bir his, benim de bu planla bir şekilde bir ilişkim olduğunu söylüyordu. O
zaman pek açıkça anlamadığım halde, bana bir çeşit açıklama yapılıyordu, vahiy
geliyordu. Çevremdeki dünyanın görünüşü değişmeye başladı; belkemiğimde
titremeler ve sinirlerimde karıncalanmalar vardı. Bu belirtiler bundan sonra da
hep mani nöbetlerimin habercisi oldular.
O
gece bir görüntü gördüm. Şimdiye kadar şahit olduğum ilk halüsinasyondu; daha
önceleri bir çok görüntü algılamıştım ama bunları daima "Yanılsama"
diye tanımlamıştım. Saat beş civarında uyandım; odada, tuhaf, sanki bu dünyaya
ait olmayan bir ışık vardı.
Uyku
sersemliğim geçtikçe bir gün önceki heyecanım ve garip hislerim daha da
yoğunlaştı. Işık gittikçe parlaklaştı ve iyi hatırlıyorum, derin derin nefes
aldım, havayı içime çektikçe gerginliğim azalıyordu. Sonra, görüntü aniden patlayıp
yok oldu.
Bunu,
nasıl tanımlayacağım? Oldukça yalın bir görüntüydü. Kocaman erkek ve dişi aşk
organları havada asılı duruyorlardı; bana hem son derece uzakta hem de çok
yakınımdaymış gibi görünüyorlardı. Şimdi onları görebiliyo- rura; ritmik bir
şekilde kalp gibi atıyorlar, saat yönünde daireler çiziyorlar, her dönüşleri
insanın bir kalp atışı süresinde tamamlanıyor; sanki bu görüntü kan dolaşımıyla
bağlantılı gibi. Cinsel yönden uyarılmıştım; başından beri bu olgu bana kutsal
gibi göründü. Benim gördüğüm, "Aşkın Gücü" idi; bir şekilde biliyorum
ki bu güç geçmişteki, şimdiki ve gelecekteki tüm evrenleri yaratmıştı; kesin
olarak sonsuzdu ve sonsuzlukların sonsuzluğuydu; "Nefretin Gücünü"
altetmiş- ti, onun tam zıttıydı ve bu nedenle de güneşi, yıldızlan, ayı,
gezegenleri, dünyayı, ışığı, yaşamı, neşeyi ve barışı yaratmıştı.
Goethe'nin
en büyük hayali, ideali olan Aşkın Ebedi Dansı' nı mutlaka görmüş olmam
gerekir. 'Ebedi Dişi' bizi kullanır ama sonunda, "Zaman ve Mekan"ın
ötesinde karşıtlar barışır; Ebedi Erkek ve Ebedi Dişi birleşir ve sonunda
barış olur.
O
banş ortamında artık tamamen ve kesin olarak affedildiğimi ve bütün günahlarımın
yükünden kurtulduğunu hissettim.
Sonsuzluk
tümüyle önümde açılmıştı; bundan sonraki haftalar ve aylar boyunca,
tanımlanamaz deneyimler yaşadım. "Gerçeğin" dönüşümü beni adeta
’Cennet'e götürdü. Doğanın olağan güzelliklerini, özellikle gündoğarken ve batarken
gökyüzü, insan düşüncesinin ötesinde inanılmaz bir nefasete dönüşüyor. Her
zamanki tembelliğimin aksine her sabah bu güzelliği seyretmek için uyanıyor,
imkan bulursam sabah havasının tazeliğini içime doldurmak için dışarı çıkıyordum.
Bu
olgu, teknik olarak "Photism" (Fotizm) diye bilinir. Buna iyi bir
örnek olarak bir üniversite profesörünün aşık olduğunu farkettiği zaman
günlüğüne yazdığı şu satırları gösterebiliriz:
—"Gerçek
gün ışığını ilk defa görmüş gibiydim, daha önce gördüğüm her şey o güneş
ışığına göre daha soluk ve cansız kalıyordu. Gerçek yaşamı; tarlaların,
çimenlerin ve dağ yamaçlarının çeşitli renklerini, her şeyi yeniden keşfediyor
gibiydim."
Ben
de aşık olmuştum - tüm Evrene. Her şeye yakınlık duyuyordum. Küçük kabuğumdan
çıkmış, "Yaradıhş"a katılmıştım. Ve benim Aşkın Gücü'nü görmem,
algılamam her şeyin anahtarıydı.
Acı
gerçeğe dönersek, akut mani halindeyim ve ilk defa olarak bir Akıl Hastanesi'ne
gitmem gerekiyordu. Orada birkaç günden fazla kalmadım, zaten ben yalnızca gönüllü
hastaydım ve bu kadar erken çıkmak için ısrar edebilirdim. Kendimi toplamak
için başarılı bir çaba gösterdim ve çıkabilecek kadar aklı başında göründüm.
Bundan sonraki iki ayı evde, coşku halinde geçirdim. Bu hali hafif bir hipo-
mani olarak sınıflandırabiliriz; günlerimi bana görünen bu yeni dünyanın
harikalarının tadını çıkarmakla ve gelecek hakkında çılgın düşler kurmakla
geçirdim.
Sonunda
mani dönemini bitiren tehlikeli fakat öğretici bir doruğa ulaştım.
Görünüm,
hülyamın sonunda cinsel rahatlığa ulaşmak tüm deneyimimin temelinde yatan bir
semboldü.
Daha
önceki depresyon dönemleri boyunca aşın bir suçluluk duygusu, gerçek cinsel
günahlarımın etrafında odakla- şıyordu. Bu yük şimdi tamamen kalkmıştı.
Affedileceğimden
emindim. Hatta hülyamın anlamı ister bedensel aşk, ister ruhsal aşk olsun,
anladığım kadarıyla cinsel dürtüler günahkar değildirler, hatta aslında yaşamın
kutsal kaynağıdırlar.
İlk
Hristiyanların inançlarına (ki bu St. Augustine'in "İki Aşk ve İki
Şehir" doktriniyle en yüksek noktaya ulaşmıştır)
ters
gelen bu düşünceler bana büyük bir rahatlık ve serbestlik duygusu veriyordu.
Daha
önce de söylediğim gibi, Hristiyan uygarlıklarınca seks ve din arasında
yaratılan tezat, benim beynimde bir ittifaka, birliğe dönüşmüştü. Böylece her
iki faktör de kuvvet kazandı. Dinsel duygular ve coşkularım seksüel
dürtülerimle birleşerek sokak kızlarına üçyüz pound civarında para harcamama
sebep oldular. Evde kaldığım sürede herşey yolunda gidiyordu. Kendimi
"yol gösterme", "yardım etme" durumunda hissetmeme rağmen,
karım tarafından yol gösterilen, yardım edilen haline sokulmayı kabullendim ve
sakin bir hayat sürdüm. Coşkularımı ve heyecanlarımı düşlerimde yaşıyordum.
Buna rağmen, sonunda Londra'ya gittim; felaket orada patlak verdi.
Bana
ilk defa Bond Caddesi'nde yanaştılar. Geçip gidemedim, bir çağrı almıştım.
Birisi beni istiyordu, onu redde- medim. Kadın hiç de hoş değildi ama onu
sevdim ve yardım etmek istedim. Garip şey, odasında bir İncil vardı, beraberce
okuduk. Ona beş Pound verdim.
Kendimi
bir misyoner gibi hissediyorum. Bu kadınlara yardım edebilirdim ve etmeliydim.
Aralarında seçme yapmam doğru olmazdı. Karşılaştığım kadınlar kısa sürede
benden para koparmanın yolunu bulmuşlaradı. Yalnızca, sokaklarda sürünmekten
bıktıklarını, bu işi bırakmak istediklerini fakat borçlarını ödemek için
paraya ihtiyaçları olduğunu söylemeleri yetiyordu.
Bankam
beni uyarana kadar para dağıtmayı sürdürdüm ama bu sevabı yapabilmem için
Tanrı'nın bana para vereceğinden emindim. Bu sebeple Curson Caddesi'ndeki
Hristiyan Bilimi Kilisesi'ne gidip, ilgilendiğim bir kız için para istedim.
Doğal olarak reddettiler ama ben haksızlığa karşı öfkeyle doluydum ve inancım
uğruna şehit olmayı göze alarak elimin eriştiği her şeyi çılgınca devirdim,
yırttım, kırdım.
Bu
arada polis geldi, onları küstahça bekledim. Ertesi günü mahkemeye çıktım ve
bana Brixton'da bir hafta gözaltında kalma cezası verdiler.
Bir
haftayı az çok akut mani halinde geçirdim fakat kriz çabuk geçti ve bir
hastanede on dört gün daha gözlem altında kaldıktan sonra iyileşti diye beni
çıkardılar.
Anormal
ruh halleri katoloğumun altıncı önemli özelliğine geliyorum.
Bu,
manik-depresif deliliğin belki de en tipik özelliği olan büyüklük ve güç
yanılsamalarını içeriyor.
Bu
iki yanılsama, birinci özellik olan "coşku" veya "kendini iyi
hissetme" duygusuyla yakından ilgilidir.
Hcnderson
ve Gillespie'ye göre bu coşku, "bir isteğin yerine gelmesine uygun ruh
halidir." Bana, bütün isteklerim gerçekleşecek; bütün tutkularım (iş veya
özel hayatımdaki politik, mali, kişisel tutkularım) doyuma ulaşacak; ve Ev-
ren'in en önemli sırları bana anlatılacak vs, gibi geliyor. Yalnızca normal
istek ve arzularım değil, tümüyle anormal ve mantıksız olanlar bile
gerçekleşecekti. Aslında, sıradan bir kişiliğe sahip olduğuma göre ve bu arzu
ve isteklerimin bir kitabı dolduracak kadar çok ve renkli oldukları
düşünülürse, bu hislerin bütün insan oğullarında bulunan içgüdüsel dürtüler
olduğunu sanıyorum. Hakikaten, insan ruhu sonsuz bir genişleme, yayılma arzusu
taşır; bir Tanrı'nın karşısında açılmak, yayılmak...
Kendimi
Tann'ya öylesine yakın hissediyorum ve Onun Ruhu'ndan öylesine esinleniyorum
ki, bir anlamda Tanrı ben'im; geleceği görüyorum, Evreni düzenliyorum,
insanlığı kurtarıyorum.
Tam
anlamıyla ölümsüzüm; hatta hem erkek hem dişiyim. Tüm Evren; canlı veya
cansız, geçmiş, şimdiki zaman ve gelecek, hepsi benim içimde. Bütün doğa ve
yaşam, bütün ruhlar benimle beraberler, bana yardım ediyorlar, benim için
olanaksız hiç bir şey yok. Bir anlamda Tann'dan Şey- tan'a kadar bütün ruhlarla
özdeşleştim, İyi ve Kötü'yü birleştiririm, ve aydınlığı, karanlığı, dünyaları,
evrenleri yaratırım.
Elbette
bütün bunları bir rüya, bir hayal, saf düş gücü. Aslında hiç bir gücüm
olmadığını, önemsiz bir insan olarak yaşamımı altüst ettiğimi iyi biliyorum.
Çok sıradan bir adamım ve zavallı bir günahkârım; en çılgın düşlerimde bile bu
gerçeği unutmama izin vermedim.
Psikolojik
açıdan söylemem gerekirse, kendi başarısızlıklarıma ve zayıflıklarıma bir ödün
olarak, onların bir telafisi olarak büyüklük düşleri kurdum.
Özellikle,
aklımın başımda olduğu dönemlerde, Tanrı ile özdeşleşme hissim bana bir küfür,
bir günah gibi geliyor. Yine de bu his öylesine bü^ük ve karşı konulmaz ki,
onunla ne kadar mücadele etsem, ortodoks Hristiyan mezheplerine dayanarak ne
kadar yok etmeye çalışsam, ne yaparsam yapayım başarılı olamıyorum.
Gerçek
şu ki, o yalnızca akıl hastalığımın bir yönü, bir belirtisi değil, çoğu azizin
ve dindar kişinin de yaşadığı bir deneyimdir.
DEHŞET
DÜNYASI
Depresyonun
ileri safhalarında beyine neler olduğunu anlatmanın en iyi yolu, benim son
krizimden bahsetmek olacak. Beni Brixgton'a götüren hikayeden kısa süre sonra,
1939'un başlarındaydık.
Bundan
önce iki kez daha depresyon geçirmiştim, şiddetli uykusuzluk ve intihara
teşebbüslerle dolu bir depresyon.
Her
iki krizimde de iyi bir bakımevinde ilaç alarak uzun uzun dinlenmem, iyileşmemi
hızlandırmıştı. Bununla beraber, artık bakımevlerinin ücretini ödeyemediğim
için, bu sefer özel bir Akıl Hastanesi'ne gitmem gerekti.
Daha
önceki depresyonlarımda, hiç bir zaman gerçek kavramımı yitirmemiştim. Son
derece mutsuzdum, ölmek istiyordum fakat, korkularım, endişelerim ve sorunlarım
normal insanların da başına gelebilecek türdendiler.
Fakirlik'ten,
hayatta başarısız olmaktan, çocuklarımı okutamamaktan, karımı mutlu
edememekten, onu kaybetmekten, bir dilenci olup sokaklara düşmekten falan
korkuyordum. Korkularım gerçekleşecekmiş gibi geliyordu, ama yine de dünyevi,
insanca korkulardı.
Normal
insan deneyimlerinin bu olağan dünyasını sınırlayan çizginin ötesinde, sonu
gelmeyen dehşet deneyimleri bekliyordu beni. Ama bilmiyordum, hiç böyle
şeylerle karşılaşmamıştım.
Şimdi
sahip olduğum öngörü ve sezgim o zaman olsaydı, ne beklemem gerektiğini
bilirdim; çünkü bundan önceki mani döneminde uçurumun sağ kenarına düşmüştüm,
şimdi de
aynı
uçurumun solundan aşağı kayıyordum. Olağanüstü zevkler tatmış; cennette
olduğumu düşlemiştim. O sağ kenarda, Brixton'daki o küçük hücrede üst üste
düşler gördüm ve tutucu Katoliklerin beni onaylamaları mümkün olmasa da bu
düşler benim "Güzel Görü"mün birer parçasıydılar.
Eğer
bir azizseniz, bu "Güzellik" düşünü, bunun tam tersi olan benim
"Dehşet Veren Görü" dediğim deneyimi geçirmeden görebilirsiniz.
