Joanna
Field
Bu
çalışmada, toplumumuzca normallik diye bilinen bir çeşit paylaşılmış
psikopatolojinin giizel bir tanımı yapılmıştır. Şaşırtıcı olan şey ise Miss
Field'ın değişmeye çalışması ve kendini iyileştirmek için uğraşmasının,
toplumumuzca hastalık olarak nitelendirilmesidir. Bunun gerçekten böyle
olduğunu görebilmek için, Freud'un bir mektubundan alman şu meşhur ibareyi
düşünmemiz yeter: "Bir insan yaşamın anlamını sormaya başlarsa, hasta oldu
demektir."
İyi
bir Ingiliz Psikoloğu olan Miss Field, pek çok kişinin bugünkü kronik
durumlarını tanımlıyor ve bizlere bu konuda birşeyler yapabilmek için
harcadığı çabalarını anlatıyor. Psikanalizi düşünmüş fakat "herkes için
uygun olan birşey bulmak istediğini" söyleyerek bundan vazgeçmiştir.
Bunun yerine, kendi "özel gerçeğini" aramaya başlar; bu "duygu
gerçeğidir". Elinde bir defterle yaşamındaki her olayı gözlemleyip,
tanımlamaya çalışır. Ona göre, ne yapması gerektiğini düşündüğü şeyler için
kendini zorlaması, ilk adım olmamalıdır; yapacağı şey "yaptığı şeyleri
araştırmak" olmalıdır. Aşağıdaki parça, Miss Field'in "İnsanın Kendi
Hayatı" isimli, 1952'de yayınlanan kitabından alınmıştır.
"Doğan
bir insan, denize düşen biri gibi, bir düşün ortasına düşer. Deneyimsiz
insanlar gibi tırmanıp çıkmaya çalışırsa, boğulur— nicht wahr?.... Hayır!
Anlatayım! Tek yol, bu yok edici şeye kendini teslim etmektir ve ellerinizin,
ayaklarınızın
çabalarıyla bu derin, çok derin denizde batma- maya çalışmaktır...Bu denizde o
yok edici şey batıp, yok olacaktır.
Joseph
Conrad"
***
Bu
işe başladığım döneme baktığımda, iki aşama görüyorum. Birinci aşamada,
yaşamımın istediğim gibi olmadığını ve bunu değiştirecek gücün bende
olabileceğini, yavaş yavaş farketmeye başlamıştım. İkinci aşamada ise, bu konudaki
gerçekleri bulmaya çalışıyordum; çünkü değişiklik yapmadan önce bunların
belirlenmesi gerekiyordu.
İlk
aşamanın ne zaman başladığını söyleyemiyorum. Geriye bakınca, görebildiğim tek
şey , yarı uykulu bir halde günlük işlerimi yapmam. Bazen bu durumdan
sıkılıyordum ama asla nedenini bulmaya çalışmazdım. Her zaman elimden gelenin
en iyisini yapmaya çalışırdım, ara sıra neler olmasını isteyebileceğimi
düşlerdim ama bu düşün gerçekleşmesi için bir çaba göstermezdim. Genellikle
herşeyin çok iyi yürüdüğünü sanırdım, ama ara sıra bir sıkıntı basardı, herşeyden
nefret ederdim. Bu uzun sürmezdi. Gece dinlendikten sonra tekrar o aptalca
iyimserliğime dönerdim. Hayatımın bana ait olduğunu, istediğim gibi düzenlemem
gerektiğini hiç düşünmezdim. Herşeyi olduğu gibi kabullenmem sırasında, bazı
akli rahatsızlıkların belirmeye başladığını farkettim. Buna, kafamı kurcalayan
şeyleri not etme alışkanlığım sebep olmuştu. Bu çalışmayı hazırlamak için
materyal ararken, kağıtlarımın aralarında dağınık, gelişi güzel yazılmış
notlar bulmuştum. İçimi döktüğüm bu notların bazılarındaki sertlik beni
şaşırtmıştı, kendimi tanıyamamıştım. Bu notları yazdıktan sonra okumazdım,
yalnızca içimden gelen bir dürtüyle yazmıştım. Bu yüzden akli dengem veya
mutsuz yaşamım hakkında pek birşey farketmemiştim. Ama bunlar, benim bazı
şeylerin olduğunu anlamamı sağladılar.
Bunu
o zaman anlayamamıştım, ama şimdi diğer insanlardan kopmuş, ayrılmış ve
yaşamdan uzaklaşmış olduğumu hatırlıyorum. Başkalarının benim hakkımda
düşündüklerine öylesine önem veriyordum ki, sürekli olarak onları üzmekten,
kızdırmaktan korkuyordum. Daima birşeyler yapmaya çalışıyor, hep şaşkın bir
halde oluyordum. Partilerde, özellikle arkadaş olmak istediğim kişilerin
yanında tek bir söz bile söyleyemiyordum. Kendimi rahat hissedemiyordum. İçimde
hep bir şüphe vardı: "Acaba doğru mu yapıyorum?"
Bu
saçma, gülünç bir durumdu. Ama uzun süre bu durumu nasıl değiştireceğimi
bilemiyordum. Birgün, neler istediğimi, içimden geldiği gibi, önceden
düşünmeden yazmaya başladım. Galiba yetersizlik duygularımı belirsizce anlatmaktan
başka birşey yapmamıştım.
"Kendimi çevremin bir parçası
olarak hissetmek istiyorum; herşeyden kopuk, erkenden yatağına yollanan bir çocuk
gibi olmak istemiyorum. Arkadaş istiyorum, düşünce topumu bana geri atacak bir
dosta ihtiyacım var. Ama insanlarla beraberken bir sis oluşuyor ve ben............................................................. Sizin
hakkınızda
iyi,
hoş şeyler söyleyecek insanlar olmasını nasıl özlersiniz."
Sonra,
fakirlere yardım konusundaki bir konferanstan eve dönünce, şöyle yazmışım:
"Öldüğüm
zaman 'ne kadar işe yaradığımı' söylemelerini istemiyorum, yalnızca
'yaşadığımı' hissetmek istiyorum. Tanrı aşkına, bununla ne demek istiyorum?
Pazar gazetelerindeki 'insan ruhunun derinlikleri' filan gibi saçmalıklardan
mı bahsediyorum? Ne aptalca birşey! Galiba benim kafam Pazar gazeteleri gibi
çalışıyor. îyi bir amaç uğruna hizmet vermek istemiyorum, öyleyse numara
yapmamın da yararı yok. Bu belki de bencillik ama, ben dünyadaki herşeyden pay
almak istiyorum, iyilerle beraber kötüleri de istiyorum. Dünya öylesine harika
bir yer ki, herşeyi yakalamak, kucaklamak, her zerresini hissetmek ve katılmak
istiyorum. Paylaşmak istediğim şeyler ne olabilir?"
Bu
şaşırtıcıydı. 'İçimi boşaltırken neden normal konuşmamdan farklı bir dil
kullanıyordum? İçinde yaşadığım ortamda, hislerin böyle uluorta ifade edilmesi
hoş karşılan- mazdı. Olay çıkarmak, kahramanlık göstermek tabuydu. Halbuki,
burada, istediklerimi bulmaya çalışırken bu kahramanca cümleleri kullanmıştım.
Ama hiç değilse bu sözcüklerin beni bir yere götürmeyeceğini anlamış gibiydim;
bunu şu satırlardan anlıyoruz:
"Kendimi
bırakmak, koyvermek, yaşamın içimden (bir deniz gibi berrak ve serin) aktığını
hissetmek istiyorum. Bu ne demek oluyor? Yani okurken kendi benliğimi unutmak,
yazarların evreninde olduğumu hissetmek; yani amaçlarım doğrultusunda
davranmak. Belki hedefin de ilerisine gidiyorum, ama ne önemi var? Bu bir iş
yapmak mıydı yoksa istediğimi yapması için birilerini ikna etmek veya ona
yardım etmek miydi?"
Bunların
hepsi çok iyi, hoştu ama bana kendimi nasıl koy vereceğimi, benliğimi nasıl
unutacağımı anlatmıyordu. Bunun için bir çare aramış olmalıyım. Çünkü sık sık
gecekondu bölgelerine gidip fakirlerin sorunlarıyla ilgilenerek kendimi
unutmaya çalıştığımı hatırlıyorum. Fakat içimde hep o şüpheler vardı, gerçekten
onlara verecek birşeylerim var mıydı veya onlara benim, kendimin yeterli
bulmadığım bir yaşam tarzı göstermenin yararı var mıydı gibi sorular beynimi
kemiriyordu. Sonra elimden kaçmakta olan yaşamın sırrını bulabilmek için,
belki de fakirliğin güç şartlarında yaşamak için kendimi zorlamam gerektiğini
düşündüm. Ama burada da tedbirlilik ve korkaklık baskın çıktı; sağduyum bu
romantik ve dramatik düşünceyi şüpheyle karşıladı. Sonra psikanaliz önerildi.
Ama bunun nasıl düzenleneceğini, o zaman bilmiyordum ve çıkış yolu olarak
görmedim. Herkes için uygun olan, herkesin kolayca uygulayabileceği bir yol
bulmak istiyordum. Sonunda, bütün bulgularım içinde, benimki gibi soranlara en
uygun tedaviyi buldum; çünkü aşağıdaki notta şöyle yazmışım:
"Neden
olmasın? Neden onunla yaşamayacaksın? Kendini bırakma ve teslim olma korkusu.
İnsanın fantazi ve özel dünyasının duvarlarını yıkmak, ailece dışlanmanın ve günahkar
olmanın duvarlarını çökertmek....
Ama
engellenmekten, kapatılmaktan nefret ederim, evrendeki tüm yaşamın içime
akmasını istiyorum. Bu bana, insanın tüm dünyasını gömmesi gibi görünüyor. Onu
sevmemiş olmam korkumu örtmek için mi? Yoksa içten gelen bir savunma sistemi
mi?"
Bu
kararsızlık, birinci aşamanın bitişini gösteriyor. Gözlerim açılmış, yaşamımın
istediğim gibi olmadığını farket- miştim. Ama bu konuda ne yapmam gerekiyordu?
Bir sevgili edinmek herşeyi halledecek miydi? Hangi görüşe güvenmeliydim?
Bazılarına göre sevgili edinmeliydim; yoksa benim yetiştirildiğim standartlara
inanıp bunun sözünü bile etmemeli miydim? Bu, bütün problemin küçük bir
örneğiydi. Eğer yaşamım bu haliyle yeterli değilse, bunu nasıl değiştirecektim?
Hangi standarda göre yaşayacaktım.
Bu
noktada yaşamımı yönelteceğim standartları düşünmeye başladım. Bunu
bulabilseydim, gelecekte nelerden kaçınmam gerektiğini bilecektim. Bu çok
önemli bir adımdı. Çünkü "gerekeni" yapmaya çalışacağıma, o anda ne
yaptığımı incelemeye başlamıştım.
îlk
olarak yapmayı amaçladığım herşeyi düşündüm, işimde iyi olmak, insanları memnun
etmek, popüler olmak, olup biteni kaçırmamak, benden bekleneni yapmak, insanlara
yardım etmek, mutlu olmak. Bundan sonra, düşündüm ve bu amaçlardan hiçbirine
ulaşamayacağıma inandım. Çünkü yaşamım bunların hepsinin plansız, düzensiz bir
karışımı tarafından yönlendirilmişti. Adetler; ananeler; moda; arkadaş, aile,
vatandaş çevresinin koyduğu standartlar tarafından etkilenmiş ve oradan oraya
sürüklenmiştim.
Bunlar,
bir insanın yaşamını yönlendirecek kadar güvenilir miydiler?
Öyle
olduklarını sanmıyordum, çünkü çevremde hep kuralların, alışılagelmiş
davranışların değiştiğini, yetersiz olduğunu görüyordum. Yalnızca bizi savaşa
sokan bu sosyal geleneğin kurallarından şüphe etmekle kalmıyor, aynı zamanda
bana öylesine karışık geliyordu ki, bana söylediği şeyleri, nasıl bir hayat
sürmem gerektiğini anlamıyordum. Ama başka ne vardı?
Eğer
başkalarının yaptıklarını veya beklentilerini yapmayacaksam, başka neye göre
davranacaktım? Kendi mantığıma mı? Ama çok eskiden beri yeterince bilgim
olmadığını, bir mantık tartışmasını sonuna kadar izleyemediğimi biliyordum.
Ayrıca
eğer kendime en iyi yaşam tarzını seçecek ve bütün yaşamımı bu
değerlendirmelere göre kuracaksam, önce evren hakkında berrak ve açık bir
bilgim olması daha doğru olmaz mıydı? O zaman kendi hayatımdan önce, bütün
bilim ve fen yayınlarıyla mı uğraşmam gerekiyordu? Öyle yapsam ve hepsini
anlasam bile, hangisini yaşamıma temel olarak seçeceğimi nasıl bilecektim?
Burada
içim, mantıklı ve akıllı bir yaşam için mutluluğu buluncaya kadar beklemem
gerektiği olasılığına karşı kuşkularla doldu. Bunun için de Einstein'ı
anlayıncaya kadar beklemem gerekecekti.
Peki,
mantık da olmuyorsa neyi arayacaktım? İnsanın nasıl yaşaması gerektiğini
gösteren bir sezgi yok muydu? Tıpkı bir köpeğin hastalanınca ot yemesi gibi.
Böyle bir fikrin şüpheyle karşılanacağını biliyorum ama bu yine de gözardı
edilmemelidir. Belki de böyle bir duyu, kendini insanın bazı ani istekleriyle
belli ediyordur. Veya belki de bu duyu, bizim bugünkü yaşam şeklimiz yüzünden
körelmişti. Veya bu isteklerimiz, belki de deneyimle geliştirilebilir.
Sonra
birden aklıma geldi; belki de mutlu olmak, gerçekten böyle bir duygunun
belirtisidir. Belki insan aslında tam olarak ne zaman mutlu olduğunu bilirse,
mutlu bir hayat için nelerin gerekli olduğunu da bilebilir. Öte yandan,
mutluluk konu dışı; esas olan şey, insanın canının istediğini yapması
gerektiğidir.
Kendi
mantığımın gücünden emin olmadığımdan, bu sorulan cevaplandırabilmek için
oturup düşünmenin bir yaran olmadığına karar verdim. Başkalannın fikirlerini
okumak da yararsızdı, çünkü onlar için doğru olan benim için doğra
olmayabilirdi. Kendi hayatımın gerçeklerine, yalnızca gözlem ve deneyimlerime
dayanarak bilmek istediğim şeyleri bulabilmek umuduyla bakmayı, incelemeyi
düşündüm. Bunun için tek yol bir günlük tutmaktı; bu günlükte hergün özellikle
mutlu olduğum anlan yazmakla işe başladım. Ayrıca önemli görünen her şeyi not
ediyordum çünkü ileride mutluluğun önemli olmadığı ortaya çıkarsa, başka
şeyleri de inceleme fırsatım olacaktı. Bu planı yapmam ve günlüğüme neleri
yazmam gerektiğine karar vermem oldukça uzun bir zaman aldı. Daha önceleri de
günlük tutmaya çalışmış, ama her olanı yazmaktan sıkılıp birkaç hafta sonra
vazgeçmiştim. Bir kez daha denedim, olağan bir iş gününü seçip aklımda olan
herşeyi kaydetmeye çalıştım. Sonuç beni dehşete düşürdü. Eğer günlük yazmak bu
anlama geliyorsa bunu devam ettiremeyeceğimi düşündüm. îşte yazdıklarım:
"Bu
sabah kalkınca aklımdaki tek düşünce, işe gitmeden önce saçımı kestirecek
zamanımın olup olmayacağıydı; bir de çok solgun ve yorgun göründüğümü, F.'yi
görmeye gitmeyi hiç istemediğimi düşündüm. Kuaförü aradım ve randevu
alamadım.... S. kuaförünün saçlarımı kesebileceğini öğrenince çok sevindim;
kibar, genç bir adam kesti saçlarımı. Büroda, saçımın ne kadar iyi kesildiğini
ve bana ne kadar yakıştığını söyleyen biri çıkar diye umuyordum. Sonra F. ile
öğle yemeği yedik, saçımı farkettiğinde yüzümün kızardığını hissettim. Ondan
ayrıldığımda, herşey yolunda gittiği için mutluydum. Biraz çalıştıktan sonra,
Miss P.'yi buldum, yeni saç kesimimi gösterdim, onunla çene çalarken ne kadar
çekici olduğumu düşünüyordum. Kulübe gittim, orada M. saçımın güzel olduğunu
söyleyince çok sevindim. Pin pon oynadık, kendimi o gün pek beğendiğim için her
zamankinden güzel oynadım...
Akşam
yemeği... birşeyler konuşuyorduk. Birdenbire, M.'den bahsedildiğini duydum.
Tokat yemiş gibi oldum. Birisine kart yolladığını söylüyorlardı. Bu insanların
onu tanımalarından hiç hoşlanmadım. Onu ciddiye aldığımı zannedebilirlerdi ve
M. için birçok kızdan yalnız biri olduğumu bileceklerdi. Ama içlerinden
hiçbirinin onu anladığını sanmıyordum. Eve gelince, albüme koyacağım resimleri
ayırdım, tabii ki güzel göründüğüm fotoğrafları seçiyordum."
Bu
gözlem neredeyse girişimimden vazgeçmeme sebep olacaktı. Aklımda hep
eleştiriler çınlıyordu: "Kendini daha az düşün; bu kadar kendinle meşgul
olma; başkalarını da düşün, o zaman kendi sorunlarını düşünecek vaktin
olmaz."
İçim
şüpheyle dolmuştu. Bu çabalarım beni iç gözlem batağına daha çok saplamıyor
muydu? Bu kez de şu notu buldum:
"Geçen
gün en önemli şeyin, öbür kişilerin görüşleri olduğunu düşündüm."
Üç
hafta sonra da şu yarım kalmış cümleyi yazmışım:
"Eğer
birşeyi keşfedebilecek zekam yoksa, kendimden daha çok sevdiğim..."
Bundan
anladığım kadarıyla, çocukluğumda öğrendiğim bir prensibi hatırlamışım;
dünyadaki en kötü şey bencilliktir. Çocukken iyi olmaya çalışmam bir anlamda
bencillikti. Bencil olmamak kavramı, bende bir huzursuzluk, tedirginlik hissi
yaratıyordu. Sonraki yıllarda, durmadan kendimi, başkalarını düşünmeye
zorladım; ama gittikçe daha çok içime kapanıyordum. Yıllarca bunun sebebinin benim
irade gücümün zayıflığı olduğunu sanarak, şaşkın şaşkın dolaştım, esas
sebebinin kullandığım yanlış yöntem olduğunu düşünmüyordum.
Şimdi,
sonunda, bencilliğimden kaçarak kurtulamayacağımı anlamaya başladım. O 'yok
edici şeyin' içime gömülmesi gerekiyor.
Böylece
yıllarımı alan bir çalışmaya başladım; yaşamımı, geleneklere, veya akılcı
teorilere veya otoritelere göre değil, deneyimlerle düzenlemeye çalışıyordum.
Günlüğümün
başına aşağıdaki pasajı yazdım:
"İnsan
yaşamının amacını ve anlamını bilmememiz ve kuruntuları gerçek gibi
gösterdikleri için manevi sezgilere güven duymamamız, bizi davranış teorilerine
karşı uyarırlar.
Francis
Gaitan."
Bu
cümlenin anlamını tam olarak kavrayamamıştım, çünkü davranış teorilerinden
haberim yoktu. Yıllar sonra, tekrar okuduğum zaman, yazarın kamu gerçeği ile
kişisel gerçekten, aynı şeymiş gibi bahsettiğini farkettim. Bu yüzden, belki
de bu cümlenin benim için bir uyan olduğunu hissetmekte haklı olduğumu
düşündüm. Manevi sezgi derken, akılcı tartışmaya dayanmayan bir şeyi
kastettiyse, bu var olduğu bilinen ama nasıl olup da bilindiği bilinmeyen bir
şeydi.
Mantığa
dayanmayan fikirlere güvenmemenin akıllıca olacağını hissediyordum; çünkü
bunlar benim isteklerimi yansıtıyorlardı. Ama bu korkunun, güvensizliğin, benim
iç âlemimdeki gerçekleri görmememe sebep olmaması lazımdı.
Dış
dünya hakkında olduğu kabul edilen kamu gerçeği, benim için önemli olanları
göstermiyordu. Ama belki de kişisel gerçekler vardır, bilmekten çok hissetmeye
dayanan bu gerçeklere arkamızı dönemeyiz. Bildiğim kadarıyla bilim bu alanla
ilgilenmemiştir; bazen öyle birşey olmadığını, bazen de varsa bile bilimi
ilgilendirmediğini söylemişlerdir. Ama bilim buna sahip çıkmasa bile, yine de
bana biraz yaran olmaz mı acaba? İstek ve mutlulukla ilgili bu sorulann,
bilimin gerektirdiği gibi kesin formüllerle çözümlenemeyeceğini biliyorum. Ama
deney yöntemini uygulayarak, gözlem yaparak hipotezlere ulaşıp, sonra yine
kişisel gerçeklerimle karşılaştırmalar yapamaz mıydım?
Beni
ileride nelerin beklediğini az çok biliyordum herhalde, çünkü önümde duran
buruşturulmuş bir kağıtta şunlar yazıyordu:
"İçimizdeki
bu ruh ve hayat, çevremizdeki yaşamla hiçbir şekilde uyum sağlamıyor. Birisi
ona ne düşündüğünü sorarsa, o, daima başkalarının söylediğinin tam tersini söyler...
Aslında o, dünyanın en garip yaratığıdır; bir rüzgar gülü gibi dönek ve
değişkendir, hem utangaç hem kabadır, bakire ve şehvet doludur, geveze ve
sessizdir; çalışkan ve hassastır; melankolik ve hoştur; yalancı ve gerçektir;
bilgili ve cahildir; liberal ve açgözlüdür; kısaca öyle kompleks, öyle belirsizdir
ki; dış dünyada insanlarla ilişki kuran diğer görüntüsünün tamamen tersidir.
Virginia
Woolf'
Bu
arayışın öyküsünü yazmaya karar vermemin sebebi eğer yazmazsam yolumu
kaybedeceğimden korkmamdı. Yi-
ne
de yıllarca tereddüt ettim, bunları nasıl yazacağımı bilmiyordum. Bana
olanları anlatmaktan, kişisel olmaktan çekiniyordum, bir yandan da ancak böyle
yazarsam başkaları için bir değeri olacağını da biliyordum. Öyküyü sanki bir
arkadaşın veya hayali bir tipin başından geçmiş gibi anlatmak istiyordum. Bu
biraz da yetişme tarzım yüzünden oluyordu. Zamanla, sessizliğin kuvvetlilerin
bir ayrıcalığı olduğunu, güçsüzler için ise bir tehlike olduğunu anladım.
Susmam, anlatmamam gereken şeyler genellikle utandığım şeylerdi; halbuki
bunları açıklamam ve itiraf etmem çok daha iyi olacaktı. Böylece direkt
kişisel bir anlatım kullanmamın, herşeyin özü olduğunu farkettim. Roman
yazarları ve şairlerin nasıl yaşanacağını yazdıklarından öğrendiklerini düşünürdüm.
Kendi sorunlarını dramatize ederek, yazarak daha kolay çö- zümlüyorlardı. Peki
ama, insanın iç dünyasındaki gerilimle- ri, sorunları sembolize ederek düşsel
gerçekler yaratabilme yeteneği yoksa, bunlarla başka bir yöntemle başa
çıkılamaz mı? Elbette psikoloji üzerine yazılmış olan veya nasıl başarılı,
mutlu olacağınızı anlatan kitaplar vardır, ama bütün bunlar benim dışımda
kalıyorlar; çok genel kavramlar kullanıp uygulaması zor kurallar öneriyorlar.
Başkalarının benim nasıl olmam gerektiğimi yazmaları, tıpkı bir elmanın rengini
kitaptan bakıp öğrenmeye benzer. Bu gibi şeyleri başkalarının fikri olmadan
bilmek gerekir. Öyleyse, başkalannın yazdıklarına ihtiyacımız yoksa, kendimiz
yazmalıyız.
Bu
işe girişmek isteyenlere son bir uyarım var; bu kitap okumakla ilgilidir. Uzun
süre, yazmayı erteledim. Öğrenmem gereken çok şey vardı, bu konuda yazılmış
olan çok eserler olduğunu hissediyordum. Asla bu düşünceye teslim olmayın, asla
'çok az şey biliyorum, başlamadan biraz daha okumalıyım' demeyin. Önce gözlem
yapmalı, sonra gözlemlerimi anlatmalı ve sonra eğer gerekiyorsa kitaplara
bakmalıydım. Buna karar verince yazmak kolaylaşmıştı.
Sonunda
yalnızca moralimi düzeltecek, bana bilgi yerine cesaret verecek kitaplar
okumaya karar verdim. Yine de kitaplara çok şey borçlu olduğumu kabul
ediyorum. Belki okumak düşüncelerimi geliştirmişti, ama çoğu yazılar beni şaşırtmış,
aklımı karıştırmıştı.
En
iyi öğretmen insana herşeyi kendisinin öğrenip, gerçeğe giden yolları
bulmasını öğretir, bu yüzden ortaya çıkan sonucun ne kadarı öğrencinin, ne
kadarı öğretmenin payıdır, pek anlaşılmaz. Aklıma aniden geldiğini sandığım pek
çok fikrin, okuduklarımdan doğduğunu da şimdi farkediyorum.
Başka
bir nokta da, bulduğum şeyler yalnız benim için gerçek olmalıdır. İzlediğim yol,
belki de ana yoldan çok uzaktaki, ıssız bir patikadır. Okuyuculara, bir
gezginin yolunu kaybetmesi ve ana yola ulaşmak için şaşkın şaşkın dolaşması
ilginç gelmeyebilir. Belki de onlar, daha yolun başında, hangisini
izleyeceğini biliyorlardır.
Yazdıklarımı
yeniden okuyunca, karşılaştığım bazı zorlukların size çocukça gelebileceğini
düşündüm. Ama sonra insanın kendisinin tek ve eşsiz olduğunu düşünme yanılgısına
sık sık düştüğünü hatırladım.
Yine
de ıssız bir patika olduğunu sandığım yolun sonunda bir ülkeye vardım. Bu
ülkeyi bazıları çok iyi tanır, bazıları varlığını bildiği halde hiç
bahsetmezler ve bazıları da ismini bile duymamıştır.
R.
S. Cavan
Bu parça Rııth Cavan'ın
"İntihar" isimli eserinden alınmıştır. Yalnızca ’Nevrotik' olarak
tanımlanabilecek, asap bozucu bir ilişkinin öyküsü anlatılıyor. Sevgi ve
şefkat için doymak bilmez isteklerde bulunup sevdiği insanı bu yüzden
uzaklaştıran yazar, kendisi için dayanılmaz bir durum yaratmıştır. Bu acı
veren durumun sonunda da intihar etmiştir. Nevrotik halin çok güzel ve canlı
bir öyküsünü yazmıştır. Bir yerde şöyle yazmış, "Son iki yıldır yazdığım
o aptalca şeyleri okuyordum.... Bu kitap hep yakınmalarla dolu, birbiri ardına
yakınmalar. Bütün bunlardan nasıl bıkmadığıma şaşıyorum" Acaba, 'yakınma'
sözcüğünün içinde bir doyum, bir yeterlilik olduğunu önermek, çok mu zorlamaca
olacak?
Bir
bahar sabahı, Albert Cummings bir iş randevusunu kaçırınca, arkadaşları onu,
Black Belt mahallesindeki evinde aramaya geldiler. Dairesinde, cesedini
buldular. Uykudayken vurulmuş ve ölmüştü. Görünüşe göre yanında yatan kız,
önce onu sonra da kendini vurmuştu. Marion Blake, ölümünden önceki son yedi
yılını kapsayan ayrıntılı ve kısıtlamasızca yazılmış bir günlük bırakmıştı. Bu
defterin yaprakları arasında, fırtınalı dönemleri, Marion'un sorunlara karşı
tipik reaksiyonlarını ve intihar etmeye yavaş yavaş karar verişini
izleyebilirdiniz.
Günlükte
yazılmamış olan bilgiler de soruşturma sonucunda elde edilmiştir. Marion, lise
mezunuydu; annesi, zengin bir tüccar olan babasından boşanmıştı. Evleninceye
kadar annesi ve kızkardeşiyle beraber yaşayan Marion, baba-
sıyla
ilişkisini de kesmemişti. Evlenmeden önce, Chicago'da orta sınıftan ailelerin
yerleştiği bir bölgede yaşıyordu.
Bir
bahar günü, Thomas Whitford adında genç bir memurla, bir okul partisinde
tanıştı ve beş ay sonra onunla evlendi. Evlendiğinde ondokuz yaşındaydı.
İkisinin de daha önce yaşadıkları düzenli mahallelerden çok farklı bir semte
yerleştiler. Evleri, 45. cadde yakınında sık sık kiracı değiştiren bir
apartmandaydı ve barları, kabareleriyle pek iyi şöhreti olmayan bir
bölgedeydi.
Anılarını
yazması, Marion'un evlenmesinden iki ay sonrasına rastlıyor. Kabaca üç bölüme
bölünen bu günlük hemen hemen 50.000 kelime uzunluktaydı ve bir kısmını aşağıda
okuyacaksınız. Bu üç bölüm şöyle sıralanabilir:
a-
Marion'un evlilik hayatı; akli dengesizlik ve boşanmayla bitti.
b-
Geçici flörtlerle dolu düzensiz bir dönem.
c-
Albert Cummings'in sevgilisi olarak yaşadığı daha uzunca bir dönem; evlilik
hayatındaki düzen vardı ama evliliğin verdiği güven yoktu.
1912’nin
sonlarında yazdıkları, Marion'un sevilme ihtiyacını, para sıkıntısını ve
Tom'la olan kavgalarını yansıtıyor. Durmadan, ufak değişiklerle şu cümleleri
tekrarlamıştır. 'Ah, kocam ne kadar çok sevilmek istediğimi bir bilseydi. Ona
söylüyorum ama beni ciddiye almıyor, ben her an sevilmek istiyorum'. Bu sabah
para yüzünden tartıştık. Ah nasıl, bir arada, hiçbir kötü söz sarfetmeden mutlu
yaşamak isterdim!
"Ters
konuşması ve kayıtsızlığıyla kalbimi kırıyor. Her defasında aramızdaki uçurum
daha büyüyor. Onu daha az seviyor değilim ama daha çok da sevmiyorum. Tanrım,
onu uyandır, her zaman nazik ve düşünceli olmasını sağla. Bazen bu kadar
sinirli olması, hasta olduğundan mı, yoksa aslında suçlu olan ben miyim? Her
zaman, kocamla geçine-
mezsem
bunun sebebinin annemle yaptığımız kavgalar olacağını söylerdim. Ama yanılmış
olduğumu biliyorum, eğer öyleyse neden Tanrı yaşamama izin vermiyor? Şimdi yaşamak
benim için dayanılmaz bir hal aldı ve eğer durum düzelmezse, bir şeyler
olacak."
Kavgaların
bir kısmı Marion'un davranışları yüzünden çıkıyordu, özellikle kocasının
ailesine karşı tutumları yüzünden... Marion'un sevdiği ama Tom'un annesinin
sevmediği bir akraba geldiğinde:
"Hepimiz içmiştik, Tom sarhoş olduğumu
söyledi; ama değildim. Yalnızca kendimi iyi hissediyordum. Annesinin beni
görmesini isterdim. Ona da iyi gelecekti Tom'un
ai
lesinin
yanında bir melek gibi davranmaktan bıktım. Ona, şimdiye kadar düşünüp de
söyleyemediğim pek çok şey söyledim. Neyse, artık bu konuda neler hissettiğimi
bilmesi gerekir. Yine de, şehir dışında oturmak isterdim; akrabalarla yalnızca
yazışırdık. Bu da bana yetiyordu."
Günlükte
bu yakınmaların ve kavgaların arasında yer yer Tom'la sevişmelerinden ve günlük
hayatın önemsiz olaylarından bahsediliyordu.
1913'ün
başlarında, Marion çocuk düşürdü ama bu, kendisini ve Tom'u fazla etkilemedi.
Bunu, Tom'un şefkati ve mutlulukla geçen bir dönem izledi. Ekonomik sıkıntılar
ve Tom'un iş bulamaması yüzünden iki tarafın ailesi de yardım ediyordu. Bu
arada restoranlardan ve marketlerden küçük çapta hırsızlıklar da yapıyorlardı.
Marion, iş bulmanın şart olduğunu düşünüyordu ve erkek giyim mağazalarının
birinde işe girdi, bu arada Tom için birkaç şey tırtıklamayı umuyordu.
Aynı
yıl içinde Marion'la Tom'un ailesi arasındaki gerginlik artmaktaydı.
"Tom'la
birbirimize karşı tamamen kayıtsız olduğumuza karar verdik. Onunla
birlikteliğim nasıl sona erecek acaba? Cumartesi akşamı saat 7'den beri
birşeyler eksildi, koptu. Bana annesiyle babasından bahsedişi, kendimi hırsız
gibi (aslında öyleyim ya!) veya suçlu gibi hissetmeme ve onlara layık
olmadığımı düşünmeme neden oluyor."
Birkaç
gün sonra da şöyle yazmış:
"Tom'a
ne yapmak istediğini sordum, o da ayrılmamızı önerdi. Birden, bunun benim için
ne anlama geldiğini farkettim ve delirecek gibi oldum. Şimdi, onunla
beraberken mutsuzum ama onsuz ne yapacağım ben?"
"Kalbinin
derinliklerinden, bencil olduğumu; çünkü ona yardım etmediğimi düşündüğünü
biliyorum. Galiba aslında öyleyim ama küçük evimde bütün gün amaçsızca
dolaşmayı çok seviyorum; burası bizim, ikimizin yuvası."
1913-14.
Evleneli bir yıl olmuş. Marion yazıyor:
"Tom
ve ben hergün gittikçe birbirimizden uzaklaşıyoruz. Bu kimin hatası? Ben her
zaman sevmeye ve sevilmeye hazırım, ama Tom gazetelerdeki beyzbolla ilgili
yazılan kesmekle öylesine meşgul ki, değerli zamanını beni öpmekle ziyan
etmiyor. Bundan bir yıl sonra bu deftere neler yazacağımı veya yazmak için
burada olabilecek miyim diye çok merak ediyorum."
Daha
önce bahsi geçen gerilimler devam ediyordu. Evliliğinin ikinci yılında Marion
rastgele seçtiği erkeklerle ’şov'lar sergilemiş, Tom da kuvvet gösterisine
girişmişti. Ara sıra bu tatsızlıklar unutuluyor, birarada mutlu oluyorlardı.
1915
Şubatındaki
yaşgününde, tahminen 2.5 yıllık evli olan Marion şöyle yazmış: "Gelecek
yıl burada, yazmıyor olmayı umuyorum."
Evliliğin
üçüncü yılı tamamlanmak üzereyken Tom evi terketti ve ailesiyle yaşamaya
başladı, ama bu ayrılık birkaç gün sürdü. O yokken, Marion bir başka adamla buluştu.
Tom döndükten kısa bir süre sonra Marion sigaraya başladı, bu da ikisi arasında
çekişmelere neden oldu.
1916
Ocağının
başları Marion için zor bir dönem oldu; sık sık ölmeyi istiyordu. Tom ona,
başka bir kadınla bir gece geçirdiğini itiraf etti.
"Tek düşüncem, her şeyin çok haksız olduğu.
Daha çok yaşamak istemiyorum, artık dayanamayacağım. Bütün bunlardan uzaklara
kaçmak istiyorum. Artık kimse bana telefon bile etmiyor. Geçen akşam Wilson
caddesine doğru yürüdük ve bütün yol boyunca birbirimiz hakkında düşündüklerimizi
ve Tom'un beni ilk defa gördüğü x- restoranını konuştuk. O gece bir kadınla
beraber olduğunu söyledi Hayatımda ilk
defa
öldürmek istedim; o kadının kalbine bir bıçak saplamak istedim. Aslında o
masum. Tom'un evli olduğunu bilmiyordu; bilse bile benim suçlayacağım kişi o
değildi. Bütün hata Tom’un. Duyduğum his, acaba kıskançlık mı? Zannetmiyorum.
Bu sadece tüm insan ırkına, onun fikirlerine ve haksızlıklarına karşı duyduğum
tiksintiydi. Bu erkeklerin dünyası; onlar yarattıkları için de idare onlarda.
Kadınlar yalnızca, onların kullanmaları için uygun araçlardır.... Neden bir kadın,
erkeklerin yaptıklarını yapamaz? Çünkü kadın hep bir erkek tarafından
desteklenir. Kadın başkaldırırsa, evden atılır ve çocukları elinden alınır....
Tanrım, bir kadın aptal ve korkaktır ve efendilerinin önünde eğilen bu
kadınların aslında bu davranışlara layık olduklarını düşünüyorum. Haklarını
aramayı bilmiyorlar. Ama bunu yapabilirler? Ellerinde hiçbir şey yok veya
yalnızca erkeklerin onlara verdikleri var... Ah Tannm, neden bunları
anlayamıyorum? Neden kadınlar, erkeklerin yaptıklarını yapamazlar? Dünya bu
şekilde nasıl devam ediyor? Ah Tanrım, anlat bana. Birileri anlatsın...
Kadirim hiç önemi yok mu? O bir hiç mi? Bir erkeğin yapamayıp da bir kadının yaptığı
bir şey var mıdır acaba? Aklıma gelen tek şey çocuk doğurmak. Bütün bunlar beni
öldürüyor, gitmek istiyorum. Eve gitmek istiyorum, bu dün-
yada
bana yer yok.... Tann'ya yalvarıyorum, bu dünyadan gideyim, yaşamım sona
ersin, ama olmuyor işte."
Tom
ona öbür kızdan hoşlandığını söyleyince, Marion şunları yazmış:
"Artık
kıskanmıyorum. Yaşamaktan da, savaşmaktan da bıktım Ah Tanrım, bir kişi bile bana ihtiyaç duysaydı,
bir işim olsaydı, asla ölümü
düşünmezdim. Bunu on-on iki yaşımdan beri düşünürdüm ve anladım ki ben mutlu
olmak için doğmamışım. Yapacak bir işim olsaydı, burayı terke- der, bir oda
tutup doğru dürüst bir yaşam sürmeye çalışırdım. Bunu beceremezsem de,
sınırlarımı zorlar ve göle atlardım. Hangisi daha kötü? ben gölü tercih
ederim. Tom bir kez daha denememizi istiyor. Ama ona, ben sigara içmek istediğimde
sinirleneceğini söyledim. Bütün istediği bir kez daha denemekti, ben de söz
verdim.... Söz vermiş olmasaydım, şimdi belki daha mutlu olacaktım........
İntihar
edenlerin korkak olduklarını söylüyorlar. Julius Caesar zamanında, Romalılar
intihan şerefli bir ölüm olarak görürlerdi. İntiharın korkakça olduğunu
sanmıyorum ve esas bunu yapacak gücü veya cesareti olmayan insanlar tanıyorum.
Bunlardan
biri de benim; yoksa çok uzun bir zaman önce ölmüş olurdum. Ya yeterince
cesaretim yoktu ya da ölecek kadar ümitsiz değildim. Bence, cesaretim olmadığı
için hâlâ yaşıyorum."
Birkaç
hafta sonra aklı hala kanşıktı:
"Yataktan
sürünerek çıktım. Uyuyamıyorum.... Şimdi tek duam son uykuya dalmak. Tannm beni
almanı kaç kez istedim, beni al, al, al. Ya delireceğim, ya da fikrimi
değiştireceğim. Tom'un yaptıkları yüzünden neden acı çekmem gerekiyor?
Evlenmeden önce bana kendi hakkında yalan söylemiş. Şimdi gözüm açıldı, onun ne
olduğunu anladım, acı çekiyorum. Tanrım, Tom'u dünyanın en sevecen, en
şefkatli hissiyle seviyorum ve sonunda benim küçük ilahım parçalanıyor, yok
oluyor."
Bu
huzursuz dönemde iki kez, Tom'u öldürmek istediğini yazmıştı. Hemen her gün
cinsler arasındaki ahlak standartlarındaki eşitsizlikten yakınıp, Tanrı'ya onu
alması için yalvarıyordu. Mayıs'ta ayrılmaya karar verdiler ve Marion, pisliğe
yuvarlanmadan önce ölmek için dua ediyordu.
Mayıs
ayı sorunsuz geçti, yeniden mutlu oldular. Marion da mutlu olduğunu kabul
etmesine rağmen bazı kereler Tom ona dokununca öteki kadını düşündüğünü
yazıyordu.
Artık
kendini suçlamıyordu. "O öylesine kaba ki, ondan nefret ediyorum. Öyle
basit ve cimri ki. Büyük yüreği olan bir erkek asla böyle davranmaz."
1917
Kasım'ında
kesin olarak ayrıldılar. Bu yıl içinde Marion'la Tom arasındaki ilişki gittikçe
daha gerginleşmişti.
"Cici
eşyalarıma bakıp, bunlardan benim gibi hoşlanacak bir yakınım olmasını çok
isterdim. Tom hiç ilgilenmezdi, ama ona bunu söylesem bana kızar. Okumaktan,
resim yapmaktan veya piyano çalmaktan başka yapacak bir şey yoktu. Üzgünüm,
yalnızım. Tanrım, çok yalnızım. Açlıktan ölüyorum. Son şans için hazırım, daha
önce iki şansım vardı ama kullanamadım. Yaşamak ilk şansımdı, evlenmek ise
İkincisi ve şimdi ölmeye hazırım, bu da son şansım. Bu yaşantımdan daha kötüsü
olamaz.
Kesin
olarak ayrılmalarından birkaç ay önce şunları yazmıştı:
"Ne
kötü bir gece geçiriyorum! Sevgi, anlayış, beğeni yok.... Bu akşam eve
geldiğimde aklıma tuhaf bir fikir geldi. Tom'suz bir dünyada daha mutlu
olacağımı biliyorum. Yalnızca ayrılmak sanki yetmeyecek gibi geliyor... Elimde
40 dolar var. Acaba benden sonra bu defter bulunup bana karşı kullanılacak
mı?.... Bütün yaraları en iyi, zamanın geçirdiğini söylerler, bu bir yalan,
zaman geçtikçe öfkem artıyor. Böyle hissettiğim için deli olmalıyım. Tom'un
elindeki parayla ne yaptığını çok merak ediyorum.... Biraz önce anneme mektup
yazdım. Her şeyimi ona bırakıyorum. Benim gitmem, çevremdekilere yarayacak.
Tom'un, "durumun bu kadar kötü olduğunu bilmiyordum" dediğini duyar
gibiyim. Evet, durum bu kadar kötü, dayanılmaz bir halde. Gitmem lazım, gitmek
istiyorum ve Tanrının yardımıyla gideceğim, kendimi ona vereceğim. Barış içinde
olmak, huzur içinde dinlenmek istiyorum ve Tom'a yalnızca şunları demek istiyorum;
yeniden evlenmeden önce, kendini buna değer bir adam haline getir ve o kızın
kalbini bilerek veya bilmeyerek kırmamaya dikkat et....
7
Ekim akşamı saat altı. Bütün günü yalnız ve hasta geçirdim. Gün ölüyor, keşke
ben de ölseydim. Üzgünüm, yalnızım ve unutulmuş bir haldeyim.... Tom akşama
yemeğe gelmeyecek. Ona, çamaşırcı kadına para vermezse yemek yapmayacağımı
söyledim, o da çekip gitmemi söyledi. Keşke beni seven, beni düşünen biri
olsaydı, belki o zaman mutlu olurdum."
13
Kasım'da,
Marion kendini yalnız başına, kiraladığı küçük bir odada buldu. Kafasında iki
sorun vardı: "telefona 20 Sent harcadım, 60 Dolarım ne kadar
dayanır?" ve "sevilmeye, şefkate ihtiyacım var."
On
ay boyunca Marion, ekmek peynirle yaşadı; samimi olduğu birkaç erkeğin
cömertliğine muhtaç kalmıştı. Zamanını yeni erkek arkadaşlar, kabareler ve
şovlarla geçiriyordu. Herzaman para sıkıntısı çekmesine karşın, bu dönemde
ölmek için hiçbir istek belirtmiyordu. Günlüğü ufak tefek günlük olaylarla
doluydu. Tom onu birkaç kez ziyarete geldi, son gelişinden sonra defterine evli
olduğu zamanlardaki gibi şu satırları yazdı:
"Yalnızca
sorunlar ve düş kırıklıkları. Tom'un bavulu arka verandada, alıp götürülmeyi
bekliyor. Bu akşam tek bir söz söylemeden çıktı, dünyanın sonu gelmiş gibi
oldu. Yoksa çektiğim acılar hiç dinmeyecek mi? Onu istiyor muyum? Roy'u (en
sık gördüğü erkek arkadaşı) istiyor muyum? Yoksa ikisini birden mi istiyorum?
Acaba delirdim mi, yoksa hiçbirini sevmediğim için yalnızca mutsuz muyum?
Mantığım
bana Roy'u sevmem gerektiğini söylüyor, öyle iyi ki."
İki
ay sonra Roy hakkında şöyle yazmış; "hep sevmediğim, hoşlanmadığım
şeyleri yapıyor, asla öğrenemeyecek."
Daha
sonra Marion, evli bir adam olan Albert Cum- mings'le tanıştı; ve eski erkek
arkadaşlarının yerini bu adam aldı.
"Bu
gece Bert, herkesin benim için rastgele, kolay bir kadın olduğumu düşündüğünü
söyledi.... Ona, benim dürüst olduğumu göstermenin tam zamanı. Bert'le öyle
mutluyum ki.... o harika bir insan ve ben onun yanında kendimi çok değersiz
hissediyorum.... Bert beni seviyor galiba yoksa benimle o kadar çok beraber
kalmazdı. Sesi çok nazik; özellikle "Oh kedicik, kedicik" derken. Ah,
Bert, Bert!. Zavallı Roy dün sabah uğradı.... Ben yalnız Bert'i
istiyorum."
Ekim'in
sonlarına doğru Marion bir daire kiraladı ve Bert sık sık ziyaretine geliyordu.
"Kilerden
eşyalarımı da çıkarınca çok mutlu olacağım. Bert'le benim sevimli, küçük bir
yuvamız olacak. Tanrım, bir yıl sonra Bert'le ilişkimiz hakkında acaba ne
yazacağım? Tom'un "küçük dostu" gönlünce eğleniyordur. Tanrı yardımcım
olsun, ben aciz ve iğrenç bir insanım, ama öyle yalnızım ki. Bert beni
yeterince sevmiyor, hafifçe, tutkusuzca seviyor, bu bana yetmiyor. Daha fazla
sevmesini sağlamalıyım yoksa çok acı çekeceğim.
Ben,
arkadaşlığın, aşkın ve şefkatin özlemini çekiyorum. Bert bana bunları
verebilseydi, beni sevdiğini anlardım.
Ama
o yapamıyor- ona ilginç gelmiyorum- ben basit bir oyuncağım ve en kötüsü de; o
yanımda olduğu sürece, gerçekten öyle davranıyorum. İşte bu gece, yalnızım
-onu bekliyorum- ve gelmeyeceğini de biliyorum. Tanrım acı bana, rahatlat
beni. Beni al -ve yanında tut.
9
Kasım.... birkaç dakika sonra onunla buluşacağım. Umutsuzluk, sıkıntı ve
yalnızlıktan çok acı çektim.
Kendimi
dağıtmak istiyorum; her şeyi, kendimi, sorunlarımı, yaşamımı unutmak istiyorum.
Neden bitmiyor bunlar? Tanrının bile istemeyeceği kadar kötü müyüm ben?
16
Kasım-Pazar
gecesi saat 11. Dün Bert'ten hiçbir haber almadım. İsterse hiç aramasın. Kalbim
artık daha çok kınlamaz ya! Yine ölmüş olmayı istemeye başladım, herhalde
sonbahar melankolisi.... Bu sıkıntı, her türlü hastalıktan daha çok acı
veriyor. Yaşam bir yük. Boş, huzursuz bir hayata doğmuşum.
26
Kasım. Üç haftadan beri Bert'i bekliyorum. Aptalın biriyim ben.... En geç saat
7'de geleceğini söylemişti. Of, Tanrım, öyle mutsuzum ki. Beş şişe bira içtim
ama ne sarhoş olabiliyorum ne de unutabiliyorum. Evvelki gün Tom'u gördüm;
nerede yaşadığımı sordu, ben de söyledim. Sonra bana mektup yazdığını ama geri
geldiğini söyledi. Tanrım, Bert'le bir aldatmaca oynadığımızı düşünmekten kendimi
alamıyorum. Onun aldırmadığına eminim, ben de öyle. Beni mutsuz eden de bu.
Keşke kayıtsız kalabilseydim....
17
Aralık. Bir
başka kutlama günü. Biraz sarhoşum ve çok yorgunum -ölü gibiyim. Bert'in eve
gelmesini bekliyorum. Durmadan bekleyen hep ben oluyorum. Tom geceyi burada
geçirdi, benimle dörde kadar kaldı. Cebinde on centi vardı, babasına biraz daha
para almaya gitti....
21
Aralık Pazar sabahı. Bert'in şehir dışında olduğunu söyledikleri için, dün gece
eve geç döndüm. Evde anahtarı ve bir not buldum. Bana 4, 5, 8, 8:30 ve 9'da
telefon etmiş. Neden yedide Joe'nun lokantasını aramamıştı? Bu adam hiç doğru
bir şey yapmaz mı? Yıkıldım. O gelince, dizlerimin üstünde sürüneceğim."
Bert
yine ona döner ve kısa bir süre sonra askere alınır.
