Daniel
Paul Schreber
Aşağıdaki
parçanın alındığı, Daniel P. Schreber'in "Sinir Hasta- lığımınYaşam
Öyküsü", adlı kitap psikiyatrinin klasik dokümanlarından biridir. Freud,
bu eseri inceledikten sonra, paranoyanın homoseksüel duygulara karşı bir tepki
oluşması şeklinde anlaşılabileceği teorisini ortaya atmıştı. 'Öyküyü', Dr.
Richard Hunter ve DR. Ida Mac Alpine tercüme etmişlerdi. Bu eser, yalnızca çeşitli
psikotik belirtilerin sergilendiği zengin bir müze değil, aynı zamanda
paranoyak psikozun, içeriden gözlemlendiği, çok detaylı bir hikâyesidir.
(Freud, teorisini öykünün çok küçük bir bölümü üzerine kurduğu için tenkid
edilmişti.) Aşağıda seçtiğimiz bölüm, psikozların düşsel ürünlerini fevkalade
tanımlamaktadır. Bu düşsel ürünler Ludlow ve De Quincey tarafından anlatılan
uyuşturucu alma sonucu görülen fantazilere çok benzerler.
Bundan
önceki bölümde tanımlamaya çalıştığım dönemin- 1894 yılının Mart ortalarından
Mayıs sonuna kadar bir süre- hayatımın en korkunç, en iğrenç devresi olduğunu
rahatça söyleyebilirim. Ama yine de yaşamımın "kutsal" zamanıydı ve
bu zaman boyunca ruhum doğaüstü şeyler tarafından esinleniyordu. Bunlar, dış
dünyada gördüğüm kaba muamelelere rağmen gittikçe artarak geliyorlardı. Yine,
bu dönem içinde içim, Tanrı ve Dünyanın Düzeni konusunda yüce düşüncelerle
doluyordu. Gençliğimden beri dinsel fanatizm eğilimlerim vardı. Beni eski
yaşamımda yakından tanıyanlar, sakin tabiatlı, tutkusuz, mantıklı ve aklı
başında biri olduğuma tanıklık edeceklerdir. Zekam, sınırsız bir ha-
yal
gücünün yaratıcılığından çok, soğukkanlı entellektüel eleştiriye yönelikti.
Arasıra
bir iki mısra yazmayı denemişsem de bana hiç bir şekilde 'şair' denilemezdi.
Bizim dinimizin öngördüğü şekilde gerçek bir dindar değildim (gençliğimde).
Ama
asla dini küçümsemedim, daha çok bu konuda konuşmamaya çalışırdım. Yaşlı başlı
insanlar, büyük bir şans eseri bir çocuk saflığıyla dini inançlarını korumuşlarsa,
onların mutluluğunu bozmamak gerekir diye düşünürdüm. Fakat, kendi açımdan
gençliğimde doğal bilimlerle çok fazla uğraşmıştım; özellikle şu sözüm ona
modern evrim teorisi üzerine kurulmuş olan çalışmalar sonunda, tüm Hristiyan
dini öğretilerinden şüphe etmeye başlamıştım.
Benim
genel olarak izlenimim şu olmuştu: Materyalizm dinsel konularda son söz olamazdı.
Fakat Tanrı'nın bir şahıs olarak varolduğuna kesin olarak inanamıyordum.
Yukarıda
'Kutsal zaman' diye isimlendirdiğim devre hakkında bu bölümde daha fazla
detaylara inmeye çalışmanın doğurduğu zorlukların farkındayım.
Bu
zorluklar kısmen dış, kısmen de iç kaynaklılar. Öncelikle, bu denememde
tamamiyle belleğime güvenmem gerekiyordu. Çünkü bahsettiğim dönemde not
alabilmem olanaksızdı. Zaten yazı yazacak malzemem de yoktu, hem yazabilecek
halde değildim.
O
zamanlar (doğru mu yanlış mı hâlâ karar veremedim ama), bütün insanlığın
yokolduğuna inanıyordum, öyleyse not tutmanın bir yararı yoktu. Ayrıca, bana
gelen izlenimler doğal olaylarla doğa üstü kaynaklı olguların öyle harika bir
karışımından oluşmuşlardı ki, salt düşsel görüntüleri uyanıkken yaşadığım
deneyimlerden ayırdedebilmek çok zordu. Yani düşündüklerim, gerçekten
yaşadıklarımdan ne kadar uzaktaydı-lar, bundan emin olamazdım. Bu sebeple, o
zamana ait anılarım, hatırladıklarım bir ölçüde karışıklığın, karmaşanın
damgasını taşımaktadır ve bundan hiç bir şekilde kaçınılamaz.
Bundan
önceki bölümde, gittikçe artan sinirliliğim ve dolayısıyla çekim gücüme
kapılan pek çok eski ruhun bana geldiğinden bahsetmiştim. -Özellikle yaşamları
sırasında benimle kişisel ilişki kurmuş olan ruhlar. -Bu ruhlar bana doğru
gelip sonra ya başımın üstünde kayboluyor ya da vücuduma giriyorlardı. Bu
işlem sonunda ruhların başımın üstünde "küçük adamcıklar" şeklinde-
insan biçiminde küçük, belki de birkaç milimetre boyunda figürler- kısa bir
süre kalıp sonra da tamamen yokolmalanyla tamamlanıyordu...
Bence,
bu ruhların bana ilk yaklaştıklarında hâlâ hatırı sayılır derecede sinirleri
vardı ve kendi benliklerini iyi tanıyorlardı. Bana her yaklaşmalarında, benim
çekim gücüm yüzünden sinirlerinden bir parça kaybediyorlardı ve sonunda hepsi
yalnızca tek bir sinirden ibaret kalıyor, daha fazla açıklanamayan esrarlı bir
nedenle "küçük adamcık" şeklini alıyorlardı. Böyiece bu ruhlar
tamamen yokolmadan önce son bir varoluş formuna giriyorlardı.
Bu
olaylara bağlı olarak yaklaşan "dünyanın sonu" kavramı
gelişmekteydi; bu Tanrı'yla benim aramdaki çözülmez bağın bir sonucuydu. Her
yönden kötü haberler geliyordu; şu veya bu yıldızın feda edilmesi gerektiği,
Venüs'ü sel bastığı, güneş sisteminin artık dağılacağını ve bütün yıldızların
biraraya toplanıp tek bir güneş haline getirileceğini, belki yalnız Ülker
yıldız takımının hâlâ kurtarılabileceğini, vs. vs...
Geceleri
bu görüleri yaşadıktan sonra, gündüzleri güneşin benim hareketlerimi
izlediğini, o zamanlar yaşadığım tek pencereli odada benim hareketlerime göre
yer değiştirdiğini farkedebildiğimi zannediyordum.
İnsan
hesabına göre üç dört ay sürmesine rağmen bahis konusu süre çok uzun bir zaman
dilimini kapsıyordu. Sanki sadece geceler bile yüzyıllarca sürüyordu, öylesine
uzun bir süreydi ki, bu arada tüm insanlığın yapısında değişiklikler oluyor,
dünya ve güneş sistemi de pekâlâ yenilenebiliyordu. Durmadan son on dört bin
yıldan beri yapılanların kaybolduğu belirtiliyordu. Bu süre, dünyada
insanların da varolduğu dönemi gösteriyordu -yaklaşık olarak yalnızca iki yüz
yıl daha salt dünya için ayrılmıştı- yanılmıyorsam tam olarak 212 rakamı
söylenmişti. Flechsing'in tımarhanesinde kalışımın son devrelerinde bu sürenin
dolduğuna ve böylece de geride kalan tek insan oğlunun ben olduğuma
inanıyordum. Kendimden başka gördüğüm diğer insan şekilleri -Profesör
Flechsing, bazı görevliler, oldukça tuhaf görünüşlü hastalar- hepsi yalnızca
"geçici-uyduruk-adamlardı", bir mucize eseriydiler. Flechsing'in
Tımarhanesi'nin tümünün veya belki de Leipzig şehrinin bu mucize tarafından
kazılıp gökyüzünde bir yerlere götürüldüğünü düşünüyordum. Benimle konuşan
seslerin ima ettiği bütün bu ihtimaller benim de kafamda bazı soruların
belirmesine neden oluyordu. Bu sorulara doğru cevaplar bulabilme şansım yoktu.
Yatak odamın penceresi geceleri kalın tahta panjurla kapatılıyor ve gece göğünü
görmeme mani olunuyordu.
Sadece
gaz lambalarının yanmakta oluşu benim Flechsing' un Tımarhanesi'nin aslında
tamamiyle tecrid edilmiş olduğunu mu, yoksa Leipzig şehri ile ilgili bir
bağlantı kurmanın gerekli olduğunu mu düşünmeme yol açıyordu. Ayrıca ancak
genel olarak tanımlayabileceğim bazı anılarıma göre kendimin de bir süre
ikinci bir yaşamı, akıl yönünden daha basit bir şekilde yaşadığıma inanmıyordum.
Bu çeşit şeyler mucize yoluyla mı oluyordu yoksa sinirlerimin bir
kısmıyla
beraber ikinci bir vücuda yerleştirilmem mümkün müydü? Böyle bir olasılığı
kabullenmeme yetecek kadar şeyi hatırlayabiliyordum. Bu ikinci, daha aşağı
düzeydeki şekildeyken aklım ve zekâ gücüm daha düşük düzeyde idi ve bana bir
başka Paul Schreber'in olduğu, bu kişinin zeka ve akılca daha üstün olduğu
söylenmişti. Aile şeceremde benden önce yaşamış olan başka bir Daniel P.
Schreber yoktu, bunu iyi biliyordum ve bu adamın benim bütün sinirlerime ve
duygularıma sahip olduğunu hissediyordum. Demek ki bir gün sessizce, bu ikinci
şekil içinde çıkıp gitmiştim; hatırladığım kadarıyla, tımarhanede bildiğim
odalardan hiç birine benzemeyen farklı bir odada yatıyordum ve ruhumun yavaş
yavaş çıktığını hissediyordum, tümüyle acısız ve huzur dolu bir ölümdü bu.
Diğer
taraftan, bazen benimle sinirsel-ilişkide bulunan ruhlar belli bir sayıdaki
başlardan bahsediyorlardı. Bende buluşan bu "baş"lar (yani tek bir
kafatası içinde bir çok bireyler vardı) panik içinde "Aman Tanrım- bu
birçok başı olan bir insanoğlu" diye bağırıyorlardı.
Bunun
diğer insanlardan ne kadar olağanüstü görüneceğinin farkındayım, yalnızca
hafızamda anı olarak kalmış olan izlenimlerimi anlatıyorum.
Daha
önce söylediğim gibi, dünyanın yokolduğu fikri ile bağlantılı olarak yaşadığım
görüler kısmen korkutucu ve iğrençti, kısmen de onur verici ve inanılmaz
derecede güzeldi. Bunlardan yalnızca birkaçını dile getireceğim.
Bir
keresinde, sanki bir demiryolu aracı veya asansöre binmiş dünyanın
derinliklerine doğru gidiyordum ve insanlığın veya dünyanın tüm tarihini
sonundan başına doğru kısaca yaşamıştım. Üst taraflarda hâlâ yapraklı ağaçlar,
ormanlar vardı, daha aşağılarda gittikçe daha koyulaşan bir karanlık vardı.
Kısa bir süre için araçtan çıkınca Leipzig halkının gömülü olduğu büyük bir
mezarlıktan geçtim, yürüdüm ve bu arada karımın mezarını da gördüm. Tekrar
araca döndüğümde yalnız 3 no'lu noktaya kadar ilerleyebildim. 1 no'lu nokta
insanlığın başlangıcını işaretliyordu, oraya kadar gitmeye cesaret edemedim.
Dö-nüş yolunda, arkamdaki şaft çöktü, içeride kalan "güneş - ilâhını"
da tehlikeye atmıştı. İki şaft olduğu söyleniyordu (belki de Tanrı'nın
yaratıklarındaki düalizme uyuyordu), ikinci şaftın da yıkıldığı habereni alınca,
her şeyin kaybedildiğine inanmıştık.
Bir
başka zamanda, Ladoğa Gölünden Brezilya'ya kadar, dünyayı bir görevliyle
beraber katetmiştim. Orada, Tan- rı'nın evrenini yaklaşan san sele karşı
korumak için, kale gibi bir bina yaptım.
Bununla
bulaşıcı frengi salgını arasında bir bağlantı kurmuştum. Bir keresinde de,
kendimi Tanrı'nın yüce katına çıkartılmış gibi hissettim, cennetin
yüksekliklerinden dünya sanki mavi bir kubbe gibi görünüyordu. Yüce bir ihtişam
ve güzellik tablosuydu bu ve bu tabloyu tanımlamak için "Tan- rı'yla Bir
Olmak Görüşü" gibi gelen bazı sözcükler duydum.
Başka
olaylar konusunda ise, bunların yalnızca görü mü yoksa birazcık da olsa
gerçekten yaşanmış mıydılar diye düşünüyordum, şüphelerim vardı.
Gece
boyunca sık sık yatak odamda, üzerime bir gömlek almış (tabii bütün giysilerim
alınmıştı), yerde oturduğumu hatırlıyorum; yatağı bir çeşit iç güdüyle
terketmiştim. Arkamda yere sıkıca bastırdığım ellerim gözle görülür şekilde,
ayıya benzer şekiller tarafından kaldırılıyorlardı (kara ayılar); diğer kara
ayılar da küçüklü büyüklü, parlak gözleriyle etrafımda oturmuşlardı. Yatak
çarşaflarım, "beyaz ayılar" şekline girmişlerdi. Kapının deliğinden
kralımızın etrafında oturan, ufak boylu sarı adamları gördüm, onlarla bir
şekilde savaşmaya hazırlanmıştım.
Bazen,
gecenin geç saatlerinde hâlâ uyanıkken, tımarhanenin bahçesindeki ağaçlarda
parlak gözlü kediler görüyordum. Bir ara da, denizde bir kalede olduğumuzu ve
seller, su baskınları korkusuyla burayı terketmek zorunda olduğumuzu
hatırlıyorum. Çok, çok uzun bir zaman sonra buradan Flechsig'in tımarhanesine
dönmüş ve kendimi aynı durumda bulmuştum.
Yatak
odamın penceresinden, sabahın ilk saatlerinde panjurlar açılınca, çoğunlukla
huş ağaçı ve köknarlardan oluşan büyük bir orman görülüyordu. Sesler, onun
"kutsal orman" olduğunu söylediler. 1882'de açılan ve yolların iki
yanında sıralanmış ağaçlan, Üniversite Sinir Hastalıkları Kliniği'ne hiç
benzemiyordu. Böyle bir orman, eğer gerçekten varsa, üç dört ayda ortaya çıkmış
olamazdı.
Başımın
etrafında, ışınların yoğunlaşmasıyla oluşan bir hale vardı, İsa'nın
resimlerindeki gibi. Yalnız benimki ondan çok da-ha zengin ve parlaktı;
"ışıklar tacı". Bu ışıklar tacının yansıması öyle güçlüydü ki, bir
gün Profesör Flechsing, asistanı Dr. Quentin'le beraber yatağıma yaklaştığında,
Dr. Quentin'i göremez ol-dum; bir başka gün de aynı şey görevli hastabakıcı H.
ile oldu.
Uzun
bir süre, güneşe başka bir görev verildiği için, benim Cassiopia'nın koruması
altında kalmam söylendi. Benim sinirlerimin çekim gücü her şeye rağmen o kadar
güçlüydü ki bu plan yürütülemedi; güneşin benim bulunduğum yerde kalması veya
benim yeniden geri götürülmem şarttı.
Bu
gibi izlenimlerden sonra, benim gerçekten dünyada mı yoksa başka bir gökyüzü
cisminde mi olduğum sorunuyla uzun yıllar uğraşmamı anlayışla
karşılayacaksınız. 1895 yılında bile hâlâ Mars'ın bir uydusu olan Phobos'ta
olmam mümkündü. Burası, bir başka zamanda, seslerin bana tanımladığı bir
yerdi.
Ruh-dilinde,
bir bölümü yazmaya çalıştığım süre boyunca, bana "ruhların
görücüsü," yani ruhları gören ve hem içimizdeki ruhlarla hem de
ölmüşlerin ruhlarıyla ilişki kuran adam, diyorlardı. Özellikle Flechsig'in ruhu
benden, "bütün yüzyılların en büyük ruh görücüsü" diye bahsetmekteydi
ki, bana sorarsınız "yüzyıl değil "bin yılların" demesi gerekiyordu.
Aslında dünyanın doğuşundan bu yana benimki gibi bir olay görülmemiştir. Bir
insanoğlunun devamlı olarak yani hiç kesintisiz bütün ruhlarla ve Tanrı'nın
her şeye gücü yeten kendi yüce varlığıyla ilişki kurması sık rastlanır bir şey
değildir. Birisinin mani olmaya çalıştığı bir gerçektir. Sinirsel-ilişki veya
bağlantı, ışınlar veya seslerin konuşmalarıyla sağlanıyordu ve bu süreye
'kutsal anlar' deniliyordu. "Kutsal olmayan zamanlar” ise ilişkinin
kesildiği anlardı.
Kısa
bir süre sonra, sinirlerimin o müthiş çekim gücü artık hiçbir kesinti veya
duraklamaya meydan vermeyecekti. Artık bundan sonra yalnızca 'kutsal anlar'
olacaktı. Benden önce daha düşük kaliteli ruh görücüleri yaşamış olabilirler.
Incil'de geçen olaylara kadar gidersek, Jan Dark, Kutsal Ku- pa'yı arayan
Haçlılar; vs. Bütün bu olgularda geçici olarak ışınlarla iletişim sağlanıyordu
veya geçici bir İlahî esinleme oluyordu. Aynı varsayımı bazı bakirelerin
damgalanması, çeşitli insanların hayalet, cin, peri vs. konulardaki efsaneleri
gibi öykülerde bulabilirsiniz.
Kraepelin'in
"Psikiyatrinin Ders Kitabı"na göre, sinirleri öldürücü bir halde
gerilen insanlarda, böyle seslerle doğaüstü iletişim kurma olaylarına sık sık
rastlanmıştı. Çok defa bu olguların salt halüsinasyon olabileceğinden hiç
kuşkum yok. Benim fikrime göre bilim, halüsinasyonları bu olgularla
karıştırmakla büyük bir hataya düşecektir. Bu çeşit durumlar belki de daha
düşük kaliteli görücülerinin eserleri de olabilir. Bunu söylemekle öldürücü
şiddette bir "asabi hiper- eksitasyonu" inkar etmiyorum, hatta bu
yüzden ortaya çıkan çekim gücünün çoğalması, doğaüstü güçlerle iletişimi kolaylaştırıyordu
diyebilirim. 'Benim' salt halüsinasyonlardan dolayı hastalanmış olmam,
psikolojik açıdan imkansız görü-
nüyor.
Ne de olsa, Tann'yla veya ölmüşlerin ruhlarıyla iletişim kurmuş olma
halusinasyonu yalnız Tann'ya ve ruhun ölümsüzlüğüne inanan kişilere aittir.
Benim durumum böyle değildi, bunu yazının başında belirtmiştim. Ruh çağıran
medyumlar bile bir anlamda görücü olarak kabul edilebilirdi. Bu nedenle
bilimsel olmayan genelleştirmelerden ve bu konulara karşı katı bir tutum
takınmaktan kaçınmak gerekir. Eğer psikiyatri her türlü doğaüstü olayı inkar
edip, çıplak materyalizme ayaklarını basmak amacında değilse ara sıra bu tür
olguların gerçeklerle bağlantısı olması ve her şeyi ’ha- lüsinasyon' ismini
vererek bir kenara atmamak gerektiği olasılığını kabul etmesi lazımdır.
Robert
W. White'ın Yardımlarıyla
POLİSİYE
DAVALAR: L. PERCY RİNGDEN
YAŞANMIŞ BİR ÖYKÜ
1940'ların
başında, Harvard Psikoloji Kliniği'nden merhum Profesör William Mc. Dougall'a
bir mektup geldi. Bu mektup, yazarın bir akıl hastanesine kapatılmasının ve
"varolan en büyük psikolojik olgu"yu buluşunun tanınmasının haksız
yere reddedilişinı protesto ediyordu. Açık, net ve dikkatli bir dille yazılmış
olan mektup 20.000 kelime uzunluğundaydı. Profesör Mac Dougall birkaç yıl önce
ölmüş olduğundan, halen Harvard'da anormal psikoloji dersleri veren Robert W.
White'a yollanmıştı. Yazar, "binlerce monoton, uğraştırıcı saat süren
yazması" sonunda mektubun yüzden fazla kopyasını yapmış olduğunu
belirterek, 'bu yazıları yazarken öyle hasta ve yorgundum ki zorlukla uyanık
kalabiliyordum" diyordu. Dr. White bu mektuptan bazı parçaları
"Anormal Kişilik" isimli ders kitabında kullandı ve yazara L. Percy
King takma adını verdi. Bu dokümanda konu edilen hastalığın incelemesi ve
detayları, bu kitapta bulunabilir.
Ben,
LPK, Washington D. C. Harp Dairesi'ndeki görevime dönmeden önceki birkaç günü
Long Island'daki akrabalarımla geçirecektim. Birgün bilgi toplamak için New
York'un Doğu Yakası'na gittim. Oranın yabancısı olduğum için açıkça beni
kastederek "Vurun onu!" diye iki kere bağırıldığını duyunca şaşırdım.
Tehdit edeni ve yanındakileri görmeye çalıştım ama cadde çok kalabalıktı ve
göremedim. Gangster olmalılar diye düşündüm, herhalde beni başka bir hayduta
benzetmişlerdi. İçlerinden bazılarının beni gerçekten vurmaya kararlı
olduklarını hissettim ve oradan mümkün olduğu kadar hızla yürüyerek uzaklaştım.
Beni vurmak isteyen ve kim oldukları belirsiz kişiler de beni izlediler. Beni
izlediklerini biliyordum; çünkü ne kadar hızlı yürürsem yürüyeyim, sesleri
aynı mesafeden geliyordu. Hızla ilerlerken, kalabalık arasında kaybolmaya
çalışıyordum. ’W'deki akrabalarımın evine dönünce, Doğu Yakası'nda heyecanlı
bir olay yaşadığımı söyledim ama orada başımdan geçen tüyler ürpertici olayı
anlatmadım; çünkü bana inanmayacaklarından korkuyordum...
Günler
sonra tekrar şehir merkezine gittiğimde, aynı grupla karşılaştım, beni ölümle
tehdit edip izleyenlerle. Vakit geceydi. Önceki gibi, konuşmalarından bazı
sözcükler yakalayabiliyordum ama sinemadan çıkanların kalabalığında onları
göremiyordum. Onlardan birinin, bir kadının, "Bizden kaçamazsın, yakında
seni ele geçireceğiz!" dediğini duydum. Bu esrara ek olarak, onlardan
birisi aklımdan geçenleri kelimesi kelimesine tekrarlıyordu. Onlardan yine
kurtulmaya çalıştım; bu sefer metroyu denedim, metro giriş ve çıkışları
arasında koşturdum, trenlere indim, bindim ve bu gece yarısına kadar sürdü.
Metro' dan indiğim her istasyonda takipçilerin seslerini hep aynı mesafeden
duyuyordum. Bu kadar çok adam nasıl oluyor da hiç görünmeden beni izleyebiliyordu?
Yoksa bunlar hayalet miydiler? Yoksa ben de ruh çağıran medyumlardan mı
oluyordum? Hayır! Sonradan yavaş yavaş bazı sonuçlara ulaştım. Bu takipçiler
arısnda kız ve erkek kardeşler vardı. Bunlar anne veya babalarından bazı
inanılmaz, şaşırtıcı ve duyulmamış doğa-üstü güçler almışlardı. İster inanın,
ister inanmayın, onlardan bazılarında başkalarının düşüncesini okuyabilme
yeteneğiyle beraber kendi manyetik seslerini -bunlara halk arasında "radyo
sesleri" denir- bağırmadan birkaç mil öteden duyurabilme ve kendilerini
yormadan bu mesafede bile sanki kulaklıktan geliyormuş gibi kendilerini
işittirebilme yeteneği vardı. Bunu herhangi bir elektrikli araç kullanmadan
başarabiliyorlardı.
"Raydo
Sesleri'ni" bu kadar uzak mesafelere ulaştırabilecek bu gizemli güçleri,
kendi doğal vücut elektriğine bağlıydı. Belki de kanlarındaki alyuvarlarda
bulunan demir manyetikleşmişti. Ses tellerinin titreşimleri, telsiz dalgaları
yayıyor ve bu vokal radyo dalgaları insan kulağı ile de duyula- biliyordu.
Böylece beyin okuma yetenekleri ile bağlantılı olarak, bir mil ötedeki bir
adamla konuşabilirlerdi. Yani onun düşüncelerini okuyup, sonra da "radyo
sesleriyle" cevap verebiliyorlardı. Böyle şeylere alışık olmayan birisi
şaşkına dönebilir. Örneğin üzerinde hiçbir bitki olmayan dümdüz bir arazide
olsaydınız ve binlerce millik bu alanda, başka bir insan olmasaydı, üstelik
burada, gizemli ve bu dünyaya ait değilmiş gibi gelen bir ses sizin o anda
düşündüğünüz veya aklınızdan geçirdiğiniz bir soruyu cevaplan- dırsaydı ne
yapardınız? Belki de bir ruhun sesini duyduğunuzu zannederdiniz. Yoksa bunun
bir meleğin sesi olduğunu mu düşünürdünüz? Belki de Kutsal Ruh'un veya
Tanrı'nın sizinle konuştuğunu sanırdınız. Varsayın ki bu ses, "Ben
Tanrı'yım" dedi ve çeşitli şeyler yapmanızı emretti. Sesin emrettiği
şeyleri yapar mıydınız, hayatınız pahasına olsa bile? Bazıları yapardı.
Aslında, sadist takipçilerden bazıları doğaüstü şeyler gibi davranarak, bazı
safdil insanları kandırarak ve onları dehşete düşürerek epeyce
"eğleniyorlardı". Bazı takipçiler de birçok insanı, en küçük
isteklerinin yerine getirilmesi için kullanıyorlar ve bu yaptıklarından da
gurur duyuyorlardı. Doğal olarak ve saldırganca hükmettikleri için insanlara ne
kadar kötü ve müthiş şeyler yaptırabildiklerini görmekten zevk alıyorlardı.
Onlar, doğa-üstü ruhlarmış gibi davranmıyorlardı, buna gerek yoktu. Değişik
insanlar bunu baştan kabulleniyorlardı, onlarda Kutsal Ruh'un gücü olduğuna
inanıyorlardı. Gazete yayımcıları takipçinin onayı olmadan bu çeşit psikolojik
olguları basmaya cesaret edemiyorlardı. Çünkü bunları ispatlamayacaklarından
korkuyorlardı ve herşeye rağmen yine de yayınladıkları zaman da halk
yayıncının delirdiğini sanıyordu. Bu takipçiler aynı zaman seslerini su
boruları yoluyla yansıtabiliyorlardı. Bu su boruları elektriksel iletken işlevi
görüyorlar ve sesler akan suyla ilerleyip, musluklardan dışarı çıkıyorlardı.
Onlardan birisi de sesini millerce uzunluktaki ana borulardan kükremesine
iletebiliyordu, gerçekten ürkütücü bir olgu. Çoğu kişi çevresindekilere bu tür
olayları, deli zannederler korkusuyla anlatmaya cesaret edemiyor.
Neler
yapabileceklerinden bazı örnekler vereyim. Bir G adam, karanlık bir yolda bir
gangsteri izliyor. Aniden, bir radyoda ses gangsteri uyarır: " Şimdi bakma
ama bir FBI memuru tam arkanda, elinde bir otomatik... Şimdi dön, yere yat,
ateş et." Sonuç —gangster adamı öldürür. Bazı eyaletlerde boykot yapmak
yasa dışıdır. Bazı, düşünce takipçileri bir tüccarı boykot etmeye karar vermiş
olsunlar. Tam bir müşteri bu tüccarın iş yerine girmek üzereyken, gizemli bir
radyo sesi kulağına şöyle fısıldar: "Buradan alışveriş yapma! Caddenin
karşısındaki tüccar daha ucuz mal satıyor.” Varsayalım ki müşteri "iyi
ama, siz kimsiniz?" diye soruyor, "Karşıdan alışveriş yapmayacağım,
canımın istediği yerden alırım alacağımı." diyor. O zaman radyo sesi,
"Sen benim söylediğim yerden alışveriş yapacaksın, yoksa yatağında bir
sürü para sakladığın dedikodusunu yayarım ve kocana dün gece kötü şöhretli bir
evde başka bir adamla kaldığını söylerim" der. Herkesin sırları vardır ve
bu sırları saklıyobil- mek için 'radyo seslerinin, dediğini yapmak zorunda
kalırlar aksi takdirde sesler bu sırları binlerce kişiye kısa bir sürede
açıklayabilirler.
Sizin
bütün mali, sosyal, evlilikle ilgili, tıbbi, fiziki ve cinsel sırlarınızın
binlerce kişiye açıklanmasını ister miydiniz? Tabii ki hayır. Bu beyin
okuyucular herkesi mahvedebilirler. Onlar etraftayken hiç kimsenin güvenlikte
olduğunu zannetmem. İstedikleri kişiye, istedikleri herşeyi yaptırabilirler...
Bunların
kötü etkileri Washington'daki savaş dairesindeki memurlara bile ulaştı ve dolayısıyla
benim yıkımıma sebep olacaktı. Çok uzaklardan, bu radyo sesleri sayesinde bazı
takipçiler ya zorla veya başka yollarla çeşitli kişileri adice, güya espirili
bir şekilde benim hakkımda, -hatta yüzüme karşı- konuşup, duygularımı incitmeye
zorluyorlardı. Bu lafların bazılarını kendileri uydurmuşlar, bazılarını da popüler
şarkılardan veya herkesin konuştuğu argodan almışlardı. Takipçilerin benim
hakkımdaki bu esprileri halk arasında yayılmış ve bu sözlerin kime
yöneltildiğini bilmeyenler arasında bile kullanılmaya başlamıştı. Hergün
yüzlerce kez gittiğim yerlerde yabancılar veya takipçiler bu sözleri yüzüme
söylüyorlardı. Onları siz de birçok defalar duymuşsunuzdur. Hatta bazılarını
film ismi, reklâm, marka, slogan şeklinde bile gördüm. Bu hakaretler yüzünden
kendimi çok kötü hissediyordum. Bu olay, takipçilerin benim Savaş Dai-
resi'nden istifa etmem için hazırladıkları programın bir bölümüydü. Aşağıda
açıklamalarıyla beraber bu nefret dolu sözcükleri göreceksiniz.
1
No.lu SÖZCÜK.
"Eğer sıkı durursan, bu güzel bir hayattır." Bunu şöyle tercüme
edebilirim; beni zayıflatmak için birşeyler yapılmış ve sıkı durmadığım için
cezalandırılmıştım, ama eğer beni cezalandıranları engelleyebilirsem güzel,
zevkli bir hayat sürebilirdim. Bazı kişiler moralimi bozmak için
çalışıyorlardı. Bu sözcük beni zayıf düşürmek için kamu hareketleri ve
tenkitler yoluyla neler yapıldığını tam olarak anlatmıyor. Takipçiler'in ve
onların yardakçılarının beni zayıf düşürebilmek için neler yaptıklarını
ileride anlatacağım.
2
No.lu SÖZCÜK.
"Herkese anlatacağım!" Bu sözcükle ima edilen şey, benim herkese ne
yapacağım veya nereye gideceğini söyleme alışkanlığında olmamdı. Yani benim büyük
bir kibirle herkese kendi fikirlerimi (veya doktrinlerimi) anlatmakta olduğum,
ve "en büyük benim" dediğim söylenmek isteniyor. Güya benim
düşüncelerim, bütün insanlığın fikirlerinden farklıydı. Böylece, dünya ile
benim aramda bir uyuşmazlık vardı ve ben dünyaya şimdiye kadar bilmediği
birşeyler anlatacaktım.
3
No.lu SÖZCÜK.
"Çocuk doğru ama dünya yanlış."
Bu
sözcük bir öncekini onaylamaktadır. Benim, doğru düşünen tek insan olduğuma ve
dünyadaki diğer insanların hepsinin yanlış, hatalı olduğuna inandığımı
söylemek istiyor.
4
No.lu SÖZCÜK.
"Tutku". Bu sözcük benim takma adımdı.
Adım
yerine bu sözcüğü kullanıyorlardı. Beni zayıf düşürme ve entellektüel
gelişmemi önleme çabalarına karşın kendimi biryerlere yükseltmek için
didinmelerimi ima ediyorlardı.
5
No.lu SÖZCÜK.
"Onun bir kadına ihtiyacı var" Bu sözcüğün anlamı açık. Benim kendi
kendimi tatmin ettiğimi ve seks yaşamımı düzene sokmak için bir kadına
gereksinmem olduğunu ama öyle bir kadını hâlâ bulamadığımı söylüyor.
6
No.lu SÖZCÜK.
"Bunu nasıl yapıyorsun?" Bu sorunun hergün sorulmasına artık
alışmıştım. Benim tuhaf ve değişik olduğumu ve nasıl bu kadar eksantrik
olabildiğim merak uyandırıyordu.
7
No.lu SÖZCÜK
"Bütün yaptığı onları izlemektir" Bu sözde benim çevremdeki genç ve
güzel kadınları izlediğimi ama çok utangaç, çekingen ve temkinli olduğum için
bu genç hanımlara yaklaşıp, sevişmek veya öpüşmek için randevu isteyemediğimi
ve bu yüzden de onlan yalnızca izlediğimi, güvenli bir mesafeden onlan
incelediğimi anlatmak istiyor.
8
No.lu SÖZCÜK.
"Onu adam etmek" Buradaki o, beni tanımlıyor. Demek istenen şey,
benim bir adam olmadığım ama bililerinin beni "bir kadına gereksinme
duyabilmem" için adam şekline sokmaya çalışmalarıdır.
9
No.lu SÖZCÜK.
"Kendi şehrinde, o bir şeytandır." Bu popüler bir şarkının adıdır.
Hergün bu sözcüğü duyuyordum, benim kendi şehrimde kötü işler yapan bir şeytan
olduğumu, kötü bir şöhrete sahip olduğumu söylemek istiyordu.
10
No.lu SÖZCÜK.
"Otursana, kayığı sallıyorsun". Bu, diğer sözcüklerle beraber, benim
dünyayı karıştıracağına inandığım bir şeyler yaptığımı ve eğer susup oturmazsam
bu yaptıklarım yüzünden, dünyada tufan gibi bir felaket olacaktı; ben devlet
gemisini alt üst edecektim veya insanlık sandalını alabora edecektim ve böylece
belki de herkes boğulacaktı.
11
No.lu SÖZCÜK.
"Dünya Dövüşçüsü" Bu da takma adlarımdan biridir. Bu sözcüğü ilk kez
bir dükkanın vitrininde görmüştüm. Bir sobanın üzerine konmuş olan tabelada
yazılıydı. Bu sözcüğün gizli anlamı, benim tüm dünyayla bir uzlaşmazlık içinde
olduğum ve dünyayı yenmeye çalıştığım ve aslında bana karşı olan herşeyi
kamçılayıp insanlığın isteklerine karşı çıktığım şeklindedir. Bu deyim takipçiler
de dahil bütün dünyanın beni zayıf düşürmeye çalıştığını ama bugüne kadar
başarıyla karşı geldiğimi ve dünyayı yendiğimi gösterir.
12
No.lu SÖZCÜK
"Güzelce giyindim ama gidecek yer yok" Bu deyim bana uygulandığında,
iyi giyinmeme, kendime bakmama rağmen sosyal açıdan dışlandığım ve gidecek bir
yerim olmadığı anlamına gelir.
13
No.lu SÖZCÜK
"Çocuk akıllı "-beni kastediyorlar.
14
No.lu SÖZCÜK.
"Bunun dışında, iyidir". Müthiş bir suç, dışında, ben iyi bir
insanım.
15
No.lu SÖZCÜK.
"Karım nasıl, ya senin ailen?" Bu demektir ki başka bir adamın
karısıyla bir aile kurmuşum, yani başka birinin karısından piçlerim varmış.
16
No.lu SÖZCÜK.
"Makyajsız bu olamazdı" Arkamda- kilerden bir makyaj veya kılık
değiştirme yapmadan kaçamam. Başka bir deyişle, favorilerimi uzatıp saçımı
boyamam gerekiyor.
17
No.lu SÖZCÜK
"Bundan kurtulması için ona yardım
etmek", yani bir suç için
cezalandırılmaktan kaçabilmem için bana yardım ediliyor Radyo sesle; değişik kişileri
böyle
sözler söylemeleri ve benim duygularımı incitmeleri için zorluyorlardı.
Bir
gün içinde bu tür sözleri düzinelerce kez duyuyordum. Bu sözcüklerle,
gazetelerde, mecmualarda, radyolarda, telsizlerde, her yerde
karşılaşabilirsiniz...
Beni
en çok kızdıran şey, beni görünce insanların tuhaf bir şekilde öksürmeleriydi,
Arka arkaya iki kesik öksürük sesi çıkarıyorlardı. Sonra bir başkası da iki
kez öksürüyor, daha sonra biri daha ve en sonunda bütün odadakiler iki kez öksürüyorlardı.
