Ana içeriğe atla

  
 
Print Friendly and PDF

Akıl Hastalarının İç Dünyası 3

 

Joanna Field

İNSANIN KENDİ HAYATI

Bu çalışmada, toplumumuzca normallik diye bilinen bir çeşit pay­laşılmış psikopatolojinin giizel bir tanımı yapılmıştır. Şaşırtıcı olan şey ise Miss Field'ın değişmeye çalışması ve kendini iyileş­tirmek için uğraşmasının, toplumumuzca hastalık olarak nitelen­dirilmesidir. Bunun gerçekten böyle olduğunu görebilmek için, Freud'un bir mektubundan alman şu meşhur ibareyi düşünmemiz yeter: "Bir insan yaşamın anlamını sormaya başlarsa, hasta oldu demektir."

İyi bir Ingiliz Psikoloğu olan Miss Field, pek çok kişinin bugünkü kronik durumlarını tanımlıyor ve bizlere bu konuda birşeyler ya­pabilmek için harcadığı çabalarını anlatıyor. Psikanalizi düşün­müş fakat "herkes için uygun olan birşey bulmak istediğini" söyle­yerek bundan vazgeçmiştir. Bunun yerine, kendi "özel gerçeğini" aramaya başlar; bu "duygu gerçeğidir". Elinde bir defterle yaşa­mındaki her olayı gözlemleyip, tanımlamaya çalışır. Ona göre, ne yapması gerektiğini düşündüğü şeyler için kendini zorlaması, ilk adım olmamalıdır; yapacağı şey "yaptığı şeyleri araştırmak" ol­malıdır. Aşağıdaki parça, Miss Field'in "İnsanın Kendi Hayatı" isimli, 1952'de yayınlanan kitabından alınmıştır.

Bölüm I

İlk Şüpheler

"Doğan bir insan, denize düşen biri gibi, bir düşün orta­sına düşer. Deneyimsiz insanlar gibi tırmanıp çıkmaya çalı­şırsa, boğulur— nicht wahr?.... Hayır! Anlatayım! Tek yol, bu yok edici şeye kendini teslim etmektir ve ellerinizin,

ayaklarınızın çabalarıyla bu derin, çok derin denizde batma- maya çalışmaktır...Bu denizde o yok edici şey batıp, yok olacaktır.

Joseph Conrad"

***

Bu işe başladığım döneme baktığımda, iki aşama görü­yorum. Birinci aşamada, yaşamımın istediğim gibi olmadı­ğını ve bunu değiştirecek gücün bende olabileceğini, yavaş yavaş farketmeye başlamıştım. İkinci aşamada ise, bu ko­nudaki gerçekleri bulmaya çalışıyordum; çünkü değişiklik yapmadan önce bunların belirlenmesi gerekiyordu.

İlk aşamanın ne zaman başladığını söyleyemiyorum. Geriye bakınca, görebildiğim tek şey , yarı uykulu bir halde günlük işlerimi yapmam. Bazen bu durumdan sıkılıyordum ama asla nedenini bulmaya çalışmazdım. Her zaman elim­den gelenin en iyisini yapmaya çalışırdım, ara sıra neler ol­masını isteyebileceğimi düşlerdim ama bu düşün gerçekleş­mesi için bir çaba göstermezdim. Genellikle herşeyin çok iyi yürüdüğünü sanırdım, ama ara sıra bir sıkıntı basardı, her­şeyden nefret ederdim. Bu uzun sürmezdi. Gece dinlendik­ten sonra tekrar o aptalca iyimserliğime dönerdim. Hayatı­mın bana ait olduğunu, istediğim gibi düzenlemem gerektiği­ni hiç düşünmezdim. Herşeyi olduğu gibi kabullenmem sı­rasında, bazı akli rahatsızlıkların belirmeye başladığını far­kettim. Buna, kafamı kurcalayan şeyleri not etme alışkanlı­ğım sebep olmuştu. Bu çalışmayı hazırlamak için materyal ararken, kağıtlarımın aralarında dağınık, gelişi güzel yazıl­mış notlar bulmuştum. İçimi döktüğüm bu notların bazıla­rındaki sertlik beni şaşırtmıştı, kendimi tanıyamamıştım. Bu notları yazdıktan sonra okumazdım, yalnızca içimden ge­len bir dürtüyle yazmıştım. Bu yüzden akli dengem veya mutsuz yaşamım hakkında pek birşey farketmemiştim. Ama bunlar, benim bazı şeylerin olduğunu anlamamı sağla­dılar.

Bunu o zaman anlayamamıştım, ama şimdi diğer insan­lardan kopmuş, ayrılmış ve yaşamdan uzaklaşmış olduğu­mu hatırlıyorum. Başkalarının benim hakkımda düşündük­lerine öylesine önem veriyordum ki, sürekli olarak onları üz­mekten, kızdırmaktan korkuyordum. Daima birşeyler yap­maya çalışıyor, hep şaşkın bir halde oluyordum. Partilerde, özellikle arkadaş olmak istediğim kişilerin yanında tek bir söz bile söyleyemiyordum. Kendimi rahat hissedemiyordum. İçimde hep bir şüphe vardı: "Acaba doğru mu yapıyorum?"

Bu saçma, gülünç bir durumdu. Ama uzun süre bu duru­mu nasıl değiştireceğimi bilemiyordum. Birgün, neler istedi­ğimi, içimden geldiği gibi, önceden düşünmeden yazmaya başladım. Galiba yetersizlik duygularımı belirsizce anlat­maktan başka birşey yapmamıştım.

"Kendimi çevremin bir parçası olarak hissetmek istiyo­rum; herşeyden kopuk, erkenden yatağına yollanan bir ço­cuk gibi olmak istemiyorum. Arkadaş istiyorum, düşünce topumu bana geri atacak bir dosta ihtiyacım var. Ama insan­larla beraberken bir sis oluşuyor ve ben............................................................. Sizin hakkınızda

iyi, hoş şeyler söyleyecek insanlar olmasını nasıl özlersi­niz."

Sonra, fakirlere yardım konusundaki bir konferanstan eve dönünce, şöyle yazmışım:

"Öldüğüm zaman 'ne kadar işe yaradığımı' söylemelerini istemiyorum, yalnızca 'yaşadığımı' hissetmek istiyorum. Tanrı aşkına, bununla ne demek istiyorum? Pazar gazetele­rindeki 'insan ruhunun derinlikleri' filan gibi saçmalıklardan mı bahsediyorum? Ne aptalca birşey! Galiba benim kafam Pazar gazeteleri gibi çalışıyor. îyi bir amaç uğruna hizmet vermek istemiyorum, öyleyse numara yapmamın da yararı yok. Bu belki de bencillik ama, ben dünyadaki herşeyden pay almak istiyorum, iyilerle beraber kötüleri de istiyorum. Dünya öylesine harika bir yer ki, herşeyi yakalamak, kucak­lamak, her zerresini hissetmek ve katılmak istiyorum. Pay­laşmak istediğim şeyler ne olabilir?"

Bu şaşırtıcıydı. 'İçimi boşaltırken neden normal konuş­mamdan farklı bir dil kullanıyordum? İçinde yaşadığım or­tamda, hislerin böyle uluorta ifade edilmesi hoş karşılan- mazdı. Olay çıkarmak, kahramanlık göstermek tabuydu. Halbuki, burada, istediklerimi bulmaya çalışırken bu kahra­manca cümleleri kullanmıştım. Ama hiç değilse bu sözcük­lerin beni bir yere götürmeyeceğini anlamış gibiydim; bunu şu satırlardan anlıyoruz:

"Kendimi bırakmak, koyvermek, yaşamın içimden (bir deniz gibi berrak ve serin) aktığını hissetmek istiyorum. Bu ne demek oluyor? Yani okurken kendi benliğimi unutmak, yazarların evreninde olduğumu hissetmek; yani amaçlarım doğrultusunda davranmak. Belki hedefin de ilerisine gidiyo­rum, ama ne önemi var? Bu bir iş yapmak mıydı yoksa iste­diğimi yapması için birilerini ikna etmek veya ona yardım etmek miydi?"

Bunların hepsi çok iyi, hoştu ama bana kendimi nasıl koy vereceğimi, benliğimi nasıl unutacağımı anlatmıyordu. Bunun için bir çare aramış olmalıyım. Çünkü sık sık gece­kondu bölgelerine gidip fakirlerin sorunlarıyla ilgilenerek kendimi unutmaya çalıştığımı hatırlıyorum. Fakat içimde hep o şüpheler vardı, gerçekten onlara verecek birşeylerim var mıydı veya onlara benim, kendimin yeterli bulmadığım bir yaşam tarzı göstermenin yararı var mıydı gibi sorular beynimi kemiriyordu. Sonra elimden kaçmakta olan yaşa­mın sırrını bulabilmek için, belki de fakirliğin güç şartların­da yaşamak için kendimi zorlamam gerektiğini düşündüm. Ama burada da tedbirlilik ve korkaklık baskın çıktı; sağdu­yum bu romantik ve dramatik düşünceyi şüpheyle karşıla­dı. Sonra psikanaliz önerildi. Ama bunun nasıl düzenlenece­ğini, o zaman bilmiyordum ve çıkış yolu olarak görmedim. Herkes için uygun olan, herkesin kolayca uygulayabileceği bir yol bulmak istiyordum. Sonunda, bütün bulgularım için­de, benimki gibi soranlara en uygun tedaviyi buldum; çünkü aşağıdaki notta şöyle yazmışım:

"Neden olmasın? Neden onunla yaşamayacaksın? Ken­dini bırakma ve teslim olma korkusu. İnsanın fantazi ve özel dünyasının duvarlarını yıkmak, ailece dışlanmanın ve gü­nahkar olmanın duvarlarını çökertmek....

Ama engellenmekten, kapatılmaktan nefret ederim, ev­rendeki tüm yaşamın içime akmasını istiyorum. Bu bana, insanın tüm dünyasını gömmesi gibi görünüyor. Onu sevme­miş olmam korkumu örtmek için mi? Yoksa içten gelen bir savunma sistemi mi?"

Bu kararsızlık, birinci aşamanın bitişini gösteriyor. Göz­lerim açılmış, yaşamımın istediğim gibi olmadığını farket- miştim. Ama bu konuda ne yapmam gerekiyordu? Bir sevgi­li edinmek herşeyi halledecek miydi? Hangi görüşe güven­meliydim? Bazılarına göre sevgili edinmeliydim; yoksa be­nim yetiştirildiğim standartlara inanıp bunun sözünü bile et­memeli miydim? Bu, bütün problemin küçük bir örneğiydi. Eğer yaşamım bu haliyle yeterli değilse, bunu nasıl değişti­recektim? Hangi standarda göre yaşayacaktım.

Bu noktada yaşamımı yönelteceğim standartları düşün­meye başladım. Bunu bulabilseydim, gelecekte nelerden ka­çınmam gerektiğini bilecektim. Bu çok önemli bir adımdı. Çünkü "gerekeni" yapmaya çalışacağıma, o anda ne yaptı­ğımı incelemeye başlamıştım.

îlk olarak yapmayı amaçladığım herşeyi düşündüm, işimde iyi olmak, insanları memnun etmek, popüler olmak, olup biteni kaçırmamak, benden bekleneni yapmak, insanla­ra yardım etmek, mutlu olmak. Bundan sonra, düşündüm ve bu amaçlardan hiçbirine ulaşamayacağıma inandım. Çünkü yaşamım bunların hepsinin plansız, düzensiz bir karışımı tarafından yönlendirilmişti. Adetler; ananeler; moda; arka­daş, aile, vatandaş çevresinin koyduğu standartlar tarafından etkilenmiş ve oradan oraya sürüklenmiştim.

Bunlar, bir insanın yaşamını yönlendirecek kadar güve­nilir miydiler?

Öyle olduklarını sanmıyordum, çünkü çevremde hep ku­ralların, alışılagelmiş davranışların değiştiğini, yetersiz ol­duğunu görüyordum. Yalnızca bizi savaşa sokan bu sosyal geleneğin kurallarından şüphe etmekle kalmıyor, aynı za­manda bana öylesine karışık geliyordu ki, bana söylediği şeyleri, nasıl bir hayat sürmem gerektiğini anlamıyordum. Ama başka ne vardı?

Eğer başkalarının yaptıklarını veya beklentilerini yapma­yacaksam, başka neye göre davranacaktım? Kendi mantığı­ma mı? Ama çok eskiden beri yeterince bilgim olmadığını, bir mantık tartışmasını sonuna kadar izleyemediğimi bili­yordum.

Ayrıca eğer kendime en iyi yaşam tarzını seçecek ve bü­tün yaşamımı bu değerlendirmelere göre kuracaksam, önce evren hakkında berrak ve açık bir bilgim olması daha doğru olmaz mıydı? O zaman kendi hayatımdan önce, bütün bilim ve fen yayınlarıyla mı uğraşmam gerekiyordu? Öyle yap­sam ve hepsini anlasam bile, hangisini yaşamıma temel ola­rak seçeceğimi nasıl bilecektim?

Burada içim, mantıklı ve akıllı bir yaşam için mutluluğu buluncaya kadar beklemem gerektiği olasılığına karşı kuş­kularla doldu. Bunun için de Einstein'ı anlayıncaya kadar beklemem gerekecekti.

Peki, mantık da olmuyorsa neyi arayacaktım? İnsanın na­sıl yaşaması gerektiğini gösteren bir sezgi yok muydu? Tıp­kı bir köpeğin hastalanınca ot yemesi gibi. Böyle bir fikrin şüpheyle karşılanacağını biliyorum ama bu yine de gözardı edilmemelidir. Belki de böyle bir duyu, kendini insanın bazı ani istekleriyle belli ediyordur. Veya belki de bu duyu, bizim bugünkü yaşam şeklimiz yüzünden körelmişti. Veya bu is­teklerimiz, belki de deneyimle geliştirilebilir.

Sonra birden aklıma geldi; belki de mutlu olmak, gerçek­ten böyle bir duygunun belirtisidir. Belki insan aslında tam olarak ne zaman mutlu olduğunu bilirse, mutlu bir hayat için nelerin gerekli olduğunu da bilebilir. Öte yandan, mutluluk konu dışı; esas olan şey, insanın canının istediğini yapması gerektiğidir.

Kendi mantığımın gücünden emin olmadığımdan, bu so­rulan cevaplandırabilmek için oturup düşünmenin bir yaran olmadığına karar verdim. Başkalannın fikirlerini okumak da yararsızdı, çünkü onlar için doğru olan benim için doğra olmayabilirdi. Kendi hayatımın gerçeklerine, yalnızca göz­lem ve deneyimlerime dayanarak bilmek istediğim şeyleri bulabilmek umuduyla bakmayı, incelemeyi düşündüm. Bu­nun için tek yol bir günlük tutmaktı; bu günlükte hergün özellikle mutlu olduğum anlan yazmakla işe başladım. Ay­rıca önemli görünen her şeyi not ediyordum çünkü ileride mutluluğun önemli olmadığı ortaya çıkarsa, başka şeyleri de inceleme fırsatım olacaktı. Bu planı yapmam ve günlüğü­me neleri yazmam gerektiğine karar vermem oldukça uzun bir zaman aldı. Daha önceleri de günlük tutmaya çalışmış, ama her olanı yazmaktan sıkılıp birkaç hafta sonra vazgeç­miştim. Bir kez daha denedim, olağan bir iş gününü seçip aklımda olan herşeyi kaydetmeye çalıştım. Sonuç beni deh­şete düşürdü. Eğer günlük yazmak bu anlama geliyorsa bu­nu devam ettiremeyeceğimi düşündüm. îşte yazdıklarım:

"Bu sabah kalkınca aklımdaki tek düşünce, işe gitmeden önce saçımı kestirecek zamanımın olup olmayacağıydı; bir de çok solgun ve yorgun göründüğümü, F.'yi görmeye gitme­yi hiç istemediğimi düşündüm. Kuaförü aradım ve randevu alamadım.... S. kuaförünün saçlarımı kesebileceğini öğrenin­ce çok sevindim; kibar, genç bir adam kesti saçlarımı. Büro­da, saçımın ne kadar iyi kesildiğini ve bana ne kadar yakıştı­ğını söyleyen biri çıkar diye umuyordum. Sonra F. ile öğle yemeği yedik, saçımı farkettiğinde yüzümün kızardığını his­settim. Ondan ayrıldığımda, herşey yolunda gittiği için mut­luydum. Biraz çalıştıktan sonra, Miss P.'yi buldum, yeni saç kesimimi gösterdim, onunla çene çalarken ne kadar çekici ol­duğumu düşünüyordum. Kulübe gittim, orada M. saçımın güzel olduğunu söyleyince çok sevindim. Pin pon oynadık, kendimi o gün pek beğendiğim için her zamankinden güzel oynadım...

Akşam yemeği... birşeyler konuşuyorduk. Birdenbire, M.'den bahsedildiğini duydum. Tokat yemiş gibi oldum. Bi­risine kart yolladığını söylüyorlardı. Bu insanların onu tanı­malarından hiç hoşlanmadım. Onu ciddiye aldığımı zanne­debilirlerdi ve M. için birçok kızdan yalnız biri olduğumu bi­leceklerdi. Ama içlerinden hiçbirinin onu anladığını sanmı­yordum. Eve gelince, albüme koyacağım resimleri ayırdım, tabii ki güzel göründüğüm fotoğrafları seçiyordum."

Bu gözlem neredeyse girişimimden vazgeçmeme sebep olacaktı. Aklımda hep eleştiriler çınlıyordu: "Kendini daha az düşün; bu kadar kendinle meşgul olma; başkalarını da düşün, o zaman kendi sorunlarını düşünecek vaktin olmaz."

İçim şüpheyle dolmuştu. Bu çabalarım beni iç gözlem batağına daha çok saplamıyor muydu? Bu kez de şu notu buldum:

"Geçen gün en önemli şeyin, öbür kişilerin görüşleri ol­duğunu düşündüm."

Üç hafta sonra da şu yarım kalmış cümleyi yazmışım:

"Eğer birşeyi keşfedebilecek zekam yoksa, kendimden daha çok sevdiğim..."

Bundan anladığım kadarıyla, çocukluğumda öğrendiğim bir prensibi hatırlamışım; dünyadaki en kötü şey bencillik­tir. Çocukken iyi olmaya çalışmam bir anlamda bencillikti. Bencil olmamak kavramı, bende bir huzursuzluk, tedirginlik hissi yaratıyordu. Sonraki yıllarda, durmadan kendimi, baş­kalarını düşünmeye zorladım; ama gittikçe daha çok içime kapanıyordum. Yıllarca bunun sebebinin benim irade gücü­mün zayıflığı olduğunu sanarak, şaşkın şaşkın dolaştım, esas sebebinin kullandığım yanlış yöntem olduğunu düşün­müyordum.

Şimdi, sonunda, bencilliğimden kaçarak kurtulamayaca­ğımı anlamaya başladım. O 'yok edici şeyin' içime gömül­mesi gerekiyor.

Böylece yıllarımı alan bir çalışmaya başladım; yaşamı­mı, geleneklere, veya akılcı teorilere veya otoritelere göre değil, deneyimlerle düzenlemeye çalışıyordum.

Günlüğümün başına aşağıdaki pasajı yazdım:

"İnsan yaşamının amacını ve anlamını bilmememiz ve kuruntuları gerçek gibi gösterdikleri için manevi sezgilere güven duymamamız, bizi davranış teorilerine karşı uyarır­lar.

Francis Gaitan."

Bu cümlenin anlamını tam olarak kavrayamamıştım, çünkü davranış teorilerinden haberim yoktu. Yıllar sonra, tekrar okuduğum zaman, yazarın kamu gerçeği ile kişisel gerçekten, aynı şeymiş gibi bahsettiğini farkettim. Bu yüz­den, belki de bu cümlenin benim için bir uyan olduğunu his­setmekte haklı olduğumu düşündüm. Manevi sezgi derken, akılcı tartışmaya dayanmayan bir şeyi kastettiyse, bu var ol­duğu bilinen ama nasıl olup da bilindiği bilinmeyen bir şeydi.

Mantığa dayanmayan fikirlere güvenmemenin akıllıca olacağını hissediyordum; çünkü bunlar benim isteklerimi yansıtıyorlardı. Ama bu korkunun, güvensizliğin, benim iç âlemimdeki gerçekleri görmememe sebep olmaması lazımdı.

Dış dünya hakkında olduğu kabul edilen kamu gerçeği, benim için önemli olanları göstermiyordu. Ama belki de ki­şisel gerçekler vardır, bilmekten çok hissetmeye dayanan bu gerçeklere arkamızı dönemeyiz. Bildiğim kadarıyla bilim bu alanla ilgilenmemiştir; bazen öyle birşey olmadığını, bazen de varsa bile bilimi ilgilendirmediğini söylemişlerdir. Ama bilim buna sahip çıkmasa bile, yine de bana biraz yaran ol­maz mı acaba? İstek ve mutlulukla ilgili bu sorulann, bilimin gerektirdiği gibi kesin formüllerle çözümlenemeyeceğini bi­liyorum. Ama deney yöntemini uygulayarak, gözlem yapa­rak hipotezlere ulaşıp, sonra yine kişisel gerçeklerimle kar­şılaştırmalar yapamaz mıydım?

Beni ileride nelerin beklediğini az çok biliyordum herhal­de, çünkü önümde duran buruşturulmuş bir kağıtta şunlar yazıyordu:

"İçimizdeki bu ruh ve hayat, çevremizdeki yaşamla hiç­bir şekilde uyum sağlamıyor. Birisi ona ne düşündüğünü so­rarsa, o, daima başkalarının söylediğinin tam tersini söyler... Aslında o, dünyanın en garip yaratığıdır; bir rüzgar gülü gibi dönek ve değişkendir, hem utangaç hem kabadır, bakire ve şehvet doludur, geveze ve sessizdir; çalışkan ve hassastır; melankolik ve hoştur; yalancı ve gerçektir; bilgili ve cahil­dir; liberal ve açgözlüdür; kısaca öyle kompleks, öyle belir­sizdir ki; dış dünyada insanlarla ilişki kuran diğer görüntü­sünün tamamen tersidir.

Virginia Woolf'

Bu arayışın öyküsünü yazmaya karar vermemin sebebi eğer yazmazsam yolumu kaybedeceğimden korkmamdı. Yi-

ne de yıllarca tereddüt ettim, bunları nasıl yazacağımı bilmi­yordum. Bana olanları anlatmaktan, kişisel olmaktan çekini­yordum, bir yandan da ancak böyle yazarsam başkaları için bir değeri olacağını da biliyordum. Öyküyü sanki bir arkada­şın veya hayali bir tipin başından geçmiş gibi anlatmak isti­yordum. Bu biraz da yetişme tarzım yüzünden oluyordu. Za­manla, sessizliğin kuvvetlilerin bir ayrıcalığı olduğunu, güç­süzler için ise bir tehlike olduğunu anladım. Susmam, anlat­mamam gereken şeyler genellikle utandığım şeylerdi; hal­buki bunları açıklamam ve itiraf etmem çok daha iyi olacak­tı. Böylece direkt kişisel bir anlatım kullanmamın, herşeyin özü olduğunu farkettim. Roman yazarları ve şairlerin nasıl yaşanacağını yazdıklarından öğrendiklerini düşünürdüm. Kendi sorunlarını dramatize ederek, yazarak daha kolay çö- zümlüyorlardı. Peki ama, insanın iç dünyasındaki gerilimle- ri, sorunları sembolize ederek düşsel gerçekler yaratabilme yeteneği yoksa, bunlarla başka bir yöntemle başa çıkılamaz mı? Elbette psikoloji üzerine yazılmış olan veya nasıl başa­rılı, mutlu olacağınızı anlatan kitaplar vardır, ama bütün bunlar benim dışımda kalıyorlar; çok genel kavramlar kulla­nıp uygulaması zor kurallar öneriyorlar. Başkalarının benim nasıl olmam gerektiğimi yazmaları, tıpkı bir elmanın rengini kitaptan bakıp öğrenmeye benzer. Bu gibi şeyleri başkaları­nın fikri olmadan bilmek gerekir. Öyleyse, başkalannın yaz­dıklarına ihtiyacımız yoksa, kendimiz yazmalıyız.

Bu işe girişmek isteyenlere son bir uyarım var; bu kitap okumakla ilgilidir. Uzun süre, yazmayı erteledim. Öğren­mem gereken çok şey vardı, bu konuda yazılmış olan çok eserler olduğunu hissediyordum. Asla bu düşünceye teslim olmayın, asla 'çok az şey biliyorum, başlamadan biraz daha okumalıyım' demeyin. Önce gözlem yapmalı, sonra gözlem­lerimi anlatmalı ve sonra eğer gerekiyorsa kitaplara bakma­lıydım. Buna karar verince yazmak kolaylaşmıştı.

Sonunda yalnızca moralimi düzeltecek, bana bilgi yerine cesaret verecek kitaplar okumaya karar verdim. Yine de ki­taplara çok şey borçlu olduğumu kabul ediyorum. Belki oku­mak düşüncelerimi geliştirmişti, ama çoğu yazılar beni şa­şırtmış, aklımı karıştırmıştı.

En iyi öğretmen insana herşeyi kendisinin öğrenip, gerçe­ğe giden yolları bulmasını öğretir, bu yüzden ortaya çıkan sonucun ne kadarı öğrencinin, ne kadarı öğretmenin payıdır, pek anlaşılmaz. Aklıma aniden geldiğini sandığım pek çok fikrin, okuduklarımdan doğduğunu da şimdi farkediyorum.

Başka bir nokta da, bulduğum şeyler yalnız benim için gerçek olmalıdır. İzlediğim yol, belki de ana yoldan çok uzaktaki, ıssız bir patikadır. Okuyuculara, bir gezginin yolu­nu kaybetmesi ve ana yola ulaşmak için şaşkın şaşkın do­laşması ilginç gelmeyebilir. Belki de onlar, daha yolun ba­şında, hangisini izleyeceğini biliyorlardır.

Yazdıklarımı yeniden okuyunca, karşılaştığım bazı zor­lukların size çocukça gelebileceğini düşündüm. Ama sonra insanın kendisinin tek ve eşsiz olduğunu düşünme yanılgı­sına sık sık düştüğünü hatırladım.

Yine de ıssız bir patika olduğunu sandığım yolun sonun­da bir ülkeye vardım. Bu ülkeyi bazıları çok iyi tanır, bazıla­rı varlığını bildiği halde hiç bahsetmezler ve bazıları da is­mini bile duymamıştır.

R. S. Cavan

BİR İNTİHAR ÖYKÜSÜ

Bu parça Rııth Cavan'ın "İntihar" isimli eserinden alınmıştır. Yal­nızca ’Nevrotik' olarak tanımlanabilecek, asap bozucu bir ilişki­nin öyküsü anlatılıyor. Sevgi ve şefkat için doymak bilmez istek­lerde bulunup sevdiği insanı bu yüzden uzaklaştıran yazar, kendi­si için dayanılmaz bir durum yaratmıştır. Bu acı veren durumun sonunda da intihar etmiştir. Nevrotik halin çok güzel ve canlı bir öyküsünü yazmıştır. Bir yerde şöyle yazmış, "Son iki yıldır yazdı­ğım o aptalca şeyleri okuyordum.... Bu kitap hep yakınmalarla dolu, birbiri ardına yakınmalar. Bütün bunlardan nasıl bıkmadı­ğıma şaşıyorum" Acaba, 'yakınma' sözcüğünün içinde bir doyum, bir yeterlilik olduğunu önermek, çok mu zorlamaca olacak?

Bir bahar sabahı, Albert Cummings bir iş randevusunu kaçırınca, arkadaşları onu, Black Belt mahallesindeki evin­de aramaya geldiler. Dairesinde, cesedini buldular. Uyku­dayken vurulmuş ve ölmüştü. Görünüşe göre yanında yatan kız, önce onu sonra da kendini vurmuştu. Marion Blake, ölümünden önceki son yedi yılını kapsayan ayrıntılı ve kı­sıtlamasızca yazılmış bir günlük bırakmıştı. Bu defterin yaprakları arasında, fırtınalı dönemleri, Marion'un sorunlara karşı tipik reaksiyonlarını ve intihar etmeye yavaş yavaş karar verişini izleyebilirdiniz.

Günlükte yazılmamış olan bilgiler de soruşturma sonu­cunda elde edilmiştir. Marion, lise mezunuydu; annesi, zen­gin bir tüccar olan babasından boşanmıştı. Evleninceye ka­dar annesi ve kızkardeşiyle beraber yaşayan Marion, baba-

sıyla ilişkisini de kesmemişti. Evlenmeden önce, Chicago'da orta sınıftan ailelerin yerleştiği bir bölgede yaşıyordu.

Bir bahar günü, Thomas Whitford adında genç bir me­murla, bir okul partisinde tanıştı ve beş ay sonra onunla ev­lendi. Evlendiğinde ondokuz yaşındaydı. İkisinin de daha önce yaşadıkları düzenli mahallelerden çok farklı bir semte yerleştiler. Evleri, 45. cadde yakınında sık sık kiracı değiş­tiren bir apartmandaydı ve barları, kabareleriyle pek iyi şöh­reti olmayan bir bölgedeydi.

Anılarını yazması, Marion'un evlenmesinden iki ay son­rasına rastlıyor. Kabaca üç bölüme bölünen bu günlük he­men hemen 50.000 kelime uzunluktaydı ve bir kısmını aşa­ğıda okuyacaksınız. Bu üç bölüm şöyle sıralanabilir:

a- Marion'un evlilik hayatı; akli dengesizlik ve boşan­mayla bitti.

b- Geçici flörtlerle dolu düzensiz bir dönem.

c- Albert Cummings'in sevgilisi olarak yaşadığı daha uzunca bir dönem; evlilik hayatındaki düzen vardı ama evli­liğin verdiği güven yoktu.

1912’nin sonlarında yazdıkları, Marion'un sevilme ihtiya­cını, para sıkıntısını ve Tom'la olan kavgalarını yansıtıyor. Durmadan, ufak değişiklerle şu cümleleri tekrarlamıştır. 'Ah, kocam ne kadar çok sevilmek istediğimi bir bilseydi. Ona söylüyorum ama beni ciddiye almıyor, ben her an sevil­mek istiyorum'. Bu sabah para yüzünden tartıştık. Ah nasıl, bir arada, hiçbir kötü söz sarfetmeden mutlu yaşamak ister­dim!

"Ters konuşması ve kayıtsızlığıyla kalbimi kırıyor. Her defasında aramızdaki uçurum daha büyüyor. Onu daha az se­viyor değilim ama daha çok da sevmiyorum. Tanrım, onu uyandır, her zaman nazik ve düşünceli olmasını sağla. Ba­zen bu kadar sinirli olması, hasta olduğundan mı, yoksa as­lında suçlu olan ben miyim? Her zaman, kocamla geçine-

mezsem bunun sebebinin annemle yaptığımız kavgalar ola­cağını söylerdim. Ama yanılmış olduğumu biliyorum, eğer öyleyse neden Tanrı yaşamama izin vermiyor? Şimdi yaşa­mak benim için dayanılmaz bir hal aldı ve eğer durum dü­zelmezse, bir şeyler olacak."

Kavgaların bir kısmı Marion'un davranışları yüzünden çıkıyordu, özellikle kocasının ailesine karşı tutumları yü­zünden... Marion'un sevdiği ama Tom'un annesinin sevmedi­ği bir akraba geldiğinde:

"Hepimiz içmiştik, Tom sarhoş olduğumu söyledi; ama değildim. Yalnızca kendimi iyi hissediyordum. Annesinin beni görmesini isterdim. Ona da iyi gelecekti Tom'un ai­

lesinin yanında bir melek gibi davranmaktan bıktım. Ona, şimdiye kadar düşünüp de söyleyemediğim pek çok şey söyledim. Neyse, artık bu konuda neler hissettiğimi bilmesi gerekir. Yine de, şehir dışında oturmak isterdim; akrabalar­la yalnızca yazışırdık. Bu da bana yetiyordu."

Günlükte bu yakınmaların ve kavgaların arasında yer yer Tom'la sevişmelerinden ve günlük hayatın önemsiz olayla­rından bahsediliyordu.

1913'ün başlarında, Marion çocuk düşürdü ama bu, ken­disini ve Tom'u fazla etkilemedi. Bunu, Tom'un şefkati ve mutlulukla geçen bir dönem izledi. Ekonomik sıkıntılar ve Tom'un iş bulamaması yüzünden iki tarafın ailesi de yardım ediyordu. Bu arada restoranlardan ve marketlerden küçük çapta hırsızlıklar da yapıyorlardı. Marion, iş bulmanın şart olduğunu düşünüyordu ve erkek giyim mağazalarının birin­de işe girdi, bu arada Tom için birkaç şey tırtıklamayı umu­yordu.

Aynı yıl içinde Marion'la Tom'un ailesi arasındaki ger­ginlik artmaktaydı.

"Tom'la birbirimize karşı tamamen kayıtsız olduğumuza karar verdik. Onunla birlikteliğim nasıl sona erecek acaba? Cumartesi akşamı saat 7'den beri birşeyler eksildi, koptu. Bana annesiyle babasından bahsedişi, kendimi hırsız gibi (aslında öyleyim ya!) veya suçlu gibi hissetmeme ve onlara layık olmadığımı düşünmeme neden oluyor."

Birkaç gün sonra da şöyle yazmış:

"Tom'a ne yapmak istediğini sordum, o da ayrılmamızı önerdi. Birden, bunun benim için ne anlama geldiğini farket­tim ve delirecek gibi oldum. Şimdi, onunla beraberken mut­suzum ama onsuz ne yapacağım ben?"

"Kalbinin derinliklerinden, bencil olduğumu; çünkü ona yardım etmediğimi düşündüğünü biliyorum. Galiba aslında öyleyim ama küçük evimde bütün gün amaçsızca dolaşmayı çok seviyorum; burası bizim, ikimizin yuvası."

1913-14. Evleneli bir yıl olmuş. Marion yazıyor:

"Tom ve ben hergün gittikçe birbirimizden uzaklaşıyo­ruz. Bu kimin hatası? Ben her zaman sevmeye ve sevilmeye hazırım, ama Tom gazetelerdeki beyzbolla ilgili yazılan kes­mekle öylesine meşgul ki, değerli zamanını beni öpmekle ziyan etmiyor. Bundan bir yıl sonra bu deftere neler yazaca­ğımı veya yazmak için burada olabilecek miyim diye çok merak ediyorum."

Daha önce bahsi geçen gerilimler devam ediyordu. Evlili­ğinin ikinci yılında Marion rastgele seçtiği erkeklerle ’şov'lar sergilemiş, Tom da kuvvet gösterisine girişmişti. Ara sıra bu tatsızlıklar unutuluyor, birarada mutlu oluyorlardı.

1915   Şubatındaki yaşgününde, tahminen 2.5 yıllık evli olan Marion şöyle yazmış: "Gelecek yıl burada, yazmıyor olmayı umuyorum."

Evliliğin üçüncü yılı tamamlanmak üzereyken Tom evi terketti ve ailesiyle yaşamaya başladı, ama bu ayrılık birkaç gün sürdü. O yokken, Marion bir başka adamla buluştu. Tom döndükten kısa bir süre sonra Marion sigaraya başladı, bu da ikisi arasında çekişmelere neden oldu.

1916    Ocağının başları Marion için zor bir dönem oldu; sık sık ölmeyi istiyordu. Tom ona, başka bir kadınla bir ge­ce geçirdiğini itiraf etti.

"Tek düşüncem, her şeyin çok haksız olduğu. Daha çok yaşamak istemiyorum, artık dayanamayacağım. Bütün bun­lardan uzaklara kaçmak istiyorum. Artık kimse bana telefon bile etmiyor. Geçen akşam Wilson caddesine doğru yürüdük ve bütün yol boyunca birbirimiz hakkında düşündüklerimizi ve Tom'un beni ilk defa gördüğü x- restoranını konuştuk. O gece bir kadınla beraber olduğunu söyledi     Hayatımda ilk

defa öldürmek istedim; o kadının kalbine bir bıçak saplamak istedim. Aslında o masum. Tom'un evli olduğunu bilmiyor­du; bilse bile benim suçlayacağım kişi o değildi. Bütün hata Tom’un. Duyduğum his, acaba kıskançlık mı? Zannetmiyo­rum. Bu sadece tüm insan ırkına, onun fikirlerine ve haksız­lıklarına karşı duyduğum tiksintiydi. Bu erkeklerin dünyası; onlar yarattıkları için de idare onlarda. Kadınlar yalnızca, onların kullanmaları için uygun araçlardır.... Neden bir ka­dın, erkeklerin yaptıklarını yapamaz? Çünkü kadın hep bir erkek tarafından desteklenir. Kadın başkaldırırsa, evden atı­lır ve çocukları elinden alınır.... Tanrım, bir kadın aptal ve korkaktır ve efendilerinin önünde eğilen bu kadınların aslın­da bu davranışlara layık olduklarını düşünüyorum. Hakları­nı aramayı bilmiyorlar. Ama bunu yapabilirler? Ellerinde hiçbir şey yok veya yalnızca erkeklerin onlara verdikleri var... Ah Tannm, neden bunları anlayamıyorum? Neden ka­dınlar, erkeklerin yaptıklarını yapamazlar? Dünya bu şekil­de nasıl devam ediyor? Ah Tanrım, anlat bana. Birileri anlat­sın... Kadirim hiç önemi yok mu? O bir hiç mi? Bir erkeğin yapamayıp da bir kadının yaptığı bir şey var mıdır acaba? Aklıma gelen tek şey çocuk doğurmak. Bütün bunlar beni öldürüyor, gitmek istiyorum. Eve gitmek istiyorum, bu dün-

yada bana yer yok.... Tann'ya yalvarıyorum, bu dünyadan gi­deyim, yaşamım sona ersin, ama olmuyor işte."

Tom ona öbür kızdan hoşlandığını söyleyince, Marion şunları yazmış:

"Artık kıskanmıyorum. Yaşamaktan da, savaşmaktan da bıktım          Ah Tanrım, bir kişi bile bana ihtiyaç duysaydı,

bir işim olsaydı, asla ölümü düşünmezdim. Bunu on-on iki yaşımdan beri düşünürdüm ve anladım ki ben mutlu olmak için doğmamışım. Yapacak bir işim olsaydı, burayı terke- der, bir oda tutup doğru dürüst bir yaşam sürmeye çalışır­dım. Bunu beceremezsem de, sınırlarımı zorlar ve göle atlar­dım. Hangisi daha kötü? ben gölü tercih ederim. Tom bir kez daha denememizi istiyor. Ama ona, ben sigara içmek istedi­ğimde sinirleneceğini söyledim. Bütün istediği bir kez daha denemekti, ben de söz verdim.... Söz vermiş olmasaydım, şimdi belki daha mutlu olacaktım........

İntihar edenlerin korkak olduklarını söylüyorlar. Julius Caesar zamanında, Romalılar intihan şerefli bir ölüm olarak görürlerdi. İntiharın korkakça olduğunu sanmıyorum ve esas bunu yapacak gücü veya cesareti olmayan insanlar tanıyo­rum.

Bunlardan biri de benim; yoksa çok uzun bir zaman önce ölmüş olurdum. Ya yeterince cesaretim yoktu ya da ölecek kadar ümitsiz değildim. Bence, cesaretim olmadığı için hâlâ yaşıyorum."

Birkaç hafta sonra aklı hala kanşıktı:

"Yataktan sürünerek çıktım. Uyuyamıyorum.... Şimdi tek duam son uykuya dalmak. Tannm beni almanı kaç kez iste­dim, beni al, al, al. Ya delireceğim, ya da fikrimi değiştirece­ğim. Tom'un yaptıkları yüzünden neden acı çekmem gereki­yor? Evlenmeden önce bana kendi hakkında yalan söylemiş. Şimdi gözüm açıldı, onun ne olduğunu anladım, acı çekiyo­rum. Tanrım, Tom'u dünyanın en sevecen, en şefkatli hissiy­le seviyorum ve sonunda benim küçük ilahım parçalanıyor, yok oluyor."

Bu huzursuz dönemde iki kez, Tom'u öldürmek istediğini yazmıştı. Hemen her gün cinsler arasındaki ahlak standartla­rındaki eşitsizlikten yakınıp, Tanrı'ya onu alması için yalva­rıyordu. Mayıs'ta ayrılmaya karar verdiler ve Marion, pisliğe yuvarlanmadan önce ölmek için dua ediyordu.

Mayıs ayı sorunsuz geçti, yeniden mutlu oldular. Marion da mutlu olduğunu kabul etmesine rağmen bazı kereler Tom ona dokununca öteki kadını düşündüğünü yazıyordu.

Artık kendini suçlamıyordu. "O öylesine kaba ki, ondan nefret ediyorum. Öyle basit ve cimri ki. Büyük yüreği olan bir erkek asla böyle davranmaz."

1917    Kasım'ında kesin olarak ayrıldılar. Bu yıl içinde Marion'la Tom arasındaki ilişki gittikçe daha gerginleş­mişti.

"Cici eşyalarıma bakıp, bunlardan benim gibi hoşlana­cak bir yakınım olmasını çok isterdim. Tom hiç ilgilenmez­di, ama ona bunu söylesem bana kızar. Okumaktan, resim yapmaktan veya piyano çalmaktan başka yapacak bir şey yoktu. Üzgünüm, yalnızım. Tanrım, çok yalnızım. Açlıktan ölüyorum. Son şans için hazırım, daha önce iki şansım var­dı ama kullanamadım. Yaşamak ilk şansımdı, evlenmek ise İkincisi ve şimdi ölmeye hazırım, bu da son şansım. Bu ya­şantımdan daha kötüsü olamaz.

Kesin olarak ayrılmalarından birkaç ay önce şunları yaz­mıştı:

"Ne kötü bir gece geçiriyorum! Sevgi, anlayış, beğeni yok.... Bu akşam eve geldiğimde aklıma tuhaf bir fikir geldi. Tom'suz bir dünyada daha mutlu olacağımı biliyorum. Yal­nızca ayrılmak sanki yetmeyecek gibi geliyor... Elimde 40 dolar var. Acaba benden sonra bu defter bulunup bana karşı kullanılacak mı?.... Bütün yaraları en iyi, zamanın geçirdiği­ni söylerler, bu bir yalan, zaman geçtikçe öfkem artıyor. Böyle hissettiğim için deli olmalıyım. Tom'un elindeki pa­rayla ne yaptığını çok merak ediyorum.... Biraz önce anne­me mektup yazdım. Her şeyimi ona bırakıyorum. Benim gitmem, çevremdekilere yarayacak. Tom'un, "durumun bu kadar kötü olduğunu bilmiyordum" dediğini duyar gibiyim. Evet, durum bu kadar kötü, dayanılmaz bir halde. Gitmem lazım, gitmek istiyorum ve Tanrının yardımıyla gideceğim, kendimi ona vereceğim. Barış içinde olmak, huzur içinde dinlenmek istiyorum ve Tom'a yalnızca şunları demek isti­yorum; yeniden evlenmeden önce, kendini buna değer bir adam haline getir ve o kızın kalbini bilerek veya bilmeyerek kırmamaya dikkat et....

7 Ekim akşamı saat altı. Bütün günü yalnız ve hasta ge­çirdim. Gün ölüyor, keşke ben de ölseydim. Üzgünüm, yal­nızım ve unutulmuş bir haldeyim.... Tom akşama yemeğe gelmeyecek. Ona, çamaşırcı kadına para vermezse yemek yapmayacağımı söyledim, o da çekip gitmemi söyledi. Keş­ke beni seven, beni düşünen biri olsaydı, belki o zaman mut­lu olurdum."

13   Kasım'da, Marion kendini yalnız başına, kiraladığı küçük bir odada buldu. Kafasında iki sorun vardı: "telefona 20 Sent harcadım, 60 Dolarım ne kadar dayanır?" ve "sevil­meye, şefkate ihtiyacım var."

On ay boyunca Marion, ekmek peynirle yaşadı; samimi olduğu birkaç erkeğin cömertliğine muhtaç kalmıştı. Zama­nını yeni erkek arkadaşlar, kabareler ve şovlarla geçiriyor­du. Herzaman para sıkıntısı çekmesine karşın, bu dönemde ölmek için hiçbir istek belirtmiyordu. Günlüğü ufak tefek günlük olaylarla doluydu. Tom onu birkaç kez ziyarete geldi, son gelişinden sonra defterine evli olduğu zamanlardaki gibi şu satırları yazdı:

"Yalnızca sorunlar ve düş kırıklıkları. Tom'un bavulu ar­ka verandada, alıp götürülmeyi bekliyor. Bu akşam tek bir söz söylemeden çıktı, dünyanın sonu gelmiş gibi oldu. Yok­sa çektiğim acılar hiç dinmeyecek mi? Onu istiyor muyum? Roy'u (en sık gördüğü erkek arkadaşı) istiyor muyum? Yok­sa ikisini birden mi istiyorum? Acaba delirdim mi, yoksa hiçbirini sevmediğim için yalnızca mutsuz muyum?

Mantığım bana Roy'u sevmem gerektiğini söylüyor, öyle iyi ki."

İki ay sonra Roy hakkında şöyle yazmış; "hep sevmedi­ğim, hoşlanmadığım şeyleri yapıyor, asla öğrenemeyecek."

Daha sonra Marion, evli bir adam olan Albert Cum- mings'le tanıştı; ve eski erkek arkadaşlarının yerini bu adam aldı.

"Bu gece Bert, herkesin benim için rastgele, kolay bir ka­dın olduğumu düşündüğünü söyledi.... Ona, benim dürüst olduğumu göstermenin tam zamanı. Bert'le öyle mutluyum ki.... o harika bir insan ve ben onun yanında kendimi çok de­ğersiz hissediyorum.... Bert beni seviyor galiba yoksa benim­le o kadar çok beraber kalmazdı. Sesi çok nazik; özellikle "Oh kedicik, kedicik" derken. Ah, Bert, Bert!. Zavallı Roy dün sabah uğradı.... Ben yalnız Bert'i istiyorum."

Ekim'in sonlarına doğru Marion bir daire kiraladı ve Bert sık sık ziyaretine geliyordu.

"Kilerden eşyalarımı da çıkarınca çok mutlu olacağım. Bert'le benim sevimli, küçük bir yuvamız olacak. Tanrım, bir yıl sonra Bert'le ilişkimiz hakkında acaba ne yazacağım? Tom'un "küçük dostu" gönlünce eğleniyordur. Tanrı yardım­cım olsun, ben aciz ve iğrenç bir insanım, ama öyle yalnı­zım ki. Bert beni yeterince sevmiyor, hafifçe, tutkusuzca se­viyor, bu bana yetmiyor. Daha fazla sevmesini sağlamalıyım yoksa çok acı çekeceğim.

Ben, arkadaşlığın, aşkın ve şefkatin özlemini çekiyo­rum. Bert bana bunları verebilseydi, beni sevdiğini anlardım.

Ama o yapamıyor- ona ilginç gelmiyorum- ben basit bir oyuncağım ve en kötüsü de; o yanımda olduğu sürece, ger­çekten öyle davranıyorum. İşte bu gece, yalnızım -onu bek­liyorum- ve gelmeyeceğini de biliyorum. Tanrım acı bana, rahatlat beni. Beni al -ve yanında tut.

9 Kasım.... birkaç dakika sonra onunla buluşacağım. Umutsuzluk, sıkıntı ve yalnızlıktan çok acı çektim.

Kendimi dağıtmak istiyorum; her şeyi, kendimi, sorunla­rımı, yaşamımı unutmak istiyorum. Neden bitmiyor bunlar? Tanrının bile istemeyeceği kadar kötü müyüm ben?

16   Kasım-Pazar gecesi saat 11. Dün Bert'ten hiçbir haber almadım. İsterse hiç aramasın. Kalbim artık daha çok kınla­maz ya! Yine ölmüş olmayı istemeye başladım, herhalde sonbahar melankolisi.... Bu sıkıntı, her türlü hastalıktan daha çok acı veriyor. Yaşam bir yük. Boş, huzursuz bir hayata doğmuşum.

26 Kasım. Üç haftadan beri Bert'i bekliyorum. Aptalın bi­riyim ben.... En geç saat 7'de geleceğini söylemişti. Of, Tan­rım, öyle mutsuzum ki. Beş şişe bira içtim ama ne sarhoş olabiliyorum ne de unutabiliyorum. Evvelki gün Tom'u gör­düm; nerede yaşadığımı sordu, ben de söyledim. Sonra bana mektup yazdığını ama geri geldiğini söyledi. Tanrım, Bert'le bir aldatmaca oynadığımızı düşünmekten kendimi alamıyo­rum. Onun aldırmadığına eminim, ben de öyle. Beni mutsuz eden de bu. Keşke kayıtsız kalabilseydim....

17    Aralık. Bir başka kutlama günü. Biraz sarhoşum ve çok yorgunum -ölü gibiyim. Bert'in eve gelmesini bekliyo­rum. Durmadan bekleyen hep ben oluyorum. Tom geceyi bu­rada geçirdi, benimle dörde kadar kaldı. Cebinde on centi vardı, babasına biraz daha para almaya gitti....

21 Aralık Pazar sabahı. Bert'in şehir dışında olduğunu söyledikleri için, dün gece eve geç döndüm. Evde anahtarı ve bir not buldum. Bana 4, 5, 8, 8:30 ve 9'da telefon etmiş. Neden yedide Joe'nun lokantasını aramamıştı? Bu adam hiç doğru bir şey yapmaz mı? Yıkıldım. O gelince, dizlerimin üstünde sürüneceğim."

Bert yine ona döner ve kısa bir süre sonra askere alınır.

"17 Ocak Bert gidiyor! Bert gidiyor! Düşünebildiğim tek şey bu. Kalbim ağrıyor. Çok mutsuzum. Her şey kötü gidi­yor. Artık yaşamak istemiyorum. Yaşamaya değer hiçbir şey yok. Her şey -evdeki her eşya- bana Bert'i hatırlatıyor; masanın üstündeki küçük köpek, salondaki menekşeler.... Oh Tanrım, ben yalnızca Bert'i istiyorum, benim sevgili Bert'imi. Onu benimmiş gibi düşünerek aptallık ediyorum. O benim değil, olmak da istemiyor. Ama bana iyi ve kibar davranıyor ve ben onu seviyorum. Geçen gece annem ve Bert'le restorandayken, askere alındığını söyledi. Oturup ağ- lamaktansa, içmek daha iyi geldi. Tannm, ben deliyim. Bert, benim annemle oturmamı istiyor. Böyle yapmazsam, herkes­le yatacağımı söyledi. Umurunda mı acaba? Aldırdığına bir inanabilsem! îki veya üç hafta içinde X şehrine gidecek ve galiba orada ordunun idare bölümüne verilecekmiş. Tan- n’ya, buradaki bir bölüme verilmesi için dua ediyorum. Bu çok zayıf bir olasılık ama şu andaki tek umudum bu, eğer o giderse hiçbir şeyim kalmayacak —hiçbir şey! Bu olay ba­na Bert'i sevdiğimi gösterdi. O gidince ne yapacağımı bilmi­yorum.

