Çay ve İngiliz İmparatorluğu
Çay İmparatorlukları
"Üç gün yiyeceksiz kalmak bir gün çaysız kalmaktan iyidir."
Çin atasözü
Çok şükür çay var! Çaysız dünya ne yapardı? Nasıl var olurdu?"
Sidney Smith, İngiliz yazar (1771-1845)
Dünyayı fetheden içecek
Dünyanın her tarafına yayılan geniş topraklarıyla İngiliz İmparatorluğu, 1773'te Sir George Macartney tarafından "güneşin batmadığı bu geniş imparatorluk" olarak betimlendi. İmparatorluk doruğundayken, yeryüzünün beşte birini ve nüfusunun dörtte birini kapsıyordu. Amerikan bağımsızlığından sonra Kuzey Amerika'daki sömürgelerini yitirmesine karşın, on sekizinci yüzyılın ortasından itibaren Hindistan'ın ve Kanada'mn denetimini ele geçirdiği gibi, Avustralya ve Yeni Zelanda'da yeni sömürgeler kurdu ve Avrupa'nın doğuyla deniz ticaretinde HollandalIların egemenliğine son vererek nüfuz alanını çarpıcı bir biçimde genişletti. İngiltere'nin ilk küresel süper güç olarak ortaya çıkışı, yeni bir üretim sistemine öncülük etmesiyle iç içeydi. İşçiler, buhar gücüyle çalışan, yorulmayan ve emek tasarrufu sağlayan makinelerin insan becerisini ve çabasını artırdığı büyük fabrikalarda bir araya getiriliyorlardı -bugün topluca sanayi devrimi olarak anılan bir dizi yenilik.
İngilizlerle bütünleşen ve bugüne kadar da öyle kalan yeni bir içki -en azından Avrupalılar için yeni- imparatorluğun genişlemesi ile sınai gelişmeyi ilişkilendirdi. Çay, Avrupa'nın doğuyla ticaretinin genişlemesine temel sağladı. Çay ticaretinden elde edilen kârlar İngiliz Doğu Hindistan Kumpanyası'nın, İngiltere'nin doğudaki fiili sömürge hükümeti haline gelen ticari bir örgütlenmenin Hindistan'daki ilerlemesinin finansmanına yardımcı oldu. Başlangıçta lüks bir içecek olan çay, tepetaklak düşüp çalışanların içkisi, makineyle çalışan yeni fabrikalara insan gücü sağlayan işçilerin yakıtı oldu.
Kibar öğleden sonra çayları ve işçilerin çay molalarıyla bu içecek, İngiltere'nin kendisini uygar, çalışkan bir güç olarak görmesine çok uygundu. Bu ideal İngiliz içeceğinin başlangıçta Çin'den, dünyanın öbür ucundaki o geniş ve gizemli dominyondan ithal edilmiş olması, çayın yetiştirilmesinin ve işlenmesinin Avrupah içicilere son derece gizemli gelmiş olması ne tuhaf. İçicileri ilgilendiren, çay sandıklarıydı ve onlar da Kanton'daki rıhtımda ortaya çıkıyordu: Çay, Mars'tan da gelebilirdi. Öyle de olsa, çay İngiliz kültürünün merkezi bir parçası haline geldi. Çin'in muazzam imparatorluğunun çarklarım yağlayıp düzgün çalıştıran çay, yeni topraklar fethedebilirdi: İngilizlerin gönlünü kazanan çay tüm dünyaya yayıldı ve dünyada sudan sonra en fazla tüketilen içki oldu. Çayın öyküsü emperyalizmin, sanayileşmenin ve dünya egemenliğinin öyküsüdür.
Çay kültürünün doğuşu
Çin efsanesine göre ilk çayı, hükümdarlık dönemi MÖ 2737- 2697'ye tarihlenen imparator Shen Nung demledi. Efsanevi Çin imparatorlarının ikincisiydi ve ilaç olarak kullanılan bitkileri keşfettiği, tarımı ve sabanı icat ettiği söylenir. (Aym şekilde, ondan önceki ilk imparatorun da ateşi, pişirmeyi ve müziği keşfettiği söylenir.) öyküye göre Shen Nung, yabani bir çay dalıyla ateşi yelpazeleyerek içecek su kaynatıyordu, rüzgârın esmesiyle birlikte bitkinin bazı yaprakları suyun içine düştü. İmparator, karışımın hoş ve dinçleştirici bir içki olduğunu fark etti. Daha sonra çeşitli bitkilerin tıbbi amaçlı kullanımıyla ilgili bir kitap, Pen ts'ao adlı kitabı yazdı; sözde bu kitapta imparator, demlendirilen çay yapraklan "susuzluğu giderir, uyku isteğini azaltır, kalbi neşelendirip mutlu eder" demiş. Fakat çay bu kadar eski bir Çin içeceği değildir: Shen Nung'un öyküsü çok daha sonra uydurulmuştur. Neo-Han hanedanlığına (MS 25-221) fatihlenen Pen ts'ao kitabımn ilk basımı çaydan söz etmez. Çaya gönderme, yedinci yüzyılda eklendi.
Çay, sürekli yeşil kalan bir çalının kuru yaprakları, tomurcukları ve çiçekleriyle demlenir; Latince adı Camellia sinensis olan bu bitki, Hindistan-Çin sımrmda doğu Himalaya cangıllarında gelişmiş gibi görünüyor. Tarihöncesi zamanlarda insanlar çay yapraklarınm çiğnenince dinçleştirici ve yaralara sürülünce de sağaltıcı etkisini fark etmişlerdi. Çay, Güneybatı Çin'de tıbbi bir lapa olarak da tüketilirdi; bugünkü Kuzey Tayland'a denk düşen yerde yaşayan kabileler, soğancık, zencefil ve diğer malzemelerle karıştırılan doğranmış çay yapraklarım buğulayıp ya da kaynatıp topak biçimine getirir, daha sonra tuz, sıvı yağ, sarmısak, kata yağ ve kurutulmuş balıkla birlikte yerlerdi. Çay, bir içecek olmadan önce bir ilaç ve yiyecek maddesiydi.
Çayın tam olarak ne zaman ve nasıl Çin'e yayıldığı belli değildir; fakat MÖ altıncı yüzyılda Buddha olarak bilinen Sidd- hartha Gautama tarafmdan kurulan dine mensup olan Budist keşişlerin yardımıyla olmuş gibi görünüyor. Hem Budist, hem Taocu keşişler çay içmenin zihinsel yoğunlaşmayı güçlendirdiği ve yorgunluğu azalttığı için -bugün kafeinden kaynaklandığı bilinen nitelikler- meditasyona yardımcı olduğunu fark ettiler. Taoculuğun kurucusu olan ve MÖ altıncı yüzyılda yaşayan Lao-tzu, çayın yaşam iksirinin temel bir bileşeni olduğuna inanıyordu.
Çaydan bahseden en eski Çin kaynağı MÖ birinci yüzyıla, Shen Nung'un sözde keşfinden 26 yüzyıl sonraya aittir. Başlangıçta belirsiz bir tıbbi ve dinsel içki olan çay, Çin'de ilk kez o sırada evcil bir içki olmuş gibi görünüyor: Zamanın bir kitabı, Hizmetçilerin Çalışma Kuralları, çayı satın almanın ve ikram etmenin doğru yollarını tarif eder. Çay MS dördüncü yüzyılda o kadar popülerleşmişti ki, basitçe yabani çay bitkisinin yapraklarım toplamak yerine, bilinçli olarak çay tarımına başlama zorunlu oldu. Çay bütün Çin'e yayıldı ve Tang hanedanlığı sırasında (MS 618-907), Çin tarihinde altın çağ olarak görülen bir dönemde Çin'in ulusal içkisi haline geldi.
O sırada Çin dünyadaki en büyük, en zengin ve en kalabalık imparatorluktu. Nüfusu 630 ila 755 yıllan arasında üçe katlanıp 50 milyonu aştı ve başkenti Ch'angan (bugünkü Xi'an) yaklaşık iki milyon kişinin yaşadığı yeryüzündeki en büyük metropoldü. Çin'in dış etkilere özellikle açık olduğu bir zamanda, başkent kültürel bir çekim merkeziydi. Karadan İpek Yolu boyunca, denizden ise Hindistan, Japonya ve Kore'yle ticaret gelişiyordu. Türkiye ve İran'dan giysi, saç kesme biçimleri ve polo sporu, Hindistan'dan yeni yiyecekler, Orta Asya'dan müzik aletleri ve danslar, aynca keçi derisi torbalarda şarap ithal ediliyordu. Çin ise ipek, çay, kâğıt ve seramik ihraç ediyordu. Çin heykeli, resmi ve şiiri bu değişik, dinamik ve kozmopolit atmosfer içinde gelişti.
Çay içme geleneğinin yaygınlaşması dönemin refahına ve nüfus patlamasına yardımcı oldu. Güçlü antiseptik özellikleri nedeniyle, hazırlandığında su yeterince kaynatılmasa bile, pirinç ya da dan birası gibi daha önceki içeceklerden daha güvenliydi. Modem araştırmalar, çaydaki tanen asidinin kolera, tifo ve dizanteriye neden olan bakterileri öldürebildiğini gösterdi. Çay, kurutulmuş yapraklan kullanılarak hızla ve kolayca hazırlanabiliyor, üstelik bira gibi bozulmuyordu. Suyla bulaşan hastalıkları ve bebek ölümlerini azaltan, ömrü uzatan etkili ve güvenilir bir su arıtma teknolojisiydi.
Çayın gözle görülür bir ekonomik etkisi de vardı. Yedinci yüzyılda Çin'in çay ticaretinin hacmi ve değeri artınca, büyük miktarda para taşımak zorunda kalan Fujian'lı tüccarlar yeni bir buluşa, kâğıt para kullanımına öncülük ettiler. Çayın kendisi de, kalıp biçiminde, bir para olarak kullanıma girdi. Amaca çok uygundu; gerektiğinde tüketilebilen hafif ve az yer kaplayan bir değer ambarıydı. Kâğıt paranın imparatorluk merkezinden uzaklaştıkça değeri azalırken, çayın değeri tam tersine
Çin'de çay üretimi. Yaprakları işleyip çaya dönüştürmek, baştan sona elle yapılan karmaşık bir süreçtir
uzaklaştıkça artıyordu. Kalıp çay, Orta Asya'nın bazı kesimlerinde modem zamanlara kadar para olarak kullanımda kaldı.
780'de ilk kez vergilendirilmesi ve aynı yıl yayımlanan bir kitabın, ünlü Taocu şair Lu Yu'nun Çay Klasiği adlı kitabının başarısı, çayın Tang hanedanlığı dönemindeki popülerliğini yansıtır. Çay satan tüccarların isteği üzerine yazılan kitap çaym yetiştirilmesini, hazırlanmasını ve ikram edilmesini ayrıntılı bir biçimde betimliyor. Lu Yu, hiçbir boyutunu gözden kaçırmadığı çayla ilgili çok sayıda kitap yazdı: Çeşitli yaprak türlerinin meziyetlerini, hazırlarken kullanılması gereken en iyi suyu (ideal olanı yavaş akan bir dağ deresinin suyu; ancak başka bir seçenek yoksa kuyu suyu) betimliyor, hatta suyu kaynatma işlemindeki evreleri bile sayıyordu: "Su kaynadığında balık gözü gibi görünmeli ve fazla ses çıkarmamalıdır. Fokurdayan bir çeşme gibi takırdayınca ve birbirine yapışmış sayısız inci gibi görününce, ikinci evreye ulaşmıştır. Kıyıya vuran dalga gibi sıçrayınca ve kabaran bir dalga gibi ses verince, duruğundadır. Daha fazla kaynatılmamak, su kaynayıp biter ve kullanılamaz."
Lu Yu'nun dili o kadar duyarlıydı ki, yalnızca tadarak suyun kaynağını saptayabildiği, ırmağın hangi kısmından alındığını belirleyebildiği söyleniyordu. Çayı sadece susuzluk giderici bir içecekten bir kültür ve gelişmişlik simgesine dönüştüren, herkesten çok Lu Yu olmuştur. Çayı tatma ve değerlendirme, özellikle farklı çay tiplerini tanıma yeteneği oldukça saygınlaştı.
Çay yapmak aile reisine ayrılan bir onur haline geldi; iyi, zarif bir biçimde çay yapamamak bir utanç sayıldı. Sarayda çayı merkez alan içki partileri ve ziyafetler popülerleşti. İmparator özel çeşmelerden getirilen suyla yapılan özel çaylar içerdi. Bu her yıl imparatora özel "saygı çayı" sunma geleneğine yol açtı.
Çayın popülerliği Sung hanedanı döneminde de (960-1279) devam etti; fakat Çin on üçüncü yüzyılda Moğolların egemenliği altına girince çay da resmi itibarını kaybetti. Moğollar açık steplerde at, deve ve koyun sürüleri besleyen göçebe bir halktı. Cengiz Han ve oğullarının yönetiminde tarihteki en büyük kesintisiz kara imparatorluğunu; batıda Macaristan'dan doğuda Kore'ye ve güneyde Vietnam'a kadar Avrasya kara kütlesinin çoğunu kucaklayan bir imparatorluk kurdular. Usta atçılardan oluşan bir ulusa uygun olarak geleneksel içkileri; sütteki laktozu alkole dönüştürmek için önce yayıkta yayılan, sonra mayalanan at sütünden yapılan kımızdı. Bu dönemde Çin sarayında birkaç yıl geçiren Venedikli gezgin Marco Polo'nun, imparatora çay saygısı geleneği dışında çaydan söz etmemesinin (kımızın "beyaz şarap gibi ve içimi çok güzel" olduğunu söylemesine karşın) nedeni budur. Çin'in yeni hâkimleri yerel içki çaya ilgi göstermeyip, kendi kültürel geleneklerini sürdürdüler. Moğol imparatorluğunun doğu kısmının hükümdarı Kubilay Han, Çin'deki sarayının avlusuna steplerden getirttiği otlan ektirtmişti ve beyaz kısrak sütünden özel olarak hazırlanmış kımızı içerdi.
Kubilay'ın kardeşi Mengü Han, Moğol İmparatorluğu'nun büyüklüğünü ve kapsadığı alandaki çeşitliliği vurgulamak için, Moğol başkenti Karakurum'da gümüş bir içki çeşmesi yaptırdı; çeşmenin dört oluğunun birinden Çin'den pirinç birası, birinden İran'dan üzüm şarabı, bir diğerinden Kuzey Avrasya'dan bal likörü ve bir diğerinden de Moğolistan'dan kımız akıyordu. Çay görünürlerde yoktu. Fakat bu çeşmenin simgelediği geniş imparatorluğun sürdürülemez olduğu anlaşıldı ve on dördüncü yüzyılda çöktü. Yeniden başlayan çay içme coşkusu, Moğollarm kovulmasmdan ve Ming hanedanlığının (1368-1644) kurulmasından sonra Çin kültürünün kendisini yeniden kabul ettirmesinin bir yoluydu. Çay hazırlama ve içme eylemi giderek daha ayrıntılı olmaya başladı: Lu Yu'nun savunduğu ayrıntıya titizlikle dikkat canlandı ve genişledi. Yeniden dinsel köklerine dönen çay, bir bedensel ve ruhsal canlanma biçimi olarak görülmeye başlandı.
Ne var ki, çay töreni düşüncesi Japonya'da doruğa çıkarıldı. Çay, Japonya'da altıncı yüzyıldan beri içilmekteydi; fakat 1191'de çayın yetiştirilmesi, toplanması, hazırlanması ve içilmesiyle ilgili en son Çin bilgileri, çaym sağlığa yararlarını göklere çıkaran bir kitap yazan Eisai adlı bir Budist keşiş tarafından ülkeye getirildi. Japonya'nın şogun denilen askeri yöneticisi Minamoto Sanetomo hastalanınca, Eisai onu evde yetiştirilen çaym yardımıyla iyileştirdi. Şogun yeni içkinin güçlü bir savunucusu oldu ve çaym popülerliği onun sarayından tüm ülkeye yayıldı. On dördüncü yüzyılda çay, Japon toplumunun her düzeyinde yaygınlaşmışta. İklim çay tarımına çok uygundu ve en küçük aileler bile bir çift çay ağacına bakabilir, ihtiyaç duyduğunda bir iki yaprak koparabilirdi.
Eksiksiz bir Japon çay töreni, bir saatten fazla sürebilen son derece karmaşık, neredeyse mistik bir ayindir. Yalnızca çaym öğütülmesi, suyun kaynatılması, çaym konulup karıştırılması adımlarını betimlemek, kullanılan araçların özel biçimlerinin, kullanım sırasının ve özelliğinin önemini gözden kaçırmak olur. Su, belirli bir kavanozdan zarif bir bambu maşrapayla çaydanlığa aktarılmalıdır; çaym ölçüsü için özel bir kaşık kullanılır; özel bir karıştırıcı, kavanozu ve kaşığı silmek için kare şeklinde bir ipek bez, çaydanlığın kapağı için bir altlık ve benzeri gereçler olmalıdır. Bu eşyaların tümü ev sahibi tarafından doğru sırayla getirilip doğru yerlere konulmalıdır. İdeal olanı, ev sahibinin ocakta tutuşturulacak odunu da kendisinin toplamasıdır ve bütün tören, uygun bir biçimde düzenlenmiş bir bahçedeki bir çayhanede gerçekleşmelidir.
On yedinci yüzyılda yaşayan Japonya'nın en büyük çay ustası Rikyu'nun sözleriyle, "eğer çay ve yemek kaplan kötü zevk ürünüyse, çay bahçesindeki ağaçların ve taşların doğal düzeni ve planı sevimsizse, o zaman en iyisi derhal eve geri dönmektir." Sohbetin dünyevi konulara dönmemesi gibi, Rikyu'nun bazı kuralları inanılmaz derecede biçimsel olmalarına karşın, Avrupa'da törensel bir akşam yemeği partisinin yazılı olmayan kurallarından farklı değildir. Japon çay töreni çay kültürünün doruğudur; Güney Asya'dan bir içki alıp onu bir dizi değişik kültürel ve dinsel etkiyle doldurduktan sonra yüzlerce yıllık görenek ve ritüel birikiminin süzgecinden geçirmenin sonucudur.
Çay Avrupa'da
On altıncı yüzyılın başında, Avrupalılar deniz yoluyla Çin'e ulaştıklarında, Çinliler haklı olarak kendi ülkelerini yeryüzün- deki en büyük ülke olarak görüyorlardı. Çin, dünyanın en büyük ve en kalabalık ülkesiydi, Avrupa'daki her kültürden çok daha eski ve dayanıklı bir uygarlığı vardı. Bilindiği şekliyle, Göksel İmparatorluk sakinleri tarafından evrenin merkezi kabul ediliyordu. Hiç kimse onun kültürel ve entelektüel başarılarıyla yarışamazdı; dışarıdan gelen yabancılar Çin'i taklit etmek isteyen, fakat yozlaştırıcı etkilerinden uzak durulması gereken barbarlar ya da "yabana şeytanlar" diye önemsenmezdi. Neredeyse her alanda Avrupalıların ilerisinde olan Çinliler, zamanın Avrupa teknolojisine yabana değillerdi. Avrupa gemilerindeki "yenilikler"; manyetik pusula, barut ve basılı kitaplar Çin yenilikleriydi. Doğunun efsanevi zenginliklerini aramak üzere Malay yarımadasında bulunan Malaka'daki ticaret noktalarından yelken açan Portekizli kâşifler, alçakgönüllülükle karşılandılar. Çin kendi kendine yetiyordu, hiçbir eksiği yoktu.
Portekizliler ticaret hakkı karşılığında imparatora haraç ödemeye razı oldular ve birkaç yıl boyunca Çin'le ticari ilişkiyi sürdürdüler. Çinliler alfan ve gümüş karşılığında ipek ve porselen satmaktan memnun olmalarına karşın, Avrupa'nın mamul mallarına ilgi göstermediler. Sonunda 1557'de Çinliler, Portekizlilere Macao yarımadasında Kanton ırmağının ağzında her türlü mal sevkıyatının yapılacağı bir ticaret noktası kurma izni verdiler. Bu durum Çinlilere vergi koyma ve yabancılarla ilişkiyi en aza indirme olanağı veriyordu; diğer Avrupalıların Çin'le doğrudan ticaret yapmalarına izin verilmedi. On altıncı yüzyılın sonuna doğru HollandalIlar Doğu Hint Adaları'na ulaştıklarında, Çin mallarını bölgedeki diğer ülkelerin aracılığıyla satın almak zorunda kaldılar.
Bölgeyle ilgili Avrupa raporlarında çaydan ilk kez 1550'ler- de söz edilir. Fakat Avrupa'ya çay sevkıyatı ilk tüccarların aklına gelmemişti. Portekizli gemicilerin kendi tüketimleri için az miktarda çayı Lizbon'a getirmiş olmaları olasıdır; fakat Avrupa'ya ilk ticari çay sevkıyatım ancak 1610'da bir Hollanda gemisi yaptı. Çay Hollanda'dan 1630'larda Fransa'ya ve 1650'lerde İngiltere'ye ulaştı. Bu ilk çay, Çinlilerin her zaman tükettikleri türden yeşil çaydı. Taze toplanan yeşil yaprakların bir gece bırakılıp oksitlenmesi sağlanarak yapılan siyah çay, Ming hanedanlığı döneminde ortaya çıktı; kökeni sırdır. Çinliler onu yalmzca yabancıların tüketmesine uygun görmeye başladılar ve sonunda Avrupa'ya yapılan ihracata siyah çay egemen oldu. Çayın kaynağı konusunda hiçbir fikre sahip olmayan Avrupalılar, yeşil ve siyah çayın tamamen farklı iki botanik tür olduğunu sandılar.
Çay, kahveden birkaç yıl önce Avrupa'ya gelmesine karşın, çoğunlukla fazla pahalı olduğu için on yedinci yüzyılda çok etkili olmadı. 1630'lardan itibaren sağlığa yararlarım tartışan Hollanda'da lüks ve tıbbi bir içki olarak tüketilmeye başlandı. Çaya (aynı zamanda diğer iki yeni içkiye, kahveye ve çikolataya) ilk karşı çıkanlardan biri, Danimarka kralının Alman doktoru Simon Pauli'ydi. 1635'te, çayın bazı tıbbi yararları bulunsa da, zararlarının yararlarından fazla olduğunu savunan bir yazı yayımladı. İddiasına göre, çay Çin'den taşınırken zehirleşiyordu, bu yüzden "içenlerin, özellikle de kırk yaşını geçenlerin ölümünü hızlandırır." Pauli, "azgın bir salgın halini alan Çin'den Avrupa'ya çay ithal etme çılgınlığım yok etmek için elinden geleni" yapmış olmakla övünüyordu.
Çayın savunuculuğunu yapan ve onu her derde deva gören Hollandah doktor Nikolas Dirx karşıt görüşü savundu. 1641'de "bu bitkinin eşi yoktur" diyordu. "Kullananlar tüm dertlerden kurtulur, son derece uzun yaşar." Her gün birkaç fincan çay tüketmeyi öneren bir kitap yazan bir başka HollandalI doktor, Comelius Bontekoe ise daha da coşkulu bir çay savunucusuydu. "Çayı tüm ulusa ve tüm insanlara öneriyoruz" diyordu: "Her erkeğin, her kadının her gün çay içmesini istiyoruz; olanaklıysa her saat; günde on fincanla başlayıp, dozu giderek artırarak -midenin alabildiği kadar." Bontekoe'nun önerisine göre, hastalar günde 50 fincan kadar tüketmeliydi; üst sınır olarak da günde 200 fincan öneriyordu. Hollanda Doğu Hindistan Kumpanyası, çay satışlarının artmasındaki yardımlarından ötürü Bontekoe'yu onurlandırdı; aslında, kitabını yazmasını da şirket sağlamış olabilir. O sırada popülerleşmeye başlayan çaya şeker katma pratiğini onaylamaması da dikkate değerdir.
Avrupalılar çaya süt de eklediler. 1660'ta İngilizce bir çay reklamı çaym birçok tıbbi yaran arasında şunları da sayıyordu: "iç organlan güçlendirir (su ve sütle hazırlanıp içildiği için), veremi önler, karın ağrısını ya da bağırsak sancısını giderir." Çayın 1659 ila 1700 arası dönemde aristokratlar arasında kısa süreli bir cazibeye sahip olduğu Fransa'da da hem lezzet için, hem ılıtmak için çayı sütle içmeye başladılar. Çayı sütle soğutmak hem içeni, hem zarif porselen fincanı koruyordu. Fakat çok geçmeden Fransa'da kahve ve çikolata çayı gölgeledi. Sonunda Fransa ya da Hollanda değil, İngiltere çayı en çok seven Avrupa ülkesi olarak ortaya çıktı ve bunun muazzam tarihsel sonuçlan oldu.
İngiltere'nin çay coşkusu
On sekizinci yüzyılın başında İngiltere'de hemen hemen hiç kimsenin çay içmediğini, yüzyılın sonunda ise neredeyse herkesin içtiğini söylemek fazla abartı olmaz. 1699'da yaklaşık 6 ton olan resmi ithalat, bir yüzyıl sonra 11 bin tona çıktı ve yarım kilo çayın yüzyılın sonundaki fiyatı, yüzyılın başındaki fiyatının yirmide biriydi. Üstelik bu rakamlar kaçak ithalatı kapsamıyor. Kaçak çay, çay vergisinin önemli miktarda düşürüldüğü 1784'e kadar ithalat hacmini ikiye katlamış olabilir. Tüketilen çay miktarına dair rakamların netliği konusunda kuşku yaratan bir başka faktör de; çayı, genellikle kimyasal boyalarla boyanıp gizlenmiş külle, söğüt yapraklarıyla, testere talaşıyla, çiçeklerle ve daha kuşkulu maddelerle -bir anlatıma göre koyun gübresiyle- karıştırıp çoğaltma şeklinde gerçekleşen yaygın sahtecilikti. Yapraktan fincana kadar uzanan zincirin neredeyse her evresinde çaya şu ya da bu şekilde bir şeyler karıştırılırdı; bu nedenle tüketilen miktar, ithal edilen miktardan çok daha fazlaydı. Siyah çayın popülerleşmesi de, bu sahteciliğin bir yan ürünüydü: Sahte yeşil çay yapmak için kullanılan kimyasalların çoğu zehirliydi; oysa siyah çay, karışımlı olduğunda bile daha güvenliydi. Siyah çay daha yumuşak, daha az acı olan yeşil çayın yerini alınca, lezzet katmak için şeker ve süt eklendi.
