بِسْمِ ٱللَّهِ ٱلرَّحْمَٰنِ ٱلرَّحِيمِ
وَمَنْ يَبْتَغِ غَيْرَ الْاِسْلَامِ دٖيناً فَلَنْ يُقْبَلَ مِنْهُۚ
وَهُوَ فِي الْاٰخِرَةِ مِنَ الْخَاسِرٖينَ
Kim İslâm'dan başka bir din ararsa ondan asla kabul edilmeyecek ve o ahirette de zarar edenlerden olacaktır.
Al-i İmran:85
ANNEMARİE SCHİMMEL’İN HAYATI, ESERLERİ, TASAVVUF VE
MUTASAVVIFLAR HAKKINDAKİ GÖRÜŞLERİ
Hazırlayan: FATMA PADAK
Ömrü
boyunca ilim ve irfan yolunda hiç durmadan, bıkmadan çalışan ve arkasında
ölümsüz eserler bırakan Annemarie Schimmel, son dönemlerde adından sıkça söz
ettiren bir mütefekkirdir. Doğu ve Batı kültürü arasında mekik dokuyup,
çalışmalarıyla iki kültürü birleştiren Schimmel, edebiyat ve dinler tarihine
ilgi duymuşsa da, tasavvuf tarihçiliğinde karar kılmış, tasavvufun zorlu
yollarında engin bilgisi ve çalışma azmi ile hiç korkmadan cesaretle
yürümüştür.
ANNEMARİE SCHİMMEL’İN HAYATI VE ESERLERİ
Çok genç
yaşlarda İslam kültürü ve sanatına ilgi duyan ve bu alanda önemli çalışmaları
bulunan ünlü oryantalist Annemarie Schimmel, son yüzyılın üretken bilim
adamlarındandır. Onun diğer oryantalistlerden farkı, İslam kültürünü kendi
içinden ve önyargılardan uzak bir şekilde tanıması ve Batı’ya olduğu gibi
aktarmasıdır. Bu bölümde Onun hayatı, kişiliği ve eserleri ele alınacaktır.
a )
Doğumu ve Çocukluğu
İslam
bilimleri ve tasavvuf alanında önemli çalışmaları bulunan oryantalist Annemarie
Schimmel, 7 Nisan 1922 yılında, Almanya’nın Erfurt kentinde Protestan bir
ailenin kızı olarak dünyaya geldi. Babası posta memuru Paul Schimmel, annesi Anna
Schimmel nee ulfers’ti .
Schimmel’in
‘Şark’la ilk tanışıklığı, yedi yaşındayken, felsefi ve mistik konulara ilgisi
olan babası Paul’un, hasta yatağında kendisine canı sıkılmasın diye getirdiği
masal kitabındaki “Padmanaba ve Hasan” isimli bir şark masalıyla başladı.
Masala göre Şam diyarından bir genç Hindistan taraflarında bilge bir derviş ile
karşılaşır ve bu bilge zatla sırlı bir âleme yolculuk yaptıktan sonra, içinde
âlemlerin sultanı ve hâkimler hâkiminin yattığı bir katafalk bulunan geniş bir
salona gelirler. Katafalkın üstünde asılı levhada şu vecize yer almaktadır:
”İnsanlar uykudadır, öldüklerinde uyanırlar” daha sonra hadis olduğunu
öğrendiği bu vecize Schimmel’in çocuk dünyasında bir kapı aralar. Kendisi bu hatırasını anlatırken şöyle der:
“Masalı okurken
adeta kendimden geçmişim. O derviş tıpkı masaldaki çocuk gibi beni aldı;
bilmediğim asla tahayyül edemediğim âlemlere götürdü. ‘Şark’la ilk temasım, ona
ilk aşkım, ona hasret ve iştiyakım bu masalla başlar.”
b ) Gençlik Yılları ve Tahsil Hayatı
Schimmel
1937 yılından itibaren özel olarak bir öğretmenden Arapça öğrenmeye başladı. 24
Şubat 1939’da geçtiği lise mezuniyeti imtihanından sonra altı aylık stajını
yaptı ve Berlin Üniversitesi Edebiyat Fakültesinde Arapça, Farsça, Türkçe ve
İslam sanatları dersi okudu. 20 Kasım 1941 tarihinde Die Stellung des
Kalifen und Quadis im spatmamlukischen Agypten (Geç Dönem Mısır
Memluklerinde Halife ve Kadıların Durumu) isimli teziyle 19 yaşında doktorasını
tamamladı. II. Dünya savaşı sırasında, bir yandan dış işlerinde tercümanlık
yaparken, diğer yandan da kendi ilmi çalışmalarını sürdürdü.
Mezuniyetinin
ardından ( 1941 ) Alman Dış işleri Bakanlığı’nda, Türkçe telgrafların çevirisi
işine başlayan Schimmel, 4 yıl sonra ikinci Dünya Savaşının ardından
Amerikalıların oluşturduğu gözaltı kampına gönderildi. Buradakilerle birlikte
küçük bir kamp üniversitesi açarak, İslam dersleri verdiği sırada kampa gelip
kendisiyle tanışan, ünlü din bilimcisi ve dönemin Marburg Üniversitesi Teoloji
Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Friedrich Heiler’in (1902-1995) teklifi üzerine 1946
yılında Marburg Üniversitesine geçerek Die Structur der Militarschict unter
den spaten Mamluken ( Geç Dönem Memlüklerinde Asker Sınıfının Yapısı )
isimli doçentlik tezini verdi.
Genç bir
akademisyen olarak Arapça, Farsça, Türkçe ve İslam Tarihi dersleri okuturken,
bir yandan Doğu’nun mistik şiir ve metinlerine ilgi duyarak, bunlardan bir
kısmını Almanca’ya tercüme etmeye çalıştı. Diğer yandan Marburg Üniversitesi
Teoloji Fakültesi’nin, Dinler Tarihi Doktoru unvanını almak üzere Studien
Zum Begriff der Mystichen Liebe in der Früh - islamichen Mystik (Erken
Dönem İslam Tasavvufunda Mistik Sevgi Kavramı Üzerine Araştırmalar ) isimli
ikinci bir doktora tezini hazırlayıp sundu.
1952
yılında Arapça ve Farsça el yazmalarını incelemek ve bunlara ilgili
araştırmalar yapmak için geldiği İstanbul’da ibadet ve ayrıca sufi İbn Hafif
üzerinde çalıştı ve dönüşte Marburg Üniversitesi’nde Profesör unvanını
aldı.(1953)7
1-
Ernest Kühnel:
1930lu yıllarda Berlin Üniversitesi’nde İslam Sanatları profesörü olan Kühnel,
Schimmel’e öğrenimi sırasında özellikle Arap dünyası ve İslam sanatı konusunda
önemli katkılarda bulunmuştur.
2-
Hans Heinrich Schaeder:
Schimmel’in Farsça hocasıdır.
3-
Richard Hartmann: Im
neuen Anatolien isimli eseri ile 1926- 27 yıllarındaki Türkiye’yi ve
özellikle de Anadolu ve Konya’yı çok güzel bir şekilde anlatan Hartmann
Türkiye’ye ilk gelen oryantalistlerden biridir.
4-
Helmutt Ritter:
Ritter ile Schimmel’in ilk tanışmaları 1942 yılına rastlar. Schimmel İbn İyas
Tarihi’nin indexsini tesbit etmek için İstanbul’a gitmek ister. 1928 yılından
beri Türkiye’de yazma eserleri inceleyen Ritter bunu duyunca sevinir ve onu
yanında asistan olarak çalışması için İstanbul’a davet eder. Ritter’le
çalışmanın zorluğunu düşünerek bu davete icabet etmeyen Schimmel, savaş
esnasında Ritter ailesinin sağlık durumu ile ilgili İstanbul’a bilgi gönderir
ve savaş sonrası dönemde de Helmutt Ritter’in Frankfurt Üniversitesi’nde
verdiği yaz seminerlerini takip eder. Ritter yazma eserlerin tesbit ve tahkiki,
folklor ve mistisizm ve özellikle de Feriduddin Attar üzerine uzmandı.
5-
Annemarie von Gabain:
Schimmel’in Türkoloji hocasıdır.
6-
Fritz Meier:
Filoloji konusundaki titizliliği ve İslam bilimlerine vukufiyeti ile çok önemli
bir şahsiyettir. Helmutt Ritter’den yazma eserleri katalog haline getirme
8 konusunda tecrübeler edinen
Meier, aynı zamanda bir tasavvuf uzmanıydı.
Schimmel,
18 Mayıs 1955 tarihinde, aralarında o dönemin Diyanet İşleri Başkanı Eyüp Sabri
Hayırlıoğlu, pek çok bürokrat ve akademisyenin de bulunduğu bir nikâh
merasimiyle, Ziraat Vekâleti Devlet Çiftlikleri Umumu Müdürlüğü Yapı İşleri
Uzmanı Baş Mühendis Osman Tarı’yla evlendi. Bu evlilikle birlikte Türk
tabiiyetine geçti.
Schimmel,
Ankara’daki Türk dostlarının kendisine “Cemile” adını takmalarından çok memnun
olur. Artık o, Türk dostlarının Cemile Tarı’ sıdır. Ne var ki Schimmel’in mutlu
bir şekilde başlayan evliliği sadece üç yıl sürdü.
Ankara
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde Dinler Tarihi derslerini okutmak üzere,
1954 tarihinde, Hilmi Ziya Ülken başkanlığında, Bedi Ziya Egemen, Şakir Sabri
Ansay, Suut Kemal Yetkin ile Tayyip Okiç’ten meydana gelen fakülte kurulunun
onayıyla, kendisine profesörlük kadrosu verilen Schimmel, aynı zamanda bu fakültede
Dinler Tarihi Kürsüsü’nün kurulmasına öncülük etti. Burada verdiği dersler,
fakülte tarafından 1955 senesinde Dinler Tarihine Giriş adıyla neşredildi.
Uzun süren Türkiye ikametini iyi değerlendiren Schimmel, 18 yaşından beri
meşgul olduğu ve araştırdığı Mevlana’nın yaşadığı Konya’yı gezdi, hem de başta
Samiha Ayverdi ve Rifai Tarikatı çevresi olmak üzere birçok dost edindi.
1959 ylında
ülkesine dönen Schimmel, 1961’den itibaren Bonn Üniversitesi’nde Arap Dili ve
İslamiyat dersleri vermeye başlamış, bu görevi sırasında bir yandan da “Fikrun
ve Fen” adlı derginin editörlüğü üstlenmişti.
1967
yılında Amerika’dan bir davet aldı. Harvard Üniversitesi, Hint alt kıtası İslam
kültürü kürsüsünün başına geçirmek istiyordu. Bu teklifi kabul eden Schimmel,
1970’te bu kürsüde kadrolu profesör oldu. Böylece Türkiye’yle başlayan Doğu
tecrübelerine, bu kürsünün etkisiyle bundan sonra her yıl seyahatte bulunduğu
Hint alt 13
kıtası da eklenmiş oldu.
Uzun yıllar
Milletlerarası Dinler Tarihi Cemiyeti’nin başkanlığını da yürüten Schimmel,
Newyork şehir müzesinde İslamî hat ve hattatlık konularında uzman olarak
çalıştı ve Londra’da İslam Enstitüsü’nde dersler verdi.
Artık yavaş
yavaş bilimsel alanda olgunluk dönemini yaşayan ve yaptığı çalışmalarla
dünyanın dört bir yanında takdir toplayan Schimmel, Bonn Üniversitesi Felsefe
Fakültesinde onursal profesör unvanı ile onore edildikten sonra (1990),
Edinburgh Üniversitesinde Gifford Lectures’e davet edildi(1992). Bu program
çerçevesinde “Deciphering the Singns of God: A Phenomenolojical Approach to
İslam” ( Allahın Ayetleri: İslam’a Fenomenolojik Bir Yaklaşım ) isimli
çalışmasını okutarak, Seyyid Hüseyin Nasr’dan sonra burada İslam üzerine ders
veren ikinci kişi oldu.
Doğumunun
75. yılı münasebeti ile Bonn Üniversitesi’nin de 7 Nisan 1997’de onuruna bir
Hint-Müslüman Kültürü (Indo-Muslimiche Kultur) kürsüsü açması üzerine, Schimmel
emekliliğinden sonra da, vefatına kadar burada ders vermeye devam etti.
1992
yılında, resmi kurumlardaki faaliyetlerini bırakan Schimmel, resmen emekli
olmuş ise de ilmi tetkiklerden ve araştırmalardan bir an bile uzak kalmamış,
sağlığı ve şartları nispetinde hayatının son dönemlerine kadar ilmi çalışma ve 17 seyahatlerine devam
etmiştir.
Schimmel,
ömrü boyunca yaptığı akademik çalışmalar çerçevesinde çeşitli ülkeler
tarafından çok sayıda fahri unvan, nişan ve akademi üyeliği ile taltif
edilmiştir. Bu ödüller arasında Türkiye Yazarlar Birliğinin 1995 Üstün Hizmet
ödülü, Türkiye Tanıtma Vakfı madalyası, TÖMER çeviri ödülü, Selçuk Üniversitesi
tarafından kendisine verilen fahri doktora unvanı bulunmaktadır. 1996 yılında
liyakat nişanına layık görülmüş ve ödülünü 18 Aralık 1996 tarihinde
Cumhurbaşkanlığı Köşkünde düzenlenen bir törenle almıştır. Aralarında İslamabat
/ Pakistan, Uppsala /İsveç, Tahran / İran olmak üzere dünyanın çeşitli
üniversitelerinden birçok fahri doktora unvanı, Darmstad dil ve edebiyat
akademisi çevirmen ödülü, Levidella-vida madalyası, Pakistan devlet madalyası
aldığı ödüller arasındadır.
Aldığı
ödüller içerisinde onun için en anlamlısı 1995 yılında Alman Yayıncılar Birliği
Barış Ödülü (friendspreis des deutschen buchhanddels) idi. Ödülün çeşitli
nedenlerden dolayı Schimmel’e verilmesine tepki gösteren bazı çevrelere Alman
Cumhurbaşkanı Herzog şu cevabı verdi: ” Ben geçmişte ve günümüzde İslami
hareketlerin bu kadar çeşitli olduğunu Schimmel’in eserlerinden öğrendim.”
Çalışmalarındaki
özveri ve hoşgörülü yaklaşımı, İslam dünyasında da kendisine ayrı bir değer
verilmesine yol açmış ve içlerinde Almanya Müslümanları Merkez Konseyinin de
(zentralrat der muslime in deutschland) bulunduğu birçok İslami kuruluş onu
şeref üyesi olarak meclislerine almıştır.
Pakistan’ın
medarı iftiharı, büyük düşünürü Muhammed İkbal’e dair yaklaşımı ve onu dünyaya
tanıtan eserlerinden dolayı, başkent Lahor’un büyük caddesine “ Hıyabanı
Annemarie Schimmel” adı verilmiştir. Son olarak Heidelberg Bilimler Akademisinin
(Heidelberger akademie der wissanchhaften) aday göstermesiyle, Nisan 2001
yılında Pforzheim doğumlu ünlü hümanist Johannes Reuchlin adına düzenlenen
Reuchlin ödülünü almıştır.
İlim ve
irfanı hayatıyla özdeşleştiren Schimmel 26 Ocak 2003 tarihinde Almanya’nın Bonn
kentinde vefat etti. Vefat haberini öğrenmek dünyanın her tarafından pek çok
insanı üzdü. Hayatını dinler ve kültürler arasındaki uzlaşma ve yakınlaşmaya
adayan Schimmel’in bu çabasının tezahürleri cenaze merasiminde de görüldü.
Nitekim Bonn’da yapılan merasimde her dinden ve dünyanın birçok yerinden çok
sayıda seveni bulunuyordu. Alman yurttaşları dışında, bu ülkedeki Türk dernek
temsilcilerinin de yer aldığı Müslüman kuruluşlar da törene katıldı.
2 -
KİŞİLİĞİ
Ömrü
boyunca ilim ve irfan yolunda hiç durmadan, bıkmadan çalışan Schimmel arkasında
ölümsüz eserler bırakmıştır. Onun bu çalışma azmini, sufilere olan
hayranlığını, Mevlana’ya duyduğu sonsuz aşkı anlayabilmek için Schimmel’in ilmi
ve tasavvufi kişiliği üzerinde durmak gerekiyor.
Schimmel’in
bir akademisyen olarak en önemli özelliği, araştırdığı konuyu bizzat kendi
yerinde ve dilinde araştırmasıdır. Kırk yaşından itibaren İslam ülkelerine bir
nevi bizim hadis kültürümüzde önemli bir yer tutan ilim seyahatleri yaparak,
eserlerinin bir kısmını seyahat esnasında yazdı ve Doğu’yu kendi içinden
keşfetti.
Schimmel,
başta Arapça, Farsça, Türkçe, Urduca, Gucarati, Marathi, Keşmiri, Bengali olmak
üzere birçok Asya dilini ve lehçesini çok iyi konuşuyordu. Sind
kültürü hakkında ilk kaynaklardan bilgi edinmek ve bu kültürü kendi dilinden
tanımak için Alman Misyoner Ernest Trummp’un (1828-1885) Sind Grameri
isimli eserinden Sind dilini çalışmaya başladı ve zamanla kendi sözlüğünü
oluşturarak 6 ay gibi bir zamanda Sind dilini öğrendi. O, sadece
Doğu kültürünü değil aynı zamanda Batı’nın felsefe ve edebiyat geleneklerini de
yakından tanıyan biridir.
Çeşitli
İslâm ülkelerinde yaşayarak, bu kültürlerin bilginleri ve sanatçıları kadar
sıradan insanları ile de yakından temas etmeyi bilimsel çalışmalarının
kaçınılmaz bir parçası sayan Schimmel, bu birikimden kazandığı entellektüel
donanımı da her zaman sağduyu ile kaynaştırmayı bilmiştir. Her türlü akademik
bilgi ve becerisinin harcı bu derin sağduyu olmuştur.
Schimmel’in
araştırma konularına bir birey olarak yaklaşımı da pek çok tasavvuf bilgininden
farklıdır. O, akademik çevrelerde pek sık rastlanmayan bir alçak gönüllülüğe
sahiptir. Schimmel, gerek derslerinde gerekse yazılarında kullandığı bütün
dillerde en karmaşık düşünceleri çok açık bir biçimde ve günlük dille ifade
etmesini bilmiş, açıklayıcı sözün açıklanan sözden daha saydam olması
gerektiğine inanmış, bu ilkeyi başarı ile uygulamıştır. Bilgiyi önce kendisi
için, kendisini tatmin edecek bir düzeyde arayıp bulmuş, sonra da bunu yalın
bir biçimde aktarmıştır.
Ömrünün
baharında ikinci dünya savaşını bütün dehşetiyle yaşayan Annemarie Schimmel,
şiirin, sözün, sükûtun ve tasavvufun (mistisizmin) kıymetini yaşayarak idrak <28
etmiş bir bilim adamıdır.
Gençlik
çağında Mevlana Celaleddin Rumi ve Muhammed İkbal’in şiir ve mistik dünyaları
ile tanışan Schimmel, “tatlı su”yun başka diyarlarda olduğunu fark edip, o
andan itibaren tasavvufun ipek kanatları üzerinde evvela “iklim-i ruma” gelmiş,
Orada İslam kültür coğrafyasını keşfetmeye ve tasavvuf ilmini kesbetmeye
başlamıştır. İstanbul ona hem şöhretin hem de Doğu’nun ve İslam dünyasının
şiir, sanat, hat, tarih ve tasavvuf kapılarını açmıştır. Hayranı olduğu
Mevlana’nın peşinden Konya’ya, Yunus ile Anadolu yollarına, İkbal ile
Pakistan’a gitmiştir. Onun verdiği bilgiler kuru bilgiden uzak, içsel bir
yaşayışın sonucu ortaya çıkan ilmi hakikatlerdir. Tasavvufa dıştan değil içten
bakabilen Schimmel tüm hayatını ilme, irfana, sanata, dinlerin metafizik
hakikatlerine, tasavvufa hasretmiştir.
Schimmel’in
genelde dervişlere hayran olduğu bilinmektedir. Fakat onun Şiraz erenlerine
ayrı bir bağlılığı ve muhabbeti vardır. Bunun belgesi hayatının en önemli eseri
olan “İslam’ın Mistik Boyutları” nın başında yer alan şu iki
kelimedir: “Şiraz erenlerine”
Resmi
görevi hangi ülkede olursa olsun Pakistan, İran ve Türkiye ile ilişkisini
hiçbir zaman kesmemiştir. Pencap’la Şiraz’la, Konya’yla münasebetlerini hiçbir
zaman koparmamıştır. Çünkü Pencap dervişlerine ve İkbal’e, Şiraz erenlerine ve
İbn Hafife, Konya velilerine ve Mevlana’ya âşıktır.
Tasavvuf
şiir ve edebiyatının kültürler arası etkileşimde yüklendiği işleve önem veren Schimmel’in
eserlerinin ağırlık noktasını klasik dönem tasavvuf metin ve şiirleri
oluşturmaktadır. İslam’ı ve tasavvufu yerinde tanımaya çalışan Schimmel, İslam
dünyasına birçok seyahat gerçekleştirmiştir. Eserlerinin büyük çoğunluğunu bu
seyahatlar esnasında yazmıştır.
Yüzü aşkın
kitabı, birçok makale, konferans ve yazıları ile İslam’ı ve Doğu kültürünü ele
alan ve bu kültürün farklı birçok dilinden değerli hazineleri Batı dillerine
tercüme ederek okunmasını sağlayan Schimmel’in eserleri sayesinde özellikle
Batı dünyasında sayısız insan, İslam’ı ve onun sevgiye dönük yüzünü tanıma
fırsatı buldu. Çalışma alanı olarak İslam Tasavvufu, Yaşayan İslam Kültürü ve
Günümüz Müslüman Halkları konularını seçmiştir.
Schimmel’in
eserlerini kitapları ve makaleleri, giriş ya da önsöz yazdığı, yayına
hazırladığı eserler şeklinde ikiye ayırıp bunları yayın tarihine göre
sıraladık.
1.
Die Stellung des
Kalifen und Qâdls am Ausgang der Memlukenzeit, (Doktora tezi), Berlin 1942.
2.
Index zur Chronik
des Ibn Ijas, İstanbul 1945.
3.
Yakup Kadri. Flammen
und Falter. Ein Derwischroman. Übersetzung aus dem Türkischen, Gummersbach
(Florestan) 1947.
—Köln 1986.
4.
Lied der Rohrflöte.
Ghaselen, Hameln (seifert) 1948.
5.
Die Bildersprache
Dschelaladdin Rumis, Walldorf-Hessen (Verlag für Orientkunde) 1949.
6.
Die Religionen der
Erde. Religionsgeschichte im Abriss, Wiesbaden (Harrassowitz)
1951.
7.
Lyrik des Ostens.
Cedichte der Völker Asiens vom Nahen bis zum Femen Ostern, (Hrsg. Wilhelm
Gundert/Annemarie Schimmel/Walter Schubring) , München (Hanser)
1952.
8.
Studien zum Begriff
der mystisehen Liebe in der frühislamischen Mystik, (Marburg
Üniversitesinde Yaptığı Doktora Tezi), Heidelberg 1954.
9.
Abu'i-Hasan
ad-Dailami. Sırat aş-Şayh al-Kabîr Abü Abdallah Ibn al-Hafıf aş-ŞirâzI, Ankara
(Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları) 1955.
—Tahran 1992.
10.
Muhammad ikbal. Das
Buch der Ewigkeit. Ubersetzung aus dem Persischen, München (Hueber) 1957.
11.
Dinler Tarihine
Giriş, Ankara (Güven Matbaası) 1958.
İstanbul (Kırkambar Yayınlan) 1999.
12.
Muhammad Iqbal.
Cavidname, Ankara (Türk Tarih Kurumu Basımevi) 1958.
—Cavidname.
Muhammed ikbal. Farsçadan Tercüme Annemarie Schimmel, Ankara (Kültür
Bakanlığı Yayınlan) 1989/2000. İstanbul (Kırkambar Yayınları) 1999.
13.
Ernest Trumpp. A
Brief Account of his Life and Work, Karachi (The Pakistan- German Forum)
1961.
—Ernest
Trumpp. 1828-1885. Ein kurzer Abrib seines Lebens und Werks, Karatschi
(Pakistan-Deutsches Forum) 1998.
14.
Gabriel's Wing. A
Study into the Religious Ideas of Sir Muhammad Iqbal, Leiden (Leiden) 1963.
15.
Muhammad Iqbal.
Botschaft des Osten. (Als Antwort auf Goethes West- ÖstlicheDivan).
16.
Übersetzung aus dem
Persiscnen, Wiesbaden (Harrassowitz) 1963.
17.
Botschaft des
Ostens: Ausgewâhlte Werke / Muhammad Iqbal. Herausgegeben von Annemarie
Schimmel, Tübingen/Basel 1977.
18.
Maulana
Dschelaladdin Rumi. Aus dem Diwan. Übersetzung aus dem Persischen, Stuttgart
(Reclam) 1964.
19.
Pakistan: Ein
Schloss mit Tausend Toren, Zürich 1965.
20.
Friedrich Rückert:
Übersetzungen persischer Poesie. Ausgewâhlt und eingeleitet von Annemarie
Schimmel, Wiesbaden 1966.
21.
Weltpoesie ist
Weltversöhnung, Schweinfurt 1967.
—Würzburg 1996.
22.
Arabische
Sprachlehre, 2.Bde. Heidelberg 1968.
—Modern Arapça Grameri, çev. Ekrem Sarıkçıoğlu,
İstanbul 1982.
15.
unveraderte Auflage, Heiderberg 1983.
23.
Al-Halladsch:
Martyrer der Gottesliebe. Leben und Leğende. Übersetzungen aus dem Arabischen,
Persishen, Türkischen, Sindhi, Siraiki, und Urdu, Köln (Hegner) 1968. Sind
Halk Şiirinde Hallac-ı Mansur, Çev. Sofi Huri İbrahim Bin Edhem, İstanbul
(Redhouse yayınevi) 1969.
24.
Persischer Psalter /
Muhammed İqbal. Übersetzungen aus dem Persischen, Urdu und Englischen, Köln
(Hegner) 1968.
25.
Islamic Calligraphy,
Leiden (Brill) 1970.
Schimmel,
bu kitabında, hattatların günlük çalışma rutinleri, kazançları, eğitimleri,
çeşitli tarzlarda yazı yazarken yerde farklı oturuş biçimleri, gözleri
bozulanların çektikleri sıkıntılar, zaman yönünden gerçekçi olmayan yazı
taleplerine cevap verebilmek için bir makine gibi çalışmak zorunda kalmaları
gibi ayrıntılar üzerinde durarak bir sanatın dünyasını bütüncül olarak
gözlerimizin önüne sermektedir.
26.
Islamic Literatures
of India. (Reihe: A History of Indian Literatüre, vol. 8, fasc. 1),
Wiesbaden (Harrassowitz) 1973.
27.
Sindhi literature.
(Reihe: A history of Indian Literatüre, vol. 9, fasc. 1), Wiesbaden
(Harrassowitz) 1974.
28.
Classical Urdu
Literatüre from the Beginning to Iqbal. (Reihe: A History of Indian
Literatüre, vol. 8), Wiesbaden (Harrassowitz) 1975.
29.
Su fi Literatüre,
New York 1975.
30.
Mystical Dimensions
of islam, Chapel Hill 1975.
—Mystische
Dimensionen des islam, Aalen 1979.
—Tasavvufun
Boyutları, çev. Ender Gürol, İstanbul (Adam Yayıncılık) 1982. —Mystische
Dimensionen des islam. Die Geschichle des Sufismus, Köln 1985.
—İslamın
Mistik Boyutları, çev. Ergun Kocabıyık, İstanbul (Kabalcı
Yayınları) 2001.