Onun için dürüst olacağım —ama nasıl yaşayacağım— nasıl dayanacağım —akıllı kalmayı, delirmemeyi nasıl ba­şaracağım?...

21 Ocak gece saat 11. Dün gece Bert'le yemek yedik... Kullandığımız sözcükler yalnızca şunlardı, 'sevgilim' veya 'canım' veya 'tatlım'. Tanrım, onu çok seviyorum. Keşke sevmeseydim. Bana neden bu kadar iyi davranıyor? Gülerek ona sordum, 'yakında gideceğin için mi, bana acıdığın için mi böyle iyisin?' diye. Bert'i herkes seviyor, öyle tatlı ve öyle kibar ki. Bu gece bana, gittiği zaman her ay biraz para yolla­yacağını söyledi. Beni düşündüğü için Tanrı onu korusun. Hep onu düşünüyorum. Bert, Bert, Bert.

[Günlüğünde Bertin yazdığı birşeyler gördük:]

"Kediciğimin günlüğüne birşeyler yazmak mı? Ne yaza­yım? Sonsuza kadar kalacak birşey yazmak isterdim ama be­nim sözlerim rüzgâr gibi geliyor ona — onu sevdiğimi söyle­yemiyorum; çünkü bana asla inanmaz... Dizlerimin üstünde ona gitsem mi? Ayaklarının dibine oturup dizlerini öpsem, ona taptığımı söyleyebilir miyim? Hayır, bunu kimse yapa­maz—bu yalnız düşünülür, hissedilir ve bilinir, inanılır. Be­nim için o, kusursuz, iyi ve güzel. Benim için o, bütün yaşa­mım boyunca düşlediğim, istediğim, özlediğim herşey... Adeta kendimden geçiyorum; gözlerimi kapatıyorum, sevgi­min şiddetinden. Aynı anda heryerini, gözlerini, dudakları­nı, dizlerini öpebilmek isterdim... Onu seviyorum — onu dünyadaki herşeyden daha çok seviyorum ama yine de bunu ona söylememeliyim. Çünkü gidiyorum, çok uzağa ve bu herşeyi ikimiz için de daha zorlaştıracak... Hoşçakal sevgi­lim. Sana sevgilim diyorum çünkü benim için sen en sevgili, en tatlı şeysin. Seni, yalnız seni seviyorum."

Birkaç gün içinde sorunlar başladı, Bert, Marion'dan şüpheleniyordu, haklı olup olmadığını bilmiyoruz. Sonra yi­ne mutlu bir dönem geldi, Marion, sevgilisi askerdeyken Fransa'ya gidip hemşirelik eğitimi görmeyi planlıyordu.

"8 Mart akşamı saat 10.30. Üç haftadan beri hemen her günümü Bert'le beraber geçirdim. O çok iyi bir insan. Hep yanımda olmasına öyle alıştım ki, kendimi yeniden evli gibi hissediyorum... Tam bir evkadını oldum —çamaşır, temiz­lik, dikiş, yemek yapmak, bulaşık yıkamak— ve bu Bertin

hoşuna gidiyor. Onu elimde tutabilmek için hizmetçilik yap­mak zorunda kalmam çok kötü. Şu anda tırnaklarım mahvol­du. Bert sadakate hayrandır."

Bert, küçük kızı Janet'i Marion'u görmeye getirdi ve Ma­rion ona hayran oldu.

"22 Mart gecesi saat 9.00. Bert biraz önce gitti. Yemek­ten sonra yatak odasına gitmeyi kabul etmediğim için kızdı. Hep önce benim onu öpmemi bekler. Öyle mutsuzum ki. Bert ne kadar haksız olduğunu biliyor. Geçen gece sarhoş­ken, bana Ethel'i nasıl korkuttuğunu anlattı. Galiba aynı oyu­nu bana da oynuyor. Her zaman dizlerimin üstünde kalmamı istiyor, ama ben bu kadar aşağılanmaya dayanamıyorum. Giderken yarın uğrayacağını söyledi ama pek inanmadım. Ben yapacağımı biliyorum; ona telefon edeceğim. Aslında en doğrusu, onun gelmesini beklemek olacak. Yapmak iste­diğim şey ise onu izleyip, gerçekten eve mi gittiğini gör­mek!

24 Nisan Pazar, geceyarısı... Tabii, en önemli şey para! Para bulmalıyım, hiçbir şey kolay olmuyor. Bana yetecek kadar parayı nasıl bulacağımı bilmiyorum, daha önce yap­tıklarımı yapamam. Bir yanda Bert'in aşkı ve kendimi ona adamak, öbür yanda ise kendimi tanımadığım birilerine sat­mak. Bert'im beni öldürür. Onsuz içki bile içmeyeceğim. Şu son birkaç günden beri her an ağlamaya hazırım."

4 Mayıs'ta Bert askere gitti. Günlükteki yazılarda Bert'ten haber aldığı zamanlardaki 'delice mutluluk' ve mektup gel­mediğindeki 'feci anlar' görülüyor. Haziran'da Bert Şikago'ya döner.

"Öyle mutluyum ki; o artık burada; ama yanımda olma­yınca yine mutsuz oluyorum. Bu ayrılığın büyüyü bozacağı­nı sanıyordum ama yanılmışım. Hâlâ onun esiriyim, hâlâ onu delice seviyorum.

24    Mayıs... Bert yatakta, uyuyor. Bir buçuk saat önce be­ni çok üzdü. Neden boşanmıyorum da oturup bunları yazı­yorum?... Kahrolasıca Bert, bana çok zarar verdi.

27 Mayıs Pazar gecesi... Bert'i her gün daha çok seviyo­rum ve benden uzaktayken çok mutsuz oluyorum. Bert, be­nim bütün hayatım. Bütün isteğim onun da beni sevdiğini bilmek.

25    Eylül... Bert'in de beni sevdiğini düşünerek kendimi aptal yerine koyuyorum. O hiç kimseyi sevemez. Benden hoşlanıyor, hepsi bu. Ama Tanrı şahidimdir ki, bütün bunla­ra bir son vereceğim. Eğer Bert'im 'oraya' giderse, beni haya­tından ebediyen çıkarmış olacak. Sivil kıyafetleri gibi, beni de terketmiş olacak."

4 Ekimde daktilo yazmayı öğrendiğini yazıyor.

"7 Kasım Cumartesi, akşamüstü. Bert'imden bugün mek­tup gelmedi. Jim, Bert'in sarhoş olduğu bir gece, benden ay­rılmaya çalıştığını söylediğinden bahsetti. Tanrım, bunu dü­şünmek bile çok zor. Ne düşüneceğimi şaşırdım —Bert be­ni sevdiğini gösteren birçok hareket yapmıştı. Ama sevme­diğini anlatan pek çok davranışı da olmuştu. Diğer yönlerim gibi, gövdem de ölebilseydi keşke. Unutmak ve unutulmak istiyorum. Biraz içebilseydim iyi olurdu. İşsiz olsaydım içer­dim. Ama bu iş, bir yönden beni kurtardı. Bürodayım ve bir işle meşgulken pek sorunlarımı düşünemiyorum."

Aralık ayında Bert, Doğu'da askerliğini yaparken, Marion da yanında, dosyalama memuresi olarak çalışıyor ve küçük bir kulübede yaşıyorlardı.

"5 Şubat. Çalışmaktan nefret ediyorum. Tanrım, oraya gidip her gün yedi saat okuyup yazmaktan iğreniyorum. Dı­şarıda pırıl pırıl güzel bir dünya varken..."

11 Şubat'ta kulübeden odaya taşındılar, bir tartışma sıra­sında Marion Bert'e vurunca, dayak yedi. Günlüğünde üç gün sevgilisinin geri dönüşünü beklediğini yazan Marion,

sonunda ona telefon etti ve yemekte buluştular. Mart'ta Şika- go'ya döndüler.

"8 Nisan. Pazar akşamı, saat 8, Bert'i dün sabahtan beri görmedim. Beni sevmediğini biliyorum, beni görmek iste­memesi kalbimi kırıyor. Buna nasıl dayandığıma şaşıyo­rum. Durmadan ağlıyorum, bu kadar zayıf mıyım ben? Mut­suzum. Kendime acıyorum. Ama göl çok yakında ve bir sü­re sonra ısınacak. Tanrım, senin kollarına sığınmak —huzur ve barışa kavuşmak ne güzel olacak!

27 Nisan. Sabah saat 10... Bu şekilde yaşamakla kendi­me olan saygımı yitirdim. Galiba evlenmek ve hep birisiyle beraber olmak istiyorum. Çok günah işledim ve bunun kar­şılığını da fazlasıyla ödedim. Bert'e karşı dürüst olmanın ne yararı var? Süt alacak kadar bile para vermiyor. Verdiği üç kuruşu da kendim için harcamıyorum, ama viski için o, her zaman para buluyor.

21 Mayıs —Kahvaltıda yalnızım, hep yalnız... Bert para­sı olmadığını söyledi, bu yüzden beni görmeye gelmiyor- muş. Şimdiye kadar bu ay içinde 23 Dolar verdi. Bu parayla idare etmemi nasıl bekleyebilir? Sağduyum Bert konusunu kapatmamı söylüyor ama kalbim mantığımı dinlemiyor. Onu hala istiyorum ve seviyorum.Benim Bert'im! Hiçbir za­man ondan istediklerimi alamadım, yine de birgün beni ilk öpenin o olacağını uıî^orum.

26    Mayıs. Bert durmadan parasının olmadığını söylüyor, galiba herşey bitti. Burada yaşadığı halde hiç kira ödemedi. Ne âlâ!"

Haziran'ın ilk haftasında Marion, Stout adında başka bir adamla Ohio'ya gitti. Bu yolculuğun nedeni açıklanmıyor. O yokken Bert dairelerine girdi ve kendi resmini yaktı.

"Bert yarım saat kadar bağırıp çağırdıktan sonra çıktı, sonra geri döndü ve bütün gece içti, bana hakaret etti, ağladı.

Bert'in beni bu kadar sevdiğini bilmiyordum. Bundan sonra beni haftada bir gün göreceğini söyledi. Masum olduğumu söyledim ama bana inanmıyor, aslında haksız da değil. Be­nim zavallı Bert'im, ne yaptım ben? Bana, açlıktan ölmemi istediğini söyledi. Ben de isterdim ama bu öyle yavaş bir ölüm ki?

8 Haziran— (Bert, Stout yüzünden hâlâ kuduruyor.)... Bert geçmişle ilgili yalanlarımı ortaya çıkaracağına yemin ediyor ve eğer yalan söylemişsem herşey bitecekmiş. Gali­ba sonun yaklaştığını hissediyor ve Bert olmadan bir yaşa­mı düşünemiyorum. Beynimi kemiren öyle çok şey var ki— bunlar huzurumu bozuyor ve beni yavaş yavaş öldürüyorlar.

14    Haziran— Bert'le tek bir kötü söz sarfetmeden geçini­yoruz. Bu harika mutluluk için Tanrı'ya şükrediyorum. Bunu uzun süre beklemiştim. Her akşam ayık olarak yemeğe geli­yor. Tanrı onu komşun."

Ağustos'a kadar mutluluk ve uyum dolu yaşamlarından bahsediliyor. Sonra Marion'a başka bir adamın telefon etme­si üzerine, Bert'in kuşkulan yeniden uyandı.

"Bert yemekte içtiği bir şişe şarapla sarhoş oldu. Bana hakaret etti yine. Benim için mutluluk yalnızca Bert'le bera­ber olmak anlamına gelmiyor artık. Geçen gece benim dü­rüst olmamın önemi olmadığını söyledi, artık bana inanmı­yor. Zaten bana pek önem vermiyor. Benimle beraber ama yalnızca onun için herşeyi yaptığım için. îki haftadır çama­şır ve temizlik için bir kadın geliyor ve bunun çok pahalıya geldiğini söyledi... Yalnızca ölmek istiyorum. Böylece huzur içinde dinlenebileceğim. Cuma gecesi, Bert bana orkideler ve güller getirdi, uzun zamandan beri ilk defa..."

Ağustos'un son haftasında bir kabarede Bert'in çok içmesi yüzünden kavga ettiler, Bert, Marion'u yumrukla dövdü. Bu konuda, onu dayanılmaz bulduğunu ve onun dokunmasından bile tiksindiğini; onun sevdiği Bert'in öldüğünü ve düşleri­nin bir kâbusa döndüğünü yazıyor. Onun okşamalarından tiksinmesi ve buluşmalara geç gitmesi üzerine Bert bir ülti­matom verir.

"Kanunlar koydu—onun istediği herşeyi yapacaktım ve yapmazsam çıkıp gideceğini söyledi.

(Birkaç gün sonra) Beni kucağına aldı ve bir süredir si­nirli olduğunu söyleyerek özür diledi. İşte bu uzun zaman­dan beri duymayı beklediğim sözlerdi. Şimdi herşey yolun­da. Artık bana inanacağını söyledi ama benim de iyi davran­mam gerekiyordu. Evet, şimdi çok iyiyim.

11 Eylül. Şu son iki yıldır Bert hakkında yazdığım aptal­ca şeyleri okudum. Bu defter baştan sona yakınmalarla do­lu—birbiri ardına bir sürü yakınmalar. Bütün bunlardan na­sıl sıkılmamışım, nasıl yorulmamışım hayret! Bert'in beni yatarken öpmemesi yüzünden birçok kereler ağladığımı yaz­mışım, artık ağlamıyorum. Bu da bir gelişme sayılır. Acaba daha az sevdiğimi mi gösteriyor? Yoksa neden? Yıllardır ev­li olan çiftlerin bütün gün ayrı kaldıktan sonra akşam bulu­şunca yaptıkları gibi kayıtsızlığa düşmek istemiyorum. Bert akşam yemeğe gelince koşup onu karşılamazsam, o kendiliğinden bir adım atmaz. Görünürde, düzeyde herşey normal gidiyor. Kötü sözler kullanmıyoruz, o bana kedicik diyor ve bir-iki kez yanıma gelip kulağıma tatlı sözler fısıl­dıyor. Hayır, Bert gibi birisini hiç tanımamıştım; ara sıra onu unutmak istememe karşın böylesine kibar ve tatlı oldu­ğu zamanlar yaşamın tadını alıyorum ve kötü günlerimizi unutuyorum. O tatlılığının ve sevecenliğinin altında, kendini birkaç erkeğe vermiş olan o kadına karşı duyduğu tiksintiyi hâlâ hissettiğinden eminim.

Bert'in o çocuğu (kızını) görmeye gitmesinden pek hoş­lanmıyorum. Ama bir metres olarak başka ne yapabilirim?

11 Ekim.... Bert, zamanının bir bölümünü evde geçirece­ğini söyledi. Buna ne kadar dayanacağımı Tanrı bilir. Bana ayda 200 Dolar verecek... Marjorie (Bert'in kansı) 300 dolar artı kira alıyor... Bert'i kalbimden ve yaşamımdan çıkarmak istiyorum ama onu hiç görmezsem şimdikinden daha mutsuz olacağımdan korkuyorum. Benim hiçbir amacımın olmayışı onu kızdırıyor. Ama ne için veya kimin için mücadele et­mem gerekiyor? Ben hastayım, zayıfım, yorgunum— Bert'le bir gelecek bile düşleyemiyorum. Beni sonsuz karanlığa at­lamaktan alıkoyan tek şey yalnızca bir düşünce (bir umut bile değil); belki birgün bizi sonsuza dek birarada tutacak birşeyin olabileceği düşüncesi. Ve böylece, günden güne varlığımı sürdürüyorum.

26 Ekim. Dört gün önce Bert beni tam istediğim gibi sıkı sıkıya kucakladı. O çok çalışıyor, çok yoruluyor. Geçen ak­şam, hayatının sonuna dek benimle böyle yaşamaya devam edemeyeceğini söyledi. Janet büyüdükçe onunla daha çok beraber olması gerekeceğinden, ben de daha çok yalnız kala­cakmışım, dolayısıyla da başkalarıyla beraber olacakmı­şım. Ve o beni biriyle beraber yakalayınca da herşey bite­cekmiş. Bağımsız olabilmem için bir meslek öğrenmem için ısrar ediyor.

2 Kasım... Tanrım, Bert'in benimle kalması için şart olan işleri yapmama yardım et... Beni mutlu etmek için para ve giysilerin yettiğini zannediyor. Böyle şeylere ne kadar az önem verdiğimi anlamıyor. Yalnız Bert önemli, Bert, Bert... Ona karşı duyduğum sevgi beni eziyor, harcıyor, tüketiyor. Bert'in beni umursamadığını biliyorum. Benim yapacak bir işim var. Tanrım onun beni sevmesini, bana ilgi duymasını sağlamalıyım ve bunu ancak onunla iş konusunda konuşa­rak başarabilirim. îş! O yalnız işle ilgileniyor, benim ise aşktan içim eriyor. Onun düzeyine yükselmem gerekiyor. Soğuk, zalim, hesapçı olmalıyım; insanları kendi başarıla- nm için kullanmalıyım. Gerçekten, başarıya ulaşabilmek için yapacak çok şey var, özellikle onun bakış açısından... Bugün Bert'e iki yıl önce aldığım gömleği düzeltiyorum ve yine benim aldığım yeşil kravatı takıyor."

15   Kasım'da onun sevgisine karşılık vermeyen Marion, Bert gitmeye kalkınca da onunla kalması için yalvardı.

"Dün gece sonun geldiğini sandım ve eğer gitmiş olsay­dı, ben de gidecek ve hiç dönmeyecektim. Bert beni çıldırtı­yor. Onu memnun etmek için elimden geleni yaptım, hasta­yım, yorgunum ve beni hiç sevmiyor. Artık sınıra ulaştım. Bert'in sevgisini kazanmaya çalışmamın artık hiçbir yararı yok ve; şimdi veya pek yakında gidebilirim. Bana bu konu­da epeyi cesaret verdi."

10    Aralık'ta, Marion evde yokken Bert eşyalarını topla­yıp gitti, ama birkaç saat sonra geri döndü.

"Bir daha böyle çıkıp giderse, geri döndüğünde ben yaşı­yor olmayacağım; tabii dönerse! Mutsuz olmanın ne anlamı var? Bu sabah benimle konuşmadı, bana dokunmadı, hiçbir şey yapmadı. Kendime bakacak, hatta yemek yiyecek gü­cüm bile kalmadı.

12 Aralık Pazar- Bert bir saat önce gitti. Dün gece büyük bir tutkuyla beni öptü.... Yıkılmak üzereyim. Bazen bunu de­vam ettirmek istiyorum ama aklımda hep bu dünyadan çekip gitmek var. İki gün önce Bert'i de yanımda götürmeyi düşü­nüyordum. Zenci hizmetçim Fanny yerleri siliyor. Bu planın çılgınca olduğunu biliyorum ama başka türlü devam ede­mem. Bert'in kulüpte birkaç gömleği ve traş malzemesi kal­mış, onları bir poşette karısının dairesine götürmek için ge­tirmişti ve bu sabah bana 'o çocuğu' haftada 3-4 gece görme­si gerektiğini söyledi. Onu tamamen kendime saklayamam. Kış geliyor, kışlık giyeceklerim hakkında hâlâ konuşulma­dı. Çok yorgunum. Bütün bunları, sonra (eğer yapabilir­sem!), okunması için yazıyorum.

3 Ocak.... Portakal reçeli hakkında konuşuyorduk. Ben yapabileceğimi söyledim; aslında tek bir şey dışında her şe­yi yapabileceğimi, o şeyin de 'onun beni sevmesini sağla­mak' olduğunu söyledim. Bert de, "küçük kediciğimi seviyo­rum, onu kendi tarzımda seviyorum" dedi. Bunu söylediğini duymak hoşuma gitti, doğru olmasa da...

16   Ocak.... Onunla dün gece ve bu sabah konuştuk. Bana, aslında hep burada kalmak istediğini ama yerine getirmesi gereken görevleri olduğunu söyledi.... Hayatının sonuna ka­dar benimle geçirmeye niyeti olmadığını, ben de ona, beni bırakırsa çok üzüleceğini söyledim. Tanrım, son çok yaklaş­tı galiba.

21 Ocak. (Marion, Bert'in bir yalanını yakalar ve onun bir kadınla beraber olduğundan şüphelenir.)

Kanapeye uzandı, ben de oturdum, onu seyrettim. Yap­tıklarının beni ilgilendirmeyeceğini söyledi. Öyle mutsuzum ki.

Bert'e ateşle oynadığını anlatmaya çalıştım ama dediğim hiçbir şeyi ciddiye almıyor ki.... Başından beri beni aldattı­ğını anladım artık."

Birkaç gün sonra yine 'harika Bert'inden bahsetmeye baş­ladı. Şubat ayında kısa, olağan iş öyküleri yazmış, Bert'le olan ilişkilerinden pek bahsetmemiştir.

14 Mart- Dün Bert'imi görmedim.... ben zavallı, yalnız bir kediciğim ama her nasılsa dayanıklıyım ve henüz delir­medim. Bert hayatımdaki son erkek olacak. Asla başka birisi onun yerini almayacak. Bunu Bert'e de söyledim ama 'boş laf dedi. Bugün beni telefonla aradı -bu gece gelmeyecek­miş.

Tanrım, şimdi delirsem yeri değil mi? Her şey çok, çok kötü. 15 Mart. Bert yine telefon etti, bu gece de gelmiyor- muş. Başka yerde yatacakmış. Bana acı Bert. Deliriyorum. Kendimi uzun zamandan beri tutuyorum. Ne gözyaşı, ne hıçkırık ne de öfke belirtisi gösterdim- yalnızca umutsuzluk ve çılgınlık var bende. Aklımın kayıp gittiğini hissediyo­rum. Ah, keşke her şeyi unutabilseydim- bu benim için bir kurtuluş olurdu.

17   Mart sabahı saat 9:45. Uykusuz bir gece geçirdim. Bert'i bekledim ve ölümü bekledim         

16 Nisan- Biraz önce Bert'le konuştum. Hafta sonunda buluşamamıştık; bana büroya gitmemi ve para vereceğini söyledi. Benimle beraber olma konusunda hiçbir şey söyle­medi. Yıkıldım, parça parça oldum...."

Bert'in soğukluğu ve ziyaretlerini seyrekleştirmesi üzeri­ne, başka bir kadının varlığından şüphelenmeye başlar. Bir gün onu telefonla arayıp bulamayınca şöyle yazmış:

"6 Mayıs Cumartesi sabahı saat 9:45. Geçen perşembe, Bert telefon etti, bir gece önce beni aradığına yemin ediyor­du. Dün onu aramadım, o da aramadı. Biraz önce yine tele­fon etti, bana biraz para yollamak istediğini söyledi; ben de şehire ineceğimi öğle yemeği için buluşabileceğimizi öner­dim. Önce ben aramadığım için memnunum. Kendime say­gım Bert'i terketmemi emrediyor. Bir gün bunu yapabilecek gücü bulacağım."

Bunlar günlüğe yazılmış olan son anılardı. Buluştukları zaman neler olduğunu bilmiyoruz. Bert, onunla 6 Mayıs ge­cesi beraber olmuş ve uyurken de Marion önce onu, sonra da kendini vurmuştu.

William E. Leonard

LOKOMOTİF TANRI

1920'de Wisconsin Üniversitesi'nde İngiliz Edebiyatı Profesörü olan E. Leonard'm yazdığı "Lokomotif Tanrı", akut anksiyete (kaygı) ve bir fobinin klasikleşmiş bir öyküsüdür.

Bu nevroz Mr. Leonard'ın yaşamı boyunca devam etmiştir. Ona göre, çocukluğunda meydana gelen bir travma sonucu olarak bu nevroz başlamıştır. Yazarın tanımlamaları, bir nevrotik insanın, bütün gücüyle karşı koymasına karşın, güçsüz kaldığı durumlar­da ne kadar çaresiz olduğunu çok güzel betimlemektedir. Bu, nev­rozların en önemli esrarıdır ve henüz psikiyatri tarafından çözüm- lenememiştir.

Sıcak bir haziran sabahı, Mendota gölünün karşı kıyısın­daki Batı Noktası'na kadar yedi mil yürüdüm. Tarih müzesi sorumlusu Charles Brown da benimleydi. Bazı Kızılderili te­pelerinde incelemeler yapacaktık. Size vereceğim "görünür" faktörleri, son haftalarda Brovvn'la uzun uzun tartışıp, hepsi­nin doğruluğundan emin olduktan sonra yazıyorum. On beş yıl sonra, ayrıntıları bu kadar canlı olarak anımsamamıza, o da şaşırdı. Nedense o hiçbir şeyi unutmamıştı ama ben pek çok şeyi hatırlayamıyordum. Arkadaşım için olaylar, olağa­nüstü olsalar da, o günün uğursuzluğunu belirtiyorlardı; be­nim için ise o olaylar beni derinliklere iten sarsıcı bir şoktan ibarettiler. Charlie için o günün derin, eksiksiz bir izlenim ol­masına karşın, bence o gün, derin, eksiksiz bir baskı idi.

O gün yedi mil kadar yürüdükten sonra bira içmek için yol kenarında bir yere girdik. Daha önce hiç hissetmediğim

tuhaf bir his duymaya başlamıştım. Barda otururken, birden ölmekte olduğumu gördüm. Yan duvara bakıyordum, duvar­da Wisconsin'in büyük bir haritası asılıydı. Bu san kırmızı renkli, süslü haritanın tam ortasında, sanki Wisconsin'den fırlıyormuş gibi görünen bir tren resmi vardı, (yani, bilinçal­tında çocuklukla ilgili "Geçmiş" artı şimdiki yer, mekan- ayrıca Oliver amcamın sigorta ofisindeki Aetna takviminde gördüğüm bir lokomotif resmini de hatırlatıyordu. Bu resim aklıma, "Lokomotif TanıT’nın gelişi fikrini sokmuştu.) Bu­run buruna çarpışacağız, tam üstüme doğru geliyor, düş­manca.... kocaman   Tanrı   Ölüm beni suçlarım,

günahlanm yüzünden yok edecek, ben de karımı mahvet­miştim. Objektif olarak bakarsak, duvarda Kuzeybatı De- miryolları'nın bir reklamı asılıydı; bir harita ve bir tren. Ama kişiliğimde yine bir bölünme olmuş ve dış dünyada, objektif dünyada da bir bölünmeye yol açmıştı: o resim, gö­ze bir barın duvarında asılı duran eski bir harita gibi görünü­yor ama duygularıma eski, dehşet verici bir canavar gibi ge­liyordu.... Ölüm... Tanrı. TANR I.... 1878'in çekirdeği...........................................................

Lokomotif Tanrı, yeniden çıplak gözle görülebiliyor.... ani ölümle beraber, tıpkı çocukluğumda, istasyonda olduğu gibi.

Galiba resimdeki kazan şekli de ağzı açık bir Tanrı - yüzü hayaletine dönüşmüştü. Buna benzer bir değişimi, ben dokuz yaşındayken sınıfta görmüş ve paniğe kapılmıştım. Bu olguyu psikolojik açıdan anormal bulmuş ve bunu bilin­çaltıma atarak, ümitsiz bir semptom olarak saklamıştım.

Böylece sınıfta olduğu gibi, ölüm dehşetini ikinci kez ya­şamıştım: Önce, doğrudan 1878'in "Lokomotif Tann"sımn yankılanmaları yoluyla; sonra da dolaylı olarak bu yankılan­maların doğurduğu durum yoluyla. Başka bir deyimle, kendi paniğim yüzünden paniğe kapılmıştım. Yalnız, okulda oldu­ğundan daha güçlü bir şekilde, çünkü 1885'ten bu yana çok olaylar olmuştu.

Bunun benim son saatim olduğuna emindim.... belki de son dakikamdı. Duvardaki haritada Lokomotif Tann duru­yordu. Tehlike. Yıkım. Brown'a "kendimi çok kötü hissedi­yorum" dedim, sesim yine de yavaş ve kontrollü çıkmıştı. Biraz daha bira içtim... gözlerimi haritadan uzaklaştırmak is­tedim. Cebimden bir kalem çıkardım... onu ısırmaya başla­dım, önce bir ucunu sonra öbürünü, sırayla, tekrar tekrar. (Charlie'nin güçlü hafızası bu olayı aynen canlandırmasını sağlamıştı).

Paltomun cebinden bir zarf çıkartmış... açmış ve Char- lie'ye bir paragraf göstermiştim. Mektup Henry Holt'tan geli­yordu, şiirlerimin yayınlanması konusunda yazılmıştı. Zarfı masanın üzerine bırakmış ve üzerine iki resim karalamışım —biri büyük, diğeri küçük— iki LOKOMOTİF resmi... Charlie bunu da çok iyi anımsıyor. Kalkıp... Kapının yanın­da hesabı ödedikten sonra... bir sigara almıştım... onu çıkar­ken yakmıştım... tam o sırada ilerideki otlakların ilerisinden bir tren geçiyordu. Ve gözlerim, sigaramı yaktığım kibritin üzerinden bir kez daha duvardaki haritaya takılmıştı. Loko- motif-Tanrı sanki barın arkasından üzerime doğru atılmak üzere görünüyordu. Hâlâ o an duyduğum o yoğun dehşeti anımsıyorum. Hücuma uğrama fikri öylesine canlıydı ki mantığımı ve akılcrbir açıklamayı bir kenara atmıştım, (ya­ni bu yalnızca bir halüsinasyon olabilirdi) kendi kendime, lo­komotif beni ezemez çünkü arada parmaklık var diye düşün­müş ve "emin olmak" için dönüp dönüp bakmıştım. Char- lie'ye birşey dememiştim, zaten dış görünüşümden de pek birşey anlaşılmıyordu.

***

191 l'in öyküsüne dönelim. Tam çıkarken sigaramı yak­mıştım... bir tren geçiyordu... gözüm haritadaki hayaleti bir kez daha görmüştü... hiçbir şey söylememiştim... çıkıp git­meye çalışmıştım... üçyüz metre sonra sigarayı attım, beni daha fena yapmıştı, (bilinçaltımın bir uyarısı; birşeyi fırla­tıp atmakla sizi rahatsız eden bir faktörden kurtulmayı sem­bolize ediyor)

Biraz daha iyileşmiştim. Yine de tren işkencesi devam ediyordu. Bana o otlakta insanların top oynadığı hissi gel­mişti. Otlağa baktım, gözle görülür hiçbir şey yoktu. Bu his­si açıklamak olanaksızdı. Tren geçip gidince birden rahatla­dım. Yarım saatlik bir yürüyüşten sonra, yine 'kendimi kötü hissediyorum' demiştim. Charlie'den biraz uzaklaşıp suyun sessizliğine ve boşluğuna bakmıştım. Göl'de hiçbir hareket yoktu. Kıyadaki yazlık kulübeler hala kapalıydılar.

İçime bir yalnızlık hissi çöktü, huzursuz bir izolasyon... Barda olanları tamamen unutmuştum. Şapkamı çıkarmış, başımı kurulamıştım. Bir batma hissi... izolasyon... dehşet. Charlie' diye seslendim... cevap yoktu. Dakikalar geçmişti. Daha yüksek sesle çağırdım... ve yine cevap yok. Yalnız­dım, bu koca evrende yapayalnız... ah, evde olsaydım.. Charlie!' Tam o anda gölün karşı kıyısında düdüğünü öttü­rerek bir yük treni gelmeye başladı. O geçen yolcu treninden bir saat sonra, aynı yoldan geliyordu. Birden yine paniğe ka­pıldım. Lokomotifi başımın üstünde hissediyordum, beni yutacak gibiydi. Sanki beni altına alıp ezmek için acele etti­ğini hissediyordum. Aslında çak çak çak çak diye duydu­ğum, makinelerin sesiydi. Setin üstünde bir aşağı bir yukarı koşuyordum. Kendi kendime (yüksek sesle) "tren gölün öbür kıyısında, sana ulaşamaz —seni ezemez— o çok uzak­ta" diyordum, ama emin olmak için de gözlerimi ondan ayır­mıyordum. Gözlerin gördüğü şey başımda, beynimde olup bitenlerle çok, çok farklıydı. Bunun ne kadar sürdüğünü anımsayamıyorum, ama bu zaman süreci içinde, trenle bera­ber Agatha'nın varlığını da hissediyordum; Agatha'nın ölü-

münün verdiği dehşet hissi gittikçe şiddetleniyordu— tabii onun ölümü yüzünden suçluluk duygusu da durmadan artı­yordu...

Orada, bir yerlerde Agatha, başımın üstündeki kabin ve Daire hayaletleriyle beraber dönüp duruyordu. Tabii Daire, lokomotifin silindir gövdesinden ve başından yayılan yansı­maları sembolize ediyordu. Bu Lokomotif 1878 Şeytan- Tanrısı'nm Gizemli Yüzü idi. Varlığımın derinliklerinden bütün gücümü toplayarak, kendime hakim olmaya çalıştım.

Uzay'dan gelen o büyük ışık kümesinin gözlerime yaptı­ğı etki, belki de ölümcül bir uyarıydı. Bunu kesin olarak bi­lemiyorum. Ama güneşin sol tarafındaki büyük bulut, bir ka­leydoskop gibi iki at görüntüsüne dönüştü. Bu atlar, içinde sakallı bir adamla, genç bir kadının oturduğu bir arabayı çe­kiyorlardı. Bu görüntü bana Son Karar Günü'nü anımsattı. Ve ormanların üstünde, gölün bu tarafında da dev gibi bir zenci duruyordu. Bir Apokalips.................................................. Incil'deki kişiler canlan­

mıştı.... daha ileride Peygamber ve cennet vardı.

Benim için bu yalnızca bir görüntü değil, aynı zamanda bir uyarı, bir tehditti. Atlar bana doğru koşuyorlardı.

Hiç değilse bu yalnızca bir his değildi, görüyordum, hem de üç boyutlu olarak. Lokomotif Tanrı, kendine özgü gücüy­le yine göklerden inmişti. 1878'deki figüranlar yine onun ya- nındaydılar: küçük Mary, zenci dadı, Mary'nin babası, onun arabası ve atları.... atlar beyaz oldular. Lokomotif kabini, Mary'nin faytonu, Incil'den bazı tipler aslında içimden dışa­rıya fışkırıyorlardı; film makinesinden çıkar gibi.

Böylece İstasyon'dan babasıyla arabaya bindikten sonra kaybolan Agatha'mm anısıyla karışmış, birleşmiş üzerime doğru geliyordu. Suç   ceza. Simgeler değil yansımalar....

Bunlar bütün kıtanın üstüne yansıyor.... otuz üç yıllık yaşa­mım boyunca yansıdılar...

Kelimenin tam anlamıyla bu "Görüntü" beni yere devirdi. Birkaç saniye dizlerimin üstünde çöküp bekledim. En son zenci kadın kayboldu.... Ayağa kalkıp, sağa sola koşuşmaya ve bağırarak "Mucizeler yoktur, mucize olamaz" diye söy­lenmeye başladım. Defterimi çıkardım, tıpkı Hamlet'in gö­rüntüler gördükten sonra yaptığı gibi. Çılgınca, mucizelerin olamayacağına dair bir şeyler karaladım. Sanki kırık bir mantık kılıcını sağa sola savurarak, her türlü mantıktan da­ha güçlü olan canavarlarla savaşıyor gibiydim. Mantığım bu apokalips (kıyamet) korkusunu yenemiyordu; çünkü kıya­met korkmamın sebebi değildi, tam tersine korkum kıyame­tin sebebi idi. Ama unutmayın! Ne halüsinasyonlar ne de korkular, Mantık ve Gerçeği yok edemezler. Ben de bunla­rın ne olduklarını biliyorum ama nereden geldiklerini bile­miyorum.

Bu arada yük treni, Middleton'a doğm yoluna devam edi­yordu. Duyduğum sesi, gürültüsü, görüntüden duyduğum dehşeti bile bastırıyordu. Bilinçaltım bu işkenceyi çok iyi tanır, çığlık atarak "Tanrım, o tren daha gitmeyecek mi!" derdim. Panikten kurtulmak için tahta bir kutuyu dizlerime vura vura parçaladığımı anımsarım: Trene bakıyorum.... öy­le yavaş gidiyor ki.... çok yavaş.... ne zaman kurtulaca­ğım.... Yolun sonundaki kırmızı tuğla istasyon binasından da ürkerim        1885'de okul bahçesinde koştururken ama ya­

nımda Agatha yok.... Mary'le beraberim. Arasıra, "Charlie, Charlie" diye bağırıyordum. Evden ve ailemden çok uzak ol­manın verdiği dehşet ve ümitsizlikle çılgın gibiydim.

Daireler çizerek koşuyordum ki Charlie ormanların oldu­ğu yerde göründü. Onun varlığı bana güç verdi. Paniğin ye­rini rahatlama aldı. "Sinirlerim çok bozuk. Şehre dönmeli­yiz" dedim. Çabuk çabuk yürümeye başladık. Kızlardan söz ediyordum.... başka şeyler düşünmeye çalışıyordum.... ama Agatha veya Mary'den hiç bahsetmedim, aslında bu iki kız bilincimi doldurmuştu. Yeniden paniğe kapılıyordum.... Charlie yanımdaydı; ama bir yararı olmadı. Neyse ki önceki kadar yoğun değildi... Belki de güneş çarpmıştı. Ana cadde­ye varınca yüzümü ve bileklerimi oradaki bir çeşmede yıka­dım. Belirtileri tanıyordum, güneş çarpması değildi. Orada duran bir otomobile yaklaştım, "Çocuklar ne isterseniz öde­yeceğim, lütfen beni hemen şehre götürün" dedim. Char- lie'nin yanımda olmasını istiyordum, bana moral gücü veri­yordu. Arabayı çok hızlı sürüyorlardı. Derin derin nefes ala­rak kendimi toplamaya çalıştım. Tek tek tüm yol işaretlerini sayıyordum. Kulübeye gelince indik. Çocuklara para verdim. İki Dolar. Charlie benimle kulübeye girdi. Ailem oradaydı. Hemen uzandım. Dehşetle titriyordum. Hafif bir sesle, "An­ne, baba galiba her şey bitiyor. Ölüyorum artık" dedim. Cha- rie ayaklarının ucuna basarak dolaşıyor, perdeleri indiriyor­du. Büyü geçiyor. Babam şehire inmiyor, "evde ihtiyaç du­yulabilir" diye. Bütün gece uyudum. Sabah uyandığımda, vücudum garip bir şekilde yorgundu, zayıftı. Evin önünde biraz yürümeye çalıştım ama yüz-ikiyüz metre yürüdükten sonra evden çok uzaklaşmış olduğumu sanarak dehşet için­de eve koştum.... evden ve güvenlikten.... birkaç yüz met­re.... uzaklaşmak....

O günden beri asla normal bir insan gibi yalnız veya baş­kalarıyla yürüyüş yapamadım.

O yaz saçlarım bembeyaz oldu. Tabii ki halk arasında söylenildiği gibi bir gece içinde olmadı bu. Yaşamdaki deği­şiklikler, yaşamın kaynağını etkiler. Saçlarda da hayat kök­lerinde başlar, bu yüzden, beyaz saçlar kökten itibaren beyaz olarak çıkarlar. Eski, kahverengi saçlar döküldükçe de ak saçlar çoğunlukta kalırlar. Böylece saçlarımın ağarması Ağustos'a kadar sürdü.

Özellikle öğle yemeklerinden sonra yatağa uzanınca, hâlâ nabzım çılgınca atıyor ve sık sık korku nöbetleri geçiriyor­dum. Bunun nedenini şimdi biliyorum. Bütün yaz boyunca Lokomotif Tanrı bilinçaltımda yüzeye çok yakın bir yere yerleşmişti ve uzanıp biraz rahatlayınca bilinçaltından kur­tuluyordu.

Son klinik araştırmalarımda öyle bir an geliyordu ki.... iki yıl boyunca... bu güne dek................................................ hafif bir dinlenme ve ra­

hatlama anında böyle korku hislerim ve nabız atışım artı­yordu. Bunları yapanın Lokomotif Tanrı olduğunu bilmeme karşın elimden bir şey gelmiyordu. O yaz aklım, zekâm ve mantığım bana sırtını dönmüştü. Bütün o korkulan, dehşet­leri; beynim kurnazca açıklamaya çalışıyordu. Gerçeklerin açıklanamaması yüzünden mantığım başka yollan arıyordu. Bu yüzden içime türlü fobiler kök salmıştı, bana göre kor­kuların nedenleri buna bağlıydı. Acı çeken kişi gerçek ne­denleri bilmeyince, kendine göre yeni nedenler yaratıyor. Zeka düzeyi düşük bir insan aptalca nedenler uydurur, zeki bireyler de daha kabul edilebilir nedenler yaratırlar. Diyelim ki iki kişinin de karanlık fobisi var; ikisi için de bu fobinin gerçek nedeni unutulan bir çocukluk travması yani küçükken ikisi de ormanda korkmuş olsunlar. Düşük zekâ düzeyi olan kişi bunu karanlığın içinden bir cinin beyaz elini uzatması olarak anlatır; diğer kişi ise gece birden bire hastalanmak­tan, yanında yardım edecek kimse yokken bir kriz geçirmek­ten duyduğu korku olarak anlatır. Ama ikisi için de önce geçmiş deneyimleri veya bilinçaltlarıyla ilgili sözüm ona açıklamalar geçerlidir. Altı yıl önce bir makale yazmıştım, burada zihnimin fobilerimi açıklamak için geliştirdiği sahte olayları, sahte açıklamaları belirttim.

O zaman gerçek nedenleri bilmiyordum ama yine de bey­nimin yarattığı şekilde korkmadığımı iyi biliyordum.

Mekanizmanın tekniğini biraz daha açıklamak istiyorum. Eski bir olaydan kaynaklanan bir korku haliyle başlayalım. Geçmişte olan bu deneyim bilinçaltında kalıyor. Fakat onun

duygusal etkisi, dehşet bilinçüstüne fırlıyor. Bu duygusal et­ki hafif bir endişeden ölümcül bir korkuya kadar değişik yo­ğunluklarda olabilir. Şaşıran beyin de uydurulan hiçbir yap­macık, sahte nedeni kabullenmez. İşte o zaman, deprem gi­bi, dipten gelen bir darbeyle bütün güvenimiz sarsılır. Genel­likle bilinçaltındaki olay kendini sembolik olarak açığa vu­rur. Benim "uzaklaşma" fobim buna iyi bir örnek olabilir. Aklımız bu korkuya bir neden arar. Danışmanlar sorar: "Ne­den korkuyorsun? Evet "korkacak ne vardı".... evden bir-iki yüz metre uzaklaşsam           1911'de .... ne olur sanki? Söyleye­

bildiğim tek şey, evden biraz uzaklaşacak olursam- son on beş yılda bu uzaklık birkaç metre ile birkaç mil arasında de­ğişiyordu- bir güvensizlik, bir dehşet hissi bütün benliğimi kavrıyor ve geri dönemiyordum. En güzel tanımlama şöyle olabilir:

Dehşete kapılmak fikri beni dehşete düşürüyor. Bunun yanında bazı yan -korkularım da var; panik halindeyken et­rafa rezil olmak veya bir arabanın altına girmek veya sinir krizi geçirmek gibi.

Uzaklık fobisinin de yoğunluk dereceleri vardı. Varsaya­lım ki göl kenannda yürüyorum. Bir millik yolun ilk çeyre­ğinde normal bir insanım; sonraki yüz yarda da biraz endişe­li ve kaygılıyım; bundan sonraki yirmi yardalık yolda henüz kontrol edilebilen oldukça korkmuş bir haldeyim; sonraki on yardayı dehşet içinde geçiriyorum ve beş altı adım daha al­tınca da Atlantiğin ortasında boğulmak üzere olan veya bir gökdelen yangınında en üst katta pencerenin kenarına çık­mış bir adam gibi korkunç bir panik, umutsuzluk ve yalnız­lık hissediyorum.

Eğer okurlarım böyle korkunca neden ıslık çalmadığımı veya gülüp geçmediğimi anlayamıyorlarsa, bu kitap onlara göre değil demektir. Onlar da yaşamım boyunca çok rastla­dığım aptallar ordusuna aitler, onlarla benim hiçbir ilişkim olamaz. Onlar da beni rahat bıraksınlar.

Korku nöbetlerim bazen insanın ölüm karşısında duydu­ğu dehşetin çok üstüne çıkıyor. Böyle zamanlarda bayılma- mamın veya ölmemenin iki sebebi vardı: Önce fiziksel can­lılığım, sonra da kaçış yollan bulmada ustalığım- dikkatimi saptırmak, veya güvenli bir yere kaçış gibi- Bazıları şöyle düşünebilirler; madem bu nöbetlerden sonra hiçbir şey ol­muyor, öyleyse neden kaygılanıyorsun? Hiçbir şey olmu­yor, öyle mi? Bakın neler oluyor anlatayım. Önce korku nö­beti gelir- eğer kızgın bir ütü boğazınıza sürülüyor ve sonra da hiçbir iz bırakmıyorsa, bana da "hiçbir şey olmuyor" de­mektir. Sonra nöbet geçer ama geride yan-korkular bırakır, Korkudan korkmamı arttırır, özgürlüğümü kısıtlar. Aslında doğru, "hiçbir şey olmadı", yani bu güne dek on beş yıldır öğretmenliğe, kitap yazmaya ve caddenin karşısındaki Üni­versite Kulübü'nde şakalar yapmaya devam ettim....

Bir "vaka" olduğumu biliyorum. Duyduğum dehşet hissi­nin bir fobi olduğunu da biliyorum. Gerçek nedenleri çocuk­luğuma kadar iniyordu. Bir "çocukluğa dönüş" vakası. Bu inancım psikolojik açıdan kayda değerdi. Daha önce değin­diğim gibi anormalliğin psikolojisiyle ilgilenmiştim- yarım düzine dilde yazılmış kitap ve teknik makaleleri.... hatta Freud'un sekiz cildini de Almanca olarak okumuştum.

Ama inancım bu bilimsel birikimden değil de kendi bilin- çaltımdan doğmuştu. 1878 ve 1885 olayları bilinçle, bilin­çaltının tam sımnndaydılar. 1911 Haziran'ında yaşadığım şoka da bu yıllarda başımdan geçen çocukluk anıları sebep olmuştu. O akşamüstü korku krizi geçirdiğimde bir-iki saat önce gördüğüm hayallerin, o üstünde durmayıp bilinçaltıma gönderdiğim görüntülerin yansımalarıyla hala titriyordum. Morton Prince gibi bir adamın yönetiminde yapılacak bir hipnoz veya psikanaliz; benim sinir krizimi geçirebilir, hiç

değilse beni rahatlatabilirdi. Ama o zamanlar Morton

Prince yoktu.... buna karşın yine de altı, yedi psikiyatr ile konsültasyonlar yaptım        

İyileşme oldu ama nedenler ortadan kalkmadı yalnızca semptomlar, belirtiler azaldı. Fiziksel olarak da düzeldim; - dinlenme, güneşlenme, iyi besin, muntazam hayat ve egzer­sizler sayesinde- dehşetimle daha kolayca başa çıkabilecek­tim. Fiziksel kondisyon böyle hallerde çok önem kazanıyor. Atmosferdeki elektrik oranı da etkili oluyor. Örneğin, bir fır­tınadan önce hep daha fobik oluyorum yani korkularım ön plana çıkıyor. Yüzlerce gözleme dayanarak şunu söyleyebi­lirin; ruhsal durumum fiziksel ve sinirsel şartlara bağlıdır. Etkileyen şey elektrik gücüdür, bilinçli veya bilinçaltı telkin değildir. Diğer taraftan, kar fırtınası beni daha kötü etkiliyor, yani daha huzursuz oluyorum, bu da 1912'de karda tek başı­ma kalıp, korku nöbeti geçirmemin bir yansımasıdır.

Daha iyi bir fizik kondisyonla daha iyi olmam dışında "ruhsal eğitimin" de çok yararını gördüm................................................. en kötü, en ber­

bat dehşet hislerini yavaş ve temkinli çalışmalarla ve kendi­ne güvenmeyi öğrenmekle alt edebilmeyi deniyordum. Ya­vaş yavaş, korku nöbetleri geldiğinde kendimi kontrol ede­bileceğimi anladıkça bu nöbetlerin gittikçe daha seyrekleşti­ğini ve şiddetlerini kaybettiğini farkettim. Ama karşıdan ge­len vahşi bir hücum, sonunda tam anlamıyla bir felakete dö­nüşüyordu.

Eğer, "şu noktaya kadar (bir ağaç veya bir ev), Tanrı'nın izniyle.... gideceğim" dersem, Fobi bir kaplan gibi boğazıma saldırıyordu ve ben hemen eve kaçıyordum. Bu hâlâ böyle sürüyor...

"Bu öcüleri bir baltayla öldürmemi" öneren akıllı!! dost­lanma da son bir söz. Haydi bana bir balta bulun....

Dr. M. L. Hay ward ve Dr. J. E. Hay ward

BİR ŞİZOFREN

YOĞUN PSİKOTERAPİYİ TANIMLIYOR

Bu parçada yazar kendisini, "kendi dilini konuşan hiç kimsenin bu­lunmadığı bir ülkede kaybolan bir yolcuya" benzetmektedir; ayrıca "daha da kötüsü, bu yolcu nereye gitmesi gerektiğini bile bilmez-" Psikoz'un içindeyken, bir başka kişi ile ilişki kurmak şeklinde yar­dım istiyordu ama bu ilişkiyi onu anlamayan ve sevmeyen birisiyle kurmaktan kaçınıyordu. Burada tanımlanan psikoterapi işlemi, as­lında terapistin güvenilirliğini sınamak, kısmen de terapistin ona karşı tepkilerine göre kendi kimliğini oluşturmak amacını güdüyor­du.

Okuyacağınız bölümler, bir hastanın hislerini ve düşüncelerini açık ve dürüst bir şekilde anlatmasının, bu alanda neler olduğunu anla­mamıza ne denli yardımcı olduğunu göstermektedir. Bir hastalığın veya terapi işleminin, hasta açısından anlatılan bölümü olmazsa, tanımlamanın tam ve eksiksiz olduğu söylenemez.

Bu bölümler üç ayda bir çıkan "The Psychiatrist" dergisinde yayın­lanan orijinal eserden alınmıştır ve psikiyatrik yorumlar en az dü­zeyde tutulmuştur.