"17
Ocak Bert gidiyor! Bert gidiyor! Düşünebildiğim tek şey bu. Kalbim ağrıyor. Çok
mutsuzum. Her şey kötü gidiyor. Artık yaşamak istemiyorum. Yaşamaya değer
hiçbir şey yok. Her şey -evdeki her eşya- bana Bert'i hatırlatıyor; masanın
üstündeki küçük köpek, salondaki menekşeler.... Oh Tanrım, ben yalnızca Bert'i
istiyorum, benim sevgili Bert'imi. Onu benimmiş gibi düşünerek aptallık
ediyorum. O benim değil, olmak da istemiyor. Ama bana iyi ve kibar davranıyor
ve ben onu seviyorum. Geçen gece annem ve Bert'le restorandayken, askere
alındığını söyledi. Oturup ağ- lamaktansa, içmek daha iyi geldi. Tannm, ben
deliyim. Bert, benim annemle oturmamı istiyor. Böyle yapmazsam, herkesle
yatacağımı söyledi. Umurunda mı acaba? Aldırdığına bir inanabilsem! îki veya üç
hafta içinde X şehrine gidecek ve galiba orada ordunun idare bölümüne
verilecekmiş. Tan- n’ya, buradaki bir bölüme verilmesi için dua ediyorum. Bu
çok zayıf bir olasılık ama şu andaki tek umudum bu, eğer o giderse hiçbir şeyim
kalmayacak —hiçbir şey! Bu olay bana Bert'i sevdiğimi gösterdi. O gidince ne
yapacağımı bilmiyorum.
Onun
için dürüst olacağım —ama nasıl yaşayacağım— nasıl dayanacağım —akıllı kalmayı,
delirmemeyi nasıl başaracağım?...
21
Ocak gece saat 11. Dün gece Bert'le yemek yedik... Kullandığımız sözcükler yalnızca
şunlardı, 'sevgilim' veya 'canım' veya 'tatlım'. Tanrım, onu çok seviyorum.
Keşke sevmeseydim. Bana neden bu kadar iyi davranıyor? Gülerek ona sordum,
'yakında gideceğin için mi, bana acıdığın için mi böyle iyisin?' diye. Bert'i
herkes seviyor, öyle tatlı ve öyle kibar ki. Bu gece bana, gittiği zaman her ay
biraz para yollayacağını söyledi. Beni düşündüğü için Tanrı onu korusun. Hep
onu düşünüyorum. Bert, Bert, Bert.
[Günlüğünde
Bertin yazdığı birşeyler gördük:]
"Kediciğimin
günlüğüne birşeyler yazmak mı? Ne yazayım? Sonsuza kadar kalacak birşey yazmak
isterdim ama benim sözlerim rüzgâr gibi geliyor ona — onu sevdiğimi söyleyemiyorum;
çünkü bana asla inanmaz... Dizlerimin üstünde ona gitsem mi? Ayaklarının dibine
oturup dizlerini öpsem, ona taptığımı söyleyebilir miyim? Hayır, bunu kimse
yapamaz—bu yalnız düşünülür, hissedilir ve bilinir, inanılır. Benim için o,
kusursuz, iyi ve güzel. Benim için o, bütün yaşamım boyunca düşlediğim,
istediğim, özlediğim herşey... Adeta kendimden geçiyorum; gözlerimi
kapatıyorum, sevgimin şiddetinden. Aynı anda heryerini, gözlerini, dudaklarını,
dizlerini öpebilmek isterdim... Onu seviyorum — onu dünyadaki herşeyden daha
çok seviyorum ama yine de bunu ona söylememeliyim. Çünkü gidiyorum, çok uzağa
ve bu herşeyi ikimiz için de daha zorlaştıracak... Hoşçakal sevgilim. Sana
sevgilim diyorum çünkü benim için sen en sevgili, en tatlı şeysin. Seni, yalnız
seni seviyorum."
Birkaç
gün içinde sorunlar başladı, Bert, Marion'dan şüpheleniyordu, haklı olup
olmadığını bilmiyoruz. Sonra yine mutlu bir dönem geldi, Marion, sevgilisi
askerdeyken Fransa'ya gidip hemşirelik eğitimi görmeyi planlıyordu.
"8
Mart akşamı saat 10.30. Üç haftadan beri hemen her günümü Bert'le beraber
geçirdim. O çok iyi bir insan. Hep yanımda olmasına öyle alıştım ki, kendimi
yeniden evli gibi hissediyorum... Tam bir evkadını oldum —çamaşır, temizlik,
dikiş, yemek yapmak, bulaşık yıkamak— ve bu Bertin
hoşuna
gidiyor. Onu elimde tutabilmek için hizmetçilik yapmak zorunda kalmam çok
kötü. Şu anda tırnaklarım mahvoldu. Bert sadakate hayrandır."
Bert,
küçük kızı Janet'i Marion'u görmeye getirdi ve Marion ona hayran oldu.
"22
Mart gecesi saat 9.00. Bert biraz önce gitti. Yemekten sonra yatak odasına
gitmeyi kabul etmediğim için kızdı. Hep önce benim onu öpmemi bekler. Öyle
mutsuzum ki. Bert ne kadar haksız olduğunu biliyor. Geçen gece sarhoşken, bana
Ethel'i nasıl korkuttuğunu anlattı. Galiba aynı oyunu bana da oynuyor. Her
zaman dizlerimin üstünde kalmamı istiyor, ama ben bu kadar aşağılanmaya
dayanamıyorum. Giderken yarın uğrayacağını söyledi ama pek inanmadım. Ben
yapacağımı biliyorum; ona telefon edeceğim. Aslında en doğrusu, onun gelmesini
beklemek olacak. Yapmak istediğim şey ise onu izleyip, gerçekten eve mi
gittiğini görmek!
24
Nisan Pazar, geceyarısı... Tabii, en önemli şey para! Para bulmalıyım, hiçbir
şey kolay olmuyor. Bana yetecek kadar parayı nasıl bulacağımı bilmiyorum, daha
önce yaptıklarımı yapamam. Bir yanda Bert'in aşkı ve kendimi ona adamak, öbür
yanda ise kendimi tanımadığım birilerine satmak. Bert'im beni öldürür. Onsuz
içki bile içmeyeceğim. Şu son birkaç günden beri her an ağlamaya hazırım."
4
Mayıs'ta Bert askere gitti. Günlükteki yazılarda Bert'ten haber aldığı
zamanlardaki 'delice mutluluk' ve mektup gelmediğindeki 'feci anlar'
görülüyor. Haziran'da Bert Şikago'ya döner.
"Öyle
mutluyum ki; o artık burada; ama yanımda olmayınca yine mutsuz oluyorum. Bu
ayrılığın büyüyü bozacağını sanıyordum ama yanılmışım. Hâlâ onun esiriyim,
hâlâ onu delice seviyorum.
24
Mayıs... Bert
yatakta, uyuyor. Bir buçuk saat önce beni çok üzdü. Neden boşanmıyorum da
oturup bunları yazıyorum?... Kahrolasıca Bert, bana çok zarar verdi.
27
Mayıs Pazar gecesi... Bert'i her gün daha çok seviyorum ve benden uzaktayken
çok mutsuz oluyorum. Bert, benim bütün hayatım. Bütün isteğim onun da beni
sevdiğini bilmek.
25
Eylül...
Bert'in de beni sevdiğini düşünerek kendimi aptal yerine koyuyorum. O hiç
kimseyi sevemez. Benden hoşlanıyor, hepsi bu. Ama Tanrı şahidimdir ki, bütün
bunlara bir son vereceğim. Eğer Bert'im 'oraya' giderse, beni hayatından
ebediyen çıkarmış olacak. Sivil kıyafetleri gibi, beni de terketmiş
olacak."
4
Ekimde daktilo yazmayı öğrendiğini yazıyor.
"7
Kasım Cumartesi, akşamüstü. Bert'imden bugün mektup gelmedi. Jim, Bert'in
sarhoş olduğu bir gece, benden ayrılmaya çalıştığını söylediğinden bahsetti.
Tanrım, bunu düşünmek bile çok zor. Ne düşüneceğimi şaşırdım —Bert beni
sevdiğini gösteren birçok hareket yapmıştı. Ama sevmediğini anlatan pek çok
davranışı da olmuştu. Diğer yönlerim gibi, gövdem de ölebilseydi keşke. Unutmak
ve unutulmak istiyorum. Biraz içebilseydim iyi olurdu. İşsiz olsaydım içerdim.
Ama bu iş, bir yönden beni kurtardı. Bürodayım ve bir işle meşgulken pek
sorunlarımı düşünemiyorum."
Aralık
ayında Bert, Doğu'da askerliğini yaparken, Marion da yanında, dosyalama
memuresi olarak çalışıyor ve küçük bir kulübede yaşıyorlardı.
"5
Şubat. Çalışmaktan nefret ediyorum. Tanrım, oraya gidip her gün yedi saat
okuyup yazmaktan iğreniyorum. Dışarıda pırıl pırıl güzel bir dünya
varken..."
11
Şubat'ta kulübeden odaya taşındılar, bir tartışma sırasında Marion Bert'e
vurunca, dayak yedi. Günlüğünde üç gün sevgilisinin geri dönüşünü beklediğini
yazan Marion,
sonunda
ona telefon etti ve yemekte buluştular. Mart'ta Şika- go'ya döndüler.
"8
Nisan. Pazar akşamı, saat 8, Bert'i dün sabahtan beri görmedim. Beni
sevmediğini biliyorum, beni görmek istememesi kalbimi kırıyor. Buna nasıl
dayandığıma şaşıyorum. Durmadan ağlıyorum, bu kadar zayıf mıyım ben? Mutsuzum.
Kendime acıyorum. Ama göl çok yakında ve bir süre sonra ısınacak. Tanrım,
senin kollarına sığınmak —huzur ve barışa kavuşmak ne güzel olacak!
27
Nisan. Sabah saat 10... Bu şekilde yaşamakla kendime olan saygımı yitirdim.
Galiba evlenmek ve hep birisiyle beraber olmak istiyorum. Çok günah işledim ve
bunun karşılığını da fazlasıyla ödedim. Bert'e karşı dürüst olmanın ne yararı
var? Süt alacak kadar bile para vermiyor. Verdiği üç kuruşu da kendim için
harcamıyorum, ama viski için o, her zaman para buluyor.
21
Mayıs —Kahvaltıda yalnızım, hep yalnız... Bert parası olmadığını söyledi, bu
yüzden beni görmeye gelmiyor- muş. Şimdiye kadar bu ay içinde 23 Dolar verdi.
Bu parayla idare etmemi nasıl bekleyebilir? Sağduyum Bert konusunu kapatmamı
söylüyor ama kalbim mantığımı dinlemiyor. Onu hala istiyorum ve seviyorum.Benim
Bert'im! Hiçbir zaman ondan istediklerimi alamadım, yine de birgün beni ilk
öpenin o olacağını uıî^orum.
26
Mayıs. Bert
durmadan parasının olmadığını söylüyor, galiba herşey bitti. Burada yaşadığı
halde hiç kira ödemedi. Ne âlâ!"
Haziran'ın
ilk haftasında Marion, Stout adında başka bir adamla Ohio'ya gitti. Bu
yolculuğun nedeni açıklanmıyor. O yokken Bert dairelerine girdi ve kendi
resmini yaktı.
"Bert
yarım saat kadar bağırıp çağırdıktan sonra çıktı, sonra geri döndü ve bütün
gece içti, bana hakaret etti, ağladı.
Bert'in
beni bu kadar sevdiğini bilmiyordum. Bundan sonra beni haftada bir gün
göreceğini söyledi. Masum olduğumu söyledim ama bana inanmıyor, aslında haksız
da değil. Benim zavallı Bert'im, ne yaptım ben? Bana, açlıktan ölmemi
istediğini söyledi. Ben de isterdim ama bu öyle yavaş bir ölüm ki?
8
Haziran— (Bert, Stout yüzünden hâlâ kuduruyor.)... Bert geçmişle ilgili
yalanlarımı ortaya çıkaracağına yemin ediyor ve eğer yalan söylemişsem herşey
bitecekmiş. Galiba sonun yaklaştığını hissediyor ve Bert olmadan bir yaşamı
düşünemiyorum. Beynimi kemiren öyle çok şey var ki— bunlar huzurumu bozuyor ve
beni yavaş yavaş öldürüyorlar.
14
Haziran—
Bert'le tek bir kötü söz sarfetmeden geçiniyoruz. Bu harika mutluluk için
Tanrı'ya şükrediyorum. Bunu uzun süre beklemiştim. Her akşam ayık olarak yemeğe
geliyor. Tanrı onu komşun."
Ağustos'a
kadar mutluluk ve uyum dolu yaşamlarından bahsediliyor. Sonra Marion'a başka
bir adamın telefon etmesi üzerine, Bert'in kuşkulan yeniden uyandı.
"Bert
yemekte içtiği bir şişe şarapla sarhoş oldu. Bana hakaret etti yine. Benim için
mutluluk yalnızca Bert'le beraber olmak anlamına gelmiyor artık. Geçen gece
benim dürüst olmamın önemi olmadığını söyledi, artık bana inanmıyor. Zaten
bana pek önem vermiyor. Benimle beraber ama yalnızca onun için herşeyi yaptığım
için. îki haftadır çamaşır ve temizlik için bir kadın geliyor ve bunun çok
pahalıya geldiğini söyledi... Yalnızca ölmek istiyorum. Böylece huzur içinde
dinlenebileceğim. Cuma gecesi, Bert bana orkideler ve güller getirdi, uzun
zamandan beri ilk defa..."
Ağustos'un
son haftasında bir kabarede Bert'in çok içmesi yüzünden kavga ettiler, Bert,
Marion'u yumrukla dövdü. Bu konuda, onu dayanılmaz bulduğunu ve onun
dokunmasından bile tiksindiğini; onun sevdiği Bert'in öldüğünü ve düşlerinin
bir kâbusa döndüğünü yazıyor. Onun okşamalarından tiksinmesi ve buluşmalara geç
gitmesi üzerine Bert bir ültimatom verir.
"Kanunlar
koydu—onun istediği herşeyi yapacaktım ve yapmazsam çıkıp gideceğini söyledi.
(Birkaç
gün sonra) Beni kucağına aldı ve bir süredir sinirli olduğunu söyleyerek özür
diledi. İşte bu uzun zamandan beri duymayı beklediğim sözlerdi. Şimdi herşey
yolunda. Artık bana inanacağını söyledi ama benim de iyi davranmam
gerekiyordu. Evet, şimdi çok iyiyim.
11
Eylül. Şu son iki yıldır Bert hakkında yazdığım aptalca şeyleri okudum. Bu
defter baştan sona yakınmalarla dolu—birbiri ardına bir sürü yakınmalar. Bütün
bunlardan nasıl sıkılmamışım, nasıl yorulmamışım hayret! Bert'in beni yatarken
öpmemesi yüzünden birçok kereler ağladığımı yazmışım, artık ağlamıyorum. Bu da
bir gelişme sayılır. Acaba daha az sevdiğimi mi gösteriyor? Yoksa neden?
Yıllardır evli olan çiftlerin bütün gün ayrı kaldıktan sonra akşam buluşunca
yaptıkları gibi kayıtsızlığa düşmek istemiyorum. Bert akşam yemeğe gelince
koşup onu karşılamazsam, o kendiliğinden bir adım atmaz. Görünürde, düzeyde
herşey normal gidiyor. Kötü sözler kullanmıyoruz, o bana kedicik diyor ve
bir-iki kez yanıma gelip kulağıma tatlı sözler fısıldıyor. Hayır, Bert gibi
birisini hiç tanımamıştım; ara sıra onu unutmak istememe karşın böylesine kibar
ve tatlı olduğu zamanlar yaşamın tadını alıyorum ve kötü günlerimizi
unutuyorum. O tatlılığının ve sevecenliğinin altında, kendini birkaç erkeğe
vermiş olan o kadına karşı duyduğu tiksintiyi hâlâ hissettiğinden eminim.
Bert'in
o çocuğu (kızını) görmeye gitmesinden pek hoşlanmıyorum. Ama bir metres olarak
başka ne yapabilirim?
11
Ekim.... Bert, zamanının bir bölümünü evde geçireceğini söyledi. Buna ne kadar
dayanacağımı Tanrı bilir. Bana ayda 200 Dolar verecek... Marjorie (Bert'in
kansı) 300 dolar artı kira alıyor... Bert'i kalbimden ve yaşamımdan çıkarmak
istiyorum ama onu hiç görmezsem şimdikinden daha mutsuz olacağımdan korkuyorum.
Benim hiçbir amacımın olmayışı onu kızdırıyor. Ama ne için veya kimin için
mücadele etmem gerekiyor? Ben hastayım, zayıfım, yorgunum— Bert'le bir gelecek
bile düşleyemiyorum. Beni sonsuz karanlığa atlamaktan alıkoyan tek şey
yalnızca bir düşünce (bir umut bile değil); belki birgün bizi sonsuza dek
birarada tutacak birşeyin olabileceği düşüncesi. Ve böylece, günden güne
varlığımı sürdürüyorum.
26
Ekim. Dört gün önce Bert beni tam istediğim gibi sıkı sıkıya kucakladı. O çok
çalışıyor, çok yoruluyor. Geçen akşam, hayatının sonuna dek benimle böyle
yaşamaya devam edemeyeceğini söyledi. Janet büyüdükçe onunla daha çok beraber
olması gerekeceğinden, ben de daha çok yalnız kalacakmışım, dolayısıyla da
başkalarıyla beraber olacakmışım. Ve o beni biriyle beraber yakalayınca da
herşey bitecekmiş. Bağımsız olabilmem için bir meslek öğrenmem için ısrar
ediyor.
2
Kasım... Tanrım, Bert'in benimle kalması için şart olan işleri yapmama yardım
et... Beni mutlu etmek için para ve giysilerin yettiğini zannediyor. Böyle
şeylere ne kadar az önem verdiğimi anlamıyor. Yalnız Bert önemli, Bert, Bert...
Ona karşı duyduğum sevgi beni eziyor, harcıyor, tüketiyor. Bert'in beni
umursamadığını biliyorum. Benim yapacak bir işim var. Tanrım onun beni
sevmesini, bana ilgi duymasını sağlamalıyım ve bunu ancak onunla iş konusunda
konuşarak başarabilirim. îş! O yalnız işle ilgileniyor, benim ise aşktan içim
eriyor. Onun düzeyine yükselmem gerekiyor. Soğuk, zalim, hesapçı olmalıyım;
insanları kendi başarıla- nm için kullanmalıyım. Gerçekten, başarıya
ulaşabilmek için yapacak çok şey var, özellikle onun bakış açısından... Bugün
Bert'e iki yıl önce aldığım gömleği düzeltiyorum ve yine benim aldığım yeşil
kravatı takıyor."
15
Kasım'da onun
sevgisine karşılık vermeyen Marion, Bert gitmeye kalkınca da onunla kalması
için yalvardı.
"Dün
gece sonun geldiğini sandım ve eğer gitmiş olsaydı, ben de gidecek ve hiç
dönmeyecektim. Bert beni çıldırtıyor. Onu memnun etmek için elimden geleni
yaptım, hastayım, yorgunum ve beni hiç sevmiyor. Artık sınıra ulaştım. Bert'in
sevgisini kazanmaya çalışmamın artık hiçbir yararı yok ve; şimdi veya pek
yakında gidebilirim. Bana bu konuda epeyi cesaret verdi."
10
Aralık'ta,
Marion evde yokken Bert eşyalarını toplayıp gitti, ama birkaç saat sonra geri
döndü.
"Bir
daha böyle çıkıp giderse, geri döndüğünde ben yaşıyor olmayacağım; tabii
dönerse! Mutsuz olmanın ne anlamı var? Bu sabah benimle konuşmadı, bana
dokunmadı, hiçbir şey yapmadı. Kendime bakacak, hatta yemek yiyecek gücüm bile
kalmadı.
12
Aralık Pazar- Bert bir saat önce gitti. Dün gece büyük bir tutkuyla beni
öptü.... Yıkılmak üzereyim. Bazen bunu devam ettirmek istiyorum ama aklımda
hep bu dünyadan çekip gitmek var. İki gün önce Bert'i de yanımda götürmeyi düşünüyordum.
Zenci hizmetçim Fanny yerleri siliyor. Bu planın çılgınca olduğunu biliyorum ama
başka türlü devam edemem. Bert'in kulüpte birkaç gömleği ve traş malzemesi kalmış,
onları bir poşette karısının dairesine götürmek için getirmişti ve bu sabah
bana 'o çocuğu' haftada 3-4 gece görmesi gerektiğini söyledi. Onu tamamen
kendime saklayamam. Kış geliyor, kışlık giyeceklerim hakkında hâlâ konuşulmadı.
Çok yorgunum. Bütün bunları, sonra (eğer yapabilirsem!), okunması için
yazıyorum.
3
Ocak.... Portakal reçeli hakkında konuşuyorduk. Ben yapabileceğimi söyledim;
aslında tek bir şey dışında her şeyi yapabileceğimi, o şeyin de 'onun beni
sevmesini sağlamak' olduğunu söyledim. Bert de, "küçük kediciğimi seviyorum,
onu kendi tarzımda seviyorum" dedi. Bunu söylediğini duymak hoşuma gitti,
doğru olmasa da...
16
Ocak....
Onunla dün gece ve bu sabah konuştuk. Bana, aslında hep burada kalmak
istediğini ama yerine getirmesi gereken görevleri olduğunu söyledi....
Hayatının sonuna kadar benimle geçirmeye niyeti olmadığını, ben de ona, beni
bırakırsa çok üzüleceğini söyledim. Tanrım, son çok yaklaştı galiba.
21
Ocak. (Marion, Bert'in bir yalanını yakalar ve onun bir kadınla beraber
olduğundan şüphelenir.)
Kanapeye
uzandı, ben de oturdum, onu seyrettim. Yaptıklarının beni ilgilendirmeyeceğini
söyledi. Öyle mutsuzum ki.
Bert'e
ateşle oynadığını anlatmaya çalıştım ama dediğim hiçbir şeyi ciddiye almıyor
ki.... Başından beri beni aldattığını anladım artık."
Birkaç
gün sonra yine 'harika Bert'inden bahsetmeye başladı. Şubat ayında kısa,
olağan iş öyküleri yazmış, Bert'le olan ilişkilerinden pek bahsetmemiştir.
14
Mart- Dün Bert'imi görmedim.... ben zavallı, yalnız bir kediciğim ama her
nasılsa dayanıklıyım ve henüz delirmedim. Bert hayatımdaki son erkek olacak.
Asla başka birisi onun yerini almayacak. Bunu Bert'e de söyledim ama 'boş laf
dedi. Bugün beni telefonla aradı -bu gece gelmeyecekmiş.
Tanrım,
şimdi delirsem yeri değil mi? Her şey çok, çok kötü. 15 Mart. Bert yine telefon
etti, bu gece de gelmiyor- muş. Başka yerde yatacakmış. Bana acı Bert.
Deliriyorum. Kendimi uzun zamandan beri tutuyorum. Ne gözyaşı, ne hıçkırık ne
de öfke belirtisi gösterdim- yalnızca umutsuzluk ve çılgınlık var bende.
Aklımın kayıp gittiğini hissediyorum. Ah, keşke her şeyi unutabilseydim- bu
benim için bir kurtuluş olurdu.
17
Mart sabahı
saat 9:45. Uykusuz bir gece geçirdim. Bert'i bekledim ve ölümü bekledim
16
Nisan- Biraz önce Bert'le konuştum. Hafta sonunda buluşamamıştık; bana büroya
gitmemi ve para vereceğini söyledi. Benimle beraber olma konusunda hiçbir şey
söylemedi. Yıkıldım, parça parça oldum...."
Bert'in
soğukluğu ve ziyaretlerini seyrekleştirmesi üzerine, başka bir kadının
varlığından şüphelenmeye başlar. Bir gün onu telefonla arayıp bulamayınca şöyle
yazmış:
"6
Mayıs Cumartesi sabahı saat 9:45. Geçen perşembe, Bert telefon etti, bir gece
önce beni aradığına yemin ediyordu. Dün onu aramadım, o da aramadı. Biraz önce
yine telefon etti, bana biraz para yollamak istediğini söyledi; ben de şehire
ineceğimi öğle yemeği için buluşabileceğimizi önerdim. Önce ben aramadığım
için memnunum. Kendime saygım Bert'i terketmemi emrediyor. Bir gün bunu
yapabilecek gücü bulacağım."
Bunlar
günlüğe yazılmış olan son anılardı. Buluştukları zaman neler olduğunu
bilmiyoruz. Bert, onunla 6 Mayıs gecesi beraber olmuş ve uyurken de Marion
önce onu, sonra da kendini vurmuştu.
William
E. Leonard
1920'de Wisconsin Üniversitesi'nde
İngiliz Edebiyatı Profesörü olan E. Leonard'm yazdığı "Lokomotif
Tanrı", akut anksiyete (kaygı) ve bir fobinin klasikleşmiş bir öyküsüdür.
Bu nevroz Mr. Leonard'ın yaşamı
boyunca devam etmiştir. Ona göre, çocukluğunda meydana gelen bir travma sonucu
olarak bu nevroz başlamıştır. Yazarın tanımlamaları, bir nevrotik insanın,
bütün gücüyle karşı koymasına karşın, güçsüz kaldığı durumlarda ne kadar
çaresiz olduğunu çok güzel betimlemektedir. Bu, nevrozların en önemli
esrarıdır ve henüz psikiyatri tarafından çözüm- lenememiştir.
Sıcak
bir haziran sabahı, Mendota gölünün karşı kıyısındaki Batı Noktası'na kadar
yedi mil yürüdüm. Tarih müzesi sorumlusu Charles Brown da benimleydi. Bazı
Kızılderili tepelerinde incelemeler yapacaktık. Size vereceğim
"görünür" faktörleri, son haftalarda Brovvn'la uzun uzun tartışıp,
hepsinin doğruluğundan emin olduktan sonra yazıyorum. On beş yıl sonra,
ayrıntıları bu kadar canlı olarak anımsamamıza, o da şaşırdı. Nedense o hiçbir
şeyi unutmamıştı ama ben pek çok şeyi hatırlayamıyordum. Arkadaşım için
olaylar, olağanüstü olsalar da, o günün uğursuzluğunu belirtiyorlardı; benim
için ise o olaylar beni derinliklere iten sarsıcı bir şoktan ibarettiler.
Charlie için o günün derin, eksiksiz bir izlenim olmasına karşın, bence o gün,
derin, eksiksiz bir baskı idi.
O
gün yedi mil kadar yürüdükten sonra bira içmek için yol kenarında bir yere
girdik. Daha önce hiç hissetmediğim
tuhaf bir his duymaya
başlamıştım. Barda otururken, birden ölmekte olduğumu gördüm. Yan duvara
bakıyordum, duvarda Wisconsin'in büyük bir haritası asılıydı. Bu san kırmızı
renkli, süslü haritanın tam ortasında, sanki Wisconsin'den fırlıyormuş gibi
görünen bir tren resmi vardı, (yani, bilinçaltında çocuklukla ilgili
"Geçmiş" artı şimdiki yer, mekan- ayrıca Oliver amcamın sigorta
ofisindeki Aetna takviminde gördüğüm bir lokomotif resmini de hatırlatıyordu.
Bu resim aklıma, "Lokomotif TanıT’nın gelişi fikrini sokmuştu.) Burun
buruna çarpışacağız, tam üstüme doğru geliyor, düşmanca.... kocaman Tanrı Ölüm
beni suçlarım,
günahlanm yüzünden yok edecek, ben de
karımı mahvetmiştim. Objektif olarak bakarsak, duvarda Kuzeybatı De-
miryolları'nın bir reklamı asılıydı; bir harita ve bir tren. Ama kişiliğimde
yine bir bölünme olmuş ve dış dünyada, objektif dünyada da bir bölünmeye yol
açmıştı: o resim, göze bir barın duvarında asılı duran eski bir harita gibi
görünüyor ama duygularıma eski, dehşet verici bir canavar gibi geliyordu....
Ölüm... Tanrı. TANR I.... 1878'in çekirdeği...........................................................
Lokomotif
Tanrı, yeniden çıplak gözle görülebiliyor.... ani ölümle beraber, tıpkı
çocukluğumda, istasyonda olduğu gibi.
Galiba
resimdeki kazan şekli de ağzı açık bir Tanrı - yüzü hayaletine dönüşmüştü. Buna
benzer bir değişimi, ben dokuz yaşındayken sınıfta görmüş ve paniğe
kapılmıştım. Bu olguyu psikolojik açıdan anormal bulmuş ve bunu bilinçaltıma
atarak, ümitsiz bir semptom olarak saklamıştım.
Böylece
sınıfta olduğu gibi, ölüm dehşetini ikinci kez yaşamıştım: Önce, doğrudan
1878'in "Lokomotif Tann"sımn yankılanmaları yoluyla; sonra da dolaylı
olarak bu yankılanmaların doğurduğu durum yoluyla. Başka bir deyimle, kendi
paniğim yüzünden paniğe kapılmıştım. Yalnız, okulda olduğundan daha güçlü bir
şekilde, çünkü 1885'ten bu yana çok olaylar olmuştu.
Bunun
benim son saatim olduğuna emindim.... belki de son dakikamdı. Duvardaki
haritada Lokomotif Tann duruyordu. Tehlike. Yıkım. Brown'a "kendimi çok
kötü hissediyorum" dedim, sesim yine de yavaş ve kontrollü çıkmıştı.
Biraz daha bira içtim... gözlerimi haritadan uzaklaştırmak istedim. Cebimden
bir kalem çıkardım... onu ısırmaya başladım, önce bir ucunu sonra öbürünü,
sırayla, tekrar tekrar. (Charlie'nin güçlü hafızası bu olayı aynen
canlandırmasını sağlamıştı).
Paltomun
cebinden bir zarf çıkartmış... açmış ve Char- lie'ye bir paragraf göstermiştim.
Mektup Henry Holt'tan geliyordu, şiirlerimin yayınlanması konusunda
yazılmıştı. Zarfı masanın üzerine bırakmış ve üzerine iki resim karalamışım
—biri büyük, diğeri küçük— iki LOKOMOTİF resmi... Charlie bunu da çok iyi
anımsıyor. Kalkıp... Kapının yanında hesabı ödedikten sonra... bir sigara
almıştım... onu çıkarken yakmıştım... tam o sırada ilerideki otlakların
ilerisinden bir tren geçiyordu. Ve gözlerim, sigaramı yaktığım kibritin
üzerinden bir kez daha duvardaki haritaya takılmıştı. Loko- motif-Tanrı sanki
barın arkasından üzerime doğru atılmak üzere görünüyordu. Hâlâ o an duyduğum o
yoğun dehşeti anımsıyorum. Hücuma uğrama fikri öylesine canlıydı ki mantığımı
ve akılcrbir açıklamayı bir kenara atmıştım, (yani bu yalnızca bir
halüsinasyon olabilirdi) kendi kendime, lokomotif beni ezemez çünkü arada
parmaklık var diye düşünmüş ve "emin olmak" için dönüp dönüp
bakmıştım. Char- lie'ye birşey dememiştim, zaten dış görünüşümden de pek birşey
anlaşılmıyordu.
***
191
l'in öyküsüne dönelim. Tam çıkarken sigaramı yakmıştım... bir tren
geçiyordu... gözüm haritadaki hayaleti bir kez daha görmüştü... hiçbir şey
söylememiştim... çıkıp gitmeye çalışmıştım... üçyüz metre sonra sigarayı
attım, beni daha fena yapmıştı, (bilinçaltımın bir uyarısı; birşeyi fırlatıp
atmakla sizi rahatsız eden bir faktörden kurtulmayı sembolize ediyor)
Biraz
daha iyileşmiştim. Yine de tren işkencesi devam ediyordu. Bana o otlakta
insanların top oynadığı hissi gelmişti. Otlağa baktım, gözle görülür hiçbir
şey yoktu. Bu hissi açıklamak olanaksızdı. Tren geçip gidince birden rahatladım.
Yarım saatlik bir yürüyüşten sonra, yine 'kendimi kötü hissediyorum' demiştim.
Charlie'den biraz uzaklaşıp suyun sessizliğine ve boşluğuna bakmıştım. Göl'de
hiçbir hareket yoktu. Kıyadaki yazlık kulübeler hala kapalıydılar.
İçime
bir yalnızlık hissi çöktü, huzursuz bir izolasyon... Barda olanları tamamen
unutmuştum. Şapkamı çıkarmış, başımı kurulamıştım. Bir batma hissi...
izolasyon... dehşet. Charlie' diye seslendim... cevap yoktu. Dakikalar
geçmişti. Daha yüksek sesle çağırdım... ve yine cevap yok. Yalnızdım, bu koca
evrende yapayalnız... ah, evde olsaydım.. Charlie!' Tam o anda gölün karşı
kıyısında düdüğünü öttürerek bir yük treni gelmeye başladı. O geçen yolcu
treninden bir saat sonra, aynı yoldan geliyordu. Birden yine paniğe kapıldım.
Lokomotifi başımın üstünde hissediyordum, beni yutacak gibiydi. Sanki beni
altına alıp ezmek için acele ettiğini hissediyordum. Aslında çak çak çak çak
diye duyduğum, makinelerin sesiydi. Setin üstünde bir aşağı bir yukarı
koşuyordum. Kendi kendime (yüksek sesle) "tren gölün öbür kıyısında, sana
ulaşamaz —seni ezemez— o çok uzakta" diyordum, ama emin olmak için de
gözlerimi ondan ayırmıyordum. Gözlerin gördüğü şey başımda, beynimde olup
bitenlerle çok, çok farklıydı. Bunun ne kadar sürdüğünü anımsayamıyorum, ama bu
zaman süreci içinde, trenle beraber Agatha'nın varlığını da hissediyordum;
Agatha'nın ölü-
münün
verdiği dehşet hissi gittikçe şiddetleniyordu— tabii onun ölümü yüzünden
suçluluk duygusu da durmadan artıyordu...
Orada,
bir yerlerde Agatha, başımın üstündeki kabin ve Daire hayaletleriyle beraber
dönüp duruyordu. Tabii Daire, lokomotifin silindir gövdesinden ve başından
yayılan yansımaları sembolize ediyordu. Bu Lokomotif 1878 Şeytan- Tanrısı'nm
Gizemli Yüzü idi. Varlığımın derinliklerinden bütün gücümü toplayarak, kendime
hakim olmaya çalıştım.
Uzay'dan gelen o büyük ışık kümesinin
gözlerime yaptığı etki, belki de ölümcül bir uyarıydı. Bunu kesin olarak bilemiyorum.
Ama güneşin sol tarafındaki büyük bulut, bir kaleydoskop gibi iki at
görüntüsüne dönüştü. Bu atlar, içinde sakallı bir adamla, genç bir kadının
oturduğu bir arabayı çekiyorlardı. Bu görüntü bana Son Karar Günü'nü
anımsattı. Ve ormanların üstünde, gölün bu tarafında da dev gibi bir zenci
duruyordu. Bir Apokalips.................................................. Incil'deki
kişiler canlan
mıştı....
daha ileride Peygamber ve cennet vardı.
Benim
için bu yalnızca bir görüntü değil, aynı zamanda bir uyarı, bir tehditti. Atlar
bana doğru koşuyorlardı.
Hiç
değilse bu yalnızca bir his değildi, görüyordum, hem de üç boyutlu olarak.
Lokomotif Tanrı, kendine özgü gücüyle yine göklerden inmişti. 1878'deki
figüranlar yine onun ya- nındaydılar: küçük Mary, zenci dadı, Mary'nin babası,
onun arabası ve atları.... atlar beyaz oldular. Lokomotif kabini, Mary'nin
faytonu, Incil'den bazı tipler aslında içimden dışarıya fışkırıyorlardı; film
makinesinden çıkar gibi.
Böylece İstasyon'dan babasıyla arabaya
bindikten sonra kaybolan Agatha'mm anısıyla karışmış, birleşmiş üzerime doğru
geliyordu. Suç ceza. Simgeler değil
yansımalar....
Bunlar
bütün kıtanın üstüne yansıyor.... otuz üç yıllık yaşamım boyunca yansıdılar...
Kelimenin
tam anlamıyla bu "Görüntü" beni yere devirdi. Birkaç saniye
dizlerimin üstünde çöküp bekledim. En son zenci kadın kayboldu.... Ayağa
kalkıp, sağa sola koşuşmaya ve bağırarak "Mucizeler yoktur, mucize
olamaz" diye söylenmeye başladım. Defterimi çıkardım, tıpkı Hamlet'in görüntüler
gördükten sonra yaptığı gibi. Çılgınca, mucizelerin olamayacağına dair bir
şeyler karaladım. Sanki kırık bir mantık kılıcını sağa sola savurarak, her
türlü mantıktan daha güçlü olan canavarlarla savaşıyor gibiydim. Mantığım bu
apokalips (kıyamet) korkusunu yenemiyordu; çünkü kıyamet korkmamın sebebi
değildi, tam tersine korkum kıyametin sebebi idi. Ama unutmayın! Ne
halüsinasyonlar ne de korkular, Mantık ve Gerçeği yok edemezler. Ben de bunların
ne olduklarını biliyorum ama nereden geldiklerini bilemiyorum.
Bu arada yük treni, Middleton'a doğm
yoluna devam ediyordu. Duyduğum sesi, gürültüsü, görüntüden duyduğum dehşeti
bile bastırıyordu. Bilinçaltım bu işkenceyi çok iyi tanır, çığlık atarak
"Tanrım, o tren daha gitmeyecek mi!" derdim. Panikten kurtulmak için
tahta bir kutuyu dizlerime vura vura parçaladığımı anımsarım: Trene
bakıyorum.... öyle yavaş gidiyor ki.... çok yavaş.... ne zaman kurtulacağım....
Yolun sonundaki kırmızı tuğla istasyon binasından da ürkerim 1885'de okul bahçesinde koştururken ama
ya
nımda
Agatha yok.... Mary'le beraberim. Arasıra, "Charlie, Charlie" diye
bağırıyordum. Evden ve ailemden çok uzak olmanın verdiği dehşet ve
ümitsizlikle çılgın gibiydim.
Daireler
çizerek koşuyordum ki Charlie ormanların olduğu yerde göründü. Onun varlığı
bana güç verdi. Paniğin yerini rahatlama aldı. "Sinirlerim çok bozuk.
Şehre dönmeliyiz" dedim. Çabuk çabuk yürümeye başladık. Kızlardan söz
ediyordum.... başka şeyler düşünmeye çalışıyordum.... ama Agatha veya Mary'den
hiç bahsetmedim, aslında bu iki kız bilincimi doldurmuştu. Yeniden paniğe
kapılıyordum.... Charlie yanımdaydı; ama bir yararı olmadı. Neyse ki önceki
kadar yoğun değildi... Belki de güneş çarpmıştı. Ana caddeye varınca yüzümü ve
bileklerimi oradaki bir çeşmede yıkadım. Belirtileri tanıyordum, güneş
çarpması değildi. Orada duran bir otomobile yaklaştım, "Çocuklar ne
isterseniz ödeyeceğim, lütfen beni hemen şehre götürün" dedim. Char-
lie'nin yanımda olmasını istiyordum, bana moral gücü veriyordu. Arabayı çok
hızlı sürüyorlardı. Derin derin nefes alarak kendimi toplamaya çalıştım. Tek
tek tüm yol işaretlerini sayıyordum. Kulübeye gelince indik. Çocuklara para
verdim. İki Dolar. Charlie benimle kulübeye girdi. Ailem oradaydı. Hemen
uzandım. Dehşetle titriyordum. Hafif bir sesle, "Anne, baba galiba her
şey bitiyor. Ölüyorum artık" dedim. Cha- rie ayaklarının ucuna basarak
dolaşıyor, perdeleri indiriyordu. Büyü geçiyor. Babam şehire inmiyor,
"evde ihtiyaç duyulabilir" diye. Bütün gece uyudum. Sabah
uyandığımda, vücudum garip bir şekilde yorgundu, zayıftı. Evin önünde biraz
yürümeye çalıştım ama yüz-ikiyüz metre yürüdükten sonra evden çok uzaklaşmış
olduğumu sanarak dehşet içinde eve koştum.... evden ve güvenlikten.... birkaç
yüz metre.... uzaklaşmak....
O
günden beri asla normal bir insan gibi yalnız veya başkalarıyla yürüyüş
yapamadım.
O
yaz saçlarım bembeyaz oldu. Tabii ki halk arasında söylenildiği gibi bir gece
içinde olmadı bu. Yaşamdaki değişiklikler, yaşamın kaynağını etkiler. Saçlarda
da hayat köklerinde başlar, bu yüzden, beyaz saçlar kökten itibaren beyaz
olarak çıkarlar. Eski, kahverengi saçlar döküldükçe de ak saçlar çoğunlukta
kalırlar. Böylece saçlarımın ağarması Ağustos'a kadar sürdü.
Özellikle
öğle yemeklerinden sonra yatağa uzanınca, hâlâ nabzım çılgınca atıyor ve sık
sık korku nöbetleri geçiriyordum. Bunun nedenini şimdi biliyorum. Bütün yaz
boyunca Lokomotif Tanrı bilinçaltımda yüzeye çok yakın bir yere yerleşmişti ve
uzanıp biraz rahatlayınca bilinçaltından kurtuluyordu.
Son klinik araştırmalarımda öyle bir
an geliyordu ki.... iki yıl boyunca... bu güne dek................................................ hafif bir dinlenme
ve ra
hatlama
anında böyle korku hislerim ve nabız atışım artıyordu. Bunları yapanın
Lokomotif Tanrı olduğunu bilmeme karşın elimden bir şey gelmiyordu. O yaz
aklım, zekâm ve mantığım bana sırtını dönmüştü. Bütün o korkulan, dehşetleri;
beynim kurnazca açıklamaya çalışıyordu. Gerçeklerin açıklanamaması yüzünden
mantığım başka yollan arıyordu. Bu yüzden içime türlü fobiler kök salmıştı,
bana göre korkuların nedenleri buna bağlıydı. Acı çeken kişi gerçek nedenleri
bilmeyince, kendine göre yeni nedenler yaratıyor. Zeka düzeyi düşük bir insan
aptalca nedenler uydurur, zeki bireyler de daha kabul edilebilir nedenler
yaratırlar. Diyelim ki iki kişinin de karanlık fobisi var; ikisi için de bu
fobinin gerçek nedeni unutulan bir çocukluk travması yani küçükken ikisi de
ormanda korkmuş olsunlar. Düşük zekâ düzeyi olan kişi bunu karanlığın içinden
bir cinin beyaz elini uzatması olarak anlatır; diğer kişi ise gece birden bire
hastalanmaktan, yanında yardım edecek kimse yokken bir kriz geçirmekten
duyduğu korku olarak anlatır. Ama ikisi için de önce geçmiş deneyimleri veya
bilinçaltlarıyla ilgili sözüm ona açıklamalar geçerlidir. Altı yıl önce bir
makale yazmıştım, burada zihnimin fobilerimi açıklamak için geliştirdiği sahte
olayları, sahte açıklamaları belirttim.
O
zaman gerçek nedenleri bilmiyordum ama yine de beynimin yarattığı şekilde
korkmadığımı iyi biliyordum.
Mekanizmanın
tekniğini biraz daha açıklamak istiyorum. Eski bir olaydan kaynaklanan bir
korku haliyle başlayalım. Geçmişte olan bu deneyim bilinçaltında kalıyor. Fakat
onun
duygusal etkisi, dehşet bilinçüstüne
fırlıyor. Bu duygusal etki hafif bir endişeden ölümcül bir korkuya kadar
değişik yoğunluklarda olabilir. Şaşıran beyin de uydurulan hiçbir yapmacık,
sahte nedeni kabullenmez. İşte o zaman, deprem gibi, dipten gelen bir darbeyle
bütün güvenimiz sarsılır. Genellikle bilinçaltındaki olay kendini sembolik
olarak açığa vurur. Benim "uzaklaşma" fobim buna iyi bir örnek
olabilir. Aklımız bu korkuya bir neden arar. Danışmanlar sorar: "Neden korkuyorsun?
Evet "korkacak ne vardı".... evden bir-iki yüz metre uzaklaşsam 1911'de .... ne olur sanki? Söyleye
bildiğim
tek şey, evden biraz uzaklaşacak olursam- son on beş yılda bu uzaklık birkaç
metre ile birkaç mil arasında değişiyordu- bir güvensizlik, bir dehşet hissi
bütün benliğimi kavrıyor ve geri dönemiyordum. En güzel tanımlama şöyle
olabilir:
Dehşete
kapılmak fikri beni dehşete düşürüyor. Bunun yanında bazı yan -korkularım da
var; panik halindeyken etrafa rezil olmak veya bir arabanın altına girmek veya
sinir krizi geçirmek gibi.
Uzaklık
fobisinin de yoğunluk dereceleri vardı. Varsayalım ki göl kenannda yürüyorum.
Bir millik yolun ilk çeyreğinde normal bir insanım; sonraki yüz yarda da biraz
endişeli ve kaygılıyım; bundan sonraki yirmi yardalık yolda henüz kontrol
edilebilen oldukça korkmuş bir haldeyim; sonraki on yardayı dehşet içinde
geçiriyorum ve beş altı adım daha altınca da Atlantiğin ortasında boğulmak
üzere olan veya bir gökdelen yangınında en üst katta pencerenin kenarına çıkmış
bir adam gibi korkunç bir panik, umutsuzluk ve yalnızlık hissediyorum.
Eğer
okurlarım böyle korkunca neden ıslık çalmadığımı veya gülüp geçmediğimi
anlayamıyorlarsa, bu kitap onlara göre değil demektir. Onlar da yaşamım boyunca
çok rastladığım aptallar ordusuna aitler, onlarla benim hiçbir ilişkim olamaz.
Onlar da beni rahat bıraksınlar.
Korku
nöbetlerim bazen insanın ölüm karşısında duyduğu dehşetin çok üstüne çıkıyor.
Böyle zamanlarda bayılma- mamın veya ölmemenin iki sebebi vardı: Önce fiziksel
canlılığım, sonra da kaçış yollan bulmada ustalığım- dikkatimi saptırmak, veya
güvenli bir yere kaçış gibi- Bazıları şöyle düşünebilirler; madem bu
nöbetlerden sonra hiçbir şey olmuyor, öyleyse neden kaygılanıyorsun? Hiçbir
şey olmuyor, öyle mi? Bakın neler oluyor anlatayım. Önce korku nöbeti gelir-
eğer kızgın bir ütü boğazınıza sürülüyor ve sonra da hiçbir iz bırakmıyorsa,
bana da "hiçbir şey olmuyor" demektir. Sonra nöbet geçer ama geride
yan-korkular bırakır, Korkudan korkmamı arttırır, özgürlüğümü kısıtlar. Aslında
doğru, "hiçbir şey olmadı", yani bu güne dek on beş yıldır
öğretmenliğe, kitap yazmaya ve caddenin karşısındaki Üniversite Kulübü'nde
şakalar yapmaya devam ettim....
Bir
"vaka" olduğumu biliyorum. Duyduğum dehşet hissinin bir fobi
olduğunu da biliyorum. Gerçek nedenleri çocukluğuma kadar iniyordu. Bir
"çocukluğa dönüş" vakası. Bu inancım psikolojik açıdan kayda değerdi.
Daha önce değindiğim gibi anormalliğin psikolojisiyle ilgilenmiştim- yarım
düzine dilde yazılmış kitap ve teknik makaleleri.... hatta Freud'un sekiz
cildini de Almanca olarak okumuştum.
Ama
inancım bu bilimsel birikimden değil de kendi bilin- çaltımdan doğmuştu. 1878
ve 1885 olayları bilinçle, bilinçaltının tam sımnndaydılar. 1911 Haziran'ında
yaşadığım şoka da bu yıllarda başımdan geçen çocukluk anıları sebep olmuştu. O
akşamüstü korku krizi geçirdiğimde bir-iki saat önce gördüğüm hayallerin, o
üstünde durmayıp bilinçaltıma gönderdiğim görüntülerin yansımalarıyla hala
titriyordum. Morton Prince gibi bir adamın yönetiminde yapılacak bir hipnoz
veya psikanaliz; benim sinir krizimi geçirebilir, hiç
değilse beni rahatlatabilirdi. Ama o
zamanlar Morton
Prince yoktu.... buna karşın yine de
altı, yedi psikiyatr ile konsültasyonlar yaptım
İyileşme
oldu ama nedenler ortadan kalkmadı yalnızca semptomlar, belirtiler azaldı.
Fiziksel olarak da düzeldim; - dinlenme, güneşlenme, iyi besin, muntazam hayat
ve egzersizler sayesinde- dehşetimle daha kolayca başa çıkabilecektim.
Fiziksel kondisyon böyle hallerde çok önem kazanıyor. Atmosferdeki elektrik
oranı da etkili oluyor. Örneğin, bir fırtınadan önce hep daha fobik oluyorum
yani korkularım ön plana çıkıyor. Yüzlerce gözleme dayanarak şunu söyleyebilirin;
ruhsal durumum fiziksel ve sinirsel şartlara bağlıdır. Etkileyen şey elektrik
gücüdür, bilinçli veya bilinçaltı telkin değildir. Diğer taraftan, kar
fırtınası beni daha kötü etkiliyor, yani daha huzursuz oluyorum, bu da 1912'de
karda tek başıma kalıp, korku nöbeti geçirmemin bir yansımasıdır.
Daha iyi bir fizik kondisyonla daha iyi olmam
dışında "ruhsal eğitimin" de çok yararını gördüm................................................. en
kötü, en ber
bat
dehşet hislerini yavaş ve temkinli çalışmalarla ve kendine güvenmeyi
öğrenmekle alt edebilmeyi deniyordum. Yavaş yavaş, korku nöbetleri geldiğinde
kendimi kontrol edebileceğimi anladıkça bu nöbetlerin gittikçe daha
seyrekleştiğini ve şiddetlerini kaybettiğini farkettim. Ama karşıdan gelen
vahşi bir hücum, sonunda tam anlamıyla bir felakete dönüşüyordu.
Eğer,
"şu noktaya kadar (bir ağaç veya bir ev), Tanrı'nın izniyle.... gideceğim"
dersem, Fobi bir kaplan gibi boğazıma saldırıyordu ve ben hemen eve kaçıyordum.
Bu hâlâ böyle sürüyor...
"Bu
öcüleri bir baltayla öldürmemi" öneren akıllı!! dostlanma da son bir söz.
Haydi bana bir balta bulun....
Dr.