Schimmel’in
tasavvufla ilgili en önemli çalışması olan İslamın Mistik Boyutları, tasavvuf
tarihini Anadolu'dan, Kuzey Afrika'ya, Arap yarımadasından, İran ve Uzakdoğu'ya
kadar geniş bir coğrafya içinde ele almaktadır. Yazar, tasavvuf konusunda
yazılmış diğer kitaplardan farklı olarak, ele aldığı konuları gerek Arap, Fars,
Urdu ve Türk edebiyatından yaptığı alıntılarla, gerekse Müslüman Doğu'da,
özellikle de Türkiye ve Pakistan'daki çok sayıda dostla birlikte yaşanmış
kişisel deneyimlerinden verdiği örneklerle zenginleştirip renklendirmekte;
böylece metni kuru, teorik bir ders kitabı olmaktan kurtarmaktadır.
Schimmel
okuyucunun tasavvuf hakkındaki merakını gidermekle kalmıyor, aynı zamanda
benliklerini büyük sıkıntılara ve acılara katlanarak dönüştürmeye çalışan ve
böylece yollarını kendi iç ışıklarıyla aydınlatan Hakikat yolcusu sûfilerin
kimi zaman hüzünlü, kimi zaman düşündürücü kimi zaman da tuhaf hikâyesini de
anlatmaktadır.
Bazı
sûfiler, tasavvufi deneyimi dille ifade etmenin imkânsızlığını vurgulamak için
sözcükler kıyıdan fazla açılamaz demişlerse de, Schimmel, sözcükten kayıklarla
bütün dinlerin içine aktığı mistisizm okyanusuna cesaretle açılmaktadır.
31.
Pain and Grace. A
Study of Two Mystical Writers of 18. Century Müslim India, Leiden (Bıill)
1976
32.
From Sanai to
Maulana and Iqbal, Kabul 1977.
33.
Denn Dein ist das
Reich: Gebere aus dem islam. ausgewâhlt und übersetzt von Annemarie
Schimmel, Freiburg (Herder) 1978.
34.
We Believe in One
God: The Eexperience of God in Christianity and islam, New York 1979.
34.
lch bin Wind und Du
bist Feuer. Leben und Werk des Grossen Mystikers, Köln, Düssel-dorf
(Diederichs) 1978.
—I
Am Wind, You Are Fire. The Life and Work of Rumi, Boston 1992.
Ben
Rüzgârım Sen Ateş Mevlâna Celâleddîn Rumî’nin Hayatı ve Eserleri,
çev. Senail Özkan, İstanbul (Ötüken Yayınları) 1999.
Bu eserde
Schimmel, Mevlana’nın semboller dünyasına seyahat ederek onun dünya görüşünü,
aşk anlayışını, şiire bakışını ve dua hakkındaki ince fikirlerini kendi şairane
üslubuyla sunmaktadır. Kitap baştan sona Mevlana’nın kullandığı mecaz ve
espirilerle adeta bir dantel gibi dokunmuştur. Schimmel’in bu kitabı,
Mevlana’nın bildiğimiz veya zannettiğimiz fikirlerini yeni mana boyutlarıyla önümüze
açmaktadır. Bu eser Mevlana’yı farklı bir bakış açısıyla tanımak isteyenler
için vazgeçilmez bir kılavuzdur.
35.
Triumphal Sun. A
Study of the Works ofjalaloddin Rumî, London 1978.
“Zafer
Güneşi: Celâleddin Rumî’nin Yapıtları Üzerine Bir Çalışma” çeşitli imge ve
simgelerden yola çıkarak Mevlâna’nın tasavvufunu 13. yüzyıl Konya’sı içinde bir
kültürel bütün olarak ele alır.
—Al-Shams
al-Munta’irah. Dirâsât Âthâr al-Shâ’ir al-Islâmial-Kablr Jalal alDın al-Rûm’ı,
tarjamah: 'Isa 'Ali ’Âküb, Tahran 2000-2001.
36.
A Dance of Sparks:
Imagery of Fire in Ghalib's Ppoetry, Neu Dehli (Ghalib Academy) 1979.
37.
îslam in the îndian
Subcontinent (Handbuch der Orientalistik: Abt. 2, Indien: Bd. 4,
Religionen, Abschnitt 3), Leiden 1980.
38.
Mârchen aus
Pakistan. Übersetzung aus dem Sindhi, Düsseldorf/Köln (Diederichs) 1980.
1981
39.
Gernıan Conthbutions
to the Study of Pakistani Linguistics, Hamburg 1981.
40.
Und Muhammad ist
Sein Prophet. Die Verehrung des Propheten in der islamischen Frömmigkeit,
Düsseldorf/Köln (Diederichs) 1981.
And
Muhammad is His Messenger. The Veneration of the Prophet in islamic Piety,
Chapel Hill / London (The Universty of North Carolina Press) 1985.
Schimmel bu
eserde, İslam ülkelerinde Hz. Peygamber’e duyulan saygı ve sevgiyi ve
Müslümanların mütevazi ve samimi dini yaşantılarını ele almıştır.
41.
Aspects of Mevlâna,
Ankara 1981.
42.
Tükische Gedichte
vom 13.Jahrhundert bis in unsere Zeit. (Übersetzt von Annemarie Schimmel),
Ankara 1981.
43.
"As Through a
Veil: Mystical Poetry in islam. Lectures on the History of Religions", American
Councli of Leamed Societies (New York), 12 (1982).
— As
Through aVeil. Mystical Poetry in islam, New York (Columbia Universty
Press) 1982.
44.
Gârten der
Erkenntnis. Texte aus der islamischen Mystik. Texte aus der islamischen Mystik.
Übersetzung aus dem Arabischen, Persischen, Türkischen, Urdu und Sindhi, Düsseldorf
(Diederichs Gelbe Reihe 37 islam) 1982.
45.
Gârten der
Erkenntnis. Das Buch der vierzig Su fi Meister, München 1991.
îslam in India and
Pakistan, Leiden (Brill) 1982.
46.
Makli Hill: A Center
of islamic Culture in Sindh, Karachi 1983.
47.
Anvari's Divan: A
Pocket Book for Akbar; a Divan of Auhaduddîn Anvari, Copied for the Mughal
Emperor Jalaluddin Akbar (reg. 1556 - 1605) at Lahore in A. H. 996/A.D. 1588;
Now in the Fogg Art Museum of Harvard University, New York (Metropolitan
Museum of Art) 1983.
48.
Calligraphy and
islamic Culture, New York (New York University Press) 1984.
49.
Das Mysterium der
Zahl. Zahlensymbolik im Kulturvergleich. (Überarbeitung der ersten Ausgabe
von Franz Cari Endres), Köln (diederichs) 1984
50.
Sterne und Blume.
Die Bilderv/elt der persischen Poesie, Wiesbaden (Harrassowitz) 1984.
51.
The Mystery of
Numbers, Oxford 1993-
—Sayıların
Esrarı, çev. Mehmed Temelli, İstanbul (Mitos Yayınlan) 1997
Sayıların
Gizemi, çev. Mustafa Küpüşoğlu, İstanbul (Kabalcı Yayınevi)
1998.
Edebiyattan
folklora, kişisel batıl inançlara dek sayılar günlük hayatımızda çok belirgin
rol oynarlar. Annemarie Schimmel bu kitabında, ilk zamanlardan beri sayıların
nasıl anlam ve gizem kazandıklarının izini sürmektedir. Sayı sistemlerinin
kökenlerine dair verdiği bilgiler, hem bilgilendirici, hem de eğlendirici,
sayıların büyüleyiciliğinin matematiğin gelişimine koşut olarak nasıl arttığını
göstermektedir. Ama Sayıların Gizemi'nin asıl konusu sayı sembolizmidir.
Schimmel, sayı sembolizminin kaynaklarını açıkladıktan sonra, 1'den 10000'e
kadar anlamlarını Hint, Çin, Kızıldereli, Aztek, Türk ve Batı kültüründen örneklerle
göstermekte, İncil'den Shakespeare kadar sayıların nasıl eril - dişil, kötü -
iyi, uğurlu - uğursuz olarak düşünüldüğünü örneklemektedir.
52.
Muhammad ibn Ahmad
ibn lyas: Alltagsnotizen eines agyptischen Bürgers. (Aus den Arabischen
übersetzt und bearbeitet), Stuttgart (thienemann) 1985.
53.
Robert Irving. Der
arabische Nachtmahr oder die Geschichte der 1001 Nacht. (übersetzung aus dem
Englischen von Annemarie Schimmel), Köln (Diederichs) 1985.
54.
Liebe zu dem Einen.
Texte aus der mystischen Tradition des indischen İslam. Ausgewahlt, aus dem
persischen, arabischen, urdu und sindhi. (übersetzt und eingeleitet von
Annemarie Schimmel), Einsiedeln / Zürich 1986.
55.
Aus dem Diwan.
Unesco-Sammlung Reprasentativer Werke Asiatische Reihe / Maulana Dschelaladdin
Rumi. (Aus dem Persischen übertragen und eingeleitet von Annemarie
Schimmel), Stuttgart (Philipp Reclam) 1986
56.
Friedrich Rückert.
Lebensbild und Einführung in sein werk, Freiburg (Herder) 1987.
57.
İbn ata_Allah
Bedrangnisse sind Teppiche voller Gnaden, (übersetzt und eingeleitet von
Annemarie Schimmel), Freiburg (Herder) 1987.
58.
Nimm eine Rose und
nene sie Lieder. Poesie der islamischen Völker, Köln/London/New York 1987.
—Frankfurt / Frankfurt (Insel) 1995.
59.
Maulana
Dschelaladdin Rumi. Von Allem und von Einem / fihi mafih ’in Almanca
çevirisi.(Aus dem persischen und arabischen von Annemarie Schimmel) München
1988.
60.
İslamic names,
Edinburgh 1989.
61.
Die orientalische
Katze, Köln (Diederichs) 1983
—Die
orientalische Katze. Geschichten, Gedichte, Sprüche Lieder und Weisheiten,
Köln 1989.
62.
Muhammad Iqbal:
prophetischer poet und philosoph, München (Diederichs) 1989.
63.
Von Ali bis zahra:
Namen und Namengebung in der islamischen Welt, München
1989.
64.
Wanderungen mit
junus Emre, Köln (Önel) 1989.
—Yunus Emre ile Yollarda,
çev. Senail Özkan, İstanbul (Ötüken Yayınları) 1999. Yunus Emre'nin hayatı ve
eserleri konusunda bir incelemedir.
65.
Was hat ein Auge und
einen Kopf? 300 türkische Volksrâtsel, Köln (Önel) 1990.
66.
Die Religion des
islam. Eine Einfühnıng, Stuttgart (Reclam) 1990.
67.
Mein Bruder ismail.
Erinnenıngen an die Türkei, Köln (Önel) 1990.
Schimmel’in
Türkiye’de yaşadığı günlerini anlatan bu eserdeki İstanbul tasviri, İstanbul
üzerine yazılmış güzel bir anlatımdır.
68.
Yunus Emre.
Ausgevvahlte Gedichte, Köln (Önel) 1991.
69.
Die Rose, Bad
Neuheim-Steinfurth, (Rosenmuseum Steinfurth) 1991.
70.
Look! This Is Love:
Poems of Rumi, Boston (Shambala) 1991.
71.
Herr Demirci heisst
"Schmidt": türkische Namen und ihre Bedeutung, Köln (Önel) 1992.
72.
İslam: An
Introduction, New York 1992.
73.
Rumi's World: The
life and Work ofthe Great Sufı Poet, Boston (Shambhala) 1992
74.
Gewânder Gottes,
Tübingen (Mohr) 1993.
75.
A Life of Leaming,
Waschington DC (American Council of Learned Societies) 1993
76.
Make a Shield from
Wisdom: Selected Verses from Nasir-I Khusraw's Divan. Übersetzung aus dem
Persischen, London/New York (Kegan Paul International) 1993.
77.
Rumi: Sieh! Das ist
Liebe - Gedichte, Basel (Sphinx) 1993-1994.
78.
Berge, Wüsten,
Heiligtümer, Meine Reisen in Pakistan und Indien, München (C.H- Beck) 1994.
79.
Deciphering the
Signs of God. A Phenomenological Approach to islam, Edinburgh (Edin-burgh
Universty Press) 1994.
— Die Zeichen
Gottes. Die religiöse Welt des Islams, München ( C.H. Beck) 1995.
—Tanrı’nın
Yeryüzündeki İşaretleri, çev. Ekrem Demirli, Kabalcı yay. İstanbul
2004.
Annemarie
Schimmel bu kitabında, bir ömür boyu süren çalışmalarının sonunda kazandığı
deneyimlerini anlatıyor. Bilindiği gibi Kur’an, insanları "Tanrı'nın
işaretlerine", ufuklarda ve kendi nefeslerindeki "işaretlere"
bakmaya teşvik eder. Schimmel bu ana doğrultuda, taşlar, bitkiler, hayvanlar
gibi doğal işaretleri ve bunların dinsel ve simgesel dildeki kullanımlarını
başlangıç noktası olarak ele alıyor; ardından kutsal zaman ve mekân, ayinsel
davranışlar, ibadet biçimleri, kutsal birey ve toplum gibi görece anlamı daha
kapalı ayetlere geçiyor; sonunda, bireyin Tanrı'nın gizemine verdiği cevabın
araştırılmasıyla çalışmasını bitiriyor.
Hem
orijinal kaynaklara ve hem de çağdaş çalışmaların yanı sıra, yazarın kendi
deneyimlerine de dayanması açısından bu eser, İslam görüngübilim üzerine
yoğunlaşan müstesna bir eserdir.
80.
Das Mathnavvi:
ausgewâhlte Geschichten von Dschelaluddin Rumi. (Aus dem, Persischen von
Annemarie Schimmel), Basel 1994. Das Thema des Weges und der Reise im islam,
Opladen 1994.
81.
Terres d'Islam - Aux
sources de l'Orient musulman, Paris (Maisonneuve & Larose) 1994.
—Die
Welt des islam. Zu den Çuellen des muslimischen Orients. Eine Reise nachInnen,
Düsseldorf / Solothurn 1995.
82.
Weisheit des islam,
Suttgart (Reclam) 1994.
83.
Meine Seele ist eine
Frau: Das Weibliche im islam, München (Kösel) 1995
84.
My Soul is a Women,
translator: Susan H. Ray, New York 1997.
Ruhum
Bir Kadındır, çev. Ömer Enis Akbulut, İstanbul (İz Yayıncılık) 2001.
85.
West-östliche
Annâherungen - Europa in der Begegnung mit der islamischen Welt, Stuttgart
/ Berlin / Köln 1995.
86.
Das Buch der Welt:
Wirklichkeit und Metapher im islam, Würzburg 1996.
87.
Die schönsten
Gedichte aus Pakistan und Indien: Islamische Lyrik aus tausend Jahren,
München (C.H. Beck) 1996.
88.
İslam. A Need for
Understanding, Birmingham (Centre for the Study of islam and
Christian-Muslim Reflections) 1996.
89.
Jesus und Maria in
der islamischen Mystik, München (Kösel) 1996.
90.
Rosenduft und
Sâbelglanz. Islamische Kunst und Kultur der Mogulzeit. (Ausstellungskata-log.
Jürgen W. Frembgen (Hrsg.), unter anderem mit einem Beitrag von Annemarie
Schimmel über Sufi-Dichtung), München 1996
91.
Die drei Versprechen
des Sperlings. Die schönsten Tierlegenden aus der islamischen Welt, München
(C.H. Beck) 1997.
92.
Muhammad Iqbal -
zwischen Poesie, Philosophie und Politik. (Publikation eines Vortrages
vom 29. Januar 1997 im Haus der Patriotischen Gesellschaft in Hamburg), Hamburg
(Der Übersee-Club e.V.) 1997.
93.
Asrâr al-ishq
al-Mubdi_ fi Kitâbât Muhammad Iqbâl: Secrets of Creative Love, in the Work of
Muhammad Iqbal, arabisch/English, London 1998.
94.
Die Trâume des
Kalifen: Trâume und ihre Deutung in der islamischen Kultur, München (C.H.
Beck) 1998.
95.
Kompass islam,
Hannover 1998.
96.
Wiederholte
Spiegelungen. Gedichte, Köln (Önel) 1998.
97.
Gesang und Ekstase:
Sufı-Texte des indischen islam, München 1999.
98.
İm Namen Allahs, des Alibannherzigen: Der islam, München
1999.
99.
Çağın Mevlanası
Muhammed İkbal, çev. Senail Özkan, İstanbul (Kırkambar
Yayınları) 2000.
Bu eser
peygamberane şair ve filozof Muhammed İkbal hakkında yazılmış kitaplardan
birisidir. İkbal'in felsefesini, şiirini, sanatını, dünya görüşünü hakkıyla
anlatmak için onunla aynı dili yani aşkın dilini konuşmak lazım gelir. Şüphesiz
bu konuda en büyük otorite müellif Prof. Dr. Annemarie Schimmel'dır. Zira
Schimmel hem Batı’nın kültür, şiir, felsefe ve mistik dünyasına hakkıyla
vakıftır, hem de Doğu'nun şiir, sanat ve tasavvuf felsefesi geleneğini bütün
incelikleriyle bilmektedir.
100.
İm Reich der
GroBmoguln. Geschichte, Kunst, Kultur, München 2000.
101.
Sufismus. Eine
Einfühmng in die islamische Mystik, München 2000.
102.
The Family of Earth,
(Northword Press) 2001.
103.
Kleine Paradiese.
Blumen und Gârten im islam, Reihe: Herder-Spektrum, Bd.
5192, Freiburg / Basel / Wien
(Herder) 2001.
104.
Rumi Meister der
Spiritualitât, (Reihe: Herder-Spektrum 5093), Freiburg (Herder)
2001.
105.
Das İslamische Jahr.
Zeiten und Feste, C.H.Beck, München 2001.
106.
İslam und Europa:
kulturelle Brücken, Reihe: Schriften des Collegium Europaeum Jenense 26,
Jena und Erlangen 2002.
107.
Auf den Spuren der
Muslime. Mein Leben zvvischen den Kulturen, Freiburg (Herder) 2002.
108.
Morgenland und
Abendland Mein West-östliches Leben, München (C.H.Beck)
2002.
Schimmel tarafından yazılan otobiyografidir.
b) Makaleleri, Önsöz ve Giriş yazdığı Eserler
1.
"Kalif und Qâdî im
spâtmittelalterlichen Âgypten", Die Weit des Islams (Leiden), 24
(1942), ss. 1-128.
2.
"Zur Geschichte der
mystischen Liebe im islam", Die Welt des Orients (Stuttgart), 1947,
ss. 495-499.
3.
"Einsetzungsurkunden
mamlukischer Emire", Die Welt des Orients (Stuttgart), 1/4 (1949),
ss. 302-306.
4.
Das Geisterhaus.
Ttürkische und âgyptische Novellen, (Annemarie Schimmel/Otto~Spî~ es/Hans
Joachim Kissling), Kevelaer 1949.
5.
"'lch folge der
religion der Liebe.' Gedanken zur Toleranzidee in der islâmischen Mystik",
Ökümenische Einheit (München/Basel), 2 (1951), ss. 46-53.
6.
Ibn Chaldun. Ausgewâhlte
Abschnitte aus der muqaddima. Aus dem Arabischen, Tübin-gen (Mohr) 1951.
7.
Pakistan Miscellany,
(Annemarie Schimmel/Ahmed Chagla/William Banks/R.E. Mortimer Wheeler/Leslie
Alcock/M.A. Shakur/M. Shamsuddin Ahmed/M. Arshad Husain/Prof. A.S. Bokhari),
Karachi 1952.
8.
Alman Gözüyle Divan
Edebiyatı, Ankara (Türk Tarih Kurumu Basımevi) 1953.
9.
"XIII: Asırda İslam
Dini ile Hıristiyanlık Arasındaki Münasebetler", Ankara Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi Dergisi (Ankara), II/IV (1953), s. 71-82.
10.
"Müslümanlıkta
Mutasavvıfâne Dua ve Niyazın Bazı Safhaları", Ankara Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi Dergisi (Ankara), II/II-III (1953), s. 209-217.
11.
"Raymundus Lullus und
seine Auseinandersetzung mit dem islam", Eine heilige Kirche
(München), 4 (1953/54), s. 64-76.
12
"Din'de Sembol'ün Fonksiyonu Nedir?", Ankara Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi Dergisi (Ankara), III/III-IV (1954), s. 67-73.
13.
"Garbın Mevlâna
Görüşü", Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi (Ankara),
III/III-IV, (1954), s. 27-29.
14.
"'Numen' Internationel
Review for the History of Religions", Ankara Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi Dergisi (Ankara), III/III-IV (1954), s. 119-122.
15.
"Semâ-i Semavî", Ankara
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi (Ankara), III/III- IV (1954), s.
19-25.
16.
"Wörterbuch der
Religionen", (Annemarie Schimmel/Alfred Bertholet), Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi
(Ankara), III/III-IV (1954), s. 122.
17.
"Zur Erinnerung an
Yahya Kemal Beyatlı", Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi İslam
İlimleri Enstitüsü Dergisi (Ankara), 1 (1954), 145-158.
18.
"Zur Biographie des
Abü Abdallah Ibn Chafif as-Sîrâzî", Die Welt des Orients (Stuttgart),
2 (1954-59), s. 193-199.
19.
"Roma'daki Beynelmilel
Din Bilginleri Kongresi", Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Dergisi (Ankara), IV/I-II (1955), s. 16-22.
20.
"Zur Anthropologie des
islam", Anthropologie religieuse, Suppl. zu Numen Leiden, 2
(1955), s. 140-154.
21.
"Der Beitrag der
islamischen Mystik zur Einheit der Religionen", Gemeinschaft und
Politik (Bad Godesberg) 5 (1957), s. 47-52.
22.
"Der Beitrag der
islamischen Mystik zur Einheit der Religionen", Zeitschrift für Politik
und Geopolitik (Heidelberg) 28/12 (1957), ss. 47-52.
23.
Kleine Schriften
Marburgischer Dozentin. Das Gelübde im türkischen Volksglauben, Marburg
(Universitâtbibliothek Marburg, Signatur Nummer: VIII C 1) 1959.
24.
Die Religionen der
Menschheit in Vergangenheit und Gegenwart, (Friedrich Heiler/ Kurt
Goldammer/Franz Hesse/Günter Lanczkowski/Kathe Neumann/Annemarie Schimmel),
Stuttgart 1959.
25.
"Schriftsymbolik im
islam", Aus der Welt der islamischen Kunst. Festschrift Emst Kühnel,
Berlin İ959, s. 244-254.
26.
Zur erinnerung an Yahya
Kemal Beyatlı, İstanbul (Osman Yalçın Matbaası) 1959. Aspetti spirituali
dell’ islam, Roma (Istituto Per La Collaborazione Culturale) 1960.
27.
"İslam und
Katholizismus", Materialdienst des Konfessionskundlichen Instituts (Bensheim),12
(1961), ss. 1-6.
28.
"Zum
christlich-muslimischen Dialog", Kairos (Salzburg), 4 (1962), s.
56-57. 1963
29.
Die Kulturen der
asiatischen GroBreiche und Russlands, (Albert Schaefer (Hrsg.), Die
Beitrâge: Ernst Waldschmidt [Indien]/Walter Donat IJapan]/Hans O. H. Stange
[China]/Annemarie Schimmel [Islam]/Werner Markert [RuBland], Stuttgart 1963.
30.
Mevlana Celalettin
Rumi'nin Şark ve Garpta Tesirleri, Ankara (Gutenberg Matbaası) 1963.
31.
"Die islamische
Kultur", Die Kulturen der asiatischen GroBreiche und RuBlands, Stuttgart
1963, ss. 69-94.
32.
"Some Glimpses of the
Religious Life in Egypt During the Later Mamluk Period", Islamic
Studies (Oxford), 4 (1965), s. 353-392.
33.
"Der islam in unserer
Zeit", Die Herausforderung des islam. Hrsg. von R. Italiaander,
Göttingen 1965, s. 11-39.
34.
"Übersetzungen
orientalischer Poesie", Übersetzen. Vortrâge und Beitrag zum Internationalen
KongrelB literarischer Übersetzer in Hamburg 1965, Rolf Italiaander
(Hrsg.), Frankfurt a. M. 1965, s. 90-99.
35.
"Der islam und sein
Verhâltnis zu anderen Religionen" Die Gefâhrdung der Religionen,
Hrsg. von Rolf Italiaander, Kassel 1966, s. 102-115.
36.
Die Verwandlungen des
Abu-Seid von Serug: 24 Makamen/Hariri. (Aus dem Arabischen übertragen von
Friedrich Rückert, Herausgegeben von Annemarie Schimmel), Stuttgart 1966.
37.
Iranische Kunst in
deutschen Museen. (Mit einem Vorwort von Annemarie Schimmel. Hanna Erdmann
(Hrsg), Wiesbaden 1967.
38.
Mystik und Yoga der
Sikh-Meister. Mohan Singh. (Mit einer Einführung von Annemarie Schimmel),
Zürich 1967.
39.
“Sufismus und
Heiligenverehrung im Spâtmittelalterlichen Âgypten”, Erwin Grâf
(Hrsg.),festshrift für Werner Caskel zum siebzisten Geburtstag am 5.Mâ 1966.
Gewidmet von Freunden und Schülern, Leiden 1968, ss.274-289.
40.
“İbn Chaldun”, Zeitschrift
für Kulturaustausch (Stuttgart), 19 (1969), ss. 113-117
41.
John Donne. Nacktes
denkendes Herz. Übersetzung aus dem Englischen, Köln (Hegner) 1969.
42.
Zum tausendsten
Geburtstag Kairos, Hamburg 1969.
43.
Pakistan. Das Land und
seine Menschen. Geschichte, Kultur, Staat und Wirtschaft, Tübingen 1970.
44.
"İslam", Historia
Religiorum, 2. Leiden 1971, s. 125-210.
Mirza Asadullah Ghalib.
Woge der Rose - Woge des Weins. Übersetzungen aus dem Persischen und
Urdu-Divan, Zürich (Verlag der Arche) 1971.
45.
"Nur ein störrisches
Pferd", Ex Orbe religionum Studia Geo Widengren oblata 2, Leiden
1972, ss. 98-107.
46.
Aus dem goldenen Becher.
Türkischer Lyrik vom Mittelalter bis heute, İstanbul (Milli Eğitim
Basımevi) 1973.
—Aus dem goldenen Becher:
Türkische Gedichte aus sieben Jahrhunderten. Ubertragenvon Annemarie
Schimmel Köln / İstanbul 1993.
47.
"Die neue tschechische
Koranübersetzung. (Mit einem Überblick über die neuesten tschechischen
orientalistischen Arbeiten.)", Die Welt des Orients, 7 (1973/74),
ss. 154162.
48.
"Die Aneigung
arabische Literatür in der deutschen Klassik und Romantik", Araber und
Deutsche, Begegnungen in einem Jahrtausend, Friedrich H. Kochwasser/Hans
Roemer (Hrsg) Tübingen (Erdmann) 1974, ss. 133-158.
49.
"Ein unbekanntes Werk
Joseph von Hammer Purgstalls", Die Welt des islam (Leiden), N.S. 15
(1974), s. 129-145.
50.
Der Koran, übertragen
von Max Henning. (Einleitung und Anmerkungen von Annemarie Schimmel),
Stuttgart; verbesserte Auflagen 1980, 1982, 1990, 1991.
51.
"The Ornament of the
Saints. The Religious Stiuationen in Iran in the Pre-Safavid Times", Studies
on Isfahan, (Chestnut Hill/Philadelphia), 1974, 88-111.
52.
Zwei Abhandlungen zur
Mystik und Magie des Islams von Josef Hammer-Purgstall. ( Hrsg. von
Annemarie Schimmel), Wien 1974.
53.
“A Spring Day in Konya.
According to Jalâl al-Dîn Rûmî", The Scholar and the Saint (New
York), 1975, s. 255-273.
54.
"Ein Osten. Der nie
alt wird. Rilke aus der Sicht einer Orientalistin", Rilke heute.
Beziehun-gen und Wirkungen, I.H. Solbrig / J.W. Strock (Hrsg.), Frankfurt
1975, ss.83- 206.
55.