Bu rapor, kronik şizofreni (özellikle katatonik ve paranoya elemanları olan şizofreni) geçirmekte olan bir genç kadının psikoterapiye karşı gösterdiği bazı tepkileri tanımlamak ama­cıyla yazılmıştır.

Söyledikleri, zaman zaman kendini hastalığın etkisinden kurtardığı iyileşme dönemlerinden alınmıştır. Tedavinin on­da yaptığı etkileri ve terapistin oynadığı rolü açıklamaktadır. Burada hastalığına yol açan çelişkilere yer verilmemiş, teda­vinin aşamalarından da bahsedilmemiştir.

Bu yazıda, yalnızca tedavinin ilk aşamaları konusundaki izlenimleri anlatılmaktadır.

Ağır şizofreni konusunda pek çok yazı yazılmıştır ve Eissler bütün bu çelişen teoriler için ortak bir nokta bulunma­sını önermiştir. Bize göre, hastanın anlattıkları bu açıdan çok yararlı olabilir. Onun, doktorun hastayla olan ilişkisini tanım­laması özellikle çok önemlidir.

VAKANIN TARİHÇESİ

Joan, 26 yaşında beyaz bir kadındır. Hastalığı ilk olarak 1947'de 17 yaşındayken başladı. Bundan sonraki iki yıl bo­yunca dört özel hastanede, psikoterapi, 34 elektroşok ve 60 ensülin tedavisi gördü. Elli kez komaya girdi. Çok az, hiç de­necek kadar az bir gelişme gösterdi ve sonunda bu raporu ya­zan doktorlardan birisinin tedavisi altına girdi, tedavi olanağı yok gibiydi.

Yazarın tedavisinin başlarında, Joan soğuk, içine kapanık, yalnız ve şüpheciydi. Aktif olarak görsel ve işitsel halüsinas- yonlan vardı. Hastane'de hiç bir aktiviteye katılmıyordu ve çoğu zaman öyle bir uyuşukluk içindeydi ki herhangi bir tepki vermiyordu. Tedaviye gereksindiği konusunda baskı yapıldı­ğında, sessiz bir direniş gösteriyor veya yalnız kalmak istedi­ğini söylüyordu.

Üç kez intihara teşebbüs etti. Bazen öylesine kavgacı olu­yordu ki, azgınlar koğuşuna kaldırılması gerekmişti.

Bu ümit kırıcı tabloya rağmen, yoğun psikoterapiye olduk­ça iyi cevap verdi. Altı ay içinde, eylemci psikozdan kurtul­muş sayılırdı ve iki ay sonra da açık koğuşa nakledildi. Şu anda Joan evlidir ve 1949 sonbaharından beri hastane ile iliş­kisi kalmamıştır.

HASTANIN ANLATIMLARI

(D

"Başlangıçta, dediklerini çoğunlukla dinlemiyordum, ama anlatış şeklini ve sesinin tonunu şahin gibi gözlüyordum.

Mülakattan sonra bunları tekrar tekrar gözden geçirip içle­rinde sevgi arıyordum. Sözcükler, gösterdiğin duyguların ya­nında önemsiz kalıyordu. Bana yardım edebileceğinden emin olduğunu ve ilerisi için bir ümit olduğunu sezebiliyordum.

Bu sanki ürkmüş bir at veya köpekle konuşmak gibiydi. Sözlerinizi anlamazlar, ama sesinizdeki sükunet, güç ve güve­ni hissedip uysallaşırlar, kendilerini yeniden güvende hisse­derler.

Aslında seninle sözcüklerin arasında öyle büyük bir farklı­lık vardı ki. Sen harika görünüyordun ama sözlerin feciydi. Senden emin olmadan beraberce sorunlarımı çözümlemeye çalışmak anlamsızdı. Sözcüklerle baskı yaptığın zamanlar hemen katatonik hale geçiyordum. Söylediklerin çoğunlukla doğruydu ve benim bazı şeyleri görmemi sağlıyordu ama sen gidince kendimi yaralarına bakan bir cüzzamlı gibi hissedi­yordum. Sorunlarla nasıl başa çıkacağımı bilmiyordum. Kaç­mak için yalnızca katatonik duruma geçebiliyordum. Sen, asıl bu sorunların neden olduğunu anlamama yardım etmeliydin. Benim, bunları anlayabilmem için bol bol zamanım olduğunu ve değişebileceğimi anlatmalıydın."

Joan burada, terapi metodunun ilk devrelerinde, bizim "av- tüfeği yöntemi" diye isimlendirdiğimiz - bulabildiğimiz ipuç­larına direkt yorumlar yapma tekniğimizden bahsediyor. Çoğu yorumlar en derin noktalan amaçlamıştı; çünkü terapistin gö­rüşüne göre bir şizofren bilinçaltına çok yakın bir düzeyde yaşar ve bu konuda çok şey bilir. Terapist şu anda yanıldığı­nı anlamıştır. Bir şizofrenin içgörüye büyük bir direnci olabi-

leceğini ve bilinç altındakilerin korkunç fırtınalar koparmadan yüzeye çıkmayacağını farketmiştir.

Eğer bir terapist çok ileriye ve çok hızlı giderse, hasta ya saldırganlaşır veya içine kapanıp doktordan uzaklaşır. Şu an­da yazarlar, Emory grubunun tekniğini daha çok kullanma eği­limindedirler. Bu tekniğe göre doktor, hastanın seçtiği konuyu ahr, işler ve genişletir, ta ki doktor-hasta ilişkisi daha yakm- laşana dek.

Joan'un belirttiği gibi en derin noktalarına değinilmesi ve açığa çıkarılması hastayı incitir ve rahatsız eder. Hastanın, ra­hatsızlığının derinliklerine kaçıp, sığınmasına neden olur....

(II)

"Sana çoğu şeyleri konuşmak yerine hareketlerle anlatmak zorundayım; çünkü senin, kendim hakkında her şeyi bilmeni göze alamıyordum. Söylediğim bazı şeyleri bana karşı kulla­nıp, beni inciteceğini biliyordum. Ayrıca, hiç kimse benim ne istediğime dikkat etmiyor, yalnızca bir şey yapınca tepki veri­yorlardı. Bana yardım etmeni çok istiyordum ama sana güve­nebileceğimden emin olmalıydım.

Biz şizofrenler birçok önemsiz şey yaparız, söyleriz ve çok önemli bazı şeyleri bunların arasına karıştırırız; doktorun bunları bulacak, hissedecek kadar iyi olup olmadığını anla­mak için.-

Sen beni kontrolün altına alıp, kendi yöntemlerinle bakma­ya başlayıncaya kadar, seni görmezlikten gelmeye ve ihtiyar annem olduğunu düşünmeye devam ettim. Ve gerçekten be­nimle ilgilenmeye başlayınca, bu farkı hissedebildim. Senin daha iyi bir 'anne' olacağını farkettim; ancak bundan sonra ya­şamak istedim."

Şizofrenler çevrelerine durmadan 'duyarlı alıcılar' yollar­lar, amaçlan çevrelerinde onlan anlayabilecek ve kabullenebi­lecek kişiler aramaktır. Hasta sevilmek ve kabul edilmek öz­lemi içindedir, yalnız incitilmekten çok korkar. Üçüncü Bö­lümde, Joan, hastanın sevildiğinden ve kabul edildiğinden emin olduğu anda yaptığı tuhaflıkları bırakacağını belirtir. Sullivan da benzer bir olguyu şöyle tanımlar; "Şizofrenlerin benim yanımda şizofren gibi davranmadıklannı farkettim...."

(III)

"Onlan iyileştireceğini söyleyen doktorun aslında bunu başaramayacağını anlayınca, hastalar bu doktora gülerler, tu­haf hareketler yaparlar. Onu şaşırtmaya, düşüncelerini karış­tırmaya çalışırlar. Doktoru memnun etmeye çalışırlarken, bir yandan da önemli bir şeyler bulmaması için aklını kanştınr- lar. Size gerçekten yardım edebilecek birini bulunca artık onu şaşırtmanıza gerek kalmaz. Normal davranışlara geçebilirsi­niz. Bir doktorun yalnızca yardım etmek istemesi değil, ger­çekten yardım edebilmesi gerekir ve ben bunu hissedebilirim. (Hasta bu konu üzerinde çok durmaktadır.)

İncelenmesi gereken bir nokta vardı; bu da benim bir erkek çocuk olmak istememdi. İlk görüşmemizde "pipi" ile ilgili bir şeyler söylemiştim. Dehşete düşmeme karşın büyük bir fe­rahlama da duydum. Konuştuğum pek çok doktor bu konudan kaçınmışlardı. Beni ürküttüğünü biliyordu ama bu sorunun derinlerine ineceğinden emindim. Diğer doktorlar kenarda oturup, olta sallamışlardı. Benim bir şeyler anlatmamı bekli­yorlardı. Bu haksızlıktı. Sen dosdoğru ilerledin. Derinlere be­nimle beraber inmeye istekliydin.

Doktorlarına güvenmeyen hastalar tepinirler, çığlıklar atar­lar ve etraflarına saldırırlar. Doktorun sizin gerçek yüzünüzü

göremediğini, sizi anlayamadığını ve kendi bildiklerine göre davrandığını görmek feci bir şeydir. Ben böyle bir durumda kendimi görünmez adam gibi hissetmeye başlar; doktorun be­ni görebildiğinden emin olmak için olay çıkarırdım."

Bu pasajı tartışmak çok zor olacak, çünkü Joan burada hastanın kendi gereksinmeleriyle, doktorun ona yardım edebil­me yeteneği arasındaki çelişkiyi anlatıyor. Gerçekten de bir hastanın bazı doktorlarla gelişme gösterdiği halde, bazılarıyla daha kötüye bile gittikleri bilinmektedir. Yazarlar da bazı has­taların doktor değiştirdikleri zaman hızla iyileştiklerini gör­müşlerdir.

İkinci paragrafta bahsi geçen "pipi" konusu şöyle açılmış­tı. Joan yanında hep bir örgü şişiyle dolaşıyordu. Terapist; "kendini, sivri, batıcı bir şey taşırken belki daha güvende his­sediyorsun; pipi özlemi mi acaba?" diye bir öneride bulun­muştu. Böyle açık bir konuşma yöntemi hastaya cesaret verir ve doktorun onu anlayabileceğini gösterir. Joan da, "olta salla­manın", yani durmadan sorular yöneltmenin, yararsızlığından bahsetmiştir.

Kendisini "tüfek dolabında bir paçavra" gibi hissetmesi, onun gibi şizofren kızlar arasında sık görülen bir "fallus" hay­ranlığının, "fallusa" fazla değer vermenin tipik bir örneğidir.

(IV)

"İlk geldiğinde senden nefret etmiştim. O kadar çok doktor benimle uğraşmış ve ümitsizliğe kapılmıştı ki, artık yalnız kalmak, rahat bırakılmak istiyordum. Ama sen bir türlü gitmi­yordun, seni öldürmek istiyordum. Sevgiye inanamıyor, güve- nemiyordum, bu yüzden seni kızdırmak için planlar yapıyor­dum. Bomboştun, sanki hiç bir duygun yoktu. Ama bu daha gerçekçi, daha sıcak bir davranıştı. O zaman, içtenliğine inan-

dım. Ailem beni severdi ama gerçek beni asla göremediler. Yalnızca olmamı istedikleri "beni" görüp sevebiliyorlardı. Ancak "gerçek beni" yokederek beni sevebiliyorlardı. O, oyuncak penguen olayında, babam hoş bir şey yapmak isti­yordu. Ama bunun için o kadar uğraştı ki ağlamak istedim. Ama o, benim ancak onun tarzında bir duygu duymamı isti­yordu. Kendi tarzımda hissetmeye bırakmıyordu beni. İşte bu nedenle, bana göre sevgi ve yoketme aynı şeylerdir.

Annemle babama kızıp istediklerini yapmadığım zaman­lar, ne kadar uğraştıklarını, yorulduklarını ve benim onları üzmek istediğimi söyleyerek, kendimi suçlu hissetmeme ne­den olurlardı. Bundan uzaklaşmam gerekiyordu. Kimse beni anlayamıyordu. Kendimi ümitsiz bir yığın, bir kitle gibi görü­yordum. Ama bir şekilde sen, gerçek beni görebildiğine ve se- vebildiğine, beni inandırdın."

Sevgi kavramının, hastanın kişiliğini ve kimliğini yoket- mesi, tedavide üzerinde durulması gereken en önemli sorun­lardan biridir. Yazıda bahsi geçen oyuncak penguen olayı da ilginç bir öyküdür.

Joan'ın eve ilk gidişinde, yani 19 yaşında uzun boylu, hoş bir genç kadınken, babası ona bu oyuncağı hediye etmişti. Bu olaydan da anladığımız gibi, babasının Joan'u büyümekte olan bir kadın halinden bir erkek çocuğa (bilinçsizce de olsa) çevirmek istediğini görüyoruz.

Joan'ın sözcükleriyle, "gerçek beni"ni sevme yeteneğimi nasıl tanımlayacağımı bilmiyorum. Rosen bu olguyu şöyle anlatmıştır: "Semptomların ardındaki gerçek insanı görebil­me yeteneği", Emerson gurubu ise buna, "hastanın çocuk ben­liğini görebilme yeteneği" demiştir. Birkaç yıl önce bir yazar da şöyle bir tanım yapmıştı; "ebedi gerçeği insan ruhunda" görebilmektir; yani hastanın içinde, bunu yıkmak için yapılan çeşitli denemelere karşın, hala çok önemli, yaşamsal bir güç­ten bahsetmiştir. Ne olursa olsun, bir hastanın, doktorunun onun gerçek benliğini görebildiğini ve ona yardım etmek iste­diğini bilmesi, tedavi için şarttır.

(V)

"Önce nefret gelir. Hasta yarasını deştiği için doktorundan, kendine yeniden dokunulmasına izin verdiği için de kendisin­den nefret eder. Bunun daha çok incinmesine neden olacağını düşünür. Gerçekten ölmek ister ve kimsenin onu bulup geri getirmeyeceği bir yerlerde saklanır.

Doktor, hastanın ondan nefret etmesini sağlamalıdır. Eğer nefret duyarsanız, sevdiğiniz kadar çok incinemezsiniz, ama hâlâ canlı kalabilirsiniz —soğuk ve ölü gibi olmazsınız. İnsan­lar yeniden sizin için anlam taşırlar.

Doktor, hasta nefret etmeye başlayana dek beklemelidir, bu işe başlamanın tek yoludur. Ama hasta nefret ettiği için suçluluk duymamalıdır. Bir ailenin bebeğin odasına girmeye nasıl hakkı varsa, doktor da hastalığın derinliklerine girmeye hakkı olduğunu hissetmelidir. Bebek ne hissederse hissetsin, doktorun odaya girmeye hakkı vardır.

Hasta kendi sorunlarından çok korkar; çünkü onlar kendini mahvetmişlerdir ve doktorun sorunlarına karışmasına izin verdiği için kendini suçlu hisseder.

Hasta, doktorun da bu sorunlarla parçalanacağından, zarar göreceğinden emindir. Doktorun, iç dünyasına girmek için izin alması doğru değildir, kendi yolunu açmak için uğraşma­sı gerekir; o zaman hasta da kendini suçlu hissetmez. Doktoru korumak için elinden geleni yapmış olduğunu bilir. Dok­tor,davranışlarıyla şöyle demelidir: "Ne yaparsan yap, ben ge­liyorum."

Şizofrenlerin en büyük sorunları, kimseye güvenememele- ridir. Bu yüzden doktor, hastanın bütün karşı çıkmalarına rağ­men içeri girmek için uğraş vermelidir. Kimse sizinle ilgilen­mez veya sevmezse, sizinle uğraşmazlar. Onun için birinin si­zi kırması veya hatta öldürmesi, o kişinin sizinle ilgilendiğini gösterir; bu da çok güzel bir şey....

Önce, sevmek olanaksız gibi görünür; çünkü sizi çaresiz, küçük bir bebek haline sokar. Hasta da bunu göze alamaz, doktorun onun neye gereksindiğini ve bunları sağlayabileceği­ni anlayana kadar, sevmeyi düşünemez."

Çoğu kimseler, öfke ve mücadelenin, sevgiyi anlatma şek­li olduğunu düşünürler. Buna "sıcak nefret" denir. Eisler, "ar­kadaşça saldırganlıksan bahseder. Görünüşe göre, bir şizof­ren için tek nefret şekli, "soğuk nefrettir", içine kapanır ve ilişkilerini koparır. Hastanın, doktoru farketmesi bile bir iliş­kinin başlangıcını gösterir. Hasta ne kadar çok öfke gösterir­se; ileride o kadar çok sevgi gösterecektir....

(VI)

"Nefret etmek tuvalete gitmek gibidir. Eğer tuvalete gider­seniz, bu sizin yaşadığınızı gösterir, ama doktor tuvalete gitti­ğinizi kabullenmezse, bu sizin yaşamınızı istemediği anlamı­nı taşır. Çocuğunun dağınıklığını, pisliğini kabullenemeyen bir anne durumuna düşer. Bir anne tuvalete benzer; çünkü ço­cuğunun pisliğini ortadan kaldırır. Öylece oturup seni seyret­mek, beni dehşete düşürüyordu; bütün pisliğim ve nefretimle başedebilecek miydin? Yoksa sen de benim gibi halime bakıp boğulacak gibi mi olacaktın? Her gün müshil alıyordum; sen gelmeden önce içimdeki bütün pislikleri boşaltabilmek için...."

Çocuğun beynindeki öfke ile bağırsaklarını boşaltmanın yakından bağlantılı olduğunu açıkça görebiliyoruz. Eğer bir anne çocuğunun yaşamsal fonksiyonlarını kabullenemezse, çocuk o zaman yaşamış olmaktan ve yaşayan bir insan gibi fonksiyonları olmasından suçluluk duyacaktır. Joan açıkça, bir şizofrenin duygularıyla fiziksel işlevlerini tamamen karış­tırabileceğini belirtmiştir.

(VII)

"Yanıma hiç yaklaşmamalıydm. Kendimi çarmıha gerip, senin acı çekişimi seyretmeni istemem, bir işkence idi. Beni, kendime gelmem için zorlaman gerekirdi. Bana bir tokat at- saydın, belki çok kızardım ama daha canlı olurdum.

Tokat atarsan daha ölü gibi olacağımdan korkuyordun. Ba­zıları öldürmek amacıyla vururlar ama senin tokatın benim içimi ısıtacak ve daha canh olmamı sağlayacaktı. Bu, yeni do­ğan bir bebeği nefes almaya başlaması için tokatlamaya ben­zer. Sessizce oturup acı çekişimi seyrederken bir kısır döngü­ye giriyoruz. Ben acı çektiğim için sen üzülüyordun, sen üzül­düğün için de ben suçluluk duyuyordum; ve böylece her şey daha kötüye gidiyordu. Sonunda bana yalnızca kendimi öldür­meye çalışmak kalıyordu."

Bir hasta acı çekerken onu rahatlatmak mı yoksa üzerine gitmek mi gerektiğine karar vermek çok zor olur. Elbette, has­ta bir mesafe belirleyip uzaktan, doktorla paylaşmadan acı çe­kiyorsa, terapist ona 'taş atmaya' başlamalıdır. Diğer taraftan, hasta acı çekmekle kalmayıp, terapisti üzdüğü için suçluluk duymaya başlarsa, kısır döngü kurulmuş demektir. Terapist duruma el koymalıdır, aşağıda örneğini görüyoruz:

(VIII)

"Bazı kişiler kusmaya hazır olurlar. Onların açlığını hisse­dersiniz ama onları beslemenize izin vermezler. Sevgiyle me­menizi sunmaya hazır olabilirsiniz, ama size yaklaşmasından onun nefret edeceğini bilirsiniz. Suçluluk hisseder; çünkü sev­mekten önce nefret etmesi gerekir. Doktor, bu nefreti anladı­ğını, hissettiğini ama bunun onu incitmediğini göstermelidir.

Süt emmeyi bu kadar çok istemem ama memeden de bu denli nefret etmem çok kötü bir şey. Sonuç olarak, bir şizof­ren üç şeyi aynı zamanda yapmaya çalışmalıdır. Hem meme­ye ulaşmaya çalışır, hem ölmek ister; üçüncü parçası da öl- memeye çalışır."

Burada Joan, onu sonunda katatonik kasılmaya kadar götü­ren dayanılmaz ikilemi tanımlamaktadır. Hasta sevilmek ve beslenmek istemektedir ama aynı zamanda terapistin uzaklaş­masına neden olmaktan da çok korkmaktadır.

(IX)

"Tam gereksindiğim gibi bir doktor olduğunu görüyorum ama sana güvenebileceğimden emin değilim. Diğer bütün doktorlarım güvenilir görünüyorlardı ama bana önce iyi dav­ranıp sonra da ya başka birine gönderiyorlar ya da ailemle bir olup arkamdan planlar yapıyorlardı. Bu planlar ailemin istek­lerine göre ayarlanıyordu. Sonunda artık kimseye güvenme- meye karar verdim. İki yıl boyunca içime kapandım ve hiçbir şey hissetmemek için kendimi dondurdum. Ama seni ne ka­dar kızdırsam da yine geri geldin, hem de hep tam zamanında. Beni yeterince düşündüğünü ve eğer bir yerlere gidersem pe­şimden geleceğini hatta beni geri götürmek için dövebileceği- ni bile göstermen gerekiyordu.

Benim 'diğer doktorlarım', beni yalnızca 'iyi bir kız' yap­maya ve ailemle aramı düzeltmeye çalışmışlardı. Aileme uyum sağlamamı istiyorlardı. Bu ümitsiz bir çabaydı. Benim yeni bir aile ve yeni bir yaşam özlemi içinde olduğumu bir türlü anlamıyorlardı. Doktorların hiçbiri beni cidiye almamış, ne kadar hasta olduğumu ve yaşamda ne denli büyük bir şan­sa gereksindiğimi görememişlerdi. Kimse, eğer aileme geri dönersem yine içime kapanıp, kendimi kaybedeceğimi farket- miyordu. Çok uzaktan çekilmiş bir aile fotoğrafına benzeye­cekti, insanlar görülecek ama kimin kim olduğundan tam ola­rak emin olamayacaktınız. Ve ben de bu grubun içinde kaybo­lacaktım."

Bu bölümde, Joan hastanın ayrı bir birey olarak görülmeye gereksindiği, ailenin bir ürünü olmak istemediğini belirtiyor.

Fromm-Reichmann'ın da belirttiği gibi, şizofreni bir hasta­lık değil, kendi özel yaşam şekilleri olan bir kişilik çeşididir.

Pek çok şizofrenin kendi şizoid kişiliklerinin gereksinme­leri gözönünde tutularak tedavi edilebileceğini düşünüyorum.

(X)

"Seninle karşılaşmak, benim kendimi kimsenin onun dili­ni konuşmadığı yabancı bir ülkede kaybolan bir yolcu gibi hissetmeme yol açtı. En kötüsü de yolcunun nereye gitmesi gerektiğini bilmemesi Yolcu tamamen kaybolmuş ve çare­

siz ve yalnızdır. Sonra, birden, İngilizce konuşan bir yaban­cıyla karşılaşır. Yabancı gidilecek yolu bilmese de, sorunu paylaşacağınız biriyle olmak, sizin ne kadar kötü hissettiğinizi anlaması, size bir rahatlık verir. Yalnız değilseniz artık ümit­siz sayılmazsınız. Bir şekilde size yaşam gücü verir, tekrar savaşmak isteği verir.

Deli olmak bir kâbusa benzer; hani imdat diye bağırmak is­tersiniz de sesiniz çıkmaz ya, tıpkı öyledir işte. Veya bağıra­bilirsiniz ama çevrede size yardım edecek kimse yoktur. Bu kabustan, birisi sizi duyup yardım edene dek uyanamazsınız."

Burada hastanın psikotik dünyasına girmenin ne kadar önemli olduğu görülüyor. Psikozların tedavisinde altedilecek en önemli sorun iletişimdir. Terapist hastayı sabırla dinlerse veya ayrıntılarıyla, dikkatle gözlemlerse, 'deliliğin de bir siste­mi olduğunu' görür. Doktor anladığını göstermeye başladığı an, hasta da ümit etmeye başlayabilir.

(XI)

"Beni kontrol altına almanı ve benim nasıl olmamı istedi­ğini bilmeyi çok istiyordum. Ancak o zaman beni isteyeceğin­den emin olabilirdim. Ailemin isteğine uyup bir erkek çocuk olmam olanaksız, bunun dışında benim ne olmamı istedikle­rini de hiç açıklamadılar. Bu yüzden katatonikleşerek ölmeyi denedim. Benim pantolon giymeme izin vermemeliydin. Bana yakıştığını bile söylemiştin. O zaman beni pantolonla beğen­diğine göre, ailemle aynı fikirde olduğunu sandım.

Tedavinin başlarında sana çılgınca öfkeleniyordum, çün­kü çok ümitsizdim; beni düşünmeni ve sevmeni istiyordum ama bir yandan da sevilebilecek bir kız olmadığımı, bir erkek çocuk olamayacağımı da biliyordum. Yakında bir oğlan ol­madığımı farkedince çekip gideceğinden emindim.

Duvara yansıtılmış bir film gibiydim. Sen öyle istediğin için vardım ve yalnızca senin görmek istediğin şey olacaktım. Sende uyandırdığım tepkiler, bazen bana gerçek olduğumu hissettiriyordu. Örneğin, seni tırmalayınca eğer bunu hisset­memiş olsaydın, ben gerçekten ölmüş olacaktım.

Yalnızca kendime senin gözlerinle baktığım zaman iyi bir şeyler görebiliyordum. Aksi halde kendimi herkesin nefret et­tiği, açlıktan ölmek üzere olan bir çocuk gibi görüyordum; kendimden nefret ediyor ve açlık duyduğu için midemi yırtıp atmak istiyordum."

Joan'un önemli soranlarından biri de, erkek olsaydı daha çok sevileceğine inanmasıydı. Elbette bu fikir, annesiyle olan ilişkilerinden doğmuştu    

Tedavinin amacı, ona bir kız olduğunu ve bir kız olarak da sevilebileceğini kanıtlamaktı.

(XII)

"Beni kontrol edebileceğini bilmek zorundaydım. Kendi kendimi kontrol edemediğim için ancak böylece kendimi gü­vende hissedecektim. Bu konuda şüpheci davrandığın zaman­lar çılgına dönüyordum. Bu yüzden bileklerimi kestim. Öfke­lenmekten duyduğum korkuyu umursamadığını veya benimle uğraşmak istemediğini düşünmüştüm; böylece sana teslim ol­madan önce kendimi öldürmem gerekiyordu. "Büyük mücade­leden" sonra daha güvenlikte olduğumu hissettim. Senin ben­den daha güçlü olduğunu artık biliyordum.

Küçük bir kız olarak güvenlikte olmaya çok ihtiyacım var­dı. Böylece artık isyan edebilecek ve buna karşın kendimi ce­zalandırmama gerek kalmayacaktı. Tümüyle kendimi denetle­mek zorunda kalmadan büyüyebilecektim. Yavaş yavaş ken­dimi kontrol edememe korkumdan kurtuluyordum.

Yalnızca mülakatlar sırasında kendim olarak güvenlikte ol­duğumu hissediyordum -bütün duygularımı dışa vurabiliyor­dum ve seni üzmekten veya gitmenden korkmadan bunların neye benzediğini görebiliyordum. Bence, sen büyük bir kaya olmalıydın, seni itecektim ama yuvarlanıp benden uzaklaşıp gitmeyecektin. Senden başka herkesin yanında onları mem­nun etmeye çalışarak rol yapıyordum."

Çılgınca öfkelenmelerini kontrol edebilmeleri şizofrenler için çok büyük bir sorun olmuştur. Joan'un da belirttiği gibi te­rapist, başlangıçta, hastanın içinde gerçekten öldürücü dürtü­ler olduğunu kabul etmeye pek istekli değildi. Bahsi geçen 'bü­yük mücadele' bir saatten fazla sürdü ve bu süre boyunca Joan durmadan terapiste çılgınca saldırdı. Onu tırmaladı, ısırdı ve bu mücadeleden üç saat sonra Joan, bu olayı hafızasından sil­di; annesinin memelerini tırmaladığı korkunç bir kâbustan bahsetmeye başladı. O sıralarda terapist, engelleyici anne rolü oynamaya mecbur bırakılmıştı. Esas olan şey, doktorun be­lirli bir rolü üstlenemeyeceği, daha çok, hastanın, onun içinde o rolü gerçekleştirebileceği bir gücün olduğunu görebilmesini ümit etmesidir....

(XIII)

"İkimizin de yere oturmasını önerdiğimde senin bunu ka­bul ettiğin gün dehşete kapıldım, çünkü yere oturunca yar­dımsız ayağa asla kalkamayacağımı biliyordum ve senin de kalkabileceğinden emin değildim. Sana yardım edemezdim. Yapabileceğim tek şey emeklemekti."

Joan burada çocukluk anılarını sergiliyor. Mülakata önce 'hello' demeyi öğrenmek istediğini söyeleyerek başladı. Sonra yere oturursak daha iyi konuşabileceğini söyledi, sonra da korkunç bir paniğe kapıldı, nedenini de aylar sonra yazdığı yukarıdaki satırlarda öğreniyoruz.

(XIV)

"Benim bir bebek gibi hissetmem ve düşünmem gerektiği­ni, bana açıkça anlatmalıydın. O zaman çocukluktan başlaya­rak hayatımı yeniden yaşabilirdim. Pek çok insan için altı ya­şından önce olup bitenler önemli değildir. Şizofrenler için ise altı yaşından önce başından geçenler çok önemlidir."

Şizofrenlerin çoğu üç çelişen dürtü ile savaşırlar. Bu dür­tülerin bir kısmı erkek çocuk olmayı ister, bir kısmı kız olma­yı, diğer bir kısmı da bebek olmayı ister. Joan'un belirttiği gi­bi bu üç dürtünün aynı anda varolması korkunç bir karışıklı-

ğa neden olur. Terapi sırasında önce, üçüncü dürtüyü açığa kavuşturmak gerekir. Çocukluğa özlem hasta için korkutucu olabilir, çünkü onu hiçliğe veya çaresizliğe döndürebilir............................................................

(XV)

"Beni beslemekle, seni sevebilme veya incitebilme gücü vermiş oldun. Bu çok önemliydi. Beni emzirirken seni dikkat­le gözlüyordum, zayıflıyor muydun diye. Senden çok fazla şey almadığıma emin olmalıydım. Elbisenin sana dar geldiği­ni farkettiğim günü hiç unutamayacağım, şişmanladığını ka­bul etmiştin. Bu beni öyle rahatlatmıştı ki..."

Beni beslemek istiyordun; çünkü yaşamamı sen de arzulu­yordum Annem kurudur, bir çöl gibi. O çölü sever. Beni hiç emzirmedi. İlk defa seninle, bir meme emmiş oldum.

Geçmişin bütün boşlukları doldurulmadan asla büyüye- meyeceğimi kimse anlayamıyordu. Bir bebek kadar mutlu ve güvenli hissetmedikçe asla devam edemezdim. Birisine ait ol­duğunuzu hissedersiniz her şey yolunda gider. Bir kere sevil- diyseniz, bunu hiç unutmazsınız.

Vücudunun sıcaklığının beni çılgın dünyamdan nasıl geri getirdiğini düşünemezsin. Beni tuttuğun zaman tüm yaşamı­mı değiştirdin. Artık kimsenin bana sıcaklık veremeyeceğin­den öyle emindim ki. Seninle her şey değişti.

Çılgınca duygularım çok şiddetlenince, bütün hislerimi içime kapatmam gerekiyordu. Buz gibi soğuyor ve ölüyor­dum, sana karşı olan sevgimi bile yitiriyordum. Böyle zaman­larda gerçek olan tek şey beni tutunca hissettiğim vücudun sı­caklığıydı.

Herkes anılarında geriye dönüp, onu seven annesinin varlı­ğından emin olduğunu görür. Onu her şeyiyle, pislikleriyle, kakası ve kusmuğuyla olduğu gibi seven bir annesi vardır.

Öyle olmazsa insan hiç doğmamış olmayı yeğlerdi, varol­maya hakkı olmadığını hissederdi.

O kişiye yaşamı boyunca ne olursa olsun, ne kadar inci­nirse incinsin, daima geriye bakıp, onu seven birisini anımsa­yabilir. Kendisini sever ve kolayca yıkılmaz. Ama geçmişte güvenecek biri yoksa o zaman kolayca yıkılır...

Benim bebek kişiliğim hiç sevilmemişti, ama sen beni bir bebek olarak sevmekle beni bir bütün yaptın; artık kolayca parçalanmam."

Şizofren bir hasta için süt, sevmek, yaşamak anlamına ge­lir. Joan'un annesi doğumdan sonra hastalanıp hastaneye kal­dırıldığı için onu emzirememişti. Terapi sırasındaki emzirme deneyimi onun için çok önemliydi. Terapistin ona biberonla süt vermesini hafızasında değiştirerek onu gerçekten emzir­miş gibi anımsamaktadır....

(XVI)

"Eğer beni yıkasaydm, vücudumu daha kolayca kabul ede­bilirdim. Sen annem olabilirdin, vücudumu beğenmen filan gi­bi duygular da bahis konusu olmazdı. Sen, beni beğendiğini gösterince, ben de kendimi sevebilirdim.

Sen'den hep beni dövmeni istedim çünkü popomu sevme­yeceğinden emindim; döverek hiç değilse varlığımı bir şekil­de kabul etmiş olacaktın. Ancak o zaman ben de onu vücudu­mun bir parçası olarak kabul edecektim. Onu kesip atmaya ça­lışmayacaktım."

Bu pasajda Joan, Sechehaye'm teorisini doğruluyor. 'Bir çocuğun sevecen iyi bir annesi varsa, büyüyünce kendini se­ven, sayan biri olacaktır. Ama anne çocuktan nefret ediyorsa, o da büyüyünce kendinden nefret edecektir.’ Bir çocuğun dedi­ği gibi; ben yalnız annemin sevdiklerini severim.

(xvn)

"Emzirilmek, orgazm gibi bir duyguydu. Beni rahatlatıyor­du, mutlu oluyordum. Dünya gerçek ve güzeldi. Huzur içinde uyuyabiliyordum. Biberonun senin tarafından sevgiyle veril­mesi şarttı. Yararlı olan tek şey süt değildi. Beni seven bir an­nem olduğunu hissediyordum.

Bazı anneler memelerini bebeğin ağzına tıkıp, onun neden ağladığını araştırma zahmetine bile katlanmazlar."

Joan, yine bebeğin beslenmesinde rol oynayan duygusal faktörlerden bahsetmektedir....

(xvm)

"Bana iyi süt vererek içimdeki pisliği değiştirdin. Artık pis kokmuyor. Böylece başka insanlara yaklaşmaktan artık kork­mama gerek kalmadı. Ben deliyken, içimin zehirli bir pislikle dolu olduğunu ve bana yaklaşan herkese zarar vereceğimden korkuyordum."

Bir çocuğun iyi bir annesi varsa, süt sevgi anlamına gelir, sağlıklı kişilik nitelikleri oluşur (iyi pislik, dışkı)

Öbür taraftan çocuk sütle beraber nefret alırsa, gelişen ki­şiliği de düşmanca olacaktır ve sadizm (zehir) vücuduna ya­yılır ve çevresindekilere zarar verir.

(XIX)

"Benim hakkımda bazı şüphelerin olduğunu söylediğin gün, büyümem için bana kapılan açmış oldun. Senin kaygıla- nnı gidermek için bana gereksindiğini farkettim; beni yalnızca bir çocuk olarak değil, aynı zamanda bir anne olarak da gör­mek istiyordun. İçimde bebekle anneyi biraraya getirdin.

Artık bir Tanrı olmadığını görmek beni ferahlatmıştı. Da­ha önce, senin hâlâ tahtında oturduğunu görmem gerekiyordu. İkimizin eşit olduğu gün -beni en az bir hafta mutlu etmişti. Senin de hastalanabileceğin! ve sorunların olabileceğini söyle­diğin an, ben de bazı zamanlar doktor veya anne olabileceğimi anladım. Böylece de büyümeye başladım.

Sen sağlam, kendinden emin olduğun zamanlarda üzerine öfkeyle saldırıyordum. Beni sakinleştirmeye, rahatlatmaya çalıştığında benden naillerce uzakta gibiydin. Sanki ben ce­hennemdeydim ve sen de yukarıdan eğilip başımı okşuyor- dun. Sen aşağıya inmekten korkunca da kendimi daha ümitsiz ve çaresiz hissediyordum.

Ama açıkça zayıf yönlerini ve kaygılarını gösterince, öf­kem sempatiye dönüştü. Senin de benimle beraber çektiğim acılara inebileceğinden, bana buradan çıkmama yardım ede­ceğinden emin olmalıydım.

Seni kızdırmam, korkutmam gerekiyordu. Sevgi ve şefkat görünüşü altında hislerini gizlediğin zamanlar ölü gibi görü­nüyordun -dehşete düşmüştüm. Bu gerçek sen değildi, bir maskeydi. Gerçek 'seni' ölmekten kurtarmak için seni kızdır­mam şarttı."

Burada terapi tekniğinin değiştiğini görüyoruz.

(XX)

"İlk ağlayışımda, korkunç bir hata yaptın; gözyaşlarımı bir mendille silmiştin. O yaşların akıp gitmesini çok istiyor­dum. Hiç değilse hislerimin bir kısmı dışarıya çıkabilmişler­di. Keşke bu yaşlan dilinle yalasaydın. Çok, çok mutlu ola­caktım. İşte o zaman duygulanım paylaşmış olurdun."

Joan, bir şizofrenin duygularıyla fiziksel dışavurumlan nasıl kanştırdığını gösteriyor. Duygulannı dışa vurmaktan gurur duyuyor ve terapistin onları ilkel bir düzeyde, oral dü­zeyde paylaşmasını istiyor.

(XXI)

"Şimdiye kadar sevebileceğim kimse olmamıştı. Annem beni hep uzakta tutar, ellerime sahip olmamı söylerdi. Sen ise benim sevgime katlanabiliyordun, sen hiç rahatsız olmuyor­dun. Özgürce 'seni seviyorum' diye haykırabiliyordum. Babam da bana karşı ya kayıtsız kalıyor ya da olgun bir kadınmışım gibi davranıyordu. Hiç anlamadığım, işle ilgili sorunlarından bahsederdi. Annem yokken de bana şeker veya çiçek getirir­di."

Hastanın yine bir ikilemden bahsettiğini görüyoruz, ya elle­riyle sırnaşan bir baş belası ya da kur yapılan bir genç kadın muamelesi görüyordu.

(xxn)

"Mülakatların zamanla sınırlanmaması gerekir. Ben, za­mandan önemli olduğumu bilmeliyim.”

(xxni)

"Bir kızın yürümek istememesinin nedeni, bacaklarının arasında sallanan bir şey olmadığını anımsamaktan kaçın­masıdır. Belinden aşağı felce uğramış olarak yatmayı ister. Bacakları ölü olursa cinsel organları da ölürler. Artık onlan düşünmek gerekmez. Yürümekten nefret ediyorum. Uyluk­larım birbirine sürtüyor ve benim cinsel organlanmı hatırla­mama sebep oluyor. Beni yürüttüğün için senden de nefret ediyorum.

Hastalar yemeklerini ve dışkılarını karıştırırlar, etrafa bu­laştırırlar. İçeride neler olduğunu ve dışarıya bunların nasıl çıktığını bilmek isterler. Dışarıya çıkabilmiş herhangi bir şeyle, bu dışkı olsa bile yakın ilişki kurmak amacındadırlar. Ancak o zaman, o şey içlerindeyken kendilerini güvende his­sederler. İnsanın içindeki şeyleri tanımaması korkunç bir şey­dir.

Dışarıya çıkıp güneşin ısısını hissetmek için yalvarıyor­dum. İnsanın içinin boş ve soğuk olduğunu hissetmesi çok kötü. Havanın yağmurlu olması daha da kötüdür; çünkü hasta­lar sıcaklığı dışarıda bulamayınca kendi içlerine bakarlar ve orada da sıcaklık bulamazlar."

Joan, terapist ve hastane personelinin anlayamadığı ve kız­dıkları bazı hasta davranışlarının nedenlerini açıklamış.

(XXIV)

"Katatonik olduğum zamanlar, ölmeye, hareketsiz kalmaya çalışıyordum; çünkü annemin bundan hoşlanacağını sanıyor­dum.

Sanki bir şişenin içindeymişim gibi hissediyordum. Her şeyin dışarıda olup bittiğini ve bana kimsenin dokunamaya­cağını biliyordum.

Ölmemek için ölmem gerekiyordu. Bu saçma geliyor ama aslında duygularınızın sizi öldürmemesi için, duygusal olarak ölmeniz gerekir."

Bu pasajdan anladığımıza göre, katatoni gönüllü kontrol altındadır, ama bu aslında doğru değildir. Bir gün Joan büyük bir öfkeyle, korkuyla ve dehşetle geldi ve artık katatonik 'ola­madığını' söyledi. Bunun nedenini anlatmadı, ama bize göre egosu öylesine güçlenmişti ki, bu savunma mekanizmasına gereksinmesi kalmamıştı 

(XXV)

"Sana cinsel konularda takılmak istiyordum, böylece ger­çekten çekici olduğumdan emin olabilirdim. Seninle boğuştu­ğum, ısırdığım zamanlar cinsel ilişkiye çok yaklaşıyorduk. Bir aygırla bir kısrağın oynaşması gibi; hayvani, ama güzeldi. İçimdeki hayvani bölüm şendeki hayvanı karşılıyordu. Ancak böyle orgazma ulaşabiliyordum.

Benimle gerçekten cinsel ilişkiye geçseydin her şey mah­volacaktı. Yalnızca vücudumdan hoşlandığını, gerçek kişili­ğimle ilgilenmediğini düşünecektim. Benim henüz büyümekte olduğumu göremediğini, bana olgun bir kadın gibi davrandığı­nı sanacaktım. Benim içimdeki gerçek 'küçük kız' kişiliğim bir kenara çekilip vücuduma neler yaptığını seyredecekti. Biri­sini beslersen ona hayat vermiş olursun; hem vücudunun hem de gerçek benliğinin istendiğini anlatmış olursun. Ama onunla cinsel ilişkiye girersen, vücudunun gerçek benliğinden ayrıl­masına neden olursun. İnsanlar ölü bedenlerle cinsel ilişkiye girebilirler ama onları asla beslemezler."

Bir şizofren kadının cinsel dürtülerini ele almak büyük bir sorun olabilir. Bu durumda, 'takılmak' kavramı, soyunmayı, erotik pozlar vermeyi ve cinsel ilişki için yalvarmayı kapsa­maktadır. Bu gibi tavırlar kabaca veya ahlak kuralları öne sü­rülerek reddedilemez, çünkü bu kadın için fiziksel çekiciliği çok önemlidir. Diğer taraftan, fazla tolerans, erotik yakınlaş­maya yol açar ve hasta, bütün insanların yalnızca fiziksel zevk peşinde olduklarına inanır.

Yazarlar, bu çelişkili gereksinmelerin bir şekilde karşıla­nabileceğini düşünmektedirler. Terapist içtenlikle hastanın fi­ziksel çekiciliğini övmeli, onunla cinsel ilişkinin zevkli olabi­leceğini belirtmelidir. Öte yandan, cinsel ilişkinin şizofreniyi tedavi edemeyeceğini, hastanın kendi iyiliği için iyi bir tedavi­nin şart olduğu söylenmelidir.

Bu pasajda Joan'un 'gerçek' benliği ile cinsel, hayvani ben­liği arasındaki bölünme açıkça görülmektedir.

(XXVI)

"Benim için şizofren olmayı durdurmak çok zordu. Bir Smith (aile adı) olmak istemediğimi çünkü yaşlı profesör Smith'in torunu olmaktan başka bir şey olmadığımı iyi bili­yordum.

Kendimi senin çocuğunmuşum gibi hissedebileceğimden emin değildim, kendime güvenemiyordum. Emin olduğum tek şey; "katatonik, paranoyak şizofren" olmamdı. Bunun kartımda yazılı olduğunu görmüştüm. Bu da bana hiç değilse bir kimlik, bir kişilik vermiş oluyor. (Değişmene sebep olan şey nedir?) Tam da benim, senin çocuğun gibi hissetmeme izin verdiğin, beni sevecen bir şekilde düşündüğüne emin ol­duğum sırada. Sen benim gerçek benliğimi sevebilirsen, ben de severim. Olduğum gibi kalırım ve bir etikete gereksinmem olmaz.

Geçenlerde hastaneyi görmeye gittim ve bir an geçmişin anılarına daldım. Orada yalnız kalabilirdim. Dünya dışarıda dönmeyi sürdürebilir, benim içimde kendi dünyam var. Kimse ona ulaşamazdı, rahatsız etmezdi. Bir süre geri dönmek için büyük bir özlem duydum, ama sonra gerçek dünyada sevebile­ceğimi, eğlenebileceğimi farkettim ve hastaneden nefret ettim; dört duvarlardan ve kilitli olmaktan nefret ettim."

Burada da Joan, kişilik kaybını anlatır. Ailesinde erkek ve bilimadamı olmak baskısı yüzünden hasta kendini bir hiç gibi görmeye başlamıştı. Katatonik şizofreni hastalığında, öyle bir dünya oluşturmuştu ki, gerçekte olduğu gibi kimse onu in­citmeyecek, kimse onu reddetmeyecekti. Buna rağmen, tera­pist ona kendisi olduğu için, bir bebek formunda bile olsa, se-

vilebileceğini gösterince şizofren rolünü bırakıp, kendi gerçek benliğine dönmüştür.

(XXVH)

"Bir kadının öfkeli haline bir mazeret bulması gerekir. Eğer doktor çok kibarsa, hasta öfkesi yüzünden suçluluk duyar ve yaptığı mücadelenin tüm neşesi ve canlılığı kaçar. İnsanlar suçluluk veya korku duymadan nefret etmeyi öğrenmelidirler, tıpkı sevmek gibi."

Burada önemli bir teknik sorun ortaya çıkıyor. Hasta büyü­dükçe, onun saldırganlığına fazla tolerans gösteren terapist an­ne sevgisini, boğucu bir sevgi haline sokmuş olur. Joan'un çok iyi anlattığı gibi, terapist hastanın sevgi kadar öfkeyi de tatma­sını sağlamalıdır, tıpkı gerçek yaşamdaki gibi.

(xxvın)

"Zaman geçtikçe sorunlarımı çözümleyebileceğim! farket­tim ama bunu yalnız başıma yapmaktan korkuyordum. Soru­numun çok büyük veya korkunç olmasından korkuyordum. Sorunun benim için çok güçlü olmadığını anlayabilmem için bana senin yardım etmen gerekiyordu. Sevilebileceğime, an­cak sen beni her şeye rağmen seversen inan."

Bu pasaj, Joan'un psikoz halinden nevroza geçişi dönemi­ne aittir. Egosu güçlenmeye başlamış ama hastaya hastalığıy­la savaşırken gerekli desteği vermenin ne kadar önemli oldu­ğu ortaya çıkmıştır.

Freud, hastanın bir dosta, bir ortağa olan gereksinmesini şöyle özetlemiştir:

"Tedavi planımız bu görüşler üzerine kurulmuştur. Ego, içteki çatışmalar, çelişkiler yüzünden zayıf düşmüştür, ona yardımcı olmalıyız. Durum, ancak dışarıdan bir müttefiğin

karar verebileceği bir iç savaşa benzer. Analitik doktor ve has­tanın zayıf düşmüş egosu, düşmanlara, ’id'in içgüdüsel istek­lerine ve superegonun ahlaki isteklerine karşı, gerçek dışı dünyaya göre birleşmelidirler....

ÖZET

Şimdiye kadar okuduklarımızı değerlendirmek gerekirse, açık psikoz devresinin üç aşamada tedavi edilmiş olduğu gö­rülür. Başlangıçta Joan, katatonik içe dönüşün veya kavgacı erkek kimliğinin bir tablosunu sergilemişti. Bu nedenle terapi çalışmaları, onun saldırganlığını, öfkesini kontrol etmesine ve insanlarla ilişki kurduğunda yeniden incitilme korkusunu yenmesine yardım etme amacı güdüyordu. Terapistin güveni­lir olduğunu ve onun iyiliği için gereken her şeyi yapacağını kanıtlayana kadar, uzun süre sınanması gerekti.

Joan, artık terapiste güvenebileceğine inandıktan sonra, esas oral dönemde karşılaştığı engellemelerin yerine, yeni bir anne-çocuk ilişkisini denemeye başlamıştı. Bu olguyu, ger­çekten yaşamsal bir ilişki olarak tanımlayan hasta, böylece kendini yeniden bir kız çocuğu olarak hissedebilmişti.

Üçüncü aşama veya büyüme dönemi yavaş yavaş ilerledi, adeta farkedilmeyecek kadar yavaş gelişti. Joan, terapisti an­nesi gibi kullanmaktan vazgeçip onu yetenekleri ve bir kadın olma başarısı konusunda güven veren bir baba olarak görme­ye başlayınca, açık psikozdan kurtulmuş oldu. Sağlam adım­larla, gerçeğe, ancak terapistini bir doktor olarak görebildiği ve aralarındaki ilişkinin daha işbirlikçi ve ergin niteliklere ka­vuştuğu zaman dönebilmiştir.

Margiad Evans

EPİLEPSİ

"Karanlığın Parıltısı” isimli eserinde, M. Evans epilepsi (sara) nö­betini ve bunun günlük hayata yaptığı etkiyi incelemektedir. Dosto- yevski'den sonra pek az kişi krizin başlamasıyla onu hemen izleyen unutma hali arasında kalan o çok kısa anı, bu denli açıkça anlat­mıştır. Bu olgunun birinci sınıf bir analizini yapmasının yanında, Miss Evans yaşadığı deneyimin daha geniş çapta anlamını araştır­mıştır.

Dostoyevski, "Budala" isimli eserinde bir sara krizinin, büyük bir ih­timalle kendininkinin, buna benzer bir analizini yapmıştır:

"Sara nöbetinden bir-iki saniye önce, hüzün, iç kararması ve dep­resyon duygulan arasında beyninde kısa sürelerle kıvılcımlar çıktı­ğını ve olağanüstü bir hızla tüm yaşamsal güçlerinin en üst düzeyde çalışmaya başladığını düşünüyordu.