Sinemalara gittiğimde hep aynı şey oluyordu. Çok kötü oluyordum! Film bitmeden
çıkıyordum, yabancı şehirlerde bile insanlar öksürüyordu. Acaba bu öksürük birbirlerine
benim ora-da olduğumu haber vermek için miydi? Neden öyle yapsınlar ki? Neden
yalnızca iki kez öksürüyorlardı? Bu insanlar benim orada olduğumu bu kadar çabuk
nasıl farkediyorlardı? Neden? Savaş işçileri bu şekilde saatlerce
öksürüyorlardı. Acaba beni sevmediklerinin göstermek için mi böyle
yapıyorlardı? Bu beni istifaya davet anlamında mıydı? Gerçekten bana karşı
düzenlenmiş bir hareket var mıydı? Öyle zannediyordum! Bu öksürüğü nasıl
yorumla- malıydım? Yaz gününde her biri ikişer kez öksürmeselerdi, soğuk
aldıklarını düşünebilirdim. Bu öksürme-lerin gerçek sebebi neydi? Beyin
okuyanlardan biri değişik kişilerin bo- ğazlannı uzaktan gıdıklayıp öksürtmüş,
böylece de beni üzmüştü. Bunu ortaya çıkarmak uzun zaman aldı. Sonunda bu
beyin okuyucu benim de boğazımı gıdıkladı, sık sık beni öksürtmeye çalıştı.
Öksürenlerin çoğu böyle bir gücün etkisi altında olduklarının farkında
değillerdi ve söyleyince de inanmayacaklardı. Sadece öksürükleri geldiği için
öksürüyorlardı... Çok uzaklardan, radyo sesler kanalıyla, takipçiler
patronlarımdan birini, bana karşı kışkırtmıştı. Bu patron gittikçe
huysuzlaşmış, bana daha ağır işler vermeye başlamıştı; zenci kapıcıyla beraber
çöp boşaltmak gibi. Bu ha- ketmediğim bir derece indirimiydi. Bu iş için bir
sürü zenci kapıcı varken benden bu işleri istemeye hiç hakkı yoktu. Düşmanca,
kaba tavırları ve bu davra-nışı, bana, istifa etmem için bir davet gibi geldi,
Bu durumun diğerleri gibi benim dışlanmam ve istifa etmem amacıyla takipçiler
tarafından planlandığından emindim (savaş henüz bitmişti, sesler bana artık bu
kadar çok memura gerek kalmadığını ve istenmeyenlerin işten atılacağını, tabii
ki benim de bu istenmeyenler arasından olduğumu söylüyordu). Bir mektup
yazarak bu rütbe indirimini Sivil Servis Komisyonu'na şikayet ettim, böylece
Washington Savaş Dairesi Arşiv Bölümü'ne nakledildim. Yeni büromda, bölümün en
kötü en eski daktilosunu bana vererek, yine beni aşağılamış oldular- eski
model, yıpranmış şeritli bir Remington'du. Bu makineyle hiç kimse iyi,
kaliteli ve hızlı çıkaramazdı. Bu da patronumun beni eleştirmesini sebep oldu
ve dosyalama işine verildim. Orada birçok kaliteli daktilo makinesi varken,
bana en kötüsünün verilmesi de bence yine istifaya davet anlamına geliyordu.
Radyo sesler, benim atılacak-lar arasında olduğumu söylüyorlardı. Şüphesiz bu
durum bazı takipçilerin, özellikle ikisinin yani kendini bana Regent diye
tanıtan Henry Smith ve Albay Brovvn'un eseriydi ve bu ikisiyle aynı odada
çalışıyorduk. Smith patronun sağ koluydu. Bu sıralarda, çok tu-
haf,
olağandışı ve esrarlı bir şey dikkatimi çekmeye başladı. Çeşitli organlarımda
seğirmeler başlamıştı. Önce bir kolumun veya bacağımın kasları seğriyor, sonra
öbür kolum başlıyordu. Bu seğirme gelişi güzel değil, metotlu bir şekilde
oluyordu. Kısa zamanda bunları yorumlamayı öğrendim. Bir şeyi yaparken çok
düşünürsem sağ kolumdaki kaslar seğiriyordu yani "bunu yapmam
doğrudur" anlamındaydı, sol kol kaslarım seğirirse bunu yapmanın doğru
olmadığı demek oluyordu.
Örneğin
açık bir pencereden esen rüzgârla bir kağıt uçunca, sağdaki kaslarım seğirirse
"gidip kağıdı almak doğru olur" demekti, soldakiler seğirirse
"gitmek doğru olmaz" anlamına geliyordu.
Yürürken
de sağ kolumun seğirmesi "sağa dön" ve sol kolun seğirmesi de
"sola dön" anlamındaydı.
Bu
kas seğirmeleri yüzünden bir çok acayip şeyler yapmak zorunda kalıyordum. Bu
seğirmeler aslında neydiler? Yüce Tanrı'nın emrinde miydim?
Bir
süre bunun doğaüstü bir olgu olduğunu düşündüm. Okuyucular bunun bir insan için
imkansız olduğunu düşünebilirler ama bir takipçi benim bu seğirmeleri
hissetmemi sağladı. Bunun nasıl yapıldığının şaşırtıcı açıklamasını ileride
anlatacağım. Takipçiler beni anlatılmayacak kadar çeşitli yollara
sürüklemişlerdi. Örneğin, bir takipçi bana, Mukaddes Kitap'ta bahsi geçen
"adam-çocuk" olduğumu ve kehanete göre kaçıp bir mağarada
saklanacağımı söyledi. Alt üst olmuştum, bir savaş işçisine (Adı Rugby'di)
onunla beraber arabayla kaçmamızı teklif ettim. Bu hakaretler ve kötü davranışlar
sonunda Hükümet hizmetinden istifa ettim. Bütün dünyanın bana karşı olduğunu
hissetmeme neden olmuşlardı. Şimdi de eve aşağılanmış bir halde dönüyordum.
Uzun
deneyimlerime dayanarak, psikiyatristlerin bir sınıf olarak çok yalın ve basit
bir zeka düzeyleri olduğunu söyleyebilirim. Pek çoğunun işlerini bilmedikleri
çok açık. Hatalı fikirleri belki de yanlışlarla dolu olan ders kitaplarından almışlardı.
Onları tıp mesleği adına bir leke olarak almalı. Bütün meslek grupları içinde,
pisikiyatri en ucuzudur! Bu yabancı dostları yerine bir pezevenk veya bir
kalpazana daha çok saygı duyarım. Ben bir yabancı dostu olsaydım utanç duyardım
ve bir fahişeye böyle adi bir hastanede çalışanlardan daha fazla saygı
gösterirdim!
Böyle
yerlerde dönen dolaplar şantajcılığın en kötü şekliyle bile boy ölçüşebilir.
Bu kurulularda çalışan doktorlar profesyonel canilerdir. Aklı başında olduğunu
bildikleri halde hastalan kapatmak ve onlann deli olduklarını söylemek için para
alıyorlardı. Bu çeşit "doktorlar" akıllı insanları kapattıklarını
kabul ederlerse cezalandırılıp hapse atılırlar. Bir yabancı dostunun süper
beyni olduğu kabul edilir, çünkü başkalarının beynini okumaları gerekir ama bir
yabancı dostunun beyni bir pislik gibidir.
Bence
John Dillinger buradakilerden daha saygın ve onurlu bir kişidir ve bana daha az
zararı dokunmuştur. Bana sorarsanız, bu yabancı dostlarının propagandaları
insanlık için Nazizm den, anarşizmden çok daha tehlikelidir. Halka
yutturdukları palavralar, mafyanın Vendetta veya Camora ilkelerinden daha
zararlıdır. Onları sıraya dizip makineli tüfekle ateş edip vurmak, insanlık
için büyük bir hizmet olacaktır. Aslında tehlikeli delilerin çılgınca etrafta
dolaşması ve sonra da bu Allah'ın belası "sıçanlar" yani
psikiyatrların da çirkin, şerefsiz işlerine devam etmeleri, dünya için daha iyi
olacaktı!
Masum,
saygın, aklı başında insanlar, dünyanın her yerinde suçları ve bilgisizlikleri
nedeniyle cehennemden beter işkence çekiyorlar. Bu çelik ciğere bağlı olmayı
veya ölüm
odasında kalmayı, böyle aşağılık bir
yerde,....... Eyale-
ti'nin
en adi yerinde olmaya yeğlerim. Bir nazi toplama kampı buradan iyidir.
Hayatımda
hiç bu kadar çok 'pis köpeğin' bir araya geldiğini görmemiştim! Bu noktada
delilik hakkında birkaç şey söylemek isterdim. Önce size deliliğin orijinal,
yasal tanımını yapayım: "Deli, doğru ile yanlış arasındaki farkı göremeyen
kişidir." Bunu dikkatle not edin, bir insanın deli olup olmadığı yalnızca
doğru ve yanlışı bilmesine dayanıyor.
Bu
tanımın duygulardan hiç bahsetmediğini, yalnızca bilgiye dayandığını
farkedeceksiniz. Bir insanın aklı bu sebeple, duygularına değil de
tedirginliğine, sinirlerine, huzursuzluğuna bağlıdır. "Doğru ve Yanlışın
Bilgisi" yalnızca yanılsamalar, zaman ve yer oryantasyonu ve
halüsinasyonlarla ilgilidir. Halusinasyonlar, beş türde olur; görme, duyma,
koku alma, tad alma ve dokunma. Görme halüsinasyonu olanlar, var olmayan
şeyleri görürler, koku alma halüsinasyonu olanlar, varolmayan kokuları
alırlar; duyma halüsinasyonu olanlar, birşeyler duyduklarını hayal ederler;
tad alma halüsinasyonu olanlar, yanlış tadları alırlar; ve dokunma halüsinasyonu
olanlarda hayali şeylere dokunduklarını düşünürler. Bir insanın tüm düşünceleri
akılhcaysa, o kişi deli değil demektir, değil mi? Ve bu, insanın duygularına
aldırmadan yalnız düşüncelerine göre olur 'Akıllı' olmanın tarifi şöyle yapılabilir:
Bütün düşünceleri akıllıca olan insan, akıllıdır. Böylece insanın aklı başında
olması düşüncelerine bağlıdır, hareketlerine veya davranışlarına veya
duygularına değil.
Duyguların
ve davranışların, deliliği belirlemek için kullanılmayacağı açıkça ortadadır,
çünkü bir kişi akıllıca düşünmesine karşın, duygusal açıdan değişken, düzensiz
ve kararsız olabilir. Yani birisi akıllıca davrandığı halde deli veya delice
davrandığı halde akıllı olabilir. Bir insanın duygusal açıdan alt üst olduğu
halde yine de doğru ve yanlışı
gayet
güzel ayırdedebilmesi mümkündür. Davranışlar ve duygular bir düşüncenin veya
düşüncelerin ürünüdür. Düşünceler daima duygulardan ve davranışlardan önce
gelir.
Yalnız
kalp atışı gibi bazı hareketler bu kuralın dışında kalır. Bu nedenle
davranışlar deli olup olmadığımızı belirlemezler. Yalnız o kişinin düşünceleri
bunu belirler. Duygusal delilik diye birşey yoktur bunun tersini iddia eden
şarlatanlara rağmen. Duygular sadece düşüncelerin ürünüdürler. Onları üreten
düşünceler akıllıca ise, duygular da akıllıca olmalıdır. Bir insanın akıllılığı
kesinlikle davranışları ve duygulan ile ölçülemez. Yukarıda bahsettiğimiz,
deliliğin yasal tanımına bazı ekler yapılmış ve genişletilmiştir. Böy- lece
zayıf iradeleri yüzünden hatalı davranan kişileri veya saplantıları olanları da
deliliğin kapsamına almış oldular. Bu ilave yapılmamalıydı çünkü bir insanın
karakterinin veya iradesinin kuvveti delilikle ilgili değildir. Orijinal,
yasal delilik tanımlaması eksantriklik, sinirlilik, çabuk öfkelenmek,
savurganca para harcamak, heyecanlılık, sosyal bozukluklar, beyin kanamaları,
yüksek tansiyon vs. hakkında hiç birşey söylemiyor.
Bir
insanın bütün bu yanlışlara, çarpıklıklara sahip olup, yine de akıllı olması
mümkündür. Bazı çok yaşlı, bunamış kişiler doğruyla yanlışı pekâlâ
ayırdedebilirler. Ama "O bunamış ve bu nedenle delidir" demek yanlış
olur. Orijinal tarif, bazı istenmeyen, güven vermeyen kişilerden, halkı taciz
edenlerden, kendini acındıranlardan, şirret kadınlardan, düzensiz insanlardan,
hiçbir şeyi beceremeyenlerden, ahlaksızlardan, oradan oraya göçedenlerden,
otlakçılardan, serserilerden, bela arayanlardan, dedikoduculardan, skandal
çıkaranlardan, anti-sosyal insanlardan, tuhaf insanlardan, öfkelilerden,
iğrenç kişilerden, züppelerden, barış ve düzeni bozanlardan vs. kurtulmak
isteyen bazı kişilere göre yetersizmiş. Orijinal tanımlama, her zaman bu züppe,
mükemmel görü-
nüşlü
insanların kurtulmak istediği kişilere her zaman uygulanmamalıdır. Kanunun
bile bütün bu kişilerin deli olarak kabul edilmeleri için değiştirilmesini
istiyorlardı. Sonra hoşlarına gitmeyen, kendi göğüşlerine uymayan herkesi
"tımarhaneye" gönderebileceklerdi, hele bu kişiler parasız ve arkadaşsız
iseler. Genel kanının tam aksine, delilikle akıllılığın arasında kesin bir fark
vardır; çünkü bir insan doğruyu yanlışı ya bilir ya da bilmez.
"Psikozlar" akıl hastalıklarıdır. İki çeşit psikoz vardır;
mani-depresyon ve basit mani. Şarlatan yabancı dostlan akıl hastalığı veya
delilik olmayan bütün akli dengesizliklere basit mani diyorlar.
Basit
manisi olan kişi çok fazla heyecanlanabilen, çok aktif, belli bir amaç olmadan
çok hareketli olan, yerinde duramayan ve yeterli sebep olmadığı halde çabuk
öfkelenen kişidir. Tam olarak basit manisi olan insanların yanılsamaları ve
halüsinasyonlan olmaz, dolayısıyla deli değildirler. Onların devresel duygu
değişimleri olur. Bu devresel duygulara sahip olan kişiler üstün, yüksek bir
coşku ve neşe döneminden sonra depresyon ve mutsuzluk dönemine girerler. Bu gibi
binlerce kişinin ömürleri boyunca akıl hastanelerine kapatılmaları Amerika
Birleşik Devletleri için bir yüz karasıdır. Bütün 'otoriterler' onları,
yalnızca ara sıra üzgün, umutsuz ve bunalmış oldukları için tımarhaneye
kapatıyorlar. Çoğu açık açık bir davranışta bulunmamıştır.
Bir
'manik depresife yapılabilecek en kötü şey, onu bir tımarhaneye göndermektir.
Zaten normal bir insan bile tımarhanede bunalıma girer. Buradaki bir doktora
göre deliliğin bir belirtisi de gece geç vakitlere kadar oturup, koro kızlarıyla
görüşmekmiş. Pöff!!!
Ciifford
Beers
Bu parça I908'de Longmans Green
tarafından yayımlanan "Kendini Bulan Akıl" isimli meşhur bir eserden
alınmıştır. Şiddetli depresyon, sessizlik ve çöküntü halinden coşku ve mani
haline şimşek gibi bir geçişin anlatıldığı çok güzel bir öyküdür. Mr. Beers,
kendi depresyonunun verdiği acıları— "Beynime sanki akkor halindeki
milyonlarca iğne batıyordu" ve coşku halini -"öyle bir duygu ki....
ateşle yanan alnını naneli bir kalemle yavaş yavaş ovuluyordu. Öyle hafif, öyle
nazik ve ferahlatıcı ki...." ve bu kitabı yazmasıyla patolojik durumu
arasındaki tuhaf bağı da "Aklım öyle nitelikler göstermeye başladı ki
daha önce bu özellikleri hiçfar- ketmemiştim. Sonuç olarak kendimi daha önce
hayal bile edemediğim şeyleri yapabilecek güçte buldum; bu kitabı yazmak da
bunlardan biridir." diyerek, çok canlı bir şekilde anlatmaktadır. Be-
er'in mani halinde ortaya çıkan fikirleri, bu ülkedeki Akıl Sağlığı
hareketlerinin gelişmesinde önemli bir rol oynamışlardır. Bir psi- kozlunun
anormal enerjisinin psikiyatride böylesine olumlu bir rol oynaması hem aykırı
geliyor, hem de mantığa uyuyor.
Küçük
kamanın ucunu sıkıştırmakta zorluk çekince, kendimi boğularak öldürme planları
yapmaya başladım. Koğuşta büyük bir banyo küveti vardı. Gece dokuzdan sabaha
kadar, (hastaların odalarına kilitlendikleri zaman) yani gece vakti hariç,
oraya her an girilebilirdi. Benim sorunum oraya gece nasıl girebileceğimdi.
Hastane görevlisi her gece odaları kilitlemeden önce hastaların içeride olup
olmadığını kontrol ederdi. Pek az da olsa eğer hasta içeride değilse, onu arayıp
içeri alırlardı. Bu olay çok seyrek olduğu için görevliler zamanla daha
dikkatsiz olmuşlardı ve içeriye bile bakmadan yalnızca 'iyi geceler' dileyip
-bu, içinde duygudan eser olmayan bir ağız alışkanlığıydı- verilecek cevabı
beklemeden ve zaten cevap almamak şüphe uyandırmayacağından- özellikle benimki
gibi vakalarda; çünkü bazen iyi geceler diyor, bazen de demiyordum- kapıyı
kilitliyordu.
Benim
basit ve kolay planım, koridorda bir eşyanın arkasına saklanıp, görevli
odaların kapılarını kilitleyip yatmaya gidene kadar beklemekti. Hatta, odama yirmi
ayak uzakta saklanmak için bir köşe bile bulmuştum. Görevli, kapıyı kilitlerken
benim içeride olmadığımı farkederse, saklandığım yerden hemen çıkacaktım; onu
denemek için böyle yaptığıma kolaylıkla inandırabilirdim. Diğer taraftan,
görevli birşe- yin farkına varmazsa, hiç bölünme tehlikesi olmadan tam dokuz
saatim olmuş olacaktı. Evet, gece bekçisi her saatte bir koğuştan geçiyordu.
Ama boğularak ölmek için bir yumurtanın kaynaması için gereken zaman
yeterliydi. Küveti suyla doldurmanın ne kadar zaman alacağını bile
hesaplamıştım. Sonuçtan emin olmak için bir tel parçası saklamıştım, suya
daldırdığım başımın hiç bir şekilde dışarıya çıkmamasını sağlamak için.
Ölmeyi
istemediğimi söylemiştim, istemiyordum da. Sö- zümona dedektifler sözlerini
tutacakları konusunda beni inandırabilselerdi, severek bir anlaşma
imzalayabilirdim. Ben, ömrümün sonuna kadar burada kapalı kalacaktım, onlar da
beni cinayet suçuyla mahkemede yargılamayacaklardı.
Bu
keyifsiz hazırlıklar sırasında, şansıma, başka konulara olan ilgimi
kaybetmemiştim; bu da hayatımı kurtardı. Bu olaylarda, güvenimi kazanmış olan
bir hasta, benim özel dedektifim rolünü oynadı. Onun ve benim, bize karşı
birleşmiş olan güçleri yenebilmemiz pek mümkün değildi ama bu
zorluk
bize başarabilmemiz için güç verdi. Tabii ki, arkadaşım Gizli Servise karşı
savaştığımızı bilmiyordu. O, bir süre sonra hastaneden çıkıp, şehirde istediği
yere gidebilme izni aldı. Ondan yardım istemeye karar verdim. Temmuz ayında,
benim isteğim üzerine, intihara teşebbüs ettiğim güne ve onu izleyen bir kaç
güne ait, bazı New Haven gazetelerinin kopyalarını bulmaya çalışıyordu. Amacım,
benim intiharım için ne gibi sebepler gösterildiğini öğrenmekti. Bu gazetelerde
bana karşı yüklenen suçlardan bazı ipuçları bulabileceğimden emindim. Ama
amacımı arkadaşıma açıklamadım. Bu arada, bana söylediğim tarihlere ait
kopyalar bulamadığını haber verdi. Böylece araştırmam sonuçsuz kalmıştı ve ben
bu başarısızlığı, düşmanın üstün stratejisine bağladım.
Bu
arada, arkadaşım beni, akrabalarımın düzmece, sahte olmadıkları konusunda ikna
etmeye çalışıyordu. Ona: "Eğer akrabalarım hâlâ New Haven'de yaşıyorlarsa
adresleri son New Haven Rehberi'nde vardır. İşte, babamın, erkek kardeşimin ve
amcamın isimleri ve son adresleri. Bunlar, onların 1900'deki adresleri. Yarın,
çıkınca lütfen onların 1902 Rehberi'nde olup olmadıklarına bak. Bana
kendilerini akraba diye tanıtan kişiler bu adreslerde yaşadıklarını
söylüyorlar. Eğer doğru söylüyorlarsa, 1902 Rehberi bunu doğrulayacaktır. O
zaman bu adreslere göndereceğim mektupların, akrabalarıma ulaşacağını ümit
edebilirim," dedim.
Ertesi
gün, benim iyi dedektifim, yerel basımevine gidip, belli başlı şehirlerin
rehberlerini aradı. O, görevi için gittikten kısa bir süre sonra, koruyucum
göründü. Bahçede dolaşıyordum. Onun isteği üzerine oturduk. Kriz gelmeden önce
kendimi öldürebileceğimden emin olduğum için, onunla rahatça, korkusuzca
konuştum, pek çok sorusunu cevapladım, ben de birkaç şey sordum. Koruyucum,
onun kimliğinden şüphelendiğini bilmediği için, benim bu konuşkan halimden
pek
memnun kalmıştı. Her şeye rağmen, eğer zihnimi oku- yabilseydi, mutlaka daha az
memnun olacaktı.
Koruyucumun
gitmesinden az sonra, arkadaşım döndü ve bana en son New Haven Rehberi'nde, ona
verdiğim isim ve adreslerin olduğunu söyledi. Bu bilgi, gerçek ağabeyimin hâlâ
ben New Haven'i terkettiğim zaman yaşadığı yerde olduğuna inandırdı beni. Şu
sıralarda yanılsamalarım zayıf düştüğü için, yeniden kavuştuğum mantığım
dahiyane bir plan yapmamı sağladı ve bu da hayatımı kurtardı. Mantığımı
yeniden kazanmamış olsaydım, zavallı, çılgın beynim kendi kendini mahvedecekti.
Benim
özel dedektifin o çok istediğim bilgileri getirmesinden hemen sonra, yirmi
altı aydan beri ilk defa bir mektup yazdım. Mürekkep istemeye cesaret
edemediğim için kurşun kalem kullandım. Güvendiğim başka bir hastaya zarfın
üstünü yazmasını rica ettim, ama onun mektupta ne yazdığımdan haberi yoktu.
Bunu ek önlem olarak düşünmüştüm; çünkü Gizli Servis Ajanları benim bir özel
dedektifim olduğunu anlayabilir ve ona veya bana gönderilmiş olan mektupları
ele geçirmek isteyebilirlerdi. Ertesi gün "dedektifim" mektubu
postaya attı, o mektubu hâlâ saklıyorum, ölüme mahkum edilen birinin af
kağıdını sakladığı gibi. Bazen akıl hastası olan bir insanın, yanılsamaları da
olsa yine de açıkça düşünebildiğini ve yazabildiğini, okuyucuların bilmesini
istiyorum. Bunun -hayatımda yazdığım en önemli mektubun- tam bir kopyasını
aşağıda sunuyorum:
29 Ağustos
1902
Sevgili
George,
Geçen
Çarşamba sabahı, kendisinin New Haven'den Sheffield Fen Okulu Müdürüyeti'nde
memur olarak çalışan
ve
adının George Beers olduğunu iddia eden birisi beni görmek istedi.
Söyledikleri
belki doğruydu ama son iki yıldan beri olanlardan sonra, bana söylenen her
şeyden şüphelenmeye başladım. Gelecek hafta içinde bir gün gelip beni
göreceğini söyledi ve eğer geçen çarşamba günü buraya gelmiş olan sen idiysen,
bu hafta gelirken bu mektubu yanında bir pasaport gibi getirmeni rica etmek
için yazıyorum. Geçen hafta arayan sen deği İdiysen, lütfen bu mektup hakkında
kimseye bir şey söyleme ve senin dublörün gelince ona neler düşündüğümü
söyleyeceğim. Başka mesajlar da yollamak isterdim ama şu anda olaylar böyle
gelişiyorken buna imkan yok. Mektubun ellerine geçmemesi için başka birinin
zarfı yazmasını istedim.
Sevgilerle
Clifford
W. B
Mantıken
bu mektubun kardeşime ulaşacağından emin olmama karşın, bir türlü kesin olarak
inanmıyordum. Yine de mektubu alırsa, hiç bir şekilde onu, benim düşmanlarıma
vermeyeceğinden emindim. "Sevgili George" sözcüklerini yazarken,
çocuksu inancı sarsılan bir çocuğun Noel Baba'ya bir mektup yollarken duyduğu
heyecanı hissediyordum. Şüpheci bir çocuk gibi, kaybedecek bir şeyim yoktu ama
kazanacak çok şey vardı. "Sevgilerle" sözcüğü de bir zamanlar
akrabalarım için duyduğum, duymama izin verilmiş olan sevgiyi belirtiyordu. Bu
özelliği lekeledikten, belki de yoket- tikten sonra, ailem imzalarımda aile
adını kullanırken dikkatli olmam için zorluyordu.
Kısa
zaman sonra eski dünyamla ilişki kurabileceğimi düşünmek beni
heyecanlandırmadı. Eski ilişkilerimi kurabileceğimi zaten pek zannetmiyordum
ve içimde olan azıcık inanç ve güven de 30 Ağustos 1902 sabahı, elime tutuşturulan
bir kağıt parçasına yazılmış olan bir mesajla uçup gitti.
Görevlinin
getirdiği kağıtta, koruyucumun o gün akşamüstü beni görmeye geleceği yazılıydı.
Bunun bir yalan olduğunu düşündüm. Bir erkek kardeşim vardıysa, o mutlaka benim
iki senedir yazdığım ilk mektubuma cevap verme zahmetine katlanırdı. Onun cevap
yazacak kadar vakti olmadığı ve bu mesajın telefonla gönderilebileceği fikri
aklıma gelmemişti. Ben, mektubuma el konduğuna inanıyordum. Doktorlardan
birinden, beni görmeye gelecek olanın gerçekten kardeşim olduğuna, şerefi
üzerine yemin etmesini istedim. Bunu yaptı. Ama çevremdekileri saran anormal
şüphe bulutu öylesine yoğundu ki, şeref konu edilse de, yine tam anlamıyla emin
olamıyordum.
Akşamüstü,
hastalar her zamanki gibi dışarıya çıkarılmışlardı. Ben de onların arasında,
bahçede dolaşıyordum. Bu arada sık sık bahçe kapısına bakıyordum, beklediğim ziyaretçinin
geleceği yere. Bir saat bile geçmeden, göründü. Önce üç yüz ayak uzaktan onu
gördüm ve ümitten çok merakla onu karşılamak için ilerledim; aklımdan,
"Bakalım bu seferki yalan ne olacak" diye geçiriyordum. Yaklaşan
adam, hatırladığım kadarıyla gerçekten kardeşime çok benziyordu. Ama yine de
iki senedir duyduğum hisler değişmemişti. O hâlâ bir dedektifti. Elini sıktığım
zaman olduğu gibi. Tören biter bitmez, deri bir cep defteri çıkardı. Onu hemen
tanıdım; 1900'de hastalanmadan önce benim taşıdığım defterdi. Bunun içinden
benim yolladığım mektubu aldı.
"işte
pasaportum," dedi.
"Getirmen
iyi oldu," diye cevap verdim. Bir yandan da mektuba bakıyordum. Ve elini
sıktım- bu sefer kendi erkek kardeşimin elini.
"Okumak
istemiyor musun?" diye sordu.
"Gereği
yok, inandım."
Karmakarışık,
düğüm düğüm hayallerin cangıl ında yaptığım uzun bir keşif gezisinden sonra
uzun süredir aradığım
kişiyi
bulmuştum. Gerçek cangıllarda yaptığı uzun ve tehlikeli bir yolculuktan sonra,
aradığı adamı bulup, elini sıkı sıkıya kavrayıp sıkarak, şu basit ve tarihi
sözleri söyleyen bir kaşif gibi hissediyordum: "Galiba, Dr.
Livingstone'sunuz?"
Kardeşimin
elinde mektubumu gördüğüm an, her şey değişmişti. Yedi yüz doksan sekiz günden
beri süren depresyonum sırasında sahip olduğum binlerce yanlış izlenim, bir
anda düzelmişti. "Gerçek Olmayan" birden bire "Gerçek" olmuştu.
Benim eski dünyamın büyük bir kısmı yine benim olmuştu. Sonunda aklım kendisini
bulmuştu, beynimi kaplayan yanlış inançların muazzam ağını şimdi bir sürü
yanılsamalar olarak görüyordum.
Aklî
işkencenin büyük "Gordiyom Düğümü'nün" şimdi kesilmesi ve yalnızca
bir bakışla kenara atılıvermesi bir mucizeydi.
Aslında
pek çok hasta, aniden aklî durumlarının farkına varıp, adeta bir çeşit ilahi
aydınlanmayla iyileşmiştir. Bu yeniden kazanılan içgörü en cesaret verici
belirtilerden biridir ama yine de mantık yürütebilme gücü (her konuda) bu
kadar çabuk elde edilemez. Benim yeniden kazandığım mantık ve akıl kullanabilme
gücüm yalnızca depresyondan - hastalığımın bir devresinden- coşkuya, başka bir
devresine geçişti. Tıbbi açıdan konuşursak, ben eskisi kadar akıl has-
tasıydım- ama mutluydum!
Depresyon
sırasında hafızamı, yedi yüz doksan sekiz gün uzunluğunda bir fotoğraf filmine
benzetebiliriz. Her izlenim (arap) negatif şeklindeydi ve bir anda mucizevi
olarak deve- lope edilmiş ve normal fotoğraf haline gelmişti. Bu depresyon
döneminde algılanan yüzlerce izlenim, o sırada farkında olmadığım halde şimdi
bütün canlılığıyla ortaya çıkmıştı. Hatta daha önceki yıllarda kaydedilen izlenimler
bile daha berraklaşmışlardı. O 30 Ağustos gününü ikinci doğum günüm olarak
görüyordum (gerçek yaş günüm de bir başka
ayın
30'undaydı). O gün beynim daha önce gizli olan, farke- dilmemiş olan pek çok
yeteneğini ortaya çıkarmıştı. Sonuç olarak da daha önce hayal bile etmediğim
bir çok şeyi yapabileceğimi farketmiştim -bu kitabı yazmam da bunlardan biridir.
Yine
de, 30 Ağustos günü kardeşimin beni görmeye geldiği zaman, onun bir casus
olmadığına kendimi tam anlamıyla inandıramamıştım. Kendi mahvımı bu on gün
içinde önlemem gerekiyordu, ölüm cezası önümüzdeki ay içinde verilebilirdi.
Beni tehdit eden boğularak ölme öyküsünü hatırlayacaksınız. Geçirdiğim yedi
yüz doksan sekiz gündeki milyonlarca dakikayı, boğulan bir insanın son
dakikalarda yaşadığı dehşetin içinde geçirmiştim. Ölümden dönenlerin çoğu bütün
yaşamlarındaki iyi ve kötü deneyimlerinin beyinlerinden geçtiğini söylerler.
Benim de bu süre boyunca böyle hissettiğim pek çok an oldu. Bu iki yıl boyunca
bilinçsizlik yüzünden bu deneyimleri unuttuğum tek zaman, uyku sırasında
olmuştu. Çoğunlukla iyi uyuduğum halde benimki nadiren derin, rüyasız bir uyku
olmuştu. Rüyalarımın çoğu gündüz yanılsamalarımdan daha da kötüydü, dayanılması
daha güçtü. Hemen her gece, gördüğüm acayip rüyalar yüzünden beynim badmington
topuma dönmüştü. Bütün rüyalarım dehşet verici değildi; çünkü acı çekmeye
alışmamam gerekiyordu, hâlâ biraz ümidim kalmalıydı.
Hiç
bir insan yeniden doğamaz, ama ben buna çok yaklaşmıştım. Arkamda, gerçek bir
cehennem bırakmıştım ve şimdi bu iyi, yeşil dünyaya sahip olmuştum.
Çektiklerime değdiğini düşünüyordum.
1900
yılının Haziran ayında, aklımı kaybettiğim zaman neler olduğunu anlatmıştım. O
sıralar, beynime akkor halinde binlerce iğne saplanmış gibiydi. 30 Ağustos
1902'de aklımı yeniden bulduktan kısa süre sonra, yine beynimde değişik bir
şey hissettim. Kaşımın altında başladı ve bütün vü-
cuduma
yayıldı. Ölen aklımın sancıları bir işkence olmuştu. Ölen aklımın yeniden
doğuşu ise neşe ve coşku yaratıyordu. Sanki Akıl ve Zeka Tanrıçası'nın taze
nefesi hafifçe beynime üfleniyordu. Ateşli alnımı naneli bir kalemle yavaş
yavaş ovuşturuyorlar gibiydi. Öylesine nazik, yumuşak ve serinleticiydi ki
tanımlayacak sözcük bulamıyorum. Eğer ilaçların yarattığı uçup kendinden geçme
hissi buna benziyorsa, bazı insanların bu ilaçlara neden esir olduklarını anlayabilirim.
Her
şeye rağmen bu deneyim benim için esirlik değil özgürlüktü.
îki
yıllık bir suskunluktan sonra kardeşimle konuşmayı sürdürmek pek kolay değildi.
Sık kullanmadığım ses tellerim zayıf düşmüştü, bir kaç dakikada bir dinlenerek
konuşuyor veya fısıldıyordum. Dudaklarımı büzdüğümde ıslık çalamıyordum, demek
ki bu iş içgüdüsel değilmiş. Bütün yaşamları boyunca konuşabilmiş olanlar,
benim yeniden kazanmış olduğum konuşma gücümü kullanabilmekten duyduğum sevinci
anlayamazlar. Kardeşim eve gitmek üzere ayrılınca, isteksizce koğuşuma döndüm.
Konuşmalarımla öylesine kafasını doldurmuş-tum ki, iki saatte söylemiş olduğum
şeyleri aileme iki gün boyunca anlatmış olmalıydı.
îlk
birkaç saat boyunca hemen hemen normal görünüyordum. Daha önce beni bunaltan
yanılsamalar yoktu; ben de herhangi bir şekilde büyüklük, yayılma vs. gibi
yanılsamaları henüz üretmeye başlamamıştım. Kardeşimle konuşurken öyle normal
görünüyordum ki, bir kaç hafta içinde eve dönebileceğimi sanmıştı ve tabii
söylememe lüzum yok, ben de aynı fikirdeydim. Ama sarkaç bu sefer çok fazla
sallanmıştı.
însan
beyni tam anlamıyla bir yeniden uyumu bu kadar kısa bir sürede sağlayamayacak
veya kabullenemeyecek kadar karışık bir mekanizmadır. Milyonlarca hücreden
oluştuğu söylenir ve her gün, her saat, binlerce hücre yeni bir duruma uyum
sağlamaya çalışıyordu. Eskiye nazaran daha aklı başında ve hayatın önemli
gerçeklerini anlayabilen biri olmama karşın, hâlâ bir çok pratik detay
açısından deli sayılırdım. Önce; ikinci doğumumdan sonra doğal olarak
"ikinci çocukluğumu" yaşamalıydım. Bir çocukken yapmasını öğrendiğim
bir çok şeyi, şimdi zevkle yapmaya başlamıştım- yeniden yemeyi ve yürümeyi
öğreniyordum. Çok zaman kaybetmiştim; bir süre tek amacım günde binlerce kelime
söyleyebilmek olmuştu. Beni on dört aydan beri suskunluk içinde gören hastalar
-onların selamlarını bile sessizce karşılardım- şimdi beni böyle kısıtsız
konuşkanlık ve bastırılamaz bir neşe içinde görünce çok şaşırmışlardı. Kısaca,
psi- kiyatristlerin "coşku" adını verdikleri anormal bir duruma
girmiştim.
Birkaç
hafta, galiba gecede iki veya üç saatten fazla uyumadım. Öyle bir coşku
içindeydim ki, yorgunluk hissi duymuyordum; bu canlı ve anormal fiziksel ve
aklî hareketlilik hafızamda bir sürü hoş izlenimden başka bir şey bırakmamıştı.
Bazı akıl hastalıklarının zevkleri, fantaziler üzerine kurulsalar da, yine de
gerçektirler. Pek az aklı başında insan bunu böylesine yüksek bir fiyat
karşılığında denemek ister; ama "Charles Lamb'in Mektuplan'nı okuyanlar,
Lamb'in akıl hastalığı tedavisi olduğunu bilirler. Coleridge'e 10 Haziran 1796
tarihinde yazılan bir mektupta: "İleride bir gün sana bir öykü
anlatacağım; belleğimin izin verdiği kadarıyla çılgınlığımın çeşitli şekillere
girişini tanımlayacağım. O günlere bir çeşit imrenmeyle bakıyorum, çünkü devam
ettiği sürece tam olarak mutluydum. Delirmeden, Coleridge, asla fantazi- lerin
böylesine muazzam ve çılgın olduğunu hayal bile edemezsin! Şimdi her şey bana tatsız
ve yavan geliyor!" demişti.