M. L. Hay ward ve Dr. J. E. Hay ward
YOĞUN
PSİKOTERAPİYİ TANIMLIYOR
Bu
parçada yazar kendisini, "kendi dilini konuşan hiç kimsenin bulunmadığı
bir ülkede kaybolan bir yolcuya" benzetmektedir; ayrıca "daha da
kötüsü, bu yolcu nereye gitmesi gerektiğini bile bilmez-" Psikoz'un içindeyken,
bir başka kişi ile ilişki kurmak şeklinde yardım istiyordu ama bu ilişkiyi onu
anlamayan ve sevmeyen birisiyle kurmaktan kaçınıyordu. Burada tanımlanan
psikoterapi işlemi, aslında terapistin güvenilirliğini sınamak, kısmen de
terapistin ona karşı tepkilerine göre kendi kimliğini oluşturmak amacını
güdüyordu.
Okuyacağınız
bölümler, bir hastanın hislerini ve düşüncelerini açık ve dürüst bir şekilde
anlatmasının, bu alanda neler olduğunu anlamamıza ne denli yardımcı olduğunu
göstermektedir. Bir hastalığın veya terapi işleminin, hasta açısından anlatılan
bölümü olmazsa, tanımlamanın tam ve eksiksiz olduğu söylenemez.
Bu
bölümler üç ayda bir çıkan "The Psychiatrist" dergisinde yayınlanan
orijinal eserden alınmıştır ve psikiyatrik yorumlar en az düzeyde tutulmuştur.
Bu
rapor, kronik şizofreni (özellikle katatonik ve paranoya elemanları olan
şizofreni) geçirmekte olan bir genç kadının psikoterapiye karşı gösterdiği bazı
tepkileri tanımlamak amacıyla yazılmıştır.
Söyledikleri,
zaman zaman kendini hastalığın etkisinden kurtardığı iyileşme dönemlerinden
alınmıştır. Tedavinin onda yaptığı etkileri ve terapistin oynadığı rolü
açıklamaktadır. Burada hastalığına yol açan çelişkilere yer verilmemiş, tedavinin
aşamalarından da bahsedilmemiştir.
Bu
yazıda, yalnızca tedavinin ilk aşamaları konusundaki izlenimleri
anlatılmaktadır.
Ağır
şizofreni konusunda pek çok yazı yazılmıştır ve Eissler bütün bu çelişen
teoriler için ortak bir nokta bulunmasını önermiştir. Bize göre, hastanın
anlattıkları bu açıdan çok yararlı olabilir. Onun, doktorun hastayla olan
ilişkisini tanımlaması özellikle çok önemlidir.
Joan,
26 yaşında beyaz bir kadındır. Hastalığı ilk olarak 1947'de 17 yaşındayken
başladı. Bundan sonraki iki yıl boyunca dört özel hastanede, psikoterapi, 34
elektroşok ve 60 ensülin tedavisi gördü. Elli kez komaya girdi. Çok az, hiç denecek
kadar az bir gelişme gösterdi ve sonunda bu raporu yazan doktorlardan
birisinin tedavisi altına girdi, tedavi olanağı yok gibiydi.
Yazarın
tedavisinin başlarında, Joan soğuk, içine kapanık, yalnız ve şüpheciydi. Aktif
olarak görsel ve işitsel halüsinas- yonlan vardı. Hastane'de hiç bir aktiviteye
katılmıyordu ve çoğu zaman öyle bir uyuşukluk içindeydi ki herhangi bir tepki
vermiyordu. Tedaviye gereksindiği konusunda baskı yapıldığında, sessiz bir
direniş gösteriyor veya yalnız kalmak istediğini söylüyordu.
Üç
kez intihara teşebbüs etti. Bazen öylesine kavgacı oluyordu ki, azgınlar
koğuşuna kaldırılması gerekmişti.
Bu
ümit kırıcı tabloya rağmen, yoğun psikoterapiye oldukça iyi cevap verdi. Altı
ay içinde, eylemci psikozdan kurtulmuş sayılırdı ve iki ay sonra da açık
koğuşa nakledildi. Şu anda Joan evlidir ve 1949 sonbaharından beri hastane ile
ilişkisi kalmamıştır.
HASTANIN
ANLATIMLARI
(D
"Başlangıçta,
dediklerini çoğunlukla dinlemiyordum, ama anlatış şeklini ve sesinin tonunu
şahin gibi gözlüyordum.
Mülakattan
sonra bunları tekrar tekrar gözden geçirip içlerinde sevgi arıyordum.
Sözcükler, gösterdiğin duyguların yanında önemsiz kalıyordu. Bana yardım edebileceğinden
emin olduğunu ve ilerisi için bir ümit olduğunu sezebiliyordum.
Bu
sanki ürkmüş bir at veya köpekle konuşmak gibiydi. Sözlerinizi anlamazlar, ama
sesinizdeki sükunet, güç ve güveni hissedip uysallaşırlar, kendilerini yeniden
güvende hissederler.
Aslında
seninle sözcüklerin arasında öyle büyük bir farklılık vardı ki. Sen harika
görünüyordun ama sözlerin feciydi. Senden emin olmadan beraberce sorunlarımı
çözümlemeye çalışmak anlamsızdı. Sözcüklerle baskı yaptığın zamanlar hemen
katatonik hale geçiyordum. Söylediklerin çoğunlukla doğruydu ve benim bazı
şeyleri görmemi sağlıyordu ama sen gidince kendimi yaralarına bakan bir
cüzzamlı gibi hissediyordum. Sorunlarla nasıl başa çıkacağımı bilmiyordum. Kaçmak
için yalnızca katatonik duruma geçebiliyordum. Sen, asıl bu sorunların neden
olduğunu anlamama yardım etmeliydin. Benim, bunları anlayabilmem için bol bol
zamanım olduğunu ve değişebileceğimi anlatmalıydın."
Joan
burada, terapi metodunun ilk devrelerinde, bizim "av- tüfeği yöntemi"
diye isimlendirdiğimiz - bulabildiğimiz ipuçlarına direkt yorumlar yapma
tekniğimizden bahsediyor. Çoğu yorumlar en derin noktalan amaçlamıştı; çünkü
terapistin görüşüne göre bir şizofren bilinçaltına çok yakın bir düzeyde yaşar
ve bu konuda çok şey bilir. Terapist şu anda yanıldığını anlamıştır. Bir
şizofrenin içgörüye büyük bir direnci olabi-
leceğini
ve bilinç altındakilerin korkunç fırtınalar koparmadan yüzeye çıkmayacağını
farketmiştir.
Eğer
bir terapist çok ileriye ve çok hızlı giderse, hasta ya saldırganlaşır veya
içine kapanıp doktordan uzaklaşır. Şu anda yazarlar, Emory grubunun tekniğini
daha çok kullanma eğilimindedirler. Bu tekniğe göre doktor, hastanın seçtiği
konuyu ahr, işler ve genişletir, ta ki doktor-hasta ilişkisi daha yakm- laşana
dek.
Joan'un
belirttiği gibi en derin noktalarına değinilmesi ve açığa çıkarılması hastayı
incitir ve rahatsız eder. Hastanın, rahatsızlığının derinliklerine kaçıp,
sığınmasına neden olur....
"Sana
çoğu şeyleri konuşmak yerine hareketlerle anlatmak zorundayım; çünkü senin,
kendim hakkında her şeyi bilmeni göze alamıyordum. Söylediğim bazı şeyleri bana
karşı kullanıp, beni inciteceğini biliyordum. Ayrıca, hiç kimse benim ne
istediğime dikkat etmiyor, yalnızca bir şey yapınca tepki veriyorlardı. Bana
yardım etmeni çok istiyordum ama sana güvenebileceğimden emin olmalıydım.
Biz
şizofrenler birçok önemsiz şey yaparız, söyleriz ve çok önemli bazı şeyleri
bunların arasına karıştırırız; doktorun bunları bulacak, hissedecek kadar iyi
olup olmadığını anlamak için.-
Sen
beni kontrolün altına alıp, kendi yöntemlerinle bakmaya başlayıncaya kadar,
seni görmezlikten gelmeye ve ihtiyar annem olduğunu düşünmeye devam ettim. Ve
gerçekten benimle ilgilenmeye başlayınca, bu farkı hissedebildim. Senin daha
iyi bir 'anne' olacağını farkettim; ancak bundan sonra yaşamak istedim."
Şizofrenler
çevrelerine durmadan 'duyarlı alıcılar' yollarlar, amaçlan çevrelerinde onlan
anlayabilecek ve kabullenebilecek kişiler aramaktır. Hasta sevilmek ve kabul
edilmek özlemi içindedir, yalnız incitilmekten çok korkar. Üçüncü Bölümde,
Joan, hastanın sevildiğinden ve kabul edildiğinden emin olduğu anda yaptığı
tuhaflıkları bırakacağını belirtir. Sullivan da benzer bir olguyu şöyle
tanımlar; "Şizofrenlerin benim yanımda şizofren gibi davranmadıklannı
farkettim...."
(III)
"Onlan
iyileştireceğini söyleyen doktorun aslında bunu başaramayacağını anlayınca,
hastalar bu doktora gülerler, tuhaf hareketler yaparlar. Onu şaşırtmaya,
düşüncelerini karıştırmaya çalışırlar. Doktoru memnun etmeye çalışırlarken,
bir yandan da önemli bir şeyler bulmaması için aklını kanştınr- lar. Size
gerçekten yardım edebilecek birini bulunca artık onu şaşırtmanıza gerek kalmaz.
Normal davranışlara geçebilirsiniz. Bir doktorun yalnızca yardım etmek
istemesi değil, gerçekten yardım edebilmesi gerekir ve ben bunu
hissedebilirim. (Hasta bu konu üzerinde çok durmaktadır.)
İncelenmesi
gereken bir nokta vardı; bu da benim bir erkek çocuk olmak istememdi. İlk
görüşmemizde "pipi" ile ilgili bir şeyler söylemiştim. Dehşete
düşmeme karşın büyük bir ferahlama da duydum. Konuştuğum pek çok doktor bu
konudan kaçınmışlardı. Beni ürküttüğünü biliyordu ama bu sorunun derinlerine
ineceğinden emindim. Diğer doktorlar kenarda oturup, olta sallamışlardı. Benim
bir şeyler anlatmamı bekliyorlardı. Bu haksızlıktı. Sen dosdoğru ilerledin.
Derinlere benimle beraber inmeye istekliydin.
Doktorlarına
güvenmeyen hastalar tepinirler, çığlıklar atarlar ve etraflarına saldırırlar.
Doktorun sizin gerçek yüzünüzü
göremediğini,
sizi anlayamadığını ve kendi bildiklerine göre davrandığını görmek feci bir
şeydir. Ben böyle bir durumda kendimi görünmez adam gibi hissetmeye başlar;
doktorun beni görebildiğinden emin olmak için olay çıkarırdım."
Bu
pasajı tartışmak çok zor olacak, çünkü Joan burada hastanın kendi gereksinmeleriyle,
doktorun ona yardım edebilme yeteneği arasındaki çelişkiyi anlatıyor.
Gerçekten de bir hastanın bazı doktorlarla gelişme gösterdiği halde,
bazılarıyla daha kötüye bile gittikleri bilinmektedir. Yazarlar da bazı hastaların
doktor değiştirdikleri zaman hızla iyileştiklerini görmüşlerdir.
İkinci
paragrafta bahsi geçen "pipi" konusu şöyle açılmıştı. Joan yanında
hep bir örgü şişiyle dolaşıyordu. Terapist; "kendini, sivri, batıcı bir
şey taşırken belki daha güvende hissediyorsun; pipi özlemi mi acaba?"
diye bir öneride bulunmuştu. Böyle açık bir konuşma yöntemi hastaya cesaret
verir ve doktorun onu anlayabileceğini gösterir. Joan da, "olta sallamanın",
yani durmadan sorular yöneltmenin, yararsızlığından bahsetmiştir.
Kendisini
"tüfek dolabında bir paçavra" gibi hissetmesi, onun gibi şizofren
kızlar arasında sık görülen bir "fallus" hayranlığının,
"fallusa" fazla değer vermenin tipik bir örneğidir.
(IV)
"İlk
geldiğinde senden nefret etmiştim. O kadar çok doktor benimle uğraşmış ve
ümitsizliğe kapılmıştı ki, artık yalnız kalmak, rahat bırakılmak istiyordum.
Ama sen bir türlü gitmiyordun, seni öldürmek istiyordum. Sevgiye inanamıyor,
güve- nemiyordum, bu yüzden seni kızdırmak için planlar yapıyordum. Bomboştun,
sanki hiç bir duygun yoktu. Ama bu daha gerçekçi, daha sıcak bir davranıştı. O
zaman, içtenliğine inan-
dım.
Ailem beni severdi ama gerçek beni asla göremediler. Yalnızca olmamı
istedikleri "beni" görüp sevebiliyorlardı. Ancak "gerçek
beni" yokederek beni sevebiliyorlardı. O, oyuncak penguen olayında, babam
hoş bir şey yapmak istiyordu. Ama bunun için o kadar uğraştı ki ağlamak
istedim. Ama o, benim ancak onun tarzında bir duygu duymamı istiyordu. Kendi
tarzımda hissetmeye bırakmıyordu beni. İşte bu nedenle, bana göre sevgi ve
yoketme aynı şeylerdir.
Annemle
babama kızıp istediklerini yapmadığım zamanlar, ne kadar uğraştıklarını,
yorulduklarını ve benim onları üzmek istediğimi söyleyerek, kendimi suçlu
hissetmeme neden olurlardı. Bundan uzaklaşmam gerekiyordu. Kimse beni
anlayamıyordu. Kendimi ümitsiz bir yığın, bir kitle gibi görüyordum. Ama bir
şekilde sen, gerçek beni görebildiğine ve se- vebildiğine, beni
inandırdın."
Sevgi
kavramının, hastanın kişiliğini ve kimliğini yoket- mesi, tedavide üzerinde
durulması gereken en önemli sorunlardan biridir. Yazıda bahsi geçen oyuncak
penguen olayı da ilginç bir öyküdür.
Joan'ın
eve ilk gidişinde, yani 19 yaşında uzun boylu, hoş bir genç kadınken, babası
ona bu oyuncağı hediye etmişti. Bu olaydan da anladığımız gibi, babasının
Joan'u büyümekte olan bir kadın halinden bir erkek çocuğa (bilinçsizce de olsa)
çevirmek istediğini görüyoruz.
Joan'ın
sözcükleriyle, "gerçek beni"ni sevme yeteneğimi nasıl tanımlayacağımı
bilmiyorum. Rosen bu olguyu şöyle anlatmıştır: "Semptomların ardındaki
gerçek insanı görebilme yeteneği", Emerson gurubu ise buna,
"hastanın çocuk benliğini görebilme yeteneği" demiştir. Birkaç yıl
önce bir yazar da şöyle bir tanım yapmıştı; "ebedi gerçeği insan
ruhunda" görebilmektir; yani hastanın içinde, bunu yıkmak için yapılan çeşitli
denemelere karşın, hala çok önemli, yaşamsal bir güçten bahsetmiştir. Ne
olursa olsun, bir hastanın, doktorunun onun gerçek benliğini görebildiğini ve
ona yardım etmek istediğini bilmesi, tedavi için şarttır.
(V)
"Önce
nefret gelir. Hasta yarasını deştiği için doktorundan, kendine yeniden
dokunulmasına izin verdiği için de kendisinden nefret eder. Bunun daha çok
incinmesine neden olacağını düşünür. Gerçekten ölmek ister ve kimsenin onu
bulup geri getirmeyeceği bir yerlerde saklanır.
Doktor,
hastanın ondan nefret etmesini sağlamalıdır. Eğer nefret duyarsanız, sevdiğiniz
kadar çok incinemezsiniz, ama hâlâ canlı kalabilirsiniz —soğuk ve ölü gibi
olmazsınız. İnsanlar yeniden sizin için anlam taşırlar.
Doktor,
hasta nefret etmeye başlayana dek beklemelidir, bu işe başlamanın tek yoludur.
Ama hasta nefret ettiği için suçluluk duymamalıdır. Bir ailenin bebeğin odasına
girmeye nasıl hakkı varsa, doktor da hastalığın derinliklerine girmeye hakkı
olduğunu hissetmelidir. Bebek ne hissederse hissetsin, doktorun odaya girmeye
hakkı vardır.
Hasta
kendi sorunlarından çok korkar; çünkü onlar kendini mahvetmişlerdir ve doktorun
sorunlarına karışmasına izin verdiği için kendini suçlu hisseder.
Hasta,
doktorun da bu sorunlarla parçalanacağından, zarar göreceğinden emindir.
Doktorun, iç dünyasına girmek için izin alması doğru değildir, kendi yolunu
açmak için uğraşması gerekir; o zaman hasta da kendini suçlu hissetmez.
Doktoru korumak için elinden geleni yapmış olduğunu bilir. Doktor,davranışlarıyla
şöyle demelidir: "Ne yaparsan yap, ben geliyorum."
Şizofrenlerin
en büyük sorunları, kimseye güvenememele- ridir. Bu yüzden doktor, hastanın
bütün karşı çıkmalarına rağmen içeri girmek için uğraş vermelidir. Kimse
sizinle ilgilenmez veya sevmezse, sizinle uğraşmazlar. Onun için birinin sizi
kırması veya hatta öldürmesi, o kişinin sizinle ilgilendiğini gösterir; bu da
çok güzel bir şey....
Önce,
sevmek olanaksız gibi görünür; çünkü sizi çaresiz, küçük bir bebek haline
sokar. Hasta da bunu göze alamaz, doktorun onun neye gereksindiğini ve bunları
sağlayabileceğini anlayana kadar, sevmeyi düşünemez."
Çoğu
kimseler, öfke ve mücadelenin, sevgiyi anlatma şekli olduğunu düşünürler. Buna
"sıcak nefret" denir. Eisler, "arkadaşça saldırganlıksan
bahseder. Görünüşe göre, bir şizofren için tek nefret şekli, "soğuk
nefrettir", içine kapanır ve ilişkilerini koparır. Hastanın, doktoru
farketmesi bile bir ilişkinin başlangıcını gösterir. Hasta ne kadar çok öfke
gösterirse; ileride o kadar çok sevgi gösterecektir....
(VI)
"Nefret
etmek tuvalete gitmek gibidir. Eğer tuvalete giderseniz, bu sizin yaşadığınızı
gösterir, ama doktor tuvalete gittiğinizi kabullenmezse, bu sizin yaşamınızı
istemediği anlamını taşır. Çocuğunun dağınıklığını, pisliğini kabullenemeyen
bir anne durumuna düşer. Bir anne tuvalete benzer; çünkü çocuğunun pisliğini
ortadan kaldırır. Öylece oturup seni seyretmek, beni dehşete düşürüyordu;
bütün pisliğim ve nefretimle başedebilecek miydin? Yoksa sen de benim gibi
halime bakıp boğulacak gibi mi olacaktın? Her gün müshil alıyordum; sen
gelmeden önce içimdeki bütün pislikleri boşaltabilmek için...."
Çocuğun
beynindeki öfke ile bağırsaklarını boşaltmanın yakından bağlantılı olduğunu
açıkça görebiliyoruz. Eğer bir anne çocuğunun yaşamsal fonksiyonlarını
kabullenemezse, çocuk o zaman yaşamış olmaktan ve yaşayan bir insan gibi
fonksiyonları olmasından suçluluk duyacaktır. Joan açıkça, bir şizofrenin
duygularıyla fiziksel işlevlerini tamamen karıştırabileceğini belirtmiştir.
(VII)
"Yanıma
hiç yaklaşmamalıydm. Kendimi çarmıha gerip, senin acı çekişimi seyretmeni
istemem, bir işkence idi. Beni, kendime gelmem için zorlaman gerekirdi. Bana
bir tokat at- saydın, belki çok kızardım ama daha canlı olurdum.
Tokat
atarsan daha ölü gibi olacağımdan korkuyordun. Bazıları öldürmek amacıyla
vururlar ama senin tokatın benim içimi ısıtacak ve daha canh olmamı
sağlayacaktı. Bu, yeni doğan bir bebeği nefes almaya başlaması için
tokatlamaya benzer. Sessizce oturup acı çekişimi seyrederken bir kısır döngüye
giriyoruz. Ben acı çektiğim için sen üzülüyordun, sen üzüldüğün için de ben
suçluluk duyuyordum; ve böylece her şey daha kötüye gidiyordu. Sonunda bana
yalnızca kendimi öldürmeye çalışmak kalıyordu."
Bir
hasta acı çekerken onu rahatlatmak mı yoksa üzerine gitmek mi gerektiğine karar
vermek çok zor olur. Elbette, hasta bir mesafe belirleyip uzaktan, doktorla
paylaşmadan acı çekiyorsa, terapist ona 'taş atmaya' başlamalıdır. Diğer
taraftan, hasta acı çekmekle kalmayıp, terapisti üzdüğü için suçluluk duymaya
başlarsa, kısır döngü kurulmuş demektir. Terapist duruma el koymalıdır, aşağıda
örneğini görüyoruz:
(VIII)
"Bazı
kişiler kusmaya hazır olurlar. Onların açlığını hissedersiniz ama onları
beslemenize izin vermezler. Sevgiyle memenizi sunmaya hazır olabilirsiniz, ama
size yaklaşmasından onun nefret edeceğini bilirsiniz. Suçluluk hisseder; çünkü
sevmekten önce nefret etmesi gerekir. Doktor, bu nefreti anladığını,
hissettiğini ama bunun onu incitmediğini göstermelidir.
Süt
emmeyi bu kadar çok istemem ama memeden de bu denli nefret etmem çok kötü bir
şey. Sonuç olarak, bir şizofren üç şeyi aynı zamanda yapmaya çalışmalıdır. Hem
memeye ulaşmaya çalışır, hem ölmek ister; üçüncü parçası da öl- memeye
çalışır."
Burada
Joan, onu sonunda katatonik kasılmaya kadar götüren dayanılmaz ikilemi tanımlamaktadır.
Hasta sevilmek ve beslenmek istemektedir ama aynı zamanda terapistin uzaklaşmasına
neden olmaktan da çok korkmaktadır.
(IX)
"Tam
gereksindiğim gibi bir doktor olduğunu görüyorum ama sana güvenebileceğimden
emin değilim. Diğer bütün doktorlarım güvenilir görünüyorlardı ama bana önce
iyi davranıp sonra da ya başka birine gönderiyorlar ya da ailemle bir olup
arkamdan planlar yapıyorlardı. Bu planlar ailemin isteklerine göre
ayarlanıyordu. Sonunda artık kimseye güvenme- meye karar verdim. İki yıl
boyunca içime kapandım ve hiçbir şey hissetmemek için kendimi dondurdum. Ama
seni ne kadar kızdırsam da yine geri geldin, hem de hep tam zamanında. Beni
yeterince düşündüğünü ve eğer bir yerlere gidersem peşimden geleceğini hatta
beni geri götürmek için dövebileceği- ni bile göstermen gerekiyordu.
Benim
'diğer doktorlarım', beni yalnızca 'iyi bir kız' yapmaya ve ailemle aramı
düzeltmeye çalışmışlardı. Aileme uyum sağlamamı istiyorlardı. Bu ümitsiz bir
çabaydı. Benim yeni bir aile ve yeni bir yaşam özlemi içinde olduğumu bir türlü
anlamıyorlardı. Doktorların hiçbiri beni cidiye almamış, ne kadar hasta
olduğumu ve yaşamda ne denli büyük bir şansa gereksindiğimi görememişlerdi.
Kimse, eğer aileme geri dönersem yine içime kapanıp, kendimi kaybedeceğimi
farket- miyordu. Çok uzaktan çekilmiş bir aile fotoğrafına benzeyecekti,
insanlar görülecek ama kimin kim olduğundan tam olarak emin olamayacaktınız.
Ve ben de bu grubun içinde kaybolacaktım."
Bu
bölümde, Joan hastanın ayrı bir birey olarak görülmeye gereksindiği, ailenin
bir ürünü olmak istemediğini belirtiyor.
Fromm-Reichmann'ın
da belirttiği gibi, şizofreni bir hastalık değil, kendi özel yaşam şekilleri
olan bir kişilik çeşididir.
Pek
çok şizofrenin kendi şizoid kişiliklerinin gereksinmeleri gözönünde tutularak
tedavi edilebileceğini düşünüyorum.
(X)
"Seninle karşılaşmak, benim kendimi kimsenin
onun dilini konuşmadığı yabancı bir ülkede kaybolan bir yolcu gibi hissetmeme
yol açtı. En kötüsü de yolcunun nereye gitmesi gerektiğini bilmemesi Yolcu tamamen kaybolmuş ve çare
siz
ve yalnızdır. Sonra, birden, İngilizce konuşan bir yabancıyla karşılaşır.
Yabancı gidilecek yolu bilmese de, sorunu paylaşacağınız biriyle olmak, sizin
ne kadar kötü hissettiğinizi anlaması, size bir rahatlık verir. Yalnız değilseniz
artık ümitsiz sayılmazsınız. Bir şekilde size yaşam gücü verir, tekrar
savaşmak isteği verir.
Deli
olmak bir kâbusa benzer; hani imdat diye bağırmak istersiniz de sesiniz çıkmaz
ya, tıpkı öyledir işte. Veya bağırabilirsiniz ama çevrede size yardım edecek
kimse yoktur. Bu kabustan, birisi sizi duyup yardım edene dek
uyanamazsınız."
Burada
hastanın psikotik dünyasına girmenin ne kadar önemli olduğu görülüyor.
Psikozların tedavisinde altedilecek en önemli sorun iletişimdir. Terapist
hastayı sabırla dinlerse veya ayrıntılarıyla, dikkatle gözlemlerse, 'deliliğin
de bir sistemi olduğunu' görür. Doktor anladığını göstermeye başladığı an,
hasta da ümit etmeye başlayabilir.
(XI)
"Beni
kontrol altına almanı ve benim nasıl olmamı istediğini bilmeyi çok istiyordum.
Ancak o zaman beni isteyeceğinden emin olabilirdim. Ailemin isteğine uyup bir
erkek çocuk olmam olanaksız, bunun dışında benim ne olmamı istediklerini de
hiç açıklamadılar. Bu yüzden katatonikleşerek ölmeyi denedim. Benim pantolon
giymeme izin vermemeliydin. Bana yakıştığını bile söylemiştin. O zaman beni
pantolonla beğendiğine göre, ailemle aynı fikirde olduğunu sandım.
Tedavinin
başlarında sana çılgınca öfkeleniyordum, çünkü çok ümitsizdim; beni düşünmeni
ve sevmeni istiyordum ama bir yandan da sevilebilecek bir kız olmadığımı, bir
erkek çocuk olamayacağımı da biliyordum. Yakında bir oğlan olmadığımı
farkedince çekip gideceğinden emindim.
Duvara
yansıtılmış bir film gibiydim. Sen öyle istediğin için vardım ve yalnızca senin
görmek istediğin şey olacaktım. Sende uyandırdığım tepkiler, bazen bana gerçek
olduğumu hissettiriyordu. Örneğin, seni tırmalayınca eğer bunu hissetmemiş
olsaydın, ben gerçekten ölmüş olacaktım.
Yalnızca
kendime senin gözlerinle baktığım zaman iyi bir şeyler görebiliyordum. Aksi
halde kendimi herkesin nefret ettiği, açlıktan ölmek üzere olan bir çocuk gibi
görüyordum; kendimden nefret ediyor ve açlık duyduğu için midemi yırtıp atmak
istiyordum."
Joan'un önemli soranlarından biri de, erkek
olsaydı daha çok sevileceğine inanmasıydı. Elbette bu fikir, annesiyle olan
ilişkilerinden doğmuştu
Tedavinin
amacı, ona bir kız olduğunu ve bir kız olarak da sevilebileceğini kanıtlamaktı.
(XII)
"Beni
kontrol edebileceğini bilmek zorundaydım. Kendi kendimi kontrol edemediğim için
ancak böylece kendimi güvende hissedecektim. Bu konuda şüpheci davrandığın
zamanlar çılgına dönüyordum. Bu yüzden bileklerimi kestim. Öfkelenmekten
duyduğum korkuyu umursamadığını veya benimle uğraşmak istemediğini düşünmüştüm;
böylece sana teslim olmadan önce kendimi öldürmem gerekiyordu. "Büyük
mücadeleden" sonra daha güvenlikte olduğumu hissettim. Senin benden daha
güçlü olduğunu artık biliyordum.
Küçük
bir kız olarak güvenlikte olmaya çok ihtiyacım vardı. Böylece artık isyan
edebilecek ve buna karşın kendimi cezalandırmama gerek kalmayacaktı. Tümüyle
kendimi denetlemek zorunda kalmadan büyüyebilecektim. Yavaş yavaş kendimi
kontrol edememe korkumdan kurtuluyordum.
Yalnızca
mülakatlar sırasında kendim olarak güvenlikte olduğumu hissediyordum -bütün
duygularımı dışa vurabiliyordum ve seni üzmekten veya gitmenden korkmadan
bunların neye benzediğini görebiliyordum. Bence, sen büyük bir kaya olmalıydın,
seni itecektim ama yuvarlanıp benden uzaklaşıp gitmeyecektin. Senden başka
herkesin yanında onları memnun etmeye çalışarak rol yapıyordum."
Çılgınca
öfkelenmelerini kontrol edebilmeleri şizofrenler için çok büyük bir sorun
olmuştur. Joan'un da belirttiği gibi terapist, başlangıçta, hastanın içinde
gerçekten öldürücü dürtüler olduğunu kabul etmeye pek istekli değildi. Bahsi
geçen 'büyük mücadele' bir saatten fazla sürdü ve bu süre boyunca Joan
durmadan terapiste çılgınca saldırdı. Onu tırmaladı, ısırdı ve bu mücadeleden
üç saat sonra Joan, bu olayı hafızasından sildi; annesinin memelerini
tırmaladığı korkunç bir kâbustan bahsetmeye başladı. O sıralarda terapist,
engelleyici anne rolü oynamaya mecbur bırakılmıştı. Esas olan şey, doktorun belirli
bir rolü üstlenemeyeceği, daha çok, hastanın, onun içinde o rolü
gerçekleştirebileceği bir gücün olduğunu görebilmesini ümit etmesidir....
(XIII)
"İkimizin
de yere oturmasını önerdiğimde senin bunu kabul ettiğin gün dehşete kapıldım,
çünkü yere oturunca yardımsız ayağa asla kalkamayacağımı biliyordum ve senin
de kalkabileceğinden emin değildim. Sana yardım edemezdim. Yapabileceğim tek
şey emeklemekti."
Joan
burada çocukluk anılarını sergiliyor. Mülakata önce 'hello' demeyi öğrenmek
istediğini söyeleyerek başladı. Sonra yere oturursak daha iyi konuşabileceğini
söyledi, sonra da korkunç bir paniğe kapıldı, nedenini de aylar sonra yazdığı
yukarıdaki satırlarda öğreniyoruz.
(XIV)
"Benim
bir bebek gibi hissetmem ve düşünmem gerektiğini, bana açıkça anlatmalıydın. O
zaman çocukluktan başlayarak hayatımı yeniden yaşabilirdim. Pek çok insan için
altı yaşından önce olup bitenler önemli değildir. Şizofrenler için ise altı
yaşından önce başından geçenler çok önemlidir."
Şizofrenlerin
çoğu üç çelişen dürtü ile savaşırlar. Bu dürtülerin bir kısmı erkek çocuk
olmayı ister, bir kısmı kız olmayı, diğer bir kısmı da bebek olmayı ister.
Joan'un belirttiği gibi bu üç dürtünün aynı anda varolması korkunç bir
karışıklı-
ğa neden olur. Terapi sırasında önce,
üçüncü dürtüyü açığa kavuşturmak gerekir. Çocukluğa özlem hasta için korkutucu
olabilir, çünkü onu hiçliğe veya çaresizliğe döndürebilir............................................................
(XV)
"Beni
beslemekle, seni sevebilme veya incitebilme gücü vermiş oldun. Bu çok
önemliydi. Beni emzirirken seni dikkatle gözlüyordum, zayıflıyor muydun diye.
Senden çok fazla şey almadığıma emin olmalıydım. Elbisenin sana dar geldiğini
farkettiğim günü hiç unutamayacağım, şişmanladığını kabul etmiştin. Bu beni
öyle rahatlatmıştı ki..."
Beni
beslemek istiyordun; çünkü yaşamamı sen de arzuluyordum Annem kurudur, bir çöl
gibi. O çölü sever. Beni hiç emzirmedi. İlk defa seninle, bir meme emmiş oldum.
Geçmişin
bütün boşlukları doldurulmadan asla büyüye- meyeceğimi kimse anlayamıyordu. Bir
bebek kadar mutlu ve güvenli hissetmedikçe asla devam edemezdim. Birisine ait
olduğunuzu hissedersiniz her şey yolunda gider. Bir kere sevil- diyseniz, bunu
hiç unutmazsınız.
Vücudunun
sıcaklığının beni çılgın dünyamdan nasıl geri getirdiğini düşünemezsin. Beni
tuttuğun zaman tüm yaşamımı değiştirdin. Artık kimsenin bana sıcaklık
veremeyeceğinden öyle emindim ki. Seninle her şey değişti.
Çılgınca
duygularım çok şiddetlenince, bütün hislerimi içime kapatmam gerekiyordu. Buz
gibi soğuyor ve ölüyordum, sana karşı olan sevgimi bile yitiriyordum. Böyle
zamanlarda gerçek olan tek şey beni tutunca hissettiğim vücudun sıcaklığıydı.
Herkes
anılarında geriye dönüp, onu seven annesinin varlığından emin olduğunu görür.
Onu her şeyiyle, pislikleriyle, kakası ve kusmuğuyla olduğu gibi seven bir
annesi vardır.
Öyle
olmazsa insan hiç doğmamış olmayı yeğlerdi, varolmaya hakkı olmadığını
hissederdi.
O
kişiye yaşamı boyunca ne olursa olsun, ne kadar incinirse incinsin, daima
geriye bakıp, onu seven birisini anımsayabilir. Kendisini sever ve kolayca
yıkılmaz. Ama geçmişte güvenecek biri yoksa o zaman kolayca yıkılır...
Benim
bebek kişiliğim hiç sevilmemişti, ama sen beni bir bebek olarak sevmekle beni
bir bütün yaptın; artık kolayca parçalanmam."
Şizofren
bir hasta için süt, sevmek, yaşamak anlamına gelir. Joan'un annesi doğumdan
sonra hastalanıp hastaneye kaldırıldığı için onu emzirememişti. Terapi
sırasındaki emzirme deneyimi onun için çok önemliydi. Terapistin ona biberonla
süt vermesini hafızasında değiştirerek onu gerçekten emzirmiş gibi
anımsamaktadır....
(XVI)
"Eğer
beni yıkasaydm, vücudumu daha kolayca kabul edebilirdim. Sen annem
olabilirdin, vücudumu beğenmen filan gibi duygular da bahis konusu olmazdı.
Sen, beni beğendiğini gösterince, ben de kendimi sevebilirdim.
Sen'den
hep beni dövmeni istedim çünkü popomu sevmeyeceğinden emindim; döverek hiç
değilse varlığımı bir şekilde kabul etmiş olacaktın. Ancak o zaman ben de onu
vücudumun bir parçası olarak kabul edecektim. Onu kesip atmaya çalışmayacaktım."
Bu
pasajda Joan, Sechehaye'm teorisini doğruluyor. 'Bir çocuğun sevecen iyi bir
annesi varsa, büyüyünce kendini seven, sayan biri olacaktır. Ama anne çocuktan
nefret ediyorsa, o da büyüyünce kendinden nefret edecektir.’ Bir çocuğun dediği
gibi; ben yalnız annemin sevdiklerini severim.
"Emzirilmek,
orgazm gibi bir duyguydu. Beni rahatlatıyordu, mutlu oluyordum. Dünya gerçek
ve güzeldi. Huzur içinde uyuyabiliyordum. Biberonun senin tarafından sevgiyle
verilmesi şarttı. Yararlı olan tek şey süt değildi. Beni seven bir annem
olduğunu hissediyordum.
Bazı
anneler memelerini bebeğin ağzına tıkıp, onun neden ağladığını araştırma
zahmetine bile katlanmazlar."
Joan,
yine bebeğin beslenmesinde rol oynayan duygusal faktörlerden bahsetmektedir....
"Bana
iyi süt vererek içimdeki pisliği değiştirdin. Artık pis kokmuyor. Böylece başka
insanlara yaklaşmaktan artık korkmama gerek kalmadı. Ben deliyken, içimin
zehirli bir pislikle dolu olduğunu ve bana yaklaşan herkese zarar vereceğimden
korkuyordum."
Bir
çocuğun iyi bir annesi varsa, süt sevgi anlamına gelir, sağlıklı kişilik
nitelikleri oluşur (iyi pislik, dışkı)
Öbür
taraftan çocuk sütle beraber nefret alırsa, gelişen kişiliği de düşmanca
olacaktır ve sadizm (zehir) vücuduna yayılır ve çevresindekilere zarar verir.
(XIX)
"Benim
hakkımda bazı şüphelerin olduğunu söylediğin gün, büyümem için bana kapılan
açmış oldun. Senin kaygıla- nnı gidermek için bana gereksindiğini farkettim;
beni yalnızca bir çocuk olarak değil, aynı zamanda bir anne olarak da görmek
istiyordun. İçimde bebekle anneyi biraraya getirdin.
Artık
bir Tanrı olmadığını görmek beni ferahlatmıştı. Daha önce, senin hâlâ tahtında
oturduğunu görmem gerekiyordu. İkimizin eşit olduğu gün -beni en az bir hafta
mutlu etmişti. Senin de hastalanabileceğin! ve sorunların olabileceğini söylediğin
an, ben de bazı zamanlar doktor veya anne olabileceğimi anladım. Böylece de
büyümeye başladım.
Sen
sağlam, kendinden emin olduğun zamanlarda üzerine öfkeyle saldırıyordum. Beni
sakinleştirmeye, rahatlatmaya çalıştığında benden naillerce uzakta gibiydin.
Sanki ben cehennemdeydim ve sen de yukarıdan eğilip başımı okşuyor- dun. Sen
aşağıya inmekten korkunca da kendimi daha ümitsiz ve çaresiz hissediyordum.
Ama
açıkça zayıf yönlerini ve kaygılarını gösterince, öfkem sempatiye dönüştü.
Senin de benimle beraber çektiğim acılara inebileceğinden, bana buradan çıkmama
yardım edeceğinden emin olmalıydım.
Seni
kızdırmam, korkutmam gerekiyordu. Sevgi ve şefkat görünüşü altında hislerini
gizlediğin zamanlar ölü gibi görünüyordun -dehşete düşmüştüm. Bu gerçek sen
değildi, bir maskeydi. Gerçek 'seni' ölmekten kurtarmak için seni kızdırmam
şarttı."
Burada
terapi tekniğinin değiştiğini görüyoruz.
(XX)
"İlk
ağlayışımda, korkunç bir hata yaptın; gözyaşlarımı bir mendille silmiştin. O
yaşların akıp gitmesini çok istiyordum. Hiç değilse hislerimin bir kısmı
dışarıya çıkabilmişlerdi. Keşke bu yaşlan dilinle yalasaydın. Çok, çok mutlu
olacaktım. İşte o zaman duygulanım paylaşmış olurdun."
Joan,
bir şizofrenin duygularıyla fiziksel dışavurumlan nasıl kanştırdığını
gösteriyor. Duygulannı dışa vurmaktan gurur duyuyor ve terapistin onları ilkel
bir düzeyde, oral düzeyde paylaşmasını istiyor.
(XXI)
"Şimdiye
kadar sevebileceğim kimse olmamıştı. Annem beni hep uzakta tutar, ellerime
sahip olmamı söylerdi. Sen ise benim sevgime katlanabiliyordun, sen hiç
rahatsız olmuyordun. Özgürce 'seni seviyorum' diye haykırabiliyordum. Babam da
bana karşı ya kayıtsız kalıyor ya da olgun bir kadınmışım gibi davranıyordu.
Hiç anlamadığım, işle ilgili sorunlarından bahsederdi. Annem yokken de bana
şeker veya çiçek getirirdi."
Hastanın
yine bir ikilemden bahsettiğini görüyoruz, ya elleriyle sırnaşan bir baş
belası ya da kur yapılan bir genç kadın muamelesi görüyordu.
"Mülakatların
zamanla sınırlanmaması gerekir. Ben, zamandan önemli olduğumu bilmeliyim.”
"Bir
kızın yürümek istememesinin nedeni, bacaklarının arasında sallanan bir şey
olmadığını anımsamaktan kaçınmasıdır. Belinden aşağı felce uğramış olarak
yatmayı ister. Bacakları ölü olursa cinsel organları da ölürler. Artık onlan
düşünmek gerekmez. Yürümekten nefret ediyorum. Uyluklarım birbirine sürtüyor
ve benim cinsel organlanmı hatırlamama sebep oluyor. Beni yürüttüğün için
senden de nefret ediyorum.
Hastalar
yemeklerini ve dışkılarını karıştırırlar, etrafa bulaştırırlar. İçeride neler
olduğunu ve dışarıya bunların nasıl çıktığını bilmek isterler. Dışarıya
çıkabilmiş herhangi bir şeyle, bu dışkı olsa bile yakın ilişki kurmak
amacındadırlar. Ancak o zaman, o şey içlerindeyken kendilerini güvende hissederler.
İnsanın içindeki şeyleri tanımaması korkunç bir şeydir.
Dışarıya
çıkıp güneşin ısısını hissetmek için yalvarıyordum. İnsanın içinin boş ve
soğuk olduğunu hissetmesi çok kötü. Havanın yağmurlu olması daha da kötüdür;
çünkü hastalar sıcaklığı dışarıda bulamayınca kendi içlerine bakarlar ve orada
da sıcaklık bulamazlar."
Joan,
terapist ve hastane personelinin anlayamadığı ve kızdıkları bazı hasta
davranışlarının nedenlerini açıklamış.
(XXIV)
"Katatonik
olduğum zamanlar, ölmeye, hareketsiz kalmaya çalışıyordum; çünkü annemin bundan
hoşlanacağını sanıyordum.
Sanki
bir şişenin içindeymişim gibi hissediyordum. Her şeyin dışarıda olup bittiğini
ve bana kimsenin dokunamayacağını biliyordum.
Ölmemek
için ölmem gerekiyordu. Bu saçma geliyor ama aslında duygularınızın sizi
öldürmemesi için, duygusal olarak ölmeniz gerekir."
Bu pasajdan anladığımıza göre, katatoni gönüllü
kontrol altındadır, ama bu aslında doğru değildir. Bir gün Joan büyük bir
öfkeyle, korkuyla ve dehşetle geldi ve artık katatonik 'olamadığını' söyledi.
Bunun nedenini anlatmadı, ama bize göre egosu öylesine güçlenmişti ki, bu
savunma mekanizmasına gereksinmesi kalmamıştı
(XXV)
"Sana
cinsel konularda takılmak istiyordum, böylece gerçekten çekici olduğumdan emin
olabilirdim. Seninle boğuştuğum, ısırdığım zamanlar cinsel ilişkiye çok
yaklaşıyorduk. Bir aygırla bir kısrağın oynaşması gibi; hayvani, ama güzeldi.
İçimdeki hayvani bölüm şendeki hayvanı karşılıyordu. Ancak böyle orgazma
ulaşabiliyordum.
Benimle
gerçekten cinsel ilişkiye geçseydin her şey mahvolacaktı. Yalnızca vücudumdan
hoşlandığını, gerçek kişiliğimle ilgilenmediğini düşünecektim. Benim henüz
büyümekte olduğumu göremediğini, bana olgun bir kadın gibi davrandığını
sanacaktım. Benim içimdeki gerçek 'küçük kız' kişiliğim bir kenara çekilip
vücuduma neler yaptığını seyredecekti. Birisini beslersen ona hayat vermiş
olursun; hem vücudunun hem de gerçek benliğinin istendiğini anlatmış olursun.
Ama onunla cinsel ilişkiye girersen, vücudunun gerçek benliğinden ayrılmasına
neden olursun. İnsanlar ölü bedenlerle cinsel ilişkiye girebilirler ama onları
asla beslemezler."
Bir
şizofren kadının cinsel dürtülerini ele almak büyük bir sorun olabilir. Bu
durumda, 'takılmak' kavramı, soyunmayı, erotik pozlar vermeyi ve cinsel ilişki
için yalvarmayı kapsamaktadır. Bu gibi tavırlar kabaca veya ahlak kuralları
öne sürülerek reddedilemez, çünkü bu kadın için fiziksel çekiciliği çok
önemlidir. Diğer taraftan, fazla tolerans, erotik yakınlaşmaya yol açar ve
hasta, bütün insanların yalnızca fiziksel zevk peşinde olduklarına inanır.
Yazarlar,
bu çelişkili gereksinmelerin bir şekilde karşılanabileceğini düşünmektedirler.
Terapist içtenlikle hastanın fiziksel çekiciliğini övmeli, onunla cinsel
ilişkinin zevkli olabileceğini belirtmelidir. Öte yandan, cinsel ilişkinin
şizofreniyi tedavi edemeyeceğini, hastanın kendi iyiliği için iyi bir tedavinin
şart olduğu söylenmelidir.
Bu
pasajda Joan'un 'gerçek' benliği ile cinsel, hayvani benliği arasındaki
bölünme açıkça görülmektedir.
(XXVI)
"Benim
için şizofren olmayı durdurmak çok zordu. Bir Smith (aile adı) olmak
istemediğimi çünkü yaşlı profesör Smith'in torunu olmaktan başka bir şey
olmadığımı iyi biliyordum.
Kendimi
senin çocuğunmuşum gibi hissedebileceğimden emin değildim, kendime
güvenemiyordum. Emin olduğum tek şey; "katatonik, paranoyak şizofren"
olmamdı. Bunun kartımda yazılı olduğunu görmüştüm. Bu da bana hiç değilse bir
kimlik, bir kişilik vermiş oluyor. (Değişmene sebep olan şey nedir?) Tam da
benim, senin çocuğun gibi hissetmeme izin verdiğin, beni sevecen bir şekilde
düşündüğüne emin olduğum sırada. Sen benim gerçek benliğimi sevebilirsen, ben
de severim. Olduğum gibi kalırım ve bir etikete gereksinmem olmaz.
Geçenlerde
hastaneyi görmeye gittim ve bir an geçmişin anılarına daldım. Orada yalnız
kalabilirdim. Dünya dışarıda dönmeyi sürdürebilir, benim içimde kendi dünyam
var. Kimse ona ulaşamazdı, rahatsız etmezdi. Bir süre geri dönmek için büyük
bir özlem duydum, ama sonra gerçek dünyada sevebileceğimi, eğlenebileceğimi
farkettim ve hastaneden nefret ettim; dört duvarlardan ve kilitli olmaktan
nefret ettim."
Burada
da Joan, kişilik kaybını anlatır. Ailesinde erkek ve bilimadamı olmak baskısı
yüzünden hasta kendini bir hiç gibi görmeye başlamıştı. Katatonik şizofreni
hastalığında, öyle bir dünya oluşturmuştu ki, gerçekte olduğu gibi kimse onu incitmeyecek,
kimse onu reddetmeyecekti. Buna rağmen, terapist ona kendisi olduğu için, bir
bebek formunda bile olsa, se-
vilebileceğini
gösterince şizofren rolünü bırakıp, kendi gerçek benliğine dönmüştür.
"Bir
kadının öfkeli haline bir mazeret bulması gerekir. Eğer doktor çok kibarsa,
hasta öfkesi yüzünden suçluluk duyar ve yaptığı mücadelenin tüm neşesi ve
canlılığı kaçar. İnsanlar suçluluk veya korku duymadan nefret etmeyi
öğrenmelidirler, tıpkı sevmek gibi."
Burada
önemli bir teknik sorun ortaya çıkıyor. Hasta büyüdükçe, onun saldırganlığına
fazla tolerans gösteren terapist anne sevgisini, boğucu bir sevgi haline
sokmuş olur. Joan'un çok iyi anlattığı gibi, terapist hastanın sevgi kadar
öfkeyi de tatmasını sağlamalıdır, tıpkı gerçek yaşamdaki gibi.
"Zaman
geçtikçe sorunlarımı çözümleyebileceğim! farkettim ama bunu yalnız başıma yapmaktan
korkuyordum. Sorunumun çok büyük veya korkunç olmasından korkuyordum. Sorunun
benim için çok güçlü olmadığını anlayabilmem için bana senin yardım etmen
gerekiyordu. Sevilebileceğime, ancak sen beni her şeye rağmen seversen
inan."
Bu
pasaj, Joan'un psikoz halinden nevroza geçişi dönemine aittir. Egosu
güçlenmeye başlamış ama hastaya hastalığıyla savaşırken gerekli desteği
vermenin ne kadar önemli olduğu ortaya çıkmıştır.
Freud,
hastanın bir dosta, bir ortağa olan gereksinmesini şöyle özetlemiştir:
"Tedavi
planımız bu görüşler üzerine kurulmuştur. Ego, içteki çatışmalar, çelişkiler
yüzünden zayıf düşmüştür, ona yardımcı olmalıyız. Durum, ancak dışarıdan bir
müttefiğin
karar
verebileceği bir iç savaşa benzer. Analitik doktor ve hastanın zayıf düşmüş
egosu, düşmanlara, ’id'in içgüdüsel isteklerine ve superegonun ahlaki
isteklerine karşı, gerçek dışı dünyaya göre birleşmelidirler....
Şimdiye
kadar okuduklarımızı değerlendirmek gerekirse, açık psikoz devresinin üç
aşamada tedavi edilmiş olduğu görülür. Başlangıçta Joan, katatonik içe dönüşün
veya kavgacı erkek kimliğinin bir tablosunu sergilemişti. Bu nedenle terapi
çalışmaları, onun saldırganlığını, öfkesini kontrol etmesine ve insanlarla
ilişki kurduğunda yeniden incitilme korkusunu yenmesine yardım etme amacı
güdüyordu. Terapistin güvenilir olduğunu ve onun iyiliği için gereken her şeyi
yapacağını kanıtlayana kadar, uzun süre sınanması gerekti.
Joan,
artık terapiste güvenebileceğine inandıktan sonra, esas oral dönemde
karşılaştığı engellemelerin yerine, yeni bir anne-çocuk ilişkisini denemeye
başlamıştı. Bu olguyu, gerçekten yaşamsal bir ilişki olarak tanımlayan hasta,
böylece kendini yeniden bir kız çocuğu olarak hissedebilmişti.
