AÇILIŞ KONUŞMALARI
Prof. Dr. Bahattin Kök
I. OTURUM
NÜBÜVVETE KARŞI DİRENİŞ SÜRECİNDE DÎNÎ ANLAYIŞIN ÖNEMİ
BİR PROBLEM ALANI OLARAK METAFİZİK VE
METAFİZİKSEL OLMAYAN BİR TEOLOJİNİN İMKANI
Giriş: Metafiziksel Olandan Bahsetme İhtiyacı
1. Metafizik
la. Kant'in Metafiziğe Getirdiği Yaklaşımda İzlediği
Metodoloji
lb. Çağdaş Düşüncede Metafiziksel Teoriler
2. Teoloji-Metafizik İlişkisi
3. Metafiziksel Olmayan Bîr Teolojinin İmkanı
3a. Farklı Dünya Görüşleri Teorisi
3b. Kutsal Dilin Otoritesi
3c. Teolojik Dilin Farklılığı
4. Analitik Felsefe ve Teoloji
5. Teolojik Dil ve Metafizîksel Dil Farklılığı
5a. Ebedi cevherlerle değil, olayların diliyle konuşan Tanrı
5b. Teolojik dilin egzistansiyel yapısı
6. Teolojik Gerçeklik ve Tanrı'ya Dair Bilgimiz
Sonuç
EZELÎ BİLGİ ANLAYIŞININ PROBLEMATİK YÖNÜ
I. Giriş
II. "Allah'ın Her Şeyi Bilmesi"Nin Anlamı
III. "Allah'ın Her Şeyi Ezelî Olarak Bilmesi'nin
Problematik Yönü
IV. Konunun Kur'an Açısından Değerlendirilmesi
Sonuç
GÜNÜMÜZDE HATMİ NÜBÜVVETLE İLGİLİ BAZI KELÂMI MESELELER
II. Oturum
KELÂMLA İLGİLİ ÇAĞDAŞLAMADAN İLERİ GELEN PROBLEMLER
GELENEKSEL VE MODERN KELAMDA ÎTÎKADİ MESELELERİ
AYETLERLE TELLENDİRMENİN İÇERDİĞİ SORUNLAR
I
II
III
Sonuç
İMAN, OBJEKTİVİTE VE YANLIŞLANABİLİRLİK
Kaynaklar
İMANIN TEMELLENDİRİLMESİ
İmanın Kelime Anlamı
İmanın Kavramsal Anlamı
İmanın Unsurları
İman Bilgi Münasebeti
Kaynakça
III. OTURUM
OKÜLT EĞİLİMLERİN DİNİ İNANÇLARI YOZLAŞTIRAN ETKİLERİ
A) Kehanet
B) Sihir
Kur'an'ın Sihre Bakışı
1. Hz. Musa Dönemindeki Sihir
2. Babillilerin Sihri
3. Felâk Sûresi'nin Büyü İle Îlişkilendirilen Âyeti
Değerlendirme
GÜNÜMÜZDE İTİKADİ SORUNLAR
Giriş:
İnanç Sapmaları ve Kelâmı Çözümler
1. İnançsızlık Problem:
2. Tekfir Ya da Küfürle İtham
3. Determinist-Fataüst Kader Anlayışı:
Sonuç
Kaynakça
İNANÇ PROBLEMLERİNDEN (HALK İNANÇLARINA) YANSIMALAR
1-İnançların Grupları:
2- Halk İnançlarının Grupları:
Sonuç
SANAL ALEMDE İNANÇ PROBLEMLERİ (İNTERNETTE İSLÂM KARŞITI
SİTELER)
Araştırma Alanı
İslâm Karşıtı Sitelerin Genel Yapısı
Temel Eleştiri Noktaları
Kur'ân-ı Kerîm'in Otantikliği ve Vahiy Oluşuna İtirazlar.
2. Hz. Muhammed'in Nübüvvetine İtirazlar.
3. İslâm'da Kadının Konumuyla İlgili Değerlendirmeler.
4. İslâm ve Şiddet.
Sonuç Yerine
ELMALILI'YA GÖRE KADER İNANCI VE İNSAN HAYATINDAKİ YERİ
IV. OTURUM
TEOLOJİK DİLİN İMKANSIZLIĞI YA DA İMKANI ÜZERİNE (II)
-FONKSİYONEL ANALİZ MANTIĞI-
Giriş
I. Konuşulamayan Hakkında Susmak: Dile Getirememek
II. Dilin Sınırları Üstüne Gitmek: Dile Getirmek
III. Susma ve Dile Getirme Mantığının Teolojik Açıdan
İçerdiği Sorunlar
MODERNLEŞME-SEKÜLERLEŞME İLİŞKİSİ ÜZERİNE YENİ PARADİGMALAR
Geçmiş ve Bugün
Anlam Arayışı Ve Dinin Vazgeçilmezliği
Sonuç
Kaynakça
TEOLOJİK SEKÜLERLEŞMENİN NEDEN OLDUĞU KRİZ: "İNANÇ PROBLEMLERİ"
Giriş
Reform Öncesi Hıristiyanlığın İman Öğretisine Bir Bakış
II. Protestanlığın Doğuşu Ve Getirdikleri
III. Sekülerizmîn Tanımı Ve Oluşturucu Öğeleri
IV. İslam, Protestanlık Ve
Sekülerleşme
Yeni Selefllik Hareketi Bir Protestan Söylem midir?
b. İslam Protestanlaşabilir mi?
V. İslam'a Göre Sekülerleşmenin İmkânı Var Mıdır?
Sonuç
Kaynakça
ŞEHİRLEŞMENİN ZİHNİYET VE İNANÇ DÜNYAMIZA YANSIMALARI
Kaynaklar
GÜNÜMÜZ TÜRKİYE'SİNDE İNANÇ PROBLEMLERİNİN TARİH
PERSPEKTİFİ ÜZERİNE BİR TAHLİL DENEMESİ
V. OTURUM:
BİR İNANÇ VE ÎMAJ SORUNU OLARAK İSLAM'IN TALİBAN'CASI
I- Giriş
II- Taliban Hareketinin
Doğuşu
III- Talibanın Kimliği
IV- Taliban Zihniyeti
V- Taliban'ın İslam Yorumunun Analizi
VI- Sonuç Ve Öneriler
GÜNÜMÜZ KELAM PROBLEMİ OLARAK AKAİDİN SLOGANLAŞMASI
4. Sonuç
GELENEKSEL İNANÇLARI BAĞLAMINDA TÜRKİYE'DE GAYRI SÜNNÎ
KESİMLERİN
İNANÇ PROBLEMLERİ
1. Dinî Ve Tasavvufî Yönüyle Eriyen, Sosyal Ve Kültürel
Yönüyle Kısmen Başkalaşarak Devam Eden Kesim: Alevîler
A) Alevîliğin Mahiyeti İle İlgili Problemler
b) Alevî İnançlarıyla İlgili Problemler
ba) Kaynak Problemi
bb) İnanç Esaslarıyla İlgili Problemler
al) Allah İnancı
a2) Ölüm Sonrası Hayat
a3) Oniki İmam Anlayışı
c. Alevî İbadet Ve Adap-Erkan Anlayışıyla İlgili Problemler
2. Hakim İslâmî Anlayışla Çelişen Noktalarda Keskînleşen,
Keskinleştîkçe De Aşınan Kesim: Ca'ferî Azeriler
b) Mehdi Hayatta mıdır?
c) Kıyamet Öncesi Dirilme Mümkün Müdür: Rec'at
d) Velâyet-i Fakih Tartışmaları
3. Modernite Karşısında Tutunamayan Batınilik: Nuyayriler
a) Temel Nusayri İnançlarının Zayıflaması
b) Zahir-Batın Çelişkisi
c) Gizliliğin Açmazları
d) Kadının Mükellefiyetten Azade Oluşu
4. Senkretizmin Başka Bir Kurbanı: Yezidiler
a) Dini Kimlik Sorunu
b) Senkretizm Çıkmazı
c) Yezidî İnançlarının Yaşanabilirliği Problemi
Sonuç
GÜNÜMÜZ İNANÇ PROBLEMLERİNDEN NUSAYRİLERİN
TANRI TASAVVURLARI VE REENKARNASYON GÖRÜŞLERİ
Tanrı Nedir Ve Nusayrilerce Nasıl Algılanmaktadır?
Bibliyografya
KELÂM VE HUKUK İLİŞKİSİ
GÜNÜMÜZ İNANÇ PROBLEMLERİ
AÇILIŞ KONUŞMALARI
Prof. Dr. Mevlüt Özler
Atatürk Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi Kelam Anabilim Dalı Başkanı
Sayın Rektör Vekilim,
Muhterem Dekanım,
Saygıdeğer Hocalarım ve
Meslektaşlarım, Aziz Misafirler,
İlahiyat
Fakülteleri Kelâm Anabilim Dalı VI. Eğitim-Öğretim Meseleleri ve Koordinasyonu
Toplantısı ile Günümüz İnanç Problemleri sempozyumuna hoş geldiniz.
Öğrencilik yıllarımdan itibaren
hocalığımı yapmış, akademik çalışmalarımın çeşitli safhalarında bulunarak
zihnen ve fikren çok değerli katkılarda bulunmuş ve eserleri yoluyla
kendilerinden çok şeyler öğrendiğimiz hocalarımı ve siz değerli meslektaşlarımı
Erzurum'da ve Fakültemizde ağırlamak ve hizmet etmekten dolayı onur ve mutluluk
duyuyorum. Teşriflerinizle bizleri sevindirdiniz ve mutlu ettiniz. Hepinize
ayrı ayrı teşekkür ediyorum.
Muhterem Misafirler,
1995 yılı Mayıs ayında Marmara
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi'nde yapılan İlahiyat Fakülteleri Dekanları
Toplantısında alınan, İlahiyat Fakültelerinde mevcut Anabilim Dalları
temsilcilerinin bir araya gelmeleri şeklindeki tavsiye kararı gereği, ilkini
1996 yılında gerçekleştirdiğimiz bu toplantı ve sempozyumları, Kelam Anabilim
Dalı olarak, hiç aksatmadan bugüne kadar sürdürmüş olmamız ve bugün bunların
altıncısını burada gerçekleştiriyor bulunmamız gerçekten çok önemli ve
sevindiricidir.
Anabilim dallarını birer aile
gibi düşünürsek bu aile mensuplarının zaman zaman bir araya gelip kendi
meselelerini ve kendileri dışında olup bitenleri irdeleyip tartışmaları ve
görülen problemlere çözüm önerilerinde bulunmaları oldukça gerekli ve önemlidir.
Kelâm Anabilim Dalı'nın her yıl düzenlemekte olduğu bu toplantılara, artan bir
biçimde gösterilen ilgi bu toplantıların ne kadar gerekli ve yararlı olduğunun
açık bir göstergesidir.
Çeşitli sâiklerle, İslâm
düşüncesinin yeniden tahlil edilip tartışıldığı, yeni metodoloji arayışlarına
girildiği bir dönemde bu toplantı ve müzakereler şüphesiz çok daha önem
kazanmaktadır. Onun için biz, geçmişte icra edilenlerden çok istifade
ettiğimizi ifadeyle, bu toplantı ve sempozyumların aksatılmadan
sürdürülmesinden yanayız. Kelâm ilmi ve mütekellimûn tarihimizde çok ciddî ve
tonksiyonel görevler üstlenmiştir. Bizler de sorumluluğumuzun farkında olarak
inancımızın ve tarihin bize yüklediği görevleri en iyi bir biçimde yerine
getirmekle yükümlüyüz. İçinde bulunduğumuz sıkıntılardan kurtulmanın, ülkemizi,
milletimizi ve İslâm düşüncesini daha iyiye, daha güzele götürmenin yolu
buradan seçmektedir. Akademisyenler olarak bizler, kişisel uğraşlarımızı ihmal
etmenin sonucuna belki katlanabiliriz, ama hiç kimse bu milletin, topyekün bize
yüklediği görevi ihmalin sonucuna katlanma cür'et ve cesaretini gösteremez,
göstermemelidir. Bunun ağır bedelini geçmişte zaman zaman ödediğimiz gibi,
maalesef hâlen de ödemeye devam ediyoruz. Biz, cemiyetin ve milletin doğum
sancılarını kendi yüreğimizde hissetmekle yükümlü fertleriz. Mensubu olduğumuz
inanç ve düşünce sistemi de bizleri, içine düştüğü dar ve çıkmaz sokaklardan
toplumumuzu kurtarabilmek için, onun elinden tutarak, bu caddenin çıkmaz sokak
olduğu çağrısını yapmakla yükümlü tutuyor. Bu yolda hepimize kolaylıklar ve
başarılar diliyorum.
Değerli Misafirler,
Bu sempozyum vesilesiyle
düşünce dünyamız ve bu bağlamda sosyal hayatımızla ilgili olarak şunları da
ifade etmek istiyorum:
İslâm'ın insanlığa sunduğu
düşünce ve ifade hürriyeti yanında, insanların farklı fıtrat ve kabiliyette
yaratılmış olmaları, ayrıca bazı haricî ve dahilî sebepler sonucu, her toplum
ve kültürde olduğu gibi, kendi toplum ve kültürümüzde de’ birtakım değişik
düşünce ve anlayışların ortaya çıkmış olmasını tabii karşılamak gerekmektedir.
Zira, fikrin hareketi ve düşünceyi donukluktan kurtaran zihinsel bir
gerçeklikten ibaret olan ihtilaf, aslında kaçınılmaz bir şeydir ve meşru
ölçüler içinde kaldığı müddetçe daima makbul ve en azından saygıdeğerdir. Yeter
ki niyetler samimi; güdülen gaye de sadece hakikati, doğruyu aramak, daha iyi
ve güzele kavuşmak olsun. Bu niyet ve amaçla yola çıktıktan sonra, metotlar ve
yaklaşım tarzları farklı olduğu için değişik sonuçlara ulaşılmış ise bunlar
elbette makbul ve muteber olmalıdır.
Kaldı ki beşerî çabanın ve
yorumun araya girdiği alanlarda aynı şeyleri düşünüp söylemek mümkün değildir
ve esasen böyle bir tekdüzelik Kur'an'ın emredip teşvik ettiği zihnî
tefekkürata da aykırıdır. Bununla birlikte, ortaya konan düşünce ve sonuçların
doğrusu ve yanlışı ya da daha çok tatminkâr olanıyla olmayanı elbette
olacaktır. Ama unutmamak gerekir ki, görüşlerden birisi bizi daha çok tatmin
ederken, bir diğerini başka bir yorumun tatmin etmesi çok tabiidir. Onun için,
herhangi bir grup ya da fırkanın veya şahsın, kendi görüşünü değişmez mutlak
doğru kabul ederek ve onu tartışmasız eksen alarak, diğerlerini bütünüyle
yanlışlayıp suçlaması ve neticede dışlaması asla doğru değildir. Her halde
doğru olan; her çağ ve mekânda değişebilecek beşerî yorumları mahkûm
etmeksizin, düşünceyi kendi tabii işleyiş şartlarında bırakmak ve müdahaleden de
kaçınarak onu toplumun kabulü âmmesine sunmaktır. Sosyal işleyiş içerisinde
toplum, onları zaman zaman zihnî seleksiyona tabi tutacak ve bir kısmını alıp
diğerlerini bırakacaktır. Şu husus unutulmamalıdır ki, bugün bizi, bizim
toplumumuzu tatmin eden görüş ve anlayışlar yarın etmeyebilir. Öyle ise
alternatif düşünce ve yorumların varlığı her zaman ve zemin için bir zarurettir
ve bunlardan asla korkmamak lazımdır.
Doğrusu bu olmak birlikte, ne
yazıktır ki bizim tarihimizde zaman zaman "Mihne" dönemleri yaşandı
ve maalesef hâlen de yaşanmaya devam ediyor. Değişen, sadece adlandırma ve
yaftalardır, ibret alınmadığı için tarih galiba tekerrür ediyor. Ancak şunu hiç
tereddüt etmeden kabul edelim ki biz, toplum olarak bu saplantılardan
kurtulamadığımız müddetçe ne maddî ne de manevî dirilişimizi
gerçekleştirebiliriz.
Muhterem Meslektaşlarım,
Günümüzde İslam Düşünce
Metodolojisiyle ilgili olarak ciddi tartışmaların yapıldığı ve bu bağlamda
gelenek ile modern düşünce biçimlerinin tahlil edilip, bunlardan birinin
tercihe çalışıldığı izahtan varestedir. Onun için hususi anlamda İslam Düşünce
Metodolojisiyle ilgili olarak da şu düşüncelerimi sizlerin takdirlerine arz etmek
isterim:
Geleneğe sahip çıkmak, orada
varolan her şeyi, hiç kritik etmeden, tam bir ön kabulle doğrulamayı
gerektirmiyor. Aksine, ona eleştirel bir gözle bakıp, yapılmış olması muhtemel
yanlışlıkları tashih edip düzeltmek de ona sahip çıkmanın gereğidir. Çünkü
doğrularıyla yanlışlarıyla bu kültürün tamamı bize aittir. Ama, bize de ait
olsa, olumsuzlukları görmezden gelmeksizin onları kritik etme; başkalarına da
ait olsa doğrulara sahip çıkma erdemini göstermediğimiz sürece evrensel
doğrulara ulaşamayız.
Onun için, taklit ve taassup
zihniyetinden kurtularak, ne gözü kapalı bir gelenekçilikten ne de geçmişi bir
yük gibi telakki ederek modernitenin peşinden sürüklenip gitmekten yana
olmalıyız. Taşları yerli yerine koyarak, tarihi bize bizi de geleceğe bağlayan
düşünce köprüsünün her iki ayağını sağlam oturtarak, birini diğerine feda
etmeden bir şeyler inşâya çalışılmalıdır. "Her şey geçmişte
halledilmiştir, artık yapılacak bir şey yoktur" kolaycılığına düşmeden;
ama, "tarihte hiçbir şey yapılmamıştır" iddiasıyla da on beş asırlık koskoca
bir birikimi görmezlikten gelmeksizin
davranmalıdır.
Unutulmamalıdır ki, çocuklar
ana dillerini konuşurlar. İşte gelenek budur ve bu kadar etkilidir. Ancak,
onların fikir dünyalarına yeni şeyler katmak, ana dilleri yanında, çağın etkin
konuşma dil ve üslubunu öğretmek de görevimizdir. Omuzlarımızdaki yükün ağırlık
ve sorumluluğunun farkında olarak, bize düşen bir şeyler olduğunu mutlaka hissetmek
ve gereği için hemen şimdiden yola koyulmak gerekmektedir. Düşünce dünyasındaki
yerimizi ve konumumuzu böyle belirlemenin daha doğru ve gerçekçi olacağı
kanaatindeyim.
Bu toplantı ve sempozyumun bu
noktalarda değerli ve ciddi katkılar sağlayacağı inancıyla siz aziz
misafirlerimize katkılarınızdan dolayı minnet ve şükranlarımı arz ediyor,
başarılar diliyorum.
Bu vesileyle, bu toplantı ve
sempozyumun fakültemizde gerçekleşmesi imkânını sağlayan Fakültemizin sayın
dekanı başta olmak üzere tüm idari personele, değerli katkılarından dolayı
Üniversitemizin Sayın Rektörü ve Rektörlük örgütüne, ilimizin değerli
müftülerine ve siz değerli misafirlerimizi konuk etmek hususunda sağladıkları
imkân ve gösterdikleri ilgi ve alakadan dolayı Diyanet İşleri Başkanlığı
Dadaşkent Eğitim Merkezi'nin kıymetli müdürleri ile personeline, ayrıca emeği
geçen herkese ayrı ayrı teşekkür ediyor, hepinizi saygıyla selâmlıyorum. [1]
Prof. Dr. Bahattin Kök
Atatürk Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi Dekanı
Sayın Rektör Vekilim, Sayın
Müftüm, Sayın Müdürüm, fakültemizi onurlandıran Sayın Bilim Adamları ve Sayın
Öğretim Üyeleri, sizleri saygıyla selamlıyor ve hepinize hoş geldiniz diyorum.
"ilahiyat Fakülteleri
Kelam Anabilim Dalı VI. Eğitim-Öğretim
Meseleleri Koordinasyonu Toplantısı ve Günümüz İnanç Problemleri
Sempozyumu" dolayısıyla çok değerli Kelam Anabilim Dalı Öğretim Elemanlarını
Fakültemizde görmekten ve ağırlamaktan büyük memnuniyet ve mutluluk duyduğumuzu
belirtmek istiyorum. Bu zevki bize tattırdıkları için de ayrıca hepsine
teşekkür ediyorum.
Değerli Öğretim Üyeleri,
Din Duygusu, başka bir
anlatımla Allah inancı, insanoğlunun fıtratında ve mayasında var olan bir
duygudur, insanoğlu, biçimlenip daha madde alemine ayak basmadan önce, Yüce
Allah bu duyguyu onun ruhuna ve tüm benliğine işlemiştir. Gerek Kur'an-ı Kerim
ve gerekse Hz. Peygamber'in hadisleri bu gerçeği çok açık olarak ortaya
koymaktadır. Hz.Adem'den başlamak üzere, gönderilen peygamberlerin bütün
çabaları, insanoğlunun özünde ve mayasında var olan yaratıcı duygu ve inancını
ortaya çıkarmaya yönelik olmuştur.
Kur'an'ın ifadesiyle
"Allah katında gerçek din İslamdır". Bunun özü ise, tüm semavi
dinlerde değişmemesi gereken iman esaslarıdır. Altı maddede toplanan bu inanç
esasları, gerçekten çok kıymetli ve o ölçüde de büyük değeri haizdir. Maide
süresinin 116. Ayetinde, Hz. İsa, kendisine ve annesine yakıştırılmak istenen
ilahlık vasfını reddettiğini beyan etmiştir. Hıristiyanlık dünyası, baba, oğul
ve ruhu'l kudüs şeklinde ifade edilen, mantıkla bağdaştırılması mümkün olmayan
inanç sistemlerini izah etme hususunda zorlanacaklardır.
Kıymetli Bilim Adamları,
İslam'ın öteki semavi dinlere
karşı iki temel üstünlüğü ve özelliği bulunmaktadır. Bunlardan birincisi, Hz.
Adem'den itibaren, Hz. Peygamber'e değin tüm peygamberlerin telkin ettiği
sağlam inanç esaslarını getirmesi, ikincisi ise, en güzel ve en olgun manada
amel ve ahlak kurallarını insanlığın hizmetine sunmasıdır. Bu bakımdan İslam,
öteki semavi dinlerle yapılacak diyaloga açıktır. İslam'ın onlardan, din
konusunda alacağı bir şey yok; ancak vereceği çok şey vardır. Belki onlardan
alacağı, dinin anlatımı olabilir, İslam'ın eksik ve karmaşık hiçbir yanı da
yoktur. Çünkü İslam, gelmiş geçmiş tüm peygamberlere ve kitaplara iman esası
getirmiştir. Museviler, Hz. Isaya ve Hz.Peygamber'e Hristiyanlar da Hz.
Muhammed'e inanmadıklarından ve kitaplarını tahrif ettiklerinden hem inanç ve
hem de amel sistemleri bakımından çok gerilerde kalmışlardır.
Saygıdeğer Öğretim Üyeleri,
Temel inanç esasları üzerinde,
akademik anlamda çalışma ve araştırma yapan sizlere, ülkemizin birlik ve
bütünlüğünün sürdürülmesinde büyük görevler düşmektedir. Bir milleti ayakta
tutan hususların başında, şüphesiz ki, din, dil, tarih ve ortak kültür
değerleri gelmektedir. Milletimizin yüzde doksan dokuzlara varan bir oranda
müslüman oluşu bizim için en büyük güç kaynağıdır. Birliğimizi ve
kardeşliğimizi pekiştirmede, başta sizler olmak üzere tüm ilahiyatçılara,
sosyal bilimcilere ve ülkemizin tüm aydınlarına büyük sorumluluklar
düşmektedir. Milli ve manevi değerlerimize sahip çıkmak, bu değerlerimizi
geliştirmek ve güçlendirmek geleceğimizin teminatı olacaktır.
Değerli Kelamcılar,
Kelam Anabilim Dalı'nın öteki
anabilim dallarımız arasında ayrı ve özel bir yeri vardır. Sizler, söz konusu
anabilim dalının üyeleri olarak, verdiğiniz değerli ve sağlam bilgilerle
öğrencilerimize ve ortaya koyduğunuz kıymetli eserlerinizle de milletimize
güçlü iman ortamı hazırlıyorsunuz. Kuşkusuz ki, bu araştırmalarınızı, naklî ve
akdî deliller ve günümüzün bilim verilerinin ışığında yapmaya gayret
gösteriyorsunuz. Bu konuda, sünnet ehli görüşünü temel almakla birlikte öteki
itikadi mezheplerin mantıklı yaklaşımlarından da istifade ediyorsunuz.
Yukarıda da belirtmeye
çalıştığım gibi, inanç ye ülkü birliği ülke birliği demektir. Bu sebeple,
milletimizin zihnini bulandırmaktan ve ayrılıklara sebep olmaktan öte bir yararı
olmayan sivri düşünce ve çıkışlara karşı da, büyük güvence olduğunuzu
düşünüyorum. Bu toplantı ve sempozyumda tüm kelam konularını detaylı bir
şekilde ele alacak ve tartışacaksınız, iki gün sürecek olan bu toplantı ve
sempozyum sonunda en güzel ve en yararlı bir sonuç elde edeceğinize inanıyorum.
Son olarak kelamı, kelamcılara
bırakırken, çok kıymetli vakitlerinizden fedakarlık ederek katıldığınız bu
bilimsel toplantının, her bakımdan verimli ve başarılı geçmesini,
fakültelerimiz ve milletimiz için hayırlı sonuçlar getirmesini diliyorum. Bu
toplantının düzenlenmesinde, büyük katkılarıyla bize güç veren Rektörlüğümüze,
il Müftülüğümüze, Diyanet Eğitim Merkezi Müdürlüğümüze, bu konuda emeği geçen
tüm arkadaşlarımıza, memur ve hizmetlilerimize teşekkür ediyor, hepinize
saygılar sunuyor ve katılımcılara basanlar temenni ediyorum. [2]
I.
OTURUM
NÜBÜVVETE
KARŞI DİRENİŞ SÜRECİNDE DÎNÎ ANLAYIŞIN ÖNEMİ
Prof. Dr. Yusuf Şevki Yavuz [3]
Kelâm literatüründe
"Kâinatı yaratan Allah'ın dinî ve dünyevî konularda insanları
bilgilendirip buyruklarını tebliğ etmek üzere seçtiği bir insanı diğer
insanlara elçi olarak göndermesi" diye tanımlanan nübüvvet semavî dinleri,
özellikle İslâm dinini öbür dinlerden ayıran en temel unsurdur, İslâm akaidine
göre nübüvvet, başta Allah'ın varlığı-birliği ve sıfatları olmak üzere kainatın
yaratılışı, yaratılış amacı, işleyişi ve sonu, varlıklar içinde insanın yeri ve
görevleri, bilgi üretme yöntemleri, birey ve toplumun mutluluğu için dünya
hayatında uyulması gereken belli başlı kuralların yanı sıra insanı ilgilendiren
bir çok konuda tarihi süreç içinde belli aralıklarla insanlığı bilgilendirip
eğitmek gibi önemli bir işlev sahibi olmuştur. [4] Bu
derece önemli bir işlevde bulunmasına rağmen başlangıcından zamanımıza
varıncaya kadar insanların nübüvvete karşı çeşitli türde direniş gösterdikleri
peygamberlerle kavimleri arasında geçen mücadelelere ilişkin ayetlerden
anlaşılmaktadır. Konuyla ilgili ayetler dikkatle incelendiği takdirde
peygamberlerin gönderildiği her millette topluma egemen olan çeşitli sosyal
grupların, zenginlerin, Putperestlik, Yahudilik, Hıristiyanlık, Mecusilik,
Müşriklik, Dehrilik ( Maddecilik ) gibi farklı dinî-felsefî görüşleri
benimseyen zümrelerin nübüvvete karşı farklı gerekçelerle direndikleri açıkça
görülür. Kur'an'da bu gruplardan mele' (toplumun ileri gelenleri), mütref
(azgın ve zorba zenginler), müstekbir (Allah'a karşı büyüklük taslayan ve boyun
eğip itaatte bulunmaktan kaçınan kimse), müztaz'af (emri altında bulunduğu
kimselerle işbirliği yapıp ilâhî buyruklara uymayan kişi), yehûd (Yahudiler) ve
Nesâra (Hıristiyanlar) tabirleri kullanılarak bahsedilir.
Tarihin çeşitli devirlerinde
nübüvvete karşı direnenler kibir, inatçılık, kıskançlık, nefsâni arzulara tabi
oluş, mal-mülk ve makam sevgisi, sosyal statü farklılığı, bilgisizlik,
taklitçilik, ırkçılık, sosyal baskı gibi sebeplerin tesiriyle peygamberleri
yalancılık, şairlik ve büyücülük yapmakla suçlamışlar; daha da ileri giderek
delilik isnat etmişlerdir. Peygamberlerin dünyevî hakimiyet peşinde koştuğunu
iddia eden inkarcılar sosyo-politik imtiyazlarından yoksun kalacaklarını
düşünerek nübüvvete karşı direnmişlerdir. Bilindiği gibi son peygamber Hz.
Muhammed'e karşı putperestlerin yanı sıra Yahudilerle Hıristiyanların direnişi
nübüvvet nurunun inanan insanları hidayete erdirmesine engel olamamış,
nübüvvetin son halkasıyla gelen bilgiler yeni İslâm medeniyetinin kurulmasını
ve on beş asra varan uzun bir süre devam etmesini sağlamıştı. Ancak XVIII. yy. da
Batı'da ortaya çıkan felsefî ve bilimsel gelişmeler Kilisenin bilime karşı
tavrının da etkisiyle genelde dinden, özelde nübüvvet kültüründen uzaklaşmayı
beraberinde getirdi. Her ne kadar aydınlanma devrinin ardından pozitivizm,
ateizm, komünizm, evolüsyonizm gibi akımların eski güçlerini kaybetmesinden
sonra başta Batı'lı ülkeler olmak üzere dünyada tanrı inancına dönüş başlamış
ve giderek çoğalmışsa da bu daha çok ontolojik anlamda felsefî çıkmazdan
kurtulmaya yönelik kuru bir inançtan ibaret olup hayata yansıyan bir tarafı
bulunmamaktadır. Kainatı yaratan yüce bir Tanrı'nın varlığını kabul etmekle
felsefî çıkmazdan kurtulmaya çalışan çağdaş insanın yaratıcısıyla münasebet
kurması ise ancak nübüvvet vasıtasıyla mümkün olabilir. Ne var ki nübüvvet insanın
dünya hayatında neleri nasıl yapması gerektiğini belirlemekte, Tanrı'ya karşı
sorumlulukları bulunduğunu insana hatırlatıp haber vermekte, velhasıl hayatını
düzenleyip onu yükümlü kılmakta ve arzularına göre yaşamasını engelleyen
kurallar getirmektedir. Bu ise arzularına göre ve mutlak hürriyet içinde
yaşamak isteyen modern insanın hayata bakışıyla çatışmaktadır. Bu sebeple
çağdaş dünyada nübüvvete karşı güçlü bir direniş oluşmuştur. Halkının çoğu
Müslüman olan ülkelerde Batı kültür ve medeniyetinin hızla yayılmasıyla
birlikte nübüvvete karşı direniş buralarda da kendini hissettirmeye başlamış ve
bu hareket güç kazanmıştır.
Günümüzde İslâm dini hakkında
akademik seviyede çalışmalar yapan Müslüman aydınların, çeşitli kültürlerin ve
anlayışların tesirleriyle tarihi süreçte dine dahil edilen beşerî unsurları
ayıklayıp gerçek İslâm'ı ortaya koyma girişimlerinin gerçekleştiğine şahit
olmaktayız. Ancak bu sevindirici girişimlerin dünyanın büyük çoğunluğunda hakim
hale gelen Batı kültür ve medeniyetinin etkisi altında yürütülmesi isabetli
olmaz. Zira bu medeniyetin nübüvvete karşı direnen ve nübüvvetin getirdiği
vahyî bilgileri hayatın dışına iten bir anlayışa sahip olduğu tartışmasız kabul
edilmesi gereken bir realitedir. Zamanımızda yapılan bazı çalışmalarda İslâm
dinînin hiçbir bilimsel teoriye aykırı olmadığı, gelişen siyasî ve ideolojik
sistemlerin İslâm'ın önerdiği sistemlerle örtüştüğü, çağdaş bireysel ve
toplumsal yaşayış biçimini İslâm'ın onayladığı gibi ilahiyat bilimleri
açısından yöntemi akademisyen otoritelerce benimsenip kabul görmüş bilimsel bir
temele dayanmayan anlayışların hakim olduğunu söylemek mümkündür. Batılılaşma
sürecinin başladığı XIX. yy.dan itibaren bu durum hemen her alanda görülmekte,
siyasî, itikadı ve bilimsel konularda örneklerine rastlanmaktadır. Konuya
açıklık getirmesi açısından bazı örnekler burada zikredilebilir.
1. Siyasal yorumlara ilişkin
örnek: Türk modernleşme tarihinde önemli bir
dönemeci teşkil eden II. Meşrutiyet dönemi aydınlarının İslâm dininin önerdiği
siyasal sistemin meşrûtiyet idaresi olduğunu kanıtlamaya çalışırken nasları bu
yönetim modeline uygun olarak tevil etmeleri konumuzla ilgili çarpıcı bir
örneği teşkil eder. Bu bağlamda devrin din alimleri "iş hakkında onlara danış" [5]
mealindeki ayeti millî hakimiyetin tesisinde her Müslüman'ın rol alması
gerektiği ve bunun da ancak meşrûtiyet idaresiyle gerçekleşeceği tarzında
yorumlamışlar, bundan hareketle de meşrûtiyet rejimine karşı çıkmanın İslâm'a
ve insanlığa karşı çıkmak anlamına geldiği sonucuna varmışlardır. [6]
Oysa gerek yukarıda referans
olarak gösterilen ayetten gerekse başka ayetlerden meşrûtiyet rejimiyle veya
daha başka siyasal bir sistemle ilgili herhangi bir sonuç çıkarmak isabetli
değildir. Çünkü İslâm'ın kıyamete kadar sürecek evrensel bir din oluşunun tabii
bir sonucu olarak Kur'an'da Müslümanlara herhangi bir siyasal rejim veya
yönetim modeli önerilmemekte, aksine bu konu insanların zaman içinde gelişen
bilgilerine terk edilmekte, sadece işlerini yürütürken adalet, hak, hukuk,
hakkaniyet, insaf, meşveret, suç-ceza dengesi, suçluların cezalandırılması gibi
temel ilkelere uymaları ve bunları sağlayan bir idarî yapılanmayı
gerçekleştirmeleri Müslümanlara önerilmektedir. Bu itibarlara Kur'an'daki bazı
ayetleri tarihte belli bir dönem uygulanan siyasal bir rejimle
irtibatlandırarak yorumlamak veya nasları belli rejimlerle aynîleştirmek
gelişimin önünü kapattığı gibi bu anlayış tarihi realiteye de uymaz. Çünkü bu
takdirde zaman içinde değişip gelişen ve Müslümanlarca uygulanan siyasal
rejimleri İslâm dışı kabul etmek gerekir. Bu ise İslâm'ın evrensel ve kıyamete
kadar sürecek son ilâhî din oluşuyla bağdaşmaz.
Günümüzde bazı ilâhiyatçı
akademisyenler tarafından da din, moda haline gelip yayılan ideolojik
anlayışlar doğrultusunda yorumlanmaktır. Mısırlı araştırmacı Hasan Hanefi
bunlardan biridir. Onun genelde dine, özelde İslâm dinine "devrim"
anlamını vermesi, Hz. Peygamber'i Kueryş'in zenginlerliye aristokrat sınıfına
karşı fakirlerin ve kölelerin devrimini gerçekleştiren bir lider olarak görmek
suretiyle nübüvveti ilâhî kaynağın dışında tamamen beşerî boyuta indirgemesi [7] bir
dönem moda akım haline gelen sosyalist ideolojiyi İslâmla teyit etme
anlayışından kaynaklanmış olmalıdır. Bu ise nübüvveti mana ve mahiyetinden
uzaklaştıran, hatta nübüvvete karşı direniş sürecinde din açısından olumsuz bir
yaklaşım tarzıdır.
2.
Bilimsel teorilere ilişkin örnek:
XIX. yüzyılda Charles Darwin tarafından ileri sürülen ve canlı varlıkların
türler arası intikal yoluyla oluştuğu tezine dayanan evrim teorisinin İslâm'ın
insanın yaratılışına dair felsefesiyle
örtüştüğünü kanıtlamak amacıyla ilgili ayetlerin bu teoriye uygun olarak
yorumlanması vahyi bilimsel teorilerle bağdaştırma gayretlerine dair örnekler
arasında zikredilebilir. Nitekim evrim teorisinin ortaya atıldığı ve yegane
bilimsel yöntem olan gözlem ve deneyle kanıtlanmış bilimsel bir bilgi olduğu
kabul edilen dönemlerde bazı alimlerce insanın yaratılışıyla ilgili ayetlerin
evrim teorisine işaret ettiği ileri sürülerek bu şekilde yorumlandığı
bilinmektedir. [8] Bu konuda
ilk insan olan Adem'in çeşitli safhalardan geçerek yaratıldığını bildiren
ayetler evrim teorisinin doğruluğunu gösterdiği iddia edilerek bilim adına
ileri sürülen ve henüz bilimsel yöntemlerle kanıtlanmamış bulunan bu teori
ışığında vahiy yorumlanmıştır. Konuyla ilgili ayetlerden Adem'in belli bir
gelişme süreci içinde yaratıldığı sonucu çıkarılabilir. Ancak bundan,
yaratılışa ilişkin gelişme seyrinin ilâhî irade ve kudretin rnüdahil olmadığı
tabiî ayıklamaya dayalı bir evrim şeklinde gerçekleştiği sonucu çıkmaz. Ayrıca
ilgili ayetlerde Adem'in başka bir canlı türünden tabii ayıklama yoluyla
yaratıldığına dair hiçbir bilgi yoktur, aksine onun insan türünün atası olarak
ahlâkî, zihnî ve psikolojik kabiliyetlerle donatılmış bir şekilde topraktan
yaratıldığı açıkça belirtilmiştir. [9]
Hiçbir bilginin gözlem ve deney yoluyla kanıtlanmış bilimsel bilginin önüne
geçirilemeyeceği tartışmasız kabul edilmesi gereken bir gerçektir. Ancak
bilimsel bilgi haline gelmemiş bir teoriden hareketle Allah'ın insan soyunu Adem'den
yarattığını belirten akideyi değiştirmek ve yaratılışla ilgili ayetleri bu
teoriye göre yorumlamak isabetli görünmemektedir. Zira teori değiştikçe
akidenin de değişmesi gerekir. Oysa akidenin İslâm'ın değişmez esaslarından
olduğu bilinmektedir.
3.
İnançlara ilişkin örnek: Ashab
devrinden itibaren zamanımıza kadar geçen on dört asırlık süre içinde İslâm
alimlerinin ittifakla kabul ettiği kesin itikadı esaslardan biri ölen bütün
insanlann evrenin kozmolojik düzeninin bozulup kıyametin kopmasından sonra
bedenli olarak diriltileceği ve bunun berzah aleminde nimet veya azap gören
insan ruhunun, aslî unsurlarından (belki toprağa konulan molekülünden) teşekkül
edecek olan bedeniyle birleşmesi yoluyla gerçekleşeceği inancıdır. Kur'an'ın ve
sahih hadislerin açık beyanlarına dayanan bu akide reenkarnasyon inancını kesin
olarak reddetmesine ve reenkarnasyonun ilkel kavimlere ait batıl bir inanç
olmasma rağmen ülkemizde bazı elitler arasında rağbet gören reenkarnasyon
inancının kimi akademisyenlerce
Kur'an'dan temeli bulunduğu ileri sürülmektedir.[10] Bu
konuda el-Mümin sûresinin 11. Ayeti delil getirilerek Kur'an'ın reenkarnasyon
inancına zahiren işaret ettiği iddia edilmektedir, ilgili ayette cehennemde
azap görenlerin şöyle diyecekleri belirtilir:
"Rabbimiz bizi iki defa
öldürdün, iki defa dirilttin. Biz de günahlarımızı itiraf ettik (Bu ateşten)
çıkmaya bir yol var mıdır?".
Görüldüğü gibi burada
kafirlerin cehennemde Allah'a yakarışlarından söz edilmekte ve uğradıkları
azaptan dolayı ölecekleri, azabı tekrar tatmaları için diriltilecekler! ve bu
işlemin iki defa tekrar edeceği haber verilmektedir. Nitekim başka bir ayette
de kafirlerin ateşe atılacağı ve derileri pişince (ölünce) azabı tatmaları için
derilerinin yenileneceği anlatılmaktadır. [11]
Benzer bilgiler sahih hadislerde de vardır. [12] Şu
halde ilgili ayet ve hadiste belirtilen iki defa öldürülüp iki defa
diriltilmenin dünya hayatıyla ve reenkarnasyonla hiçbir ilgisi yoktur. Amaç ne
olursa olsun "Zarûrât-ı diniyye" ye dahil bulunan dinin kesin
ilkelerini tevil kapısından girerek değiştirmeye çalışmak son
tahlilde dini yozlaştırmaya ve
tahrif etmeye götürür.
4.
İbadetlere ilişkin örnek: Dini
yozlaştırmaya yönelik yaklaşımlar sadece siyasî, ilmî ve itikadı konularla
sınırlı kalmamaktadır. Benzer yaklaşımların en temel ibadet olan namazın eda
edilişi konusunda da uygulandığı görülmektedir. Namazda "kıyam"
esnasında Kur'an'dan ayetler okunması gerektiği Kur'an'ın açık beyanlarının
yanı sıra sahih hadislerle [13] ve fi’li
tevatürle, yani değişik dilleri konuşan Müslümanların on dört asırlık
uygulamasıyla sabittir. Bu konuda İslâm alimleri arasında bir problem olmadığı
gibi yeni Müslüman olan değişik ırklara mensup Müslüman halk arasında da bir
sorun bulunmadığı halde Hz. Peygamber'in bazı kimselere verdiği özel izni genelleştirerek
ve ideolojik bir çıkış noktasından hareketle namazda Kur'an ayetleri okumanın
gerekmediği, bunun yerine mealinin veya daha başka duaların okunabileceğinin
ileri sürülmesi sonuçta nübüvvetin getirdiği sabit bir esasi tahrif etmek
anlamına gelir. Çünkü herhangi bir zaruretten kaynaklanmayan bu tür bir
yaklaşım nübüvvete karşı direniş sürecinde farkına vararak veya varmadan İslâm'ın
yozlaşmasına sebep olmaktan başka netice vermez.
Günümüzde bir taraftan tarihi
süreç içinde çeşitli faktörlerin etkisiyle ve alimlerce yapılan yorumlar
aracılığıyla dine sonradan eklenen beşerî unsurları ayıklayıp gerçek İslâm'ı
ortaya çıkarma çalışmaları yürütülürken diğer taraftan değişik ideolojilere
dayalı anlayışların etkisiyle vahiyle sabit olan "zarûrât-ı diniyye"
yi değiştirme girişimleri gözlenmektedir. Bu anlayışlar bizi vahiyden müstağni
kalmaya ve onun yerine sadece rasyonel olduğu sanılan beşerî bilgileri koymaya
kadar götürebilir ki bu bizi bindiği dalı kesen kimsenin durumuna düşürür. Zira
eski ve yeni İslâm kelâmcıları hikmeti ve hakkı, hidayeti ve hayrı keşfetmekte
beşerî bilgilerin tek başına yeterli olmadığını, çünkü mutlak ve mükemmel bir
kaynaktan gelmediğini, bundan dolayı insanın ilâhî bilgilere ihtiyacı
bulunduğunu belirterek nübüvveti temellendirmeye çalışmışlardır. Vahiyle sabit
kesin bilgileri bir tarafa bırakıp dinî alanda rasyonel olduğu ileri sürülen
bilgileri ve ideolojik endişeleri hakim kılarak dini inşa etmeye çalışmak
nübüvvete ve dolayısıyla vahye ihtiyacı ortadan kaldırır.
İster inanç isterse davranış
alanına ait olsun İslâm'ın temel ilkelerini korumak gibi önemli bir görev
üstlendiğinden usûlu'd-din İlmi diye de adlandırılan kelâm biliminin tebliğde
bahis konusu edilen hususları günümüz kelâm problemleri arasına almasında
zaruret vardır. Dinin yozlaşmasını engellemek ve aslî hüviyetini korumasını
sağlamak için nübüvvete karşı direniş sürecinde yapılacak ilmî çalışmalarda
tutarlı bir din anlayışının sınırlarını belirlemek gerekir. Sağlıklı bir dinî
anlayışa ulaşmanın yöntemi herhalde dinin hiçbir yoruma ve değişime açık
olmayan sabit ve kesin esaslarıyla yoruma açık olan alanlarını tespit etmekten
geçtiğini hatırlatmakta fayda vardır. Öyle görünüyor ki eskilerin
"zarûrât-ı diniyye" adını verdikleri temel ilkelerin değişmezliğine
vurgu yaparak günümüzdeki farklı din anlayışları sağlam bir zeminde buluşturmak
mümkün olabilir. [14]
BİR
PROBLEM ALANI OLARAK METAFİZİK VE
METAFİZİKSEL
OLMAYAN BİR TEOLOJİNİN İMKANI
Doç. Dr. Şaban Ali Düzgün [15]
Giriş: Metafiziksel Olandan Bahsetme
İhtiyacı
İnsanın bilinçli tecrübesi ve
düşüncesi, tecrübe ettiği her bir kesiti karşılaştırma ve aralarındaki zıtlığı
farketme yeteneği sayesinde mümkün olmakta, kelimeler ve semboller yaratarak da
algılanabilir bütünlerden oluşan sembolik ve düzenli bir evren inşa edebilmektedir.
Önündeki alternatifleri değerlendirme, bunlar için kriterler oluşturma ve
standartları tanımlama yetisi insana çevresindekileri kontrol gücü vermektedir.
Öte yandan, insan insandan bağımsız birer varlık alanına sahip olan ebedi
değerlere kaynaklık edememekte, bu konuda hem bilgi hem de güç olarak sınırlı
kalmaktadır, işte bu nokta, insanın bilgi ve iktidar konusunda sınırlarının
ötesine dayanmasının ve bu alana referansta bulunmasının zeminini
oluşturmaktadır, insanın bu sonluluğunun kaynaklık ettiği problemler ve
sorular, sonluluk fikrinin insanda doğurduğu anlam arayışı, vs. onu Tanrı da
dahil olmak üzere metafiziksel alan hakkında konuşmaya yöneltmektedir.
O halde, dinsel ve teolojik
dilde "metafiziksel alan ve içerdiği unsurlar" nasıl bir işleve
sahiptir? Başka bir ifadeyle bu dünyadaki hangi tecrübelerimiz ya da
problemler, bu dünya ötesindeki bir gerçeklikten bahsetmemizi gerektirmektedir?
Ve böyle bir kıyas (bilinenden hareket ederek bilinmeyene geçiş, istidlal
bi'ş-Şahit ale'1-Gayb) neden gerekli görülür? Yine, Tanrı veya bu dünyanın
ötesi hakkında konuşmamızı gerekli kılan şey nedir?
Sorular bu şekilde
sorulduğunda, gözlemlediğimiz ilk şey, Teolojik dil hakkındaki sorunun katı bir
mantıksal sorudan, yarı-tarihsel ve varoluşsal bir forma kaymakta olduğudur.[16] Bu
yeni formda amaç, herhangi rasyonel bir zihne Tanrı kavramının gerçekliğini
ispatlamak değil, Tanrı kavramının kullanılacağı ve kullanıldığı zaman da bir
yandan Tanrısal olana uygun düşecek, diğer yandan da insan tecrübesine anlam
katacak bir bağlamı yakalamaktır.
Bu yönde ürettiğimiz bilgi, bir
yandan insanın sınırlılığı, sonluluğu, hata ve suç işliyor olmasıyla, diğer
yandan da kendisinin, yaşamının ve içinde yaşadığı evrenin önemini ve anlamını
sorgulamasıyla başlar. Zira insan kendisinin birçok yönden sınırlı olduğunu
tecrübe etmekte ve Tanrı'yı, varlık ve gücünün dayandığı bu sınırdan öteye ait
gerçeklik olarak görmektedir. Bu, Tanrı'nın yaratıcı, hakim ve sair mutlak
niteliklerin taşıyıcısı olarak görülmesinin tecrübi ve varoluşsal boyutudur. Bu
durumda metafizikten bahsetme ihtiyacı bir ispat yöntemi değil, varlığı
anlamlandırma çabası olarak görülmelidir.
Fakat insan, hayatının başı ve
sonu konusunda yapacak hiçbir şeyinin olmamasıyla, sınırlılığını tecrübe
etmekle kalmamakta, bunu yorumlama tarzları geliştirmektedir. İnsanın bu
egzistansiyel tecrübesinde büyük benzerlikler ve ortak yönler var, ancak bu
tecrübeyi ifade edecek dil ve yöntemin yeknesak olmaması daha doğrusu olamaması
ve bu tecrübeyi paylaşacak ortak bir dilin ve bunu kontrol edecek kuralların
gelişememiş olması metafiziksel alana ait dil sorunsalını yaratmaktadır. [17]
1. Metafizik
Gerçekliğin nihai mahiyetinin
ne olduğuyla ilgilenen bir felsefe branşı olarak metafizik, geleneksel olarak,
farklı varlık türlerinin nasıl olup da evreni oluşturduğunu sorgulayan ontoloji
ve gerçekliğin en genel özelliklerini tanımlayan salt metafizik kısımlarına
ayrılmaktadır. Bu genel özellikler bir bütün olarak gerçekliği tanımlarlar ve
bu tanımlarıyla da evrene genel karakterini verirler. Metafiziğin verdiği bu
özellikler bu aleme özel değil, mümkün tüm alemlere uyarlanacak nitelikler
taşır ve bu yönüyle de metafizik, üst seviyede bir soyutlamadır. Bunun aksine
ontoloji bu evren içindeki bölümlemelerden bahsettiği için insanın tecrübe ettiği
fiziksel dünyayla çok daha yakından ilişkilidir.
Aristoteles'in Metafizik'inde
ele alınan konular (töz, kozalite, varlığın mahiyeti ve Tanrı'nın varlığı)
yüzyıllarca metafizik spekülasyonların içeriğini oluşturdu. [18]
Ortaçağ Skolastik filozofları arasında metafizik, düşünen insanın fiziksel
dünyadan duyu algılamasının ötesinde kalan dünyaya geçiş yapmasına imkan
sağlayan bir bilim anlamında "transphysical science" olarak
adlandırılmakta, sonlu algılanabilir varlıkların kozal araştırılması yoluyla
Tanrı'nın bilinmesi metafiziğin gayesi olarak ortaya konulmaktaydı.[19]
la. Kant'in Metafiziğe Getirdiği Yaklaşımda
İzlediği Metodoloji
Metafizik konusunda Kant bir
kırılmayı gerçekleştirmiştir. Kant'tan önce Metafizik'te, teorileri sadece a priori
bilgi temeline oturtma eğilimi hakimdi. Başka bir ifadeyle teoriler, tecrübe
edilen gerçeklere referansla elde edilen a posteriori bilginin aksine sadece
akıldan çıkarılan a priori bilgiyle kuruluyordu. A priori bilgiden de her
şeyiyle doğru olduğu kabul edilen genel önermeler çıkarılıyor, a priori
prensiplere dayalı olarak yapılan bu araştırmalar da rasyonalist bir yöntem
olarak biliniyordu.
Kant'a göre spekülatif akıl
kendi kategorilerinin ve fenomenlerin ötesine gidemezken, pratik akıl Tanrı,
hür irade, iyilik hakkında konuşmanın uygun, gerekli ve doğru olduğuna dair
yargıların verildiği gerçeklik alanına girer.
Transandantalism adıyla
eleştirel bir felsefe geliştiren Kant'ın araştırmalarında birkaç bakış açısı
içice girmektedir. Kant'ın felsefesi, nihai gerçekliğe dair kesin bir bilginin
elde edilme imkanını yadsıdığı için agnostik; bütün bilgilerimize tecrübenin
kaynaklık ettiğini varsaymasıyla empirist; ve bu empirik bilginin yapısal
prensiplerinin a priori bir karakter taşıdığını söylemesi yönüyle de
rasyonalisttir.
Bu prensipler tecrübeye
uyarlandıklarında zorunlu ve evrensel kabul edilirler, zira Kant'a göre zihin
arketipel formları ve kategorileri (mekan, zaman, kozalite, cevher ve ilişki)
duyulara verir ve bu kategoriler, tecrübeyle ortaya çıksalar da, mantıksal olarak
tecrübeden öncedir. Bunların mantıksal öncelikleri bu kategorileri ya da
yapısal prensipleri transandantal yapar; bütün bunlar hem aktüel hem de imkan
olarak tecrübemizi aşar. Bütün tecrübeyi bu ilkeler belirlemesine rağmen,
bizzat eşyanın mahiyetini şu ya da bu şekilde etkilemezler. Bu yüzden, bu
ilkelerin zorunlu şartları durumunda olduğu bilgi bizzat oldukları gibi eşyanın
bir dışavurumunu oluşturan şey olarak düşünülmemelidir.
Bu bilgi eşyayla, bunlar
insanın algılarına kendilerini açtıkları ya da duyularla algılandıkları kadar
ilgilenir. Kant'ın, tecrübenin sınırları içinde insan bilgisinin sınırlarını
belirleme çabası ve insan bilgisinin tecrübenin ötesindeki nihai gerçeklik
alanına nüfuz etmede insan zihninin yetersizliğini ispatlamaya çalışması onun
felsefesinin omurgasını oluşturur. Saf Aklın Eleştirisi, Pratik Aklın
Eleştirisi ve Yargının Eleştirisi adlı çalışmalarında din ve bilimi iki
seviyeli bir dünya içinde uzlaştırmaya çalışır, duyularla algılanmamasına
rağmen akılla kavranan numen alemi ve duyularla algılanan ve maddi
araştırmalara nesne olan fenomen alemi. Tanrı, özgürlük, insanın ölümsüzlüğü ve
numenal gerçekliklerin bilimsel bilgiyle değil ahlaki bir imanla
anlaşılabileceğini ileri sürmüştür.
Bilimin sürekli gelişmesiyle
"Bir bilim olarak metafiziğin nasıl mümkün olduğu"nu araştıran Kant'ı
bu yöne, metafiziğin düşünürler arasında yarattığı tartışma ve gelinen noktada
uğradığı değer yitimi sevketmiş olabilir. Kant, hep bir "bilim" olma
savıyla varlık gösteten Metafiziği, bütünüyle bilgisel hir sorgulama alanına
çekerek, sorunu kökünden çözmeyi amaçlamıştır. "Eğer metafizik bir bilim
ise, nasıl oluyor da diğer bilimler gibi genel ve sürekli bir tasvip
kazanmıyor? Yok, değil ise, nasıl oluyor da bilim kisvesi altında, durmadan
böbürlenerek insanın anlama yetisini hiç sönmeyen ama hiç de gerçekleşmeyen
umutlarla oyalıyor? O halde, ister bilgimiz ister bilgisizliğimiz kanıtlansın,
bu iddialı bilimin yapısı konusunda artık kesin bir karara varmak gerekir? [20]
Metafizik, Kant'ın yaptığı bu zorlu sınavdan geçer ve "sentetik a priori
yargılar" ysal oluşan bir bilim olarak kabul görür. [21]
Kant'ın ulaştığı bu sentetik a priori yargılar, tecrübe edilenlerden istidlal
yoluyla metafiziksel alemle ilgili elde edilen bilgidir. Doğrudan tecrübe
edilemediği için a prioridir, ancak a priori tamamen rasyonaliteyi ifade ettiği
için Kant buna tam a priori anlamını vermemekte, tecrübi bir temeli olduğunu
vurgulamak için sentetik a priori olarak nitelendirmekte, tecrübi bir
metafizikten bahsetmektedir.
Kant’in, metafiziği sorgulaması
"eleştirel" niteliktedir ve şu açıdan önemlidir:
Bu sorgulama metafiziğin, salt
ontolojik çerçevede kalan bir araştırma alanı diye anlaşıldığı durumdaki nesne
belirsizliği ve bir bakıma bundan kaynaklanan felsefe-teoloji içiçeliği konusunda
açıklığa ve aydınlanmaya yol açmıştır. Kant'ın metafizi sorgulayan sorusu her
şeyden önce, insan aklının a priori imkanıyla ilgilidir. Yani metafiziğin
sorgulandığı alan onun, hangi tür varlıkları araştırdığıyla değil, ne tür bir
bilme etkinliğine bağlı olduğuyla ilgilidir. [22]
lb. Çağdaş Düşüncede Metafiziksel Teoriler
Çağımız, metafiziğin kavgalı
bir tartışma ortamının konusu oluşuna tanıklık etmiştir. Bu ortamda bazan
metafiziğin değeri korunmak istenmiş, bazan bütünüyle değersiz sayılarak
insanın bilme etkinliğinin dışında tutulmaya, metafiziğin bulaştığı bilgisel
ürünler, ondan arındırılmaya çalışılmıştır.
Bu anlayışın yanında başka bir
yönelimin, metafiziğe daha ılımlı yaklaşarak onu, ne en tepeye koyacak kadar
yüce ne de insan bilgisinin dışına atılması gerekecek ölçüde değersiz bulduğunu
görürüz. Bu bakış açısına göre metafiziğin insanın bilgi ortaya koyma
etkinliğinde bir yeri ve kendince bir işlevi vardır (A.Whitehead'in
düşüncesinde olduğu gibi).
Metafizikle ilgili tartışmalar
çerçevesinde üç temel akımın bu dönemde çatıştığım görürüz.
''Metafizik nedir?"
sorusunu, felesefe araştırmalarının çıkış noktası yapan ve böyle bir
sorgulamayı çağımız için neredeyse zorunlu gören M. Heidegger, bu soruya şu
yanıtı verir:
"Metafizik, insanlık
tarihinde çok uzun sürmüş bir düşünüş biçimidir. Bir düşünüş biçimi olarak
yapısı gereği, insanın hakikatin (varlığın) aydınlanmasına çıkmasını ve orada
durmasını engelleyici nitelikte olduğundan felsefe tarihinde hep verimsiz bir
düşünüş olmuştur. Dolayısıyla insanın bu "verimsiz" düşünüşü aşması
gerekir. Buna yapmak insanın aydınlanmasının gerekli koşuludur." [23]
Metafiziğin bilim alanı dışına
itilmesi karşısında Whitehead, her bilimsel önermenin aslında metafiziksel bir
evrene işaret ettiğini belirtir ve deneye dayalı bilimlerde de metafizik
kavramlara başvurmak gerektiği görüşünü ileri sürer. Whitehead'e göre
metafizik, deneyin açıklanmasında sistemli tasarımlama gücüdür ve bilime aykın
bir yanı yoktur. Gerçi bu tasarımlama gücüyle varılan genellemeler deneyden
elde edilemezler ama deneyle yanlışlanamazlar da. [24] Bu
bakış açısına göre metafizik olmadan deney hakkında kapsayıcı bir yorum ve
insanın kuramsal ve pratik etkinliği üzerine bütüncül bir yönelme mümkün
değildir.
David Hume'le başlayan
Metafiziği reddetme teşebbüslerindeki son aşamalardan biri, analitik metotlarla
desteklenen linguistik felsefedir. Bu yaklaşımda, epistemolojik Çerçevede
metafiziğin bir değer yitimine uğratıldığını görürüz. Bu değer yitimine,
özellikle, onun -eğer bir bilgi alanıysa- nesnesinin ne olacağı konusundaki
eleştiri ve tartışmalar yol açmıştır. Felsefe tartışmalarının büyük ölçüde
epistemolojik bir zeminde yapıldığı onsekizinci yüzyılda metafizikle ilgili
önemli bir değerlendirmeyi Hume yapmıştır. Hume, "bulanık ve karışık akıl
yürütmelerin adı olan bir sözcük" saydığı metafiziğe ilişkin tartışmaları
yararsız bulmuş ve sona erdirmek istemiştir. [25]
Bu karşı tavır, "içinde
olgu sorunu ve varoluş üzerine deneysel akıl yürütmeler"in bulunmadığı
kitabın, içinde safsatadan ve kuruntudan başka bir şey olmadığını söyleyerek
ateşe atılmasını önermesiyle zirveye çıkar. [26]
Bu yaklaşım, yeni pozitivizm,
linguistik tecrübecilik ya da analitik pozitivism olarak da adlandırılmaktadır.
Linguistik analiz temelinde bir metottur, oysa positivizm bir bilgi teorisidir.
Bahsettiğimiz bu yaklaşımda da esas olan doğrulama ilkesidir. Linguistik
felsefenin metafiziksel ifadeleri analizi ve pozitivizmin metafiziğin
epistemolojik eleştirisinin birleşmesi potansiyel bir karşı birlik
oluşturmaktadır. Somut savunusunu Viyana Çevresi'nin yaptığı bu yaklaşıma göre,
metafizik, deneyle doğrulanabilir olanın ötesinde kalana ilişkin önermelerdir.
Bu tür önermeler bilgi olma
savıyla dile getirilirler, ama deneyle doğrulanabilirlikleri sözkonusu
olmadığından bilgi değildirler. Öyleyse bunlar bilimin ve felsefenin dışında
tutulmalıdır. [27]
Başka bir ifadeyle, doğrulama teorisine göre, bir önerme sadece ve sadece
formal ("nitelik ya da sayılara dair soyut akıl yürütme", modern matematik
ve mantığın modları) veya tecrübi doğrulamaya (varlık ve olaylara ilişkin
tecrübi akıl yürütme) imkan sağladığı zaman anlamlı sayılabilir. Bu yüzden "Kangal
büyük bir köpektir", "bazı elmalar kırmızıdır" gibi önermeler
doğru önermelerdir. Ama "hiç bir şey yok olmaz" ya da "Kadir-i
Mutlak bir Tanrı vardır","devlet, ilahi olanın yeryüzündeki
imajıdır" (Hegel) gibi önermelerin bir anlamı yoktur. Mantıksal atomculuğu
savunanlar anlamsızlığa indirgedikleri bu önermelerin sadece duygusal bir önem
taşıdıklarını kabul ederler. Böyle bir öneme sahip olmalarını sağlamanın uygun
yolu da şiirdir. Mantıksal pozitivistlerden R. Carnap, bu bağlamda
Nietzsche'nin Böyle Buyurdu Zerdüşt'ünü metafiziksel uzanımları olan bu tür bir
örnek olarak takdim eder.
Bu filozoflardan matematiğin
kesin önermelerinden fazlasıyla etkilenen B. Russel dünyanın yapısını
yansıtacak ideal mantıksal bir dil geliştirmeyi hedeflemişti. Russell'a göre
kompleks önermeler atomik önermeler denen en küçük parçalarına kadar
çözümlenebilirler. Bu önermeler, evrenin de nihai temel unsurları olan atomik
hakikatlere işaret ederler. Dilin bu mantıksal analizine dayanan metafiziksel
bakış açısı ve anlamlı önermelerin hakikatlere tekabül etmesi gerektiği iddiası
Russell’in mantıksal atomculuğu olarak bilinen şeydir. Russell’in dilin
yapısıyla ilgilenmesi onu, önermelerin gramatik yapısı ve mantıksal formu
arasında ayırıma gitmeye yöneltmiştir. Mesela John uzundur ve John iyidir,
önermeleri aynı gramatik yapıya fakat farklı mantıksal formlara sahiptir. Bu
ikisi arasındaki farkı görememe, John'un iyilik niteliğinin, onun uzunluk
karakteriyle aynı olduğu gibi bir hataya götürecektir. Bu da felsefedeki
karışıklıkların baş sorumlularındandır.
Felsefenin görevinin "dil
tenkidi" ve düşüncelerin netliğe kavuşturulması olduğunu söyleyen
Wittgenstein, Russell'in mantıksal atomculuğunu yansıtacak şekilde şunu iddia
ediyordu:
Dünya nihai olarak basit
gerçeklerden mürekkeptir ve dilin görevi de bu basit gerçekleri resmetmektir. [28]
Anlamlı olmak için, dünya hakkında kurduğumuz cümleler resmedilebilen basit
hakikatlere benzer bir yapıya sahip olacak şekilde linguistic ifadelere
indirgenebilecek cümleler olmalıdır.
Wittgenstein ilk dönemlerinde
sadece hakikatleri resmeden önermeleri -bilimsel önermeleri- bir gerçekliğe
tekabül edecek şekilde anlamlı saymıştı. Metafiziksel, teolojik ve ahlaki
cümleler tekabül ettiği gerçeklik alam açısından anlamsız sayılmıştı.
Russell ve Wittgenstein'i takip
eden Moritz Schlick ve Rudolf Carnap analitik ve Hnguistik felsefenin tarihinde
önemli bir bölüm açtılar. Bu pozitivistlere göre felsefenin görevi anlamın
netliğe kavuşturulmasıydı, yeni hakikatlerin keşfi değildi (bu bilim
adamlarının görevidir) ya da hakikatin kapsamlı bir anlatımını vermek de
değildir (geleneksel metafiziğin yanlış bir şekilde yapmaya kalkıştığı gibi).
Pozitivistler anlamlı iddiaları
iki sınıfa ayırmışlardır:
Analitik önermeler ve empirik
önermeler. Mantık ve matematiğin önermelerini içeren analitik önermeler cümleyi
oluşturan terimlerin tamamının anlamlarına bağlı olarak doğruluk ve yanlışlık
testinden geçirilebilecek ifadelerdir. 2+2=4 eder, önermesi birincisine örnek
olarak verilebilir. Anlamlı önermelerin ikinci türü dünya hakkında en azından
prensipte duyu tecrübesiyle doğrulanabilen ifadeleri içerir. Gerçekte bu tür
önermelerin anlamı bunların doğrulanmasının empirik metoduyla
özdeşleştirilmektedir. Anlamın bu şekilde doğrulanma teorisi, pozitivistlere
göre, bilimsel teorilerin anlamlı ve hakikate uygun, metafiziksel ve teolojik
olanların ise gerçek karşılıkları olmayan boş teoriler olduğunu gösterecektir. [29]
Mantıkçı pozitivistlerin bu
doğrulama teorisine en ciddi eleştiri Kari Popper'dan geldi. [30] Ona
göre, her olgu ve olayı açıklayacak güçte olduğunu öne süren bir teori aslında
fazla bir şey söylemiyor demektir. Bu sözüyle Popper psikolojizm, naturalizm,
indüksiyonizm ve mantıksal atomculuğa karşı çıkmış oluyordu. Bu teorilerdeki
doğrulama ilkesi yerine, Popper yanlışlama denilen bir metodoloji yerleştirmeye
çalıştı. Kari Popper'in verdiği anlamıyla yanlışlarna; bilimin doğrulanamayan,
sınırsız eleştiriye maruz kalmış abartılı tahminlerle geliştiğini
varsaymaktadır ve bilimin her türlü önermeyi kendileri de yanlışlanabilen
bilimsel kriterlerle doğrulamaya çalışması yanlıştı. Sadece gözlemlediğimiz
olaylarla çatışma kapasitesine sahip hipotezlerin bilimsel sayılmasına izin verilmektedir.
"Altın hidroklorik asit içinde çözülür" ifadesi (yanlış olmasına
rağmen) bilimseldir. "Bazı homeopathic ilaçlar işe yarar" ifadesi
ise, kendi başına alındığında, (doğru olma ihtimali olmasına rağmen) bilimsel
değildir. Birincisi bilimseldir, zira eğer dediğimiz doğru çıkmazsa bunu
kaldırıp bir kenara koyarız; ikincisi bilimsel değildir, zira bu yanlış bile
olsa, bununla çatışan gözleme dayalı bir haberle karşılaştırana dek bunu
kaldırıp bir kenara atamayız. Yanlışlanamayan teoriler, uninstall seçeneği
olmayan bilgisayar programları gibidir, sadece bilgisayarın beyninde yer
kaplarlar. Yanlışlanabilen teoriler ise dünya hakkında söyleyebileceklerimi
iyice zenginleştirirken yanlış olanı kontrol etme imkanımızı da artırmaktadır.