Kaçakçılığın ve sahteciliğin gerçek boyutu ne olursa olsun, on sekizinci yüzyılın sonunda İngiltere'deki herkesin günde bir iki fincan içmesine yetecek kadar çayın ülkeye girdiği açıktır. Daha 1757'de bir gözlemcinin belirttiğine göre "Richmond yakınında, yaz mevsiminde genellikle çay içen dilencilerle karşılaşılan dar bir yol vardır. Yolları onaran emekçileri çay içerken görebilirsiniz; hatta cüruf taşınan el arabalarında bile içiliyor; bir o kadar saçma olanı ise fincanlarda samancılara satılıyor olması."
İngilizleri böylesine çay tüketmeye götüren hızın ve coşkunun nedeni nedir? Yanıt, iç içe geçen birkaç parçadan oluşur.
Çay, 1662'de II. Charles'ın Portekiz Kralı IV. Joao'nun kızı Bragançah Catherine'le evlenmesinden sonra İngiliz sarayında moda olunca, ilk büyük atılımını yaptı. Catherine'in muazzam çeyizi; Portekiz'e ait Tangier ve Bombay ticaret noktalan, denizaşırı Portekiz iyelikleriyle ticaret hakkı, bir servet değerinde altın ve bir sandık çaydan oluşuyordu. Catherine sadık bir çay içicisiydi ve kendisiyle birlikte alışkanlığını da getirdi. Çayı
II. Charles'ın eşi Bragançah Catherine çayı İngiliz sarayına soktu küçük fincanlarda -o zamanın bir anlatımına göre "yüksükten büyük olmayan"- yudumlamak, aristokrasi arasmda hemen tutuldu. Catherine'in kralla evlenmesinden sonraki yıl şair Ed- mund VValler, Catherine'e ulusa iki hediyesini -çay ve Doğu Hint Adaları'na erişim- vurguladığı bir doğum günü şiiri yazdı:
Kraliçelerin en iyisini ve en iyi bitkiyi borçluyuz,
Güneşin doğduğu yerin yolunu gösteren,
Zenginliklerini takdir ettiğimiz o cesur ulusa.
Müz'ün dostudur çay, hayalimizi süsler
Dağıtır başımızdaki dumanları
Dingin tutar ruhun sarayını
Yakışır Doğum Gününde Kraliçeyi selamlamaya.
Çay içen kraliçenin sağladığı ilk ivmeden sonra, çayın yükselişindeki ikinci faktör, Doğu Hint Adalan'ndan İngiltere'ye ithalat tekeli verilen Doğu Hindistan Kumpanyası'nın rolüydü. Başlangıçta Çin'e doğrudan ulaşma olanağından yoksun olmasına karşın, kumpanyanın kayıtları 1660'larda "Kumpanya tarafmdan tamamen ihmal edildiğini" sanmasın diye krala hediye olarak Hollanda'dan az miktarda "iyi çay" getirmeye başladığını gösteriyor. Kumpanya, bu ve diğer hediyelerle Charles'ın desteğini kazandı ve Charles, kumpanyaya toprak edinme, para basma, ordu besleme, ittifaklar kurma, savaş ilan etme, barış yapma ve adalet dağıtma haklarını da kapsayan geniş yetkiler verdi. Basit bir ticaret şirketi olarak işe başlayan kumpanya sonraki yüzyılın seyri içinde İngiliz gücünün doğudaki tezahürü oldu. İskoç iktisatçı ve yazar William Playfair'in 1799'da gözlemlediği gibi, "Hindistan Kumpanyası sınırlı bir tüccarlar topluluğundan, Doğu'nun Yargıcı haline geldi." Bunun nedeni büyük ölçüde kumpanyanın çay ticaretini geliştirme, genişletme ve ondan kâr etme tarzıydı.
Çay, 1660'ların ortasından itibaren kumpanya müdürlerinin Londra'daki toplantılarında ikram edildi ve her gemide kendilerine "kişisel ticaret" için belli bir yer tahsis edilen kumpanya gemilerinin kaptanları ve diğer subayları tarafından kişisel olarak ithal edilirdi. Kıtlığı ve yüksek değeri dikkate alındığında, çay kişisel ticaret için ideal bir metaydı: Bir ton çaym kârı birkaç yıllık ücret değerinde olabiliyordu ve 10 tonluk bir yer tahsisatı edinmek bir gemi kaptanı için hiç de zor değildi. Kişisel çay ticareti başlangıçta talebin canlanmasına yardımcı olmuş olabilir; ancak kumpanyanın giderek büyüyen resmi ticaretini zayıflatacağı korkusuyla 1686'da yasaklandı.
Kumpanyanın Doğu Hint Adaları'ndan (Bantam'dan, bugünkü Endonezya'da) ilk ithalatı 1669'da başladı ve çay yavaş yavaş yaygınlaştı. Kumpanya Asya'dan ilk önce kâğıt, ardından ucuz tekstil ithalatına yoğunlaştığı için, çay başlangıçta önemsiz bir metaydı. Fakat İngiltere'nin yerli tekstil üreticilerinin muhalefeti kumpanyayı çaya daha fazla önem vermeye teşvik etti; çay ithalatının yerli üreticileri gücendirme sorunu yoktu. Çaym perakende maliyeti arzın düzensizliği nedeniyle değişiyordu; fakat 1660'ta yarım kilosu 6-10 sterlinden başlayan yüksek çay fiyatları, 1700'de 4 sterline düşmüştü. 1 sterline de çay bulunuyordu. Fakat o sırada yoksul bir ailenin yıllık geliri sadece 20 sterlin de olabiliyordu. Bu nedenle çay evrensel olamayacak kadar pahalıydı hâlâ. On yedinci yüzyılın sonuna kadar da lüks bir mal olarak, çok daha ucuz olan kahvenin gölgesinde kaldı: Bir fincan çayın maliyeti, bir fincan kahvenin beş katıydı.
Ancak on sekizinci yüzyılın başında kumpanya Çin'de ticaret noktalan kurup doğrudan çay ithalatına başlaymca, çaym miktarı arttı, fiyatı düştü ve çok daha geniş bir kesim için ulaşılabilir oldu. 1718'de çay, Çin'den ithalatın ana direği olarak ipeğin yerini alıyordu; 1721'de ithalat yılda 5000 tona ulaşmıştı. 1744'te bir yazar "... Doğu Hint Adaları'yla bir ticaretin başlaması... çayın fiyatını o kadar düşürdü ki, geliri en düşük işçi bile satın almayı düşünebilir" gözleminde bulunuyordu. Doruğundayken çay kumpanyamn toplam ticaretinin yüzde 60'mdan fazlasını temsil ediyor ve çay vergisi İngiliz devlet gelirlerinin yüzde 10'undan fazlasını oluşturuyordu. Sonuç olarak, çay ticarinin denetimi kumpanyaya muazzam bir nüfuz kazandırdı ve bu nüfuzla, kendisinden yana yasaların çıkarılmasını sağladı. Diğer Avrupa ülkelerinden çay ithalatı yasaklandı; satışları artırmak ve pazarı genişletmek için çay vergisi düşürüldü; sahte çay çok yüksek para cezalarıyla cezalandırıldı. Kaçakçılık ve sahtecilik yaygınlığını korudu, fakat bu çay talebinin ne kadar yüksek olduğunu gösteriyordu. Son olarak, İngiltere ile Doğu Hindistan ticaretinin toptan denetimi arasında duran tek şey HollandalIlardı. Bir dizi savaş 1784'te Hollanda'nın yenilgisiyle son buldu ve rakip Hollanda Doğu Hindistan Kumpanyası 1795'te, küresel çay ticaretinin neredeyse tam denetimini İngiliz rakibine bırakarak dağıldı.
Bragançah Catherine çayı moda haline getirdi, Doğu Hindistan Kumpanyası bulunabilir duruma getirdi fakat hem özel hem kamusal alanda yeni tüketim biçimlerinin bulunmasıyla birlikte sosyalleşti de. 1717'de bir Londra kahvehanesinin sahibi olan Thomas Tvvining, kahvehanesinin hemen yanı başında kadmlara özel ve yalmzca çay satan bir dükkân açtı. Kadınlar, yalnızca erkeklere açık olan kahvehanelerdeki tezgâhlarda çay satın atamıyorlardı. Diğer ev ihtiyaçlarıyla birlikte pahalı çay da satın almaya hizmetçileri göndermek istemiyorlardı; çünkü bu, onlara çok büyük miktarda parayı emanet etmek demekti. (Çaym pahalılığı, çay kutularına -içinde çay saklanan ve yalnızca evin hanımefendisinin açabildiği kilitli kapağı bulunan özel kutular- yansıdı.) Fakat Tvvining'in dükkânında kadınlar moda olan bu yeni içkiyi orada tüketmek için fincanda, evde
1750 civarında bir İngiliz çay partisi. Çayın kibar ortamlarda törensel tüketimi, gelişmişliği göstermenin bir aracı haline geldi hazırlamak için de kuru yaprak olarak satın alabiliyorlardı. O zamanın bir gözlemcisi, "Yüce hanımefendiler, parasını verdikleri canlandırıcı içeceği küçük fincanlarda içmek için Twining'in Devereaux Court'taki yerine üşüşürdü," diyordu. Bay Twining'in onlarm damak zevklerine uygun hazırladığı özel harman çaylardan da alabiliyorlardı.
Çay bilgisi ve çaym evde kibar ortamlarda törensel tüketimi, gelişmişliği göstermenin bir aran haline geldi. Ayrıntılı çay partileri, Çin ve Japon çay törenlerinin İngiliz eşdeğeri olarak doğdu; bu partilerde çay, Çin'den ithal edilen porselen fincanlarda ikram edilirdi. Yazarlar çaym nasıl hazırlanması, rütbelerine göre konuklara hangi sırayla ikram edilmesi, hangi yiyeceklerle sunulması, konukların ev sahibine nasıl teşekkür etmeleri gerektiği konusunda öğütler veriyorlardı. Çay yalnızca bir içecek değildi artık; tamamen yeni bir öğleden sonra yemeği haline geldi.
Çay ikramında başka bir yenilik de, Londra'nın çay bahçelerinin ortaya çıkışıydı. 1732'de ilk açılan bahçe olan Vauxhall Gardens; içersinde aydınlatılmış yürüyüş yollarının, bando platformlarının, başta çayın yanında atıştırmak için tereyağlı ekmek olmak üzere yiyecek ve içecek satan büfelerin yer aldığı ve her türden gösterinin de yapıldığı bir parktı. Peşinden başka çay bahçeleri geldi. Zarif, saygın bir kamusal mekân ve karşıt cinsiyetten insanların buluşması için güzel bir yer sağlamaları çekiciydi. Gentleman's Magazine'deki bir anlatıma göre, bir çay bahçesinde, söz gelişi White Conduit House'ta, genç erkekler genç kadınların uzun elbiselerinin yerde sürünen eteklerine "kazayla" basar ve özür olarak bir fincan çay ikram ederlerdi; başka bir çay bahçesinde, Parthenon'da, ilk hareket kadınlardan gelir, seçtiği genç erkekten kendisine bir fincan çay ikram etmesini isterdi. Çay bahçeleri, o sırada gerilemekte olan kahvehanelerden hep dışlanmış olan kadınlar arasında özellikle popülerdi. Daha saygın kahvehaneler özel beyefendi kulüplerine ve ticari kurumlara dönüşmeye başlamıştı; yalnızca alkol satışlarına yaslanan ve tavernalardan ayırt edilmeleri giderek zorlaşan, daha az saygın olanlar kalmıştı. Yazar Dani- el Defoe'nun belirttiği gibi bu tür kuruluşların "birahaneden farkları yoktur, yalnızca kahvehane adının daha iyi bir hava verdiğini düşünürler."
Yoksullar için çay giderek güç yetirilebilir bir lüks, ardından da zorunlu bir ihtiyaç oldu: Az miktarda çayı fazla suyla demleyerek çoğaltma ya da kullanılmış çay yapraklarını yeniden kullanma gibi hileler sonunda çayı bir biçimde herkesin menziline soktu. On sekizinci yüzyılın ortasından itibaren ev hizmetçilerinin ücretlerine özel çay ödenekleri de eklendi; 1755'te İngiltere'yi ziyaret eden bir İtalyan "sıradan hizmetçi kızlar bile günde iki kez çay içmelidirler" diyordu. Çay, dünyanın öbür ucundan gelmesine karşın, sonunda sudan sonra en ucuz içecek oldu. On dokuzuncu yüzyılın başında İskoç bir gözlemci "Ticari ve mali sistemimiz o kadar oturmuştur ki, dünyamn doğu ucundan getirilen çay ile Batı Hint Adaları'ndan getirilen şeker... birleşip biradan ucuz bir içki meydana getirirler," diyordu. Çay soğuk yiyeceklerle birlikte tüketildiğinde, sıcak bir yemek yanılsaması yaratmaktaydı. Bazıları çaym yoksullar tarafından benimsenmesini ayıplayıp, zenginlerin alışkanlıklarını taklit etmek yerine, paralarını daha besleyici yiyeceklere harcamaları gerektiğini savundular. Bir yasa koyucu, yıllık geliri 50 sterlinin altında olanlara çaym yasaklanmasını bile önerdi. Fakat bir on sekizinci yüzyıl yazarının işaret ettiği gibi, işin doğrusu şuydu: "Şimdi yoksun kalsalardı, yalnızca ekmek ve suyla baş başa kalırlardı. Çay içmek yoksulların sıkıntısının nedeni değil, sonucudur." Kraliçelerin içeceği, son çare içeceği de olmuştu. İngiliz toplumunun en tepesinden en dibine kadar, herkes çay içiyordu.
îngilizlerin çayı benimsemelerinde moda, ticaret ve sosyal değişimler rol oynadı -yabancıların on sekizinci yüzyıl sona ermeden fark ettikleri bir görüngü. 1784'te Fransız bir ziyaretçi "Bütün İngiltere'de çay içmek yaygındır... en sıradan köylü, zenginler gibi günde iki kez çay içer; toplam tüketim muazzamdır," diyordu. İsveçli bir ziyaretçiye göre "İngiliz'in gerçek temel öğesi sudan sonra çaydır. Bütün sınıflar tüketir ve sabahleyin erkenden Londra sokaklarına çıkan biri, birçok yerde açık havaya kurulmuş masaların etrafında oturup çaylarını yudumlayan kömürcüleri ve işçileri görebilir." Çay dünyanın en eski imparatorluğundan gelip en yeni imparatorluğunun kalbine girmişti. İngilizler evlerinde oturup fincanlarındaki çayı içerken, deniz aşırı imparatorluklarının büyüklüğünü ve gücünü hissediyorlardı. Çayın yükselişi İngiltere'nin bir dünya gücü olarak büyümesiyle iç içe geçti ve İngiltere'nin ticari ve emperyal gücünün daha da genişlemesinin yolunu açtı.
Çay Gücü
"Bu ünlü bitkinin ilerlemesi, hakikatin ilerlemesine çok benzedi; tatma cesaretini gösterenlere çok lezzetli gelmesine karşın, başlangıçta kuşkuyla karşılandı; sınırları aşmca karşı duruldu; popülerliği artınca kötüye kullanıldı ve sonunda zamanın yavaş ve karşı konulmaz çabalarıyla ve kendi erdemleriyle saraydan kulübeye kadar tüm ülkeye zaferini kabul ettirdi."
Isaac D'Israeli (1766-1848)
Çay ve sanayi
1771'de İngiliz mucit Richard Arkvvright, Derbyshire'daki Cromford'da büyük bir binanın inşaatına başladı. On üç kardeşin en küçüğü olan Arkvvright ilk girişimci yeteneğini, insan saçlarım toplayıp kendi gizli formülünü kullanarak boyadıktan sonra peruğa dönüştürmeye başlayınca göstermişti. Bu işin başarısı ona daha hırslı bir atılıma başlama olanağı sağladı ve 1767'de bir "iplik eğirme tezgâhı" geliştirmeye başladı. Bu, dokumaya hazırlamak üzere iplik eğiren bir makineydi. Fakat bu eğirme tezgâhı, vasıflı bir çalıştırıcıyı gerektiren ve zor çalıştırılan kaba bükme makinesinden farklı olarak herkesin çalıştırabileceği motorlu bir makine olacaktı. Arkvvright, daha önceki bir tasarımın ayrıntılarım aldığı saatçi John Kay'in yardımıyla işler durumda bir ilk örnek yaptı ve at gücüyle çalışan ilk iplikhanesini 1768'de kurdu. Bu iplikhane, iki zengin işadamını o kadar etkiledi ki, eğirme tezgâhının Comford'daki ırmağın üzerinde bir su çarkıyla çalıştırılacağı çok daha büyük bir iplikhane kurması için Arkvvright'a fon sağladılar. İlk modem fabrika olan bu iplikhane, Arkvvright'ın yeni bir imalat yaklaşımım başlattığı yerdi. Başarısı onu, İngiltere'yi dünyanın ilk sanayileşmiş ülkesine dönüştüren devrimde eksen figür yaptı.
Tekstil imalatıyla başlayan ve daha sonra diğer alanlara da yayılan sanayi devrimi, hem teknolojik, hem örgütsel yeniliklere dayanıyordu. Çıkış noktası, vasıflı emekçilerin yerine; yorulmayan, dakik makineler geçirmekti. Bu makineler su ve buhar gibi yeni güç kaynaklan gerektiriyordu. Çok sayıda makineyi su çıkrığı ya da buharlı motor gibi bir güç kaynağının etrafında bir fabrikaya toplamak avantajlıydı. Bir dizi görevi yerine getirebilen zanaatçılar, yerlerini, bir imalat sürecinin yalnızca bir evresinde uzmanlaşmış emekçilere bıraktı. Makineleri ve işçileri bir çatı altına toplamak, tüm süreci daha yakından denetleyebilmek ve vardiyalı çalışmayla pahalı makinelerden azami yararlanmak demekti. Arkvvright, işçiler işe zamanında gelebilsinler diye, fabrikasının yanına onlar için kulübeler inşa etti. Bütün bunlar verimliliği muazzam ölçüde etkiledi. Arkvvright'ın fabrikasında tek başına bir işçi, makineler sayesinde 50 el iplikçisinin işini yapabiliyordu. Ditme, tarama ve dokuma gibi tekstil üretiminin diğer boyutları da otomatlaşınca, üretim şahlandı. On sekizinci yüzyılın sonuna gelindiğinde İngiliz malı tekstil o kadar ucuz ve boldu ki, İngiltere Hindistan'a tekstil ihraç etmeye başladı ve Hindistan'ın gelişmekte olan geleneksel dokumacılığını mahvetti.
Nasıl ki on yedinci yüzyılda masa başında çalışan kâtipler, işadamları ve entelektüeller kahveye sarıldılarsa, on sekizinci yüzyılın yeni fabrikalarındaki işçiler de çayı kucakladılar. Çay, bu yeni çalışma düzenine en uygun içecekti ve birçok şekilde
sanayileşmeye yardımcı oldu. Fabrika sahipleri işçilerine ikramiye olarak bedava "çay molaları" vermeye başladılar. Genellikle tarım işçilerine verilen biradan farklı olarak, kafeinin varlığı sayesinde çay zihni donuklaştırmıyor, aksine keskinleştiriyordu. Çay, işçileri uzun ve sıkıcı vardiyalarda uyanık tutuyor, hızlı hareket eden makinelerle çalışırken yoğunlaşmalarını sağlıyordu. Bir el dokumacısı ya da iplikçisi ihtiyaç duyduğunda dinlenebilirdi; fabrikadaki işçi bunu yapamazdı. Fabrika işçileri iyi yağlanmış bir makinenin parçaları gibi çalışmak zorundaydılar ve çay, fabrikaların pürüz çıkmadan çalışmalarını sağlayan yağdanlıktı.
Çayın doğal anti bakteriyel özellikleri de bir avantajdı; çünkü çay yapımında kullanılan su yeterince kaynatılmadığın- da bile, suyla bulaşan hastalıkların yaygınlığını azaltıyordu. İngiltere'de dizanteri vakalarının sayısı 1730'lardan itibaren azaldı; 1796'da bir gözlemci dizanteri ve suyla bulaşan diğer hastalıklar için, "O kadar azalmıştır ki, Londra'da neredeyse adları bile bilinmiyor," diyordu. On dokuzuncu yüzyılın başında, doktorlar ve istatistikçiler, ulusun sağlığındaki iyileşmenin en olası nedeninin çayın popülerliği olduğu konusunda hemfikirdi. Bu durum, British Midlands'ın sanayi kentlerindeki fabrikaların etrafında kurulan yaşam alanlarında hastalık riski olmadan daha fazla işgücü paketlemeye olanak veriyordu. Çay bebeklerin de yaratmaydı; çünkü çaydaki anti bakteriyel tanen asidi, emziren annelerin sütüne kolayca geçer. Bu da bebek ölüm oranlarını düşürüyor ve tam da sanayi devrimi kök salarken büyük bir emek havuzu sağlıyordu.
Çayın popülerliği kap kacak talebini artırarak ve yeni bir sanayiyi var ederek ticareti de canlandırdı. Güzel bir "çay takımı"na sahip olmanm hem zenginler, hem yoksullar için büyük bir sosyal önemi vardı. 1828'de bir gözlemcinin dediğine göre "iplik makinelerinde çalışan dokumacılar küçük bahçeleri olan temiz ve düzgün konutlar"da yaşardı. "Bütün aile iyi giyimliydi, her erkeğin bir cep saati vardı ve kadınlar zevklerine göre giyinirdi... her ev; maun kasalı bir duvar saatiyle, Staffordshire malı güzel çay takımlarıyla, gümüş ya da gümüş kaplama şeker maşaları ve kaşıklarıyla süslüydü." Staffordshire'lı çömlekçilerin en ünlüsü Josiah VVedgvvood'du. VVedgvvood'un şirketi, ithalatı gerileyen ve sonunda 1791'de duran Çin porselenleriyle rekabet edebilecek ölçüde çay takımları üretiyordu.
Wedgwood, seri üretimin öncüsüydü; malzeme öğütmek ve damgalama makinelerini çalıştırmak için buharlı motoru ilk kullananlardan biriydi. Fabrikalarındaki bireysel zanaatçılar artık bir işi başından sonuna kadar yapmıyor; üretimin yalnızca bir evresiyle ilgili uzmanlaşıyor, yalnızca o konuda beceri kazanıyorlardı. Parçalar kesintisiz bir akış halinde bir işçiden diğerine geçiyordu. Bu işbölümü VVedgvvood'un, çömlekçi olup olmadıklarına bakmadan, çay takımları için en yetenekli tasarımcıları kullanmasını olanaklı kıldı. VVedgvvood, ürünlerini tanıtmak için şöhret kullanmanın da öncüsüydü: III. George'un karısı Kraliçe Charlotte "tam bir çay takımı" sipariş edince, benzer ürünleri "Kraliçe takımı" adıyla halka satma izni aldı. Gazetelere reklam verdi ve Rus Çariçe II. Yekate- rina için özel çay takımı ürettiğinde yaptığı gibi, çay takımları için yalnızca davetlilerin katıldığı özel sergiler düzenledi. Bu dönemde çayın pazarlanması da daha karmaşıklaştı: Richard Tvvining'in (Thomas'ın oğlu) ve diğer çay tüccarlarının adları ünlendi. Tvvining 1787'de dükkânın kapısına özel tasarım bir tabela astı ve çaylarını, bugün dünyada hâlâ kullanılan en eski ticari logo olduğu sanılan aynı tasarımla etiketledi. Çay ve çay gereçlerinin pazarlanması, tüketimciliğin ilk temellerini attı.
Diğer batılı ulusların İngiltere'nin sanayileşmesine yetişmesi bir yüzyıl aldı. İngiltere'nin sanayinin beşiği olmasının birçok nedeni vardır: Bilim geleneği, Protestan çalışma ahlakı, alışılmamış ölçüde yüksek bir dinsel hoşgörü, kömürün bolluğu, yollardan ve kanallardan oluşan etkin ulaşım ağları, İngiliz girişimcilere mali kaynak sağlayan imparatorluk meyveleri. Fakat İngilizlerin benzersiz çay aşkı da, yeni sanayi kentlerinden hastalıkları uzak tutarak ve uzun vardiya sürelerinde açlığı yatıştırarak kendi rolünü oynadı. İlk fabrikalarda çay, işçileri ateşleyen içkiydi; fabrikalar ise, hem insanların hem makinelerin kendilerince buhar gücüyle çalıştıkları yerlerdi.
Demlikten siyaset
İngiltere'nin çayını tedarik eden örgüt olan Doğu Hindistan Kumpanyasının siyasal gücü muazzamdı. Gücünün doruğunda iken, İngiliz hükümetinden daha fazla gelir üretiyor ve daha fazla insanı yönetiyordu; çaydan alınan vergi ise, devlet gelirlerinin yüzde 10'unu oluşturuyordu. Bütün bunlar kumpanyaya, dünyanın en güçlü ulusunun politikalarını hem dolaylı, hem doğrudan etkileme olanağı vermekteydi. Kumpanyanın yüksek yerlerde dostları vardı ve birçok görevlisi parlamentoya girmenin bir yolunu buluyordu. Doğu Hindistan Kumpanyası'nı destekleyenler, Batı Hint Adaları'nda çıkarları bulunan politikacılarla da bazen ortak çalışıyorlardı: Çay tüketimi, Batı Hint Adaları şekerine talebi ateşliyordu. Bütün bunlar, birçok durumda kumpanya politikasının hükümet politikası haline gelmesini sağladılar.
En iyi bilinen örnek, Amerikan bağımsızlığında çay politikasının rolüyle ilgilidir. 1770'lerin başında İngiltere'de ve Amerika sömürgelerinde çay kaçakçılığı doruktaydı. İngiltere'de kaçakçılar gümrük vergisi ödemedikleri için kaçak çay yasal çaydan ucuzdu, bu nedenle de çekiciydi. İlke olarak bu tür vergilere karşı olan Amerika'da ise sömürgeciler Londra'daki hükümetin çay ithalatına koyduğu vergiyi ödememek için çayı Hollanda'dan kaçak getirmeye başladılar. (Çay vergisi, Fransız ve Yerli Savaşı'nın başarıyla sürdürülmesinden kaynaklanan borçları ödemek için para toplama amacıyla Londra'nın çeşitli mallara koyduğu vergilerin sonuncusuydu.) Şaha kalkan kaçakçılık yasal çay satışlarını düşürdü ve kumpanya dağ gibi biriken stoklarla karşı karşıya kaldı: Londra'daki deposunda yaklaşık 10 bin ton çay bekliyordu. Kumpanya ister satsın ister satmasın bu çaym vergisini ödemek zorunda olduğu için, hükümete 1 milyon sterlin borcu vardı. Kumpanyamn çözümü, her zaman olduğu gibi, hükümetin kumpanyadan yana müdahale etmesini sağlamaktı.