Üçüncü
aşama veya büyüme dönemi yavaş yavaş ilerledi, adeta farkedilmeyecek kadar
yavaş gelişti. Joan, terapisti annesi gibi kullanmaktan vazgeçip onu
yetenekleri ve bir kadın olma başarısı konusunda güven veren bir baba olarak
görmeye başlayınca, açık psikozdan kurtulmuş oldu. Sağlam adımlarla, gerçeğe,
ancak terapistini bir doktor olarak görebildiği ve aralarındaki ilişkinin daha
işbirlikçi ve ergin niteliklere kavuştuğu zaman dönebilmiştir.
Margiad
Evans
"Karanlığın
Parıltısı” isimli eserinde, M. Evans epilepsi (sara) nöbetini ve bunun günlük
hayata yaptığı etkiyi incelemektedir. Dosto- yevski'den sonra pek az kişi
krizin başlamasıyla onu hemen izleyen unutma hali arasında kalan o çok kısa
anı, bu denli açıkça anlatmıştır. Bu olgunun birinci sınıf bir analizini
yapmasının yanında, Miss Evans yaşadığı deneyimin daha geniş çapta anlamını
araştırmıştır.
Dostoyevski,
"Budala" isimli eserinde bir sara krizinin, büyük bir ihtimalle
kendininkinin, buna benzer bir analizini yapmıştır:
"Sara
nöbetinden bir-iki saniye önce, hüzün, iç kararması ve depresyon duygulan
arasında beyninde kısa sürelerle kıvılcımlar çıktığını ve olağanüstü bir hızla
tüm yaşamsal güçlerinin en üst düzeyde çalışmaya başladığını düşünüyordu.
Canlılığı
ve bilinçliliği, bir şimşek gibi çakan bu anlarda, neredeyse on katına
çıkıyordu. Beyni ve kalbi bu göz kamaştıncı ışıkla doluyordu. Bütün sıkıntısı,
şüpheleri ve kaygıları bir parıltıyla yatışıyor; neşe ve ümit dolu büyük bir
sükûnete erişiyordu. Ama bu anlar, bu sezgi pırıltıları, gerçek krizin
başlangıcını gösteren işaretlerin yalnızca önceden hissedilmesinden başka
birşey değildi. Bu son saniye, tabii ki dayanılmaz bir şeydi. Tekrar
iyileştiğinde, bu anı anımsayarak kendi kendine sık sık şöyle derdi;
"bütün o parıltılar, bilinç kıvılcımları aslında hastalığımın, normalden
uzaklaşmamın belirtisinden başka bir şey değildi, bu yüzden de varoluşumun doruğu
değil, tam tersine varoluşumun en aşağı düzeyini gösteriyordu. " Yine de
çelişkili bir sonuca varmış: "Hastalık olsa da ne önemi var?" Sonunda
şöyle bir karar vermiştir: "Bu anormal bir gerilim olsa
bile, bu duyguların yoğunlaştığı an eğer bir uyum ve
güzellik getiriyor ve o güne kadar tanımadığım bir bütünlük, oran ve yeniden
barışma duygusu veriyorsa; yaşam senteziyle eriyip bütünleşmemi sağlıyorsa,
işte o zaman bunun bir hastalık, bir anormallik olmasının hiç önemi yok."
Bu belirsiz anlatım, onun için oldukça açık seçik gibi geliyordu. Ama bu
durumun, "güzellik ve dua", "yaşamın en yüksek düzeydeki
sentezi" olduğundan hiç şüphesi yoktu, bir şüphe olasılığını bile kabul
etmiyordu. Çünkü, mantığını aşağılayan ve zihnini bulandıran şey o anlarda
gördüğü olağanüstü hayaller veya görüntüler değildi. Krizden sonra yeniden
iyileşme mantıkla düşünmeye devam edebiliyordu.
O anlar, yalnızca, bilincin artması,
yükselmesi ve aynı zamanda insanın varolduğunu en yoğun derecede
hissetmesidir."
31
Ekim'de, bütün bir sabah çamaşır yıkadıktan sonra tam öğle yemeğimi yerken,
kendime inanmaktan başka gerçek olmadığını farkettim.
Yemek
masadaydı, soba yanıyordu. Kahve makinesini doldurmak için aldım, tam musluğa
uzandığım anda kımıldayamadığımı ve ne yapacağımı hatırlamadığımı gördüm. Orada
uzun süre öylece durdum (aslında belki de bir-iki saniye), kendi kendime;
"hiçbir şey olmuyor. Şimdi geçecek ve her şeyi hatırlıyacağım"
diyordum. Sonra başımın arkaya doğru aniden çekildiğini ve yüzümün buruştuğunu
hissettim. Kahve makinesi elimden lavaboya düştü. Hâlâ içimden bir ses,
"Bunları gerçekten kontrol altına alabilirsin" diyordu. Hâlâ bilinçliydim
ve bütün vücuduma vahşice hareketler ve spazmlarla saldırılıyor gibiydiler.
Sonunda dizlerim çözüldü ve yere düştüm. Düşerken, şaşkınlıkla "Bu kadar
mı kötü olacaktı?" diyordum.
Bundan sonra anımsadığım ilk şey B 'nin mutfağıydı.
Betty B.. , Tanrı onu korusun, bana çay içiriyor ve annele
rin
kâbus gören çocuklarıyla konuşurken kullandıkları ses tonuyla konuşuyordu.
Rosie yanımda, ayaklarımın dibinde oturuyordu. Saati sordum. İki, olduğunu
söylediler. Yarım saat geçmişti.
Kalkıp,
100 yarda kadar yürüdüğümü veya onların mutfaklarına kadar nasıl gittiğimi hiç
hatırlamıyordum. Aslında düşmeden önce neler olduğunu da sonradan anımsadım.
Onlarla beraber, M.. 'nin
Üniversite'den eve dönmesini bekledim. Nö
bet
gelmeden önceki son saniyeler özellikle akılda kalıyor, bir krizin uyarıcı
belirtileri bir duygu hali gibidir; her şey ekstra gerçekçilik ve belirginlik
kazanıyor fakat kendine geliş süreci daima karanlıkta kahr.
Albay B.. kulübeye gitti ve yere düşüp kırılmış olan
gözlüklerimi
buldu. Ayağa kalkarken üzerine basmış olmalıydım. Kaşım kesilmişti, yanağımda,
elimde, omuzumda ve dizimde bereler vardı; ama yine de yere düşerken canımın
acıdığını anımsamıyorum, sanki kuştüyü yatağa düşmüştüm.
B... 'ler,
yan odada bir çay partisi veriyorlardı. Oradan git
meyi
göze alamıyordum, yolda yeni bir kriz gelebilirdi. Biraz daha güç kazanınca,
beni kapıdan geçirirken insanların nasıl doğal ve neşeli davranabildiklerine
şaştım.
Yine
de ben çok huzursuzdum, mutsuz insanların üzerindeki o değişik hava beni de
sarmıştı. O mâlum sorular yine üzerime geliyorlardı -neredeydim, bana ne
olmuştu, ne demiştim, nasıl görünüyordum, içeriye girince ne demiştim?
Onlar
'yeniden bir nöbet geldiğini söyledin, biz de seni oturttuk,' diye cevap
verdiler, 'hatırlamıyor musun? Ne yaptığını biliyor gibi görünüyordun ve
düşercesine oturdun. Yalnız pek düzgün yürümüyordun.'
Artık
kabul etmek istemediğim korkunç gerçekle karşı karşıya gelmiştim. Eğer aldığım
ilaçlar nöbet sırasındaki bilinçli halimin uzamasından başka bir işe
yaramadıysa, o zaman hiçbir şeyi bilmeden düşüp krizimi atlatmayı yeğlerdim.
Fakat
Dr. Y.. ertesi gün gelecek ilaçlan
almadığım tak
dirde
daha kaç kez kriz geçireceğimi bilemeyeceğini söyledi. Aynca epilepsi
nöbetlerinin oldukça hafiflediğini de söyledi. Onun için ilaçlan almaya devam
ettim. Altı hafta sonra bir
kriz daha geçirdim. Hâlâ güçlüydüm ve
kendimi iyi hissediyordum. Dışarıya çıkmaktan artık korkmuyordum; toprak, evin
tabanlarından daha yumuşaktı ve nasıl olsa eve döneceğimi de biliyordum.
Beynimin derinlerinde, B lere
güvenim
vardı,
hiçbir fırtına bunu değiştiremezdi. Buna kendimi iyice inandırmıştım ve bundan
da bir zarar görmedim. Bu nöbet bu defa ne bana ne de çocuğuma bir zarar
vermedi. Oturma odasına girerken elimde bir kova kömürle yakalandım. Son defa-
ki gibi bir an her şey durdu, tüm sistemim şoka girmişti.
Yangın
esnasmda panikle kaçışan sığırların da toprakta böyle bir şok yaratabileceğini
düşünüyorum.
Yalnızca
şu sözleri söylediğimi anımsıyorum, "Şu kapıdan uzaklaş, düşecek yer yok
burada!"
Galiba uzaklaştım da. Bir an sonra,
yolda bir sis bulutu içinde yürüyor ve deli gibi hıçkırıyordum, ağlıyordum. Bir
adam belimden tuttu, yüzüme baktı. Gözlerimi kaldırıp yüzüne baktığımı
anımsıyorum. Bu, geçenlerde köpeğim yüzünden tatsız bir iki laf ettiğim,
köyden bir gençti. O zamandan beri hiç konuşmamıştık. Her zaman suratsız,
somurtkan olan yüzü bu kez değişik görünüyordu. Büyük bir nezaketle beni
kulübeye götürdü ve bir iskemleye oturttuktan sonra Albay B 'yi getirmeye gitti. On dakika kadar
yalnız kaldım, bu sü
re
boyunca o çılgınca ağlamam durmadı. Bu daha önce hiç başıma gelmemişti ama
bundan sonraki her nöbette aynı şey oldu.
Orada,
öylece titreyerek otururken bir yandan da bu denli acıyla neden ağladığımı
düşünüyordum. Kendi kendime bunun bir şok olduğunu söylüyordum; bu bir şoktu;
çünkü son krizden sonra artık bir daha olmayacağına kendimi inandırmıştım.
Nedenler
unutulunca, bu müthiş kayıp için ağlandırdı elbette. Ama yine de ruhum bir
yerlerde Barış ve bütünlüğün olduğunu biliyordu.
Bir kaç dakika sonra Albay B döndü. Ateşi yaktı ve ba
na,
"Bu odadan çık Margiad, gel buraya otur. Biraz çay yaptım. Gel, ateşin
yanına otur. Hava çok soğuk," dedi.
Onun gelişiyle yeniden canlandım ve o
açıklayamadığım hüzün uzaklaştı, oturup konuştuk. Albay B.................................... genç
adamın
beni
Rosie'yle beraber kulübeden çıkarken gördüğünü ve yolun tam ortasında
yürüdüğüm için virajdan çıkan bir arabanın beni ve köpeğimi ezeceğinden
korktuğu için yanıma geldiğini söyledi. Kulübeye girince oturma odasının
eşiğinden ileriye gitmemişim, çünkü tam orada olayın delilleri duruyormuş. Yere
dökülmüş kömürler, gözlüklerim (bu kez kırılmamışlar) hepsi orada duruyordu.
Yürüyebildiğim ve biraz kendime geldiğim zaman beni eve götürdü, kocamın
Üniversite'den dönüşünü beklemeye başladık.
Nöbetler
gittikçe sıklaşan bir ritimle gelmeye başlamıştı, bu dönemde ortalama altı veya
sekiz haftada bir kriz geçiriyordum.
Ertesi gün Mrs. B.. ’ye artık bir süre rahat edeceğimizi
söyledim ama sekiz gün sonra bir kriz
daha geldi. Yine çamaşır yıkamıştım; soğuk, yağmurlu bir gündü ve küçük kulübenin
her yanı asılı çamaşırlarla doluydu. Rosie'yi ormana yürüyüşe çıkarmıştım,
biraz da ateş yakmak için çalı çırpı topladım. Birden bire, kendimi yorgun ve
hasta gibi hissettim. Oturmam gerektiğini biliyordum; yemek de yemeliydim. Ama
evde çamaşırları toplamadan bunları yapmam olanaksızdı. Yavaş yavaş toplanmaya
başladım, her an daha da kötüleşiyordum; ama hiç değilse ateş yanıyordu.
Rosie'yle ben kurulandık ve çayı koydum. Tam oturmuştum ki, şok başladı -
iskemleden kalkmaya çalıştım- panik içindeydim, ve sonra kendimi yine çay
içerken buldum ama eski yerimde değil, Mrs. B ile
ateşin başındaydım. Her şey normal görünüyor
du,
beynim hâlâ uyuşmuş gibiydi ve her şeyi unutmuştum.
'Oh Betty! Sana nasıl teşekkür
edebilirim? Tam zamanında gelmeseydin ne olurdu bilmem!' dediğimde gülümsedi.
Sonra, "Sana kalkıp kalkamayacağını sorduğumu hatırlamıyor musun? Sen
ayağa kalkınca da hemen bu odaya getirdim. Mutfakta, yerde yatıyordun. Kapıyı
çaldım, cevap alamadım, ama Rosie havlayınca senin onu evde yalnız
bırakmayacağını bildiğimden hemen içeri girdim. Şimdi, canım, bence sen evde
yalnız kalmamalısın," dedi. Dr. Y.............. 'nin
de, benim yolda
dolaştığımı
duyunca aynı şeyi söylediğini ama bakacak birini bulmanın zor olduğunu, yine de
aradığımızı söyledim.
Öyle birisini bulduk, bu durumdan korkmayan
biriydi, çünkü annesi de epileptikti; o da benim gibi orta yaşta aniden saraya
yakalanmış. Güzel, genç bir kızdı, akıllıydı, cesurdu ve doğa, yaşam konusunda
çok şey biliyordu, Wordsworth'un Lucy'sine benziyordu. Doğal bilimler alanında
bu genç kız yalnızca kendi gözlemleriyle bilgi sahibi olmuştu, köyünden hiç
uzaklaşmamıştı, yani bir dehaydı. Yürüyüş yaparken, hiç bilinmeyen bitkiler,
fosiller ve yosunlar bulurduk. Aklı ve gözlemleri benden çok üstündü, ama
bildiklerini ne yazmıştı ne de yazabilirdi. Bu kitabı ithaf ettiğim dostum bana
bebek için hediye olarak para yollamıştı. Bu parayı, benim için yaptıklarından
ötürü bu genç arkadaşıma harcadım. O benimle beraber olduğu sürece hiç nöbet
gelmedi ve bebeğim doğana kadar benimle kalan genç arkadaşım doğum zamanı
gelince beni ambulansa bindirdi, ben yokken kocam için evi temizledi
Epilepsi
nöbetlerinin anlamını, uyandırdığı duyguları ve esrarı incelemeye çalışmadan
önce bir nöbetimi daha tanımlamak istiyorum. Bu, doğumevinde, bebeğim
doğduktan sekiz gün sonra oldu. Ziyaretçiler gittikten sonra yatağımda yatarken
o sessiz çağrı yine geldi, her zamanki gibi harekete geçtim, ve yataktan
doğruldum. Sonra düşmüş olmalıyım. Hemen sonra derin bir hüzünle uyandım.
Yalnızdım. Kim oldu-
ğumu,
nerede olduğumu hatırlamalıydım, ama durmadan mesajlar geliyordu sonra
beynimde boşluklar bırakarak yok oluyorlardı. Başımı çevirdim ve çevremde bir
perde gördüm. Küçük koğuşta derin bir sessizlik vardı. Bana durmadan dünyayı
anlatan perdeye baktım ve duvara döndüm diğer hastalara yalvararak bir hemşire
çağırmalarını istedim. Geldiği zaman, hemşireye (daha önce hissettiklerimi,
her zamanki gibi unuttuğum için), "Galiba bir nöbet geçirdim" dedim.
Hiçbir şey demedi ve tekrar baktığımda gitmişti. Dolabın üzerinde, bir bandajla
sanlı olan bir kaşık duruyordu. Kafamda hemen detektiflik kıvılcımlan çaktı,
"bunu dişlerinin arasına koyuyorlar" dedim. Eski nöbetlerimde
olanları, komşum Mrs. B....'nin benimle ilgilenmesini anımsadım. Şimdi yanımda
kimse yoktu. Hemşireyi çağırttım ve kocamı telefonla arama- lannı istedim. Onun
"zavallı adam" dediğini duydum, geri döndüğünde ise, tatmin olmuş bir
şekilde kocama ulaşamadığını söyledi. Ama bu süre içinde, kanşıklık ve dehşet
geride kalmıştı; çünkü diğer hastalar bana her şeyi kibarca anlatmışlardı.
Hayır, onları korkutmamıştım. Hayır, çok gürültü yapmamıştım. 'Yalnızca bizim
senin iyi olmadığını farketmemi- ze yetecek kadar, zaten biz de hemen zili
çaldık!'. Hayır, pek uzun sürmemişti, bir çeyrek saat kadar; ve bana neden anlatmadıklarına
şaştıklarını da eklediler. Ertesi gün tamamen iyileşmiştim, ama artık bebeğimi
emziremiyordum.
'Otobiyografı'de,
yaklaşan epileptik nöbeti haber veren belirtileri tanımlayan bir cümle vardır;
"kalp, düşmanı karşılamak için ayağa kalktı." Bu ümitsizce ayağa
kalkıştan sonra vücudun ve aklın ürpermesi, titremesi başlıyordu. Yoğunluk
değişkendi; ama fiziksel olarak bir yerden girip tüm vücudu etkileyen bir
esinti veya rüzgar gibiydi. Şu ünlü şeytan etkilemesi olayı da saralıları nöbet
geçirirken seyredenler tarafından değil de bu nöbeti geçirenlerin kendileri
tarafından çıkarıldı mutlaka. Çünkü şiddetli nöbetler sırasında insan sanki
bedenine korkunç, yabancı bir gücün girdiğini ve bu gücün bir kez içine
girdikten sonra çıkmaya çalıştığını hisseder. Biraz doğuma benzer ama o kadar
akıllıca değildir. Eğer bilinçli halim düşene kadar sürerse, etim, kaslarım
birbirlerine dolaşmış gibi oluyor -sanki gövdem bir perde gibi açılıyor veya
gölgeli, karanlık bir sokağa girmiş gibi hissediyorsunuz.
Bunu
tanımlamak için duyulardan ve algılamalardan yararlanmaktan başka yol yoktur.
Müthiş bir his, evet doğru ve hâlâ çalışmakta olan beynin duyamadığı bir his ve
bu yaşama hiç benzemiyor. Belki de beyin hâlâ çalışmıyordu. Sürprizler belki
de beyinden ayrı çalışan aklıma kaydediliyordu. Bence akıl, beyinden gelen
düşünce ve izlenimleri alan, kaydeden yumuşak bir yüzeydi; ve bu yüzden daima
beynin o anda yaptığı şeyi kaydetmekte biraz geri kalıyordu. Bir jetin arkasından
gelen ses gibi.... Tehlike buradadır; çünkü akıl tehlikeye inanmazken, beyin
kaybetmeye başlamıştır bile, veya vücudun kontrolünü kaybetmiştir zaten.
Pek
çok kişi yaklaşan bir nöbeti daha iyi tanırlar ve hazırlanacak daha uzun
zamanlan vardır. Tekrar ediyorum, ben yalnızca kendi durumumu anlatıyorum. Ben
hazırlanamam, rol yapamam.
Sonuna
kadar görme, işitme, anı ve kişilik tüm gücüyle devam eder, bunu ispatladım,
ama konuşma ve hareket yeteneklerim yok oluyor. Konuşma gücüm dudaklanmdan
silinip almıyor, hareket gücüm de çalınıyordu. însanlann, "ne oldu?"
diye sorduklannı duyduğum halde cevap veremiyorsunuz. Gözler bir eşyaya, bir
nesneye takılıyor, sanki bir çağnya kulak vermiş gibi kaskatı kesiliyorsunuz.
Yardım edenlere arkanızı dönersiniz, odanın içindeki o korkunç şeyi, vücudunuzu
görmek istemezsiniz.
Beni
en çok dehşete düşüren şey, bir an için benliğimin gülerek o vücudu terketmek
istemesidir. İnanmayacaksınız ama bu gerçekten komik bir durumdur; hiç dehşete
kapılanların aptalca bir gülme krizine tutulduklarını duymadınız mı? Kendimden
geçmeden önce, son hatırladığım şey o gülüştür. Bir an sonra hiçliğe düşerim.
Bu anlamsız ve korkunç neşe silinmeyen, unutulmayan ama korkutucu bir iz
bırakır. Bir nöbet geldiğinde neler yapmam gerektiğini defalarca prova yapmışımda.
Yorgun, kaygılı veya telaşlı olduğum zamanlar sanki uçacakmışım gibi
hissediyorum. Kendimi sağlam tutmaya çalıştığım denemelerim aylarca sürdü ve
şunları söyleyebilmeyi başardım: "Bir sara krizi geçirmeyeceksin, çünkü
ikinci belirti, birinciden önce oldu." Bu nöbetlerin belirtileri adeta bir
askeri disiplin içinde sıralanırlar ve sıralan hiç değişmez. İsteri veya sinir
krizleri değişken olabilirler, bana böyle söylendi.
***
Çeşitli
hislere sahip olmamı; çeşitli varlıklar, oluşlar halinde olmama bağlıyordum.
Büyük bir bunalım içinde oluyordum ve nöbetin gelmesini bekliyordum. Mutfağa
girerken yakalandığım, o krizi anımsıyorum, gözlerim kocamın yüzüne takılı
kalmışlardı. Çok zorlayarak düşündüm ve sonunda nöbet sırasında duyduğum
gerçek duygulan anımsamayı başardım.
İkisi
dışında tüm krizleri tam kapıdan girerken veya çıkarken geçirmiştim. Ama bu
çift kişilik veya iki anlamlı bir sembolizm anlamına gelmiyordu. Bu olgu
Ego'nun bir giriş yoluyla birden fazla yerde olma arzusunu sembolize ediyor
olabilirdi. Beynin hâlâ duyabilen, görebilen kısmında neler oluyordu? Neden
bu durumdayken bazen kendimi kızkardeşim gibi görüyordum?
Ben
iki kişiden oluşluysam, bu kişiler kimlerdi? Nasıl yeniden tek bir varlık, tek
bir beyin ve tek bir ruh haline dönecektim? Nasıl düzelebilecektim? Tek bir
varlık olmama olasılığım vardı. Yaşamım boyunca sahip olduğum bütünlüğü yitirmenin
ne kadar korkunç olduğunu daha önce yazmıştım. Bütün sorulara ancak krizleri
tam olarak anımsamakla cevap bulunabilirdi.
Krizler
önce bir çağrıyla başlıyordu, ben de düşüyordum. Ne yapmaya çalışıyordum? Sanki
"Karışıklığa" karşı yarışıyor gibiydim; onu saklamaya, yok etmeye
çalışıyordum. Ve bu hep başarısızlıkla sonuçlanıyordu. Sosyal başarısızlık mı?
bazen öyle görünüyordu. Bir davranış kuralı çiğnenmiş gibiydi; örneğin sağlık
kuralları; öyle ki sonunda hareket etme yeteneğimi ve bilincimi yitiriyordum.
Proust, Bergotte'in ölümünü anlatırken, beyin kanamasından ölmekte olan adamın
geniş hayal gücünden bahseder. Bergotte kendisi için korkmuyordu, halkın
içinde gelen ani beyin kanaması ve felç halindeyken bile, normal davranmaya
(şaşkınlık içinde) çalışıyordu. Kendi epilepsi deneyimim de bu durumu
doğruluyor. İnsan krizinin etkisi altında eriyorken, tam o anda onun üstesinden
gelmeyi başardığını zannediyor: zafer kesin gibi görünüyor ve mantıksız bir
neşe, bir ferahlama gülümsemenize neden oluyor. Bu tebessüm aslında yüz
ifadenizin çarpılmasıdır; elinizi de şöyle bir sallamanız aslında içten
çırpınmanızı gösterir. Son anımsadığınız şey, bir zafer, bir başarı hissidir.
Bütün
bunları yavaş yavaş öğrendim. Çözüm o korkunç saniyede saklıdır; ya içime
yerleşen varlıklar benliğimi savaşta kazanan bir ordu gibi böleceklerdi; veya
aynı anda hem burada hem başka bir yerde olabileceğim inancım belki de her
zaman her yerde olan o Tek Varlığın manevi bir sembolüydü.
Haftalarca
önce bu son açıklamayı bulmuştum. Bu kitabı yazmaya başladım: Hep yeni bir
krizin gelmesini bekliyordum, anılarımın yenileceğini ve yaşam hakkındaki
görüşlerimin doğru olup olmadığını anlayacağımı umuyordum. Ama yeni bir sara
krizi gelmedi. Ve bir soruya ulaşmaktan başka elime hiçbir şey geçmedi. Bir
epilepsi nöbeti sırasında vücudun neyi sembolize ettiği sorusuna takıldım ve
bir sara krizinin akılda sürdürdüğü işlevleri tanımlamayı bile başaramadığımın
farkındayım.
Dr.
F. Wertham
BİR
DOKTORUN KENDİNİ PSİKOSOMATİK
AÇIDAN İNCELEMESİ
Dr.
Wertham tanınmış bir psikiyatrdır ve New York’ta çalışmaktadır. Bu parçada
yüksek düzeyde psikiyatri eğitimi görmüş bir gözlemci gözüyle, hastalarını
değil de kendini incelemiş ve bize güzel bir olgusal analiz kazandırmıştır.
Önemli bir ameliyat öncesi yaşadığı kaygı ve endişeleri, çektiği acıları bu
gözle incelemiştir.
îçgözlem
yöntemine çok karşı çıkılmıştır. Her şeyden önce gözlem yapılan vaka bir tek
olmakla kısıtlanmıştır, gözlemci aynı kişi olduğu için. İkinci neden de pek
çok hata kaynağı gösterilebilmesidir. Hepimizin kendimiz konusunda belirli
imajlarımız vardır ve bu iç gözlem yöntemini etkileyebilir. Örneğin
korktuğunuzu kabul etmeyebilir ve bazı korkularınızı gözardı edebilirsiniz.
Özellikle bulduğunuz sonuçlan başkalarına iletmek isterseniz bu yanlışlık daha
da belirginleşir. Bir de kanşık bir amnezi sorunu vardır; gerçekten unutulan
bazı şeyler, anılar tazelenince anımsanabilirler. Bütün bu hata kaynakları,
özellikle anormallik sınırına yaklaştığınız zaman, çok önemli olabilirler. Yine
de bazı psikolojik olgula- nn yalnızca içgözlem yöntemiyle açıklanabileceği,
yadsınamaz.
Ciddi
bir fiziksel rahatsızlık nedeniyle hastanede yatarken, zihinsel deneyimlerimi
ve açıklayıcı yorumlarımı yazmaya başladım. Genel hastanelerde psikiyatrik
danışman olarak çalışmış olmam, bu deneyime girmeme neden olmuştur. Böyle
bir
çalışmada, hastalıkların erken teşhisi için bazı psikopatolojik bulguların ne
denli önemli olduğunu buldum. Acil ve doğru terapi yöntemleri açısından bu çok
önemlidir. Bence, kendi içgözlem bulgularım doktorum için oldukça önemlidir ve
psikopatoloji teorisine de biraz katkısı olmuştur.
Açıkça
anormal olarak sınıflandırabileceğim bazı deneyimlerim, daha önce içten birisi
tarafından hiç tanımlanma- mıştı. Psikopatolojinin, sözümona olgusal ekolü
bizlere genel ve teorik bilgiler verir ama gerçekçi ve pratik değildir. Birkaç
istisna dışında, hiçbir psikiyatr kendi sapak zihinsel deneyimlerini
kaydetmemiştir. Bu istisnalar, Forel'in "cerebral vascu- lar kaza"
tanımı, Kandinski'nin "halusinasyonlarını" anlatması, ve Cajal'ın
"arteriosclerosis" tartışmasıdır.
Mükemmel
bir sağlığa sahipken bir tatil dönüşünde sağ bacağımda trombofılibit oluştu.
Özel doktorun tedavisi altında, üç hafta tam bir yatak istirahatı yaptım.
Sonra ufak bir akciğer embolisi ve ardından da daha ciddi bir emboli baş gösterdi.
Toplam olarak üç veya dört kez bu tekrarladı. Ateşim yükseldi ve sulfamitli ilaçlar
aldım, tüm iştahımı yitirdim. Hastaneye kaldırıldığımda durumum çok ciddiydi.
Hastaneye ulaşmamızdan bir kaç saat sonra acilen ameliyata alındım; sağ
bacağımdaki damarla ilgili bir ameliyat yapıldı. Aynı gece penisilin kürüne
başlandı. Tromboz çok yayıldığı ve kan damarlarında bir terslik olduğu için
ameliyat çok zor ve her zamandan daha uzun geçmişti. Lokal anestezi yapılmış,
1/150 ölçü scopolamine ve 1/6 ölçü morfin verilmişti.
Bütün
açıklamaları tıp diliyle yapmaktan kaçınacağım. Üzerinde durmak istediğim
noktalar bunlar değildir. Aklî durumumun kalitesi daha önemliydi. Ateşim
yükselmişti, genel bir toksikasyon bahis konusuydu.
Duygusal
faktörlere gelince; ameliyattan önce birbiri ardına emboliler oluşmuştu ve
ameliyat anında ve sonunda ölüm tehlikesi ile karşı karşıyaydım. Bir doktor
olarak bunu objek-
tif
tıbbi belirtilerden anlamam gerekirdi. Bir pazar akşamı, hastanenin baş
doktorunun evinden kalkıp beni ameliyat etmeye gelmesinden de durumun
ciddiyetini anlamam gerekiyordu. Ama ilgilerini acıma olarak değerlendirdim;
çünkü em- boliler yüzünden çok acı çekiyordum; ama yine de durumumun kritik
olduğu hiç aklıma gelmiyordu. Buna koruma mekanizması yani amblyopia
denilebilir.
Geçirdiğim
deneyimler iyi bilinen bir psikoloji kurallarını, doğrulamaktadır: İnsan hoş
olmayan deneyimleri unutmaya, güzel anılan anımsamaya eğilimlidir. Bu amnezi
açısından iki faktör ortaya çıkmıştır. Birincisi, ciddi fiziksel bir hastalık
durumunda hoş anılar da unutulabilir; İkincisi de, iki çeşit amnezi vardır;
anılar tazelense bile anımsanmayan unutulmuş deneyimler ve kolayca
anımsanabilen deneyimler.
İlk
ameliyat sırasında uyku halindeydim veya bir şekilde bilinçli değildim. Bunun
dışında tamamen uyanık ve açık zihinliydim. Esas sorunum çektiğim acıydı.
Şimdi, haftalar sonra, bu acıyı nasıl unutmuş olabileceğimi anlayamıyorum.
İlk
ameliyatta çok acı çekmiştim; bu bütün zihnimi dolduruyordu; başka bir
düşünceye yer kalmamıştı. Bu acıyı kelimelerle tanımlamak çok zor. Zihnimin
berraklaştığı bazı dönemlerde hiç acı çekmiyordum. Sonra birden bir sancı
saplanıyordu. Embolinin yayılma tehlikesi olduğu için omurilik anesteziden
kaçınıldı. Anladığıma göre derinlerdeki yapılar lokal anesteziden pek
etkilenmiyor ve bazı ağrılar da komple anesteziden bile uyuşmuyorlar.
İnsanın
acıya karşı duyduğu duygusal tepkiyi tanımlamak çok zor. Daha çok
ağrıyacağından duyulan korkuyla, kısmen de bir an gelip bu acının dineceğine
duyulan ümit vardır, Dan- te'nin yazdığı gibi, "speranza di minör
pena."
İlk
ameliyat sırasında ümit-korku dengesinin en primitif, ilkel düzeyine duygusal
açıdan düşürülmüştüm. Dikkatimi vücudumun üzerine toplamıştım. Freud, bir
fiziksel hastalık sürecinde, libidoya duyulan ilginin dağılması üzerine şunlan
söylemişti: "Organik acı çeken insanlar ilgilerini dış dünyayla bağlantıyı
zayıflatırlar, öylesine ilgi duymazlar ki, bir süre sonra kendi acılarını da
umursamaz olurlar. Daha yakından gözlemlersek, hasta aynı zamanda sevgi
objelerine duyduğu li- bido-ilgilerini de geri çeker, acı çektiği sürede
sevmeyi de durdurur. Hasta libidosunu kendi egosu üzerine çeker ve iyileştikten
sonra onu salıverir."
Bu
doğrudur; hatırladığım kadarıyla libidom gerçekten vücuduma çekilmişti ve dış
dünyayla yalnızca o andaki durumumla doğrudan ilgiliyse bağlantı kuruyordum.
Ama, ameliyatın ortasında, ağrı hissetmediğim bir anda, yanımda duran
doktorlardan birine aşağı katta bekleyen karımı bulup ona her şeyin yolunda
olduğunu söylemesini rica ettim. Bu aklımı çok meşgul ediyordu galiba, çünkü
doktor gelip dediklerimi yaptığını söyledikten sonra bile, aynı şeyi bir-iki
kez daha istedim. Bu da Freud'un formülünün, çok karmaşık olayları ve duygusal
düşünmenin aşamalarını fazla basitleştirdiğini gösteriyor. İnsan aynı anda
değişik fonksiyonları yerine getirebilir.
Bilincimin
geri geldiği dönemlerde ve ağrı hissetmediğim zamanlarda, entellektüel
yeteneklerimin büyük ölçüde azaldığını farkettim. Ameliyat sırasında bazı
doktor arkadaşlar yanımda duruyorlardı; beni neşelendirmeye ve cesaret vermeye
çalışıyorlardı. Söylediklerinin çoğunu anlayamıyordum, seslerini açıkça
duyabildiğim, ses tonlarının değişmelerini ve dostça niyetlerini
farkedebildiğim halde, yine de anlayamıyor- dum.
Ses
değişmelerini farkedebildiğim halde sözcükleri kavrayamamamdaki çelişkiyi hâlâ
şaşkınlıkla karşılıyorum. Ama bana söylenenleri anlayamam beni o zaman hiç
şaşırtmamıştı, endişelendirmemişti de. Bunun anlaşılabilir bir şey olduğunu
sanıyordum. Örneğin bir doktor, bana -dostça, şakacı bir yaklaşımla,
"tıpkı bir psikiyatra benziyorsun, biraz garip, olağan dışı bir yapın
var" dedi (damarlarımdaki anormal yapıdan bahsediyordu). Normal olarak bu
tip şakalardan hoşlanır- dım; ama ne bu şakayı ne de cümlenin anlamını
kavrayamamıştım. Yine de bu durumu olağan karşıladım ve hiçbir soru sormadım.
Sanki bir grup yetişkin insanın arasında kalmış bir çocuktum.
Scopolamine'le
kendi üzerinde deneyler yapmış olan bili- madamı Mannheim, diğer faktörlerin
arasında, "kavramanın, anlayışın bozulması ve entellektüel yeteneklerin
zayıflamasını" da belirtmiştir. Bu çeşit kavrama bozukluklarını kendi deneyimlerime
dayanarak iyi tanıyorum. Ameliyatın sonlarına doğra çok ateşlendiğimi farkeden
anestezist yüzümdeki tül- benti kaldırdı, yana doğra bakınca duvardaki büyük
saati gördüm. Ameliyatın çok uzadığmı ve bir an önce bitmesini istediğimi
düşündüm. Saati öğrenip ameliyatın ne kadar sürdüğünü tahmin etmeye çalıştım.
Bir daire üzerine sıralanmış olan rakamları gördüm, özellikle 6 ve 7
rakamlarını anımsıyorum. Bu rakamların yerlerine göre saati anlayacağımı
biliyordum, ama bunun nasıl yapılacağını hatırlayamıyordum. Akreple yelkovanı
gördüğümü hatırlamıyorum. Uzun bir süre bu saati anlayabilmeye çalıştım, ama bu
bocalamamı hiç umursamadım. "Başka insanlar bu işi becerebiliyorlar, ben
yapamıyorum; bu çok doğal," diyordum.
Aynca
bu kadar uğraşmamın anlamsız olduğunun da farkında değildim. Zaten ameliyata
kaçta başlandığını da bilmiyordum ki, ameliyatın ne kadar sürdüğünü tahmin
edebileyim.
Saati
okuyamamam, tıp dilinde Agnosia'dır. Agnosia, çoğunlukla karbon monoksit
zehirlenmelerinde görülür, beynin arka lobunda organik anzalardan kaynaklanır.
Nesneyi tanıyordum, adını biliyordum, ayrıntılarını farkedebiliyordum ama onu
bir bütün olarak tüm işlevleriyle algılayamıyordum.
Ameliyat
masasında benim genel güvensizlik duygumu azaltan iki faktör olduğunu
hissediyordum. Bunlardan birisi operatörün sesi, diğeri ise tam fiziksel
ilişkinin verdiği güvendi.
Operatörün
sesi derin, sakin ve otoriterdi. Sesini hiç yükseltmeden konuşuyordu. O anki
akli durumumu şu olay çok iyi anlatıyor: Operasyon sırasında sağ kalçamda
dayanılmaz bir ağrı hissettim, bir kaç kez bacağımı oynattım, rahatlatmaya
çalıştım -bu durumda yapmamam gereken bir şeydi bu. Net bir şekilde operatör
sakin fakat kesin bir sesle, "Bacağınızı oynatmayın Mr. Wertham,"
dedi. Bu söze karşı duyduğum tepkiyi anlatamayacağım. O andan itibaren bacağım
ne halde olursa olsun onu oynatmayı düşünmedim bile. Bu sözün üzerimde öyle
otoriter bir etkisi oldu ki, ağrısın ya da ağrımasın bacağımı oynatmak aklıma
bile gelmedi.
Güvensizliğimi
geçirecek olan ikinci faktör de daha umulmadık bir olaydı. Ameliyatta hazır
olan doktor arkadaşların pek az yardımları dokundu. Ama bedensel dokunmalar
yararlı oldu. Bir hanım doktor, birara koluma dokundu, ona bu davranışıyla
bana ne kadar yardımcı olduğunu anlatmaya çalıştım ama yeterli sözcükleri
bulamadım. Çok sonradan, beni rahatsız edip etmediğini sorunca, hep öyle
kalmasını söyledim.
Bir
başka doktor arkadaş da alnıma dokundu, bir şeyler söyledi ve alnıma dokunuşu
bende yatıştırıcı bir etki bıraktı. Tabii ki bu cinsten dostça dokunuşların
yaran yeterince bilinmemektedir. Böyle ameliyat geçiren veya yapan doktor arkadaşlar
da bu deneyimimi doğrulamışlardır.
Genel
anlamda, ameliyat sırasmda ve sonraki iki gün boyunca içinde bulunduğum aklî
durumum dış dünyayla pek az ilgiliydi. Beni en çok meşgul eden şey vücudumdaki
bazı basınç diyebileceğim rahatsızlıklardı. Ameliyat sonrası normal olan idrar
zorluğu, "peristalsis" zorluğu (gaz yüzünden) ve nefes alma zorluğu
gibi rahatsızlıklar beni tedirgin ediyordu.
Bu
dönemde moralimin nasıl olduğu şeklindeki bir somya cevap veremiyordum. Bana
penisilin veren genç bir doktor, "o günlerde bir havuç gibiydin"
dedi. Ama yüzümden nasıl bir depresyon geçirdiğim belli oluyordu. Beni bir kaç
hafta sonra gören bir doktor, "Evet, artık o kadar karamsar, ümitsiz değilsin,"
dedi. Bu, hem bu doktorun, hem de psikiyatr için yanlış bir hükümdü. Ayrıca
depresyonla entellektüel kaygıyı ayırde- demiyecek kadar güçsüzdüm.
Bu
devrede hiçbir taşkınlığım, hezeyanım olmadı fakat bir gece aklımın karıştığını
farkettim. Bana bakan hemşire görev başına geldiğinde onda bir gariplik
olduğunu gördüm. Aynı insan olup olmadığından emin değildim. Ona sordum.
Gülerek, "Saçlarıma perma yaptırdım" dedi ve böylece içim rahatladı.
Daha önce bahsettiğim gibi kendimi büyüklerin konuşmalarına katılan bir çocuk
gibi hissediyordum, pek anlayamadığım sözcükler kullanıyorlardı, ses
tonlarının değişmelerine çabuk tepki veriyordum ve fiziksel temas beni
rahatlatıyordu.
Durumum
hâlâ çok ciddi iken ve akli durumum en alt düzeydeyken, bir rüya görmüştüm.
Sonra bu rüyayı "serbest çağrışım" yöntemi kullanarak yorumladım. Bu
rüyanın bir kısmını anlatıyorum:
"Başkan
Roosevelt'le konuşuyordum. Nasıl bir konuşma yapacağını tartışıyorduk. O'na,
bir yıl önce yaptığına benzer bir konuşma hazırlamasını önerdim, yalnızca giriş
bölümünü çıkarabilirdi. Önerimi olumlu karşıladı, ama giriş bölümünü hazırlamak
için en az bir saatini harcaması gerektiğini söyledi. Bana bir sigara uzattı.
Ben de sigara içmediğimi söyledim.
Bu
bölümün bile tam bir yorumu çok uzun sürecektir. Önce Roosevelt'le ilgili
serbest çağrışımlarım hiçbir sonuç vermedi. Sonra, aniden, Başkan’ın
bacaklarını kullanamayan ama yine de yılmadan devam eden bir adamı sembolize
ettiğini farkettim. Roosevelt'le beraber olmam büyüklük hülyasıy- dı; ayrıca o
benim fikrimi soruyor, benden yardım istiyordu. Burada bir ödünleme mekanizması
açıkça görülüyor, egomun en sarsıldığı bir zamanda hem de!
Sigara
ikram edilmesi içtenliği, benim içmediğimi söylemem de "iyi çocuk"
olduğumu sembolize ediyordu. Gerçekten de bir yıl önce sigarayı bırakmıştım.
Rüyamda
aynca kendimi uyarıyordum, "eğer bir daha yürüyemezsem, fiziksel âlemde
yitirdiklerime karşın, yeteneklerimi entellektüel alana kaydırabilirdim.
Bu
iyileşme rüyasını, çok hastayken görmüştüm. Aslında bir hata vardı. Benim tek
bacağım rahatsızdı, halbuki rüyada Başkanın iki bacağı da sakattı. Belki de
bilinçaltımda, fılibitin öbür bacağımda da ortaya çıkacağından korkuyordum. Rüyam
da buna, "öyle bile olsa, yine de korktuğun kadar kötü bir şey değil
bu," diyordu.
Sol
bacağımda da fılibit başlayınca aynı ameliyatı bir kez daha geçirdim.
Ameliyattan önce 1/100 ölçü scopolamine ve 1/4 ölçü morfin aldım. Aynı
zorlukları yaşadım, ameliyat yine normalden çok uzun sürdü. Hislerim
güvensizlik, kaygı, ve zaman zaman da acı çekmek olarak sıralanabilirdi, ama
dışarıdan bakılınca neşe ve gamsızlık görünüyordu.
Ameliyatın başlangıcını anımsıyordum ama bir süre
sonra operatöre "kendimi çok aptal hissediyorum, Dr. D........................................ ",
dedim.
Bu
söylenebilecek en olağan dışı sözdü. Önce bu operatöre büyük bir saygım vardı
ve ona böyle bir söz, hele ameliyat sırasında, söyleyemezdim. Aynca
"aptal" sözcüğü, o anki ruh halimi tanımlayabilecek en son kelimeydi.
Bundan
sonra da ameliyat boyunca güldüm, komik fıkara- lar anlattım ve espriler
yaptım. Örneğin, "bütün "izmlere" karşıyım, en çok da
embolizme" dedim; ameliyat sırasında biop- si için damanmdan bir parça
istediklerinde de, operatöre, bedava eşantiyon dağıtmasmı söyledim. Ameliyat
odasındaki tüm doktor arkadaşlar da gülüyorlar, espri yapıyorlardı. Her şey pek
neşeliydi. Ara sıra feci acı çekiyordum ama bunu bel-
li
etmemeye
çalışıyordum, ama bazen yüzümü buruşturup, "ah, of, diyordum. Yüzümü
görmeyen birisi, çok iyi vakit geçirdiğimi sanabilirdi. Perdenin öbür
tarafında duran bir hemşire bana ameliyattan sonra, "öyle neşeliydiniz ve
her şeyi öyle rahat karşılıyordunuz ki, daha önce hiç böyle şey görmedim,"
dedi. Bu ruh halini, mani ile karıştırmamak gerekir. Mani halindeki kişiler,
komik olmayan şeyleri de komik bulurlar. Benim esprilerim, fıkralarım komikti,
yalnız duruma uymuyorlardı. O esnada diğerlerinin fıkralarına da gülmüştüm.
İlk ameliyattan sonra ağrımı kesmek için verilen demerolün büyük yararını
görmüştüm. Bu yüzden ikinci ameliyat boyunca şöyle demiştim; "yeni bir
slogan buldum. Demoralize olmayın, demerol alın." Ameliyatın sonuna doğru
daha büyük damarlarla uğraştıkları sıralarda çok acı çekmiştim. En kötü
anımda, acımı farkeden bir doktor, "herkes senin gibi fıkra anlatabilir,
şimdi bir psikiyatr olarak gerçek bir öykü anlat," dedim.
O
kadar acı çekmeme karşın hemen şu öyküyü anlattım:
J.
Hopkins'de genç bir doktorken, psikozlu bir milyoner ve erkek hastabakıcısıyla
beraber New Mexico'da bir tatil geçirdik. Yemeğimizi hep beraber otelin yemek
salonunda yiyorduk. Garson kızın bize hizmet ederken ellerinin titrediğini
far- kettim. Bir kaç gün sonra, ters giden bir şey olup olmadığını sordum.
"Eh öyle gibi, içinizden birinin deli olduğunu biliyorum ama
hanginiz?" dedi. Genel olarak kendi durumumun pek farkında değildim.
Davranışlarımın ilaçlar yüzünden böyle olduğunu anlayamıyordum, ama yine de
biraz psikolojik içgö- rüm vardı. Örneğin bir ara operatöre, "aslında ben,
karanlıkta ıslık çalıyorum," dedim.
"Euphoria"
(aşın neşeli olma hali) tüm davranışlanmı kapsamıyor; çünkü bazen ciddi
şeylerden de bahsediyordum.
Bazı
şeyleri aklımdan geçirdiğimi sanıyordum ama sonradan bunları yüksek sesle
söylediğimi öğrendim. Ameliyat bittikten sonra masadan kalktığımı ve sedyeye
doğru yürüyüp onun üstüne çıktığımı düşündüm. Bu yanlış anlamaydı. Hiç de ayağa
kalkabilecek durumda değildim. Sonradan, gerçekten kalkmaya çalıştığımı ve bir
doktorun beni tuttuğunu öğrendim. Ameliyattan birkaç saat sonra kendime gelmiş
ve davranışlarımın ne kadar garip olduğunu farketmiştim.
Ameliyat
sırasındaki ruh halim bir çeşit scpolamin psikozuydu. Bu psikozun özelliği
"euphoria", konuşkanlık, kısıtlamaların kalkması, durumun yanlış
yargılanması gibi davranışlardı. Halüsinasyonlar, çılgınca düşler yoktu.
Böylesine çelişkili psikolojik sendromlar yalnızca kendi gözlemlerimle
belirlenebilirdi.
Aslında
davranışlarımın kaygısız ve neşeli oluşu, oldukça yararlı oldu. İçimde gizli
olan endişe ve kaygılara karşı bir kalkan gibi beni korudu. Kaygılarımdan ve çektiğim
acıdan kendimi biraz uzaklaştırmış oldum. Bu "euphoria" ve endişe
arasındaki çelişkili durum deneysel olarak oluşturulan mesca- line psikozunda
da aynen görülmektedir.
Ağn
ve analjesik ilaçlar konusuna gelince; ağrının "kalitesi" çok
önemlidir. Yalnız ben bu ameliyattan sonra yedi sekiz ayn tipte ağn
sayabilirim. Bunlar sözcüklerle anlatılamaz. Bu ağnlara bir numara vermem
gerekirse, okuyucu da bunların özelliklerini ve yan etkilerini rahatça
görebilir.
Ağrının
niteliklerinden bazdan şunlardır:
1)
Lokalizasyon-
yerini belirleme, sınırlama. Ağnlann ba- zılannın yerini belirleyemiyordum,
bazılannı da tam olarak gösterebiliyordum.
3)
Olgu sonrası
etki- Bazı ağnlan geçtiğini bildiğim halde yine de devam ettiğini düşünüyordum.
Görü ile görmek arasındaki fark gibi, ağn-algılama olayında da böyle yanılsamalar
olmaktadır. Bence bunun psikosomatik tıpta fazla önemi yoktur.
4)
Ağrının özel
nitelikleri- bir sinire dokunulunca duyulan ağrı gibi.
5)
Korkuyla
çağrışım- bazı ağrılar, diğerlerinden çok korkuyla bağlantılıdır.
Fiziksel
hastalıklarda eğer psikolojik faktörler büyük rol oynuyorsa, hastaların
hastalıklarının ilk dönemlerinde, üretici aktivitelerini uyarmak yararlı
olacaktır. Benim için de bu notlan yazdırmak, organizmamın yeniden gücünü
kazanmasına yardımcı olmuştur. Heine'nin dediği gibi:
Gerçeği
söyleyeyim, hastalıktı
Yaratıcılığımı
uyaran.
Yarattıkça
iyileştim,
Yarattıkça
düzeldim.
Bu
çalışma, fiziksel hastalıklann da belirli ve çeşitli psikiyatrik yönleri
olduğunu göstermiştir. Doktorlar çoğu kez bu gerçeğe sırt çevirirler.
Hastalığın psikopatolojik yönü göz önünde tutulmalıdır. Bu faktörler yaşamla
ölüm arasındaki farkı oluşturur.
Hastaların
psikolojik önerilere gereksinimleri vardır, ne yapmalan gerektiği, yaşadıkları
deneyimlerin ne anlama geldiği; tedaviden ne beklemeleri gerektiği ve
ellerindeki olanaklardan nasıl en iyi şekilde yararlanacakları gibi
konularda...
Fiziksel
bir hastalığın bütün bu psikolojik ve psikopatolojik özellikleri, tedavi ve
bakımın bir parçasıdır. Bu sorun üç aşamada çözümlenebilir: Birincisi,
hemşirenin rolüdür; İkincisi, doktorun ve operatörün; üçüncüsü de psikiyatrın
görevleridir.
