Ana içeriğe atla

  
 
Print Friendly and PDF

Altın Silsile




Altın silsile

Hzl:   Necdet Tosun


İçindekiler

ALTIN SİLSİLE 02

MAKAM TÜRBE 04

  1. HZ. MUHAMMED MUSTAFA (S.A.S.) 08

  2. HZ. EBÛ BEKİR SIDDÎK (R.A) 14

  3. SELMÂN-I FÂRİSÎ (R.A) 18

  4. KASIM B. MUHAMMED (R.A) 26

  5. CAFER-İ SÂDIK (K.S) 30

  6. BÂYEZÎD-İ BİSTÂMÎ (K.S) 34

  7. EBU’L-HASAN HARAKÂNÎ (K.S) 44

  8. EBÛ ALİ FÂRMEDÎ (K.S) 50

  9. YÛSUF HEMEDÂNÎ (K.S) 54

  10. ABDÜLHÂLİK GUCDÜVÂNÎ (K.S) 62

  11. ÂRİF RÎVGERÎ (K.S) 68

  12. MAHMÛD ENCÎRFAĞNEVÎ (K.S) 72

  13. ALİ RÂMÎTENÎ (K.S) 74

  14. MUHAMMED BABA SEMÂSÎ (K.S) 82

  15. EMİR KÜLÂL (K.S) 86

  16. BAHÂEDDİN NAKŞBEND (K.S) 92

  17. ALÂEDDİN ATTÂR (K.S) 104

  18. YA'KÛB ÇERHÎ (K.S) 108

  19. UBEYDULLAH AHRÂR (K.S) 116

  20. MUHAMMED ZÂHİD (K.S) 124

  21. DERVİŞ MUHAMMED 126

  22. HÂCEGÎ İMKENEGÎ (K.S) 128

  23. BÂKİ BİLLAH (K.S) 134

  24. İMÂM-I RABBÂNÎ (K.S) 140

  25. MUHAMMED MÂSÛM SİRHİNDÎ (K.S) 150

  26. SEYFEDDİN SİRHİNDÎ (K.S) 154

  27. NUR MUHAMMED BEDÂYÛNÎ (K.S) 156

  28. MAZHAR CÂN-ICÂNÂN (K.S) 158

  29. ABDULLAH DEHLEVÎ (K.S) 156

  30. MEVLÂNÂ HÂLİD-İ BAĞDÂDÎ (K.S) 162

  31. TÂHÂ HAKKÂRİ (K.S) 166

  32. TÂHÂ HARÎRÎ (K.S) 176

  33. MUHAMMED ES’AD ERBİLÎ (K.S) 180

  34. MAHMÛD SÂMİ RAMAZANOĞLU (K.S) 186

  35. MÛSÂ TOPBAŞ (K.S) 194

Takdim

Cenâb-ı Hakk’a sonsuz hamd ü senalar; Rasûl-i Ekrem (salla'llâhü aleyhi ve sellem) Efendimiz'e ve O ’nun âl ve ashâbına nihayetsiz salât ü selâmlar olsun.

Tasavvuf, Cenâb-ı Hakk’ı kalben tanıyabilme sanatıdır. Nefse karşı sulhü olmayan bir cenktir. Bir ahlâkî arınma disiplinidir. Nefsi rûhun emrine vermektir. Allah ile dost olma ve dost kalabilme sanatıdır. Yani tasavvuf, Allah Rasûlü’nü aşk ile yakından tanıyabilme, O’nun yüce karakter ve şahsiyetinden nasîb alarak dîni, özüne ve rûhuna uygun bir tarzda yaşayabilme gayretidir.

İslâm âlimleri, fıkıh ve ilmihal kitaplarını kaleme alırken ibadetlerin yapılış “şeklini” anlatmışlar, ancak bu ibadetlerin “huşu”, “ihlâs” ve “ihsan” kıvamında (Allah Teâlâ’yı görüyormuş gibi) edâ edilmesiyle ilgili “duygu” tarafını tasavvuf) eserlere bırakmışlardır. Rükû ve secde gibi hareketler olmadan namaz olmayacağı gibi, huşû ve ihlâstan uzak, gösteriş için kılınan bir namaz da âdeta bir beden hareketinden öteye geçemez. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de:

“Gerçekten rnü’minler kurtuluşa ermiştir; onlar ki namazlarında huşû içindedirler.” (el-Mü’minûn, 1-2) buyrulmaktadır.

Bu sebeple fıkıh ve tasavvuf bir bütünün iki yansı gibi, birbirini tamamlayan iki mühim ilimdir.

Öte yandan tasavvufun üzerinde durduğu en mühim konulardan birisi “kötü ahlaktan arınmak” yani “tezkiye”dir. Kur’ân-ı Kerîm’de:

“Onu (nefsini) temizleyen kurtuluşa ermiştir” (eş-Şems, 9) buyrulmaktadır. Hased, kibir, riyâ, cimrilik ve dünyaya râm olmak gibi kötü ahlâktan arınmanın yollarını öğreten tasavvuf, kâmil insan yetiştirme yolunda asırlardan beri irşad faaliyetine devam etmektedir.

Bu irşad faaliyeti Peygamber Efendimiz (salla'llâhü aleyhi ve sellem)  ile başlamıştır. Zulüm, vahşet ve bâtıllara saplanmış olan bir “câhiliye toplumu”nu ıslah ve terbiye ederek ondan, ahlâk, fazîlet ve medeniyette zirve bir “asr-ı saâdet toplumu” meydana getirmiştir. Ruhlarda bu muazzam değişimin nasıl gerçekleştiğini tam olarak anlayabilmek için, nebevî terbiye metotlarını yakından incelemek gerekir.

Sahabeyi sahâbe yapan, onların hâlis bir îman ile Peygamber Efendimiz’in feyz ve rûhâniyetinden nasîb almış olmalarıdır. Efendimiz (salla'llâhü aleyhi ve sellem) , ashabını en çok “sohbet” ile yetiştirmiştir. Zira sohbet, yüz yüze ve gönül gönüle gerçekleşen ve kalpten kalbe mânevî enerji akışını sağlayan bir eğitimdir. Bu sohbetler neti cesinde Efendimiz (salla'llâhü aleyhi ve sellem) ’in ahlâkıyla ahlâklanan, O’nun gönlünden feyz alan sahâbîler de, sonraki nesilden gelen insanları yine irfan sohbetleriyle yetiştirmişler, onların gönüllerine Allah ve Rasûl’ünün sevgisini nakşetmişlerdir.

"(Gerçek) âlimler, peygamberlerin vârisleridir" (Ebû Dâvûd, İlim, 1) hadîs-i şerifinin hükmünce, sonraki nesiller arasında da bu gönül sohbetleri ve terbiye yolu devam etmiştir.

İslâm dünyasının farklı bölgelerinde birçok Allah dostunun sohbet ve irşadıyla asırlardan beri devam eden bu maneviyat yollarından biri de “Altın Silsile” olarak bilinen “Nakşibendiyye” yoludur. “Hâcegân Tarîkati” olarak da anılan bu irfan ocağı, tekke ile medreseyi yakınlaştırmış, İslâmî ilimlerin tahsiline çok ehemmiyet vermiş, böylece bid’at ve hurafelerden korunabilmiştir. Ayrıca toplumda önemli hayır hizmetlerinde bulunmuş, yeri geldiğinde vatan müdâfaası için en ön safta yer almıştır.

Bu yolun büyüklerinin hikmetli sözlerini ve menkıbelerini okuyup dinlemek, o zâtları örnek almaya vesîle olacağından, fevkalâde bir ehemmiyet arz eder. Zira nebevi irşad ve davranış mükemmelliğinin zamanlara yayılmış zirveleri olan Allah dostlarını tanıyan sever, seven de örnek alıp onlara benzemek ister. Böylece ahlâkı güzelleşir.

Ayrıca "Salih insanların anıldığı yere rahmet iner.buyrulmaktadır. Bu sebeple “Altın Silsile” adı verilen bu mâneviyat zincirinin halkalarım tanımak ve yeni nesillere tanıtmak, büyük bir hizmettir.

Şunu da unutmamak gerekir ki, Hak dostlarının hayat düsturları, bîzler için âdeta yıldızlardaki ölçüler mesâbesindedir. Onların yaptıklarını tam olarak yapabilmek, herkesin kârı değildir. Fakat "Bir şeyin tamamı elde edilemiyorsa, elde edilebilen kısmım da terk etmek gerekmez. " düstûrunca, “Onların hâllerine ne kadar yaklaşabilirsek kârdır.” diyerek hareket etmeliyiz. Onların menkıbe ve nasihatlerini okurken yalnızca takdir ve hayranlık noktasında kalmayıp bir adım daha ileri giderek, kendi hâlimizi onların aynasında seyretmeliyiz. Gördüğümüz noksanlıklarımızı telâfiye çalışmalı, hatalarımızı düzeltmeli, varsa benzerliklerimizi o zirve şahsiyetlerin yüksek seviyesine çıkarabilme gayreti içine girmeliyiz.

“Altın Silsile”deki Allah dostlarını anlatan muhtelif eserler bulunmaktadır. Elinizdeki kitap da bu sahada kaleme alınmış olup, diğerlerinden farklı olarak bu büyük zâtların türbe fotoğraflarıyla süslenmiş, daha canlı bir hâle getirilmiştir.

İnşâallah bu eser de, birçoğu Orta Asya ve Hindistan’da yaşamış olan bu büyük zâtlarla gönül beraberliğine ve dualara vesile olur. Ayrıca eser için fotoğraflar çekip neşre hazırlayan Orhan DURGUT bey ile metin kısmını hazırlayan Prof. Dr. Necdet TOSUN Bey’e teşekkür eder, bu çalışmalarının hayırlara vesile olmasını temenni ederim.

Cenâb-ı Hak sâlih kullarını örnek almayı, sâlihlerle beraber yaşayıp yine onlarla beraber haş rolün m ayı cümlemize nasîb eylesin.

Âmîn!..

Osman Nûri TOPBAŞ

2017

Üsküdar

Altın silsile...

Asırlar boyunca sırasıyla birbirine icazet (manevi diploma) veren şeyhlerin oluşturduğu isim zincirine silsile adı verilmiştin Bu silsilelerin Hz. Peygamber ile başladığı kabul edilir. Bazı tasavvuf! kaynaklarda Hz. Peygamberin (a.s) ilk dört halifeden her birine zikir öğrettiği ve bu yolla dört ayrı tarikatın oluştuğu kaydedilmiştir Bunlardan özellikle Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ali ile devam eden silsilelerin zamanla yaygınlık kazandığı» Ebû Bekir’den gelen silsilenin Sıddîkıyye, Ali’den gelenin ise Aleviyye diye adlandırıldığı ifâde edilir. Tarikat silsilelerine bakıldığında çoğunun Hz. Ali’den geldiği görülmektedir.

Silsileler önceleri muhtemelen şifâhi yolla aktarılmış, bilâhare köklü tarîkatlerin kurulmaya başlandığı hicri VI. asırdan îtibâren yazıya geçirilmiş olmalıdır. İlk dönemlerde yazılan eserlerde Hz. Aliye ya da Hz. Ebû Bekir’e ulaşan bir silsile görülmemektedir. Tasavvuf târihinde bilinen ilk silsile, Cafer Huldîyi (ö. 348/959) Hz. Peygambere ulaştıran silsiledir.

Hâcegân ve onun devamı olan Nakşbendiyye tarîkatinde biri Hz. Aliye, diğeri Hz, Ebû Bekir’e ulaşan iki silsile bulunduğu ifade edilir, Hz, Ali’ye ulaşan silsileye, Hz. Peygamber neslinden bazı Ehl-i beyt imamlarını ihtiva ettiği için bir hürmet ifâdesi olarak "sil- siletü’z-zeheb” (altın silsile) denmiş ise de, asıl olarak genelde Hz. Ebû Bekir’e ulaşan (Bekri, Sıddîkî) silsile kabul edilmiştir.

Hâcegân ı asr-ı saâdete bağlayan silsile, ilk kez Abdülhâlik Gucdüvânî’ye nisbet edilen Makâmât-ı Yûsuf-i Hemedânî adlı eserde görülmektedir. Burada Yûsuf Hemedânî’nin dilinden şu sözler nakledilir: Bu zikir telkini, önce Hz. Ebû Bekir’in (ö. 13/634) gönlüne olmuştur. Ondan Selmân-ı Fârsî’ye (ö. 36/656) ulaşmış, ondan Cater-i Sâdık’a (ö. 148/765), ondan Bâyezîd Bîstâmî’ye (ö. 234/848), ondan EbuT-Hasan Harakânî’ye (ö. 425/1033), ondan büyük şeyh Ebû Ali Fârmedî ye (ö, 477/1084) ve ondan da bana ulaşmıştır”. Bu silsiledeki bazı şahısların târihî açıdan birbıriyle görüşmesi mümkün olmadığı için Üveysî yolla eğitim aldıkları ifâde edilmiştir.

Hz. Peygamberin bazı özel bilgileri ve zikirleri ashabından bazılarına bildirdiği şeklinde birçok rivayet bulunmakla birlikte, tasavvufî eserlerde Sıddîkî ve Alevî silsilelerin başlangıcım izah etmek için iki rivayet öne çıkarılmıştır. Bunlar Hz. Peygamberin Hz. Ali’ye kelime-i tevhidi üç kere söylettiği şeklindeki rivayet ile, Hz. Peygambere nisbet edilen; “Allah benim gönlüme neyi dökmüşse ben de onu Ebû Bekir’in gönlüne döktüm” şeklindeki sözüdür.

Diğer İslâmî ilimlerde liyâkati temin ve sahtekârlığı önlemek için diploma vazifesi gören icâzetnâmeler bulunduğu gibi, tarîkatlerde de sahte şeyhleri önlemek amacıyla icazetname yazma usûlü kullanılmış olmalıdır. Bu icâzetnâmelerde, onu veren zâtın şeyhlerinin silsilesini yazmak bir gelenek olmuş ve böylece o şahsın köklü bir tasavvufî geleneğin mirasçısı olduğu vurgulanmak istenmiştir. Başta hadis olmak üzere bir çok İslâmî ilimde Hz. Peygamber e ulaşan yazılı silsile ve icâzetnâmelerin bulunması tasavvuf erbâbı için de muhtemelen örnek teşkil etmiştir.

Prof. Dr. Necdet Tosun


Makam Türbe...


İ

slam tarihinde yaşamış bazı meşhur şahısların farklı şehirlerde birden fazla kabri bulunmaktadır. Bu kabirlerden gerçek olanına “mezar” veya “türbe” denir, diğerlerine ise “makam” adı verilir. Makamların oluşum sürecinde iki ihtimal söz konusudur, Birincisi, o meşhur zâtın gezdiği, ikamet ve ibâdet ettiği yerlerden bazıları (mesela halvete çekildiği odası vs.) sonraları bazı kişiler tarafından tto zâtın mekânı” olduğu için özel bir hürmet görmüş ve zamanla bu mekân, türbeye dönüştürülerek o zâtın “makamı” diye adlandırılmış olabilir. İkinci ihtimal, tarihte yaşamış meşhur bir zât ile isim benzerliği olan başka bir kişi vefat edip bir yere gömülmüş» zamanla bu kişinin kimliği unutulmuş ise de, adı hâtıralarda kalmış ve tarihte meşhur olan zât ile karıştırılıp onun mezarı zannedilerek ziyâretgâh yapılmış olabilir. Üveys el-Karanî, Bâyezîd Bistâmî» Ebu 1-Hasan Harakânî ve Yunus Emre gibi meşhur ve sevilen zâtların birçok şehirde mezarlarının olmasının sebebi budur.

1. Hz. Muhammet! Mustafa (S.A.S.)










L














Peygamber Efendimiz (a.s) miladî 571 senesinde Mekke’de dünyaya geldi. Mevlid-i Şerîf yazarı merhum Süleyman Çelebi:

“Doğdu ol saatte ol Sultân-ı dîn, Nura gark oldu semâvât ü zemîn”.

dizeleriyle Hz. Peygamber’in dünyaya nur ve huzur kaynağı olduğunu ifade etmiştir. 40 yaşına gelince kendisine Cenâb-ı Hak tarafından peygamberlik vazifesi verildi. Bunun üzerine Mekke ve civarındaki putperest insanları İslam’a ve bir tek Allah’a inanmaya çağırdı. Bazı kişiler onun davetini kabul etti. Birçoklan ise reddetti. Mekke’deki baskılar üzerine 622 senesinde Medine’ye göç eden Efendimiz (a.s) orada İslamiyet’i daha rahat yayabildi. Sonunda Mekke de dâhil Hicaz bölgesinde İslamiyet yayıldı. Hicrî 10, miladî 632 senesinde Medine’de vefat edince Mescid-i Nebevi diye bilinen mescidin yanındaki evine defnedildi. Zamanla ihtiyaca binâen mescid genişletilince Ravza-i Mutahhara adı verilen kabr-i şerifi mescidin içinde kaldı.

Efendimiz (a.s) her hâliyle ümmetine örnekti. Ahlak ve zühd konusunda eşi bulunmaz bir insandı. Gerektiğinde ayakkabısını tamir eder, elbisesinin söküğünü dikerdi. Hayvanından süt sağar, ev işlerinde hanımlarına yardım ederdi. Hastaları ziyâret eder, cenazelere katılırdı. Müminlerin kabirlerine gider, onlara selâm verir ve dualar ederdi.

Efendimiz’in hâne-i saâdetleri, son derece mütevazı idi. Odasında hemen hiç eşyâ yoktu. Bir hasır üzerinde istirahat ederdi. Evlerinin hacmi de çok küçüktü. Nitekim Ümmü Seleme vâlidemizin câriyesinin oğlu olduğu için, çocukluğunu Allah Rasûlü’nün hâne-i saadetlerinde geçiren Hasan-ı Basrî Hazretleri, çocukken Peygamber Efendimiz’in odalarının tavanına elini dokundurabildiğini ifâde etmektedir.

Tabiînin büyük imamlarından Saîd bin Müseyyeb de şöyle demiştir:

“Va/Za/ıi bu odaların yıkıhnayıp aynen bırakılmasını ne kadar arzu ederdim! Böylece yeni yetişen nesil ve buraları ziyarete gelen insanlar, Allah Rasûlü nün hayatta ne ile yetindiğini görürler der mal çoğaltmaya ve onunla Övünmeye rağbet etmezlerdi!3

Allah Rasûlü (a.s) Efendimiz İn kullandığı eşyâlar ve giydiği elbiseler de kifayet miktâ- İnncaydı. Zira O, ihtiyacından fazla bir şeyi yanında bulundurmaz, hemen hediye ederdi.

Hazret-i Âişe (r.anhâ) vâlidemizin ifâdesine göre, Efendimiz (a.s)’ın vefatı esnâsında üzerinde, biri yamalı, diğeri de oldukça sert iki parçadan meydana gelen bir elbise bulunmaktaydı. (Müslim, Libâs, 35).

Allah Rasûlü (s.a), aile efradına da zühd hayatı yaşatmıştır. Sevbân (r.a) şöyle nakleder: “Allah Rasûlü yolculuğa çıkacağında, âilesinden en son, kızı Fâtınıaya vedâ eder-

Zurner Suresi, Ayet 72 di. Döndüğünde de yanına ilk uğradığı kimse yine Fâtıma olurdu. Rasûlullah (a.s), yine bir yolculuktan dönmüştü. Fâtıma da kapısının üzerine bir perde asmış, ayrıca evlâtları Haşan ile Hüseyin’e gümüşten iki bilezik takmıştı. Peygamber Efendimiz kızı Fâtıma’nın evine gelmiş, ancak eve girmemişti. Fâtıma, Rasû- lullah’ın eve girmeyişine, gördüğü şeylerin sebep olduğunu anladı* Derhâl (süslü) perdeyi kaldırdı, çocukların kolundaki gümüş bilezikleri çıkardı. Hazret-i Haşan ile Hüseyin ağlayarak Rasûlullah’m yanma gittiler. Allah Rasûlü onların bileziklerini bana verdi ve:

“-Ey Sevbân! Bu bilezikleri falan aileye götün Şüphesiz bunlar benim Ehl-i Beyfimdendir, Cenâb-ı Hakkin kendilerine bahşedeceği güzellikleri dünya hayatında yiyip tüketmelerini istemiyorum. Ey Sevbân! Fâtımdya kemikten yapılmış bir gerdanlık, (torunlarıma da) yine kemikten yapılmış iki bilezik satın al!39 buyurdu. (Ebû Dâvûd, Tereccül, 21).

Abdullah bin Mes ud (r.a) şöyle der:

Rasûlullah (s.a) bir hasır üzerinde yatıp uyumuştu. Efendimiz uyandığında, o hasır, mübârek vücudunun yan tarafında iz bırakmıştı. Biz:

“-Yâ Rasûlâllah! Sizin için bir döşek gelirsek?” dedik. Bunun üzerine Rasûl-i Ekrem Efendimiz:

“-Benim dünya ile ne alâkam vur fa? Ben bu dünyada, bir ağacın altında gölgelenen, sonra da bineğine binip orayı terk eden bir yolcu gibiyim!3 buyurdular. (Tirmizî, Zühd, 44).

Rasûlullah Efendimiz, namazlarını ağır ağır, büyük bir huşû ile ve tâdil-i erkâna riâyet ederek kılardı. Kendini tamamen namaza verirdi. Namaz kılarken ağlamaktan dolayı göğsünden, kaynayan kazan sesi gibi sesler gelirdi. Bİr sahâbîye:

“-Namaza kalktığında, dünyaya veda eden bir kimse gibi namaz fa//” tavsiyesinde bulunmuşlardı. (İbn-i Mâce, Zühd, 15).

Efendimiz (a.s) Allah Teâlâ’yı çok zikreder ve ashabına da zikretmelerini tavsiye ederdi. Bir gün zikir halkalarının faziletini beyân ederek:

“-Cennet bahçelerine uğradığınızda oradan hakkıyla istifâde ediniz!3 buyurmuşlardı. Ashâb-ı kiram:

"-Cennet bahçesiyle neyi kastediyorsunuz yâ Rasûlallah?” diye sorunca Efendimiz (a.s): “-Zikir halkalarını!" karşılığını verdiler. (Tİrmizî, Deavât, 82).

 

Sahabeden Şeddâd b. Evs (r.a) şöyle der Allah Rasûlü (s.a)» yanında bulunduğumuz bir sırada bize: “Aranızda yabana biri var mı?” diye sordular Burada “yabancı” sözüyle Ehl-İ Kitâtfı kastetmişlerdi. Biz de: “Hayır» yoktur yâ Rasûlâllah!” dedik.

Bunun üzerine Allah Rasûlü» kapıların kapatılmasını emrederek şöyle buyurdular:

“-Ellerinizi kaldmn ve Lâ ilahe illallah deyin!”

Ellerimizi kaldırıp bir müddet böylece zikrettik. Akabinde Allah Rasûlü (s.a) ellerini indirip şöyle duâ ettiler:

«-El-hamdülillâh! Allâhım, beni "bu cümle” ile gönderdin. Onu (söylemeyi ve gereğim yerine getirmeyi) bana emrettin. Buna karşılık bana Cenneti vaad ettin. Sen vaadinden asla dönmezsin!»

Daha sonra Allah Rasûlü ashâb-ı kirâma: «Müjdeler olsun size! Muhakkak ki Allah Teâlâ sizi mağfiret etti.» buyurdular* (Ahmed» Müsned» IV» 124).

Peygamber Efendimiz yetimlere ve fakirlere karşı çok merhametliydi. Bu konuda şöyle buyurduğu rivayet edilir:

“Bir kimse, müslümanların arasında bulunan bir yetimi alarak yedirip içirmek üzere evine götürürse, affedilmeyecek bir suç işlemediği takdirde, Allah Teâlâ onu mutlaka cennete koyar” (Tirmizî, Birr» 14).

“Bir kimse sırf Allah rızâsı için bir yetimin başını okşarsa, elinin dokunduğu her saç teline karşılık ona sevap yazdır..” (Ahmed, V» 250).

Efendimiz (a.s)’ın şefkat ve merhameti hayvanları da kapsıyordu. Abdullâh bin Mesûd -radıyallâhu anh- der ki:

Biz bir yolculukta Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile beraber İdik. Efendimiz bir ihtiyacı için yanımızdan ayrıldı. O sırada bir kuş gördük» iki tane de yavrusu vardı. Biz yavrularını aldık, kuş ise aşağı yukan çıkıp inerek çırpınmaya başladı, Rasûl-i Ekrem Efendimiz geldiğinde bu hâli gördü ve şöyle buyurdu:

"“Kim bu zavallmm yavrusunu alarak ona eziyet etti, çabuk yavrusunu geri verin!” (Ebû Dâvûd, Cihâd 112, Edeb 163-164).

Hz. Peygamber (a.s) şöyle buyurmuştur: “Vaktiyle bir kişi yolda giderken çok susadı. Bir kuyu buldu, içine indi su içti ve dışarı çıktı. Bir de ne görsün; bir köpek, dili bir karış

dışarıda soluyor ve susuzluktan nemli toprağı yalayıp duruyordu. O kişi kendi kendine:

«-Bu köpek de tıpkı benim gibi pek susamış!» deyip kendi içinde bir vicdan muhasebesi yaptı. Hemen kuyuya indi, ayakkabısını su ile doldurdu, onu ağzına alarak yukarıya çıktı ve köpeği suladı. O kimsenin bu hareketinden Allah Teâlâ hoşnud oldu ve onu bağışladı,” Sahâbîler:

“-Ey Allahın Rasûlü! Bizim için hayvanlardan dolayı da sevap var mıT” dediler. Rasûl-i Ekrem Efendimiz:

f-Her canlı sebebiyle sevap vardır" buyurdu. (Buhârî, Şürb, 9; Müslim, Selâm, 153)*

Bir defâsında Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Mekke’ye gitmek üzere ihramlı olarak Medine'den çıkmıştı. Üsâye mevkiine geldi* Burası Ruveyse ile Arc arasında bir yer idi. Burada, gölgede kıvrılıp uyumakta olan bir ceylan gördü. Âlemlerin Efendisi, ashâbından bir şahsa, herkes geçinceye kadar ceylanın yanında bekleyip kimseye hayvanı tedirgin ve rahatsız ettirmemesini emretti. (Muvatta, Hacc, 79; Nesâî, Hacc, 78).

Efendimiz (a.s)’ın hayatını örnek alan, onun ahlak, zühd, takvâ, zikir ve tefekkür hâlini kendi gönül dünyalarında devam ettirmeye çalışan sahâbe, tâbiîn ve sonraki dönemlerde yaşayan zâhidler, sûfîler, Allah dostlan Onu (a*s) kendilerine rehber edinmişlerdir* Bu sebeple tasavvuf yolundaki manevî silsileler Hz. Peygamber (a.s) ile başlamaktadu.

2. Hz. Ebû Bekir Sıddîk (R.A.)

Hz. Ebû Bekir, milâdî 573 senesinde doğmuş, hicretten 13 yıl sonra Medine’de 634’te vefat etmiştir. Kabri Mescid-i Nebevide, Peygamber Efendimiz’in yanındadır. Erkekler içinde Efendimiz (a.s)’a ilk inanan odur “Sıddîk” yani peygamberi doğrulayan, tasdik eden lakabıyla anılırdı. Peygamberimizin Mekkeden Medine’ye hicreti esnâsmda Hz. Ebû Bekir ona yol arkadaşı olmuştu. Bu yolculukta Sevr Mağarasında bir süre beraber bulundukları için “Yâr-ı Gâr-ı Nebi” yani “Hz. Peygamber in mağara arkadaşı” diye de andır.

Hz. Ebû Bekir, peygamber sevgisinde fanı olmuş bir insandı. Bir gün Kâbede insanları Allah’a ve Rasûlü’ne îmân etmeye çağırmıştı. Buna öfkelenen müşrikler, Hazret-i Ebû Bekir’le mü hainlerin üzerine yürüyüp onları şiddetle dövmeye başladılar. Hele fâsık Utbe, Hazret-i Ebû Bekir’in üzerine çıkıp çiğnedi, yüzünü demir tabanlı ayakkabılarıyla tekmeledi. Hazret-i Ebû Bekir’in her tarafı kan revân içinde kaldı. Kabilesi Teymoğulları, Hazret-i Ebû Bekir'i müşriklerin elinden zorla kurtarıp baygın bir hâlde evine götürdüler. Öleceğinden korkuyorlardı. Hazret-i Ebû Bekir, ancak akşama doğru kendine gelebildi ve ilk olarak bin bir zahmetle:

“-Rasûlullah nasıl, iyi mi?” diye sordu. Annesi Ümmül-Hayr sürekli:

“-Bir şeyler yiyip-içsen!” diye ısrar ediyor, Ebû Bekir (na) ise, sanki onu hiç duymu- yormuş gibi:

“-Rasûlullah ne yapıyor, ne hâldedir?” diye sorup duruyordu. Gece olunca, bin bir güçlükle ve gizlice Erkam’ın evine gidip Rasûlullah’ı görünceye kadar hiçbir şey yiyip içmedi. Peygamber Efendimiz i görünce de hemen dizlerine kapanıp:

“-Anam-babam sana fedâ olsun yâ Rasûlallah! Benim hiçbir sıkıntım yok, O habis fâsıkbeni biraz hırpaladı, o kadar!” dedi.

Müslümanlar Mekke’den Medine’ye hicret etmeye başlayınca Hz, Ebû Bekir de hicret için Peygamber Efendimizden izin istedi. Resûlullah (a.s) ona acele etmemesini, Allah’ın kendisine bir arkadaş bulacağını söyleyince Hz. Peygamber ile birlikte hicret etme şerefine nâi] olacağını anlayarak hazırlık yapmaya başladı. Bu konuşmadan dört ay sonra Resûl-i Ekrem Kureyşliler kendisini öldürmeye karar verince Ebû Bekir in evine gelerek Medine’ye hicret edeceklerini söyledi. O gece müşrikler tarafından evi kuşatılan Hz. Peygamber yatağına Hz. Ali’yi yatırarak Ebû Bekir’le birlikte Mekke’den çıkıp Sevr mağarasına doğru hareket ettiler. Resûl-i Ekrem, kendilerini takip eden müşriklerin mağaranın ağzına kadar gelmesi üzerine korkuya kapılan Hz. Ebû Bekir’i teselli ederek onların kendilerine zarar veremeyeceğini söyledi (Müslim, Fezâi- lüs-sahâbe, 1). Daha sonra nazil olan ve Ebû Bekir’in bu üzüntüsünü dile getiren âyet-i kerîmede Resûl-i Ekrem’in onu, “Üzülme, Allah bizimledir” (et-Tevbe 9/4Ö)

diye teselli ettiği belirtilmektedir. Hz. Ebû Bekir bu özel durumu sebebiyle Türk ve İran edebiyatlarında “yâr-ı gâr” (mağara dostu, can yoldaşı) ifadesiyle anılmıştır.

Hazret-i Ebû Bekir, birçok defa İslam ordusunun donatılması İçin büyük bağışlar yapmış, Tebük Gazvesi öncesinde servetinin tamamım Rasûlullah Efendimiz’e getirip Allah yolunda eşine rastlanmaz bir infak örneği sergilemişti. Efendimiz (a.s)’ın:

“-Ailene ne bıraktın ey Ebû Bekir?” suâline de:

“-Onlara Allah ve Rasûlunü bıraktım.” karşılığını verdi. (Ebû Dâvûd, Zekât, 40; Tir- mizî, Menâkıb, 16).

Bir gün Allah Rasûlü (a.s), yanındaki sahâbîlere:

“-İçinizde bugün kim oruçludur?”

“-Bugün kim bîrcenâze namazına iştirak etti?”

“-Bugün kim bir yoksulu doyurdu?”

“-Bugün bir hasta ziyaretinde bulunanınız var mı?” diye sualler sormuştu. Bunların hepsine de Ebû Bekir (r.a) olumlu cevap verdi. Bunun üzerine Allah Rasûlü şöyle buyurdular:

“-Kim bu sâlih amelleri bir araya getirirse, o mutlaka Cennete #irer.”(Müslim, Fedâi- lu’s-Sahâbe, 12)

Hazret-i Ebû Bekir bir kimse kendisini medhedince şöyle derdi:

“Allâh’ım, Sen beni benden daha iyi bilirsin. Ben de kendimi onlardan daha iyi bilirim. Allâlıtm, beni onların zannettiğinden daha hayırlı eyle! Onların bilmediği hatâlarımı mağfiret eyle, söyledikleri sözler sebebiyle de beni hesaba çekme!”

I Iz. Ebû Bökir gördüğü rüyaları Resûl-i Ekrem’e anlatır, bazen Hz. Peygamberin veya diğer sahâbîlerin rüyalarını onun huzurunda yorumlar, olaylar ve verilecek kararlar üzerinde değerlendirmeler yapardı (Buhârî, Eymân ve’n-nüzûr, 9, Tabir, 28,29,30,47).

Hicretin 11. yılı Safer ayının son haftasında (Mayıs 632) rahatsızlanan Hz. Peygamber ashabına yaptığı konuşmada, Allah Teâlâ’mn bir kulunu dünya ile kendi yanında olandan birini tercih etmekte serbest bıraktığını, o kulun da Allah’ın yanında olanı tercih ettiğini söylemesi üzerine Hz. Ebû Bekir kastedilen kişinin Resûl-i Ekrem olduğunu anladı ve ağlamaya başladı. Resûlullah onun susmasını istedi ve Ebû Bekir’in kapısı dışında mescidin avlusuna açılan bütün kapıların kapatılmasını emretti.

Bunun sebebini açıklarken de İslâmiyet e ondan daha faydalı kimseyi tanımadığını, insanlar arasında bir dost edinecek olsa onu tercih edeceğini söyledi. Namaza çıkamayacak kadar hastalanınca namazı Ebû Bekir’in kıldırmasını istedi.

Hz. Peygamber (s.a.)’in vefatı sırasında bütün herkes şaşırmış, Hz. Ömer bile kılıcını çekerek: “Kim Muhammed öldü derse boynunu vururum” şeklinde bir tepki göstermişti. Ama Ebû Bekir (r.a.) sükûnet ve sahv hâli galip olduğu için önce Allah Rasû- lu nün yüzündeki örtüyü kaldırıp baktı, sonra: “Ölümün de hayatın gibi güzel. Sen iki kere ölmeyeceksin, mukadder olan ölümü laddm” demiş ve dışarı çıkarak şu konuşmayı yapmıştı: “Ey insanlar! Muhammed’e tapanlar bilsin ki Muhammed ölmüştür. Allah’a tapanlar ise Allah’ın diri ve hiç ölmeyeceğini bilirler”. Sonra şu âyeti okudu: “Muhammed ancak bir peygamberdir. O’ndan önce nice peygamberler gelip geçti. O, ölür veya öldürülürse siz gerisin geri mi döneceksiniz?” (ÂI-i îmrân, 3/144).

Peygamber Efendimizin vefatından sonra Müslümanlar devlet başkanı (halîfe) olarak Ebû Bekir’i seçtiler. Hz. Ebû Bekir, takip edeceği siyasetin genel esaslarını ortaya koyan meşhur hutbesinde müslümanların en iyisi olmadığı halde onlara başkan seçildiğini ifade ederek doğru hareket ederse kendisine yardım etmelerini, yanlış davranırsa doğrultmalarını, Allah’a ve Resulüne itaat ettiği müddetçe müslümanların kendisine itaat etmelerini istedi.

Hz. Ömer, gece kıldığı namazlarda Kur ahi yüksek sesle (cehri) okur, Hz. Ebû Bekir ise alçak sesle (hafi) okumayı tercih ederdi. Ebû Bekir’e niçin öyle yaptığı sorulduğunda: “Kendisine münâcâtla bulunduğum zâtı dinliyorum. Ondan anlıyorum ki, O, bana uzak değildir. Onun işitmesi açısından alçak sesle, yüksek ses birdir” karşılığını vermişti.

Hz. Peygamber ashabına ve hanımlarına bazen nafile ibâdet, duâ ve zikirler de tavsiye ederdi. Tasavvuf kültüründe onun sesli zikri Hz. Aliye, sessiz (hafi) zikri de Hz. Ebû Bekir’e öğrettiği kabul edilir. Bu sebeple tasavvuf! silsileler Hz. Peygamberden sonra bir koldan Hz. Ali, diğer koldan da Hz. Ebû Bekir ile devam etmiştir. Ebû Bekir ile devam eden tasavvuf yoluna Bekriyye veya Sıddîkiyye de denmiştir. Hz. Ebû Bekir’den sonra bu manevî zincir Selmân-ı Fârisî ile devam etmiştir.

Aslen İranın Isfahan şehrinden idi. Ailesi ateşe tapıyordu. Selman gençliğinde o civardaki Hıristiyanlar ı görerek önce onların dinine geçti. Sonra Şam’a ve başka şehirlere gitti. Âhir zaman peygamberinin yakında Arabistan’da zuhur edeceğini öğrenince Medine’ye geldi. Bir süre orada bir Yahudi’nin kölesi olarak çalıştı. Hz. Peygamber Mekke’den Medine’ye göç edince Selman beklediği peygamberin bu zat olduğunu anlamıştı. Ancak emin olmak için iki şartın daha yerine gelmesi gerekiyordu. Birincisi bu peygamber zekat ve sadaka kabul etmeyecek» sırtında da kuş yumurtası kadar ben (et parçası) olacaktı. Selman Hz. Peygamberi sadaka olduğunu söyleyerek bir miktar para verdi* Hz* Peygamber o paradan kendisine bir şey ayırmayıp hepsini ashâbına dağıttı. Birinci şartın yerine geldiğini gören Selman, Peygamberimizin sırtında bir ben olup olmadığım da merak ediyordu. Bir gün Hz, Peygamber (a.s) Cennetü’l-Bakî kabristanmdayken Selman arkasına yaklaştı. Onun niyetini fark eden Efendimiz (a.s) üzerindeki giysiyi ya da ihramı biraz sıyırarak sırtındaki beni görmesine izin verdi. Bunun üzerine Selman (r.a)’ın hiç şüphesi kalmadı. İslamiyet’i kabul edip sahabelerden biri oldu.

Selmân (r.a) Rasûlullah (s.a.) Efendimiz’in saçlarını tıraş ettiği için berberlerin piri kabûl edilmiş ve kendisine “Selmân-ı Pak” denilmiştir.

Selmân, gece karanlığı bastığında namaz kılmaya başlardı. Namazdan yorulursa, diliyle Allah’ı zikrederdi. Bundan da yorulursa Allâhın varlığının, birliğinin delilleri ve azamet-i ilâhiyye üzerinde tefekkür ederdi. Bir müddet sonra kendi kendine: “-Dinlendin artık, haydi namaza kalk!” derdi. Bir müddet namaz kılınca diline: “-Yeterince dinlendin, haydi Allah'ı zikret!” derdi. Gecenin büyük bir kısmı böyle geçerdi.

Selmân, Peygamber Efendimiz (a.s) ııı vefatından sonra Medine-i Münevvere’den ve Hazret-i Ebû Bekir’in sohbetinden ayrılmadı. Ebû Bekir (r.a) ile çok yakın münâsebetleri oldu. Ondan feyz aldı. Bir taraftan da güzide talebeler yetiştiriyordu. Tabiînin büyüklerinden ve Hz. Ebû Bekir’in torunlarından olan Kasım bin Muhammed Hazretleri de, Selmân-ı Fârisî’nin talebelerindendir.

Hazret-i Ömer, halifeliği döneminde Selmân-ı Fârisî’ye, Hazret-i Haşan ile Hüseyin’e verdiği kadar tahsisat bağlamış, yanı onu da Ehl-i Beyt’ten kabul etmiştir. Fakat zâhid bir gönle sahip olan Selmân, bu tahsîsâtı sadaka olarak dağıtıp hurma liflerinden ördüğü hasır ve sepetleri satmak sûretiyle geçimini temin etme yolunu tercih etmiştir.

Bağdat’ın 30 km. kadar güneydoğusunda bulunan Medâin şehri fethedilince, Hazret-i Ömer Selmân-1 Fârisî’yi oraya vâli tâyin etti. Selmân insanlara son derece âdil ve nâzik davrandığı için halk tarafından çok sevilip sayıldı. Aslî vatanında ve kendi kavmi arasında, kıymetli sözleri ve hikmetli nasihatleriyle, güzel hâli ve örnek yaşayışıyla dâimâ İslâm’ı tebliğ etti. İlmî, fazileti, güzel ahlâkı ve üstün gayretleri sebebiyle İslâm orada sür’atle yayıldı.

Bir kişi Selmân-ı Fârisî’nin hamur yoğurduğunu görmüştü. Buna çok şaşırdı ve:

“-Hizmetçin nerede?” diye sordu. Selman (r.a) şöyle dedi: “-Onu bir iş için gönderdim; iki işi de ona vermeyi münâsip görmedim. Hem onu bir işe göndermek, hem de buradaki işini yapmamak doğru olmaz, haksızlık olur!”

İki kişi Hazret-i Selmân’a selâm verip: “-Sen Rasûlullah (a.s)’ın sahâbîsi misin?” diye sordular. O da: “-Bilmiyorum.” cevâbını verdi. Gelenler, acaba yanlış birine mi geldik diye tereddüt ettiler. Selmân sözlerini şöyle tamamladı: “-Ben Rasûkıllah’ı gördüm, Onun meclisinde bulundum. Ancak Allah Rasûlü’nün asıl sahâbîsi, Onunla birlikte Cennet’e girebilen kişidir.”

Selmân-ı Fârisî (r.a.) Hz. Ömer zamanında Medayin valisi iken otuz bin kişiye hutbe okuduğu zaman yanında da iki parçadan oluşan bir hırka vardı. Hırkasının bir parçasını namazlık olarak serer namaz kılar, diğer parçasını da giyerdi. Ondan başka

hiçbir elbisesi yoktu. Vali olduğu için kendisine maaş verildi. Maaşını aldığı zaman ondan hiçbir şey harcamaz hepsini fakirlere dağıtırdı. Kendi el emeği ile geçinirdi. Topraktan tabak çanak yapar üç dirheme satardı. Onun bir dirhemi ile bir daha tabak yapmak için malzeme alır, bir dirhemini sadaka verir bir dirhemiyle de evinin ihtiyacı olan şeyleri alırdı. Üzerinde tavanı bulunmayan basit bir evde yaşardı. Bir taraftan güneş gelince, duvarlardan güneş gelmeyen yere geçer, oraya güneş gelince güneş gelmeyen diğer tarafa geçerdi.

Medayinde vali iken Şam’dan bir kimse geldi. Yanında bir çuval incir vardı. Selmân-ı Fârisî’yi (r.a.) tek bir hırka ile görünce işçi zannetti ve “Gel şunu taşı” dedi. Selmân (r.a.) çuvalı yüklendi ve yürümeye başladı. Selmânı (r.a.) tanıyanlar adama “Sen ne yapıyorsun bu validir” dediler. Adam Selmâna (r.a.) dönüp “Kusurumu bağışlayınız, sizi tanıyamadım. Çuvalı indirin” dedi. Selmân (r.a.) “Hayır niyet ettim gideceğin yere kadar götüreceğim” dedi ve adamın evine kadar götürdü. Selmân (r.a.) böyle tevazu sahibi idi.

Çok sade bir hayat yaşayan Selmân-ı Fârisî, Hz. Osman devrinde hastalandı. Bu sırada kendisini ziyarete gelen Sad bin Ebî Vakkas’a artık dünyâdan ayrılacağını ve bütün servetinin bir kâse (tas), bir leğen, bir kilim ve bir hasırdan ibaret olduğunu söyledi.

Hanımı şöyle anlatıyor: Vefatına yakın bana: “Evde biraz misk olacak, onu suya koy ve başımın etrafına saç, insan ve cin olmayan kimseler (melekler) yanıma geleceklerdir” dedi. Söylediği gibi yaptım. Dışarı çıktım. Odadan, “Esselâmü aleyke, ey Allah’ın velisi ve Resûlullahın arkadaşı” diyen bir ses duydum. İçeri girdiğimde ruhunu teslim etmişti. Yatağında uyuyor gibiydi.

Said bin Müsseyyeb, Abdullah bin Selâmdan naklen anlatır: “Selmân-ı Fârisî bana: “Ey kardeşim hangimiz evvel vefat edersek, vefât eden kendini, hayatta olana göstersin” dedi, ben de bu mümkün müdür? dedim. “Evet, mümkündür. Çünkü müminin ruhu bedeninden ayrılınca, istediği yere gidebilir, kâfirin ruhu ise Cehennemde bahsedilmiştir” dedi. Selmân (r.a.) vefât etti. Birgün kaylûle yaparken (gün ortasında uyurken) rüyamda Selmânın geldiğini gördüm. Selâm verdi. Selâmına cevap verdim. Yerini nasıl buldun diye sordum, “İyidir. Tevekkül et. Tevekkül ne iyi şeydir” dedi ve bunu üç kere tekrarladı.”

Ebû Hureyre (r.a.) Onun iki kitabı da bildiğini söylemiştir. Bunlardan birisi İncil, diğeri de Kuran-ı kerîmdir. 




Hz. Selman buyurdu ki: “Mümin, doktoru yanında olan hastaya benzer. Doktoru, ona yarayan ve yaramıyanı bilir. Hasta, kendine zararlı bir şeyi isterse, mâni’ olur ve yersen ölürsün der. Müminin hâli budur. O birçok şeyleri arzular, ama Allahü teâlâ mâni’ olur, tâ ölünceye kadar. Sonra Cennete gider." “Üç şey beni hayrete düşürdü. Bunlar; ölüm kendisini yakalamak üzere olduğu halde, dünyâlık peşinde olan kimselerin hâli, kendisi gaflete dalıp, kendini unuttuğu halde unutulmamış olup, hesaba çekilecek olan kimseler ve Rabbinin kendinden râzı olup, olmadığım bilmediği halde, ağız dolusu gülen kimselerin hâli.”

Buyurdular ki: "Kalb ile bedenin hâli kör ve topal bir kimsenin hâli gibidir. Kör bir ağacın altına gider, fakat onda meyve olduğunu göremez. Topal, ağaçtaki meyveyi görür fakat alamaz. Âhiretteki İlâhi nimetleri kalb bilmeli, inanmalı, beden de onlara kavuşmak için amel etmeli ki âhiretteki sonsuz ni’metlere kavuşmak nasîb olsun”.

“Üç şey beni devamlı ağlatır: Birincisi, Resûlullah’m (salla'llâhü aleyhi ve sellem)  vefâtı. Bu ayrılığa dayanamadım ve durmadan ağlıyorum. İkincisi, kabirden kalktığım zaman halim ne olur, onu bilmediğim için ağlıyorum. Üçüncüsü, Allahü teâlâ beni hesaba çektiği zaman Cennetlik miyim Cehennemlik miyim bilemiyorum, O zaman halim ne olur, bilemiyorum, onun için ağlıyorum.”

Selmân-ı Fârisî (r.a.) bir gün bir deve yükü gıda (erzak) satın aldı. Bir kimse onu gördü ve “Yâ Selmân! Bu kadar erzakı ne yapacaksın. Bunu bitirecek kadar Ömrün olduğunu biliyor musun?” diye sordu. Selmân (r.a.); “Nefis erzak aldığı zaman insanın aklı sakin olur. Ondan sonra nafaka ve başka bir şey düşünmeden Allah Teâlâ’nın zikri ile meşgul olabilir. însamn (mutfakta) nafakası tamam olunca, ibadetler de vesveselerden emin olur.”

Şöyle buyururdu: “Farzları tam yapmadığı halde, nafilelerle derecesini yükseltmeye çalışan kimsenin hâli, sermayesi elinden çıktığı (iflas ettiği) hâlde kâr peşinde koşan bir tüccarın hâline benzer.”

Ebû Vâil diyor ki: Bir arkadaşımla Selmân’ın (r.a.) ziyâretine gittim. Bize bir miktar arpa ekmeği ile biraz da tuz getirdi. Arkadaşım “Şu tuzun yanında biraz da sağter (kekik gibi bir ot) olsaydı” dedi. Bunun üzerine Selmân (r.a.) matarasını rehin vererek o otu aldı geldi. Yemeği bitirince arkadaşım, “Bize verdiği nimete kanâat ettiğimiz, Allah Teâlâ’ya hamd ederiz” dedi. Selmân (r.a.): “Eğer kanâat etseydin, benim matara rehin olmazdı” buyurdu.

Selman-ı Fârisî (r.a.) ölüm döşeğine yattığı vakit ağladı. Sebebini soranlara “Dünyadan ayrıldığım için ağlamıyorum. Ancak Resûl-i Ekrem (salla'llâhü aleyhi ve sellem)  “Dünyadan ayrılırken sermayeniz bir yolcunun yol azığından fazla olmasın” buyurmuştu, işte buna ağlıyorum” dedi. Halbuki öldüğü vakit bıraktığı malın kıymeti on dirhem civarında idi.

Selmân-ı Fârisî hicrî 34 veya 36 (milâdî 654 veya 656) senesinde Medâin’de şehid olarak vefât etti. Türbesi, Bağdat yakınlarındaki Selmân-ı Pâk kasabasmdadır.

4. Kasım B. Muhammed (R.A)

Kâsım b. Muhammed hazretleri, Ebû Bekir Sıddîk (r.a) ın torunudur. Hz. Osman’ın halifeliği döneminde, muhtemelen hicri 30 (miladî 650) senesinde doğmuştur. Küçük yaştayken babası şehid olunca, halası Hz. Âişenin gözetiminde büyümüş, büyük bir âlim olmuştur. Kendisine verilen 100.000 dirhem ganimet malını, hiç elini sürmeden fukaraya dağıtmıştı. Maddî sıkıntı ve ihtiyaç içinde olduğu zamanlarda bile kendisine verilen malları Allah yolunda harcardı. Hz, Âişe’nin yanı sıra Ebû Hüreyre, îbn-i Abbâs ve Selmân-ı Fârisî gibi sahâbîlerden ilim ve feyz almıştı. Tabiîn neslinin büyüklerinden ve yedi fakîhten biri saydır.

Kâsım b.'Muhammed hazretleri şöyle derdi: “En büyük günahlardan biri, kişinin günahını hafif görmesidir”. Kendisine, bilmediği bir hususta soru sorulduğunda; “Bilmiyorum!” demekten çekinmez, yanlış bir hüküm verip de Allâlnn gazabım celbet- mekten korkardı. Kendisine çok soru sorulduğunda da:

Vallâhi sorduğunuz şeylerin hepsini bilmiyoruz! Bilseydik sizden gizlemezdik, zâten gizlememiz de helâl olmaz.” derdi.

Kâsım b, Muhammed’in fetvâlarma bir örnek olarak kişinin akıl ve ruh sağlığının temini ve yolculukta develerin hızlandırılması gibi meşru amaçlarla mûsikiyi caiz görmesi zikredilebilir.



Abdülmelik bin Mervan öldüğünde Ömer bin Abdülaziz çok üzülmüş, yetmiş gün süreyle yas tutmuştu. Bunu duyan Kâsım, Halifenin yanına giderek: “Bilmez misin ki, büyüklerimiz musibeti de, nimeti de aynı gözle görür ve aynı tavırla karşılardı. Nimete acziyetle şükür, musibete tahammül gösterip hayra yorarlardı? Bu nasihattan çok hoşlanan Ömer bin Abdülaziz, Kâsım b. Muhammed hazretlerine ayrı bir ilgi gösterir olmuştu. Çünkü gönlüne onun sâyesinde dünyadan zühd anlayışı dolmuştu.