Bilimsel teorilerle ilgili yapabileceğimiz tek şey yeni teoriler geliştirmek,
mevcut hatalarını da ortadan kaldırmaktır ki bu yaptığımız da, başarılı olsa
bile, hipotetiktir. [31]
Bu noktada Wittgenstein'in
ikinci dönemi sahne almaktadır. Tractatus'ta daha önce söylediklerinin büyük
bir bölümünü reddeden filozof, Philosophical fnvesligations'da (1953);
linguistik analiz yöntemiyle önermelerin sadece hakikatleri resmetmekle
kalmayıp bunun ötesinde daha fazla şey yaptığını ortaya koymaya çalışır-
Filozof dil oyunları kavramını bu dönemde geliştirir. Bilim adamı, şair,
teolog, örneğin farklı dil oyunları içinde bulurlar kendilerini. Dahası bir
önermenin anlamı kendi konteksi içinde anlaşılmalıdır, başka bir ifadeyle bu
önermenin kendisinin de bir parçası olduğu dil oyununun kendi kuralları içinde
algılanmaya ve anlaşılmaya çalışılmalıdır. Felsefe linguistik, karışıklıkların
doğurduğu problemleri çözmek için vardır ve bu tür problemlerin çözümünde
anahtar normal dil analizi ve dilin uygun bir şekilde kullanımından geçer. Bu
yaklaşımında Wittgestein, dili, çeşitli caddeleri, sokakları, eski ve yeni
binalarıyla birşehre benzetir. Dili bir veya birkaç kalıba indirgemenin
suniliğinden sözeder. Kurallara dikkat etmek kaydıyla dil, - tıpkı herhangi bir
oyunda olduğu gibi - çeşitli şekillerde kullanılır, işte dilin anlamı,
kullanımından çıkarılmalıdır.
Böylece metafizik bilimde ve
felsefede istenmeyen, "bilimselliğin" karşısında hiçbir değeri
olmayan boş bir kuruntu sayılmış, metafiziğin, yaklaşık ikibin yılda beri
felsefede kendine bir yer edinme çabası da, onu bütünüyle bilgi dışına atan bir
anlayışın karşısında büyük bir gerileme göstermiştir.
Metafiziğin bu şekilde
dışlanmasının karşısında H. Bergson'u görürüz. Bergson metafiziği, mutlak olana
ulaşmada başvurulacak bir bilme yolu olarak felsefenin merkezine koyar. [32]
Yirminci yüzyılın ikinci yarısı
pozitivizmin sahneyi terketmesiyle metafiziğin yeniden sahneye çıkmasına şahit
olmuştur. Tabii ki geri dönen, yüzyılın başlarında kovulmuş olan metafizikle
aynı şey değildir. [33]
Mantıkçı pozitivistlerin, bir
anlam ifade etmedikleri ve fonksiyonel olmadıkları, başka bir ifadeyle, tekabül
edecekleri bir gerçeklik alanı bulunmadığı gerekçesiyle metafiziksel önermelere
getirdikleri eleştiriler, metafiziği kırılgan bir zemine taşımıştır. Teolojinin
yüzyıllarca metafizikle birlikte ele alınmış olması, Teoloji'yi de bu
kırılganlığa ortak etmiştir. Oysa, dil analizi yöntemiyle metafiziksel
önermelere getirilen eleştirilerin, teolojik önermelere uygulanması, başka
sorunlar doğuracak olsa da, aynı sakıncaları doğurmayacaktır. Zira, Teolojik
önermeler salt zihinsel ve a priori önermeler olmanın ötesinde, kişinin kişisel
dünyasında bir anlama sahiptir ve en azından bu dünya içinde tecrübidir. Ve bu
yönleriyle sözkonusu önermeler ontik ve egzistansiyel bir yapı taşırlar.
Teolojik önermelerin bu yapısından hareketle ve aşağıda detayıyla vereceğimiz
düzey farkı sebebiyle Teoloji'nin Metafizikten bağımsız olarak ele alınması
zorunludur. [34]
2. Teoloji-Metafizik İlişkisi
Ortaçağ boyunca filozoflar
metafizikle teoloji arasında bir ayırıma gitmemiş, tam tersine kullandıkları
literatür itibariyle bu iki alanın birbirine karışmasına meydan vermişlerdir.
Örneğin Kindi Metafiziği, gerçek olan her şeyin ilk sebebi olan ilk Hakikat'in
ilmi olarak tanımlamakta; Farabi, el ilm u'1-İlahi olarak adlandırmakta ve
alanına da alemin imkanı, sonsuzluk, zaman ve an, hareket ve mekan, zat ve
vücud, Allah ve sıfatları, nefs ve aklı sokmaktaydı. İbn Sina bu konuda daha
duyarlı bir ayırıma gitmiş, Allah'ın metafiziğin konusu olup olamayacağına dair
sorduğu soruya şu cevabı vermişti:
"Bu iki yönden ele
alınabilir:
Birincisi Allah'ın varlığı,
ikincisi sıfatları açısından. Gerçek şu ki Allah'ın bir cismi yoktur, maddeden
ve akledilir şekillerden aridir. Tabiatın konusu hareket ve durgunluğa tabi cisim,
matematiğin konusu da soyut ölçülerdir; tıpkı Aristoteles'de olduğu üzere
metafiziğin konusu da, varlık olması itibariyle varlık ve zaruri olarak onunla
beraber olandır. Öyle ise varlığın türleri, arazları, teklik ve çokluğu, güç ve
eylemi, cüzi ve külliliği, zarureti ve mümkünlüğü gibi şeyler metafiziğin
konusunu oluştururlar." [35]
Peki, Aristoteles'in ilk
Felsefe kavramı içerisinde ele aldığı konular sıralamasında gündeme gelen
Metafizik nasıl oldu da teolojik alanla iç içe girdi?
Bu soru doğrultusunda
bakıldığında, Aristoteles'in "ilk felsefe"sinin kapsadığı konuların
sıraya konmasında fizik konularından sonra gelenler anlamında kullanılmış olan
metafiziğin, giderek "doğa ötesi şeylere ilişkin" anlamına gelmeye
başladığı görülür. Terimin anlamındaki bu farklılaşma, "sonra" (meta)
sözcüğünün ilk kullanılışından farklı olarak "öte" (trans) anlamına;
"fizik konuları" (physica) sözcüğünün "doğa" (physis)
anlamına dönüşmesiyle oluşmuştur. Böylece Aristoteles'in, konusunu en genel
anlamıyla "varlık olmak bakımından varlık" ve varlığa "özü
gereği ait olan ana nitelikler" [36] diye
belirlediği "ilk felsefe"ye verilen "metafizik" adı,
uğradığı anlam değişikliğiyle ontolojiden theolojiye doğru bir yönelim içine
girmiştir.
Metafiziğin bu yöne
sokulmasında Aristoteles ve Platon'u Ortaçağ'a taşıyan kişi durumundaki
Plotinus'un etkisi büyüktür. Plotinus'un varolanın yapısını, "Bir"
den taşmayla (Emanation) yukarıdan aşağıya doğru inerek ve "düşmeye"
uğrayarak oluşmuş "akıl" (nous), "ruh" ve "doğa"
olarak açıklayan öğretisi, [37]
varlık sıralamasında doğada varolanların varlıkça alt düzeyde kaldığını; buna
karşılık doğada varolanlardan daha üstün ve doğadan ayrı varlıkların bulunduğu
düşüncesini getirmiştir. İşte metafiziğin, "doğaüstü" varlıkları
araştıran alan diye anlaşılmasının ve teolojiyle içice girmesinin başlangıcı
buradadır. Buna bağlı olarak metafizik, doğanın üstünde, onu aşan varlıklara
ilişkin soru soran bir alan olmuş ve değerce de üstün sayılmıştır. [38]
Bu metafiziksel-kozmolojik
dualizm Tanrı'sal alanla ilgili büyük bir problem yaratmıştır. Böyle bir
düalizmden hareket edildiğinde, hakikatin "dünyevi" ve
"semavi", başka bir ifadeyle "tecrübe edebildiğimiz ve bir
anlamda konrolümüz da olan" ve "tecrübe edemediğimiz yani bilgimize
doğrudan açık olmayan" kinde düalist bir epistemoloji anlayışına
ulaşılmış, buna bağlı olarak, algılayamadığımız dünya tecrübe ettiğimizden dala anlamlı kabul
edilmiştir. Teistik yaklaşımlar da hlinmeyene, bilinene karşıt olmak üzere,
sürekli daha üstün bir değer atfetme yoluna gitmişlerdir.
Metafiziğin teolojiyle ayrı
tutulmasıyla birlikte neredeyse içiçe geçtiği Ortaçağ'dan sonra Metafiziğin
geçerliliğini korumasıyla birlikte bir içerik ve amaç değişikliğine
uğratıldığını görüyoruz. Bu değişimi gerçekleştirenlerin başında F. Bacon
gelir. Bacon metafiziği, "ilk felsefe"den ayırıp ona fiziğin yanında
doğa bilimi olarak yer vermiştir. Ona göre fizik, "madde ve hareket
nedeni"ni araştırırken metafizik de "form ve amaç nedeni"ni
araştıran bir doğa bilimidir. [39]
Bacon'un getirdiği yorum, metafiziğin alanını "doğa üstü" veya
"doğa ötesi" varlıkların ya da "varolanın ötesi"nin
araştınlmasıyla ilgili değildir. Metafiziği bu şekilde bir doğa bilimi saymak
bir bakıma onu teolojiyle olan içiçeliğinden ayırıp farklı bir yere koyma
eğilimi gösterir.
Descartes, Tanrı'nın ve ruhun
özünün bilinmesini "ilk Felsefe"nin kapsamında incelemekle
metafizikle teoloji arasındaki ilişkiyi yeniden canlandırmıştır. [40] Ama
Descartes'ta farklı olan şudur:
Tanrı, daha önceki düşünürlerin
kabul ettiği gibi şeylerin varlık nedeni değil, bilgi nedenidir.
Böylece ontolojiye ilişkin
araştırmalarla ortaya çıkıp giderek teolojinin kapsamına girmiş bulunan
metafiziğe, onun bir bilgi alanı olmasını onaylatabilmek için bir nesne bulma
çabası içinde yavaş yavaş epistemolojik bir alana doğru gidildiği görülür.
Onyedinci yüzyıl düşüncesi, metafiziğin epistemolojik sorunlar çerçevesinde
irdelenişini başlatmıştır, [41]
3. Metafiziksel Olmayan Bîr Teolojinin
İmkanı
Metafiziksel düşünce
çerçevesinde, insanın dünyanın yapısal prensipleriyle birlikte bu yapısal
prensiplerin temeline koyduğu Tanrı hakkında da düşünce üretmekten geri
kalmadığını biliyoruz. Bu belki zorunlu bir üretimdi. Ancak, insanın algı
alanını aşan konularda yaptığı hatalarda bir düzeltmeye giden vahiy, acaba bu
metafiziksel spekülasyonlarda aynı yöntemi takip etmemiş midir? Öyle görünüyor
ki bu düzeltme hem argümantasyon tarzında, başka bir ifadeyle metafizikten
bahsederken kullanılan mantıksal yapıda, hem de önermelerde başka dır deyişle
anlam analizine imkan veren içerikte kendini göstermiştir.
Mesela, Aristoteles'in ilk
Felsefe içerisinde andığı ve fizik ötesi olarak Orta Çağ'a taşınan alemle
ilgili olarak üretilen düşüncede Aristoteles'in tek değerli (monolojik) mantığı
kullanılacaksa bu durumda teolojik dilin paradoksal ifadeleri birer çelişik
önerme olarak karşımıza çıkacaktır. Örneğin Allah teolojik dilde hem Zahir hem
Batın olarak isimlendirilmektedir. Bu hem din dilinin kendi mantığı içinde hem
de diyalojik mantık anlayışında bir anlama sahiptir. O halde vahyin kedinden
önceki bir metodolojik kullanımı ve bunun yardımıyla elde edilen verileri
düzeltmesi, bir anlamda teolojinin metafiziğin hem yönteminden hem de
verilerinden bağımsızlaştırılmsı demektir.
Çalışmanın içeriği, Aristotelyen
mantığın neden bazı İslamalimleri (örneğin İbn Teymiye) tarafından
reddedildiğini detaylandırmaya izin vermez. Ancak şu kadarını söylemek
mümkündür:
Aristoteles'in beş tümeli ve on
kategorisininin tikel varlıklara dayanması ve varlıktan ziyade varolan/somut
varlıklara tekabül etmesi teolojik olandan, vahyin yönlendirdiği şekliyle
bahsetmeyi engelliyordu. "Kilise bütün Aristo mantığını değil de, sadece
Kategoriler, önermeler ve I. Analitiklerin 7. bölümüne kadar olan mantık
konularına izin veriyor, bundan sonrakilere ise sınırlama koyuyordu". [42]
Aristoteles'in ikinci Analitikler'den sonraki kısmının bu eserlerin ilk tercüme
edildiği dil olan Süryanicenin eğitim dili olduğu Hıristiyan medreselerinde
okutulmasının yasaklanmış olması da, somut ve soyut kategori anlayışına dayalı
bir izah tercihine bağlı olarak ortaya çıkmıştır. Yine Aristoteles'in şartlı
önermelere hiçbir değer atfetmemesi, Kutsal Kitaplarda yer alan şartlı önerme
modundaki ifadeleri de tartışmalı hale getirebilmekteydi. [43]
Çağımızda Kelamcıları
metafiziksel olmayan bir Teoloji geliştirme teşebbüsüne iten temel etken ise,
linguistik felsefenin metafiziğe getirdiği eleştirilerdir. Bu eleştiriler
epistemolijik temele dayandığı için, dinsel doktrinin epistemolojik önemi ve
değeri yeni bir Teolojinin öncelikli hedefi olarak benimsenmiştir.
Geliştirilmeye çalışılan bu Teoloji bir anlamda Linguistik Teoloji formatı
taşımaktadır.
Teologlar arasında,
metafiziksel olmayan ya da metafizik karşıtlığı yapan bir pozitivizmin,
teolojiyi metafiziğin elişi ya da hizmetçisi olmaktan kurtaracağını savunanlar
mevcuttur. Metafiziksel teolojinin ölümünün, vahiy, iman ve tarih gibi canlı
alanlarda din dilinin kendini daha iyi göstermesine ve aktif olmasına zemin
hazırlayacağını söylerler ve bunu da ya (1) felsefenin içerik yönünden
ilişkisini reddederek ya da (2) linguistik tecrübeciliğin değişik formlarını
benimseyerek yapmaya çalışırlar.
Felsefenin Teolojiyle içeriksel
hiçbir bağının olmamasını savunanların başında Kari Barth gelmektedir. Barth
felsefeyi meşru bir insan teşebbüsü olarak görmekte, ancak İncilin dogmatik
yapısıyla ilgili söyleyecek bir şeyi olmadığını ifade ederek, Metafizik'in
Teoloji'yi yabancı ketegorilerle aldattığını iddia etmektedir. Barth'ın bu
metafizik-karşıtı teolojisi "teolojik pozitivism" olarak
adlandırılmaktadır. [44]
Linguistik tecrübecilik
yöntemini benimseyen ve kendilerine felsefi kelamcılar adını veren bazı kelamcılar
ise, felsefi yaklaşımı benimsedikten sonra, Barth'ın aksine felsefenin teoloji
üzerinde maddi etkisi olduğunu kabul ederler. Bu yaklaşımı üç ana başlık
altında irdelemek mümkündür: [45]
3a. Farklı Dünya Görüşleri Teorisi
Richard Hare'e göre, inanan bir
insan, bir takım boş ve anlamsız hükümlere bağlanmış olmaz. O, her şeyden önce,
belli ve köklü bir tutum (blik) içinde olan bir kimsedir. Bu tutum, yapma bir
tutum değil, ona son derece anlamlı ve önemli görünen bir tutumdur; bir
"zihin halidir". İnananla inanmayanı birbirinden ayıran, işte bu
tutumun varlığıdır. Egzistansiyel unsurların ağır bastığı bu yaşama siyasetinde
sıradan doğrulama ve yanlışlama faaliyetinin katedeceği fazla bir mesafe
yoktur. [46]
Hare, herkesin bir dünya
görüşüne (blik) sahip olduğunu ve hiç kimsenin dünya görüşünün diğerininkinden
daha geçerli olmadığını ileri sürer. Hare, geliştirdiği bu teoride, din dilinin
geçerliliğini ispatlamaya çalışır ve sadece dini inançların değil, bütün dünya
görüşlerinin doğrulama ve yanlışlama konusunda aynı sıkıntıları yaşadığı
varsayımına dayanır. [47]
3b. Kutsal Dilin Otoritesi
Maclyntre'ye göre felsefenin
bütün görevi teolojik dilde görülen çelişkileri keşiftir. Teolojinin görevi de
bu çelişkilerin sadece görünürde olduğunu, gerçekte hiçbir çelişkinin
bulunmadığını linguistik yöntemleri kullanarak ispattır.
Maclyntre'ye göre, Teoloji'nin
metne yaklışımında dilin bir otoritesi vardır. Teolojide itaatimizi gerektiren
bir otoriteye sahip olduğu için, Tanrı'nın beyanına inanırız. Bu, Tanrı'ya
rasyonel bir açıklama ve delil yardımıyla yaklaşmanın mantıksal olmadığı
anlamına gelir. Buradaki tek yaklaşım aracı kişisel güvendir, bu güveni
yaşamımız için nihai bir otorite kabul ederiz ve tabiatı icabı yargılanamaz
olan nihai bir kriteri benimseriz. Bu kriter de Tanrı'nın kendisidir. Böylece
felsefe ve teoloji farklı alanlarda çalışırlar. [48]
Ancak bu durumda, bir dinin
mensupları, kendi ruhsal tecrübelerine ve bağlandıkları dinin kutsal metninin
otoritesine dayanarak, dinlerinin evrensel kabul görmesini başkalarından talep
edebilirler mi? Dinsel görüşler, Natural Teoloji'ler başka bir ifadeyle insanın
ilahi olan hakkında ürettikleri metafiziksel spekülasyonlar sebebiyle
birbirinden farklılık gösterirler. Bu durumda, bu kabulleri ve bunları kabul
yönünde yapılan çağrıları hangi temele dayalı olarak yargılayacağız? [49]
3c. Teolojik Dilin Farklılığı
Metafiziksel ve metafiziksel
olmayan yaklaşım arasında ara bir yaklaşımı lan Ramsey'de görürüz. Ramsey
linguistik kampta yer alır ve din dilini analizde çok tekniktir. Belki de
linguistik problemlere fazla dalması onu metafiziksel bir yöne yöneltmiştir.
Ramsey din dilinin garipliğini, farklılığını ön plana çıkarır.[50]
Ona göre, din dili, dini
tecrübenin farklılığına uygun olarak farklı olmalıdır.
Bağlılığı ateşleyen bir
farkındalık dinsel bir tecrübenin temel özelliğidir. Bu farkındalık ya da
ayırda varma da algıya bağlıdır, daha fazla algı, daha fazla farkındalık
demektir.
Ramsey'e göre iki tür bağlılık
veya teslimiyet/kabül vardır:
Matematiksel veya kişisel
olmayan kabuller ve teslimiyetler geometrik aksiyomların kabulü.
Kişisel veya yarı kişisel olan
kabuller ve teslimiyetler sevilen birisine bağlılık gibi.
Dinsel bağlılık bütün evrene
total bir bağlılık olduğu için hem birinci hem de ikinci türü içinde
barındırır. Dinsel durumlar da o halde empirik durumlardır. Ve bu emprik
durumlar içinde dil, dinsel farkındalığımızı ortaya çıkarmak ve evrene total
bir bağlılık, teslimiyet göstermek için kullanılır. Bu farklı durumlarda
kullanılan kelimeler de, görme ve tepki de bulunma da farklı bir mantığa
sahiptir.
Ramsey'e göre din dilinin
farklı bir mantığı vardır. Din dilindeki bu linguistik farklılığı 'Ben'
zamirinin kullanımında görebiliriz. Ramsey 'Ben' zamirinin 'Tanrı' kelimesinin
anlaşılıp yorumlanması için uygun bir model olduğunu söyler. Solipsizmin
mantıksal ilkel bir metafizik yaklaşım olduğunu söyleyen Ramsey, metafiziksel
bir teoloji kurmak için bu Kartezyen başlangıç noktasına dayanır. "Ben
varım" ifadesi, ister objektif (kişisel olmayan), isterse sübjektif
(kişisel) olsun bütün linguistik kullanımlarımız için kaçınılmaz bir konteks
sağlar.
'Ben' zamirinin her birimize
tamamen ne anlam ifade ettiğini söylemek için önce gözlem/tecrübe dilinden
başlarız ama daha sonra 'Ben'in içini dolduran her şeyin gözlemlediğimizden
ibaret olmadığını anlar ve onu ortaya koymaya çalışırız. Aynı şeyî Tanrı için
de yaparız. Teolojinin temel problemi, bu tecrübi/ gözlemlenebilene ait dili
kısmen bu tecrübeyi aşana birebir uyacak ve uygun düşecek şekilde nasıl
kullanacağımızla ilgilidir.
Ramsey'in bu yaklaşımı,
Mantıksal Tecrübecilik olarak adlandırılmaktadır. Ancak, Mantıksal
Tecrübeciliğin Teolojiyi metafizik özlerden yoksun bir şekilde 'kuru lafızlar'
haline dönüştürdüğü yönünde eleştiriler yapılmaktadır. [51]
4. Analitik Felsefe ve Teoloji
Metafizik ve Teoloji arasında
bir ayırıma imkan verdiği varsayılarak analitik felsefeye daha farklı
yaklaşımlar sergileyenler de olmuştur. Bunların başında William F. Zuurdeeg
gelmektedir.
Analitik felsefenin teoloji
için avantaj ve dezavantajlarını ele alan William F. Zuurdeeg [52] ilk
avantaj olarak bilim, felsefe ve aksiyoloji (değer kuramı) arasında pilan
çağdaş ayırımın getirdiği netliği görür. [53] Zira
düşünce tarihi her zaman bu üç alanın birbirine karıştığı bulanık bir ortama
şahitlik etmiştir. Güneş sistemine dair soruların yanında insani değerlere dair
sorular da aralarında bir ayırım yapılmadan filozoflar tarafından cevaplanmıştır.
Bacon ve Descartes'Ia modern felsefenin antik felsefeden ayrılmaya başlamasını
takip eden bilimsel devrimle ve arkasından da bu iki alanın, bilim ve
felsefenin ayrılmasını doğurdu. Yirminci yüzyıl felsefesi de felsefe ve
aksiyoloji arasında benzer bir ayırımı getirdi Zira analitik filozoflar
estetik, etik ve din dilini gerçekliğe tekabül etmeyen ve duygusallığın hakim
olduğu bir alan olarak tasnif etmişlerdir.
Bu yeni yaklaşım Zuurdeeg'e
göre teolojinin lehinedir, zira bu durum teolojik dili felsefi problemlerden
kurtarmaktadır, bu da teolojiye otonom bir alan açmaktadır.
Felsefeye bu yaklaşımın ikinci
avantajı şudur:
Felsefenin dinsel ve ahlaki
dili bir kenara bırakması gerektiği yönündeki analitik iddia, metafiziksel veya
teolojik sistemleri kurmanın ya da onları haklı çıkarmanın felsefenin işi
olmadığı gibi bir sonucu doğurur. [54]
Analitik felsefenin ilk
dezavantajı, Zuurdeeg'e göre, tüm dillerin anlam ve doğruluğuyla ilgili olarak
yaptığı teşebbüslerde mantıksal analizleri kullanmasıdır. Ona göre matematikte
ve tecrübi bilimlerde mantıksal analiz uygundur, ancak şiir, ahlak ve din
dillerinde bu hiç de uygun değildir. Ahlak ve din mahiyetleri icabı
egzistansiyeldirler (veya başka bir yerde ifade ettiği şekliyle
"iknaidirler") [55] ve
dolayısıyla matematik ve bilim gibi aynı tür analize tabi tutulamazlar.
Zuurdeeg'in bu ifadesi bu iki alana ait dilin alogical olduğu dolayısıyla bu
alanlarla ilgili dile ve kullanımına ait kuralların da konulamayacağı gibi
tartışmalı bir sonuca götürür.
Zuurdeeg'in analitik yaklaşıma
dair ikinci eleştirisi, egzistansiyel felsefenin meydan okumalarına cevap
verememiş olmasıdır. Egzistansiyel felsefe rasyonel olmayan varlıklar
arasındaki ilişkiyi ele alır, ve analitik felsefe bu rasyonel olmayan
varlıkların (insanın temel ilişkileri) yorumunda hiçbir şey yapamamaktadır.
Zuurdeeg'in konumunu
değerlendirirken en az üç temel soru sorulmalıdır:
Teoloji ve dîn dilleri otonom
olarak görülecekse ve böylece mantıksal analiz ve değerlendirmeden bağımsız
duracaksa, bunların anlamlarını belirlemede hangi kriterler kullanılacaktır?
Zuurdeeg çoğu dinsel kavramın dinsel kullanımını belirleyen kuralların
olmadığını söyler. Ama bizim dinsel olarak düşünmemize ve konuşmamıza imkan
sağlayan, bu kuralların ve kullanımların dolaylı olarak öğrenilmesidir.
Zurdeeg kişisel ve dinsel
tecrübelerin tabiatları icabı rasyonel olmadıkları için rasyonel analize tabi
tutulamayacaklarını iddia eder. Ancak bu ifade karmaşa yaratır. Temel
hakikatler, haller ve ilişkiler ne rasyoneldir ne de irrasyonel, bunlar sadece oldukları
gibidirler. Ancak insanların bu tür entiteler hakkında konuşması ve onları
tanımlaması için bazı kurallar koyması, aksi taktirde bunların iletişime konu olamaması
sebebiyle anlamsız diye hüküm giymesi gerekir. Zuurdeeg ve diğerleri sanki
mantıksal analizin dışında bir başka analiz daha varmış gibi davranmaktadırlar.
Maalesef varsaydıkları bu analizin nasıl yürüdüğünü asla gösterememektedirler.
Gerçekte dilin kullanıldığı böyle bir süreç zorunlu olarak mantığı içerecektir.
Öyle görünüyor ki "mantıksal olmayan analiz" anlamdan mahrum bir
analiz olacaktır.
İkinci olarak, ve aynı
paralelde bir başka sorun şudur:
Öyle görünüyor ki genel olarak
tecrübeyi ve genelde de vahyi değerlendirmede mantığı kullanma korkusu,
mantığın mahiyetini yanlış anlamaktan kaynaklanmaktadır. Mantığın kanunları özü
itibariyle sembollerin kullanımını düzenleyen kurallar bütünüdür ve bunlar
vasıtasıyladır ki semboller iletişimde etkili hale gelebilirler.
Din dilinde netlik peşinde
olmanın bir anlamı yoktur demek, gerçekte din dilinin iletişim kurma gibi bir
hedefi olmadığını, dolayısıyla bir dil de olmadığını söylemektir.
Üçüncü olarak, ileri sürülen bu
otonomi din dilinin iddialarını yargılama ve değerlendime aracı olarak
mantıksal kriterlerin reddedilmesini de gerektirir. Bu teologların tavırları
Hıristiyanlığın temel kavramlarının açıklanamayacak bir forma büründürülmüş
olmasıyla yakından ilgilidir.
Hükümleri değerlendirmenin
tabii ki tek kriteri mantık değildir, ama bir kriterdir ve bunun din dilinde
bir kenara bırakılması doğru değildir. [56]
5. Teolojik Dil ve Metafizîksel Dil
Farklılığı
5a. Ebedi cevherlerle değil, olayların
diliyle konuşan Tanrı
Bizim teolojik dille ilgili
modern problemimiz, bu dünyanın ötesi ve içerdikleri hakkında anlamlı ve makul
hükümler koyamayacağımız iddiasından kaynaklanmaktadır. Bu noktada yine insanın
sınırlılığı gündeme gelmektedir. Sınırlı oluşunu kendisi tecrübe eden insanın,
tecrübe edilemez hakkında kurduğu teolojik içerikli hükümlere ne kadar güven
duyabiliriz? İnsanın teolojik terimler kullanmasının tecrübi temeli eğer
insanın sonluluğu ise, o halde sonluluk gerçeği de kullanılan bu dille
ilişkilendirilmelidir. Bu bizi şu noktaya getirecektir:
Daha önce kurulan kozmolojik
dualizmin yerini tecrübe(ler) ve bunların sınırlı oluşu dualizmi alacaktır.
Böylece teolojik argümantasyonumuzun alanı da farklılaşacak, varılacak yargılar
herkes için bir anlam ifade edebilecektir. Kozmolojik düalizm metafiziksel
önermelere zemin hazırlarken, tecrübi düalizm teolojik önermelere zemin
hazırlar.
İman ve bunun entelektüel
yorumu ve diyalektiğini içeren teolojide, insanın Tanrıyla doğrudan
karşılaşması sözkonusudur, filozofun yorumunun çok etkin, tanımlayıcı ve
belirleyici olduğu metafizikte ise böyle değildir.
İmanda ve teolojide Tanrı
zamansız ve zamandışı cevherler kanalıyla iş yapmaz, olayların diliyle konuşur
ve kendini doğrudan olaylarda gösterir.
Dinlerin Tanrı öğretileri
pratik ve pragmatik amaçlıdır. Hiçbir din Tanrı'sından ilgisiz bir şekilde, bir
etki ve fonksiyona tekabül etmeyecek şekilde bahsetmez. Teolojik dilin amacı
hiçbir şekilde sadece Tanrı hakkında bilgi vermek olamaz. Bu anlamda dinler
enformatif değildirler. Tersine mensuplarından Tanrıyı sevmelerini, ona ibadet
etmelerini, ona güvenmelerini isterler ve bu akıların her birinin de tekabül ettiği
pratik bir alan vardır. Bu yüzden Tanrı kelimesi nötr olarak descriptif
değildir. Aksine bağlılığı ateşleyen ve nihai endişelerimizi dindirmede sürekli
atıf alanları açtığımız bir referans dünyasıdır.
Bu noktada Tanrı'nın zatını ve
zatını tanımlayan sıfatların değil, Allah-alem arasındaki ilişkide fonksiyonel
olan ve insan yaşamının her alanında aktif olan isimlerinin teemmül konusu
yapılması gerekir. Bu anlamda insanlar, aç olanları doyurmak suretiyle Allah'ın
Razık ismini, başkalarına güven vererek Mü'min ismini, insanları tutsak eden
bütün maddi-manevi bağlardan onları kutrararak özgürlüğe kavuşturan ismini, vs.
tecelli ettirmelidirler. Metafizikten çok farklı olarak Teoloji, ayağı yere
basmayan tartışmalardan, bu tür pragmatik (içinde yaşadığımız hayatla birebir
ilişkili) yaklaşımlara kayacaktır.
Teolojik önermeler pragmatik
bir gaye güderler. Bu önermelerin öncelikli gayesi;
Duygulan harekete geçirmek ve
insanı eyleme yöneltmektir; bu suretle bu önermeler insanın doğru olduğuna
inandıkları şeye pratik bir bağlılık göstermelerini sağlar.
Birlikte hareket etmeye teşvik
etmek ve böylece bu teolojik önermelere bağlı ortak bir cevap kanalıyla
toplumsal bir bilinç yaratmaktır.
Dilin normal kullanımıyla
açıklanamayan tecrübi yaşantılar için ortak bir dil kullanımının yolunu
açmaktır.
Kelam'ın şu bilgi tanımı
teoloji ile metafizik arasında olması gereken ayırımın ipucunu da vermektedir.
Bilgi "ilimle nitelenen kişinin sağlam ve mükemmel bir fiile sahip
olmasını sağlayan şeydir". [57] Bu
tanım, teolojik bilginin eyleme dönük olmasına zemin hazırlayan ve böyle bir
motivasyonu teolojik üretimin temeline koyan bir yaklaşımı sergiler.
Tanrı'yı yücelerdeki bir
varlık, özel bir varlık, ens realissimum gibi klasik terminolojinin
terimleriyle tanımlayacak olursak, eleştirdiğimiz klasik metafiziğin Tanrı
tanımlamalarına geri dönmüş oluruz. Tanrı kendi dışındaki varlıklarla ilişkisi
dikkate alınarak, yarattığı insanlardaki yetkinlikler, eksiklikler, kaygılar ve
daha birçok özellik gözönüne alınarak yorumlanmalıdır. Hem dış alem
tecrübesinden (emprik yaklaşımdan) hem de egzistansiyel temelli anlam
arayışlarından uzak olarak Tanrı hakkında a priori yargılarda bulunmak en
azından Teoloji için eksik bir yaklaşım olur. Klasik Kelam'ın bilgi teorisini
akıl (a priori yargılar), tecrübe (beş duyu) ve doğru haber olarak belirlemesi
son derece isabetli bir yaklaşımdı. Ancak teorisini oluştururken bilgi
kaynakları arasında bir hiyerarşi kurmazken, bilgi kaynaklarının sağladığı
veriler arasında böyle bir hiyerarşi koydu. Doğru bir haberi bir kenara
bırakırsak, tecrübeye karşı a priori yargılara öncelik verdi ve tecrübeyi a
pnori hükümlerimizin ispatı ve doğruluğunun sağlanması için aracı bir konuma
indirdi. Eşyanın hakikatinin varlığını (septiklere karşı tecrübi verilerin
birer bilgi kaynağı olabileceğini) ispat ederken, bununla sadece Tanrı'nın
varlığına gitmeyi, eşyayı bir sağlama aracı olarak kullanmayı hedeflemişlerdir.
Bu yaklaşımda epistemoloji, aslında ontoloji kılığına büründürülmüş bir bilgi
felsefesi özelliği taşıyordu. Zira eşyanın hakikatine inanmak, eşyaya dayalı
emprist ve realist bir felsefe geliştirmeyi de gerektirirdi.
Descaites'in gerçekleştirdiği
ispat yöntemi de teorinin bu noktasına çarpıyordu. Descartes'in ispat
yönteminde; düşünen insan Tanrı eşya (kozmoz) maddi ben, şeklindeki dörtlü
yolda Tanrı, gerçek ve değişmez bilgi kaynağımız olan eşyanın güvenirliğini
sağlayan, onun bizi yanıltamaz bir kaynak olmasına imkan veren bir sağlama
aracı konumuna indirgediği için eleştirilmiştir. Teolojiler ve Ortaçağ
metafiziğinin yaptığı ise bunun tersiydi. Eşya sadece bir araçtı ve kozmolojik
düalizm çerçevesinde a priori bilgilerimizin alanıyla karşılaştırıldığında daha
aşağı bir seviyede bulunuyordu.
Burada konuyu irdeleme
tarzımızın Tanrı'yı ispat gibi bir hedef taşımadığını tekrar vurgulamak,
isterim. Zira Tanrı'nın Vacib u'1-Vücud olduğu hem Teolojinin hem de
Metafiziğin bir önkabulüdür. Bir şeyin zorunlu olarak varolduğunu söylemek ise
onun varlığına dair bilgimizin yalnızca indüktif ve deneysel olamayacağını, a
priori yargıların da egzistansiyel kaygıların da, burada rol alması gerektiğini
ifade eder. [58]
5b. Teolojik dilin egzistansiyel yapısı
Metafiziğin kullandığı dilin
dışında Teoloji, egzistansiyel bir dil kullanır. Egzistansiyel Teoloji'ye göre
Teolojik dil ne emprik dünyaya işaret eden bir dil, ne de tanımlar arasında
ilgi kuran analitik bir dildir. O köklü bir kanaate dayalı bir iç tutumun
ifadesidir.
Din dili egzistansiyeldir,
zira, Tanrı hakkında konuşma, içine bizim de katıldığımız bir süreçten
bahsetmektir. Bunun için Tanrı hakkında konuşma nötr, spekülatif bir eylem
olmanın ötesinde içinde olumluluk taşır. İnsan, yalnız düşünen, hüküm veren bir
varlık olarak değil, duyan, anlayan ve ardından yaşayan bir varlık olarak
gözönünde tutulmalıdır. Bu tutum, din dilini kognitifliğin ötesine geçirir.
Burada en büyük güçlük Tanrı'ya
ilişkin atıflara açıklık kazandırmak veya referansların tesbit edilmesidir. Tanrı'ya
ilişkin referansı O'na kelimelerin sözlük anlamıyla işaret ederek veya
tasvirler yaparak tesbit etmemiz mümkün değildir. Zira O'nun
"biricik" veya zaman ve mekandan münezzeh olduğunu da söylüyoruz.
Zaman ve mekandan münezzeh olmanın, zaman ve mekanın birlikteliğinin
oluşturduğu boyutu algılayan zihnin algıladığı ve oluşturduğu kavramlar ve
terimlerle ifadelendirilmesi nasıl mümkün olacaktır? Bu isimlendirmede referans
noktası, insanda varolan ve zaman ve mekana bağımlılığın en az düzeyde
bulunduğu soyut nitelikler olabilir.
Bu konuda insanların salt maddi
terimlerle tahlili mümkün olmayan niteliklerini gözönünde bulundurmak suretiyle
neye işaret ettiğimiz konusunda belli bir fikre ya da kanaate uluşmamız
mümkündür. Sevme, güvenme gibi mekandan nisbeten bağımsız niteliklerimizi
gözönünde bulundurarak mekandan münezzeh olan varlık hakkında, yani belirli bir
yönde kavranabilir olanın ötesinde bulunana ilişkin bir şey elde ederiz, işte
Tanrı hakkında konuşma, anlamlılığını buradan elde eder. [59]
Konuştuğumuz dilin yapısı,
dünyayı algılama tarzımız üzerinde güçlü bir etkiye sahiptir (Sapir-Whorf
hipotezi). Bu da linguistik rölativite demektir. Bu ligustik rölativite
hipotezi, farklı dil arkaplanına sahip insanların kendi dillerinin yapılarının
onlara sağladığı birbirinden tamamen farklı tecrübeler sebebiyle ayrı
dünyalarda yaşadıklarını ileri sürmektedir.[60]
Örneğin Eskimo dilinde, Inuit, farklı car türlerini gösterecek bir çok kelime
mevcuttur. Linguistik rölativitenin kabullerine göre Inuitçe konuşanlar farklı
kar türleri arasındaki fiziksel farklılıkları orijinal olarak algılamış
olmalıdırlar ki bunları ifade edecek kavram çeşitliliğine sahipler. Başka bir
dilde sadece elinizdeki kar sözcüğüyle farklı kar niteliklerini göstermek
mümkün olamayacaktır. Biraz aşırıya taşındığında bu teori bizi, kendi dilimizin
tutsakları olduğumuzu kabule zorlayacaktır. Kendi dillerinin tutsakları olan
insanların, Tanrı hakkında doğru bilgi üretme, sağlam bir bakış açısına sahip olma
ihtimali nedir?
Öte yandan bizim dilsel
ifadelerimizin dışında hayata dair bakış açılarımız vardır. "Bakış
açıları" bizim temel varsayımlarımıza veya eşyanın mahiyetine ilişkin
kayıtsız şartsız önkabullerimize ve görme biçimlerimize işaret ederler. Bunların
bilgi verici yönleri olduğu kadar değer koyucu ve irade ile ilgili yönleri de
vardır. Dil ise bu bakış açısının ifadesidir. Yani biz her türlü konuşmamızda
belli bir bakış açısını yansıtmış oluruz. Ancak, bakış açılan bizim hayat
karşısındaki topyekun tavır alışımızın bir ifadesi olsa da nihai değildir. O
halde kendi içimizde de sürekli bir rölativite vardır. Bunu Tanrı hakkında
konuşmanın temeli yapmak ne kadar tutarlılık olacaktır?
Şüphesiz, Tanrı kelimesinin bir
anlamı varsa, bunun ne olduğunu söyleyebilmen, farklı kelime ve cümle kombinezonlarıyla
tanımlayabilmeliyiz ve bu yüzden de bu cümlelerimizi kontrol eden ve Tanrı'ya
yaptığımız atıfların uygunluğunu sağlayan bazı prensipler bulmalıyız.
Peki dilin uygunluğunu
denetleyen prensipler nelerdir? Tanrı hakkında düşünen kişi, Tanrı hakkında
kullanılan ve kişisellik ifade eden kelimelerin literal olmadığını bilir.
"Gökteki Babamız" ifadesini kullanırken bunun fiziksel babalık
olmadığını bilir. Ama gökteki yeğenimiz dense buna da itiraz eder. O halde bu
iki kullanımdan hangisinin makul olduğuna karar veren mekanizma nasıl
işlemektedir?
Buna verilen bir cevap, Tanrı'ya
atfettiğimiz isim ve sıfatların uygunluğunu kontrol eden unsurun, antropolojik
ve ahlaki boyutlarıyla insan düşüncesi olduğudur. Bu, bütünüyle sübjektifliği
de gerektirmez. Zira objektiflik paradigmasını temeline koyan matematiksel
bilimler bile insan teşebbüsü olarak algılanabilir. Ki burada insanın önermeleri
sıradan tecrübelerinin verilerinden Çıkanlan sonuçlardır ya da birer inşadır.
Ve insanın bu çıkanmları ne kadar teknik olursa olsun tanımlanabilir olma
özelliğine sahiptir. Ancak dinsel bir inancın objesi olarak Tanrı ve bilimsel
bir kabul arasındaki büyük fark şudur:
İkincisi hakkındaki varsayımlarımız,
1)
Benzer konuşma kurallarıyla kontrol edilirler ve başka araştırmacılarca da
anlaşılabilirler,
2)
Bazı deneysel sonuçlara mantıksal adımlarla destekli gidilir ve
3)
Bu sonuçlar öyle bir tanımlanır ki bunların lehinde ve aleyhinde olabilecek
tanımlamaları ve delilleri hemen farkedebiliriz. Tanrı'nın varlığını olumlayan
(ya da olumsuzlayan) varsayımlarımızda böyle bir özellik verilemeyecektir. [61]
6. Teolojik Gerçeklik ve Tanrı'ya Dair
Bilgimiz
Teİzmin sunacağı bir Tanrı
doktrini şu konularda net olmalıdır? İlk olarak "Tanrı" kelimesi,
gözlemlenebilir (ya da teorik olarak gözlemlenebilir olan) evreni oluşturan
realitelerin toplamından başka bir şeye veya kimseye işaret etmeli veya daha
iyi ifadesiyle böyle bir kimseyi isimlendirmeli midir? Bunun cevabı şüphesiz,
evettir. Ancak Zorunlu Varlık olan Tanrı'ya dair bilgisel çıkarımlarımızın,
diğer varlıklar hakkındaki çıkarımlarımızdan farklı olması da bu iki varlık
kategorisi arasındaki farkın gerekliliği kadar gereklidir. Zira, Tanrı diye
isimlendirdiğimiz varlık, sadece diğer varlıklardan ve gerçekliklerden farklı
değildir, varlıkta ve gerçeklikte de farklıdır. Tanrı kelimesini kullanmak ve
başkalarının da anlamlı bir şekilde kullandığını bilmek, dünyanın gerçekliğinin,
dünyadaki gerçekliklerle tüketilmediğini ve "orada", "bunun
ötesinde", "başka bir seviyede" vb. mantıksal (tecrübi değil)
semboller "gerçeklik" kavramına adil davranmamız gerekirse kaçınılmaz
olarak karşımıza çıkacaktır.
İkinci olarak, vahiy geleneği
içindeki bir mümin, Tanrı kendisini dünyaya açtığı için, Tanrı hakkında
bilginin imkanına inanacaktır. Tanrı her zaman Yaratıcı ve Vahyedici olarak
bizimle ilişkilidir ve her yerdedir. Bu sebeple evren her zaman potansiyel
sembollerle donatılır ve bu semboller, Tanrı hakkındaki bilgimizi alevlendirir.
Tanrı gerçek olduğundan ve gerçekle ilişki kurduğu için, illüzyonlar ve
kurgulamalarda değil, objektif realitede bulunabilir.
Bu durumda, Tanrısal olana dair
bilgi elde etmemize zemin oluşturan anahtar kavramlar, "yaratma" ve
"vahiyedir. Yaratma sembolü bir hakikat olarak, Tanrı'nın dışındaki
gerçekliklerin varlığının nihai olarak Tanrı'ya bağımlı olduğu varsayımına
dayanır. Bu yüzden bu "başka" gerçekliklerin kendi gerçekliklerinde
Tanrı'yı yansıtabilecekleri veya Tanrı hakkında çıkarımlarda bulunmanın veya
O'nun hakkında konuşmanın aracı olarak kullanılabilecekleri anlaşılabilir bir
olgu olarak karşımızda durmaktadır. Vahiy sembolünde, Tanrı kendisini dünyayla
öyle ilişkilendirir ki kendisine dair bilgi istidlali ya da mantıksal yolla
keşfedilebilir hale gelir. [62]
Sonuç
İnsanın dış dünyayı
algılamasına ve buna bağlı olarak da bilgi sahibi olmasına, başka bir ifadeyle
süje ve obje ayırımına dayanan epistemolojik yaklaşımın, Descartes'tan Mantıkçı
Pozitivistlere uzanan bir süreçte tartışıldığını görüyoruz, insanın algısından
uzak olduğu için yargılama alanından da uzak olması istenen "kendinde
şeyler' (noumena)'i insanın a priori bilgi alanından çıkarıp, tecrübeyle
hakkında konuşulabilecek sentetik önermeler alanına alan Kant, metafiziksel önermelerin
imkanını olumlarken, D. Hume'la aynı paralelde seyreden Mantıkçı Pozitivisiler'de
bu önermelerin anlamlarırnın tamamen kaybolduğunu gözlemlemekteyiz.
Metafiziğin, insan teşebbüsü
bir epistemolojik üretim olduğu için, Tanrısal alanla ilgili konuşmanın yöntemi
olarak kullanılması uygun değildir. Zira dil, nesnesini tanımlama, kategorize
etme ve sonuç olarak ona tahakküm etme eğilimindedir. Adem (insan prototopi)in
eşyayı isimlendirmesinden kasıt da budur, insanın bilgisine konu edildiği zaman
Tanrısal olan da, bilginin nesnesine Hrtnüstürülmesi sebebiyle aynı akibeti
paylaşacaktır. Bu sebeple insan, algısı ında kalan alanla ilgili konuşurken
Ortaçağ boyunca birbirine karıştırılan iki İlan Teoloji ve Metafizik, arasında
bir ayırım yapmak durumundadır. Bu hem 1 etodolojik hem de içerik yönünden
yapılması gereken bir ayırım olacaktır. Teolojik önermeler, Tanrı'dan salt,
kendinde bir varlık olarak değil de, insanla ve nsanın yaşadığı evrenle
ilişkisini kurarak bahsedeceği için, fonksiyonel bir yapı kazanacak ve
mantıksal analiz neticesinde kullanılan dil formlarına uymadığı için anlamsız
ve ilgimizi tecrübe alanının dışına taşıdığı için de yararsız sayılarak bir
kenara itilme riskinden kurtulacaktır.
Yine teolojik önermeler, R. Bultmarın'ın
deyimini ödünç alırsak, varoluşsal bir yorumlama (existential interpretation)nın
sonucunda ortaya çıktığı için, hayat, ölüm, acı gibi yaşamın üzerinde durduğu
değerlerin tamamına kaynaklık edemese bile, tamamını yaşayan durumunda bulunan
insanın, hayatı boyunca tecrübe ettiği bütün bu değerleri anlamlandırmasında,
bunların kendisine dayattıklarıyla başa çıkmasında büyük bir fonksiyona
sahiptir.
İnsan aynı şeyi birkaç kez
tecrübe ettiğinde, bu tecrübe ettiğinin kendisinden bağımsız olarak, kendi
kuralları içinde objektif bir gerçekliğe sahip olduğuna ve dolayısıyla da
gerçekliğine hükmeder. Bu emprik veya tecrübi doğrulama sürecidir. Bunun
dışında kalanları da sübjektif olarak niteler. Bu sübjektif olana dair
tecrübenin kavramsallaştırılması ve hakkında ortak bir dil ve bu dili
denetleyecek kuralların oluşturulması, objektif olarak adlandırılan alana
kıyasla daha zordur. Bu da dini tecrübe ve din dili problemini doğurmaktadır.
Biz çalışmamızda, Teoloji ve Metafizik arasında ayırıma gitmek suretiyle,
tecrübe eden, yaşayan ve tecrübe etme, anlama, yorumlama gibi aktları tamamen
kendi ontolojik yapısının bir parçası olan insanın, yine bu ontolojik yapısı
gereği teolojik önermeler kurduğunu ve kurulan bu önermelerin bu ontîk ve
egzistansiyel özelliği sebebiyle aslında bütün insanlar tarafından tecrübe
edilebilir ve açıklanabilir önermeler olduğunu dolayısıyla da anlamlı bir
referans evrenine sahip bulunduklarını ortaya koymaya çalıştık. [63]
EZELÎ
BİLGİ ANLAYIŞININ PROBLEMATİK YÖNÜ
Yrd. Doç. Dr. Metin Özdemîr [64]
I. Giriş
Bu konuyu seçmemizin sebebi,
"internet"deki bazı web sitelerinde, "Allah'ın her şeyi
bilmesi"nin O'nun varlığı aleyhine kullanılan argümanlardan birisi olarak
seçilmiş olmasıdır. Bunlardan birinde şu ifadelere rastlamaktayız:
"Biz sık sık, Tanrı'nın
zaman ve uzay içerisindeki her şeyi bildiğini söyleriz. O bilinebilecek olan
her şeyi bilir. Geçmişteki, şimdiki ve gelecekteki her şey Tanrı tarafından
bilinmektedir. Buna bir diyeceğim yok. Evrenin Yaratıcısından bundan başkasını bekleyemem.
Ancak burada küçük bir problem var:
Özgür irade. Din, Tanrı'nın
bize özgür bir irade verdiğini, dolayısıyla bizim Tanrı'nın hiçbir zorlaması
olmadan kendi kararlarımızı alabileceğimizi ve kendi geleceğimizi
belirleyebileceğimizi öğretir. Bizim iyi ya da kötü şeyleri yapıp
yapmayacağımız tamamen kendimize aittir. Tanrı sadece geriye çekilir ve bizi
gözlemler.
Bu hiçbir şey ifade etmez. Eğer
Tanrı, zaman içerisindeki her şeyi biliyorsa, o zaman benim hayatım boyunca
yapacağım her şeyi, alacağım her karan, ben onları yapmadan önce bilir. Şayet
Tanrı, benim 10 Temmuz, 2030 tarihinde ne yapacağımı tam olarak biliyorsa, o
zaman ondan başka bir şeyi nasıl yapabilirim?
Bunun da ötesinde, Yaratıcı
olan Tanrı, milyarlarca yıl önce, Yaratma anında sizin fiillerinizin ezelî
bilgisine sahipti. O zaman içerisinde olacak her şeyi bilerek evreni yaratmaya
başladı. [65]
Tartışmacı bu anlayışa karşı itirazlarını
şöyle sürdürmektedir:
"Sen, özgür bir iradeye
sahip olmak için, her birini yapmama imkanın olan birden çok seçeneğe sahip
olmalısın. Bunun anlamı şudur:
Sen bir karar almadan önce,
mümkün bir süre bir tereddüt durumunun olması gerekir. Yani sen, geleceği
bilemezsin. Eğer özgür bir iradeye sahip olduğunu iddia ediyorsan, kendi
kararını önceden kestirebilecek olsan bile, bu nihaî karardan önce fikrini
değiştirme imkanına sahip olduğunu kabul etmelisin. Halbuki, her şeyi bilen bir
varlık için "bir tereddüt durumu"nun olması düşünülemez. O bütün
seçimlerini önceden bilir. Bu onun seçimlerini terketme imkanının olmadığı
anlamına gelir. Bu yüzden O, özgür bir iradeden yoksundur. Özgür iradeden
yoksun olan bir varlık ise, zatî (personal) bir varlık olmadığından, her şeyi
bilen zatî (personal) bir varlık var olamaz. [66]
Burada tartışmacının, özellikle
Tanrı'nın her şeyi ezelî olarak bilmesinin, O'nun özgürlüğünü engellediği
varsayımında haklı olduğunu kabul etmemiz mümkün değildir. Çünkü Tanrı,
önündeki pek çok seçenek üzerinde düşünüp onlardan en iyisini seçerek iş yapan
bir varlık değildir. O, zatı gereği her şeyin en iyisini doğrudan bilen ve ona
göre iş gören bir varlıktır. Ayrıca Tanrı'nın kararlarında bir değişiklik yapma
imkanının bulunmadığı iddiası da, tamamen aklî soyutlamalara dayalı bir
varsayımdır. Nitekim Kur'an'da şöyle buyurulnıaktadır:
"... Her süre (ecel) için bir yazı (kitâb) vardır. Allah dilediğini siler,
dilediğini bırakır; Ana Kitap O'nun katmdadır."
[67]
Bununla birlikte, Tanrı'nın
ezeli bilgisi ile insan hürriyeti arasında bir çelişki bulunmadığını söylemek
de güçtür. Öyleyse bu problemin temellerine inip onu iyice tahlil etmemiz ve
ona çözüm üretebilme imkanımızın bulunup bulunmadığını görmemiz gerekmektedir.
Şimdi problemin detaylarına geçebiliriz. [68]
II. "Allah'ın Her Şeyi
Bilmesi"Nin Anlamı
Genel olarak "Allah'ın her
şeyi bilmesi" şöyle tanımlanır:
"Allah olmuş ve olan her
şeyi oluşundan önce bilir. Olacak olan şeyleri de henüz olmadığı halde
olmasından önce bilir. O, olmuş, olan ve olacağı ezeli ve ebedi olarak
bilendir. Yerde ve göklerde olan hiçbir şey O'na gizli kalmaz, O bütün
eksikliklerden münezzehtir. O'nun ilmi, gizlisiyle, açığıyla, önemsiziyle ve önemlisiyle
tüm eşyayı mümkün olan en mükemmel tarzda kuşatır. [69]
Filozoflara göre "Allah'ın
bütün eserlerini (masnû'ât) bilmesi fiilîdir. Çünkü dış dünyadaki bütün
mümkünlerin varlık sebebi O'nun ilmidir... Allah'ın mümkünlerin hallerini, 'kül' olmaları itibariyle 'kül'e
nisbetle en tam nizam üzere ve en güzel şekilde bilmesi, mümkünlerin
varlıklarının mümkün olan başka şekillerde değil de sadece bu şekil üzere O'nun
bu bilgisine dayanması anlamına gelir. Onlar bu bilgiyi 'ezelî inayet' olarak
isimlendirirler. [70]
Diğer taraftan, filozoflar
Allah'ın tikelleri (ciz'iyyât) tümel (kullî) olarak bildiğini iddia
etmektedirler. [71]
Çünkü Allah, tikelleri tikel olarak bilmiş olsaydı, malumun (bilinen) değişmesi
durumunda O'na cehalet isnadı ya da O'nun ilm sıfatında bir değişikliğin olması
gerekirdi. Mesela, eğer Allah. "Zeyd'in evde olduğunu bilirse, (o), evden
çıktığında ilk bilgi devam ediyorsa bu cahilliktir. (Zira bu durumda Allah,
Zeyd'in evden çıktığını bilmiyor demektir.) Eğer bakî değilse (yani ilk bilgi
değişmişse), o zaman da (ilahî bilgide) değişme olur.[72]
Ancak bu, sanılanın aksine,
asla filozofların Allah'ın bütün varlıkları önceden tek tek bilmediğini kabul
ettikleri anlamına gelmez. Onlara göre Allah, sadece zaman içinde olan olayları
bilmez. Dolayısıyla onlar, ilahî ilmin tikelleri kapsamadığını değil, onun
tikellerin zaman içindeki oluşumlanyla ilintili olmadığını savunmaktadırlar.
Çünkü O, her şeyi önceden bildiğinden, tikellerin zaman içindeki oluşumunu
ayrıca bilmesine gerek yoktur. Sonuçta, onlara göre her şeyin bilgisi, Allah'da
ezelî olarak mevcuttur.[73]
Ne yazık ki, bu görüş
metafiziksel bir determinizmi ifade etmekte ve insan hürriyeti fikriyle
uzlaşmaz görünmektedir. Hüseyin Atay, İbn Sina'nın bu konuyla ilğili
görüşlerini aktarırken onun meseleyi kendini tatmin edecek şekilde çözemediğini
ifade ederek bu soruna bir benzetmeyle çözüm getirmeye çalışmaktadır. Atay
şöyle demektedir:
"Çoktandır zihnimi
kurcalayan müşahhas bir misâl şudur:
Tanrı'nın ilmi denize
benzetilirse, içindeki varlıkların doğmaları ve ölmeleri değişen varlıklara
benzetilirse, denizde olup bitenler, denizin içinde olduğu gibi oluşan ve
değişenler de Tanrı'nın ilminin içinde cereyan etmiş olur. O zaman İbn Rüşd'ün
dediği gibi, tümellik ve tikellik kalmaz. Tanrı da değişmeyeni de değişeni de
bilmiş olur. [74]
Gerçekten bu ilginç bir
benzetmedir. Ancak onda açıklığa kavuşturulması gereken önemli bir yön vardır:
Bu da, denizin Allah'ın her an
her şeyi kuşatan ilmi konumunda mı, yoksa, ezelî bir total bilgi konumunda mı
olduğudur. Eğer deniz, Allah'ın her an her şeyi kuşatan ilmi konumunda
görülürse, bu benzetmenin Allah'ın bilgisi ile insan hürriyeti arasında bir
uzlaşmanın bulunduğunu gösterdiğini söyleyebiliriz. Aksi takdirde, onun da İbn
Sina'nın metafiziksel determinizme yol açan anlayışından bir farkı kalmaz.
İbn Rüşd, filozofların Allah'ın
tikelleri bilmesi ile ilgili karşılaştıkları bu güçlüğü aşmak için, ilahî
bilginin kullî ve cüz'î (tikel) olarak nitelendirilemeyeceğini iddia etmiştir. [75]
Çünkü ona göre bilgideki bu tür ayrımlar, edilgen (münfail) ve illetli (ma'lül)
olan akıllar için geçerlidir. Oysa ilk Akıl, sırf Fiil ve illet'tir.
Dolayısıyla var olanlar, sadece O'nun kendi zatını bilmesi ile var
olduklarından, O var olan her şeyi bilfiil olarak bilir. [76]
Ancak onun bu görüşü de İbn
Sina'nın görüşünden çok daha açık bir şekilde metafiziksel bir determinizmi ifade
etmektedir. Zira bilfiil olarak bilinenin mümkün olması düşünülemez.
Aslında Ehl-i Sünnet alimleri
de, "değişen ilim değil, sadece nisbet ve bağıntılardır" derlerken
bir anlamda filozoflarla aynı şeyi ifade etmiş olmaktadırlar. Allah'ın bilineni
bilmesi, bilgisi ile bilinen arasında bir bağıntıdır. Bilinen değişince yalnız
o bağıntı değişir. Bu da bilgide bir değişikliği gerektirmez. Yani Allah,
Zeyd'e ait bu iki farklı bilgiyi değişmeyen tek bir ilimle bilir. Zeyd'in
değişen tüm halleri, ilahi bilgideki ontolojik kökenleri ile tam bir uygunluk
içerisinde olduğundan, değişen ilahî bilgi değil, Zeyd'in değişen bu hallerinin
ilahî bilgiyle olan bağıntılarıdır.[77]
Belki de bu yüzden, Ehl-i
Sünnet ve Mu'tezile alimleri bu hususta terettüde düşerek farklı görüşler ileri
sürmüşlerdir. Onların çoğunluğu şu görüştedirler:
"Bir Şeyin var olacağını
bilmek; onun varlığını var olduğunda bilmekle aynıdır.' Buna Şöyle delil
getirdiler:
'Biz Zeyd'in yarın şehre
gireceğini bildiğimizde, bu bilgi, Zeyd'in yarın şehre gireceği ana kadar devam
ederse, biz Zeyd'in şimdi şehre girdiğini bu ilimle bilmiş oluruz. O halde bir
şeyin var olacağını bilmek; var olduğunda onun varlığını bilmekle aynı şeydir.
Ancak bizim, ilk bilgimize gafletin arız olması mümkün olduğundan başka bir
bilgiye ihtiyacımız vardır. Allah'a gafletin arız olması ise imkansız
olduğundan, O'nun herhangi bir şeyin olacağını bilmesi, o şeyin var olduğu anda
varlığını bilmesi ile aynı şeydir." [78]
Ebu'l-Huseyn (el-Hayyât)
el-Basrî (ö. 298/910)'ye göre bu düşünce beş açıdan imkansızdır. Bunlardan en
önemlisi şudur:
İki şey arasındaki benzerliğin
şartı, birinin diğerinin yerine geçme imkanının bulunmasıdır. Bir şeyin var
olacağı bilgisini, şu anda var olduğu bilgisinin yerine koyamayız. Yani bir
şeyi var olurken [79] var
olacak şeklinde bilemeyiz.
Ancak bu, Allah'ın bilgisini
insanın bilgisine benzetmekten kaynaklanan zayıf bir görüştür. Çünkü bir şeyin
var olacağını kesin ve tam olarak bilmek; o şeyin var olacağı anda var oluşunu
bilmeyi de içerir. Yani onun kesin olarak var olacağını bilen, var olacağı anı
ve o anda nasıl var olacağını da bilir. Buradaki farklılık, sadece bilginin
belli bir süre sonra gerçekleşmiş olmasından ibarettir. Yani değişen bilgi
değil, bilginin objeyle olan bağıntısıdır. Bu da ne bilende ne de bilgide bir
değişikliği gerektirir. Nitekim bu durumu çok iyi gören Râzî (ö. 606/1210),
şunları söylemektedir:
"Allah'ın sıfatlarında bir
değişikliğin olması imkansızdır... İzâfî (göreceli) sıfatlara gelince, onlarda
değişikliği imkansız görmek mümkün değildir. Nasıl bunun aksini iddia
edebiliriz ki? Bir hadis (nesne) var olduğunda Allah onunla beraberdir. O
(nesne) yok olduğunda ise bu beraberlik ortadan kalkar. Bu da izafetlerde
değişmenin olmasını gerektirir. Bu doğru olduğuna göre, bu bağıntılar,
nisbetler ve izafetlerden ibarettir. Durum böyle olunca, onlarda değişikliğin
olması imkansız değildir. [80]
Bu görüşün aksini savunan bir
başka grup ise şu iddiada bulunmaktadır:
"Allah ezelde eşyanın
gerçekliklerini ve mahiyetlerini bilendir. Fertleri ve onların durumlarını
bilmeye gelince, bu onların oluşu anında meydana gelir. [81] Bu,
Râfizîlerin ileri gelenlerinden Hişam b. el-Hakem'in (ö. 199/815) görüşüdür.
Ebu'l-Mu'în en-Nesefî'nin
kaydettiğine göre, yine o ve Mu'tezile'den Hişam b. Amr el-Fuvâtî (ö.
218/833'ten önceki bir tarih), başlangıçta "Allah'ın zatından başkasını
bilmediğini, çünkü bunların hepsinin madum (yok) olduğunu, ilmin madum ile
ilintisinin (taalluk) ise imkansız (muhal) olduğunu" iddia etmekteydi. [82]
Keza, el-Fuvâtî, Allah'ın ezelî olarak alim olduğunu kabul etmekle birlikte,
O'nun eşyayı ezelî olarak bildiğini söylemekten kaçınmaktaydı. Çünkü ona göre bu,
eşyanın da Allah ile birlikte ezelî olduğunu kabul etmek anlamına gelmekteydi. [83]
Râzî'nin aktarımına göre, Hişam
b. el-Hakem yukarda zikrettiğimiz örüşünü şöyle temellendirir:
Allah'ın ezelde, henüz var olan
bütün tikelleri bilmesi, O'nun insandan meydana gelen ve henüz gelmeyen bütün
fiilleri bilmesi anlamına gelir. Ancak Allah'ın meydana geleceğini bildiği her
şeyin var olması zorunlu, meydana gelmeyeceğini bildiği her şeyin de var olması
imkansızdır. Bu bizi şu sonuca götürür:
"Yaratıkların bütün fiillerinin
gerçekleşmesi, ya zorunlu ya da imkansızdır. Eğer böyle olsaydı, canlılardan
(hayevânât) hiçbirinin kendi fiilini gerçekleştirmeye kudreti olmazdı. [84]
Hişam b. el-Hakem, kendi
açısından önemli gördüğü bir metafiziksel soruna daha dikkat çeker:
Allah'ın bildiği şeylerin
mutlak surette var olması halinde, var olma zorunludur. Dolayısıyla Allah'ın
Kendisi'nden meydana gelmeyeceğini bildiği şeyin de var olması imkansızdır.
Öyleyse, ne var olması zorunlu ne de var olması imkansız olan şeyler üzerinde bir
kudretin bulunmasından söz edebiliriz. Bu, şüphesiz hem Allah'ın hem de
yaratıklarının bir kudretinin bulunmadığı sonucunu doğurduğu gibi, Allah'ın
insanlara sorumluluk yüklemesini, peygamberler göndermesini, ödül ve ceza,
sevap ve azap vermesini, işte bütün bunları anlamsız, faydasız ve haksız kılar.
Kısacası, ona göre, "Allah ezelde, zatını, sıfatlarını, eşyanın
mahiyetlerini, gerçekliklerini ve sıfatlarını bilir. Fertleri ve onların
değişen durumlarını bilmeye gelince, bu ancak onların varlık alanına girmesiyle
mümkün olur ve böylece söz konusu problemler ortadan kalkar. [85]
Hişam b. el-Hakem'in bu konuda
sağlam bir zemin üzerinde bulunduğunu söylememiz zordur. Râzi'nin haklı olarak
işaret ettiği gibi, ilahî ilmin nesnesini (malum) zorunlu olarak gerektirmesinden
Allah'ın kudretinin bulunmadığı sonucunu çıkarmak tartışmalıdır. Çünkü bir şeyi
gerçekleştirmeye ilişkin kudret, o şeyin gerçekleşmesinin aslıdır. Yani
gerçekleşen bir şey varsa, zorunlu olarak onu gerçekleştiren bir kudret de
vardır. Kısacası, ikincil olanın (gerçekleşmiş olan nesnenin) birincil olana
(kudrete) engel olması düşünülemez. Yani biri varsa mutlaka diğeri de vardır. [86]
Hişam'ın iddiası, belki Allah'ın özgür bir iradeye sahip olmadığı sonucuna
götürür. Zira bir şey zorunlu ise, onun iradeye bağlı olduğundan söz edemeyiz.
Sonuçta, işleri ve olayları Allah'ın yaptığını kabul ettiğimizde, O'nun bu
fiili önceden bildiğini de kabul etmek zorunda kalırız. Bunda bir güçlük
yoktur. [87] Asıl
güçlük, Allah'ın insan fiillerini önceden bilmesinin ve onları bilgisine göre
belli bir zaman ve mekan içerisinde yaratmasının insan özgürlüğüyle bağdaşıp
bağdaşmadığı noktasındadır. Bu konuyu bir sonraki başlık altında ayrıntılı bir
şekilde değerlendirmeye çalışacağız.
Cehm b. Safvân (ö.128/745) ise,
"Allah'ın eşyayı hudûsu (oluşu) anında bildiğini ve ilmin madum ile
ilintisinin imkansız olduğunu" iddia etmekteydi. [88] Bu görüşe göre, Allah sadece var olan her
şeyi bilmektedir.
Mu'tezile'den Allah'ın madumu
sadece oluşu anında bildiğini iddia edenler. [89] Şu
türden Kur'an ayetlerine referansta bulunmaktadırlar:
"Hanginizin daha iyi iş işlediğini belirtmek için, ölümü ve dirimi
yaratan O'dur. " [90]
Deneme (ibtilâ) ancak henüz
belli olmayanı ortaya çıkarmak için olur. Böylece deneyen, daha önce hiçbir
şekilde bilgi sahibi değilken bilgi sahibi olur.