Hastalanmamdan
bu yana beş buçuk yıl geçti. Bu süre içinde kimseye ameliyatlardan, hastane
deneyimimden bahsetmedim. Bunları yazmakla, hepsinden kurtulmuş olmalıydım.
Fakat
yaşadığım deneyimlerden, hastanedeki görevim sırasında yararlandım.
Psikiyatri'nin, fiziksel hastalıklarda ne kadar yardımcı olabileceğini
öğrenmiştim. Özellikle ameliyat odasında, ağır bir hastaya neyin söylenip neyin
söylenemeyeceğini bazı doktorlar bilmeyebilir. Örneğin bir ameliyattan sonra
bir hasta şöyle demiştir: 'Bir doktor merak edilecek birşey olmadığını
söyleyince bunu çok aptalca buldum. Merak edilecek birşey olmasaydı, hastanede
ne işim vardı."
Bu
arada beni ziyarete gelen doktor arkadaşların da söyledikleri oldukça moral
bozucuydu. Kritik hastalığı olan hastalara şunların söylenmesini tamamen
anti-terapik buluyorum:
1)
"Bu çok
olağan. Merak edecek birşey yok. Otopside bunun gibi yüzlerce vaka
gördüm."
2)
"Bazan
hiç emboli olmayabilir, bazen de olabilir. Bir hastamda emboli vardı, o da
merkezi arterdeydi." (Bu emboli körlüğe neden olur.)
3)
Ödemler bazen
kronikleşir. Bir hastamda ödem onbeş yıl sürdü."
4)
Çoğunlukla bu
vakalarda iyileşme görülür. Ama tabii mutlaka belirli bir yüzde de
kronikleşir."
5)
"Başlangıçta
iyileşeceğinden şüpheliydik. Ama şimdi kurtulma şansın var."
Aslında
bu sözlerin hiçbiri beni rahatsız etmedi, yalnız biri içime oturdu ve uzun süre
unutamadım. Bir doktor bana bacaklarda oluşan filibitin o kadar kötü
olmadığını yalnız aynı şeyin kollarda da olabileceğini anlatmaya çalıştı. Bunun
üzerine kollarımda tuhaf hisler duymaya başladım; bu konuda çok
kaygılanmıştım. Tabii ki yatakta uzun süre yatan bir insanın çeşitli
yerlerinde karıncalanmalar olabilir. Gelişigüzel yapılan bir konuşma kollarım
konusunda evhamlanmama neden olmuştu. Sonra hastahanade çalışırken de,
hastalarım korktukları veya varolduğunu hayal ettikleri şeylerden, gerçek
hastalıklarından daha çok tedirgin oluyorlardı.
Yüksek
moralin iyileşmeyi hızlandırdığı, özellikle yaşlı hastalar için unutulmaması
gereken bir gerçektir.
Hayali
ağrılar da incelemelerimiz için çok gereklidir, önemledir. Bu ağrıların yeri
belli değildir, tamamen yokedile- mezler, ancak derinlerdeki psikolojik
nedenler iyice araştırılmalıdır.
Gutman
ve Mayer-Gross'un 'Ağrı Psikolojisi’ teorilerini uygulayarak, şu
sınıflandırmayı yapabiliriz:
Kendi
deneyimlerime ve diğer hastalardan öğrendiğime göre organik ve nevrotik
semptomlar aynı şekilde hissedilebi- lir. Bazı kişiler açıkta idrar yapamazlar;
bu ameliyattan sonra görülen organik zorluğa benzer. Bu gibi fiziksel güçlükler
kolaylıkla nevrotikleşebilirler. Pek çok iyi eğitilmiş hemşirenin de bildiği
psikolojik yöntemlerle bu zorluklar yenilebilir.
Tuhaf
gelecek ama, biz doktorlar 'ağn trajedisini' kabullenmekte zorluk çekeriz.
Artık kendi ağn deneyimlerini açıklıkla hatırlayamama karşın, yine de ölüm
hakkında felsefe yapmanın ağn hakkında felsefe yapmaktan çok daha kolay olduğunun
bilincindeyim.
Ölüm,
bio-kimyadan kimyaya geçiştir; ama ağn için böyle birşey söylenemez. Bilim
adamlan olarak bizler, nedenleri bulmak, işlevleri izlemek, tedavi etmek ve
önlemek isteriz. Ama bize gelen her hastanın akimda ilkel ve çocuksu bir istek
vardır: Doktor'un ağrısını azaltması ve korkulannı gidermesi, îşte bu noktada
tıp ve psikiyatri buluşuyor.
III. BÖLÜM
ÎLAÇ VEYA UYUŞTURUCU ETKİSÎ
ALTINDA YAŞANANLAR
Dr.
Philip Smith
Kısa bir süre önce, ’mescaline' gibi
halusinojen ilaçların, gerçekten geçici şizofrenik bir duruma neden olduğu
sanılırdı. Şimdi bunun doğru olmadığı düşünülmektedir; belki ilaçların neden
olduğu deneyimler psikoz belirtilerine benzemektedirler. En tehlikeli şey,
fazla genelleme yapmaktır; çünkü çeşitli ilaçların değişik psikolojik etkileri
vardır ve psikoz da geniş çapta çeşitli deneyimleri ve davranışları
kapsamaktadır. LSD ve mescaline deneylerinin en önemli yönü; neden oldukları
deneyimlerin dikkatle, yakından ve tekrar tekrar, eğitilmiş elemanlar
tarafından gözlemlenmesidir. Aşağıdaki, olgusal analiz konusunda uzmanlaşmış
bir psikiyatrın anlattığı gerçek bir öyküdür. Bu tür anlatımlar patolojik
durumların anlaşılabilmesi açısından çok değerlidirler.
Deneyin
amacı, onu hazırlayanların araştırıp buldukları verilerin üzerinde hak iddia
etmek değildir. Bu materyal araştırılmamıştır ve bu öykü araştırmacılar
tarafından uy- durulmamıştır. Kaydettiğim deneyimler bilimsel deney felsefesinin
gerektirdiği ölçülebilir niteliklere sahip değildir.
Mescaline'in
verdiği sarhoşluğun sübjektif, olgusal öyküleri, tıp literatüründe pek fazla
değildir. Bu öyküler genellikle kısa ve tek bir algıya, görüşe dayanır.
Halbuki okuyacağınız öykü çeşitli algılarla doludur ve elli yıl önce moda olduğu
gibi daha kişisel materyalleri kapsamaktadır.
Aslında
bu deneyimi kaydetmek istemiyordum ve bunları yazmak için bir hazırlığım
yoktu. Meslekdaşım Dr. Shur- ley'in cesaret vermesi sonunda, kendi
deneyimlerimin, olgusal öykü olarak bir değeri olabileceğine inandım.
Bu
öykü bir çeşit otobiyografidir; ve bunun başkalarını da aklın çalışmasını
etkileyen olgusal öykülerini anlatmaya yöneltmesini umuyorum. Bu, onlara iyi
bir araştırma alanı hazırlamaları için bir davetiyedir.
KAYIT:
Oklahoma
Şehri, Oklahoma, İlkbahar 1958
DENEY:
Topeka,
Kansas, Sonbahar 1956
İlacın
normal insan denekler üzerindeki etkilerinin objektif olarak ölçülebilmesi
için yapılan deneyin bir bölümü olarak, 200 miligram ’mescalin sülfat' aldım.
Mescaline, Peyo- te'un en aktif elemanıdır ve yakın zamanlara kadar, psikoto-
mimctik veya halüsinojenik ilaç olarak bilinmektedir. Dozaj, iki meslektaşım
tarafından bir pazar öğlesi verilmişti. Bu iki doktor öğleden sonrayı benimle
geçirdiler. (Bence psikiyatrlar, kendi zihinlerini karıştırmaktan, diğer
insanlar kadar korkarlar. Bazı arkadaşlarım, 'bir daha kendine gelememek- ten'
de korkmuşlardır.) Aklıma Sokrat'ın zehir içişi geldi ve oturup neler olacağını
beklemeye başladım. Öğle yemeği yememiştim, karnım açtı, başka bir sorunum
yoktu.
İlacın
verilmesinden 45 dakika sonra, Dr. M.'nin önerisi üzerine, uzandım, gözlerimi
yumdum ve zihnimi serbest bıraktım. Sonra bir değişiklik hissetmeye başladım.
Duyduğum
his sanki saçımın veya tırnağımın uzadığını farkettiğim zaman duyduklarım
gibiydi —değişiyordum ama esas imajım aynı kalmıştı. Biraz sonra ilacın
etkileri öylesine büyümeye, çoğalmaya başladı ki görmezlikten gelemezdim.
Herhangi bir açıklama yapmadan, yanlındakilere durmadan benim yine eski ben
olduğumu, değişmediğimi
İLAÇ
VEYA UYUŞTURUCU ETKİSİ ALTINDA YAŞANANLAR 359 söylüyordum. Bir süre beni
gülümseyerek dinlediler, sonra da 'belki de değişiyorsun' dediler.
Önce
öfkelendim. Sonra şaşırarak, onun ne dediğimi gerçekten anlamadığını
farkettim. Ben, benliğimi daha yoğun bir şekilde (ama yabancılaşmadan)
hissettiğimi söylemek istiyordum. Algılama yeteneğim yoğunlaşmıştı ve içimde
bir huzur, bir ferahlık vardı.
Gözlerimi
kapayınca net, ışıksız ama apaçık, belirgin bir boşlukta duran tuhaf, yeni bir
çiçek, belki de bir kaktüs görebiliyordum. Sapı kalın ve mermer gibiydi. Gaz
alevi gibi parlak mavi renkteydi. Çiçeği ise fosforlu kırmızı-mor renk- teydi.
Çiçeğin cinsi de ateş gibi, duman gibi uçucu bir maddeydi.
Soğuk,
yavan, statik ve katı bir yapısı vardı. Gözümü açınca birden kayboldu;
kapayınca yeniden göründü. Bu çiçek fantazisine yapılacak bir iş gözüyle
bakıyordum. Ben bir denektim ve deneyi yapanlar için çalışıyordum. Yine de bu
çiçeğin, bütün bir deney ansiklopedisinin ilk sayfası olduğunu hissediyordum.
Deneyin
bir bölümü gereğince, bazı basmakalıp kurallara uymam gerekiyordu. Bazen sözlü,
bazen yazılı talimatlar vardı. Bu çeşit çalışmaları, deneyden önceki hazırlık
ve kontrol döneminde de yapmıştım; ve gerçekten zor olduğunu görmüştüm.
Şimdi,
bir aptal gibi görüneceğime emindim. Yazılı talimatı yoğun bir çaba
göstermeden anlayamıyordum. Projeyle ilgiliydim ama bu en basit işlemleri bile
yapmakta çaktiğim zorluklar gerçekten görmeye değerdi. Talimatlar okumak,
dinlemek, yani işitmek ve görmek için büyük çaba harcamam lazımdı. Basılmış
bazı sembolleri yazı olarak algılamak ve adım adım bu sözcükleri anlamaya
çalışmak için yorucu ve zor bir çalışma gerektiriyordu.
Eski
alışkanlıklar işlevlerini yitirmişlerdi. Yeniden düşünmem, örneğin okurken
nereden başlamam gerektiğine karar vermem için bir çaba sarfediyordum. Okumak
için üst soldan başlanacağını bulmam oldukça zaman alıyordu. Tersten okusam ne
anlam çıkacağını merak ediyordum, her harfi tek tek okumayı denedim, bunun gibi
gördüğüm eğitime uymayan davranışlar sergiliyordum. Mantığım bunun bir
çılgınlık olduğunu farkediyordu ama mantığın güçlü kasları yoktu. Zaman
kavramını da yitirmiştim. Bana anlamsız bir kavram gibi geliyordu. Kafamdaki
eski kavramlar güvenilir değildiler, sanki parça parça olmuş, sonra bu
parçalar değişik bir şekilde yeniden biraraya getirilmişlerdi. Davranışların
mantıklı veya faydalı olmaları şart değildi, amaca ulaşması yeterdi.
Bu
düşünce şeklim, yapmam gereken diğer işlere de yayıldı, anımsamamın sınanması,
labirentler, bloklarla işlemler yapılması vs... Deney iki saat kadar sürdü.
Hareketlerim de değişmişti. Deney sırasında bazen hareket etmek, bazen de hiç
kıpırdamamak istiyordum. Çok farklı davrandığımı biliyordum ve bunu
gözlemcilerin anlamadığının da farkın- daydım ama umurumda değildi.
Ayağım
konusunda hissettiğim harika, şahane duygularımı onlara söyleyip
söylemeyeceğime karar veremiyordum. Neden bahsettiğimi anlamayacaklarını
hissediyordum. Hislerimi tam olarak anlatabileceğimden emin değildim. Saçmalığımdan
biraz utanıyordum. Dr. M.'e gülmeyeceğine söz verirse anlatacağımı söyledim.
Ayağımın sindirim sistemi olmadığını ve ayakların kusamayacaklannı biliyordum
ama yine de hissettiğim şey buydu, ayağımın midesi bulanıyordu ve kusmak
üzereydi.
Bu
haldeyken çevremde bana yardım edecek kişilerin oluşu beni ferahlatıyordu.
Sıcak dostluk hislerim kolayca kabarmıştı, ama aynı kolaylıkla onlara
saldırabilir, kavga çıkarabilirdim. Dünya'nın boşluğunu, ahmaklığını kınayabi-
lirdim.
Bu
dönemde düşünme mekanizmama neler olduğunu, bir geriye bakışla anımsayabilirim.
İçimde bir huzursuzluk veya endişe hissettiğimde karar-verme yeteneğim
çalışmaya başlar. Bu huzursuzluğu gidermek için bir harekete geçmek istemeli
ve sonra bu isteği gerçekleştirmek için gereken herşeyi yapmaya çalışırdım.
Karar vermenin gerilimi işleme geçinceye dek yükselir ve amaca ulaşınca da
ferahlardım. Bu küçük, büyük her türlü karar veya davranışlar için geçerlidir.
Esas
olarak bir karar iki şekilde verilir. İnsan ya harekete geçmeyi, ya da hiçbir
şey yapamamanın stresini yaşamayı seçer. Bir problemin iki cevabı olabilir,
evet ya da hayır. Örneğin, susadım. Bu hissi doyurmam için iskemleden kalkıp,
su şişesine giderek su almam gerekiyor. Eğer yerimden kalkmazsam, susuzluğum
geçmez ve huzursuzluğum artar. Okumakta olduğum paragrafı bitirene kadar
susuzluğa karşı koyuyorum. Durumun gerginliği iskemleden kalkarken hafifliyor
ve suyu içince de tamamiyle geçiyor. Verdiğim karar ve bu doğrultuda hareket
etmem, gerginliğimi geçiriyor (susuzluğumu da).
Mescaline'in
etkisi altındayken bir alternatif daha görüyorum: hiç karar vermemek. (Bu,
kararsızlık anlamına gelmiyor, karar vermeyi reddetme yolunu seçmek demek
oluyor.)
Karar-verme
geriliminin tam olarak geçmesi, benim 'karar vermeme' durumunu seçmemle olabiliyor.
Bu mekanizmayı uyandırmak çok kolay olmuştu. Erteleme veya gerilim artıran bir
kararsızlık bahis konusu değildi. Karar vermemekte yeterince doyurucu
olabilir. Etkisi, bir karar vermiş olma ve bir işlemi tamamlamış olmanın etkisi
kadar rahatlatıcıydı. Bir örnek vereyim: Elimde bir kalem vardı ve onunla yazı
yazmak üzereydim. Kalem konusunda bildiklerimi tekrarladım (tahta, grafit,
yazı yazmakta kullanılır, sözcükler yazar vs). Karar verilmişti. Kağıda bir-iki
santimetre yaklaştığında —karar vermemeye karar verdim. Elim, kalemi tutan
elim havada kaldı; kalemi bir sanat eseri gibi dikkatle inceledim.
Hareket-etmemek doyurucuydu. Kararsızlığın yarattığı stress yoktu. Zamanın
geçmesi önemli değildi. Karar vermemek bana tam bir huzur ve rahatlık vermişti.
Bu zaman dışı ânın tadını çıkardım. Sonra normallik geri döndü ve kalemi yazma
pozisyonuna getirdim. Bu 'karar- vermeme' hali yayıldı, sık sık geldi geçti ama
her gelişinde daha uzun süreli oldu.
İlacın
etkisindeyken, bir karar verebilmek çok güçtü ve sabrımı zorluyordu. Her
kararı, alışkanlık faktörünü kullanmadan tüm bilincimle vermem gerekiyordu.
Tuvalete gideceğimi söyleyince, gözlemcilerden biri beni götürdü. Buna çok
sevinmiştim; çünkü hangi kapıdan gireceğime, kadınlar tuvaletini mi yoksa erkeklerinkini
mi kullanacağıma karar vermem gerekmemişti. Tuvaletteki, 'sifonu çekiniz'
yazısını görünce de aynı derecede sevinmiştim. Bundan sonra yapacağım şey test
odasına dönmek olacaktı. Bunun yerine, 'karar vermemeyi' seçtim. Olduğum yerde
kaldım, dinlenme odasında güneşli bir yer bulup yattım. Bu aptalca görünebilir,
biliyorum, ama o an için bence uygun bir eylemdi. Bunu öbürlerinin
anlamayacaklarını da biliyordum ama umurumda değildi. Beni tatmin ediyordu ya!
Günışığıyla ısınmış olan o yere bir sevgi, bir yakınlık duyuyordum! Herhangi
bir nesnenin varoluşundan ötürü bir sevinç hissediyordum. Varolduğuna
memnundum ve varolduğu için onu seviyordum! Bu his, insanın çok sevdiği bir
hayvana duyduğu sıcaklığa veya yorgun bir çocuğu rahatlatırken duyduğu tatmin
hissine benziyordu. Yeri okşadım ve "küçük kalbini Tanrı komşun",
dedim. Bu bana biraz espirili bir söz gibi geldi ama öylesine safça bir
komikliği vardı ki; gülmekten biraz daha iyi bir tepki göstermek gerekirdi.
Bir
amaç sahibi olmak yararsız bir kavramdı. Bütün eylemler doyurucu oldukları
oranda eşit değerlere sahiptirler. Geriye bir adım atmak, ileriye adım atmak
kadar iyi bir hareketti. Suskunluk, konuşmaktan daha kötü değildi. Bir şeyler
yapabilirdim ama eylemimin bir amaca yönelik olması şart değildi. Hareketsizlik
de işe yarayablir, ve bazen daha da iyi olabilir.
Kendi
kendime, öbürlerinin bilimsel maceralarına yardımcı olmamı beklediklerini
hatırlatarak, sonunda yerimden kalkabildim.
Deneyin
normal akışı süresince 'hareket duyularımda' değişmeler olmuştu. Kıpırdadığım,
hareket ettiğim zaman, bir kas işlemi sonunda pozisyon değişimi hissi yerine,
lokalize ve pozisyonal bulantı hissi duyuyordum. Ayağımdaki bulantı hissi
şimdi genelleşmişti ve oldukça yorucu oluyordu. Bulantımdan bahsettiğimde,
gözlemcilerin etraflarına bakınıp, bir kesekağıdı aradıklarını görünce
öfkeleniyor ve tiksiniyordum. Şunu anlatamıyordum: Ben bulantı hissetmiyordum,
vücudumun belli bazı bölgelerinde bulantı oluyordu. Ayaklarımı kaldırmak benim
için hiç istenmeyen bir hareketti. Ayaklarım bana bulantıları olduğunu
söyleyeceklerdi. Yalan söylemiyorlardı, yalnızca doğru karar veremiyorlardı
veya kendilerine ait olmayan bazı his ve duyulan ödünç alıyorlardı. (Deney
sırasında, bacaklarımın kendilerini yönetme yetkileri yoktu.)
Dört
saat kadar süren mescaline aleminden sonra onu tamamen bırakmaya hazırdım.
Gözlemcilerime yorulduğumu söyledim. Daha önce hiç hissetmediğim kadar
bitkinlik hissediyordum. Bir ağnm yoktu, bulantı veya yorgunlukta duymuyordum,
yalnızca çok, çok bitkindim. Algılamalanmda bir değişiklik olacağını umuyordum,
ama o da olmadı. Bir tablet Dexamyl verdiler, genel bir uyancı olarak. Dr. S.
arabasıyla beni eve götürecekti.
Arabaya
doğru yürürken, uzun süredir hareketlerimi düzenli bir şekilde kontrol etmemiş
olmama karşın, yürüyebildiğim! farkedince gururla karışık bir memnuniyet duydum.
Yürümemin düzgün olduğunun farkındaydım, ama sanki on yıldır el sürmediğiniz
bir klarneti hala çalabildiğini- zi farketmek gibi bir şeydi bu.
Eve
giden kısa yolda, arabayı kullanan Dr. S.'ye karşı büyük bir dostluk ve
kardeşlik hissettim. Normal durumlarda Dr. S. ve Dr. M. ile meslektaşlık
dışında pek dostluğum yoktu ama şimdi bile o ikisini anımsayınca bir sıcaklık
ve iyilik hissi duyuyordum —sanki uzun süre dostluğumuzu paylaşmış gibi.
Dr.
S., kanma, düşünmekte zorluk çektiğimi söyledi ama akşam yemekte karım,
davranışlarımda bir farklılık görmediğini söyledi. Evimi ve ailemi görmek bana
çok iyi gelmişti —her odayı görmek, her eşyaya, ailemin her ferdine ayn ay- n
dokunmak istiyordum. Bunlar için büyük bir özlemim yoktu ama bu kez hoşlanma,
zevk alma duyularım daha güçlenmişti. Hala bazı basit şeyleri yapmaya karar
vermekte güçlük çekiyordum —örneğin peçeteyi almak gibi. Kısa süre sonra Dr. S.
gitti, ben de yatağa girdim.
Genellikle
kısa bir hayal kurma fantazisinden sonra kolaylıkla uykuya dalardım.
Fantazilerim çoğunlukla görsel olurdu ve sona eren gün boyunca olup bitenleri
gözden geçirirdim. Bu gece böyle olmadı. Fantazi hep vardı ama hiç uykum
gelmiyordu. Kontrol altına alamıyordum. Düşüm hiç de ilginç değildi, hatta
sıkıcıydı denilebilir; plansız, bir sürü yabancılarla dolu bir fantaziydi.
Başka bir şey düşleyerek bu sıkıcı fantaziyi bastırmaya çalışınca da, ikisi
birden varlığını sürdürmeye devam ediyordu. Bu, aynı perdeye aynı anda
yansıtılan iki ayn filmi birden seyretmeye benziyordu. Anlamsız bir şeydi bu.
Bazen, kağıt bebekler gibi iki boyutlu insanlar görüyordum; bunların bazen de
duvar kağıtları gibi renkli desenleri vardı.
Gözlerimi
açınca bu görüntüler kayboluyordu; ama hemen sonra odanın loşluğunda yeniden
beliriyorlardı, hemen bir metre önümde...
Bu
görüntü yavaş yavaş şekil değiştiriyor, üzerinde hafif bir rüzgar esen, küçük
sarı çiçeklerle dolu bir tarla haline geliyordu.
Bütün
geceyi bu monoton manzarayı seyrederek geçirdim; bu arada uyuyup uyumadığımdan
emin değilim. Yani bu olanları uykuda mı yoksa uyanıkken mi yaşadığımdan emin
değildim.
Ertesi
gün işe gittim ve rutin, günlük işlerimi fazla güçlük çekmeden halledebildim.
Yine de telefonu kullanırken kısa kararsızlık dönemleri yaşadım. Telefon
çalınca iki elimi birden uzatıyor ve hangisini kullanacağıma karar veremi-
yordum. Sonra rahatladım ve işi "alışkanlığa" bırakıp, sol elimin o
çok iyi bildiği işi yapmasına izin verdim.
Bazen
de çok iyi bildiğim bir telefon numarası üzerinde düşünüyor ve rehbere bakmak
gereksimini hissediyordum. Sonra "rahatlarsam"' numarayı zahmetsizce
anımsayabilece- ğime kendimi inandırdım.
Bu
günde elde ettiğim en değerli şey, hafızanın ne derece önemli olduğunu ve
kısıtlanmazsa ne kadar güçlü olacağını öğrenmiş olmamdı.
İkinci
gece uykum oldukça normaldi yalnız ertesi sabah tamamen dinlenmiş olarak
uyanmadım. Üçüncü gün ise bir iki kararsızlık olayı dışında normal geçti.
O
zamandan beri, bu "mescaline" deneyinin bir çeşit dönüm noktası
olduğunu hissederim. Deneyden sonraki ilk altı ay boyunca, bunu bir daha
tekrarlama düşüncesi bile beni tiksindiriyordu. Nasıl olduysa geçen yıl bu
tiksintim geçti ve buna kutlanabileceğimi hatta tekrarlamaktan zevk bile alabileceğimi
hissettim.
Bütün
deney derin bir bilgi kaynağıydı ve hâlâ da öyledir. O zihinlerden
silinmeyecek, sonsuza dek bilinecek bir deneydir. Kendimi bu deney sayesinde,
başka hiç bir şekilde anlayamayacağım, tanıyamayacağım bir fırsatı elde etmiştim.
Fitzhugh
Ludlow
Haşhaş
Yiyici" kitabı, De Quincey'in "Bir Afyon Yiyicinin itirafları "
isimli eserinin, Amerikan versiyonudur. F. Ludlow, on dokuzuncu yüzyılda
yaşamış bir Amerikan gazetecisiydi. Kitabı, insan akılcılığı ve fantazilerinin ulaşabileceği
en uzak yerlere yapılan yolculukları anlatmaktadır. Yalnız, bu garip yolculukları
yaparken, yansıtıcı bir gözle, gözlemler yapmıştır. Sonuçta ilaç etkisinde olma
halinin olağanüstü bir tanımlaması yanında, değerli, bilimsel bir öykü ortaya çıkmıştır.
Bazı deneyimler, psikoz vakalarında görülen olgulara benzemektedirler.
En
göze çarpan benzerlik, düş alemidir. Yalnız, Ludlow'un öyküsünde fantazilerin
gerçekten yaşandığına dair daha çarpıcı bir duygu sezilir. Ve bu fantazilerin
kapsamları daha tuhaf ve daha beklenmedik olaylarla doludur.
Ludlow'un
kitabının değeri, biraz da yaşadığı akıl dışı, olağanüstü deneyimlere uyacak
şekilde akıl-dışı ve olağanüstü bir stilde yazılması yüzündendir. Dili-bağlı
birisi aynı deneyimi yaşayabilir ama bunu başkalarına aktaramaz. Kitabının
sonlarına doğru Ludlow, şöyle yazar, "Haşhaş yiyen kişinin, bütün yeteneklerinin
doğaüstü kapsamları ve işlevleri yoluyla, dünyasında gerçek anlamda değişmeler
olur..... beynine gelen tüm semboller onun için anlamsızdırlar....
çevresindekiler hep düşmüş, alçalmış kişilerdir, söylenen her şeye, bir şey
anlamadıkları için, gülerler.... dehşet, korku, kendinden geçme gibi duygular
uyarılmıştır. " Ve kitabını şöyle bitirir, "Gördüğüm, hissettiğim ve
hâlâ hissetmekte olduğum şeyler.... hiçbir şeye sınır konulamayacağı sonucuna
ulaşmamı sağladı."
1885
ilk baharında bir sabah, doktora uğramıştım. "Yeni aldığım şeyleri gördün
mü?’ dedi.
Gösterdiği
taraftaki raflara doğru baktım ve son ziyaretimden bu yana Tilden Co.
şirketince hazırlanmış değişik maddelerle dolu küçük şişelerin konduğu karton
kutuların bir rafa dizilmiş olduğunu gördüm. Boy sırasına göre dizilmişlerdi
ve bir amatörün gözlerine ziyafet çeken bir dizi nişangâh gibi görünüyorlardı.
Raflara yaklaştım, dikkatle baktım.
Bir
bakışta bunların çoğunun benim eski tanışlarım olduğunu anladım. "Conium,
taraxacum, rhubarb -a! bu da ne? Cannabis İndico?" Doktor, yeni cicilerine
bakan bir çocuk sevinci ile, "O doğu Hint kenevirinden elde edilen güçlü
bir ilaçtır, tetanos vakalarında kullanılıyor," dedi. Küçük şişeyi aldım,
kutusundan çıkarıp yakından incelemeye başladım. Geniş, yassı mantarı bir
saniyede çıkardım, şişede zeytin rengi, zift kıvamında ve belirgin bir kokusu
olan madde vardı. Çakımın ucuyla bir parça çıkardım, tam tadına bakacaktım
ki, doktor, "Dur!" diye bağırdı, "kendini öldürmek mi istiyorsun?
Bu madde öldürücü bir zehirdir." "Öyle mi!" dedim, "Yo,
kendimi öldürmek gibi bir niyetim yok." Mantarı yeniden yerine taktım ve
şişeyi kutusuna koyarak rafa kaldırdım.
Sabahın
geri kalan bölümünü 'Cannabis indico' hakkında bilgi toplamakla geçirdim.
Bulduklarımın hepsi, birçok ek bilgi ile birlikte, Johnston'un 'Günlük Yaşamın
Kimyası' isimli pek de değerli olmayan çalışmasında görülebilir.
Araştırmalarımın sonunda üç önemli sonuca ulaştım:
Önce,
doktor hem haklı hem haksızdı. İlaç, çok miktarda alınması halinde, başka
herhangi bir narkotik kadar, ölüme neden olabilirdi ve devamlı kullanıldığında
hem bedene hem zihine çok zararlıydı. Haksız olduğu yön ise, bu ilacın az
almması halinde öldürücü olmamasıydı. Milyonlarca in-
İLAÇ
VEYA UYUŞTURUCU ETKİSİ ALTINDA YAŞANANLAR 369 san hergün afyon gibi bu ilacı da
kullanmaktaydı. İkinci sonuç ise şuydu. Doğu gezginlerinin ilham kaynağı
haşhaştı ve aylarca önce okuyup hayran olduğum Bayard Taylor'un en canlı
pasajının konusu da buydu. Üçüncü olarak; ben bu ilacı daha önce denediğim
maddelerin listesine eklemeye karar vermiştim.
Bu
son kararımı uygulamak için, arkadaşım gözden uzaklaşana kadar bekledim. Çünkü
ona göre bu deney, bir intihar girişimiydi ve dehşete düşecekti. Sonra yavaşça
küçük şişeyi kutusundan çıkardım ve on gram kadar bir parçasını aldım. Ve
bunu, sonucun tehlikesini düşünmeden yuttum.
Etkileri
bundan sonraki dört saat içinde görebilecektim. Bu süre her hangi bir olay
olmadan geçti. Aldığım dozun yetersiz olduğu açıktı.
Tedbirli
olmam gerekiyordu, bu yüzden aynı deneyi tekrarlayabilmek için birkaç günün
geçmesini bekledim ve sonra büyük bir gizlilik içinde, bu sefer on beş gramlık
bir doz aldım. Bu doz da birincisi gibi etkisiz oldu.
Yavaş
yavaş, her seferinde beş gram artırarak, dozajı otuz grama çıkardım ve bu
miktarı bir akşam, çaydan yarım saat sonra aldım. Bu sırada, kendimin
kesinlikle haşhaştan etkilenmediğime inanmış durumdaydım. Bu kez de deneyin diğerlerinden
farklı olmayacağından emin olduğum için, yakın bir arkadaşımı ziyarete gittim.
Müzik ve sohbetle, güzel bir gece geçirdik. Saat 10'u vurunca, ilacı alalı üç
saat geçtiğini ve her zamanki gibi olağanüstü hiçbir şey olmadığını farkettim.
Bu deney de diğerleri gibi başarısız olmuştu.
Aa!
Bu ani ürpertinin anlamı ne? Sanki bir gücün yarattığı şoku hissediyor
gibiydim; beynim parçalanıyor, parmaklarımın ucuna kadar sarsılıyordum,
neredeyse oturduğum iskemleden fırlayacaktım.
Artık
şüphe yoktu. Haşhaş etkisini gösteriyordu. İlk duygum, kontrol edemediğim bir
dehşet hissiydi —istemediğim , hazır olmadığım bir şeyi elde etmiş olmanın
dehşeti. O anda, üç saat önceki halime dönebilmek için her şeyimi verirdim.
Hiçbir
yerimde ağn, sızı yoktu yine de anlatılamayacak bir gariplik bulutu üzerime
çöküyor, beni tanıdığım, bildiğim herşeyden ayırıyordu. Eskidenberi çok iyi
tanıdığım, sevdiğim yüzler çevremdeydiler, ama yalnızlığımı paylaşmıyorlardı.
Onların paylaşamayacakları bir yaşama dalmıştım. Yerin yakınlığı ve sonsuz bir
uzaklık kavramı içiçe girmişti sanki.
Her
şeye rağmen konuşuyordum; bana bir soru sorulmuştu ve ben cevaplamıştım; hatta
bir espiriye gülmüştüm bile. Yinede sanki konuşan benim sesim değildi; başka
bir zamanda, başka bir yerde işitmiş olduğum bir sesti. Bir süre, dış alemde
neler olup bittiğini bilemedim, sanki bir düşü birkaç gün sonra anımsamış
gibiydim. Bütün gece boyunca şömineden hafif bir esinti geliyordu; bu şimdi
durmadan hızlanan bir tekerleğin dönme sesine benzedi. Bu ses bütün dünyayı
dolduruyordu, bir an sersemledim —adeta bu sesin içinde kaybolmuş gibi oldum.
Tekerleğin dönüşü yavaşladı ve durdu ve monoton sesi değişti ve büyük bir
katedralin orgunun titreşimleri haline geldi.
Org'un
titreşimlerinin inişli çıkışlı tonu içimi bir hüzünle doldurdu. Bunun gerçek
olduğuna öylesine inanmıştım ki, müziğin arkadaşlarımın üzerinde bıraktığı
etkiyi görmek için etrafıma bakındım. Ama, gerçekle ayrı dünyalarda yaşıyorduk.
Kimse müziğin farkına bile varmamıştı. Belki de ben tuhaf davranıyordum. Birden
bütün gece pembe-mavi ipekten yarış alanı üzerinde minik bir tığla koşturan,
bir çift el birden durdu ve bu ellerin sahibi bana bakmaya başladı. Ah! Beni
bulmuştu —kendi kendime ihanet etmiştim. Dehşet içinde bekledim, her an birisinin
'haşhaş' sözcüğünü dile getirmesini bekledim. Hayır, o hanım yalnızca biraz
önceki konuşmayla ilgili bir şey soruyordu. Bir robot gibi cevap vermeye
başladım. Bir kez daha bana yabancı gelen sesimi duyunca, başka bir dünyadan,
bir yabancının konuştuğunu sandım. Oturdum ve dinledim, o ses hâlâ konuşuyordu.
İlk defa olarak haşhaşın zaman kavramlarında da değişiklikler yaptığını
anladım. Cevabın ilk sözcüğüyle son sözcüğü arasında sanki yıllar geçmişti.
Zamanla
beraber mekan boşluğu da genişlemiş gibiydi. Arkadaşımın evinde hep bana
ayrılan belirli bir koltuk vardı. Orta masasından üç fit kadar uzaklıkta bu
koltuğa oturuyordum. Hızla bu uzaklık büyüdü. Atmosfer genişledi, çevremi
büyük boşluklar sardı. Çok geniş bir salondaydık ve ben, arkadaşlarımdan uzakta,
salonun öbür uçundaydım. Tavan ve duvarlar birdenbire yerlerinden kayarak
salonu genişletmişlerdi. Of! Buna dayanamıyordum. Sonsuz bir boşluğun
ortasında tek başına kalamazdım! Ve şimdi her an izlendiğimden emindim.
Sonradan öğrendiğime göre, dünyadaki her şeyden ve herkesten şüphelenmek,
haşhaş sarhoşluğunun tipik bir belirtisiymiş.
Karmaşık
halusinasyonumun ortasındayken, çift kişiliğim olduğunu algılayabiliyordum.
Varlığımın bir parçası bu müthiş deneyim girdabında dönüp dururken, öbür parçası
da yukarıda bir yerlere oturmuş, olup bitenleri gözlemliyor, yo- rumluyordu. Bu
sakin varlık diğerine acıyordu, ama kendine hakimiyeti elden bırakmıyordu. Bir
ara eve gitmem gerektiği konusunda beni uyardı, aksi halde haşhaşın etkisiyle
arkadaşlarımı korkutacak bazı şeyler yapabilirdim. Bu uyarıyı sanki başka
birisi tarafından yapılmış gibi duydum ve çıkmak üzere kalktım. Orta masasına
doğru yürüdüm. Attığım her adımla masa sanki daha da uzaklaşıyordu. Kendimi
uzun bir yürüyüşe hazırladım. Sonunda, nasıl olduğunu bilmeden, onlara
ulaşabildim. Onlarla vedalaşmanın ne kadar sürdüğünü kestiremiyorum, ama
sonunda kendimi caddede buldum.
Önümde
sonsuz bir manzara uzanıyordu. En yakın sokak lambası millerce uzaklıktaydı.
Bir ruh, görülebilen en uzak yıldıza doğru yolculuğa çıkıyordu. Büyük bir
ciddiyetle sonsuz yolculuğuma başladım.
Beni
çevreleyen hiçbir şeyin farkında olmadan yürüyordum. Harika bir iç dünyada
yaşıyordum. Sırayla değişik yerlerde değişik kişiliklerle varoluyordum. Kâh
gondolumla Venedik'te geziniyor, kâh Alpler'de doğan güneşi seyrediyordum.
Bazen de bakir bir tropik ormanda yaşayan dev gibi eğrelti otu oluyor,
esintiye ayak uydurarak yapraklarımı hafif hafif kıpırdatıyordum. Ruhum bir
bitki özü haline girmişti. Harun Reşid'in hâzineleri bile insanlığımı bana
geri veremezdi.
O
yürüyüşte yaşadığım bütün değişimlerin ayrıntılarına girmeyeceğim. Ara sıra
düşlerimden gerçek dünyaya dönüyordum, yol üzerindeki tanıdığım bir yeri
görüyordum. Eve gidene kadar yol boyunca düşler ve şoke edici uyanmalar
arasında gidip geldim.
Oturduğum
evin bulunduğu caddeye gelince yeni bir olgu ortaya çıktı. Belki yirminci kez
uyanmıştım ve gözlerim açıktı. Çevremdeki herşeyi tanıdım ve eve olan uzaklığı
hesapladım. Birdenbire yanımdaki duvardan bir şekil çıktı ve yolda önümde
durdu. Saçları kar gibi beyazdı ve omuzlarına bukleler halinde dökülüyordu.
Omuzlarında bir de ağır bir yük taşıyordu, bir çuval gibi...
Halinden
pek hoşlanmadığım için, çevresinden dolaşıp geçmek amacıyla yana doğru bir adım
attım. Yakındaki bir sokak lambası yüzünü aydınlatınca, tarif edemeyeceğim bir
dehşet duydum. Ölünceye dek o yüzü unutmayacağım. Yüzünün her çizgisi
suçlarıyla damgalanmış gibiydi, iğrenç bir
ifadesi
vardı; affedilemeyecek bir suç işleyenlerde görülen korkunç bir ümitsizlik
görülüyordu bu yüzde. Shelley'in Cen- ci'sine model olabilirdi. Korku içinde,
koşmaya başladım. Beni kemikli elleriyle tuttu. Omuzundaki yükü yavaşça alıp,
benim omuzuma koydu. Ben yükü yere fırlattım ve adamı ittim. Sessizce geri
döndü ve yükü geri verdi. Bağırarak , "Be adam ne demek istiyorsun?"
diye sordum. Yüzü kadar iğrenç bir sesle cevap verdi: "Yükümü benimle
beraber taşıyacaksın," ve üçüncü kez onu omuzlanma koydu. Yine bir kenara
fırlattım ve adamı iterek kendimden uzaklaştırdım. Adam arkaya doğru sendeledi
ve düştü; o ayağa kalkmadan ben koşarak aramızdaki mesafeyi açtım.
Bu
fanteziyle uğraşırken duyduğum heyecan yüzünden haşhaşın etkisi de iyice
artmıştı. İçimden kontrol edemediğim bir yaşam fışkırıyordu. Nefesim sıklaşmış
ve daha sı- caklaşmıştı. Motor gibi sesler çıkarıyordum. Bir elektrik enerjisi
beni dayanılmaz şekilde ileriye doğru yöneltiyordu. Etlerimin patlayacağından,
içimdeki enerjinin dışarıya fışkıracağından korktum.
Sonunda
evime girdim. Yokluğum sırasında yurdışmda- ki bir akrabam bize gelmişti ve
beni bekliyordu. Evdeki doğal atmosfer bilincimi kısmen geri getirdi,
hissettiklerimi yoğun bir çabayla bastırarak, akrabama yaklaştım ve bu gibi
durumlarda söylenen olağan sözleri söyledim. Yine de biraz önce yaşadığım
olağanüstü olayları anımsayarak, acaba bir hayaletle mi el sıkışıyorum diye
düşünmekten kendimi alamadım. Çevremdekilerin yüzlerinde şaşkınlık veya korku
görmeyince bunun doğra olmadığını anladım ve selamlaşmayı tamamlayıp oturdum.
Sırrımı
saklayabilmek içim tüm direncimi kullanmam gerekiyordu. Bir ağrım yoktu ama
çevremi saran esrar ve içimdeki duygular çok yoğundu. En küçük dokumda ve en
ince damarımda bile kanın dolaşımını adım adım izleyebiliyor-
dum.
Her duyum uyarılmış haldeydi, oturduğumuz oda bile pırıl pırıl görünüyordu.
Kalbimin atışını açıkça duyabiliyordum öyle ki çevremdekilerin nasıl olup da
duymadıklarına şaşıyordum. A! Kalbim şimdi de büyük bir fıskiye haline girdi,
sular büyük bir gürültüyle fışkırıyor, kafatasıma çarpıp geri dönüyordu. Nabzım
gittikçe daha hızlı atıyordu, artık damarlarımda kan normal olarak dolaşmıyor,
çağlayanlar oluşturarak hızla akıyordu. Dolaşımın bu denli hızlı oluşu acaba
hayal ürünü müydü? Bunu bulmaya karar verdim.
Odama
giderek, saatimi çıkardım ve elimi kalbimin üstüne koydum. Bu çaba algılamamı
normal duruma getirdi. Gözlemlerim arasında nabzımın da normale döndüğünü farkettim.
Nabızsız bir akış yerine tekrar ritmik atışlar duyulmaya başlamıştı, sonunda
dakikada 90 atışa döndü nabzım.
İçim
rahatlamıştı, artık deneyden vazgeçebilirdim. O anda halüsinasyon geri döndü.
Yine beyin kanaması, damar tıkanması, kanama, çeşitli ölüm şekilleri gibi
kavramlardan korkmaya başladım. Kendime gelmeye çalıştım, yüzümü yıkadım —ama
bir yararı olmadı. Yapacak tek birşey kalıyordu; bir doktora görünmek.
Bu
karar üzerine odamdan çıkıp, merdivenlere doğru gittim. Bütün ailem yatmıştı
ve ışıklar söndürülmüştü. Merdivenden aşağı baktım, dipsiz, karanlık bir kuyu
gibiydi; dibe varabilmek için yıllarca yolculuk yapmam gerekecekti. Asla
aşağıya inemeyecektim! Üst basamağa, ümitsizlik içinde oturdum. Birden bir
düşünce bütün benliğimi kapladı. Eğer mesafe sonsuzsa, ben de ölümsüzüm
demektir. Denemeye değerdi! İnmeye başladım, yıllarca sürecek yolculuğa! Durmadan
koşuyordum; şimdi biraz dinlen, tıpkı bir yolcunun yol kenarındaki handa
dinlendiği gibi; şimdi de karanlığın içinden ilerlemeye çalış; derken sonunda
caddeye ulaşabildim.
İlaç
veya uyuşturucu etkisi altinda yaşananlar 375
Doktorun
evine varınca kapıyı çaldım ama kimi isteyeceğimi unutmuştum. Bu çok doğaldı;
çünkü ben Milano'da bir sarayın merdivenlerindeydim. Yo, (kendi kendime güldüm)
Londra Kulesi'nin merdivenlerindeydim. Ama kimi isteyecektim? Bu soruya cevap
verebilmek içim tüm zekamı zorladım ama bir çare bulamadım. Çevredeki evlere
baktım, bunlar da birşeyler anımsamama yararlı olmadılar. Evvelsi gün şu evden
çıkıp okula giden, kimin kızıydı acaba? İsmi Ju- lia'ydı. Soyadı neydi? Hah!
Julia H. ve babası da tabii ki Dr. H. idi. Bana çok uzun gelen bir bekleyişten
sonra, çaldığım kapı açıldı. Dr. H.'nin odasına çıktım. Doktor zor bir ameliyattan
sonra dinlenmek için uzanıyordu. Esrarlı bir havayla kapıyı arkamdan
kilitledim; ona yaklaştım.
"Size
birşey açıklayacağım", diye söze giriştim, "tüm yaşamım boyunca
kimsenin duymasını istemediğim bir şeyi açıklayacağım. Sonsuza dek bu sırrımı
saklayacağınıza söz veriyor musunuz?"
"Söz
veririm; konu nedir?"
"Haşhaş
alıyordum —Cannabis indico ve korkarım ölmek üzereyim."
"Ne
kadar aldınız?"
"Otuz
gram kadar."
"Nabzınıza
bakayım." Parmağını bileğime koydu ve yavaşça saydı; ben ölüm teşhisini
bekliyordum.
"Çok
düzenli", dedi doktor, "biraz hızlı sayılır ama. Bir yerinde ağn
hissediyor musunuz?"
"Hayır
hiç ağrım yok."
"Hiçbir
şeyiniz yok; eve gidip yatağa girin."
"Ama
—şey— apopleksi —yani felç tehlikesi yok mu?"
"Pöf!"
—doktor böyle dedi ve konunun kapandığını göstermek ister gibi tekrar uzandı.
Elim kapı kolundaydı, doktor beni durdurdu, "Bir dakika bekleyin;
yanınızda bulundurmanız için bir toz vereyim, buradan gittikten sonra yine
korkacak olursanız, bunu yatıştırıcı olarak alabilirsiniz. Odadan çıkınca
lütfen hizmetçiyi çağırır mısınız?" dedi.
Hizmetçiyi
çağırırken sesim sanki bütün binada çınlıyordu. Çıkardığım gürültüden kendim
korkmuştum. Sonradan bütün bu belirtilerin haşhaş yüzünden olduğunu anladım.
Bir keresinde bir arkadaşıma çok yüksek sesle konuşursam beni uyarmasını
söylemiştim, ama o çoğu kez sesimin bile çıkmadığını söyleyince de
inanmamıştım. İçimdeki duyguların yoğunluğu dış alemi de (içimdeki işitme
duyum yoluyla) etkiliyor ve gürültü çıkardığımı sanıyordum.
Geri
döndüm ve doktorun yatağının ayak ucunda durdum. Oda tam bir sessizlik
içindeydi ve tam anlamıyla karanlıktı; yalnızca elimdeki küçük fener vardı.
Şimdi de yeni birşeyler hissetmeye başlamıştım. Dev bir gökdelenin tepesindeki
bir odadaydım ve bina gittikçe yükseliyordu, — Bel'in Babil Kulesi'nden—
Ararat’tan daha da yüksekti— ve Tann'mn sonsuz kainatı içinde sonsuza doğru
yükseliyorduk. Yıllar geçiyordu, zamanın kanatlarının çıkardığı müzikal
sesleri duyabiliyordum, sonsuzluk ve boşluktaydım. Sonra birden kendimi yine
doktorun yatağının ayakucunda buldum; ölçülemeyecek kadar uzun bir zaman
geçmişti ve biz hiç değişmemiştik. Hizmetçi de hâlâ gelmemişti.
"Onu
tekrar çağırayım mı?"
"Neden,
onu daha şu anda çağırdınız."
Ciddi
bir şekilde, "Doktor," dedim, "beni aldattığınıza inanmıyorum
ama bence onu çağırmamdan bu yana, tüm piramitlerin yıkılıp toz haline
gelmesine yetecek kadar zaman geçti."
"Hah,
ha! Bu gece çok komiksiniz" dedi, "işte geliyor, ama ona sizi
rahatlatacak bir görev vereceğim, Piramitleri de yeniden kuracak." Kıza
bazı emirler verdi, hizmetçi de dışa-
İLAÇ
VEYA UYUŞTURUCU ETKİSİ ALTINDA YAŞANANLAR 377 n çıktı. Benim zamanım
diğerlerininkilerden farklıydı. Saatime baktım onbiri çeyrek geçiyordu.
Kendimi,
bir büyücü tarafından hapsedilmiş bir cüce olarak gördüm; okyanusun dibinde
bir mağaradaydım. Burada, kıyamete kadar, bu uçurumu aydınlatan bir lambayı
tutmaya mahkum edilmiştim ve kalbim dev bir saat gibi çalışıyordu. Bu
halusinasyon giderken, bu seferde denizin, dalgaların sesini duydum. Dalgalar,
içinde olduğum binaya kadar yükselmişti. Bundan sonra da caddeden, ölçülü ayak
sesleriyle birinin geçtiğini duydum. Geçen, yılların ordusuydu, sonsuzluğa doğru
yol alıyordu. Tanrısal bir yücelik ruhumu yutmuştu. Uçsuz bucaksız zamanın
içinde boğuluyordum ama Tann'ya dayanıyordum ve bu yüzden tüm değişmeleri
yaşadığım halde yok olmuyordum.
Ve
şimdi, başka bir yaşamda, saatime baktığımı anımsadım ve geçen zamanı görmek
istedim. Onbiri çeyrek geçe ile onaltı geçe arasında duran yelkovanı görünce
inanamadım. Saat durmuştu herhalde, kulağıma götürdüm; yo, hayır hâlâ
çalışıyordu. Bütün o düşleri otuz saniye içinde görmüştüm. "Tanrım!"
diye bağırdım, "ben sonsuzlukta yaşıyorum." Zamanı yenen ruhumun
gücü önünde saygı ve hayranlıkla titredim. Ölene dek bu anı unutmayacağım. Tüm
yaşamım bu otuz saniye kadar uzun sürmeyecektir.