Kâsım b. Muhammed itikadî konulardaki bocalamaları ve özellikle kaderi inkâr edenlerin sapık fikirlerini hoş karşılamaz ve bu görüşlerde ısrar edenlerin lanete uğrayacağını söylerdi

Zâhiddi, zühdünün gereği, kendisine verilmiş bulunan 100.000 dirhem ganimet mahna elini sürmemiş, fukaraya dağıtmıştı. Sıkıntılı ve dar zamanında ihtiyacı olduğu halde kendisine verilen zekat malını fakirlere dağıtırdı. Yine böyle bir para getirildiğinde onları fakirlere dağılıp namaza durdu. Yanında bulunanlar, kendi aralarında konuşmaya başladılar. Her biri bir şey söyledi. Oğlu da şöyle konuştu: “Siz zekatınızı öyle birine pay ettirdiniz ki, Allaha andolsun, kendisine bir kuruş bile ayırmadı? Kâsım bu söz üzerine namazı kısa tuttu ve selam verince oğluna: “Yavrum, bildiğin şey hakkında konuş, bilmediğin konularda diline sahip ol” dedi. Kâsım, bu ifadesiyle aslında çocuğuna her doğrunun her yerde söylenmemesi gerektiğini öğretmek istemişti. Yoksa oğlunun söyledikleri doğruydu. Fakat yanında, kendisi hakkında böyle övücü sözler sarfetmesi onu rahatsız etmişti.

Bir bedevi gelip kendisine: “Sen mi daha âlimsin, yoksa Sâlim mi?” diye sordu. Bu Sâlim muhtemelen Hz. Ömer’in torunu olan Sâlim olmalıdır. Kâsım, zor bir soruyla karşı karşıyaydı. “Ben daha âlimim” dese, nefsine pay çıkarmış olacaktı. Bu ise edebine yakışmazdı. “Sâlim benden daha bilgilidir” dese, işin gerçeği o değildi. Çünkü Salimin bilgisi kendisinden daha azdı. En iyisi bu safhada nefsine pay çıkarmadan ve fakat Sâlirn i de incitecek bir söz sarfetmeden cevap vermekti. Kâsım b. Muhammed şöyle dedi; “Sâlim gerçekten saygıya lâyık değerli bir insandır”.

ömrünün son yıllarında gözleri kapanan Kâsım bin Muhammed (r.a), hicri 107 (m. 726) senesinde, bir hac ya da umre için Medine’den Mekke’ye doğru yola çıkmıştı. Kudeyd mevkiine gelince hastalandı. Vefât edeceğini anlayarak oğluna:

“-Beni, içinde namaz kıldığım, üzerimdeki şu elbiselerimle, yani gömleğim, izârım ve ridâm ile kefenleyin!” dedi. Oğlu:

“-İki kat kefen yapsak olmaz mı?” dediğinde:

“-Oğlum, dedem Hazret-i Ebû Bekir de bu üç parça elbise ile kefenlendi. Bizim için ölçü onlardır. Yaşayanlar, yeni elbiseye Ölülerden daha fazla muhtaç ve lâyıktır.” dedi. Orada vefat etti ve Müşellel’de defnedildi.

Kasım b. Muhammed hazretlerinin Abdurrahman, Ümmü Ferve, Ümmü Hakim ve Abde adında çocukları vardı. CaTer-i Sâdık, Ümmü Ferve isimli kızından olma torunudur.


Ca’fer-i Sâdık (k-s) hicri 80 (m. 699) senesinde Medine-i Münevvere'de doğmuştur. Soyu baba tarafından Hz. Ali’ye, anne tarafından Hz. Ebû Bekir’e ulaşır. Dedesi olan Kasım b, Muhammed hazretlerinden çok istifade etmiştir.

Bir gün para kesesini kaybeden bir adam, kim olduğunu bilmeden gelip Ca’fer-i Sâdık Hazretleri’nin yakasına yapışmış ve:

“-Paralarımı sen çaldın!” demişti. Hazret:

“-Kesende ne kadar para vardı?” diye sordu. O da:

“-Bin dinar.” dedi.

Ca’fer-i Sâdık (k.s), hiçbir şey söylemeden o adamı evine götürüp bin dinar verdi. Bu şahıs daha sonra kendi para kesesini bulunca, Özür dileyerek aldığı paralan geri getirdi. Ca’fer-i Sâdık Hazretleri ise:

“-Biz verdiğimizi geri almayız!” dedi. Bu duruma hayret eden adam:

“-Bu zât kimdir?” diye sordu. Ca’fer-i Sâdık Hazretleri olduğunu öğrenince de mahcubiyeti bir kat daha arttı.


Süfyân-ı Sevrî Hazretleri, bir gün onun üzerinde kıymetli bir elbise görmüştü. Bunu Peygamber Efendimizin nesline yakıştıramadığını söyleyince, Ca’fer-i Sâdık (k.s) ab tındaki kıldan dokunmuş sert yün elbiseyi gösterdi İçinde yaşadıkları devirde maddî imkânlar bollaştığı için herkesin giydiği güzel elbiselerden giymenin daha münâsip düşeceğini ifâde ettikten sonra:

“-Alttakini Allah için giydik, üsttekini de sizin için giydik. Allah için olanı gizledik, sizin için olanı da gösterdik!" buyurdu.

Cafer-i Sâdık (k.s), fütüvvet ehli cömert bir zât idi. Bir gün Şakîk-ı Belhî ona fütüv- vetin ne olduğunu sormuştu. O da: “-Siz bu hususta ne diyorsunuz?" buyurdu. Şakîk: “-Verilirse şükrederiz, verilmezse sabrederiz ” dedi.

Ca’fer-i Sâdık:

“-Onu bizim Medîne nin köpekleri de yapıyor. Bize göre fütüvvet, verilirse başkasına ikram etmek (îsâr). verilmezse şükretmektir.” buyurdu.

teren zengin olur, başkasının elindekine göz diken ise muhteris (hırslı) olur ve gönül fakiri olarak ölür... Kendi günahını küçük gören kişi, başkasının küçük günahını büyük görür. Başkasının günahını küçük gören, kendi günahını büyük görür. Allâh’ın Kitâbı’nı oku, selâmı yay, iyiliği emredip kötülüğü nehyet, sana gelmeyene git, seninle konuşmayanla önce sen konuş ve isteyene ver! Koğuculuktan, dedikodudan sakın! Çünkü söz taşımak, insanların kalbine düşmanlık tohumlan eker, insanların ayıplarıyla uğraşmaktan sakın! Çünkü insanların ayıplarıyla uğraşan, onların hedefi olur.

Ca’fer-i Sâdık’ın talebesi olan İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe, Cafer-i Sâdık hazretlerinin sohbetlerine iki sene devam ederek, o gizli ve açık marifet kaynağından ilim ve ev- liyâhk yolunda çok faydalandı. İmâm-ı A’zamın (Numân b. Sabit), onun huzurunda kavuştuğu yüksek mertebeleri anlatmak için: “O iki sene olmasaydı, Nu’man helak olmuştu” dediği nakledilir.

Ca’fer-i Sâdık hazretleri şöyle derdi: “Sadaka vererek rızkınızı çoğaltınız. Zekât vererek mallarınızı koruyunuz. Tasarrufa riayet eden sıkıntı çekmez. Tedbirli, düzenli yaşamak, geçimin yarısıdır, insanlarla iyi geçinmek, aklın yarısıdır. Musibet zamanında dizini döven, sevabından mahrum olur”.

Bir gün kölelerini çağırdı. Onlara dedi ki:

“Geliniz, sizinle sözleşelim. Kıyâmet günü içinizden hanginiz kurtulursa, onun diğerlerine şefaatçi olması için birbirimize söz verelim”. Onlar: “Ey Allah Resûlünün evlâdı! Sizin bizim şefâatımıza ihtiyâcınız yoktur. Dedeniz Muhammed aleyhis- selâm, bütün insanların ve cinlerin şefaatçisidir.” dediler. Ca’fer-i Sâdık hazretleri: “Ben bu amellerimle, işlerimle yarın kıyamet gününde ceddimin yüzüne bakmaya utanırım.” buyurdu.

îmâm-ı Câfer hazretleri bir müddet halvet, yalnızlık hâlinde kalmış, evinden insanlar arasına pek çıkmamıştı. Evliyânın büyüklerinden Süfyân-ı Sevrî evine gelip:

“Ey Resûlullahın torunu! İnsanlar bereketli nefesinizden, faydalı sohbetinizden mahrum kaldı. Niçin uzlete çekildiniz?” deyince, buyurdu ki: “Şimdi böyle gerekiyor. Zaman bozuldu ve dostlar değişti sözü gerçek oldu.”

Bir gün Ca’fer-i Sâdıka sordular: “Allahü teâlâ, fâizi niçin haram kılmıştır?” Buyurdu ki: “İnsanların birbirine iyilik yapmaları, ihsanda bulunmaları için, Allah Teâlâ onu haram etti. Fâiz haram olmasaydı, birbirine karşılıksız iyilik yapan kalmazdı. Yapılan her iyiliğin karşılığı olarak dünyâda menfaat bekleyen çok olurdu.”

Ca’fer-i Sâdık şöyle buyurdu: “Allah Teâlâ, dünyâya emretti ki: “Ey dünyâ, bana hizmet edene, sen de hizmetçi ol! Senin peşinden koşana da zahmet, sıkıntı ver!”. “Kız evlâtlar, ana-babası için hayır ve hasenâttırlar. Oğlanlar ise, nimettirler. Hasenat sâ- hibi olanlar sevap kazanır. Nimetlerden ise hesaba çekilir, suâl sorulur” “Ey oğlum, arkadaşlık yaptığın, ziyaretine gittiğin kimse, iyi ahlâk sâhibi olsun, kötü ahlâkı olanlarla arkadaşlık etme, onlarla görüşme! Çünkü onlar, suyu olmayan çöl, dalları yeşermeyen ağaç, ot bitmeyen topraktırlar.”

Bir gün devrin meşhur âlim ve zâhidlerinden Dâvûd-i Tâi, Cafer-i Sâdık’ııı yanına gelmişti. Ona dedi ki: "Ey Peygamber efendimizin torunu! Bana bir nasihat ver Çünkü kalbim karardı. O da buyurdu ki: “Ey Dâvûd! Sen, zamanımızın en zâhidi, Allah’tan en çok korkanısın. Benim nasîhatıma ne ihtiyâcın var?” Dâvûd-i 7aî: “Ey Resûlullahın torunu! Sizin bütün yaratılmışlara üstünlüğünüz var. O büyük Peygamberin kanı damarlarınızda dolaşmaktadır. Onun için herkese nasihat vermeniz üzerinize vâciptir, borçtur” dedi. Ca’fer-i Sâdık: “Ey Dâvûd! Ben kıyamet günü gelince, ceddim Muhammed aleyhisselâmm elimden yakalayıp: “Niçin bana hakkıyla uymadın?” demesinden korkuyorum. Bu işler, nesep, soy işi değil, ibâdet ve amel işidir” buyurdu. Dâvûd-i Tâî bu sözleri duyunca ağlamaya başladı.

Ca’fer-i Sâdık (k.s), ömrünü Medine'de geçirdi, Hicrî 148 (miladî 765) senesinde orada vefat etti. Cennetü’l-Bakî Kabristanına defnedildi.

Ali b. Osman Hücvîri (ö. 465/1072) Keşful-mahcûb isimli eserinin Ca’fer-i Sâdık’tan bahsettiği bölümünde: “Tasavvuf yolunu açıklayan meşhur eserleri vardır” der. Ca’fer-i Sâdık’a bazı kitaplar nisbet edilmekteyse de bunların çoğunlukla ona ait olmadığı kabul edilir. Bunlardan AfisM/ıuş-ferîa ue fnifiâhul-hakîka (Beyrut 1983) isimli Arapça ahlak ve zühde dâir eserdeki bazı cümlelerin ise kendisine ait olması mümkündür.

geldi. Ca’fer-i Sâdık Hazretlerinin torunu imâm Ali Rızâ’dan istifâde ettiği nakledilir. Ca’fer -i Sâdık hazretleriyle bizzat görüşmediği, mânevi bir yolla (rüyada, Üveysî olarak) Ca’fer-i Sâdık’tan feyz aldığı kabul edilir.

Bâyezîd-i Bistâmî’nin mecûsî olan (ateşe tapan, Zerdüşt) bir komşusu ve bu komşunun süt emme çağında bir de çocuğu vardı. Bu mecûsî bir gün yolculuğa çıktı. Evlerini aydınlatacak bir şeyi bulunmadığı için çocuk ağlıyordu. Bâyezîd Bistâmî her gün bir kandil alıp, komşusunun evine götürdü. Mecûsî yolculuktan dönünce durumu haber alıp, kendisinde değişiklikler hissetti. Bâyezîde karşı kalbinde bir sevgi hâsıl oldu ve: “Mademki o zâtın aydınlığı geldi, bizim kendi karanlığımızda yaşamamız uygun değildir” deyip Bâyezîd-i Bistâmî’nin huzuruna gitti ve müslüman oldu.

Rivayete göre Bâyezîd-i Bistâmî hazretleri bir müridi ile birlikte hacdan dönüyordu. Bir şehre uğradılar. Halk onların etrafına toplandı. Kimisi elini öpmek istiyor, kimisi cübbesinin eteğine sarılıyor, kimisi de duâ istiyordu. Halkın bu iltifatından sıkılan Bâyezîd dağılmalarını istediyse de dağılmadılar. Bunun üzerine çantasından bir börek çıkarıp yemeğe başladı. Oysa o gün Ramazan ayı idi. Halk: “Biz de bunu büyük

Bistam'da Caferi Sadık Külliyesi bahçedeki küçük yapı Bâyezid-i Bistâmî nin kabri.


velî zannediyorduk» Ramazan günü oruç yiyor” deyip etrafından dağıldılar. Bâyezîd müridine dönüp: “Oğlum! Biz seferiyiz, Seferi yani yolcu olan kişinin orucunu yemesi, sonra kazâ etmesi dînen helaldir. Cenâb-ı Hakkm izin verdiği bir şeyi yaptık, etrafımızdan dağılıverdiler. Elhamdülillah kalabalıktan kurtulduk” demiştir (Benzeri için bkz. Hücvîrî, Keg/uV-ma/ıcûfr, thk, M. Âbidî, Tahran 2006, s. 89).

Bir gün, insanlar arasında velî diye meşhur olmuş bir kişiyi görmek için müridleriyle yola çıkmıştı. O zât evinden çıkıp mescide giderken, kıbleye doğru tükürdü. Bâyezîd, o zâtın bu ham ve lâkayd hâlinden çok müteessir oldu ve selâm bile vermeden hemen geri döndü. Talebelerine de şöyle dedi:

“-Bu zât Rasûlullah (s.a) Efendimizin öğrettiği edeplerden birine riâyet hususunda bile güvenilir değil! Hakkın esrârı hususunda kendisine nasd güvenilecek?”

Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri bir gün yolda gidiyor, bir genç de ayak izlerine basarak onu takip ediyordu. Şeyhin üzerinde bir kürk vardı. Genç:

“-Efendim, kürkünüzden bir parça verseniz de bereket ve feyzinizden istifâde etsek!” dedi. Hazret ona şu muhteşem cevâbı verdi: “-Kürkünü değil, bizzat Bâyezîd’in derisini soyup giysen, onun yaptığı amelleri yapmadıkça bir fayda göremezsin!”

Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri, bir yere seyahat ederken bir ağaç altında durup yemek yemişti. Ardından yoluna devam etti. Bir hayli yol aldıktan sonra torbasında bir karınca gördü ve:

“-Allâhm bu mahlûkunu vatanından ayrı düşürdüm.” diyerek geri dönüp karıncayı yerine bıraktı.

Şöyle nakledilir: Bâyezîd Bistâmî nin annesi bir kış gecesinde ondan su istemişti. Hazırda su yoktu. Bâyezîd su aramak üzere dışarı çıktı. Geri geldiğinde annesi uyumuştu. Elinde testi olduğu halde annesi uyanana kadar bekledi. Bir süre sonra annesi uyanıp: Su getir oğlum, dedi. Bâyezîd testiyi uzatıp annesi çekince soğuktan testiye yapışmış olan elinin deriyi soyuldu. Annesi bu durumu görünce: Ey Rabbim! Ben Bâyezîd’den razıyım, sen de râzı ol, diye dua etti.

Gençlik yıllarında yaptığı bâzı ibâdetlerden zevk alamıyordu. Bu durumu zaman zaman annesine anlatırdı ve yetişmesinde, terbiye edilmesinde bir kusur bulunup bulunmadığını sorardı ve: “Anneciğim; beni emzirdiğin zaman, benim yüzümden haramdan bir şey aldın mı? İçimde beni Rabbimden alıkoyan bir şey hissediyorum. Fakat neden olduğunu bilmiyorum.” derdi. Annesi uzun bir müddet düşündükten sonra, “Evlâdım tek şey hatırlıyorum. Sen daha küçüktün. Komşulara oturmaya gitmiştim. Kucağımda iken ağlamaya başladın. Bir türlü susturamadım. Seni susturmak için ocağın üstünde pişmekte olan tarhanaya komşudan izin almaksızın parmağımı batırıp ağzına koydum.” dedi. Bunun üzerine annesinden, o komşuya gidip helallik dilemesini istedi. Annesi helallik diledikten sonra yaptığı ibâdetlerden zevk almaya başladı.

I

Bâyezîd-i Bistâmî, Allah Teâlânın aşkı ile öyle bir hâlde idi ki, O ndan başka hiçbir şeyi hatırlamazdı. Yirmi yıl yanında bulunan ve hiç ayrılmayan talebesine her çağırdığında; “Yavrum ismin nedir?” diye sorardı. Bir defâsında, o talebe dedi ki: “Efendim! Yirmi yıldır hiç ayrılmadan, hizmetinizde bulunmakla şerefleniyorum. Lâkin her defasında ismimi sormanızın hikmetini anlıyamadım.” Bâyezîd-i Bistâmî: “Evlâdım, kusura bakma. Her defasında ismini soruyorum. Allahü teâlânın muhabbeti kalbime gelince, beni öyle bir hâl kaplıyor ki, O’ndan başka her şeyi unutuyorum. Senin ismini de hatırımda tutmaya çalışıyorum, fakat böyle hâl olunca unutuyorum. Sen hiç üzülme.” buyurup talebesinin gönlünü aldı.

Suîtânül-Ârifin Bâyezîd-i Bistâmîyi bir gece uyku bastırıp, sabah namazına uyanamadı. Namazını kaza edip o kadar ağlayıp inledi ki, bir ses işitti. «Ey Bâyezîd, bu günâhını affeyledim. Bu pişmanlık ve ağlamana da, ayrıca yetmiş bin namaz sevâbı ihsân eyledim.» diyordu. Aradan birkaç ay geçtikten sonra onu, yine uyku bastırdı. Şeytan gelip, Bâyezîd-i Bistâmînin mübârek ayağından tutarak uyandırdı ve: "Kalk namazın geçmek üzeredir.” dedi, Bâyezîd-i Bistâmî, Şeytana: “Ey melun! Sen hiç böyle yapmazdın. Herkesin namazının geçmesini, kazaya kalmasını isterdin. Şimdi nasıl oldu da beni uyandırdın?” buyurunca, Şeytan şu cevâbı verdi: "Birkaç ay önce sabah namazını kaçırdığında, pişmanlığın ve üzüntün sebebiyle çok ağlayıp inlediğin için ayrıca yetmiş bin namaz sevâbı almıştın. Bu gün, onu düşünerek, sâdece vaktin namazının sevâbına kavuşasın da, yetmiş bin namaz sevâbına kavuşmayasın diye seni uyandırdım.” dedi.

Bâyezîd Bistâmî nin zamânında binlerce velî vardı. Hepsi de ibâdet, riyâzat, keşif ve keramet sâhibi idi. Fakat asrın kutupluğu, ümmî (okuma yazma bilmeyen) bir demircinin üzerinde idi. O bu işin sır ve hikmetine karşı hayretler içindeydi. Çoluk çocuğunun nafakası için geceli gündüzlü örs başından ayrılmayan demirciyi görmek istedi. Bir gün dükkânına gitti. Selâm verdi. Demircinin ellerine sarıldı, öptü ve ondan duâ ricâ etti. Ancak henüz keşfi açılmamış olduğu için kendi makamından habersiz olan demirci Bâyezîd’den duâ isteyince Bâyezîd dedi ki: “Ben senin ellerinden öpeyim de, sen bana duâ et! Sizin duanıza muhtaç olan benim!” Demirci ise şöyle cevap verdi: “Benim sana duâ etmemle, içimdeki dert hafiflemez ki!” Bunun üzerine Bâyezîd: “Derdin nedir? Söyle bir çâre arayalım?” dedi. Demirci: “Acabâ kıyâmet gününde, bunca insanın hâli ne olur? Bunu düşünmekten, buna yanmaktan başka derdim yok.” dedikten sonra hüngür hüngür ağlamaya başladı. Bâyezîd-i Bistâmî’yi de ağlattı. O vakit Bâyezîd içinden: “Bunlar nefsim, nefsim diyenlerden değil, ümmetim ümmetim diyenlerdendir” diye bir ses duydu. Hemen içindeki hayret silindi, Kutupluk makâmının bu demirciye niçin verildiğini sezdi. Anladı ki, böyleleri, sevgili Peygamber efendimizin kalbine her an bağlıdır. Onun hakikatine mazhardır* Demirciye dedi ki: “İnsanların azap çekmesinden sana ne?” Demirci de: “Bana mı ne? Benim fıtratımın mayası, şefkat suyuyla yoğurulmuştur. Cehennem ehlinin bütün azabını bana yükleseler de, onları bağışlasalar, ben saadete ererim ve derdimden kurtulurum” dedi. Demirci, namazda okunmak için, farz mikdarmdan fazla sûre ve âyet bilmiyordu. Bilmediklerini Bâyezîd-i Bistâmî öğretti- Bu esnada Bâyezîd de, kırk yıldır elde edemediği mânevi derecelere yükseldi, İçi feyz-i İlâhî ile doldu. O vakit iyice anladı ki, kutupluk sırrı başka bir şey imiş.

Bâyezîd-i Bistâmî hazretleri, kabristanda çok dolaşırdı. Bir gece gezerken» gece bekçisi elindeki sopayla vurdu. Bâyezîd: “Lâ havle velâ kuvvete illâ billâhil aliyyil azîm? dedi. Bekçi birkaç kere daha vurunca sopa kırıldı. Bâyezîd hazretleri eve dönünce talebelerine sopanın fiatmı sordu O kadar parayı bir keseye koyarak, bir mikdar da tatlı İle berâber bir talebesiyle, o bekçiye gönderdi. Bir de mektup yazarak bekçiye vermesini söyledi. Mektup şöyle idi: “Muhterem bekçi efendi, belki beni hırsız sanarak dövdün. Kabahat bendedir. Gece kabristanda gezmeseydim, dövmezdin. Sopanızın kmlmasma da sebeb oldum. Gönderdiğim parayla kendine bir sopa al! Sopanın kırılma üzüntüsünün kalbinden gitmesi için de, yolladığım tatlıyı ye! Allah Teâlânın selâmı üzerine olsun.” Genç bekçi mektubu okuyunca, gelip özür dileyerek tövbe etti. Onunla birlikte birkaç bekçi daha hak yola girdi

Bâyezîd-i Bistâmî ye bir gün bir kimse gelip; “Efendim! Ben otuz senedir» gündüzleri oruç tutup» geceleri namaz kılıyorum. Ama» kendimde hiç bir ilerleme göremiyorum. Halbuki îtikâdım da düzgündür.» dedi. Sultânül-Ârifîn Bâyezîd Bistâmî: “Sen bu hâlde üç yüz sene daha devâm etsen bir şeye kavuşamazsın. Çünkü nefs engelin var” buyurdu. O kimse; “Efendim! Bunun bir çâresi yok mu?” diye sordu. Bâyezîd-i Bistâmî: “Var ama sen kabûl etmezsin? buyurdu. O kimse ısrâr edip; “Aman efendim, lütfen bildiriniz ve beni talebeliğe kabûl ediniz. Ne emrederseniz yaparım? dedi. Sultânül-Ârifîn buyurdu ki: «öyle ise şimdi evine git. Bu kıymetli elbiseleri çıkarıp» âdî ve eski bir elbise giy. Boynuna bir torba asıp içine ceviz doldur. Seni en iyi tanıyanların bulundukları sokağa git. Çocukları başına topla ve: Bana bir tokat vurana bir ceviz, iki tokat vurana iki ceviz veriyorum» de? O kimse bunları duyunca; “Sübhâ- nallah» Lâ ilahe illallah. Ben bunları yapamayacağım. Bana başka bir şey emretseniz? dedi. Bâyezîd-i Bistâmî: “Senin ilâcın ancak budur ve biz de baştan: “Sen bunları

kabûl etmezsin!” diye söylemiştik. Yolumuzun esâsı nefsi terbiye etmektir.” buyurdu.

Bâyezîd-i Bistâmî bir gün talebeleriyle giderken delilerin bulunduğu bir tımarhânenin önünden geçiyorlardı. Talebelerinden birisi, orada delilerin tedavileri için bir şeyler yapmaya çalışan baştabibe yaklaşıp: "Günah hastalığı ile hasta olanlar için bir ilâcınız var mıdır?” diye sordu. Baştabib cevap veremeyip susunca, ayağı zincirle bağlı delilerden biri, Bâyezîd’in teveccühü ile şöyle dedi: “O derdin ilâcı şöyledir: Tövbe kökünü istigfâr yaprağıyla karıştırıp, kalp havanına koyarak, tevhîd tokmağıyla iyice dövmeli. Sonra insaf eleğinden eleyip, gözyaşıyle hamur etmeli. Daha sonra aşkullah ateşinde pişirip, muhabbet-i Muhammediyye balından katarak, gece gündüz kanâat kaşığıyla yemelidir.»

Bâyezîd-i Bistâmî namaz kılmak için mescide gelince kapıda bir mikdâr durur ve ağlardı. Sebebini soranlara: “Câmiyi, vücûdumla kirletmekten korkuyorum. Tövbe edip Allah Teâlâya yalvarıyorum, ondan sonra giriyorum.” dedi.

Bir defasında Bâyezîd hazretlerinin kalbine şöyle ilham olundu: “Ey Bâyezîd! Hazînelerim, başkaları tarafından yapılan ibâdetlerle ve güzel hizmetlerle doludur. Sen bize öyle bir şeyle gel ki, o bizde olmasın.” Bâyezîd: “Yâ Rabbî! Hazînende bulunmayan şey nedir?” dedi. Kalbine ilham olundu ki: “Acizlik, zavallılık, çaresizlik, tevazu ve ihtiyaç.”

Bâyezîd-i Bistâmî bir defasında şöyle anlattı: Bizim rûhumuzu, semâlara götürdüler. Cennet’i, Cehennem’i gösterdiler. Hiçbir şeye bakmadım. Hep Allah Teâlâ’yı düşünüyordum. Nice makâmlardan geçirdiler. Nihâyet ezeliyyet ağacını gördüm. Sonra: “Yâ Rabbî! Sana gelebilmem için beni benliğimden kurtar.” diye yalvardım. Bana bildirildi ki: “Ey Bâyezîd! Benliğinden kurtulup bana yaklaşman, Sevgili Peygamberime tâbi olmana bağlıdır. Onun ayağının tozunu, gözüne sürme yap. Onun bildirdiği hükümvermesinin hikmeti acabâ nedir?” Bunun üzerine Bâyezîd buyurdu ki; “Şu köpek, hâl lisânı ile bana dedi ki: Sana Sultânül-ârifîn olmak hilatini (evliya cübbesini) ve bana da köpeklik postunu giydirdiler Bunun tersi de olabilirdi, (bu kaderdir, hâline şükret). Bunun üzerine ben ona yol verdim ”

Bâyezîd-i Bistâmî yağmurlu bir havada Cumâ namazına gitmek için evinden çıktı. Sağ- nak hâlde yağan yağmur, yolu çamur hâline getirmişti. Yağmur bitinceye kadar bir evin ihâta duvarına dayandı. Çamurlu ayakkabılarım duvarın taşlarına sürerek temizledi. Yağmur yavaşlayınca camiye doğru yürüdü. Bu sırada aklına bir mecûsînin (ateşe tapan kişinin) duvarını kirlettiği geldi ve üzülerek: "Onunla helâlleşmeden nasd Cumâ namazı kılabilirsin? Başkasının duvarını kirletmiş olarak nasıl Allah Teâlanın huzû- runda durursun?” diye düşündü ve geri dönüp o mecûsînin kapısını çaldı. Kapıyı açan mecûsî: “Buyrun bir arzunuz mu var?” diye sorunca; “Sizden özür dilemeye geldim” dedi. Mecûsî hayretle: “Ne özrü?” diye sordu. O da: “Biraz Önce duvarınızı elimde olmadan çamurlu ayakkabılarımı temizlemek maksadıyla kirlettim. Bu doğru bir hareket değil. Yağmurun şiddeti bu inceliği unutturdu” deyince, Mecûsî hayretle: “Peki ama ne zararı var? Zâten duvarlarımız çamur içinde. Sizin ayağınızdan oraya sürülen çamur bir çirkinlik veya kabalık meydana getirmez.” dedi. Bâyezîd-i Bistâmî: “Doğru ama, bu bir haktır ve sâhibinin rızâsını almak lâzımdır.» dedi. Mecûsî: “Size bu inceliği ve insan haklarına bu derece saygılı olmayı dîniniz mi öğretti?” diye sorunca: “Evet dînimiz ve bu dînin peygamberi olan Muhammed aleyhisselâm Öğretti.” dedi. Mecûsî: “O hâlde biz niçin bu dîne girmiyoruz?” diyerek kelime-i şehâdet getirip müslüman oldu.

Bâyezîd Bistâmî şöyle buyurmuştur:

“İlk hacca gittiğimde sadece Kâbe’yi gördüm. İkinci gidişimde hem Kâbe’yi hem de Kabe’nin Rabbi ni gördüm. Üçüncü gidişimde ise sadece Kâbe nin Rabbi ni gördüm ”

Bâyezîd Bistâmî (kuddise sirruh) der ki: Otuz yıl ibâdetlerimde nefsime tâbi oldum. Bir gün bir adamın şöyle dediğini işittim: “Yâ Bâyezîd! Allahın hâzineleri ibâdetle doludur. Eğer Cenâb-ı Hakka kavuşmayı dilersen sana gereken nefsini zelil, hor, hakir görmen, amellerinde ihlâs üzere olmandır”

Bâyezîd Bistâmî hazretleri şöyle derdi: "Kim Kur an-ı Kerim kıraatini ve zühd hayatım terk eder, cemaate devam etmez, cenâzeiere katılmaz, hastaları zİyâret etmez de sûfi olduğunu iddia ederse, o ancak bidatçidir.” "Kendisine kerâmetler verilmiş, hattâ havada bağdaş kurup oturan birini görseniz bile hemen ona aldanmayın! İlâhî emir ve nehiylere riâyet ediyor mu, ilâhı hudutları muhâfaza ediyor mu, şerî hükümleri hakkıyla edâ ediyor mu, ona bakınız!” “Çok zikir; adedi fazla olan değil, gafletten sakınarak ve şuurla yapılan zikirdir.”

Şöyle derdi: "Havada uçan, su üzerinde yürüyen bir adam görürseniz onu sorgulamadan, şeriatın sınırları, emir ve yasaklarına uyma konusunda denemeden ona inanmayın”. “Günahtan tevbe bir, ibâdet ve itaatten tevbe bin defa olur” Yani ibadetlerdeki gaflet ve riyâ veya ibadetler sebebiyle kibirlenmek, kendinde benlik hissetmekten dolayı bin defa tevbe etmek gerekir.

Şöyle dediği nakledilir: “Yâ Rabbî! Sana kavuşmak nasıl mümkün olur?” diye duâ ettim. Bir nida geldi, "Nefsini üç talakla boşa” diyordu” “Bu kadar zahmet ve meşakkatlere, sıkıntılara katlanarak aradığımı, annemin rızâsını almakta buldum. Çok basit gibi gelen anne rızâsını almanın, bütün işlerin evvelinde lâzım olduğunu anladım.”

Bâyezîd Bistâmî hazretleri hicri 234 (m. 848) senesinde îrariın Bistam kasabasında vefat edip orada defnedildi. Hatay’ın Kırıkhan ilçesinin Alabeyli köyünde de bir makâm (sembolik) kabri vardır.

Hazret-i Bâyezîd, vefat ettikten sonra, büyük zâtlardan birisi kendisini rüyada görüp sordu. "Kabirde Münker ve Nekir melekleri sana nasıl muamele eyledi?” Cevâbında: “O iki mübarek melek gelip; “Rabbin kimdir?” diye sorunca, onlara dedim ki: “Bunu sormakla sizin maksadınız hâsıl olmaz. Siz bana Onu soracağınıza, Ona beni sorun. Eğer O, beni, kulu olarak kabûl ederse ne âlâ. Mâzallah O, beni kulu olarak kabûl etmezse, ben, yüz defa; «O, benim Rabbimdir.» desem ne faydası olur?» buyurdu.

7. Ebu’l-Hasan Harakânî (K.S)

Ebu’l-Hasan Harakânî (k.s) tahminen hicri 352 (m. 963) senesinde İranın Şahrud şehrinde, Bistam kasabasının kuzeyindeki Harakan köyünde dünyaya geldi. Bâyezîd Bistâmî’yi zâhiren görmemiş ancak manevî ve Üveysî yolla ondan istifade etmiştir.

Ebu’l-Hasan Harakânî hazretleri, on iki sene Harakân’dan Bistâm’a, hocasının kabrini ziyâret için gitti. Bu ziyârete giderken, yolda Kur’ân-ı kerimi hatm ederdi. Her gittiğinde ziyâret ile ilgili vazifelerini yaptıktan sonra: “Yâ Rabbî! Bâyezîde ihsân ettiğin sana âit ilimlerden, büyüklüğünün hakkı için, Ebu’l-Hasan kuluna da ihsân eyle!” diye yalvarırdı. On iki sene sonra, Allah Teâlâ’nın lütfü ile Bâyezîd’in rûhâni- yetinden istifâde edip olgunlaştı.

Bir gün İbn-i Sînâ, Harakân’a Ebu’l-Hasan Harakânî hazretlerini evinde ziyârete geldi. Hanımı, azarlayarak, ormana gittiğini söyledi. Hanımı, Ebu’l-Hasan hazretlerinin büyüklüğüne inanmadığı için, ona uygunsuz şeyler söyledi. İbn-i Sînâ ormana doğru giderken, Ebu’l-Hasan I larakânî hazretlerinin, bir arslana odun yükle-

mış gelmekte olduğunu gördü. “Bu ne hâldir?” diye sorunca, “Evimdekinin sıkıntı ve belâ yükünü taşıdığım için, bu arslan da bizim yükümüzü taşıyor.” buyurdu.

Gazneli Mahmûd, Harakan köyü yakınlarına geldiğinde, medhini duyduğu Ebu’l-Ha- san Harakânî Hazretleri ni ziyâret etmek istemişti. Evvelâ bir adamını çağırarak Ha- rakânî Hazretleri’ne gitmesini ve: “-Gazne Sultânı ziyaretinize gelecek, sizler de müridlerinizle beraber onu karşılamaya çıkın!” demesini emretti. Eğer tereddüt ederse de; “Allaha, Rasûlü’ne ve sizden olan emir sahiplerine (idârecilere) itaat ediniz...”(en-Nisâ, 59) âyetini hatırlatmasını tembih etti. Bu tâlimâtıyla Hazret’in nasıl davranacağını görerek onun manevî kemâlini yoklamak istiyordu.

Elçi, kendisine verilen vazifeyi yerine getirince Harakânî Hazretleri ona şöyle dedi: “-Sultan Mahmûd’a de ki: «Ebu 1-Hasan "Allah’a itaat edin!” fermanıyla öyle meşgul-

dür ki» “Rasûle itaat edin” emrini bile hakkıyla yapamamaktadır, hele seninle ilgilenecek hâli hiç yoktun»”

Bu söz, Sultan Mahmûda derinden tesir etti. Yanındakilere:

den değil!” dedi

Huzûra varan Sultan Mahmûd:

“-Bana bir nasihatte bulun!” dedi,

Harakânî Hazretleri:

“-Ey Mahmûd, dört şeye dikkat et: Takva, cemaatle ifâ edilen namaz, cömertlik ve halka şefkat!” buyurdu.

Sultan Mahmûd:

“-Bana duâ et!” diye rica etti.

Hazret:

“-Beş vakit namazda; «Allahım, mümin erkekleri ve mümin kadmları affeyle!» diye duâ ediyorum. Sen de buna dâhilsin.” buyurdu.

Sultan Mahmûd:

“-Husûsî duâ istiyorum!” dedi.

Harakânî Hazretleri:

“-Ey Mahmûd, âkıbetin mahmûd (hayırlı ve güzel) olsun!” diye duâ etti.

Sultan Mahmûd, Ebu’l-Hasaıı Harakânî nin önüne bir kese altın koydu. Buna karşdık Ebu’İ-Hasan, sultânın ününe arpa unundan yapılmış bir yufka ekmeği koydu. Sultan ekmekten bir lokma aldı. Fakat lokmayı yutamadı. Bunun üzerine Ebul-Haşan hazretleri: "Bir lokma ekmeği yutamıyorsun. İster misin, şu bir kese altın bizim de bo- gazımızda dursun? Biz paralarla olan alâkamızı kestik Şu altınları önümden alınız.» dedi. Sultam Ebu’I-Hasahın paralan almasını çok istedi ise de, kabûl etmeyince, ondan bir hâtıra istedi. EbuT-Hasan hazretleri ona hırkasını verdi.

Gazneli Mahmud ve adamları aynlırken Ebul-Hasan Harakânî hazretleri onları ayakta uğurladı. Sultan Mahmûd:

“-Geldiğimde iltifat etmemiştiniz, şimdi ise ayağa kalkıyorsunuz. O hâl neydi, bu ikram nedir?” diye sordu.

Harakânî Hazretleri:

"-Gelirken sultanlık gururuyla ve imtihan için gelmiştin, şimdi ise gönül kırıklığı ve dervişlik hâliyle gidiyorsun. Dervişlik devletinin güneşi üzerinde ışıldamaya başladı. Daha önce sultan olduğun için kalkmadım, şimdi derviş olduğun İçin kalkıyorum!” dedi. Sultan Mahmûd da gazaya gitmek üzere oradan ayrıldı.

Harakânî hazretleri şöyle derdi: "İlâhî! İnsanları incittiğim zaman beni görür görmez yollarını değiştiriyorlar. Seni o kadar incittiğimiz hâlde Sen yine bizimle berabersin!”

Dost ve müridlerine şöyle derdi: “Allah Teâlâ sizi dünyaya temiz olarak getirdi; siz de Onun huzûruna kirli olarak gitmeyiniz!”

“Sabahleyin kalkan âlim ilminin, zâhid de zühdünün artmasını ister. Ebu l-Hasan ise bir kardeşinin kalbine sevinç ve neşe verebilme derdindedir.”

"Türkistan’dan Şama kadar birinin parmağına batan diken benim parmağıma batmıştır, birinin ayağına çarpan taş benim ayağımı acıtmıştır, bir kalpte hüzün varsa o kalp benim kalbimdir, o sıkıntı benim sıkıntımdır”

“Şu iki kişinin çıkardıkları fitneyi, şeytan bile çıkaramaz: Dünyâ hırsına sâhip âlim ve ilimden yoksun sûfî.”

"«Amel işlemen gerekmez!» demiyorum. Lâkin yaptığın ameli acaba sen mi yapıyorsun, yoksa sana yaptırılıyor mu, bunu bilmen gerekir. Aslında kul, Allâh’ın sermâyesiyle ticâret yapmaktadır. Sermâyeyi Allaha verip gittiğinde, evvel de Allah, âhir de Allah, ortası da Allah’tır. Ticâretin O nun sâyesinde kâr eder, senin sayende değil! Pazarda kendisi için pay görene, oraya yol yoktur.”

îhlâs ve riyâ nedir? diye sorduklarında, Ebu LHasan hazretleri buyurdular ki: “Allah Teâlâ için yaptığın her şey ihlâstır. Halk için yaptığın herşey de riyadır.”

Şöyle derdi: “Her kim bu dergâha gelirse ekmeğini veriniz, inancını sormayınız. Zira Allah katında ruh taşıyan herkes, Ebu’l-Hasan’ın sofrasmda ekmeğe lâyıktır”

Ebû Ali Fârmedî, hicri 401Ue (m. 1010) İranın Tûs şehri yakınlarındaki Fârmed kö- yünde doğdu. Asıl adı Fazl b. MuhammedHir. Nişaburda meşhur sûfî Ebû Saîd b. Ebu 1-Hayr m sohbetlerinde bulundu, Sonra Abdülkerîm Kuşeyrînin medresesinde dinî ilimleri öğrendi Ebu 1-Kâsım Kürregânî (Gürgânî) ve Ebu J-Hasan Harakânî’den tasavvufî eğitim aldı. Tasavvuf! eğitimini tamamlayıp halkı irşada başlayan Ebû Ali Fârmedî nin en bilinen müridleri meşhur sûfî îmâm-ı Gazali ile Hoca Yusuf Heme- dânî hazretleridir.

Ebû Ali Fârmedî hazretleri anlatır: Bir gün hocam Ebu 1-Kâsım Kuşeyrî hamamda gusül abdesti alıyordu. Sormadan ve istemedikleri halde, kuyudan bir kova su çıkarıp hamamın havuzuna boşalttım. O anda hakîkaten bu mikdâr suya olan ihtiyaçlarım bilmiyordum. Sonra öğrendim. Hamamdan çıkınca: “Hamamın havuzuna su boşaltan kimdi?” diye sordu. Niçin yaptın? diyeceğinden korktum. Şaşırdım. Nihâyet; “Ben idim” dedim. "Ey Ebû Ali Fârmedî! Ebu*l-Kâsırnın (yani benim) yetmiş senede elde ettiği dereceleri, sen bir kova su ile kazandın. Allah senden razı olsun ” buyurdu. Bir müddet daha hocamın huzûrunda bulunarak, nefsimin terbiyesi ile meşgûl oldum. Birçok marifetlere kavuştum.

Gençliğinde Kuşeyrî’nin medresesinde ilim tahsil ettiği yıllarda marifette derinlik kazanan Ebû Ali Fârmedî, bir gün şâhidi olduğu ilginç bir olay ile sarsıldı. İlimle meşguldü, elindeki kalemi hokkaya batırarak yazı yazıyordu. Kalemi hokkaya birdaldırdı ki, ne görsün kalemin ucu bembeyaz, oysa hokka mürekkeple dolu. Kalemi tekrar tekrar hokkaya sokup çıkardı, fakat nafile, değişen bir şey olmadı. Büyük bir dehşete kapıldı ve doğruca üstadı Kuşeyrîye koştu. Olanları dinleyen büyük âlim ve mutasavvıf Kuşeyrî: "Artık senin işin benim sınırlarımı aştı. İlim senden el çektiğine göre sen de ondan el çekip ruhunu erdirmeye ve içindeki ateşi söndürmeye bak” dedi. Bunun üzerine Ebû Ali Fârmedî, eşyasını alıp medreseden ayrıldı ve Kuşeyrînin dergâhına taşındı. Sonra Tûs’a gitti, Ebu’l-Kâsım Kürre- gânî hazretlerinin dergâhında tasavvuf! eğitimini tamamladı. Şeyhi ona halkı irşâd izni (icâzet) verdi ve kızıyla evlendirdi Fârmedî hazretleri bu icazetle yetinmeyip Ebu’l-Hasaıı Harakânî hazretlerinden de tasavvufî eğitim ve icazet aldı.

Kendisi şöyle anlatır: Bir gün bana bir hal olmuştu. Kendimden geçtim. Bu hal içinde sanki yok ve fark edilmez oldum. Bu hâlimi hocam Kuşeyrfye anlattım. “Ey Ebû Ali Fârmedî! Benim gönül kuşum, buradan yukarısını bilemez’’ buyurdu. Ben de kendi kendime, beni bu makamdan ileri götürecek bir mürşide, rehbere ihtiyâcım var, diye düşündüm. Bunun üzerine bir müddet geçti Gün geçtikçe bu hal artardı Bu sırada EbuTKâsım Kürregânî’nin ismini işitmiştim. Tûs şehrine hareket ettim. Evini bilmiyordum. Şehre gelince sordum. Yerini tarif ettiler, gittim. Talebelerinden bir cemâatle mescidde oturuyorlardı. Ben de iki rekat namaz kılıp, önünde diz çöktüm. Şeyhin terbiye görürsen, yüksek derecelere kavuşacaksın." buyurunca, gönlümden: “Artık rehberim budun” dedim.

Ebu’l-Kâsım Kürregânî hazretleri beni tasavvufta yetiştirmek üzere nefsimin terbiyesi için çeşitli riyâzetler yâni nefsimin isteklerini yapmamamı emretti. Nihayet arzu edilen derecelere ulaştım. Sonra arkadaşlarımdan Ebû Bekir Abdullah ile beni kardeş yaptı ve bizi beraberce oturdum. Manevî hallerimi anlattım. “Evet, başlangıcın

mübârek olsun! Henüz bir dereceye erişmişsin, ama



Ebû Saîd b. Ebu’l-Hayr hazretlerinin yanına Mihene’ye gönderdi. Ebû Saîd hazretlerinin huzûruna varınca, bana bir parça bez verip duvarların tozunu silmemi söyledi. Arkadaşım Ebû Bekir Abdullah’a da misâfırlerin ayakkabılarını düzeltme vazifesini verdi. Üç gün bu hizmeti yaptım. Dördüncü gün beni tekrar Ebu’l-Kâsım hazretlerinin yanına geri gönderdi.

Sonra iki hocam da vefât etti. Onların yerine sohbetleri ben yapmaya başladım. Talebelerim çoğaldı. İsmim her tarafa yayıldı. Arkadaşım Şeyh Ebû Bekir Abdullah büyük bir zât olduğu halde adı duyulmadı. O şöyle derdi: Şeyh Ebû Saîd onun için: “Ebû Ali bez ile duvarın tozunu sil de, ömür boyunca söz bezi ile Allah Teâlâ’mn kullarının gönül duvarlarındaki mâsiyet, günah kirlerini silersin!” buyurdu. Bana da dervişlerin ayakkabılarını düzeltmemi emretti. Ben de bu vazifede kaldım. Kimse beni tanımadı, ismimi anmadı.”

Ebû Ali Fârmedî hazretleri, bu hocalarından sonra zamânındaki evliyâmn en meşhurlarından ve büyüklerinden olan Ebu’l-Hasan Harakânî hazretlerinin sohbetlerinde daha yüksek derecelere kavuşmuş, kemâl mertebelerine ulaşmıştır. Bunu

şöyle ifâde etmiştir: “Kalbimde hâsıl olan aşk ve şevk ziyâdesiyle artmıştı. Bu arzumun çokluğu sebebiyle, Ebu’l-Hasan-ı Harakânî hazretlerinin sohbetine kavuştum. Hizmetinde bulundum. Nihâyetsiz feyzlere, mânevi zevklere eriştim.”

Ebû Ah Fârmedî Hazretleri, Nişâbur’da bir mecliste vaaz ediyordu. Büyük âlimlerden İmâmü’l-Harameyn Cüveynî de orada hazır bulunuyordu. Cüveynî, Ebû Ali Fârmedî Hazretlerine:

“-«Alimler peygamberlerin vârisleridir.» hadîs-i şerifi ile hangi zümre kastolunmuştur?” diye sordu.

Fârmedî (Es) büyük bir tevâzû içinde:

“-0 zümrenin mensupları ne bu soruyu soran gibidir ne de sorulan kişi gibi. Peygamberlerin vârisleri, şu mescidin kapısında yatan sâlih zât gibi olanlardır!” diyerek Hak dostlarından Muhammed bin Eslem’in kabrine işaret etti.

Selçuklu veziri Nizâmülmülk, Fârmedî hazretlerine çok saygı duyar, o geldiğinde ayağa kalkıp kendi makâmına oturturdu. Kendisine: Bu şeyhe niçin bu kadar değer veriyorsunuz? diye soranlara şöyle cevap vermişti: “Diğer âlimler yanıma gelince beni övüp iltifat ediyorlar. Bu da nefsime hoş geliyor ve beni kibre sevk ediyor. Ebû Ali Fârmedî ise bana hatalarımı söyleyip Allah için îkaz ediyor. Ben de hatalarımdan dönüyorum”.

Abdülkerîm Kuşeyrînin talebesi ve İmam Gazâlî’nin şeyhi olan Fârmedî hazretleri, bu iki zât arasında köprü olmuş, Kuşeyrî’nin şer’î ve sünnî tasavvuf anlayışını Gazâlî’ye aktarmıştır. Öte yandan Ebu’l-Hasan Harakânî hazretlerinden aldığı irşad emânetini Hoca Yusuf Hemedânî’ye devr etmiştir. Fârmedî hazretleri hicri 477 (m. 1Ü84) senesinde İran’ın Tûs şehrinde vefat etti ve orada defnedildi.

  1. Yûsuf Hemedânî (K.S)

Yusuf Hemedânî hazretleri hicri 441 (m. 1049) senesinde Hemedanın bir köyünde doğdu. Bağdat’a gidip dinî ilimleri tahsil etti, Ebû Ali Fârmedî’den tasavvuf! eğitim ve icazet aldı. Bugün Türkmenistan’ın bir şehri olan Merv’de teleke kurup halkı irşâd etti. Bağdat, Semerkand, Buhara, Isfahan gibi şehirlerde vaazlar verdi, birçok talebe ve mürid yetiştirdi. Abdülkâdir Geylânî de onun sohbetlerinden istifâde etmişti.

Bir defasında Yusuf Hemedânî Hazretlerine: “Bu devir geçer ve gerçek şeyhler âhirete göçerse selâmete ulaşmak için ne yapalım?” diye soruldu. Hemedânî (Es): “Hak dostlarının eserlerinden her gün sekiz varak (16 sayfa) okuyunuz” diye cevap verdi. Feri- düddîn Attâr da bu sözden ilham alarak Tezkiretü'l-evliyâ isimli eserini kaleme almıştır.

Yusuf Hemedânî hazretleri bir gün Bağdat'ta vaaz ederken İbn-i Sekkâ isminde bir fakîh ayağa kaildi, bir mesele sordu, şeyhi incitti ve edebe sığmayacak sözler sarf etti. Hâce Yusuf Hemedânî dedi ki: “Otur! Senin sözlerinden küfür kokusu alıyorum. Muhtemel ki müslüman olarak ölmeyeceksin” Bİr süre sonra Rum Kostantıniyyesinden bir elçi Bağdat’a geldi. İbn-i Sekkâ ona katıldı, Hristiyan olup Kostantıniyyeye gitti ve orada Hristiyan olarak öldü. Bu olay o gün İslâm dünyasında dillere düştü ve Hemedânî’nin kerameti anlaşılmış oldu. Hatta bazı tezkire müellifleri, İbn-i Sekkâ nın, Attâr’ın Mantı- fcuî-tayrmdaki Şeyh-i Sanan ile aynı kişi olduğunu zannetmişlerdir.