Çırpınırsınız,
kendinizi küçük düşürürsünüz, özverilerde bulunursunuz, "Bilinmezlik
Bulutu"ndan geçersiniz ve Azize Theresa gibi Tanrı'nın sizi terkettiğini
sandığınız anlarda Ruhun Karanlık Gecesi'ni yaşarsınız; ama yine de Cehennemin
dehşetlerini görmeniz gerekmez. Bununla beraber pek çok meşhur dini önder
-Martin Luther ve John Bünyan gibi- buna benzer deneyimler yaşamışlardır ve
alelade bir günahkar için acı çekilip arınılan bir durum, bir Araf olmadan cennete
ulaşmak mümkün değildir.
Bu
nedenle, cenneti tattığım için, zamanı gelince de cehennemin gösterilmesini
beklemek bana çok mantıklı geliyor.
Bir
insan ruhunun daracık uçurumun sol kenarına kayması ve gerçek dünyadan düşüp
uzaklaşması sonunda bilincin kaybolmasını anlatabilmem için kalemimin bütün
gücünü toparlamam gerek.
Hastane'nin
bir koğuşunda; ezici bir korku hissinin hakim olduğu koğuşta yatıyordum.
Önceleri tam olarak neden korktuğumu bilmiyordum. Tabii, beynim sıradan insanca
korkularla meşguldü.
Beni
kaldırmaya çalışan olmadı, ben de mümkün olduğu kadar kıpırdamadan yattım;
başımı mutlaka çarşafların altına saklıyordum, koğuştaki seslerden korunmak
için, biraz da içgüdüsel bir tepki olarak.
... Şu
ana kadar, artık işimin tamamen bitmiş olduğuna inanmıştım. Hastane'den canlı
olarak çıkabilmem mümkün değildi. Aslında, gerçekten olmasa bile ölmüş
sayılırdım.
Bazı
esrarlı nedenlerden ötürü, belki de "affedilmez bir günah" işlediğim
için veya yalnızca korkunç bir günahkar olduğumdan, şimdiye kadar dünyaya
gelmiş olan en kötü adam olduğum için, basit bir İngiliz tımarhanesinde, Cehen-
nem'in kapılarından diri diri geçmek üzere ben seçilmiştim. Tabii ki pişmanlık
duymak için artık çok geç. İnsanlara öldükten sonra bir şans daha verildiğine
inanmanın pek sağlam olmayan bir (teorik) dini inanç olduğunu biliyorum. Oraya
neden gittiklerini görünce pişman olmaları çok normal, herkes pişman olur bu
durumda.
Ama,
ne olursa olsun dışarıdaki karanlığa atılacaklar ve Tanrı ondan sonra artık
onlarla uğraşmayacak (ne kadar ağlayıp yalvarsalar da) orada daha önce
bulunduğum için biliyorum; infazın geri bırakılması, ertelenmesi umudu yok ve
böylece her şey biter.
Tabii,
bütün bunları kendime sakladım, kimseyle bu konuda tartışmadım. Doktorlar'a da
anlatmadım, onlar özellikle sevecen değildirler, onlara acılarınızı pek
açamazsınız, ayrıca bu konularda konuşmanın deliliğimizin bir kanıtı olarak
görüleceğini anlayacak kadar kurnazım. Hatta bana deli belgesi bile
verebilirler. Burada gönüllü olarak kaldığım sürece, dışarı çıkabilme ve
sorunlarımla kendi kendime başa çıkabilme şansım vardı.
Kapalı
kaldığım on bir ay boyunca haftada en az iki kez beni görmeye gelen karım, bu
davranışımın nedenini anla- yamıyordu. Dehşetlerimi açabildiğim tek insan oydu
ve ona düşüncelerimi açıklayabilmek için çok çalıştım. Bir anlamda ben İsa'nın
tam aksiydim. Şeytan'm görevi bir adamı ele geçirmek, ruhunu ona tümüyle
satmasını, (Faust gibi), sağlamak ve sonra onu diri diri o çukura indirmekti.
İsa’nın ve se-
çilmişlerin
dirilmelerinin tezadı olan, tam karşıtı olan başka bir olgu olmalıydı. îşte ben
o adamdım. Kendimi öldürebil- seydim, bütün Evren patlayıp yok olurdu ama hiç
değilse ben bu ebedi işkenceden kurtulur, ruhumun özlediği hiçliğe ve
unutulmuşluğa kavuşmuş olurdum. Gerçekten üç kez intihara teşebbüs ettim;
bunların en önemlisi bana bakan görevlinin elinden kurtulup kendimi bir
arabanın altına atışım olmuştu. Beni ziyarete gelen zavallı karım öylece bakıyordu.
İntihar
girişimlerim başarısızlıkla sonuçlandı ama önemli bir etkisi oldu; doktorlar
ilaçlarımı arttırdılar. Geceleri (üç- dört doz paraldehid yardımıyla)
bilinçsizliğe ulaşabildiğim ve gündüzleri de (dört tablet allonal ile) oldukça
uyuşmuş bir durumda dolaşabildiğim sürece; dehşet ve korkularımı kıyıda
tutabiliyorum.
Bütün
çabalarım, sonunda cehennemde kaybolmamak, yokolmamak içindi, çünkü bu olayın
yavaş yavaş yaklaşmakta olduğunun farkındayım. Bir gün, bir zamanda, dehşet ve
korkularım üzerinde tuttuğum demirden baskı, kontrol çözülecekti. Çaresizlik
içinde çığlıklar atmam gerekecekti. Doğal olarak, o zaman da görevliler beni
bir yan-odaya, en kötü koğuşlardan birine kapatacaklardı. Bundan sonra, canlı
bir gövde içindeki bir insan ruhuna işkence etmeye başlayacaklardı.
Bağırmalıydım ama diğer deliler de aynı şeyi yaptıklarından bana kimse yardım
etmeyecekti; tabii ki benim ıstırabımın, acılarımın hayal ürünü olduğunu
düşüneceklerdi.
Aslında
bunlar gerçek acılar olacaktı; her şeye rağmen gerçekle düş ürünlerini felsefe
açısından ayırdetmenin çok zor olduğunu biliyordum. O canlı gövdenin içinde
iken ne zaman "öldüğüm" önemli değildi, beni gerçekten gömmelerinden
önce, o yan - odada, günlerce, aylarca veya yıllarca
bağırarak,
çığlıklar atarak kalabilirdim. Bana göre bütün bunlar daha önce bahsettiğim
ebedi, gittikçe çoğalan işkencenin evreleriydi.
Bu
arada, diyelim ki dönüşümden dört beş ay sonra, günleri ve geceleri kolayca
geçirebilme çabalarıma yardımcı olabilecek bir teknik geliştirdim. Durumumu
dürüstçe kabullendim. Tanrı bana arkasını dönmüş ve beni Şeytan'a bırakmıştı,
ama belki Şey tan'ı o kötü günü biraz ertelemesi konusunda razı edebilirdim.
Bütün isteğim buydu ve eğer Şeytan'a gerçekten doğru biçimde tapabilirsem bu
ertelemeyi sağlayabileceğim gibi geliyor. Böylece kendime göre küçük ayinler
düzenledim -bunların gerçek Şeytan'a tapma ayinleriyle ilgisi yoktu. Her gece
eskiden Tanrı'ya ettiğim duaları harf harf geriye doğru okuyup bu arada üç tane
ayin sigarası içiyordum.
Bu
süre içinde aldığım ilaçlar etkisini göstermeye başlardı ve daima duayı
bitirmeden uykuya dalardım. Harf harf, önce NEMA (yani AMEN) ile başlar sonra
çok uzun ve karışık dualara devam ederdim. Galiba yirmi dakika kadar sürüyordu
ve hiç bir gün onu tam olarak bitirebildiğimi hatırlamıyorum.
Batıl
inançların bana çok yaran oldu. Annem böyle şeylere çok inanır;
saksağanlardan, masaya onüç kişi oturmaktan filan çok korkar. Kendime güvenimi
arttırmak için küçük batıl itikatlar uydurdum. Bunlardan biri şuydu; bir odadan
çıkmadan önce gözümü kırmızı bir şeye dikiyordum (Şeytanın rengi), o beni bu
odaya mutlaka geri döndürecekti. Böylece o odaya geri dönene kadar ebedi
cezadan korunmuş olacağıma emin oluyordum. Bütün batıl itikatlarım arasında bana
en çok güven vereniydi ve uzun bir zaman, eve döndük-
ten
sonra bile, dualarımı düz (yani başından başlayarak) okumaya cesaret
edebildiğim zamanlarda bile bu âdeti bırak- madam. Başka boş inançlarım da
vardı, örneğin yanımda bir kutu hurma (date) olduğu sürece karımla istediğim
zaman bir randevum (date) olacağına inanmıştım. Oyun oynarken de bunu
sürdürüyordum. Örneğin bilardo oyununda Tanrı'yı düz top, Şeytan'ı da nokta,
benek simgeliyordu. Benekli top kazandığı sürece şeytan beni kurtaracaktı;
kaybeder gibi göründüğü an bir bahane uydurup oyunu bırakırdım.
Şimdi
bütün deneyimimin en önemli özelliğine geliyorum. Bir şekilde "Dehşet
Hülyası"nın, bu korkunç düşün doğuşunun tanımlayabilecek, yeterli
sözcükleri bulmak isterdim.
Bunun,
içimde ne zaman yer ettiğini tam olarak bilemiyorum, hâlâ yatakta olduğum ilk
bir ay içindeydi galiba. Sonra da fikirlerimle beraber büyüdü ve beni bir an
bile terketmedi.
Buruşuk
bir yastık, her gün gördüğümüz alelade bir şeydir, değil mi? Ona bakarsınız ve
bir daha aklınıza gelmez. Aynı şekilde, çamaşırlar, yere düşmüş bir havlu veya
yatağın kenarındaki bir kındık. Bütün bunlar korku dolu bir beyinde dehşet
verici şekiller haline gelirler. Yavaş yavaş gözlerim de bu dehşet verici
şekilleri algılamaya başlar, nereye dönersem döneyim her tarafta bana işkence
etmek için bekleyen şeytanlardan başka bir şey göremez olurdum. Onların
isimleri de vardı. Yara gibi bir ağzı olan tanrı Baal vardı -yatağın
kenarındaki kırışıklıktı, beni canlı bir kurban gibi yutmak istiyordu.
Genellikle yastıklarda görüntüsü beliren Hecate'nin şekli ise en korkunç
olanıydı.
Dışarıya
çıktığım zamanlarda ise ağaçlarda ve çalılarda yüzlerce şeytan görüyordum; kesilmiş
odunları da yılan şeklinde görürdüm.
Şimdi
bile ara sıra onları görebiliyorum ve şimdi yine depresif halde olduğum için,
onlar ilk gördükleri zamanki gibi dehşet hissini yeniden uyandırabilecekler mi
diye meraklanmaktan kendimi alamıyorum. Onlardan kurtulduğumu sanıyordum ama
şimdi bundan o kadar emin değilim.
Çevremi
kuşatan bu görüntülerle, artık gerçek, somut dünyanın gittikçe daha gerçekdışı
görünmesi pek yadsınamaz. Etrafımın bir çeşit şekil değiştirmesi, başkalaşması
yüzünden, yavaşça çukura indiğimi hissettim. Çevremdeki tüm Evren çöküp
parçalanıyordu; duvarlarda ve yerde çatlamalar oluyordu.
Bu
gerçek-dışı olma hissinin doğurduğu, olağanüstü bir görü idi, bir hülyaydı.
Koğuşun
duvarlarında sporla ilgili resimler asılıydı. Arkanızı pencereye verip duvara
bakarak oturursanız, resimlerin camından dış dünyanın aksini görebilirdiniz.
Ben de genellikle elime bir roman alır -bu da korkuyu bastırmanın iyi bir
yoludur- arkamı pencereye dönüp otururdum; her halde koğuşun içinde,
dışardakinden daha az şeytan vardır. Yavaş, yavaş belki bir ay veya altı
haftadan daha uzun bir süre içinde, cama akseden görüntü değişmeye başladı.
Bacalar yatay bir düzleme dönüştüler, binalarda aşağı doğru bükülüp ters U
şeklini aldılar. Bu beni korkutmaktan çok şaşırttı. Bunun anlamı ne
olabilirdi? Diğer konularda görme yeteneğim normaldi, bilardo filan
oynayabiliyordum. Ama o koltuğa oturup resimlere bakmaya başlayınca hep bu
tuhaf olguyu görüyordum.
Büyülenmiş
olmalıydım. Sonra bir çözüm buldum. Piskopos Berkeley haklıydı, zaman ve mekan
kavramları aslında bir yanılsama, bir kuruntuydu. Veya hiç değilse benim için
öyleydi. Ve işte, kendi alemimde kapatılmıştım; gerçek sayılabilecek hiç
kimseyle veya hiçbir şeyle ilişkim yoktu. Ben ve çevremdekiler tümüyle gerçek
dışı. O duvardaki resmin camından da "gerçek" yansıyor.
Sonunda
ruhum hiçliğe döndürüldü - o hiç bitmeyen acı hala duruyor.
Krizden
kısa bir süre önce James Joyce'un, "Sanatçı'mn Genç Bir Adam Olarak
Portresi" adlı eserini okuyordum. Bir Cizvit papazının lanet konusunda
verdiği bir vaazı anlatışı, beni çok etkilemişti. Hemen hemen hen sözcüğü
anımsıyorum; vaaz şöyleydi:
"Edebiyat,
sonsuzluk! Bunun korkunç anlamını kavramaya çalışın. Deniz kıyısındaki kumlan
görmüşsünüzdür... Bir çocuğun avucuna aldığı kumda kaç tane kum zerresi olduğunu
biliyor musunuz? Şimdi o kumdan oluşmuş bir milyon mil yüksekliğinde bir dağ
düşünün. Bu dağ bir milyon mil eninde ve bir milyon mil derinliğinde olsun...