Canlılığı ve bilinçliliği, bir şimşek gibi çakan bu anlarda, neredey­se on katına çıkıyordu. Beyni ve kalbi bu göz kamaştıncı ışıkla do­luyordu. Bütün sıkıntısı, şüpheleri ve kaygıları bir parıltıyla yatışı­yor; neşe ve ümit dolu büyük bir sükûnete erişiyordu. Ama bu anlar, bu sezgi pırıltıları, gerçek krizin başlangıcını gösteren işaretlerin yalnızca önceden hissedilmesinden başka birşey değildi. Bu son sa­niye, tabii ki dayanılmaz bir şeydi. Tekrar iyileştiğinde, bu anı anımsayarak kendi kendine sık sık şöyle derdi; "bütün o parıltılar, bilinç kıvılcımları aslında hastalığımın, normalden uzaklaşmamın belirtisinden başka bir şey değildi, bu yüzden de varoluşumun do­ruğu değil, tam tersine varoluşumun en aşağı düzeyini gösteriyor­du. " Yine de çelişkili bir sonuca varmış: "Hastalık olsa da ne önemi var?" Sonunda şöyle bir karar vermiştir: "Bu anormal bir gerilim olsa bile, bu duyguların yoğunlaştığı an eğer bir uyum ve güzellik getiriyor ve o güne kadar tanımadığım bir bütünlük, oran ve yeni­den barışma duygusu veriyorsa; yaşam senteziyle eriyip bütünleş­memi sağlıyorsa, işte o zaman bunun bir hastalık, bir anormallik olmasının hiç önemi yok." Bu belirsiz anlatım, onun için oldukça açık seçik gibi geliyordu. Ama bu durumun, "güzellik ve dua", "ya­şamın en yüksek düzeydeki sentezi" olduğundan hiç şüphesi yoktu, bir şüphe olasılığını bile kabul etmiyordu. Çünkü, mantığını aşağı­layan ve zihnini bulandıran şey o anlarda gördüğü olağanüstü ha­yaller veya görüntüler değildi. Krizden sonra yeniden iyileşme man­tıkla düşünmeye devam edebiliyordu.

O anlar, yalnızca, bilincin artması, yükselmesi ve aynı zamanda in­sanın varolduğunu en yoğun derecede hissetmesidir."

31 Ekim'de, bütün bir sabah çamaşır yıkadıktan sonra tam öğle yemeğimi yerken, kendime inanmaktan başka gerçek ol­madığını farkettim.

Yemek masadaydı, soba yanıyordu. Kahve makinesini doldurmak için aldım, tam musluğa uzandığım anda kımılda­yamadığımı ve ne yapacağımı hatırlamadığımı gördüm. Ora­da uzun süre öylece durdum (aslında belki de bir-iki saniye), kendi kendime; "hiçbir şey olmuyor. Şimdi geçecek ve her şeyi hatırlıyacağım" diyordum. Sonra başımın arkaya doğru aniden çekildiğini ve yüzümün buruştuğunu hissettim. Kahve makinesi elimden lavaboya düştü. Hâlâ içimden bir ses, "Bun­ları gerçekten kontrol altına alabilirsin" diyordu. Hâlâ bilinç­liydim ve bütün vücuduma vahşice hareketler ve spazmlarla saldırılıyor gibiydiler. Sonunda dizlerim çözüldü ve yere düş­tüm. Düşerken, şaşkınlıkla "Bu kadar mı kötü olacaktı?" di­yordum.

Bundan sonra anımsadığım ilk şey B       'nin mutfağıydı.

Betty B.. , Tanrı onu korusun, bana çay içiriyor ve annele­

rin kâbus gören çocuklarıyla konuşurken kullandıkları ses to­nuyla konuşuyordu. Rosie yanımda, ayaklarımın dibinde otu­ruyordu. Saati sordum. İki, olduğunu söylediler. Yarım saat geçmişti.

Kalkıp, 100 yarda kadar yürüdüğümü veya onların mutfak­larına kadar nasıl gittiğimi hiç hatırlamıyordum. Aslında düş­meden önce neler olduğunu da sonradan anımsadım. Onlarla beraber, M.. 'nin Üniversite'den eve dönmesini bekledim. Nö­

bet gelmeden önceki son saniyeler özellikle akılda kalıyor, bir krizin uyarıcı belirtileri bir duygu hali gibidir; her şey ekstra gerçekçilik ve belirginlik kazanıyor fakat kendine geliş süreci daima karanlıkta kahr.

Albay B.. kulübeye gitti ve yere düşüp kırılmış olan

gözlüklerimi buldu. Ayağa kalkarken üzerine basmış olmalıy­dım. Kaşım kesilmişti, yanağımda, elimde, omuzumda ve di­zimde bereler vardı; ama yine de yere düşerken canımın acı­dığını anımsamıyorum, sanki kuştüyü yatağa düşmüştüm.

B... 'ler, yan odada bir çay partisi veriyorlardı. Oradan git­

meyi göze alamıyordum, yolda yeni bir kriz gelebilirdi. Biraz daha güç kazanınca, beni kapıdan geçirirken insanların nasıl doğal ve neşeli davranabildiklerine şaştım.

Yine de ben çok huzursuzdum, mutsuz insanların üzerinde­ki o değişik hava beni de sarmıştı. O mâlum sorular yine üze­rime geliyorlardı -neredeydim, bana ne olmuştu, ne demiştim, nasıl görünüyordum, içeriye girince ne demiştim?

Onlar 'yeniden bir nöbet geldiğini söyledin, biz de seni oturttuk,' diye cevap verdiler, 'hatırlamıyor musun? Ne yaptı­ğını biliyor gibi görünüyordun ve düşercesine oturdun. Yalnız pek düzgün yürümüyordun.'

Artık kabul etmek istemediğim korkunç gerçekle karşı karşıya gelmiştim. Eğer aldığım ilaçlar nöbet sırasındaki bi­linçli halimin uzamasından başka bir işe yaramadıysa, o za­man hiçbir şeyi bilmeden düşüp krizimi atlatmayı yeğlerdim.

Fakat Dr. Y.. ertesi gün gelecek ilaçlan almadığım tak­

dirde daha kaç kez kriz geçireceğimi bilemeyeceğini söyledi. Aynca epilepsi nöbetlerinin oldukça hafiflediğini de söyledi. Onun için ilaçlan almaya devam ettim. Altı hafta sonra bir

kriz daha geçirdim. Hâlâ güçlüydüm ve kendimi iyi hissedi­yordum. Dışarıya çıkmaktan artık korkmuyordum; toprak, evin tabanlarından daha yumuşaktı ve nasıl olsa eve dönece­ğimi de biliyordum. Beynimin derinlerinde, B         lere güvenim

vardı, hiçbir fırtına bunu değiştiremezdi. Buna kendimi iyice inandırmıştım ve bundan da bir zarar görmedim. Bu nöbet bu defa ne bana ne de çocuğuma bir zarar vermedi. Oturma oda­sına girerken elimde bir kova kömürle yakalandım. Son defa- ki gibi bir an her şey durdu, tüm sistemim şoka girmişti.

Yangın esnasmda panikle kaçışan sığırların da toprakta böyle bir şok yaratabileceğini düşünüyorum.

Yalnızca şu sözleri söylediğimi anımsıyorum, "Şu kapı­dan uzaklaş, düşecek yer yok burada!"

Galiba uzaklaştım da. Bir an sonra, yolda bir sis bulutu içinde yürüyor ve deli gibi hıçkırıyordum, ağlıyordum. Bir adam belimden tuttu, yüzüme baktı. Gözlerimi kaldırıp yüzü­ne baktığımı anımsıyorum. Bu, geçenlerde köpeğim yüzün­den tatsız bir iki laf ettiğim, köyden bir gençti. O zamandan beri hiç konuşmamıştık. Her zaman suratsız, somurtkan olan yüzü bu kez değişik görünüyordu. Büyük bir nezaketle beni kulübeye götürdü ve bir iskemleye oturttuktan sonra Albay B           'yi getirmeye gitti. On dakika kadar yalnız kaldım, bu sü­

re boyunca o çılgınca ağlamam durmadı. Bu daha önce hiç başıma gelmemişti ama bundan sonraki her nöbette aynı şey oldu.

Orada, öylece titreyerek otururken bir yandan da bu denli acıyla neden ağladığımı düşünüyordum. Kendi kendime bu­nun bir şok olduğunu söylüyordum; bu bir şoktu; çünkü son krizden sonra artık bir daha olmayacağına kendimi inandır­mıştım.

Nedenler unutulunca, bu müthiş kayıp için ağlandırdı el­bette. Ama yine de ruhum bir yerlerde Barış ve bütünlüğün olduğunu biliyordu.

Bir kaç dakika sonra Albay B        döndü. Ateşi yaktı ve ba­

na, "Bu odadan çık Margiad, gel buraya otur. Biraz çay yap­tım. Gel, ateşin yanına otur. Hava çok soğuk," dedi.

Onun gelişiyle yeniden canlandım ve o açıklayamadığım hüzün uzaklaştı, oturup konuştuk. Albay B.................................... genç adamın

beni Rosie'yle beraber kulübeden çıkarken gördüğünü ve yo­lun tam ortasında yürüdüğüm için virajdan çıkan bir arabanın beni ve köpeğimi ezeceğinden korktuğu için yanıma geldiğini söyledi. Kulübeye girince oturma odasının eşiğinden ileriye gitmemişim, çünkü tam orada olayın delilleri duruyormuş. Yere dökülmüş kömürler, gözlüklerim (bu kez kırılmamışlar) hepsi orada duruyordu. Yürüyebildiğim ve biraz kendime gel­diğim zaman beni eve götürdü, kocamın Üniversite'den dönü­şünü beklemeye başladık.

Nöbetler gittikçe sıklaşan bir ritimle gelmeye başlamıştı, bu dönemde ortalama altı veya sekiz haftada bir kriz geçiriyor­dum.

Ertesi gün Mrs. B.. ’ye artık bir süre rahat edeceğimizi

söyledim ama sekiz gün sonra bir kriz daha geldi. Yine çama­şır yıkamıştım; soğuk, yağmurlu bir gündü ve küçük kulübe­nin her yanı asılı çamaşırlarla doluydu. Rosie'yi ormana yürü­yüşe çıkarmıştım, biraz da ateş yakmak için çalı çırpı topla­dım. Birden bire, kendimi yorgun ve hasta gibi hissettim. Oturmam gerektiğini biliyordum; yemek de yemeliydim. Ama evde çamaşırları toplamadan bunları yapmam olanaksızdı. Yavaş yavaş toplanmaya başladım, her an daha da kötüleşi­yordum; ama hiç değilse ateş yanıyordu. Rosie'yle ben kuru­landık ve çayı koydum. Tam oturmuştum ki, şok başladı - iskemleden kalkmaya çalıştım- panik içindeydim, ve sonra kendimi yine çay içerken buldum ama eski yerimde değil, Mrs. B ile ateşin başındaydım. Her şey normal görünüyor­

du, beynim hâlâ uyuşmuş gibiydi ve her şeyi unutmuştum.

'Oh Betty! Sana nasıl teşekkür edebilirim? Tam zamanın­da gelmeseydin ne olurdu bilmem!' dediğimde gülümsedi. Sonra, "Sana kalkıp kalkamayacağını sorduğumu hatırlamı­yor musun? Sen ayağa kalkınca da hemen bu odaya getirdim. Mutfakta, yerde yatıyordun. Kapıyı çaldım, cevap alamadım, ama Rosie havlayınca senin onu evde yalnız bırakmayacağını bildiğimden hemen içeri girdim. Şimdi, canım, bence sen ev­de yalnız kalmamalısın," dedi. Dr. Y.............. 'nin de, benim yolda

dolaştığımı duyunca aynı şeyi söylediğini ama bakacak birini bulmanın zor olduğunu, yine de aradığımızı söyledim.

Öyle birisini bulduk, bu durumdan korkmayan biriydi, çün­kü annesi de epileptikti; o da benim gibi orta yaşta aniden sa­raya yakalanmış. Güzel, genç bir kızdı, akıllıydı, cesurdu ve doğa, yaşam konusunda çok şey biliyordu, Wordsworth'un Lucy'sine benziyordu. Doğal bilimler alanında bu genç kız yalnızca kendi gözlemleriyle bilgi sahibi olmuştu, köyünden hiç uzaklaşmamıştı, yani bir dehaydı. Yürüyüş yaparken, hiç bilinmeyen bitkiler, fosiller ve yosunlar bulurduk. Aklı ve gözlemleri benden çok üstündü, ama bildiklerini ne yazmıştı ne de yazabilirdi. Bu kitabı ithaf ettiğim dostum bana bebek için hediye olarak para yollamıştı. Bu parayı, benim için yap­tıklarından ötürü bu genç arkadaşıma harcadım. O benimle beraber olduğu sürece hiç nöbet gelmedi ve bebeğim doğana kadar benimle kalan genç arkadaşım doğum zamanı gelince beni ambulansa bindirdi, ben yokken kocam için evi temizle­di        

Epilepsi nöbetlerinin anlamını, uyandırdığı duyguları ve esrarı incelemeye çalışmadan önce bir nöbetimi daha tanımla­mak istiyorum. Bu, doğumevinde, bebeğim doğduktan sekiz gün sonra oldu. Ziyaretçiler gittikten sonra yatağımda yatar­ken o sessiz çağrı yine geldi, her zamanki gibi harekete geç­tim, ve yataktan doğruldum. Sonra düşmüş olmalıyım. He­men sonra derin bir hüzünle uyandım. Yalnızdım. Kim oldu-

ğumu, nerede olduğumu hatırlamalıydım, ama durmadan me­sajlar geliyordu sonra beynimde boşluklar bırakarak yok olu­yorlardı. Başımı çevirdim ve çevremde bir perde gördüm. Küçük koğuşta derin bir sessizlik vardı. Bana durmadan dün­yayı anlatan perdeye baktım ve duvara döndüm diğer hastala­ra yalvararak bir hemşire çağırmalarını istedim. Geldiği za­man, hemşireye (daha önce hissettiklerimi, her zamanki gibi unuttuğum için), "Galiba bir nöbet geçirdim" dedim. Hiçbir şey demedi ve tekrar baktığımda gitmişti. Dolabın üzerinde, bir bandajla sanlı olan bir kaşık duruyordu. Kafamda hemen detektiflik kıvılcımlan çaktı, "bunu dişlerinin arasına koyu­yorlar" dedim. Eski nöbetlerimde olanları, komşum Mrs. B....'nin benimle ilgilenmesini anımsadım. Şimdi yanımda kimse yoktu. Hemşireyi çağırttım ve kocamı telefonla arama- lannı istedim. Onun "zavallı adam" dediğini duydum, geri döndüğünde ise, tatmin olmuş bir şekilde kocama ulaşamadı­ğını söyledi. Ama bu süre içinde, kanşıklık ve dehşet geride kalmıştı; çünkü diğer hastalar bana her şeyi kibarca anlatmış­lardı. Hayır, onları korkutmamıştım. Hayır, çok gürültü yap­mamıştım. 'Yalnızca bizim senin iyi olmadığını farketmemi- ze yetecek kadar, zaten biz de hemen zili çaldık!'. Hayır, pek uzun sürmemişti, bir çeyrek saat kadar; ve bana neden anlat­madıklarına şaştıklarını da eklediler. Ertesi gün tamamen iyi­leşmiştim, ama artık bebeğimi emziremiyordum.

II. BÖLÜM

'Otobiyografı'de, yaklaşan epileptik nöbeti haber veren be­lirtileri tanımlayan bir cümle vardır; "kalp, düşmanı karşıla­mak için ayağa kalktı." Bu ümitsizce ayağa kalkıştan sonra vücudun ve aklın ürpermesi, titremesi başlıyordu. Yoğunluk değişkendi; ama fiziksel olarak bir yerden girip tüm vücudu etkileyen bir esinti veya rüzgar gibiydi. Şu ünlü şeytan etkile­mesi olayı da saralıları nöbet geçirirken seyredenler tarafın­dan değil de bu nöbeti geçirenlerin kendileri tarafından çıka­rıldı mutlaka. Çünkü şiddetli nöbetler sırasında insan sanki bedenine korkunç, yabancı bir gücün girdiğini ve bu gücün bir kez içine girdikten sonra çıkmaya çalıştığını hisseder. Biraz doğuma benzer ama o kadar akıllıca değildir. Eğer bilinçli ha­lim düşene kadar sürerse, etim, kaslarım birbirlerine dolaş­mış gibi oluyor -sanki gövdem bir perde gibi açılıyor veya gölgeli, karanlık bir sokağa girmiş gibi hissediyorsunuz.

Bunu tanımlamak için duyulardan ve algılamalardan yarar­lanmaktan başka yol yoktur. Müthiş bir his, evet doğru ve hâlâ çalışmakta olan beynin duyamadığı bir his ve bu yaşa­ma hiç benzemiyor. Belki de beyin hâlâ çalışmıyordu. Sürp­rizler belki de beyinden ayrı çalışan aklıma kaydediliyordu. Bence akıl, beyinden gelen düşünce ve izlenimleri alan, kay­deden yumuşak bir yüzeydi; ve bu yüzden daima beynin o an­da yaptığı şeyi kaydetmekte biraz geri kalıyordu. Bir jetin ar­kasından gelen ses gibi.... Tehlike buradadır; çünkü akıl tehli­keye inanmazken, beyin kaybetmeye başlamıştır bile, veya vücudun kontrolünü kaybetmiştir zaten.

Pek çok kişi yaklaşan bir nöbeti daha iyi tanırlar ve hazır­lanacak daha uzun zamanlan vardır. Tekrar ediyorum, ben yalnızca kendi durumumu anlatıyorum. Ben hazırlanamam, rol yapamam.

Sonuna kadar görme, işitme, anı ve kişilik tüm gücüyle devam eder, bunu ispatladım, ama konuşma ve hareket yete­neklerim yok oluyor. Konuşma gücüm dudaklanmdan silinip almıyor, hareket gücüm de çalınıyordu. însanlann, "ne oldu?" diye sorduklannı duyduğum halde cevap veremiyorsunuz. Gözler bir eşyaya, bir nesneye takılıyor, sanki bir çağnya ku­lak vermiş gibi kaskatı kesiliyorsunuz. Yardım edenlere arka­nızı dönersiniz, odanın içindeki o korkunç şeyi, vücudunuzu görmek istemezsiniz.

Beni en çok dehşete düşüren şey, bir an için benliğimin gülerek o vücudu terketmek istemesidir. İnanmayacaksınız ama bu gerçekten komik bir durumdur; hiç dehşete kapılanla­rın aptalca bir gülme krizine tutulduklarını duymadınız mı? Kendimden geçmeden önce, son hatırladığım şey o gülüştür. Bir an sonra hiçliğe düşerim. Bu anlamsız ve korkunç neşe si­linmeyen, unutulmayan ama korkutucu bir iz bırakır. Bir nö­bet geldiğinde neler yapmam gerektiğini defalarca prova yap­mışımda. Yorgun, kaygılı veya telaşlı olduğum zamanlar sanki uçacakmışım gibi hissediyorum. Kendimi sağlam tut­maya çalıştığım denemelerim aylarca sürdü ve şunları söyle­yebilmeyi başardım: "Bir sara krizi geçirmeyeceksin, çünkü ikinci belirti, birinciden önce oldu." Bu nöbetlerin belirtileri adeta bir askeri disiplin içinde sıralanırlar ve sıralan hiç de­ğişmez. İsteri veya sinir krizleri değişken olabilirler, bana böyle söylendi.

***

Çeşitli hislere sahip olmamı; çeşitli varlıklar, oluşlar ha­linde olmama bağlıyordum. Büyük bir bunalım içinde oluyor­dum ve nöbetin gelmesini bekliyordum. Mutfağa girerken ya­kalandığım, o krizi anımsıyorum, gözlerim kocamın yüzüne takılı kalmışlardı. Çok zorlayarak düşündüm ve sonunda nö­bet sırasında duyduğum gerçek duygulan anımsamayı başar­dım.

İkisi dışında tüm krizleri tam kapıdan girerken veya çıkar­ken geçirmiştim. Ama bu çift kişilik veya iki anlamlı bir sem­bolizm anlamına gelmiyordu. Bu olgu Ego'nun bir giriş yo­luyla birden fazla yerde olma arzusunu sembolize ediyor ola­bilirdi. Beynin hâlâ duyabilen, görebilen kısmında neler olu­yordu? Neden bu durumdayken bazen kendimi kızkardeşim gibi görüyordum?

Ben iki kişiden oluşluysam, bu kişiler kimlerdi? Nasıl ye­niden tek bir varlık, tek bir beyin ve tek bir ruh haline döne­cektim? Nasıl düzelebilecektim? Tek bir varlık olmama olası­lığım vardı. Yaşamım boyunca sahip olduğum bütünlüğü yi­tirmenin ne kadar korkunç olduğunu daha önce yazmıştım. Bütün sorulara ancak krizleri tam olarak anımsamakla cevap bulunabilirdi.

Krizler önce bir çağrıyla başlıyordu, ben de düşüyordum. Ne yapmaya çalışıyordum? Sanki "Karışıklığa" karşı yarışı­yor gibiydim; onu saklamaya, yok etmeye çalışıyordum. Ve bu hep başarısızlıkla sonuçlanıyordu. Sosyal başarısızlık mı? bazen öyle görünüyordu. Bir davranış kuralı çiğnenmiş gibiydi; örneğin sağlık kuralları; öyle ki sonunda hareket etme yeteneğimi ve bilincimi yitiriyordum. Proust, Bergotte'in ölü­münü anlatırken, beyin kanamasından ölmekte olan adamın geniş hayal gücünden bahseder. Bergotte kendisi için kork­muyordu, halkın içinde gelen ani beyin kanaması ve felç ha­lindeyken bile, normal davranmaya (şaşkınlık içinde) çalışı­yordu. Kendi epilepsi deneyimim de bu durumu doğruluyor. İnsan krizinin etkisi altında eriyorken, tam o anda onun üste­sinden gelmeyi başardığını zannediyor: zafer kesin gibi görü­nüyor ve mantıksız bir neşe, bir ferahlama gülümsemenize neden oluyor. Bu tebessüm aslında yüz ifadenizin çarpılması­dır; elinizi de şöyle bir sallamanız aslında içten çırpınmanızı gösterir. Son anımsadığınız şey, bir zafer, bir başarı hissidir.

Bütün bunları yavaş yavaş öğrendim. Çözüm o korkunç saniyede saklıdır; ya içime yerleşen varlıklar benliğimi sa­vaşta kazanan bir ordu gibi böleceklerdi; veya aynı anda hem burada hem başka bir yerde olabileceğim inancım belki de her zaman her yerde olan o Tek Varlığın manevi bir sembo­lüydü.

Haftalarca önce bu son açıklamayı bulmuştum. Bu kitabı yazmaya başladım: Hep yeni bir krizin gelmesini bekliyor­dum, anılarımın yenileceğini ve yaşam hakkındaki görüşleri­min doğru olup olmadığını anlayacağımı umuyordum. Ama yeni bir sara krizi gelmedi. Ve bir soruya ulaşmaktan başka elime hiçbir şey geçmedi. Bir epilepsi nöbeti sırasında vücu­dun neyi sembolize ettiği sorusuna takıldım ve bir sara krizi­nin akılda sürdürdüğü işlevleri tanımlamayı bile başaramadı­ğımın farkındayım.

Dr. F. Wertham

BİR DOKTORUN KENDİNİ PSİKOSOMATİK
AÇIDAN İNCELEMESİ

Dr. Wertham tanınmış bir psikiyatrdır ve New York’ta çalışmakta­dır. Bu parçada yüksek düzeyde psikiyatri eğitimi görmüş bir göz­lemci gözüyle, hastalarını değil de kendini incelemiş ve bize güzel bir olgusal analiz kazandırmıştır. Önemli bir ameliyat öncesi yaşa­dığı kaygı ve endişeleri, çektiği acıları bu gözle incelemiştir.

îçgözlem yöntemine çok karşı çıkılmıştır. Her şeyden önce gözlem yapılan vaka bir tek olmakla kısıtlanmıştır, göz­lemci aynı kişi olduğu için. İkinci neden de pek çok hata kay­nağı gösterilebilmesidir. Hepimizin kendimiz konusunda be­lirli imajlarımız vardır ve bu iç gözlem yöntemini etkileyebi­lir. Örneğin korktuğunuzu kabul etmeyebilir ve bazı korkula­rınızı gözardı edebilirsiniz. Özellikle bulduğunuz sonuçlan başkalarına iletmek isterseniz bu yanlışlık daha da belirginle­şir. Bir de kanşık bir amnezi sorunu vardır; gerçekten unutu­lan bazı şeyler, anılar tazelenince anımsanabilirler. Bütün bu hata kaynakları, özellikle anormallik sınırına yaklaştığınız zaman, çok önemli olabilirler. Yine de bazı psikolojik olgula- nn yalnızca içgözlem yöntemiyle açıklanabileceği, yadsına­maz.

Ciddi bir fiziksel rahatsızlık nedeniyle hastanede yatarken, zihinsel deneyimlerimi ve açıklayıcı yorumlarımı yazmaya başladım. Genel hastanelerde psikiyatrik danışman olarak ça­lışmış olmam, bu deneyime girmeme neden olmuştur. Böyle

bir çalışmada, hastalıkların erken teşhisi için bazı psikopato­lojik bulguların ne denli önemli olduğunu buldum. Acil ve doğru terapi yöntemleri açısından bu çok önemlidir. Bence, kendi içgözlem bulgularım doktorum için oldukça önemlidir ve psikopatoloji teorisine de biraz katkısı olmuştur.

Açıkça anormal olarak sınıflandırabileceğim bazı dene­yimlerim, daha önce içten birisi tarafından hiç tanımlanma- mıştı. Psikopatolojinin, sözümona olgusal ekolü bizlere genel ve teorik bilgiler verir ama gerçekçi ve pratik değildir. Birkaç istisna dışında, hiçbir psikiyatr kendi sapak zihinsel deneyim­lerini kaydetmemiştir. Bu istisnalar, Forel'in "cerebral vascu- lar kaza" tanımı, Kandinski'nin "halusinasyonlarını" anlatma­sı, ve Cajal'ın "arteriosclerosis" tartışmasıdır.

Mükemmel bir sağlığa sahipken bir tatil dönüşünde sağ bacağımda trombofılibit oluştu. Özel doktorun tedavisi altın­da, üç hafta tam bir yatak istirahatı yaptım. Sonra ufak bir ak­ciğer embolisi ve ardından da daha ciddi bir emboli baş gös­terdi. Toplam olarak üç veya dört kez bu tekrarladı. Ateşim yükseldi ve sulfamitli ilaçlar aldım, tüm iştahımı yitirdim. Hastaneye kaldırıldığımda durumum çok ciddiydi. Hastaneye ulaşmamızdan bir kaç saat sonra acilen ameliyata alındım; sağ bacağımdaki damarla ilgili bir ameliyat yapıldı. Aynı gece penisilin kürüne başlandı. Tromboz çok yayıldığı ve kan da­marlarında bir terslik olduğu için ameliyat çok zor ve her za­mandan daha uzun geçmişti. Lokal anestezi yapılmış, 1/150 ölçü scopolamine ve 1/6 ölçü morfin verilmişti.

Bütün açıklamaları tıp diliyle yapmaktan kaçınacağım. Üzerinde durmak istediğim noktalar bunlar değildir. Aklî du­rumumun kalitesi daha önemliydi. Ateşim yükselmişti, genel bir toksikasyon bahis konusuydu.

Duygusal faktörlere gelince; ameliyattan önce birbiri ardı­na emboliler oluşmuştu ve ameliyat anında ve sonunda ölüm tehlikesi ile karşı karşıyaydım. Bir doktor olarak bunu objek-

tif tıbbi belirtilerden anlamam gerekirdi. Bir pazar akşamı, hastanenin baş doktorunun evinden kalkıp beni ameliyat et­meye gelmesinden de durumun ciddiyetini anlamam gereki­yordu. Ama ilgilerini acıma olarak değerlendirdim; çünkü em- boliler yüzünden çok acı çekiyordum; ama yine de durumu­mun kritik olduğu hiç aklıma gelmiyordu. Buna koruma me­kanizması yani amblyopia denilebilir.

Geçirdiğim deneyimler iyi bilinen bir psikoloji kurallarını, doğrulamaktadır: İnsan hoş olmayan deneyimleri unutmaya, güzel anılan anımsamaya eğilimlidir. Bu amnezi açısından iki faktör ortaya çıkmıştır. Birincisi, ciddi fiziksel bir hastalık du­rumunda hoş anılar da unutulabilir; İkincisi de, iki çeşit am­nezi vardır; anılar tazelense bile anımsanmayan unutulmuş deneyimler ve kolayca anımsanabilen deneyimler.

İlk ameliyat sırasında uyku halindeydim veya bir şekilde bilinçli değildim. Bunun dışında tamamen uyanık ve açık zi­hinliydim. Esas sorunum çektiğim acıydı. Şimdi, haftalar son­ra, bu acıyı nasıl unutmuş olabileceğimi anlayamıyorum.

İlk ameliyatta çok acı çekmiştim; bu bütün zihnimi doldu­ruyordu; başka bir düşünceye yer kalmamıştı. Bu acıyı keli­melerle tanımlamak çok zor. Zihnimin berraklaştığı bazı dö­nemlerde hiç acı çekmiyordum. Sonra birden bir sancı sapla­nıyordu. Embolinin yayılma tehlikesi olduğu için omurilik anesteziden kaçınıldı. Anladığıma göre derinlerdeki yapılar lokal anesteziden pek etkilenmiyor ve bazı ağrılar da komple anesteziden bile uyuşmuyorlar.

İnsanın acıya karşı duyduğu duygusal tepkiyi tanımlamak çok zor. Daha çok ağrıyacağından duyulan korkuyla, kısmen de bir an gelip bu acının dineceğine duyulan ümit vardır, Dan- te'nin yazdığı gibi, "speranza di minör pena."

İlk ameliyat sırasında ümit-korku dengesinin en primitif, ilkel düzeyine duygusal açıdan düşürülmüştüm. Dikkatimi vücudumun üzerine toplamıştım. Freud, bir fiziksel hastalık sürecinde, libidoya duyulan ilginin dağılması üzerine şunlan söylemişti: "Organik acı çeken insanlar ilgilerini dış dünyayla bağlantıyı zayıflatırlar, öylesine ilgi duymazlar ki, bir süre sonra kendi acılarını da umursamaz olurlar. Daha yakından gözlemlersek, hasta aynı zamanda sevgi objelerine duyduğu li- bido-ilgilerini de geri çeker, acı çektiği sürede sevmeyi de dur­durur. Hasta libidosunu kendi egosu üzerine çeker ve iyileştik­ten sonra onu salıverir."

Bu doğrudur; hatırladığım kadarıyla libidom gerçekten vü­cuduma çekilmişti ve dış dünyayla yalnızca o andaki duru­mumla doğrudan ilgiliyse bağlantı kuruyordum. Ama, ameli­yatın ortasında, ağrı hissetmediğim bir anda, yanımda duran doktorlardan birine aşağı katta bekleyen karımı bulup ona her şeyin yolunda olduğunu söylemesini rica ettim. Bu aklımı çok meşgul ediyordu galiba, çünkü doktor gelip dediklerimi yaptı­ğını söyledikten sonra bile, aynı şeyi bir-iki kez daha istedim. Bu da Freud'un formülünün, çok karmaşık olayları ve duygu­sal düşünmenin aşamalarını fazla basitleştirdiğini gösteriyor. İnsan aynı anda değişik fonksiyonları yerine getirebilir.

Bilincimin geri geldiği dönemlerde ve ağrı hissetmediğim zamanlarda, entellektüel yeteneklerimin büyük ölçüde azaldı­ğını farkettim. Ameliyat sırasında bazı doktor arkadaşlar ya­nımda duruyorlardı; beni neşelendirmeye ve cesaret vermeye çalışıyorlardı. Söylediklerinin çoğunu anlayamıyordum, ses­lerini açıkça duyabildiğim, ses tonlarının değişmelerini ve dostça niyetlerini farkedebildiğim halde, yine de anlayamıyor- dum.

Ses değişmelerini farkedebildiğim halde sözcükleri kavra­yamamamdaki çelişkiyi hâlâ şaşkınlıkla karşılıyorum. Ama bana söylenenleri anlayamam beni o zaman hiç şaşırtmamış­tı, endişelendirmemişti de. Bunun anlaşılabilir bir şey oldu­ğunu sanıyordum. Örneğin bir doktor, bana -dostça, şakacı bir yaklaşımla, "tıpkı bir psikiyatra benziyorsun, biraz garip, ola­ğan dışı bir yapın var" dedi (damarlarımdaki anormal yapı­dan bahsediyordu). Normal olarak bu tip şakalardan hoşlanır- dım; ama ne bu şakayı ne de cümlenin anlamını kavrayama­mıştım. Yine de bu durumu olağan karşıladım ve hiçbir soru sormadım. Sanki bir grup yetişkin insanın arasında kalmış bir çocuktum.

Scopolamine'le kendi üzerinde deneyler yapmış olan bili- madamı Mannheim, diğer faktörlerin arasında, "kavramanın, anlayışın bozulması ve entellektüel yeteneklerin zayıflaması­nı" da belirtmiştir. Bu çeşit kavrama bozukluklarını kendi de­neyimlerime dayanarak iyi tanıyorum. Ameliyatın sonlarına doğra çok ateşlendiğimi farkeden anestezist yüzümdeki tül- benti kaldırdı, yana doğra bakınca duvardaki büyük saati gör­düm. Ameliyatın çok uzadığmı ve bir an önce bitmesini iste­diğimi düşündüm. Saati öğrenip ameliyatın ne kadar sürdüğü­nü tahmin etmeye çalıştım. Bir daire üzerine sıralanmış olan rakamları gördüm, özellikle 6 ve 7 rakamlarını anımsıyorum. Bu rakamların yerlerine göre saati anlayacağımı biliyordum, ama bunun nasıl yapılacağını hatırlayamıyordum. Akreple yelkovanı gördüğümü hatırlamıyorum. Uzun bir süre bu saati anlayabilmeye çalıştım, ama bu bocalamamı hiç umursama­dım. "Başka insanlar bu işi becerebiliyorlar, ben yapamıyo­rum; bu çok doğal," diyordum.

Aynca bu kadar uğraşmamın anlamsız olduğunun da far­kında değildim. Zaten ameliyata kaçta başlandığını da bilmi­yordum ki, ameliyatın ne kadar sürdüğünü tahmin edebileyim.

Saati okuyamamam, tıp dilinde Agnosia'dır. Agnosia, ço­ğunlukla karbon monoksit zehirlenmelerinde görülür, beynin arka lobunda organik anzalardan kaynaklanır. Nesneyi tanı­yordum, adını biliyordum, ayrıntılarını farkedebiliyordum ama onu bir bütün olarak tüm işlevleriyle algılayamıyordum.

Ameliyat masasında benim genel güvensizlik duygumu azaltan iki faktör olduğunu hissediyordum. Bunlardan birisi operatörün sesi, diğeri ise tam fiziksel ilişkinin verdiği gü­vendi.

Operatörün sesi derin, sakin ve otoriterdi. Sesini hiç yük­seltmeden konuşuyordu. O anki akli durumumu şu olay çok iyi anlatıyor: Operasyon sırasında sağ kalçamda dayanılmaz bir ağrı hissettim, bir kaç kez bacağımı oynattım, rahatlatma­ya çalıştım -bu durumda yapmamam gereken bir şeydi bu. Net bir şekilde operatör sakin fakat kesin bir sesle, "Bacağını­zı oynatmayın Mr. Wertham," dedi. Bu söze karşı duyduğum tepkiyi anlatamayacağım. O andan itibaren bacağım ne halde olursa olsun onu oynatmayı düşünmedim bile. Bu sözün üze­rimde öyle otoriter bir etkisi oldu ki, ağrısın ya da ağrımasın bacağımı oynatmak aklıma bile gelmedi.

Güvensizliğimi geçirecek olan ikinci faktör de daha umul­madık bir olaydı. Ameliyatta hazır olan doktor arkadaşların pek az yardımları dokundu. Ama bedensel dokunmalar yararlı oldu. Bir hanım doktor, birara koluma dokundu, ona bu davra­nışıyla bana ne kadar yardımcı olduğunu anlatmaya çalıştım ama yeterli sözcükleri bulamadım. Çok sonradan, beni rahat­sız edip etmediğini sorunca, hep öyle kalmasını söyledim.

Bir başka doktor arkadaş da alnıma dokundu, bir şeyler söyledi ve alnıma dokunuşu bende yatıştırıcı bir etki bıraktı. Tabii ki bu cinsten dostça dokunuşların yaran yeterince bilin­memektedir. Böyle ameliyat geçiren veya yapan doktor arka­daşlar da bu deneyimimi doğrulamışlardır.

Genel anlamda, ameliyat sırasmda ve sonraki iki gün bo­yunca içinde bulunduğum aklî durumum dış dünyayla pek az ilgiliydi. Beni en çok meşgul eden şey vücudumdaki bazı ba­sınç diyebileceğim rahatsızlıklardı. Ameliyat sonrası normal olan idrar zorluğu, "peristalsis" zorluğu (gaz yüzünden) ve ne­fes alma zorluğu gibi rahatsızlıklar beni tedirgin ediyordu.

Bu dönemde moralimin nasıl olduğu şeklindeki bir somya cevap veremiyordum. Bana penisilin veren genç bir doktor, "o günlerde bir havuç gibiydin" dedi. Ama yüzümden nasıl bir depresyon geçirdiğim belli oluyordu. Beni bir kaç hafta sonra gören bir doktor, "Evet, artık o kadar karamsar, ümitsiz değil­sin," dedi. Bu, hem bu doktorun, hem de psikiyatr için yanlış bir hükümdü. Ayrıca depresyonla entellektüel kaygıyı ayırde- demiyecek kadar güçsüzdüm.

Bu devrede hiçbir taşkınlığım, hezeyanım olmadı fakat bir gece aklımın karıştığını farkettim. Bana bakan hemşire görev başına geldiğinde onda bir gariplik olduğunu gördüm. Aynı insan olup olmadığından emin değildim. Ona sordum. Gülerek, "Saçlarıma perma yaptırdım" dedi ve böylece içim rahatladı. Daha önce bahsettiğim gibi kendimi büyüklerin ko­nuşmalarına katılan bir çocuk gibi hissediyordum, pek anla­yamadığım sözcükler kullanıyorlardı, ses tonlarının değişme­lerine çabuk tepki veriyordum ve fiziksel temas beni rahatlatı­yordu.

Durumum hâlâ çok ciddi iken ve akli durumum en alt dü­zeydeyken, bir rüya görmüştüm. Sonra bu rüyayı "serbest çağrışım" yöntemi kullanarak yorumladım. Bu rüyanın bir kısmını anlatıyorum:

"Başkan Roosevelt'le konuşuyordum. Nasıl bir konuşma yapacağını tartışıyorduk. O'na, bir yıl önce yaptığına benzer bir konuşma hazırlamasını önerdim, yalnızca giriş bölümünü çıkarabilirdi. Önerimi olumlu karşıladı, ama giriş bölümünü hazırlamak için en az bir saatini harcaması gerektiğini söyledi. Bana bir sigara uzattı. Ben de sigara içmediğimi söyledim.

Bu bölümün bile tam bir yorumu çok uzun sürecektir. Ön­ce Roosevelt'le ilgili serbest çağrışımlarım hiçbir sonuç ver­medi. Sonra, aniden, Başkan’ın bacaklarını kullanamayan ama yine de yılmadan devam eden bir adamı sembolize ettiği­ni farkettim. Roosevelt'le beraber olmam büyüklük hülyasıy- dı; ayrıca o benim fikrimi soruyor, benden yardım istiyordu. Burada bir ödünleme mekanizması açıkça görülüyor, egomun en sarsıldığı bir zamanda hem de!

Sigara ikram edilmesi içtenliği, benim içmediğimi söyle­mem de "iyi çocuk" olduğumu sembolize ediyordu. Gerçekten de bir yıl önce sigarayı bırakmıştım.

Rüyamda aynca kendimi uyarıyordum, "eğer bir daha yü­rüyemezsem, fiziksel âlemde yitirdiklerime karşın, yetenekle­rimi entellektüel alana kaydırabilirdim.

Bu iyileşme rüyasını, çok hastayken görmüştüm. Aslında bir hata vardı. Benim tek bacağım rahatsızdı, halbuki rüyada Başkanın iki bacağı da sakattı. Belki de bilinçaltımda, fılibitin öbür bacağımda da ortaya çıkacağından korkuyordum. Rü­yam da buna, "öyle bile olsa, yine de korktuğun kadar kötü bir şey değil bu," diyordu.

Sol bacağımda da fılibit başlayınca aynı ameliyatı bir kez daha geçirdim. Ameliyattan önce 1/100 ölçü scopolamine ve 1/4 ölçü morfin aldım. Aynı zorlukları yaşadım, ameliyat yi­ne normalden çok uzun sürdü. Hislerim güvensizlik, kaygı, ve zaman zaman da acı çekmek olarak sıralanabilirdi, ama dışa­rıdan bakılınca neşe ve gamsızlık görünüyordu.

Ameliyatın başlangıcını anımsıyordum ama bir süre sonra operatöre "kendimi çok aptal hissediyorum, Dr. D........................................ ", dedim.

Bu söylenebilecek en olağan dışı sözdü. Önce bu operatöre büyük bir saygım vardı ve ona böyle bir söz, hele ameliyat sı­rasında, söyleyemezdim. Aynca "aptal" sözcüğü, o anki ruh halimi tanımlayabilecek en son kelimeydi.

Bundan sonra da ameliyat boyunca güldüm, komik fıkara- lar anlattım ve espriler yaptım. Örneğin, "bütün "izmlere" kar­şıyım, en çok da embolizme" dedim; ameliyat sırasında biop- si için damanmdan bir parça istediklerinde de, operatöre, be­dava eşantiyon dağıtmasmı söyledim. Ameliyat odasındaki tüm doktor arkadaşlar da gülüyorlar, espri yapıyorlardı. Her şey pek neşeliydi. Ara sıra feci acı çekiyordum ama bunu bel-

li    etmemeye çalışıyordum, ama bazen yüzümü buruşturup, "ah, of, diyordum. Yüzümü görmeyen birisi, çok iyi vakit ge­çirdiğimi sanabilirdi. Perdenin öbür tarafında duran bir hemşi­re bana ameliyattan sonra, "öyle neşeliydiniz ve her şeyi öyle rahat karşılıyordunuz ki, daha önce hiç böyle şey görmedim," dedi. Bu ruh halini, mani ile karıştırmamak gerekir. Mani ha­lindeki kişiler, komik olmayan şeyleri de komik bulurlar. Be­nim esprilerim, fıkralarım komikti, yalnız duruma uymuyor­lardı. O esnada diğerlerinin fıkralarına da gülmüştüm. İlk ameliyattan sonra ağrımı kesmek için verilen demerolün bü­yük yararını görmüştüm. Bu yüzden ikinci ameliyat boyunca şöyle demiştim; "yeni bir slogan buldum. Demoralize olma­yın, demerol alın." Ameliyatın sonuna doğru daha büyük da­marlarla uğraştıkları sıralarda çok acı çekmiştim. En kötü anımda, acımı farkeden bir doktor, "herkes senin gibi fıkra anlatabilir, şimdi bir psikiyatr olarak gerçek bir öykü anlat," dedim.

O kadar acı çekmeme karşın hemen şu öyküyü anlattım:

J. Hopkins'de genç bir doktorken, psikozlu bir milyoner ve erkek hastabakıcısıyla beraber New Mexico'da bir tatil geçir­dik. Yemeğimizi hep beraber otelin yemek salonunda yiyor­duk. Garson kızın bize hizmet ederken ellerinin titrediğini far- kettim. Bir kaç gün sonra, ters giden bir şey olup olmadığını sordum. "Eh öyle gibi, içinizden birinin deli olduğunu biliyo­rum ama hanginiz?" dedi. Genel olarak kendi durumumun pek farkında değildim. Davranışlarımın ilaçlar yüzünden böyle olduğunu anlayamıyordum, ama yine de biraz psikolojik içgö- rüm vardı. Örneğin bir ara operatöre, "aslında ben, karanlıkta ıslık çalıyorum," dedim.

"Euphoria" (aşın neşeli olma hali) tüm davranışlanmı kapsamıyor; çünkü bazen ciddi şeylerden de bahsediyordum.

Bazı şeyleri aklımdan geçirdiğimi sanıyordum ama sonra­dan bunları yüksek sesle söylediğimi öğrendim. Ameliyat bit­tikten sonra masadan kalktığımı ve sedyeye doğru yürüyüp onun üstüne çıktığımı düşündüm. Bu yanlış anlamaydı. Hiç de ayağa kalkabilecek durumda değildim. Sonradan, gerçekten kalkmaya çalıştığımı ve bir doktorun beni tuttuğunu öğren­dim. Ameliyattan birkaç saat sonra kendime gelmiş ve davra­nışlarımın ne kadar garip olduğunu farketmiştim.

Ameliyat sırasındaki ruh halim bir çeşit scpolamin psiko­zuydu. Bu psikozun özelliği "euphoria", konuşkanlık, kısıtla­maların kalkması, durumun yanlış yargılanması gibi davra­nışlardı. Halüsinasyonlar, çılgınca düşler yoktu. Böylesine çelişkili psikolojik sendromlar yalnızca kendi gözlemlerimle belirlenebilirdi.

Aslında davranışlarımın kaygısız ve neşeli oluşu, olduk­ça yararlı oldu. İçimde gizli olan endişe ve kaygılara karşı bir kalkan gibi beni korudu. Kaygılarımdan ve çektiğim acıdan kendimi biraz uzaklaştırmış oldum. Bu "euphoria" ve endişe arasındaki çelişkili durum deneysel olarak oluşturulan mesca- line psikozunda da aynen görülmektedir.

Ağn ve analjesik ilaçlar konusuna gelince; ağrının "kalite­si" çok önemlidir. Yalnız ben bu ameliyattan sonra yedi sekiz ayn tipte ağn sayabilirim. Bunlar sözcüklerle anlatılamaz. Bu ağnlara bir numara vermem gerekirse, okuyucu da bunların özelliklerini ve yan etkilerini rahatça görebilir.

Ağrının niteliklerinden bazdan şunlardır:

1)   Lokalizasyon- yerini belirleme, sınırlama. Ağnlann ba- zılannın yerini belirleyemiyordum, bazılannı da tam olarak gösterebiliyordum.

2)    Süresi.

3)   Olgu sonrası etki- Bazı ağnlan geçtiğini bildiğim halde yine de devam ettiğini düşünüyordum. Görü ile görmek ara­sındaki fark gibi, ağn-algılama olayında da böyle yanılsama­lar olmaktadır. Bence bunun psikosomatik tıpta fazla önemi yoktur.

4)   Ağrının özel nitelikleri- bir sinire dokunulunca duyulan ağrı gibi.

5)   Korkuyla çağrışım- bazı ağrılar, diğerlerinden çok kor­kuyla bağlantılıdır.

Fiziksel hastalıklarda eğer psikolojik faktörler büyük rol oynuyorsa, hastaların hastalıklarının ilk dönemlerinde, üretici aktivitelerini uyarmak yararlı olacaktır. Benim için de bu not­lan yazdırmak, organizmamın yeniden gücünü kazanmasına yardımcı olmuştur. Heine'nin dediği gibi:

Gerçeği söyleyeyim, hastalıktı

Yaratıcılığımı uyaran.

Yarattıkça iyileştim,

Yarattıkça düzeldim.

Bu çalışma, fiziksel hastalıklann da belirli ve çeşitli psiki­yatrik yönleri olduğunu göstermiştir. Doktorlar çoğu kez bu gerçeğe sırt çevirirler. Hastalığın psikopatolojik yönü göz önünde tutulmalıdır. Bu faktörler yaşamla ölüm arasındaki farkı oluşturur.

Hastaların psikolojik önerilere gereksinimleri vardır, ne yapmalan gerektiği, yaşadıkları deneyimlerin ne anlama gel­diği; tedaviden ne beklemeleri gerektiği ve ellerindeki olanak­lardan nasıl en iyi şekilde yararlanacakları gibi konularda...

Fiziksel bir hastalığın bütün bu psikolojik ve psikopatolo­jik özellikleri, tedavi ve bakımın bir parçasıdır. Bu sorun üç aşamada çözümlenebilir: Birincisi, hemşirenin rolüdür; İkin­cisi, doktorun ve operatörün; üçüncüsü de psikiyatrın görevle­ridir.

Hastalanmamdan bu yana beş buçuk yıl geçti. Bu süre içinde kimseye ameliyatlardan, hastane deneyimimden bahset­medim. Bunları yazmakla, hepsinden kurtulmuş olmalıydım.

Fakat yaşadığım deneyimlerden, hastanedeki görevim sı­rasında yararlandım. Psikiyatri'nin, fiziksel hastalıklarda ne kadar yardımcı olabileceğini öğrenmiştim. Özellikle ameliyat odasında, ağır bir hastaya neyin söylenip neyin söylenemeye­ceğini bazı doktorlar bilmeyebilir. Örneğin bir ameliyattan sonra bir hasta şöyle demiştir: 'Bir doktor merak edilecek bir­şey olmadığını söyleyince bunu çok aptalca buldum. Merak edilecek birşey olmasaydı, hastanede ne işim vardı."

Bu arada beni ziyarete gelen doktor arkadaşların da söyle­dikleri oldukça moral bozucuydu. Kritik hastalığı olan hastala­ra şunların söylenmesini tamamen anti-terapik buluyorum:

1)   "Bu çok olağan. Merak edecek birşey yok. Otopside bu­nun gibi yüzlerce vaka gördüm."

2)    "Bazan hiç emboli olmayabilir, bazen de olabilir. Bir hastamda emboli vardı, o da merkezi arterdeydi." (Bu emboli körlüğe neden olur.)

3)   Ödemler bazen kronikleşir. Bir hastamda ödem onbeş yıl sürdü."

4)   Çoğunlukla bu vakalarda iyileşme görülür. Ama tabii mutlaka belirli bir yüzde de kronikleşir."

5)   "Başlangıçta iyileşeceğinden şüpheliydik. Ama şimdi kurtulma şansın var."

Aslında bu sözlerin hiçbiri beni rahatsız etmedi, yalnız biri içime oturdu ve uzun süre unutamadım. Bir doktor bana ba­caklarda oluşan filibitin o kadar kötü olmadığını yalnız aynı şeyin kollarda da olabileceğini anlatmaya çalıştı. Bunun üze­rine kollarımda tuhaf hisler duymaya başladım; bu konuda çok kaygılanmıştım. Tabii ki yatakta uzun süre yatan bir insa­nın çeşitli yerlerinde karıncalanmalar olabilir. Gelişigüzel ya­pılan bir konuşma kollarım konusunda evhamlanmama neden olmuştu. Sonra hastahanade çalışırken de, hastalarım kork­tukları veya varolduğunu hayal ettikleri şeylerden, gerçek hastalıklarından daha çok tedirgin oluyorlardı.