Abdurrahman Caminin Nefehâtü’l-üns isimli kitabında naklettiğine göre, Şeyh Muh- yiddîn îbn-i Arabî eserlerinden birinde şöyle diyor: 602 senesinde Şeyh Evhadüddîn Kirmânî Konya’da benim evİmdeydi. Şöyle anlattı: Bizim memlekette, 60 yıldan fazla şeyhlik ve irşâd seccâdesinde olurmuş Hâce Yusuf Hemedânî adında bir şeyh vardı. Bir gün tekkesindeyken gönlüne dışarı çıkma düşüncesi geldi. Oysa Cuma günü hâricinde dışarı çıkmak âdeti değildi. Ama bu düşünce ve istek kendisine ağır bastı. Nereye gideceğini bilmiyordu. Bir merkebe bindi ve Hak Teâlâ nereye dilerse oraya götürsün diye merkebin başını saldı. Merkep onu şehirden çıkardı, çöle girip harabe hâlindeki bir mescide götürdü ve durdu. Şeyh aşağı inip mescide girdi. Burada başını içeriye çekmiş bir kişi vardı. Bir müddet sonra başını yukarı kaldırdı* heybetli bir gençti.

—- Ey Yusuf! Bana bir mesele problem oldu. dedi ve anlattı. Şeyh o konuyu açıkladı, sonra şöyle dedi:

  • Ey oğul! Bir sorunun olduğu zaman şehre gel, bana sor, beni bunca sıkıntıya sokma. Genç ona bakıp şöyle dedi:

  • Bir sorunum olduğu zaman, her taş bana senin gibi bir Yusuf’tun

Şeyh İbn-i Arabî şöyle diyor: Buradan anladım ki sâdık mürid, sıdk ve samimiyetiyle şeyhi kendine doğru hareket ettirebilir.

Selçuklu hükümdarı Sultan Sencer Yusuf Hemedânî’ye hürmet ederdi. Onun dergâhına fukarâya ve dervişlere harcanmak üzere 50.000 dinar para göndermişti. Devlet tarafından yapılan bu yardım, o dönemde toplumda huzursuzluk oluşturan Bâtmî- lere (Haşhaşîler’e) karşı Ehl-i Sünnet yolunundaki âlimleri ve sûfîleri destekleme politikasının bir parçası olmalıdır.

Hemedânî hazretleri kendisini topluma hizmete adamış bir insandı. Allah için çok sefere çıkardı. Kâfir, Hristiyan, ateşperest ve Zerdüştlerin evlerine gider, onlara Allah Rasûlü (a.s) Efendimiz’in faziletlerini anlatır, âhiretteki İlâhî mükâfat ve cezayı anlatır, onların pek çoğunun hidâyetine vesile olurdu. Günahkâr insanları da ikaz eder, hâllerini düzeltmezlerse onlardan uzak dururdu. Tevbe ettirip yola getirdiği kişilerin sayısı bilinmeyecek kadar çoktu.

Keramet ve veliliğini gizlerdi. Mü’minlerden onu kim davet ederse, zengin-fakir, kuvvetli-zayıf ayırt etmeden icâbet ederdi. Hiç kimseyi ve hiçbir şeyi küçük görmez, hafife almazdı. Hiç kimseye karşı övünmezdi. Zengini, zenginliğinden dolayı fakire tercih etmezdi. Dâimâ sahâbenin fakir ve zenginlerinin hâllerini anlatır, mü- ridlerine de onlara tâbi olmayı emrederdi.

Geçimini temin etmek için çizme imâlatı ve çiftçilik yapardı. Helâl yiyen ve helâl işte çalışanları dost edinirdi. Tembellik ederek başkalarının sırtından geçinmek isteyenleri îkaz eder, çalışıp kazanmanın İlâhî bir emir olduğunu söylerdi. Halkı helalinden yiyip giyinmeye ve helâl yolda çalışmaya teşvik ederdi. Kimsenin nasibine ve lokmasına mânı olmazdı.

Hak Teâlâ ona ne verdiyse, fakirlere, yetimlere, gariplere ve yoksullara infâk eder, onları koruyup kollardı. Ömründe hiç kimseden bir şey istemeyip müstağni kalır, müridlerine de bunu tavsiye ederdi. Dâimâ Cenâb-ı Hakk’a tevekkül ve teslimiyet hâlinde yaşar, hiçbir zaman dünya menfaatine tenezzül etmez, dünyaya meyledenlere de nasihatte bulunurdu.

Kerâmete ve keramet göstermeye rağbet etmez, mânevi sarhoşluk ve cezbe hâlinin tesiriyle' meydana gelen ölçüsüz ifâde ve davranışları tasvib etmezdi. Meşhur sûfî Hallâc-ı Mansur hakkında şöyle buyururdu: “-Eğer Hüseyin bin Mansur (Hallâc), mârifeti hakkıyla bilseydi; «Ene’l-Hak» yerine; «Ene’t-türâb: Ben toprağım» derdi.”

Yine şöyle derdi: “Din ve şeriat yolunda yürümeyen kişi, günde bin kerâmet gös- , terse bile şeytana uymuştur. Sünnete aykırı olan bir şeye inanıp îtikad eden kişi, dünyanın ilmini ezberlemiş de olsa, yol kesen hayduttur.”

Şeyh Necîbüddîn Buzguş Şirâzî buyurdu ki: Bir ara şeyhlerin sözlerinden oluşan bir cüz elime geçti. İnceledim, çok hoşuma gitti. Bunun kimin eseri olduğunu öğrenmek ve o zâtın diğer eserlerini de temin etmek istedim. Bir gece rüyamda heybetli, vakarlı, beyazlar içinde ve gâyet nûrânî bir pirin tekkeye girdiğini gördüm. Abdest almak için abdesthâneye gitti. Güzel beyaz bir cübbe giymişti. Elbisenin üzerinde büyük harflerle ve altın suyuyla yazılmış âyete’l-kürsî vardı ve elbiseyi baştan başa kaplıyordu. Onun arkasından gittim. Cübbeyi çıkardı ve bana verdi. O cübbenin altına daha güzel ve yeşil bir cübbe giymişti. Aynı şekilde onun üzerinde de âyete’l-kürsî yazılı idi. Onu da bana verdi ve: Abdest alıncaya kadar bunları tut! dedi. Abdest alınca: Bu cübbelerden birini sana vereceğim. Hangisini istersin? diye sordu. Ben tercih yapmadım. Hangisini isterseniz verin, kabulümdür, dedim. Yeşil cübbeyi bana giydirdi, beyazı da kendisi giydi, sonra şöyle dedi:

— “Beni tanıyor musun? Ben o cüzlerin sahibi ve aradığın kişi olan Yusuf Heme- dânî’yim. O kitabın adı da Rütbetü’l-hayâ?tır. Benim ondan daha güzel kitaplarım da var. Meselâ Menâzilü’s-sâİrîn ve Menâzilüs-sâlikîn”. Uykudan uyanınca çok mutlu oldum.

Yusuf Hemedânî hazretleri Rütbetü’l-hayât (hayatın değeri) isimli eserinde şöyle der:

Bilesin ki, basiret ve yakîn ehline göre “canlı”, avunup teselli olan kişidir. “Hayat” da avunmak ve teselli olmaktır. Yedi kat gök ve yerin mahlûkâtı, teselli ve huzur bulma konusunun özünde hem-fıkirdirler. Ancak teselli olma ve huzur bulma yerleri farklı farklıdır. Herkesin kendi makâm ve durumuna göre bir teselli yeri vardır. İnsan onun varlığı ile huzur bulur, rahatlar ve sâkinleşir. Onu kaybettiği zaman muzdarip ve huzursuz olur. Onunla rahatlayıp gönlü sıkıntıdan kurtulduğu için Hak yolunun yolcuları olan Peygamberler şöyle demişlerdir: “Falan kişi, falan şeyle canlıdır, onunla yaşamaktadır”. Bu, canlıyı ve hayâtı tanımada genel bir kâidedir.

Ama canlıyı ve hayâtı, tafsilâtıyla ve sûfî tâifesinin târifi üzere tanımak istersen bilesin ki, dünyâ süsleri ile teselli olup avunan kişinin mutluluğu, bu aldanış sarayı olan dünyanın mahnı toplamak, biriktirmek, almak ve vermektir. O kişi dünya ile yaşamaktadır, dünya ile canlıdır. Bu durum, Âdemoğlunun hayat derecesi ve konumunun en değersiz, en aşağı seviyesidir. Çünkü dünya metâı ile huzur bulup avunma konusunda tüm hayvanlar, böcekler, vahşî ve ehlî hayvanlar, kuş ve balıklar ortaktırlar. Onlar, bu aldanış sarayının lezzetleri ile yaşarlar. Bu yüzden âlemi yaratan Hak Teâlâ, niyeti ve ilgisi dünya bazları olan insanlarla hayvanları aynı kefeye koyup şöyle buyurmuştur: "Bırak onları, yesinler, zevk alsınlar; ümit onları avundursun; ileride öğrenecekler”. Yine şöyle buyurmuştur: “Hayvanlar gibi yerler ve varacakları yer ateştir”.

Akıl, idrak ve emâneti yüklenmek suretiyle muazzam ve şerefli olarak yaratılmış olan insanın, teselli noktasında kendi emrine âmâde olan hayvanlar, yırtıcılar, kuşlar ve böceklerle aynı konumda olması ne utanılacak bir şeydir! Böyle bir insan, hayvanların teselli mekânında alçalır ve avunur. Hayvanların yeme, içme, eş edinme, barınma ve giyinme ile mutlu olup avundukları gibi, bu insan da bu tür şeylerle teselli olur. Kendi hakîkî konumu ve derecesini düşünmez. “And olsun ki, biz insanoğullarını şerefli kıldık, onların karada ve denizde gezmesini sağladık” . Saltanat kemeri ve tacı insanındır, ama unutur. “Şüphesiz onlar hayvanlar gibidir, belki daha da sapıktırlar” kamçısının acı ve sızısı onun gönlüne ulaşmaz. “Hayvanlar gibi yerler ve varacakları yer ateştir” yarasının ağrısı hareket ve idrâklerine işlemez, nüfûz etmez.

Bu âciz, bîçâre ve unutkan insan bir kere düşünmez ki, mahlûkâtı idâre etme elbisesini bana niçin giydirdiler? İlim ve idrâk tâcmı bütün yaratıklar arasında niçin benim başıma koydular? İbâdet ve kulluk yazısını niçin benim alınma çektiler? Göklerde ve yerde benim adımı niçin dostluk ve muhabbetle meşhur ettiler? 120.000’den fazla peygamberlik ve saâdet mezkezini, bütün mahlûkât içinde niçin sadece benî davet İçin gönderdiler? Kutsal kitaplarda ve sahîfelerde niçin benden bahsettiler? Bu kitaplarda bazen şükür, övgü, bazen de kınama var, tüm bunlar niçindir? Dünyayı niçin birçok yerde kınadılar? Onun adını niçin hapis ve zindan koydular? Onun aldanış ve fitnesinden kaçmayı niçin emrettiler? önde gelen peygamberler ve velîler ona niçin iltifat etmediler?...

Sâlikin zikirde son noktaya ulaşması, diliyle birlikte yedi uzvunun hatta tüyleri ve tırnaklarının da zikre iştirâk etmesidir. Kalp, uzuvların zikrini duyar ve görür. Bu duyuş sebebiyle ısınır, kuvvetlenir, zikre muvâfakat ve iştirâk eder.

Kalp zikrinin nihayeti kırk gündür. Bu kırk günün sonunda biriken nurlar kalbi aydınlatır ve duyu organlarının pencerelerine çıkar.

Halvet ehline zuhûr eden bu halleri, hiçbir fakîh, müfessir ve muhaddis bilemez, bu konudaki sorulara cevap veremez. Ey Hak yolunun yolcusu, birgün sen de bu mertebeye ulaşırsan bizzat kendin görmüş olursun. Bu manevî haller ve müşâhedeler bazen bir sene, bazen de on sene devam eder. Hallerin süresi, zikrin süresi kadardır. Kalp gözüyle görme hâli zuhûr edinceye kadar insan için baş gözü ile görmekten başka çâre yoktur. Kalp gözüyle görüş (müşahede) kesilince, sıra zikre gelmiş olur. Hâkimiyet, kalp zikrinde olur. Kalp hararetle zikre devam ettiği sürece dil bekler ve ona bakar. Kalp zikri durunca sıra dile gelir ve dil zikre başlar.

Müridin nasibi, şefkatli bir pire bağlanmıştır. Mürid, tek başına on senede alamayacağı yolu, bir pir ile olunca bir senede alabilir. Muhtemeldir ki mürid bir hâle ve müşahedeye takılıp o mertebede on sene kalabilir. Sonunda bir pir gelir, onun yolunu açar, müridi o halden çıkarır...

Eşyaya bakıp Hak Teâlâ’yı tefekkür etmek ve Hakk’ın sıfatlarının kulda tecellî etmesi şeklindeki bu iki mertebenin ötesinde bir üçüncü mertebe daha vardır. Bu mertebe peygamberler İle sıddîklara has olup Allah ile Allah için tefekkür yani fenâ fi’l-fenâ

(yokluk içinde yokluk) mertebesidir. Hz. Peygamber, Hak Teâlânın şöyle buyurduğunu söylemiştir: “Bir kulumu sevdiğim zaman, onun işitmesi, görmesi ve gönlü ben olurum. Benimle duyar, benimle görür ve benimle düşünür” .

Seçkin insanların bu mertebeyi anlatıp açıklamasına gerek yoktur. Çünkü onlar bu halleri zaten bizzat yaşarlar. Avam halka bu mertebeyi anlatmanın da bir faydası yoktur. Çünkü onlar bunu anlayamazlar ve akıllarına hulûl gibi yanlış düşünceler gelir. Oysa Hak Teâlâ bundan uzak ve münezzehtir...

Yusuf Hemedânî hazretleri son yıllarında Herat’tan Merv’e dönerken yolda Bâmeîn kasabasında 22 Rebîulevvel 535 (4 Kasım 1140) tarihinde vefat etti. Müridleri naaşım önce oraya defnettiler, sonra Merv’e naklettiler. Bugün mezarı, Türkmenistan sınırları içinde, Merv yakınlarındaki Bayram Ali denilen yerdedir.

Yusuf Hemedânî hazretlerinin önde gelen mürid ve talebeleri şunlardır: Şir'atü’l-islâm isimli eserin yazarı Sedîdüddîn Muhammed b. Ebû Bekir Buhârî (ö. 573/1177), Abdullah Barakî, Haşan Endakî Buhârî (ö. 552/1157), Hoca Ahmed Yesevî (ö. 562/1166) ve Hoca Abdülhâlik Gucdüvânî (Ö. 575/1179). Yusuf Hemedânî hazretlerinin Rutbe- tü’l-hayat isimli Farsça eseri Hayat Nedir adıyla Türkçe’ye tercüme edilip neşredilmiştir. Bunun dışında birkaç eseri daha vardır.

BUHARA

Cihar Minar / Dört Minare










  1. Abdülhâlik Gucdüvânî (K.S)

Gucdüvan kasabasındaki külliye

Abdülhâlik Gucdüvânî hazretleri Buhara yakınlarındaki Gucdüvan kasabasında dünyaya geldi. Babası Malatya şehrinden Gucdüvan’a göç etmiş Abdülcemîl isminde bir zât idi. Gucdüvânî hazretleri önceleri medresede İslâmî ilimleri tahsil etti. Sonra tasavvufa yöneldi. Buhâra'da bulunduğu müddetçe Yusuf Hemedânî Hazretleri’nin sohbetlerine devam etti. O ayrıldıktan sonra memleketi olan Gucdüvâna dönüp riyâ- zet (perhiz) ve mücâhede (çok ibadet) ile münzevî bir hayat yaşadı. Ancak mânevi hâllerini büyük bir titizlikle hep gizlerdi.

Rivayete göre, Abdülhâlik Gucdüvânî beş yaşına geldiğinde ilim öğrenmesi için Buhâraya gönderilmişti. Büyük âlim Hoca Sadreddîn hazretlerinden Kuran-ı kerîm ve tefsirini öğrenmeye başladı. Bir gün okuma esnâsında; “Rabbinize tazarru ederek (boyun büküp yalvararak) ve gizli zikrediniz!” (Araf sûresi: 55) mealindeki âyet-i kerîmeye gelince Abdülhâlik hocasına: “Efendim! Bu "gizlimden murâd edilen nedir? Kalb ile yapılan zikrin aslı nedir? Eğer zikir ve duâ» aşikâr, sesli bir şekilde dil ile olursa riyadan (gösterişten) korkulur. Araya riya girerse» lâyık olduğu şekilde zikredil-







memiş olur. Şayet kalb ile zikretsem; "Şeytan insanın damarlarında kan gibi dolaşır” hâdis-i şerifi gereğince, şeytan bu zikri duyar. Ne yapacağımı bilemiyorum, bu müşkülümü halletmenizi istirham ederim, efendim!” diye arz etti. Hocası, büyük âlim Sadreddîn hazretleri, bu yaştaki bir çocuğun kendisinin bile anlayamadığı böyle bir suâl sormasına hayran kaldı ve cevap olarak;

halik Gucdüvânî (rahmetullahi aleyh) bu işaret üzerine, meselelerini halledecek o büyük zâtı beklemeye başladı. Bir gün Hızır aleyhisselâm yanına geldi. Ona, Allah Teâlâyı gizli ve açık zikretme, anma yollarını Öğretti ve mânevi evlâtlığa kabûl edip; “Kalbinden Lâ ilahe illallah, Muhammedün Resûlullah kelime-i tayyibesini şöyle şöyle zikredersin!” diye tarif etti. Abdülhâhk hazretleri de, tarif üzere, bu mübârek kelime-i tevhidi sessiz sessiz kalben söylemeğe başladı. Bunu, kendisi için ders kabûl etti. Bu hâl mânevi makamlarda yükselmesine sebeb oldu.

Başka bir rivayete göre, Abdülhâlik Gucdüvânî bağda otururken Hızır (a.s) geldi ve havuza dalmasını, suyun altında iken “Lâ ilahe illallah Muhammedün rasûlullah” diye zikretmesini söyledi. Böylece ona zikr-i hafinin (sessiz zikrin) usûlünü Öğreten Hızır, ayrıca zikrin sayılarak yapılacağını söylemek süreriyle, vukûf-i adedî prensibini de ortaya koymuş oldu. Bir süre Hızır (a.s/ın terbiyesi altında yetişen Gucdüvânî, yirmi iki yaşma geldiğinde onun tavsiyesi ile Yûsuf Hemedânî ye intisap etti, bağlandı. Bu yüzden Hızır, Gucdüvânfnin pir-i sebakı (zikir telkin eden şeyhi), Hemedânî ise sohbet pîri olarak kabul edilmektedir.

Abdurrahmân Câmî şöyle buyurur:

“Gucdüvânî Hazretler in in davranış tarzı, bütün tarîkatlerce itibâr edilen bir örnektir. Zira devamlı olarak sıdk, safâ. Kuran ve Sünnete bağlılık; bidatlerden kaçınma, hevâ ve hevese muhâlefet hususlarında gayret etmişler ve nail oldukları hâl ve makamları hep başkalarından gizlemişlerdir”

Gucdüvânî Hazretlerinin müridlerinden biri, bir müddet sohbetlerden uzak kalmıştı. Bu mürîd her gece rüyasında bir grup insanın gelip kendisine:

“-Sen artık kemâle erdin, seni Cennette götürelim!” dediklerini ve onu deveye bindirip içinde süslü tahtlar, kıymetli eşyâlar, güzel yemekler ve akan suların bulunduğu hoş bir yere götürdüklerini görüyor, sabah olunca da kendisini yatağında buluyordu.

Bir gün Gucdüvânî (k.s) müridinin bu hâlini fîrâset nûru ile fark etti ve onun yanma gidip hâlini sordu. Mürîd başından geçenleri anlatınca Gucdüvânî hazretleri ona:

“-Bir daha oraya gidersen üç kez: Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâhi’1-aliyyi’l-azîm de, sonra da gözünü aç!” tavsiyesinde bulundu.

Mürîd o gece rüyasında, üstâdının bu tavsiyesini yerine getirdi. Gözünü açtığında, kendisini ölü hayvanların kemikleri arasında çöplükte buldu ve bunun şeytânı bir rüya olduğunu anlayıp bir daha üstâdının sohbetinden ayrılmadı.

Gucdüvânî hazretleri bir Aşûre günü talebelerine derste velilik hâllerini anlatıyordu. Müslüman ve zâhid kıyafetinde olan bir genç içeri girip, talebelerin arasına oturdu. Bir müddet sohbetini dinledikten sonra söz isteyerek: Efendim! Resûlullah sallalla- hü aleyhi ve sellem: “Müminin firâsetinden (ince anlayışından) korkunuz. Çünkü o, Allah’ın nûru ile bakar” buyuruyor. Bu hadîs-i şerifin sırrı nedir? diye sordu. Abdül- halik Gucdüvânî hazretleri gence heybetle nazar ettikten sonra: «Öyleyse belindeki zünnârı (papaz kemerini) kes de îmâna gel” dedi. Hocanın bu sözleri oradakiler üzerinde şok etkisi yaptı. Genç, telaşla: “Hâşâ! Yemîn ederim bende böyle bir şey yok.” diye söylendi. O zaman Abdülhâlik hazretleri talebelerinden birine gencin hırkasını çıkarmasını işâret etti. Talebe o gencin üzerindeki hırkasını çıkarınca, belinde düğüm düğüm zünnâr bağlı olduğu görüldü.

Bu hâdise karşısında genç, çok mahcûb oldu. Ne yapacağını şaşırdı. Kalbinde İslâ- miyete karşı bir sevgi meydana geldi. Kelime-i şehâdet getirip müslüman olmakla şereflendi. Sâdık talebelerinden oldu. Büyük mürşid bundan sonra etrafındakilere dönerek: “Ey dostlar! Gelin biz de ahde uyalım, zünnârımızı keselim. îmân edelim. Şöyle ki, bu genç maddî zünnârı kesti, biz de kalbe âid manevî zünnârı keselim. O da, kibir ve gururdur Bu genç, af dileyenlerden oldu; biz de atfa kavuşalım.” buyurdu. Talebeleri tevbelerini yenilediler.

Abdülhâlik Gucdüvânî hazretleri müridi Evliyâ-yı Kebîre bazı tavsiyelerde bulunmuş ve bu nasihatler Farsça Vasâyâ (Vasiyetler) isimli küçük bir eserde toplanmıştır. Bu tavsiyeler şunlardır:

“Oğlum, sana vasiyetim şudur ki; bütün hallerinde ilim, edeb ve takvâ üzere olasın. Selefin (önceki âlimlerin) eserlerini oku, izlerinden yürü. Ehl i sünnet vel-cemâat çizgisinden ayrılma! Fıkıh ve hadis öğren, câhil sûfilerden uzak dur. Namazını cemaatle kılmaya itina et. Fakat imam, ya da müezzin olma! Şöhretten uzak dur; çünkü şöhret âfettir. Herhangi bir makama göz dikme! Mahkeme evraklarına adını yazdırma, kimseyle mahkemelik olma! Kimseye kefil olma. Halkın vasiyetlerine de karışma. Padişah ve devlet adamlarıyla düşüp kalkma! Dergâh kurma ve dergâhta oturma! Oğlanlarla, nâmahrem (yabancı) kadınlarla, avâm (câhil) insanlarla ülfet etme! Güzel serflere (musikîye) fazla kapılma; zira onun çoğu kalbi öldürür. Güzel sesleri ve hoş nağmeleri büsbütün red ve inkâr da etme. Zira onlara bağlı olanlar çoktur.

Az ye, az konuş, az uyu ve kalabalıktan arslandan kaçar gibi kaç! Daima kendi yalnızlığınla Hakk ile beraber ol! Helal lokmayı ara ve şüphelilerden kaç. Nefsin hakkında iktidar sahibi oluncaya kadar evlenme ki dünya seni kendisine meylettirmesin. Çok gülmekten, özellikle de kahkahayla gülmekten sakm; sonra gönlünü öldürürsün.

Herkese şefkat nazarıyla bak ve hiç kimseyi hor görme! Dışını süslemeye çok önem verme ki dışı süslemek iç haraplığından gelir.

Halkla çekişme, hiç kimseden bir şey isteme ve kimseye hizmet teklif etme! Şeyhlere malın, canın ve gücünle hizmet et! Onların işlerini red ve inkâra kalkışma! Çünkü bu hal felah bulmayan bir hüsrana yol açar.

Dünyaya ve dünyacılara meyletme! Daima elbisen sade, yoldaşın derviş, sermâyen fıkıh kitapları, evin mescid, dostun Allah Teâlâ hazretleri olsun t

Abdülhâlik Gucdüvânî hazretleri hicri 616 (m. 1219) senesinde vefat etmiştir. Kabri bugün Özbekistan’ın Buhara şehri yakınlarındaki Gucdüvan (şimdiki telaffuzu Gic- duvan) kasabasındadır. Vasdyd (vasiyetname) ve AfafcÂmüt-ı Hemedânî isminde iki Farsça eseri vardır. Ayrıca Ez Guftâr-ı Hâce Abdülhâlik-ı Gucdüvânî isimli Farsça yazma eserde bazı sözleri bulunmaktadır. Gucdüvânî hazretlerinin Hâce (veya Hoca) lakabına nisbetle kendisinden sonra devam eden tasavvuf yolu “Hâcegân (Hoca gân) Tarîkati” diye anılmıştır. Gucdüvânî hazretlerinin vefatından sonra yerine mürid ve halifesi Hoca Arif Rîvgerî geçmiştir.

  1. Arif Rîvgerî(K.S)

Hoca Arif Rîvgerî, Buhara’nın kuzeyinde ve Gucdüvâna bir fersah (takriben 7 km.) mesafedeki Rîvger köyünde doğdu. Burası şimdi Şafirkan dâhilinde olup Revga- ri diye anılmaktadır. Hâce Ârif’in doğum tarihi bilinmemekle birlikte, Abdülhâlik Gucdüvânî nin diğer halifeleri olan Ahmed Sıddîk ve Evliyâ Kebîrden yaşça daha küçük olduğu anlaşılmaktadır. Gucdüvânîye bağlanıp tasavvufî eğitime başlayan Rîvgerî, Gucdüvânî nin vefâtından sonra Ahmed Sıddîka tâbi oldu. Ahmed Sıddîk’m vefatından sonra Evliyâ Kebîr Buhara’da, Arif Rîvgerî de memleketi olan Rîvger’de Gucdüvânînin icâzetiyle irşada başladılar.

Kaynaklarda hayatı hakkında yeterli bilgi olmayan Arif Rîvgerî, Ârifnâme adlı eserinde kendi ismini Muhammed Arif Rîvgerî diye kaydetmiştir. Rîvgerî hakkında nakledilen menkıbelerden birisinde onun küçük yaşta Gucdüvânî nin hizmetine girdiği, bu dönemde çok ibâdet ve hizmetle meşgul olduğu, hatta uyumamak İçin gözlerine tuz doldurduğu, bunu gören Hızır (a.s)’ın Rîvgerî nin ârif bir zât olması için duâ ettiği ve bu duânın bereketiyle onun ârif olduğu nakledilir.


Gucdüvânînin yanında seyr u sülûke (tasavvufî eğitime) devam eden Rîvgerî, zamanla tasavvuf yolunda ilerleyerek onun en gözde müridlerinden biri olmuştun Rivayete göre» Ahmed Yesevî, bazı müridleriyle birlikte hacca giderken Gucdüvâna uğran Abdülhâlik Gucdüvânî onları misafir edip büyük bir ziyafet verir. Seher vakti olunca Hâce Abdülhâlik, Kabe’yi (kerâmetle) Gucdüvâna getirir ve misafirler de onu tavaf ederler. Sonra Ahmed Yesevi: “Ey Hâce Abdülhâlik! Sizin öldürücü bir müridiniz varmış. Söyleyin de onun hâlini görelim” der, Gucdüvânî de Hoca Arif Rîvgerî ye işaret eder, Rîvgerî nin bir el çırpmasıyla 400 atın boynundan kan akmaya başlar. Bunu görenler: "Gerçekten de öldürücüymüş” derler.

Rîvgerî hakkmdaki bir diğer menkıbede, alenen günah işleyip etrafın ı rahatsız eden bir grup insanı nazar ya da dua ile birbirine düşürdüğü, hatta bu yüzden Gucdüvânî nin ikazına mâruz kaldığı nakledilir. Bu menkıbelerdeki rivâyetlerden Arif Rîvgerî nin meşreben celalli bir zât olduğu anlaşılmaktadır. Kendisine Buhara-Niyâzâbâd halkı için Kabe’yi getirmek ve duvara binip gitmek gibi kerametler de nisbet edilmektedir.

Anlaşılan o ki, Moğol istilası döneminde yaşayan Rîvgerî hazretlerinin gerçek hayatı hakkında donemin kargaşasından dolayı fazla eser kaleme alınamamış, çok sonraları yazılan eserlere de sadece efsânevî bilgiler ulaşmıştın

Rîvgerîhin sözlerinden birisi şudur: “Tedbîr bağıyla bağlı olan kişi peşinen Cehennemdedir Takdîr-i İlâhîyi düşünen kişi ise peşinen Cennet’tedir”

Ârif Rîvgerîhiıı bilinen tek eseri Ârifnâmedir. Hâce Naîm isminde bir zât, Rîv- geriden muhtasar tasavvuf! bir risale yazmasını rica etmiş, Rîvgerî de bu talep üzerine Buharamn Nûr kasabasında h. 622 senesinde bu eseri Farsça olarak kaleme almıştır Nasihat türünde olan bu eser, ilk dönem sûfîlerinin söz ve menkıbelerine yer vermektedir Eserin sonunda Rîvgerîhin şeyhi Gucdüvânîhin birkaç menkıbesi ile vefâtı anlatılmaktadır

Rîvgerî hazretleri Ârifnâme isimli eserinde şöyle der:

“İnsan saadete ulaşmak istiyorsa kendisini melekler derecesine çıkarsın! Yani nefsânî arzularına meyletmeyip bilâkis nefsini kendisine itaat ettirsin! Böylece iç âlemi temizlensin, her zaman Allah’ı zikreder olsun ve söz verdiği kulluğu hakkıyla îfâ edebilmek için bütün gayretiyle çalışsın! Allah’tan başkasını kendisine mahbûb (dost) edinmesin ve Allah’tan gayrısından ümitvâr olmasın! Her zaman hayırlı insanların hizmetinde bulunsun! Keskin kılıç gibi olan vakte karşı dikkatli olsun; hiçbir dakikayı gaflet ile beyhûde geçirmesin! Allah’ın ismini her zaman zikretsin, gönlü, cemâli sıfatların mazhan (aynası) ol- i» sun!

“Mârifeti elde etmenin ilk şartı; nefsânî arzuları bertaraf etmek, kerahetlerden ve şüpheli lokmalardan uzak durmak ve helâl- lerle gıdâlanmaktır” “Boynuna ağır yük yüklenmiş bir kuş düşün; bu kuş hiç uçabilir mi?! Bunun gibi sâlikte de dünyaya bağlılık çoksa, o da Allah’a doğru kanat açamaz ve talep vâdisine adım atamaz!5*

Rîvgerde vefat eden Ârif Rîvgerî5nin vefat târihi ihtilaflı ise de, Ârifnâme adlı eserini “Nûrun ala nûr” cümlesinin ebced değeri olan h. 622 (1225)Ue kaleme aldığına göre bu târihten sonra vefat etmiş olmalıdır Ayrıca Ârifnâme nin sonuna müstensih tarafından yazılan beyitte Rîvgerî nin vefatı için “Kutb-i zaman ve arifi biltâh” cümlesi târih düşürülmüştür ki 634 (1236-37) târihine tekabül etmektedir Kabri Özbekistan’da, Buhara nin Rîvger köy ündedir

Ârif Rîvgerî hazretleri vefât ederken geride halife olarak Mahmûd Encîrfağnevî yi bırakmıştır.

  1. Mahmûd Encîrfağnevî (K.S)

Buharanın takriben 20 km. kuzeyindeki Vâbkenî ilçesinin (şimdiki adı Vabkent) En- cîrfağnî köyünde doğdu. Bu köy şimdi Encirbağ adıyla anılmaktadır. Babasının adı Emir Yahya’dır. Peygamber Efendimiz’in (a.s) neslinden geldiği nakledilir. Encîrfağ- nî’de doğup büyüyen Hâce Mahmûd, sonradan Vâbkenî’ye taşınıp orada ikâmet etti. İnşaat ustalığı yaparak geçimini sağlayan Mahmûd Encîrfağnevî, Arif Rîvgerî’ye bağlanarak tasavvufî eğitimini (seyr u sülük) tamamladı ve onun halifesi (yerine geçen vekili) oldu. Vâbkenî mescidinde yıllarca halkı irşâd etti, müridler yetiştirdi. Kaynaklarda Seyyid Ömer ve Mevlânâ Necmeddin Hâcib isminde iki oğlunun ismi geçer.

Mahmûd Encîrfağnevî, Hâcegân tarîkatinde cehri (yüksek sesle yapılan) zikri ilk başlatan kişidir. Onun hafi (sessiz) zikri bırakıp cehri zikre yöneldiği Buhara’da duyulunca Abdülhâlik Gucdüvânînin halifelerinden Evliya Kebîr, Encîrfağnevînin yanma gidip Hâcegân tarikatinin prensiplerinde cehri zikrin bulunmadığını, bu işe niçin başladığını sorar. Encîrfağnevî de, şeyhi Arif Rîvgerî’nin ölüm döşeğinde iken kendisine dil ile zikir yapmaya izin verdiğini söyler. Evliya Kebîr, "gerçek ariflere göre dil kalptir” diyerek cehri zikri bırakması için ısrar etmesine rağmen, Encîrfağnevî bu usûlü bırakmaz.

Buharanın önde gelen âlimlerinden Hâfızuddîn Kebîr Buhârî, Encîrfağnevî’ye hangi niyetle cehrî zikir yaptığını sorunca ondan şu cevabı aldı: “Uyuyanlar uyansın, gâ- filler kendine gelip hakikat yoluna yönelsin, istikâmet ile şeriat ve tarîkate girsinler, bütün hayırların anahtarı ve mutlulukların aslı olan hakîkî tevbeye ve Hakka yönelmeye rağbet etsinler diye cehrî zikir yapıyoruz”. Hâfızuddîn bu cevabı beğenip “Sizin niyetiniz doğrudur ve bu iş size helâldir” dedikten sonra Encîrfağnevî’nin cehrî zikri tanımlamasını rica etti ve gerçek bir zikir ile sahtesinin nasıl ayrılacağını sordu. Encîrfağnevî şu cevabı verdi: “Cehrî zikir ancak, dili yalan ve gıybetten, boğazı haram

ve şüpheli şeylerden arınmış, kalbi riyâ ve gösterişten, gönlü de Hak’tan başkasına yönelmekten temizlenmiş olan kişi için caizdir”.

Kaynaklarda, Encîrfağnevî’nin beyaz büyük bir kuş şeklinde havada uçtuğu ve halifesi Ali Râmîtenî ile konuştuğu anlatılmaktadır. Kuş şekline girme motifine Türk velîlerine ait menkıbeler arasında sıkça rastlanır. Mahmûd Encîrfağnevî’nin vefat târihi hakkında eski kaynaklarda bilgi bulunmamaktadır. Sonraki eserlerde verilen h. 715 (1315) ve 717 (1317) târihleri kanaatimizce bir miktar daha geriye alınmalıdır. Bu konuda Harîrîzâde’nin verdiği h. 685 (1286) târihi daha mâkuldür. Kabri Buhara’nın Vabkent ilçesinin Encirbağ köyündedir. Kabri yanında bir mescid ile su kuyusu bulunmakta ve bu suyun şifâlı olduğuna inanılmaktadır. Mahmûd Encîrfağnevî hazretlerinin vefatından sonra yerine Hoca Ali Râmîtenî geçmiştir.


Buhara’nın Râmîten kasabasında doğdu. Mahmûd Encîrfağnevî ye bağlanıp tasavvufî eğitimini tamamladı ve onun halifesi oldu. Bir süre Râmîten civârında halkı irşâd ettikten sonra Bâverde (Ebîverd) göç etti. Orada da bazı müridleri oldu. Bilâhare Bâverdden Hârezme gitti ve oraya yerleşti. Bu yüzden Buharahlar kendisine Ali Râmîtenî derken, Hârezmliler Ali Bâverdî demekteydiler. Tasavvuf ehli arasında “Azîzân’ lakabıyla meşhur İdi: Rivâyete göre, kendisine âit bir söz söyleyeceği zaman "Azîzân (Azizler) şöyle diyor” diyerek cümleye başlardı. Bu yüzden Azîzân lakabıyla meşhur oldu.

Ali Râmitenî hazretlerine “Azîzân” denmesinin başka bir sebebi de şöyle anlatılır: Bir zaman Ali Râmîtenîhin evinde iki-üç gün yiyecek bir şey bulunmadı. Evdekiler açlık sebebiyle çok üzülüyorlardı. Gelen misafire de evde ikram edecek bir şey yoktu. O sırada Ali Râmitenî hazretlerinin talebelerinden yiyecek satan bir genç, pirinç doldurulmuş bir horoz hediye getirdi. «Bu yemeği, sizin ve yakınlarınız için hazırladım. Eğer hediyemizi kabul buyurursanız, bizi memnun edersiniz.” diyerek yalvardı. Bu nâzik anda gelen yemekten son derece hoşnud olan Râmîtenî, o tale-


besine iltifatlarda bulundu. Bu yemeği, misafirine ikrâm ederek ağırladı. Misâfir gittikten sonra o talebesini çağırtarak; “Getirdiğin bu yemek, sıkıntılı bir ânımızda imdada yetişti. Sen de bizden her ne muradın var ise iste! Çünkü hacet kapısı şu ânda açıktır.» buyurdu. Genç de: «İlimde ve evliyâlık makâmında size benzemekten başka bir arzum yoktun Beni bu hâle kavuşturmanızı istirham ediyorum efendim!” dedi.

Ali Ramîtenî hazretleri: «Çok zor ve yükü ağır bir iş arzû ettin. Bunun yükünü kaldıramazsın. Üzerimizdeki yük, senin omuzlarına çökecek olursa ezilirsin. İstersen başka bir dilekte bulun.» buyurdu. Genç ise; «Dünyâda tek muradım, aynen sizin gibi olmaktır. Size benzemekten başka bir şey beni teselli etmez. Buna rağmen, siz nasıl arzu buyurursanız, ona râzıyım efendim.» dedi. Bunun üzerine Ali Ramîtenî hazretleri; «Pekâlâ» buyurup, elinden tutarak berâberce husûsî halvethânesine girdiler. Yüzyüze oturarak, o şahsa teveccüh etmeye başladı. O genç, bir müddet sonra zâhir ve bâtında Allah Teâlâ nin izniyle Ali Râmitenî nin derecelerine kavuştu. Fakat aşktan İlâhî sarhoş olup, kendinden geçti. Öylece kırk gün daha yaşayıp vefât etti.


Ona bir anda kendi makamlarım verip, kendisi gibi yaptığı için, "iki aziz” mânâsında, hazret-i üstadın ismi «Azîzân» olarak kaldı.

Hârezme gittiğinde kendisini sâdece dokumacı olarak tanıtan Ali Râmîtenî, iki müridi vâsıtasıyla o bölgenin padişahından yazılı olarak ikâmet izni aldı. Hârezm’de her sabah ırgat pazarına gider, bir iki işçi alıp evine getirir, ikindi namazına kadar onlarla dînî ve tasavvufî konularda sohbet eder, sonra da ücretlerini verip gönderirdi. Ancak bir kez sohbetinde bulunanlar bir daha ayrılmak istemez, sonraki günlerde tekrar gelirlerdi. Böylece kısa sürede birçok müridi oldu. Bu durumu tedirginlikle karşılayan bazı kişiler durumu pâdişâha bildirdiler ve ardına bunca insanı toplayan bir şeyhin pâdişâh için potansiyel bir tehlike ve rakip olabileceğini ileri sürdüler. Pâdişâh da Râmîtenî nin Hârezm’den çıkmasını istedi. Ancak Râmîtenî elindeki ikâmet iznini gösterince orada kalmasına izin verdi ve aralarında bir dostluk başladı.

Nakledildiğine göre, Râmîtenî Hârezm’de pazarın kurulduğu gün akşam saatlerinde iplikçiler pazarına gider, kimsenin beğenip almadığı iplikleri değeri üzerinden satın alır ve evine getirirdi. O bir köşede ibâdetle meşgul olurken iplikler kendiliğinden dokunur ve kumaş hâline gelirdi. Bu işi gayb erenleri, müslüman cinler ya da meleklerin yaptığı kabul edilmekteydi. Râmîtenî bu kumaşları satıp elde ettiği kârı üçe böler, âlimlere, fakirlere ve kendi ailesine sarf ederdi.

Ali Râmîtenî nin okuma yazma bilmediği nakledilmesine rağmen kendisine Ma/ıhü- bu’l-ârijîn isminde bir eser izafe edilmiştir. Râmîtenî nin şifahî olarak anlattığı bazı konular müridleri tarafından yazıya aktarılmış ve bu eser meydana getirilmiş olabilir. Tasavvuf yolunda müridin uyması gereken on şartı konu alan bu küçük Farsça risalenin yazma ve matbû (basılı) nüshaları vardır. Öte yandan Râmîtenî’nin bazı sözlerini, oğlu Hoca İbrahim birkaç varaklık küçük bir risâlede toplamış, bu risalede yer alan

ve almayan Râmîtenî’ye âit hikmetli sözlere, Muhammed b. Nizâm el-Hârezmî el- Erzengî bazı açıklamalar eklemiş ve Şerh-i Risâle-i Azîzân ya da Menâkıb-ı Hoca Ali Aztzân-ı Râmîtenî adıyla bilinen eser meydana gelmiştir.

Ali Râmîtenî hazretleri ile aynı yüzyılda yaşayan büyük âlim ve Kübrevî şeyhi Alâüd- devle Simnânî zaman zaman Râmîtenî hazretlerine mektup yazar ve sorular sorardı. Bir gün yine bir talebesi gelerek Ali Râmitenî hazretlerine, hocasının şu sorulara cevap istediğini bildirdi. Suâllerinden birisi şöyle idi: “Biz, gelenlere her hizmeti yaptığımız hâlde, gelenler size gelir. Biz mükellef sofralar, çeşit çeşit yemekler ikrâm ettiğimiz hâlde, sizde böyle bir şey yok iken, gene de insanlar sizden râzı bizden değillerdir. Bunun sebebi nedir?”

Cevap: Minnet karşılığı (bir beklenti ile) hizmet edenler çoktur. Hizmetini minnet (lütuf) bilenlerse azdır. Çalışınız ki, hizmetinizi minnet bilesiniz. O zaman şikâyetçiniz olmaz.

İkinci suâl: Duyduğumuza göre, sizi Hızır aleyhisselâm terbiye etmiş; bu nasıl olmuştur?

Cevap: Allah Teâlânm, zâtına âşık öyle kulları vardır ki, Hızır da onlara âşıktır.

Üçüncü suâl: İşittik ki, siz gizli zikir yerine açık zikirle uğraşmaktasınız. Bu nasıl olur?

Cevap: Biz de işittik ki, siz, gizli zikirle meşgûl imişsiniz. Mademki işittik, demek sizinki de gizli zikir değil. Gizli zikirden murâd hiçbir şeyin bilinmemesi değil midir? Ha gizli zikirle meşgûl olmuşsunuz, ha açık zikirle. İkisi de eşittir.

Hoca Ali Râmîtenî’nin meşhur sözlerinden bazıları şunlardır:

“Muhabbetin şartı muvâfakattır (uymaktır). Hz. Peygamber’! sevdiğini iddia eden kişinin ona uyması gerekir” “Hak Teâlâ ile sohbet edin. Eğer Onunla sohbet edemi-

gibidir. Bir kişinin iki kız kardeşi birden nikahlaması mümkün değildir. Dünya ve âhiret sevgisi bir arada bulunmaz. Oysa ikisi de mahlûktur, O halde yaratıcı ile yaratılmışın sevgisi bir arada nasıl bulunsun?” “Güze/söz/er Onayükse/ir (Fâtır, 35/10) âyetinin hükmünce, zikir kuşunun kanat açıp uçabilmesi için iki kanadı olması gerekir. Biri huzur, diğeri ihlâs” “İki şeye çok dikkat ediniz: Konuşurken ağzınızdan çıkana, yemek yerken ağzınıza girene!’*

“Allah Teâlâ, mümin bir kulunun gönlüne bir gecede üç yüz altmış defâ nazar eder” sözünün mânâsı şudur: “Kalbin, vücûda açılan üç yüz altmış penceresi vardın Gönül, Allahü teâlânın zikriyle kaynayıp coşunca, Allah Teâlâ o kalbe nazar eden Bu nazar İle kalbe doğan feyzler ve nûrlar, bu üç yüz altmış koldan bütün vücûda yayılır. Böyle nurların ve feyzlerin yayıldığı bir uzuv, kendi haline göre zevkle ibadet eden yapılan tâat ve ibâdetlerden lezzet alının*

Buyurdular ki: “Talebenin, maksadına kavuşması için çok çalışması, nefsini terbiye etmek için çok uğraşması lâzımdır. Fakat bir yol vardır ki, nefsi itminana kavuşturup, ruhu kısa zamanda yüksek derecelere ulaştırır. O da; Allah Teâlâ’nın sevgili kullarından birinin gönlünü kazanmaktın Zîrâ, onların kalbi, Allah Teâlâ’nın nazar ettiği yerdir.”

Buyurdular: “Eğer (o devirde) yeryüzünde Hoca AbdülhâlikGucdüvânînin evlâdından (müridlerinden) biri bulunsaydı, Hallâc-ı Mansûr dar ağacına gitmezdi” Yani o mürîd, Hallâc ı bir üst makama geçirirdi (Hallaç da Ene’l-Hak demez ve idamdan kurtulurdu).

Ali Râmitenî hazretleri: “Ey îmân edenler, Yüce Allaha nasuh (samimi) tevbesi ile tevbe ediniz.” meâlindeki Tahrim sûresinin sekizinci âyetini açıklarken buyurdu ki: “Bu âyet-i kerîmede hem işâret, hem de müjde vardır, Tevbeden dönseniz de tevbe ediniz demesi işârettir. Müjde ise tevbenin kabûlüdür. Çünkü Allah Teâlâ tevbeyi kabûl etmeyecek olsaydı, bunu emrelmezdi. Emretmesi kabûl etmesini gösteriyor. Ancak tevbe dilden değil, gerçekten kusurunu bilerek kalpten olmalıdır”

Bir gün Mevlânâ Şeyh Bedreddîn Meydânı hazretleri. Ali Râmîtenî hazretlerine gelerek şöyle sordu: “Allah Teâlâ Ahzâb sûresi 41. âyetinde meâlen; “Ey îmân edenler! Allah’ı çokça zikrediniz?" buyurmaktadır. Bu zikirden murad mânâ dil zikri midir, kalb zikri midir?” Ali Râmitenî hazretleri bu soruyu şöyle cevapladı: “Tasavvuf yoluna ilk girenler için dil zikridir İşin sonuna varanlar için de kalb zikridir Bu yola ilk giren kimse yüce Allah’ı kendini zorlayarak da olsa zikretmeye çalışın Yolun sonuna varan kimsenin durumu ise öyle değildir. Kalb zikirden etkilenince onun bu etkisi bütün bedene varır, hemen her organ zikr etmeye başlar işte o zaman çokça zikir başlar Yine o zaman bir günlük ibâdet, bir senelik ibâdet yerine geçer.

Ali Râmîtenî’ye “îman nedir?” (bazı kaynaklarda "Tasavvuf nedir?”) diye sordular: “Ayırmak ve birleştirmek” diye cevap verdi. Yani gönlü mâsivâdan (dünyevî şeyler- den) ayırmak ve Hak Teâlâ İle beraber olmak. Kendisine “cehri zikri hangi niyetle yapıyorsunuz” diye sorulunca şöyle cevap verdi: “Bütün âlimler, ölüm döşeğindeki insana kelime-i tevhidi telkin etmenin ve o kişinin yüksek sesle zikretmesinin câiz olduğunda müttefiktirler. Dervişlere göre, zaten her nefes son nefestir”

Hoca Ali Râmîtenî hazretleri buyurur:

“İrşâd işine giren bir kimse, önce müridin yani talebenin yeteneğini, kabiliyetini tanımalıdır. Bunu bildikten sonra ona zikir telkini yapar, yeteneğine göre onu yetiştirin Bu bakımdan mürîd terbiyesi işine girmiş olan kişi, tıpkı kuş yetiştiricisi gibidir. Kuş terbiyecisi, kuşun kursağına ne kadar yem gireceğini bilmesi gerekir ki ona fazla yem yüklememelidir. Buna göre mürşid olan zât da, müridin kâbiliyeti nisbetinde ona zikir telkini yapar.”

Ali Râmîtenî ye oğlu Hoca İbrâhim sordu: “Hallâc-ı Mansûr Ene’l-Hak (Ben Hakkım) dedi, onu parça parça edip külünü savurdular, Bâyezîd Bistâmî de Leyse fi cübbetî si- vallâh (cübbemde Allah’tan başkası yok) dedi, ona bir şey demediler. Bunun hikmeti nedir?” Râmîtenî şöyle cevap verdi: “Mansur, benliği öne çıkardı ve Ene (ben) diyerek cümleye başladı, bu sebeple ona bu musibet erişti. Bâyezîd ise yolduğu ve hiçliği öne çıkardı, Leyse (değil, yok) ile cümleye başladı, selâmette kaldı”

Ali Râmitenî hazretleri, Allah Teâlâ katında sevgili bir kul olabilmenin on şartı olduğunu bildirip bunları şöyle sıralamaktadır:

Birincisi; temiz olmaktır. Temizlik de iki kısma ayrılır 1- Zahirî temizlik: Dış görünüşün temiz olmasıdır. Bu, bütün insanların dikkat edeceği hususlardandır. Giyecek, yiyecek, içeceklerin ve kullanılacak bütün eşyâların temiz olmasıdır. 2- Bâtm temizliği: Kalbin iyi huylarla dolu olmasıdır. Hased etmemek, başkaları hakkında kötülük düşünmemek, Allahü teâlânm düşmanlarından nefret etmek, dostlarına da muhabbet etmek gibi Cenâb-ı Hakk’ın beğendiği iyi huylardın Kalb, Allah Teâlânm nazar-

;î!i h ’l

gâhıdır. Bu sebeple kalbe dünyâ sevgisi doldurmamahdır. Haram olan yiyeceklerle beslenmemelidir. Nitekim hadîs-i şerifte; “Uzak yoldan gelmiş, saçı sakalı dağılmış, yüzü gözü toz içinde bir kimse, ellerini göğe doğru uzatıp duâ ediyor. Yâ Rabbi! diye I yalvarıyor. Hâlbuki, yediği içtiği haram, gıdası hep haram. Bunun duâsı nasıl kabûl olur?” Yâni haram yiyenin duası kabûl olmaz buyruldu. Gönül, kalb temiz olmazsa ibâdetlerin lezzeti alınamaz, mârifete, Allah Teâlâ’ya âit bilgilere kavuşulamaz.

ikinci şart, dilin temizliğidir. Dilin münâsebetsiz ve uygun olmayan sözleri söylemeyip susması, Kuran-1 kerim okuması, emr-i ma’rûf ve nehy-i münkerde bulunması, Allah Teâlâ’nın emirlerini yapmayı ve yasaklarından kaçınmayı bildirmesi, ilim İ öğretmesi gibi. Zîrâ sevgili Peygamberimiz; “İnsanlar, dilleri yüzünden Cehennem’e atılırlar.” buyurdu.

1

Üçüncü şart; mümkün olduğu kadar insanlardan uzak durmağa çalışmalıdır.