Şimdi dağın sayılamayacak kadar çok
kum zerreciklerinden oluştuğunu ve bu zerrelerin sayısının, ormanlardaki
yaprakların, okyanustaki su damlalarının, kuşların tüylerinin, balıkların
pullarının, hayvanların tüylerinin, havadaki atomların hepsinin sayısı kadar çarpıldığını düşünün; ve
her
milyon yılda bir kıjçük bir kuşun gelip bir tane kum zerresi alıp götürmesi
halinde, kaç milyar yüzyıl sonra dağdan bir metrekare kum taşınmış olurdu? Bu
kadar uzun bir zamanın bile bir sonu vardır, dağ sonunda biter; yani yine de
sonsuzluktan daha kısa bir süredir bu. Bu dağın hepsi taşındıktan sonra yine
yapılsa ve yine taşınsa bu işlem gökteki yıldızların, havadaki atomun,
okyanusttaki su damlalarının vs. vs. sayısınca tekrarlansa yine de sonsuzluğun
bir saniyesi bile henüz geçmemiş olur."
İşte
bu sırada korkunun doruğuna ulaştım. Şiddetli dehşet nöbetleri geçirmeye
başladım ve neredeyse pencereden dışarıya atlayacaktım. Astronomik zaman içinde
sonsuzluğa dek artan fiziksel acıyı görmekten başka hiç bir şey böyle bir
dehşet hissi uyandıramaz. Ruhum en derinlerin kökenine iniyordu.
Deliliğin
depresyon şekli hakkında anlatacak pek az şey kaldı. Aylardır beynim aynı korku
ve ümitsizlik yollarında dolaşıyor ama dehşet ve acının ağırlığı hafiflemiş
gibiydi. Daha normal davranabiliyordum; böylece 1940 Mart'ında doktorun
uyarmalarına uymayarak, ailem beni eve getirme riskini göze aldı. Doktor
haklıydı. Evde tüfeklerini bulunca, ilk iş olarak intihar etmeyi denedim, ayak
parmağım tetiğe, namluyu da ağzıma dayadım. Ama tetiği çekmedim; her nasılsa
tekrar yaşamak istiyordum.
O
zamandan beri asla ciddi bir depresyon krizi geçirmedim.
Elinizdeki kitabın derlenmesini bu
rapora borçluyuz. Böyle bir dokümanın hem klinik vakalar hem de bilimsel
veriler açısından ne kadar öğretici olacağını, daha ilk okuyuşumuzda
farketmiştik. Bizim akıl hastalığı alanındaki bilgilerimizi genişletme ve
yoğunlaştırma çalışmalarımıza yardımcı olmuştur. Hastalığın başlangıcı,
gidişatı ve sonucunu duygulu ve akıllıca anlatan hu raporda okuyucu,
şizofreninin açık, seçik bir tablosunu bulabilir.
Aşağıdakilerin
büyük bir kısmı 1951 ilkbaharında yazdığım otobiyografiden alınmıştır. Bunu,
üç bölümlük şizofreni deneyimimin İkincisinden sonra eve döndüğümde yazmıştım.
Hastalığım "katatonik şizofreni" olarak teşhis edilmişti. Dört
yıllık biı*dönemde üç bölüm halinde sürdü. Burada daha çok birinci bölümün
üzerinde duruyorum. Çocuklar için rehberlik kliniğinde bir 'psikiyatrik sosyal
hizmetler' uzmanıyla yaptığım haftalık konuşmalardan oluşan bir buçuk yıllık
bir psikoterapiden sonra ilk olay patlak verdi.
Çocuklarla
olan ilişkilerimde ortaya çıkan sorunlarla başa çıkamadığımı hisedince yardım
etmeleri için oraya gitmiştim.
ÖZGEÇMİŞ
Çocuk
rehberlik kliniğine ilk gittiğimde, kariyer sahibi adamın karışıydım ve orta
sınıftan bir aileden geliyordum. Kendim de koleji bitirdikten sonra sosyal
hizmet uzmanı olarak eğitim görmüştüm.
Ben
21 yaşında evlendim ve 10 yıl içinde üç çocuğum oldu. İlk şizofreni olayında 36
yaşındaydım.
Kolej
yıllarımdan beri, politik ve sosyal reformlarla ve dünya barışıyla ilgili
çeşitli grupların aktif üyesi olmuştum. En küçük çocuğumun devam ettiği ana
okulunda da bir süre çalıştım, hatta hastalanmadan önce bir yıl bu kurumun başkanı
olarak hizmet vermiştim.
Ailece
kendi evimizde oturuyorduk; yerleşmiş, sağlam bir aileydik.
Kişisel
ilişkilerime gelince, her zaman yeterli sayıda arkadaşım olmuştu ve yakın
dostluklar kurmakta hiç güçlük çekmedim.
Buna
rağmen kliniğe başvurduğum sıralarda durmadan artan kaygı ve endişelerin
gerginliği altındaydım ve kendimi yetersiz bir anne olarak hissediyordum,
içinden çıkılmaz bir durumdaydım.
Başlıca
sorunum, benim iki büyük çocuğuma karşı yeterince sıcak ve şefkatli
davranmadığımı hissetmemdi. En küçük çocuğumla güvenli doyurucu bir ilişkimiz
vardı.
Psikoterapi
süresinde evlilik ilişkilerimizde bir krizle karşılaşmıştım ve hastalanmadan
hemen önce boşanmaya karar vermiştim (ki bunu ancak şizofreniden iyileştikten
bir kaç yıl sonra elde edebilmiştim).
Klinikteki
çalışmalar çoğunlukla benim kişisel ilişkilerde kendimi göstermekte
karşılaştığım güçlükler üzerinde yoğunlaşmıştı. Terapistten duygusal destek
aldıkça kendime güvenim artmaya başlıyordu.
Daha
sık kimseye danışmadan kararlar almaya, günlük hayatımda inisiyatifimi kullanmaya
başladım. Çocuklarımla olan ilişkim de gelişmeye başladı.
Annemle
ve kocamla kurduğum uzun süreli "çok fazla bağımlılık" ve "çok
-fazla- benimsemek" esasına dayanan ilişkiyi devam ettirmem zor oluyordu.
Her iki kimliğim de kendiliğinden çözülüyordu. Kocamın kişiliğinin bazı yönlerine
karşı duyduğum tepkileri uzun süre içimde saklı tutmuştum, şimdi bu
bastırılmış negatif tepkiler ön plana çıktı. Daha önceleri kocama karşı yarı
anne, yarı itaatli bir eş gibi davranırdım.
Yavaş
yavaş düşmanca duygular belirdi ama genellikle bu düşmanca ve aşağılayıcı
hislerimi bastırıp, ilişkilerimizi sıcak ve sevecen bir düzeyde devam ettirmeyi
başarabiliyordum. Düşmanlık hislerim önce rüyalarımda belirginleşti. Her şeye
rağmen kocamla aramın kesin olarak bozulması, içimde duygusal açıdan mahrumiyet
ve eksiklik hisleri uyandırdı. Yıllardır alıştığım fiziksel ve duygusal
yakınlaşmadan mahrum kalmıştıry.
Bu
gittikçe artan yalnızlığım için çeşitli ödünler aradım. Yoğun bir aşk
macerasına atıldım. Bağlı olduğum liman şamandırasından koparılmış ve önceki
benliğimden uzaklaşmış gibiydim, çünkü eskiden ilgi duyduğum şeylere karşı
yabancılaşmıştım. Bu sırada çocukluğumun sorunları, hayal kırıklıkları ve
babamla ilgili tatsız anılarım beni rahatsız etmeye başladılar. Bu sıkıntıları
çocukluğumdan daha canlı, daha yoğun bir şekilde hissediyordum.
Bağımlılık
gereksinmem o sıralarda çok şiddetliydi ama evlilik dışı bir ilişkiyle fazla
meşgul olmam, ahlaki yönden gücümü kaybetmeme ve çocuklarımı ihmal etmeme sebep
oluyordu. Bu aşırı bağlılığı kırmaya çalışıyordum ve sonunda başardığımı
zannettim. En uygun davranış şeklinin, şiir yazmak ve entellektüel çalışmalar
yapmak olduğunu buldum. Bunlar benim depresif hislerle mücadele edebilmemi
sağlamışlardı. Yaratıcı uğraşlarım yoğunlaşmıştı fakat sonunda zorlayıcı olmaya
ve bütün zamanımı almaya başladı. Çocuklarımla yeterince ilgilenemiyor veya
dikkatimi günlük hayatın detaylarına veremiyordum. Hastalığımdan kısa bir süre
önce zekamın en üst düzeyine eriştiğimi ve hayatımda ilk defa olarak
yeteneklerimi bu yönde değerlendi- rebildiğimi farkettim.
Evlilik
hayatımda yan-frijit sayılırdım. Yani uyku hali dışında hiç orgazma ulaşamadım.
Cinsel ilişkiden yine de zevk alıyordum, bunu rahatlatıcı ve duygusal açıdan
gençleştirici buluyordum. Yukarıda bahsettiğim evlilik dışı ilişkide bile
yan-frijit kaldım. Sonunda boşanmak kaçınılmaz oldu, çünkü duygusal açıdan
koptuktan sonra artık kocama cinsel yakınlık duymuyordum.
Hastalığımın
üçüncü devresinde, iyileşmeye başladığım sıralarda vajinal orgazma erişebilecek
gücü toplayabilmiştim. Baskılann ve çekingenliklerin yokolması nedeniyle cinselliğin
artması psikozun ilk devresinde çok etkili olmuştu ve aşağıda tanımladığım
"cehennem - ateşi" deneyimim de sembolik olarak anlatılmıştı.
İyileşme
döneminde, artan cinsel isteklerimi kontrol edebilmem oldukça zor olmuştu.
Durum, benim yalnızlığım yüzünden zaman zaman iyice sarpa sarıyordu. Bir süre
değişik adamlarla ilişkiler kurdum. Bunlar hem zevkli hem de duygusal yönden
doyurucu oluyordu çünkü mistik ve dini anlamda "kişisel olmayan" bir
aşk çeşidi yaşanıyordu ve diğer insanları sevmeye, kabullenmeye yönelikti.
Bu
dönem yavaş yavaş geçti ve ben kişisel yakınlık ve kişisel aşk gereksinmelerime
döndüm. Bunları bulamamam da, sıradan ilişkilerde hayal kırıklığı ve mutsuzluğa
yol açıyordu.
Kendim Hakkındaki Düşüncelerimde
Değişmeler
Terapistimin
sayesinde yeniden kazandığım kendime güvenim, daha önce hayal meyal sezdiğim
bazı yönlerimi daha açıkça görmemi sağladı.
Kişiliğimin
bu taraflarına karşı şiddetli, olumsuz bir tepki gösteriyordum. Uzun süreden
beri kendim hakkında belirli bir fikrim vardı ve bu yeni algılamalarım bu
tabloyu bozuyordu. Kendimi son derece sosyal, toplum sorunlarıyla ilgili bir
kişi olarak görüyordum. Sonra, hastalığın bazı dönemlerinde kendimi soğuk,
başkalarına karşı kayıtsız, içine kapalı ve zaman zaman acımasız biri olarak
gördüm.
Benim
kadar zeki ve başarılı olmayanlara karşı sabırsızca ve hoşgörüsüz
davranıyordum.
Bu
arada iki büyük çocuğuma yeterli derecede sevgi veremediğimi ve çocukluktan
çıktıkları devrede kişiliklerinin gelişmesiyle tam olarak ilgilenmediğimi
hissediyordum.
Evlilik
dışı ilişkilerim, içgörümü ve kendimden nefret etmemi yoğunlaştırnftştı.
Sevişmede kısıtlayıcı ve egoistçe faktörler olduğunu, aldığımdan daha fazlasını
veremediğimi ve hala çocuklarıma olan sevgimin çok az ve yetersiz olduğunu
biliyordum.
Ego (benlik) - Desteğimin Kaybolması
Terapi
süresi boyunca terapistimi etkilemek ve onun hayranlığını uyandırmak
istiyordum. Onu göreceğim zamanlar giysilerim ve dış görünüşümle uzun uzun
uğraşıyordum. Sonraları bakış açımın değişmekte olduğunu, benim değer
yargılarımın onunkilerden farklı olduğunu ve artık tartışacak ortak bir
konumuz kalmadığını hissetmeye başladım. Hem ben kendimi ondan daha iyi tanıyordum.
Kendim hak- kmdaki birçok yan yarıya şekillenmiş düşünceleri dile getı-
remiyordum (kısmen zaman kısıtlamaları, kısmen de bu fikirler benim için bile
yeterince açık seçik olmadığından.) Bu noktada artık "transfer"
ilişkimizden bir fayda göremez olmuştum.
Evlilikle
ilgili problemlerimin sebep olduğu yalnızlığıma ek olarak, sosyal ve
entellektüel alanlarda da izole edilmeye başladığımın bilincindeyim.
Daha
önce katıldığım gruplarla veya kuramlarla eskisi gibi uyum sağlayamıyordum;
çünkü daha önce kabullendiğim görüşler ve fikirler şimdi bana farklı ve
olumsuz geliyorlardı.
Eskiden
hem ailem, hem de sosyal açıdan bir "biz" kavramım vardı, şimdi bu,
kişisel ayrılık, izolasyon şeklini aldı.
HASTALIK
Hastalığımdan
birkaç hafta önce, başarı ile ilgili düşler kurmaya başladım, tıpkı büluğ
çağında yaptığım gibi. Zaten benliğimin düş kuran bölümü benim yetişkin ahlak
sahibi kişiliğimle pek bağlantılı değildi.
Sonra,
birden bire evrenin sırlarını keşfetmiş olduğumu farkettim, bu sırlar bana
inanılmaz bir berraklıkla açıklanıyordu. Keşfettiğim gerçekler hemen
kesinleşiyor, şüphe etmek aklımdan bile geçmiyordu. Daha önceki ateist ve şiddetle
dine karşı olan duygulanma rağmen Tann'nın varlığını akılcı olarak ispat
etmenin mümkün olduğuna inanıyordum. Hatta bu konuda bir deneme yazdığımı
hatırlıyorum. Bu sıralarda şizofrenimin geliştiğinin farkmdaydım. Dikkatle
sakladığım notların arasında, düzensiz, anlaşılmaz, tutarsız ve cinsel
sembolizm dolu pasajların yanı sıra oldukça açık ve basit olanları da buldum.
Promete gibi bir yolculuğa
çıkmak
üzere olduğumu hissediyordum. Cüretli, atak ve yenilmez bir ruh halindeydim.
İçimdeki panik arttıkça, yalnız kalmaktan korkmaya başladım, binleriyle
iletişim kurmak için yoğun bir istek duyuyordum. Kısa bir süre için başarmam
gereken bir misyonum olduğunu hissettim, ama yine de İsa gibi olma
yanılsamalarıyla mücadele edebiliyordum. Sonra bu eğilimlerin yerini yorucu ve
ağır bir sorumluluk hissi aldı ve bütün hastalığım süresince devam etti.