Yüksek moralin iyileşmeyi hızlandırdığı, özellikle yaşlı hastalar için unutulmaması gereken bir gerçektir.

Hayali ağrılar da incelemelerimiz için çok gereklidir, önemledir. Bu ağrıların yeri belli değildir, tamamen yokedile- mezler, ancak derinlerdeki psikolojik nedenler iyice araştırıl­malıdır.

Gutman ve Mayer-Gross'un 'Ağrı Psikolojisi’ teorilerini uygulayarak, şu sınıflandırmayı yapabiliriz:

1)   Bütün benliği kaplayan ağn

2)    Ciddi ağn

3)    Keskin, kısa süreli ağn

4)    Önemsemeye değmeyen ağn

5)    Hayalî ağn

Kendi deneyimlerime ve diğer hastalardan öğrendiğime göre organik ve nevrotik semptomlar aynı şekilde hissedilebi- lir. Bazı kişiler açıkta idrar yapamazlar; bu ameliyattan sonra görülen organik zorluğa benzer. Bu gibi fiziksel güçlükler ko­laylıkla nevrotikleşebilirler. Pek çok iyi eğitilmiş hemşirenin de bildiği psikolojik yöntemlerle bu zorluklar yenilebilir.

Tuhaf gelecek ama, biz doktorlar 'ağn trajedisini' kabullen­mekte zorluk çekeriz. Artık kendi ağn deneyimlerini açıklıkla hatırlayamama karşın, yine de ölüm hakkında felsefe yapma­nın ağn hakkında felsefe yapmaktan çok daha kolay olduğu­nun bilincindeyim.

Ölüm, bio-kimyadan kimyaya geçiştir; ama ağn için böyle birşey söylenemez. Bilim adamlan olarak bizler, nedenleri bulmak, işlevleri izlemek, tedavi etmek ve önlemek isteriz. Ama bize gelen her hastanın akimda ilkel ve çocuksu bir istek vardır: Doktor'un ağrısını azaltması ve korkulannı gidermesi, îşte bu noktada tıp ve psikiyatri buluşuyor.

III. BÖLÜM

ÎLAÇ VEYA UYUŞTURUCU ETKİSÎ
ALTINDA YAŞANANLAR

Dr. Philip Smith

MESCALİNE'LE BİR PAZAR.'

Kısa bir süre önce, ’mescaline' gibi halusinojen ilaçların, gerçek­ten geçici şizofrenik bir duruma neden olduğu sanılırdı. Şimdi bu­nun doğru olmadığı düşünülmektedir; belki ilaçların neden oldu­ğu deneyimler psikoz belirtilerine benzemektedirler. En tehlikeli şey, fazla genelleme yapmaktır; çünkü çeşitli ilaçların değişik psi­kolojik etkileri vardır ve psikoz da geniş çapta çeşitli deneyimleri ve davranışları kapsamaktadır. LSD ve mescaline deneylerinin en önemli yönü; neden oldukları deneyimlerin dikkatle, yakından ve tekrar tekrar, eğitilmiş elemanlar tarafından gözlemlenmesidir. Aşağıdaki, olgusal analiz konusunda uzmanlaşmış bir psikiyatrın anlattığı gerçek bir öyküdür. Bu tür anlatımlar patolojik durumla­rın anlaşılabilmesi açısından çok değerlidirler.

GİRİŞ

Deneyin amacı, onu hazırlayanların araştırıp buldukları verilerin üzerinde hak iddia etmek değildir. Bu materyal araştırılmamıştır ve bu öykü araştırmacılar tarafından uy- durulmamıştır. Kaydettiğim deneyimler bilimsel deney fel­sefesinin gerektirdiği ölçülebilir niteliklere sahip değildir.

Mescaline'in verdiği sarhoşluğun sübjektif, olgusal öykü­leri, tıp literatüründe pek fazla değildir. Bu öyküler genellik­le kısa ve tek bir algıya, görüşe dayanır. Halbuki okuyacağı­nız öykü çeşitli algılarla doludur ve elli yıl önce moda oldu­ğu gibi daha kişisel materyalleri kapsamaktadır.

Aslında bu deneyimi kaydetmek istemiyordum ve bunla­rı yazmak için bir hazırlığım yoktu. Meslekdaşım Dr. Shur- ley'in cesaret vermesi sonunda, kendi deneyimlerimin, olgu­sal öykü olarak bir değeri olabileceğine inandım.

Bu öykü bir çeşit otobiyografidir; ve bunun başkalarını da aklın çalışmasını etkileyen olgusal öykülerini anlatmaya yöneltmesini umuyorum. Bu, onlara iyi bir araştırma alanı hazırlamaları için bir davetiyedir.

KAYIT: Oklahoma Şehri, Oklahoma, İlkbahar 1958

DENEY: Topeka, Kansas, Sonbahar 1956

İlacın normal insan denekler üzerindeki etkilerinin objek­tif olarak ölçülebilmesi için yapılan deneyin bir bölümü ola­rak, 200 miligram ’mescalin sülfat' aldım. Mescaline, Peyo- te'un en aktif elemanıdır ve yakın zamanlara kadar, psikoto- mimctik veya halüsinojenik ilaç olarak bilinmektedir. Dozaj, iki meslektaşım tarafından bir pazar öğlesi verilmişti. Bu iki doktor öğleden sonrayı benimle geçirdiler. (Bence psiki­yatrlar, kendi zihinlerini karıştırmaktan, diğer insanlar kadar korkarlar. Bazı arkadaşlarım, 'bir daha kendine gelememek- ten' de korkmuşlardır.) Aklıma Sokrat'ın zehir içişi geldi ve oturup neler olacağını beklemeye başladım. Öğle yemeği yememiştim, karnım açtı, başka bir sorunum yoktu.

İlacın verilmesinden 45 dakika sonra, Dr. M.'nin önerisi üzerine, uzandım, gözlerimi yumdum ve zihnimi serbest bı­raktım. Sonra bir değişiklik hissetmeye başladım.

Duyduğum his sanki saçımın veya tırnağımın uzadığını farkettiğim zaman duyduklarım gibiydi —değişiyordum ama esas imajım aynı kalmıştı. Biraz sonra ilacın etkileri öylesine büyümeye, çoğalmaya başladı ki görmezlikten ge­lemezdim. Herhangi bir açıklama yapmadan, yanlındakilere durmadan benim yine eski ben olduğumu, değişmediğimi

İLAÇ VEYA UYUŞTURUCU ETKİSİ ALTINDA YAŞANANLAR 359 söylüyordum. Bir süre beni gülümseyerek dinlediler, sonra da 'belki de değişiyorsun' dediler.

Önce öfkelendim. Sonra şaşırarak, onun ne dediğimi ger­çekten anlamadığını farkettim. Ben, benliğimi daha yoğun bir şekilde (ama yabancılaşmadan) hissettiğimi söylemek is­tiyordum. Algılama yeteneğim yoğunlaşmıştı ve içimde bir huzur, bir ferahlık vardı.

Gözlerimi kapayınca net, ışıksız ama apaçık, belirgin bir boşlukta duran tuhaf, yeni bir çiçek, belki de bir kaktüs göre­biliyordum. Sapı kalın ve mermer gibiydi. Gaz alevi gibi parlak mavi renkteydi. Çiçeği ise fosforlu kırmızı-mor renk- teydi. Çiçeğin cinsi de ateş gibi, duman gibi uçucu bir mad­deydi.

Soğuk, yavan, statik ve katı bir yapısı vardı. Gözümü açınca birden kayboldu; kapayınca yeniden göründü. Bu çi­çek fantazisine yapılacak bir iş gözüyle bakıyordum. Ben bir denektim ve deneyi yapanlar için çalışıyordum. Yine de bu çiçeğin, bütün bir deney ansiklopedisinin ilk sayfası olduğu­nu hissediyordum.

Deneyin bir bölümü gereğince, bazı basmakalıp kurallara uymam gerekiyordu. Bazen sözlü, bazen yazılı talimatlar vardı. Bu çeşit çalışmaları, deneyden önceki hazırlık ve kontrol döneminde de yapmıştım; ve gerçekten zor olduğu­nu görmüştüm.

Şimdi, bir aptal gibi görüneceğime emindim. Yazılı tali­matı yoğun bir çaba göstermeden anlayamıyordum. Projeyle ilgiliydim ama bu en basit işlemleri bile yapmakta çaktiğim zorluklar gerçekten görmeye değerdi. Talimatlar okumak, dinlemek, yani işitmek ve görmek için büyük çaba harca­mam lazımdı. Basılmış bazı sembolleri yazı olarak algıla­mak ve adım adım bu sözcükleri anlamaya çalışmak için yo­rucu ve zor bir çalışma gerektiriyordu.

Eski alışkanlıklar işlevlerini yitirmişlerdi. Yeniden dü­şünmem, örneğin okurken nereden başlamam gerektiğine karar vermem için bir çaba sarfediyordum. Okumak için üst soldan başlanacağını bulmam oldukça zaman alıyordu. Tersten okusam ne anlam çıkacağını merak ediyordum, her harfi tek tek okumayı denedim, bunun gibi gördüğüm eğiti­me uymayan davranışlar sergiliyordum. Mantığım bunun bir çılgınlık olduğunu farkediyordu ama mantığın güçlü kas­ları yoktu. Zaman kavramını da yitirmiştim. Bana anlamsız bir kavram gibi geliyordu. Kafamdaki eski kavramlar güve­nilir değildiler, sanki parça parça olmuş, sonra bu parçalar değişik bir şekilde yeniden biraraya getirilmişlerdi. Davra­nışların mantıklı veya faydalı olmaları şart değildi, amaca ulaşması yeterdi.

Bu düşünce şeklim, yapmam gereken diğer işlere de ya­yıldı, anımsamamın sınanması, labirentler, bloklarla işlem­ler yapılması vs... Deney iki saat kadar sürdü. Hareketlerim de değişmişti. Deney sırasında bazen hareket etmek, bazen de hiç kıpırdamamak istiyordum. Çok farklı davrandığımı biliyordum ve bunu gözlemcilerin anlamadığının da farkın- daydım ama umurumda değildi.

Ayağım konusunda hissettiğim harika, şahane duyguları­mı onlara söyleyip söylemeyeceğime karar veremiyordum. Neden bahsettiğimi anlamayacaklarını hissediyordum. His­lerimi tam olarak anlatabileceğimden emin değildim. Saçma­lığımdan biraz utanıyordum. Dr. M.'e gülmeyeceğine söz verirse anlatacağımı söyledim. Ayağımın sindirim sistemi olmadığını ve ayakların kusamayacaklannı biliyordum ama yine de hissettiğim şey buydu, ayağımın midesi bulanıyordu ve kusmak üzereydi.

Bu haldeyken çevremde bana yardım edecek kişilerin oluşu beni ferahlatıyordu. Sıcak dostluk hislerim kolayca kabarmıştı, ama aynı kolaylıkla onlara saldırabilir, kavga çıkarabilirdim. Dünya'nın boşluğunu, ahmaklığını kınayabi- lirdim.

Bu dönemde düşünme mekanizmama neler olduğunu, bir geriye bakışla anımsayabilirim. İçimde bir huzursuzluk veya endişe hissettiğimde karar-verme yeteneğim çalışmaya baş­lar. Bu huzursuzluğu gidermek için bir harekete geçmek iste­meli ve sonra bu isteği gerçekleştirmek için gereken herşeyi yapmaya çalışırdım. Karar vermenin gerilimi işleme geçin­ceye dek yükselir ve amaca ulaşınca da ferahlardım. Bu kü­çük, büyük her türlü karar veya davranışlar için geçerlidir.

Esas olarak bir karar iki şekilde verilir. İnsan ya harekete geçmeyi, ya da hiçbir şey yapamamanın stresini yaşamayı seçer. Bir problemin iki cevabı olabilir, evet ya da hayır. Ör­neğin, susadım. Bu hissi doyurmam için iskemleden kalkıp, su şişesine giderek su almam gerekiyor. Eğer yerimden kalkmazsam, susuzluğum geçmez ve huzursuzluğum artar. Okumakta olduğum paragrafı bitirene kadar susuzluğa karşı koyuyorum. Durumun gerginliği iskemleden kalkarken hafif­liyor ve suyu içince de tamamiyle geçiyor. Verdiğim karar ve bu doğrultuda hareket etmem, gerginliğimi geçiriyor (su­suzluğumu da).

Mescaline'in etkisi altındayken bir alternatif daha görüyo­rum: hiç karar vermemek. (Bu, kararsızlık anlamına gelmi­yor, karar vermeyi reddetme yolunu seçmek demek oluyor.)

Karar-verme geriliminin tam olarak geçmesi, benim 'ka­rar vermeme' durumunu seçmemle olabiliyor. Bu mekaniz­mayı uyandırmak çok kolay olmuştu. Erteleme veya gerilim artıran bir kararsızlık bahis konusu değildi. Karar verme­mekte yeterince doyurucu olabilir. Etkisi, bir karar vermiş olma ve bir işlemi tamamlamış olmanın etkisi kadar rahatla­tıcıydı. Bir örnek vereyim: Elimde bir kalem vardı ve onunla yazı yazmak üzereydim. Kalem konusunda bildiklerimi tek­rarladım (tahta, grafit, yazı yazmakta kullanılır, sözcükler yazar vs). Karar verilmişti. Kağıda bir-iki santimetre yak­laştığında —karar vermemeye karar verdim. Elim, kalemi tutan elim havada kaldı; kalemi bir sanat eseri gibi dikkatle inceledim. Hareket-etmemek doyurucuydu. Kararsızlığın yarattığı stress yoktu. Zamanın geçmesi önemli değildi. Ka­rar vermemek bana tam bir huzur ve rahatlık vermişti. Bu zaman dışı ânın tadını çıkardım. Sonra normallik geri dön­dü ve kalemi yazma pozisyonuna getirdim. Bu 'karar- vermeme' hali yayıldı, sık sık geldi geçti ama her gelişinde daha uzun süreli oldu.

İlacın etkisindeyken, bir karar verebilmek çok güçtü ve sabrımı zorluyordu. Her kararı, alışkanlık faktörünü kullan­madan tüm bilincimle vermem gerekiyordu. Tuvalete gide­ceğimi söyleyince, gözlemcilerden biri beni götürdü. Buna çok sevinmiştim; çünkü hangi kapıdan gireceğime, kadınlar tuvaletini mi yoksa erkeklerinkini mi kullanacağıma karar vermem gerekmemişti. Tuvaletteki, 'sifonu çekiniz' yazısını görünce de aynı derecede sevinmiştim. Bundan sonra yapa­cağım şey test odasına dönmek olacaktı. Bunun yerine, 'ka­rar vermemeyi' seçtim. Olduğum yerde kaldım, dinlenme odasında güneşli bir yer bulup yattım. Bu aptalca görünebi­lir, biliyorum, ama o an için bence uygun bir eylemdi. Bunu öbürlerinin anlamayacaklarını da biliyordum ama umurum­da değildi. Beni tatmin ediyordu ya! Günışığıyla ısınmış olan o yere bir sevgi, bir yakınlık duyuyordum! Herhangi bir nesnenin varoluşundan ötürü bir sevinç hissediyordum. Va­rolduğuna memnundum ve varolduğu için onu seviyordum! Bu his, insanın çok sevdiği bir hayvana duyduğu sıcaklığa veya yorgun bir çocuğu rahatlatırken duyduğu tatmin hissine benziyordu. Yeri okşadım ve "küçük kalbini Tanrı kom­şun", dedim. Bu bana biraz espirili bir söz gibi geldi ama öy­lesine safça bir komikliği vardı ki; gülmekten biraz daha iyi bir tepki göstermek gerekirdi.

Bir amaç sahibi olmak yararsız bir kavramdı. Bütün ey­lemler doyurucu oldukları oranda eşit değerlere sahiptirler. Geriye bir adım atmak, ileriye adım atmak kadar iyi bir hare­ketti. Suskunluk, konuşmaktan daha kötü değildi. Bir şeyler yapabilirdim ama eylemimin bir amaca yönelik olması şart değildi. Hareketsizlik de işe yarayablir, ve bazen daha da iyi olabilir.

Kendi kendime, öbürlerinin bilimsel maceralarına yar­dımcı olmamı beklediklerini hatırlatarak, sonunda yerimden kalkabildim.

Deneyin normal akışı süresince 'hareket duyularımda' de­ğişmeler olmuştu. Kıpırdadığım, hareket ettiğim zaman, bir kas işlemi sonunda pozisyon değişimi hissi yerine, lokalize ve pozisyonal bulantı hissi duyuyordum. Ayağımdaki bulan­tı hissi şimdi genelleşmişti ve oldukça yorucu oluyordu. Bulantımdan bahsettiğimde, gözlemcilerin etraflarına bakı­nıp, bir kesekağıdı aradıklarını görünce öfkeleniyor ve tiksi­niyordum. Şunu anlatamıyordum: Ben bulantı hissetmiyor­dum, vücudumun belli bazı bölgelerinde bulantı oluyordu. Ayaklarımı kaldırmak benim için hiç istenmeyen bir hare­ketti. Ayaklarım bana bulantıları olduğunu söyleyeceklerdi. Yalan söylemiyorlardı, yalnızca doğru karar veremiyorlardı veya kendilerine ait olmayan bazı his ve duyulan ödünç alı­yorlardı. (Deney sırasında, bacaklarımın kendilerini yönet­me yetkileri yoktu.)

Dört saat kadar süren mescaline aleminden sonra onu ta­mamen bırakmaya hazırdım. Gözlemcilerime yorulduğumu söyledim. Daha önce hiç hissetmediğim kadar bitkinlik his­sediyordum. Bir ağnm yoktu, bulantı veya yorgunlukta duy­muyordum, yalnızca çok, çok bitkindim. Algılamalanmda bir değişiklik olacağını umuyordum, ama o da olmadı. Bir tablet Dexamyl verdiler, genel bir uyancı olarak. Dr. S. ara­basıyla beni eve götürecekti.

Arabaya doğru yürürken, uzun süredir hareketlerimi dü­zenli bir şekilde kontrol etmemiş olmama karşın, yürüye­bildiğim! farkedince gururla karışık bir memnuniyet duy­dum. Yürümemin düzgün olduğunun farkındaydım, ama sanki on yıldır el sürmediğiniz bir klarneti hala çalabildiğini- zi farketmek gibi bir şeydi bu.

Eve giden kısa yolda, arabayı kullanan Dr. S.'ye karşı büyük bir dostluk ve kardeşlik hissettim. Normal durumlar­da Dr. S. ve Dr. M. ile meslektaşlık dışında pek dostluğum yoktu ama şimdi bile o ikisini anımsayınca bir sıcaklık ve iyilik hissi duyuyordum —sanki uzun süre dostluğumuzu paylaşmış gibi.

Dr. S., kanma, düşünmekte zorluk çektiğimi söyledi ama akşam yemekte karım, davranışlarımda bir farklılık görme­diğini söyledi. Evimi ve ailemi görmek bana çok iyi gelmişti —her odayı görmek, her eşyaya, ailemin her ferdine ayn ay- n dokunmak istiyordum. Bunlar için büyük bir özlemim yoktu ama bu kez hoşlanma, zevk alma duyularım daha güç­lenmişti. Hala bazı basit şeyleri yapmaya karar vermekte güçlük çekiyordum —örneğin peçeteyi almak gibi. Kısa süre sonra Dr. S. gitti, ben de yatağa girdim.

Genellikle kısa bir hayal kurma fantazisinden sonra ko­laylıkla uykuya dalardım. Fantazilerim çoğunlukla görsel olurdu ve sona eren gün boyunca olup bitenleri gözden geçi­rirdim. Bu gece böyle olmadı. Fantazi hep vardı ama hiç uy­kum gelmiyordu. Kontrol altına alamıyordum. Düşüm hiç de ilginç değildi, hatta sıkıcıydı denilebilir; plansız, bir sürü yabancılarla dolu bir fantaziydi. Başka bir şey düşleyerek bu sıkıcı fantaziyi bastırmaya çalışınca da, ikisi birden var­lığını sürdürmeye devam ediyordu. Bu, aynı perdeye aynı anda yansıtılan iki ayn filmi birden seyretmeye benziyordu. Anlamsız bir şeydi bu. Bazen, kağıt bebekler gibi iki boyut­lu insanlar görüyordum; bunların bazen de duvar kağıtları gibi renkli desenleri vardı.

Gözlerimi açınca bu görüntüler kayboluyordu; ama he­men sonra odanın loşluğunda yeniden beliriyorlardı, hemen bir metre önümde...

Bu görüntü yavaş yavaş şekil değiştiriyor, üzerinde ha­fif bir rüzgar esen, küçük sarı çiçeklerle dolu bir tarla haline geliyordu.

Bütün geceyi bu monoton manzarayı seyrederek geçir­dim; bu arada uyuyup uyumadığımdan emin değilim. Yani bu olanları uykuda mı yoksa uyanıkken mi yaşadığımdan emin değildim.

Ertesi gün işe gittim ve rutin, günlük işlerimi fazla güç­lük çekmeden halledebildim. Yine de telefonu kullanırken kısa kararsızlık dönemleri yaşadım. Telefon çalınca iki eli­mi birden uzatıyor ve hangisini kullanacağıma karar veremi- yordum. Sonra rahatladım ve işi "alışkanlığa" bırakıp, sol elimin o çok iyi bildiği işi yapmasına izin verdim.

Bazen de çok iyi bildiğim bir telefon numarası üzerinde düşünüyor ve rehbere bakmak gereksimini hissediyordum. Sonra "rahatlarsam"' numarayı zahmetsizce anımsayabilece- ğime kendimi inandırdım.

Bu günde elde ettiğim en değerli şey, hafızanın ne derece önemli olduğunu ve kısıtlanmazsa ne kadar güçlü olacağını öğrenmiş olmamdı.

İkinci gece uykum oldukça normaldi yalnız ertesi sabah tamamen dinlenmiş olarak uyanmadım. Üçüncü gün ise bir iki kararsızlık olayı dışında normal geçti.

O zamandan beri, bu "mescaline" deneyinin bir çeşit dö­nüm noktası olduğunu hissederim. Deneyden sonraki ilk altı ay boyunca, bunu bir daha tekrarlama düşüncesi bile beni tiksindiriyordu. Nasıl olduysa geçen yıl bu tiksintim geçti ve buna kutlanabileceğimi hatta tekrarlamaktan zevk bile alabi­leceğimi hissettim.

Bütün deney derin bir bilgi kaynağıydı ve hâlâ da öyle­dir. O zihinlerden silinmeyecek, sonsuza dek bilinecek bir deneydir. Kendimi bu deney sayesinde, başka hiç bir şekil­de anlayamayacağım, tanıyamayacağım bir fırsatı elde et­miştim.

Fitzhugh Ludlow

HAŞHAŞ YİYİCİ

Haşhaş Yiyici" kitabı, De Quincey'in "Bir Afyon Yiyicinin itiraf­ları " isimli eserinin, Amerikan versiyonudur. F. Ludlow, on do­kuzuncu yüzyılda yaşamış bir Amerikan gazetecisiydi. Kitabı, insan akılcılığı ve fantazilerinin ulaşabileceği en uzak yerlere yapılan yolculukları anlatmaktadır. Yalnız, bu garip yolculukla­rı yaparken, yansıtıcı bir gözle, gözlemler yapmıştır. Sonuçta ilaç etkisinde olma halinin olağanüstü bir tanımlaması yanında, değerli, bilimsel bir öykü ortaya çıkmıştır. Bazı deneyimler, psi­koz vakalarında görülen olgulara benzemektedirler.

En göze çarpan benzerlik, düş alemidir. Yalnız, Ludlow'un öykü­sünde fantazilerin gerçekten yaşandığına dair daha çarpıcı bir duygu sezilir. Ve bu fantazilerin kapsamları daha tuhaf ve daha beklenmedik olaylarla doludur.

Ludlow'un kitabının değeri, biraz da yaşadığı akıl dışı, olağa­nüstü deneyimlere uyacak şekilde akıl-dışı ve olağanüstü bir stilde yazılması yüzündendir. Dili-bağlı birisi aynı deneyimi ya­şayabilir ama bunu başkalarına aktaramaz. Kitabının sonlarına doğru Ludlow, şöyle yazar, "Haşhaş yiyen kişinin, bütün yete­neklerinin doğaüstü kapsamları ve işlevleri yoluyla, dünyasında gerçek anlamda değişmeler olur..... beynine gelen tüm semboller onun için anlamsızdırlar.... çevresindekiler hep düşmüş, alçal­mış kişilerdir, söylenen her şeye, bir şey anlamadıkları için, gü­lerler.... dehşet, korku, kendinden geçme gibi duygular uyarıl­mıştır. " Ve kitabını şöyle bitirir, "Gördüğüm, hissettiğim ve hâlâ hissetmekte olduğum şeyler.... hiçbir şeye sınır konulamayacağı sonucuna ulaşmamı sağladı."

1885 ilk baharında bir sabah, doktora uğramıştım. "Yeni aldığım şeyleri gördün mü?’ dedi.

Gösterdiği taraftaki raflara doğru baktım ve son ziyare­timden bu yana Tilden Co. şirketince hazırlanmış değişik maddelerle dolu küçük şişelerin konduğu karton kutuların bir rafa dizilmiş olduğunu gördüm. Boy sırasına göre dizil­mişlerdi ve bir amatörün gözlerine ziyafet çeken bir dizi ni­şangâh gibi görünüyorlardı. Raflara yaklaştım, dikkatle baktım.

Bir bakışta bunların çoğunun benim eski tanışlarım ol­duğunu anladım. "Conium, taraxacum, rhubarb -a! bu da ne? Cannabis İndico?" Doktor, yeni cicilerine bakan bir çocuk sevinci ile, "O doğu Hint kenevirinden elde edilen güçlü bir ilaçtır, tetanos vakalarında kullanılıyor," dedi. Küçük şişeyi aldım, kutusundan çıkarıp yakından incelemeye başladım. Geniş, yassı mantarı bir saniyede çıkardım, şişede zeytin rengi, zift kıvamında ve belirgin bir kokusu olan madde var­dı. Çakımın ucuyla bir parça çıkardım, tam tadına bakacak­tım ki, doktor, "Dur!" diye bağırdı, "kendini öldürmek mi is­tiyorsun? Bu madde öldürücü bir zehirdir." "Öyle mi!" de­dim, "Yo, kendimi öldürmek gibi bir niyetim yok." Mantarı yeniden yerine taktım ve şişeyi kutusuna koyarak rafa kal­dırdım.

Sabahın geri kalan bölümünü 'Cannabis indico' hakkında bilgi toplamakla geçirdim. Bulduklarımın hepsi, birçok ek bilgi ile birlikte, Johnston'un 'Günlük Yaşamın Kimyası' isimli pek de değerli olmayan çalışmasında görülebilir. Araştırmalarımın sonunda üç önemli sonuca ulaştım:

Önce, doktor hem haklı hem haksızdı. İlaç, çok miktarda alınması halinde, başka herhangi bir narkotik kadar, ölüme neden olabilirdi ve devamlı kullanıldığında hem bedene hem zihine çok zararlıydı. Haksız olduğu yön ise, bu ilacın az almması halinde öldürücü olmamasıydı. Milyonlarca in-

İLAÇ VEYA UYUŞTURUCU ETKİSİ ALTINDA YAŞANANLAR 369 san hergün afyon gibi bu ilacı da kullanmaktaydı. İkinci so­nuç ise şuydu. Doğu gezginlerinin ilham kaynağı haşhaştı ve aylarca önce okuyup hayran olduğum Bayard Taylor'un en canlı pasajının konusu da buydu. Üçüncü olarak; ben bu ilacı daha önce denediğim maddelerin listesine eklemeye ka­rar vermiştim.

Bu son kararımı uygulamak için, arkadaşım gözden uzaklaşana kadar bekledim. Çünkü ona göre bu deney, bir intihar girişimiydi ve dehşete düşecekti. Sonra yavaşça kü­çük şişeyi kutusundan çıkardım ve on gram kadar bir parça­sını aldım. Ve bunu, sonucun tehlikesini düşünmeden yut­tum.

Etkileri bundan sonraki dört saat içinde görebilecektim. Bu süre her hangi bir olay olmadan geçti. Aldığım dozun ye­tersiz olduğu açıktı.

Tedbirli olmam gerekiyordu, bu yüzden aynı deneyi tek­rarlayabilmek için birkaç günün geçmesini bekledim ve son­ra büyük bir gizlilik içinde, bu sefer on beş gramlık bir doz aldım. Bu doz da birincisi gibi etkisiz oldu.

Yavaş yavaş, her seferinde beş gram artırarak, dozajı otuz grama çıkardım ve bu miktarı bir akşam, çaydan yarım saat sonra aldım. Bu sırada, kendimin kesinlikle haşhaştan etkilenmediğime inanmış durumdaydım. Bu kez de deneyin diğerlerinden farklı olmayacağından emin olduğum için, ya­kın bir arkadaşımı ziyarete gittim. Müzik ve sohbetle, güzel bir gece geçirdik. Saat 10'u vurunca, ilacı alalı üç saat geçti­ğini ve her zamanki gibi olağanüstü hiçbir şey olmadığını farkettim. Bu deney de diğerleri gibi başarısız olmuştu.

Aa! Bu ani ürpertinin anlamı ne? Sanki bir gücün yarattı­ğı şoku hissediyor gibiydim; beynim parçalanıyor, parmak­larımın ucuna kadar sarsılıyordum, neredeyse oturduğum is­kemleden fırlayacaktım.

Artık şüphe yoktu. Haşhaş etkisini gösteriyordu. İlk duy­gum, kontrol edemediğim bir dehşet hissiydi —istemediğim , hazır olmadığım bir şeyi elde etmiş olmanın dehşeti. O an­da, üç saat önceki halime dönebilmek için her şeyimi verir­dim.

Hiçbir yerimde ağn, sızı yoktu yine de anlatılamayacak bir gariplik bulutu üzerime çöküyor, beni tanıdığım, bildi­ğim herşeyden ayırıyordu. Eskidenberi çok iyi tanıdığım, sevdiğim yüzler çevremdeydiler, ama yalnızlığımı paylaş­mıyorlardı. Onların paylaşamayacakları bir yaşama dal­mıştım. Yerin yakınlığı ve sonsuz bir uzaklık kavramı içiçe girmişti sanki.

Her şeye rağmen konuşuyordum; bana bir soru sorul­muştu ve ben cevaplamıştım; hatta bir espiriye gülmüştüm bile. Yinede sanki konuşan benim sesim değildi; başka bir zamanda, başka bir yerde işitmiş olduğum bir sesti. Bir sü­re, dış alemde neler olup bittiğini bilemedim, sanki bir düşü birkaç gün sonra anımsamış gibiydim. Bütün gece boyunca şömineden hafif bir esinti geliyordu; bu şimdi durmadan hızlanan bir tekerleğin dönme sesine benzedi. Bu ses bütün dünyayı dolduruyordu, bir an sersemledim —adeta bu sesin içinde kaybolmuş gibi oldum. Tekerleğin dönüşü yavaşladı ve durdu ve monoton sesi değişti ve büyük bir katedralin or­gunun titreşimleri haline geldi.

Org'un titreşimlerinin inişli çıkışlı tonu içimi bir hüzün­le doldurdu. Bunun gerçek olduğuna öylesine inanmıştım ki, müziğin arkadaşlarımın üzerinde bıraktığı etkiyi görmek için etrafıma bakındım. Ama, gerçekle ayrı dünyalarda ya­şıyorduk. Kimse müziğin farkına bile varmamıştı. Belki de ben tuhaf davranıyordum. Birden bütün gece pembe-mavi ipekten yarış alanı üzerinde minik bir tığla koşturan, bir çift el birden durdu ve bu ellerin sahibi bana bakmaya başladı. Ah! Beni bulmuştu —kendi kendime ihanet etmiştim. Deh­şet içinde bekledim, her an birisinin 'haşhaş' sözcüğünü dile getirmesini bekledim. Hayır, o hanım yalnızca biraz önceki konuşmayla ilgili bir şey soruyordu. Bir robot gibi cevap vermeye başladım. Bir kez daha bana yabancı gelen sesimi duyunca, başka bir dünyadan, bir yabancının konuştuğunu sandım. Oturdum ve dinledim, o ses hâlâ konuşuyordu. İlk defa olarak haşhaşın zaman kavramlarında da değişiklikler yaptığını anladım. Cevabın ilk sözcüğüyle son sözcüğü ara­sında sanki yıllar geçmişti.

Zamanla beraber mekan boşluğu da genişlemiş gibiydi. Arkadaşımın evinde hep bana ayrılan belirli bir koltuk var­dı. Orta masasından üç fit kadar uzaklıkta bu koltuğa oturu­yordum. Hızla bu uzaklık büyüdü. Atmosfer genişledi, çev­remi büyük boşluklar sardı. Çok geniş bir salondaydık ve ben, arkadaşlarımdan uzakta, salonun öbür uçundaydım. Ta­van ve duvarlar birdenbire yerlerinden kayarak salonu geniş­letmişlerdi. Of! Buna dayanamıyordum. Sonsuz bir boşlu­ğun ortasında tek başına kalamazdım! Ve şimdi her an iz­lendiğimden emindim. Sonradan öğrendiğime göre, dünya­daki her şeyden ve herkesten şüphelenmek, haşhaş sarhoş­luğunun tipik bir belirtisiymiş.

Karmaşık halusinasyonumun ortasındayken, çift kişili­ğim olduğunu algılayabiliyordum. Varlığımın bir parçası bu müthiş deneyim girdabında dönüp dururken, öbür parçası da yukarıda bir yerlere oturmuş, olup bitenleri gözlemliyor, yo- rumluyordu. Bu sakin varlık diğerine acıyordu, ama kendine hakimiyeti elden bırakmıyordu. Bir ara eve gitmem gerektiği konusunda beni uyardı, aksi halde haşhaşın etkisiyle arka­daşlarımı korkutacak bazı şeyler yapabilirdim. Bu uyarıyı sanki başka birisi tarafından yapılmış gibi duydum ve çık­mak üzere kalktım. Orta masasına doğru yürüdüm. Attığım her adımla masa sanki daha da uzaklaşıyordu. Kendimi uzun bir yürüyüşe hazırladım. Sonunda, nasıl olduğunu bil­meden, onlara ulaşabildim. Onlarla vedalaşmanın ne kadar sürdüğünü kestiremiyorum, ama sonunda kendimi caddede buldum.

Önümde sonsuz bir manzara uzanıyordu. En yakın sokak lambası millerce uzaklıktaydı. Bir ruh, görülebilen en uzak yıldıza doğru yolculuğa çıkıyordu. Büyük bir ciddiyetle son­suz yolculuğuma başladım.

Beni çevreleyen hiçbir şeyin farkında olmadan yürüyor­dum. Harika bir iç dünyada yaşıyordum. Sırayla değişik yerlerde değişik kişiliklerle varoluyordum. Kâh gondolumla Venedik'te geziniyor, kâh Alpler'de doğan güneşi seyredi­yordum. Bazen de bakir bir tropik ormanda yaşayan dev gi­bi eğrelti otu oluyor, esintiye ayak uydurarak yapraklarımı hafif hafif kıpırdatıyordum. Ruhum bir bitki özü haline gir­mişti. Harun Reşid'in hâzineleri bile insanlığımı bana geri veremezdi.

O yürüyüşte yaşadığım bütün değişimlerin ayrıntılarına girmeyeceğim. Ara sıra düşlerimden gerçek dünyaya dönü­yordum, yol üzerindeki tanıdığım bir yeri görüyordum. Eve gidene kadar yol boyunca düşler ve şoke edici uyanmalar arasında gidip geldim.

Oturduğum evin bulunduğu caddeye gelince yeni bir olgu ortaya çıktı. Belki yirminci kez uyanmıştım ve gözlerim açıktı. Çevremdeki herşeyi tanıdım ve eve olan uzaklığı he­sapladım. Birdenbire yanımdaki duvardan bir şekil çıktı ve yolda önümde durdu. Saçları kar gibi beyazdı ve omuzlarına bukleler halinde dökülüyordu. Omuzlarında bir de ağır bir yük taşıyordu, bir çuval gibi...

Halinden pek hoşlanmadığım için, çevresinden dolaşıp geçmek amacıyla yana doğru bir adım attım. Yakındaki bir sokak lambası yüzünü aydınlatınca, tarif edemeyeceğim bir dehşet duydum. Ölünceye dek o yüzü unutmayacağım. Yü­zünün her çizgisi suçlarıyla damgalanmış gibiydi, iğrenç bir

ifadesi vardı; affedilemeyecek bir suç işleyenlerde görülen korkunç bir ümitsizlik görülüyordu bu yüzde. Shelley'in Cen- ci'sine model olabilirdi. Korku içinde, koşmaya başladım. Beni kemikli elleriyle tuttu. Omuzundaki yükü yavaşça alıp, benim omuzuma koydu. Ben yükü yere fırlattım ve adamı it­tim. Sessizce geri döndü ve yükü geri verdi. Bağırarak , "Be adam ne demek istiyorsun?" diye sordum. Yüzü kadar iğrenç bir sesle cevap verdi: "Yükümü benimle beraber taşıyacak­sın," ve üçüncü kez onu omuzlanma koydu. Yine bir kenara fırlattım ve adamı iterek kendimden uzaklaştırdım. Adam arkaya doğru sendeledi ve düştü; o ayağa kalkmadan ben ko­şarak aramızdaki mesafeyi açtım.

Bu fanteziyle uğraşırken duyduğum heyecan yüzünden haşhaşın etkisi de iyice artmıştı. İçimden kontrol edemedi­ğim bir yaşam fışkırıyordu. Nefesim sıklaşmış ve daha sı- caklaşmıştı. Motor gibi sesler çıkarıyordum. Bir elektrik enerjisi beni dayanılmaz şekilde ileriye doğru yöneltiyordu. Etlerimin patlayacağından, içimdeki enerjinin dışarıya fış­kıracağından korktum.

Sonunda evime girdim. Yokluğum sırasında yurdışmda- ki bir akrabam bize gelmişti ve beni bekliyordu. Evdeki do­ğal atmosfer bilincimi kısmen geri getirdi, hissettiklerimi yo­ğun bir çabayla bastırarak, akrabama yaklaştım ve bu gibi durumlarda söylenen olağan sözleri söyledim. Yine de biraz önce yaşadığım olağanüstü olayları anımsayarak, acaba bir hayaletle mi el sıkışıyorum diye düşünmekten kendimi ala­madım. Çevremdekilerin yüzlerinde şaşkınlık veya korku görmeyince bunun doğra olmadığını anladım ve selamlaş­mayı tamamlayıp oturdum.

Sırrımı saklayabilmek içim tüm direncimi kullanmam ge­rekiyordu. Bir ağrım yoktu ama çevremi saran esrar ve içim­deki duygular çok yoğundu. En küçük dokumda ve en ince damarımda bile kanın dolaşımını adım adım izleyebiliyor-

dum. Her duyum uyarılmış haldeydi, oturduğumuz oda bile pırıl pırıl görünüyordu. Kalbimin atışını açıkça duyabili­yordum öyle ki çevremdekilerin nasıl olup da duymadıkları­na şaşıyordum. A! Kalbim şimdi de büyük bir fıskiye hali­ne girdi, sular büyük bir gürültüyle fışkırıyor, kafatasıma çarpıp geri dönüyordu. Nabzım gittikçe daha hızlı atıyordu, artık damarlarımda kan normal olarak dolaşmıyor, çağla­yanlar oluşturarak hızla akıyordu. Dolaşımın bu denli hızlı oluşu acaba hayal ürünü müydü? Bunu bulmaya karar ver­dim.

Odama giderek, saatimi çıkardım ve elimi kalbimin üstü­ne koydum. Bu çaba algılamamı normal duruma getirdi. Gözlemlerim arasında nabzımın da normale döndüğünü far­kettim. Nabızsız bir akış yerine tekrar ritmik atışlar duyul­maya başlamıştı, sonunda dakikada 90 atışa döndü nabzım.

İçim rahatlamıştı, artık deneyden vazgeçebilirdim. O an­da halüsinasyon geri döndü. Yine beyin kanaması, damar tı­kanması, kanama, çeşitli ölüm şekilleri gibi kavramlardan korkmaya başladım. Kendime gelmeye çalıştım, yüzümü yıkadım —ama bir yararı olmadı. Yapacak tek birşey kalı­yordu; bir doktora görünmek.

Bu karar üzerine odamdan çıkıp, merdivenlere doğru git­tim. Bütün ailem yatmıştı ve ışıklar söndürülmüştü. Merdi­venden aşağı baktım, dipsiz, karanlık bir kuyu gibiydi; dibe varabilmek için yıllarca yolculuk yapmam gerekecekti. Asla aşağıya inemeyecektim! Üst basamağa, ümitsizlik içinde oturdum. Birden bir düşünce bütün benliğimi kapladı. Eğer mesafe sonsuzsa, ben de ölümsüzüm demektir. Denemeye değerdi! İnmeye başladım, yıllarca sürecek yolculuğa! Dur­madan koşuyordum; şimdi biraz dinlen, tıpkı bir yolcunun yol kenarındaki handa dinlendiği gibi; şimdi de karanlığın içinden ilerlemeye çalış; derken sonunda caddeye ulaşabil­dim.

İlaç veya uyuşturucu etkisi altinda yaşananlar 375

II. ESCULAPİUSUN GÖLGESİNDE

Doktorun evine varınca kapıyı çaldım ama kimi isteyece­ğimi unutmuştum. Bu çok doğaldı; çünkü ben Milano'da bir sarayın merdivenlerindeydim. Yo, (kendi kendime güldüm) Londra Kulesi'nin merdivenlerindeydim. Ama kimi isteye­cektim? Bu soruya cevap verebilmek içim tüm zekamı zorla­dım ama bir çare bulamadım. Çevredeki evlere baktım, bun­lar da birşeyler anımsamama yararlı olmadılar. Evvelsi gün şu evden çıkıp okula giden, kimin kızıydı acaba? İsmi Ju- lia'ydı. Soyadı neydi? Hah! Julia H. ve babası da tabii ki Dr. H. idi. Bana çok uzun gelen bir bekleyişten sonra, çaldığım kapı açıldı. Dr. H.'nin odasına çıktım. Doktor zor bir ameli­yattan sonra dinlenmek için uzanıyordu. Esrarlı bir havayla kapıyı arkamdan kilitledim; ona yaklaştım.

"Size birşey açıklayacağım", diye söze giriştim, "tüm ya­şamım boyunca kimsenin duymasını istemediğim bir şeyi açıklayacağım. Sonsuza dek bu sırrımı saklayacağınıza söz veriyor musunuz?"

"Söz veririm; konu nedir?"

"Haşhaş alıyordum —Cannabis indico ve korkarım öl­mek üzereyim."

"Ne kadar aldınız?"

"Otuz gram kadar."

"Nabzınıza bakayım." Parmağını bileğime koydu ve ya­vaşça saydı; ben ölüm teşhisini bekliyordum.

"Çok düzenli", dedi doktor, "biraz hızlı sayılır ama. Bir yerinde ağn hissediyor musunuz?"

"Hayır hiç ağrım yok."

"Hiçbir şeyiniz yok; eve gidip yatağa girin."

"Ama —şey— apopleksi —yani felç tehlikesi yok mu?"

"Pöf!" —doktor böyle dedi ve konunun kapandığını gös­termek ister gibi tekrar uzandı. Elim kapı kolundaydı, doktor beni durdurdu, "Bir dakika bekleyin; yanınızda bulundurma­nız için bir toz vereyim, buradan gittikten sonra yine korka­cak olursanız, bunu yatıştırıcı olarak alabilirsiniz. Odadan çıkınca lütfen hizmetçiyi çağırır mısınız?" dedi.

Hizmetçiyi çağırırken sesim sanki bütün binada çınlıyor­du. Çıkardığım gürültüden kendim korkmuştum. Sonradan bütün bu belirtilerin haşhaş yüzünden olduğunu anladım. Bir keresinde bir arkadaşıma çok yüksek sesle konuşursam beni uyarmasını söylemiştim, ama o çoğu kez sesimin bile çıkmadığını söyleyince de inanmamıştım. İçimdeki duygu­ların yoğunluğu dış alemi de (içimdeki işitme duyum yo­luyla) etkiliyor ve gürültü çıkardığımı sanıyordum.

Geri döndüm ve doktorun yatağının ayak ucunda dur­dum. Oda tam bir sessizlik içindeydi ve tam anlamıyla ka­ranlıktı; yalnızca elimdeki küçük fener vardı. Şimdi de yeni birşeyler hissetmeye başlamıştım. Dev bir gökdelenin tepe­sindeki bir odadaydım ve bina gittikçe yükseliyordu, — Bel'in Babil Kulesi'nden— Ararat’tan daha da yüksekti— ve Tann'mn sonsuz kainatı içinde sonsuza doğru yükseliyor­duk. Yıllar geçiyordu, zamanın kanatlarının çıkardığı müzi­kal sesleri duyabiliyordum, sonsuzluk ve boşluktaydım. Sonra birden kendimi yine doktorun yatağının ayakucunda buldum; ölçülemeyecek kadar uzun bir zaman geçmişti ve biz hiç değişmemiştik. Hizmetçi de hâlâ gelmemişti.

"Onu tekrar çağırayım mı?"

"Neden, onu daha şu anda çağırdınız."

Ciddi bir şekilde, "Doktor," dedim, "beni aldattığınıza inanmıyorum ama bence onu çağırmamdan bu yana, tüm pi­ramitlerin yıkılıp toz haline gelmesine yetecek kadar zaman geçti."

"Hah, ha! Bu gece çok komiksiniz" dedi, "işte geliyor, ama ona sizi rahatlatacak bir görev vereceğim, Piramitleri de yeniden kuracak." Kıza bazı emirler verdi, hizmetçi de dışa-

İLAÇ VEYA UYUŞTURUCU ETKİSİ ALTINDA YAŞANANLAR 377 n çıktı. Benim zamanım diğerlerininkilerden farklıydı. Saa­time baktım onbiri çeyrek geçiyordu.

Kendimi, bir büyücü tarafından hapsedilmiş bir cüce ola­rak gördüm; okyanusun dibinde bir mağaradaydım. Burada, kıyamete kadar, bu uçurumu aydınlatan bir lambayı tutmaya mahkum edilmiştim ve kalbim dev bir saat gibi çalışıyordu. Bu halusinasyon giderken, bu seferde denizin, dalgaların se­sini duydum. Dalgalar, içinde olduğum binaya kadar yüksel­mişti. Bundan sonra da caddeden, ölçülü ayak sesleriyle biri­nin geçtiğini duydum. Geçen, yılların ordusuydu, sonsuzluğa doğru yol alıyordu. Tanrısal bir yücelik ruhumu yutmuştu. Uçsuz bucaksız zamanın içinde boğuluyordum ama Tann'ya dayanıyordum ve bu yüzden tüm değişmeleri yaşadığım halde yok olmuyordum.

Ve şimdi, başka bir yaşamda, saatime baktığımı anımsa­dım ve geçen zamanı görmek istedim. Onbiri çeyrek geçe ile onaltı geçe arasında duran yelkovanı görünce inanamadım. Saat durmuştu herhalde, kulağıma götürdüm; yo, hayır hâlâ çalışıyordu. Bütün o düşleri otuz saniye içinde görmüştüm. "Tanrım!" diye bağırdım, "ben sonsuzlukta yaşıyorum." Za­manı yenen ruhumun gücü önünde saygı ve hayranlıkla titre­dim. Ölene dek bu anı unutmayacağım. Tüm yaşamım bu otuz saniye kadar uzun sürmeyecektir.

Sonunda hizmetçi yeniden geldi, tozumu alıp evime git­tim. Üst kattaki pencerelerden birinde ışık vardı; bunu gö­rünce çok sevindim; çünkü içimde, ben yokken bütün tanıdı­ğım kişilerin ihtiyarlayıp ölmüş olmaları korkusu vardı. Odama girince sanki oradan hiç dışarıya çıkmamışım gibi hissettim. Kendi kendime, "galiba güzel bir düş gördüm" de­dim. Sonra aklıma toz geldi, eğer cebimde yoksa o zaman düş olduğuna inanacaktım. Toz cebiredeydi ve yaşadığım her olayın bir halusinasyon olmadığını görünce biraz rahat­ladım.

Işığı yanık bırakarak, beni çağıran yatağıma doğru git­tim. Oldukça uzun bir yürüyüşten sonra yatağa ulaştım ve kendimi üzerine attım.

III.   DÜŞLER KRALLIĞI

Gözlerimi kapattığım an, ilahi bir görkeme sahip olan gö­rüntüler gördüm. Şeffaf, sınırsız bir gölün kıyısındaydım, oraya henüz gelmiş gibiydim. Kumsalın biraz ötesinde, Par- tenon'a benzeyen bir tapmak vardı. Lekesiz bir beyazlıktay­dı, kusursuz bir simetrisi vardı. Üçgen şeklindeki alınlık bö­lümü bulutlarla sarılmıştı. İlahi bir mimar tarafından yapıl­mıştı. Ruhum hayranlıkla kendinden geçmişti. Tapınağın kapıları mermer yüzey üzerine yerleştirilmiş elmas şeklin­de cam gözlerle süslenmişti. Bu gözlerden biri öğle güneşi gibi altındandı, diğeri zümrütten, bir diğeri de yakuttan ya­pılmıştı. Tapmağın yalnızca girişinde bile sonsuza dek hay­ranlık içinde oturuyordum. Sessiz menteşeli kapılar açıldı ve içeriye girdim.

Tam anlamıyla tapınağın içinde sayılmazdım çünkü etra­fımda duvar, tavan, taban gibi hiçbir şey göremiyordum.

Kristal bir derenin kıyısında durdum, su akarken camdan yapılmış çanlar gibi ses çıkarıyordu. Derenin hafifçe meyilli olan kıyılan kadife gibi otlar ve yosunlarla kaplıydı. Bu zümrüt yeşili çimenlerden dev Lübnan Sedir Ağaçlan yük­seliyorlardı. Bu ağaçlann altında, Tann'mn yüce rahipleri gibi cübbelere bürünmüş ozanlar dolaşıyorlardı, bembeyaz sakalları göğüslerine kadar iniyordu ve her birinin elinde dünyada yapılmamış olan lirler vardı. Bazen birisi yolun or­tasında durup bir prelüde başlıyordu. Buna diğerleri de katı­lıyor ve ilahi bir müzik yapıyorlar. Böyle bir şeyi tüm yaşa­mım boyunca hiç duymamış, hiç görmemiştim. Artık daya­namayacaktım. Bu ilahi koronun kanatları üzerinde öylesine

İLAÇ VEYA UYUŞTURUCU ETKİSİ ALTINDA YAŞANANLAR 379 yükselmiştim ki tüm duygu duvarlarını aşmıştım. Ruhum bu armoniye uymuştu. Trans halinde göklerde uçuyordum. Ama tam Tanrı'nın tekliği ile birleşmek, onun saflığına eriş­mek üzereyken lirler birer birer sustular ve görünmeyen kol­lar beni hızla başka bir yere götürüp, başka bir kapının önü­ne bıraktılar. Bu kapı da diğeri gibi lekesiz mermerdendi ama parlak renkli gözlerle süslü değildi.