Dördüncü şart; oruç tutmaktır. İnsan oruç tutmak süreriyle meleklere benzemiş ve nefsini kahretmiş olur. Bununla ilgili hadîs-i kudsîde; “Oruç bana aittir. Orucun ecrini ben veririm. Sevâbı nihâyetsizdir. Muhakkak, sabrederek ölenlerin ecirleri hesapsızdır.” buyrulmaktadır. Yine hadîs-i şerifte; “Oruç, Cehennem’e kalkandır.” buyuruldu. Oruç tutarak gönlü huzûra kavuşturmalı ve şeytanın yolunu kapatıp, siper hâsıl etmelidir.

I

Beşinci şart; Allah Teâlâ’yı çok hatırlamak, ismini çok söylemektir. En faziletli olan zikir, “Lâ ilâhe illallah”tır. Lâ ilahe illallah diyen kimse ihlâs sahibi olur. İhlâs; bütün işlerini Allahü teâlânın rızâsı için yapmak, dünyâya âit mal ve makamlardan hevesini kesip âhireti istemektir. İhlâslı kimse; “İlâhî! Benim maksudum sensin, seni istiyorum!” der. Nitekim ResûluIIah efendimiz, “Lâ ilâhe illallah” demenin çok faziletli olduğunu ve günahlarm affedileceğini buyurdu. Allahü teâlâ, Kuran-ı kerîmde, Ahzâb sûresinin kırk birinci âyet-i kerîmesinde meâlen; “Ey îmân edenler! Allah’ı çok zikrediniz.” buyurdu. Nefsin arzu ve isteklerinden kurtulmak için devamlı zikretmelidir.

Altıncı şart; hâtıra yâni kalbe gelen düşünceleri kontrol etmektir. İnsanın kalbine gelen düşünceler dört kısımdır. Bunlar; Rahmani, melekî, şeytanî, nefsânîdir. Hâtır-ı rahmânî; gafletten uyanmak, kötü yoldan doğru yola kavuşmaktır. Hâtır-ı melekî; ibâdete, tâate rağbet etmektir. Hâtır-ı şeytânî; günahı süslemekdir. Hâtır-ı nefsânî de; dünyâyı taleb etmek, istemektir. Şeytânî ve nefsânî düşüncelerden kurtulmak gerekmektedir.

Yedinci şart; Allah Teâlâ’nın hükmüne rızâ göstermek, irâdesine teslim olmaktır. Havf ve recâ, korku ve ümid arasında yaşamaktır. Zîrâ Allah’tan korkan kimse, günah işlemez. Ayrıca mümin, ümitsizliğe de düşmez. Allahü teâlâ, ümitsizliğe düşmemeyi emretmektedir.

Sekizinci şart; sâlihlerle sohbeti tercih etmektin Sâlihlerle sohbet edildiği takdirde, günahlara perde çekilir, haramlar gözüne kötü görünün

Dokuzuncu şart; iyi ve güzel hasletlerle bezenmektir. Bu da, her şeyi yaratan Allah Teâlâ’nın ahlâkıyla ahlâklanmaktır. Çünkü Peygamber efendimiz; “Allah Teâlanın ahlâkıyla ahlâklamnız” buyurdu.

Onuncu şart, helâl ve temiz lokma yemektir. Bu da farzlardandır. Nitekim Allah Teâlâ, Bakara sûresinin yüz altmış sekizinci ayet-i kerimesinde meâlen; “Yeryüzün- dekilerden helâl ve temiz olanını yiyiniz,” buyurmaktadır. Peygamber efendimiz ise: «ibâdet on cüzdün Dokuzu helâh taleb etmektir.» Geriye kalan bütün ibâdetler bir cüzdür. Helâl yemeyen kimse, Allah Teâlâ’ya itaat etme gücünü kendisinde bulamaz. Helâl yiyen kimse de, Allah Tâlâ’ya isyankâr olmaz. Helâl ve temiz yer, isrâf etmez.

Hârezm’de halkı irşada devam eden Hoca Ali Râmîtenînin 130 sene kadar yaşadığı nakledilir. Vefat târihi olarak 28 Zilkade 715 (23 Şubat 1316) ile 721 (1321) târihleri verilmektedir. Bazı kaynaklarda Bahâeddîn Nakşbend’in, Ali Râmîtenî hayatta iken dünyaya geldiği nakledilmektedir. Nakşbend’in h. 718 (1318)’de doğduğu bilindiğine göre, Râmîtenfnin vefatı için h,721 (1321) târihi kabul edilebilir.

Ali Râmîtenî nin kabri, eski kaynakların ifâdesiyle Hârezrndedir. Halkın ziyâretgâhı olan kabir bugün Türkmenistan’ın kuzeyinde Taşhavuz (Daşoğuz) vilâyetinin Köne Ürgenç kasabasmdadır. Şeydi Ali Reis (ö. 970/1562), Orta Asya’dan geçerken Hârezm’de Râmîtenî nin kabrini de ziyâret etmiştir. Son zamanlarda Buharanın Râmi- ten kasabasının Kurgan köyünde Ali Râmîtenî’ye bir kabir daha nisbet edilmiş ise de gerçek kabir KÖne Ürgenç’teki olmalıdır.

Alı Râmîtenî hazretleri Hârezm’de vefat ederken geride beş halife bıraktı. Bunlardan en meşhuru Muhammed Baba Semâsî’dir,

14. Muhammed Baba Semâsı (K.S)

Buharanin Râmîten kasabasının Semâsı köyünde doğdu. Babası Seyyid Abdullah’tır. Gençliğinde ilim tahsili ile meşgul olan Muhammed Baba Semâsının, babasının tavsiyesi ile Mahmûd Encirfağnevî ye intisap ettiği, Encîrfağnevînin de onu halifesi Ali Râmîtenî ye havale ettiği nakledilir. Ali Râmîtenî nin yanında tasavvufî eğitime devam eden Semâsî, onunla birlikte Hârezme gitti, tasavvufî eğitimini tamamlayıp onun halifelerinden biri oldu. Sonra Buhara yakınlarındaki Semâsî köyüne dönüp halkı ir^âda başladı. İki oğlu vardı. Büyük oğlu meczup bir kişi idi. Diğer oğlu Hâce Mahmûd ise Semâsî nin halifelerinden idi.

Muhammed Baba Semâsî gaybet ve istiğrak hâli galip olan bir zâttı, Semâsî köyünde küçük bir üzüm bağı vardı. Bazen oraya gidip asmaları budardı. Onları budarken kendinden geçer, elindeki bıçak yere düşer, o farkında bile olmadan istiğrak hâli içinde bir süre öylece kalırdı.

Manevî sohbetlerden İstifâdenin en önemli şartını ifade ederken şöyle derdi: “Hayâ sahibi, gayretli kişi, (sohbette) her sözü kendi üzerine alıp bir ders çıkarır.”


Rivâyete göre Hoca Bahâcddin Nakşbend doğmadan önce Muhammed Baba Semâsî bazı müridleriyle Kasr-ı Hinduvândan geçerken: “Bu topraktan bir yiğidin kokusu geliyor, yakında Kasr-ı Hinduvân Kasrı Ârifân olacak” demişti* Bahâeddîn henüz üç günlük bebek iken Baba Semâsî nin Kasr-ı Hinduvân’a geldiğini duyan dedesi küçük Bahâeddîriin göğsüne bir hediye koyup şeyhi Semâsînin huzuruna götürdü. Bebeği gören Semâsî: “O bizim oğlumuzdur, onu kabul ettik” dedi ve müridlerinden Emir Külâle: “Size daha önce birkaç defa bu topraktan bir yiğit kokusu geliyor demiştim* Buraya gelirken de, bu koku artmış, o yiğit doğmuş olsa gerek diye söylemiştim* İşte o yiğit bu çocuktur. Asrın mürşidi

Bahâeddîn Nakşbend hazretleri takriben on sekiz yaşına gelince dedesi onu evlendirmek istedi ve onu Semâsî köyüne gönderip Baba Semâsî Hazretlerini Kasr-ı Ârifâna dâvet etmesini istedi. Hoca Bahâeddîn (k*s) bu hâdiseyi şöyle anlatır:

“Evleneceğim zaman dedem beni Baba Semâsî Hazretlerfni nişan merâsimine dâvet etmek üzere gönderdi, Hazret’in evimizi bereketlendirmesini arzu etti. Semâsî Haz-

retleri ile müşerref olduğum zaman müşâhede ettiğim ilk keramet şu idi:

O gece» dinlemiş olduğum sohbetin feyziyle bende bir hâl meydana geldi. Kalkıp mescide gittim» iki rekât namaz kılıp başımı secdeye koydum. Huşû içinde Allah a yalvardım, O an dilimden şu duâ çıkıverdi: «İlâhî! Belâ yükünü çekmek» sıkıntılara katlanmak ve muhabbetin mihnetine tahammül etmek için bana güç-kuvvet ihsân eyle!»

Sabah olunca Baba Semâsî Hazretleri nin hizmetine vardım. Şöyle buyurdular:

«-Evlâdım, duada şöyle söylemek lâzımdır: "İlâhî, bu zayıf kulunu, fazl u kereminle razı olduğun işlere muvaffak eyle!” Eğer Hak Teâlâ, bir dostuna belâ gönderirse ona gereken kuvveti de lütuf ve inayetiyle ihsân eder, hikmetini ona açıklar. îmanın belâ istemesi doğru değildir. Edep ve hürmette kusur etmemek lâzımdır.»

I

Daha sonra yemek hazırlandı. Yemeği yedikten sonra bana bir ekmek daha verdiler. İçimden; «Burada doyuncaya kadar yedik. Bir müddet sonra da eve ulaşacağız, bu ekmeğe ne lüzum var!» diye geçti.

Yola koyuldular, ben de tam bir hürmet hâliyle arkalarından yürüdüm. İçimde ne zaman ihtilâf vâki olup zihnime farklı düşünceler gelse, «Evlâdım! Kalbi havâtırdan (lüzumsuz düşüncelerden) korumak lâzım!» buyuruyorlardı.

Yol üzerinde sevenlerinden birinin evine ulaştılar. Ev sahibi onu güler yüz ve hürmetle karşıladı. İçeri girince ev sahibinin sıkıntılı olduğunu gördüler.

«-Doğru söyle neyin var?» diye sorduklarında ev sahibi:

«-Bir miktar kaymak var, fakat yanma koyacak ekmeğim yok!» dedi. Semâsî Hazretleri bana dönerek:

«-0 ekmeği getir, bak nasıl işe yaradı!» buyurdular.

Bu hâli müşâhede ettikten sonra, o muhterem zâta inancım daha da ziyâdeleşti.”Baba Semasînin Kasrı Ârifâha yaptığı bu ziyaretten sonra çok yaşamayıp vefat ettiği anlaşılmaktadır. Vefat tarihi olarak kaydedilen en muhtemel tarih hicri 734 (1333) senesidir. Kabri Özbe- kistarida, Buhara yakınlarındaki Râmî- tenin Semâsî köyündedir.

Yazılı bir eser bırakmadığı anlaşılan Muhammed Baba Semâsfnin vefatından sonra geride dört halifesi kalmıştır: 1, Hâce Sû fi Sûhârî, 2. Hâce Mahmûd Semâsı» 3. Mevlânâ Dânişmend Ali» 4. Seyyid Emir KülâL Hâcegân tarikatini Nakşbendiyye’ye bağlayan silsile» Bahâeddîn Nakşbend’in de şeyhi olan Seyyid Emir Külâl ile devam etmiştir.









Peygamber Efendimiz in neslinden geldiği için “Seyyîd” ve “Emir” çömlekçilik yaptığı için de “Külâl” (çömlekçi) diye anılan Emir Külâfin gerçek adı bilinmemektedir. Babası Emir Hamza, Yesevî şeyhlerinden Seyyid Atanın dostu olup Buhara yakınlarındaki Efşene köyünde ikâmet etmekte İdi. Emir Külâl’in hicri 680 (m. 1281) senesi civarında doğmuş olduğu tahmin edilebilir.

Gençliğinde güreşe meraklı olan Emir Külâl, Râmîten köyünde bir güreş meydanında bulunduğu sırada devrin meşhur şeyhlerinden Muhammed Baba Semâsî kenardan onu izlemiş ve niçin güreş izlediğini soran müridlerine “Bu meydanda bir yiğit var, birçok kişi onun sohbetiyle kemâle erecek, onu avlamaya çalışıyorum” diye cevap vermişti. Bu esnada Baba Semâsî yi fark eden ve onun nazarından etkilenen Emîr Külâl güreş meydanını terk ederek Semâsî nin peşinden gitmiş, mtisap ederek sohbetlerine katılmıştır.

Uzun zaman şeyhinin sohbet ve hizmetinde bulunan Emir Külâl, haftada iki kez Pazartesi ve Perşembe günleri ikâmet etmekte olduğu Sûhârî köyünden Semâsî köyüne gider, şeyhinin sohbet ve hizmetinde bulunurdu. Bu şekilde tasavvufî eğitimini (seyr u sülûkünü) tamamlayan Emir Külâl, Baba SemâsFnin önde gelen halifelerinden biri oldu ve birçok mürîd yetiştirdi.

Rivayete göre, bir gün Emîr Külâl Cuma namazını BuharaHa kıldıktan sonra bazı müridleriyle Sûhârîdeki evine dönerken Kelâbâdâ geldiğinde çayırda oturmuş bir grup İnsan gördü. Emîr Timur da bunların arasındaydı. Timur, bu zâtın Emîr Külâl olduğunu öğrenince onun yanına gelip tavsiye istedi. Ancak Emîr Külâl “Biz meşâ- yıhtan işaret gelmedikçe bir şey söyleyemeyiz ama bekleyin ve uyanık olun, sizin işinizi aydınlık görüyorum” diyerek evine döndü. Orada halvete giren Emîr Külâl yatsı

namazından sonra sırdaşı olup Karaman köyünde ikâmet eden Şeyh Mansûr u çağırttı ve: “Hemen Timur’un yanma git ve hiç durmadan Hârezm’e hareket etmesini, orayı fethettikten sonra Semerkand’a yönelmesini söyle” dedi. Şeyh Mansûr bu haberi ulaştırınca Timur hemen Hârezm’e hareket etti. Onun hareketinden kısa bir süre sonra bir grup gelip Timur’un çadırını kuşattılar ama çadır boş olduğu için kimseyi bulamadılar.

Bu rivayeti destekleyen bazı cümleler, Timur’a nisbet edilen Tüzûkât adlı eserde de geçmektedir. Bu eserde Timur, Bedahşân’a gitmek istediğini, ancak Emir Külâl’in ona Hârezm’e gitmesini tavsiye ettiğini, bu tavsiye üzerine Hârezm’e gidip muzaffer olduğunu anlatır. Sonraları Semerkand’a yerleşen Timur, Emir Külâl’i Semerkand’a davet etmiş ise de bu davete icâbet edemeyen Külâl, kendi yerine oğlu Emir Ömer’i göndererek Timur’a mâzeret beyan etmiş, ayrıca takva ve adaleti tavsiye etmiştir.

Yine rivayete göre, Timur, Emîr Külâl’in halifelerinden Şemseddîn Külâl ile birlikte bir gece Emir Külâl’in ziyâretine gelmiş, intisap edip müridi olmuş, Emîr Külâl de onun tasavvufî eğitimini Şemseddîn Külâl’e havâle etmiştir.

Öte yandan Emîr Külâl’in, Ni'metullâhiyye tarîkatinin kurucusu olup o dönemde Mâverâünnehr’de bulunan Şâh Ni‘metullah Velî Kirmânî’yi (ö. 834/1431) Timur’a şikâyet ettiği ve “Askerlerden bir kısmı ona intisap etti, eğer saltanat dâvâsına kalkışırsa karşı koyacak güç yoktur” diye îkaz ettiği, bunun üzerine Timur’un: “Bir memlekette iki padişah olursa kargaşa olur, başka memlekete gitsinler” diyerek Şah Ni'metullah’ı Mâverâünnehr’den çıkardığı nakledilir. Nakşbendî literatüründe bulunmayan bu rivayet, Şâh Ni'metullah’ın menkıbelerini h. 911 (1505) senesinde derleyen Abdürrezzâk Kirmânî tarafından kaydedildikten sonra oradan istifâdeyle başka eserlere de geçmiştir. Timur ile yakın ilişkiler içinde bulunan Emîr Külâl’in ona böyle bir uyarıda bulunmuş olması mümkündür.

Emîr Timur Semerkand’a yerleşince, Buhârâ’ya gitmeyi arzu etti. Bu sebeple Emîr Külâl hazretlerine haber gönderip, bizim Buhârâ’ya gelmemize müsâade ederler mi? Şayet izin verilmezse, kendilerinin Semerkand’ı teşrif etmelerini arzu ediyoruz, nasıl buyururlarsa öyle yapalım.» dedi. Timur’un bu arzusu üzerine, Emîr Külâl hazretleri ne gelmesini, ne gitmeyi kabûl edemeyeceğini ve kendilerine duâ etmekte olduğunu söyledi. Bunları bildirmek ve Timur ile görüşmek üzere, oğlu Emir Ömeni vazifelendirdi. Oğlunu gönderirken şöyle dedi:

“Ey oğlum! Emir Timûr’a söyle! Eğer Allah Teâlâ’nın râzı olduğu yolda yürümek istiyorsa» takvâdan ve adaletten asla ayrılmasın. Bunları kendisine şiar edinsin ki, kıyâ- met günü kurtulabilsin! Yine talebelerimizle her zaman ona duâ ettiğimizi söyle. Eğer dünyâya meylederse, bu durumların faydasına kavuşamaz.” Emir Külâl hazretlerinin oğlu Emir Ömer, Semerkanda gidip, Timur ile görüştü. Babasının söylediği şeyleri aynen bildirdi. Birkaç gün sonra da, Buhâraya dönmek üzere Timûr’dan müsâade istedi. Ayrılırken, Timûr ona: “Buhârâ ve çevresini sizin emrinize bırakayım, ne olur kabûl edin? dedi. Emir Ömer; “Buna izin yok? dedi. Bunun üzerine Timûr: “Öyleyse Buhârâ şehrini Emir Külâl hazretlerine bağışlayayım? deyince, Emir Ömer yine: “Buna izin yok? dedi. Timûr: “Hiç olmazsa, Buhârâ yakınında ikâmet etmekte olduğunuz köyü size bağışlıyayım? diyerek, çok temennide bulundu. Emir Ömer şöyle dedi: “Babamdan şu sözleri İşittim: Sizin için; “Eğer, Allah adamı olan büyüklerin kalbinde bir yer kazanmak istiyorsa, takvâdan ve adâletten ayrılmasın. Kıyamet günü Allah Teâlâ’nın rahmetine kavuşmak bununla olur? buyurdu.

Dost ve müridlerine dînî emirlere ve ilme sarılmayı tavsiye eden Emîr Külâfin şöyle dediği rivâyet edilir: “Size birisi mezheple ilgili bir soru sorar ve siz bilemezseniz, bundan daha kötü bir şey olamaz ve bu durum, gaflette olduğunuzun alâmetidir... Âlimlere yaklaşın, çünkü onlar ümmetin ışığıdırlar?

Yine Emîr Külâl hazretleri şöyle derdi: “Geceleri ibadetle geçirseniz ve açlıktan beliniz keman teli gibi incelse bile, lokma ve hırkanız helâl olmadığı müddetçe maksada ulaşamazsınız!” “Ey dostlar! îhlâsh olunuz! Her işinizi Allah rızâsı için yaparsanız kurtulursunuz. İhlâssız işlenen amel, üzerinde pâdişâhın mührü olmayan para gibidir. Üzerinde pâdişâhın mührü bulunmayan parayı kimse almaz. Üzerine mühür vurulanı ise herkes alır. îhlâsla yapılan az amel, Cenâb-ı Hak katında çok amel gibidir, ihlâssız yapılan çok

amelin ise Hak katında kıymeti yoktur. Yaptığınız her ibadeti ve İşi ihlâs de yapınız! Böylece Allah Teâlâ’ya yakın ve rızâsını kazananlardan olursu- nuz.

“Dünya sevgisi ve bağlarının neminden kurtulmadığı müddetçe, vücut çömleği bir işe yaramaz. Çömleği pişirmek için sağlam olarak firma sürerler. Mânevi tasarruf fırınına giren çömleklerden bâzdan sağlam, bâzdan da kırık çıkar. (Yani eksikliğini gideremez, nefsânî arzularından kurtulamaz.) Biz, kırık çıkan çömlekler hakkında da ümitvâr oluruz. Çünkü onları hemen toz hâline getirir, başka bir çamurla karıştırıp çömlek yapar ve tekrar fırına veririz. Sağlam çıkana dek böyle yaparız. Yani bıkıp usanmadan terbiyelerine devam ederiz.”

Emîr KülâFin: “Ruhsatlardan uzak durun ve gücünüz yettiğince azimetle amel edin. Ruhsatla amel etmek zayıf insanların işidir” dediği rivâyet edilir.

Muhammed Bâbâ Semâsî nin talebelerinden bir kısmı, Emîr Külâl hazretlerine, ev- liyânın kerametinden sordular. Buyurdu ki: “Evliyânın kerâmeti haktır. Aklen ve naklen caizdir. Bu hususta evliyadan çok nakiller vardır. Malûm ve meşhûr olup, hiç şüphe yoktun Kalbi îmân nuruyla aydınlanmış olan herkes, evliyanın kerametine inanır ve bu hususta hiç şüphe etmez. Buna misâl çoktur. Süleymân aleyhisselâmm vezîri Âsaf’ın, Saba melikesi Belkîs’in tahtını bir ânda Sanattan Kudüse getirmesi gibi. Bir başka misâl, Hazret-i Ömer, bir defasında Medîne-i münevverede mescidde, Peygamber efendimizin minberi üzerinde hutbe okuyordu. Bu sırada çok uzaklarda düşmanla cihâda çıkmış olan Islâm ordusunun tehlikeli bir durumda olduğunu görüp, ordu kumandanına; "Yâ Sâriye, dağa dağa!” buyurdu. Uzakta olan kumandan Sâriye ve ordunun erleri, bu sesi duyup dağa çekildi. Düşmanın tehlikeli hücumundan korundu. Bu, apaçık bir kerâmettir. Eğer bir kimse, bu keramet, mûcizeden aşağı değil derse, bu yanlıştır. Çünkü, hiç bir velî, Peygamber derecesinde olamaz. Evliyâ-i kirâm buyurmuşlardır ki: "Evliyadan meydana gelen keramet, Peygamber efendimizin mucizesinden dolayıdır ve peygamberin peygamberliğini tasdik eder. Ona tâbi olmayı gösterir. Eğer peygamberler doğru sözlü olmasaydı, evliyanın kerâmeti de hâsıl olmazdı. Çünkü evliyâ, Nebfye tâbi olmuştur.”

Emîr Külâl hazretleri, ölüm hastalığında bulunduğu sırada, talebelerine şöyle vasiyet etti: “Ey kıymetli talebelerim! İlim öğrenmekten ve Muhammed aleyhisselâmm yoluna tabî olmaktan asla ayrılmayınız. Bu, mümin için bütün saâdetlerin ve nimetlerin vâsıtasıdır. Bunun için Resûlullah sallallahü aleyhi ve selem buyurdu ki: “ilim öğrenmek, her müslüman erkek ve kadına farzdır” Yâni her müslüman erkeğin ve kadının, kendine lâzım olan din bilgilerini öğrenemsi farzdır. Bunlar, sırasıyla şu bilgilerdir: 1- îmân ve îtikâd bilgileri. 2- Namazla ilgili bilgiler. 3- Oruçla ilgili bilgiler. 4- Zengin ise, zekât ile ilgili bilgiler. 5- Eğer zengin ise hac ile bilgiler. 6- Ana-baba hakkını öğrenmek. Allah Teâlâ’nın kendisinden razı olmasını isteyen, annesinin ve babasının rızâsını kazanır. Resûlullah efendimiz; "Allah Teâlâ’nın rızâsı, ana-babamn rızâsını kazanmakla elde edilir.” buyurdu. Bu bakımdan, ana-babamn hakkını gözetmek mühimdir. 7- Sıla-i rahm (akrabâyı ziyâyeret). 8- Komşu hakkını gözetmek. 9- Lâzım olan ahş-veriş bilgilerini öğrenmek. 10-HeIâli ve haramlan öğrenmek lâzımdır. Çünkü insanların çoğu, bilmediğinden ve bildiği ile amel etmediğinden helak olmuştur”.

Emîr Külâl şöyle derdi: “Kalbin, dilin ve bedenin temiz olması, helâl lokma yemeye bağlıdır. Bunu, iyi biliniz. Helâl lokma yiyen insanın midesi, içinde temiz su toplanan havuz gibidir. Bu havuzdan etrafa temiz su dağılır ve bu su ile çiçekler yetişir, ağaçlar meyve verir, ondan istifâde edilir”.

"Emr-i mârûf ve nehy-i münker, iyilikleri emredip, kötülüklerden sakındırmak vazifesini yerine getiriniz. Dînin yasak ettiği şeylerden, dîne uygun olmayan işlerden ve bid’atlerden sakınınız. Âyet-i kerîmede meâlen buyruldu ki: “Ey îmân edenler! Kendinizi ve evlerinizde ve emrinizde olanları ateşten (Cehhennem’den) koruyunuz ki, onun yakacağı, insanlar ve taşlardır...” (Tarim sûresi: 6). Âhirette bunlardan olmamak için çok korkup sakınınız!”

Uzunca bir ömür süren Emîr Külâl 8 Cemâziyelevvel 772 (28 Kasım 1370) tarihinde vefat ederek Buhara’nm Sûhârî köyünde defnedilmiştir. Zamanla Mîr Külâl adıyla anılmaya başlayan bu köyün şimdiki adı Yangi Hayat’tır. Kabri bir bağın içinde olup etrafı birçok başka kabirle çevrilidir. Kabrin üzerine 1996’da Pâkistanlı bir şahıs tarafından Hindistan-Pâkistan mimari tarzında bir türbe inşâ edilmiştir.

Yazılı bir eser bırakmadığı anlaşılan Seyyid Emîr Külâl’in menkıbeleri, oğlu Emîr Hamza’nm torunu olan Mevlânâ Şihâbeddîn tarafından Farsça olarak derlenmiş ve zamanla yayınlanmıştır (Makâmât-t Emîr-i Külâl, Buhara 1328/1909). Emîr Külâl hazretlerinin vefatından sonra onun yolunu mürid ve halifelerinden Bahâeddîn Nak- şbend hazretleri devam ettirmiştir.

Hoca Bahâeddîn Nakşbend hazretleri Orta Asya’da, bugün Özbekistan sınırları içinde bulunan Buhara şehrinin Kasr-ı Hinduvân köyünde hicri 718 (m. 1318) senesinde dünyaya geldi. Bu köy sonraları Kasr-ı Ârifân (Arifler Köşkü) adını almıştır. Gençliğinde bir süre Halil Ata isimli bir Yesevî şeyhinin yanında bulunup istifade eden Bahâeddîn Nakşbend, daha sonra Hâcegân tarikati şeyhlerinden Emîr Külâle mü- rid oldu. Rüyasında gördüğü Abdülhâlik Gucdüvânî hazretlerinin tavsiyesi sebebiyle tekkede cehri (sesli) zikirlere katılmaz, sessiz zikir yapardı.

Emîr Külâl’in tekkesinde bazı akşamlar cehrî zikir meclisleri kurulmaktaydı. Sohbetlere iştirâk eden Hoca Bahâeddîn, cehrî zikir başlayınca tekkeden çıkar ve zikre iştirak etmezdi. Bu durum bazı mürîdleri rahatsız etti ve ve dedikodulara sebep oldu. Bu dönemde bir gece Emîr Külâl’in tekkesine gittiğinde sohbete alınmayıp tekkeden

çıkarılan Bahâeddin Nakşbend’in tekke eşiğinde sabaha kadar karlar altında yatıp beklediği ve sabah namazı için çıkan Emîr Külâl’in onun bu hâlini görüp muhabbetle tekkeye kabul ettiği nakledilir

Bu konudaki onun şöyle dediği rivâyet edilir: Kış mevsiminde gayet sert bir havada, bir gece içimde Seyyid Emîr Külâl hazretlerinin sohbetine gitmek arzusu doğdu» Eski postumu üstüme alarak köyündeki dergâhına gittim» Emîr Külâl hazretleri dervişleriyle birlikte bir yerde oturuyorlardı. Mübarek nazarlarım benim üzerime çevirerek: KBu kimdir” diye sordular Ben olduğumu öğrenince: “Onu hemen dergâhtan dışarı çıkarın” diye işaret buyurdular. Evden dışarı çıktığım zaman, az kalsın nefsim bana isyan edip teslimiyet ve irâde dizginlerini elimden alacaktı. O anda ilâhı yardım bana yetişti. Kendi kendime: "Bu hor ve hakîrliğe, Allah’ın rızâsını kazanmak için katlana-


cağım. Bu yoldan vaz geçmek uygun değildir’» diyerek hemen başımı dergâhın eşiğine koydum ve: “Her ne hâl zuhur ederse etsin» bu eşikten başımı kaldırmayacağım” dedim, O sırada kar yağıyordu. Hava da çok soğuktu. Sabahın olmasına az bir zaman kala Seyyid Emîr Külâl dergâhtan (veya evinden) dışarı çıktı. Mübarek ayakları bu zayıf kulun başına basınca beni eşikten kaldırıp içeri götürdü. Kendimden geçmiş bir halde iken beni tekrar normal duruma getirdi. Sonra: “Ey oğul! Bu saadet elbisesi» senin boyuna göre biçilmiştir” diyerek müjdeledi. Mübârek elleriyle ayaklarımdan diken ve çer çöpü çıkararak temizledi» bana manen nazar etti.

Hoca Bahâeddin hazretleri sonraki yıllarda kendi müridlerinin gevşekliği üzerine bu olayı anlatır ve şöyle ilave ederdi: “Her sabah evimden dışarı çıktığımda» acaba bir mürîd başını kapımızın eşiğine koymuş mudur? diye hatırıma geliyor. Ne yazık ki şimdi herkes şeyh olmuş» mürîd kalmamış”

Müridlik döneminde zaman zaman tekke hizmetlerinde çalışan Hoca Bahâeddîn» yetişme döneminde şeyhinin tavsiyesi ile yedi sene hem hayvanlara hizmet ettiğini» hem de yolları temizlediğini ifâde etmiştir. Bu konuda şöyle dediği nakledilir: "O aziz zât bana şu tavsiyede bulundu: “Kalplere dikkat et. Düşkün» zayıf ve gönlü kırıklara yardımcı ol. Halkın iltifat etmediği kimselere iltifat et ve onlara karşı mü- tevâzı ol... Hayvanların bakımım da kibirlenmeden yerine getir. Çünkü hayvanlarda, Hak Teâlâ’nın mahlûku oldukları için rubûbiyet nazarı vardır, Eğer onların bir uzvunda yaraları varsa ilaç sürerek tedavi et... Yol ve geçitlerin bakımı ile meşgul ol. Eğer yol üzerinde insanların hoşlanmayacağı bir şey görürsen onu kaldırıp at ki oradan geçenlere bir zarar gelmesin”. O Allah dostunun bana emrettiği her işi, tam bir teslimiyet içinde yerine getirdim. Neticelerini ve mânevi hâlimdeki ilerleyişi bizzat gördüm”.

Bahâeddin Nakşbend’in tasavvuf yolunda yüksek bir mertebeye ulaştığını ve kendisinde daha yükselme kâbiliyetinin bulunduğunu gören Emîr Külâl bir gün ona şöyle Kitap etti: “Oğlum Bahâeddin! Hoca Muhammed Baba Semâsî’nin sizin hakkıı uzdaki tavsiyesini tam olarak yerine getirdim”. Sonra göğsüne işaret ederek devam etti: "Memelerimi sizin için kuruttum ve rûhâniyet kuşunuz beşeriyet yumurtasından çıktı. Ama himmet kuşunuz yüksekten uçmaktadır. Bugün size izin veriyorum» Türk ve Tacik her kimden burnunuza bir mâneviyat kokusu ulaşırsa talep edin ve himmetiniz gereği bu talepte kusur etmeyin’’

Hoca Bahâeddin Nakşbend hazretleri bu sözlerle şeyhinden halkı irşad için icazet de almış oluyordu. îrşâd ile meşgul olduğu dönemde Orta Asya’nın muhtelif şehirlerinde sohbetler yaptı, çok sayıda kişi kendisine mürid oldu. Buhara’nm önde gelen âlimlerinden Hüsâmeddîn Hoca Yûsuf b, Mahmûd el-Hâfızî el-Buhârînin Hoca Bahaeddîne intisap etmesi ise önemli bir dönüm noktası olmuştur. Bu zâtın ardından Buhara âlimleri ve talebeleri yoğun bir şekilde Hoca Bahâeddin in sohbet halkasına katılmaya başladılar. Bu durumdan endişelenen bazı âlimler böyle giderse medreselerin boş kalacağım söyleyip Bahâeddin Nakşbend hakkında dedikodu yapmaya başladılar. Sonunda Hoca Bahâeddin ile bazı Buhara âlimleri bir mecliste buluştular. Hoca Bahâeddin: "Tarîkatimizi size anlatalıms eğer şeriata ve sünnete aykırı bir husus varsa söyleyin ondan vazgeçelim” dedi. Âlimler bu konuda söyleyecek bir şey bulamadılar ve: “Tarîkatiniz istikâmet üzeredir» itirazımız yok” dediler. Bazıları: ''Giydiğiniz külâh (kalpak) şöhrete sebep olmaktadır” deyince Hoca Bahâeddin: "Mâdemki külahım tartışma konusu oldu, onu giymemek daha doğrudur” deyip başındaki kalpağı çıkardı ve bir fakire verdi. Bu hâdiseden sonra Bahâeddin Nakşbend’in ulemâ nezdindeki İtibârı bir kat daha artmış oldu.

Bahâeddin Nakşbend 771 (1370) senesinde ilk haccma gitti. Hacdaki bir hâtırasını şöyle anlatırdı: "Mekke’de İlci kişi gördüm. Birisinin himmeti ve hedefi çok yüksek» di- ğerininki ise çok düşüktü. Hedefi ve niyeti düşük olan kişiyi tavaf esnasında görmüştüm. Kabe’nin kapı halkasına tutunmuş» böyle mübârek bir mekânda Cenâb-ı Hak’tan dünyalık bir şeyler istiyordu. Himmeti ve hedefi yüksek olan kişiyi de Mînâ Pazarı oda görmüştüm. Yaklaşık 50.000 dinarlık alış veriş yapan bir genç idi. Ancak bu esnâda bir an bile kalbi Allah’tan gâfil değildi. O gencin gayretinden etkilenip imrendim”

Hoca Bahâeddin Nakşbend hacdan dönerken Herat’tan Melik Hüseyin Kert bir haberci gönderip Hoca Bahâeddin’i Herafa davet etti. Melik Hüseyin, Bahâeddin NaJcşbend için bir ziyâfet tertipleyerek birçok âlim ve şeyhi sofrasına davet etmişti. Ancak Hoca Bahâeddin sultanların sofrasındaki yiyeceklerin haram ya da şüpheli yollarla kazanılmış olabileceğini düşünerek bir şey yemedi» arkasından gönderdiği hediyeleri de kabul etmedi.

Melik Hüseyin: "Şimdi bu yemeği kime sarf edelim?” diye sorunca Hoca Bahâeddin hazretleri şöyle buyurdular: “Şeriata göre herhangi bir şeyde şüphe varsa o, fakirlere sarf edilir. Gerçi bu yemekler helaldir. Fakat Herat’ta bu yemeklerin bir lokmasına muhtaç olduğu halde kanaat sahibi öyle fakirler vardır ki, onlara verilse daha iyi olur” Melik Hüseyin de bu tavsiyeye uydu ve ardından Hoca Bahâeddine sordu: “Bu dervişlik size miras mı kaldı?” Hoca hazretleri şöyle cevap verdi: “Miras değildir. İnsan ve cinlerin bütün amellerine denk olacak şekilde İlâhî bir cezbe (Allahın, kulu kendine çekip yaklaştırması, feyzi) geldi ve beni bu saâdete eriştirdi”. Melik tekrar sordu: “Sizin tarikatınızda cehri (yüksek sesli) zikir, semâ ve halvet var mıdır?” Hoca Bahâeddin: “Hayır, yoktur” diye cevap verdi. Melik: “O hâlde sizin tarikatınız ve yolunuz nasıl bir şeydir?” diye sorunca, Hoca Bahâeddin: “Abdülhâlik Gucdüvânî hazretlerinin tavsiyesi olan halvet der encümen, yani halk içinde Hak Teâlâ ile olmaktır” diye karşılık verdi. Melik: Bu nasıl gerçekleşebilir? diye sordu. Hoca hazretleri: “Bu, zahirde halk ile, bâtında (kalben) Hak Teâlâ ile meşgul olan, halkın araşma karışması, kendisini Hak Teâlâ’yı zikir ve fikirden geri bırakmayan kimseye müyesser olur" buyurdu.

Hoca Bahâeddin Nakşbend Kasr-ı Ârifân köyünde iken müridlerinden Şeyh Şâdî Gadîvetî ziyaretine geldi ve yaptığı kusurlardan dolayı özür diledi. Hoca Hazretleri şaka olarak: “Karşılıksız özür kabul olunmaz. Bir şey vermen gerekir", dediler. Şeyh Şâdî: “Bir sığırım var, onu size vereyim”, deyince Hoca Bahâedin: “Bu şekilde karşılığını ödeyemezsin. Ama Gadîvet köyünde bir süre önce bir deliğe gizlediğin kırk sekiz altını getirirsen özrün kabul edilir”, buyurdular. Şeyh Şâdî kendi kendine: Benim bu sırrımı kimse bilmiyordu, bu nasıl iştir, diye düşünerek Gadıvete gitti, duvar deliğine gizlediği altınları alıp Hoca Bahâeddin’e getirdi. Hoca hazretleri altınları sayıp içlerinden bir tanesini ayırdılar ve onu Şeyh Şâdî’ye verip: “Bu altın haramdır, size nereden geldi?” dedikten sonra geriye kalan kırk yedi altını tekrar Şeyh Şâdî’ye verip: “Git bu altınlarla sığırlar al, ziraatle meşgul ol, kazandığın geliri de Hak Teâlâ’mn kullarına harca, onlara hizmet et” buyurdular. O bir altının durumu Şeyh Şâdî’ye sorulunca: “Hoca hazretlerine bağlanmadan önce kumardan bir altın kazanmıştım. Haram olan altın odur”, diye cevap vermişlerdi.

Şeyh Şâdî Gadîvetî’nin şöyle dediği nakledilir:

Benim Hoca Bahâeddin Nakşbend hazretlerine muhabbet duymama sebep olan olay şudur: Gadîvet köyünde ziraatle meşguldüm. Birgün harman dövüyordum. O esnada merkebe binmiş nur yüzlü muhterem bir zâtın geçtiğini gördüm. Ona doğru baktığım zaman, kendisinin yanına gelmem için işâret etti. Yanımda dört tane karpuz vardı. İkisini alarak o zâta götürdüm. Karpuzları görünce: “Niçin büyükleri getirmedin?” dediler. Hayret ettim ve hemen dönüp o karpuzları da getirdim. Bana: “Hemen bu karpuzları kes, şimdi gelirler”, dedi ve bazı dervişlerin geleceğini söyledi. Bir süre onunla sohbet ettik. Bana: “Seninle aramızda bu kadar hukukumuz geçti. Evine de gitmemiz gerek. Senin hanımın tandırda koyun başından keşkek pişirmiştir” dedi. Oysa evde keşkek pişirildiğinden benim bile haberim yoktu. Evimizi şereflendirdiler, bu keşflerinden hanımım da haberdâr oldu. O zamandan beri Hoca hazretlerine muhabbetimiz arttı, sohbetlerine devam eder olduk.

Bu olaydan bir süre sonra Hoca hazretlerine karşı muhabbetimiz ve özlemimiz iyice artmıştı. Bir gece ben ve hanımım Cenâb-ı Hakka duâ edip: “Allahım! Yüceliğin hürmetine, şeyhimiz Hoca Bahâeddîn hazretlerini bu fakirlere ulaştır’» diye yalvardık. Mevsim kış ve hava soğuk idi, O gece Hoca hazretleri evimize geldiler. Bize: “Eğer aramızda hizmet hukukumuz olmasaydı işiniz ve dileğiniz zor olurdu. Böyle bir zamanda ve yerde hiç insan bizim gibi dervişleri zor durumda bırakır mı ve Şeyh Bahâeddin i bize kavuştur diye duâ eder mi? Ben tekkede idim. Gönlüme: O muhabbetle kıvranan fakirler (dervişler) seni beklemektedir» diye ilham olundu. Durmak istediysem de kendimi tutamadım. Gece vakti bu soğuk havada Kasr-ı Ârifân köyünden buraya (Gadîvet köyüne) geldim” buyurdular.

Rivâyete göre Hoca Bahâeddin hazretlerinin Nesef şehrinde oturan bir dervişi komşularından biriyle tartışmış ve kalbini kırmıştı. O günlerde bu derviş Buharaya gidip Hoca Bahâeddin hazretlerinin sohbetine katıldı. Fakat Hoca hazretleri ona hiç iltifat etmediler. Sonra o dervişe: “Sen memleketin Nesef’te filan kimsenin kalbini kırdın. Biz husûsî olarak Nesef e gelip onun gönlünü almadıkça senin selâmını almayacağım ve seninle konuşmayacağım” buyurdular. O derviş Nesef e dönüp beklemeye başladı. Bir süre sonra Hoca Bahâeddin hazretleri Nesef e gelip kalbi kırılan kişinin evine gitti. Evinin kapısına (eşiğine) yüzünü koyarak Özür dilediler: uBu suçu biz İşledik» o işlemedi” diye tevâzu içinde o kişinin gönlünü aldılar. O kişi kendinden geçti, ağlamaya başladı. Sonra beni affetti. Hoca Hazretleri nin de sevenlerinden oldu. Hoca Bahâeddirim kalbi kırık kişiden müridi adına özür dilemek için Buharadan kalkıp gelmesi rivayeti o bölgede yayıldı. Bu olay Nesef halkından birçok kişinin Hoca Bahâeddine bağlanıp nıürid olmasına sebep oldu.

Hoca Alâeddin in şöyle anlattığı nakledilmiştir: Birgün Hocamızın dervişlerinden biri bir miktar elma getirmişti. Hocamız: “Bir süre bekleyim yemeyin, bu elma teşbih ediyor” buyurdular. Şiir: “Bütün zerreler konuşmaktadır ama sen kulaksızsın, işitemezsin* (Onu hamd ile teşbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Fakat siz onların teşbihini anlayamazsınız. ) Gerçekten Hoca hazretlerinin dediği gibi oldu. Mecliste hazır bulunanlardan bazıları da o elmaların teşbihini işittiler.

Hoca Alâeddin (Attâr) hazretlerinden şöyle nakledilmiştir: Hocamız Bahâeddin Nakşbend hazretleri Karşı şehrinde idiler. Hastalandılar ve hastalıkları uzadı. Bir gece ansızın uzlet ehli sûfılerden bir grup (uzle- tiyân) kendisine hasta ziyareti için geldiler, içlerinde her sınıftan (milletten) insan vardı. Bir süre sonra her biri kendi manevî hâl ve makamlarını Hoca hazretlerine anlatıp arz etmeye ve hâllerini sormaya başladılar Bazısı Arapça, bazısı Türkçe ve bazısı da Farsça soruyordu. Hoca hazretleri onların

Hoca Bahâeddin Nakşbend hazretleri tarikatını “sağlam kulp” ve “Hz. Peygamber ile ashabının sözlerine uymak” diye tarif ederdi. Haram ve helal konusunda çok titiz olduğu için durumu şüpheli olan yemekleri yemez, mürîdlerine de yedirmezdi. Devlet yöneticilerinin sofralarındaki yemeği de şüpheli gördüğü için Melik Hüse- ym in sofrasında bir şey yememişti. Şöyle diyordu: “Biz Allah’ın lütfü ile (manen) her ne elde ettiysek, Kur’ân âyetleri ve Hz, Peygamberin hadisleriyle amel etmek süreriyle elde etmişizdir. Bu amelden bir netice alabilmek için takva ve şer'î kurallara riâyet etmek, azimete sarılmak, Ehl-i sünnet ve cemâat prensipleriyle amel etmek ve bid atlardan kaçınmak gerekir”

Hoca Bahâeddin Nakşbend hazretlerinin şu sözleri, müridlerinin tasavvufi eğitiminde izlediği yolu göstermesi açısından dikkat çekicidir: "Biz müridi dilersek cezbe, dilersek sülük yoluyla terbiye ederiz. Bu bizim elimizdedir. Sohbetimize gelenlerden bazılarının gönlünde muhabbet tohumu vardır. Ama dünyevî alâkalar yüzünden ge-

lişip büyüyememiştir. Bizim vazifemiz o alâkalan temizlemektin Bazılarının ise gönlünde muhabbet tohumu yoktur, Burada bizim vazifemiz tohum oluşturmaktır *

Hoca Bahâeddin bir kişiyi ziyârete gittiğinde onun hâlini hatırını sorduktan sonra aile efradını, akrabâlarını, binek hayvanlarını, hatta tavuklarını bile sorar, böylece o kişinin gönlünü kazanmaya çalışırdı. Bir mecliste yemek hazırlandığı zaman, onu hazırlayanlara bizzat kendisi yemekten ikrâm ederdi.

Şâh-ı Nakşbend’in müridler inden biri şöyle anlatıyor: “Efendi hazretlerine intisap etmiştim. Bir gün alım satım yaptığını dükkânıma teşrif buyurdular. O gün çok kazanç elde etmiştim. Efendi hazretleri: “Bugün ne kadar kazandın?” diye sordu. “Bilmiyorum, ama hepsi budur” diyerek huzurlarına getirdim. Bir önlüğe (bohçaya) koydular ve alıp götürdüler. Evime geldiğimde etraftan (ailem) bazı sözler söyleyip dedikodu yaptılar. Ben de bazen onlara muvafakat ettim. Gece yansı ansızın Efendi hazretleri bir derviş ile o önlüğü tam olarak geri gönderdiler. Beni büyük bir mahcûbiyet ve sıkıntı sardı. Ama Efendi hazretlerinin keremiyle sıkıntıdan kurtulup huzûra kavuştum”, Bu menkıbeden anlaşıldığına göre Hoca Bahâeddin Hazretleri, müridlerini

dünya malına gönül vermeme konusunda eğitmek için bu şekilde davranmıştır.

Hoca Bahâeddîn Nakşbend hazretleri şöyle buyururdu: “Zikir telkini, bir kimsenin eline çakmak taşı vermek gibidir. Bundan sonra iyi bir netice oluşması için amel etmek müride aittir”. Yine zikir hakkında şöyle derdi: “Zikirden maksad, Allah ve Lâilâle illallah demek değildir. Belki sebepten müsebbibe (sebep olan asıl faile, Allah’a) gitmek ve nimetin O’ndan geldiğini görmektir”.

Muhammed Fazlullah Kandehârî Umdetü'l-makâmât isimli eserinde şu rivâye- ti nakleder: “Hoca Bahâeddîn Nakşbend hazretleri hacca giderken, Horasan’da tanınmış âîlelerden birine mensup bir şahsa evrâd verip zikir öğretmişti. Dönüşünde Hoca Hazretlerine: “Zikir ta’Iîm eylediğiniz filân kişi dersini az yaptı. Zikir ile pek az meşgul oldu” dediler. “Zararı yok”, buyurdu, ve ekledi: “Ama sorun bakalım, rüyada bizi hiç görmüş mü?” Sordular. “Evet, gördüm” dedi. Hoca Hazretleri: “Bu yeter” buyurdu. Bu sözlerinden anlaşılıyor ki, kimin bu azizlere, yani bu yolun büyüklerine küçük bir gönül bağı varsa, sonunda onlara katılacağı, beraber olacağı, o bağ ve alâkasının, kurtuluşuna ve derecesinin yükselmesine sebep olacağı umulur”.

Bahâeddîn Nakşbend aşırı perhiz sonucu oluşacak sun'î kemâlât ve hayâllere değil, ayağı yere basan bir eğitim anlayışına önem verirdi. Bir yemekten sonra tatlı ya da meyve olmazsa “bu yemek kuyruksuz olmuş” der ve onu eksik sayardı.

Şâh-ı Nakşbend hazretleri şöyle buyururdu: “Hâcegân efendilerimizin sözlerinden biri şudur: “Halvet kapısını kapat, hizmet kapışım aç! Şeyhlik kapısını kapat, dostluk kapısını aç! Uzlet kapısını kapat, sohbet kapısını aç!” Musikî dinleme konusunda şöyle derdi: “Bu işi yapmıyoruz ama inkâr da etmiyoruz”

Bahâeddin Nakşbend hazretleri mahlûkâta hizmete çok önem verirdi. Onun, mürîdlik döneminde bir süre yollarda halka zarar verecek şeyleri temizlemekle meşgul olduğu bilinmektedir. Kasr-ı Ârifân’da mescid binâ edilirken harç olarak kullanılan çamuru başı üzerinde mescidin damına kadar çıkarıyordu. Şeyhi Emîr Külâl’in tekkesindeki fırına sırtıyla odun taşımıştı. Gençliğinde bir dönem Bu- haradaki tüm medreselerin temizliğini yapmıştı. Evine bir ziyâretçi ya da misâfır gelince ona her türlü hizmet ve ikrâmı yapardı. Bir defasında hastalanmıştı. Bu- haradaki mürîdleri ziyâretine geldiler. Hasta hâline rağmen onları güler yüzle karşıladı, birkaç müridiyle gidip koyun getirdiler. Koyanlardan biri Hoca Bahâeddin Nakşbend'in omuzunda idi. Onların pişirilmesi ve mürîdlere ikrâmı işinde bizzat kendisi de bulundu.

Hoca Bahâeddin Nakşbend hazretleri el emeği ile çalışıp kazanmaya çok önem verir, işsiz insanları müridliğe kabul etmezdi. Kendisi de arpa, burçak ve kayısı yetiştirerek ziraatle geçimini temin etmekteydi. Kendisinden keramet göstermesi istendiğinde: “Bizim kerametimiz açıktır. Zîrâ bunca günahla yeryüzünde yürüyebiliyoruz” diye cevap vermişti. Yine keramet konusunda şöyle dediği nakledilmektedir: “Bir kimse bir bahçeye girse ve her ağaç ile yaprağın ey Allah’ın velîsi diye seslendiğini duysa, zâhir ve bâtını o sese hiç iltifat etmemeli, aksine kulluktaki çabası artmalıdır”

Bahâeddin Nakşbend’in manevî hâli gizlemeyi ifâde eden şu beyti sohbetlerinde okuduğu bilinmektedir:

Ez derûn şev âşinâ vez birûn bîgâne-veş

în çonîn zîbâ reviş kem mî buved ender cehân

(İçerden (Hakk’a) âşinâ ol, dışardan ise habersiz gibi (görün);

Bu tür güzel bir usûl cihanda az bulunur).

Bahâeddin Nakşbend’in Üveysî (rüyada) eğitime önem vermesine rağmen, yaşayan bir şeyhe intisap etmenin gerekli hatta daha önemli olduğunu vurgulamak gâyesiyle: “Diri bir kedi, ölü aslandan daha iyidir” dediği nakledilir.