Birinci Safhanın Bazı Özellikleri:
îlk
aşamada son derece aktif ve gergindim. Suçluluk ve kendimden nefret etme gibi
hastalığın başlamasından önce başlamış olan duygularım, hastalandıktan sonra
çok azaldı. Bunu mantıkla değil de sembolik olarak açığa vuruyordum. Yalnızca
daha sonraları, rahatsızlığımın daha makul ve bütünleşmiş dönemlerinde, yoğun
bir suçluluk ve kendimi reddetme duyguları gelişti.
Bu
suçluluk duygulan, sonunda nisbeten mantıklı olduğum dönemlerde dağılıp
yokoldular.
Bu
korku dolu birinci aşamada özellikle izole edilmemiştim veya kendimi yalnız
hissetmemiştim. Hayalimde yarattığım bir arkadaşla durmadan konuştuğum halde,
gerçek insanlarla ilişki kurma isteğim yoktu.
Rahatsızlığımın
son devrelerinde, daha mantıklı olduğum ve diğerleriyle oldukça normal
ilişkiler kurabildiğim zamanlarda, kendimi çok yalnız hissediyordum.
Kaskatı
kesilmiş, katatonik bir halde ilk hastaneyi götü- rülüşümden kısa bir süre
sonra, bir dünya felaketinin yarattı-
ğı
dehşetin içine düşmüştüm. Bir tufana yakalanmıştım ve tam anlamıyla alt üst
olmuştum.
Yıkıcı
güçlerin harekete geçmesinden ben, kendim sorumluydum. Aslında bir zarar
vermek istememiştim ve diğerlerinin beni suçlamalarına karşı kendimi öfkeyle
savunuyordum. Eğer bir hata yapmışsam, ben de herkes gibi sonuçlarından
etkileniyordum.
Bazen,
yeni bir gezegen keşfediyordum (harika, nefes kesen bir macera) ama orası çok
tenhaydı ve kimseyi orada yerleşmeye razı edemediğimden, ben de dünyaya geri
dönmek zorunda kalıyordum.
Dünya'yı
atom bombaları yıkıp, mahvetmişti ve yaşayanların çoğu ölmüştü. Yalnızca
birkaç kişi -ben ve hemşireler- kurtulabilmişti. Diğer zamanlarda ise o yeni
gezegende tamamen yalnız olduğumu hissediyordum.
Dünya'nın
kurtulması çok önemliydi ve herkese o terkedilmiş dünyaya nasıl geri
dönüleceğini anlatmaya çalışıyordum. Ailemle ilgili bütün kişisel sorunlarım
unutulmuştu. Bütün evrenin çöküp parçalandığı bir zamanda, başka şeylerin
önemi kalmıyordu. Atomun yarattığı cehennem ateşinde kalmam gerekebileceğini
düşündüm. Beni esas dehşete düşüren şey de, hiç bir zaman ölmeyecek olmamdı.
Bir şekilde intihar etmeyi planlamah, ya da lobotomi yaptırmalıydım.
Gezegenler
arası boşlukta alt üst olmuş bir halde kaldığım zamanın bir kısmında da suyla
ilgili canlı fantaziler yaşıyordum ve bu bana epeyce rahatlık veriyordu.
Hayatın
ateş tarafından yıkılmasına karşın, su onu daima korumuş ve saklamıştır.
Suyla
ilgili fantazilerim hastaneye kabul edilmemden bir iki gün sonra başlamıştı.
Birdenbire denize batmış gibi oldum, boğuluyordum ve nefes alabilmek için
çırpınıyordum.
Bu
noktada, sakinleştirici bir küvette olduğumu farkettim; öylesine bağlanmıştım
ki boğulma tehlikesi yoktu.
Uyanık
kaldığım sürece bu bağlara gerek yoktu, çünkü boğulmamaya dikkat ederdim, yine
de çok korkuyordum.
Bana
ıslak tedavi yaptıkları zamanlar, su fantazilerim geri geliyordu. Svvinbume'ın
bazı mısralarını söylediğimi açıkça hatırlıyorum. Şiirin yalnızca ilk bölümünü
hatırlıyordum ve sonra ikinci bölüme yanlış bir mısra ekliyor, böylece şairin
ölümüne duyduğu özlemi anlattığı bölümü atlamış oluyordum.
Büyük,
tatlı anaya geri döneceğim
Ana
ve adamların aşkı, denize.
Ona
ineceğim, benden başka kimse olmasın,
Ona
öylesine yakın, onu öpsün ve benimle birleşsin;
Ona
tutun, onunla çırpın, onu sıkı tut;
Oh
bembeyaz ana, geçmiş günlerde
Kızkardeşsiz
doğan, erkek kardeşsiz doğan
El
sürülmeden bu dünyaya gelmiş, tertemiz.
Denize
dönmek isteyen ben değildim çünkü ben denizdim, veya ana figürüydüm. Bu şiirin
unutulmayan etkisinden sonra sıra -sonunda hamile kaldığım- bir tecavüzün
canlı, hoş düşlerine gelmişti. Bundan böyle bütün hastalığım çocuk doğumu yani
üretkenlik zorluğu konusu etrafında gelişti. Bebeği doğurmak çok güç olmuştu,
sezaryanla alınmıştı ama aslında ortada bir çocuk olmadığı halde yine de bu sembolik
çocuk kurtarılabilirdi diye düşünüyorum.
Yalnızca
doğrudan doğruya cehennem ateşine atladığım zamanlarda ölmekten başka çarem
olmadığını düşünürdüm. Diğer zamanlarda parçalanan, çözülen bir evrende
parçalara ayrılmış gibi görünmeme karşın yine de her şeyi birarada
tutabileceğim bir yol olduğunu hissediyordum. Bir şekilde,
tüm
çöküntüyü önleyebilecek bir gücüm vardı. Tutarlı bir şekilde düşünemiyor,
herhangi bir hareket tarzı planlayamı- yordum. Bunların yerine şiirsel hayal
gücümü kullanmalıydım; çünkü şiir ölçülü oluyordu ve beni yanlış yola itmezdi.
Yapmam gereken başka şeyleri düşündüm. "Kendini bil"i denesem nasıl
olurdu? Bu pek yararlı gibi görünmüyor. Sonra, dünya barışı ve gelişmesi için
çabaladığımı hatırladım. Sanki evrenin o korkunç dönmesi durmuştu, kendimi daha
çok eski 'ben' gibi hissetmeye başladım.
İzleyen
aylarda, sık sık Shakespeare'in tavsiyesini tuttum, yani kendime karşı dürüst
olmayı denedim ve bu bana güven verdi. Laurence Oliver'in ’Hamlet'ini
hastalanmadan birkaç hafta Önce seyretmiştim ve o zaman bu öğüdün yalnızca,
güvenilir sosyal benlikleri olan kişilere uygun olduğunu düşünmüştüm. Benim
sorunum da buydu. Benliğimin bir bölümü "güvenilir" değildi.
Benliğimi tümüyle reddetmiyordum; çünkü onda çok özen gösterdiğim, sevdiğim
değerler de vardı. Doğaya, sanata ve bilime karşı hissettiklerim; ayrıca genel
olarak yaşama sevincim, benim değer sistemimle uyum içindeydiler. İlk
hastalığım sırasında, geçmişime ne kadar çok şey borçlu olduğumu farkettim.
Hastane'ye
yatmamın ilk üç haftası boyunca zaman zaman çeşitli görüler (vizyon) gördüm.
Bu dönemden sonra vizyon görebilme yeteneğim bir daha geri gelmedi.
Bu
görüler iki kategoriye bölünebilirler. Birinci tiptekilerin maddesel, somut
çevreyle bir ilişkileri yoktu; onlar tamamen bilinçaltımın yansımasıydılar ve
seyircinin seyrettiği bir film gibi gözlerimin önünde cereyan ediyorlardı.
İkinci
kategoride de gerçek görüler yoktu, daha çok görsel hayaller ve yanılsamalar
şeklinde, ışık oyunları, gölgeler gibi yorgun hayal gücümüzde canlanırlar.
Gerçek
görülerin belirgin ama karışık konulan vardı ve dikkatimi onlann ne anlama
geldiklerini çözmek için zorlardım.
Çoğunlukla
birbiri ardından gelen rahatsızlık devrelerinde bir çeşit görü bozukluğu ve
yanılsamalar oluyordu. Bazen gözlerim ışığa karşı fazla duyarlı oluyor, alelade
renkler çok parlak görünüyor, güneş ışığı da müthiş bir yoğunlukta geliyordu.
Böyle durumlarda, okumak mümkün olmuyordu, yazılar simsiyah oluyordu.
Kuruntu ve Yanılgı Sisteminin Oluşması
Şiddetli
düzensizlik ve karışıklığın ilk birkaç haftasından sonra oldukça dengeli
paranoya yanılgıları edinmeye başladım. Bu yanılgıların yanısıra korku ve
dehşet vardı ve kısmen yanlış algılamalara, yanlış hayaller görmeye dayanıyorlardı.
Aynı zamanda bir şeyi keşfedebilme, yaratıcı heyecanlar ve çoğu zaman mistik
iç görüler farkediyordum.
Paranoya
döneminde, inançlarım yüzünden cezalandırıldığımı; düşmanlarımı» benim
işlerime karıştıklarını, bana zarar vereceklerini ve hatta beni öldürmeye
çalıştıklarını düşünüyordum. Büyük bir topluluğun bireyiydim. Benimle aynı
fikirde olmayanları ikna etmeye, inançlarımı onlara anlatmaya çalışıyordum.
O
zamanlar, kendim hakkımdaki düşüncelerim eskiden beri taşıdığım yetişkin,
ahlaki değerleri olan bir imaja uyuyordu. Saygın bir vatandaştım ve henüz bir
anne olarak başarısızlığa uğramamıştım. Bir zamanlar, kuvvetli, olgun ve
yetenekli bir yetişkindim. Yine de bir yönden kendimi normalden daha değişik
hissediyordum. Şimdi, daha önce hiç karşılaşmadığım böylesine korkunç ve
şaşırtıcı bir durumun tam ortasında kendimi bulunca, dikkatimi bu yeni olgulara
toplamam gerekiyor. Koğuştaki inanılmaz yanılsama
olayları
yüzünden artık alışkanlık veya rutin gibi kavramlar yok olmuştu.
Yeni
kavramlarla uğraşıyordum ve bilincim iyice keskinleşmişti. Eski anılarım ve
yaşam şekillerim artık bana ula- şamıyorlardı.
İlk
safhada kişisel suçluluk duygularımı hiç kaybetmedim; ahlaki değerlerimi de
tam anlamıyla yitirmemiştim. Ama bu durumda kendimi değerlendirme konusuyla bu
denli meşgul olmam, benim sosyal misyonumu, görevimi yerine getirmemi
engelleyebilirdi. Dikkatim çoğunlukla dışarıdaki gerçekler üzerinde
yoğunlaşmıştı. Dış görünüşüm aksini gösterse bile, ben içe dönük değilim, dışa
dönüğüm.
Bana
verilen görevi yürütebilmem ve kendimi dış dünyanın korkunç ve müthiş
tehlikelerinden koruyabilmem için gerçek kozmik güçlerle doğuştan
donatılmıştım. Ruh halime göre hava şartlarını, hatta güneşin hareketlerini
bile kontrol edebiliyordum.
Bu
güçlerin hiçbirisi bana başarı veya tatmin olma duygusu vermiyordu. Bunlar
bana, beklenmedik olasılıklarla başa çıkabilmem için verilmişti. Sahip olduğum
'sihirli' güçler direkt olarak insanüstü kuvvetlere yönelikti; ve insanları denetleyebilecek
gücüm olduğunu sanmıyordum. Tam aksine, diğer insanlarla, örneğin hemşireler,
doktorlar vs ile olan ilişkilerimde özellikle aciz ve isteklerimi bile
söyleyemez durumdaydım. Bazı zamanlar, diğerlerinin beni denetlemelerine karşı
kendimi koruyabilmem için gereken ek güç ve ruhsal yetenekler kazandığımı
hissediyordum. Aynı zamanda, diğer insanların, aklımdan geçenleri
okuyabilmelerinden korkuyordum ve düşüncelerimi bloke edebilmenin yollarını
geliştirmem gerekiyordu.
Bu
dünyada yaşayan bir vatandaş rolüyle çok fazla meşgul olmadığım zamanlarda
ağırlıklı olarak anne rolünü üstleniyordum. Diğerlerini korumam gerekiyordu ve
bu konuda
elimden
geleni yapıyordum. Bir kadın ve bir anne olduğumu hiç bu kadar kuvvetle
hissetmemiştim, 'içimden bir ses' durmadan bana 'önce çocuklarını düşünürsen
her şey yoluna girecek' diyordu.
Ümitsizce
bu öğüde sarılmıştım, ama bu kendimi korumam için yeterli değildi. Aslında
kendi çocuklarımı pek az düşünüyordum. İki büyüğün güvenlikte olduklarını ve
onlara akrabaların iyi baktığına inanıyordum, onları görmek bile istemiyordum,
ama en küçük çocuğumu kollarıma almak için müthiş bir istek duyuyordum. Çoğu
zaman onun öldüğünü sanıyordum. Zaman zaman da başka bir bebek doğurmak
istiyordum ve bu istek öylesine güçlüydü ki göğüslerim ağrıyordu.
Öfke, Saldırganlık, Korku ve Acıma
Paranoyak
dönemlerimde, düşmanlarımın -yani bana karşı kumpas kuranlar* gerçekten kişise]
düşmanlık hisleri beslediklerine inanmıyordum. Yalnızca onların onaylamadığı
bazı fikirlerim olduğu için beni cezalandırmak istiyorlardı. Aynı şekilde, ben
de onlara kişisel bir kin beslemiyordum ve hareketlerim kendimi onlara karşı
savunmak ama- cındaydılar.
Hastalığımın
ilk aşamasında, diğer hastalan incitmek gibi bir isteğim yoktu, hatta aslında
onlardan bazılarına çok acıyordum. Uzun süre, bu acıma hissimle boğuşmak zorunda
kaldım, özellikle benimle aynı ıslak tedavi odasında kalmış olan bir hastaya
karşı duyduğum hisle...
