Ana içeriğe atla

  
 
Print Friendly and PDF

Akıl Hastalarının İç Dünyası 2

 

Daniel Paul Schreber

PARANOYA

Aşağıdaki parçanın alındığı, Daniel P. Schreber'in "Sinir Hasta- lığımınYaşam Öyküsü", adlı kitap psikiyatrinin klasik dokümanla­rından biridir. Freud, bu eseri inceledikten sonra, paranoyanın homoseksüel duygulara karşı bir tepki oluşması şeklinde anlaşı­labileceği teorisini ortaya atmıştı. 'Öyküyü', Dr. Richard Hunter ve DR. Ida Mac Alpine tercüme etmişlerdi. Bu eser, yalnızca çe­şitli psikotik belirtilerin sergilendiği zengin bir müze değil, aynı zamanda paranoyak psikozun, içeriden gözlemlendiği, çok detaylı bir hikâyesidir. (Freud, teorisini öykünün çok küçük bir bölümü üzerine kurduğu için tenkid edilmişti.) Aşağıda seçtiğimiz bölüm, psikozların düşsel ürünlerini fevkalade tanımlamaktadır. Bu düş­sel ürünler Ludlow ve De Quincey tarafından anlatılan uyuşturu­cu alma sonucu görülen fantazilere çok benzerler.

-VI-

Bundan önceki bölümde tanımlamaya çalıştığım döne­min- 1894 yılının Mart ortalarından Mayıs sonuna kadar bir süre- hayatımın en korkunç, en iğrenç devresi olduğunu ra­hatça söyleyebilirim. Ama yine de yaşamımın "kutsal" za­manıydı ve bu zaman boyunca ruhum doğaüstü şeyler tara­fından esinleniyordu. Bunlar, dış dünyada gördüğüm kaba muamelelere rağmen gittikçe artarak geliyorlardı. Yine, bu dönem içinde içim, Tanrı ve Dünyanın Düzeni konusunda yüce düşüncelerle doluyordu. Gençliğimden beri dinsel fa­natizm eğilimlerim vardı. Beni eski yaşamımda yakından ta­nıyanlar, sakin tabiatlı, tutkusuz, mantıklı ve aklı başında biri olduğuma tanıklık edeceklerdir. Zekam, sınırsız bir ha-

yal gücünün yaratıcılığından çok, soğukkanlı entellektüel eleştiriye yönelikti.

Arasıra bir iki mısra yazmayı denemişsem de bana hiç bir şekilde 'şair' denilemezdi. Bizim dinimizin öngördüğü şekilde gerçek bir dindar değildim (gençliğimde).

Ama asla dini küçümsemedim, daha çok bu konuda ko­nuşmamaya çalışırdım. Yaşlı başlı insanlar, büyük bir şans eseri bir çocuk saflığıyla dini inançlarını korumuşlar­sa, onların mutluluğunu bozmamak gerekir diye düşünür­düm. Fakat, kendi açımdan gençliğimde doğal bilimlerle çok fazla uğraşmıştım; özellikle şu sözüm ona modern evrim teorisi üzerine kurulmuş olan çalışmalar sonunda, tüm Hris­tiyan dini öğretilerinden şüphe etmeye başlamıştım.

Benim genel olarak izlenimim şu olmuştu: Materyalizm dinsel konularda son söz olamazdı. Fakat Tanrı'nın bir şahıs olarak varolduğuna kesin olarak inanamıyordum.

Yukarıda 'Kutsal zaman' diye isimlendirdiğim devre hak­kında bu bölümde daha fazla detaylara inmeye çalışmanın doğurduğu zorlukların farkındayım.

Bu zorluklar kısmen dış, kısmen de iç kaynaklılar. Önce­likle, bu denememde tamamiyle belleğime güvenmem gere­kiyordu. Çünkü bahsettiğim dönemde not alabilmem olanak­sızdı. Zaten yazı yazacak malzemem de yoktu, hem yazabi­lecek halde değildim.

O zamanlar (doğru mu yanlış mı hâlâ karar veremedim ama), bütün insanlığın yokolduğuna inanıyordum, öyleyse not tutmanın bir yararı yoktu. Ayrıca, bana gelen izlenimler doğal olaylarla doğa üstü kaynaklı olguların öyle harika bir karışımından oluşmuşlardı ki, salt düşsel görüntüleri uya­nıkken yaşadığım deneyimlerden ayırdedebilmek çok zor­du. Yani düşündüklerim, gerçekten yaşadıklarımdan ne ka­dar uzaktaydı-lar, bundan emin olamazdım. Bu sebeple, o zamana ait anılarım, hatırladıklarım bir ölçüde karışıklığın, karmaşanın damgasını taşımaktadır ve bundan hiç bir şe­kilde kaçınılamaz.

***

Bundan önceki bölümde, gittikçe artan sinirliliğim ve do­layısıyla çekim gücüme kapılan pek çok eski ruhun bana geldiğinden bahsetmiştim. -Özellikle yaşamları sırasında benimle kişisel ilişki kurmuş olan ruhlar. -Bu ruhlar bana doğru gelip sonra ya başımın üstünde kayboluyor ya da vü­cuduma giriyorlardı. Bu işlem sonunda ruhların başımın üs­tünde "küçük adamcıklar" şeklinde- insan biçiminde küçük, belki de birkaç milimetre boyunda figürler- kısa bir süre ka­lıp sonra da tamamen yokolmalanyla tamamlanıyordu...

Bence, bu ruhların bana ilk yaklaştıklarında hâlâ hatırı sayılır derecede sinirleri vardı ve kendi benliklerini iyi tanı­yorlardı. Bana her yaklaşmalarında, benim çekim gücüm yü­zünden sinirlerinden bir parça kaybediyorlardı ve sonunda hepsi yalnızca tek bir sinirden ibaret kalıyor, daha fazla açık­lanamayan esrarlı bir nedenle "küçük adamcık" şeklini alı­yorlardı. Böyiece bu ruhlar tamamen yokolmadan önce son bir varoluş formuna giriyorlardı.

Bu olaylara bağlı olarak yaklaşan "dünyanın sonu" kav­ramı gelişmekteydi; bu Tanrı'yla benim aramdaki çözülmez bağın bir sonucuydu. Her yönden kötü haberler geliyordu; şu veya bu yıldızın feda edilmesi gerektiği, Venüs'ü sel bas­tığı, güneş sisteminin artık dağılacağını ve bütün yıldızların biraraya toplanıp tek bir güneş haline getirileceğini, belki yalnız Ülker yıldız takımının hâlâ kurtarılabileceğini, vs. vs...

Geceleri bu görüleri yaşadıktan sonra, gündüzleri güne­şin benim hareketlerimi izlediğini, o zamanlar yaşadığım tek pencereli odada benim hareketlerime göre yer değiştirdi­ğini farkedebildiğimi zannediyordum.

İnsan hesabına göre üç dört ay sürmesine rağmen bahis konusu süre çok uzun bir zaman dilimini kapsıyordu. Sanki sadece geceler bile yüzyıllarca sürüyordu, öylesine uzun bir süreydi ki, bu arada tüm insanlığın yapısında değişiklikler oluyor, dünya ve güneş sistemi de pekâlâ yenilenebiliyordu. Durmadan son on dört bin yıldan beri yapılanların kaybol­duğu belirtiliyordu. Bu süre, dünyada insanların da varoldu­ğu dönemi gösteriyordu -yaklaşık olarak yalnızca iki yüz yıl daha salt dünya için ayrılmıştı- yanılmıyorsam tam olarak 212 rakamı söylenmişti. Flechsing'in tımarhanesinde kalışı­mın son devrelerinde bu sürenin dolduğuna ve böylece de geride kalan tek insan oğlunun ben olduğuma inanıyordum. Kendimden başka gördüğüm diğer insan şekilleri -Profesör Flechsing, bazı görevliler, oldukça tuhaf görünüşlü hastalar- hepsi yalnızca "geçici-uyduruk-adamlardı", bir mucize ese­riydiler. Flechsing'in Tımarhanesi'nin tümünün veya belki de Leipzig şehrinin bu mucize tarafından kazılıp gökyüzünde bir yerlere götürüldüğünü düşünüyordum. Benimle konuşan seslerin ima ettiği bütün bu ihtimaller benim de kafamda ba­zı soruların belirmesine neden oluyordu. Bu sorulara doğru cevaplar bulabilme şansım yoktu. Yatak odamın penceresi geceleri kalın tahta panjurla kapatılıyor ve gece göğünü gör­meme mani olunuyordu.

Sadece gaz lambalarının yanmakta oluşu benim Flech­sing' un Tımarhanesi'nin aslında tamamiyle tecrid edilmiş olduğunu mu, yoksa Leipzig şehri ile ilgili bir bağlantı kur­manın gerekli olduğunu mu düşünmeme yol açıyordu. Ayrı­ca ancak genel olarak tanımlayabileceğim bazı anılarıma gö­re kendimin de bir süre ikinci bir yaşamı, akıl yönünden da­ha basit bir şekilde yaşadığıma inanmıyordum. Bu çeşit şeyler mucize yoluyla mı oluyordu yoksa sinirlerimin bir

kısmıyla beraber ikinci bir vücuda yerleştirilmem mümkün müydü? Böyle bir olasılığı kabullenmeme yetecek kadar şe­yi hatırlayabiliyordum. Bu ikinci, daha aşağı düzeydeki şe­kildeyken aklım ve zekâ gücüm daha düşük düzeyde idi ve bana bir başka Paul Schreber'in olduğu, bu kişinin zeka ve akılca daha üstün olduğu söylenmişti. Aile şeceremde ben­den önce yaşamış olan başka bir Daniel P. Schreber yoktu, bunu iyi biliyordum ve bu adamın benim bütün sinirlerime ve duygularıma sahip olduğunu hissediyordum. Demek ki bir gün sessizce, bu ikinci şekil içinde çıkıp gitmiştim; ha­tırladığım kadarıyla, tımarhanede bildiğim odalardan hiç bi­rine benzemeyen farklı bir odada yatıyordum ve ruhumun yavaş yavaş çıktığını hissediyordum, tümüyle acısız ve hu­zur dolu bir ölümdü bu.

Diğer taraftan, bazen benimle sinirsel-ilişkide bulunan ruhlar belli bir sayıdaki başlardan bahsediyorlardı. Bende buluşan bu "baş"lar (yani tek bir kafatası içinde bir çok bi­reyler vardı) panik içinde "Aman Tanrım- bu birçok başı olan bir insanoğlu" diye bağırıyorlardı.

Bunun diğer insanlardan ne kadar olağanüstü görüneceği­nin farkındayım, yalnızca hafızamda anı olarak kalmış olan izlenimlerimi anlatıyorum.

Daha önce söylediğim gibi, dünyanın yokolduğu fikri ile bağlantılı olarak yaşadığım görüler kısmen korkutucu ve iğ­rençti, kısmen de onur verici ve inanılmaz derecede güzeldi. Bunlardan yalnızca birkaçını dile getireceğim.

Bir keresinde, sanki bir demiryolu aracı veya asansöre binmiş dünyanın derinliklerine doğru gidiyordum ve insanlı­ğın veya dünyanın tüm tarihini sonundan başına doğru kısa­ca yaşamıştım. Üst taraflarda hâlâ yapraklı ağaçlar, orman­lar vardı, daha aşağılarda gittikçe daha koyulaşan bir karan­lık vardı. Kısa bir süre için araçtan çıkınca Leipzig halkının gömülü olduğu büyük bir mezarlıktan geçtim, yürüdüm ve bu arada karımın mezarını da gördüm. Tekrar araca döndü­ğümde yalnız 3 no'lu noktaya kadar ilerleyebildim. 1 no'lu nokta insanlığın başlangıcını işaretliyordu, oraya kadar git­meye cesaret edemedim. Dö-nüş yolunda, arkamdaki şaft çöktü, içeride kalan "güneş - ilâhını" da tehlikeye atmıştı. İki şaft olduğu söyleniyordu (belki de Tanrı'nın yaratıkların­daki düalizme uyuyordu), ikinci şaftın da yıkıldığı habereni alınca, her şeyin kaybedildiğine inanmıştık.

Bir başka zamanda, Ladoğa Gölünden Brezilya'ya kadar, dünyayı bir görevliyle beraber katetmiştim. Orada, Tan- rı'nın evrenini yaklaşan san sele karşı korumak için, kale gibi bir bina yaptım.

Bununla bulaşıcı frengi salgını arasında bir bağlantı kur­muştum. Bir keresinde de, kendimi Tanrı'nın yüce katına çı­kartılmış gibi hissettim, cennetin yüksekliklerinden dünya sanki mavi bir kubbe gibi görünüyordu. Yüce bir ihtişam ve güzellik tablosuydu bu ve bu tabloyu tanımlamak için "Tan- rı'yla Bir Olmak Görüşü" gibi gelen bazı sözcükler duydum.

Başka olaylar konusunda ise, bunların yalnızca görü mü yoksa birazcık da olsa gerçekten yaşanmış mıydılar diye düşünüyordum, şüphelerim vardı.

Gece boyunca sık sık yatak odamda, üzerime bir gömlek almış (tabii bütün giysilerim alınmıştı), yerde oturduğumu hatırlıyorum; yatağı bir çeşit iç güdüyle terketmiştim. Ar­kamda yere sıkıca bastırdığım ellerim gözle görülür şekilde, ayıya benzer şekiller tarafından kaldırılıyorlardı (kara ayı­lar); diğer kara ayılar da küçüklü büyüklü, parlak gözleriyle etrafımda oturmuşlardı. Yatak çarşaflarım, "beyaz ayılar" şekline girmişlerdi. Kapının deliğinden kralımızın etrafında oturan, ufak boylu sarı adamları gördüm, onlarla bir şekilde savaşmaya hazırlanmıştım.

Bazen, gecenin geç saatlerinde hâlâ uyanıkken, tımarha­nenin bahçesindeki ağaçlarda parlak gözlü kediler görüyor­dum. Bir ara da, denizde bir kalede olduğumuzu ve seller, su baskınları korkusuyla burayı terketmek zorunda olduğumu­zu hatırlıyorum. Çok, çok uzun bir zaman sonra buradan Flechsig'in tımarhanesine dönmüş ve kendimi aynı durumda bulmuştum.

Yatak odamın penceresinden, sabahın ilk saatlerinde pan­jurlar açılınca, çoğunlukla huş ağaçı ve köknarlardan oluşan büyük bir orman görülüyordu. Sesler, onun "kutsal orman" olduğunu söylediler. 1882'de açılan ve yolların iki yanında sıralanmış ağaçlan, Üniversite Sinir Hastalıkları Kliniği'ne hiç benzemiyordu. Böyle bir orman, eğer gerçekten varsa, üç dört ayda ortaya çıkmış olamazdı.

Başımın etrafında, ışınların yoğunlaşmasıyla oluşan bir hale vardı, İsa'nın resimlerindeki gibi. Yalnız benimki ondan çok da-ha zengin ve parlaktı; "ışıklar tacı". Bu ışıklar tacı­nın yansıması öyle güçlüydü ki, bir gün Profesör Flechsing, asistanı Dr. Quentin'le beraber yatağıma yaklaştığında, Dr. Quentin'i göremez ol-dum; bir başka gün de aynı şey görev­li hastabakıcı H. ile oldu.

Uzun bir süre, güneşe başka bir görev verildiği için, be­nim Cassiopia'nın koruması altında kalmam söylendi. Benim sinirlerimin çekim gücü her şeye rağmen o kadar güçlüydü ki bu plan yürütülemedi; güneşin benim bulunduğum yerde kalması veya benim yeniden geri götürülmem şarttı.

Bu gibi izlenimlerden sonra, benim gerçekten dünyada mı yoksa başka bir gökyüzü cisminde mi olduğum sorunuy­la uzun yıllar uğraşmamı anlayışla karşılayacaksınız. 1895 yılında bile hâlâ Mars'ın bir uydusu olan Phobos'ta olmam mümkündü. Burası, bir başka zamanda, seslerin bana tanım­ladığı bir yerdi.

Ruh-dilinde, bir bölümü yazmaya çalıştığım süre boyun­ca, bana "ruhların görücüsü," yani ruhları gören ve hem içi­mizdeki ruhlarla hem de ölmüşlerin ruhlarıyla ilişki kuran adam, diyorlardı. Özellikle Flechsig'in ruhu benden, "bütün yüzyılların en büyük ruh görücüsü" diye bahsetmekteydi ki, bana sorarsınız "yüzyıl değil "bin yılların" demesi gereki­yordu. Aslında dünyanın doğuşundan bu yana benimki gibi bir olay görülmemiştir. Bir insanoğlunun devamlı olarak ya­ni hiç kesintisiz bütün ruhlarla ve Tanrı'nın her şeye gücü yeten kendi yüce varlığıyla ilişki kurması sık rastlanır bir şey değildir. Birisinin mani olmaya çalıştığı bir gerçektir. Sinirsel-ilişki veya bağlantı, ışınlar veya seslerin konuşma­larıyla sağlanıyordu ve bu süreye 'kutsal anlar' deniliyordu. "Kutsal olmayan zamanlar” ise ilişkinin kesildiği anlardı.

Kısa bir süre sonra, sinirlerimin o müthiş çekim gücü ar­tık hiçbir kesinti veya duraklamaya meydan vermeyecekti. Artık bundan sonra yalnızca 'kutsal anlar' olacaktı. Benden önce daha düşük kaliteli ruh görücüleri yaşamış olabilirler. Incil'de geçen olaylara kadar gidersek, Jan Dark, Kutsal Ku- pa'yı arayan Haçlılar; vs. Bütün bu olgularda geçici olarak ışınlarla iletişim sağlanıyordu veya geçici bir İlahî esinleme oluyordu. Aynı varsayımı bazı bakirelerin damgalanması, çeşitli insanların hayalet, cin, peri vs. konulardaki efsaneleri gibi öykülerde bulabilirsiniz.

Kraepelin'in "Psikiyatrinin Ders Kitabı"na göre, sinirleri öldürücü bir halde gerilen insanlarda, böyle seslerle doğaüs­tü iletişim kurma olaylarına sık sık rastlanmıştı. Çok defa bu olguların salt halüsinasyon olabileceğinden hiç kuşkum yok. Benim fikrime göre bilim, halüsinasyonları bu olgularla karıştırmakla büyük bir hataya düşecektir. Bu çeşit durum­lar belki de daha düşük kaliteli görücülerinin eserleri de ola­bilir. Bunu söylemekle öldürücü şiddette bir "asabi hiper- eksitasyonu" inkar etmiyorum, hatta bu yüzden ortaya çıkan çekim gücünün çoğalması, doğaüstü güçlerle iletişimi ko­laylaştırıyordu diyebilirim. 'Benim' salt halüsinasyonlardan dolayı hastalanmış olmam, psikolojik açıdan imkansız görü-

nüyor. Ne de olsa, Tann'yla veya ölmüşlerin ruhlarıyla ileti­şim kurmuş olma halusinasyonu yalnız Tann'ya ve ruhun ölümsüzlüğüne inanan kişilere aittir. Benim durumum böyle değildi, bunu yazının başında belirtmiştim. Ruh çağıran medyumlar bile bir anlamda görücü olarak kabul edilebilirdi. Bu nedenle bilimsel olmayan genelleştirmelerden ve bu ko­nulara karşı katı bir tutum takınmaktan kaçınmak gerekir. Eğer psikiyatri her türlü doğaüstü olayı inkar edip, çıplak materyalizme ayaklarını basmak amacında değilse ara sıra bu tür olguların gerçeklerle bağlantısı olması ve her şeyi ’ha- lüsinasyon' ismini vererek bir kenara atmamak gerektiği ola­sılığını kabul etmesi lazımdır.

Robert W. White'ın Yardımlarıyla

POLİSİYE DAVALAR: L. PERCY RİNGDEN
YAŞANMIŞ BİR ÖYKÜ

1940'ların başında, Harvard Psikoloji Kliniği'nden merhum Pro­fesör William Mc. Dougall'a bir mektup geldi. Bu mektup, yazarın bir akıl hastanesine kapatılmasının ve "varolan en büyük psikolo­jik olgu"yu buluşunun tanınmasının haksız yere reddedilişinı pro­testo ediyordu. Açık, net ve dikkatli bir dille yazılmış olan mektup 20.000 kelime uzunluğundaydı. Profesör Mac Dougall birkaç yıl önce ölmüş olduğundan, halen Harvard'da anormal psikoloji dersleri veren Robert W. White'a yollanmıştı. Yazar, "binlerce monoton, uğraştırıcı saat süren yazması" sonunda mektubun yüz­den fazla kopyasını yapmış olduğunu belirterek, 'bu yazıları ya­zarken öyle hasta ve yorgundum ki zorlukla uyanık kalabiliyor­dum" diyordu. Dr. White bu mektuptan bazı parçaları "Anormal Kişilik" isimli ders kitabında kullandı ve yazara L. Percy King takma adını verdi. Bu dokümanda konu edilen hastalığın incele­mesi ve detayları, bu kitapta bulunabilir.

Ben, LPK, Washington D. C. Harp Dairesi'ndeki görevi­me dönmeden önceki birkaç günü Long Island'daki akrabala­rımla geçirecektim. Birgün bilgi toplamak için New York'un Doğu Yakası'na gittim. Oranın yabancısı olduğum için açık­ça beni kastederek "Vurun onu!" diye iki kere bağırıldığını duyunca şaşırdım. Tehdit edeni ve yanındakileri görmeye çalıştım ama cadde çok kalabalıktı ve göremedim. Gangster olmalılar diye düşündüm, herhalde beni başka bir hayduta benzetmişlerdi. İçlerinden bazılarının beni gerçekten vurma­ya kararlı olduklarını hissettim ve oradan mümkün olduğu kadar hızla yürüyerek uzaklaştım. Beni vurmak isteyen ve kim oldukları belirsiz kişiler de beni izlediler. Beni izledikle­rini biliyordum; çünkü ne kadar hızlı yürürsem yürüyeyim, sesleri aynı mesafeden geliyordu. Hızla ilerlerken, kalabalık arasında kaybolmaya çalışıyordum. ’W'deki akrabalarımın evine dönünce, Doğu Yakası'nda heyecanlı bir olay yaşadı­ğımı söyledim ama orada başımdan geçen tüyler ürpertici olayı anlatmadım; çünkü bana inanmayacaklarından korku­yordum...

Günler sonra tekrar şehir merkezine gittiğimde, aynı grupla karşılaştım, beni ölümle tehdit edip izleyenlerle. Va­kit geceydi. Önceki gibi, konuşmalarından bazı sözcükler yakalayabiliyordum ama sinemadan çıkanların kalabalığında onları göremiyordum. Onlardan birinin, bir kadının, "Bizden kaçamazsın, yakında seni ele geçireceğiz!" dediğini duydum. Bu esrara ek olarak, onlardan birisi aklımdan geçenleri keli­mesi kelimesine tekrarlıyordu. Onlardan yine kurtulmaya ça­lıştım; bu sefer metroyu denedim, metro giriş ve çıkışları arasında koşturdum, trenlere indim, bindim ve bu gece yarı­sına kadar sürdü. Metro' dan indiğim her istasyonda takipçi­lerin seslerini hep aynı mesafeden duyuyordum. Bu kadar çok adam nasıl oluyor da hiç görünmeden beni izleyebiliyor­du? Yoksa bunlar hayalet miydiler? Yoksa ben de ruh çağı­ran medyumlardan mı oluyordum? Hayır! Sonradan yavaş yavaş bazı sonuçlara ulaştım. Bu takipçiler arısnda kız ve erkek kardeşler vardı. Bunlar anne veya babalarından bazı inanılmaz, şaşırtıcı ve duyulmamış doğa-üstü güçler al­mışlardı. İster inanın, ister inanmayın, onlardan bazılarında başkalarının düşüncesini okuyabilme yeteneğiyle beraber kendi manyetik seslerini -bunlara halk arasında "radyo sesle­ri" denir- bağırmadan birkaç mil öteden duyurabilme ve ken­dilerini yormadan bu mesafede bile sanki kulaklıktan geli­yormuş gibi kendilerini işittirebilme yeteneği vardı. Bunu herhangi bir elektrikli araç kullanmadan başarabiliyorlardı.

"Raydo Sesleri'ni" bu kadar uzak mesafelere ulaştırabile­cek bu gizemli güçleri, kendi doğal vücut elektriğine bağlıy­dı. Belki de kanlarındaki alyuvarlarda bulunan demir man­yetikleşmişti. Ses tellerinin titreşimleri, telsiz dalgaları ya­yıyor ve bu vokal radyo dalgaları insan kulağı ile de duyula- biliyordu. Böylece beyin okuma yetenekleri ile bağlantılı olarak, bir mil ötedeki bir adamla konuşabilirlerdi. Yani onun düşüncelerini okuyup, sonra da "radyo sesleriyle" ce­vap verebiliyorlardı. Böyle şeylere alışık olmayan birisi şaşkına dönebilir. Örneğin üzerinde hiçbir bitki olmayan dümdüz bir arazide olsaydınız ve binlerce millik bu alanda, başka bir insan olmasaydı, üstelik burada, gizemli ve bu dünyaya ait değilmiş gibi gelen bir ses sizin o anda düşün­düğünüz veya aklınızdan geçirdiğiniz bir soruyu cevaplan- dırsaydı ne yapardınız? Belki de bir ruhun sesini duyduğu­nuzu zannederdiniz. Yoksa bunun bir meleğin sesi olduğunu mu düşünürdünüz? Belki de Kutsal Ruh'un veya Tanrı'nın sizinle konuştuğunu sanırdınız. Varsayın ki bu ses, "Ben Tanrı'yım" dedi ve çeşitli şeyler yapmanızı emretti. Sesin emrettiği şeyleri yapar mıydınız, hayatınız pahasına olsa bi­le? Bazıları yapardı. Aslında, sadist takipçilerden bazıları doğaüstü şeyler gibi davranarak, bazı safdil insanları kandı­rarak ve onları dehşete düşürerek epeyce "eğleniyorlardı". Bazı takipçiler de birçok insanı, en küçük isteklerinin yerine getirilmesi için kullanıyorlar ve bu yaptıklarından da gurur duyuyorlardı. Doğal olarak ve saldırganca hükmettikleri için insanlara ne kadar kötü ve müthiş şeyler yaptırabildiklerini görmekten zevk alıyorlardı. Onlar, doğa-üstü ruhlarmış gibi davranmıyorlardı, buna gerek yoktu. Değişik insanlar bunu baştan kabulleniyorlardı, onlarda Kutsal Ruh'un gücü oldu­ğuna inanıyorlardı. Gazete yayımcıları takipçinin onayı ol­madan bu çeşit psikolojik olguları basmaya cesaret edemi­yorlardı. Çünkü bunları ispatlamayacaklarından korkuyor­lardı ve herşeye rağmen yine de yayınladıkları zaman da halk yayıncının delirdiğini sanıyordu. Bu takipçiler aynı za­man seslerini su boruları yoluyla yansıtabiliyorlardı. Bu su boruları elektriksel iletken işlevi görüyorlar ve sesler akan suyla ilerleyip, musluklardan dışarı çıkıyorlardı. Onlardan birisi de sesini millerce uzunluktaki ana borulardan kükreme­sine iletebiliyordu, gerçekten ürkütücü bir olgu. Çoğu kişi çevresindekilere bu tür olayları, deli zannederler korkusuyla anlatmaya cesaret edemiyor.

Neler yapabileceklerinden bazı örnekler vereyim. Bir G adam, karanlık bir yolda bir gangsteri izliyor. Aniden, bir radyoda ses gangsteri uyarır: " Şimdi bakma ama bir FBI memuru tam arkanda, elinde bir otomatik... Şimdi dön, yere yat, ateş et." Sonuç —gangster adamı öldürür. Bazı eyalet­lerde boykot yapmak yasa dışıdır. Bazı, düşünce takipçileri bir tüccarı boykot etmeye karar vermiş olsunlar. Tam bir müşteri bu tüccarın iş yerine girmek üzereyken, gizemli bir radyo sesi kulağına şöyle fısıldar: "Buradan alışveriş yap­ma! Caddenin karşısındaki tüccar daha ucuz mal satıyor.” Varsayalım ki müşteri "iyi ama, siz kimsiniz?" diye soruyor, "Karşıdan alışveriş yapmayacağım, canımın istediği yer­den alırım alacağımı." diyor. O zaman radyo sesi, "Sen be­nim söylediğim yerden alışveriş yapacaksın, yoksa yatağın­da bir sürü para sakladığın dedikodusunu yayarım ve kocana dün gece kötü şöhretli bir evde başka bir adamla kaldığını söylerim" der. Herkesin sırları vardır ve bu sırları saklıyobil- mek için 'radyo seslerinin, dediğini yapmak zorunda kalırlar aksi takdirde sesler bu sırları binlerce kişiye kısa bir sürede açıklayabilirler.

Sizin bütün mali, sosyal, evlilikle ilgili, tıbbi, fiziki ve cinsel sırlarınızın binlerce kişiye açıklanmasını ister miydi­niz? Tabii ki hayır. Bu beyin okuyucular herkesi mahvedebi­lirler. Onlar etraftayken hiç kimsenin güvenlikte olduğunu zannetmem. İstedikleri kişiye, istedikleri herşeyi yaptırabi­lirler...

Bunların kötü etkileri Washington'daki savaş dairesinde­ki memurlara bile ulaştı ve dolayısıyla benim yıkımıma se­bep olacaktı. Çok uzaklardan, bu radyo sesleri sayesinde ba­zı takipçiler ya zorla veya başka yollarla çeşitli kişileri adi­ce, güya espirili bir şekilde benim hakkımda, -hatta yüzüme karşı- konuşup, duygularımı incitmeye zorluyorlardı. Bu lafların bazılarını kendileri uydurmuşlar, bazılarını da po­püler şarkılardan veya herkesin konuştuğu argodan almış­lardı. Takipçilerin benim hakkımdaki bu esprileri halk ara­sında yayılmış ve bu sözlerin kime yöneltildiğini bilmeyen­ler arasında bile kullanılmaya başlamıştı. Hergün yüzlerce kez gittiğim yerlerde yabancılar veya takipçiler bu sözleri yüzüme söylüyorlardı. Onları siz de birçok defalar duymuş­sunuzdur. Hatta bazılarını film ismi, reklâm, marka, slogan şeklinde bile gördüm. Bu hakaretler yüzünden kendimi çok kötü hissediyordum. Bu olay, takipçilerin benim Savaş Dai- resi'nden istifa etmem için hazırladıkları programın bir bölü­müydü. Aşağıda açıklamalarıyla beraber bu nefret dolu söz­cükleri göreceksiniz.

1   No.lu SÖZCÜK. "Eğer sıkı durursan, bu güzel bir ha­yattır." Bunu şöyle tercüme edebilirim; beni zayıflatmak için birşeyler yapılmış ve sıkı durmadığım için cezalandı­rılmıştım, ama eğer beni cezalandıranları engelleyebilirsem güzel, zevkli bir hayat sürebilirdim. Bazı kişiler moralimi bozmak için çalışıyorlardı. Bu sözcük beni zayıf düşürmek için kamu hareketleri ve tenkitler yoluyla neler yapıldığını tam olarak anlatmıyor. Takipçiler'in ve onların yardakçıları­nın beni zayıf düşürebilmek için neler yaptıklarını ileride anlatacağım.

2   No.lu SÖZCÜK. "Herkese anlatacağım!" Bu sözcükle ima edilen şey, benim herkese ne yapacağım veya nereye gi­deceğini söyleme alışkanlığında olmamdı. Yani benim bü­yük bir kibirle herkese kendi fikirlerimi (veya doktrinlerimi) anlatmakta olduğum, ve "en büyük benim" dediğim söylen­mek isteniyor. Güya benim düşüncelerim, bütün insanlığın fikirlerinden farklıydı. Böylece, dünya ile benim aramda bir uyuşmazlık vardı ve ben dünyaya şimdiye kadar bilmediği birşeyler anlatacaktım.

3    No.lu SÖZCÜK. "Çocuk doğru ama dünya yanlış."

Bu sözcük bir öncekini onaylamaktadır. Benim, doğru dü­şünen tek insan olduğuma ve dünyadaki diğer insanların hep­sinin yanlış, hatalı olduğuna inandığımı söylemek istiyor.

4   No.lu SÖZCÜK. "Tutku". Bu sözcük benim takma adımdı.

Adım yerine bu sözcüğü kullanıyorlardı. Beni zayıf dü­şürme ve entellektüel gelişmemi önleme çabalarına karşın kendimi biryerlere yükseltmek için didinmelerimi ima edi­yorlardı.

5    No.lu SÖZCÜK. "Onun bir kadına ihtiyacı var" Bu söz­cüğün anlamı açık. Benim kendi kendimi tatmin ettiğimi ve seks yaşamımı düzene sokmak için bir kadına gereksinmem olduğunu ama öyle bir kadını hâlâ bulamadığımı söylüyor.

6    No.lu SÖZCÜK. "Bunu nasıl yapıyorsun?" Bu sorunun hergün sorulmasına artık alışmıştım. Benim tuhaf ve deği­şik olduğumu ve nasıl bu kadar eksantrik olabildiğim merak uyandırıyordu.

7   No.lu SÖZCÜK "Bütün yaptığı onları izlemektir" Bu sözde benim çevremdeki genç ve güzel kadınları izlediğimi ama çok utangaç, çekingen ve temkinli olduğum için bu genç hanımlara yaklaşıp, sevişmek veya öpüşmek için randevu isteyemediğimi ve bu yüzden de onlan yalnızca izlediğimi, güvenli bir mesafeden onlan incelediğimi anlatmak istiyor.

8    No.lu SÖZCÜK. "Onu adam etmek" Buradaki o, beni tanımlıyor. Demek istenen şey, benim bir adam olmadığım ama bililerinin beni "bir kadına gereksinme duyabilmem" için adam şekline sokmaya çalışmalarıdır.

9    No.lu SÖZCÜK. "Kendi şehrinde, o bir şeytandır." Bu popüler bir şarkının adıdır. Hergün bu sözcüğü duyuyor­dum, benim kendi şehrimde kötü işler yapan bir şeytan ol­duğumu, kötü bir şöhrete sahip olduğumu söylemek istiyor­du.

10    No.lu SÖZCÜK. "Otursana, kayığı sallıyorsun". Bu, diğer sözcüklerle beraber, benim dünyayı karıştıracağına inandığım bir şeyler yaptığımı ve eğer susup oturmazsam bu yaptıklarım yüzünden, dünyada tufan gibi bir felaket ola­caktı; ben devlet gemisini alt üst edecektim veya insanlık sandalını alabora edecektim ve böylece belki de herkes bo­ğulacaktı.

11    No.lu SÖZCÜK. "Dünya Dövüşçüsü" Bu da takma adlarımdan biridir. Bu sözcüğü ilk kez bir dükkanın vitrinin­de görmüştüm. Bir sobanın üzerine konmuş olan tabelada yazılıydı. Bu sözcüğün gizli anlamı, benim tüm dünyayla bir uzlaşmazlık içinde olduğum ve dünyayı yenmeye çalış­tığım ve aslında bana karşı olan herşeyi kamçılayıp insanlı­ğın isteklerine karşı çıktığım şeklindedir. Bu deyim takipçi­ler de dahil bütün dünyanın beni zayıf düşürmeye çalıştığı­nı ama bugüne kadar başarıyla karşı geldiğimi ve dünyayı yendiğimi gösterir.

12    No.lu SÖZCÜK "Güzelce giyindim ama gidecek yer yok" Bu deyim bana uygulandığında, iyi giyinmeme, kendi­me bakmama rağmen sosyal açıdan dışlandığım ve gidecek bir yerim olmadığı anlamına gelir.

13   No.lu SÖZCÜK "Çocuk akıllı "-beni kastediyorlar.

14    No.lu SÖZCÜK. "Bunun dışında, iyidir". Müthiş bir suç, dışında, ben iyi bir insanım.

15   No.lu SÖZCÜK. "Karım nasıl, ya senin ailen?" Bu de­mektir ki başka bir adamın karısıyla bir aile kurmuşum, ya­ni başka birinin karısından piçlerim varmış.

16   No.lu SÖZCÜK. "Makyajsız bu olamazdı" Arkamda- kilerden bir makyaj veya kılık değiştirme yapmadan kaça­mam. Başka bir deyişle, favorilerimi uzatıp saçımı boya­mam gerekiyor.

17   No.lu SÖZCÜK "Bundan kurtulması için ona yardım

etmek", yani bir suç için cezalandırılmaktan kaçabilmem için bana yardım ediliyor         Radyo sesle; değişik kişileri

böyle sözler söylemeleri ve benim duygularımı incitmeleri için zorluyorlardı.

Bir gün içinde bu tür sözleri düzinelerce kez duyuyor­dum. Bu sözcüklerle, gazetelerde, mecmualarda, radyolarda, telsizlerde, her yerde karşılaşabilirsiniz...