"Der Prophet Muhammad
als Zentrum der religiösen Lebens im islam", Glauben an einen Gott,
Walter Strolz und Abdoljavad Falaturi (Hrsg.), Freiburg 1975, ss. 7-84.
56.
"Schöpfungsglaube und
Gerichtsgedanke im Koran und in mystisch-poetischer Deutung", Glauben
an einen Gott, Walter Strolz und Abduljavad Falaturi (Hrsg.), Freiburg
1975, ss.203-237.
57.
Spiegel der Wolke.
Zeitgenössische arabische Lyrik. (ausgewâhlt, eingeleitet und übersetzt von
Annemarie Schimmel), Tübingen, Basel 1975.
58.
"Der islam im Rahmen
der monotheistischen Weltreligionen", islam und Abendland, Hrsg.
von Andre Mercer, Bern, Frankfurt 1976, s. 9-29.
59.
"Islamische
Kalligraphie und ihr EinflulB auf die moderne Malerei in Pakistan" Pakistan.
Das Land und seine Menschen, M. Usman Malik und Annemarie Schimmel
(Hrsg.)Tübingen 1976.
60.
“Mystische Motive in der
modernen islamischen Dichtung", Wege in die Zukunft. Festsch-riftfür
Anton Antweiler, Leiden 1976, ss. 216-228.
61.
"Zur Venvendung des
halladj-Motivs in der indo-persischenPoesie", Melanges Henry Cor-bin,
Teheran 1977, ss. 425-447.
62.
"Die and Become.
Sacrifıce in the Poems of Rumi" Parabola Magazin (New York), 3/2
(1978).
63.
"Ritual of
Rebirth", Parabola Magazin (New York), 4/2 (1979), ss. 88-90.
64.
Die Religionen der
Menschheit: islam, I-III. (Band 3: Annemarie Schimmel u. a. Islamische
Kultur; Zeitgenössische Strömungen/Volksfrömmigkeit), Stuttgart/Berlin/
Köln/Mainz 1980-1990.
65.
Der islam im indisehen
Subkontinent, Darmstadt 1983; 1992; 1995.
66.
"Die Schriftarten und
ihr kalligraphischer Gebrauch", GrundriB der arabischen Philologie 1,
W. Fischer (Hrsg.), Wiesbaden 1982, 198-209.
67.
"Women in Mystical
islam", Women Studies International Forum (Oxford), 5/2, (1982),
ss. 145-151.
68.
"Der islam. 1.
Muhammed und die Botschaft Allah's", Indo-Asia (Tübingen), 25/1
(1983), ss. 57-64.
70.
Unendliche Suche.
Geschichten des Schah Abdul Latif von Sind, München (New- Age-Ver-lag)
1983.
71.
Al-Halladsch - Oh Leute,
rettet mich vor Gott. Übersetzung aus dem Arabischen, Persischen, Türkischen,
Urdu und Sindhi, Freiburg (Herder) 1985.
72.
“Das Hallaj-Motiv in der
modernen islamichen Literatur”, der İslam im Spiegel zeitgenössischer
Literatur der islamichen Welt, Hrsg. Von J. C. Bürgel, Leiden 1985, ss.
165-181
73.
“Islamische Heilige”, Nahe
der Nabe des Rades. Die Helingen in den Weltreligionen, Martin
Kâmpchen/Gertrud. Sartory(Hrsg), Freiburg 1985, ss. 274-289.
74.
Rückert zu Ehren. Zwischen
Orient und Okzident, (Annemarie Schimmel / Johann Christoph Bürgel / Erich
Mende), schweinfurt 1985.
75.
Texte zum Nachdenken.
Al-Halladsch, Freiburg 1985.
76.
“Islamische mystik und
religiöse Identitât”, Zeitschrift für Missionswissenschaften und
Religionswissenschaften (Münster), 70 (1986), ss. 232-239.
77.
“Karbala and the Imam
Husayn in Persian and Indo-Muslim Literature”, Al-serat (London),12 (1986).
78.
Pearls from the ındus:
Studies in Sindhi Culture, jamshoro (Sindhi Adabi Board)
1986.
Lahore. The city within,
singapour 1986.
“Sufismus”, Grundriss der
arabischen Philologie 2, Helmut Gâtje (Hrsg), Wiesbaden
79.
Friedrich Rückert.
(Ausgewâhlte Werke. Herausgegeben von Annemarie Schimmel, 2 Bânde), Frankfurt
am Main (Insel) 1988.
80.
“Mystical poetry in İslam
the case of Rumi, Maulana jalaladin”, Religion and Literature (univ. Notre
Dame), 20/1 (1988), ss. 67-80.
81.
“Man of Light or Superman.
A problem of Islamic Mystical Anthropology”, Diagones (Providence), 146 (1989),
ss. 124-140.
82.
Mesnevi, Özgün Litografi
Dizgisi, Ergin İnan(Hazırlayan) /Annemarie Schimmel(Metin),Ankara1989
83.
Die smaragdene Vision.
Der Licht-Mensch in persischen Sufısmus, (Übersetzung aus dem Französischen
von Henry Corbin: L'homme de lumiere dans le soufisme iranien), München
(Diederichs) 1989.
84.
"Alman Gözüyle Divan
Edebiyatı", Polemik (İstanbul), 5 (1992), ss. 27-30.
85.
"Islamic Calligraphy,
Rivolta, B.", Metropolitan Museum Of Art Bulletin (New York), 50/1
(1992), ss. 3-56.
86.
Mishkin Qalam: XIX
Century Artist and Calligrapher (1826-1912), Müqin Aman Allah / Annemarie
Schimmel (Hrsg.), Landegg 1992.
87.
A Two-Coloured Brocade:
The Imagery of Persian Poetry, New York 1992.
Deine Wille geschehe,
Kandern 1992.
88.
Charles Le Gai Eaton.
Der islam und die Bestimmung des Menschen. (Mit einem Vorwon von Annemarie
Schimmel. Aus dem Englischen übersetzt von Eva-Liselotte Schmid), München 1994.
89.
Gott ist schön und Er
liebt die Schönheit. God Is Beautiful and He loves Beauty, Bern 1994.
90.
John Renard. All the
King's Falcons. Rumi on Prophets and Revelation., (Foreword by Annemarie
Schimmel) State University of New York 1994.
91.
"Meine Barmherzigkeit
ist gröfser als Mein Zorn. Gedanken zum islamischen Gottesbild", Lebendiges
Zeugnis (Padeborn), 49 (1994), ss. 110-119.
92.
Nightingales Under the
Snow, Poems, London (Khaniqahi Nimetullahi Publication) 1994.
93.
Rabi'a the Mystic &
her FeIlow-Saints in islam: Being the Life and Teachings of Rabi'a al-Adawiyya
Al-QaySiyya of Basra Together with Some Account of the Place of the Women
Saints in islam. (By Margaret Smith. With a new introduction by Annemarie
Schimmel), Felinfach/Llancerch (Faksimile Druck) 1994.
96.
"Sun at Midnight,
Despair and Trust in the Islamic Mystical Tradition", Diagones (Providence),
165 (1994), ss. 1-25.
97.
"Die
Transzendenzerfahrung in der islamischen Mystik", Christentum in der
Begegnung, der islam als Anfraıge an christliche Theologie und Philosophie,
Studien 1 zur Religionst-heologie, Andreas Bsteh (Hrsg.), St. Gabriel,
Mödling 1994, ss. 211-222.
98.
"Der Weg des Menschen
vor Gott. Irdisches Glück und paradische Vollendung", Christentum in
der Begegnung. Der islam als Anfrage an christliche Theologie und Philosophie.
Studien 1 zur Religionstheologie, Andreas Bsteh (Hrsg.), St. Gabriel,
Mödling 1994, ss. 401-412.
99.
Die Marchen der
Weltliteratur. Marchen aus Pakistan. (Aus dem Sindhi übersetzt und hrsg.
von Annemarie Schimmel) , München 1995.
100.
Vom Duft der Heiligkeit,
Bad Nauheim-Steinfurth, Rosenmuseum Steinfurth 1995.
101.
L'incendie de l’ame:
l’aventure spirituelle de Rumî, traduit de l'anglais par: Sylvie Carte-ron,
Paris (Albin Michel) 1998.
102.
Die Reise naçh Mekka.
Eine deutsche Frau erzâhlt von ihrer Pilgrfahrt ins Herz des islam. (Hagar
Spohr: Mit einem Geleitwort von Annemarie Schimmel), Bendorf 1998.
103.
Panorama oflndia.
Photographs byjaroslav Poncar. (Texts by Annemarie Schimmel) Neu Denli
1998.
104.
Sufi Heirs of the
Prophet: The Indian Naqshbandiyya and the Rise of the Meditating Sufi Shaykh,
Studies in Comparative Religion, Chapel Hill 1998.
105.
The Secrets of Creative
Love: the Work of Muhammad Iqbal, Wimbledon (Al Furqan Islamic Heritage
Foundation) 1998.
106.
"Über die Mystik im
Zeitalter der Kreuzzüge" Marc-Edouard Enay (Hrsg.): Die Kreuzzüge. ihre
Zeit und Folgen. Mit Beitrügen von Joao Aguiar; Monika Dahncke; Udo Reinhold
Jeck; Annemarie Schimmel nebst beschreibendem Katalog., Veriag im
Orient-Antiquariat, Hamburg 1998.
107.
"in memoriam Fritz
Meier, Die Welt des islam (Leiden/Brill), 39/2 (1999), ss. 144148.
108.
Farid-ad-Din Attar.
Vogelgesprache und andere klassische Texte (Vorgestellt von Annemarie
Schimmel), München 1999-2000
109.
The Poets' Geography,
London 2000.
110.
Vielfat der Religionen,
(Lutherisches Verlagshaus) 2002
111.
"Weltpoesie.
Übersetzung als Völkerverstândigung" (Muriel Mirak-Wei8bach (Hrsg.), Ibykvs
(Wiesbaden), 80/3 (2002).
İKİNCİ BÖLÜM
ANNEMARİE SCHİMMEL’İN TASAVVUF HAKKINDAKİ GÖRÜŞLERİ
İslam
kültürünün ve manevi hayatımızın bir parçası olan tasavvufla sadece Müslümanlar
değil Batılılar da ilgilenmişlerdir. Özellikle XIX. yüzyıldan itibaren
oryantalistlerin tasavvuf alanında çok önemli çalışmaları olmuştur. Batılılar
tasavvufu iki açıdan ele almışlardır: Birincisi kendi değerlerine ters gelen
veya garip buldukları konulardır. İkinci olarak da sömürgeci güç olarak kendi
güçlerine karşı tasavvufun oluşturduğu tehlike boyutunu ele almışlardır.34Çoğu oryantalist, tasavvufun
hakikati konusunda önyargılarından kurtulamamış, tasavvufun kaynağı olarak
yabancı din ve felsefelerini görmüş, tasavvufun İslam’dan ayrı bir ilim
olduğunu ispat etmeye çalışmışlardır.
Fakat onlardan daha farklı
düşünen bazı ılımlı oryantalistler de vardır ki onların düştüğü hataya
düşmemişler, önyargılardan uzak bir şekilde hareket etmişlerdir. Tasavvuf
alanında önemli çalışmaları bulunan Annemarie Schimmel de bunlardan biridir. Bu
bölümde Schimmel’in tasavvufun tarifi ve kökeni, tasavvufun kaynağı, tasavvuf yolunun
temel ilkeleri, sufilerin şeytana bakışı, Hz. Peygamber’e hürmet, tasavvufta
kadının konumu ile ilgili görüşlerine yer verilecektir.
1-
Tasavvufun Tarifi ve Kökeni
Tasavvuf
çok tartışılan, hakkında sayısız araştırma yapılan ve güncelliğini hiçbir zaman
kaybetmeyen bir ilimdir. Tasavvufun tarifi konusunda tam bir görüş birliği
sağlanamamıştır. Çünkü tasavvuf manevi tecrübelere dayanan bir ilimdir. Böyle
olunca da her mutasavvıf, tasavvufu, yaşadığı manevi tecrübelere, bulunduğu
makamlara ve içinde bulunduğu zamana göre tarif etmiştir. Tasavvuf, Allah’ın ahlakı ile ahlaklanmaktır,
edeptir, Hakk’a boyun eğmektir vs. Tasavvufun tariflerini çoğaltmak
mümkündür; fakat biz bunlarla yetineceğiz.
Tasavvuf ve
sufi kelimelerinin nereden geldiği, hangi kökten türetildiği konusunda da
farklı görüşler vardır. Sufiler yün elbise giydikleri, Allah’ın huzurunda ilk
safta durdukları, Ashab-ı suffayı dost bildikleri veya masivadan yüz
çevirdikleri için bu ismi aldıkları, bulanıklığın zıddı olan duruluk anlamına
gelen safa’dan hareketle bu ismin kendilerine verildiği belirtilmiştir. Sufi
kelimesinin hikmet manasına gelen Yunanca sofos kelimesinden geldiğini
söyleyenler de vardır.
Schimmel İslam’ın
Mistik Boyutları adlı eserinin önsözünde tasavvuf veya İslam
gizemciliği hakkında yazı yazmanın olanaksız olduğunu, daha ilk adımda insanın
karşısına sıra dağlar çıktığını belirtmektedir. Bu nedenledir ki, tasavvufun kimi temel
özelliklerini tarif edip açıklamak, herkesi tatmin eden bir sonuç
vermeyecektir. Mevcut Doğu ve Batı kaynakları basılı ve yazma eserler olarak
sayılamayacak kadar çoktur. Sırf bu açıdan bile tam bir açıklama yapmak mümkün
olmayacaktır.
Son
yıllarda, tasavvuf ve İslam’da manevi hayat üzerine birçok kitap yayımlandığını
hatırlatan Schimmel, tasavvuf engin ve çok yönlü bir olgu olduğu için hiç
kimsenin onu bütünüyle tanımlamayı göze alamadığını iddia etmektedir. Bu
durumu, Mevlana’nın ünlü körler hikâyesindeki, file dokunup da elleri hayvanın
neresine değerse tanımlarım ona göre yapan körlere benzeten Schimmel’e göre,
İslam gizemciliğinin genel olarak kabul edilen adıyla tasavvufta da böyle bir
durum söz konusudur. Anlamına kısmen de olsa yaklaşabilmek için öncelikle
gizemcilik [mistisizm (mysticism)] sözcüğünün ne anlama geldiğini araştırmak
gerekir. Gizemciliğin, sıradan yollarla veya zihinsel çabayla erişilemeyecek
bazı gizemler içerdiği, “gözleri kapamak” anlamına gelen Grekçe myein, gizemci
[mistk (mystic)] ve gizem [mystery] sözcükleriyle ortak bir köke sahip
olmasından anlaşılabilir. Gizemciliğe “Bütün dinlerin içinden akan büyük manevi
nehir” denmiştir. Gizemcilik en geniş anlamıyla, hikmet, ışık, aşk veya yokluk
diye isimlendirilen- tek hakikatin bilincine varmak olarak tanımlanabilir
Schimmel,
gizemciliği “mutlak aşkı” olarak tanımlamaktadır. Çünkü ona göre gerçek
gizemciliği kaba zahitlikten [zühd-i Barid] ayıran güç aşktır. İlahi aşk,
talibi, Allah’ın onu sınamak ve ruhunu arıtmak için göndereceği bütün
ıstıraplara ve belalara katlanmaya hatta onlardan zevk almaya götürür. Bu aşk,
tasavvuf ehlinin kalbini “avını kapıp götüren şahin” gibi Allah’ın huzuruna
çıkarır, böylece onu, zamanın içinde yaratılanların tümünden ayırmış olur.
Schimmel,
tasavvuf olgusuna yaklaşımların çeşitli olduğunu belirtmektedir. Ona göre,
tasavvufi deneyimi çözümlemek, sözcüklerle bu deneyimin derinliklerine
inilemeyeceği için neredeyse imkânsızdır. En iyi ruhbilimsel çözümlemeler bile
sınırlıdır. Sufilerin dediği gibi sözcükler kıyıdan fazla açılamaz. Ona göre,
tasavvuf, belirli yapıların çözümlenmesiyle daha kolay anlaşılacaktır.
Schimmel,
tasavvufla ilgili genel açıklamalar yaptıktan sonra, sufilerin ‘tasavvuf’
sözcüğü hakkında neler söyledikleri ve bu kavramı nasıl yorumladıkları üzerinde
durmuş, konuyu ilk mutasavvıflardan ve tasavvuf klasiklerinden alıntılar
yaparak incelemiştir. Schimmel, mutasavvıfların görüşlerini vermeden önce
tasavvufi metinlerde karşılaşılan bazı sorunlar üzerinde durmuştur. Schimmel’e
göre birinci sorun; tasavvufi metinleri yorumlarken, derin teolojik ya da
felsefi anlamlar verdiğimiz çoğu sözün, açık göndermeleri olan sözcük oyunları
içermesidir.
Schimmel’e
göre tasavvuftaki batınî dilin hiçbir zaman gözden kaçırılmaması gereken bir
yönü, Arapların sözcüklerle oynama eğiliminin olmasıdır. Üç harfli köklere
dayanan Arap dilinin yapısı, neredeyse matematiksel kurallarla sayısız sözcük
türetmeye elverişlidir. Dilin bu sonsuz olanaklarıyla oynamaktan zevk alma
eğilimi, Arap şairlerinin ve düzyazı yazarlarının üslubunu büyük ölçüde
etkilemiştir. Sufi deyişlerinin çoğunda benzer bir amaçla dille oynandığı görülür;
yazar tek bir kökten çeşitli anlamlar türetir, kafiyeden hoşlanır, güçlü ritmik
örüntüleri sever. Ancak bu tarifler başka dillere tercüme edildiğinde asli
güzelliğini ve kafiyelerini kaybetmektedir. Schimmel’in değindiği bir başka
sorun pek çok sufi yazarın, bazı belirli tasavvufi halleri anlatmak için
genellikle üçlü sınıflandırmalar oluşturmaya düşkün olmalarıdır.
Schimmel,
tasavvufi metinlerde karşılaşılan sıkıntılara değindikten sonra, tasavvuf
tanımlarının ilk döneme kadar uzandığını, bu yüzden tasavvufu, daha sonraki
dönemlerde ortaya çıkan teosofik tasavvufla bir tutmanın hatalı bir tutum
olduğunu söylemektedir.
Schimmel,
tasavvuf ve suf kelimelerinin birçok anlamı olduğunu, ilk Müslüman zahitlerin
ayırıcı özelliği olan kaba yün giysiye işaret eden ‘yün’ anlamındaki sûf
kelimesinden türetildiğini kabul etmektedir. Bu sözcüğün Yunanca ‘bilge’ anlamına gelen
sophos sözcüğünden türemiş olmasının ise, filolojik açıdan olanaksız olduğunu
belirtmektedir.
Tasavvuf ve
sufi kelimelerinin kökeni ile ilgili bilgi verdikten sonra Schimmel, sufilerin
tasavvufu nasıl anladıkları üzerinde durmaktadır. Ona göre, gelişim döneminde, tasavvufun temel
anlamı, İslam’ın içselleştirilmesi, İslam’ın temel sırrı olan tevhidin, yani
Allah’ın Birliği inancının bireysel olarak deneyimlenmesiydi.
Tasavvufun
İslamîliği veya gayri İslamîliği konusunda araştırmacılar farklı görüşlere
sahiptirler. Tasavvuf ve İslam’ın temel prensipleri arasında herhangi bir
çelişki olmamasına rağmen bazı araştırmacılar tasavvufu Hint mistisizmine, bir
kısmı Hıristiyan ruhbanlığına veya İran kültürüne, diğer bir kısmı da Yeni
Eflatunculuğa dayandırmaya çalışmıştır.52Tasavvufla ilgili çalışma yapan çoğu müsteşrik bu iddialarda
bulunurken, sufiler tasavvufun kaynağının Kur’an ve sünnet olduğunu
söylemektedirler. Schimmel, Batı’da tasavvufa yaklaşımların çeşitli olduğunu,
önde gelen Batılı araştırmacıların tasavvufun kaynağı ile ilgili farklı
görüşler öne sürdüğünü belirtmektedir.
Schimmel’in söylediğine
göre, önceleri Nicholson Yeni Plâtonculuk etkisinden bahsetmiş; fakat daha
sonra ilk züht hareketinin, İslam’daki kökenleriyle rahatça açıklanabileceğini
kavramıştır. Schimmel, sufiliğin ilk biçiminin “İslam’ın kendi ürünü” olduğunu,
tasavvufun kaynağı olarak ileri sürülen diğer din ve felsefelerin ancak dolaylı
etkilerinin olabilecegini kabul etmektedir. Ona göre tasavvufun başlangıcı Hz. Peygamber’e
kadar uzanır, ilhamını ise Kur’an’dan alır. Kur’an, her Müslüman için özellikle
de mutasavvıflar için “tek başvuru kaynağı”, ilimlerinin temel kitabı”
olmuştur. Dünyevî ve uhrevî işlerle ilgili her şeyin Kur’an’da bulunduğunu
söyleyen Schimmel, mutasavvıfların Kur’an ilimlerinin geliştirilmesinde
rollerinin büyük olduğunu belirtmektedir.
Tüm
tasavvufi öğretilerin kaynağının Kur’an olduğunu hatırlatan Schimmel, sufilerin
Kur’an’da kötülüğü emreden nefsten (nef-si emare), Allah’la huzur içinde
bulunan nefse (nefs-i mutmaine) kadar insan ruhunun türlü mertebelerini
bulduklarını, Kur’an’da yer alan Allah’ın doksan dokuz isminin tasavvuf
kuramlarının ibadet hayatında önemli rol oynadığını belirtmektedir. Kur’an,
yalnız Allah ve ahiretten söz etmez. Kur’an, aynı zamanda, toplumun gündelik ve
ahlâki yaşamını da düzenler.
Tasavvufun
başlangıcının Hz. Peygamber’e kadar uzandığını söyleyen Schimmel, Hz.
Muhammed’in tasavvufun manevi zincirinin ilk halkası, mirac olayının ise,
tasavvuf ehli için Allah’ın huzuruna manevi yükselişin ilk örneği olduğunu
belirtmektedir. Sufiler, çeşitli hal ve makamları kendilerine göre yorumlarken,
Hz. Peygamber’e kadar uzanan ya da en azından Hz. Peygamber’e atfedilen
hadislerden yararlanmışlardır. Ona göre İslam’daki dolayısıyla tasavvuftaki her
eğilim hadislerde 57
kendine bir dayanak arayıp
bulmuştur.
Schimmel’e
göre Hz. Peygamberin ashabından bazıları tasavvufun manevi ataları arasında yer
alır. Massignon’un “sosyalist sözcüğü henüz yokken o sosyalistti” diye
bahsettiği Ebu Zer el-Gifari, hiçbir şeyi olmayan, kendini tamamıyla Allah’a
vermiş, Allah’ın tükenmez zenginliklerinde nasiplenen gerçek fakirin ilk örneği
olarak görülür. Selman-ı Farisi manevi evlatlığın ve tasavvufi biatın örneği
olmuş, Arap dünyasını İran geleneğiyle birleştirmiştir. Yemen’de yaşayıp ölen,
ömrü boyunca Hz. Peygamber’i hiç görmediği söylenilen Veysel Karani, sonraki
sufiler için, herhangi bir bağlantı olmaksızın, Peygamber’i tanıyan, ilahi
lutfün kılavuzluğuyla ilham alan sufinin ilk örneği olmuştur. Onun Peygamber’le
olan bu yakın ilişkisi, bir şeyhi görmeden veya vefat eden bir şeyhten istifade
eden üveysi meşrep sufilerin modeli olmuştur.
İman, İslam
ve ihsan kelimelerinin anlamları üzerinde duran Schimmel, tasavvuf kitaplarında
sıkça geçen ve tasavvufun temelini atan Cibrîl hadisine değinmektedir. Ona göre
ihsan kavramının eklenmesiyle, İslam’ın içselleştirilmesi tam olarak gerçekleşir.
Çünkü ihsan, insanın hiçbir zaman gaflete dalmaması ve Allah ile olan
beraberliğini bir an olsun unutmaması demektir.
Schimmel,
tasavvufun kökeni ve kaynağı ile ilgili önyargılarından uzak bir tutum
sergilemektedir. Birçok müsteşrik, tasavvuf ve tasavvufun kaynağı ile ilgili
sadece yabancı etkilerden söz ederken, O, tasavvufun tanımını yaparken
sufilerin görüşlerine önem verip onlar kendilerini nasıl tanıtıyorlarsa o
şekilde tanımlamakta, tasavvufun kaynağının Kur’an ve sünnet olduğunu ifade etmektedir.
İslam
kültüründeki çeşitli ilim dallarının kendine has bir terminolojisi vardır. Her
ilim dalında olduğu gibi tasavvuf disiplininin de kendine ait kavramları
vardır. Genellikle Kur’an’dan
alınan bu kavramlar, tasavvufun hem müntesipleri hem de diğer insanlar
tarafından daha iyi anlaşılmasını sağlamaya, ehil olmayan kimselerden de
tasavvufi sırları gizlemek amacıyla geliştirilmiştir.
Makam,
terim olarak merhale, konak, menzil ve mertebe anlamlarına gelir. Tasavvuf ıstılahında ise, kulun ibadet,
riyazet ve uzlet gibi konularda tekrar etmek suretiyle kazandığı yer, vasıf
haline getirdiği edeb ve ahlaktır.
Hal ise
kelime olarak, durum, şimdiki zaman içinde bulunulan vakit ve an anlamlarına gelir. Hal, Allah’ın bir
ihsanı, bağışı olup ilahi bir mevhibedir. Çalışarak ve gayret sarf ederek elde
edilmeyip, kalbe gelen bir manadır. Kulun kastı ve kazanma isteği olmadan kalbe
gelen neşe-hüzün, şevk-dert, heybet ve heyecan gibi manalardır.
Schimmel’e
göre de makam; insanın belli ölçüde kendi çabasıyla vardığı sonsuz bir
mertebedir. Ameller kategorisine dâhildir, haller ise birer lütuftur. Makamlar
salikin zühdünde ve ahlaki disiplininde erişeceği çeşitli aşamaları tanımlar.
Schimmel, salikten her makamın kendine ait yükümlülüklerini tam olarak yerine
getirmesi gerektiğini belirtmektedir. Yani heybet makamında olan biri hala
tövbe makamındaymış gibi davranmamalıdır. Salik içinde bulunduğu makamın bütün
gereklerini yerine getirmediği sürece o makamı terk edemez. Ona göre, salikin
büründüğü haller, o an bulunduğu makama göre değişir; bu yüzden fakr
makamındaki bir kişinin kabz hali, şevk makamındaki bir kişinin kabz halinden
farklıdır.
Schimmel,
mutasavvıf kuramcıların, bir halin benimsenip bir süre sürdürülüp
sürdürülemeyeceği veya bunun gelip geçici bir deneyim olup olmadığından emin
olmadıklarını, gerek makamların sınıflandırılmasında, gerekse bazen makamlar
bazen haller olarak görülen belirli deneyimlerin tanımlanmasında, farklı
yaklaşımlar içinde olduklarını belirtmektedir. Makamların sırasının bile her
zaman net olmadığını söyleyen Schimmel, tasavvuf kitaplarının birçok makamdan
bahsettiğini, ancak başlıca aşamaların her zaman için tevbe, tevekkül ve fakr
olduğunu ifade etmektedir.
Sözlükte
tevbe, pişmanlık, nedamet, dönme anlamlarına gelir. Tasavvufta ise tevbe; kalpteki ısrar düğümünü
çözüp Hakk’a dönmek ve Rabb’ın hukukunu gözetmektir.
Mutasavvıflar
farklı açılardan tevbeyi kısımlara ayırmışlardır. İnsanların içinde
70 bulundukları manevi
derecelere göre tevbe üçe ayrılır:
Halkın
tevbesi: Günahlardan tevbe etmektir.
Seçkinlerin
tevbesi: Gaflet içinde geçen zamandan tövbe etmektir.
Seçkinlerin
en üstünlerinin tevbesi: iyilikleri bir an terk etmekten dolayı yapılan
tevbedir.