Sonuç, 1773 tarihli Çay Yasası oldu. Kumpanyanın dikte ettirdiği yasanın maddeleri arasında, borcunu ödemesi için kumpanyaya 1.4 milyon sterlin devlet kredisi ve doğrudan Çin'den Amerika'ya çay sevkıyata hakkı da vardı. Ayrıca kumpanya, İngiliz ithalat vergisi ödemeyecek, çok daha az olan Amerika vergisini ödeyecekti. Üstelik bu vergiyi, kumpanyanın Amerika'daki temsilcileri, tek yetkili çay satıcısı hakkı (dolayısıyla kumpanyaya tekel hakkı) verilen temsilciler ödeyecekti. Düşük vergi oranı, hükümetin sömürgecileri vergilendirme hakkını göstermenin yanı sıra, kaçak çay fiyatlarını düşürüp kaçakçıları zayıflatacaktı. Kumpanya yetkililerine göre, sömürgeciler kendilerine minnettar kalacaktı, çünkü sonuçta çay fiyatları düşecekti.
Bu büyük bir yanılgıydı. Amerikalı sömürgecilerin, özellikle de New England'dakilerin refahı, ister Fransız Batı Hint Adaları'ndan rom yapmak için melas satın almak, ister Hollanda'dan kaçak çay işi yapmak olsun, Londra'nın müdahalesi olmadan dizginsiz ticaret yapabilmelerine bağlıydı. İngiliz mallarım boykot ettiler ve ilke olarak Londra'daki hükümetevergi ödemeyi reddettiler. Hükümetin perakende çay satışında Doğu Hindistan Kumpanyası'na tekel hakkı vermesine de kızgındılar. Sonra ne olacaktı? Aralık 1773'te Philadelphia'da yayınlanan bir afiş "Doğu Hindistan Kumpanyası, bu (bir
Protestocuların üç gemi çayı Boston Limaru'na döktükleri
1773 Boston Çay Partisi
zamanlar) mutlu ülkeye ayak basar basmaz, efendiniz olmak için yerinden oynatmadık taş bırakmayacak" diyordu. "Kendisine yardım ve yataklık eden düzenbaz, ahlaksız ve zorba bir kurulları vardır. Kendisi de zorbalıkta, yağmacılıkta, baskıda ve kan dökmede ustadır... Böyle zengin oldu, böyle evrendeki en güçlü ticaret şirketi oldu." Birçok İngiliz tüccar da aynı şeyi hissediyordu; hükümet yine kumpanyanın kendi yararına politikalar dikte ettirmesine izin veriyordu. Yasa yürürlüğe girip kumpanyanın çay yüklü gemileri Amerika'ya ulaşınca, sömürgeciler gemilerin yük boşaltmalarını engellediler. 16 Aralık 1773'te, Mo- hawk Kızılderilileri gibi giyinen bir grup protestocu, kumpanyanın Boston Limam'ndaki üç gemisine çıktı. Üç saat içinde 342 sandık çayı denize döktüler. Bunu diğer limanlarda benzer "çay partileri" izledi. İngiliz hükümeti Mart 1774'te Doğu Hindistan Kumpanyasının zararları tazmin edilinceye kadar Boston Limam'mn kapatıldığını ilan ederek karşılık verdi. Bu "Dayanılmaz Yasalar"ın ilkiydi -İngiltere'nin sömürgelere otoritesini kabul ettirmek için 1774'te çıkardığı, fakat 1775'te Devrimci Savaşı'nın başlamasını sağlamaktan başka bir işe yaramayan bir dizi yasa. Acaba kumpanyanın çıkarlarından daha az etkilenen bir hükümet çay partilerine omuz silkebilir miydi, ya da sömürgecilerle bir uzlaşmaya varabilir miydi? (Amerikan tarafında, örneğin Benjamin Franklin, tahrip edilen çayın bedelinin ödenmesini savunuyordu.) Çok geçmeden çay anlaşmazlığının, İngiltere'nin Amerika'daki sömürgelerini kaybetmesi yönünde belirleyici bir adım olduğu anlaşıldı.
Afyon ve çay
1784'te İngiltere'ye çay ithalatı üzerindeki vergi iyice düşürülünce Doğu Hindistan Kumpanyası'mn şansı yeniden açıldı; yasal çay fiyatları düştü, kumpanyanın satışları ikiye katlandı ve kaçakçılık ortadan silindi. Fakat görevlilerinin yoz ve kendilerine kişisel zenginlik sağlamaya yönelik davranışlarıyla ilgili artan kaygılar arasında, kumpanyanın muazzam nüfuzu giderek azaldı. Parlamentoya karşı sorumlu bir Denetleme Kurulu'nun gözetimi altına alındı. 1813'te, Adam Smith'in serbest ticaret görüşü güçlenince, kumpanyanın Çin hariç olmak üzere Asya ticareti üzerindeki tekeli kaldırıldı. Kumpanya ticaretle daha az ilgilenirken, Hindistan'daki geniş topraklarının yönetimine daha fazla yoğunlaştı; o kadar ki, 1800'den sonra gelirinin ana kaynağı, Hindistan'da toplanan toprak vergileriydi. 1834'te kumpanyanın Çin'le ticaret üzerindeki tekeli de kaldırıldı.
Fakat siyasal nüfuzu azalmışken ve rakip tüccarların pazara girmelerine izin verilmişken bile, kumpanya afyon ticaretine girerek çay ticareti üzerindeki yaşamsal denetimini sürdürüyordu. Olgunlaşmamış haşhaş tohumlarından çıkarılan suyla yapılan güçlü bir uyuşturucu olan afyon, eskiden beri ilaç olarak kullanılmaktaydı. Ancak, yüksek derecede bağımlılık yaratıyordu ve afyon bağımlılığı Çin'de öyle büyük bir sorun haline geldi ki, 1729'da kullanımı yasaklandı. Yine de yasadışı afyon ticareti devam etti ve on dokuzuncu yüzyılın başında kumpanya, İngiliz hükümetinin de gizli desteğiyle, bu yasadışı ticareti örgütleyip yaygınlaştırdı. İngiltere'nin Çin'le ticaret açığını -İngiliz çay aşkının dolaysız sonucu- kapatmak için muazzam bir yarı resmi uyuşturucu kaçakçılığı operasyonu tezgâhlandı.
İngiliz bakış açısına göre sorun, Çinlilerin çay karşılığında Avrupa malları almaya ilgi göstermemeleriydi. On sekizinci yüzyılda tek dikkate değer istisna, Avrupa teknoloji uzmanlığının Çin'inkini görünür bir biçimde geride bıraktığı ender alanlardan biri olan saat ve saatli oyuncaklar ya da otomatlar olmuştu. Aslında o sırada Çin'in kendisini dış etkilere karşı yalıtma arzusu değişime ve yeniliğe genel bir güvensizlik yarattığı için, Avrupa teknolojisi birçok alanda Çin'in önünde gidiyordu. Fakat otomatların çekiciliği uzun sürmedi ve ticaret açığı sorunu yerli yerinde kaldı: Kumpanya çayın bedelini gümüş biçiminde nakit parayla ödemek zorundaydı. Gerekli miktarda gümüşü -bugünkü parayla yılda bir milyar dolar değerinde- elde tutmak zordu; daha da kötüsü, gümüşün fiyatı çayın fiyatından daha hızlı artıyordu.
Afyonun çekiciliği buradaydı. En azından alışverişini yapmaya hazır Çinli tüccarlar tarafından gümüş gibi değerli bir mal olarak görülüyordu. Hindistan'da afyon ekimi ve yapımı, 1770'lerden beri kaçakçılara ya da yolsuzluk yapan Çinli tüccarlara az miktarda afyon satımına göz yuman kumpanyanın tekelindeydi. Böylece kumpanya çay satın almak için gümüş yerine kullanmak üzere afyon üretimini artırmaya koyuldu. Daha sonra para olarak istediği kadar yetiştirebilecekti.
Kumpanyanın çay karşılığında yasadışı uyuşturucu ticaretine doğrudan girdiği asla anlaşılmamalıydı elbette; bu yüzden afyon ticaretini kol mesafesinde tutmak için ayrıntılı bir plan hazırlandı. Afyon, Bengal'de üretilip Kalküta'da açık artırmayla satılıyordu; kumpanya afyonun sonraki durağı hakkında bir şey bilmediğini rahatlıkla söyleyebilirdi. Afyon, kumpanyanın Çin'le ticaret izni verdiği bağımsız ticari örgütler olan Hindistan'daki "taşra firmaları" tarafından satın alınırdı. Bu firmalar afyonu gemilerle Kanton deltasına nakleder, orada gümüşle takas edip Lintin Adası'nda gemileri boşaltırlardı. Oradan da Çinli tüccarlar tarafından kürekli teknelere aktarılır ve kıyıda kaçak satılırdı. Daha sonra taşra firmaları afyonu Çin'in içine fiilen nakletmedikleri için yasadışı bir iş yapmadıklarını iddia edebilir; kumpanya da bu ticaretle hiçbir ilişkisinin olmadığını söyleyebilirdi. Gerçekten de kumpanya gemilerinin afyon taşıması kesinlikle yasaktı. Çinli gümrük memurları olup bitenin farkındaydılar; fakat Amerikalı tüccar W.C. Hunter'ın da açıkladığı gibi, Çinli afyon tüccarları tarafmdan rüşvetle satan alınıp plana dahil edilmişlerdi: "Öyle kusursuz bir rüşvet sistemi vardı ki (yabancıların sistemle bir ilgileri yoktu), iş kolaylıkla ve düzenli bir biçimde yürüyordu. Örneğin, yeni yargıçlar atandığında olduğu gibi, geçici engellemeler oluyordu. Sonra ücret sorunu çıkardı... Ne var ki, iyi zamanlarda, ücret işi ayarlanırdı, komisyoncular odadan yüzleri gülerek çıkar ve ülkeye huzur ve dokunulmazlık yeniden hâkim olurdu." Zaman zaman yerel görevliler, Lintin'de bekleyen yabancı teknelerin ya anakaradaki limana gelmelerini ya da çekip gitmelerini isteyen tehditkâr kararlar çıkarırlardı; her iki taraf bazen laf olsun diye kedi fare oyunu oynar, Çin gümrük muhafaza tekneleri yabancı gemileri ufukta kayboluncaya kadar güya kovalardı.
Bu alçakça plan, kumpanyanın ve onun hükümetteki dostlarının bakış açısından son derece başarılıydı: Çin'e afyon ihracı 1830'da 250 kat artıp yılda 1500 tona ulaştı. Afyon satışından, İngiltere'nin çay parasım ödemeye yetecek kadar gümüş elde ediliyordu; aslında daha da fazlası, çünkü 1828'den itibaren Çin'in afyon ithalatının değeri, çay ihracatının değerini aşta. Gümüş dolambaçlı bir yol izliyordu: Taşra firmaları gümüşü Hindistan'a geri gönderiyor ve kumpanya Londra'da çekilen banka havalesiyle satın alıyordu. Kumpanya aynı zamanda Hindistan'ın hükümeti olduğu için, bu havaleler nakit para gibiydi. Sonra gümüş Londra'ya gönderilip kumpanya temsilcilerine ulaştırılıyor, onlar da alıp çay satın almak üzere tekrar Kanton'a getiriyorlardı. Çin, o sırada ithal ettiğinden fazla afyonu yasadışı üretmesine karşın, bu durum sırf İngiltere'ye çay arzım sürdürmek için milyonlarca bağımlı yaratan ve sayısız yaşamı mahveden devlet onaylı uyuşturucu ticaretini haklı göstermez. Kanton bürokrasisi son derece yozlaştığı için, Çin hükümetinin yeni yasalarla bu ticareti durdurma çabalan fazla etkili olmamıştı. Sonunda Aralık 1838'de İmparator, Lin Tze- su'yu Kanton'a gönderip afyon ticaretine derhal son vermesini istedi. Lin Kanton'a geldiğinde hava zaten epeyce gergindi: 1834'te kumpanyanın tekelinin sona ermesinden beri yerel memurlar İngiliz hükümetinin temsilcisiyle ticaret kuralları konusunda didişmekteydiler. Lin, Çinli tüccarlara ve onların İngiliz ortaklarına afyon stoklarını derhal yok etmelerini emretti. Emri hiçe saydılar; zira daha önce de bu tür emirler almış ve emirleri hiçe saydıkları halde hiçbir şey yapılmamıştı. Bunun üzerine Lin'in adamları tam bir yıllık ihtiyacı karşılayacak büyüklükteki afyon stoklarını ateşe verip yaktılar. Kaçakçılar bunu geçici bir geri adım sayıp işlerine her zamanki gibi yeniden başlayınca, Lin hem İngiliz, hem Çinli kaçakçıları tutuklattı. Ardından, iki İngiliz gemici bir kavga sırasında bir Çinliyi öldürünce ve İngiliz yetkililer katilleri teslim etmeyi reddedince, Lin İngilizleri Kanton'dan kovdu.
Bu durum, kumpanya temsilcilerinin ve diğer İngiliz tüccarların İngiliz hükümetine her şeyi Kanton'dan geçmeye zorlamak yerine Çin'in kendisini daha geniş ticarete açmaya zorlaması için baskı yaptığı Londra'da öfkeye neden oldu. Tüccarlara göre, Kanton'daki değişken durum genel olarak serbest ticaret yararına ve özel olarak da çay ticaretini (ve onunla bağlantılı afyon ticaretini) korumak için halledilmeliydi. Hükümet afyon ticaretini açıkça onaylamak istemedi, bunun yerine Çin'in afyon yasağının Çinli görevlilere İngiliz tüccarlara ait malları (yani afyonu) alıp yok etme hakkı vermediğini savundu. Serbest ticaret hakkım savunma bahanesiyle savaş ilan edildi.
1839-1842 Afyon Savaşı, Avrupa silahlarının üstünlüğü nedeniyle kısa ve tek taraflı oldu. Temmuz 1839'daki ilk çatışmada iki İngiliz savaş gemisi 29 Çin gemisini yenilgiye uğrattı. Karada da Çinliler ve onların ortaçağa ait silahları, usta işi alaybozanlarla donanmış İngiliz birliklerine denk değildi. 1842 yılı yarılandığında, İngiliz birlikleri Hong Kong'u ele geçirmiş, kilit nehir deltalarmı denetimine almış, Şanghay'ı ve birkaç kenti işgal etmişti. Çinliler, Hong Kong'u İngilizlere bırakan, beş limanı tüm malların serbest ticaretine açan ve Lin'in yok ettiği afyonun bedeli de dahil olmak üzere, İngilizlere gümüş para cinsinden savaş tazminatı ödenmesini içeren bir barış antlaşması imzalamak zorunda kaldılar.
Bütün bunlar İngiliz tüccarlar için bir zafer, Çin için ise son derece alçaltıcıydı. Çinlilerin yenilmezliği ve üstünlüğü miti yerle bir olmuştu. Sürekli tekrarlanan dinsel isyanları bastıramayan Mançu hanedanının otoritesi zaten aşınmıştı; şimdi de uzaktaki küçük bir ada tarafından yenilgiye uğratılmış ve limanlarını barbar tüccarlara ve misyonerlere açmak zorunda kalmıştı. Batılı güçler görünüşte Çin'i dış ticarete açılmaya zorlamak için yeni savaşlar çıkardıkça, on dokuzuncu yüzyılın geri kalan kısmının seyri de değişmedi. Çinlilerin her yenilgisi, yabana güçlerin ticari amaçlarına ek ödünleri beraberinde getirdi. Hâlâ ithalata hâkim olan afyon ticareti yasallaştırıldı; İngiltere Çin'in gümrük hizmetlerinin denetimini eline aldı; tekstil ve diğer sanayi ürünlerinin ithalatı Çinli zanaatçıları zayıflattı. Çin; İngiltere, Fransa, Rusya, Amerika ve Japonya'nın emperyalist düşmanlıklarını sergiledikleri bir alan haline geldi. Bu arada, Çinlilerin yabanalara yönelik nefret duygulan arttı ve şaha kalkan yolsuzluk, eriyen bir ekonomi ve kükreyen afyon tüketimi, bir zamanlann güçlü uygarlığının çatırdamasına neden oldu. Amerika'nın bağımsızlığı ve Çin'in yıkımı: İşte, çayın İngiliz imparatorluk politikası ve onun araalığıyla dünya tarihinin seyri üzerindeki etkisinin mirası.
Kanton'dan Assam'a
Afyon Savaşı daha başlamadan, İngiltere'de çay arzı için Çin'e tehlikeli bağımlılıkla ilgili kaygılar artmaya başlamışta. Yıllar önce, 1788'de Doğu Hindistan Kumpanyası o zamanın önde gelen botanikçisi Sir Joseph Banks'tan, Bengal'in dağlık bölgelerinde hangi ürünlerin kârlı bir biçimde yetiştirilebile- ceği konusunda görüş istemişti. Banks'm listesinin birinci sırasında çay bulunmasına karşın, kumpanya Banks'm bu önerisine aldırmadı. 1822'de Kraliyet Sanat Demeği "İngiliz Batı Hint Adaları, Ümit Burnu, Yeni Güney Galler ve Doğu Hint Adaları'nda en fazla Çin çayı yetiştirip hazırlayanlara" 50 gi-
1880'de Hindistan'da bir çay plantasyonu. O sırada Hindistan'da çay, Çin'den daha ucuza üretilebiliyordu
nelik bir ödül önerdi. Fakat bu ödül hiçbir zaman verilmedi. Doğu Hindistan Kumpanyası Çin'le ticaret tekelinin değerini azaltmak istemediği için, başka arz kaynaklarının araştırılmasından yana değildi.
Kumpanya, 1834'te Çin'le ticaret tekeli sona erince fikrini değiştirdi. Kumpanyanın başkanı olarak Hindistan Genel Valisi de olan Lord VVilliam Cavendish Bentinck, bir astının sunduğu bir raporda "şu anda Çin hükümetinin gönlünden kopandan daha iyi bir çay arzı garantisi sağlanması"nı önermesinden sonra, çay yetiştirme düşüncesini coşkuyla kucakladı. Bentinck, çay yetiştirme olasılığını araştıracak bir komite kurdu. Bir heyet, 1728'den beri Java'da çay yetiştirmeye çalışan HollandalIlardan bilgi almak, tohum ve vasıflı işçi tedarik etmek umuduyla Çin'e gitti. Bu arada, Hindistan'da çay yetiştirmeye en uygun yerler aranmaya başlandı.
Çay yetiştirme yanlıları, eğer yapılabilirse Hindistan'da çay yetiştirmenin hem İngilizlerin, hem Hindistanlıların yararına olacağını savunuyorlardı. îngiliz tüketiciler daha güvenilir bir arzdan emin olacaklardı. Yeni Hint çay sanayii epeyce insan gücüne ihtiyaç duyacağı için, kumpanya İngiliz fabrikalarından ucuz kumaş ithal ederek Hindistan'ın geleneksel dokuma sanayini yok edince işsiz kalan Hindistanlı işçilere bol iş olanağı sağlayacaktı. Üstelik, Hindistan halkı çay üretmenin yanı sıra, tüketmeye de teşvik edilecek ve böylece muazzam bir yeni pazar yaratılacaktı. Çay yetiştirmeyi savunanlardan birinin öne sürdüğüne göre, Hindistanlı çiftçi "pazarda büyük değeri olan bir malın dışında, sağlıklı bir içeceğe de kavuşacak" tı.
Çay tarımı muazzam kâr da vaat ediyordu. Geleneksel Çin tarzı çay üretimi sınai bir üretim olmaktan uzaktı ve yüzlerce yıldır değişmeden duruyordu. Kırsal alandaki küçük üreticiler çaylarını yerel aracılara satıyorlardı. Çay daha sonra ırmaklar boyunca botla ya da gerektiğinde dağlardan insan sırtında taşınarak kıyıya götürülüyordu. Son olarak tüccarlar çayı satın alıp harmanlayarak paketliyor ve Kanton'da Avrupah tüccarlara satıyorlardı. Yol boyunca her aracı kendi paymı isterdi; bu, taşıma maliyeti, vergi ve harçlarla birlikte, çaya ödenen fiyatın ilk üreticinin satış fiyatının neredeyse iki katı olması demekti. Oysa Hindistan'da kendi çayım üreten bir girişimci aradaki farkı cebine indirebilecekti. Üstelik yeni sanayi yöntemlerini uygulamak, plantasyonları "çay fabrikalan"ymış gibi yönetmek ve işlemin olabildiğince çoğunu otomatikleştirmek verimi ve dolayısıyla kân daha da artırabilirdi. Çayın Hindistan'da yetiştirilmesiyle birlikte, emperyalizm ile sanayicilik el ele gidecekti.
İşin tuhafı, çay bitkisi Hindistan'da, Bentinck'in komitesinde yer alanların tam burnunun dibinde zaten vardı. 1820'ler- de, Kalküta'daki hükümet botanikçisi Nathaniel VVallich'e, Assam'da yetiştiği görülen ve çaya benzeyen bir bitkinin örneği gönderilmişti. O da, örneğin dikkate değer olmayan bir camallia türü olduğunu saptamış, fakat aslında bir çay bitkisinden alındığını anlayamamıştı. VVallich 1834'te Bentinck'in komitesine atandıktan sonra, Hindistan'ın hangi kesimlerinin çay yetiştirmeye uygun iklime sahip olduğunu saptamak için sağa sola bir soru listesi gönderdi. Yamt, çay bitkisinden kesikler, çay tohumu ve bitmiş çay ürünü biçiminde Assam'dan geldi. Bu kez VVallich bile inandı ve komite Bentinck'e neşeyle bildirdi: "Çay çalısı her türlü kuşkunun ötesinde... Yukan Assam'ın yerli bitkisidir. Bu buluşun... imparatorluğun tarımsal ya da ticari kaynaklarıyla bağlantılı konularda bugüne kadar yapılmış en önemli ve değerli buluş olduğunu ilan etmekten çekinmiyoruz."
Bölgeye yapılan bir gezi, çayın Assam'da gerçekten de yetiştiğini doğruladı. Burası, kumpanyanın birkaç yıl önce Birman- yalılara karşı bir tampon oluşturmak için işgal ettiği uzak bir sınır bölgesiydi. O sırada kumpanya, Aşağı Assam'da topraktan, hububattan ve akla gelebilecek her şeyden vergi toplama işine yoğunlaşırken, yoksul Yukarı Assam bölgesine de kukla bir kral dikmeye karar vermişti. Ne var ki, kralın toprağında çay yetiştiği anlaşılınca, tahtında uzun süre oturamadı. Fakat Assam'ın yabani çay bitkisini gelişen bir çay sanayine dönüştürmenin beklenenden zor olduğu anlaşıldı. Üretimi başlatmakla görevlendirilen memurlar ve bilim insanları en iyi yol konusunda ağız dalaşma girdiler: Çay en iyi düzlüklerde mi, tepelerde mi, sıcakta mı, soğukta mı yetişir? Aslmda hiçbiri ne dediğini bilmiyordu. Bitkiler ve tohum Çin'den getirildi; fakat bitkilerle birlikte getirilen iki Çinli çay işçisinin gösterdiği çabalar bile işe yaramadı.
Sorunu, Assam halkını, dilini ve göreneklerini iyi bilen serüvenci ve kâşif Charles Bruce çözdü. Yerli halkın bilgisi ile Çinli çay işçilerinin uzmanlığını birleştiren Bruce, yabani çay ağaçlarım evcilleştirme, en iyi nerede yetişeceği, yabani çay ağaçlarım çalılıklardan alıp düzenli çay bahçelerine dikme, yaprakları toplama ve kurutma sorunlarını halletti. 1838'de ilk Assam çayı sevkıyatı Londra'ya ulaştı ve çay tüccarları, bu çaym kalitesinden çok etkilendiklerini ilan ettiler. Artık Hindistan'da da çaym üretilebildiği kanıtlandığına göre, Doğu Hindistan Kumpanyası işin zor tarafım başkalarına bırakabilirdi. Girişimcilerin çay plantasyonları kurmalarına izin vermeye karar verdi; kumpanya toprak kiraya vererek ve üretilen çayı vergilendirerek para kazanacaktı.
Bir grup Londralı tüccar fırsattan yararlanmak için Assam Company adlı yeni bir şirket kurdular. İngilizlerin Çinlilerle ticarette kabul etmek zorunda kaldıkları "alçaltıcı koşullar"a -Afyon Savaşı bu yüzden çıkmıştı- üzülen grup, Hindistan'da yeni bir üretim kaynağı kurma şansınm üzerine atladı; zira çay "büyük bir kâr kaynağı ve ulusal önemi büyük bir nesne"ydi. Bruce'un hazırladığı bir rapor "Çin'deki gibi yeterli sayıda imalatçıya sahip olduğumuz zaman, ürünün ucuzluğu konusunda Çin'le rekabet etmeyi umabiliriz; hatta onlardan ucuz bile satabiliriz," diyordu. Bruce'a göre esas sorun çay plantasyonlarında çalışacak yeterince işçi bulmaktı. Yerel halkın böyle bir işte çalışmak istememesinin nedenini yaygın afyon bağımlılığına bağlıyordu; fakat komşu Bengal'deki işsizlerin, iş olanağını duyunca Assam'a akacağından emindi.
Assam Company'nin para bulma sorunu yoktu: Hisseleri kapışılıyordu. 1840'ta Doğu Hindistan Kumpanyası'nın deneme çay bahçelerinin büyük çoğunluğunun denetimini ele geçirdi. Fakat yeni şirket feci derecede kötü yönetildi. Sadece Çinli olmalarının çay yetiştirmeye yettiğini zannederek, bulabildiği tüm Çinli işçileri işe aldı. Bu arada, şirket görevlileri şirketin parasını bol keseden harcadılar. Sonuçta ortaya çıkan az miktarda çay da düşük kaliteli oldu ve Assam Company'nin hisseleri yüzde 99.5 değer kaybetti. Ancak 1847'de, o sırada şirketin operasyonlar müdürü olan Bruce işten atıldıktan sonra, durum tersine dönmeye başladı. 1851'de şirket kâra geçmeye başlamıştı ve o yılki ürün, İngiliz İmparatorluğu'nun gücünün ve zenginliğinin vitrini olan Londra'daki Büyük Sergi'de sergilendi. Bu durum, çay yetiştirmek için ille de Çinli olmanın şart olmadığını en açık biçimde kanıtladı.