Diğer bir ayette de şöyle
buyurulur:
"Senin yöneldiğin yönü, Peygamber'e uyanları, cayacaklardan ayırt etmek
için kıble yaptık.” [91]
Bu son ayetin bilinen en makul
sünnî yorumu ise şöyledir:
"Bilmemiz için (lina'leme)
ifadesinin asıl anlamı şudur:
'Olacak ve var edilecek olarak
bildiğimizi, olmuş veya mevcut olarak da bilmemiz için. Nitekim Allahu Teâlâ,
varlığını irade ettiği her şeyi ezelde bilendir. Şüphesiz O, onu varlığını
irade ettiği vakitte meydana getirir. Elbette Allah onu ezelde mevcut ve var
olarak bilmekle nitelendirilemez. Zira o (nesne), ezelde mevcut değildir. O
halde nasıl olur da onu mevcut olarak bilebilir? Dolayısıyla söz konusu nesne
mevcut olduğunda, onun ezelî ilmi kapsamına girer ve onun için malum, mevcut ve
var olan olur. Ancak bu değişiklik ilimde değil, malumdadır. Ya da bunun
anlamı, Allah'ın 'Murdar olanı temiz olandan ayırt etmemiz için (li-nemîze)'
buyruğunda olduğu gibi, (Rasûle) tâbi olanı sırtını dönüp yüz çevirenden ayırt
etmemiz için (li-nemîze) şeklindedir. Burada ilmi ayırt etme (temyiz) konumunda
ele aldı. Çünkü ayırt etme, ancak ilimle olur. Yahut da, 'Rasûlullah ve
müminlerin bilmesi için' anlamında da olabilir. Bu durumda, Allah'ın onların
ilmini Kendi zatına isnat etmesi, onların O'nun seçkin kulları olmalarından
dolayıdır. Bu ifade, bilmeyen kimseler için, tıpkı altının erimesini inkar eden
kimseye, 'onu, eriyip erimediğini bir görelim (li-na'leme) diye ateşe atalım'
dediğimiz gibi, bir nezaket ifadesi (mulâtafe) olarak da kullanılmış olabilir. [92]
Buna göre ayetin açık anlamı
şöyle olmaktadır:
Biz zaten sizin yaptığınız ve
yapacağınız her şeyi ezelde biliyoruz. Bununla birlikte durumun bundan başka
türlü olamayacağını bir de siz görün diye böyle yapıyoruz.
Ancak değişenin sadece malum
olduğu, ilmin ise değişmediği iddiası, İbn Rüşd'e göre son derece yanıltıcıdır.
Çünkü ona göre, "bunun izafe edilene göre misâli; Zeyd'in kendisi hiçbir
şekilde değişmediği halde, bir sütunun (önce) Zeyd'in sağında iken sonra
solunda olmasıdır. Bu, doğru değildir. Çünkü izafetin kendisi değişmiştir.
Şöyle ki; sağ tarafa ait olan izafet sol tarafa geçmiştir. Değişmeyen; sadece
izafetin öznesidir. [93] Yani
bu durumda, elbette bilgiye sahip olan özne değişmemekte, ama herhalukarda
bilginin kendisi değişmektedir. Bunun sebebi, bilginin bizzat izafetin kendisi
olmasıdır. Durum böyle olunca, bilinenin (malum) değişmesiyle, "tıpkı
sütunun değişmesi halinde onun Zeyd'e izafetinin de değişmesi gibi [94] kaçınılmaz
olarak bilgi de değişecektir. O halde Allah'ın var olanı, ezelde varılacak
şeklinde, sonra da var olmuş şeklinde bilmesi arasında fark olmadığını tek bir
açıdan mümkündür. Bu da var olanın, ezelde var olacağı şekilde belirlenmesidir.
Bu yüzden var olan, ezelde belirlenen vakit ve mekanda var olduğunda, Allah'ın
onu, ayrıca var olmuş ya da var olan olarak bilmesine gerek yoktur. Çünkü var
olan, tek bir bilgiye; kendisini belirleyen ilahî bilgiye göre var olmaktadır.
Bu da salt cebrdir.
İbn Rüşd, bu durumun çok iyi
farkında olduğundan onu şöyle izah eder:
"Kadîm bilginin varolan
(nesne) ile durumunun; sonradan meydana gelen (muhdes) bilginin varolan (nesne)
ile durumundan farklı olduğu bilinmelidir. Şöyle ki; varolan (nesne) nin
varoluşu, bizim (onu) bilmemizin sebebi ve illetidir. Kadîm bilgi ise varolan
(nesnen)in (kendisinin) illeti ve bebebidir. Şayet varolan, önceden
varolmamışken sonra varolmuşsa, (sonradan) meydana gelen bilgide ortaya çıktığı
gibi kadîm bilgide fazlaca bir bilgi (sonradan) meydana gelirse; kadîm
bilginin; varolanın illeti değil, malûlü olması gerekirdi." [95]
Ne yazık ki, İbn Rüşd, bu bilgi
anlayışının insan hürriyetiyle nasıl bağdaştırılabileceği sorununu teğet
geçerek ona hiç değinmez.
Mu'tezile'nin kendi görüşünü
desteklediğini iddia ettiği ayetlerden biri de şöyledir:
"Ona yumuşak söz söyleyin, belki öğüt dinler veya korkar." [96]
Mevcut durumu kesin olarak bilen bir kimsenin teraccî (tahmin) ifade eden bir
sözcüğü kullanması mümkün değildir.
Yine bazı ayetlerde de şöyle
buyurulur:
"Sonra onların ardından, nasıl davranacağınıza bakmak için sizi
yeryüzünde onların yerine geçirdik." [97] "Mağaranın içinde onları yıllarca
uyuttuk; sonra, iki taraftan hangisinin bekledikleri sonucu iyi hesaplamış
olduğunu belirtmek için onları uyandırdık." [98]
Allah'ın eşyayı hudûsu (oluşu)
ndan önce bildiğini kabul eden müfessirler ise, bu tür ayetlerin yorumunda,
ayetlerde geçen terciye edatının (le'alle), Allah'ın bilgisi ile değil,
kulların bilgisi ile ilgili olduğunu ifade etmektedirler. Mesela, Zemahşerî (ö.
538/1144) yukarıdaki ayeti yorumlarken şunları söyler:
"Burada teraccî (ümit
etme), Hz. Musa ve Harun'a aittir. Yani Allah onlara şöyle demektedir:
'Beklentiniz ve arzunuz üzere
gidiniz ve şu durumu doğrudan müjdeleyeniz:
Amelinin sonuç vermesini,
çalışmasının karşılıksız kalmayacağını ümit ve arzu eden kimse, bütün gücüyle
çalışır ve kapasitesinin tamamını kullanır.' Dolayısıyla Allah'ın onları iman
etmeyeceğini bildiği halde Firavun'a göndermesi, onun kendi lehine bîr delili
ve ortaya koyacağı bir özrü bulunmaması için yararlıdır. Nitekim bir başka
ayette şöyle buyurulur:
“(Yaptıklarından dolayı başlarına bir musibet geldiğinde:) 'Rabbimiz!
Bize bir peygamber gönderseydin de, ayetlerine uysak ve müminlerden olsaydık
olmaz mıydı?' derler." [99]
Mutasavvıflara göre ise
Allah'ın ilmi, "O'nun ezelî olan zatî (nefsiyye) bir sıfatıdır. Allah'ın
kendi zatını ve yaratıklarını bilmesi, bölünmeyen ve çokluk arzetmeyen tek bir
ilimdir. Bununla birlikte O, zatını Kendisi'ne mahsus bir ilimle, yaratıklarını
ise bulundukları hal üzere bilir." [100]
Batı felsefesinde de benzer görüşlere
rastlamaktayız. Orada da,
Her Şeyi Bilen
(el-AIîm=Omniscient) vasfı, Tanrı'ya, genellikle O'nun her şeyi bildiğim, ezelî
bilgiye sahip olduğunu göstermek için atfedilir. [101] Bu
konuyla ilgili yorumlardan bazıları şöyledir:
1.
Tanrı her şeyi olurken bilir, yani onların oluşlarını bilir.
2.
Tanrı olmuş, olmakta ve olacak olan her şeyi bilir.
3.
Bu ikisine ilave olarak Tanrı bilinmesi mümkün olan her şeyi bilir.
Bu üç tanımdan hareketle şu
sonuçlara varılır:
a)
Bütün gerçekler (bilgi) ezelîdir,
b)
Onların hepsi Tanrı tarafından (ezelî olarak) bilinmektedir ve
c)
Hiçbir şey bu ezelî gerçeklerle uyuşmadıkça var olamaz. [102]
Batı felsefesinde genel bir
eğilim olarak Tanrı'nın her şeyi önceden belirlemesi (divine determinizm),
O'nun her şeyi önceden bümesiyle temellendirilir. İlahî determinizmin bir formu
şunu ileri sürer:
"Tanrı herşeye-kâdir ve
her şeyi-bilen olduğu için, O meydana gelen her şeyi kontrol eder ve var olan
her şeyi önceden bilir (takdir eder), ister insana ait bir düşünce isterse bir
yaprağın hareketi olsun, eğer Tanrı'nın önceden bilmediği herhangi bir olayın
meydana geldiği düşünülürse, bu Tanrı'nın kudreti üzerinde bir sınırlamada
bulunmak anlamına gelir. (Determinzm teorisinde) böyle bir sınırlamanın
düşünülmesi mümkün olmadığından, Tanrı alemi yaratmadan önce gelecekte olacak
her şeyi biliyor olmalıdır. Durum böyle olunca, O bizim insanlık tarihi boyunca
yapacağımız her bir seçimi de biliyor olmalıdır. O halde bir kimsenin yapmakta
olduğu herhangi bir şey, Tanrı'nın ezelî bilgisi ve hükmüyle takdir edilmiş ve
belirlenmiştir." [103]
Ancak Amerikalı kalvinist
Jonathan Edwards'e göre Allah'ın meydana gelen her şeyi önceden bildiği
inancıyla, insanların hür seçimde bulunabildikleri düşüncesinin uzlaştığını var
saymak, özgürlük formunun en kaba şeklidir. Çünkü biz, her ne kadar Tanrı'nın
beklentisi doğrultusunda iradi bir seçimde bulunmuş olsak bile, bizim
istekliliğimiz de Tanrı'nın kontrol edip önceden bildiği ve takdir ettiği bir
başka unsurdur. Yani sonuçta özgür olarak seçmemizi de Tanrı belirlemiştir. [104]
Paul Tillich, "Allah'ın
her şeyi bilmesi"ni (omniscîence), farklı bir şekilde yorumlar:
Ona göre, "Tanrı'nın her
şeyi bilmesi" sembolik bir ifadedir ve O'nun her şeye gücü yetmesinin ve
her yerde hazır bulunmasının ilahî karekterini gösterir. Tanrı'nın bu vasfı,
gerçekliğin süje-obje yapısıyla ilgilidir ve O'nun bu yapıya iştirakini ve onu
aşmasını ifade eder. Ancak Tanrı'nın her şeyi bilmesinden, O'nun olmakta ve
olacak olan her şeyi bilmesini anlamak yanlıştır. Bu yanlışlık, Tanrıyı süje-obje
şeması içerisine hapsetmenin imkansızlığından kaynaklanmaktadır. Aslında ilahi
bilgiden ve onun şartsız karekterlerinden söz eden bir kimse,
sembolik olarak Tanrı'nın her
yerde, bütün varlığa nüfuz etme şeklinde değil de, sadece manevî olarak hazır
bulunduğunu ifade eder. Hiçbir şey O'nun hayatının merkezî birliği dışında
değildir; hiçbir şey tuhaf, karanlık, gizli, izole edilmiş ve ulaşılamaz değildir.
Hiçbir şey varlıktaki ilahî düzenin dışında kalamaz. Hiçbir dinamik unsur
yapının birliğini bozamaz. Ve nihayet hiçbir hudutsuz nitelik, ilahî hayatın bu
rasyonel vasfını yok edemez.[105]
Bu düşünceyi şöyle açabiliriz:
Bizim için gizli, karanlık ve
bilinçdışı olan sev Tanrı'nın ilahî hayatında da mevcuttur. Bundan kaçınmak
mümkün değildir. Diğer taraftan, karanlık ve gizli olan hakkındaki tereddüt,
Tanrı'nın her şeyi bilmesine olan iman içerisinde çözülmektedir. Bu iman nihaî
ikiliği ortadan kaldırmaktadır. Evet o, güçlerde ve formlardaki çoğulculuğu
(pluralism) ortadan kaldırmamaktadır. Ancak o, varlığın eşyayı garip ve
birbiriyle ilişkisiz gösteren kısmını ortadan kaldınr. Bu yüzden Tanrı'nın her
şeyi bilmesi, (her ne kadar çoğu kez farkında olmasak da) gerçekliğin insan
bilgisine açık oluşuna imanın mantıksal temelidir. Biz biliyoruz, çünkü ilahî
bilgiye iştirak ediyoruz. Şöyle ki, gerçek mutlak surette bizim sınırlı
zihinlerimizin kapsamı dışında değildir. Zira bizim köklerimizin de içinde
bulunduğu ilahî hayat, bütün gerçeği kuşatmaktadır. Biz Tanrı'nın her şeyi
bilmesinin anlamı doğrultusunda, tüm sınırlı bilgilerimizin eksik karakterini
idrak etmekteyiz. Ancak bu, bizim gerçeğe iştirak etmemiz karşısında bir tehdit
oluşturmaz. Yine biz, her sınırlı anlamın bozuk karakterini de idrak ederiz.
Fakat bu da nihaî olarak bir anlamsızlık nedeni değildir. Gerçek ve anlam
hakkındaki bize sınırlı oluşumuzdan miras kalan şüphe, bütünüyle "Tanrı'nın
her şeyi bilmesinin işaret ettiği anlama olan imanımızın içinde yer almaktadır.[106]
Süreç felsefecileri ise, bu
konuya çok daha farklı bir açılım getirmektedirler:
Onlara göre Allah, geçmişi ve
şimdiyi bir realiteler alanı, geleceği ise bir imkanlar alanı olarak
bilmektedir. Yani, onlara göre Tanrı "şimdi"yi şimdi, gelecek"i
de gelecek olarak bilir. Gelecek, gerçeklik kazanmamış bir "imkanlar
sahası" dır. Tanrı bu sahayı bilir; ama nasıl ise öyle, yani mümkünler
alanı olarak bilir. Eğer Tanrı geleceği, "sanki gerçeklik kazanmış gibi
bilir" dersek, bu, sadece insanların ve öteki varlıkların değil, Tanrının
bile "elini kolunu" bağlayan bir determinizm olur. [107]
Muhammed ikbal de bu görüşe
katılır ve bunun ilahî ilmi sınırladığı itirazına karşı şöyle cevap verir:
"Şüphe yok ki, bir dış
kaynaktan gelmeyen ve dolayısıyla önceden görülmeyen bir faaliyet imkânıyla
donatılmış benlerin zuhur etmesi, bir bakıma, her şeyi ihata eden Ben'in
(Allah'ın) hürriyetine gelen bir sınırlama (limitation) demektir. Fakat bu
sınırlama dışarıdan empoze edilmiş değildir. Sınırlama, Allah'ın kendi yaratıcı
hürriyetinden doğmuştur ki, O bu yolla 'sonlu ben'leri kendi hayat, kudret ve
hürriyetine iştirak eden varlıklar olarak seçmiştir. [108]
Görüldüğü üzere, bu akıma göre
Tanrının bilgisi, zaman üstü değil, zamana bağlı bir bilgidir. Olayların önsel
ilahî bilgisi, imkanlar bilgisinden başka bir şey değildir. Çünkü realite henüz
yoksa, bilinecek şey, imkandan başka ne olabilir. [109]
Sonuç olarak söyleyecek olursak
"Allah'ın her şeyi bilmesi"nin anlamı üzerinde üç farklı görüş olduğu
görülmektedir:
1)
Allah olmuş, olmakta ve olacak olan her şeyi ezelî olarak bilir.
2)
Allah eşyayı sadece oluşu (hudûsu) anında bilir.
3)
Allah eşyayı önceden hadis (sonradan olan) bir ilimle bilir. Biz aşağıda
bunlardan özellikle birincisinin problematik yönüne temas etmeye çalışacağız.[110]
III. "Allah'ın Her Şeyi Ezelî Olarak
Bilmesi'nin Problematik Yönü
"Allah her şeyi
bilir" ifadesinde geçen "şey" kavramı, Batı'daki ve Doğu'daki
ilahiyatçıların çoğunluğu tarafından "seçilmiş ve belirlenmiş olan her
şey", "bilme" de, ezelî olarak bilme şeklinde anlaşılmıştır. Bu
durum karşımıza bazı ciddi soruları çıkarmaktadır:
Eğer Allah insanların belli bir
durum karşısında, örneğin Hz. Muhammed'in Allah'tan vahiy aldığını açıklaması
durumunda, muhataplarının nasıl davranacaklarını ezelî olarak biliyorsa, O'nun
onlara mesaj ya da peygamber göndermesinin anlamı nedir? Şayet Allah, Ebu
Cehil'in kafir, Hz. Ali'nin ise müsliman olacağını ezelî olarak biliyorsa, bu
onların başka türlü davranma imkanlarının olmadığı anlamına gelmiyor mu?
Bu tür soruların bilinen en
makul cevabı şöyledir:
Allah ezelî ilmiyle, olacak
olan tüm olayları hükümleriyle değil, vasıflarıyla yazmıştır. Yani Allah,
gelecekteki herhangi bir zamanda şöyle şöyle olsun diye değil, şöyle şöyle
olacak diye yazmıştır. [111]
Ancak sorun bununla çözülmüş
görünmüyor. Zira öncelikle şu soruların cevaplarının aranması gerekmektedir: Bu
iddianın tekabül ettiği bir gerçeklik var mıdır? Gerçekten biz, ezelî ilahî
bilgiye böyle bir vasıf yükleyebilir miyiz?
St Thomas (ö. 1274), İmam-ı
Azam'ın (ö. 150/767) basit bir kelamı dille ifade ettiği bu durumu, önermesel
mantık diliyle şöyle ifade eder:
"Eğer Tanrı bir şeyi
bilirse, o halde o, olacaktır" demekten ziyade, "eğer Tanrı bir şeyi
bilirse, o halde o, mevcuttur" dememiz gerektir. [112]
Sonuçta bu her iki ifade şekli
de, "ilmin maluma tâbi olduğu" teziyle aynı noktada kesişmektedir.
Anthony Kenny, Tohmas'nın yukardaki önermesini şöyle izah etmektedir:
"... Doğrusunu söylemek
gerekirse, muhtemel olaylar hakkında Tanrı'nın hiçbir önbilgisi
(önceden-bilmesi) yoktur. O, onları bildiğine göre, onlar, hâlâ
"gelecek" değil, bilâkis zâten "şimdiki"dirler." [113]
Bunu daha açık bir şekilde şöyle ifade edebiliriz. Benim şu anda gerçek olarak
bildiğim bir şey, Allah'a göre zamanla kayıtlı olmayan ezelî bir gerçektir.
Çünkü Allah için geçmiş, şimdi ve gelecek şeklinde parçalanmış bir zaman
kavramından söz etmek mümkün değildir. Thonıas'nın ifadesiyle "Tanrı
zamanın dışındadır. Tanrı'nın hayatı, zaman ile değil, bilakis 'ezelîlik ve
ebedîlik' ile ölçülür. Hiçbir parça (cüz) ya sahip olmayan 'ezelîlik ve
ebedîlik', bütün zamanı aşar. Netice olarak, farklı zamanlarda meydana gelen
şeyler, hepsi birlikte, Tanrı'ya göre 'şimdiki'dir... Tanrı'nın bilgisi ile
zaman içinde ver alan herhangi bir olay arasındaki ilişki, daima bir 'eşzamanlılık'tır.
Netice olarak, muhtemel bir olay, Tanrı'nın bilgisindeyken, 'gelecek' olmayıp
bilâkis "şimdiki'dir." [114]
Bu izahlardan çıkan açık sonuç
şudur:
Allah benim şu anda
"gerçek" olarak bildiğimi, önceden "gerçek" olarak
bilmektedir. Benim şu anda "gerçek" olarak bildiğim şey, bana göre on
gün öncesinde sadece gelecekteki muhtemel bir olay idi ve bu yönüyle
"zorunlu olarak gerçek" değildi. Ancak o, Allah'ın bilgisinde, benim içerisinde
bulunduğum zaman dilimine nisbetle on gün öncesinde de, O'nun ezelî ve ebedî
olan hayatında öncelik ve sonralık bulunmadığından "şimdi" var olmuş
gibidir ve bu itibarla, zorunlu olarak gerçektir. Yani "benim
şimdim", Allah'ın bilgisinde, bana göre şu anda var olan, ama O'na göre
geçmiş, şu an ve gelecek kaydı olmaksızın daima "şimdi" olan bir
"şimdi"dir. Bu yüzden Thomas'nın ifadesiyle, '"Tanrı bir şeyi
biliyorsa, o zaman o olacaktır' demek yerine, 'Tanrı bir şeyi biliyorsa, o
zaman o vardır demek daha doğrudur." [115]
Ancak Anthoniy Kenny'nin de
işaret ettiği gibi, bütünüyle zamansız bir ezelîlik, yani onun bütünüyle
zamanın her parçasıyla eşzamanlı olduğu düşüncesi, esas itibariyle tutarsız
görünmektedir. Çünkü eşzamanlılık olağan anlamıyla geçişli bir bağıntıdır.
Kenny bu durumu bir örnekle şöyle izah eder:
"Eğer 'A' 'B' ile ve 'B'
de 'C ile aynı zamanda meydana gelirse, o zaman 'A' C ile aynı zamanda meydana
geliyor demektir. Keza, BBC programı ile ITV programının her ikisi, Big Ben
saat onu vurduğunda başlıyorsa, o zaman her ikisi de aynı zamanda başlıyor
demektir. Ancak St. Thomas'ya göre benim bu metni daktilo etmem tamamen
ezelîlik ile eşzamanlıdır. Yine bu görüşe göre, Romayı yakan büyük yangın
tamamen ezelîlik ile eşzamanlıdır. O halde ben, tam bu kelimeleri daktilo
ederken Neron da duygusuzca eğlenmektedir." [116]
Bu garip bir tecellîdir. Benim
"şimdim" ile Allah'ın şimdisi hiçbir zaman çakışmamakta, ama ben
nasıl şu anda olanı "zorunlu olarak gerçek" biliyorsam, Allah onu
benim kayıtlı olduğum zaman dilimine nisbetle, daha önceden tıpkı şimdi var
olmuş gibi "zorunlu olarak gerçek" tarzında bilmektedir. Kısacası,
Allah olaylan asla bir "gelecek niteliğinde" değil, daima "şimdi
var olan bir mevcutlar dizisi niteliğinde" bilmektedir. Thomas, yukarda
zikrettiğimiz önermesinin kendisine sağladığı bu çıkarsamanın vermiş olduğu
rahatlıkla, Tanrı'nın geleceği bileceğini inkar etti. [117]
Aslında bu, Tanrı'nın geleceği bildiğinin inkan değil de, O'na
"gelecek" kavramının izafe edilmesinin inkan anlamına gelmektedir; [118]
Bu görüşü Kemal Paşazade (ö.
940-41/1534) de savunur. Ona göre de "Allah'ın ezelî ilminin eşyaya olan
nisbeti zaman dışıdır. O her şeyi geçmiş ve gelecek arasında yer alan
"şimdi" olarak bilir. Öncelik ve sonralık, göreceli zaman
kategorileridir." [119]
Sonuçta bu çözümleme, geleceğin
nedensel bir zorunlulukla tespit edildiği iddiasının yanlış olduğunu
göstermekle birlikte, daha ciddi metafiziksel problemlere kapı aralamaktadır.
Bir kere, bize göre baştan itibaren tartışılması gereken asıl konu, muhtemel
olan geleceğin "ilahî bilginin bir sonucu mu, yoksa sebebi mi
olduğu"nun tespitidir. Yani bizim öncelikle ilahî bilginin eşya ile olan
ilişkisinin mahiyetini belirlememiz gerekmektedir. Bize göre yukarıdaki
çözümleme, ilahî bilginin gelecekte var olan olaylar dizisine bağlı olduğu
temeli üzerine bina edilmiş görünmektedir. Bu durumda, gelecekteki muhtemel
olayların nasıl olup da ilahî bilgiden önce var olduğu sorunu ortaya çıkmaktadır.
Çünkü tâbi olanın tâbi olunandan sonra geldiği, tartışmaya meydan vermeyecek
kadar açıktır. Dahası, ezelî (öncesiz) bir bilginin, kuşattığı hadis bir nesne
üzerinde hiçbir zorlayıcı etkisinin bulunmadığını mantıkî ve aklî ölçüler
içerisinde söylememiz mümkün değildir. Diğer taraftan böyle bir çözümleme,
fiilî olarak var olan geçmiş, şimdi ve gelecek bilgisinin ilahî bilgide
bulunmadığı sonucuna da götürmektedir. Bu da ilahî bilginin bir yönden eksik
olduğu anlamına gelir. Bu güçlüğü bilginin mahiyetini irdelediğimizde daha açık
bir şekilde görebiliriz.
İnsan zihni, hangi türden
olursa olsun bir bilme eyleminde üç farklı kategorinin varlığını zorunlu
görmektedir. Bilen, bilinen ve bilgi. [120]
Bilgi bilenin sıfatı olduğuna göre, onun bilenden ayrı olarak bulunabilen
bağımsız bir varlığı olduğunu düşünemeyiz. Burada ayrı ve bağımsız bir varlığı
olan sadece bilinen, yani bilginin nesnesidir. Herhangi bir bilgi, bir
"şey"in bilgisidir ve bu "şey", bilgiden ontolojik anlamda
tamamen farklıdır. Şimdi bir bilme durumunda birbirinden bağımsız olan en az
iki varlık vardır. Bilen ve bilinen. Bu ikisi olmadan bilmeden ve bilgiden söz
etmemiz mümkün değildir.
Ancak biz bu bilgi anlayışını,
ezelî ilahî bilgiye uyguladığımızda, gerçekten ciddi bir güçlükle karşı karşıya
kalmaktayız. Çünkü ezelî ilahî bilgide, bilgi ile bilinen aynı şeydir, tek
bakışta şaşırtıcı görünen bu durumun, biraz dikkat ettiğimizde gerçekten de
paradoksal bir biçimde böyle olduğu görülecektir. Bu, insan bilgisiyle ilahî
bilgi arasındaki en önemli farklardan bir tanesidir. İnsan "bir
şey"in bilgisine sahiptir. Allah'ta ise şeyin bizzat kendisi bilgidir.
Allah'ın eşsiz, benzersiz ve modelsiz yaratması (ibda’), bu bilgisine bağlıdır.
Bu nasıl olmaktadır? Meselâ,
evrenin yaratılmadan önceki durumunu ele alalım. Evren ilahi zatta bulunan salt
bir bilgiden ibarettir. Yani evren ve bilgisi aynı şeydir. Dolayısıyla bu
aşamada evrenin bilgisi ifadesini kullanmak yanlıştır. Çünkü henüz evren
bilgisinden bağımsız olarak bulunan bir evren yoktur. Bu durumda biz, bir
evrenin bilgisinden değil, sadece bir evren bilgisinden söz edebiliriz. Eğer
bunun aksini düşünecek olursak, Allah'ın varlığından önce bulunan bir evren
farz etmiş oluruz ki, bu Allah'ın ve bilgisinin ezelîliği fikriyle çelişir.
Biz objesiz bir bilginin nasıl
olabildiği sorusunu şimdilik bir kenara bırakarak [121]
asıl sorumuza tekrar dönelim. İlahî bilgide, bilgi ile bilinen aynı şey
olduğuna göre, nasıl oluyor da Allah'ın geleceğe ilişkin bilgisi hükmî değil de
tasvîri bir mahiyette oluyor?.Böyle bir durum, ezelî ilahî bilgi için ne derece
mümkündür?
İşe somut bir örnekle
başlayalım. Mesela, Allah'ın Firavun'un Firavun olacağını ezelî olarak
bilmesinin bize neyi ifade ettiğini analiz edelim. Firavun henüz var
olmamıştır. Ancak onun var olacağına dair ezelî bir bilgi vardır. Yani nesnesi
olmayan, daha açıkçası, bilginin nesnenin kendisi olduğu bir bilgi. Bu ne
demektir? Tarihin belli bir döneminde var olan Firavun, ezelî ilahî bilgideki
Firavun'un nesnelleşmiş şeklidir. Bu durumda evrenin bilgisi ve yaratılışı ile
Firavun'un bilgisi ve yaratılışı arasında bir fark yoktur. Evren nasıl ezelî
ilahî bilgideki evren bilgisinin ilahî kudret tarafından nesnelleştirilen şekli
ise, Firavun da aynı şekilde, ezelî ilahî bilgideki Firavun bilgisinin ilahî
kudret tarafından nesnelleştirilmiş şeklidir. Diğer bir ifadeyle, evreni de
Firavun'u da belirleyen ezelî ilahî bilgidir. Bu bağlamda, evren var olmada ne
kadar hürse Firavun da o kadar hürdür. Öyleyse Firavun da evren gibi seçilmiş,
belirlenmiş ve varlığı zorunlu kılınmış bir varlıktır. Bunu kelamî bir dille
ifade edecek olursak şöyle söyleyebiliriz:
Allah Firavun'u, Firavun olacak
şeklinde değil, Firavun olsun şeklinde takdir etmiştir. Zira ezelî ilahî
bilgiye göre Firavun'un başka türlü olma imkan ve ihtimali yoktur. Eğer böyle
bir ihtimal bulunursa, o zaman ilahî bilgi ezelîlik vasfını kaybeder. Yani o
zaman Firavun'un ezelî ilahî bilgiden bağımsız bir varlığını kabul etmiş oluruz
ki, bu mümkün değildir. Bunu biraz açacak olursak şöyle söyleyebiliriz:
Firavun'un kendi kendisini
belirleyebilmesi, yani firavunluğu seçebilmesi için, kendisinden önceki bir
bilginin nesnesi olmaması gerekir. Yani Firavun bilgisi, Firavun'dan önce
değil, Firavun, Firavun bilgisinden önce olmalıdır. Bu bakımdan "Allah
Firavun'un kendi isteğiyle Firavun olacağını ezelî olarak bilir" demek;
fenomenal alemdeki Firavun'un ilahî bilgideki Firavun'dan bağımsız bir varlığa
sahip olduğunu, daha doğrusu, fenomenal alemdeki Firavun'un ilahî bilginin
objesi olduğunu kabul etmek anlamına gelir. Ezelî ilahî bilginin kendisinden
ayrı varlığı bulunan bir objesi olduğunu kabul etmek ise, bu objenin ezelî
ilahî bilgiden önce bulunduğunu, klasik ifadesiyle, "ilmin maluma tâbi olduğunu"
kabul etmeyi kaçınılmazlalar. Halbuki ezelî ilahî bilgi, hiçbir özel varlık
tarafından öncelenemeyen bir bilgidir.
Şu halde, eğer gelecekteki
olaylar Allah tarafından ezelî olarak bilinmekte ise, bu, onların ilahî bilgiye
ters bir yönde gerçekleşme imkanlarının olmadığı anlamına gelir. Gelecekteki
olayların nasıl gerçekleşeceği önceden biliniyorsa, tarih, tıpkı bir
lokomatifin zorunlu olarak üzerinde hareket ettiği demiryolunu izlemesi gibi,
bu bilginin ön gördüğü yolu izler. Çünkü doğal olarak, hiçbir olay, kendisini
hazırlayan fiziksel ve zihinsel şartlar önceden belirlenmedikçe önceden
bilinemez. Eğer bir olay önceden biliniyorsa, bu, o olayı hazırlayan tüm
şartların da önceden bilindiği ve takdir edildiği anlamına gelir. Kısacası,
"her şeyi önceden bilme", bireyin belli bir durum karşısında aklını
nasıl kullanacağını bile bilmeyi, dolayısıyla da belirlemeyi gerekli
kıldığından özgürlük bilinci anlamını yitirmiş olur.
Bu durumu şu şekilde açmamız da
mümkündür:
Eğer Allah olayları hazırlayan
tüm şartları ezelî olarak biliyorsa, bu olayların başka türlü olma imkanları
yok demektir. Yani Allah'ın olaylardan önce gelen ilmi, onları gerçekleştikleri
ya da gerçekleşecekleri şekilde belirlemiştir. Aksi takdirde ilahî bilginin
olaylardan sonra olması gerekir ki, bu ezelî ilahî ilim kavramıyla çelişir.
Sonuçta, olaylar kendiliğinden değil, onları o şekilde belirleyen ilahî ilmin
zorunlu bir sonucu olarak gerçekleşmiş olmaktadırlar. Bunu somut bir örnekle
şöyle izah edebilliriz:
Benim zihnimde bir
"yuvarlak masa" yapmayı kararlaştırmam ve bunu gerçekleştirmeye
koyulmam ezelî olarak biliniyorsa, bu, bu fikir ve eylemin bana ait olmadığı
anlamına gelir. Bu fikir ve eylem, onu ezelî olarak bilen kimseye aittir. Bu
durumda benim, bu fikir ve eylemin bulunduğu bir yer olmaktan öte hiçbir
fonksiyonum yoktur. Yani ben, eylemi özgür olarak gerçekleştiren değil, sadece
özgür bir başka failin eylemini gerçekleştirdiği bir yer (mahal) ve mekan
olarak kalmaktayım.
Özet olarak söylemek gerekirse,
bir şeyi ezelî olarak bilmek, onun ezelî bir ontolojik tahsisini gerekli kılar.
Bu itibarla, "Firavun" ya da benim zihnimde beliren "yuvarlak
masa fikri", belki nesnel olarak ezelî değillerdir, ama ontolojik anlamda
ezelî olarak tahsis edilmişlerdir. Dolayısıyla tarih içerisindeki oluşlar, bu
ezelî tahsisin gerçekleşmesinden başka bir şey değildir. Çünkü oluş evrenindeki
her bir fert, ilahî ilimde sabit olan sürekli gerçeğinin bir kopyası
konumundadır. Diğer bir ifadeyle, bu kevnî alemdeki her bir fert, henüz zaman
ve mekan içinde var olmayan ezelî gerçeğinin somut bir kalıp içerisine dökülmüş
modundan ibarettir. Bu yönüyle varlık, ezelde ezelî, zaman içerisinde ise hâdis
görünümündedir. Yani varlık, nesnel oluşu itibariyle hadis, ontolojik temeli
itibariyle ise ezelîdir. Şimdi, eğer bu alemdeki her bir ferdin ontolojik
temeli, ezelî ilahî bilgide tekabül ettiği kendisine has aslî gerçeği ise,
burada özgürlükten nasıl söz edebiliriz?
Görüldüğü üzere, ilahî bilgiyle
ilgili asıl sorun, ezelîlik kavramı üzerinde odaklanmaktadır, ilahî bilgiye bu
vasfı yüklediğimiz zaman, yukarda kısaca değinmeye çalıştığımız sorunlarla yüz
yüze gelmekteyiz. Aslında özgür olmayan, dolayısıyla da bir sorumluluk
taşımayan varlıklara dair ezelî bir bilgiden söz ettiğimizde, ortada bir sorun
yoktur. Ancak özgür olan ve sorumluluk taşıyan varlıklara dair bilgiye ezelîlik
vasfını yüklediğimizde, kendimizi tam bir ikilemin içinde bulmaktayız:
Allah bütün özgür faillerin
fiillerini ezelî olarak bilirdediğimizde özgürlük, Allah'ın özgür faillerin
fiillerine ilişkin bilgisi ezelî değildir dediğimizde ise ilahi bilgi yara
almaktadır. Bu yüzden bazıları, bu problemin asla çözülemeyeceğini, onun insan
idrakini aşan bir problem olduğunu iddia etmişlerdir. [122]
Dolayısıyla Kur'an'ın "Allah her
şeyi bilir" ifadesi içerisindeki "şey" ve "bilme"
kavramlarına söz konusu anlamları yüklememizi zorunlu kılıp kılmadığını
araştırmak, bir merak konusu olmaktan öte, bir gerekliliktir.
Muhafazakar ilahiyatçıların bu
sorunun çözümüne yönelik olarak ileri sürdükleri iddiaya göre, Allah, evet,
bizim ne yapacağımızı önceden bilmektedir. Ancak yaptığımız ve yapacağımız şeylerin
sebebi O'nun bu ilmi değildir. O sadece eylemlerimizi önceden görmektedir. Onun
ezeli bilgisinin yaptığımız işler üzerinde cebrî bir etkisi yoktur. Kısacası,
ilim maluma (bilinene) tabidir.
Bu ilk bakışta makul bir
argüman olarak gözükmekle birlikte, yukarda detaylı olarak açıkladığımız gibi,
içersinde ciddi metafiziksel problemleri barındırmaktadır. [123]
Mesela, bu formülasyona göre, "zaman bakımından ezelî olan ilmin, yine
zaman bakımından hadis olan fiile nasıl taalluk edeceği, diğer bir ifade ile,
kulun fiilinin ilahî ilmin illeti, ilm-i ezelîyi de ma'lûl yapmanın nasıl izah edilebileceği
açık kalmaktadır." [124]
Buraya kadar aktardıklanmızı
genel olarak değerlendirecek olursak şunları söyleyebiliriz:
"Allah'ın her şeyi ezelde
bildiği" düşüncesi, bize mekanik bir Allah tasavvuru sunmaktadır. Allah
adeta kozmik bir kompüterin hafızasına yüklenen bilgiler gibi Kendisi'nde var
olan ezelî bilgiyi, mahiyetine uygun olarak irade edip yaratmaktadır. Yani
Allah'ın yaptığı tek şey, takdir edileni yaratmaktan ibarettir. Bu mekanik
yapı, kısaca, şöyle işlemektedir:
Ezelî ilim, ilahî iradeye
yaratmayı dilemesini dikte etmekte, ilahî irade de yaratmayı dilediği anda,
yaratma ilahî kudret vasıtasıyla gerçekleşmektedir.
Burada tuhaf olan, her şeyin
ezelî ilahî ilme bağlı olarak değişmeyecek bir biçimde önceden belirlenmiş
olmasıdır. Bu durumda Allah'ın tarihe ne zaman müdahalede bulunacağı, meselâ,
ne zaman peygamber göndereceği ezelde belirlidir. Bizim hür olduğunu
düşündüğümüz fiiller, aslında ezelî ilimde var olanın tecellîsinden başka bir
şey değildir. Bir anlamda ezeli ilim, onların bizim tarafımızdan hür olduklarını
düşünmemizi bile takdir etmiştir. Dolayısıyla bizim fiillerimizde hür
olduğumuzu düşünmemiz de ezelî bir takdirdir. Biz kendiliğimizden değil, ezelde
fiillerimizi hür olarak yaptığımızı düşünmemiz takdir edildiği için, hür
olduğumuzu düşünmekteyiz. Yani bizim şu anda hür olarak yaptığımıza inandığımız
fiil, ezelde, onu şu anda hür olduğumuzu düşünerek [125] yapacağımız
şeklinde belirlenmiştir. Bu yapıyı mistik bir dille ifade edecek olursak şöyle
söyleyebiliriz:
Hür olduğunu düşündüğümüz
fiiller ve olaylar da dahil, alemde var olan her şey, Allah'ın isim ve
sıfatlarını gerçekleştirmesinden ibarettir. Kısacası, ilahî ilimde gizli (bâtın)
olan, yaratmayla birlikte açık (zahir) olmaktadır.
Burada birtakım aklî
soyutlamalarda bulunularak ortaya konan bu Allah tasavvurunun doğurduğu
metafiziksel ve teolojik problemlerden kurtulma imkanını da tartışmamız
gerekmektedir. Biz çok karmaşık ve geniş olan bu konuyu, aşağıda Kur'an
açısından bir deneme mahiyetinde kısaca değerlendirmeye çalışacağız. [126]
.
IV. Konunun Kur'an Açısından
Değerlendirilmesi
Yukarda da işaret ettiğimiz
gibi, ezeli ilim anlayışı, Allah'ın bütün İsim ve sıfatlarını ilim, irade ve
kudret sıfatlarına indirgemek durumunda kalmamıza sebep olmaktadır. Bu durumda,
meselâ, Allah'ın görmesi, işitmesi, insanlarla beraber olması, onlara şah
damarlarından daha yakın olması, onlan daima gözetlemesi, kontrol altında
tutması, dualara icabet etmesi, yardım ve lütufta bulunması gibi ilahî isim,
sıfat ve fiillerin gerçek anlamda varlığından ve fonksiyonelliğinden söz
etmemiz mümkün görünmemektedir. Çünkü bizim dualarımızın ve Allah'ın onlara
icabet edip etmeyeceğinin bile ezelde belirlendiği bir sistemde, bunların
fonksiyonel olduğunu iddia etmek çok zordur. Mesela, Allah'ın bize lütufta
bulunmasını, Allah'ın bize lütufta bulunacağı şeklindeki ezelî bilgisinin
gereğini (malum) irade edip yaratması şeklinde yorumlayabiliriz.
Ancak Kur'an'ın pek çok ayeti,
bize bu tür bir Allah tasavvurundan oldukça farklı bir Allah tasavvuru
sunmaktadır. Biz bunlardan sadece birkaçını sıralayıp onlar üzerinde kısaca
durmakla yetineceğiz.
Kur'an'da Allah'ın her an
insanla birlikte olduğu, onu daima gözetlediği vurgulanmaktadır:
"And olsun ki insanı Biz yarattık; nefsinin kendisine fısıldadıklarını
biliriz; Biz ona şah damarından daha yakınız. Sağında ve solunda, onunla
beraber oturan iki alıcı melek, yanında hazır birer gözcü olarak söylediği her
sözü zapt ederler.” [127]
Ezeli ilim anlayışına göre
Allah'ın insana şah damarından daha yakın olmasına (onu her an gözetlemesine ya
da yaptıklarından haberdar olmasına) gerek yoktur. Çünkü Allah insanın
yaşantısındaki her anı zaten ezelde bilmektedir. Halbuki ayetteki,
"Allah'ın insanın nefsine neler fısıldadığını bildiği" ifadesinden,
Allah'ın o anda insanla birlikte olduğu, insanın yaşadığı tüm süreçleri adım
adım izlediği anlaşılmaktadır. Daha açık bir ifadeyle, Allah'ın insan ile
beraberliği, ezelde olmuş bitmiş bir iş değil, ilmi ile her an devam eden bir
beraberliktir. O kadar ki, Allah insana damarlarında dolaşan kandan bile daha
yakındır. "Çünkü damarı, et hücreleri (eczâ'u'1-lahm) örter. Bu yüzden o, insandan
saklıdır. Halbuki Allah'ın ilminden hiçbir şey saklı kalmaz." [128]
Buna, Allah'ın insanla olan
beraberliği, ya da ona olan yakınlığı, O'nun zamanla kayıtlı olmayan ezelî
ilmine göre gerçekleşen bir beraberlik ya da yakınlıktır şeklinde bir itiraz
yöneltilebilir. Biz, Allah'ın hadis bir nesneyi ezelî olarak bilmesinin yol
açtığı kelamı ve metafiziksel problemlere yukarda geniş olarak değindiğimizden
onları tekrar etme gereği duymuyoruz. Biz şimdi, sadece Kur'an'dan böyle bir
anlamı çıkarmanın mümkün olup olmadığını görmeye çalışacağız.
Zemahşerî bu ayeti şöyle
yorumlar:
"Allah latîftir. O'nun
ilmi insan zihninden geçen fikirlere erişir. O'na gizli kalan hiçbir şey
yoktur. O, insana kendisine yakın olan her şeyden daha yakındır. Koruyucu ve
istihbaratçı iki meleğin (el-hafîzân), insanın ağzından çıkan her şeyi
kaydetmesi, aslında bir ikaz mahiyetindedir. Çünkü Allah, iki meleğin
istihbarat yapmasına muhtaç değildir.
Böyle bir şeye nasıl muhtaç
olabilir ki, O gizlilerin en gizlisinden bile haberdardır. Allah'ın iki meleği
istihbaratçı olarak kullanması, bir hikmetin gereğidir:
Bu hikmet, iki meleğin (insanın
bütün eylemlerini) yazmaları, yazdıklarını kaydetmeleri ve bu dokümanları bütün
belgelerin ortaya döküldüğü gün arz etmelerinde saklıdır. Nitekim kul, Allah'ın
ilmiyle her şeyi kuşattığını bilmekle birlikte, bu iki meleğin kendisini takip
etmesinin, günahlardan sakınmasına ve iyiliklere koşmasına vesile olmasından
dolayı ilahî lütfün bir ziyadesi olduğunu bilir... Bu iki meleğin istihbaratta
bulunması, yakınlığın bir açıklaması olarak da görülebilir. Bir anlamda Allah
şöyle demektedir:
“Biz
insana yakınız, onun bütün hallerini gözlemlemekteyiz ve onun her şeyine
hâkimiz. Çünkü koruyucu ve yazıcı meleklerimizi ona vekil tayin ettik...”
[129]
Bu iki
meleğin insanı takip
etmeleri, hangi amaçla
olursa olsun, değişmeyen bir
gerçek vardır:
Allah kulunu ister melekleri
isterse her şeyi kuşatan ilmi vasıtasıyla olsun, yaşadığı süreç içerisinde
daima izlemekte ve kontrol altında bulundurmaktadır. Elbette Allah ile kulun
beraberliği ya da birbirlerine yakınlığı, zatsal bir beraberlik ve yakınlık
değildir. O'nun kuluyla olan beraberliği ve yakınlığı, isim ve sıfatlarının
zatına özgü tecellisi ile olmaktadır. Bu beraberlikte daha çok öne çıkan sıfat,
elbette ilim sıfatıdır. Allah ilmi ile tüm varlıkları kuşatmıştır. Dolayısıyla
Kur'an açısından baktığımızda, bizim "Allah'ın her şeyi bilmesi"nden,
bir kompütere yüklenen bilgi gibi her şeyin önceden kodlanmış bilgisinden
ziyade, O'nun her an bütün eşyayı kuşatmasını ve onlarla birlikte olmasını
anlamamız daha doğru görünmektedir.
Bu düşünceyi, Allah'ın her an
insanlarla beraber olduğunu anlatan şu ayet de pekiştirmektedir:
"Göklerde olanları da, yerde olanları da Allah'ın bildiğini bilmez
misin? Üç kişinin gizli bulunduğu yerde dördüncü mutlaka O'dur; beş kişinin
gizli bulunduğu yerde altıncıları mutlaka O'dur; bunlardan az veya çok, ne
olursa olsunlar nerede bulunurlarsa bulunsunlar, mutlaka onlarla beraberdir."
[130]
Eğer bu ayetin açık ifadesine
itibar edecek olursak, onda Allah'ın insan fiillerini önceden takdir etmediği,
tam aksine, meydana gelen olayları başlangıçlarından sonlarına kadar eksiksiz
olarak izlediği ve gerekli gördüğü yerde müdahalede bulunduğu ima edilmektedir.
Buna karşın, bazı ayetlerin ise
insan fiilleri de dahil her şeyin önceden takdir edildiğini ifade ettiği iddia
edilmektedir. Bunlardan bir tanesi Yâsîn Sûresi'nin 12. ayetidir:
"Şüphesiz ölüleri dirilten, işlediklerini ve eserlerini yazan Biziz; her
şeyi, apaçık bir kitapta sayarız." (ve külle şey'in ahsaynâhu fî
imâmin mubîn)
Her şeyden önce, bu ayetten
ezelî takdir sonucunu çıkarmak doğru değildir. Çünkü Allah, Hadid Sûresi'nin
22. ayetinde musibetleri ezelde değil, yaratmadan önce (min kabli en-nebraehâ)
takdir ettiğini ifade ediyor. Buradaki "min kabl" badesinden, olayın
belli bir zamanla kayıtlı olduğu anlaşılmaktadır. Zira "öncelik" bir
şeye nisbetle mümkündür. Nitekim Zemahşerî yukardaki ifadeyi, "nefisleri
ya da musibetleri yaratmadan önce" şeklinde açıklar.[131]
Râzi, "her şeyi, apaçık
bir kitapta sayarız (saymışızdır!)" ifadesinin üç farklı anlama
gelebileceğini kaydeder: Birincisi, "bu ayet onların işledikleri şeylerin
ve eserlerinin yazılmış ve değiştirilemeyecek bir iş olduğunu beyan etmektedir.
Çünkü olan şeyler için kalem kırılmıştır. Diğer taraftan, Allah 'onların
işlediklerini yazarız (ve nektubu mâ kadelemu) buyurmakla da bu (ezelî
yazgıdan) başka bir yazgı daha bulunduğunu açıklamıştır:
Allah onlar hakkında 'şöyle
şöyle yapacaklar diye yazmış', sonra onu yaptıkları zaman da 'onların onu yaptıklarını'
yazmıştır, ikincisi, bu ifade 'yazarız (nektubu)' ifadesini pekiştirmek için
söylenmiş olabilir. Zira bir şeyi sayfalara yazdıktan sonra bir kenara atan
kimse, onu bulamayabilir ve sanki onu hiç yazmamış gibi olur. Bu yüzden Allah,
onu yazar ve apaçık bir kitapta muhafaza ederiz buyurmuştur. Nitekim bir başka
ayette de şöyle buyurulmaktadir: 'Musa:
"Onların bilgisi Rabbimin
katındaki bir kitapta yazılıdır. Rabbim şaşırmaz ve unutmaz (dedi)"
Üçüncüsü ise, özel bir durumu kapsayan bu ifade, geneli de kapsıyor olabilir.
Bu durumda anlam, 'Allah onların işlediklerini ve eserlerini yazar. Yazgı
sadece bu belli olayla sınırlı değildir. Bilakis her şey apaçık bir kitapta
kaydedilmektedir (Bel kullu şey'in muhsâfi imâmın mubîri). Diğer bir ifadeyle,
ister söz ister fiil olsun, hiçbir şey Allah'ın ilminden silinip kaybolmaz. Bu
tıpkı, 'insanların yaptıkları her şey, kitaplarda kayıtlıdır (yazılrmştır)'
buyruğundaki anlamı ifade etmektedir..." [132]
Biz Levh-i Mahfuz ve Hazafaza
meleklerinin kayıt yapması gibi ifadelerin, insanların bilinçlerini sürekli
olarak yenilemek, yani onlarda takip ve kontrol edildikleri bilincini
oluşturmak için kullanılan semboller olmalarının yanında, onların hadis
nesnelere ait bilgilerin de hadis olduğuna, dolayısıyla Allah'ın ezelî
bilgisinden ayırt edilmeleri gerektiğine işaret ettikleri şeklinde
yorumlanmalarının da mümkün olduğunu düşünüyoruz.
Sonuçta, Allah'ın ezelde bilip
takdir ettiği şeyi, tekrar yazıp kayıt altına alması problemli görünmektedir.
Zira meleklerin insanı adım adım takip ederek onun yaptığı her şeyi
kaydetmeleri ve bu belgelerin hesap gününde bir kanıt olarak sunulmaları, izelî
ilahî ilmin yetersiz ya da güvensiz olduğunu ima etmektedir. Elbette Allah,
Kendi ezelî bilgisi ve takdirini şahit olarak gösterebilir ve kul da buna
hiçbir itirazda bulunamaz. Bunun için ayrıca bir belge ya da kanıt aramak için
zorunlu hiçbir gerekçe bulunmamaktadır.
O halde ezelî ilim anlayışı ile
Kur'an'ın bu tür anlatımları arasındaki bu çelişkili ve problematik yönü
dikkate alarak ilahî ilmi Kur'an'ın bütünlüğü içerisinde yeniden
değerlendirmemiz gerekmektedir. Zira bunun yüzeysel ve görünürde bir çelişki
olduğunu, gerçekte asla böyle bir çelişkinin bulunmadığını söylemek, sorunu
çözmemektedir. Bu problematik yönün herhalukarda devam ettiğini, ezelî ilim
anlayışını, Kur'an'ın insan fiilleri ve toplumsal değişimle ilgili herhangi bir
ayetine uyguladığımızda rahatlıkla görmemiz mümkündür. Biz burada örnek olarak
Yâsîn Sûresi'nin 14. ayetini seçtik. Allah şöyle buyuruyor:
"Onlara iki elçi göndermiştik; onu yalanladıkları için üçüncü biriyle
desteklemiştik. Onlar: 'Biz size gönderildik' demişlerdi."
Şimdi şu soruyu sorabiliriz:
Eğer Allah'ın söz konusu kavin
ile ilgili bilgisi 12 ve değişmez bir bilgi ise, üst üste aynı topluma niçin
ısrarla peygamber göndermektedir?
Buraya kadar anlattıklarımızı
genel olarak değerlendirecek olursak şunları övleyebiliriz:
Allah'ın özellikle
yaratıklarının halleriyle ilgili her şeyi bilmesini, kozmik bir bilgi sayara önceden
yüklenmiş total bir bilgi yerine, tıpkı "Rabb'imiz, Sen bizim gizlediğimizi ve açığa vurduğumuzu hep bilirsin.
Ne yerde, ne de gökte hiçbir şey Allah'a gizli kalmaz" [133]
buyruğunda olduğu gibi, O'nun her an her şeyi gözetlemesi ve kuşatması olarak
değerlendirmemizin de, en azından Kur'an'ın bütünlüğü açısından mümkün olduğu
kanaatindeyiz. Bu tür bir bilgi anlayışının Allah'ın ilim sıfatında bir
eksikliğe yol açtığı iddialarının ise, sırf aklî soyutlamalara dayalı bir Allah
tasavvurundan kaynaklandığını düşünüyoruz. Allah'ın, ilmini, yine Kendi ilmiyle
koyduğu yasalara, Kendi hür iradesiyle tabî kılması, niçin O'nun zatında bir
eksikliğe yol açmış olsun? Çünkü O'nun hür iradesiyle koyduğu yasaları,
hürriyet verdiği yaratıklarının diledikleri gibi davranma imkanı vardır. Bu
imkan da ancak geleceğin belirlenmemiş olmasıyla gerçekleşir. Kısacası, Allah
kulunun potansiyelini ezeli olarak bilir. Fakat onun bu potansiyeli nasıl
değerlendireceğine, ne bilgisi ne de diğer herhangi bir sıfatıyla gerekli
görmediği sürece müdahalede bulunmaz. Bu potansiyelin nasıl fiili bir duruma
geçeceği, sınırlı da olsa hür olan varlıkların iradelerine bırakılmıştır. Bu
tıpkı, gündüz ve gecenin ardarda gelmesi gibi kesinleşmiş bir ilahî yasadır.
Gelecek ve insan hiçbir zaman Allah'ın kontrolünden çıkmadığına ve bu yasayı da
Kendi hür iradesiyle koyan O olduğuna göre, neden O'na bundan dolayı bir
eksiklik gelmiş olsun? Aksi takdirde tarihin, senaryosu önceden hazırlanmış ve
hatta kare kare çekilmiş bir filmin vizyona girmesinden ne farkı kalır? [134]
Sonuç
Ezelî ilim anlayışı ile ilgili
yukarda işaret ettiğimiz problemleri dikkate aldığımızda, onu Kur'an'ın
ışığında yeniden ele almamızın gerekliliği ortaya çıkmaktadır. Biz Allah'ın
bilgisini Kur'an’i bütünlük içerisinde değerlendirdiğimizde, tıpkı O'nun
iradesini kevnî (yaratmayla ilgili kozmik) ve dinî olmak üzere iki kısma
ayırdığımız gibi, ilmini de kevnî ve tasvirî (yaratıklarının halleriyle ilgili)
olmak üzere iki bölümde ele almamızın daha doğru olacağı kanaatine vardık. Onun
yaratmaya mahsus ilmi ezelî, yaratıklarının hallerine mahsus ilmi ise,
yarattığı başka nesnelerde (Levh-i Mahfuz, Hafaza meleklerinin kayıtta
bulundukları defterler vb.) muhafaza edilen tasvîri, dolayısıyla da hadis bir
ilimdir. Biz, yaratıkların halleriyle ilgili bilgilerin bu şekilde kayda geçirilmelerinin,
hadis bilginin, nesnesini zorunlu kılan ezelî bilgiden ayırt edilmesi maksadına
yönelik olduğunu düşünüyoruz. Bunun Allah'ın zatında bir eksikliğe yol
açtığının doğru olamayacağı kanaatindeyiz. Zira Allah'ın, ilim sıfatının
yanında, her şeyi kuşatması (el-Muhif) ve her şeyi bir bir sayması (el-Muhsi)
gibi daha pek çok isim ve sıfatları vardır. Bunların hepsini ilim sıfatına
indirgeyerek, Allah'ın her şeyi kuşatmasını, O'nun ezelde her şeyi bilmesi ve
nihayet, O'nun her şeyi bir bir saymasını da ezelde her şeyi bilip kaydetmiş
olması olarak yorumlayacak olursak, Kur'an'daki pek çok ayeti askıda bırakmış
oluruz.
Bunun, bize ilk bakışta tuhaf
gelse de, Kur'ânî bütünlük içerisinde baktığımızda pek de imkansız olmadığını
görürüz. Mesela, Allah'ın bir elma ağacının nasıl büyüyeceği ve hangi şartlarda
meyve vereceği ile ilgili kevnî bilgisi ezelîdir. Ancak O'nun bir bahçıvanın
bahçedeki herhangi bir meyve ağacından, budama, sulama ve gübreleme gibi
birtakım fennî müdahalelerde bulunarak normalinden fazla ürün alması ile ilgili
bilgisi, yaratıkların halleriyle ilgili bir bilgidir. Bu bilginin ezelî
olduğunu iddia etmek, en azından Kur'an'ın bütünlüğü açısından doğru
görünmemektedir. Burada değişmeyen tek şey, Allah'ın ezelde koyduğu tabiî
yasalar (sünnetullah) dır. Bahçıvan meyve ağacına iyi bakarsa ağaç bol meyve
verir; aksi takdirde ağaç ya kurur ya da çok az meyve verir, işte değişmeyen
ezelî bilgi budur. Bahçıvanın meyve ağacına bakıp bakmaması ise yaratıkların
sonradan oluşan halleriyle ilgilidir. Allah onların bu hallerini ezelî
bilgisine bağlı olarak yazmamıştır. Eğer böyle olsaydı, insan hürriyetinden,
onun kendi yetilerini geliştirip güçlendirmesinden ve geleceğini planlamaya
muktedir olmasından söz edemezdik. Halbuki Kur'an insanın bu özelliklerine
açıkça işaret etmektedir.
Çalışmamızı ezelî ilim anlayışı
ile ilgili şu hususu bir kez daha hatırlatarak noktalamak istiyoruz. Ezelî
bilgi, doğası gereği nesnesini zorunlu kılan ve bu yönüyle de nesnesinden önce
var olan bir bilgidir, "tüm maluma tâbidir" veya "Allah olayları
daima şimdi olarak bilmektedir gibi önermeler, ezelî ilim anlayışı ile insan
hürriyeti arasındaki çelişkiyi çözmemiz için yeterli görünmemektedir. Çünkü
Allah olayları daima bir şimdi olarak bilse de nihayet olayların bir başlangıcı
vardır. Ezelî bilgi ise başlangıcı olmayan bir bilgidir. Bu durumu görmezlikten
gelemeyiz.[135]
GÜNÜMÜZDE
HATMİ NÜBÜVVETLE İLGİLİ BAZI KELÂMI MESELELER
Arş. Gör. Mehmet İlhan [136]
İslam inancına göre ilk
peygamber Hz. Adem'den (as) Hz. Muhammed'e (sav) kadar sayılarını kesin olarak
bilemediğimiz pek çok peygamber gönderilmiştir. Müslümanlar, aralarında
herhangi bir fark gözetmeksizin bu peygamberlerin hepsine inanır.
Diğer peygamberler gibi Hz.
Muhammed (sav) de Allah'ın varlığını ve birliğini, diğer iman esaslarını
bildirmiş, dinî ve ahlâkî esasları anlatıp bunların uygulanması hususunda
insanlar için en güzel örnek olmuştur. Yine onlar gibi insanlar arasında yemiş
içmiş, oturmuş kalkmış, kendi işi gücü ile meşgul olmuştur. Fakat onun
farklılığı son peygamber olması, yani bir başka ifade ile insanlığın
gelişmesine paralel olarak peygamberliğin onunla kemâle ermesidir.
Bilindiği gibi İslam
coğrafyasının genişlemesi ile birlikte peygamberliği inkar edenlerle
karşılaşılmış ve bunlara peygamberliğin gereği ve imkanı hususunda gerekli
cevaplar verilmiştir. [137]
Bazıları ise genel olarak peygamberliği kabul etmekle beraber Hz. Muhammed'in
(sav) peygamberliğini inkar yoluna gitmişlerdir. Bir kısmı da onun
peygamberliğini kabul etmekle beraber peygamberliğin sona ermediğini iddia
etmiştir. Nitekim Hz. Peygamber'in hayatının sonlarına doğru müslümanlar
tarafından mütenebbi olarak adlandırılan bazı kişiler ortaya çıkmış ve bunlar
ya bu iddialarından vazgeçip tövbe etmişler ya da öldürülmüşlerdir. Bu kişiler
Hz. Peygamber'in hastalanmasını fırsat bilerek Medine hükümetinin nüfuzundan
kurtularak kendi hakimiyetlerini tesis etmek istemişlerdir. Çeşitli planlar
yapmışlar ve başarıya ulaşabilmelerinin en kestirme yolu olarak da nübüvvet
iddiasında bulunmayı görmüşlerdir. [138]
Hz.Peygamberin hastalanması ve ardından vefatı, siyasi arzularını tatmin etmek
isteyenlerin çeşitli vasıtalara başvurup halkı isyana teşvik etmeleri; halkın
da zekat ve cizyeden muaf tutulmak istemesi, kabile asabiyetinden dolayı Kureyş
hakimiyeti altına girmek istememeleri, İslamiyetin getirmiş olduğu
mükellefiyetlerin gereğinin henüz tam kavranamaması gibi sebepler ridde
hareketlerinin ve bunların yönlendiricileri konumundaki mütenebbilerin ortaya
çıkışını kolaylaştıran faktörler olmuştur. Bunların halk arasında etkili
olabilmelerini dînî iddialarından çok siyâsî hüviyetleri ve kâhinlik gibi bazı
özellikleri sağlamıştır. [139]
Gerek Hz. Peygamberin bizzat kendisinin ve gerekse ashabının bu kişilere karşı
takındıkları tavır, hatm-i nübüvvet anlayışının müslümanlar için taşıdığı önemi
göstermektedir.
Mamafih, İslam Tarihi boyunca
bu inanca doğrudan veya dolaylı olarak karşı çıkan başka kişiler veya bazı
sapık fırkalar da olmuştur. Bu tebliğde bunların hepsini ele almamız mümkün
olmadığı için sadece bazı örnekler vermekle yetineceğiz. Meselâ Gulât-ı Şîa
olarak adlandırılan bazı aşırı Şiî fırkalar arasında muhtemelen Yahudi
inançlarına dayanan "Sürekli Nübüvvet" fikri yayılmıştır. Buna göre
"Peygamberlik daimî bir kaynaktır. Kesintisiz bir zincirdir.
Peygamberlerin arkası kesilmeyecektir. Bu zincirdeki her bir halka kendisinden
öncekine nispetle daha değerli ve ondan daha kâmildir." [140] Bu
fikrin Batînîler, Şeyhîler, Bâbîler ve Bahâîler tarafından da kullanıldığı
görülmektedir.
Bâtmîlere göre her peygamberin
şeriatının bir müddeti vardır. Bu bittiğinde öncekini nesheden başka bir
peygamber gönderilir. Nâtık, kendisinden önceki peygamberin şeriatını nesheden
demektir. Sâmit ise önceki peygamberin tesis ettikleri üzere devam eden
demektir. Onun vefatından sonra birbiri arkasına altı İmam gelir geçer.
Bunların ömürleri tamam olunca Allah daha önceki şeriatı nesli edecek diğer bir
peygamber gönderir, iddialarına göre Hz. Adem'den beri bu iş böyle
süregelmiştir. Hz. Muhammed (sav)'den sonra da Hz. Ali gönderilmiş, onun devri
Cafer b. Muhammed ile tamamlanmış, şeriatı da mensuh olmuştur. Bu durum yani
şeriatların nesh edilmesi ilelebed devam edecektir. [141]
Bir Bahâî olan Minu Drahşan
şunları ileri sürer:
"Müslümanlara göre Bahâî
dinini reddetmek için en kesin delil Kur'ân-ı Kerîm'in Ahzab suresinin 40.
ayetidir ki şöyle buyrulmaktadır:
“Muhammed adamlarınızdan birinin babası değildir, belki Allah'ın
peygamberi, peygamberlerin sonuncusudur” ve işte 6247 ayetten mürekkep
Kur'ân-ı Kerîm'in bir tek ayetine dayanarak Hz. Muhammed'in son peygamber
olduğu ve ondan sonra Yüce Tanrı katından hiçbir peygamber gönderilmeyeceği
kamsındadırlar. İnkar edilmeyecek bir şey varsa o da Allah'ın 'mürsil' yani
resul gönderici oluşudur ve yaradılışın başından beri de kullarına yol
gösterici resuller, nebiler göndere geldiğidir. Acaba ayetteki
'Hâteme'n-Nebiyyîn' deyimi ile Yüce Tanrı'nın 'Mürsillik; peygamber
göndericilik' ilâhî vasfı yok olabilir mi?... Acaba İslâmiyet'ten sonra dünya
sona mı erdi ki artık ilâhî bir peygamber göndermeye ihtiyaç yoktur veya Cenab-ı
Hak Hz, Muhammed'den sonra yeni bir peygamber göndermeye kadir değil midir? Hz.
Muhammed'in son peygamberliğini ne zamana kadar kabul etmeliyiz,?" [142]
Yine Minu Drahşan, Hz. Muhammed (sav)'ın son peygamber olduğunu açıkça bildiren
Ahzab suresinin kırkına ayetindeki "hâteme'n-nebiyyîn" ifadesini
kendi anlayışları doğrultusunda te'vil etmeye çalışarak şunları söylemektedir:
"Bu konuda dikkati çeken
bir nokta da, ayette geçen 'hâtem' kelimesinin Arapça okunuş şeklidir. Bu
kelime Arapça'da iki türlü okunabilmektedir:
"t" harfinin fethi
ile yüzük, yüzük taşı anlamına gelen "hâtem"
Yine "t" harfinin
kesri ile, hitama erdiren anlamına "hatim" Birinci okunuş şekli göz
önüne alınırsa, Cenâb-ı Hakk'ın bu ayetle, Hz. Muhammed'in seçkinliğini,
mümtazlığını belirtmek maksadıyla o zamana kadar gönderilmiş peygamberleri,
nebileri yüce makamıyla süsleyen bir yüzük, kıymetli bir taş olarak övdüğü
anlamı ortaya çıkar.,. Böyle bir konudaki surede Yüce Tanrı'nın sevgili
peygamberi hakkındaki övgüsünü
"Muhammed... belki peygamberlerin hâtemi, yani yüzük taşıdır"
diye okumanın gerektiği gün gibi meydana çıkmaktadır. Bütün bu açıklamalara
rağmen kelime, "hatim" şeklinde de okunmak istenirse cümle enbiyanın
sonuncusu anlamına gelir ki, bu takdirde de enbiyanın sonuncusu ile resullerin
sonuncusu anlamlarını birbirine karıştırmamak lazım gelir. Nebi kelimesi nebe'
sözcüğünden türemiş ve haber getirici anlamınadır. İslam dini terimleri de nebi
kelimesini kitabı olmayan peygamber şeklinde tarif etmektedir. Fakat
"resul" adı Cenab-ı Hak tarafından doğrudan doğruya insanları ıslah
ödeviyle gönderilen kitap sahibi kişilere verilmiştir. Resul kelimesi kapsamı
itibariyle bir genellik, nebi kelimesi ise bir özellik taşımaktadır. Özetle
söylenecek olursa Hz. Muhammed hem nübüvvet hem de risâlet makamlarına sahip
idiler. Şu halde "Resûlullah hâteme'n-nebiyyîn" şeklindeki okunuşunda
da Hz. Muhammed'in enbiyanın sonuncusu oldukları ve artık hiçbir resulün veya
resullerin gelmeyeceğine dair bir delil elde edilemez" [143] Bu
iddia günümüz Türkiye'sinde başka bazı kişiler tarafından da dile
getirilmektedir. [144]
Meselâ iskender Erol Evrensoğlu, şunları ileri sürer:
"Peygamber efendimiz (sav)
hâtemu'r-rüsul değil hâtemu'l-enbiyadır. Her resul peygamber değildir."
Böylece kendisinin resul olduğu iddiasına zemin hazırlamaya çalışmaktadır.