Buhara âlimlerinden biri Hoca Bahâeddin hazretlerine: “Namazda kalp huzuru nasıl elde edilir?” diye sorunca şöyle cevap vermişti: “Yemek helal olmalı, yerken de gafletten uzak ve uyanık olunmalıdır. Namaz dışında abdest alırken ve iftitah tekbiri esnasında da uyanık olunursa namazda kalp huzuru oluşur”

Şöyle derdi: “Derviş olan kimsenin tahammül ve zorluklara katlanma konusunda davul gibi olması lâzımdır. Her ne kadar ona tokmakla vursalar da ondan hiçbir itiraz sesi yükselmez’’

Hadîs-i şerifte: Allah’ın doksan dokuz ismi vardır. Onları sayan kişi Cennete girer * (Müslim. Zikir, 5,) buyurulmaktadır, Şâh-ı Nakşbend hazretleri bu konuda şöyle derdi: Hadisteki “saymak” lafzının bir manası sıra ile okumaktın Diğer manası Allah’ın isimlerini öğrenip tanımaktır. Bir başka manası ise o (İlâhî) isimlerin gereği ile amel etmektir. Meselâ bir kul “Rezzâk” (nzık verici) ismini söylerken aklında aslâ nzık endişesi kalmamalıdır. “Mütekebbir” (büyük, yüce) ismini söylerken Onun azametini tefekkür etmelidir.

Şöyle buyururdu: “Abdestlerinizi birleştirin ki Allah Teâlâ da sizin dağınık hâlinizi toplayıp birleştirsin” hadîs-İ şerifi, zahirî ve bâtmî abdestlerin birleştirilmesine işaret etmektedir (yani hem uzuvları, hem de kalbi temizlemektir). Bu sâyede bâtın istikâmeti yani kalp temizliği ve doğruluğu meydana gelin Bâtın istikâmeti, kelime-i tev- hîd esnâsında tüm rûhânî ve cismânî bağlan yok etmektin Bütün bağları yok etmek, hâllerin düzgün olması demektir. Hâllerin düzgün olmasının delili ve alâmeti de, amellerin ve işlerin düzgün olmasıdır ki, Hak Teâlâ’nın emir ve yasaklarına uymak, Onun fermanlarına saygı göstermektir. Hâllerin düzgünlüğü, amellerin düzgünlüğünden başka birşeyle bilinemez.

Şâh-ı Nakşbend hazretleri “(Çalışıp) kazanan, Allah’ın dostudur” hadisini, “dünya malı kazanan değil, Aliahm rızâsını kazanan, Onun dostudur” diye yorumlardı.

Hadîs-i şerifte: “Allah Teâladan çokça isteyiniz. Öyle ki tencereleriniz için gerekli olan tuza varıncaya kadar” buyurulur. Bu hadis hakkında Hoca Bahâeddin Nakşbend hazretleri şöyle derdi: Hadiste geçen “çokça isteyiniz” lafzının manası şudur: Allah Teâlâdan bir nimeti talep edin. O kadar yalvarın ki nimet size gelsin. Sonra başka bir nimeti aynı şekilde ısrarla talep edin. Nitekim bir hadîs-î şerifte: “Allah, duada ısrar edenleri sever” buyurulmaktadır.

Hadîs-i şerifte şöyle buyurulur: “insanların senden gördükleri zaman hoşlanmayacağın şeyleri yalnız iken de yapma” Hoca Bahâeddin hazretleri bu hadis-i şerif hakkında şöyle demiştir: Bu hadis dervişlere çok gereklidir. Derviş, bomboş yeri bile insanlarla dolu bilmeli ve halkın içinde iken dikkat ettiği şeylere, yalnızken de dikkat etmelidir.

Rasûlullah (a.s) bir hadîs-i şeriflerinde şöyle buyurmuşlardır: “Namaz, müminin miracıdır” Hoca Bahâeddin hazretleri bu hadisi şöyle açıklardı: Bu hadîs-i şerifte hakîkî namazın derecelerine işâret vardır. Namaz kılan kimsenin bunlara uyması gerekir. İf- titah tekbiri getirirken Allah Teâlâ’nın büyüklük ve yüceliğini daha namazın başında kabul ve ikrar etmekle, kişide bir tevazu ve huşû hâli oluşmalıdır ki, bu onu istiğrâk yani.vecd ile kendinden geçme hâline (ve Allah ile mülâkât demek olan miraca) eriştirsin. Bu hâlin kemâli, Rasûl-İ Ekrem (s.a.s) efendimizde idi. Rivayete göre namaz kılarken Efendimiz’in (a.s) göğsünden öyle bir ses (ağlayış, inilti) gelirdi ki Medîne-i Münevvere’de evinin dışından işitilirdi.

Hadîs-i şerifte; “Ezâ verecek şeyi yoldan kaldırınız” buyurulmaktadır. Şâh-ı Nakşbend: “Ezâ (sıkıntı) verecek şeyden maksat, sâlikin (dervişin) nefsidir. Yol kelimesinden maksat da, Hak yolu yani mânevi yoldur. Nefsine bas ve yüksek, nefsini terk et, yakınlık dâiremize öyle gel, demektir.

Hoca Bahâeddin Nakşbend hazretlerinin Orta Asya’da Kuran ve Sünnet çizgisinde tesis ettiği tasavvuf anlayışı zamanla Anadolu, Balkanlar, Hindistan ve Orta Doğu ülkelerine yayılmış ve bu sayede İslâmiyet’in manevî boyutu geniş kitlelere ulaştırılmıştır. Onun yaptığı belki de en önemli iş, tasavvuf ile dînin zahirî ilimlerini, bir diğer ifâdeyle sûfîler ile ulemâyı ya da tekke ile medreseyi bir birinden ayrı, hatta rakip olarak gören anlayışı reddetmiş ve din âlimlerine büyük bir saygı göstermiş olmasıdır. Bu sayede, temellerini attığı tarikat İslâmî kurallara ve sünnî anlayışa bağlı olan yapısını hiç bozmadan asırlarca devam ettirebilmiş ve heterodoks akımların zararlı tesirlerinden büyük Ölçüde korunabilmiştir. Ayrıca Bahâeddin Nakşbend, melâmet anlayışının bazılarınca yanlış yorumlanmaya başladığı bir dönemde, bu anlayışı dînî- şer'î çizgi ile birleştirerek yeni bir sentez yapabilmiştir.

Bahaeddin Nakşbend 3 Rebî‘u’1-evvel 791 (1 Mart 1389) tarihinde vefat etti ve (bugün Özbekistan’ın bir şehri olan) Buharanın Kasr-ı Ârifân köyündeki evinin bahçesine defnedildi. Cenazesi taşınırken: “Senin köyüne gelen müflisleriz / Cemâlinden bir merhamet dileriz? anlamına gelen Farsça bir beytin okunması da onun vasiyetleri arasındaydı. Önceleri mütevazı bir durumda olan kabrinin etrafı zamanla mescid, medrese, tekke, misâfirhâne gibi müştemilât ile büyük bir külliye hâline geldi. Vefatından sonra irşad vazifesini, müridi ve halifesi Hoca Alâeddin Attâr hazretleri devam ettirmiştir.


Alâeddin Attâr, Hârezm’den Buhara’ya göç eden bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Nisbesinin "Buhârî*’ oluşu Buhara’da dünyaya geldiğini imâ etmektedir. Sürekli güzel koku kullandığı ya da sohbetine katılanlar o sohbette mânevi bir koku aldıkları için Attâr lakabıyla meşhur oldu. Tüccar bir ailede doğup büyüyen Alâeddin Attâr, ağabeyi ve kardeşinin aksine ticâretle meşgul olmayıp dînî ilimleri tahsil için medreseye devam etti. Babasının vefatından sonra mirastan bir şey almayıp yine dînî tahsile ve zühdî hayata devam etti. Bu dönemde Buhara’daki birçok medrese talebesi gibi o da Bahâeddîn Nakşbend’e intisap etti.

Rivayete göre Alâeddin Attâr, Hoca Bahâeddîne yeni mürid olduğu dönemde Bahâeddîn Nakşbend hazretleri ona pazara gidip elma satmasını emretmiş, Alâed- dîn Attâr da bu işi yaparak nefsinin gururunu kırmış ve iyi bir derviş olmuştur. Zira Alâeddin Attâr hem zengin bir âileden geliyor, hem de medrese ilimleriyle meşgul olduğu için toplumda seçkin bir konumda bulunuyordu. Bu konumun getirebileceği benlik duygusunu önlemek için şeyhi ona çarşıda satıcılık yapmasını söylemiş, o da


bu emri yerine getirmişti, Ancak ağabeyi Hoca Şihâbeddîn ve kardeşi Hoca Mübarek bu durumdan rahatsız oldular. Varlıklı bir aile çocuğunun basit bir iş yapması onurlarına dokunduğu için Alâeddîn’i kınamaya başladılar. Bunu duyan Bahâeddin Nakşbend, Alâeddin Attâra, gidip kardeşlerinin dükkânının önünde elma satmasını söyledi. Alâeddin tüm tenkidlere aldırmadan bunu da yaptı. Esasen bütün bunlar onun tasavvufî eğitiminin birer parçasıydı, Bu şekilde Alâeddin Attâr hem ilmin verebileceği gururdan korunuyor, hem de “kınayanın kınamasından korkmayan” (el-Mâide, 5/54) melâmet neşesinde bir sûfî olarak yetiştiriliyordu.

Hoca Bahâeddin Nakşend, Alâeddin Attâr’ı sohbederinde yanına oturtur, sık sık ona dönerek teveccüh eder ve onun evliyalık derecelerinde yükselmelerini sağlardı. Bu durumu birgün talebeleri sorunca, onlara: “Onu, kurt kapmasın diye yanımda oturtuyorum. Çünkü nefs, dâimâ pusudadır Her ân onun hâli ile ilgilenmemin sebebi, onu makamların en yükseğine çıkarmak içindir. Ben onu görünce, Allah Teâlâyı ve Onun beytini (Beytul- lahı) hatırlarım. Kerîmin hanesinde bulunan, keremine mazhâr olur, kavuşur” buyurdu.


Reşahâfta Alâeddîn Attâr’ın Hoca Bahâeddîn Nakşbende damat olduğu kaydedilmiş ise de başka bazı kaynaklarda bunun yanlış olduğu ve gerçekte Alâeddin Attâr’ın oğlu Haşan Attâr’ın Bahâeddîn Nakşbende dâmat olduğu belirtilmektedir. Nakşbend hazretlerinin yanında tasavvuf! eğitime devam eden Alâeddîn Attâr zamanla onun önde gelen müridlerinden ve halifelerinden biri oldu. Bahâeddîn Nakşbend, bazı müridle- rin eğitimini ona havâle ediyor ve: "Alâeddîn bizim yükümüzü hafifletti” diyordu. Bu dönemde Alâeddîn Attâr’ın Hârezm’e gidip Nakşbend’in halifesi olarak bir süre orada tasavvufî sohbetler yaptığı da bilinmektedir.

Bahâeddîn Nakşbend’in vefatı esnasında yanında bulunan Alâeddin Attâr, onun vefatından hemen sonra bilinmeyen bir sebeple Çagâniyân tarafına göç etti. Bahâeddîn Nakşbend’in birçok müridi gibi halifesi Muhammed Pârsâ da Alâeddîn Attâr’a intisap ederek onun sohbetine devam etti. Ayrıca Attâr’ın bazı söz ve sohbetlerinden notlar tutarak bir risale kaleme aldı. Böylece Alâeddin Attâr’m tasavvufî düşüncelerinin sonraki nesillere aktarılmasında önemli bir rol oynadı.

Alâeddîn Attâr zikrin şuurla ve belli usullerle yapılmasına Önem verirdi. Gafletle yapılan zikri tasvîb etmez ve bu konuda şöyle derdi: “Bu zamanda zikri hafi olarak yapanlar kalpten değil, mideden zikrediyorlar. Maksad çok zikretmek değildir. Mürîd bir nefeste Lâ ilâhe illallah! üç kere söyler. Sağ taraftan başlar ve kalbe indirir... Sabah namazından önce ve akşam namazından sonra tenhâda bu zikre devam eder. Bir nefeste dokuz veya on sekiz kere de zikredebilir. On sekiz kere zikrettiği halde bir tesir ve mânâvî netice alamazsa, zikre baştan başlar”.

Alâeddin Attâr, tasavvufî eğitimde sohbetin önemi üzerinde ısrarla durur, ehlullah ile sohbetin insanda uhrevî ve ulvî düşünceleri geliştireceğini söylerdi. Yakm olan müridlerin sık sık sohbete katılmalarım, uzaktakilerin de ayda bir mektup yazarak zâhirî ve bâtınî hallerini bildirmelerini isterdi.

Alâeddîn Attâr, halkın lüzumsuz örf ve geleneklerini tasvib etmez, müridlerine bu geleneklerin aksine hareket etmelerini tavsiye ederdi. Ayrıca müridlerinin ilme ve zahire riâyetle kendi manevî hallerini halktan gizlemelerini isterdi.


Şöyle derdi: “Bu yola taklîd ederek girenin, birgün hakikate kavuşacağına kefil olurum. Hocam Behâeddîn-i Buhârî, bana kendilerini taklid etmemi emr ettiler Onları taklîd ettiğim ve hâlen etmekte olduğum her şeyde, onun eser ve neticesini görüyorum.” "Gönüle Allah Teâlânın düşüncesinden başkasını koymamaya çalışmak zordur. O gö- nüle gelen şeyleri tamâmen atıp uzaklaşmak ise, mümkün değildir. Yirmi sene gönlüme bir şey koymamaya çalıştım. Sonra yine geldi. Geldi ama, gönlümde yer bulamadı.”

Alâeddin Attâr hazretleri vefatına yakın talebelerine vasiyet ederek buyurdu ki: “Birbirinize destek olun! Her işte yolunuz, dînî ölçülere bağlılık olsun! Ölçüleri yerine getirmek azminden dönmeyiniz! Sohbet mühim sünnettir. Bu sünnete riâyet edin, umûmî ve husûsi şekilde ona devam ediniz! Eğer bu yolda sebât ve istikâmet gösterirseniz, bir anda büyük derecelere kavuşursunuz. Hâlinizin dâimâ yükselişte olması lâzımdır.”

şehrinin 12 km. güneyinde bir ziyâretgâh olup halk arasında burası Şeyh Attâr-ı Velî diye bilinmektedir. Ziyâretgâhta Alâeddin Attâr’ın kabrinin yanı sıra oğlu Haşan Attâr ve torunu Yûsuf Attâr gibi diğer bazı zevâtın kabirleri de vardır. Meşhur âlim Sey- yid Şerif Cürcânî de Alâeddin Attâr ın müridi idi. Attârdan sonra manevî yol, talebesi ve halifesi olan Yakûb Çerhî ile devam etti.

Afganistanın Çerh kasabasında doğan Ya kûb Çerhî hazretleri gençliğinde Mısır, Herat ve Buhara medreselerinde ilim tahsiliyle meşgul oldu. Herat’ta eğitini aldığı dönemde buradaki çoğu vakfın takvâya, haram ve helale yeterince riâyet etmediklerini, bu yüzden yemeklerini» güvenilir bulduğu bir vakıf olan Abdullah Ensârî Hânkâhı nda yediğini ifâde etmektedir. Herat’tan Buhara’ya gelen Ya kûb Çerhî burada da ders aldı.

Rivâyete göre, Buharattaki tahsil hayatını bitiren Ya'kûb Çerhî, Belh üzerinden memleketi Çerhe dönmeye niyet ettiği günlerde Buharada Bahâeddin Nakşbend ile karşılaştı ve ona: “Beni gönlünüzde tutunuz” dedi. Hoca Bahâeddin Nakşbend: “Gideceğin zaman mı bize geliyorsun?” deyince Çerhî: “Zât-ı âlînizi seviyorum”, diye cevap verdi. Nakşbend hazretleri: “Niçin seviyorsun?” diye sorunca, Çerhî: “Büyük ve herkesin sevip kabul ettiği bir insansınız”, diye cevap verdi. Hoca hazretleri: “Daha iyi bir delil gerekir, ya bu sevgi ve kabul şeytanî ise?” diye sorunca, Çerhî: “Sahih bir hadîse göre» eğer Hak Teâlâ bir kulunu severse, onun sevgisini

insanların kalbine atar (halk da o kişiyi sever)” dedi. Bu cevap üzerine Bahâeddîn Nakşbend tebessüm etti ve: “Biz Azîzân’ız” dedi. Yakûb Çerhî bu sözden çok etkilendi. Zîrâ bir ay önce rüyasında kendisine: “Azîzâna mürîd oll” diye hitâb edilmiş, ancak o bunu unutmuştu. Ya kûb Çerhî yine: "Beni gönlünüzde tutunuz” diye rica etti. Hoca Bahâeddin Nakşbend: “Bir şahıs, Hz. Azîzâna (A1İ Râmîtenfye) böyle ricada bulununca o: Gönlümüzde Hak'tan gayrisi kalmadı, bize bir şey bırak ki onu görünce seni hatırlayalım, buyurmuştu” dedi ve ekledi: “Senin bırakacak bir şeyin de yok”. Ve takkesini çıkarıp Ya kûb Çerhî ye uzattı: “Bunu sakla, bu takkeyi gördükçe bizi hatırlarsın”, dedi ve: “Bu yolculukta Mevlânâ Tâceddîn Deşt-i Kûlekı yi mutlaka gör, o evi iyâullaht andır” diye tavsiyede bulundu.

Bahâeddîn Nakşbend hazretleri ile Yakûb Çerhî’nin ilk buluşması sona erince Yakûb Çerhî kendi kendine, “Ben Belh üzerinden memleketime dönüyorum. Deşt-i Külek ise ters yönde. Belh nerede, Deşt-i Külek nerede?” diye düşünüp Belhe doğru hareket etti. Ancak yolda bazı zaruretler hâsıl oldu ve BelEten Deşt-İ Kûleke gitmek zorunda

kaldı. Bahâeddîn Nakşbend’in sözünü hatırladı ve hayret etti Orada Mevlânâ Taced- dîn in sohbetine katıldı ve Nakşbend hazretlerine olan muhabbeti bir kat daha arttı.

Hoca Bahâeddîn Nakşbend’e intisap etme arzusuyla tekrar Buhara’ya dönen Yakûb Çerhî orada îtimâd ettiği bir meczûbu gördü ve sâdece: Gideyim mi? dedi. Meczup: Çabuk git, diye cevap verdi. Çerhî, Buhara’nın Fethâbâd mahallesindeki evinde bir süre kaldı. Burada gördüğü bazı rüyalar ve istihareler neticesinde Bahâeddîn Nakş- bend’in büyük bir velî olduğuna kanâat getirdi ve ona mürîd olmak arzusuyla Buha- ra’dan Kasr-ı Ârifân köyüne gitti. Bahâeddîn Nakşbend onu çok iyi karşıladı. Namazdan sonra sohbet oldu. Sohbetin sonunda Hoca Nakşbend: Biz kendiliğimizden bir kimseyi mürîd olarak kabul edemeyiz. Bu gece ne işaret zuhûr edecek onu görelim, eğer seni kabul ederlerse biz de kabul ederiz, dedi,

O geceyi “ya kabul edilmezsem” endişesiyle geçiren Ya kûb Çerhî, sabah namazını Hoca Bahâeddin Nakşbeııd’in yanında kıldı. Namazdan sonra Nakşbend ona: “Mübarek olsun, kabul yönünde işaret geldi, biz az mürîd kabul ederiz, kabul ettiğimizi de geç kabul ederiz, insanların gelişine ve zamanına (hâline) bakarız” dedi. Sonra silsiledeki şeyhlerini Abdülhâlik Gucdüvânî’ye kadar saydı ve Ya kûb Çerhî’ye hem kalbe vâkıf olarak hem de sayıya riâyet ederek zikretmeyi (vukûf-i kalbî ve vukûf-i adedî) telkin etti.

Yakûb Çerhî hazretleri, bu intisaptan sonra bir müddet daha şeyhi Bahâeddîn Nak-

şbend’in yanında kaklı, sonra izin alarak Buharadan ayrıldı. Ayrılırken Bahaeddin Nakşbend ona: “Bizden aldıklarını, Allah Teâlâ’nın kullarına ulaştır, yanındaki İnsanları hitap ile, uzaktakileri kitap ile irşâd et” dedi, ayrıca Alâeddin Attâfın sohbetine devam etmesini tavsiye etti.

Yafcûb Çerhî rüyasında veya keşfinde Buhara Kalesi’nin yanldığını, kale duvarlarındaki deliklerden kendisine doğru nurlar geldiğini, bu nurların bir ucunun kendi başı üzerinde, diğer ucunun ise bir halat gibi uzayıp Kabe’ye ulaştığını, bu nur ipinin üzerinde 50- 60 arşında (metrede) bir düğüm olduğunu, her düğümde meyveli ağaçlar oluştuğunu, insanların ve mahlûkâtın bu meyvelerden istifade ettiğini, kendisinin de bu meyvelere ulaşma imkânı olduğu halde onlara iltifat etmediğini görmüştün Bu rüyasını şeyhi Bahaeddin Nakşbend hazretlerine anlatınca şeyhi ona halkı irşad için icâzet vermiştir.

Yakûb Çerhî Hazretleri nden şöyle nakledilmiştir:

“Hoca Bahâeddin Hazretlerimin emrettiği vukûf-i adedi zikri ile bir müddet meşgul olduktan sonra rüyamda, kendimi temiz ve büyük bir su içine düşmüş gördüm. Rüyamı Hoca Hazretleri ne arz ettiğimde:

«-Bu rüya, ibadet ve tâatlerinin kabûl edildiğine delildin Zira kalp, zikir vâsıtasıyla ihyâ olmuştun Yani su, cismin hayat sebebi olduğu gîbı, zikir suyu da kalbin hayat bulmasına sebep olmuştun» buyurdular”


Bu rivâyetlere rağmen Yâkub Çerhî, rüyalardan ziyâde hakikate ve istikâmete ehemmiyet verirdi. Bâzı insanların rüya tâbirine haddinden fazla ehemmiyet vermesini tasvib etmezdi.

Yakûb Çerhî Hazretleri şöyle buyururdu: "Allaha ulaşamadan gerçekleşen Ölüm, sıradan bir ölümdür. Maksûda ulaştıran şey, «Ölmeden evvel ölmek» yani nefsânî arzulardan vazgeçebilmektir. Diğer bir ifâdeyle «fenâ» hâline ermektin Bu durumda kalp, kötü sıfatlardan temizlenip güzel ahlak ile süslenmiş hâle gelir; zahirî ve bâtmî temizlik ortaya çıkan Bunun için de sâlik, her hususta kâmil ve mükemmil bir rehbere tabî olmaya muhtaçtın’

“Birçok âlim, Allah dostlarının sohbetinden uzak kalıyor. Bu sebeple de ibadetleri kusurlu oluyor"*. “Sâlik (derviş), her nefesinin şuurla mı, yoksa gafletle mi geçtiğini kontrol etmelidir."

Bahâeddîn Nakşbend’in vefâtmdan sonra (791/1389) Yakûb Çerhî bir süre daha Bedah- şân bölgesinde ikâmet etti. O esnada Hoca Bahâeddin Nakşbend’in halifesi Alâeddîn Attâr da Çagâniyâna (Denov) yerleşmişti. Attâr, Yakûb Çerhî’ye bir mektup yazarak Hoca Bahâeedin Nakşbend’in vasiyetini hatırlattı ve onu yanına çağırdı. Bunun üzerine Alâeddîn Attâr’ın yanına gelen Çerhî on bir yıl kadar onun sohbetine devam etti. Alâeddin Attâr’ın vefatından sonra (802/1400) Hİsârın Hülgatû köyüne (bugünkü Tacikistan’ın Duşanbe şehri yakınına) yerleşen Yakûb Çerhî burada irşâd faaliyetine başladı.

Bazı sûfîler intisap olmadan hiçbir ilerleme sağlanamayacağını öne sürmüşlerdir. Böyle düşünen şeyhlerden biriyle Tirmiz’de karşılaşan Ya’kûb Çerhî ona itiraz etmiş ve: Bugün sizin için dininizi tamamladım (el-Mâide, 5/3) âyetini delil göstererek, Kuran ve sünnet ile amel ettikten sonra zâhirî bir şeyhe İntisap etmenin şart olmadığını söylemiş, sonra bu hâdiseyi şeyhi Bahâeddîn Nakşbend’e anlatınca onun da

kendisini desteklediğini görmüştün Ya’kûb Çerhfnin Kur’ân’dan her gün belli cüzleri okuyarak haftada bir hatim yaptığı rivâyet edilmektedir Çerhî: “Temiz/eııen, /curfu- luşa ermiştir"9 (el-A'lâ, 87/14) âyetinde dil, kalp, ruh ve sır zikirlerine işâret olduğu kanâatindedir.

Yakûb Çerhîmn Te/sfr-i Ya'fcüİM Çerhî. Risdle-i Ürısiyye, Risâle-İ Abdâliyye, Neynâme gibi Farsça eserleri vardın Hicrî 851 (m. 1447) senesinde vefat eden Ya'kûb Çerhî hazretlerinin kabri Tacikistan’ın başkenti Duşanbe'nin Vahdet ilçesi, Gülistan koyünde- dir, Kendisinden sonra tasavvuf yolunu müridi Ubeydullah Ahrâr devam ettirmiştir.

SEMERKAND

Semerkant

Kasım Bin Abbas

Registan Meydanı










Bibi Hatun Mescidi

19. Ubeydullah Ahrâr (K.S)

Hoca Ubeydullah Ahrâr, hicri 806 (m. 1404) senesinde Taşkent’te dünyaya geldi. Gençliğinde Semerkand’da kısa bir süre medrese eğitimi aldıktan sonra Mâverâün- nehr ve Herat’ta birçok mutasavvıftan feyz aldı. 834 (1431) senesinde Herat’tan Çagâniyân tarafındaki Hülgatû köyüne giderek Ya’kûb Çerhîye intisap etmeye karar verdi. Yolculuğu esnasında Belh’te Alâeddin Attâr’ın halifelerinden Hüsâmed- dîn Pârsâ Belhî ile sohbet etti. Sonra Çagâniyân vadisine gelip Alâeddin Attâr’ın kabrini ziyâret etti. Çagâniyân’da bir süre hastalanan Hoca Ahrâr, bazı kimselerin

Ya’kûb Çerhî hakkında dedikodu yaptığını duydu ve bu sözlerden etkilenip Herat a dönmeyi düşündü. Ancak bu kadar yol gelmişken Çerhî ile görüşmeden gitmek istemedi ve Hülgatû köyüne gidip onunla görüştü. Birkaç gün sohbetinde bulunduktan sonra Yakûb Çerhî’ye intisap etti. Çerhî, bu intisapta ona kelime-i tevhîd zikri (nefy u isbât) telkîn etti ve ekledi: “Büyük efendi Bahâeddîn Nakşbend’den bize ulaşan budur. Ama siz müridleri cezbe yoluyla eğitmek isterseniz, o sizin tercihinizdir”. O meclisteki bazı kişiler Yakûb Çerhî’nin bu sözüne hayret edip: “Daha




yeni intisap etmiş olan bir müride, nasıl olur da, cezbe yoluyla müridleri terbiye ederseniz o sizin tercihinizdir, diyorsunuz” dediler Çerhî: “Mürîd dediğin, mürşidin huzûruna böyle gelmeli. Her şeyi hazır, iş icazete kalmış. Lamba, yağ ve fitili hazırlamış, sâdece kibrit çakmak gerekiyor” Ubeydullah Ahrâr, üç ay kadar Yakûb Çerhî nin sohbetinde bulundu ve hilâfet (icazet, diploma) alarak Herat a döndü,

835 (1432) senesinde 29 yaşında iken Herat’tan Taşkent’te göç eden ve tarımla meşgul olan Ubeydullah Ahrâr, bu dönemde halkı irşada da başlamış olmalıdır. 855 (1451) senesinde dönemin idarecisi Sultan Ebû Saîd’in talebi üzerine o devirde başkent olan Semerkand’a gelip yerleşti. Arşiv belgeleri üzerine yapılan çalışmalar, Ubeydullah Ahrâfın Semerkand’da ziraat ve ticâretle meşgul olarak daha da zenginleştiğini, Semerkand, Buhara, Taşkent, Karşı gibi Mâverâünnehr’in muhtelif şehirlerinde çok sayıda dükkan, bahçe, köy, mezraa ve sulama kanalı satın aldığını, ayrıca bunların bir kısmını cami, medrese ve tekkeler için vakfederek mühim hayır hizmetleri yaptığını göstermektedir.

Sultan Ebû Sa îd ile görüşen Ubeydullah Ahrâr, ondan dînen meşrû olmayan tanığa adındaki ticâret vergisini kaldırmasını istedi. Sultan da Buhara ve Semerkand şehirlerinden bu vergiyi kaldırdı, ayrıca ülkesindeki tüm gayr-i şeriî vergileri kaldıracağına dâir söz verdi.

Bir ara gayr-i muslini 4000 Moğol ve 1000 Özbek askerinin Şâhruhiye’yi kuşattığı ve o bölgeyi yağmaladığı haberi gelince Sultan Ebû Saîd’in oğlu Sultan Ahmed Mîrzâ o bölgeye yöneldi. Ancak ordusu az olduğu için savaşmaktan çekindi. Ubeydullah Ahrâr gidip Moğol ve Özbek komutanlarla görüştü, onlara İslâm’ı tebliğ etti. Onlar da müslüman oldular ve yağmaladıklarını iâde ettiler

Ubeydullah Ahrâr insanlara yardım etmeyi seven, cömert, diğergam, fütüvvet ehli bir insandı. Gençliğinde Semerkand’da bazı hastalara bakıcılık yapmış, on-


lardaki bulaşıcı hastalık kendisine geçmesine rağmen hizmetten geri durmamıştı Herata geldiği zaman halka hizmet etme düşüncesiyle bazı günler hamamda ücretsiz olarak insanları keseleyen Hoca Ahrâr, insanların sevgisini kazanıp gönüllerini hoş etmenin, nafile ibâdetlerden, zikir ve murâkabeden daha üstün olduğunu düşünmekteydi*

Hiç parasının olmadığı günlerde kendisinden yiyecek isteyen bir dilenciyi boş çevirmemek için sarığını lokantacıya uzatıp: “Al bunu, bulaşık bezi yaparsın, şu fakire yiyecek ver” diyebilmişti* Hayatının sonraki safhalarında ekonomik yönden rahatlayan Hoca Ubeydullah Ahrâr hazretleri, halk yararına birçok vakıf eseri yapmış, ayrıca halkın vergi yükünü hafifletmek için kendisi gerekenden fazla vergi vererek cömert ve yardımsever bir insan olduğunu göstermişti* Nitekim, Taşkent idârecisi Mirzâ Ömer halka ağır vergiler yükleyince Hoca Ahrâr, halkın bir yıllık vergi yükünü hafifletmek için bu idareciye önce 250.000 dinar, ardından 70.000 dinar daha göndermişti.

Kendisi hizmetlerinden bir kısmını şöyle anlatın

“Semerkandda Mevlânâ Kutbeddîn Medresesi’ndeki iki-üç hastanın hizmetini üzerime almıştım. Hastalıkları arttığından, yataklarını kirletirlerdi. Ben onları elimle yıkayıp, çamaşırlarım giydirirdim. Devamlı hizmet ettiğim için hastalıkları bana da bulaştı ve yatağa düştüm. Fakat o hâlimle bile, testilerle su getirip hastaların altlarını temizlemeye, elbiselerini yıkamaya devam ettim,”

Bir defasında bazı mürîd ve hizmetçileriyle Keş tarafına giderken hava kararınca yolda çadır kurup konaklamışlardı. Dışarıda yağmur yağmaya başlayınca yol arkadaşlarının ıslanmasına gönlü râzı olmayan Hoca Ahrâr, çadırın yeterince temiz olmadığını öne sürüp dışarı çıkmış, ama müridlerini çadırda kalmaya iknâ etmiş ve bütün geceyi yağan yağmur altında geçirmişti. Benzer bir hâdise de çok sıcak bir günde vukû bul-

Ş:$l

muştu. Tek gölgeliğin olduğu bir tarlada müridlerin daha rahat istirahat edebilmesi için bir bahaneyle oradan uzaklaşıp akşama kadar gelmemişti.

Türkistan bölgesinde kıtlık baş gösterip halk Taşkent’e geldiği zaman Ubeydullah Ah- râr hazretleri miiridlerinden Muhammed Kadıyı insanları doyurmakla vazifelendirdi Muhammed Kâdî» her gün yedi koyun kesip 700 ekmek pişirir ve köylerden gelen kavunlarla birlikte fakirlere ikram ederdi. Hoca Ahrâr Hazretleri» ona bu hizmetinden dolayı iltifat ederek şöyle buyurdu;

“-Hocalarımız, istikbâlinden ümitvâr oldukları kişileri hizmet ile meşgul ederlerdi?

Önde gelen talebelerinden Mevlânâzâde şöyle anlatır:

“Bir gün yemek pişirip Hoca Ubeydullah Hazretleri ne ikram etmiştim. Yemeğe ellerini sürmediler ve:

“-Bu yemek hazırlanırken ihtiyatlı davranılmamış! Bir bakın, araştırın» kusur nerededir?” buyurdular.

Yapılan sıkı bir araştırma neticesinde» yemeğin piştiği ocağa» helâl olup olmadığı şüpheli olan bir parça odun atıldığı anlaşıldı. Bunu öğrenen Ubeydullah Ahrâr celallenerek şöyle buyurdu:

“-Maneviyat yolunda işin temeli gıdaya dikkattir. Buna çok ehemmiyet vermek zarurîdir. Zira insanın bedenine giren şeylerin tesiri, onun zahirinde görülür. Gördüğünüz bütün bu zevksizlik ve perişanlıklar, çoğu zaman şüpheli gıdalar yemekten kaynaklanır?

Hoca Ubeydullah Ahrâr, sohbetlerinde bazı âyet ve hadisleri tasavvufî (işârî) yolla açıklayıp yorumlardı. “Unuttuğun zaman Rabbini zikret (hatırla)77 (el-Kehf, 18/24) âyetini, "Ondan başkasını, kendini ve zikrini unuttuğun zaman Rabbini zikret” diye tercüme eder ve “Allah’tan gayrisini unutmadıkça zikrin hakikatine ulaşılamaz? diye yorumlardı.

Rivayete göre» Seyyid Haşan henüz küçük bir çocuk iken babasıyla birlikte Ubeydullah Ahrâr ın yanma gelmişti. Hoca Ahrâr’ın yanındaki bal küpünü gören çocuk bütün ilgi ve dikkatini oraya yöneltti. Hoca Ahrâr çocuğa adını sorunca, âdeta kendinden geçmiş olan çocuk "Bal” diye cevap verdi. Bu duruma çok sevinen Hoca Ahrâr: "Bu çocukta büyük bir kâbiliyet var. Balı görünce kendi adını unuttu. Eğer rûhunun murâdma baldan daha tatlı bir şey (maneviyat) tatlırırlarşa mutlaka ona yönelişi çok kuvvetli olacak” dedi ve çocuğun maddî mânevi eğitimini üstlendi.

Ubeydullah Ahrâr halka hizmet konusunda şöyle derdi: “Zamanın gereği ne ise onunla meşgul olmak gerekir. Zikir ve murâkabe, bir Müslümanı rahatlatacak olan hizmet bulunmadığı zaman yapılır. Bir insanın gönlünü kazanmaya vesile olacak olan hizmet, zikir ve murakabeden daha önde gelir. Bazıları nâfile ibâdetle meşgul olmak hizmetten daha önemlidir zannederler. Hizmetin semeresi gönüllerde muhabbet ve huzurdur. “Kalpler, kendisine iyilik eden kişiye sevgi duyan bir yapıda yaratılmıştır” sözü bunu açıklamaktadır. Nafilelerin neticeleri, mu minlerin sevgisinin neticeleriyle asla bir olamaz... Ben bu yolu sûfîlerin kitaplarından öğrenmedim, halka hizmetle elde ettim”.

Hoca Ubeydullah Ahrâr’m şöyle dediği nakledilir: “Ene’l-Hak demek kolay, eneyi (benliği, egoyu) kırmak zordur”.

Yine şöyle derdi: “Hâcegân yolunda halvet der-encümen (halk içinde Hak ile olmak) esastır. Bu yüce tâife, yollarını bu esas üzerine bina etmişlerdir. Bu kaide; “Öyle erler vardır ki onları ne ticaret ne de alışveriş Allâh’ın zikrinden alıkoyabilir...” (en-Nûr, 37) âyetinin saadet dolu mânâsından çıkarılmıştır.”

Ubeydullah Ahrâr’ın halifelerinden Muhammed Kâdî Semerkandî Taşkent’te halvete (40 günlük inzivaya) girince Nakşbendî geleneğini bozduğu gerekçesiyle bazıları tarafından Semerkand’daki şeyhine şikâyet edilmiş, ancak Hoca Ahrâr maksad bir olduktan sonra usullerin zaman ve zemine göre değişebileceğini söyleyerek Muhammed Kâdî’nın halvet uygulamasına karşı çıkmamıştır.

Ubeydullah Ahrâr: "Fazla açlık ve uykusuzluk akla zarar verir, böyle bir akıl da hakikati idrâkten âciz kalır. Bu yüzden bazı riyâzat (perhiz) ehlinin keşiflerinde hatalar vâki olmuştur”; “Açlık sûrî keşiflere sebep olur Bazen bu keşiflere ulaşan kişiler gördükleri şeye meylederler. Bu sebeple bazıları ona tarikat yolunun hayâleti derler. Hâcegân tarîkatinin büyükleri müridlerin gönlü böyle şeylere takılmasın diye az yemeyi doğru bulmamışlar ve hakîkî maksaddan başkasına iltifat etmemişlerdir” diyerek aşırı perhizi benimsememiş ve Bahâeddîn Nakşbend’in çizgisini takip etmiştir.

Ubeydullah Ahrâr Hazretlerinin, Orta Asya'dan tayy-i mekân ederek İstanbul'un fethine iştirâk ettiğini, torununun oğlu Hoca Muhammed Kasım şöyle nakleder:

“Ubeydullah Ahrâr hazretleri, perşembe günü öğleden sonra aniden atının hazırlanmasını emretti. Atma binip süratle Semerkanddan dışarı çıktı. Talebelerine; «-Siz burada oturunuz!» buyurdu.

Mevlânâ Şeyh isminde bir talebesi, kendisini bir müddet takip etti. Ubeydullah Ahrâr Hazretleri nin, atının üzerinde bir sağa, bir sola meylinden sonra kaybolduğu haberini verdi. Ubeydullah Ahrâr bir müddet sonra döndü. Talebeleri, heyecanla bu ânî yolculuğun hikmetini sordular. O da:

«-Türk sultânı Mehmed Han, benden yardım taleb etti. Ben de O na yardıma gittim. Allah'ın izniyle zafer kazanıldı.» buyurdular”

Ubeydullah Ahrâr Hazretleri nin torunu Hoca Abdülhâdî şöyle anlatır:

“İstanbul’a gittiğimde Sultan İL Bâyezîd şöyle buyurdu:

«-Babam Fâtih anlattı: Fethin en şiddetli zamanında Rabbime ilticâ ederek, zamanın kutbunun imdâda yetişmesini istedim. O zât, şu şu vasıfta, bir beyaz atın üzerinde karşıma geldi:

“-Korkma! Zafer şenindir” buyurdu.

O zâta:

“-Küffâr askerî çok fazla!” dedim.

O da bana cübbesini açarak:

“-İçine bak!” dedi.

Cübbesinin yeninin İçinden sel gibi akan bir ordu görünce hayretler içinde kaldım:

“-Onların hepsi İslâm ordusuna yardım etmek için geldi.” buyurdu ve devam etti:

“-Şimdi şu tepenin üzerinden üç defa köse (davula) vur ve bütün askere hücum emrini ver!”

Ben de aynen öyle yaptım. O pir de, ordusu ile hücûma iştirâk etti. Feth-i mübîn gerçekleşti.”

Ubeydullah Ahrâr hazretleri Fıkarât, Risâle-i Vâlidiyye, Şerh-i Havrâiyye gibi Farsça eserler kaleme almış, ayrıca bazı mektupları derlenmiştir. Hoca Ahrâr, 895 (1490) senesinde vefat etmiştir. Kabri Özbekistan’ın Semerkand şehrindedir. Kendisinden sonra yerine Muhammed Zâhid geçmiştir.

Hisar vilâyetinin Vahş (diğer adı Vahşuvâr) köyünde doğan Muhammed Zâhid Vah- şuvârî, Ya kûb Çerhî nin akrabası, bir rivâyete göre kızının oğlu idi. Çerhî nin halifelerinden istifâde eden ve muhtemelen oğlu Yûsuf Çerhî ye müntesip olan Muhammed Zâhid uzun yıllar zühdî ve münzevî bir hayat sürerek tasavvuf yolunda ilerlemişti Şöhretini duyduğu Ubeydullah Ahrâr ile görüşmek ve sohbetinde bulunmak için Vahş’tan Semerkand’a doğru yola çıktı. Semerkand yakınlarına geldiğinde Hoca Ahrâr onu yolda karşıladı. Şeyhi Ya'kûb Çerhî’nin akrabası olduğu için ona büyük bir hürmet gösteren Hoca Ahrâr, aralarında geçen bir sohbetten sonra Muhammed Zâ- hid’in tasavvuf yolunda kemâle ulaşmış olduğunu anladı ve bu sohbet meclisinde onu hem müridliğe kabul etti, hem de hilâfet verdi. Bazı rivayetlerde birkaç gün son-

ra hilâfet verdiği söylenir. Hoca Ahrâr ile Mevlânâ Muhammed Zâhid’in beraberliklerinin kısa sürdüğü, tekrar Vahş’a dönen Zâhid’in az sayıda mürîd edinerek tarîkati dar bir çevrede yaymaya devam ettiği anlaşılmaktadır.

Timurlular’dan Sultan Ebû Sa'îd 873 (1469) senesinde öldürülüp Semerkand tahtına oğlu Sultan Ahmed geçince, diğer oğlu ve Hisar vilâyetinin yöneticisi olan Sultan Mahmûd Mîrzâ taht iddiası ile Semerkand’ı kuşatmıştı. Muhammed Zâhid, Sultan Mahmûd Mîrzâ’nın taraftarı ve Vahş idârecisi olan şahsa bu kuşatmanın başarısız olacağını ve Hoca Ahrâr’ın mânevî tasarrufu ile ordunun hezimete uğrayacağını söyleyince o şahsın hakaretlerine mâruz kalmış, hatta Mahmûd Mîrzâ’ya şikâyet edilmişti. Ancak netice onun söylediği gibi oldu ve çıkan fırtınaya dayanamayan ordu kuşatmayı bırakıp kaçmak zorunda kaldı. Muhammed Zâhid’in Hoca Ahrâr ile görüşüp hilâfet aldığı tarih kesin olarak bilinmemekle birlikte, bu kuşatma hâdisesine yakın bir tarihte olması muhtemeldir.

Muhammed Zâhid hazretleri doğduğu yer olan Vahş’ta 936 Rebıu’l-evvel’inde (1529) vefat etti ve orada defnedildi. Kabri, Özbekistan’ın Surhanderya eyaletinde, Altınsay ilçesinin Vahşuvar köyündedir.

Sonraki dönemlerde bazı yazarlar Muhammed Zâhid hazretlerini, Ubeydullah Ah- râr’ın diğer müridi Muhammed Kâdî ile karıştırmış, ikisini aynı kişi zannedip yanlışlıkla Kadı Muhammed Zâhid diye sunî bir isim ortaya atmışlardır. Muhammed Zâhid’in yerine Derviş Muhammed geçmiş ve onun irşâd yolunu devam ettirmiştir.

Muhammed Zâhid'İn kız kardeşinin oğlu olan Derviş Muhammed Şehr-i Sebz’in tmkene köyündendir. Doğum tarihi bilinmemektedir Hz. Ömer in soyundan geldiği söylenir Gençliğinde Ubeydullah Ahrâra intisap ettiği, daha sonra Hızır (a.s)m tavsiyesi ile dayısı Muhammed Zahide bağlandığı rivayet edilmekteyse de, Hoca Ahrâr ile Dervîş Muhammed’in vefat tarihleri arasında bir asra yakın zaman bulunduğu için Ubeydullah Ahrâra intisâbı şüphelidir. Dayısının sohbet ve hizmetinde buluna- rak tasavvuf yolunda ilerleyen ve hilâfet alan Dervîş Muhammed tevâzû ve manevî hâlini gizleme düşüncesiyle uzun süre Şehr-i Sebz’in köylerinde talebelere Kuran okumayı öğretip dînî bilgiler vermekle meşgul olmuştur.

Rivayete göre, Kübrevî şeyhi Hacı Muhammed Habûşânî nin halifelerinden Nûred- dîn Muhammed Hafi Şehr-i Sebz tarafına gelince Dervîş Muhammed bazı yiyecek hediyeleriyle bu zâtı ziyarete gitti. Bir süre sohbet edip murâkabeye oturdular. Derviş Muhammed müsâade alıp meclisten ayrılınca Nûreddîn Muhammed Hâfî yanındakilere bu zâtı ziyaret edip etmediklerini sordu. Yanındakiler onun bir şeyh olmadı-

ğını, çocuklara muallimlik yapan fakir bir adam olduğunu söylediler. Hâfî ise onun büyük bir mürşid olduğunu söyleyip kendisinden istifâde etmelerini tavsiye etti. Bu hâdiseden sonra halkın Derviş Muhammed e karşı ilgisi arttı, etrafında sohbet halkaları oluşmaya başladı.

Onun Kübrevi şeyhlerinden Kemâleddîn Hüseyin Hârezmî (ö. 958/1551) ile de görüştüğü nakledilir. Nakşbendî şeyhi Hafız Basîr’in halifelerinden Emîr Ali Azîzân Herevî (ö. 1010/1601-2) bir süre Derviş Muhammed’in sohbetinde bulunup ondan istifâde etmiştir. Ziraatle meşgul olup geçimini el emeği ile temin eden, takvâ ve azimetle amel etmeye özen gösteren Derviş Muhammed medrese ilimlerine vâkıf olduğu ve özellikle hadis okuttuğu kaydedilmektedir. Derviş Muhammed’in, Allahın varlığının vücûd-i mutlak olduğunu ispat eden bir risâle kaleme aldığı rivâyet edilmektedir. Böyle bir risâle kaleme aldığına göre, tasavvufî düşüncesi İbnü’l-Arabî çizgisine yakın olmalıdır.

Derviş Muhammed hazretleri 19 Muharrem 970 (1562) senesinde vefat edip Şehr-i Sebz’in tmkene köyünün kuzeyindeki Esfîrâz (veya îsferâz) köyünde defnedildi. Bugün burası Özbekistan’ın Kaşkaderyâ bölgesinde bulunan Şehr-i Sebz’in biraz kuzeyindeki Kitab nâhiyesinde yer almaktadır. Derviş Muhammed’in yerine Hâcegî İmkenegî geçmiştir.


22. Hâcegî İmkenegî (K.S)

Derviş Muhammedln oğlu olup hicrî 918 (m. 1512) senesinde doğduğu anlaşılan Hâcegî İmkenegî, gençliğinde Semerkand ve Buhara medreselerinde dînî eğitim görürken, bir yandan da babasından tasavvuf] eğitim aldı. Babasının vefatından sonra halifesi sıfatıyla halkı irşada başladı. Dönemin idârecisi Şeybânî hükümdarlarından Abdullah Han (991-1006/1583-1598) ile yakın ilişkiler kurdu.








Rivâyete göre, devrin yöneticisi Abdullah Han bir gece rüyasında Hz. Peygamberin köşküne gittiğini görmüştü. Köşkün kapısındaki muhterem zât bazen içeri girip dışarıdaki insanların durumunu Hz. Peygambefe arz ediyor ve ondan haber getiriyordu. Bir süre sonra bu zât, peygamberin gönderdiği kılıcı getirip Abdullah Han ın beline bağladı. Abdullah Han uykudan uyanınca rüyada gördüğü bu zâtı aramaya koyuldu ve sonunda onun Hâcegî İmkenegî olduğunu anladı. Kendisine büyük bir hürmet


gösterip hediyeler vermek istedi. İnıkenegî bunları kabul etmek istemeyince, “Allaha, Rasûlü'ne ve sizden olan idarecilere itaat edin” (en-Nisâ, 4/59) âyetini hatırlattı» îmke- negî de hediyeleri kabul etmek zorunda kaldı. Bu hâdiseden sonra Abdullah Hanın her sabah İmkenegî’yi ziyâret ettiği nakledilir.

Hâcegî Îmkenegî Mâverâünnehr’deki devlet yöneticileriyle yakın münâsebetler kurmuş ve özellikle Şeybânîİerden sonra Canoğulları nin iktidâra gelmesinde önemli bir rol oynamıştır.

Rivayete göre, medrese talebelerinden üç tanesi Hâcegî Îmkenegîyi ziyâret etmek için yola çıkmışlardı. Bir tanesi: “Eğer şeyhin kerameti varsa» bize falan yemekten ikram etsin” diye düşündü. Diğeri de aynı şeyi düşünüp, “bize falan meyveyi ikram

etsin” diye gönlünden geçirdi. Üçüncüsü ise, “falan güzel yüzlü çocuk o mecliste hazır bulunsun” diye düşündü. Îmkenegî’nin meclisine ulaştıklarında ilk iki şahsın istedikleri yiyecek ve meyvenin hazır olduğu, üçüncüsünün talebinin ise mevcûd olmadığı görüldü* Bunun üzerine Îmkenegî: “Dervişler manevî hallere ve kerametlere ulaştıysalar, dînî kaidelere riâyetle ulaşmışlardır* Onlardan gayr-i meşru bir şey istememek gerekir. Hattâ meşrû bile olsa, imtihan niyetiyle onların yanına gelmek uygun değildir”, dedi.





Imkenegînin bir süre Nakşbendî şeyhi Ahmed Kâsânînin sohbetinde bulunduğu, onun vefatından sonra oğullarına baş sağlığı dilemek için Dehbîde gittiği nakledilir. Rivayete göre, Kâsânînin oğullarından Hoca İshâk Dehbîdî (ö. 1008/1589-1600) bir gün -benim müridim ya da halifem olun dercesine- cübbelerinden birini Hâcegî İmke- negî’ye giymesi için göndermişti. Îmkenegî bunu hakaret kabul etmiş olmalı ki, Hâce îshâkın meclisine gidip öfkeyle ona teveccüh etti. Bu manevî teveccühün tesiriyle Hâce îshâkın hâli değişti, başından sarığı düştü. Îmkenegî de kendi cübbesini, gömleğini ve şalvarını çıkardı. Bunun üzerine Hâce îshâk özür dilemek zorunda kaldı.

ifâde edilmektedir. Cehri zikre, semâ ve raksa aslâ müsâade etmeyen İmkenegî’ye müridlerinden birisi: “Müsâade buyursanız da meclislerinizde Mevlânanın Mesnevisinden okunsa” diye ricada bulununca, Îmkenegî: “Her gün meclisimizde Mif- kâtul-mesâbîh\en birkaç hadis okunuyor, şüphe yok ki, Hz. Peygamber in sözlerini zikretmek diğerlerinin sözlerini zikretmekten daha iyidir” diye karşılık vermişti.

O dönemde sohbet meclislerinde Mesnevi okumaya önem veren Nakşbendî kolu Kâsânîler idi. Bunlar semâ ve raksa da müsâade ediyorlardı. Âdetâ, Mesnevi okumak, semâ ve raksa olumlu bakmanın sembolü hâline gelmişti. İmkenegî bu sebeple sohbetlerinde Mesnevi yerine Mişkât okumayı tercih etmiş olmalıdır. Ancak bu durum, Mesneviye karşı değil, semâ ve raksa karşı bir tavır ve tepki olarak algılanmalıdır.