Bazı
mutasavvıflar, tevbeyi Kur’an’dan alınan tabirlerle üç kısımda incelemiştir.
Tevbe: Allah’ın
azabından korkarak günahı terk etmektir. Birinci basamaktır.
“Ey iman
edenler! Allah’a içtenlikle tevbe edin.”
İnabe: Tevbe
ile başlayan nefs ile birlikte sırrın da terbiye edilmesidir.
“Azap size
gelmeden önce Rabbinize dönün ve O’na teslim olun. Sonra size yardım edilmez.”
Evbe: Tevbenin
en ileri derecesi olup, hakkın rızasını kazanmak ve sadece Ona yönelmektir.
“Ey
Muhammed! Onların söylediklerine karşı sabret. Güçlü kulumuz Dâvûd’u hatırla.
O, Allah’a çok yönelen bir kimse idi.”
Mürid tevbe
edip dünyayı terk edince, eski günahları hatırlayıp hatırlamamasının gerekip
gerekmediği sorununun ortaya çıktığını belirten Schimmel, bu konuda
mutasavvıfların düşüncelerine yer vermektedir : Sehl Tüsteri tevbe
ettikten sonra bile günahların asla unutulmaması gerektiğini savunur. Çağdaşı
Cüneyd ise; gerçek tevbeyi günahların unutulması olarak tanımlamıştır.
Manevi
yoldaki ilk makam ya da başlangıç noktasının tevbe olduğunu belirten Schimmel,
tevbeyi günahlardan uzak durmak, her türlü dünyevî kaygıdan vazgeçmek 78
diye tanımlamaktadır.
İslam
tarihinde Allah ile kul arasındaki ilişkinin göstergelerinden biri olan tevbe,
mutasavvıflar tarafından tasavvufi düşüncenin temeli kabul edilir. Bu sebeple
tevbe günahları siler ve örter.
Sözlükte
güvenme, bel bağlama, vekil tayin etme, terk etme, bırakma ve teslim etme
anlamlarına gelir. Tasavvufta ise gerekli tüm çabayı sarf ederek her türlü
tedbiri aldıktan sonra işi tam bir inançla Allah’a havale etmedir. Allah
katında olan şeylere güvenip, halkın sahip olduklarına göz dikmeme de tevekkül
olarak isimlendirilir.
Tevekkül
kalble ilgili bir hal olduğu için, bedenle çalışıp kazanma tevekküle zıt ve
engel değildir. Bu, bedenle kulluğun gereklerini yapmak, kalble Allah’a
bağlanmak ve yetecek kadar şeylerle yetinmek şeklinde ifade edilir.
En önemli
makamlardan biri olan olan tevekkülü Schimmel, Allah’a tam güven ve kendini
O’na teslim etmek şeklinde açıklamıştır. Ona göre tevekkülün tanımlanması,
kılasik sufi düşüncesinin kavranması açısından merkezi bir önem taşımaktadır.
Çok geçmeden tevekkülün, mü’minin bir sıfatı mı yoksa tam imanın bir sonucu mu
sorununun ortaya çıktığını belirten Schimmel, mutasavvıfların tanımlarından
yola çıkarak gerçek tevhidin tevekkülü gerektirdiğini söylemektedir. Mutlak
olan Allah tek faildir; dolayısıyla insan tamamıyla O’na güvenmelidir. Yani
ilahi kudret her şeyi kucakladığı için insanın Allah’ın kudretine tam olarak
güvenmesi gerekir.
Schimmel’in
de belirttiği gibi, içselleştirilmesi anlamında tevekkül, tevhidi
gerçekleştirmek demektir. Çünkü yaratılmış bir varlığa güvenmek ya da ondan
korkmak şirk-i hafi ‘gizli şirk’ olur. Ona göre tevekkülün bu yönü sufi
psikolojisinin temel gerçeklerinden biridir. Her duygu ve düşünce, ikincil bir neden
olmadan ihlâsla Allah’a yöneltilir yöneltilmez, artık ne insanlar, ne de
hayvanlar mutasavvıfa kötülük yapamaz. Böylece tevekkül tam bir iç huzuru
doğurur.
Schimmel’e
göre, abartılmış bir tevekkül insanı tam bir edilgenlik içine sokabilir.
Tasavvuf kitaplarında ilk dönem sufilerin tevekkül anlayışlarını yansıtan
birçok menkıbe vardır. Bunlardan bir tanesi Dicleye düşen bir dervişin
hikâyesidir. Dervişe “Kurtulmak istiyor musun?” diye sormuşlar “Hayır” demiş;
“ölmek mi istiyorsun?” demişler yine “Hayır” demiş. Bu hikâyeyi anlatan
Schimmel dervişin kurtulma isteğinde olmamasının nedeninin, onun tevekkül
anlayışından kaynaklandığını belirtmektedir.
Schimmel,
tevekkülün aşırı yorumlanmasının kuralcı Sünniler ve ılımlı sufiler tarafından
kabul edilmediğini, bu abartmaların, önde gelen sufiler tarafından
eleştirildiğini ve bu tutumun sünnetin ihlâli sayıldığını belirtmektedir. Hz.
Muhammed’in, bedevinin birine “önce deveni bağla, sonra tevekkül et” dediğini
hatırlatan Schimmel, zamanla tevekkülün dışsal eylem olmaktan çok manevi bir
tutum olarak kabul edilmeye başlandığını söylemektedir. Ona göre herkes ilk
zahitlerin desteklediği gibi yaşamış olsaydı, İslam imparatorluğunun bütün
ekonomik ve toplumsal yapısı çökerdi. Ancak tasavvuf yolunda temel bir makam ve
manevi bir güç, ilahi hikmete ve kudrete sarsılmaz bir güven olan tevekkül,
bugün bile Müslüman
85
dindarlığının önemli bir
unsurudur.
Kelime
olarak yoksulluk, ihtiyaç duyulan şeyin yokluğu anlamına gelen fakr, tasavvufta
kulun kendinde bir varlık görememesi, her şeyi Hakk’a irca etmesi, şahsının,
amelinin, halinin ve makamının Allah’ın lütfu olduğunu kabul etmesidir.
İlk dönem
zahidleri dünyayı kötüleyip fakrı zenginliğe tercih ederken bu konuda fakir
sahabileri ve özellikle de ashab-ı suffeyi kendilerine örnek almışlardır.
Tasavvufi
hayatın temel tutumunu fakr olduğunu söyleyen Schimmel, Batı’da mutasavvıfların
isimlerinin fakir ve derviş olarak bilindiğini belirtmektedir. Hz. Peygamber’in
“Fakirlik övüncümdür” hadisini hatırlatan Schimmel, fakirliğin Hz. Peygamber’in
sıfatlarından biri olduğunu ifade etmektedir.
Schimmel’in
de belirttiği gibi sufiler zahiri fakirliği tasavvuf yolunun başlangıcında
gerekli bir makam olarak görmüşler, çoğu kere de hayatları boyunca bunu
korumaya çalışmışlardır. Ona göre manevi anlamdaki fakirlik, servet arzusunun
olmayışıdır. Bu, öteki dünya nimetlerine kavuşma isteğinin yokluğunu da içerir.
İnsanın ne bu dünya da ne de öbür dünyada kendi için bir dileği yoksa o kişiye
gerçek fakir denir. Çünkü bir şeye sahip olmak, o şey tarafından sahip olunmak
demektir.
Schimmel,
“Her iki dünyada da fakirlik yüz karasıdır” hadisini zikrederek, yukarıda geçen
“fakirlik övüncümdür” hadisiyle nasıl bağdaştırılacağının sufiler arasında
problem teşkil ettiğini belirtmektedir.
Buradaki problem fakir
kelimesinin sufiler tarafından yanlış anlaşılmasından kaynaklanmaktadır.
Fakirliği iki türlü anlamak gerekir:
Suret
fakirliği: Maddi anlamdaki fakirliktir.
Manevi
fakirlik: Beşeri sıfatlardan sıyrılıp, kendini bir şeye malik görmemektir.
Böyle insanlar sahipsiz mal ve mülke sahip olsalar da, ona gönül bağlamazlar, o
mal ve mülkün sahibini düşünüp kendilerini fakir sayarlar.91Hz. Peygamber’in “fakirlik
övüncümdür” hadisi manevi fakirlik anlamındadır. Schimmel’in değindiği “Her iki
dünyada da fakirlik yüz karasıdır” hadisinden kasıt maddi anlamdaki
fakirliktir.
Sözlükte
birini bir şeyden alıkoymak, hapsetmek, tutmak, dayanmak anlamlarına gelen
sabır, nefsi, musibet anında akıl ve şeriatın gerktirdiği ölçüler içerisinde
hapsetmektir. Başına gelen elem ve belalara şikâyeti, sızlanmayı sadece Allah
için terk etmeye sabır dendiği gibi, Allah’a ibadette devamlı olmaya, isyandan
ve nefse haz veren şeylerden kaçınmaya da sabır denir.
İnsana has
ve nefs mücahedesinin en önemli şartı olan sabır, insanın musibetle
karşılaştığı ilk anda olur. Bu sebeple belayı rıza ile karşılamak olarak
değerlendirilir. Mutasavvıflar bela ve musibetlerin Allah’tan
geldiğini kabul ettikleri için, başkalarına sızlanmanın bir nevi Allah’ı
mahlûkata şikâyet olduğu kanaatindedirler.
Muhasibi’nin
“Sabır, ilahi buyrukların okları karşısında kıpırdamadan durmaktır” sözünü
hatırlatan Schimmel, tam sabrın Allah’tan gelen her şeyi, bu kaderin en sert
darbesi bile olsa kabul etmek olduğunu belirtmektedir. sufilerin sabrı üç kısma
ayırdıklarını hatırlatan Schimmel, sabırlı olmaya çalışanlara mütesabbır,
belalara katlananlara sabir, her koşul altında sabredenlere sabur denildiğini
ifade etmektedir. Ona göre, salikin önünde uçsuz bucaksız çölleri geçmek ve
kendisiyle ilahi maşuku arasında taş yürekli sineler gibi yükselen dağları
aşmak için sabır gerekir.
Sabırla birlikte anılan başka bir makam da şükürdür. Kelime olarak
şükür, teşekkür, nimeti dile getirme, yapılan iyiliği övme anlamlarına gelir. Şükür nimeti vereni düşünüp nimetini ikrar ve
itiraf ile bu ihsanından dolayı Allah’a hamd etmek ve o nimeti O’nun gösterdiği
isikamette kullanmaktır. Şükür, dil, kalp ve bedenle olur. Dille şükür, nimet
sahibini itiraf ile hamd; kalb ile şükür, nimeti verenin Allah olduğunu bilmek;
beden ile şükür, bedeni Allah’ın yasaklarından korumak ve buyruklarına . . 97
uymaktır.
Schimmel,
şükrün üç dereceye ayrıldığını belirtmektedir: Allah’ın verdiği nimete şükür,
vermediği nimete şükür, şükredebilmeye şükür. Ona göre, sıradan bir kişinin bir
nimeti aldığında şükrettiği zaman takdire şayan görülmesine karşın, sufi dileği
gerçekleşmediğinde veya umudu kırıldığında da şükretmelidir.
Schimmel,
en yüksek düzeydeki sufilerin şükredebilmeyi insani bir eylem değil, ilahi bir
nimet olarak kavradıklarını belirtmektedir. Ona göre en derin anlamıyla şükür,
Allah’ın hikmetine ilişkin bir sezgidir. Allah’a şükretme, insana, belayla
örtülmüş nimetleri gönül gözüyle görmeyi öğretir.
Schimmel,
sabır ve şükür kavramlarının tanımlarını verdikten sonra sufiler arasında
ortaya çıkan “sabır mı yoksa şükür mü daha üstün” tartışmalarına değinmektedir.
Ona göre sabır, manevi yol üzerindeki önemli bir kilometre taşıdır; ama şükür
makamına ulaşmış bir kişi zaten ilahi lütufla takdis edilmiştir. O, şükrün
sabırdan daha üstün olduğu kabul etmektedir.100
Sözlükte,
öfke ve gadabın zıddı olup, hoşnut ve memnun olma, sızlanmama, yakınmama
anlamlarına gelir. Tasavvufta ise rıza, ilahi hükmün, kaderin tecellilerinin
akışı altında kalbin sükûn halinde bulunmasıdır.101
Horasanlı
sufiler tarafından makam olarak nitelendirilen rıza, kulun çalışarak elde
ettiği şeyler cinsinden olup tevekkülün en son merhalesidir. Iraklı sufilere
göre rıza hal sayılmıştır.102Kur’an’da rıza makamı övülmüştür:
“Allah
onlardan razı olmuş, onlar da Allah’dan razı olmuşlardır. İşte bu büyük
başarıdır.”103
“Allah’ın
rızası ise, bunların hepsinden daha büyüktür.”104
Schimmel,
rıza ile şükrün birbiriyle ilişkili olduğunu belirtmektedir. Ona göre rıza,
hayatın tüm acı yanlarına sabırla katlanıp ıstırap çekmek değil, fakir ve bela
içinde mutlu olmaktır. Schimmel’e göre tam rıza halindeki mutasavvıf, Allah’ın
onun teslimiyetini ve hoşnutluğunu kabul edip etmediğini düşünmemelidir. Kahır
olsun lütuf olsun, her ilahi buyruğu itidal ve neşeyle karşılamalıdır.105
Havf korku,
recâ ise ümid demektir.106 Havf, gelecekte meydana gelmesi beklenen,
hoşa gitmeyen bir şey ve olaydan korkarak, kalbin yanması ve rahatsız
olmasıdır. Gelecekte meydana gelmesi beklenen şey; hoşa giden ve arzulanan
bir şeyse ona recâ denir. İnsanın Allah’ın azabına veya gazabına
maruz kalabileceğini düşünmesi havfa, lütfuna ve nimetine nail olabileceğini
düşünmesi recâya sebep olur.
Schimmel,
havf ve recânın makam mı yoksa hal mi olduğu konusunda mutasavvıfların farklı
görüşlere sahip olduklarını belirtmektedir. Ona göre psikolojik açıdan bunları
makam olarak sınıflandırmak gerekir; çünkü başlangıç aşamasında ve hatta daha
sonraki düzeylerinde tasavvufi hayatın asli ve eskiden beri süregelen yönlerine
aittirler. Korku duymanın her dindar Müslüman için kaçınılmaz olduğunu söyleyen
Schimmel, Kur’an’da sık sık Allah ya da kıyamet günü korkusundan söz
edildiğini; O’nda en sofu Müslümanın bile kalbini korkudan titretecek
uyarıların olduğunu hatırlatmaktadır. Ona göre umut zorunludur. Umut olmadan
hayatı yaşamak imkânsızdır.
Schimmel’e
göre, kâmil mutasavvıflar korkuyu iyi tanımış, hatta korkmaktan dolayı gurur
duymuş olsalar bile, zamanla umut korkudan daha güçlü bir hale gelmiştir. Ona
göre sufiler Allah’ın yargılamasından veya azabından korkmuyorlardı. Onların
korkusu Allah’ın mekrinden (sınamasından) duyulan korkuydu. Tam mutluluk
içindeki mutasavvıf bir kez daha dünyevi düşüncelere, gurura ve ikiyüzlülüğe
düşüp düşmeyeceği, yüce hedefinden uzaklaşıp uzaklaşmayacağı konusunda onu
sınayan Allah’ın, bu yüce hali bir sınama olarak kullanıp kullanmayacağından
hiçbir zaman emin olamaz. Buna rağmen Allah’ın iyilik düşündüğü, yani Allah’ın
günahkârı bağışlayacağı konusundaki sözüne güven duyma düşüncesi, tasavvufi yaşamda
çok daha güçlü olmuştur. “Allah’ın lütfu gazabından önce gelir” hadisini
hatırlatan Schimmel, sufilerin bütün ibadet hayatının bu inançtan geldiğini
belirtmektedir.
Sözlükte
muhabbet (mahabbet) kelimesinin hub(hubb) kökünden isim olduğu belirtilmekte,
hub ise kısaca “buğzun” zıddı olarak tanımlanmaktadır. Hubb, saf sevgi ve muhabbettir. Muhabbet de bu
halis sevginin ismidir. Sevginin coşkulu şekli ise aşk kelimesiyle
ifade edilmektedir. Ariflerin
en yüce makamlarından birisi olan muhabbet, Allah Teala’nın ihsanı ile
müminlerin sıfatı olmuştur. Kur’an-ı Kerim’de muhabbet bir ayette hub ise dokuz ayette geçmekte, yetmiş iki
yerde aynı kökten isim ve fiiller yer almaktadır. Bu ayetlerde sevginin hem
Allah’a hem insana nisbet edildiği görülür. Maide suresi 54. ayette “Ey iman
edenler! Sizden kim dininden dönerse, (bilin ki) Allah onların yerine öyle bir
topluluk getirir ki, Allah onları sever, onlar da Allah’ı severler.” ifadesi
Allah’la kullar arasındaki karşılıklı sevgiyi vurgulamaktadır.
Schimmel,
tasavvufun başlangıç dönemindeki aşk sorununun fikir ayrılıklarının yaşandığı
temel bir nokta olduğunu belirtmektedir. Ona göre, sunnilik muhabbeti yalnızca
itaat olarak görüyordu. Aşkın çok karmaşık olduğunu söyleyen Schimmel,
mutasavvıfların onu sınıflandırmak için farklı terimler kullanıp farklı
dereceler oluşturduğunu; fakat hubb, muhabbet, vüdd ve meveddet için yapılan
tanımların açık 1.1*117
olmadığını
iddia etmektedir.
Schimmel’e
göre tasavvufî hallerin çoğunda olduğu gibi kimileri, az ya da çok akli
delillerle halktan Hakk’a doğru yükselerek aşka ulaşırken, kimileri de Hakk’ı 118 müşahade içinde yitip
giderler.
İlahi
maşuka yaklaşmanın yegâne yolunun sürekli arınma ve Allah’ın sıfatıyla
sıfatlanmak olduğunu hatırlatan Schimmel, İlahi aşka ulaşan âşığın,
takınması gereken tutumundan bahsetmektedir: Maşuk istiyorsa, acı ve ölümün
memnuniyetle karşılanması gerekir. Ona göre gerçek âşığın davranışı bu
olmalıdır. Çünkü ölüm, kişisel niteliklerin yok olması, ezeli maşuk ile zamanın
içinde yaratılan âşık arasındaki perdenin kaldırılması demektir.
“Ölmeden
önce ölünüz” hadisine değinen Schimmel, bu hadisin, sufilere, aşağılık
nitelikleri yok etmenin derin anlamı üzerinde uzun uzadıya düşünmelerini ve
manevi dirilişin bu hayatta gerçekleştirmeleri imkânını verdiğini
söylemektedir. Ölümü, maşuka uzanan bir köprü olarak kabul etmeyi öğrenen âşık,
“ruhunu gül gibi gülümseyerek vermelidir”. Ona göre Hallac’ın idama
götürülürken, zincire vurulmuş bir 121 halde oynaya zıplaya gitmesinin nedeni budur.
Schimmel,
Allah ile kul arasındaki ilişki için aşk sözcüğü ilk kez kullanılınca sufilerin
çoğunun buna itiraz ettiğini belirtmektedir. Çünkü onlara göre kelimenin kökü,
coşkulu, tutkulu şevk kavramını ima ettiği için, kendi kendine yeten Allah
böyle bir niteliğe sahip olamaz. İnsanoğlunun da Rabbe bu tür duygularla
yaklaşması hoş görülemez.
Schimmel’e
göre aşk, insanoğlunun en hakikî niteliğidir. Allah Âdem’i aşk ile yaratmıştır.
Âdem kendinde ilahî sureti taşır ve diğer yaratılmış hiçbir varlık, aşk 123
yolunda
onun peşinden gidemez.
Schimmel,
sufilere göre gerçek aşkın, aşağılık duyguları eğitmenin şeriata uygun tek yol
olduğunu belirtmektedir. Ona göre zahitliğin kuralları tek başına tamamen
olumsuzdur. Bunların aşkla uygulanması gerekir. Ancak bu yöntemle nefs yani
şeytan dönüşüme uğratılabilir. ’Aşkla tevhit’ denilebilecek bu aşamaya ulaşan
insan, Allah’ın tecellilerini gönül gözüyle görüp anlar. Allah’ın iradesinin
aşkla kabulü, daha yüksek 124 bir
birlik içinde özgür irade ve kader muammasını çözüme kavuşturabilecektir.
Sufilerin
kullandıkları terimler arasında fena ve beka kavramları da yer almaktadır.
Sözlükte fena, ölme, yok olma, yokluk, hiçlik anlamlarına gelir. Beka
ise fenanın zıddı olup, devamlılık, hayatlılık, ebedilik anlamlarına gelir.
Fena kötü vasıfların gitmesi, beka ise, iyi vasıfların yerleşmesidir.
Tasavvuf
terminolojisinde bir müridin mürşid gözetiminde tasavvufi eğitimini
128 tamamlamasından sonra
ulaştığı noktaya fena ve beka adı verilmiştir.
Schimmel,
fenanın gerçek anlamının, tasavvuf konusundaki çalışmalarda tartışmalı
konulardan biri olduğunu belirtmektedir. Ona göre bazı bilginlerin, fenayı
Hinduizm ya da Budizmdeki nirvana kavramıyla eşanlamlı tutmaları doğru
değildir. Çünkü bu, acılarla dolu varoluş döngüsünden kurtulma deneyimi
değildir. İslam’da karma düşüncesi yoktur, bireysel ruhun olduğuna inanılır.
Schimmel’e
göre, fena ve beka kavramlarının en iyi yorumunu yapan Japon bilgin Toshihiko
İzutsu’dur. İzutsu’ya göre fena, “Ben bilincinin tümüyle iptal edilmesi, geriye
sadece nesne-özne ikileşmesi öncesindeki mutlak uyanıklık olan saf ve mutlak
hakikatin birliğinin kalmasıdır; bu, sufilerin cem’ yani toplama, birleştirme
dedikleri bir durumdur. Sufi yalnızca Allah’ın varolduğu, başka hiçbir şeyin
olmadığı ana dönme deneyimini yaşar.”
Schimmel,
fena sözcüğünün ittihat (birlik) sözcüğüyle karıştırılmaması gerektiğini
belirtmektedir. Çünkü ittihat iki bağımsız varlığın varoluşunu gerektirir ve
insanın bedenine ilahinin girmesi anlamına gelen hulül olarak kabul edildiği
için zındıklık sayılmıştır. Sünni Müslümanlar yalnız Hıristiyanları değil, aynı
zamanda Hallac-ı ve aşk tasavvufunu savunanları da hulül anlayışını kabul
etmekle 131 suçlamışlardır.
Ona göre fena, mutasavvıfın ilahi varlıkta yok olmasıdır.
Fenanın en
son noktasında bazı sufiler “şathiye” denilen tartışmalı sözler söylerler.
Hallac’ın “ene-l Hakk” ve Bayezid’in “kendimi tenzih ederim, şanım ne yüce”
sözlerine değinen Schimmel, bu sözlerin, tasavvufi deneyimin derinliklerine bir
an için de olsa bakmaya olanak sağladığını, bunların hiçbir zaman insanî
sözlerle tam olarak ifade edilmediğini belirtmektedir.
Dua
kelimesi çağırmak, seslenmek, yardım talep etmek, isteme, yakarış, yalvarış,
halini arzetme manasındaki da’vet ve da’va kelimeleri gibi masdar
olup, “küçükten büyüğe, aşağıdan yukarıya vaki olan talep ve niyaz” anlamında
isim olarak da kullanılır. Allah’ın yüceliği karşısında kulun aczini itiraf
etmesini, sevgi ve ta’zim duyguları içinde lutüf ve yardımını dilemesini ifade
eder.
Mutasavvıflara
göre, en iyi ve kabul edilme ihtimali en fazla olan dua, insanın sıkıntılı
durumda ve ihtiyaç halinde içinden geldiği gibi ve dilediği ifade tarzıyla dua 135
etmesidir.
Schimmel,
Allah’la yoğun olarak sohbet etme şevkinin kısmen de olsa dua ederek tatmin
edildiğini belirtmektedir. Ona göre dua ve niyaz, insanın en eski,
en ibtidaî dini duyuşlarının başlamasından, en yüksek peygamber ve mistiklerin
ruhani mertebelerine ulaşıncaya kadar hiçbir mekân, hiçbir zaman tanımadan
başvurduğu bir ümit kaynağıdır. Dua, Allah’la kul arasında samimi
bir sohbet, hemen yanıtlanmasa da yaralı bir yüreği teselli eden sevgi dolu bir
söyleşi, yani müracaat olarak görülebilir.
Schimmel’e
göre, duanın şekilleri bütün dinlerde birbirine benzemektedir. Dünyadaki bütün
insanlar, aynı sebeplerden dolayı Allah’a teveccüh etmişler; dünyevî dertler,
uhrevî saadet düşünceleri, bütün bu insanları dua ve niyaz etmeye sevketmiş ve
bu şekilde aynı istikamete yönelenler de münacat için hemen hemen aynı
kelimeleri 139 kullanmışlardır.
Schimmel’e
göre, katı mutasavvıflar diğer dinlerde olduğu gibi İslam’da da dua etmenin
caiz olup olmadğı konusunda biraz şüpheci davranmışlardır. Onlara göre ne dua
ederek Allah’a ulaşılabilir ne de dua etmeyerek Allah’tan uzaklaşılabilir.
Onlar bela içinde sessizce sabretmenin, dua etmekten daha uygun olacağını
düşünüyorlardı. Buna rağmen birçok mutasavvıfın, duanın gerekliliğine ve
önemine olan inancının tam olduğunu söyleyen Schimmel, çünkü Allah’ın Kur’an’da
şöyle buyurduğunu belirtmektedir: “Bana dua edin, duanıza cevap vereyim.” Schimmel
dua- kader ilişkisi üzerinde de durup, duanın kaderle bagdaşmazlğı problemine
Gazzali’nin “ Kader, duayla kötülüğü engelleme imkânını içerir, tıpkı kalkanın
okları engellemesi gibi birbirilerine karşı çalışırlar” sözüyle açıklık
getirmektedir.
Schimmel,
birçok duanın kabul edilmeyişi problemine değinmektedir: Bu konuda Kuşeyri ve
başka yazarlar, Allah’ın tıpkı bizim kafesteki kuşların sesini dinlemekten zevk
almamız gibi, kendisine yalvaran insanların seslerini dinlemekten hoşlandığını
dile getiren bir hadis rivayet ederler. Bu, Allah’ın kendisine
yakaran insanların dileklerini derhal yerine getirmeyip, tatlı seslerinden
biraz daha zevk almak için onları sıkıntıda tutmasının nedenidir. Ona göre bu,
yüksek ilahiyatçı akıl yürütmeye uymayan, kesinlikle son derece insanbiçimci
bir açıklamadır.
Schimmel’e
göre duanın gerçek değeri, dua eylemiyle teselli bulmaktır, böylece insan
iradesi ilahi iradeye uygun hale gelir. Onun da belirttiği gibi her zaman kabul
edilecek bir dua başkaları için yapılan duadır. Gerçek tasavvufi bir
duanın içinde tevekkül, muhabbet ve şevk olmalıdır. Schimmel
tasavvufi duanın özünün ne soru sormak, ne de rica etmek olduğunu, onun özünün
sonsuz övgü ve ibadet olduğunu belirtmektedir. Niyazın tesiri için
yegâne şart, doğru niyettir ve temiz manadır. İhlâs ile yapılan, fakat kelime
bakımından fakir olan bir dua, yalnız ah... ile yapılsa bile riya ile yapılan
uzun ve parlak dualardan daha makbuldür.
Dua
sırasında ellerin duruşuna dikkat çeken Schimmel, rahmetin akışını çekmek için
avuçların gökyüzünü gösterir biçimde yukarıya doğru açıldığını veya daha basit
bir yorumla, Allah’ın yalvaran bir kulunun açık ellerine bir şey koymamaktan
üzüntü duyacağının düşünüldüğünü belirtmektedir.