Beni en çok kızdıran şey, beni görünce insanların tuhaf bir şekilde öksürmeleriydi, Arka arkaya iki kesik öksürük se­si çıkarıyorlardı. Sonra bir başkası da iki kez öksürüyor, da­ha sonra biri daha ve en sonunda bütün odadakiler iki kez ök­sürüyorlardı. Sinemalara gittiğimde hep aynı şey oluyordu. Çok kötü oluyordum! Film bitmeden çıkıyordum, yabancı şehirlerde bile insanlar öksürüyordu. Acaba bu öksürük bir­birlerine benim ora-da olduğumu haber vermek için miydi? Neden öyle yapsınlar ki? Neden yalnızca iki kez öksürüyor­lardı? Bu insanlar benim orada olduğumu bu kadar çabuk na­sıl farkediyorlardı? Neden? Savaş işçileri bu şekilde saatler­ce öksürüyorlardı. Acaba beni sevmediklerinin göstermek için mi böyle yapıyorlardı? Bu beni istifaya davet anlamında mıydı? Gerçekten bana karşı düzenlenmiş bir hareket var mıydı? Öyle zannediyordum! Bu öksürüğü nasıl yorumla- malıydım? Yaz gününde her biri ikişer kez öksürmeselerdi, soğuk aldıklarını düşünebilirdim. Bu öksürme-lerin gerçek sebebi neydi? Beyin okuyanlardan biri değişik kişilerin bo- ğazlannı uzaktan gıdıklayıp öksürtmüş, böylece de beni üz­müştü. Bunu ortaya çıkarmak uzun zaman aldı. Sonunda bu beyin okuyucu benim de boğazımı gıdıkladı, sık sık beni öksürtmeye çalıştı. Öksürenlerin çoğu böyle bir gücün etkisi altında olduklarının farkında değillerdi ve söyleyince de inanmayacaklardı. Sadece öksürükleri geldiği için öksürü­yorlardı... Çok uzaklardan, radyo sesler kanalıyla, takipçiler patronlarımdan birini, bana karşı kışkırtmıştı. Bu patron gittikçe huysuzlaşmış, bana daha ağır işler vermeye başla­mıştı; zenci kapıcıyla beraber çöp boşaltmak gibi. Bu ha- ketmediğim bir derece indirimiydi. Bu iş için bir sürü zenci kapıcı varken benden bu işleri istemeye hiç hakkı yoktu. Düşmanca, kaba tavırları ve bu davra-nışı, bana, istifa et­mem için bir davet gibi geldi, Bu durumun diğerleri gibi be­nim dışlanmam ve istifa etmem amacıyla takipçiler tarafın­dan planlandığından emindim (savaş henüz bitmişti, sesler bana artık bu kadar çok memura gerek kalmadığını ve isten­meyenlerin işten atılacağını, tabii ki benim de bu istenme­yenler arasından olduğumu söylüyordu). Bir mektup yazarak bu rütbe indirimini Sivil Servis Komisyonu'na şikayet ettim, böylece Washington Savaş Dairesi Arşiv Bölümü'ne nakle­dildim. Yeni büromda, bölümün en kötü en eski daktilosunu bana vererek, yine beni aşağılamış oldular- eski model, yıp­ranmış şeritli bir Remington'du. Bu makineyle hiç kimse iyi, kaliteli ve hızlı çıkaramazdı. Bu da patronumun beni eleştirmesini sebep oldu ve dosyalama işine verildim. Orada birçok kaliteli daktilo makinesi varken, bana en kötüsünün verilmesi de bence yine istifaya davet anlamına geliyordu. Radyo sesler, benim atılacak-lar arasında olduğumu söylü­yorlardı. Şüphesiz bu durum bazı takipçilerin, özellikle ikisi­nin yani kendini bana Regent diye tanıtan Henry Smith ve Albay Brovvn'un eseriydi ve bu ikisiyle aynı odada çalışı­yorduk. Smith patronun sağ koluydu. Bu sıralarda, çok tu-

haf, olağandışı ve esrarlı bir şey dikkatimi çekmeye başla­dı. Çeşitli organlarımda seğirmeler başlamıştı. Önce bir ko­lumun veya bacağımın kasları seğriyor, sonra öbür kolum başlıyordu. Bu seğirme gelişi güzel değil, metotlu bir şekil­de oluyordu. Kısa zamanda bunları yorumlamayı öğrendim. Bir şeyi yaparken çok düşünürsem sağ kolumdaki kaslar se­ğiriyordu yani "bunu yapmam doğrudur" anlamındaydı, sol kol kaslarım seğirirse bunu yapmanın doğru olmadığı de­mek oluyordu.

Örneğin açık bir pencereden esen rüzgârla bir kağıt uçun­ca, sağdaki kaslarım seğirirse "gidip kağıdı almak doğru olur" demekti, soldakiler seğirirse "gitmek doğru olmaz" an­lamına geliyordu.

Yürürken de sağ kolumun seğirmesi "sağa dön" ve sol ko­lun seğirmesi de "sola dön" anlamındaydı.

Bu kas seğirmeleri yüzünden bir çok acayip şeyler yap­mak zorunda kalıyordum. Bu seğirmeler aslında neydiler? Yüce Tanrı'nın emrinde miydim?

Bir süre bunun doğaüstü bir olgu olduğunu düşündüm. Okuyucular bunun bir insan için imkansız olduğunu düşüne­bilirler ama bir takipçi benim bu seğirmeleri hissetmemi sağ­ladı. Bunun nasıl yapıldığının şaşırtıcı açıklamasını ileride anlatacağım. Takipçiler beni anlatılmayacak kadar çeşitli yollara sürüklemişlerdi. Örneğin, bir takipçi bana, Mukaddes Kitap'ta bahsi geçen "adam-çocuk" olduğumu ve kehanete göre kaçıp bir mağarada saklanacağımı söyledi. Alt üst ol­muştum, bir savaş işçisine (Adı Rugby'di) onunla beraber arabayla kaçmamızı teklif ettim. Bu hakaretler ve kötü dav­ranışlar sonunda Hükümet hizmetinden istifa ettim. Bütün dünyanın bana karşı olduğunu hissetmeme neden olmuşlar­dı. Şimdi de eve aşağılanmış bir halde dönüyordum.

Uzun deneyimlerime dayanarak, psikiyatristlerin bir sınıf olarak çok yalın ve basit bir zeka düzeyleri olduğunu söyle­yebilirim. Pek çoğunun işlerini bilmedikleri çok açık. Hatalı fikirleri belki de yanlışlarla dolu olan ders kitaplarından al­mışlardı. Onları tıp mesleği adına bir leke olarak almalı. Bütün meslek grupları içinde, pisikiyatri en ucuzudur! Bu yabancı dostları yerine bir pezevenk veya bir kalpazana daha çok saygı duyarım. Ben bir yabancı dostu olsaydım utanç duyardım ve bir fahişeye böyle adi bir hastanede çalışanlar­dan daha fazla saygı gösterirdim!

Böyle yerlerde dönen dolaplar şantajcılığın en kötü şek­liyle bile boy ölçüşebilir. Bu kurulularda çalışan doktorlar profesyonel canilerdir. Aklı başında olduğunu bildikleri hal­de hastalan kapatmak ve onlann deli olduklarını söylemek için para alıyorlardı. Bu çeşit "doktorlar" akıllı insanları ka­pattıklarını kabul ederlerse cezalandırılıp hapse atılırlar. Bir yabancı dostunun süper beyni olduğu kabul edilir, çünkü başkalarının beynini okumaları gerekir ama bir yabancı dos­tunun beyni bir pislik gibidir.

Bence John Dillinger buradakilerden daha saygın ve onurlu bir kişidir ve bana daha az zararı dokunmuştur. Bana sorarsanız, bu yabancı dostlarının propagandaları insanlık için Nazizm den, anarşizmden çok daha tehlikelidir. Halka yutturdukları palavralar, mafyanın Vendetta veya Camora il­kelerinden daha zararlıdır. Onları sıraya dizip makineli tü­fekle ateş edip vurmak, insanlık için büyük bir hizmet ola­caktır. Aslında tehlikeli delilerin çılgınca etrafta dolaşması ve sonra da bu Allah'ın belası "sıçanlar" yani psikiyatrların da çirkin, şerefsiz işlerine devam etmeleri, dünya için daha iyi olacaktı!

Masum, saygın, aklı başında insanlar, dünyanın her ye­rinde suçları ve bilgisizlikleri nedeniyle cehennemden beter işkence çekiyorlar. Bu çelik ciğere bağlı olmayı veya ölüm

odasında kalmayı, böyle aşağılık bir yerde,....... Eyale-

ti'nin en adi yerinde olmaya yeğlerim. Bir nazi toplama kam­pı buradan iyidir.

Hayatımda hiç bu kadar çok 'pis köpeğin' bir araya geldi­ğini görmemiştim! Bu noktada delilik hakkında birkaç şey söylemek isterdim. Önce size deliliğin orijinal, yasal tanımı­nı yapayım: "Deli, doğru ile yanlış arasındaki farkı göreme­yen kişidir." Bunu dikkatle not edin, bir insanın deli olup ol­madığı yalnızca doğru ve yanlışı bilmesine dayanıyor.

Bu tanımın duygulardan hiç bahsetmediğini, yalnızca bil­giye dayandığını farkedeceksiniz. Bir insanın aklı bu sebep­le, duygularına değil de tedirginliğine, sinirlerine, huzursuz­luğuna bağlıdır. "Doğru ve Yanlışın Bilgisi" yalnızca yanıl­samalar, zaman ve yer oryantasyonu ve halüsinasyonlarla il­gilidir. Halusinasyonlar, beş türde olur; görme, duyma, koku alma, tad alma ve dokunma. Görme halüsinasyonu olanlar, var olmayan şeyleri görürler, koku alma halüsinasyonu olan­lar, varolmayan kokuları alırlar; duyma halüsinasyonu olan­lar, birşeyler duyduklarını hayal ederler; tad alma halüsinas­yonu olanlar, yanlış tadları alırlar; ve dokunma halüsinasyo­nu olanlarda hayali şeylere dokunduklarını düşünürler. Bir insanın tüm düşünceleri akılhcaysa, o kişi deli değil demek­tir, değil mi? Ve bu, insanın duygularına aldırmadan yalnız düşüncelerine göre olur 'Akıllı' olmanın tarifi şöyle yapıla­bilir: Bütün düşünceleri akıllıca olan insan, akıllıdır. Böyle­ce insanın aklı başında olması düşüncelerine bağlıdır, hare­ketlerine veya davranışlarına veya duygularına değil.

Duyguların ve davranışların, deliliği belirlemek için kul­lanılmayacağı açıkça ortadadır, çünkü bir kişi akıllıca dü­şünmesine karşın, duygusal açıdan değişken, düzensiz ve kararsız olabilir. Yani birisi akıllıca davrandığı halde deli veya delice davrandığı halde akıllı olabilir. Bir insanın duy­gusal açıdan alt üst olduğu halde yine de doğru ve yanlışı

gayet güzel ayırdedebilmesi mümkündür. Davranışlar ve duygular bir düşüncenin veya düşüncelerin ürünüdür. Dü­şünceler daima duygulardan ve davranışlardan önce gelir.

Yalnız kalp atışı gibi bazı hareketler bu kuralın dışında kalır. Bu nedenle davranışlar deli olup olmadığımızı belirle­mezler. Yalnız o kişinin düşünceleri bunu belirler. Duygu­sal delilik diye birşey yoktur bunun tersini iddia eden şarla­tanlara rağmen. Duygular sadece düşüncelerin ürünüdürler. Onları üreten düşünceler akıllıca ise, duygular da akıllıca olmalıdır. Bir insanın akıllılığı kesinlikle davranışları ve duygulan ile ölçülemez. Yukarıda bahsettiğimiz, deliliğin yasal tanımına bazı ekler yapılmış ve genişletilmiştir. Böy- lece zayıf iradeleri yüzünden hatalı davranan kişileri veya saplantıları olanları da deliliğin kapsamına almış oldular. Bu ilave yapılmamalıydı çünkü bir insanın karakterinin ve­ya iradesinin kuvveti delilikle ilgili değildir. Orijinal, yasal delilik tanımlaması eksantriklik, sinirlilik, çabuk öfkelen­mek, savurganca para harcamak, heyecanlılık, sosyal bozuk­luklar, beyin kanamaları, yüksek tansiyon vs. hakkında hiç birşey söylemiyor.

Bir insanın bütün bu yanlışlara, çarpıklıklara sahip olup, yine de akıllı olması mümkündür. Bazı çok yaşlı, bunamış kişiler doğruyla yanlışı pekâlâ ayırdedebilirler. Ama "O bu­namış ve bu nedenle delidir" demek yanlış olur. Orijinal ta­rif, bazı istenmeyen, güven vermeyen kişilerden, halkı taciz edenlerden, kendini acındıranlardan, şirret kadınlardan, dü­zensiz insanlardan, hiçbir şeyi beceremeyenlerden, ahlaksız­lardan, oradan oraya göçedenlerden, otlakçılardan, serseriler­den, bela arayanlardan, dedikoduculardan, skandal çıkaran­lardan, anti-sosyal insanlardan, tuhaf insanlardan, öfkeliler­den, iğrenç kişilerden, züppelerden, barış ve düzeni bozan­lardan vs. kurtulmak isteyen bazı kişilere göre yetersizmiş. Orijinal tanımlama, her zaman bu züppe, mükemmel görü-

nüşlü insanların kurtulmak istediği kişilere her zaman uygu­lanmamalıdır. Kanunun bile bütün bu kişilerin deli olarak kabul edilmeleri için değiştirilmesini istiyorlardı. Sonra hoş­larına gitmeyen, kendi göğüşlerine uymayan herkesi "tımar­haneye" gönderebileceklerdi, hele bu kişiler parasız ve arka­daşsız iseler. Genel kanının tam aksine, delilikle akıllılığın arasında kesin bir fark vardır; çünkü bir insan doğruyu yanlı­şı ya bilir ya da bilmez. "Psikozlar" akıl hastalıklarıdır. İki çeşit psikoz vardır; mani-depresyon ve basit mani. Şarlatan yabancı dostlan akıl hastalığı veya delilik olmayan bütün akli dengesizliklere basit mani diyorlar.

Basit manisi olan kişi çok fazla heyecanlanabilen, çok aktif, belli bir amaç olmadan çok hareketli olan, yerinde du­ramayan ve yeterli sebep olmadığı halde çabuk öfkelenen ki­şidir. Tam olarak basit manisi olan insanların yanılsamaları ve halüsinasyonlan olmaz, dolayısıyla deli değildirler. Onla­rın devresel duygu değişimleri olur. Bu devresel duygulara sahip olan kişiler üstün, yüksek bir coşku ve neşe dönemin­den sonra depresyon ve mutsuzluk dönemine girerler. Bu gi­bi binlerce kişinin ömürleri boyunca akıl hastanelerine kapa­tılmaları Amerika Birleşik Devletleri için bir yüz karasıdır. Bütün 'otoriterler' onları, yalnızca ara sıra üzgün, umutsuz ve bunalmış oldukları için tımarhaneye kapatıyorlar. Çoğu açık açık bir davranışta bulunmamıştır.

Bir 'manik depresife yapılabilecek en kötü şey, onu bir tımarhaneye göndermektir. Zaten normal bir insan bile tı­marhanede bunalıma girer. Buradaki bir doktora göre delili­ğin bir belirtisi de gece geç vakitlere kadar oturup, koro kız­larıyla görüşmekmiş. Pöff!!!

Ciifford Beers

KENDİNİ BULAN AKIL

Bu parça I908'de Longmans Green tarafından yayımlanan "Ken­dini Bulan Akıl" isimli meşhur bir eserden alınmıştır. Şiddetli depresyon, sessizlik ve çöküntü halinden coşku ve mani haline şimşek gibi bir geçişin anlatıldığı çok güzel bir öyküdür. Mr. Be­ers, kendi depresyonunun verdiği acıları— "Beynime sanki akkor halindeki milyonlarca iğne batıyordu" ve coşku halini -"öyle bir duygu ki.... ateşle yanan alnını naneli bir kalemle yavaş yavaş ovuluyordu. Öyle hafif, öyle nazik ve ferahlatıcı ki...." ve bu kitabı yazmasıyla patolojik durumu arasındaki tuhaf bağı da "Aklım öy­le nitelikler göstermeye başladı ki daha önce bu özellikleri hiçfar- ketmemiştim. Sonuç olarak kendimi daha önce hayal bile edeme­diğim şeyleri yapabilecek güçte buldum; bu kitabı yazmak da bun­lardan biridir." diyerek, çok canlı bir şekilde anlatmaktadır. Be- er'in mani halinde ortaya çıkan fikirleri, bu ülkedeki Akıl Sağlığı hareketlerinin gelişmesinde önemli bir rol oynamışlardır. Bir psi- kozlunun anormal enerjisinin psikiyatride böylesine olumlu bir rol oynaması hem aykırı geliyor, hem de mantığa uyuyor.

XII

Küçük kamanın ucunu sıkıştırmakta zorluk çekince, kendimi boğularak öldürme planları yapmaya başladım. Ko­ğuşta büyük bir banyo küveti vardı. Gece dokuzdan sabaha kadar, (hastaların odalarına kilitlendikleri zaman) yani gece vakti hariç, oraya her an girilebilirdi. Benim sorunum oraya gece nasıl girebileceğimdi. Hastane görevlisi her gece odala­rı kilitlemeden önce hastaların içeride olup olmadığını kont­rol ederdi. Pek az da olsa eğer hasta içeride değilse, onu ara­yıp içeri alırlardı. Bu olay çok seyrek olduğu için görevliler zamanla daha dikkatsiz olmuşlardı ve içeriye bile bakmadan yalnızca 'iyi geceler' dileyip -bu, içinde duygudan eser olma­yan bir ağız alışkanlığıydı- verilecek cevabı beklemeden ve zaten cevap almamak şüphe uyandırmayacağından- özellik­le benimki gibi vakalarda; çünkü bazen iyi geceler diyor, ba­zen de demiyordum- kapıyı kilitliyordu.

Benim basit ve kolay planım, koridorda bir eşyanın arka­sına saklanıp, görevli odaların kapılarını kilitleyip yatmaya gidene kadar beklemekti. Hatta, odama yirmi ayak uzakta saklanmak için bir köşe bile bulmuştum. Görevli, kapıyı ki­litlerken benim içeride olmadığımı farkederse, saklandığım yerden hemen çıkacaktım; onu denemek için böyle yaptığı­ma kolaylıkla inandırabilirdim. Diğer taraftan, görevli birşe- yin farkına varmazsa, hiç bölünme tehlikesi olmadan tam do­kuz saatim olmuş olacaktı. Evet, gece bekçisi her saatte bir koğuştan geçiyordu. Ama boğularak ölmek için bir yumurta­nın kaynaması için gereken zaman yeterliydi. Küveti suyla doldurmanın ne kadar zaman alacağını bile hesaplamıştım. Sonuçtan emin olmak için bir tel parçası saklamıştım, suya daldırdığım başımın hiç bir şekilde dışarıya çıkmamasını sağlamak için.

Ölmeyi istemediğimi söylemiştim, istemiyordum da. Sö- zümona dedektifler sözlerini tutacakları konusunda beni inandırabilselerdi, severek bir anlaşma imzalayabilirdim. Ben, ömrümün sonuna kadar burada kapalı kalacaktım, onlar da beni cinayet suçuyla mahkemede yargılamayacaklardı.

Bu keyifsiz hazırlıklar sırasında, şansıma, başka konula­ra olan ilgimi kaybetmemiştim; bu da hayatımı kurtardı. Bu olaylarda, güvenimi kazanmış olan bir hasta, benim özel de­dektifim rolünü oynadı. Onun ve benim, bize karşı birleş­miş olan güçleri yenebilmemiz pek mümkün değildi ama bu

zorluk bize başarabilmemiz için güç verdi. Tabii ki, arkada­şım Gizli Servise karşı savaştığımızı bilmiyordu. O, bir sü­re sonra hastaneden çıkıp, şehirde istediği yere gidebilme iz­ni aldı. Ondan yardım istemeye karar verdim. Temmuz ayın­da, benim isteğim üzerine, intihara teşebbüs ettiğim güne ve onu izleyen bir kaç güne ait, bazı New Haven gazetelerinin kopyalarını bulmaya çalışıyordu. Amacım, benim intiharım için ne gibi sebepler gösterildiğini öğrenmekti. Bu gazeteler­de bana karşı yüklenen suçlardan bazı ipuçları bulabilece­ğimden emindim. Ama amacımı arkadaşıma açıklamadım. Bu arada, bana söylediğim tarihlere ait kopyalar bulamadığı­nı haber verdi. Böylece araştırmam sonuçsuz kalmıştı ve ben bu başarısızlığı, düşmanın üstün stratejisine bağladım.

Bu arada, arkadaşım beni, akrabalarımın düzmece, sahte olmadıkları konusunda ikna etmeye çalışıyordu. Ona: "Eğer akrabalarım hâlâ New Haven'de yaşıyorlarsa adresleri son New Haven Rehberi'nde vardır. İşte, babamın, erkek karde­şimin ve amcamın isimleri ve son adresleri. Bunlar, onların 1900'deki adresleri. Yarın, çıkınca lütfen onların 1902 Reh­beri'nde olup olmadıklarına bak. Bana kendilerini akraba di­ye tanıtan kişiler bu adreslerde yaşadıklarını söylüyorlar. Eğer doğru söylüyorlarsa, 1902 Rehberi bunu doğrulayacak­tır. O zaman bu adreslere göndereceğim mektupların, akra­balarıma ulaşacağını ümit edebilirim," dedim.

Ertesi gün, benim iyi dedektifim, yerel basımevine gidip, belli başlı şehirlerin rehberlerini aradı. O, görevi için gittik­ten kısa bir süre sonra, koruyucum göründü. Bahçede dola­şıyordum. Onun isteği üzerine oturduk. Kriz gelmeden önce kendimi öldürebileceğimden emin olduğum için, onunla ra­hatça, korkusuzca konuştum, pek çok sorusunu cevapladım, ben de birkaç şey sordum. Koruyucum, onun kimliğinden şüphelendiğini bilmediği için, benim bu konuşkan halimden

pek memnun kalmıştı. Her şeye rağmen, eğer zihnimi oku- yabilseydi, mutlaka daha az memnun olacaktı.

Koruyucumun gitmesinden az sonra, arkadaşım döndü ve bana en son New Haven Rehberi'nde, ona verdiğim isim ve adreslerin olduğunu söyledi. Bu bilgi, gerçek ağabeyimin hâlâ ben New Haven'i terkettiğim zaman yaşadığı yerde ol­duğuna inandırdı beni. Şu sıralarda yanılsamalarım zayıf düştüğü için, yeniden kavuştuğum mantığım dahiyane bir plan yapmamı sağladı ve bu da hayatımı kurtardı. Mantığı­mı yeniden kazanmamış olsaydım, zavallı, çılgın beynim kendi kendini mahvedecekti.

Benim özel dedektifin o çok istediğim bilgileri getirme­sinden hemen sonra, yirmi altı aydan beri ilk defa bir mektup yazdım. Mürekkep istemeye cesaret edemediğim için kurşun kalem kullandım. Güvendiğim başka bir hastaya zarfın üstü­nü yazmasını rica ettim, ama onun mektupta ne yazdığım­dan haberi yoktu. Bunu ek önlem olarak düşünmüştüm; çün­kü Gizli Servis Ajanları benim bir özel dedektifim olduğunu anlayabilir ve ona veya bana gönderilmiş olan mektupları ele geçirmek isteyebilirlerdi. Ertesi gün "dedektifim" mektu­bu postaya attı, o mektubu hâlâ saklıyorum, ölüme mahkum edilen birinin af kağıdını sakladığı gibi. Bazen akıl hastası olan bir insanın, yanılsamaları da olsa yine de açıkça düşü­nebildiğini ve yazabildiğini, okuyucuların bilmesini istiyo­rum. Bunun -hayatımda yazdığım en önemli mektubun- tam bir kopyasını aşağıda sunuyorum:

29 Ağustos 1902

Sevgili George,

Geçen Çarşamba sabahı, kendisinin New Haven'den Sheffield Fen Okulu Müdürüyeti'nde memur olarak çalışan

ve adının George Beers olduğunu iddia eden birisi beni gör­mek istedi.

Söyledikleri belki doğruydu ama son iki yıldan beri olan­lardan sonra, bana söylenen her şeyden şüphelenmeye baş­ladım. Gelecek hafta içinde bir gün gelip beni göreceğini söyledi ve eğer geçen çarşamba günü buraya gelmiş olan sen idiysen, bu hafta gelirken bu mektubu yanında bir pasa­port gibi getirmeni rica etmek için yazıyorum. Geçen hafta arayan sen deği İdiysen, lütfen bu mektup hakkında kimseye bir şey söyleme ve senin dublörün gelince ona neler düşün­düğümü söyleyeceğim. Başka mesajlar da yollamak ister­dim ama şu anda olaylar böyle gelişiyorken buna imkan yok. Mektubun ellerine geçmemesi için başka birinin zarfı yazmasını istedim.

Sevgilerle

Clifford W. B

Mantıken bu mektubun kardeşime ulaşacağından emin olmama karşın, bir türlü kesin olarak inanmıyordum. Yine de mektubu alırsa, hiç bir şekilde onu, benim düşmanlarıma vermeyeceğinden emindim. "Sevgili George" sözcüklerini yazarken, çocuksu inancı sarsılan bir çocuğun Noel Baba'ya bir mektup yollarken duyduğu heyecanı hissediyordum. Şüpheci bir çocuk gibi, kaybedecek bir şeyim yoktu ama ka­zanacak çok şey vardı. "Sevgilerle" sözcüğü de bir zamanlar akrabalarım için duyduğum, duymama izin verilmiş olan sevgiyi belirtiyordu. Bu özelliği lekeledikten, belki de yoket- tikten sonra, ailem imzalarımda aile adını kullanırken dik­katli olmam için zorluyordu.

Kısa zaman sonra eski dünyamla ilişki kurabileceğimi düşünmek beni heyecanlandırmadı. Eski ilişkilerimi kurabi­leceğimi zaten pek zannetmiyordum ve içimde olan azıcık inanç ve güven de 30 Ağustos 1902 sabahı, elime tutuşturu­lan bir kağıt parçasına yazılmış olan bir mesajla uçup gitti.

Görevlinin getirdiği kağıtta, koruyucumun o gün akşamüstü beni görmeye geleceği yazılıydı. Bunun bir yalan olduğunu düşündüm. Bir erkek kardeşim vardıysa, o mutlaka benim iki senedir yazdığım ilk mektubuma cevap verme zahmetine katlanırdı. Onun cevap yazacak kadar vakti olmadığı ve bu mesajın telefonla gönderilebileceği fikri aklıma gelmemişti. Ben, mektubuma el konduğuna inanıyordum. Doktorlardan birinden, beni görmeye gelecek olanın gerçekten kardeşim olduğuna, şerefi üzerine yemin etmesini istedim. Bunu yap­tı. Ama çevremdekileri saran anormal şüphe bulutu öylesine yoğundu ki, şeref konu edilse de, yine tam anlamıyla emin olamıyordum.

Akşamüstü, hastalar her zamanki gibi dışarıya çıkarıl­mışlardı. Ben de onların arasında, bahçede dolaşıyordum. Bu arada sık sık bahçe kapısına bakıyordum, beklediğim zi­yaretçinin geleceği yere. Bir saat bile geçmeden, göründü. Önce üç yüz ayak uzaktan onu gördüm ve ümitten çok me­rakla onu karşılamak için ilerledim; aklımdan, "Bakalım bu seferki yalan ne olacak" diye geçiriyordum. Yaklaşan adam, hatırladığım kadarıyla gerçekten kardeşime çok benziyordu. Ama yine de iki senedir duyduğum hisler değişmemişti. O hâlâ bir dedektifti. Elini sıktığım zaman olduğu gibi. Tören biter bitmez, deri bir cep defteri çıkardı. Onu hemen tanı­dım; 1900'de hastalanmadan önce benim taşıdığım defterdi. Bunun içinden benim yolladığım mektubu aldı.

"işte pasaportum," dedi.

"Getirmen iyi oldu," diye cevap verdim. Bir yandan da mektuba bakıyordum. Ve elini sıktım- bu sefer kendi erkek kardeşimin elini.

"Okumak istemiyor musun?" diye sordu.

"Gereği yok, inandım."

Karmakarışık, düğüm düğüm hayallerin cangıl ında yap­tığım uzun bir keşif gezisinden sonra uzun süredir aradığım

kişiyi bulmuştum. Gerçek cangıllarda yaptığı uzun ve tehli­keli bir yolculuktan sonra, aradığı adamı bulup, elini sıkı sı­kıya kavrayıp sıkarak, şu basit ve tarihi sözleri söyleyen bir kaşif gibi hissediyordum: "Galiba, Dr. Livingstone'sunuz?"

Kardeşimin elinde mektubumu gördüğüm an, her şey de­ğişmişti. Yedi yüz doksan sekiz günden beri süren depres­yonum sırasında sahip olduğum binlerce yanlış izlenim, bir anda düzelmişti. "Gerçek Olmayan" birden bire "Gerçek" ol­muştu. Benim eski dünyamın büyük bir kısmı yine benim olmuştu. Sonunda aklım kendisini bulmuştu, beynimi kap­layan yanlış inançların muazzam ağını şimdi bir sürü yanıl­samalar olarak görüyordum.

Aklî işkencenin büyük "Gordiyom Düğümü'nün" şimdi kesilmesi ve yalnızca bir bakışla kenara atılıvermesi bir mu­cizeydi.

Aslında pek çok hasta, aniden aklî durumlarının farkına varıp, adeta bir çeşit ilahi aydınlanmayla iyileşmiştir. Bu yeniden kazanılan içgörü en cesaret verici belirtilerden biri­dir ama yine de mantık yürütebilme gücü (her konuda) bu kadar çabuk elde edilemez. Benim yeniden kazandığım mantık ve akıl kullanabilme gücüm yalnızca depresyondan - hastalığımın bir devresinden- coşkuya, başka bir devresine geçişti. Tıbbi açıdan konuşursak, ben eskisi kadar akıl has- tasıydım- ama mutluydum!

Depresyon sırasında hafızamı, yedi yüz doksan sekiz gün uzunluğunda bir fotoğraf filmine benzetebiliriz. Her izlenim (arap) negatif şeklindeydi ve bir anda mucizevi olarak deve- lope edilmiş ve normal fotoğraf haline gelmişti. Bu depres­yon döneminde algılanan yüzlerce izlenim, o sırada farkında olmadığım halde şimdi bütün canlılığıyla ortaya çıkmıştı. Hatta daha önceki yıllarda kaydedilen izlenimler bile daha berraklaşmışlardı. O 30 Ağustos gününü ikinci doğum gü­nüm olarak görüyordum (gerçek yaş günüm de bir başka

ayın 30'undaydı). O gün beynim daha önce gizli olan, farke- dilmemiş olan pek çok yeteneğini ortaya çıkarmıştı. Sonuç olarak da daha önce hayal bile etmediğim bir çok şeyi yapa­bileceğimi farketmiştim -bu kitabı yazmam da bunlardan bi­ridir.

Yine de, 30 Ağustos günü kardeşimin beni görmeye gel­diği zaman, onun bir casus olmadığına kendimi tam anla­mıyla inandıramamıştım. Kendi mahvımı bu on gün içinde önlemem gerekiyordu, ölüm cezası önümüzdeki ay içinde verilebilirdi. Beni tehdit eden boğularak ölme öyküsünü ha­tırlayacaksınız. Geçirdiğim yedi yüz doksan sekiz gündeki milyonlarca dakikayı, boğulan bir insanın son dakikalarda yaşadığı dehşetin içinde geçirmiştim. Ölümden dönenlerin çoğu bütün yaşamlarındaki iyi ve kötü deneyimlerinin be­yinlerinden geçtiğini söylerler. Benim de bu süre boyunca böyle hissettiğim pek çok an oldu. Bu iki yıl boyunca bilinç­sizlik yüzünden bu deneyimleri unuttuğum tek zaman, uyku sırasında olmuştu. Çoğunlukla iyi uyuduğum halde benimki nadiren derin, rüyasız bir uyku olmuştu. Rüyalarımın çoğu gündüz yanılsamalarımdan daha da kötüydü, dayanılması daha güçtü. Hemen her gece, gördüğüm acayip rüyalar yü­zünden beynim badmington topuma dönmüştü. Bütün rüya­larım dehşet verici değildi; çünkü acı çekmeye alışmamam gerekiyordu, hâlâ biraz ümidim kalmalıydı.

Hiç bir insan yeniden doğamaz, ama ben buna çok yak­laşmıştım. Arkamda, gerçek bir cehennem bırakmıştım ve şimdi bu iyi, yeşil dünyaya sahip olmuştum. Çektiklerime değdiğini düşünüyordum.

1900 yılının Haziran ayında, aklımı kaybettiğim zaman neler olduğunu anlatmıştım. O sıralar, beynime akkor halin­de binlerce iğne saplanmış gibiydi. 30 Ağustos 1902'de aklı­mı yeniden bulduktan kısa süre sonra, yine beynimde deği­şik bir şey hissettim. Kaşımın altında başladı ve bütün vü-

cuduma yayıldı. Ölen aklımın sancıları bir işkence olmuş­tu. Ölen aklımın yeniden doğuşu ise neşe ve coşku yaratı­yordu. Sanki Akıl ve Zeka Tanrıçası'nın taze nefesi hafifçe beynime üfleniyordu. Ateşli alnımı naneli bir kalemle ya­vaş yavaş ovuşturuyorlar gibiydi. Öylesine nazik, yumuşak ve serinleticiydi ki tanımlayacak sözcük bulamıyorum. Eğer ilaçların yarattığı uçup kendinden geçme hissi buna benzi­yorsa, bazı insanların bu ilaçlara neden esir olduklarını anla­yabilirim.

Her şeye rağmen bu deneyim benim için esirlik değil öz­gürlüktü.

XIII

îki yıllık bir suskunluktan sonra kardeşimle konuşmayı sürdürmek pek kolay değildi. Sık kullanmadığım ses telle­rim zayıf düşmüştü, bir kaç dakikada bir dinlenerek konu­şuyor veya fısıldıyordum. Dudaklarımı büzdüğümde ıslık çalamıyordum, demek ki bu iş içgüdüsel değilmiş. Bütün yaşamları boyunca konuşabilmiş olanlar, benim yeniden kazanmış olduğum konuşma gücümü kullanabilmekten duyduğum sevinci anlayamazlar. Kardeşim eve gitmek üze­re ayrılınca, isteksizce koğuşuma döndüm. Konuşmalarım­la öylesine kafasını doldurmuş-tum ki, iki saatte söylemiş olduğum şeyleri aileme iki gün boyunca anlatmış olmalıy­dı.

îlk birkaç saat boyunca hemen hemen normal görünüyor­dum. Daha önce beni bunaltan yanılsamalar yoktu; ben de herhangi bir şekilde büyüklük, yayılma vs. gibi yanılsamala­rı henüz üretmeye başlamamıştım. Kardeşimle konuşurken öyle normal görünüyordum ki, bir kaç hafta içinde eve döne­bileceğimi sanmıştı ve tabii söylememe lüzum yok, ben de aynı fikirdeydim. Ama sarkaç bu sefer çok fazla sallanmıştı.

însan beyni tam anlamıyla bir yeniden uyumu bu kadar kısa bir sürede sağlayamayacak veya kabullenemeyecek kadar ka­rışık bir mekanizmadır. Milyonlarca hücreden oluştuğu söy­lenir ve her gün, her saat, binlerce hücre yeni bir duruma uyum sağlamaya çalışıyordu. Eskiye nazaran daha aklı ba­şında ve hayatın önemli gerçeklerini anlayabilen biri olma­ma karşın, hâlâ bir çok pratik detay açısından deli sayılır­dım. Önce; ikinci doğumumdan sonra doğal olarak "ikinci çocukluğumu" yaşamalıydım. Bir çocukken yapmasını öğ­rendiğim bir çok şeyi, şimdi zevkle yapmaya başlamıştım- yeniden yemeyi ve yürümeyi öğreniyordum. Çok zaman kaybetmiştim; bir süre tek amacım günde binlerce kelime söyleyebilmek olmuştu. Beni on dört aydan beri suskunluk içinde gören hastalar -onların selamlarını bile sessizce karşı­lardım- şimdi beni böyle kısıtsız konuşkanlık ve bastırıla­maz bir neşe içinde görünce çok şaşırmışlardı. Kısaca, psi- kiyatristlerin "coşku" adını verdikleri anormal bir duruma girmiştim.

Birkaç hafta, galiba gecede iki veya üç saatten fazla uyu­madım. Öyle bir coşku içindeydim ki, yorgunluk hissi duy­muyordum; bu canlı ve anormal fiziksel ve aklî hareketlilik hafızamda bir sürü hoş izlenimden başka bir şey bırakma­mıştı. Bazı akıl hastalıklarının zevkleri, fantaziler üzerine kurulsalar da, yine de gerçektirler. Pek az aklı başında insan bunu böylesine yüksek bir fiyat karşılığında denemek ister; ama "Charles Lamb'in Mektuplan'nı okuyanlar, Lamb'in akıl hastalığı tedavisi olduğunu bilirler. Coleridge'e 10 Haziran 1796 tarihinde yazılan bir mektupta: "İleride bir gün sana bir öykü anlatacağım; belleğimin izin verdiği kadarıyla çılgınlı­ğımın çeşitli şekillere girişini tanımlayacağım. O günlere bir çeşit imrenmeyle bakıyorum, çünkü devam ettiği sürece tam olarak mutluydum. Delirmeden, Coleridge, asla fantazi- lerin böylesine muazzam ve çılgın olduğunu hayal bile ede­mezsin! Şimdi her şey bana tatsız ve yavan geliyor!" de­mişti.

İlk gece, büyük insanlık projeleri beynimde coşku içinde şekillenmeye başlamıştı. Düşünce bahçem, çiçeklerle dol­muştu, yediveren, bir gecede çiçek açan tohumlar ekilmişti beynime.

Dinsel içgüdü ilkel insanda bulunur. Bu nedenle, bu dö­nemde karakterimin dinsel yönünün ön plana çıkması şaşır­tıcı değildir. Bu belki de benim yaşayan ölü halinden kurtul­mam yüzünden olmuştu. Birden, Tanrı'nın bana ve bu iki yıldan beri dua eden imanlı akrabalarıma karşı ne kadar iyi davrandığını farkettim. Bu değişimden sonra, kiliseye git­meye başladım. Depresyon halindeyken her olayı veya sözü kötü bir şeye bağlıyordum, şimdi en ufak bir şeyi bile Tan- rı'dan gelen mesaj olarak algılıyordum. Kilise'ye iki yıldır gitmemiştim. îlahi (45.) okunması beni çok etkilemişti ve bu ilahi üzerine yaptığım yorumlar, benim coşku dönemi­min ilk haftalarındaki davranışlarımın anahtarı olmuştu. Bu ilahi bana Cennet'ten gelen bir mesaj gibiydi.