Fakat resul ile peygamber arasında fazla bir fark olmadığını da iddia
etmektedir. Ona göre peygamberle resul arasındaki tek fark, peygambere hikmetin
ötesinde bazı şeyler öğretme yetkisinin verilmesidir. [145]
Bugünkü Pakistan topraklarında 19. asırda yaşayan Gulam Ahmed Kâdîyânî ise 1885
yılından itibaren kendisine Allah tarafından ilâhî bir görev verildiğini öne
sürmüş ve sırasıyla mücedditlik, mesihlik, mehdilik, kısmî peygamberlik (cüz'î
nebîlik) iddialarında bulunmuştur. Hatta kendisinin hinduların krişna avatan
olduğunu da söylemiştir. [146]
Gulam'in açıkça nebiliğinden bahsettiği bazı sözleri şöyledir:
"Allah bu yüzyılda nebiler
silsilesinin benzerliğini göstermek için beni gönderdi ve bana bir anlamda nebî
dedi." [147]
"Bu ümmetin bütün kişileri arasında yalnızca ben pek çok ilâhî vahiy
almışımdır ve yalnız bana bu kadar çok gayb bilgisi verilmiştir. Bu ümmetin
benden önceki abdal, aktâb, ve velilerinden hiçbirine bu kadar büyük ihsanda
bulunulmamıştır. Bu sebepten yalnızca ben, bir nebi olarak seçildim ve bu
Unvana başka hiç kimse hak kazanamadı." [148]
"İddiam şu ki ben bir nebî ve
resulüm." [149]
"Nebî ve resul olduğumu iddia ettiğim bütün azılarımda bunu, yeni bir
kitap getirmediğim ve tam bir nebi olmadığım anlamında yazdım. Bununla birlikte
önderim Hz. Muhammed'in manevî nimetlerini aldığını, onun adıyla anıldığını ve
Allah tarafından gelecek olayların bilgisiyle donatıldığım için, yeni bir
şeriat getirmemekle birlikte, gerçekten bir resul ve nebi idim. Bu şekilde bir
nebi olduğumu (yani şeriat getirmeyen bir nebi) hiç inkar etmedim ve bu
anlamdadır ki Allah tarafından bir nebi ve resul olarak adlandırıldım. Bu
anlamda nebi ve resul olarak adlandırılmayı şimdi de inkar etmiyorum."
[150]
Bu gibi muğlak ifadelerini
taraftarları farklı şekilde yorumlamışlardır. Lahor Ahmedîleri yukarıdaki
ifadeleri Gulam'ın gerçek bir nebî olduğu şeklinde anlamazken, Kâdîyân
Ahmedileri onun gerçekten nebî olduğunu kabul etmişlerdir. [151]
Onlara göre nübüvvet Hz. Peygamberin ümmeti arasında devam eder ve bu durum
İslâm'ın ve İslâm peygamberinin şerefini arttırır. [152]
Kâdıyân Ahmedîleri, Gulam Ahmed'in nebiliğini ispatlayabilmek için "Hatm-i
Nübüvvet" ile ilgili birtakım ayet ve hadisleri farklı yorumlamaya
çalışmışlardır. Meselâ Kâdıyân Ahmedîlerinin eski başkanı B. Mahmud Ahmed de
Minu Drahşan gibi Ahzab suresinin kırkıncı ayetindeki kelimesinin hatim değil
hâtem şeklinde okunması gerektiğini belirtir. Buna göre de ayetin anlamı
"Muhammed bütün peygamberlerin
mührüdür" olmalıdır. Böylece bu ayet Muhammed (sav)'ın fizikî açıdan oğlu
olmadığını (daha doğrusu oğullarının buluğa erecek çağa kadar yaşamadığını)
gösterir. Fakat o, Allah'ın elçisi olması hasebiyle manevi oğulların manevi
babasıdır. Nebilerin mührü olduğu için de onların manevi babası sayılır. Bunun
için bu ayet nebilerin gelmesinin sona erdiğini değil, onların İslam dairesinde
devam ettiklerini gösterir.[153]
Günümüzde de benzer iddialara
sahip kişiler ortaya çıkmaya devam etmektedir. O halde "Peygamberliğin son
bulması ne anlama gelmektedir. Niçin peygamberlik bir noktada kesilmeliydi? Son
peygamber niçin bir başkası değil de Hz. Muhammed (sav) olmuştur?" gibi
soruların cevaplarını aramamız ve bunları sunmamız günümüz için de önem
taşımaktadır kanaatindeyiz.
Hz. Muhammed (sav)'ın son
peygamber oluşu, bazı ayet ve hadislerde sarih bir şekilde geçmektedir.
Müslümanların kahir ekseriyeti bu nassların hatmü'n-nübüvveyi ifade ettiği
hususunda ittifak halindedir. Elbette bunların bir anlam ifade etmesi öncelikle
Hz. Muhammed (sav)'ın peygamber kabul edilmesine bağlıdır. Kim Hz. Muhammed
(sav)'ın peygamber olduğunu kabul ederse onun son peygamber olduğunu,
şeriatının ebedi olduğunu ve nesh edilmeyeceğini kabul etmelidir. [154]
Çünkü bütün bunları bize bir peygamber olan Hz. Muhammed (sav) haber vermiştir.
Peygamberin yalan söylemesi ise tanımı gereği mümkün değildir. Bir yandan Hz.
Muhammed (sav)'ı hak peygamber kabul ettiğini belirtip diğer taraftan ondan
sonra peygamber geleceği iddiasında olmak veya buna götüren fikirleri
benimsemek birbiriyle çelişir. Bu durum, Kur'ân-ı Kerîm'e inandığını söyleyip
de Allah'ın varlığı ve birliğinde şüpheye düşmek gibi bir tutarsızlık arzeder.[155]
Dolayısıyla müslümanlar için Hz. Muhammed (sav)'ın son peygamber oluşu nasslar
açısından bakılınca inanılması gerekli bir esastır.
Peygamberlere inanmak temel
inanç esaslarındandır. Bu bakımdan herhangi bir peygamberi inkar edenin mümin
sayılamayacağı ortadır. Kur'an'ı Kerim'de "Muhammed ancak bir peygamberdir. Ondan önce de pek çok peygamber gelip
geçmiştir..." [156] vb
ayetlerde [157] Hz.
Muhammed (sav)'den önce pek çok peygamber gelip geçtiği belirtildiği halde
ondan sonra yeni bir peygamber geleceğinden hiç bahsedilmemekte üstelik aksi
yönde hüküm vermemizi gerektirecek nasslar bulunmaktadır. [158]
Şayet kendisinden sonra bir peygamber gelecek olsaydı, Hz. Peygamberin imanla
ilgili böyle önemli ve hayatî bir meselede müslümanları haberdâr etmemesi
düşünülebilir mi? Böyle bir peygamber gelecek olsaydı Peygamber efendimiz
ümmetine yeni gelecek peygambere uymaları, ona iman etmeleri gerektiğini ifade
etmez miydi? Kur'ân-ı Kerîm'de bununla ilgili açık bir hüküm veya haberin
olması gerekmez miydi? Bırakalım açık bir hüküm bulunmasını buna dair bir emare
dahi olsaydı, müslümanların Hz. Muhammed (sav)'in hâtemu'l-enbiya olduğuna dair
icma etmeleri mümkün olur muydu?
Diğer ilahi dinlerin kutsal
metinlerinde peygamberlerin gelmesi, görevleri ve niteliklerine dair muhtelif
konular yanında peygamberliğin son bulmasına dair ifadeler de yer almıştır.
Kur'ân-ı Kerîm'de "Yanlarındaki
Tevrat ve İncil'de yazılı buldukları o elçiye, o ümmi peygambere uyanlar, işte
o peygamber onlara iyiliği emreder, onları kötülükten nehyeder...” [159]
"Hatırla ki Meryem oğlu İsa, 'Ey İsrailoğulları! Ben size Allah'ın
elçisiyim, benden önce gelen Tevrat'ı doğrulayıcı ve benden sonra gelecek Ahmed
adında bir peygamberi de müjdeleyici olarak geldim' demişti..." [160]
"Muhammed Allah'ın elçisidir... Bu
onların Tevrat'taki vasıflarıdır. İncil'deki vasıfları da şöyledir..."
[161] Meallerindeki
ayetlerde Hz.Muhammed (sav)'ın Yahudi ve Hıristiyanların kutsal kitaplarında
geçtiği belirtilir. Hatta "Kendilerine
kitap verdiklerimiz O'nu (o kitaptaki peygamberi) öz oğullarını tanıdıkları
gibi tanırlar. Buna rağmen onlardan bir grup bile bile gerçeği gizlerler.
" [162]
mealindeki ayet-i kerîmede işaret edildiği üzere Ehl-i Kitap Hz. Muhammed'in
(sav) özelliklerini yakînen bilmekteydiler. Hadislerde de Hz. Muhammed'in (sav)
vasıflarının Tevrat'ta geçtiğine dikkat çekilmiştir. [163] Müslümanlar
da bu ayet ve hadislerin ışığında Tevrat ve incil'i incelemişler, Hz. Muhammed
(sav) ile ilgisi olduğunu düşündükleri yerleri tespit etmişlerdir. [164]
Tevrat'ta geçen bu gibi ifadeler yahudiler tarafından bekledikleri
"mesih"le ilgili bulunmuştur. Hristiyanlar ise bunların Hz. İsa'ya
işaret ettiği görüşündedir, İncil'de geçen kısımların da Hz. Muhammed (sav)'le
değil Kutsal Ruh'la ilgili olduğu görüşündedirler. [165]
Bununla birlikte indilerde geçen bazı ifadelerin, Hz. İsa'dan sonra gelecek bir
peygambere işaret ettiği kuvvetle muhtemeldir. Meselâ Yuhanna incilinde geçen
"Faraklit" kelimesi bunlardan biridir.[166]
Müslümanlar incillerdeki ifadelere dayanarak bu kelimenin Kutsal Ruh olarak
anlatılamayacağını kelimenin Süryanice aslının Hz. Muhammed (sav)'ı akla
getirdiğini ortaya koymaya çalışmışlardır.[167]
Diğer taraftan Muhammed Hamidullah, Vıdyarthı gibi alimler bazı doğu dinlerinin
kutsal metinlerinde de gelmesi beklenen bir kurtarıcı ya da peygamberden
bahsedildiğini belirtirler. [168]
Görülüyor ki gerek Eski ve Yeni Ahit'te gerekse Doğu Kutsal Metinlerinde
gelecekte beklenen bir peygamber, mesih veya kurtarıcıya dair ifadeler yer
almaktadır. Kur'an-ı Kerim'de ise yeni bir peygamber geleceğine dair bir ifade
yer almadığı gibi Hz. Muhammed'in (sav) son peygamber olduğuna dair sarih
ifadeler vardır. [169]
Bir müslümanın, bu açık
nasslardan sonra acaba Hz.Muhamrned (sav)'den sonra bir peygamber gelecek mi
diye şüpheye düşmesi söz konusu olmaz. Fakat imanını sağlam esaslara
dayandırması için bunun sebepleri ve gerekçeleri üzerinde durulmalıdır.
Yukarıda Bahâîlerin,
Kâdîyânîlerin ve benzerlerinin peygamberlerin gelişinin kesilmediğini belirtmek
için Ahzab suresinin kırkıncı ayetindeki hâtem veya hatim kelimesini kendi
görüşleri doğrultusunda tevil etmeye çalıştıklarından bahsedilmişti kelimesi
Arapça'da mücevher, mühür, üzerine isim kazınmış mühür, yüzük,[170] her
şeyin sonu,[171] bir
şeyi bitiren ya da kapatan kişi [172]
gibi anlamlara sahiptir. Bir toplulukla birlikte kullanıldığında mutlaka son
manasına gelmektedir. [173]
Kelimesi kıraat imamlarından
İmam Âsım ve Hasan tarafından fethalı olarak hâtem şeklinde diğer imamlar
tarafından ise kesreli olarak hatim şeklinde okunmuştur. [174]
Elmalılı bu kelimenin her iki şekilde de okunuşunun neticede "son"
anlamını değiştirmediğini şöyle ortaya koyar:
Hatim h-t-m kökünden isnvi
faildir; bitiren, sona erdiren yahut mühürleyen manalarına gelir. Hâtem ise
ism-i âlettir ve mühür demektir. Mühür de bir şeyin tevsik ve tasdiki için sona
basıldığından hem son hem de tasdik manasını içerir. Bu durumda her iki okunuş
da Hz. Muhammed (sav)'ın iki özelliğini ayrı ayrı akla getirir. O hem bütün
peygamberlerin gelişini sona erdiren "âhiru'l-enbiyâ"dır hem de bütün
peygamberleri tasdik ve tevsik eden ilâhî bir mühürdür.[175]
Bütün bunları zikrettikten sonra Ahzab suresinin kırkıncı ayetinin nübüvvetin
ve risaletin kesildiğini açık bir şekilde ifade ettiğini söyleyebiliriz.
"Resul nebiden daha genel anlama sahiptir bu yüzden Hz. Muhammed'(sav)den
sonra nebi gelmeyecektir, fakat resuller gelebilir" diye iddia edenlerin,
resul kelimesinin lügat manasını alıp kullandıkları görülmektedir. Buna göre
nebi yalnız insanlardan olabilir, fakat resul peygamber olmayan insanlardan
hatta insan olmayan mahlukattan da olabilir. Bunlar [176] gibi ayetleri delil olarak göstermektedirler. [177] Bu
görüş sadece lügat manası açısından yani elçi anlamında doğru kabul edilebilir.
Ancak unutulmamalıdır ki Kur'ân'da bazı kelimeler ıstılahı manasının yanı sıra
günlük dildeki anlamıyla da kullanılmıştır. Resul kelimesi de bunlardan
biridir. Bu bakımdan kelimenin lügat manasını alıp ıstılahı anlamda
karşılaştırma yapmak çok yanlış değerlendirmelere yol açabilir. Bunun için,
Türkçe'de peygamber denilen kişiyi ifade etmede kullanılan resul ile aynı
anlamda kullanılan nebiyi mukayese etmelidir. Hz. Muhammed'(sav)den sonra
nübüvvet kesildi fakat yeni resul gelebilir diyenlerin bu sözleriyle bir meleği
ya da sıradan bir elçiyi kastetmedikleri de kendi sözlerinden anlaşılmaktadır.
Peygamberliğin sona ermesi
acaba Banallerin onlardan önce Bâtınîlerin vs. iddia ettiği gibi ilahî rahmetin
kesilmesi anlamına mı gelmektedir? Yoksa bilakis ilahî rahmetin gerçek bir
tezahürü müdür? Bu ve benzeri sorulara cevap verebilmek için peygamberler
tarihini gözden geçirerek yeni bir peygamberin hangi sebeplerle gönderilmiş
olduğunu anlamaya çalışmak gerekecektir.
Peygamber göndermek tamamen
fâil-i muhtar olan Allah'ın tasarrufundadir. Allah dilediği zaman dilediği
kimseyi peygamber olarak göndermiştir. Mamafih peygamberlerin gönderilmesi
sebepsiz ve hikmetsiz değildir. Nitekim geçmişte peygamberlerin ihtiyaca binaen
belli durumlarda gönderildikleri görülmektedir.
Başka kavimlere gelen
peygamberin tebliği, çeşitli imkansızlıklar sebebiyle, kendilerine ulaşmayan
kavimlere yeni bir peygamber gelmiştir. Başka bir deyişle önceki peygamberin
getirdikleri yalnız bir millete münhasır kalmış ve diğerleri bundan
faydalanamamışsa bunlara peygamber gönderilmiştir. Yine daha önce gelen
peygamberin bildirdiği esasların unutulduğu, tahrif edildiği ve artık günün
şartlarına ayak uyduramaz hale geldiği zamanlarda veya "Rahmetimizin bir sonucu olarak ona kardeşi
Harun'u bir peygamber olarak gönderdik.” [178]
mealindeki ayette işaret edildiği üzere mevcut peygamber bir yardımcı
istediğinde de yeni bir peygamber gönderilmiştir.
Bu sayılanlar açısından Hz.
Peygamberin peygamberliğini değerlendirdiğimizde bu üç durumun da ondan sonra
söz konusu olmadığı görülecektir. Şöyleki, Hz. Muhammed (sav) ve O'na
indirilmiş olan Kuran yalnız onun devrinde ve memleketinde yaşayanlara değil,
bütün insanlığa hatta âlemlere hitap etmiştir ve etmektedir. Kelam âlimleri
Hz.Peygamberin tüm insanlığa değil yalnızca Araplara gönderildiğini iddia eden
tseviyye fırkası gibi fırkalara karşı şu hususları hatırlatırlar:
Bu iddia onların peygamberlerin
Allah tarafından gönderildiğini kabul etmeleriyle bağdaşmaz. Çünkü böyle bir
kişi yalan söylemez. Hz. Muhammed (sav) de kendisinin Allah tarafından
insanlığın tamamına gönderildiğini ifade etmiş ve devrindeki çeşitli
devletlerin idarecilerine elçiler yollamıştır. Bu durum ise tevatüren
bilinmektedir, işte bunlar onun yalnız Arapların değil bütün insanların
peygamberi olduğunu göstermektedir. Bir başka deyişle Hz. Muhammed'i (sav)
peygamber tanımak onun âlemlere rahmet olarak gönderildiğini kabul etmeyi
gerektirir. Nitekim "De ki: Ey
insanlar! Gerçekten ben sizin hepinize, göklerin ve yerin sahibi Allah'ın
gönderdiği elçiyim...", [179]
"...Seni insanlara elçi gönderdik; buna şahid olarak Allah yeter.",[180]
"Âlemlere uyarıcı olsun diye kulu Muhammed'e Furkân'ı indiren Allah
yüceler yücesidir" [181]
meallerindeki ayetler bu durumu ifade etmektedir.
İkinci şıkka gelince:
Diğer peygamberlerle Hz.
Muhammed (sav) arasındaki en önemli fark O'nun tebliğ ettiği ezelî ve ebedî
esasların kaybolmamış olmasıdır. Zira kendisine indirilmiş olan Kur'ân-ı Kerîm
"Kur'ân'ı biz indirdik; onu biz koruyacağız”
[182]
ayetinde vaad edildiği üzere bugün eksiksiz olarak elimizdedir. Kendisinden
önceki peygamberlerin getirmiş olduğu esaslar veya kitaplar yaşadıkları çağdaki
bazı imkansızlıklar sebebiyle, tam olarak korunamamış, yer yer tahrif
edilmiştir. [183]
Kur'an-ı Kerîm'in yirmi üç sene gibi bir zaman zarfında tedricen dirilmesi, veni
vahiy edilen ayetlerin vakit geçirilmeden yazıya dökülmesi, Kur'an-ı Kerîm'in
ilk muhatabı olan ashab-ı kiramın hafızaları ve ezberleme yetenekleri çok güçlü
bir toplum olması, inen ayetlerin okunmasının ve ezberlenmesinin teşvik
edilmesi hatta bunun bir ibadet olarak telakki edilmesi gibi faktörler
Kur'an'ın metninin korunmasında etkili olmuştur.[184]
Diğer taraftan Kur'an-ı Kerîm'in manasının açık ve anlaşılır olmasının ve
ihtiva ettiği hükümlerin uygulanmasının da onun günümüze kadar değişmeden gelmesinde
etkili olduğu söylenebilir. [185]Arapça
dilbilgisi yanında Meanî, Beyân, Bedi' ve Tefsir gibi ilimler de Kur'an-ı
Kerim'in daha iyi anlaşılmasına yardımcı olmuştur. Böylece Kur'an-ı Kerîm'i
anlamak meselâ Katolik mezhebinde
olduğu gibi bir sınıfın tekelinde kalmamıştır.
Elmalılı Hamdi Yazır'ın ifade
ettiği üzere bir peygamberin hayatta olması esasen onun bedenen insanlar
arasında olması demek değil, tebliğinin baki kalması demektir. [186]
Maturîdî'nin de belirttiği üzere, Allah Hz. Muhammed (sav) ile peygamberliğin
son bulmasına hükmetmiş, ümmetine bir nimet olarak kendisiyle değişen şartlara
ayak uydurabilecekleri, tahrif edilmekten korunmuş bir kitap vermiştir. Bu
sayede Hz. Muhammed (sav)'ın şeriatı ilelebed baki kalabilecektir. [187]
Hz. Muhammed (sav)'den sonra
yeni bir peygambere ihtiyaç duyulmaması, insanlığın ve bunun paralelinde
şeriatların tekâmülüyle de yakından ilgilidir. İbn Rüşd, peygamber olan kişinin
doğruluğunun esasen ona gelen vahyin şeriatın muhtevasıyla yani getirmiş olduğu
amelî, ahlâkî prensiplerin mükemmeliğiyle ispatlanacağını belirtir." [188]
Çeşitli toplumlara gönderilmiş olan dinî hükümler de insanoğlunun akıl ve idrak
gücünün, bilgi birikiminin vs. artmasıyla daha gelişmiş olarak gönderilmiştir.
Bir insanın bebeklikten çocukluğa, oradan ergenliğe ve olgunluğa geçişi gibi insanlık
da gelişmiştir. Son ve en mükemmel din olan İslâmiyet'i anlayacak ve koruyacak
seviyeye gelince de Hz. Muhammed (sav) son peygamber olarak gönderilmiştir. [189]
Aynı hususa Filibeli Ahmed Hilmi de şu sözleriyle değinmektedir:
"Şeriatların ve
akidelerin, ortaya konuldukları zaman ve çevrenin kabul ve kabiliyet
derecesiyle uygunluğu hikmetin gereğidir. İslâmiyet'in inanç esasları ve dinî
hükümleri de ilelebed eskimeyecek prensipleri ihtiva etmektedir. İşte bundan
dolayı yeni bir peygambere ihtiyaç kalmamıştır. Farz-ı muhal yeni bir peygamber
gelse dahi insanlar ona fazla iltifat etmeyeceklerdir. Zira son peygamberin
getirdiklerinden daha mükemmel prensipler getirmeye imkan bulamayacaktır" [190]
Nitekim bu durum aynen Filibeli'nin tasvir ettiği gibi olmuştur. Tarih boyunca İslâmiyet'in
hükümlerinin artık eskidiği, yetersiz kaldığı değişmesi gerektiği iddialarında
bulunan bazı sapık fırkaların ortaya koyduklarına bakınca insanlığın
mutluluğunu, huzurunu sağlamaktan çok uzak, sadece önceki dinlerin taklidinden
ve tahrifinden ibaret bazı sözde dinî prensipler getirmekten başka bir şey
başaramadıkları görülmektedir.
Bütün bu hususları göz önüne
alınca Hz. Muhammed (sav) ile peygamberliğin sona ermesinin, Bahâîler'in vb
lerinin iddia ettiği gibi ilahî rahmetin kesilmesi değil, aksine insanlığa
kendi ayakları üzerinde durması için verilmiş ilahi bir fırsat olduğu daha iyi
anlaşılabilir. Çünkü insanlık, yeni bir peygamberin geleceği beklentisi içinde
olursa kendi başına hareket etmeyi öğrenemeyecektir. [191] Hz.
Peygamberin gelmesi ile ilâhî emir ve yasaklar en mükemmel haliyle
bildirilmiştir. Binaenaleyh insanlar, İkbal'in dediği gibi, karşılaştıkları
yeni problemlerin çözümünü en son ve mükemmel dinin içinde, geçmişin
tecrübelerinin ışığında, akıllarını kullanarak bulmalıdır. [192] İnsanlık
Fazlurrahman'ın belirttiği üzere ahlaken olgunlaşabilmek için ilâhî kitaplardan
ve özellikle Kur'ân-ı Kerîm'den sürekli olarak hidayeti aramalıdır. Bu ilâhî
hidayetin anlaşılması ise artık "seçilmiş" kişilere bağlı değildir.
Kur'an'ın son vahiy Hz. Muhammed (sav)'ın son peygamber olması müslümanlar için
bir imtiyaz değildir. Onlara ciddi sorumluluklar yüklemektedir. [193]
II. Oturum
Oturum Başkanı
Doç. Dr. Şaban Ali Düzgün
(Ankara Ünüversitesi İlahiyat
Fakültesi)
KELÂMLA
İLGİLİ ÇAĞDAŞLAMADAN İLERİ GELEN PROBLEMLER
Prof. Dr. Muhittin Bağçeci [194]
Kelâm ilminin hakikatini teşkil
eden "akaid" değişmeden kalacak ve değiştirilmeden okutulup öğretilecektir.
Ancak akaidi isbata ve açıklamaya yarayan ilke, araç ve deliller sabit olmayıp
zamanla ilimlerdeki gelişmeye ve çağımız ihtiyaçlarına göre değişir. Şimdi biz
İslâm toplumlarının çağdaşlaşma ve modernleşme sürecine girmesi sebebiyle
akaidle ilgili isbat ve izahlarda ortaya çıkacak problemlere göz atalım, ve
bunların risklerinden kurtulmanın çarelerini araştıralım.
1-
Eski klasik kelam okutulmalıdır. Akaid değişmez. Yeni ilm-i kelâm okutulurken
klasik kelâm ile arasındaki köprüler kaldırılıp atılmamalıdır, kökleri ve
geçmişi ile irtibatı kesilmemelidir. Uzun süre duraklamasına rağmen, klasik
kelâmın, İslâm akaidini akli ve ilmi olarak açıklamaya derinlik ve zenginlik
kazandıracak bir birikimi vardır. Yaptığı açıklamalar çok zengin olup İslâmî
araştırmalara derin boyutlar kazandıracak niteliktedir. Ancak eski kelâmın
akaidi açıklarken kullandığı deliller yetmez, dayandığı bilgilerin bazıları
geçerliliğini kaybetmiştir. Klasik kelâmın vesile olarak kullandığı görüşlerini
verip tenkid ederek yeni açıklamaları Kur'an'ın ve ilmin kesin verilerine
dayandırmak lazımdır. Meselâ, insan cesedlerinin diriltilmesinin imkânını
açıklarken, kelâmcıların izahları yetersiz kalmıştır. İnsan ölünce cesedi
çürür, ruhu kalır. Sem’i delillerle sabittir ki, ikinci nemadan sonra insan
cesedlerinin hepsi diriltilecek ve ruhları bunlara iade edilecektir. Felâsife,
insan bedenlerinin cüzleri toprakta dağılarak bitkilere, hayvanlara geçer ve
onlardan da tekrar yaratılan insanlara geçer ve böylece cesedlerin cüzleri
ma'dûm olur ma'dûmun iadesi de imkansızdır, diyorlardı. Kelâmcıların bir kısmı;
cesedleri bütün cüzleri toplanarak diriltilecektir. Diğer bir kısmı da
cesedler, asli cüzleri toplanarak diriltilecek, diyorlardı. Belli ki
kelâmcıların bu açıklamaları yetersiz kalıyordu. Bunun doğru açıklaması
şöyledir:
Allah, Kur'an'da çürümüş
cesedlerin yerden çıkartılarak diriltilmesini, bitkilerin yerden (toprakta)
bitirilmesine benzetiyor [195].
Tohumu olmadan hiçbir bitki kendiliğinden bitmez. Abiyogenez (tenasül
bi-nefsihi) batıldır. Her tohumun DNA (Desokribonükleik asidi) sında aid olduğu
bitkinin vücud yapısı, yapraklarının şekli ve meyvaların özellikleri yazılıdır.
Allah Taalâ, çürümüş kemikte bulunan DNA'lardan dağılmış olan atom ve
moleküllerden her bir insanın DNA'sını yaratacaktır. DNA'da insanın vücud
yapısı ve bedenin bütün özellikleri yazılıdır. Allah DNA'daki yazılı plana göre
her bir insanın bedenini yaratacaktır hadisindeki (kuyruk sokumu) kemiği
mecazdır. Çünkü kuyruk sokumu kemiği de çürüyor, yakılıyor, yanıyor ve
dağılıyor. Hadiste kül (kuyruk sokumu kemiği) zikredilmiş ve bunun cüz'ü (DNA)
kasdedilmiştir. Veya bu hadiste Acbü'z-zeneb'i, zikredilmesi zikr-i mahal
irade-i hâldir. DNA'lar da atom ve moleküllerine dağılıyor. Allah, bu dağılan
atom ve molekülleri biliyor.[196]
Allah dağılan bu atomlardan
tekrar bir DNA yaratacak ve bundan da bedeni çıkaracak ve ruhunu iade
edecektir. Atıldığında, atom bombası veya hidrojen (füzyon) bombasının
milyonlarca derecelik ısısı altında DNA'ların HCON atomlarından bir kısmı
kaynaşarak demire dönüşmektedir. Fuzyon olayında en son basamak demirdir.
İnsanın kemikleri taşlaşsa veya demire bile dönüşse bile Allah, bunlardan,
atomlarını flzyon yoluyla ayırarak insanın DNA'sını yaratacak ve bundan da
bedenini bitirecektir. [197]
2-
Batıdan gelen ve ilimle alakası olmayan bir takım teorilere kapılıp da "bu
Kur'an'da ve İslâmda vardır" demek çok büyük yanlıştır. Batıda ortaya
atılan ne kadar inkarcı, zararlı ve din aleyhtarı olan görüş ve nazariyye
varsa, bunların hepsi İslâm dünyasına taşındı. Bunlara ilmi olan yeterli
cevaplar verilmelidir. Meselâ, evolusyonizm teorileri ve özellikle darvinizm
Kur'an'da ve İslâmda da vardır, diyerek; insanın ve maymunun ortaklaşa bir
canlıdan evrimleşip ortaya çıktığını ve bunun Kur'an'da da olduğunu iddia eden
ilahiyatçılar, zuhur etmiştir. Bu görüşlerini Kur'an'a dayandırarak kitap yazanlar
olmuştur. Halbuki, Kur'an'da, jeolojik ve arkeolojik araştırmalarda herhangi
bir canlının bir diğer bir canlıdan gelişerek ortaya çıktığını gösteren tek bir
delil bile yoktur. Yeryüzü katmanları (kambriyen kayalıkları) ve fosil
materyalleri incelendiğinde, arzdaki canlıların birdenbire ortaya çıkmış olduğu
görülür. İnsanın da tamamen müstakil olarak yaratıldığı ilimce kesinlikle belli
olmuştur.
Materyalist ve inkarcı
cereyanların ilimde hiçbir yerlerinin bulunmadığı da gösterilmelidir. Dinden
hoşlanmayan aydınlar tarafından Darvinizm, Freudizm, Pozitivizm, ve dinin
menşeini bir illüzyon sayan sosyolojik nazariyeler gibi Batı kaynaklı pek çok
nazariyye ve görüşler aktarılmıştır. İlim gibi gösterilen fakat asla ilim
olmayan ve bilimle hiçbir ilgisi bulunmayan bu inkarcı ve yıkıcı fikir ve
görüşlerin batıl olduğu delilleriyle açıklanmalıdır. Çünkü İslâm ilimle
çatışmaz. İlim olanla olmayanı kesin delilleriyle ayırd etmeden "çağımız
ne getirdiyse doğrudur, iyidir; ben kabul eder ve savunurum. Modernliğin vitrininde
ne varsa alırım ve kullanırım" demek ilim ve selim akılla bağdaşmaz. O
halde taklid ederek Batı'nın bütün düşünce argümanları içerisinde boğulmamak
lazımdır. Batının yalnız ilim ve tekniğini almak gerekir.
Batı'nın sanayi'de muazzam
maddi başarıları, insanların imanlarını çökertmek gibi manevi yıkımları da
beraberinde getirdi.
Batı'nın materyalizmle birlikte
pozitivizme sarılarak maddi bilim ve teknikte ilerlemesi ve dünyada ekonomik
gücü ele geçirmesi ile husule gelen imansızlık, Doğu'ya da tesir ederek imanın
vereceği huzur ve sevinci kalblerden yok etti.
Bugün kalkınma ve gelişme
denilince yalnız ekonomik kalkınma akla geliyor. Halbuki ekonomik kalkınma ile
birlikte manevi gelişme önemlidir. Aydın denilince, yalnız tabiat bilimleri ve
sosyal ilimlerde tahsil yapmış olanlar anlaşılıyor.
Halbuki gerçek aydın, madde ve
manayı anlayarak nesne ve hadiselerin Allah'ın varlığına delâlet eden yönlerini
ve O'na doğru uzanan bağlantılarını gören kimsedir. Tek kanatla uçulmaz uçmak
için iki kanat lazımdır. Kelamcının da böyle olması lazımdır. Batı da insanlar,
modern bilimle nesne ve olayları inceleyerek, çeşitli enerjilerini keşfetmiş ve
bunları teknolojiye tatbik ederek mükemmel aletler yapmışlardır. Sosyoloji ve
insan ilimleri de, Kant'in eleştirisi ile pozitivizm felsefesinin hakimiyeti
altında kalmışlardır. Teloloji sahasında Batı'nın dayandığı kaynaklar; Eski
Yunan, Roma ve kendi anlayışlarına göre Hristiyanlıktır. Böyle olduğu için batı
maneviyat sahasında makbul bir ilerleme kaydedememiştir.
Bizde husule gelen iman zaafı,
ahlaki bozulma ve imansızlık gibi maneviyat çöküntüleri sırf taklid yoluyla
meydana gelen batıcılığımızdan ve batıcı aydınlarımızdan kaynaklanmıştır.
O halde ne yapmamız lazım.
Batıya ne tamamen kayıtsız kalmakla ne de onu düşman saymakla problemlerimizi
çözebiliriz. Ama bizim bütünlüğümüzü parçalamış bir medeniyetin vitrininde olan
her şeyi mutlak taklit etmekten artık kurtulalım. Bir Kelama Arkadaş,
"Yani bilim diliyle siz isteseniz de Allah'ı isbat edemezsiniz. Allah'ın
varlığı ma'kuldür, ama bilim diliyle bunu kanıtlamak mümkün değildir." [198]
Başka bir kelamcı Arkadaş
(Mehmed Dağ) da şöyle diyor:
"İyi kötü her şeyi yok
iken yaratan, düzen ve düzensizliğin faili olan kurulu dinlerin Tanrısını
kanıtlaması mümkün değildir"
Bu arkadaşlar niçin böyle
söylüyorlar. Yoksa kendileri kaya kovuğundan mı çıktılar. Yoksa kendileri
Allah'tan başka yaratacak maddeden ve enerjilerden bir şey mi buldular. Hayır.
Batı felsefesini eleştirmeden bağlı kaldıkları için Kant böyle söylediği için
bunlar da onun izinden gittiler. O halde ilim ve delille doğruyu görelim ve
alalım.
Yetişmiş bir kelamcının
yanlışlarını görerek batı felsefesini aşması lazımdır. Hatta Kelam ilmine kesin
bilginin sokulmasına karşı çıkanlar ve alan ayrılığı olduğunu ve iman ile ilmin
birbirine müdahale etmeden yaşaması gerektiğini savunan kelamcılanmız vardır.
Bu takdirde Kelam ilmi ne yapacak. Fınldaklık mı çevirecek. Fırıldak hocalar
türedi. Maddi ve nakli dayanağı olmadan sarılacağı ilmi bir delilli bulunmadan
faydasız çok konuşan ve yazan kafasından atıp tutanlar vardır. Bugün
müslümanlar, ilahiyat hocalarının -buna kelâmcılar da dahil- yansına itimad
etmez ve güvenmez hale geldiler.
Doktora ve Doçentlik tezlerinin
sadece şekillerine düzenine bakıyor, ilmi muhtevasına bakmıyoruz. Çok defa
bilenle bilmeyeni birbirinden ayırd edemiyoruz.
Kelamcı'nın
sayısını çoğaltmak yerine kaliteli kelamcılar yetiştirmemiz lazım geliyor.
Hatta bugün Kelamcılarımızın çoğu eski kelâm kaynaklarını okuyup anlayacak
düzeyde değildir, ilimle ve psikolojik yollarla gönüllere hitap ederek kalblere
doğru olarak imanı yerleştirip güzel ahlakı insanlarımız arasında
yaygınlaştırmak en önemli vazifemiz olmalı. Biliniz ki, %50'nin üzerine
çıkartarak el-hükmü lil ekser hükmünce iyileri çoğaltmakla Allah'ın yardıma mazhar
oluruz.
3-
İslâm'da Modernleşme Sorunu; İslâm Modernistlerinin çoğu Batı'dan seçtikleri
fikir ve teorilerin -yanlışlığını ve doğruluğunu anlamadan- te'siri altında
kaldılar. Kur'an'ın akaid, ibadet, hukuk ve içtimâi anlayışı sıkı sıkıya
birbirine bağlıdır, hükümleri de evrenseldir. Fakat modernistler Kur'anın
hitaplarının tarihsel olduğunu iddia edip onun hukuki hükümlerinin yanında
varlık alanı, Allah, ahiret, melekler, cin, iblis ve ruh hakkında bilgi veren
genel cümleleri de "tarihsel" dir. Kur'an'ın nazil olduğu devirde o
bölgedeki insanların idrak seviyelerine hitap ediyor diyerek, yeniden
yorumlamak istiyorlar.
Kur'an'ın hukuki hükümlerinden
bazısı çağın ihtiyacına göre, kat'i delil ve kesin bir aklî muanz bulunursa,
tarihi sayılabilir ve bu takdirde onu uygulamada keyfi değil, belki nakli ve
akli kesin delile istinaden değişime gidilebilir. Fakat Kur'an'ın akaide dair
verdiği bilgiler ezeli ve ebedi gerçeklerdir.
Melekleri kuvvetle, cinleri
mikropla ve cesedlerin diriltilmesini ruhani azab ve nimetlendirilme ile
yorumlayıp Kur'an'ın bildirdiği hakikatleri değiştirerek Kelâm ilmini
modernleştirip geliştireceğiz diye, akaidi tahrif etmeye kimsenin salahiyet ve
yetkisi yoktur. Hakikatler değişmez
Değişiklik ancak akideyi isbata
yarayacak delillerde olur.
Yine bazı İslâm
modernistlerinin mu'cizeyi Kur'an'ın bildirdiğinden başka şekilde
yorumlamaları; ahad haberdir diye hadisleri, özellikle Hz. Peygamberin
gösterdiği mucizeleri anlatan hadisleri reddetmeleri ayrı bir sorundur. Halbuki
Hz. Muhammed'in (s.a) maddi mucizeleri, birer birer veya ikişer ikişer raviler
tarafından naklolunmakla birlikte rivayetlerdeki müşterek nokta tevatür
noktasına ulaşmıştır.
4- Türkiye
Avrupa Birliğine girmek istiyor ve Dünyaya açılarak küreselleşme olgusu
içerisinde yer alacaktır. Birliğinin dağılmasıyla komünizmin egemenliğinden
kurtulan ve yeni kurulan Türk Cumhuriyetleri ile münasebetlerini de
sıklaştıracaktır. Bütün bunlar olurken imanı yerleştirmede kelamcılara büyük
görevler düşmektedir.
Dinler
arası diyaloglarda, demokratikleşme, modernleşme ve küreselleşme sürecinde,
dışarıdan gelecek riskler altında ezilmeyi, maneviyatı koruyarak önlemek
gerekir. Toplumun İslâm kimliğini muhafaza ederek, moral değerleri
yükseltilerek iman ahlakının yayılıp yerleştirilmesinde Kelâm ilminin vazifesi
çok önemli ve büyüktür.
5- Yine
zamanımızda İslami olmayan tasavvufla ve tasavvufa sızmış batıl görüş ve
hurafelerin izalesi ve Vahdet-i vücud gibi yanlış anlaşılan görüşlerin
düzeltilmesi de Kelam'ın konuları arasına girer.
Vahdet-i vücud;
Çağımızın kavram kargaşası
içerisinde yanlış anlaşılmış ve panteizm gibi sanılarak, bazı müslümanları
tehlikeli bir inanca süreklemeye kaymıştır. Hiç Yaratan Allah, yaratamayan
nesneler gibi mi olur mu? Hâlık la mahlut aynı olur mu? [199]
GELENEKSEL
VE MODERN KELAMDA ÎTÎKADİ MESELELERİ
AYETLERLE
TELLENDİRMENİN İÇERDİĞİ SORUNLAR
Yrd. Doç. Dr. Muhit Mert [200]
Biz insanları dindeki mezhep
görüşlerinde ihtilaf ve bu ihtilaflarına rağmen bir söz üzerinde ittifak etmiş
görüyoruz. (Bu söz:) Kendi görüşlerinin hak, başkalarınınkinin ise batıl
olduğudur. Her birisinin taklit ettiği selefleri olan mukallitlerin bu
ittifaklarına rağmen şu bir gerçektir ki taklit, taklit edeni mazur yapmaz.
Çünkü benzeri bir taklit de karşıt bir sonuca ulaşabilir. Onda sayısal
Çokluktan başka bir şey yoktur. Ancak taklit edilen kimsenin iddiasında
doğruluğunu ortaya koyacak akli delili ve onun doğruda isabet ettiğinde sağduyu
sahiplerini kabule mecbur bırakacak burhanı olmalıdır. Dinde araştırılması
gereken konuda kimin dayanağı böyle bir kimse olursa o kimse isabet etmiştir.
Bir kimsenin din edindiği şeyde doğru olanı bilmesi gerekir. Bir şeyi din
edinen kimse doğruluk delilleri ve doğruluğun kendisine şahadetiyle
mukallitleri bağlamış gibidir. Çünkü eğer sonuca ulaştırıyorsa onlardan her birinin
delillerinin sonucu, zorunlu olarak kabul etmektir. Bu, bahsettiğim kimse için
ortaya çıkan bir durumdur. Bir benzerinin dinde bunun zıttına olarak ortaya
çıkması mümkün değildir. Çünkü onun delilleri çatışır. (Doğru olan) delilleri
galip gelen ve başkasının şüphe sebeplerini ortaya koyandır. (Matüridî,
Kitabu't-Tevhid, İstanbul 1979, s.3-4.)
Alıntıladığım metinde imam
Matüridî'nin işaret ettiği gibi dinî bilgiye ulaşmada taklit batıldır ve dinî
bilginin en temel kaynaklarından birisi şüphesiz ki nassdır. Her dinin
mensupları kendilerine tavsiye edilen hayat tarzını ve kurmaları gereken
kültürel dünyayı bu kutsal metinler çerçevesinde oluşturur. Dinî bir anlayış,
bir davranış, bir yaşayış tarzı geliştirilirken veya bir zihniyet inşa edilip,
bununla bir dünya kurulurken toplumlar, mensubu bulundukları dine ait kutsal
metinlerden (nasslardan) uzak kalamazlar. Zaten temelinde dini metinlerin
olmadığı bir din anlayışı ya da onlara göre kurulmamış bir dinî hayat, kabul
edilmelidir ki, sağlam bir din anlayışı ve doğru bir dinî hayat olamaz. Yalnız
bu kültürel dünyanın kuruluşunda, kitaplı dinlerde münzel olan nassın yanı sıra
etkin olan, bir de onun anlaşılması ve yorumlanması gerçeği vardır. Münzel olan
nass ilâhîdir, yorumu ise, insana ait beşerî bir etkinliktir, işte dinî
anlayışlardaki farklılıklar ve sorunlar genellikle burada ortaya çıkmaktadır.
Çünkü herkesin bu metinleri kasta uygun olarak anlaması ya da aynı anlamda
buluşması tabii olarak imkânsızdır. Bu da bir takım anlama probleminin olduğunu
ortaya koymaktadır. Fakat hemen şunu belirtelim ki, burada anlamadan
kastettiğimiz şey, sadece bir metnin lafzını anlama düzeyindeki basit bir
anlama olmayıp, hitabın özelliklerine vakıf olma, sözün makamla olan
bağıntısını kurma, hitap edenin maksadını kavrama vb. yollarla onun
delaletlerini ve taşıdığı hükümleri keşfetme anlamındaki teknik sorunları içeren
bir anlamadır. Dolayısıyla bu ilim ehlini ilgilendiren üst bir uğraşı alanını
oluşturmaktadır.
Diğer kitabî dinlerin
mensuplarında olduğu gibi müslüman toplumlarda din anlayışı ve dinî hayat
biçimi oluşturulurken, müslüman ilim adamları, itikadî, amelî ve ahlakî
hükümleri büyük ölçüde, İslam'ın temel kaynağı olan Kur'an'dan çıkarmışlardır.
Dolayısıyla onların "Kur'an'ı
anlama eylemi, Kur'an'ı lafızların anlam çerçevesini aydınlatmak, bunların
kullanım alanlarını, metin içi bağlamdaki anlam değişikliklerini, metin dışı
(tarihsel-toplumsal) bağlamları tespit edip, ulaştığımız anlamları
bütünleyerek, fikrî temele oturtma çabasını içerir." [201] Bu
çerçevede İslam alimleri İslam'ın temel referansı olan Kur'an'ı -ister
tefsircilerin yaptığı gibi gayretleri, onu bütünüyle anlamak doğrultusunda
olsun, isterse fıkıhçıların ve kelamcıların yaptığı gibi bir meselenin hükmünü
aramak maksadıyla başvurmak şeklinde olsun- anlamak için büyük bir gayret sarf
etmişlerdir. Bu uğurda geliştirilen bir usul ilmi olmuştur.
Ancak şu var ki, yapılan her
yorumun, çıkarılan her hükmün, varılan her sonucun kesin bir doğruyu ifade
ettiğini söylemek de mümkün görünmemektedir. Yapılan her yorum doğru olacak
olsa, mantıken hiç biri doğru olmamış olur. Eğer doğrunun tek olacağını
söylersek onun muhaliflerinin doğru olmadığını da söylememiz gerekecektir. Ya
böyle düşüneceğiz, ya da Basra Kadısı Ubeydullah b. el-Hasan'ın dediği gibi [202],
her yönüyle hak olan Kur'an'ın ihtilafa delalet ettiğini, bu yüzden
problemlerini Kur'an'a götürüp oradan kendine bir dayanak bulan her görüşün
isabet ettiğini, yani, kendi görüşlerine Kur'an'dan ayet buldukları için hem
cebriyenin, hem de kaderiyenin haklı olduklarını, büyük günah işleyeni mümin
sayanın da, kâfir sayanın da, fasık sayanın da hatta hem kâfir hem müşrik
olduğunu söyleyenin de isabetli olduklarını, zira Kur'an'ın bütün bu manalara
delalet ettiğini söylememiz gerekecektir. Halbuki böyle bir sonucu hiçbir akl-ı
selimin kabul etmesi mümkün değildir. O zaman bazı anlamaların hatalı
olduklarını kabul etmemiz gerekir.
Karşılaşılan, metodik,
psikolojik bir takım engeller, alınan sosyal ve siyasal tutumlar sebebiyle
anlama bazen yanlış ve hatalı olduğu halde, nesiller boyunca doğru kabul
edilerek tarihe mal olabilmektedir. Bu da Kur'an'ın vermek istediği din
anlayışının dışında yanlış bir din anlayışının devam etmesine sebebiyet
vermektedir. Bunun devam etmemesi için bu bilgilerin test edilmesi ve
doğrularla yanlışların ayırt edilmesi, yanlışların ayıklanması ve bunların
yerine, doğru anlamaların yerleştirilmesi gerekir. Ayrıca bilginin kümülatif
olarak geliştiği ve insan zihninin tarihsel süreçteki kazanınılan göz önünde
bulundurulursa anlamanın süreklilik gerektiren zihinsel bir faaliyet olduğu
ortaya çıkar ki, tarihte bu faaliyet hiç durmamıştır. Bu bir anlamda anlamın
güncelleştirilmesi demektir. İşlevsel açıdan, muhtemel anlamlar içinden en
doğru ve en yararlı olanını tesbit etmek olan bu görev, kesintisiz bir zihinsel
çalışmayı ve üretkenliği zorunlu kılar.
Kelamcıların Kur'an'ı
anlamaları, tefsircilerde olduğu gibi onu bir bütünlük içerisinde anlamaya
yönelik değil, fıkıhçılarda olduğu gibi sadece kendilerini ilgilendiren
konularda Kur'an nasslarına gitme şeklinde bir faaliyettir. Kelamcı ister Kur'an'da
bir konunun nasıl anlatıldığını araştırmak maksadıyla olsun, isterse kendi
görüşünü belirledikten sonra onun dinî metinlerdeki referanslarını araştırmak
şeklinde olsun Kur'an'a başvurur. Bunlar da bir anlama faaliyeti olmaktadır. Bu
araştırmada kelamcıların bir takım düşüncelerini Kur'an metinleriyle
temellendirmeye çalışırken, yanlış anlamalarını/anlamlandırmalarını
örneklendiren bazı hataları üzerinde durulacaktır. Böyle bir araştırmanın
gerekliliği, anlamayla zihniyetin teşekkülü ve yaşam biçimi arasındaki sıkı
ilişki düşünülürse daha iyi anlaşılacaktır. Zamanımızda İslam'ın çağa hitap
etmesi konusunda yaşanan sıkıntıların büyük bir kısmının anlamadan ve belli bir
kültürel ortamdaki anlamanın kutsallaştırılıp evrenselleştirilmesinden
kaynaklandığı yavaş yavaş da olsa fark edilmektedir. Dolayısıyla eski anlama
biçimlerini eleştirmek, varsa yanlışları tespit etmek ve daha sağlıklı anlama
biçimleri geliştirmek, ilim adanılan için bir zorunluluktur. Biz de kelamı ilgilendiren
yönüyle Kur'an'ın -en azından kelamı konularla ilgili ayetlerin-anlaşılmasında
doğru anlamın önündeki engelleri ve yanlış anlamanın nasıl yapıldığını, bazı
örnekleriyle bu makale çerçevesinde tartışacağız. Kelamcıların problemlerini
Kur'an'la temellendirmede içine düştükleri üç temel hata üzerinde duracağız.
Bunlardan birincisi, Kur'an'ın olmuş olacak, gelmiş gelecek her şeyi kapsadığı
ve dolayısıyla karşılaşılan her türlü problemin cevabının Kur'an'dan çıkarılabileceği
inancı, ikincisi grupların Kur'an'dan bir temel bularak görüşlerini kabul
edilebilir kılma çabası ve üçüncüsü de geleneğin bir metodu olarak 'parçacı
yaklaşım' tarzıdır.
I
Kelamcıların problemlerini
Kur'an'la temellendirmede hatalı bir sonuca götürecek ilk adımın her şeyin
Kur'an'da olduğu inancından hareketle her problemin cevabını orada aramak
olduğunu söylemiştik. Bu inançla hareket eden bazı kelamcılar, sözgelimi gaybla
ilgili olarak ürettikleri bir takım nazari problemlerin cevabını Kur'an'da
aramaya gitmişlerdir. Hareket, sükûn, cevher, araz, varoluş ve yokoluş gibi
felsefenin varlık alanıyla ilgili olarak ürettiği problemlere dair Kur'an'ın ne
dediğine bakmışlardır. Dahası istitâa fiilden önce var mıdır, yok mudur, fiille
beraber midir, fiilden sonra insanda bulunur mu? Allah iradeyi yaratmakta
mıdır, yaratmamakta mıdır? Gibi sorulara sanki Allah Kur'an'da cevap
veriyormuşcasına onda bunların cevabını aramışlardır. [203] Bunun
en açık örneğini, Eş'arî'nin, "Eğer hareket, sükûn, cevher, araz, varoluş
ve yokoluş gibi konular insan için hidayet kaynağı olsaydı Hz. Peygamber,
halifeler ve sahabiler bu konularda söz söylerlerdi. Madem ki onlar bu
konularda konuşmadılar o halde bu ilimle uğraşanlar sapıklıktadır"
düşüncesiyle kelam ilmine muhalefet tavn takınan çevrelere karşı kelamı savunmak
amacıyla söylediği şu sözler ortaya koymaktadır:
"Hz. Peygamber, sahabeler
ve alimler her ne kadar bu konularda konuşmasalar da bunları bilmiyor
değillerdi. Şu var ki bu meselelerin asılları mufassal olmasa da mücmel biçimde
Kur'an'da vardır. Nitekim hareket ve sükun, tevhid delili olarak Hz. İbrahim'in
güneşe, aya, yıldıza bakıpta batmalarından (ufûl) dolayı onların ilah
olmadığına hükmettiğini anlatan kıssada geçmektedir. Güneşin, ayın ve
yıldızların bir mekandan diğer bir mekana hareketleri onların ilah olmadığını
gösterir. Zira bir mekandan diğerine hareket eden şey İlah değildir."[204]
Eş'arî yine aynı doğrultuda
cismin sonlu olduğuna, atomun (cüz') parçalanmayacağına [205] ayetindeki
"ve külle şey'in ahsaynâhu fi imâmın mübîn. “Biz her şeyi apaçık bir kitapta saymışızdır" ifadesini delil
olarak gösterir ve şöyle akıl yürütür: "Sonsuz olanın sayılması
imkânsızdır. Tek olan şeyin bölünmesi de imkânsızdır, çünkü bir şey bölünürse
iki şey olur, ikisine de sayı söylenmesi gerekir." [206]
Yani Eş'arî demek istiyor ki, bir şey bölününce iki şey olur, onlar da teker
teker bölününce ikişer şey olurlar ve bu bölünme sonsuza kadar gider, o zaman
sonsuz olanın sayılması problemi ortaya çıkar. Halbuki Allah, "Biz her
şeyi sayarız" diyor. Dolayısıyla bir şeyin sonsuz bölünmesini
söylediğimizde bu ayetle çatışan bir şey söylemiş oluruz. Eş'arî kelâmî/felsefî
açıdan bir görüş üretebilir. Bu son derece tabiîdir. Ama onun konuyla hiçbir
ilgisi olmayan bir ayeti delil olarak kullanması son derece yanlıştır. Ayetin
konuyla ilgisi yoktur. Zira bu ayet, insanın amellerinin yazılmasından ve
öldükten sonra diriltilmesinden bahsetmektedir. Eş'arînin delil olarak
kullandığı kısma, onun öncesinde söylenenlerle beraber bakıldığında ayetin
anlamının çok açık olduğu yalın bir biçimde görülecektir. "İnnâ nahnu
nuhyî't-mevtâ ve nektubu mâ kaddemâ ve âsârahum ve külle şey'in ahsaynâhu fi
imâmın mübîn/ölüleri biz diriltiriz ve
onların önceden gönderdiklerini (yaptıklarını) ve bıraktıkları izlerini Biz
yazarız. Biz her şeyi apaçık bir kitapta .saymışızdır." [207]
II
Kelamı problemleri Kur'an'la
temellendirmede hatalı bir sonuca götürecek ikinci nedenin grupların
inançlarına bir meşruluk zemini oluşturma gayreti olduğunu söylemiştik ki, bunu
'maksatlı yaklaşım' olarak isimlendirebiliriz. Burada amaç grupların
inançlarını, kaynağı kutsaldan göstererek meşrulaştırmak, kabul edilebilir
kılmaktır. Bu yaklaşım tarzı, İslam toplumlarında tarih içinde oluşmuş bulunan,
kurumsallaşsın ya da kurumsallaşmasın pek çok eğilimin baş vurduğu bir yol
olmuştur. Böyle bir yaklaşım tarzında çoğu zaman konunun özü, diğer konularla
bağıntısı, Kur'an'ın bütünlüğüyle ilişkisi ve nassın, konunun hangi yönüyle
ilgili olduğu gibi hususlar ihmal edilip, onun yerine lafızlara belli bir
düşünceyi teyit edecek anlamlar yüklenmektedir. Bu da dinî metinlerin
anlamlarındaki maksatları zedelemektedir. Nakle aşırı vurgu yapan Eş'arîlik
olsun, akılcılığı ön plana çıkartan Mutezile olsun buna sıkça baş vurmuşlardır.
Halbuki "vahyi okumada aslolan grupların ilgilerini ve işlerini
meşrulaştırma görevine indirmek değil, gösterileni sezmek, dile getirmektir.
İdeolojik ve sapkın okumalar, dinlerin manevî karakteriyle karıştırılmaması
gereken düzenleme, meşrulaştırma, kutsallaştırma işlevlerinin dine yüklenmesi
gibi sıradan okumalar, vahyin anlam bütünlüğünü bozan belli başlı hususlardır.
Vahyin taşıdığı bütünlüğün anlam yükü, farklı sosyo-kültürel bağlamlarda
sıradan okumalar içinde eritilmesi, mutlak gerçekliğin insan sınırlarına
indirilmesinde kullanılan lisanî vasıtaları anlayamama, problemin önemli bir boyutunu
oluşturmaktadır." [208]
Hakikati araştıran ilim adamı hakikatin kendisini yakalamak için nassı anlama
yerine, kendi kanaatini desteklemek sadedinde kullanırsa bir anlamda onu
istismar etmiş olur. Kelamın metodu cedele dayandığı için hangi ekolden olursa
olsun kelamcıların zaman zaman bu yola başvurduğu ve karşısındakine üstün gelme
gayretiyle böyle bir davranış sergilediği görülmektedir. Bu da hakikatin/anlamın
buharlaşmasına neden olmaktadır. "Dinî söylemlerin, kendi bakış açılarını
ve dini anlama yöntemlerinin daha doğru olduğuna ilişkin çabaları, hatta en
ayrıntılı ilgilerine ve yönelimlerine meşruiyet kazandırmada Kur'an'ı tercüman
yapmaları ve keyfî yorumlamaları ilâhî kitabın anlam bütünlüğünü sezmeyi önemli
bir ölçüde engellemiştir." [209]
Kelamî ekollerin özellikle
teşekkülü döneminde her bir ekolün kendi konumunu, karşı ekole/ötekine göre
belirlemesi ve o ekolün düşüncesinin yanlışlığını, kendi düşüncesinin ise
doğruluğunu ortaya koymak için uğraş verdikleri bilinmektedir. Zaman içinde bu
yerleşik bir metot halini almıştır. Buna ideolojik saftutma da denilebilir. [210] Bu
durum bir süre sonra savunma-reddetme refleksiyle kısır çekişmeye dönüşerek
doğruların kaybolmasına ve tarafgirliğin hakikat/anlam arayışını bastırmasına
neden olmuştur. Böyle bir tutum onları, tabiî olarak Kur'an metinlerinden
kendilerine destek bulma çabasına itmiştir. Bu türden yaklaşımlar Kazanlı
ilim adamı Musa Carullah Bigiyef
(1875-1949) ve benzerlerinin, "Delili kendi hevalarına tabi kılmış, hatta
şer'î nassları tahrif pahasına da olsa tevil etmişlerdir." [211] Diyerek
kelamcıları suçlamalarına bir haklılık zemini teşkil etmişlerdir. Her ekolden
pek çok kelamcının bu suçlamaları doğru çıkaracak şekilde davrandığı
görülmektedir. Örneğin Kadı Abdülcebbar, mutezilenin rızık konusundaki temel
tezlerinden biri olan haram olan nesnenin rızık olmayacağını isbat etme
sadedinde, "ve enfıkû mimmâ razeknâkumhizi rızıklandırdığımız şeylerden infak edin"
[212] ayetini
delil olarak kullanır ve "Eğer yiyen kimse için haram olan şey rızık
olsaydı o kimsenin ister nedb, ister ibaha, isterse vücub yönünden olsun ondan
(haram kılınan/haram olan şeyden) infak etmesi emrolunmuş olurdu. Ama biliyoruz
ki, haramın infakı yasaklanmıştır. Burada rızıktan infak etme emrediliyorsa
demek ki haram olan nesne rızık değildir" yorumunu yapar. [213]
Kadı burada kendi içinde çelişkiye düşmektedir. Zira ona göre rızık
faydalanılan, tüketilen şeydir." [214]
Şayet böyle ise, insandan tükettiği şeyin infakının istenmesi abes değil midir?
Eğer rızık tüketilen şey ise tekvinî/ontolojik anlamda kendisine bir isim
verilen şey, teşriî/dinî-ahlâkî bir niteleme dolayısıyla o ismini nasıl
yitirir? O bu sorulara da cevap vermek zorundadır. Açıkça görülen şudur ki, o,
kendi ekolünün görüşünü kabul edilebilir kılmak için, Kur'an'dan delil aramaktadır.
Kadı Abdülcebbar aynı düşünceyi desteklemek için "İnnellezîne ye'kulûne emvale'l-yetâmâ zuimen innemâ ye'kulûne fî bulûnihim
naran /yetimlerin mallarını haksız yere yiyenler ancak karınlarına ateş
doldurmuş olurlar." [215] Ayetini
de delil göstermektedir. Yani o demek istiyor ki bunların yedikleri haram
olduğu için bu rızık kapsamından çıkarılıp, Kur'an'da karnına ateş doldurmak
olarak nitelenmiştir. Dolayısıyla haram rızık olmaz. Öncelikle bu ayetin konuyu
tanımlamayan bir ayet olmadığı açıktır. Zira ayet, dinî-ahlâki bir kuralı
müslüman topluma sunma çabasındadır.
Örnek olarak gösterdiğimiz
yorumdan da açığa çıktığı gibi bu durum sistemci (doktriner) yaklaşımların
genel karakteridir. Kelamdaki sistemci yaklaşımlar, üzerinde çalıştıkları
Kur'an ifadelerinin, insanın sadece aklına değil, onun bütünlüğüne, topyekün
bir varoluş sürecini yaşayan insana yönelik olduğunu bilseler de göz önüne
almamışlardır. [216] Bu
yüzden bunlar ön kabullerini ve ilkelerini Kur'an'a kabul ettirme yanlışına
ister istemez düşmüşlerdir. Halbuki daha doğru bir delillendirme için sistemci
yaklaşım yerine sistemli (metodik) yaklaşım olmalıdır. Bu düşünceyi daha doğru
bir temellendirmeye götürecektir.
III
Bir görüşü Kur'an'la
temeliendirirken hata etme riskini taşıyan üçüncü adımın da 'parçacı yaklaşım
olduğunu söylemiştik. Parçacı yaklaşım, aralarında anlam ilişkisi gözetilmeden
Kur'an metinlerinin yorumlanmasında kullanılan bir metottur. Bu metotta, bir
söz bütünü parçalanarak çoğu zaman metinde geçen bir kavrama vurgu yapılır ve o
kavram tek başına anlamlandınlmaya çalışılır. Bu metot her yerde ve bütünüyle
yanlış bir anlama götürmese bile, çok önemli anlam hatalarına yol açmaktadır.
Zira teolojik yorumda metin içi ilişkiye bakılmaksızın, savunulan şey ile metin
içindeki bir sözün uygunluk arz etmesi, dinî ifadenin delil olarak
kullanılmasında yeterli görülmüştür. [217]
Parçacı yaklaşım, her konuya kestirmeden cevap bulmanın bir yolu olarak kendi
başına bir usul olması nedeniyle, çoğu zaman maksatlı yaklaşımların kullandığı
bir metot olmuştur. Dolayısıyla anlamın saptırılmasında bu yol, önemli bir
işlev görmektedir. Buna karşın doğru anlamaya götürecek hareket tarzı da
'bütüncü yaklaşım' tarzıdır. Bütüncü yaklaşımdan kastettiğimiz, tefsircilerin
yaptığı gibi onun bütününü anlama şeklindeki faaliyetleri değildir. Bundan
kastettiğimiz şey, Kur'an'ın, içinde çelişki olmayan anlam dokusunu [218]
zedelemeden bir konu ile ilgili olarak söylediği şeyleri, Kur'an'ın maksatları
ve hitap tarzı (retoriği) da göz önünde bulundurularak beraberce mütalaa etmektir.
Aksi takdirde yine Kur'an'ın ruhundan uzak bir anlama varılması mümkündür, işte
Kur'an'dan bir metni sağlıklı bir biçimde anlamak için öncelikli olarak, ayetin
bütünlüğü, sonra siyak-sibak gözetilmeli ve Kur'an'ın bütünlüğü çerçevelerine
riayet edilmelidir. Gerçi kelamcılar çoğu zaman dinî nasslardan hüküm
çıkarırken konuyla ilgili nassların bütününü bir arada mütalaa ederek bir
sonuca ulaşma yöntemi olan cem metoduna başvurmuşlardır. Fakat bu metot da
bütünlüğü yakalamaya yetmemiştir, zira Kur'an'ın maksatları ve beyan tarzı
ihmal edilmiş, dolayısıyla zaman zaman sağlıklı bir anlama ulaşılamamıştır.
Bunun da ötesinde çeşitli saiklerle konunun tek taraflı ele alındığı ifrad
metodu [219] da
sık sık kullanılarak kabul edilemeyecek sonuçlara ulaşılmıştır. Mesela, insanın
iradesi konusunda cebrî ve kaderi eğilimlerin tutumu bunun örneği olarak
gösterilebilir. Cebr taraftarları konuyla ilgili Kur'an ve hadis metinlerinden
cebri ifade edenleri toplayarak kendi görüşlerini onlara dayandırmışlar, kaderi
inkâr edenler de insana iradeyi izafe eden nassları bir araya getirerek
cebriyenin tam tersi olan bir görüş ortaya koymuşlardır. Sünnî ekoller büyük
ölçüde cem metoduna riayet etmekle birlikte onların da zaman zaman metot
hatasına düştükleri, yani ifrad metodunu kullandıkları görülmektedir. Mesela
Eş'arî, Allah'ın meşieti /iradesi ile ilgili bazı ayetleri bir araya getirerek
O'nun mutlak iradesine varmaya çalışmıştır. [220]
Halbuki "Kur'an'a göre Allah'ın dilemesini, bütünlük içinde anlarken,
O'nun yaratıcılığını, kudretini, adaletini, hikmetini ele alan pasajlarla
birlikte, insanın sorumluluğu, iradesi, yapıp ettiklerinden dolayı ceza ve
mükâfatla karşılaşması gibi hususlardan bahseden ifadeleri de göz önüne almak
gerekir. Aksi takdirde bazan tam bir cebr anlayışına varmak kaçınılmaz
olur." [221]
Nitekim Eş'arî, "ve mâ halaktu'l-cinne ve'l-inse illâ li ya'budûn/Cinleri ve insanları ancak bana kulluk etsinler diye yarattım" [222] ayetiyle
ilgili olarak, "Allah bu ayetle insanlardan ve cinlerden Allah'a ibadet
edenleri kasdetmiştir. Zira başka bir yerde de "ve lekad zere'nâ
licehenneme kesiran mine'l-cinni ve'l-ins /Şüphesiz
ki cin ve insanlardan çoklarını, cehennem için yarattık" [223] buyurmuştur.
Kur'an'da tenakuz yoktur, o halde okuduğumuz ayete göre cehennem için çoklarını
yaratması, ilk ayete göre de insanlardan bazılarını ibadet için yaratması
Allah'a vaciptir, ibadet için yarattıkları, kendisine ibadet etmesini
istedikleri ve akıbetleri Allah'a kulluk olanlardır" [224]
yorumunu yapar.
Eş'arî, düştüğü bir metot
hatasından, yani Allah'ın mutlak iradesini nazar-ı dikkate alıp, insan
iradesini ihmal ettiğinden dolayı ibadet etmeyenleri birinci ayetin kapsamından
dışarıda bırakmak için diğer ayeti onunla ilişkilendirerek ibadet etmeyenlerin
zaten cehennem için yaratıldığını, ibadet edenlerin de ibadet için
yaratıldığını söyleyerek tam bir cebr anlayışına düşüyor. Halbuki birinci
ayetin karşısına insanın irade ve hür seçiminin olduğunu ifade eden bir ayet
veya ayet gurubu koymuş olsa, böyle bir sonuca gitmeyecek, Allah insanı bu
gayeyle yaratmış olsa bile kulluk edip etmeme insan iradesine bırakılmıştır
diyecekti.
Eş'arî'den iki asır önce
yaşamış olan Hasan-ı Basrî, yukarda bahsi geçen [225] ayetinin
bazı kimseler tarafından, "Allah daha yaratmanın başlangıcında bir kısım
insanları cehennem için, diğer bir kısım insanları da cennet için yaratmıştır,
tıpkı kısa boylu olarak yarattığı kimsenin uzun olmaya, siyah olarak yarattığı
kimsenin beyazlamaya güç yetirememesi gibi bunlar da ne için yaratılmışlar s a,
o konuda akıbetlerini değiştiremezler" şeklinde tevil ettiklerini söyler.
Hasan'a göre bu aslında Allah'ı en kötü şekilde vasıflamaktır. Zira Allah
insanların kendi kötü amelleri sebebiyle cehenneme gireceklerini bildirmiş ve
onları geleneksel ve Modem kalpleri anlamayan, gözleri görmeyenler olarak nitelemiştir.
Ayrıca Hasan, yanlış anlamanın "licehenneme" sözündeki
"lam"edatının sebeb "lam"ı olarak alınmasından
kaynaklandığını, halbuki buradaki "lam"ın akıbet "lam"ı
olduğunu ifade eder. Buna göre anlam, "Şüphesiz ki, cin ve insanlardan
çoklarını, sonuçta cehennemlik olacakları halde, yarattık." Hasan, bu
anlamı desteklemek için diğer ayetlerden ve Arap şiirinden deliller getirir.
Örneğin, [226] ayetinde
"fe'ltekatahû âlu firavne liyekûne lehum aduvven ve huznen /Firavn âli onu (Musa'yı) kendilerine sonuçta
düşman ve keder olacağı halde aldılar" ayetindeki "liyekûne"
sözündeki "lâm" da akıbet lamıdır. Eğer sebep "lâm"ı olsa o
zaman anlam "kendilerine düşman ve keder olsun diye aldılar" olurdu
ki, hiç kimse bir çocuğu kendisine düşman olsun, kendisini üzsün diye almaz.