İlk
gece, büyük insanlık projeleri beynimde coşku içinde şekillenmeye başlamıştı.
Düşünce bahçem, çiçeklerle dolmuştu, yediveren, bir gecede çiçek açan tohumlar
ekilmişti beynime.
Dinsel
içgüdü ilkel insanda bulunur. Bu nedenle, bu dönemde karakterimin dinsel
yönünün ön plana çıkması şaşırtıcı değildir. Bu belki de benim yaşayan ölü
halinden kurtulmam yüzünden olmuştu. Birden, Tanrı'nın bana ve bu iki yıldan
beri dua eden imanlı akrabalarıma karşı ne kadar iyi davrandığını farkettim. Bu
değişimden sonra, kiliseye gitmeye başladım. Depresyon halindeyken her olayı
veya sözü kötü bir şeye bağlıyordum, şimdi en ufak bir şeyi bile Tan- rı'dan
gelen mesaj olarak algılıyordum. Kilise'ye iki yıldır gitmemiştim. îlahi (45.)
okunması beni çok etkilemişti ve bu ilahi üzerine yaptığım yorumlar, benim
coşku dönemimin ilk haftalarındaki davranışlarımın anahtarı olmuştu. Bu ilahi
bana Cennet'ten gelen bir mesaj gibiydi.
Papaz
şöyle başladı: "Kalbim bana iyi şeyler söyletiyor; krala dokunan şeylerden
bahsederim; dilim bir yazarın kalemi gibidir." -Benden başka kimin kalbi
olabilirdi? Ve söyletilen şeyler -bunlar gece boyunca çiçek açan düşünce bahçemdeki
insanlık projelerimden başka ne olabilirdi? Bir kaç gün sonra, kendimi şimdiye
kadar sahip olmadığım bir kolaylıkla çok uzun mektuplar yazarken bulunca,
dilimin de "bir yazarın kalemi gibi" olduğunu ispat etmesi
gerektiğine inanmış oldum.
Gerçekten
bu peygamberce sözlerde karşı koyulmaz bir oyunun başlangıcını buldum; bu
arzunun ilk meyvesi bu kitaptır.
"Siz,
insanoğullarından daha açık renklisiniz; lütuf, merhamet sizin dudaklarınıza
döküldü"; bu okunan ikinci mis-
raydı,
buna papaz şöyle cevap verdi, "Bu nedenle Tanrı sizi sonsuza kadar
kutsadı."
"Elbette,
büyük reformları başlatmam için seçilmiştim," diye düşündüm.
(Coşku
halindeki bir beyin de her şeyden kendine pay çıkarır -İlahî övgüleri bile
hakedilmiş sayar-)
"Ey
yüce efendim, kılıcını kuşan, bütün şanınla, haşmetinle"- savaşmak için
emir ver." Ve haşmetinle ve refahlı sürün atınızı, gerçek ve alçak
gönüllülük ve dürüstlük için," diye papaz cevap verdi. "Ve sağ elin
sana korkunç şeyler öğretecek," bu da başka bir cevaptı. Doğruyu
söyleyebildiğim için bunu biliyordum. "Alçak gönüllülük" kavramını
kendimle pek bağdaştıramıyordum, yalnız son iki yıldan beri şikayet etmeden
çok acılar çekmiştim. Sağ elim, bir kalemle bana korkunç şeyler öğretecekti-
reform için nasıl savaşacağımı- buna iyice inanmıştım.
Papaz:
"Senin okların Kralın düşmanlarının kalbi için keskinleştirildi,"
dedi. Evet, dilim bir ok kadar keskin olabilirdi ve ben reforma karşı
çıkanların önünde dimdik durabil- meliydim. Tekrar: "Sen dürüstlüğü,
cesareti seversin ve günahkarlığı, kötülüğü sevmezsin. Bunun için Tann, senin
Tanrı'n, seni arkadaşlarının önünde mutluluk yağıyla takdis etti." İlk
cümleyi üzerime almadım ama mutluluk yağıyla takdis edildiğim doğruydu.
"Mutluluk Yağ'ı" gerçekte coşkuyu tanımlayacak bir semboldü.
Son
iki mısra, aşağıda göreceğiniz gibi bazı mesajlar taşıyorlar: "Adını,
bütün nesillerce bilinir, anılır yapacağım"; "Böylece insanlar seni
sonsuza kadar övecekler."
Bu
sözler bana ölümsüz bir şöhret vadediyordu, yalnız reform misyonumu başarıyla
tamamlamam şartıyla. Bu, Tanrı'nın bana, aklımı geri verirken koyduğu şarttı.
Reform işine giriştiğim zaman, içimde Don Kişot'un davranışlarının nedenlerine
benzer hisler vardı. Cervantes'in dediği gibi,
"her
yanlışı düzeltmek, kendini ciddi tehlikelere atmak ve ancak bu yolla sonsuz
şöhret ve şana ulaşabilmek," kahramanın amacıydı.
Kendimi
Cervantes'in deli kahramanına benzetirken amacım şövalyeliğin çekici havasına
girmek değildi. Yapmak istediğim şey, anormal bir coşku içinde olan bir adamın
içgüdüleriyle kendini idare edebileceğini ve her türlü riski almaya hevesli,
normal şartlar altında istemeyerek kabulleneceği zorluklarla başedebileceğine
inanan biri haline gelebileceğini açıkça anlatabilmekti. Dürüst olmam
gerekirse, reform için yaptığım planların Don Kişotvari, yani pratik olmayan
boyutlarda olduğunu söyleyemem. Hiç bir zaman yel değirmenlerine saldırmayı
düşünmedim. Saldırıda veya savunmada silahım bir kırbaç değil, dilim olmuştu.
Dilimin sivri ucuyla bir gün kamu bilincini, tutkulu bir aktiviteye, faaliyete
çevirebileceğimden emindim. Böylece kararlı dürüst insanları; acı çeken
binlerce kişiye, kendilerini savurmaktan aciz bu binlerce kişiye karşı bir
şampiyon gibi davranmaları için, bu terkedilmiş alana getirmek istiyordum.
Jane
Hillyer
1926'da
Mac Millan tarafından yayınlanan 'İstemeyerek Anlatıldı' isimli kitap, Jane
Hillyer'in belki depresyon diye sınıflandırılabile- cek psikozunu
tanımlamaktadır. Bu psikozda şizofreni belirtileri de vardı. Miss. Hillyer,
akı! hastalığı konusunda, "Öylece yatarken, galiba, düşüncenin eşlik
etmediği bir duygusal duruma ilk defa bu kadar yaklaşmıştım. Yalnızca
hissediyordum. Tekrar ediyorum, ”normal"den bu denli uzakta olan bu
duyguları tanımlayacak kelimeleri hiç bilmiyordum" derken, önemli bir
noktayı belirtmiştir. Bu devrenin büyük bir bölümü için, ’entellektüel
faaliyetin durmasının amnezi ile ilgili olduğunu söylemek bir varsayımdan
ileri gitmez. Elbette tanı bir "unutma" unsuru bir çok psikozun sık
rastlanan belirlilerindendir ve aynı zamanda onun şaşırtıcı yönlerinden
biridir. Miss Hillyer'in duygulu, hayret verici öyküsü bizi akıl hastalığı
"deneyimiyle " çok yakın bir yere getirir ve tanımladığı şey
'sübjektivite' (öznellik) olduğu için en güzel bilimsel metot olan gözlem
yoluyla bizi bu alana sokar.
Bu
yan-bilinçsizlik hali yavaş yavaş ilerledi. Çevredeki insanlar ve eşyalar
gittikçe azaldı. Kaygılanmayı bırakmıştım. Aileden bililerine nerede olduğumu
soruyor, cevap alınca da, hemen kabulleniyordum. Günler geçip gidiyordu, hiç
bir "güdü", hiç bir heves yoktu. Üstüme kasvetli bir tevekkül
çökmüştü. Hiçbir şey ilgimi çekmiyordu. Kendimi yorgun ve ağır hissediyordum.
Benden istenen çoğu şeyi yapmayı reddediyordum ve daha fazla rahatsız edilmemek
için yeniden yatağa giriyordum. Fiziksel açıdan da iyi değildim. Doktor
gelecek kışı geçiremeyeceğimi söylemişti. Durumumun umutsuz olduğu
söyleniyordu. Aileme, daha fazla çaba göstermenin bir yararı olmadığı açıkça
belirtilmişti. Bu kurumda rahat edecek, olup bitenden haberim olmayacağı için,
durumum da beni üzmeyecekti.
Doğulu
uzmanlara danışma fikrinden de vazgeçilmişti.. Doktor'un teşhisi karşısında
uzman olmayan birinin kabul etmekten başka çaresi yoktur.. Ve ben de herhangi
bir yapıcı gayret sarfedecek halde değildim. Ailem, bir kişi dışında,
istemeyerek de olsa ümidini kesti. Bu kaçınılmazı kabul etmekti. Gerçekten
ölmüş olsaydım bile onların yaşamlarından ve normal hayattan bu kadar
uzaklaşmış olamazdım.
Uzun
bir süre, ateş ve acıyla kendi iç çatışmalarıma bile körleşmiş halde kaldım.
Yavaş yavaş bu çatışmalar büyük bir yoğunlukla ortaya çıkmaya başladılar.
Yalnızca bir kaç aylık bir grilik ve sıcaklık hissi duymamdan sonra hep ateşlendim,
hep huzursuzdum ve susuyordum.
Unutma
sürecinden çıkınca, kendimi öncekinden daha küçük ve karanlık olan yeni odamda
buldum. Madeni panjurlar kapalıydı. Aralarından parlak iğne uçları gibi ışık
giriyordu ama odanın karanlığını delemiyordu. Kaba, mavi bir battaniyeye
sarılıydım ve deli gömleğine bağlanmıştım. Deli gömleği kaba kanvas kumaştan
yapılmıştı, arkadan şeritlerle bağlanıyordu; kollarının uçları dikilmişti,
kapalıydılar ama uçlarına uzun sağlam şeritler tutturulmuştu. Bu şeritler
karyolanın demirlerine bağlanıyordu. Göründüğü kadar rahatsız olmayan bu
gömlek, yatakta öne arkaya sallanmama izin veriyordu, yalnız yana dönemiyordum.
En kötü yanı, kanvasın boğazıma gelen kısmının canımı acıtmasıydı; tabii dikiş
yerleri de derimi kızartıyordu. O feci battaniyelerle deli gömleği arasında,
dişlerim körleniyordu; kamaşıyordu. Hâlâ hastane kelimesi söylendiğinde ön
dişlerimde tuhaf bir his duyuyorum ve bu bütün vücuduma yayılıyor.
Bu
benim deli gömleğiyle geçirdiğim ilk deneyimdi. Buna nasıl girmiştim, ne zaman
olmuştu? Bilmiyordum. Bu odaya götürülüşümü hiç hatırlamıyordum.... belki bir
mücadeleyi hayal meyal görebiliyordum.
Galiba
tam kapıdan geçerken birinin elini ısırmıştım. Niye? Bilmiyordum. Durumumu
farkedince, yüksek sesle bağırdım, "Kalkmak istiyorum, bağları
çözün."
Nazik
bakışlı, boyalı saçlı bir kadın başını uzatttı; "Şunları çözün!."
İfadesiz
bir sesle "yapamam" diye cevap verdi. "Yapamam. Hemşire izin
vermez." Çekiştirdim, çabaladım, çırpındım. Bir faydası olmadı. Bir süre
çabalamayı bıraktım. Öylece yatarken, galiba, düşüncenin eşlik etmediği bir duygusal
duruma ilk defa bu kadar yaklaşmıştım. Yalnızca hissediyordum. Tekrar
ediyorum, "normalden" bu denli uzakta olan bu duyguları tanımlayacak
kelimeleri hiç bilmiyordum. Genel bir mutsuzluk, fiziksel rahatsızlık,
aşağılanma (vücutça ve akılca), kaybolma duygusu, zaman ve yer kavramlarının
yok olması, sesleri tanıyamama, kendi kimliğimi açıkça farkedememe,
akıl-vücud-ruh kaybı, ışık-şekil-renk karışıklığı; kendinden tiksinme ve
nefret etme, işte bütün bunları aynı anda hissediyordum. Ama bunların
isimlerini saymak, bir bütünü oluşturan maddelerin listesini sıralamam anlamına
geliyor. Bütün bunlar benliğimi esir etmişken, bir de hiç bir entellektüel
hareketim olmadığını yani düşünce kavramımın hiç kullanılmadığını unutmamak
gerekir. Bütün varlığım ve benliğim yalnızca hislere dayanıyordu. Ne kendi
içimde ne de dışarıdan hiç bir savunmam yoktu.
Bir
duygu seli büyümüş beni büyük bir dalga gibi kaplamıştı. Nefes almaya
çalışıyor, mücadele ediyordum. Sonra bir dönüşüm oldu. Duygu 'ben' oldu. Onunla
beraber hatırlama sınırlarım aşıp çok derinlere indim.
Bu
sıralarda sayıca oldukça az olduğu halde, başka bilinçli anlarım da olmuştu.
Dünya'ya ikinci kez baktığımda yeni bir odada olduğumu gördüm. Bu öbürü kadar
küçük ve karanlık değildi. Mavi battaniyeye sarılmıştım, iki tanesi daha da
üzerime örtülmüştü. Galiba "terleme" tedavisi yapıyorlardı. Deli
gömleği çıkarılmıştı. Her şeyden önce tamamen çıplak olduğumu farkettim.
Üstümdeki battaniye ıslanmıştı ve eskisi gibi cildimi dalamıyordu. Sonra seks
dürtüsünün beni eline geçirmiş olduğunu ve anlaşıldığına göre ben
"yokken" işini bitirdiğini de farkına vardım. Uyandığımda işin en
zevkli anındaydı. Birden tiksinerek geri çekildim ve kendimi salonda buldum.
Salon'un demirli pencerelerinden güneş giriyordu; dışarıda sarı ve kırmızı
yapraklar görülüyordu, yeşilleri azalmıştı. Vücudumla rahatça hareketler
yaptım, battaniye bir omuzumdam sıyrıldı. Lavanta çiçeği renginde bir gecelik
giymiş olan ve parlak renkli bir pamuklu kumaşı dikmekte olan, temiz küçük bir
kadının yüzünde dehteşe düşmüş gibi bir ifade belirmişti. Hepsi bu kadar. Odama
dönüşümü hiç hatırlamıyorum, en son anım, kolumun bir hareketiyle hafifçe
sıyrılmış olan örtünün altında duruşumdu; bu da bir mum gibi yandı, bitti.
Üçüncü
kez "kendime gelişim" yeni bir yerde oldu. Yine oraya nasıl gittiğimi
hatırlamıyordum ama sanki olay bilinçaltıma kaydedilmiş gibiydi, herhangi bir
şeyi algılayabildiğim an; daha önce hiç görmediğim bir yerde olduğumu ve
yüksek bir yerde yattığımı farkettim. Bu doğruydu. Bina'nın üst katındaki
"en kötü" koğuşa nakledilmiştim. Yatağım uzun zamandan beri
düzeltilmemiş gibi kırış kırıştı. O kaçınılmaz kalın battaniye yine çeneme
kadar çekilmişti. Başka bir yatakta da bir battaniye yığını ve karanlıkta zar
zor seçilebilen karmakarışık saçlı bir baş vardı. Birden oturarak, "Sen
de kimsin?" diye sordum. "Odamda ne işin var?" Çok
sinirlenmiştim; uyanıp da o kadar yakınında hiç tanımadığım birini görmek
bardağı taşırmıştı. "Kimsin sen?". Yığın kıpırdandı, bir şeyler
homurdandı ve kocaman, korkunç gözlerle baktı. "Oh, biliyorum,"
dedim.
"Deli
gömleğini giydiğim gün gelen boyalı saçlı ufaklıksın."
Sinirim
geçmişti; öylesine küçük ve acınacak haldeydi ki. Yavrularını kaybeden ve
kuyruğunu kıstırıp her köşeyi koklayarak onları arayan bir sokak köpeğine
benziyordu. Kızmaya gerek yoktu, o buna değmeyecekti.
Tekrar yumrulaşmış olan yastıklarıma
yattım. Seks, yine mi ve aynı anda ona
karşı bir isyan hissi. Bu his içimi tik
sintiyle
dolduruyordu. Bu anda beynime tanıdık bir his girdi, ayrılık - dünyadaki her
şeyden ayrılmak. Karşıda yatan ufak yaratığı neredeyse unutuyordum. Her saniye
daha çok yükseklere çıktığımı hissediyordum. Asla aşağı inemeyecektim, oda
boşluğa, yokluğa, hiçliğe açılıyordu.
Asla
inemeyecektim, asla kendimi veya başka bir şeyi bulamayacaktım. Oda biraz
kıpırdadı, sanki o her şeyi kaplayan hiçliğe doğru yavaş yavaş kayıyormuş
gibiydi.
Sonra
seks bilinci yeniden başını kaldırdı, bu gittikçe daha çok midemi
bulandırıyordu ama bir türlü kurtulamıyor- dum. Kelimenin gerçek anlamıyla
"düşünemiyordum." Sanki, o anda, ilkel bir yaşam biçiminde olan bir
kabiledeydim; yalnızca seksi ve yakın çevremi tanıyordum. İçimdeki tek insanca
duygu, tiksinme ve acı çekmeydi. Tiksintim çoğaldı. Artık daha güçlü duygulara
dayanabilecek gücüm ve enerjim kalmamıştı. Aylarca, böylesine bir gerilim
içindeyken, doğruca karanlıklara kaydım, tıpkı bazı insanların fiziksel bir
acı sonucunda yaptıkları gibi.
O
koğuşla ilgili bir anım daha vardı, halbuki orada bir kaç hafta kaldığımı
sanıyorum. Veranda'nm girişinde yalnız bir an durmuştum. Beni herhangi bir yöne
kımıldatabilecek bütün çabalara direniyordum.
Kanımca
bu, sürekli olarak büyük bir mutsuzluk ve huzursuzluk hissetmeme karşı bir
protestoydu, başka bir çıkış yolu bulamamıştım. Unutkanlık ülkesine kaçmıştım
ve konuşmamaya kesin olarak kararlıydım. Çevremdeki herkesten nefret ediyor
ve kimseye güven duymuyordum. Bir süre anlaşılır, tutarlı bir şekilde
konuşamadım, sorunlarımın anlaşılabilmesi için söyleyebileceğim bir şey yoktu.
Kaşınıyorsam veya ısırıyorsam veya tekmeliyorsam, sözcükler gereksizdi. Belki
de iletişim için bu çeşit yöntemler kullandığım bir devreye girmiştim -
eğitilmemiş bir vahşi gibi- çünkü yapabildiğim şeyler yalnız bunlardı ve
herhangi bir durumla karşılaşınca en kolay uygulanabilen yöntemdiler.
Doktor
yanımda belirdiğinde, ben tepiniyor, zıplıyor, bir tay gibi şaha kalkıyordum.
Yüzünde samimi bir kaygı görülüyordu. "Bu Jane Hillyer mi?" dedi.
Daha akıllıca bir şey söylemezdi. Kendi adımı duymak bende bir şeylerin kıpırdanmasına
neden oldu, eski çoğrışımlarla beraber duygularımı da hatırlattı. Benliğimin
uzak bir köşesinde, çılgınlıktan çok farklı bir şeyler hissettim. Gözlerimi
yere indirdim, öylece durdum.
Bir
utanç dalgası vücudumu kapladı. Sonra, benim üzerimde hiç bir yetkisi olmayan
kişilerin karşısında olduğumu hatırladım.
Başımı
kaldırdım, gözlerime düşen saçları bir baş hareketiyle arkaya savurdum ve
önünden bir kraliçe edasıyla yürüyüp geçtim. Herhalde gülünç olmuştum.
Marguerite
Sechehaye
"Bir Şizofren'in
Otobiyografisi," anormal psikolojiye önemli katkıları olmuş bir eserdir.
Bu kitap Renee'in, genç bir Fransız kızın kişiliğinin kaybolmasına ve
yabancılaşma hislerine karşı verdiği mücadeleyi anlatır. Renee'nin anlatığı
gibi, "bir şeyler" ona saldırmıyorlar veya herhangi bir şey
yapmıyorlardı, ama işlevlerini ve anlamlarını yitirmişlerdi; "onların
varolmaları benim, yakınmama sebep oluyor." Bu elbette Sartrein
"Bulantı" isimli eserinde bahsettiği olgunun aynısıdır. Tüm
geleneksel anlamların yokolma- sıyla geniş bir yanılsamalar dünyası
gelişmiştir. Anlamsız dünya; Sistem, Aydınlanma veya Emirler Ülkesi haline
geldi ve bu dünyanın olayları dikkat gerektirir olaydan çok; emir şeklindedir.
Psikoterapik savaşta sistem, Renee'nin
analistiyle olan ilişkisiyle çatışmıştır. Bu, kişiliksiz, cansız ve vahşi
varlık alanıyla (sistem), sıcak insan ilişkileri arasındaki çatışmayı, psikozla
ilgili işlemlerin temel diyalektiği olarak görüyoruz.
Analize
başladıktan hemen sonra, korkumun suçu gizlediğini anladım; suç, sonsuz ve
korkunç suç. İlk seanslar sırasında mastürbasyon ve herkese karşı duyduğum
düşmanlık hissi derinlerde yatıyordu. Kelimenin tam anlamıyla insanlardan
nefret ediyordum ve bunun nedenini bilmiyordum. Rüyalarda ve uyanıkken
düşündüğüm fantazilerde sık sık bütün dünyayı üzerinde yaşayanlarla beraber
havaya uçuracak elektrikli bir makine yaptığımı görüyordum. Daha da kötüsü bu
makineyle insanların beyinlerini çalacak ve böyle- ce yalnız benim isteğime
uyan robotlar yaratacaktım. Bu benim en büyük, en müthiş intikamım olacaktı.
Sonraları
bu fantazilerimi normal görüp, bunlar için suçluluk hissi duymamaya
başlamıştım. Zaten suç, çabuk yayılan, çok büyük bir şeydi; belli bir şey
üzerine dayanmazdı. Ve karşılığında cezalandırmak gerekirdi. Ceza, gerçekten
dehşet vericiydi, sadistçeydi -suçlu olma hissini kapsıyordu. Çünkü bir insanın
kendini suçlu hissetmesi kadar kötü bir şey olamaz, bu cezaların cezasıdır.
Sonuç olarak gerçekten cezalandırıldığım halde bir türlü bundan kurtulamayacaktım.
Tam tersine, gittikçe daha çok suçluluk hissi duyuyordum. Durmadan, beni neyin
bu derece korkulu bir şekilde cezalandırdığını; neyin beni suçlu hissetmeme
neden olduğunu araştırıyordum.
Bir
gün, çektiğim acıların meçhul patronuna, "îşkence- ci"ye bir rica
mektubu yazdım. Ondan, ne kötülük yaptığımı söylemesini rica ettim. Ama mektubu
nereye yollayacağımı bilmediğim için, yırtıp attım.
Bir
süre sonra, işkencecinin, elektrik makinesinden başka bir şey olmadığını
farkettim; yani beni cezalandıran, "Sistem"di. Onun geniş, dünyaya
benzeyen bir varlık olduğunu ve bütün insanları içine aldığını sanıyordum. En
üstte emir verenler, cezaları uygulayan ve diğerlerinin suçlu olduğuna
hükmedenler vardı. Ama aslında suçlu olan kendileriydi. Her insan diğerinden
sorumlu olduğuna göre, her hareketinin de diğer insanlar üzerinde etkisi
vardı. Bütün insanları suçluluk musibetiyle birbirine bağlayan müthiş bir
sistem. Aslında herkes sistemin bir parçasıydı fakat bunun farkında olanlar pek
azdı.
Onlar,
"aydınlanmış" olanlardı.... benim gibi. Ve bu durumun farkında olmak
hem bir şeref, hem de şansızlıktı. Bunu bilmeyenler, aslında sistemin de
farkında değillerdi. Sonuç olarak, kendilerini hiç suçlu hissetmiyorlardı, ve
onları öyle çok kıskanıyordum ki.
Tam
bu sırada halka kapandı: "Aydınlanma Ülkesi" ile "Sistem"
aynı şeydi. Bu sebeple oraya girmek, Sistem'in verdiği suçluluk, sonsuza dek
cezalandırılmak hisleri gibi duygular dışında, her şeye karşı duygusuz olmak
demekti. Ben suçluydum, berbat, çekilmez bir suçluydum, ve bunun hiç bir nedeni
yoktu. Herhangi bir ceza, hatta en kötüsü bile verilebilirdi- yine de beni bu
yükten kurtaramazdı.
Sadece
"Ana"nın, analistimin yanında olduğum zaman kendimi biraz daha iyi
hissediyordum. Ama bunun için de en az bir saatin geçmesi gerekiyordu. İlk
geldiğimde buz gibi oluyordum; odayı, eşyaları, "Ana"yı, herşeyin
ayrı ayrı, birbirinden kopuk halde, soğuk, amansız, acımasız ve cansız
olduğunu görüyordum. Sonra, son ziyaretimden beri olup bitenleri anlatmaya
başlıyordum. Ara sıra, içimden bir ses sözümü kesip, "Aha!" diye
alay ederek sözlerimi tekrar ediyordu; ne dersem onu tekrarlıyorlardı. Onları
bastırmak, yok farzetmek için çabalıyordum. Ama benim sözümü dinlemeyip,
alaycı tekrarlarına devam ediyorlardı. Sözcüklerin yanı- sıra görüntüler de
vardı. Örneğin, Almanca hocamın bir sözünü anlatmak veya küçük kız kardeşimin
okula gitmek konusunda olay çıkardığından bahsetmeye kalktığımda; Almanca
hocamın, masasında bir kukla gibi hareketler yaptığını, her şeyden kopmuş,
köredici bir ışık altında, kollarını bir manyak gibi salladığını görüyordum.
Küçük kardeşimi de mutfakta yerlerde öfke içinde yuvarlanırken görüyordum
(fakat o da, Almanca hocam gibi değişik bir şekilde görünüyordu).
Gerçekte
amaçlarına uygun olarak, belli dürtülere göre davranan bu insanlar boş ve
ruhsuz bir hale girmişlerdi. Yalnızca vücutları kalmıştı onlara, otomatlar
gibi hareket ediyorlardı, davranışları duygu ve anlamdan yoksundular. Bu
müthiş bir şeydi. Bu görüntülerden, içten gelen seslerden kurtulabilmek için
"Ana"ya baktım ama bana gülümseyen bir heykel, buzdan bir şekil
algıladım. Ve bu gülümsemesi, beyaz dişlerini göstermesi beni korkuttu. Çünkü
yüzündeki her hattını tek tek, diğerlerinden kopmuş olarak görüyordum;
dişleri, sonra burnu, sonra yanakları, sonra bir gözü ve diğerini. Belki de
bunların birbirlerinden ayrı olması beni bu derece korkutmuştu ve kim olduğunu
bilmeme rağmen yine de onu tanıyamamıştım.
Odanın
geri kalan kısmında her şey duruyordu, olduğu yerde, donmuş, katı bir halde.
Dehşet, çılgınca keder, içimde gittikçe yükseliyordu.
Başımı
Ana'nın omuzlarına gizledim, beni kollarıyla sarmıştı, onun sıcaklığını ve
giysilerinin tatlı kokusunu duyuyordum. Gözlerimi yumdum ve "korkuyorum,
korkuyorum, sen yoksun. Bana yardım et, Sistem beni ele geçirecek; sular
kabarıyor, boğulacağım; üşüyorum, buz gibi soğuğun içindeyim; oh, öyle
korkuyorum ki; neden değiştin, neden hey- kelleştin ve Sistem'in emri altına
girdin, neden?" diye ağladım.
Umutsuzca
ona sarıldım, elbisesine yapıştım.
Ona
sığınmak istiyordum, kalbinde saklanıp beni altüst eden o korkunç acıdan kaçmak
istiyordum.
Bütün
bu zaman boyunca, alaycı sesleri ve resmî, soğuk sözcüklerin durmadan "ve
göreceğiz" veya "Trafalgar Savaşı" veya "evet, bayan"
dediğini duyuyordum.
Sonra
bu deliliğin ortasında Ana'nm tatlı sesini duydum, "Küçük Renee, benim
küçük Renee'm, Ana buradayken korkmamalısın. Şimdi Renee yalnız değil. Ana
burada ve ona bakacak. O her şeyden daha güçlüdür, "Aydınlan- ma"dan
da güçlüdür. Ana, Renee'yi sudan çıkaracak; biz kazanacağız. Bak, Ana ne kadar
güçlü, Renee'yi nasıl koruyacağını biliyor. Renee hiç bir şeyden
korkmasın," diyordu. Ve eliyle başımı okşadı, alnımdan öptü. Sonra sesi,
saçıma dokunuşu, beni koruması, etkisini göstermeye başladı.
Yavaş
yavaş, sözcükler ve sesler kayboldu, odayı gerçek dışı algılamam artık önemini
yitirdi; gözlerimi kapadım. Bana en iyi gelen şey, konuşurken üçüncü şahısla
kendinden bahsetmesiydi, "Ana ve Renee," "ben ve sen"
değil tesadüfen ben dediği zaman, onu tanımıyordum ve bu yanlışı yapıp
aramızdaki bağlantıyı kırdığı için kızıyordum. Örneğin, bana "Göreceksin,
beraberce nasıl Sisteme karşı savaşacağız" (ben ve sen ne demekti?)
dediği zaman bana gerçek gibi gelmiyordu. Yalnızca "Ana",
"Renee" veya daha da iyisi "Küçük Renee", gibi sözlerde
gerçek, canlılık ve etki vardı.
"Ana"ya
neler olup bittiğini nasıl anlatacağımı bilmiyordum. Her şekilde, beni
anladığından emindim. Onun için, "korkuyorum" veya "her şey
birbirinden kopuyor" veya "buzdan heykel şeklini almışsın" veya
"çok soğuk" gibi sözcükleri söylediğim zaman Ana çektiğim acıları ve
duyduğum dehşeti çok iyi anlıyordu.
Bazen
ona, "sözcükler bana oyun yapıyorlar, benimle alay ediyorlar"
deyince, o hemen bunları kovalamış ve "Renee yalnızca Ana'nın sesini
dinlemeli; bu çok önemli, çünkü Ana'nın sesi Renee'yi seviyor." demişti.
Sonra bu harika sesi, bir tılsım gibi bana gerçeği geri getiren o sesi
duyardım. Rahatlamış, ama mücadeleden yorgun düşmüş bir halde beni
ilgilendiren konulardan bahsetmeye başlardım. Fakat, heyhat, gitme zamanım
hemen gelmiş olurdu.
îçim
yeniden ısınmış, cesaretlenmiş bir halde, Ana'nın söylediklerini tekrarlayarak
eve döndüm. Sokağa çıkınca gerçek dışının mukavva tablosunu yeniden görmeye
başlıyordum. Her şeye rağmen, seansın başında olduğu kadar bundan
etkilenmiyordum; çünkü hala Ana'nın sıcaklığını hissediyor, sözlerini kalbimde
duyuyordum. Özellikle, artık bu durumu değiştirmek için çabalamıyordum; bu
tuhaf algılama şekline razı olmuştum.
Eve
dönerken gördüğüm kişiler veya eşyalarla, Ana ile olduğu gibi bir ilişkiye
girmek için bir ihtiyaç hissetmiyordum.
Bir
yıllık analiz süresinden sonra, Ana'nın yöntemini değiştirmesinden memnun
olmuştum. Önceleri, söylediğim her şeyi, korkularımı, suçlarımı tahlil
ediyordu. Bu soruşturmalar bana, yakınmalarımın bir faturası gibi geliyordu,
duygularımın nedenlerini araştırmak gibi görünüyorduysa da esas amaç daha
gerçek olanı bulmaktı. Sanki, "hangi durumlarda kabahatli olduğunu ve
nedenini bul," der gibiydi. Bu bence bir suçun varlığının ispatıydı ve
aslında Sistem de vardı; çünkü insan bazı hareketlerin sebeplerini bulabiliyordu.
Bu seanslardan sonra eve, daha mutsuz, daha suçlu, daha yalnız, dönüyordum;
kimseyle bir ilişkim olmadan kendi gerçekdışı dünyamda yalnızdım.
Fakat
Ana yanıma oturup benimle üçüncü şahıs tipinde konuştuğu ve özellikle nedenlere
bakmadan beni anlar göründüğü zaman öylesine rahatlıyordum ki!
Yalnız
o, beni içine alan gerçek- dışı duvarı kırıp içine girebiliyordu ve yalnız o
benim hayatla bağımı sağlıyordu.
VI:
SİSTEM BANA EMİRLER VERİYOR VE BAZI ŞEYLER CANLANMAYA BAŞLIYOR
Artık
gerçek-dışı oluş öyle bir noktaya ulaştı ki; Ana, kendisi bile aramızda ilişki
kuramaz oldu. Bir süre eşyaların bana oyunlar oynadığından ve bu yüzden nasıl
acı çektiğimden yakındım.
Aslında
bu "şeyler", özel bir şey yapmıyorlardı, benimle konuşmuyor veya bana
doğrudan saldırmıyorlardı. Onların varoluşu benim yakınmama neden oluyordu.
Eşyaları bir metal gibi düz, keskin hatlarla görüyordum, onlar birbirlerinden
öylesine kopuk, öylesine ışıklı ve kaygılı görünüyorlardı ki beni dehşete
düşürüyorlardı. Örneğin, ne zaman bir iskemleye veya bir vazoya baksam,
onların ne işe yaradığını düşünmüyordum -vazoyu çiçek ve su koyulacak bir şey,
iskemleyi üzerine oturacak bir şey olarak değil- ama isimlerini işlevlerini ve
anlamlarını yitirdikleri için, onlar "şeyler" olmuşlardı ve
yaşamaya, varolmaya başlamışlardı.
Bu
varoluş benim büyük korkumu açıklıyordu. Algımın karanlık sessizliği içinde,
birdenbire "şey" beliriveriyordu.
Mavi
çiçek desenli taş kavanoz karşımda duruyor, varlığıyla bana meydan okuyordu.
Korkumu yenmek için başka tarafa baktım. Gözlerime bir iskemle ilişti, sonra
bir masa; bunlar canlıydılar, varlıklarını savunuyorlardı.
Onların
baskısından kurtulabilmek için isimlerini söylemeyi denedim. "İskemle,
kavanoz, masa... bu bir iskemledir" dedim. Ama sözcük boşlukta yankılandı,
hiçbir anlam taşımıyordu; eşyadan ayrılmış, kopmuştu, öylesine tek başınaydı
ki bir yandan o canlı alaycı bir şeydi; öbür yandan da bir isim, içi boş bir
zarftı. Bu ikisini bir araya getiremiyor, önlerinde öylece, korkuyla ve acz
içinde duruyordum.
"Bu
şeyler bana oyun oynuyorlar, korkuyorum" dediğim zaman insanlar,
"kavanozu veya iskemleyi canlı olarak mı görüyorsun?" diye
sorarlardı. Onlar, hatta doktorlar da bu eşyaları, konuşmalarını duyduğum
insanlar gibi gördüğümü zannediyorlardı. Ama bu doğru değildi. Bunların
yaşamları, orada oldukları, var oldukları gerçeğinden ibaretti.
Onlardan
kaçmak için başımı ellerim arasında saklıyor veya bir köşede duruyordum. Yoğun
bir acı çekme dönemi geçirdim. Her şey canlıydı ve bana meydan okuyordu. Dışarıda,
sokakta insanlar çıldırmıştı, oradan oraya amaçsız gidip geliyorlardı,
birbirlerine ve eşyalara bakıyorlardı ve bunlar kendilerinden daha gerçekti.
Aynı
zamanda, Sistem'den emirler almaktaydım. Bu emirleri ses olarak duymuyordum;
ama yine de yüksek sesle söylenmiş gibi âmirane idiler. Örneğin, daktilo
yazmaya hazırlanırken birden, bir güç bana sağ elimi yakmamı veya içinde
oturduğumuz binayı yakmamı emrediyordu. Bütün gücümle bu emre direndim.
"Ana"ya telefon edip anlattım. Sesi, benim onu dinlememi istiyor,
Sistem'i dinlemememi söylüyordu, bu bana güven verdi. Sistem beni çok tedirgin
ettiğinde, ona koşabilecektim. Bu beni oldukça sakinleştir- mişti ama maalesef
yalnızca bir an için.
Anlatılamayacak
kadar büyük bir acı kalbimi sıkıştırdı, hiç bir çaresi olmayan büyük bir acı.
Denileni yapmayı kabul etmediğimde, kendimi suçlu ve korkak gibi hissediyordum
ve içimdeki acı çoğalıyordu. Sonra, emirler daha ısrarlı olmaya başladı.
Sonunda, söz dinlemek için ateşe doğru gidip; elimi uzatınca da yoğun bir
suçluluk hissi duydum, sanki alçakça bir şey yapıyormuşum gibi hissettim ve
tedirginliğim arttı. Her şeye rağmen, ikinci emir daha büyük bir rahatsızlık
yaratıyordu, çünkü bu emire uyarsam kişiliğimi onarılmaz bir şekilde
zedeleyecek bir davranışta bulunmuş olacaktım. Ve yine her iki durumda da,
denileni yapma veya yapmama oldukça yapmacıklı, leatral bir şeydi. Bu arada,
ben yalnızdım. Ana'dan başka hiç kimse bu savaştan haberdar değildi. Sözünü
dinlemiş olsaydım, aynı derecede aldatıcı olurdum, çünkü kendimi yakmayı kabul
etmemiştim. Emirler bana müthiş acı veriyordu; karakterime çok ters düşen bu
düzenbazca hisler de beni çok üzüyordu.