Papaz şöyle başladı: "Kalbim bana iyi şeyler söyletiyor; krala dokunan şeylerden bahsederim; dilim bir yazarın kale­mi gibidir." -Benden başka kimin kalbi olabilirdi? Ve söyle­tilen şeyler -bunlar gece boyunca çiçek açan düşünce bah­çemdeki insanlık projelerimden başka ne olabilirdi? Bir kaç gün sonra, kendimi şimdiye kadar sahip olmadığım bir ko­laylıkla çok uzun mektuplar yazarken bulunca, dilimin de "bir yazarın kalemi gibi" olduğunu ispat etmesi gerektiğine inanmış oldum.

Gerçekten bu peygamberce sözlerde karşı koyulmaz bir oyunun başlangıcını buldum; bu arzunun ilk meyvesi bu ki­taptır.

"Siz, insanoğullarından daha açık renklisiniz; lütuf, mer­hamet sizin dudaklarınıza döküldü"; bu okunan ikinci mis-

raydı, buna papaz şöyle cevap verdi, "Bu nedenle Tanrı sizi sonsuza kadar kutsadı."

"Elbette, büyük reformları başlatmam için seçilmiştim," diye düşündüm.

(Coşku halindeki bir beyin de her şeyden kendine pay çı­karır -İlahî övgüleri bile hakedilmiş sayar-)

"Ey yüce efendim, kılıcını kuşan, bütün şanınla, haşme­tinle"- savaşmak için emir ver." Ve haşmetinle ve refahlı sü­rün atınızı, gerçek ve alçak gönüllülük ve dürüstlük için," di­ye papaz cevap verdi. "Ve sağ elin sana korkunç şeyler öğre­tecek," bu da başka bir cevaptı. Doğruyu söyleyebildiğim için bunu biliyordum. "Alçak gönüllülük" kavramını ken­dimle pek bağdaştıramıyordum, yalnız son iki yıldan beri şikayet etmeden çok acılar çekmiştim. Sağ elim, bir kalemle bana korkunç şeyler öğretecekti- reform için nasıl savaşaca­ğımı- buna iyice inanmıştım.

Papaz: "Senin okların Kralın düşmanlarının kalbi için keskinleştirildi," dedi. Evet, dilim bir ok kadar keskin olabi­lirdi ve ben reforma karşı çıkanların önünde dimdik durabil- meliydim. Tekrar: "Sen dürüstlüğü, cesareti seversin ve gü­nahkarlığı, kötülüğü sevmezsin. Bunun için Tann, senin Tanrı'n, seni arkadaşlarının önünde mutluluk yağıyla takdis etti." İlk cümleyi üzerime almadım ama mutluluk yağıyla takdis edildiğim doğruydu. "Mutluluk Yağ'ı" gerçekte coş­kuyu tanımlayacak bir semboldü.

Son iki mısra, aşağıda göreceğiniz gibi bazı mesajlar ta­şıyorlar: "Adını, bütün nesillerce bilinir, anılır yapacağım"; "Böylece insanlar seni sonsuza kadar övecekler."

Bu sözler bana ölümsüz bir şöhret vadediyordu, yalnız reform misyonumu başarıyla tamamlamam şartıyla. Bu, Tanrı'nın bana, aklımı geri verirken koyduğu şarttı. Reform işine giriştiğim zaman, içimde Don Kişot'un davranışları­nın nedenlerine benzer hisler vardı. Cervantes'in dediği gibi,

"her yanlışı düzeltmek, kendini ciddi tehlikelere atmak ve ancak bu yolla sonsuz şöhret ve şana ulaşabilmek," kahra­manın amacıydı.

Kendimi Cervantes'in deli kahramanına benzetirken ama­cım şövalyeliğin çekici havasına girmek değildi. Yapmak istediğim şey, anormal bir coşku içinde olan bir adamın iç­güdüleriyle kendini idare edebileceğini ve her türlü riski al­maya hevesli, normal şartlar altında istemeyerek kabullene­ceği zorluklarla başedebileceğine inanan biri haline gelebile­ceğini açıkça anlatabilmekti. Dürüst olmam gerekirse, re­form için yaptığım planların Don Kişotvari, yani pratik ol­mayan boyutlarda olduğunu söyleyemem. Hiç bir zaman yel değirmenlerine saldırmayı düşünmedim. Saldırıda veya sa­vunmada silahım bir kırbaç değil, dilim olmuştu. Dilimin sivri ucuyla bir gün kamu bilincini, tutkulu bir aktiviteye, fa­aliyete çevirebileceğimden emindim. Böylece kararlı dürüst insanları; acı çeken binlerce kişiye, kendilerini savurmaktan aciz bu binlerce kişiye karşı bir şampiyon gibi davranmala­rı için, bu terkedilmiş alana getirmek istiyordum.

Jane Hillyer

İSTEMEYEREK ANLATILAN ÖYKÜ

1926'da Mac Millan tarafından yayınlanan 'İstemeyerek Anlatıldı' isimli kitap, Jane Hillyer'in belki depresyon diye sınıflandırılabile- cek psikozunu tanımlamaktadır. Bu psikozda şizofreni belirtileri de vardı. Miss. Hillyer, akı! hastalığı konusunda, "Öylece yatar­ken, galiba, düşüncenin eşlik etmediği bir duygusal duruma ilk de­fa bu kadar yaklaşmıştım. Yalnızca hissediyordum. Tekrar ediyo­rum, ”normal"den bu denli uzakta olan bu duyguları tanımlayacak kelimeleri hiç bilmiyordum" derken, önemli bir noktayı belirtmiş­tir. Bu devrenin büyük bir bölümü için, ’entellektüel faaliyetin dur­masının amnezi ile ilgili olduğunu söylemek bir varsayımdan ileri gitmez. Elbette tanı bir "unutma" unsuru bir çok psikozun sık rast­lanan belirlilerindendir ve aynı zamanda onun şaşırtıcı yönlerin­den biridir. Miss Hillyer'in duygulu, hayret verici öyküsü bizi akıl hastalığı "deneyimiyle " çok yakın bir yere getirir ve tanımladığı şey 'sübjektivite' (öznellik) olduğu için en güzel bilimsel metot olan gözlem yoluyla bizi bu alana sokar.

Bu yan-bilinçsizlik hali yavaş yavaş ilerledi. Çevredeki insanlar ve eşyalar gittikçe azaldı. Kaygılanmayı bırakmış­tım. Aileden bililerine nerede olduğumu soruyor, cevap alın­ca da, hemen kabulleniyordum. Günler geçip gidiyordu, hiç bir "güdü", hiç bir heves yoktu. Üstüme kasvetli bir tevekkül çökmüştü. Hiçbir şey ilgimi çekmiyordu. Kendimi yorgun ve ağır hissediyordum. Benden istenen çoğu şeyi yapmayı reddediyordum ve daha fazla rahatsız edilmemek için yeni­den yatağa giriyordum. Fiziksel açıdan da iyi değildim. Dok­tor gelecek kışı geçiremeyeceğimi söylemişti. Durumumun umutsuz olduğu söyleniyordu. Aileme, daha fazla çaba gös­termenin bir yararı olmadığı açıkça belirtilmişti. Bu kurum­da rahat edecek, olup bitenden haberim olmayacağı için, du­rumum da beni üzmeyecekti.

Doğulu uzmanlara danışma fikrinden de vazgeçilmişti.. Doktor'un teşhisi karşısında uzman olmayan birinin kabul etmekten başka çaresi yoktur.. Ve ben de herhangi bir yapı­cı gayret sarfedecek halde değildim. Ailem, bir kişi dışında, istemeyerek de olsa ümidini kesti. Bu kaçınılmazı kabul et­mekti. Gerçekten ölmüş olsaydım bile onların yaşamların­dan ve normal hayattan bu kadar uzaklaşmış olamazdım.

Uzun bir süre, ateş ve acıyla kendi iç çatışmalarıma bile körleşmiş halde kaldım. Yavaş yavaş bu çatışmalar büyük bir yoğunlukla ortaya çıkmaya başladılar. Yalnızca bir kaç aylık bir grilik ve sıcaklık hissi duymamdan sonra hep ateş­lendim, hep huzursuzdum ve susuyordum.

Unutma sürecinden çıkınca, kendimi öncekinden daha küçük ve karanlık olan yeni odamda buldum. Madeni pan­jurlar kapalıydı. Aralarından parlak iğne uçları gibi ışık gi­riyordu ama odanın karanlığını delemiyordu. Kaba, mavi bir battaniyeye sarılıydım ve deli gömleğine bağlanmıştım. De­li gömleği kaba kanvas kumaştan yapılmıştı, arkadan şerit­lerle bağlanıyordu; kollarının uçları dikilmişti, kapalıydılar ama uçlarına uzun sağlam şeritler tutturulmuştu. Bu şeritler karyolanın demirlerine bağlanıyordu. Göründüğü kadar ra­hatsız olmayan bu gömlek, yatakta öne arkaya sallanmama izin veriyordu, yalnız yana dönemiyordum. En kötü yanı, kanvasın boğazıma gelen kısmının canımı acıtmasıydı; ta­bii dikiş yerleri de derimi kızartıyordu. O feci battaniyelerle deli gömleği arasında, dişlerim körleniyordu; kamaşıyordu. Hâlâ hastane kelimesi söylendiğinde ön dişlerimde tuhaf bir his duyuyorum ve bu bütün vücuduma yayılıyor.

Bu benim deli gömleğiyle geçirdiğim ilk deneyimdi. Bu­na nasıl girmiştim, ne zaman olmuştu? Bilmiyordum. Bu odaya götürülüşümü hiç hatırlamıyordum.... belki bir müca­deleyi hayal meyal görebiliyordum.

Galiba tam kapıdan geçerken birinin elini ısırmıştım. Ni­ye? Bilmiyordum. Durumumu farkedince, yüksek sesle ba­ğırdım, "Kalkmak istiyorum, bağları çözün."

Nazik bakışlı, boyalı saçlı bir kadın başını uzatttı; "Şun­ları çözün!."

İfadesiz bir sesle "yapamam" diye cevap verdi. "Yapa­mam. Hemşire izin vermez." Çekiştirdim, çabaladım, çır­pındım. Bir faydası olmadı. Bir süre çabalamayı bıraktım. Öylece yatarken, galiba, düşüncenin eşlik etmediği bir duy­gusal duruma ilk defa bu kadar yaklaşmıştım. Yalnızca his­sediyordum. Tekrar ediyorum, "normalden" bu denli uzakta olan bu duyguları tanımlayacak kelimeleri hiç bilmiyordum. Genel bir mutsuzluk, fiziksel rahatsızlık, aşağılanma (vücut­ça ve akılca), kaybolma duygusu, zaman ve yer kavramları­nın yok olması, sesleri tanıyamama, kendi kimliğimi açıkça farkedememe, akıl-vücud-ruh kaybı, ışık-şekil-renk karı­şıklığı; kendinden tiksinme ve nefret etme, işte bütün bunla­rı aynı anda hissediyordum. Ama bunların isimlerini say­mak, bir bütünü oluşturan maddelerin listesini sıralamam an­lamına geliyor. Bütün bunlar benliğimi esir etmişken, bir de hiç bir entellektüel hareketim olmadığını yani düşünce kav­ramımın hiç kullanılmadığını unutmamak gerekir. Bütün varlığım ve benliğim yalnızca hislere dayanıyordu. Ne kendi içimde ne de dışarıdan hiç bir savunmam yoktu.

Bir duygu seli büyümüş beni büyük bir dalga gibi kapla­mıştı. Nefes almaya çalışıyor, mücadele ediyordum. Sonra bir dönüşüm oldu. Duygu 'ben' oldu. Onunla beraber hatırla­ma sınırlarım aşıp çok derinlere indim.

Bu sıralarda sayıca oldukça az olduğu halde, başka bi­linçli anlarım da olmuştu. Dünya'ya ikinci kez baktığımda yeni bir odada olduğumu gördüm. Bu öbürü kadar küçük ve karanlık değildi. Mavi battaniyeye sarılmıştım, iki tanesi daha da üzerime örtülmüştü. Galiba "terleme" tedavisi yapı­yorlardı. Deli gömleği çıkarılmıştı. Her şeyden önce tama­men çıplak olduğumu farkettim. Üstümdeki battaniye ıslan­mıştı ve eskisi gibi cildimi dalamıyordu. Sonra seks dürtü­sünün beni eline geçirmiş olduğunu ve anlaşıldığına göre ben "yokken" işini bitirdiğini de farkına vardım. Uyandı­ğımda işin en zevkli anındaydı. Birden tiksinerek geri çekil­dim ve kendimi salonda buldum. Salon'un demirli pencerele­rinden güneş giriyordu; dışarıda sarı ve kırmızı yapraklar görülüyordu, yeşilleri azalmıştı. Vücudumla rahatça hare­ketler yaptım, battaniye bir omuzumdam sıyrıldı. Lavanta çiçeği renginde bir gecelik giymiş olan ve parlak renkli bir pamuklu kumaşı dikmekte olan, temiz küçük bir kadının yüzünde dehteşe düşmüş gibi bir ifade belirmişti. Hepsi bu kadar. Odama dönüşümü hiç hatırlamıyorum, en son anım, kolumun bir hareketiyle hafifçe sıyrılmış olan örtünün altın­da duruşumdu; bu da bir mum gibi yandı, bitti.

Üçüncü kez "kendime gelişim" yeni bir yerde oldu. Yine oraya nasıl gittiğimi hatırlamıyordum ama sanki olay bilin­çaltıma kaydedilmiş gibiydi, herhangi bir şeyi algılayabildi­ğim an; daha önce hiç görmediğim bir yerde olduğumu ve yüksek bir yerde yattığımı farkettim. Bu doğruydu. Bina'nın üst katındaki "en kötü" koğuşa nakledilmiştim. Yatağım uzun zamandan beri düzeltilmemiş gibi kırış kırıştı. O ka­çınılmaz kalın battaniye yine çeneme kadar çekilmişti. Baş­ka bir yatakta da bir battaniye yığını ve karanlıkta zar zor se­çilebilen karmakarışık saçlı bir baş vardı. Birden oturarak, "Sen de kimsin?" diye sordum. "Odamda ne işin var?" Çok sinirlenmiştim; uyanıp da o kadar yakınında hiç tanımadı­ğım birini görmek bardağı taşırmıştı. "Kimsin sen?". Yığın kıpırdandı, bir şeyler homurdandı ve kocaman, korkunç gözlerle baktı. "Oh, biliyorum," dedim.

"Deli gömleğini giydiğim gün gelen boyalı saçlı ufaklık­sın."

Sinirim geçmişti; öylesine küçük ve acınacak haldeydi ki. Yavrularını kaybeden ve kuyruğunu kıstırıp her köşeyi koklayarak onları arayan bir sokak köpeğine benziyordu. Kızmaya gerek yoktu, o buna değmeyecekti.

Tekrar yumrulaşmış olan yastıklarıma yattım. Seks, yine mi     ve aynı anda ona karşı bir isyan hissi. Bu his içimi tik­

sintiyle dolduruyordu. Bu anda beynime tanıdık bir his girdi, ayrılık - dünyadaki her şeyden ayrılmak. Karşıda yatan ufak yaratığı neredeyse unutuyordum. Her saniye daha çok yük­seklere çıktığımı hissediyordum. Asla aşağı inemeyecektim, oda boşluğa, yokluğa, hiçliğe açılıyordu.

Asla inemeyecektim, asla kendimi veya başka bir şeyi bulamayacaktım. Oda biraz kıpırdadı, sanki o her şeyi kap­layan hiçliğe doğru yavaş yavaş kayıyormuş gibiydi.

Sonra seks bilinci yeniden başını kaldırdı, bu gittikçe da­ha çok midemi bulandırıyordu ama bir türlü kurtulamıyor- dum. Kelimenin gerçek anlamıyla "düşünemiyordum." San­ki, o anda, ilkel bir yaşam biçiminde olan bir kabiledeydim; yalnızca seksi ve yakın çevremi tanıyordum. İçimdeki tek in­sanca duygu, tiksinme ve acı çekmeydi. Tiksintim çoğaldı. Artık daha güçlü duygulara dayanabilecek gücüm ve enerjim kalmamıştı. Aylarca, böylesine bir gerilim içindeyken, doğ­ruca karanlıklara kaydım, tıpkı bazı insanların fiziksel bir acı sonucunda yaptıkları gibi.

O koğuşla ilgili bir anım daha vardı, halbuki orada bir kaç hafta kaldığımı sanıyorum. Veranda'nm girişinde yalnız bir an durmuştum. Beni herhangi bir yöne kımıldatabilecek bütün çabalara direniyordum.

Kanımca bu, sürekli olarak büyük bir mutsuzluk ve hu­zursuzluk hissetmeme karşı bir protestoydu, başka bir çıkış yolu bulamamıştım. Unutkanlık ülkesine kaçmıştım ve ko­nuşmamaya kesin olarak kararlıydım. Çevremdeki herkes­ten nefret ediyor ve kimseye güven duymuyordum. Bir süre anlaşılır, tutarlı bir şekilde konuşamadım, sorunlarımın an­laşılabilmesi için söyleyebileceğim bir şey yoktu. Kaşını­yorsam veya ısırıyorsam veya tekmeliyorsam, sözcükler ge­reksizdi. Belki de iletişim için bu çeşit yöntemler kullandı­ğım bir devreye girmiştim - eğitilmemiş bir vahşi gibi- çün­kü yapabildiğim şeyler yalnız bunlardı ve herhangi bir du­rumla karşılaşınca en kolay uygulanabilen yöntemdiler.

Doktor yanımda belirdiğinde, ben tepiniyor, zıplıyor, bir tay gibi şaha kalkıyordum. Yüzünde samimi bir kaygı görü­lüyordu. "Bu Jane Hillyer mi?" dedi. Daha akıllıca bir şey söylemezdi. Kendi adımı duymak bende bir şeylerin kıpır­danmasına neden oldu, eski çoğrışımlarla beraber duygula­rımı da hatırlattı. Benliğimin uzak bir köşesinde, çılgınlık­tan çok farklı bir şeyler hissettim. Gözlerimi yere indirdim, öylece durdum.

Bir utanç dalgası vücudumu kapladı. Sonra, benim üze­rimde hiç bir yetkisi olmayan kişilerin karşısında olduğumu hatırladım.

Başımı kaldırdım, gözlerime düşen saçları bir baş hare­ketiyle arkaya savurdum ve önünden bir kraliçe edasıyla yü­rüyüp geçtim. Herhalde gülünç olmuştum.

Marguerite Sechehaye

BİR ŞİZOFRENİN ÖYKÜSÜ

"Bir Şizofren'in Otobiyografisi," anormal psikolojiye önemli katkı­ları olmuş bir eserdir. Bu kitap Renee'in, genç bir Fransız kızın kişiliğinin kaybolmasına ve yabancılaşma hislerine karşı verdiği mücadeleyi anlatır. Renee'nin anlatığı gibi, "bir şeyler" ona sal­dırmıyorlar veya herhangi bir şey yapmıyorlardı, ama işlevlerini ve anlamlarını yitirmişlerdi; "onların varolmaları benim, yakın­mama sebep oluyor." Bu elbette Sartrein "Bulantı" isimli eserinde bahsettiği olgunun aynısıdır. Tüm geleneksel anlamların yokolma- sıyla geniş bir yanılsamalar dünyası gelişmiştir. Anlamsız dünya; Sistem, Aydınlanma veya Emirler Ülkesi haline geldi ve bu dünya­nın olayları dikkat gerektirir olaydan çok; emir şeklindedir.

Psikoterapik savaşta sistem, Renee'nin analistiyle olan ilişkisiyle çatışmıştır. Bu, kişiliksiz, cansız ve vahşi varlık alanıyla (sistem), sıcak insan ilişkileri arasındaki çatışmayı, psikozla ilgili işlemle­rin temel diyalektiği olarak görüyoruz.

V.: SİSTEME GİRİYORUM

Analize başladıktan hemen sonra, korkumun suçu gizle­diğini anladım; suç, sonsuz ve korkunç suç. İlk seanslar sıra­sında mastürbasyon ve herkese karşı duyduğum düşmanlık hissi derinlerde yatıyordu. Kelimenin tam anlamıyla insan­lardan nefret ediyordum ve bunun nedenini bilmiyordum. Rüyalarda ve uyanıkken düşündüğüm fantazilerde sık sık bütün dünyayı üzerinde yaşayanlarla beraber havaya uçura­cak elektrikli bir makine yaptığımı görüyordum. Daha da kötüsü bu makineyle insanların beyinlerini çalacak ve böyle- ce yalnız benim isteğime uyan robotlar yaratacaktım. Bu be­nim en büyük, en müthiş intikamım olacaktı.

Sonraları bu fantazilerimi normal görüp, bunlar için suç­luluk hissi duymamaya başlamıştım. Zaten suç, çabuk yayı­lan, çok büyük bir şeydi; belli bir şey üzerine dayanmazdı. Ve karşılığında cezalandırmak gerekirdi. Ceza, gerçekten dehşet vericiydi, sadistçeydi -suçlu olma hissini kapsıyordu. Çünkü bir insanın kendini suçlu hissetmesi kadar kötü bir şey olamaz, bu cezaların cezasıdır. Sonuç olarak gerçekten cezalandırıldığım halde bir türlü bundan kurtulamayacak­tım. Tam tersine, gittikçe daha çok suçluluk hissi duyuyor­dum. Durmadan, beni neyin bu derece korkulu bir şekilde cezalandırdığını; neyin beni suçlu hissetmeme neden oldu­ğunu araştırıyordum.

Bir gün, çektiğim acıların meçhul patronuna, "îşkence- ci"ye bir rica mektubu yazdım. Ondan, ne kötülük yaptığımı söylemesini rica ettim. Ama mektubu nereye yollayacağımı bilmediğim için, yırtıp attım.

Bir süre sonra, işkencecinin, elektrik makinesinden baş­ka bir şey olmadığını farkettim; yani beni cezalandıran, "Sistem"di. Onun geniş, dünyaya benzeyen bir varlık oldu­ğunu ve bütün insanları içine aldığını sanıyordum. En üstte emir verenler, cezaları uygulayan ve diğerlerinin suçlu oldu­ğuna hükmedenler vardı. Ama aslında suçlu olan kendileriy­di. Her insan diğerinden sorumlu olduğuna göre, her hareke­tinin de diğer insanlar üzerinde etkisi vardı. Bütün insanları suçluluk musibetiyle birbirine bağlayan müthiş bir sistem. Aslında herkes sistemin bir parçasıydı fakat bunun farkında olanlar pek azdı.

Onlar, "aydınlanmış" olanlardı.... benim gibi. Ve bu du­rumun farkında olmak hem bir şeref, hem de şansızlıktı. Bunu bilmeyenler, aslında sistemin de farkında değillerdi. Sonuç olarak, kendilerini hiç suçlu hissetmiyorlardı, ve onla­rı öyle çok kıskanıyordum ki.

Tam bu sırada halka kapandı: "Aydınlanma Ülkesi" ile "Sistem" aynı şeydi. Bu sebeple oraya girmek, Sistem'in ver­diği suçluluk, sonsuza dek cezalandırılmak hisleri gibi duy­gular dışında, her şeye karşı duygusuz olmak demekti. Ben suçluydum, berbat, çekilmez bir suçluydum, ve bunun hiç bir nedeni yoktu. Herhangi bir ceza, hatta en kötüsü bile verile­bilirdi- yine de beni bu yükten kurtaramazdı.

Sadece "Ana"nın, analistimin yanında olduğum zaman kendimi biraz daha iyi hissediyordum. Ama bunun için de en az bir saatin geçmesi gerekiyordu. İlk geldiğimde buz gibi oluyordum; odayı, eşyaları, "Ana"yı, herşeyin ayrı ayrı, bir­birinden kopuk halde, soğuk, amansız, acımasız ve cansız olduğunu görüyordum. Sonra, son ziyaretimden beri olup bi­tenleri anlatmaya başlıyordum. Ara sıra, içimden bir ses sö­zümü kesip, "Aha!" diye alay ederek sözlerimi tekrar ediyor­du; ne dersem onu tekrarlıyorlardı. Onları bastırmak, yok farzetmek için çabalıyordum. Ama benim sözümü dinleme­yip, alaycı tekrarlarına devam ediyorlardı. Sözcüklerin yanı- sıra görüntüler de vardı. Örneğin, Almanca hocamın bir sö­zünü anlatmak veya küçük kız kardeşimin okula gitmek ko­nusunda olay çıkardığından bahsetmeye kalktığımda; Al­manca hocamın, masasında bir kukla gibi hareketler yaptığı­nı, her şeyden kopmuş, köredici bir ışık altında, kollarını bir manyak gibi salladığını görüyordum. Küçük kardeşimi de mutfakta yerlerde öfke içinde yuvarlanırken görüyordum (fakat o da, Almanca hocam gibi değişik bir şekilde görünü­yordu).

Gerçekte amaçlarına uygun olarak, belli dürtülere göre davranan bu insanlar boş ve ruhsuz bir hale girmişlerdi. Yal­nızca vücutları kalmıştı onlara, otomatlar gibi hareket edi­yorlardı, davranışları duygu ve anlamdan yoksundular. Bu müthiş bir şeydi. Bu görüntülerden, içten gelen seslerden kurtulabilmek için "Ana"ya baktım ama bana gülümseyen bir heykel, buzdan bir şekil algıladım. Ve bu gülümsemesi, beyaz dişlerini göstermesi beni korkuttu. Çünkü yüzündeki her hattını tek tek, diğerlerinden kopmuş olarak görüyor­dum; dişleri, sonra burnu, sonra yanakları, sonra bir gözü ve diğerini. Belki de bunların birbirlerinden ayrı olması beni bu derece korkutmuştu ve kim olduğunu bilmeme rağmen yine de onu tanıyamamıştım.

Odanın geri kalan kısmında her şey duruyordu, olduğu yerde, donmuş, katı bir halde. Dehşet, çılgınca keder, içim­de gittikçe yükseliyordu.

Başımı Ana'nın omuzlarına gizledim, beni kollarıyla sar­mıştı, onun sıcaklığını ve giysilerinin tatlı kokusunu duyu­yordum. Gözlerimi yumdum ve "korkuyorum, korkuyorum, sen yoksun. Bana yardım et, Sistem beni ele geçirecek; sular kabarıyor, boğulacağım; üşüyorum, buz gibi soğuğun için­deyim; oh, öyle korkuyorum ki; neden değiştin, neden hey- kelleştin ve Sistem'in emri altına girdin, neden?" diye ağla­dım.

Umutsuzca ona sarıldım, elbisesine yapıştım.

Ona sığınmak istiyordum, kalbinde saklanıp beni altüst eden o korkunç acıdan kaçmak istiyordum.

Bütün bu zaman boyunca, alaycı sesleri ve resmî, soğuk sözcüklerin durmadan "ve göreceğiz" veya "Trafalgar Sava­şı" veya "evet, bayan" dediğini duyuyordum.

Sonra bu deliliğin ortasında Ana'nm tatlı sesini duydum, "Küçük Renee, benim küçük Renee'm, Ana buradayken korkmamalısın. Şimdi Renee yalnız değil. Ana burada ve ona bakacak. O her şeyden daha güçlüdür, "Aydınlan- ma"dan da güçlüdür. Ana, Renee'yi sudan çıkaracak; biz ka­zanacağız. Bak, Ana ne kadar güçlü, Renee'yi nasıl koruya­cağını biliyor. Renee hiç bir şeyden korkmasın," diyordu. Ve eliyle başımı okşadı, alnımdan öptü. Sonra sesi, saçıma dokunuşu, beni koruması, etkisini göstermeye başladı.

Yavaş yavaş, sözcükler ve sesler kayboldu, odayı gerçek dışı algılamam artık önemini yitirdi; gözlerimi kapadım. Bana en iyi gelen şey, konuşurken üçüncü şahısla kendin­den bahsetmesiydi, "Ana ve Renee," "ben ve sen" değil tesa­düfen ben dediği zaman, onu tanımıyordum ve bu yanlışı yapıp aramızdaki bağlantıyı kırdığı için kızıyordum. Örne­ğin, bana "Göreceksin, beraberce nasıl Sisteme karşı sava­şacağız" (ben ve sen ne demekti?) dediği zaman bana gerçek gibi gelmiyordu. Yalnızca "Ana", "Renee" veya daha da iyisi "Küçük Renee", gibi sözlerde gerçek, canlılık ve etki vardı.

"Ana"ya neler olup bittiğini nasıl anlatacağımı bilmiyor­dum. Her şekilde, beni anladığından emindim. Onun için, "korkuyorum" veya "her şey birbirinden kopuyor" veya "buzdan heykel şeklini almışsın" veya "çok soğuk" gibi söz­cükleri söylediğim zaman Ana çektiğim acıları ve duydu­ğum dehşeti çok iyi anlıyordu.

Bazen ona, "sözcükler bana oyun yapıyorlar, benimle alay ediyorlar" deyince, o hemen bunları kovalamış ve "Re­nee yalnızca Ana'nın sesini dinlemeli; bu çok önemli, çünkü Ana'nın sesi Renee'yi seviyor." demişti. Sonra bu harika se­si, bir tılsım gibi bana gerçeği geri getiren o sesi duyardım. Rahatlamış, ama mücadeleden yorgun düşmüş bir halde be­ni ilgilendiren konulardan bahsetmeye başlardım. Fakat, heyhat, gitme zamanım hemen gelmiş olurdu.

îçim yeniden ısınmış, cesaretlenmiş bir halde, Ana'nın söylediklerini tekrarlayarak eve döndüm. Sokağa çıkınca gerçek dışının mukavva tablosunu yeniden görmeye başlı­yordum. Her şeye rağmen, seansın başında olduğu kadar bundan etkilenmiyordum; çünkü hala Ana'nın sıcaklığını hissediyor, sözlerini kalbimde duyuyordum. Özellikle, artık bu durumu değiştirmek için çabalamıyordum; bu tuhaf algı­lama şekline razı olmuştum.

Eve dönerken gördüğüm kişiler veya eşyalarla, Ana ile olduğu gibi bir ilişkiye girmek için bir ihtiyaç hissetmiyor­dum.

Bir yıllık analiz süresinden sonra, Ana'nın yöntemini de­ğiştirmesinden memnun olmuştum. Önceleri, söylediğim her şeyi, korkularımı, suçlarımı tahlil ediyordu. Bu soruş­turmalar bana, yakınmalarımın bir faturası gibi geliyordu, duygularımın nedenlerini araştırmak gibi görünüyorduysa da esas amaç daha gerçek olanı bulmaktı. Sanki, "hangi du­rumlarda kabahatli olduğunu ve nedenini bul," der gibiydi. Bu bence bir suçun varlığının ispatıydı ve aslında Sistem de vardı; çünkü insan bazı hareketlerin sebeplerini bulabiliyor­du. Bu seanslardan sonra eve, daha mutsuz, daha suçlu, daha yalnız, dönüyordum; kimseyle bir ilişkim olmadan kendi gerçekdışı dünyamda yalnızdım.

Fakat Ana yanıma oturup benimle üçüncü şahıs tipinde konuştuğu ve özellikle nedenlere bakmadan beni anlar gö­ründüğü zaman öylesine rahatlıyordum ki!

Yalnız o, beni içine alan gerçek- dışı duvarı kırıp içine girebiliyordu ve yalnız o benim hayatla bağımı sağlıyordu.

VI: SİSTEM BANA EMİRLER VERİYOR VE BAZI ŞEYLER CANLANMAYA BAŞLIYOR

Artık gerçek-dışı oluş öyle bir noktaya ulaştı ki; Ana, kendisi bile aramızda ilişki kuramaz oldu. Bir süre eşyala­rın bana oyunlar oynadığından ve bu yüzden nasıl acı çekti­ğimden yakındım.

Aslında bu "şeyler", özel bir şey yapmıyorlardı, benimle konuşmuyor veya bana doğrudan saldırmıyorlardı. Onların varoluşu benim yakınmama neden oluyordu. Eşyaları bir metal gibi düz, keskin hatlarla görüyordum, onlar birbirlerin­den öylesine kopuk, öylesine ışıklı ve kaygılı görünüyorlar­dı ki beni dehşete düşürüyorlardı. Örneğin, ne zaman bir is­kemleye veya bir vazoya baksam, onların ne işe yaradığını düşünmüyordum -vazoyu çiçek ve su koyulacak bir şey, is­kemleyi üzerine oturacak bir şey olarak değil- ama isimlerini işlevlerini ve anlamlarını yitirdikleri için, onlar "şeyler" ol­muşlardı ve yaşamaya, varolmaya başlamışlardı.

Bu varoluş benim büyük korkumu açıklıyordu. Algımın karanlık sessizliği içinde, birdenbire "şey" beliriveriyordu.

Mavi çiçek desenli taş kavanoz karşımda duruyor, varlı­ğıyla bana meydan okuyordu. Korkumu yenmek için başka tarafa baktım. Gözlerime bir iskemle ilişti, sonra bir masa; bunlar canlıydılar, varlıklarını savunuyorlardı.

Onların baskısından kurtulabilmek için isimlerini söyle­meyi denedim. "İskemle, kavanoz, masa... bu bir iskemledir" dedim. Ama sözcük boşlukta yankılandı, hiçbir anlam taşı­mıyordu; eşyadan ayrılmış, kopmuştu, öylesine tek başı­naydı ki bir yandan o canlı alaycı bir şeydi; öbür yandan da bir isim, içi boş bir zarftı. Bu ikisini bir araya getiremiyor, önlerinde öylece, korkuyla ve acz içinde duruyordum.

"Bu şeyler bana oyun oynuyorlar, korkuyorum" dediğim zaman insanlar, "kavanozu veya iskemleyi canlı olarak mı görüyorsun?" diye sorarlardı. Onlar, hatta doktorlar da bu eşyaları, konuşmalarını duyduğum insanlar gibi gördüğümü zannediyorlardı. Ama bu doğru değildi. Bunların yaşamları, orada oldukları, var oldukları gerçeğinden ibaretti.

Onlardan kaçmak için başımı ellerim arasında saklıyor veya bir köşede duruyordum. Yoğun bir acı çekme dönemi geçirdim. Her şey canlıydı ve bana meydan okuyordu. Dışa­rıda, sokakta insanlar çıldırmıştı, oradan oraya amaçsız gi­dip geliyorlardı, birbirlerine ve eşyalara bakıyorlardı ve bun­lar kendilerinden daha gerçekti.

Aynı zamanda, Sistem'den emirler almaktaydım. Bu emirleri ses olarak duymuyordum; ama yine de yüksek sesle söylenmiş gibi âmirane idiler. Örneğin, daktilo yazmaya ha­zırlanırken birden, bir güç bana sağ elimi yakmamı veya içinde oturduğumuz binayı yakmamı emrediyordu. Bütün gücümle bu emre direndim. "Ana"ya telefon edip anlattım. Sesi, benim onu dinlememi istiyor, Sistem'i dinlemememi söylüyordu, bu bana güven verdi. Sistem beni çok tedirgin ettiğinde, ona koşabilecektim. Bu beni oldukça sakinleştir- mişti ama maalesef yalnızca bir an için.

Anlatılamayacak kadar büyük bir acı kalbimi sıkıştırdı, hiç bir çaresi olmayan büyük bir acı. Denileni yapmayı ka­bul etmediğimde, kendimi suçlu ve korkak gibi hissediyor­dum ve içimdeki acı çoğalıyordu. Sonra, emirler daha ısrarlı olmaya başladı. Sonunda, söz dinlemek için ateşe doğru gi­dip; elimi uzatınca da yoğun bir suçluluk hissi duydum, san­ki alçakça bir şey yapıyormuşum gibi hissettim ve tedirgin­liğim arttı. Her şeye rağmen, ikinci emir daha büyük bir ra­hatsızlık yaratıyordu, çünkü bu emire uyarsam kişiliğimi onarılmaz bir şekilde zedeleyecek bir davranışta bulunmuş olacaktım. Ve yine her iki durumda da, denileni yapma veya yapmama oldukça yapmacıklı, leatral bir şeydi. Bu arada, ben yalnızdım. Ana'dan başka hiç kimse bu savaştan haber­dar değildi. Sözünü dinlemiş olsaydım, aynı derecede alda­tıcı olurdum, çünkü kendimi yakmayı kabul etmemiştim. Emirler bana müthiş acı veriyordu; karakterime çok ters dü­şen bu düzenbazca hisler de beni çok üzüyordu.

"Aydınlanma'nın derinliklerine batmamak için bütün gü­cümle savaşmaktayken; oldukları yerlerden benimle alay eden, korkutan, tehdit eden şeyler görüyordum. Ve, beynim­de aptalca sözcükler yüzüşüyorlardı. Gözlerimi kapayıp, be­nim ortasında bulunduğum karışıklıktan kaçıp kurtulmaya çalıştım. Ama huzur bulamadım, korkunç görüntüler üzeri-

me geliyorlardı, öyle canlıydılar ki gerçekten fiziksel olarak onları hissediyordum. Aslında görüntüleri gördüğümü söyle­yemem; onlar hiç bir şeyi simgelemiyordu. Onları görmek­ten çok hissediyordum.

Bazen ağzımın içinin kuşlarla dolu olduğunu, bunları dişlerimin arasında ezdiğimi hissediyordum. Tüyleri, kanlan ve kırık kemik parçaları beni boğuyor gibi oluyordu. Veya, süt şişeleri içine hapsettiğim insanlan görüyordum. Bu in­sanlar şişelerin içinde kokuşuyorlardı ve ben bunları yiyor­dum. Bazen de bir kedi kafasını yediğimi, bu sırada onun da benim kalbimi, ciğerlerimi kemirdiğini hissediyordum. Bu iğrençti, tahammül edilemez bir şeydi.