Hâcegî İmkenegı hazretleri 90 yaşlarında iken 1008 (1600) senesinde vefat etti. Kabri bugün Özbekistan’da, Semerkand’m güneyinde Kaşkaderyâ bölgesindeki Şehr-i Sebz’in Kitab nâhiyesinde bulunan İmkene köyündedir. Manevî emanet olan irşâd vazifesini Muhammed Bâki Billah’a devretmiştir.

Delhi fama Mescidin de Cuma Namazı

Kutup Minar

Muhammed Bakî Billah hazretleri hicri 971 (1564) senesinde Kâbifde dünyaya geldi. Farklı şehirlerde dolaşıp ilim ve tasavvuf ehlinden istifade etti. Sonra Nakşbendiyye yoluna bağlanma arzusu ile yola çıktı. Semerkand’a geldiğinde rüyasında Ubeydullah Ahrârı gördü. Ahrâr» bu rüyada ona Hâcegî İmkenegîye İntisap etmesini tavsiye etti, o da gidip İmkenegî’ye mürîd oldu. Başka bir rivâyete göre, Bâkî Billah’ın zihnine tasavvufla ilgili iki soru takılmıştı. Bunların cevâbını bir türlü bulamıyordu. Rüyasında gördüğü Ubeydullah Ahrâr, “bu problemlerini kim çözerse senin zâhirî şeyhin odur” demişti. Görüştüğü şeyhlerden tatmin edici cevap alamayan Bâkî Billah sonunda Hâcegî imkenegî ile tanışıp sorularına cevap alınca ona intisap etti.

Şeyhi İmkenegî, Bâkî Billah ile üç gün halvet hâlinde sohbet etti, bu süre sonunda onu tasavvufî yönden yeterli görüp irşâd icâzeti verdi ve Hindistan’a gidip Nakşbendîliği

orada yaymasını tavsiye etti. Bâkî Billah kendisini bu göreve hazır ve yeterli görmediği için kabul etmek istemedi. Bunun üzerine şeyhinin tavsiyesi ile istihare yaptı. Rüyasında dala konmuş bir papağan gördü ve “bu papağan o daldan inip elime kanarsa bu Hindistan seteri çok hayırlara vesile olacaktır” diye düşündü. Böyle düşünürken papağanın uçup eline konduğunu gördü. Ağzının suyunu papağanın gagasına akıttı, papağan konuşmaya başladı ve Bâkî Billahm ağzına şeker döktü. Sabah uyandığında rüyasını şeyhi İmkenegî ye anlatınca o: "Papağan Hindistan kuşlarındandır, hemen Hindistan’a gidiniz» orada sizin bereketli varlığınızdan hakikatleri konuşan bir aziz meydana gelecek» bize de onun sayesinde bir bereket ulaşacaktır” dedi.

Şeyhinin tavsiyesi ile Hindistan’a doğru yola çıkan Bâkî Billah bir sene Lahorda kaldı, sonra Delhi’nin Fîrûzâbâd mahallesine gidip tekke kurdu ve halkı irşâda bura-

da devam etti. Delhi’deki tekkesinde iki üç sene kadar halkı irşâd ile meşgul olan Baki Billah ömrünün son yıllarında müridlerinin eğitimini halifelerine, özellikle de İmâm-ı Rabbani diye bilinen Ahmed Sirhindî’ye havale etti. Bâkî Billah’m tekkesinin masraflarını, Ekber Şâh dönemi bürokratlarından Şeyh Ferîd Buhârî’nin karşıladığı kaydedilmektedir. 1010 (1601) senesinde iki hanımından birer erkek çocuğu dünyaya geldi. Büyüğüne Ubeydullah (Hâce Kelân), küçüğüne Muhammed Abdullah (Hâce Hord) ismini verdi.

Bâkî Billah, İslâmiyet1 in emir ve yasaklarına son derece bağlı bir zât idL Sık sık takvâ sahibi fakihlere baş vururdu. I lelal gıdâya çok önem verir, hatta yemek pişiren kişinin huzûr-i İlâhîde olduğunun bilinciyle davranmasını, gafil olmamasını isterdi, Hân-ı Hânân diye bilinen Abdurrahîm Han onun hacca gideceğini duyunca yol masrafını karşılamak için bir miktar para göndermiş ama o, müslüman halktan toplanan vergilerle oluşan devlet hâzinesini kendi işi için kullanmayı uygun görmeyerek hacca gitmekten vazgeçmişti. "İnsanoğlu şeriatla memurdur, hakâik ve maârifle değil” diyen Pencâb âlimlerinden Şeyh Nûreddîn in bu sözünü takdirle yâd ederdi. Gösterişten kaçınır, kerâmetini gizlemek için büyük bir gayret sarf ederdi. Kendisine bir hasta getirilince onu mânevî gücü ve nazarı ile tedavi eder, ancak kerâmeti belli olmasın diye eline bir tıp kitabı alıp sanki ona bakarak tedâvi ediyormuş gibi yapardı,

Bâkî Billah insanlara ve hayvanlara karşı çok merhametliydi. Lahorda kıtlık olduğu bir dönemde huzuruna yemek getirenlere “İnsanlar açlıktan can verirken bizim yemek yememiz uygun olmaz” diyerek günlerce yemek yememiş ve gelen yiyecekleri fakirlere göndermişti. Ona intisap eden müridlerin kısa sürede cezbe hâline girip tasavvuf yolunda hızla ilerlediklerini gören Ahmed Sirhindî bir gün şeyhine bu durumu sormuş» o da, bu dönemde müridlerin tasavvufa karşı ilgi, arzu ve gayretlerinin azaldığını, kendisinin insanlara olan şefkat ve merhametinden dolayı onları yormadan tasavvuf yolunda ilerletmek için teveccüh ile feyz aktardığını ifâde etmişti. Bir gece teheccüd namazına kalktığında yorganının üzerinde bir kedi uyumuş, o da kediyi uyandırmamak için sabaha kadar yatağa girmemişti.

Tasavvufî eğitimde müridlere kabiliyet ve mizaçlarına göre evrâd telkin ederdi. Bazılarına nefy u isbât (Lâ ilâhe illallah), bazılarına ise sâdece isbat (Allah) zikrini tavsiye eder, hafi ve kalbı zikre önem verirdi. Meclislerinde semâ ve raks yapılmazdı. Bir gün müridlerinden biri sohbette sesli olarak “Allah" demiş, bu yüzden Bâkî Billah onu uyarmıştı. Tasavvuf yolunda ilerlemenin (terakki) öldükten sonra da devam edeceğini söyleyen îbnu 1-Arabî ye bu konuda katılır, ayrıca ölüm döşeğindeki sûfîye yüksek mertebelerin bir anda verilebileceği ihtimâli üzerinde dururdu.

Tasavvuf yolunda ileri bir merhale olan zatî muhabbeti şöyle izah ederdi: “Bir insan, âlim veya cesur bir insanı bu özelliklerinden dolayı severse, bu sevgi ilim ve cesâret sıfatlarına bağlıdır ve bu özellikler ortadan kalkınca o şahsa olan muhabbet de sona eren Ama zâtî muhabbet böyle değildir. O, hiçbir sebebe bağlı olmaksızın sevmektir, sıfatların artmasıyla bu sevgi artmaz, azalmasıyla da azalmaz”

Kendisinden manen feyz almaya gelen talebelerine çeşit çeşit özürler beyân ederek: “Bu fakir sizin zannettiğiniz gibi değildir. O bakımdan siz başka yere gidiniz! Eğer hakîkî bir rehber, mutlak bir yol gösterici bulursanız, bu fakire de haber verin ki hemen huzûruna gidip ona hizmet edeyim! Belki kalbimin derdine bir derman bulurum.” buyururdu.

Bâkî Billah hazretleri kendisini sadece arkadaşlarından değil, avamdan bile üstün görmezdi. Nitekim evinin bitişiğinde oturan bir genç, içki içer ve her türlü kötülüğü yapardı. Bir gün müridi Hüsâmeddîn Dehlevî, o genci devlet memurlarına şikâyet etti. Memurlar da o genci yakalayıp hapsettiler. Bâkî BiIIâh bunu öğrendiğinde müridini çağırıp bu hareketine kırıldığını ifâde etti. Müridi: “-Efendim, o öyle fâsık, öyle hayırsız biri ki kötülükleri saymakla bitmez. Etrafındakilere de hep zarar veriyor!” deyince Bâkî BiIIâh derin bir âh çekti ve: “-Biz hiçbir zaman kendimizi ondan üstün görmüyoruz ki onu ayıplayalım!” buyurdu. Sonra idarecilere ricâ ederek o genci serbest bıraktırdı. Genç de tevbe edip sâlihlerden oldu.

Bâkî Billah vahdet-i vücûd düşüncesine bağh bir sûfî idi. Ancak vefatından bir hafta önce vahdet-i vücûdun dar bir yol olduğunu ve

Tasavvufta Nakşbendî yolunu Orta Asya’dan Hindistan’a getirdiğini anlatmak üzere: “Bu tohumu Buhara ve Semerkand’dan getirip Hindistan’ın bereketli toprağına ektik” diyen Bâkî Billah, kısa süren irşâd hayatına rağmen Nakşbendîliğin Hindistan’da kök salıp güçlü bir şekilde yayılmasını temin etmiştir.

Bâkî Billah hazretlerinin Farsça bazı eserleri ve mektupları Külliyyât-i Bâkî BiUâh adıyla tek cilt içinde yayınlanmıştır (nşr. Ebu’l-Hasan Zeyd Fârûkî ve Burhân Ahmed Fârûkî, Lahor 1967). Kırk yaşma geldiğinde hastalanan Bâkî Billah 25 Cemâziye’l-â- h ir 1012 (30 Kasım 1603) tarihinde genç yaşta vefat etti ve Delhi’de Kademgâh denen mevkide defnedildi. Burası bugün Nebî Kerîm Mahallesi, îdgâh (Eidgah Road, Sin* gara Chowk) olarak anılmaktadır.

Imâm-ı Rabbani Ahmed Sirhindî hicri 971 (m. 1564) senesinde Hindistan’ın Sirhİnd şehrinde doğdu. Soyları ikinci halife Hz. Ömer el-Fârûk’a dayanan Kabil asıllı bir aileye mensuptur. Bu sebeple İmâm-ı Rabbânî Ahmed Sirhindî’ye “Fârûkî” ve "Kabili” nisbeleri de izafe edilmektedir. Babası Şeyh Abdülehad Çiştiyye ve Kâdiriyye tarikat - lerinden icâzetli bir şeyh ve âlim idi. İmâm-ı Rabbânî muhtelif hocalardan ders aldıktan sonra 18-20 yaşlarındayken o dönemde Hindistan’ın başkenti olan Agraya gitti. Saray çevresinde peygamberliğin önemini inkâr eden kişilere karşı “İsbâtu n-Nübü- vve” isimli eserini yazdı. Ayrıca Redd-i Revâfız ismiyle Şiîlere karşı bir eser kaleme aldı. O dönemde babası Sirhind’den Agra’ya gelip oğlu İmâm-ı Rabbânî’yi aldı, Sir- hind’e götürdü. Yolda Tanîser şehrinde oğlunu evlendirdi.

İmânı-ı Rabbânî Sirhind’de babasından tasavvuf! yolda feyz aldı, kemâle erdi. Babası Abdülehad, 1007 (1599) senesindeki vefâtına yakın îmâm-ı Rabbâniye hilâfet yani halkı irşâd etme yetkisi verdi. Babasının vefatından sonra kendisini irşada ehil hissetmeyen İmâm-ı Rabbânî bu vazifeye hemen başlamadı ve hacca gitmek üzere Sİrhindcien yola çıktı. Delhi'ye geldiğinde orada Nakşbendî şeyhi Bâkî Billâhın dergâhının bulunduğunu duydu. Kendisi babası yoluyla Kâdiriyye ve Çİştiyye'den icazetli olmakla birlikte, Nakşbendîliğe gıyâben ilgi duyuyordu. İmâm-ı Rabbânî, Bâkî Billah hazretleriyle tanışmak ve sohbetinden istifade etmek İçin dergâhına gitti. Bâkî Billah İmâm-ı Rabbânî’yi görünce ondaki yüksek kâbiliyeti sezdi ve âdeti olmadığı halde, kendisine intisap edip bir süre tekkesinde ve sohbetinde kalmasını rica etti.


Bâkî Billah» İmâm-ı Rabbâniye Orta Asya’da şeyhi Hâcegî imkenegî nin yanında iken gördüğü papağan rüyâsını anlattı ve o rüyada işaret edilen zâtın kendisi olduğunu îmâ etti. İmâm-ı Rabbaninin intisap edip kendisine mürîd olduğu dönemde Bâkî Billah mutluluğunu» bir dostuna yazdığı mektupta şöyle ifâde ediyordu: “Sirhİnd’den Şeyh Ahmed isminde ilmi çok, ameli güçlü bir yiğit birkaç gün bizimle oturup kalktı. Ondan» çok ilginç hâller müşâhede edildi. Muhtemelen âlemin kendisiyle aydınlandığı bir kandil olacak”

İmâm-ı Rabbânî Bâkî Billah’ın yanında iki buçuk üç ay kadar kaldı. O dönemde yaşadığı mânevî halleri ve tasavvufî mertebeleri bazı mektuplarında anlatmıştır. Hac zamanı geçtiği için memleketi Sirhinde dönen İmâm-ı Rabbânî bu dönemde şeyhi ile mektuplaştı ve yaşadığı mânevî hâlleri ona bildirdi. Bir süre sonra tekrar Bâkî Billah1! ziyâret eden İmâm-ı Rabbânî bu ikinci ziyârette irşâd icazeti (hilâfet, diploma) aldı. İcâzetli olduğu diğer tarîkatlerin teberrüken (bereket ve hâtıra olarak) kendisinde bulunduğunu ancak bundan sonra kendisinin Nakşbendî yolunda müridleri eğiteceğini ifade etti.

îrşâd hayatına Sirhind’de devam eden İmâm-ı Rabbânî Ahmed Sirhindî müridlerine» dostlarına ve devlet adamlarına mektuplar yazdı. Müridlerine yazdığı mektuplarda tasavvufî eğitim (seyr u sülük) ve tasavvufî düşüncenin ince meselelerini ele alıyor» devlet adamlarına yazdığı mektuplarda ise daha ziyâde İslâmî kurallara ve Ehl-i Sünnet mezhebine bağlılık gibi genel konulara temas ediyordu. Dönemin padişahı Ekber Şah, yakınında bulunan insanların tesir ve teşvikiyle İslâm ile Hindûizın i birleştirmek

görüntüsü altında “Dîn-i İlâhî11 adında yeni bir din îcâd etmişti. Bazı yerlerde müslüman mâbedleri yıkılıp yerine Hindu mâbedleri yapılıyordu. O dönemde Hindistan’daki bazı eğitimsiz Müslümanlar Hindu dînî merasimlerine katılıyor, birçok müslüman kadın, Hindular ın su çiçeği hastalığım iyileştirdiğine inandığı tanrıçaya duâ ediyordu. İmâm-ı Rabbânî Hindistan’daki bu durumu eserlerinde kaygıyla anlatmaktadır. Ayrıca Müslümanlar ın ibâdette ve kıyâfette bazı bid atler îcâd ettiklerini, sûfî görünen câhiller ile dünyâya düşkün âlimlerin topluma zarar verdiğini belirtmektedir.

1014 (1605) senesinde Ekber Şah vefat etti ve oğlu Cihângîr (10144037/ 16054627) tahta geçti. İmâm-ı Rabbânî Ahmed Sirhindî bu duruma çok sevindi. Ancak bir süre sonra saray civarındaki bazı kişilerin teşvik ve tahriki ile Cihângîr, îmâm-ı Rabbânî’yi bir sene hapsettirdi. Daha sonra serbest kalan îmâm-ı Rabbânî son yılını memleketi Sirhind’de geçirdi ve orada vefat etti. Mekfûbât, Mebde ve Afead, Maârif i Ledünniyye, Mükâşefât-ı Gaybiyye* İsbâtün-nübüvve ve Redd-i Revâfiz gibi çoğu Farsça olan eserleri vardır.

İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin bazı sözleri şunlardır: “insanlar kıyâmet günü ancak şeriattan sorumlu olacaklardır, tasavvuftan değil”. “Tarikat ve hakikat, şeriatın hizmetindedir1’ "Önce Ehl-i Sünnet anlayışı üzere itikadı düzeltmek, sonra fıkhı öğrenmek lâzımdır. Daha sonra sıra tasavvufa gelir”. “Hayâli keşiflere, misâli sûretlerin zuhûruna aldanarak Ehl-i Sünnet ve Cemâat’in sağlam îtikâdlarmdan ayrılmaktan sakınınız” “Ramazan ayının son on gününde îtikâfa oturduk. Dostları (müridleri) toplayıp dedik ki: Peygamber efendimize uymaktan başka bir şeye niyet etmeyin. Bizim inziva ve halktan ayrılmamız

ın

dan ne çıkar? Peygambere bir tek uyma uğruna yüz tane dünyevî bağlantıya râzı oluruz. Ama ona uyma ve tâbi olma vesilesi olmadan bin tane inziva ve halktan uzaklaşmayı kabul etmeyiz”. “Rüyâlara itibâr etmeyiniz. Çünkü rüyalar hayalîdir» doğru değildir. Şeytan güçlü bir düşmandır, onun hilelerinden emin olmak zordur ’

îmâm-ı Rabbâniye göre, zikrin gayesi, kalpten gafletin giderilmesidir. Ayrıca zikir, sâdece belli virdleri okumak değildin Dînî kurallara ve âdabına riâyetle yapılan alış veriş de zikir sayılır. Keza bir âmâyı yoldaki çukura düşmekten kurtarmak da aynen zikir gibidir, hattâ daha faziletlidir. Ancak Allahın isim ve sıfatlarını anarak yapılan zikir çabuk tesir edici olup Allah Teâlaya karşı sevgi oluşturur ve ona çabuk ulaştırır,

İmâm-ı Rabbânî Ahmed Sirhindî ye göre vahdet-i vücûd telakkisi sekr (mânevi sarhoşluk) ve aşırı muhabbetten doğmaktadır. Tasavvuf yolunda bu düşüncenin ortaya çıkması normal, hattâ güzeldir ama orada kalmayıp geçmek gerekir.

İmâm-ı Rabbâmye göre “vahdet-i vücûd” anlayışının üzerinde “vahdet-i şuhûd” mertebesi vardır. Onun da üzerinde “abdiyyet” makamı vardır. Bunları şu örnekle izah etmiştir: Gündüz Güneş doğunca yıldızlar görünmez hâle gelir. Bu esnada bir kimsenin “Gökyüzünde yıldız yok, sadece Güneş var” (ya da yıldızlar hayâl ve Güneş’ten farklı değil) demesi ve böyle inanması vahdet-i vücûd ehlinin hâline örnektir, ilme 1-yakîn mertebesidir. Yani İmâm-ı Rabbânfye göre, vahdet-i vücûd bir algı yanılmasıdır. “Gökyüzünde Güneş’ten başka bir şey göremiyorum, ancak bu durum yıldızların olmadığı anlamına gelmez» yıldızlar vardır ancak Güneş’in yoğun ışığı sebebiyle örtülmüş, görünmez hâle gelmişlerdir” diye düşünen kişi ise vahdet-i şuhûd ehlinin hâline örnektir, aynel-yakîn mertebesidir. Eğer bu kişinin görüşü güçlenir ve Güneş ile yıldızlan ayrı ayn görebilirse bu, diğer ikisinden daha yüksek bir mertebe olan hakka 1-yakîn (abdiyyet: kulluk) mertebesidir.

İmâm-ı Rabbânî bir mektubunda (Afcktıİbât, c. 1, mektup no. 33) şöyle der: "Sâlih zâtlardan biri rüyasında şeytanı boş boş otururken gördü. Şeytan insanları doğru yoldan saptırmak için uğraşmıyordu, O zât şeytana bunun hikmetini sordu. Şeytan şöyle cevap verdi: Bu zamanın kötü âlimleri bu işte bana çok yardım ettiler ve beni bu işle uğraşmaktan kurtardılar (yani sapık fikirli hocalar insanları doğru yoldan uzaklaştırdığı İçin benim çalışmama gerek kalmadı)”

Talebelerine Beyzâvî Tefsiri, Sâhîh-i Buhârî, Mişkâtu 1-mesâbîh» Avârifû’l-maârif, Usûl-i Pezdevî» Hidâye ve Şerh-i Mevâkıf gibi bâzı din kitaplarım ders olarak okuturdu. Ömrünün son zamanlarında bile talebelerine ilim tahsilini sıkı sıkı emreder, buna çok önem verirdi. Medrese ile tekkeyi, âlimler ile sûfîleri birleştiren bir köprü (sıla) vazifesi görürdü.

İmâm-ı Rabbânî hazretleri, Müceddîd-i elf-i sânîdir. Yâni hicri ikinci binin müceddididir, Hadîs-i şerifte, bu ümmette, her yüzyıl başında İslâm dînini kuvvet-

lendiren bir âlim geleceği haber verilmektedir. Peygamber efendimizden sonra peygamber gelmeyeceğine göre, kendisinden bin sene sonra, İslâm dînini her bakımdan ihyâ edecek, dîne sokulan bidatleri temizleyip, asr-ı seâdetteki temiz hâline getirecek, zâhirî ve bâtını ilimlerde tam vâris, âlim ve ârif bir zâtın olması lâzımdı. Bu mühim hizmeti îmâm-ı Rabbânî hazretleri yapmıştın tmâm-ı Rabbânî şöyle buyururdu:

“Taklit edilmeye lâyık olan, şer‘î ilimlerdir. Ebedî kurtuluş Hanefi ve Şafiî’yi taklide bağlıdır, Cüneyd ve Şiblî nin sözleri ise sâdece iki fayda için kullanılır. Birincisi, bu hâllerin zuhurundan önce bu sözleri dinleyen mürîdlere şevk gelir. İkincisi, bu hâllerin zuhurundan sonra mürîdler, bu sözleri kendi hâllerinin doğruluğuna delil yaparlar. Bu iki fayda hâricinde, onların sözleriyle ilgilenmek doğru değildir”

Mebde ve Meâd isimli eserinde sünnete uymak ve bid atlardan sakınmak konusunda şöyle buyurur:

“Sünnet ile amel etmek ve bidattan, hurafeden sakınmak gerekir, özellikle de sünneti ortadan kaldıran bidattan. Peygamber Efendimiz (a.s) şöyle buyurmuştur: “Kim bu dînimizde yeni bir şey (bidat) uydurursa o reddedilir”. Din kemâle erdikten ve tamamlandıktan sonra ona bazı şeyler uydurup ekleyen ve bununla dîni tamamlamak isteyen kişilere şaşılır. Uydurdukları bu hurafe ile sünnetin ortadan kalkacağından hiç korkmuyorlar. Meselâ sarığın ucunu iki omuz arasından arkaya sarkıtmak sünnettir. Bazıları sarığın ucunu sol taraftan sarkıtmayı tercih etmişler ve bununla ölüye benzeyeceklerini düşünmüşlerdir. Bu işte bir çok insan da onlara uymuştun Bilmiyorlar ki bu iş bir sünneti ortadan kaldırmaktır, sünnetten bid ata götürür ve harama ulaştırır* Hz, Muhammedi (a.s) benzemek» bir ölüye benzemekten daha iyidir, O (a,s) ölmeden önce ölmek şerefine nâil olmuştun Eğer ölüye benzemek istiyorlarsa yine ona (a.s) benzemek daha uygundur.

ilginçtir ki, ölünün kefenine sarık koymak da zâten bidattir. Sarığın ucu meselesi nasıl bid at olmasın? Sonraki âlimlerden bâzısı bir âlim vefât edince onun kefenine (meyyitin başına) sarık takmayı güzel görmüşlerdir. Fakire göre ise dinde ilâve yapmak nesh etmektir, nesh de sünneti ortadan kaldırmaktır, Cenâb-ı Hak bizi Hz. Peygamberin sünnet-i seniyyesine tabî olmada sabit eylesin. Sünnetin kaynağı olan Efendimize salât ve selâm olsun"

“Ramazan ayının son on gününde îtikâfa oturduk. Dostları (mürîdleri) toplayıp dedik ki: Peygamber efendimize uymaktan başka bir şeye niyet etmeyin. Bizim inzivâ ve halktan ayrılmamızdan ne çıkar. Peygambere bir tek uyma uğruna yüz tane dünyevî bağlantıya râzı oluruz. Ama ona uyma ve tâbi olma vesilesi olmadan bin tane inzivâ ve halktan uzaklaşmayı kabul etmeyiz”

Şöyle buyururdu: (Dört unsurdan) Hava unsuru ruh ile irtibatlıdır. Bu sebeple tasavvuf yolcusu (sâlik) hava makamına yükselip ulaştığı zaman bu havayı Hak Teâlâ zanneder ve ona tutulup kalır. Tıpkı ruh makâmmda bu görüntü ve zannın oluşması ve sâlikin ona tutulması gibi. Meşâyıhtan biri şöyle demiştir: “Otuz sene Hak Teâlâ diye rûha taptım. O makâmdan geçirip yükselttikleri zaman doğru yanlıştan ayrıldı”

İmâm-ı Rabbaninin ibâdet hayatı şöyleydi:

Kaynaklarda beyân edildiğine göre, İmâm-ı Rabbânî yaz-kış, seferde ve hazarda çoğunlukla gecenin yarısından sonra, bazan da gecenin üçte ikisi geçtikten sonra kalkarlar, o vakitte okunması sünnet olan duaları okurlar, mükemmel bir abdest alırlardı. Abdest alırken eline bir başkasının du dökmesini istemezlerdi. Abdest suyunu tasarruflu kullanırlar» kıbleye dönük olarak abdest almaya özen gösterirlerdi. Ancak ayaklarım yıkarken kuzeye veya güneye dönerlerdi. Her abdestte misvak kullanırlardı. Her uzvu üç defa yıkarlar, her defasında elleriyle suyu silerlerdi; tâ ki yıkanan uzuvdan ve ellerinden damlama ihtimâli kalmasın. Abdestte kullanılan suyun temiz olup olmadığı konusu ihtilâftı olduğu için ihtiyâten böyle yapardı. Her uzvu yıkarken abdest dualarını okurdu.

Abdestten sonra teheccüd namazına başlardı. Tam bir huzur ile ve uzun sûreleri okuyarak teheccüd namazını kılardı, ilk zamanlarda teheccüd namazında Yâsîn sûresini tekrar tekrar okurlardı. Hattâ bu sûreyi bir namazda 80 defa okudukları olurdu. Son zamanlarında daha ziyâde namazda Kur an-ı Kerîmi hatmetmekle meşgul oldular. Teheccüd namazını bitirdikten sonra huşû içinde murakabe ve tefekküre otururdu. Sabahtan iki üç saat önce, sünnete uyarak, bir müddet yatarlardı. Sonra ortalık ağarmadan tekrar uyanırlar, sabah namazını kılarlardı.

Sabah namazının sünnetini evde kılarlar, sünnetle farz arasında sessiz olarak “Sü- bhânallâhi ve bi-hamdihî sübhânallâhf 1-azîm ve bi-hamdihî” duasını tekrar ederlerdi. Sabah namazının farzını kıldıktan sonra işrâk vaktine kadar mescidde arkadaşları ile murâkabe halkasında otururlar, sonra uzun sûreler okuyarak, iki selâmla dört rekat işrâk namazı kılarlar, o vakitte okunması îcâb eden teşbih ve dualarla meşgul olurlardı.

Sonra evlerine giderler, hanım ve çocuklarının hâllerini sorarlar, yapılması gereken işleri söylerlerdi. Ardından odalarına çekilirler, Kuran-ı Kerîm okurlardı. Bundan sonra talebelerini çağırırlar, hâllerini sorarlardı. Onlara hedefi yüksek tutmayı, sünnete uymayı, zikir ve murakabeye devâm etmeyi, manevî hâllerini gizlemeyi tavsiye ederlerdi. Fıkıh kitaplarını okumalarını söylerdi.

Sohbetlerinin çoğu sükût ile geçerdi. Sohbetlerinde hiç kimsenin gıybeti yapılmaz, kusuru anlatılmazdı. Kuşluk namazını odalarında sekiz rekat olarak kılarlar, sonra talebeleri ve çocuklarıyla birlikte yemek yerlerdi. Yemek duasının ardından Fatiha okumak hadislerde bulunmadığı için bunu uygun bulmaz ve Fâtiha okumazdı.

Öğle namazı vaktinde dört rekat sünnet, dört rekat farz, iki rekat son sünnet kılar, ardından dört rekat daha sünnet kılarlardı. Öğle namazından sonra hâfızdan bir cüz kadar Kuran ı Kerîm dinlerlerdi. Talebelere verilecek ders varsa verirlerdi. İkindi


namazını ilk vaktinde kılarlar, ilksünnetini terk etmezlerdi ikindiden sonra talebeleriyle murakabeye otururlardı. Murakabede müridlerine kalben teveccüh ederlerdi*

Akşam namazını ilk vaktinde kılarlar, farzdan sonra kalkmadan on kere kalben “Lâ ilâhe illallâhü vahdehû lâ şerike leh..” duasını sonuna kadar okurlardı. Farz ve sünnetlerden sonra "Allâhümme ente’s-selâmu ve minkes-selâm. Tebârakte yâ zeT-celâli ve I-ikrâm” duasından fazla bir şey okumazlardı. Akşam namazının iki rekat sünnetini kıldıktan sonra evvâbîn namazını dört veya altı rekat olarak kılarlardı.

Yatsının farzından önce dört rekat sünneti kılarlar, farz ve iki rekathk son sünnetten sonra tekrar dört rekat sünnet kılarlardı* Vitr namazının ilk rekatinde genellikle A‘lâ sûresini, ikinci rekatinde Kâfırûn, üçüncü rekatinde de İhlâs sûresini okurlardı. Hanefî'nin kunût duasına Şâfıî nin kunût duasını da ilâve ederlerdi. Vitr namazını bazan yatsıdan, bazan da teheccüd namazından sonra kılarlardı. Yatsı namazını ve vitr namazım kıldıktan sonra hemen yakmaya giderlerdi. Yatmadan önce okunması îcâb eden duaları okurlardı.

Namazlarda dâimâ isteyerek imamlık yaparlardı. Bu konuda şöyle buyururdu: “Şafiî ve Mâliki mezheplerine göre Fâtiha'yı okumadan namaz olmaz. Bunun için imamın arkasında bulunanlar da Fâtiha okurlar. Buna delil olarak bir çok sahih hadisler vardır. Ama İmâm-ı Azam Ebû Hanîfe imamın okuduğu Fatihanın cemâat için de okunmuş sayılacağını bildirdi ve cemâatin Fâtiha okumasını doğru bulmadı. Mezheplerdeki bu farklı rivayetleri görünce hepsini birleştirme yoluna gidip imam olmayı tercih ettim”. Teravih namazı hâriç hiçbir nâfıle namazı cemâatle kılmazlardı. "Nâfıle namazları cemâatle kılmak mekruhtur” derlerdi.

Hastaları ve kabirleri ziyaret ederler, onlara duâ ederlerdi. Davetlere giderlerdi, ancak günah işlenen meclislere iştirak etmezlerdi. Dîni kurallara ve Ehl-i Sünnet âlimlerinin görüşüne aykırı olan şeyleri kabul etmezlerdi. Şöyle buyururlardı: "Mânevi hâller, şerîate bağlıdır, şeriat ise hâllere bağlı değildir. Çünkü şeriat sağlam ve kesindir, doğruluğu vahiyle sabittir. Hâller ise zannîdir, keşif ve ilhamla sabittir”. Mâtürîdî âlimlerinin görüşünü, Eş<arî âlimlerinin görüşünden üstün tutardı. Buyururlardı ki: “Mâtürîdiyye büyükleri, sözlerine felsefe karışmaktan daha uzaktır ilimlerini peygamberlik nûrundan almaya daha yakındırlar”. Sahvı (ayıklığı), sekre (manevî sarhoşluğa) tercih ederlerdi. İnsanlar arasına karışan velîyi, uzlete çekilen velîden üstün sayarlardı.

İmâm-ı Rabbânî hazretleri hicri 1034 (m. 1624) senesinde Hindistan’ın Sirhind şehrinde vefat etti. Kabri, Sirhind halkı arasında “Rovza Şerif” diye meşhurdur. Yerine oğlu ve halifesi Muhammed Ma'sûm Sirhindî hazretleri geçmiştir.

Hicrî 1007 (m. 1599) tarihinde Hindistan m Sirhİnd şehri yakınlarındaki bir bölgede İmâm-ı Rabbânî Ahmed Sİrhindînin üçüncü oğlu olarak dünyaya gelen Muhammed Ma sûm, küçük yaşta dinî ilimleri tahsile başladı. Önde gelen hocaları babası İmâm-ı Rabbânî» ağabeyi Muhammed Sâdık ve babasının halifelerinden Muhammed Tâhir Lâhûrî idi.

Üç ay gibi kısa bir sürede hafız olduğu» on bir yaşındayken babasma intisap ederek tasavvuf! eğitime başladığı, onaltı yaşına geldiğinde dinî ilimlerin tahsilini tamamladığı söylenin Bundan sonra hem talebelere medrese usûlü dinî ilimler okutmaya hem de tasavvuf yolunda İlerlemeye devam eden Muhammed Masum, bu dönemde Anadolu’dan Hindistan’a gelerek İmâm-ı Rabbâniye mürid olan Safer Ahmed Rûmî’nin kızı ile evlendi. 1028 (1619) yılında Bâbürlü hükümdarı Cihângîr İmâm-ı Rabbânî’yi hapsedince yirmi yaşlarında bir genç olan Muhammed Ma'sûm babasından uzak kaldı ve onunla mektuplaştı. 1032 (1623) yılında İmâm-ı Rabbânî bir rüyasında cübbesinin kendisinden ayrılıp oğlu Muhammed Masûm’a giydirildiğini görünce kendisinden sonra irşâd makamına onun oturacağını ayrıca bu cübbenin kayyûmluk yani kutbu 1-aktâblık cübbesi olduğunu bir mektup ile oğullarına duyurdu (Afektûhdt-ı fmâm-t Rabbânî, c. III, nr. 104).

1034’te (1624) İmâm-ı Rabbânî Sirhind’de vefat edince onun yerine halkı irşada başlayan Muhammed Masûm, yakınındaki müridleri sohbet» uzaktakileri ise mektuplarıyla irşada devam etti. 1050 (1641) senesinde annesi de vefat etti. 1051 (1641-42) senesinde babasının müsvedde hâlinde kalmış bazı notlarını toplayarak

Gaybiyye adıyla kitap hâline getirdi. 1063 (1653) yılında o zamana kadar yazdığı 239 mektup derlenerek Mektûbât-ı Masûmiyyenin birinci cildi meydana geldi.

1065 (1655) senesinde Sâmâne şehri idârecilerinden Tâc Mahmûd isimli bir bürokrat İslâm’a aykırı bir davranışta bulununca toplumda dînen cezalandırılması yönünde bir talep oluştu. Ancak hükümdar Şâh Cihân’ın oğlu olan ve yönetimi eline almaya çalışan şehzade Dârâ Şükûh arkadaşı ve süt kardeşi olan Tâc Mahmûd’u bu cezadan kurtarmak istiyordu. Bu olayın cezasız kalmasının toplumda kötü bir örnek oluşturacağım ve yeni problemlere yol açacağım düşünen Muhammed Ma'sûm hazretleri Sirhind’den Delhi’ye gelerek cezanın infâzı için çalıştı. Dârâ Şükûh İslam ile Hindu- izm’in öğretilerini mukayese eden Mecmuu 'l-bahreyn isminde bir eser yazmış, ayrıca Hindular’m ünlü eseri Upanişadlar’dan bazı bölümleri Sanskritçe’den Farsça’ya Sırr-ı Ekber adıyla tercüme etmişti. Onun Hindularla olan yakın ilişkilerinin Ekber Şâh dönemindeki gibi yeni bir Dîn-i İlâhî projesine dönüşebileceğinden endişe eden Muhammed Ma'sûm, Şâh Cihân’dan sonra tahta Dârâ Şükûh’un değil, İslamiyet’e sıkıca bağlı olan Evrengzîb’in geçmesini istiyordu.

27 Zilka’de 1067 (6 Eylül 1657) tarihinde hükümdar Şah Cihan ciddi bir hastalığa yakalanınca dört oğlu arasında taht kavgası başladı. Bu dönemde Muhammed Ma’sûm 22 Zilhicce 1067’de Sirhind’den bazı yakınları ve müridleriyle birlikte hac için yola çıktı. Hindistan’daki Sürat limanından gemiyle Hicaz’a geldi. 1068 (1658) yılında Mekke ve Medine şehirlerinde kalan Muhammed Ma’sûm, orada yaşadığı manevî hâlleri müridlerine anlattı, Oğlu Muhammed Ubeydullah da bunları Yevâkîtü'l-Ha- remeyn adıyla Arapça olarak derledi.

Hindistan’daki taht kavgasını Evrengzîb’in kazanması üzerine muhtemelen 1069 (1658) yılında Hicaz’dan Hindistan’a dönen Muhammed Ma’sûm’a, Cemâziyelevvel

1069da (Şubat 1659) Evrengzîb tarafından 300 eşrefi para hediye edildi. Hacda kaleme alınan Yevâkîtul-Haremeyn isimli eser, Hindistanda Arapça bilmeyen mii- ridlerin talebi üzerine Muhammed Şâkir b. Bedreddin Sirhindî tarafından 1071 (1661) yılında IZasendtüV-HaremeyM adıyla Farsça'ya çevrildi. Bu dönemde devrin hükümdarı olan Evrengzîb Âlemgîr de Muhammed Masûma intisap ederek müridi olmuştu, Muhammed Masûm Evrengzîb'in manevî eğitimini oğlu Seyfeddin Sirhindî ye havale etti ve bu eğitim için oğlunu muhtemelen 1076’da (1665-66) Sir- hind’den Delhi'ye gönderdi. 1072de (1662) Muhammed Ma'sûıriun bazı mektupları derlenerek Mektûbât-i Masûmiyye nin ikinci cildi, bir sene sonra da üçüncü cildi meydana geldi.

Muhammed Masum Sirhindî hazretlerinin eserleri: 1. Mektûbâl-ı Masûmiyye. Farsça ve üç cilttir. 2, Hasenâtul-llaremeyn. Muhammed Ma‘sûm Sirhindfnin Mekke vc Medînede keşf ve varidat türünden yaşadığı manevî hâlleri konu alan bir eserdir. Onun anlattıklarını oğlu Muhammed Ubeydullah derlemiştir. 3. Ezkâr-ı Masûmiyye: Muhammed Masûm Sirhindîhin zikir ve nafile ibâdetlerin fazileti ile belli zamanlarda okunacak virdlere dâir Farsça bir eseridir.

Muhammed Masûm hazretlerinin bazı sözleri şunlardır: “Namaz, kulu Cenâb-ı Hakka yaklaştıran en mühim ibadetlerin başında gelir. Namaz, sonsuz kudret sahibi Cenâb-ı Hak'tan bir nişan taşır. Namazdaki yakınlığı, başka bir yerde bulmak mümkün değildir. Namazda, kul ile Allah Teâlâ arasındaki perdeler kalkar. Bunun için namaza «mü minin mîrâcı» buyrulmuştur. Kişi namazı ne kadar huşû ile kılarsa, miracı o kadar kâmil olur. Bu da, namaz kılarken Sünnet-i Seniyyeye ne kadar riâyet edildiğine bağlıdır.,. Namaz, sadece bildiğimiz şekillerden ibaret değildir. Namazın gayb âleminde bir hakikati vardır ki, bütün hakikatlerin üstündedir..?

“Kul, Hak Teâlâ’yı zikredince Cenâb-ı Hak da kulunu zikreder. Nitekim âyet-i kerîmede şöyle buyrulur: «Siz Beni zikredin ki Ben de sizi anayım! „» (el-Bakara, 152) Kul zikre devam ettikçe Cenâb-ı Hak da onu anmaya devam eder. Hakîkî sahip ve Mevlâmızın devamlı kulunu zikretmesinden ve bÖylece kulun da devamlı İlâhî feyizlere nâil olmasından daha büyük bir saâdet mi vardır?!”

'Bizim pirlerimiz olan Nakşbendiyye şeyhlerinin yolları, sünnet-i seniyyeye yapışmak ve bid'atlerden kaçınmaktır. Bu, Hâcegân büyüklerinin te’lif ettiği kitap ve risâ- lelerde de açıkça görülmektedir. Yine bu hak yol; iyiliği tavsiye etmek, kötülükten sakındırmak, Allah için sevmek, Allah için buğzetmek ve Allah yolunda cihâd etmektir ki bütün bunlar Peygamber Efendimiz’in sünnetidir, hattâ O’nun getirdiği dînin icaplarından ve farzlarındandır. O hâlde emr bi’l-mârûf’u terk etmek; hak yoldan sapmak demektir.”

“Yavrum! Ömrün en kıymetli zamanı, gençlik günleridir. İnsanın güçlü-kuvvetli, âzâlarmın sağlam olduğu bu günler geçer ve ömrün en zayıf vakti gelip çatar. Ne yazıktır ki insanlar, en şerefli kazanç olan mârifetullâh’ı (Allah’ı tanıma işini), gelip gelmeyeceği belli olmayan ihtiyarlık vaktine havâle ederler. Ömrün en şerefli vakitlerini, en rezil şey olan hevâ ve hevese sarf ederler. Unutma ki, «Yarın yaparım diyenler helâk oldu!»"

“Ömür birkaç gündür, ama ebedî mülk (Cennet) onunla elde edilir. O hâlde, kıymetli kardeşlerim ömürlerini beyhûde harcamasınlar!" “İnsanoğlu malının az olmasından hoşlanmaz. Hâlbuki malın azlığı, hesâbm kısa ve kolay olmasını sağlar.”

Muhammed Ma'sûm hazretleri ömrünün son günlerinde yazdığı bir mektubunda şöyle diyordu: “Fakir Muhammed Masûm dünyadan gidiyor. Son nefeste îmanla gitmesi için ona dualarınızla yardımcı olun!”.

9 Rebîu’l-evvel 1079’da (17 Ağustos 1668) Sirhind’de vefat eden Muhammed Ma'sûm Sirhindî bu şehirde babasının kabrine yüz metre kadar mesafede aynı bahçe içinde defnedildi. Sevenleri arasında “Urvetü’l-vüskâ” ve “Kayyûm-i sânî" lakaplarıyla anılırdı. Sirhind’deki dergâhta yerine oğlu Seyfeddin Sirhindî geçip irşada devam etti. Bir diğer meşhur mürid ve halifesi de İstanbul Eyüp’te kabri olan Muhammed Murâd Buhârî hazretleridir.

Seyfeddin Sirhindî hazretleri, İmâm-ı Rabbaninin torunu ve Muhammed Masûmun oğlu olarak hicri 1049 (m. 1639) senesinde Sirhind’de dünyaya geldi Gençliğinde dinî ilimleri tahsil etti, Tasavvuf yolunda da ilerledi.

Babasının emriyle, Sultan Âlemgîr Evrengzîb’in mânevi terbiyesi için Delhi’ye geldiğinde, şehrin girişinde resim ve heykeller görmüştü. Şeyh Seyfeddin Sirhindî hazretleri, bâtıl inançların sembolü olan bu tabloları oradan indirtip yok ettirmeden saraya girmedi. Memlekette yaygınlaşan pek çok bid'ati, sultanla olan sohbetlerinde dile getirerek hepsini ortadan kaldırttı. İslâm, Hindistanda kuvvetlendi.

Bir gün Sultan, onu husûsî bahçesine davet etmişti. Bahçenin ortasında gayet süslü bir havuz vardı. Havuzun kenarında altından balık şekilleri (heykelleri) olup gözleri yâkut ve elmas gibi kıymetli taşlardan yapılmıştı. Şeyh, oturmak için Sultân’ın yanına gelince evvelâ o suretlerin ortadan kaldırılmasını istedi. İslâm'ın hoş görmediği bu tür şeyler temizlendikten sonra gelip oraya oturdu.

Evliyalıktan nasibi olan Sultan, onun bu hareketlerinden memnun kalıyor ve: “Allah’ım! Benim zamanımda böyle sevgili kullarını var ettiğin için Sana nihayetsiz hamd ü senalar olsun!” diyerek şükrediyordu.

Şeyh Seyfeddin Sirhindî hazretleri Sultân Evrengzîb’in mânevi hâllerini ve kat ettiği merhaleleri babasına bildirir, ondan gelen tâlımâta göre hareket ederdi. Sultan İle uzun uzun sohbetler ve toplantılar yapar, babasının bâzı mektuplarını ona okuyup izah

ederdi. Pâdişâh da bütün samimiyetiyle bunlan dinlerdi. Şeyh Seyfeddîn Sir- hindî’nin Farsça mektupları Mektûbât-ı Seyfiyye (Mektûbât-ı Şerife) adıyla bir cilt olarak derlenmiştir. Bu mektuplardan 18 tanesi padişaha yazılmıştır. Padişah Evrengzîb Âlemgîr, Muhammed Ma'sûm’a mürid olmuş, manevî eğitimini ise Seyfeddin Sirhindînin sohbet ve gözetiminde sürdürmüştür.

Sultan Evrengzîb Âlemgîr, Hanefi fıkıh kitaplarında dağınık hâlde bulunan kuvvetli görüşlerin hüküm ve fetvâlara esas olacak şekilde yeniden tasnif ve tanzim edilmesini emretti. Bu maksatla 40 kişilik bir heyet oluşturdu. Bu âlimlerin ortak çalışmasıyla 1664-1672 seneleri arasında el-Fetâval-Hindiyye (Âlemgîriyye) adlı eser kaleme alındı.

Şeyh Seyfeddîn Hazretleri’nin huzûru dâimâ kalabalık olurdu. O kadar ki bir gün pâdişâhın oğlu Muhammed Âzam Şah, teveccühüne mazhar olmak için huzuruna gelince, kapıdaki kalabalığın arasından geçmek için çok zahmet ve güçlük çekti. Hattâ kalabalıkta sarığı başından düştü, elbisesi bir yere takıldı. Hazret’in huzûruna güçlükle varıp teveccühüne ve feyizli nazarına mazhar oldu. Babasının yanına dönünce yaşadıklarım anlattı. Sultan buna çok sevindi ve:

“-El-hamdülillâh ki benim memleketimde, sultanların ve evlâtlarının bile, huzûruna güçlükle çıkabileceği büyük bir velî bulunuyor!” dedi.

Seyfeddin Sirhindî hazretleri şöyle derdi: “Çok eski bir düşman olan bu alçak dünya, İster dostu ister düşmanı olsun, hiç kimseyi kendi hâline bırakmaz ve hiç kimseye acımaz. Herkesi aldatarak nihâyetinde vefâsızca ve ebediyyen inşam terk edip gider. Akıllı o kişidir ki, şu birkaç günlük ömründe Allah Teâlâ’ya kulluk ederek Onun vaad ettiği sonsuz saadet yolunu tutar”.

Şeyh Seyfeddîn Sirhindî hazretleri 47 yaşındayken, hicri 1096 (m. 1685) senesinde vefât etti. Kabr-i şerifleri Hindistan’ın Sirhind şehrinde, dedesi ve babası ile aynı bahçededir.

Nur Muhammed hazretleri Hindistan’ın Bedâyûn şehrinde doğmuş, Seyfeddin Sirhindî hazretlerinden manevî eğitim almıştır. Ayrıca büyük âlim Hafız Muhammed Muhsin’den de ilim tahsil etti.

Nûr Muhammed Bedâyûnî dinin emirlerine titizlikle uyardı. Şüpheli şeylerden ve haramlardan sakınma hususunda son derece gayretliydi. Çok az yer, lokmalarının mutlaka helâl olmasına çok dikkat ederdi. Sünnetlere de son derece bağlıydı. Bir gün abdesthâneye girerken, yanlışlıkla önce sağ ayağını atmıştı. Bunun üzüntüsüyle üç gün mânen kabz hâlinde kaldı. Gâfil insanların övmesiyle de yermesiyle de hâli değişmezdi. O dâima, Cenâb-ı Hakka teslimiyet ve rızâ hâlinde bulunurdu.

Nûr Muhammed Bedâyûnî hazretleri takvâ sahibi idi. Bu sebeple sözlerinde ve davranışlarında çok ölçülü hareket ederdi. Talebesi Mazhar Cân-ı Cânân (k.s) şöyle anlatır:

“Bir gün hocamın emriyle susam kökünü ilâç yapmak için dövüyordum. Hocam: «-İnceldi mi?» buyurdular.

«-Evet!» dedim. Hocam mübarek eliyle bakıp «Henüz incelmemiş!» buyurduktan sonra şu tembihte bulundular:

«-Bir şey hakkında araştırmadan konuşmamalı, yoksa söz yalan olur!»”

Rivâyete göre Nur Muhammed Bedâyûnî’nin bir komşusu dükkân açıp esrar-afyon satmaya başlamıştı. Bedâyûnî’nin müridleri de gidip “niye esrar satıyorsun?” diye ona

çıkışmışlar, hatta dükkânını yıkmışlardı. Bunu duyan Nur Muhammed Bedâyûnî: “Onu engellemek devletin işidir, bizim işimiz değil, Siz niye dükkânı yıktınız?” diyerek adama tazminat olarak para göndermiş, ayrıca müridlerine o adamdan özür dilemelerini söylemişti. Dükkân sahibi bu muâmele karşısında tövbe edip Nur Muhammed Bedâyûnî nin müridi olmuştur.

Bedâyûnî hazretleri şöyle derdi: “Mânevi kemâlâtın sonu yoktur. Sınırlı ve sonlu ömrümüzü bunu talep yolunda harcamalıyız!” “Takvaya riâyet eden kişinin, Hak dostluğu yolunda merhaleler kat edeceği muhakkaktır1

Dünyaya düşkün birisi kendisinden emaneten kitap istediğinde verirdi. Kitap geri getirilince o kitabı bir yere koyar, üç gün bekletirdi. O gafil kişiden kitaba bulaşan kasvet ve gaflet dağılıncaya kadar bekler, sonra ahp okurdu,

Nûr Muhammed Bedâyûnî Hazretleri, hicri 1135 (m. 1722) senesinde Delhi’de vefât etti. Türbesi Delhi’nin Nizâmeddîn Mahallesi, Stadyum yolu, Makbere-i Pen- cpîrân’dadır Bedâyûnî hazretlerinden sonra yerine Mazhar Cân-ı Cânân geçmiştir.

  1. Mazhar Cân-ı Cânân (K.S)

Şemseddîn Habîbullah Mirzâ Mazhar Cân-ı Cânân (k.s) hicri 1113 (m. 1701) senesinde doğdu. Birçok âlimden İslâmî ilimleri okudu. Genç yaşta Nûr Muhammed Be- dâyûnî Hazretlerine talebe ve mürid oldu. Üstadından sonra onun irşâd hizmetlerini devam ettiren Mazhar Cân-ı Cânân, bu yolda çok insanlar yetiştirdi.