"Aydınlanma'nın
derinliklerine batmamak için bütün gücümle savaşmaktayken; oldukları yerlerden
benimle alay eden, korkutan, tehdit eden şeyler görüyordum. Ve, beynimde
aptalca sözcükler yüzüşüyorlardı. Gözlerimi kapayıp, benim ortasında
bulunduğum karışıklıktan kaçıp kurtulmaya çalıştım. Ama huzur bulamadım,
korkunç görüntüler üzeri-
me
geliyorlardı, öyle canlıydılar ki gerçekten fiziksel olarak onları
hissediyordum. Aslında görüntüleri gördüğümü söyleyemem; onlar hiç bir şeyi
simgelemiyordu. Onları görmekten çok hissediyordum.
Bazen
ağzımın içinin kuşlarla dolu olduğunu, bunları dişlerimin arasında ezdiğimi
hissediyordum. Tüyleri, kanlan ve kırık kemik parçaları beni boğuyor gibi
oluyordu. Veya, süt şişeleri içine hapsettiğim insanlan görüyordum. Bu insanlar
şişelerin içinde kokuşuyorlardı ve ben bunları yiyordum. Bazen de bir kedi
kafasını yediğimi, bu sırada onun da benim kalbimi, ciğerlerimi kemirdiğini
hissediyordum. Bu iğrençti, tahammül edilemez bir şeydi.
Bu
dehşet ve karışıklığın ortasında, görevimi her şeye rağmen bir sekreter gibi
devam ettiriyordum. Ama ne zorluk çekiyordum Tanrım! Bu işkence yanında, tiz
sesler, keskin haykırışlar başımın içinde çınlıyordu. Bunu hiç beklemiyordum,
ilk duyduğumda yerimden sıçradım. Bununla birlikte, bu sesleri, gerçek
insanların çıkardıkları gerçek bağırışlar gibi duymuyordum. Gürültüler, sağ
yanımdan geliyorlardı ve kulaklarımı tıkamak zorunda kalıyordum. Ama bunları,
gerçek gürültülerden ayırdedebiliyordum. Onları duymadan hissediyor, içimden
yükseldiklerini biliyordum.
Gittikçe
daha çok Sistem'in kontrolü altına girdiğimi, Aydınlanma Ülkesi'ne gittikçe
daha çok battığımı biliyordum.
Huzur
duyduğum anlar yalnızca analiz seansları idi ve özellikle saatin sonuna doğru,
Ana'yla sonunda temas kurabildiğim zamanlardı. O'na, beni Aydınlanma'nın
pençelerinden ve Şeyler'in canlanmasından kurtarması için yalvardım.
Ama
iyi niyetlerine rağmen, o zamanlar Sistem'e karşı oldukça güçsüzdü. O'na
direnebiliyordu ve tehlikede olduğum zaman ona koşabiliyordum; ve bütün bunlar
birer zaferdiler.
Sonunda
trajedi oldu. Emirler daha zorlayıcı ve daha çok şeyler ister oldular: Elimi yıkamam
gerekiyordu, çünkü sağ el daima yasanın eliydi.
Sistem'de
harika bir birbirine bağlılık vardı. Bunu bilmeden, insanların
cezalandırılmasını emretmiştim ve şimdi benim sıram gelmişti, ben
cezalandırılacaktım. Benden ceza görenlerin, beni cezalandırmaya haklan vardı.
Verilen her ceza karşılığında bir cezaya maruz kalınıyordu. Beni içine alan bu
cezalandırma Sistemi'nin mekanizmasını anlayınca emirlerle daha az savaşmaya
başladım.
Bir
gün, titreyerek, sağ elimin tersini, akkor haline gelmiş olan kömürlerin
üstüne koydum ve mümkün olduğu kadar orada tuttum. Sistem'e karşı olan
görevimi düşünerek ve emirler yağdırmayı durduracağını umarak, acıya dayanabil-
meyi başardım. Bu sırada, büronun şefi geldi. Çabucak elimi çektim,
görmediğini düşünerek rahatlamıştım. Ama yanılmışım. Bir anda, durumu
kavramıştı, çünkü Akıl Hastaları Denetleme Kurulunun doktoruna haber verdi. Bu
aslında benim kendi doktorumdu.
Konsültasyon'dan
sonra beni hastaneye kaldırmaya niyetli olduklarının farkındaydım; benimle
alay eden nesnelerden ve beni çevreleyen Sistem'den bahsettim; çünkü bunlar benim
bir parçam haline gelmişlerdi. Yalnız yanma öyküsünü anlatmadım, aldığım
emirlerden de bahsetmedim çünkü bunları hiç bir zaman tam olarak
kabullenmemiştim.
Her
şeye rağmen acilen hastaneye yatırılmam için yeterli nedenler vardı, zaten
olmasa da hiç değilse bir kuruluşa, bir enstitüye kapatılmam gerekiyordu.
Norma
Macdonald
Bayan
Mac Donald'ın öyküsü, bir hastanın hastaneden çıktıktan sonra karşılaştığı sorunlar
üzerinde odaklanmıştı.
Anormalliğe
olan eğilimini kesinlikle bilen hasta, kendini bir çeşit 'hassas denge' veya
"ortada bir yol" güvenliliğinin monotonluğu ve normal yaşamın
rutininde kaybeden bir kişi olarak tanımlar. Şizofrenik eğilimlerinde ona uyum
sağlamasına yardım edebilecek değerde bir şeyler bulmaya çabalar. Endişeli,
"Ya bu sallantıdan bir yere fırlarsam?" sorusuna cesaretle şu cevabı
verir: "Önemi yok... Dengeyi tekrar bul. Ayağını yere bas, başın
bulutlarda olsun. "
Şizofreni
konusunda anlaşılabilir bir şey söyleyebileceğimi sanmıyorum; çünkü bu
hastalığı çeken biri olarak hiç bir zaman emin olmadım, her şeyden önce
şizofreniyle beraber yaşadığımdan emin değildim.
Bu
konudan haberi olan bir arkadaş bana şizofreni hakkında bir makale yazmamı
önerinceye kadar, böyle bir rahatsızlığım olduğunu bile bilmiyordum. Halbuki
onbir yıl önce, bir akıl hastanesinde on ay kaldım; orada psikoanaliz yapıldı
ve rehabilitasyon için hazırlandım. Geçenlerde de üç yıl psikiyatri
hemşireliği eğitimi gördüm. Benim rahatsızlığıma on yıl önce ne teşhis
konduğunu merak ediyordum. Mani - dep- resif psikozun, paranoyanın hatta nevroz
ve karakter düzensizliğinin bütün belirtileri bende vardı. Hala gerçekten
şizofren miydim, şizofrenin hangi tipiydi, bilmiyorum ve bilmek istediğimi de
sanmıyorum. Bilmemin konuyla bir ilgisi yoktu. Bu tuhaf, alt-üst edici
kişiliğe alışmam gerekiyordu ve bunun bazı yönleriyle başa çıkabilmesini de
öğrenmiştim. Bu duruma bir isim takmak hiçbir işe yaramayacaktı ve birtakım
beklentiler ortaya çıkarıp durumu daha da karışık bir hale sokacaktı.
Mutsuz
bir çocukluk geçirdiğimi, trajik bir gençlik yaşadığımı ve bunun 24 yaşımda
tümüyle akıl çöküntüsü haline dönüştüğünü biliyorum. Bir dizi duygusal
karışıklık, depresyon, akıl ve planlarımın ani değişmeleri, şiddetli astım,
ateş, nezle, genel yorgunluk gibi rahatsızlıklar bende spor veya sosyal
faaliyetler için pek enerji bırakmamıştı. En kötüsü de, devamlı bir korku ve
yasaklamalar içinde yaşamıştım. Bu da benim arkadaşlık kurmama imkan
vermemişti. Tabii bu kişiler benden daha genç veya bir açıdan daha aşağıda
veya beni kanatları altına ahp hayatımı renklendirebile- cek kadar sevecen
olurlarsa durum değişiyordu. Entellektüel araştırmalar benim en güçlü yanimdi;
ve bu alanda da başarısız olma korkusu beni devamlı bir tedirginlik ve endişe
halinde tutuyordu. Sanat dalında da oldukça başarılıydım.
Bende
bir tuhaflık olduğunu seziyordum ve kolejdeki ilk yılımda psikoloji okurken
kendimde ciddi akıl hastalığı belirtileri bulmaya başlamıştım. Arkadaşlar bu
fikre gülüp geçtiler ama ben aldatıldığımı hissetmeye başlamıştım. Başkaları
için yaşamın yalnızca hayal kırıklığı, yalnızlık, depresyon ve bunalım demek
olmadığı anlaşılıyordu. Babam ben dört yaşındayken akıl hastanesine
kaldırılmıştı, onu uzun yıllardan beri görmedim ve bunun irsi olduğundan gizli
gizli korkuyordum. Annem, bu konuda konuşmuyordu, çünkü onu alt-üst ediyordu
bunlar. Ben tek çocuktum başka konuşacak kimsem yoktu.
Kolej'de
geçirdiğim o yıldan sonra bir yıl okul öğretmenliği yaptım sonra Toronto'da
bir radyo akademisine girdim, hayatım boyunca rol yapmayı, oyunculuk yapmayı
öğrenmek istemiştim. Rekabete dayanan bu ortamda, her şey bira- raya gelip
stres yaratmaya başladı. Sonunda hastalık bana bütün gücüyle vurduğu zaman, annem
bir şeylerin yolunda gitmediğini farkedip beni hastaneye yatırmak için uçakla
gelene kadar Toronto'da aylarca bir cehennem hayatı yaşadım. Bu aylar boyunca
aklım, bana karşı başkalarının duyduğu hisler -sevgi, nefret, kayıtsızlık, kin,
dostluk- konusunda bilgiler vermişti. Bu bilgiler temelsizdi ve beni
insanlarla korkunç ilişkiler kurmaya yöneltmişti. Fiziksel sağlığım pek iyi
sayılmazdı ve bu durumuma uyan bir işte çalıştığım için elime hiçbir şey
geçmiyordu, bu da bana başarısızlık hissi veriyordu. Hastalık izinlerim
öylesine çoğalmıştı ki elime hiç para geçmez olmuştu. Çok az yiyor ve
uyuyordum; çünkü sesler bana uyumamamı söylüyorlardı. Sesler tarafından,
ayaklarım yara içinde kalana kadar şehirde yürümeye "zorlanıyordum"
ve sonra da bir sürü anlamsız şeyler yapmamı söylüyorlardı. Yine de hayal
gücüme işkence yapan o acımasız düşünceler dinmek bilmiyordu. Görme ve dokunma
duyularıyla ilgili halüsinasyonlar, duyma halüsinasyonlannı canlandırmıştı.
Hastane'deki sınırlamalara karşı ümitsizce bir savaş vermiş olmama karşın,
biraz da ferahlama hissi duymuştum çünkü dış dünyadaki isimsiz tehlikelere
karşı belki burada korunabilirdim.
Şiddetli
şizofreni vakaları hakkında pek çok şey yazılmıştır; yanılsamalar ve
halüsinasyonlar üzerinde de bir sürü materyal bulunmaktadır; bu yüzden bu
konulara fazla değinmeyeceğim. Anlatmak istediğim şey, eğer becerebilirsem,
şiddetli hastalığım öncesi, sürdüğü müddetçe ve sonrasında yaşadığım abartılmış
bir şekildeki "durumumun farkında olma" halimdir. Önceleri, sanki
uyumakta olan beynimin bazı parçalan "uyanmış" gibiydi ve normal
olarak beni etkilememiş olan insanlar, olaylar, yerler ve fikirlerle
birdenbire ilgilenmeye başlamıştım. Hasta olduğumu bilmediğimden, neler
olduğunu anlamak için bir çaba göstermemiştim, fakat bütün bunlarda karşı
konulmaz bir anlam olduğunu ve Tanrı veya Şeytan tarafından meydana
getirildiğini hissettim. Bu yeni ilgi kaynaklarımın üzerinde iyice düşünmenin
bir görev olduğunu sanmıyordum; bu konuda düşündükçe gittikçe daha kötüye
doğru gelişiyordu her şey. Yolda hiç tanımadığım bir insanın yürümesi bile
benim için yorumlamam gereken bir 'işaretti'. Geçen bir otobüsteki yolcuların
yüzleri beynime kazılıyor, hepsi bana birer mesaj vermeye çalışıyorlardı.
Şimdi, bu kadar yıl sonra, ne olduğunu anlayabiliyorum. Her birimiz,
benliğimizi duyularımızdan biri yoluyla işgal eden uyarılarla başa çıkabiliriz.
Belli bir mesafeden her sesi işitebilir, her nesneyi, rengi, şekli görebiliriz
vs. Bu uyarıların yüzde biri bile aynı anda bize saldırırsa, hiç birimizin
günlük işlerimizi yapamayacağımız apaçık ortadadır. Öyleyse, beyninin bir
filtresi olmalıydı ve bu bizim bilinçli düşüncelerimize gerek olmadan, gelen
uyarılan ayıklayıp, yalnızca duruma uygun olan uyanlann bilincimize ulaşmasına
izin vermektedir. Ve bu filtre her zaman tam kapasiteyle çalışıyor olmalıydı.
Özellikle yoğun bir konsantrasyona ihtiyacımız olduğu zaman. Toronto'da başıma
gelen şey, bu filtrenin bozulması ve bir sürü uyannın aynı anda beynime
yüklenmesiydi.
İnsanlara
ve yerlere yeni anlamlar vermem pek o kadar da kötü değildi, yalnız işime engel
oluyordu.
Sokak'tan
geçen bir yabancının sizin ruhunuzun en derin köşelerine kadar bilmesi huzur
kaçırıcıdır.
Ofis'te,
sağ tarafta oturan kızın beni kıskandığından emindim. Ofıs'in solunda oturan
kız da benimle arkadaş olmak istiyordu ama ben onun hevesini kırıyordum.
Bu
izlenimlerin doğru olması ihtimal dahilinde ama bunları hissetmemdeki
yoğunluk, bahsi geçen kızların ofisime geldiklerinde neredeyse havada çatlaklar
yapacak güçteydi. Böyle bir ortamda çalışmak dayanılmaz bir hale gelmişti.
Gittikçe daha çok kendimi çekiyordum ama etrafımdaki şehrin ve insanların daha
da çok farkına varıyordum. Hiç tanımadığım bu insanların gerçek veya hayali
mutsuzlukları, ruhuma ağırlık veriyor, kendimi kurban gibi hissediyordum. Bu
durumda yanılsamalar kolayca kök salıp büyümeye başlarlar. Bütün dünyamın her
şey hakkında işkence gibi olan derin düşüncelerden oluştuğu ve bunun büyük bir
acı ve bunalım yarattığı bir devreye girmiştim. Kısa süre sonra beynim
fiziksel olarak, sanki kızarana kadar zımpara kağıdıyla ovulmuş gibi acımaya
başladı. Kanayan bir sünger gibiydi. Gerçek dünyada bazı anlamlı kaçışlar,
tıpkı bir arkadaşla konuşmayı devam ettirmek ihtiyacı gibi, bazen ferahlık getiriyordu,
ama bu her zaman olmuyordu.
Bu
arada, hastaneye kabul edildiğim zamanlarda, bir "uyanıklık"
devresine ulaşmıştım; pencereye vuran ışığın parlaklığı veya gökyüzünün
maviliği beni ağlatacak kadar önemli görünüyordu. Konuyla ilgisi olanla
olmayanı ayırte- debilme yeteneğim çok zayıflamıştı. Filtre bozulmuştu. Tamamen
alakasız olaylar zihnimde birbirlerine bağlı görünüyorlardı.
Akıl
Hastanesi'nde geçen aylarda bazı ilgi çekici olaylar olmuştu, yeni bir ışık
dünyasına götürecek bazı fikirler doğuruyordu kafamda. Bunlardan biri hasta
olduğumu ve iyileşebileceğimi farketmemdi. -Hatırladığım kadarıyla bu fikir,
'deli olmayan' yalnızca alkolik olan bir hasta tarafından ortaya atılmıştı.
Ayrıca,
babamın hastalığı ile benimki arasında bir bağlantı olmasının gerekmediğini de
öğrenmiştim. Bir insanın kadere karşı durabileceği de öğrendiğim şeyler
arasındaydı. Biraz güven kazanmıştım, arkadaş edinmiştim, sosyal hayatı
tanımaya başlamış ve bazı yetişkin fikirleri ile başa çıkmaya başlamıştım,
yani bireyin topluma karşı olan sorumlulukları, bir bireyin kendi olma hakkı,
kendi ilgi alanını geliştirmek (ama bunu annesini, babasını veya arkadaşını
memnun etmek amacıyla değil) gibi yeteneklerimi geliştirmiştim.
Bu
dönüm noktalan yalnızca başlangıçtı, tedavi sayılmazdı. Bunlardan bazılarının
benliğimde daha derinlere yer etmesi yıllarımı almıştı. Önceleri bu yalnızca
depresyonla, yalnızlıkla ve intihara teşebbüsle savaşmak sorunuydu. Hastane'nin
güvenliliğine sığınma arzumla, benim zayıf güven cilama ve özgüvenime mal olsa
da,savaşmam anlamına geliyordu. Güvenebileceğim dostlar bulmak için ve nerede
güvenmemek gerektiğini öğrenmek için mücadele etmem anlamına geliyordu.
Zamanla,
en kötü hatalarımdan birinin insanları tanıyamamam ve onlardan ne beklemem
gerektiğini bilememem olduğu açıkça ortaya çıktı.
Bu
kavram, deneme ve yanılma ile, kendi içgörüme güvenimin artmasıyla, gittikçe
gelişti ve keskinleşti, öyle ki yıllar sonra insanları tanımam ve davranışlarım
anlamam sayesinde sık sık iltifatlar duydum.
Buna
bazen gülüyordum, çünkü self-analiz yoluyla kazandığım içgüdülere rağmen hâlâ
yargılamakta yanılıyorum ve böyle olunca da yanlışım büyük oluyor.
Yaşamımı
iş ve hobilerim arasında dengelemem de başka bir sorundu. "Normal"
bir yaşam sürmek benim için imkansızdı. Monoton, rutin bir iş canımı
sıkıyordu. Kadınlar Külübü'nden bıkmıştım. Oyun kağıtlarından, içkili partilerden
ve top oyunlarından nefret ediyordum. Eski dostlarım bazen can sıkıcı
oluyorlar. Bir değişikliğe ihtiyacım vardı. Dengeyi, hobilerime değişikliği katarak,
resim, tiyatro ve edebiyatta yaratıcılığımı geliştirerek korudum.
Tiyatro,
yıllarca gündüzlerimi kurtardı, bir çok ilginç arkadaş sahibi olmamı sağladı
ve bana uğruna yaşanacak bir ilgi kaynağı verdi. Beş-altı yıl bir amatör
tiyatroda çalıştıktan sonra gittikçe daha çok sıkılmaya başladığımı farkettim.
Tiyatro'dan böyle sıkılmamı önce kendi yeteneksizliğime, iyi olduğumu isbat
edememe korkuma bağlamıştım. Uzun bir mücadele oldu, iki üç yıldan fazla bir
zaman, başarısızlığımın nedeninin hevessizlik olduğunu anlamam için bu kadar
uzun bir süre geçmesi gerekti. Daha gerçek ve daha önemli bir şey yapmak
istiyordum. Şimdi ne yapacaktım, rutin ile heyecan arasında olması gereken
dengeyi korumak ve aynı zamanda ekmek parası kazanabilmek için ne yapacaktım?
Hala
babamla ilgili önemli duygusal zorluklarım vardı. Hastaneden çıktıktan sonra
beş yıl süren rehabilitasyon çalışmaları sonunda annemin önlük bağlarından
kurtulmayı başarmıştım, ama babamla uğraşmaya cesaretim yoktu. O da hastanede
dışardan tedavi görüyordu, ben de bütün cesaretimi toplayıp onun yanında
kalmaya gittim. Bir süre sonra hastaneye görevli personel olarak geri döndüm,
psikiyatri hemşireliği öğrenmek ve hastalık hakkında somut bir şeyler
öğrenerek, benim gibi hasta olanlara yardım etmeye çalışmak ve aynı zamanda
benim için bir yabancı olan babamla tanışmak istiyordum. Çoğunlukla üzücü
olmakla beraber ödül alma zamanı gelmişti ve yavaş yavaş babamın "tedavi
edilemez" olduğu konusunda doktorların haklı olduklarını kabul etmek
zorunda kaldım. Pek çok niteliği olan, ilginç bir adamdı, ama hem değişmesi hem
de onunla beraber yaşanması imkansızdı. Sonunda onunla da ipleri kopardım ve
istediği gibi yaşamak için evden taşındım. Herkesten çok ben, tümüyle kişisel
özgürlüğe duyulan ihtiyacı bilirdim.
Sik
sık, yaşadığı çevreyi ve işi değiştirmenin yasak ve sınırlı olduğu totaliter
devletlerdeki şizofrenlere neler olabileceğini merak ederim. Benim, yaşamımı
böyle devam etti-
rebilmemi,
yalnızca sık sık yaptığım değişikliklere borçluyum.
Bu
merakımın şizofrenlerin hepsinin karakteristik özelliği olup olmadığını
bilmiyorum ama eğer öyleyse, güvenlik ihtiyacı ve bir miktar monotonlukla,
onların da bu çözümü mümkün olmayan sorunumu paylaştıklarından eminim. Psikiyatri
hemşiresi olarak geçirdiğim yıllar boyunca, benim sorunlarımı diğer
şizofrenlerle paylaşıp paylaşmadığımı bilmeme imkan olmadığını anladım. Bir
şizofren hiçbir ihtiyacını veya isteğini açıklayamaz, öylesine iletişimden yoksundurlar.
Bazen bir içgüdü kıvılcımı beni bir hastanın sorunlarını veya davranışlarını
anlamaya yöneltirdi, ama bu pek ender oluyordu. Daha önce bu şizofreni
deneyimini yaşamamış olan bir görevlinin bir iki gün içinde hastanın sorunlarını
çözebilmesi, öylesine keskin bir içgüdü kavrayışı gösterebilmesi pek olacak şey
değildir. Ben burada hisler alanından bahsetmiyorum; çünkü hastalarla diğer
hastane görevlilerinden daha büyük bir kolaylıkla duygularımızı
paylaşabileceğimden eminim. Bu hastaların korkuları ve rahatsızlıklarını ben
kolaylıkla anlayabiliyordum. Ben de bunları yaşamıştım. Ama iş, hastanın
zihninde ne olup bittiğini anlamaya, davranışlarının nedenlerini bulmaya
gelince; herhangi biri de, benim kadar tahmin yapabilir. Şizofrenler için
ortak bir nokta olmadığını, (bunlar halen hasta da olsalar, iyileşmiş de
olsalar) anlamış bulunuyorum. Şizofreni, gerçek dışı olayların dipsiz
dünyalarında yapılan araştırmaları ve keşifleri kapsıyor, bu bazen kontrol
edilebiliyor ve yaratıcı düşünce şekline kanalize olabiliyor. En iyi tarafı
da, derin bir iç gözleme sürüklemesidir. İki kar tanesinin bile eşit olmadığı
doğanın kanununa uygun olarak, iki insan da birbirinin aynısı değildir, aynı
şekilde, daha anlaşılabilir olan bi- linç-üstü kısmı dahil olmak üzere, iki
beyin de birbirine benzemez.
Şizofren
dipsiz bilinç altında dolaştığından, benim bu arkadaşın acı çeken beyninde
neler olduğunu bilmeye imkanım olmuyor. Bu sebeple, okuyucularımı hemen
uyarmam gerekiyor; benim yazdıklarımı okuyarak, aynı sıkıntıları çeken başka
bir şizofrene öğrendiklerini uygulayamazlar. Ben, teoriler konusunda
şüpheciyimdir, hatta davranışçılık ekolünü de biraz küçük görürüm.
Şizofrenler
de benim gibi değişiklik mi yoksa emniyet mi sorunuyla uğraşıyorlar mı bilemem.
Ama ben hâlâ bu problemi çözümlemeye çalışıyorum; Kanada'nın hareket özgürlüğüne
şükürler olsun, bazen merakımın beni sürüklediği yere gidip bir şeyler
öğrenmeye çabalıyorum, bazen de yalnızca içgörüme güveniyorum.
Doğal
içgüdülerin bir şizofreni iyileşme yoluna götürdüğüne inanmak üzereyim,
özellikle bu içgüdüler sağduyu ve gerçeği ölçme yeteneğiyle birleşirse. Bu da
bir başka, ilginç bir paradoks.
Bu
hastalıkla birlikte yaşamak, birbiriyle uzlaşmayan zıtlıkları dengelemek
meseledir.
îlk
on yılın sonunda Zen Budizm'i keşfettim ve bunun bana büyük faydası oldu.
Hristiyanlık, hep "mutlak" üzerinde ısrar ettiğinden mutlak iyiyi
elde etmek için didinmesi, mutlak kötüye arkasını dönmesi beni şaşırtmış, hatta
sinirlendirmiştir. Zamanla, yavaş yavaş Hristiyan düşüncesinin gösterişli,
şatafatlı emniyetini takdir etmeye başlayacaktım, eğer kardeşlik prensibini
uygulayabilselerdi, ama metodlan arasında pratik hiçbir şeye rastlamayamadım.
Deneyimlerimden biliyordum ki, bir bulutun rüzgarlı bir gökyüzünde şekil
değiştirdiği gibi, zihin de gerçekten çok çabuk değişir; aradığı tek gerçek,
acı veren ve temel bir gerçek olmadığı gerçeğidir. Zen Budizm'de, benimkinin
gittiği tuhaf, yasak yollarda dolaşan bir akıla, değer veren bir din gördüm.
Anlayabildiğim
bir Tanrı ile karşılaştım. Bütün mesele bir yolun ortasını bulabilmek, zıt kutuplar
arasında hassas bir denge kurabilmekti. Bu kutuplar iyi ve kötü, neşe ve hüzün,
güven ve güvensizlik olabilir. Hristiyanlık hâlâ bana üstün bir din gibi
görünüyordu ama zayıf noktalarını da görebiliyordum. Bazı kurallar koymakta
ısrar ederek, insan doğasını inkar ediyor ve inananları arasında çözülmesi zor
çelişkiler ortaya çıkarıyordu. Şimdi ben, Hristiyan ve Budist yolların nasıl
birleştirilebileceğini ve böylece insanlığın nasıl kayıtsız şartsız bir
özgürlük içinde yaşamak için güven ve inanç bulabileceğini, dolayısıyla akim
nasıl en üst yapıcı düzeyde çalışabileceğini ve ellerin en iyisini nasıl
yapabileceğini bulmaya çalışıyorum.
Hastane'deki
psikiyatrlardan biri bana şöyle sordu, "Neden normal olmak için bu kadar
uğraşıyorsun?"
Şizofren
olmanın, özürlü olmaktan çok daha iyi olduğunu görmeye başladım; hiç değilse
aracım ve gücüm vardı.
Böylesine
bir akıl, kontrol edilir ve kullanılırsa, ulaşılmayacak kadar zengin bir hayal
gücüne, keskin bir içgüdüsel bilinç ve geniş bir duygusal ve entellektüel
deneyim yelpazesini anlayabilme yeteneği gibi özellikleriyle neler başara-
mazki. Belki 10 veya 20 yıl kadar sonra, aklımı şimdikinden daha iyi
kullanabilirdim ve sonra daha da çok yararlanabilirim.
Yıllar
süren iyileşme döneminde beynimde çarpışan çelişkilerin en özel, en gizli
öyküleriyle dolu kocaman bir kitap yazmıştım. Belki zamanla bu kitabı anlamlı
bir şekle sokabilirim. Şimdiye kadar pek az kararım kullanışlı, pratik oldu;
bakalım bunu başarabilecek miyim?
En
kolay şey, belki de bu hastalığın kesin olarak fiziksel faktörler üzerine
geliştiğini bilmektir. Ben hastanedeyken doktorlar bana eğer sağlıklı kalmayı
umuyorsam, üç öğün yemek yemem ve her gece en az sekiz saat uyumam gerekti-
ğini
söylediler. Küçük hatalarım bana onlann kesin olarak haklı olduklarını ispat
ettiler. Bir-iki gün yemek yemesem, ya da iki üç gece uyuyamasam; geceleri
rahatsız, tedirgin edici rüyalar görüyor, bir yorgunluk üzerime çöküyor, sesler
duyuyor ve en iyi arkadaşlarımın bile davranışlarından şüphe duyuyorum, böylece
yine hayatım cehenneme dönmeye başlıyor.
îşime
ve sosyal yaşamıma devam etmek zorunda olduğum için bu durum oldukça tehlikeli
bir hale gelir. Adeta filtrenin bozulduğunu hissedebiliyorum, eski ağrıların
beynimde toplandıklarım duyabiliyorum.
Kısa
zamanda bütün uyarıcılar aynı anda hücum edecek. Çevrem üstüme gelmeye
başlayacak. Ben sinirli ve yetersiz olacağım. Aklın bu durumunda, yorgunluk ve
regl dönemleri önemli bir rol oynuyor. Uykusuzluk ve yüklü bir gün yorgunluğun
en belirgin sebepleridir ama can sıkıntısı en yorucu şeydir. Sıkıcı sosyal
olayların tekrarı, eski sıkıcı konuşma konuları, kasvetli rutin işler-
bunların hepsi en yorucu şeylerdir. Sesler de yorucu olabilir -ve renkler. Ben
maviyi severim ama masmavi bir odada yaşamanın düşüncesi bile beni dehşete
düşürür. Beş yıl kadar önce hastalığım sırasında koyu pembe boyalı bir daire,
geçirdiğim krizi atlatmamda şaşılacak kadar yardımcı olmuştu. İklimin ve hava
durumunun da sağlığım üzerinde etkisi olduğunu sanıyorum. Esas hastalığım da,
bahsettiğim kriz de Ontario'da çok sıcak ve nemli yaz aylarında ortaya
çıkmıştı. Geçenlerde Trini- dad'dayken aynı şekilde bir bunalım geçirdim,
toplumun kötü yönleri ilgimi çekmeye başladı ve "kader"in o aşina
çekimini hissettim. Neyse, iklim yüzünden daha fazla hastalanmadan, oradan
döndüm. Ülkemin soğuk, kura ve yüksek yaylalarına dönünce, iki saat içinde
aklım başına geldi ve başımdan bir ağırlık kalkmış gibi hissettim. 2000 fit yükseklikte,
gerçekten bir ağırlık kalkmıştı başımdan! Genç ne-
şeli
ve umursamaz olmuştum. Basıncın, gerçekten ruh halleri üzerinde kesin bir
etkisi var.
Bu
sağlığı korumak işi göründüğü kadar kolay değil. Yıllardır, en yakın
arkadaşlarım bile bunu ciddiye almamışlar. Bir kalp hastalığım veya şekerim
olsaydı anlayacaklardı ama fazla çalışmanın, uykusuzluğun, çok içmenin vs.
nasıl olup da akıl hastalığını etkilediğini anlamıyorlardı. Bir kaç daveti
reddettiğim için adım anti-sosyala çıkmıştı. Bazı kişileri, projelerine yardım
etmediğim için kızdırmıştım, fazla enerji sarfetmemem gerektiğini
anlamıyorlardı. Sıkıntının beni hasta ettiğini söyleyince, bu davranışı
"çocukça" buluyorlardı.
Yaygın
bir teori de, şizofrenlerin sık sık iş değiştirmeleri ve belli bir plan
olmadan sık sık taşınmalarının sebebini, onların gerçekle yüzleşemeyip durmadan
kaçmaları olduğudur. Bunun çoğunlukla doğru olduğunu inkar edemeyeceğim, ama
her şeyin bundan ibaret olduğuna inanmıyorum. Yapımda doğuştan bir göçebe ruhu
olabilir ama hiçbir işi asla onu bitirmeden bırakmadım.
Sağlığımı
koruma kampanyamda, yiyeceğe bir servet harcamak zorunda kalmıştım; çünkü
içgüdümün ne yemeye ihtiyacım olduğunu söyleyeceğine inanıyordum.
Bazen
bir çukulata, bir portakal veya bir biftek -işte şüphelerin yokolduğu ve
hayatın yeniden yaşanmaya değer göründüğü bir akıl sağlığı için ihtiyacım olan
şeyler bunlardı. Pansiyonlardan taşınmıştım; çünkü komşular sağlıklı birisine
neden beş altı saatlik uykunun yetmeyeceğini anlayamıyorlardı. Fazla
yorulduğum zamanlar, işten "hasta izini" alıyordum. Beklenmedik
durumlarda kullanabileceğim yedek iç enerji stokum yoktu. Bir iki gün sessizce
yatmak ve çorba veya hafif bir şeyler yemek, benim hassas fiziksel dengemi
yeniden bulmama ve akıl gücümün yeniden canlanmasına yetiyordu. îş hayatındaki
stres, sıkıntı ve sorunları
da
bir iki gün dinlenerek çözümleyebiliyordum.Yıllarca, sekiz veya oniki haftada
bir üşüttüğümü veya midemi bozduğumu söyleyerek izin almak zorunda kaldım. Bir
gün gidip, "Ben bir akıl hastasıyım ve bir gün yatmaya ihtiyacım
var," diyebileceğim bir günün gelmesini hep hayal etmiştim. Aslında bu
geçerli bir nedendi ama gerçeği söyleyince neler olabileceğini düşünebiliyor
musunuz?
Yürüyüş,
akhm ve vücudum için çok yararlıydı. Duygulan ortadan kaldınyor ve rahatsız
beyni bir süre için dinlendiriyordu; aynı zamanda vücut için bir egzersiz
olduğundan iştah açıyordu. Şehirde yürüyecek yerlerin bu kadar az olması beni
dehşete düşürmüştü. Modem dünyanın hemen her yönü benim hasta yanımı rahatsız
ediyordu; asansörler, otomobiller, trafik ışıkları, neon ışıkları, gürültü,
hız — bunla- nn yüzlercesini sayayabilirdim. New York'taki İdlewild Havaalanında
aç ve yorgunken gözyaşlarına tutamadım. Aynı şey bir telefon santralinde
yalnızken başıma geldi. Bir şizofrenin bugünün dünyasında kır hayatının
yalınlığını düşlemesi ve böyle bir yaşama şansı eline geçirirse öğrenme ve
değişme dürtülerini tatmin edebileceğini sanması gerçek dışı bir hayaldir.
Karmaşık bilimsel araçlarla, teker teker başa çıkmayı öğrenmeye ve bunlara
hakim olmaya çalışmak ise realistçe bir davranış olur.
Şimdiye
kadar, yürümek yasa dışı değil henüz, aynca yapacak ev işleri var veya izin
verilirse yemek bile pişirebilir. Örgü örmeyi ve dikiş dikmeyi oldukça ucuz
uğraşlar olarak görmüşümdür ve bu tip monoton işler uçuşan fikirleri kafamda
tutmama ve bunları bir düzene sokmama yararlar. Gerekli görürsem, bir iş
üzerinde saatlerce konsantre olabilirim ve bunun kesintiye uğramasını çok
tehlikeli bulurum.
Eğer
"havamda" değilsem bu gibi işler bana sıkıcı ve hayal kırıcı gelir.
Okuma yeteneğim de havama bağlıdır. Yıllar geçtikçe ruh halime (havama)
gittikçe daha çok hakim olmayı öğrendim ve artık şimdi onlar benim efendim
olmaktan çıktılar; ama deneyimlerim onlara tamamen hükmetmenin anlamsız
olduğunu gösterdi. İçgüdülerim beni yeme, içme, çalışma ve eğlenme konularında
olduğu gibi, hobilerime de yöneltti.
Yaratıcı
dürtüler, kritik dönemler ve dinlenme devrelerimin doğal dönemlerine güvenim
olmasaydı hayatıma anlam kazandıran yaratıcı davranışlarım ortaya çıkmazdı.
Kendi
araçlarını kullanarak aklımın kendi kendisini iyileştirebileceğini
hissediyorum. Tek tehlike, içgüdünün mantıktan uzak yönlere sürüklemesidir.
Bir başka sorun da denge meselesi.
Geçmiş
yıllarda başıma gelen en cesaret verici şey, normal, daha önce
"mescalin" veya "lyseijik asit" almış olan insanlarla
konuşabilmem ve onların benim akıl hastalığı maceralarımı aptalca şeyler
sormadan veya inanmamış görünmenin güvenliliğine sığınmadan dinlemeleri ve
kabullenmeleriydi.
Şizofreni
bir yalnızlık hastalığıdır ve arkadaşlar çok önemlidirler. Kendime inanmama
yardım etmeleri için gerçek arkadaşlara ihtiyacım olmuştu; özellikle kendi
aklımdan şüphe ettiğim zamanlar beni överek cesaretlendirmek ve nasıl çalışıp
nasıl oynanacağını kendilerini örnek göstererek öğretmek için gerekliydiler. Psikiyatri
alanında çalışanların LSD'yi keşfetmeleri benim arkadaş çevremi genişletmişti.