Sonunda
hizmetçi yeniden geldi, tozumu alıp evime gittim. Üst kattaki pencerelerden
birinde ışık vardı; bunu görünce çok sevindim; çünkü içimde, ben yokken bütün
tanıdığım kişilerin ihtiyarlayıp ölmüş olmaları korkusu vardı. Odama girince
sanki oradan hiç dışarıya çıkmamışım gibi hissettim. Kendi kendime,
"galiba güzel bir düş gördüm" dedim. Sonra aklıma toz geldi, eğer
cebimde yoksa o zaman düş olduğuna inanacaktım. Toz cebiredeydi ve yaşadığım
her olayın bir halusinasyon olmadığını görünce biraz rahatladım.
Işığı
yanık bırakarak, beni çağıran yatağıma doğru gittim. Oldukça uzun bir yürüyüşten
sonra yatağa ulaştım ve kendimi üzerine attım.
Gözlerimi
kapattığım an, ilahi bir görkeme sahip olan görüntüler gördüm. Şeffaf,
sınırsız bir gölün kıyısındaydım, oraya henüz gelmiş gibiydim. Kumsalın biraz
ötesinde, Par- tenon'a benzeyen bir tapmak vardı. Lekesiz bir beyazlıktaydı,
kusursuz bir simetrisi vardı. Üçgen şeklindeki alınlık bölümü bulutlarla
sarılmıştı. İlahi bir mimar tarafından yapılmıştı. Ruhum hayranlıkla kendinden
geçmişti. Tapınağın kapıları mermer yüzey üzerine yerleştirilmiş elmas şeklinde
cam gözlerle süslenmişti. Bu gözlerden biri öğle güneşi gibi altındandı, diğeri
zümrütten, bir diğeri de yakuttan yapılmıştı. Tapmağın yalnızca girişinde bile
sonsuza dek hayranlık içinde oturuyordum. Sessiz menteşeli kapılar açıldı ve
içeriye girdim.
Tam
anlamıyla tapınağın içinde sayılmazdım çünkü etrafımda duvar, tavan, taban
gibi hiçbir şey göremiyordum.
Kristal
bir derenin kıyısında durdum, su akarken camdan yapılmış çanlar gibi ses
çıkarıyordu. Derenin hafifçe meyilli olan kıyılan kadife gibi otlar ve
yosunlarla kaplıydı. Bu zümrüt yeşili çimenlerden dev Lübnan Sedir Ağaçlan yükseliyorlardı.
Bu ağaçlann altında, Tann'mn yüce rahipleri gibi cübbelere bürünmüş ozanlar
dolaşıyorlardı, bembeyaz sakalları göğüslerine kadar iniyordu ve her birinin
elinde dünyada yapılmamış olan lirler vardı. Bazen birisi yolun ortasında
durup bir prelüde başlıyordu. Buna diğerleri de katılıyor ve ilahi bir müzik
yapıyorlar. Böyle bir şeyi tüm yaşamım boyunca hiç duymamış, hiç görmemiştim.
Artık dayanamayacaktım. Bu ilahi koronun kanatları üzerinde öylesine
İLAÇ
VEYA UYUŞTURUCU ETKİSİ ALTINDA YAŞANANLAR 379 yükselmiştim ki tüm duygu
duvarlarını aşmıştım. Ruhum bu armoniye uymuştu. Trans halinde göklerde
uçuyordum. Ama tam Tanrı'nın tekliği ile birleşmek, onun saflığına erişmek
üzereyken lirler birer birer sustular ve görünmeyen kollar beni hızla başka
bir yere götürüp, başka bir kapının önüne bıraktılar. Bu kapı da diğeri gibi
lekesiz mermerdendi ama parlak renkli gözlerle süslü değildi.
Bu
yeni görüntüyü anlatmadan önce, haşhaş alma işleminin iki kuralını açıklamak
istiyorum:
Birincisi;
herhangi bir fantazi tamamlanmadan, tamamen değişik ortamlarda değişik olaylara
atlanılabiimesidir. Bu geçişlerde duygunun genel karakteri aynı kalır. Cennette
mutlu iken, Nil kıyısında da mutlu olabilirim. Ama aynı ortam asla ikinci kez
yinelenmez.
tkinci
kural ise; yoğun bir görüntüler fırtınasından sonra, haşhaş yiyicinin bundan
sonraki halusinasyonunun sakin, rahatlatıcı ve dinlendirici olmasıdır. Bulutlardan
veya uçurumun dibinden gelir, oralardaki gölgelik dinlendirici çimenlere
uzanır. Bu düzenleme çok zekicedir çünkü aksi halde ruh kendi oksijen
fazlasıyla yanabilir.
İkinci
halusinasyonum bu kuralları uygular gibi görünüyor. İlk görümdeki o haşmet
kaybolmuştu, bu sefer geniş bir salondaydım. Sanki Washington'daki Senato
Salonu'na benziyordu burası. Tavanı kemerliydi ve girişin karşısındaki duvarın
önünde, üzerinde büyük bir koltuk bulunan bir paltform yükseliyordu. Salonun
çeşitli köşelerinde buna Benzer koltuklar yerleştirilmişlerdi. Duvarlarda
grotesk freskler vardı ve bu fresklerdeki hayvanlar, kuşlar bir kaleydoskopun
şekilleri gibi durmadan biçim değiştiriyorlardı. O geniş salondaki koltuklarda,
cadıların oturup bir toplantı yaptıklarını gördüm. Platformda yaşh bir cadı
oturmuştu. Mor yün örgüden oluşmuş bir yaratıktı! Örgü ilmekleri kusursuzca
yüzünü meydana getiriyordu; ağzı, kaşları, burnu, çenesi sanatçı bir gözle
örülmüştü. Aşağıdaki koltuklarda oturanlar da başkanlannın birer kopyasıydılar.
Hepsi birden sağa sola, öne arkaya doğru sallanıyorlardı, sanki görünmeyen
çalgıların çaldıkları duyulmayan bir müziğe uymuşlardı. Hiç konuşmuyorlar ama
durmadan örgü örüyorlardı. Ne ördüklerine baktım. Hepsi kendileri gibi ihtiyar
kadınlar örüyorlardı! Bir tanesi neredeyse bitiriyordu, diğeri hevesle göz
çukurunu tamamlamaya çalışıyor, bir başkası da ağız yırtmacının kenarlarını
sağlamlaştırıyordu.
Bu
işi inanılmaz bir hızla yapıyorlardı; biten yaşlı kadın örgüsü hemen
canlanıyor, eline şiş ve yün alarak örgüye başlıyordu. "îşte", diye
bağırdım, "işte, sonunda sonsuz devamlılık kavramının anlamını
öğrendim!" ve sesimin kimseyi şaşırtmadığını ve yaşlı kadın üretiminin
benim kabalığıma rağmen devam ettiğini gördüm. Çalışmalara yardım etmek için,
dayanılmaz bir istek duydum: tam dört şiş alıp çalışanlara katılmak üzereydim
ki, bir elin beni geriye çektiğini ve kapıdan çıkardığını farkettim.
Bir
süre yeni bir şeylerin olmasını bekledim. Beklemem de boşa çıkmadı. Birden, çok
uzakta, karanlığın duvarı üstünde üç yoğun ışık noktasının durduğunu ve bu
ışık kaynaklarından sihirli ışık ve müzik ışınlarının çıktığını gördüm.
Sessizce bu ışıklara doğru çekildiğimi hissettim.
Yaklaştıkça
daha da büyüdüler, ışık ve armoni daha belirginleşti ve kısa bir süre sonra
durgun bir sudan yükselen üç devasa kemeri açıkça görebildim. Ortadaki kemer en
yüksekleriydi, diğer ikisi birbirlerine eşit büyüklükteydiler. Bana sanki çok
büyük bir mağaranın girişi gibi göründüler. Mağara öyle yüksekti ki, tavanları
bulutların arasındaydı. Duvarlarından sarkıtlar sarkıyordu. Ortada bir göl
vardı ve ben bu göldeki küçük kayıkta uzanıyordum. Kayık beni yavaş yavaş
çıkışa doğru götürüyordu ve buradan geçip dışarıya çıktım.
Yaşamım
boyunca, büyük bir ustanın kültürüne ve ruhuna sahip olmak istemiştim. Ve bu
manzara karşısında bu istek son sınırına ulaştı. Ah, DOĞA! Kendisi öyle güçlü,
öyle yetenekli bir sanatçıki! Bir palet dilencisi veya eski ustaların
kalemlerinin uşağı olabilirdim; güzeli anlatabilmek için...
Mağaramın
çıkışı, ufuksuz bir denize açılıyordu. Çevremdeki herşey sonsuzdu, hiçbir
sınırı yoktu. Tüm atmosfer altın zerrelerle kaplanmıştı, parıltı ve armoni
birbiriyle yanşıyorlardı.
Maddese]
kurallar yoktu, gördüğüm şeyler kendinden geçirici, vecde getirici, sarhoş
ediciydi. Tüm ruhum her köşenin güzelliklerini yudum yudum içiyor, ve durmadan
"Ah, ne müthiş bir güzellik!" diye söyleniyordu. Bulut-dağlannda
dolaşıyor, şimşeklerin depolandığı madenleri geziyor, gökkuşağı nehirlerinde
yüzüyor ve cennet vadilerinde yaşıyordum. Her geçtiğim yerde tek bir özellik
hiç değişmiyor, hep varoluyordu: Huzur ve barış.
Yavaşça
dünyaya geri döndüm. Doğu'nun bahçeleri beni bekliyordu. Fıskiyeler arasında
dansettim, hurilerle beraber. Egzotik kuşlarla taze incirleri paylaştım, palmiyeler
arasında ünlü şair Hâfız'la kolkola dolaştım. Köşklerde şerbetimi içtim. Limon
ağaçlarının gölgesinde uyudum. Uyanınca sabah olduğunu gördüm —gerçek sabah
yani, haşhaş halusi- nasyonu değil.
Hissettiğim
ilk duygu, herşeyin normale dönmesinden duyduğum mutluluktu. Son deneyimim, her
insanın fiziksel ve ruhsal açılardan isteyebileceği şeyleri veriyordu ama yatak
odamın sade duvarlarını yeğliyordum. Bu yabancılar arasında sarayda yaşamaktan
sıkılıp eve dönmeye benziyordu.
Bu
düşleri sonsuzluğa dek yaşamış gibiydim ama hepsi bir günden az bir sürede olup
bitmişti. Hâlâ da içimde uzun bir süre geçmiş gibi bir boşluk var.
Eski
haline dönen güçlerimi sınamak için ayağa kalktım. Evet, ne vücutca ne de ruhen
bir sıkıntım yoktu. Her işlev normal haline dönmüştü yalnız bir nokta dışında;
hafızam yaşadığım bu büyük maceranın izlerini silememişti. Geçen gece olanları
anımsıyordum ve etrafa rezil olmadığım için de memnundum. Dr. H. deneyimimden
hoşnut kalmıştı.
Ah!
Keşke ben de...! Hayır, yaşam devam etmeli.
IV. BÖLÜM
ÜNLÜLERİN ÖYKÜLERİ
LEO
TOLSTOY
Yaşamım
Birden Durdu. Nefes Alabiliyor,
Yemek Yiyebiliyor, İçebiliyor ve Uyuyabiliyordum...
Ama
içimde Gerçek Yaşam Yoktu.
Eğer
mutlu ve rahat bir yaşımın tam ortasındayken, birdenbire yaşamayı sürdürmeye
bir neden olmadığını, yaşamın anlamsız olduğunu düşünmeye başladıysanız, bu ne
anlama gelebilirdi?
Tolstoy'un
"itiraflarım" isimli eserinden alınan bu pasajlar, böyle bir deneyimi
tanımlamakta ve William James'in "Hasta Ruh" diye isimlendirdiği
şeyin bir tablosunu çizmektedir.
İleriki
sayfalarda, Tolstoy, aşağıdaki bölümde tanımlanan derinliklerden yukarıya
çıkışının öyküsünü anlatır ve yeniden doğma süreci için "depresyonun"
gerekli olduğunu önerir.
....
Fakat beş yıl önce tuhaf bir zihin durgunluğu başladı bende. Bazen şaşkınlık
anları yaşıyor, sanki yaşam durmuş gibi hissediyorum. Nasıl yaşayacağımı, ne
yapacağımı bilemiyordum. Moralim çok bozuktu. Nasıl olduysa bu hal geçti ve
önceki gibi yaşamayı sürdürdüm. Sonra, bu şaşkınlık dönemleri çoğaldı ve
gittikçe sıklaştı. Bu dönemleri yaşadıkça hep aynı somlar kulaklarımda
çınlıyordu: "Neden?" ve "Sonra ne olacak?"
Önce
bu somlar bana boş ve anlamsız geliyordu, ne zaman istesem cevaplarını kolayca
bulabileceğimi ama o zaman buna pek vaktim olmadığını düşünüyordum. Ama bu
somlar beynimde gittikçe daha sık belirmeye başladılar ve daha büyük bir
ısrarla durmadan cevap bekliyorlardı. Her gizli kalmış ölümcül hastalıkta
olduğu gibi —belirtiler önce çok hafif ve hastanın önemsiz bulacağı kadar
belirsizdiler. Ama benim durumumda da olduğu gibi, bunlar sık sık yinelendikçe
sonunda hiç kesintisiz bir acı ve ızdırap kaynağı haline geldiler. Çektiğim
acılar artıyor ve ben —veya hasta— bir çare arayacak kadar zaman bulamadan,
birdenbire ölümle karşı karşıya olduğumu farkediyorum.
İşte
bana da aynen böyle oldu. Bunun gelip geçici bir akıl rahatsızlığı olmadığını,
belirtilerin çok önemli olduğunu ve bu soralara hemen bir cevap bulmam
gerektiğini anladım. Onları cevaplamaya çalıştım. Sorular öyle aptalca, öyle
basit ve öyle çocukça görünüyordu ki; ama cevaplamaya çalıştıkça gerçekte öyle
olmadıklarını, hatta hayatın en derin sorunlarıyla ilgili olduklarım ve
aslında benim bir cevap bulamayacağımı farkettim.
Arazimle,
oğlumun eğitimiyle, kitap yazmakla uğraşmadan önce, bütün bunları neden
yaptığımı bilmem gerekiyordu. Kendi davranışlarımın nedenlerini bilene kadar,
hiçbir şey yapamam, yaşayamam. O günlerde kafamı çok meşgul eden, evimin ve
arazimin idaresi konusunda detayları düşünürken, aklıma şu soru geldi:
"Evet altı bin hissem, üç yüz atım var —ama sonra ne olacak?" Oldukça
şaşkın ve huzursuzdum, ne düşüneceğimi bilmiyordum. Başka bir zaman da
çocuklarımı nasıl okutacağımı düşünürken, kendi kendime "Niçin?"
diye sordum. İnsanların refahı için ne yapmak gerektiğini aklımdan geçirirken
de, "Bunun benimle ne ilgisi var?" diye düşündüm.
Eserlerimin
kazandığı ün aklıma geldiğinde, kendi kendime, "Gogol'dan, Puşkin’den,
Shakespeare'den, Moliere'den —diğer bütün yazarlardan— daha ünlü bile olsam, ne
olacak, ne yaran var?" Bu soruya cevap bulamıyordum; böyle soruların hep
bir cevap beklemelerine karşın, cevap yoktu, bulamıyordum.
IV.
Yaşamım
birden durdu. Nefes alabiliyor, yiyebiliyor, içebiliyor ve uyuyabiliyordum.
Aslında başka türlü davranmam da olanaksızdı; ama içimde gerçek bir yaşam
yoktu. Akla yakın bir tek istek; içimde bu isteği gerçekleştirme amacı yoktu.
Eğer birşeyi isteseydim, bunu gerçekleştirebilsem bile bir sonuç
çıkmayacağını, hâlâ doyuma ulaşamayacağımı önceden biliyordum. Bir peri gelse
ve her istediğimi yapacağını söylese, ne isteyeceğimi bilmiyordum. Gerçekten
hiçbir isteğim yoktu, gerçeği bilmeyi bile isteyemiyordum; belki de gerçeğin ne
olduğunu bildiğim için.
Gerçek
şuydu; hayatın benim için bir anlamı yoktu. Her yaşanan gün, yaşama atılan her
adım, beni uçurumun kenarına biraz daha yaklaştırıyordu; önümde beni bekleyen
yıkımı, felaketi görebiliyordum. Durmak, geri dönmek olanaksızdı; gözlerimi
de beni bekleyen acıları, içimin ölmesini görmemek için gözlerimi kapatıyordum.
Böylece ben, sağlıklı ve mutlu bir adam olan ben, artık yaşayamayacağımı,
karşı koyulamaz bir gücün mezara doğru çektiğini hissediyordum. İntihara
teşebbüs edeceğimi kastetmiyorum. Beni hayattan koparan güç herhangi bir
istekten daha kuvvetli ve sağlamdı; normal birinin hayata bağlıhlığı gibi bir
histi, yalnız tabii tam aksi yönde idi.
İntihar
etme fikri aklıma, daha önce yaşamımı daha iyileştirmeyi düşünmem kadar doğal
olarak geldi. Bu fikir öylesine çekiciydi ki, hemen uygulamamak için kendi
kendimi aldatmam, avutmam gerekmişti. Acele etmek istemiyordum çünkü önce
düşüncelerimi bir düzene sokmam lazımdı, ancak bundan sonra kendimi
öldürebilirdim. Mutluydum, yine de evdeki ipleri saklamıştım, çalışma odamda
kendimi asma fikrine kapılmaktan korkuyordum; tüfek taşımaktan da vazgeçmiştim,
çünkü yaşamaktan kurtulmam için çok kolay
bir
yoldu tüfekle ateş etmek. Tam olarak ne istediğimi bilmiyordum, yaşamdan
korkuyordum ama yine de ümit ettiğim, beklediğim bir şeyler vardı.
Henüz
elli yaşıma varmadan, mutlu bir yaşamdan sonra içine düştüğüm durum böyleydi.
İyi, sevecen ve çok sevdiğim bir karım vardı, çocuklarım iyiydi, varhklıydım,
gelirim durmadan artıyordu, arkadaşlarım ve tanıdıklarım beni seviyor,
sayıyorlardı, yabancıların övgülerini duyuyordum ve ünlü bir kişiydim. Üstelik,
zihnim bulanık değildi, aklım sağlıklıydı ve benim yaşımdakiler arasında az
görülen bir beden ve ruh sağlığına sahiptim; bir köylüyle ekin biçmede
yarışabilir ve hiç dinlenmeden on saat kafamı kullanarak çalışabilirdim.
Aklî
durumumu şöyle özetleyebilirim: yaşamım aptal- caydı, ve kimin yaptığını
bilmediğim kötü bir şakadan başka bir şey değildi. "Yaradan"ın
varlığını kabul etmememe karşın, bana bu kötü şakayı yapanın "o"
olduğunu düşünmek oldukça mantıklıydı. İçgüdüsel olarak bu varlığın, nerede
olursa olsun, beni gözlerken, otuz-kırk yıllık mutlu, başarılı bir yaşamdan
sonra, bir aptal gibi öylece durup yaşamaya değer birşey olmadığım aklıma
soktuğunu zannediyordum. "Ona çok komik görünüyor olmalıyım... Ama gerçekten
öyle bir varlık var mıydı, yoksa yok muydu?" İki durumda da bana bir
yaran yoktu. Bu durumun başıma neden daha önce gelmediğine şaşırıyordum.
Bugün-yann hastalık ve ölüm başıma gelecekti; hem yalnız benim değil, tüm sevdiklerimin
başına gelecekti.
Bizlerden
geriye yalnızca pis bir koku ve kurtlar kalacaktı. Bütün davranışlarım,
yaptıklarım, başarılarım birgün unutulacaktı ve ben yok olacaktım. Öyleyse
neden birşey- lerle uğraşmak gerekiyor? İnsanlar bunu bile bile nasıl yaşayabiliyorlar?
Yaşam
bizi zehirlediği sürece yaşamak mümkündür; yeniden ayıldığımız, kendimize
geldiğimiz zaman da bütün bir yaşamın bir yanılgı, bir kuruntu olduğunu
görürüz! Bu hem saçma, hem de zalimce bir şeydir.
Eski
bir Doğu masalı vardır. Vahşi ve öfkeli bir hayvanın saldırdığı, steplerdeki
bir yolcuyu anlatır. Kendini kurtarmak için kuru bir kuyuya girer ama kuyunun
dibinde, ağzı onu yutmak için açık bekleyen bir ejderha varmış. Zavallı yolcu
vahşi hayvandan korktuğu için kuyudan çıkamıyor, ejderha yüzünden de
inemiyormuş. Bu yüzden kuyunun duvarından uzanan yabani bir bitki dalına
tutunmuş. Kolları gittikçe güçsüzleştiğinden, kısa zamanda karar vermesi
gerekiyormuş. Ölüm iki tarafta da onu bekliyorken; birden iki fare görmüş, bir
beyaz bir siyah iki fare! Ve bunlar yolcunun tutunduğu dalı kemirmeye başlamışlar.
Biraz sonra dal kırılacak ve adam da ejderhanın dişlerinin arasına düşecekmiş.
Yolcu da artık kurtuluş olmadığını, yakında öleceğini anlamış. Etrafına
bakınırken tutunduğu dalın yapraklarının üstünde birkaç damla bal olduğunu
görmüş. Hemen dilini uzatıp onu yalamış...
Ben
de aynı şekilde, yaşam dalına tutunmuşum, ölüm ejderhasının beklemekte olduğunu
biliyorum ve neden böyle bir acı çekmek zorunda olduğuma şaşıyorum. Beyaz ve siyah
fareler yani gündüz ve geçe tutunduğum dalı kemiriyorlar. Kaçış yolu olmayan
ejderhayı görüyorum; benimki bir masal değil; canlı, inkar edilemeyen bir
gerçek ve bu gerçeği tüm insanların anlaması gerekir. Ejderha'nın korkusunu gizleyen
o mutluluk yanılgısı artık beni aldatamıyor.
Her
ne kadar, yaşamın anlamını anlayamayacağımı ve bu gibi şeyleri düşünmeden
yaşamam gerektiğini düşünsem de, artık bunu sürdüremeyeceğim. Geçen her gün ve
gece beni ölüme biraz daha yaklaştırıyor. Bundan başka birşey düşünemiyorum
—gerçek olan tek şey bu, geri kalan herşey yalnızca yalandan ibarettir. Beni
acımasız gerçekten biraz olsun uzaklaştıran o iki damla bal da benim aileme ve
yazdıklarıma karşı duyduğum sevgi idi ve bunlar da yeterince tatlı değildi
artık.
"Ailem"
diye düşündüm; "ama ailem de yani karım ve çocuklarım da insan ve onlar da
benim gibi ölüme mahkumlar. Ya bir yalanı yaşayacaklar ya da o müthiş gerçeği
görecekler. Neden yaşamaları gerekiyor? Onları neden seveyim, ilgileneyim,
yetiştirmeye çalışayım veya koruyayım? Onları da benim içimi dolduran
ümitsizliği tatmaları için mi, yoksa birer ahmak olarak ömürlerini
doldurmaları için mi? Onların çok sevdiğim için gerçeği saklayamam —bu
bilgiyle attıkları her adım da onları o gerçeğe götürecek ve o gerçek de
ölümdü."
Ya
sanat, ya edebiyat? Başarılarımın etkisi altında uzun süre kendimi, bunların
çalışmaya değer olduğuna, ölümün bile yazılarımı yok edemiyeceğine
inandırmıştım. Ama bunun da bir yanılgı olduğunu kısa zamanda anladım. Sanatın
yaşamı süsleyen, çekiciliğini artıran birşey olduğunu açıkça gördüm. İşte,
benim için çekiciliğini kaybeden yaşamda güzel, cazip birşeyler olduğunu nasıl
yazabilirdim?
Yaşamın
bir anlamı olduğunu düşündüğüm zamanlar, bu keyif bana sanat, şiir yoluyla
yansıyordu. Sanat aynasına bakmak hoşuma gidiyordu. Ama yaşamın anlamını
araştırmaya başlayınca ayna gereksiz ve acı verici bir hal aldı. Aynadan
aptal ve ümitsiz bir adam bana bakıyordu.
Yaşamın
bir anlamı olduğunu düşündüğüm zamanlar camın üzerindeki ışık oyunları,
yaşamın komik, trajik, dokunaklı ve güzel yanlarını gösteriyor, beni rahatlatıyordu.
Ama yaşamın hiçbir anlamı olmadığını anlayınca bu ışık oyunları bile hoşuma
gitmiyordu. Bal damlalarından tad almıyordum, fareler de tutunduğum dalı
kemiriyorlardı. Yine de öylece kıpırdamadan duramazdım. Ormanda kaybolmuş olan
bir adamın paniğe kapılıp sağa sola koşuşturması gibi, her adımımın beni
kurtuluştan uzaklaştırdığını bile bile yine de ileri geri dolaşıp, koşup,
çırpınıyorum.
Kendimi
öldürmeye hazırdım. Beni bekleyen şeyden korkuyordum; ve bu korkunun durumumdan
daha müthiş olduğunu biliyordum ama sonu sabırla bekleyemiyordum.
Karanlığın
dehşeti dayanılamayacak kadar büyüktü ve ben kendimi bu dehşetten bir ip veya
tüfekle kurtarmak istiyordum.
İşte
bu his beni intiharı düşünmeye yöneltti.
ST.
AUGUSTINE
AKIL
İRADEYİ YÖNETİYOR VE YİNE DE
KENDİNE RAĞMEN İTAAT ETMİYOR.
BU
CANAVAR NEREDEN GELDİ?
VE
NİÇİN VAROLDU?
Augustine,
meşhur kitabı "İtiraflarım"da bizleri doğrudan nevrozların gerçek
sorunlarına ve belki de varoluşun esas sorununa, götürmektedir. Bir insan için
istemediği birşeyi yapması, veya istediği şeyi yapamaması ııe anlama
gelebilir? Augustine'in cevabı şöyledir: "İstemek tek birşey değildir,
kendi içinde bölünmüştür ve bu bölünme onun doğasında vardır. Bir bütün
olsaydı, bir şeyin olmasını yönetmezdi, çünkü zaten olmuş olurdu."
Bu
parça insanın isteklerinin verdiği acıları ve karar verme, ikilem içindeki
benliğin entegrasyonu için geçilen süreçleri tanımlamaktadır. Bu, doğrudan
psikiyatri kavramlarına ve kişilik bölünmesi ve çift-zihinlilik konularına
dayanmaktadır; ve bunlarda psikopatolojinin anlaşılabilmesi için çok
önemlidir.
BÖLÜM
VII
OTUZİKİ YILDIR YAŞADIĞI HALDE HÂLÂ
GERÇEĞİ BULAMADIĞI İÇİN, ACZİNE ÜZÜLMEKTEDİR
Pontitianus'un
öyküsü böyleydi. ama, sen Yüce Efendim, o konuşurken, beni kendime doğru
döndürdün, beni arkamdan yakaladın, kendimi incelemeye zorladın; ve Sen beni
benimle yüzyüze bıraktın. Ne aptal olduğumu, hastalıklı ve iğrenç olduğumu,
nasıl lekeli ve yaralarla dolu olduğumu seyrettirdin. Ve ben kendimi seyrettim
ve iğrendim; kendimden nasıl kaçabileceğimi bilmiyorum. Ve gözlerimi o iğrenç
görüntüden başka bir yere çevirmeye çalıştığımda, Sen beni kendi gözlerimin
önüne fırlatıyordun, günahlarımı keşfetmem ve kendimden nefret etmem için.
Bunu zaten biliyordum, ama bilmiyormuş gibi davranıyordum —gözümü kapatıp,
unutuyordum.
Ama
şimdi, kendilerini tümüyle Sana teslim edip iyileşmeyi umanları duydukça,
kendimi onlarla karşılaştırıp daha çok tiksiniyorum. Ondokuz yaşımdan bu yana
geçen pek çok (belki 12-13) yıl içinde, Çiçero'nun "Hortensius"unu
okurken zeka ve akıl için büyük bir arzu duymuştum ve hâlâ yalnızca dünyevî
mutluluğu reddetmeyi ve kendimi arayışlara, senin yoluna adamayı
geciktiriyordum. Fakat ben, zavallı genç adam, senin iffetine ve temizliğine
sığınarak yalvardım ve şöyle dua ettim; "bana da Senin iffetini ve nefsine
hakimiyetini ver, ama henüz şimdi değil"
Çünkü
beni hemen işitip, isteğimi hemen yapacağından; beni şehvet hastalığından
(bunun yokolmasmdan çok, tatmin edilmesini istiyordum) kurtaracağından
korkuyordum.
Ve
çeşitli günahkâr, batıl inançların çarpık, sapık yollarında dolaştım. Bu
yolları, dini anlamda aramıyordum, kötü niyetliydim.
Ve
günden güne dünyevi beklentileri reddetmeyi geçiktir- diğimi düşünüyordum.
Nereye yöneleceğimi bilmediğim için Seni izledim. Ve şimdi, kendimle çıplak,
yalın bir şekilde yüzleştiğim gün geldi, bilincim benden hesap soruyor.
"Neredesin, ey dilim? Sen kesin olmayan bir gerçek için iş görmeyeceğini
söylüyordun. Şimdi herşey kesinleşti, ama bir yük seni eziyor hala; halbuki
gerçeği yıllarca aramamış olan, bu konuda düşünmemiş olan pek çok kişi bu yükü
hiç sırtlamamışlar ve kurtuluşa doğru uçup gitmişlerdir." Böy- lece,
içimde bir utanç taşıyordum. Pontitianus öyküsünü bitirince, gitti. Ve
kendime, içimden geçenleri söylemedim. Ruhum benimle gelmiyordu, Sizin
ardınızdan gitmek istiyordu! Yine de geri çekildi ve isteğini yerine
getirmedi. Tüm tartışmaları tükenmiş ve şaşkınlaşmalardı. Geride yalnızca
sessiz bir titreme vardı, ve yavaş yavaş gücünü yitirip yokolmaktan, hatta
ölmekten korkuyordu.
BÖLÜM
VIII
ALYPİUS
İLE YAPILAN KONUŞMANIN
SONA ERMESİ ÜZERİNE BAHÇEYE
DÖNER, ARKADAŞI ONU İZLER.
îç
dünyamdaki çekişmelerin, tartışmaların ortasındayken, kalbimde ruhuma karşı
çıktım, Alypius yakalayıp bağırdım; "Bize neler oluyor? Nedir bu? Ne duruyorsunuz?
Bilgisiz genç sıçradı ve biz bilgimizle, istekli yüreğimizle etimizle
kemiğimizle, tüm gövdemizle çamurlarda yuvarlandığımızı gördük. Bizden
öncekileri izlemekten utanç duyuyor muyuz, yoksa izlemediğimiz için utanç
duymuyor muyuz?" Bu çeşit sözcükleri dile getirdim, sonra ona bakınca
şaşkınlıktan dili tutulmuş gibi öylece durduğunu gördüm. Normal bir sesle
konuşmamıştım, kaşım, yanaklarım, gözlerim, bakışım duygularımı sözcüklerden
daha iyi anlatıyordu.
Evimize
ait küçük bir bahçe vardı, evsahibi burayı kullanmıyordu. Göğsümdeki fırtına
beni oraya sürükledi, orada hiç kimse —Senden başka hiç kimse— kendi kendimle
giriştiğim ateşli mücadeleyi engelleyemezdi; bahçeye gittim, Alypius beni
izledi. Varlığı yalnızlığımı bozmuyordu; zaten beni bu denli üzgünken
terkedemezdi. Evden olduğunca uzakta bir köşede oturduk. Ruhum sakin, huzurlu
değildi, Senin emrine ve sözleşmemize uymadığım için kendimi affetmiyordum. O,
Efendim, kemiklerim bile uymam için ağlıyorlar, seni övmeleri göklere
yükseliyor. Ve senin buyruğun altına, gemilerle veya arabalarla veya yaya
girilmiyor; tek yol bunu kararlı bir şekilde istemek, şu veya bu şekilde kaçamak
yapmamaktır.
Sonunda,
kararsızlığıma olan öfkemle çeşitli vücut hareketleri yapmaya başladım. Bu
hareketleri sakatlar, güçsüzler, hastalar yapamazdı. Bu hareketleri istediğim
için yapıyordum, ama istediğim halde yapmayabilirdim, eğer vücudumda
yeterince güç olmasaydı... Demek ki istek sahibi olmak güç sahibi olma
anlamına gelmiyordu. İstemek, yapmak demektir ama yine de yalnızca istemekle
birşey yapılamayabilir; vücut ruhun en küçük bir isteği veya aklın bir emri
üzerine harekete geçer veya istemezseniz hiçbir şey yapmaz. İsteklere uymak,
istekler yönünde davranmak, isteklerin en büyüğüdür.
BÖLÜM
IX
AKLIN
AKLI YÖNETTİĞİ,
Bu
canavar nereden çıktı böyle? Ve neden? Senin merhametine sığınıyorum ve
insanların cezalardan kaçtıkları, ade- moğlunun en yoğun tövbelerini sundukları
yüce varlık olan Sana yalvarıyorum. Akıl vücudu yönetiyor ve vücut hemen itaat
ediyor ama akıl akıla emir verince, kendi kendine karşı direniyor. Akıl ele
emrediyor ve el hemen söz dinliyor, yine de akıl akıldır, el ise vücuda aittir.
Akıl isteği yönlendirir ama bazen de itaat etmeyebilir. Bu canavar nereden çıktı
böyle ve neden? Tekrar ediyorum, kendisine istemesi için emir verir ve eğer
istemezse emiri de vermeyebilir yine de emredilen yapılır. Ama kesinlikle
istemeyince, bu yüzden kesinlikle emir de verilmemiştir.
Bir
isteğin varolması, isteğe bağlı olduğu için, tam olarak emir vermez. Çünkü tam
ve kesin olarak emir vermiş olsaydı, emire bile gerek kalmazdı, zaten o iş
olmuş olurdu.
Kısmen
isteyip kısmen isteksiz olmak hali, aklın güçsüzlüğü yüzündendir; gerçeklerle
canlanan, gelenekler ve alışkanlıklar yüzünden ezilen bastırılan akim
zayıflıklarmdan- dır.
Ve
böylece, biri tam olmadığı için iki türlü istek oluyor; birinin ihtiyaçları
öbürünü besliyor.
BÖLÜM
X
MANİCHAEN'LERİN
İKİ ÇEŞİT AKIL
(İYİ
ve KÖTÜ) OLDUĞU KONUSUNDAK İ
Bizi
yöneten iki isteğin olduğunu farkedip bunları iyi ve kötü olarak
nitelendirenler, huzurunuzda yok olsunlar Yüce Efendim! Gerçekte o kişiler
kötüdürler, böyle şeytanca fikirlere sahip olup böyle düşündükleri için ve
ancak şöyle diyecekler, "Sizler bir zamanlar karanlıktaydınız ama şimdi
Efendimiz’in ışığı ile aydınlandınız.” Ama onlar, kendileri ışık olmak
isterler, "Efendimizin ışığını" kabul etmezler, Sizden gittikçe daha
uzaklaştıkları için, "Gerçek Aydınlıktan, dünyaya gelen her insanı
aydınlatan gerçek ışıktan" uzaklaşmış olurlar.
Söylediklerinize
dikkat edin, utançla kızarın, O'na yaklaşın ve "aydınlanın", o zaman
yüzleriniz "utançla kızarmaz". Ben şu anda Tanrı'ma, Efendime hizmet
ediyorum —bunu isteyen bendim, istemeyen de bendim. Bu yüzden kendimle mücadele
ediyorum ve kendi kendimi mahvettim. Bu mah- voluş benim isteğime karşı
birşeydi, ama öbür akıldan ses gelmiyordu ama kendi cezalandırma sistemim
vardı; hiç değilse Adem'in oğlu olduğumdan cezalanmam gerekiyor.
Çelişkili
istekler olduğu gibi, zıt karakterler, doğalar olabildiğinden yalnızca iki
çeşit istek, iki çeşit tabiat değil pek çok varyasyonlar görülebilir. Birisi
tiyatroya mı yoksa başka bir yere gitmeyi mi düşünüyor ve karar veremiyorsa,
hemen şöyle bağırırlar, "Bak, işte iki tabiat var, iyi ve kötü, seni bir o
yana bir bu yana çekiyorlar, işte kararsızlığın bu yüzden ortaya çıkıyor. Ama
bence ikisi de kötüdür —hem oraya hem de tiyatroya çekiştiren güçler
kötüdürler. Varsayalım ki içimizden bir kişi düşünmeye başlıyor, tiyatroya mı
yoksa kiliseye mi gitsem diye. Her iki seçenekte de aynı kararsızlığı
yaşıyordur herhalde. Her durumda, birbiriyle çelişki içinde olan çeşitli
istekler arasında bir o yana, bir bu yana gidip gelen bir ruh vardır.
Artık,
aynı adamın iki çelişkili isteği olduğunu farkeden- ler, iki karşıt zihin, iki
karşıt şey, iki karşıt prensip olduğunu söylemesinler. Çünkü Sen, Ey Yüce
Tanrı, bunun aksini ispat ediyorsun. İki istek de kötüyse, örneğin birini
bıçakla mı yoksa zehirle mi öldürmeyi düşünüyorsanız; veya şunun mu yoksa
öbürünün mü malını iç etmeyi; veya sirke mi yoksa tiyatroya mı gitmeyi; yoksa
bir başkasının evini mi soymayı düşünüyorsanız —bütün bunlar aynı zaman dilimi
içinde oluyor ve hepsini yapmayı da istiyorsanız—Yüce Tanrı sizi
denetlemektedir. Bu bütün isteklerin iyi olduğu hallerde de geçerlidir, ama şu
unutulmamalıdır ki, yücelerden gelen sonsuz keyif ve zevkler dururken, geçici
dünyevî zevkler bize daha çekici gelmektedir. Gerçek açıdan birinci sınıf
zevkler yeğlenmelidir ama alışkanlıklar yüzünden dünyevî zevklere yönelinir.
BÖLÜM
XI
RUH BEDENLE NASIL MÜCADELE ETTİ
Bu
yüzden hastaydım, yıpranmıştım; durmadan kendimi suçluyor, zincirlerimin
arasında çırpınıyor, kendimi oradan oraya çarpıyordum, zincirler kırılana ya da
gevşeyene dek. Ve Sen, Ey Efendim, korku ve utanç kamçılarını iki misline
çıkartarak merhametinle beni eziyorsun. İçimden, "İşte şimdi ne olacaksa
olsun" diye tekrarlıyorum. Ve konuştukça bir karara ulaşabildim. Eski
halime düşmedim, sıkıca tutundum ve bir nefes aldım. Yeniden denedim, ama
ulaşamadım, ölümle yaşam arasında asılı kaldım. Ve yeni bir insan olmaya karar
verdiğim şu anda o gittikçe daha yaklaşıyor, ama bana ne çarptı ne yere
devirdi, sadece beni ortada asılı bıraktı.
Eski
sevgililer beni hâlâ sihirlemeye çalışıyorlar, elbiselerimi çekiştirip,
yavaşça fısıldıyorlardı, "Bizden ayrılıyor musun? Artık bizimle beraber
olmayacak mısın? Artık bu gibi şeyler sana yasak mı?" Ey Tanrım, "bu
gibi şeyler'den neyi kastetmişlerdi? Merhametinle, kulunu, hizmetkânnı bu
çağrılardan koru! Ne utanç bu! Evet, kendimi silkinerek onlardan kurtarmakta
geç kaldım; içimden bir ses bana, "onlar- sız yaşayabileceğini sanıyor
musun?" diye sesleniyor.
Ama
şimdi bu ses çok zayıf geliyordu; çünkü yüzümü döndürdüğüm ve gitmek için
arzuyla titrediğim o yerde, "Nefse Hakimiyet" bana görünüyor,
gülümsüyor, o kutsal ellerini bana uzatarak şüphelenmeme gerek olmadığını,
beni kucaklamaya hazır olduğunu söylüyor.
Orada
pek çok gençler, genç kızlar, her yaştan insanlar ve "Nefse
Hakimiyet" vardı. O, Senden Ey Efendim, kocasından doğmuş olan neşe ve
güzellik çocuklarına sahipti. Bana gülümseyerek sanki şöyle diyordu, "Sen
bu gençlerin yapabildiklerini yapamaz mısın? Onların Tanrıları bana onları
verdi. Sen neden kendi gücüne dayanıyorsun? Kendini Ona ver, korkma. O seni bırakmaz,
düşmezsin; korkmadan kendini ona bırak. O seni alacak ve iyileştirecek."
Ve ben utançla kızardım. Ve o yeniden konuştu: "Kulağını, dünyadan gelen
kirli seslere kapalı tut. Sana hoş şeyler söylerler ama bunlar Tanrı'nın,
Efendi'nin kanunları kadar hoş değillerdir."
BÖLÜM
XII
TANRIYA
DUA ETTİKTEN SONRA,
SEL
GİBİ GÖZYAŞI DÖKER, VE BİR SESİN
UYARMASIYLA
KİTABI AÇAR, (ROM. XIII, 13)
TEKİ
SÖZLERİ OKUR,
BÖYLECE
TÜM RUHU DEĞİŞİR,
İLAHİ
LÜTFÜ ARKADAŞINA VE ANNESİNE
Ruhumun
en gizemli derinliklerinden bir yansıma, tüm acılarımı ortaya çıkarınca büyük
bir fırtına koptu ve bunu çılgınca bir gözyaşı seli takip etti. Alypius'tan
uzaklaştım çünkü ağlamak için yalnız kalmak daha uygundur.
O,
daha önce oturmakta olduğumuz yerde kaldı, şaşkın bir halde bekliyordu. Bir
incir ağacının altına kendimi attım, gözyaşlarımı serbestçe akıttım, sana kabul
edeceğin bir adak gibi yaşlarımı sundum. Belki sözcüklerle değildi ama
gözyaşlanmla Sana şöyle diyordum —"Ama Sen, Ey Efendim, bu ne kadar
sürecek?" "Sen sonsuza dek kızgın mı kalacaksın? Eski günahlarımızı
hatırlama artık". "Daha ne kadar sürecek? Yarın mı? Neden şimdi
değil? Neden şu an pisliğim, günahlarım sona ermesin?"
Bunları
söyleyip acı acı ağlıyordum ki, yan evden bir çocuğun şarkı söylediğini
duydum: "Al ve oku; al ve oku". Bunların bir şarkı sözü olup
olmadığını düşündüm. Göz- yaşlarımı sildim, ayağa kalktım ve bu sözleri bir
emir olarak yorumladım. Cennetten gelen, kitabı açıp ilk bölümü okumamı
söyleyen bir emir. Antony'nin İncil okunurken gelip, okunan bölümün kendine
hitap ettiğini anladığını hatırlattım. İncirde şu bölüm okunuyordu:
"Elinde ne varsa sat, fakirlere ver ve sen cennette gerçek hâzineye
kavuşacaksın; ve gel ve beni izle."
Hemen
Alypius'un oturduğu yere gittim, orada okumakta olduğum Incil'i bırakmıştım.
Kitabı aldım, açtım ve gözümün iliştiği ilk bölümü okudum. —"Gürültü
yapmadan ve sarhoş olmadan, kavga etmeden ve kıskanmadan, kendinizi İsa
Efendinize verin, ve etinize ve onun şehvetine hizmet etmeyin." Daha
fazla okumama gerek yoktu ve cümle biter bitmez içime bir ışık doldu, bütün
şüphelerim yok oldu.
Bundan
sonra, kitabı kapattım, sükûnetle olanları Alypi- us'a anlattım. Ne okuduğumu
görmek istedi. Gösterdim, benim okuduğum bölümden daha ilerilerini de okudu;
ben buralarda ne yazdığını bilmiyordum. Şöyle yazıyordu; "İmanı zayıf
olanı, kabul et", bunu kendisine uyguladı. Bu uyan ve öğütle daha
güçlenmişti ve karakterine çok uyan bir kararlılık ve iyi niyetle,
duraksamadan bana katıldı. Böylece anneme gittik. Ona herşeyi açıkladık —çok
sevindi, Sana şükürler etti, "istediğimizden veya düşündüğümüzden çok
fazlasını veren "sana" minnet duydu. Devamlı, benim için ettiği
dualardan çok daha fazlasını vermiştin. Beni, Sana döndürmüştün, öyle ki ne
bir zevce ne de dünya nimetleri aramayacaktım. Ve Sen onu üzüntüden kurtarıp
sevince boğmuştun, istediğinden daha büyük bir mutluluğa; özlemini çektiği torunların
vereceğinden daha aziz bir keyif ve zevke ulaştırmıştın.
DOKTORLAR HASTALIĞIMI
ANLAMIYORLAR
Büyük bale dansçısı Nijinky, bu
yazıyı, yaşamının geri kalan bölümünü geçirdiği bir akıl hastanesine
yatırılmadan kısa bir süre önce yazmıştır. Bunu okurken, deliliğin içinde gizli
olan bazı değerleri bulup çıkarma sorunuyla karşılaşıyoruz. Yani .deliliğin
bir yönünü ortaya çıkarma sorununu kastediyoruz. Nijinsky'nin yazdıklarının
önemli olduğunu, bu "Günlüğün" dikkat çeken edebiyat çalışmaları
arasında kabul edilmesinden anlıyoruz.
Nijinsky'nin yazıları, tabii ki çok
açık değildi ve bazı kavramların kendilerine has anlamı vardı. Fakat
"Günlük" bu anlamlan büyük çapta açıklıyordu. Örneğin, Nijinsky
"Ben akıl yürüterek sonuçlara ulaşan bir filozof değilim; hisseden bir
filozofum", derken, hissederek nasıl felsefe yapılabileceğini anlamayı
okuyucuya bırakmaktadır. Bu ifadeyi alışılmamış olduğu için gözardı etmek veya
rahatsız bir beyinin ürünü olarak düşünmek mümkündür —ve bu bölümleri okurken
bu noktaları hiç aklımızdan çıkarmamalıyız. Ama yazılanları yalnızca bir psikoz
kaynağı olarak görmek gerçek anlamını kavrayamamak tehlikesini ortaya çıkarar.
Okuyucular, neyin anlamlı, neyin anlamsız olduğuna kendileri karar vermek
durumundadırlar.
Herkes,
Nijinsky delirmiş diyecek. Umurumda değil, zaten evde de hep bir deli gibi
davranıyordum. Herkes böyle düşünecek ama beni bir tımarhaneye
yatırmayacaklar; çünkü çok iyi dans ediyorum ve isteyen herkese para veriyorum.
İnsanlar bu garip ihtiyarı seviyorlar ve beni rahat bırakacaklar, "deli
palyaço" deyip geçecekler. Ben kaçıkları severim, onlarla nasıl
konuşulacağını bilirim. Erkek kardeşim de akıl hastanesindeydi.
Onu
severdim ve o da beni anlardı. Oradaki arkadaşları da beni seviyorlardı. O
sıralarda onsekiz yaşındaydım. Kaçıkların yaşantılarını biliyordum ve bir akıl
hastasının psikolojisinin anlıyordum. Onlara hiç ters düşmedim, zaten onlar
yalnızca benim gibi delilerdi.
***
Yaşam
cinsellik değildir—Tanrı da değildir, Tanrı bir adamdır; bir kadını tohumlar, o
kadına çocuklar verir. Ben yirmidokuz yaşındayım. Karımı ruhen çok seviyorum;
özellikle çocuk doğurduğu için değil. Tanrı isterse çocuklarım da olur. Kyra
akıllı bir kız. Onun zeki olmasını istemem. Zekâsını geliştirmesini
engelleyeceğim. Basit insanları severim ama tabii budalaları sevmem; çünkü
onlarda duygu ve his de yoktur. Zekâ insanların gelişmesini durdurur. Tanrı'yı
hissediyorum, Tanrı da beni.
Hatalarımı
düzeltmek istiyorum ama buna başarabileceğimden emin değilim. Hiç birşey için
söz vermemin gerekmediğini söyleyerek, doktorun gözleri yaşlarla dolmuştu,
karımın üzülmemesi, kaygılanmaması için elimden gelen herşeyi yapacağımı
biliyordu. Ona, karımın annesinin gelmesini, benim istediğimi söylemiştim.
Karımın korkmasını istemediğimden, kayınvalidemin bizimle beraber oturmasının
uygun olacağını düşünmüştüm.
Müttefik
kuvvetlerden korkum yoktu, bütün paramızı alsalar bile umurumda değildi, ama
ailemin parasını almalarını, karımın sıkıntı çekmesini istemiyordum. Ona, pek
az olan herşeyimi vermiştim, rahat bir yaşam sürmesini sağlamaya çalışmıştım.
Yaşamdan korkmuyordum, bu nedenle paraya ihtiyacım yoktu. Ben ölürsem karım çok
ağlar. Onun iyiliği için, kısa zamanda unutmasını isterdim. Karım beni
çoğunlukla anlamaz, veya daha doğrusu hissetmez. Tolstoy'un karısının hissetme
yeteneği, duyguları yoktu. Tolstoy'un tüm parasını kaybettiğini hiç unutamı-
yordu. Ben karıma para vermek istiyorum. Karımı ve Kyra'yı dünyada herkesten
çok seviyorum; elim yoruldu.
Shakespeare'in
Hamlet'ini hiç sevmem, hep akıl yürüterek sonuçlara varmaya çalışır. Ben akıl
yürüterek sonuçlara ulaşan bir filozof değilim—hisseden bir filozofum. İnceden
inceye düşünülen şeyleri yazmaktan hoşlanmam. Sha- kespeare'i, tiyatroyu
sevdiği için beğeniyorum. O, tiyatroyu anlıyor, ben de "canlı
tiyatroyu" anlıyorum. Ben yapay değilim; yaşamın kendisiyim. Tiyatro
yaşam değil. Tiyat- ro'nun kurallarını biliyorum. O bir alışkanlık haline
gelir. Yaşam böyle değildir. Dikdörtgen sahneli tiyotroları sevmem. Yuvarlak
sahnelerden hoşlanırım. Bir göz gibi yuvarlak olan bir tiyatro yaptıracağım.