Bu yeni görüntüyü anlatmadan önce, haşhaş alma işle­minin iki kuralını açıklamak istiyorum:

Birincisi; herhangi bir fantazi tamamlanmadan, tamamen değişik ortamlarda değişik olaylara atlanılabiimesidir. Bu geçişlerde duygunun genel karakteri aynı kalır. Cennette mutlu iken, Nil kıyısında da mutlu olabilirim. Ama aynı or­tam asla ikinci kez yinelenmez.

tkinci kural ise; yoğun bir görüntüler fırtınasından sonra, haşhaş yiyicinin bundan sonraki halusinasyonunun sakin, rahatlatıcı ve dinlendirici olmasıdır. Bulutlardan veya uçuru­mun dibinden gelir, oralardaki gölgelik dinlendirici çimenle­re uzanır. Bu düzenleme çok zekicedir çünkü aksi halde ruh kendi oksijen fazlasıyla yanabilir.

İkinci halusinasyonum bu kuralları uygular gibi görünü­yor. İlk görümdeki o haşmet kaybolmuştu, bu sefer geniş bir salondaydım. Sanki Washington'daki Senato Salonu'na benziyordu burası. Tavanı kemerliydi ve girişin karşısında­ki duvarın önünde, üzerinde büyük bir koltuk bulunan bir paltform yükseliyordu. Salonun çeşitli köşelerinde buna Benzer koltuklar yerleştirilmişlerdi. Duvarlarda grotesk freskler vardı ve bu fresklerdeki hayvanlar, kuşlar bir kaley­doskopun şekilleri gibi durmadan biçim değiştiriyorlardı. O geniş salondaki koltuklarda, cadıların oturup bir toplantı yaptıklarını gördüm. Platformda yaşh bir cadı oturmuştu. Mor yün örgüden oluşmuş bir yaratıktı! Örgü ilmekleri ku­sursuzca yüzünü meydana getiriyordu; ağzı, kaşları, burnu, çenesi sanatçı bir gözle örülmüştü. Aşağıdaki koltuklarda oturanlar da başkanlannın birer kopyasıydılar. Hepsi birden sağa sola, öne arkaya doğru sallanıyorlardı, sanki görünme­yen çalgıların çaldıkları duyulmayan bir müziğe uymuşlar­dı. Hiç konuşmuyorlar ama durmadan örgü örüyorlardı. Ne ördüklerine baktım. Hepsi kendileri gibi ihtiyar kadınlar örü­yorlardı! Bir tanesi neredeyse bitiriyordu, diğeri hevesle göz çukurunu tamamlamaya çalışıyor, bir başkası da ağız yırt­macının kenarlarını sağlamlaştırıyordu.

Bu işi inanılmaz bir hızla yapıyorlardı; biten yaşlı kadın örgüsü hemen canlanıyor, eline şiş ve yün alarak örgüye başlıyordu. "îşte", diye bağırdım, "işte, sonunda sonsuz de­vamlılık kavramının anlamını öğrendim!" ve sesimin kimse­yi şaşırtmadığını ve yaşlı kadın üretiminin benim kabalığı­ma rağmen devam ettiğini gördüm. Çalışmalara yardım et­mek için, dayanılmaz bir istek duydum: tam dört şiş alıp ça­lışanlara katılmak üzereydim ki, bir elin beni geriye çektiği­ni ve kapıdan çıkardığını farkettim.

Bir süre yeni bir şeylerin olmasını bekledim. Beklemem de boşa çıkmadı. Birden, çok uzakta, karanlığın duvarı üs­tünde üç yoğun ışık noktasının durduğunu ve bu ışık kay­naklarından sihirli ışık ve müzik ışınlarının çıktığını gör­düm. Sessizce bu ışıklara doğru çekildiğimi hissettim.

Yaklaştıkça daha da büyüdüler, ışık ve armoni daha be­lirginleşti ve kısa bir süre sonra durgun bir sudan yükselen üç devasa kemeri açıkça görebildim. Ortadaki kemer en yük­sekleriydi, diğer ikisi birbirlerine eşit büyüklükteydiler. Ba­na sanki çok büyük bir mağaranın girişi gibi göründüler. Mağara öyle yüksekti ki, tavanları bulutların arasındaydı. Duvarlarından sarkıtlar sarkıyordu. Ortada bir göl vardı ve ben bu göldeki küçük kayıkta uzanıyordum. Kayık beni ya­vaş yavaş çıkışa doğru götürüyordu ve buradan geçip dışa­rıya çıktım.

Yaşamım boyunca, büyük bir ustanın kültürüne ve ruhu­na sahip olmak istemiştim. Ve bu manzara karşısında bu is­tek son sınırına ulaştı. Ah, DOĞA! Kendisi öyle güçlü, öyle yetenekli bir sanatçıki! Bir palet dilencisi veya eski ustaların kalemlerinin uşağı olabilirdim; güzeli anlatabilmek için...

Mağaramın çıkışı, ufuksuz bir denize açılıyordu. Çev­remdeki herşey sonsuzdu, hiçbir sınırı yoktu. Tüm atmosfer altın zerrelerle kaplanmıştı, parıltı ve armoni birbiriyle yan­şıyorlardı.

Maddese] kurallar yoktu, gördüğüm şeyler kendinden ge­çirici, vecde getirici, sarhoş ediciydi. Tüm ruhum her köşe­nin güzelliklerini yudum yudum içiyor, ve durmadan "Ah, ne müthiş bir güzellik!" diye söyleniyordu. Bulut-dağlannda dolaşıyor, şimşeklerin depolandığı madenleri geziyor, gök­kuşağı nehirlerinde yüzüyor ve cennet vadilerinde yaşıyor­dum. Her geçtiğim yerde tek bir özellik hiç değişmiyor, hep varoluyordu: Huzur ve barış.

Yavaşça dünyaya geri döndüm. Doğu'nun bahçeleri beni bekliyordu. Fıskiyeler arasında dansettim, hurilerle beraber. Egzotik kuşlarla taze incirleri paylaştım, palmiyeler arasın­da ünlü şair Hâfız'la kolkola dolaştım. Köşklerde şerbetimi içtim. Limon ağaçlarının gölgesinde uyudum. Uyanınca sa­bah olduğunu gördüm —gerçek sabah yani, haşhaş halusi- nasyonu değil.

Hissettiğim ilk duygu, herşeyin normale dönmesinden duyduğum mutluluktu. Son deneyimim, her insanın fiziksel ve ruhsal açılardan isteyebileceği şeyleri veriyordu ama ya­tak odamın sade duvarlarını yeğliyordum. Bu yabancılar ara­sında sarayda yaşamaktan sıkılıp eve dönmeye benziyordu.

Bu düşleri sonsuzluğa dek yaşamış gibiydim ama hepsi bir günden az bir sürede olup bitmişti. Hâlâ da içimde uzun bir süre geçmiş gibi bir boşluk var.

Eski haline dönen güçlerimi sınamak için ayağa kalktım. Evet, ne vücutca ne de ruhen bir sıkıntım yoktu. Her işlev normal haline dönmüştü yalnız bir nokta dışında; hafızam yaşadığım bu büyük maceranın izlerini silememişti. Geçen gece olanları anımsıyordum ve etrafa rezil olmadığım için de memnundum. Dr. H. deneyimimden hoşnut kalmıştı.

Ah! Keşke ben de...! Hayır, yaşam devam etmeli.

IV. BÖLÜM

ÜNLÜLERİN ÖYKÜLERİ

LEO TOLSTOY

Yaşamım Birden Durdu. Nefes Alabiliyor,
Yemek Yiyebiliyor, İçebiliyor ve Uyuyabiliyordum...

Ama içimde Gerçek Yaşam Yoktu.

Eğer mutlu ve rahat bir yaşımın tam ortasındayken, birdenbire yaşamayı sürdürmeye bir neden olmadığını, yaşamın anlamsız olduğunu düşünmeye başladıysanız, bu ne anlama gelebilirdi?

Tolstoy'un "itiraflarım" isimli eserinden alınan bu pasajlar, böyle bir deneyimi tanımlamakta ve William James'in "Hasta Ruh" diye isimlendirdiği şeyin bir tablosunu çizmektedir.

İleriki sayfalarda, Tolstoy, aşağıdaki bölümde tanımlanan derin­liklerden yukarıya çıkışının öyküsünü anlatır ve yeniden doğma süreci için "depresyonun" gerekli olduğunu önerir.

.... Fakat beş yıl önce tuhaf bir zihin durgunluğu başladı bende. Bazen şaşkınlık anları yaşıyor, sanki yaşam dur­muş gibi hissediyorum. Nasıl yaşayacağımı, ne yapacağımı bilemiyordum. Moralim çok bozuktu. Nasıl olduysa bu hal geçti ve önceki gibi yaşamayı sürdürdüm. Sonra, bu şaşkın­lık dönemleri çoğaldı ve gittikçe sıklaştı. Bu dönemleri ya­şadıkça hep aynı somlar kulaklarımda çınlıyordu: "Neden?" ve "Sonra ne olacak?"

Önce bu somlar bana boş ve anlamsız geliyordu, ne za­man istesem cevaplarını kolayca bulabileceğimi ama o za­man buna pek vaktim olmadığını düşünüyordum. Ama bu somlar beynimde gittikçe daha sık belirmeye başladılar ve daha büyük bir ısrarla durmadan cevap bekliyorlardı. Her gizli kalmış ölümcül hastalıkta olduğu gibi —belirtiler önce çok hafif ve hastanın önemsiz bulacağı kadar belirsizdiler. Ama benim durumumda da olduğu gibi, bunlar sık sık yine­lendikçe sonunda hiç kesintisiz bir acı ve ızdırap kaynağı haline geldiler. Çektiğim acılar artıyor ve ben —veya has­ta— bir çare arayacak kadar zaman bulamadan, birdenbire ölümle karşı karşıya olduğumu farkediyorum.

İşte bana da aynen böyle oldu. Bunun gelip geçici bir akıl rahatsızlığı olmadığını, belirtilerin çok önemli olduğu­nu ve bu soralara hemen bir cevap bulmam gerektiğini anla­dım. Onları cevaplamaya çalıştım. Sorular öyle aptalca, öy­le basit ve öyle çocukça görünüyordu ki; ama cevaplamaya çalıştıkça gerçekte öyle olmadıklarını, hatta hayatın en de­rin sorunlarıyla ilgili olduklarım ve aslında benim bir cevap bulamayacağımı farkettim.

Arazimle, oğlumun eğitimiyle, kitap yazmakla uğraşma­dan önce, bütün bunları neden yaptığımı bilmem gerekiyor­du. Kendi davranışlarımın nedenlerini bilene kadar, hiçbir şey yapamam, yaşayamam. O günlerde kafamı çok meşgul eden, evimin ve arazimin idaresi konusunda detayları düşü­nürken, aklıma şu soru geldi: "Evet altı bin hissem, üç yüz atım var —ama sonra ne olacak?" Oldukça şaşkın ve huzur­suzdum, ne düşüneceğimi bilmiyordum. Başka bir zaman da çocuklarımı nasıl okutacağımı düşünürken, kendi kendi­me "Niçin?" diye sordum. İnsanların refahı için ne yapmak gerektiğini aklımdan geçirirken de, "Bunun benimle ne ilgisi var?" diye düşündüm.

Eserlerimin kazandığı ün aklıma geldiğinde, kendi kendi­me, "Gogol'dan, Puşkin’den, Shakespeare'den, Moliere'den —diğer bütün yazarlardan— daha ünlü bile olsam, ne ola­cak, ne yaran var?" Bu soruya cevap bulamıyordum; böyle soruların hep bir cevap beklemelerine karşın, cevap yoktu, bulamıyordum.

IV.

Yaşamım birden durdu. Nefes alabiliyor, yiyebiliyor, içe­biliyor ve uyuyabiliyordum. Aslında başka türlü davranmam da olanaksızdı; ama içimde gerçek bir yaşam yoktu. Akla yakın bir tek istek; içimde bu isteği gerçekleştirme amacı yoktu. Eğer birşeyi isteseydim, bunu gerçekleştirebilsem bi­le bir sonuç çıkmayacağını, hâlâ doyuma ulaşamayacağımı önceden biliyordum. Bir peri gelse ve her istediğimi yapaca­ğını söylese, ne isteyeceğimi bilmiyordum. Gerçekten hiçbir isteğim yoktu, gerçeği bilmeyi bile isteyemiyordum; belki de gerçeğin ne olduğunu bildiğim için.

Gerçek şuydu; hayatın benim için bir anlamı yoktu. Her yaşanan gün, yaşama atılan her adım, beni uçurumun kena­rına biraz daha yaklaştırıyordu; önümde beni bekleyen yıkı­mı, felaketi görebiliyordum. Durmak, geri dönmek olanak­sızdı; gözlerimi de beni bekleyen acıları, içimin ölmesini görmemek için gözlerimi kapatıyordum. Böylece ben, sağ­lıklı ve mutlu bir adam olan ben, artık yaşayamayacağımı, karşı koyulamaz bir gücün mezara doğru çektiğini hissedi­yordum. İntihara teşebbüs edeceğimi kastetmiyorum. Beni hayattan koparan güç herhangi bir istekten daha kuvvetli ve sağlamdı; normal birinin hayata bağlıhlığı gibi bir histi, yal­nız tabii tam aksi yönde idi.

İntihar etme fikri aklıma, daha önce yaşamımı daha iyi­leştirmeyi düşünmem kadar doğal olarak geldi. Bu fikir öy­lesine çekiciydi ki, hemen uygulamamak için kendi kendimi aldatmam, avutmam gerekmişti. Acele etmek istemiyordum çünkü önce düşüncelerimi bir düzene sokmam lazımdı, an­cak bundan sonra kendimi öldürebilirdim. Mutluydum, yine de evdeki ipleri saklamıştım, çalışma odamda kendimi as­ma fikrine kapılmaktan korkuyordum; tüfek taşımaktan da vazgeçmiştim, çünkü yaşamaktan kurtulmam için çok kolay

bir yoldu tüfekle ateş etmek. Tam olarak ne istediğimi bilmi­yordum, yaşamdan korkuyordum ama yine de ümit ettiğim, beklediğim bir şeyler vardı.

Henüz elli yaşıma varmadan, mutlu bir yaşamdan sonra içine düştüğüm durum böyleydi. İyi, sevecen ve çok sevdi­ğim bir karım vardı, çocuklarım iyiydi, varhklıydım, geli­rim durmadan artıyordu, arkadaşlarım ve tanıdıklarım beni seviyor, sayıyorlardı, yabancıların övgülerini duyuyordum ve ünlü bir kişiydim. Üstelik, zihnim bulanık değildi, aklım sağlıklıydı ve benim yaşımdakiler arasında az görülen bir beden ve ruh sağlığına sahiptim; bir köylüyle ekin biçmede yarışabilir ve hiç dinlenmeden on saat kafamı kullanarak ça­lışabilirdim.

Aklî durumumu şöyle özetleyebilirim: yaşamım aptal- caydı, ve kimin yaptığını bilmediğim kötü bir şakadan baş­ka bir şey değildi. "Yaradan"ın varlığını kabul etmememe karşın, bana bu kötü şakayı yapanın "o" olduğunu düşün­mek oldukça mantıklıydı. İçgüdüsel olarak bu varlığın, ne­rede olursa olsun, beni gözlerken, otuz-kırk yıllık mutlu, ba­şarılı bir yaşamdan sonra, bir aptal gibi öylece durup yaşa­maya değer birşey olmadığım aklıma soktuğunu zannedi­yordum. "Ona çok komik görünüyor olmalıyım... Ama ger­çekten öyle bir varlık var mıydı, yoksa yok muydu?" İki du­rumda da bana bir yaran yoktu. Bu durumun başıma neden daha önce gelmediğine şaşırıyordum. Bugün-yann hastalık ve ölüm başıma gelecekti; hem yalnız benim değil, tüm sev­diklerimin başına gelecekti.

Bizlerden geriye yalnızca pis bir koku ve kurtlar kalacak­tı. Bütün davranışlarım, yaptıklarım, başarılarım birgün unutulacaktı ve ben yok olacaktım. Öyleyse neden birşey- lerle uğraşmak gerekiyor? İnsanlar bunu bile bile nasıl yaşa­yabiliyorlar?

Yaşam bizi zehirlediği sürece yaşamak mümkündür; ye­niden ayıldığımız, kendimize geldiğimiz zaman da bütün bir yaşamın bir yanılgı, bir kuruntu olduğunu görürüz! Bu hem saçma, hem de zalimce bir şeydir.

Eski bir Doğu masalı vardır. Vahşi ve öfkeli bir hayva­nın saldırdığı, steplerdeki bir yolcuyu anlatır. Kendini kur­tarmak için kuru bir kuyuya girer ama kuyunun dibinde, ağzı onu yutmak için açık bekleyen bir ejderha varmış. Zavallı yolcu vahşi hayvandan korktuğu için kuyudan çıkamıyor, ej­derha yüzünden de inemiyormuş. Bu yüzden kuyunun duva­rından uzanan yabani bir bitki dalına tutunmuş. Kolları git­tikçe güçsüzleştiğinden, kısa zamanda karar vermesi gereki­yormuş. Ölüm iki tarafta da onu bekliyorken; birden iki fare görmüş, bir beyaz bir siyah iki fare! Ve bunlar yolcunun tu­tunduğu dalı kemirmeye başlamışlar. Biraz sonra dal kırıla­cak ve adam da ejderhanın dişlerinin arasına düşecekmiş. Yolcu da artık kurtuluş olmadığını, yakında öleceğini anla­mış. Etrafına bakınırken tutunduğu dalın yapraklarının üs­tünde birkaç damla bal olduğunu görmüş. Hemen dilini uza­tıp onu yalamış...

Ben de aynı şekilde, yaşam dalına tutunmuşum, ölüm ejderhasının beklemekte olduğunu biliyorum ve neden böyle bir acı çekmek zorunda olduğuma şaşıyorum. Beyaz ve si­yah fareler yani gündüz ve geçe tutunduğum dalı kemiriyor­lar. Kaçış yolu olmayan ejderhayı görüyorum; benimki bir masal değil; canlı, inkar edilemeyen bir gerçek ve bu gerçeği tüm insanların anlaması gerekir. Ejderha'nın korkusunu giz­leyen o mutluluk yanılgısı artık beni aldatamıyor.

Her ne kadar, yaşamın anlamını anlayamayacağımı ve bu gibi şeyleri düşünmeden yaşamam gerektiğini düşün­sem de, artık bunu sürdüremeyeceğim. Geçen her gün ve ge­ce beni ölüme biraz daha yaklaştırıyor. Bundan başka bir­şey düşünemiyorum —gerçek olan tek şey bu, geri kalan herşey yalnızca yalandan ibarettir. Beni acımasız gerçekten biraz olsun uzaklaştıran o iki damla bal da benim aileme ve yazdıklarıma karşı duyduğum sevgi idi ve bunlar da yeterin­ce tatlı değildi artık.

"Ailem" diye düşündüm; "ama ailem de yani karım ve çocuklarım da insan ve onlar da benim gibi ölüme mahkum­lar. Ya bir yalanı yaşayacaklar ya da o müthiş gerçeği göre­cekler. Neden yaşamaları gerekiyor? Onları neden seveyim, ilgileneyim, yetiştirmeye çalışayım veya koruyayım? Onla­rı da benim içimi dolduran ümitsizliği tatmaları için mi, yok­sa birer ahmak olarak ömürlerini doldurmaları için mi? On­ların çok sevdiğim için gerçeği saklayamam —bu bilgiyle attıkları her adım da onları o gerçeğe götürecek ve o gerçek de ölümdü."

Ya sanat, ya edebiyat? Başarılarımın etkisi altında uzun süre kendimi, bunların çalışmaya değer olduğuna, ölümün bile yazılarımı yok edemiyeceğine inandırmıştım. Ama bu­nun da bir yanılgı olduğunu kısa zamanda anladım. Sanatın yaşamı süsleyen, çekiciliğini artıran birşey olduğunu açıkça gördüm. İşte, benim için çekiciliğini kaybeden yaşamda gü­zel, cazip birşeyler olduğunu nasıl yazabilirdim?

Yaşamın bir anlamı olduğunu düşündüğüm zamanlar, bu keyif bana sanat, şiir yoluyla yansıyordu. Sanat aynasına bakmak hoşuma gidiyordu. Ama yaşamın anlamını araştır­maya başlayınca ayna gereksiz ve acı verici bir hal aldı. Ay­nadan aptal ve ümitsiz bir adam bana bakıyordu.

Yaşamın bir anlamı olduğunu düşündüğüm zamanlar ca­mın üzerindeki ışık oyunları, yaşamın komik, trajik, doku­naklı ve güzel yanlarını gösteriyor, beni rahatlatıyordu. Ama yaşamın hiçbir anlamı olmadığını anlayınca bu ışık oyun­ları bile hoşuma gitmiyordu. Bal damlalarından tad almıyor­dum, fareler de tutunduğum dalı kemiriyorlardı. Yine de öy­lece kıpırdamadan duramazdım. Ormanda kaybolmuş olan bir adamın paniğe kapılıp sağa sola koşuşturması gibi, her adımımın beni kurtuluştan uzaklaştırdığını bile bile yine de ileri geri dolaşıp, koşup, çırpınıyorum.

Kendimi öldürmeye hazırdım. Beni bekleyen şeyden korkuyordum; ve bu korkunun durumumdan daha müthiş ol­duğunu biliyordum ama sonu sabırla bekleyemiyordum.

Karanlığın dehşeti dayanılamayacak kadar büyüktü ve ben kendimi bu dehşetten bir ip veya tüfekle kurtarmak isti­yordum.

İşte bu his beni intiharı düşünmeye yöneltti.

ST. AUGUSTINE

AKIL İRADEYİ YÖNETİYOR VE YİNE DE
KENDİNE RAĞMEN İTAAT ETMİYOR.

BU CANAVAR NEREDEN GELDİ?

VE NİÇİN VAROLDU?

Augustine, meşhur kitabı "İtiraflarım"da bizleri doğrudan nevroz­ların gerçek sorunlarına ve belki de varoluşun esas sorununa, gö­türmektedir. Bir insan için istemediği birşeyi yapması, veya istedi­ği şeyi yapamaması ııe anlama gelebilir? Augustine'in cevabı şöyledir: "İstemek tek birşey değildir, kendi içinde bölünmüştür ve bu bölünme onun doğasında vardır. Bir bütün olsaydı, bir şe­yin olmasını yönetmezdi, çünkü zaten olmuş olurdu."

Bu parça insanın isteklerinin verdiği acıları ve karar verme, iki­lem içindeki benliğin entegrasyonu için geçilen süreçleri tanımla­maktadır. Bu, doğrudan psikiyatri kavramlarına ve kişilik bölün­mesi ve çift-zihinlilik konularına dayanmaktadır; ve bunlarda psi­kopatolojinin anlaşılabilmesi için çok önemlidir.

BÖLÜM VII

OTUZİKİ YILDIR YAŞADIĞI HALDE HÂLÂ GERÇEĞİ BULAMADIĞI İÇİN, ACZİNE ÜZÜLMEKTEDİR

Pontitianus'un öyküsü böyleydi. ama, sen Yüce Efendim, o konuşurken, beni kendime doğru döndürdün, beni arkam­dan yakaladın, kendimi incelemeye zorladın; ve Sen beni be­nimle yüzyüze bıraktın. Ne aptal olduğumu, hastalıklı ve iğ­renç olduğumu, nasıl lekeli ve yaralarla dolu olduğumu sey­rettirdin. Ve ben kendimi seyrettim ve iğrendim; kendimden nasıl kaçabileceğimi bilmiyorum. Ve gözlerimi o iğrenç gö­rüntüden başka bir yere çevirmeye çalıştığımda, Sen beni kendi gözlerimin önüne fırlatıyordun, günahlarımı keşfet­mem ve kendimden nefret etmem için. Bunu zaten biliyor­dum, ama bilmiyormuş gibi davranıyordum —gözümü ka­patıp, unutuyordum.

Ama şimdi, kendilerini tümüyle Sana teslim edip iyileş­meyi umanları duydukça, kendimi onlarla karşılaştırıp daha çok tiksiniyorum. Ondokuz yaşımdan bu yana geçen pek çok (belki 12-13) yıl içinde, Çiçero'nun "Hortensius"unu okurken zeka ve akıl için büyük bir arzu duymuştum ve hâlâ yalnızca dünyevî mutluluğu reddetmeyi ve kendimi arayışla­ra, senin yoluna adamayı geciktiriyordum. Fakat ben, zavallı genç adam, senin iffetine ve temizliğine sığınarak yalvardım ve şöyle dua ettim; "bana da Senin iffetini ve nefsine haki­miyetini ver, ama henüz şimdi değil"

Çünkü beni hemen işitip, isteğimi hemen yapacağından; beni şehvet hastalığından (bunun yokolmasmdan çok, tat­min edilmesini istiyordum) kurtaracağından korkuyordum.

Ve çeşitli günahkâr, batıl inançların çarpık, sapık yolla­rında dolaştım. Bu yolları, dini anlamda aramıyordum, kötü niyetliydim.

Ve günden güne dünyevi beklentileri reddetmeyi geçiktir- diğimi düşünüyordum. Nereye yöneleceğimi bilmediğim için Seni izledim. Ve şimdi, kendimle çıplak, yalın bir şekil­de yüzleştiğim gün geldi, bilincim benden hesap soruyor. "Neredesin, ey dilim? Sen kesin olmayan bir gerçek için iş görmeyeceğini söylüyordun. Şimdi herşey kesinleşti, ama bir yük seni eziyor hala; halbuki gerçeği yıllarca aramamış olan, bu konuda düşünmemiş olan pek çok kişi bu yükü hiç sırtlamamışlar ve kurtuluşa doğru uçup gitmişlerdir." Böy- lece, içimde bir utanç taşıyordum. Pontitianus öyküsünü bi­tirince, gitti. Ve kendime, içimden geçenleri söylemedim. Ruhum benimle gelmiyordu, Sizin ardınızdan gitmek isti­yordu! Yine de geri çekildi ve isteğini yerine getirmedi. Tüm tartışmaları tükenmiş ve şaşkınlaşmalardı. Geride yalnız­ca sessiz bir titreme vardı, ve yavaş yavaş gücünü yitirip yokolmaktan, hatta ölmekten korkuyordu.

BÖLÜM VIII

ALYPİUS İLE YAPILAN KONUŞMANIN

SONA ERMESİ ÜZERİNE BAHÇEYE DÖNER, ARKADAŞI ONU İZLER.

îç dünyamdaki çekişmelerin, tartışmaların ortasınday­ken, kalbimde ruhuma karşı çıktım, Alypius yakalayıp ba­ğırdım; "Bize neler oluyor? Nedir bu? Ne duruyorsunuz? Bilgisiz genç sıçradı ve biz bilgimizle, istekli yüreğimizle etimizle kemiğimizle, tüm gövdemizle çamurlarda yuvarlan­dığımızı gördük. Bizden öncekileri izlemekten utanç duyu­yor muyuz, yoksa izlemediğimiz için utanç duymuyor mu­yuz?" Bu çeşit sözcükleri dile getirdim, sonra ona bakınca şaşkınlıktan dili tutulmuş gibi öylece durduğunu gördüm. Normal bir sesle konuşmamıştım, kaşım, yanaklarım, göz­lerim, bakışım duygularımı sözcüklerden daha iyi anlatıyor­du.

Evimize ait küçük bir bahçe vardı, evsahibi burayı kul­lanmıyordu. Göğsümdeki fırtına beni oraya sürükledi, orada hiç kimse —Senden başka hiç kimse— kendi kendimle gi­riştiğim ateşli mücadeleyi engelleyemezdi; bahçeye gittim, Alypius beni izledi. Varlığı yalnızlığımı bozmuyordu; zaten beni bu denli üzgünken terkedemezdi. Evden olduğunca uzakta bir köşede oturduk. Ruhum sakin, huzurlu değildi, Senin emrine ve sözleşmemize uymadığım için kendimi af­fetmiyordum. O, Efendim, kemiklerim bile uymam için ağlı­yorlar, seni övmeleri göklere yükseliyor. Ve senin buyruğun altına, gemilerle veya arabalarla veya yaya girilmiyor; tek yol bunu kararlı bir şekilde istemek, şu veya bu şekilde ka­çamak yapmamaktır.

Sonunda, kararsızlığıma olan öfkemle çeşitli vücut hare­ketleri yapmaya başladım. Bu hareketleri sakatlar, güçsüz­ler, hastalar yapamazdı. Bu hareketleri istediğim için yapı­yordum, ama istediğim halde yapmayabilirdim, eğer vücu­dumda yeterince güç olmasaydı... Demek ki istek sahibi ol­mak güç sahibi olma anlamına gelmiyordu. İstemek, yapmak demektir ama yine de yalnızca istemekle birşey yapılamaya­bilir; vücut ruhun en küçük bir isteği veya aklın bir emri üze­rine harekete geçer veya istemezseniz hiçbir şey yapmaz. İs­teklere uymak, istekler yönünde davranmak, isteklerin en bü­yüğüdür.

BÖLÜM IX

AKLIN AKLI YÖNETTİĞİ,

AMA KESİNLİKLE İSTEMEDİĞİ ŞEY

Bu canavar nereden çıktı böyle? Ve neden? Senin merha­metine sığınıyorum ve insanların cezalardan kaçtıkları, ade- moğlunun en yoğun tövbelerini sundukları yüce varlık olan Sana yalvarıyorum. Akıl vücudu yönetiyor ve vücut hemen itaat ediyor ama akıl akıla emir verince, kendi kendine karşı direniyor. Akıl ele emrediyor ve el hemen söz dinliyor, yine de akıl akıldır, el ise vücuda aittir. Akıl isteği yönlendirir ama bazen de itaat etmeyebilir. Bu canavar nereden çıktı böyle ve neden? Tekrar ediyorum, kendisine istemesi için emir verir ve eğer istemezse emiri de vermeyebilir yine de emredilen yapılır. Ama kesinlikle istemeyince, bu yüzden kesinlikle emir de verilmemiştir.

Bir isteğin varolması, isteğe bağlı olduğu için, tam olarak emir vermez. Çünkü tam ve kesin olarak emir vermiş olsay­dı, emire bile gerek kalmazdı, zaten o iş olmuş olurdu.

Kısmen isteyip kısmen isteksiz olmak hali, aklın güçsüz­lüğü yüzündendir; gerçeklerle canlanan, gelenekler ve alış­kanlıklar yüzünden ezilen bastırılan akim zayıflıklarmdan- dır.

Ve böylece, biri tam olmadığı için iki türlü istek oluyor; birinin ihtiyaçları öbürünü besliyor.

BÖLÜM X

MANİCHAEN'LERİN İKİ ÇEŞİT AKIL

(İYİ ve KÖTÜ) OLDUĞU KONUSUNDAK İ

GÖRÜŞÜNÜ ÇÜRÜTÜR

Bizi yöneten iki isteğin olduğunu farkedip bunları iyi ve kötü olarak nitelendirenler, huzurunuzda yok olsunlar Yüce Efendim! Gerçekte o kişiler kötüdürler, böyle şeytanca fi­kirlere sahip olup böyle düşündükleri için ve ancak şöyle di­yecekler, "Sizler bir zamanlar karanlıktaydınız ama şimdi Efendimiz’in ışığı ile aydınlandınız.” Ama onlar, kendileri ışık olmak isterler, "Efendimizin ışığını" kabul etmezler, Sizden gittikçe daha uzaklaştıkları için, "Gerçek Aydınlık­tan, dünyaya gelen her insanı aydınlatan gerçek ışıktan" uzaklaşmış olurlar.

Söylediklerinize dikkat edin, utançla kızarın, O'na yakla­şın ve "aydınlanın", o zaman yüzleriniz "utançla kızarmaz". Ben şu anda Tanrı'ma, Efendime hizmet ediyorum —bunu isteyen bendim, istemeyen de bendim. Bu yüzden kendimle mücadele ediyorum ve kendi kendimi mahvettim. Bu mah- voluş benim isteğime karşı birşeydi, ama öbür akıldan ses gelmiyordu ama kendi cezalandırma sistemim vardı; hiç de­ğilse Adem'in oğlu olduğumdan cezalanmam gerekiyor.

Çelişkili istekler olduğu gibi, zıt karakterler, doğalar ola­bildiğinden yalnızca iki çeşit istek, iki çeşit tabiat değil pek çok varyasyonlar görülebilir. Birisi tiyatroya mı yoksa başka bir yere gitmeyi mi düşünüyor ve karar veremiyorsa, hemen şöyle bağırırlar, "Bak, işte iki tabiat var, iyi ve kötü, seni bir o yana bir bu yana çekiyorlar, işte kararsızlığın bu yüzden ortaya çıkıyor. Ama bence ikisi de kötüdür —hem oraya hem de tiyatroya çekiştiren güçler kötüdürler. Varsayalım ki içimizden bir kişi düşünmeye başlıyor, tiyatroya mı yoksa kiliseye mi gitsem diye. Her iki seçenekte de aynı kararsızlı­ğı yaşıyordur herhalde. Her durumda, birbiriyle çelişki için­de olan çeşitli istekler arasında bir o yana, bir bu yana gidip gelen bir ruh vardır.

Artık, aynı adamın iki çelişkili isteği olduğunu farkeden- ler, iki karşıt zihin, iki karşıt şey, iki karşıt prensip olduğu­nu söylemesinler. Çünkü Sen, Ey Yüce Tanrı, bunun aksini ispat ediyorsun. İki istek de kötüyse, örneğin birini bıçakla mı yoksa zehirle mi öldürmeyi düşünüyorsanız; veya şunun mu yoksa öbürünün mü malını iç etmeyi; veya sirke mi yok­sa tiyatroya mı gitmeyi; yoksa bir başkasının evini mi soy­mayı düşünüyorsanız —bütün bunlar aynı zaman dilimi içinde oluyor ve hepsini yapmayı da istiyorsanız—Yüce Tanrı sizi denetlemektedir. Bu bütün isteklerin iyi olduğu hallerde de geçerlidir, ama şu unutulmamalıdır ki, yüceler­den gelen sonsuz keyif ve zevkler dururken, geçici dünyevî zevkler bize daha çekici gelmektedir. Gerçek açıdan birinci sınıf zevkler yeğlenmelidir ama alışkanlıklar yüzünden dün­yevî zevklere yönelinir.

BÖLÜM XI

RUH BEDENLE NASIL MÜCADELE ETTİ

Bu yüzden hastaydım, yıpranmıştım; durmadan kendimi suçluyor, zincirlerimin arasında çırpınıyor, kendimi oradan oraya çarpıyordum, zincirler kırılana ya da gevşeyene dek. Ve Sen, Ey Efendim, korku ve utanç kamçılarını iki misline çıkartarak merhametinle beni eziyorsun. İçimden, "İşte şim­di ne olacaksa olsun" diye tekrarlıyorum. Ve konuştukça bir karara ulaşabildim. Eski halime düşmedim, sıkıca tutundum ve bir nefes aldım. Yeniden denedim, ama ulaşamadım, ölümle yaşam arasında asılı kaldım. Ve yeni bir insan olma­ya karar verdiğim şu anda o gittikçe daha yaklaşıyor, ama bana ne çarptı ne yere devirdi, sadece beni ortada asılı bı­raktı.

Eski sevgililer beni hâlâ sihirlemeye çalışıyorlar, elbise­lerimi çekiştirip, yavaşça fısıldıyorlardı, "Bizden ayrılıyor musun? Artık bizimle beraber olmayacak mısın? Artık bu gibi şeyler sana yasak mı?" Ey Tanrım, "bu gibi şeyler'den neyi kastetmişlerdi? Merhametinle, kulunu, hizmetkânnı bu çağrılardan koru! Ne utanç bu! Evet, kendimi silkinerek on­lardan kurtarmakta geç kaldım; içimden bir ses bana, "onlar- sız yaşayabileceğini sanıyor musun?" diye sesleniyor.

Ama şimdi bu ses çok zayıf geliyordu; çünkü yüzümü döndürdüğüm ve gitmek için arzuyla titrediğim o yerde, "Nefse Hakimiyet" bana görünüyor, gülümsüyor, o kutsal el­lerini bana uzatarak şüphelenmeme gerek olmadığını, beni kucaklamaya hazır olduğunu söylüyor.

Orada pek çok gençler, genç kızlar, her yaştan insanlar ve "Nefse Hakimiyet" vardı. O, Senden Ey Efendim, koca­sından doğmuş olan neşe ve güzellik çocuklarına sahipti. Bana gülümseyerek sanki şöyle diyordu, "Sen bu gençlerin yapabildiklerini yapamaz mısın? Onların Tanrıları bana on­ları verdi. Sen neden kendi gücüne dayanıyorsun? Kendini Ona ver, korkma. O seni bırakmaz, düşmezsin; korkmadan kendini ona bırak. O seni alacak ve iyileştirecek." Ve ben utançla kızardım. Ve o yeniden konuştu: "Kulağını, dünya­dan gelen kirli seslere kapalı tut. Sana hoş şeyler söylerler ama bunlar Tanrı'nın, Efendi'nin kanunları kadar hoş değil­lerdir."

BÖLÜM XII

TANRIYA DUA ETTİKTEN SONRA,

SEL GİBİ GÖZYAŞI DÖKER, VE BİR SESİN

UYARMASIYLA KİTABI AÇAR, (ROM. XIII, 13)

TEKİ SÖZLERİ OKUR,

BÖYLECE TÜM RUHU DEĞİŞİR,

İLAHİ LÜTFÜ ARKADAŞINA VE ANNESİNE

AÇIKLAR

Ruhumun en gizemli derinliklerinden bir yansıma, tüm acılarımı ortaya çıkarınca büyük bir fırtına koptu ve bunu çılgınca bir gözyaşı seli takip etti. Alypius'tan uzaklaştım çünkü ağlamak için yalnız kalmak daha uygundur.

O, daha önce oturmakta olduğumuz yerde kaldı, şaşkın bir halde bekliyordu. Bir incir ağacının altına kendimi attım, gözyaşlarımı serbestçe akıttım, sana kabul edeceğin bir adak gibi yaşlarımı sundum. Belki sözcüklerle değildi ama gözyaşlanmla Sana şöyle diyordum —"Ama Sen, Ey Efen­dim, bu ne kadar sürecek?" "Sen sonsuza dek kızgın mı kala­caksın? Eski günahlarımızı hatırlama artık". "Daha ne kadar sürecek? Yarın mı? Neden şimdi değil? Neden şu an pisli­ğim, günahlarım sona ermesin?"

Bunları söyleyip acı acı ağlıyordum ki, yan evden bir ço­cuğun şarkı söylediğini duydum: "Al ve oku; al ve oku". Bunların bir şarkı sözü olup olmadığını düşündüm. Göz- yaşlarımı sildim, ayağa kalktım ve bu sözleri bir emir olarak yorumladım. Cennetten gelen, kitabı açıp ilk bölümü oku­mamı söyleyen bir emir. Antony'nin İncil okunurken gelip, okunan bölümün kendine hitap ettiğini anladığını hatırlat­tım. İncirde şu bölüm okunuyordu: "Elinde ne varsa sat, fa­kirlere ver ve sen cennette gerçek hâzineye kavuşacaksın; ve gel ve beni izle."

Hemen Alypius'un oturduğu yere gittim, orada okumakta olduğum Incil'i bırakmıştım. Kitabı aldım, açtım ve gözü­mün iliştiği ilk bölümü okudum. —"Gürültü yapmadan ve sarhoş olmadan, kavga etmeden ve kıskanmadan, kendinizi İsa Efendinize verin, ve etinize ve onun şehvetine hizmet et­meyin." Daha fazla okumama gerek yoktu ve cümle biter bit­mez içime bir ışık doldu, bütün şüphelerim yok oldu.

Bundan sonra, kitabı kapattım, sükûnetle olanları Alypi- us'a anlattım. Ne okuduğumu görmek istedi. Gösterdim, be­nim okuduğum bölümden daha ilerilerini de okudu; ben bu­ralarda ne yazdığını bilmiyordum. Şöyle yazıyordu; "İmanı zayıf olanı, kabul et", bunu kendisine uyguladı. Bu uyan ve öğütle daha güçlenmişti ve karakterine çok uyan bir kararlı­lık ve iyi niyetle, duraksamadan bana katıldı. Böylece anne­me gittik. Ona herşeyi açıkladık —çok sevindi, Sana şükür­ler etti, "istediğimizden veya düşündüğümüzden çok fazlası­nı veren "sana" minnet duydu. Devamlı, benim için ettiği dualardan çok daha fazlasını vermiştin. Beni, Sana döndür­müştün, öyle ki ne bir zevce ne de dünya nimetleri aramaya­caktım. Ve Sen onu üzüntüden kurtarıp sevince boğmuştun, istediğinden daha büyük bir mutluluğa; özlemini çektiği to­runların vereceğinden daha aziz bir keyif ve zevke ulaştır­mıştın.

VASLAV NİJİNSKY

DOKTORLAR HASTALIĞIMI ANLAMIYORLAR

Büyük bale dansçısı Nijinky, bu yazıyı, yaşamının geri kalan bö­lümünü geçirdiği bir akıl hastanesine yatırılmadan kısa bir süre önce yazmıştır. Bunu okurken, deliliğin içinde gizli olan bazı de­ğerleri bulup çıkarma sorunuyla karşılaşıyoruz. Yani .deliliğin bir yönünü ortaya çıkarma sorununu kastediyoruz. Nijinsky'nin yazdıklarının önemli olduğunu, bu "Günlüğün" dikkat çeken ede­biyat çalışmaları arasında kabul edilmesinden anlıyoruz.

Nijinsky'nin yazıları, tabii ki çok açık değildi ve bazı kavramların kendilerine has anlamı vardı. Fakat "Günlük" bu anlamlan büyük çapta açıklıyordu. Örneğin, Nijinsky "Ben akıl yürüterek sonuçla­ra ulaşan bir filozof değilim; hisseden bir filozofum", derken, his­sederek nasıl felsefe yapılabileceğini anlamayı okuyucuya bırak­maktadır. Bu ifadeyi alışılmamış olduğu için gözardı etmek veya rahatsız bir beyinin ürünü olarak düşünmek mümkündür —ve bu bölümleri okurken bu noktaları hiç aklımızdan çıkarmamalıyız. Ama yazılanları yalnızca bir psikoz kaynağı olarak görmek gerçek anlamını kavrayamamak tehlikesini ortaya çıkarar. Okuyucular, neyin anlamlı, neyin anlamsız olduğuna kendileri karar vermek durumundadırlar.

Herkes, Nijinsky delirmiş diyecek. Umurumda değil, zaten evde de hep bir deli gibi davranıyordum. Herkes böy­le düşünecek ama beni bir tımarhaneye yatırmayacaklar; çünkü çok iyi dans ediyorum ve isteyen herkese para veri­yorum. İnsanlar bu garip ihtiyarı seviyorlar ve beni rahat bırakacaklar, "deli palyaço" deyip geçecekler. Ben kaçıkla­rı severim, onlarla nasıl konuşulacağını bilirim. Erkek kar­deşim de akıl hastanesindeydi.

Onu severdim ve o da beni anlardı. Oradaki arkadaşları da beni seviyorlardı. O sıralarda onsekiz yaşındaydım. Ka­çıkların yaşantılarını biliyordum ve bir akıl hastasının psi­kolojisinin anlıyordum. Onlara hiç ters düşmedim, zaten onlar yalnızca benim gibi delilerdi.

***

Yaşam cinsellik değildir—Tanrı da değildir, Tanrı bir adamdır; bir kadını tohumlar, o kadına çocuklar verir. Ben yirmidokuz yaşındayım. Karımı ruhen çok seviyorum; özellikle çocuk doğurduğu için değil. Tanrı isterse çocukla­rım da olur. Kyra akıllı bir kız. Onun zeki olmasını iste­mem. Zekâsını geliştirmesini engelleyeceğim. Basit insan­ları severim ama tabii budalaları sevmem; çünkü onlarda duygu ve his de yoktur. Zekâ insanların gelişmesini durdu­rur. Tanrı'yı hissediyorum, Tanrı da beni.

Hatalarımı düzeltmek istiyorum ama buna başarabile­ceğimden emin değilim. Hiç birşey için söz vermemin ge­rekmediğini söyleyerek, doktorun gözleri yaşlarla dolmuş­tu, karımın üzülmemesi, kaygılanmaması için elimden ge­len herşeyi yapacağımı biliyordu. Ona, karımın annesinin gelmesini, benim istediğimi söylemiştim. Karımın kork­masını istemediğimden, kayınvalidemin bizimle beraber oturmasının uygun olacağını düşünmüştüm.

Müttefik kuvvetlerden korkum yoktu, bütün paramızı alsalar bile umurumda değildi, ama ailemin parasını alma­larını, karımın sıkıntı çekmesini istemiyordum. Ona, pek az olan herşeyimi vermiştim, rahat bir yaşam sürmesini sağlamaya çalışmıştım. Yaşamdan korkmuyordum, bu nedenle paraya ihtiyacım yoktu. Ben ölürsem karım çok ağlar. Onun iyiliği için, kısa zamanda unutmasını isterdim. Karım beni çoğunlukla anlamaz, veya daha doğrusu hisset­mez. Tolstoy'un karısının hissetme yeteneği, duyguları yoktu. Tolstoy'un tüm parasını kaybettiğini hiç unutamı- yordu. Ben karıma para vermek istiyorum. Karımı ve Kyra'yı dünyada herkesten çok seviyorum; elim yoruldu.

Shakespeare'in Hamlet'ini hiç sevmem, hep akıl yürüte­rek sonuçlara varmaya çalışır. Ben akıl yürüterek sonuçla­ra ulaşan bir filozof değilim—hisseden bir filozofum. İnce­den inceye düşünülen şeyleri yazmaktan hoşlanmam. Sha- kespeare'i, tiyatroyu sevdiği için beğeniyorum. O, tiyatroyu anlıyor, ben de "canlı tiyatroyu" anlıyorum. Ben yapay de­ğilim; yaşamın kendisiyim. Tiyatro yaşam değil. Tiyat- ro'nun kurallarını biliyorum. O bir alışkanlık haline gelir. Yaşam böyle değildir. Dikdörtgen sahneli tiyotroları sev­mem. Yuvarlak sahnelerden hoşlanırım. Bir göz gibi yu­varlak olan bir tiyatro yaptıracağım. Aynaya dikkatle, ya­kından bakmayı severim; ve yalnızca alnımda tek bir göz görürüm. Sık sık bir göz resmi çizerim. Polemikten hoşlan­mam bu yüzden millet kitabım hakkında istediğini söyleye­bilir, ben susacağım. Sessiz kalmanın konuşmaktan iyi ol­duğu kararını verdim. Diaghilev bana susmamı söyledi. O akıllıdır. Onun uşağı Vasili her zaman, "Diaghilev'in tek kuruşu bile yoktur ama zekası bir servete değer", demiştir. Ben de "tek kuruşum bile yok ama aklım var", diyorum. Aklımın, duygu üreten bir merkez olduğunu düşünüyorum. Ben çok duygusalım. Önceleri, mutluluğun paraya bağlı ol­duğunu düşünen bir aptaldım —şimdi artık öyle düşün­müyorum. Pek çok insan paraya önem verir, ben yalnızca plânlarımı uygulayabilmek biraz paraya ihtiyaç duyuyo­rum. Hepimizin plan ve amaçları vardır ve bunları gerçek­leştirebilmek için para kazanırız ama sorunlarımız farklı­dır. Ben İsa düşmanlarının değil, Tanrı'nın bir sorunuyum. Ben İsa düşmanı değilim. Ben insanlara yardım edeceğim.

Geneva'ya gidip biraz dinleneceğim. Doktor böyle yap­mamı söylüyor. Bu aralar, karım çok sinirli ve gergin oldu­ğu için, yorgun olduğumu düşünüyor. Halbuki yorgun de­ğilim ve evde kalacağım. İsterse karım yalnız gidebilir. Bi­raz parası var. Benim bir kuruşum yok. Param yok derken palavra atmıyorum. Param olmasının isterim ve karıma ve­ya yoksullara vermek için kazanmam gerekiyor. Bazıları, Nijinsky İsa olduğunu sanıyor diyecekler. Kendimi İsa gibi görmüyorum —Onun yaptıklarına hayranım. Bana saldınl- masmdan korkmuyorum. Gereken herşeyi söylerim ben.

Sık sık sokağa çıkardım. Karımı aldattım, o kadar çok tohumum vardı ki bunları harcamam gerekiyordu. Tabii ki bunları bir sürtükle ziyan etmedim. Onları yatağa boşalt­tım, zührevi hastalıklara karşı kendimi korumam lazımdı. Şehvet düşkünü değilim, bu yüzden bir daha karımı aldat­mayacağım. Tohumumu başka bir çocuk için saklayaca­ğım, —bir gün bir oğlum olacağını umuyorum. Karımı se­viyorum. Ona kötü birşey olmasını istemem. O çok duygu­saldır. Benim herşeyi, onu korkutmak için kasten yaptığı­mı zannediyor. Yaptığım herşey onun iyiliği ve mutluluğu içindir. O et yer —bu yüzden ^ok sinirlidir—, önemli olan iyi bir yaşam sürmektir. Karım, düzenli bir yaşam sürme­nin iyi bir şey olduğunu bilir ama böyle bir yaşamın, "Tanrı'nın sözlerini dinleyip— Ona itaat etmek— demek olduğunun farkında değil. İnsanlar Tanrı'yı anlamıyorlar ve "itaat edilmesi gereken bu Tanrı kimdir" diye kendileri­ne soruyorlar. Ben, Tanrı'yı ve Onun istediği şeyleri bili­yorum. Ben Tanrı'yı seviyorum.