Bu dehşet ve karışıklığın ortasında, görevimi her şeye rağmen bir sekreter gibi devam ettiriyordum. Ama ne zorluk çekiyordum Tanrım! Bu işkence yanında, tiz sesler, keskin haykırışlar başımın içinde çınlıyordu. Bunu hiç beklemi­yordum, ilk duyduğumda yerimden sıçradım. Bununla birlik­te, bu sesleri, gerçek insanların çıkardıkları gerçek bağırış­lar gibi duymuyordum. Gürültüler, sağ yanımdan geliyorlar­dı ve kulaklarımı tıkamak zorunda kalıyordum. Ama bunla­rı, gerçek gürültülerden ayırdedebiliyordum. Onları duyma­dan hissediyor, içimden yükseldiklerini biliyordum.

Gittikçe daha çok Sistem'in kontrolü altına girdiğimi, Ay­dınlanma Ülkesi'ne gittikçe daha çok battığımı biliyordum.

Huzur duyduğum anlar yalnızca analiz seansları idi ve özellikle saatin sonuna doğru, Ana'yla sonunda temas kura­bildiğim zamanlardı. O'na, beni Aydınlanma'nın pençelerin­den ve Şeyler'in canlanmasından kurtarması için yalvardım.

Ama iyi niyetlerine rağmen, o zamanlar Sistem'e karşı ol­dukça güçsüzdü. O'na direnebiliyordu ve tehlikede olduğum zaman ona koşabiliyordum; ve bütün bunlar birer zaferdiler.

Sonunda trajedi oldu. Emirler daha zorlayıcı ve daha çok şeyler ister oldular: Elimi yıkamam gerekiyordu, çünkü sağ el daima yasanın eliydi.

Sistem'de harika bir birbirine bağlılık vardı. Bunu bilme­den, insanların cezalandırılmasını emretmiştim ve şimdi benim sıram gelmişti, ben cezalandırılacaktım. Benden ceza görenlerin, beni cezalandırmaya haklan vardı. Verilen her ceza karşılığında bir cezaya maruz kalınıyordu. Beni içine alan bu cezalandırma Sistemi'nin mekanizmasını anlayınca emirlerle daha az savaşmaya başladım.

Bir gün, titreyerek, sağ elimin tersini, akkor haline gel­miş olan kömürlerin üstüne koydum ve mümkün olduğu ka­dar orada tuttum. Sistem'e karşı olan görevimi düşünerek ve emirler yağdırmayı durduracağını umarak, acıya dayanabil- meyi başardım. Bu sırada, büronun şefi geldi. Çabucak eli­mi çektim, görmediğini düşünerek rahatlamıştım. Ama ya­nılmışım. Bir anda, durumu kavramıştı, çünkü Akıl Hasta­ları Denetleme Kurulunun doktoruna haber verdi. Bu aslında benim kendi doktorumdu.

Konsültasyon'dan sonra beni hastaneye kaldırmaya niyet­li olduklarının farkındaydım; benimle alay eden nesnelerden ve beni çevreleyen Sistem'den bahsettim; çünkü bunlar be­nim bir parçam haline gelmişlerdi. Yalnız yanma öyküsünü anlatmadım, aldığım emirlerden de bahsetmedim çünkü bunları hiç bir zaman tam olarak kabullenmemiştim.

Her şeye rağmen acilen hastaneye yatırılmam için yeterli nedenler vardı, zaten olmasa da hiç değilse bir kuruluşa, bir enstitüye kapatılmam gerekiyordu.

Norma Macdonald

ŞİZOFRENİYLE BERABER YAŞAMAK

Bayan Mac Donald'ın öyküsü, bir hastanın hastaneden çıktıktan sonra karşılaştığı sorunlar üzerinde odaklanmıştı.

Anormalliğe olan eğilimini kesinlikle bilen hasta, kendini bir çeşit 'hassas denge' veya "ortada bir yol" güvenliliğinin monotonluğu ve normal yaşamın rutininde kaybeden bir kişi olarak tanımlar. Şizofrenik eğilimlerinde ona uyum sağlamasına yardım edebilecek değerde bir şeyler bulmaya çabalar. Endişeli, "Ya bu sallantıdan bir yere fırlarsam?" sorusuna cesaretle şu cevabı verir: "Önemi yok... Dengeyi tekrar bul. Ayağını yere bas, başın bulutlarda ol­sun. "

Şizofreni konusunda anlaşılabilir bir şey söyleyebilece­ğimi sanmıyorum; çünkü bu hastalığı çeken biri olarak hiç bir zaman emin olmadım, her şeyden önce şizofreniyle be­raber yaşadığımdan emin değildim.

Bu konudan haberi olan bir arkadaş bana şizofreni hak­kında bir makale yazmamı önerinceye kadar, böyle bir rahat­sızlığım olduğunu bile bilmiyordum. Halbuki onbir yıl önce, bir akıl hastanesinde on ay kaldım; orada psikoanaliz yapıldı ve rehabilitasyon için hazırlandım. Geçenlerde de üç yıl psi­kiyatri hemşireliği eğitimi gördüm. Benim rahatsızlığıma on yıl önce ne teşhis konduğunu merak ediyordum. Mani - dep- resif psikozun, paranoyanın hatta nevroz ve karakter düzen­sizliğinin bütün belirtileri bende vardı. Hala gerçekten şizof­ren miydim, şizofrenin hangi tipiydi, bilmiyorum ve bilmek istediğimi de sanmıyorum. Bilmemin konuyla bir ilgisi yok­tu. Bu tuhaf, alt-üst edici kişiliğe alışmam gerekiyordu ve bunun bazı yönleriyle başa çıkabilmesini de öğrenmiştim. Bu duruma bir isim takmak hiçbir işe yaramayacaktı ve bir­takım beklentiler ortaya çıkarıp durumu daha da karışık bir hale sokacaktı.

Mutsuz bir çocukluk geçirdiğimi, trajik bir gençlik yaşa­dığımı ve bunun 24 yaşımda tümüyle akıl çöküntüsü haline dönüştüğünü biliyorum. Bir dizi duygusal karışıklık, dep­resyon, akıl ve planlarımın ani değişmeleri, şiddetli astım, ateş, nezle, genel yorgunluk gibi rahatsızlıklar bende spor veya sosyal faaliyetler için pek enerji bırakmamıştı. En kö­tüsü de, devamlı bir korku ve yasaklamalar içinde yaşamış­tım. Bu da benim arkadaşlık kurmama imkan vermemişti. Tabii bu kişiler benden daha genç veya bir açıdan daha aşa­ğıda veya beni kanatları altına ahp hayatımı renklendirebile- cek kadar sevecen olurlarsa durum değişiyordu. Entellektüel araştırmalar benim en güçlü yanimdi; ve bu alanda da başa­rısız olma korkusu beni devamlı bir tedirginlik ve endişe ha­linde tutuyordu. Sanat dalında da oldukça başarılıydım.

Bende bir tuhaflık olduğunu seziyordum ve kolejdeki ilk yılımda psikoloji okurken kendimde ciddi akıl hastalığı be­lirtileri bulmaya başlamıştım. Arkadaşlar bu fikre gülüp geçtiler ama ben aldatıldığımı hissetmeye başlamıştım. Başkaları için yaşamın yalnızca hayal kırıklığı, yalnızlık, depresyon ve bunalım demek olmadığı anlaşılıyordu. Ba­bam ben dört yaşındayken akıl hastanesine kaldırılmıştı, onu uzun yıllardan beri görmedim ve bunun irsi olduğundan gizli gizli korkuyordum. Annem, bu konuda konuşmuyordu, çünkü onu alt-üst ediyordu bunlar. Ben tek çocuktum başka konuşacak kimsem yoktu.

Kolej'de geçirdiğim o yıldan sonra bir yıl okul öğretmen­liği yaptım sonra Toronto'da bir radyo akademisine girdim, hayatım boyunca rol yapmayı, oyunculuk yapmayı öğren­mek istemiştim. Rekabete dayanan bu ortamda, her şey bira- raya gelip stres yaratmaya başladı. Sonunda hastalık bana bütün gücüyle vurduğu zaman, annem bir şeylerin yolunda gitmediğini farkedip beni hastaneye yatırmak için uçakla ge­lene kadar Toronto'da aylarca bir cehennem hayatı yaşadım. Bu aylar boyunca aklım, bana karşı başkalarının duyduğu hisler -sevgi, nefret, kayıtsızlık, kin, dostluk- konusunda bil­giler vermişti. Bu bilgiler temelsizdi ve beni insanlarla kor­kunç ilişkiler kurmaya yöneltmişti. Fiziksel sağlığım pek iyi sayılmazdı ve bu durumuma uyan bir işte çalıştığım için elime hiçbir şey geçmiyordu, bu da bana başarısızlık hissi veriyordu. Hastalık izinlerim öylesine çoğalmıştı ki elime hiç para geçmez olmuştu. Çok az yiyor ve uyuyordum; çün­kü sesler bana uyumamamı söylüyorlardı. Sesler tarafından, ayaklarım yara içinde kalana kadar şehirde yürümeye "zorla­nıyordum" ve sonra da bir sürü anlamsız şeyler yapmamı söylüyorlardı. Yine de hayal gücüme işkence yapan o acı­masız düşünceler dinmek bilmiyordu. Görme ve dokunma duyularıyla ilgili halüsinasyonlar, duyma halüsinasyonlannı canlandırmıştı. Hastane'deki sınırlamalara karşı ümitsizce bir savaş vermiş olmama karşın, biraz da ferahlama hissi duymuştum çünkü dış dünyadaki isimsiz tehlikelere karşı belki burada korunabilirdim.

Şiddetli şizofreni vakaları hakkında pek çok şey yazıl­mıştır; yanılsamalar ve halüsinasyonlar üzerinde de bir sürü materyal bulunmaktadır; bu yüzden bu konulara fazla değin­meyeceğim. Anlatmak istediğim şey, eğer becerebilirsem, şiddetli hastalığım öncesi, sürdüğü müddetçe ve sonrasında yaşadığım abartılmış bir şekildeki "durumumun farkında olma" halimdir. Önceleri, sanki uyumakta olan beynimin ba­zı parçalan "uyanmış" gibiydi ve normal olarak beni etkile­memiş olan insanlar, olaylar, yerler ve fikirlerle birdenbire ilgilenmeye başlamıştım. Hasta olduğumu bilmediğimden, neler olduğunu anlamak için bir çaba göstermemiştim, fakat bütün bunlarda karşı konulmaz bir anlam olduğunu ve Tanrı veya Şeytan tarafından meydana getirildiğini hissettim. Bu yeni ilgi kaynaklarımın üzerinde iyice düşünmenin bir gö­rev olduğunu sanmıyordum; bu konuda düşündükçe gittikçe daha kötüye doğru gelişiyordu her şey. Yolda hiç tanımadı­ğım bir insanın yürümesi bile benim için yorumlamam gere­ken bir 'işaretti'. Geçen bir otobüsteki yolcuların yüzleri bey­nime kazılıyor, hepsi bana birer mesaj vermeye çalışıyorlar­dı. Şimdi, bu kadar yıl sonra, ne olduğunu anlayabiliyorum. Her birimiz, benliğimizi duyularımızdan biri yoluyla işgal eden uyarılarla başa çıkabiliriz. Belli bir mesafeden her sesi işitebilir, her nesneyi, rengi, şekli görebiliriz vs. Bu uyarıla­rın yüzde biri bile aynı anda bize saldırırsa, hiç birimizin günlük işlerimizi yapamayacağımız apaçık ortadadır. Öy­leyse, beyninin bir filtresi olmalıydı ve bu bizim bilinçli dü­şüncelerimize gerek olmadan, gelen uyarılan ayıklayıp, yal­nızca duruma uygun olan uyanlann bilincimize ulaşmasına izin vermektedir. Ve bu filtre her zaman tam kapasiteyle ça­lışıyor olmalıydı. Özellikle yoğun bir konsantrasyona ihti­yacımız olduğu zaman. Toronto'da başıma gelen şey, bu filtrenin bozulması ve bir sürü uyannın aynı anda beynime yüklenmesiydi.

İnsanlara ve yerlere yeni anlamlar vermem pek o kadar da kötü değildi, yalnız işime engel oluyordu.

Sokak'tan geçen bir yabancının sizin ruhunuzun en derin köşelerine kadar bilmesi huzur kaçırıcıdır.

Ofis'te, sağ tarafta oturan kızın beni kıskandığından emindim. Ofıs'in solunda oturan kız da benimle arkadaş ol­mak istiyordu ama ben onun hevesini kırıyordum.

Bu izlenimlerin doğru olması ihtimal dahilinde ama bun­ları hissetmemdeki yoğunluk, bahsi geçen kızların ofisime geldiklerinde neredeyse havada çatlaklar yapacak güçteydi. Böyle bir ortamda çalışmak dayanılmaz bir hale gelmişti. Gittikçe daha çok kendimi çekiyordum ama etrafımdaki şeh­rin ve insanların daha da çok farkına varıyordum. Hiç tanı­madığım bu insanların gerçek veya hayali mutsuzlukları, ru­huma ağırlık veriyor, kendimi kurban gibi hissediyordum. Bu durumda yanılsamalar kolayca kök salıp büyümeye baş­larlar. Bütün dünyamın her şey hakkında işkence gibi olan derin düşüncelerden oluştuğu ve bunun büyük bir acı ve bu­nalım yarattığı bir devreye girmiştim. Kısa süre sonra bey­nim fiziksel olarak, sanki kızarana kadar zımpara kağıdıyla ovulmuş gibi acımaya başladı. Kanayan bir sünger gibiydi. Gerçek dünyada bazı anlamlı kaçışlar, tıpkı bir arkadaşla konuşmayı devam ettirmek ihtiyacı gibi, bazen ferahlık geti­riyordu, ama bu her zaman olmuyordu.

Bu arada, hastaneye kabul edildiğim zamanlarda, bir "uyanıklık" devresine ulaşmıştım; pencereye vuran ışığın parlaklığı veya gökyüzünün maviliği beni ağlatacak kadar önemli görünüyordu. Konuyla ilgisi olanla olmayanı ayırte- debilme yeteneğim çok zayıflamıştı. Filtre bozulmuştu. Ta­mamen alakasız olaylar zihnimde birbirlerine bağlı görünü­yorlardı.

Akıl Hastanesi'nde geçen aylarda bazı ilgi çekici olaylar olmuştu, yeni bir ışık dünyasına götürecek bazı fikirler do­ğuruyordu kafamda. Bunlardan biri hasta olduğumu ve iyile­şebileceğimi farketmemdi. -Hatırladığım kadarıyla bu fikir, 'deli olmayan' yalnızca alkolik olan bir hasta tarafından orta­ya atılmıştı.

Ayrıca, babamın hastalığı ile benimki arasında bir bağ­lantı olmasının gerekmediğini de öğrenmiştim. Bir insanın kadere karşı durabileceği de öğrendiğim şeyler arasındaydı. Biraz güven kazanmıştım, arkadaş edinmiştim, sosyal haya­tı tanımaya başlamış ve bazı yetişkin fikirleri ile başa çık­maya başlamıştım, yani bireyin topluma karşı olan sorum­lulukları, bir bireyin kendi olma hakkı, kendi ilgi alanını ge­liştirmek (ama bunu annesini, babasını veya arkadaşını memnun etmek amacıyla değil) gibi yeteneklerimi geliştir­miştim.

Bu dönüm noktalan yalnızca başlangıçtı, tedavi sayıl­mazdı. Bunlardan bazılarının benliğimde daha derinlere yer etmesi yıllarımı almıştı. Önceleri bu yalnızca depresyonla, yalnızlıkla ve intihara teşebbüsle savaşmak sorunuydu. Hastane'nin güvenliliğine sığınma arzumla, benim zayıf gü­ven cilama ve özgüvenime mal olsa da,savaşmam anlamına geliyordu. Güvenebileceğim dostlar bulmak için ve nerede güvenmemek gerektiğini öğrenmek için mücadele etmem anlamına geliyordu.

Zamanla, en kötü hatalarımdan birinin insanları tanıya­mamam ve onlardan ne beklemem gerektiğini bilememem olduğu açıkça ortaya çıktı.

Bu kavram, deneme ve yanılma ile, kendi içgörüme gü­venimin artmasıyla, gittikçe gelişti ve keskinleşti, öyle ki yıllar sonra insanları tanımam ve davranışlarım anlamam sayesinde sık sık iltifatlar duydum.

Buna bazen gülüyordum, çünkü self-analiz yoluyla ka­zandığım içgüdülere rağmen hâlâ yargılamakta yanılıyorum ve böyle olunca da yanlışım büyük oluyor.

Yaşamımı iş ve hobilerim arasında dengelemem de baş­ka bir sorundu. "Normal" bir yaşam sürmek benim için im­kansızdı. Monoton, rutin bir iş canımı sıkıyordu. Kadınlar Külübü'nden bıkmıştım. Oyun kağıtlarından, içkili partiler­den ve top oyunlarından nefret ediyordum. Eski dostlarım bazen can sıkıcı oluyorlar. Bir değişikliğe ihtiyacım vardı. Dengeyi, hobilerime değişikliği katarak, resim, tiyatro ve edebiyatta yaratıcılığımı geliştirerek korudum.

Tiyatro, yıllarca gündüzlerimi kurtardı, bir çok ilginç ar­kadaş sahibi olmamı sağladı ve bana uğruna yaşanacak bir ilgi kaynağı verdi. Beş-altı yıl bir amatör tiyatroda çalıştık­tan sonra gittikçe daha çok sıkılmaya başladığımı farkettim. Tiyatro'dan böyle sıkılmamı önce kendi yeteneksizliğime, iyi olduğumu isbat edememe korkuma bağlamıştım. Uzun bir mücadele oldu, iki üç yıldan fazla bir zaman, başarısızlı­ğımın nedeninin hevessizlik olduğunu anlamam için bu ka­dar uzun bir süre geçmesi gerekti. Daha gerçek ve daha önemli bir şey yapmak istiyordum. Şimdi ne yapacaktım, ru­tin ile heyecan arasında olması gereken dengeyi korumak ve aynı zamanda ekmek parası kazanabilmek için ne yapacak­tım?

Hala babamla ilgili önemli duygusal zorluklarım vardı. Hastaneden çıktıktan sonra beş yıl süren rehabilitasyon ça­lışmaları sonunda annemin önlük bağlarından kurtulmayı başarmıştım, ama babamla uğraşmaya cesaretim yoktu. O da hastanede dışardan tedavi görüyordu, ben de bütün cesa­retimi toplayıp onun yanında kalmaya gittim. Bir süre sonra hastaneye görevli personel olarak geri döndüm, psikiyatri hemşireliği öğrenmek ve hastalık hakkında somut bir şeyler öğrenerek, benim gibi hasta olanlara yardım etmeye çalış­mak ve aynı zamanda benim için bir yabancı olan babamla tanışmak istiyordum. Çoğunlukla üzücü olmakla beraber ödül alma zamanı gelmişti ve yavaş yavaş babamın "tedavi edilemez" olduğu konusunda doktorların haklı olduklarını kabul etmek zorunda kaldım. Pek çok niteliği olan, ilginç bir adamdı, ama hem değişmesi hem de onunla beraber yaşan­ması imkansızdı. Sonunda onunla da ipleri kopardım ve iste­diği gibi yaşamak için evden taşındım. Herkesten çok ben, tümüyle kişisel özgürlüğe duyulan ihtiyacı bilirdim.

Sik sık, yaşadığı çevreyi ve işi değiştirmenin yasak ve sınırlı olduğu totaliter devletlerdeki şizofrenlere neler olabi­leceğini merak ederim. Benim, yaşamımı böyle devam etti-

rebilmemi, yalnızca sık sık yaptığım değişikliklere borçlu­yum.

Bu merakımın şizofrenlerin hepsinin karakteristik özelli­ği olup olmadığını bilmiyorum ama eğer öyleyse, güvenlik ihtiyacı ve bir miktar monotonlukla, onların da bu çözümü mümkün olmayan sorunumu paylaştıklarından eminim. Psi­kiyatri hemşiresi olarak geçirdiğim yıllar boyunca, benim sorunlarımı diğer şizofrenlerle paylaşıp paylaşmadığımı bilmeme imkan olmadığını anladım. Bir şizofren hiçbir ihti­yacını veya isteğini açıklayamaz, öylesine iletişimden yok­sundurlar. Bazen bir içgüdü kıvılcımı beni bir hastanın so­runlarını veya davranışlarını anlamaya yöneltirdi, ama bu pek ender oluyordu. Daha önce bu şizofreni deneyimini ya­şamamış olan bir görevlinin bir iki gün içinde hastanın so­runlarını çözebilmesi, öylesine keskin bir içgüdü kavrayışı gösterebilmesi pek olacak şey değildir. Ben burada hisler alanından bahsetmiyorum; çünkü hastalarla diğer hastane görevlilerinden daha büyük bir kolaylıkla duygularımızı paylaşabileceğimden eminim. Bu hastaların korkuları ve ra­hatsızlıklarını ben kolaylıkla anlayabiliyordum. Ben de bun­ları yaşamıştım. Ama iş, hastanın zihninde ne olup bittiğini anlamaya, davranışlarının nedenlerini bulmaya gelince; her­hangi biri de, benim kadar tahmin yapabilir. Şizofrenler için ortak bir nokta olmadığını, (bunlar halen hasta da olsalar, iyileşmiş de olsalar) anlamış bulunuyorum. Şizofreni, ger­çek dışı olayların dipsiz dünyalarında yapılan araştırmaları ve keşifleri kapsıyor, bu bazen kontrol edilebiliyor ve yaratı­cı düşünce şekline kanalize olabiliyor. En iyi tarafı da, derin bir iç gözleme sürüklemesidir. İki kar tanesinin bile eşit ol­madığı doğanın kanununa uygun olarak, iki insan da birbiri­nin aynısı değildir, aynı şekilde, daha anlaşılabilir olan bi- linç-üstü kısmı dahil olmak üzere, iki beyin de birbirine ben­zemez.

Şizofren dipsiz bilinç altında dolaştığından, benim bu ar­kadaşın acı çeken beyninde neler olduğunu bilmeye imka­nım olmuyor. Bu sebeple, okuyucularımı hemen uyarmam gerekiyor; benim yazdıklarımı okuyarak, aynı sıkıntıları çe­ken başka bir şizofrene öğrendiklerini uygulayamazlar. Ben, teoriler konusunda şüpheciyimdir, hatta davranışçılık ekolü­nü de biraz küçük görürüm.

Şizofrenler de benim gibi değişiklik mi yoksa emniyet mi sorunuyla uğraşıyorlar mı bilemem. Ama ben hâlâ bu prob­lemi çözümlemeye çalışıyorum; Kanada'nın hareket özgür­lüğüne şükürler olsun, bazen merakımın beni sürüklediği ye­re gidip bir şeyler öğrenmeye çabalıyorum, bazen de yalnız­ca içgörüme güveniyorum.

Doğal içgüdülerin bir şizofreni iyileşme yoluna götürdü­ğüne inanmak üzereyim, özellikle bu içgüdüler sağduyu ve gerçeği ölçme yeteneğiyle birleşirse. Bu da bir başka, ilginç bir paradoks.

Bu hastalıkla birlikte yaşamak, birbiriyle uzlaşmayan zıtlıkları dengelemek meseledir.

îlk on yılın sonunda Zen Budizm'i keşfettim ve bunun bana büyük faydası oldu. Hristiyanlık, hep "mutlak" üzerin­de ısrar ettiğinden mutlak iyiyi elde etmek için didinmesi, mutlak kötüye arkasını dönmesi beni şaşırtmış, hatta sinir­lendirmiştir. Zamanla, yavaş yavaş Hristiyan düşüncesinin gösterişli, şatafatlı emniyetini takdir etmeye başlayacaktım, eğer kardeşlik prensibini uygulayabilselerdi, ama metodlan arasında pratik hiçbir şeye rastlamayamadım. Deneyimle­rimden biliyordum ki, bir bulutun rüzgarlı bir gökyüzünde şekil değiştirdiği gibi, zihin de gerçekten çok çabuk değişir; aradığı tek gerçek, acı veren ve temel bir gerçek olmadığı gerçeğidir. Zen Budizm'de, benimkinin gittiği tuhaf, yasak yollarda dolaşan bir akıla, değer veren bir din gördüm.

Anlayabildiğim bir Tanrı ile karşılaştım. Bütün mesele bir yolun ortasını bulabilmek, zıt kutuplar arasında hassas bir denge kurabilmekti. Bu kutuplar iyi ve kötü, neşe ve hü­zün, güven ve güvensizlik olabilir. Hristiyanlık hâlâ bana üs­tün bir din gibi görünüyordu ama zayıf noktalarını da göre­biliyordum. Bazı kurallar koymakta ısrar ederek, insan doğa­sını inkar ediyor ve inananları arasında çözülmesi zor çeliş­kiler ortaya çıkarıyordu. Şimdi ben, Hristiyan ve Budist yol­ların nasıl birleştirilebileceğini ve böylece insanlığın nasıl kayıtsız şartsız bir özgürlük içinde yaşamak için güven ve inanç bulabileceğini, dolayısıyla akim nasıl en üst yapıcı dü­zeyde çalışabileceğini ve ellerin en iyisini nasıl yapabilece­ğini bulmaya çalışıyorum.

Hastane'deki psikiyatrlardan biri bana şöyle sordu, "Ne­den normal olmak için bu kadar uğraşıyorsun?"

Şizofren olmanın, özürlü olmaktan çok daha iyi olduğunu görmeye başladım; hiç değilse aracım ve gücüm vardı.

Böylesine bir akıl, kontrol edilir ve kullanılırsa, ulaşıl­mayacak kadar zengin bir hayal gücüne, keskin bir içgüdüsel bilinç ve geniş bir duygusal ve entellektüel deneyim yelpa­zesini anlayabilme yeteneği gibi özellikleriyle neler başara- mazki. Belki 10 veya 20 yıl kadar sonra, aklımı şimdikin­den daha iyi kullanabilirdim ve sonra daha da çok yararlana­bilirim.

Yıllar süren iyileşme döneminde beynimde çarpışan çe­lişkilerin en özel, en gizli öyküleriyle dolu kocaman bir ki­tap yazmıştım. Belki zamanla bu kitabı anlamlı bir şekle sokabilirim. Şimdiye kadar pek az kararım kullanışlı, pratik oldu; bakalım bunu başarabilecek miyim?

En kolay şey, belki de bu hastalığın kesin olarak fiziksel faktörler üzerine geliştiğini bilmektir. Ben hastanedeyken doktorlar bana eğer sağlıklı kalmayı umuyorsam, üç öğün yemek yemem ve her gece en az sekiz saat uyumam gerekti-

ğini söylediler. Küçük hatalarım bana onlann kesin olarak haklı olduklarını ispat ettiler. Bir-iki gün yemek yemesem, ya da iki üç gece uyuyamasam; geceleri rahatsız, tedirgin edici rüyalar görüyor, bir yorgunluk üzerime çöküyor, sesler duyuyor ve en iyi arkadaşlarımın bile davranışlarından şüp­he duyuyorum, böylece yine hayatım cehenneme dönmeye başlıyor.

îşime ve sosyal yaşamıma devam etmek zorunda oldu­ğum için bu durum oldukça tehlikeli bir hale gelir. Adeta filt­renin bozulduğunu hissedebiliyorum, eski ağrıların beynim­de toplandıklarım duyabiliyorum.

Kısa zamanda bütün uyarıcılar aynı anda hücum edecek. Çevrem üstüme gelmeye başlayacak. Ben sinirli ve yetersiz olacağım. Aklın bu durumunda, yorgunluk ve regl dönemleri önemli bir rol oynuyor. Uykusuzluk ve yüklü bir gün yor­gunluğun en belirgin sebepleridir ama can sıkıntısı en yoru­cu şeydir. Sıkıcı sosyal olayların tekrarı, eski sıkıcı konuş­ma konuları, kasvetli rutin işler- bunların hepsi en yorucu şeylerdir. Sesler de yorucu olabilir -ve renkler. Ben maviyi severim ama masmavi bir odada yaşamanın düşüncesi bile beni dehşete düşürür. Beş yıl kadar önce hastalığım sırasın­da koyu pembe boyalı bir daire, geçirdiğim krizi atlatmamda şaşılacak kadar yardımcı olmuştu. İklimin ve hava durumu­nun da sağlığım üzerinde etkisi olduğunu sanıyorum. Esas hastalığım da, bahsettiğim kriz de Ontario'da çok sıcak ve nemli yaz aylarında ortaya çıkmıştı. Geçenlerde Trini- dad'dayken aynı şekilde bir bunalım geçirdim, toplumun kö­tü yönleri ilgimi çekmeye başladı ve "kader"in o aşina çeki­mini hissettim. Neyse, iklim yüzünden daha fazla hastalan­madan, oradan döndüm. Ülkemin soğuk, kura ve yüksek yaylalarına dönünce, iki saat içinde aklım başına geldi ve başımdan bir ağırlık kalkmış gibi hissettim. 2000 fit yük­seklikte, gerçekten bir ağırlık kalkmıştı başımdan! Genç ne-

şeli ve umursamaz olmuştum. Basıncın, gerçekten ruh hal­leri üzerinde kesin bir etkisi var.

Bu sağlığı korumak işi göründüğü kadar kolay değil. Yıllardır, en yakın arkadaşlarım bile bunu ciddiye alma­mışlar. Bir kalp hastalığım veya şekerim olsaydı anlayacak­lardı ama fazla çalışmanın, uykusuzluğun, çok içmenin vs. nasıl olup da akıl hastalığını etkilediğini anlamıyorlardı. Bir kaç daveti reddettiğim için adım anti-sosyala çıkmıştı. Bazı kişileri, projelerine yardım etmediğim için kızdırmıştım, fazla enerji sarfetmemem gerektiğini anlamıyorlardı. Sıkın­tının beni hasta ettiğini söyleyince, bu davranışı "çocukça" buluyorlardı.

Yaygın bir teori de, şizofrenlerin sık sık iş değiştirmele­ri ve belli bir plan olmadan sık sık taşınmalarının sebebini, onların gerçekle yüzleşemeyip durmadan kaçmaları olduğu­dur. Bunun çoğunlukla doğru olduğunu inkar edemeyece­ğim, ama her şeyin bundan ibaret olduğuna inanmıyorum. Yapımda doğuştan bir göçebe ruhu olabilir ama hiçbir işi asla onu bitirmeden bırakmadım.

Sağlığımı koruma kampanyamda, yiyeceğe bir servet harcamak zorunda kalmıştım; çünkü içgüdümün ne yemeye ihtiyacım olduğunu söyleyeceğine inanıyordum.

Bazen bir çukulata, bir portakal veya bir biftek -işte şüp­helerin yokolduğu ve hayatın yeniden yaşanmaya değer gö­ründüğü bir akıl sağlığı için ihtiyacım olan şeyler bunlardı. Pansiyonlardan taşınmıştım; çünkü komşular sağlıklı biri­sine neden beş altı saatlik uykunun yetmeyeceğini anlaya­mıyorlardı. Fazla yorulduğum zamanlar, işten "hasta izini" alıyordum. Beklenmedik durumlarda kullanabileceğim ye­dek iç enerji stokum yoktu. Bir iki gün sessizce yatmak ve çorba veya hafif bir şeyler yemek, benim hassas fiziksel dengemi yeniden bulmama ve akıl gücümün yeniden canlan­masına yetiyordu. îş hayatındaki stres, sıkıntı ve sorunları

da bir iki gün dinlenerek çözümleyebiliyordum.Yıllarca, se­kiz veya oniki haftada bir üşüttüğümü veya midemi bozdu­ğumu söyleyerek izin almak zorunda kaldım. Bir gün gidip, "Ben bir akıl hastasıyım ve bir gün yatmaya ihtiyacım var," diyebileceğim bir günün gelmesini hep hayal etmiştim. As­lında bu geçerli bir nedendi ama gerçeği söyleyince neler olabileceğini düşünebiliyor musunuz?

Yürüyüş, akhm ve vücudum için çok yararlıydı. Duygu­lan ortadan kaldınyor ve rahatsız beyni bir süre için dinlen­diriyordu; aynı zamanda vücut için bir egzersiz olduğundan iştah açıyordu. Şehirde yürüyecek yerlerin bu kadar az olma­sı beni dehşete düşürmüştü. Modem dünyanın hemen her yönü benim hasta yanımı rahatsız ediyordu; asansörler, oto­mobiller, trafik ışıkları, neon ışıkları, gürültü, hız — bunla- nn yüzlercesini sayayabilirdim. New York'taki İdlewild Ha­vaalanında aç ve yorgunken gözyaşlarına tutamadım. Aynı şey bir telefon santralinde yalnızken başıma geldi. Bir şi­zofrenin bugünün dünyasında kır hayatının yalınlığını düş­lemesi ve böyle bir yaşama şansı eline geçirirse öğrenme ve değişme dürtülerini tatmin edebileceğini sanması gerçek dı­şı bir hayaldir. Karmaşık bilimsel araçlarla, teker teker başa çıkmayı öğrenmeye ve bunlara hakim olmaya çalışmak ise realistçe bir davranış olur.

Şimdiye kadar, yürümek yasa dışı değil henüz, aynca ya­pacak ev işleri var veya izin verilirse yemek bile pişirebilir. Örgü örmeyi ve dikiş dikmeyi oldukça ucuz uğraşlar olarak görmüşümdür ve bu tip monoton işler uçuşan fikirleri ka­famda tutmama ve bunları bir düzene sokmama yararlar. Ge­rekli görürsem, bir iş üzerinde saatlerce konsantre olabilirim ve bunun kesintiye uğramasını çok tehlikeli bulurum.

Eğer "havamda" değilsem bu gibi işler bana sıkıcı ve ha­yal kırıcı gelir. Okuma yeteneğim de havama bağlıdır. Yıl­lar geçtikçe ruh halime (havama) gittikçe daha çok hakim ol­mayı öğrendim ve artık şimdi onlar benim efendim olmak­tan çıktılar; ama deneyimlerim onlara tamamen hükmetme­nin anlamsız olduğunu gösterdi. İçgüdülerim beni yeme, iç­me, çalışma ve eğlenme konularında olduğu gibi, hobileri­me de yöneltti.

Yaratıcı dürtüler, kritik dönemler ve dinlenme devreleri­min doğal dönemlerine güvenim olmasaydı hayatıma anlam kazandıran yaratıcı davranışlarım ortaya çıkmazdı.

Kendi araçlarını kullanarak aklımın kendi kendisini iyi­leştirebileceğini hissediyorum. Tek tehlike, içgüdünün man­tıktan uzak yönlere sürüklemesidir. Bir başka sorun da den­ge meselesi.

Geçmiş yıllarda başıma gelen en cesaret verici şey, nor­mal, daha önce "mescalin" veya "lyseijik asit" almış olan in­sanlarla konuşabilmem ve onların benim akıl hastalığı ma­ceralarımı aptalca şeyler sormadan veya inanmamış görün­menin güvenliliğine sığınmadan dinlemeleri ve kabullenme­leriydi.

Şizofreni bir yalnızlık hastalığıdır ve arkadaşlar çok önemlidirler. Kendime inanmama yardım etmeleri için ger­çek arkadaşlara ihtiyacım olmuştu; özellikle kendi aklım­dan şüphe ettiğim zamanlar beni överek cesaretlendirmek ve nasıl çalışıp nasıl oynanacağını kendilerini örnek göstererek öğretmek için gerekliydiler. Psikiyatri alanında çalışanların LSD'yi keşfetmeleri benim arkadaş çevremi genişletmişti.

Şizofreni'yle beraber yaşamak cehennemde yaşamak ola­bilir; çünkü bu hastalık insanı bugün çoğunluğun izlediği ya­şam tarzından uzaklaştırır, ama başka bir açıdan bakılırsa, gerçek bir yaşam olabilir; çünkü sanat ve eğitimde başarılı olunabilir, insanları daha iyi anlamaya ve sevmeye yöneliktir ve bu dikkat, özen isteyen bir yaşamdır, sanki daha önce kimsenin ayak basmadığı bir bölgedeki kâşifmişsiniz gibi. Çoğunlukla, onbir yıl önce hastalığın "uyanmama" neden ol­masına sevinmişimdir, ama beynimin tekrar uykuya dalma­sını istediğim zamanlar da olmuştu. Çünkü her an tehdit al­tındayım. Fiziksel sağlığımın bozulması, çok fazla baskı, 'iyi' yanıma ilginç göründüğü için üzerime aldığım bazı so­rumluluklar ve tekrar vadiye atılabileceğim ihtimali. Yine bir akıl hastahanesinin bodrum katındaki koğuşunda bir koltuğa oturan anlamsız bir varlık mı olacaktım, yoksa hastahane du­varları dışında modem bir dünyada yerimi bulabilmek için ilerleyecek miydim? Bir salıncak gibiydim.

Bu korku içimde kabarınca, şunu düşünmeliyim:

"Ya salıncaktan düşersem ne olacak? Önemli değil. Boş­lukta oyun oynuyorum. Bak, akıl kendi denetimiyle hareket edebiliyor. Dengeyi tekrar bul. Ayaklarını yerde ve başını bulutlarda tutan o hassas psikolojik dengeye yeniden kavuş. Bir şizofren ancak böyle yaşar."

Mary Cecil

AYNADAN BAKIŞ

Birçok akıl hastalığı öyküsünün en belirgin özelliklerinden birisi, çevreye ve hastanın kendisine karşı yönelttiği mizahi görüştür. Bu "deliliğe" eşlik eden bir çeşit akıllılıktır. Mary Cecil’in espri an­layışı doğrudan psikiyatri tedavisinin zayıf noktalarına yöneliktir. "Tedavi" sistemine düşmanlık duyuyor ve aynı zamanda okuyucu­nun ilgisini ve sempatisini kazanıyor.

Öfke, kınama ve içe dönüş genellikle böyle yayınlanabilir bir do­küman halinde görülmez.