Kelime
olarak zikir, anmak, hatırlamak, yâd etmek, unutmamak anlamlarına gelir. Tasavvuf
terminolojisinde zikir, Allah’ı anmak, hatırdan çıkarmamak ve unutmamak
şeklinde ifade edilir. Zikir tasavvuf ve tarikat ehli kişilerin belli kelime ve
ibareleri çeşitli miktar ve yerlerde edepli bir şekilde ferdi ya da toplu
olarak söylemeleridir. Zikrin hakikati, zikreden kişinin kendisinden geçip,
Allah’ın dışında her şeyi unutmasıdır. “Beni anın Ben de sizi anayım” ayet-i
kerimesinin ifade ettiği gibi, zikir, Allah’la kul arasında müşterek bir
eylemdir.
Zikir dilin
ve kalbin zikri olmak üzere ikiye ayrılır. Kişinin sürekli diliyle Allah’ı anması dilin
zikridir. Kalbin zikri ise, sevilenin hakikatinin kalbde tasavvuru ve bu
düşüncede yoğunlaşmasıdır. Zikir, bir diğer sınıflandırmaya göre ise hafi ve
cehri kısımlarına ayrılır. Hafi zikir, zikredenin sadece kendisinin
işitebileceği alçak bir sesle yaptığı zikirdir. Cehri zikir ise; yüksek sesle
veya çevrede bulunanların işitebileceği bir şekilde sesli olarak yapılan
zikirdir.
Schimmel’e
göre sufinin kendine özgü ibadeti zikirdir yani Allah’ın hatırlanması veya
anılmasıdır. Zikir Allah’a giden yolun en güçlü hatta en önemli direğidir.
Çünkü hiç kimse sürekli O’nu anmadan Allah’a ulaşamaz. Ona göre yoğun
zikir, manevi yoldaki ilerleyişi kolaylaştıracak olan manevi yoldaki enerjiyi
serbest bırakmaktadır. İlk biçimiyle zikrin çekici yanı, her yerde ve her zaman
yapılabilmesidir; ne belirli bir namaz vaktiyle ne de ibadet açısından uygun
bir yerle sınırlıdır. Allah yarattığı dünyanın her yerinde anılabilir.
Schimmel’in de belirttiği gibi zikir aşk yolundaki ilk adımdır; çünkü kişi
birisini severse, onun adını sık sık anmaktan, sürekli onu hatırlamaktan
hoşlanır. Bu yüzden, içinde Allah sevgisinin ekilmiş olduğu kalp, sürekli
zikrin meskeni olacaktır.
Telkin-i
zikrin, yani zikir sözcüklerinin öğretilmesinin, sülukun en önemli yanlarında
biri olduğunu ve bunun daha sonra karmaşık bir sanat olarak geliştirildiğini
iddia eden Schimmel, yalnızca manevi bir yol gösterici tarafından uygun bir
şekilde telkin edilen ve sürekli olarak onun denetiminde sürdürülen bir zikrin
etkili olabildiğini belirtmektedir. Zikir yaşayan bir üstattan öğrenilmemişse
saliklerin esrarengiz kılavuzu Hızır’dan öğrenilebilir.
Schimmel’e
göre zikir, mutasavvıfın tüm varlığına nüfuz etmelidir. Öyleki sürekli zikir
halindeyken, başka hiçbir şeyi aklına getirmez. Zikir daima kalp aynasını terbiye etmenin bir
aracı olarak kabul edilmiştir; bu kalp kolaylıkla dünyevî kaygıların ve
düşüncelerin tozuyla örtüleblir; hâlbuki sürekli zikir bu tozu ortadan kaldırır
ve kalbi temizler, böylece kalb İlahi ışığı idrak edebilir ve İlahi güzelliği
yansıtabilir. Zikrin nedeni
ve sonucu olan Allah’a tam güven ve onu kayıtsız şartsız sevme, mutasavvıfı bu
dünyadan bağımsızlaştırır, hatta onu dünyanın hükümdarı yapar.
Schimmel’in
de değindiği gibi sufiler, zikrin anlamı üzerinde çok eskiden beri düşünmeye
başlamışlardır. Sufiler zikrin üstün niteliklerini manevi alıştırmalar olarak
görmüş ve Allah’a götüren yolda ilerlemeye çalışanlara özgü bir ibadet biçimi
olarak benimsemişlerdir. Ona göre zikir, ezeli misaka kadar uzanır. İnsan
kendisini gerçekten insan yapan ezeli sözlere, zikriyle cevap verir.
Zikrin
çeşitleri üzerinde duran Schimmel, genellikle kalp ile zikrin dil ile yapılan
zikirden daha üstün kabul edildiğini; fakat dil ile zikrin hakiki zikre giden
yol sayıldığını belirtmektedir.
Sema
sözlükte dinleme, işitme ve kulak verme demektir. Tasavvufta ise ilahi ve dini
muskiyi dinleme, dinlenen ilahinin ve musikinin tesiriyle coşup dönme, raksetme
anlamlarına gelmektedir. Genel anlamda sema Hakk’tan gelen ve insanları Hakk’a
çağıran bir mesaj olup iyi niyetle dinleyenleri hedefine ulaştırır.
Sema ilk
dönemlerde Kur’an ve ilahi dinlemek ve bunun sonucunda da vecd haline ulaşmak
şeklinde anlaşılmıştır. Sahabe, tabiun ve sufiler içinde Kur’an
okunurken kendinden geçen, ağlayan ve bayılan kimseler olmuştur. Bunlar okunan
Kur’an ve ilahiyi kalp huzuruyla tefekkür ederek dinlemiş, ayetlerdeki
incelikleri düşünmüşler ve onun tesiriyle vecde gelip titremeye başlayıp
baygınlık geçirmişlerdir.
Schimmel
sema sorununun, mezhepler arasındaki ayrılıkların en büyük nedeni olduğunu
belirtmektedir. Musiki dinlemenin ve sema etmenin, tasavvufi hallerin gerçek
ifadesi mi olduğu yoksa ancak Allah tarafından bahşedilebilecek bir hali,
insanın kendi çabasıyla caiz olmayan bir şekilde elde etme çabası mı olduğu
gibi karmaşık sorunların varlığına dikkat çeken Schimmel, semanın İslam’daki
tasavvufi hayatın en yaygın olarak bilinen ifadesi olduğunu söylemektedir. Schimmel’in
de belirttiği gibi sema, İslam dünyasında çok eskiden beri uygulanmışsa da
Mevlevî tarikatı bu dönüş hareketlerinin kurumlaştırıldığı tek tarikattır.
Schimmel’e
göre, dans ve dönüş en eski dinsel etkinliklerin tümünde vardır. Dans “mutlak
oyundur” ve Greklerde tanrıların hareketi olarak düşünülmüştür. İlkel
toplumlarda dans büyüsel bir niteliğe sahipti, yağmur yağdırmak ya da zafer
kazanmak için yapılan ayinler genellikle dansla bağlantılıydı. Hıristiyan
kilise babaları, dansın vecd haline yol açtığını anlamışlar ve kesin olarak
yasaklamışlardır.
Semanın
dinlerdeki yerine değindikten sonra Schimmel, kaynağının muhtemelen, o anki
zihinsel durumlarına uyan güzel bir sesin veya tesadüfî bir sözcüğün cazibesine
kapılıp manevi bir yükselme yaşayan mutasavvıflar olduğunu belirtmektedir.
Sufilerin musiki dinleyip vecd haline daldıkları semahanelerin, dokuzuncu
yüzyılın ikinci yarısı gibi erken bir tarihte Bağdat’ta açıldığını hatırlatan
Schimmel, ehl-i sünnetin buralarda olanlar karşısında utanç duyup öfkelendiklerini
çünkü sema sırasında çoğu kez meydana gelen giysilerin yırtılmasının onları
rahatsız ettiğini söylemektedir.
Schimmel’in
de belirttiği gibi kâmil kişiye göre, her ses ilahi bir müziktir; gerçek sufi,
her sesin ona maşukundan sevindirici haberler getirdiğini ve her kelimenin
Allah’ın ifşası olduğunu hisseder. Allah’a yaklaşımı sırasında
nefsin hareketlerinin kimi zaman ilahi bir raks olarak betimlendiğini söyleyen
Schimmel, bu coşkulu raksın, Mevlana’nın şiirinde en güzel ifadesini bulduğunu
belirtmektedir.
Schimmel’e
göre bedenin zincirleri coşkulu bir raksla kırıldı mı bir kez, nefs özgürlüğüne
kavuşur ve yaratılan her şeyin bu raksa katıldığını idrak eder. Aşkın bahar
esintisi ağacı okşayınca, dallar, çiçek tomurcukları ve yıldızlar, her şeyi
kuşatan sırrî hareketle dönmeye başlarlar. Sema, bu dünyada ölmek ve ne doğan
ne de batan bir 171 güneşin
etrafında dönen özgür ruhların sonsuz raksında yeniden dirilmek demektir.
Schimmel,
çok eskiden beri, Allah’ın elçisi Hz. Muhammed’in, mü’minlerin ideali olduğunu,
sözlerinin, hal ve hareketlerinin, dindarlara örnek teşkil ettiğini, giyim-
kuşamı, sakal şekli, abdest adabı, hatta tercih ettiği yiyecekler gibi yaşamın
dışsal özelliklerinin en ince ayrıntısına varıncaya kadar mü’minlerin O’na
benzemeye 172 çalıştıklarını
belirtmektedir.
Schimmel’e
göre pek çok efsanevi bilginin girişiyle, Hz. Peygamber salla'llâhü aleyhi ve
sellemin hayat hikâyesine yeni bir boyut eklenmiştir. Hz. Peygamber tek
mucizesinin Kur’an’ın sözlerini ümmetine aktarmak olduğunu iddia ederek,
efsaneleri reddetmiş ve kişiye tapmayı yasaklamış olmasına rağmen, Hz.
Peygamber mucizelerle çevrelendi. Ceylan onunla konuşuyor, vaaz
verirken dayandığı hurma ağacına artık dayanmayınca ağaç inliyor, zehirlenmiş
koyun, etini yememesini söylüyor; elini ve ağzını sildiği mendil ocağın
ateşinde yanmıyordu.
Schimmel’e
göre, Müslümanlar kelime-i şehadetin ikinci cümleciğinde belirtildiği gibi
şer’i açıdan İslam inancının sürdürülmesi için Hz. Peygamberin kişiliğinin
gerekli olduğunu hissetmişlerdir. Hz. Peygamberin İslam’ın tanımına bir sınır
koyduğunu ve imanın diğer biçimlerinden İslam’ı ayırdığını belirten Schimmel,
kelime- i şehadetin yalnızca ilk kısmı dikkate alındığında, İslam’ın kapsamlı
bir panteist yorumunun ortaya çıkacağını iddia etmektedir.
Schimmel,
mü’minin samimiyetle Hz. Peygamber’e karşı sevgi beslediğini; çünkü Peygamber
sevgisinin Allah sevgisini doğurduğunu söylemektedir. Onun da ifade ettiği bu
düşünce daha sonraları tasavvufta, fena fir-resul kavramıyla ifade edilmiştir.
Mutasavvıf, Allah’a giden yolda önce Hz. Peygamber’in temsilcisi olan manevi
rehberde fena olmalı, sonra da fena fir-resul, yani Hz. Peygamber’de fena
olmalıdır; başaracak olursa fena fillah’a ulaşmayı umabilir.
Schimmel,
onbirinci ve onikinci yüzyıldan itibaren Hz. Peygamber’e gösterilen derin
saygının doğum günü olan rebiülevvel ayının onikisinde gerçekleştirilen mevlit
kandilinde, belirli bir şekle bürünmüş olduğunu, bu kandilin İslam âleminde
hala kutlandığını, kandilin dindar Müslümanların Peygamber sevgisini, şiirler,
ilahiler ve münacatlarla göstermek için harika bir fırsat olduğunu
belirtmektedir. Ona göre Hz. Peygamber’in lütfu ve yargı günündeki şefaatine
duyulan samimi güven, hiçbir yerde Türkiye’dekinden daha güzel ifade
edilmemiştir. Bursalı Süleyman Çelebi tarafından yazılan Mevlid-i Şeriften (
Vesilet-ün Necat) bahseden Schimmel, onun hala pek çok Türk ailesince çeşitli
vesilelerle okunduğunu söylemektedir.
Schimmel’in
ifadesiyle, Hz. Peygamber kitlelerin kalbinde her şeyden önce şefaatçidir.
Kur’anda taahhüt edildiği gibi ümmeti için şefaatte bulunacak tek peygamberdir.
Hz. Peygamber rahmeten lilalemin “âlemlere rahmet” olarak gönderilmiştir.
Schimmel,
Hz. Peygamber’in adlarından biri olan ve “seçilmiş” anlamına gelen Mustafa
isminin yaygın olduğunu, Türkiye’de erkek çocuklara Muhammed yerine kelimeyi
oluşturan sessiz harflerin farklı okunmasıyla elde edilen Mehmet adının
verilmesinin, Hz. Peygamber’in mübarek adına gösterilen hürmetin bir parçası olduğunu
söylemektedir.
Schimmel’e
göre Hz. Peygamber’den, Kur’an’da ümmî “okuma yazma bilmeyen” (sure 7: 158)
diye söz edilmesinin özel tasavvufi bir anlamı vardır. Çünkü zahiri zihinsel
başarıyla ve öğrenimle bozulmamış, Meryem’in bakir bedeni kadar saf bir kalbe
sahip bir insan, ilahi sözün haznesi olmaya layıktır.
Schimmel’e
göre tasavvufi tefekkürün ana hedefi, Hz. Muhammed’in gece yolculuğu, felekler
arasındaki yükselişi yani miracıdır. İsrâ suresinin girişinde değinilen bu
konu, daha sonraki efsanelerde defalarca ele alınmıştır. Tasavvuf ehli, miraç
terminolojisini kendi vecdleri sırasında yaşadıklarını uygulamıştır. Bu
mutasavvıflardan Bayezid Bistami, gök âlemleri arasındaki tasavvufi yükselişini
anlatırken bu imgeyi ilk kez kullanmış ve pek çok kişi onu izlemiştir. Miraç
olayının birçok yazarı etkilediğini söyleyen Schimmel, Dante’nin Divina
Commediası (ilahi komedya) üzerindeki olası etkilerinin göz ardı
edilemeyeceğini belirtmektedir. Muhammed İkbal de Cavidname adlı eserinde bir şeyhin eşliğinde yapılan 181 göksel yolculuk türünü
seçmiştir.
Schimmel,
tasvvuf ehlinin üzerinde uzun uzun düşündükleri Necm sûresine değinmektedir.
Özellikle “göz şaşmadı”18 ifadesi tasavvuf ehline göre, Hz.
Muhammed’in tüm dikkatini Allah üzerinde toplamasının simgesidir. Schimmel’e
göre kımıltısız ve sarsılmaz bir müşahede içindeki Peygamber, Musa’dan
üstündür. Musa, Allah’ı görmek istemişti; ancak Allah’ın yanan bir çalı
vasıtasıyla tecellisine bakamayıp bayılmıştı. Aynı suredeki, kabe kavseyn , “iki yay uzunluğunda” deyimi,
mutasavvıflara göre, kalbin yaklaşabileceği en 184 yüksek kurb (yakınlık) derecesine işaret eder.
Schimmel’e
göre Peygamberlerin Mührü (Hatemü’l - Enbiya) Hz. Muhammed’le ilgili olarak,
O’ndan sonra yeryüzüne bir daha peygamber gelmeyeceği şeklindeki başka bir
Kur’an hükmü, genel olarak Müslümanlığı biçimlendirmiş ve sufilere,
Peygamber’in kişiliğinin ardındaki gizli sırlar üzerine fikir yürütme konusunda
sınırsız imkânlar sağlamıştır.
Schimmel,
Hz. Peygamber’in sünnetini taklit etmenin, sadık Müslümanlar için bağlayıcı
olduğunu, sufilerin uğraşlarından birinin de hadis derlemek olduğunu, birden
fazla ünlü sufinin adının hadis ravileri içerisinde geçtiğini belirtmektedir.
Schimmel’e
göre, Hz. Peygamber’in Mekke’den Medine’ye hicreti, tasavvuf yolunun vatandan
ayrılıp tekrar oraya dönmenin ve böylece ruhun Allah’tan Allah’a yolculuğunun
mikrokozmik bir tasvirinin ilk örneği haline gelmiştir. Ancak böyle bir
yolculuk insanı kemale erdirebilir. Ona göre, Hz. Muhammed’in yoksulluğu,
tasavvufi yoksulluğun örneği olmuştur. O’nun şeytanını terbiye yöntemi, sufinin
sürekli olarak nefsiyle mücadelesinin örneği olmuştur. Schimmel, sufilerin güle
karşı ilgilerine de değinir: Gül yaygın görüşe göre H.z Peygamber’in terinden
bitmiştir; dolayısıyla dünyadaki en güzel, en değerli çiçektir. Hz Peygamber’in
gül sevgisi şairlerin, O’na ezeli ve ebedi bahçenin bülbülü demelerinin nedeni
olabilir. Çünkü o mü’mine, Ezeli Gül’ün yani Allah’ın bazı sırlarını
açmaktadır.
Schimmel,
Hz. Peygamber’in ehli beytine özel önem verildiğini, sufi hırkasının, Hz.
Peygamber’in, ailesinden olanlara giydirdiği bürdeden esinlenilerek
geliştirildiğini, böylece sufilerin ehli beytten sayıldığını belirtmektedir.
Schimmel e
göre Kur’an’da Hz. Muhammed’e yönelik güçlü bir inancı içeren ‘’Resule itaat
eden Allah’a itaat etmiş olur’’ ayeti Hz. Peygamber’in, “ Beni gören Allah’ı
görmüş demektid’ sözlerine yol açmış olmalıdır. Bu gibi sözler, Hz. Muhammed’in
külli görevi, insanlar ve peygamberler arasındaki benzersiz yeri hakkındaki
kuramsal düşüncelerle bağlantılı olarak anlaşılmalıdır.
Schimmel,
İbn’ül Arabî tarafından Hz Muhammed’in son haline verilen role değinmektedir.
Hz Muhammed İbn’ül Arabî’nin kuramına göre insanı kâmildir. Allah mikrokozmik
bir varlık olarak insanı kâmili yaratmıştır; böylece Kendi bilinci Kendisine
tecelli etmiştir. İnsanı kâmil her şeyin kökenini içeren bir ruhtur. Bu
bağlamda tüm dünyanın Hz Muhammed’in nurundan yaratıldığı söylenebilir.
Schimmel’e
göre sufiler, Allah’ın kendi suretinde yarattığı ve bu yüzden Allah’ın kusursuz
bir kopyası olan Âdem’in, Hz. Muhammed’den başkası olmadığı düşüncesini
geliştirdiler. Âdem’in yani her insanın biçimi, bizzat Hz. Muhammed’in adını
taşır. Schimmel, bazı mutasavvıfların Hz. Peygamber’i genel olarak Allah
isminden sonra Tanrı’nın en önemli ve aslî ismi kabul edilen rahman isminin
tecellisi olarak kabul ettiklerini belirtmektedir.
Schimmel’in
ifade ettiğine göre, Hz. Peygamber hakkında yazılan, tasavvufi derinliğe sahip
ve Onun sevgisinin tüm batınî anlamlarıyla birlikte en zarif ifadelerinden
birisi olan Mısırlı şair Busiri tarafından yazılmış ünlü Kaside-i Bürde,
klasik Arapçanın yüksek üslubuyla yazılmış ve birçok dile çevrilmiştir.
Schimmel,
Araplar dışındaki Müslüman şairlerin, Hz. Muhammed için yeni ve muhteşem
sözleri bulmaktan asla yorulmadıklarını, insanlığın yol göstericisi,
mahlûkların en şereflisi, ezeli nur, ümmetinin şefaatçisi adına Türkiye, İran,
Afganistan ve Hindistan’da yazılan kasidelerin, Müslüman topluluklarının gerçek
duygularını peygamberlik ilmi üzerine yazılmış ayrıntılı söylevlerden çok daha
fazla yansıttığını belirtmektedir.
Schimmel’e
göre, Hz. Peygamber sevgisi, tasavvuf ehlinin derinden deneyimledikleri gibi
ister köylü ister üst düzey memur olsun, her yerde Müslümanları biribirine
bağlayan en güçlü bağ olmuştur, olmaya da devam etmektedir.
İslam’ı
ayrı bir din yapanın Hz. Muhammed olduğunu söyleyen Schimmel, İslam siyasal
olarak her yerde yenilgiye uğradıkça, batılı güçler İslam âlemine maddi ve
manevi tecavüzlerde bulundukça yeni tarikatlar ve dergâhlar kuran
mutasavvıflar, onlara tarikat-ı muhammediye “muhammedin yolu” demişlerdir. Hz.
Muhammed’in kişiliği onlar için düşmana karşı mücadelede bir güç kaynağı
olmuştur. Hz. Muhammed onların şefaatçisiydi, Müslümanların geleceğini
düşünerek Ona güvendiler. Bu, tasavvufun Müslümanın hayatına en önemli
katkılarından birisidir.
Tasavvuf
insanı Allah’a götürmeyi hedefler. Bunun için ise seyr-ü sülûk denilen manevi
bir yolculuk gerekir. Mutasavvıflar bu yolculuğu gerçekleştirmek için
bir mürşide bağlanmak hususunda hemfikirdirler. Hiçkimse bir mürşide
bağlanmaksızın bu yolda manevi bakımdan sağlıklı olarak mesafe katedemez. Tasavvuf
her şeyden önce maddi-manevi bir eğitim işidir. Eğitilmeye muhtaç insanın ilk
işi, kendisine yol 199
gösterecek birini bulmaktır.
Schimmel,
müridin manevi yola girmek için kendisini çeşitli makamlardan geçirecek, hedefe
giden yolu gösterecek bir kılavuza ihtiyacı olduğunu belirtmektedir. Müridin
her nefesini yakından gözleyen bir şeyh-i terbiye imgesi zamanla gelişmişse de,
mutasavvıflar gerçek ilerleme için müridin izlediği yolun, bir mutasavvıf
kılavuz tarafından sürekli gözlenmesinin gerekliliğini kabul etmişlerdir.
Şeyh kelime
olarak; yaşlı, ihtiyar, pir, bey, önder, kabile başkanı demektir. Tasavvufta
ise; taliblere rehberlik etmek ve onları irşad etmek ehliyetine sahip olan
insan-ı kâmil, rehber, delil, mürşid anlamlarına gelir. Tasavvufta şeyh kelimesi mürşid veya mürşid-i
kâmil ile aynı anlamda kullanılmıştır. Schimmel bu kelimenin Arapça karşılığının
şeyh, Farsça karşılığının ise pir olduğunu belirtmektedir. O, mutasavvıflardan
bazılarının mürşidi, peygamberle kıyasladığına değinmektedir. Çünkü bir hadiste
“şeyh kendi cemaatı içinde, ümmeti içindeki peygambere benzer” denilmektedir.
Mürid kelime
olarak ”irade eden, irade sahibi” demektir.
Tasavvufta ise “iradesini Hakk’ın ve şeyhinin iradesine teslim etmiş kimse”
demektir. Mürşidine teslim 205 olan
kimseye mürid dendiği gibi, bu yolda mesafe kat eden müride de salik denir.
Schimmel,
yöntemi ve temrinleri öğretecek mürşidin, önce müridi istekli olup olmadığına,
yolda onu bekleyen zorluklara dayanıp dayanamayacağını öğrenmek için onu
sınamasından bahsetmektedir: Talib bazen şeyhin kapısında günlerce bekletilip,
ilk sınavında ona kaba davranılır. Mürşidin, şeyhin cemaatine kabul
edilebilmesi için, bir yılı halka hizmet, bir yılı Hakka hizmet, bir yılı da
kendi kalbini müşahade edebilmesi için üç yıl hizmette bulunması gerekmektedir.
Schimmel,
daha sonraki sufilerin talibin kibrini kırma yöntemlerinin çok çeşitli olduğunu
belirtmektedir. Bazen nefis terbiyesi için, halk tarafından azarlansın diye
talibin dilenmesi istenmektedir. Bunda herhangi bir maddi amaç söz konusu
değildir. Schimmel’e göre müridin mürşidine güveni tam olmasa, muhtemelen bu işin
üstesinden gelemeyecektir. Pek çok sufi, kendilerini tümüyle teslim edecekleri
bir pir bulabilmek için yıllarca ülke ülke dolaşmıştır. Kimi şeyhler de
isimleri levh-i mahfuzda yazılı olan müridleri arasında görmedikçe talibi
sohbetlerine kabul etmezlerdi.
Müridin
geçtiği ilk aşamalara değindikten sonra Schimmel, üç yıllık hizmetini
tamamlayan müridin “mutasavvıfların şiarı” olan hırkayı (murakkayı) giymeye hak
kazandığını belirtmektedir. Talibin mürşitle ilişkisi üç aşamalıdır: Hırkayla
zikre başlatılacak, sohbetle hizmete ve sonrada eğitime alınacaktır. Hırkanın
genellikle lacivert renkte olduğunu söyleyen Schimmel, kir göstermediği ve
yolculuğa da uygun olduğu için bu rengin tercih edildiğini, sonraları bazı
mutasavvıfların içinde bulundukları makamlara göre değişik renkteki hırkaları
tercih ettiklerini belirtmektedir.
Schimmel’e
göre mürşidin ihvanına giren mürid “şeyhin evladı” gibidir. Şeyh gerçek bir
‘kalbi’ doğurmasında müridine yardım eder ve bir anne misali, onu manevi
sütüyle besler. Onun da değindiği gibi sufiler manevi yolun tehlikelerinin
bilincinde oldukları için şeyhe nerdeyse sınırsız yetki tanımışlardır. “Şeyhi
olmayanın şeyhi şeytandır.” sözünü hatırlatan Schimmel, şeytanın
kurnazlıklarının çeşit çeşit olduğunu belirtmektedir. Bazen mürid belirli
deneyimlerle yüceltilip teselli edildiğini sanabilir. Oysaki bu deneyimler
gerçekte nefsinin veya yoldan çıkarıcı bir gücün tuzaklarıdır. Bu yüzden şeyh,
müridini denetlemek ve doğru yola döndürmek zorundadır. Mevlana’nın “Kılavuzsuz
yola gidene iki günlük yol, yüzyıllık yol olur” sözünü nakleden Schimmel
mürşidin, müridin bilinçli ve bilinç dışı hayatının her hareketini izlediğini
belirtmektedir.
Schimmel’in
belirttiği gibi, tasavvufun ilk dönemlerinde müridin şeyhinin karşısında,
gassalın önündeki cenaze gibi edilgen durumda olması gerekmekteydi. Gazzali
şeyh hatalı olsa bile tam ve mutlak itaatin gerekli olduğunu söylemiştir.
Schimmel’e göre bu tutum, sonraki çağlarda tehlikeli sonuçlar ortaya
çıkarmıştır. Yenilikçi Müslümanların tasavvuftan hoşlanmamalarının
nedenlerinden biri de budur. Onun değindiği bu konu aslında yanlış
anlaşılmıştır. “Müridin gassal önünde ölü gibi olması” sözünden kastedilen
müridin mürşidine tam olarak bağlanması gerektiğidir. Başlangıçta niyetin samimi olduğunu
söyleyen Schimmel, mürşidin bir doktor gibi davranıp, hastalığı ve insan
ruhunun kusurlarını teşhis ve ve tedavi etmesi gerektiğini 211
belirtmektedir.
Schimmel’e
göre şeyhini ziyaret etmek müridin dinî görevidir. Çünkü mürid başka yerde
bulamayacağı şeyi onda bulur. Mürid hakikate giden yol üzerindeki makamlara
ancak güvenilir bir mürşidin kılavuzluğunda ulaşabilir. Ona göre, herkes için
aynı yöntem kullanılamadığından gerçek bir şeyhin, müridlerinin değişik
yeteneklerini ve karakterlerini tanıması ve buna göre onları eğitmesi için
psilolojik kavrayışının yüksek olması gerekir.