Yine Âl-i İmran suresinin 3/178 ayetinde "velâ yahsebennellezîne keferû
ennemâ nümli lehum hayran lienfusihim innemâ nümli lehum li yezdâdû ismen/inkâr edenler kendilerine vermiş olduğumuz
mühletin sakın kendileri için hayırlı olduğunu sanmasınlar. Biz onlara ancak
sonuçta günahlarını çoğaltacakları halde mühlet veriyoruz" ayetinde de
aynı durum söz konusudur. Buradaki "liyezdâdû" sözündeki
"lâm" da sebep "lâm"ı değil, akıbet "lâm"ıdır.
Şayet sebep "lâm"ı olursa o zaman Allah'ın onlara günahlarını
artırmaları için mühlet vermiş olduğu anlamı çıkar. Hasan Arap şiirinden de şu örneği
gösterir:
"Lilmevti tağdu'l-vâlidâtu
sihâlehâ kemû liharâbi'd-dehri tübne'l-mesakinu/Analar yavrularım sonuçta ölecekleri
halde doyurur, binalar da zaman onları eskiteceği halde yapılır." Buradaki
"lâm'lar da akıbet "lâm"ıdır. Eğer sebep "lâm"ı olsa o
zaman anlam, "Analar yavrularını ölsün diye doyurur, binalar da zaman onları
eskitsin diye yapılır" olur ki hiçbir ana yavrusunu ölsün diye doyurmaz,
hiçbir bina da eskisin diye yapılmaz. [227]
Dinî nassları delil olarak
kullanırken en çok yapılan yanlışlıklardan birisi, bir söz dizisi (ayet)
içinden bir bölüm alarak ondan hüküm çıkarmaktır. Halbuki ayet çerçevesi, sözün
sarf edildiği yer olarak düşünebileceğimiz çerçevedir. Dolayısıyla öncelikle
değerlendirmeye tâbi tutulacak olan da bu çerçevedir. Yani kelimeleri ve
terkipleri, önce cümlenin bütünlüğü içinde anlamaya çalışmak gerekiyor. Çünkü
bazen cümlenin tamamlayıcı unsurlarından herhangi birini değerlendirmeye
almadığımız takdirde varacağımız sonuç, Kur'an'ın o bölümde iletmek istediği
fikirden çok farklı veya zıttı çıkabilir. [228]
Bunun bir örneği, imam Matürîdî'nin kader kavramının anlam alanını araştırırken
yaptığı delillendirmedir. O, kader kavramının Kur'anda,
a)
"Zaman- mekan, iyi-kötü, güzel-çirkin vb. özelliklerle varlıkların varoluş
biçimi",
b)
"Zaman ve mekânda hak-batıl cinsinden olacak her şeyin ve bunlara verilen
karşılıkların beyanı" anlamlarına geldiğini söylemektedir.
O, "înnâ külle şeyin
halaknâhu bikader/Biz her şeyi bir ölçüye
göre yarattık" [229] ayetinin
birinci anlamı ifade ettiğini söyler.
"Ve kaddernâ fihâ
es-seyra/Biz orada seyahati takdir
ettik" [230] ayeti
ile "îllemraetehu kaddernâ inneha lemine-l'ğûbirine/Siz onun hanımının geride kalanlardan olmasını takdir ettik" [231] ayetinin
de ikinci anlamı; yani Sebelilere yeryüzünde seyahatin ve Hz. Lut'un karısına
da helak olmanın Allah tarafından takdir olunduğunu ifade ettiğini iddia eder. [232]
Halbuki bu ayetler onun anladığı manada bir anlam ifade etmemektedirler. Bu
ayetlerden birinci ayette geçen "kaddernâ" kelimesi ayet bütünlüğü
içerisinde bakıldığında Sebelilere ticaret için seyahatin kolaylaştırıldığını
ifade eder. Nitekim ayetin anlamı şöyledir:
"Biz Sebe ile kutsal şehirler (Mekke ve Kudüs) arasında birbirine bakan
kasabalar var ettik ve orada seyahati kolaylaştırdık. Artık gece gündüz emniyet
içinde gidini?" [233].
Hz. Lut'un hanımının akıbetini anlatan diğer ayetteki "kaddernâ"
kelimesi ise onun hakkında önceden bir takdiri değil, ihanetinin bir sonucu
olarak hakkında verilen kararı anlatmaktadır.
Eş'arîler de bu konuda
Maturidî'den farklı düşünmezler. Bâkıllani de kader kavramının Kur'an'da
yaratma ve takdir etme anlamlarına geldiğini söyledikten sonra Â'lâ suresinin
3. ayeti olan "Kaddera fe heda"nın "yaratma" anlamında
olduğunu, Matürîdî'nin delil olarak kullandığı "Kaddernâ fıhâ
es-seyra" ayeti ile Fussilet suresinin 10. ayetinin bir parçası olan
"ve kaddera fihâ ekvâtehâ"nın da "takdir etmek" anlamına
geldiğini söyler. Bu da, ayeti parçalamanın en çarpıcı örneklerindendir.
Öncesindeki ayetle beraber bu ayette yeryüzünün yaratılışı anlatılmaktadır.
Kur'an'daki metni "ve ceale fihâ ravâsiye min fevkıhâ ve bârake fihâ ve
kaddera fihâ ekvâtehâ fi erbaati eyyamin sevâen lissâilîne" olan ayet,
bütünlük içinde ele alındığında canlıların rızıklarının da yaratılarak
yeryüzüne konulduğunu ifade etmektedir. Buna göre ayetin anlamı "Yeryüzünde sabit dağlar yerleştirdi, onları
bereketli kıldı, ihtiyacı olan canlılar için dört gün içinde rızıklarını
yarattı" şeklinde olmalıdır.
Kur'an bir konudan bahsederken
çoğunlukla bir grup ayetle bir kompozisyon oluşturur ki, biz buna metin bağlamı
diyoruz. Bu ayetler belli bir hususa vurgu yaparlar. Bu ayet grubundan bir cümle
alınıp da kullanıldığı zaman vurgu yakalanamayabilir veya kastedilenden farklı
bir anlam çıkarılabilir. Ya da bir kısım ayetlerin olguyla bağıntısı vardır ki,
buna da tarihsel bağlam diyoruz. Ayet grubunun olguyla bağıntısı koparıldığında
da yanlış bir anlama gidilmesi mümkündür. Daha ilk asırda Hasan-ı
Basrî de risalesinde bir takım çevrelerin bunu yaptığından yakınmakta ve
"Eğer bağlamına riayet etseler böyle bir yanlış anlamaya düşmeyecekler
demektedir." [234]
Bağlamın gözetilmediğinde nasıl bir yanlış anlama gidildiğine bir örnek verecek
olursak, insanın fillerinin Allah
tarafından yaratıldığını savunan Ehl-i sünnet'in bu görüşlerine delil olarak
sundukları nasslardan birisi Sâffât suresinin 96. Ayetini zikretmek yerinde
olur. M. Sait Vazıcıoğlu'nun bu ayetin kelamcılar tarafından anlaşılma
biçimlerini ortaya koyan, insanın Fiili ve Bir Kur'an-ı Kerim Ayeti"
(AÜİFD XXVIII, Ankara 1986), adlı makale çalışması bu hususu göstermesi
bakımından son derece önemlidir. Dolayısıyla biz bu ayetin
tahliline girmiyoruz. Arzu edenler o makaleye bakabilirler.
Şu bir gerçektir ki Kur'an,
kendisinde çelişkinin değil, fikrî bütünlüğün olduğu bir kitaptır. Dolayısıyla
herhangi bir konu incelenirken Kur'an'ın genel maksatları ve temel prensipleri
göz önünde bulundurulmazsa hem Kur'anda zıtlıkların bulunduğu varsayımı ortaya
çıkar, hem de pek çok ayete yanlış anlam verilmiş olur. Örneğin Allah hakkında
teşbih ifade eden bir ayetin anlaşılabilmesi için tenzih ifade eden ayetleri
göz önünde bulundurmamak, Allah'ın insan şeklinde olduğu tasavvuruna götürür.
Dolayısıyla tenzih, Kur'an'ın genel bir prensibi olmaktadır. Öyleyse Allah
telakkisiyle ilgili yapılacak yorumların, bu ölçüye vurulmadıkça doğru
olabilecekleri düşünülemez. [235]
Kur'an bütünlüğünün göz ardı
edilmesine misal olarak Ehl-i sünnet'in hidayet-dalalet konusundaki delillerinden
birisi olan, "ve lev şâeilahu le cealeküm Ummeten vahideten ve lâkin
yudıllu men yeşâu ve yehdî men yeşâu ve letüselünne amma künlüm ta'melune"
[236] ayetine
"Eğer Allah dikseydi sizi tek bir
ümmet yapardı, lakin dilediğini saptırır, dilediğini de hidayete erdirir.
Şüphesiz ki yaptıklarınızdan sorulacaksınız" anlamının verilmesini
zikredebiliriz. Bu ayet, bu şekildeki anlamlandırmayla, "fe men şâe
felyü'min ve men şâe felyekfur/dileyen
iman etsin, dileyen de inkâr etsin" [237] ayetiyle
zıt bir anlam içermiş olur. Böyle bir anlamlandırmaya göre birinci ayette
insanın tercihinden bahsedilmeksizin dalalet ve hidayete sevketme Allah'a
nisbet edilmiş olmaktadır. Diğer ayette ise sadece insanın tercihi söz konusu
edilerek dalalette ve hidayette olma insana izafe edilmektedir. Birinci ayete
böyle bir anlam vermek aslında ayeti kendi içinde çelişkili bir biçimde
anlamlandırmak olur. Çünkü bu manaya göre hem hidayete erdiren ve dalalete
sürükleyen Allah'tır denmiş olmakta ve hem de ayetin son kısmında insan
yaptıklarından sorumludur denmektedir. Aslında bu son kısım hidayet ve dalalet
tercihlerinin insana ait bir eylem olduğunu göstermeye yeten bir ifadedir.
Zaten ayetin baş tarafındaki şartlı önerme de Allah'ın böyle bir belirleme
yapmadığını bildirmektedir. Ortaya çıkan problem de ilk ayetteki
"yeşâu" kelimelerinin müstetir zamirleri olan "hüve"yi
Allah'a göndermekten (irca') kaynaklanmaktadır. Dolyısıyla insanın hidayet ve
dalaletini isteyen Allah olmuş olur. Halbuki müstetir zamirler, her iki durumda
mümkün olduğu takdirde uzağa değil yakına gönderilirler ve bu problem şöyle
izale edilebilir:
Burada gönderilmesi muhtemel
olan yakın kelime, "men" edatıdır. Bu göndermeyi yaptıktan sonra
birinci "yeşâu" fiiline "ed-dalalete" ikincisine de
"el-hidayete" kelimeleri meful olarak takdir edilirler.
"Yudıllu" ve "yehdî" fiilleri bu takdirin karinesi olur. Bu
takdirde ayetin anlamı "Eğer Allah
dileseydi sizi tek bir ümmet yapardı, lakin O, sapıklık dileyeni saptırır,
hidayet dileyeni de hidayete erdirir. Şüphesiz ki yaptıklarınızdan
sorulacaksınız" şeklinde olur. Böylece hidayet ve dalalet tercihi
insana nisbet edilmiş olacağı gibi, ayet hem baş, hem son tarafıyla ve hem de
diğer ayetle uyum içinde olmuş olur. [238]
Zaten bir diğer ayette de müşriklerin "lev şâeilahu mâ eşraknâ ve lâ âbâunâ
ve lâ harramnâ min şey'in/Eğer Allah
dileseydi ne biz, ne de babalarımız O'na şirk koşmazdık ve hiç bîr şeyi de
haram kılmazdık" dedikleri anlatılır. Burada onların şirklerini ve
keyfî olarak hüküm vermelerini Allah'ın meşietine bağlamaları şüphesiz ki
mazeretten başka bir şey değildir. Allah onların uydurdukları bu mazeretlerini
ayetin devamında "kezâlike kezzebellezîne min kablihim hattâ zâkû be'sena
kul hel indeküm min ilmin fe tühricûhu lenâ in tettebiûne illezz anne ve in
entüm illâ tahrusûne/onlardan öncekiler de azabımızı tadıncaya kadar böyle
demişlerdi.
Onlara "Bize karşı göstereceğiniz bir bilgi var mı?
Siz ancak zanna uyuyor ve sadece tahminde bulunuyorsunuz"[239] kısmıyla
nefyetmektedir. Bunlardan da anlaşılmaktadır ki hidayet dalalet gibi
tercihlerde de insanın iradesi önemlidir. İlk zikrettiğimiz ayet bunu açık bir
şekilde ortaya koymaktadır. [240]
Sonuç
Buraya kadar söylediklerimizden
görünen odur ki, kelamı görüşlerin Kur'an ayetleriyle temeliendirilmesinde
kelamcıları yanlışa sürükleyen iki neden önemli görünmektedir. Bunlardan
birincisi Kur'an'a bakıştır. Onun insan hayatını bir bütün olarak
değerlendirirken belirli gayelerle ortaya koyduğu veriler vardır. Bunları
gayeleri doğrultusunda değerlendirmek gerekir. Maksadı dışında kullanılarak
bunlarla bir kuram oluşturmak mümkün değildir. Kur'an'dan hareketle bilimsel
bir kuram ortaya koymak ne kadar yanlışsa, felsefî bir kurama işaret edildiğini
söylemek de o kadar yanlıştır. İkincisi nassa yaklaşımın taşıdığı amaçtır. Onun
ne dediğini, insana neyi vermek istediğini kavrayarak onu anlamaya çalışmak
gerekiyor. Yoksa kendi düşüncelerimizi, inançlarımızı ona onaylatma,
meyillerimize onda meşruluk zemini arama gibi beşeri hislerle ona yaklaşmak
onun yıpratmak, anlamını bozmak demektir. Ne yazık ki her türlü kelamı ekol ve
eğilimin zaman zaman buna başvurduğu görülmektedir ki son derece yanlıştır. En
az bunlar kadar önemli olan diğer husus da, nassın yapısı, amaçları, vurguları,
metin ve olgu bağıntıları gibi hususları göz önünde bulundurmayan parçacı bakış
tarzıdır. Daha doğru bir anlamın yakalanması, daha sorunsuz bir
temellendirmenin yapılması için Kur'an’î bütünlüğün yakalanması gerekmektedir.
Bunlar nazar-ı dikkate alınarak tüm kelam ekollerinin delil olarak
kullandıkları Kur'an nasslarının yeniden incelenmesi gerektiğini düşünüyoruz. [241]
İMAN, OBJEKTİVİTE
VE YANLIŞLANABİLİRLİK
Yrd. Doç. Dr. TemeI Yeşilyurt [242]
İnanç terimi, teoloji
sözlüklerinde "imana karşılık gelen bir isim" olarak anlaşılsa da, [243]
aslında oldukça kapsamlı ve kapsamlı oluşu kadar da belirsizlikler barındıran
bir kavramdır; bu nedenle eğer İslâm Kelam'ı içinde bir tartışma yürütülecekse,
kavramın dinî bir bağlama oturtulması kaçınılmazdır. Diğer bir anlatımla bu,
bizim burada genel olarak bir inanç tartışmasıyla ilgilenmeyeceğimizi ve
dikkatimizi dinî inanca yani iman'a yoğunlaştıracağımızı ve inanc'ın din dışı çağrışımlarıyla
ilgilenmeyeceğimizi ima eder. Böyle bir tartışma temelde, imânın varoluşsal
yapısıyla ilgili teorik ve tarihsel bir tartışmayı merkeze alıyor görünse de,
bizim buradaki çabamızı aktüel kılan şey, kavrama eşlik eden
"objektivite" ve "yanlışlanabilirlik" terimleri olacaktır.
Çünkü bir bakıma bunlar hızla dünyevileşen düşüncenin aşkınlık bilincini
kaybetmiş evreninde, geleneksel imana yönlendirilen eleştirilerin referans
terimleridirler.
İmân, en temel anlamıyla,
bireyin öznel kabul ve onayıdır. Bir başka açıdan o bir gerçeklik bilincinin
tezahürüdür. Bireyi sonluluğun verdiği her çeşit kısıtlılıktan arındırarak
aşkın dünyalarla ilişkiye geçirir. Bu yönüyle de insana, bireyi ve topyekün
evreni anlamlandırabilecek kapsamlı bir perspektif sunar. Çünkü diğer dinî
geleneklerde olduğu gibi, İslâm'da da imân, temel düşünce kategorisidir ve
insanın en kararlı niteliği olmaktadır. [244]
Ancak o, salt teorik bîr anlatım ya da kuru bir kabullenme değildir. Bu nedenle
bireyde yüzeysel bir bilgi ve kabulden öte, onun derûnu/kalbi bir olgu olması [245]
yönüyle de büyük ölçüde özneldir [246] ve
dinî bir evrende anlamlı olabilmesi için son anlamda teslimiyeti kaçınılmaz
kılar. Bu yönüyle iman, aşkırı bir anlam taşır. Temelde insan ile Tanrı
arasında öznel bir ilişki oluşu nedeniyle gerçek anlamda kavramlaştırılamaz ve
anlatılamaz, imanın anlatımı son anlamda "ben"in ve "öteki"lerin
tanıklığına dayanır. Bundan dolayı iman, teoriği (teolojîk formülasyonlar) ve
sözlü anlatımı (ikran) içermesine karşılık, bunun imanın nihai anlamı oluşunu
iddia etmek, tam anlamıyla dinî imandan söz etmek anlamına gelmeyebilir. Çünkü
iman, temeli hem teorik olanda hem de pratik olanda eşit şekilde derecede
bulunan Şartsız'ın kavranmasıdır [247]
Tanrı insan ilişkisinde öncelikli olarak teorik unsur vardır. Bu unsuru imanın
ifadeleri, doktrinal amentüsü temsil eder. Amentü ise ilahiyatçılar tarafından
düzenlenip biçimlendirilen normların bütünüdür. Pratik unsur ise, İmanda teorik
olandan daha baskındır ve imanın özünü belirler. Bu açıdan iman yaşanan bir
dindarlıktır; yaşanan dindarlık ise, teolojik spekülasyondan üstündür. [248] İmandaki
duygu, [249]
imanın kavramlaştırılamayan ve sözcüklerle tam olarak anlatımı mümkün olmayan
boyutudur. Bu görüşe göre mümin, yalnızca bir Tanrı'nın varoluşuna (O'nun
hakkındaki bir takım önermelere) inanmaz, aynı zamanda O'na güvenir ve kendini
O'na teslim eder. [250] Bir
başka açıdan ise imân, yalnızca belli bir birey veya gruba özgü kılınmış kapalı
bir sistem değildir. Aksine o, herkese açıktır ve bu inancın temelleri,
herkesin görebileceği şekilde nesnel bir biçimde oluşturulabilir.[251]
İnanmanın ön koşulunun, inandığı
şeyi bilmek ve anlamak oluşu doğrudur. Çünkü iman bir şekilde objesinin
anlaşılabilirliğini ve bilinebilirliğini gerektirir. Zira herhangi bir dinî önermeye
anlaşılmadan inanılamaz. Bu konuda pozitivist tezle müttefik olmamıza karşılık,
bir nesneyi anlaşılabilir kılanın ne oluşunu belirleme de başvurulan kriterler
açısından bir uzlaşıdan söz edemeyiz. Çünkü mantıkçı pozitivist tezin iman
alanındaki imaları, imanın ve topyekün teolojik dilin anlamsızlığını öneriyor,
görünüyor. [252] Bu
bir başka açıdan onların herhangi bir doğrulanabilirlik ve yanlışlanabilirlik
kriterleriyle test edilemeyeceği anlamına gelir. Oysaki imanın kendi
sistematiği içerisinde anlamlılık ve anlaşılabilirlik kriterleri mevcuttur. Her
anlatımın pozitivist kriterlere uyma zorunluluğu yoktur. Mantıkçı doğrulama ve
yanlışlamacılık içinde ifadesini bulan standartları karşılamayan yalnızca dînî
inançlar da değildir. Ahlakî bildirimler de aynı düzeydedir. [253]
Oysaki her ahlâkî iddia hem bireyin hem de toplumun yaşantısında nesnelleşmiş
gözlemlenebilir bir gerçekliğe sahiptir. Artık modern toplumların ahlâkî
idealler üzerine tesis edilmiş bir toplumu arzulamak için nedenleri var. Bu
nedenle bir birey için herhangi bir ahlâkî iddianın anlaşılabilirliği
düşünülebilir. Zira modernitenin kaçınılmaz sonucu olarak belirginleşen her
çeşit etik değerden arındırılmış rasyonel bir toplum içinde türeyen her çeşit
ahlâk dışılık’ın yol açtığı bireysel ve toplumsal çıkmazların aşılmasında imân,
gerçekten ciddî bir altarnatif çözüm anlamına gelebilecek ahlâkî davranışlar
seti sunar. Bu durumda pozitivizmin sınırlı doğrulamacılık tezi, dinî ve ahlâkî
yargılar da dahil, beşeri tecrübenin önemli bir kısmım dışlar. Belki de bu
yüzden, bilimsel düşünce, yalnızca dar bir alana hasredilmiş bir anlamlılık
kriterini değil, olabildiğince kapsamlı bir düzlemde ele alınabilir bir
doğrulanabilirlik ve yanlışlanabilirlik tezini benimsemelidir. [254]
İnanma aktını bireyin aklını
kullanma eylemine bağlayarak [255] dogmatizmi
dışlayan Kur'an, bir başka açıdan da inanmayanların akıllarını kullanmayışlarına
atıf yaparak [256] daha
başlangıçta imanı, rasyonel temeller üzerine inşa eder. Bu nedenle İslâm'da
iman Hıristiyanlıkta olduğu gibi, Kilisenin, din adamının veya teologların
hayalî veya rasyonel kurgularına koşulsuz teslimiyeti içermez ve imana sahip
olmak bir risk üstlenme değildir, delil yetersizliğine dayalı bir sıçrama edimi
taşımaz. Bununla birlikte, inancın bütünüyle rasyonel temellere oturduğunu
ileri sürmek, bir anlamda onun aşırı bir entellektüelleştirilmesi anlamına da
gelebilir. [257] İmana
sahip olma talebimiz, bütün benliğimizle ilgili tereddütleri bir yana bırakmak
ve Allah'ın bize olan vadine güvenme yolundaki kişisel bir taleptir. [258] Bu
yönüyle bir iman ediminde ilişki karşılıklıdır. Bir yandan Tanrı'nın lütufkâr
bir kendini ifşası, diğer yandan da kulun bu açılıma özgür bir cevap verişi
sözkonusudur. Bu açıdan iman, temelde anlamayı merkeze alır ve Allah'ın
kelamına kulak verip dinlemekten çok, anlamaya yönelik bir girişim oluşu
söylenebilir. [259] Bu
çerçevede iman, önkoşul olarak bilişi ve anlama'yı öne çıkarır. Bu ise,
bilimsel önermelerin açıklanabilirlik kriterlerinden biraz farklı olsa da,
imanın akla uygun ve meşru başka bir açıklama tarzının var olabilirliğini ima
eder. Elbette ki yapılan bir açıklama konusunda, hem teist hem de ateisti
uzlaştırma imkanı yoktur. Bir başka açıdan da böyle bir girişim zorunlu da
değildir.
Anlaşılabilirlik veya da
anlamlılık noktasında, müminin karşılaştığı önemli güçlük, iman aktının
yöneldiği yegane obje olan Allah'ın, ampirik olarak gözlemlenebilir bir varlık
olmamasıdır. O aşkın bir anlam düzeyine gönderme yapışı nedeniyle açık bir biçimde
olgular dünyasına indirgenemez. Bu nedenle burada anlam, ampirik doğrulamanın
ilişkili olduğu kavramlardan farklı bir anlam düzeyine aittir. Tanrı
kavramından daha az problematik olan kavramlar bile, salt empirik yöntemlerle
doğrulanamazlar. Bu basitçe, bizim gerekli testleri gerçekleştirebileceğimiz
araçlara sahip olmayışımızdan değil, aksine bizzat kavramların yeterli biçimde
kapsamlı doğrulamayı neyin oluşturacağını söylememize izin verecek şekilde
tanımlanmayı şiarı nedeniyledir. [260] Bu
bağlamda Peygamberin eyleminin bedenliliği,
Tanrı’nın eylemine tanımlanabilir ve gözlenebilir bir özellik katmaya hizmet
edebilir. O bizim belli bir kesinlik ve belirlilikte Tanrı'nın kastettiğinin ne
olduğunu söylememizi mümkün kılar.
Tanrı'ya inanç olarak dinî
inanç ya da imanın önemli bir özelliği, zorunlu olarak sevgi ifade eden bir
tutumu gerektiriyor olmasıdır. Bu Arapça aslıyla Amene bih ile Amene ya da
ingilizce deki beileve that ile believe in arasındaki gramatik ayrımda da
saklıdır. [261]
Amene fiilinin kullanımında obje, herhangi bir nesnedir veya bir önermedir.
Oysaki Amene bik'te obje bir kişidir veya bir Tanrı'dır. Ayrıca birincisinde
inanç, oldukça nesnel biçimde bireysel duygulanımdan uzak bir biçimde ifade
edilirken, ikincisinde bir kişiyle olan kişisel bir ilişki söz konusudur ve
duygu boyutu asla gözden uzak tutulamaz. Veya bunu daha açık bir anlatımla
şöyle ifade etmek mümkündür:
Birisi Jüpiter'in dokuz
gezegene sahip olduğuna inanabilir ve onu çok da umursamaz; ancak eğer bir
kadın kocasına inanıyorsa, zorunlu olarak ona karşı umursamaz bir tavır
takınamaz. [262]
Çünkü bu ikinci ilişki türü daha çok bir kişisel ilişki türüdür, duygusaldır ve
temelde sevgiye dayanır. Bu duygusallığın ve sevginin sürekliliği ve dinamazmi
ise, ilişkinin taraflarının karşılıklı güvenini merkeze alır. Oysaki önceki
iman türünde, işin içinde bir duygu veya sevgi ilişkisi yoktur. Bireyler
hayaletlere inandıklarını söylediklerinde, onlara olan sevgilerini ifade etmiyorlar,
aksine onların var oluşunu doğrulamaktadırlar. Oysaki ikinci türde, onun var
oluşunu doğrulamakla birlikte, duygusal bir ilişki merkeze alınmaktadır. Bu
durumda dinî iman, ya da Allah'a olan inanç, zorunlu olarak duygu ve sevgi
anlatan bir inanç türü olmalıdır. Çünkü eğer bir mümin, Tanrı'ya olan imanında
samimi ise, bu imanın isyankar bir reddedişe dönüşmemesi gerekir. Bu nedenledir
ki imân, zorunlu olarak güven unsurunu beraberinde taşır. Çünkü güvenmediği,
sevmediği ve gerçekte reddettiği birine karşı gerçekleşen iman, gerçekte iman
olmayıp bir kişilik sapmasıdır, şahsiyetsizliktir veya da en azından çifte
şahsiyetliliktir.
İman, bir yandan Tanrı ile
insan arasındaki ilişkiyi tanımlaması, objesinin aşkın bir varlık düzleminde
yer alışı ve ilişkinin kalp gibi yalnızca bireyin derûnünu öne çıkaran oldukça
spesifik bir boyutu öngörmesi nedeniyle büyük ölçüde öznel, sübjektif bir
kanaat iken, [263]
diğer taraftan o bilmeyi, anlamayı ve eylemi öngören oldukça objektif
açılımlara referansta bulunur. Çünkü gerçek ve otantik bir imân, bütün bu özelliklerine
rağmen, önemli bir kesinlik öğesi taşır. Kur'ân'ın anlatımıyla gerçek anlamda
inanmış olanlar, inandıktan sonra imanlarını kesinlik derecesine ulaştırmış
olanlardır ki, bu imanda herhangi bir tereddüte, belirsizliğe ve kuşkuya yer
yoktur. [264] İmanın
kesinliği, onan önemli bir boyutudur. Bu kesinlik düzeyine erişmemiş bir inanç
henüz iman olarak adlandmlamaz. Bu nedenle Klasik Kelam'ın imâna ilişkin
açıklamalarında geliştirdiği teolojik dil/imân dili, büyük ölçüde bu kesinlik
unsurunu öne çıkarır. Bu yaklaşımlar içinde imânın bir tasdik olarak tanımı,
bir belirsizlik unsuru taşıyan tasavvurlar karşısında önemli bir belirleyici
olarak kabul edilirken, [265]
diğer taraftan da imanın özüne ilişkin bir kuşkuyu akla getireceği endişesiyle
imanın şarta bağlı anlatımı (istisna) teologların önemli bir kısmınca tutarlı
bulunmamıştır. [266]
Aslında bu temelde olabildiğince bir kavramsal kesinliğe ulaşmayı amaçlayan
tutumdur. Çünkü iman bir tasdiktir ve tasdikin bulunduğu yerde belirsizliğe yer
yoktur.
Bununla birlikte, iman söz
konusu olduğunda hedeflenen kesinlik, bilimsel bilginin ulaşmayı hedeflediği
kesinlik değildir. İmânın bu kesinliği bilimin kesinliğinden ayırt edilerek,
"sübjektif kesinlik" olarak adlandınlırsa da, böyle bir nitelendirme
sakıncalardan uzak değildir. Zira bunu, bilimsel bilgiye eşlik eden kesinliğin,
diğer tür kesinliklerden "daha gerçek" ve imanın kesinliğinin de,
ondan hoşlanan bireyin psikolojik yapısı üzerine kurulu bir psikolojik güven
türü olduğunu önerme eğilimi izlemektedir. [267] İki
kesinlik türü birbirinden farklıdır. Ancak farklı türler olmasına karşılık,
yalnızca birbirine uygun veya birbirine zıt değil, aynı zamanda birbirinin
tamamlayıcısıdırlar. İmana dayalı kesinliğe sahip olmakla, bilimsel kesinlik
ortadan kalkmayacağı gibi bilimsel araştırma ve deneysel test sonucu kazanılan
bilgi ile de imâna dayalı kesinlik zarar görmez. İmân eyleminde, inanılması
istenilen obje, ampirik olarak test edilip doğrulanabilecek sıradan bir varlık
değil, Tanrı'dır. Bilimsel bilgi de nesnesine başvurularak elde edilebilecek
kesinlik, imanda yerini biraz daha sübjektif kanaate bırakmaktadır. [268]
Zira, imana ilişkin anlatımların referanslarını belirlemek, imkansız değilse de
oldukça güçtür ve çoğu kere de problematiktir. Bu nedenle bu iki kesinlik
türünü özdeşleştirip birbiriyle boy ölçüştürerek aynı kulvarda yarıştırma
iddiasında değiliz.
İmâna daha güçlü bir epistemik
dayanak arama çabasında, onu pratik ve spekülatif kesinlik açısından test
edebilmek önemlidir. Pratik kesinlik, belli bir biçimde davranışta bulunmak
için bizi ikna edebilecek yeterlilikte delilin sonucudur; spekülatif kesinlik
ise, bir inancın doğru oluşuna ilişkin tereddütsüz ve güvenilir bir yargıya
götüren delilin kesinliğidir. [269]
Birincisi iman için uygun düşmeyebilir. Çünkü evimize deprem erken uyarı cihazı
taktırmamız, bizim evimizde rahatça uyumamızı sağlayabilir. Ancak bu, temelde
"erken uyan cihazı, bizi depremden korur" şeklindeki bir inanca
dayanır, sanki bu önermemiz doğruymuş gibi davranışta bulunmayı önerir ve bu
inancın doğruluğuna ilişkin kesin delil bulunmadığı, yani spekülatif kesinlik
var olmadığı sürece, bu inancın doğrulanmış olması anlamına gelmez ve inancımız
için yeter neden oluşturmaz. Çünkü "ben, inanmanın inanmamadan daha güzel
olduğunu, Allah'ın varlığını kabul etmenin etmemeden (ateizmden) daha tutarlı
olduğunu düşünüyorum" şeklindeki anlatımlar, birer olasılık bildirirler ve
tercih edilen şıkkın ikincisinden daha tutarlı oluşunu belirlerler. Bunun
gerçekleşebilmesi ise ancak spekülatif kesinlik ile mümkün olabilir. Çünkü son
anlamda bir şeye inanma, onun gerçekliğine olan inançtır. Bu ise hem pratik
hemde spekülatif kesinliği belli boyutta gerekli kılar.
Olgular dünyasında bu kesinlik
unsuru büyük ölçüde nesnelerin doğasına özgü kılınarak, süreden bağımsız bir
gerçeklik olarak düşünülmüştür. Burada bilimin, sübjektif ihtiyaçlar ya da
eksiklikleri hesaba katmadan düşünen özne ile düşünülen nesne arasında objektif
realite kurma işi ile ilgili bir ilişki olduğu düşünülmektedir. Bu tanım, bir
şeyin doğru olabilmesi ve genel bir değer taşıyabilmesinin, ancak ve ancak
öznenin fikirlerinin gözlemlendiği nesneler ile uyumlu olmasına bağlı olduğunu
ima eder. Gerçek anlamda bir objektiviteden bahsetmesi, ancak bu uyum sayesinde
mümkün olabilir. [270]
Bilgiyi salt nesnel kriterler düzeyinde belirlemede, bireyin değerleri,
inançları ve öznel durumlarından bağımsız olarak, büyük ölçüde nesnenin
özelliklerine öncelik verilmektedir. Bu bir başka açıdan da bilgi de
süje/bilen'in ihmal edilmesi anlamına gelmektedir. Bu kabule göre bilginin
kesinliği, onun süjeden bağımsız nesnel kriterler üzerinde oluşturulabilmesine
ve ampirik olarak doğrulanabilmesi veya yanlışlanabilmesine bağımlı hale
dönüştürülmektedir.
Aklın ve duyunun sınırları
dışına çıkan her sorunun absürd ve anlamsız olduğunu beyan eden pozitivistler
bir çeşit objektivite düzenbazlığıyla karşı karşıya idiler. Onların hakikati
yalnızca gözlemlenebilir alanla sınırlamaları ve bilginin objektiflik ve
kesinliğini ise yalnızca olgular dünyasıyla ve nesneler arası ilişkiyle
sınırlayan tezleri hem gerçeklik hem de o gerçekliğe ilişkin edinimlerimiz
konusunda tam bir indirgemecilikti. Çünkü tecrübemiz gerçekte ne kesin ne de
belirsizdir; onlar basitçe vuku bulurlar. Onları kaydedip başkalarına
anlattığımızda, onları açıklamak için teoriler geliştirdiğimizde, hakikate elde
etmek veya yanlışa düşme olasılığını kabul ederiz. [271]
Bilgi sürecinde mutlak bir kesinlik iddiasını elimine ve bir çeşit olasılıktan
söz etmek ise, bir anlamda objektivitenin biraz yumuşatılmış bir versiyonunu
önermek anlamına gelir. [272]
Bu aşamada ojbektif olabilmek,
çoğu durumda, nötr veya tarafsız olmak anlamına gelmediği gibi; önceden
kazanılmış, halen sahip bulunulan, kabul edilmiş inançların yürürlükte
tutulmasını da yasaklamaz. Nesnellik sadece bir kimsenin kanaatlerini tecrübe
ve mantık karşısında test etmeye ve buna uygun olarak onları düzeltmeye istekli
ve arzulu olmasını gerektirir. Bir başka açıdan da nesnellik, gerçeğe ulaşmayı
gönülden arzuluyor olma ve ulaştığı sonuçlarda dürüst olma olarak da
karakterize edilebilir. Bu dürüstlük, delillerin gerçekten o kişinin kendi
teorisine göre en iyi şekilde yorumlanıp yorumlanmadığını ve açıklanıp
açıklanmadığını görmeye istekli olmasını şart koşar. [273]
Çünkü bilgi sürecinde ilişkinin taraflarından birisini insan oluşturduğu
sürece, mutlak anlamda objektif bilgiden söz edebilmek oldukça güçtür. Bütün
bilişsel yönümüz kendimize nispetle rölatiftir ve kaçınılmaz bir biçimde
sübjektif unsur içerir. [274]
Halbuki, yorum önyargılarla iç içedir. Asıl olan öngyargının olmaması değil, ön
yargıların yorum sürecinde elenmesidir. Bu nedenle tarafsız bir yorum yoktur.
Bilimsel bilginin dayandığı öncüller de taraflıdır. Bununla birlikte
önyargıların elendiği ve anlamlı olanın belirlenmek istendiği anlama ve
yorumlama eyleminden söz edilebilir. [275] Bu
anlamda bir nesnellik hem mümkün hem de arzu edilebilir görünüyor. Ancak burada
arzu edilen ve mümkün oluşu öne sürülen nesnel düşüncedir ve nesnelcilik
değildir. Çünkü nesnelicilik, düşünmenin çerçevesini sınırlar ve toplumsal ana
sorunların çözümünü öznel ideolojiye bırakır. [276] Halbuki
insan bilgisi ile ilgili nesnellik, "basit oranlardan karmaşık kurumlara
kadar, bilginin bütün unsurlarının, onları bulan ve düşünen bireylerin
inançlarını ve bilinç durumlarını aşan özelliklere ve karakteristiklere sahip
oldukları görüşüdür. [277] Bu
anlamda bir nesnellik tezi, iman alanına da pekala uygun düşebilir ve bunun
temel kabullerimiz açısından pek sorun doğurmayacağı da düşünülebilir. Zira
imanda, bütün sübjektif görünümüne rağmen, bir çeşit biliş söz konusudur ve bu
da objektif bir karakter gösterir.
İslâm kelamında iman hakikatle
olan kişisel ilişki (tasdik), onun bilinip özümsenmesi ve ona uygun biçimde
yaşama kararlılığı anlamına gelir. Bu nedenle bazıları bunu, birinin kendisi
için hakikati yaşayarak onu pratikte de tahakkukunu doğrulama anlamında daha
öte bir yorum da eklemişlerdir. Bu arapça sözcük (tasdik) merkezi olarak,
imanın ne olduğu şeklindeki klasik ve ortaçağ yorumlarında kullanılmıştır. Bu
durumda iman, teologlar tarafından, birinin entelektüel olarak tanıyabileceği
objektif doğruluğa kendini teslim etmesi anlamında kalb ile tasdik ile
tanımlanmıştır. [278]
Bununla birlikte, teolojik doktrinler, inananların dinî ve ibadet
yaşamlarındaki uygulanabilirlik imkanlarından bağımsız olarak gelişemezler. [279]
İmam yalnızca bir takım
önermeler setine inanç olarak belirleme veya bir başka anlatımla onu aşırı
teorikleştirme, dînî imanın önemli bir kısmını tanımlasa da, tümüne
elevermekten uzaktır. Çünkü burada iman, insanın yaşamındaki Tanrı'nın
kurtarıcı eylemine dini bir cevap olarak görülmek yerine, temel olarak teolojik
anlatımların bir kabulü olarak düşünülmüştür. [280] Bu
ise imanın pratiğe dönük yönünü ve nesnel açılımlarını yakalamanın önündeki
önemli bir engeldir. Zira dînî bağlamda iman, gücünü insan yaşamından kazanır,
bu yönüyle ölü değil canlıdır. Aslında Hick'in deyişiyle, iman ister akıl,
ister irade isterse de her ikisiyle oluşsun,
onu önermesel inançlara hasretmek yerine, bir çeşit algı olarak
görülebilmek de mümkündür. Bu nedenle Tanrı'yı imanla bilme, oluşturulan bir
önermeye inanmaktan çok, bizden önce var olan bir nesneyi anlamaya
benzemektedir. [281] Bir
başka açıdan da bu algı, imânın ilişkili olduğu tecrübî yaşam içinde tahakkuk
etmekte ve bu tecrübe, imanın doğrulanabilmesi açısından önemli bir hareket
noktası olarak kabul edilmektedir, [282]
Çünkü en geniş anlamıyla dinî tecrübe birinin dinî bir bağlam içinde sahip
olduğu sevinçler, korkular veya da özlemleri de içeren kapsamlı bir alana
yayılabilir. Bu anlamda bir tecrübe inançlarımızın temellendirilebilmesi için
doğrudan gerekçe oluşturamasalar da, dolaylı doğrulama araçları olarak işlev
görebilirler. Bir başka deyişle burada yapılmaya çalışılan doğrulanmış bir
pratikten, bir duadan, ibadetten veya herhangi bir ahlâkî davranıştan, imanın
doğruluğuna gerekçeler oluşturmaya çalışmaktır. Bu nedenle, Müteal bir Varlık
(nihai ilgi) çevresinde oluşan inançlar, duygular, davranışlar ve uygulamalar,
gerçek dinî yaşamı oluştururlar. [283]
Objektif olan hakikat, bir pasif kabul, bir arşivlerde tasnif edebileceğimiz
bilgi ya da nosyon olamaz. Çünkü o bir yaşamdır. Dinî söylem, özel bir çeşit
yaşam, kendi iç rasyonellik ve mantıksallık kavramlarına sahip bir davranış
biçimini öngörür. [284]
Çünkü dini inançlar, bütün çeşitliIiğiyle, kendi bağımsız ve otonom geçerlilik
kriterini taşır ve bir yaşam biçimine göndermede bulunurlar. Öyleyse temelde
teorik bir temele oturtulan iman, ibadetlerle nesnellesin çünkü bir eyleme
hazır bulunuş edimi olarak tanımlayabileceğimiz bir iman içinde eylem, kendi
doğruluğunun kriteri olabilir. [285]
Elbette vahyin, bir takım
anlatım ve önermelerde ifadesini bulan hakikatler yekunu oluşu doğrudur. [286] Bu
doğru olmakla birlikte, onun bildirdiği metafizik olgular, iç denemede, yani
yaşantıda ve sübjektif gerçeklik içinde meydana çıkar ve sonra topluluğun dış
organizasyonu ile ilgili olan şekillenmelerde, kültür sistemlerinde
objektifleşirler. [287]
Bütün diğer teolojik doktrinler gibi, iman da, inananların dinî ve ibadet
yaşamlarındaki uygulanabilirlik imkanlarından bağımsız olarak
değerlendirilemezler. [288]
Ayer, bir şeyin doğru oluşu için zorunlu ve yeterli nedenin, onun doğru
oluşunun söylenmesi, onun öyle oluşundan emin olmak veya da emin olma
haklılığına sahip olabilmektir, şeklinde açıklar. [289]
Allah ile bir diyalog olarak gerçekleşen bir yaşam tecrübesi ya da imân,
inananın, Allah'ın gerçek iman, olusundan emin olabilmesi için öncelikli bir
nedenidir. [290]
Yaşanan canlı ve dinamik bir tecrübe, mümine imanının doğru oluşunu iddia etme
hakkı verir. Bizatihi Tanrı'nın kendisi bir önerme değil, aksine yaşayan bir
Tanrı'dır. [291]
Yaşayan bir Tanrı ile ilişki, ancak yaşayan canlı bir ilişki olabilir. [292]
Öyleyse iman ile imansızlık arasında verilen karar canlı ve önemli bir
seçenektir. [293]
Zira iman yaşamı söz konusu olduğunda, bilgi ölü ve statik değil dinamiktir.
İnsanın tavır alışları, duyuşları, arzuları, kararlan ve umutları, onları
paylaşmayı kaçınılmaz kılar. Bu nedenle iman kendi doğrulanabilirlik ve
anlamlılık kriterini kendi sistematiği içinde barındırır. Belli bir dereceye
kadar rasyonel ve ampirik temellere sahiptir. İmanın öznel bir kabul oluşu bir gerçek
olmakla birlikte, yalnızca bundan ibaret değildir, bireysel ve toplumsal
tezahürleri söz konusudur. Bilinçli bir teslimiyetle başlayan iman, son anlamda
eylem ve ahlâkî davranışlar yoluyla gözlemlenebilir ve test edilebilir ampirik
bir olguya dönüşürler. Bu nedenle imanın bu davranışsal ve toplumsal boyutu,
her şeyden daha çok nesnel açılımlardır. Bunu söylerken, nesnellik terimini
oldukça kapsamlı bir perspektifte kullandığımızı belirtmek de önemlidir.
Yinede, şunu belirtmeliyiz ki, iman söz konusu olduğunda, salt nesnel
soruşturmayı esas almak ve metodolojik prosedürler içinde kalmak, onun asıl
ifşa etmesi gerekli olan veriyi açığa vurmak yerine gizler. Bu nedenle bıçağı
sürekli bilemek diye yazar Lotze, [294]
eğer kesecek bir şey yoksa, yıkıcı olabilir.
Bu durumda, bilimin objektiflik
kriterlerini yegane yargıç olarak öne çıkarma, onun dayandığı tecrübe kavramı
açısından da kapsamlı bir düşünceyi temsil etmemektedir. Salt olgusal ve
gözlemlenebilir olanla yetinme, tecrübe kavramının kapsamını oldukça daraltmaktadır.
[295]
Böyle bir kabul, bireyin kişisel eğilimlerini susturmaya, tüm önyargılarını
askıya almaya çağırdığı gibi, nesne adına bireyi, obje adına süjeyi yok sayar.
Bu ise bizatihi bilgi sürecinin imhası anlamına gelebilir. Çünkü süje'siz bir
bilgi ve objesiz bir biliş [296]
düşünülemez. Burada ulaşılmaya çalışılan objektiflik, değerler alanının,
güvenilmez bir alan olarak ilimden çıkarılması ve ilmin melodik kesinliğinin
yalnız değerden bağımsızlığı ile sınırlandınlmasıdır. İlmin temelde bir
süje-obje ilişkisinden ibaret oluşu nedeniyle, insanın bilgi sürecinde aktif
olarak yer alması, bu anlamda bir objektifliği tartışılır duruma getirmektedir.
Çünkü biliş, bilen insanın eğilimlerinden, ruh durumundan veya eksikliklerinden
bağımsız değildir.
Bilgi sürecinde insanın yetenek
ve eksikliklerinin önemli bir rol oynaması, her zaman ve her yerde mümkün
olabilecek bir bilgi kavramını imkansız kılar. Çünkü temelde bu varsayım, insan
aklı başta olmak üzere diğer bilişsel yetilerinin bütün insanlarda her zaman ve
her yerde aynı oluşu varsayımına dayanır. [297]
Bilginin insan aklı, tarih, kültür ve ulus gibi bağlarla ilişkili oluşu, onun
bütün değerlerden bağımsızlığı anlamında objektifliği tezini ortadan
kaldırmıştır. Bunun teoloji alanındaki imaları ise, her zaman ve her insanda
eşit olan objektif imân anlayışını geçersiz kılar. [298]
Tıpkı bilgi kavramında olduğu gibi, imanda da bireyin kabiliyet ve yetenekleri
yanında [299],
onun sürekliliği, dinamizmi ise bireyin eğilimleriyle yakından ilişkilidir.
Burada esas olan bu eğilimleri
yok saymak değil, bir realite olarak kabul etmek ve tahkik arayışının öngördüğü
bir iman yaşamı içinde bertaraf edilmesiyle ilgili bir durumdur. Bu durumda
bilim alanında kabul edilmesi kaçınılmaz olan mutlak objektiflik'ten
olabildiğince ojbektifliğe doğru yumuşama, ilahî gerçeklikleri ilişkin bir
biliş ve anlayış türü olarak iman alanında da geçerliliğini korur. Bu ise,
imanın objektif yönünü belirleme girişiminde, onun gerçekliğinin her zaman ve
her yerde eşit olması gerektiği tezini geçersiz kılar. Çünkü burada bir
hakikatin genel geçerliliği ile objektifliğini birbirine karıştırma söz
konusudur. Objektif bir gerçekliğin bireysel geçerliliğinden de eşit şekilde
söz etmek mümkündür. Bu durumda önemli olan, eğer bir hakikat, gerçek hayat
içinde ve gerçeklik alanına uygulanabildiği vakit, objektif bir hakikati söz
konusudur. [300] Bu
bağlamda imânın öncelikle dinîn karizmatik önderi konumundaki peygamberin
yaşamında ve sonra da inanan her bireyin yaşamında uygulanabilirlik imkanı söz
konusu olmuştur, halen olmaktadır ve gelecekte de olmayı sürdürecektir. Böylece
esasta bireyin öznel bir kabulüne dayanan iman, yaşamın içine taşınıp, reel
alanda gerçeklik kazanmasıyla objektifleşmektedir.
İmanı da kapsayan metafizik
(manevî) ilimlerle ilgili olan bilgi, süje ile objenin birbirleri ile canlı
temas ve münâsebetleri sonucunda ortaya çıkar. Bu yönüyle objektiflik, belli
rasyonel veya ampirik kriterlere indirgenmek yerine, bir konuyu hakkıyla
tanımak anlamındaki objektiflik, konuyu kavrama sırasında süjenin özelliklerinin
ve iç kuvvetlerinin işin içine karışmaması anlamını. İfade etmez. Hatta iman
yaşamı söz konusu olduğunda süjeyi onun haricinde düşünmek veya iman olgusunun
sübjektif karakterinden arındırılması, onu gerçek karakterinden, yani imanı
iman yapan şeyden mahrum bırakır. O halde imanın nesnel yönünü belirlemeye
çalışırken hedef, onu sübjektif karakterinden arındırmak olmamalıdır. Tersine,
sübjektifliği bir realite olarak kabul etmemize rağmen, bir İman araştırmasında
konuyu bütünüyle kavrayabilecek bir konumda olmak da objektif bir nitelik
olarak düşünülebilir. Bu, bilimsel objektivitede olduğu gibi indirgemeci bir
tutum olmayıp, objektiflik kavramının yeni uyarlanmış bir biçimi ve hatta
metafizik olguları kapsayacak şekilde genişletilmiş bir formu olduğundan,
Klasik mantığın tanını kuralı gereği (efradını cami) daha tutarlı olduğu da
söylenebilir. Bu anlamda bir objektiflik, bilişsel süreç içinde, süjenin özel
kabiliyet ve iç kuvvetlerinin işin içine karışmasından etkilenmediğinden dolayı
da daha sağlam bir temele oturtulmaktadır.
Eğer yukarıdaki argüman
doğruysa, bu durumda sübjektifliği, objektivitenin karşıtı bir anlamda
düşünmemek de mümkündür. Çünkü iman yaşamında, onu sübjektif kılan boyut, onun
kalple ilişkilendirilmesi, bireyin derûnî teslimiyetini öne çıkarmasıdır. Bu
ise insanın bilinen hakikatin muhtevasıyla ilgili olması ve bilgiye içten ve
şahsi olarak aktif bir katılımı anlamına da gelebilir. Bu anlamda bir
sübjektiflik, mağrur bir şekilde varlıktan ellerini eteklerini çeken objektif
düşünürlerde karşı bir varlık olarak, kendi düşünceleri ile de önemli şekilde ilgilenen
sübjektif düşünürleri koymaktadır. Hatta süje ile konunun doğrudan doğruya olan
canlı ilişkisi anlamındaki sübjektifliğin, (insanın huşu ile Tanrı’ya yönelmesi
ve Tanrı ile ilişkisi) bilginin muhtevasının (Tanrı bilgisi) tam olan genel bir
geçerliği ile de uzlaştırılabilecektir. Objektifliğin, sübjektif boyutu da
dikkate alan bu biraz yumuşatılmış anlamında süje, hakikatin kavranılmasını
kolaylaştırıcı bir unsur olarak değil, yapıcı bir unsur olarak tesir
etmektedir. [301]
Süjenin iç hayatının bütün derinlikleri ile işin içine girmesi, konunun bütün
gerçekliği içinde kavranılmasını sağlamaktadır. Süjenin sübjektifliği burada,
bir gerçekliğin açılıp meydana çıkmasına imkan vermektedir. Çünkü, bazen
hakikatin kavranması, süjeye ilişkin uygun bir ruh durumunu, yani bir sübjektif
tutumu da gerekli kılabilir. Daha ileri boyutta da hakikatin anlaşılması,
sübjektif bir katılımı gerekli kılabileceği gibi, onun da ötesinde Tanrı’sal
bir lütfü da gerektirebilir.
Buraya kadar yürüttüğümüz
tartışmalar, imanın bir şekilde kesinlik öğesi taşıdığını ve bunun bir takım
nesnel kriterlere sahip olduğunu ima etmektedir. Bu noktada tartışmamızın
ikinci kısmı, objektivite-yanlışlanabilirlik arasında oluşturulmaya çalışılan
doğru orantıyı merkeze alacaktır. Çünkü geçerli ve objektif bir araştırmanın
temel iddialarının ampirik kanıtlamalar yoluyla doğrulanması veya yanlışlanabilmesi,
onun doğruluğunun önemli bir göstergesi olduğu düşünülmektedir. [302]
Ancak burada özellikle yanlışlanabilirlik üzerinde durma teşebbüsümüz, kasdî
olarak öne çıkarılmış ve doğrulanabilirlik tezi talî olarak
değerlendirilmiştir. Bunun nedeni, temel imân kabullerimize ilişkin oluşturulan
bütün geleneksel çabaların ve inşaların büyük ölçüde böyle bir doğrulanabilirlik
teziyle ilişkili olmasıdır, imân alanındaki bu inşaların büyük ölçüde insan
algısına açık olan empirik alandan başlayıp oradan aşkın alana doğru yönelmesi
ve bu çabada büyük ölçüde tecrübe ve
aklî doğrulamanın öne çıkması, bilimsel önermelerde olduğu gibi olmasa
da, bireyin imam için önemli ampirik ve rasyonel temeller sağlamaktadır. [303]
Bununla birlikte, özellikle imân dili [304]
gibi, oldukça kompleks bir yapı söz konusu olduğunda, doğrulama tezinin de
oldukça kapsamlı tutulması kaçınılmazdır. Çünkü salt doğrulayıcı bir analiz,
teolojik yargılardaki paradoksu saf çelişkiyle özdeş kılar ve geleneksel
terminolojiyi en elverişsiz yorumlarından biriyle karşı karşıya getirir. İşte
bizim bu noktada iddiamız, yanlışlanabilirliğin de, imân açısından bir
doğrulama kriteri olarak işlev görebileceğidir. Bu ise yanlışlanabilirliğin
salt ampirik alana indirgenmiş formundan biraz farklı ve biraz da değiştirilmiş
bir şeklini önerecektir.
Yanlışlanabilirlik temelde
'yanlış' sözcüğünün taşıdığı olumsuz çağırışımlar nedeniyle pek sempatik bir
kavram değildir. Bu antisempatik durum, büyük ölçüde onun ilk bakışta bir takım
"yanlışlıklan gösterilmiş" önermelerin doğruluklarını savunuyor
izlenimi uyandırmasıdır. Oysaki borada anlatılan, yanlışlanan önermelerin
doğruluğu değil, muhtemel gözlemler ya da sınamalar sonucu hangi durumlar
meydana geldiğinde sözkonusu önermenin yanlış kabul edilebileceğinin
belirlenebilir olmasıdır. [305]
Burada öne çıkan tez, önermenin temelde sınanabilir oluşudur. Bu durumda önemli
olan, bir önermenin hangi durumlarda doğru kabul edileceğinin değil, hangi
durumlarda yanlış kabul edileceğinin belirlenmesidir. Önermenin bilgi değeri,
onun yanlışlanabilirliğiyle doğru orantılı kabul edilmekte ve
yanlışlanabilirlik değeri arttıkça bilimsel değerinin de arttığı
düşünülmektedir. Bu teze göre her olgu ve olayı açıklayabileceği iddiasında
olan bir teori, gerçekte pek fazla bir şey söylemiyor demektir. En objektif
biçimde oluşturulan bir tez, asla hiçbir zaman yanlışlanamaz olanı değildir. [306] Çünkü
mantık açısından bakıldığında olumlu bir iddia kendi zıddını dışarıda tutar.
Eğer bir önermenin neyi inkar ettiğini (ağyarını mani) belirleyebilirsek, onun
neyi iddia ettiğini, dolayısıyla objektifliğini (ya da anlamlılığını)
belirleyebiliriz, demektir. [307]
Örneğin "Allah birdir" şeklindeki bir imân hipotezi "Allah'ın
bir olmaması mümkün değildir" önermesiyle aynı şeyi anlatır. Bu durumda
bir önermenin neyi dışarıda tuttuğunu belirleyebilmek, onun neyi tasdik
ettiğini belirleme noktasında uygun bir başlangıç olacaktır.
Bununla birlikte önemli bir
belirleme, mutlak olgusal anlamda doğrulanabilirlik mutlak bir yanlışanabilirlik
iddiasının da savunulur bir tarafının olmamasıdır. Yanlışlanabilirlik ilkesinin
de, önermelerin nesnelliğini kanıtlamak için ampirik yanlıştanabilirlik tezini
benimsemesi onu büyük ölçüde doğrulamacı ilkeyle özdesleştirir ve onun önemli
bir çıkmazı olarak da düşünülebilir. Çünkü beşeri tecrübenin pek çok alanını,
olgusal anlamda doğrulayabilmek mümkün olmadığı gibi aynı kritere uyarak yanlışlayabilmek
de mümkün olamamaktadır. Örneğin temel iman kabullerimizi yanlışlamak veya
anlamdan yoksun oluşlarını tecrübeyle gösterebilmek kolay görünmüyor. Onları
çürütmemize veya hiçbir kesin bir şey söylemediklerini kabul etmemize neden
olan olgular hangileridir? Sorusu yanıtsız kalmaktadır. [308] Bu
yönüyle bir mümin için, kendi imanının veya daha açık bir anlatımla "Allah
vardır" şeklindeki bir temel kabulü hiçbir şey yanlışlayamaz. Mümin ne
ilke olarak ne de hakikatte onun çürütülmesine izin vermez. [309]
Sözgelimi bir mümin, ister nimet ve bolluk içinde bir yaşam sürsün, isterse
bela ve sıkıntılara maruz kalsın, her iki durumda karşılaştığı olayda bir
hikmet bulup onu kendi lehine yorumlayabilir. Bu yanlızca temel iman
kabullerine ilişkin bir durum da değildir. Bütün kuğular beyazdır" veya
"bütün yılanlar tek başlıdır" gibi önermeler de ancak ilke olarak
yanlışlanabilir önermelerdir. Ne kadar sonsuza gidilirse gidilsin, günün
birinde çift başlı bir yılanın ve siyah bir kuğunun bulanabilme olasılığı
mevcuttur. Tıpkı bu anlatımlar gibi, temel iman kabullerimiz de,
yanlışlanabilirliğe uygun ancak sonuç alıcı biçimde yanlışlanmaları mümkün
olmayan anlatımlardır.
Objektif olarak inanılan bir
Tanrı hipotezinin dinî öneminin ne olacağı kuşkuludur. Çünkü inanan kişi ne
olursa olsun karşılaştığı bir durumun inancının aleyhine olmasına izin
vermemektedir, imanın ispatlanması ve dayandığı temellerden biri veya bir kaçı
çürütülse bile (delil-mudlül ilişkisi), bu imanı terk için gerekçe sağlamaz.
Zira imanla ilgili durumda, bir açıdan çürütülen bir hipotezi bir başka açıdan
destekleyebilme imkanı her zaman vardır. Çünkü teolojik olarak, dinî inancın
terk edilmesinin nedeni, rasyonel bir kanı değildir; aksine imanın
zayıflamasıdır. [310] Bu
durumda bir mümin için imanının irrasyonel ve saçma oluşunu gösterecek hiçbir
rasyonel ve ampirik kriter yoktur. Gelinen bu konumu Hare, bliks kavramıyla
açıklamaya çalışır. Aslında onun tezi bir anlamda bir çılgının saçmalarına
ilişkindir. Bliks hiçbir gerekçenin doğrulayıp yanlışlayamayacağı fikr-i
sabitelerdir. [311] Bir
insan bütün Oltu Taşı teşbihlerinin taklit olduğuna inanmış olabilir. Bu
durumda siz ne kadar sahte olmayan hakikî Oltu Taşı teşbihler getirirseniz
getirin ve bu alanda ne kadar uzman görüşü alırsanız alın, onu aksine ikna edemeyeceksiniz.
Çünkü artık bu kişi bir bük sahibidir. Ve herhangi bir düşüncenin kendi bilik’i
aleyhine olmasına izin vermeyecektir. Bu blikler, kişinin öylesine sabit ve
sarsılmaz inancıdır ki, olaylar geçmişte nasıl olmuşlarsa gelecekte de öyle
olacaklardır. Bununla birlikte oldukça karmaşık gibi görünen blik, bizi inanç
önermelerinin de düşüncede rol oynayışı sonucuna götürür. Onlar bizim en içten
davranışlarımızı görme yoludurlar.
Hare'nin bu kavramı meşruluk
açısından birbirinden oldukça farklı parçaları bir araya toplama durumunu
ayırmada başarısız oluşu nedeniyle meşruluk açısından eleştirilmiştir. Çünkü
bir teistin, Hare'nin "blik"lerindeki ''deli" ile bir benzerliği
yoktur ve Tanrı ile ilgili yukaridakine benzer bir fobi de taşımamaktadır. Bir
başka açıdan da blikler birer iddia içermediği için, doğruluk ve yanlışlıklarına
inanmak gerekmez, iman böyle değildir. Hiçbir mümin, "Allah size Cennetler
vadeder'', "Allah sizin velinizdir" gibi imana dayalı hipotezlerin
hiçbir gerçeklik ve iddia içermeyişini kabul etmez. Çünkü eğer böyle bir tez
kabul edilirse, bu durumda teistin dindarâne sürdürdüğü yaşamın ve çektiği
sıkıntıların hiçbir anlamı kalmaz.
John Hick'e göre, Hare'nin
örneğinde, sahip olunan blikler, herhangi bir olgusal savlamada bulunmak
yerine, bizatihi olgunun ya da reel dünyanın kendisini yok saymaya ilişkin bir
tutumu önermektedir. [312]
Buna karşılık o, imana herhangi bir olgu ifadesi olmak yerine, açıklayıcı ve
yorumlayıcı bir işlev yükler. Hare, burada blik terimini, doğrulanıp yanlışlanamasa
da, sarsılmaz bir kanaate indirgemektedir. J.H. Randal, Hare'nin terimini
kullanmamakla birlikte, bu anlayışı daha da geliştirir. O dinî/ya da imanı
bilim ve sanat gibi temel bir insan aktivitesi olarak görür ve onun insan
kültürüne yaptığı katkı açısından değerlendirir. [313]
Sanatkar, insanların normal yollarla anlayamadığı evrendeki güzelliği
yapıtlarıyla onlara ifşa eder; sanat bize insan ruhunun keşfedemeyip de
gizlediği evrendeki harika özellikleri gösterir. Aynı şekilde Peygamberler da
aynı işlevi görürler. Onlar bize evrenin, bizim keşfedemediğimiz daha güzel
boyutlarını ifşa ederler. [314]
Burada John Wisdom'un iki
gezginini hatırlamak önemlidir. Onlar sık ağaçlık bir ormanda açık bir alana
gelirler. Bu alanda pek çok güzel çiçek ve bitkiler yetiştirilmiştir. Biri:
"Bu planı bir bahçıvan
yapmış olmalı" diğeri ise "bahçıvan falan yok" der. Çadırlarını
kurup gözlemeye koyulurlar. Belki bakıcı gözle görülemeyen birisi olabilir diye
etrafına dikenli tel çekip elektrik verirler ve etrafını iyi koku alan tazılarla
donatırlar. Fakat davetsiz bir misafirin yakalandığını gösterir hiçbir çığlık
işitilmez, tırmanıcıyı yaralayan hiçbir dikenli tel hareketine rastlanmaz.
Fakat teist hala ikna olmamıştır:
"Fakat gözle görülemez,
fiziksel varlığı bulunmayan, elektrik şokundan etkilenmeyen, hiçbir kokuya
sahip bulunmayan, gizlice gelip bu güzel bahçeye bakan ve onları seven bir
bahçıvan vardır diye iddiasını sürdürür. [315]
Wisdom burada teist ile ateistin empirik veya gözlemlenebilir olgular konusunda
bile uzlaşamayacaklarını önerir. Bunun yerine onlar aynı olgular setine farklı
tepkiler vermektedirler. Onlar karşılıklı birbiriyle çelişen iddialarda
bulunmak yerine, farklı duyguları dile getirirler. Bu yolla onları anlamak yada
bunun veya şunun haklı oluşunu söylemek mümkün görünmüyor. Bu bağlamda ancak
tartışmanın yönünün doğrulamacıhktan, tamamlayıcı bir yanlışlayıcılık
düşüncesine doğru değiştiği söylenebilir. [316]
Yanlışlanabilirlik ilkesi ile
ilişkili olarak başvurulan diğer parabol ise, Mitchell'in yerli direnişçisidir.
Savaş zamanında işgal altındaki bir şehirde şehir ahalisinden biri, bir gece
kendisini derinden etkileyen bir yabancıyla karşılaşır. Geceyi birlikte
konuşarak geçirirler. Yabancı yerli halktan yana olduğunu söyler. Bunun üzerine
yerli, yabancıyla bütünüyle inanır. Bazen yabancı yerli halka yardım ederken
görülür ve yerli bundan memnun olur ve arkadaşlarına "o bizden
yanadır" dedi. Bazen düşman üniforması altında yerlileri işgal güçlerine
teslim ederken görüldü, bu durumda yerliler mırıldanırlar. Ancak bizim yerli,
hala "o bizde yanadır" iddiasını sürdürür. O bütün görünenlere
rağmen, hala yabancının kendisini aldatmayacağına inanmaktadır. Bazen
yabancıdan yardım ister ve alır. O zaman memnun oluyor ve "yabancı en
iyisini bilir" diyordu. Bazen diğer yerliler kızgınlıkla "o bizim
tarafımızda olmadığını ve senin yanıldığını sana kabul ettirmek için daha ne
yapacak" diyorlardı. Ancak yerli cevap vermeyi reddediyordu. Yabancıyı
test etmeye yanaşmıyordu. Bazen arkadaşları yakınıyorlardı eğer senin onu
bizden yana olmasından anladığın buysa, ne kadar erken karşı tarafa geçerse, o
kadar iyi olur diyorlardı. [317]
Bu parabolün yerlisi,
"yabancı bizden yanadır" önermesinin kesin olarak aleyhine olabilecek
hiçbir açıklamaya izin vermez. Bunun nedeni, onun kendini yabancıya teslim
etmesi ve ona güvenmesidir. "Tanrı bizi seviyor" diyen bir mümini,
hiçbir şey bu inancından vazgeçiremez. Bunun böyle olmadığına ilişkin ne kadar
delil getirilirse, ne kadar çaba sarf edilirse edilsin, bir mümin, bütün
bunları kendi savı lehinde yorumlayıp, kendi inancını doğrulayıcı bir hipoteze
dönüştürebilir. [318]
Burada direnişçinin düşman hakkındaki kanaatinin bir izah olabilmesi de
mümkündür. Çünkü bu kanaat yabancının davranışını açıklıyor ve anlamlandırıyor.
Mitchell'in düşman meseli, son derece uyarıcı ve ilgi çekici olmasına rağmen,
yanlışlama ilkesinin iddialarını bütünüyle geçersiz kılmaktan uzaktır. Bir
analoji olarak müminin tavrındaki kesinliği iyi temsil etmekle birlikte, Tanrı’ya
ilişkin temsil gücü zayıf kalmaktadır. [319]
Çünkü meseldeki yabancının direnişçilere niçin açık bir destek vermediğini
anlamak kolaydır. Divan-ı harbe verilmekten korkuyor veya yardıma gücü yetmiyor
vs. olabilir, ama söz konusu Tanrı olunca, yardım etmek istiyor ama gücü
yetmiyor diyemeyiz.
Bir başka yönüyle de doğrulamacılık
kadar yanlışlamacılığı da mutlaklaştırmak ve her alanın genel geçer bir kriteri
olarak dayatmak, bizatihi onun mantıksal statüsü konusunda yanılmak anlamına da
gelebilir. Çünkü hem doğrulamacılık hem de yanlışlamacılık bir sistem içinde
gerçekleşir ve sistemin çerçeve önermeleri test edilemezler. [320]
Aksi durumda bizatihi yanlışlamanın yanlışlanıp yanlışlanamayacağın sormak
gerekir ki bu bir çelişkidir. Bu durumda yanhşlama kriterinin geçerliliği için,
onun yanlışlanabilirliğini ön-koşul olarak bırakma, onu anlamdan yoksun
bırakacaktır. Bir önermenin ilkesel olarak doğrulanabilir olması ve ilkesel
olarak yanlışlanamaması da mümkündür. [321]
Örneğin ölümden sonra bilinçli varlığın devam edeceği hipotezi, bir gün uygun
koşullara sahip olunduğunda doğrulanabilir, ancak hiçbir şekilde yanlışlanamâz.
Hem doğrulanma analizlerin hem
de yanlışlamacı tezin, pek çok alanda önemli hizmetleri olduğunu kabul etmek
durumundayız. Her şeyden önce imanda bir yönüyle bir doğrulama girişimidir.