Mrs. Cecil'in, psikiyatrik deneyiminden sonra katıldığı bir yemeği anlatma şekli özellikle ilginizi çekecektir. Deliliğin tartışıldığı bir konuşmanın ortasında, birden bire tıp adamlarının ikinci elden bildiklerinden çok daha 'fazlasını bildiğini farkeder. Ve şöyle ya­zar, "bu zeki bilim adamlarının tam tanımak istedikleri insan­dım. "

Hastalığı konusundaki açık kalpliliği, bu konuda konuşmaya is­tekli olması ve bu durumu yaşamının bir parçası olarak kabul et­mesi diğerleri tarafından şaşkınlıkla karışık sıkıntıyla karşılan­mıştı. Ama Mrs. Cecil'in en üstün olduğu ânı, "her şeye rağmen 'birisi' olduğumu hissetmiştim" diye tanımlaması kendinden gurur duyduğunu gösterir. Bir kişinin gurur duyduğu konu deliliği olsa bile bu pozitif bir düşüncedir.

Önce bir hastanedeki 'dişandan gelip tedavi gören' hasta­lar bölümüne giderken yanımda geveze bir şeytan bana eş­lik ediyordu. Oraya nasıl varabildiğimizi bilmiyorum; çünkü vızıltılı bir sesle beni durmadan yanlış yönlere yöneltmek istiyordu ama sonunda gideceğimiz yeri bulduk. Binanın et-

rafından üç kere dolaştıktan sonra daha önce orada olmayan giriş kapısı ortaya çıkıverdi.

İçeriye girince, uzun bekleyişimiz sırasında doktorla en iyi nasıl başa çıkabileceğimizi tartıştık. Doktor, esmer, ka­ranlık yüzlü ve şeytana olağanüstü bir benzeyişi olan bir adamdı.

"Sana deli derler", diye arkadaşım beni uyardı, "buna bir kelime söylersen sana deli damgası vurur. Adam benim ka­dar kötü. Belki daha da kötü."

Aceleyle bir başka doktora geçtik. Yüzü öbüründen daha iyiydi ve ilk bakışta hoşlandım. Rahat bir havası vardı. Bu randevu için günlerden beri beni zorlayan ve ondan bahse­dersem beni öldürmekle, yoketmekle ve delirtmekle tehdit eden şeytan-arkadaşım birdenbire somurttu ve bir şeyler homurdandı:

"Eh, ona istediğini söyle. Sana nasıl olsa inanmayacak, neden kaygılanayım ki?"

Böylece sıcak kanlı doktora, yine de biraz temkinle her şeyi anlattım. "İşte böyle" dedim "bütün gün ve bazen gece­leri de her tarafa, baktığım her yere afişler asmaktan başka bir şey yaptığı yok, delireceğimi söylüyor."

Bir şey beklercesine durakladım.

"Deli olduğunuzu sanmıyorum", sıcak doktor rahat bir edayla böyle dedi.

Bu tam benim duymayı istediğim şeydi. Ama doktorun yanında oturan tek kollu kadın dikkatimi çekti. Doktor*un ne­ler yazdığını görmek için uzanıp baktı, sonra ciddi ciddi ba­na baktı. Ona ara sıra gülümsemeye çalışıyordum ama o hiç gülmedi. Sıcakkanlı doktor:

"Bir süre için hastaneye gelmeye ne dersin; çünkü senin sinir bozukluğun var sanıyorum," dedi.

Ne güzel ifade etmişti! Eğer akıl hastalığı deseydi, ona asla güvenmezdim. Şeytan-dostumla hep pazarlık ediyor-

dum, o benim sinirlerimi bozabilirdi ama delirtemeyecekti. îyi zamanlarında her iki halde de üzüldüğünü, bana kötülük yapmak istemediğini söylerdi, ama eğer böyle davranmazsa geldiği yerde aptal durumuna düşermiş. Herkes onunla alay edermiş. Kötü zamanlarındaysa elinden gelenin en kötüsünü yapmaktan sakınmazdı.

Neyse, ben de bir hafta daha denemek ve kendimle müca­dele etmek istediğimi söyledim. Doktor da olur dedi ve bana iyi şanslar diledi. Tek kollu hanıma son bir kez gülümseme­yi denedim ama bana bir pencereden içerideki dağınık odaya bakar gibi bakıyordu. Kendi şeytanımı kendim çıkartmak istiyordum; çünkü bu it durmadan, ümitsiz hayat kavgama burnunu sokuyor ve tükendiğimi söylüyordu.

Haftanın büyük bir kısmını savaşarak geçirdim. Bu cins­ten bir işkenceye karşı kulakları tıkamanın bir yolu yoktu. Ama ben her sabah kulağımın dibinde vızıldayan tehditler ve uyarılarla mücadele ediyordum, alış veriş yaparken bile.

Sonunda eve yorgun argın ama galip olarak dönerken, birden bir ses çınlardı:

"Ya, ekmek almayı unuttun!"

Aslında, hafta bitmeden yenildiğimi anlamıştım ve çaba­larım azaldığı anda, saldırı şeytani bir hal almıştı. Repertu­arındaki her işkenceyi kullanıyordu -dır dır etmek, başımın etini yemek, tatlılıkla kandırmak, pohpohlamak, acımasız şeyler söylemek gibi. O fısıldayan öğütlerin kurnazlığı! Şu­nu veya bu aptalca şeyi yaparsan benden kurtulacaksın ve bu öğüdü hevesle yapınca da -sevinçten havalara uçuyordu! İnsan kendini ne kadar salak hissediyordu!

"Ama neden benim sözümü dinledin?" diye bu Allah'ın cezası her seferinde sorma yüzsüzlüğünü yapıyordu. Sanki benim tercih hakkım vardı da!

Daha önce senfoni orkestrasında çalıştığım halde, bir rumba orkestrasının çalışmalarına katıldım. Ama gürültü dayanılmayacak gibiydi ve notaları sprey halinde püsküren büyük harflerden okumak zorundaydım. Flütümü inatla üf­lerken gelen bütün mesajları yok ettim, böylece aramızda şöyle bir tartışma sürdü, gitti:

"Seni elime geçireceğim!"

"Pöf! Sen yoksun.

"Göreceksin, bak!

"Yalnızca uyduruk bir hayal."

"Öyle mi? Zavallı aptal, bütün deliler akıllı olduklarını zannederler. Yine tuzaklarımdan birine düşüyorsun."

Bu noktada beni alt etmişti. Kendimin deli olduğunu dü­şünmeye devam etmeyi istemeye başladım.

Bir gece geç vakitte beni gerçekten korkuttu. Beş dakika sonra ölecek miyim, yoksa on dakika içinde çıldıracak mı­yım, bilemiyordum; ama her ne olursa olsun acele hastaneye gitmeye karar verdim. Doktorumu aradım ve haber verdim.

Küçük yaşımdan beri yetiştirilme tarzımdan ötürü böyle küçük sinir bozuklukları geçirirdim ve bir genel pratisyenin bunu teşhis etmekte çekeceği zorlukların faikındaydım. Ama oldukça başarılıydık ve sıcakkanlı doktorun yeri dolu olduğu için bir hastanenin bakım koğuşuna gittik. Yolda, şa­şılacak kadar sessiz olan arkadaşıma çalım satıyordum, ona cadı bile demeyi göze aldım -bu kelimeyi bir hakaret olarak kullanmıştım.

Ama hastaneye varınca ve dirseğimizden tutularak içeriye götürülüp, tırnağımızı kestiklerinden ve baştan ayağa mua­yene edildikten sonra müthiş bir huzursuzluk hissi duydum; bu ’o'nun bir işaretiydi.

"Yine kandırdım!" diye bağırdı, "işte şimdi bu işi becer­din! Seni burada damgalayacaklar!."

Boşboğaz domuz beni bütün gece uyutmadı; homurda­nan, karışık koğuşta. Sabaha doğru, ilerdeki yataklardan bi­rine gerçekten şiddetli bir vaka getirdiler; radyo oyunların­daki gibi çığlıklar atıyor, gıdaklar gibi gülüyordu. Benimki burnundan soluyarak, çatal tırnaklım, radyo çalıyor, senin de sonun böyle olacak" dedi.

Bu hale düşmek düşüncesi acı veriyordu bana ve hemşi­relere en olmadık kelimelerle bağıran yeni hastaya bakamı- yordum.

Sabahleyin koğuş doktorunu gördük. Cheshire kedisi su­ratlı, babacan bir adamdı. Bizi büyük bir şaka olarak görü­yordu ve onun ne zaman ciddi olduğunu anlayamazdınız. Ona nasıl bir deli olduğumu anlattım.

"Kendini bir akıl hastanesinde bulacaksın," derken mutlu mutlu gülümsüyordu.

"Hayır" diye düzelttim, "yalnızca sinir bozukluğu", gü­lümsemesi beş santimetre daha genişledi.

"Kendi isteğinle gitmezsen, sana deli belgesi verirler."

"Peki, peki" dedim çabucak, bu belki de bir şaka değildi.

"Demek müzisyensin" dedi, yüzü neredeyse gülümse- mekten ikiye bölünecekti. "Ben de Bach'ı severim. Öyleyse ben de senin kadar deli olmalıyım, değil mi?"

Ben de ağzımı biraz genişlettim (yani gülümsedim.) Bu bir şaka mıydı, yoksa değil miydi? Bu problem, benimkiyle beni bütün bir gün meşgul etti.

Ertesi gün öğleden sonra hepimiz kurula çıktık. Şeytan­lar, her şeyi bildiklerini söylemelerine rağmen, bazı nokta­larda şaşılacak kadar cahildiler, onun için kuyrukta yanım­da duran yaşlı hanıma bu kurulun ne demek olduğunu sor­dum. Bana belkemiğine bir çiroz saplandığını söyledi. Çok üzüldüğümü söyledim ve aynı soruyu biraz ilerideki hayal dünyasında yaşıyor gibi görünen bir kıza sordum.

"Bize ne yapacaklarına karar veriyorlar," diye anlattı.

"Bir psikiyatr, koğuş doktoru ve tabii ki bir de yargıç var.

Herkes bir koro halinde, "evet, bir yargıç olmalı," diye mırıldandı."

Bize belge verebilmeleri için üç doktorun olması gerekti­ğini belirtince, neşeyle bunu halledeceklerini söylediler. Sı­ram geldiğinde, korkudan hasta olmuştum. Psikiyatr soğuk bir adamdı. Acımasızca şöyle dedi:

"Kendini aptal yerine koymuşsun, değil mi?"

"Evet, öyle oldu."

"Gerçekten tuhaf davranmışsın, değil mi?" diye gürledi.

Bu tam benim arkadaşın stiliydi ve hemen soruşturmaya o da katıldı, böylece ikiye karşı tek kalmıştım.

"Öyle oldu" diye tekrar, tekrar kabullendim.

"Ailen seni yarın götürecek, ileride davranışlarına dikkat etsen iyi olur. Biraz da onların duygularını düşün."

"Bir sonraki!"

Bizim Cheshire kedisi bile sinmişti ve şaşkın bir halde kapıya doğru yürüdüm. Beni dışarı atıyorlardı. Benim hasta olduğuma inanmamışlardı. Ne yapacaktım? Benim başarı­sızlıklarımı şeytanca bir zevkle izleyen arkadaşım bile endi­şeli görünüyordu ve tekrar o sıcakkanlı doktora gitmemizi önerdi. Gittim ama kimse cevap vermedi. Yalnız, koğuş doktoru temkinle etrafına bakındı ve gülümseme cesaretini gösterebildi.

Bütün gece, imrenerek diğerlerinin deliliklerini, birdenbi­re haç çıkararak veya yerde çıplak yatarak veya kendi ruhla­rıyla yüksek sesle konuşarak ispat etmelerini seyrettim. Ama bunları gördükçe gittikçe daha çok utanıyordum. Bir süre yüksek sesle ağlamayı denedim ama yeterince olağanüstü bir gösteri olmadığından kimse farkına bile varmadı.

Evde yaşamak büyük bir gerginlik yaratıyordu. Ailem için çok üzülüyordum -annemin kaygılanması, babamın sı­kılıp utanması. Durmadan normalmiş gibi davranmaya çalı­şıyordum ve şeytan bana susma cezası verdiği zaman da kimsenin farketmemesi için yatağımda kalıyordum. Bu şe­kilde geçen bir onbeş gün sonra anneme sıradan bir şey söy­ler gibi, sıcakkanlı doktora telefon etmesini rica ettim ve onun çalıştığı bir hastaneye gittik. Annem, Doris Teyze'den hiç bahsetmedi.

-II-

Akıl Hastanesi'nin bir çeşit resepsiyon koğuşunda geçir­diğim iki haftadan sonra doktora, hiçbir şey yapılmadığın­dan yakındım. Durumun âcil olduğunu farketmiş gibi gö­rünmüyordu. Cehennem'den gelmiş bir iblisin ellerinde çare­siz, aciz öylece duruyordum ve her an her şey olabilirdi. Bizleri Meşgale (uğraş) Terapisine veya çimenliklere yolla­yan hastanenin hiç telaşı yoktu, rahattı, huzurluydu. Bazen birisi seçiliyor ve kan testi veya bunun gibi saçmalıkları uy­gulanıyordu.

"Ama biz burada sizin için önemli şeyler yapıyoruz" doktor ciddiyetle böyle demişti ve bir an ona neredeyse ina­nacaktım ama bunun çocukça bir avutma olduğunu anladım. Doktor monoton bir sesle devam etti: "Aslında sana bazı iğ­neler yapacağım. Başka bir koğuşa nakledileceksin."

Som sormanın zaman harcamak demek olduğunu öğren­miştim. Psikiyatrlar esrarlı bir havaya bürünmeyi seviyorlar­dı. Bu koğuşta bazı hastalar zaman zaman patlak verip, çı­kış yapıyorlardı. Benimki, iyi zamanlarında beni teselli et­meye çalışıyordu: "Seni bu derece dehşete düşüren şey, yalnızca yetiştiriliş tarzın" diyordu ama bunun da pek yararı olmuyordu.

Bazı azgın, şamatacı hastaları dışarıya sürüklediklerini farkettim. Fısıltı dedikodularına göre bunları, 'Villa' adı ve­rilen bir zindana götürüyorlarmış.

Yandaki yatakta yatan kız, içinde bulunduğumuz koğu­şun karma olduğunu söyledi. Buradaki bir takım tuhaf şey­leri kabullenmiştim -her şeye rağmen bizim de bazı metod- lanmız vardı- fakat aynı koğuşta erkeklerle kadınların bira- rada kalması bohem havası veriyordu. Benim arkadaşla ta­nıştığımda, küçük bölmeler olduğunu veya ortada bir perde asılmış olabileceğini söyledi. Biraz daha kurnaz olsaydı, be­nim esas geceliğimi düşündüğümü bilebilirdi; okul yılların­dan kalma eski, güve yeniği dolu bir gecelikti bu ve çok kı­saydı.

Bu şüpheli şöhreti olan koğuşa bir akşamüstü çıktım, iki kişiden başka bütün hastalar "Meşgale Terapi"sine git­mişlerdi. İki yatakhanenin arasındaki ortak odaya girdim ve orada iki kadın gördüm. Birisi koltuğa çömelmiş oturan çok genç bir kızdı. İfadesinin garipliği kanımı dondurdu, öbürü bir radyatöre dayanmış ağlıyordu. Ona bir sigara uzattım ama o bir bardak su istedi. Mutfağa koştum, orada her iki cinsten de hemşireler ve bir rahibenin olduğunu sevinçle gördüm.

Saat dörtte, bir insan seli gürleyerek içeri geldi. Sayılan ve yüzlerine deliliğin damgası gibi vurulmuş olan haykırış­ları, içimde artakalmış olan güven kırıntılarını da yoketti. Çay'dan sonra bazı iğnelerin yapılacağını söyleyen bir ha­nım doktor gördüm.

Yatma zamanı gelince erkekler bir yatakhaneye, kadınlar da diğerine girdiler, bu sorun böylece halledilmiş oldu. Bir hemşire yatakların yanma gelerek takma dişleri ve gözlükle­rimizi istedi, ben de her ikisi de olmadığı için kendime kız­dım. Bir köşede, hastanın teki anlamsızca, okuma gözlüğün­den ayrılmamakta direniyordu. 'Onları yiyeceğimi mi sanı­yorsunuz?' diye sordu. Başka hemşireler de çağrıldı, arala­rında iki iri yarı adam vardı ve hepsi yatıştırıcı bir sesle ko­nuşuyordu. Ama yine de gözlükler burnunun üstündeydi ve kitap da dizlerinin üstünde açık duruyordu. Gece Hemşire- si'ne ve Başhemşire’ye üç aydır hastanede olduğunu, her se­ferinde gözlüğünü sakladığını ve şimdiye kadar kimsenin farketmediğini söyledi. Sonunda, eğer bu kadar çocukça dav­ranmakta inat ediyorlarsa, gözlükleri o uyuduktan sonra do­labından alabileceklerini söyledi, patronlar çıktıktan sonra etrafına bakınıp ellerini çarptı, 'Bunlar bizi deli mi sanıyor­lar?' diye sordu, sonra da cevabını kendisi verdi; "Eh evet, tabii ki öyle sanıyorlar."

Tam yatağa girerken üzerinde 'Villa' yazılı bir çarşaf gö­züme ilişti. Ağzımda tuhaf bir tad vardı. Hileyle yanlış bir yere mi getirilmiştim? Kalbim çarparak, pencereden baktım ve tek başına duran küçük bir bina gördüm. Yanımdaki ya­takta yatan kadın, "Orası Villa" dedi.

Sabahleyin çay fincanlarının şıkırtısıyla uyandım, sonra koşuşturan ayak sesleri, orta masaya yığılan battaniyeler, kauçuk şiltelerin yumuşak sesleri...

Bir önceki gece boyunca şakalaşan hastalar sessizdiler. Yatak komşum ensülin tedavisinde mi olduğumu sordu. Yorgun bir sesle sanmadığımı söyledim, aslında bu Ayna kuruluşta insan farkına bile varmadan herşey olabilirdi.

Kız, "tedavi" diye açıkladı.

"Bu da iğneler gibi mi?"

"Evet" diye başını salladı, "biran önce fırlayıp yıkan, sonra sana ensülün yatağı nasıl yapılır göstereyim" dedi.

Gittikçe daha çok meraklanıyordum. Şeker hastalan ko­ğuşuna mı düşmüştüm? Kalabalığı izledim ve onların yap­tıklarını yaptım, ne kadar sakin ve akıllı olduğumu göster­mek için de hiç soru sormadım. Yataklarımızdan çarşaflan çıkardık, onların yerine masadaki kauçuk yatak ve battaniye­leri koyduk. Birisi bana bir gecelik verdi ve kendiminkini dolaba koymamı söyledi. Bu gecelik bir tuhaftı.

Birisinin, tamamen önünü mü, yoksa arkayı mı açık bı­rakmak gerektiğine karar vermesi gerekiyordu. Ama o sıra­larda en önemli sorunlarımız bunlardan ibaretti. Benim şey­tan arkadaş somurtuyordu, keyifsizdi, o iğnelerin ne işe ya­radığını anlayamamıştı ama yine de her zamanki gibi "bu­gün yardım edici günümde değilim" dedi. îyi ama şeytanlar ne işe yarıyorlardı? Bu komik geceliği, bağlarım, dikişlerini inceledim ve sonunda başkalarına bakıp, onlar gibi giyin­dim.

Bir hemşire oradan oraya elindeki tepside bir kaç şırınga taşıyarak dolaşıyordu. İki popoyu delerek, sonra birkaç si­lah daha getirmek için çıktı. Beni en sona bırakmıştı. O za­mana kadar öylesine heyecanlanmıştım ki ikinci iğnede göz- yaşlanmı tutamadım.

Hemşire neşeyle gülerek, "kısa zamanda bu koğuştan yüzerek çıkacağız" dedi. Burada gerçekten tuhaf şeyler söy­lüyorlar.

Panjurlar kapanmıştı ve her yatağın etrafına perdeler konmuştu. Işıklar söndürülmüştü. Daha yeni uyanmıştık, her halde uyumamızı beklemiyorlardı. Ama doğru davran­mak çok önemliydi onun için kararlı bir şekilde gözlerimi kapattım. Gözlerimin önünde çılgın küçük şekiller dansedi- yordu. Uyumaya çalıştıkça işkence gören yüzler gözümün önünde sallanıyor ve benim şeytan - arkadaş da durmadan beni uyutmayacağını söylüyordu. Yarım saat bu işkenceyi çektikten sonra yandaki yataktan korkunç bir çığlık koptu. Hızla çarpan kalbimin ve benimkinin sesinin arasından ne olduğunu duymaya çalışıyordum. Yan yataktan homurtular geliyordu. Koğuşun karşı tarafından tren düdüğüne benzer bir ses geldi. Bana saatlerce gibi gelen bir süre yatakta hiç kı­pırdamadan yattım, hava tuhaf çığlıklarla dolmuştu. Yatak­lardan kıvranan kurbanların sesleri geliyordu. Bunlar, neyin A............... kurbanıydılar?

Perdelerin arasından hanım doktorun gazetesini okudu­ğunu görebiliyordum. Bir hemşire nabızları ölçmek için do­laşıyordu. Her gün bir kaç kişinin ölmesini mi bekliyorlar­dı? Kaseler, kavanozlar, lastik tüpler, şırıngalar, parlak bir şeyler, bir sürü ıvır zıvır dolu bir tepsi gözüme ilişti. Sonra bu tepsi her yatağın yanına getiriliyor ve hastaların inlemele­ri, sızlanmaları iki kat artıyordu. Gözlerimi açınca saçları karmakarışık bir kafa gördüm. Ağzından salyalar akıyordu. Benimki hemen öttü: "Sana dememiş miydim? İşte senin sonun da böyle olacak."

Sırtımdan soğuk ter boşanıyordu. Gürültü yavaş yavaş yatıştı. Panjurlar açıldı, perdeler toplandı, yatak masaları üzerlerindeki kahvaltı tabaklarıyla karşıya itildi. Gözlerimi kırpıştırarak etrafıma bakındım, ister kızarmış ister tebeşir gibi beyaz olsun her yüze bir boşluk, anlamsızlık damgası vurulmuştu. Hanım doktor yanıma geldi ve benimle konuş­tu. Benimle şakalaştı, buranın hayvanat bahçesine benzedi­ğini söyledi.

Gülümseyerek, "bir kaç gün içinde sen de uyuyabilecek­sin, bunun oldukça hoş olduğuna inanıyorum" dedi.

Sonraki günlerde mümkün olduğunca çok bilgi toplama­ya çalıştım. Her sabah bize biraz daha fazla ensülin vererek sonunda komaya sokmak istiyorlardı.

İnsanın en az otuz koması olmalıydı ve bütün gün hasta­lar birbirlerine kaç komaları olduğunu anlatıyorlardı. Birinin burnundan tüple glikoz karışımı verilmişti ve günün geri kalan kısmında bol miktarda nişasta ve şeker yemesi öngö­rülmüştü.

Sizin de tahmin edeceğiniz gibi insan vücudu bu kadar karışık şeyleri bir anda kabul etmekte zorluk çeker ve hasta­lanır. Gittiğimiz her yerde büyük kavanozlarda glikoz karı­şımları oluyordu; kriz gelirse hemen kullanılacaktı. Bazı hastalar da gece yarısında kriz geçiriyorlardı, buna 'Tepki'

diyorlardı. Uykudayken komaya giriyorlardı ve onları bu halden çıkarmak için uzun süre uğraşılıyordu. Bu gece dramları korkunçtu. Gece hemşireleri her saat devriye gezi­yor, el fenerlerini yüzümüzde gezdiriyor hatta bazen birisini uyandırıp, "dilini çıkar" diyorlardı.

Her sabah gittikçe daha ateşli, susamış ve rahatsız uyanı­yordum. Bu tedaviden dolayı böyle oluyordu. Bazen ani çar­pıntılarım oluyordu. Ve sonra olan oldu. Aklım parçalanma­ya, bölünmeye başladı; bayat bir kek gibi ufalanıyordu. Böylece delilik kendini gösterdi. Nabzınu ölçmeye gelen her hemşireye sıkıca tutunuyordum ama konuşamıyordum. Bü­tün kontrolümü yitirmiştim, uğruna büyük savaşlar vermiş­tim ama hepsi boşunaymış. Sonra, hiçlik.

Bundan sonraki raund oldukça uzundu. Galiba yarım saat kadar sürmüştü. Sanki birisi yaşamı için mücadele ediyor gibiydi. Müthiş kabuslar yabani hayvanlar gibi saldırıyorlar­dı. Göz kamaştırıcı, parlak bir platformda ensemin dibinde­ki canavar peşimde koşturup duruyordu. Yavaş yavaş ama acı vererek bu platformun dönmesi azaldı, hafif bir sallantı­ya dönüştü. Öylece yattım. Vücudumda hiç bir duyu kalma­mıştı, kıpırdamaya gücüm yoktu. Bir süre sonra gözlerimi kırpabildim, bunu arka arkaya bir kaç kez yaptım, emin ol­mak için. Hemşireler sanki yavaş çekimdeymiş gibi perde­min önünden geçtiler; gürültüler, sesler gökgürültüsü gibi ge­liyordu.

Birden, bir parmağım kıpırdadı. Sonra ayağım. Ama ko- nuşamıyordum. îçeri bakan hemşireye bir şeyler söylemek istedim, ama dehşetle, anlaşılmaz sesler çıkardığımı duy­dum. Yatak masası itilmişti, bana geceliğimi verdiler.

Üstümü, hantal hareketlerle değiştirdim. Bu epeyce za­man almıştı. Kaşığı bir bebek gibi tuttum, istediğim yöne gitmiyordu, ağzımı bulamıyordum. Utançla ağladım.

Her sabah, sıcak banyodayken -bu ensülincilerin tek ayrı­calığıydı- canavarın pençeleri gevşer, insan gülümseyebilir ve özgürlüğün tadını çıkarır. Sonra bir sonraki komanın göl­gesi üzerinize düşer ve sizi bütün gün etkisi altına alır. Bu sıkıntı ve düşünceler öylesine yoğundur ki ayrıca şeytanın sizi etkisi altına alması için yer kalmaz ve ben, bu gerçek üzerinde çalışılırsa tedavinin ve iyileşmenin sırrının bulu­nabileceğini düşünüyordum. Elbette ensülin konusunda şa­kalar yapmaya çalışıyorduk. Şokun şokundan kurtarabile­cek bir ek şok olması gerektiğini söylüyorduk.

Ensülin'in devamlı kullanılması bir şey değiştirmez. Her seferinde aynı müthiş duyguları yaşarsınız. Dönüşte aklı­nızda olan ilk şey daha kaç kere bu gidiş gelişleri yapacağı­nız olur. İğne girdikten sonra, artık.................... bunun olmasını

hiç bir şey durduramaz diye düşünürsünüz.

Biz hastaların koyun gibi yatakları yapmamızı ve sonra içine girip öylece beklememizi görmek, içimi öfke ve acıyla dolduruyordu. Bu her türlü incelik ve edep kurallarına karşı bir tecavüzdü. İnsan ruhunun saptırılmasıydı. İnsan sağlık açısından iyileştikçe, bu hakaret hissi daha kötü geliyordu.

Önceleri bunun gerçek deliler için farklı olabileceğini dü­şünüyordum; çünkü onlar anlamayacak ve hissetmeyecek­lerdi. Fakat bir kadın vardı, günlerini neredeyse görebilece­ğiniz bir sis içinde geçiriyordu.

Belli bir amaçla yaptığı tek şey sabahları kalmak oluyor­du. Bir şimşek gibi hızla giyiniyordu. Bir hemşire onu tek­rar yatağa yatırıyordu. Ona arkasını döner dönmez, Anna ayağa fırlıyor ve yine giyiniyordu. Bir keresinde koğuştaki- ler sisi geçip durumu ona anlatmayı denediler, Anna'nın yü­zü bir an için aydınlandı. "Tedavi         ?" diye tekrarladı, "bu

günün kötü kısmı mı?."

-III-

Hastane'de, bir sürü yabancının önünde bile, insan kendi üzerinde kontrol kurmayı deneyebilir ve insanın bunu dur­durduğu, gerçek kendisi olmadığı tek zaman Psikiyatr'ı gör­düğü zamandır ve bu da pek sık olmuyordu.

Bu aslında çok sıkıcı bir durumdu. Size hiçbir şey söy­lenmiyordu. Hiç bir yorum yoktu, ona anlattığınız şaşırtıcı, eşsiz, inanılmaz şeylere hiç bir tepki göstermiyordu. Sanki bunları daha önce de duymuş gibiydiler. Benim şeytan dos­tum da karışıklığa katkılarda bulunuyordu. Doktor'a onun davranışlarını anlatır anlatmaz, hemen tarzını değiştiriyor, otoritenin tarafını tutuyordu. Çevremdeki her şeyi siyah be­yaz gördüğümü söylediğim an, her şeyi rengârenk yapıyor­du. Birkaç hafta nerede olduğunuzu bilmez haldesinizdir ve mantıkla mantıksızlık arasındaki savaş beyninizde devam eder.

Aslında en ufak bir ümidim yoktu, çözüm bulamamış­tım. Bu, şok tedavisi yapılan koğuşta, çok nazik ve ilgili bir hanım doktora rastlayıncaya kadar böyle sürdü. Bir keresin­de bana sorular soruyordu, ben de içimdeki şeytan dostla mücadele ediyordum; birdenbire ağlamaya başladım. Alt kattakiler gibi umursamaz olmayan bu hanım doktor elini di­zime koydu ve şöyle dedi:

"İyileşeceksin, bunu sen de biliyorsun."

Niye bunu bana daha önce kimse söylememişti? Şimdiye kadar kötü kaderimi, bir daha eski benliğime dönemeyeceği­mi yüzlerce kez söylemiştim ama onlar hiçbir şey demeden öylece gülümsemişlerdi.

Hanım doktor, "yalnızca sabırlı olman gerek, hepsi bu. Bir sinir bozukluğu geçiriyorsun." dedi.

Başka bir mucize daha. Bu uçurumun kenarına aylardır tutunmuş bekliyordum ve o, bu sözüyle beni öbür kıyıya atı- vermişti. Öyle harika bir şeydi ki bu. Odayı zaferden başım dönmüş bir halde terkettim. İçimdeki iti yok farzettim, onu ölü olarak kabullenmiştim.

Bizim koğuştaki herkes hanım doktora saygı duyuyordu -İsyan bile. "îsyan"ı seviyordum, benim çekingenliğime kar­şın on kat cesurdu ve arkadaş olmuştuk. Kitap ve şiir okur, edebiyat ve sanat konusunda tartışırdı ve bir gün onun be­nimle beraber şok tedavisine geldiğini görünce çok şaşır­dım. Bir iki dozdan sonra hemen gerginleşmiş ve aklı dağıl­mıştı.

Şok tedavimin ortalarına doğru, hanım doktoran gideceği haberi bir bomba gibi patladı. Bu gibi değişiklikler koğuşta huzursuzluğun yayılmasına neden olurdu. Ondan sonra gele­cek olan doktor hakkında kasvetli dedikodular dolaşıyordu, "İsyan" ondan nefret edeceğini söylüyordu. Gelir gelmez ya­pacağını yaptı.

O güne kadar sağlık kayıtlarımızda sinir hastalan olarak görülüyorduk, bir gece içinde hepimiz "depresyon vakaları" oluverdik. 'İsyan' öfkeliydi ve onu "depresyon vakası" yap­maya bu hastanenin haklı olmadığını söylüyordu.

Yeni doktoru sevmiştim; çünkü topallıyordu ve ben çev­remdeki bir sürü insana şiddetle acıdığım bir dönemdeydim. Hastalar bana yetmiyordu ve topal doktorlan, zenci hastaba­kıcıları da acıma listeme koyuyordum. Her şeye rağmen, günlük şok tedavisi dehşetinden sonra "geriye dönüş"te ta­nıdık yüzler görmek iyi oluyordu. Yeni doktor genç ve he­vesliydi.

Çabucak yatağınıza kadar geliyor ve olağanüstü bir soru soruyordu. Bir bakışta dosyalarımızı yutmuş olmalıydı; çünkü belirtilerimizi hep birbirine karıştırıyordu. Bu "İs­yan"! daha da kızdırıyordu. Kimse ona tuhaflıklar isnat ede­mezdi ve ağzına geleni söyledi.

Bu sırada, bir sürü zeka testi yapıyorlardı, acaip şekiller­deki mürekkep lekelerini okumamı istiyorlardı. Her zamanki gibi, ilginç bir insan olmak istediğimden bu mürekkep leke­lerinde Freudvari bir şeyler görmeye çalışıyordum. Bir kro­nometreyle zamanlanan kafa aritmetiği bir kâbustu; çünkü en iyi zamanlarımda bile aklımdan hesap yapamazdım. Hem unutmayın, bu aritmetiği ikimiz yapıyorduk ve hep farklı so­nuçlar çıkarıyorduk.

Günün geri kalan kısmında da kaç tuğla vardı, kaç adam olmalıydı diye tartışıyorduk. Sonra bu testlerden hiç bahse­dilmez oldu, 'İsyan' zaten bunları yapmayı reddetmeyi alış­kanlık haline getirmişti. O hep, herşeyin nedenini ve ne fay­dası olacağını araştırırdı.

Yeni doktor o mürekkep lekeleri konusunda pek heyecan­lıydı. Aslında onda gördüğüm saçmalıklar, onun bu saçma­lıkları yorumlamasıyla birleşince, bugün bile beni etkileyen sonuçlar çıkıyordu. Ama o, öylesine iyi niyetliydi ki ona kar­şı daima kibarca davranıyordum. Söylediği herşeyi kabulle­nince yüzü hemen aydınlanıyor ve mutlu oluyordu.

Bir aylık bir şok tedavisinden sonra hâlâ düşündüğüm tek insan oydu. O dönemde, benim şeytan-dosta son veda konuşmasını yapmıştım ama bitirememiştim çünkü o sıra­larda müthiş komik şakalar yapmayı adet edinmişti ve yük­sek sesle gülmek istemiyordum

Sonunda odanın uzak bir köşesine gidip fısıldıyor, bir şeyler anlatıyordu. Benim onu duymaya çalışmam çok sinir bozucu oluyordu; bu sahneler onun "söyleyecek bir şey yok; her şey söylendi" demesiyle bitti. Bu doğruydu. O gittikten sonra, etrafımdaki boşluk çok tuhaftı ama o derece de hari­ka. Sessizliği hiç bu kadar çok sevmemiştim.

Böylece bütün gün kendi kendime kaldım, hasta arkadaş­larımı sinir bozucu bulmaya başladım, yeni gelenler aynı benim başlangıçta yapmış olduğum şeyleri yapıyorlardı,

devre - devre aynı şeyleri ve onlara acıyacak yerde ne kadar salakça davranmış olduğumu görüp öfkeleniyordum. Gün­lük şok tedavilerinden, önceleri yalnızca korkuyordum, bu korku gün geçtikçe daha kuvvetlendi ve şiddetlendi. Tam bir başka doza dayanamayacağımı düşünürken, soğuk aldım ve tedavi ertelendi. Otuz komayı tamamlamam için yalnızca beş doz daha almam gerekiyordu, tki gün ara verdikten son­ra yeniden başlamayı düşünmek bile bir işkenceydi. Ertesi gün karar verilecekti. Hepimiz kurula çıkacaktık. Bu her bi­rimiz için bir şanstı ve kurula neler söyleyeceğimizi prova ediyorduk. îsyan'ın bu gibi şeylerle ilgisi yoktu. Düşündü­ğünü aynen söylerdi. Ben çok politik davranmaya karar ver­dim -tabii kendimi biraz zorlamam gerekecekti.

Kuzeyli bir köylü vardı; kurnaz, barışsever bir adamdı. Piposu'nun arkasından şöyle dediği duyulurdu: "Ah, onlara duymak istediklerini söyleyin." Psikiyatrlar neden insan psi­kolojisini bilmiyorlar diye düşünüyordum. Dalkavukluğa kimse dayanamaz. Bunun için sıram geldiğinde, neşeli ve espriliydim, kendimle ilgili şakalar yaptım, bütün görüşleri­mi yalanladım, benim şeytan arkadadaşın yalnızca hayal ürünü olduğunu söylerken parmaklarımı çaprazladım (bir yandan da bunun gerçek olmasını diliyordum) ve beni dik­katle inceleyen bu dörtlüye ne kadar zeki olduklarını söyle­dim, şok tedavisini de överek göklere çıkardım.

Topal doktor sonradan bana kararı bildirirken, memnuni­yetten pes-pembeydi; şok tedavisi kaldırılmıştı. Sonra bil­giççe bütün bunları neden yazmadığımı sordu, bu işi bera­berce yapabilirmişiz. îşte bu tam yapmak istediğim şeydi. Biraz korkutucuydu ama, insanın kişisel fantazilerine çok yaklaşan bir şeydi. Aynı gece, topal doktor yok oldu ve ye­rine başka birisi geldi. Yapılan tekliften tek kelime bile et­miyordu.

Ara sıra öbür hastanedeki sıcakkanlı doktor, o eşsiz sti­liyle gelip bir kaç hastanın kafasından örümcek ağlarını bir iki dakikada yok ediyordu. Kanadının altında güvende olan bizlere, artık bu ziyaretlerinin sona erdiğini ve bize iki yeni doktorun geleceğini haber verdi. Onun yerini doldurmak için ancak iki doktorun gerekli olduğuna hiç şaşırmadım.

Aslında daha sonraları, iyileşme dönemindekilerin koğu­şunda doktorların üçer kişi olarak ava çıktıklarını öğrene­cektim. Yeni doktorlardan birisi benimle bir iki kere konuş­tuktan sonra serbest giriş çıkış hakkı verdi.