Hindistan'da giderek düzinelerce yeni çay şirketi kurulunca bir çay patlaması yaşandı; fakat budala spekülatörler ayrım gözetmeden her yeni atılımı finanse ettiği için, birçok şirket hüsrana uğradı. Nihayet 1860'ların sonunda sanayi bu çay salgınından kurtuldu ve sınai yöntemler ile makineler kullanılınca üretim gerçekten uçuşa geçti. Çay bitkileri düzgün sıralar halinde ekildi; işçiler sıra sıra dizilmiş kulübelerde barındırıldı ve sıkı bir çizelgeye uygun çalışmaları, yemeleri ve uyumaları istendi. Çay toplama işi otomatikleştirilemezdi (bugün de öyle), fakat 1870'lerde başlamak üzere çay işleme işi otomatikleştirilebildi. Peş peşe geliştirilen makineler çay toplama, kurutma, ayıklama ve paketleme işini otomatikleştirdi. Sanayileşme, maliyetleri çarpıcı ölçüde düşürdü: 1872'de yarım kilogram çayın üretim maliyeti Hindistan ve Çin'de aşağı yukarı aynıydı. 1913'e gelindiğinde Hindistan'da üretim maliyeti dörtte üç oranında düşmüştü. Bu arada, demiryolları ve buharlı gemiler de çayın İngiltere'ye taşınma maliyetini düşürdü. Ve ihracat için çay üreten Çinlilerin sonu geldi.
Birkaç yıl içinde Çin, İngiltere'nin baş çay tedarikçisi olmaktan çıkmıştı. Rakamlar her şeyi anlatıyor: İngiltere 1859'da Çin'den 31 bin ton çay ithal etmekteydi, bu rakam 1899'da 7 bin tona inmişti; Hindistan'dan ithal edilen çay ise 100 bin tona çıkmıştı. Hindistan çay sanayinin yükselişi Çin'in çay çiftçileri üzerinde yıkıcı bir etki yarattı ve ülkenin istikrarsızlığına; derinleşip yirminci yüzyılın ilk yarısında kaotik bir isyanlar, devrimler ve savaşlar dönemine dönüşen bir istikrarsızlığa katkıda bulundu. Ne var ki, Doğu Hindistan Kumpanyası, İngiltere'yi Çin çayından vazgeçirme planının başarısını göremedi. 1857'de Bengal ordusunun, kumpanyanın yönetimine başkaldırmasıyla başlayan Hint Ayaklanması, İngiliz hükümetini Hindistan'ın kontrolünü doğrudan ele almaya itti ve kumpanya 1858'de lağvedildi.
Hindistan bugün de dünyanın önde gelen çay üreticisi ve tüketicisidir: Dünya çay üretiminin yüzde 23'ünü tüketen Hindistan'ı yüzde 16'yla Çin ve yüzde 6'yla İngiltere izliyor. Kişi başma çay tüketimi sıralamasında İngiltere'nin emperyal etkisi, eski sömürgelerinin tüketim kalıplarında açıkça görülüyor. İngiltere, İrlanda, Avustralya ve Yeni Zelanda en çok çay tüketen ilk on iki ülke arasında yer alan dört batılı ülkedir; Japonya dışında geri kalanlar, çayın tüketiminin alkol yasağı nedeniyle yüksek olduğu Ortadoğu ülkeleridir. Amerika, Fransa ve Almanya listenin alt sıralarında yer alırlar; her birinde kişi başma tüketim, İngiltere ya da İrlanda'da kişi başma tüketilen çaym onda biri kadar: Çay yerine kahveyi tercih ediyorlar.
Amerika'nın çay yerine kahveye düşkünlüğü, çoğunlukla yanlış bir biçimde Çay Yasasına ve "Boston Çay Partisi"nde çaym simgesel reddine bağlanır. Fakat Devrimci Savaş sırasında İngiliz çayından uzak durulduğu halde, Amerikalı sömürgecilerin çaya düşkünlüğü ortadan kalkmadı, yerel alternatifler bulmak için büyük zahmetlere katlandılar. Bazıları dört yapraklı bataklık gülünden "Özgürlük Çayı" yaptı; bazdan kaburga otu, kuşüzümü yapraklan ve adaçayından yapılan "Balsam Çayı" içti. Berbat tatlarına karşın bu tür çaylara katlanmak, Amerikalı içiciler için yurtseverliklerini göstermenin bir yoluydu. Az miktarda gerçek çay da, genellikle tütün etiketi altında gizlice satılıyordu. Fakat savaş biter bitmez, yasal çay arzı musluğu yeniden akmaya başladı. "Boston Çay Partisi"nden on yıl sonra çay hâlâ kahveden daha fazla popülerdi; kahve ancak on dokuzuncu yüzyılın ortasında daha popüler bir içki haline geldi. Kahvenin popülerliği, 1832'de ithalat vergisi kaldırıldıktan sonra ve daha güç yetirilebilir olunca arttı. İç Savaş sırasında kısa bir süre vergi yeniden yürürlüğe kondu, fakat 1872'de tekrar kaldırıldı. O yıl lllustrated London News "Amerika artık gümrüksüz kahve kabul ediyor ve tüketimdeki artış muazzam oldu" diye yazıyordu. Bu arada, göç kalıpları değiştikçe ve çay içen İngiltere'den gelen göçmenlerin oranı azaldıkça, çaym popülerliği de geriledi.
Çayın öyküsü İngiliz İmparatorluğu'nun hem yenilikçi, hem yıkıcı gücünü ve menzilini yansıtır. Çay, bir yüzyıl kadar bir süre dizginsiz bir küresel süper güç olan bir ulusun tercihli içkisiydi. İngiliz yöneticiler, Avrupa'nın ve Kırım'ın savaş meydanlarında İngiliz askerlerin ve Midlands fabrikalarında İngiliz işçilerin yaptıkları gibi, gittikleri her yerde çay içtiler. İngilizler o zamandan beri çay içen bir ulustur. İngiliz imparatorluğunun ve ona yakıt olan içkinin tarihsel etkisi, bugün dünyanın her tarafında hâlâ görülebilir.
Coca-Cola
ve
Amerika'nın Yükselişi
Sodadan Kolaya
"Coca-Cola alınca insanlar
Daha güçlü büyürler
Coca-Cola içince düşünürler
Daha parlak düşünürler"
Coca-Cola reklam sloganı, 1896
Sınai güç
Sanayicilik ve tüketimcilik ilk önce İngiltere'de kök saldı; fakat yeni bir sınai üretim yaklaşımı sayesinde gelişip güçlendiği yer Amerika Birleşik Devletleri oldu. Sanayi öncesi dönemde bir ürün baştan sona bir zanaatkârın elinden çıkıyordu. İngiliz sanayi yaklaşımı ise; imalat sürecini birkaç evreye bölüp, her kalem malı bir evreden diğerine geçirmek ve olanaklı olduğu yerlerde emek tasarrufu sağlayan makineler kullanmaktı. Amerikan yaklaşımı, imalatı montajdan ayırarak daha da ileri gitti. Uzmanlaşmış makineler kullanılarak çok sayıda birbirinin yerine geçebilir parça üretilir, bu parçalar daha sonra bir araya getirilerek bitmiş ürüne dönüştürülürdü. Önce silahlarla başlayan ve daha sonra dikiş makinelerine, bisikletlere, arabalara ve diğer ürünlere de uygulanan bu yaklaşım, Amerikan imalat sistemi olarak anıldı. Bu yaklaşım, kısa sürede Amerikan yaşam tarzının ayrılmaz bir parçası haline gelen tüketim mallarının seri üretimini ve pazarlanmasmı olanaklı kıldığı için, Amerika'nın sınai gücünün temeliydi.
On dokuzuncu yüzyıl Amerika'sının koşulları, kitlesel tü- ketimciliğe ideal bir ortam sağlamaktaydı. Hammaddenin bol ve vasıflı işçilerin her zaman mumla arandığı bir ülkeydi: Fakat yeni makineler vasıfsız işçilerin bile, vasıflı makinistler kadar iyi parça üretmesine olanak vermekteydi. Amerika Birleşik Devletleri, Avrupa ülkelerinin bölgesel ve sınıfsal farklılıklarından da büyük ölçüde yoksundu: Yani bir ürün yerel zevklere uygun hale getirmeye gerek olmadan seri halde üretilip her yerde satılabilirdi. Ayrıca, 1865'te İç Savaş'ın bitmesinden sonra bütün ülkeye yayılan demiryolu ve telgraf ağları bütün ülkeyi bir tek pazar haline getirdi. İngilizler Amerikan sanayi makineleri ithal ettiğinde, bu, sınai liderliğin bir ülkeden diğerine geçtiğinin kesin bir işaretiydi. 1900'de Amerikan ekonomisi İngiltere'yi geçip yeryüzündeki en büyük ekonomi olmuştu.
On dokuzuncu yüzyılda Amerika ekonomik gücünü ülke içine yoğunlaştırdı, yirminci yüzyılda ise dışa yöneltip iki dünya savaşına belirleyici bir biçimde müdahale etti. Amerika Birleşik Devletleri ondan sonra Sovyetler Birliği ile üçüncü savaşa, Soğuk Savaş'a tutuştu; iki taraf askeri olarak denkti, bu nedenle çekişme bir ekonomik güç çekişmesi halini aldı ve sonunda Sovyetler Birliği rekabet edemez duruma geldi. Haklı olarak Amerikan yüzyılı denilen yirminci yüzyılın sonuna gelindiğinde Amerika Birleşik Devletleri dünyanın tek süper gücüydü, farklı ulusların küresel ölçekte ticaret ve iletişimle giderek daha sıkı birbirine bağlı olduğu bir dünyada egemen askeri ve ekonomik güç olarak rakipsizdi.
Yirminci yüzyılda dünyanın en değerli ve en çok tanınan markası, Amerika'nın ve onun değerlerinin cisimleşmesi sayılan Coca-Cola'nın yükselişi, Amerika'nın yükselişi ile savaşın, siyasetin ve iletişimin küreselleşmesinin aynasıdır. Amerika Birleşik Devletleri'ni onaylayanlar için bu, ekonomik ve siyasal tercih özgürlüğü, tüketimcilik ve demokrasi, Amerikan rüyası demektir; onaylamayanlar için ise, acımasız küresel kapitalizm, küresel markaların ve şirketlerin hegemonyası, yerel kültürlerin ve değerlerin sulandırılıp homojenleştirilmiş ve Amerikanlaştırılmış bir sıradanhğa dönüştürülmesi demektir. İngiliz imparatorluğunun öyküsü bir fincan çayda görülebildiği gibi, Amerika'nın küresel üstünlüğe yükselişinin öyküsü de Coca-Cola'nın, o kahverengi, tatlı ve fışırtılı içeceğin öyküsüyle paraleldir.
Soda fokurdar
Coca-Cola'nın ve diğer tüm yapay karbonatlı alkolsüz içkilerin dolaysız atası, 1767 civarında Leeds'te bir bira fabrikasında İngiliz bilim ve din adamı Joseph Priestley tarafmdan üretildi. Priestley, sıra dışı dinsel görüşlerine karşın her şeyden önce bir din adamıydı ve kekemeydi; yine de bilimsel araştırmalara zaman buluyordu. Bir bira fabrikasının yanında yaşıyordu ve fermantasyon teknelerinden fokurdayıp çıkan, o sırada "sabit hava" olarak bilinen gazdan büyülendi. Priestley bu gizemli gazın özelliklerini araştırmaya koyuldu. Mayalanmakta olan biranın yüzeyine bir mum tutarak işe başladı ve gaz tabakasının mumun alevini söndürdüğünü fark etti. Sonra mumdan çıkan ve gaz tarafmdan taşman duman kısa bir süre gazın görünmesini sağladı ve teknenin kenarından taşıp yere aktığını açığa çıkardı. Demek ki, gaz havadan daha ağırdı. Priestley bir mayalanma teknesinin üzerinde bir bardaktan diğerine hızla su dökerek gazın suda çözülmesini sağlayabilir, "son derece hoş köpüklü su"yu üretebilirdi. Bugün o gazı karbondioksit, suyu da soda olarak biliyoruz.
1772'de sodalı su yapmayı tarif eden bir kitap yayımlayan Joseph Priestley
O sırada sabit havayla ilgili ortalıkta dolaşan teorilerden biri de bir antiseptik olduğu konusundaydı; sabit hava içeren bir içkinin ilaç olarak yararlı olabileceği öne sürülüyordu. Çoğunlukla köpüren doğal maden sularının sağlık verici özellikleri de böyle açıklanıyordu. Priestley bulgularını 1772'de Londra'da Royal Society'ye sundu ve aynı yıl "Suyu Sabit Havayla Doldurma" başlıklı bir kitap yayımladı. O sırada köpüklü su yapmanın daha etkin bir yolunu bulmuştu: Gazı bir şişede kimyasal tepkimeyle üretiyor ve ters çevrilip suyla doldurulmuş başka bir şişeye aktarıyordu. İkinci şişede yeterince gaz oluştuktan sonra, şişe çalkalanıp su ile gaz birbirine karıştırılıyordu. Çalışmasının tıbbi potansiyelinden ötürü Priestley, Royal Society'nin en yüksek onur nişanı olan Copley Madalyası'yla ödüllendirildi. (Yanlış bir inançla karbonatlı suyun özellikle gemicilerde iskorbüte karşı yararlı olacağı bekleniyordu; tabii bu inanç, limon suyunun etkisi anlaşılmadan önceydi.)
Priestley bulgularını ticarileştirmeye hiç kalkışmadı; öyle görünüyor ki, 1770'lerin başında yapay karbonatlı suyu ilaç olarak satışa sunan ilk kişi, Manchester'da yaşayan kimyacı ve eczacı Thomas Henry'ydi. Yapay maden suları yapma çabalarım çok yakından izliyor ve sağlığa, özellikle de "humma, dizanteri, safra"ya iyi geldiğine inanıyordu. İcat ettiği bir makineyi kullanarak bir seferde 12 galon köpüklenen su üretebildi. 1781'de yayımlanan bir kitapçıkta, ürettiği köpüklü suyun "ağzı mantar kapakla iyice kapatılmış şişelerde tutulması" gerektiğini açıkladı. Ayrıca şeker, su ve limon suyunun karışımı olan limonatayla birlikte içilmesini de önerdi; o nedenle tatlı, yapay, fışırtılı bir içkiyi satışa sunan ilk kişi olmuş olabilir.
1790'larda Avrupa'nın her tarafında bilim insanları ve girişimciler yapay madensuyu yapıp halka satma işine girdi; bazıları az, bazıları çok başarılı oldu. İsveçli bilim insanı Torbem Bergman, öğrencilerinden birini küçük bir fabrika kurmaya teşvik etti; fakat fabrika o kadar verimsiz oldu ki, şişeleme işini yapmak için işe alman kadın bir saatte yalnızca üç şişenin kapağını kapatabildi. Cenevre'de Nicholas Paul adlı bir mekanikçi ile finansör Jacob Schvveppe'in ortak atılımı daha başarılı oldu. Paul'ün suyu karbonatlama yöntemi 1797'de Cenevreli hekimler tarafından ilan edildi ve diğerlerini bastırdı. Firma kısa sürede gelişti ve 1800'de diğer ülkelere de şişelenmiş karbonatlı su ihraç etmeye başladı. Paul ile Schvveppe ayrılıp İngiltere'de kendi şirketlerini kurdular. Schvveppe'in firması, İngiliz damak tadına daha uygun gibi görünen daha yumuşak karbonatlı su üretti. O dönemde, daha az kabarcıklı suyun doğal madensuyuna daha fazla benzediğine inanılırdı; döneme ait bir karikatür, Paul'ün içkisini içenleri aşın şişirilmiş balonlar gibi betimler.
Yeni yapay maden sularından bazıları sodyum bikarbonat, yani soda kullanılarak yapılırdı; bu nedenle "sodalı su" ya da kısaca soda bu tür içkilerin jenerik terimi haline geldi. Bu içkiler 1800'e kadar kesinlikle tıbbi içeceklerdi: Doktorlar çeşitli rahatsızlıkların tedavisi için öneriyorlardı ve şişe başına on penslik bir vergi koyan İngiliz hükümeti tarafından bir ilaç biçimi sayıldı. Bir tıp yazarı 1798'de Schvveppe'in yapıp sattığı "sodalı su"ya işaret ederken, 1802 tarihli bir Londra reklamı da "genellikle sodalı su denilen gazlı alkalik su bu ülkede uzun süredir kullanılmaktadır" diyor.
Ne var ki, sodalı suyun en fazla popüler olduğu ülke Amerika Birleşik Devletleri oldu. Avrupa'da olduğu gibi orada da doğal maden sularının özelliklerine ve onları yapay olarak üretme olasılıklarına epeyce bilimsel ilgi vardı. Philadelphia'h hekim Benjamin Rush, Pennsylvania'nın maden sularını araştırdı ve bulgularını bir rapor haline getirip, 1773'te American Philosophical Society'ye sundu. İki bilim-devlet adamı daha, James Madison ile Thomas Jefferson da maden sularının tıbbi özelliklerine ilgi gösterdi. Yukarı New York eyaletindeki Saratoga'nın doğal kaynak sulan o sırada özellikle ünlüydü. George VVashington 1783'te bu kaynaklan ziyaret etti ve gösterdiği ilgi dolayısıyla ertesi yıl bir dostu ona bu sulan şişeleme çabalarını anlatan bir mektup yazdı: "... Bu sulan... diğer tüm sulardan ayırt eden şey, içerdikleri sabit hava miktarıdır. Su içindeki hava şu ya da bu şekilde kaçmayacak şekilde bir yerde tutulamıyor. Birkaç kişi suyu şişelere doldurup ağızlarını mantarla sıkıca kapattıklarım, şişelerin kırıldığını bize anlattı.
Biz elimizdeki tek şişeyle, kırılmayan bir şişeyle denedik; fakat hava, ağaç tıpadan ve tapanın etrafına sürülen balmumundan sızıp çıktı."
Amerika'da sodalı suyun bilimsel merak konusu olmaktan ticari bir ürüne geçişi, Yale Üniversitesi'nin ilk kimya profesörü Benjamin Silliman'ın yardımıyla oldu. Silliman 1805'te yeni bölümü için kitap ve aygıt toplamak üzere Avrupa'ya gittiğinde, Londra'da Schvveppe ile Paul'ün şişeleyip sattığı sodalı suyun popülerliğinden çok etkilendi. Geri dönünce dostları için sodalı su yapıp şişelemeye başladı ve kısa sürede bunaltıcı derecede yoğun bir taleple karşılaştı. Bir iş arkadaşma şunları yazdı: "Mevcut olanaklarımla sodalı su taleplerini karşılamamın olanaksız olduğunu anlayınca, Londra'da yapıldığı gibi büyük ölçekli imalata soyunmaya karar verdim." 1807'de Connecticut'ta Nevv Haven'de şişelenmiş su satmaya başladı.
Çok geçmeden diğer kentlerde başkaları onu izledi; en başta da Philadelphia'da sodalı su hazırlamanın yeni bir yolunu, çeşme yöntemiyle hazırlama yolunu bulan Joseph Havvkins. Havvkins'in amacı, Avrupa'da doğal kaynak sularının üzerinde inşa edilen kaplıcaları ve maden suyunun doğrudan bardaklara boşaltıldığı içmeleri taklit etmekti. 1808 tarihli bir tarifine göre "maden suyu... yer altında hazırlanan bir çeşmeden ya da rezervuardan, metal tüplerle kaplı dik ağaç sütunlardan yukarıya çıkar ve sütunların tepesindeki bir vana çevrilerek, şişeleme zorunluluğu olmadan su alınabilir." Havvkins 1809'da buluşunun patentini aldı. Fakat kaplıca benzeri ortamlarda sodalı su satma düşüncesinin rağbet görmediği anlaşıldı. Bu işin ticaretine eczacılar egemen olmaya başladı. 1820'lerin sonunda soda büfesi, eczanelerin standart bir özelliği olmuştu: Sodalı su şişelerde satılmak yerine, yerinde hazırlanıp dağıtılmaktaydı (Avrupa'dan şişelenmiş sodalı su ithal edilmesine ve Saratoga suyu 1826'dan itibaren şişelenip satılmasına karşın).
Kendisinden önceki birçok içki gibi sodalı su da önce bir ilaç olarak başlayıp, sonunda yaygın olarak tüketilen serinletici bir içecek oldu. 1809'da bir Amerikan kimya kitabı "sodalı su özellikle sıcaktan ve yorgunluktan sonra çok serinletici ve pek çok kişi için çok değerli bir içkidir" diyordu. Tek başma tüketildiği gibi, neredeyse kesin bir biçimde ilk modem fışırtılı içki olan fokurdayan limonata yapmak için de kullanılabilirdi. On dokuzuncu yüzyılın başında Atlantik'in her iki yakasında şarapla da karıştırılıyordu: Bir îngiliz gözlemciye göre "şarapla karıştırılınca, çok daha az miktarda şarabın, mideyi ve damağı sek şaraptan daha fazla tatmin ettiği görülür." Bugün bu içkiye spritzer diyoruz. Fakat 1830'lardan itibaren ve özellikle Amerika'da sodalı su, esas olarak özel yapım şuruplarla tatlandırıldı.
American Journal of Health 1830'da bu tür şuruplar için "içkileri tatlandırmak için kullanılır ve çoğunlukla karbonik asitli sulara eklenir" diyordu. Şuruplar duttan, çilekten, ahududundan, ananas ya da saparnadan elle yapılırdı. Giderek daha ayrıntılı bir hale gelen soda büfelerine özel cihazlar eklendi. Hem sodalı suyu, hem şurupları soğutmak için buzla soğutma cihazı takıldı. 1870'lerde en büyük soda büfeleri azman zamazingolardı. 1876'da Philadelphia'daki Yüzüncü Yıl Sergisi'nde, Bostonlu soda büfesi kodamanı James Tufts, Dondurucu Sodalı Su Aygıtım sergiledi. Aygıtın yüksekliği 9 metre civarındaydı; mermer, gümüş parçalar ve saksı bitkileriyle süslenmişti. Tertemiz giyimli garsonlar tarafından çalıştırılıyordu ve özel olarak aygıt için yapılmış bir binada tutulması gerekiyordu. Yaratıcılığa ve pazarlama yeteneğine tanıklık edercesine, bu sergi sayesinde Tufts'un American Soda Fountain Company'sine bol miktarda sipariş geldi.
Sodalı su işi, Nevv York'a göçen emektar îngiliz sodalı su tüccarı John Matthevvs gibi işadamlarının sayesinde perde arkasında sanayileşmekteydi. Matthevvs başlangıçta kendi sodalı suyunu yapıp satmaya, ardından soda büfeleri satmaya odaklandı; fakat oğlu (onun da adı John) işe ortak olunca, yeni bir istikamete yöneldi. Verimli bir mucit olan genç Matthevvs, karbonatlamadan şişe yıkamaya kadar sodalı su işinin her evresini otomatikleştiren makineler geliştirdi ve bu makineleri diğer firmalara satmaya başladı. 1877'de şirket 100'den fazla patent almış ve 20 binden fazla makine satmıştı. Katalogu 1.146.45 dolara "mantar kullanarak sodalı su, zencefil gazozu vb. yapma ve şişeleme tesisi" sunmaktaydı. Söz konusu tesis; gaz üretme aygıtlarını ve hammaddelerini, iki su karbonatlama fıskiyesini, bir şişeleme makinesini, 7 bin 200 şişeyi, tatlandırıcı ve renk- lendiricileri kapsamaktaydı. Matthevvs'in icatları dünyanın her tarafındaki sergilerde yer aldı ve ödüller kazandı. Sergilenenler, Amerikan seri üretim yaklaşımının örnekleriydiler: Sürecin her adımını halleden özel makineler, standart şişeler ve tıpalar, birbirinin yerine geçebilir parçalar ve sonuçta çok miktarda ucuza üretilen içkinin kitlesel çekiciliği.
Gerçekten de, smai ölçekte üretilen ve hem zenginlerin hem yoksulların tükettiği sodalı su, Amerikan ruhunu yakalamış gibiydi. 1891'de Harper's Weekly'de yazan yazar ve sosyal yorumcu Mary Gay Humphreys "Sodalı suyun başta gelen meziyeti ve onu ulusal içki olmaya uygun kılan şey, demokrasisidir. Milyoner şampanya içerken, yoksul bira içebilir; fakat her ikisi de sodalı su içer," diyordu. Ne var ki, sodalı suyun Amerika'nın ulusal içkisi olabileceğine dair iması kısmen doğrudur. Aslında o sırada yeni bir ulusal içki doğuyordu; fakat sodalı su, bu içkinin yalnızca yarısıydı.
Coca-Cola'nın yaratılış miti
Mayıs 1886'da, Atlanta'da yaşayan eczacı John Pemberton yeni bir içki icat etti. Coca-Cola Company'nin resmi anlatımına göre, Pemberton baş ağrısı için bir ilaç geliştirmeye çalışırken, doğru malzeme birleşimini tesadüfen bulan sıradan bir amatördü. Bir öğleden sonra çeşitli malzemeleri üç ayaklı bir kapta karıştırıp karamel renginde bir sıvı yarattı; bu sıvıyı yakındaki eczaneye götürüp sodalı suyla karıştırdı ve böylece dünyanın neredeyse her köşesine ulaşacak tatlı, fışırtılı ve dinçleştirici içkiyi yarattı. Ne var ki, gerçek öykü daha karışıktır.
Pemberton aslında on dokuzuncu yüzyılın sonunda Amerika'da yaygın olan kocakarı ilaçlan yapımında deneyimli biriydi. Haplardan, balsamlardan, şuruplardan, kremlerden ve yağlardan oluşan bu kocakarı ilaçlan, genellikle reklamcılığın eczacılık karşısındaki zaferleriydi. Bazıları zararsızdı; fakat birçoğu çok miktarda alkol, kafein, afyon ya da morfin içermekteydi. Gazete reklamlarıyla satılıyorlardı ve İç Savaş'tan sonra savaş gazileri kendi kendilerine ilaçlar kullanmaya başlayınca, kocakarı ilaçları üretimi büyük bir sanayi haline geldi. Kocakarı ilaçlarının popülerliği, çoğunlukla pahalı ve etkisiz olan resmi ilaçlara genel bir güvensizliği yansıtmaktaydı. Kocakarı ilaçları egzotik bileşenler ya da yerli Amerikalıların tıbbi bilgisi temelinde ve dinsel, ulusal ya da mitolojik çağrışımlı adlarla pazarlanan çekici bir alternatif sunmaktaydı: Ciğerinizi Harekete Geçiren Munson'un Papav Hapları, Dr. Morse'un Kızılderili Kök Hapları ve benzeri.