Büyük âlim Şâh Velİyyullah Dehlevî onun hakkında şöyle der: “Bu zamanda Mirzâ Mazhar Cân-ı Cânân gibisi hiçbir bölgede, hiçbir şehirde yoktur. Her kimde tasavvufî makamlara sülük arzusu varsa onun huzûruna gitsin!" Nitekim Şâh Velİyyullah Dehlevî’nİn bazı talebeleri de, hocalarının emriyle Cân-ı Cânân Hazretlerine gidip bağlanırlardı.

Mazhar Cân-ı Cânân (k.s) pek çok halîfe ve talebe yetiştirdi. Onları mektuplarıyla da irşâd etti. Bu mektuplarda, kendisine sorulan, kelâm, fıkıh ve tasavvufa dâir meseleleri cevaplandırırdı

Mazhar Cân-ı Cânân hazretleri büyük bir tevâzû sergileyerek şöyle buyururdu: “Bizden İslâmî ahkâma uygun olmayan bir iş meydana geldiğini gören, hemen îkaz etsin!”

Talebelerine de şu İkazda bulunurdu: “Bir nıü’min, kulluk vazifelerini yerine getirmenin gayreti içinde olmalıdır. Dâimâ ölüme hazır bulunmalıdır. Mü’min, gönül dünyasında bütün nefsânî arzuları bertaraf edince, ölüm ona İlâhî bir hediye olarak gelir. Zira onun bu hâli Cenâb-ı Hakk’a ve Rasûlullah (a.s) Efendimize kavuşmaya vesiledir.”

Şöyle derdi: “Ramazân-ı Şerif, zikirle uyanık olarak geçirilirse, senenin kalan kısmında da bu güzel hâl devam eder. Eğer bu ayda bir kusur ve gevşeklik olursa, bunun izi bütün sene boyunca görülür.” Letâif zikri konusunda şöyle derdi: “Kalbin hareket etmesi o kadar zarûrî değildir. Maksad Allah’a yönelmektir”.

Mazhar Cân-ı Cânâna devlet adamlarından biri Hindistan’ın meşhur meyvesi olan mangodan bir miktar hediye göndermiş, o kabul etmek istemeyince ısrar etmişti. Bunun üzerine iki tane mango alıp gerisini iâde etti ve: "Bu fakirin gönlü bunları kabul etmek istemiyor’’ dedi. Biraz sonra yanına bir bahçe sahibi gelip: "Falan vali, gönderdiği mangoları bizden zulüm ile alıp size hediye etti”, dedi. Bunun üzerine o, mazlûmun hakkının verilerek himaye edilmesini söyledi.

Mazhar Cân-ı Cânân hazretleri şöyle anlatmıştır: “Bir defâ cihânın süsü ve kâinâtın serveri olan Peygamber efendimizi rüyâda görmekle şereflendim. Yanyana uzanmış yatıyorduk. O kadar yakındık ki, mübârek nefesi yüzüme geliyordu. Bu esnada susadım. Sirhind büyüğünün oğulları, yâni İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin evlâdı da orada idiler. Resûlullah, onlardan birine su getirmesini emir buyurdu. Fakır; «Yâ Resûlal- lah, onlar benim pirimin evlâdıdır.» diye arzettim. «Onlar bizim sözümüzü tutarlar.» buyurdu. Onlardan bir azız, kalkıp su getirdi. Kana kana içtim. Sonra; «Yâ Resû- lallah, hazretiniz Müceddîd-i elf-i sânî hakkında ne buyurursunuz?» diye arzettim.

«Ümmetimde onun bir benzeri yoktun» buyurdu. «Yâ Resûlallah! İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin Mektûbât\ mübarek nazarlarınızdan geçti mî?” dedim. Buyurdu ki: "Eğer ondan hatırladığın bir yer varsa oku!” Ben de, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin bâzı mektuplarında geçen ve Allah Teâlâ için: “O, verâ-ül-verâ sonra yine verâ-ül-verâ’dır, yâni Allahü teâlâ ötelerin ötesidir. Akıl neyi düşünür ve neyi tasavvur ederse O değildir” buyurduğunu okudum. Resûlullah efendimiz bunu çok beğendi ve: “Tekrar oku!” buyurunca, tekrar okudum. Bu ifâdeleri çok güzel buldu. Bu hâl epey bir müddet devam etti. Sabah olunca büyüklerden bir zât erkenden gelip bana: “Ben bu gece rüyamda sizin bir rüyâ gördüğünüzü gördüm. O rüyayı bana anlat!” deyince.

mübarek nefesinin ve sohbetinin bereketiyle kendimi tamâmen nûr ve huzur içinde buldum. Uyanık iken ele geçen şeylerden daha çok bereketli olan bu rüyânın bereketiyle günlerce acıkmadım ve susamadım.”

Mazhan Cân-ı Cânân hazretleri kemâl derecede zühd ve tevekkül sâhîbiydi. Dünyâdan ve dünyâya düşkün olanlardan son derece sakınırdı. Kendisine verilmek istenen hediyeleri kabûl etmezdi, Kabûl ettiği çok nâdir olurdu. Zamanın pâdişâhı Muhammed Şâh, veziri Kameruddîn Hân ile Mirzâ Cân-ı Cânâma haber gönderip, şöyle dedi: “Allah Teâlâ bize öyle bir mülk verdi kİ, hatırlarından her ne geçerse hediye olarak göndeririz, yeter ki istesinler.” Mazhar Cân-ı Cânân hazretleri bu teklif üzerine şu cevâbı verdi: «Allah Teâlâ Kur ân-ı kerîmde meâlen: “...Onlara şöyle de; dünyânın metâı pek azdır...” (Nisa sûresi: 77) buyurarak dünyânın yedi iklimindeki mal ve mülkün az bir şey olduğunu bildirdi. Az bir şey otan bu yedi iklimden biri de Hindistan olup, o da senin etinde bulunmaktadır. Bunun kıymeti nedir ki? Büyüklerin himmetinin esâsı ise, ondan uzak durmaktır.”

Yine o havalinin devlet adamlarından biri, Mazhar Cân-ı Cânân hazretleri için bir dergâh yaptırdı ve bütün dervişlerin ihtiyâcını da karşılıyacağını bildirerek kabûl etmeleri için arzetti. Fakat Mazhar Cân-ı Cânân hazretleri kabûl etmedi ve: “Bizim İçin her yer birdir. Allah Teâlânın indinde herkesin rızkı takdir edilmiştir. Vakti gelince herkes rızkına kavuşur. Dervişlerin hazînesi sabır ve kanâat olup, bu kâfidir.” buyurdu.

Nevvâb Hân Firûzceng, Mazhar Cân-ı Cânân hazretlerini, soğuğu şiddetli bir kış gününde, üzerinde eski bir elbiseyle gördü. Bu hâlini görünce ağladı. Yanında bulunan adamlarından birine: “Biz ne bedbaht insanız ki büyüklerimizden bir zât hediye kabûl etmiyor ve ona hizmet etmekle şereflenemiyoruz.” dedi. Bu hâdise üzerine Mazhar Cân-ıCânân hazretleri: “Biz, zenginlerden bir şey kabûl etmemeğe, almamağa kararlıyız. Hayat güneşimiz batmaya yüz Tuttu, ömür bitmek üzere. Şimdiye kadar kabûl etmedik71 buyurdu. Sonra Nevvâb Hân Firûzceng, otuz bin rupi para hediye etmek istedi. Kabul buyurmadı ve: "Çiz sizin servetinizin yiyicisi değiliz, onu fakirlere dağıtınız? dedi.

Mazhar Cân-ı Cânân Hazretleri, vefatına yakın ibadetlerini daha da artırdı Şöyle buyuruyordu: “Allah Teâlâ, lütûf ve inâyetiyle bu fakirin her türlü arzusunu ihsan eyledi! Gönlümde şehidlikten başka bir arzu kalmadı. Büyüklerimin ekserisi şehâdet şerbetini içmişlerdir?

Hicrî 1195 (m. 1781) senesinin Muharrem ayında bir gece birkaç Şiî eşkıya Hazret*in kapısını çaldı. Üç İçişi içeri girdi, içlerinden biri Mazhar Cân-ı Cânân Hazretleri’ne silahla ateş etti. Hemen tabip çağırdılar. İdareciler, eşkıyâyı yakalayıp kısas yapmak için aramaya başladılar. Şeyh Hazretleri müstesnâ bir fazilet sergileyerek şöyle buyurdu: “-Cenâb-ı Hak sıhhat bulmamı murâd ederse, bu yara her hâlükârda iyileşin O şahıs yakalanırsa, biz ona hakkımızı helâl ettik, siz de affediniz!? Üç gün sonra da vefât etti. Kabri Delhi’de eski adıyla Hânkâh-ı Mazhariyye, yeni adıyla Dergâh-ı Şah Ebu’l-Hayrdadır (Adres: 2358, Shah Abu 1-Khair Marg, Bazar Chitli Qabar, Turkman Gate, Delhi). Vefatından sonra yerine Abdullah Dehlevî hazretleri geçmiştir. Mazhar Cân-ı Cânân hazretlerinin Farsça şiirlerinin toplandığı bir Dîvâriı neşredilmiştir. Mektupları da birkaç mecmua içinde günümüze ulaşmıştır.

İmam Rabbaninin yazma eserlerinin bulunduğu kütüphane

  1. Abdullah Dehlevî (K.S)

Abdullah Dehlevî hazretleri hicri 1156 (m. 1743) senesinde doğdu. Gulâm Ali lakabıyla da anılır. Genç yaşlarda Delhi’ye geldi. Oradaki sâlihlerin sohbetlerinde bulundu. Kuran-ı Kerîmi ezberleyip İslâmî ilimleri tahsil etti. Sonra Mazhar Cân-ı Cânân Hazretleri nin dergâhına gitti. Hazret: “-Oğlum, bizim yolumuz çile yoludur. Sen, mânevi zevk ve şevk bulunan başka bir yere git!” buyurdu. Abdullah Dehlevî Hazretleri: “-Benim arzum sizin yolunuzdur!” deyince:

*-O hâlde mübarek olsun!” buyurdu ve onu talebeliğe kabûl etti. Üstadının yanında uzun yıllar mânevî terbiye gördü. Nihayet üstadı ona irşâd icâzeti verdi.

Abdullah Dehlevî (k.s), üstâdının vefatından sonra irşâda başladı. Dergâhta zikir ve murâkabelerin yanında fıkıh, hadîs-i şerif, tefsir ve tasavvuf dersleri de verirdi. Birçok ülkeden insanlar gelir ve ona mürid olurdu.

Abdullah Dehlevî Mevlânâ Ceiâleddîn Rûmî nin Mesnevisini çok sever, bu eserden okuyarak sohbet yapardı. Bir sohbetten sonra şöyle demişti: “Bu ümmet içinde üç kitabın benzeri yoktur. Birincisi Allah Teâlânın kelâmı olan Kuran-ı Kerîmdir. İkincisi (Hz. Peygamberin hadislerini ihtivâ eden) Bı/hdrî-yi Şerif kitabıdır. Bunlardan sonra Mevtana Celâleddîn Rûmî’nin Mesnevisi gelir. Allah’ın kelâmından ve Buhârî’den sonra o kitabın (Mesnevinin) bir benzeri yoktur. Eğer bir kimse bu Mesneviyi Şerife göre amel ederse bir tasavvuf pirinden eğitim almasa bile marifet sırlarından büyük pay alır. Hakka kavuşanlar zümresinden olur”.

Abdullah Dehlevî, Hindistan’ı İngilizler’in işgal edip sömürge hâlinde yönettiği dönemde yaşamıştır. Şöyle diyor: “Bir gün cenaze taziyesi için Nevvâb Şâh Nizâmeddîn’in mekânına gittim. Delhi idarecisi (sömürge vâlisi) Charles Metcal- fe de aynı gayeyle oraya geldi. Mecliste bulunanların hepsi ona hürmeten ayağa kalktılar. Ben ise yerimde oturdum. O oturunca, yüzünü görmemek için sırtımı döndüm, Meclistekilere benim kim olduğumu sordu. Falan şeyhtir, dediler. Ayağa kalktı, saygı göstermek için yanıma geldi. Yaklaşınca ağzından şarap kokusu geldi. Çok canım sıkıldı. Köpek kovalar gibi onu yanımdan uzaklaştırdım. Tekrar yaklaşmak İstedi, yine sert sözler söyledim, yaklaşmasına izin vermedim. Mekânına (evine) gidince hizmetindeki adamlardan birine demiş ki: Bütün Hindistan’da gördüğüm tek Müslüman budur”.

Abdullah Dehlevî hazretleri çok cömertti. İnfâk ederken gizliliğe titizlikle riâyet ederdi. Büyüklerin, bilhassa da Şâh-ı Nakşbend Hazretlerinin rûhuna hediye olmak üzere çeşitli yemek ve tatlılar hazırlatır, fakirlere ikram ederdi.

Oruçlu olduğu bir gün, yanında sultânı kötülediler. Hazret:

“-Eyvah, orucumuz bozuldu!” buyurdu.

Bir talebesi:

“-Efendim, siz gıybet etmediniz ki!” dediğinde ise:

“-Evet, biz gıybet etmedik, ama dinledik. Gıybette, söyleyen de dinleyen de aynıdır.” buyurdu.

Abdullah Dehlevî hazretleri insanların şahsî hatâlarını örtmeyi çok severdi. Birisi Dehlevî Hazretlerinden ödünç aldığı bir kitabı bir müddet sonra getirip Hazret’e satmak istedi. Dehlevî hazretleri o kitabı nıedhederek satın aldı. Bir talebesi:

“-Efendim, bu kitap zâten sizin kütüphânenize âittir. Damgası da üzerindedir.” dedi. Dehlevî (k.s):

“-Bir kâtip aynı kitaptan birkaç nüsha yazmıştır." diyerek meseleyi kapattı ve o kimseyi mahcup etmedi.

Abdullah Dehlevî dünya metâına hiç itibâr etmezdi. Sultan ve devlet adamları, dergâhın ihtiyaçlarına sarf edilmek üzere para gönderip Hazret’in kabûl buyurması için yalvarırlardı* Ancak o, bunları nâzik bir üslûpla geri çevirirdi.

Abdullah Dehlevî hazretleri şöyle derdi: “Rüyaların en güzeli, Allah Teâlâ’yı ve rasû- lünü görmektir. Ancak burada da vehim ve hayâl endişesi vardır Yani vehim, gerçek zannedilebilir. Çünkü zikir nurlarının parlaması, muhabbet ve ihlâs,.,. veya çok sala- vat getirmek yahut da hadis ilmiyle çok meşgul olmak gibi ameller, rüyada o hazretin (s.a.s) suretinde görülebilir. Gören de Rasûlullahâ gördüm zanneder. Rasûlullahın başka başka şekillerde görünmesinin sebebi budun Eğer Medine-i Münevvere’de bulunan ve O nun bilyesini anlatanların (sahâbîlerin) bildirdiği hakîkî şeklinde görürlerse, bu çok büyük bir saâdettir ve maneviyât yolunda ilerlemeye, dinde kolaylığın artmasına sebep olur”.

Bir mektubunda tevâzû göstererek şöyle yazmıştır:

"Bu ihtiyarın ömrü hep günahlarla geçti. Bilhassa şikâyet, gıybet, insanlara dil uzatmak, onları kötülemek, büyükleri tanıyamamak, onların hâllerine İtirazda bulunmak, huşû ve huzûrdan mahrum kılınan bunca namaz, tecvide riâyet etmeden yapılan bunca kıraat, boş ve lüzumsuz şeyler karıştırarak tutulan oruçlar, mânâsı düşünülmeden yapılan tilâvetler, Allah Teâlâyı hatırlamadan geçen zamanlar, haşyet hissinden uzak geçen vakitler ve gafletle alınıp verilen nefesler, amel defterimizi kararttı. Yazıklar olsun, binlerle yazıklar olsun! Cihan bağına gül toplamak için geldik, ama diken hamallığı yapıyoruz”

Şöyle buyururdu: “Asr-ı Saadete uygun olmayan bir şeyin kıymeti yoktur. Hangi yol ve hangi amel olursa olsun, eğer Efendimiz in ashâbınm yoluna benzemiyorsa, tehlikelidir.” “Ehlullah, hangi işi yaparlarsa yapsınlar, ezanı işittiklerinde hemen onu bırakıp namaza koşarlar” "Benlik; ilâhhk taslamak demektir. Benliğin kökünü kazımadıkça Allaha vâsıl olamazsın!”

Abdullah Dehlevî hazretleri şöyle buyurur: I

“Bir defasında Cehennem korkusu beni kapladı. Çok mahzun oldum. Bir de baktım ki rüyamda Rasûlullah (a.s) Efendimiz teşrif ettiler ve:

«-Cehennem ateşinden korkma! Her kimin Bize muhabbeti varsa, o Cehenneme düşmeyecek!» buyurdular.”

Abdullah Dehlevî Hazretleri, vefat hastalığında Tirmizî nin hadis kitabını göğsü üzerinde tutarak okurdu. Hastalığı artınca şu vasiyeti yazdırdı:

| Sağ baştaki Mahzarı Cân-ı Cânân ve Sol ortadaki Abdullah Dehlevî kabri şerifleri

“Dâima Allah’ı zikrediniz! Hak dostlarına bağlılığınızı muhafaza ediniz. Güzel ahlâklı olup insanlarla İyi geçininiz. Kazâ ve kader hususunda «Nasıl?» ve «Niçin?» vesvesesinden vazgeçiniz. Din kardeşlerinizle birlik olmayı lüzumlu görünüz. Tevâzû, kanaat, rızâ, teslimiyet, tevekkül ve feragat üzere olunuz. Benim cenazemi, cenaze namazı için Âsâr-ı Nebeviyyenin (Peygamber Efendimizle ve ashaba âit mukaddes emânetlerin) bulunduğu Büyük Cârru ye (Mescid-i Câmf) götürünüz ve Allah Rasûlü (a.s) Efendimizden benim için şefaat isteyiniz!”

Abdullah Dehlevî (k.s) hicri 1240 (m. 1824) senesinde vefat etti. Delhide Hânkâh-ı Mazhariyye bahçesinde şeyhinin yanına defnedildi. Şeyhinin hayatı ve sözleri hakkında Makâmât-ı Mazharî ve Keftid/dM Mazhariyye gibi Farsça eserler kaleme alan Abdullah Dehlevî nin mektupları Mekdrib-i adıyla toplanıp yayınlanmıştır. Geride birçok talebe ve halife bırakan Abdullah Dehlevî hazretlerinin en meşhur halifesi Mevlânâ Hâlid-i Bağdadîdir.

ŞAM

Bmevî Camii










  1. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî(K.S)

Mcvlânâ Hâlid-i Bağdâdî, Kuzey Irak’taki Süleymaniye-Şehrezor’da doğdu. O zamanlar bu bölge Osmanlı toprağı idi. Genç yaşlarında aklî ve nakli ilimlerde gayet yüksek bir seviyeye ulaştı. Hesap, hendese, astronomi ilimlerine varıncaya kadar hemen hemen bütün sahalarda derinleşti. Büyük bir âlim oldu. Muhtelif yerlerden pek çok meşhur âlim ona gelip mesele ve müşküllerini hallederek kendisinden istifâde ederdi.

Yedi sene kadar ders okutan Hâlîd-i Bağdâdî Hazretleri, 1805 senesinde Hicaz seferine çıktı. Yolda Şam âlimlerinden çok hürmet gördü. Bu arada Mustafa Kürdi adında bir zâttan Kâdirî icâzeti aldı. Ancak o, tevâzû ve mahviyet içinde bulunuyor ve kendisinin kemâlât yolunda daha da mesâfe kat etmesi gerektiğine inanıyordu. Bunun için Medîne-i Münevvere’ye vardığında kâmil bir velî bulup ona teslîm olarak maneviyâtını ilerletmek arzusundaydı. Bir gün Medine’de nur yüzlü bir zâta rastladı.

Yemenli olan bu Hak dostundan öğüt taleb etti, O zât da şöyle buyurdu:

“-Ey Hâlid! Mekke-i Mükerremeye vardığında Kâbede şayet edebe aykırı bir şey görürsen. muhatabın hakkında hemen kötü düşünüp (sû-i zanna kapılıp) yanlış bir yorumda bulunma! Gözünü ve kalbini. ayıp ve kusur aramaktan uzak tut! İç dünyân ile meşgul ol!”

Mekke-i Mıikerremeye vardığında oradaki mânevî feyzin heyecanıyla âdeta bir gönül sarhoşluğu içinde bulunan Hâlid-i Bağdâdî, bir cuma günü, dağınık kıyafetli, garip görünüşlü ve nur yüzlü bir derviş gördü. Dervişin Kâbeye sırt çevirip kendisine nazar etmesi dikkatini çekti. İçinden:

«-Şu zât Kâbe-i Muazzama ya karşı lâzım olan edebi göstermiyor. Arkasını Kâbe’ye dönmüş vaziyette oturuyor!» diye düşündü.

Bu esnâda o zat, Hâlid-i Bağdâdî’ye:

"-Bilmez misin ki mümine hürmet, Kabe’ye hürmetten daha üstündür. O hâlde yüzü- mü sana, arkamı Kabe’ye çevirmeme niçin itiraz ediyorsun? Medîne-i Münevvere’de o sâlih kişiden dinlediğin (hiç kimse hakkında kötü düşünme şeklindeki) nasihati ne çabuk unuttun?” dedi.

Bu sözler üzerine Mevlânâ Hâlid (k.s), bu kimsenin sıradan biri değil, büyük velîlerden olduğunu idrâk ederek özür diledi ve hemen ellerine sarıldı: “-Ey sâlih zât! Ne olur bana himmet et, beni talebeliğe kabûl eyle!” diye ricâ etti. O esrarengiz derviş:

“-Senin nasibin bu bölgede değil!”dedi. Sonra eliyle Hindistan yönünü işaret ederek:

“-Sana oradan işaret gelecek ve nasibin (manevi eğitimin) orada olacak!..” buyurdu.

Bu ifâdeler, Mevlânâ Hâlid Hazretlerine derinden tesir etti. Hac vazifesini ifâdan sonra memleketi Süleymaniye’ye döndü. Tekrar ilim okutmaya başladı. Takvâsı ve güzel hâlleri her geçen gün artıyordu. Fakat gece gündüz Hindistan’ı düşünüyor, bu sebeple üzerinde dâimâ hasret ve ızdırap eserleri görülüyordu.

Bir gün Abdullah Dehlevî Hazretlerinin talebelerinden bir zât çıkageldi. Ona Hindistan’daki üstadından bahsedince Mevlânâ Hâlid Hazretleri, bunun, beklediği işâret olduğuna iyice kanaat getirdi ve derhâl yol hazırlıklarına başladı. Medreseyi ve talebelerini bıraktı. Hindistan'a doğru yola koyuldu. Bütün varlığını kaplayan, üstâdma

kavuşma iştiyakıyla dağlan ve ovalan aşmaya başladı. Uğradığı her şehirde İlmi ve rûhâniyetiyle derin tesirler bırakıyor ve ayrılırken şehrin âlimleri, vâlısi, kumandanları ve halkı tarafından büyük bir hayranlık ve alâka ile uğurlanıyordu.

Mevlânâ Hâlid Hazretleri, bir sene süren yolculuktan sonra Delhi’ye vardı. Yol için yanına aldığı bütün eşyâyı fakirlere infâk etti. Hânkâh-ı Mazhariyyedeki Abdullah Dehlevî Hazretleri nin huzûruna koştu, müridi oldu.

Hâlid-i Bağdâdî hazretlerine ilk zamanlar dergâhı temizleme görevi verilmişti. Bir gün hela taşlarını temizleme işinde bir hayli yoruldu. Nefsi, bir an onu zayıf bulup gönlüne birtakım vesveseler vermeye başladı:

“-Ey Bağdat ve Şam diyarlarının eşsiz ilim deryâsı! Deli mi, velî mi olduğu belirsiz bir İçişinin sözüyle kalktın, nice yollar aşarak tâ buralara kadar geldin. Hani aradığım buldun mu? Baksana ortada ne tâlim terbiye var, ne seyr u sülük! Aylardır gece gündüz sana hela temizletmekten başka ne yaptılar? Bu muydu senin aradığın ledünnî ilim?”

Bu tehlikeli iğvâ karşısında şiddetle irkilen Hâlİd-i Bağdâdî Hazretleri, nefsinin, önüne çekmek istediği gaflet perdesini yırtarak:

“-Ey nefsim! Şayet mübarek hocamın verdiği şu şerefli vazifeyi minnet bilmeyip bir nefes bile ondan uzak duracak olursan, sana yerleri süpürge ile değil, sakalımla süpür- türüm!” dedi.

Onun bu hâlini Abdullah Dehlevî Hazretleri, uzaktan tebessümle seyrediyordu. Bu müstesnâ talebesini yanına çağırdı ve şöyle dedi:

“-Og/üm Hâlid! İlimde eşsiz bir mertebeye ulaşmıştın. Ancak onu maneviyatla süslemen gerekliydi. Bunun için de nefc terbiyesi ve kalp tasfiyesine ihtiyacın zarurî idi Yoksa nefsin seni gurur ve kibir bataklığına sürükleyip helak edecekti El-hamdü lillâh ki şu an nefsini ayaklar altına alarak kemâldim zirvesine tırmandın. Artık İşini melekler görür oldu.

Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî, şeyhî Abdullah Dehlevî’den Nakşbendiyye yolunun bütün esaslarını, büyük bir dikkat ve iştiyakla alıp hayatına tatbik etmeye başladı, İlmî derecesini bir tarafa bırakarak mütevazı bir şekilde üstâdının hizmetinde manen mesafe kat etmeye gayret ediyordu. Dergâhın hizmetlerine koşuyor temizlik yapıyor, dervişler için abdest suyu hazırlıyor, bunun dışında kalan vakitlerde de hep zikir ve tefekkürle meşgul oluyordu. İhvan; sohbet ve zikir için toplandığında, Mevlânâ Hâlid en arka safta, ayakkabıların yanma otururdu. Hizmet ve sohbet hâricinde ise insanlara karışmazdı. Hücresinin kapısını kapatıp zikir ve ibadetle meşgul olurdu.

Bu esnâda senelerden beri ilmini, kabiliyetlerini işiten Delhi âlimleri ve şeyhleri, Mevlânâ Hâlid ile görüşmek üzere geliyorlardı. Ancak o öyle bir yalnızlık içine gömülmüş, kendi ruh deryasına dalmış vaziyette idi ki, onlara:

fi*-Fakir, buraya geliş maksadıma ulaşmadan hiçbir şeyle meşgul olamam! Beni mâ- zur görün!” diye haber gönderiyordu.

Daha beş ay geçmeden üstadı Abdullah Dehlevî (k.s) ona huzur ve müşâhede ehlinden olduğunu müjdeledi. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî, üstâdının gözbebeği hâline geldi. On ay sonra kemâl ehli bir insan oldu. Sonunda üstadı ona, Nakşbendiyye, Kâdiriyye, Sühreverdiyye, Kübreviyye ve Çiştiyye tarîkatlerinde tam icazet verdi. Memleketine gidip maneviyâta susamış insanları irşâd etmesini söyledi.

Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri Bağdat ve Sideymaniyede Nakşbendî yolu üzere halkı irşada başladı. Dergâh-ı şerifi dolup taşıyordu. Bir taraftan grup grup gelen insanları irşâd ediyor, diğer taraftan da tefsir, hadis, fıkıh ve tasavvuf ilimlerini öğretiyordu.

Yüksek derece ve ilimlerine rağmen Bağdat âlünlerinin Mevlânâ Hâlid Hazretlerine gelip bağlanmaları, o bölgedeki bazı kişilerin hased edip kıskanmasına sebep oldu. Hattâ onu kötülemek için iftiralarla dolu kitaplar bile yazdılar. Ancak Mevlânâ Hâlid onların iftira ve ithamlarına aslâ iltifat etmeyip karşılık bile vermedi. Aksine onlara dâimâ iyi davrandı ve hayır dualarda bulundu. Bâzı âlim talebeleri bu kitaplara reddiyeler yazdılar.

İstanbuVdakİ kasetçilerden biri olan saray nâzırlarından Mevlevi Hâlet Efendi de, Mevlânâ Hâlid’in şöhret ve itibârım çekemiyordu. Nihayet bir gün fırsatım bulup onu pâdişâha çekiştirdi ve:

“-Sultânım! On binlerce adamı var. Bu hâl, devlet ve saltanat için ciddî bir tehlikelidir.

Takdir edersiniz ki, tehlike daha fazla büyümeden ortadan kaldırılması zarurîdir” dedi.

Sultan Mahmûd Han da:

“-Bu mübarek ehl-i dînden devlete zarar değil, bilâkis büyük fayda vardır” cevâbını vererek Halet Efendi nin sözüne kıymet vermedi.

Mevlânâ Hâlid Hazretleri, hâdiseyi işittiğinde kendi şahsına değil, hizmetinde bulunduğu manevî yola ve ondan feyz alan sayısız mü mine zarar verebilecek bu iftirâdan dolayı son derece mahzun oldu. Sultâna hayır-duâ ettikten sonra:

“-Hâlet Efendinin işi, mânen, pîri Celâleddîn-i Rûmî Hazretlerine havâle olundu. Bizzat Hazret-i Mevlânâ, onu huzûruna celbedip cezasını verecektir” buyurdu. Bunun üzerinden kısa bir müddet geçmişti ki, Mora İsyanı na sebep olduğu için Hâlet Efendi Konya’ya sürüldü ve ardından da idam edildi.

Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri kısa zamanda sayısız mürîd ve pek çok halîfe yetiştirdi. Büyük Hanefî fakîhi İbn-i Âbidîn ile Rû/nZPAfednîadlı tefsirin müellifi Âlûsî de onun müridlerinden idi.

İbn-i Âbidîn üstâdı Hâlid-İ Bağdâdî Hazretlerinden şöyle bahseder:

“Dünyaya ve ehline meyletmezdi. Dâimâ Allaha yönelirdi Farz ve nafile türünden muhtelif ibadetlerle kendini Allaha verirdi. Devlet erkânının yanına gidip gelmezdi. İyiliği tavsiye, kötülükten nehyetme ve İlâhî ahkâmı tebliğ hususunda hiç kimseye tâviz vermezdi. Kınayanların kınaması kendisini Allah yolunda yürümekten alıkoy- mazdı. Sözü tesirli, ahlâkı çok güzeldi”

Sevenlerini dâimâ istikâmete (doğru yola) ve sırât-ı müstakim üzere bulunmaya teşvik eden Hâlid-i Bağdadî, bir mektubunda şöyle buyurur:

“Cenâb-ı Hak’tan bizler ve sîzler için istikâmetin devâmım dileriz. İstikâmet sebeplerini tahsil etmek için bütün gayretinizle çalışınız! Zira istikâmet bin kerametten daha hayırlıdır. Sizlere sünnetlerin ihyâsı, çirkin bidatlerin yok edilmesi ve İslâmî ilimlerin neşredilmesiyle ihlâs üzere meşgul olmanızı tavsiye ederim. Seçkin üstad- larımızın edeplerine yapışmanızı, benliğinizi yok etmenizi, imkânlarınızı Allah yolunda harcamanızı, elinizde olmayan şeylere sabretmenizi, bütün varlığınızla yegâne Melik ve Ma bûd olan Allah’a yönelmenizi tavsiye eder ve bu garibi hayır duâlarınızda dâimâ hatırlamanızı rica ederim.”

Hâlid-i Bağdâdî hazretleri sonraları Şam’a hicret etti ve ömrünün son yıllarını orada geçirdi. Şam’da müthiş bir tâun (salgın hastalık) zuhûr etmişti. Mevlânâ Hâlid Hazretleri etrafındakilere şu tavsiyelerde bulundu:

“Malımın, arazilerimin, hattâ evimin üçte birini hayır işleri için vasiyet ettim... Vasilerim (mirasçılarım) kabrimin yakınlarına hayrât olarak bir su sarnıcı yap-

sınlar. Benim kabrime, çocuklarım, akrabalarım ve halîfelerimin kabirleri üzerine, tazim ifâdeleri olmadan ve lâkab kullanmadan işaret koysunlar. Meselâ; «Bu, Kerîm olan Mevlâsı’nın rahmetine muhtaç, filân oğlu filân en-Nakşibendî el-Mü- ceddidî’nin kabridir.» gibi bir ibare yazsınlar. Malımın üçte birinin bin kuruşunu namaz iskâtım için versinler... Fakir kardeşlerimizin iaşeleri bu üçte birden temin edilecektir. Onlara yemek hazırlayınız! Medresede namaz kılmayı ihmâl etmeyiniz! Orada Hatm-i Hâcegân yapılmasını da istiyorum... Hepiniz birlik ve ittifak içinde olunuz! Benliği ve nifakı terk ediniz! Kabirde gözümü aydın edecek amel-i sâlihler işleyiniz!”

Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri hicri 1242 (m. 1827) senesinde Şam’da vefat etti. Kabri Kâsiyûn Dağı’nın eteğindeki Nûr Tepesi’ndedir. Burası bugün Sâlihiye Mahallesi diye anılır.

  1. Tâhâ Hakkâri (K.S)

Seyyid lâhâ el-Hakkârî hazretleri Şemdinan’ın (Hakkâri-Şemdinlİ) Humâro nâhiye- sinde doğmuştur. Kendileri, hem Hz. Peygamber (a.s)’ın neslinden bir seyyid idi, hem de Abdülkâdir Geylânînin soyundan gelmekteydi. Gençliğinde Bağdad, Süleymani- ye, Kerkük ve Erbil’deki âlimlerden ilim tahsil eden Seyyid Tâhâ, ilk olarak Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî’nin halifesi olan amcası Seyyid Abdullah’a intisap ederek tasavvuf yoluna bağlanmıştır. Amcası Seyyid Abdullah onu şeyhi Mevlânâ Hâlid ile tanıştırmış, Seyyid Tâhâ da tasavvufî eğitimini Mevlânâ Hâlid’in yanında tamamlamıştır.

Rivayete göre Seyyid Tâhâ el-Hakkârî Bağdat’ta Mevlânâ Hâlid’e bağlanmak isteyince Mevlânâ Hâlid onu önce büyük dedesi Şeyh Abdülkâdir Geylânînin kabrine istihareye gönderir. Seyyid Tâhâ, İstihare sonucunda manevî işaret alınca Mevlânâ Hâlid’e bağlanır. Seyyid Tâhâ, Mevlânâ Hâlid’in yanında birkaç erbain (40 günlük halvet) uygulamasından ve diğer eğitimlerden sonra halkı irşâd yetkisi (icâzet) alarak şeyhi tarafından bugün İran’ın Urmiye şehrine bağlı Mergever bölgesindeki Berdesor köyüne halife olarak tayin edilir. Bu köy, Tâhâ Hakkâri’nin amcası Seyyid Abdullah’ın dergâhının bulunduğu Hakkâri’nin Şemdinli İlçesi Nehri (Bağlar) beldesine yakın olduğu için, önceleri bazı müridler yakın bölgede iki halifenin bulunmasına anlam veremezler. Ancak kısa süre sonra amcası vefat edip Seyyid Tâhâ Nehri’deki tekkede irşâd ile görevlendirilince işin hikmeti anlaşılmış olur.

Tâhâ Hakkâri hazretlerinin Nehri’deki dergâhında ikindi namazlarından sonra hatm-i hâcegân yapılır, ardından İmâm-ı Rabbânî’nin Mektûbât’ı okunurdu. Bugün yıkık birkaç harabeden ibaret olan ve Bağlar diye anılan Nehrİ’de o zamanlar on altı binden fazla insan yaşardı. Bu beldedeki insanların evde yemek pişirmeyip hepsinin dergâhta yediği söylenir.

Rivâyete göre Tâhâ Hakkâri hazretleri zamanında İran şâhı Şemdinana (Şemdinli) yakın yüzkırkbeş köyü ona hediye eder. Bu haber Seyyid Tâhâ Hakkâri’ye ulaşınca başını eğer, bir süre tefekkürden sonra: el-Hamdülillah> der. İran şahı ölünce oğlu: Bu köyler bizimdir, deyip geri alır. Bu haber Seyyid Tâhâ’ya ulaşınca o yine başını eğer ve bir süre sonra kaldırıp yine; el-Hamdülillah, der. Müridlerinden Köse Halîfe lakaplı Tahâ Harîrî hazretleri: Efendim, köyler size hediye edilince hamd ettiniz, alınınca da hamd ettiniz, bunun hikmeti nedir? diye sorar. Tâhâ Hakkâri hazretleri: "Hediye ettikleri zaman kalbimi yokladım, dünya malına sevinmediğini gördüm, hamd ettim. Geri alınınca da kalbime baktım, hiç üzüntü bulamadığımı gördüm, yine hamd ettim” demiştir.

Bu rivayetin bir benzeri, Necip Fâzıl Kısakürek’in Başbuğ Velîlerden Otuzüç isimli eserinde şöyle anlatılır: İran hükümdarı Muhammed Şah bir rüya ile Ehl-i Sünnet’i kabul eder. Seyyid Tâhâ’dan bir muallim (hoca) ister. O da en ileri müridlerinden Abdurrahîm’i gönderir. Şah, bu alâkadan ve Abdurrahîm Efendinin hizmetlerinden o kadar memnun kalır ki, Türk (Osmanlı) sınırına bitişik Mergever ve Tergever isimli iki nahiyeyi (kasabayı) bütün köyleriyle birlikte Seyyid Tâhâ’ya bağışlar. Seyyid Tahâ: “Ben Türk tebasındanım (Osmanh vatandaşıyım) ve devletimin sayesinde gelirimiz, dünyevî geçim durumumuz yolundadır. İltifat ve ikramınıza teşekkür ederim ama kabul edemem”, diye haber gönderir. Bunun üzerine İran şahı: “Mademki bu nâhiye ve köyleri kendiniz için kabul etmiyorsunuz, o zaman dergâhınızdaki dervişler ve fakirler istifade etsin diye vakf eyledim” der. Ayrıca Seyyid Tâhâ’ya süslü bir asâ (baston) ve cübbeyi hediye olarak gönderir. Seyyid Tahâ bu köyler ile pek meşgul olmamış, cübbe ve asayı da o dönemde Osmanlı padişahı olan Sultan Abdülmecîd’e göndermiştir.

Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî de İran şahmın Seyyid Tâhâ’ya hediyelerini duyunca Farsça bir mektup yazarak şöyle demiştir: “İhlaslı kardeşimiz Seyyid Tâhâ! ...Kalbin, Acem (İran) bölgelerine meylini öldürücü, ruhu kurutucu bir zehir biliniz. Nerede kaldı ki onların yanına gidilsin. Onlara yakın olmak, tatlı, idâreli dil kullanmaktan çok uzak durmak lâzım. İnşallah bir araya gelmezsiniz. Eğer şah bile bizzat davet ederse, gitmemelidir. Nerede kaldı ki başkalarının davetine gidilsin. Böyle bir davete verilecek cevap şudur: Biz derviş kimseleriz. Bizim işimiz dünyadan uzaklaşmak ve İslam pâdişâhına dua etmek, Hz. Peygamberin (a.s) dinine hizmet etmektir. Devlet reislerine ait meclîslerin âdabım bilmeyiz. Tarîkatimizde de devlet ricâliyle görüşmek yoktur”.

Irak’ın Revandız bölgesinde Berzencî şeyhleri ile Haydarî şeyhleri arasında bir düşmanlık (aşiret kavgası) meydana gelmiş ve bu iki aşiret birbirine savaş ilan etmişti.

Irak’ta sözü geçen birçok kişi araya girmesine rağmen fitne ve kavga önlenemiyordu. Sonunda Seyyid Tahâ Hakkâri hazretlerinin arabuluculuğuna başvurdular O da Re- vandıza gidip bu aileleri barıştırdı ve kavgaları sona erdirip tekrar Nehriye döndü.

Bir defasında bir hırsız tekkenin ambarına girip bir çuval un almak ister. Çuvalı doldurur Fakat kaldırıp sırtına alamaz. Yarıya kadar boşaltır, yine kaldıramaz. Biraz daha boşaltır, yine kaldıramaz. O şaşkın halde karşısında Seyyid Tahâ Hakkâri hazretlerini görür. Seyyid Tâhâ: “Çuvalı kaldı ramıyorsan yardım edeyim” der. Hırsız korku ve şaşkınlıktan hareketsiz kalır, bir şey diyemez. Seyyid Tâhâ çuvalı kaldırp hırsızın sırtına verir ve: “Bunu al, git, bizim adamlar seni görmesin, belki canını yakarlar, bir daha ihtiyacın olursa ambara değil, bize gel” buyurur ve onu gönderir. Bilâhare hırsız, gördüğü şefkatten etkilenir ve gelip samimi müridlerden olur.

Van’ın Gürpınar kazasından bir zât Nehriye gidip Seyyid Tâhâ hazretlerine mürid olur. Sonra döner evine gelir. O dönemde birkaç hayvanı ölüp telef olur. Şeytanın iğvâsıyla kendi kendine: Bu tarîkate girmek bana uğursuz geldi, kalan hayvanlar da ölür, sefil olursun, der ve Nehri’ye giden birisi ile Seyyid Tâhanm kendisine verdiği teşbihi iade eder. Böylece bu mâneviyat yolundan ayrılmış olur. Teşbih ulaşınca, Seyyid Tahâ tebessüm eder. Aradan bir hayli zaman geçer. Bir gün namaza kalkarken Seyyid Tâhâ eliyle bir şey kovar gibi yapıp: Defol melun, der, sonra namaza başlar. Namazdan sonra müridlerinden Köse Halîfe lakaplı Tâhâ Harirî sorar: Efendim, elinizle kovaladığınız neydi? Seyyid Tâhâ şöyle cevap verir: Gürpınardaki falan kişi ölüm döşeğindeydi, şeytan da imanını çalmak istiyordu, onu kovaladım. Köse Halife: Efendim, o kişi teşbihini iade edip yolu terk etmişti, deyince, Seyyid Tâhâ: Bir zaman bize muhabbeti vardı, buyururlar,

Seyyid Tâhâ hazretleri müridlerinden kalabalık bir grup ile birlikte, Ruslara karşı savaşan Osmanh ordusuna yardım etmek için Hakkâri-Nehri’den Vana gelmişti. Ancak Yandan daha ileri geçmeyip bîr süre sonra geri döndüler. Müridler önceleri bu dönüşün sebebini anlayamadılar. Kısa süre sonra Osmanh ve Rus orduları arasında barış yapıldığını duyunca, Seyyid Tâhanın bunu kerâmeten önceden sezdiğini anlamış oldular

Müridlerine şöyle derdi: “Reşahât isimli kitaptaki Ubeydullah Ahrâr hazretlerinden nakledilen yüz yirmi reşhayı (bölümü) çok okuyunuz. Nakşbendî tarîkatinin usulü bu reşhalardadır” Yine şöyle derdi: “Bizim yolumuza bağlanan dervişlerin feyzi, ana ve babalanna da ulaşır”.

Tâhâ Hakkâri Hazretleri: «Afûrak kullanıldıktan sonra kılman bir rekât namaz, misvaksız kılman yetmiş rekâttan daha hayırlıdır? (Ahmed» VI» 272) hadîs-i şerifine şu mânâyı verirdi:

“Hadiste geçen «sivâk» kelimesi misvakla dişleri temizlemek mânâsına geldiği gibi» «senden başkası veya sensiz» anlamına da gelir Bu durumda hadîs-i şerife şöyle bir mânâ da verilebilir: “Kendini ve dünyevî şeyleri terk ederek (sensiz» egosuz) Rabbine yönelip O nun huzurunda olduğunu hissederek kıldığın bir rekât namaz, gafletle kıldığın yetmiş rekâttan daha hayırlıdır”

Seyyid Tâhâ Hakkâri hazretleri 1269 (1853) senesinde Hakkâri’nin Şemdinli İlçesi, Nehri (Bağlar) beldesinde vefat etti. Tekkesinde kardeşi Seyyid Sâlih irşâd vazifesini devam ettirirken, diğer halifeleri başka şehirlerde irşada devam ettiler. Bu halifelerden biri de Köse Halîfe lakaplı Tâhâ Harîrî hazretleridir


Tahâ Harîrî hicri 1220 (m. 1805) senesinde Kuzey Irak’taki ErbiTin Harîr köyünde doğdu. İlk tahsilini Erbifde yaptı. Kuran-ı Kerîm1 i ezberledi. Bağdat medreselerinde ilim tahsil etti. Medresede İslâmî ilimleri öğrendikten sonra Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri nin Erbildeki halîfesi Hidâyetullah Efendi nin hizmet ve himâyesine girdi. Hidâ- yetuliah Efendi, MuhammedEs ad Erbilînin dedesidir.

Tâhâ el’Harîrî hazretleri daha sonra devrin büyük şeyhi Seyyid Tâhâ el-Hakkârî ile önce rüyada, sonra da bizzat Nehri beldesine gelerek görüşmüş, ondan tasavvufî eğitim ve icazet almıştır.

Rivayete göre» Tâhâ Harîrî, üstadıyla adaş olduğundan ismiyle çağrılmaktan çekinirdi. Durumu anlayan Seyyid Tâhâ Hakkâri» sakalının seyrek oluşu sebebiyle huzurda bulunan birine: “Şu bizim köse talebeyi çağırın ’ demiş, bu olaydan sonra Tâhâ Harîrî nin ismi “Köse Halife’blarak kalmıştır. Nehrimdeki tasavvufî eğitimi döneminde Tâhâ Harîrî: “Nehri köyü, emîrin kalesi ve Yahudi mahallesi hariç, taşı toprağı her şeyi ile nur olmuştur1 diyerek o beldenin manevî durumuna işaret etmiştin Tâhâ Hakkârînin halifelerinden Sıbgatullah Arvasî, Minah adlı eserinde kendisinden: “Şeyhimizin büyük halifelerinden Köse Halife adı ile tanınan Molla Tâhâ” diye söz eder.

iyi bir tahsil görmüş» kendisine itibâr edilen, muhterem bir şahsiyet olan Tâhâ Harîrî hazretleri» Erbil ve Musul bölgelerinde yaklaşık kırk yıl halkı irşâd ile meşgul olmuştur. Şeyhinin yaptığı gibi o da sohbetlerinde zaman zaman îmâm-ı Rabbânî nin Mek- tûbât ından okuyup açıklama yapardı.

Tâhâ Harîrî (k.s) vefatına yakm, kendi yerine halîfesi Muhammed Es'ad Erbilî hazretlerini bırakmak istediğini beyân etti. Es ad Erbilî Efendi ise bu mühim vazifenin, üstâdınm oğluna verilmesini istirhâm etti. Tâhâ Harîrî:

“-Oğlum ben varken vardır, benden sonra o da yoktur. Siz lâyık olduğunuz için, bu emâneti ben size tevdi ediyorum!” buyurdu.

Hakîkaten Tâhâ Harın Hazretlerinin buyurduğu gibi, oğlu kendisinden altı ay sonra vefât etti, irşâd vazifesine Muhammed Es ad Efendi devam etti.

Es’ad Erbilî (les), tarikati’l-alıyye isimli eserinde ondan şöyle

söz eder: “TarîkaM aliyyede seyr u sülûküm ne babamın ne de dedemin irşâd zamanlarına rastlamadığından, o zamânın kutb-i irşadı Tâhâ el-Harîrî en-Nakşbendî el-Hâlidînin hizmetine girdim. 1292 (1875) senesine, yani vefatına kadar beş sene müddetle hizmetlerinde bulundum”

Tâhâ Harîrî hazretleri şöyle derdi: “Keşif ehli (kalp gözü açık) sâlik ile keşfi kapalı sâlikin hâli, gözü gören ile gözü görmeyen iki kişinin Hicaz seferine benzer. Her ikisi de yol boyunca devamlı olarak gayelerine yaklaşmaktadırlar. Fakat gözü görmeyenin sevâbı daha çoktur. Seyr u sülükte (tasavvufî eğitimde) de keşfi olmayan sâlik, her ne kadar görünmüyorsa da devamlı terakki (ilerleme) hâlinde olduğu için keşfi açık olandan daha kazançlıdır”.

Tâhâ Harîrî hazretleri hicri 1292 (m. 1875) senesinde vefât etti. Kabri Erbilîdedir.

33. Muhammed Es’ad Erbilî (K.S)

Muhammed Es ad Erbilî hazretleri hicri 1264 (m. 1847) senesinde o dönemde Osmanh toprağı olan ve bugün Kuzey Irak’ta kalan Erbil şehrinde doğdu. Dedesi, Mevlânâ Hâ lid-i Bağdâdî’nin halifelerinden Şeyh Hidayetullah Erbilî, babası da Şeyh Muhammed Saîd’dir. Gençliğinde medreselerde dînî eğitim alan Esad Efendi yirmi üç yaşma geldiğinde 1287 (1870) senesinde tasavvuf yoluna yöneldi. Dedesi ve babasının irşâd dönemine yetişemediği için, Tâhâ Harîrî hazretlerine mürid oldu. Beş yıl şeyhinin hizmetinde bulunup onun yanında tasavvufî eğitimini tamamladı ve Nakşbendiyye yolundan icazet aldı. Şeyhi Tâhâ Harîrftıin 1292 (1875) senesindeki vefatından sonra ErbiFde irşada başladı. On yıl sonra 1303 (1885) senesinde o bölgedeki Duhok'un Etruş köyünde yaşayan Abdül- hamîd Birîfkânfden (ö. 1305/1887) Kâdiriyye tarîkati icazeti aide

Esad Erbilî hazretleri, hac vazifesi esnasında gördüğü bir rüya üzerine İstanbul’a göç etmeye karar verdi. İstanbul’a ilk geldiğinde henüz tanınmadığı için pek ilgi görmedi, ilk dönemlerde Fâtih Camiinde Hafız Divanı ve Molla Câmînin Lüccetü'l-esrâfını okutarak irfan meclisleri kurdu. Kısa sürede tanındı ve padişahın damadı Hâlid Paşanın daveti üzerine sarayda Arapça ve dinî ilimler dersi vermeye başladı.

Sultan İL Abdülhamîd, onun İlmî ve irfânî derslerini duyunca Meclis-i Meşâyıh a’zâlığma tâyin etti, Sonraları Kelâmı Dergâhı boş kalınca burada irşâd ile görevlendirildi. Esad


Efendi Kelâmî Dergâhında Cuma günleri zikir ve sohbet medisleri yapar, önce Kadiri evradı okur, sonra Nakşbendî usûlüyle Hatm-i Hâcegân yaptırırdı. İrşâd faaliyetleri sebebiyle 1896 yılında kendisine maaş bağlandı. Önceleri tasavvufa muhalif olan birçok âlim Es’ad Efendiye mürid oldu. Hüseyin Vassâf bunu şöyle ifade eder: “Esnâ-yı zikrde sağa sola sallanmak alâmet-i rakstır, haramdır, dîye bağıranlar, medis-i zikrlerinde, zıp zıp sıçramaya başladılar. Vaktiyle tanz-kâr oldukları râh-ı hakikate bağlandılar”

Es’ad Erbilî hazretleri 1318 (1900) senesinde İstanbul’dan ayrılıp memleketi Erbil’e gitti. Bazı kaynaklara göre, Es’ad Efendi’ııin kaleme aldığı 1001 hadîs-i şerif ve kısa açıklamalarını ihtivâ eden Kenzü’l-irfân isimli eserdeki “Seyahat edin ki sıhhat bulasınız” hadisinin açıklamaları bazı kişiler tarafından çarpıtılarak Sultan Abdülhamîd’e şikâyet edilmiş ve “gençlere, baskıcı Osmanlı idâresinden Avrupa’ya kaçın” demek istediği şeklinde iftiralar uydurulmuş, bunun üzerine II. Abdülhamîd tarafından Erbil’e sürgün edilmiştir.