Tasavvuf
yolunun kimi zaman, salikin tasavvufi deneyiminin üst seviyelerine doğru ağır
ağır ve sabırla çıktığı, göğe uzanan bir merdivene benzetildiğini ifade eden
Schimmel, bazı sufilerin, biçimsel olarak biat etmeden tasavvuf yoluna
girdiklerini belirtmektedir. Bu kişilere, Hz. Peygamber’in çağdaşı Yemenli
Veysel Karani’ye atfen üveysi denmiştir. Ancak bazı mutasavvıflar aradaki
uzaklığa rağmen Veysel Karani’nin bile Hz.Peygamber’den manevi olarak el
aldığını iddia etmişlerdir. Çünkü bazı tasavvufi çevrelerde, görünmeyen bir
şeyhin ya da uzun süre önce vefat etmiş bir velinin ruhunun insanı irşad
etmesinin mümkün olabileceği kabul edilmiştir.
Schimmel’e
göre, tasavvuf yolu mürid için uzun ve çetindir. Sürekli çaba ve 214 itaat gerekir. Müridin
başlangıçta doğru yönlendirilmesi süluktaki başarısını belirler.
İslam’ın
ilk asrında sadık, müttaki ve muvahhid mü’minleri ifade etmek için kullanılan
veli terimi, tasavvuf ilminin inkişafıyla birlikte tasavvufun temel
kavramlarından biri olmuştur.
Veli,
sözlükte; bir işin idaresini üzerine alma, yardım, yakınlık, Allah’ın
isimlerinden biri olup yardımcı, bütün işlerin maliki ve mutasarrıfı, koruyucu,
gözetici, dost, yardımcı, sevgiliye tabi olan, arkadaş, yakın, komşu, efendi,
köle, eren, ermiş gibi manalara gelir.
Schimmel de bu sözcüğün “özel koruma altındaki kişi, dost”
anlamlarına geldiğini; velinin, işleri Allah tarafından idare edilen ve ibadet
ve taaatın 217
gereklerini yerine getiren
kişi olduğunu belirtmektedir.
Kur’an’da
hem “mü’minlerin Allah’ın dostu” hem de “Allah’ın mü’minlerin dostu” olduğunu
belirten ayetler vardır. Schimmel, “Allah’ın dostları ifadesinin
(evliya-i Allah) Kur’an-ı Kerim’de birkaç kez geçtiğini, en bariz şekilde yer
aldığı bölümün Yunus suresinin 62.ayeti olduğunu ifade etmektedir.
Schimmel,
velayetin iki kısımda incelendiğini belirtmektedir: Birincisi tüm samimi
mü’minlerde ortak olan velayet-i amm, ‘genel velilik’, ikincisi de “Allah’ta
fena olmuş ve O’nunla baki olmuş” kâmil mutasavvıfların veliliği olan
“velayet-i hassâ”dır.
Schimmel’in
de belirttiği gibi tasavvuf tarihinde veli ve velayet terimlerini ilk defa
kapsamlı bir şekilde ele alan ve konuda “Hatm-ül Evliya” isimli bir de
eser yazarak velayet düşüncesini sistemleştirem şahıs Hakîm Tirmizî’dir. Tirmizî’ye göre, nasıl ki peygamberlerin bir
mührü yani onların sonuncusu ve nübüvvet ruhunun en kusursuz tecellisi
Hz.Muhammed (hatemül enbiya) varsa evliyanın da bir mührü vardır. İbnü’l Arabî de Tirmizî’nin görüşlerinden yola
çıkarak eserlerinde bu konuya yer vermiştir.
Schimmel,
kâmil mutasavvıflar arasında görülen veliler hiyerarşisine değinmektedir: En
yüksek manevi yetke, kutb (eksen, kutup) veya gavs (meded, yardım) denilen kişidir.
Gezegenler kutup yıldızlarının etrafında döndüğü gibi dünyada onun etrafında
döner. Ona göre, mü’minin en
yüksek manevi kılavuzu olan kutub kavramıyla Şiiliğin gizli imamı arasında
yakın bir yapısal ilişki vardır. Tasavvuf yolunun hocası olarak zuhur eden imam
veya kutba gösterilen derin saygı, tasavvufta da Şiilikte de ortaktır.
Schimmel,
velinin mi yoksa nebinin mi daha üstün olduğu konusunu Tirmizî’den beri
tartışıldığını geleneksel sufi okullarının her zaman nebinin üstünlüğü
konusunda hemfikir olduğunu belirtmektedir. Veliliğin sonu,
peygamberliğin yalnızca başlangıcıdır. Onun da belirttiği gibi her peygamber
kendi içinde bir velilik yönüne sahiptir. Mutasavvıf veya velinin erişebileceği
en yüksek düzey manevi bir yükseliştir. Bu, Peygamberin bedeniyle
gerçekleştirdiği yükselişe karşılık gelir.
Schimmel’e
göre, tasavvuftaki velinin rolü ile Hıristiyan inancındaki azizin rolü bir
değildir. Bu sırrı süluk ve seyr ile yakından ilişkilidir. Meşhur
bir hadisin de belirttiği gibi İslam’da ruhbanlık yoktur. Ruhbanlık
Hıristiyanlığa özgü bir şeydir.
Schimmel’e
göre, insanın, bir sufi mürşidin manevi gücüne inanmasında en önemli etken,
mürşidin keramet gösterme yeteneğinin olmasıdır. Keramet, velilerin
hayatlarında âdete, genel tabiat kurallarına aykırı olarak harika hallerin
meydana gelmesidir. Bu çeşit harikulade haller peygamberler tarafından
peygamberliklerini ispat için gösterilirse mucize, veliler tarafından herhangi
bir iddiaya dayanmaksızın zuhur ederse keramet adını alır.
Kur’an-ı
Kerim’de bazı şahısların harika hallerinden haber verilir. Hz. Süleyman’ın
ashabından Asaf b. Berhiya’nın göz açıp kapayıncaya kadar Belkıs’ın tahtını Hz.
Süleyman’ın huzuruna getirmesi, Hz. Meryem’in yanında yaz mevsiminde
kış meyvelerinin, kış mevsiminde de yaz meyvelerinin bulunması ve
hurma mevsimi olmamasına rağmen hurma ağacından taze hurma dökülmesi, Ashab-ı
Kehfin halleri,
mağarada 309 yıl uyumaları ve
köpeğin onlarla konuşması, keramet nevinden harika hallerdendir.
Velâyetnamelerin
kerametlerle dolu olduğunu belirten
Schimmel, bir mutasavvıfın keramet göstermesinin ne derece caiz olduğunun büyük
sufilerce tartışıldığını, kâmil mutasavvıfların, kerametlere ilgi göstermeyi
havasın kalplerini örten üç örtüden biri olarak gördüklerini, diğer iki örtünün
taatte aşırı titizlik ve cennetle ödüllendirilme beklentisi olduğunu ifade
etmektedir.
Müslümanlar,
evliya kerametlerinin olabileceğinde icma etmişlerdir. Fakat sufi büyükleri,
Allah’tan kuluna bir ibtila, sadakatini denediği bir imtihan olur korkusuyla
keramete tevessül etmekten ve onunla gururlanmaktan sakınmışlardır. Schimmel de büyük sufilerin kerametleri,
Allah’ın mekri olarak gördüklerini belirtmektedir. Ona göre manevi yolda
belirli bir seviyeye ulaşan bir mürid, elbette bazı olağanüstü işler
gerçekleştirme gücü kazanacaktır ve bunlar muhtemelen onun manevi yolda daha
ileri gitmesini engelleyecektir. Keramet göstermek ve kitlelerin ilgisini
çekmek, manevi eğitimin zorlu yolunda ilerlemeye devam etmekten ve nefsin
kurnazca hazırlanmış tuzaklarıyla mücadeleden çok daha kolaydır.
Schimmel’e
göre, veliler tarafından gösterilen pek çok keramet doğru ve gerçektir. Bu
mutasavvıflar, âlemi misaldeki olayları olgular dünyasına indirme gücüne
sahiplerdi ve manevi saflıkları sayesinde manevi yoldaki zorlu yolculuklarında müridlerine
yardım edebilmişlerdir. Ancak, Allah’ın verdiği kimi olağanüstü yetenekleri
kirli ya da en azından daha değerli olan manevi amaçları doğrultusunda
kulanmanın tehlikesi her zaman için vardır.
Kur’an-ı
Kerim ve hadislerde geçen, genel manada mü’min ve müttaki olan herkesi içine
alan veli terimi, özel olarak Allah’ın dostluğunu, muhabbetini, kurbiyetini ve
bağışlarını kazanmış, Allah’ın himayesi altında olan kişilerdir. Allah’ın bu
kullarına bir mevhibesi olan kerameti hiçbir Müslüman inkâr etmemektedir. Ancak
sonradan keramet velayetle özdeşleştirilmiş, aşırılıklara ve hatalara sebep
olmuştur. Sufiler de müridlerinin terbiye ve eğitimlerinde velayetlerin
şartlarından olmadığı halde kerametlere itibar eder olmuşlardır. Bunun akabinde
kerametler sufilerin tenkit süzgecinden uzak bir şekilde halk arasında
yayılmıştır. Bunları istismar edenler genellikle cahil müridler olmuştur.245Schimmel de yanlış
uygulandığında kimi kuramların günlük hayatta veliliğin bozulmasına yol
açabileceğini belirmektedir. Ona göre, İslam’ın temel öğretisiyle hemen hemen
hiç bağdaşmayan veli tapımlarının karanlık yönleri yüzünden, yalnızca halk
dindarlığının alt seviyelerindeki bu olumsuzlukları gören modernist Müslümanlar
arasında tasavvuf gözden düşmüştür.
Schimmel’in
ifadesiyle İslam’da tasavvufi psikolojinin en ilginç yanlarından biri,
sufilerin kötülük gücü şeytanın üstesinden gelme biçimidir. Kur’an’ın
ifadesiyle hem ateşten yaratılmış bir cin hem de kovulmuş bir melek olan
şeytan, Kur’an’da yaratılışın anlatıldığı bölümde büyük bir rol oynar. “Şeytan
âdemoğullarmın damarlarında dolaşır” hadisini zikreden Schimmel, şeytanın
nefsle eşit sayılabileceğini söylemektedir. Ona göre, hiçbir zaman İslam
tarihinde şeytana insan üzerinde mutlak bir güç tanınmamıştır. Âdeme yaptığı
gibi insanları ayartsa da, insan şeytanın kurnazlıklarına karşı koyma gücüne
sahiptir. Ona göre iblis hiçbir zaman sadece kötü olmamıştır; şeytan her zaman
için Allah’ın yarattığı bir mahlûktur, dolaysıyla o’nun 247
denetiminde
olan gerekli bir araçtır.
Schimmel’in
ifade ettiğine göre kimi tasavvufi çevrelerde şeytana eski itibarını yeniden
kazandırma girişimleri bulunmaktadır. Bunların başında Hallac-ı Mansur
gelmektedir. Hallac dünyada yalnızca iki gerçek muvahhit tanır: Hz. Muhammed ve
iblis. Hz. Muhammed ilahi lutfun hazinedarıyken, iblis ilahı gazabın hazinedarı
olmuştur. Hallac’ın kuramında şeytan Allah’tan daha muvahittir. Çünkü Allah’ın
ezeli ve ebedi iradesi O’ndan başka hiçbir şeye tapılmamasıdır ve şeytan
Allah’ın açık buyruğuna karşın, yaratılan bir varlığa secde etmeyi reddeder.
Hallac, Onun çığlığını ünlü bir rubaide dile getirir: “ Benim başkaldırım Seni
kutsi ilan etmek içindir”. Schimmel, şeytanın bu trajik halinin şairlere,
içinde bulunduğu kötü duruma karşı duydukları üzüntüyü ifade etmeleri için esin
verdiğini; çünkü onun bu durumunun bir anlamda, insanın bu dünyada katlanacağı
zorlukların habercisi olduğunu belirtmektedir.
Senai’den
aşağıdaki şiiri nakleden Schimmel, bu şiirin şeytanın halini yansıtan muazzam bir
şiir olduğunu belirtmektedir:
“Yoluma tuzak kurdu Âdem tuzağın yemiydi. Bana lanet
damgasını basmak istedi Yaptı, istediğini, topraktan Âdem bahaneydi.”
Schimmel,
şeytanın, bir mahlûkun Allah tarafından lanetleneceğini Levh-i Mahfuzda
okuduğunu; ancak binlerce itaat hazinesine sahipken, bu mahlûkun kendisi
olabileceğini tahmin etmediğini iddia etmektedir.
Schimmel,
Senai’den önce şeytana itibarını kazandırma çabası içinde olan mutasavvıflardan
bahsetmektedir. Onlardan biri Ahmed Gazzali’dir (ölm:1126). Gazali’nin,
“Tevhidi şeytandan öğrenmeyen kâfirdir” demesi Sünnileri çileden çıkardıysa da;
sonraki dönem sufilerinin yazdıklarının çoğunda yankı bulmuştur. Onun
bahsettiği bir diğer sufi de Feridüd-din Attar’dır. Attar, Hallac’ı kendine
örnek alarak şeytanı gerçek bir muvahhid olarak görür. Attar’ın “ Senin
tarafından lanetlenmek, yüzümü Sen’den başka bir yere çevirmekten bin kez daha
iyidir benim için” sözünü nakleden Schimmel, şeytanın burada kusursuz âşık
örneği olduğunu, maşukun her dileğini yerine getiren ve maşukun istediği ebedi
ayrılığı, özlemini duyduğu vuslata 251 tercih eden biri olarak görüldüğünü belirtmektedir.
Schimmel’e
göre bazı mutasavvıflar, iblisin Âdem’e secde etmemesinde sadece bir
itaatsizlik değil aynı zamanda sevginin eksikliğinden kaynaklanan bir eylem
görmüşlerdir. Rumî’nin defalarca tekrarladığı gibi iblis tek
gözlüydü. Âdem’in yalnızca topraktan yapılmış biçimini görmüş o yüzden “Ben
ondan daha hayırlıyım” demiş ve ateşin topraktan daha üstün olduğunu iddia edip
kibirlenmişti. Ancak Allah’ın insana kendi nefesinden üflediği ve onu kendi
suretinde yarattığı kesin gerçeğini gözden 253 kaçırmıştır.
Schimmel’e
göre, İkbal’in iblise yaklaşımının, büyük bir olasılıkla Hz.Peygamber’e kendi
şeytanı yani nefsi sorulduğunda verdiği ‘elsem şeytani’, “Şeytanım Müslüman
oldu” biçimindeki ünlü hadisinden ilham almıştır. İkbal’in şeytan betimlemesi
bir hayli alışılmışın dışındadır. Onu bir âşık, bir entelektüel ve bir muvahhid
olarak gördüğü kadar, insanı kâmil tarafından yenilgiye uğratılmaya ve selamete
ermek için mahvedilmeye özlem duyan kötülüğün ruhu olarak da görür.
Schimmel
tasavufta kadının konumundan bahsetmeden önce Hz. Peygamber döneminden
tasavvufun doğuşuna kadar olan süre içerisinde kadının geçtiği merhalelere
değinmektedir. Kur’an’ın birçok yerde, mü’min ve müslüman erkeklerle birlikte
bir nefeste, onlarla aynı dini mükellefiyetleri paylaşan “mü’mine ve
müslime”lerden de bahsetmesine değinen Schimmel, aynı dinsel
emirlerin, hem erkekler hem de kadınlar için geçerli olduğunu, bu ayetleri
okuduğunda, kadınların ruhu olmadığına ilişkin garip düşüncenin İslam’a göre
bir anda geçersiz kaldığını, hatta
Türkiye’de veya Pakistan’da kadınların, namaz ve oruçla erkeklerden daha fazla
ilgilendiğini 257 belirtmektedir.
Schimmel’in
de belirttiği gibi kadının mevkii Kur’an’da cahiliye dönemindekine nazaran
belirgin bir şekilde düzeltilmiştir. Kadın mirastan belli bir pay alır, bu pay
erkeğin payından azdır; çünkü kadının geçiminin, nafakasını ödemekle sorumlu
olan kocası tarafından karşılanacağı varsayılmıştır. Kadın evlilik
evine getirdiği veya evlilik esnasında kazandığı servetini kendi mülkiyetinde
tutup tasarruf edebilir ve terekeyi de tevarüs edebilirdi ki, bu daha evvelden
mümkün değildi. Schimmel’e göre dört kadınla izdivaç imkânını veren ruhsat daha
sonraları dört huya veya dört meşrebe tanınan bir taviz kabilinden
yorumlanmıştır; ancak taaddüd-i zevcat zannedildiği kadar yaygınlık
kazanmamıştır. Kur’an’ın aynı yerde, kadınlara muamelede adaletin esas alınmasına
dair emri, birçok modernisti, tek eşliliği ideal durum olarak va’z etmeye
sevketmiştir; zira zevcelerden her birine maddi eşyadan aynı pay düşse dahi,
zevc her 259
bir zevceye karşı aynı
duyguları besleyemez.
Schimmel,
Hz. Peygamber’in “Sizin dünyanızda bana kadınlar, güzel koku ve benim gözümün
nuru namaz sevdirildi.” hadisini zikrederek nasıl olur da İslam’ın kadın
düşmanı bir din olarak kabul edilebileceğini sormaktadır. Ona göre, Hz.
Peygamber’in ilk eşi Hatice’nin rolü abartılamayacak kadar önemlidir. Hatice
kendisinden bir hayli genç olan Hz. Muhammed’e izdivaç teklif edip O’na
çocuklar hediye etmiş, ticaretle uğraşmış, ilk vahiyden sonra Hz. Peygamber’i
teselli etmiştir. Hatice bu yüzden hakkıyla “mü’minlerin anası “ ve “ hayrün
nisa” yani kadınların en hayırlısı lakapları ile müşerref kılınmıştır.
Schimmel,
Hz. Peygamberin, Hatice’yle 25 sene süren evliliği süresince başka bir kadınla
evlenmediğini; ancak Hatice’nin vefatından sonra bir dizi kadınla evlendiğini,
Hz. Peygamber’in bu hanımlarına da “ mü’minlerin anası “lakabının uygun
görüldüğünü belirtmektedir.
İlk
dönemlerde kadınların çok faal olduğuna dikkat çeken Schimmel, Hz. Peygamberin
özel hayatında çok şey borçlu olduğumuz Aişe’nin, Peygamber ashabı ile
geleneğin meselelerini tartıştığını, cemel vakasında Ali b. Talib ve
askerlerine karşı bizzat kendisinin muharebe meydanına çıktığını
belirtmektedir. Sünni gelenek Aişe’nin faaliyetlerinden gurur duyarken ,
Şii gelenek Ayşe’den nefret eder.
Schimmel,
Hz. Peygamber’in dört kızının olduğunu ve artık kız sahibi olmanın, kızların
gereksiz addedildiği ve canlı canlı gömüldüğü İslam öncesi Arabistan’ında
olduğu gibi, bir mahsur kabul edilmediğini belirtmektedir. Kız çocuklarına
atfedilen bu yeni itibar ve kıymetle, künye yani “şeref-isim”mahiyetinde
kullanılan Ebu Talha yani Talha’nın babası gibi buna benzer tesmiyelerin yanı
sıra, bir de Ebu Leyla, Ebu Reyhana, yani “Leyla’nın babası”, “Reyhana’nın
babası” gibi tesmiyeler de kulanılmaya başlandı.
Schimmel’e
göre, Hz. Peygamber döneminden sonra, kadının mevkii birçok bakımdan gerilemiş
olabilir; ancak tasavvufta kadına çok mühim bir rol biçilmiştir.265İlk gerçek velinin bir kadın
oluşu-büyük âşık Rabiatül Adeviye- en parlak sözlerle övgüye değer, ideal
dindar kadın imgesini biçimlendirmeye yardım etmiştir.266Kasvetli zühd ve takva hayatının hakikî aşk
müziğine tahavvül edilmesi Ona izafe edilir.267Erdemli bir kadına “ikinci Rabia” demek,
Müslümanlar arasında eskiden olduğu gibi bugün de yaygındır.
Schimmel,
bir elinde bir kova su, diğer elinde bir meşale ile Basra sokaklarında
koşuşturan ehli takva zahidenin hikâyesini herkesin bildiğini, iyi niyeti
Rabia’ya sorulduğunda, şu cevabı verdiğini belirtmektedir: ”Cehenneme su dökmek
ve cenneti de ateşe vermek istiyorum, ta ki bu iki perde berhava olsun ve
insanlar Allah’a cehennem korkusu veya cennet umudu ile değil, O’na, yalnız
O’nun ezeli cemali uğruna ibadet etsinler.”
Schimmel,
Rabia’ya atfedilen sayısız nimetlerden bir kaçına değinmektedir: Parmak uçları
geceleri bir kandil gibi ışık vermekteydi, hacca gittiğinde Kâbe ona doğru
yürümüştü. İzdivaç gibi, dünyevi her türlü bağı reddetmiş ve seccadesi üzerinde
havada 270 yüzmüştür.
Schimmel’e
göre, Rabia tasavvufun başlangıç dönemindeki katı zühd hayatına aşk kavramını
sokmuş olsa da o sadece bir istisna değildir. İlk dönemde, Hz.
Peygamber’in bir akrabası olan Ümmü Haram, Müslümanların Kıbrıs’a karşı
düzenledikleri ilk gazaya aşk ve coşku ile iştirak edip orada, cihat yolunda
“şehid” edilmiştir.
Schimmel,
sufiliğin her el kitabında, günlerini ağlamak ve oruç, gecelerini ise ibadet
ile geçiren ehli takva kadınların, az veya çok teferruatlı isim listesinin yer
aldığını belirtmektedir. ”Rabia
the Mystik and her fellow saints in İslam” adlı klasik eserinde Margareth
Smith’in erken devrin bir dizi mühim şahsiyetlerini tanıttığından bahseden
Schimmel, bunların arasında Rabia’nın refakatçisi vecdü istiğrak halinde vefat
eden
Meryem el Basraviyye, âma olana kadar ağlayan Bahriye el-mevsiliye
gibi birçok kadın 274
sufimn olduğunu
belirtmektedir.
Schimmel,
sufi kadınların Rabia gibi bekâr kalmadıklarını, evli sufi kadınların da
olduğunu söylemektedir. Bunlar arasında önemli bir yere sahip olan ve Rabia’dan
yarım asır daha genç Nişaburlu Fatıma (ö.854), meşhur zahid Ahmed Hidruya (ö.
852) ile evlidir. Fatıma’nın çoğu kez kocasını sufilerin tarikinde irşad ettiği
söylenir. Schimmel, Fatıma’nın devrinin en büyük sufi önderleri ile temas
içinde olduğunu, Mısırlı mürşid Zünnun (ö.859) ile muhasebe ettiğini
anlatmaktadır. Mürşid kendisine Fatıma’dan gelen bir himmeti, bir kadından
geliyor gerekçesiyle reddedince, Fatıma’nın tekdirine muhatab kalmıştı.”Nasıl
olurdu da mürşid tali sebeblere takılabilir ve himmetin asli sahibini, yani
Allah’ı görmezlikten gelebilirdi?”
Kadınların
ilk zamanlarda sadece büyük sufi mürşidlerinin salikleri olmakla
kalmadıklarını, tilavet ve zikir meclislerine de iştirak ettiklerini, Sufi
el-Kattaninin kızının ehl-i hal Sumnun’nun vaazi esnasında, üç erkekle birlikte
vecdü istiğrak içinde vefat ettiğini belirten Schimmel, bu hadiseden,
kadınların bu gibi meclislere iştiraklerinin tabii olduğunun anlaşıldığını
söylemektedir.
Schimmel,
akraba olmayan bir kadının tenine temasın men edildiği veya bazı mezheplerde
tathir amacıyla abdest alınması gerektiği için mürşidin bir kadının biatını nasıl
alacağı konusunun uzun süre tartışıldığını bu yüzden farklı metodların
geliştirildiğini belirtmektedir. Bazen musahafa, su dolu bir leğende oluyordu,
bazen de kadın, mürşidin cübbesini, ona ait bir bez parçasını veya mürşid
tarafından uzatılan bir değneği tutarak biat merasimi gerçekleşiyordu.
Schimmel’e
göre, İbnü’l Arabî’nin kadınlara tavrı çok ilgi çekicidir. İbnü’l Arabî’nin,
kendisini iki yıl boyunca eğitmiş, manevi bir önder olan Fatıma binti el
Müsenna’ya duyduğu hürmet, kadın velilere karşı beslediği özel temayülünü
hazırlamış gibidir. İbnü’l Arabî’nin ilham verici genç bir İranlı kadının
büyüsüne kapılarak aşk şiirleri yazması , onun ilahi olanı, kadın
güzelliği aracılığıyla kavramasına ve kadını Allah’ın rahmet ve yaratıcılığının
gerçek tecellisi olarak görmesine zemin hazırlamış olabilir. İbnü’l
Arabî, evliya hiyerarşisindeki abdalan, kırklar veya yediler arasında
kadınların da bulunma imkânı olabileceğini söylemiştir. Hayatımn
sonuna kadar İbn’ül Arabî irşad meclislerine kadınları iştirak ettirmiş ve
derslerini kadınların dinlemesine müsaade etmiştir.
Schimmel’e
göre, tasavvuf, kadınlara dinsel ve toplumsal hayata etkin bir şekilde katılma
konusunda, katı ehl-i sünnet anlayıştan daha fazla imkân sağlar. Ortaçağ
vakayinamelerinde, kadınların tarikatın etkinliklerine veya genel olarak dini
hayata katılmak üzere bir araya geldikleri tekkelerden sözedilir. Onun
belirttiğine Memlukler zamanında Mısır’da bu tekkelerin cemaatin ayinlerini
yöneten ve namaz kıldıran şeyheleri vardı. Bu tekkelerin biri, boşanmış
kadınların barınağıydı, yeniden evlenme 282 fırsatı buluncaya kadar burada kalabiliyorlardı.
Schimmel,
günümüzde sufi öğretisinin büyük ölçüde kadınlar tarafından sürdürülmesinin
dikkate değer olduğunu, manevi yola yönelik ilginin, dinin geleneksel
biçimlerinin sağladığı dinsel duyguların daha romantik ya da şiirsel
dışavurumlarını bulmayı umud eden kadınlara çekici geldiğini belirtmektedir.
Schimmel’e
göre müzekkerlik esasının pratik hayatta baskın çıkması her din ve kültürün
bilinen bir gerçeğidir. Kur’an’dan katiyyen istidlal edilemeyecek anane ve
kanaatler giderek katılaşıp farz gibi algılandığı, Kur’an’ın açık kaideleri,
hep daha da sınırlı tefsir edildiği için, İslamiyet’de kadınlara çok ızdırap
çekildiği inkâr edilebilir değildir. Ona göre bugün “İslamî” diye takdim
edilenlerden birçoğu, bu hergün daha da katılaşan tabakalara aittir. Schimmel
“hürriyet” mefhumunun liberal, ama çok defa da “pervasız” yorumlarından
kaynaklanan tasavvurların bütün dünyada cari idealler kabul etmekten ve bizim
hoşumuza gitmeyen anane ve temayülleri modası geçmiş diye tezlil etmekten hatta
lanetlenmekten sakınmamız gerektiğini belirtmektedir.
Schimmel
dinler tarihi üzerinde çalışan âlimler için önemli noktalara değinmektedir. Ona
göre idealler ideal ile reailte realite ile kıyaslanmalıdır. Bu sebeple, İslamî
literatürde geçen kadın portlerinin itinali bir tetkiki ideallerin bilinmesine
daha da yardımcı olacaktır. Arap, Acem, Türk ve hepsinden evvel Hind Müslüman
halklarının (Urdu, Sind, Pencap vb.) klasik eserlerini perdelenmemiş bir göz
ile okuyan herkes, alışageldiğinden çok daha farklı bir manzara ile
karşılaşacaktır. Schimmel belki bu tarz bir idrakin peşin hükümlerimizden
bazılarına çeki düzen vermeye yarayabileceğini belirtmektedir. Ona göre hayatın
manevi sahasında, erkek ile kadın arasında bir tefrik bulunmamalı, tıpkı
Cami’nin o büyük Rabia hakkında söylediği gibi:
“Her kadın olsa, bizim zikrettiğimiz o kadın gibi,
Kadınlar erkeklere pekâlâ tercih edilirdi.