Ne konuda yazacağımı bilmiyorum ;çünkü birdenbire aklıma doktorlar ve karım geldi —yan odada hâlâ konuşu­yorlar. Davranışlarımı hoş karşılamadıklarını biliyorum ama Tanrı'nın istediği şekilde davranmaya devam edece­ğim. Herhangi bir sorun çıkacağından korkmuyorum. Her­kesten bana yardım etmelerini isteyeceğim ve örneğin şöy­le derlerse korkmayacağım: "Karın, ona işkence ettiğin için delirdi, bu yüzden ömür boyu hapis yatacaksın". Hap­sedilmekten de korkmuyorum, ama ömür boyu yatacaksam orada öleceğim. Karıma bir kötülük gelmesini istemiyo­rum, ona zarar veremeyecek kadar çok seviyorum, insanlar­dan saklanmayı seviyorum; yalnız yaşamaya alıştım.

Maupassant, yalnız kalmaktan çok korkardı. Monte Cristo Kontu, intikam planları hazırlamak için yalnız kal­mak isterdi. Maupassant, yalnızlığı sevmezdi, insanları se­verdi. Ben yalnızlıktan korkarım ama yakınmayacağım; Tanrı beni seviyor, o halde yalnız sayılmam. Tanrı insandır ve planlarına karışılmasından hoşlanmaz. Ben ona karış­mam, tam tersine ona yardım ederim. O beni bırakırsa ölü­rüm. İstemediğim halde diğer insanlar gibi yaşayacağım, sırf beni anlamaları için. Ben Tanrı'nın silahıyım, onun adamıyım. Tanrı'nın yarattıklarını severim. Ben bir dilenci değilim; zengin birisi bana verirse para alırım. Zenginleri severim, onların çok paraları var ve bende hiç yok. Ama paramın olmadığını herkes duyarsa benden korkarlar ve kaçarlar. Bu yüzden hep zengin olmak istemişimdir.

Bir at kiralayıp, beni eve götürmesini isteyeceğim. Ka­rım parasını ödeyecek. Eğer o ödemezse, ben bir yolunu bulup öderim. Karımın beni sevmesini istiyorum ve karak­terini bu yönde geliştirmek için elimden geleni yapıyorum. Zekâsı oldukça gelişmiştir ama duyguları için aynı şeyi söyleyemem. Zekâsını yok etmek isterdim, böylece diğer yönleri de gelişirdi. İnsanlar, zeka olmadan bir kişinin ya deli ya da budala olacağını düşünürler. Bir deli, aklını kul­lanarak sonuçlara varamayan bir insandır. Bir mansak ne yaptığının farkında bile değildir. Ben iyi ve kötü hareketle­rimin farkındayım. Mantığı ve aklı olan bir insannr>. Tols­toy'un kitabında akıl ve mantık konusunda pek çok şey an­latılıyor. Bu kitabı okudum ve bu yüzden, konuyu iyi bili­yorum. Zeki insanlardan korkmuyorum. Güçlüyüm; çünkü benim hakkımda söylenenleri hissediyorum. Beni yatıştır­mak için türlü şeyler icat ettiklerini biliyorum. Doktorlar iyi insanlar. Karım da iyi bir kadındır, ama çok fazl^ düşü­nüyorlar. Onların zekâları için kaygılanıyorum. P©k çOk insan, fazla düşündükleri için deliriyor —onlar için, onlar namına korkuyorum, çok düşünüyorlar. Onların del irmesi­ni istemem: Onları sağlıklı görebilmek için herşeyi yapa­cağım.

Farketmeden, karımı kızdırdım —sonra beni affetmesi­ni istedim; uygun zamanlarda hatalarım hep yüzüm© vuru­luyordu. O, benim deli veya kötü kalpli olduğumu düşünü­yor. Ben kötü değilim, onu seviyorum. Karımdan korkuyo­rum; beni hiç anlamıyor. Ben hep yaşam üzerine yazarım, ölümle ilgilenmem. Onların düşündükleri Nijinsky değilim ben. Ben insan şeklinde Tanrı'yım. Karım iyi bir kadın. Ona gizlice bütün planlarımı anlatmıştım; sonra da o hep­sini doktorlara anlatmış, tabii bana yardım etmek amacıy­la. Karım benim amacımı anlamıyor; ona bunu anlatma­dım. bilmesini istemiyordum. Ben hissedeceğim v© karım anlayacak. O hissedecek ve ben anlayacağım. Düşünmek istemiyorum, düşünmek ölümdür. Ben ne yaptığımı biliyo­rum. "Sana bir kötülük gelmesini istemiyorum. Sem sevi­yorum. Yaşamanı istiyorum, o zaman ben de seninle bera­ber olacağım. Sana söylemiştim. Akıllıca bir konuşma is­temiyorum."

Doktorlar akıllıca konuşurlar, karım da öyle. Onlardan korkuyorum. Benim hislerimi anlamalarını istiyorum. "Üzüldüğünü biliyorum. Karın senin yüzünden acı çeki­yor." Ölmek istemiyorum bu yüzden her yola başvururum. Amacımı açıklamayacağım. "Bırak seni egoist sansınlar. Seni hapse atsınlar. Seni kurtaracağım çünkü sen bana ait­sin. Zeki Romola'yı istemiyorum. Onun seni terketmesini istiyorum. Yalnız benim olmanı istiyorum. Onu bir erkek gibi sevmeni istemiyorum. Olup bitenleri basitleştirmeyi ve hafifletmeyi bilirim. Doktorlar'm, hislerini, duygularını anlamalarını istiyorum. Doktorlar, karının sinirli bir kadın olduğunu düşündükleri için seni azarlamak istiyorum. Tak­tığın haç çok zarar verdi, bu durumu sen çözemezsin artık. Hatalarını biliyorum; çünkü onları ben yaptım." Kasten haç taktım: "Karın seni anlamıştı. Doktor amacımın ne ol­duğunu bulmak için geldi ve hiçbir şey anlamıyor. Düşü­nüyor ve bu yüzden anlaması çok zorlaşıyor. Romola'nın haklı olduğunu düşünüyor; senin de. Nasıl anlaşılacığım biliyorum." Ben doktorlardan daha iyi düşünürüm. "Senin için korkuyorum; çünkü sen çok korkmuşsun. Kurallarını, alışkanlıklarını biliyorum. Bana olan sevgin sonsuz; emir­lerime itaat ediyorsun. Senin anlayabilmen için herşeyi ya­pacağım; karını ve seni seviyorum. Onun iyi olmasını isti­yorum. Ben şendeki Tanrı'yım. Beni anladığında senin ola­cağım. Ne düşündüğünü biliyorum; onun burada olduğunu ve sana baktığını sanıyorsun. Ben de onun sana bakmasını istiyorum."

Arkama dönmekten korktum, çünkü onun bana bakmak­ta olduğunu hissediyordum. "Ona senin yazdıklarını göster­mek istiyorum. Çok yazdığın için hasta olduğunu düşüne­cek. Senin hislerini anlıyorum. Seni çok iyi anlıyorum. Sa­na kasten yazı yazdırıyorum; çünkü hislerini, onun da anla-

masını istiyorum. Sana söylediğim herşeyi yaz. İnsanlar seni anlayacaklar; çünkü sen çok hassassın. Karın da seni anlayacak. Senden daha çok şey bildiğim için arkanı dön­memeni söyledim. Amaçlarını biliyorum. Planlarını uygu­lamak isterim ama acı çekmen gerekiyor. Herkes seni, an­cak acı çektiğini görünce hissedecek ve anlayacaktır."

Yemek odasında karım ve doktorla yaptığım konuşma­yı yazmak istiyorum. Egoistmişim gibi davranmıştım. Çünkü doktoru kızdırmak istiyordum. Bunu anlarsa öfkele- necektir ama umurumda değil. Sevgiyi bölmem. Karımı herkesten çok sevdiğimi göstermek istediğim için, onu çok sevdiğimi yazmıştım. Ben A.'yı seviyorum, karımı sevdi­ğim kadar. Onun numaralarını biliyorum. Birkaç gün sonra gideceği için duygularımı anlıyordu. Onun kalmasını iste­miyorum. Kayınvalidemin gelmesi daha doğru olur; çünkü onu incelemek ve ona yardım etmek istiyordum. İnsanlar hakkında yazmak için, onların karakterlerini incelemem. İnsanlara, onları ölüme götüren alışkanlıklarını anlatabil­mek için yazarım. Bu kitaba "Hisler" adını verdim. Hisset­meyi severim ve bu konuda büyük bir kitap yazacağım. Yaşamımın bir tanımlaması olacak bu. Kitabın, ölümüm­den sonra basılmasını istemiyorum. Onu şimdi bastırmak istiyorum.

"Senin için korkuyorum; çünkü sen kendin için korku­yorsun. Gerçeği söylemek istiyorum. İnsanları üzmek iste­mem. Belki bu kitabı yazdığın için hapse atılacaksın. Se­ninle beraber olacağım; çünkü beni seviyorsun. Sessiz ka­lamam. Konuşmalıyım. Hapse girmeyeceğini biliyorum; kanunen bir suç işlemedin. İnsanlar seni yargılamak ister­lerse, söylediğin herşeyin Tanrı'nın sözleri olduğunu anla­tırsın. O zaman da seni bir tımarhaneye kapatacaklardır ve akıl hastalarını tanıyıp, anlayacaksın. Senin hapise veya tı-

marhaneye kapatılmanı istiyorum. Dostoyevski darağacına gönderildi, bu nedenle, sen de biryerlere gidebilirsin. Sev­gileri ölmeyen ve senin kapatılmana izin vermeyecek olan bazı kişileri tanıyorum. Bu kitap binlerce kopya olarak ba­sılınca bir kuş kadar özgür olacaksın. Nijinsky diye imzayı ben atmak isterdim —ama benim adım Tanrı. Nijinsky'yi seviyorum ama bu sevgi Narcissus gibi değil, Tanrısal bir sevgi."

Bana hayat verdiği için onu seviyorum. Ona iltifat et­mek, övgüler yapmak istemiyorum. Onu seviyorum. O beni seviyor; çünkü alışkanlıklarımı biliyor. "Nijinisky'nin ha­taları olabilir ama onu dinlemelisiniz; çünkü o Tanrı'nın sözlerini söylüyor." Ben Nijinsky'yim. "Ben Nijinsky'nin incinmesini istemiyorum, bunun için onu koruyacağım. Onun için korkuyorum; çünkü o kendinden korkuyor. Güç­lü olduğunu biliyorum. O iyi bir adam. Ben de iyi bir Tan- rı'yım. Nijinsky'yi kötü olduğu zamanlar sevmiyorum. "Ben Tanrı'yım; Nijinsky bir Tanrı'dır. "O iyi bir insandır. İnsanlar onu anlamadılar ve düşündükleri sürece inanma­yacaklar. Onlar beni birkaç hafta olsun dinleselerdi, büyük şeyler olabilirdi. Öğretilerimin anlaşılacağını umarım."

Bütün yazdıklarım insanlık için gerekli. Romola benden korkuyor, benim vaiz olduğumu hissediyor. Kocasının vaiz olmasını istemez o, genç ve yakışıklı bir koca ister. Ben yakışıklıyım, gencim. O benim güzelliğimi anlamıyor, alı­şılmış bir tipim, karakteristik çizgilerim yok. Tanrı'nın da olmaz zaten. Tanrı'nın yüzünde duyarlılık vardır, bir kam­bur bile Tanrı'ya benzeyebilir. Ben kamburları severim, di­ğer sakatları da. Ben de duygulu, hassas bir sakatım ve bir kambur gibi dansedebilirim. Bütün biçimleri ve duyguları seven bir sanatçıyım ben. Güzellikte görecelik yoktur. Gü­zellik Tanrı'dır. O güzelik ve duyguda bulunur. Güzellik

duyguda da vardır. Ben güzelliğe aşığım. Onu hisseder ve anlarım. Düşünenler güzellik konusunda saçma sapan şey­ler yazarlar. Bu tartışılmaz. Eleştirilmez. Ben güzelliği hissediyorum. Onu seviyorum.

Kötülük istemiyorum —ben aşk istiyorum. Bazıları be­nim kötü bir adam olduğumu düşünürüler. Değilim. Ben herkesi severim. Gerçeği yazdım. Gerçeği söyledim. Ya­lancılıktan hoşlanmam, iyilik istiyorum. Ben aşkım. İn­sanlar beni korkuluk yerine koyuyorlar; çünkü hoşlandı­ğım için bir haç takıyorum. Haç'ı, Katolik olduğumu gös­termek için takmıştım. İnsanlar beni deli sanıyorlar. Deği­lim. Haç'ı, diğer insanlar tarafından farkedilmek için tak­mıştım. İnsanlar sakin adamlardan, hoşlanırlar; ben deği­lim. Yaşamı seviyorum. Onu istiyorum. Ölümü sevmiyo­rum. İnsanlığı sevmek istiyorum. İnsanların bana inanma­larını istiyorum. A. konusunda gerçeği söylemiştim; Diag- hilev ve kendim hakkında da. Savaş ve cinayet istemiyorum. Ben, insanların anlayışlı olmalarını istiyo­rum. Karıma, defterlerime dokunanı mahvedeceğimi söyle­dim ama bunu yapmak zorunda kalırsam, ağlayabilirim. Ben bir katil değilim. Kimsenin beni sevmediğini biliyo­rum. Benim hasta olduğumu sanıyorlar. Değilim. Ben zeki bir adamım.

Hizmetçi geldi ve rahatsızlandığımı düşünerek yanım­da durdu. Hasta değilim. Sağlıklıyım. Kendim için korku duyuyorum; çünkü Tann'nın isteğini biliyorum. Tanrı karı­mın beni terketmesini istiyor. Ben istemiyorum. Onu sevi­yorum ve benimle kalması için dua ediyorum. Beni tele­fondan istiyorlar. Galiba hapse atmak istiyorlar. Ağlıyo­rum, yaşamı seviyorum ama hapisten de korkmuyorum. Orada yaşayacağım. Herşeyi karıma anlattım. Artık kork­muyor ama huzursuz bir hali var. Kaba bir dille konuştum; çünkü gözyaşı görmek istiyordum —ama hüzün yaşları değil. Bu yüzden gidip onu öpeceğim. Ona sevgimi göster­mek için öpmek istiyorum. Onu seviyorum. İstiyorum. Onun aşkım istiyorum. A. onu da sevdiğimi hissetti ve bi­zimle kalacak. Gitmiyor. Biletini satmak için acenteyi ara­dı. Emin değilim ama hissediyorum.

Küçük kızım şarkı söylüyor. "Ah, ha, ha! Anlamını an­layamıyorum ama ne demek istediğini hissediyorum. Her- şeyin —ha - ha - ha— bir dehşet değil; bir zevk, bir eğlen­ce olduğunu söylemek istiyor.

EPİLOG

Ağlamak istiyorum ama Tanrı yazmaya devam etmemi emrediyor. Tembelleşmemi istemiyor. Karım ağlıyor, ben de. Doktorun gelip, karımın, yazı yazdığım için ağladığını söylemesinden korkuyorum. Ama suç bende değil. Çocu­ğum herşeyi görüyor, işitiyor; bir gün beni anlayacağını umuyorum. Kyra'yı seviyorum. Küçük Kyra'm, ona olan sevgimi hissediyor ama o da hasta olduğumu sanıyor. Ona öyle demişler. Bana iyi uyuyup uyumadığımı soruyor, ben de her zaman iyi uyuduğumu söylüyorum. Daha ne yazaca­ğımı bilmiyorum ama Tanrı yazmamı istiyor. Yakında Pa­ris'e gidip büyük etkiler bırakacağım —tüm dünya benden bahsedecek. İnsanların, benim büyük bir yazar veya büyük bir sanatçı hatta büyük bir adam olduğumu düşünmelerini istemem. Ben çok acı çekmiş olan basit bir adamım. İsa'dan bile daha çok acı çektiğime inanıyorum. Yaşamı seviyorum ve yaşamak istiyorum; ağlamak istiyorum ama ağlayamıyorum— ruhumda öyle büyük bir acı var ki—bu acı beni korkutuyor. Ruhum hasta. Aklım değil, ruhum. Doktorlar hastalığımı anlamıyorlar. İyileşmek için neye ih­tiyacım olduğunu biliyorum. Ben güçlüyüm. Vücudum hasta değil —hasta olan ruhum. Acı çekiyorum. Herkes bu­nu hissedecek ve anlayacak. Ben bir insanım, canavar deği­lim. Herkesi seviyorum, hatalarım olabilir —ben bir insa­nım, Tanrı değilim. Tanrı olmak istiyorum ve bu nedenle kendimi geliştirmeye çalışıyorum. Dansetmek, resim yap­mak, piyano çalmak, mısralar yazmak, herkesi sevmek isti­yorum. îşte hayatımın amacı bu. Sosyalistler'in beni daha iyi anlayacaklarını biliyorum— ama ben sosyalist değilim, Tanrı'nın bir parçasıyım, ben Tanrı'nın partisine bağlıyım. Herkesi seviyorum. Savaş veya sınırlardan hiç hoşlanmı­yorum. Dünya yerli yerinde duruyor. Her yerde evim, yu­vam var. Heryerde yaşıyorum. Hiçbir mülküm olmasını is­temiyorum. zengin olmak da istemiyorum. Sevmek istiyo­rum. Ben sevgiyim, aşkım—zulüm değilim. Kana susamış bir hayvan değilim. Ben insanım. Ben insanım. Tanrı be­nim içimde. Ben Tanrı'nın içindeyim. Onu istiyorum. Onu arıyorum. Yazılarımın basılmasını istiyorum ki, herkes bunları okuyabilsin. Kendimi geliştirmeyi umuyorum. Na­sıl yapacağımı bilmiyorum ama Tanrı'nın, Onu arayanlara yardımcı olacağını hissediyorum. Ben arıyorum; çünkü Tanrı'yı hissediyorum. Tanrı beni arıyor, o halde birbiri­miz bulacağız.

Tanrı ve Nijinsky St. Moritz - Dorf Villa Guardamunt

27 Şubat, 1919

JEAN PAUL SARTRE

Bulantım Hâlâ Geçmedi ve Geçeceğini de Sanmıyorum... O, Artık Bir Hastalık veya

Geçici Bir Nöbet Değil: O, Ben'im.

"Bulantı”, Fransız varoluşçuluğunun klasiklerinden biridir. Bir akıl hastalığına örnek olmaktan çok, pek çok akıl hastalığında ya­şanan deneyimlerin, ruh hallerinin analizi ve tanımlanması olarak bu kitaba alınmıştır.

Bu kitapta, dünya aniden kendim, alışılagelmiş, normal sosyal ni­teliklerinden yalıtılmış bir halde ortaya çıkarmıştır. Sosyal kav­ramlardan sıyrılmış ve kendi varoluş gerçeği dışında tüm gerçek­lerden arınmış bir halde kendini göstermiştir. Bu yeni dünyanın halusinasyona yönelten, hatta uyarıcı bir yanı vardır; çünkü an­daki herşey tümüyle insanlıktan uzaklaşmıştır. Dünya'nın ve insa­nın kendi varoluşu yalnız 'boş, saçma' değil, aynı zamanda "yu­muşak, yapışkan, herşeyi bozan, yoğun bir pelte gibi birşeydir. Ve ben o şeyin içindeyim" şeklinde anlatılmıştır.

TARİH ATILMAMIŞ SAYFALAR

En iyisi, olayları günü gününe yazmak olacaktı. Açıkça görebilmek için bir günlük tut - en basit nüansların veya kü­çük olayların bile anlamsız görünseler de, gözden kaçmasına izin verme. Ve en önemlisi, bu olayları sınıflandır. Bu masa­yı, bu sokağı, insanları, sigara paketini nasıl gördüğümü an­latmalıyım; çünkü değişmiş olan şeyler esas bunlardı. Bu değişimin (kesin ve doğru olarak) çapını ve doğasını sapta­mam gerekiyor.

Örneğin, burada mürekkep şişemin karton kutusu duru­yor. Onu, önce nasıl gördüğümü, algıladığımı ve sonra nasıl olduğunu anlatmaya çalışmalıyım. Evet, kutu bir küp biçi­minde, açılabilir-aptalca birşey bu, bu konuda söyleyebile­ceğim birşey yok. Kaçınılması gereken şey işte bu, hiç yoktan bir tuhaflık unsura kalmamalıyım. Bence, günlük yazmanın büyük bir tehlikesi var: Herşeyi abartırsın. Dur­madan gerçeği zorlarsınız; çünkü hep birşeyler arama duru­mundasınız. Diğer taraftan, evvelki günkü izleniminizi - bu bir nesne konusunda olabilir, örneğin mürekkep şişesinin kutusu-, her an yeniden yakalayabilirsiniz. Daima hazır bek­lemem gerekir, yoksa parmaklarımın arasından kayıp gider.

Olup biten herşeyi dikkatle not etmem lazım.

Tabii, bu cumartesi ve evvelki günkü olaylar konusunda belirgin bir şeyler yazamıyorum. Şimdiden, onlardan çok uzaklaşmış hissediyorum kendimi. Söyleyebileceğim tek şey, her iki günde de olay diye nitelendirilebilecek birşey olmadığıdır. Cumartesi günü çocuklar ördek oyunu oynu­yorlardı, ben de onlar gibi denize taş atmak istedim. Tam o anda, durdum, taşı yere attım ve yürüyüp gittim. Herhalde aptalca bir görünüşüm vardı ki, çocuklar arkamdan gülüştü­ler.

Dış dünyadaki olaylar bu kadar. İçimde olanlar da açık, belirgin iz bırakmadılar. Beni tiksindiren birşey görmüştüm ama artık bu şeyin deniz mi yoksa taş mı olduğunu tam ola­rak bilemiyorum. Taş yassıydı, bir yüzü kura, diğer yüzü de ıslak ve çamurluydu. Onu kenarlarından tutmuş, parmakla­rımı da kirletmemek için iyice açmıştım.

Evvelki gün çok daha karmaşıktı. Seri halinde rastlantı­lar olmuştu ve bunu kendi kendime açıklayamamıştım. Ama bütün bunları yazarak zamanımı harcamak istemiyo­rum. Yine de korktuğumu veya buna benzer birşey hissetti-

ğimi söyleyebilirim. Neden korktuğumu bilseydim, büyük bir adım atmış olacaktım.

İşin en tuhaf yönü de, kendimi asla bir deli gibi görmeye yanaşmamam. Deli olmadığımı açıkça görüyorum, bütün o değişimler nesnelerle ilgili. Hiç değilse, emin olmak istedi­ğim şey, bu.

***

GÜNLÜK

Pazartesi, 29 Ocak 1932:

Bana bir şeyler oldu, artık bundan şüphem yok. Bu bir hastalık gibi geldi; alelade bir gerçek, apaçık bir olgu gibi or­taya çıkmadı. Sinsice, yavaş yavaş geldi. Bir gariplik hisse­diyordum, canım sıkılıyordu, hepsi bu! Bu sinsi şey gelip içime öyle bir yerleşti ki, bir daha kıpırdamadı, sessizce ora­da duruyordu. Kendimi önemli bir rahatsızlığım olmadığına inandırmaya başardım, yanılmış olmalıydım. Ve şimdi o tomurcuklanıp çiçek açmaya başladı.

Psikolojik analizler yaparken biz, genelde yalnızca duy­gularla uğraşırız, bunlara geniş kapsamlı isimler veririz, Tutku, İhtiras ve İlgi gibi isimler... Ve yine de kendim hak­kımda bilginin gölgesi bile olsa bunu şimdi iyi bir amaçla kullanabilirim.

Örneğin, ellerim hakkında yeni bir şeyler öğrendim, pi­pomu veya çatalı tutarken aldığı biçimde yeni bir şeyler var. Veya belki de çatal bir değişim sonucu yeni bir tutulma biçi­mi edinmiştir. Bilmiyorum. Kısa bir süre önce, tam odama girerken bir an duraladım çünkü elimde soğuk bir şeyin, bir çeşit kişiliği olan bir şeyin olduğunu hissettim. Elimi açıp baktım; yalnızca kapı tokmağını tutuyordum. Bu sabah kü-

tüphanedeki adam günaydın demek için geldiğinde, onu tam on saniye sonra tanıyabildim. Yalnızca bir yüz görmüştüm, tanımadığım bir yüz. Sonra elimin içinde şişman beyaz bir kurt gibi olan elini hissettim. Hemen elimi çektim, kolu gev­şekçe düştü.

Caddeden de bir sürü şüpheli gürültüler geliyor.

Böylece, son birkaç hafta içinde değişim olmuştu. Ama nerede? Bu nesnel olmayan soyut bir değişim. Değişen ben- miyim yoksa? Ben değilsem, o zaman değişen şey bu oda, bu kent ve bu doğa. Bir seçim yapmalıyım.

***

Susuyorum, zoraki bir gülümsemeyle. Garson kız önüme kireç gibi Camembert tabağı koyuyor. Odada etrafıma bakı­nıyorum ve içimden çılgınca bir tiksinme taşıyor. Burada ne işim var? Hümanizma konusundaki bir tartışmaya neden katılmıştım? Herkes neden durmadan yiyor? Varolduklarını bilmedikleri doğru. Gitmek istiyorum, gerçekten yuvamda, kovuğumda olacağım bir yere gitmek istiyorum... Ama hiç­bir yerde yerim yok; istenmiyorum, hem de hiç.

Adam gittikçe yumuşuyor. Benim daha çok direneceğimi ummuştu. Bütün söylediklerimin üzerinden bir sünger geç­meye hazırdı. Bana doğru eğilip, sır verircesine; "Onları yü­rekten seviyorsunuz Mösyö, onları benim sevdiğim gibi se­viyorsunuz: Yalnızca sözcüklerimiz farklı," dedi.

Birşey söyleyemedim, başımı eğdim. Adamın yüzü be­nimkine çok yakındı. Burnumun dibinde aptalca sırıtıyordu, bir kabustu bu. Zorlukla ağzımdaki bir lokma ekmeği çiğne­dim, yutup yutmamaya karar veremiyordum. İnsanlar. İnsan­ları sevmelisiniz. Onlara hayran olmalısınız. Kusmak istiyo­rum -ve birden bire geldi işte: Bulantı.

Can alıcı bir noktaydı bu, beni tepeden tırnağa titretiyor­du. Bunun gelmekte olduğunu bir saat önceden hissetmiş­tim, yalnız kabul etmek istememiştim. Of! Ağzımdaki bu peynir tadı... Adam hâlâ konuşuyor, sesi kulaklarımda vızıl­dıyor. Ama neden bahsettiğini bilmiyorum. Başımı makine gibi sallıyorum, elim bir tatlı bıçağının sapını kavrıyor. Bu siyah tahta sapı hissediyorum. Elim tutuyor onu. Benim elim. Bana kalsa bıçağı rahat bırakırdım, durmadan bir şey­lere dokunmanın ne yararı var? Nesneler dokunulmak için yapılmazlar en iyisi onların arasından mümkün olduğunca dokunmamaya çalışarak kayıp geçmek. Bazen onlardan biri­ni elinize alırsınız ve onu hemen bırakmanız gerekir. Bıçak tabağa düşer. Beyaz saçlı adam irkiliyor ve bana bakıyor. Bıçağı tekrar alıyorum, ucunu masaya dayayıp eğmeye çalı­şıyorum.

Demek 'Bulantı' buymuş; bu kör edici işaretmiş. Bu ko­nuda kafa patlattım. Yazılar yazdım. Şimdi öğrenmiş ol­dum: Ben varım -dünya var- ve dünyanın varolduğunu bili­yorum. Hepsi bu kadar. Benim için faketmez. Hiçbir şeyi önemsememem çok garip, beni korkutuyor. Ördek oyunu oy­namak istediğim günden beri. O taşı atmak üzereydim, ona baktım ve herşey başladı: Onun varolduğunu hissettim. Bundan sonra başka Bulantılar da oldu; zaman zaman eliniz­de nesneler var olmaya başlarlar. 'Demiryolu İşçileri'yle Randevu' Bulantısı vardı, sonra başka bir Bulantı, pencere­den dışarıya baktığım o akşamki Bulantı sonra başka bir ta­ne daha parkta, pazar günü, sonra diğerleri. Ama hiçbiri bu­günkü kadar güçlü olmamıştı.

"... Eski Roma'dan, Mösyö?"

Adam bana birşey soruyordu galiba. Ona dönüp gülüm­süyorum. Pekâlâ? Ona ne oluyor? Niye iskemlesinde arkaya doğru büzülüyor? Şimdi de insanları korkutuyor muyum? Sonunda böyle olacak galiba. Ama benim için farketmiyor. Korkmakta tümüyle haksız sayılmazlar: Birşeyler yapabile­cekmişim gibi hissediyorum. Örneğin, şu peynir bıçağını adamın gözüne saplamak gibi. O zaman bütün bu insanlar üstüme çullanacaklar ve dişlerimi dökecekler. Ama beni durduran şey bu değil, ağzımda peynir yerine kan tadı olma­sı bence hiç önemli değil. Yalnız, hareket etmem gerekecek, lüzumsuz birkaç olay çıkacak, adam çok fazla bağıracak - yanaklarından kanlar sızacak ve herkes bir yerlere koştura­cak. Etrafta zaten yeterince hareket ve gürültü var.

Herkes bana bakıyor; iki gençlik temsilcisi konuşmaları­nı kesmişlerdi. Kadının ağzı piliç kıçına benziyor. Ve yine de benim zararsız bir adam olduğumu görmeleri gerekir.

Ayağa kalkıyorum, etrafımda herşey dönüyor. Adam, oymamaya karar verdiğim iri gözleriyle bana bakıyor.

'Gidiyor musunuz?' diye mırıldanıyor.

'Biraz yorgunum. Beni davet etmekle incelik gösterdiniz.

İyi günler.'

Gitmek üzereyken, tatlı bıçağını hâlâ sol elimde tuttuğu­mu farkedince, tabağımın üstüne fırlatıyorum. Sessizlik için­deki odayı katediyorum. Kimse yemiyor; hepsi bana bakı­yor, iştahlar kaçtı. Şu genç kadına yaklaşıp, ’Boo!' desem, çığlık çığlığa bağırmaya başlayacaktı; bu kesin. Ama uğ­raşmaya değmez.

Yine de, çıkmadan önce, geri dönüp en sevimli ifademle onlara bakıyorum, hafızalarında böyle bir imajım kalsın.

'Hoşçakahn Bayanlar, Baylar.'

Cevap vermediler. Çıkıyorum. Şimdi artık yanaklarına renk gelir, gevezeliklerine yeniden başlarlar.

Nereye gideceğimi bilmiyorum. Kartondan aşçıbaşımn önünde çakıldım, kaldım. Pencerelerden beni gözlediklerini anlamak için dönüp bakmama gerek yok, şaşkınlık ve tik­sintiyle bana bakıyorlar. Önce benim onlara benzediğimi dü­şünmüşlerdi, onlar gibi bir insan olduğumu sanmışlardı ve ben onları aldatmıştım. Birdenbire insan görünüşümü kay­bettim ve salondakiler bir yengeçin geri geri kaçtığını gördü­ler. Maskesi düşen davetsiz misafir kaçmıştı; her şey nor­male dönebilirdi artık. Sırtımdaki bu gözleri ve korku dolu düşünceleri hissetmek beni kızdırıyor. Caddeyi geçtim. Kar­şı kaldırım, plaj evleri ve sahil boyunca uzanıyor.

Kıyıda pek çok kişi yürüyüş yapıyor, şiir dolu yüzlerini denize çevirip oturuyor; güneş sayesinde tatil yapıyorlar. Geçen bahardan kalma ince, açık elbiselerini giyen kadınlar yanımdan geçiyorlar; Ticaret Okulu öğrencileri ve madalyalı ihtiyarlar da yürüyorlar. Birbirlerini tanımamalarına karşın aynı güzel havayı bölüşmenin verdiği bir yakınlık içindeler. Savaş ilan edildiği zamanlar hiç tanışmayanlar bile kucakla­şır; insanlar böyledir, her bahar yürüyüşe çıkıp birbirlerine gülümserler. Bir rahip dualar okuyarak yavaş yavaş ilerli­yor. Ara sıra başını kaldırıp denize sevecen gözlerle bakıyor - deniz de bir çeşit dua kitabı sayılır, o da Tanrı'dan bahsedi­yor. Güzel renkler, hoş kokular, bahar ruhu. "Ne güzel bir gün, deniz yemyeşil, bence bu kuru soğuk nemli havadan daha iyi." Gel, bana yardım et" desem, "Bu yengeçin burada ne işi var?" diye düşünür ve paltosunu bırakıp kaçar gider.

Arkamı dönüp korkuluklara yaslanıyorum. Gerçek deniz soğuk ve karadır, hayvanlarla doludur, bu ince yeşil tabaka­nın altında gizlidir, insanları aldatmak için. Ben o yeşil taba­kanın altını görüyorum! Cilâ eriyor, Tanrı'nın süslemeleri patlıyor, gözümün görebildiği her noktaya dağılıyor. İşte, Saint-Elemir tramvayı geçiyor. Şöyle bir dönüyorum, bütün nesneler de benimle dönüyor, soluk ve istiridyeler gibi ye­şil...

Yaran yok, tramvaya binmenin bir yaran yok; çünkü hiç­bir yere gitmek istemiyorum.

Pencerelerden mavimsi nesneler geçiyor. İnsanlar, duvar­lar, bir ev açık pencerelerinden bana kara kalbini sunuyor; si­yah olan herşey mavileşiyor. Bir adam biniyor ve tam kar­şıma oturuyor. Sarı ev yeniden yürümeye başlıyor, yine pencerelerden geçiyor, nesneleri geçiyor, yürüyor... Pencere­ler tıkırdıyor. Yüzlerce pencere geçiyoruz. Durmadan kayı­yor, çamur gibi san ve pencereler gök mavisi. Birden bire yok oluyor, geride kalıyor. Pencerelerden hala kat kat gök­yüzünü görüyoruz. Eliphar Tepesi'ne doğru durmadan yük­seldiğimiz için iki tepenin arasını açıkça görebiliyoruz, sağ­da denizi, solda ise havalanını. Hiç duman yok. Sigara iç­mek yasaktır; -bir "Gitane" bile olmaz. Elimi koltuğun üzeri­ne koyuyorum ama hemen geri çekiyorum: Varolduğunu hissediyorum. Üzerinde oturduğum, elimi koyduğum şeyin adı koltuk. Onu, özellikle insanların üstüne oturmaları için yapmışlar. Deri, yay ve kumaş almışlar, koltuk yapma fikri ile işe girişmişler ve bitince de 'bu şey' meydana gelmiş. Onu buraya taşımışlar, arabanın içine koymuşlar. Şimdi de araba tangır tungur giderken kamında koltuk adı verilen bu kırmızı şeyi taşıyor. Kendi kendime mırıldanıyorum: 'Bu bir koltuktur," diyorum. Bu biraz şeytan kovmaya benziyor. Ama sözcük dudaklarımda kalıyor, dışarı çıkmayı reddedi­yor. O şey kırmızı tüyleri havaya dikilmiş bir halde. O bir koltuk değil. Suda boğulmuş, göbeği havada ölü bir eşek, o ve ben ölü eşeğin göbeğine oturmuş, ayaklarımı suda sallı­yorum. Nesneler, eşyalar isimlerinden ayrılmışlar. Orada, grotesk, sağlam ve kocaman şekilleriyle dururken onlara koltuk vs gibi isimler vermek komik geliyor: Ben bu şeyle­rin, bu isimsiz nesnelerin ortasmdayım. Yalnız, sözcüklerin­den yoksun, savunmasız bir haldeyim; onlar benim etrafım­da altımda, arkamda, heryerde varlar. Hiçbir şey istemiyor­lar, kendilerini ön plana çıkarmıyorlar; ama oradalar hep varlar. Minder'in altında ince bir çizgi halinde bir gölge var, bu ince siyah çizgi sanki bir gülümsemeye benziyor. Onun bir tebessüm olmadığını çok iyi biliyorum ama yine de o var, camın altından geçiyor ve inatla gülümsüyor, yalnız ilk hecesini anımsayabildiğiniz bir sözcük bir türlü aklınıza gel­meyince başka bir şey düşünmemeye çalışmak en iyisidir, örneğin karşı koltukta yarı uzanır gibi oturmuş olan adamı düşünmek gibi. Mavi gözlü bir suratı düşünmek. Yüzünün sağ tarafı sarkmıştı sağ kolu vücuduna yapışmıştı. Sağ tara­fının zar zor yaşayabildiği seziliyor, sanki inme inmiş gibi. Ama sol yanında küçük bir varoluş, yaşam görülebiliyor. Kol kıpırdanıyor, kalkıyor ve el kaskatı kolun ucunda duru­yor. Sonra el de titriyor, kıpırdıyor ve başının hizasına ge­lince bir parmak uzanıp, kafa derisini parmağın ucundaki tır­nakla kaşıyor. Ağzının sağ köşesine bir çeşit şehvetli bir kıvrılma yerleşiyor ve sol tarafı ölü gibi kalıyor.

Pencereler tıkırdıyor, kol sarsılıyor, tırnak kaşıyor, kaşı­yor, ağız gülümsüyor, gözler bakıyor ve adam sağ tarafında minik bir varlığın varolmasına izin veriyor. Bu varoluş ada­mın sağ kolunu ve sağ yanağını işgal etmiş.

Kondüktör, yolumu kesiyor.

"Araba duruncaya kadar bekleyin."

Ama onu kenara itip, tramvaydan atlıyorum. Daha fazla dayanamayacaktım. Varlıkların, nesnelerin bu denli yakı­nımda olmalarına artık dayanamıyordum. Bir kapıyı iterek açıyorum içeriye giriyorum. Şimdi kendime gelmeye başlı­yorum, nerede olduğumu biliyorum: Bir parktayım. Siyah ağaç gövdeleri arasında duran bir banka oturuyorum. Ayak­larımın altında, toprağı bir ağaç tırmalıyor, siyah tırnakla­rıyla. Kendimi öylece bırakıvermek, kendimi unutmak, uyu­mak isterdim. Ama yapamıyorum. Boğuluyorum; varoluş her noktadan içime işliyor, gözlerimden, burnumdan ağzım­dan...

Ve birdenbire, perde yırtılıyor, anladım, gördüm.

Öğleden sonra, saat 6.

Rahatlamış veya tatmin olmuş gibi hissetmiyorum: tim tersine yalnızca amaca erişildi: bilmek istediğim şeyi biliyo­rum; Ocak ayından beri tüm olanları anlamıştım. Bulmtı beni terketmemişti ve yakında gideceğine de inanmıyor­dum. Ama artık onu taşımak ona katlanmak zorunda deği­lim, o bir hastalık ya da nöbet filan değil: O 'ben'im.

Şu anda parktaydım. Kestane ağacının kökleri oturdu­ğum bankın altında toprağa gömülmüştü. Onun kök olduğu­nu hatırlayamamıştım. Sözcükler kaybolmuşlardı ve onlar­la beraber nesnelerin belirginlikleri de yok olmuştu. Ben oturuyor, ileriye eğiliyor, başımı öne eğiyordum. Bu caıa- vara benzeyen, kara, düğümleşmiş kitlenin önünde yapayal­nızdım, korkuyordum. Sonra bu hayali gördüm.

Nefesim kesildi. Şu son birkaç güne kadar ’varoluş'un an­lamını kavrayamamıştım. Ben de diğerleri gibiydim; deniz kıyısında yürüyen, bahar giysileri giymiş olan diğerleri gibi. Onlar gibi şöyle diyordum, "Okyanus yemyeşil, oradaki ne- yaz benekler de martılar"; ama onun varoluşunu veya martı­nın "varolan bir martı" olduğunu hissetmiyordum; genellikle varoluş kendini gizliyor. Orada, burada, heryerde; çevreniz­de, içimizde, hatta biz o'yuz; ondan bahsetmeden tek kelime söylenemez ama ona asla dokunamazsınız. Bu konuda dü­şündüğümü zannediyorken, aslında hiçbir şey düşünmedi­ğimi, kafamın bomboş olduğunu biliyorum. Yoksa kafamda tek bir sözcük mü vardı, "olmak" sözcüğü. Bunu nasıl anla­tabilirim? "Ait olmak" kavramını düşünüyordum, kendi kendime denizin bir tür yeşil nesnelerle ait olduğunu veya yeşilin, denizin niteliklerinden biri olduğunu söylüyordum.

Nesnelere bakarken bile onların varoldukları aklıma gel­miyordu, bana bir manzara, bir görüntü gibi geliyorlar. Onla­rı elimle tutuyor, araç gibi kullanıyordum. Herşey yüzeyde olup bitiyordu. Eğer birisi bana 'varoluşun' ne demek oldu­ğunu sorsaydı, ona içtenlikle, hiçbir şey olmadığını, yalnız­ca nesnelerin doğalarını değiştirmeden, onlara eklenen boş bir form olduğunu söylerdim.

Ve sonra, birdenbire, herşey apaçık önüme serildi, varo­luş birdenbire kendini ortaya çıkardı. Soyut bir sınıflandır­manın zararsız görünüşünden sıyrılıp; herşeyin esası oldu­ğunu gösterdi. Kök, park kapıları, bank, otlar, herşey yokol- du; nesnelerin çeşitlilikleri, özellikleri gibi niteliklerinini yal­nızca yüzeyde bir görünüş olduğu ortaya çıktı. Bu görünüş bu yaldızlı cila eridi ve ardında düzensiz, canavarca kitleler bıraktı- çıplak; korkutucu, müstehcen bir çıplaklık kaldı ge­riye.

Bütün bu nesneler... nasıl anlatabilirim?

Bana sıkıntı veriyorlardı. Keşke daha az güçlü, daha ku­ru ve daha soyut olsalardı. Kestane ağacı gözlerime sokuyor kendini. Gövdesini saran yeşil yosun, kaynamakta olan deri­ye benziyordu. Fıskiye'nin sesi kulaklarıma girip orada yer­leşti; buran deliklerim de yeşil, kekri bir koku tarafından iş­gal edildi.

Eğer varsanız, her noktanızla, her zerrenizle varolmanız gerekiyordu. Varoluş, bir çeşit sapış, yoldan çıkıştır. Ağaç­lar, fıskiyenin mutlu fıkırtıları, kokular, soğuk havada uçu­şan sıcak buğular, bir bankta yediklerini hazmetmeye çalı­şan kızılsaçlı bir adam: Bütün bunlar komik... çok komik... yo: O kadar ileriye gitmiyor, varolan hiçbir şey komik ola­maz.

Bizler bir yığın canlı yaratığız, huzursuz, kendimizden utanan, varolmak için hiçbir nedeni olmayan varlıklarız.

Ve ben -yumuşak, müstehcen, hazmeden, saçma düşün­celerle uğraşan- ben de aynı yoldaydım. Neyse ki bunu his­setmiyordum, farkediyordum ama hissetmiyordum. (Şimdi bile bunun beni arkamdan yakalayıp bir dalga gibi kaldıraca­ğından korkuyorum.)

Bu gereksiz yaşamlardan hiç değilse birini yoketmek için bir ara intihar etmeyi düşündüm. Ama ölümüm bile bu yo­lun bir gereği olacaktı. Bu gülümseyen bahçede, bitkilerin arasında bir de cesedim olacaktı, taşlarda kanım varolacak­tı. Ve çürüyen etim toprakta varolacaktı. Herşeyimle yine de bu yolda varolacaktım. Bu yolda sonsuza kadar varım.

Biraz önce bahçede kalemimin ucunda 'anlamsızlık, boş­luk’ sözcüğü canlandı; bu sözcüğü aramamıştım, gereksin- memiştim; Ben sözcükler olmadan düşünürüm, nesneler ko­nusunda nesnelerle düşünürüm. Ve henüz hiçbir şeyi açıkça düzenlemeden, varoluşun anahtarını buldum: Bulantımın, kendi yaşamımın anahtarını buldum. Anlamsızlık, yeni bir sözcük, ben sözcüklerle savaşıyorum. İnsanların küçük, renkli dünyalarındaki bir olay, bir hareket yalnızca göreceli bir anlamsızlıktır, diğer olguları düşünürsek... Örneğin bir delinin çılgınlıkları içinde bulunduğu duruma göre anlam­sızdır ama yaşadığı çılgınlığa göre anlamsız değildir. Şu ağaç kökü de taşlara, kuru otlara, çamura, ağaca, gökyüzü­ne, yeşil boyalı banklara göreceli olarak düşünülürse, 'an­lamsız, boş'tur. Tabii herşeyi bilmiyorum. Tohumların filiz­lendiğini veya ağacın büyümesini görmedim. Ama bu buru­şuk, kocaman pençeyi görünce bilmek ya da bilmemek çok önemsiz geliyor; açıklamaların ve mantığın, bu varoluş dünyasında yeri yok.

Bir daire anlamsız değildir, açıkça biliniyor ki çapının kendi etrafında dönmesi sonunda elde edilir. Ama bir daire aslında yoktur var olduğu farzedilir. Diğer taraftan bu kök var, nasıl olduğunu anlatamıyorum ama o var. Düğüm dü­ğüm, içine kapalı, isimsiz haliyle beni büyüledi, gözlerim doldu ve beni kendi varoluşuna doğru çekti. Bir kök, ağacın nefes alma pompasıdır, o sert, deniz aslanı gibi, kaba, yağlı görünüş. Ne işe yaradığı hiç önemli değil, bir kök olduğunu anlatıyor ama tam da bu kök olduğunu belirtmiyor. Bu kök, rengi, şekli ve görünmeyen hareketleriyle hiçbir anlatıma sığmaz. Topuğumu şu kara pençeye sürttüm; kabuğunu sı­yırmak istiyordum. Hiçbir amacım yoktu, yalnızca kara kit­lenin üzerindeki çıplak, pembe sıyrığın anlamsız görünüşü hoşuma gidecekti, dünyanın anlamsızlığıyla alay edecektim. Ama ayağımı çekince kabuğun hala siyah olduğunu gördüm.

Siyah mı? Bu sözcüğün, kavramın anlamını tam olarak vermediğini hissettim. Siyah? Kara. Kök siyah değildi, onda daha başka bir özellik vardı. Siyah ta daire gibi aslında va­rolmayan bir kavramdır. Kök'e yeniden baktım; siyahtan da­ha mı çok bir şeydi yoksa neredeyse siyah mıydı? Kısa süre­de bu soruları bir yana bıraktım, şimdiye kadar çok sordum, soruşturdum, araştırdım... Boşuna onlar hakkında düşün­meye çalıştım ve onların soğuk, yalın niteliklerinin gözüm­den kaçmış olduklarını hissettim. Geçen akşam, 'Demiryolu İşçisinin Randevusundaki” Adolphe'un askıları, mor değildi. İşçisi'nin Randevusu"ndaki ve o meşhur taş -herşeyin baş­lamasına neden olan o taş da şey değildi... Ne olmadığını tam olarak hatırlamıyorum. Ama onun pasif direnişini unut­madım. Ve o adamın eli; onu tutmuş ve sıkmıştım kütüpha­nede, o zaman tam anlamıyla bir el olmadığını hissetmiştim. Büyük beyaz bir kurt aklıma gelmişti ama kurt da değildi. Ve Cafe Mably'deki bira bardağının şeffaf görünüşü. Şüp­heli, güvensiz: Sesler, kokular, tatlar. Dünya'da gerçek mavi, gerçek kırmızı, gerçek menekşe veya badem kokusu oldu­ğuna bir an inanabilirsiniz.

Ama bunlara biraz dikkat ederseniz, duyduğunuz huzur ve güven hissinin yerini tedirginlik alır: Renkler, tatlar ve ko­kular gerçek değil; kendilerinden başka birşey değildirler. En basit, en yalın nitelik bile kendine göre çok kapsamlıdır. Ayağımın dibindeki siyah, siyaha benzemiyordu, daha önce hiç siyah görmemiş birine bunu nasıl anlatırsınız. O şey bir renge benziyor ama biraz da aynı zamanda bir gürültü ya da bir salgı olabilir —veya başka birşey. Örneğin ıslak toprak kokusu, siyah bir koku, çiğnenmiş, tatlı bir renk— bir koku düşünülebilir. Yalnızca bu siyahı görmüyordum: görmek de soyut bir buluştur, basite indirgenmiş bir düşüncedir. O si­yah, garip ve güçsüz varlık; görme, duyma ve tadalma duyu­larını aşmış.

Bu olağanüstü bir andı. Ben oradaydım, kıpırdamadan, buz kesilmiş gibi kendimden geçmiştim. Bu heyecanın tam ortasında yeni, taze birşey göründü; Bulantıyı anlamıştım artık, ben onun sahibiydim, o bana aitti. Gerçeği söylemek gerekirse bulduklarımı kendim için bile açıkça, düzenli bir şekilde anlatamıyordum. Ama galiba şimdi sözcüklerden yararlanmam iyi olacak. Esas olan şey olağanlık ve rastlan­tıdır. Varolmak yalnızca orada olmak demektir; varolan ki­şiler kendilerine rastlanılmasına olanak sağlarlar, ama onlar­dan hiç bir çıkarım sağlanamaz. Bazı insanlar bunu anla­mışlardır; bu raslantıyı altetmek amacıyla gerekli, beklen­medik bir varlık olmak için çalışmışlardır.

Herşey emrimizdedir; bu park, bu şehir, kendimiz. Bunu farkettiğiniz an Bulantı karşınıza çıkar ve bazıları haklarını öne sürerek kendilerini farklı göstermeye çalışırlar. Zavallı bir yalandır bu; kimsenin ayrıcalığı veya hakları yoktur, tüm insanlar gibi özgürdürler, kendilerini, önemsiz hissetmekten alıkoyamazlar. Ve kendi aralarında gizlice, önemsiz, gerek­siz ve hüzünlü olduklarını bilirler. Bu büyü ne zamana kadar sürecek? Kestane ağacının kökü bendim. Veya daha doğrusu ben tamamen onun varlığının bilincindeydim. Bu ölü tahta parçasının üzerine tüm ağırlığıyla düşen tedirgin bir bilinç.

Zaman durmuştu: ayaklarımın dibinde küçük siyah bir ha­vuz, o andan sonra yeni bir şeyin olması mümkün değildi. Kendimi, bu berbat, acımasız eğlenceden kurtarmayı çok ister­dim, bu işin içindeydim; o siyah şey kıpırdamadı öylece duru­yordu tıpkı nefes boruma kaçmış bir yiyecek parçası gibi.

Değişimin farkında değildim ama birdenbire o kökün va­rolduğunu düşünemez oldum, tümüyle silinip gitmişti, o orada, hala orada diye defalarca boş yere tekrarladım ama artık hiç bir anlam taşımıyordu. Varoluş, uzaktan düşünüle­cek birşey değildi; sizi birden sarar, kavrar; size sahip olur, kalbinizde büyük, hareketsiz bir canavar gibi bir ağırlık bıra­kır —veya hiçbir şey yoktur artık.