Aynaya dikkatle, yakından bakmayı severim; ve yalnızca alnımda tek bir göz
görürüm. Sık sık bir göz resmi çizerim. Polemikten hoşlanmam bu yüzden millet
kitabım hakkında istediğini söyleyebilir, ben susacağım. Sessiz kalmanın
konuşmaktan iyi olduğu kararını verdim. Diaghilev bana susmamı söyledi. O
akıllıdır. Onun uşağı Vasili her zaman, "Diaghilev'in tek kuruşu bile
yoktur ama zekası bir servete değer", demiştir. Ben de "tek kuruşum
bile yok ama aklım var", diyorum. Aklımın, duygu üreten bir merkez
olduğunu düşünüyorum. Ben çok duygusalım. Önceleri, mutluluğun paraya bağlı olduğunu
düşünen bir aptaldım —şimdi artık öyle düşünmüyorum. Pek çok insan paraya önem
verir, ben yalnızca plânlarımı uygulayabilmek biraz paraya ihtiyaç duyuyorum.
Hepimizin plan ve amaçları vardır ve bunları gerçekleştirebilmek için para kazanırız
ama sorunlarımız farklıdır. Ben İsa düşmanlarının değil, Tanrı'nın bir
sorunuyum. Ben İsa düşmanı değilim. Ben insanlara yardım edeceğim.
Geneva'ya
gidip biraz dinleneceğim. Doktor böyle yapmamı söylüyor. Bu aralar, karım çok
sinirli ve gergin olduğu için, yorgun olduğumu düşünüyor. Halbuki yorgun değilim
ve evde kalacağım. İsterse karım yalnız gidebilir. Biraz parası var. Benim bir
kuruşum yok. Param yok derken palavra atmıyorum. Param olmasının isterim ve
karıma veya yoksullara vermek için kazanmam gerekiyor. Bazıları, Nijinsky İsa
olduğunu sanıyor diyecekler. Kendimi İsa gibi görmüyorum —Onun yaptıklarına
hayranım. Bana saldınl- masmdan korkmuyorum. Gereken herşeyi söylerim ben.
Sık
sık sokağa çıkardım. Karımı aldattım, o kadar çok tohumum vardı ki bunları
harcamam gerekiyordu. Tabii ki bunları bir sürtükle ziyan etmedim. Onları
yatağa boşalttım, zührevi hastalıklara karşı kendimi korumam lazımdı. Şehvet
düşkünü değilim, bu yüzden bir daha karımı aldatmayacağım. Tohumumu başka bir
çocuk için saklayacağım, —bir gün bir oğlum olacağını umuyorum. Karımı seviyorum.
Ona kötü birşey olmasını istemem. O çok duygusaldır. Benim herşeyi, onu
korkutmak için kasten yaptığımı zannediyor. Yaptığım herşey onun iyiliği ve
mutluluğu içindir. O et yer —bu yüzden ^ok sinirlidir—, önemli olan iyi bir
yaşam sürmektir. Karım, düzenli bir yaşam sürmenin iyi bir şey olduğunu bilir
ama böyle bir yaşamın, "Tanrı'nın sözlerini dinleyip— Ona itaat etmek—
demek olduğunun farkında değil. İnsanlar Tanrı'yı anlamıyorlar ve "itaat
edilmesi gereken bu Tanrı kimdir" diye kendilerine soruyorlar. Ben,
Tanrı'yı ve Onun istediği şeyleri biliyorum. Ben Tanrı'yı seviyorum.
Ne
konuda yazacağımı bilmiyorum ;çünkü birdenbire aklıma doktorlar ve karım geldi
—yan odada hâlâ konuşuyorlar. Davranışlarımı hoş karşılamadıklarını biliyorum
ama Tanrı'nın istediği şekilde davranmaya devam edeceğim. Herhangi bir sorun
çıkacağından korkmuyorum. Herkesten bana yardım etmelerini isteyeceğim ve
örneğin şöyle derlerse korkmayacağım: "Karın, ona işkence ettiğin için
delirdi, bu yüzden ömür boyu hapis yatacaksın". Hapsedilmekten de
korkmuyorum, ama ömür boyu yatacaksam orada öleceğim. Karıma bir kötülük
gelmesini istemiyorum, ona zarar veremeyecek kadar çok seviyorum, insanlardan
saklanmayı seviyorum; yalnız yaşamaya alıştım.
Maupassant,
yalnız kalmaktan çok korkardı. Monte Cristo Kontu, intikam planları hazırlamak
için yalnız kalmak isterdi. Maupassant, yalnızlığı sevmezdi, insanları severdi.
Ben yalnızlıktan korkarım ama yakınmayacağım; Tanrı beni seviyor, o halde
yalnız sayılmam. Tanrı insandır ve planlarına karışılmasından hoşlanmaz. Ben
ona karışmam, tam tersine ona yardım ederim. O beni bırakırsa ölürüm.
İstemediğim halde diğer insanlar gibi yaşayacağım, sırf beni anlamaları için.
Ben Tanrı'nın silahıyım, onun adamıyım. Tanrı'nın yarattıklarını severim. Ben
bir dilenci değilim; zengin birisi bana verirse para alırım. Zenginleri
severim, onların çok paraları var ve bende hiç yok. Ama paramın olmadığını
herkes duyarsa benden korkarlar ve kaçarlar. Bu yüzden hep zengin olmak
istemişimdir.
Bir
at kiralayıp, beni eve götürmesini isteyeceğim. Karım parasını ödeyecek. Eğer
o ödemezse, ben bir yolunu bulup öderim. Karımın beni sevmesini istiyorum ve
karakterini bu yönde geliştirmek için elimden geleni yapıyorum. Zekâsı oldukça
gelişmiştir ama duyguları için aynı şeyi söyleyemem. Zekâsını yok etmek
isterdim, böylece diğer yönleri de gelişirdi. İnsanlar, zeka olmadan bir
kişinin ya deli ya da budala olacağını düşünürler. Bir deli, aklını kullanarak
sonuçlara varamayan bir insandır. Bir mansak ne yaptığının farkında
bile değildir. Ben iyi ve kötü hareketlerimin farkındayım. Mantığı ve aklı
olan bir insannr>. Tolstoy'un kitabında akıl ve mantık konusunda pek çok şey
anlatılıyor. Bu kitabı okudum ve bu yüzden, konuyu iyi biliyorum. Zeki
insanlardan korkmuyorum. Güçlüyüm; çünkü benim hakkımda söylenenleri
hissediyorum. Beni yatıştırmak için türlü şeyler icat ettiklerini biliyorum.
Doktorlar iyi insanlar. Karım da iyi bir kadındır, ama çok fazl^ düşünüyorlar.
Onların zekâları için kaygılanıyorum. P©k çOk insan, fazla
düşündükleri için deliriyor —onlar için, onlar namına korkuyorum, çok
düşünüyorlar. Onların del irmesini istemem: Onları sağlıklı görebilmek için
herşeyi yapacağım.
Farketmeden,
karımı kızdırdım —sonra beni affetmesini istedim; uygun zamanlarda hatalarım
hep yüzüm© vuruluyordu. O, benim deli veya kötü kalpli olduğumu düşünüyor.
Ben kötü değilim, onu seviyorum. Karımdan korkuyorum; beni hiç anlamıyor. Ben
hep yaşam üzerine yazarım, ölümle ilgilenmem. Onların düşündükleri Nijinsky
değilim ben. Ben insan şeklinde Tanrı'yım. Karım iyi bir kadın. Ona gizlice
bütün planlarımı anlatmıştım; sonra da o hepsini doktorlara anlatmış, tabii
bana yardım etmek amacıyla. Karım benim amacımı anlamıyor; ona bunu anlatmadım.
bilmesini istemiyordum. Ben hissedeceğim v© karım anlayacak. O hissedecek ve
ben anlayacağım. Düşünmek istemiyorum, düşünmek ölümdür. Ben ne yaptığımı
biliyorum. "Sana bir kötülük gelmesini istemiyorum. Sem seviyorum. Yaşamanı
istiyorum, o zaman ben de seninle beraber olacağım. Sana söylemiştim. Akıllıca
bir konuşma istemiyorum."
Doktorlar
akıllıca konuşurlar, karım da öyle. Onlardan korkuyorum. Benim hislerimi
anlamalarını istiyorum. "Üzüldüğünü biliyorum. Karın senin yüzünden acı
çekiyor." Ölmek istemiyorum bu yüzden her yola başvururum. Amacımı
açıklamayacağım. "Bırak seni egoist sansınlar. Seni hapse atsınlar. Seni
kurtaracağım çünkü sen bana aitsin. Zeki Romola'yı istemiyorum. Onun seni
terketmesini istiyorum. Yalnız benim olmanı istiyorum. Onu bir erkek gibi
sevmeni istemiyorum. Olup bitenleri basitleştirmeyi ve hafifletmeyi bilirim.
Doktorlar'm, hislerini, duygularını anlamalarını istiyorum. Doktorlar, karının
sinirli bir kadın olduğunu düşündükleri için seni azarlamak istiyorum. Taktığın
haç çok zarar verdi, bu durumu sen çözemezsin artık. Hatalarını biliyorum;
çünkü onları ben yaptım." Kasten haç taktım: "Karın seni anlamıştı.
Doktor amacımın ne olduğunu bulmak için geldi ve hiçbir şey anlamıyor. Düşünüyor
ve bu yüzden anlaması çok zorlaşıyor. Romola'nın haklı olduğunu düşünüyor;
senin de. Nasıl anlaşılacığım biliyorum." Ben doktorlardan daha iyi
düşünürüm. "Senin için korkuyorum; çünkü sen çok korkmuşsun. Kurallarını,
alışkanlıklarını biliyorum. Bana olan sevgin sonsuz; emirlerime itaat
ediyorsun. Senin anlayabilmen için herşeyi yapacağım; karını ve seni
seviyorum. Onun iyi olmasını istiyorum. Ben şendeki Tanrı'yım. Beni
anladığında senin olacağım. Ne düşündüğünü biliyorum; onun burada olduğunu ve
sana baktığını sanıyorsun. Ben de onun sana bakmasını istiyorum."
Arkama
dönmekten korktum, çünkü onun bana bakmakta olduğunu hissediyordum. "Ona
senin yazdıklarını göstermek istiyorum. Çok yazdığın için hasta olduğunu
düşünecek. Senin hislerini anlıyorum. Seni çok iyi anlıyorum. Sana kasten
yazı yazdırıyorum; çünkü hislerini, onun da anla-
masını
istiyorum. Sana söylediğim herşeyi yaz. İnsanlar seni anlayacaklar; çünkü sen
çok hassassın. Karın da seni anlayacak. Senden daha çok şey bildiğim için
arkanı dönmemeni söyledim. Amaçlarını biliyorum. Planlarını uygulamak isterim
ama acı çekmen gerekiyor. Herkes seni, ancak acı çektiğini görünce hissedecek
ve anlayacaktır."
Yemek
odasında karım ve doktorla yaptığım konuşmayı yazmak istiyorum. Egoistmişim
gibi davranmıştım. Çünkü doktoru kızdırmak istiyordum. Bunu anlarsa öfkele-
necektir ama umurumda değil. Sevgiyi bölmem. Karımı herkesten çok sevdiğimi
göstermek istediğim için, onu çok sevdiğimi yazmıştım. Ben A.'yı seviyorum,
karımı sevdiğim kadar. Onun numaralarını biliyorum. Birkaç gün sonra gideceği
için duygularımı anlıyordu. Onun kalmasını istemiyorum. Kayınvalidemin gelmesi
daha doğru olur; çünkü onu incelemek ve ona yardım etmek istiyordum. İnsanlar
hakkında yazmak için, onların karakterlerini incelemem. İnsanlara, onları ölüme
götüren alışkanlıklarını anlatabilmek için yazarım. Bu kitaba
"Hisler" adını verdim. Hissetmeyi severim ve bu konuda büyük bir
kitap yazacağım. Yaşamımın bir tanımlaması olacak bu. Kitabın, ölümümden sonra
basılmasını istemiyorum. Onu şimdi bastırmak istiyorum.
"Senin
için korkuyorum; çünkü sen kendin için korkuyorsun. Gerçeği söylemek
istiyorum. İnsanları üzmek istemem. Belki bu kitabı yazdığın için hapse
atılacaksın. Seninle beraber olacağım; çünkü beni seviyorsun. Sessiz kalamam.
Konuşmalıyım. Hapse girmeyeceğini biliyorum; kanunen bir suç işlemedin.
İnsanlar seni yargılamak isterlerse, söylediğin herşeyin Tanrı'nın sözleri
olduğunu anlatırsın. O zaman da seni bir tımarhaneye kapatacaklardır ve akıl
hastalarını tanıyıp, anlayacaksın. Senin hapise veya tı-
marhaneye
kapatılmanı istiyorum. Dostoyevski darağacına gönderildi, bu nedenle, sen de
biryerlere gidebilirsin. Sevgileri ölmeyen ve senin kapatılmana izin
vermeyecek olan bazı kişileri tanıyorum. Bu kitap binlerce kopya olarak basılınca
bir kuş kadar özgür olacaksın. Nijinsky diye imzayı ben atmak isterdim —ama
benim adım Tanrı. Nijinsky'yi seviyorum ama bu sevgi Narcissus gibi değil,
Tanrısal bir sevgi."
Bana
hayat verdiği için onu seviyorum. Ona iltifat etmek, övgüler yapmak
istemiyorum. Onu seviyorum. O beni seviyor; çünkü alışkanlıklarımı biliyor.
"Nijinisky'nin hataları olabilir ama onu dinlemelisiniz; çünkü o
Tanrı'nın sözlerini söylüyor." Ben Nijinsky'yim. "Ben Nijinsky'nin
incinmesini istemiyorum, bunun için onu koruyacağım. Onun için korkuyorum;
çünkü o kendinden korkuyor. Güçlü olduğunu biliyorum. O iyi bir adam. Ben de
iyi bir Tan- rı'yım. Nijinsky'yi kötü olduğu zamanlar sevmiyorum. "Ben
Tanrı'yım; Nijinsky bir Tanrı'dır. "O iyi bir insandır. İnsanlar onu anlamadılar
ve düşündükleri sürece inanmayacaklar. Onlar beni birkaç hafta olsun
dinleselerdi, büyük şeyler olabilirdi. Öğretilerimin anlaşılacağını
umarım."
Bütün
yazdıklarım insanlık için gerekli. Romola benden korkuyor, benim vaiz olduğumu
hissediyor. Kocasının vaiz olmasını istemez o, genç ve yakışıklı bir koca
ister. Ben yakışıklıyım, gencim. O benim güzelliğimi anlamıyor, alışılmış bir
tipim, karakteristik çizgilerim yok. Tanrı'nın da olmaz zaten. Tanrı'nın
yüzünde duyarlılık vardır, bir kambur bile Tanrı'ya benzeyebilir. Ben
kamburları severim, diğer sakatları da. Ben de duygulu, hassas bir sakatım ve
bir kambur gibi dansedebilirim. Bütün biçimleri ve duyguları seven bir
sanatçıyım ben. Güzellikte görecelik yoktur. Güzellik Tanrı'dır. O güzelik ve
duyguda bulunur. Güzellik
duyguda
da vardır. Ben güzelliğe aşığım. Onu hisseder ve anlarım. Düşünenler güzellik
konusunda saçma sapan şeyler yazarlar. Bu tartışılmaz. Eleştirilmez. Ben
güzelliği hissediyorum. Onu seviyorum.
Kötülük
istemiyorum —ben aşk istiyorum. Bazıları benim kötü bir adam olduğumu
düşünürüler. Değilim. Ben herkesi severim. Gerçeği yazdım. Gerçeği söyledim. Yalancılıktan
hoşlanmam, iyilik istiyorum. Ben aşkım. İnsanlar beni korkuluk yerine
koyuyorlar; çünkü hoşlandığım için bir haç takıyorum. Haç'ı, Katolik olduğumu
göstermek için takmıştım. İnsanlar beni deli sanıyorlar. Değilim. Haç'ı,
diğer insanlar tarafından farkedilmek için takmıştım. İnsanlar sakin
adamlardan, hoşlanırlar; ben değilim. Yaşamı seviyorum. Onu istiyorum. Ölümü
sevmiyorum. İnsanlığı sevmek istiyorum. İnsanların bana inanmalarını
istiyorum. A. konusunda gerçeği söylemiştim; Diag- hilev ve kendim hakkında da.
Savaş ve cinayet istemiyorum. Ben, insanların anlayışlı olmalarını istiyorum.
Karıma, defterlerime dokunanı mahvedeceğimi söyledim ama bunu yapmak zorunda
kalırsam, ağlayabilirim. Ben bir katil değilim. Kimsenin beni sevmediğini
biliyorum. Benim hasta olduğumu sanıyorlar. Değilim. Ben zeki bir adamım.
Hizmetçi
geldi ve rahatsızlandığımı düşünerek yanımda durdu. Hasta değilim.
Sağlıklıyım. Kendim için korku duyuyorum; çünkü Tann'nın isteğini biliyorum.
Tanrı karımın beni terketmesini istiyor. Ben istemiyorum. Onu seviyorum ve
benimle kalması için dua ediyorum. Beni telefondan istiyorlar. Galiba hapse
atmak istiyorlar. Ağlıyorum, yaşamı seviyorum ama hapisten de korkmuyorum.
Orada yaşayacağım. Herşeyi karıma anlattım. Artık korkmuyor ama huzursuz bir
hali var. Kaba bir dille konuştum; çünkü gözyaşı görmek istiyordum —ama hüzün
yaşları değil. Bu yüzden gidip onu öpeceğim. Ona sevgimi göstermek için öpmek
istiyorum. Onu seviyorum. İstiyorum. Onun aşkım istiyorum. A. onu da sevdiğimi
hissetti ve bizimle kalacak. Gitmiyor. Biletini satmak için acenteyi aradı.
Emin değilim ama hissediyorum.
Küçük
kızım şarkı söylüyor. "Ah, ha, ha! Anlamını anlayamıyorum ama ne demek
istediğini hissediyorum. Her- şeyin —ha - ha - ha— bir dehşet değil; bir zevk,
bir eğlence olduğunu söylemek istiyor.
Ağlamak
istiyorum ama Tanrı yazmaya devam etmemi emrediyor. Tembelleşmemi istemiyor.
Karım ağlıyor, ben de. Doktorun gelip, karımın, yazı yazdığım için ağladığını
söylemesinden korkuyorum. Ama suç bende değil. Çocuğum herşeyi görüyor,
işitiyor; bir gün beni anlayacağını umuyorum. Kyra'yı seviyorum. Küçük Kyra'm,
ona olan sevgimi hissediyor ama o da hasta olduğumu sanıyor. Ona öyle demişler.
Bana iyi uyuyup uyumadığımı soruyor, ben de her zaman iyi uyuduğumu söylüyorum.
Daha ne yazacağımı bilmiyorum ama Tanrı yazmamı istiyor. Yakında Paris'e
gidip büyük etkiler bırakacağım —tüm dünya benden bahsedecek. İnsanların, benim
büyük bir yazar veya büyük bir sanatçı hatta büyük bir adam olduğumu
düşünmelerini istemem. Ben çok acı çekmiş olan basit bir adamım. İsa'dan bile
daha çok acı çektiğime inanıyorum. Yaşamı seviyorum ve yaşamak istiyorum;
ağlamak istiyorum ama ağlayamıyorum— ruhumda öyle büyük bir acı var ki—bu acı
beni korkutuyor. Ruhum hasta. Aklım değil, ruhum. Doktorlar hastalığımı
anlamıyorlar. İyileşmek için neye ihtiyacım olduğunu biliyorum. Ben güçlüyüm.
Vücudum hasta değil —hasta olan ruhum. Acı çekiyorum. Herkes bunu hissedecek
ve anlayacak. Ben bir insanım, canavar değilim. Herkesi seviyorum, hatalarım
olabilir —ben bir insanım, Tanrı değilim. Tanrı olmak istiyorum ve bu nedenle
kendimi geliştirmeye çalışıyorum. Dansetmek, resim yapmak, piyano çalmak,
mısralar yazmak, herkesi sevmek istiyorum. îşte hayatımın amacı bu.
Sosyalistler'in beni daha iyi anlayacaklarını biliyorum— ama ben sosyalist
değilim, Tanrı'nın bir parçasıyım, ben Tanrı'nın partisine bağlıyım. Herkesi
seviyorum. Savaş veya sınırlardan hiç hoşlanmıyorum. Dünya yerli yerinde
duruyor. Her yerde evim, yuvam var. Heryerde yaşıyorum. Hiçbir mülküm olmasını
istemiyorum. zengin olmak da istemiyorum. Sevmek istiyorum. Ben sevgiyim,
aşkım—zulüm değilim. Kana susamış bir hayvan değilim. Ben insanım. Ben insanım.
Tanrı benim içimde. Ben Tanrı'nın içindeyim. Onu istiyorum. Onu arıyorum.
Yazılarımın basılmasını istiyorum ki, herkes bunları okuyabilsin. Kendimi
geliştirmeyi umuyorum. Nasıl yapacağımı bilmiyorum ama Tanrı'nın, Onu
arayanlara yardımcı olacağını hissediyorum. Ben arıyorum; çünkü Tanrı'yı
hissediyorum. Tanrı beni arıyor, o halde birbirimiz bulacağız.
Tanrı
ve Nijinsky St. Moritz - Dorf Villa Guardamunt
27
Şubat, 1919
JEAN
PAUL SARTRE
Bulantım Hâlâ Geçmedi ve Geçeceğini de
Sanmıyorum... O, Artık Bir Hastalık veya
Geçici
Bir Nöbet Değil: O, Ben'im.
"Bulantı”, Fransız
varoluşçuluğunun klasiklerinden biridir. Bir akıl hastalığına örnek olmaktan
çok, pek çok akıl hastalığında yaşanan deneyimlerin, ruh hallerinin analizi ve
tanımlanması olarak bu kitaba alınmıştır.
Bu kitapta, dünya aniden kendim,
alışılagelmiş, normal sosyal niteliklerinden yalıtılmış bir halde ortaya
çıkarmıştır. Sosyal kavramlardan sıyrılmış ve kendi varoluş gerçeği dışında
tüm gerçeklerden arınmış bir halde kendini göstermiştir. Bu yeni dünyanın
halusinasyona yönelten, hatta uyarıcı bir yanı vardır; çünkü andaki herşey
tümüyle insanlıktan uzaklaşmıştır. Dünya'nın ve insanın kendi varoluşu yalnız
'boş, saçma' değil, aynı zamanda "yumuşak, yapışkan, herşeyi bozan, yoğun
bir pelte gibi birşeydir. Ve ben o şeyin içindeyim" şeklinde
anlatılmıştır.
TARİH
ATILMAMIŞ SAYFALAR
En
iyisi, olayları günü gününe yazmak olacaktı. Açıkça görebilmek için bir günlük
tut - en basit nüansların veya küçük olayların bile anlamsız görünseler de,
gözden kaçmasına izin verme. Ve en önemlisi, bu olayları sınıflandır. Bu masayı,
bu sokağı, insanları, sigara paketini nasıl gördüğümü anlatmalıyım; çünkü
değişmiş olan şeyler esas bunlardı. Bu değişimin (kesin ve doğru olarak) çapını
ve doğasını saptamam gerekiyor.
Örneğin,
burada mürekkep şişemin karton kutusu duruyor. Onu, önce nasıl gördüğümü,
algıladığımı ve sonra nasıl olduğunu anlatmaya çalışmalıyım. Evet, kutu bir küp
biçiminde, açılabilir-aptalca birşey bu, bu konuda söyleyebileceğim birşey
yok. Kaçınılması gereken şey işte bu, hiç yoktan bir tuhaflık unsura
kalmamalıyım. Bence, günlük yazmanın büyük bir tehlikesi var: Herşeyi
abartırsın. Durmadan gerçeği zorlarsınız; çünkü hep birşeyler arama durumundasınız.
Diğer taraftan, evvelki günkü izleniminizi - bu bir nesne konusunda olabilir,
örneğin mürekkep şişesinin kutusu-, her an yeniden yakalayabilirsiniz. Daima
hazır beklemem gerekir, yoksa parmaklarımın arasından kayıp gider.
Olup
biten herşeyi dikkatle not etmem lazım.
Tabii,
bu cumartesi ve evvelki günkü olaylar konusunda belirgin bir şeyler
yazamıyorum. Şimdiden, onlardan çok uzaklaşmış hissediyorum kendimi.
Söyleyebileceğim tek şey, her iki günde de olay diye nitelendirilebilecek
birşey olmadığıdır. Cumartesi günü çocuklar ördek oyunu oynuyorlardı, ben de
onlar gibi denize taş atmak istedim. Tam o anda, durdum, taşı yere attım ve
yürüyüp gittim. Herhalde aptalca bir görünüşüm vardı ki, çocuklar arkamdan
gülüştüler.
Dış
dünyadaki olaylar bu kadar. İçimde olanlar da açık, belirgin iz bırakmadılar.
Beni tiksindiren birşey görmüştüm ama artık bu şeyin deniz mi yoksa taş mı
olduğunu tam olarak bilemiyorum. Taş yassıydı, bir yüzü kura, diğer yüzü de
ıslak ve çamurluydu. Onu kenarlarından tutmuş, parmaklarımı da kirletmemek
için iyice açmıştım.
Evvelki
gün çok daha karmaşıktı. Seri halinde rastlantılar olmuştu ve bunu kendi
kendime açıklayamamıştım. Ama bütün bunları yazarak zamanımı harcamak istemiyorum.
Yine de korktuğumu veya buna benzer birşey hissetti-
ğimi
söyleyebilirim. Neden korktuğumu bilseydim, büyük bir adım atmış olacaktım.
İşin
en tuhaf yönü de, kendimi asla bir deli gibi görmeye yanaşmamam. Deli
olmadığımı açıkça görüyorum, bütün o değişimler nesnelerle ilgili. Hiç değilse,
emin olmak istediğim şey, bu.
GÜNLÜK
Pazartesi,
29 Ocak 1932:
Bana
bir şeyler oldu, artık bundan şüphem yok. Bu bir hastalık gibi geldi; alelade
bir gerçek, apaçık bir olgu gibi ortaya çıkmadı. Sinsice, yavaş yavaş geldi.
Bir gariplik hissediyordum, canım sıkılıyordu, hepsi bu! Bu sinsi şey gelip
içime öyle bir yerleşti ki, bir daha kıpırdamadı, sessizce orada duruyordu.
Kendimi önemli bir rahatsızlığım olmadığına inandırmaya başardım, yanılmış
olmalıydım. Ve şimdi o tomurcuklanıp çiçek açmaya başladı.
Psikolojik
analizler yaparken biz, genelde yalnızca duygularla uğraşırız, bunlara geniş
kapsamlı isimler veririz, Tutku, İhtiras ve İlgi gibi isimler... Ve yine de
kendim hakkımda bilginin gölgesi bile olsa bunu şimdi iyi bir amaçla
kullanabilirim.
Örneğin,
ellerim hakkında yeni bir şeyler öğrendim, pipomu veya çatalı tutarken aldığı
biçimde yeni bir şeyler var. Veya belki de çatal bir değişim sonucu yeni bir
tutulma biçimi edinmiştir. Bilmiyorum. Kısa bir süre önce, tam odama girerken
bir an duraladım çünkü elimde soğuk bir şeyin, bir çeşit kişiliği olan bir
şeyin olduğunu hissettim. Elimi açıp baktım; yalnızca kapı tokmağını
tutuyordum. Bu sabah kü-
tüphanedeki
adam günaydın demek için geldiğinde, onu tam on saniye sonra tanıyabildim.
Yalnızca bir yüz görmüştüm, tanımadığım bir yüz. Sonra elimin içinde şişman
beyaz bir kurt gibi olan elini hissettim. Hemen elimi çektim, kolu gevşekçe
düştü.
Caddeden
de bir sürü şüpheli gürültüler geliyor.
Böylece,
son birkaç hafta içinde değişim olmuştu. Ama nerede? Bu nesnel olmayan soyut
bir değişim. Değişen ben- miyim yoksa? Ben değilsem, o zaman değişen şey bu
oda, bu kent ve bu doğa. Bir seçim yapmalıyım.
***
Susuyorum,
zoraki bir gülümsemeyle. Garson kız önüme kireç gibi Camembert tabağı koyuyor.
Odada etrafıma bakınıyorum ve içimden çılgınca bir tiksinme taşıyor. Burada ne
işim var? Hümanizma konusundaki bir tartışmaya neden katılmıştım? Herkes neden
durmadan yiyor? Varolduklarını bilmedikleri doğru. Gitmek istiyorum, gerçekten
yuvamda, kovuğumda olacağım bir yere gitmek istiyorum... Ama hiçbir yerde
yerim yok; istenmiyorum, hem de hiç.
Adam
gittikçe yumuşuyor. Benim daha çok direneceğimi ummuştu. Bütün söylediklerimin
üzerinden bir sünger geçmeye hazırdı. Bana doğru eğilip, sır verircesine;
"Onları yürekten seviyorsunuz Mösyö, onları benim sevdiğim gibi seviyorsunuz:
Yalnızca sözcüklerimiz farklı," dedi.
Birşey
söyleyemedim, başımı eğdim. Adamın yüzü benimkine çok yakındı. Burnumun
dibinde aptalca sırıtıyordu, bir kabustu bu. Zorlukla ağzımdaki bir lokma
ekmeği çiğnedim, yutup yutmamaya karar veremiyordum. İnsanlar. İnsanları
sevmelisiniz. Onlara hayran olmalısınız. Kusmak istiyorum -ve birden bire
geldi işte: Bulantı.
Can
alıcı bir noktaydı bu, beni tepeden tırnağa titretiyordu. Bunun gelmekte
olduğunu bir saat önceden hissetmiştim, yalnız kabul etmek istememiştim. Of!
Ağzımdaki bu peynir tadı... Adam hâlâ konuşuyor, sesi kulaklarımda vızıldıyor.
Ama neden bahsettiğini bilmiyorum. Başımı makine gibi sallıyorum, elim bir
tatlı bıçağının sapını kavrıyor. Bu siyah tahta sapı hissediyorum. Elim tutuyor
onu. Benim elim. Bana kalsa bıçağı rahat bırakırdım, durmadan bir şeylere
dokunmanın ne yararı var? Nesneler dokunulmak için yapılmazlar en iyisi onların
arasından mümkün olduğunca dokunmamaya çalışarak kayıp geçmek. Bazen onlardan
birini elinize alırsınız ve onu hemen bırakmanız gerekir. Bıçak tabağa düşer.
Beyaz saçlı adam irkiliyor ve bana bakıyor. Bıçağı tekrar alıyorum, ucunu
masaya dayayıp eğmeye çalışıyorum.
Demek
'Bulantı' buymuş; bu kör edici işaretmiş. Bu konuda kafa patlattım. Yazılar
yazdım. Şimdi öğrenmiş oldum: Ben varım -dünya var- ve dünyanın varolduğunu
biliyorum. Hepsi bu kadar. Benim için faketmez. Hiçbir şeyi önemsememem çok
garip, beni korkutuyor. Ördek oyunu oynamak istediğim günden beri. O taşı
atmak üzereydim, ona baktım ve herşey başladı: Onun varolduğunu hissettim.
Bundan sonra başka Bulantılar da oldu; zaman zaman elinizde nesneler var
olmaya başlarlar. 'Demiryolu İşçileri'yle Randevu' Bulantısı vardı, sonra başka
bir Bulantı, pencereden dışarıya baktığım o akşamki Bulantı sonra başka bir tane
daha parkta, pazar günü, sonra diğerleri. Ama hiçbiri bugünkü kadar güçlü
olmamıştı.
"...
Eski Roma'dan, Mösyö?"
Adam
bana birşey soruyordu galiba. Ona dönüp gülümsüyorum. Pekâlâ? Ona ne oluyor?
Niye iskemlesinde arkaya doğru büzülüyor? Şimdi de insanları korkutuyor muyum?
Sonunda böyle olacak galiba. Ama benim için farketmiyor. Korkmakta tümüyle
haksız sayılmazlar: Birşeyler yapabilecekmişim gibi hissediyorum. Örneğin, şu
peynir bıçağını adamın gözüne saplamak gibi. O zaman bütün bu insanlar üstüme
çullanacaklar ve dişlerimi dökecekler. Ama beni durduran şey bu değil, ağzımda
peynir yerine kan tadı olması bence hiç önemli değil. Yalnız, hareket etmem
gerekecek, lüzumsuz birkaç olay çıkacak, adam çok fazla bağıracak -
yanaklarından kanlar sızacak ve herkes bir yerlere koşturacak. Etrafta zaten
yeterince hareket ve gürültü var.
Herkes
bana bakıyor; iki gençlik temsilcisi konuşmalarını kesmişlerdi. Kadının ağzı
piliç kıçına benziyor. Ve yine de benim zararsız bir adam olduğumu görmeleri
gerekir.
Ayağa
kalkıyorum, etrafımda herşey dönüyor. Adam, oymamaya karar verdiğim iri
gözleriyle bana bakıyor.
'Gidiyor
musunuz?' diye mırıldanıyor.
'Biraz
yorgunum. Beni davet etmekle incelik gösterdiniz.
İyi
günler.'
Gitmek
üzereyken, tatlı bıçağını hâlâ sol elimde tuttuğumu farkedince, tabağımın
üstüne fırlatıyorum. Sessizlik içindeki odayı katediyorum. Kimse yemiyor;
hepsi bana bakıyor, iştahlar kaçtı. Şu genç kadına yaklaşıp, ’Boo!' desem,
çığlık çığlığa bağırmaya başlayacaktı; bu kesin. Ama uğraşmaya değmez.
Yine
de, çıkmadan önce, geri dönüp en sevimli ifademle onlara bakıyorum,
hafızalarında böyle bir imajım kalsın.
'Hoşçakahn
Bayanlar, Baylar.'
Cevap
vermediler. Çıkıyorum. Şimdi artık yanaklarına renk gelir, gevezeliklerine
yeniden başlarlar.
Nereye
gideceğimi bilmiyorum. Kartondan aşçıbaşımn önünde çakıldım, kaldım.
Pencerelerden beni gözlediklerini anlamak için dönüp bakmama gerek yok,
şaşkınlık ve tiksintiyle bana bakıyorlar. Önce benim onlara benzediğimi düşünmüşlerdi,
onlar gibi bir insan olduğumu sanmışlardı ve ben onları aldatmıştım. Birdenbire
insan görünüşümü kaybettim ve salondakiler bir yengeçin geri geri kaçtığını
gördüler. Maskesi düşen davetsiz misafir kaçmıştı; her şey normale dönebilirdi
artık. Sırtımdaki bu gözleri ve korku dolu düşünceleri hissetmek beni
kızdırıyor. Caddeyi geçtim. Karşı kaldırım, plaj evleri ve sahil boyunca
uzanıyor.
Kıyıda
pek çok kişi yürüyüş yapıyor, şiir dolu yüzlerini denize çevirip oturuyor;
güneş sayesinde tatil yapıyorlar. Geçen bahardan kalma ince, açık elbiselerini
giyen kadınlar yanımdan geçiyorlar; Ticaret Okulu öğrencileri ve madalyalı
ihtiyarlar da yürüyorlar. Birbirlerini tanımamalarına karşın aynı güzel havayı
bölüşmenin verdiği bir yakınlık içindeler. Savaş ilan edildiği zamanlar hiç
tanışmayanlar bile kucaklaşır; insanlar böyledir, her bahar yürüyüşe çıkıp
birbirlerine gülümserler. Bir rahip dualar okuyarak yavaş yavaş ilerliyor. Ara
sıra başını kaldırıp denize sevecen gözlerle bakıyor - deniz de bir çeşit dua
kitabı sayılır, o da Tanrı'dan bahsediyor. Güzel renkler, hoş kokular, bahar
ruhu. "Ne güzel bir gün, deniz yemyeşil, bence bu kuru soğuk nemli havadan
daha iyi." Gel, bana yardım et" desem, "Bu yengeçin burada ne
işi var?" diye düşünür ve paltosunu bırakıp kaçar gider.
Arkamı
dönüp korkuluklara yaslanıyorum. Gerçek deniz soğuk ve karadır, hayvanlarla
doludur, bu ince yeşil tabakanın altında gizlidir, insanları aldatmak için.
Ben o yeşil tabakanın altını görüyorum! Cilâ eriyor, Tanrı'nın süslemeleri
patlıyor, gözümün görebildiği her noktaya dağılıyor. İşte, Saint-Elemir
tramvayı geçiyor. Şöyle bir dönüyorum, bütün nesneler de benimle dönüyor, soluk
ve istiridyeler gibi yeşil...
Yaran
yok, tramvaya binmenin bir yaran yok; çünkü hiçbir yere gitmek istemiyorum.
Pencerelerden
mavimsi nesneler geçiyor. İnsanlar, duvarlar, bir ev açık pencerelerinden bana
kara kalbini sunuyor; siyah olan herşey mavileşiyor. Bir adam biniyor ve tam
karşıma oturuyor. Sarı ev yeniden yürümeye başlıyor, yine pencerelerden
geçiyor, nesneleri geçiyor, yürüyor... Pencereler tıkırdıyor. Yüzlerce pencere
geçiyoruz. Durmadan kayıyor, çamur gibi san ve pencereler gök mavisi. Birden
bire yok oluyor, geride kalıyor. Pencerelerden hala kat kat gökyüzünü
görüyoruz. Eliphar Tepesi'ne doğru durmadan yükseldiğimiz için iki tepenin
arasını açıkça görebiliyoruz, sağda denizi, solda ise havalanını. Hiç duman
yok. Sigara içmek yasaktır; -bir "Gitane" bile olmaz. Elimi koltuğun
üzerine koyuyorum ama hemen geri çekiyorum: Varolduğunu hissediyorum. Üzerinde
oturduğum, elimi koyduğum şeyin adı koltuk. Onu, özellikle insanların üstüne
oturmaları için yapmışlar. Deri, yay ve kumaş almışlar, koltuk yapma fikri ile
işe girişmişler ve bitince de 'bu şey' meydana gelmiş. Onu buraya taşımışlar,
arabanın içine koymuşlar. Şimdi de araba tangır tungur giderken kamında koltuk
adı verilen bu kırmızı şeyi taşıyor. Kendi kendime mırıldanıyorum: 'Bu bir
koltuktur," diyorum. Bu biraz şeytan kovmaya benziyor. Ama sözcük
dudaklarımda kalıyor, dışarı çıkmayı reddediyor. O şey kırmızı tüyleri havaya
dikilmiş bir halde. O bir koltuk değil. Suda boğulmuş, göbeği havada ölü bir
eşek, o ve ben ölü eşeğin göbeğine oturmuş, ayaklarımı suda sallıyorum.
Nesneler, eşyalar isimlerinden ayrılmışlar. Orada, grotesk, sağlam ve kocaman
şekilleriyle dururken onlara koltuk vs gibi isimler vermek komik geliyor: Ben
bu şeylerin, bu isimsiz nesnelerin ortasmdayım. Yalnız, sözcüklerinden
yoksun, savunmasız bir haldeyim; onlar benim etrafımda altımda, arkamda, heryerde
varlar. Hiçbir şey istemiyorlar, kendilerini ön plana çıkarmıyorlar; ama
oradalar hep varlar. Minder'in altında ince bir çizgi halinde bir gölge var, bu
ince siyah çizgi sanki bir gülümsemeye benziyor. Onun bir tebessüm olmadığını
çok iyi biliyorum ama yine de o var, camın altından geçiyor ve inatla
gülümsüyor, yalnız ilk hecesini anımsayabildiğiniz bir sözcük bir türlü
aklınıza gelmeyince başka bir şey düşünmemeye çalışmak en iyisidir, örneğin
karşı koltukta yarı uzanır gibi oturmuş olan adamı düşünmek gibi. Mavi gözlü
bir suratı düşünmek. Yüzünün sağ tarafı sarkmıştı sağ kolu vücuduna yapışmıştı.
Sağ tarafının zar zor yaşayabildiği seziliyor, sanki inme inmiş gibi. Ama sol
yanında küçük bir varoluş, yaşam görülebiliyor. Kol kıpırdanıyor, kalkıyor ve
el kaskatı kolun ucunda duruyor. Sonra el de titriyor, kıpırdıyor ve başının
hizasına gelince bir parmak uzanıp, kafa derisini parmağın ucundaki tırnakla
kaşıyor. Ağzının sağ köşesine bir çeşit şehvetli bir kıvrılma yerleşiyor ve sol
tarafı ölü gibi kalıyor.
Pencereler
tıkırdıyor, kol sarsılıyor, tırnak kaşıyor, kaşıyor, ağız gülümsüyor, gözler
bakıyor ve adam sağ tarafında minik bir varlığın varolmasına izin veriyor. Bu
varoluş adamın sağ kolunu ve sağ yanağını işgal etmiş.
Kondüktör,
yolumu kesiyor.
"Araba
duruncaya kadar bekleyin."
Ama
onu kenara itip, tramvaydan atlıyorum. Daha fazla dayanamayacaktım.
Varlıkların, nesnelerin bu denli yakınımda olmalarına artık dayanamıyordum.
Bir kapıyı iterek açıyorum içeriye giriyorum. Şimdi kendime gelmeye başlıyorum,
nerede olduğumu biliyorum: Bir parktayım. Siyah ağaç gövdeleri arasında duran
bir banka oturuyorum. Ayaklarımın altında, toprağı bir ağaç tırmalıyor, siyah
tırnaklarıyla. Kendimi öylece bırakıvermek, kendimi unutmak, uyumak isterdim.
Ama yapamıyorum. Boğuluyorum; varoluş her noktadan içime işliyor, gözlerimden,
burnumdan ağzımdan...
Ve
birdenbire, perde yırtılıyor, anladım, gördüm.
Öğleden
sonra, saat 6.
Rahatlamış
veya tatmin olmuş gibi hissetmiyorum: tim tersine yalnızca amaca erişildi: bilmek
istediğim şeyi biliyorum; Ocak ayından beri tüm olanları anlamıştım. Bulmtı
beni terketmemişti ve yakında gideceğine de inanmıyordum. Ama artık onu
taşımak ona katlanmak zorunda değilim, o bir hastalık ya da nöbet filan değil:
O 'ben'im.
Şu
anda parktaydım. Kestane ağacının kökleri oturduğum bankın altında toprağa
gömülmüştü. Onun kök olduğunu hatırlayamamıştım. Sözcükler kaybolmuşlardı ve
onlarla beraber nesnelerin belirginlikleri de yok olmuştu. Ben oturuyor,
ileriye eğiliyor, başımı öne eğiyordum. Bu caıa- vara benzeyen, kara,
düğümleşmiş kitlenin önünde yapayalnızdım, korkuyordum. Sonra bu hayali
gördüm.
Nefesim
kesildi. Şu son birkaç güne kadar ’varoluş'un anlamını kavrayamamıştım. Ben de
diğerleri gibiydim; deniz kıyısında yürüyen, bahar giysileri giymiş olan
diğerleri gibi. Onlar gibi şöyle diyordum, "Okyanus yemyeşil, oradaki ne-
yaz benekler de martılar"; ama onun varoluşunu veya martının
"varolan bir martı" olduğunu hissetmiyordum; genellikle varoluş
kendini gizliyor. Orada, burada, heryerde; çevrenizde, içimizde, hatta biz
o'yuz; ondan bahsetmeden tek kelime söylenemez ama ona asla dokunamazsınız. Bu
konuda düşündüğümü zannediyorken, aslında hiçbir şey düşünmediğimi, kafamın
bomboş olduğunu biliyorum. Yoksa kafamda tek bir sözcük mü vardı,
"olmak" sözcüğü. Bunu nasıl anlatabilirim? "Ait olmak"
kavramını düşünüyordum, kendi kendime denizin bir tür yeşil nesnelerle ait
olduğunu veya yeşilin, denizin niteliklerinden biri olduğunu söylüyordum.
Nesnelere
bakarken bile onların varoldukları aklıma gelmiyordu, bana bir manzara, bir
görüntü gibi geliyorlar. Onları elimle tutuyor, araç gibi kullanıyordum.
Herşey yüzeyde olup bitiyordu. Eğer birisi bana 'varoluşun' ne demek olduğunu
sorsaydı, ona içtenlikle, hiçbir şey olmadığını, yalnızca nesnelerin
doğalarını değiştirmeden, onlara eklenen boş bir form olduğunu söylerdim.
Ve
sonra, birdenbire, herşey apaçık önüme serildi, varoluş birdenbire kendini
ortaya çıkardı. Soyut bir sınıflandırmanın zararsız görünüşünden sıyrılıp;
herşeyin esası olduğunu gösterdi. Kök, park kapıları, bank, otlar, herşey
yokol- du; nesnelerin çeşitlilikleri, özellikleri gibi niteliklerinini yalnızca
yüzeyde bir görünüş olduğu ortaya çıktı. Bu görünüş bu yaldızlı cila eridi ve
ardında düzensiz, canavarca kitleler bıraktı- çıplak; korkutucu, müstehcen bir
çıplaklık kaldı geriye.
Bütün
bu nesneler... nasıl anlatabilirim?
Bana
sıkıntı veriyorlardı. Keşke daha az güçlü, daha kuru ve daha soyut olsalardı.
Kestane ağacı gözlerime sokuyor kendini. Gövdesini saran yeşil yosun,
kaynamakta olan deriye benziyordu. Fıskiye'nin sesi kulaklarıma girip orada
yerleşti; buran deliklerim de yeşil, kekri bir koku tarafından işgal edildi.
Eğer
varsanız, her noktanızla, her zerrenizle varolmanız gerekiyordu. Varoluş, bir
çeşit sapış, yoldan çıkıştır. Ağaçlar, fıskiyenin mutlu fıkırtıları, kokular,
soğuk havada uçuşan sıcak buğular, bir bankta yediklerini hazmetmeye çalışan
kızılsaçlı bir adam: Bütün bunlar komik... çok komik... yo: O kadar ileriye
gitmiyor, varolan hiçbir şey komik olamaz.
Bizler
bir yığın canlı yaratığız, huzursuz, kendimizden utanan, varolmak için hiçbir
nedeni olmayan varlıklarız.
Ve
ben -yumuşak, müstehcen, hazmeden, saçma düşüncelerle uğraşan- ben de aynı
yoldaydım. Neyse ki bunu hissetmiyordum, farkediyordum ama hissetmiyordum.
(Şimdi bile bunun beni arkamdan yakalayıp bir dalga gibi kaldıracağından
korkuyorum.)
Bu
gereksiz yaşamlardan hiç değilse birini yoketmek için bir ara intihar etmeyi
düşündüm. Ama ölümüm bile bu yolun bir gereği olacaktı. Bu gülümseyen bahçede,
bitkilerin arasında bir de cesedim olacaktı, taşlarda kanım varolacaktı. Ve
çürüyen etim toprakta varolacaktı. Herşeyimle yine de bu yolda varolacaktım. Bu
yolda sonsuza kadar varım.
Biraz
önce bahçede kalemimin ucunda 'anlamsızlık, boşluk’ sözcüğü canlandı; bu
sözcüğü aramamıştım, gereksin- memiştim; Ben sözcükler olmadan düşünürüm,
nesneler konusunda nesnelerle düşünürüm. Ve henüz hiçbir şeyi açıkça
düzenlemeden, varoluşun anahtarını buldum: Bulantımın, kendi yaşamımın
anahtarını buldum. Anlamsızlık, yeni bir sözcük, ben sözcüklerle savaşıyorum.
İnsanların küçük, renkli dünyalarındaki bir olay, bir hareket yalnızca göreceli
bir anlamsızlıktır, diğer olguları düşünürsek... Örneğin bir delinin
çılgınlıkları içinde bulunduğu duruma göre anlamsızdır ama yaşadığı çılgınlığa
göre anlamsız değildir. Şu ağaç kökü de taşlara, kuru otlara, çamura, ağaca,
gökyüzüne, yeşil boyalı banklara göreceli olarak düşünülürse, 'anlamsız,
boş'tur. Tabii herşeyi bilmiyorum. Tohumların filizlendiğini veya ağacın
büyümesini görmedim. Ama bu buruşuk, kocaman pençeyi görünce bilmek ya da
bilmemek çok önemsiz geliyor; açıklamaların ve mantığın, bu varoluş dünyasında
yeri yok.
Bir
daire anlamsız değildir, açıkça biliniyor ki çapının kendi etrafında dönmesi
sonunda elde edilir. Ama bir daire aslında yoktur var olduğu farzedilir. Diğer
taraftan bu kök var, nasıl olduğunu anlatamıyorum ama o var. Düğüm düğüm,
içine kapalı, isimsiz haliyle beni büyüledi, gözlerim doldu ve beni kendi
varoluşuna doğru çekti. Bir kök, ağacın nefes alma pompasıdır, o sert, deniz
aslanı gibi, kaba, yağlı görünüş. Ne işe yaradığı hiç önemli değil, bir kök
olduğunu anlatıyor ama tam da bu kök olduğunu belirtmiyor. Bu kök, rengi, şekli
ve görünmeyen hareketleriyle hiçbir anlatıma sığmaz. Topuğumu şu kara pençeye
sürttüm; kabuğunu sıyırmak istiyordum. Hiçbir amacım yoktu, yalnızca kara kitlenin
üzerindeki çıplak, pembe sıyrığın anlamsız görünüşü hoşuma gidecekti, dünyanın
anlamsızlığıyla alay edecektim. Ama ayağımı çekince kabuğun hala siyah olduğunu
gördüm.
Siyah
mı? Bu sözcüğün, kavramın anlamını tam olarak vermediğini hissettim. Siyah?
Kara. Kök siyah değildi, onda daha başka bir özellik vardı. Siyah ta daire gibi
aslında varolmayan bir kavramdır. Kök'e yeniden baktım; siyahtan daha mı çok
bir şeydi yoksa neredeyse siyah mıydı? Kısa sürede bu soruları bir yana
bıraktım, şimdiye kadar çok sordum, soruşturdum, araştırdım... Boşuna onlar
hakkında düşünmeye çalıştım ve onların soğuk, yalın niteliklerinin gözümden
kaçmış olduklarını hissettim. Geçen akşam, 'Demiryolu İşçisinin Randevusundaki”
Adolphe'un askıları, mor değildi. İşçisi'nin Randevusu"ndaki ve o meşhur
taş -herşeyin başlamasına neden olan o taş da şey değildi... Ne olmadığını tam
olarak hatırlamıyorum. Ama onun pasif direnişini unutmadım. Ve o adamın eli;
onu tutmuş ve sıkmıştım kütüphanede, o zaman tam anlamıyla bir el olmadığını
hissetmiştim. Büyük beyaz bir kurt aklıma gelmişti ama kurt da değildi. Ve Cafe
Mably'deki bira bardağının şeffaf görünüşü. Şüpheli, güvensiz: Sesler, kokular,
tatlar. Dünya'da gerçek mavi, gerçek kırmızı, gerçek menekşe veya badem kokusu
olduğuna bir an inanabilirsiniz.