Bu
acıma hissi yüzünden, hemşire ve diğer hastabakıcıların böyle bir kurumda
çalışmalarını anlayamıyordum. Bir ara o hastanın yardımına koşmak istedim ama
bir sonuç alamayacağımı biliyordum. Onun benden de çok acı çektiğini
hissediyordum, tamamiyle şaşkın ve çaresizdi, halbuki ben
durumumla
nasıl başa çıkabileceğimi biliyordum. Bir süre sonra ona yardım edememek beni
öylesine üzmeye başladı ki, ondan uzak durmaya ve hatta benimle konuşmak
istediği zaman onu terslemeye çalıştım.
Hastane
raporlarına göre ben diğer hastalara karşı iyi davranmıyormuşum ama benim
saldırgan davranışım bilincimin kontrolünü yitirdiğim zamanlara rastlıyordu ve
bu dönemlerde kesin bir amnezi (hafıza kaybı) halinde oluyordum.
İlk
rahatsızlığım sırasında, öfke, kızgınlık veya isyan gibi normal zamanlarda
daha kuvvetli hissettiğim duygular pek o kadar yoğun değildi. Daha çok
hoşlanmama, isteksizlik ve korku duyguları ağı başlıyordu. Bazen de korkumun
neden olduğu kendimi korumaya yönelik, düşmanlık hisleri de oluyordu.
Çoğu
durumlarda çevremdekilere tümüyle değil de kişiliklerinin bazı yönlerine tepki
gösteriyordum. İnsanların büyük bir kısmını öfkeden çok soğukluk, uzaklaşma
hisleri uyandıran bir ışık altında görüyordum. Mesela, bazı hemşirelerin,
hastaların davranışlarına sanki çok komikmiş gibi gülmelerinden hoşlanmazdım,
ama bu beni öfkelendirmekten çok hüzünlendirirdi.
Genel
olarak söylenirse, çevremdekilerden duyduğum korku benim saldırganlaşmama neden
oluyordu ve bu saldırganlığım benim sığındığım son çareydi.
Çevremdekileri
dehşet verici bir ışık altında, sosyal şartların kurbanları olarak görüyordum.
Toplumu yıkmakla tehdit eden kör bir kaderin aletleri gibiydiler. Benim görevim
azarlamak veya kınamak değil, ikna ve razı etmekti; cezalandırmak veya
uzaklaşmak değil, onlarla elimden geldiği kadar yapıcı olarak birlikte
çalışmaktı.
Dışarıdaki
gerçekler dünyasında, bir yerlerde öyle insanlar vardı ki ahlak yönünden
çökmüşler ve toplum için tehlikeli bir hale gelmişlerdi. Böyle insanlara
kızmak enerji ziyanı demek olacaktı; çünkü onlar zaten toplumda önemlerini
yitirmiş kişilerdi. Daha saldırgan ve sadist olduğum ikinci safhada bu pasif
tepkilerin yerini şiddetli öfke krizleri almıştı. Bir süre için Tanrı'nın
gazabının bir aracı olduğumu, düşmanlarıma lanetler okuyarak ve "bu
yılanları" kınayarak ispat etmeye çalıştım.
Birinci
aşamada hastabakıcılar ve hemşireler hakkındaki hislerim oldukça karışıktı.
Koğuştaki genç öğrenci hemşirelerden mümkün olduğu kadar yararlanmaya
çalışıyordum, ama hiçbirisi bana bakabilecek durumda değildi. Aksine benden
çok daha gençtiler ve onları korumam gerektiğini hissediyordum, özellikle bana
zarar verecek gibi görünmedikleri zaman. Böyle anlarda ben savunmaya geçiyor ve
uzlaşmaz bir düşmanlık duyuyordum. Hemşirelerin çoğu iple oynatılan kuklalara
benziyorlardı, kendilerine has bir kişilikleri yoktu ve dış güçler tarafından
oynatılıyorlardı. Sanki hipnoz altındaymış gibiydiler, kendilerininkinden daha
güçlü beyinler tarafından idare ediliyorlardı.
Hemşirelere
olan tepkim şiddetli bir korku şeklinde oldu, onlarla başa çıkabilecek gücüm
yoktu. Bu hemşireler gibi sade insanları, çevrelerindeki etkin güçler, nefret
dolu, hoşgörüsüz ve önyargılı olarak yetiştiriyorlardı. Bunlar aslında iyi
oldukları halde böyle kötü eğitilirlerse sosyal açıdan tehlikeli davranışlar
gösterebilirlerdi. Kitlesel isteri durumunda yapmayacakları kötülük
kalmayacaktı. Almanya'daki kitlesel sadizm olayları beni çok etkilemişti ve bu
Birleşik Devletler'deki faşist eğilimlerle birlikte gelişmişti.
Arada
sırada, tehlikelerden gerçekten kurtulmuş gibi hissediyordum. Bazen zenci
koğuş hademeleri temizlik yapmaya geliyorlardı. Onları dost olarak görüyordum,
gerçekten yardımcı olacak ve beni koruyacaklardı. Yine de içlerinden bir
ikisine şüphe ve güvensizlikle bakıyordum, onlar düşman taraftan
olabilirlerdi.
Ezilenler
ve acı çekenlerle özdeşleşmem, hastalığım sırasında iki işe yaradı. Birincisi,
beni kendime acımamam için kuvvet vermesiydi. Zor bir durumla karşılaşınca
neden yakınıyordum? Toplumdaki diğer insanlar benden çok daha zor bir
durumdayken, ben neden zorluklardan ürküyordum? Bu özdeşleşme bana, sosyal
değerleri olan bir kişi olduğumu da anımsattı. Acıma hissimin yoğunlaşması da,
bana zararı olmayan kimselere karşı yakınlık duymama sebep oldu. Onlara karşı
çocuklarım için duyduğum çelişkili hisleri duymuyordum.
Hemşirelerden
birisine karşı da kuvvetli bir bağlılık duyuyordum. Bana özellikle nazik,
anlayışlı ve sevecen davranan bir başhemşireydi. Yalnızca onun varlığı bile
bana güven veriyordu. Buna rağmen benimle fazla ilgilenmesinin onun için
tehlikeli olacağını düşünmeye başladım. îyi niyetli olduğu halde,
düşmanlarımın etkisinde kaldığı için bana tam anlamıyla yardım edemiyordu.
Açık bir şekilde gösterilirse içten gelen, gerçek kibarlığı farkedebiliyordum,
yine de doktor ve hemşireler konusunda yanılabiliyordum. Bana göre insanlar ya
cana yakın, sevimli ya da tehlikeli olurlardı. Yapmacık sempatiye kolayca aldanmıyordum
ama kapalı kişilikli insanlarda zorluk çekiyordum. Başkalarına nitelikler
yansıtabiliyordum, ama bunlar esas olarak olumsuz oluyorlardı. Belki de bazı
insanların bendeki gibi tehlikeli güçleri vardı ve bu konuda, görevli
doktorlardan birinin böyle olduğundan emindim.
Benim
üzerimde otorite ve güç sahibi olanlardan çok, diğer hasta arkadaşlarıma daha
hoşgörülü davranabiliyordum. Burada bile güvenilir ve sağlam bir karar
veremiyorum, bu o andaki korkuma bağlı.
Yine
de, genellikle hastaların tuhaflıklarına, hemşirele- rinkinden daha hoş görülü
davranıyordum. Başka bir sebep-
ten
dolayı korkmadıysam, genellikle düşmanca tavırları olan sevimsiz hastalardan
bile tedirgin olmazdım.
Onlardan
pek azı kesinlikle tehlikeliydiler, ve onlardan gerçekten korkuyor, onlarla
ilgili korkunç hayaller görüyordum.
İkinci
aşamayı atlatmak üzereyken ki, bu daha saldırgan bir dönemdi, oldukça olumsuz
davranıyor, psikiyatri görevlilerine karşı direniyordum. Doktorlardan hiç
birisinin bana sağlam, aklı başında bir öğüt vermediklerini ve ne zaman
iyileşip çıkabileceğimi söyleme yetkileri olmadığını farket- miştim. Kendi
hakkımdaki gerçeği aramakla meşgul olduğum için, bu konuda başkalarıyla
konuşmak veya onları etkilemek zorunda kalmak beni yoruyor ve
sinirlendiriyordu. Doktorla iletişim kuramadığım için kendimi engellenmiş
hissediyor ve onlardan uzaklaşıyordum. Aynı zamanda onlardan korkuyordum da;
çünkü üzerimde istedikleri kadar güç gösterisi yapabilirlerdi.
Durumu
kontrol altına aldıktan sonra öfkem hafifledi ve artık kendimi yalnız
hissetmedim.
Birinci
aşama sırasında, zaman zaman hemşirelerin bazı davranışları, -yani iğne yapmak,
ıslak tedavi için çarşafları sıkıştırmak gibi- cinsel saldırı gibi geliyordu.
Özellikle hemşirelerin saldırgan ve kuvvetli kişilikleri vardıysa. Daha değişik
ve biraz daha az korkutucu olan tehlike hissini de arasıra ilgi duyduğum
adamlara karşı duyuyordum; doktorlar ve erkek hastane görevlileri bu adamlara
örnek gösterilebilir. Bazı zamanlar da onların özel güçleri olduğunu hissediyordum.
Biraz da zevk veren tecavüz fantazilerimi, ilk hastalığımda çok sık
görüyordum, ama, yine de bu fantezilerimde ilişki kurduğum kişideki saldırgan
veya korkutucu özellikler yüzünden korku hissi duyuyordum. Hastalığım
başlamadan önce, kesin olarak, şiddetle korunmaya ve ilgi gösterilmeye
ihtiyacım vardı.
Hastalığımın
o dehşet verici ilk haftalarında annemden aynlmak zorunda kalmıştım. Acım
öylesine büyüktü ki, annem gerçekten normal şartlar altında ölseydi ancak öyle
hissedebilirdim. Annemin ölmesinden hep korkmuştum ve hastalığım süresince bu
olayı önceden yaşadığımı hissediyordum. O kadar güvendiğim, dayandığım insanın
kaybı acı veriyordu; görüş açım değişiyor, fikirlerim gelişiyordu ama artık
bunları annemle tartışamayacaktım. İleride de bu konulara daha sınırlı,
kısıtlı olarak değinebilecektik. Kişiliklerimizdeki ve karakterlerimizdeki
farklılıkların da bilincin- deydim.
Bu
ayrılık deneyimim, hastalığımın ilk aşamasında annemin ölmüş olmasını dilememi
engellemedi. Bu dileğim, kendimi evin reisi olan dişi figür olarak gördüğüm bir
fanta- ziyle ilgiliydi. Bu figür evin tek hakimi, kararlan veren, otorite
sahibi tek kişiydi. Bu fantazileri rahatsız edici olmaktan çok normal olarak
görüyordum.
Kendimi
anne rolünde ve sembolik olarak Meryem Ana, İsa'nın annesi kişiliğinde gördüğüm
devrelerde cinsel ve ahlaki dürtülerin bir karışımı dikkati çekiyordu. Bu
kimlik biraz şairaneydi; yani, Meryem'in sembolik olduğunu biliyordum.
"Bebek İsa"da genellikle insan bebeği sembolize ediyordu. Çocuk da
insanlığın bir sembolüydü.
Meryem
özdeşleşmesine giren bir başka öge de benim uzun süre İsa'nın kişiliğiyle
ilgilenmiş olmamdı. Görünüşe göre bir dereceye kadar onunla özdeşleşmişim,
hatta "ben İsa'yım" bile dediğimi söylediler, ama bunu
hatırlamıyorum.
Hastalığım
sırasında ona karşı acıma hislerim çok yoğundu ve bazı zamanlar onun ıstırap
çektiğini hatırladıkça güçlü ve tutkulu bir elem duyuyordum. Önceleri İsa'ya
cinsel açıdan ilgi duymuyordum. Bu, belki de benim onu cinsel yönden normal
olmadığını, hatta iktidarsız olduğunu düşünmem yüzündendi. Bu fikir, nefret
hislerini doğurdu. Ona karşı olan tutumum bir çeşit dostluk -aynı acılan
çektiğimiz için- ve annelik karışımıydı. Bazen onun, benim ahlak açısından
patronum olduğunu hissederdim. Kadınlar konusunda bazı ahlaki sınırlamalan
olduğu için bazı zamanlarda ona karşı kuşku ve düşmanlık duyuyordum. Bu kuşku
ve çekingenlik hislerine kuvvetli bir cazibe ve çekicilik karışmıştı.
Isa'yı
bazen de Meryem'in kocası Joseph'le özdeşleştiriyordum. İlk ve özellikle
ikinci şizofreni devrelerinde oluşan kişilik değişmelerinin en önemli
sonuçlarından biri de erkeklere karşı duyduğum yarı annece duygularımı
terketmem olmuştu. Anne gibi yaklaşımlarım, kendi seks duygularımı ve orgazm
olabilme gücümü bloke etmişti. Aynı zamanda genel olarak başkalarını koruma ve
düşünme yeteneğim de kuvvetleniyordu.
Sodyum
amital tedavisi gördüğüm üç hafta boyunca, değerli bir kişi olabilme yeteneğim
konusundaki kendime güvenim iyice ortaya çıkmıştı. îlk aşamada, yemek yeme konusunda
hiç zorluk çekmememe hatta çok fazla yememe rağmen, son haftalarda,
sakinleştirici verildiği sıralarda, yemeklere karşı bir isteksizlik ve
tiksinti duymaya başladım. Bu hisle beraber kusmalar da başlamıştı. Yemek
yemenin bir anlamda en küçük çocuğumun etini yemek anlamına geldiğini
düşünüyordum. Bu çağrışım yüzünden yemekten tiksiniyordum.
Yan
uyanık bir haldeyken, yemeklerle ilgili bu duygularımın geçmişte başkalarına
karşı beslediğim bencilce ve kötü hislerle bağlantılı olduğunu farkettim; eğer
kendimi suçlu hissetmemiş olsaydım bu yamyamca hisleri yaşamazdım. Beslenmek
istemiyordum çünkü yiyecekler yaşamın besisiydiler ve yalnızca yemek yiyerek
insan hayatını devam ettirebilirdi. Müthiş bir gayretle kendimi yemek yemeye
zorlamıştım; olabildiğince çabuk iyileşmem gerektiğini kendi kendime durmadan
tekrarlıyordum.