Çünkü tasdik temel anlamı itibarıyla doğrulama, ve haberi vereni doğruluğa
nispet etmeyi ifade eder. Küfür veya tekzip ise, nispet edilen bu tezin yanlışlanması
anlamına gelir. Ancak burada yanlışlanan, teistin inandığı varlık olduğundan,
son anlamda o bir doğrulama olarak da görülebilir. Bir başka deyişle inanmayan,
inananın sözünü ettiği bir Tanrı'ya inanmadığı veya onu inkar etttiği veya da
yanlışladığı için, burada yanlışlamada bir yönüyle doğrulamaya dönüşmüştür. [322] Ve
teistin var olduğunu düşündüğü ve iman aktını yönlendirdiği Tanrı'yı doğrular.
Bu yönüyle yanlışlamacılığa bir yönüyle doğrulamacı bir işlev yüklemek mümkün
görünüyor. Ancak burada yukarıda savunulan yanlışlamacılıktan biraz farklı bir
yanlışlama ilkesine başvurulmaktadır. Çünkü orada yanlışlama büyük ölçüde
rasyonel yetiler ve ampirik olgulara dayandınlırken, burada biraz daha
metafizik bir düzlemde işlemektedir.
Yanlışlamanın biraz
değiştirilmiş formu içinde kalırsak, olgularla ilgili yanlışlamacılıktan farklı
olarak, teistin Allah'a olan inancının da dışarıda bıraktığı ve yanlışladığı
boyutlardan söz etmek mümkün görünüyor. Bir masanın yuvarlak oluşunu iddia
etmek, onun kare, dikdörtken ve altıgen oluşunu yanlışlıyorsa ve bu
gerçekleşmediği takdirde onun gerçek bir iddia oluşu düşünülemiyorsa, bir
teistin "Allah vardır" veya "Allah birdir" şeklindeki temel
kabullerinin dışladığı muhtevayı belirlemek de mümkündür. Teistin bu iddiası,
O'nun yokluğunu ve çokluğunu dışarıda bırakmakta ve "Birden fazla Tanrı
vardır" (Mecusi tezi gibi) şeklindeki bir önermeyi yanlışlamaktadır. Ancak
burada teistin doğruladığı muhteva kadar, yanlışladığı muhtevada empirik bir
düzlemde değildir. Bu nedenle olgusal iddiaların temel kriterleriyle
karıştırılmamalı, çözüm, imanın kendi mantığı içerisinden aranmalıdır.
Hem doğrulumacı tahlillerin hem
de yanlışlamacılığın amaçladığı esas hedef, tanıtlamaya çalıştıkları gerçekliğe
ilişkin herhangi bir kuşku durumu ve belirsizliği ortadan kaldırmaya
yöneliktir. [323]
Ancak bunu elde edebilmenin tek yolu, olgusal bir doğrulama veya yanlışlama
tezini savunmak değildir. Bu durumda anlamlılığın, kesinliğin ve objektifliğin,
yukarıdaki belirlenimlere (yani doğrulanma ve yanlışlanmaya açık olmayan) pek
çok kullanımı söz konusudur. İman ise bu alanın spesifik bir örneğidir. İmanın
akla uygunluğuna değer biçme söz konusu olduğunda ise, bunu belirleme konusunda
yanlışlamacı tez de yetersiz kalacaktır, iman tam anlamıyla teorize edilemez,
kavramlaştırılımaz ve sözcüklerle anlatılamaz. Ancak burada anlatılamaz ve
kavramlaştınlamaz olmayı, saçma ile özdeşleştirmek yanlıştır. Çünkü
anlaşılamayan ve anlatılamayan bir önermenin anlamsız olması gerekmez. Bu
durumda mantıkçı pozitivizmin önde gelenlerinden Ayer’in dediği gibi,
yöneltilmesi gereken soru, “birtakım gözlemler onun doğrulugunu ya da
'yanlışlığının belirlenmesiyle ilgili olabilir mi?’’şeklin olmalıdır. [324]
Sonuç olarak diyebiliriz ki, en
yüksek akıl ile basit imanı ittifak ettiren insanlar geçmişte olduğu gibi
günümüzde de bulunmaktadır, ve gelecekte de var olacâktır. Kalbin bin niteliği
olarak imân, tefrik edici ve infilak edici bir mahiyete sahip oolan aklın
sabitleştirici bir bütünleyenidir. İman, sabır, şükür güven, cömertlik gibi tüm
statik ve nazik nitelikleri taşır; kaygan akla sabitleştirici bir unsur katarak
bir denge meydana getirir. İman temelde bir takım teorik unsurlar, içerse de o,
hayyattan koparılarak dondurulamaz, bir amentünün formüllerinde özetlenemez
veya bir teologun dogrulayıp yanlışlayabileceği olaylar bütününe indirgenemez.
O belirleyeceği bir güne kadar yaşanacaktır. Sonuşta, imanın mantığını bilim ve
mantığın önermelerine uygulanan eleştirme çözümleme, doğrulama ya da yanlışlama
ilkelerinin bir ölçüde ötesine taşımak ve bir imân mantığı, geliştirerek
değerlendirmek daha tutarlı olabilir. [325]
Kaynaklar
1.
Akşehirî, Ahmed b. Oğuzdânişmend, et-İntiâd fi Şerhi Umdeti’l-î İtkad, Süleymaniye
Kütüphanesi, Fatih: 3083/1.
2.
Alî el-Kârî, Şerhu'l-Fıkhi'l-Ekber, Beyrut, 1984.
3.
Alston, William P, “Religious Experience
and Relıgıous Belief Contemporary Perspectives on Religious Epistemology, ed.
R. Douglas ana Brenden Sweetman, Oxford University Press, New York, 1992.
4.
Atay, Hüseyin, Kur'ana Göre Araştırmalar, Ankara, 1993.
5.
Aydın, Mehmet, Din Felsefesi, İstanbul, 1994.
6.
Ayer, A.J, The Problem of Knowledge, Penguin Books, England, 1990, Language,
Truth and Logic, Penguin Books, England, 1990.
7.
Banner, Micheal B The Justification of Science and îhe Ratıonahty of Religious
Belief, New York, 1990.
8. Birand, Dilthey ve Rkkert'te Manevî İlimlerin Temellendirilmesi
Ankara, 1954; Manevî İlimler Metodu Olarak Anlama, Türk Tarih Kurumu Basımevi,
Ankara, 1960.
9.
Braithwaite, R.B., "An Empiricist's Views of The Relıgıous Bellet ,
Philosophy of Religion. ed.Basil Mitchell, Oxford University Press, Hong Kong,
1991.
10.
Chrag, Calvin O, "Ontohgy and The possibility of' Religious ligious
Language and the Problem of Religious Knovvledge, Ed.by Santoni, Bloomington,
1968
11.
Demir, Ömer, Bilim Felsefesi, Vadi Yay, Ankara, 1997.
12.
Dixion, Keith, The Sociology of Belief London, 1990.
13.
Ebû Hanife, Numân b. Sabit, el-Vasiyye, (İmâm-ı Azam'ın Beş Eseri İçinde),
İstanbul, 1992.
14.
Ferre, Frederick, Din Dilinin Anlamı (Modern Mantık ve İman), Çev.Zeki Özcan,
Alfa Yay., İstanbul, 1999; 15. Basic
Modern Philosophy of Religion, Charles Scribner's Sons, New York, 1967.
16.
FIew Antony, "Theology and Falsifıcation" Religious Language and the
Problem of Religios Knowledge, ed. Ronald E. Santoni, Bloomington & London,
1968.
17.
Frolov, Ivan, Felsefe Sözlüğü, Çev. Aziz Çalışlar, İstanbul, 1997.
18.
Griffın, David Reyy, God and Religion in The Postmodern World, New York, 1989.
19.
Gusdorf, Georges, İnsan ve Tanrı, çev. Zeki Özcan, Alfa Yay., İstanbul, 2000.
20.
Hick, John, "Theology and Verifıcation", Religious Language and the
Problem of Religious Language, ed. Ronald E. Santoni, Indiana University Press,
Bloomington & London, 1968; Fatîh and Knowledge, Cornell University Press,
Ithaca, New York, 1966; Hick, John, God and ieh Universe of Faith, Onevvorld
Oxford, England, 1993; Hick, John, Philosophy of Religion. New Jersey, 1983.
21.
Izutsu, Toshihiko, İslâm Düşüncesinde İman Kavramı, Çev. Selahaddin Ayaz, İstanbul,
1984.
22.
Kellenberger, James, "Three Models of Faith", Contemporary
Perspectives on Religious Epistemology, ed. R. Douglas Geivett-Brendan
Svveetman, Oxford University Press, New York, 1992,
23.
Kemâl b. Ebî Şerîf, Kitâbit'l-Musâmere, İstanbul, 1979.
24.
Kierkegaard. Soren, "Truth and Subjectivity", Faith, ed. Terence
Penelhum, Macmillan Publishing Company, New York. 1989.
25.
King, Robert H., The Meaning of God, Fortress Press, Philadelphia, 1973.
26.
Koç, Turan, Din Dili, h Yay., İstanbul, 1998.
27.
Lindbom, Tage, Başaklar ve Ayrık Otları (Modernliğin Sahte Kutsalları), Çev. Ömer
Baldık, İnsan Yay., İstanbul, 1997.
28.
Macgregor, Geddes, Introduction to Religious Philosopy, The Riberside Press,
Boston, 1959.
29.
Macit, Nadim, Eylem Değişim İlişkisinin Teolojik Yorumu, Etüt Yay, Samsun 2000.
30.
Malcolm, Norman, "The Groundlessness of Religious Belief", The Reason
and Religion, ed. Stuart C. Brown, London, 1977
31.
Mâtürîdî, Ebû Mansûr, Kitâbu't-Tevhîd, tah. Fethullah Huleyf, İstanbul, 1979,
s.377.
32.
Meynell, "Faith, Objectivity and Historical Falsihility", Language,
Meaning and God (Essays in Honour of Herbert McCabe OP), ed. Brian Davies,
London, 1987.
33.
Mitchell, Basil, "Theology and Falsifıcation", Religious Language and
the Problem of Religious Knowledge, ed. Ronald E. Santoni, Bloomington &
London, 1968.
34.
Neccârî, Halîl b. Ali b. Abdillah, Şerhu Umdeti'l-l'ükâd, Süleymaniye Kütüphanesi,
Şehit Ali Paşa: 1667.
35.
Nesefî, Ebû'l-Berekât, el-İtimâd fi'l-İtikâd, Süleymaniye Kütüphanesi,
t'h-3083; Nesefî, Ebû'l-Berekât, el-Umde fı'l-hikâd, tah. Temel Yeşilyurt, Malatya,
2000.
36.
Nesefî, Ebû'1-Muîn, Tabsıratu'l-Editle, tah. Claude Salame, Dımaşk, 1993.
37.
Öner, Necati, Klasik Mantık, Ankara, 1991.
38.
Packer, James L, ''Faith" Baker's Dictionary of Theology, ed. Everett F.
Harrison, Baker Book House, USA, 1998
39.
Penelhum, Terence, "Introduction", Faith, ed. T. Penelhum, Macmillan
Pubhshing Company, New York, 1989.
40.
Price, H. H., "Belief in and Belief That", The Philosophy of Religion,
ed. Basil Mitchell, Oxford University Press, Hong Kong, 1971.
41.
Prior, A.N., "Can Religion be Discussed?", New Essays in
Philosophical Theology, ed. Antony Flew-Alasdair Macıntryre, The Macmillan
Company, New York, 1970.
42.
Ross, James F,, Philosophical Theology, The Bobb-Merril Company Inc., Indianapolis,
New York, 1969.
43.
Smith, Wüfred Cantwelî, Faith and Belief, Princeton University Press, New
Jersey, 1979.
44.
Swinburne, "The Nature of
Faith", Faith, ed. T. Penelhum, Macmillan Publishing Company, New York,
1989.
45.
Şeyhzâde, Abdurrahim, Nazmu'l-Ferâid, Mısır, 1317.
46.
Taftâzânî, Saduddin, Şerhu"l-Akâid, tah. Ahmet Hicâzî es-Sekâ, Kahire,
1988; Şerhu'l-Mekâsıd, tah. Abdurrahman Umeyra, Beyrut, 1989.
47.
Tennant, F.R, "Faith", Faith, ed.Terence Penelhum, New York, 1989.
48.
Tillich, Paul, Din Felsefesi, Çev. Zeki Özcan, Alfa Yay., İstanbul, 2000;
Dynamics of Faith, Harper & Row Publishers, New York, 1957.
49.
Wainwright, William J., Philosophy of Religion, Wadsworth Publishing Company,
California, 1988.
50.
Winch, Peter, "Meaning and Religious Language", The Reason and
Religion, ed. Stuart C. Brown, London, 1977.
51.
Wisdom, John, "Gods", Religious Language and the Problem of Religious
Knowledge, ed. Ronald E. Santoni, tndiana University Press, Bloomington &
London, 1968.
52.
Yaran, "Bilimsel Nesmellik ve Teistik inanç", Ondokuz Mayız Ün. İlahiyat
Fak. Dergisi, 10(1998).
53.
Yeşilyurt, Temel, "Kuşkuyu Dışlayıcı Bir Süreç Olarak İman", Fırat
Ünv. (İlahiyat Fak. Dergisi 5 (2000); "Tanrı Bilgisi’nin Empirik
Temelleri", Fırat Ün. İlahiyat Fak. Dergisi, 5 (2000).
54.
Yüksel, Emrullah, Amidî'de Bilgi Teorisi, İstanbul, 1991. [326]
İMANIN
TEMELLENDİRİLMESİ
Yrd. Doç. Dr. Mehmet Baktır [327]
İman, insanın tabiî
özelliklerinden biridir. Bu nedenle insanlar, hayatlarında etkisi bulunan bazı
şeylerle ilgili kanaatlere yani imana sahiptirler. İnsanların bu imanı onların
yaşam biçimlerine, düşüncelerine ve tavırlarına yön verir. Bu kadar önemli bir
role sahip olan iman nedir ve nasıl meydana geldiği konusunda farklı görüşler
bulunmaktadır.
İslam kelamcılarının bir çoğuna
göre iman, tasdiktir. Ancak bu tasdikin içeriği konusunda kelamcılar
birbirinden farklı görüşler ileri sürerler. Bazılarına göre sadece dille ikrar
olan tasdik, bazılarına göre hem dil, hem kalp hem de inanılanlarla amel etmeyi
içine alır. Ehl-i Sünnete göre ise tasdik kalple yapılan bir onaydır. Dilin önemi
sadece bu tasdiki açıklamak içindir.
Kavramsal anlamı konusunda
farklı görüşler ileri süren kelam alimleri imanın oluşumuna etki eden nedenler
konusunda da farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Ancak bir çoğunun ittifak ettiği
nokta imanın istidlalle oluşmasının gereğidir. Bu istidlallin nelere
dayandırılacağını ise yine kelam alimleri farklı şekillerde izah ederler.
Öncelikle konuya girmeden önce
imanın kelime anlamıyla kavramsal anlamlarını gözden geçirelim. Çünkü ilerde
söyleceğimiz şeylerin bir çoğu bu anlamlara dayanmaktadır. [328]
İmanın Kelime Anlamı
Arapça kökenli bir kelime olan
iman, bir kişiyi söylediği sözde doğru olmakla nitelemek veya onun doğru
olduğunu kabuletmektir. [329]
Türkçe karşılığı ise inanmak veya inançtır. Ancak inanç terimi günümüzde
tasdîk'in (mantıksal onay) karşılığı olarak algılanmaya çalışılıyor. Arapçadaki
imanın karşılığı olarak inan kavramı kullanılmaya özen gösteriliyor. Bu
kavramın anlamı, ispatlanması mümkün olmayan şeylere delilsiz inanmaktır. Bu
kavramın İslam'daki iman kavramının yerine kullanılması imkanı tartışılabilir.
Çünkü İslam kelamına görre iman, aklî istidlalle elde edilmelidir. İstidlâlsiz
imman en azından makbul sayılmaz. Anhcak bu tür iman, Hıristiyan kelamı için
geçerli olabilir. Çünkü Hıristiyan kelamına göre iman, aklî bir istidlal
olmaksızın bir sıçrama ile bir şey konusunda kesin kanaat sahibi olmaktır. Bu
nedenle İngilizcede iman karşılığı olarak faith kavramını kullanır.
Kaynaklarının bir çoğu batı kökenli olan Felsefe literatüründe de faith
karşılığı olarak inan kavramı kullanılmaktadır. [330]
İmanın Kavramsal Anlamı
İman kavramının kelime
anlamının tasdik olduğu konusunda ittifak eden kelam alimleri, onun kavramsal
anlamında farklı görüşler ileri sürerler. Onlara göre iman, kelime anlamından
farklı bir içeriğe sahip olarak değişmiş ve özel bir anlam kazanmıştır. Ancak
bu anlamın ne olduğu konusunda ittifak sağlandığı söylenemez. Onlardan
bazılarına göre iman sadece kalple tasdik etmek, bazılarına göre sadece dille
ikrar ve diğerlerine göre de kalple tasdiğin yanında dille ikrar ve dinin
gerekleriyle amel etmektir.
Sadece Kalple Tasdik ve Dille
İkrar Olduğunu Söyleyenler
Genelde bu görüşü, Eş'arî ve
Mâtürîdî kelam alimleri savunmaktadır. Gerçi Eş'ari’den iki türlü iman tarifi nakledilir.
Tarifin birinde iman, tasdik, diğerinde ise marifeti içine alan nefsin bir sözü
olarak geçer. el-Bakıllânî, el-Cüveynî, Ebu Hanife ve arkadaşlarının da bu
görüştedirler.
Onları imanın kalple tasdik
olduğunu savunmaya götüren nedenlerden bazıları şunlardır:
1- Kur'an'da
geçen "Sen bize inanmıyorsun"
ayetidir. [331]
2- Arap
dilinde imanın tasdik anlamına kullanıla gelmesidir.
3- Allah'ın
kitabında imanın ardından amelieride ayrıca zikretmeis [332] ve
kendi aralarında savaşarak en büyük günahı işleyenlere inananlar [333]
diye hitap etmesidir. Bu ve buna benzer bir çok ayetlere dayanarak imanın
kalple tasdik olduğu kanatine varmışlardır.
Onların imanı tasdik olarak
görmelerinin yanında dille ikrarı da şart koşmalarının nedeni kalpteki imanın
tebliğ edilip insanlara açıklanması içindir. Yani müminler arasında inana biri
gibi karlanması içindir. Çünkü kalpte imanın olup olmadığı dille ikrar
etmeksizin bilinmesi mümkün değildir. [334]
İmanın Sadece Dille İkrar
Olduğunu savunanlar
Bu görüşü Mürcie ve Kerramiye
mezhepleri savunmaktadır. Onlara göre iman, kalbin tasdiki ve dinin gerekleri
olmaksızın dille ikrardır. [335] Bu
konudaki dayanakları ise, Peygamber (s.a.v.) rivayet edilen bir hadistir.
Hadiste şöyle geçmekte:
"İnsanlar, 'Alah'tan başka ilah yoktur, Muhammed onun elçisidir'
deyinceye kadar onlarla savaşmakla emrolundum. Ne zaman bunu söylerlerse karılarını
ve mallarını benden korumuş olurlar. Ancak dinî cezaları müstesna;
içlerindekilerini muhasebesi Allah'a aittir.” [336]
Bu tür bir iman anlayışının
savunulması biraz problemli olabilir. Çünkü dil bir iletişim aracı olup karar
verme aracı değildir. Bu nedenle dille yapılan imanın, iman olması
tartışılabilir. Dille ikrara insanın içindekini yansıtması açısından veya
insanların ancak dille söyleneni algılayabilmekleri açısından bakılarak iman
anlamı yükleniyorsa bunun izah edilmesi gerekir. Ancak imanın dille ikrar
olduğunu savunanların bu konuda bir açıklamasına ulaşılamamıştır.
İman Dil île İkrar, Kalp ile
Tasdik ve Dinin Gerekleriyle Amel Etmek Olduğunu Savunanlar
Hariciler, Mutezile, Zeydiyye
ve Selefden İmam Malik, İmam el-Evzaî, İmam Şâfî, Haris el-Muhâsibî, Kalânisî,
Ahmed b. Hanbel gibi alimler bu görüşü savunurlar. [337] Bu
görüşe göre bütün dinî vecibeleri yerine getirme imanın bir parçasıdır. Yani
dini vecibelerden birini yerine getirmeyen imandan çıkmış olur. Aslında bu
vecibelerin hepsi mi yoksa belli bir kısmım mı bunun içine dahildir? Bu görüşü
savunanların kendi aralarında da bir bütünlük yoktur. Mesela bazı Haricilere
göre ister farz olsun ister nafile olsun bütün vecibeler imandandır. Bunlardan
birini yerine getirmeyen dinden çıkar. [338]
Mu'tezileden bazılarına göre özelliklede Basralı Mu'tezililere göre farzlar
imandandır, nafile olanlar imandan değildir. Dolayısıyla nafile ibadetleri
terkeden îmandan çıkmaz. Sadece farz ibadetleri terkeden imandan çıkar. Ayrıca
imandan çıkan kişinin küfre girip girmediği konusunda da farklı görüşler ileri
sürülmektedir. Mutezileye göre büyük günah işleyen imandan çıkar ama küfre
girmez. Eğer bu hatasında devam ederse küfre girer tevbe ederse imana döner. [339]
Onlan, İmana ameli dahil
etmelerine şu ayeti delil gösterirler:
"Allah, sizin imanlarınızı (namazlarınızı) zayi edecek değildir"
[340]
Burada iman bir amel olan namaz yerine zikredilmiştir. Bu nedenle Mutezile ve
bu görüşü savunan alimler, imanın ibadetleri içine aldığına kanaat getirirler.
Ehl-i sünnet kelam alimleri ise bu ayetteki imanı farklı yorumlarlar ve imanın
ameli içine alamayacağını savunurlar. Onlar bu ayette namaz yerine imanın
zikredilmesini şöyle izah ederler. Buradaki iman, müminlerin bir zamanlar
Beyt-i Makdise kıble olarak inanmalarıdır. Beyt-i Makdisi kıble olarak kabul
edip kıldığınız namazlarınız kıble değişince o imanlarınızın boşa
gitmeyecektir. Ayette kasdedilen mana budur. Yoksa hakiki anlamdaki iman
değildir. [341]
İmanın Unsurları
İman, dilli ikrar, kalple
tasdik, dille ikrar ve kalple tasdikin yanında dinin gerekleriyle amel etmek
şeklinde üç türlü tarif edilmişti. Bu tanımlara bakacak olursak iman için üç
şey söz konusu olmaktadır. Bunlar; dille ikrar, kalple tasdik ve vecibelerle
amel yani ikrar, tasdik ve ameldir. Şimdi bunları imanda ne gibi roller
üstlendiğini incelemeye çalışalım.
Tasdik, bireyin bir şey
hakkında menfi veya müspet bir kanaate sahip olmasıdır. Bu durumda üç şey
bulunur. Birincisi inan kişi, ikincisi inanılan konu üçüncüsü ise inanç denen
inananla inanılan arasındaki ilişki. Bu üçünden biri olmadan tasdikin olması
mümkün dreğidir.
Bu üç unsurdan birincisi
inanandır. İnanan varlık öncelikle imanla mükellef olabilecek yaşta ve
olgunlukta olmalı. Bu şart bir bireyin mükellef olarak kabul edilebilmesi
içindir. Yoksa imanın başlangıcının belirlenmesi açısından değildir. Mükellef
olarak kabul edilecek bireyin akli çıkarımları yapabilecek kadar akıllı ve
eğitimli olmalı. Aklî yönden eksik olanın çıkarımlarda bulunması beklenemez.
Ancak aklî yönden tam olupta çıkarım yöntemlerini bilemeyebilir veya henüz
bunları bilecek olgunluğa erişmemiş olabilir. Bu şartları taşıyan birey kendi
hür iradesiyle inanmalı. İradesi olmadan ya da iradesinin bilincinde olmadan
imman gerçekleşmez. Kişinin iradesinin inanılan varlık tarafından
yönlendirilmesi yani imana sürüklenmesi iradeyi ortadan kaldırmaz. Ancak bu
sürükleme zorlayıcı derecede olmamalı. Olduğu takdirde bu varlık bilginin
konusu olur. [342]
İkinci unsur olan inanılan
varlığa gelince, bu varlık inanan tarafından diğer varlıklar arasından
seçilerek iman konusu edilir. Bu seçimde inanılan varlığın özelliği belirleyici
olur. Yani kişiyi ona yönlendirir. Ancak bu yönlenmede insan iradesi tamamen
ortadan kalkmaz. Eğer insan iradesini ortadan kaldıracak kadar güçlü bir
yönlendirmeye sahipse bu varlık iman alanından çıkar, bilgi alanına girer,
inanılan varlığın inanç alanında kalması için kesinliğinin sübjektif yani
kişisel olması gerekir. Bu da varlığın tasdikinin kesinliğinin tam olmaması
anlamına gelir. Gerçi inanan kişi inandığı anda o varlık hakkındaki kanaati
kesin olmaktadır. Ama bu kesinlik kişisel delillerle beslenmektedir. Bu açıdan
bakıldığında iman konusunda yanlışlık bulunabilir. Batı düşüncesine göre, tasdik
edilen şeyin yanlışlığı imanın kesinliğine zarar vermez. İnanada bir endişe
veya şüphe bulunmadığı sürece yanlış şeyede inanılsa bu inançtır. Ancak kelam
alimleri imanın gerçek olmasının yanında vakıaya yani gerçeğe uygun olmasını da
şart koşarlar. Gerçeğe uygun olmayan tasdik iman sayılmaz. Bu nedenle tasdik
hem kesin hem de vakıaya mutabık olmalı. Bu açıdan bakıldığında kişinin
inancındaki tamlığa rağmen inandığı şeyin yanlış olması, onun inancının
eksikliğine değilde araştırmasının tam olmadığına atfedilir. Kişi araştırmasını
yeterli yapmadığı için sorumlu olur. [343]
Bir varlığın iman konusu
olabilmesi için inananın iradesi olması gerekir, inanan irade etmeden bir
varlık inanç konusu olamaz. Tabiki bu bakış insan açısından geçerlidir. İmanın
iradesinin bir varlığa yönlenmesi için inanılan varlığın inanın iradesini
yönlendirici olması gerekir. Tabiki bu yönlendirme inanın iradesini ortadan
kaldırmaz. Eğer inanın iradesini ortadan kaldıracak kadar güçlü bir yönlendirme
vasa bu iman olmaz, bilgi olur. Kısacası iman konusu olan şey aklili arttıkca
irade zayıflar, kişi zorunlu olarak bu konuya yönelir ve onu kabullenir. Bu tür
durumlar genelde bilgide olur. İnanılan konunun aklîliği azaldıkça onu
kabullenmek için birey fazla irade harcar ve onu kabullenir. Hatta bazı inanç
sistemlerinde özelliklede imanı bir sıçrama olarak kabul eden Hıristiyanlıkta
inanabilmek için kişinin iradesini zorlaması gerekir. Yani inanmak için akli
bir dayanağı yoktur. Bu nedenle bir nedensellik onu imana götürmez o, kendi
iradesiyle inanmaya çalışır, inan insan inandığı konuları yorumlayıp onu kendi
bilgisine uygun bir şekle sokabilir. Ancak bu yorumlama inanılan varlıkta bir
değişikliğe neden olmaz. Sadece insanın onu anlama şekli değişir. İnsanlar
arasında inançların farklı olmasının nedeni de budur. Her insanın inandığı
varlığı yorumlaması veya algılamadaki isabeti, kendi bilgisine bağlıdır. Kendi
bilgisinin derecesi de içinde yaşamış olduğu çevreye bağlıdır. Yaşamış olduğu
çevre bilgi yönünden yüksek düzeyde ise kendi de bu toplumun eğitimini yeterli
derecede almışsa kişi inandığı varlığı algılama ve onu yorumlamada isabetli ve
daha rahat olacaktır. Aksi takdirde kişinin algılaması ilkel, yorumu da kısır
olacaktır. [344]
Üçüncü unsur olan inananla
inanılan arasındaki ilişkiye gelince:
Her şeyden önce tasdik de denen
bu ilişkinin sağlam yani kesin olması gerekir. Tasdikte tereddüt veya şüphe
olmamalıdır. Şüphe olduğu takdirde o, tasdik olmaz, zan olur. Bu demektir ki;
bireyi yönlendiren deliller zayıf ya da birey inancını diğerdelillerle
destekleyememiştir. Ancak iman konusunda delillerin elbette rolü büyüktür ancak
imana götürme açısından bazan hiç önemi de kalmayabiliyor. Yani, delilleri
kuvvetli olan insan inanmakta direnebiliyor yada inkar ediyor. Bu açıdan
deliller mutlak olarak imana götürücü değildir. Bu nedenle birisini imana
götüren delil diğerini imnıana gotüremeyebiliyor. Burada bireyin iradesi
belirleyici olmaktadır. Önemli olan kararın yani imanın kesin olmasıdır.
Tasdikin kesin olması gerekir
ancak insana bazen şüpheler gelebilir. Bu durumda inananın inacının durumu
nedir? İki türlü şüphe vardır. Bunlardan birincisi insanın inacında tereddüt
etmesi ki bu tasdiki ortadan kaldırır. İkincisi ise bir şeyi öğrenmek için
insanın aklına gelen geçici şüpheler. Bu tür şüpheler bilmeye yada öğrenmeye
yöneliktir. Kelam alimlerine göre; böyle bir şüphe kendisine gelen kişinin bu
konuda yetkin birine baş vurması gerekir. Otoriter birini aramayan kişi sorumlu
olmaktadır. Otoriter birini buluncaya kadar imanı da bir zarar görmez, o mümin
sayılır.
Tasdikin yerinin neresi olduğu
konusunda da alimler farklı görüşler ileri sürerler. Kelamcılara göre tasdikin
yeri kalptir, mantıkçılara göre ise zihindir. Sundan dolayı bazı bilim adamları
tasdiki iki kısma ayırarak imandaki tasdiki kalbin tasdiki, zihnin tasdikini de
bilginin tasdiki olarak sınıflandırırlar. Zihnin tasdikinde akıl ve akli
unsurlar, kalbin tasdikinde ise duygular ve vicdan rol oynamaktadır. Kelam
alimleri bilginin tasdikiyle imanın tasdiki arasında bir ayrım yapmayıp, her
ikisinin de yerinin kalp olduğunu savunurlar. Onlara göre bilginin delili daha
kesin ve somut, imanın delili istidlali ve soyuttur, imanın delilleri duygu ve
vicdana dayalı, bilmin delilleri duyulara dayalıdır. Dolayısıyla onaylayan
ister kalp olsun ister zihin bir şey değişmez. Zaten insanın nefsi onay
makamıdır. Diğer şeyler ona yol gösterici alet durumundadır. Her ne kabul
edilirse edilsin tasdik bir kabullenmeden ibarettir. [345]
Bilgi ve imandaki tasdik
kesinlik açısından eşit, ancak bilgideki kesinlik bilginin ait olduğu objenin
kendisinden nedensel olarak ortaya çıkmata yani zorunlu ve objektif bir
kesinliktir, imanın kesinliği ise inana kişinin şahsi çabasından doğan
kesinliktir. Yani bilginin kesinliği objektif (görecesiz) imanın kesinliği
görecelidir, imanın tasdikinin kesinliği bireyin iradesiyle tamamlanarak tam
bir kesinliğe ulaşır. Ama bilginin kesinliğinde iradenen hiçbir etkisi yoktur.
Birey onu kabul etmek zorundadır.
Amelden maksat dini vecibelerin
yerine getirilmesidir, inanan kişi elbette inancının gereklerini yerine getirme
hakkına sahip olması ve bunu yerine getirmesinden daha doğal bir şey yoktur.
Ancak amel etme, imanın bir ölçüsü olabilir mi meselesine gelince bu konuda
farklı kanaatler ortaya çıkabilir. Acaba gerçekte bu mümkünmüdür? Yani ahlakî
açıdan bu gerekli olabilir ama nedensel olarak veya birebir bir ilişki
aralarında varmıdır? İmanla amel arasında nedensellik gibi bir bağın olması
mümkün değildir. Bir kere bu ikisini yani imanla amelin sahaları farklıdır,
iman kalbin işi amel ise bedenin işi. Bunların her ikisinin işlevlerini ifa
etme imkanları farklıdır. Kalp her zaman inancını koruyabilir. Ama beden her
şartta işlevlerini yerine getiremeyebilir. Bu nedenle kalbin işi bedenin
işinden daha kolay ve engelsizdir. Kalbe engel ancak kendi alanından gelebilir.
Yani inancı giderecek şüphe vb. şeyler. Ama bedene her türlü engelin gelmesi
mükündür. Gerçi İslam inacında zorlama vb. şeylerde bedenin işlevini yerine
getirememsi istisna tutulmuştur. Ama yinede bazı engeller onu alıkoyabilir.
Dolayısıyla iman ile amel arasında nedensellik bağı olmadığı için amelin imanın
ölçüsü olması her zaman mümkün olmayabilir. Yani bir kişinin ibadetlerine
bakarak onun imanın tam olduğunu tespit etmek her zaman isabetli olmayabilir.
Çünkü inanmayan birisi de kendini gizlemek için ibadet yapabilir, inanmamış
olması onun ibadetine yani ameline engel olmaz. Aynı şekilde inanan biri
çeşitli sebeplerden dolayı ibadetini yapmayabilir. Buna imanı etken olamaz.
Dolayısıyla amel imanın bir belirtisi olamaz. Ancak bunun anlamı amelin
yapılmamasını da gerektirmez. Normal şartlar altında kişi inandığı şeyleri
yapar. Yapamadığı takdirde ruhî bir sıkıntıya düşer ve kendi içinde çelişki
yaşamaya başlar. Bu da onu rahatsız eder. Bununla beraber yapılan her amel ve
eylem bireyin inancını güçlendirir. [346]
İkrar bir kişinin kendisi
hakkında haber vermesidir. Yani kendi inancını insanlara bildirmesidir, imanla
ikrar arasında da nedensel bir bağ yoktur. Bu ikrar kişinin inancını yansıtırsa
doğru, yansıtmazsa yalan olur. Ancak bunun doğru mu yalan mı olduğu tespitten
uzaktır. Çünkü insanın kalbinde olanın bilinmesi imkansızdır. Bu nedenle birey
kendi hakkında ne söylediyse ona inanmaktan başka çare yoktur, ister yanlış
ister doğru olsun bireye alınacak tavır bu söze göre belirlenir.
Bireyin sözü inancına etki
edemez ancak onun açıklar. Yani İmanla ikrar arasında nedensellik bağı yoktur.
Bireyin bir şeye inandığını söylemesi inanmadığı müddetçe innanan yapmaz,
inanması için mutlaka kalple tasdik etmesi gerekir. [347]
İman Bilgi Münasebeti
İslamkelamında imanla bilgi
arasında paralel bir bağ vardır. Hatta bu ilişki birbirini destekler
vaziyettedir. Asla imanla akıl çelişmez. Ancak Hıristiyanlıkta imanla bilgi
münasebetleri farklı düşünülmekte ve bilgiyle iman birbirinden ayrı hatta zıt
şeyler olarak algılanmaktadır, imanın gerçekleşmesinde bireyin iradesi
Hıristiyanlıkta daha etkindir. İmanın var olması için aklî bir delilin
bulunmasına gerek yoktur, İslamkelamında ise istidlal iman için istidlal
gereklidir. Delile dayanmadan gerçekleşen iman hakiki iman sayılmaz. Bu nedenle
birey iman için kendini zorlamaz.
Kelam alimlerinin çoğunluğuna
göre imanın istidlali olması gerekir. Mukallidin imanı makbul bir iman olarak
görülmez. Ancak mukallidin kafir olduğu hükmü de verilmez. [348]
Bunun nedeni her insanın istidâl yapacak durumda olmaması ve bu tür insanların
maduriyetidir. Aslında insanların herbirisinin bu tür istidlale gücü yetse de
yoğunluğu nedeniyle belki de bu iş için fırsatı olmayacaktır. Gerçi inanan
insanlar elbette bir şeylere dayanarak iman etmektedirler. Belki de bunların
dayanakları istidlal olarak kabul edilebilir. Meselâ inanan birisi, çevre
tarafından çok iyi bilinen birinin sözüne güvenerek yada okullarda verilen
eğitim doğrultusunda iman sahibi olmaktadırlar. Bu insanların istidlale vakti
bile olmamakta. Hatta böyle bir şey aklına bile gelmemektedir. Nitekim bizim
bir zamanlar içinde olduğumuz durum böyleydi. Bize ne söylenmişse onu doğru
kabul ettik. Onun doğrusunu araştırma imkanımız olmadığı gibi aklımıza bile
gelmedi. Çünkü çevredekiler hep aynı olduğundan inancımızı sorgulamak bir yana
kabul gören biri olmak için herkesin yaptığı şeyleri doğru kabul edip onları
yapmaya uğraştık.
Bazı alimler, imanı istidlali
bilgi olarak kabul etmelerine rağmen bazıları da imanın bilgi olmadığını bilkis
imanla bilginin farklı iki şey olduğunu savunurlar. [349]
Ancak genel kanaat imanın bilgiden sonra geldiğidir. Çünkü bilgi olmadan iman
gerçekleşemez. Buradaki bilgiden kasıt istidlali veya marifet anlamındaki
bilgidir. Yoksa kesin bilgiden sonra iman gelmez bilakis iman ortadan kalkar.
Çünkü imana sebep olan insan iradesi yok olur ve kişi kabul etmek zorunda kalır.
Zorunluluk ise ancak bilgiyi gerektirir. Ama istidlali bilgiden sonra iman
gelebilir. Çünkü istidlali bilgi zorlayıcı değildir. Zaten istidlali bilginin
içinde irade vardır. Yani onu kesinliğe götüren bireysel iradedir. Onun
kesinliği görecelidir. Bir başka ifadeyle bu kesinlik kişinin iradesi
tarafından tamamlanmaktadır. Böylece kişisel bir kesinliğe ulaşılmış olmakta ve
artık imana konu olan şey birey açısın tam bir kesinlik ifade etmektedir.
Dolayısıyla kesinlik ifade etmeyen bilgiden sonra iman gerçekleşebilir. Bu
bilgi türüde ya sırf algılama anlamına gelen marifet veya marifetten sonra
oluşan istidlali bilgidir bu tür bilgiden sonra kesin hüküm içeren imanın
varolması mümkündür.
İmanın tam bir kesinlik ifade
etmeyen bilginin ardından kesinlik derecesine yükselmesi bireyin iradesiyle
sağlanmaktadır. Bu iradeye bazı unsurlar da destek olabilmektedir. Bu unsurlar
genelde duygular, sezgi vb. tür şeylerdir. Bu unsurların azlık ve çokluk
derecesi dinlere göre de farklılık arzedebilmektedir. Mesela İslam'da bireyin
iradesine delil yardım etmektedir. Dolayısıyla birey akıl yürüterek iradesine
yardımcı olmaktadır. Ancak Hıristiyan inancı için delile gerek yok. Kişi istidlali
bilginin kesinlik yerini de iradesiyle tamamlamakta ve kişisel kesinliğe
ulaşmaktadır. Buna kişisel bilgi ya da dini bilgi adı da verilmektedir. Bu adın
verilmesinin nedeni görecesiz bir kesinliğe sahip olamamsıdır. [350]
Bu şartlar altında bireyde iman
nasıl meydane gelir? Öncelikle inana kişinin inanılan konuya ilgi duyması
gerekir. Yani inanılan konunun inana üzerinde ilgi uyandırması gerekir. Bu
varlığın bireyin ilgisini çekebilmesi için sıradan varlıkların arasından
seçilmesi gerekir. Yani inanacak kişinin ilgisini kendisine çekebilmesi
gerekir. [351]
Böylece kişide araştırma hissi doğarak bu varlığı düşünmeye başlasın. Daha sonr
da bu varlığa iman etsin. Bu araştırmada ilk ispatlanacak konu Allah'ın
varlığıdır. Çünkü Allah'ın varlığına inanmadan onun peygamberine ve emirlerine
inanmak mümkün değildir. [352]
Bireyi inamaya sevkedecek şey
ya sahip olduğu bilgi yada birinin ona böyle bir şeyin olduğunu söylemesidir.
Bu durumda kişiyi Allah'ın varlığına ikna edecek olan şey ya kutsal metin veya
alemde onun varlığına delalet edecek olgulardır. İnsan her iki durumda da
kültürünün etkisi altındadır. Çünkü; alemde olan delilleri çıkarsamak için o
delillere dayanak olacak bilgiye ve kültüre sahip olmak gerekir. Bu da tamamen
çevre ve kültürle alakalıdır. İyi bir eğitim ya da kültüre sahip olan toplumun
bireylerinin inancı ve inandıkları düzeyli olmaktadır. Farklı kültürlere sahip
olan toplumlar aynı varlığa inansalar hatta inanca temel olan kaynaklardan eşit
derecede faydalansalar bile inaçları ve inadıkları varlıkları yorumlamaları
farklı olmaktadır.
Bireyin Allah'a kutsal
metinlere dayanarak ve onlardan kendine delil çıkarak inaması da mümkün
olabilir. Ancak bu şekilde imana gitmenin önünde bazı engeller olabilir. Çünkü
bireyin önce bu metinlere inanması hatta bundan da önce Allah'ın varlığına
inanması gerekir. Allah'ın varlığına inanmayan birinin kutsal metinlere
inanması beklenemez. Ancak bu metinlerde geçen doğruları görerek ve böyle
doğruların sıradan bir kaynaktan gelemeyeceğinden hareketle Allah'ın varlığını
kabule yönelebilir. Her iki durumda da bireyin istidlaline iş düşmektedir.
Ancak bir peygamberin olması ve
insanlara Allah'ın varlığını hatırlatması ve bunun içinde insanların kabul
edeceği deliller ortaya koyması insanları imana sevketmede yeterli olabilir. Bu
durumda bir peygamber çıkıp Alalh'ın var olduğunu isbatlayabilir. Peki bu
ispatlama nasıl olacak? Bir insanın sözünün doğruluğu nasıl ispatlanabilir? İşte
bunun için Allah elçisine mucize denen harikulade olayları vermiştir.
Peygamberler bu mucize sayesinde Allah'ın var olduğunu ve kendilerinin de
Allah'ın elçisi olduğunu ispatlıyorlar.
Mucizeler tek başlarına delil
olamazlar. Ancak onların delil haline getirilmesi gerekir. Bu da Peygamberlerin
bir iddia ile ortaya çıkmaları ve sözlerinin doğruluğuna bu olayları şahit
tutmalarıyladır. Yoksa bir iddiaya isnad olmayan olağanüstü olaylar delil
olmazlar. Çünkü bir iddiayı destekleme amacı yoktur.
Bir peygamber döneminde yaşayan
ve mucizeleri gözleriyle gören insanların inanması mümkün ve hatta tabiidir.
Ancak nübüvvet döneminden sonra yaşamış ve bu mucizelere şahit olamayanların
durumu daha zordur. Onlar sadece böyle olayların var olduğunu haber vasıtasıyla
öğrenmektedir. Haberlerle bir şeye inanmanın zorluğu açıktır. Ancak bu haber
meşhur derecesine ulaşır ve insanların çoğunluğu bu olayların varlığını tasdik
ettikleri zaman iş biraz daha kolaylaşabilir.
Artık birey için Kur'an ve
peygamberin mucizeleriyle inadınlmış toplumun haberlerinden başka bir delil
kalmamaktadır. Bunun dışında bir de tabiat olaylarına bakarak Allah'ın
varlığına hükmetme vardır. Bunlar dışında bireyi imana sevkedecek bir delil
yoktur. Kişinin bu kaynaklardan delil çıkararak Allah'ın varlığına gitmesi ve
onun dinine inanması içn kendi çevresinin ve kültürünün seviyesi belirleyici
olacaktır. Bu nedenle bireylerin iyi yetiştirilmesi ve iman yönünde onlara
yardımcı olunması gerekir. İnan toplumlar içinde bunun belki de gereği
hissedilmelyebilir ancak inanmayan yada inancı farklı bir toplumda dünyaya
gelip yetişmiş birey için doğru yolu bulması o kadar da kolay değil.
Bütün bu zorluklan aşıpta
imanla ulaşan kişi gerçekten başarılıdır. Bu başarısı eğer inanmayan bir
toplumun içinden geldiyse fevkaladedir, inana toplum içinde yetişen kişi her ne
kadar olsa da diğerine göre şanslıdır. [353]
Kaynakça
1.
Bağçeci, Muhittin, İman ve Allah'ın Varlığının Isbâtı, Kayseri, ts.
2.
Bağdadî, Ebu Mansûr Abdülkahir b. Tahir, el-Fark Beyne'l-Fırak, (Mezhepler
Arasındaki Farklar) Çev. Ethem Ruhi Fığlalı, İstanbul, 1991.
3.
Bakiliânî, Ebu Bekir Muhammed, Kitâbü Temhidü'l-Evâil ve Telhîsü'd-Delâil,
(Nşr. Richard J. Mc. Carthy, S. J.), Beyrut, 1987.
4.
el-Buharî, Ebu Abdullah Muhammed b. İsmail, es-Sahîh, İstanbul, 1985.
5.
İbn Manzûr, Lisânü'1-Arab, Mısır, 1303.
6.
el-Cürcânî, Seyyid Şerif, Şerhu'l-Mevakıf, İstanbul, ts.
7.
Cüveynî, Îmâmü'l-Harameyn Abdülmelik b. Abdullah, Kitâbü'1-İrşâd, (Tah.
Muhammed Yusuf Musa, Ali Abdülmümin Abdulhamid), Mısır, 1950.
8.
Eş'arî, Ebü'l-Hasan Ali b. İsmail, el-Lum'a fi'r-Red ala Ehl'iz-Zeyğ
ve'l-Bid'a, (Nşr, Richard J. Mc. Carthy, S. J.), Beyrut, 1952.
9.
Eş'arî, Makalâtü'l-İslamiyyîn, (Tah. Helmut Ritter), Beyrut, 1980.
10.
Gölcük, Şerafettin, Din ve Toplum, Konya, 2000.
11.
Hançerlioğlu, Orhan, Felsefe Sözlüğü, İstanbul, 1982, s. 185.
12.
İbn Hümâm, Kemâlüddîn, Kitâbü'1-Müsayere, İstanbul, 1979.
13.
Kılavuz, Ahmet Saim, İman Küfür Sınırı, İstanbul, 1996.
14.
Mâtürîdî, Kitabü't-Tevhîd, (Tah. Fethuîlah Huleyf), İstanbul, 1979.
15.
Müslim, Ebü'l-Huseyin Müslim el-Haccâc b. Müslim, es-Sahîh, İstanbul, 1885.
16.
Nesefî, Ebü'I-Muin Meymun b, Muhammed, Tabsitü'l-Edille, (Tah. Hüseyin Atay),
Ankara, 1993.
17.
Özcan, Hanefi, Epistemolojik Açıdan İman, İstanbul, 1992.
18.
Taftazânî, Sa'düdîn Mesud b. Ömer, Şerhü'l-Makasıd, İstanbul, ts.[354]
III. OTURUM
Oturum Başkanı Prof. Dr. Yusuf
Şevki Yavuz (Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi)
OKÜLT EĞİLİMLERİN DİNİ İNANÇLARI
YOZLAŞTIRAN ETKİLERİ
Doç. Dr. İlyas Çelebi [355]
Problemin Anlam Alanı
Okültizm, mahiyeti tam olarak
bilinmeyen ruhî (nefsanî) yetenekleri kullanarak veya ruhlar âlemi ile ilişki
kurarak duyular ötesi varlık ve olaylardan haber verilebileceğini veya
olağanüstü işler yapılabileceğini iddia eden akımlar için kullanılan genel bir
addır. Bu akımı benimseyenler hakikatin bilgisine ve duyular ötesi âleme
tecrübî metotlar ve rasyonel yollarla değil, birtakım olağan dışı yöntemleri
kullanarak ulaşılabileceğini savunmaktadırlar. Bu yöntem, daha çok mitolojik
karakterli varlık anlayışlarına sahip olan ilkel toplumların ve hermetik
felsefeye bağlı filozofların tabiatı ve onda olup bitenleri açıklamak için
birtakım sahte ve gizli yollara başvurmaları sonucu ortaya çıkmış bir tavırdır.
Bu yöntem Sümer, Asur, Babil ve Hint medeniyetlerinde, doğu ve batı hermetik
felsefelerinde geliştirilerek ve sistemli şekillere büründürülerek sonraki
nesillere devredilmiştir. İslam'ın gönderildiği dönemde ise onun ilk
muhatapları olan Arapların okültizmin her nevinden haberdar oldukları
görülmektedir.
İslam dini duyular ötesi alemle
irtibat kurup oralardan haber verebilmeyi vahye, işleyen tabiat kurallarının
devre dışı bırakıldığı olağanüstü işlerin yapılmasını ise mucizeye tahsis etmiş
ve bunların her ikisini de peygamberliğin hasaisinden saymıştır. Son peygamber
olan Hz. Muhammed'in irtihali ile vahiy sona ermiş ve mucize gösterilmesi
imkansız hale gelmiştir. Bu tarihten itibaren müslümanlar arasında gayptan
haber verme ve harikulade işler yapma iddiası olamaz. Teorik gerçek bu olmakla
beraber pratikte aksi istikamette gelişmeler olmuş, İslam coğrafyasında
bilhassa halk arasında fal, büyü, cefr, havas, esrar-ı huruf, rüya tabiri gibi
usuller olabildiğince yayılmış ve toplumun büyü ve kerametle kontrol altında
tutulduğu görüntüsü verilmiştir. Hermetik geleneği takip eden Şia ve tasavvuf
da okült eğilimleri beslemiş ve bünyelerinde yaşatmıştır. Nesnelerde tabiî
özelliklerin (havas) bulunmadığını ve tabiat kanunlarının sonuçlarının zorunlu
olmadığını (mümkün olduğunu) savunan Eş'ariler de bu tür yaklaşımlara kolaylık
sağlamışlardır.
Îbnü'n-Nedim, İbn Haldun,
Taşköprizade ve Katib Çelebi gibi bilim tarihçilerinin yaptıkları ilimler
tasnifinde okült yöntemler geniş bir şekilde yer almıştır. Örneğin Taşköprizade
tasnifinde firaset başlığı altında:
İlmü'ş-şâmât ve'l-julân,
ilmü'l-esârîr, ilmü'l-ektâf, ilmü'l-ıyâfe, ilmü kıyafeti'1-beşer, ilmü'l-ihtida
fi'I-berârî ve'1-ekfar, ilmü'r-riyâfe, ilmu istinbâti'l-meâdin, ilmu
nuzûli'1-gays, ilmü'l-ırafe ve ilmü'l-ihtilâca; ilmu ahkâmı'n-nücûm başlığı
altında:
İlmü'l-ihtiyarât, ilmü'r remü'1-fâl,
ilmü'l-kur'a, ilmü't-tıyara ve'z-zecre; ilmü's-sîhr başlığı altında ise:
İlmü’l-kahâne, ilmü'n-nîrancât,
ilmü'l-havâs, ilmü'r-rukya, ilmü'l-azâim, ilmü'l-istihdâr, ilmu
da'veti'l-kevakib, ümü'l-filaktîrât, ilmü'1-hafâ, ilmü'l-hıyeli's-Sa'sâniyye,
ilmu keşfi'd-dek ve îzâhü'ş-şek, ilmü'ş-şa'beze ve't-tahyîlât, ilmu
taalluki'1-kalb, ilmü'l-istiâne bi bavassi'l-edviye ve'1-müfredâta yer
vermektedir. [356]
Hiçbir şer'î endişe duymadan
batını yorumlara dalan filozof ve sûfîler bir tarafa, düşüncelerinin akılla
irtibatını koparmamak için onu olabildiğince germeye gayret eden ve müteahhirîn
dönemi kelam ve tasavvufu üzerinde büyük etkileri bulunan Gazzalî'nin bilgi ve
varlık anlayışları ile bilimler tasnifi bile konumuz açısından ilginç bir durum
arz etmektedir. Onun îhyâu ulûmi'd-dîn, Mişkâtü'l-envar, el-Münkız mine'd-dalâl
ve Cevahirü'l-Kur'an gibi eserleri incelendiği zaman bu etkiyi açıkça görmek
mümkündür. Örneğin Cevahirü'l-Kur'an'da Kur'an-ı Kerim'i bir istiridyeye
benzetir, onun katmanlarının sıralamasına bağlı kalarak kabuktan öze doğru
ilimlerin sıralamasını yapar. Kabukta Kur'an tilaveti, garîbü'l-Kur'an, i'rabü'l-Kur'an,
kıraat ve zahirî tefsir gibi ilimlerin; özün birinci katmanında
kısasu'l-Kur'an, kelâm ve fıkıh ilimlerinin, özün ikinci katmanında ise
tasavvuf, meâd, ve marifetullah ilimlerinin yer aldığını söyler. Kabukta yer
alan ilimlerin avam için, özde yer alanların ise havas için olduğunu kaydeder.
Gazzalî, bu tasnifi yaparken bilinçli olarak sebep-sonuç ilişkisine dayanan
ilimleri ihmal etmiştir. Nitekim o kabuk ve özle ilgili ilimleri sıraladıktan
sonra şöyle der:
"Bu ilimlerden başka tıp,
astronomi, fizik, biyoloji, cerrahî gibi daha birçok ilim vardır, diyebilirsin.
Ancak ben burada sadece âlemde asılları olan ve Allah'a yolculukta
kullanılabilecek olan ilimleri sıraladım. Dünya ve ahiret saadeti sonuncuları
bilmeye bağlı olmadığı için onları zikretmedim." [357]
Felsefe ve Batınîliği reddetmek üzere yola çıkan Gazzalî, bu denli hermetizmin
etkisinde kaldığı için Ebübekir İbnü'l-Arabî onun için "Şeyhimiz Ebu Hamid
filozofları yuttu, sonra da kusup çıkarmak istedi fakat başaramadı"
demiştir. [358]
Bu durum İslam kültüründe bir
kırılma olup bilimsel açıdan büyük oranda İslam kültürünü realist ve akılcı
olmaktan uzaklaştırmıştır. İnsanlar yapacakları önemli işlerde akıl, tecrübe,
imkan, şart ve çıkarlarını göz önünde bulundurarak karar verme yerine bir şeyh
efendiye danışarak, gördüğü rüyayı tabir ettirerek, fal baktırarak karar verir
hale gelmişlerdir. Maalesef günümüzde dahi isimlerin esrarına inanarak
çocuklarına ad veren, hatta daha önce verdiği adı bu nedenle değiştiren, burçlara
bakarak veya istihareye yatarak evliliğe karar veren, kaybolan eşyasını bulması
için falcıya başvuran, karı koca arasındaki soğukluk ve anlaşmazlığı gidermek
için büyücülerin kapısını çalan insanların sayısı az değildir. Söz konusu
kırılma ayrıca başta vahiy ve mucize kavramları dolayısıyla nübüvvet kurumu
olmak üzere, İslam'ın akıl ve bilime aykırı bir din olduğu, din adamlarının fal
ve büyü gibi hurafeleri benimsedikleri şeklinde yanlış değerlendirmelere neden
olmakta, sahih dini değerlere zarar vermektedir.
İnsan gibi kültürü oluşturan
unsurların da akıl ve duygu boyutları vardır. Pür rasyonel bir kültürden söz
edilemez. Duygu şairlerin, müzisyenlerin, ediplerin ve diğer sanatçıların
beslendiği, kültüre derinlik kazandıran önemli bir kaynaktır. Ancak duyguya
dayanan veriler kültürün hakim unsuru olarak değil, bir folklor olarak
görülmelidir, kararlar duygulara dayanılarak verilmemelidir. Sözünü ettiğimiz
okültizm ise karşımıza duygunun masum sonuçları olarak değil, önemli kararlarda
etkili bir faktör olarak çıkmaktadır.
Biz bu çalışmamızda isimlerini
saydığımız disiplinler içinden günümüzde en yaygın olan kehanet (fal) ve sihir
üzerinde duracağız. Bizce birincisini icra eden kâhinler, gayptan haber
verdiklerini iddia ederek vahye, ikincisini icra eden sihirbazlar ise sihir
yoluyla olağanüstü işler yaptıklarını ileri sürerek mucizeye alternatif
eylemler ortaya koyduklarını iddia etmiş olmakta, tamamen bir lütf-i ilahî olan
nübüvveti sıradan bir meslek gibi göstermektedirler. Bundan nübüvvet imajı
zarar görmekte, peygamberlerin insanlar üzerindeki karizmaları zayıflamakta ve
cahiliye devri Araplarındaki peygamber telakkisi geri dönmektedir. Nitekim
Cahiliye Arapları da gayptan haber veren ve büyü yapan kişileri peygamberlere
denk gördükleri için Hz. Muhammed nübüvvetini ilan ettiğinde onu kâhinlik ve
sihirbazlık yapmakla itham etmişlerdi. [359]
A) Kehanet
Kehanet, sözlükte gayptan haber
vermek, falcılık ve bakıcılık yapmak anlamlarına [360],
kâhin ise falcılık yapan, gayptan haber verip insanın işlerini gören ve ihtiyaçlarını
karşılayan kişi, derin araştırmalara dayanan bilgilere sahip bilgin, müneccim
ve tabib anlamlarına gelir. [361]
Araplar kehaneti dişandan almış
olup [362], bu
yöntem onların metafizik anlayışlarına uygun ve kullanım olarak da yaygındı.
Araplar kehaneti duyular ötesi âleme ilişkin bir olgu olarak görmekte ve bu
âlemde kendilerine en yakın varlık olarak da cinleri kabul etmekteydiler. Bu
nedenle de cinlerle insanlar arasında bir ilişki kurulabileceğini
düşünüyorlardı. Onlara göre cinler dünyanın idaresinde Tanrı'nın yardımcıları
konumundaydılar ve insanların hayatında ilahlardan daha etkiliydiler; saadete
onların yardımıyla ulaşabileceklerine ve felaketlerden de onların aracılığıyla
korunabileceklerine inanıyorlardı. Bu nedenle onlar için ruhlarla irtibatlı
olan ve onları emir altına alan kâhinler önemli kişilerdi [363].
Nasr Hâmid Ebû Zeyd Araplardaki insan-cin ilişkisine dair bu inancın, vahyin
kültürel temellerini oluşturduğunu ve vahyi kabullenmelerini kolaylaştırdığını
söyler ve cinlerin şairlere ilhamda bulunduklarını, kahinlerin de onlardan
bilgi aldıklarını kabul eden bir Arap için meleğin Peygamber'e vahiy
getirebileceğini kabul etmenin zor olmayacağını kaydeder. Araparın vahyin
mahiyetine değil, muhtevasına itirazda bulunmalarını da bu nedene bağlar. [364]
Araplar, şairler gibi
kahinlerin de reiy, tâbi', sahib, mevlâ, velî veya karın adı verilen cinlerinin
bulunduğunu, bunların semaya tırmanıp meleklerin kendi aralarında yaptıkları
konuşmaları dinleyerek duydukları haberleri kahinlere ulaştırdıklarını, onların
da bu haberleri kahinlere bildirdiklerini kabul ediyorlardı.
Nitakim
ünlü Arap edebiyatçısı ve düşünürlerinden Cahız yalancı peygamberlerden olan
Müseylime'nin "reiyye" sahibi bir kahin olduğunu kaydeder. [365]
Mâverdî, Hz. Peygamber'in gönderildiği günlerin arifesinde beşairü'n-nübüvve
çerçevesinde ondan haber veren kahinlere örnekler verir [366].
Kahinler, kehanette bulunurken seçili ve kafiyeli sözler, kısa ve ahenkli
cümlelerden oluşan ifadeler, karışık ve muğlak bir dil kullanırlar, yer, gök,
ay, güneş, gece, gündüz gibi varlıklar üzerine yemin ederek sözlerini teyid
ederlerdi. Araplar arasında birçok ünlü kahin ve kahine vardı. Bunların en
eskileri tek eli, tek gözü ve tek ayağının bulunduğu ve yarım insan şeklinde
olduğu kabul edilen Şık ile kafatası kemiği dışında vücudunda kemik bulunmadığı
ve kumaş gibi dürülen bir et parçasından ibaret olduğu iddia edilen Satîh'tı.
Bu ikisinden başka bölgede Hanâfîr b. Tev'em el-Hımyerî, Sevad b. Karib
ed-Devsî, Yemen kahinesi Tureyfe, Sevda binti Zühre, Zerâ binti Zuhayr gibi
meşhur kahin ve kahineler bulunmaktaydı. [367]
Kahinlerin, Cahiliye Araplarının hem özel hem de toplumsal hayatla ilgili
kararlarında önemli bir yeri vardı. Her çeşit ihtilafın çözümü, rüyaların
tabiri, yitiklerin bulunması, zina, hırsızlık ve adam öldürme gibi cürümlerin
tespiti, hastalara şifa bulunması için onlara baş vururlar, bir kabileye savaş
ilan edecekleri zaman onlara danışırlar, aile anlaşmazlıklarında hakemliklerine
müracaat ederlerdi. Kahinler yaptıkları işler karşılığında "hulvan"
diye adlandırılan bir ücret alırlardı. Bu sabit bir ücret değildi. Ancak kahine
hiçbir şey verilmediği takdirde bildirdiği haberin doğru çıkmayacağına
inanırlardı.
Kur'an-i Kerim'de kahin
kelimesi biri et-Tûr suresi 29.ayette ve diğeri el-Hâkka suresi 42. ayette
olmak üzere iki yerde geçmektedir. Birincisinde Peygamberin kahin veya
cinlenmiş biri olmadığı, ikincisinde ise Kur'an'ın bir şair veya kahinin sözü
değil, Allah tarafından indirilen ilahi kelam olduğu bildirilmekte, dolayısıyla
her ikisinde de Hz. Peygamber'in kahinlikle ilgisi bulunmadığı
belirtilmektedir. Kur'an şeytanların dostlarına vahiyde bulunduklarını [368],
şeytanların insanlardan dost ve arkadaşlarının (karin) bulunduğunu [369];
bunların göğe tırmanarak meleklerin konuşmalarına kulak kabartıp bazı sözleri
aşırdıklarını [370],
yeryüzündeki günahkar ve yalancıların üzerine indiklerini [371],
aldatmak için birbirlerine yaldızlı sözler fısıldadıklarını [372]
haber vermekte, dolayısıyla kahinlerle cinler/şeytanlar arasında bir iletişimin
bulunduğunu kabul etmektedir. Hadislerde ise Hz. Aişe rivayetinde
"meleklerin bulutlar içinde aşağı semalara inerek göklerde olup bitenleri
kendi aralarında konuştukları, bu arada kulak hırsızlığı yapan şeytanların
duydukları haberlere kendilerinden de yüzlerce yalan katarak yeryüzündeki yaranlarına
ilettikleri [373]
bildirilmekte, Ebu Hüreyre rivayetinde "gökte meleklere bir şeyin infaz
edilmesi emredildiği zaman bu emre uymak için kanat çırptıkları, kalplerinden
korku gidince de mukarrebun meleklerine "Allah ne buyurdu?" diye
sordukları, bu konuşmalara kulak kabartan şeytanların duydukları sözleri daha
alt tabakadaki şeytanlara ilettikleri, en alttakilerin ise bunları kahinlere
ulaştırdıkları" [374]
haber verilmekte, Hz. Aişe'ye ait bir başka rivayette Peygamberimiz'e
"kahinlerin gayptan haber verdikleri" iddiası sorulunca:
"Onların
sözlerinin hiç bir değeri yoktur" dediği,
söylediklerinin hazan doğru çıktığı hatırlatılması üzerine:
"Bu kulak hırsızlığı olup cinlerin yüzlerce yalanla beraber kahin
dostlarına fısıldadıkları sözlerden ibarettir." buyurduğu
kaydedilmekte [375], İbn
Abbas rivayetinde ise "Cinlerin bir doğruya dokuz yalan katarak kahinlere
ilettikleri [376]
bildirilmektedir.
İslam bilginleri kehaneti
geçmişten devralmarı bir miras olarak görmekle beraber, onun mahiyetini
objektif bir şekilde kavramak için büyük çaba sarf etmişlerdir. Çoğunluk
kehaneti "beşerî ruhların cin ve şeytan gibi soyut varlıklarla ilişkiye
girerek onlardan dünyada meydana gelecek olaylar hakkında bilgi
edinmeleri" şeklinde tanımlamaktadırlar [377].
Fahreddin er-Râzî kehaneti nefislerin özelliğinden kaynaklananı (fıtrî) ve
azaim (cinlerle irtibat kurma), davetü'l-kevakib (yıldızlarla temasa geçme)
gibi sonradan kazanılmış (müktesep) olanı olmak üzere ikiye ayırır [378].
Benzer tasnifi Hattabî ve İbnü'1-Esîr de yapar [379].
Kehaneti insanî nefislerin özelliklerine (havassü'n-nüfûsi'l-insaniyye)
dayandıranların başında ise İbn Haldun gelir. Ona göre insan nefsi beşeriyetten
arınıp daha yüksek bir ruhaniyet ile ilişkiye geçme özelliğine sahiptir. Bunun
en ileri noktasında peygamberler yer alır. Onlar, herhangi bir vasıtayı
kullanmaksızın ve birinden yardım almaksızın (fıtrî olarak) beşeriyetten
melekiyete yükselerek vahiy alırlar. Fıtrat itibariyle Peygamberlerden zayıf
olan insanlar ise kristal kap, hayvan kemiği, kafiyeli sözler, kuş ve hayvan
hareketleri gibi vasıtaları kullanarak beşeriyetten kurtulup soyut varlıklarla
irtibat kurmaya çalışırlar. Bu kişilerin nefisleri birincilere göre eksik
olduğu için bilgileri de eksik ve hatalıdır [380].
Kahinlerle cinler arasında bir
tür iletişimin bulunduğu Kur'an ve hadisten anlaşılmakla beraber bunun Hz.
Muhammed'in nübüvveti öncesine ait olup olmadığı ve peygamber olarak
gönderilmesinden sonra da devam edip etmediği konularında farklı görüşler
bulunmaktadır, İslam bilginlerinin çoğunluğuna göre cinlerin gökten haber
aşırması Hz. Muhammed'in peygamber olarak gönderilmesinden öncesine ait olup o
gönderildikten sonra bu işin önüne geçilmiştir. Bu görüş Sahipleri tezlerini
desteklemek üzere Kur'an ve hadisten bazı deliller getirmektedirler. Örneğin Kur'an'dan,
şeytanların kulak hırsızlığı yapmak için göğe erişmek istediklerini fakat onu
sert bekçiler ve alev huzmeleri ile doldurulmuş bulduklarını, üzerlerine alev
huzmeleri gönderilerek haber aşırmalarına engel olunduğunu [381],
yıldızlar atılarak taşlandıklarını [382],
göğün itaatten çıkan şeytanlardan korunduğunu, melei a'layı dinlemelerine mani
olunduğunu ve bu noktadaki her teşebbüslerinde oradan kovulup atıldıklarını [383]
bildiren ayetleri; sünnetten de cinlerin gökten haber aşırmalarının Hz.
Peygamber'in Taif yolculuğundan döndüğü günlerde engellendiğini [384] ve
Hz. Peygamberin nübüvveti ile kehanetin sona erdiğini [385] bildiren
hadisleri delil getirmektedirler. Aralarında İbn Haldun'un da yer aldığı bir
kısım alime göre ise cinlerin aşırdıkları bilgiler koruma altında bulunan
vahiyle [386]
ilgili değil, sadece yeryüzünde vuku bulacak olaylarla ilgilidir ve Hz
Peygamber gönderildikten sonra da kehanet devam etmektedir. Cinler daha önceden
üzerlerine alev huzmesi gönderilmeden rahatça haber aşırabildikleri halde Hz.
Peygamber gönderildikten sonra üzerlerine şihab gönderilmesi sebebiyle
zorlanmaktadırlar [387]. İbn
Haldun Hz. Peygamber'in nübüvveti esnasında gökten haber aşırma suretiyle
yapılan kehanetin engellendiğini, hayal gücüne dayanan kehanetin ise devam
ettiğini, nübüvvet sonrası ise durumun nübüvvet öncesine avdet ettiğini
savunmaktadır. [388]
Sonuç olarak farklı önsezi ve
öngörülere sahip olabilirler. Bunlar kesin bilgi değil tahminden ibarettir. Ama
hiç kimse bir veriye dayanmadan gaybı bildiğini, gayptan haber verdiğini iddia
etmemelidir. Çünkü İslam inancına göre gaybı bilmek Allah'a mahsus bir
niteliktir [389].