Ancak yeni yayınlanan bazı araştırmalara göre, bu bir sürgün değil, danışıklı dövüş tâbir edilebilecek özel bir görev İle göndermedir. Prof. Dr. Ethem Cebecioğlu’nun Kelâmî Dergâhı’nda bir süre hizmet etmiş olan Kastamonulu Hasib Efendi ile yaptığı mülâkâttan aktardığına göre, Es’ad Erbilî Sultan Abdülhamîd tarafından sürgün edilmemiş, Batılı devletlerin Irak’taki siyasî etkinliklerini engellemek İçin sürgün adı

altında bu bölgeye özel bir görev ve misyon ile gönderilmiştin Kuzey Irakta çok miktarda petrol bulunduğunu fark eden Ingilizler o bölgeyi Osmanhdan koparmak ve yeni kurulacak devletlerde kendi yerleştirdikleri idareciler yoluyla bölgedeki petrolü elde etmek için bir kısım ayrılıkçı faaliyetlere girişmişler* bunu fark eden Sultan Abdülhamîd de o bölge halkının bilinçlenmesi, Osmanlı’ya bağlı kalması ve isyan etmemesi için bir tür nasihatçi olarak Es'ad Efendi’yİ Erbife göndermiştir. Ancak Batık ajanların kendisine zarar vermemesi için o günkü gazetelere bu durum "sürgün** olarak yansıtılmıştır. Esad Efendi ErbiPde oğlu Mehmed Ali Efendi ile birlikte Türk Muhibleri Cemiyetini kurmuş ve burada kendisine verilen özel görevi icra etmiştir.

Esad Efendi yedi sene sonra 1324 (1907) yılında II. Meşrutiyet ilan edildiğinde İstanbula tekrar döndü. Sultan Mehmed Reşâd döneminde 1332 (1914) yılında Meclisli Meşâyıh başkanlığına getirildi. Burada bir yıl görev yaptıktan sonra 1915 yılında istifa etti. Bundan sonra irşadla meşgul olup mürid yetiştirdi.

Cumhuriyetin ilanından sonra 1925’te dinî eğitim kurumlan ve tekkeler kapatıldı. 23 Aralık 1930 yılında meydana gelen Menemen Olayı’yla ilgisi bulunduğu iddia edilerek oğlu Mehmed Ali Efendi ile birlikte Menemene götürülen Esad Erbilî, burada yargılanıp idama mahkûm edildi. Oğlu Mehmed Ali idam edilirken, kendisinin cezası yaşlılığı sebebiyle müebbed hapse çevrildi. Daha sonra tedavi gördüğü Menemen Askeri Hastanesinde 84 yaşında 3-4 Mart 1931 gecesi vefat etti. Cenazesi resmî makamlar tarafından gizlice Menemende defnedildi. Bazı kimseler, Esad Efendinin hastanede zehirlenerek öldürüldüğünü iddia etmektedirler. İzmir-Menemende mezarının olduğu yere sonraları Safa Câmii yapılmıştır.

Esad Erbilfnin yazdığı eserler şunlardır: KmzüV-rr/dn, Mefctûbdt, Risâle-i Esadiyye, Tevhîd Risâlesi Tercümesi, Fâtiha-i Şerife Tercümesi, Dîvân. Esad Efendinin irşâd görevini, mürid ve halifelerinden Mahmûd Sâmî Ramazanoğlu devam ettirmiştir. Dîvânındaki peygamber sevgisi konulu şiirlerden biri şöyle başlar: Tecellâ-yt cemâlinden habîbim nev-bahâr âteş!

Gül âteş, bülbül âteş, sümbül âteş, hâk ü hâr âteş!

Mektûbât'ındaki bazı ifadeleri şöyledir: “Tarîkatte feyz alma ve terakki, yalnız zikir ve evradın çokluğuna bağlı değildir. Bu hususta kalbi ihlâs ve samimî muhabbetin de büyük bir tesiri olduğu, ehline aşikârdır... Cenâb-ı Hakk'a itaat etmeyen ve şefi emirleri nazar-ı îtibâra almayan günahkârlar, hiçbir zaman ve mekânda evliyâullâhın inayet nazarıyla baktığı ve teveccühlerine nâil olan kişilerden olamazlar.” “Letâiflerin hepsi tasfiyeye muhtaç olduğundan, bir Hak yolcusunun, sırasıyla bütün latîfelerini zikre alıştırması zarurîdir. Bir insana gusül gerektiğinde nasıl vücudunun her yerini, hattâ her noktasını yıkaması lâzım ise gönül âlemini tasfiye etmek isteyen bir kişinin de bütün letâifleriyle, hattâ vücudunun her zerresiyle zikretmesi zarurîdir.”

Es’ad Erbilî hazretleri kendisine kadar gelen Nakşbendî silsilesini şiir şeklinde şöyle kaleme almıştır:

Hâlık-ı arz u semâya eyleriz hamd ü sena

Ahmed-iMuhtarı kıldı âleme nûr-i hüdâ

Hazret-i Sıddîk u Selmân, Kâsım u Ca’fer gibi

Eylemiş neşr-i hakikat Bâyezîd-i rehnümâ

Bû’l-Hasen zât-ı mükerrem, Bû Ali kân-ı kerem,

Yûsuf-i vâlâ-şiyem sâlâr-ı ceyş-i asfiyâ Hâce Abdülhâlik oldu Ârifü Mahmûd’a pîr Şeyh Alî, Baba, Külâl etti cihânı rûşenâ Vâris i taht-ı tarikat Şâh-ı Âlem Nakşibend Eyledi Hâce Alâiiddîn’i halka pîşuvâ Oldu Ya kûb’a Ubeydullâh-i Ahrârî halef Hazret-i Zâhİd’le geldi âleme zevk u safâ Nûr-i çeşm-i mârifet Derviş Muhammed, Hâcegİ Feyz-i Bakîyle cihân-ı mânevî buldu bekâ Hazret-i Ahmed müceddid Vrvetü’l-Vüskâ olup Şeyh Seyfüddîn ü Seyyid Nûr’a. nûr-i i'tilâ Şâh-ı Mazhar, Şâh Abdullah Pîr-i Dehlevî Hazret-i HâlicTİe oldu kalb-i sâlik pür-ziyâ Seyyid-i âlî-neseb Tâha’l-Hakkârî’den sonra Pirimiz Tâha’l-Harîrî oldu kutb-i evliya Eyleriz arz-ı dehalet dergeh-i sâdâte biz

34. Mahmûd Sâmi Ramazanoğlu (K.S)

Mahmûd Sâmi Ramazanoğlu 1892de Adanada doğdu. İstanbul'daki Dârülfiinûn Hukuk Fakültesini birincilikle bitirdikten sonra askerlik hizmetini İstanbul’da yedek subay olarak yaptı. Bu dönemlerde tasavvufa yönelip Kelâmî Dergâhı şeyhi Esad Erbîlîye intisap etti. Kelâmî Öergâhında hem tasavvufî eğitim aldı, hem de tekkenin hizmetlerini yerine getirdi. Bu eğitiminin sonunda Esad Erbîli tarafından kendisine Nakşbendî icazeti verildi.

Bir süre sonra memleketi Adana’ya dönüp yerleşen Mahmûd Sâmi Efendi tevâzu- undan ve belki de dönemin siyasî baskılarından dolayı ilk yıllarda irşada başlamadı. Sonraları dostlarının ısrânyla halkı irşâd ile meşgul olmaya başlamış ise de. bu dönemde gerek tekkelerin kaldırılması ve gerekse dönemin hassâsiyeti sebebiyle irşâd vazifesine daha ziyâde özel sohbetler şeklinde devam etti. 1951 senesinde İstanbufa geldi ve önce Beyazıt, sonra Erenköy’e yerleşti. İki yıl kadar İstanbul’da kaldıktan sonra 1953’te hacca gitti. Hac dönüşü Şama gelip buraya yerleşmeye karar verdi. Şam’ın


önde gelen âlimleri ile tanıştı, oradaki Türk öğrencilere ve Mektûbât-ı

îmâm-ı Rabbânî gibi eserlerden tasavvufî sohbetler yaptı. Dokuz ay sonra 1954 senesinde tekrar Türkiye’ye dönmeye karar verdi ve İstanbul’a geldi. Bir süre Erenköy’deki Zıhnipaşa Camiinde vaazlar verdi. Evi ve vaaz ettiği câmi Erenköy’de olduğu için onun sevenlerinin oluşturduğu gruba halk arasında bir dönem Erenköy Cemâati adı verildi. Sâmi Efendi tasavvufî irşâd vazifesini özel sohbetleri ve seyahatleriyle icrâ ediyordu. Bu dönemde sevenlerinden Mustafa Alemdar Efendinin İstanbul Tahta- kaledeki nalbur ticârethânesinin muhasebesini tutarak geçimini temin etti. 1979 yılında ailesiyle birlikte Medîne-i Münevvere’ye göç etti, 12 Şubat 1984’te burada vefât edince Cennetü’1-bakı isimli kabristana defnedildi.

Mahmûd Sâmi Efendi sohbetlerinde bazı sûre tefsirlerine, önceki peygamberler ile Hz. Peygamber ve ashâbımn ibretli hayat hikâyelerine, mücâdelelerine ve tasavvufî

ahlâk konularına yer verirdi. Edep, tevâzû, kalp eğitimi, sohbet, az yemek ve az uyumak, teheccüd ve evvâbîn namazları gibi konular üzerinde önemle dururdu. Gönlü eğitmenin Önemli olduğunu söylerdi. “O gun> ne mal fayda verir ne de evlât. Ancak Allaha kalb-i selim ile gelenler (fayda bulur)” (Şuarâ, 26/88-89) âyetinde geçen kalb-i selimi tarif ederken şöyle derdi: “Kalb-i selim, incitmeyen ve incinmeyen kalptir. İncitmemek kolaydır, incinmemek İse daha zordur” İyi derecede Fransızca bilmesine rağmen sohbetlerinde yabancı kelimeler kullanmazdı. İyi derecede Arapça bilir ve gerekli yerlerde bu dili fasih olarak konuşurdu. Halvet ve erbaini uygulamaz, râbıta konusunda şeyhe muhabbetin yeterli olduğunu söylerdi. Cömert, şefkatli, insanlara hizmeti seven, güler yüzlü ve titiz bir insandı. Temiz, sâde ve düzgün giyinir, az konuşmayı tercih ederdi. Bütün hareketlerinin dînî kurallara uygun olmasına özen gösterirdi. İbnü’l-Arabî yi takdir etmesine rağmen, halk anlayamaz diye düşündüğü için onun eserlerini sohbetlerinde okumazdı. Müridlerine Nakşbendî evrâdımn yanı sıra teberrüken Kâdirî evradı da telkin ederdi. Mahmûd Sâmi Efendi nin kızı Ömer Kirazoğlu ile evlenmiş olup nesli bu yolla devam etmektedir. Hayatı ve görüşleri hakkında Sâdık Dana müsteâr ismiyle Musa Topbaş tarafından Sultânü’l-ârİfin eş-Şeyh Mahmûd Samı Ramazanoğlu (İstanbul 1991) isminde bir eser kaleme alınmıştır.

ısa

Sami Efendi dinî bayramlar vesilesiyle İstanbul un kıymetli âlim ve şeyhlerini ziyarete giderdi Sıkça ziyâret ettiği zevattan bazıları şunlardı: Şeyh Ali Haydar Efendi, Şeyh Şefik Ar- vâsî, Şeyh Mehmed Zâhid Kotku, Alasonyalı Cemal (öğüt) Efendi Bekir Hâkî Efendi, Ali Yektâ Efendi Ömer Nasûhî (Bilmen) Efendi, Silistreli Süleyman Hilmi (Tunahan) Efendi.

Rivayete göre, Mahmûd Sâmi Efendi nin bir talebesi, geçirdiği buhran dolayısıyla zaafa uğrar ve sarhoş bir vaziyette kapısına gelir. Kapıyı açan kişi:

Bu ne hâl! Hangi kapıya geldiğinin farkında mısın?1’ diye azarlayınca bitkin ve bîçâre adamcağız:

Beni merhametle kucaklayacak başka bir kapı mı var ki?” diyerek çaresizliğini dile getirir.

Olup biteni içeriden işiten Sâmi Efendi, hemen kapıya gelir ve o gönlü zedelenmiş talebesini içeriye buyur ederek, can sarayına alır. Onun vîrâne olmuş gönlünü merhamet, şefkat ve muhabbetle ihya eder. Bu gönül inceliği üslûbu ile irşada mazhar olan o şahıs da, bütün menfî hâllerinden kurtularak zamanla sâlihler zümresine dâhil olur.

Mûsâ Topbaş Efendiden şöyle nakledilmiştir:

“Bir hac mevsiminde idi. Muhterem Üstâz Sâmî Efendi Hazretleri ve evlâdları Mek- ke-i Mükerreme’de Beytullâh Mescidine yakın, Türkistanlı Abdüssettâr Efendinin, Ciyâd semtindeki evinde idik. Efendi Hazretlerinin odası, sokağa karşı, refikleri olan bizlerin ise içe doğru idi.

Bir öğle vakti, bulunduğumuz odanın kapışma teşrif ettiler ve:

«- Dışarıda birisinin galiba yemeğe ihtiyacı var!» buyurdular.

Fakir, hemen verilecek yemekleri hazırlayıp kapıya çıktığımda kimseyi göremedim. Beklemeyip gittiğini tahmin ederek geri döndüm. Sekiz on dakika geçmişti ki, Efendi Hazretleri tekrar kapıda göründüler:

«- O muhtaç tekrar geldi; içeriye bakıyor!» buyurdular.

Tekrar yemekleri ahp kapının önünde çıktığımda, dilini dışarıya çıkarıp içeriye bakan hayvancağızı, yâni acıkmış köpeği gördüm. Hemen yemekleri olduğu gibi Önüne boşalttım. Çok acıkmış olacaktı ki, hepsini yeyiverdi.” Bu hâdisede Sâmi Efendinin bir hayvandan bahsederken “birisi” diyerek âdeta ona insan gibi değer vermesi, Cenâb-ı Hakk’ın maklûkâtına olan şefkatinin bir neticesi idi,

Adanada babasından geniş arazîler miras kalmış olmasına rağmen, el emeği ve alın teriyle kazanıp harcamak düşüncesiyle bu mirastan bir şey almayan Sâmi Efendi, Adanada bir kereste ticârethânesinde muhâsebecilik yaptığı günlerde müessese sahibi ayhk maaşını bir zarf içinde takdim ettikten sonra bir fakir gelip Allah rızası için sadaka istemiş, Sâmi Efendi de o zarfı olduğu gibi o fakire takdim etmiştir.

Bir gün yolculukları esnasında Ürgüp’te bir kişi otomobillerini çevirip sigara parası istemişti, Bazı yol arkadaşlarının muhalefetine rağmen Sâmi Efendi: “Mâdemki istiyor, vermek lâzım” demiş ve o kişiye bir miktar para vermişlerdi. Buna memnun olan fakir, niyetini değiştirip: "Şimdi gidip bununla ekmek alacağım” diyerek sevinçle oradan uzaklaşmıştın

Torunu Mahmut Kirazoğluhun naklettiğine göre, Sâmi Efendi ev işlerinde hanımına yardımcı olur» meselâ bamya ayıklar, semt pazarına çıktığında bir tezgah üzerindeki sebze veya meyveye eli değmiş ise, çürük bile olsa onu alır ve: “Artık elimiz değdi, almazsak bu meyve bize gücenir” derdi. Oltayla avlanmış balıkları yemezdi. Çünkü onların aldatma yolu ile ve aldatıcı bîr kişi tarafından avlandığını düşünürdü.

Sâmi Efendi nin bağlılarından ve sevenlerinden Bandırmak Nazım Yüzbaşı Efendi şöyle anlatmıştır:

1974 yılındaki Kıbrıs savaşırım akabinde halı-kumaş ticâretiyle uğraşıyordum. Bandırmadan İstanbul’a hah satın almak için gitmiştim, Mahmûd Sami Efendinin İstanbul Erenköy’deki evinde sohbet yapılacağını duydum ve bir vesileyle iştirak ettim. Sohbet için eve girdiğimde Bursa müftüsü ile Kayseri’den Cemil amca isminde meczûb bir zat gibi birkaç kişi daha oradaydı, Sâmi Efendi hazretleri sohbete başlamadan önce Kayserili Cemil amca Sâmi Efendi ye: “Efendim, Kıbrıs harbi nasıl oldu, anlatıverse- niz, bizim zâhirî kuvvetlerimiz bu Kıbrıs harbini kazanabilir miydi?” dedi. Sâmi Efendi sükût edip konuşmadılar, sohbete başlamak istiyorlardı. Cemil amca tekrar: “Efendim» mânevi âlemden yardım gelmese bizim zâhirî kuvvetlerimiz bu savaşı kazanabilir miydi?” dedi. Sâmi Efendi yine sükût edip bu konuda bir şey söylemeyince Cemil amca: “Efendim» Allah aşkına söyleyin, bu savaşta mâneviyat erleri destek vermedi mi» onlara bütün emirler de sizden çıkmadı mı» mânen komutan siz değil miydiniz, söyleyin de bu kardeşler biliversin” deyince, Sâmi Efendi mahcûbiyetinden kızardı, oradaki hafıza: “Bir aşır okuyalım” buyurdu ve sohbeti başlamadan bitirmiş oldu.

Musa Topbaş Efendi, SıdMmH-drı/în eş-Şeyh Mahmûd Samı Ramazanoğlu isimli eserinde şöyle anlatır: "Bir hac seferimizde Şam’da idik. Her yolculuğumuzda olduğu gibi yine Muhyiddîn Ibnü’I-Arabî hazretlerinin mübârek türbeleri ziyaret ediliyor ve ruhlarına Fâtihad 'Şerife gönderiliyordu. O dönemde Cezayir Fransa harbi uzun zamandan beri devam ediyordu. Modern, zâlim Fransız ordusunun karşısında kahraman Cezâ- yirliler on binlerce şehid verdikleri halde düşmanı tepelemek hususunda sebât gösteriyorlardı. Bizler, Şeyh-i Ekber’in türbesinde iken Cezayir’den on beş kişi kadar bir heyet gelmiş, Cenâb-ı Haktan Muhyiddîn İbnu 1-Arabî hürmetine Cezayir’deki Fransızların hezimete uğraması, zelil ve makhûr bir vaziyette şekilde çekilip gitmesi niyazında bulunuyordu. Yalvarma ve gözyaşları yarım saat kadar devam etti. Onlar duâ ettikçe muhterem Üstâzın “âmîn, âmîn” dediği duyuluyordu. Bir gün sonra Şam gazetelerinde Cezayirlilerin galip geldiklerini» zâlim Fransızların bozgun bir vaziyette çekildiklerini ve harpte mağlup olduklarını okuduk. Hâlbuki on iki senedir harp devam etmekte idi.

Erenköy’den Tahtakale’deki işyerine giderken Kadıköy İskelesindeki vapur gişesine her sabah tam vaktinde gelen Sâmi Efendi gişe memurunu yormamak için önceden bozuk parasını hazırlar ve her zaman gerekli ücreti bozuk olarak takdim ederdi. Bu duruma ve onun nâzik hâline hayran olan gişe memuru bir sabah elini öpmek istemiş, Sâmi Efendi tevâzuundan dolayı elini geri çekip adama bir namaz takkesi hediye ederek yoluna devam etmiş, böylece ibâdet hayatına başlamasını îmâ etmişti. Namaza başlayan gişe memuru bir süre sonra tekrar Sâmi Efendinin elini öpmek isteyince bu sefer de cebinden çıkardığı bir teşbihi ona hediye eden Sâmi Efendi, tasavvuf yoluna girmesini sessizce, hâl dili ile işâret etmiş, o şahıs da bilâhare maneviyat yolunda talebesi olmuştu,

İstanbul Pendik’te ikâmet eden merhum Çiçekçi İbrahim Efendi şöyle anlatırdı: “Sâmi Efendi hazretleri bir defasında fakirhâneyi teşrif ettiler. Evimizin yanındaki bahçeyi gezerlerken ben: “Efendim! Bahçemizde iki tane ayva ağacı var. Bir sene ikisi de ayva verir, diğer sene ikisi de vermez. Bu sene ayva vermedikleri döneme rastladığı için size ikram edemiyoruz” dedim. Bunun üzerine Sâmi Efendi hazretleri: “İnşallah bundan sonra bir sene bir ağaç ayva verir, diğer sene diğeri” buyurdular. O seneden sonra dedikleri gibi oldu. Artık her sene ayvamız var elhamdülillah”.

Mahmûd Sami Ramazanoğju’nun eserleri bazı peygamberlerin hayatı, Hz. Peygamberin savaşları, ashâbm hayâtı, sûre tefsirleri ve tasavvufî-ahlâkî sohbetler şeklinde tasnif edilebilir. Osmanh harfleri ile Türkçe olarak kaleme aldığı eserleri yeni harflere çevrilerek İstanbul’da 1980’den itibaren Erkam Yayınları tarafından birçok defa neşredilmiştir. Bu eserler şunlardır: 1. Hazret-i İbrahim aleyhisselâm, 2. Hazret-i Yûsuf aleyhisselâm, 3. Yûnus ve Hûd Sûreleri Tefsiri, 4. Bedir Gazvesi ve Enfâl Sûresi Tefsiri, 5. Uhııd Gazvesi, 6. Tebiik Seferi, 7. Hazreti Ebû Bekir Sıddîk radıyallâhu anh, 8. Hazreti Ömer’ul-Fâruk ra- dıyallâhu anh, 9. Hazreti Osman Zinnûreyn radıyallâhu anh, 10. Hazret-İ Aliyyü’l-Mur- tezâ radıyallâhu anh, 11. Hazreti Hâlid bin Velid radıyallâhu anh, 12. Ashâb-ı Kirâm Menâkıbı (1-2), 13. Musahabe (1-6), 14. Fatiha Sûresi Tefsiri, 15. Bakara Sûresi Tefsiri, 16. Dualar ve Zikirler, 17. Mükerrem İnsan, 18. Bayram Sohbetleri. Bunların dışında Sâmi Efendi nin henüz yayınlanmamış defter hâlinde bazı notları bulunmaktadır.

Mahmûd Sâmi Efendinin tasavvufla ilgili en orijinal görüşleri Musâhabe isimli eserinin altıncı cildinde yer alır. Bu eserdeki bazı cümleleri şunlardır:

“Bir müminin nefsi yedi sıfatında terakki edebilmesi için vücûdunun müştemil bulunduğu letâif-i seba denilen letâifîn de zikir, fikir ve tefekkürle tasfiye ve terbiye görmesi lâzımdır. O yedi sıfat da: Kalp, ruh, sır, hafi, ahfâ, nefs ve ceseddir. Bunlardan ilk beşi yani kalp, ruh, sır, hafi, ahfâ âlem-i emrdendir. Nefs ile cesedin ihtivâ ettiği anâsır-ı erbaa -ki ateş, hava, su ve toprak- da âlem-i halktandır. Âlem-i emrden olan letâif rûhânî ve nûrânî, âlem-i halktan olan letâif ise cismânî ve zulmânîdir. İnsanı diğer canlılardan ayıran fark ise âlem-i emirden olan rûhânî ve nûrânî letâif-i hamsedir (kalp, ruh,sır, hafi, ahfâ)”.

“Bâyezîd Bistâmî kuddise sirruh der ki: Otuz yıl ibâdetlerimde nefsime tâbi oldum. Bir gün bir adamın şöyle dediğini işittim: Yâ Bâyezîd! Allah’ın hâzineleri ibâdetle doludur. Eğer Cenâb-ı Hakk a kavuşmayı dilersen sana gereken nefsini zelil, hor, hakir görmen, amellerinde ihlâs üzere olmandır”

“Nakşbendî yolunun büyükleri azimetle ameli ihtiyar eylemişler (zor olanı tercih etmişler) ve mümkün mertebe ruhsattan sakınmışlardır”

"Bedenî hastalıklardan şifâyâb olmak için bir tabibin teşhis ve tedâvisine ihtiyacın lüzû- mu bilindiği gibi, kibir, hased, hubb-i dünyâ ve sair emraz-ı kelbiyenin (kalp hastalıklarının) tedavisi İçin de bir tabîb-i manevînin (manevî doktorun) tedâvisine daha ziyâde eşedd-i ihtiyaç ile muhtaç bulunulduğundan tegâfül ve tecâhül edilmemelidir”

"Hasta bir insan güzel yemeklerin lezzetini anlayamaz. Herhalde ağzının tadının gelmemesi, sıhhatinin iadesine bağlıdır Şu halde nefs-i emmâreye mağlûb olan kimse hastadır. İbâdetten bir lezzet alamaz. Hasta olan kalbin temizlenmesi lâzımdır”

"Birkaç asır evvel irtihâl buyuran (vefat eden) evliyâullâhı bu zamanda ekseri insanlar tasdik ederler. Zira irtihâlden sonra irşâd vazifesinden âzâde kalırlar. Şeytan da onları tasdik etmekten men etmez. Asıl hayatta bulunan irşada me’mûr kâmil velîlere takarrub ettirmemek (yaklaştırmamak) için inkâr ettirir, takarrubundan mene çalışır. Çünkü mu minlerin selâmetini arzu etmez.”

"Râbıtada mürşidin hayâlini tefekkür etmeğe lüzum yoktun Muhabbet lâzımdır. Zaten bir insan sevdiğini dâima gözü önünde bulundurur”.

"Muhammed Pârsâ -kuddise sirruh- tâlib-i tarikat olanlara: Ne işle meşgulsünüz? diye sorarmış. Eğer bir sanatı yoksa: Sanat öğren! buyururmuş”.

"Bir kimse eli Öpüldüğünde kendi elini keçeden farklı gördükçe o el öpülmeğe lâyık değildir. Eli öpülmekten dolayı kişide bir iftihar ve bir varlık hâsıl olmamalıdır”.

Mahmûd Sâmi Efendi hem yazdığı eserlerle ilim, kültür ve mâneviyat dünyasına katkıda bulunmuş, hem de sohbetlerinden çok sayıda insan istifade etmiştir Her kesimden insana hitap edebilen Sami Efendinin sohbet halkasında İstanbul Yüksek İslam Enstitüsü tasavvuf hocalarından Mahir tz ve Konya’nın meşhur âlim ve vâizlerinden Tâhir Büyükkörükçü gibi ilmiye sınıfına mensup kişiler ile İstanbul'un o zamana göre varlıklı sayılabilecek bazı esnafları da bulunuyordu. Mâhir İz hoca Sâmi Efendi hakkında: “O Hazret-i Sami’dir, Biz devr-i saltanattan beri neler gördük neler. Fakat böylesine tesadüf etmedik” derdi.

Bandırmah Nâzım Yüzbaşı Efendinin anlattığına göre, Mâhir İz hoca bir dost meclisinde Sâmi Efendiye bağlanışını şöyle anlatmıştı:

Bir gece rüyamda Yunus Emre hazretlerini gördüm. Bana: "Mâhir Efendi! Tasavvuf dersi anlatıyorsunuz, anlattıklarınızı yaşama zamanı gelmedi mi? Mahmûd Sâmi Efen df ye gidip mürid olunuz” diye tenbihte bulundular Sabah abdest alıp Sâmi Efendfnin Erenköy’deki evine gittim. Kapıda beni Sâmi Efendi karşılayıp içeriye buyur ettiler. “Bir kahve alır mıyız?” buyurdular “Olur Efendim” dedim. Kendi elleriyle iki kahve getirdiler. Birini bana ikram ettiler. Kahve içerken ben konuya nasıl gireceğimi merak ediyordum. O sırada Sâmi Efendi: “Mâhir Efendi! Yoksa bu gece Yunus Emre hazretleri size de mi teşrif ettiler?” deyince elimdeki kahve fincanı yere düştü. Sâmi Efendi: “Zararı yok, akşam biz de Yunus Emre hazretleriyle beraberdik” deyip dökülen kahveyi bez ile sildiler ve bana manevî ders yani zikir-evrâd verdiler

Kemâl Edib Kürkçüoğlu 1973’te yazdığı bir şiirinde Sâmi Efendi hakkında şöyle diyordu: Eyyâm-ı şeb-efrûzda bir merd-i sıyâmî,

Mihrâb-ı ubûdiyyet-i ulyâda kıyamı,

Yoksullara imdâd eli» düşkünlere hâmî,

Tevhîd-i Huda rehberi bir zât-ı kirâmî,

Hayru 1-halef-i Es ad-i Dergâh-ı Kelâmı,

Fahru 1-urefâ, bedr-i hafâ> Hazret-i Sâmi.

Ali Kemâl Belviranlı, Sâmi Efendfnin vefatı üzerine yazdığı şiirinin son dizelerini şöyle noktalamıştı:

Tarihe devir açarken Fâtih’lerin hayatı,

Arşı, cihanı sarstı, üstâdımın vefatı.


1917 senesinde Konya’nın Kadınhanı ilçesinde dünyaya geldi. Babası ticâret ehlinden ve hayırsever bir zât olan Ahmed Hamdi Topbaş, annesi Âdile hanımdır. Dedesinin babası Topbaşzâde Ahmed Kudsî Efendi Mevlânâ Hâlid-i Bağdadînin halifelerinden Bozkırlı Muhammed Kudsî Efendiden hilâfet almış bir mutasavvıf ve âlimdi.

Doğduğu yıl ailesiyle Kadınhanı ndan İstanbulâ göç eden Musa Topbaş Efendi ilk eğitimine Enverpaşa ilkokulunda başladı, sonra Kadıköy’deki Fransız Mektebi ne devam etti, ardından Nuruosmaniyede bulunan inkılap Lisesinde iki yıl okuyup bu okuldan ayrıldı. Ailesinin dinî bir eğitim almasını istemesi üzerine Elmahlı M. Hamdi Yazır’dan Kufân-ı Kerîm ve din dersleri, Mustafa Âsim Yörük’ten eski usûlde Arapça ve dinî bilgiler, Hattât Hâmid Aytaç’tan hüsn-i hat dersleri aldı. Bu arada özel Fransızca dersleri de aldı. Bekir Hâki Yenen Tâhirü’I-Mevlevî, Bâbanzâde Ahmed Naim, Ali Yektâ Efendi ve Ömer Nasuhi Bilmen gibi âlimlerin sohbetlerinden istifâde etti. 1950’li yıllarda Bediüzzaman Saîd Nursî nin sohbet ve hizmetinde de bulundu.

1941Ue Hacı Fahri Kiğılının kızı Fatma Feride hanımla evlendi. Bu evlilikten Osman Nuri ve Ebubekir isminde iki oğlu dünyaya geldi. Gençliğinde başladığı kumaş ticâreti işine babasının 1944’teki vefatından sonra ağabey ve kardeşleriyle birlikte devam etti.

1950 yılında Nakşbendî şeyhi Mahmûd Sâmi Ramazanoğlu ile tanıştı. Bir süre onun sohbet ve hizmetine devam etti ve 1956’da intisap ederek mürid oldu. Kendisi bu bağlanışı şöyle anlatır: “Muhterem üstadımızın huzûr-i âlîlerine girdiğimizde tasavvufa dâir hiçbir mâlumâtım yoktu. Bize evrâd (zikir) verecekler yapacağız, o kadar sanıyordum. Manevî terakki (ilerleme) gibi şeyleri bilmiyordum. Mâneviyâtı, zahirî ders gibi telakki ediyordum. Oysa kalbe kuvvetli bir aşk aşısı yapılıyor. Sâlik (derviş) zeki ve anlayışlı ise onun farkına varıyor, kıymetini biliyor ve o hâli muhâfaza ile terakki ediyormuş”.

Musa Efendi uzun yıllar şeyhine hizmet etti ve I976’da Mahmûd Sâmi Efendi tarafından kendisine hilâfet verildi. Şeyhinin 1984’teki vefatından sonra manevî talebelerinin irşâd vazifesini devam ettirdi. Sâmi Efendi, Mûsâ Efendiye verdiği icâzetnâmede şöyle diyordu:

“Bismillâhi’r-Rahmâni’r-Rahim.

el-Hamdü lillâhi Rabbi’l-âlemîn, ve’s-salâtü ve’s-selâmü alâ Seyyidinâ Muhammedin ve âlihî ve sahbihî ecmaîn. Emmâ ba*d:

İhvân-ı kirâm ve ehl-i yakîne arz edebilirim ki, Tarîkat-i Aliyye-i Nakşbendiyye’ye hizmet, gayret ve samimiyetinden dolayı siz evlâd-ı ma’neviyyemiz Mûsâ Efendiyi tebrik eder ve tâlib-i rüşd ü reşâd olan ibâd-ı sâlihîne ta’lîm-i tarikat ve ilkâ-i nisbet-i feyz ü bereket için, azizim efendimden hâiz olduğum ruhsat îcâbınca, zâtınızı me’zûn eylerim. Cenâb-ı Hak ve Feyyâz-ı Mutlak Hazretleri, kalbinizi menba‘-ı îmân ve lisânınızı mecrâ-yı irfan eylesin! Zât-ı âlînizle sohbet eden ihvân-ı dîni, şeref-i sohbetinizden müstefîd buyursun! ÂmînîVe sallâllâhu alâ seyyidinâ ve hâdînâ Muhammedin ve âlihî ve sahbihî ecmaîn. Ve âhiru davânâ eni’l-hamdü lillâhi Rabbi’l-âlemîn.

Erenler Köyü Nakşbendî ve Kâdirî Meşâyıhmdan Şeyh Mahmûd Sâmi Ramazanoğlu. Hicrî Tarih:12 Ramazan 1396 (7 Eylül 1976)”.

Musa Efendi gençliğinde güzel sanatlara, özellikle hat sanatına meraklıydı. Bu dönemde uluşturduğu zengin hat koleksiyonunu tasavvuf yoluna girince "kalbimi meşgul etmesin” düşüncesiyle çevresindekilere dağıtmıştı. 1980 yılında İstanbul’da Er- kam Yayınları’nın kurulmasına, 1986 yılında da Altınoluk dergisinin yayın hayatına başlamasına öncülük etti.

Musa Topbaş Efendi birçok hayır müessesesinin kurulmasında öncülük eder, faaliyetlerine destek olurdu. Kur’ân kursu, imam hatip lisesi, cami, huzur evi ve hastane yapımını teşvik ederdi. İlim Yayma Cemiyeti ve Aziz Mahmûd Hüdâyî Vakfı gibi dinî hizmet kurumlarının açılmasına destek olmuştu. Bosna, Kosova ve Çeçenistan

gibi bir dönem Müslümanların sıkıntı çektiği bölgelere yardım gönderilmesini sağlamıştı. Bazı dostlarını ve evliyâ türbelerini ziyâret gibi maksatlarla Pakistan, Güney Afrika ve Orta Asya’ya seyahatler yapmıştı. Medîne-i Münevvere’de aylarca ikâmet ettiği olurdu. Türkiye’de bulunduğu zamanlar dost ve müridleriyle sohbet etmek için Anadolu’nun muhtelif şehirlerine seyahatler düzenlerdi.

Kendisi başlı başına bir vakıf gibiydi. Hayır hizmetlerinin her türü için ayrılmış fonu vardı. Kitap, yetimler, hastalar, cami ve okul yapımı için ayrılmış tahsisatı bulunurdu. Bu fonlardan her birini bir seveni vâsıtasıyla yürütür ve kendisi de kontrol ederdi. Kitap fonunu kitap almaya mâlî gücü olmayan, okumaya meraklı kişiler ile pek çok insanın istifâde edebileceği kütüphaneler için kullandırırdı. Yetimler fonunu anne-babasından birini kaybetmiş okumaya istidatlı, bilhâssa hâfız gençler için tahsis ederdi. Nitekim Bosna-Hersek zulmünün devam ettiği günlerde bu savaşta anne-babalarını kaybeden Boşnak çocukları için bir yetimler yurdu kurmak için öncülük etmiş, ancak bürokratik engeller sebebiyle maalesef bu yetimler Türkiye’ye getirilememişti. Hasta ve ilaç fonunu ise hastanelerde parası olmayan hastalara ilaç, ameliyat ve tedavi masraflarına katkıda bulunmak üzere sarf ederdi. Cami ve okul inşaatı için de özel bir fonu bulunur, bunu da camisi ve okulu bulunmayan yer ve yöreler için ayırırdı.

Hastalar ve yaşlılar onun merhametini en çok celbeden kesimdi. 1987 yılında evlerinden ve yuvalarından olmuş yaşlı ihtiyarlar için: “Bunlar, haklarında Allah Teâlanın üf bile demeyin buyurduğu kimselerdir. Aslında bunları evlerimizde barındırmalıyız. Madem bunu yapamıyoruz, öyleyse onlara yuva sıcaklığında hizmet verecek huzur yurtları kurmalıyız” demiş ve Hüdâyî Vakfı na bağlı olarak kurulan huzur yurdunun kuruluş masraflarını bizzat kendisi ve yeğenleri karşılamıştı.

Musa Efendi insanların gençlik çağlarından itibaren güzel alışkanlıklar kazanmasına özen gösterirdi. Topbaş ailesinin çocukları için bir özel eğitim başlatmış ve onlara harçlıklarından infak ve hediye için mutlaka pay ayırmalarını söylemişti. Hattâ onların bu iş için bir defter tutmalarını ve harçlıklarından başkalarına hediye için ayırdıkları miktarı yazıp kendisine göstermelerini ister, böylece onları genç yaşta vermeye alıştırırdı.

1980 ve 199011 yıllarda Afganistan, Bosna, Çeçenistan, Kosova ve Filistindeki Müslümanların sıkıntı çektiği dönemlerde oralara yardım için öncülük etmişti. Bir sohbet meclisinden sonra Bosna-Hersek’teki yaraların sarılması için yardım toplanmıştı. Herkes kendi adına belli bir yardımda bulunduğu sırada o, büyük bir meblağ uzatmış ve: “Bir dostun buraya verilmek üzere fakire emâneti” diyerek takdim etmişti. Orada bulunanların çoğunda, verilen bu paranın, meclise gelmemiş bir şahsın gönderdiği yardım düşüncesi oluşmuştu. Ancak onun “emânet” dediği kendi parası, “Dost” dediği de Allah Teâlâ idh

Yaptığı hizmetlerin fâili imiş gibi görünmesinden rahatsız olur, kendisi ile ilgili bir anlatmak zorunda kalırsa daha çok meçhul (edilgen) siygası kullanır: “Şöyle şöyle yapıldı, filan yere gidildi” derdi. Onun üzerinde en çok durduğu meselelerden biri de günümüzün en yaygın hastalıklarından olan ferdiyetçi (bireysel) yaşamaktı. Toplum için hizmet ehli bir insan olmak gerektiğini söylerdi. Sohbetlerinde dâimâ Peygamberimizin (a.s) ashâb-ı kirama sorduğu: “Bugün Allah için bir yetim başı okşadın mı, bir hasta ziyaretine gittin mi, bir cenaze teşyiinde bulundun mu?” hadîsini sık sık gündeme getirirdi. Her sene örf hâline getirdiği toplu düğünlerdebir çok gencin mutlu bir aile yuvası kurmasına vesile olur, bu gençlere maddî olarak da yardımda bulunurdu. Ayrıca hem Türkiye’de hem de Medine’de iftar sofraları kurdurur, iftar sevincini Müslümanlarla paylaşırdı. Evinin bahçesindeki kedi ve köpeklere de çok şefkat gösterir, onların gıdası ile özel olarak ilgilenirdi.

Musa Topbaş Efemdi hazretlerinin Bursalı dostlarından Muzaffer Işıkveren beyin anlattığı şu hâdise, onun insanlara karşı şefkatini ne güzel ortaya koyar:

“Muhterem Üstâdımız Bursa’yı çok severler ve zaman zaman, bir hafta, on günlük sürelerle Uludağ yolu üzerinde bulunan devlethânelerinde ikâmet ederlerdi. Tenha bir bölge olması ve o donemde bâzı anarşik hâdiseler yaşanması sebebiyle tedbir olsun diye, bâzı kardeşlerle birlikte evin avlusunda geceleri nöbet tutuyorduk. Bir gece, saat üç sıralarında evin avlusuna duvardan bir kişi atladı. Kapıya yöneldi, açmaya zorladı; açamayınca pencereyi yokladı. Niyeti kötüydü. Hemen müdâhale edip yakaladım ve yere yatırıp etkisiz hâle getirdim. Üstadımız mûtadı olduğu üzere o saatlerde teheccüd ve evrâd ü ezkârmı ifâ için umûmiyetle ayakta olurdu. Durumu kendilerine bildirmek istedim. Zile bastım. Az sonra kapıda göründüler.

Yerde yatan kişiyi görünce durumu fark ettiler ve içeri geçip üzerlerine bir şeyler aldıktan sonra avluya teşrif ettiler. Yaz mevsimi olduğu için bahçedeki kameriyeye geçtiler ve yakaladığımız şahsı da yanlarına oturtarak, onun neden böyle nıeşrû olmayan bir işe tevessül ettiğini sordular. O kişi de işsiz olduğunu, çocuklarının maişetini teminde zor duruma düştüğünü ifâde ederek özür diledi. Muhterem Üstadımız karşılaştığı bu manzara karşısında hayli üzüldüler. Sonra eve girip, elinde bir tepsi yiyecekle tekrar geldiler ve:

«—Sizin karnınız da açtır, önce karnımızı bir doyuralım.» buyurdular. Sonra tatlı tatlı kendilerine nasihat ettiler. Arkasından da bir zarf uzatarak hatırı sayılır bir miktar nakit yardımında bulundular ve:

«-Şimdilik bununla zaruri ihtiyaçlarınızı giderirsiniz, (Fakire işaret ederek) Bu arkadaşımız da en kısa zamanda sizi bir işe yerleştirirler inşâallah. Bir mâniniz olmazsa her hafta bu kardeşlerin göstereceği sohbetlere de düzenli olarak devanı edersiniz!» diye yol gösterdiler. Bununla da kalmadılar, âdeta ihsan, şefkat ve ikramını taçlandınrcasma:

«-Buradan evinize kadar yürüyerek gitmeniz zor olur; kardeşimiz sizi arabayla eve kadar bırakıversin!» buyurdular. Bize de dönerek:

«-Kardeş! Bu arkadaşımızın durumunu ifşa etmeyelim. Kıyamete kadar aramızda sır olarak kalsın!» tembihâtmda bulundular.

ismi bizde kıyamete kadar mahfuz kalacak bu arkadaşımız, daha sonra bir işe yerleştirildi, haftalık sohbetlere devam etti ve nihayet huzurlu bir aile hayatına kavuştu, Şimdi mânevi hâl sahibi, gözü yaşlı bir kardeşimiz olarak dostlarımız arasına katıldı el-hamdü lillâh!”

Musa Topbaş Efendi eserleri, yetiştirdiği manevî talebeleri ve dînî hizmetleriyle Türkiyehin önemli şahsiyetlerinden ve kanaat önderlerinden biri olarak kabul edilmektedir. Sevenleri arasında “Sâhibu 1-vefâ” diye anılan Musa Efendi 16 Temmuz 1999’da İstanbul’da vefat etti ve Kadıköy Sahrâ-yı Cedîd Mezarlığı ria defnedildi. Sevenlerinin irşâd hizmetini oğlu ve halifesi Osman Nuri Topbaş Efendi devraldı.

Musa Topbaş Efendi hazretleri bütün eserlerini Sâdık Dana müstear (takma) ismiyle kaleme almıştır. Eserleri şunlardır:

  1. İslam Kahramanları; Üç ciltlik bir eserdir. Birinci cildi Hz. Peygamber ve ashabının cesâret ve kahramanlıklarını, ikinci ve üçüncü ciltler ise Selçuklu ve Osmanlı döneminde yaşayan kahramanlan anlatır. (İstanbul: Erkam Yayınlan, 1990-1992).

  1. Altınoluk Sohbetleri: Altı ciltten oluşan bir eserdir, Altınoluk Dergisinde aylık olarak yayınlanan makalelerinin toplanmış hâlidir. Tasavvuf ve ahlak konusundaki yazılardan oluşur. (İstanbul: Erkam Yayınları, 1991-2002).

  1. SultânüTâri/în eş-Şeyh Mahmûd Sâmi Ramazanoğlu: Mürşidi Mahmûd Sâmi Ra- mazanoğlu’nun hayatı, ahlâkı ve tanıyanların dilinden bazı hâtıralarını ihtivâ eden bir eserdir (İstanbul: Erkam Yayınları, 1991).

  2. Allah Dostunun Dünyasından: Hacı Mûsâ Topbaş Efendi İle Sohbetler: Ömrünün son yıllarında kendisi ile yapılan ve peyderpey Altınoluk Dergisinde yayınlanan röportajların bir araya getirilip vefatından sonra yayınlanmış şeklidir (İstanbul: Erkam Yayınları, 1999).

Bu eserler hâricinde küçük boy hâlinde yayınlanan Ahiret Hazırlığı, Tasavvuf-Mârife- tullah, Hizmet İnşam ve Aile Seâdeti isimli cep kitapları ise, Altınoluk Sohbetleri adıyla yayınlanan makalelerden seçilmiş olup yeni ve müstakil kitap değildirler. Musa Topbaş Efendi’nin dostlarına yazdığı mektuplardan bazdan Altınoluk Dergisinin eki olan Yu- vamız’m bazı nüshalarında 1999-2001 yılları arasında yayınlanmıştır. Hayatı hakkında Adem Ergül tarafından SâhibüT Vefa Hâce Mûsâ Topbaş -Kuddise Sirruhu- adında bir eser kaleme alınmıştır (İstanbul: Erkam Yayınları, 2009).

Azerbaycan millî şâiri Mehmed Aslan, Üsküdar'ın Sultantepe mahallesinde ikâmet eden Musa Topbaş Efendi nin vefatından sonra onun hakkında şu şiiri yazmıştır:

Hayali nur dolu bir çimen olan, Gönlü Hakk sırrına tercüman olan. Misk ile yoğrulmuş pür-iman olan Bir Sultan yaşardı Sultantepe’de,

Bütün varlığıyla Kuran meali, Bu ahlak içinde ehli iyalî, Çiçekten iffetli, gülden hayâlı

Bir Sultan yaşardı Sultantepede.

Mübarek kuluydu Rabbin cihanda;

Yan Medinede, yarı bu yanda! Abdestli kalemi Hakkı beyanda

Bir Sultan yaşardı Sultantepede.

Arzular Sultanı, bir gönül eri, Sevgisi sarmıştı bahr ile beri, Unutmuş dünyayı, çark-ı çemberi, Bir Sultan yaşardı Sultantepede.

Köşkünün üstünde beyaz martılar Nurlu çehresinden hep şımardılar, Kedisi, köpeği hür yaşardılar... Bir Sultan yaşardı Sultantepede...

Geldim huzuruna bir daha bugün, Günler nazarımda ejdarba bugün, Azaldı ümidim hem çarka bugün; Sultanım görünmez Sultantepede.

Cife-i dünyadan uzaklığıyla, Duygu temizliği, söz aklığıyla, Kavuşmuş Rabbine yüz aklığıyla! Ruhu dolaşmada Sultantepede.

Bu bağ cümbüşlüydü Orıun aşkında, Güller renk yitirmiş Şeyhin köşkünde. Dünya değişirmiş nasıl beş günde, Bİr hüzün yaşıyor Sultantepede.








Bu blogdaki popüler yayınlar

TWİTTER'DA DEZENFEKTÖR, 'SAHTE HABER' VE ETKİ KAMPANYALARI

Yazının Kaynağı:tıkla   İçindekiler SAHTE HESAPLAR bibliyografya Notlar TWİTTER'DA DEZENFEKTÖR, 'SAHTE HABER' VE ETKİ KAMPANYALARI İçindekiler Seçim Çekirdek Haritası Seçim Çevre Haritası Seçim Sonrası Haritası Rusya'nın En Tanınmış Trol Çiftliğinden Sahte Hesaplar .... 33 Twitter'da Dezenformasyon Kampanyaları: Kronotoplar......... 34 #NODAPL #Wiki Sızıntıları #RuhPişirme #SuriyeAldatmaca #SethZengin YÖNETİCİ ÖZETİ Bu çalışma, 2016 seçim kampanyası sırasında ve sonrasında sahte haberlerin Twitter'da nasıl yayıldığına dair bugüne kadar yapılmış en büyük analizlerden biridir. Bir sosyal medya istihbarat firması olan Graphika'nın araçlarını ve haritalama yöntemlerini kullanarak, 600'den fazla sahte ve komplo haber kaynağına bağlanan 700.000 Twitter hesabından 10 milyondan fazla tweet'i inceliyoruz. En önemlisi, sahte haber ekosisteminin Kasım 2016'dan bu yana nasıl geliştiğini ölçmemize izin vererek, seçimden önce ve sonra sahte ve komplo haberl

FİRARİ GİBİ SEVİYORUM SENİ

  FİRARİ Sana çirkin dediler, düşmanı oldum güzelin,  Sana kâfir dediler, diş biledim Hakk'a bile. Topladın saçtığı altınları yüzlerce elin,  Kahpelendin de garaz bağladın ahlâka bile... Sana çirkin demedim ben, sana kâfir demedim,  Bence dinin gibi küfrün de mukaddesti senin. Yaşadın beş sene kalbimde, misafir demedim,  Bu firar aklına nerden, ne zaman esti senin? Zülfünün yay gibi kuvvetli çelik tellerine  Takılan gönlüm asırlarca peşinden gidecek. Sen bir âhu gibi dağdan dağa kaçsan da yine  Seni aşkım canavarlar gibi takip edecek!.. Faruk Nafiz Çamlıbel SEVİYORUM SENİ  Seviyorum seni ekmeği tuza batırıp yer gibi  geceleyin ateşler içinde uyanarak ağzımı dayayıp musluğa su içer gibi,  ağır posta paketini, neyin nesi belirsiz, telâşlı, sevinçli, kuşkulu açar gibi,  seviyorum seni denizi ilk defa uçakla geçer gibi  İstanbul'da yumuşacık kararırken ortalık,  içimde kımıldanan bir şeyler gibi, seviyorum seni.  'Yaşıyoruz çok şükür' der gibi.  Nazım Hikmet  

YEZİDİLİĞİN YOKEDİLMESİ ÜZERİNE BİLİMSEL SAHTEKÂRLIK

  Yezidiliği yoketmek için yapılan sinsi uygulama… Yezidilik yerine EZİDİLİK kullanılarak,   bir kelime değil br topluluk   yok edilmeye çalışılıyor. Ortadoğuda geneli Şafii Kürtler arasında   Yezidiler   bir ayrıcalık gösterirken adlarının   “Ezidi” olarak değişimi   -mesnetsiz uydurmalar ile-   bir topluluk tarihinden koparılmak isteniyor. Lawrensin “Kürtleri Türklerden   koparmak için bir yüzyıl gerekir dediği gibi.” Yezidiler içinde   bir elli sene yeter gibi. Çünkü Yezidiler kapalı toplumdan yeni yeni açılım gösteriyorlar. En son İŞİD in terör faaliyetleri ile Yezidiler ağır yara aldılar. Birde bu hain plan ile 20 sene sonraki yeni nesil tarihinden kopacak ve istenilen hedef ne ise [?]  o olacaktır.   YÖK tezlerinde bile son yıllarda     Yezidilik, dipnotlarda   varken, temel metinlerde   Ezidilik   olarak yazılması ilmi ve araştırma kurallarına uygun değilken o tezler nasıl ilmi kurullardan geçmiş hayret ediyorum… İlk çıkışında İslami bir yapıya sahip iken, kapalı bir to