Benden sıkılmış gibi görünüyordu, yine de bu teklifi üze­rine bir süre dilim tutuldu. Buradan kesin olarak ayrılacağı­mı biliyordum. Ama bundan önce herhalde hastalığımın ne­denleri iyice anlatılacak ve dış dünyaya dönmeden bir çeşit zırh verilip korunacaktım. Bir süre daha burada kalmayı iste­mem üzerine doktor şaşırdı, ben de "iyi görünme" rolümü biraz fazla "iyi" oynadığımı anladım. Onun için hemen, be­nim stoktaki sorularımı sormaya başladım ve topal doktor­dan tamamiyle farklı cevaplarımı aldım. İnsanların kendi aralarındaki bu çelişkiyi aklımın bir kenarına not ettim. İle­ride lazım olabilirdi, hiç bilinmez.

Ertesi gün iyileşme dönemindekilerin kaldığı koğuşa ter­fi ettim. İsyan’ benim için üzülüyordu. Oradan nefret edecek­sin, kulakları sağır edeci bir gürültü vardır ve hepsi doktorla­rına aşıktır, dedi.

Her gün enerjimizi tükettikleri için, gün boyu sessiz ve sakindik. Koğuşta yeni gelen altı kişi dışında hepimiz uyum içindeydik. Yeni gelenler saralıydılar ve bizim daya­namayacağımız kadar zinde ve şen şakraktılar.

Yukarıdaki farfaracı kaçıkların yanına taşınıncaya kadar bizim ’Akuf koğuşun ne kadar entellektüel olduğunu farket- memiştim. Burada her sanat dalının bir temsilcisi vardı, hat­ta bir felsefe öğrencisi bile aramızdaydı. Yeni koğuş babil

kulesi gibiydi, ’îsyan'ın sonradan söylediği gibi, "Bunlar ha­fif vakalarsa, gerçek delilik nasıl olur acaba?"

Topal doktor mürekkep lekelerine ne kadar önem ver­mişse, yeni doktor da resim çizme üzerinde duruyordu. Hep­sinin kendilerine göre küçük manileri var. Her gün büyük bir hevesle resim yapıyordum, bu karalamaların bir mucize gibi gerçeği ortaya çıkaracağına inanıyordum ama yaptıklarımı kaldırıp paketliyorlar ve bunlardan bir daha bahsetmiyorlar­dı. Bir sabah, psikiyatr üçlüsü koğuşta dolaşırken, benim doktor önümde durdu, resmimi çabucak eline alarak gururla şöyle dedi; "Evde bunlardan yaptığım muhteşem bir kolek­siyonum var. Bir gün gelip görmelisiniz arkadaşlar." Bu be­nim fırçayı son kez elime almama neden olmuştur.

'İsyan' koğuş konusunda söylediklerinde haklıydı. Tek konuşma konusu doktorlardı. Onları tartışıyorlar, övüyor­lar, psikanalizlerini yapıyorlar; bütün gün ve gece yarışma kadar bunları konuşuyorlardı. Onların her bir nevrozu kay­dediliyordu. Birisinin mülâkat sırasında kalemiyle oynuyor, diğeri bir ip parçasıyla oyalanıyormuş. Tipik bir "nekahat döneminde olan" hasta olmamaya karar verdiğimden, bu ko­ğuşa nasıl bütün çekici doktorların doluştuğunu farketme- mek elde değildi.

Haftada bir içimizden bir grubu ahp esrarengiz iğneler ve kan testleri için götürüyorlardı. Bunların ne işe yaradığını öğrenmeye çalışmıştık ama kimse bunu çözememişti. Bir kız bu esrardan öylesine bunalmıştı ki bir gece yemek masa­sından kalkıp, baş hemşireyi görmeye gitti. İrileşmiş göz­lerle geri döndü ve bir tek kelime söyledi: "Hormonlar." Kaygılı bir sessizlik oldu. Neşeli, küçük bir hemşireyi bilgi almak için sıkıştırdığımda, bana esas amacın cinsiyetimizi değiştirmek olduğunu söyledi. Bu durumda deneyler boşu­na çaba harcamak anlamına geliyordu, zaten o sıralarda hiç­bir şey beni şaşırtmıyordu.

Bir iki hafta sonra îsyan'da bana katıldı. Kendimi aşağı­lanmış hissediyordum. Şok'tan kendi gayretiyle kurtulmuş ve yukarıya şerefli bir şekilde çıkmıştı. Etrafına bir grup hastayı toplamış ve benim de içlerinde olduğum bu hayvan topluluğuna konuşmalar yapıyordu. "Ruhu akıldan ayırıyor­lar" diye söze başlıyordu. Birisi, "Dinsizler!" diye bağırdı. 'İsyan', devam etti; "Geçen gün onlara meydan okudum. De­dim ki: Ruh var mıdır? Ve şöyle cevap verdiler: Bilmiyo­ruz." Bu sözün üzerine, 'Kâfirler' diye bağrıştılar. Kulak mi­safiri olan yaşlı hanımların yüzleri soluyordu ve saçlarının topuzlarını sinirli ellerle düzeltiyorlardı. Bazen bir doktor görününce ıslıklamalar başlıyordu, işte o zaman da İsyan alayla: "Hasta mı yoksa Psikiyatr mı?" dedi.

Böylece koğuşta doktorlarını sevenlerle, bizim takım arasında tartışmalar başlardı. Bir kız neşeyle sağlıklı rolü­nü iyi yapıp nasıl çıkış kağıdı aldığını anlatıyordu. Bunu yalnız hafta sonu için belli bir amaçla almıştı. Vasiyetini yapmış, işlerini ayarlamış ve nehire doğru yola çıkmıştı. Ama iyi bir yüzücüydü ve akıntı ters yöndeydi. Yine de uz­manları yanıltmak onu öyle gururlandırmıştı ki bunu bir da­ha denemedi.

-IV-

Hâlâ "dışarıdan tedavi gören hastalar" bölümünde bana bir yardım eli uzanacağı ve kafamda dolaşan soruların, bil­mecelerin sonunda çözülebileceği umuduna sıkı sıkıya bağ­lanmıştım.

Şimdiye kadar el sürülmemiş nevrozlarıma ek olarak çö­küntü ve yıkım geçirdiğimden, dış dünyayla yüzleşme ihti­mali gerçekten korkutucuydu. Son günümde, koridorda bi­zim doktor üçlüsünün en hülyalısı ve en yetersiziyle bir ko­nuşma yaptım. Beni ileride göreceğini, "hastayla teması de-

vam ettirme" yani Follow-up Kliniği'nde benimle ilgilenece­ğini söyledi sonra Covent Garden'daki yeni bale temsilinden bahsetmeye başladı. Bir süre kibarca dinledim, sonra sözünü keserek bu Follow-up Kliniği'nin tam olarak ne olduğunu sordum -belki de periyodik bir kontroldü. Bir çeşit aferin, deyip başını okşama kuruluşu.

"Tam anlamıyla öyle," diye neşeyle onayladı ve balenin dekorunu anlatmaya başladı. "Bu arada" diye biraz düşün­dükten sonra devam etti, "şeytanına verdiğin isim hoşuma gitti. Opera'da prodüktörün verdiği isimi hiç sevmemiştim." Yine operaya geçmişti, ama konuşması şimdi gerilerde, fonda kalmıştı. Çılgınca heyecanlanmıştım, ruhumdan ağır bir taş kalkmıştı. Yanlışlıkla, büyük esrann bir parçası çö­zümlenmişti.

Eve dönünce yatağa oturup kendime küfretmeye başla­dım. Şu veya bu şekilde anlatılmış ucuz, bayağı sırlara kı­zıyordum. Hiçbir yararı olmamıştı. Beni aptal durumuna sokmuştu. Sonra anlatmayı unuttuğum bir şey aklıma geldi, bu beni ferahlatmıştı; kendimi yeniden bir birey olarak his­settim.

Sinir çöküntüsünün en kötü devresinin hangisi olduğuna karar vermek zordur: uçurumun kenarından, yavaş yavaş, farkına varmadan içine kaymak; mürekkep gibi karanlık de­rinliklerinde bocalamak; veya karşı kıyıya çıkmak için veri­len zorlu mücadele. Akıl hastahanesinin düzeninden dış dünyayla karşılaşmak üzere çıkınca bu iki dünya arasındaki kontrast öylesine keskin görünür ki, uzaktan yeni bir sinir krizi belirir. Bir süre, kendisinin kontrol edemediği zamanki halini aklına getirip evine kapanır; bu arada arkadaş ve akra­balar da nezaket gereği hiçbir şey olmamış gibi davranmaya çalışırlar. Hastalık, insanın arkasında duran devasa, karan­lık bir mağara gibi bekler; sizi tekrar yutabilmek için. İnsan

kendini bir ipin ucuna sallanıyormuş gibi hisseder. En ufak bir yanlış hareket ve her şeyi kaybedersiniz.

Psikoloji'nin çok yaygınlaştığı bu günlerde hepimiz, bi­linçaltını değerlendirerek elde edilen mucizevi sonuçlardan, mucizevî tedavi metotlarından bahseden pek çok kitap oku­duk; oyunlar, filmler seyrettik; uzmanların konuşmalarını dinledik. Bu nedenle hastaneye ümit ve güvenle gideriz. Bili­nen sıkıntıları yaşadıktan sonra kâbusun öbür kapısından yeni ve arındırılmış kişiliklerimizle çıkarız. Başlangıçta anketleri büyük bir coşkuyla doldurur, zeka testleriyle cebel­leşir, resimler yapar ve bütün sırlarımızı anlatırız.

Bütün bunlar o kuruluşun koca göbeğine iner ve bir daha bahisleri edilmez. Şüpheci bir hasta bunların istatistik ve araştırmalarda kullanıldığını söylemişti. Bizler kobaydık. Sorulara verilen klasik cevaplar ise şöyleydi: "Şey-y-y, bu gibi şeylerin nedenleri çok derinlere iner." Veya bazen, "Bi­liyorsun, sen hâlâ çok hastasın." Tam anlamıyla analiz yapıl­madan kimsenin gerçekten normal olamayacağını ve iki, üç yıl haftada beş gün psikanaliz yapılmazsa iyileşemeyeceğini neşeyle söylerler. Bale delisi genç doktor da bana aynı şey­leri söyledi; kendisinin bile Milli Sağlık Servisi hesabına analiz olabilmek için beklediğini ve bunun çok uzun bir bek­leme listesi olduğundan bahsetti. Bence bu yalnızca ümitsiz vakalar için gerekliydi. Bu, bana o zaman o kadar çarpıcı bir olay gibi gelmedi, çünkü geçirdiğim bütün deneyimler "bir aynadan görünen görüntülerdi", insanın beyninin hem için­den, hem de beyni hiç kullanmadan gelen görüntülerdi. Yani kahve çorbadan önce geliyordu ve bunun gibi bir şeyler.

Böylece bir parça kendinizi kontrol edebildiğiniz anda si­zi serbest bırakıyorlar. Biraz havalandırmak için beyniniz­den çıkarttıkları bu berbat şeyi tekrar yerine en iyi şekilde yerleştirmek, hastaya kalıyordu. Bu durumda müthiş bir yal­nızlık hissi duyuyorsunuz. İnsan hastalığını iyice anlamak, hatta bu olağanüstü atmosferin her dönemini incelemek isti­yor. Ancak o zaman kendini daha güvenlikte hisseder.

Ama yardım edebilecek kimse yoktur, onun için her boş zaman bu kaosu çözümlemek, bunu Uzmanlar'ın istedikleri şekile sokmak için sarfediliyor.

Her detay özenle inceleniyor, mantık ölçüsüyle tartılıyor; "Tehlikeli" etiketi yapıştırılıp küçük kutucuklara koyulup kaldırılıyor. Bu kutucuklar o zamanki akıl ve mantığımızı oluşturuyorlardı. Devamlı bir bahar-temizliği halindeyiz, bu da gerçek temizlikler kadar yorucu oluyor. Mutfak’ta musluk başında, patateslerle uzun uzun konuşurdum ve aniden dü­şüncelerim yavaşlardı; gücünü yitirmişcesine. Veyahut, dü­şüncelerim gittikçe hızlanır ve dehşetle anlaşılmaz sözcük­ler söylediğimi farkederim. Veya cümle tam ortasında kesi­lirdi. İnsanın sıkı ve katı bir disiplinden geçen duygularına ve tepkilerine çok dikkat etmesi gerekir.

Bu başlangıç devresinde, akıl hastalanna duyulan mer­hamet öylesine büyüktü ki, korkunç bir acı halini alıyordu. Hala hastanede olan arkadaşları, hergün aklını kaybeden ye­ni hastalan, düşünürdüm. Bunlar önlerinde onları bekleyen cehennemin farkında değillerdi.

Kısa bir süre sonra hiç bir arkadaşınızı görmek istemez­siniz; o kötü günleri anımsatacak herşeyi silip atarsınız. Bu hisler de geçer ve yine arkadaşlannızı özler, onlardan haber beklersiniz. Arkadaşlık hissi hiçbir şeye benzemez.

Küçük olaylar, küçük başanlar insana günlük mücadele­sinde cesaret verir. En ufak bir gelişmeyi bile gururla izler. Ve gelişme öyle yavaştır ki.

Sorunlardan birisi de uykudur. Bu dünyanın içine girebil­mek de çıkabilmek de meseledir. Tam uykuya dalmak üze­reyken saçmasapan konuşmalar duyarsın, o gün geçen alelâde bir konuşmadan alınan bir sözcük kulağında çınlar, gözünün önünden bir dizi çirkin yüzler geçer. Uykun açılır, sinirini yatıştırıp, tekrar uyumayı denersin.

Bu çeşit belirtiler insanın cesaretini kırar. Hastalığının ne olduğunu bir kere öğrenmişsen, herşeyden şüphelenmeye başlarsın. Hayali seslere inanmamaya başlayınca, onlar da monoloğa devam etmek istemeyeceklerdir. Ama geceleri yi­ne de sesler gelir (inanmadığını söylesen de).

İnsan herşeyi bir anda istiyor. Serbest kalmamdan birkaç hafta sonra, Covent Garden'da "Yüzük" isimli eserin hem provalanna hem oyununa gittim.

Klinik'te, o sırada dikkatimin dağıldığını ve sahneye bü­yük harflerle yazılmış mesajlar koyulduğunu söyledim. Doktor, kendisinin de bu eseri seyrederken bir türlü konsant­re olamadığını söyledi, bu beni rahatlattı - onun da analiz kuyruğunda olduğunu hatırlayana kadar.

Bazen trende veya dükkanlarda konuşurken, "Kiminle konuştuğunu bilmiyorsun" diye düşünürdüm. Orta halli bir doktor sinir krizi geçirdiğinizi anladıktan sonra size daha az sempati ve anlayış gösterir. Doğal olarak bu soğukluğu his­sedince daha sinirli davranırsınız.

Doktorların bu tutumu, beni özellikle zor bir hamilelik döneminden sonraki ilk hastaneye kapatılışım sırasında et­kilemişti. Ne analizi, ne de nezaketi olmayan bir hastaneye düşmem büyük şanssızlıktı.

Birkaç ay sonra uyuma nöbetine girmiştim, ama gündüz­leri doğum koğuşunda yapılan aşağılayıcı imalardan kaça­mıyordum.

İki buçuk yıl sonra sağlıklı bir hamilelikten sonra ikinci çocuğum doğdu. Ama bu iki doğum arasında diyetimizi kök­ten değiştirmiştim, vejeteryan olmuş, bütün sentetik yiye­cekleri keserek, ekmeği bile evde yapmaya başlamıştım.

Akıl ve fiziksel sağlığım gittikçe iyileşiyordu ve ensülin tedavisinden beri ilk defa insan gibi bir vücuda sahip olmuş-

tum. Bu olaylar ve ikinci çocuğumu doğal bir doğumla do- ğurabilmem, beni sonunda kendi aklımın baskısından kurta­rabilmişti. Hastalanmamdan bu yana yedi yıl geçmişti. Bel­ki de önemli bir nokta değil ama, akıl hastanelerinin yemek rejiminin uygun olmaması tuhaftı. Bol nişastalı, şekerli be­sinler yerine bol meyve ve sebze verilmeliydi.

Hâlâ herhangi bir stres veya felaket durumunda aşırı du­yarlı olmama karşın, herkesin benim 'Geçmişim'e karşı du­yabileceği tepkilerden kaygılandığım o ilk yıldan bu yana epeyi yol aldım. Kocamla gittiğim bir yemek davetinde 'ya biliyorlarsa' diye soğuk terler dökmüştüm. Bilselerdi merak­la karışık bir nezaket göstereceklerdi. Bilmiyorlarsa, saçma bir şey dediğim zaman ne oluyor diye şaşıracaklardı. Ora­daki iki kişi -ikisi de patolog- 'Harvey' piyesini tartışıyorlar­dı. Oyundaki bazı esprileri tekrarlayıp hepimizi güldürüyor­lardı. Bu doğaçlama taklitlere yol açtı, herkes kahkahadan kınlıyordu. Anekdotlar, saçma hikayeler anlatılırken; ko­cam, ter içinde, beni güven veren bakışlanyla sanyor, des­tek vermeye çalışıyordu. Hastalığı, doğrudan, ilk-elden bi­len bu doktorlar hiç acıma, üzüntü duymuyorlardı. Birden bire herkesin hayatı boyunca beklediği o eşref saatinin be­nim için o anda gelmiş olduğunu farkettim. Bu zeki adamla­rın, etiyle canıyla görmek istedikleri kişi bendim, karşıla- nnda duruyordum.

"Özür dilerim" diye mınldandım "ama son zamanlarda tavşanlardan çok daha ilginç şeyler gördüm". Bu sözlerim masanın ortasına güm diye düştüler. Adamlar pancar gibi kıpkırmızı oldular. Hanımları yardımlarına koştular, krizi adeta sargıladılar, atmosferi temizlediler.

Konuşmayı herkesin hevesle daldığı sağlıklı bir konuya döndürdüler. Herşeye rağmen, bir an için bir "Kişi," bir Bİ­REY olduğumu hissettim.

John Perceval

BİR CENTİLMENİN AKLİ DENGESİZLİK DURU-
MUNDAYKEN GÖRDÜĞÜ TEDAVİNİN ÖYKÜSÜ

Bu parçanın alındığı iki çiltlik eser ilk olarak 1838 ve 1840 yılla­rında, sonra da Stanford Üniversitesi tarafından Gregory Bate- son’un editörlüğüyle 1961 de basılmıştır.

Bir İngiliz başbakanın oğlu olan yazar bir dizi tuhaf davranışlar, yanılsamalar ve halusinasyonları tanımlamakta ve bunların ne anlama geldiğini kendi bakış açısından anlatmaktadır. O, özellik­le duyduğu seslerin anlamıyla ilgilenmiş ve bunlara vereceği ce­vabın ne olacağı üzerindeki düşüncelerini yazmıştır. Önceleri, bu seslerin Tanrının sözleri olduğunu sanarak onlara uymuş ve kısa süre sonra "esinlenenler dışında tek bir sözcük söylememiş, tek bir davranışta bulunmamıştı." Fakat daha sonra, bazı kuşkular duymaya başlamış: söylenenlerin aynısını mı yoksa tam aksini mi yapması gerektiğinden kuşkulanmıştır. Hasta olduğunu ama hala sesler duyduğunu farkettiği zaman, nasıl davranması gerektiği bü­yük bir çelişki konusu olmuştu; bu emirlere kelimesi kelimesine mi uymak gerektiği, yoksa sembolik olarak mı almak gerektiği konu­larında emin değildi. Bu karışıklığın, hastalığının en önemli yön­lerinden biri olduğunu yazmıştır.

Yanlış anlamak veya yanıltıcı görüntüler olgusuna dikkatimizi çe­kerek, çoğunlukla bir görüntünün olduğundan farklı bir şekilde yorumlandığını veya bir şeyin anlatmak istediğinin tam aksi şekil­de algılandığını anlatmaktadır.

Yatağa çakılıp kalmadan kısa bir süre önce sesler duyma­ya başlamıştım. Önceleri bu sesler kulağımın dibinden ge­lirken sonra kafamın içinde çınlamaya veya kulağıma birisi fısıldıyor gibi - bazen de odanın değişik yerlerinden gelme-

ye başladı. Bu seslerin sözünü dinliyor ve özellikle aklımı tam anlamıyla kaybettiğim zamanlarda bunların Tanrı'nın veya Kutsal Ruh'un sözleri olduğuna inanıyordum. Daha sonra, çok halsiz ve hasta olduğum zaman, değişik şekiller­de görüntüler görmüştüm; arkadaş ve akrabalarımın yüzle­rini bazen bembeyaz, bazen ateş gibi kıpkırmızı olarak; ve­ya saygıdeğer kişilerin yüzlerini de lüle lüle saçları ve gü­müş rengi sakallarıyla görüyordum.

-Ölümün eli bana doğru uzanmıştı-

Bu sesler benden bir sürü yanlış ve korkunç şeyler yap­mamı istiyorlardı. Kendimi yataktan dışarı attım, boynumu kırmak istiyordum, -bakıcılarla boğuştum. Dr. Fox'a gitti­ğimde kendimi sivri bir demirin üstüne attım, bu arada bakı­cılarla, şiddetle düşmemi önlemek istedikleri için mücadele etmek zorunda kalmıştım; onlardan beni boğmalarını iste­dim, kendimi yastıkla boğmaya çalıştım, yüzüstü yerdeki çakıltaşları üstüne düşdüm, tanımadığım insanlara annem, babam ve kardeşlerim sanarak seslendim, bir sürü cümleyi ardarda manzum olarak sıraladım, kısaca bütün bir yıl esin­lendiklerim dışında tek bir kelime söylemeyip, tek bir hare­ket yapmadıktan sonra şimdi böyle bir taşkınlık yapıyor­dum.

Bu bir yıl boyunca, aynı zamanda çok güzel sesler de du­yuyordum; en dokunaklı bir şekilde şarkı söylüyorlardı.

-Bir keresinde tarlalarda otlayan ineklerin seslerini duy­muştum. Bu sesler, bana Kutsal Kitap'tan bazı cümleleri de söylüyorlardı. Bir başka seferde de cennetten gelen bir gök- gürültüsüyle korkutulup tehdit edildim. Görüntüler de görü­yordum ve Dr. Fox'un arazisinden çıkarken, ineklerin sesini duyduğum gün, gökyüzüne doğru baktığım zaman. Efendi­mizin bütün azizleriyle beraber indiğini gördüm. Aynı yıl içinde, en yakın akrabalarımın ve arkadaşlarımın simasında olan çeşitli insan yüzlerinin bana yaklaştığını da gördüm.

Yanılsamaların en yoğun olduğu zamanlarda bile, bazı kere­ler bu seslere uymayı reddettiğimi hatırlıyorum. Onlara itaat ederken bakıcılarımı öldürmekten korkuyordum -bir kere­sinde Hobbs adında bir adamı boş banyo küvetine itmeyi is­temiş ama bir yerlerini incitmekten korkmuştum.

Hayal kırıklığı, yorgunluk ve onları anlayamamamın ver­diği ümitsizlik içinde durmadan isyan ediyor, söylediklerini yapmayı reddediyordum; bunun yerine melankoli; somurtma ve karaktersizliği seçmiştim.

Bir keresinde kendimi Avon nehri kıyısındaki bir uçu­rumdan atmam söylenmişti, eğer böyle yaparsam, cennet gi­bi yerlerde yaşayacağımı veya evde olacağımı vadetmişler- di. Ölümden korktuğum için sözlerini dinlemedim ve uçu­rum kenarından uzaklaştım.

Sonunda iyileşmiştim ve ancak bu yanılsamalardan (ken­dini atmak vs. gibi) kurtulup, iyileşmiş olanlar deneyimleri­ne dayanarak bu vaatlerin hile olduğunu bilirler.

Verilen emre birazcık uyduğum zaman hiç bir değişiklik olmadığını görünce, bu sözleri dinlemekten vazgeçtim.

Sesler bana, arkadaşlarımın benim yüzümden acı çektik­lerini ve şunu şunu yaparsam onları rahatlatmış olacağımı söyleyince, dediklerini yapmak istiyordum; ama sonunda du­rumumda bir değişiklik olacağı uyarısını aldım ve sesler bir gün bana "Mr          senin yüzünden acı çekiyor", bir başka gün

de aynı ses, "utanç ve tövbeyle düşünmek", veya başka bir söz söylüyordu; sonra aklım dengesini bulmaya başladı, ye­niden nefes almaya başladım. Aldatıldığımı biliyordum- ve artık bir ses bana birşey söylediğinde biraz bekleyip, söyle­nenin açıklanmasını istemeyi bir görev olarak görüyordum- ve aslında sık sık bu sesi tümüyle yok farzediyordum. Böy­lece birden bire tehlikeli bir deli halinden yalın bir budala, bir yarım akıllı haline girmiştim ve bu iyileşmenin ilk aşa- masıydı.

Bu, 1831 yılının sona ermesinden altı ay kadar önce kri­ket mevsiminde olmuştu ve bunun sonucu olarak gün bo­yunca beni sıkan bağlardan kurtulmuştum. Kollarım ve ba­caklarım daha özgürdüler, daha çok pratik yapıyor, daha çok eğleniyor ve meşgale buluyordum. Sağlığım ve aklî dengem iyileşmeye doğru hızla ilerliyorlardı, tabii bu arada bir kez bakıcıma, bir kez de hastalardan birine vurmuştum ama bu yanılsamalar yüzünden veya delirdiğim için değildi; beni kışkırtmışlardı.

Aslında bu devrede ihtiyacım olan tek şey gözlenmekti, zorlanma değil. En zayıf ve güçsüz olduğum zamanlarda, bakıcılarıma ve diğerlerine çeşitli isimler takmıştım; bazı­larına erkek veya kızkardeşlerimin, bazılarına da babamın adıyla hitap ediyordum. Bu onların bazı yönlerinin benze­mesine veya yaşlarına göre değişiyordu. Bakıcılara da içim­den gelen esinlemelere göre isimler veriyordum; Dürüstlük, Samimiyet, Sadelik, Neşe vs gibi karakterlerine göre isim­ler. O sıralar onlara nasıl davrandığımı hatta bir tımarhane­de olduğumu bile bilmiyordum. Fakat daha sonra korkunç rüyamdan kurtulup iyileşmeye başladım ve durumumu, o dehşet verici gerçeği farkettim; eşyaları ve insanları olduk­ları gibi görmeye başladım - aslında bir süre bakıcılarımdan birini Hz. îsa zannedip ona tapınmıştım.

Hastalar arasında her türlü heyecan ve coşkuyu uygun bulmayan doktorların düşündüklerinin aksine, kendimi kontrol etmek için sarfettiğim çabalar ve yaptığım mücade­leler, zihnimi kuvvetlendirmeye ve hatalarımı azaltmama ya­radılar. Özellikle bakıcı Hobbs'a vurduğum zaman, çünkü o beni, gelip traş olmam için zorluyordu. Belki de bu olaydan sonra Hristiyanlığın gerçeklerinden şüphe duymaya başla­mıştım - ama kendi kendime kaç kez başkalarına güvendi­ğim için aldatıldığımı, toplumun âdetlerini ve modayı izler-

ken kaç kez yanıldığımı düşündüm; ve şuna karar verdim ki, serbest kalınca mantıksız olan hiçbir şey yapmayacak­tım. Ayrıca sakalımı ve uzun saçlarımı korumaya kararlıy­dım. Bu kararlan vermemden hemen sonra sesler beni kor­kaklık ve çevremdekilere karşı aşırı uysallıkla suçlamaya başladılar. Sonunda bu seslere içimden cevap verdim; "öyle mi değil mi göreceğiz" dedim ve hemen sonra da bakıcılarla ümitsizce mücadele etmeye başladım. Bunlardan birisi baş­parmağımı yerinden çıkardı, diğeri ise karnımın üzerine diz çökerek boğazımı boğacak gibi sıktı. Bu manzarayla içim kabardı, kendime olan güvenimi kazandım ve uzun süreden beri yitirdiğim düşünce özgürlüğüme kavuştum. Kendi üze­rimde daha kuvvetli bir kontrol sistemi kurma konusundaki ve bu sesler tarafından beni zor duruma düşürebilecek şekil­de yöneltilmeye karşı dikkatle ve devamlı olarak direnme konusundaki kararlılığım artmıştı. Yine de, herşeye rağmen bu seslerin kutsal olduklarını, bana birşeyler öğretmeleri için gönderildiklerini ve onlara saygı göstermem gerektiğini ha­yal ediyordum. Fakat artık onlara uyarak bir tehlikeye gir­mekten, kendimi komik duruma düşürmekten korkmuyor­dum. Bu sebeple gözlem altına girmek için istekliydim ve gönüllü olarak bir doktora teslim olabilirdim, eğer o zaman özgürlüğümü kazanabileceksem. Bu ruh halini iki üç ay ko­rudum. Bunun sebebi de bana yapılan önerilerin çoğunun so­nunda haklı ve mantıklı olduklarının ortaya çıkmasıydı; böylece de bunların yardım edici ve ilahi sesler oldukların­dan şüphelenemezdim. Fakat çoğunlukla bir sesin direktifle­rine uyunca veya bir ruhun hareketlerine ayak uydurunca, ya­rı yolda bırakılmışım gibi bir his duyuyor, bundan sonra ne yapacağımı bilemiyordum; ve bu durumda da komik duruma düşüyordum. Örneğin, sık sık ağzımı açıp, bazı kişilere de­ğişik bir şekilde hitap etmek istiyordum, tam konuşmamın

ortasında, ya güç beni terkediyor ya da önerilen sözcükler daha öncekilerden farklı anlam taşıyorlardı; ben de büyük bir şaşkınlık içinde kekeleyerek veya dilim tutulmuş bir halde ortada kalıyordum.

O zaman, esinlenmemin doğru olduğunu ama benim yan­lış anladığımı farkederek suçlunun ben olduğuma inanıyor­dum. Sesler de bunun böyle olduğunu; benim hâlâ duydukla­rıma itaat etmem gerektiğini ve sakin ortamlarda ve yalnız­ken, yapacağım veya söyleyeceğim şeyleri neden yanlış an­ladığımı sonunda keşfedebileceğimi söylüyorlardı. Dr. Fox'un tımarhanesinden yazdığım mektuplar ne demek iste­diğimi daha iyi anlatacaktır.

Bu mektuplardaki her harfi, her kelimeyi daha yazmadan önce beyaz kağıt üzerinde gördüğümü söyleyebilirim. Ama gördüğüm cümleler arasında seçmeler yaptım, çünkü bazıla­rı birbirinin aksini söylüyorlardı ve aynen yazsaydım yine gülünç duruma düşecektim. Bu iş oldukça zor ve acı verici oldu. Okurlarım bu mektuplarda, büyük miktarda duygu ve zorlama yazılan aynı anda göreceklerdir. Algıladığım öneri­ler ve esinlenmeler çoğunlukla iyi ve olumlu olduklanndan, ben onlann ilahi kaynaklı olduklanna inanıyordum; buna rağmen bazen de hatalıydılar ve mantığım bunlan kabullen­miyordu, veya daha sakin bir ortamda kabullenmeyecekti. Ama diğer delilerle beraber bir odanın içindeydim - devamlı olarak bir iki görevlinin girip çıkmasıyla yazılanın bölünü­yordu - saçma sapan sorularla karşılaşıyordum -yazım nasıl gidiyordu gibi- daha çabuk olmazsam kalem ve mürekkebi­mi alacaklannı söyleyerek yapılan tehditler- kağıdımı kapıp yazdıklarımı okumaya çalışmaları vs. Ah, benim hemşehri­lerim! Ah insanlık! Ah, Hristiyanlık? Pöf!

Bölüm XXXIII

Etkisi altında olduğum iki veya üç yanılsama daha vardı ki bunlardan nasıl kurtulduğumu pek hatırlayamıyorum: Ayaklarım karyolada başım yerde, vücudumu hızla sağa so­la burkarak boynumu kırmaya çalışıyordum. Aslında boy­numu gerçekten kırmaktan korktuğum için bu hareketi pek içtenlikle yapmıyordum; galiba uğraşmaktan bıktığım için veyahut böyle davranmaktan vazgeçene dek yatağa bağlandı­ğım için, sonunda bu yanılsamayı bıraktım. Hastayken bu hareketi, öyle emir aldığım için yapıyordum, sonunda muci­zeler olacağını bekleyerek... Bir de kendimi yastıkla boğ­mam isteniyordu, bunu hiç başaramadım, sonunda sıkılıp denemeyi bıraktım.

Bütün bu yanılsamaların sebebi galiba, sembolik olarak söylenen bir emiri sözcüğü sözcüğüne, anlamını araştırma­dan uygulamamızdı. Bu teorim, tedavi edilmeyi bekleyenler için yararlı olabilir. Dr. Fox'un hastanesindeyken bu aklıma geldi ve bana çok faydası oldu. Orada, iyileşme sürecim sı­rasında, bütün deneyimlerimi, davranışlarımı kaydettim, bunları diğer hastalarınkilerle karşılaştırdım ve o acılı, sı­kıntılı durumumda, bu sonuçlara ulaştım; hiç değilse diğer­lerine bir faydam olsun diye.

Bu kendini inceleme ve denetleme işleminin ne kadar zor ve zahmetli olduğunu bilseler, sonradan sağlığımı ve aklî dengemi yeniden kazanabilmek için özgürlüğümü isteyince, kendime zarar verebileceğim gerekçesiyle reddetmelerini ne kadar zalimce bulduğumu anlarlardı. Uyku dışında yaşadı­ğım her dakikayı kendimi kontrol etmekle geçirmiştim çün­kü gerçekten, içtenlikle doğru dürüst davranabilmek istiyor­dum.

Etkisi altında olduğum bu esrarlı gücü anlamaya ve gizini açığa çıkarmaya kararlıydım. Bir gün, kendisini çin çayı

zanneden yaşlı bir adam görmüştüm. Aynı adam bir başka zaman da yüzünü kırmızı çamura bulayıp, kendisinin bir tablo olduğunu söylüyordu. Hemen aklıma teorim geldi - ses ona sembolik bir şeyler söylüyordu ama adamcağız bunları söylendiği gibi uyguluyor. Aynı şekilde bir delinin demir­den yapıldığını ve kendisini kimsenin kıramayacağmı söy­lediğini veya bir adamın çin porseleni olduğu için her an kı­rılma tehlikesi içinde olduğunu söylediğini duyabilirsiniz. Bunun esas anlamı şudur, birinci adam bir demir kadar kuv­vetlidir, öbürü ise bir porselen kadar nazik, kolay kırılabilir.

Aynı şekilde, kendimi boğmam istenince aslında üzüntü­mü, öfkemi veya belki de bilincimi boğmam gerekiyordu.

Şimdi aynı zamanda duygularımı boğmamı da istedikle­rini anlıyorum; elbette onları tamamen terketmem değil, yal­nızca kontrol altında tutmam isteniyordu.

Ben, akıl sağlığının solunum yollarıyla yakından ilgili olduğuna; ruhun kontrolünün nefes kontrolü yoluyla yapıldı­ğına inanıyorum. Bir örnek göstereyim; burunlarından rahat nefes alamayanları düşünün, ağızlan açık dolaşırlar -yani geri zekalıların yaptığı gibi!

Dr. Fox'un hastanesinde de durmadan kalbimle kafamın uyum içinde çalışmasını söyleyen sesler duyuyordum. Bu sesler bana hep, "kalbinle kafan beraber olsun", veya "kafan kalbinden uzaklaşmasın", diyorlardı. Bilinç adı verilen üçüncü bir güç bu ikisinin düzenini sağlayacaktı, ancak bu şekilde mutlu olabilirdim. O zaman duyduğum bu sözleri pek anlayamıyordum. Ama şimdi anlıyorum ki sesler kal­bimle kafamı uyum içinde, bir arada tutmamı söylerken, ne­ye ihtiyacım olduğunu veya istediğimi iyice düşünmem ge­rektiğini; çünkü kafamın, kalbim için itici olan bazı şeylerle meşgul olabileceğini demek istemiştir. Örneğin, evde ço­cukları aç beklerken annelerinin sinemaya gitmesi veya önemli bir randevusu olan adamın bunu unutup roman oku-

maya dalması gibi. Burada yine bilinç sahneye çıkar, kalbin duygularının doğru veya yerinde olup olmadıklarının, bunla­ra ne derecede uymak gerektiğini hep onun düzenlemesi ge­rekir. Bilinç ve derinlemesine düşüncenin yöneltilebileceğini fakat bu işlemin ancak ciğerlerin uygun aralıklarla nefes al­ması yoluyla olabileceğini ve böylece aklın tutkusunun dere­cesine göre veya vücudun hareketlerine göre değişebileceği­ni zannediyorum. Eğer durum böyleyse ve eğer iyi ayarlan­mış bir nefes alıp verme işlemi vücut ve akıl sağlığı için ge­rekliyse, bunu mekanik olarak yapmanın yararları olabilir. Bu gerçeği, Dr. Fox'un tımarhanesinde de belki de bilmeden uyguladıklarını düşünmekten kendimi alamıyorum. Yoksa neden görevli hademe, yeleğimin ipleriyle beni boğmaya kalktı; neden bir deliyi yatıştırmak için onu boğacak gibi sı­kı sıkıya bağladılar; neden bir görevli elinde bir demir çubuk tutarak başımı suda uzun süre tutmamı istedi? Soğuk banyo­ların, duşların delilerin tedavisinde kullanılması da bu pren­sibe dayanmaktadır.

Bu tımarhanede iyileşme sürecim sırasında sık sık otur­duğum yeri değiştirerek, düşünce ve duygularımın buna gö­re değişip değişmediğini anlamak istedim. Bir keresinde odanın ucundaki bir hücrede sıkı sıkıya bağlanmış olarak oturuyordum, birden bire boğuluyormuşum gibi oldu ve "bu hissin, görme organlarıma eğik veya eğri gelen ve kare şek­linde olmayan, her türlü eşya, nesne veya çizgi yüzünden or­taya çıktığını anladım."