Müennes cinsinden güneşe dokunmaz bir zarar,
Müzekker de arttırmaz kamerin şanını, bir o kadar.
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
SCHİMMEL’İN BAZI MUTASAVVIFLAR HAKKINDAKİ GÖRÜŞLERİ
İslam
kültürünü ve tasavvufunu anlayabilmemiz için, bu kültürün oluşmasında ve
günümüze kadar gelmesinde etkili olan önemli şahsiyetleri tanımamız gerekir. Bu
bölümde bazı önemli tasavvufi şahsiyetlerin hayatı ve eserleri hakkında kısaca
bilgi verilip, Schimmel’in onlar hakkındaki görüşlerine yer verilecektir.
1-
Hallac-ı Mansur
Ebu
Abdullah el-Hüseyin b.Mansur el-Hallac H.244/858’de İran’nın Beyza şehrinde
doğdu. Babası yün ve pamuk atıcısı hallac idi. Kendisi de bu mesleği icra
ettiği için Hallac lakabıyla anılmıştır. Bir rivayete göre, insanların
gönüllerindeki sırları pamuk gibi atıp altüst ettiğinden “Hallac-ı Esrar”
ünvanını almıştır. Diğer bir rivayete göre ise bir hallacın dükkânında iken
sahibini bir yere göndermiş, dükkânına dönen bu kişi, bütün pamukların
atıldığını görerek bunu onun kerameti olarak kabul etmiş ve daha sonra Hallac
diye anılmıştır.
Çok genç
yaşlarda Vasıt’a giden Hallac, orada hıfzını tamamladı. Ardından Tüster’e
geçerek Sehl et-Tüsterî’nin öğrencisi oldu. Yirmi yaşında Basra’ya geldi.
Buradan Bağdat’a giderek Cüneyd-i Bağdadî, Amr b.Osman el-Mekkî, Ebü’l Hüseyin
en Nuri gibi Bağdat’ın tanınmış sufilerinin sohbetlerine katıldı. Amr b.Osman
el- Mekkî’den hırka giydi. Basra’da Ya’kub Akta adlı bir sufinin
kızı ile evlendi.
H.282’de
ilk haccını yapan Hallac, dönüşte Cüneyd’in sohbetlerine devam etti.
Cüneyd’e bazı sorular soran Hallac istediği cevapları alamadı. Hallac’ın
maksatlı sorular sorduğuna ve bu konuda samimi olmadığına kanaat getiren Cüneyd
onun sohbetlerine katılmasından rahatsız oldu ve onu meclisinden uzaklaştırdı.
Bu olaydan sonra Hallac Tüster’e dönüp orda bir süre kaldı. Daha sonra
beş yıl sürecek bir yolculuğa çıkmak üzere Tüster’den ayrıldı. Horasan,
Maveraünnehir, Sicistan ve Kirman bölgelerini dolaştı. Müridleri ile birlikte
ikinci defa hacca giden Hallac dönüşte Bağdat’a geldi. Daha sonra deniz yoluyla
Hindistan’a gitti. Gezdiği yerlerdeki halkın Müslüman olmasında etkli oldu.
Halk ve
ulema arasında Hallac’ın davranışları ve sözleri tepki toplamaya başladı. İbn
Davud ez-Zahirî öncülüğünde bir grup âlim Hallac’ın aleyhinde bir faliyet
başlattı. Bazıları onun sihirbaz, şarlatan veya deli olduğunu ileri
sürerken, bazıları da keramet sahibi bir veli olduğunu söylüyordu. Aleyhindeki
faaliyetlerin artması üzerine Hallac Ahvaz’a kaçtı. H.301’de Ahvaz’da
yakalanarak Bağdat’a getirildi ve 8 yıl hapse mahkûm edildi. Fakat aleyhindeki faaliyetler giderek artıyordu.
Vezir Hamid b.Abbas idam edilmesi için elinden geleni yapıp onu idam isteğiyle
hâkimler heyetinin önüne çıkardı. Hâkimler delillerin yetersiz olduğunu
söylemelerine rağmen vezir Hamid oldubittiye getirip idam kararını hâkimlere ve
şahitlere imzalattı. Karar Halife Muktedir Billâh tarafından tasdik edilince
Hallac, 24 Zilkade 309(26 Mart 922) tarihinde Bağdat’ta önce kırbaçlandı,
burnu, kolları ve ayakları kesildikten sonra idam edildi. Başı kesilerek Dicle
üzerindeki köprüye dikildi, gövdesi yakılıp külleri nehrin sularına savruldu.
Hallac-ı
Mansur’un öldürülme sebebi hakkında Abbasilere karşı ayaklanmış olan
Karmatîlerle gizlice mektuplaştığı, “enelhak” sözüyle ulûhiyet iddiasında
bulunduğu, haccın farziyetini inkâr edip yeni bir hac anlayışı ortaya koyduğu
şeklinde çeşitli iddialar ileri sürülmüştür. Ancak idamının asıl sebebi
siyasidir. Çünkü III. yüzyılda yaşamış olan ve Hallac’ınkine benzer şathiye
türü sözleriyle tanınan Bayezid
Bistamî gibi sufilere
dokunulmamış olması bunu göstermektedir. Hallac hakkında ileri
sürülen iddiaların en yaygını, en etkili ve en sürekli olanı, onun tevhid ve
fena görüşünü ifade eden “enelhak” sözü ile hulul ve ittihadı çağrıştıran
ifadeleridir. Hallac’ın kâfir ve zındık olduğunu iddia edenler “enelhak”
sözüyle Tanrılık iddiasında bulunduğunu ileri sürmüşler, onu büyük bir veli
olarak tanımlayanlar ise, bu sözü diğer sufilerin şathiyeleri gibi görüp
çeşitli şekillerde yorumlamışlardır.
Eserleri
Kitabu’t
Tavasin
Divan
Ahbarü’l
Hallac
Hallac’ın
hayatı ve eserleri hakkında bilgi veren Schimmel, Hallac’ın
yazgısının Arap kaynaklarında adına ilk rastlandığı tarihten itibaren Avrupalı
bilginleri de etkilediğini belirtmektedir. Schimmel’in ifadesine göre bazı
bilginler onu panteist biri olarak görmüş, bazısı onu küfürle suçlamış, bazısı
da onun gizli bir hıristiyan olduğunu iddia etmiştir.
Louis
Massignon’nun bütün ömrünü alan yapıtına değinen Schimmel, bu eser sayesinde, Hallac’ın
içinde bulunduğu ortamın ve etkilerin araştırıldığını; böylece hayatı ve
öğretilerinin Batı’da daha iyi tanındığını ve anlaşıldığını belirtmektedir.
Schimmel,
Hallac’ı gerçek bir İslam şehidi olarak görmektedir; çünkü Hallac, İslam’daki
kişisel dindarlığın en derin olanaklarının örneği olmuş, mükemmel aşkın
sonuçlarını ve ilahi maşukun birliğine boyun eğişin anlamını göstermiştir.
Herhangi bir kutsallık kazancını değil, bu sırrı vaz etmeyi, o sır içinde
yaşamayı ve uğruna ölmeyi amaç edinmiştir.
Hallac’ın Kitabu’t-
Tavasin adlı eserinden bahseden Schimmel, Hallac’ın imanlı bir Müslüman
olup olmadığı konusunda herhangi bir kuşkusu olan varsa Kitabu’t- Tavasin’in
“Siracü Tasin” bölümündeki Hz. Muhammed tasvirini okumasının yeterli olacağını
belirtmektedir.
Schimmel’e
göre “enelhak” sözü, birçok mistiğin Hallac’ı panteist olarak görmelerine neden
olmuştur. Ancak Hallac’ın kuramı yaratılmış şeylerin ötesinde, Tanrı’nın mutlak
aşkınlığını, O’nu sonsuza kadar hades’ten, yani zamanın içinden yaratılandan
ayıran ‘kıdem’i, yani ezeliyeti korumuştur. Hallac’a göre, Allah’ın tabiatı
insanın tabiatını içerir. Hallac’ın Hıristiyanlığın hulul doğmasından
etkilendiği varsayımına değinen Schimmel, onun kuramlarının bu ya da şu etkiye
indirgenemeyecek kadar karmaşık olduğunu belirtmektedir.
Hallac’ın
İslam dünyasındaki etkilerinden bahseden Schimmel, onu, tasavvufun
ilk döneminin doruk noktası olarak görmektedir.
Ebu Hamid
Muhammed b. Muhammed b. Muhammed b.Ahmed el-Gazzali 450(1058) yılında İran’ın
Horasan bölgesinde, yetiştirdiği âlimler ve devlet admalarıyla tanınan Tus’ta
(bugünkü Meşhed) dünyaya geldi. Hüccetülislam, Zeynüddin gibi lakaplarla
anılır. Künyesi Ebu Hamid olmakla birlikte onun Hamid adında bir oğlunun olup
olmadığı bilinmemekte, eğer varsa küçük yaşta ölmüş olabileceği
düşünülmektedir.
Fars asıllı
olduğu sanılan Gazzali’nin ailesi hakkındaki bilgiler son derece azdır. Sufi
kimliğiyle büyük ün kazanmış Ahmed Gazzali adlı kendisinden küçük erkek
kardeşi, birkaç da kız kardeşi vardır.
İleri
düzeydeki ilköğrenime, 465’te (1073) Ahmed b. Muhammed er-Razkani (Razekani)
adlı âlimden fıkıh dersleri alarak Tus’ta başlayan Gazzali daha sonra Cürcan’a
giderek burada İsmailî denilen bir zatın öğrencisi oldu. 473’te (1080)
Nişabur’a giderek Nizamiye medresesine girdi ve dönemin en tanınmış kelam âlimi
olan İmam’ül Haremeyn el-Cüveyni’nin öğrencisi olma şansını elde etti.
484’te
Bağdat Nizamiye medresesi müderrisliğine tayin edilen Gazzali’nin, müderrislik
dönemi burada dört yıl sürdü. Bu dönem Gazzali’nin kitap te’lifi bakımından en
verimli dönemidir. Burada aynı zamanda Kelam, felsefe, Batınilik ve tasavvuf
hakkında incelemelerde bulundu. Bu incelemelerinin sonunda şüpheye ve fikri
bunalımlara düştü. Psikolojisi giderek bozulan Gazzali Bağdat’tan ayrılmaya
karar verdi. Bağdattan Şam’a geçen Gazzali orada iki yıla yakın kaldı. Orada
bir süre inziva hayatı yaşadıktan sonra hac farizasını yerine getirmek için
Hicaz’a gitti. Daha sonra vatan hasreti ve çocuklarının daveti onu memleketine
çekti. Gazzali inziva
döneminde baş eseri olan İhyâ’ü Ulûmî’d Dîn ile birlikte birçok eser
yazmıştır.
Zilkade
499’da (Temmuz 1106) Nişabur’a dönen Gazzali buradaki Nizamiye Medresesinde
tekrar öğretim görevine başladı. Burada üç yıl süren resmi görevini bir defa
daha bırakıp Tûs’a döndü.(503/1109) Tûs’a döndükten sonra evinin yanına fukaha
için bir medrese, sûfiye için de bir hankah yaptırdı. Burada ömrünün son
demlerini ders okutmak, gönül ehlinin sohbetlerine katılma ve eser yazmakla
geçirdi. 14 Cemaziyelahir 505 (18 Aralık 1111) tarihinde vefat etti. Tûs’ta
ünlü şair Firdevsi’nin mezarının 311
yakınına defnedildi.
Gazzali,
İslam düşünürleri arasında en çok eser veren müelliflerden biridir. Gazzali’nin
hayatında birbirinden farklı bazı dönemlerin yer aldığı ve bu farklılığın 312
eserlerini de etkilediği
bilinmektedir.
Gazzali’nin
hayatı hakkında kısa bir bilgi veren Schimmel, meslektaşları arasında Gazzali
kadar üretkeninin olmadığını, çeşitli bilim dalları ile ilgili eserler yazmışsa
da, daha çok kelam ve kelamın felsefeyle karşılaştırılması üzerine yazdığını
belirtmektedir. Ona göre Gazzali’nin ihdasından (manevi dönüşüm) sonra yazdığı
manevi otobiyografi el- Munkız Min ed-Dalal’in elimizde olması büyük bir
şanstır. Müslümanlığın zihni yapıtını tüm yönleriyle bilen ve Sünni İslam’ın
sayısız savunmasını felsefi ve mantıksal hünerleriyle gerçekleştirmiş bulunan
Gazzali’nin sonunda kendisini tasavvufa verdiğini hatırlatan Schimmel,
tasavvufa ilk kez akılla yaklaşmanın Gazzali’ye has bir tutum olduğunu
söylemektedir.
Gazzali’nin
İhyâ’ü Ulûmî’dDîn adlı eserinden bahseden Schimmel’e göre, bu büyük eserin tümünün ölüme
hazırlık olduğu söylenebilir. Ölüm, insanı, sonsuz cezalandırılmanın başlangıcı
olabilecek kıyamet gününün sert hâkiminin karşısına çıkardığı için korkunçtur;
ancak bir taraftan da âşığı sonsuz maşukuna kavuşturduğu, böylelikle de ruhun
şevkini gerçekleştirdiği, sonunda da ebedi huzura ulaştırdığı için güzeldir.
Schimmel’e göre, tasavvufla şeriatı birleştirdiği için Gazzali, ortaçağ
İslam’ının en etkileyici din âlimi durumuna gelmiştir. Schimmel’in de
belirttiği gibi önemli olan kalbin yaşamasıdır. Gazzali’nin kalp yaşayışını
şeriatle ve sağlam bir ilahiyatçı tutumuyla sıkı bir şekilde birleştirme
yöntemi, Sünni kelamcıların bile sufi hareketini ciddiye almalarına neden
olmuştur. Ilımlı sufi bakış açısı, ortalama Müslümanların hayatını
renklendirmeye başlamıştır.
Schimmel’e
göre hiçbir ortaçağ İslam düşünürü, batılı bilginlerin dikkatini Gazzali kadar
çekmemiştir. Batı dillerinde yapıtlarının birçok çevirisi vardır. Gazzali’nin
gerçek karakteri konusundaki tartışmalar on yıllardır sürmektedir. Ona göre
Gazzali’nin düşüncesi geçmişte değişik yönleriyle incelenmişse de hala birçok
açıdan ele alınması gerekir.
Schimmel,
Gazzali’ye hayranlığın sürüp sürmeyeceğini Pere Anawati’nin “Parlak bir zeka
olduğu kesindi, ancak katkısı, Müslüman dinsel düşüncesini iki veya üç yüzyıl
sonra donduracak olan katılaşmayı önleyememiştir.” eleştirisini
aktarıp, şu soruyu sormaktadır: “Yoksa ılımlı İslam’ın katılaşmasının nedeni,
onun büyüklüğünün bizzat kendisi miydi?”
17 Ramazan
560/28 Temmuz 1165’te Endülüs’ün Güneydoğusunda bulunan Mürsiye’de (Murcia)
şehrinde doğan İbnü’l Arabi’nin tam adı Muhyiddin Muhammed b.Ali. Muhammed el
Arabî et-Ta’i el- Hatimi’dir.
İbnü’l
Arabî sekiz yaşına kadar Mürsiye’de yaşadı. Daha sonra ailesi, Endülüs’ün o
sıradaki başşehri olan İşbiliye’ye (Sevilla) göç etti. İşbiliye o zaman önemli
ilim merkezlerinden birisiydi. Bu sıralarda henüz on beş-on altı yaşlarında
bulunan İbnü’l Arabî, İbn Rüşd’ün dikkatini çekti.
İbnü’l
Arabî, ilk Kur’an derslerini “ehl-i Tarık” olduğunu bildiği komşuları ebu
Abdullah el-Hayyat adlı bir kişiden aldı. Bir süre hadis ilmiyle meşgul olan
İbnü’l Arabî zahiri ilimlere yöneldi. Zahiri ilimlerde yeterli derecede eğitim
aldıktan sonra manevi ilimlerde derinleşmek üzere halvet ve murakabeye daha
fazla yönelen İbnü’l Arabî, 580 (1184) yılında seyrü sülukünün henüz başında
iken bazı tasavvufi makamlara ulaştı. Eserlerinde ilk mürşidinin adını ebü’l
Abbas el-Uryebi olarak verir.
Yirmi altı
yaşında iken Tunus’a giden İbnü’l Arabî bir süre burada kalarak aralarında,
daha sonra el-Fütuhatü’l Mekkiyye’yi kendisine ithaf edeceği şeyh
Abdülaziz el-Mehdevi’nin de bulunduğu sufilerle görüştü. İki yıl sonra tekrar
İşbiliye’ye döndü. Birkaç defa gittiği Fas’ta dört yıl kaldı. Burada pek çok
sufi ile tanıştı. Kendisine yaklaşık yirmi üç yıl arkadaşlık ve yoldaşlık
edecek olan Abdullah Bedr el-Habeşi ile burada karşılaştı. Fas’tan ayrıldıktan
sonra Gırnata ve Kurtuba’ya geçti. Merakeş’te iken aldığını söylediği manevi
bir işaretle 596’da (1200) Doğu’ya doğru yola çıktı.
Mekke’ye
kadar gidip ilk haccını yaptıktan sonra tekrar Kuzey Afrika’ya döndü. Gayesi
sufi ebü Medyen’le görüşmekti. Ancak ebü Medyen bir süre önce (594-1198) vefat
etmiş olduğundan görüşmek mümkün olmadı. Bununla beraber ebü Medyen’in
ruhaniyetinden hayatı boyunca istifade ettiğini sık sık belirtmiştir. İbn’ül
Arabî 597’de (1201) Tunus’a gitti. Aynı yıl hacca gitmek üzere Tunus’tan
ayrıldı. Önce Mısır’a, oradan Kudüs’e geçti. Kudüs’ten yaya olarak Mekke’ye
doğru yola çıktı. Halil kasabasına uğrayarak Hz. İbrahim’in makamını ziyaret
etti. Oradaki ikameti esnasında İbrahim Camii’nin imamı Zahir el- İsfahani’den
Hakîm et-Tirmizî’nin eserlerini okudu. Medine’de Hz. Peygamber’in kabrini
ziyaret edip Mekke’ye ulaştı. Mekke’de ders halkalarına devam etti. Yirmi üç yılda
tamamlanan el-Fütuhatü’l Mekkiyye ilk defa burada kendisine ilham
edilmeye başlandı. İbnü’l Arabî, bu kitapta yazdıklarının hepsinin ya Kâbe’yi
tavaf ederken veya murakabe için Harem-i Şerif’te oturduğu esnada Allah’ın
kendisine açtığı şeyler olduğunu söyler.
İbnü’l
Arabî, Mekke’de yaklaşık iki buçuk yıl kaldıktan sonra bir hac kafilesine
katılarak Bağdat’a gitti(601-1204). Burada birkaç gün kaldıktan sonra Musul’a
geçti. Bir yıl Musul’da kaldıktan sonra Urfa, Diyarbakır, Sivas üzerinden
Malatya’ya geçti. Bağdat’tan bu yana Sadrettin Konevi’nin babası Mecdud-din
İshak da kendisine refakat etmekteydi. Onunla birlikte Konya’ya gitti. Burada
bir süre kaldıktan sonra tekrar Mekke’ye gitti. Buradan yine Konya’ya döndü.
Halep ve Sivas’a yaptığı yolculuklardan sonra 615’te (1218) Malatya’ya
yerleşti. Dostu Mecdud-din İshak vefat edince vasiyeti üzerine dul kalan
hanımıyla evlendi. Daha sonra Dimaşk’a (Şam) yerleşen İbnü’l Arabî,
Hz.Peygamberden aldığı emirle Fususu’l Hikem’i 627 (1230) yılında burada
telif etti. Burada zamanının büyük bir kısmını el-Fütuhatü’l Mekkiyye’yi
gözden geçirmeye ve yeniden yazmaya ayırdı. Vefatından bir yıl önce ikinci
nüshayı tamamladı.
22
Rebiü’lahir 638 (10 Kasım 1240) tarihinde Dimaşk’ta Beni Zekilerin
malikânesinde vefat eden İbnü’l Arabî, Kadı Muhyiddin İbnü’z-Zeki ailesinin
kabristanına defnedildi. Daha sonra iki oğlunun da gömüldüğü bu yer sonraki
devirlerde Şam bölgesinde yaygınlık kazanmaya başlayan tasavvuf karşıtı
akımların oluşturduğu aleyhte propagandala neticesinde bakımsız kalarak
unutulmaya yüz tuttu. Yavuz Sultan Selim, Mısır seferi dönüşünde uğradığı
Şam’da ilk iş olarak onun kabrinin yerini tesbit ettirerek üzerine bir türbe,
yanına da bir cami ve bir tekke yaptırmıştır. II. Abdülhamid tarafından tamir
ettirilen türbe bugün de şeyhi sevenlerce ziyaret edilmektedir.
İbnü’l
Arabî’ye ait birçok eserden bahsedilir; ama ona ait denilebilecek eser sayısı
550 civarındadır. Bugün için İbnü’l Arabî’’nin yaklaşık 245 eseri günümüze
kadar gelmiştir. En önemli eserleri, Fütuhatü’l Mekkiyye33 ve
Füsusül Hikem’dir.
İbnü’l
Arabî’nin hayatı ve eserleriyle ilgili bilgi veren Schimmel, İbnü’l Arabî’nin düşüncesinin tam
bir yorumunu yapmanın zor olduğunu belirtmektedir. Geleneksel Batı düşüncesine
göre o, İslam panteizminin (vücudiye) ya da birciliğin (vahdetiye)
temsilcisidir ve bu gibi birci kuramlarla İbnü’l Arabî İslam’daki canlı ve
etkin bir güç olan Allah düşüncesini yıkmış, İslam’ın gerçek dinsel hayatının
parçalanmasından büyük ölçüde sorumlu olmuştur. Schimmel’e göre, İbnü’l Arabî’ye
atf edilen açıklama biçimlerinin klasik dönemde zaten var olduğunu görmek
şaşırtıcıdır. İbnü’l Arabî’nin cezbeli bir mutasavvıf olmaktan çok
sistemleştirme dehası olması, gelecek kuşaklara yardımcı olmasını sağlamış,
onlara kapsamlı bir sistem bırakmıştır. Schimmel, İbnü’l Arabî’nin muhalifi
olan Ahmed Sirhindî’nin bile şu sözlerle İbnü’l Arabî’yi takdir ettiğini
belirtmektedir: “Ondan önceki sufiler bu konular hakkında konuşacak olurlarsa
bunlara yalnızca üstü kapalı bir şekilde değiniyor, ayrıntılara girmiyorlardı.
Kendisinden sonra gelenlerin çoğu, onun izinden gitmeyi tercih ettiler ve onun
terimlerini kullandılar. Biz çok sonra gelenlerde, bu büyük adamın
nimetlerinden yararlanmaktayız ve tasavvufi kavrayışlardan çok şey öğrendik.
Allah bunun için ona sevapların en büyüğünü versin.”
Schimmel, Füsus’un
Batı dillerine çevirisinin çok güç olduğunu, üslubun çok özlü olmasına ve çok
zarif bir şekilde kaleme alınmış olmasına karşın, Müslüman olmayan bir okur
için ayrıntılı açıklamalara ihtiyaç olduğunu belirtmektedir. Schimmel’e göre,
gnostisizm, hermetizm ve yeni Plâtoncu düşünce İbnü’l Arabî’nin eserlerini çok
karmaşık bir hale sokar ve sıklıkla çevirmene âdeta baş edilmesi olanaksız
güçlükler çıkarır. Eserlerinin tefsirleri arasındaki büyük farklılıkların
nedeni de budur.
Schimmel
İbn’ül Arabî’nin sisteminin bir bütün olarak vahdet-i vücud olarak
adlandırıldığını, bu ifadenin doğru çevirisinin, onun diğer kuramlarının çoğu
için bir anahtar oluşturduğunu belirtmektedir. Vücud kelimesi üzerinde duran Schimmel’e
göre, vahdet-i vücud kavramı, Allah ile yaratılış arasında cismanî bir
devamlılık içermediğinden bu, panteizm, panenteizm ve Louis Massigno’nun
“varoluşçu monizm” terimlerinin yeniden gözden geçirilmesi gerektiğini
gösterir. Ona göre İbnü’l Arabî’nin kuramlarının en ilginç yanı,
isimler ile isimlendirilmişler arasındaki sürekli ve karşılıklı ilişkidir.
Schimmel’in
de belirttiği gibi, İbnü’l Arabî, genellikle dinsel hoşgörü savunduğu için
övülür ve “tasavvufi hoşgörü idealini” vurgulamaya ve zahiri biçimleri ve
ayinleri önemsememeye çalışan her kişi, onun dizelerini alıntılar.
Schimmel’e
göre İbn Arabî’nin düşünce sisteminin temel direklerinden biri Hz. Muhammed’e
duyulan derin saygıdır. Onun kuramlarında Peygamber, İnsan-ı kâmil rolü
üstlenir. İbnü’l Arabî’nin Hz. Peygamber’le ilgili görüşlerine değinen
Schimmel, İnsan-ı Kâmil’in varlığın tüm imkânlarını kendinde gerçekleştirmiş
kişi olduğunu 331 belirtmektedir.
Schimmel’e
göre, İbnü’l Arabî herhangi bir sistem yaratmadığını iddia etse de, keskin
zekâsı ve sakin düşünen aklı, onu, tecrübelerini ve düşüncelerini
sistemleştirmeye götürmüştür. Teozofik tasavvufun etkileyici olduğundan hiç
şüphe yoktur; çünkü varlık ve oluş, yaratılış ve dönüş hakkındaki pek çok
soruya bir yanıt vermektedir.
İbnü’l Arabî
ile ilgili tartışmalara değinen Schimmel, onun sisteminin eskisine oranla çok
iyi anlaşıldığını; ancak olumlu veya olumsuz rolü hakkındaki bir tartışmanın,
tasavvufi hedefe, iradenin faaliyeti ile ulaşma veya müşahade ve irfanla ulaşma
gibi iki farklı yaklaşım olduğu sürece bitmeyeceğini belirtmektedir
Mevlana
Celaleddin Rumî, 6 Rebiü’l evvel 604 (30 Eylül 1207)’de İslam kültür ve
medeniyet tarihinde önemli yere sahip, Afganistan’ın Belh şehrinde doğmuştur. Asıl adı Muhammed Celaleddin’dir.
Hüdavendigar, Mevlana, Rumî gibi lakapları kendisine sonradan verilmiştir.
Annesi Belh Emiri Rükneddin’in kızı Mümine Hatun, babası sultanü’l ulema
olarak tanınan Muhammed Bahaeddin Veled’dir. Bahaeddin Veled Harizm’in en ünlü
âlim mutasavvıflardan olup, vaaz ve tedris işiyle uğraşır ve meclisinde o
devrin bütün ileri gelenleri ve büyükleri, hatta bazen bizzat hükümdar hazır
bulunurdu.
Bahaeddin
Veled’in Belh’in tanınmış filozoflarından Fahreddin Razi ile aralarının
açılması ve bu anlaşmazlığa Sultan Alaaddin Muhammed Harezmşah’ın da dâhil
olması üzere Bahaeddin Veled Belh’ten göç etmeye karar verir. Muhtemelen onu göçe sevk eden
hususlardan biri de yaklaşan Moğol tehlikesini sezmiş olmasıdır.3381212 ve 1213’te başlayan bu
yolculuk Bağdat - Kûfe yolundan Mekke, dönüşte Şam, Malatya, Erzincan- Akşehir
ve nihayet Larende (Karaman)’ye kadar uzanır. Bu uzun yolculuk boyunca konakladıkları her
yerde saygı ile karşılanmışlar, vaaz ve dersler vermişler, Şahabeddin
Sühreverdi, Feridüddin Attar, Muhyiddin İbnü’l Arabî gibi âlim ve
mutasavvıflarla görüşmüşlerdir.