Bu tür ilaçları yapanların önünde hiçbir engel yoktu; ilaçların etkililiği konusunda umulmadık iddialarda bulunuyorlardı. Örneğin, Dr. Kidd'in sattığı Elixir of Life (Yaşam İksiri) "bilinen her rahatsızlığı" tedavi etme iddiasmdaydı; "Topallar iki üç denemeden sonra koltuk değneklerini bir tarafa atıp yürüdüler... romatizma, nevralji, mide, kalp, akciğer, böbrek, kan ve deri hastalıkları sihirli bir değnek değmiş gibi yok olur." Bu tür reklamları yayımlayan gazeteler herhangi bir soru sormuyorlardı. Gazete sanayinin muazzam ölçüde büyümesini olanaklı kılan reklam gelirlerinden hoşnuttular: On dokuzuncu yüzyılın sonunda gazetelere en fazla reklam veren ürünler, kocakarı ilaçlarıydı. "Ağrılı kasları" tedavi ettiği söylenen St Jacob's Oil'i (Aziz Jacob Yağı) yapanlar 1881'de reklama 500 bin dolar harcadılar, 1895'e gelindiğinde bazılarının yıllık reklam harcaması 1 milyon doları aşmıştı.
Kocakarı ilaçları sektörü; markanın, reklamın, sloganların, logoların ve tanıtım panolarının önemini fark eden ilk sektörler arasındaydı. Bu ilaçların yapımı çok ucuza mal olduğu için, pazarlamaya para harcamak anlamlıydı. Bununla birlikte, bir hesaba göre, piyasada rekabet eden bu kadar çok ürünün yalnızca yüzde 2'si kâr etti. Fakat başarılı olanlar da mucitlerine servet kazandırdılar. En ünlülerinden biri Lydia E. Pinkham'ın Vege- table Compound'uydu (Bitki Bileşimi). "Kadın nüfusun yaygın olarak yaşadığı tüm ağrılı şikâyetler ve zafiyetler için olumlu bir tedavi" olduğu söyleniyordu. "Baygınlığı, mide gazını giderir, uyarıcı isteğini yok eder ve mide zafiyetini iyileştirir." Müşteriler, tıbbi tavsiye almak için Bayan Pinkham'a mektup yazmaya teşvik ediliyordu; 1883'te gizli tutulan ölümünden sonra bile. Mektup gönderen müşterilere cevap olarak, Bayan Pinkham'ın bileşiminden daha fazla kullanmalarını öneren tek tip mektuplar gönderiliyordu. Bu bileşim yirminci yüzyılın başında çözümlenince, yüzde 15-20 alkol içerdiği anlaşıldı. Ne tuhaftır ki, bu bileşimi en çok kullananlar kadınların içki içmesine karşı olanlardı.
Pemberton'm kocakarı ilaçları yapma girişimleri hem başarılı, hem başarısız olmuştu. Bazı ilaçları iyi gelir getirdi; fakat 1870'lerde şansı kötüye gitti. 1872'de iflas etti ve tekrar ayağa kalkma girişimleri, stokunu yok eden iki yangınla sekteye uğradı. Yine de, içlerinden biri kendisini zengin eder umuduyla yeni kocakarı ilaçları yapmaya devam etti. Nihayet 1884'te, yeni bir kocakarı ilacı malzemesinin, kokanın popülerliği sayesinde bir yerlere gelmeye başladı.
Koka yapraklarının uyarıcı etkisi Güney Amerika halkları arasında eskiden beri bilinmekteydi; koka, "İnkaların ilahi bitkisi" olarak biliniyordu. Az miktarda koka yaprağı çiğnendiğinde, yine çok az miktarda, alkaloit bir uyuşturucu olan kokain salgılanır. Kokain küçük dozlarda alındığında tıpkı kafein gibi zihni uyanık tutup iştahı bastırarak, çok az yiyecekle ya da uykuyla And Dağları'nı aşmayı olanaklı kılar. Kokain 1855'te koka yapraklarından yalıtıldı ve ardından, bir alternatif olarak afyon bağımlılığının tedavisine yardımcı olabileceğini düşünen batılı bilim insanları ve doktorlarm ilgi alanına girdi. (Kokainin de bağımlılık yarattığının farkmda değildiler.) Pemberton, tıp dergilerindeki koka tartışmalarım yakından izledi ve 1880'ler- de o ve kocakarı ilaçları yapan diğerleri haplarına, iksirlerine ve yağlarına kokain de katmaya başladılar. Pemberton'ın bu devasa alana katkısı, French Wine Coca (Fransız Koka Şarabı) denilen bir içkiydi.
Adından da anlaşıldığı gibi, bu kokalı bir şaraptı. Aslmda bu, Vin Mariani denilen ve içinde altı ay koka yaprakları bekletilen Fransız şarabından oluşan başarılı bir kocakarı ilacını taklit etme girişimlerinden yalnızca biriydi. Vin Mariani yüksek miktarda kokain içerdiği için ve Angelo Mariani adlı bir KorsikalI olan yaratıcısının pazarlama yeteneği sayesinde Avrupa'da ve Amerika'da popülerdi. Üç papa, iki Amerikan devlet başkanı, Kraliçe Victoria ve mucit Thomas Edison da aralarında olmak üzere, ünlülerin ve devlet başkanlarının içkiye övgü mektupları on üç ciltlik bir kitap olarak yayımlandı.
Pemberton kokalı şarap formülünü kopya edip buna kola suyu ekledi. Batı Afrika'da yetişen kola bitkisinin taneli yemişleri, neredeyse kokayla aynı zamanda farkına varılan bir başka harika ilaçtı ve yaklaşık yüzde 2 kafein içerdiği için, çiğnendiğinde dinçleştirici bir etki yaratıyordu. Güney Amerika'daki koka yaprakları gibi, kola yemişleri de kuzeydeki Senegal'dan güneydeki Angola'ya kadar Batı Afrika'daki yerli halklar tarafından bir uyarıcı olarak değerli sayılmaktaydı. Nijerya'daki Yoruba halkı tarafından dinsel törenlerde kullanılıyor, Sierra Leone halkı ise kola yemişlerinin sıtmayı iyileştirdiğine inanıyordu. On dokuzuncu yüzyıl Amerika'sında, benzer etkilerinden ötürü, kocakarı ilaçlarında kola ile koka birbirine karıştırılırdı.
Pemberton, Mariani'nin formülünü kopya edip biraz değiştirdiği gibi, Mariani'nin reklamlarını da taklit ederek, birçok ünlünün içkisine onay verdiğini iddia etti. French Wine Co- ca'sımn satışları artmaya başlayıp tam da Pemberton doğru yoldaymış gibi göründüğü sırada, Atlanta ve Fulton County
Coca-Cola logosunun yer aldığı ilk şişe kapaklarından biri
1 Temmuz 1886'dan itibaren iki yıllık bir deneme süresince alkol satışını yasakladı. Alkol karşıtı hareket güç kazanmaya başlayınca, Pemberton alkol içermeyen bir ilacı hızla üretmek zorunluluğunu hissetti. Evindeki laboratuvara geri dönüp, koka ile kola içeren ve bu iki bileşenin acılığını gizlemek için şeker kullanılan "alkolsüz bir içki" üzerinde çalışmaya başladı. Bu, sıradan bir kocakarı ilacı olmayacaktı: Ürününü tıbbi bir sodalı su tatlandırıcısı olarak sunmayı amaçlamıştı. Formülünü geliştirince, bir miktarını semt eczanesine gönderip, diğer tatlandırıcılarla birlikte müşterilere sunulmasını sağladı. İnsanların yeni içkinin tadı hakkında ne söylediklerini öğrenmesi için de arada bir yeğenini eczaneye gönderiyordu.
Mayıs 1886'da Pemberton artık formülden memnundu; şimdi bir ada ihtiyacı vardı. Frank Robinson adlı iş arkadaşının önerisi; Coca-Cola oldu. Ad, doğrudan, içeceğin iki ana bileşeninden türetilmişti; Robinson'ın daha sonra anlattığına göre, "iki C reklamda iyi görünür" diye düşünmüş. Coca-Cola'mn bu ilk sürümü az miktarda koka özü, dolayısıyla bir miktar kokain içermekteydi. (Kokain yirminci yüzyılın başında formülden tamamen çıkarıldı; fakat koka yapraklarından çıkarılan diğer özler bugüne kadar içkinin bir parçası olarak kalmaya devam etti.) Dahası, bahçesinde deney yapan bir amatörün tesadüfen bulduğu bir karışımın sonucu yaratılmadı, aksine, sahte ilaçlar yapan deneyimli birinin aylarca süren bilinçli ve sıkıntılı çalışmasının sonucuydu. Bunlar, Coca-Cola Company'nin bugün görmezlikten gelmeyi tercih ettiği gerçeklerdir.
Coca-Cola'yı icat eden Pemberton geride durup, imalat ve pazarlama işini Robinson'a bıraktı. Yeni içkinin 29 Mayıs 1886'da Atlanta Journal’da çıkan ilk reklamı kısa ve amaca uygundu: "Coca-Cola. Hoş! Serinletici! Ferahlatıcı! Dinçleştirici! Harika koka bitkisi ile ünlü kola yemişlerinin özelliklerini barındıran yeni ve popüler sodalı içki." Atlanta'nın iki yıllık alkol yasağından ötürü yeni içki tam zamanında piyasa sürülmüştü. Alkol içermiyordu, hem sodalı su tatlandırıcısı olarak, hem ilaç olarak çekiciydi. Bu, eczacılara gönderilen şurup şişelerine yapıştırılan etiketlerdeki sözlere de yansıdı: "Bu Entelektüel İçecek ve Alkolsüz İçki, Koka bitkisinin ve Kola yemişlerinin Sinir Uyarıcı ve Kuvvet Verici özelliklerini içerir ve yalnızca hoş, ferahlatıcı, serinletici ve dinçleştirici bir İçecek (sodalı su cihazından ya da diğer karbonatlı içeceklerin içinde dağıtılan) değil, değerli bir Beyin Toniği ve tüm sinir rahatsızlıkları -Baş ağrısı, Nevralji, Histeri, Melankoli vb - için bir ilaçtır da. Coca- Cola'run kendine özgü tadı, her damak zevkine uygundur."
Robinson, içkinin tanıtımını çeşitli yollarla yaptı. Coca- Cola'yı tadanların, paralı müşteri olarak geri döneceği umuduyla, bedava Coca-Cola hakkı kazandıran kuponlar dağıttı. Sokak arabalarına ve soda istasyonlarına üzerinde "Coca-Cola İçin, 5c" yazılı posterler ve afişler astı. İlk kez 16 Haziran 1887'de bir gazete reklamında görülen Coca-Cola logosunu da geliştirdi. Eczacılara Coca-Cola şurubu satışları, yazın soda sezonunda ayda 200 galon civarına ulaşıyordu. Atlanta Kasım 1887'de alkol yasağma devam etmemeye karar verdiği sırada, Coca-Cola kendini kabul ettirmişti bile.
Yeni içkinin umut vaat eden başlangıcına karşın, Pember- ton'm iş arkadaşları mutsuzdu. Coca-Cola'nın ad ve formül haklarının kime ait olduğuyla ilgili ağız dalaşı birkaç ay sürdü. Hakların resmi sahibi olan Pemberton Chemical Company'nin hisseleri, kimin neye sahip olduğu belli olmayacak şekilde birkaç kez satıldı. Daha da kötüsü, Pemberton görünüşe bakılırsa durumu iyi olmadığı ve hızla para bulmak istediği için Temmuz 1887'de Coca-Cola haklarının üçte ikisini iki işadamına satmıştı. (O sırada mide kanserinden ölmek üzereydi.) Bu satış, Robinson'ın haberi olmadan gerçekleşti; haberdar olunca, Coca-Cola formülünü kullanma hakkına hâlâ sahip olduğunda ısrar etti. Sonra Pemberton, Coca-Cola'ya ait bütün haklara sahip olduğunu iddia eden yeni bir şirket kurdu. Bunun üzerine daha önce satış yaptığı işadamları hayal kırıklığına uğrayıp haklarını sattılar.
Robinson'm avukatının kardeşi olan ve Atlanta'da kocakarı ilaçları yapan Asa Candler karışıklığa son verdi. Yeni içkinin etrafındaki yaygarayı duyan Candler, Robinson'la birlik olup diğer tarafların haklarını satın almaya başladı. Yine de, 1888 yazında Coca-Cola'nın sahipliği konusu hâlâ o kadar karışıktı ki, Atlantah Baççılara Coca-Cola'nın birbirine rakip üç versiyonu birden sunuluyordu: Biri Candler ve Robinson'm yeni şirketi tarafmdan, diğeri Pemberton'ın yeni şirketi tarafmdan ve üçüncüsü de Pemberton'm kabadayı oğlu Charley tarafmdan.
Sonunda John Pemberton'm 16 Ağustos 1888'de kanserden ölmesinden sonra, Candler Coca-Cola üzerindeki kontrolünü pekiştirebildi. Candler kentin eczacılarım toplayıp, dokunaklı ve içtenlikten tamamen uzak bir konuşma yaptı. Pemberton'm yalnızca Atlanta'nın en önde gelen eczacılarından biri değil, aynı zamanda iyi bir insan ve yakın bir dost da olduğunu ilan etti; Pemberton'm cenaze töreninin yapılacağı gün eczacıların bir saygı işareti olarak dükkânlarını kapatmalarını önerdi. Candler bu konuşmayla ve cenaze töreninde tabutu taşıyanlardan biri olmakla, aslmda Pemberton'm çıkarlarını savunduğuna ve kendi Coca-Cola'sının deyim uygunsa "gerçek şey" olduğuna herkesi inandırmayı başardı. Pemberton'm yakın bir dostuymuş gibi davranması, düpedüz yalandı. Fakat geriye dönülüp bakıldığında bu yalan, bir bakıma zaman içinde doğruluk kazandı. Zira Pemberton'm bugün hatırlanması, Candler sayesindedir. Asa Candler'ın çabaları olmasaydı, Coca-Cola sahip olduğu başarıya asla ulaşamazdı.
Herkese kafein
Asa Candler 2300 dolara Coca-Cola'nın haklarını ele geçirdiğinde, bu içkiye birçok kocakarı ilacından biri olarak baktı. Fakat satışlar artmaya devam edince -1890'da dört kat artıp 8 bin 855 galona ulaştı- Candler diğer ilaçlardan vazgeçmeye karar verdi. Coca-Cola alışılmış gazoz mevsiminin dışında, kışın bile satılıyordu. Bu yüzden Candler komşu eyaletlerdeki eczacılara Coca-Cola satmak için gezici satış elemanları tuttu, yeni müşteri kazanmak için daha fazla bedava kuponu dağıttı ve reklama para pompaladı.
1895'in sonunda yıllık satışlar 76 bin galonu aşmıştı ve Coca-Cola Amerika'nın tüm eyaletlerinde satılmaktaydı. Şirketin bülteni "Coca-Cola ulusal bir içki olmuştur" diye övünüyordu.
Coca-Cola Company yalnızca şurup sattığı için bu hızlı büyüme olanaklı oldu; bitmiş ürün, sodalı suyla karıştırılmış şurup satmıyordu. Candler, depodayken içkinin tadının zarar göreceğinden endişe ettiği için, Coca-Cola'mn şişede satılmasına şiddetle karşıydı. Yeni bir kente ya da eyalete girmek, yerel eczacılarla anlaşmalar yapıp şurubu ve şurupla bağlantılı reklam malzemelerini -afişler, flamalar, takvimler ve şirketin kırmızı-beyaz logosunu canlandıran diğer malzemeler- oraya sevk etmek demekti. Atlanta ülkenin demiryolu ağırım göbeğinde olduğu için, dağıtım sorun değildi. Eczacılar da kârlı olan bu içkiyi beğeniyorlardı: Beş sente sattıkları Coca-Cola'da yalnızca bir sentlik şurup vardı; geri kalanın çoğu net kârdı. Coca-Cola Company de her bir sentlik içkinin dörtte üçünün şurubunu yapabiliyor ve böylece şahlan her içkiden kâr ediyordu.
Stratejide yapılan ani bir değişiklikle, Coca-Cola'nın varsayılan tıbbi özelliklerinin ikinci plana itilmesi de satış patlamasına yardımcı oldu. 1895'e kadar öncelikle tıbbi bir ürün olarak
Coca-Cola'nın 1916'da piyasaya çıkan farklı cam şişesi
satılıyordu -"Harika bir baş ağrısı ilacı" vb. olarak tarif edilmekteydi. Fakat Coca-Cola'yı bir ilaç olarak satmanm, pazarı sadece bu iyileştirme özelliklerine ihtiyaç duyanlarla sınırlama riski vardı. Oysa yalnızca serinletici bir içki olarak satmak ona evrensel bir çekicilik kazandırıyordu: Herkes hasta değildir, fakat herkes şu ya da bu zamanda susar. Bu nedenle rahatsızlıkları ve hastalıkları sıralayan kasvetli reklamlar gidip, yerine daha keyifli, daha doğrudan bir yaklaşım geldi: "Coca-Cola için. Hoş ve Serinletici." Daha önceki reklamlar, baş ağrısı ya da kuvvet ilacı arayan bezgin ve yorgun işadamlarını hedeflerken; yeni reklamlar Coca-Cola'yı kadınlara ve çocuklara da önermekteydi. Bu vurgu değişiminin tam zamanında yapıldığı anlaşıldı. 1898'de kocakarı ilaçlarına vergi konuldu. Başlangıçta Coca-Cola da bu ilaç kategorisinde sayıldı. Şirket karara karşı çıktı ve sonunda vergiden muafiyet kazandı; bu muafiyeti kazanabilmesi, Coca-Cola'yı bir ilaç değil de bir içki olarak yeniden konumlandırmış olduğu için mümkün olabildi.
Coca-Cola'nın şişelenmesi de satışları artırdı. Candler bu düşünceye hep karşı olmasına karşın, Temmuz 1899'da iki işadamına, Benjamin Thomas ile Joseph VVhitehead'e Coca- Cola'yı şişeleyip satma hakkını verdi. O sırada Candler bunun önemsiz bir iş olduğunu düşündüğünden, iki adamdan şişeleme hakkının parasını bile almadı; yalnızca soda büfesi sahiplerine sattığı gibi, onlara da şurup satmayı kabul etti. Şişeleme işi tutarsa daha fazla şurup satacaktı; düşündüğü gibi başarısızlıkla sonuçlanırsa da, hiçbir şey kaybetmeyecekti. Şişelemenin muazzam bir başarı olduğu anlaşıldı. Şişeli Coca-Cola yalnızca soda büfelerinde değil, her yerde -örneğin bakkallarda, spor karşılaşmalarında vb - satılabildiği için, tamamen yeni pazarlar açtı. Thomas ile VVhitehead, şişeleme işini kendileri yapmak yerine, kârdan büyük bir pay karşılığında bağımlı şişeleme haklarını başkalarına satmanın daha anlamlı olduğunu fark ettiler. Böyle yapmakla kârlı bir bayilik işi yarattılar ve Coca- Cola'yı Amerika'nın her kasabasında ve köyünde bulunabilir duruma getirdiler. Şirket, farklı şekliyle karakteristik Coca-Cola şişesini 1916'da tanıttı.
Şişeli Coca-Cola satışları, tam da halkın kocakarı ilaçlarıyla ve yiyeceklerdeki zararlı katkı maddeleriyle ilgili kaygıları arttığı sırada tavana vurdu. Özellikle sahte ilaçlarm çocuklar için yarattığı tehlikeden kaygı duyan Harvey VVashington VVi- ley, kocakarı ilaçlarına karşı kampanyanın başını çekti. Yıllarca süren çabaları 1906'da genellikle "Dr. VViley Yasası" olarak bilenen Katkısız Gıda ve İlaç Yasası çıkarılarak ödüllendirildi. Başlangıçta yeni kurallar, "Katkısız Gıda ve İlaç Yasasının garantisi"nde olduğunu gururla ilan eden Coca-Cola'nın yaratmaymış gibi göründü. Fakat ertesi yıl VViley, kafein içerdiği gerekçesiyle Coca-Cola'yı soruşturma niyetini açıkladı. Çay ve kahveden farklı olarak, artık Amerika'nın her tarafında bulunabilen Coca-Cola'yı çocukların da içmesinden şikâyetçiydi. VViley'e göre ebeveynler bu içecekteki kafeinin varlığından genellikle habersizdi ve Coca-Cola içmekle çocuklarının uyuşturucu aldığının farkında değildi.
Tıpkı 1511'de Mekke'de Kha'ir Beg'in kahveyi mahkemede yargılaması gibi, Wiley de 1911'de "Kırk Varil Yirmi Fıçı Coca- Cola'ya karşı Amerika Birleşik Devletleri" adlı bir davada Coca- Cola'yı yargıladı. Mahkemede, kafeinin cinsel aşırılıkları teşvik ettiğini öne süren dinci köktenciler Coca-Cola'nın kötülüklerine verip veriştirdiler; devletin bilim insanları Coca-Cola'nın tavşanlar ve kurbağalar üzerindeki etkilerini açıkladılar; Coca-Cola Company'nin getirdiği uzman tanıklar, içkinin iyiliklerini sayıp döktüler. Bir ay süren duruşma, hileli jüri suçlamalarıyla ve "sekiz Coca-Cola öldürmeye yetecek kadar kafein içerir" türünden dalgalandırıcı haberlerle büyük bir tiyatroya dönüştü. VViley'in davasının sorunu, bilimsel itirazlardan çok ahlaki itirazlara dayanmasıydı. Coca-Cola'da kafein bulunduğunu herkes kabul ediyordu; sorun bunun özellikle çocuklara zararlı olup olmadığıydı. Bilimsel kanıtlar zararlı olmadığını gösteriyordu. Üstelik Wiley, çay ya da kahveyi yasaklamaya çalışmıyordu.
Sonunda dava gelip Coca-Cola Company'nin ürününü yanlış tanıtıp tanıtmadığı, içkinin "katkısız" olduğunu iddia edip edemeyeceği sorusuna sıkışıp kaldı. Ve mahkeme Coca- Cola'nın lehine karar verdi: Karara göre; içeceğin adı, kafein içeren kolanın varlığını doğru bir biçimde yansıtıyordu zaten. Kafein Coca-Cola formülünün her zaman bir parçası olduğu için, bir katkı maddesi sayılamazdı - bu yüzden içki gerçekten de "katkısız" dı. Kararın bu ikinci kısmı daha sonra temyiz mahkemesi tarafından bozuldu ve tarafların mahkeme dışında vardığı bir anlaşmayla, Coca-Cola'daki kafein miktarı yarı yarıya azaltıldı. Şirket, reklamlarında çocukları kullanmamaya da söz verdi - 1986'ya kadar sürdürülen bir politika. Fakat burada önemli olan, bu dava sonucunda kafeinli bir içki olan Coca-Cola'nın çocuklara satılmasının artık yasal olarak onaylanmış olmasıydı. Şişeli içkinin popülerliğiyle birlikte bu onay, Coca-Cola'nın, dünyanın en popüler bağımlılık yapan maddesi olan kafeinin kullanımını kahve ile çayın ulaşamadığı alanlara taşıması demekti.
Coca-Cola Company reklamlarda çocukları doğrudan resmetmeden ürününü çocuklara satmanın başka yollarım buldu. En ünlü örnek, ilk kez 1931'de çıkarılan ve Coca-Cola içen Noel Baba'yı betimleyen afiştir. Coca-Cola Company'nin bu afişlerle, -kendi kırmızı beyaz logosuna uygun renkleri tercih ederek, beyaz çizgili kırmızı giysiler içinde sakallı bir adam olarak- modern Noel Baba imgesini yarattığına inanılır. Oysa bu doğru değil. Aslında, kırmızı giysili Noel baba düşüncesi zaten yerleşmişti. New York Times U Kasım 1927'de şöyle diyordu: "New Yorklu çocuklara standartlaştırılmış bir Noel Baba görünür... Kırmızı giysiler, kukuleta ve beyaz bıyık gibi, boy, ağırlık ve endam da neredeyse kesin bir biçimde standartlaşmıştır... Oyuncak dolu torba, pembe yanaklar ve burun, gür kaşlar ve koca bir göbek de zorunlu makyajın kaçınılmaz parçalarıdır." Bununla birlikte, Noel Baba'yı reklamlarına sokmak şirketin doğrudan çocuklara seslenmesini, içeceğini eğlence ve neşeyle bütünleştirmesini olanaklı kıldı.
Amerika'nın arıtılmış özü
1930'lar Coca-Cola'mn gücüne üç tehdit getirdi: İçki yasağının kalkması; 1929'da Wall Street borsasının çöküşünü izleyen Büyük Buhran ve güçlü bir rakibin, Pepsi-Cola'sıyla PepsiCo'nun yükselişi. 1920'den beri yasak olan alkollü içki satışının yasal olarak yeniden başlamasının, Coca-Cola'mn satışları üzerinde yıkıcı bir etki yaratması bekleniyordu. Bir gazete haberi, "gerçek bira ve 'erkek adamın içkisi, viski' yasal yoldan elde edilince, kim 'yumuşak malzeme' içer?" diyordu. Gerçekte, yasağın kaldırılması satışları fazla etkilemedi: Görünüşe bakılırsa, Coca-Cola alkollü içkilerden farklı bir ihtiyacı karşılıyordu. Tüketilme koşulları genişlemeye devam ediyordu.
Bazılarına göre Coca-Cola, sosyal bir içki olarak kahvenin yerini aldı. Alkollü içkilerden farklı olarak, günün her saatinde -kahvaltıda bile- ve elbette her yaştan insan tarafmdan tüketilmeye uygun sayılıyordu. Alkollü içki yasağı sırasında şirketin zeki reklamcısı Archie Lee, soda büfelerinde Coca-Cola tüketimini; barlarda bira ya da başka alkollü içki içmenin yerini alan keyifli ve aile dostu bir tüketim ve ekonomik iklimin kasvetli gerçekliğinden kaçmanın bir yolu olarak öne çıkardı. Lee, Coca-Cola satmak için yeni radyo teknolojisini kullanmaya ve sayısız filme Coca-Cola'yı sokmaya -yine çekicilikle ve kaçış arzusuyla bütünleştirmenin bir yolu- da öncülük etti. Coca- Cola reklamları mutlu, dertsiz bir dünya betimliyordu. Sonuç olarak, Büyük Buhran sırasında Coca-Cola yoksullaşmayıp zenginleşti.