Dolayısıyla Ebu Hanife'nin dediği gibi vahiy almadan gayp bilgisine sahip
olduğunu ileri süren kişi, Allah'a ait bilgiye sahip olduğunu iddia etmiş,
böylece büyük günah işlemiş ve cehennemi hak etmiş olur [390]. Bu
nedenle tevhide aykırı ve nübüvvete alternatif olarak değerlendirilmesi gereken
her türlü kehanet reddedilmeli, bu tür haberler saçma, hurafe ve aldatma
vasıtaları olarak kabul edilmelidir. [391]
B) Sihir
Sihir "bir şeyi olduğundan
başka türlü göstermek, uzaklaştırmak, bozmak, ifsat etmek, aldatmak, oyalamak,
ilgisini çekmek, gönlünü çelmek" mânasındaki "shr" kökünden
gelen bir isim olup hile, aldatma, sebebi gizli kalan iş demektir. [392]
Farklı şekillerde icra edildiğinden sihir için kuşatıcı bir tanım vermek
zordur. Bu sebeple İslâm âlimleri sihir için tam bir tanım vermekten çok sihrin
şekillerini tanıtan veya din nazarındaki yerini göstermeye çalışan açıklamalar
yapmışlardır. [393]
Mesela Râgıb el-İsfahânî sihrin el çabukluğu, göz boyama ve yaldızlı sözler
söyleme yoluyla gerçekleştirilen hile ve aldatma, şeytanla yakınlık kurup ondan
yardım alma ve nesnelerin tabiat ve şeklini değiştirme [394],
Ebü'1-Beka kötü ruhlu varlıkların sergiledikleri, benzerinin yapılması imkan
dahilinde eylem ve durumlar [395],
Cessas ve Fahreddin er-Râzî, nasıl yapıldığı gizli kalan ve insanları aldatmak için
bir şeyi gerçeğe aykırı biçimde gösteren her türlü işlem anlamlarına geldiğini
kaydederler [396]. İbn
Haldun ve Taşköprizade ise sihir kavramını tılsım ile karşılaştırarak
açıklamaya çalışırlar. ibn Haldun semavî yardımcılara baş vurarak madde
âleminde etkili olmaya tılsım, herhangi bir yardımcıya baş vurmaksızın doğrudan
etkili olmaya da sihir der [397].
Taşköprizade ise, astronomi olayları ile gökcisimlerinin özelliklerini ve
bunların yeryüzü olaylarıyla bağlantısını inceleyen ilme sihir; istenen bir
fiil ve etkiyi elde etmek amacıyla, uygun zamanlarda etkin semavi güçlerle
edilgen yeryüzü güçlerinin nasıl birleştirilebileceğini araştıran ilme de tılsım
adı verildiğim söyler. [398]
Araplar, kehanet gibi sihri de
dışarıdan almışlardı. Bu nedenle de sihirde Mısırlılar ve Süryaniler kadar
tanınmış değillerdi. Hatta bu konu onlarda kehânet ve ırâfe kadar da yaygın
değildi. Araplar arasında sihirle meşgul olanlar daha çok yahudilerdi. Bununla
beraber Müslim Necran Araplarının sihir eğitimi yaptıklarına [399], İbn
Kesîr Cürhümlülerin Eski Mısırlılar gibi suni yılanlarla insanları
korkuttuklarına ve Yemenlilerin kalelerini tılsımlar sayesinde Farslara karşı
koruduklarına inandıklarına [400]
ilişkin bilgilere yer verirler. [401]
Kur'an'ın Sihre Bakışı
Kur'an-ı Kerîm'de
"shr" kökünden türetilmiş kelimeler altmış üç defa geçmekte olup
bunların üçü seher vakti mânasına gelmektedir. Sihirle ilgili kelimeler en çok
Hz. Mûsâ ve Hârûn (35 defa), sonra da Hz. Muhammed'le (17 defa) ilgili
âyetlerde yer almaktadır, içinde sihirle ilgili kelimeler bulunan âyetlerin
büyük bir kısmı, inkarcıların, peygamberlerin nübüvvet iddialarını reddetmek ve
mucize olarak gösterdikleri şeylerin insanları aldatmaya yönelik girişimlerden
ibaret olduğunu belirtmek için söyledikleri sözleri içermektedir. Nitekim
Kur'an'da Semûd kavminin Hz. Salih'i, Eyke halkının Şuayb peygamberi [402],
Firavun ve taraftarlarının Hz. Musa'yı büyülenmiş olmakla ve büyü yapmakla [403], İsrailoğulları'nın
Hz. İsa'yı büyüye baş vurmakla [404] ve
müşriklerin Resûl-i Ekrem'i büyücü veya büyülenmiş biri olmakla [405]
itham ettikleri haber verilmekte, bunların tamamının iftiradan ibaret bulunduğu
ve inkarcıların eskiden beri kendilerine gönderilen peygamberlere böyle
davrandıkları bildirilmektedir.
Konuya ilişkin âyetler
incelendiğinde Kur'an'da sihrin üç şekline değinildiğini söylemek mümkündür: [406]
1. Hz. Musa Dönemindeki Sihir
Bu, Mısır'da Hz. Musa'nın
karşısına çıkan sihirbazların baş vurduğu, daha çok hayal ettirmek
(illüzyonizm) ve bunu sağlayan çeşitli teknikleri kullanmak suretiyle yapılan
bir sihirdir. Hz. Müsâ kardeşi Harun'la birlikte Firavun ve taraftarlarına
ilâhî mesajı iletmek üzere gönderildiğinde, Firavun mucize göstermesini
istemiş, Mûsâ ona asasını yere bırakınca onun ejderhaya dönüşmesi ve elini
cebinden çıkarınca bembeyaz görünmesi mucizelerini göstermişti. Bunun üzerine
Firavun Musa'yı büyücülükle suçlamış, adamları da çevredeki mahir sihirbazları
toplayarak onun büyüsünü bozabileceğini Firavun'a telkin etmişti. Firavun
çevredeki sihirbazları toplayıp başarılı oldukları takdirde kendilerini ödüllendireceğini
açıklamıştı. Hz.Mûsâ sihirbazlara, yaptıklarının Allah'a iftira olduğunu
söylemiş, onları buna devam ettikleri takdirde ilâhî azaba maruz kalacakları
yönünde uyarmıştı. Hz. Mûsâ büyülerini gerçekleştirmeleri için sihirbazlara
öncelik tanımış, onlar da iplerini ve asalarını yere atarak sanatlarını icra
etmiş ve insanların gözlerini büyülemişlerdi. Ardından Mûsâ asasını yere atınca
sihirbazların kullandığı büyü araçlarının tamamını yakalayıp yutmuş, böylece
sihirbazlara ait gösterilerin bir aldatmacadan ibaret olduğu anlaşılmış,
sihirbazlar ''Mûsâ ile Harun'un Rabbine inandık'' diyerek secdeye kapanmıştı. [407]
Kur'an, Hz. Musa'nın karşısındaki
sihîrbazların yaptıklarını hile, aldatma (keyd) [408],
uydurma [409],
iftira [410],
hakkın ve doğrunun karşıtı (bâtıl) [411],
zulüm [412],
göz bağcılığı [413],
olmayanı varmış gibi gösterme (tahyîl) [414]
olarak nitelendirmekte ve bunun bâtıl olduğunun ortaya çıktığını bildirmekte [415],
büyücülerin daima perişan olacaklarını [416] ve
hiçbir zaman başarıya ulaşamayacaklarını [417]
haber vermektedir. Burada dikkat edilmesi gereken husus, Firavun'un ileri
sürdüğü gibi [418] Hz.
Musa'nın sihirbaz olmadığı ve sihire sihirle karşılık vermediğidir. O, Allah'ın
izniyle, sihirbazların yaptıklarını etkisiz hale getiren ve bunların
aldatmacadan ibaret olduğunu ortaya koyan açık bir kanıt göstermiştir. Şayet
Firavun ve taraftarlarının iddiası doğru olsaydı bunu herkesten önce
sihirbazların anlaması gerekirdi ve canları pahasına da olsa Musa'nın getirdiği
mesaja iman ettiklerini açıklama yoluna girmezlerdi. Konuya ilişkin âyetlerin
birinde onların yaptıklarının "büyük bir sihir" olarak
nitelendirilmesi de [419]
gerçekleştirilen etkinliklerin o çevrenin en mahir sihirbazlarının işbirliğiyle
oluşturulmuş etkileyici bir sihir olduğunu ve buna rağmen Hz. Musa'nın
mucizesiyle bir anda siliniverdiğini belirtmektedir. [420]
2. Babillilerin Sihri
Bâbillilerin genellikle semavî
güçlerden yardım alarak yaptıkları kabul edilen sihir çeşididir. Hz. Süleyman
döneminde cereyan eden Babil sihrinden sadece Bakara sûresinin 102. âyetinde
söz edilmektedir. Burada yahudiler, Hz. Süleyman'ın hükümranlığının sihre
dayandığını söyledikleri için eleştirilmekte, Süleyman'ın değil, insanlara
sihir öğretenlerin (şeyâtîn) kâfir oldukları, bazı kişilerin topluma zararı
dokunan ve karı ile kocanın arasını ayırmaya yarayan şeyleri öğrendikleri,
halbuki Allah'ın izni olmadıkça kimsenin kimseye zarar veremeyeceği, böyle
yapacaklarına peygamberlerine inanıp uymalarının kendileri için daha hayırlı
olacağı bildirilmektedir
Bu âyette sihir ile
ilişkilendirilebilecek taraflar şeytanlar, onlara uyan insanlar, Hârût ve
Mâruftan oluşmaktadır. Kaynaklarda, âyet-i kerîmede sözü edilen
"şeytanlarda insan veya cin türünden olan şeytanların, "onlara tâbi
olanlar"
Bu kelimelere yüklenen mânalara
göre âyette sözü edilen sihrin tür ve mahiyeti hakkında farklı kanaatler ortaya
konmuştur. "Şeytanlar" kelimesiyle cin türünün, Hârût ve Mârût'la da
iki meleğin kastedildiği yorumunu yapanlar, sihrin semavî kaynaklı olduğu
sonucuna ulaşmışlardır. Taberî ve Mâtürîdî gibi âlimlerin de içinde bulunduğu
müfessirlerin büyük çoğunluğu bu kanaattedir. [421]
Şeytanların insan türünden, Hârût ile Mârût'un ise iki kral olduğu şeklindeki
yorumu benimseyenlere göre ise sihir beşer kaynaklıdır. Mu'tezile kelâmcıları
ve bazı Sünnî alimler bu görüşü savunurlar. [422]
Bakara sûresinin 102. âyetinde
sihrin, öğretilebilen, karı ile kocanın arasını açan ve zarar doğuran bir şey
olarak nitelendirilmesi, onun bir gerçekliğinin bulunduğunu düşündürmektedir.
Fakat aynı eylem ve sonuçların sabit ve temel gerçekliği olmayan bazı
tekniklerle meydana getirilebileceği, asılsız şeylerin de öğretiminin
yapılabileceği ve özellikle âyette "küfür" olarak nitelendirilmesi
sihrin bâtıl bir inanç olduğu görüşünü desteklemektedir. [423]
3. Felâk Sûresi'nin Büyü İle
Îlişkilendirilen Âyeti
Felâk sûresinde sihir kelimesi
kullanılmaksızın düğümlere üfleyenlerin şerrinden Allah'a sığınılması
istenmektedir. [424] Söz
konusu sûrede "üfürükçüler" anlamında "neffâsât" kelimesi
geçmektedir. Resûlüllah döneminde Arap yarımadasında okudukları duaları
ellerindeki ipliklere üfleyip düğüm atan ve bu surette büyü yapan kişiler
vardı. İbn Haldun, Mısır'da böylelerine rastladığını kaydetmektedir [425]
'düğümlere üfleyenler" ifadesi, Küreyb b. Ebû Müslim'e göre mecaz olarak
"çeşifte naz ve işvelerle erkeklerin fikirlerini çelen kadınlar"
anlamına da gelmektedir. [426]
Buna göre "neffâsât" büyü yapanlar anlamı yanında "insanların
iradesini sarsmak için türlü girişimlerde bulunanlar" anlamına da gelir ki
bu tür kişiler yalan haber, iftira, dedikodu gibi vasıtaları kullanarak
insanların maneviyatını kırar, onları endişeye sevkedip kendi emellerine hadim
kılar. Bu yorum, hem kovuculuğu sihir çeşitleri içinde sayan Fahreddin
er-Râzî'nin tasnifi [427] hem
de bir sonraki âyette kendisinden Allah'a sığınılması istenen "hâsid"
ifadesi ile uyumlu görünmektedir.
Bazı müfessirler, Felâk ve Nâs
sûrelerinin nüzul sebebine ve Hz. Peygamber'e sihir yapıldığına ilişkin
rivayetlerle çeliştiğini ileri sürerek, "neffâsât" kelimesi için
yapılan bu yorumu eleştirmiş ve sihrin bir hakikatinin bulunduğunu söylemiştir.
Hz. Peygamber'e sihir yapıldığı konusunda biri Hz. Aişe [428],
diğeri Zeyd b. Erkam [429]
kanalıyla olmak üzere iki değişik rivayet nakledilmiş olup, her ikisinde rivayette
özet olarak Lebîd b. A'sanı adında birinin Hz. Peygamber'e büyü yaptığı, bunun
etkisiyle Resûl-i Ekrem'in yapmadığı şeyleri yapmış gibi hayal etmeye
başladığı, iki melek tarafından kendisine büyü yapılıp Zervan kuyusuna atıldığı
haberinin verildiği bildirilmektedir. Hz. Âişe'den gelen rivayetlerin bir
kısmında Lebîd'in yahudi olduğu belirtilmemekte ve Resûlullah'ın yanına bazı
sahâbîleri alarak Zervan kuyusuna bizzat gittiği kaydedilmektedir, Zeyd b.
Erkam hadisinde ise "bazı sahâbîlerin gönderildiği" bilgisi yer
almaktadır. Ayrıca Âişe rivayetinde Hz. Peygamber'in yapmadığı şeyleri yapmış
gibi hayal ettiği ifadeleri mevcutken, Zeyd b. Erkam'ın rivayetinde bu
açıklamalar bulunmamakta, Ahmed b. Hanbel'in Müsned'inde yer alan Âişe
rivayetinde bu rahatsızlığın altı ay sürdüğü kaydedilmekte, Zeyd b. Erkam'ın
rivayetinde ise "ip kuyudan çıkarılıp düğümleri çözülünce Resûlullah'ın
sanki bağlarından kurtulmuşçasına ferahladığı" ifadesi yer almaktadır.
Hz. Peygamber'e sihir
yapıldığına dair rivayetler hadis tekniği açısından eleştirilebileceği gibi,
içeriklerinin Resûlullah'ın Kur'an'ı tebliğ görevinin mahiyet ve icaplarına
aykırı olmaası açısından da eleştirilebilir. Zira Allah'tan vahiy alan bir
peygamberin sihrin etkisinde kaldığını var saymak hem vahye beşeri unsurların
karışabileceğini kabul etmek anlamına gelir hem de inkarcıların Resûlullah'ın
"büyüye tutulmuş" tarzındaki iddialarını haklı çıkarmış olur. Kaldı
ki bir çok âyette Peygamber'in Allah'ın koruması altında olduğu ve Kur'an'ın
onun gönlüne iyice yerieşmesini sağlayacak biçimde peyderpey indirilmesinin
takdir edildiği belirtilmiştir. [430] Ebu
Bekir el-Asam, Cessas, Kadı Abdülcebbar, Kasımı, Muhammed Abduh, Seyyid Kutub
ve Muhammed İzzet Derveze gibi ilk ve son dönem âlimleri bu hususları dikkate
alarak Peygamber'e sihir yapıldığı yönündeki rivayeti reddetmişlerdir. [431]
Bunlardan bazıları Hz. Peygamber'e
yapıldığı iddia edilen sihrin Medine'de vuku bulduğunu, halbuki Hasan-ı Basrî,
Atâ, İkrime, Cabir b. Abdullah ve Küreyb b. Ebû Müslim'in İbn Abbas'tan rivayetlerine
göre bu sûrelerin Mekke'de nazil olduğunu ve iman konularında haber-i vahidle
amel edilemeyeceği gerekçesini de etmiştir. Buna karşılık, âlimlerin çoğunluğu
söz konusu rivayetlerin sahih olduğunu, sihrin Resûlullah'ın aklını ve kalbini
değil sadece bedenini etkilediğini ve bunun, korunmuşluğuna mani olmadığını
söyleyerek Hz. Peygamber'e sihir yapıldığını kabul etmişlerdir. [432]
Halbuki söz konusu rivayetlerin bir kısmında Resûlullah'ın yapmadığı şeyleri
yapmış gibi hayal ettiği ve bu durumun altı ay devam ettiği ifadeleri yer
almaktadır, bu ise doğrudan zihnî melekeyle ilgili bir durumdur. Bazı alimler
ise orta bir yol izleyerek Resûlullah'a sihir yapılmış olabileceğini, bunun
düşmanlarının telakkisine bağlı bir husus olduğunu, ancak korunmuşluğu sebebiyle
yapılan sihrin Hz. Peygamber üzerinde etkili olmadığını ifade etmektedir. Ancak
bu yorum hadis rivayetlerinin nitelediği sihrin gerçekleşmediği ve bu yolla Hz.
Peygamber'e herhangi bir etkinin vâki olmadığı sonucunu içermekte, dolayısıyla
birinci görüşle birleşmektedir. [433]
Sonuç olarak Kur'an'da geçen
sihirle ilgili âyetlerin incelenmesi sonunda, ondan genellikle "hayal
ürünü, göz bağcılık, uydurma iş, tuzak, fitne, yalan söz ve batıl iş" diye
söz edildiği, gerçeğin ve doğru bilginin karşısına yerleştirildiği,
sihirbazların gösterdikleri marifetlerin boşa çıkıp asla başarıya
ulaşamayacağının bildirildiği görülmektedir. Ayrıca Kur'an-ı Kerîm'in
tasvirlerinden sihrin sosyal hayalin bir olgusu olarak kabul edildiği ve daha
çok iman ve ahlâk açısından ele alındığı, bazı çeşitlerinin tevhide aykırı bir
inanç oluşturduğu, bazı çeşitlerinin ise hile ve sahtekârlık gibi ahlâk dışı
davranışlar olarak değerlendirildiği anlaşılmaktadır.
Kur'an'ın bu yaklaşımına
paralel olarak hadislerde de sihrin helak edici yedi büyük günahtan biri olduğu
bildirilmiş [434],
fal ve kehanet gibi [435]
sihir de yasaklanmıştır. Konuyu daha çok kamu düzeni açısından ele alan fıkıh
âlimleri, küfür ve inkârla sonuçlanan sihrin irtidat suçuna denk tutulmasını,
bu sonucu doğurmayan sihirlerde ise sihirbazın toplum hayatında meydana
getirdiği zarar hangi tür cezayı gerektiriyorsa ona göre işlem yapılmasını öngörmüşlerdir.
[436]
Değerlendirme
İlâhî dinlerde peygamber
Allah'tan vahiy alır ve bunları insanlara iletir; getirdiği vahyin doğruluğunu
isbat etmek için de mucize gösterir. Vahiy almak (gaybtan haber vermek) ve
mucize göstermek peygamberleri diğer insanlardan ayıran iki önemli özelliktir.
Kâhin ve sihirbaz ise bîri gaybtan haber verdiğini diğeri de varlık ve olaylar
üzerinde tasarrufta bulunduğunu ileri sürerek peygamberlere alternatif olma
iddiasındadır.
Allah Teala, Hz. Muhammed'e
gönderdiği dini tamamlamış ve bu din Cahiliye dönemine dair birçok inancın yanı
sıra sihir, fal, uğursuz addetme, bakıcılık ve her türlü kehaneti
yasaklamıştır. Onun vefatı ile vahiy sona erdiğinden artık bundan sonra içtimaî
hayat için ihtiyaç duyulacak yeni düzenlemeler aklın önderliğinde kıyas,
içtihat gibi yöntemlerle ve sebeplere baş vurmak suretiyle yapılmalıdır.
Sonuç olarak sihir ve kehanet
farklı şekillerde icra edilen etkinlikler olup değerlendirmeleri de buna göre
farklılık arz eder. Yıldızların etkisine dayanan gizemli (tılsım) sihir
çeşitlerini, dinin dejenerasyonu sonucu ortaya çıkmış bir metafizik anlayışı
yansıtan sahte din, gösterileri ile kendince mucizeye alternatifler ortaya
koymaya çalışan büyücüyü de tarihte benzerlerine çok rastlanan sahte peygamber
olarak değerlendirmek mümkündür. Sihrin göz bağcılığa dayanan (şa'beze)
türlerinin ise doğrudan imanla değil, amel ve ahlâkla ilgili eylemler olduğu,
burada bazı gizli yetenek ve bilgilerin kullanılması suretiyle insanların
aldatılması, istismar edilmesi ve zarara uğratılmasının gündeme geldiği
söylenebilir. Öte yandan tabiatta sebebi bilinmeyen olayların vuku bulduğu ve
bunların zaman zaman büyü olarak isimlendirildiği, sihrin bazı türlerinin
insanoğlunun tabiatın gizliliklerini kavrama çabası veya paranormal fenomen
olarak görüldüğü bilinmektedir. Ancak bu tür olayların tekrar edilememesi
bilimin onayladığı durumlar olarak kabul edilmelerine ve ortaya koydukları
sonuçların da bilimsel olarak nitelenmesine engel teşkil eder. Bu nedenle
konuya sadece dini açıdan değil bilim açısından da olumlu yaklaşmak mümkün
değildir. İslam dini büyü ve kehaneti toleransla karşılamamıştır aksine onları
kesin olarak yasaklamıştır. Sorumluluk taşıyan din bilginleri de bu yasağa
uyarak sihir ve kehanete karşı kesin tavır almışlardır. Ancak bunda tam
başarılı olunduğunu söylemek zordur. Tarih boyunca falcı ve büyücüler etkin bir
şekilde faaliyet gösterdikleri gibi geleceğe de geniş bir literatür
bırakmışlardır. Bu eserler insanları istismar etmek isteyen, onlar üzerinde
etkinlik kurmaya çalışan şarlananlar tarafından kullanıldığı gibi içlerinde
eleştiri ruhu ölmüş, her türlü görüşü masseder hale gelmiş mütesahil yapılı din
bilginleri tarafından da tasvip görmüştür. Bu gevşek tavır neticesinde okültizm
tefsir, hadis, kelam, fıkıh alanlarında yazılmış eserlere belli bir oranda
nüfuz etmiştir. Tarihte insanların kolayca fal bakabilmeleri için fal name
ilaveli Kur'anlar yazılmıştır. Delail ve beşair risalelerinde, rüya tabiri,
Havas, dua, keramet, esma-i hüsna konularında yazılan eserlerde bu tür etkiler
açıkça görülmektedir. Bizce İslam kültürüne sinmiş bulunan bu okült etkilerin
ayıklanması ve belli bir filtreden geçirilerek günümüz insanına aktarılması
gerekir. Bu icraata önce söz konusu havas literatürü karşısında kesin tavır
koymakla başlanmalı, İslamî literatüre nüfuz etmiş okült değerlendirmeler
ortaya konmalı ve eleştirilmelidir. Ayrıca tasavvuf ve mev'ıza kitaplarında
menakib adı altında dile getirilen anlatımların kültürümüze ve topluma zarar
verir hale dönüşmesine fırsat verilmemelidir. Vaizler, cami görevlileri, tekke
ve dergahlarda görev yapanlar, dini kitap yazanlar Kuran'a ve sahih sünnete
uygun, tarihî realitelerle ve coğrafî bilgilerle uyumlu, akıl ve tabiat kanunları
karşısında tutarlı bilgiler verdikleri takdirde bir gizemsizleştirme süreci
yaşanacak ve bunun sonucunda İslam kültürü gerçekçi, akılcı ve tabiî hale
gelecektir. [437]
GÜNÜMÜZDE İTİKADİ SORUNLAR
Yrd. Doç. Dr. Selim Özarslan [438]
Giriş:
Bilgi çağını idrak eden,
modernleşmeyle birlikte bireyselleşme sürecinde bulunan günümüz insanı, her
yönden olduğu gibi manevî ve kültürel yönden de kendinden, varlığına neden
olandan (tanrı), geleneklerinden, dinî değerlerinden uzaklaşmakta egonun
kucağına düşerek ruhsal-psikolojik bunalımları yaşamaktadır. Günümüz insanının
içinde bulunduğu bunalımların temelinde hiç şüphesiz ki, pozitivist eğitim ve
dünya görüşü, kapitalist düşüncelerin beslediği maddeci hayat anlayışı, dinî değerlere
sırt çevirmiş maddeci ilim anlayışı ve âlemin mekanist açıdan izahı
bulunmaktadır. Toplumda bu zihniyet yerleşince, diğer problemler kendiliğinden
ortaya çıkmıştır. Manevî ve psikolojik bunalımlara girmiş bireyler, sosyal
yaşantılarında da bir tatminsizliğin içinde bulundukları için toplumsal
sorunların kaynağını oluşturmaktadırlar. Bu şekilde, tatminsiz bireylerin
içinde yaşadığı toplum düzeni parçalanmakta, huzursuzluk ve kaosun hakim olduğu
başka bir yaşam biçimi gelişmektedir. Bu bağlamda söz konusu psikolojik,
sosyolojik ve tabii ki itikadi bunalımlara neden olan felsefî ya da ideolojik
akımlar nelerdir. Bunları şu şekilde sıralayabiliriz:
Materyalizm, Pozitivizm, [439]
Panteizm, [440]
Varoluşçuluk/Existentialisnr [441]
Ateizm, Nihilizm, Darwinizm, Feminizm, Ruhçuluk, Satanizm [442]
gibi genellikle batı kaynaklı ideoloji ve felsefî akımlardır. Ayrıca inananların
çeşitli nedenlerle birbirlerine yönettikleri tekfir salgını da inanç
problemleri arasında sayılabilir. Biz kelâmcılara düşen ise çağımızın itikadı
problemlerine çözümler getirmek ve insanların ihtiyaçlarına cevap vermektir.
Yukarıda isimleri sayılan
"izm" lerin birey ve toplum katmanları üzerindeki tesirli etkinliği,
imanla aklın, imanla ilmin, imanla hayatın dengesinin bozulmasına ve bu durum
da duyguların istiklal şairimiz M. Akif'in dediği gibi "Nefs-i Emmâre
hizasında" kalmasına sebebiyet vermiş, daha yükseklere kanat çırpmasına
engel olmuştur. [443]
Yine bu "izm"Ierin
insanlığın gündemine soktuğu yalnızca dünyaya yönelik, içkin ve anlamdan uzak
idealler, zevk türleri, soyut değerlerden uzaklaşarak, sırf somutlara bel
bağlamak insanların sorunları için çözüm tarzı olamazlar.
Bu tür inanç problemlerinin
önüne geçmek, dini vahyî temellerine dayalı olarak yeniden anlamaya çalışmak ve
Kur'an'ın da emrettiği ilmî araştırma ruhunu geliştirmekle mümkün olacaktır. Bu
da aklımızı rasyonel kriterler doğrultusunda kullanarak gerçekleşecektir.
Bilindiği gibi ilâhî mesaj
zincirinin son halkası olan İslâm, akıl ve fikir dinidir. Onun hayal, vehim ve
hurafelerle uzaktan yakından bir ilişkisi olmadığı gibi onları da yok etmek
üzere dizayn edilmiştir.
"Ölü iken dirilttiğimiz ve kendisine insanlar arasında yürüyebileceği
bir ışık verdiğimiz kimse, karanlıklar içinde kalıp ondan hiç çıkamayacak
durumdaki kimse gibi ölür mu?" [444] İslâm
ancak akıllı olanları kendisine muhatap kabul etmiştir. Yani akıl, İslâm
dininde mükellef (sorumlu) olmanın birinci şartıdır. Bu sebepten bu din
nazarında akıl dinden, din de akıldan bağımsız ve ayrı olamaz. Dinin temel
ilkeleri olan Allah'ın varlığı, birliği ve peygamberlik kurumu akılla
ispatlandığı gibi dinîn emir ve yasaklarının anlaşılıp kavranması da akılla
gerçekleşmektedir. Bu nedenle aklın İslâm dininde kendine özgü üstün bir yeri
ve mevkisi vardır.
İlahî mevhibe olan akıl
potansiyeline işlerlik kazandırarak günümüz insanlığını ve geleceğini tehdit
eden bu inançsızlık ve ufuksuzluk furyasının önüne geçebiliriz. Bunun içinde
sağlam, Kur'an’i temellere istinat eden tevhît inancını yeniden insanlığın
gündemine sokmamız gereklilik olarak önümüzde durmaktadır. İslâm'ın ve
insanlığın geleceği ve kurtuluşu için tevhit inancı üzerinde ısrarla durmamız
gerekliliktir. Allah'ın birliğine ve yaratıcılığına inanan insan, bütün âlemin
yok olmaz, yıkılmaz, sarsılmaz, anarşi ve kaosa düşmez bir sahibinin olduğunu,
hiçbir gücün onu bozamayacağını benimsemiş olmakla kainatın içindeki bir varlık
olarak hem kendisi, hem de diğer varlıklar sarsılmaz bir garanti altına girmiş
olacaktır. [445] Bu
şekildeki tevhit inancına sahip olan insanlar her şeyden önce güven duygusu içerisindedir.
Artık şu anı ve geleceği için tereddütler ve açmazlar içerisinde kalmayacaktır.
Ölüm dahil hiçbir şey tevhit inancına sahip bireyi yıldırmayacak, kaos ve
yalnızlığa sevk etmeyecektir. Çünkü o birey bilmektedir ki varlığı imanla
birlikte güven ve emniyet içerisine alınmıştır.
İnsanın var oluş gayesi,
kendini ve âlemi bilmesi, yaratanın tanıması, eşyanın hikmetini ve hakikatini
kavramasıdır. İnsan ancak bu gayesini gerçekleştirebildiği ölçüde mükemmel
olabilir.
Eşref-ı mahlukât olarak
yaratılan insandan [446]
beklenen şey, kendisini koruması, insanî niteliklerini geliştirmesi, diğer
insanlara hizmet ve sevgi ile raber yaratıcıya muhabbet ve ibadet etmesidir. [447]
Yani kendisini ve yaratanını
hlmesi ve bu dünyadaki
yaşantısına anlam kazandırmasıdır. Ancak insan bunu gerçekleştireyim derken
insan olması ve iktisadî, sosyal, siyasî, kültürel vb. gibi citli dış
faktörlerin etkisiyle bu amacından uzaklaşarak başta itikadı olmak üzere, melî
ve ahlakî yönlerden çıkmazların ve açmazların içerisine düşmüştür, insanlık tarihi
Allah'ın insanoğluna doğru yolu ve inancı gösterdikten sonra tekrar inançsızlık
ve sapıklık yoluna dönüşlerinin örnekleriyle doludur.
Kur'an-ı Kerim de kendilerine
doğru yol ve inanç gösterildikten sonra aralarından peygamberlerinin ayrılmasıyla
birlikte bu yoldan saparak inançsızlık ve sapkınlık girdabına düşen milletlerin
kıssalarıyla doludur. Bunlardan birkaç tanesini hatırlamak yerinde olacaktır
kanaatindeyiz.
Şeytanın ve nefislerinin emrine
uyarak doğru yoldan çıkan Âd ve Semûd kavminin durumu şu şekilde tasvir
edilmektedir:
"Âd ve Semûd'u da (helak ettik). Sizin için (onların başına nelerin
geldiği) oturdukları yerlerden apaçık anlaşılmaktadır. Şeytan onlara yaptıkları
işleri güzel gösterip onları doğru yoldan çıkardı. Oysa bakıp görebilecek
durumdaydılar." [448]
"Semûd'a gelince onlara doğru yolu gösterdik, ama onlar körlüğü doğru
yola tercih ettiler. Böylece yapmakta oldukları kötülükleri yüzünden alçaltıcı
azabın yıldırımı onları çarptı." [449]
Peygamberlerinin hem
hayatlarında hem de vefatlarından sonra küfür, isyan, inat ve iftiraları
sebebiyle sapıklığa düşen Yahudi ve Hıristiyanların bu tutumu Kur'an'da tenkit
edilmekte ve kınanmaktadır:
"Gönlünüzün arzulamadığı şeyleri söyleyen bir elçi geldikçe ona karşı
büyüklük tasladınız. Size gelen peygamberlerden bir kısmını yalanladınız, bir
kısmını da öldürdünüz. (Yahudiler peygamberlerle alay ederek) "kalplerimiz
perdelidir" dediler. Hayır; küfür ve isyanları sebebiyle Allah onlara
lanet etmiştir. O yüzden çok az inanırlar" [450]
Kur'an genel manada Allah'ın
emirlerinden uzaklaşarak, onlardan yüz çevirmeyi sapıklık olarak
değerlendirmektedir. İtikadî alanda inanılması gereken temel ilkelerden
uzaklaşmayı ise tam ve derin bir sapıklık olarak nitelemektedir:
“Ey
iman edenler! Allah'a, Peygamberine, Peygamberine indirdiği Kitab'a ve daha
önce indirdiği kitaba iman (da sebat) ediniz. Kim Allah'ı, meleklerini,
kitaplarını, Peygamberlerini ve kıyamet gününü inkar ederse tam manasıyla
sapılmıştır." [451]
Bu sebepten olacak Mekkî
ayetlerin konusunu daha çok inanç ve itikat meseleleri teşkil etmektedir. Çünkü
dinin aslını ve özünü inanç ilkeleri oluşturmaktadır. Bu dönemde nazil olan
ayetlerin vurgusu, Allah'ın varlığı ve birliği yani tevhit akidesi ve ona yaştıracak
kainatta cereyan eden olaylar üzerinde tefekkür ve tezekkürde yoğunlaşmaktadır.
Günümüzde de insanlık, yukarıda
isimlerinden bahsettiğimiz çeşitli dünya işleri ye içinde yaşadığımız
küreselleşen dünyada bilgi çağının ve teknolojisinin getirdiği bir takım
olumsuz faktörlerle kendisine güven duygusu kazandıran ve yaşama sevinci katan
dinî değerlerden ve inanç prensiplerinden uzak bir yaşantı içerisinde
bulunmaktadır.
İnsanlığın özellikle de
Müslümanların içerisinde bulunduğu bu inanç kaos ve bunalımına günümüz kelâmı
Kur'an'ın ışığı, aklın ve bilimin yol göstermesiyle çeşitli analitik çözüm
yolları geliştirmelidir. Bu inanç sapmalarından bazılarına örnekler vermek
istiyoruz. [452]
İnanç Sapmaları ve Kelâmı Çözümler
1. İnançsızlık Problem:
Ateizmin [453] ve
ona benzer çeşitli "izm"lerin besleyip büyüttüğü maddenin ezeliliğini
savunan dolayısıyla her şeyin yaratıcısı olan mutlak bir varlığın olmadığını
iddia eden bu inançsızlığın sağlam ve köklü dinî birikime sahip olmayan
gençlerimiz ve insanlarımız üzerindeki olumsuz etkisine karşı Kur'an'da
vurgulanan tevhit inancı yeniden ele alınmalıdır. Tevhit inancı ki, insanın
akıl ve his, ruh ve ceset, ticaret ve siyaset, idare ve kanun, ibadet ve
muamelat bakımından Allah'a tam teslim oluşunu ifade etmektedir. [454] Bu
inancın insanlık için değeri ve taşıdığı eşsiz önemi tekrar gündeme
getirilmelidir. Bu inanç sayesinde bunalım, kaos ve itikadî çalkantılar
içerisindeki bireyler yaşantılarını anlamlandıracak ve tekrar güven duygusuna
sahip olacaklardır. [455]
2. Tekfir Ya da Küfürle İtham
Günümüzde görülen itikadî
sapmalardan birisi de yanlış ve vahyi temellerinden uzaklaşmış din
anlayışlarının neticesi olarak ortaya çıkan tekfir etme olgusudur. Kendi inanç,
felsefî düşünüş ve anlayışlarını benimseyip kabul etmeyenleri tekfir etmek,
hakikate ve gerçek kurtuluşa ulaşmanın kendilerinin benimsedikleri yolu takip
etmekle olabileceğini söylemek, genellikle İslâm'ın aslî ilkelerinden kopmuş
din anlayışına sahip grupların belirleyici niteliklerindendir. Karşısındaki
bireyin inanış, söz ve eylem bütünlüğü hakkında gerekli ve detaylı araştırma
yapmaksızın, inancının dayanaklarını incelemeksizin, sırf kendisinden farklı
düşünüyor diye tekfir etmek günümüzün adeta bir modası haline gelmiştir.
Küfürle itham etmenin
nedenlerinin başında itikadî konulardaki bilgi eksikliği gelmektedir, insanlar
bu konuda bilgisizlik, cahillik ve taklitçi taassubun kurbanı olmaktadırlar,
inanç esas ve ilkelerini bilmeyen, bu ilkelerin mana ve ruhunu kavrayamamış
bireyler, hoşgörüden de uzaklaşarak tekfir bataklığına saplanmışlardır.
Vahyî temelleri üzerine bina
edilmiş din anlayışından uzaklaşan bireyler, kendi şahsî çıkar ve menfaatleri
için de başkalarını kolayca tekfir etmişlerdir. Maddî ve manevî nüfuz, şan ve
şöhret peşinde koşan İslâm'dan nasibini almamış insanlar, bunlara ulaşmalarında
kendilerine engel olabilecek kimseleri küfürle itham ektedirler. [456]
Hasılı tekfire sapma ve bunu metot olarak kullanma bir inanç manası olarak
karşımızda durmaktadır. Bu sorunun çözümü de yine Kur'an'ın ana konusu ve
misyonu olan tevhit akidesini insanlığın zihnine nakşetmekten eğmektedir. Bu
inanç sayesindedir ki insanlar kula kul olmaktan kurtulmuş, Yalnızca Rablerine
yönelerek [457] insan
olma onur ve şerefine ulaşmışlardır. [458]
3. Determinist-Fataüst Kader Anlayışı:
Günümüz insanının dinî
açmazlarından birisini de hiç şüphesiz vahyi temellerinden uzaklaşmış cebriyeci
bir kader anlayışı oluşturmaktadır. [459] İslam'ın
insan hürriyetini ilgilendiren fiil, irade, kaza ve kader anlayışının cebriyeci
yani önceden belirlemeci, insanın iradesinin bir etkinliğinin olmadığı
biçimindeki bir anlayış olduğunu düşünen insanlar dinden uzaklaşmışlardır.
Çünkü bu şekildeki bir kader anlayışı, gelişmenin, ilerlemenin, dinamizmin,
dönüşümün önünde bir engel teşkil etmektedir. Halbuki kader kainatın belirli
bir düzen ve nizam içerisinde bir ölçüye göre yaratılması anlamına gelmektedir.
Allah bütün kainatı içindekilerle beraber bir nizam ve ölçü içerisinde
yaratmıştır. Kader ölçülülüktür. Kainatın belirli bir düzen içerisinde olması,
âlemdeki her şeyin, en ufak zerrenin bile bir kanuna ve amaca göre hareket ettiği
bilinmekte ve Allah'ın varlığının açık ve kesin delilini oluşturmaktadır, insan
da Allah'ın kainata koyduğu bu fizikî, sosyal kanun ve nizamlara tabidir.
Onlara göre aklının da yardımıyla hareket etmekle yükümlüdür. Bu bakımdan
yaptığı iyiliklerden sevap, işlediği kötülüklerden ise günah kazanmaktadır. Bu
şekilde Kur'an'ın insan hürriyetine ilişkin ortaya koyduğu hakikatler gerçek
bir biçimde ortaya konmalı ve küreselleşen dünyada yaşayan günümüz insanının
istifadesine sunulmalıdır. Unutulmamalıdır ki bireyin, kendisine, Allah'a,
toplumuna karşı sorumluluğu benimsediği kader anlayışına göre şekillenecektir. [460]
Kur'an insanın sorumluluğu
nispetinde hür olduğunu belirtir. Bu istikamette vaaz edilen ayetlerden bir
kısmı şunlardır:
"Allah her şahsı, ancak gücünün yettiği ölçüde mükellef kılar. Herkesin
kazandığı (hayır) kendine, yapacağı şer de kendinedir." [461]
"Bu, dünyada iken kendi ellerinizle yapmış olduğunuzun karşılığıdır.
Yoksa Allah kullarına zulmetmez." [462]
"Şüphesiz biz ona (doğru) yolu gösterdik, ister şükredici olsun ister
nankör." [463]
Kur'an'ın çizdiği istikamette
insan hürriyeti meselesine yaklaşılırsa, bu alanda beliren kaderle ilgili doğal
afet, deprem, trafik kazaları ve toplu katliamlar gibi günümüz insanının
sıklıkla karşı karşıya olduğu rutin problemlere insan zihnini tatmin eden makul
çözümler getirilebilecektir. [464]
Sonuç
Bilindiği gibi kelâmın amacı,
kesin delillerle dinî akideleri belirlemek, dinin esaslarını onlar üzerinde
şüphe uyandıracak, onları bozup asli fonksiyonlarından uzaklaştıracak batıl ve
yanlış görüş ve fikirlere karşı korumaktır.
Kelâmın bu asli fonksiyonuna
duyulan gereksinim, küreselleşen ve telekomünikasyonun sağladığı imkanlarla
küçülen dünyada daha da belirgin bir hale gelmiştir.
İnsanın beden ve ruh
bütünlüğüne aykırı, dünya ve ahiret saadetine mani olan her türlü beşerî ve
felsefî, batıl ve sapkın inanç ve düşünce akımlarına karşı olmak, kelâmın
yüklendiği görev olmakla birlikte her inanan insana düşünme kabiliyeti ve bilgi
birikimi ölçüsünde düşen bir sorumluluk da olmalıdır.
Çağdaş Kelâm'ın ve kelâmcının
amacı da günümüz insanının itikadı problemlerine çözümler bulmaktır. Yalnız bu
yapılırken Allah'ın dininden ödün verilmemesine, bununla birlikte en önemlisi
de onun çerçevesinin daraltılmama sına dikkat edilmelidir. [465]
Kaynakça
1.
Aydın, Mehmet, Din Felsefesi, İzmir, 1990.
2.
Bolay, S. Hayri, Felsefi Doktrinler Sözlüğü, Akçağ yay., Ankara, 1987.
3.
Bolay, S. Hayri, Eğitimden Doğan Gençlik Problemleri, Gençliğin Ruhî ve Manevî
Problemleri, İstanbul, 1987.
4.
Hançerlioğlu, Orhan, Felsefe Sözlüğü, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1989.
5.
İzmirli, ismail Hakkı, Yeni İlm-i Kelâm, Haz. Sabri Hizmetli, Ankara, 1981.
6.
İzmirli, ismail Hakkı, İslâm Dinî ve Tabii Din, Sadeleştiren, Osman Karadeniz, İzmir,
1998.
7.
Kılavuz, Ahmed Saim, İman-Küfür Sınırı, İstanbul, 1990.
8.
Özarslan, Selim, 14-18 Yaş Lise Geçlerinde Kader İnancı, Ankara, 1994.
(Basılmamış Y. Lisans Tezi)
9.
Topaloğlu, Bekir, İslâm Kelamcılarına ve Filozoflara Göre Allah'ın Varlığı
(İsbât-i Vacip), Ankara, 1992.
10.
Yeprem, M. Saim, İrâde Hürriyeti ve İmâm Mâtüridî, İstanbul, 1984.[466]
İNANÇ
PROBLEMLERİNDEN (HALK İNANÇLARINA) YANSIMALAR
Yrd. Doç. Dr. İsaYüceer [467]
Özet: inançta bir düşünceye bağlı
bulunma bir dinin prensiplerine inanma vardır. Buna güven ve itimat esastır. Hak
ve batıl inanışlar olarak ayrımı söz konusudur. Kelam hakkın telkini batılın
boş olduğunu beyan etmeyi üstlenir. İnancın kötüye kullanılması ise önemli bir
inanç sorunudur, inançta zayıf ve kuvvetli şeklinde derece ayırt edilir.
Şüpheden uzak olup, kesin olarak kabul edilir. Din inançları açık şekilde
tutarlı olarak ortaya koymuştur. Batıl inançlarda açık olmama mesnetsizlik veya
zayıf delile dayanma ve tutarsızlık söz konusudur. İnanç hakikattir, inananları
hakikate ulaştırdığını telkin eder. Doğru inançlar yanında batıl akınlar da
varlığını sürdürmüş örneğin ahiret inancını yanlış anlamanın sonucu olarak,
mezarlara önemli eşya konmuştur, inanış olarak tabiat olayları karşısında korku
duyma, ata ruhlarını kutsama, cin ve perileri üstün görme insanlardan bir
kesimde devam etmiştir. Türbelere kurban takdimi bir inancın ürünüdür.
Hastalıktan kurtulmak için başvurulan sihir ve büyü türünden girişimler
sürdürülmektedir. Gelecekten haber verdiğini iddia eden medyumlara inananların
sayısı hayli fazladır, Kelam batıl inançların bırakılması çağrısında bulunur.
Fakat insanlar özellikle din değiştirirken yeni dini inanç esaslarına kabul
etme yanında, eski dinin inançlarından bazılarını korumaktadır. Dinilerin
yayılma faaliyeti inançların da geniş alana yayılmasını sağlamış, ayrıca hicret
ve savaşlar bir çok inancın ilk çıktığı yerden farklı alanlarda ilgi duymasına
sebep olmuştur.
Gizli güçlerden korku duyma,
uğur ve uğursuzluk inancı, geleceği merak edip öğrenme duygusu ve bu konuda
bilgi sahibi olduğunu, doğru bilgi verdiğini iddia edenlere itimat güncelliğini
korumaktadır. Büyülere, fal bakmaya, inanç gereği kurşun dökmeye, sihre
inanmadan vazgeçilmemiştir. "On üç sayısının uğursuzluğu Hıristiyanlığın
dünyaya yaydığı bir inançtır. Çünkü İsa son yemeğini on üç kişi ile birlikte
yemiştir," [468]
değerlendirmesi yapılmaktadır. Salı günü iş yapmama inancı da aynı kökenle
ilişkilendirilmekte ve Fatih'in İstanbul'u Salı günü alması ile alakalı
görülmektedir. [469] İnançlar
genelde dinden doğmakla beraber ekonomik hayat, sosyal münasebetler bunların
yayılmasında etkin olmuştur inanmada inanılanı doğru kabul etmek bir şeyin
varlığını kabullenme vardır. Batıla mananlar genelde inandırılmakta, böylece
inanılmaz sayılan konular inanılır olmaktadır.
Kelamın maddîleşmesi ve
dünyevileşmesi bu alanın iç problemi olarak görülmektedir. Bunu kelamın ele
aldığı pek çok konuda görmek mümkündür. Bu yapının dışa yansımaları ise
etkilenenlerin de dünyevileşmesi ve maddiyatı önemseyip ruhi yönü ihmal eden
bir yapı kazanması şeklindedir. Bunun yanında tüm inanç dünyasını üstlenen
kelam, özellikte günümüz inanç problemlerini tespite çalışıp, çözüm üretme
çabasına girmekle, önemli bozulmaların olduğu tespitini yapmaktadır. İnancın ne
denli sarsıldığının pek çok göstergeleri vardır. Kişilerin bu konuda duyarlılığını
zamanla yitirdiği bir realitedir. İnanca veda şeklinde bir yapının geliştiği ve
maddenin ön plana çıktığı görülmektedir. İnançta temel unsur olan halis niyet,
selim kalp, sadık akaidin genel geçerli olarak yaygın olduğunu iddia etmek zor
olsa gerek. Milyarlarla ifade edilen dünya inanmış insanlarının gerçek müminler
mi, yoksa mümin rolü almış, fakat inancında bir takım sorunları olan kimseler
mi? olduğu endişelidir, insanları samimiyetsizlikte suçlamak haliyle yanlış
yargı olur. Fakat herkes dinin istediği kalitede mümin ise, muamelelerde
görülen anormallikler, zulümler, dürüst olmayan işlerin izahında sorun
bulunmaktadır.
İnanç kişiyi hiçbir zaman
kötülükten alıkoyamıyorsa, o inancın samimiyetinde bir takım tereddütlerin
varlığı bir realitedir, insanlar hem mümin olup, hem de dinden uzak durmayı
yeğliyorsa, bir yerlerde yanlışlıkların varlığı kabul edilmelidir. Dini temsil
ettiğini ima eden kimselerin kötü örnek olmak suretiyle insanların inancını
ifsat ettiği tespit edilmektedir. Problemlerin kaynağı hep din değil, o dinin
mensupları olarak anlatılmış, beşer olmak hasebiyle yanlışlıkların
yapılabileceği savunması süregelmiştir. Kelamcıların buna ilave olarak
dindendir diye anlatılan, asılsız nakiller ve kabul edilemez rivayetleri
yeniden ele alması gerektiği, sağlıklı çalışına sonucu sahihin diğerlerinden
ayrılması zorunludur. Zira toplumun düşünce yapısı bu tür rivayetlerle
oluşturulmaktadır. Kelamın ileri sürdüğü hususlar ise halk seviyesinden sürekli
yükseklerde olmuş, halkın anlayacağı inanç dili kullanılamamıştır. Belki de
inancın önemli sorunlarından birisi budur. Önceleri inançlar orta doğu dilleri
ile, son dönemde ise batı dillerinden alınan sözcüklerle anlatılırsa, daha
faydalı olacağı fikri hakim olmuştur.
Dîn genel karakter olarak gaybe
İman esasını getirmiş, kişilerin mesnetsiz kutsal kabul ettiği cisimlerin
kutsallık taşımadıklarını bildirmiştir, insanlar ise zamanla kendi dünyasında
bir takım cisimlere özel güçler isnat etmiş, onu üstün bir konuma getirmiştir.
Bir mavi boncuk, nazarlık vb. takılar özel konuma sahiptir. Şahıslardan ve
belirli mekanlardan materyalden beklenen imdat inancı da yaygındır.
İnanç problemleri insanlığın
ciddi güncel sorunudur. Zira inançta görülen sapmalar vs yanlışlıklar kişilerin
davranış biçimlerine yansımaktadır. Düşünce ile amel arasında sıkı ilişkinin
bulunduğu bir realitedir. Gönderilen peygamberler, toplumlarında önce inancın
düzeltilmesi faaliyeti başlatmış, tevhidi telkin etmiş, Allah'ın dışında
kimseye uluhıyyetin isnat edilemeyeceğini öğretmişlerdir. Buna karşı
putperestler savunmalarında putlara ilah ile kişi arasında vasıta olması için
taptıkları, dedelerinin dininden vazgeçmelerinin mümkün olmadığı fikrini
savunmuşlar, peygamberler onlara cevap vermişse de çoğu kez ikna edici
olamamışlardır.
İnsanın inançlarından
vazgeçmesi kolay olmamaktadır. İnancın doğru ve mutedil olması, orta yolun
izlenmesi istenmektedir. İnançtaki yanlışlıklar yanlış kararlar almaya,
aşırılıklar ise muhaliflere karşı sert tavra götürmektedir. Bu durumda itidalin
korunması, vasat yol izlenmesi gerekmektedir. Kelam şüphe ve tereddütleri izale
etme, insan aklını kendi yöntemleri ile ikna etme, inancı savunma ve telkin
gibi önemli görevler üstlenmekte,
sonuçta iki cihan saadetini kazandıracağı
vaadinde bulunmaktadır. Bu büyük hedefi yakalamanın zorluğu bir realitedir. [470]
1-İnançların Grupları:
İnançları inanılan şekliyle
gruplara ayırmak mümkündür. İnanan kimse her hangi bir ayırım yapmaksızın tüm
inanılması gereken hususlara inanır, icmali ve tafsili iman olarak yapılan
ayrımın dışında şu değerlendirme yapılabilir.
1- Dünyevi ve Uhrevi
inançlar: Dünyeviler insanın dünyadaki yaşantısını ilgilendirenlerdir.
Rızık, nasip, kısmet, bereket, kulun fiilleri, tüm ameller, iman amel ilişkisi,
yapılan hayırlar ve kaçınılan günahlar, serler, alem, cisim, cevher, araz,
hareket, sükun, imamet, yönetim bunlar arasındadır. Uhrevi olanlar ölüm sonrası
hayat, diriliş ve ahiret ahvalinin tamamını kapsar.
2- Gaib ve Hazır İnancı:
Din gaybe imanı önemli bir konumda görmüş, tüm görülmeyen ve varlığı haber
verilen konuları kapsamıştır. [471] Allah'a
iman, melek, cin ve şeytan, ahiretle ilgili hususlar bunlar arasındadır. Hazır
inanç ise gözle görülen, müşahede edilenlere imandır. Sadıklığını ispat eden
peygambere ve onun vahiy yoluyla getirdiği kitaba iman bunlardandır.
3- Zamanla İlgili Olanlar:
Ramazan'da oruca, fıtır sadakasına, teravihe, iftar ve sahura, hac mevsiminde
hacca, onunla ilgili olarak yapılan tüm işlere, cuma günü cuma namazına, yılda
bir defa verilen zekata ve diğer zamanla ilgili olarak belirlenen esaslara iman
istenmiştir.
Bunlar yanında örfle ilgili
olan zamanla bağlantılı inanışlar vardır. Altı mayısta bereketin, bolluğun
gerçekleştiği, Nisan yağmurunun şifa olduğu, Şaban ayının ortasında çok fazla
bereketin varlığı, Safer ayının uğursuzluğu düşünceleri bunlardan bir kaçıdır,
inançların halkın anlayışına yansımasında bir takım kalıplaşmış formüller
vardır. Dört haram ay anlayışı yerleşmemiştir. Çünkü halkı değil yönetimi
ilgilendirmektedir. Savaş ve barışla alakalı olup halkın yetkisini aşmaktadır.
Fakat üç aylar ve onların önemsenmesi, diğer aylardan ayrıcalıkları, onda
yapılacak kullukların önemi halk tarafından önemsenmiş, bu zaman birimi ayrı
bir konuma sahip, değerli aylar olarak algılanmıştır. Kandiller aynı şekilde
ayrı bir üstünlük, önemli vakaların meydana geldiği, bereketin ve ilahi
lütufların bol olduğu geceler olarak inanılmış ve rağbet edilmiş, halk
tarafından benimsenmiştir. Halka mal olan ve üstünlüğü benimsenen zamanlar ise
her yıl tekrarlandığında coşkuyla kutlanmakta, kişiler Allah ile olan bağlarını
güçlendirme çabası vermektedirler. Kelamın bunlara bakışının ne olacağı,
kelamcının aleyhte fetva vermesi, bunlarda kutsallığın olmadığını savunması
halkın bu konudaki olumlu yaklaşımını olumsuza değiştirememektedir. Manevi coşku
içindeki kimselere fetvalar engel olamamaktadır.
Safer ayının uğursuzluğu yaygın
bir anlayıştır. Adeta bu ay tüm kaza ve felalaketin aralıksız geldiği bir zaman
birimi olarak inamla gelmiştir. Din ise böyle bir uğursuz sayma anlayışını
kabul etmemektedir. Belki de bu ayda diğer bir çok ayda olduğu gibi özel bir
ibadetin bulunmaması, Ramazan ayı gibi övgülere mazhar olmaması, kandillerin bu
ayda olmaması, sıradan bir zaman birimi oluşu ile ilişkili olabilir.
Altı Mayıs tarihi Hıdırellez
günü yapılan özel isteklerin, duaların, taleplerin yerine geleceği, arzu
edilenlerin verileceği, bahtın ve nasibin açılacağı, Hızır'ın dua eden kimseye
uğraması sonucu kişinin muradına ereceği inancı, doğu toplumlarının genel
anlayışı olmuştur. Genel yaygın şekilde eğlence hakim olmakla beraber, kısmet
açılması beklentileri ön plana çıkmaktadır. Bunlar bazen kötüye
kullanılabilmekte, tacize uğrayanlar olmaktadır. Mucizevi beklentiler,
tahminlerin üstünde fevkaladelikler aranmaktadır. Beklenmedik güzel
gelişmelerin olması istenmekte, insanlar kötü şeyleri düşünmek bile
istememektedir. Eğlenceler ikinci sırada kalmakta, ilk sırayı kişilerin güzel
beklentileri almaktadır. Kişi bunların gerçekleşmesi, o günde meydana geleceği
ümidi içinde yaşamaktadır. Darda kalmış, iyi kimselerle karşılaşamamış,
beklentileri gerçekleşememiş insanlar için, altı Mayıs yeni bir ümit ve iyi
beklenti günü olmaktadır. İnsanların tahsil ve kültür seviyesi arttıkça altı
Mayıstan beklentiler ve eskilerden intikal eden asılsız inançlara bağlılık
azalmaktadır. Yaşlılardan nakledilen sözlü rivayetler ve halk inançları eski
önemini yitirmektedir. Anlatılanların bir çoğuna uyulmamakta ve uymamanın bir
zararının olmadığı görülmekte, bunlara inanmama eğilimi artmaktadır. Bu inanç
yirmi bir Marttan farklıdır. Nevruzda dinsel inanç ve beklentiler görülmemekte,
daha çok tabiat ve bahar teması ağırlık kazanmaktadır.
4- Mekanla ilgili inançlar:
Kabe'nin bulunduğu yerin ve Mekke Beldesinin, Harem Bölgesinin, Medine ve
Kudüs'ün önemi ibadet mahallerinin değeri yanında, türbe, ziyaret, bazı ağaçlar
ayrıcalık kazanmakta, üstünlüğüne inanılmaktadır. Bunlardan bir iyilik
beklentisi söz konusudur. Belirli yerlerle ilgili inanışlar genelde türbe ve özel
mezarları kapsar. Önemli görülen yer belirli bir konuda ziyaret için tahsis
edilmiştir. Bazı hastalar için belirli yerlere gidilip orada adak yapılması,
kurban kesimi, -bu durumu iyi olanlar içindir- sadaka verme, bağışta bulunma ve
taleplerin takdimi söz konusudur. Bunların yapılmasıyla isteklerin yerine
gelmesi arasında sıkı münasebet kurulmaktadır.
İnsanların Allah'tan istekleri
vardır. Bunlar dua ile talep edilir. Fakat toplumda pek çok kimse Allah'tan
isteklerini doğrudan isteme hakkına sahip bulunmasına rağmen, bu yolu değil,
bir takım aracılar eliyle bu istekleri Allah'a arz etmeyi planlamışlardır. Bu
konuda türbelerin iyi geldiği düşüncesi vardır, istekler bu türbeye gidilerek
arz edilir. Ayrıca tasadduk ve kurban kesimi orada belirli kimselerin elinde
yürütülmektedir. Bunların yapılması isteklerin gerçekleşmesine sebeptir. Kulun
Allah'a dua ve niyaz etmesi, tazarruda bulunması, her zaman ve her yerde
gerçekleştirebileceği bir kulluktur. Gizli, samimi ve içten olması önerilir. Bu
anlatılanlarda ise bir merasim yapısı görülmektedir. Halkın mezar ve türbeye
bakışı aşırı saygı ve beklenti içermektedir.
5- Şahsiyetlerle ilgili
inanışlar: Peygamber şahsiyeti Allah'ın kulu ve
resulü olarak önem ifade eder Hıristiyanların bu konuda peygambere daha ileri
seviyede bir konum belirledikleri için itidali kaybettikleri, bunu izahta zorluklar
yaşadıkları bilinmektedir. Hz. İsa'nın beşer yönü ile birlikte ilahi yönünü
izahta ikna olma zorluğu çekilmektedir, İslampeygamberin kul ve rasul olduğunu
vurgulamış, bunda ısrar etmiş, peygamberi uluhiyetten bir cüze sahip olma gibi
bir konuma yükseltmemiştir. Peygamberden sonra onun arkadaşları konusu,
Hıristiyanlıkta çok üstün görülmüş, onlarda rasul olarak anılmıştır, İslam sahabe
neslini ayet ve hadislerde tanıtıldığı şekliyle adil kimseler olarak değerli
bir konumda tutmakla beraber, sıralamada en üstün özelliklerin kimde bulunduğu
mezhepler arasında ihtilaf konusu olmuştur. Hz. Ali'nin en üstün olduğunu bir
mezhep, Hz. Ebu Bekir'in en üstün olduğunu bir başka mezhep savunmuş,
aralarında anlayış ve değerlendirme farkı görülmüştür. Bu anlayış bir yaklaşımın
ürünü olarak her dönemde canlılığını korumuştur. Hz. Ali'nin üstünlüğü Ehl-i
Beyt'ten olması, bir takım farklılıklara ilim ve özel bilgi donanımının hususi
olarak sadece kendisine verilmiş, irfan ve marifet, peygamberle olan ileri
seviyedeki çok yakın münasebetleri ile sahip olduğu meziyetler gündeme
getirilmiş, bu özelliklerin ondan onun nesline de geçtiği ve hususi üstünlük ve
bilgilere sahip bir neslin peygamber soyunun onun peygamberin torunlarının
babası olması hasebiyle devam ettiği anlayışı gelişmiştir. Bunlar seyyit ve
şerifler olarak üstün konumlarını kabul ettirmiş kimselerdir. Toplum liderliği
konumuna sahip olmuşlar, bundan yararlanmışlardır. Bu yapı devam etmekte olup,
ilgi duyan halkın nazarında önemsenmektedir. "Sizin en üstününüz. Allah katında en muttaki olanımzdır," [472]
prensibi ayetle belirlenmiş genel kural olmasına rağmen üstünlük temayülü
neseple ilişkilendirilmiştir.
Diğer taraftan sadece Haşim
oğulları değil, tüm Kureyş'in üstünlüğü şeklinde, Ebu Bekir'in üstünlüğünden
başlatılarak Kureyş'in farklı konumunun kabul edilmesi ve o kavme üstünlük
payesi verilmesi düşüncesi hakim olmuştur. Kelamda belirli ekol bu tezi
savunmuşsa da İslam'ın genel "inananlar
kardeştir" [473]
"İste bu sizin ümmetiniz tek bir ümmettir" [474] ayetlerinin
koyduğu genel eşitlik ve eşit bakış açılarıyla bağdaşır görülmemektedir.
Toplumda bir kavmi üstün konumda görme, dinin özü ile uyum sağlamamaktadır. Bu
yapı sadece ilk nesli değil, tüm nesilleri ilgilendirmekte, her dönemde o
kabileden olanlar ayrıcalıkla karşılaşmaktadır.
Özellikle tasavvufun
benimsediği birler, üçler, yediler, kırklar şeklindeki seçkin insanların
varlığı ve bunların üstün konumu inancı bulunmaktadır. Bunlar varlığı kabul
edilen çoğu kez görülmeyen, darda kalan kula yetişip yardımcı olduklarına inanılan
ermişlerdir. Seri hareket ederler, yardıma muhtaç olanın çok kritik bir
döneminde yardımına yetişirler. Anlatılan menkıbelerde bunlar beyaz giyinmiş,
ak sakallı, yaşı hayli ilerlemiş, yüzü nurlu, güven telkin eden kimse veya
kişilerden bir grup şeklindedir. Bunlar tasavvuf kültüründe velilerle ilgili
olarak takdim edilir. Halk ise onlara karşı ilgi duyar, onlardan gelmesi
muhtemel desteği bekler, zaman ve mekan olarak bunların ne zaman ve nerede
gelecekleri belli olmaz. Genel kanaat ise bunların darda kalmış, ihtiyaç sahibi
çaresiz kimselere imdada geldikleri inancı yaygındır. Kur'an ise meleklerin
müminlere destek verme amacıyla geldikleri bilgisini verir. [475] Hızır
inancı:
Bu konuda halk inançlarında
genel karakter olarak gaybden gelmesi ümit edilen yardımdır. Bunun da Allah'ın
Hızır'ı göndermesi suretiyle gerçekleşmesi beklenir. Hızır'ın uğraması, darda
kalan kimseye Hızır'ın seri bir Şekilde yetişmesi suretiyledir. Aynı inanç
Türki Cumhuriyetlerde çok daha yaygın konumdadır. "Hızır yoldaşın olsun"
duası kişiye yapılan en makbul ve muteber dualardandır. Böylece problemlerin
ortadan kalkacağı ümidi vardır. Burada görülen İtikadi sorun Allah'tan beklenen
medet, imdat, tevfik (muvaffakiyet) ve güzel hallerin diğer varlıklardan
beklenmesidir. Hızır ise başlı başına geniş yetkilerle donatılmış bir güç
olarak kabul edilmekte, insanlar diğer insanlardan gördükleri yardımı da
Hızır'la ilişkilendirip, "Hızır gibi yetişti" demektedirler. Kişi zor
zamanlarında samimi kalple Allah'a yalvarma durumundadır. Diğer insanlar ise
bir insanlık görevi olan sosyal dayanışmayı gerçekleştirmek, ona yardımcı
olmakla yükümlüdürler, insani görevler Hızır'a bırakılarak, çok acil yardımın
onun eliyle gelmesi beklentileri vardır. Burada sosyal bir görevin ihmalini
saptırma, insanların vazifesini yapmayıp Hızır'dan gelmesini umdukları
beklentiye girmeleri mucize beklemeleri söz konusudur, İslamgenelde hayatı
mucize esasına dayandırmamış, tabii süreç devam ederken, insanların
birbirleriyle ilişkilerinin iyi yönde olmasına yönlendirme yapmıştır.
Olağanüstü gelişmeler, fevkalade ilahi yardım beklentisi yerine tabii, insani,
beşer yardımının yapılması emredilmiştir. Bunun yanında Allah'ın göndereceği
olağan dışı harikuladelikleri ise kulun iradesinin dışındadır. Hızır bazen pir
olarak da değerlendirilmekte, bir pirin gelip yardım etmesi menkıbeleri
anlatılmakta, görüşme yapılan pirin genelde, Hızır olduğuna inanılmaktadır. O
rüyada veya uyanık halde iken gelebilmektedir.
Kişilerle İlgili Menkıbeler:
Geçmişte yaşamış, sevilen
sayılan kimselere ve onların sözlerine, eserlerine itibar etmek her bölgenin
maneviyat sahibi, din büyüğü olarak gördüğü kimselere önem vermesi yaygın
şekilde görülür. Bir yerde yetişmiş veya başka yerlerden oraya gelerek
hayatının bir kısmını orada geçirmiş, bilgin ve din büyüğü olarak tanınmış
şahsiyetler her zaman itibarını korumuştur. Onların sözleri, varsa keramet
kabilinden işleri, menkıbeleri nakledilmiş ve onun büyüklüğü ön planda
tutulmuştur.
Seyyit kavramı Hz. Peygamber
soyundan kimseler hakkında kullanılmakta, bunlara hitapta "seyda"
ifadesi bir saygı sözcüğü olarak söylenmektedir. Kendilerinin o kutlu soydan
geldiğine inanılan kimseler saygın kişilerdir. Bunların toplumda ayrı bir itibarı
bulunmaktadır. Haliyle bu saygı peygambere olan saygının bir göstergesidir. Bu
şahsiyetler hayli fazla olup, itibar görmeleri, dini bir inanç, büyüklere saygı
yanında, kutlu soya saygı olarak da ayrı bir önem arz eder.
Efsaneler: "Efsane pek çok
dervişe, veliye, ulu zata bağlanarak da anlatılır. [476]
Veli ve sevilen zatlar için dini motife yer veren inanç içeren efsane
nakledilmiştir.
6- Görünmeyen Güçler İnancı:
Cin ve onların sahip olduğu güç onlarla ilişki, onlara sahip olma, evlenme,
onlardan yararlanıp bir takım işler yaptırma, şerlerinden emin olmak için
yapılanların izahı gerekmektedir. Gerçekten inanıldığı gibi bunlar bu derece
büyük güce sahipler midir? Şeytan aynı şekilde üstün güce sahip midir? Soruları
önem arz eder. Zira insanların inanç dünyasında bu güçler ilahi güçle denk
görülecek seviyede üstün bir vasıfla tanınmaktadır.
7- Korku ve Endişe İnancı: Bazı
yerlerin tekin olmadığı inancı, çarpılma korkusu, başına bir felaket geleceği
endişesi yaygındır. Bu da kutsal yer ve zamanlara değer vermeme, şahsiyetleri
önemsememenin sonucuyla ilgilidir. Bu korkularda çoğu kez cinlerin zarar
verebileceği endişesi bulunmaktadır. Yeni satın alınan arabaya kesilen kurbanın
kanının sürülmesinin kazaları uzaklaştırdığı anlayışı bu tür bir koruma
işlemini yapmaya sevk etmektedir.