Mevlana,
Larende’de bulunduğu sırada Lala Şerefed-Din Semerkandî’nin Gevher adlı kızıyla
evlenir. Bu evlilikten
oğulları Sultan Veled ve Alâeddin dünyaya gelir. Yıllar sonra Gevher Hatunu kaybeden
Mevlana, Kerra (Kira) Hatun ile evlenir. Bu evlilikten de Muzaffereddin ve Emir
Âlim Çelebi adlı iki oğlu ile Melike Hatun adlı kızı dünyaya gelmişlerdir.
Bahaeddin
Veled’in Karaman’da bulunduğunu öğrenen Sultan I.Alaaddin Keykubad Onu Konya’ya
davet eder. Bahaeddin Veled ailesi ve dostlarıyla birlikte Selçuklular’ın
başşehri olan Konya’ya gelir. Hükümdarın büyük iltifatlarına mazhar olan
Sultanu’l Ulema son günlerine kadar ilim ve tedris ile uğraşarak
H.628(M.1231)’de ölür. Babasının vefatından sonra Mevlana, Onun makamına geçer.
Mevlana’nın
ilk mürşidi babası Bahaeddin Veled’dir. Babasının ölümünden sonra, Mevlana’nın
sufiyane ve şairane şahsiyetini teşkil eden en önemli husus Seyyid Burhaneddin
Muhakkık’ın terbiyesi altında yetişmiş olmasıdır.
Manevi
eğitimini babasından ve Burhaneddin Muhakkık’tan alan Mevlana’nın Şemseddin
Tirmizi ile karşılaşması, onun maneviyatı üzerinde şiddetli ve değiştirici bir
etki yapar. Mevlana ve Şems’in dostluğu, Hz. Muhammed ve Bayezid ile ilgili bir
konuşma ile başlar. Mevlana, okutmak, öğretmek, va’z etmekten elini çeker. İki
dost baş başa Cenab-ı Hakkın nurlarına, ilahi sohbetlere gömülürler. Ancak halk
Mevlana’nın kendileriyle ilgisini kesmesine tahammül edemez, kıskançlıkla Şems
aleyhinde dedikodulara başlarlar. Bu düşmanca davranışları gören Şems 1246’da
Konya’dan ayrılır ve Şam’a gider. Bu yüce dostun ayrılığından sonra Mevlana
derin bir ıstıraba gömülür ve bütün dostlarla ilgisini kesip, bir köşeye
çekilir. Herkes pişmandır. Bu sırada Mevlana’ya Şems’ten bir mektup gelir.
Mevlana yeniden sema etmeye, şiirler yazmaya, dostlarına iltifata başlar. Büyük
oğlu Sultan Veled ve bazı arkadaşlarını Şems’i bulmaları için Şam’a gönderir.
Sultan Veled Şems’i bulur, yeniden Konya’ya davet eder. Bu kez Şems’in Konya’ya
gelişine herkes sevinir. Fakat bu mutluluk uzun sürmez. Şems tekrar ortadan
kaybolur.
Mevlana
Şems’i kaybettikten sonra bu ayrılığın kederiyle gönülleri yakan hasretli
şiirler söyler. Divan-ı Kebir’deki Şems mahlaslı şiirlerin büyük bir kısmı bu
dönemin mahsulüdür.
Şems’ten
sonra Mevlana’nın hayatında yeni bir dönem başlar. Şems’e duyduğu sevgiyi bir
başka dost, şeyh Selahaddin Zerkubi’ye yöneltir. Aralarındaki dostluğu daha da
perçinlemek için Selahaddin’in kızını oğlu Sultan Veled’e alarak akrabalık
bağlarını kurdu.
Selahaddin’in
vefatından sonra Çelebi Hüsameddin Mevlana’nın halifesi olur. Çelebi Hüsameddin
Mevlana için yakın bir sohbet arkadaşıdır. Bunun yanında asıl önemi ve değeri,
Mevlana’yı ölümsüz eseri Mesnevi’yi yazma hususunda teşvik etmesidir. Mesnevi
bitinceye kadar Çelebi Hüsameddin Mevlana’nın yanından ayrılmamış, Mevlana
söylemiş, Çelebi Hüsameddin yazmıştır. Her cilt tamamlanınca yüksek sesle
Mevlana’ya okumuş, beyitleri yeniden gözden geçirerek düzeltmiştir.
Mevlana
ansızın hastalanıp yatağa düşer. Son demlerinde olduğunu anlamıştır.17 Aralık
1273 Pazar günü güneş batarken vefat eder. Mevlana’nın ölüm gecesine ayrılık gecesi
denilmez; dostuna kavuştuğunu ve ebedi vuslata erdiğini belirtmek için düğün
gecesi anlamında “şeb-i arus” denilir.
Mevlana’nın
ikisi manzum, üçü mensur toplam beş eseri vardır:
Mesnevi
Divan-ı
Kebir
Fihi
Mafih
Mecalis-
i Seb’a
Mektubat
Mevlana’nın
hayatı ve eserleri ile ilgili kapsamlı bilgi veren Schimmel’in, Mevlana hakkında söylemiş
olduğu şu sözler, büyük mutasaavıfa olan hayranlığının ve minnettarlığının bir
göstergesidir: “İnsan hayatında unutulmaz bütün hayatını değiştiren anlar
vardır. O anlarda insan ulûhiyetin yakınlığını duyar, semavi bir vecd içinde
titreyerek gark olur. Böyle bir anı ben, Almanya’da çok genç bir talebe iken,
profesörümün ağzından ilk defa Mesnevi’nin ilk satırlarını dinlediğim zaman
yaşamıştım. Bu andan itibaren çoktan takdir ettiğim Mevlana’nın eserinden hiç
ayrılmadım; harbin en feci yangın ve ateş fırtınalarında şiirleri bana ilahi aşkın
alevlerinden bahsettiler; harpten sonra çektiğimiz tahammülfersa ıstıraplarda
yine Mevlana’nın sözleri, insanın yalnız ıstırap vasıtasıyla olgunlaşacağını,
cevherin yalnız 353
elim
bir tıraştan sonra parlayacağını öğrettiler.
Schimmel’e
göre, Batı’da Mevlana kadar tanınan başka bir mutasavvıf yoktur. Batı’da
Mevlana ilgili yapılan çalışmalar hakkında ayrıntılı bilgi veren
Schimmel, Mevlana’nın Batı’da tesirinin günden güne artmasının sebebini
sorgulamaktadır. Ona göre mistikliğin birbirinden farklı olan cereyan ve
tasavvurları, şarkın ve garbın mistiklerinde eski ve yeni zamanlarda peyda olan
semboller, bütün bu dini dünya, Mevlana’nın eserinde, ilahi aşkın ateşi ile
eritilip birleştirilmiştir. Bunun için her millet, her insan Mevlana’nın
eserlerinde kendi vaziyetine göre, kendi dini ve kültürel seviyesine göre
kalbine dokunan sözleri bulacaktır. Herkes çektiği hasret ve keder, muhabbet ve
vuslat, edeceği dualarını, sükûtunu da bulabilir.
Schimmel’e
göre, müslümanlar arasında ilhama dayanan bir yazar varsa o da kesinlikle
Celaleddin Rumî’dir. Rumî’nin hem gazellerindeki hem de
Mesnevi’deki imgeleri, çağının bütün geleneklerini yansıtır. Maharetle
kullanmadığı tek bir şiirsel 358
veya retorik kalıp yoktur.
Schimmel’e
göre, Rumî’nin gücü aşkından, insani koşullarda yaşanan, ancak tümüyle Allah’a
dayandırılmış bir aşktan gelmektedir. Tasavvufi duanın en derin sırlarını kimse
Onun kadar açığa vurmuş değildir. Onun da belirttiği gibi,
Mevlana’nın eserleri ilahi aşkın tecrübesiyle bambaşka bir boyut kazanan sarsılmaz
bir imanın belgesidir.
Schimmel’e
göre, Farsça yazan sufi şairler arasında Rumî, dile en iyi hâkim olan ve adeta
onu oynarcasına kullanan bir şairdir. Üslubu tasavvuf şiirini şekillendiren iki
büyük selefinin, Senai ve Attar’ın etkisi altındadır. Eserlerinin teşekkülünde
en derin ilham kesinlikle Kur’an’dan gelir. Bu itibarla Cami, Mesnevi’yi “Fars
dilindeki Kur’an” olarak nitelendirmekle tamamen haklıdır. Mevlana Kur’an’a
derinlemesinin vukufunun yanı sıra, ortaçağ ilahiyatçıları için gayet tabii
olan kadis ilmi geleneğini de çok iyi bilmektedir. Çoğu zaman hiç beklenmedik
bir şekilde yorumlanan bu hadisler, Mevlana’nın eserlerinde bol miktarda yer
almaktadır.
Şems’le
buluşmasının Mevlana’yı tamamıyle değiştirdiğini söyleyen Schimmel,
Şems’in ortadan kaybolmasından sonra onun hasretiyle söylediği şiirlerinde,
Rumî’nin sırrının saklı olduğunu belirtmektedir. Ona göre Fars
şiirinin hiçbir yerinde Rumî’nin mısralarında olduğu kadar soyutun
somutlaştığına rastlanmaz. Rumî’nin sembolleri, hayatın her safhasından
alınmıştır; deveden sineğe, filden solucana kadar tüm hayvanlar, Ona beşeri
davranış örnekleri sunar. 13.yy’da Konya’daki günlük hayat onun mısralarında
olduğu gibi yaşanabilir.
Schimmel,
Mesnevi’nin birçok yerinde “vahdet-i vücud” felsefesine pek yakın gibi görünen
tabirlerin bulunup bulunmadığı tartışmalarına değinmektedir. Ona göre, İbnü’l
Arabî’nin düşünceleri üvey oğlu Sadreddin Konevî aracılığıyla Mevlana’nın
eserlerine sirayet etmiş olabilir; ancak Mevlana’nın eserleri binbir renk ihtiva
eden bir halıya benzer. 13.asrın ortasına kadar İslam tasavvufunda ne gibi
cereyanlar zuhur etmişse, onların aksi Mesnevi’de görülebilir. O
yüzden Mesnevi dersleri bir tek zümreye, bir tek tarikate mahsus kalmadı.
Vahdet-i vücudun en canlı mümessillerinden tutunuz en ortodoks âlimlere kadar,
Mevlana’nın aşkı hepsini birleştiren bir rabıtadır. Onun âlemşumul kuvveti,
insanı ruhanî miraca getiren dinamik aşkı, mükemmel bir şekilde Muhammed
İkbal’in eselerinde bulunur.
Schimmel,
Rumî’nin vecde getirici şiirine yeni bakış açılarıyla bakmanın hâlâ pek çok
olanağının bulunduğunu görmenin ve onun bitmez tükenmez şiir hazinesi
konusundaki incelemelerin devam etmesinin çok hoş bir durum olduğunu
belirtmektedir.
1922
yılında Almanya’nın Erfurt kentinde dünyaya gelen Annemarie Schimmel, İslam
kültürü ve tasavvufu alanında önemli çalışmaları bulunan bir bilimadamıdır.
Küçük yaşlarda iken okuduğu bir şark masalı ile başlayan Doğu macerası ömrünün
sonuna kadar devam etmiştir.
Çok genç
yaşta akademik hayata atılan Schimmel, çalışma alanı olarak İslam Tasavvufu,
yaşayan İslam Kültürü ve Günümüz Müslüman Halklarını seçmiştir. Onun bu
konulara bakışı oryantalist olarak adlandırılan diğer Batılı araştırmacılardan
çok farklıdır. Oryantalistlerin çoğu önyargılarıyla hareket edip tasavvufun
İslam’dan ayrı bir ilim olduğunu iddia etmekte, tasavvufun kaynağı olarak da
yabancı din ve felsefeleri görmektedirler. Fakat onlardan daha ılımlı ve
insaflı bir tutum içerisinde olan Schimmel’in tasavvufa yaklaşımı önyargılardan
uzak, tecrübeye ve içsel yaşayışa dayalıdır. O, bir mutasavvıf edasıyla
tasavvufa yaklaşıp, sufiler nasıl tanımlıyorsa tasavvufu o şekilde
tanımlamaktadır. Tasavvuf ve sufi kelimelerinin ilk Müslüman zahitlerin giydiği
yün elbiseye işaret eden suftan türediğini kabul eden Schimmel, bu sözcüğün
Yunanca ‘bilge’ anlamına gelen sophos sözcüğünden türemiş olmasının ise,
filolojik açıdan olanaksız olduğunu belirtmektedir.
Tasavvufun
başlangıcının Hz. Peygamber’e kadar uzandığını, ilhamını ise Kur’an’dan
aldığını ve tüm tasavvufi öğretilerin Kur’an’da geçtiğini belirten Schimmel,
birçok oryantalistten farklı olarak tasavvufun kaynağının Kur’an ve hadis
olduğunu kabul etmektedir.
Bir
araştırmacı olarak Schimmel’in en önemli özelliği, incelediği konuyu bizzat
kendi yerinde ve dilinde araştırmasıdır. Bu amaçla birçok seyahat
gerçekleştiren Schimmel, gittiği yerlerde hem akademik çevreyle hem de sıradan
halkla ilişkiler kurmuş, o kültürü kendi içinden keşfetmiştir.
Ömrünün
baharında ikinci dünya savaşını bütün dehşetiyle yaşayan Schimmel, teselliyi,
Mevlana’da ve onun şiirlerinde bulmuş, hayatını büyük mutasavvıfı anlamaya ve
anlatmaya adamıştır. Schimmel’in düşünce yapısının temelini Mevlana oluşturur.
Eserlerinin çoğunda Mevlana’nın etkilerini görmek mümkündür.
Onun
çalışmaları sayesinde insanlar, İslam’ın ‘sevgiye dönük yüzünü’ tanıma fırsatı
bulmuş, kültürlerin bir arada hoşgörü içerisinde hareket edebileceğini
görmüşlerdir. 26 Ocak 2003 tarihinde vefat eden Schimmel, eserleri ile dünya
kültürüne ışık tutmaya devam edecektir.
KAYNAKLAR
a) Kitaplar
Afifi,
Ebul A’la, Tasavvuf; İslam’da Manevi Hayat, çev. Ekrem Dumanlı, Abdullah
Kartal, İz yay. İstanbul 1996.
Akil,
Muhammed, Felsefi Tasavvuf, çev. Mustafa Kılıçlı, birey yay, İstanbul
1998
Altıntaş, Hayrani, Tasavvuf Tarihi, AÜBE, Ankara
1986.
Andrae,
Tor, Der Ursprung des İslams und das Christentum, (Uppsala, 1926).
Anawati,
G.-C. ve Louis Gadret, Mystique musulmane, (Paris, 1961).
Arbery,
An introduction to the History of Susism (Londra, 1942).
—
Sufism An Account of the Mystics of İslam; Londra, 1950.
Ateş,
Süleyman, İslam Tasavvufu, Elif mat, Ankara 1972.
Ayni,
Mehmet Ali, Tasavvuf Tarihi, Kitabevi, sad. H.Rahmi Yananlı, İstanbul
2000.
Bardakçı,
Mehmet Necmettin, Sosyo Kültürel Hayatta Tasavvuf, FKE yay. Isparta
2000.
Cebecioğlu,
Ethem, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, Rehber yay. Ankara 1997.
Gazzali,
İhya-i ulûmid-din, c.II, ter. Ali Arslan, Merve yay.
Güngör,
Erol, İslam Tasavvufunun Meseleleri, ötüken yay. İstanbul 1987.
Hallac’ı
Mansur, Tavasin, çev. Yaşar Günenç, Yaba yay, 2001.
Hucviri,
Keşfü’l Mahcub Hakikat Bilgisi, haz. Süleyman Uludağ, İstanbul 1982.
İbn
Haldun, Tasavvufun Mahiyeti, Şifau’s Sail, dergâh yay. İstanbul 1998.
İz,
Mahir, Tasavvuf, , neşr. Haz. M.Ertuğrul Düzdağ, Kitabevi yay, İstanbul
1995.
Kam,
Ömer Ferit, Vahdet-i Vücud, sad. Ethem Cebecioğlu, Dib yay, Ankara 2003.
Kuşeyri,
Abdülkerim, Kuşeyri Risalesi, haz. Süleyman Uludağ, İstanbul 1991.
Köprülü,
M. Fuad, Türk Edebiyatında ilk Mutasavvıflar, Akçağ yay, Ankara 2003.
Massignon,
Louis, La passion d’Al-Hosayn ibn Mansour Al-Hallaj, Martyr mystique de
l’Islam execute â Bagdad le 25 Mars 922, 2 cilt (Paris, 1922).
Nicholson,
Reynold A. The Mystic Of İslam (1914: yeni edisyon 1962).
Öztürk,
Yaşar Nuri Öztürk, Aşk ve Hak Şehid’i Hallac’ı Mansur ve Eseri, Yeni
Boyut yay. İstanbul, 1996.
Sahmerani,
Es’ad, Tasavvuf Menşei ve Istılahları, çev. Muharrem Tan, iz yay,
İstanbul
2000.
Serrac,
el- Luma İslam Tasavvufu, çev. Hasan Kamil Yılmaz, Altınoluk yay,
İstanbul 1996.
Schimmel,
Annemarie, Die Bildersprache Dschelaladdin Rumis, Walldorf-Hessen
(Verlag für Orientkunde) 1949.
—,
Studien zum Begriff der mystisehen Liebe in der frühislamischen Mystik,
(Marburg Üniversitesinde Yaptığı Doktora Tezi), Heidelberg 1954.
—
, Gabriel’s Wing. A
Study into the Religious Ideas of Sir Muhammad Iqbal, Leiden (Leiden) 1963.
—,
Al-Halladsch: Mârtyrer der Gottesliebe. Leben und Leğende. Übersetzungen aus
dem Arabischen, Persishen, Türkischen, Sindhi, Siraiki, und Urdu, Köln (Hegner)
1968.
—
, İslamın mistik
boyutları, çev. Ergun Kocabıyık, İstanbul (Kabalcı Yayınlan) 2001.
—,
From Sanai to Maulana and Iqbal, Kabul 1977.
—,
Ben Rüzgârım Sen Ateş Mevlâna Celâleddîn Rumî’nin Hayatı ve Eserleri,
—,
Triumphal Sun. A Study of the Works ofjalaloddin Rumî, London 1978.
—,
And Muhammad is His Messenger. The Veneration of the Prophet in islamic Piety, Chapel
Hill / London (The Universty of North Carolina Press) 1985.
—,
Aspects of Mevlâna, Ankara 1981.
—,
Tükische Gedichte vom 13.Jahrhundert bis in unsere Zeit. (Übersetzt von
Annemarie Schimmel), Ankara 1981.
—,
Sayıların Gizemi, çev. Mustafa Küpüşoğlu, İstanbul (Kabalcı Yayınevi)
1998; 2000 —, Aus dem Diwan. Unesco-Sammlung Reprâsentativer Werke
Asiatische Reihe / Maulana Dschelaladdin Rumi. (Aus dem Persischen übertragen
und eingeleitet von Annemarie Schimmel), Stuttgart (Philipp Reclam) 1986
—,
Maulana Dschelaladdin Rumi. Von Allem und von Einem / fihi mafih’in
Almanca çevirisi.(Aus dem persischen und arabischen von Annemarie Schimmel)
München 1988.
—,
İslamic names, Edinburgh 1989.
—,
Yunus Emre ile Yollarda, çev. Senail Özkan, İstanbul (Ötüken Yayınları)
1999.
—,
Mein Bruder ismail. Erinnenıngen an die Türkei, Köln (Önel) 1990.
—,
Die Rose, Bad Neuheim-Steinfurth, (Rosenmuseum Steinfurth) 1991.
—,
Look! This Is Love: Poems of Rumi, Boston (Shambala) 1991.
—,
İslam: An Introduction, New York 1992.
—,
Rumi’s World: The life and Work ofthe Great Sufı Poet, Boston (Shambhala)
1992 1993
—,
A Life of Leaming, Waschington DC (American Council of Learned Societies)
1993 —, Deciphering the Signs of God. A Phenomenological Approach to islam,
Edinburgh (Edin-burgh Universty Press) 1994.
—, Das Mathnavvi:
ausgewahlte Geschichten von Dschelaluddin Rumi. (Aus dem, Persischen von
Annemarie Schimmel), Basel 1994. Das Thema des Weges und der Reise im islam,
Opladen 1994.
—,
Ruhum Bir Kadındır, çev. Ömer Enis Akbulut, İstanbul (İz Yayıncılık) 2001.
—,
Çağın Mevlanası Muhammed İkbal, çev. Senail Özkan, İstanbul (Kırkambar
Yayınları) 2000.
—,
Sufismus. Eine Einfühmng in die islamische Mystik, München 2000.
—,
İslam und Europa: kulturelle Brücken, Reihe: Schriften des Collegium
Europaeum Jenense 26, Jena und Erlangen 2002.
—,
Spiegelungen des islam, (Edition Q) 2002
—,
Auf den Spuren der Muslime. Mein Leben zvvischen den Kulturen, Freiburg
(Herder) 2002.
—,
Morgenland und Abendland Mein West-östliches Leben, München (C.H.Beck)
2002. Smith, Margert, Studies in Early Mysticim in the Near and Middle
East, (Oxford, 1996 Emine Yeniterzi, Mevlana Celaleddin Rumi, TDV yay,
Ankara 2004.
Tholuck,
Friedrich August Deofidus, Ssusismus, sive theosophia Persarum pantehistica (Berlin
1821).
Uludağ,
Süleyman, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, marifet yay, İstanbul 1991.
Yılmaz,
Hasan Kamil, Ana Hatlarıyla Tasavvuf, Ensar neşr. İstanbul 2000.
—
, Tasavvuf Meseleleri, Erkam yay, İstanbul 1997.
Yüce,
Abdulhakim, Tasavvuf ve Bid’at, Nil yay. İstanbul 2000.
Akın, Nimetullah, “Annemarie
Schimmel”, İslamiyat, c.7, sa.1,Ocak -Mart 2004.
Arar, Nezihe “Muradına Eren
Dilber", Resimli Hayat Mecmuası, 1955.
Bilman, Şule, “Ukbaya Kayan
Yıldız: Annemarie Schimmel", Tasavvuf Dergisi, sa.11;
Temmuz -Aralık 2003.
Cilacı, Osman, “Dua”,
DİA, c.IX.
Çağrıcı, Mustafa,
“Gazzali", DİA,
c.XIII.
Çakmaklıoğlu, M.Mustafa
“Klasiklerimiz/X, Fütuhatü’l Mekkiyye", Tasavvuf Dergisi, sa.11,
Temmuz-Aralık 2003.
Çelik, İsa,
“Klasiklerimiz-XIII, Mesnevi-i Manevi", Tasavvuf Dergisi, sa.14,
Ocak- Haziran 2005.
Derin, Süleyman,
“Müsteşriklerin Tasavvufa Bakış Açısı ve Bu Sahada Yaptıkları
Araştırmalar", Oryantalizmi Yeniden okumak: Batıda İslam Araştırmaları
Sempozyumu, Dib yay. Ankara 2003.
Güler, Dilaver,
“Klasiklerimiz/XII Füsusül Hikem", Tasavvuf Dergisi, sa.13, Temmuz-
Aralık 2004.
Kara, Mustafa, “fena"; DİA, c.XII,
—, “Havf”, DİA, c.XVI.
—, “Doğudan Batıya, Batıdan
Doğuya Bakan Bir Âlim Prof.Dr. Annemarie Schimmel", Tasavvuf Dergisi,
sa.11; Temmuz -Aralık 2003.
Karlığa, H. Bekir,
“Gazzali", DİA,
c.XIII.
Kılıç, Mahmut Erol, “Annemarie
Schimmel Vefat Etti" Toplumsal Tarih, Nisan- 2003.
—, “İbnü’l Arabî,
Muhyiddin", DİA,
c.XX.
Konur, Himmet, “Mesnevi’de
Mürid-Mürşid ilişkisi", Tasavvuf Dergisi, sa.14, Ocak-
Haziran 2005.
Massignon, Louis, “Tasavvuf”,
İA, c.XII/I, (MEB yay.), İstanbul 1979.
Özkan, Senail, “Vefeyat",
İslami Araştırmalar Dergisi, sa.9, 2003.
—, “Suyu Arayan Sufi:
Annemarie Schimmel", Tasavvuf Dergisi, sa.11, Temmuz- Aralık 2003.
Sezer, Engin “İslam
Araştırmaları Bilgini Annemarie Schimmel’in Ardından", Kanat Bilkent
Üniversitesi Türk Edebiyat Merkezi Haber Bülteni, sa.12,Bahar 2003.
Schimmel, Annemarie, "Zur
Geschichte der mystischen Liebe im islam", Die Welt des Orients
(Stuttgart), 1947.
—, “XIII: Asırda İslam Dini
ile Hıristiyanlık Arasındaki Münasebetler", Ankara Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi Dergisi (Ankara), II/IV (1953).
—, “Müslümanlıkta
Mutasavvıfâne Dua ve Niyazın Bazı Safhaları", Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi
(Ankara), II/II-III (1953).
—, “Raymundus Lullus und seine
Auseinandersetzung mit dem islam", Eine heilige Kirche (München), 4
(1953/54).
1954
—, “Din’de Sembol'ün
Fonksiyonu Nedir?", Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi
(Ankara), III/III-IV (1954).
—, “Garbın Mevlâna
Görüşü", Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi (Ankara),
III/III-IV, (1954).
—, “Numen' Internationel
Review for the History of Religions", Ankara Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi Dergisi (Ankara), III/III-IV (1954).
—, Sema-i Semavî", Ankara
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi (Ankara), III/III-IV (1954).
—, Mevlana Celalettin
Rumi'nin Şark ve Garpta Tesirleri, Ankara (Gutenberg Matbaası) 1963.
—, Die islamische
Kultur", Die Kulturen der asiatischen GroBreiche und RuBlands, Stuttgart
1963.
—, A Spring Day in Konya.
According to Jalâl al-Dîn Rûmî", The Scholar and the Saint (New
York), 1975.
—, Women in Mystical
islam", Women Studies International Forum (Oxford), 5/2, (1982).
1983
—, Der islam. 1. Muhammed und
die Botschaft Allah's", Indo-Asia (Tübingen), 25/1 (1983).
—, Unendliche Suche.
Geschichten des Schah Abdul Latif von Sind, München (New- Age-Ver-lag)
1983.
1984
—, A-Halladsch - Oh Leute,
rettet mich vor Gott. Übersetzung aus dem Arabischen, Persischen, Türkischen,
Urdu und Sindhi, Freiburg (Herder) 1985.
Freiburg (Herder) 1995.
—,
Das Hallaj-Motiv in der modernen islamichen Literatür”, der İslam im Spiegel
zeitgenössischer Literatur der islamichen Welt, Hrsg. Von J. C. Bürgel,
Leiden 1985.
—,
Sufismus”, Grundriss der arabischen Philologie 2, Helmut Gâtje (Hrsg),
Wiesbaden 1987.
—,
Mystical poetry in İslam the case of Rumi, Maulana jalaladin”, Religion and
Literature
(univ.
Notre Dame), 20/1 (1988).
—,
Man of Light or Superman. A problem of Islamic Mystical Anthropology”, Diagones
(Providence), 146 (1989).
—,
Sun at Midnight, Despair and Trust in the Islamic Mystical Tradition", Diagones
(Providence), 165 (1994).
Shafii,
Muhammed, “Varoluşsal Vuslat, Benlikten Kurtuluş”, Sufi Psikolojisi, yay.
Haz. Kemal Sayar, insan yay. İstanbul 2000.
Sürmeli,
Mehmet, “Kur’an-ı Kerim’de Velayet Kavramı”, Tasavvuf Dergisi, sa. 9,
Temmuz-Aralık 2002.
Uludağ,
Süleyman, “Dua”, DİA,
c.IX.
—
, “Fakr”, DİA, c.XII.
—,
“Hallac-ı Mansur”, DİA,
c.XV.
—,
“Makam”, DİA, c.XXVII.
—,
“Muhabbet”, DİA, c.XXX.