Sonraları,
ikinci aşamadan sonra, kendi açımdan öylesine cesaretim kırılmıştı ki,
doğuştan anne olmaya uygun ol- madığımıve aslında, asla çocuk doğurmamam
gerektiğini düşünüyordum.
İyi
bir anne olmaya çalışma çabası ve acısı yüzünden içimdeki doğal annelik sevinci
ölmüştü.
Öyleyse,
neden annelik sevincimin kaynağı olan en küçük çocuğumun ölümü konusunda
fantazilerim vardı?
İlk
hastalığım boyunca onun öldüğünden veya ağır bir hastalığı olduğundan emindim.
Onun iyi olduğunu söyleyenler belki de yalan söylüyorlardı. Beni, hasta
olduğum için üzmek istemiyorlardı.
En
küçük çocuğumu sevmek benim için çok kolay olmuştu. Ona aşırı derecede
düşkündüm ve 'elbebek gül bebek’ çağından çıkıp büyüdüğünü görmek
istemiyordum. Caddede bir kaza geçirebileceğinden korktuğum için dışarıya
çıkınca elini sıkıca tutmak gereğini hissediyordum.
Hastalanmadan
önce bazı bebek ve çocukların diğerlerinden daha sevimli ve çekici olduklarını
gözlemlerdim. Peki, daha az sevimli ve çekici çocuklar ne olacaktı? Onların zihnimden
kovup atıyor muydum? Birisinin çocuğuyla olan ilişkisinin sevgiye temel
oluşturduğunu düşünüyordum. Bütün çocukların aynı derecede gereksinmeleri
vardı ve büyük-
lerinin
onlara karşı olan davranışlarına, bakımlarına muhtaç olduklarını farkediyordum.
Ayrıca
küçük çocuğumun kişiliğinin gelişmesi ve dürüst olması için, onun sosyal
başarılarına gereken tepkiyi göstermem gerektiğini de gördüm. Ona olan gizli
hayranlığımın ona bir zararı dokunmaması için çok gayret etmiştim.
İkinci
hastalığımdan iyileştikten ve çocuklarımla olan ilişkilerim konusunda kendime
güvenimi geliştirdikten sonra, onlarla beraber olmaktan hoşlanmaya başladığımı
farkediyordum. En küçük çocuğuma iyi bir anne olmak diğer ikisine karşı
davranışlarımdan daha kolay değildi.
Bu
çocuk için duyduğum hayranlık, diğer insanlardaki güzel nitelikler için duyulan
normal hislerdendi. Onu bir sanat eseri gibi beğeniyordum. Bazıları aynı şeyi
bebekler için hissederler. Belki insanları bu şekilde, nitelikleri yüzünden
sevmek pek 'mantıklı' değildi ama insan sevgisi bu tür duygulan kapsar.
Çocukken,
bir seyircinin sessiz hayranlığıyla taptığım küçük ablam için de buna benzer
yoğun hisler beslemiştim. Birisi için duyulan hayranlık, ancak bu his
diğerlerini ihmal etmeye neden olursa, insanda suçluluk duygusu uyandırır.
Yemek
yemekle oğlumun etini yemem arasında kurduğum bağlantıyla, aslında yaşama
karşı yıkıcı bir şekilde davrandığımı ve kendi eğilimlerimden hâlâ korktuğumu
söylemek istiyordum. Bir şeyler yiyerek, içimdeki inancı, güveni
sağlamlaştırıyordum. Sonraları, Hristiyanların komünyon ziyafetlerinin buna
benzer sembolik bir anlamı olduğunu ve bu ziyafetlere katılmanın, kendine saygı
ve yaşama gücü gibi hisleri kuvvetlendirdiğini düşündüm.
Yamyamlık
fantazilerinin bir anlamda gizli kalmış cinsel dürtülerin bir ifadesi olduğunu
hissediyordum.
Küçük
oğluma karşı duyduğum gizli cinsel dürtüleri ve cinsel yönden iyelik hislerini
bu yamyamca düşler sembolize ediyordu. İlk aşamadan sonra iyileştiğimde
çocuğumla ilgili kuvvetli cinsel içgüdüler (ensest) duymuş olduğumu farket-
tim. Bu arzu orgazmla sonuçlanan erotik düşlerde açığa çıkıyordu. Bu çeşit
düşler birkaç kez tekrarlandı. Hastalanmadan da önce uyanıkken bazı zamanlarda
her iki oğlumla ilgili cinsel fantaziler düşünmüştüm. Bu çeşit cinsel fikri-
sabitler, yemek yeme insan vücuduyla ilgili, kurban etme ve şaşkınlık (çünkü
diğer insanlara karşı kısıtlanmış, hoş karşılanmayan erotik hisler taşımak
beni şaşırtıyordu) gibi kavramlarla yakından ilgiliydi. Bu cinsel merak,
bilinçaltında suçluluk duygularıyla bağlantılıydı. Benim hayal kırıklığına
uğramış, yasaklanmış ve sapık (ensest) cinselliğim - hem oğullarıma hem de
babama karşı duyduğum hisler- kişilik gelişmesinin bir safhasını
işaretlemiştir ve bu safhada ben, yakın aile ve çevre ilişkilerimde
diğerlerine, yeterince tedirgin olmadan ulaşamıyordum.
Hastane'ye
ikinci kez yatışımda, müthiş bir yanılsama düşlemekteydim. Eğer küçük oğlum
benim yaşıma kadar yaşasa, tıpkı benim gibi delirecekti ve benden daha sevimli
olduğu için de benden bile daha çok acı çekecekti. Bu yüzden onu öldürmem
lazımdı. Önce, bu işi kendim halletmeyi düşündüm ama beceremeyeceğimi
farkettim; bir komşunun yardımını istemem gerekiyordu. Bu aşamaya varmadan önce
tehlikeli sandığım kişileri öldürme arzusuyla yanıyordum. Bir tüfeğe
gereksinmem vardı, ama eğer bir tüfeğim olsaydı onu asla kullanmazdım. Onu
kullanmak belki işe yarardı, ama benim için çok tehlikeli olurdu. Sokaktaki
zararsız insanları toplum düşmanlan olarak görüp onları öldürdüğümü
düşlüyordum.
Sonunda,
her şey olup bittikten sonra en küçük oğlumu öldürmek istememin esas sebebinin
yeniden doğuş düşüncelerini geliştirmem olduğunu farkettim. Yeniden dünyaya gelirsem
şimdikinden daha problemsiz, normal bir insan gibi
yaşamak
istiyordum. İlk hastalığım sırasında bile bu yeniden doğuş kavramı beynimde
vardı ama ben farkında olacak durumda değildim. İkinci aşamada bu fikirler
iyice açığa çıktı, tam da çocuğumu öldürmeyi planladığım sıralarda. Ondan
ayrılmaya veya onsuz bir yaşam sürmenin düşüncesine bile dayanamıyordum. Onun
ölümünün veya ayrılığının vereceği acıya katlanamazdım, fakat bu ölümün
yalnızca onun iyiliği için mutlaka şart olduğunu düşlemem bu acıyı
hafifletiyordu. O sıralarda, çocuğumun aslında ölmüş olduğuna -ilk hastalığım
sırasında- inandığım için üzüntü duyamıyor, yalnızca bu gerçeği uyuşmuş ve
donmuş bir halde kabullenebiliyordum. İleride olabilecek korkunç bir olayı önceden
kaybetmenin acısını çekmeden yaşamaya çalışıyordum.
İkinci
hastalığım iyileştikten sonra, bu yaşadıklarım yüzünden, oğlumu bir kaza veya
hastalık sonucu kaybetmenin olasılığına dayanamıyordum.
Hayatı Feda Etme Konusundaki
Çelişkiler
Bir
başka bireyin çıkarları uğruna herhangi bir koşulda hayatımı isteyerek feda
etme konusunda oldukça tedirgindim. Paniğin ilk dönemlerinde yazdığım notlar
arasında aşağıdaki yazıyı buldum:
"Bir
kişinin en güçlü içgüdüsü, yaşama içgüdüsüdür ve bunu hepimiz çok iyi biliriz.
İlk dürtümüz canımızı kurtarmaktır. Kişisel bir tehlike durumunda diğer
tepkiler çeşitli kanallardan yol bulurlar. Bu sebeple, kendi çıkarlarımız için
çalışıyor gibi görünmesek de aslında amacımız budur. Bu his düzeyinde, evrenin
esas, temel bilmecesidir. Bu bilmeceyi çözememek bu konuda ırkçı bir nevroz
yaratmıştır."
Aslında,
bu konuda uzun süredir bir kişisel nevroz yaşadığımı söylemek daha doğru
olurdu. Oniki onüç yaşların-
dayken,
insanların başka birinin hayatını kurtardıkları için cesur diye
nitelendirildiklerini duymuştum. O zamanlar benim de böyle davranabilecek
kadar cesaretim olup olmadığını merak ederdim. Korkudan felce uğrayacağımdan,
tehlikeleri hesaplamak için çok uzun süre durup düşüneceğimden ve kendi
hayatımı kaybedebilme olasılığı varsa, öbürüne yardım etmeyeceğimden
korkuyordum. Kendimi bütünüyle yalnız hissediyordum. Bu sorunu bir kenara ittim
ve büyüdükten sonra tamamen unuttum. Yalnız gazetelerde buna benzer
kahramanlık hikâyelerini okudukça aklıma geldiğini zannediyorum.
İlk
katatonik devrede yaşadığım tedirginlik ve endişelerin en büyük kaynağı, bence
işte bu derinlere gömmüş olduğum başarısızlık hissiydi. Şiddetli rahatsızlık
sırasında bu korkum tabii ki bilinçli değildi.
Her
şeye rağmen, tüm sosyal çevrem tarafından hainlikle suçlanmaktaydım. Kısa bir
süre -yukarıda bahsettiğim dünya felaketinden az önce- bütün arkadaşlarım ve
akrabalarım tarafından dışlandığımı hissettim. Benim gibi birisi hiç yaşamamıştı.
Yalnızca ben varolduğumu biliyordum, ama kimseyi bu konuda inandıramıyordum.
Kendi
korkaklığımdan ve kendimi korumak amaçlı dürtülerimden pek haberim yoktu, ta
ki ikinci rahatsızlığım geçip de başka konumlarda bir şeyler yapabilmek
açısından kendime güvenimi yeniden kazanıncaya ve normal, iyi bir anne olduğumu
hissedinceye kadar.
Bu
konuyu tamamen açığa çıkarmakta uzun süre direndim. Daha önce bahsettiğim
türden gerçekten bir tehlike olsaydı, şöyle düşünürdüm: "Neden bir yaşam
yerine iki yaşam kaybedilsin?" Diğer taraftan belki de yardıma ihtiyacı
olan kişiyle öylesine özdeşleşirdim ki, onu korumak için hemen ortaya
atılabilirdim. Bir de pek hoş olmayan bir fikir aklıma geldi; başkalarının gözü
önünde, yalnızken davranacağımdan daha farklı hareket edebilirdim. Yani
gerçekte nasıl davranacağımı asla bilemeyecektim.
Sonraları
bu konuda düşününce, bana ihtiyacı olan çocuklarım olduğu sürece kendi
hayatımı tehlikeye atmaya hakkım olmadığının, ama bu çeşit sorumluluklarım olmasaydı
durumun başka türlü olacağını farkına vardım. Aynı zamanda, komşusuna veya
arkadaş grubundan birisine karşı bu beklenen davranışı göstermeyen bir adam,
diğerleri tarafından ve kendi kendine de ödlek, korkak olduğu düşünülecekti.
Çocuksuz bir kadın bu açıdan o kadar şiddetle suçlan- mayabilirdi, ama bu
günlerde kadınların özgürlük hareketleri yüzünden yeni töreler gelişiyor,
oluşuyor. Kız çocuklarına ilk yardım ve hayat kurtarma teknikleri öğretiliyor.
Hastalanmadan biraz önce ben bile mahalledeki gönüllü kurtarma ve yangınla
mücadele ekibine katılmayı düşünmüştüm, ama kadınların üyeliğe kabul
edilmediğini öğrenince çok üzülmüştüm.
Hayatı
feda etme konusundaki kurallar, toplumun düşünceleri ve insanların buflu
kabullenmeleri sonucunda kuvvet kazanıyorlar. Kuralların çiğnenmesi halinde
ceza, başkalarınca yakalanırsanız, sosyal kimliğinizi kaybetmek; kendinize
yakalanırsanız da, kendinize saygınızı kaybetmek oluyor.
Eminim
ki bu şekilde davranmak için gereken içgüdüm yoktu ama yine de böylesine bir
cesaret benim ego- idealimdi.
İlk
rahatsızlık döneminde çektiğim acı ve sıkıntılara rağmen, bu devre yine de
durumumuzun karmaşıklığının ve zorluğunun etkisini azaltmaya yardımcı olan bir
esinlenme ve yenilenmeyi simgelemişti.
Estetik
beğeni ve yüksek duyusal algılama yeteneklerim bu dönemde çok keskinleşmişti.
Tamamen normal olduğum zamanlarda da buna benzer algılama yoğunlukları ile
karşılaşmıştım, ama o zaman, bu yeteneklerimin yanı sıra refah ve mutluluk
hislerim de vardı ve gergin, huzursuz geçen hastalık döneminde bunlardan
yoksundum.
Başlangıç
döneminde dikkatimi topladığım iki ana tema Gerçek ve Sevgi'ydi. Bilinçsiz
olarak geçirdiğim devrelerde bu temalar doğrudan veya sembolik olarak ortaya
çıkmışlardı. Başlangıç döneminde özellikle basit, yalın ve alelade gerçeklerin
nasıl esinlendiğini görerek şaşırmıştım. Bu sırada çok şiir okuyordum.
Özellikle Robert Hillyer'in "Yavanlık" isimli şiirinin şu açılış
mısralarını çok sevmiştim:
Donuk
yavanlık, akıl hâzinesinin aşınmış meteliği,
Yine
de gerçeğin sözlerini satın alabilirsin
Bütün
zekice parlaklığına rağmen sahtesinin,
Gençliğin
safsatasını para satın alamaz.
Sevginin
de büyük önemi vardı. Emerson'un "Hepsini Sevgiye Ver" isimli
şiirinden bazı mısraları benim iyimser içgö- rülerimi ayakta tutabilmem
konusunda çok yararlı oldular.