Artık hiçbir şey yoktu, gözlerim boştu ve kurtuluşum­dan ötürü şaşkın bir haldeydim. Sonra birden gözümün önünde, ışıkta belirsiz kıpırtılarla hareket etmeye başladı: ağacın tepesi rüzgarla sallanıyordu.

Bir hareket görmek beni sıkmadı, beni gözleyen bunca kıpırtısız, hareketsiz varlıklardan sonra, bu bir değişiklikti. Kendi kendime, dallar sallandıkça; hareketlerin aslında öyle­ce varolmadığını, arada pasajlar, zayıf noktalar olduğunu ve hareketin yavaş yavaş oluştuğunu söylüyordum. Sonunda o varlıkları doğma süreci içindeyken şaşırtabilecektim.

Üç saniye bile sürmedi, tüm umutları suya düştü. Zama­nın geçişini, ağaç dallarının körler gibi ellerini uzatıp etraf­larını araştırmalarına bağlayamam. Zaten pasaj, geçiş fikri­ni de insanlar icat etmişler. Bütün titreşimler, kıpırtılar dış dünyaya karşı yalıtılmışlardı ama kendileri her tarafa yayı­lıyorlardı. Tabii ki bir hareket ağaçla kıyaslanamaz, o bam­başka bir konudur. Yine de bir şeydir. Dalların uçları "varo­luş" süreciyle hala titriyorlardı. "Varolan" rüzgar ağacın üze­rine çökmüştü; güçten işleme dönüşmüştü. Bu da bir geçiş­ti. Herşey dolu doluydu, herşey aktifti. Zamanda zayıflık ol­maz ve en az algılanabilen kıpırtılar bile birer varlıktırlar. Her yerde varoluş var, sonsuz, fazlasıyla, her zaman, her an ve her zaman; varoluş -—yalnız varoluşla sınırlanabilir.

Banka yeniden oturdum, sersemlemiş, şaşkına dönmüş­tüm. Çıkış noktası, kaynağı olmayan bu varlıkların bolluğu karşısında dilim tutulmuştu. Hepsi birbirine benzediğine göre bu bolluğun nedenini anlayamıyordum. Pekçok varlık başarısız oluyor, yeniden başlıyor ve yine başaramıyordu (benim gibi) —sırtüstü düşen bir böceğin çabalamaları gibi.

Kendi kendime gülmeye başladım. Bazı salaklar irade gücünden, yaşamla mücadele etmekten bahsederler. Onlar galiba hiç ağaç veya hayvan görmediler. Şu yarı çürümüş meşeye bakın. Ya şu meşhur kök! Toprağı pençeleriyle ka­zıyor, yiyecek arıyor.

Herşeyi bu şekilde görmek mümkün değil. Evet, zaaflar, zayıflıklar olabilir. Ağaçlar varolmak istemiyorlardı ama el­lerinden birşey gelmiyor. Böylece sessizce içlerine kapanıp, kendi sorunlarıyla uğraşıyorlar. Ama her an herşeyi bir ya­na bırakıp kendilerini yok etmeye çalışabilirler. Hâlâ varol­mayı sürdürmeye çalışan yaşlı ve yorgun ağaçlar belki de ölemeyecek kadar zayıftılar. Varolan herşey bir sebep olma­dan doğar, güçsüzlüğü yüzünden yaşamını sürdürür ve ka­zara ölür.

Arkama yaslandım ve gözlerimi kapadım. Ama imajlar, görüntüler hemen üzerime saldırdılar, kapalı gözlerimi var­lıklarıyla doldurdular: varoluş daima dolu doludur.

Tuhaf görüntüler. Bir sürü şey anlatıyorlar. Gerçek şey­ler değil, gerçeğe benzeyen şeyler. İskemleye benzeyen, bit­kilere benzeyen şeyler. Ve iki yüz: geçen pazar pastanede karşımda oturan çift. Şişman, ateşli, duygulu, anlamsız, kır­mızı kulaklı yüzler. Bu çift hala Boville'de bir yerlerde yaşı­yordu. —yumuşak gerdanı parlak kumaşlara sürünüyor, ka­dın akimdan "Benim memelerim, sevimli meyvelerim” diye düşünüyor, oynadığı memelerinin kabarmasını seyrediyor­dun..sonra birden bağırdım ve gözlerimi açtım.

Bu varolma halini acaba hayal mi ettim? Ben oradaydım, bahçede, ağaçların içine sızmıştım, yumuşak, yapışkan, pelte gibi birşeydim. Ve ben içerdeydim, bahçe ile birliktey­dim. Korkmuştum ve öfkeliydim. Yükseldim, yükseldim göklere kadar, görüş açım genişledi. Artık Bouville'de de­ğildim, hiçbir yerde değildim, uçuyordum. Şaşırmadım. Dünyaydı bu, birden kendini gösteren çıplak dünyaydı ve bu koca, anlamsız varlık karşısında öfkeyle sarsıldım. Heryer- de dünya vardı, önümde, arkamda bir an. Ondan önce hiçbir şey olmamıştı. Onun varolmadığı bir an asla olmamıştı. Beni kaygılandıran buydu; elbette bu akan, kayan kurdun va­rolması için hiçbir sebep yoktu. Dünyanın tam ortasında, canlıyım, gözlerim iyice açılmış; ve aklımdaki tek fikir hiç­lik. Bu hiçlik varoluştan önce yoktu. "Pislik! Kokmuş pis­lik!" diye bağırdım ve bu pislikten kurtulmak için silkindim; ama tonlarca varoluş üzerime sinmişti. Ve birden park, bü­yük bir delik haline geldi, Dünya geldiği gibi yokoldu, bo­şaldı veya uyandım. Her ne olursa olsun, daha başka birşey olmadı, çevremde sarı topraktan başka birşey kalmadı, ölü dallar bu toprak üstünde yatıyorlardı.

Ayağa kalktım ve parktan çıktım. Kapıda durdum, arka­ma döndüm. Bahçe bana gülümsedi. Kapıya yaslandım ve uzun süre baktım. Ağaçların gülümsemesinin bir anlamı var­dı: bu varoluşun gerçek sırrıydı. Üç hafta kadar önce, bir Pa­zar günü çevremde kuşkulu bir hava sezmiştim. Bu benim kuruntum muydu? Bıkkınlıkla bunu anlamanın yolu olmadı­ğını hissettim. Yolu yoktu. Ama o, oradaydı, bakıyordu. Kestane ağacının gövdesindeydi..., o kestane ağacıydı. Yarı- yolda kalmış şeyler —siz onlara düşünceler diyebilirsiniz —unutulmuşlardı ve ne düşündüklerini unutmuşlardı.

Bu his beni öfkelendirdi: An-la-ya-mı-yor-dum; o kapıya yüzyıl da yaslanıp beklesem bile anlayamıyordum. Varoluş konusunda öğrenebileceğim herşeyi öğrenmiştim. Çıktım, otele döndüm ve yazdım.

FYODOR DOSTOYEVSKİ

Yemin Ederim Baylar,
Fazla Bilinçli Olmak Bir Hastalıktır

— Gerçek, Eksiksiz Bir Hastalık

Dostoyevski'nin "Yeraltından Notlar" isimli romanından alınan bu parça, dengesiz bir aklın ürünü olarak sunulmamıştır. Bu pa­saj, psikopatoloji adını verdiğimiz çeşitli olguların karşısında gösterilen davranış biçimlerini keşfetme çabalarımızın bir parça­sı olarak seçilmiştir. Dostoyevski'nin yeraltı adamı, normal ve sağlıklı olmaya tepki gösterirken bu alanda yazılan en tuhaf ve bi­ze çok yararlı olabilecek veriler sağlamıştır. Dostoyevski'nin tar­tışmalarının akıl hastanelerinde çok sık rastlanan psikoz türlerini anımsattığını düşünebilirsiniz.

L BÖLÜM: YERALTI

I

Ben hasta bir adamım.... Kinci bir adamım. Hiç çekici değilim. Galiba karaciğerim rahatsız. Herşeye rağmen, has­talığım hakkında hiçbir şey bilmiyorum ve beni neyin rahat­sız ettiğinden emin değilim. Bu konuda bir doktora danışmı­yorum, tıbba ve doktorlara saygım olduğu halde... Aynca, aşın derecede batıl inançlanm vardır, tıbba saygı duymama yetecek kadar. Hayır, bir doktora danışmayı, içimdeki kin yüzünden reddediyorum. Bunu belki siz anlamayacaksınız, ama ben çok iyi anlıyorum. Elbette bu durumda, kinimle ki­mi küçük düşürmeyi hedef aldığımı, anlatamam; doktorlara gitmemekle onlan incitmediğimin pekâlâ farkındayım; bü­tün bunlarla yalnızca kendimi incittiğimi çok iyi biliyorum. Ama yine de bir doktora danışmamamın sebebi kinimdir. Karaciğerim çok kötü durumda —iyi ya, beter olsun!

Uzun zamandan beri bu durumdayım —yirmi yıldır. Şimdi kırk yaşındayım. Bir hükümet dairesinde çalışıyor­dum ama artık çalışmıyorum. Öfkeli, kin dolu bir memur­dum. Kabaydım ve böyle olmaktan memnundum. Rüşvet al­mazdım, anlıyorsunuz ya, bunun karşılığında birşeyler yap­mam gerekiyordu. (Kötü bir jest, ama bunu karalamayaca­ğım. Espirili olduğunu düşünerek yazmıştım bunu; ama şimdi gösteriş yapmak için yazdığımı anlayınca kasten ka­ralamadım, silmedim.)

Oturduğum masaya bilgi almak için gelen kişilere dişle­rimi gıcırdatırdım ve herhangi birini mutsuz yapınca yoğun bir zevk alırdım. Çoğu zaman da başarırdım. Bunların çoğu çekingen insanlardı —dilekçeler getirir, işlerini takip eder­lerdi. Ama yukandakilerden bir memur vardı ki, ona dayana- mıyordum. Alçak gönüllülükle ilgisi yoktu, kılıcını da iğ­renç bir şekilde şakırdatıyordu. Onsekiz aydan beri, o kılıç yüzünden ona karşı adeta kan davası güdüyordum. Sonunda ben kazandım ve kılıcı şakırdatarak çıktı gitti. Tabii, bu olay gençliğimde olmuştu.

Ama Beyler, bu kinimin, garezimin can alıcı noktası ney­di biliyor musunuz? Beni esas inciten nokta, aslında kindar veya hiç değilse dünyaya küsmüş bir adam olmaktan, içten içe utanç duymam ve kendimi yalnızca kuşları gelişi güzel ürküten ve bununla eğlenen bir adam olarak görmemdir. Ağ­zımda köpüklerle etrafa saldırırken, bana oynamam için bir oyuncak bebek verin, şekerli bir fincan çay getirin, beni ya­tıştırmış olursunuz. Hatta size teşekkür bile edebilirim; son­ra dişlerimi gıcırdatarak aylarca, gecelerimi duyduğum utanç yüzünden uykusuz geçirsem bile. Ben böyleyim işte.

Şimdi, kindar, öfkeli bir memur olduğumu yazarken ya­lan söylüyordum. Yalnızca dilekçe sahipleriyle biraz eğleni­yordum, aslında asla kindar olamam ben. İçimde kine, gare­ze karşı pek çok şey olduğunun farkındaydım. Bu karşı olan elemanlar yaşadığım sürece içimdeydiler ve dışarıya vurmak için fırsat arıyorlardı. Ama onların dışa vurmaları­na izin vermedim, veremezdim. Beni rezil edene, utanç duy­mama neden olana kadar işkence yaptılar: ihtilaçla, sarsıla sarsıla kıvrandım, beni hasta ettiler, hem de nasıl hasta etti­ler!

Şimdi, Beyler, sizler benim pişmanlık duyduğumu, özür dilediğimi zannediyorsunuz değil mi? Bundan eminim... Neyse, emin olun ki, hiç umurumda değil, eğer siz...

Yalnız kindar veya nisbetçi olmamayı değil, herhangi bir şey olmayı da beceremiyordum; ne kinci ne kibar, ne kurnaz ne dürüst, ne kahraman ne bir böcek olabilmiştim. Şimdi kö­şeme çekildim, akıllı bir adamın zaten pek bir şey olamaya­cağı, ancak aptalların bir şey olmayı becerebileceğini söyle­yerek kendimi teselli ediyorum.

Evet ondokuzuncu yüzyılda, bir adam herşeyden önce karaktersiz bir yaratık olmalıdır; karakter sahibi bir insan çok sınırlanmıştır. Yaşadığım kırk yıl içinde bunu öğren­dim, şu anda kırk yaşındayım ve bildiğiniz gibi kırk yıl bir ömür demektir ve yaşlandığınız anlamına gelir. Kırk yıldan daha uzun bir süre yaşamak kötü davranıştır, adilik ve ah­laksızlıktır. Kimler kırktan fazla yaşar? Buna içtenlikle ve dürüstçe cevap verin. Size kimlerin kırkını geçtiklerini söy­leyeyim: Ahmaklar ve değersiz kişiler. Bütün yaşlıların yü­züne söylerim bunu, bütün o saygıdeğer, ak saçlı ihtiyarlara! Buna hakkım var; çünkü ben de altmışa kadar yaşayaca­ğım. Hatta yetmiş. Veya seksene kadar! ... Durun, bir nefes alayım...

Beyler, şüphesiz sizi eğlendirmek istediğimi sanıyorsu­nuz. Burada da yanıldınız. Düşündüğünüz gibi neşeli bir in­san değilim ben; belki bu gevezelikten biraz sıkılmış olabili­rim. Bana kim olduğumu sormanın uygun olduğunu düşünü­yorsunuz. —Cevabım şöyle olacak; ben bir kolej muhasebe- cisiyim. Ekmek parası kazanmak için çalışıyordum ama ge­çen yıl uzak bir akrabam altı bin ruble miras bırakarak ölün­ce hemen istifa edip köşeme çekildim. Daha önce de burada yaşıyordum; ama şimdi iyice yerleştim. Şehir dışında kor­kunç, sefil bir odam var. Hizmetçim ihtiyar bir köylü; aptallı­ğından ötürü kötü huylu ve hep pis kokar. Petersburg'un ikli­minin sağlığım için kötü olduğunu ve benim kısıtlı olanakla­rımla burada yaşamamın pahalıya geleceğini söylediler.

Bütün bunları, o doktorlardan, danışmanlardan daha iyi biliyorum... Ama ben Petersburg'da kalıyorum, buradan git­meyeceğim çünkü... şey! Neyse benim gitmem veya gitme­mem o kadar önemli değil.

İyi, eğitim görmüş ve efendi bir adam en çok neden bah­setmekten hoşlanır?

Cevap: Kendinden bahsetmekten.

Pekâlâ, ben de kendimden bahsedeceğim.

II

Beyler, size şunu söylemek istiyorum, duymak isteseniz de istemeseniz de neden bir böcek bile olamadığımı anlat­malıyım. Bir böcek olmayı pek çok kez denedim. Ama buna uygun yapıda değildim. Beyler, size yemin ederim, çok bi­linçli olmak bir çeşit hastalıktır, —adamakıllı bir hastalık. İnsanın günlük ihtiyaçları için normal insan bilinci yeterli olabilir. Yani günümüzün, ondokuzuncu yüzyılın eğitilmiş, mutsuz insanının payına düşen miktarın yarısı veya dörtte biri yeterli olabilir. Özellikle o eğitilmiş kişi, dünyanın en soyut, en planlı yeri olan Petersburg'da yaşama şanssızlığı­na sahipse.

Bahse girerim ki bütün bunları gösteriş olsun, espri olsun diye yazdığımı düşünüyorsunuz. Ama beyler, kim hastalı­ğından övünerek, gurur duyarak bahsedebilir ki?

Aslında, herşeye rağmen pek çok kişi bunu yapıyor, ra­hatsızlığını kullanıyor ve ben de belki herkesten çok aynı şeyi yapıyorum. Bunu tartışmayacağız, saçmalık olur.

Ama yine de kesinlikle bilincin, yoğun bilincin bir hasta­lık olduğundan eminim. Bu konuyu da bir an için bir kenara bırakalım. Bana şunu söyleyin; her "iyi ve güzel" olan şeyi hissettiğim an, bana kötü ve çirkin şeyler yaptığımı söylü­yorlar... bunun nedenini öğrenmek istiyorum.

Kısacası, iyiliğin bilincinde en çok olduğum ve herşeyin en güzel olduğu zamanlar; kendi pisliğime, bataklığıma da­ha çok batıyorum. Ama en önemli nokta, bütün bunların ka­zara değil de olması gerektiği için olduğudur. Sonunda bu­nun, benim normal halim olduğuna neredeyse inanıyorum. Ama başlangıçta bu mücadelede ne büyük sıkıntılar çektim!

Diğer insanlarda da aynı şey olduğuna inanmıyordum ve tüm yaşamım boyunca bu gerçeği sakladım. Utanıyordum (şimdi bile utanıyorum). İğrenç bir Petersburg akşamında eve, köşeme döndüğümde yine kötü bir davranışta bulundu­ğumun bilincinde, kendi kendimi yiyerek, yırtınarak kıvra­nıyordum ama bu hisler bir süre sonra bir çeşit utançla karı­şık tatlı, sevecen bir hal alıyor, en sonunda da —gerçek bir eğlenceye dönüşüyordu. Evet, eğlence ve zevk! Bundan bahsettim; çünkü başkalarının da böyle bir haz duyup duy­madıklarını hep bilmek isterdim. Duyduğum zevk yalnızca çok yoğun bir şekilde kendi aşağılanmamın bilincinde olu­şumdan doğuyordu, sınıra ulaştığımı hissedince bu çok müthiş bir an oluyordu, ama başka bir seçenek de yoktu; ka­çış yolum tıkanmıştı; başka bir adam olamazdım; değişe­bilmek için zamanım ve inancım olsaydı bile büyük bir ola­sılıkla değişmek istemezdim ayrıca istesem bunu yapmaz­dım; çünkü gerçekten değişmek istediğim bir şekil yoktu.

Ve herşeyin en kötüsü, bunların yoğun, akut bilinçlilik kurallarına uymalarıydı ve sonuç olarak şunu diyebilirim, insan yalnız değişememekle kalmıyor aynı zamanda kesin­likle hiçbirşey yapamıyor.

Eh, epeyce saçmaladım, ama ben ne anlattım? Bunu an­latmanın zevki nasıl oluyor? Ama ben anlatacağım. Konu­nun köküne ineceğim! İşte bu yüzden kalemimi elime al­dım...

Örneğin bende aşın derecede "amour-propre" var. Bir kambur veya bir cüce kadar alıngan ve şüpheciyim. Ama ba­zen de suratıma bir şamar atsalar iyi olur diye düşünürüm. Belki bundan bir çeşit zevk alırım, ümitsiz bir zevk. Ve biri­sine tokat atılınca —bilinç silinmiş gibi olur. En kötüsü de, ne yönden bakılırsa, her konuda suçun bende olmasıydı. En aşağılayıcı şey, hiçbir kabahatim yokken suçlanmamdı.

Önce, çevremdekilerden daha akıllı olduğum için suçluy­dum. (Hep kendimin diğerlerinden daha akıllı olduğumu dü­şünmüş ve ister inanın ister inanmayın, bundan utanç duy­muşumdur. Herşeye rağmen benim yaşamım böyleydi ve insanların yüzlerine doğrudan hiç bakamazdım.)

Ayrıca alicenap, asil ruhlu olsam bile bunu belli ettiğim için de suçluyum. Tabiat kanunlarına uyarak, bana saldıran birisi beni tokatlayabilir ama onu affetmem yararsız bir dav­ranıştır. Kısacası beni tokatlayandan intikam almak için bir- şeyler yapmam gerekirdi, hem tabiat kanunlarına uymak için hem de âlicenaplığın yararsız olduğuna inandığımı göster­mek için. Ama nasıl öç alacağıma bile karar veremiyordum. Neden bir türlü karar veremiyordum? Bu konuda özellikle birkaç söz söylemek istiyorum.

III

Kendilerini savunabilen ve öçlerini alabilen bazı kişiler vardır, bunu nasıl yapıyorlar? İntikam hissiyle gözleri karar­mışken, neden bütün benlikleri bu hisle doluyor?

Bu durumdaki bir beyefendi hedefine doğrudan, boynuz­larını eğip saldırmaya hazırlanan bir boğa gibi, hücum eder ve bir duvardan başka hiçbir şey onu durduramaz. (Bu ara­da, duvarla karşılaşınca apışıp kalırlar, şaşkına dönerler. Bu tip insanlara ben "düz insanlar" diyorum. Onlar için du­var bir kaçış değildir. Halbuki bizim gibi düşünen ve hiçbir şey yapmayanlar için duvar başka yöne gitmek için bir ma­zerettir.) Evet bu "düz insanlar" sevecen Tabiat Ana'nın on­ları görmek istediği gibi olan normal insanlardır. Onlan kıs­kanıyorum. Onlar aptaldır, bunu tartışmıyorum ama ne bili­yorsunuz belki de normal insanlar aptal oluyordur. Bu nor­mal insanın tam karşıtını düşünün, benim gibi fazla bilinçli, fazla düşünen birini. Bu adam karşısında normal bir düz in­san görünce şaşkına döner ve kendini bir fare gibi görür. Belki bilinçli, düşünen bir fare ama yine de fare... Ve en kö­tüsü de kendisi, özbenliği de kendisini bir fare gibi görür.

Şimdi bu farenin harekete geçişini görelim. Varsayalım ki, bu fare kendisine hakaret edildiğini sanıyor (ve çoğunluk­la öyle hisseder) ve öç almak istiyor. İçi kinle doludur. İçin­de o "düz insanlardan (l'homme de la nature et de la veri te)" daha çok kin birikmiştir. Çünkü onların doğuştan gelen ap­tallıkları yüzünden intikamı adalet olarak görmelerine kar­şın fareler buna inanmazlar. İntikam almak amacıyla yapı­lan esas harekete gelince, şanssız fare ardarda kötü olaylar yaratır, şüpheler ve sorular arasında boğulur. Şüphelerinden, duygularından oluşan yapışkan bir kitlenin içindedir. O pis, kokulu yeraltı evinde, bizim hakarete uğramış, ezilmiş, aşa­ğılanmış faremiz, kini ve gareziyle başbaşa kalmıştır. Kırk yıl boyunca yarasım hep, en küçük ayrıntılarıyla anımsaya­cak ve zaman geçtikçe de bu ayrıntılar kinini besleyecektir; kendine karşı duyulmamış şeyler icat edecek, bunların ger­çek olduğunu varsayacak ve asla hiçbir şeyi affetmeyecektir. Ölüm yatağında bile herşeyi yeniden anımsayacak, yılların birikimiyle...

O soğuk, iğrenç yarı-umutsuzluk, yan-inanç içinde bilinç kendini diri diri gömüyor, yeraltında geçirdiği kırk yılın acı­sını yeniden tadıyor ve bu zaman boyunca yaşadığı doyum- suzluklarını, hemen vazgeçilen kararlarını, acı çekmenin so­nunda yaşadığı o tuhaf zevki, tekrar tekrar anımsıyor.

Bu öylesine ince, anlatılması güç birşey ki, sağlam sinir­leri olan kişiler bunun bir zerresini bile anlamayacaklardır. Kibarca "belki de yüzlerine hiç şamar yemeyenler de anlaya­mazlar" diyerek beni kastedeceksiniz; evet ben bilerek konu­şuyorum. Ama rahat olun beyler, ben yüzüme şamar yeme­dim; hem bu konuda ne düşündüğünüz benim için hiç önem­li değil.

Zevk almanın inceliklerini anlamayan sağlam sinirli kişi­lerden söz etmeye devam edeceğim. Onlar imkansızla yani taş duvarla karşılaşınca tepki gösterirler. Hangi taş duvar?

Elbette, doğa kanunları, doğal bilimlerin kuramları, mate- metik. Örneğin size atalarınızın maymun olduğunu ispatla­dıkları anda surat asmanın bir yararı yoktur, bunu bir gerçek olarak kabullenmelisiniz. Aslında yağınızın bir damlasının bile sizin için, diğer insanlardan yüzbinlercesinden daha de­ğerli olduğunu ispatladıklarında da bunun kesin sonuç oldu­ğunu kabul etmeniz gerekir. "Başka bir seçenek yok, iki kere ki dört eder. Doğa sizden izin almaz; isteklerinizle ilgilen­mez, kurallarından hoşlanıp hoşlanmamanız umurunda de­ğildir. Doğayı olduğu gibi kabul etmeniz lâzımdır. Görüyor­sunuz ya, duvar duvardır..." diye bağırırlar.

Aman Tanrım! Doğa'nın kanunları, aritmetik benim umurumda değil, o kanunlardan da, iki kere ikinin dört etme­sinden de hoşlanmıyorum. Tabii ki duvarı, kafamı vura vura kıramam ama yine de yeterince güçlü olmadığım için ve o da bir taş duvar olduğu için, bu durumu öylece kabul ede­mem. Yalnızca o taş duvar bir teselliymiş gibi ve iki kere ikinin dört ettiği kadar gerçek olduğu için... Of saçmalık bu! Herşeyi anlayabilmek, tanıyabilmek, (bütün olanaksızlıkları ve taş duvarlarıyla) çok daha iyi olurdu. Bu yüzden dişleri­nizi gıcırdatarak sessizce içinize kapanmak ve kin duymanı­za hedef olabilecek hiçbir şeyin olmadığını düşünmek, bü­tün suçun sizde olduğunu sanmak ve buna karşın suçlu ol­madığınızı iyi bilmek... İşte bütün bunlar yalnızca bir kar­maşa. Ne ve kim olduğunu bilmeden bütün bu belirsizlere karşın yine de içinizde bir sızı vardır ve bilmedikleriniz art­tıkça sızınız da artacak.

IV

"Ha, ha, ha! Biraz sonra da dişinin ağrımasından zevk duyacaksın," diye bana gülüyor, alay ediyorsunuz.

"Pekala, diş ağrısında bile bir keyif vardır," diye cevap veririm. Bir ay süreyle diş ağnsı çektim ve hâlâ biraz ağrı­yor. Bu durumda insanlar sessizce acı çekmezler, inlerler. Acı çekenin keyfi bu inlemelerde gizlidir, zevk almasaydı inlemezdi. Beyler bu iyi bir örnek ve bunun üzerinde duraca­ğım. Bu inlemeler, önce ağrının amaçsızlığını anlatır, bilinç halinizi aşağılar. Sizin cezalandırabileceğiniz bir düşmanı­nızın olmadığını gösterir, ama yine de acı çekersiniz; dişle­riniz sizi esir almıştır ve eğer isterlerse ağrıyı geçirebilirler ama isterlerse ağn üç ay daha sürer; size kalan tek şey ken­dinizi hırpalamak, taş duvan yumruklamaktır.

Evet bu hakaretler, bu aşağılamalar sonunda bir çeşit ke­yif, zevk doğar, bazen şehvete bile dönüşebilir. Rica ediyo­rum beyler, ondokuzuncu yüzyılın eğitim görmüş bir adamı­nın, diş ağrısı yüzünden inlemesini dinleyin lütfen, özellikle ağrının ikinci, üçüncü gününde, bir köylü gibi değil de geliş­melerden ve Avrupa uygarlığından etkilenen, "topraktan ay­rılmış olan" bir adamın inlemesini dinleyin. İniltileri çirkin­leşir, tiksindirecek kadar kötüleşir ve gece gündüz devam eder. Ve elbette bu inlemelerin bir yararı olmadığını; karşı­sındaki dinleyicilerin, ailesinin ona inanmadıklarını da bili­yor. Bütün bu bilgilerin ve kabalıkların altında şehevi bir zevk yatıyor. Sanki, "Sizi endişelendiriyorum, kalplerinizi kırıyorum, evde herkesi uyanık tutuyorum. Pekala, öyleyse uyanık kalın, siz de benim gibi her an diş ağnsını hissedin. Ben bir kahraman değilim, yalnızca kötü bir insanım, bir hi- lekârım. Öyle olsun! Benim gerçek yüzümü görebildiğiniz için memnunum. Aşağılık iniltilerim sizi üzüyor mu?" dersi­niz.

Şimdi bile anlamıyorsunuz beyler. Gelişmemiz ve bilin­cimiz bu zevkin entrikalarını anlayabilecek kadar ilerleme­miş daha. Gülüyor musunuz? Memnunsunuz. Evet, şakala­rım pek iyi seçilmedi galiba; zevksiz, kendine güvenden yok­sun.

Ama elbette bu kendime saygım olmadığı içindir. Anla­yışlı, sezgi gücü yüksek bir adamın nasıl kendine saygısı olabilir?

V

Haydi, kendi aşağılanmasından zevk almaya çalışan bir adamın kendine karşı en ufak bir saygı kıvılcımı olabilir mi?

Bunu iğrenç bir vicdan azabı çektiğim için söylemiyo­rum. Ve gerçekten, asla şöyle demeye dayanamazdım:

"Özür dilerim baba, bir daha yapmayacağım." Sanki önce­den planlanmış gibi daima suçsuz olduğum zamanlar başım belaya giriyor. Bu işin en kötü yanıydı. Kalbim doğa kanun­larını bile suçlayamıyordu halbuki bütün ömrüm boyunca doğa kanunlarından hiç hoşlanmazdım. Bütün pişmanlıklar, duygular, yenilik vaatleri hepsi yalandı. Böyle saçmalıklarla niçin uğraştığımı soracaksınız, cevabım şu olacak: "insanın eli kolu bağlı öylece oturması çok sıkıcı birşey.Beyler, ken­dinize daha dikkatle bakınız, gerçeğin bu olduğunu anlaya­caksınız. Kendi kendime maceralar yarattım, bir hayat kur­dum. Bu gibi şeyler kaç kere başıma geldi —örneğin hiçbir neden yokken isteyerek öfkelenmek gibi, insan tabii ki ken­dini tanır, hiçbir neden yokken öfkelendiğini de bilir ama yi­ne de gerçekten öfkelenebilir. Bir başka seferde, galiba iki kez, aşık olmaya çalıştım. Beyler, acı bile çektim, emin olunuz. Kalbimin derinliklerinde, çektiğim acıya inanmıyor­dum, hatta hafif bir alay bile vardı; ama yine de acı çekiyor­dum, kıskanıyordum (kendime rağmen) ... Beyler bunların hepsi can sıkıntısındandı; atalet galip gelmişti.

Bilirsiniz, bilincin yasal meyvası atalettir, yani bilinçli olarak eli-kolu-bağlı-oturmak. Tekrar ediyorum, altını çize­rek tekrar ediyorum: tüm "düz" insanlar ve aktif insanlar yal­nızca ahmak ve sınırlı oldukları için hareketlidirler. Nasıl anlatmalı? Şöyle söyleyeyim: sınırlı oldukları için esas ne­denleri gözden kaçırıp; ikinci-üçüncü derecede nedenlere önem verirler ve hareketlerine temel olarak daha basit konu­ları ele alırlar, zihinleri daha rahat ve huzurludur. Bildiğiniz gibi, harekete geçmek için ilk şart zihnin huzur içinde olma­sı ve içinde hiçbir şüphe olmamasıdır. Peki ama örneğin ben, beynimi nasıl rahatlatabilirim? Dayanak olarak hangi temel nedenleri alabilirim? Temellerim nerede? Bunları ne­rede bulabilirim? Ben düşündükçe hep esas nedenleri bulu­yorum ve bu sonsuza dek sürüyor, işte bu, bilinçliiik ve dü­şünce halidir. Yine doğa kanunları karşımıza çıkıyor. So­nunda elimize ne geçiyor? Hep aynı şeyler. Biraz önce inti­kam almaktan bahsetmiştim. (Dikkat etmediğinizden emi­nim.) Bir adamın kendini haklı gördüğü için intikam almak istediğini söylemiştim. Böylece bir "esas neden" bulmuş oluyor; haklı oluş, adalet. Ve artık içi rahattır, bu yüzden ha­rekete geçebilir, intikamını almaya hazırdır. Adil ve dürüst bir iş yaptığına kendini inandırmıştır. Ama ben bunda ada­let göremiyorum, ayrıca intikam alma erdemli bir davranış da değil; sonuç olarak ben intikam almaya kalksam bu yal­nızca duyduğum kinden ötürü olur. Kin her şeyden önce ge­lir, bu yüzden benim için "esas neden" olabilir. Fakat kinim bile yoksa ne yapabilirim ki? Yine de o lanet olası bilinç ka­nunlarının sonucu olarak, içimdeki öfke ve kızgınlık kimya­sal bir çözülmeye uğruyor. Baktığınız an, o uçup gider; man­tığınız yokolur; nedenleriniz kaybolur; suçlu bulunamaz; yanlış, yanlış değildir artık, dişağrısı gibi birşeydir; kimse suçlanamaz ve neticede tek bir çıkış yolu kalır —duvara mümkün olduğu kadar kuvvetle vurmak. Böylece elinizi şöyle bir sallar, bu işten vazgeçersiniz; çünkü esas nedeni bulamadınız. Ve kendinizi körcesine, düşünmeden duygula­rınıza bırakırsınız, hiç değilse bir süre için esas neden olma­dan, nefret veya aşk düşünmeden, sırf elleriniz kucağınızda, öylece oturmamak için. En geç yarından sonra bilerek kendi­nizi aldattığınız için, kendinizden nefret edersiniz. Sonuç: Sabun köpüğü ve atalet.

A! beyler, biliyor musunuz ki, yalnızca hayatım boyunca hiçbir şeye başlamayı veya bitirmeyi başaramadığım için, kendimi akıllı bir adam olarak görüyorum. Ayrıca ben bir gevezeyim de; herkes gibi. Ama, akıllı her adamın tek mes­leği gevezelikse yani suyu elekten geçirmekse, ne yapılabi­lir?

VI

Sırf tembellikten ötürü hiçbir şey yapmadan otursaydım! Tanrım kendime nasıl büyük bir saygı duyardım, çünkü hiç değilse tembel olmayı başarmış olurdum o zaman; hiç ol­mazsa bir niteliğe sahip olmuş olurdum. Som: O nedir? Ce­vap: O, bir miskindir; ne hoş bir şey bu, kendinden böyle bahsedilmesi ne hoş! Olumlu olarak tanımlanmak. "Mis­kin"—neden olmasın, bu bir hitap şekli ve meslek olabilir. Yo, gülmeyin, ciddiyim. Böylece bir kulübe üye oluyordum (miskinler kulubü) ve kendime olan saygımı yitirmeden de­vamlı bir uğraşım oluyordu (miskinlik). Benim de bir mes­lek edinmem gerekiyordu; bir miskin olmalıydım ama basit bir miskin değil, güzel ve iyi olan herşeyi seven bir miskin. Nasıl? Uzun süre bunun düşünü kurdum. Kırkına varınca "güzel ve iyi" zihnimde önemli bir yer tutmaya başladı. Bu yaşta herşey farklı olmalıydı. Herşeyi, "iyi ve güzel" olan herşeyi severim. Bir yazar "Hoşlandığınız Gibi"yi yazmış; hemen onun sıhhatine içerim, çünkü "iyi ve güzel" olan her­şeyi severim. Böyle davrandığım için saygı görmeyi bekle­meli, huzur içinde yaşamalıydım, saygın bir şekilde ölme­liydim. Güzel bir göbek büyütüp, üç katlı gerdanımla öyle bir görüntüm olmalıydı ki herkes bana bakıp, "işte zengin­lik! Somut ve gerçek birşey!" demeli. Ve siz istediğinizi söyleyin, bu olumsuz devrede, insanın kendi hakkında bu çeşit sözler duyması hoş bir şey.

IX

Beyler, şaka yapıyorum ve şakalarımın pek parlak olma­dığını biliyorum, ama biliyorsunuz herşeyi bir şaka olarak görmemeli. Belki dişlerimi gıcırdatırken şaka yapıyorum. Beyler, çeşitli sorular altında eziliyorum, onlan benim için siz cevaplan-dınn. Örneğin siz, insanları eski alışkanlıkla­rından kurtarıp, onların istek ve iradelerini bilim ve sağduyu yoluyla yenilemek istiyorsunuz. Ama bir adamın bu şekilde yenilenebileceğini nasıl bilebilirsiniz? Aynca onun yenilen­meye gereksindiğini nereden biliyorsunuz? Kısaca, yenilen­menin o adam için iyi olacağını nasıl bilebilirsiniz? Bunlar belki mantık kurallarına uygundurlar ama, insanlık kuralları­na uymazlar.

Beyler, belki de deli olduğumu düşünüyorsunuz. İzin ve­rin, kendimi savunayım. İnsanın her şeyden önce yaratıcı bir hayvan olduğunu, bir amaç için çabalamak için yaratıldı­ğını ve mühendislik yaptığını —yani durmadan ve sonsuza dek (nereye giderse gitsinler) yollar yaptığını, kabul ediyo­rum. Belki de o "düz ", pratik insan ne kadar aptal olsa da ba­zen bu yolların mutlaka bir yerlere gittiğini ve gidilecek ye­rin onun yapılmasından daha önemsiz olduğunu ve esas önemli olan şeyin iyi yönetilen bir çocuğun mühendislikten soğumasını ve tembelleşmesini önlemek olduğunu düşüne­bilir. Hepimizin bildiği gibi tembellik bütün kötülüklerin anasıdır.

İnsanlar yol yapmaktan ve yaratıcılıktan hoşlanırlar, ama neden, mahvetmeyi ve karışıklığı bu kadar tutkuyla seviyor­lar? Bana bunu açıklayın! Ama bu noktada bir çift laf etmek istiyorum. Acaba kaosu, karışıklığı ve yıkımı bu kadar çok sevmesinin nedeni, içgüdüsel olarak amacına ulaşıp, inşa et­mekte olduğu binayı tamamlamaktan korkması mıydı? Kim bilir belki de o binayı uzaktan seviyor ve asla yaklaşmak is­temiyordun yalnızca onu inşa etmeyi seviyor ve asla içinde yaşamak istemiyordur ve belki de bina tamamlanınca onu evcil hayvanlara bırakacaktır —karıncalar, koyunlar vs. Ka- nncalar'm yeri çok önemli...

Karıncaların da ömürleri boyunca koşturdukları bir he­defleri vardır: Karınca yuvası. Saygın karınca ırkı karınca yuvasıyla başlar ve onunla sona erecektir; bu onların sağdu­yularını gösterir, ama insanoğlu uyumsuz ve kararsızdır, bir satranç oyuncusu gibi, oyunun sürecinden zevk alır, sonuna gelmekten hoşlanmaz. Ve kimbilir, belki de insanların ulaş­mak için didindikleri tek bir hedef vardır, o da hiç durmayan bu ulaşma çabasıdır; başka bir deyişle, ulaşılmak istenen nesne değil, yaşamın kendisi önemlidir ve bu iki kere iki gi­bi kesin bir formülle ifade edilir. Beyler, bu kesinlik yaşam değildir; yalnızca ölümün başlangıcıdır. Ne olursa olsun in­sanlar daima ölümden, bu matematiksel kesinlikten kork­muştur; ben de şu anda korkmaktayım. İnsanlar yaşamları­nı, araştırmakla geçirmekten başka bir şey yapmadıkların­dan, bu matematiksel kesinliği aramak için okyanuslar aş­mışlar, yaşamlarını bu işe adamışlardır ama başarmaktan yani onu bulmaktan korkmuşlardır. Aradıklarını bulunca, artık arayacak birşey kalmayacağını hissetmişlerdir. İşçiler işlerini bitirince paralarını alırlar, meyhaneye giderler, sonra karakola götürülürler —işte size bir haftalık meşgale. Ama insanoğlu nereye gidebilir? O işini yapmayı, sona ulaşmak için uğraşmayı sever ama işini bitirip amacına ulaşmaktan hoşlanmaz. Bu anlamsız görünüyor. Aslında insanlar komik yaratıklardır, bütün bunlar bir şaka, bir espri gibi geliyor. Bence iki kere ikinin dört etmesi bir küstahlıktır. Yolunuzu iki kolunu açarak kapatan şımarık bir züppedir. İki kere iki­nin dört etmesinin mükemmel bir şey olduğunu kabul ediyo­rum ama her şeye hakkını vermemiz gerekiyorsa, iki kere ikinin beş etmesi de harikulade, çekici bir şeydir.

Sizler, neden yalnızca pozitif ve normalin insanların iyili­ğine yardımcı olduklarına inanıyorsunuz? Yanlışlarda da bir çekicilik yok mudur? İnsan rahat yaşamdan başka bir şeylerden hoşlanamaz mı? İnsan bazen olağanüstü, tutkulu bir şekilde acı çekmekten hoşlanır, bu gerçektir. Bunu ka­nıtlamak için tarihe bakmaya gerek yoktur; yalnızca kendini­ze bakınız ve sorunuz, eğer bir insansanız ve hepsini yaşa- dıysanız.... Benim kişisel görüşüme göre, yalnızca rahat bir yaşam sürmeyi amaçlamak kötü bir davranıştır. Bazı şeyle­ri parçalamak, kazalar yapmak, bazen oldukça zevkli olabilir. Acı çekmeyi savunmuyorum, rahat yaşamı da. Ben... şey, kaprisimin tarafını tutuyorum. Acı çekmenin, örneğin vod­villerde yeri yoktor. "Kristal Palas"ta düşünülemez bile; acı çekme, şüphe, olumsuzluk demektir. Yine insanların acı çekmekten yani yok etmekten ve kaostan vazgeçecekleri san­mıyorum. Acı çekmek, bilinçliliğin tek kaynağıdır.

Daha önce, bilinçliliğin insanoğlu için en büyük şanssız­lık olduğunu belirtmeme karşın yine de onun önemini ve başka bir nedenle ondan vazgeçilmeyeceğini biliyorum. Ör­neğin, bilinçlilik, iki kere ikinin dört etmesinden çok daha üstündür.

Matemetiksel kesinliği bir kere elde edince, artık yapacak veya anlamaya çalışacak bir şey kalmaz. Beş duyunuzu bastırıp içinize gömmek ve derin düşüncelere dalmaktan başka bir şey kalmaz. Halbuki bilinçliliğe saplanırsanız, ay­nı sonuç elde edilse bile, yani yapacak bir şey kalmamış ol­sa da, bu yine de sizi canlandıracaktır. Tepkisel olduğu için, hiç yoktan iyidir.

X

Kristal Saray'ın asla yıkılamayacağına inanıyorsunuz — öyle bir yerde hiç kimse dilini çıkartamaz veya gizlice nanik yapamaz. Ve belki de bu binadan bunun için korkuyorum, kristalden olduğu ve asla yıkılamayacağı için.

Görüyorsunuz, o bir saray değil de bir kümes olsaydı, ıs­lanmamak için, içine sürünerek girer ve beni yağmurdan ko­ruduğu için ona minnet bile duyardım. Gülüyorsunuz, böyle durumlarda kümeslerin saray gibi işe yaradığını söylüyorsu­nuz. Evet, diyorum ama, eğer insan yalnızca yağmurdan ko­runmak amacıyla yaşıyorsa.

Fakat yaşamın tek amacının bu olmadığına kafamı tak­mışsam ve insan yaşayacaksa bir köşkte yaşamalı diye de düşünüyorsam ne yapacağız? Bu benim seçimim, benim is­teğim. Bu seçimimi değiştiremezsiniz ancak kökünden kazı­yabilirsiniz. Pekâlâ değiştirin, bana başka bir ideal verin. Ama ben bu arada, kümesi köşk yerine kullanmayacağım. Kristal Saray bir düş olabilir, doğa kurallarına uymayabilir, yalnızca benim aptallığımdan doğmuş bir kavram olabilir, ben bunu neslimin demode, akıl-dışı alışkanlıkları yüzün­den yaratmış olabilirim. Olsun. O, benim arzularımda varol­duğu sürece bunların hiç bir önemi yok. Yine mi gülüyorsu­nuz? Gülün, ben aç olduğum halde doymuş taklidi yapa­mam. İsteklerimin karşılığı olarak, orta sınıf için yapılmış blok halindeki binaları ödün olarak kabul edemem. Arzuları­mı yok edin, ideallerimi kökünden silin, bana daha iyi bir şey gösterin ve sizi izleyeyim. Belki de üzülmeye, uğraşma­ya değmeyeceğini düşünüyorsunuz. Bu arada ciddi ciddi tar­tışıyoruz, ama lütfedip bana ilgi göstermiyorsanız, sizleri defterimden silerim ve yeraltındaki inime çekilirim.

Ama henüz yaşıyorum ve arzularım var. Biraz önce ra­hatça dil çıkaramayacağım için Kristal Sarayı istemediğimi hatırlatmayın bana. Dil çıkarmaya çok meraklı değilim. Tam tersine, her şey dilimi çıkarma arzumu kaybetmeme se­bep olacak şekilde düzenlense, ayarlansaydı, sevincimden dilimin kesilmesine bile razı olurdum. Öyleyse neden bu tür istekler duyuyordum? Bütün mekanizmam bozuk mu be­nim? Bütün amaç bu muydu? İnanmıyorum!

Ama biliyor musunuz ki, biz yeraltı insanları hep dene­tim altında tutulmalıyız. Kırk yıl hiç konuşmadan yeraltın­da oturabiliriz ve ışığa çıkınca da durmadan konuşuruz.

XI

Kısaca beyler, bu hiçbir şey yapmamaktan iyidir! Bilinçli bir atalet! Öyleyse yaşasın yeraltı! Normal insanlara imren­diğimi söylemiştim ama onun, şu anda içinde olduğu du­rumda olmak umurumda değildi. Yoo! yine de yeraltı yaşa­mı daha yararlıdır, daha avantajlıdır. Orada, her ne olursa ol­sun... Oh, şimdi bile yalan söylüyorum! Yalan söylüyorum; çünkü yeraltı yaşamının daha iyi olmadığını biliyorum, ama burası farklı bir alem, çok değişik bir dünya, benim özlem duyduğum, ama bulamadığım bir dünya. Kahrolası yeraltı dünyası!

Akıl hastanelerinde yatan
yüzlerce kişinin anıları,kriz
anında hissettikleri, aileleri ve
doktorları için düşündükleri
hepimize çok ilginç gelmiştir.
Bu kitapta anlatılan, normal ile
akıl hastası arasındaki
geçişliliğin ve içiçeliğin belirsiz
sınırlarında yaşanan öykülerde
yer yer kendinizi bulacaksınız.
Dostoyevski, Sartre, Tolstoy,
Nijinksy gibi ünlülerin
yaşadıkları deneyimleri de
aktaran özgün yazılar,
okuyucuyu derinden sarsacak,
insana biraz daha
yakınlaştıracaktır...

 


Bu blogdaki popüler yayınlar

TWİTTER'DA DEZENFEKTÖR, 'SAHTE HABER' VE ETKİ KAMPANYALARI

Yazının Kaynağı:tıkla   İçindekiler SAHTE HESAPLAR bibliyografya Notlar TWİTTER'DA DEZENFEKTÖR, 'SAHTE HABER' VE ETKİ KAMPANYALARI İçindekiler Seçim Çekirdek Haritası Seçim Çevre Haritası Seçim Sonrası Haritası Rusya'nın En Tanınmış Trol Çiftliğinden Sahte Hesaplar .... 33 Twitter'da Dezenformasyon Kampanyaları: Kronotoplar......... 34 #NODAPL #Wiki Sızıntıları #RuhPişirme #SuriyeAldatmaca #SethZengin YÖNETİCİ ÖZETİ Bu çalışma, 2016 seçim kampanyası sırasında ve sonrasında sahte haberlerin Twitter'da nasıl yayıldığına dair bugüne kadar yapılmış en büyük analizlerden biridir. Bir sosyal medya istihbarat firması olan Graphika'nın araçlarını ve haritalama yöntemlerini kullanarak, 600'den fazla sahte ve komplo haber kaynağına bağlanan 700.000 Twitter hesabından 10 milyondan fazla tweet'i inceliyoruz. En önemlisi, sahte haber ekosisteminin Kasım 2016'dan bu yana nasıl geliştiğini ölçmemize izin vererek, seçimden önce ve sonra sahte ve komplo haberl

FİRARİ GİBİ SEVİYORUM SENİ

  FİRARİ Sana çirkin dediler, düşmanı oldum güzelin,  Sana kâfir dediler, diş biledim Hakk'a bile. Topladın saçtığı altınları yüzlerce elin,  Kahpelendin de garaz bağladın ahlâka bile... Sana çirkin demedim ben, sana kâfir demedim,  Bence dinin gibi küfrün de mukaddesti senin. Yaşadın beş sene kalbimde, misafir demedim,  Bu firar aklına nerden, ne zaman esti senin? Zülfünün yay gibi kuvvetli çelik tellerine  Takılan gönlüm asırlarca peşinden gidecek. Sen bir âhu gibi dağdan dağa kaçsan da yine  Seni aşkım canavarlar gibi takip edecek!.. Faruk Nafiz Çamlıbel SEVİYORUM SENİ  Seviyorum seni ekmeği tuza batırıp yer gibi  geceleyin ateşler içinde uyanarak ağzımı dayayıp musluğa su içer gibi,  ağır posta paketini, neyin nesi belirsiz, telâşlı, sevinçli, kuşkulu açar gibi,  seviyorum seni denizi ilk defa uçakla geçer gibi  İstanbul'da yumuşacık kararırken ortalık,  içimde kımıldanan bir şeyler gibi, seviyorum seni.  'Yaşıyoruz çok şükür' der gibi.  Nazım Hikmet  

YEZİDİLİĞİN YOKEDİLMESİ ÜZERİNE BİLİMSEL SAHTEKÂRLIK

  Yezidiliği yoketmek için yapılan sinsi uygulama… Yezidilik yerine EZİDİLİK kullanılarak,   bir kelime değil br topluluk   yok edilmeye çalışılıyor. Ortadoğuda geneli Şafii Kürtler arasında   Yezidiler   bir ayrıcalık gösterirken adlarının   “Ezidi” olarak değişimi   -mesnetsiz uydurmalar ile-   bir topluluk tarihinden koparılmak isteniyor. Lawrensin “Kürtleri Türklerden   koparmak için bir yüzyıl gerekir dediği gibi.” Yezidiler içinde   bir elli sene yeter gibi. Çünkü Yezidiler kapalı toplumdan yeni yeni açılım gösteriyorlar. En son İŞİD in terör faaliyetleri ile Yezidiler ağır yara aldılar. Birde bu hain plan ile 20 sene sonraki yeni nesil tarihinden kopacak ve istenilen hedef ne ise [?]  o olacaktır.   YÖK tezlerinde bile son yıllarda     Yezidilik, dipnotlarda   varken, temel metinlerde   Ezidilik   olarak yazılması ilmi ve araştırma kurallarına uygun değilken o tezler nasıl ilmi kurullardan geçmiş hayret ediyorum… İlk çıkışında İslami bir yapıya sahip iken, kapalı bir to