Ayrıca, aklımın en dengesiz olduğu zamanlarda, nefes al­mamın da aynı derecede çılgınlaştığını ve hızlandığını far- ketmiştim. Benimle konuşan ruhlar da bana nefesimi kont­rol etmemi , ve "bir burun deliğinden yavaşça nefes alıp, di­ğerinden vermemi" söylüyorlardı. Çok bunaldığım veya si­nirlendiğim zaman da derin bir nefes alarak kendimi yatıştı- rabiliyordum.

Bütün bu detaylar sıkıcı gelebilir ama tıp adamları bu ko­nuda öyle cahil, öyle düşüncesizler ki bunlar belki yararlı olabilirler.

Aşağıda bir delinin şiirsel düşüncelerle gerçeği nasıl ka­rıştırdığına dair örnekler göreceksiniz. Bana durmadan tanı­madığım insanların annem, kardeşlerim filan oldukları söy­leniyordu. İngiltere'de olmadığım söyleniyor ve buna inanı­yordum. Bakıcımla boğuşmam söyleniyordu, önce bunu yapmak istemedim ama sonra bunun anlamını açıkladılar, "onunla uygarca boğuşmamı" söylüyorlardı, yani dostça iti­raz edecek veya yalnızca azarlayacaktım.

Bir zamanlar ruhların veya görünmez meleklerin bana şarkı söylediklerini hatırlıyorum, şarkı arasında "Herminet Herbert'le boğuş" bazen de "onunla öpüş" diyorlardı.

Bu iki emir de bana olağandışı geliyordu ve ikisini de yapamazdım. Ama Tanrı'nın emirlerine uymamaktan ve kuşku duymaktan da korkuyordum. Sonunda, bunun bir gö­rev olduğunu düşünerek ve sonunun iyi olacağını umarak sözlerini dinledim. İncelik ve duyarlık hislerim vücuduma zarar geleceği korkusundan daha üstün olduğundan boğuş­mayı öpüşmeye tercih ettim.

Görevliyi yeleğinden yakaladım fakat bana karşılık ver­meyince şaşırdım. Diğerlerinden daha ufak tefekti ve bana göre bir rakipti fakat yine de boğuşmak istemiyordu. Bu ne­denlerle onunla boğuşmakta ısrar etmedim, çünkü delilerin davranışları saçma ve mantıksızdı. Bir hareketi yapmakla bu iş üzerindeki bir espriyi ayırdedememek de deliliğin bir başka özelliğidir. Elini yak derseniz bunu gerçek zanneder - veya git çamura yat derseniz, deli hangimiz acaba diye dü­şünür. Aynı şekilde kendimi yerlere atmam, yüzümü çakıl- taşlanna vurmam gibi emirler de aslında "kendini topla, ne­rede olduğunu, ne yapmak istediğini iyice düşün ve ona gö­re davran" demektedirler.

Delilik hiç bir zaman, bu çeşit emirleri anlama gücünden veya yorumlama yeteneğinden tam olarak yoksun olmak de­ğildir; "hiç kimseye taşıyabileceğinden ağır yük yüklenmez" diye yazılmıştır. Sözünü dinlediğim emirlerin saçmalığı on­ları anlayabilme oranına bağlıydı. Bundan pek emin deği­lim: İyileşmeye başladığımda bundan şüpheleniyordum ve kendim için çok kötü şeyler düşünüyordum. Çok kötü ve günahkâr olduğumu sanıyordum, belki de gerçekten öyley­dim. Fakat, moralimin en bozuk olduğu ve bu düşüncelerin altında bunaldığım sıralarda, benimkine benzer şartlar için­de hastaneye kaldırılan yaşlı, iyi bir adamın yavaş yavaş mahvolduğuna ve saygınlığını yitirdiğine şahit oldum.

Onu Dr. Fox'un tımarhanesine girerken gördüğümde, bir ziyeretçi veya hastalardan birinin arkadaşı olduğunu san­mıştım. Hademelerin kaba davranışları yanıldığımı göster­di. İki hafta sonra bu yaşlı centilmen -Bristol şehrinde bir tüccardı- hertarafını kırmızı çamura bulayıp, ben bir tablo­yum diye etrafta dolaşıp, koğuştakilerin sinirini bozuyordu. Bir kaç gün sonra da, beni bağladıkları gibi sıkıca bir hücre­de bağlanmış, sert bir oturağın üzerinde bütün gün oturduğu­nu gördüm. Deli gömleği içinde, duvara bir kemerle bağlan­mıştı, yüzü ateş gibi kıpkırmızıydı, gri saçları yüzüne düş­müştü. Yavaş yavaş daha tiksindirici bir hale giriyordu; ye­mek getirildiği zaman oburca, şapır şupur tıkınıyor, düzene, temizliğe aldırmadan bir hayvan gibi kamını doyuruyordu. Bu tablo benim de ne hallere girmiş olduğumu gösteriyordu ve kendi kendime, "şüphesiz bu içinde olduğumuz durumun kaçınılmaz bir sonucu" dedim. Cesaret, ümit kazanmış ol­dum böylece. O zamana kadar kendimi suçlamıştım; mantı­ğımı ve kendimi kontrol edebilme yeteneğimi, boğaz düş­künlüğüme -yeme içme ve soğuk bira içme zevki- feda et­miş olduğumu düşündükçe hasta oluyordum. Sabahlan ve akşamlan duyduğum sesler durmadan ya hatır için o eti ye­mememi veya o ekmeği bırakmamı söylüyorlardı. Sonra bir ses gelip yiyecekleri hatır için reddetmemi söylerken, bir başka ses de hatır için birşeyler yememi istiyordu; şaşkına dönmüştüm. Kamım açtı ve yemekleri sevmiştim, neden reddetmemi istediklerini anlayayamıyordum. Hizmetçi ya­nımda bekliyor, ağzıma lokmaları uzatırken "Haydi Mr. Per- ceval, akşama kadar bitmeyecek bu yemek" diyordu. Sonun­da yemezsem yemekleri geri götürüyorlar beni de ya ceza­landırıyorlar ya da azarlıyorlardı. Bazen de zorla ağzıma tı­kıyorlardı, o zaman da ben oyun oynarcasına ağzıma ne ve­rirlerse hatta elimin uzanabileceği herşeyi yutuyordum. Son­ra ruhumu bir lokma ekmek için sattığımı düşünüp kızıyor­dum. Böylece sonsuz mutluluğu, tıkınmanın zevki uğruna feda etmiş oluyordum; hem de bunu benimki gibi kutsal bir vücut için yapıyordum.

En düşünceli olduğum, düşünce ve ellerimin en meşgul olduğu zamanlar akli dengemin en sağlam olduğu devrelerdi ve bunun sonucu olarak da durumumun ne olduğunu daha açık bir şekilde farkediyordum. Bu dönem, zayıflığıma en çok kaygılandığım ve bu halimin sergileniş biçimine en çok şaşırdığım ve yine de bu hislerin pek bilincinde olmadığım bir devreydi. İnsan aklının çift aksiyonu vardır; duyu veya duygularla ilgili olan kısmı ve bu duyuların tanınması, far- kedilmesi veya tanımlanması ile ilgili olan kısmı. Tıpkı dal­gın bir adamın her yerde kalemini araması ve sonunda kula­ğının arkasında bulması veya düşünceye dalmış bir adamın kalkıp pencereye, masaya doğru bilinçsizce yürümesi, sonra da kendine gelip 'ben buraya niye gelmiştim' diye düşünme­si gibi.

Yani bir deli tam anlamıyla duyularından yoksun değil­dir, yalnızca kafası acı veren başka düşüncelerle doludur. Sağlıklı bir akıl ve moral durumu için, aklın ve vücudun bir­çok fakültesinin bir arada, uyum içinde çalışması gerekmek­tedir -böyle bir durum birdenbire oluşunca, bir deli kendi utanç verici ve zor halini farkeder, bu konuda daha duyarlı olur, ama yine de düşüncelerini veya duygularını kontrol edemez. Böylece, yemek yerken, ellerim meşgul olduğu için veya traş olurken gerçek durumumu daha iyi anlıyor ve dü­şüncelerim kendimden uzaklaşıp diğer nesnelere dağılıyor­du. Tabii, bıçak veya jilet kullanmama izin vermemeleri yü­zünden, moralim oldukça bozuktu. Kendimi idare edemiyor­dum, ceza benim için çok ağırdı ve sonunda gürültücü, aç gözlü bir soytarı haline geldim. Yiyeceğimi tıkınıyor, hay­vanca sesler çıkarıyordum. Daha insanca şartlar altında ol­muş olsaydı, bu belki de hiç olmayacaktı. Ama duyduğum sesler bir arkadaşın hatırı için o et parçasını yemememi; bir başka parçayı ise, başka bir arkadaşın hatırı için yememi söyleyerek, benim davranışlarımın öncelikle duygusal olma­sını istemiş oluyorlardı. Yani bu şartlar altında, böylesine verilen yemeği yemeye isyan etmemi istiyorlardı -önce ye- memeyi, (durumumu ve kötü muameleyi kınamak için) son­ra da yemeyi, tevazu içinde ve şükran duyarak (çünkü bu sağlığım için gerekliydi). Tıpkı üzgün insanların yemek yi­yememeleri veya yememeleri ve kızgın, öfkeli kadınların yemeği bırakıp kalkmaları gibi. Ben de sık sık yemeği ye­meden bırakmayı düşünüyordum ama sağlığımı düşünerek kendime rağmen yedim.

Kısaca, delilik aynı zamanda manevi anlam taşıyan bir emiri yanlış anlayıp maddi anlamda uygulamaktır, -zihinsel bir emiri fiziksel olarak algılamak gibi ve bu sebeple Hermi- net Herbert'le öpüşmem ve boğuşmam emredildiği zaman, esas amaç şu veya bu davranışları geliştirmemdi

Bu adama niye bu ismi taktığımı bilmiyorum, bu deyimin anlamını da tanımlayamam, bunun anlamını ruhlara sordu­ğum zaman da bunu çok iyi bildiğim söylendi. Sonra Yunan­ca ve Almanca dillerine başvurarak —"Herminet"— haber­ci, ulak veya yorumcu —"herr", efendimiz—"bert" ben tam anlamını bilmiyordum (ama seslere göre "cehennem­den "miş) anlamını çıkarabildim ve Herminet Herbert, ceza gören ruhların, Tann'dan bahsederken kullandıkları bir tabir anlamına kullanılıyor.. Tıpkı babasına kızan çocuğun ona 'Vali Bey' demesi, veya suçlunun hapishaneden 'saray' veya 'şato' diye bahsetmesi gibi. Eski bir lugattan öğrendiğime göre "herbert" veya "heer-bert", Önder, Efendimiz anlamına da geliyormuş.

Dr. Fox'un tımarhanesindeyken bu isim, diğer pek çok fikrim gibi bana orjinal gelmişti. Burada birçok fikir doğ­muştu ama çoğuna beni götüren bazı nedenler vardı; duru­mum, yapılan muamele, ve özellikle bu hizmetlinin kullan­dığı dil gibi. Bu adam konuşmaya başlayınca kendimi ka­saptaymışım sanıyordum. Bana sık sık, "bağırsaklarını sö­kerim", "senin.................... ni keseceğim!" diyordu. Bir akıl hasta­

nesinde çalışan bu hastabakıcının böyle bir dil kullanması­nı, hem de bir centilmene böyle hitabetmesini nasıl düşüne­bilirsiniz? Ama aynen böyle konuşuyordu; eğer okurlarım bir delinin ne kadar yalnız ve terkedilmiş olduğunu düşü­nürlerse, toplumun suçunun büyüklüğü ortaya çıkacaktır. Herminet Herbeıt'le öpüşmem veya boğuşmam istendiği za­man, sesler bana bu emirlerin tam aksini yapmam gerektiğini söylemişlerdi yani öpüş deyince boğuşacak,boğuş deyince de öpüşecektim. Sözlerini dinlemediğim zamanlarda korkak olduğumu söylüyorlardı. Sonunda sabrımı yitirip, hangisinin doğru olduğunu iyice karıştırdım. Emirler önceleri "böyle bir adamla boğuş, istersen", "şunu yap, istersen" şeklinde veriliyordu; biraz daha iyileşince şöyle söylenmeye başla­dılar, "istersen şunu şunu yap- karar veren ruhun sözünü dinle" veya "şakacı ruhun dediğini yap" -ve buna benzer şeyler. Bunu keşfedince daha dikkatli olmaya ve ne şekilde davranacağıma önceden çalışıp, incelemeye karar verdim.

Böylece delilik aynı zamanda bir anlayış karmaşasıdır; akıllı, espirili veya alaycı veya tuhaflık ruhların emirleri ka­rıştırılır, yanlış anlaşılır. Tanrı, insan zekasını işlerken, ya­rattığı varlıkla -tabir yerindeyse- böyle şakalaşır; emirin yanlış anlaşılması günah olarak tanımlanır. Bence, dini meslek olarak edinenler çoğunlukla iki yüzlüdürler; çünkü dindar olduklarını söyledikleri halde değildirler. Bu nedenle İsa günahkarlan ve meyhanecileri seviyordu, onlar iki yüzlü değillerdi.

İşte burada, St. Paul'un bahsettiği büyük esrar ortaya çı­kar: "Yapabilecek olduğumu yapmam-yaptığıma izin ver­mem", "Aklım ete karşıdır- etim ruha karşıdır", çünkü in­san aklı incelik ve zarafetten uzaklaşınca esprili olarak dü­şünür, yani dokunmanın, tatmanın veya ellemenin yasak ol­duğunu düşünür ama gerçekte doğa bunun aksini ister, böy­lece, aklın istediğini doğa istemez. Bu çelişki kanunu her- yerde vardır ve bu gerçek St. Paul'den başka yazarlar tara­fından da farkedilmiştir. Ovid, Aşk'ın tutkusu üzerine yazdı­ğı bir eserde; Martial da, bir Epigram'da, aynı konuyu işle­mişlerdi.

Bunun evrensel bir kanun olduğunu söylemek istemiyo­rum, herhangi bir hataya düşmek iyi olmaz.

Okulda genç çocuklarken, kim bilir kaç kez yalnızca ya­sak olduğu için bazı şeyleri yapmıştık, emirlere karşı gel­miştik, değil mi? İnsanların yapmalarını istemediğimiz şey­leri yapmalarını söylemek her zaman iyi sonuç verir. Başka­ları da bu olgunun farkındadırlar, ama ben bunu bir çözüm olarak algılıyorum. Galiba bu, doğru bir şekilde yorumlanır­sa, günahın esrarını sonunda çözmeme yardım edebilir. Böy­lece günah bir yanlış anlamadan ibaret oluyor.

Küçük çocuklar gibi davrananlar bu kuralı pek beğene­cekler, özellikle huysuz ve tutkulu olanlar.

Çocuklara saygı göstermek gerekir, - aklın işlemlerinin daha saf ve daha düzenli olduğu- sonsuz ruhun küçük tapı­nakları oldukları için ve ahlâk açısından daha mükemmel göründükleri için.

Bu çocukları hizmetçiler gözetirler, oyunlarını hemen bı­rakıp yanlarına gelmelerini isterler, onları korkuturlar, minik parmaklarıyla kavradıkları şeyleri ellerinden koparıp alırlar ve böylece doğanın düzeni bozulur, irade ve isteklerinin ken­dilerine göre gelişmesi engellenir, terbiye için kullanılan metotlar onların kendi yaşamlarını yaşamalarına mani olur - sonunda huysuz, hırslı ve vahşi olurlar. Benim tavsiyem şu olacak, onlara boyun eğin ki, onlar da size boyun eğsin­ler. Onların tutumlarına bakarak ruh hallerini ve morallerini tahmin edin ve davranışlarınızı buna göre ayarlayın. Onlar­la usta bir balıkçının oltaya yakalanan balıkla oynayıp so­nunda kıyıya çekmesi gibi oynayın; varacağınız sonuç bu kadar çabaya değmez mi?

Daha ne söyleyeyim, delilik bir anlayış kargaşasıdır- ama aynı zamanda aklî melekelerin doğal, belki de hatalı yargıların kontrolünden uzak durmalarıdır. Delilik, sarhoş­luk gibidir, yalnız daha kötüdür ve daha uzun sürelidir: ve pek çok şair, ressam, şarkıcı, aktör ilaç aldıkları zaman en iyi, en güzel eserlerini vermişlerdir; çünkü sarhoşluk doğal yargılamayı alt üst eder, yanlışı doğru, acıyı tatlı yapar. Yargılama gücü elinizden alındığı zaman tutku ve duygular işi ele alırlar. Bu nedenle aklın işlemlerini gözlemlemek su­retiyle pek çok manevî, ruhsal ve hatta fiziksel bilgi edinile­bilir; çünkü akıl kusursuz bir mekanizma parçasıdır. Sanki nasıl kullanacağımızı veya ayarlayabileceğimiz! bilmediği­miz bir müzik aletini bazı katı mekanik kurallara göre kul­lanmaya çalışmak gibi. İnsanın içinde doğal düşünce ve ira­desinden bağımsız olan bir güç vardır ve bu gücü kullanarak

insan fikirler üretebilir -sesini denetleyebilir- hatta kollarını bacaklarını bile idare edebilir.

Kahvaltımı yaparken, ses bana sık sık, "Eğer şunu veya bunu yaparsan, senin için biraz daha ekmek ve tereyağ iste­yeceğiz" diyordu ve eğer sözünü dinlersem, konuşmama ge­rek kalmadan, hizmetçi, bana dikkatle baktıktan sonra, bana ekmek ve yağ getirirdi. Şimdi anlıyorum ki, yüz ifadem veya davranışımla daha ekmek istediğimi ifade ettiriyorlardı; ama bu, duyduğumu hayal ettiğim seslerin bir şekilde benim esenliğimle ve aklımın çalışmasıyla ilgili olduğunun veya içimdeki güç tarafından duyduğum seslerle aklımın çalışma­sı arasında bir bağlantı olduğunun bir ispatıdır.

Bir keresinde, Dr. Fox'un hastanesinden çıkmamdan az önce, evden çıkıp arka kapıdan geçiyorken bir ruh benim "başımı kaldırıp, sesimi yükseltmemi ve neler olacağını beklememi" istedi -yukarıya, gökyüzüne bakıyordum, ağzı­mı açıyordum ve öyle korkunç küfürler ve lanetler söylüyor­dum ki korktum ve konuşmayı reddettim. Tekrar aynı şeyi yapmam istendi ama sözlerini dinlemeyip, sessiz kalmayı tercih ettim. Böylece, emir aldığım anda, ne durumda oldu­ğuma, nerede olduğuma aldırmadan sesimi yükseltip bağır­ma çılgınlığından kurtulmuş oldum; yani olağanüstü bir güç tarafından körü körüne yönetilmem sona ermişti.

Eugene Meyer ve Lino Covi

KİŞİLİĞİN Y İTİRİLMESİ DENEYİMİ

BİR HASTA TARAFINDAN YAZILAN RAPOR

insanın gerçek olmadığını ve bütün davranışlarının, duyguları­nın sahte ve düzmece olduğunu hissetmesi, akıl hastalığının kor­kutucu bir yönüdür. Bu deneyimi tanımlayan aşağıdaki parça, psikozun en şaşırtıcı özelliklerini açığa çıkarmaktadır. Benliğin inkar edilmesi, onun ürünlerinin de değerini yadsımaya yol açar. Ve bu, benliğin gerçekliğini ve varlığını inkar etmeye kadar uza­nır. Aşağıdaki öykü, bu kavramı teori ve soyutlama sahasından çıkarır ve bize yadsımanın ne olduğunu somut bir deneyim olarak anlatır. Bıımm yazılmasına John Hopkins'ten iki psikiyatr yardım etmişlerdir.

İyileşme sürecindeki hastaların, akıl hastalığının iç dene­yimleri konusundaki yazdıkları, bu hastalığın daha iyi anla­şılması için çok faydalı olmuştur. Aşağıdakiler, 22 yaşında şizofrenik düzensizliklerden iyileşmekte olan bir genç kız tarafından yazılmıştır ve hastanın izniyle yayınlanmıştır. Bu notlann, kişiliğin yadsınması, bölünmesi olgusunun iki­lemlerini, sübjektif bir açıdan, dokunaklı ve sanatkarane bir üslupla yazıldığına inanıyoruz.

Hasta, bu dokümanı yazmadan 16 ay kadar önce Henry Phipps Psikiyatri Kliniği'nde kalmaktaydı. Kronik olarak korkmuş, ürkek, içine kapalı, kendini ifade edemeyen bir ki­şiliğe sahip olan hasta, Kliniğe yattığı ilk sene içinde intiha­ra da teşebbüs etmişti. Duygularını kağıda dökmeye başla­masından iki ay kadar önce, durumunda gelişmeler görül-

meye başlanmıştır. İletişim yeteneği ve genel anlatım yete­neğinde gözle görülür iyileşmeler farkedilmiştir. Yazıları iki bölüm halindedir ve bu bölümler arasında iki haftalık bir ara vardır. Dört ay sonra hastaneden çıkabilecek duruma gel­miştir. Şu anda, klinikten çıkalı on ay olmuştur, psikoterapi- ye devam etmektedir ve Ortabatı şehirlerinden birinde kolej eğitimine yeniden başlamıştır.

İlk bölüm, hastanın bir hemşireye "gerçek olmadığını hissetmenin" ne olduğunu tanımlamaya çalıştığı halde bunu anlatamamış olmasından sonra yazılmıştır.

26    Kasım, 1958

Gerçek olmama hissini anlatabilmek için, hissin ne oldu­ğunu uzun ve gerçek olmayan bir tanımını yapmak gerekir. Bu realiteden öylesine uzaktır ki, sağlam, gerçek bir tanımla­ma yapabilmek için, soyut, gerçek dışı bir anlatım kullanıl­malıdır, çünkü ancak böylece tam olarak anlaşılabilir. Belki de tam olarak anlamaya değmez, çünkü "hissetmenin" kendi­si de değersizliktir. Bu tıpkı sahte bir çekin, banker tarafın­dan incelenmesine benzer; bankerin tedavüldeki paraları çok iyi tanıması ve bilmesi gerekmez.

Bu, normal durumlarda hiç ümit edilmeyecek olan bir önem ve büyüklük beklentisinin, her gün yaşanması demek­tir.

Basit ve küçük şeyler bile, insanın her şeyin büyüklüğü­nü olabildiğince, birbirleriyle olan göreceliklerine göre ölç­mesi halinde, çok büyük ve hatta ürkütücü oranlarda algıla­nabilir. Bu, gün boyunca yapılan her şeyin otomatikman ya­pılması ve sonradan incelenmesi gibidir. Tıpkı Kilise'nin bir­çok "izm"lere bölünmesinin, insan ruhu tarafından inşa edi­len en kutsal anıtlar oluşu gibi. Yani, bu anıtlar insan ruhu-

nun düşünebilme, karar verebilme ve yapabilme gücünün, kendi içinde bölünüp parçalanmasına benzer. Sonunda bu dışarıya atılır, günün diğer bölümlerine karışıp yiterler, an­cak geride kalanlar değerlendirilir. Birşeyler yapmayı iste­mek yerine, mekanik ve ürkütücü bir şey tarafından yapıl­maktadır; çünkü bu şey bir şeyler yapabilir, gücü vardır, ama isteyip istememe yeteneği yoktur. Çekilen eziyetleri onarabilecek, yapıcı, iyileştirici bölümler gitmiştir, insanın içinde yaşaması gereken 'hissetme' gücü dışarıdadır, geri dönmek istemektedir fakat dönme gücü elinden alınmıştır.

Bu durumu tanımlamak için belki de "içeri-dışan" söz­cükleri pek uygun olmayabilir; çünkü bunlar 'siyah-beyaz" gibi kesin sözcüklerdir, bahsettiğim olgu ise daha çok "gri"dir. O, devamlı kayan, yer değiştiren, jöle gibi bir şey­dir, ardında somut bir iz bırakmaz ama yine de bir lezzeti vardır veya bir piyesten alınan bir filmi seyretmek gibidir; bu piyesi daha önce seyreğiyseniz, sinema filminin bu piye­sin bir tanımı olduğunu ve onu hatırlatmasına rağmen ger­çek olmadığını farkedersiniz.

Bunun tanımlanması bile gerçek dışı ve acı veriyor; çün­kü korkutuyor ve yine de yumuşak ve belirsiz görünür (çok keskin olduğu halde). Bu gerçek dışı bir şekilde hissedilir, bu nedenle devamlı bir işkence değildir ama yine de sizi ra­hat bırakacak gibi görünmez ve herşey izlenimler dünyasın­da kayıp gider. Ne gibi göründüğü, ne olduğundan daha önemlidir ve arasıra öfke nöbetleri yaratır. Çünkü "ne oldu­ğu" birşeydir ama "ne gibi göründüğü" durmadan düşünce ve hayallerle değişir, gerçeklerle pek ilgisi yoktur. Önemli şeyler gitmiş, geride önemsizler kalmıştır, gidenlerin yok­luğunu, varlıklarıyla daha belirginleştirirler.

İkinci öykü hastanın, gerçekdışı olma duygularım kişile- rarası ilişkiler açısından gözlemi ve açıklaması konusunu işlemektedir. Bu bölümde, hastanın kendisinden "ben" diye bahsetmesi dikkatinizi çekecektir. İlk öykünün kişisel olma­yan (impersonal) ifadesi değişmiştir.

7 Aralık, 1958

Bugünün pazar olması, annemi ciddi olarak düşünmeme sebep oldu.

Evimizde Pazar günleri tam bir mutluluk ve huzur duyu­lurdu; aslında bu atmosferi altı kişi ve bir kedinin yaşamak­ta olduğu bir evde sağlamak oldukça zordu. Bir psikiyatri kliniğinde olmam sebebiyle aile ilişkilerinin psikolojik yönü üzerinde daha bilinçli olarak düşünüyordum. Çünkü evdey­ken, olaylar hep orada gelişiyordu ve aile bireylerinin birbir­lerine karşı duyduğu doğal sevgi, onlar hakkında düşünme­ye engel oluyordu. Görünen şeylerin daha derinine inip bu konuda düşünmekten hep korkmuşumdur; çünkü o zaman görüşler ve varsayımlar ortaya çıkar. Ben de ne derecede hasta olduğumdan emin olmadığım için nasıl mantık yürüte­ceğimi bilemezdim. Yalnızca köklü bir hastalığım olduğuna inanıyordum.

Bu gerçekten esas konudan uzaklaşmama sebep oldu; Annem. O'nun hakkında yazmaktan korkuyorum; çünkü onun hakkında analitik olarak düşünmemek gerektiğini bili­yorum, onları yalnızca sevmek gerekir. "Babanı ve Anneni say", en büyük emirlerdendir, bu yüzden analitik düşünceler onlara saygısızlık anlamına gelebilir ama belki de saygıya anlayış yoluyla ulaşılabilir ve eğer bir gün iyileşebilecek­sem, Annemin benim üzerimde yaptığı etkiyi bir şekilde an­lamam lazım.

O'nun, bazı şeyler ve gerçekler konusundaki fikir ve gö­rüşleri beni herzaman etkilemişti ve onun başka birinin söy­lediği hiçbir şeyi dinlemediğini de biliyordum. Çok ilginç bir insandır —hatta büyüleyici biri de denilebilir— hiç sıkı­cı olmamıştır, çoğunlukla tam anlamıyla mutlu, neşeli bi­riydi. Bu hali benim ne kadar başarısız olduğumu ortaya çı­karıyordu; çünkü soğukkanlı değilim, çok sinirliyim ve in­sanlar konuşurken dinlemeyi bilmiyorum. Bu, geliştirilmesi gereken bir sanattır. Bazen Annemin beni dinlemesini çok isterdim ama o hiç oralı olmazdı. Galiba bu, hastalığımın te­mel nedeniydi. Evle ilgili ilk anılarım, doğum günlerini ve Noel'i kutlamayı seven huzur dolu ve mutlu bir atmosferdi ve bizlere, çocuklara verilebileceklerin en çoğunu veren fa­kat bir sıkıntıları olduğu zaman birisinin mutlaka dinleyece­ği güvenini ve hissini vermeyen bir ortamdı. Bu ortam kız- kardeşimi etkilememişti; çünkü o, olaylardan kolayca etki­lenmez, ağlar, bağınr, sonra da unuturdu. Ben de öyle olmak isterdim, ama hiçbir zaman öfke krizleri geçirmezdim, her- şeyi içime atardım. Kızkardeşim'in bütün sorunları açıkta olduğundan kolayca anlaşılır ve çözümlenirdi.

Şimdiki güvensizlik ve bunalım duygularımın çoğu ço­cukluğumdan beri hiçbir zaman ciddiye alınmamam, bana en yakın olan kişinin bile beni dinlememesi ve dolayısıyla kendime güvenimi yitirmem yüzünden doğmuşlardır. Ken­dimi bir insan olarak düşünmemeye, gerçek olabilecek ka­dar önemli görmemeye başlamıştım ve bu duygular zaman­la tersyüz olup, mutlak gerçekdışı olduğum hissine dönüş­müşlerdi. Başkalarını düşünürken gerçek olan fikirlerim ve hislerim, kendime dönünce gerçekdışı oluyorlardı. Bu, ken­di menfaatlerini düşünmemekten, hodbin olamamaktan; hodbinliğe, egoistliğe doğru bir geçişti. Çünkü, bazı zaman­lar kendinizi düşünmemeniz bencilliktir, bu sizi daha az in-

san yapar, yararlı bir şekilde bencil olmak oldukça faydalı­dır.

Bunu yazmak benim için çok zor; çünkü okuyan olma­yacağından korkuyorum ve Annem bunu okumaya değer bulmayacaktır, böylece de bunları yazmanın bana hiçbir yararı olmayacak. O'nun görüşleri beynimde öylesine yer etmişler ki, bana iyi birşeylerin olduğunu kabul edemiyo­rum, birşeyler yapmaya çalıştığım zamanda nasıl olsa ba­şaramayacağımı düşünüyorum. Bu yaptığım herşeyi hatta düşüncelerimi bile kapsar; çünkü bence düşüncelerim dü­şünmeye değmez, yaptıklarım da yapmaya değmez ama yi­ne de yapılmaları gerekir çünkü başka herkes bunları yapar ve kimsenin öylece bırakmaya hakkı yoktur. Ben yine de kendime rağmen çalışırım, herşey daha yarısına bile gel­meden yanlış gitse bile.

Bu yazılar, iyileşme işleminin devam etmekte olduğunun delilleridir. Hastanın büyük bir karışıklıktan, düzensizlikten kurtulmasını ve bu yoldan kişiliğinin dağılması belirtilerinin yavaş yavaş yokolmasını göstermektedir.

Kişiliğin yitirilmesinin genetiği, soyaçekiminin araştırıl­ması ve bu deneyimde bireysel farklılıkların rolü henüz an­laşılamamaktadır. Kişiliğin yokolması, hafif haliyle, akıl hastalıklarının oldukça somut veya dayanıklı bir özü, temeli olarak görülebilir. Daha ciddi ve akut durumlarda, kişiliğin yitirilmesi, yoğun ve pasif duyarlılık veya boğulma, yutulma korkusu uyandınr ve dolayısıyla, düşmanca veya bu hastada olduğu gibi kendini mahveden savunma mekanizmaları oluşturur. Bu, bütün duyguların şiddetle inkar edilmesi ve gerçek, içten gelen duygusallıktan korkma ve dolayısıyla kendi benliği açısından bir gerçek-dışı olma hissiyle sonuç-

lanmıştır. Kişiliğin yitirilmesi aynı zamanda diğerlerinden şiddetli bir kopma, yabancılaşmayla beraber oluşur ve ruh­sal olgularında kendi benliğiyle diğer kişilerin temsil edil­melerini yansıtır.

Hastanın ilk öyküsünde, felce uğramış bir kararsızlık ve perspektif yoksunluğu, kişilik yitirmesiyle beraber göze çar­par. Boşluk hissinin yarattığı dehşet, yalnızlık ve uyuşuklu­ğa paralel uzanır, bu da değişikliğe karşı bir savunma sığı­nağı görevi görür. Özellikle sürprizler incitici ve potansiyel karışıklığa sebep olabilirler. Hastanın birinci öyküyü yaza­bilmesi, o denli canlı olarak tanımladığı durumdan kopması­nın bir ölçüsü olarak görülebilir. İkinci bölüm ise onun has­talık deneyimini ilk kez "kişiselleştirdiğini" yansıtmaktadır ve kendisinin başına gelenler konusunda saygın ve sorumlu bir anlayış gösterebildiği anlaşılmaktadır.

Bu öykülerin yazılmasından önce hastanın yaşadığı de­neyimler konusunda bildiklerimizi gözden geçirmiştik. De­tayların burada tartışılmayacağı pek çok olayın yer aldığı muhakkak. Bu öyküleri yeniden okumaktaki ve dikkatle in­celemekteki kişisel nedenimiz, bunların bizce sübjektf bir deneyimin iletilmesi açısından çok değerli olmalarıdır. Bu, yalnız bahsi geçen hastanın durumu yönünden değil, sıkıntı­larını sözcüklerle ifade edemeyen daha şanssız hastalar için de geçerlidir. Hastanın sübjektif deneyiminin değerlendiril­mesi, iyileşmenin kolaylaşması için gereklidir. Bizce, onun sözcükleri, akıl hastalıklarının kişiliğin yitirilmesini kapsa­dığı durumlarda, hastaların iyileşmesi için çabalayanların, emek sarfedenlerin ilgisini uyandıracak ve yararlı olacaktır.

İKİNCİ BÖLÜM

ÇEŞİTLİ PSİKO PATOLOJİK
DENEYİMLER

Mary Maclane

İÇİMDE OLAĞANÜSTÜ BİR
YAŞAM YOĞUNLUĞU VAR

"İyi değilim. Erdemli değilim. Sevimli değilim. Cömert değilim. Yalnızca ve herşeyden önce tutkulu, duygu dolu bir yaratığım. Herşeyi —hissederim. Benim deham bu. Ve bu beni ateş gibi yakı­yor. "

Mary Maclane'in "yoğun, tutkulu hislere" dair dehası, bir anlam­da akıl hastalığı dehasıdır. Yoğun hisler dünyasına geçiş belki de yoğun deneyim ve varoluş anlamına gelir ve bunun bütün yıkıcılı­ğına ve acı vermesine karşın, akıl hastalığının anlaşılabilir olan tek olumlu faktörüdür. Yabancılaşma ve hiçlik ikilemi batı toplu- munda çok yaygındır. Mary Maclane, o kadar güzel tanımladığı bu ikilem konusunda şöyle söyler; eğer iyilik ve bunun doğal sonu­cu olan normallik bir hiçlikse, kötülük ve delilik daha yoğun duy­guları —ve hayatı kapsar. Burada, diğer dokümanlarda da olduğu gibi akıl hastalığı içinde insan varlığı, en yoğun, en çıplak ve en gerçek şeklinde yaşanmaktadır. Gerçek derken, kültür adını ver­diğimiz kural ve mitler tarafından korunmadan kişilerin yaşadık­larının kendi ürünleri olduğu ve sosyal gerçeklerden etkilenmediği hali kastediyoruz.

Miss Maclane'in kitabı ]901'de, Sartre ve D. H. Lawrence'den ön­ce yazılmıştı. Dostoyevski ve Nietzsche'den haberi olmadığından emin olduğumuz halde, onların stilinde ve düşünceleri doğrultu­sunda bir eserdir. Yazısının sonundaki yalvarış, "Oh, keşke birisi bunu anlayabilse" doğrudan doğruya bize yöneltilmiştir. Onun üzerine soğuk, klinik, ’şizoid kişilik' veya 'şizofreni' etiketini ya­pıştırıp tımarhaneye, veya 'nevroz' teşhisi koyup tedavi için psiki­yatra yollarsak ona en korktuğu şeyi, "Dışarıdaki akıllı dünya bu uzattığım elime bir taş mı verecek" sorusuyla kastettiği şeyi yap­mış oluruz.

Psikiyatri'nin hastalara karşı duyduğu acıma, hep iyilerin hastala­ra duyduğu acımaya benzer. Bu acımanın içinde bir parça üstün-

lük hissi de vardır. Hasta ile hastalık ayrı ayrı düşünülmelidir. Ama bu ikisi ayrılmazsa, (Mary Maclane'in durumunda olduğu gi­bi) hastalık veyapsikopatolojinindi, kişiden başka birşey olmadı­ğı anlaşılabilir. Acımak veya duygularını paylaşmak sonunda hastalığın kendi içindeki anlamı ve değerini görürüz; bunu iyileş­tirilecek veya yok edilecek birşey olarak düşünmeyiz. Mary Mac- lane'e, onu diğer insanlara benzer bir hale getireceğimizi söyle­mek, eline taş vermek olacaktır. O, anlayış, sevgi ve ilişki istedi­ğini söylüyor. Belki de psikopatoloji sorununun çözümü bu kadar basittir.

BUTTE, MONTANA

13     Ocak, 1901

Ben kadın cinsindenim ve ondokuz yaşındayım. Şimdi yapabildiğim kadarıyla kendi Portremi, eksiksiz ve açıksöz- lülükle çizmeye başlıyorum. Ben, Mary MacLane için dün­yada başka bir paralel yoktur.

Bundan eminim; çünkü ben tekim.

Doğuştan ve gelişme açısından farklıyım, orjinalim.

İçimde olağanüstü yoğunlukta bir hayat var.

Hissedebiliyorum.

Mutsuzluk ve mutluluk için harika bir kapasitem var.

Geniş fikirliyim.

Bir dâhiyim.

Kendi göçebe ekolümün filozofuyum.

Yanlış veya doğru umurumda değil —bilincim bir sıfırdır.

Beynim, saldırgan bir çok yanlılık kümesidir.

Fevkalade mutsuz, ölümcül duruma eriştim.

Kendimi iyi tanıyorum, oh hem de nasıl!

Ender bulunan bir egoizm kazandım.

Karanlık gölgelerin derinlerine daldım.

Bütün bunlar tuhaflığımı gösterir. Bu yüzden kendimin oldukça tuhaf ve tek olduğumu anlıyorum.