O zamanın bir yatırım uzmanı "Coca-Cola, buhrana, havaya ve yoğun rekabete aldırmadan talebi artırmaya devam ediyor" diyordu. Bu, kışın da şahlan bir sıcak hava içkisiydi, alkollü içkilere karşı konumunu koruyabilen alkolsüz bir içkiydi, kafein tüketimini evrenselleştiren bir içkiydi ve bir ekonomik çöküşte bile çekiciliğini sürdüren ucuz bir ikramdı. Şirket yetkilisi Har- rison Jones'un 1936'daki ellinci yıl kutlamalarının finalinde yaptığı konuşmada belirttiği gibi, "Mahşerin Dört Atlısı yeryüzüne hücum edip geri çekilebilir; Coca-Cola baki kalacak!"
Bu faktörlerden bazıları Coca-Cola'nın rakibi Pepsi-Cola'ya da yaradı. Pepsi-Cola'nm geçmişi 1894'e kadar gitmekteydi; fakat iki iflastan sonra 1930'larda, şekerleme mağazaları ve soda büfeleri zincirinin sahibi olan New Yorklu işadamı Charles Guth'un elinde Coca-Colâ'ya ciddi bir rakip haline geldi. Dükkânlarına Coca-Cola almak yerine, sıkıntıda olan Pepsi- Cola şirketini satın alıp onun içkisini sattı. Piyasaya 6 onsluk bir şişe Coca-Cola'nın fiyatına (beş sent), 12 onsluk bir şişe Pepsi sununca, satışlar uçuşa geçti. Maliyetin büyük bölümünü şişeleme ve dağıtım oluşturduğu için, içecek miktarını fazlalaştırmanın fazla bir maliyeti yoktu ve bu, nakit sıkıntısı çeken müşterilere daha çekici gelmekteydi. Coca Cola Com- pany rakibini marka ihlaliyle suçlayınca, büyük bir hukuk savaşı başladı. Dava yıllarca sürdü, sonunda 1942'de tarafların mahkeme dışında anlaşmaya varmasıyla son buldu. Coca-Cola, Pepsi-Cola markasına itiraz etmemeye razı oldu; Pepsi de, Coca-Cola'dan açıkça farklı olacak şekilde kırmızı, beyaz ve mavi bir logo benimsedi. Başka bir sonuç da, "kola" sözcüğünün kahverengi, karbonatlı, kafeinli, alkolsüz içkilerin jenerik adı haline gelmesi oldu. Sonunda iki firma birbirinin varlığından yararlandı: Bir rakibin varlığı Coca-Cola'yı sürekli tetikte tuttu ve Pepsi-Cola'nm aynı fiyatla iki kat fazla kola sunması, Coca-Cola pazarı zaten yaratmış olduğu için olanaklı oldu. Bu çekişme, sert rekabetin tüketicinin ne kadar yararına olabildiğinin ve talebi ne kadar arbrabildiğinin klasik örneğiydi.
1930'larm sonunda Coca-Cola her zamankinden daha güç- lüydü. Tartışmasız bir ulusal kurum olan ve Amerika'daki tüm kabarcıklı alkolsüz içki satışlarının yaklaşık yansından sorumlu olan Coca-Cola; kitlesel üretilen, kitlesel pazarlanan, hem yoksulların hem zenginlerin tükettiği bir üründü. 1938'de, ünlü ve saygın bir sosyal yorumcu, emektar gazeteci VVilliam Ailen VVhite, Coca-Cola'yı "Amerika'nın temsil ettiği tüm şeylerin arıtılmış özü; dürüstçe imal edilen, evrensel dağıtımı yapılan ve yıllarca titiz bir biçimde geliştirilen temiz bir şey" ilan etti. Coca-Cola Amerika'yı ele geçirmişti: Artık, Amerikan nüfuzunun yayıldığı her yere giderek dünyayı ele geçirmeye hazırdı.
Bir Şişede Küreselleşme
"Bir milyar saat önce yeryüzünde insan yaşamı göründü.
Bir milyar dakika önce, Hıristiyanlık doğdu.
Bir milyar saniye önce Beatles müziği değiştirdi.
Bir milyar Coca-Cola önce dün sabahtı."
Robert Goizueta, Coca-Cola Company'nin Başkanı, Nisan 1997
Amerikan yüzyılı
Yirminci yüzyıl, çeşitli baskı biçimlerine karşı siyasal, ekonomik ve kişisel özgürlük mücadelelerinin tanımladığı ve savaş, soykırım ve nükleer imha tehdidinin damgaladığı bir dönem oldu. Fakat siyasal, ekonomik ve kişisel alanlarda, demokrasi, tüketimcilik ve süregelen birçok ayrımcılığın reddi biçiminde tercih özgürlüğü tanındığında insanların daha mutlu olacağı konusunda dikkate değer ölçüde bir uzlaşmayla son buldu. Salt bir içkinin tüm bu değerleri cisimleştirebileceği düşüncesi saçma görünse de, yirminci yüzyılın ikinci yarısında öyle oldu. Kendisini en güçlü biçimde bireysel özgürlükle özdeşleştiren ülke Amerika Birleşik Devletleri'ydi ve onun değerleri, ulusal içkisi Coca-Cola ile ayrılmaz bir biçimde bütünleşti.
İkinci Dünya Savaşı çıktığı sırada ABD dışında birçok ülkede satılmakta olmasına karşın, Coca-Cola'nın gerçek bir küresel marka haline gelmesi ABD'nin yahtlanmacı politikasından vazgeçip küresel bir süper güç olarak ortaya çıkışından sonra oldu. On dokuzuncu yüzyıl boyunca ülke, 1796'daki veda konuşmasında "Doğru politikamız, dış dünyanın herhangi bir kesimiyle daimi ittifaklardan uzak durmaktır," diyen George VVashington'ın savunduğu çizgiyi sürdürmüştü. Amerika'nın Birinci Dünya Savaşı'na müdahalesi, Avrupa'daki dengenin Almanlarm ve AvusturyalIların aleyhine değişmesine yardım eden bu müdahale bir istisnaydı ve birçok Amerikalı tarafından bir hata olarak görüldü. Yalıtlanmacılar 1930'larda, gelecekteki Avrupa çatışmalannın dışında kalınması gerektiğini savundular. Fakat Aralık 1941'de Japonya'nın Pearl Harbor'a saldırısı Amerika Birleşik Devletleri'ni İkinci Dünya Savaşı'na sokup, yahtlanmacılığına son verdi. ABD, silahlı kuvvetlerini, toplam 16 milyondan fazla personelini dış dünyaya gönderdi ve Coca-Cola da onlarla birlikte gitti.
Ülke seferber olunca, Coca-Cola Company'nin Başkanı Robert VVoodruff bir emir çıkardı: "Üniformalı herkes, nerede olursa olsun ve şirkete maliyeti ne olursa olsun beş sente bir şişe Coca-Cola elde eder." Coca-Cola askerler arasında zaten popülerdi; talimler sırasında, ferahlatıcı, sarhoş etmeyen bir içki olarak askerlere veriliyordu. Şirketin reklamı iyi yapılan üretimi sürdürme çabalarının değerli bir yararı, Coca-Cola'yı yurtseverlikle ve savaş çabalarma destekle ilişkilendirmesi olacaktı. Uzak askeri üslerdeki askerlerin gerçekten de hoşuna gidiyordu: Coca-Cola onlara yuvalarını hatırlatıyor ve morallerini yüksek tutmaya yardımcı oluyordu.
Bir subay şirkete şunları yazmış: "Şirketinizin bu olağanüstü durum süresince bize [kola] temin edebilmesini içtenlikle umuyoruz. Görüşümüze göre Coca-Cola, silah altındaki çocuklara moral veren ürünlerden biri olarak sınıflandırılabilir." Düzinelerce benzer mektubu kanıt olarak kullanan şirket, ordunun açık desteğiyle VVashington'da epeyce lobi faaliyeti yürüttükten sonra, 1942'de ürün, savaş çabaları bakımından elzem olduğu gerekçesiyle şeker karnesinden bile muaf tutuldu. Bu muafiyet, şeker karnesi rakip alkolsüz içki üreticilerini üretimlerini yarı yarıya azaltmak zorunda bırakırken, Coca- Cola'nın üretimine devam edebilmesini sağladı.
Dünyada birliklerin konumlandığı her yere Coca-Cola şişeleri sevkıyatı, kısmen gemi kapasitesine bağlı olduğu için, verimli değildi. Bu nedenle olanaklı olan yerlerde askeri üslerin içinde özel şişeleme fabrikaları ve soda büfeleri kuruldu; yani yalnızca Coca-Cola şurubunun sevkıyata yeterliydi. Birçok askeri personele göre, bu makineleri kurup çalıştıran Coca-Cola elemanları, uçakları ve tankları çalıştıran makinistler kadar önemliydi. Onlara ayrıcalıklı "teknik gözlemci" statüsü ve askeri rütbeler verildi; öyle ki, "Coca-Cola albayları" olarak anılır oldular. "Coca-Cola albayları", savaş sırasında tüm dünyada en az 64 askeri şişeleme fabrikası kurup, yaklaşık 10 milyar içimlik kola ikram ettiler. Teknik gözlemciler çalılıklarda kullanmak için taşınabilir bir Coca-Cola pompası ve denizal- tılarda kullanıma uygun ince bir pompa da geliştirdiler. Coca- Cola denizaşırı Amerikan üslerine yakın sivillere de ulaştırıldı. Polinezyalılardan Zululara kadar dünyanın her tarafında insanlar Coca-Cola'yı ilk kez tattı.
Şimdi Coca-Cola arşivlerinde saklanan yüzlerce mektup, Amerikalı askerlerin Coca-Cola'yı ülkeleriyle ne kadar özdeşleştirdiklerini ve neyi temsil ettiğini gösterir. Bir asker şunları yazmış: "Bana göre, ülkemizin vatandaşlarına verdiği milyonlarca yararın korunmasına yardımcı olmak kadar, kola içme geleneğinin devam etmesine yardım etmek için de bu lanet yerde bulunuyorum... İnşallah yakında hepimiz kolayla zaferi kutlarız." Başka bir asker evine gönderdiği bir mektupta "Birisi ne için savaştığımızı sorsa, sanırım yarımız, tekrar Coca- Cola satın alma hakkı için, yanıtını verir," diyordu. Coca-Cola
İkinci Dünya Savaşı dönemine ait bir Coca-Cola reklamı
uzak savaş alanlarında bulunduğunda bile, o kadar değerliydi ki şişeler özel durumlar için saklanırdı ya da çok fahiş fiyatlarla satılırdı. Bir şişe Coca-Cola Solomon Adaları'nda 5 dolara, Kazablanka'da 10 dolara ve Alaska'da 40 dolara satılmaktaydı. Pasifik'te görev yapan pilot Robert Scott'a, ellinci Japon uçağını düşürüp de "as" olunca, bir şişe Coca-Cola verildi. Fakat o bunu içilemeyecek kadar değerli buldu ve yaralandığında kendisini ameliyat eden bir cerraha verdi.
Askerin Coca-Cola tutkusu alt rütbelerle sınırlı değildi, ta tepeye kadar çıkıyordu: General Douglas MacArthur, General Omar Bradley ve General George Patton da Coca-Cola içmeyi severdi. Fakat en büyük meftun, müttefik kuvvetlerin Avrupa'daki başkomutanı General Dwight D. Eisenhovver'dı. Haziran 1943'te Kuzey Afrika'daki Müttefik harekâtını denetlerken, isteklerini içeren ayrıntılı bir telgraf gönderdi: "Ayda iki kez 3 milyon şişe Coca-Cola ve aynı miktarda şişeleme, yıkama ve kapaklama için eksiksiz donanım. Donanımla ilgili tercih farklı yerlere kurulacak ve her biri günde 20 bin şişeleme yapabilecek 10 ayrı makine. 6 milyon yeniden doluma yetecek miktarda şurup ve kapak." Altı ay içinde Kuzey Afrika'da üretime geçildi ve ertesi yıl, Normandiya çıkartmasından sonra Müttefik birlikler Batı Avrupa'da ilerlerken Coca-Cola da onları izledi. Ren'i geçme muharebesinde Amerikan birliklerinin kullandığı parola "Coca-Cola"ydı.
Coca-Cola Company, ABD'nin uzaktaki askerleri açısından Coca-Cola'nın taşıdığı o totemik değerini vurgulamak için hiçbir fırsatı kaçırmadı. 1942 tarihli bir reklam, Kuzey Afrika'da savaş sürerken, konuksever olmayan bir çölde Coca-Cola'mn simgesiyle karşılaşan haki elbiseli bir askeri betimliyordu; üzerindeki slogan "Merhaba, dost"tu. Başka bir reklam, güvertede Coca-Cola içen bahriyelileri gösteriyordu. Resmin alt yazısı şöyleydi: "Bir ABD savaş gemisinin gittiği her yere Amerikan yaşam tarzı da gider... Doğal olarak Coca-Cola da." Abartı gibi görünüyor, fakat değildi.
Öte yandan, Mihver güçler, Almanya ve Japonya, Coca- Cola'yı Amerika'da yanlış olan her şeyin örneği olarak yeriyorlardı -oysa savaştan önce her iki ülkede de Coca-Cola satılıyordu ve özellikle Almanya'da popülerdi. Bu gerçeği görmezlikten gelen Nazi propagandacıları "Amerika çiklet ve Coca-Cola dışında dünya uygarlığına hiçbir katkıda bulunmamıştır," diye alay ederken, Japonlar da, "Coca-Cola ile birlikte Amerikan toplumunun hastalıklarını da ithal ettik," diyorlardı.
1945'teki Müttefik zaferinden sonra yeniden inşa döneminde askeri şişeleme işleri üç yıl boyunca devam etti. Sonra üretim sivil alana yöneltildi. Amerikan ordusunun eteğine yapışan Coca-Cola, Antarktika hariç, yeryüzünün her kıtasına yerleşmişti. Bir şirket görevlisinin dile getirdiği gibi, savaş "Coca-Cola'nın güzelliğinin neredeyse evrensel kabulünü" sağladı.
Soğuk savaş, kola savaşı
Alman saldırılarına karşı Rusya'yı başarıyla savunan ve daha sonra ordusunun başında Berlin'e girip Avrupa'daki savaşı sona erdiren Sovyetler Birliği'nin en büyük askeri lideri General Ge- orgi Konstantinovich Zhukov, Coca-Cola'yı kabul etmesi belki de en az olası olan kişiydi. Zhukov, popülerliğinden ve kahramanlığından ötürü kendisinden vazgeçemeyen acımasız Sovyet lideri Joseph Stalin'e karşı çıkma cesaretini gösteren birkaç kişiden biriydi. Savaştan sonra Almanya'nın taksim edilmesiyle ilgili görüşmeler sırasında, Eisenhovver Zhukov'u Coca-Cola'yla tanıştırdı ve Zhukov bu içkiyi çok sevdi. Özellikle iki süper güç arasındaki çekişme yoğunlaşınca, Amerikan değerleriyle bu kadar özdeşleşmiş bir şeyi kullanırken görülmek istemedi. Bu nedenle alışılmamış bir istekte bulundu: Coca-Cola'yı geleneksel Rus içkisi votkaya benzeyecek şekilde renksiz yapmak olanaklı mıydı? İsteği Coca-Cola Company'ye iletildi ve şirket, Başkan Harry Truman'ın onayıyla renksiz bir versiyon geliştirdi. Coca- Cola, beyaz kapaklı ve etiketinde kızıl Sovyet yıldızı bulunan özel silindirik şişeler içinde Zhukov'a gönderildi.
1948'de, Birleşmiş Milletler'in kurulmasına eşlik eden savaş sonrası mutluluk havası uçup gitmişti ve Sovyetler Birliği Batı Berlin'i ablukaya alarak Amerika Birleşik Devletleri'ne doğrudan meydan okudu. Batılı güçler, Sovyetler ablukayı kal- dırıncaya kadar bir yıldan fazla bir süre hava köprüsü kurup Batı Berlin'e 24 saat havadan sevkıyat yaparak karşılık verdi. 1949'da Amerika ile Avrupah müttefiklerinin ittifakı Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü'nün (NATO) oluşturulması ve Sovyetler Birliği'nin de ona rakip olarak Varşova Antlaşması Örgütü'nü kurmasıyla birlikte, on yıllarca süren Soğuk Savaş sahnesi hazırlandı. İki blokun nüfuz için rekabet ettiği ve dünyanın birçok yerinde vekâleten savaşlar yürüttüğü, fakat doğrudan çatışmaya girmediği bu dönemde, Coca-Cola yalnızca ABD ile değil, batının özgürlük, demokrasi ve serbest piyasa kapitalizmi değerleriyle de özdeşleşti. Öte yandan komünistler arasmda Coca-Cola, kapitalizmde yanlış sayılan her şeyi, özellikle tüketicilerin çoğunlukla önemsiz taleplerini karşılamanın ekonominin düzenleyici ilkesi olması gerektiği fikrini temsil eder duruma geldi. Coca-Cola Company'nin 1948 toplantısındaki bir pankartın ifade ettiği gibi, "Biz komünistleri düşündüğümüzde, aklımıza Demirperde gelir. Onlar demokrasiyi düşündüklerinde ise, akıllarına Coca-Cola gelir."
Coca-Cola 1940'larm sonunda denizaşırı operasyonlarını hızla genişletti; öyle ki, 1950'ye gelindiğinde, kârının üçte biri Amerika Birleşik Devletleri'nin dışından geliyordu. Bu durum, ABD'nin dünya çapında komünizme karşı mücadelede öncü kapitalist ülke olarak artan siyasal nüfuzuyla ve Avrupa'yı ABD destekli yeniden inşa girişimi olan Marshal Planıyla çakıştı. ABD'nin artan nüfuzuna karşı çıkanlar ve Marshal Planmı başka araçlarla emperyalizm olarak görenler için, Coca-Cola açık bir hedefti. "Coca-Sömürgeleştirme" terimi ilk kez Fransa'da yeni şişeleme fabrikalarının kurulmasına karşı şiddetli bir kampanya başlatan komünist sempatizanlar tarafmdan kullanıldı. Onlara göre yeni şişeleme fabrikalarının kurulması yerli şarap ve maden suyu sanayilerine zarar verecekti. Zehirli olduğu gerekçesiyle, Coca-Cola'yı yasaklatma- ya bile çalıştılar. Bu durum ABD'de bir feryada neden oldu; gazetelerin başyazarları, nankör Fransa'ya Marshal Planı çerçevesinde yapılan yardımlara son verilmesi çağrısında bulundular. Şirket yetkilileri, Coca-Cola'nın Fransa'yı özgürlüğüne kavuşturan Amerikalı askerlerin sağlığına bir zarar vermediğine işaret ettiler. Fransız gazeteler aynıyla karşılık verdi: Le Monde "Fransa'nın moral manzarası tehlikededir" uyarısında bulundu. Coca-Cola kamyonları Fransız protestocular tarafından ters çevrildi, şişeler parçalandı. Ne var ki, Fransızların Coca-Cola'ya karşı kampanyaları sonuçta pek fazla bir şey fark ettirmedi. Aslında bedava reklamını yaptı ve Coca-Cola'ya egzotik, haram bir hava kazandırdı.
Diğer ülkelerde de benzer kampanyalar yürütüldü. Komünist eylemciler Coca-Cola'mn sağlığı olumsuz etkilediğini ve yaygınlaşmasının Avrupa ülkelerini Amerikan kültürel değerleriyle kirleteceğini öne sürüyorlardı. Komünistlerin ateşlediği Coca-Cola karşıtı histeriden memnun olan alkolsüz içki yapanlar, maden suyu şişeleyenler ve bira imalatçıları tarafından da destekleniyorlardı. AvusturyalI komünistler ülkelerindeki Coca-Cola şişeleme fabrikasının bir anda bir atom bombası fabrikasına dönüştürülebileceğini iddia ettiler. İtalyan komünistler Coca-Cola'mn çocukların saçlarım bir gecede beyazlaştırdığını öne sürdüler. Coca-Cola Company zokayı yutmadı; doğrudan deneyimin müşterileri içkisinin meziyetlerine inandıracağı inancıyla, denizaşırı şişeleme şubeleri açarak yoluna devam etti. Coca-Cola Company'nin patronu Robert Woodruff, Coca-Cola'ya yönelik komünist düşmanlığı, Coca-Cola'nın "kapitalizmin özü" olmasıyla açıkladı. Fakat Coca-Cola daha fazla popülerleşince, onunla ilgili gülünç iddialar da -içenleri iktidarsızlaştır- dığı, kansere ya da kısırlığa yol açtığı- yavaş yavaş son buldu.
1959'da ABD Başkan Yardımcısı Richard Nixon Moskova'yı ziyaret etti; Amerikan ürünlerinin sergilendiği özel bir ticaret fuarmda Sovyet Birliği'nin Başbakanı Nikita Kruşçev'le hakaret alışverişinde bulundu. PepsiCo'nun başarılı bir halkla ilişkiler çalışmasıyla, Nixon ile Kruşçev, Pepsi standında durdular ve birlikte Pepsi içerken fotoğrafları çekildi. Fakat 1965'te
ABD Başkan Yardımcısı Richard Nixon ile Sovyetler Birliği Başbakanı Nikita Kruşçev 1959'da Moskova'da ABD Ticaret ve Kültür Fuarı'nda
Coca-Cola Company, büyük bir potansiyel pazarın beklediği Demirperde'nin arkasında, Rusya'da faaliyet olanaklarını araştırmaya başlayınca, anında bir geri tepme oldu. Komünist devletlerde özel şirketlere izin verilmediği için, Sovyet hükümeti şirketin ortağı olacaktı ve kârlar devlet kasasına akacaktı. Vietnam savaşı devam ederken, eleştirmenler Coca-Cola'nın Amerika'nın komünist düşmanlarına fiilen yardım ettiğini iddia ettiler. Bu yüzden şirket planlarından vazgeçti.
Bu durum Pepsi'nin yolunu açtı. 1962'de Califomia valiliği seçimlerini kaybeden Nixon, Pepsi'nin hukuk firmasına girdi ve Pepsi'nin denizaşırı büyükelçisi oldu. Anti-komünist propagandayla lekelenmediği için, Pepsi Demirperde'nin ötesine daha kolay geçebildi. 1965'te Romanya'da faaliyete başladı ve Nixon'ın yardımıyla içkisini, 1972'de özel bir lisans aldığı Rusya'da da satmaya başladı. 1980'de, o yıl Moskova'da yapılacak Olimpiyat Oyunlarının resmi içeceği olmasını sağlayacak bir anlaşmayla Coca-Cola kapıya dayanmış gibiydi. Fakat Başkan Carter, Sovyetler Birliği'nin Afganistan'ı işgaline tepki olarak Amerika'nın Olimpiyat Oyunlarını boykot ettiğini açıkladı; bu yüzden Coca-Cola tekrar kapıdan geri çevrilmiş oldu.
Ne var ki, Coca-Cola'mn kendisini Sovyet bloku ülkelerine kabul ettirememesinin bir avantaj olduğu sonraki yıllarda anlaşıldı. 1989'da Berlin Duvarı yıkıldı. Bu, Doğu Avrupa'daki komünist rejimlerin çöküşünün ve Sovyetler Birliği'nin 1991'de dağılışının habercisiydi. Doğu Almanlar Berlin Duvarı'nda açılan gediklerden batıya akarken, Coca-Cola'yla selamlandılar. Bir görgü tanığı "Yeni gelenleri muzlarla, Coca-Cola'yla, çiçeklerle ve batı tüketimciliğini hatırlatan diğer şeylerle karşılar bir durumda bulduk kendimizi," diyordu. Doğu Almanlar, doğrudan Batı Berlin'deki Coca-Cola şişeleme fabrikasından kasalarla kola satın almak için kuyruğa girdiler. Yüksek duyarlı ses aygıtları, televizyonlar, soğutucular ve diğer tüketim ürünleriyle birlikte Coca-Cola kasaları da Doğu Berlinlilerin en çok aradığı mallar arasındaydı. Pepsi'nin Demirperde arkasındaki büyük başarısı, komünistler kovulunca, kendisine karşı dönmüştü. Birçok kişi Pepsi'yi eski rejimle bütünleşen yerli bir içki sayıyordu; oysa Coca-Cola egzotik ve yabancı bir içecek olarak görülüyordu. Coca-Cola içmek, özgürlüğün bir simgesi haline geldi. 1990'larm ortasına gelindiğinde Coca-Cola, eski Sovyet bloku ülkelerinde en popüler kola olarak Pepsi'yi sollamıştı.
Ortadoğu'da Coca-Cola
Coca-Cola'mn Amerikan değerleriyle yakın ilişkisi, dünyanın başka bir kesiminde, Ortadoğu'da da aleyhine oldu. 1966'da İsrailli bir işadamı, Coca-Cola Company'yi büyük Arap pazarındaki işini korumak için İsrail alkolsüz içki pazarının dışında kalmakla suçlaymca sorunlar başladı. Alkollü içkilerin yasak olduğu ve sıcak bir iklime sahip olan Arap dünyası, kuşkusuz Coca-Cola için umut vaat eden bir pazardı: Bölgedeki yıllık kârı 20 milyon dolara ulaşıyordu. Şirket, 1949'da İsrail'de bir şişeleme fabrikası açma girişimlerinin İsrail hükümeti tarafından engellendiğini öne sürdü; ayrıca İsrail pazarının ekonomik olarak hayatta kalmayı sağlayamayacak kadar küçük olduğunu da iddia etti. Madem öyle, diyordu eleştirenler, çok daha küçük bir pazar olan Kıbrıs'ta neden iş yapıyorsunuz? Antisemitizm suçlamaları yükseldi ve Amerika'daki Yahudi örgütleri, Manhattan'daki Mount Sinai Hospi- tal ve Coney Adası'ndaki Nathan's Famous Hot Dog Empori- um da dahil, Coca-Cola'yı boykot etmeye başladılar.
Şirket, bu boykota Tel Aviv'de İsrailli bir şişeleme firmasına lisans vereceğini duyurarak karşılık verdi. Bu kez de Arap Birliği, üyelerine Coca-Cola'yı boykot etme çağrısında bulundu. Şirket geri adım atmadı ve Arap boykotu Ağustos 1968'de yürürlüğe girdi. Şirketin kararı bütünüyle pragmatikti: İçeride maliyeti çok daha büyük olacak bir Yahudi cemaati boykotundan kaçınmak için dışarıdaki Arap pazarından vazgeçti. Sonuç, Coca-Cola'nın bir kez daha Amerikan dış politikasıyla birleştirilip özdeşleştirilmesi oldu. Bu arada Pepsi, Amerika'da bazı müşterilerini kaybetmesine mal olmasma karşın, bu fırsattan yararlanıp Arap pazarına girdi.