Şizofreni'yle
beraber yaşamak cehennemde yaşamak olabilir; çünkü bu hastalık insanı bugün
çoğunluğun izlediği yaşam tarzından uzaklaştırır, ama başka bir açıdan bakılırsa,
gerçek bir yaşam olabilir; çünkü sanat ve eğitimde başarılı olunabilir,
insanları daha iyi anlamaya ve sevmeye yöneliktir ve bu dikkat, özen isteyen
bir yaşamdır, sanki daha önce kimsenin ayak basmadığı bir bölgedeki
kâşifmişsiniz gibi. Çoğunlukla, onbir yıl önce hastalığın "uyanmama"
neden olmasına sevinmişimdir, ama beynimin tekrar uykuya dalmasını istediğim
zamanlar da olmuştu. Çünkü her an tehdit altındayım. Fiziksel sağlığımın
bozulması, çok fazla baskı, 'iyi' yanıma ilginç göründüğü için üzerime aldığım
bazı sorumluluklar ve tekrar vadiye atılabileceğim ihtimali. Yine bir akıl
hastahanesinin bodrum katındaki koğuşunda bir koltuğa oturan anlamsız bir
varlık mı olacaktım, yoksa hastahane duvarları dışında modem bir dünyada
yerimi bulabilmek için ilerleyecek miydim? Bir salıncak gibiydim.
Bu
korku içimde kabarınca, şunu düşünmeliyim:
"Ya
salıncaktan düşersem ne olacak? Önemli değil. Boşlukta oyun oynuyorum. Bak,
akıl kendi denetimiyle hareket edebiliyor. Dengeyi tekrar bul. Ayaklarını yerde
ve başını bulutlarda tutan o hassas psikolojik dengeye yeniden kavuş. Bir
şizofren ancak böyle yaşar."
Mary
Cecil
Birçok
akıl hastalığı öyküsünün en belirgin özelliklerinden birisi, çevreye ve
hastanın kendisine karşı yönelttiği mizahi görüştür. Bu "deliliğe"
eşlik eden bir çeşit akıllılıktır. Mary Cecil’in espri anlayışı doğrudan
psikiyatri tedavisinin zayıf noktalarına yöneliktir. "Tedavi"
sistemine düşmanlık duyuyor ve aynı zamanda okuyucunun ilgisini ve sempatisini
kazanıyor.
Öfke,
kınama ve içe dönüş genellikle böyle yayınlanabilir bir doküman halinde
görülmez.
Mrs.
Cecil'in, psikiyatrik deneyiminden sonra katıldığı bir yemeği anlatma şekli
özellikle ilginizi çekecektir. Deliliğin tartışıldığı bir konuşmanın ortasında,
birden bire tıp adamlarının ikinci elden bildiklerinden çok daha 'fazlasını
bildiğini farkeder. Ve şöyle yazar, "bu zeki bilim adamlarının tam
tanımak istedikleri insandım. "
Hastalığı
konusundaki açık kalpliliği, bu konuda konuşmaya istekli olması ve bu durumu
yaşamının bir parçası olarak kabul etmesi diğerleri tarafından şaşkınlıkla
karışık sıkıntıyla karşılanmıştı. Ama Mrs. Cecil'in en üstün olduğu ânı,
"her şeye rağmen 'birisi' olduğumu hissetmiştim" diye tanımlaması
kendinden gurur duyduğunu gösterir. Bir kişinin gurur duyduğu konu deliliği
olsa bile bu pozitif bir düşüncedir.
Önce
bir hastanedeki 'dişandan gelip tedavi gören' hastalar bölümüne giderken
yanımda geveze bir şeytan bana eşlik ediyordu. Oraya nasıl varabildiğimizi
bilmiyorum; çünkü vızıltılı bir sesle beni durmadan yanlış yönlere yöneltmek
istiyordu ama sonunda gideceğimiz yeri bulduk. Binanın et-
rafından
üç kere dolaştıktan sonra daha önce orada olmayan giriş kapısı ortaya
çıkıverdi.
İçeriye
girince, uzun bekleyişimiz sırasında doktorla en iyi nasıl başa
çıkabileceğimizi tartıştık. Doktor, esmer, karanlık yüzlü ve şeytana
olağanüstü bir benzeyişi olan bir adamdı.
"Sana
deli derler", diye arkadaşım beni uyardı, "buna bir kelime söylersen
sana deli damgası vurur. Adam benim kadar kötü. Belki daha da kötü."
Aceleyle
bir başka doktora geçtik. Yüzü öbüründen daha iyiydi ve ilk bakışta hoşlandım.
Rahat bir havası vardı. Bu randevu için günlerden beri beni zorlayan ve ondan
bahsedersem beni öldürmekle, yoketmekle ve delirtmekle tehdit eden
şeytan-arkadaşım birdenbire somurttu ve bir şeyler homurdandı:
"Eh,
ona istediğini söyle. Sana nasıl olsa inanmayacak, neden kaygılanayım ki?"
Böylece
sıcak kanlı doktora, yine de biraz temkinle her şeyi anlattım. "İşte
böyle" dedim "bütün gün ve bazen geceleri de her tarafa, baktığım
her yere afişler asmaktan başka bir şey yaptığı yok, delireceğimi
söylüyor."
Bir
şey beklercesine durakladım.
"Deli
olduğunuzu sanmıyorum", sıcak doktor rahat bir edayla böyle dedi.
Bu
tam benim duymayı istediğim şeydi. Ama doktorun yanında oturan tek kollu kadın
dikkatimi çekti. Doktor*un neler yazdığını görmek için uzanıp baktı, sonra
ciddi ciddi bana baktı. Ona ara sıra gülümsemeye çalışıyordum ama o hiç
gülmedi. Sıcakkanlı doktor:
"Bir
süre için hastaneye gelmeye ne dersin; çünkü senin sinir bozukluğun var
sanıyorum," dedi.
Ne
güzel ifade etmişti! Eğer akıl hastalığı deseydi, ona asla güvenmezdim.
Şeytan-dostumla hep pazarlık ediyor-
dum,
o benim sinirlerimi bozabilirdi ama delirtemeyecekti. îyi zamanlarında her iki
halde de üzüldüğünü, bana kötülük yapmak istemediğini söylerdi, ama eğer böyle
davranmazsa geldiği yerde aptal durumuna düşermiş. Herkes onunla alay edermiş.
Kötü zamanlarındaysa elinden gelenin en kötüsünü yapmaktan sakınmazdı.
Neyse,
ben de bir hafta daha denemek ve kendimle mücadele etmek istediğimi söyledim.
Doktor da olur dedi ve bana iyi şanslar diledi. Tek kollu hanıma son bir kez
gülümsemeyi denedim ama bana bir pencereden içerideki dağınık odaya bakar gibi
bakıyordu. Kendi şeytanımı kendim çıkartmak istiyordum; çünkü bu it durmadan,
ümitsiz hayat kavgama burnunu sokuyor ve tükendiğimi söylüyordu.
Haftanın
büyük bir kısmını savaşarak geçirdim. Bu cinsten bir işkenceye karşı kulakları
tıkamanın bir yolu yoktu. Ama ben her sabah kulağımın dibinde vızıldayan
tehditler ve uyarılarla mücadele ediyordum, alış veriş yaparken bile.
Sonunda
eve yorgun argın ama galip olarak dönerken, birden bir ses çınlardı:
"Ya,
ekmek almayı unuttun!"
Aslında,
hafta bitmeden yenildiğimi anlamıştım ve çabalarım azaldığı anda, saldırı
şeytani bir hal almıştı. Repertuarındaki her işkenceyi kullanıyordu -dır dır
etmek, başımın etini yemek, tatlılıkla kandırmak, pohpohlamak, acımasız şeyler
söylemek gibi. O fısıldayan öğütlerin kurnazlığı! Şunu veya bu aptalca şeyi
yaparsan benden kurtulacaksın ve bu öğüdü hevesle yapınca da -sevinçten
havalara uçuyordu! İnsan kendini ne kadar salak hissediyordu!
"Ama
neden benim sözümü dinledin?" diye bu Allah'ın cezası her seferinde sorma
yüzsüzlüğünü yapıyordu. Sanki benim tercih hakkım vardı da!
Daha
önce senfoni orkestrasında çalıştığım halde, bir rumba orkestrasının
çalışmalarına katıldım. Ama gürültü dayanılmayacak gibiydi ve notaları sprey
halinde püsküren büyük harflerden okumak zorundaydım. Flütümü inatla üflerken
gelen bütün mesajları yok ettim, böylece aramızda şöyle bir tartışma sürdü,
gitti:
"Seni
elime geçireceğim!"
"Pöf!
Sen yoksun.
"Göreceksin,
bak!
"Yalnızca
uyduruk bir hayal."
"Öyle
mi? Zavallı aptal, bütün deliler akıllı olduklarını zannederler. Yine
tuzaklarımdan birine düşüyorsun."
Bu
noktada beni alt etmişti. Kendimin deli olduğunu düşünmeye devam etmeyi
istemeye başladım.
Bir
gece geç vakitte beni gerçekten korkuttu. Beş dakika sonra ölecek miyim, yoksa
on dakika içinde çıldıracak mıyım, bilemiyordum; ama her ne olursa olsun acele
hastaneye gitmeye karar verdim. Doktorumu aradım ve haber verdim.
Küçük
yaşımdan beri yetiştirilme tarzımdan ötürü böyle küçük sinir bozuklukları
geçirirdim ve bir genel pratisyenin bunu teşhis etmekte çekeceği zorlukların
faikındaydım. Ama oldukça başarılıydık ve sıcakkanlı doktorun yeri dolu olduğu
için bir hastanenin bakım koğuşuna gittik. Yolda, şaşılacak kadar sessiz olan
arkadaşıma çalım satıyordum, ona cadı bile demeyi göze aldım -bu kelimeyi bir
hakaret olarak kullanmıştım.
Ama
hastaneye varınca ve dirseğimizden tutularak içeriye götürülüp, tırnağımızı
kestiklerinden ve baştan ayağa muayene edildikten sonra müthiş bir huzursuzluk
hissi duydum; bu ’o'nun bir işaretiydi.
"Yine
kandırdım!" diye bağırdı, "işte şimdi bu işi becerdin! Seni burada
damgalayacaklar!."
Boşboğaz
domuz beni bütün gece uyutmadı; homurdanan, karışık koğuşta. Sabaha doğru,
ilerdeki yataklardan birine gerçekten şiddetli bir vaka getirdiler; radyo
oyunlarındaki gibi çığlıklar atıyor, gıdaklar gibi gülüyordu. Benimki
burnundan soluyarak, çatal tırnaklım, radyo çalıyor, senin de sonun böyle
olacak" dedi.
Bu
hale düşmek düşüncesi acı veriyordu bana ve hemşirelere en olmadık kelimelerle
bağıran yeni hastaya bakamı- yordum.
Sabahleyin
koğuş doktorunu gördük. Cheshire kedisi suratlı, babacan bir adamdı. Bizi
büyük bir şaka olarak görüyordu ve onun ne zaman ciddi olduğunu
anlayamazdınız. Ona nasıl bir deli olduğumu anlattım.
"Kendini
bir akıl hastanesinde bulacaksın," derken mutlu mutlu gülümsüyordu.
"Hayır"
diye düzelttim, "yalnızca sinir bozukluğu", gülümsemesi beş
santimetre daha genişledi.
"Kendi
isteğinle gitmezsen, sana deli belgesi verirler."
"Peki,
peki" dedim çabucak, bu belki de bir şaka değildi.
"Demek
müzisyensin" dedi, yüzü neredeyse gülümse- mekten ikiye bölünecekti.
"Ben de Bach'ı severim. Öyleyse ben de senin kadar deli olmalıyım, değil
mi?"
Ben
de ağzımı biraz genişlettim (yani gülümsedim.) Bu bir şaka mıydı, yoksa değil
miydi? Bu problem, benimkiyle beni bütün bir gün meşgul etti.
Ertesi
gün öğleden sonra hepimiz kurula çıktık. Şeytanlar, her şeyi bildiklerini
söylemelerine rağmen, bazı noktalarda şaşılacak kadar cahildiler, onun için
kuyrukta yanımda duran yaşlı hanıma bu kurulun ne demek olduğunu sordum. Bana
belkemiğine bir çiroz saplandığını söyledi. Çok üzüldüğümü söyledim ve aynı
soruyu biraz ilerideki hayal dünyasında yaşıyor gibi görünen bir kıza sordum.
"Bize
ne yapacaklarına karar veriyorlar," diye anlattı.
"Bir
psikiyatr, koğuş doktoru ve tabii ki bir de yargıç var.
Herkes
bir koro halinde, "evet, bir yargıç olmalı," diye mırıldandı."
Bize
belge verebilmeleri için üç doktorun olması gerektiğini belirtince, neşeyle
bunu halledeceklerini söylediler. Sıram geldiğinde, korkudan hasta olmuştum.
Psikiyatr soğuk bir adamdı. Acımasızca şöyle dedi:
"Kendini
aptal yerine koymuşsun, değil mi?"
"Evet,
öyle oldu."
"Gerçekten
tuhaf davranmışsın, değil mi?" diye gürledi.
Bu
tam benim arkadaşın stiliydi ve hemen soruşturmaya o da katıldı, böylece ikiye
karşı tek kalmıştım.
"Öyle
oldu" diye tekrar, tekrar kabullendim.
"Ailen
seni yarın götürecek, ileride davranışlarına dikkat etsen iyi olur. Biraz da
onların duygularını düşün."
"Bir
sonraki!"
Bizim
Cheshire kedisi bile sinmişti ve şaşkın bir halde kapıya doğru yürüdüm. Beni
dışarı atıyorlardı. Benim hasta olduğuma inanmamışlardı. Ne yapacaktım? Benim
başarısızlıklarımı şeytanca bir zevkle izleyen arkadaşım bile endişeli
görünüyordu ve tekrar o sıcakkanlı doktora gitmemizi önerdi. Gittim ama kimse
cevap vermedi. Yalnız, koğuş doktoru temkinle etrafına bakındı ve gülümseme
cesaretini gösterebildi.
Bütün
gece, imrenerek diğerlerinin deliliklerini, birdenbire haç çıkararak veya
yerde çıplak yatarak veya kendi ruhlarıyla yüksek sesle konuşarak ispat
etmelerini seyrettim. Ama bunları gördükçe gittikçe daha çok utanıyordum. Bir
süre yüksek sesle ağlamayı denedim ama yeterince olağanüstü bir gösteri
olmadığından kimse farkına bile varmadı.
Evde
yaşamak büyük bir gerginlik yaratıyordu. Ailem için çok üzülüyordum -annemin
kaygılanması, babamın sıkılıp utanması. Durmadan normalmiş gibi davranmaya
çalışıyordum ve şeytan bana susma cezası verdiği zaman da kimsenin
farketmemesi için yatağımda kalıyordum. Bu şekilde geçen bir onbeş gün sonra
anneme sıradan bir şey söyler gibi, sıcakkanlı doktora telefon etmesini rica
ettim ve onun çalıştığı bir hastaneye gittik. Annem, Doris Teyze'den hiç
bahsetmedi.
Akıl
Hastanesi'nin bir çeşit resepsiyon koğuşunda geçirdiğim iki haftadan sonra
doktora, hiçbir şey yapılmadığından yakındım. Durumun âcil olduğunu farketmiş
gibi görünmüyordu. Cehennem'den gelmiş bir iblisin ellerinde çaresiz, aciz
öylece duruyordum ve her an her şey olabilirdi. Bizleri Meşgale (uğraş)
Terapisine veya çimenliklere yollayan hastanenin hiç telaşı yoktu, rahattı,
huzurluydu. Bazen birisi seçiliyor ve kan testi veya bunun gibi saçmalıkları uygulanıyordu.
"Ama
biz burada sizin için önemli şeyler yapıyoruz" doktor ciddiyetle böyle
demişti ve bir an ona neredeyse inanacaktım ama bunun çocukça bir avutma
olduğunu anladım. Doktor monoton bir sesle devam etti: "Aslında sana bazı iğneler
yapacağım. Başka bir koğuşa nakledileceksin."
Som
sormanın zaman harcamak demek olduğunu öğrenmiştim. Psikiyatrlar esrarlı bir
havaya bürünmeyi seviyorlardı. Bu koğuşta bazı hastalar zaman zaman patlak
verip, çıkış yapıyorlardı. Benimki, iyi zamanlarında beni teselli etmeye
çalışıyordu: "Seni bu derece dehşete düşüren şey, yalnızca yetiştiriliş
tarzın" diyordu ama bunun da pek yararı olmuyordu.
Bazı
azgın, şamatacı hastaları dışarıya sürüklediklerini farkettim. Fısıltı
dedikodularına göre bunları, 'Villa' adı verilen bir zindana götürüyorlarmış.
Yandaki
yatakta yatan kız, içinde bulunduğumuz koğuşun karma olduğunu söyledi.
Buradaki bir takım tuhaf şeyleri kabullenmiştim -her şeye rağmen bizim de bazı
metod- lanmız vardı- fakat aynı koğuşta erkeklerle kadınların bira- rada
kalması bohem havası veriyordu. Benim arkadaşla tanıştığımda, küçük bölmeler
olduğunu veya ortada bir perde asılmış olabileceğini söyledi. Biraz daha kurnaz
olsaydı, benim esas geceliğimi düşündüğümü bilebilirdi; okul yıllarından
kalma eski, güve yeniği dolu bir gecelikti bu ve çok kısaydı.
Bu
şüpheli şöhreti olan koğuşa bir akşamüstü çıktım, iki kişiden başka bütün
hastalar "Meşgale Terapi"sine gitmişlerdi. İki yatakhanenin
arasındaki ortak odaya girdim ve orada iki kadın gördüm. Birisi koltuğa
çömelmiş oturan çok genç bir kızdı. İfadesinin garipliği kanımı dondurdu, öbürü
bir radyatöre dayanmış ağlıyordu. Ona bir sigara uzattım ama o bir bardak su
istedi. Mutfağa koştum, orada her iki cinsten de hemşireler ve bir rahibenin
olduğunu sevinçle gördüm.
Saat
dörtte, bir insan seli gürleyerek içeri geldi. Sayılan ve yüzlerine deliliğin
damgası gibi vurulmuş olan haykırışları, içimde artakalmış olan güven
kırıntılarını da yoketti. Çay'dan sonra bazı iğnelerin yapılacağını söyleyen
bir hanım doktor gördüm.
Yatma
zamanı gelince erkekler bir yatakhaneye, kadınlar da diğerine girdiler, bu
sorun böylece halledilmiş oldu. Bir hemşire yatakların yanma gelerek takma
dişleri ve gözlüklerimizi istedi, ben de her ikisi de olmadığı için kendime
kızdım. Bir köşede, hastanın teki anlamsızca, okuma gözlüğünden ayrılmamakta
direniyordu. 'Onları yiyeceğimi mi sanıyorsunuz?' diye sordu. Başka hemşireler
de çağrıldı, aralarında iki iri yarı adam vardı ve hepsi yatıştırıcı bir sesle
konuşuyordu. Ama yine de gözlükler burnunun üstündeydi ve kitap da dizlerinin
üstünde açık duruyordu. Gece Hemşire- si'ne ve Başhemşire’ye üç aydır hastanede
olduğunu, her seferinde gözlüğünü sakladığını ve şimdiye kadar kimsenin
farketmediğini söyledi. Sonunda, eğer bu kadar çocukça davranmakta inat
ediyorlarsa, gözlükleri o uyuduktan sonra dolabından alabileceklerini söyledi,
patronlar çıktıktan sonra etrafına bakınıp ellerini çarptı, 'Bunlar bizi deli
mi sanıyorlar?' diye sordu, sonra da cevabını kendisi verdi; "Eh evet,
tabii ki öyle sanıyorlar."
Tam
yatağa girerken üzerinde 'Villa' yazılı bir çarşaf gözüme ilişti. Ağzımda
tuhaf bir tad vardı. Hileyle yanlış bir yere mi getirilmiştim? Kalbim çarparak,
pencereden baktım ve tek başına duran küçük bir bina gördüm. Yanımdaki yatakta
yatan kadın, "Orası Villa" dedi.
Sabahleyin
çay fincanlarının şıkırtısıyla uyandım, sonra koşuşturan ayak sesleri, orta
masaya yığılan battaniyeler, kauçuk şiltelerin yumuşak sesleri...
Bir
önceki gece boyunca şakalaşan hastalar sessizdiler. Yatak komşum ensülin
tedavisinde mi olduğumu sordu. Yorgun bir sesle sanmadığımı söyledim, aslında
bu Ayna kuruluşta insan farkına bile varmadan herşey olabilirdi.
Kız,
"tedavi" diye açıkladı.
"Bu
da iğneler gibi mi?"
"Evet"
diye başını salladı, "biran önce fırlayıp yıkan, sonra sana ensülün yatağı
nasıl yapılır göstereyim" dedi.
Gittikçe
daha çok meraklanıyordum. Şeker hastalan koğuşuna mı düşmüştüm? Kalabalığı
izledim ve onların yaptıklarını yaptım, ne kadar sakin ve akıllı olduğumu
göstermek için de hiç soru sormadım. Yataklarımızdan çarşaflan çıkardık,
onların yerine masadaki kauçuk yatak ve battaniyeleri koyduk. Birisi bana bir
gecelik verdi ve kendiminkini dolaba koymamı söyledi. Bu gecelik bir tuhaftı.
Birisinin,
tamamen önünü mü, yoksa arkayı mı açık bırakmak gerektiğine karar vermesi
gerekiyordu. Ama o sıralarda en önemli sorunlarımız bunlardan ibaretti. Benim
şeytan arkadaş somurtuyordu, keyifsizdi, o iğnelerin ne işe yaradığını
anlayamamıştı ama yine de her zamanki gibi "bugün yardım edici günümde
değilim" dedi. îyi ama şeytanlar ne işe yarıyorlardı? Bu komik geceliği,
bağlarım, dikişlerini inceledim ve sonunda başkalarına bakıp, onlar gibi giyindim.
Bir
hemşire oradan oraya elindeki tepside bir kaç şırınga taşıyarak dolaşıyordu. İki
popoyu delerek, sonra birkaç silah daha getirmek için çıktı. Beni en sona
bırakmıştı. O zamana kadar öylesine heyecanlanmıştım ki ikinci iğnede göz-
yaşlanmı tutamadım.
Hemşire
neşeyle gülerek, "kısa zamanda bu koğuştan yüzerek çıkacağız" dedi.
Burada gerçekten tuhaf şeyler söylüyorlar.
Panjurlar kapanmıştı ve her yatağın
etrafına perdeler konmuştu. Işıklar söndürülmüştü. Daha yeni uyanmıştık, her
halde uyumamızı beklemiyorlardı. Ama doğru davranmak çok önemliydi onun için
kararlı bir şekilde gözlerimi kapattım. Gözlerimin önünde çılgın küçük şekiller
dansedi- yordu. Uyumaya çalıştıkça işkence gören yüzler gözümün önünde
sallanıyor ve benim şeytan - arkadaş da durmadan beni uyutmayacağını
söylüyordu. Yarım saat bu işkenceyi çektikten sonra yandaki yataktan korkunç
bir çığlık koptu. Hızla çarpan kalbimin ve benimkinin sesinin arasından ne
olduğunu duymaya çalışıyordum. Yan yataktan homurtular geliyordu. Koğuşun karşı
tarafından tren düdüğüne benzer bir ses geldi. Bana saatlerce gibi gelen bir
süre yatakta hiç kıpırdamadan yattım, hava tuhaf çığlıklarla dolmuştu. Yataklardan
kıvranan kurbanların sesleri geliyordu. Bunlar, neyin A............... kurbanıydılar?
Perdelerin
arasından hanım doktorun gazetesini okuduğunu görebiliyordum. Bir hemşire
nabızları ölçmek için dolaşıyordu. Her gün bir kaç kişinin ölmesini mi
bekliyorlardı? Kaseler, kavanozlar, lastik tüpler, şırıngalar, parlak bir
şeyler, bir sürü ıvır zıvır dolu bir tepsi gözüme ilişti. Sonra bu tepsi her
yatağın yanına getiriliyor ve hastaların inlemeleri, sızlanmaları iki kat
artıyordu. Gözlerimi açınca saçları karmakarışık bir kafa gördüm. Ağzından
salyalar akıyordu. Benimki hemen öttü: "Sana dememiş miydim? İşte senin
sonun da böyle olacak."
Sırtımdan
soğuk ter boşanıyordu. Gürültü yavaş yavaş yatıştı. Panjurlar açıldı, perdeler
toplandı, yatak masaları üzerlerindeki kahvaltı tabaklarıyla karşıya itildi.
Gözlerimi kırpıştırarak etrafıma bakındım, ister kızarmış ister tebeşir gibi
beyaz olsun her yüze bir boşluk, anlamsızlık damgası vurulmuştu. Hanım doktor
yanıma geldi ve benimle konuştu. Benimle şakalaştı, buranın hayvanat bahçesine
benzediğini söyledi.
Gülümseyerek,
"bir kaç gün içinde sen de uyuyabileceksin, bunun oldukça hoş olduğuna
inanıyorum" dedi.
Sonraki
günlerde mümkün olduğunca çok bilgi toplamaya çalıştım. Her sabah bize biraz
daha fazla ensülin vererek sonunda komaya sokmak istiyorlardı.
İnsanın
en az otuz koması olmalıydı ve bütün gün hastalar birbirlerine kaç komaları
olduğunu anlatıyorlardı. Birinin burnundan tüple glikoz karışımı verilmişti ve
günün geri kalan kısmında bol miktarda nişasta ve şeker yemesi öngörülmüştü.
Sizin
de tahmin edeceğiniz gibi insan vücudu bu kadar karışık şeyleri bir anda kabul
etmekte zorluk çeker ve hastalanır. Gittiğimiz her yerde büyük kavanozlarda
glikoz karışımları oluyordu; kriz gelirse hemen kullanılacaktı. Bazı hastalar
da gece yarısında kriz geçiriyorlardı, buna 'Tepki'
diyorlardı.
Uykudayken komaya giriyorlardı ve onları bu halden çıkarmak için uzun süre
uğraşılıyordu. Bu gece dramları korkunçtu. Gece hemşireleri her saat devriye
geziyor, el fenerlerini yüzümüzde gezdiriyor hatta bazen birisini uyandırıp,
"dilini çıkar" diyorlardı.
Her
sabah gittikçe daha ateşli, susamış ve rahatsız uyanıyordum. Bu tedaviden
dolayı böyle oluyordu. Bazen ani çarpıntılarım oluyordu. Ve sonra olan oldu.
Aklım parçalanmaya, bölünmeye başladı; bayat bir kek gibi ufalanıyordu.
Böylece delilik kendini gösterdi. Nabzınu ölçmeye gelen her hemşireye sıkıca
tutunuyordum ama konuşamıyordum. Bütün kontrolümü yitirmiştim, uğruna büyük
savaşlar vermiştim ama hepsi boşunaymış. Sonra, hiçlik.
Bundan
sonraki raund oldukça uzundu. Galiba yarım saat kadar sürmüştü. Sanki birisi
yaşamı için mücadele ediyor gibiydi. Müthiş kabuslar yabani hayvanlar gibi
saldırıyorlardı. Göz kamaştırıcı, parlak bir platformda ensemin dibindeki
canavar peşimde koşturup duruyordu. Yavaş yavaş ama acı vererek bu platformun
dönmesi azaldı, hafif bir sallantıya dönüştü. Öylece yattım. Vücudumda hiç bir
duyu kalmamıştı, kıpırdamaya gücüm yoktu. Bir süre sonra gözlerimi
kırpabildim, bunu arka arkaya bir kaç kez yaptım, emin olmak için. Hemşireler
sanki yavaş çekimdeymiş gibi perdemin önünden geçtiler; gürültüler, sesler
gökgürültüsü gibi geliyordu.
Birden,
bir parmağım kıpırdadı. Sonra ayağım. Ama ko- nuşamıyordum. îçeri bakan
hemşireye bir şeyler söylemek istedim, ama dehşetle, anlaşılmaz sesler
çıkardığımı duydum. Yatak masası itilmişti, bana geceliğimi verdiler.
Üstümü,
hantal hareketlerle değiştirdim. Bu epeyce zaman almıştı. Kaşığı bir bebek
gibi tuttum, istediğim yöne gitmiyordu, ağzımı bulamıyordum. Utançla ağladım.
Her
sabah, sıcak banyodayken -bu ensülincilerin tek ayrıcalığıydı- canavarın
pençeleri gevşer, insan gülümseyebilir ve özgürlüğün tadını çıkarır. Sonra bir
sonraki komanın gölgesi üzerinize düşer ve sizi bütün gün etkisi altına alır.
Bu sıkıntı ve düşünceler öylesine yoğundur ki ayrıca şeytanın sizi etkisi
altına alması için yer kalmaz ve ben, bu gerçek üzerinde çalışılırsa tedavinin
ve iyileşmenin sırrının bulunabileceğini düşünüyordum. Elbette ensülin
konusunda şakalar yapmaya çalışıyorduk. Şokun şokundan kurtarabilecek bir ek
şok olması gerektiğini söylüyorduk.
Ensülin'in devamlı kullanılması bir
şey değiştirmez. Her seferinde aynı müthiş duyguları yaşarsınız. Dönüşte aklınızda
olan ilk şey daha kaç kere bu gidiş gelişleri yapacağınız olur. İğne girdikten
sonra, artık.................... bunun
olmasını
hiç
bir şey durduramaz diye düşünürsünüz.
Biz
hastaların koyun gibi yatakları yapmamızı ve sonra içine girip öylece
beklememizi görmek, içimi öfke ve acıyla dolduruyordu. Bu her türlü incelik ve
edep kurallarına karşı bir tecavüzdü. İnsan ruhunun saptırılmasıydı. İnsan
sağlık açısından iyileştikçe, bu hakaret hissi daha kötü geliyordu.
Önceleri
bunun gerçek deliler için farklı olabileceğini düşünüyordum; çünkü onlar
anlamayacak ve hissetmeyeceklerdi. Fakat bir kadın vardı, günlerini neredeyse
görebileceğiniz bir sis içinde geçiriyordu.
Belli bir amaçla yaptığı tek şey
sabahları kalmak oluyordu. Bir şimşek gibi hızla giyiniyordu. Bir hemşire onu
tekrar yatağa yatırıyordu. Ona arkasını döner dönmez, Anna ayağa fırlıyor ve
yine giyiniyordu. Bir keresinde koğuştaki- ler sisi geçip durumu ona anlatmayı
denediler, Anna'nın yüzü bir an için aydınlandı. "Tedavi ?" diye tekrarladı, "bu
günün
kötü kısmı mı?."
Hastane'de,
bir sürü yabancının önünde bile, insan kendi üzerinde kontrol kurmayı
deneyebilir ve insanın bunu durdurduğu, gerçek kendisi olmadığı tek zaman
Psikiyatr'ı gördüğü zamandır ve bu da pek sık olmuyordu.
Bu
aslında çok sıkıcı bir durumdu. Size hiçbir şey söylenmiyordu. Hiç bir yorum
yoktu, ona anlattığınız şaşırtıcı, eşsiz, inanılmaz şeylere hiç bir tepki
göstermiyordu. Sanki bunları daha önce de duymuş gibiydiler. Benim şeytan dostum
da karışıklığa katkılarda bulunuyordu. Doktor'a onun davranışlarını anlatır
anlatmaz, hemen tarzını değiştiriyor, otoritenin tarafını tutuyordu. Çevremdeki
her şeyi siyah beyaz gördüğümü söylediğim an, her şeyi rengârenk yapıyordu.
Birkaç hafta nerede olduğunuzu bilmez haldesinizdir ve mantıkla mantıksızlık
arasındaki savaş beyninizde devam eder.
Aslında
en ufak bir ümidim yoktu, çözüm bulamamıştım. Bu, şok tedavisi yapılan
koğuşta, çok nazik ve ilgili bir hanım doktora rastlayıncaya kadar böyle sürdü.
Bir keresinde bana sorular soruyordu, ben de içimdeki şeytan dostla mücadele
ediyordum; birdenbire ağlamaya başladım. Alt kattakiler gibi umursamaz olmayan
bu hanım doktor elini dizime koydu ve şöyle dedi:
"İyileşeceksin,
bunu sen de biliyorsun."
Niye
bunu bana daha önce kimse söylememişti? Şimdiye kadar kötü kaderimi, bir daha
eski benliğime dönemeyeceğimi yüzlerce kez söylemiştim ama onlar hiçbir şey
demeden öylece gülümsemişlerdi.
Hanım
doktor, "yalnızca sabırlı olman gerek, hepsi bu. Bir sinir bozukluğu
geçiriyorsun." dedi.
Başka
bir mucize daha. Bu uçurumun kenarına aylardır tutunmuş bekliyordum ve o, bu
sözüyle beni öbür kıyıya atı- vermişti. Öyle harika bir şeydi ki bu. Odayı
zaferden başım dönmüş bir halde terkettim. İçimdeki iti yok farzettim, onu ölü
olarak kabullenmiştim.
Bizim
koğuştaki herkes hanım doktora saygı duyuyordu -İsyan bile. "îsyan"ı
seviyordum, benim çekingenliğime karşın on kat cesurdu ve arkadaş olmuştuk.
Kitap ve şiir okur, edebiyat ve sanat konusunda tartışırdı ve bir gün onun benimle
beraber şok tedavisine geldiğini görünce çok şaşırdım. Bir iki dozdan sonra
hemen gerginleşmiş ve aklı dağılmıştı.
Şok
tedavimin ortalarına doğru, hanım doktoran gideceği haberi bir bomba gibi
patladı. Bu gibi değişiklikler koğuşta huzursuzluğun yayılmasına neden olurdu.
Ondan sonra gelecek olan doktor hakkında kasvetli dedikodular dolaşıyordu,
"İsyan" ondan nefret edeceğini söylüyordu. Gelir gelmez yapacağını
yaptı.
O
güne kadar sağlık kayıtlarımızda sinir hastalan olarak görülüyorduk, bir gece
içinde hepimiz "depresyon vakaları" oluverdik. 'İsyan' öfkeliydi ve
onu "depresyon vakası" yapmaya bu hastanenin haklı olmadığını
söylüyordu.
Yeni
doktoru sevmiştim; çünkü topallıyordu ve ben çevremdeki bir sürü insana
şiddetle acıdığım bir dönemdeydim. Hastalar bana yetmiyordu ve topal doktorlan,
zenci hastabakıcıları da acıma listeme koyuyordum. Her şeye rağmen, günlük şok
tedavisi dehşetinden sonra "geriye dönüş"te tanıdık yüzler görmek
iyi oluyordu. Yeni doktor genç ve hevesliydi.
Çabucak
yatağınıza kadar geliyor ve olağanüstü bir soru soruyordu. Bir bakışta
dosyalarımızı yutmuş olmalıydı; çünkü belirtilerimizi hep birbirine
karıştırıyordu. Bu "İsyan"! daha da kızdırıyordu. Kimse ona
tuhaflıklar isnat edemezdi ve ağzına geleni söyledi.
Bu
sırada, bir sürü zeka testi yapıyorlardı, acaip şekillerdeki mürekkep
lekelerini okumamı istiyorlardı. Her zamanki gibi, ilginç bir insan olmak
istediğimden bu mürekkep lekelerinde Freudvari bir şeyler görmeye
çalışıyordum. Bir kronometreyle zamanlanan kafa aritmetiği bir kâbustu; çünkü
en iyi zamanlarımda bile aklımdan hesap yapamazdım. Hem unutmayın, bu
aritmetiği ikimiz yapıyorduk ve hep farklı sonuçlar çıkarıyorduk.
Günün
geri kalan kısmında da kaç tuğla vardı, kaç adam olmalıydı diye tartışıyorduk.
Sonra bu testlerden hiç bahsedilmez oldu, 'İsyan' zaten bunları yapmayı
reddetmeyi alışkanlık haline getirmişti. O hep, herşeyin nedenini ve ne faydası
olacağını araştırırdı.
Yeni
doktor o mürekkep lekeleri konusunda pek heyecanlıydı. Aslında onda gördüğüm
saçmalıklar, onun bu saçmalıkları yorumlamasıyla birleşince, bugün bile beni
etkileyen sonuçlar çıkıyordu. Ama o, öylesine iyi niyetliydi ki ona karşı
daima kibarca davranıyordum. Söylediği herşeyi kabullenince yüzü hemen
aydınlanıyor ve mutlu oluyordu.
Bir
aylık bir şok tedavisinden sonra hâlâ düşündüğüm tek insan oydu. O dönemde,
benim şeytan-dosta son veda konuşmasını yapmıştım ama bitirememiştim çünkü o
sıralarda müthiş komik şakalar yapmayı adet edinmişti ve yüksek sesle gülmek
istemiyordum
Sonunda
odanın uzak bir köşesine gidip fısıldıyor, bir şeyler anlatıyordu. Benim onu
duymaya çalışmam çok sinir bozucu oluyordu; bu sahneler onun "söyleyecek
bir şey yok; her şey söylendi" demesiyle bitti. Bu doğruydu. O gittikten
sonra, etrafımdaki boşluk çok tuhaftı ama o derece de harika. Sessizliği hiç
bu kadar çok sevmemiştim.
Böylece
bütün gün kendi kendime kaldım, hasta arkadaşlarımı sinir bozucu bulmaya
başladım, yeni gelenler aynı benim başlangıçta yapmış olduğum şeyleri
yapıyorlardı,
devre
- devre aynı şeyleri ve onlara acıyacak yerde ne kadar salakça davranmış
olduğumu görüp öfkeleniyordum. Günlük şok tedavilerinden, önceleri yalnızca
korkuyordum, bu korku gün geçtikçe daha kuvvetlendi ve şiddetlendi. Tam bir
başka doza dayanamayacağımı düşünürken, soğuk aldım ve tedavi ertelendi. Otuz
komayı tamamlamam için yalnızca beş doz daha almam gerekiyordu, tki gün ara
verdikten sonra yeniden başlamayı düşünmek bile bir işkenceydi. Ertesi gün
karar verilecekti. Hepimiz kurula çıkacaktık. Bu her birimiz için bir şanstı
ve kurula neler söyleyeceğimizi prova ediyorduk. îsyan'ın bu gibi şeylerle
ilgisi yoktu. Düşündüğünü aynen söylerdi. Ben çok politik davranmaya karar verdim
-tabii kendimi biraz zorlamam gerekecekti.