"O
cesur biri,
Dolu
dizgin koşsun:
Onu
iyice izle
Ümit
ardına ümit:
Yükseklere
doğru
Güneşe
saplanır
Kanatları
yanmadan
Söylenmeyen
niyetler
Ama
o Tanrı 'dır
Yolunu
bilir
Ve
göğün çıkışlarını.
Gerçek,
aşka benzemez, hem fevkalâdedir hem de korkutucudur. Çoğu zaman karşı konulmaz
ve acımasızdır.
İlk
hastalığımın en belirgin özelliği ışık sembolizmiydi. Güneş yaşamın ve gerçeğin
-özellikle entellektüel aydınlanmanın- gizemli ve mistik bir sembolüydü. Güneş
ışığı göz kamaştırıcı ve -uzun süre bakıldığında- kör ediciydi. Çok fazla ışığa
karşı korunmasız kaldığını ve bunun 'entellektüel tecavüz' olduğunu yani
beyinin gerçek tarafından tecavüz edildiğini hissediyordum. (Hiç şüphe yok ki
bu imajda bir cinselliğin gizlendiği farkedilmektedir.) Çok korkmama rağmen,
gerçeğin beni incitebileceğine inanmıyordum. Güneşe bakıp, gözümü kırpmadan ne
kadar bir süre dayanabileceğimi denerdim. Gözlerimin zarar görmesinden ve kör
olacağımdan da korkuyordum.
Genelde,
ışık güneşten daha az zararlıydı- ışık ahlaki iç- görü veya iç aydınlığı
sembolize ediyordu. Körlük de ruhsal, manevi körlük anlamına geliyordu.
Tehlike
hissiyle zihinsel işlev beraber olunca temelinde nörolojik esaslar olduğuna
inanıyordum. Sonra, daha akılcı devrelerimde entellektüel uyarılar yüzünden
(izole) tecrid edilmiş olmama çok zor dayanabiliyordum ve bu sinir sistemimi
tehdit ediyordu. Düşüncelerin hızla akışı ve bu uyarılar sosyal iletişim kurma
isteği doğuruyordu. Bu istek kaçınılmaz bir şekilde engellenmişti; hayal
kırıklığı da sinir sistemimin gerilmesine neden oluyordu.
Şiirsel
esinlenme ise, diğer taraftan, daha başka nitelikler taşıyordu. Duygu ve
zekânın daha yakından yapılmış bir senteziydi. Şiirsel kavramlar ve bunların
açığa vurulması birlik ve refah hisleri uyandırıyordu.
Kuvvetli
ışık ve gerçek konusunda düşündüklerim, gözlükler konusundaki fikirlerimde
ortaya çıkıyorlardı. Gözlüklü insanlardan korkuyordum ve doktorlarla
hemşirelerin göz-
lük
takarak ve böylece kuvvetle ışık yansıtarak beni cezalandırdıklarını
düşünüyordum. Gözlükler aynı zamanda yanlış görüleri sembolize ediyordu;
bireylerle yaşamın doğrudan öğrenilmesi arasında bir engeldirler.
Ben,
kendim de, normal olarak gözlük takarım (hafifçe renkli camlı, çünkü nedense
gözlerim ışığa karşı hep fazla hassas olmuştu). Hemşirelerin taktığı iki
gözlüğü de alıp kırmıştım.
Hastalığım
sırasında endişe duyduğum pek çok sorunun benim kişisel durumumla ilgisi yoktu,
ben yalnızca "insanlıkla" ilgileniyordum. Savaş yıllarının
sıkıntılarından sonra, Japonya'ya bomba atılınca şoke oldum, dehşet ve korkuya
kapıldım. Sodyum amital terapisinden çıktıktan sonra okuduğum ilk kitap,
Blachett'in "Savaş, Korku ve Bomba" ismini taşıyan eseriydi.
Kişisel
ilişkilerim konusunda sarfettiğim çabanın yoğunluğu, benim insan yaşamının
kurulması ve değerlerinin korunması için gösterilen gayretleri iyice anlamama
yol açtı. Ülkemin, dünyanın diğer yerlerini etkisi altına alan yıkıntının,
felaketin acısını çekmesinden korkuyordum; kendi çocuklarım için korkuyordum.
Vatanımı ne kadar çok sevdiğimi daha önce farketmemiştim, ama yine de bu sevgi
körü körüne değildi. Milli hislerim kuvvetliydi, ama genel anlamda
vatanseverlik olarak tanımlanamazdı. Ben aynı zamanda milletlerarası bir
toplumun bireyiydim ve dünyanın her yerinde her türlü yaşamı korumak kurtarmak
gereğini hissediyordum.
Toprak
ve ormanların korunmasıyla daima ilgilenmiştim. Doğaya olan bu düşkünlüğüm
hastalığım sırasında da devam etti. İyi olduğum dönemlerde tanıştığım diğer
hastalardan bazılarının da benim gibi kişisel olmayan meraklan vardı. İlk
aşamadan kurtulduğum sıralarda en kuvvetli esinlenmem, bilime karşı yeniden
bağlılık duymamın bir yansımasıydı. Bence kişisel hırslar ve rekabetler,
bilimsel çalışmayı ve bilimsel disiplini kösteklerdi. Benim bilime olan
yaklaşımım akılcı olduğu kadar mistik ve felsefiydi.
İkinci
hastalığımdan önce yazdığım "Bilim'in Görüsü" isimli şiirim şöyle
bitiyordu:
Düşler
gören hasta gözleri
Düşlerden
ötelere bakarlar
Değişimin
kaosu altında
Düzenin
kalbinin yattığı yerlere
Başlıca Kişilik Değişiklikleri
Altı
yedi yıllık bir psikoz devresinde yeralan başlıca kişilik değişmeleri şöyle
özetlenebilir:
a)
Uzun süredir
yaşadığım kronik endişe ve kaygılardan kurtuldum.
b)
Tedirginleşmeden
girişken olabiliyordum, çocuklarımla ilişkilerimde kendime güvenim ve
otoritemi kazandım; bu değişiklikler mazohistçe duygulardan kurtulmamı
sağladılar.
c)
Diğer
insanlara aşırı bağlanma ve gereksinme duygumu kaybettim; önceki diğerleriyle
özdeşleşme yerine kişisel bağımsızlık ve farklılık geldi.
d)
İnsanlarla
olan ilişkilerim kolaylaştı ve rahatladı, her çeşit insanla dostça ve sıcak
ilişkiler kurabilme yeteneği kazandım.
e)
Daha derin bir
eşitlik duygusu kazandım, her insanın kendine göre bir saygınlığı olduğunu
gördüm.
f)
Kendim ve
başkaları hakkındaki değerlendirmelerim oldukça azaldı.
g)
Psiko-seksüel
uyum konusunda da değişmeler oldu. Yan-frijit durumdan cinsel yeterliliğe
geçtim.
h)
Entellektüel
kapasitem daha etkin ve daha özgür bir hale geldi.
i)
Dinsizlikten
dine yönelik bir duruma girdim; dini bağlılık ve iletişim yetenekleri
kazandım.
Anton
Boisen
Akıl
hastalığı, dinsel uyanma ve yaşama karşı ciddi bir tutum gibi kavramlar
arasındaki ilişkiyi tanıyabilmemizi ve anlayabilmemizi herkesten çok Anton
Boisen 'e borçluyuz.
Şizofreni'yi
kendisi yaşadı ve bundan sonra Massachusetts'deki Worcester Akıl Hastanesinde
ve Illinois'deki Elgin Devlet Hastanesinde papazlık yaptı. "İç Dünyanın
Keşfi" isimli kitabı hem psikiyatri hem de din öğrencileri için bir
klasiktir ve bu kitabın okurları tarafından da okunmalıdır. Aşağıdaki bölüm,
kendi hastalığının bir hikayesi olan ve 1960'da yayınlanan
"Derinliklerden" isimli kitabından alınmıştır. Her iki kitabında da
Boisten, hastalığının "tartışılmaz dini değerleri" olduğu konusunda
ısrar eder.
Gittikçe
daha çoh heyecanlanıyor ve şaşkınlaşıyordum. Aklıma gelen fikirler benim her
zamanki düşünce tarzıma çok yabancıydılar.
Birkaç
gün aileme hiçbir şey söylemedim ama sonunda sessizlik kuralını bozdum ve
korkularımı paylaşmaya çalıştım. Sonra başka bir dehşet kaynağı ortaya çıktı.
Bir sabah rahatça konuşulurken, daha önce hayal bile etmediğim başka düşman
güçlerin var olduğunu farkettim.
Bizim
normalde farketmediğimiz başka boyutların olduğu görülüyordu. Bütün dünya
kulak kesilmiş gibiydi ve bana, söylediğim her söz mahvıma neden olacakmış
gibi geliyordu.
Cumartesi
günü öğleden sonra saat üç civarında Fred Eastman'a yazılmış olan Kasım, 1920
tarihli mektuba göre
birden
bire nedenini anlayamadığını bir rahatsızlık, fenalık hissi duydum. Hemen
'Anneyi' görmeye indim ve ona kötü bir şeyin olduğunu söyledim. Ne olduğunu
bilmiyordum, ama 'ihanete' uğradığımı zannediyordum. Sonra yan odaya geçtim ve
orada tanımadığım bir adam gördüm. Bu çağrılan doktordu, ama o zaman bunu
bilmiyordum; çünkü bana sorular sormamıştı. Yalnızca baktı ve dinledi.
Bu
arada ailem panik içindeydi ve benim de durumumun farkında olmadığım
söylenemezdi. Son gece, yemekte insanlığın büyük bir sorun olduğunu ve bunu
araştırmaya kararlı olduğumu söylediğimi hatırlıyorum.
Beni
hastaneye göndermeyi düşündüklerini, ilk olarak altı polis çahşma odama girip
de, sessizce, gelmemin iyi olacağını yoksa başıma dert açılacağını söyleyince
anladım.
Ekibin
kalabalıklığı, ailemin ne denli korku ve kaygı duyduğunu gösteriyordu. Herşeye
rağmen o sırada herhangi bir saldırganlığım olmadığını hem ben hatırlıyorum,
hem de onlar söylediler.
tki
buçuk yıl sonra, bu haftanın öyküsünü, Boston Psikopati Hastanesi'nden Dr.
Macfıe Campbell'in seminerine yazıp göndermiştim. Burası, aynı zamanda benim
gönderildiğim hastaneydi. Yazım şöyleydi:
"9
Ekim 1920'de, bir Cumartesi gecesi saat 10 civarında Psikopati Hastanesi'ne
getirildim ve orada bir hafta kadar kaldıktan sonra Westboro Devlet
Hastanesi'ne nakledildim. Bu bir haftalık süre bana binlerce yıl gibi gelmişti.
Bütün bu zaman boyunca saldırgan bir çılgınlık halindeydim ve bu sürenin
çoğunu ıslak tedavide veya 2 no'lu koğuşun küçük odalarından birinde kilitli
olarak geçiriyordum. Kapılara vuruyor, şarkılar söylüyordum.
Ne
kadar zamanı bilinçsiz olarak geçirdiğimi bilmiyorum, ama kafamda neler olup
bittiğini oldukça açık bir şekil-
de
hatırlayabiliyorum. Bu anılar aklımda hâlâ tazeyken, kaydetmenin akıllıca bir
şey olacağını düşündüm.
İlk
olarak Dr. Gale'in hastaneye kabul fişini doldurduğunu hatırlıyorum.
Tanımadığım doktorlarla konuşmak istemediğimi, beni güvendiğim bir arkadaşıma
götürmelerini istediğim zaman, Dr. Gale, "işte bu, onun buraya ait olduğunun
kesin delili" demişti.
O
gece neler olduğunu tam olarak bilmiyorum. Belki de uyuşturucu haplar etkisini
göstermeye başlamıştı. Bundan sonra hatırladığım ilk şey ertesi sabah oldu.
Yatakta yatıyordum, galiba uyuyordum, hemşirelerden birinin, "Burada cinayete
ve intihara teşebbüsten yatıyor. Bir yanlışlık olmalı. Hiç de saldırgan gibi
görünmüyor. Aslında 4 no'lu Koğuşta olmalıydı" dediğini duydum. Bu beni
yıldırım gibi çarptı. Herhangi birisini incitmeyi düşünmemiştim; kendi canıma
kıymaya gelince, bunu kısa bir süre için düşünmüş sonra vazgeçmiştim. Böyle bir
suçlama, kötü güçlerin iş başında olduğunu gösteriyordu.
O
sabah 4 no'lu k&ğuşa nakledildim. Burada beyaz önlük giymemiş olan sevimli
görünüşlü genç bir adam bana bir sürü sorular sordu. Harvard'da profesör
olduğu söylenen bir başka hastayla tanıştırıldım. Adamın adı, yanılmıyorsam
Nicholls’du. Ama durmadan, gittikçe daha çok eksite olmaya başladım. Satranç
oynamaya davet edildim, oynamaya başladım ama devam edemedim. Kendi
düşüncelerimle, özellikle dünyanın yaklaşan sonu ve bunun sorumlularını ve cinayet
suçlaması gibi fikirlerle fazlasıyla meşguldüm. Gece olunca kafamda her şey bir
girdap gibi dönmeye başlıyordu. "Karar Günü" gelmiş gibiydi ve bütün
insanlık aşağıdaki şemada görüldüğü gibi her yönden sel gibi geliyordu.
Hepsi
tek, ortak bir noktaya geliyordu. Sonra bunlar yargı kürsüsü önüne
getiriliyorlardı. Ama karar verme bir çeşit otomatik yolla oluyordu. Her birey
kendini yargılıyordu. Bazı belirli parolalar vardı ve onlar arasından
seçimlerini yapıyorlardı. Her bireyin üç şansı vardı: "zor bir"
doğrudan ilk seferinde macera yaşamak," ikinci seçenekte bir "feda
etme" kavramı vardı, yani birisi kadın olacaktı, (erkek değil). Diğeri ise
bireyi birdenbire aşağı bölgelere gönderen bir seçenekti. Bu aşağı bölgeler
çok belirgin değildi. Herşey tümüyle muazzam, uçsuz bucaksız bir dolaşım
sistemi gibiydi. Her insan, her birey, kanın içindeki yuvarlar gibi durmadan
dolaşıyorlardı. Seçimler yapıldıkça bazıları aşağı ve bazıları da yukarı
yollanıyorlar. O zamanlar, bilincimin aşağılara gittiğini düşünürdüm. Bir
şeyler kısa devre yapmıştı.