Ancak 1980'lerin sonunda, Arap boykotu çatırdayınca Coca-Cola Arap pazarlarına, özellikle Mısır, Lübnan ve Ürdün'e akın etmeye başladı. Fakat gerçek ödül, Pepsi'nin Kanada ve Meksika'dan sonra üçüncü en büyük dış pazarı olan Suudi Arabistan'dı. 1991 Körfez Savaşı sırasında Coca-Cola Company, Suudi Arabistan'da konumlanan Amerikan birliklerine soğutuculu kamyonlarla kola gönderdi; fakat ülkede beş fabrikası bulunan Pepsi'yle rekabet edemedi. Tüm dünyadaki televizyon izleyicileri, Irak birliklerini Kuveyt'ten çıkaran koalisyon güçlerinin Amerikalı komutanı General Norman Schvvarzkopf 'u, yanında bir Pepsi kutusuyla ateşkes anlaşmasını imzalarken gördü. Coca-Cola, Pepsi'yi savunmaya zorlamak ve başka pazarlarda rekabet yeteneğini zayıflatmak için, Suudi pazarına büyük bir hamle yaparak karşılık verdi.
2003'teki Irak savaşı sırasında, Amerikan karşıtlığını onun alkolsüz içkilerine saldırarak ifade etme düşüncesi, yeni biçimler almıştı. Tayland'da Müslüman gençler Amerikan işgalini protesto etmek için yere Coca-Cola döktüler ve artan ABD karşıtı protestolar yüzünden satışlar askıya alındı. Bu arada, Ortadoğu'da yerli yapım kolalar popülerleşmeye başladı. Eskiden Pepsi'nin ortağı olan bir şirketin İran'da ürettiği "İslami" kola Zem Zem Kola, satışa sunulduğu ilk haftada 4 milyon kutu satıldığı Suudi Arabistan, Bahreyn, Katar ve Irak'ta popüler oldu. Batı Yakası'nda yapılan Star Cola, Birleşik Arap Emirlikleri'nde popüler oldu. Hem eleştirenler, hem de destekleyenler Coca-Cola'yı Amerika'yla özdeşleştirmeye devam ediyordu. Nisan 2003'te Amerikan birlikleri Saddam Hüseyin'in Bağdat'taki sarayını işgal edince, hamburger, sosis ve tabii Coca-Cola tükettikleri bir ızgara partisi düzenlediler.
Şişeyle küreselleşme
Coca-Cola Amerika'yla bütünleşmenin yanı sıra, tek bir küresel pazar, tek kelimeyle küreselleşme eğilimini de özetler. Küreselleşme yandaşlan, ticari engelleri, gümrükleri, serbest ve engelsiz uluslararası ticaretin önündeki diğer engelleri kaldırmanın hem zengin hem yoksul ülkelerin gelişimi için en iyi yol olduğunu öne sürüyorlar. Bu bakış açısına göre, örneğin, zengin ülkelerin şirketleri gelişmekte olan dünyada fabrika kurunca bir yanda kendi maliyetlerini azaltırken, diğer yanda bulundukları yoksul ülkelerde iş olanakları yaratıp ekonomiyi canlandırabilirler. Küreselleşmeye karşı çıkanlara göre ise, bu tür pratikler düşük ücretli, düşük statülü iş yarattıkları için sömürücüdür; çokuluslu şirketler, işleri denizaşırısına kaydırarak daha gevşek emek ve çevre mevzuatlarından da yararlanabiliyorlar. Tartışma devam ediyor. Fakat şirketler kollarını dünyanın her taratma yaydıkça ve küresel bir oyun alanında rekabet ettikçe, sıkça duyulan yakınma şudur: Küreselleşme yalnızca yeni bir emperyalizm biçimidir. Küreselleşme karşıta eylemciler dünyanın tek süper gücü Amerika'nın askerlerle ve bombalarla değil, kültürü, şirketleri ve en başta Microsoft, McDonald's ve Coca-Cola olmak üzere markalarıyla dünyayı istila etme niyetinde olduğunu ileri sürüyorlar.
Kuşkusuz, hiçbir ürün tek başına Coca-Cola'dan daha fazla küreselleşmeyi temsil etmez. Pepsi'yle küresel savaş tüm dünyada devam ediyor: Yeni savaş alanı ise Çin'dir. Fakat Çin, Coca-Cola Company'nin faaliyet yürüttüğü 200 ülkeden -Birleşmiş Milletler'in üye sayısından fazla- yalnızca biridir. İçkisi dünyanın en yaygın tanınan ürünüdür ve "Coca-Cola"nın, "OK" den sonra dünyada en çok anlaşılabilen ikinci ifade olduğu söyleniyor. Başka hiçbir şirket, küresel erişim, görünürlük ve tanınma bakımından onunla yanşamaz. Her yıl Business Week tarafmdan yayımlanan dünyanm en değerli markaları listesinde Coca-Cola her zaman birinci sırada yer almaktadır.
Yine de, küreselleşme karşıtlarının aksi iddialarına rağmen, dünyanın en güçlü markası bile insanların beynini yıkayıp istemedikleri bir şeyi satın aldırtamaz. Coca-Cola Company'nin 1985'te piyasa sürdüğü daha tatlı ve Pepsi'yi andıran içkisi Nevv Coke, bir felaket oldu. Tüketiciler bu yeni içkiden uzak durdu ve satışlar tepetaklak gitti; şirket, özgün içkiyi Coca-Cola Classic olarak yeniden piyasaya sürmek zorunda kaldı ve bir Amerikan ikonuyla oynama girişimlerine son verdi.
Coca-Cola, küresel markaların tüketicilerin aleyhine değil, ne kadar yararına çalıştıklarını da gösterir. Tüm dünyada Coca-Cola adı ve logosu, şirketin kalite garantisidir. Tahmini 70 milyar dolar değerinde bir marka, ürünlerin kalitesini ve ününü sürdürmek için yeterli bir teşviktir, yoksa müşterilerini kaybeder. Küresel markasını koruma arzusu Coca-Cola Company'yi, diğer büyük şirketler gibi, kötü tanıtım konusunda son derece dikkatli ve çok daha sorumluluk sahibi yapmaktadır. Ulusal markalı firmalann, başka ülkelerdeki insanların kendileri hakkında ne düşündüğünden endişe etmeleri gerekmez; fakat küresel markalar etmek zorundadırlar.
The Economist dergisinin 1997'de yaptığı bir çözümleme, farklı ülkelerdeki Coca-Cola tüketiminin -bu ülkelerin küreselleşme derecesi için iyi bir işaret- daha fazla zenginlik, yaşam kalitesi (Birleşmiş Milletler'in geliştirdiği bir ölçek kullanılarak ölçülen), sosyal ve siyasal özgürlükle yakından bağıntılı olduğunu bulguladı. Dergi "Fışırtılı kütlesel pazar malzemesi -yani kapitalizm- sizin için iyidir" sonucuna vardı. İnsanları daha zengin, daha mutlu ve daha özgür yapan elbette Coca-Cola değildir; fakat tüketimcilik ve demokrasi yaygınlaştıkça, fışırtılı kahverengi içki geride kalmadı.
Bugün karbonatlı alkolsüz içkiler, Amerika Birleşik Dev- letleri'nde en yaygm tüketilen içeceklerdir, tüm sıvı tüketiminin yüzde 30'unu oluşturmaktadırlar ve Coca-Cola Company, bu tür içkilerin en büyük tedarikçisidir. Şirket, küresel olarak insanlığın aldığı toplam sıvının yüzde 3'ünü sağlıyor. Coca- Cola tartışmasız yirminci yüzyılın ve onun getirdiği her şeyin içkisidir: Amerika'nın yükselişi, komünizm karşısında kapitalizmin zaferi ve küreselleşmenin yükselişi. Bu karışımı ister onaylayın ister onaylamayın, fakat çekiciliğinin yaygınlığını inkâr edemezsiniz.
Sonsöz: Kaynağa Dönüş
"Su yaşamın ve sağlığın temelidir. İnsanın su hakkı, insan onuruna yakışır sağlıklı bir yaşam sürmek için vazgeçilmezdir. Tüm diğer insan haklarının gerçekleşmesinin önkoşuludur."
Birleşmiş Milletler Ekonomik, Kültürel Ve Sosyal Haklar Komitesi
Altı içki insanoğlunun geçmişini tanımladı. Geleceğini hangi içki tammlayacak? En olası aday olarak ortaya çıkmış durumda bir içki var. Tarihin birçok tanımlayıcı içkisi gibi o da oldukça modadır, bbbi tartışma konusudur ve görülmemiş, fakat kapsamlı jeopolitik önem taşıyor. Bulunabilirliği, gelecekte insanoğlunun yeryüzündeki ve ötesindeki yolunu belirleyecektir. Ne tuhafbr ki, bu aynı zamanda insan gelişiminin seyrini ilk belirleyen içkidir de: Su. İçmenin tarihi kaynağına geri dönmüştür.
İlk bakışta bu iyi bir şey gibi görünebilir. Cilalı Taş Devri'nde birayla başlamak üzere, diğer içkilerin çekiciliği; kirlenme olasılıklarının sudan daha az olmasından kaynaklanıyordu. Ancak on dokuzuncu yüzyılda su kirlenmesinin mikrobiyolojik temeli çözülünce, yüzyıllardır insanoğlunun başına bela olan bir sorunun üstesinden gelmek de olanaklı oldu: Yeterli bir tatlı su arzım sürdürmek. Daha önceki kuşaklar ikame olarak diğer içkilere yöneldikleri halde, şimdi suyu arıtarak ve sağlık koruma alanındaki diğer iyileşmelerle kirlenme sorununu doğrudan ele almak olanaklı. Başka bir deyişle, suyun artan popülerliği, kirlenme tehlikesinin nihayet son bulduğunu gösterir. Fakat gerçeklik daha karmaşıktır. Gelişmiş dünya ile gelişmekte olan dünya arasındaki uçurum, en fazla suya yönelik tutumlarında ortaya çıkıyor.
Şişe suyu satışları artıyor; en yüksek tüketim, musluk suyunun bol ve güvenle içildiği gelişmiş dünyada gerçekleşiyor: İtalyanlar dünyanın en coşkulu şişe suyu tüketicileridir, yılda kişi başına ortalama 180 litre içiyorlar; onları Fransızlar, Belçikalılar, Almanlar ve İspanyollar izliyor. Küresel şişe suyu sanayii 2003'te 46 milyar dolarlık bir gelir elde etti ve şişe suyu tüketimi diğer içkilerden daha hızlı, yılda yüzde 11 artıyor. Restoranlar modaya uygun şişeler içinde pahalı su ikram ediyorlar ve süper modellerin öncülük ettiği bir moda sayesinde, küçük bir plastik şişede içme suyunu sürekli yanında taşıma alışkanlığı yaygınlaşmış durumda. Amerika Birleşik Devletleri'nde bir dolum istasyonunda durun, şişe suyu maliyetinin petrolden fazla olduğunu görürsünüz. Özel kaynakların maden sulan Fransa'dan Fiji'ye kadar dünyanın her tarafındaki müşterilere sevk ediliyor.
Şişe suyunun popülerliği, musluk suyundan daha sağlıklı ve güvenli olduğu inancından kaynaklanır. Fakat en azından gelişmiş ülkelerde musluk suyu da bir o kadar güvenlidir. Bazen kirlenmeden korkulur, fakat bu şişe suları için de geçer- lidir. Archives of Family Medicine'de yayımlanan bir çalışmada araştırmacılar Cleveland'de şişe suyu ile musluk suyunu karşılaştırdılar ve şişe suyu örneklerinin dörtte birinde yüksek düzeyde bakteriye rastladılar. Bilim insanları "temizlik varsayımıyla şişe suyu kullanımı yanlış olabilir" sonucuna vardılar. Cenevre Üniversitesi'nde yürütülen bir başka çalışma da aynı sonuca ulaştı. Aynı şekilde, Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü'nün bir raporu da, şişe suyunun beslenme bakımından sıradan musluk suyundan daha iyi olmadığını bulguladı.
Bu pek de şaşırtıcı değil; çünkü Amerika Birleşik Devlet- leri'nde satılan şişe suyunun yüzde 40 kadarı, genellikle Büzülmesine ve fazladan mineraller eklenmesine karşın, aslında musluk suyundan alınır. ABD'nin önde gelen iki şişe suyu markası, Aquafina ve Dasani, suyunu belediyeden ahr. Birçok şişe suyu etiketi buz gibi kristal akarsuları ve buzla kaplı dağları betimlemesine karşın, bu imgeler içlerindeki suyun gerçek kaynağını her zaman yansıtmaz. ABD'li bir çevre grubu olan National Resources Defence Council'in (Ulusal Kaynakları Savunma Konseyi) bir araştırması, etiketinde "saf buzul su" yazan bir şişe suyu markasının suyunu belediyeden aldığını saptadı. Etiketinde bir göl ile dağlan gösteren ve "kaynak suyu" olduğunu iddia eden başka bir marka ise suyunu, tehlikeli bir atık çöplüğünün yakınında bulunan bir fabrikanın park alanındaki kuyudan alıyordu. Araştırma, hem Avrupa'da, hem ABD'de musluk suyunun kalitesinin şişe suyundan daha titiz bir biçimde kontrol edildiğini de belirtmekteydi.
Şişe suyunun musluk suyundan daha güvenli ya da daha sağlıklı olduğuna dair hiçbir kanıt yoktur ve gözü kapalı tatma testlerinde pek çok kişi iki su arasındaki farkı söyleyemez. Şişe suları arasındaki tat farkı, şişe suyu ile musluk suyu arasındaki tat farkından fazladır. Yine de, galon başma maliyeti musluk suyunun 250 ila 10 bin katı olmasına karşın, insanlar şişe suyu satın almaya devam ediyorlar. Kısaca, gelişmiş dünyada güvenli su o kadar bollaşmıştır ki, burnumuzun dibindeki musluk suyundan uzak durup şişe suyu içebiliyoruz. İkisi de güvenli olduğuna göre, içtiğimiz suyun türü bir yaşam tarzı tercihi haline gelmiştir.
Gelişmekte olan dünyada ise birçok kişi için suya ulaşmak bir ölüm kalım sorunudur. Şu anda dünya nüfusunun beşte biri, yaklaşık 1.2 milyar kişi güvenli içme suyundan yoksundur. Dünya Sağlık Örgütü, dünyadaki tüm rahatsızlıkların yüzde 80'inin nedeninin suyla bulaşan hastalıklar olduğunu ve gelişmekte olan dünyadaki insanların yaklaşık yarısının, di- are, kancalı kurt ve trahom gibi yetersiz su ya da sağlık hizmetleriyle bağlantılı hastalıklara yakalandığını tahmin etmektedir. Yılda yaklaşık 4 milyar diare vakası ile karşılaşılıyor ve bunların, yüzde 9O'ı beş yaşından küçük çocuklar olmak üzere, 1.8 milyonu ölümle sonuçlanıyor. Suya ulaşamamanın tek sonucu hastalık ve ölüm değildir: Eğitimi ve ekonomik kalkınmayı da engelliyor. Yaygın hastalıklar, ülkeleri daha az üretken, dış yardıma daha fazla bağımlı ve yoksulluğu yenmeye daha az yetenekli kılıyor. Birleşmiş Milletler'in açıklamasına göre, Sahra alta Afrika'da kızların okula gitmemesinin ana nedenlerinden biri, zamanlarının çoğunu uzak kuyulardan su taşımakla geçirmek zorunda olmaları.
Birleşmiş Milletler, tatlı su ve yeterli sağlık hizmetlerine ulaşamayan insanların oranını 2015'te yarıya indirmeyi hedeflemiştir. Fakat 1980'lerde ve 1990'larda olumlu ilerlemeler kaydedilse de, insanların güvenli su kaynaklarına kavuşma oranı o zamandan beri gerilemiştir. Sorunlardan biri, dünyanın gelişmekte olan birçok bölgesinde suya erişimin kırsal alanlarda iyileşirken, kentlerde gerilemiş olmasıdır. Önlenemeyen kentleşme eğilimi göz önüne alındığında bu, endişe vericidir. Demografların hesaplarına göre, 2007'de dünya nüfusunun yarısından fazlası ilk kez kentlerde yaşayacak: İnsanoğlu 6000 yıldır ağırlıklı olarak kırsal bir tür olmaktan ağırlıklı olarak kentsel bir tür olmaya geçişi tamamlamış olacak. International VVater Management Institute'un (Uluslararası Su Yönetimi Enstitüsü) rakamlarına göre, Birleşmiş Milletler'in suya erişimde arzu ettiği iyileşmeye ulaşmak için yılda şu anda harcanmakta olandan 1.7 milyar dolar daha fazla harcanması gerekirken, sağlık hizmetlerinin iyileştirilmesinin 9 milyar dolarlık -zengin ülkelerde şişe suyuna harcanan miktarın küçük bir parçası- ek bir maliyeti olacaktır. Fakat suya erişim sorununu çözmenin tek engeli para değildir, birçok durumda siyasal engeller söz konusudur. Son yıllarda özellikle Ortadoğu'da ve Afrika'da su haklarıyla ilgili anlaşmazlıklar siyasal gerilime, hatta askeri çatışmaya neden olmuştur.
Örneğin, İsrail'in Sina'yı, Golan Tepeleri'ni, Batı Yakası'nı ve Gazze'yi işgal ettiği 1967 Altı Gün Savaşı'nın görünmeyen önemli nedenlerinden biri de suydu. O sırada general ve daha sonra İsrail'in başbakanı olan Ariel Sharon otobiyografisinde şunları söylemektedir: Genellikle 5 Haziran 1967, Altı Gün Savaşı'nın başlangıcı sayılır, oysa savaş "aslmda iki buçuk yıl önce, İsrail Ürdün Irmağı'nın yolunun değiştirilmesine karşı harekete geçmeye karar verdiği gün başladı." 1964'te Suriye, Ürdün Irmağı'nın iki ana kolunun yönünü değiştirip İsrail'den uzaklaştırmak için bir kanal inşa etmeye başlamıştı. İsrail de topçu atışları ve hava saldırılarıyla kanal çalışmalarını durdurmuştu. Sharon, "Suriye ile aramızdaki sınır anlaşmazlıklarının büyük önemi vardı, fakat suyun yönünü değiştirme konusu bir ölüm kalım sorunuydu," diyor. İsrail 1967'de işgal ettiği ve kendisine Ürdün Irmağı'nın sularını kontrol etme olanağı veren topraklara, askeri avantajı kadar su arzı bakımından da değer veriyor. Batı Yakası'nda yaşayan Filistinlilere oradaki suyun yalnızca yüzde 18'i verilir, geri kalanı İsrail'e gidiyor.
O zamandan beri Ortadoğu'daki politikacılar suyu, gelecekte bölgedeki çatışmaların olası bir nedeni olarak anmaktadırlar. 1978'de Mısır, Nil'in akışına müdahale etmesi durumunda Etiyopya'ya karşı askeri harekât tehdidinde bulundu. Mısır 1979'da İsrail'le barış antlaşması imzaladığında, Devlet Başkam Enver Sedat "Mısır'ı tekrar savaşa sokabilecek tek konu sudur," dedi. 1985'te, o sırada Mısır dışişleri bakanı ve daha sonra Birleşmiş Milletler genel sekreteri olan Boutros Bo- utros-Ghali "Ortadoğu'da bir sonraki savaş, siyaset konusunda değil, su konusunda olacaktır," öngörüsünde bulundu.
Suyun böylesine çekişme konusu olması pek şaşırtıcı değil: Irmaklar ve göller uluslararası şuurların da işaretleridir ve en az on ırmak bir düzineden fazla sınırdan geçmektedir; bu nedenle bir ülkenin o suya yönelik herhangi bir hareketi diğer ülkeleri etkilemektedir. Etiyopya, Nil'in sularının yüzde 85'ini kontrol ediyor; Türkiye Fırat üzerindeki barajlarıyla, Suriye'ye su akışını kontrol ediyor. Bangladeş, sel baskınları nedeniyle Hindistan ve Nepal'in Ganj ve Brahmaputra ırmaklarının akışını kontrol etmek için baraj inşa etmelerini istiyor.
Kurak Orta Asya'da artan su kıtlığının Kazakistan, Kırgızistan, Tacikistan, Türkmenistan ve Özbekistan arasında bir çatışmaya neden olmasından korkuluyor. İklim değişikliğinin su dağılımını değiştirerek bazı bölgelerde sel baskınlarına, bazılarında kuraklığa neden olmasından, tarımsal üretimi etkilemesinden ve siyasal istikrarsızlık yaratmasından da korkuluyor. Bu nedenle bazı gözlemciler suyun, uluslararası çatışmaya neden olması en fazla olası kıt meta olarak petrolün yerini alabileceğini öne sürmektedirler.
Fakat su uluslararası işbirliğini teşvik de edebilir. Suya erişim o kadar önemlidir ki, düşman devletleri birlikte çalışmaya zorlamaktadır. 1960'ta Hindistan ile Pakistan arasında yapılan, İndus Irmağı'nın ve kollarının suyunun nasıl paylaşılacağını saptayan İndus Havzası Antlaşması, iki ülke arasında sürekli tekrarlanan askeri çatışmalara karşın yürürlükte kalmıştır. Aynı şekilde, Kamboçya, Laos, Tayland ve Vietnam, Mekong Irmağı'nın yönetimi konusunda işbirliği yapmaktadır; ırmağın aktığı bölge savaşlarla kavrulmasma karşın. 1990'larm sonunda, Nil havzasının ağız kavgası eden on ülkesi, Birleşmiş Milletler ve Dünya Bankası tarafından desteklenen bir ortak
su yönetimi anlaşması imzaladılar, öyle görünüyor ki, suyun hem bir savaş nedeni, hem bir barış katalizörü olma potansiyeli vardır.
Uzun erimde ve insanlığın nükleer bir felaketle kendi kendini imhadan kaçınmayı becerebileceğini varsayarsak, Mars'la başlamak üzere diğer dünyalarda koloniler kurulması da yeterli su bulunmasına bağlı olacaktır. Bir Mars kolonisinin sakinleri içmek ve yıkanmak, ürün yetiştirmek ve roket yakıtına dönüştürmek için suya ihtiyaç duyacaklar. Bu durum, dünya dışı yaşam (bunun da suya bağlı olduğu varsayılıyor) arayışıyla birlikte, güneş sisteminin diğer cisimlerindeki su dağılımını anlamak ve yerini saptamak için bu kadar çok çaba harcanmasının nedenini de açıklar. Bazı bilim insanları, insanlığın varlığım sürdürmesi için Mars'ın kolonileştirilmesinin zorunlu olduğuna bile inamyorlar. Onlara göre, ancak "çok-gezegenli bir tür" olursak savaş, hastalık ya da dünyaya çarpan bir göktaşının ya da kuyruklu yıldızın neden olacağı kitlesel ölümle yeryüzünden silinme olasılığına karşı gerçek bir önlem alabiliriz. Fakat bu, diğer dünyalarda su bulmaya bağlıdır.
Su, insan tarihinin seyrini belirleyen ilk içkiydi: Şimdi, 10 bin yıl sonra, tekrar dümene geçmiş gibi görünüyor. Başka gezegenleri kolonileştirmekten söz etmek tuhaf görünebilir, fakat bu düşünceyi anlamamız, MÖ 5000'de bir Cilalı Taş Devri köyünde yaşayan ve zaman tünelinden geçip bugüne gelen birinin modem dünyayı anlamasından daha kolaydır. O kişi bugünkü modem dilleri bilmezdi ve yazı yazma, plastik, havayolları ve bilgisayar gibi modem yaşamın boyutlarını anlamakta kuşkusuz güçlük çekerdi. Fakat aradan geçen bin yıllarda birçok şey değişirken, bazı şeyler de aym kalmıştır: Cilalı Taş Devri köylüsü kuşkusuz bir bardak birayı takdir eder, bol şansa kadeh kaldırmayı ve samimi atmosferi tanırdı.
Bir içimlik bira, Cilalı Taş Devri gezginimize gelecekle bir bağlantı olanağı verebilir: Bizim için bira, geçmişe bir pencere açabilen içkilerden biridir. Bir dahaki sefere bir miktar birayı, şarabı, damıtık içkiyi, kahveyi, çayı ya da Coca-Cola'yı ağzınıza götürdüğünüzde, zaman ve mekân içinde size nasıl ulaştığını düşünün ve salt alkol ya da kafeinden fazlasını içerdiğini unutmayın. Kıvrımlı derinliklerinin arasmda tarih de vardır.
Teşekkür
Bu kitap için yapılan araştırma epeyce içmeyi gerektirdi ve bu keyifli bir şey değilmiş gibi davranmak, samimiyetsizlik olur. Birayla ilgili araştırmalarımdaki yardımlarından ötürü San Francisco'daki Anchor Brewery'den Fritz Maytag'a, Willi- amsburg'daki College of VVilliam and Mary'den Mary Voigt'e, Stephan Somogyi ve lolande Bloxsom'a, Michael Jackson'a, Clint Ballinger ve Merryn Dineley'e teşekkür etmek isterim. Şarap konusunda University of Pennsylvania Museum'dan Patrick McGovem'e ve Fransa'da, Beaucaire'deki Mas des Tourelles şaraphanesinden Hervö Durand ve ailesine minne- tanm. Alameda'daki St George Distillery'de Lance VVinters damıtma işlemini açıkladı ve birçok pratik örnek verdi. Kahvenin tarihi konusundaki yardımlarından ötürü, Union Coffee Roasters'tan Jeremy Torz'a ve Royal Astronomical Society'de Peter Hingley'e minnettarım. Harvard Üniversitesi'nden End- ymion VVilkinson, çaym tarihi konusunda değerli açıklamalarda bulundu.
George Dyson, Neal Stephenson, The Economist' teki meslektaşlarım Ann Wroe, Robert Guest, Anthony Gottlieb ve Geoffrey Carr, Philippe Legrain, Paul Abrahams, Phil Millo, Vasa Babic ve Henry Hobhouse esin vererek, sağlam bir kurul gibi davranarak, araştırmalarım sırasında bana yön göstererek yardım ettiler. Greenwich'teki Theatre of VVine'dan Daniel Illsley'e, Jonathan VVarren, Virginia Benz ve Joe Anderer, Cris- tina Marti, Oliver Morton ve Nancy Hynes, Tom Moultrie ve Kathryn Stinson'a, Roger Highfield, Maureen Stapleton ve Tim Coulter, VVard van Damme, Anıüka McKee ve Lee McKee çeşitli yardımlarda bulundular. VValker & Company'den George Gibson ve Jackie Johnson, Brockman Inc.'ten Katinka Matson desteklerini esirgemediler. Son olarak, bu kitabı yazarken bana verdikleri cesaretten ötürü eşim Kirştin ve kızım Ella'ya özellikle minnettarım.