Kuzeyli
bir köylü vardı; kurnaz, barışsever bir adamdı. Piposu'nun arkasından şöyle
dediği duyulurdu: "Ah, onlara duymak istediklerini söyleyin."
Psikiyatrlar neden insan psikolojisini bilmiyorlar diye düşünüyordum.
Dalkavukluğa kimse dayanamaz. Bunun için sıram geldiğinde, neşeli ve
espriliydim, kendimle ilgili şakalar yaptım, bütün görüşlerimi yalanladım,
benim şeytan arkadadaşın yalnızca hayal ürünü olduğunu söylerken parmaklarımı
çaprazladım (bir yandan da bunun gerçek olmasını diliyordum) ve beni dikkatle
inceleyen bu dörtlüye ne kadar zeki olduklarını söyledim, şok tedavisini de
överek göklere çıkardım.
Topal
doktor sonradan bana kararı bildirirken, memnuniyetten pes-pembeydi; şok
tedavisi kaldırılmıştı. Sonra bilgiççe bütün bunları neden yazmadığımı sordu,
bu işi beraberce yapabilirmişiz. îşte bu tam yapmak istediğim şeydi. Biraz
korkutucuydu ama, insanın kişisel fantazilerine çok yaklaşan bir şeydi. Aynı
gece, topal doktor yok oldu ve yerine başka birisi geldi. Yapılan tekliften
tek kelime bile etmiyordu.
Ara
sıra öbür hastanedeki sıcakkanlı doktor, o eşsiz stiliyle gelip bir kaç hastanın
kafasından örümcek ağlarını bir iki dakikada yok ediyordu. Kanadının altında
güvende olan bizlere, artık bu ziyaretlerinin sona erdiğini ve bize iki yeni
doktorun geleceğini haber verdi. Onun yerini doldurmak için ancak iki doktorun
gerekli olduğuna hiç şaşırmadım.
Aslında
daha sonraları, iyileşme dönemindekilerin koğuşunda doktorların üçer kişi
olarak ava çıktıklarını öğrenecektim. Yeni doktorlardan birisi benimle bir iki
kere konuştuktan sonra serbest giriş çıkış hakkı verdi.
Benden
sıkılmış gibi görünüyordu, yine de bu teklifi üzerine bir süre dilim tutuldu.
Buradan kesin olarak ayrılacağımı biliyordum. Ama bundan önce herhalde
hastalığımın nedenleri iyice anlatılacak ve dış dünyaya dönmeden bir çeşit
zırh verilip korunacaktım. Bir süre daha burada kalmayı istemem üzerine doktor
şaşırdı, ben de "iyi görünme" rolümü biraz fazla "iyi"
oynadığımı anladım. Onun için hemen, benim stoktaki sorularımı sormaya
başladım ve topal doktordan tamamiyle farklı cevaplarımı aldım. İnsanların
kendi aralarındaki bu çelişkiyi aklımın bir kenarına not ettim. İleride lazım
olabilirdi, hiç bilinmez.
Ertesi
gün iyileşme dönemindekilerin kaldığı koğuşa terfi ettim. İsyan’ benim için
üzülüyordu. Oradan nefret edeceksin, kulakları sağır edeci bir gürültü vardır
ve hepsi doktorlarına aşıktır, dedi.
Her
gün enerjimizi tükettikleri için, gün boyu sessiz ve sakindik. Koğuşta yeni
gelen altı kişi dışında hepimiz uyum içindeydik. Yeni gelenler saralıydılar ve
bizim dayanamayacağımız kadar zinde ve şen şakraktılar.
Yukarıdaki
farfaracı kaçıkların yanına taşınıncaya kadar bizim ’Akuf koğuşun ne kadar
entellektüel olduğunu farket- memiştim. Burada her sanat dalının bir temsilcisi
vardı, hatta bir felsefe öğrencisi bile aramızdaydı. Yeni koğuş babil
kulesi
gibiydi, ’îsyan'ın sonradan söylediği gibi, "Bunlar hafif vakalarsa,
gerçek delilik nasıl olur acaba?"
Topal
doktor mürekkep lekelerine ne kadar önem vermişse, yeni doktor da resim çizme
üzerinde duruyordu. Hepsinin kendilerine göre küçük manileri var. Her gün
büyük bir hevesle resim yapıyordum, bu karalamaların bir mucize gibi gerçeği
ortaya çıkaracağına inanıyordum ama yaptıklarımı kaldırıp paketliyorlar ve
bunlardan bir daha bahsetmiyorlardı. Bir sabah, psikiyatr üçlüsü koğuşta
dolaşırken, benim doktor önümde durdu, resmimi çabucak eline alarak gururla
şöyle dedi; "Evde bunlardan yaptığım muhteşem bir koleksiyonum var. Bir
gün gelip görmelisiniz arkadaşlar." Bu benim fırçayı son kez elime almama
neden olmuştur.
'İsyan'
koğuş konusunda söylediklerinde haklıydı. Tek konuşma konusu doktorlardı.
Onları tartışıyorlar, övüyorlar, psikanalizlerini yapıyorlar; bütün gün ve
gece yarışma kadar bunları konuşuyorlardı. Onların her bir nevrozu kaydediliyordu.
Birisinin mülâkat sırasında kalemiyle oynuyor, diğeri bir ip parçasıyla
oyalanıyormuş. Tipik bir "nekahat döneminde olan" hasta olmamaya
karar verdiğimden, bu koğuşa nasıl bütün çekici doktorların doluştuğunu
farketme- mek elde değildi.
Haftada
bir içimizden bir grubu ahp esrarengiz iğneler ve kan testleri için
götürüyorlardı. Bunların ne işe yaradığını öğrenmeye çalışmıştık ama kimse bunu
çözememişti. Bir kız bu esrardan öylesine bunalmıştı ki bir gece yemek masasından
kalkıp, baş hemşireyi görmeye gitti. İrileşmiş gözlerle geri döndü ve bir tek
kelime söyledi: "Hormonlar." Kaygılı bir sessizlik oldu. Neşeli,
küçük bir hemşireyi bilgi almak için sıkıştırdığımda, bana esas amacın
cinsiyetimizi değiştirmek olduğunu söyledi. Bu durumda deneyler boşuna çaba
harcamak anlamına geliyordu, zaten o sıralarda hiçbir şey beni şaşırtmıyordu.
Bir
iki hafta sonra îsyan'da bana katıldı. Kendimi aşağılanmış hissediyordum.
Şok'tan kendi gayretiyle kurtulmuş ve yukarıya şerefli bir şekilde çıkmıştı.
Etrafına bir grup hastayı toplamış ve benim de içlerinde olduğum bu hayvan
topluluğuna konuşmalar yapıyordu. "Ruhu akıldan ayırıyorlar" diye
söze başlıyordu. Birisi, "Dinsizler!" diye bağırdı. 'İsyan', devam
etti; "Geçen gün onlara meydan okudum. Dedim ki: Ruh var mıdır? Ve şöyle
cevap verdiler: Bilmiyoruz." Bu sözün üzerine, 'Kâfirler' diye bağrıştılar.
Kulak misafiri olan yaşlı hanımların yüzleri soluyordu ve saçlarının
topuzlarını sinirli ellerle düzeltiyorlardı. Bazen bir doktor görününce
ıslıklamalar başlıyordu, işte o zaman da İsyan alayla: "Hasta mı yoksa
Psikiyatr mı?" dedi.
Böylece
koğuşta doktorlarını sevenlerle, bizim takım arasında tartışmalar başlardı. Bir
kız neşeyle sağlıklı rolünü iyi yapıp nasıl çıkış kağıdı aldığını anlatıyordu.
Bunu yalnız hafta sonu için belli bir amaçla almıştı. Vasiyetini yapmış,
işlerini ayarlamış ve nehire doğru yola çıkmıştı. Ama iyi bir yüzücüydü ve
akıntı ters yöndeydi. Yine de uzmanları yanıltmak onu öyle gururlandırmıştı ki
bunu bir daha denemedi.
Hâlâ
"dışarıdan tedavi gören hastalar" bölümünde bana bir yardım eli
uzanacağı ve kafamda dolaşan soruların, bilmecelerin sonunda çözülebileceği
umuduna sıkı sıkıya bağlanmıştım.
Şimdiye
kadar el sürülmemiş nevrozlarıma ek olarak çöküntü ve yıkım geçirdiğimden, dış
dünyayla yüzleşme ihtimali gerçekten korkutucuydu. Son günümde, koridorda bizim
doktor üçlüsünün en hülyalısı ve en yetersiziyle bir konuşma yaptım. Beni
ileride göreceğini, "hastayla teması de-
vam
ettirme" yani Follow-up Kliniği'nde benimle ilgileneceğini söyledi sonra
Covent Garden'daki yeni bale temsilinden bahsetmeye başladı. Bir süre kibarca
dinledim, sonra sözünü keserek bu Follow-up Kliniği'nin tam olarak ne olduğunu
sordum -belki de periyodik bir kontroldü. Bir çeşit aferin, deyip başını okşama
kuruluşu.
"Tam
anlamıyla öyle," diye neşeyle onayladı ve balenin dekorunu anlatmaya
başladı. "Bu arada" diye biraz düşündükten sonra devam etti,
"şeytanına verdiğin isim hoşuma gitti. Opera'da prodüktörün verdiği isimi
hiç sevmemiştim." Yine operaya geçmişti, ama konuşması şimdi gerilerde,
fonda kalmıştı. Çılgınca heyecanlanmıştım, ruhumdan ağır bir taş kalkmıştı.
Yanlışlıkla, büyük esrann bir parçası çözümlenmişti.
Eve
dönünce yatağa oturup kendime küfretmeye başladım. Şu veya bu şekilde
anlatılmış ucuz, bayağı sırlara kızıyordum. Hiçbir yararı olmamıştı. Beni
aptal durumuna sokmuştu. Sonra anlatmayı unuttuğum bir şey aklıma geldi, bu
beni ferahlatmıştı; kendimi yeniden bir birey olarak hissettim.
Sinir
çöküntüsünün en kötü devresinin hangisi olduğuna karar vermek zordur: uçurumun
kenarından, yavaş yavaş, farkına varmadan içine kaymak; mürekkep gibi karanlık
derinliklerinde bocalamak; veya karşı kıyıya çıkmak için verilen zorlu
mücadele. Akıl hastahanesinin düzeninden dış dünyayla karşılaşmak üzere çıkınca
bu iki dünya arasındaki kontrast öylesine keskin görünür ki, uzaktan yeni bir
sinir krizi belirir. Bir süre, kendisinin kontrol edemediği zamanki halini
aklına getirip evine kapanır; bu arada arkadaş ve akrabalar da nezaket gereği
hiçbir şey olmamış gibi davranmaya çalışırlar. Hastalık, insanın arkasında
duran devasa, karanlık bir mağara gibi bekler; sizi tekrar yutabilmek için.
İnsan
kendini
bir ipin ucuna sallanıyormuş gibi hisseder. En ufak bir yanlış hareket ve her
şeyi kaybedersiniz.
Psikoloji'nin
çok yaygınlaştığı bu günlerde hepimiz, bilinçaltını değerlendirerek elde edilen
mucizevi sonuçlardan, mucizevî tedavi metotlarından bahseden pek çok kitap okuduk;
oyunlar, filmler seyrettik; uzmanların konuşmalarını dinledik. Bu nedenle
hastaneye ümit ve güvenle gideriz. Bilinen sıkıntıları yaşadıktan sonra
kâbusun öbür kapısından yeni ve arındırılmış kişiliklerimizle çıkarız.
Başlangıçta anketleri büyük bir coşkuyla doldurur, zeka testleriyle cebelleşir,
resimler yapar ve bütün sırlarımızı anlatırız.
Bütün
bunlar o kuruluşun koca göbeğine iner ve bir daha bahisleri edilmez. Şüpheci
bir hasta bunların istatistik ve araştırmalarda kullanıldığını söylemişti.
Bizler kobaydık. Sorulara verilen klasik cevaplar ise şöyleydi: "Şey-y-y,
bu gibi şeylerin nedenleri çok derinlere iner." Veya bazen, "Biliyorsun,
sen hâlâ çok hastasın." Tam anlamıyla analiz yapılmadan kimsenin
gerçekten normal olamayacağını ve iki, üç yıl haftada beş gün psikanaliz
yapılmazsa iyileşemeyeceğini neşeyle söylerler. Bale delisi genç doktor da bana
aynı şeyleri söyledi; kendisinin bile Milli Sağlık Servisi hesabına analiz
olabilmek için beklediğini ve bunun çok uzun bir bekleme listesi olduğundan
bahsetti. Bence bu yalnızca ümitsiz vakalar için gerekliydi. Bu, bana o zaman o
kadar çarpıcı bir olay gibi gelmedi, çünkü geçirdiğim bütün deneyimler
"bir aynadan görünen görüntülerdi", insanın beyninin hem içinden,
hem de beyni hiç kullanmadan gelen görüntülerdi. Yani kahve çorbadan önce
geliyordu ve bunun gibi bir şeyler.
Böylece
bir parça kendinizi kontrol edebildiğiniz anda sizi serbest bırakıyorlar.
Biraz havalandırmak için beyninizden çıkarttıkları bu berbat şeyi tekrar
yerine en iyi şekilde yerleştirmek, hastaya kalıyordu. Bu durumda müthiş bir
yalnızlık hissi duyuyorsunuz. İnsan hastalığını iyice anlamak, hatta bu
olağanüstü atmosferin her dönemini incelemek istiyor. Ancak o zaman kendini
daha güvenlikte hisseder.
Ama
yardım edebilecek kimse yoktur, onun için her boş zaman bu kaosu çözümlemek,
bunu Uzmanlar'ın istedikleri şekile sokmak için sarfediliyor.
Her
detay özenle inceleniyor, mantık ölçüsüyle tartılıyor; "Tehlikeli"
etiketi yapıştırılıp küçük kutucuklara koyulup kaldırılıyor. Bu kutucuklar o
zamanki akıl ve mantığımızı oluşturuyorlardı. Devamlı bir bahar-temizliği
halindeyiz, bu da gerçek temizlikler kadar yorucu oluyor. Mutfak’ta musluk başında,
patateslerle uzun uzun konuşurdum ve aniden düşüncelerim yavaşlardı; gücünü
yitirmişcesine. Veyahut, düşüncelerim gittikçe hızlanır ve dehşetle anlaşılmaz
sözcükler söylediğimi farkederim. Veya cümle tam ortasında kesilirdi. İnsanın
sıkı ve katı bir disiplinden geçen duygularına ve tepkilerine çok dikkat etmesi
gerekir.
Bu
başlangıç devresinde, akıl hastalanna duyulan merhamet öylesine büyüktü ki,
korkunç bir acı halini alıyordu. Hala hastanede olan arkadaşları, hergün aklını
kaybeden yeni hastalan, düşünürdüm. Bunlar önlerinde onları bekleyen
cehennemin farkında değillerdi.
Kısa
bir süre sonra hiç bir arkadaşınızı görmek istemezsiniz; o kötü günleri
anımsatacak herşeyi silip atarsınız. Bu hisler de geçer ve yine arkadaşlannızı
özler, onlardan haber beklersiniz. Arkadaşlık hissi hiçbir şeye benzemez.
Küçük
olaylar, küçük başanlar insana günlük mücadelesinde cesaret verir. En ufak bir
gelişmeyi bile gururla izler. Ve gelişme öyle yavaştır ki.
Sorunlardan
birisi de uykudur. Bu dünyanın içine girebilmek de çıkabilmek de meseledir.
Tam uykuya dalmak üzereyken saçmasapan konuşmalar duyarsın, o gün geçen
alelâde bir konuşmadan alınan bir sözcük kulağında çınlar, gözünün önünden bir
dizi çirkin yüzler geçer. Uykun açılır, sinirini yatıştırıp, tekrar uyumayı
denersin.
Bu
çeşit belirtiler insanın cesaretini kırar. Hastalığının ne olduğunu bir kere
öğrenmişsen, herşeyden şüphelenmeye başlarsın. Hayali seslere inanmamaya
başlayınca, onlar da monoloğa devam etmek istemeyeceklerdir. Ama geceleri yine
de sesler gelir (inanmadığını söylesen de).
İnsan
herşeyi bir anda istiyor. Serbest kalmamdan birkaç hafta sonra, Covent
Garden'da "Yüzük" isimli eserin hem provalanna hem oyununa gittim.
Klinik'te,
o sırada dikkatimin dağıldığını ve sahneye büyük harflerle yazılmış mesajlar
koyulduğunu söyledim. Doktor, kendisinin de bu eseri seyrederken bir türlü
konsantre olamadığını söyledi, bu beni rahatlattı - onun da analiz kuyruğunda
olduğunu hatırlayana kadar.
Bazen
trende veya dükkanlarda konuşurken, "Kiminle konuştuğunu bilmiyorsun"
diye düşünürdüm. Orta halli bir doktor sinir krizi geçirdiğinizi anladıktan
sonra size daha az sempati ve anlayış gösterir. Doğal olarak bu soğukluğu hissedince
daha sinirli davranırsınız.
Doktorların
bu tutumu, beni özellikle zor bir hamilelik döneminden sonraki ilk hastaneye
kapatılışım sırasında etkilemişti. Ne analizi, ne de nezaketi olmayan bir
hastaneye düşmem büyük şanssızlıktı.
Birkaç
ay sonra uyuma nöbetine girmiştim, ama gündüzleri doğum koğuşunda yapılan
aşağılayıcı imalardan kaçamıyordum.
İki
buçuk yıl sonra sağlıklı bir hamilelikten sonra ikinci çocuğum doğdu. Ama bu
iki doğum arasında diyetimizi kökten değiştirmiştim, vejeteryan olmuş, bütün
sentetik yiyecekleri keserek, ekmeği bile evde yapmaya başlamıştım.
Akıl
ve fiziksel sağlığım gittikçe iyileşiyordu ve ensülin tedavisinden beri ilk
defa insan gibi bir vücuda sahip olmuş-
tum.
Bu olaylar ve ikinci çocuğumu doğal bir doğumla do- ğurabilmem, beni sonunda
kendi aklımın baskısından kurtarabilmişti. Hastalanmamdan bu yana yedi yıl geçmişti.
Belki de önemli bir nokta değil ama, akıl hastanelerinin yemek rejiminin uygun
olmaması tuhaftı. Bol nişastalı, şekerli besinler yerine bol meyve ve sebze
verilmeliydi.
Hâlâ
herhangi bir stres veya felaket durumunda aşırı duyarlı olmama karşın,
herkesin benim 'Geçmişim'e karşı duyabileceği tepkilerden kaygılandığım o ilk
yıldan bu yana epeyi yol aldım. Kocamla gittiğim bir yemek davetinde 'ya
biliyorlarsa' diye soğuk terler dökmüştüm. Bilselerdi merakla karışık bir
nezaket göstereceklerdi. Bilmiyorlarsa, saçma bir şey dediğim zaman ne oluyor
diye şaşıracaklardı. Oradaki iki kişi -ikisi de patolog- 'Harvey' piyesini
tartışıyorlardı. Oyundaki bazı esprileri tekrarlayıp hepimizi güldürüyorlardı.
Bu doğaçlama taklitlere yol açtı, herkes kahkahadan kınlıyordu. Anekdotlar,
saçma hikayeler anlatılırken; kocam, ter içinde, beni güven veren bakışlanyla
sanyor, destek vermeye çalışıyordu. Hastalığı, doğrudan, ilk-elden bilen bu
doktorlar hiç acıma, üzüntü duymuyorlardı. Birden bire herkesin hayatı boyunca
beklediği o eşref saatinin benim için o anda gelmiş olduğunu farkettim. Bu
zeki adamların, etiyle canıyla görmek istedikleri kişi bendim, karşıla- nnda
duruyordum.
"Özür
dilerim" diye mınldandım "ama son zamanlarda tavşanlardan çok daha
ilginç şeyler gördüm". Bu sözlerim masanın ortasına güm diye düştüler.
Adamlar pancar gibi kıpkırmızı oldular. Hanımları yardımlarına koştular, krizi
adeta sargıladılar, atmosferi temizlediler.
Konuşmayı
herkesin hevesle daldığı sağlıklı bir konuya döndürdüler. Herşeye rağmen, bir
an için bir "Kişi," bir BİREY olduğumu hissettim.
John
Perceval
BİR
CENTİLMENİN AKLİ DENGESİZLİK DURU-
MUNDAYKEN GÖRDÜĞÜ TEDAVİNİN ÖYKÜSÜ
Bu
parçanın alındığı iki çiltlik eser ilk olarak 1838 ve 1840 yıllarında, sonra
da Stanford Üniversitesi tarafından Gregory Bate- son’un editörlüğüyle 1961 de
basılmıştır.
Bir
İngiliz başbakanın oğlu olan yazar bir dizi tuhaf davranışlar, yanılsamalar ve
halusinasyonları tanımlamakta ve bunların ne anlama geldiğini kendi bakış
açısından anlatmaktadır. O, özellikle duyduğu seslerin anlamıyla ilgilenmiş ve
bunlara vereceği cevabın ne olacağı üzerindeki düşüncelerini yazmıştır.
Önceleri, bu seslerin Tanrının sözleri olduğunu sanarak onlara uymuş ve kısa
süre sonra "esinlenenler dışında tek bir sözcük söylememiş, tek bir
davranışta bulunmamıştı." Fakat daha sonra, bazı kuşkular duymaya
başlamış: söylenenlerin aynısını mı yoksa tam aksini mi yapması gerektiğinden
kuşkulanmıştır. Hasta olduğunu ama hala sesler duyduğunu farkettiği zaman,
nasıl davranması gerektiği büyük bir çelişki konusu olmuştu; bu emirlere
kelimesi kelimesine mi uymak gerektiği, yoksa sembolik olarak mı almak
gerektiği konularında emin değildi. Bu karışıklığın, hastalığının en önemli
yönlerinden biri olduğunu yazmıştır.
Yanlış
anlamak veya yanıltıcı görüntüler olgusuna dikkatimizi çekerek, çoğunlukla bir
görüntünün olduğundan farklı bir şekilde yorumlandığını veya bir şeyin anlatmak
istediğinin tam aksi şekilde algılandığını anlatmaktadır.
Yatağa
çakılıp kalmadan kısa bir süre önce sesler duymaya başlamıştım. Önceleri bu
sesler kulağımın dibinden gelirken sonra kafamın içinde çınlamaya veya
kulağıma birisi fısıldıyor gibi - bazen de odanın değişik yerlerinden gelme-
ye
başladı. Bu seslerin sözünü dinliyor ve özellikle aklımı tam anlamıyla
kaybettiğim zamanlarda bunların Tanrı'nın veya Kutsal Ruh'un sözleri olduğuna
inanıyordum. Daha sonra, çok halsiz ve hasta olduğum zaman, değişik şekillerde
görüntüler görmüştüm; arkadaş ve akrabalarımın yüzlerini bazen bembeyaz, bazen
ateş gibi kıpkırmızı olarak; veya saygıdeğer kişilerin yüzlerini de lüle lüle
saçları ve gümüş rengi sakallarıyla görüyordum.
-Ölümün
eli bana doğru uzanmıştı-
Bu
sesler benden bir sürü yanlış ve korkunç şeyler yapmamı istiyorlardı. Kendimi
yataktan dışarı attım, boynumu kırmak istiyordum, -bakıcılarla boğuştum. Dr.
Fox'a gittiğimde kendimi sivri bir demirin üstüne attım, bu arada bakıcılarla,
şiddetle düşmemi önlemek istedikleri için mücadele etmek zorunda kalmıştım;
onlardan beni boğmalarını istedim, kendimi yastıkla boğmaya çalıştım, yüzüstü
yerdeki çakıltaşları üstüne düşdüm, tanımadığım insanlara annem, babam ve
kardeşlerim sanarak seslendim, bir sürü cümleyi ardarda manzum olarak
sıraladım, kısaca bütün bir yıl esinlendiklerim dışında tek bir kelime
söylemeyip, tek bir hareket yapmadıktan sonra şimdi böyle bir taşkınlık
yapıyordum.
Bu
bir yıl boyunca, aynı zamanda çok güzel sesler de duyuyordum; en dokunaklı bir
şekilde şarkı söylüyorlardı.
-Bir
keresinde tarlalarda otlayan ineklerin seslerini duymuştum. Bu sesler, bana
Kutsal Kitap'tan bazı cümleleri de söylüyorlardı. Bir başka seferde de
cennetten gelen bir gök- gürültüsüyle korkutulup tehdit edildim. Görüntüler de
görüyordum ve Dr. Fox'un arazisinden çıkarken, ineklerin sesini duyduğum gün,
gökyüzüne doğru baktığım zaman. Efendimizin bütün azizleriyle beraber indiğini
gördüm. Aynı yıl içinde, en yakın akrabalarımın ve arkadaşlarımın simasında
olan çeşitli insan yüzlerinin bana yaklaştığını da gördüm.
Yanılsamaların
en yoğun olduğu zamanlarda bile, bazı kereler bu seslere uymayı reddettiğimi
hatırlıyorum. Onlara itaat ederken bakıcılarımı öldürmekten korkuyordum -bir
keresinde Hobbs adında bir adamı boş banyo küvetine itmeyi istemiş ama bir
yerlerini incitmekten korkmuştum.
Hayal
kırıklığı, yorgunluk ve onları anlayamamamın verdiği ümitsizlik içinde
durmadan isyan ediyor, söylediklerini yapmayı reddediyordum; bunun yerine
melankoli; somurtma ve karaktersizliği seçmiştim.
Bir
keresinde kendimi Avon nehri kıyısındaki bir uçurumdan atmam söylenmişti, eğer
böyle yaparsam, cennet gibi yerlerde yaşayacağımı veya evde olacağımı
vadetmişler- di. Ölümden korktuğum için sözlerini dinlemedim ve uçurum
kenarından uzaklaştım.
Sonunda
iyileşmiştim ve ancak bu yanılsamalardan (kendini atmak vs. gibi) kurtulup,
iyileşmiş olanlar deneyimlerine dayanarak bu vaatlerin hile olduğunu bilirler.
Verilen
emre birazcık uyduğum zaman hiç bir değişiklik olmadığını görünce, bu sözleri
dinlemekten vazgeçtim.
Sesler bana, arkadaşlarımın benim yüzümden acı
çektiklerini ve şunu şunu yaparsam onları rahatlatmış olacağımı söyleyince,
dediklerini yapmak istiyordum; ama sonunda durumumda bir değişiklik olacağı
uyarısını aldım ve sesler bir gün bana "Mr senin
yüzünden acı çekiyor", bir başka gün
de
aynı ses, "utanç ve tövbeyle düşünmek", veya başka bir söz
söylüyordu; sonra aklım dengesini bulmaya başladı, yeniden nefes almaya
başladım. Aldatıldığımı biliyordum- ve artık bir ses bana birşey söylediğinde
biraz bekleyip, söylenenin açıklanmasını istemeyi bir görev olarak görüyordum-
ve aslında sık sık bu sesi tümüyle yok farzediyordum. Böylece birden bire
tehlikeli bir deli halinden yalın bir budala, bir yarım akıllı haline girmiştim
ve bu iyileşmenin ilk aşa- masıydı.
Bu,
1831 yılının sona ermesinden altı ay kadar önce kriket mevsiminde olmuştu ve
bunun sonucu olarak gün boyunca beni sıkan bağlardan kurtulmuştum. Kollarım ve
bacaklarım daha özgürdüler, daha çok pratik yapıyor, daha çok eğleniyor ve
meşgale buluyordum. Sağlığım ve aklî dengem iyileşmeye doğru hızla
ilerliyorlardı, tabii bu arada bir kez bakıcıma, bir kez de hastalardan birine
vurmuştum ama bu yanılsamalar yüzünden veya delirdiğim için değildi; beni
kışkırtmışlardı.
Aslında
bu devrede ihtiyacım olan tek şey gözlenmekti, zorlanma değil. En zayıf ve
güçsüz olduğum zamanlarda, bakıcılarıma ve diğerlerine çeşitli isimler
takmıştım; bazılarına erkek veya kızkardeşlerimin, bazılarına da babamın
adıyla hitap ediyordum. Bu onların bazı yönlerinin benzemesine veya yaşlarına
göre değişiyordu. Bakıcılara da içimden gelen esinlemelere göre isimler
veriyordum; Dürüstlük, Samimiyet, Sadelik, Neşe vs gibi karakterlerine göre
isimler. O sıralar onlara nasıl davrandığımı hatta bir tımarhanede olduğumu
bile bilmiyordum. Fakat daha sonra korkunç rüyamdan kurtulup iyileşmeye
başladım ve durumumu, o dehşet verici gerçeği farkettim; eşyaları ve insanları
oldukları gibi görmeye başladım - aslında bir süre bakıcılarımdan birini Hz.
îsa zannedip ona tapınmıştım.
Hastalar
arasında her türlü heyecan ve coşkuyu uygun bulmayan doktorların düşündüklerinin
aksine, kendimi kontrol etmek için sarfettiğim çabalar ve yaptığım mücadeleler,
zihnimi kuvvetlendirmeye ve hatalarımı azaltmama yaradılar. Özellikle bakıcı
Hobbs'a vurduğum zaman, çünkü o beni, gelip traş olmam için zorluyordu. Belki
de bu olaydan sonra Hristiyanlığın gerçeklerinden şüphe duymaya başlamıştım -
ama kendi kendime kaç kez başkalarına güvendiğim için aldatıldığımı, toplumun
âdetlerini ve modayı izler-
ken
kaç kez yanıldığımı düşündüm; ve şuna karar verdim ki, serbest kalınca mantıksız
olan hiçbir şey yapmayacaktım. Ayrıca sakalımı ve uzun saçlarımı korumaya
kararlıydım. Bu kararlan vermemden hemen sonra sesler beni korkaklık ve
çevremdekilere karşı aşırı uysallıkla suçlamaya başladılar. Sonunda bu seslere
içimden cevap verdim; "öyle mi değil mi göreceğiz" dedim ve hemen
sonra da bakıcılarla ümitsizce mücadele etmeye başladım. Bunlardan birisi başparmağımı
yerinden çıkardı, diğeri ise karnımın üzerine diz çökerek boğazımı boğacak gibi
sıktı. Bu manzarayla içim kabardı, kendime olan güvenimi kazandım ve uzun
süreden beri yitirdiğim düşünce özgürlüğüme kavuştum. Kendi üzerimde daha
kuvvetli bir kontrol sistemi kurma konusundaki ve bu sesler tarafından beni zor
duruma düşürebilecek şekilde yöneltilmeye karşı dikkatle ve devamlı olarak
direnme konusundaki kararlılığım artmıştı. Yine de, herşeye rağmen bu seslerin
kutsal olduklarını, bana birşeyler öğretmeleri için gönderildiklerini ve onlara
saygı göstermem gerektiğini hayal ediyordum. Fakat artık onlara uyarak bir
tehlikeye girmekten, kendimi komik duruma düşürmekten korkmuyordum. Bu
sebeple gözlem altına girmek için istekliydim ve gönüllü olarak bir doktora
teslim olabilirdim, eğer o zaman özgürlüğümü kazanabileceksem. Bu ruh halini
iki üç ay korudum. Bunun sebebi de bana yapılan önerilerin çoğunun sonunda
haklı ve mantıklı olduklarının ortaya çıkmasıydı; böylece de bunların yardım
edici ve ilahi sesler olduklarından şüphelenemezdim. Fakat çoğunlukla bir
sesin direktiflerine uyunca veya bir ruhun hareketlerine ayak uydurunca, yarı
yolda bırakılmışım gibi bir his duyuyor, bundan sonra ne yapacağımı
bilemiyordum; ve bu durumda da komik duruma düşüyordum. Örneğin, sık sık ağzımı
açıp, bazı kişilere değişik bir şekilde hitap etmek istiyordum, tam konuşmamın
ortasında,
ya güç beni terkediyor ya da önerilen sözcükler daha öncekilerden farklı anlam
taşıyorlardı; ben de büyük bir şaşkınlık içinde kekeleyerek veya dilim tutulmuş
bir halde ortada kalıyordum.
O
zaman, esinlenmemin doğru olduğunu ama benim yanlış anladığımı farkederek suçlunun
ben olduğuma inanıyordum. Sesler de bunun böyle olduğunu; benim hâlâ duyduklarıma
itaat etmem gerektiğini ve sakin ortamlarda ve yalnızken, yapacağım veya
söyleyeceğim şeyleri neden yanlış anladığımı sonunda keşfedebileceğimi
söylüyorlardı. Dr. Fox'un tımarhanesinden yazdığım mektuplar ne demek istediğimi
daha iyi anlatacaktır.
Bu
mektuplardaki her harfi, her kelimeyi daha yazmadan önce beyaz kağıt üzerinde
gördüğümü söyleyebilirim. Ama gördüğüm cümleler arasında seçmeler yaptım, çünkü
bazıları birbirinin aksini söylüyorlardı ve aynen yazsaydım yine gülünç duruma
düşecektim. Bu iş oldukça zor ve acı verici oldu. Okurlarım bu mektuplarda,
büyük miktarda duygu ve zorlama yazılan aynı anda göreceklerdir. Algıladığım
öneriler ve esinlenmeler çoğunlukla iyi ve olumlu olduklanndan, ben onlann
ilahi kaynaklı olduklanna inanıyordum; buna rağmen bazen de hatalıydılar ve
mantığım bunlan kabullenmiyordu, veya daha sakin bir ortamda
kabullenmeyecekti. Ama diğer delilerle beraber bir odanın içindeydim - devamlı
olarak bir iki görevlinin girip çıkmasıyla yazılanın bölünüyordu - saçma sapan
sorularla karşılaşıyordum -yazım nasıl gidiyordu gibi- daha çabuk olmazsam
kalem ve mürekkebimi alacaklannı söyleyerek yapılan tehditler- kağıdımı kapıp
yazdıklarımı okumaya çalışmaları vs. Ah, benim hemşehrilerim! Ah insanlık! Ah,
Hristiyanlık? Pöf!
Etkisi
altında olduğum iki veya üç yanılsama daha vardı ki bunlardan nasıl
kurtulduğumu pek hatırlayamıyorum: Ayaklarım karyolada başım yerde, vücudumu
hızla sağa sola burkarak boynumu kırmaya çalışıyordum. Aslında boynumu
gerçekten kırmaktan korktuğum için bu hareketi pek içtenlikle yapmıyordum;
galiba uğraşmaktan bıktığım için veyahut böyle davranmaktan vazgeçene dek
yatağa bağlandığım için, sonunda bu yanılsamayı bıraktım. Hastayken bu
hareketi, öyle emir aldığım için yapıyordum, sonunda mucizeler olacağını bekleyerek...
Bir de kendimi yastıkla boğmam isteniyordu, bunu hiç başaramadım, sonunda
sıkılıp denemeyi bıraktım.
Bütün
bu yanılsamaların sebebi galiba, sembolik olarak söylenen bir emiri sözcüğü
sözcüğüne, anlamını araştırmadan uygulamamızdı. Bu teorim, tedavi edilmeyi
bekleyenler için yararlı olabilir. Dr. Fox'un hastanesindeyken bu aklıma geldi
ve bana çok faydası oldu. Orada, iyileşme sürecim sırasında, bütün
deneyimlerimi, davranışlarımı kaydettim, bunları diğer hastalarınkilerle
karşılaştırdım ve o acılı, sıkıntılı durumumda, bu sonuçlara ulaştım; hiç
değilse diğerlerine bir faydam olsun diye.
Bu
kendini inceleme ve denetleme işleminin ne kadar zor ve zahmetli olduğunu
bilseler, sonradan sağlığımı ve aklî dengemi yeniden kazanabilmek için
özgürlüğümü isteyince, kendime zarar verebileceğim gerekçesiyle reddetmelerini
ne kadar zalimce bulduğumu anlarlardı. Uyku dışında yaşadığım her dakikayı
kendimi kontrol etmekle geçirmiştim çünkü gerçekten, içtenlikle doğru dürüst
davranabilmek istiyordum.
Etkisi
altında olduğum bu esrarlı gücü anlamaya ve gizini açığa çıkarmaya kararlıydım.
Bir gün, kendisini çin çayı
zanneden
yaşlı bir adam görmüştüm. Aynı adam bir başka zaman da yüzünü kırmızı çamura
bulayıp, kendisinin bir tablo olduğunu söylüyordu. Hemen aklıma teorim geldi -
ses ona sembolik bir şeyler söylüyordu ama adamcağız bunları söylendiği gibi
uyguluyor. Aynı şekilde bir delinin demirden yapıldığını ve kendisini kimsenin
kıramayacağmı söylediğini veya bir adamın çin porseleni olduğu için her an kırılma
tehlikesi içinde olduğunu söylediğini duyabilirsiniz. Bunun esas anlamı şudur,
birinci adam bir demir kadar kuvvetlidir, öbürü ise bir porselen kadar nazik,
kolay kırılabilir.
Aynı
şekilde, kendimi boğmam istenince aslında üzüntümü, öfkemi veya belki de
bilincimi boğmam gerekiyordu.
Şimdi
aynı zamanda duygularımı boğmamı da istediklerini anlıyorum; elbette onları
tamamen terketmem değil, yalnızca kontrol altında tutmam isteniyordu.