Ama
bunlara biraz dikkat ederseniz, duyduğunuz huzur ve güven hissinin yerini
tedirginlik alır: Renkler, tatlar ve kokular gerçek değil; kendilerinden başka
birşey değildirler. En basit, en yalın nitelik bile kendine göre çok
kapsamlıdır. Ayağımın dibindeki siyah, siyaha benzemiyordu, daha önce hiç siyah
görmemiş birine bunu nasıl anlatırsınız. O şey bir renge benziyor ama biraz da
aynı zamanda bir gürültü ya da bir salgı olabilir —veya başka birşey. Örneğin
ıslak toprak kokusu, siyah bir koku, çiğnenmiş, tatlı bir renk— bir koku
düşünülebilir. Yalnızca bu siyahı görmüyordum: görmek de soyut bir buluştur,
basite indirgenmiş bir düşüncedir. O siyah, garip ve güçsüz varlık; görme,
duyma ve tadalma duyularını aşmış.
Bu
olağanüstü bir andı. Ben oradaydım, kıpırdamadan, buz kesilmiş gibi kendimden
geçmiştim. Bu heyecanın tam ortasında yeni, taze birşey göründü; Bulantıyı
anlamıştım artık, ben onun sahibiydim, o bana aitti. Gerçeği söylemek gerekirse
bulduklarımı kendim için bile açıkça, düzenli bir şekilde anlatamıyordum. Ama
galiba şimdi sözcüklerden yararlanmam iyi olacak. Esas olan şey olağanlık ve
rastlantıdır. Varolmak yalnızca orada olmak demektir; varolan kişiler
kendilerine rastlanılmasına olanak sağlarlar, ama onlardan hiç bir çıkarım
sağlanamaz. Bazı insanlar bunu anlamışlardır; bu raslantıyı altetmek amacıyla
gerekli, beklenmedik bir varlık olmak için çalışmışlardır.
Herşey
emrimizdedir; bu park, bu şehir, kendimiz. Bunu farkettiğiniz an Bulantı
karşınıza çıkar ve bazıları haklarını öne sürerek kendilerini farklı göstermeye
çalışırlar. Zavallı bir yalandır bu; kimsenin ayrıcalığı veya hakları yoktur,
tüm insanlar gibi özgürdürler, kendilerini, önemsiz hissetmekten alıkoyamazlar.
Ve kendi aralarında gizlice, önemsiz, gereksiz ve hüzünlü olduklarını
bilirler. Bu büyü ne zamana kadar sürecek? Kestane ağacının kökü bendim. Veya
daha doğrusu ben tamamen onun varlığının bilincindeydim. Bu ölü tahta
parçasının üzerine tüm ağırlığıyla düşen tedirgin bir bilinç.
Zaman
durmuştu: ayaklarımın dibinde küçük siyah bir havuz, o andan sonra yeni bir
şeyin olması mümkün değildi. Kendimi, bu berbat, acımasız eğlenceden kurtarmayı
çok isterdim, bu işin içindeydim; o siyah şey kıpırdamadı öylece duruyordu
tıpkı nefes boruma kaçmış bir yiyecek parçası gibi.
Değişimin
farkında değildim ama birdenbire o kökün varolduğunu düşünemez oldum, tümüyle
silinip gitmişti, o orada, hala orada diye defalarca boş yere tekrarladım ama
artık hiç bir anlam taşımıyordu. Varoluş, uzaktan düşünülecek birşey değildi;
sizi birden sarar, kavrar; size sahip olur, kalbinizde büyük, hareketsiz bir
canavar gibi bir ağırlık bırakır —veya hiçbir şey yoktur artık.
Artık
hiçbir şey yoktu, gözlerim boştu ve kurtuluşumdan ötürü şaşkın bir haldeydim.
Sonra birden gözümün önünde, ışıkta belirsiz kıpırtılarla hareket etmeye
başladı: ağacın tepesi rüzgarla sallanıyordu.
Bir
hareket görmek beni sıkmadı, beni gözleyen bunca kıpırtısız, hareketsiz
varlıklardan sonra, bu bir değişiklikti. Kendi kendime, dallar sallandıkça;
hareketlerin aslında öylece varolmadığını, arada pasajlar, zayıf noktalar
olduğunu ve hareketin yavaş yavaş oluştuğunu söylüyordum. Sonunda o varlıkları
doğma süreci içindeyken şaşırtabilecektim.
Üç
saniye bile sürmedi, tüm umutları suya düştü. Zamanın geçişini, ağaç
dallarının körler gibi ellerini uzatıp etraflarını araştırmalarına bağlayamam.
Zaten pasaj, geçiş fikrini de insanlar icat etmişler. Bütün titreşimler, kıpırtılar
dış dünyaya karşı yalıtılmışlardı ama kendileri her tarafa yayılıyorlardı.
Tabii ki bir hareket ağaçla kıyaslanamaz, o bambaşka bir konudur. Yine de bir
şeydir. Dalların uçları "varoluş" süreciyle hala titriyorlardı.
"Varolan" rüzgar ağacın üzerine çökmüştü; güçten işleme dönüşmüştü.
Bu da bir geçişti. Herşey dolu doluydu, herşey aktifti. Zamanda zayıflık olmaz
ve en az algılanabilen kıpırtılar bile birer varlıktırlar. Her yerde varoluş
var, sonsuz, fazlasıyla, her zaman, her an ve her zaman; varoluş -—yalnız
varoluşla sınırlanabilir.
Banka
yeniden oturdum, sersemlemiş, şaşkına dönmüştüm. Çıkış noktası, kaynağı
olmayan bu varlıkların bolluğu karşısında dilim tutulmuştu. Hepsi birbirine
benzediğine göre bu bolluğun nedenini anlayamıyordum. Pekçok varlık başarısız
oluyor, yeniden başlıyor ve yine başaramıyordu (benim gibi) —sırtüstü düşen bir
böceğin çabalamaları gibi.
Kendi
kendime gülmeye başladım. Bazı salaklar irade gücünden, yaşamla mücadele
etmekten bahsederler. Onlar galiba hiç ağaç veya hayvan görmediler. Şu yarı
çürümüş meşeye bakın. Ya şu meşhur kök! Toprağı pençeleriyle kazıyor, yiyecek
arıyor.
Herşeyi
bu şekilde görmek mümkün değil. Evet, zaaflar, zayıflıklar olabilir. Ağaçlar
varolmak istemiyorlardı ama ellerinden birşey gelmiyor. Böylece sessizce
içlerine kapanıp, kendi sorunlarıyla uğraşıyorlar. Ama her an herşeyi bir yana
bırakıp kendilerini yok etmeye çalışabilirler. Hâlâ varolmayı sürdürmeye
çalışan yaşlı ve yorgun ağaçlar belki de ölemeyecek kadar zayıftılar. Varolan
herşey bir sebep olmadan doğar, güçsüzlüğü yüzünden yaşamını sürdürür ve kazara
ölür.
Arkama
yaslandım ve gözlerimi kapadım. Ama imajlar, görüntüler hemen üzerime
saldırdılar, kapalı gözlerimi varlıklarıyla doldurdular: varoluş daima dolu
doludur.
Tuhaf
görüntüler. Bir sürü şey anlatıyorlar. Gerçek şeyler değil, gerçeğe benzeyen
şeyler. İskemleye benzeyen, bitkilere benzeyen şeyler. Ve iki yüz: geçen pazar
pastanede karşımda oturan çift. Şişman, ateşli, duygulu, anlamsız, kırmızı
kulaklı yüzler. Bu çift hala Boville'de bir yerlerde yaşıyordu. —yumuşak
gerdanı parlak kumaşlara sürünüyor, kadın akimdan "Benim memelerim,
sevimli meyvelerim” diye düşünüyor, oynadığı memelerinin kabarmasını seyrediyordun..sonra
birden bağırdım ve gözlerimi açtım.
Bu
varolma halini acaba hayal mi ettim? Ben oradaydım, bahçede, ağaçların içine
sızmıştım, yumuşak, yapışkan, pelte gibi birşeydim. Ve ben içerdeydim, bahçe
ile birlikteydim. Korkmuştum ve öfkeliydim. Yükseldim, yükseldim göklere
kadar, görüş açım genişledi. Artık Bouville'de değildim, hiçbir yerde
değildim, uçuyordum. Şaşırmadım. Dünyaydı bu, birden kendini gösteren çıplak
dünyaydı ve bu koca, anlamsız varlık karşısında öfkeyle sarsıldım. Heryer- de
dünya vardı, önümde, arkamda bir an. Ondan önce hiçbir şey olmamıştı. Onun
varolmadığı bir an asla olmamıştı. Beni kaygılandıran buydu; elbette bu akan,
kayan kurdun varolması için hiçbir sebep yoktu. Dünyanın tam ortasında,
canlıyım, gözlerim iyice açılmış; ve aklımdaki tek fikir hiçlik. Bu hiçlik
varoluştan önce yoktu. "Pislik! Kokmuş pislik!" diye bağırdım ve bu
pislikten kurtulmak için silkindim; ama tonlarca varoluş üzerime sinmişti. Ve
birden park, büyük bir delik haline geldi, Dünya geldiği gibi yokoldu, boşaldı
veya uyandım. Her ne olursa olsun, daha başka birşey olmadı, çevremde sarı
topraktan başka birşey kalmadı, ölü dallar bu toprak üstünde yatıyorlardı.
Ayağa
kalktım ve parktan çıktım. Kapıda durdum, arkama döndüm. Bahçe bana gülümsedi.
Kapıya yaslandım ve uzun süre baktım. Ağaçların gülümsemesinin bir anlamı vardı:
bu varoluşun gerçek sırrıydı. Üç hafta kadar önce, bir Pazar günü çevremde
kuşkulu bir hava sezmiştim. Bu benim kuruntum muydu? Bıkkınlıkla bunu anlamanın
yolu olmadığını hissettim. Yolu yoktu. Ama o, oradaydı, bakıyordu. Kestane
ağacının gövdesindeydi..., o kestane ağacıydı. Yarı- yolda kalmış şeyler —siz
onlara düşünceler diyebilirsiniz —unutulmuşlardı ve ne düşündüklerini
unutmuşlardı.
Bu
his beni öfkelendirdi: An-la-ya-mı-yor-dum; o kapıya yüzyıl da yaslanıp
beklesem bile anlayamıyordum. Varoluş konusunda öğrenebileceğim herşeyi
öğrenmiştim. Çıktım, otele döndüm ve yazdım.
Yemin Ederim Baylar,
Fazla Bilinçli Olmak Bir Hastalıktır
—
Gerçek, Eksiksiz Bir Hastalık
Dostoyevski'nin "Yeraltından
Notlar" isimli romanından alınan bu parça, dengesiz bir aklın ürünü olarak
sunulmamıştır. Bu pasaj, psikopatoloji adını verdiğimiz çeşitli olguların
karşısında gösterilen davranış biçimlerini keşfetme çabalarımızın bir parçası
olarak seçilmiştir. Dostoyevski'nin yeraltı adamı, normal ve sağlıklı olmaya
tepki gösterirken bu alanda yazılan en tuhaf ve bize çok yararlı olabilecek
veriler sağlamıştır. Dostoyevski'nin tartışmalarının akıl hastanelerinde çok
sık rastlanan psikoz türlerini anımsattığını düşünebilirsiniz.
Ben
hasta bir adamım.... Kinci bir adamım. Hiç çekici değilim. Galiba karaciğerim
rahatsız. Herşeye rağmen, hastalığım hakkında hiçbir şey bilmiyorum ve beni
neyin rahatsız ettiğinden emin değilim. Bu konuda bir doktora danışmıyorum,
tıbba ve doktorlara saygım olduğu halde... Aynca, aşın derecede batıl inançlanm
vardır, tıbba saygı duymama yetecek kadar. Hayır, bir doktora danışmayı,
içimdeki kin yüzünden reddediyorum. Bunu belki siz anlamayacaksınız, ama ben
çok iyi anlıyorum. Elbette bu durumda, kinimle kimi küçük düşürmeyi hedef
aldığımı, anlatamam; doktorlara gitmemekle onlan incitmediğimin pekâlâ
farkındayım; bütün bunlarla yalnızca kendimi incittiğimi çok iyi biliyorum.
Ama yine de bir doktora danışmamamın sebebi kinimdir. Karaciğerim çok kötü durumda
—iyi ya, beter olsun!
Uzun
zamandan beri bu durumdayım —yirmi yıldır. Şimdi kırk yaşındayım. Bir hükümet
dairesinde çalışıyordum ama artık çalışmıyorum. Öfkeli, kin dolu bir memurdum.
Kabaydım ve böyle olmaktan memnundum. Rüşvet almazdım, anlıyorsunuz ya, bunun
karşılığında birşeyler yapmam gerekiyordu. (Kötü bir jest, ama bunu
karalamayacağım. Espirili olduğunu düşünerek yazmıştım bunu; ama şimdi
gösteriş yapmak için yazdığımı anlayınca kasten karalamadım, silmedim.)
Oturduğum
masaya bilgi almak için gelen kişilere dişlerimi gıcırdatırdım ve herhangi
birini mutsuz yapınca yoğun bir zevk alırdım. Çoğu zaman da başarırdım.
Bunların çoğu çekingen insanlardı —dilekçeler getirir, işlerini takip ederlerdi.
Ama yukandakilerden bir memur vardı ki, ona dayana- mıyordum. Alçak
gönüllülükle ilgisi yoktu, kılıcını da iğrenç bir şekilde şakırdatıyordu.
Onsekiz aydan beri, o kılıç yüzünden ona karşı adeta kan davası güdüyordum.
Sonunda ben kazandım ve kılıcı şakırdatarak çıktı gitti. Tabii, bu olay
gençliğimde olmuştu.
Ama
Beyler, bu kinimin, garezimin can alıcı noktası neydi biliyor musunuz? Beni
esas inciten nokta, aslında kindar veya hiç değilse dünyaya küsmüş bir adam
olmaktan, içten içe utanç duymam ve kendimi yalnızca kuşları gelişi güzel
ürküten ve bununla eğlenen bir adam olarak görmemdir. Ağzımda köpüklerle
etrafa saldırırken, bana oynamam için bir oyuncak bebek verin, şekerli bir
fincan çay getirin, beni yatıştırmış olursunuz. Hatta size teşekkür bile
edebilirim; sonra dişlerimi gıcırdatarak aylarca, gecelerimi duyduğum utanç
yüzünden uykusuz geçirsem bile. Ben böyleyim işte.
Şimdi,
kindar, öfkeli bir memur olduğumu yazarken yalan söylüyordum. Yalnızca dilekçe
sahipleriyle biraz eğleniyordum, aslında asla kindar olamam ben. İçimde kine,
gareze karşı pek çok şey olduğunun farkındaydım. Bu karşı olan elemanlar
yaşadığım sürece içimdeydiler ve dışarıya vurmak için fırsat arıyorlardı. Ama
onların dışa vurmalarına izin vermedim, veremezdim. Beni rezil edene, utanç
duymama neden olana kadar işkence yaptılar: ihtilaçla, sarsıla sarsıla
kıvrandım, beni hasta ettiler, hem de nasıl hasta ettiler!
Şimdi,
Beyler, sizler benim pişmanlık duyduğumu, özür dilediğimi zannediyorsunuz değil
mi? Bundan eminim... Neyse, emin olun ki, hiç umurumda değil, eğer siz...
Yalnız
kindar veya nisbetçi olmamayı değil, herhangi bir şey olmayı da beceremiyordum;
ne kinci ne kibar, ne kurnaz ne dürüst, ne kahraman ne bir böcek olabilmiştim.
Şimdi köşeme çekildim, akıllı bir adamın zaten pek bir şey olamayacağı, ancak
aptalların bir şey olmayı becerebileceğini söyleyerek kendimi teselli
ediyorum.
Evet
ondokuzuncu yüzyılda, bir adam herşeyden önce karaktersiz bir yaratık
olmalıdır; karakter sahibi bir insan çok sınırlanmıştır. Yaşadığım kırk yıl
içinde bunu öğrendim, şu anda kırk yaşındayım ve bildiğiniz gibi kırk yıl bir
ömür demektir ve yaşlandığınız anlamına gelir. Kırk yıldan daha uzun bir süre
yaşamak kötü davranıştır, adilik ve ahlaksızlıktır. Kimler kırktan fazla
yaşar? Buna içtenlikle ve dürüstçe cevap verin. Size kimlerin kırkını
geçtiklerini söyleyeyim: Ahmaklar ve değersiz kişiler. Bütün yaşlıların yüzüne
söylerim bunu, bütün o saygıdeğer, ak saçlı ihtiyarlara! Buna hakkım var; çünkü
ben de altmışa kadar yaşayacağım. Hatta yetmiş. Veya seksene kadar! ... Durun,
bir nefes alayım...
Beyler,
şüphesiz sizi eğlendirmek istediğimi sanıyorsunuz. Burada da yanıldınız.
Düşündüğünüz gibi neşeli bir insan değilim ben; belki bu gevezelikten biraz
sıkılmış olabilirim. Bana kim olduğumu sormanın uygun olduğunu düşünüyorsunuz.
—Cevabım şöyle olacak; ben bir kolej muhasebe- cisiyim. Ekmek parası kazanmak
için çalışıyordum ama geçen yıl uzak bir akrabam altı bin ruble miras
bırakarak ölünce hemen istifa edip köşeme çekildim. Daha önce de burada
yaşıyordum; ama şimdi iyice yerleştim. Şehir dışında korkunç, sefil bir odam
var. Hizmetçim ihtiyar bir köylü; aptallığından ötürü kötü huylu ve hep pis
kokar. Petersburg'un ikliminin sağlığım için kötü olduğunu ve benim kısıtlı
olanaklarımla burada yaşamamın pahalıya geleceğini söylediler.
Bütün
bunları, o doktorlardan, danışmanlardan daha iyi biliyorum... Ama ben
Petersburg'da kalıyorum, buradan gitmeyeceğim çünkü... şey! Neyse benim gitmem
veya gitmemem o kadar önemli değil.
İyi,
eğitim görmüş ve efendi bir adam en çok neden bahsetmekten hoşlanır?
Cevap:
Kendinden bahsetmekten.
Pekâlâ,
ben de kendimden bahsedeceğim.
Beyler,
size şunu söylemek istiyorum, duymak isteseniz de istemeseniz de neden bir
böcek bile olamadığımı anlatmalıyım. Bir böcek olmayı pek çok kez denedim. Ama
buna uygun yapıda değildim. Beyler, size yemin ederim, çok bilinçli olmak bir
çeşit hastalıktır, —adamakıllı bir hastalık. İnsanın günlük ihtiyaçları için
normal insan bilinci yeterli olabilir. Yani günümüzün, ondokuzuncu yüzyılın
eğitilmiş, mutsuz insanının payına düşen miktarın yarısı veya dörtte biri
yeterli olabilir. Özellikle o eğitilmiş kişi, dünyanın en soyut, en planlı yeri
olan Petersburg'da yaşama şanssızlığına sahipse.
Bahse
girerim ki bütün bunları gösteriş olsun, espri olsun diye yazdığımı düşünüyorsunuz.
Ama beyler, kim hastalığından övünerek, gurur duyarak bahsedebilir ki?
Aslında,
herşeye rağmen pek çok kişi bunu yapıyor, rahatsızlığını kullanıyor ve ben de
belki herkesten çok aynı şeyi yapıyorum. Bunu tartışmayacağız, saçmalık olur.
Ama
yine de kesinlikle bilincin, yoğun bilincin bir hastalık olduğundan eminim. Bu
konuyu da bir an için bir kenara bırakalım. Bana şunu söyleyin; her "iyi
ve güzel" olan şeyi hissettiğim an, bana kötü ve çirkin şeyler yaptığımı
söylüyorlar... bunun nedenini öğrenmek istiyorum.
Kısacası,
iyiliğin bilincinde en çok olduğum ve herşeyin en güzel olduğu zamanlar; kendi
pisliğime, bataklığıma daha çok batıyorum. Ama en önemli nokta, bütün bunların
kazara değil de olması gerektiği için olduğudur. Sonunda bunun, benim normal
halim olduğuna neredeyse inanıyorum. Ama başlangıçta bu mücadelede ne büyük
sıkıntılar çektim!
Diğer
insanlarda da aynı şey olduğuna inanmıyordum ve tüm yaşamım boyunca bu gerçeği
sakladım. Utanıyordum (şimdi bile utanıyorum). İğrenç bir Petersburg akşamında
eve, köşeme döndüğümde yine kötü bir davranışta bulunduğumun bilincinde, kendi
kendimi yiyerek, yırtınarak kıvranıyordum ama bu hisler bir süre sonra bir
çeşit utançla karışık tatlı, sevecen bir hal alıyor, en sonunda da —gerçek bir
eğlenceye dönüşüyordu. Evet, eğlence ve zevk! Bundan bahsettim; çünkü
başkalarının da böyle bir haz duyup duymadıklarını hep bilmek isterdim.
Duyduğum zevk yalnızca çok yoğun bir şekilde kendi aşağılanmamın bilincinde oluşumdan
doğuyordu, sınıra ulaştığımı hissedince bu çok müthiş bir an oluyordu, ama
başka bir seçenek de yoktu; kaçış yolum tıkanmıştı; başka bir adam olamazdım;
değişebilmek için zamanım ve inancım olsaydı bile büyük bir olasılıkla
değişmek istemezdim ayrıca istesem bunu yapmazdım; çünkü gerçekten değişmek
istediğim bir şekil yoktu.
Ve
herşeyin en kötüsü, bunların yoğun, akut bilinçlilik kurallarına uymalarıydı ve
sonuç olarak şunu diyebilirim, insan yalnız değişememekle kalmıyor aynı zamanda
kesinlikle hiçbirşey yapamıyor.
Eh,
epeyce saçmaladım, ama ben ne anlattım? Bunu anlatmanın zevki nasıl oluyor?
Ama ben anlatacağım. Konunun köküne ineceğim! İşte bu yüzden kalemimi elime aldım...
Örneğin
bende aşın derecede "amour-propre" var. Bir kambur veya bir cüce
kadar alıngan ve şüpheciyim. Ama bazen de suratıma bir şamar atsalar iyi olur
diye düşünürüm. Belki bundan bir çeşit zevk alırım, ümitsiz bir zevk. Ve birisine
tokat atılınca —bilinç silinmiş gibi olur. En kötüsü de, ne yönden bakılırsa,
her konuda suçun bende olmasıydı. En aşağılayıcı şey, hiçbir kabahatim yokken
suçlanmamdı.
Önce,
çevremdekilerden daha akıllı olduğum için suçluydum. (Hep kendimin
diğerlerinden daha akıllı olduğumu düşünmüş ve ister inanın ister inanmayın,
bundan utanç duymuşumdur. Herşeye rağmen benim yaşamım böyleydi ve insanların
yüzlerine doğrudan hiç bakamazdım.)
Ayrıca
alicenap, asil ruhlu olsam bile bunu belli ettiğim için de suçluyum. Tabiat
kanunlarına uyarak, bana saldıran birisi beni tokatlayabilir ama onu affetmem
yararsız bir davranıştır. Kısacası beni tokatlayandan intikam almak için bir-
şeyler yapmam gerekirdi, hem tabiat kanunlarına uymak için hem de âlicenaplığın
yararsız olduğuna inandığımı göstermek için. Ama nasıl öç alacağıma bile karar
veremiyordum. Neden bir türlü karar veremiyordum? Bu konuda özellikle birkaç
söz söylemek istiyorum.
Kendilerini
savunabilen ve öçlerini alabilen bazı kişiler vardır, bunu nasıl yapıyorlar?
İntikam hissiyle gözleri kararmışken, neden bütün benlikleri bu hisle doluyor?
Bu
durumdaki bir beyefendi hedefine doğrudan, boynuzlarını eğip saldırmaya
hazırlanan bir boğa gibi, hücum eder ve bir duvardan başka hiçbir şey onu
durduramaz. (Bu arada, duvarla karşılaşınca apışıp kalırlar, şaşkına dönerler.
Bu tip insanlara ben "düz insanlar" diyorum. Onlar için duvar bir
kaçış değildir. Halbuki bizim gibi düşünen ve hiçbir şey yapmayanlar için duvar
başka yöne gitmek için bir mazerettir.) Evet bu "düz insanlar"
sevecen Tabiat Ana'nın onları görmek istediği gibi olan normal insanlardır.
Onlan kıskanıyorum. Onlar aptaldır, bunu tartışmıyorum ama ne biliyorsunuz
belki de normal insanlar aptal oluyordur. Bu normal insanın tam karşıtını
düşünün, benim gibi fazla bilinçli, fazla düşünen birini. Bu adam karşısında
normal bir düz insan görünce şaşkına döner ve kendini bir fare gibi görür.
Belki bilinçli, düşünen bir fare ama yine de fare... Ve en kötüsü de kendisi,
özbenliği de kendisini bir fare gibi görür.
Şimdi
bu farenin harekete geçişini görelim. Varsayalım ki, bu fare kendisine hakaret
edildiğini sanıyor (ve çoğunlukla öyle hisseder) ve öç almak istiyor. İçi
kinle doludur. İçinde o "düz insanlardan (l'homme de la nature et de la
veri te)" daha çok kin birikmiştir. Çünkü onların doğuştan gelen aptallıkları
yüzünden intikamı adalet olarak görmelerine karşın fareler buna inanmazlar.
İntikam almak amacıyla yapılan esas harekete gelince, şanssız fare ardarda
kötü olaylar yaratır, şüpheler ve sorular arasında boğulur. Şüphelerinden,
duygularından oluşan yapışkan bir kitlenin içindedir. O pis, kokulu yeraltı
evinde, bizim hakarete uğramış, ezilmiş, aşağılanmış faremiz, kini ve
gareziyle başbaşa kalmıştır. Kırk yıl boyunca yarasım hep, en küçük
ayrıntılarıyla anımsayacak ve zaman geçtikçe de bu ayrıntılar kinini
besleyecektir; kendine karşı duyulmamış şeyler icat edecek, bunların gerçek
olduğunu varsayacak ve asla hiçbir şeyi affetmeyecektir. Ölüm yatağında bile
herşeyi yeniden anımsayacak, yılların birikimiyle...
O
soğuk, iğrenç yarı-umutsuzluk, yan-inanç içinde bilinç kendini diri diri
gömüyor, yeraltında geçirdiği kırk yılın acısını yeniden tadıyor ve bu zaman
boyunca yaşadığı doyum- suzluklarını, hemen vazgeçilen kararlarını, acı
çekmenin sonunda yaşadığı o tuhaf zevki, tekrar tekrar anımsıyor.
Bu
öylesine ince, anlatılması güç birşey ki, sağlam sinirleri olan kişiler bunun
bir zerresini bile anlamayacaklardır. Kibarca "belki de yüzlerine hiç
şamar yemeyenler de anlayamazlar" diyerek beni kastedeceksiniz; evet ben
bilerek konuşuyorum. Ama rahat olun beyler, ben yüzüme şamar yemedim; hem bu
konuda ne düşündüğünüz benim için hiç önemli değil.
Zevk
almanın inceliklerini anlamayan sağlam sinirli kişilerden söz etmeye devam
edeceğim. Onlar imkansızla yani taş duvarla karşılaşınca tepki gösterirler.
Hangi taş duvar?
Elbette,
doğa kanunları, doğal bilimlerin kuramları, mate- metik. Örneğin size
atalarınızın maymun olduğunu ispatladıkları anda surat asmanın bir yararı
yoktur, bunu bir gerçek olarak kabullenmelisiniz. Aslında yağınızın bir
damlasının bile sizin için, diğer insanlardan yüzbinlercesinden daha değerli
olduğunu ispatladıklarında da bunun kesin sonuç olduğunu kabul etmeniz
gerekir. "Başka bir seçenek yok, iki kere ki dört eder. Doğa sizden izin
almaz; isteklerinizle ilgilenmez, kurallarından hoşlanıp hoşlanmamanız
umurunda değildir. Doğayı olduğu gibi kabul etmeniz lâzımdır. Görüyorsunuz
ya, duvar duvardır..." diye bağırırlar.
Aman
Tanrım! Doğa'nın kanunları, aritmetik benim umurumda değil, o kanunlardan da,
iki kere ikinin dört etmesinden de hoşlanmıyorum. Tabii ki duvarı, kafamı vura
vura kıramam ama yine de yeterince güçlü olmadığım için ve o da bir taş duvar
olduğu için, bu durumu öylece kabul edemem. Yalnızca o taş duvar bir
teselliymiş gibi ve iki kere ikinin dört ettiği kadar gerçek olduğu için... Of
saçmalık bu! Herşeyi anlayabilmek, tanıyabilmek, (bütün olanaksızlıkları ve taş
duvarlarıyla) çok daha iyi olurdu. Bu yüzden dişlerinizi gıcırdatarak sessizce
içinize kapanmak ve kin duymanıza hedef olabilecek hiçbir şeyin olmadığını
düşünmek, bütün suçun sizde olduğunu sanmak ve buna karşın suçlu olmadığınızı
iyi bilmek... İşte bütün bunlar yalnızca bir karmaşa. Ne ve kim olduğunu
bilmeden bütün bu belirsizlere karşın yine de içinizde bir sızı vardır ve
bilmedikleriniz arttıkça sızınız da artacak.
IV
"Ha,
ha, ha! Biraz sonra da dişinin ağrımasından zevk duyacaksın," diye bana
gülüyor, alay ediyorsunuz.
"Pekala,
diş ağrısında bile bir keyif vardır," diye cevap veririm. Bir ay süreyle
diş ağnsı çektim ve hâlâ biraz ağrıyor. Bu durumda insanlar sessizce acı
çekmezler, inlerler. Acı çekenin keyfi bu inlemelerde gizlidir, zevk almasaydı
inlemezdi. Beyler bu iyi bir örnek ve bunun üzerinde duracağım. Bu inlemeler,
önce ağrının amaçsızlığını anlatır, bilinç halinizi aşağılar. Sizin
cezalandırabileceğiniz bir düşmanınızın olmadığını gösterir, ama yine de acı
çekersiniz; dişleriniz sizi esir almıştır ve eğer isterlerse ağrıyı
geçirebilirler ama isterlerse ağn üç ay daha sürer; size kalan tek şey kendinizi
hırpalamak, taş duvan yumruklamaktır.
Evet
bu hakaretler, bu aşağılamalar sonunda bir çeşit keyif, zevk doğar, bazen
şehvete bile dönüşebilir. Rica ediyorum beyler, ondokuzuncu yüzyılın eğitim
görmüş bir adamının, diş ağrısı yüzünden inlemesini dinleyin lütfen, özellikle
ağrının ikinci, üçüncü gününde, bir köylü gibi değil de gelişmelerden ve
Avrupa uygarlığından etkilenen, "topraktan ayrılmış olan" bir adamın
inlemesini dinleyin. İniltileri çirkinleşir, tiksindirecek kadar kötüleşir ve
gece gündüz devam eder. Ve elbette bu inlemelerin bir yararı olmadığını; karşısındaki
dinleyicilerin, ailesinin ona inanmadıklarını da biliyor. Bütün bu bilgilerin
ve kabalıkların altında şehevi bir zevk yatıyor. Sanki, "Sizi
endişelendiriyorum, kalplerinizi kırıyorum, evde herkesi uyanık tutuyorum.
Pekala, öyleyse uyanık kalın, siz de benim gibi her an diş ağnsını hissedin.
Ben bir kahraman değilim, yalnızca kötü bir insanım, bir hi- lekârım. Öyle
olsun! Benim gerçek yüzümü görebildiğiniz için memnunum. Aşağılık iniltilerim
sizi üzüyor mu?" dersiniz.
Şimdi
bile anlamıyorsunuz beyler. Gelişmemiz ve bilincimiz bu zevkin entrikalarını
anlayabilecek kadar ilerlememiş daha. Gülüyor musunuz? Memnunsunuz. Evet,
şakalarım pek iyi seçilmedi galiba; zevksiz, kendine güvenden yoksun.
Ama
elbette bu kendime saygım olmadığı içindir. Anlayışlı, sezgi gücü yüksek bir
adamın nasıl kendine saygısı olabilir?
Haydi,
kendi aşağılanmasından zevk almaya çalışan bir adamın kendine karşı en ufak bir
saygı kıvılcımı olabilir mi?
Bunu
iğrenç bir vicdan azabı çektiğim için söylemiyorum. Ve gerçekten, asla şöyle
demeye dayanamazdım:
"Özür
dilerim baba, bir daha yapmayacağım." Sanki önceden planlanmış gibi daima
suçsuz olduğum zamanlar başım belaya giriyor. Bu işin en kötü yanıydı. Kalbim
doğa kanunlarını bile suçlayamıyordu halbuki bütün ömrüm boyunca doğa
kanunlarından hiç hoşlanmazdım. Bütün pişmanlıklar, duygular, yenilik vaatleri
hepsi yalandı. Böyle saçmalıklarla niçin uğraştığımı soracaksınız, cevabım şu
olacak: "insanın eli kolu bağlı öylece oturması çok sıkıcı birşey.Beyler,
kendinize daha dikkatle bakınız, gerçeğin bu olduğunu anlayacaksınız. Kendi
kendime maceralar yarattım, bir hayat kurdum. Bu gibi şeyler kaç kere başıma
geldi —örneğin hiçbir neden yokken isteyerek öfkelenmek gibi, insan tabii ki
kendini tanır, hiçbir neden yokken öfkelendiğini de bilir ama yine de gerçekten
öfkelenebilir. Bir başka seferde, galiba iki kez, aşık olmaya çalıştım. Beyler,
acı bile çektim, emin olunuz. Kalbimin derinliklerinde, çektiğim acıya
inanmıyordum, hatta hafif bir alay bile vardı; ama yine de acı çekiyordum,
kıskanıyordum (kendime rağmen) ... Beyler bunların hepsi can sıkıntısındandı;
atalet galip gelmişti.
Bilirsiniz,
bilincin yasal meyvası atalettir, yani bilinçli olarak eli-kolu-bağlı-oturmak.
Tekrar ediyorum, altını çizerek tekrar ediyorum: tüm "düz" insanlar
ve aktif insanlar yalnızca ahmak ve sınırlı oldukları için hareketlidirler.
Nasıl anlatmalı? Şöyle söyleyeyim: sınırlı oldukları için esas nedenleri
gözden kaçırıp; ikinci-üçüncü derecede nedenlere önem verirler ve hareketlerine
temel olarak daha basit konuları ele alırlar, zihinleri daha rahat ve
huzurludur. Bildiğiniz gibi, harekete geçmek için ilk şart zihnin huzur içinde
olması ve içinde hiçbir şüphe olmamasıdır. Peki ama örneğin ben, beynimi nasıl
rahatlatabilirim? Dayanak olarak hangi temel nedenleri alabilirim? Temellerim
nerede? Bunları nerede bulabilirim? Ben düşündükçe hep esas nedenleri buluyorum
ve bu sonsuza dek sürüyor, işte bu, bilinçliiik ve düşünce halidir. Yine doğa
kanunları karşımıza çıkıyor. Sonunda elimize ne geçiyor? Hep aynı şeyler.
Biraz önce intikam almaktan bahsetmiştim. (Dikkat etmediğinizden eminim.) Bir
adamın kendini haklı gördüğü için intikam almak istediğini söylemiştim. Böylece
bir "esas neden" bulmuş oluyor; haklı oluş, adalet. Ve artık içi
rahattır, bu yüzden harekete geçebilir, intikamını almaya hazırdır. Adil ve
dürüst bir iş yaptığına kendini inandırmıştır. Ama ben bunda adalet
göremiyorum, ayrıca intikam alma erdemli bir davranış da değil; sonuç olarak
ben intikam almaya kalksam bu yalnızca duyduğum kinden ötürü olur. Kin her şeyden
önce gelir, bu yüzden benim için "esas neden" olabilir. Fakat kinim
bile yoksa ne yapabilirim ki? Yine de o lanet olası bilinç kanunlarının sonucu
olarak, içimdeki öfke ve kızgınlık kimyasal bir çözülmeye uğruyor. Baktığınız
an, o uçup gider; mantığınız yokolur; nedenleriniz kaybolur; suçlu bulunamaz;
yanlış, yanlış değildir artık, dişağrısı gibi birşeydir; kimse suçlanamaz ve
neticede tek bir çıkış yolu kalır —duvara mümkün olduğu kadar kuvvetle vurmak.
Böylece elinizi şöyle bir sallar, bu işten vazgeçersiniz; çünkü esas nedeni
bulamadınız. Ve kendinizi körcesine, düşünmeden duygularınıza bırakırsınız,
hiç değilse bir süre için esas neden olmadan, nefret veya aşk düşünmeden, sırf
elleriniz kucağınızda, öylece oturmamak için. En geç yarından sonra bilerek
kendinizi aldattığınız için, kendinizden nefret edersiniz. Sonuç: Sabun köpüğü
ve atalet.
A!
beyler, biliyor musunuz ki, yalnızca hayatım boyunca hiçbir şeye başlamayı veya
bitirmeyi başaramadığım için, kendimi akıllı bir adam olarak görüyorum. Ayrıca
ben bir gevezeyim de; herkes gibi. Ama, akıllı her adamın tek mesleği
gevezelikse yani suyu elekten geçirmekse, ne yapılabilir?
VI
Sırf
tembellikten ötürü hiçbir şey yapmadan otursaydım! Tanrım kendime nasıl büyük
bir saygı duyardım, çünkü hiç değilse tembel olmayı başarmış olurdum o zaman;
hiç olmazsa bir niteliğe sahip olmuş olurdum. Som: O nedir? Cevap: O, bir
miskindir; ne hoş bir şey bu, kendinden böyle bahsedilmesi ne hoş! Olumlu
olarak tanımlanmak. "Miskin"—neden olmasın, bu bir hitap şekli ve
meslek olabilir. Yo, gülmeyin, ciddiyim. Böylece bir kulübe üye oluyordum
(miskinler kulubü) ve kendime olan saygımı yitirmeden devamlı bir uğraşım
oluyordu (miskinlik). Benim de bir meslek edinmem gerekiyordu; bir miskin
olmalıydım ama basit bir miskin değil, güzel ve iyi olan herşeyi seven bir
miskin. Nasıl? Uzun süre bunun düşünü kurdum. Kırkına varınca "güzel ve
iyi" zihnimde önemli bir yer tutmaya başladı. Bu yaşta herşey farklı
olmalıydı. Herşeyi, "iyi ve güzel" olan herşeyi severim. Bir yazar
"Hoşlandığınız Gibi"yi yazmış; hemen onun sıhhatine içerim, çünkü
"iyi ve güzel" olan herşeyi severim. Böyle davrandığım için saygı
görmeyi beklemeli, huzur içinde yaşamalıydım, saygın bir şekilde ölmeliydim.
Güzel bir göbek büyütüp, üç katlı gerdanımla öyle bir görüntüm olmalıydı ki
herkes bana bakıp, "işte zenginlik! Somut ve gerçek birşey!" demeli.
Ve siz istediğinizi söyleyin, bu olumsuz devrede, insanın kendi hakkında bu
çeşit sözler duyması hoş bir şey.
IX
Beyler,
şaka yapıyorum ve şakalarımın pek parlak olmadığını biliyorum, ama
biliyorsunuz herşeyi bir şaka olarak görmemeli. Belki dişlerimi gıcırdatırken
şaka yapıyorum. Beyler, çeşitli sorular altında eziliyorum, onlan benim için
siz cevaplan-dınn. Örneğin siz, insanları eski alışkanlıklarından kurtarıp,
onların istek ve iradelerini bilim ve sağduyu yoluyla yenilemek istiyorsunuz.
Ama bir adamın bu şekilde yenilenebileceğini nasıl bilebilirsiniz? Aynca onun
yenilenmeye gereksindiğini nereden biliyorsunuz? Kısaca, yenilenmenin o adam
için iyi olacağını nasıl bilebilirsiniz? Bunlar belki mantık kurallarına
uygundurlar ama, insanlık kurallarına uymazlar.
Beyler,
belki de deli olduğumu düşünüyorsunuz. İzin verin, kendimi savunayım. İnsanın
her şeyden önce yaratıcı bir hayvan olduğunu, bir amaç için çabalamak için
yaratıldığını ve mühendislik yaptığını —yani durmadan ve sonsuza dek (nereye
giderse gitsinler) yollar yaptığını, kabul ediyorum. Belki de o "düz
", pratik insan ne kadar aptal olsa da bazen bu yolların mutlaka bir
yerlere gittiğini ve gidilecek yerin onun yapılmasından daha önemsiz olduğunu
ve esas önemli olan şeyin iyi yönetilen bir çocuğun mühendislikten soğumasını
ve tembelleşmesini önlemek olduğunu düşünebilir. Hepimizin bildiği gibi
tembellik bütün kötülüklerin anasıdır.
İnsanlar
yol yapmaktan ve yaratıcılıktan hoşlanırlar, ama neden, mahvetmeyi ve
karışıklığı bu kadar tutkuyla seviyorlar? Bana bunu açıklayın! Ama bu noktada
bir çift laf etmek istiyorum. Acaba kaosu, karışıklığı ve yıkımı bu kadar çok
sevmesinin nedeni, içgüdüsel olarak amacına ulaşıp, inşa etmekte olduğu binayı
tamamlamaktan korkması mıydı? Kim bilir belki de o binayı uzaktan seviyor ve
asla yaklaşmak istemiyordun yalnızca onu inşa etmeyi seviyor ve asla içinde
yaşamak istemiyordur ve belki de bina tamamlanınca onu evcil hayvanlara
bırakacaktır —karıncalar, koyunlar vs. Ka- nncalar'm yeri çok önemli...
Karıncaların
da ömürleri boyunca koşturdukları bir hedefleri vardır: Karınca yuvası. Saygın
karınca ırkı karınca yuvasıyla başlar ve onunla sona erecektir; bu onların
sağduyularını gösterir, ama insanoğlu uyumsuz ve kararsızdır, bir satranç
oyuncusu gibi, oyunun sürecinden zevk alır, sonuna gelmekten hoşlanmaz. Ve
kimbilir, belki de insanların ulaşmak için didindikleri tek bir hedef vardır,
o da hiç durmayan bu ulaşma çabasıdır; başka bir deyişle, ulaşılmak istenen
nesne değil, yaşamın kendisi önemlidir ve bu iki kere iki gibi kesin bir
formülle ifade edilir. Beyler, bu kesinlik yaşam değildir; yalnızca ölümün
başlangıcıdır. Ne olursa olsun insanlar daima ölümden, bu matematiksel
kesinlikten korkmuştur; ben de şu anda korkmaktayım. İnsanlar yaşamlarını,
araştırmakla geçirmekten başka bir şey yapmadıklarından, bu matematiksel
kesinliği aramak için okyanuslar aşmışlar, yaşamlarını bu işe adamışlardır ama
başarmaktan yani onu bulmaktan korkmuşlardır. Aradıklarını bulunca, artık
arayacak birşey kalmayacağını hissetmişlerdir. İşçiler işlerini bitirince
paralarını alırlar, meyhaneye giderler, sonra karakola götürülürler —işte size
bir haftalık meşgale. Ama insanoğlu nereye gidebilir? O işini yapmayı, sona
ulaşmak için uğraşmayı sever ama işini bitirip amacına ulaşmaktan hoşlanmaz. Bu
anlamsız görünüyor. Aslında insanlar komik yaratıklardır, bütün bunlar bir
şaka, bir espri gibi geliyor. Bence iki kere ikinin dört etmesi bir
küstahlıktır. Yolunuzu iki kolunu açarak kapatan şımarık bir züppedir. İki kere
ikinin dört etmesinin mükemmel bir şey olduğunu kabul ediyorum ama her şeye
hakkını vermemiz gerekiyorsa, iki kere ikinin beş etmesi de harikulade, çekici
bir şeydir.
Sizler,
neden yalnızca pozitif ve normalin insanların iyiliğine yardımcı olduklarına
inanıyorsunuz? Yanlışlarda da bir çekicilik yok mudur? İnsan rahat yaşamdan
başka bir şeylerden hoşlanamaz mı? İnsan bazen olağanüstü, tutkulu bir şekilde
acı çekmekten hoşlanır, bu gerçektir. Bunu kanıtlamak için tarihe bakmaya
gerek yoktur; yalnızca kendinize bakınız ve sorunuz, eğer bir insansanız ve
hepsini yaşa- dıysanız.... Benim kişisel görüşüme göre, yalnızca rahat bir
yaşam sürmeyi amaçlamak kötü bir davranıştır. Bazı şeyleri parçalamak, kazalar
yapmak, bazen oldukça zevkli olabilir. Acı çekmeyi savunmuyorum, rahat yaşamı
da. Ben... şey, kaprisimin tarafını tutuyorum. Acı çekmenin, örneğin vodvillerde
yeri yoktor. "Kristal Palas"ta düşünülemez bile; acı çekme, şüphe,
olumsuzluk demektir. Yine insanların acı çekmekten yani yok etmekten ve kaostan
vazgeçecekleri sanmıyorum. Acı çekmek, bilinçliliğin tek kaynağıdır.
Daha
önce, bilinçliliğin insanoğlu için en büyük şanssızlık olduğunu belirtmeme
karşın yine de onun önemini ve başka bir nedenle ondan vazgeçilmeyeceğini
biliyorum. Örneğin, bilinçlilik, iki kere ikinin dört etmesinden çok daha
üstündür.
Matemetiksel
kesinliği bir kere elde edince, artık yapacak veya anlamaya çalışacak bir şey
kalmaz. Beş duyunuzu bastırıp içinize gömmek ve derin düşüncelere dalmaktan
başka bir şey kalmaz. Halbuki bilinçliliğe saplanırsanız, aynı sonuç elde
edilse bile, yani yapacak bir şey kalmamış olsa da, bu yine de sizi
canlandıracaktır. Tepkisel olduğu için, hiç yoktan iyidir.
Kristal
Saray'ın asla yıkılamayacağına inanıyorsunuz — öyle bir yerde hiç kimse dilini
çıkartamaz veya gizlice nanik yapamaz. Ve belki de bu binadan bunun için
korkuyorum, kristalden olduğu ve asla yıkılamayacağı için.
Görüyorsunuz,
o bir saray değil de bir kümes olsaydı, ıslanmamak için, içine sürünerek girer
ve beni yağmurdan koruduğu için ona minnet bile duyardım. Gülüyorsunuz, böyle
durumlarda kümeslerin saray gibi işe yaradığını söylüyorsunuz. Evet, diyorum
ama, eğer insan yalnızca yağmurdan korunmak amacıyla yaşıyorsa.
Fakat
yaşamın tek amacının bu olmadığına kafamı takmışsam ve insan yaşayacaksa bir
köşkte yaşamalı diye de düşünüyorsam ne yapacağız? Bu benim seçimim, benim isteğim.
Bu seçimimi değiştiremezsiniz ancak kökünden kazıyabilirsiniz. Pekâlâ
değiştirin, bana başka bir ideal verin. Ama ben bu arada, kümesi köşk yerine
kullanmayacağım. Kristal Saray bir düş olabilir, doğa kurallarına uymayabilir,
yalnızca benim aptallığımdan doğmuş bir kavram olabilir, ben bunu neslimin
demode, akıl-dışı alışkanlıkları yüzünden yaratmış olabilirim. Olsun. O, benim
arzularımda varolduğu sürece bunların hiç bir önemi yok. Yine mi gülüyorsunuz?
Gülün, ben aç olduğum halde doymuş taklidi yapamam. İsteklerimin karşılığı
olarak, orta sınıf için yapılmış blok halindeki binaları ödün olarak kabul
edemem. Arzularımı yok edin, ideallerimi kökünden silin, bana daha iyi bir şey
gösterin ve sizi izleyeyim. Belki de üzülmeye, uğraşmaya değmeyeceğini
düşünüyorsunuz. Bu arada ciddi ciddi tartışıyoruz, ama lütfedip bana ilgi
göstermiyorsanız, sizleri defterimden silerim ve yeraltındaki inime çekilirim.
Ama
henüz yaşıyorum ve arzularım var. Biraz önce rahatça dil çıkaramayacağım için
Kristal Sarayı istemediğimi hatırlatmayın bana. Dil çıkarmaya çok meraklı değilim.
Tam tersine, her şey dilimi çıkarma arzumu kaybetmeme sebep olacak şekilde
düzenlense, ayarlansaydı, sevincimden dilimin kesilmesine bile razı olurdum.
Öyleyse neden bu tür istekler duyuyordum? Bütün mekanizmam bozuk mu benim?
Bütün amaç bu muydu? İnanmıyorum!
Ama
biliyor musunuz ki, biz yeraltı insanları hep denetim altında tutulmalıyız.
Kırk yıl hiç konuşmadan yeraltında oturabiliriz ve ışığa çıkınca da durmadan
konuşuruz.
XI
Kısaca
beyler, bu hiçbir şey yapmamaktan iyidir! Bilinçli bir atalet! Öyleyse yaşasın
yeraltı! Normal insanlara imrendiğimi söylemiştim ama onun, şu anda içinde
olduğu durumda olmak umurumda değildi. Yoo! yine de yeraltı yaşamı daha
yararlıdır, daha avantajlıdır. Orada, her ne olursa olsun... Oh, şimdi bile
yalan söylüyorum! Yalan söylüyorum; çünkü yeraltı yaşamının daha iyi olmadığını
biliyorum, ama burası farklı bir alem, çok değişik bir dünya, benim özlem
duyduğum, ama bulamadığım bir dünya. Kahrolası yeraltı dünyası!
Akıl hastanelerinde yatan
yüzlerce kişinin anıları,kriz
anında hissettikleri, aileleri ve
doktorları için düşündükleri
hepimize çok ilginç gelmiştir.
Bu kitapta anlatılan, normal ile
akıl hastası arasındaki
geçişliliğin ve içiçeliğin belirsiz
sınırlarında yaşanan öykülerde
yer yer kendinizi bulacaksınız.
Dostoyevski, Sartre, Tolstoy,
Nijinksy gibi ünlülerin
yaşadıkları deneyimleri de
aktaran özgün yazılar,
okuyucuyu derinden sarsacak,
insana biraz daha
yakınlaştıracaktır...