Tanıdığım yüzlerce insan arasında bir paralellik aradım. Ama boşuna. Değişik karakterlerde, değişik insanlar vardır ama bunların hiçbirisi benimle kıyaslanamaz. Benim yaşım­daki gençler bana yalnızca aptalca bakmakla yetiniyorlardı, anlamıyorlardı; kırkbeşlik daha yaşlılar da —çünkü ondo- kuz yaşındaki biri için kırkbeşlikler yaşlıdırlar— ya aptalca bakıyorlar ya da o şeytani üstünlük gülümsemeleriyle bana acıdıklarını gösteriyorlardır.

Tabii ki, bunlar aşın durumlardı. Genç arkadaşlanmın arasında aptalca bakmayanlar; kırkbeşliklerden de karmaşık karakterimin bir kısmını anlayabilenler vardı.

Ama söylediğim gibi aralannda bana göre bir paralellik bulmanın imkanı yoktu.

***

Bazen dünyanın kenarına geldiğimi hissediyordum. Bir adım daha ve düşeceğim. O adımı atmıyorum. Kenarda du­ruyorum ve acı çekiyorum.

Dünyada hiçbir şey, genç ve yapayalnız bir kadın kadar çok acı çekemez!

Mary MacLane'in portresini çizmeye devam etmeden ön­ce onun ilginç olmayan geçmişinden bahsetmek istiyorum.

1881'de, Winnepeg'de Kanada'da doğmuşum. Winne- peg'in bu olaydan gurur duyduğundan kaygılıyım. Dört ya­şındayken ailemle beraber Minnesota'da küçük bir kasabaya taşınmıştık. Burada on yaşma kadar hiç de yavan ve yalnız olmayan bir hayat geçirdim. Sonra Montana'ya geldik ve yu­karıda anlattığım hayat devam etti. Ben sekiz yaşındayken babam öldü.

Kamımı doyurmak, üzerimi giydirmek, okula yollamak ve bana MacLane kanını, karakterini aşılamaktan başka bir konuda ilgi gösterdiğini hatırlamıyorum. Elbette ki beni sev­miyordu; çünkü kendinden başka kimseyi sevebilme yetene­ği yoktu. Bu nedenle, babamın —bencil Jim MacLane'in öl­müş olması veya yaşaması umurumda değildi.

O benim için bir hiçti.

Yanımda hala bir anne, bir kız kardeş ve iki erkek kar­deş vardı.

Onlar da benim için bir hiçtir.

Acayip bir yaşamı olan bir yabancıymışım gibi, beni hiç anlamıyorlardı.

Ailemle benim aramda kesinlikle sevgi ve sempati yoktu. Zaten olamaz da. Ondokuz yıldan beri benimle olan annem bile benim doğamı ve isteklerimi çarpılmıştı. Bir anneyle kızının arasında olması gereken sevgi ve anlayışı düşünün­ce bu konuda hakkımın yendiğini hissediyorum. Bu dünyada güzel şey o kadar az ki. Benim için bu hep böyle olacak.

Kız kardeşim ve erkek kardeşlerim benimle, benim ana­lizlerimle, felsefemle ve isteklerimle hiç ilgilenmezlerdi. On­ların istekleri ve düşünceleri kesinlikle pratik ve maddesel­di. İnsanlar arasındaki sevgi ve şefkat, onlara göre ancak ki­taplarda görülürdü.

Kısaca onlar Aşağı îskoçya'dandılar, ben ise bir MacLa- ne’dim.

Ve böylece, dediğim gibi ilginç olmayan varlığımı Mon- tana'ya taşımıştım. Varolmak gittikçe daha az ilginçleşiyor­du ama buna rağmen değişken beynim gelişmeye, büyüme­ye ve pırıltılar saçmaya başlamıştı. Ama, yıllar geçtikçe ha­yatımın tatsız, yavan ve olumsuz bir şey olduğunu farket­tim.

Liseden şunları kazanmış olarak mezun oldum: çok iyi derecede Latince; iyi Fransızca ve Yunanca; orta derecede

geometri ve matematik; geniş bir tarih ve edebiyat kültürü; pek okulun etkisi olmadan edindiğim gezginci felsefe; bir çe­şit deha; taşlaşmış boş bir kalp; kuvvetli, mükemmel bir genç kadın vücudu; acınacak kadar aç bir ruh.

Bu malzemelerle son iki yılımı geçirdim. Ama yaşantım tatminsiz ve çarpık olmasına rağmen, artık yavan ve sönük değildi. Dokunaklı bir acıyla doluydu —hiçliğin verdiği acı.

Beni meşgul edecek bir şey yok. Her gün yazıyorum. Yaz­mak bir gereksinme benim için —yemek yeme gibi. Biraz ev işi yapıyorum, genelde severim bu işleri. Gerçekten kuvveti­mi ve vücudumun inceliğini, mutfağın yerlerini silmekle ka­zanmıştım. Toz almayı sevmem ama yer silmeye bir diyece­ğim yok. İnsanın vücuduna ve beynine enerji veriyor.

Ama çoğunlukla kırlarda uzun yürüyüşlere çıkıyorum. Butte ve çevresi çirkin bir yer, güzel manzaralar yok. Nere­deyse çirkinliğin mükemmelliğine ulaşacak. Ve mükemmel olan hiçbirşeyi hor görmemek gerekir. Millerce uzunlukta kumda ve çıplak tepelerde dolaştıkça bazı şaşırtıcı incelik­lere, düşünce ayrıntılarına erişmiştim. Hergün, yaşantımda da hep kumlar ve çıplaklıklar, yalnızlıklar üzerinde dolaşı­yordum.

Ve böylece günlük yaşantım yeterince alelâde ve normal bir insan için rahat denilebilecek bir şekilde devam ediyordu.

Benim için bu, boş, kahrolası bir yorgunluk ve bıkkın­lıktır.

Sabahlan kalkıyorum; üç öğün yemek yiyorum; ve yürü­yorum; ve biraz çalışıyorum; biraz okuyorum, yazıyorum; ilginç olmayan bir sürü insan görüyorum; yatıyorum. Ertesi gün yine aynı şeyler.

Gerçekten coşkulu, anlamlı bir hayat! Bu hayatın bana ne yaptığını beni nasıl etkilediğini, şimdi anlatmaya çalışa­cağım.

24    Ocak

Ben orjinalim. Hoş bir şekilde ferahlatıcıyım. Bohemim. Tuhaf ama hoş bir şekilde ilgincim ve kötüyüm. Bir oda do­lusu sıkıcı insanla konuşabilir, onların ilgisini, hayranlığını ve şaşkınlığını toplayabilirim. Bunu bazen kendimi eğlen- dermek için yaparım. Söylediğim gibi, ben oldukça basit yüz hatlan olan, dikkati çekmeyen bir dahiyim ama zarif, hoş bir kişiliğim var. Vücudum güzel. Ve cazip, orjinal stilimle ko­nuşmaya başlayınca, bir "havam" vardır.

Başka hiçbir şeyi olmayan bir insan için 'havası' olması iyidir. Bu güçlü ve kendi çapında çarpıcı bir şeydir.

Kendimi herzaman böyle göstermem; belki de zaman za­man topluluğun karakterine bakarak, gösterimin istenilen et­kiyi yapmayacağını önceden gördüğüm için. Çünkü ben bir dahiyim.

Böyle zamanlarda, daima kendimden bahsederim. Ahlak konusu üzerinde konuşuyorsam, bunun Mary MacLane ile ilgili yönlerini anlatırım.

Evlilik ilişkileri konusunda nutuk atıyorsam, bundan Mary MacLane’i etkileyecekse bahsederim.

İlginç bir yaratıktır, bu Mary MacLane. Aslında herkes öyledir, yalnız diğerleri bunu farkedememişlerdir. İnsanlar değerimi pek anlamasalar da yine de dinleyicisiz kalmadım. Onlar benim bir dâhi olduğumun farkında değiller.

Ben bir kadınım ve ondokuz yaşındayım. Kendinden uzaklaşıp, eleştirebilen bir kişiyim. İyi olup olmadığıma karar verebilirim. Gerçekten ne olduğumu ve nerede durdu­ğumu biliyorum. Uzağı, içime doğru uzağı görebiliyorum. Ben bir dâhiyim.

Charlotte Bronte de bunu bir dereceye kadar yapabilmiş­ti, ve o bir dâhiydi.

Ve böylece, ben bir dâhiyim —bunu söylemeye hakkım var.

Ben esas itibarıyla, organik olarak egoistim. Kibirliliğim ve kendimi beğenmişliğim, yalnız başına yaptığım o uzun yürüyüşlerde iyice gelişmiştir.

Bir dâhi ile bir aptalın belirtileri bunlardır. Yine, bir dahi ile bir aptal arasında çok ince bir çizgi vardır. Çoğunlukla bu çizgi geçilir. Aptal dâhi olur, dâhi de aptal. Bu kötü bir adım­dır.

Büyükle küçük, şefkatli ve kibirli, mükemmel ile gülünç, saldırganla mütevazi, cennetle cehennem azabı arasında kü­çük bir adım vardır. İşte Dâhi ile Aptal arasında da böyle küçük bir adım farkı vardır.

Ben bir dahiyim.

Kaç kez bu ince çizgiyi geçtiğimi söylemeye hazır deği­lim. Daha ondokuz yaşındayken, kum ve çıplak tepelerden başka bir eğitim görmediğim halde bu kadar ilerlemem ne fevkalade değil mi? Fevkalade —duyuyor musunuz?

Sık sık bu gerçeği elime alıp bir portakal gibi sıktım, tatlı suyunu çıkarmak için. Hergün bir miktar su çıkardım ve her- gün bu meyve suyu tazelendi, Promete'nin hayati organları gibi. Onun için sıkıyorum, sıkıyorum ve suyunu içiyorum ve tatmin olmaya çalışıyorum.

Evet, yüzüme uzun uzun, merakla bakabilirsiniz. Bu , egoizm ve analiz dehasının, Şeytan'ın gelmesini bekleyen bir dehanın, içinde hayret verici, fevkalade bir karaciğer taşıyan dehanın, yüzüdür.

Galiba size bu karaciğer hakkında daha fazla birşeyler anlatacağım.

27    Şubat

Bu bir günlük değil. Bu bir portre. İç dünyamın bütün çıplaklığıyla gösterilmesi. Herşeyi göstermek için elimden geleni yapıyorum —her küçük zayıflığımı, duyguların her devresini, her isteğimi. Bunu yapmak gerçekten çok zor, bence ruhumun derinliklerine inmek, onun gölgelerini ve ka­ranlıklarını sergilemek çok zor.

Alçakgönüllülük veya utanç duymuyorum. İnsan birşey- den neden utanmalı ki?

Fakat insanın beyin yapısında bulanık, anlaşılmaz ve be­lirsiz bazı faktörler vardır —bunları nasıl kavrayacağım? Araştırdım, inceledim ve çok hassas noktalara kadar ulaşa­bildim— ve halâ ulaşamadığım pek çok nokta vardı.

Kabaran ve benim üzerimden aşan hislerim vardı. Çare­siz, yıkılmış ve yenilmiştim. Bunlar sanki benim ruh- odamm duvarlarına bilmediğim bir dilde yazılmışlardı.

Ruhum kör gibi aranıyor, soruyor. Hiçbir cevap alamı­yor. Bütün varlığımla bilinmeyen bir Şey'e sesleniyorum; genç-kadm-vücudumdaki bütün sinirlerle ve genç-kadın- ruhumun ulaşabildiği her yere sesleniyorum. Kumlar ve çıp­lak tepelerde koşarken bütün yaşamımın tutkuları, öfke ve kızgınlık halinde doruğa çıkıyordu. Yoğun ve ümitsiz bir özlem beni sarıyordu. Kalbim, ruhum, aklım ortalarda dola­şıyor, küçük bir ışık bile olmayan derin karanlığa dalıyor, ümitsizce ellerimi uzatarak araştırıyordum, özlüyordum, herşeyi istiyordum; Huzursuzluğun Şeytanı beni izliyordu.

"Delireceğim —delireceğim" diye durmadan kendi ken­dime tekrarlıyordum.

Ama hayır. Kimse delirmiyor. Şeytan, kimseyi o artistik lanetten kurtarmayı istemez. Önce insanın duyguları tam olarak yerinde mi diye bakar, sonra da onu Huzursuzluk Şeytanına çelik zincirlerle bağlar.

Canım acıyor — oh, günlerden beri bana işkence yapı­yor! Ama Şeytan bana Mutluluğumu getirirse, onu affedece­ğim.

Mutluluğum bana verildiği zaman, Huzursuzluk hala be­nimle olacak, bundan şüphem yok, ama mutluluk onun tiz sesini bastıracak, onu bir neşe aleti haline getirecek, sonunda onunla el sıkışacak —ve taşlaşmış kalbim, kadınsı vücu­dum, kafam ve ruhum harekete geçecekti. Öyle derin bir mutluluk ve öyle yoğun bir acı ile dolmuş olacaktım ki var­lığımdaki en küçük sinirler bile, yaşamın doluluğuyla sar­hoş olacağımdan, titreşecekler.

Mutluluğum bana verilince, saatler içinde yüzyıllarca ya­şayacaktım. Ve hepimiz hızla yaşlanacağız, ben ve taşlaş­mış kalbim ve vücudum, ve kafam ve ruhum, hepimiz yaş­lanacağız. Üzüntü de bir dereceye kadar yaşlanabilir. Ama mutluluk —gerçek mutluluk— bir anda insanın parmakların­dan kayabilir, ve geçen her yıl izini bırakır.

Hayatın, onu hissedenler için bîr trajedi olduğu doğrudur. Mutluluk bana verilince, hayat sözle anlatılamayacak kadar güzel, isimsiz bir şey olacaktır.

Fokur fokur kaynayacak ve kükreyecek; bir girdaba düş­müşçesine dönecek; sarsıntıdan sıçrayacak, haykıracak; has­sas hayallerle titreyecek; kıvranacak; parlayacak, şimşek gi­bi çakacak; yumuşak bir sesle şarkı söyleyecek; kayarcasma dansedercek; dörtnala gidecek; koşturacak; kabaracak ve ta­şacak; uçacak; yükselecek veya keşfedilmemiş derinliklere inecek; kızacak, köpürecek; neşeyle çığlıklar atacak; eriye­cek; alev olacak; keyifle yuvarlanacak; binlerce trampet çah- yormuş gibi sesler çıkaracak; küçülecek; gururla ilerleyecek; ölü gibi yatacak; havada bulut gibi kayacak; inleyecek, titre­yecek, patlayacak —ve Aşkla, ışıkla kokuşacak!

Bu dildeki sözcükler yararsız, boş. Bana Mutluluğumu verdiklerinde, yaşamın nasıl olacağını anlatabilecek kelime­ler yeterli değil.

Yazdıklarım tanımlıyor ama yetersiz ve karışık bir şe­kilde.

Sözcükler günlük kullanım içindir. Mutlu yaşamla yüz- yüze gelme sırası bana gelince dilim tutulacak.

Fakat duygularımın yağmurlan, tufan seli gibi akacak!

***

12    Şubat

Bütün duygularımı tam bir içtenlikle ve hissettiğim gibi yazıyordum —tabii hislerimi olduğu gibi anlatabilecek gü­cüm olduğu sürece—yine de duygulanım iletirken önemli bir faktörü, gerçeği atladığımı sanıyorum.

Bunu, yanlış anlaşılmayı göze almadan nasıl söyleyece­ğimi bilmiyorum. Bir oyuncuyum derken, çizmekte olduğum portreden bahsetmiyorum; daha basit, güncel konulardan bahsediyorum.

Lütfen, duygularımı önceden gözden geçirirken tamamen içten ve gerçekçi olmadığımı düşünmeyin. Onlar benim duygularım, gözyaşlarına —benim kanım, canım!

Ama hayatımda, kişiliğimde bir samimiyetsizlik ve ya­lancılık var. İnce bir sahtecilik bulutu daima üzerinde durur ve içinde değer verdiğim birşeyleri incitir.

Bunun analizini yapmayı tam olarak başaramadım — bulut öyle ince, öyle hafifti ki— ama yine de küçük değildi.

Doğal içgüdülerime tamamen ters düşen bir ortamda on- dokuz yılımı gömmüştüm. Bu süre içinde içdünyama hiç el sürülmemiş, duygularım paylaşılmamıştı. Bu yüzden her günümü rol yaparak geçiriyordum, bir sürü gerçeği de peleri­nimin altına gizlerdim. İnsan ömrü boyunca rol yaparsa, dik­kati çeker, artık damgalanmıştır. İnsan doğuştan yalancı ise, artık bundan kurtulamaz.

Bir yıl önce, bir bayan anemonun arkadaşlığı bana veril­diğinde ve o bazen uzun, sessiz bir acı duyduğunda ben de tellerimin gerildiğini, kapıların zorlandığını hisseder ve tu­haf, yeni bir acı duyardım. O anda onu incitmeden sıkıca tu­tar, onsekiz yıllık gözyaşlarımı akıtırdım. Bu nazik şeyi ha­yatımda herşeyden çok istemiştim ve aniden bana verilmiş­ti.

Bir sarsıntı ve içimde bir erime hissettim. Ama arkadaşı­ma tam olarak ne hissettiğimi anlatamıyordum. Duyguları­mın içtenliğinden şüphem yoktu ama bununla beraber etraf­taki o sahtecilik dumanı, yalancılık ruhu kabarıyor ve bana, "iki yüzlü", "salak" diyordu.

Belki de yalancılık ruhunun kendisi bir yalandı —yine de doğru veya yalan, daima benimle beraberdi. Duygularımı ya­zarak, herşeyi aslına sadık olarak anlatmaya çalışıyordum. Bazen başardığımı sanıyor, bazen de başaramadığımı anlı­yordum. Bu yalancılık faktörü benim çok yönlü karakterimin en ince, en nazik, en hassas ve en az bulunur yanıdır.

Ama en önemsizi değildir.

Kendimi çeşitli yollarda yürürken düşünürdüm; önce bir yolu, sonra bir başkasını deniyordum. Ve hep aynı şey olu­yordu, yolda yürürken önümde yolu karartan, içimi korku ve telaşla dolduran, büyük, siyah bir gölge görürdüm —kendi yalancılığımın gölgesini.

Kendimi bundan kurtaramazdım.

Ben doğuştan yalancıyım.

Bunu yazmak çok zor. Herşeyden çok yanlış anlaşılabi­lecek birşey. Belki siz de yanlış anlayacaksınız; çünkü bu konuda doğru dürüst bir fikir veremedim. Bunu yapmak iste­dim ama yapamadım.

Ama bu benim Portrem —Şeytanın gelmesini bekler­ken— herşeyi anlatmalıyım — herşeyi.

***

28     Şubat

Bugün kumlarımın ve çıplak tepelerimin üzerinde yürür­ken Sonsuz Hüzün'ü hissettim.

Herşey benden uzakta.

Hiçbir şey bana ait değil.

Tek arkadaşlığım önümde pırıl pırıl parlıyor, büyüleyici bir güzelliği var —ve daima benden uzakta, ona erişemiyo­rum.

İnsanların sevgi ve sempatisini istiyorum ve insanları reddediyorum, kabullenmiyorum.

Evet, insanları istiyorum.

Bende herkesi iten, uzaklaştıran birşeyler var.

Mutluluğum ne zaman gelecek, ona sahip olabilecek mi­yim? Herhangi bir şeye hiç sahip olabilecek miyim?

Bu itici gücüm, içimden, çok derinlerden geliyor. Orada Başlangıçta da vardı. Orjinalden, kaynaktan gelen bir şey bu.

Kendimi ondan kurtarabilmemin yolu yok. Kendimi on­dan kurtaramam. Bu olanaksız.

Oh, ben lanetliyim—lanetliyim!

Bu dünyada, benim için hissedecek, benimle beraber his­sedecek bir tek ruh yok. Kimse anlayamaz —hiç kimse.

Kendi kendinize, bunun benim kuruntum olduğunu söy­lüyorsunuz. Böyle demeye ne hakkınız var? Benim hakkım­da hiçbirşey bilmiyorsunuz. Ben, kendimi iyi tanırım. Yıl­lardan beri yaşamımın her dönemini inceledim. Hiçbir şeyi kafamdan uydurmuyorum, bazı şeylere —kaçınılmaz hale

gelinceye kadar— göz yumuyorum. Bunlarla yüzyüze gel­mem gerektiğini biliyorum. Gençlik tutkularıyla kıvranıyo­rum ve ben yaşça genç olduğum halde aslında olgunum — yaşlıyım. Tutkularım ve yaşım dışında hiçbir açıdan genç sayılmam. Herşeyi ayrıntılarıyla hissediyor ve tanıyorum. Hiçbir şeyi hayal etmememe gerek yok. İçyaşamım gözleri­min önünde. Benim, kimsenin anlayamayacağı bir yönüm var. Beni anlayabilecek biri olabilir mi acaba? Çıplak tepele­rimde hep yalnız başıma yürümekten kurtulamayacak mı­yım? Bu sorular durmadan beni tedirgin ediyor. Yaşamımın her saatinde bir ateş yakıyor gibiyim.

Of! Derin, kapkara bir umutsuzluk!

Nasıl acı çekiyorum —yaşamak nasıl acı veriyor! Sonsuz bir hüzün duyuyorum.

Sonsuz bir hüzün—

***

9    Mart

Dehamın çatlaklan arasında bu kadar çok sayıda, iğrenç ve değersiz ıvır zıvırın sıkışmış olması beni şaşırtıyor. As­lında dehamın kendisi de koca bir boşluk —ama iğrenç de­ğil. Ve o küçük ıvır zıvırlan bile —iğrenç olsalar bile, kü­çümsemiyorum. Bazen istemeden, saçmahklanna gülüyo­rum ama yine de bir işlevleri olduğunu iyi biliyorum.

Onlar garip olsalar bile , yine benim beynimin, insanlığı­mın parçasıydılar ve orada işe yarıyorlar.

Bu beyin, elini uzatıp birşeyler aranıyorsa ve çevresinde yalnızca boşluk ve hiçlik bulup, eli boş kalıyorsa, o zaman kendine dönmekten başka çaresi kalmaz —tıpkı ruhum gibi. Sonra kendi içindeki o sayısız ıvır zıvın bulur; bunlar onu yatıştırır, sakinleştirir. Ruhumda bu değersiz şeyler de yok;

onu yatıştıracak hiçbir şey yok. Ruhum kendi kendini yıp­ratıyor, kendi kendini yiyip bitiriyor. O değersiz, boş şeyler yine de işe yarıyorlar; benim kararsız, değişken,analitik beynimi; kendi içine döndüğünde, kocaman bir hiçlik bul­maktan kurtarıyordu.

Bu denli büyük bir acı ve yalnızlık içinde olmasaydım, beynim, fevkalade mantık ürünleri yaratabilirdi. Ben bir dâhiyim —bir dâhi—bir dâhi. Bunu göstermek çok zor. Ama, ben, bunu hissediyorum. Bu da bana yetiyor.

Dünyadaki herşeye yabancı olmam veya deliliğim veya acı çekmem yüzünden dahi olmadım. İnsan bunların hepsine sahip olduğu halde bu harika duyguyu bilmeyebilir. Deham hiçlikten doğdu. İçimde, şeytanın tohumu gibi doğdu, geliş­ti. Ve benimki gibi bir deha benden başka kimseye verilme­miştir. Deham beni buna inandırıyor.

Bu, ümitsiz, hiç bitmeyen bir yalnızlık!

Atalarım, İskoçya yaylalarında, uzak görü kazanmışlar­dı. Tabii, deham bir uzak görüye benzetilemez. Uzak görü­de, doğaüstü, esrarlı bir lezzet vardır. Deham ise sağlam, so­mut, güvenli, dünyevidir; sihirle büyüyle ilgisi yoktur.

Bir anlamda, düşüncelerimle veya sözcüklerle anlatama­dığım şeyleri hissetmemi ve tanımamı sağlıyor.

Bana kendimi ve içimdekileri, parlak bir ışıkla gösteren bir aynadır. Ve gördüklerim beni delirtiyor, midemi bulandı­rıyor. Bu, anlatılamayacak kadar korkunç birşey. O anda ak­lımdaki bütün düşünceler ölüyor. Mantığımı ve zekâmı donduruyor. Yalnızca o şeyi hissediyor ve tanıyorum.

Onunla yalnız kalıyorum —yalnız, yalnız, yalnız! Yuka­rıdan merhametli bir el uzanmıyor, hiçbir insan da yardım etmiyor— ah, hiçlikten başka birşey yok.

Buna nasıl dayanabilirim! Oh, size soruyorum-buna nasıl dayanabilirim!

***

14    Mart

Bu dünyaya yalnızca görmem için göz ve duymam için kulaklara sahip olarak yerleştirilmişim, ama ben yaşamak istiyorum.

Bu şaşılacak birşey mi? Çok mu tuhaf? Başka insanla­rın pekçok şeyleri var. Bunları istemem çok mu korkutucu?

***

19 Mart

Göğün kurşun gibi olduğu günlerde, bulutlar kumların can sıkıcılığını artırıyor, yalnızlığım bir kurt gibi içimi ke­miriyor. İçimdeki acı ve sertlikte, "kötü" kolayca oluşuyor. 'Kötülük', insanın sıkıcılığı ve hiçliği, içinde boğabileceği, derin, siyah bir havuzdur.

Kötülüğü pek iyi tanımam. Şimdi bana oldukça uzak gö­rünüyor ama yaşlandıkça ona yaklaşacağımı sanıyorum.

Ama şimdi, hava bu kadar kasvetliyken, kötülüğü istiyo­rum. Gencim ve yapayalnızım ve iyi olan herşeyden uza­ğım. Ama kötü şeyler çok yakınımda.

Bir sürü kötü şeyin gelip çevremi sarmasını, bu kasvetli hayatımı alt-üst etmesini ve büyüyü bozmasını isterdim. Ne­den Ölümün yerini Kötülük almasın? Ölüm'ün, bana başka bir ızdırap vereceği anlaşılıyor. Belki de Kötülük, yaşamı­mı canlandırır, hiçlik içinde yıpranmış olan sinirlerimi dü­zeltir. Bu bir çıkış yolu olabilir—ve belki bazı şeyleri unu­tabilirim.

Şu anda, eski çağlarda yaşamış olan bir kadını düşünü­yorum. Aptal Claudius'un karısı olan Messalina'yı. Bu eğlen­ce düşkünü çılgın kadına hep hayranlık duymuşumdur. As­lında birşeyi unutmak istemiş olmayabilirdi; ama istediğini

elde edecek kadar iradeliydi, istediğini yapmış, istediği ha­yatı yaşamıştı.

İyilik uğruna fedakârlık yapmak, özveride bulunmak ve beklemek güzel bir şey. Fakat 'iyilik' kendini uzakta tutup, hiçbir veride bulunmazsa, sıra kendimizi içine kapanma ve çekingenlik rüzgarına kaptırmaya gelir. Bizler zayıf, âciz ap­tallarız; ulaşabileceğimiz kaynaklardan haberimiz yoktur. Neden bize çekici gelen şeyleri almıyoruz? Erdemli olduğu­muz için mi? Hayır, korkak olduğumuz için.

Gerçekleşmesi uzak bir olasılık olan ideallerimize neden bağh kalalım? Değer mi? Bu felsefe değil. İnsan bir tabak sıcak mantar yemek istediğini düşünür ve buna kesin karar verirse, elimizdeki bir avuç kuru elmayı küçümsemesi mi gerekir? Mantardan başka birşey yemem, bu elmaları yiye­cek kadar alçalmam, diyerek açlıktan ölmeli miyiz? Aç bek­lerken, sonunda mantarı elde edeceğimizden eminsek, söyle­necek birşey yok. Başka bir şey yemeden beklemeliyiz.

Tannlar'ın vaad ettiği parlak, güzel ama uzak, daima ger­çekleşmeyen ideale ulaşmak için Kötülüğü atlayıp geçmek benim felsefeme uymuyor.

Bu kasvet, havada ve yaşamımda olduğu sürece, ufukta Kötülük görünüyor ve beni büyüleyici bakışıyla çağırıyor. O zaman, kendime soruyorum: Bu savaşçı ruh, bu boş kalp, bu eğersiz beyin, benim yavan, bakire bedenimde hiçbir işe yaramıyor. Onları bekleyen iyi birşey olamaz, ama çekici, parlak şeylerin olduğuna eminim—İyileri Tanrı verir, Şey- tan'ın verdiklerine karşılık olarak.

Ölüm elbet, günün birinde gelecek ve ben yalnızca ondo- kuz yaşındayım. O çekici, parlak şeyler bana iyi gibi görü­nüyorlar.

Aslında dünyada kötü hiçbir şey yoktur. Bazı şeyler, çarpık ve bozuk görünür. Bunlar kavram ve eylem olarak

kusursuz olsalardı, yalnızca hayranlık uyandırırlardır. Don Juan ile Haidee'yi hatırlarsınız. Birbirlerini sevmişlerdi. Ge­çici bir ilgi duysalardı, bunda kim kötülük görürdü? Harika, büyüleyici ve çekici birşey için kim böyle düşünebilir? Şey- tan'ın kötü şeyleri parlak ve çekicidir. Ben bunu gördüm, hem de Byron'un bir şiirinde değil, gerçek hayatta gördüm.

Şimdi, sevgili küçük Mary MacLane'in yalnız başına sevgisizce karanlık, ölümcül labirentlerde dolaştığını dü­şünmek sizi titretmiyor mu? Ben titriyorum. Eğer, sevgiyi tatmadan dolaşacaksam, neden Hiçlikte dolaşmayayım?

Çok yönlü bir Kötülüğe kolayca alışabileceğim! düşlü­yorum. Ondokuz yılımı Hiçliğin içinde geçirdim ve buna hâlâ alışamadım. Hiçlik içinde keskin bıçaklar saklıyor. Bel­ki Kötülüğün de bıçakları vardır ama —başka şeyler de var. Evet, başka şeyler var.

Sevgili Şeytan, eğer bana Mutluluk getirmeyeceksen, hiç değilse o parlak kötü şeylere açılan kapının anahtarını ver, bana yol göster, iyi vakit geçirmemi dile. Önce akıllı Kötü­lük dolu bir yedi yıl yaşamak isterdim, sonra da istersen öle­yim. Ondokuz yıllık kahrolası Hiçlik, yedi yıllık akıllı Kötü­lük ve sonra Ölüm. Asil bir amaç! Ama daha da kötü olabi­lirdi, değil mi?

Örneğin, ondokuz yıl süren bir Hiçlik ve sonra Ölüm. Bu bana çekici gelmiyor, aklım yedi yıllık Kötülüğe takıldı. Dünyada, Kötülük içermeyen hiçbir şey yoktur. Edebiyatta, sanatta —resimde, heykelde, hatta müzikte vardır. Beetho­ven'in, Chopin'in eserlerinde küçük, ince ve fevkalade zarif kötülükler hissedilir.

Chopin anlaşılmıyor. Onu anlayabilen bir kişi var mı? Ama hemen bir Kötülüğün varlığını hissederiz —ve bu mü­ziktir!

Bende de Kötülük faktörü var. Bu faktörü geliştirmek is-

tiyorum. Hiçlikle karşılaştırılınca, kötülük güzeldir. Bu ne­denle bana Mutluluk dışında başka bir şey getirecek birisini bekliyorum. Ama ne beklersem bekleyeyim, gelen şey yal­nızca Hiçlik.

***

28 Ekim 1901

İşte, benim Portrem böyle. Üç aylık bir Hiçliğin kaydı. Bu üç ay, ondan önceki üç ayın ve ondan sonraki üç ayın ay­nısı—ve zaman başladığından beri gelmiş geçmiş bütün aylar da aynı şekilde yaşandılar. Asla bir değişiklik yok, hiçbir yenilik yok!

Şimdi Portremi bütün dünyaya göndereceğim. Ne olursa olsun, göndereceğim.

Bu kitap var olmayacaksa, zaten başka neyim var ki? Ve belki birisi anlayabilir! —İyi değilim, erdemli değilim, sem­patik değilim. Yalnızca ve hepsinden önemlisi, ben yoğun, coşkulu hislerle, duygularla dolu bir yaratığım. Herşeyi — hissederim. Bu benim deham ve beni bir ateş gibi yakıyor.

Portrem, içerdiği analizler, egoizm ve acılıkla, mutlaka bazılarına ilginç gelecektir. Belki kendisi de yalnız olan biri­si, veya üç gün boyunca ekmek istediğim o üç kişi veya da­ha başkaları, mutlaka anlayacaktır.

Ama içlerinden hiçbirisi, duyduğum hisleri dünyaya yay­maktan doğan huzur, ümitsizlik ve acıyı bilemez. Bunlar be­nim taşlaşmış kalbimin kırılıp kopan kırıntıları. Ruhumun boynundan çekilip alınan amber kolyenin ipleri. Aklımın kırmızı deri cüzdanından çıkan küçük altın paralar.

Bu benim kısa hayat trajedim.

Benim herşeyimdir bu.

Anlıyor musunuz? Benim herşeyim demektir. Bu sizi eğ­lendirecek. İlginizi çekecek. Merakınızı uyandıracak. Bazı­ları bunu tuhaf bulacak. Sizi şaşırtacak.

Ama, acaba soğuk, kayıtsız kalplerde kıpırtılara sebep olacak mı? Ve, soğuk, eleştiren gözlere de bana görünen çıplak, gri ve korkunç kumlar görünecek mi? Ve, benim kü­çük, acıklı öyküm rahat, dertsiz kulaklarca duyulup bir süre sonra da unutulacak mı?

Yoksa uzattığım elime, bu akıllı, uçsuz bucaksız dünya, bir taş mı verecek?


Bu blogdaki popüler yayınlar

TWİTTER'DA DEZENFEKTÖR, 'SAHTE HABER' VE ETKİ KAMPANYALARI

Yazının Kaynağı:tıkla   İçindekiler SAHTE HESAPLAR bibliyografya Notlar TWİTTER'DA DEZENFEKTÖR, 'SAHTE HABER' VE ETKİ KAMPANYALARI İçindekiler Seçim Çekirdek Haritası Seçim Çevre Haritası Seçim Sonrası Haritası Rusya'nın En Tanınmış Trol Çiftliğinden Sahte Hesaplar .... 33 Twitter'da Dezenformasyon Kampanyaları: Kronotoplar......... 34 #NODAPL #Wiki Sızıntıları #RuhPişirme #SuriyeAldatmaca #SethZengin YÖNETİCİ ÖZETİ Bu çalışma, 2016 seçim kampanyası sırasında ve sonrasında sahte haberlerin Twitter'da nasıl yayıldığına dair bugüne kadar yapılmış en büyük analizlerden biridir. Bir sosyal medya istihbarat firması olan Graphika'nın araçlarını ve haritalama yöntemlerini kullanarak, 600'den fazla sahte ve komplo haber kaynağına bağlanan 700.000 Twitter hesabından 10 milyondan fazla tweet'i inceliyoruz. En önemlisi, sahte haber ekosisteminin Kasım 2016'dan bu yana nasıl geliştiğini ölçmemize izin vererek, seçimden önce ve sonra sahte ve komplo haberl

FİRARİ GİBİ SEVİYORUM SENİ

  FİRARİ Sana çirkin dediler, düşmanı oldum güzelin,  Sana kâfir dediler, diş biledim Hakk'a bile. Topladın saçtığı altınları yüzlerce elin,  Kahpelendin de garaz bağladın ahlâka bile... Sana çirkin demedim ben, sana kâfir demedim,  Bence dinin gibi küfrün de mukaddesti senin. Yaşadın beş sene kalbimde, misafir demedim,  Bu firar aklına nerden, ne zaman esti senin? Zülfünün yay gibi kuvvetli çelik tellerine  Takılan gönlüm asırlarca peşinden gidecek. Sen bir âhu gibi dağdan dağa kaçsan da yine  Seni aşkım canavarlar gibi takip edecek!.. Faruk Nafiz Çamlıbel SEVİYORUM SENİ  Seviyorum seni ekmeği tuza batırıp yer gibi  geceleyin ateşler içinde uyanarak ağzımı dayayıp musluğa su içer gibi,  ağır posta paketini, neyin nesi belirsiz, telâşlı, sevinçli, kuşkulu açar gibi,  seviyorum seni denizi ilk defa uçakla geçer gibi  İstanbul'da yumuşacık kararırken ortalık,  içimde kımıldanan bir şeyler gibi, seviyorum seni.  'Yaşıyoruz çok şükür' der gibi.  Nazım Hikmet  

YEZİDİLİĞİN YOKEDİLMESİ ÜZERİNE BİLİMSEL SAHTEKÂRLIK

  Yezidiliği yoketmek için yapılan sinsi uygulama… Yezidilik yerine EZİDİLİK kullanılarak,   bir kelime değil br topluluk   yok edilmeye çalışılıyor. Ortadoğuda geneli Şafii Kürtler arasında   Yezidiler   bir ayrıcalık gösterirken adlarının   “Ezidi” olarak değişimi   -mesnetsiz uydurmalar ile-   bir topluluk tarihinden koparılmak isteniyor. Lawrensin “Kürtleri Türklerden   koparmak için bir yüzyıl gerekir dediği gibi.” Yezidiler içinde   bir elli sene yeter gibi. Çünkü Yezidiler kapalı toplumdan yeni yeni açılım gösteriyorlar. En son İŞİD in terör faaliyetleri ile Yezidiler ağır yara aldılar. Birde bu hain plan ile 20 sene sonraki yeni nesil tarihinden kopacak ve istenilen hedef ne ise [?]  o olacaktır.   YÖK tezlerinde bile son yıllarda     Yezidilik, dipnotlarda   varken, temel metinlerde   Ezidilik   olarak yazılması ilmi ve araştırma kurallarına uygun değilken o tezler nasıl ilmi kurullardan geçmiş hayret ediyorum… İlk çıkışında İslami bir yapıya sahip iken, kapalı bir to