Ben,
akıl sağlığının solunum yollarıyla yakından ilgili olduğuna; ruhun kontrolünün
nefes kontrolü yoluyla yapıldığına inanıyorum. Bir örnek göstereyim;
burunlarından rahat nefes alamayanları düşünün, ağızlan açık dolaşırlar -yani
geri zekalıların yaptığı gibi!
Dr.
Fox'un hastanesinde de durmadan kalbimle kafamın uyum içinde çalışmasını
söyleyen sesler duyuyordum. Bu sesler bana hep, "kalbinle kafan beraber
olsun", veya "kafan kalbinden uzaklaşmasın", diyorlardı. Bilinç
adı verilen üçüncü bir güç bu ikisinin düzenini sağlayacaktı, ancak bu şekilde
mutlu olabilirdim. O zaman duyduğum bu sözleri pek anlayamıyordum. Ama şimdi
anlıyorum ki sesler kalbimle kafamı uyum içinde, bir arada tutmamı söylerken,
neye ihtiyacım olduğunu veya istediğimi iyice düşünmem gerektiğini; çünkü
kafamın, kalbim için itici olan bazı şeylerle meşgul olabileceğini demek
istemiştir. Örneğin, evde çocukları aç beklerken annelerinin sinemaya gitmesi
veya önemli bir randevusu olan adamın bunu unutup roman oku-
maya
dalması gibi. Burada yine bilinç sahneye çıkar, kalbin duygularının doğru veya
yerinde olup olmadıklarının, bunlara ne derecede uymak gerektiğini hep onun
düzenlemesi gerekir. Bilinç ve derinlemesine düşüncenin yöneltilebileceğini
fakat bu işlemin ancak ciğerlerin uygun aralıklarla nefes alması yoluyla
olabileceğini ve böylece aklın tutkusunun derecesine göre veya vücudun
hareketlerine göre değişebileceğini zannediyorum. Eğer durum böyleyse ve eğer
iyi ayarlanmış bir nefes alıp verme işlemi vücut ve akıl sağlığı için gerekliyse,
bunu mekanik olarak yapmanın yararları olabilir. Bu gerçeği, Dr. Fox'un
tımarhanesinde de belki de bilmeden uyguladıklarını düşünmekten kendimi
alamıyorum. Yoksa neden görevli hademe, yeleğimin ipleriyle beni boğmaya
kalktı; neden bir deliyi yatıştırmak için onu boğacak gibi sıkı sıkıya
bağladılar; neden bir görevli elinde bir demir çubuk tutarak başımı suda uzun
süre tutmamı istedi? Soğuk banyoların, duşların delilerin tedavisinde
kullanılması da bu prensibe dayanmaktadır.
Bu
tımarhanede iyileşme sürecim sırasında sık sık oturduğum yeri değiştirerek,
düşünce ve duygularımın buna göre değişip değişmediğini anlamak istedim. Bir
keresinde odanın ucundaki bir hücrede sıkı sıkıya bağlanmış olarak oturuyordum,
birden bire boğuluyormuşum gibi oldu ve "bu hissin, görme organlarıma eğik
veya eğri gelen ve kare şeklinde olmayan, her türlü eşya, nesne veya çizgi
yüzünden ortaya çıktığını anladım."
Ayrıca,
aklımın en dengesiz olduğu zamanlarda, nefes almamın da aynı derecede
çılgınlaştığını ve hızlandığını far- ketmiştim. Benimle konuşan ruhlar da bana
nefesimi kontrol etmemi , ve "bir burun deliğinden yavaşça nefes alıp, diğerinden
vermemi" söylüyorlardı. Çok bunaldığım veya sinirlendiğim zaman da derin
bir nefes alarak kendimi yatıştı- rabiliyordum.
Bütün
bu detaylar sıkıcı gelebilir ama tıp adamları bu konuda öyle cahil, öyle
düşüncesizler ki bunlar belki yararlı olabilirler.
Aşağıda
bir delinin şiirsel düşüncelerle gerçeği nasıl karıştırdığına dair örnekler
göreceksiniz. Bana durmadan tanımadığım insanların annem, kardeşlerim filan
oldukları söyleniyordu. İngiltere'de olmadığım söyleniyor ve buna inanıyordum.
Bakıcımla boğuşmam söyleniyordu, önce bunu yapmak istemedim ama sonra bunun
anlamını açıkladılar, "onunla uygarca boğuşmamı" söylüyorlardı, yani
dostça itiraz edecek veya yalnızca azarlayacaktım.
Bir
zamanlar ruhların veya görünmez meleklerin bana şarkı söylediklerini
hatırlıyorum, şarkı arasında "Herminet Herbert'le boğuş" bazen de
"onunla öpüş" diyorlardı.
Bu
iki emir de bana olağandışı geliyordu ve ikisini de yapamazdım. Ama Tanrı'nın
emirlerine uymamaktan ve kuşku duymaktan da korkuyordum. Sonunda, bunun bir görev
olduğunu düşünerek ve sonunun iyi olacağını umarak sözlerini dinledim. İncelik
ve duyarlık hislerim vücuduma zarar geleceği korkusundan daha üstün olduğundan
boğuşmayı öpüşmeye tercih ettim.
Görevliyi
yeleğinden yakaladım fakat bana karşılık vermeyince şaşırdım. Diğerlerinden
daha ufak tefekti ve bana göre bir rakipti fakat yine de boğuşmak istemiyordu.
Bu nedenlerle onunla boğuşmakta ısrar etmedim, çünkü delilerin davranışları
saçma ve mantıksızdı. Bir hareketi yapmakla bu iş üzerindeki bir espriyi
ayırdedememek de deliliğin bir başka özelliğidir. Elini yak derseniz bunu
gerçek zanneder - veya git çamura yat derseniz, deli hangimiz acaba diye düşünür.
Aynı şekilde kendimi yerlere atmam, yüzümü çakıl- taşlanna vurmam gibi emirler
de aslında "kendini topla, nerede olduğunu, ne yapmak istediğini iyice
düşün ve ona göre davran" demektedirler.
Delilik
hiç bir zaman, bu çeşit emirleri anlama gücünden veya yorumlama yeteneğinden
tam olarak yoksun olmak değildir; "hiç kimseye taşıyabileceğinden ağır
yük yüklenmez" diye yazılmıştır. Sözünü dinlediğim emirlerin saçmalığı onları
anlayabilme oranına bağlıydı. Bundan pek emin değilim: İyileşmeye başladığımda
bundan şüpheleniyordum ve kendim için çok kötü şeyler düşünüyordum. Çok kötü ve
günahkâr olduğumu sanıyordum, belki de gerçekten öyleydim. Fakat, moralimin en
bozuk olduğu ve bu düşüncelerin altında bunaldığım sıralarda, benimkine benzer
şartlar içinde hastaneye kaldırılan yaşlı, iyi bir adamın yavaş yavaş
mahvolduğuna ve saygınlığını yitirdiğine şahit oldum.
Onu
Dr. Fox'un tımarhanesine girerken gördüğümde, bir ziyeretçi veya hastalardan
birinin arkadaşı olduğunu sanmıştım. Hademelerin kaba davranışları yanıldığımı
gösterdi. İki hafta sonra bu yaşlı centilmen -Bristol şehrinde bir tüccardı-
hertarafını kırmızı çamura bulayıp, ben bir tabloyum diye etrafta dolaşıp,
koğuştakilerin sinirini bozuyordu. Bir kaç gün sonra da, beni bağladıkları gibi
sıkıca bir hücrede bağlanmış, sert bir oturağın üzerinde bütün gün oturduğunu
gördüm. Deli gömleği içinde, duvara bir kemerle bağlanmıştı, yüzü ateş gibi
kıpkırmızıydı, gri saçları yüzüne düşmüştü. Yavaş yavaş daha tiksindirici bir
hale giriyordu; yemek getirildiği zaman oburca, şapır şupur tıkınıyor, düzene,
temizliğe aldırmadan bir hayvan gibi kamını doyuruyordu. Bu tablo benim de ne
hallere girmiş olduğumu gösteriyordu ve kendi kendime, "şüphesiz bu içinde
olduğumuz durumun kaçınılmaz bir sonucu" dedim. Cesaret, ümit kazanmış oldum
böylece. O zamana kadar kendimi suçlamıştım; mantığımı ve kendimi kontrol
edebilme yeteneğimi, boğaz düşkünlüğüme -yeme içme ve soğuk bira içme zevki-
feda etmiş olduğumu düşündükçe hasta oluyordum. Sabahlan ve akşamlan duyduğum
sesler durmadan ya hatır için o eti yemememi veya o ekmeği bırakmamı
söylüyorlardı. Sonra bir ses gelip yiyecekleri hatır için reddetmemi söylerken,
bir başka ses de hatır için birşeyler yememi istiyordu; şaşkına dönmüştüm.
Kamım açtı ve yemekleri sevmiştim, neden reddetmemi istediklerini anlayayamıyordum.
Hizmetçi yanımda bekliyor, ağzıma lokmaları uzatırken "Haydi Mr. Per-
ceval, akşama kadar bitmeyecek bu yemek" diyordu. Sonunda yemezsem
yemekleri geri götürüyorlar beni de ya cezalandırıyorlar ya da azarlıyorlardı.
Bazen de zorla ağzıma tıkıyorlardı, o zaman da ben oyun oynarcasına ağzıma ne
verirlerse hatta elimin uzanabileceği herşeyi yutuyordum. Sonra ruhumu bir
lokma ekmek için sattığımı düşünüp kızıyordum. Böylece sonsuz mutluluğu,
tıkınmanın zevki uğruna feda etmiş oluyordum; hem de bunu benimki gibi kutsal
bir vücut için yapıyordum.
En
düşünceli olduğum, düşünce ve ellerimin en meşgul olduğu zamanlar akli dengemin
en sağlam olduğu devrelerdi ve bunun sonucu olarak da durumumun ne olduğunu
daha açık bir şekilde farkediyordum. Bu dönem, zayıflığıma en çok kaygılandığım
ve bu halimin sergileniş biçimine en çok şaşırdığım ve yine de bu hislerin pek
bilincinde olmadığım bir devreydi. İnsan aklının çift aksiyonu vardır; duyu
veya duygularla ilgili olan kısmı ve bu duyuların tanınması, far- kedilmesi
veya tanımlanması ile ilgili olan kısmı. Tıpkı dalgın bir adamın her yerde
kalemini araması ve sonunda kulağının arkasında bulması veya düşünceye dalmış
bir adamın kalkıp pencereye, masaya doğru bilinçsizce yürümesi, sonra da
kendine gelip 'ben buraya niye gelmiştim' diye düşünmesi gibi.
Yani
bir deli tam anlamıyla duyularından yoksun değildir, yalnızca kafası acı veren
başka düşüncelerle doludur. Sağlıklı bir akıl ve moral durumu için, aklın ve
vücudun birçok fakültesinin bir arada, uyum içinde çalışması gerekmektedir
-böyle bir durum birdenbire oluşunca, bir deli kendi utanç verici ve zor halini
farkeder, bu konuda daha duyarlı olur, ama yine de düşüncelerini veya
duygularını kontrol edemez. Böylece, yemek yerken, ellerim meşgul olduğu için
veya traş olurken gerçek durumumu daha iyi anlıyor ve düşüncelerim kendimden
uzaklaşıp diğer nesnelere dağılıyordu. Tabii, bıçak veya jilet kullanmama izin
vermemeleri yüzünden, moralim oldukça bozuktu. Kendimi idare edemiyordum,
ceza benim için çok ağırdı ve sonunda gürültücü, aç gözlü bir soytarı haline
geldim. Yiyeceğimi tıkınıyor, hayvanca sesler çıkarıyordum. Daha insanca
şartlar altında olmuş olsaydı, bu belki de hiç olmayacaktı. Ama duyduğum
sesler bir arkadaşın hatırı için o et parçasını yemememi; bir başka parçayı
ise, başka bir arkadaşın hatırı için yememi söyleyerek, benim davranışlarımın
öncelikle duygusal olmasını istemiş oluyorlardı. Yani bu şartlar altında,
böylesine verilen yemeği yemeye isyan etmemi istiyorlardı -önce ye- memeyi,
(durumumu ve kötü muameleyi kınamak için) sonra da yemeyi, tevazu içinde ve
şükran duyarak (çünkü bu sağlığım için gerekliydi). Tıpkı üzgün insanların
yemek yiyememeleri veya yememeleri ve kızgın, öfkeli kadınların yemeği bırakıp
kalkmaları gibi. Ben de sık sık yemeği yemeden bırakmayı düşünüyordum ama
sağlığımı düşünerek kendime rağmen yedim.
Kısaca,
delilik aynı zamanda manevi anlam taşıyan bir emiri yanlış anlayıp maddi
anlamda uygulamaktır, -zihinsel bir emiri fiziksel olarak algılamak gibi ve bu
sebeple Hermi- net Herbert'le öpüşmem ve boğuşmam emredildiği zaman, esas amaç
şu veya bu davranışları geliştirmemdi
Bu
adama niye bu ismi taktığımı bilmiyorum, bu deyimin anlamını da tanımlayamam,
bunun anlamını ruhlara sorduğum zaman da bunu çok iyi bildiğim söylendi. Sonra
Yunanca ve Almanca dillerine başvurarak —"Herminet"— haberci, ulak
veya yorumcu —"herr", efendimiz—"bert" ben tam anlamını
bilmiyordum (ama seslere göre "cehennemden "miş) anlamını
çıkarabildim ve Herminet Herbert, ceza gören ruhların, Tann'dan bahsederken
kullandıkları bir tabir anlamına kullanılıyor.. Tıpkı babasına kızan çocuğun
ona 'Vali Bey' demesi, veya suçlunun hapishaneden 'saray' veya 'şato' diye
bahsetmesi gibi. Eski bir lugattan öğrendiğime göre "herbert" veya
"heer-bert", Önder, Efendimiz anlamına da geliyormuş.
Dr. Fox'un tımarhanesindeyken bu isim,
diğer pek çok fikrim gibi bana orjinal gelmişti. Burada birçok fikir doğmuştu
ama çoğuna beni götüren bazı nedenler vardı; durumum, yapılan muamele, ve
özellikle bu hizmetlinin kullandığı dil gibi. Bu adam konuşmaya başlayınca
kendimi kasaptaymışım sanıyordum. Bana sık sık, "bağırsaklarını sökerim",
"senin.................... ni
keseceğim!" diyordu. Bir akıl hasta
nesinde
çalışan bu hastabakıcının böyle bir dil kullanmasını, hem de bir centilmene
böyle hitabetmesini nasıl düşünebilirsiniz? Ama aynen böyle konuşuyordu; eğer
okurlarım bir delinin ne kadar yalnız ve terkedilmiş olduğunu düşünürlerse,
toplumun suçunun büyüklüğü ortaya çıkacaktır. Herminet Herbeıt'le öpüşmem veya
boğuşmam istendiği zaman, sesler bana bu emirlerin tam aksini yapmam
gerektiğini söylemişlerdi yani öpüş deyince boğuşacak,boğuş deyince de
öpüşecektim. Sözlerini dinlemediğim zamanlarda korkak olduğumu söylüyorlardı.
Sonunda sabrımı yitirip, hangisinin doğru olduğunu iyice karıştırdım. Emirler
önceleri "böyle bir adamla boğuş, istersen", "şunu yap,
istersen" şeklinde veriliyordu; biraz daha iyileşince şöyle söylenmeye
başladılar, "istersen şunu şunu yap- karar veren ruhun sözünü dinle"
veya "şakacı ruhun dediğini yap" -ve buna benzer şeyler. Bunu
keşfedince daha dikkatli olmaya ve ne şekilde davranacağıma önceden çalışıp,
incelemeye karar verdim.
Böylece
delilik aynı zamanda bir anlayış karmaşasıdır; akıllı, espirili veya alaycı
veya tuhaflık ruhların emirleri karıştırılır, yanlış anlaşılır. Tanrı, insan
zekasını işlerken, yarattığı varlıkla -tabir yerindeyse- böyle şakalaşır;
emirin yanlış anlaşılması günah olarak tanımlanır. Bence, dini meslek olarak
edinenler çoğunlukla iki yüzlüdürler; çünkü dindar olduklarını söyledikleri
halde değildirler. Bu nedenle İsa günahkarlan ve meyhanecileri seviyordu, onlar
iki yüzlü değillerdi.
İşte
burada, St. Paul'un bahsettiği büyük esrar ortaya çıkar: "Yapabilecek
olduğumu yapmam-yaptığıma izin vermem", "Aklım ete karşıdır- etim
ruha karşıdır", çünkü insan aklı incelik ve zarafetten uzaklaşınca
esprili olarak düşünür, yani dokunmanın, tatmanın veya ellemenin yasak olduğunu
düşünür ama gerçekte doğa bunun aksini ister, böylece, aklın istediğini doğa
istemez. Bu çelişki kanunu her- yerde vardır ve bu gerçek St. Paul'den başka
yazarlar tarafından da farkedilmiştir. Ovid, Aşk'ın tutkusu üzerine yazdığı
bir eserde; Martial da, bir Epigram'da, aynı konuyu işlemişlerdi.
Bunun
evrensel bir kanun olduğunu söylemek istemiyorum, herhangi bir hataya düşmek
iyi olmaz.
Okulda
genç çocuklarken, kim bilir kaç kez yalnızca yasak olduğu için bazı şeyleri
yapmıştık, emirlere karşı gelmiştik, değil mi? İnsanların yapmalarını
istemediğimiz şeyleri yapmalarını söylemek her zaman iyi sonuç verir. Başkaları
da bu olgunun farkındadırlar, ama ben bunu bir çözüm olarak algılıyorum. Galiba
bu, doğru bir şekilde yorumlanırsa, günahın esrarını sonunda çözmeme yardım
edebilir. Böylece günah bir yanlış anlamadan ibaret oluyor.
Küçük
çocuklar gibi davrananlar bu kuralı pek beğenecekler, özellikle huysuz ve
tutkulu olanlar.
Çocuklara
saygı göstermek gerekir, - aklın işlemlerinin daha saf ve daha düzenli olduğu-
sonsuz ruhun küçük tapınakları oldukları için ve ahlâk açısından daha mükemmel
göründükleri için.
Bu
çocukları hizmetçiler gözetirler, oyunlarını hemen bırakıp yanlarına
gelmelerini isterler, onları korkuturlar, minik parmaklarıyla kavradıkları
şeyleri ellerinden koparıp alırlar ve böylece doğanın düzeni bozulur, irade ve
isteklerinin kendilerine göre gelişmesi engellenir, terbiye için kullanılan
metotlar onların kendi yaşamlarını yaşamalarına mani olur - sonunda huysuz,
hırslı ve vahşi olurlar. Benim tavsiyem şu olacak, onlara boyun eğin ki, onlar
da size boyun eğsinler. Onların tutumlarına bakarak ruh hallerini ve
morallerini tahmin edin ve davranışlarınızı buna göre ayarlayın. Onlarla usta
bir balıkçının oltaya yakalanan balıkla oynayıp sonunda kıyıya çekmesi gibi
oynayın; varacağınız sonuç bu kadar çabaya değmez mi?
Daha
ne söyleyeyim, delilik bir anlayış kargaşasıdır- ama aynı zamanda aklî
melekelerin doğal, belki de hatalı yargıların kontrolünden uzak durmalarıdır.
Delilik, sarhoşluk gibidir, yalnız daha kötüdür ve daha uzun sürelidir: ve pek
çok şair, ressam, şarkıcı, aktör ilaç aldıkları zaman en iyi, en güzel
eserlerini vermişlerdir; çünkü sarhoşluk doğal yargılamayı alt üst eder,
yanlışı doğru, acıyı tatlı yapar. Yargılama gücü elinizden alındığı zaman tutku
ve duygular işi ele alırlar. Bu nedenle aklın işlemlerini gözlemlemek suretiyle
pek çok manevî, ruhsal ve hatta fiziksel bilgi edinilebilir; çünkü akıl
kusursuz bir mekanizma parçasıdır. Sanki nasıl kullanacağımızı veya
ayarlayabileceğimiz! bilmediğimiz bir müzik aletini bazı katı mekanik
kurallara göre kullanmaya çalışmak gibi. İnsanın içinde doğal düşünce ve iradesinden
bağımsız olan bir güç vardır ve bu gücü kullanarak
insan
fikirler üretebilir -sesini denetleyebilir- hatta kollarını bacaklarını bile
idare edebilir.
Kahvaltımı
yaparken, ses bana sık sık, "Eğer şunu veya bunu yaparsan, senin için
biraz daha ekmek ve tereyağ isteyeceğiz" diyordu ve eğer sözünü
dinlersem, konuşmama gerek kalmadan, hizmetçi, bana dikkatle baktıktan sonra,
bana ekmek ve yağ getirirdi. Şimdi anlıyorum ki, yüz ifadem veya davranışımla
daha ekmek istediğimi ifade ettiriyorlardı; ama bu, duyduğumu hayal ettiğim
seslerin bir şekilde benim esenliğimle ve aklımın çalışmasıyla ilgili olduğunun
veya içimdeki güç tarafından duyduğum seslerle aklımın çalışması arasında bir
bağlantı olduğunun bir ispatıdır.
Bir
keresinde, Dr. Fox'un hastanesinden çıkmamdan az önce, evden çıkıp arka kapıdan
geçiyorken bir ruh benim "başımı kaldırıp, sesimi yükseltmemi ve neler
olacağını beklememi" istedi -yukarıya, gökyüzüne bakıyordum, ağzımı
açıyordum ve öyle korkunç küfürler ve lanetler söylüyordum ki korktum ve
konuşmayı reddettim. Tekrar aynı şeyi yapmam istendi ama sözlerini dinlemeyip,
sessiz kalmayı tercih ettim. Böylece, emir aldığım anda, ne durumda olduğuma,
nerede olduğuma aldırmadan sesimi yükseltip bağırma çılgınlığından kurtulmuş
oldum; yani olağanüstü bir güç tarafından körü körüne yönetilmem sona ermişti.
Eugene
Meyer ve Lino Covi
KİŞİLİĞİN
Y İTİRİLMESİ DENEYİMİ
BİR
HASTA TARAFINDAN YAZILAN RAPOR
insanın
gerçek olmadığını ve bütün davranışlarının, duygularının sahte ve düzmece
olduğunu hissetmesi, akıl hastalığının korkutucu bir yönüdür. Bu deneyimi
tanımlayan aşağıdaki parça, psikozun en şaşırtıcı özelliklerini açığa
çıkarmaktadır. Benliğin inkar edilmesi, onun ürünlerinin de değerini yadsımaya
yol açar. Ve bu, benliğin gerçekliğini ve varlığını inkar etmeye kadar uzanır.
Aşağıdaki öykü, bu kavramı teori ve soyutlama sahasından çıkarır ve bize
yadsımanın ne olduğunu somut bir deneyim olarak anlatır. Bıımm yazılmasına John
Hopkins'ten iki psikiyatr yardım etmişlerdir.
İyileşme
sürecindeki hastaların, akıl hastalığının iç deneyimleri konusundaki
yazdıkları, bu hastalığın daha iyi anlaşılması için çok faydalı olmuştur.
Aşağıdakiler, 22 yaşında şizofrenik düzensizliklerden iyileşmekte olan bir genç
kız tarafından yazılmıştır ve hastanın izniyle yayınlanmıştır. Bu notlann,
kişiliğin yadsınması, bölünmesi olgusunun ikilemlerini, sübjektif bir açıdan,
dokunaklı ve sanatkarane bir üslupla yazıldığına inanıyoruz.
Hasta,
bu dokümanı yazmadan 16 ay kadar önce Henry Phipps Psikiyatri Kliniği'nde
kalmaktaydı. Kronik olarak korkmuş, ürkek, içine kapalı, kendini ifade edemeyen
bir kişiliğe sahip olan hasta, Kliniğe yattığı ilk sene içinde intihara da
teşebbüs etmişti. Duygularını kağıda dökmeye başlamasından iki ay kadar önce,
durumunda gelişmeler görül-
meye
başlanmıştır. İletişim yeteneği ve genel anlatım yeteneğinde gözle görülür
iyileşmeler farkedilmiştir. Yazıları iki bölüm halindedir ve bu bölümler
arasında iki haftalık bir ara vardır. Dört ay sonra hastaneden çıkabilecek
duruma gelmiştir. Şu anda, klinikten çıkalı on ay olmuştur, psikoterapi- ye
devam etmektedir ve Ortabatı şehirlerinden birinde kolej eğitimine yeniden
başlamıştır.
İlk
bölüm, hastanın bir hemşireye "gerçek olmadığını hissetmenin" ne
olduğunu tanımlamaya çalıştığı halde bunu anlatamamış olmasından sonra
yazılmıştır.
Gerçek
olmama hissini anlatabilmek için, hissin ne olduğunu uzun ve gerçek olmayan
bir tanımını yapmak gerekir. Bu realiteden öylesine uzaktır ki, sağlam, gerçek
bir tanımlama yapabilmek için, soyut, gerçek dışı bir anlatım kullanılmalıdır,
çünkü ancak böylece tam olarak anlaşılabilir. Belki de tam olarak anlamaya
değmez, çünkü "hissetmenin" kendisi de değersizliktir. Bu tıpkı
sahte bir çekin, banker tarafından incelenmesine benzer; bankerin tedavüldeki
paraları çok iyi tanıması ve bilmesi gerekmez.
Bu,
normal durumlarda hiç ümit edilmeyecek olan bir önem ve büyüklük beklentisinin,
her gün yaşanması demektir.
Basit
ve küçük şeyler bile, insanın her şeyin büyüklüğünü olabildiğince,
birbirleriyle olan göreceliklerine göre ölçmesi halinde, çok büyük ve hatta
ürkütücü oranlarda algılanabilir. Bu, gün boyunca yapılan her şeyin
otomatikman yapılması ve sonradan incelenmesi gibidir. Tıpkı Kilise'nin birçok
"izm"lere bölünmesinin, insan ruhu tarafından inşa edilen en kutsal
anıtlar oluşu gibi. Yani, bu anıtlar insan ruhu-
nun
düşünebilme, karar verebilme ve yapabilme gücünün, kendi içinde bölünüp
parçalanmasına benzer. Sonunda bu dışarıya atılır, günün diğer bölümlerine karışıp
yiterler, ancak geride kalanlar değerlendirilir. Birşeyler yapmayı istemek
yerine, mekanik ve ürkütücü bir şey tarafından yapılmaktadır; çünkü bu şey bir
şeyler yapabilir, gücü vardır, ama isteyip istememe yeteneği yoktur. Çekilen
eziyetleri onarabilecek, yapıcı, iyileştirici bölümler gitmiştir, insanın
içinde yaşaması gereken 'hissetme' gücü dışarıdadır, geri dönmek istemektedir
fakat dönme gücü elinden alınmıştır.
Bu
durumu tanımlamak için belki de "içeri-dışan" sözcükleri pek uygun
olmayabilir; çünkü bunlar 'siyah-beyaz" gibi kesin sözcüklerdir,
bahsettiğim olgu ise daha çok "gri"dir. O, devamlı kayan, yer
değiştiren, jöle gibi bir şeydir, ardında somut bir iz bırakmaz ama yine de
bir lezzeti vardır veya bir piyesten alınan bir filmi seyretmek gibidir; bu
piyesi daha önce seyreğiyseniz, sinema filminin bu piyesin bir tanımı olduğunu
ve onu hatırlatmasına rağmen gerçek olmadığını farkedersiniz.
Bunun
tanımlanması bile gerçek dışı ve acı veriyor; çünkü korkutuyor ve yine de
yumuşak ve belirsiz görünür (çok keskin olduğu halde). Bu gerçek dışı bir
şekilde hissedilir, bu nedenle devamlı bir işkence değildir ama yine de sizi rahat
bırakacak gibi görünmez ve herşey izlenimler dünyasında kayıp gider. Ne gibi
göründüğü, ne olduğundan daha önemlidir ve arasıra öfke nöbetleri yaratır.
Çünkü "ne olduğu" birşeydir ama "ne gibi göründüğü"
durmadan düşünce ve hayallerle değişir, gerçeklerle pek ilgisi yoktur. Önemli
şeyler gitmiş, geride önemsizler kalmıştır, gidenlerin yokluğunu,
varlıklarıyla daha belirginleştirirler.
İkinci
öykü hastanın, gerçekdışı olma duygularım kişile- rarası ilişkiler açısından
gözlemi ve açıklaması konusunu işlemektedir. Bu bölümde, hastanın kendisinden
"ben" diye bahsetmesi dikkatinizi çekecektir. İlk öykünün kişisel
olmayan (impersonal) ifadesi değişmiştir.
Bugünün
pazar olması, annemi ciddi olarak düşünmeme sebep oldu.
Evimizde
Pazar günleri tam bir mutluluk ve huzur duyulurdu; aslında bu atmosferi altı
kişi ve bir kedinin yaşamakta olduğu bir evde sağlamak oldukça zordu. Bir
psikiyatri kliniğinde olmam sebebiyle aile ilişkilerinin psikolojik yönü
üzerinde daha bilinçli olarak düşünüyordum. Çünkü evdeyken, olaylar hep orada
gelişiyordu ve aile bireylerinin birbirlerine karşı duyduğu doğal sevgi, onlar
hakkında düşünmeye engel oluyordu. Görünen şeylerin daha derinine inip bu
konuda düşünmekten hep korkmuşumdur; çünkü o zaman görüşler ve varsayımlar
ortaya çıkar. Ben de ne derecede hasta olduğumdan emin olmadığım için nasıl
mantık yürüteceğimi bilemezdim. Yalnızca köklü bir hastalığım olduğuna
inanıyordum.
Bu
gerçekten esas konudan uzaklaşmama sebep oldu; Annem. O'nun hakkında yazmaktan
korkuyorum; çünkü onun hakkında analitik olarak düşünmemek gerektiğini biliyorum,
onları yalnızca sevmek gerekir. "Babanı ve Anneni say", en büyük
emirlerdendir, bu yüzden analitik düşünceler onlara saygısızlık anlamına
gelebilir ama belki de saygıya anlayış yoluyla ulaşılabilir ve eğer bir gün
iyileşebileceksem, Annemin benim üzerimde yaptığı etkiyi bir şekilde anlamam
lazım.
O'nun,
bazı şeyler ve gerçekler konusundaki fikir ve görüşleri beni herzaman
etkilemişti ve onun başka birinin söylediği hiçbir şeyi dinlemediğini de
biliyordum. Çok ilginç bir insandır —hatta büyüleyici biri de denilebilir— hiç
sıkıcı olmamıştır, çoğunlukla tam anlamıyla mutlu, neşeli biriydi. Bu hali
benim ne kadar başarısız olduğumu ortaya çıkarıyordu; çünkü soğukkanlı
değilim, çok sinirliyim ve insanlar konuşurken dinlemeyi bilmiyorum. Bu,
geliştirilmesi gereken bir sanattır. Bazen Annemin beni dinlemesini çok
isterdim ama o hiç oralı olmazdı. Galiba bu, hastalığımın temel nedeniydi.
Evle ilgili ilk anılarım, doğum günlerini ve Noel'i kutlamayı seven huzur dolu
ve mutlu bir atmosferdi ve bizlere, çocuklara verilebileceklerin en çoğunu
veren fakat bir sıkıntıları olduğu zaman birisinin mutlaka dinleyeceği
güvenini ve hissini vermeyen bir ortamdı. Bu ortam kız- kardeşimi
etkilememişti; çünkü o, olaylardan kolayca etkilenmez, ağlar, bağınr, sonra da
unuturdu. Ben de öyle olmak isterdim, ama hiçbir zaman öfke krizleri
geçirmezdim, her- şeyi içime atardım. Kızkardeşim'in bütün sorunları açıkta
olduğundan kolayca anlaşılır ve çözümlenirdi.
Şimdiki
güvensizlik ve bunalım duygularımın çoğu çocukluğumdan beri hiçbir zaman
ciddiye alınmamam, bana en yakın olan kişinin bile beni dinlememesi ve
dolayısıyla kendime güvenimi yitirmem yüzünden doğmuşlardır. Kendimi bir insan
olarak düşünmemeye, gerçek olabilecek kadar önemli görmemeye başlamıştım ve bu
duygular zamanla tersyüz olup, mutlak gerçekdışı olduğum hissine dönüşmüşlerdi.
Başkalarını düşünürken gerçek olan fikirlerim ve hislerim, kendime dönünce
gerçekdışı oluyorlardı. Bu, kendi menfaatlerini düşünmemekten, hodbin
olamamaktan; hodbinliğe, egoistliğe doğru bir geçişti. Çünkü, bazı zamanlar
kendinizi düşünmemeniz bencilliktir, bu sizi daha az in-
san
yapar, yararlı bir şekilde bencil olmak oldukça faydalıdır.
Bunu
yazmak benim için çok zor; çünkü okuyan olmayacağından korkuyorum ve Annem
bunu okumaya değer bulmayacaktır, böylece de bunları yazmanın bana hiçbir
yararı olmayacak. O'nun görüşleri beynimde öylesine yer etmişler ki, bana iyi
birşeylerin olduğunu kabul edemiyorum, birşeyler yapmaya çalıştığım zamanda
nasıl olsa başaramayacağımı düşünüyorum. Bu yaptığım herşeyi hatta
düşüncelerimi bile kapsar; çünkü bence düşüncelerim düşünmeye değmez,
yaptıklarım da yapmaya değmez ama yine de yapılmaları gerekir çünkü başka
herkes bunları yapar ve kimsenin öylece bırakmaya hakkı yoktur. Ben yine de
kendime rağmen çalışırım, herşey daha yarısına bile gelmeden yanlış gitse
bile.
Bu
yazılar, iyileşme işleminin devam etmekte olduğunun delilleridir. Hastanın
büyük bir karışıklıktan, düzensizlikten kurtulmasını ve bu yoldan kişiliğinin
dağılması belirtilerinin yavaş yavaş yokolmasını göstermektedir.
Kişiliğin
yitirilmesinin genetiği, soyaçekiminin araştırılması ve bu deneyimde bireysel
farklılıkların rolü henüz anlaşılamamaktadır. Kişiliğin yokolması, hafif
haliyle, akıl hastalıklarının oldukça somut veya dayanıklı bir özü, temeli
olarak görülebilir. Daha ciddi ve akut durumlarda, kişiliğin yitirilmesi, yoğun
ve pasif duyarlılık veya boğulma, yutulma korkusu uyandınr ve dolayısıyla,
düşmanca veya bu hastada olduğu gibi kendini mahveden savunma mekanizmaları
oluşturur. Bu, bütün duyguların şiddetle inkar edilmesi ve gerçek, içten gelen
duygusallıktan korkma ve dolayısıyla kendi benliği açısından bir gerçek-dışı
olma hissiyle sonuç-
lanmıştır.
Kişiliğin yitirilmesi aynı zamanda diğerlerinden şiddetli bir kopma,
yabancılaşmayla beraber oluşur ve ruhsal olgularında kendi benliğiyle diğer
kişilerin temsil edilmelerini yansıtır.
Hastanın
ilk öyküsünde, felce uğramış bir kararsızlık ve perspektif yoksunluğu, kişilik
yitirmesiyle beraber göze çarpar. Boşluk hissinin yarattığı dehşet, yalnızlık
ve uyuşukluğa paralel uzanır, bu da değişikliğe karşı bir savunma sığınağı
görevi görür. Özellikle sürprizler incitici ve potansiyel karışıklığa sebep
olabilirler. Hastanın birinci öyküyü yazabilmesi, o denli canlı olarak
tanımladığı durumdan kopmasının bir ölçüsü olarak görülebilir. İkinci bölüm
ise onun hastalık deneyimini ilk kez "kişiselleştirdiğini"
yansıtmaktadır ve kendisinin başına gelenler konusunda saygın ve sorumlu bir
anlayış gösterebildiği anlaşılmaktadır.
Bu
öykülerin yazılmasından önce hastanın yaşadığı deneyimler konusunda
bildiklerimizi gözden geçirmiştik. Detayların burada tartışılmayacağı pek çok
olayın yer aldığı muhakkak. Bu öyküleri yeniden okumaktaki ve dikkatle incelemekteki
kişisel nedenimiz, bunların bizce sübjektf bir deneyimin iletilmesi açısından
çok değerli olmalarıdır. Bu, yalnız bahsi geçen hastanın durumu yönünden değil,
sıkıntılarını sözcüklerle ifade edemeyen daha şanssız hastalar için de
geçerlidir. Hastanın sübjektif deneyiminin değerlendirilmesi, iyileşmenin
kolaylaşması için gereklidir. Bizce, onun sözcükleri, akıl hastalıklarının
kişiliğin yitirilmesini kapsadığı durumlarda, hastaların iyileşmesi için
çabalayanların, emek sarfedenlerin ilgisini uyandıracak ve yararlı olacaktır.
İKİNCİ BÖLÜM
ÇEŞİTLİ PSİKO PATOLOJİK
DENEYİMLER
Mary
Maclane
İÇİMDE
OLAĞANÜSTÜ BİR
YAŞAM YOĞUNLUĞU VAR
"İyi değilim. Erdemli değilim.
Sevimli değilim. Cömert değilim. Yalnızca ve herşeyden önce tutkulu, duygu dolu
bir yaratığım. Herşeyi —hissederim. Benim deham bu. Ve bu beni ateş gibi yakıyor.