O
gece, yatarken aklıma şu fikir geldi; "Burada bu rahat koğuşta yatmakla
hata ediyorsun, yanlış yerdesin. Sen aşağıda olmalıydın." Bunun üzerine
öbür koğuşa gitmeme izin verilmesini istedim. Görevli, "Yatağına dön,
yoksa 2. koğuşa götürürüm seni" diye cevap verdi. İsteyerek bir şey elde
edemeyeceğimi görünce, onun önerisine uydum ve sorun çıkarmaya başladım,
ciğerlerimin bütün gücüyle bağırıyordum. Bu aklıma ilk gelen delice bir
davranıştı. Şöyle bağırıyordum, "Evlenebilmem için deli olmam
gerekiyor."
Bunun
üzerine hemen öbür koğuşa nakledildim. İkinci koğuşta önce güneydoğuya bakan
küçük bir oda verdiler. Müthiş heyecanlanmıştım. Nasıl olduğunu anlatamıyordum
ama kendimi bir çeşit insan üstü bir güç kaynağına bağlanmış gibi
hissediyordun. Aklıma bir fikir geldi; "Arkadaşların yardımına
geliyor" Bütün vücuduma yeniden hayat pompalanıyordu. Ve bir sürü yeni
dünyalar oluşuyordu. Her yerde müzik vardı, ritim vardı, güzellik vardı. Ama
planlar hep engelleniyordu. Meleklerin korosu gibi gelen bir müzik duydum;
şimdiye kadar duyduğum en güzel müzikti.
Çılgınlık
nöbetim geçene kadar bu müziğin iki melodisini hep tekrarladım durdum.
Bunlardan birini bugün bile hâlâ hatırlıyorum. Bu melekler korosu hastanede her
yerde dolaşıyordu ve kısa bir süre sonra benim odamın tam üstündeki odada bir
kuzunun doğduğunu duydum. Bu beni çok heyecanlandırdı ve ertesi sabah bu kuzu
hakkında bir şeyler öğrenmeye çalıştım. Hastalardan biri, galiba adı
Gardner'dı, yayvan yayvan konuşarak, "Hey yabancı, sen mi kuzu hakkında
sorular soruyordun? Dün gece odamda bir tane vardı" dedi. Tabii bu olay
inancımı pekiştirdi ve bu hastayı, çok yüksek bir kişiliğini insan şekline
girmiş, üstelik bir de bu tiksindirici hastalığı üstlenmiş hali olarak kabul
ettim. Onunla kesin, belirgin bir şeyler ortaya çıkarabilmek için konuşmaya
çalıştım. Bana öyle geliyordu ki aramızda birbirimize alıp verebileceğimiz,
meleklerin bıraktığı bazı işaretler, simgeler vardı. Ama bir iki kelime bile
konuşamadan diğer hastalar veya görevliler geliyorlardı. Uzun sürmedi, kendimi
bir odada kilitlenmiş buldum. Ama Gardner, hâlâ serbestti ve ıslık çalarak,
gülümseyerek koğuşta bir aşağı bir yukarı dolaşıyordu. Henüz yakalayamadığım,
anlayamadığım bir sistem olduğunu zannediyordum. Ve Gardner bütün koğuşu mutlu
kılmıştı. Tavan yükselmiş gibiydi ve bütün odalarda müzik yankılanıyordu. Ama
hâlâ o kuzuyu merak ediyor ve hep onun hakkında somlar soruyordum.
Aklıma
şöyle bir fikir geldi: "Doktorlar onunla o kadar çok ilgilendiler ki, onu
hemen kesip, bilimsel çalışmalar yapabilmek için alkol içinde
sakladılar."
Bir
gün başka bir eyalette çok tanınmış bir doktor olduğu söylenen Dr. Klopp
ziyaretime geldi. Benim, insanları kurtarma konusunda bazı önemli fikirlerim
olduğu duymuştu. Bu sorunla çok ilgilendi ve ona anlatmak isteyip istemediğimi
sordu. Dr. Klopp'un bakışlarını oldukça beğenmiştim ama anlatmak istemediğimi
söyledim.
O
da hemen çıkıp gitti. Bu hareketi, onun hakkındaki düşüncelerimi etkiledi ve
ona anlatmamakla hata yaptığımı düşündüm. Sonra birkaç kez onun hakkında
sorular sordum.
Ertesi
gece, ziyaretçilerim vardı, ama melekler değil, cadılar gelmişti. Bir gece
önce kaldığım odanın yanmdakinde yatıyordum. Hatırladığım kadarıyla, odada hiç
bir şey yoktu, yalnızca yerdeki bir yataktan başka. Duvarların değişik, acayip
bir yapısı vardı. Çift duvar vardı galiba ve duvarlar boyunca devamlı bir
tap-tap sesi geliyordu. Galiba nerede olduğumu tam olarak saptamak için
çalışmalar yapan kötü güçlere bağlı dedektiflerden geliyordu bu sesler. Sonra
odam tuhaf bir kokuyla doldu. Cadıların yakında oldukları söylendi ve ben
havalandırma deliğinden kağıttan yapılmış kara kediler, süpürge sopaları ve
sivri cadı külahları topladım. Battaniyemle de deliğe tıkadım. Sonunda, yalnız
kara kedilerin istilasını kontrol edebilme yolunu değil, aynı zamanda
diğerlerini kurtarmak için kullanılabilecek, yeniden hayat verme metodlan da
buldum. Öyle görünüyordu ki, tıpla dini ayıran duvarda bir gedik açmıştım.
Boynumun arka tarafını yoklamam ve orada yeni misyonumun bir işaretini göreceğim
söylendi. Bunun üzerine boynumu yokladım ve bir inçin dörtte üçü boyunda mekik
şeklinde bir şey oluştuğunu farkettim.
Sabahleyin,
Dr. O'Brien, battaniyemi neden havalandırma deliğine soktuğumu sordu.
Konuşurken gözlerinde kötü, şeytani bir parıltı olduğunu düşündüm. Sonra
boynumdaki işaretle ilgili bir şeyler söyledim. Doktor tuhaf bir şekilde güldü
ve üzerine biraz iyodin süreceğini söyledi. Bunu yapmaya başladı ama ben
kaçtım ve ona dikkatli olmasını söyledim. Korkmuş gibi görünüyordu, halbuki
ona dokunmaya niyetim yoktu.
Kurul
önünde muayene edilmem o güne rastlıyordu galiba. 12 Ekim, Salı günü, ama yine
de kesin olarak emin değilim. Hatırladığım kadarıyla, odanın güneyinde oturan
kadınlar da vardı. Üçüncü kattaki toplantı odası yerine galiba kütüphanedeydik.
Kitap gördüğümü sanmıyorum ama merdiven çıktığımızı hatırlamıyordum.
Yalnız,
muayene bitince koridora çıkıp doğruya doğru gitmeye çalıştığımı açıkça
hatırlıyorum. Tabii görevliler beni hemen yakalamışlardı.
Muayeneye
gelince, Dr. Campbell'in hoş tavırlarını canlı gözlerini ve sorduğu pek çok
soruyu hatırlayabiliyordum. Çoğu zaman benim cevaplarım pek yavaş çıkıyordu.
Kendi düşüncelerime dalmıştım ve cevapların kendiliklerinden çıkmasını
bekliyordum. Sorulan, benim "Dört kişilik aile" fikrim üzerinde
toplanmıştı. Diğer sorular da büyüklük yanılsamam ile ilgiliydi.
Benim
de, yolun sonuna geldiğimiz ve büyük dolaşımı tamamladığımız hakkında
söyleyeceklerim vardı. Ayrıca bütün o kadınların önüne bir bornozla çıkanlmama
karşı duyduğum öfkeyi belirttim. Zaten hastahaneye zorla getirilmem yüzünden
de kızgındım. Serbest bırakılana kadar konuşamazdım. Dr. Campbell, benim gibi
hastalan hastaneye kapatırken zor kullanmaktan kaçınmak gerektiği konusunda bir
şeyler söyledi. Bu onun hakkmdaki fikirlerimi düzeltti ama yine de ayrılma
zamanı gelince elini sıkacak kadar yu- muşamamıştım.
Bunu
benim ilk ıslak tedavim izledi. İşlemler çok ilgimi çekmişti ve iki şekilde
açıklanabileceğini gördüm.
Dr.
Campbell, benim çok yüksek mertebede bir kişilik olduğumu söylemişti. Beni ya
feci bir şekilde kullanacaklar veya daha iyimser bir tahminle, bana büyüklük
yanılsamalarımın yanlış olduğunu göstereceklerdi. Hatırlayabildiğim kadarıyla,
onların bu ikinci amaçlarında başarılı olmalarını gerçekten ümit etmiştim ve
gösterinin sonunu ilgiyle bekledim. Ama bütün olanlar ben bilinçsizken olup
bitmişti. Islak tedavi dışında çok az uyuyabiliyordum.
Ertesi
gece, dünyanın derinliklerinde, labirent gibi tünellerde olduğumu sanıyorum.
Bazı zamanlarda, bana 'Bizmut' olduğu söylenen bir ilaç verildiğini söylediler.
Bu,
eskiden Mısır mumyalarının korunması için kullanılan çok tuhaf bir ilaçtı,
verilen miktar o bireyin sistem içindeki düzenini belirliyordu. Tam otuz iki
düzey vardı. Otuz ikinci düzeyde insan tümüyle gücünü yitirmiş ve bitkin düştüğü
için bir başkası gelip ona içmesi için saf su verinceye kadar yerinden kalkamazdı.
Bir zaman için ben de öyle bitkin hale düşmüştüm.
Kısa
bir süre sonra, bu yeraltı tünellerinde dolaşırken içinde tuhaf, beyaz keten
bir kumaşın sarıldığı bir battaniye buldum. Bunlar kutsal kalıntılar gibi
görünüyorlardı. Kutsal Kupa'nın aranmasıyla bağlantılıydılar ve yüzyılların en
derin mücadelesini simgeliyorlardı. Sonra, havalandırma deliğinin yanına
yü-zü koyun yatarsam, şimdiye kadar duyduğum en güzel sesi duyabileceğimi
keşfettim. Bu "Son Ye- mek"in kutlamasıydı. Sabaha karşı özellikle
sevmediğim bir görevliyle arkadaş olmaya karar verdim. Bunu yapmaya çalışırken,
onun kendini beğenmişin biri olduğunu düşünüyordum. Biraz sonra bana yemek
getirdiğinde, yemeği her
zamankinden
çok koyduğunu farkettim ama ilaçlı olduğunu sandığım için yemeyi reddettim.
Ayrıca pek hoşuma gitmeyen ve samimiyetsiz gibi gelen şarkı sesleri de
duyuyordum, sanki bir ayindeymiş gibiydiler. Durmadan "küçük kuzu, küçük
kuzu" sözcüklerini tekrarlıyorlardı. Galiba rahiplik görevini üstlenen
kişi, dostluk kurmaya çalıştığım görevliydi.
Artık
öyle bir noktaya gelmiştim ki, geceyle gündüzü bile ayırdedemiyordum. Sel
zamanı geride kalıp arkadaşlarının kaçmasına yardım eden fakat onlar
tarafından unutulan ihtiyar bir at olmuştum. Bu at şimdi hapsedilmişti ve bir
sürü kural tanımaz doktor ve hemşire tarafından kullanılıyordu. Tek kaçış
yolu, kafamın kesilmesini sağlamaktı. Şu anda odamda kilitlenmiştim ve gittikçe
daha çok çıldırıyordum; şarkı söylüyor, bağırıyor ve kapının camına
bileklerimle vuruyordum. Sessiz olmam söylendi ama bu daha çılgınca vurmama
sebep olmuştu; sonunda bir kere daha ıslak tedaviye girdim.
Sonra
kendimi 'Ay'da buldum. Ay'da olma fikri, bu haftanın başından beri beni
zorluyordu. Şimdi bu belirginlik kazanmıştı. Normal olarak oldukça uzak
görünen Ay, gerçekte çok yakındaydı. Doktorlar bunu biliyorlardı ve insanları
oraya gönderip onları Ay'da bir hücreye diri diri gömme yollan
geliştirmişlerdi. Bu arada bazı kişiler, bir çeşit dublör gibi, onların
dünyadaki yerlerini alıyorlardı. Ay'da her şey tuhaf bir şekilde yürütülüyordu.
En bilimsel metodlar kullanılıyordu. Orası sanki eski ruhlann toplanma yeriydi
ve bütün ilgileri, içtenlikle ve açıkça üreme veya seks üzerinde toplanmıştı.
Bu, gerçekten oldukça korkunçtu. Ay'a birisi gelince doktorların ilk yaptıkları
şey, onun erkek veya kadın olduğunu belirlemek olur. Beni muayene ettikleri
zaman, onların büyük bir şaşkınlıkla, "O tamamen nötr” dediklerini duydum.
Pusula’nın ibresi ne sağa ne sola oynamamıştı. Hiç bir kategoriye girmiyordum;
bu yüzden de benim üzerimde hiç
bir
güçleri olamazdı. Bu noktada benim güvenliğim yatıyordu. İnsanın tetikte
olması çok önemliydi, çünkü onların kafaları kesip, adamı da aşağı bölgelere
atmak gibi tuhaf bir adetleri vardı. Bunu bilimsel yollarla, sanki Şikago şehri
için sığır kesiyorlarmış gibi yapıyorlardı.
Bir
keresinde Güneş'e tırmanmayı başarmıştım, ama beceriksizliğim yüzünden her
şeyin dengesini bozdum ve bunun acısını oradaki arkadaşlarım ve akrabalarım
çekmişti. Onların binlercesi yaşamlarını kaybetmişlerdi.
Sanki
kanları benim boğazıma fışkırmış gibi neredeyse boğuluyordum.
"Arkadaşlarım, arkadaşlarım" diye inliyordum. Ama dengeyi düzeltmeye
çalıştım, odamın tabanının eğilip, bükülüp üstündekileri aşağı bölgeye
dökmesini engelledim. Bu ilginç işle uğraşıyorken kapı açıldı ve Doktor O’
Brien'la birkaç adam geldi. Giysilerimi getirmişlerdi, onları giymemi
istediler. Bana karşı bir kumpastı bu tabii, onun için reddettim ve direndim.
Böylece Westboro'ya deli gömleği içinde nakledilme şerefine eriştim.