Ek: Eski İçkilerin İzinde
Antik içkilerden birini tatmak ilginizi çeker mi? Birçoğu şu ya da bu biçimde varlığını sürdürüyor hâlâ. Fakat bazılarını pek lezzetli bulmayabilirsiniz.
Yakındoğu birası
Antik bira ile modem bira arasmdaki en önemli fark, görece modem bir yenilik olan şerbetçiotunun kullanılmasıdır. Şerbetçiotu, biranın tadma maltın tatlılığını dengelemek üzere serinletici bir burukluk katar ve koruyucu bir işlev görerek biranın bozulma olasılığını azaltır. Fakat antik biracıların bakış açısından, otantik değildir. Şerbetçiotu on ikinci yüzyıl ile on beşinci yüzyıl arasında biranın standart bir bileşeni oldu ve başlangıçta, şerbetçiotu içerenleri içermeyenlerden ayırt etmek için farklı sözcükler kullanıldı: İngilizcede "beer" sözcüğü şerbetçiotu içeren bir içkiye, "ale" ise içermeyen bir içkiye işaret ederdi. Daha sonra "ale," mayanın varilin dibine batırıldığı dipten mayalanmış biralara karşıt olarak üstten mayalanmış biralara işaret eder oldu. Bu kitap boyunca "bira" (beer) terimini mayalanmış tahıldan yapılan içeceklere işaret etmek için kullandım.
Sahra altı Afrika'nın birçok yerinde varlığını sürdüren geleneksel halk biralan, olasılıkla Cilalı Taş Devri birasma en yakın içkilerdir. Genellikle süpürge dansı ile ak dan ya da mısırın bir karışımından yapılan koyu, berrak olmayan içkilerdir.
Tipik bir tarife göre; süpürge dansı çimlenmeye başlayıncaya kadar suda tutulur, sonra güneşe serilerek, tamamen kurusun ve çürümesin diye sık sık karıştırılır. Bu arada maltlaştınlma- mış diğer tahıl sıcak suya konulur ve yoğun olmayan bir çorba yapılır. Çorba bir gece ya da ekşiyinceye kadar bekletilir. Bir taşla ezilen maltlaşbrılmış dan, köpürüp alkolleşinceye kadar büyük bir kapta tutulan çorbaya eklenir. Sonunda bir torbaya konup süzülerek ya da elekten geçirilerek içmeye hazır hale getirilir. (Güney Afrika'da, maltlaştınlmış dan ile maltlaştınl- mamış darının karıştırılmasıyla yapılan ve geleneksel bir Xho- sa içkisi olan umqomboti içtim. Koyu, krem kıvamında ve kirli beyaz renkte olan içkinin ekşi, yoğurdu andıran bir tadı vardı. Bu daha çok, sıvı ekmek içmeye benziyordu.)
Mısırlılar ve Mezopotamyalılar modem biraya daha fazla benzeyen bir bira içiyorlardı: "Sulu maya" -tahılların suda pişirilmesiyle elde edilen şekerli karışım- mayalanmadan önce süzgeçten geçirildiği için, opak değil, berrak ya da bulanıktı. 1980'lerin sonunda ve 1990'lann başında Fritz Maytag, San Francisco'daki Anchor Brevvery'de, MÖ 1800 civarına ait eski bir tarifi, Ninkasi'ye Övgü (Ninkasi, Mezopotamyalı bira tanrıçasıydı) metninde geçen eski bir tarifi kullanarak Mezopotamya birasını yeniden yarattı. Bay Maytag ve ekibi, uzun süre saklanabilen ve maltlaştınlmış arpadan yapılan geleneksel "bira ekmek" bappir bile yaptı. On beş yıllık bir bappirden bir parça denediğimde, epeyce kepekli olmasına karşın tadı iyiydi. Ortaya çıkan birayı içenler, şerbetçiotu içermediği için, modem standartlara göre biraz tatlı olduğunu söylediler.
Mısır birasını yeniden yaratma girişimleri de oldu; özellikle Cambridge Üniversitesi'nden Delvven Samuel'in araştırmalarına dayanılarak Scottich and Nevvcastle Brevveries tarafından üretilen Tutanhamon Birasını. Bayan Samuel, döneme ait bira kalıntılarını elektron mikroskobuyla çözümleyerek, Mısır 262
birasının maltlaşbnlmış arpa ile inatlaştırılmamış emmer'den (bir tür buğday) yapıldığı sonucuna vardı. Arpa matlaştırılıp öğütülür, daha sonra enzimleri serbest bırakmak için soğuk suyla karıştırılırdı; emmer ise öğütülür ve nişasta serbest kalsın diye sıcak suyla karıştırılırdı. İkisi karıştırılınca enzimler nişastayı parçalayıp şekere dönüştürürdü. Sonra sulu maya, mayalanmadan önce elekten geçirilip kabukları alınırdı: Bu adımın tarifi, diyor Dr. Samuel, somun ekmekler tekneye doğranır şeklinde yanlış yorumlanmıştır. Bu tarif izlenerek, altın sansı renginde, hafif bulamk, meyve tadında, tatlı bir bira üretildi. Üretilen 1000 şişe bira Harrods'ta satıldı.
Bugün şerbetçiotu içermeyen çok az ticari bira yapıldığı için, Mısır ya da Mezopotamya birasına benzer bir şey bulmak zordur. İngiliz bira imalatçısı St Peter's tarafından, MÖ birinci bin yıla ait bir tarife dayanılarak yapılan ve on birinci yüzyılda Danimarka, Norveç ve İngiltere hükümdarı olan Kral Canute'un adı verilen King Cnut Ale, ender bir istisnadır. Arpa, ardıç, portakal ve limon kabuğu, baharat ve ısırganotundan yapılır. Birayı andırır, fakat şerbetçiotunun keskinliği olmadığı için, meyve tadında ve tatlıdır -aslmda daha çok şaraba benzer. Bu birayı içtiğinizde, Yeni Babil İmparatorluğu'nun son kralı Nabunaid'in şaraba neden "dağların enfes 'bira'sı" dediğini anlarsınız. Şerbetçiotu içermeyen ve bugün hâlâ yapılan biranın bir başka örneği de, bir Fin halk birası olan Sahti'dir. Bira uzmanı Michael Jackson ona "Avrupa'da varlığını sürdüren son ilkel bira" diyor. Mevsimlik bir biradır, fakat Helsinki'nin merkezindeki Zetor birahanesinde her mevsim bulunabilir; bir buzdolabında plastik fıçıların içinde saklanıyor. Pişmiş hindiba tadı taşır ve buğday birası gibi kokar. King Cnut Ale'de olduğu gibi, tahıl tadını dengelemek için ardıç kullanılır.
Yunan ve Roma şarabı
O zamanın insanlarının belirttiği gibi, en güzel antik şaraplar, kusurlarını gizlemek için içine bir şey katılması gerekmeyen şaraplardı. Olasılıkla modem şaraplara benzer tatlan vardı (elbette Romalılar ve Yunanlar şaraplarım her zaman suyla seyrelterek içmelerine karşın). Gerçi genel olarak, mayalandırmadan ikrama kadar her evrede şaraba bir şeyler ekleme pratiği çok yaygındı. Çok daha düşük sağlığa uygunluk standartlan ve şarabı uzun süre saklamanın güçlüğü nedeniyle, pek çok şarap büyük olasılıkla bugünün ucuz şaraplarından çok daha düşük kalitedeydi. Sonuç olarak, daha lezzetli ya da uyumlu bir ürün elde etmek için şaraplar genellikle harmanlanır ve tat- landırılırdı. Bu pratiklerin çok azı, modem şarap yapımcılığında varlığını sürdürüyor: Dikkate değer bir istisna. Yunan sakız şarabında çam reçinesinin kullanılmasıdır. Tatlandırıcı ve koruyucu olarak reçine kullanımı eskiye dayanır ve bu kullanım antik dönemde Yunanistan'la sınırlı değildi. Yöntem; şarabın sızıp dışarıya çıkmasını önlemek amacıyla amforaların iç yüzeylerini kaplamak için reçine kullanılmasından çıkmış olabilir. Suyla karıştırılan sakız şarabı, antik şarapların bir çeşidine oldukça yaklaşır.
Ne var ki, diğer çeşitler üretimin çeşitli evrelerinde bitki, bal, hatta deniz suyu eklenmesini gerektiriyordu. Güney Fransa'da Harvö Durand ve ailesi dönemin tariflerini, tekniklerini ve donanımını kullanarak birkaç eski Roma şarabını Mas des Tou- relles şaraphanesinde yeniden yarattı. O döneme ait, Mulsum denilen kırmızı bir şarap, bitki ve bal içerir, aşın olmamakla beraber, tatlıdır. Suyla seyreltilince, tadı Ribena'ya benzer. Başka bir şarap olan Turriculae ise Romalı yazar Columella'nın kaydettiği bir tarife dayanır: Az miktarda deniz suyu içerir ve başta çemen otu olmak üzere, şifalı otlarla yapılan beyaz bir şaraptır. Rengi saman sarısıdır. Kuru fındık tadında İspanyol şarabma benzer; deniz suyunun tuzluluğu iyi bütünleştirilmiştir ve çok belirgin değildir, bu yüzden bir katkı maddesinden çok, şarabın doğal bir parçası gibidir. Bay Durand'ın üçüncü Roma şarabı Carenum, otlarla ve defrutum'la (Romalıların bir pişirme malzemesi olarak kullandıkları kaynatılıp suyu çekilmiş, baharatlı bir şarap) kanştınlmış kırmızı şaraptan yapılan bir yemek sonrası şarabıdır. Defrutum eklenmesi alkol içeriğini ve tatlılığı artırır; tadı geç hasat Zinfandel'e çok benzer. Bu şarapların tümü, şaraphaneden satın alınabilir.
Birkaç şarap imalatçısı, varsayıma göre kökenleri Yunan ve Roma zamanına kadar geri giden üzüm çeşitleri kullanarak şarap üretiyor. Napoli yakınlarında, Greco di Tufo, Fiano di Avellino ve Aglianico üzümlerinden şarap yapan Mastro- berardino şaraphanesi, özellikle dikkate değerdir. îlk üzüm, Yunanların İtalya'ya soktuğu sanılan beyaz bir üzümdür; İkincisi, Romalıların tercih ettiği ve Vitis Apiana ya da "anların sevdiği asma" dedikleri bir başka beyaz üzümdür; üçüncüsü ise, Mastroberardino'nun amiral gemisi konumundaki şarabı Taurasi'de kullanılan kırmızı bir üzümdür. Mastroberardino ailesi antik üzümlere o kadar düşkündür ki, yakın zamanda Pompei'nin bağlarını yeniden dikmeleri istendi. Fakat soğutu- culu paslanmaz çelik tanklar ve döner mayalandırma kaplan gibi modem şarap yapma teknolojilerine de eşit derecede düşkünler. Bu, Mastroberardino şaraplarının temiz, canlı ve güçlü olmalarını, fakat otantik olmamalarını da sağlar: Örneğin, deniz suyu ya da ot içermezler. Fakat etiketlerinde zarif Roma mozaikleri vardır.
Modem bir şarabı Roma ya da Yunan tarzıyla ikram etmek için, unutulmaması gereken esas şey, şarabı suyla seyreltmektir. Bunu yaptığınızda, şaşırtıcı bir şeyi fark edersiniz, yani bir şarabın tadının ve kokusunun seyreltilmeye nasıl dayandığını.
Eski şarap uzmanı Andrö Tchemia, Saint Emilion'da bir konferansta ünlü bir şarap yapımcısıyla karşılaşmasının öyküsünü anlatır: Şarap yapımcısının annesi şarabını her zaman suyla karıştırıp içermiş; yine de farklı hasatların şaraplarım birbirinden ayırt edebilirmiş. Kısacası, Yunanlılar ve Romalılar şaraplarım seyrekseler de, bu, onların farklı stilleri ve hasatları tamyıp değerlendirme yeteneklerini ortadan kaldırmıyordu.
Sömürge döneminden damıhk içkiler
Damıtık içki yapma işlemi sömürge döneminden bu yana pek değişmemiştir ve tarihleri o döneme kadar giden bazı im- bikhaneler bugün hâlâ çalışıyor, brendi, rom ve viski yapıyorlar. Damıtık içkilerin tatlan değil, sarhoş etme güçleri önemliydi; modem kokteyllerin öncüsü punç ya da grog gibi kokteyl benzeri karışımlar biçiminde tüketilmesinin nedeni de buydu. Koyu rom, su ve esmer şekeri, limon ya da misket limonu su- yuyla karıştırarak grog'u yeniden yaratmak basit bir iştir; fakat o zaman modem içiciler, grog yerine onun daha lezzetli torunu mojito’ya hızla geçiş yapmak isteyebilirler.
On yedinci yüzyıldan kahve
Kahve hazırlamanın geleneksel Arap yöntemi, öğütülmüş kahve tanelerini suyla karıştırıp hızla peş peşe üç kez kaynatmaktır.
Kaynatma kahve telvesini hareketlendirip epeyce hoş bir koku ortaya çıkarır ve sonuç; güçlü, siyah bir içki olur. Ne var ki, kahve Avrupa'ya getirilince, hazırlanması gelişigüzel oldu. İngiltere'de kahve başlangıçta bira gibi, galon başma vergilendirildi; yani Londra kahvehaneleri vergi ödemek için kahvelerini önceden hazırlamak zorundaydılar. Soğuk kahve daha sonra sunum aşamasında yeniden ısıtılırdı. İkrama hazır durumda bulunmak için, bir kap kaynama noktasma yakın tutulurdu; sonuçta şekerle içilen güçlü, acı bir içki ortaya çıkardı. Londralı kahve uzmanı Jeremy Torz'a göre, bu kahvenin günümüzdekine en yakın modem eşdeğeri, bir büroda bir iki gün kapatılmadan bırakılan bir kahve makinesindeki kahvedir. Dediğine göre, on yedinci yüzyıl kahvesi bir tavada ya da tepside oldukça hafif kavrulurdu; daha derin, daha koyu kavrulmuş kahve için ise, gelişmiş kavurma makinelerini bekleyecekti. Nemli gemilerde baharatla birlikte taşınması da kahvenin tadmı etkilemiş olabilir. Bütün bunlar; o dönemde bir kahvehanenin kahvesiyle bir diğerinin, bir haftanın kahvesiyle bir başka haftanın kahvesi arasında büyük farklar olduğunu gösterir. Kafeinin varlığı ve kahve ikram edilen ortam, kahvenin tadmdan daha önemliymiş gibi görünüyor. (Kahve filtresi bir yirminci yüzyıl icadıdır.)
Eski İngiliz çayı
On yedinci yüzyılda Avrupa'ya getirilen ilk çay, oksitlenmemiş yapraklardan yapılan ve sütsüz ya da şekersiz tüketilen yeşil çaydı. Bugün yeşil çay Çin'den kolayca satın alınabilir ve olasılıkla da o ilk çaylara çok benzer bir tadı vardır. Siyah çay, kısmen zehirli katkı maddeleri içermesi daha az olası olduğu için, on sekizinci yüzyılda popülerleşti ve fazla acı oluşu, şeker eklenmesine yol açtı. Bu çay yan oksitlenmiş yapraklardan yapılırdı ve o sırada "bohea" olarak bilinirdi; bu tarz çay, tam oksitlenmiş yapraklardan yapılan daha da güçlü çayların popülerleştiği 1850'lerde "oolong" olarak anılır oldu. Bu yüzden hafif, yan oksitlenmiş oolong on sekizinci yüzyıl çayı izlenimi verir, fakat bu iki bakımdan yanlış bir izlenimdir: Başka malzeme katılmaz ya da diğer çaylarla harmanlanmaz. O kuşkulu on sekizinci yüzyıl harmanlannın bugünkü en yakın eşdeğeri, olasılıkla düşük maliyetli poşet çaylardır. Earl Grey (bergamot- lu) ve English Breakfast Tea gibi birçok çay harmanı ve tarzı, on dokuzuncu yüzyıldan beri değişmemiştir.
On dokuzuncu yüzyıldan kola
Bugünün Coca-Cola'sı hâlâ özgün gizli tarif kullanılarak yapılır; fakat en başta kafein düzeyini azaltmak ve kokaini çıkarıp yerine koka yapraklarmdan çıkarılan tatlandıncıları koymak için, o tarifin üzerinde birkaç kez oynanmıştır. Tamamen yasal ekstra güçlü bir kola için, Coca-Cola'dan daha fazla kafein içeren ve internet patlaması sırasında programcılar tarafından tercih edilen Jolt Cola'yı deneyin. Birkaç firma eski moda tarifler kullanarak özel kolalar da yapıyor. Ben, kafeinin yanı sıra doğal uyarıcı guarana meyvesi ile catuaba kabuğu içeren eski tarz bir koladan, Fentiman's Curiosity Cola'dan yanayım.
Notlar
Bir Taş Devri birası
Yakındoğu'da tahılın benimsenmesi ve tarımın doğuşuyla ilgili anlatım için bkz. Roaf, Cultural Atlas of Mesopotamia and the Ancient Near East; Bober, Art, Culture and Cuisine; Diamond, Guns, Germs and Steel. Biranın olası kökeniyle ilgili tartışma için bkz. Katz ve Voigt, "Bread and Beer;" Kavanagh, "Archaeolo- gical Parametres for the Beginnings of Beer;" Katz ve Maytag, "Brevving and Ancient Beer;" Forbes, Studies in Ancient Technology; Hartman ve Oppenheim, "On Beer and Brevving Tech- niques in Ancient Mesopotamia;" Ballinger, "Beer Production in the Ancient Near East;" Braidvvood vd., "Did man önce live by beer alone?" Biranın sosyal önemi ve karmaşık toplumların doğuşundaki olası önemi için bkz. Katz ve Voigt, "Bread and Beer;" Sherratt, "Alcohol and its Altematives;" Schivelbusch, Tastes of Paradise; ve Joffe, "Alcohol and Social Complexity in Ancient Westem Asia."
Uygar bira
Mezopotamya'da ve Mısır'da ilk kentlerin kökeni için bkz. Understanding Early Civilizations; Havvkes, The First Civilizati- ons; Leick, Mesopotomia; Kramer, History Begins at Sümer. Mısır ve Mezopotamya uygarlıklarında biranın kullanımı ve önemi için bkz. Darby, Ghalioungui ve Grivetti, Food: Gifts of Osiris; Heath, Drinking Occasions; Michalovvski, "The Drinking Gods;" Milano, "Drinking in Ancient Societies;" Samuel, "Brevving and Baking;" Bober, Art, Culture and Cuisine; Ellison, "Diet in Mosopotamia." Yazının kökeni için bkz. Schmandt-Besserat, Before Writing.
Şarap keyfi
Şarabın biranın aleyhine yükselişi için bkz. McGovem, Fleming ve Katz, The Origins of Ancient History of Wine; Sherratt, "Alcohol and its altematives;" McGovem, Ancient Wine; Yo- unger, Gods, Men and Wine. Symposion'un ayrıntıları da dahil, Yunanlıların şaraba yönelik tutumları ve şarap içme pratikleri için bkz. Murray, Sympotica; Dalby, Siren Feasts; Unvvin, Wine and the Vine. Yunan şarap stilleri için bkz. Younger, Gods, Men and Wine.
İmparatorluk bağlan
Roma şarabının Yunan şarabının yerini alışı için bkz. Fleming, Vinum; Unvvin, Wine and the Vine; Dalby, Siren Feasts. Romalıların şaraba yönelik tutumları ve Marcus Antonius'un öyküsü için bkz. Tchemia ve Brun, Le vin romain antic/ue ve Tcher- nia, Le vin de l'Italie romaine. Roma şaraplarının hiyerarşisi için bkz. Fleming, Vinum; Ailen, A History of Wine; Younger, Gods, Men and Wine. Galenosçu tıp ve Galenos'un şarap kullanımı için bkz. Porter, The Greatest Benefit to Mankind ve Ailen, A History ofWine. Müslümanların şarabı reddi ve şarabın Hıristiyan- lar için önemi için bkz. Sherratt, "Alcohol and its Altematives" ve Unvin, Wine and the Vine. Alcuin'in üzüntüsünü aktaran Yo- unger, Gods, Men and Wine. Avrupa içki göreneklerinin antik kökeni için bkz. Engs, "Do Traditional Westem European Prac- tices Have Origins in Antiquity?"
Engin denizler, engin içkiler
Damıtmanın Arap kökeni için bkz. Al-Hassan ve Hill, Isla- mic Technology; Forbes, A Short History of the Art of Distillation; Lichine, New Encyclopedia ofWines and Spirits; Kiple ve Omelas (ed.), The Cambridge World History of Food. Kötü Charles'ın öyküsünü aktaran Froissart, Chronicles of England, France, Spain and the Adjoining Countries. Damıtık içkilerin Bah Avrupa'da yaygınlaşması için bkz. Forbes, A Short History of the Art of Distillation; Lichine, New Encyclopedia afWines and Spirits; Braudel, Civilization and Capitalism; Rouechö, "Alcohol in Human Cul- ture." Atlantik köle ticaretinin kökeni ve şeker tarımıyla ilişkisi için bkz. Mintz, Sıoeetness and Power; Thomas, The Slave Trade; Hobhouse, Seeds of Change; Landes, The Wealth and Poverty of Nations. Köle ticaretinde damıtık içkilerin rolü için bkz. Thomas, The Slave Trade; Mintz, Sıveetness and Power; Harms, The Deligent; Smith, "Spirits and Spirituality." Romun kökeni için bkz. Ligon, A True and Exact History of the Island of Barbadoes; Lichine, New Encyclopedia ofWines and Spirits; Mintz, Sıveetness and Power; Kiple ve Omelas (ed.), The Cambridge World History of Food. Kraliyet Donanması'nda benimsenmesinin önemi için bkz. Pack, Nelson's Blood ve Watt, "The Influence of nutrition upon achievement in maritime history."
Amerika'yı kuran içkiler
Virginia'nın Akdeniz iklimine sahip olduğuna dair yanlış inanç için bkz. James, The Rise and Fail of the British Empire. Amerikalı sömürgecilerin bira ve şarap yapımmda karşılaştıkları güçlükler ve romu benimsemeleri konusu için bkz. Unvvin, Wine and the Vine; Baron, Breıoed in America; Brovvn, Early American Beverages. Amerikan devriminde melasın ve romun rolü için bkz. Mintz, Sweetness and Poıoer; Tannahill, Food in His- tory; Thompson, Rum Punch and Revolution. Amerika Birleşik Devletleri'nde viskinin önemi ve Viski İsyanı için bkz. Carson, The Social History of Bourbon ve Barr, Drink. Yerli halka boyun eğdirmek için içki kullanılması konusunda bkz. Braudel, Civi- lization and Capitalism.
Büyük ayıltıcı
Kahvenin Avrupalı içiciler üzerindeki ayıltıa etkisi için bkz. Schivelbusch, Tastes of Paradise. Kahvenin Arap kökeni, kahvehane kültürü ve kahvenin etkileriyle ilgili tartışmalar için bkz. Hattox, Coffee and Coffeehouses; Schapira, Schapira ve Schapira, The Book of Coffee and Tea; VVeinberg ve Bealer, The World ofCaf- feine. Kahvenin Avrupa'ya yayılması ve Londra kahvehanelerinin doğuşu için bkz. Ellis, The Penny Universities; Jacob, Coffee. Avrupa sömürgelerinde kahve tarımı için bkz. Ukers, Ali About Coffee; VVeinberg ve Bealer, The World ofCaffeine.
Kahvehane interneti
Kahvehanelerin internet benzeri rolü için bkz. Sommervil- le, "Surfing the Coffeehouse;" Damton, "An Early Information Society." Kahvehanelerin bilim insanları ve finansörler tarafından kullanılması konusunda bkz. Stevvart, "Other Centres of Calculation;" Stevvart, TheRise of Public Science; Ellis, ThePenny Universities; Invvood, The Man Who Knew Too Much; Jacob, Cof- fee; VValler, 1700. Devrim öncesi Paris'te kahvehaneler için bkz. Damton, "An Early Information Society;" Kors (ed.), The Ency- clopedia of the Enlightenment; VVeinberg ve Bealer, The World of Caffeine.
Çay imparatorlukları
Çin'de çaym benimsenmesi konusunda bkz. VVilkinson, Chinese History. Çin'de çaym tarihi için bkz. VVilkinson, Chi- nese History; MacFarlane ve MacFarlane, Green Gold; Lu Yu, The Classic of Tea; VVeinberg ve Bealer, The World of Caffeine. Avrupa'nın Çin'le erken ticareti ve Avrupa'ya ilk çay ithalab için bkz. Hobhouse, Seeds ofChange; Landes, The Wealth and Po- verty ofNations; Moxham, Tea.
İngilizlerin çaya kucak açmaları konusunda bkz. Hobhouse, Seeds of Change; Ukers, Ali About Tea; VVeinberg ve Bealer, The World of Caffeine; Pettigrevv, A Social History of Tea; Forrest, Tea for the British.
Çay gücü
Sanayi devrimi ve çayın yardım eli için bkz. Landes, The Wealth and Poverty of Nations; MacFarlane ve MacFarlane, Gre- en Gold. Çayın İngiliz dış politikası üzerindeki etkisi için bkz. Scott, The Tea Story; Forrest, Teafor the British; Ukers, Ali About Tea; Bowen, "400 Years of the East India Company;" Ferguson, "Empire;" Hobhouse, Seeds of Change; Farrington, Trading Pla- ces; Wild, The East India Company. Çayın Hindistan'a girişi için bkz. MacFarlane ve MacFarlane, Green Gold; Moxham, Tea.
Sodadan kolaya
Sodalı suyun kökeni için bkz. Riley, A History of the American Soft Drink Industry; Gribbin, Science: A History; Hays, Pop. Coca-Cola'mn kökeni ve tarihi için bkz. VVeinberg ve Bealer, The World of Caffeine; Pendergrast, For God, Country and Coca- Cola.
Bir şişede küreselleşme
Coca-Cola'mn yirminci yüzyılda küresel egemenliğe yürüyüşü için bkz. Pendergrast, For God, Country and Coca-Cola; Hays, Pop; Khan, The Big Drink; Tedlovv, New and Improved; UPI, Reuters ve The Economist'ten haberler.