"
Mary Maclane'in "yoğun, tutkulu
hislere" dair dehası, bir anlamda akıl hastalığı dehasıdır. Yoğun hisler
dünyasına geçiş belki de yoğun deneyim ve varoluş anlamına gelir ve bunun bütün
yıkıcılığına ve acı vermesine karşın, akıl hastalığının anlaşılabilir olan tek
olumlu faktörüdür. Yabancılaşma ve hiçlik ikilemi batı toplu- munda çok
yaygındır. Mary Maclane, o kadar güzel tanımladığı bu ikilem konusunda şöyle
söyler; eğer iyilik ve bunun doğal sonucu olan normallik bir hiçlikse, kötülük
ve delilik daha yoğun duyguları —ve hayatı kapsar. Burada, diğer dokümanlarda
da olduğu gibi akıl hastalığı içinde insan varlığı, en yoğun, en çıplak ve en
gerçek şeklinde yaşanmaktadır. Gerçek derken, kültür adını verdiğimiz kural ve
mitler tarafından korunmadan kişilerin yaşadıklarının kendi ürünleri olduğu ve
sosyal gerçeklerden etkilenmediği hali kastediyoruz.
Miss Maclane'in kitabı ]901'de, Sartre
ve D. H. Lawrence'den önce yazılmıştı. Dostoyevski ve Nietzsche'den haberi
olmadığından emin olduğumuz halde, onların stilinde ve düşünceleri doğrultusunda
bir eserdir. Yazısının sonundaki yalvarış, "Oh, keşke birisi bunu
anlayabilse" doğrudan doğruya bize yöneltilmiştir. Onun üzerine soğuk,
klinik, ’şizoid kişilik' veya 'şizofreni' etiketini yapıştırıp tımarhaneye,
veya 'nevroz' teşhisi koyup tedavi için psikiyatra yollarsak ona en korktuğu
şeyi, "Dışarıdaki akıllı dünya bu uzattığım elime bir taş mı verecek"
sorusuyla kastettiği şeyi yapmış oluruz.
Psikiyatri'nin hastalara karşı duyduğu
acıma, hep iyilerin hastalara duyduğu acımaya benzer. Bu acımanın içinde bir
parça üstün-
lük hissi de vardır. Hasta ile
hastalık ayrı ayrı düşünülmelidir. Ama bu ikisi ayrılmazsa, (Mary Maclane'in
durumunda olduğu gibi) hastalık veyapsikopatolojinindi, kişiden başka birşey
olmadığı anlaşılabilir. Acımak veya duygularını paylaşmak sonunda hastalığın
kendi içindeki anlamı ve değerini görürüz; bunu iyileştirilecek veya yok
edilecek birşey olarak düşünmeyiz. Mary Mac- lane'e, onu diğer insanlara benzer
bir hale getireceğimizi söylemek, eline taş vermek olacaktır. O, anlayış,
sevgi ve ilişki istediğini söylüyor. Belki de psikopatoloji sorununun çözümü
bu kadar basittir.
BUTTE,
MONTANA
Ben
kadın cinsindenim ve ondokuz yaşındayım. Şimdi yapabildiğim kadarıyla kendi
Portremi, eksiksiz ve açıksöz- lülükle çizmeye başlıyorum. Ben, Mary MacLane
için dünyada başka bir paralel yoktur.
Bundan
eminim; çünkü ben tekim.
Doğuştan
ve gelişme açısından farklıyım, orjinalim.
İçimde
olağanüstü yoğunlukta bir hayat var.
Hissedebiliyorum.
Mutsuzluk
ve mutluluk için harika bir kapasitem var.
Geniş fikirliyim.
Bir
dâhiyim.
Kendi
göçebe ekolümün filozofuyum.
Yanlış
veya doğru umurumda değil —bilincim bir sıfırdır.
Beynim,
saldırgan bir çok yanlılık kümesidir.
Fevkalade
mutsuz, ölümcül duruma eriştim.
Kendimi
iyi tanıyorum, oh hem de nasıl!
Ender
bulunan bir egoizm kazandım.
Karanlık
gölgelerin derinlerine daldım.
Bütün
bunlar tuhaflığımı gösterir. Bu yüzden kendimin oldukça tuhaf ve tek olduğumu
anlıyorum.
Tanıdığım
yüzlerce insan arasında bir paralellik aradım. Ama boşuna. Değişik
karakterlerde, değişik insanlar vardır ama bunların hiçbirisi benimle
kıyaslanamaz. Benim yaşımdaki gençler bana yalnızca aptalca bakmakla
yetiniyorlardı, anlamıyorlardı; kırkbeşlik daha yaşlılar da —çünkü ondo- kuz
yaşındaki biri için kırkbeşlikler yaşlıdırlar— ya aptalca bakıyorlar ya da o
şeytani üstünlük gülümsemeleriyle bana acıdıklarını gösteriyorlardır.
Tabii
ki, bunlar aşın durumlardı. Genç arkadaşlanmın arasında aptalca bakmayanlar;
kırkbeşliklerden de karmaşık karakterimin bir kısmını anlayabilenler vardı.
Ama
söylediğim gibi aralannda bana göre bir paralellik bulmanın imkanı yoktu.
***
Bazen
dünyanın kenarına geldiğimi hissediyordum. Bir adım daha ve düşeceğim. O adımı
atmıyorum. Kenarda duruyorum ve acı çekiyorum.
Dünyada
hiçbir şey, genç ve yapayalnız bir kadın kadar çok acı çekemez!
Mary
MacLane'in portresini çizmeye devam etmeden önce onun ilginç olmayan
geçmişinden bahsetmek istiyorum.
1881'de,
Winnepeg'de Kanada'da doğmuşum. Winne- peg'in bu olaydan gurur duyduğundan
kaygılıyım. Dört yaşındayken ailemle beraber Minnesota'da küçük bir kasabaya
taşınmıştık. Burada on yaşma kadar hiç de yavan ve yalnız olmayan bir hayat
geçirdim. Sonra Montana'ya geldik ve yukarıda anlattığım hayat devam etti. Ben
sekiz yaşındayken babam öldü.
Kamımı
doyurmak, üzerimi giydirmek, okula yollamak ve bana MacLane kanını, karakterini
aşılamaktan başka bir konuda ilgi gösterdiğini hatırlamıyorum. Elbette ki beni
sevmiyordu; çünkü kendinden başka kimseyi sevebilme yeteneği yoktu. Bu nedenle,
babamın —bencil Jim MacLane'in ölmüş olması veya yaşaması umurumda değildi.
O
benim için bir hiçti.
Yanımda
hala bir anne, bir kız kardeş ve iki erkek kardeş vardı.
Onlar
da benim için bir hiçtir.
Acayip
bir yaşamı olan bir yabancıymışım gibi, beni hiç anlamıyorlardı.
Ailemle
benim aramda kesinlikle sevgi ve sempati yoktu. Zaten olamaz da. Ondokuz yıldan
beri benimle olan annem bile benim doğamı ve isteklerimi çarpılmıştı. Bir
anneyle kızının arasında olması gereken sevgi ve anlayışı düşününce bu konuda
hakkımın yendiğini hissediyorum. Bu dünyada güzel şey o kadar az ki. Benim için
bu hep böyle olacak.
Kız
kardeşim ve erkek kardeşlerim benimle, benim analizlerimle, felsefemle ve
isteklerimle hiç ilgilenmezlerdi. Onların istekleri ve düşünceleri kesinlikle
pratik ve maddeseldi. İnsanlar arasındaki sevgi ve şefkat, onlara göre ancak
kitaplarda görülürdü.
Kısaca
onlar Aşağı îskoçya'dandılar, ben ise bir MacLa- ne’dim.
Ve
böylece, dediğim gibi ilginç olmayan varlığımı Mon- tana'ya taşımıştım.
Varolmak gittikçe daha az ilginçleşiyordu ama buna rağmen değişken beynim
gelişmeye, büyümeye ve pırıltılar saçmaya başlamıştı. Ama, yıllar geçtikçe hayatımın
tatsız, yavan ve olumsuz bir şey olduğunu farkettim.
Liseden
şunları kazanmış olarak mezun oldum: çok iyi derecede Latince; iyi Fransızca ve
Yunanca; orta derecede
geometri
ve matematik; geniş bir tarih ve edebiyat kültürü; pek okulun etkisi olmadan
edindiğim gezginci felsefe; bir çeşit deha; taşlaşmış boş bir kalp; kuvvetli,
mükemmel bir genç kadın vücudu; acınacak kadar aç bir ruh.
Bu
malzemelerle son iki yılımı geçirdim. Ama yaşantım tatminsiz ve çarpık olmasına
rağmen, artık yavan ve sönük değildi. Dokunaklı bir acıyla doluydu —hiçliğin
verdiği acı.
Beni
meşgul edecek bir şey yok. Her gün yazıyorum. Yazmak bir gereksinme benim için
—yemek yeme gibi. Biraz ev işi yapıyorum, genelde severim bu işleri. Gerçekten
kuvvetimi ve vücudumun inceliğini, mutfağın yerlerini silmekle kazanmıştım.
Toz almayı sevmem ama yer silmeye bir diyeceğim yok. İnsanın vücuduna ve
beynine enerji veriyor.
Ama
çoğunlukla kırlarda uzun yürüyüşlere çıkıyorum. Butte ve çevresi çirkin bir
yer, güzel manzaralar yok. Neredeyse çirkinliğin mükemmelliğine ulaşacak. Ve
mükemmel olan hiçbirşeyi hor görmemek gerekir. Millerce uzunlukta kumda ve
çıplak tepelerde dolaştıkça bazı şaşırtıcı inceliklere, düşünce ayrıntılarına
erişmiştim. Hergün, yaşantımda da hep kumlar ve çıplaklıklar, yalnızlıklar
üzerinde dolaşıyordum.
Ve
böylece günlük yaşantım yeterince alelâde ve normal bir insan için rahat
denilebilecek bir şekilde devam ediyordu.
Benim
için bu, boş, kahrolası bir yorgunluk ve bıkkınlıktır.
Sabahlan
kalkıyorum; üç öğün yemek yiyorum; ve yürüyorum; ve biraz çalışıyorum; biraz
okuyorum, yazıyorum; ilginç olmayan bir sürü insan görüyorum; yatıyorum. Ertesi
gün yine aynı şeyler.
Gerçekten
coşkulu, anlamlı bir hayat! Bu hayatın bana ne yaptığını beni nasıl
etkilediğini, şimdi anlatmaya çalışacağım.
Ben
orjinalim. Hoş bir şekilde ferahlatıcıyım. Bohemim. Tuhaf ama hoş bir şekilde
ilgincim ve kötüyüm. Bir oda dolusu sıkıcı insanla konuşabilir, onların
ilgisini, hayranlığını ve şaşkınlığını toplayabilirim. Bunu bazen kendimi
eğlen- dermek için yaparım. Söylediğim gibi, ben oldukça basit yüz hatlan olan,
dikkati çekmeyen bir dahiyim ama zarif, hoş bir kişiliğim var. Vücudum güzel.
Ve cazip, orjinal stilimle konuşmaya başlayınca, bir "havam" vardır.
Başka
hiçbir şeyi olmayan bir insan için 'havası' olması iyidir. Bu güçlü ve kendi
çapında çarpıcı bir şeydir.
Kendimi
herzaman böyle göstermem; belki de zaman zaman topluluğun karakterine bakarak,
gösterimin istenilen etkiyi yapmayacağını önceden gördüğüm için. Çünkü ben bir
dahiyim.
Böyle
zamanlarda, daima kendimden bahsederim. Ahlak konusu üzerinde konuşuyorsam,
bunun Mary MacLane ile ilgili yönlerini anlatırım.
Evlilik
ilişkileri konusunda nutuk atıyorsam, bundan Mary MacLane’i etkileyecekse
bahsederim.
İlginç
bir yaratıktır, bu Mary MacLane. Aslında herkes öyledir, yalnız diğerleri bunu
farkedememişlerdir. İnsanlar değerimi pek anlamasalar da yine de dinleyicisiz
kalmadım. Onlar benim bir dâhi olduğumun farkında değiller.
Ben
bir kadınım ve ondokuz yaşındayım. Kendinden uzaklaşıp, eleştirebilen bir
kişiyim. İyi olup olmadığıma karar verebilirim. Gerçekten ne olduğumu ve nerede
durduğumu biliyorum. Uzağı, içime doğru uzağı görebiliyorum. Ben bir dâhiyim.
Charlotte
Bronte de bunu bir dereceye kadar yapabilmişti, ve o bir dâhiydi.
Ve
böylece, ben bir dâhiyim —bunu söylemeye hakkım var.
Ben
esas itibarıyla, organik olarak egoistim. Kibirliliğim ve kendimi
beğenmişliğim, yalnız başına yaptığım o uzun yürüyüşlerde iyice gelişmiştir.
Bir
dâhi ile bir aptalın belirtileri bunlardır. Yine, bir dahi ile bir aptal
arasında çok ince bir çizgi vardır. Çoğunlukla bu çizgi geçilir. Aptal dâhi
olur, dâhi de aptal. Bu kötü bir adımdır.
Büyükle
küçük, şefkatli ve kibirli, mükemmel ile gülünç, saldırganla mütevazi, cennetle
cehennem azabı arasında küçük bir adım vardır. İşte Dâhi ile Aptal arasında da
böyle küçük bir adım farkı vardır.
Ben
bir dahiyim.
Kaç
kez bu ince çizgiyi geçtiğimi söylemeye hazır değilim. Daha ondokuz
yaşındayken, kum ve çıplak tepelerden başka bir eğitim görmediğim halde bu
kadar ilerlemem ne fevkalade değil mi? Fevkalade —duyuyor musunuz?
Sık
sık bu gerçeği elime alıp bir portakal gibi sıktım, tatlı suyunu çıkarmak için.
Hergün bir miktar su çıkardım ve her- gün bu meyve suyu tazelendi, Promete'nin
hayati organları gibi. Onun için sıkıyorum, sıkıyorum ve suyunu içiyorum ve
tatmin olmaya çalışıyorum.
Evet,
yüzüme uzun uzun, merakla bakabilirsiniz. Bu , egoizm ve analiz dehasının,
Şeytan'ın gelmesini bekleyen bir dehanın, içinde hayret verici, fevkalade bir
karaciğer taşıyan dehanın, yüzüdür.
Galiba
size bu karaciğer hakkında daha fazla birşeyler anlatacağım.
Bu
bir günlük değil. Bu bir portre. İç dünyamın bütün çıplaklığıyla gösterilmesi.
Herşeyi göstermek için elimden geleni yapıyorum —her küçük zayıflığımı,
duyguların her devresini, her isteğimi. Bunu yapmak gerçekten çok zor, bence
ruhumun derinliklerine inmek, onun gölgelerini ve karanlıklarını sergilemek
çok zor.
Alçakgönüllülük
veya utanç duymuyorum. İnsan birşey- den neden utanmalı ki?
Fakat
insanın beyin yapısında bulanık, anlaşılmaz ve belirsiz bazı faktörler vardır
—bunları nasıl kavrayacağım? Araştırdım, inceledim ve çok hassas noktalara
kadar ulaşabildim— ve halâ ulaşamadığım pek çok nokta vardı.
Kabaran
ve benim üzerimden aşan hislerim vardı. Çaresiz, yıkılmış ve yenilmiştim.
Bunlar sanki benim ruh- odamm duvarlarına bilmediğim bir dilde yazılmışlardı.
Ruhum
kör gibi aranıyor, soruyor. Hiçbir cevap alamıyor. Bütün varlığımla bilinmeyen
bir Şey'e sesleniyorum; genç-kadm-vücudumdaki bütün sinirlerle ve genç-kadın-
ruhumun ulaşabildiği her yere sesleniyorum. Kumlar ve çıplak tepelerde
koşarken bütün yaşamımın tutkuları, öfke ve kızgınlık halinde doruğa çıkıyordu.
Yoğun ve ümitsiz bir özlem beni sarıyordu. Kalbim, ruhum, aklım ortalarda dolaşıyor,
küçük bir ışık bile olmayan derin karanlığa dalıyor, ümitsizce ellerimi
uzatarak araştırıyordum, özlüyordum, herşeyi istiyordum; Huzursuzluğun Şeytanı
beni izliyordu.
"Delireceğim
—delireceğim" diye durmadan kendi kendime tekrarlıyordum.
Ama
hayır. Kimse delirmiyor. Şeytan, kimseyi o artistik lanetten kurtarmayı
istemez. Önce insanın duyguları tam olarak yerinde mi diye bakar, sonra da onu
Huzursuzluk Şeytanına çelik zincirlerle bağlar.
Canım
acıyor — oh, günlerden beri bana işkence yapıyor! Ama Şeytan bana Mutluluğumu
getirirse, onu affedeceğim.
Mutluluğum
bana verildiği zaman, Huzursuzluk hala benimle olacak, bundan şüphem yok, ama
mutluluk onun tiz sesini bastıracak, onu bir neşe aleti haline getirecek,
sonunda onunla el sıkışacak —ve taşlaşmış kalbim, kadınsı vücudum, kafam ve
ruhum harekete geçecekti. Öyle derin bir mutluluk ve öyle yoğun bir acı ile
dolmuş olacaktım ki varlığımdaki en küçük sinirler bile, yaşamın doluluğuyla
sarhoş olacağımdan, titreşecekler.
Mutluluğum
bana verilince, saatler içinde yüzyıllarca yaşayacaktım. Ve hepimiz hızla
yaşlanacağız, ben ve taşlaşmış kalbim ve vücudum, ve kafam ve ruhum, hepimiz
yaşlanacağız. Üzüntü de bir dereceye kadar yaşlanabilir. Ama mutluluk —gerçek
mutluluk— bir anda insanın parmaklarından kayabilir, ve geçen her yıl izini
bırakır.
Hayatın,
onu hissedenler için bîr trajedi olduğu doğrudur. Mutluluk bana verilince, hayat
sözle anlatılamayacak kadar güzel, isimsiz bir şey olacaktır.
Fokur
fokur kaynayacak ve kükreyecek; bir girdaba düşmüşçesine dönecek; sarsıntıdan
sıçrayacak, haykıracak; hassas hayallerle titreyecek; kıvranacak; parlayacak,
şimşek gibi çakacak; yumuşak bir sesle şarkı söyleyecek; kayarcasma
dansedercek; dörtnala gidecek; koşturacak; kabaracak ve taşacak; uçacak;
yükselecek veya keşfedilmemiş derinliklere inecek; kızacak, köpürecek; neşeyle
çığlıklar atacak; eriyecek; alev olacak; keyifle yuvarlanacak; binlerce
trampet çah- yormuş gibi sesler çıkaracak; küçülecek; gururla ilerleyecek; ölü
gibi yatacak; havada bulut gibi kayacak; inleyecek, titreyecek, patlayacak —ve
Aşkla, ışıkla kokuşacak!
Bu
dildeki sözcükler yararsız, boş. Bana Mutluluğumu verdiklerinde, yaşamın nasıl
olacağını anlatabilecek kelimeler yeterli değil.
Yazdıklarım
tanımlıyor ama yetersiz ve karışık bir şekilde.
Sözcükler
günlük kullanım içindir. Mutlu yaşamla yüz- yüze gelme sırası bana gelince
dilim tutulacak.
Fakat
duygularımın yağmurlan, tufan seli gibi akacak!
Bütün
duygularımı tam bir içtenlikle ve hissettiğim gibi yazıyordum —tabii hislerimi
olduğu gibi anlatabilecek gücüm olduğu sürece—yine de duygulanım iletirken
önemli bir faktörü, gerçeği atladığımı sanıyorum.
Bunu,
yanlış anlaşılmayı göze almadan nasıl söyleyeceğimi bilmiyorum. Bir oyuncuyum
derken, çizmekte olduğum portreden bahsetmiyorum; daha basit, güncel konulardan
bahsediyorum.
Lütfen,
duygularımı önceden gözden geçirirken tamamen içten ve gerçekçi olmadığımı
düşünmeyin. Onlar benim duygularım, gözyaşlarına —benim kanım, canım!
Ama
hayatımda, kişiliğimde bir samimiyetsizlik ve yalancılık var. İnce bir
sahtecilik bulutu daima üzerinde durur ve içinde değer verdiğim birşeyleri
incitir.
Bunun
analizini yapmayı tam olarak başaramadım — bulut öyle ince, öyle hafifti ki—
ama yine de küçük değildi.
Doğal
içgüdülerime tamamen ters düşen bir ortamda on- dokuz yılımı gömmüştüm. Bu süre
içinde içdünyama hiç el sürülmemiş, duygularım paylaşılmamıştı. Bu yüzden her
günümü rol yaparak geçiriyordum, bir sürü gerçeği de pelerinimin altına
gizlerdim. İnsan ömrü boyunca rol yaparsa, dikkati çeker, artık
damgalanmıştır. İnsan doğuştan yalancı ise, artık bundan kurtulamaz.
Bir
yıl önce, bir bayan anemonun arkadaşlığı bana verildiğinde ve o bazen uzun,
sessiz bir acı duyduğunda ben de tellerimin gerildiğini, kapıların zorlandığını
hisseder ve tuhaf, yeni bir acı duyardım. O anda onu incitmeden sıkıca tutar,
onsekiz yıllık gözyaşlarımı akıtırdım. Bu nazik şeyi hayatımda herşeyden çok
istemiştim ve aniden bana verilmişti.
Bir
sarsıntı ve içimde bir erime hissettim. Ama arkadaşıma tam olarak ne
hissettiğimi anlatamıyordum. Duygularımın içtenliğinden şüphem yoktu ama
bununla beraber etraftaki o sahtecilik dumanı, yalancılık ruhu kabarıyor ve
bana, "iki yüzlü", "salak" diyordu.
Belki
de yalancılık ruhunun kendisi bir yalandı —yine de doğru veya yalan, daima
benimle beraberdi. Duygularımı yazarak, herşeyi aslına sadık olarak anlatmaya
çalışıyordum. Bazen başardığımı sanıyor, bazen de başaramadığımı anlıyordum.
Bu yalancılık faktörü benim çok yönlü karakterimin en ince, en nazik, en hassas
ve en az bulunur yanıdır.
Ama
en önemsizi değildir.
Kendimi
çeşitli yollarda yürürken düşünürdüm; önce bir yolu, sonra bir başkasını
deniyordum. Ve hep aynı şey oluyordu, yolda yürürken önümde yolu karartan,
içimi korku ve telaşla dolduran, büyük, siyah bir gölge görürdüm —kendi
yalancılığımın gölgesini.
Kendimi
bundan kurtaramazdım.
Ben
doğuştan yalancıyım.
Bunu
yazmak çok zor. Herşeyden çok yanlış anlaşılabilecek birşey. Belki siz de
yanlış anlayacaksınız; çünkü bu konuda doğru dürüst bir fikir veremedim. Bunu
yapmak istedim ama yapamadım.
Ama
bu benim Portrem —Şeytanın gelmesini beklerken— herşeyi anlatmalıyım —
herşeyi.
Bugün
kumlarımın ve çıplak tepelerimin üzerinde yürürken Sonsuz Hüzün'ü hissettim.
Herşey
benden uzakta.
Hiçbir
şey bana ait değil.
Tek
arkadaşlığım önümde pırıl pırıl parlıyor, büyüleyici bir güzelliği var —ve
daima benden uzakta, ona erişemiyorum.
İnsanların
sevgi ve sempatisini istiyorum ve insanları reddediyorum, kabullenmiyorum.
Evet,
insanları istiyorum.
Bende
herkesi iten, uzaklaştıran birşeyler var.
Mutluluğum
ne zaman gelecek, ona sahip olabilecek miyim? Herhangi bir şeye hiç sahip
olabilecek miyim?
Bu
itici gücüm, içimden, çok derinlerden geliyor. Orada Başlangıçta da vardı.
Orjinalden, kaynaktan gelen bir şey bu.
Kendimi
ondan kurtarabilmemin yolu yok. Kendimi ondan kurtaramam. Bu olanaksız.
Oh,
ben lanetliyim—lanetliyim!
Bu
dünyada, benim için hissedecek, benimle beraber hissedecek bir tek ruh yok.
Kimse anlayamaz —hiç kimse.
Kendi
kendinize, bunun benim kuruntum olduğunu söylüyorsunuz. Böyle demeye ne
hakkınız var? Benim hakkımda hiçbirşey bilmiyorsunuz. Ben, kendimi iyi
tanırım. Yıllardan beri yaşamımın her dönemini inceledim. Hiçbir şeyi kafamdan
uydurmuyorum, bazı şeylere —kaçınılmaz hale
gelinceye
kadar— göz yumuyorum. Bunlarla yüzyüze gelmem gerektiğini biliyorum. Gençlik
tutkularıyla kıvranıyorum ve ben yaşça genç olduğum halde aslında olgunum —
yaşlıyım. Tutkularım ve yaşım dışında hiçbir açıdan genç sayılmam. Herşeyi
ayrıntılarıyla hissediyor ve tanıyorum. Hiçbir şeyi hayal etmememe gerek yok.
İçyaşamım gözlerimin önünde. Benim, kimsenin anlayamayacağı bir yönüm var.
Beni anlayabilecek biri olabilir mi acaba? Çıplak tepelerimde hep yalnız
başıma yürümekten kurtulamayacak mıyım? Bu sorular durmadan beni tedirgin
ediyor. Yaşamımın her saatinde bir ateş yakıyor gibiyim.
Of!
Derin, kapkara bir umutsuzluk!
Nasıl acı çekiyorum —yaşamak nasıl acı
veriyor! Sonsuz bir hüzün duyuyorum.
Sonsuz bir hüzün—
***
Dehamın
çatlaklan arasında bu kadar çok sayıda, iğrenç ve değersiz ıvır zıvırın
sıkışmış olması beni şaşırtıyor. Aslında dehamın kendisi de koca bir boşluk
—ama iğrenç değil. Ve o küçük ıvır zıvırlan bile —iğrenç olsalar bile, küçümsemiyorum.
Bazen istemeden, saçmahklanna gülüyorum ama yine de bir işlevleri olduğunu iyi
biliyorum.
Onlar
garip olsalar bile , yine benim beynimin, insanlığımın parçasıydılar ve orada
işe yarıyorlar.
Bu
beyin, elini uzatıp birşeyler aranıyorsa ve çevresinde yalnızca boşluk ve
hiçlik bulup, eli boş kalıyorsa, o zaman kendine dönmekten başka çaresi kalmaz
—tıpkı ruhum gibi. Sonra kendi içindeki o sayısız ıvır zıvın bulur; bunlar onu
yatıştırır, sakinleştirir. Ruhumda bu değersiz şeyler de yok;
onu
yatıştıracak hiçbir şey yok. Ruhum kendi kendini yıpratıyor, kendi kendini
yiyip bitiriyor. O değersiz, boş şeyler yine de işe yarıyorlar; benim kararsız,
değişken,analitik beynimi; kendi içine döndüğünde, kocaman bir hiçlik bulmaktan
kurtarıyordu.
Bu
denli büyük bir acı ve yalnızlık içinde olmasaydım, beynim, fevkalade mantık
ürünleri yaratabilirdi. Ben bir dâhiyim —bir dâhi—bir dâhi. Bunu göstermek çok
zor. Ama, ben, bunu hissediyorum. Bu da bana yetiyor.
Dünyadaki
herşeye yabancı olmam veya deliliğim veya acı çekmem yüzünden dahi olmadım.
İnsan bunların hepsine sahip olduğu halde bu harika duyguyu bilmeyebilir. Deham
hiçlikten doğdu. İçimde, şeytanın tohumu gibi doğdu, gelişti. Ve benimki gibi
bir deha benden başka kimseye verilmemiştir. Deham beni buna inandırıyor.
Bu,
ümitsiz, hiç bitmeyen bir yalnızlık!
Atalarım,
İskoçya yaylalarında, uzak görü kazanmışlardı. Tabii, deham bir uzak görüye
benzetilemez. Uzak görüde, doğaüstü, esrarlı bir lezzet vardır. Deham ise
sağlam, somut, güvenli, dünyevidir; sihirle büyüyle ilgisi yoktur.
Bir
anlamda, düşüncelerimle veya sözcüklerle anlatamadığım şeyleri hissetmemi ve
tanımamı sağlıyor.
Bana
kendimi ve içimdekileri, parlak bir ışıkla gösteren bir aynadır. Ve gördüklerim
beni delirtiyor, midemi bulandırıyor. Bu, anlatılamayacak kadar korkunç
birşey. O anda aklımdaki bütün düşünceler ölüyor. Mantığımı ve zekâmı
donduruyor. Yalnızca o şeyi hissediyor ve tanıyorum.
Onunla
yalnız kalıyorum —yalnız, yalnız, yalnız! Yukarıdan merhametli bir el
uzanmıyor, hiçbir insan da yardım etmiyor— ah, hiçlikten başka birşey yok.
Buna
nasıl dayanabilirim! Oh, size soruyorum-buna nasıl dayanabilirim!
Bu
dünyaya yalnızca görmem için göz ve duymam için kulaklara sahip olarak yerleştirilmişim,
ama ben yaşamak istiyorum.
Bu
şaşılacak birşey mi? Çok mu tuhaf? Başka insanların pekçok şeyleri var.
Bunları istemem çok mu korkutucu?
***
Göğün
kurşun gibi olduğu günlerde, bulutlar kumların can sıkıcılığını artırıyor,
yalnızlığım bir kurt gibi içimi kemiriyor. İçimdeki acı ve sertlikte,
"kötü" kolayca oluşuyor. 'Kötülük', insanın sıkıcılığı ve hiçliği,
içinde boğabileceği, derin, siyah bir havuzdur.
Kötülüğü
pek iyi tanımam. Şimdi bana oldukça uzak görünüyor ama yaşlandıkça ona yaklaşacağımı
sanıyorum.
Ama
şimdi, hava bu kadar kasvetliyken, kötülüğü istiyorum. Gencim ve yapayalnızım
ve iyi olan herşeyden uzağım. Ama kötü şeyler çok yakınımda.
Bir
sürü kötü şeyin gelip çevremi sarmasını, bu kasvetli hayatımı alt-üst etmesini
ve büyüyü bozmasını isterdim. Neden Ölümün yerini Kötülük almasın? Ölüm'ün,
bana başka bir ızdırap vereceği anlaşılıyor. Belki de Kötülük, yaşamımı
canlandırır, hiçlik içinde yıpranmış olan sinirlerimi düzeltir. Bu bir çıkış
yolu olabilir—ve belki bazı şeyleri unutabilirim.
Şu
anda, eski çağlarda yaşamış olan bir kadını düşünüyorum. Aptal Claudius'un
karısı olan Messalina'yı. Bu eğlence düşkünü çılgın kadına hep hayranlık
duymuşumdur. Aslında birşeyi unutmak istemiş olmayabilirdi; ama istediğini
elde
edecek kadar iradeliydi, istediğini yapmış, istediği hayatı yaşamıştı.
İyilik
uğruna fedakârlık yapmak, özveride bulunmak ve beklemek güzel bir şey. Fakat
'iyilik' kendini uzakta tutup, hiçbir veride bulunmazsa, sıra kendimizi içine
kapanma ve çekingenlik rüzgarına kaptırmaya gelir. Bizler zayıf, âciz aptallarız;
ulaşabileceğimiz kaynaklardan haberimiz yoktur. Neden bize çekici gelen şeyleri
almıyoruz? Erdemli olduğumuz için mi? Hayır, korkak olduğumuz için.
Gerçekleşmesi
uzak bir olasılık olan ideallerimize neden bağh kalalım? Değer mi? Bu felsefe
değil. İnsan bir tabak sıcak mantar yemek istediğini düşünür ve buna kesin
karar verirse, elimizdeki bir avuç kuru elmayı küçümsemesi mi gerekir?
Mantardan başka birşey yemem, bu elmaları yiyecek kadar alçalmam, diyerek
açlıktan ölmeli miyiz? Aç beklerken, sonunda mantarı elde edeceğimizden
eminsek, söylenecek birşey yok. Başka bir şey yemeden beklemeliyiz.
Tannlar'ın
vaad ettiği parlak, güzel ama uzak, daima gerçekleşmeyen ideale ulaşmak için
Kötülüğü atlayıp geçmek benim felsefeme uymuyor.
Bu
kasvet, havada ve yaşamımda olduğu sürece, ufukta Kötülük görünüyor ve beni
büyüleyici bakışıyla çağırıyor. O zaman, kendime soruyorum: Bu savaşçı ruh, bu
boş kalp, bu eğersiz beyin, benim yavan, bakire bedenimde hiçbir işe yaramıyor.
Onları bekleyen iyi birşey olamaz, ama çekici, parlak şeylerin olduğuna
eminim—İyileri Tanrı verir, Şey- tan'ın verdiklerine karşılık olarak.
Ölüm
elbet, günün birinde gelecek ve ben yalnızca ondo- kuz yaşındayım. O çekici,
parlak şeyler bana iyi gibi görünüyorlar.
Aslında
dünyada kötü hiçbir şey yoktur. Bazı şeyler, çarpık ve bozuk görünür. Bunlar
kavram ve eylem olarak
kusursuz
olsalardı, yalnızca hayranlık uyandırırlardır. Don Juan ile Haidee'yi
hatırlarsınız. Birbirlerini sevmişlerdi. Geçici bir ilgi duysalardı, bunda kim
kötülük görürdü? Harika, büyüleyici ve çekici birşey için kim böyle
düşünebilir? Şey- tan'ın kötü şeyleri parlak ve çekicidir. Ben bunu gördüm, hem
de Byron'un bir şiirinde değil, gerçek hayatta gördüm.
Şimdi,
sevgili küçük Mary MacLane'in yalnız başına sevgisizce karanlık, ölümcül
labirentlerde dolaştığını düşünmek sizi titretmiyor mu? Ben titriyorum. Eğer,
sevgiyi tatmadan dolaşacaksam, neden Hiçlikte dolaşmayayım?
Çok
yönlü bir Kötülüğe kolayca alışabileceğim! düşlüyorum. Ondokuz yılımı Hiçliğin
içinde geçirdim ve buna hâlâ alışamadım. Hiçlik içinde keskin bıçaklar
saklıyor. Belki Kötülüğün de bıçakları vardır ama —başka şeyler de var. Evet,
başka şeyler var.
Sevgili
Şeytan, eğer bana Mutluluk getirmeyeceksen, hiç değilse o parlak kötü şeylere
açılan kapının anahtarını ver, bana yol göster, iyi vakit geçirmemi dile. Önce
akıllı Kötülük dolu bir yedi yıl yaşamak isterdim, sonra da istersen öleyim.
Ondokuz yıllık kahrolası Hiçlik, yedi yıllık akıllı Kötülük ve sonra Ölüm.
Asil bir amaç! Ama daha da kötü olabilirdi, değil mi?
Örneğin,
ondokuz yıl süren bir Hiçlik ve sonra Ölüm. Bu bana çekici gelmiyor, aklım yedi
yıllık Kötülüğe takıldı. Dünyada, Kötülük içermeyen hiçbir şey yoktur.
Edebiyatta, sanatta —resimde, heykelde, hatta müzikte vardır. Beethoven'in,
Chopin'in eserlerinde küçük, ince ve fevkalade zarif kötülükler hissedilir.
Chopin
anlaşılmıyor. Onu anlayabilen bir kişi var mı? Ama hemen bir Kötülüğün
varlığını hissederiz —ve bu müziktir!
Bende
de Kötülük faktörü var. Bu faktörü geliştirmek is-
tiyorum.
Hiçlikle karşılaştırılınca, kötülük güzeldir. Bu nedenle bana Mutluluk dışında
başka bir şey getirecek birisini bekliyorum. Ama ne beklersem bekleyeyim, gelen
şey yalnızca Hiçlik.
İşte,
benim Portrem böyle. Üç aylık bir Hiçliğin kaydı. Bu üç ay, ondan önceki üç
ayın ve ondan sonraki üç ayın aynısı—ve zaman başladığından beri gelmiş geçmiş
bütün aylar da aynı şekilde yaşandılar. Asla bir değişiklik yok, hiçbir yenilik
yok!
Şimdi
Portremi bütün dünyaya göndereceğim. Ne olursa olsun, göndereceğim.
Bu
kitap var olmayacaksa, zaten başka neyim var ki? Ve belki birisi anlayabilir!
—İyi değilim, erdemli değilim, sempatik değilim. Yalnızca ve hepsinden
önemlisi, ben yoğun, coşkulu hislerle, duygularla dolu bir yaratığım. Herşeyi —
hissederim. Bu benim deham ve beni bir ateş gibi yakıyor.
Portrem,
içerdiği analizler, egoizm ve acılıkla, mutlaka bazılarına ilginç gelecektir.
Belki kendisi de yalnız olan birisi, veya üç gün boyunca ekmek istediğim o üç
kişi veya daha başkaları, mutlaka anlayacaktır.
Ama
içlerinden hiçbirisi, duyduğum hisleri dünyaya yaymaktan doğan huzur,
ümitsizlik ve acıyı bilemez. Bunlar benim taşlaşmış kalbimin kırılıp kopan
kırıntıları. Ruhumun boynundan çekilip alınan amber kolyenin ipleri. Aklımın
kırmızı deri cüzdanından çıkan küçük altın paralar.
Bu
benim kısa hayat trajedim.
Benim
herşeyimdir bu.
Anlıyor
musunuz? Benim herşeyim demektir. Bu sizi eğlendirecek. İlginizi çekecek.
Merakınızı uyandıracak. Bazıları bunu tuhaf bulacak. Sizi şaşırtacak.
Ama,
acaba soğuk, kayıtsız kalplerde kıpırtılara sebep olacak mı? Ve, soğuk,
eleştiren gözlere de bana görünen çıplak, gri ve korkunç kumlar görünecek mi?
Ve, benim küçük, acıklı öyküm rahat, dertsiz kulaklarca duyulup bir süre sonra
da unutulacak mı?
Yoksa
uzattığım elime, bu akıllı, uçsuz bucaksız dünya, bir taş mı verecek?