8- Kutlamalar:
Şahıslar, zamanlar ve mekanlarla ilgili dinsel içerikli törenler İslam toplumunda
diğer dinlerle ilişkisi olan kesimlerde daha fazla yerleşmiştir. Özellikle
Hıristiyanların dinsel içerik arz eden ve önemli gördükleri kutlamaları gören
Müslümanlar kendi önemli şahsiyetleri, gün, gece ve kavramları ile ilgili
kutlamalar yapmış, bir takım etkilenmeler olmuştur. Yakın ilişkilerin
getireceği tesir etme veya tesir altında kalma olmaktadır. Diğer dinlerle
ilişkiden uzak Arap yarımadasının iç kesimleri gibi yerlerde ise etkileşimin
olmadığı veya asgari düzeyde olduğu, bu tür törenlere ise aleyhte bir tavır
konulduğu görülür. Buna rağmen halk önemli gördüğü kutlamaları yapmaktan geri
kalmamaktadır.
Realitedeki bu durum kelamın
yönlendirdiği halkın inançlarına da yansımıştır. Halk inançları kavramı
bilginleri değil, sıradan kültüre sahip veya her seviyeden kültüre sahip
insanların inandıkları hususları içerir. Halkın nasıl bir inanç biçimine sahip
olduğunun tespiti bir inanç sorgulaması değil, realitenin tespitidir. Böylece
kaynaklarda yazılanlarla halkın sahip olduğu arasında -ki bunlar yaygın olan itikadlardır-
bir karşılaştırma imkanı doğacaktır. Özellikle dini eserleri incelemeyen ve dil
sorunundan dolayı ona ulaşma imkanı olmayan kimselerin çevresindeki insanlardan
duyarak veya görerek sahip olduğu bir takım itikadlar söz konusudur.
Özellikle büyüklerden gördüğü
ve duyduğunu kesin doğrular kabul eden toplum yapısı, bunun dışında doğruların
var olabileceğini kabule yanaşmamaktadır. Bunlar, türbelere rağbetin fazlalığı,
adet ve geleneklere uyulması, temel inançlarda farklılık olmamakla beraber,
pratikteki farklılıklar, şeyhlerden beklentiler, seydalık, seyitlik
kavramlarının getirdiği güven, aşırı kadercilik, tevekkül anlayışında kendi
görevini ihmal derecesine varan yanlış anlayışlar, tedbir almaksızın yapılan
işler hakkında, "bir şey olmaz" anlayışı, eskilere, yaşlı kimselere,
onlardan nakledilen bilgilere aşırı saygı, onların sözüne fazla itimat, güven
telkin eden kıyafetlere fazla güven, aşiret ağalarına aşırı saygı ve itaat
olarak özetlemek mümkündür. [477]
2- Halk İnançlarının Grupları:
I-
Doğumla ilgili inançlar: Doğum
öncesi, esnası ve sonrası ile ilgili inanışlar.
II- Evlilikle ilgili halk
inançları: Evlilik öncesi ve sonrası ile alakalı
olanlar.
III- Ölümle ilgili halk
inançları: Ölüm öncesi, ölüm esnası ve sonrasını
kapsayanlar.
IV- Muhtelif konularla ilgili
inançlar: Yağmur duası ve rahmet ile ilgili,
bereketle ilgili, bayramlarla ilgili, hacla, uğur-uğursuzlukla ilgili olanlar
vardır. İnançların bir kısmının İslam'dan önceki geçmişin etkisi olduğu, "Bir
kısım eski inançların üzerine İslami bir giysi geçirildiğini ve bir kısım İslami
halk inançlarının ise İslami giysilerinin zamanla tanınmayacak derecede
eskidiklerini tekrar görme fırsatı bulduk" [478]
sonucu görülmektedir.
"Dini manevi halk
inanışları" başlığı altında sekiz ana ve altı alt grup halinde Van
Kütüğünü telif eden heyetin ele aldığı inançla ilgili şu değerlendirme
yapılmaktadır. [479]
Bunlar hayatın çeşitli safhaları:
Doğum, çocuk, evlenme, ölüm
gibi genel temalar yanında günlük hayat, zaman, insan vücudu, hayranlar, rüya,
görülmeyen güçler, uğur-uğursuzlukla ilgili inançlar temalarıdır. Türbe
ziyareti, niyet tutularak duvara taşın tutturulması ve ağaç dallarına bez
bağlama, taleplerin arzı, el ve yüzleri kutsal kabul edilen yerlere sürme,
kısırlığın giderilmesinin istenmesi söz konusudur. Şifa dileyenin dileklerinin
kabul edildiğine inanılmaktadır. [480]
Akıl dışı bir takım rivayetler ve hamilelik yöntemleriyle ilgili anlatılanların
gayri Müslimlerden geçmiş olabileceği endişeleri bulunmaktadır. "Gece vakti
besmelesiz dışarıya sıcak su dökülürse kapı eşiklerini mekan tutan cinlerin
çocukları ölür. Daha sonra bu suyu dökenin çocuğu olmaz" [481]
şeklinden pek çok inanç yaygınlık kazanmıştır.
Halk inançlarında inanç kısımları:
Toplumun kendi kimliklerine,
yakın geçmişine ve yaşadığı ortamın eski ve yeni kültürüne yakın ilgi duyduğu
bilinmektedir. Halkın önemsediği bu motifler ve inanışları kendi içinde
kısımlara ayırmak mümktindir.[482]
1- Sayılarla ilgili
inanışlar: Bazı rakamlara ayrıcalık tanıma ve farklı
konumda görme inancı vardır. Yedi rakamına yüklenen üstünlük ve adeta kutsallık
için sebepler bulunmuştur. Tavaf ve sa'yın dönüşlerinin, şeytan taşlamanın
adedinin yedi oluşu, secde organlarının yedi oluşu buna bir örnektir. On üç
rakamının uğursuzluğu ise ayrı bir problem olarak yerleşmiştir. On dokuz rakamı
ile ilgili pek çok izahların yapıldığı bilinmektedir. Din ise bu meseleyi uğur
ve uğursuz algılamasıyla değerlendirmemiştir. Verilen emirlerde bir belirleme
yapmak gerekeceğinden namazın rekatları, haccın işleri vb. ile ilgili rakam
tespiti yapılmıştır. Bunlara ayrıcalık veya farklılık anlamı kazandırmak yolu
izlememiştir.
2- Hayvanlarla ilgili
inanışlar: Baykuşun bazı yerlere konması ve ötmesi,
toplumda genel bir uğursuzluk alameti olmuş, bununla ilgili pek çok uğursuzluk
iddiaları ortaya atılmıştır. Gerçekte ise bu hayvanın görünüşündeki heybetinin
ayrıca güzelliğinin dışında bir ayrıcalığı uğursuzlukla ilişkilendirilmesi
olmasa gerektir. Kara kedi ve köpeğin insanın önünden geçmesi, özellikle
sabahleyin kişinin önünden ilk geçenin o olması, işlerin iyiye gitmeyeceğine
alamet sayılmakta, buna ciddi anlamda inanılmaktadır. Bu hayvanın ise hiçbir
suç ve günahı bulunmamakta, insanların onun hakkındaki algılamalarından
habersiz yaşamaktadır. Özellikle kara kedinin tekin olmadığı inancı vardır.
3- Kadınla ilgili inanışlar.
Abdest bozulması hususunda ve namazda kişinin önünden geçmesi konularında
kadına farklı yaklaşımın izahında zorluklar bulunmaktadır. Sıradan yolculuk
esnasında kişinin önünden geçme algılamasında kadının erkeğin önünden
geçmesinin uğursuzluk getireceğine inanılmaktadır. Bu inanışın dinle hiçbir
ilişkisi bulunmamakla beraber, toplumda yaygınlık kazanmış bir uğursuzluk
anlayışıdır.
4- Tabiat olaylarında değişim:
Genel afet şeklindeki fırtına, sel, nehrin, gölün sularının yükselmesi ve
benzeri birçok olayın bölgedeki bazı yatırlardaki şahsiyetler eliyle
yönlendirildiği, zararların uzaklaştırıldığına inanılmaktadır. [483]
Burada ciddi anlamda tabiat
olaylarında değişim beklentisi söz konusudur. Bu da önemli bir kimsenin
tasarrufuyla ilişkili görülmektedir.
5-
Ölüm sonrası hayat: Bazı ölülerin
cesetlerinin çürümediği, özellikle şehitlerin aynen öldüğü haliyle kabrinde
yaşadığı, cesedinin tazeliğini koruduğu inancı genel yaygın menkıbeler
arasındadır. [484]
Halka yansıyan boyut, menkıbeler şeklinde örneklerle anlatılan inançlardır.
6- Rüya-hayat ilişkisi:
Rüyanın yaşanan hayatla ilişkilendirilmesi tabii olabilir, inancı ilgilendiren
husus ise bazı şahsiyetlerin kişilerin rüyasına girdiği ve ikazlarda bulunduğu
ile ilgilidir. Burada tabii bir gelişme değil, olağan dışı üstünlük söz
konusudur. Bu yolla nasihat, teşvik, uyan, kişiye yön verme söz konusudur.
7- Korunma ameliyesi:
Din istiaze besmele, maşallah, subhanallah ve tebarekellah gibi kavramları dua
sözcükleri olarak sunmuştur. İnsanlar ise kötülüklerden korunma, hasımdan
gelecek zararın uzaklaştırılması için türbe sahibi şahsiyetlerden beklenti
içindedirler. İnsanın kötülüklerden korunması ile bazı türbelerin ziyaret
edilmesinin ve korunma talebinin takdiminin izahında güçlükler vardır. [485]
Türbe ile hastaların iyileşmesi arasında ise doğrudan bir takım ilişkiler
kurulmaktadır. Bazı türbelerin bu konuda faydalar sağladığı şifaya vesile
olduğu ile ilgili menkıbeler anlatılmakta ve buna teşvik yapılmaktadır. Sofranın
bereketine ve şükrü gerektirdiğine inanılır. Yağmur rahmet olarak adlandırılır.
Özellikle nisan yağmuru suyu önemlidir. Yağmur duası, o münasebetle kesilen
kurban ve düzenlenen merasim vardır. Ayrıcalığına inanılan belirli yüksek
yerlere çıkılır.
Kısmetin kapanmasına sebep olan
işlerden olarak "ezan okunurken iş yapan kızın kısmeti kapanır."
Kısmetin açılması için tafsilatlı tedbirler ve yapılması gereken işler
sıralanmaktadır. [486]
Bunların asılsız olup böyle bir inancın merkezde de kırsal kesimde de bulunmadığı
savunusu yapılmaktadır. Dikkati çeken husus ise kısmet kapanması genelde
kişinin yaptığı ve aslında yapılmaması gereken bir işle ilişkili görülürken,
kısmet açılmasında niyet tutularak aksi tedbirler alınması önerilmektedir.
Evlenme ile ilgili inançlarda genelde gelenek hakimiyeti vardır, "iki
bayram arası düğün yapmanın mutsuzluğa ve aynlığa yol açacağına inanılır."
[487]
8- Materyalle ilgili
inanışlar: Çoğu kez bez bağlama veya duvara küçük taş
parçalarının tutturulması şeklinde görülen anlayışta bunların yapılması ile
kişinin sözlü veya içinde gizli tutarak kurduğu niyetlerin gerçekleşeceğine
inanılmaktadır.
Yaşayan muhterem şahsiyetlerin
ziyaret edilmesi:
Bir kısım kimseler henüz
hayatta iken onlarla ilgili bir takım üstünlük isnatları, duasının kabul oluşu,
onun hatırı için Allah'ın istekleri verdiği anlayışı hakimdir. Onun duasının
alınması ihtiyaçların kendisine arz edilmesi, şikayet, dilek ve temennilerin
sunulması bunların onun duası ile çözüme kavuşacağı inancı vardır.
Bunlar bazen istenmeyen şeylerin
önlenmesi, kaza ve belaların defedilmesi, uğursuzluğun önlenmesi, uğurun
açılması, basan ve bereketin sağlanması ile de ilgilidir.
Tespihe üflenmesi isteğin
kabulüyle ilgilidir. Sonunda eller yüze sürülür. Muska vücutta cepte, boyun,
pazu ve kollarda taşman boncuktan örülmüş pazu benti vardır. Yeni giysilerle
ilgili uğur ve bereket temennisi vardır. Adak taşının (niyet taşı)
yapıştırılabilmesi dileklerin verileceğine delildir. Kapı başlarına geyik başı
takılması (ve boynuzlarının bulunması) evi koruduğuna inanılır. [488]
Nazara karşı bazı kimselerin
özellikle çocukların hassas olduğu inancı vardır. Mavi boncuk koruyucudur.
Türbelerin tavaf edilmesi. [489]
Nazar ayeti ve göz boncuğu ve üzerlik kullanımı bu konuda önemlidir. Nazar için
din dua sistemi getirmiş, halk arasında ise kurşun dökülmesi esası
yaygınlaşmıştır. [490]
Mavi boncuk, delik madeni para ve kurşun delinerek takı olarak kullanılması
nazarı önleyici tedbir olarak alınmaktadır. [491]
Özellikle çocuğun güzelliğini kamufle edip dikkatleri üzerinde toplamaması için
nazardan koruyucu eylem bazında birçok şey yapılmaktadır. [492]
Evlere geyik veya diğer hayvanların veya boynuzlarla birlikte başının asılması
nazarı defetmek için uygulanmakta, belki de dikkati çekmekte ve böylece nazarı
değecek olan kişinin dikkati o cisim üzerinde toplanmakta, nazar değmesi önlenmektedir.
Bu bir halk inanışı olarak görülmekte, güzeli çirkin gösterme nazar değmesini önleyici
tedbir olmaktadır.
9- Siftah inancı:
Dükkan ve iş yerlerinde ilk müşteri önemlidir. Onun ayağı uğur getirir. O gün
ticaret çok iyi işler. Sıkıntısız bir gün yaşanır. Bazı kimselerin ise ayağının
uğursuzluğuna inanılır. İş yerine ilk gelen o kimse ise işler aksi gider, her
halükarda ilk müşteriden alınan para öpülür, alın üzerine başın ön kısmına
konur, yere atılır. Tekrar alınarak cep veya kasaya konur. Böylece bereket ve
iyiliklerin geldiğine inanılır.
10- İnanca dayalı takılar ve levhalar:
Faydasına inanılarak takılan takıların koruma, kem gözlerden saklama özelliğine
inanılır. Levha ve takılar genel yaygınlık gösterir, ikametgah ve iş yerlerine
asılan levhaların, kişinin kendi üzerinde taşıdığı takıların üzerinde yazılı
olan duaların fenalığın uzak olması ve iyiliğin gelmesi konusunda etkili olduğu
inancı vardır. Bunlar bolluk ve bereket getirir, zararları önler. Bu durumda
inanılanlar doğru ise ülkedeki levhalardaki dualar göz önünde bulundurularak,
ekonominin düzgünlüğü, krizin olmaması ölçülür! Takılan o konu ile ilgili dua
içerenlerin iktisaden iyi durumda olmaları gerekir!
11- Sözlü dualardan beklentiler:
Kişilerin
özellikle müşteri karşısında dinsel içerikli kavramlara baş vurması sık olarak
inşallah, maşallah, Allah bereket versin, Allah iyi günlerde kullanmak nasip
etsin, Allah utandırmasın, hayrını gör, kesene bereket, Allah'a emanet olunuz,
Allahaısmarladık, vb. kavramlar dinin özünde var olan ifadelerdir. Bunların
yerinde ve tabii şartları içinde kullanılması tabiidir. Fakat müşteri ile iş
yeri çalışanları ortamında sıkça kullanılması muhatabı inandırıcı olmakta,
güven telkin etmektedir. Burada kişinin iç dünyasında saklı duran niyeti önem
arz eder. Zira ameller niyetlere göre değer bulacaktır. Dıştan kişileri inancın
cazibesine kaptırıp çekmek için iktisadi hedeflere dini maske olarak kullanıp
çıkar sağlama için başvurulan cümleler olabilmektedir. Bu yolla insanların ikna
olduğuna inanan iş veya dükkan sahibi kimse, bu ifadelerin telkin ettiği
güvenden yararlanarak menfaat elde etme yolu izleyebilmekte, inanan insanın
beklentilerini bu kavramı kullanan kimsede bulduğunu zannetmekte, ona
güvenmektedir. Bu güzel sözler bazen kişilerin art niyetli olmaları sebebiyle,
yanılgıya götürebilmektedir.
12- Yemin yöntemi:
Din yeminleri önemli bir yerde tutmakta, bu yöntemle kişinin doğru söylemesi
sağlanmaktadır. Bunu art niyetle kullananlar yeminin sağladığı güvenden yararlanma
yolu izlemekte, iyi niyetli muhatabını aldatabilmektedir. Yemindeki vallahi,
billahi, tallahi kavramlarındaki Allah'ın adının anılmasının önemini kabul eden
kimse, yeminli ifadeleri doğru sözler kabul etmekte, yemin edilerek yalan
söylenebileceğine ihtimal vermemektedir. Art niyetli kimseler ise muhatabının
saflığını bildiği için, onun hassasiyetinden hareket etmekte, yemini bir çıkar
aracı olarak kullanmakta ve kurduğu cümlelerde belirli aralıklarla ve ikna
edici ses tonlarıyla yemin ederek, insanların ikna olmasını sağlamakta,
sözlerine inandırmaktadır. Böylece dinin kavramları bir kısım kimselerin
muhataplarını inandırma ve bu yolla haksız çıkar sağlama aracı olmaktadır.
13- Şerri uzaklaştırma ameliyesi:
Kötü bir haber duyan veya fena bir olayı anlatmak durumunda olan kimse, kendi
bulunduğu yerdeki en yakın duvar masa vb. sert bir cisme sağ el parmak eklem
yerleriyle vurup, "bizden uzak olsun, Allah korusun, Allah bizden uzak
kılsın" vb. dualarını eder. Sonuçta aynı kötü sonucun kendisinden uzaklara
gittiğine inanır.
14- Halk inançlarından görünümler:
1-Tarikatların konumu:
Tarikatlar İslam aleminin bir realitesidir. Bu kurumların başında bulunan
şeyhlerin toplumun belirli kesiminde önemi vardır. Onlara saygıyı kendilerinin
ibadet ehli, büyük bilgin, takva sahibi kimse olarak bilinmeleri, halkın içinde
olmaları sağlamaktadır. Saygınlıklarını onların sohbetleri, bilgilerini ispat
etmeleri, halka bir takım sosyal hizmetler sunmaları temin etmektedir. Bu
kurumların tarikat olarak önemi, halkın temayülünden kaynaklanmaktadır.
2- Suç-ceza ilişkisi:
Deprem bölgelerinde olan tabii afet ile Allah'ın ceza vermesi düşüncesi
arasında ilişki kurulmaktadır. Allah'a karşı gelenlerin bu yolla
cezalandırıldığı fakat ceza umumi geldiği için başkalarının da zarar gördüğü
inancı yaygındır. Günahlar birikince umumi bir ceza geldiği, fakat bundan en
büyük zararı günah işleyenlerin gördüğü, yere geçirildikleri
hatırlatılmaktadır. Cami gibi din kurumlarının ise bu tür cezaları daha az
zararla geçirdiği inancı bulunmaktadır, Farklı yıllarda meydana gelen
depremlerden örnekler verilip, halk da yaygın olan günah türleri sayılır. Bu
değerlendirme genel olarak yaygınlaşmış bir düşünce olmakla beraber, bu afetin
olduğu dönemler fazla konuşulmakta, zamanla tutulmaktadır. Bu inanca göre
suçlular henüz dünyada iken bu tür bir ceza ile hayatları son bulmakta, bunlar
gerçek suçlulardır. Bunun yanında suçsuzların da onlar sebebiyle zarar gördüğü,
buna ata sözü ve deyişlerden örnekler vererek etekleme yapılmaktadır. Bir
kötünün ne kadar geniş çevreye zarar verdiği atırlatılmaktadır. Burada izaha
muhtaç nokta ise İslam'da peygamberlerin asluğu konusunda tartışmaların varlığı
bir gerçektir. Bu durumda kimse kendisinin masum olduğunu iddia edemeyeceğinden
insanların tamamının günahkar olabilecekleri, günahın ise işleyenlere göre
büyük veya küçük günah sahibi şeklinde aynına tabi tutulabileceği gerçeği
vardır. Herkesin kendisini Allah katında suçlu ve cezaya müstahak görmesi,
verilen cezalarda herkesin kendi günahını düşünmesi durumunda bir kısım
kimselerin başkalarını suçlamasına gerek kalmayacağı, ceza geldiğinde başkasını
suçlama değil, kişilerin kendi suçlarını hatırlayıp cezayı kendilerinin hak
ettiğini kabullenmeleri daha makuldür.
3- Ağalık:
Ağalık doğu bölgesinin süregelen bir adetidir. Ağa bir şekilde birkaç köyün
sahibi olup kendisi o köylerin üst seviyeden yetkilisi konumundadır. Bu haliyle
din görevlisinin üstünde bir konuma sahip olduğundan onun maddi desteğini
sağlar. Bu nedenle ona muhalif kalması beklenmemektedir. Ağa otoritesini
sağlamış, gücünü kabul ettirmiş, insanların itaatkar olmasını başarmıştır.
Halkın ağaya bağlılığı bir yerde zorunludur.
4- Kara bayram:
Bu inanç doğu bölgesinde yaygın olup, ölüm çok önemli bir olaydır. Kişinin
ölümünü müteakip evi ziyaret edilir. Yakın ve uzak akrabalar, komşular hane
halkını taziyeye gelir. Fakat kişinin vefatından sonra ki ilk bayram Kara
bayram olarak adlandırılmakta, ev halkı, akrabalar, yakınlar o bayramda matemi
sürdürmekte, ziyaretçiler de buna katılmaktadır. Ölümle bayramın bu derece
ilişkili tutulması, matemin uzun müddet sürdürülmesi, olayın bu derece canlı
tutulmasını İslam'la bağdaştırmak zor görülmektedir. Bayramdan hayli önce
meydana gelen ölüm olayının acılarının bayramda tazeliğini koruması, bunun
bayram ziyaretine gelenlere yansıtılmasının İslam değil, alışılmış bir gelenek olabileceği
düşünülebilir.
5-
Festival ve karnavalların inanç boyutu:
Bunu inanç eğlence ilişkisi olarak algılamak da mümkündür. Brezilya gibi
toplumlarda karnavallar eğlencenin sınırları aşılarak ve kural tanımaz
boyutlarda yaşanırken doğu toplumlarında festivaller daha çok mahalli
geleneklerin verilerinin ortaya çıktığı, mahalli sanatçılar ve oyunlar
sergilenerek yürütülmektedir. Uzak doğuda kötü ruhların uzaklaştırılması,
iyilerin hakim kılınması düşünceleri de bulunmaktadır. Müslüman toplumlarda
üstünlüğüne inanılan bir zatın türbesi etrafında yapılan törenler şeklinde
kendini gösterir. Burada inanç eğlence iç içe bir yapı kazanmaktadır.
6- Uğur ve uğursuzluk inancı:
Uğur ve uğursuzluk konusunda kişiler başlarına gelen iyi olayların sebeplerini
araştırmışlar sonuçta yaptıkları bir iş, karşılaştıkları kişi veya canlılarla
ilişkili görmüşlerdir. Şunu yaptığını veya sununla karşılaştığım, ilk karşıma
çıkan şu kişi, önümden geçen şu canlı olduğu, şu kuş üstümden geçtiği için,
bunun sebebiyle böyle bir olay başıma geldi izahıyla kendim ikna etmekte ve ona
inanmaktadır. Zamanla bu kural haline gelmekte ve şöyle bir şeyle karşılaşana
şu olur şeklinde düşünmektedir.
Uğursuzluk açısından ise
kişiler başlarına gelen felaketi izah etmek durumunda, ona sebep aramaktadır.
Şu insan veya canlıyla karşılaştığı veya sabahleyin karşılaştığı şeyin o olması
sebebiyle başına böyle bir felaketin geldiği İzahını yapmaktadır. Buna da
kişilerin kendi suçlarını görmemekte, tedbirsizlikleri için bizzat kendisinin
nerelerde hata ettiği, hangi noksanlıkları ve kusurları sebebiyle başına bu
felaketin geldiği nefis muhasebesini yapmamaktadır. Konuyu başka etkenlerle
ilişkili görmekte, dışardan suçlu arama kolaylığına kaçmaktadır.
Kara kedi, baykuş vb
hayvanlarla karşılaşmanın kişinin başına felaket getireceği inancı, kişinin
kendi suçlarını suçsuz hayvanlara yükleme eğilimi ile ilgili görülmektedir.
Hurafı inançlar genelde uğur ve
uğursuz sayma, anlayışında görülür. Çoğu inanışlar kişilerin dua ve
beddualarına yansımakta, özdeyişlerle ifadesini bulmaktadır. Bazı günlerin ve
hayvanların, bu hayvanlardan da belirli renklerde olanların uğursuzluğu,
aylardan Safer'in felaket ayı olduğu fikri yaygındır. Gece eve kara tencere
girmesinin uğursuzluğu düşünülür. Cuma günü işe gitmek ve tıraş olmanın caiz
olmadığına inananlar bulunmaktadır.
15- Halk
inançlarının kaynağı: Halk inançlarına daha önce aynı bölgede yaşayan
özellikle Hıristiyanların inancından bir kısmının geçtiği düşünülmektedir.
Özellikle yaşlıların bir takım fikirler ortaya attığı ve bunların zamanla inanç
haline dönüşmesi olasılığı vardır. Kişiler genelde inancın aslını
araştırmaksızın yaşlılardan duyduklarının doğruluğuna inanmışlar, sonuçta aslı,
esası, delili, dayanağı bulunmayan fikirler nakledilir olmuştur.
3- Halk İnançlarını İzahta
Yöntem: İnsanlar yaşadıkları
vakalara anlam yüklemek durumundadırlar. Bu bir izah tarzı ve kendini ikna etme
yöntemidir. Yaşanan olayların perde arkasında kimlerin, nelerin, hangi güçlerin
etkisinin varlığı gündeme gelmektedir. Görünen olayların görünmeyen yönlerini
bulma ve özellikle cin ve şeytan, manevi bir el, Hızır-İlyas, melek, veli, şeyh
tarafından manen yürütüldüğü inancı gelişmektedir. Bunların iyi olanlarını
meleklerden gelen destek, mümine yardım konusu ile Kur'an'da da izah edildiği
gibi görmek gerekmektedir. Rasulullah'ın savaşlarında onun safında meleklerin
bulunduğu ve destek verdiği Kur'an'da haber verilmiştir. Velilerden gelen
destek konusu tasavvuf alanının hassasiyetle üzerinde durduğu, önemsediği,
çoğunlukla velinin manevi gücünün kabul edildiği şeklinde bir anlayış vardır.
Mübalağalı anlatımlar aşırılık taşımakla beraber, bu güç o alana temayülü
olanların genelde kabul ettiği bir durumdur. Cin konusu ise Kur'an'da olan
şekliyle kabul edilmek durumundadır. Bunun dışında anlatılanlar rivayetlerden
ibarettir. O alanla fazla ilgisi olanlar konuyu büyütmekte, onları kutsayan ve
olduğundan daha güçlü gösteren bir yapı içinde sunmaktadır. Şeytandan gelecek
şerrin defedilmesi için Allah'a sığınma yöntemi öğretilmiştir. Bu giriftlik
içinde kim hangi alana temayül gösterirse, onu fazla önemsemekte, benimsemekte,
ondan etkilenmektedir. Beklenmedik bir anda karşılaşılan iyi işler Hızır'la
ilişkili görülmekte, ondan yardım alabilmenin bir takım yollarıbastırılmaktadır.
İslam kişinin kalbinin
Allah'a yönelmesi, O'nun güç ve kuvvetine inanma formülü vermektedir. Zira
melek veya bir başkasıyla gelecek yardım, ancak Allah'ın göndermesi ile
gerçekleşmektedir. Bu nedenle kuvvet ve gücü bir takım varlıklarda görme,
onlardan destek talebi değil, tüm isteklerin Allah'a sunulması ve ondan yardım
istenmesi esası getirilmektedir. Mümin Fatiha Suresini okurken, devamlı Allah'tan
yardım istemektedir.
Bunlar toplumu oluşturan
farklı kesimler arasında yaygın olma özelliği isteren inanışlardır. Az sayıda
kimseler arasında değil, farklı yaş ve kültür çevrelerinden çok sayıda kimseler
tarafından çeşitli nedenlerle benimsenmiş olan nanç türleridir. Bunları kabul
etmeye çağrı yapanlar genelde yaşlılardır. Denenmiş bir takım vakalar
anlatılır, tecrübeler burada en önemli dayanaktır. Belirli vakalarla belirli
eylemlerin ilişkilendirilmesi söz konusudur. Bazı olumsuzlukların ise bir takım
faaliyetlerin ortaya konması sonucu olumluya döndüğü şeklinde deneyimler
anlatılır. Halk ise genelde yaşlılara güvendiği için, onlar eliyle gelen
bilgilerin doğruluğuna inanır.
Kültür seviyesi ileri
toplumlarda ise yaşlıların tahsil durumuna bakılır. Bilgili olanların bilgisine
itimat edilir. Bilgisiz olanların anlattıkları ise değer ifade etmeyen
anlatımlar olarak düşünülür. Yaşlının verdiği bilgi o toplumda genel geçerli
değildir. Anlattıklarının tereddütsüz kabul edilmesi değil, tereddütlü yaklaşım
eğilimi vardır.
Genel yapısı ile başına
istenmeyen durumlar gelenler, buna çare arama çabası içindedirler. Ümitsizlik
ve karamsarlığın atılıp, içinde bulunulan
duruma
çözüm arama yolu izlenir."Denize düşen yılana sarılır. Kul sıkışmayınca hızır
yetişmez. Uçan kuştan medet ummak, taşları bağrına basmak, derdini kurda kuşa
anlatmak" vb. sözlerin altında ki mantık kişinin zorluklar karşısında
formül ürettiği, farklı öğütleri deneyebileceği, duyduklarını uygulamaya koyup,
birde onu sınaması "Allah'tan ümit kesilmez" belki bu yapılanlar şifa
bulmaya vesile olur. Bu yolla deva bulunur. Bu şahsın yüzü suyu hürmetine dili
keskin, duası makbul olan şu şahsın hürmetine belki bir ümit ışığı yanar
anlayışı gelişmiştir. Bunda kişinin kurtuluş için çare araması vardır. Böylece
bir inanç oluşmaktadır. Ümit için yapılanların çözüm olacağı beklentilerin
gerçekleşeceğine inanılmaktadır. Farklı yöntemler uygulanmakta, çare
aranmaktadır. Beklenti olmayınca çözümü farklı alanlarda arama eğilimi
gelinmemektedir.
4-
İnancın Getirilen Görünüm ve Motifleri: Dinin inancı ve ameli
insanı ve toplumu dürüstlüğe sevk eder. tnanan kimse aynı zamanda aldatan,
yalan söyleyen, zarar veren kimse olamaz. Zira inancı onu dürüstlüğe, iyilik ve
hayra yönlendirir. Toplumda suç oranının fazla olduğu düşünülürse, inancın
kötülükleri önleyecek güçte olmadığı anlaşılır. Bu inanç çoğu kez aile büyüklerinden
miras kalmış bir tortu, bir fosil, hiçbir fonksiyonu olmayan nötr durumunda bir
itikad olması yarar getirmemektedir. Yaşanan hayatta etkinliği olmayan, kişiyi
kötülüklerden alamayan, hayra yönlendirmeyen, hayatta uygulama alam bulamayan
imanın bir etkinliği olmamaktadır. Samimi inanç sahibi mümin olmanın kişiyi
beklenen müspet sonuçlara götüreceği umulur.
Her şeyden önce kişinin
ismi Müslüman isimlerinden se, o kimsenin imanlı olduğu düşünülür. Kendisine
Müslüman muamelesi yapılır. Bunlar insanların değerlendirmeleridir. Allah
katında ise ismin değil, gerçek kişiliğinin değerinin önem arz ettiği bir
realitedir. Şekle ve mala değil, kalp ve amellere bakılacağı bilinmektedir.
Kişiler bazen soyadı, aile
ismi ve lakabı olarak dindarlık ve mümin olduğunu iman eden isimler
taşımaktadır.
İman, İslam, müftü, molla, müderris, sofu, şeyh vb. kavramlara oğlu veya oğulları
kelimeleri eklenerek türetilen soyadı veya aile isimleri ister istemez
dindarlığı çağrıştırmaktadır. Kişinin soy ve kabilesiyle övünmesi kendilerinin
köklü bir aileye mensup olduğunu, sıradan kimseler olmadıklarını söylemese de,
bir dürüstlük sergilemektedir. Din ise bunlara itibar edtmemekte bir övünülen
yönlerin değil, kişilerin bizzat kendilerinin gerçekleştirdiği inanma ve amel
etmenin değer ifade ettiği tespitini yapmaktadır. Kişiler güven telkin eden ad,
soyadı ve lakaplarla belki insanları ikna edebilirler, fakat onların esas değer
ifade eden yönleri iç alemleridir.
İslami motifler, kişilerin
inançlı olduğunu ima eden, bunu belirgin şekilde yansıtan tabelalar, ticari
kurum isimleri, firmalar, inançlı insana hitap etmekte ve güven telkininde
bulunmaktadır. Bu yolla inanç sömürüsü yapılmakta, bu isimler aracılığıyla
maddi çıkar sağlama yolu izlenmekte, Müslümanlara güven telkin edilmektedir. Bu
yolla inancın getirilerinden yararlanma yolu izlenmektedir. Allah katında
kişilerin inanç ve amelinin esas olup, levha ve tabelanın görünüm ve zahirin
kurtarıcı olmadığı, değer ifade etmediği bir realitedir. İslam kültürünün
zahirde bir çok alanda görünmesi veya inanmış insanın bu motifleri yansıtması,
belki tabii hakkı olabilir. Fakat bir çok sorumlulukları da beraberinde
getirmektedir.
Ulu kimselerin bir kısmının
çerçevesinde bazı elementlerin varlığı ve kendilerine manyetik alanın
oluştuğuna inanılmaktadır. Allah'ın bir yere veya eşyaya özel güç vermesi
olasılığı ilahi lütufların bazı şahıs ve eşyada tezahürü bazı çevrelerce kabul
görmektedir. Tümü dini temelleri olmayan inançlara karşı dinin bidatlardan
arındırılması gerekliliği genel bir temayüldür. Bidatların meşruluğuna taviz
vermek olmaz kanaati hakimdir.
Dinin özüne dokunulmaması, onun
asıl şekliyle kalması gerekmektedir. Şirke din müsamaha göstermemektedir. Saf
uygulamalara, halkın yaşadığı dinsel düşünceye tolerans tanıma, aynı zamanda
yanlışlıkları giderme, cehaletin sebep olduğu hatalı uygulamalara son verme
gereklidir. Halisane duygularla yapılan dinsel içerikli törenler, kutsiyet
adına toleransla karşılanabilir mi? sorusu akla gelmektedir. Halkın ümidi ve
tesellisi ve çaresi, inançlandır. Din özde Ramazan ve Kurban Bayramlarını
belirlemiş, diğer kutlamalar, kandiller, doğum ve ölüm yıl dönümü kutlamaları
sonradan programlanmış hususlardır. Genelde bunlar halkın ilgisini çekmekte ve
rağbet görmektedir.
Farklı inanç motiflerinin bir
görünümü de itikadi fırkalardır. Bunlardan genelde yaygın olan Şia ve
Sünniliktir. Şia'ya karşı Sünnilik savunusu genel Sünni eğilimi olmuştur.
Özellikle Şia'nın yaygın olduğu ülkelere yakın yerlerde Şia'nın yayılma,
gelişme girişimi, etkinliklerini geniş bir çevreye ve özellikle Anadolu'ya
yayma çabalarının geçmişte devam ettiği bilinmektedir. Buna karşı Hanefi ve
Şafii fıkıh ekolleri bu ameli mezhebin yanında itikadda Sünni bir çizgi takip
ederek Şia'ya karşı durmuş ve bu yapıyı devam ettirmeyi hedeflemişlerdir.
Sünniler genelde Şia'ya karşı tavır almakta, beşinci mezhep olarak
değerlendirmektedir. Bu kavramla kastedilen ise dört fıkıh mezhebinin hak, onun
dışında kalanların ise batıllı olduğudur. Sünniler kendilerinin mensup bulunduğu mezhebin hakkında her hangi bir
ayırım yapmaksızın hak olmayan mezhep edir. Bu konuda bir ayırımın yapılması
din dışı olanlarla, dine bağlı kalanların ayrımın yapılması gerekmektedir.
İtikadları kendi içinde,
Sünnilerin anlayışlannda, Allah, kader, Hızır ve inanışları temel yaklaşımlarında ve türbe
kültüründe görülür. Şia imam, Ehl-i, vasiyet, velayet [493]
gibi önemli inanışlarıyla Sünni anlayıştan ayrılmaktadır.
Bunlar farklı kabilelerin
mezhebi olarak topluma yansımaktadır. Belirli kabileler Sünni Hanefi anlayışı,
bazıları da buna muhalif mezhep anlayışını paylaşmaktadır. Bir kısım
kabilelerde ise genel olarak dinsel yaşantının zayıf olduğu tespiti
yapılmaktadır. Fıkhi anlayışların Hanefi veya Şafii farkı gözetilmeksizin genel
olarak ıskat anlayışının yaygınlaşması din görevlilerinin girişimiyle canlı
tutuluyor olabilir. Fert olarak karşı çıkanlar bulunmakla beraber, geniş çapta
yaygınlık arzetmektedir.
Halk inanışları veli
menkıbeleri, gaipten gelmesi ümit edilen manevi destek, baht açılması, kısmet
ve bereket inançları türünden inanışlar farklı yörelerde aynılık göstermekte,
genel karakterinde benzerlik bulunmaktadır.
İnançlardan Yansımalar ve Dil;
Halkın inançları dile yansımakta konuşuları dille günlük konuşmada ifadesini
bulmaktadır. Bunlar genelde dua ve aleyhte dua şeklinde de görülmektedir. Kişi
aciz kaldığı yerde, karşılaştığı güçlü bir zalim karşısında, beddua etmektedir.
Bu bazen dil alışkanlığına da yansımaktadır. Allah kabul etmesin bunlardan
yaygın olanıdır. Dualar ise iyi temenniler, hayır dilekleri şeklinde görülmektedir.
Allah iyiliğini versin, Allah razı olsun, selamet versin, işini rast getirsin,
bol kazanç versin, iyi müşteri versin, yolunu açık etsin, iyilerle
karşılaştırsın, kötüleri rast getirmesin bunlar arasındadır.
Tevessül
Anlayışı:
Dua
ve beddualarla yakından alakalıdır. Tevessülü kabul ve ret açısından
mezheplerin değerlendirmeleri farklı olabilir. Her fırka kendi ilkeleriyle
bağdaşan görüşleri kabul etmektedir. Sahabe döneminde Abbas'a tevessül,
önceleri sağlığında Allah'ın rasulünü tevessül, onun yokluğunda amcasıyla
tevessül rivayetleri bulunmaktadır. Bu da sağ olanlarla tevessül edileceği
gerçeğini vurgular. Buna karşı görüş olarak bir kimse kıymetliyse, ölünce de
kıymetlidir anlayışı bulunmaktadır.
5- Kader İnancı: Sıradan
insanda aşırı derecede kader taraftarlığı söz konusudur. Genelde Allah'ın gücü,
kuvvet, kudret ve azametinin izni dışında herhangi bir şeyin gerçekleşemeyeceği,
Allah'ın izni bulunmaksızın hiçbir eylemin vuku bulamayacağı, her şeyin onun
tasarrufuyla gerçekleştiği inancı ile kader anlayışı ilişkili tutulmaktadır.
Burada görülen yanlışlıklar ise
kulun yapması gereken görevleri yerine getirmeksizin, tedbirler almaksızın,
vazifesini hakkıyla ifa etmeksizin azaptan emin olma ve rahmetten ümit kesip,
mütevekkil olmasına dayanmaktadır. Aşırı tevekkül ve aşırı kader bağlılığı,
kişileri kendi yapmaları gereken işleri ihmal etme sonucuna götürmektedir. Kötü
sonuçların Allah'a isnadında ise sorun yaşanmaktadır. Kadere aşırı bağlılık
Allah inancı ve O'nun güç ve kuvveti ile devamlı ilişkili tutulunca, kul kendi
gücünü unutmakta, görevini ihmal etmekte, takdire sonsuz bağlılıkla tedbiri
yerine getirmeme yanlışlığına düşmektedir.
konu halk inanışlanna,
deyişlere, ata sözlerine, halk masallarına, şarkı ve türkülere yansımaktadır.
Genelde kader, felek, talih, alın yazısı kavramları tekrarlanan sözcüklerdir.
Kaderin kötü tecelli ettiği, kişilerin muradına eremediği serzenişleri vardır.
Kader kavramı etrafındaki söylenenler ise istenen şekilde gerçekleşmediğini
vurgular.
Allah'ın ilim, irade, kudret ve
takdirinin varlığını kabul yanında, kulun kendi yükümlülüğünü idrak etmesi
zorunludur. Beklemediği sonuçlar karşısında takdiri eleştirme hakkı
bulunmamaktadır. Zira temelde ihmal kuldan kaynaklanmaktadır. Dindeki
tevekkülün yanlış anlaşılması, kulun Allah'a güven inancını kendi vazifesini
yapmama cebirciliğine götürmesi, dinin kavramlarının yanlış anlaşılmasıyla
ilgilidir. "Tedbir takdiri bozmaz" düşüncesi şayet olaylar bittikten
sonra ileri sürülürse, bir tesellidir. Baştan kabul edilirse, aşırı teslimiyet
yanlışlığına götürür. "Hakkın emri yerini bulur." "Allah'ın
dediği olur." "Kaderin önüne gelişmez, yazılan bozulmaz"
düşünceleri kişiyi ihmalkarlığa sevk ederse, kavramları saptırma söz konusudur.
Kader düşüncesinin temelinde cüzi iradeyi bir tarafa bırakıp, külli iradenin
kendisinde olduğu kanaatine varan kimse kader yok noktasına geliyor. Cüzi irade
var. Allah her şeyi biliyor. Cüzi benim yapacaklarımdır düşüncesi çözüm
olmaktadır. "Allah'ın yaratmasıyla ve iradesiyle vücut bulan her şey,
O'nun kaza ve kaderine bağlıdır" [494]
fikri telkin edilir.
Kader problemi konusunda
Hüseyin Atay, Kur'an ve Hadiste iman Esasları [495]
isimli eserinde "Allah vardır" başlığı altında "Allah'ın koyduğu
dinin esasları, şartları, prensipleri altıdır" der, iman esaslarını altı
madde olarak belirler. Kadere imanı altıncı madde olarak sayar. [496]
Altıncı esas kadere iman:
"Ehli Sünnete göre kadere
inanmak imanın şart ve esaslarından altıncısı ise de bu çetin münakaşalı bir
konudur. Kader ile Allah'ın kudretinin münasebeti uzun bir incelemeye
muhtaçtır. Dünyada olup biteni bütün kötülükler ve iyilikler, yani hayır ve
şerrin hepsi Allah'ın yaratmasıyladır." Şurası muhakkak ki biz her şeyi
şaşmaz bir ölçü ile yarattık yapacağımız iş hakkında bizim fermanımız yalnız
bir tek fermandır. Göz kırpması gibi yapılması çabuktur. Güçlüğü yoktur. [497]
ayetleriyle delil getirir. "Buraya kadar saydıklanmız imanın şartı ve
esasıdır. Bunlara inandıktan sonra inanılacak her şeyi içine alan Kur'an'ın
başından sonuna kadar hiçbir harf istisnasız hepsine inanmakla inanılacakları
ihata etmek mümkündür. Kur'an'ın Allah sözü olduğuna inanmanın şartlarından
biri olduğunu söyledik. Şimdi de sıra Kur'an'ı açıklayan ve konumuzla ilgili
olan hadisleri bir tertibe koyarak İslam'ın şartları ve imanın esaslarını
açıklamış olalım." [498]
Konuyla ilgili Cibril hadisi, Necitliler'in sorularına cevap ihtiva eden hadis
yanında, ilgili gördüğü rivayetleri nakletmektedir. Kadere iman, iman
esaslarından sayılmış, ayetler yanında özellikle Sahih-i Müslim'in iman
bölümünde sunduğu hadislerden seçmeler alınmıştır. Burada sunmak istediğimiz
problem 1959'da Kadere imanı deliller ışığında inanç esası olarak sunulmasından
sonra, bu görüş değişmiş ve halka farklı bir düşünce telkin edilmiştir. Burada
kelami bir sorun görülmektedir.
6- İnancın Sarsılması
Sorunu:
Mümin
kimse olaylar karşısında inanç gücünü korumakla yükümlüdür. Aniden gelen kötü
haberler, rahatsızlıklar, ruhi bozukluklar kısmet açılmaması, bahtsızlık (bahtı
kara olmak) hayatta sık aralıklarla olumsuzluklar yaşaması, kişiyi bundan kurtuluş
yolları aramaya sevk etmektedir. Din genelde bu tür felaketlere ilahi imtihan
veya kaderle izah getirmektedir. Bu konular iyi işlenirse, inanan kimse razı
gelmekte, bazen de kişinin sabrı taşabilmektedir. Türbe ziyaretleri esnasında
yaşananlar, salih kimseleri ziyarette görülen bazı davranışların arka planında
kişinin kalp dünyasında tuttuğu niyeti bulunmaktadır. Bunların kısa surede
gerçekleşmesini istemektedir. Din tüm taleplerin Allah'tan istenmesi esasını
getirmiştir. Dilekler Allah'a takdim olunacak, istekler ona arz olunacak ve
uzun vadede sonuç beklenecektir. Verilmediği zaman, yine sabır
devreye girmekte ve
isteklerin tekrarlanması, duada bıkkınlık gösterilmemesi
önerilmektedir.
Selefiye'nin dışında ki İslam
toplumlarında Allah'tan yapılması gereken bu istekleri bir zat aracılığı ile
yapılabilmekte, kişi bu şahsın hürmetine iyi kulların yüzü suyu hürmetine
şeklinde iyileri ön plana çıkararak talebini sunmaktadır. Bunu yaparken kişinin
kendisini günahkar, duası kabul edilmeyen, isteği verilmeyen bir kimse olarak
görmesi ve sonuç olarak kendi duasının Allah katında bir değerinin olmayacağı,
isteklerinin normal yolla verilmeyeceği düşüncesi, onu bir salih şahsiyet
aracılığı ile isteklerini sunmaya götürmektedir. Şüphesiz Vahhabiler bunu aynen
müşriklerin Allah'a kulluk yaparken putları aracı olarak kabul etmesine
benzetecek, bunlara onların hükümleriyle hüküm verecek, bu yaklaşımlarıyla
kendilerini haklı göreceklerdir. Fakat mümin insana belirttiğimiz tavrından
dolayı bu derece sert tavır alma ve ağır hüküm verme kabul edilir olmasa
gerektir. Burada bir eğitim noksanlığı görülmektedir. Kafir veya müşrik
şeklindeki hükümler değil, eğitim verilmesi, eğitici yaklaşım göstermek daha
müspet sonuçlar verebilir. Cahillikten kaynaklanan faaliyetler görülmektedir.
Bunun yanında kişi yaşadığı toplumun adet, gelenek, görenek ve temayüllerinden
etkilenmektedir. Zamanla o da o toplumda yaygın olan faaliyetleri yapma
eğilimine girmekte, etkileşim olmaktadır.
Sağlık sorunu olan kişi muska
yazdırma veya türbe ziyareti yöntemiyle iyileşmeyi bekleme sürecine girmişse,
geçmişin şartları içinde bir başka seçeneği bulunmuyordu. Yeni ortamda ise
hastaneye müracaat ve ilaçla tedavi yolunun seçildiği görülmektedir. Hastane,
sağlık merkezi, Araştırma hastanesinin faaliyetleri sonucu sağlıkla ilgili olan
bir takım batıl inanışlar bırakılmış durumdadır. Kişi Allah'ın safı ismine
inanır. O'nun şifa veren olduğunu kabul eder. Bu beklenti şifa talebi ve dua
yanında tıbbın gereği olanı yapar.
Baht açılması şeklindeki
anlayışlar toplum görevini yapmadığı için kişi ferdi olarak çare arama yolu
izlemektedir. Çevresindeki kimseler ona karşı sosyal görevlerini yapmadıkları
müddetçe bunun bir müddet daha devam edeceği görülmektedir. Burada Allah'tan
beklenen iyi şeyleri bir başkasından bekleme sorunu bulunmaktadır. Medet, imdat
bekleme, hayırlı şeyleri isteme yalnız Allah'tan olacaktır. Varlıklardan
bekleme şeklindeki beklentiler gerçekleşirse kişinin o varlığa olan inancı ve
onun gücünü kabul etmesi Allah'a inancından daha ileri seviyeye varmaktadır,
istedikleri olmazsa inancı kötü olduğu için gerçekleşmediği şeklinde
değerlendirmeler yapılmaktadır. Hayır ve şer konusunda sabır ve inanç sahibi
kimse, sarsılma göstermez, inanç gücünü korur.
Allah'tan beklenen bir takım
sonuçların kuldan ve bazı varlıklardan beklenmesi sorun oluşturmakta, kişiyi
çıkmaza götürmektedir. Bu durumda kişilerin inanç dünyası isteklerinin
verilmemesine indirgenmesi kabul edilemez, inancın korunmasının basit
isteklerle ilişkili tutulması sakıncalı bir yaklaşımdır.
Kişi kendi yükümlülüğünü kabul
etmek durumundadır. Yaptıklarına meşruiyet kazandırma, fiillerinin
sorumluluğunu kendisi yüklenmeyip başka suçlular sebebiyle kötü şeyleri
yaşadığı şeklindeki izah insanı sorumluluktan kurtaramayacaktır. Nefis muhasebesinin
yapılması, kişinin oto kontrol yoluyla kendi hesaplarını gözden geçirmesi,
hatalarını görmesi, objektif olmasını sağlayacaktır. Haliyle kişinin karşılaştığı
vakaların izahı gereklidir. Bunların bir şekilde açıklığa kavuşturulması zorunluluğu
vardır. Burada kişiler kendilerinin bizzat işlediği ve eylemi olan işler olarak
vakaların gerçekleştiğini kabul etmeleri daha gerçekçi olmalarını
sağlayacaktır.
Suçun kişinin kendi dışından
kaynaklanması sebeplerle iliskilendirilmesi onu sorumluluktan kurtarmayacaktır.
Hukuk önünde kişilerin sorumluluğunu yüklenmesinin tabii olduğu gibi ahirette
Allah katında sorumluluk bulunmaktadır.
Hayatın iyi ve kötü halleri
vardır. Bunlar birliktedir. Kişi olumlu ve olumsuzluklar karşısında sabır ve
metanetini korumak, taşkınlık göstermemek, Allah'a olan inanç ve güvenini
yitirmemek durumundadır. İslam kişinin tüm hayatını değerlendirmeye almakta,
tüm söz ve fiillerinde meşru olanı yapma, gayri meşru olandan kaçınmayı
öğütlemektedir. Uğurlu veya uğursuzluk şeklinde bir yaklaşım yerine
helal-haram, sevap-günah, iyi-kötü ayırım yapmak, iyi, bayır ve güzel olan işe
yönelmek, şer ve batıl işlerden sakınmak esastır. Kişiler kendi akıl, irade,
zeka ve kabiliyetlerini kullanarak hayır olanı tercih ederek, şer olandan uzak
olacaklardır.
7. 1- Kelamın Sosyal İlişki
Problemleri: Kelam ekollerinin birbirlerini
suçlamada tehdit ve suçlama ifadeleri kullanmaları fazladır. Mutezile
kendilerini tevhid ve adi ehli ve mezheplerini de bu ilkelere dayalı mezhep
görürken diğerlerini "mezhebi amme" sıradan insanların, avamın,
halkın mezhebi olarak adlandırmıştır. [499]
Diğerlerinin onları suçlaması ise daha sert konumdadır.
İslam'ın inançlarının aklı ve
ilmi delillerle savunup doğruluğunu muhaliflere ispat etme yolu izlenecektir.
Diğer taraftan İslami inançlarının ifade ve takrir edilmesi bekleniyordu.
Meseleleri araştırma kesin neticelere varma, şek ve şüpheleri ortadan kaldırma
esastır. "Son iki sene olmasaydı Ebu Hanife mahvolurdu" deyip Cafer-i
Sadık'a intisap etmiş olduğu [500]
şeklindeki rivayetler halka aktarılmakta, bunlar izah beklemektedir. Gerçekten
tasavvufsuz kelam kişinin helak oluş nedeni midir.?
Aliyyu'l-Kari'nin Fıkhu'l-Ekber
şerhi kelam aleyhindeki ifadeleri toplayıp aktardığı için mi her asırda çok
sayıda basılmış ve her tarafa dağıtılmıştır. Akaidden kelama geçişte, nakli
delil kısıtlaması ve aşırı yorumculuğu bir problemdir. Akide bir inançlar
mecmuası iken, kelam bir ilim olmuştur. Ele alanlardan bir kısmı etkinliğini
korurken, Tahavi gibi bir kesim sönük kalmıştır. Kelamın nakli delilleri azami
derecede bırakılarak aklileştirilmesi felsefileşmesi bu saha ile ilgili
sorunlar arasındadır.
Kelami ekollerden yönetimle iyi
ilişkisi bulunanlar varlığını her asırda sürdürürken, bunu yapamayanlar sönük
kalmış, terkedilmiş ve unutulmuştur. Eşariliğin şöhret bulması Nizamiye
Medreselerini destekleyen yöneticilerle ilgilidir. Maturidilik aynı şeyi
yapmadığı gibi sistemini geliştirme ve kelamı düşünce için yeni ufuklar açma
kudretim ve istidadını gösterememiştir. [501]
Kelam Halk İlişkisi:
Halk kendinin anlayabileceği
dilden konuşulmasını istemektedir. Dinsel alanlar ve özellikle kelam halkın
seviyesine inmediği, konularını kendi kavramlarını özel çerçevesi içinde kendi
çevresinin anlayacağı dille sunduğu için halk seviyesinde değildir. Kelamın özelliği
şüphelerin giderilmesinde yardımcı olmak, şekke düşmeyi önlemek, yakin
derecesinde imana ulaşmak konusunda yönlendirme yapmaktır. Orun faliyetleri sonucunda
iman tüm problemlerden arınacak, insanlar batıl inançlardan uzaklaşacak, hak ve
hakikate erişecektir.
Kelama halkın güven sorunu
bulunmamalıdır. Güven ortamının oluşumu mütekellimin güven vermesiyle
sağlanacaktır. İslam bilginleri peygamberin güvenilir olduğunu ve güven ortamı
oluşturduğunu tespit etmiştir. Araştırma sonucu onun döneminden günümüze kadar
geçen zaman biriminde varlığını sürdüren yanlışla doğru birbirinden
ayrılabilir. Rasulullah canlı olarak aramızda değilse de, onunla ilgili tüm
bilgiler en ince teferruatına Kadar elde bulunmaktadır. Halk kelamın onu tanıtlımına
ve mütekellime güvenir.
7.2- Kelamın Belli Başlı
Sorumluluk ve Sorunları:
İnancın
belirgin görünümü olan dindarlığın kutsala saygı seklinde kendini göstermesi
söz konusudur.[502] Din
avam dini haline gelmiştir. [503]
İnanç istismarı, kendi inanç ve kültür dünyasına düşman olanlar boş alanlar
meydana getirip rahat etmeyi hedeflerler. [504]
Çocuk merak ettiği Tanrı'yı
yakından tanımak ister. [505]
İnancın oluşumu ve zamanla Allah'ı sevme, dine karşı olan ilgisi, ibadetlere
olan merakını geliştirme dua ve ibadetlerin değer kazanması önem arz eder.
İnancın içeriğinin anlatılması gereklidir. Böylece kişilerin bu konularla
ilgili merakı giderilmiş olacaktır. Dini inancın gelişmesi için kelamın katkıda
bulunması gereklidir. Dini hazırlık ve arayış içindekilere kelam yardım etme
durumundadır. Kişinin Allah'a inanmayla açık ve içten gelen ruhi ve manevi
çağrısına katılmaya hazır olduğu yine kendisinin kişisel alışa hazır
bekleyişinden hemen anlayabiliriz. [506]
İnanma ihtiyacına cevap
verilmesi temel ihtiyacın giderilmesidir. Allah inancının temel ihtiyaçların
doyurulmasında önemli rolü olduğu kabul edilmektedir. [507] İnsan
kendini Allah'a muhtaç hisseder. İnsanda Allah'a inanma isteği vardır. Bunun
beslenmesi, ilginin uyandırılması, konuların daha iyi anlaşılmasına vasıta
olmak kelamın
görevidir. Kur'an yaratıklar üzerinde düşünerek yaratanı bulmaya yönlendirir.
Tabiata bakarak enfusi ve afaki delillerden hareketle inanmaya yönlendirme
yapılmıştır.
Allah'ı derinliğine bilme ve
anlamak temeldir, inançlar üzerinde kötü düşünmeyen insanın dünyasında oluşan
sorulara cevap verilmesi gerekmektedir. Kalp ve aklın kabul etmesi önem
arzetmektedir. İnanca önem veren kimsenin Allah'ın ne, nasıl, nerede olduğu ve
benzeri soruları kelam, keyfiyetinin ve zatının bilinemeyeceği izahını
getirmektedir, insanlar yaratılışın ve insanların sonunun ne olduğunu merak
etmektedirler. Bunlar cevap bekleyen sorulardan sadece bir kaçıdır.
İnsanlardan büyük bir kesim
Allah'a inanmak istemektedir, inanarak Allah'a yakalaşmak, bağlanmak, kulluk
yapmak isteyene kelam yardımcı olmak durumundadır. Bu canlı isteğin pratiğe
dökülmesi temayülü kelamın girişimlerine muhtaçtır. Allah'ı sevmek, O'nun
emirlerini yapmak, yasaklarından kaçınmak isteyenlere destek vermek, Allah'tan
yardım geleceği ümidinin telkini, Allah'ı arayanlara yol göstermek, Allah
tasavvuruna doğru anlam kazandırmak zarureti vardır, insanların zihninde cami
Allah'ın evidir, insanlar oraya girince, O'nun evine girmiş olurlar. [508]
İnancı bulunmayan inkarcı,
inkar ettiği şeyleri kendi içinde yok etme çabası vermektedir. Kişi kendi
varlığını Allah'a borçlu hisseder. Başa gelen felaketler karşısında daha
kötüsünün verilmediği için şükretmek gerektiği inancı vardır. Allah insanı
korur fakat kurban, sadaka kulluklar dualar gereklidir. Allah kötülük etmez,
mutlaka insanın kendisinden kaynaklanan problemler bulunmaktadır. Bu nedenle
onun kendisini kontrol etmesi gerekmektedir.
Kelam Allah'ın varlığını
tanımama, onu inkarın kastedildiği Tanrı tanımazlığa cevap üretme durumundadır.
Koruyucu baba figürleri her yerde yaygın ve bunlar insanların inançlarında
etkindir. Kelamın bunları izahta insanın korunma ihtiyacını göz önünde
bulundurması zorunluluğu vardır. Bu yatırlardaki güç ne kadardır. Bunların
salahiyeti nedir. Ziyaret edenler muratlarına erdiklerini iddia etmektedirler.
Bunun gerçeklik payı ne kadardır. Allah'ın gönderdiği peygamberin tebliğ ettiği
dinle geleneksel din arasında ciddi anlamda farklılıklar bulunmaktadır. Kelam
gerçek dini asli şekliyle savunduğu ve şüphelerin ortadan kalkması çabası
verdiği kanaatindedir. Bu durumda halk inançlarının kelamın inanç
bildirilerinden farklı oluşmasının nedeni ne olabilir? Burada bir yerlerde
sorunun varlığı bir realitedir. Şayet kelam gerçek dini sundu ise yaşayan
inançların kelamla bağdaşmamasının izahı nedir?
Kelamda manevi bir boşluk bulunmaktadır.
Zira o sürekli akıldan bahsederken, kalp, gönül ve yüreğe önem vermediği
suçlaması yapılmaktadır, iç dünya samimiyet, imanın kabul ediliş şartı
olabilecek takva, vera, ittika, zühd, Allah'dan severek sakınma gibi konuları
almadığı için bu yönden boşluk oluşmaktadır. Kelam bu alana cevap verme
durumundadır. Sadece dille söylenen ve kişiyi mümin yapan sözler değil, onun
gönlüne yansıması önemlidir. İnsanların din ve inançlardan soğuduğu,
uzaklaştığı bazen nefret ettiği zamanlarda kelamı cedel ihtilaflarla, mezhep
çekişmeleriyle insanları dine ısıtma, onlarda inanç problemlerini çözme sorunlarına
ikna edici çözüm üretme, zihinlerinde oluşan sorunlara cevap verme imkanı
bulunacak mıdır? Kelam farklı ekollerin birbirini kabul etmez görüşlerini
aktarma yerine, insan tabiatı, fıtratı, meyil ve temayülleriyle uyum sağlayan,
onun gönlünde etki bırakan, tesiri kalıcı, içten olabilen çözüm bulmak
durumundadır. Geleneklerin hakim olduğu din değil, dinîn hakim olduğu
gelenekler yaygınlaşmazsa, din ve inançların bozulmaya gideceğinden korkulur.
İnsan özgürlüğü din tarafından
bir çok şekliyle verilmiştir. Bunun yanında helal-haram belirlemesiyle
kişilerin davranışlarına kısıtlama getirilmiş, helallerle yetinmesi,
haramlardan ve günah işlerden sakınması istenmiştir, insanın günah işlemesi
durumunda da yine onun lehine olan tövbe ve istiğfar, pişmanlık mekanizması
konulmuştur. Bu yolla yanlışlıklar yapan kimsenin yolunu düzelterek istikamete
gelmesi sağlanmıştır. Dini kabul etmek, insan hürriyetine ve onun bütünlüğüne
zarar vermemekte, bilakis onu takviye etmektedir, insan kendi değerlerini
belirleme çabası vermektedir. Bunda bir temel hareket noktasının bulunması
gerekmektedir. O da dinin belirledikleridir.
İnancın ve bir yerde Allah'ın
insan hayatında ki yeri nedir? İnsan buna ne derece ihtiyaç duymaktadır.? Tarım
toplumları kar ve yağmur yağması, dolu yağmaması, fırtına olmaması, mahsulün
iyi yetişmesi, bolluk ve bereketin yaygınlaşması için yaptığı duasında Allah'a
iltica eder, devamlı tabiatla karşı karşıyadır. Allah'tan dilekleri vardır.
Korunma ve sahip olduğu şeylerin himayesi için Allah'a yönelir. Kendini ona
yakın hisseder. Onunla ilişkiye geçer, yalvarışları buna örnektir.
Sanayi toplumunda ise tarım
toplumu için geçerli olan hususlar geçerli görülmemektedir. Bu durumda teknik
alanda çalışan ve tabiatla fazla ilgisi olmayanların Allah ile ilişkisi için
daha fazla motifler bulunmamaktadır. Kendisi ve çevresinin sağlığının
korunması, sahip olduklarının himayesi huzur ve saadeti elde etme arzusu
bunlardan sadece bir kaçıdır.
İnsanların inandıkları hususta
yeterli delile sahip olmaması, ispat yöntemlerinin yetersizliği, şüphelerin
giderilernemesi, insan zihninde oluşan sorulara gerekli ve geçerli cevabın
verilememesi, kelamın önemli sorunlarındandır.
Yaşanan hayatta pek çok şer ve
kötülük hakim olmaktadır. Bunları din kişilerin hayatta denendikleri, bunun
sonucu olarak yaygın olan bu kötülükleri yapmamaları gerektiği, aksi halde
sınavı kaybedeceklerini bildirir. Sürekli denenen insan her olay karşısında
Allah'ın onu imtihan ettiği düşüncesinden hareket edecektir, insan ise bu
sınavlarda devamlı başarılı olmaya çağrılırken kaybettiği de olmaktadır.
Toplumlarda iyilikler ve kötülükler bulunmaktadır. Bunlardan hangisinin fazla
olduğu tartışma konusudur. Hayat tabii seyrinde devam etmektedir. Bunalım
içindeki insanların düşünce ve inanç sorunlarına kelam cevap vermezse, bunlar
inançlarını bırakma ve inançsızlıkla karşı karşıyadırlar.
İnsan özgürlüğü dinden uzak
çevrelerce inanmamayı, Allah'ı, ahireti inkarı da içermektedir. Özgürlüğü bu
denli inkarcılık olarak algılamak mümkün değildir. Allah'ı inkarda genelde
görünmediği, yeterli delille varlığının isbat edilemediği fikri ileri
sürülmektedir. Halbuki kesin delille veya Allah görülerek varlığı müşahede
edilse, imtihanın anlamı kalmaz, kişiye düşünme ve seçenek yapma imkanı
bırakılmaz. Tek tip insan sistemi ortaya çıkar. Din bunu kabul etmemektedir.
7. 3- Kelamın İç
Bünyesinden Kaynaklanan Problemler:
Bir
ilmin kendini diğer tüm ilimlerden üstün görmesi, diğer alanlarında kendini
savunması veya üstün görmesi hakkını verir. Konu itibariyle "her mevcut
olan şey"[509]
belirlemesinin yapılması ciddi sorunlar yaratır. Zira benim mevzuum her şeydir
iddiası izahında zorluklar bulunan bir düşüncedir. Kelam hakkı aramak, batıldan
uzaklaşmak gayesini program olarak almışsa, bunun genelde gerçekleştiğini
söylemek doğru olmasa gerektir. Taklitten kurtulup tahkiki iman düşüncesinin
yaygın hale geldiği de söylenemez. Bilgide kalplerin yakin seviyesine geldiği,
insanların irşat olduğu, inkarın ve dalaletin azaldığı, şüphelerin giderildiği
söylenemez.
Kelam tarihi ise geçmişe
övgüler, eski şahsiyetlere methiyelerle meşguldür. Geçmişin eleştirilmesi ise
alışılmamış, tahammülü zor işlerdir. Hz. Peygamberin tebliğ [510] ve
tebyin [511] görevlerini
yaptığı bilinmektedir. Ondan sonraki dönem ise geniş çapta itikadı problemler
içermektedir. İslam'ın Arap Yarımadasında kaldığı dönem problemlerin az olduğu
veya problemsiz dönem, Arap olmayanların İslam'a girmesiyle birlikte İslam'ın
içinden çıkılmaz sorunlarla karşı karşıya geldiği suçlamaları bulunmaktadır.
Diğer din, inanç, felsefe akımları ile karşılaşınca İslam'da yoğun sorunlar
başlamışsa, bu İslam'ın iç sorunu olup, Müslümanların çözüm üretmesi beklenen
hususlardır. Yeni İslam'a giren kimselerin gerçek mümin olmayıp art niyetli
oldukları için sorunların yaşandığı ileri sürülmektedir. Halbuki Hz. Peygamber
döneminde de bu türden kimseler yaşamış, fakat yoğun şekilde etkin
olamamışlardır. Her toplumda o türden kimseler bulunmaktadır. Geçmiş ümmetlerde
aynı sorunu yaşamıştır. Nifak yayıldığı için tevhid zayıflamışsa, tevhidi
savunanların bunu iyi yapamadıkları sonucuna varılır. Akide saflığını
yitirmişse bu sorun inananlarındır. Bazen de Emeviler'in iktidar hırsı
sebebiyle kelami sorunların yaşandığı düşünülmektedir. "Taraftar bulan
yeni görüşlerin sahipleri kendi fikirlerini yaymak maksadıyla "Kelam"
adı altında bir ilmin tedvinine giriştiler" [512]
görüşünden hareketle kelam bidat ehlinin faaliyetlerini yaymak için kurulmuşsa,
hala bu yapı sürdürülmek durumunda mıdır? Sorusu akla gelmektedir. Büyük günah
problemi kelamın en çok üzerinde durduğu konulardan olmuş, günahlar hiçbir
zaman azalmamış, türünde ve işleyenlerin sayısında artma olmuştur. İman-amel
ilişkisinde imanın tam amelin samimi yapılmasına kelamın önemli katkısının
olduğunu söylemek zordur, İslam fikir tarihinde Mutezile gibi bir takım
fırkalar zayıflamışsa, bunun nedeni kelamı ekollerin birbirini yıpratma ve
kendinin dışındakilere hücum mantığı bulunmaktadır. Hür irade anlayışı değil,
mezhebin liderinin iradesi hakim olmuştur. Adalet prensibi yerine mezhep
önderinin prensipleri geçerlidir. Kulların fiillerinin yaratılmışlığı veya
kendilerinin işlediğinden çok Kur'an'ın mahluk olup olmadığı yönetimin isteği
doğrultusunda tartışılmıştır. Kişilerin iyiliğe yönlendirilmesi bir tarafa
bırakılmış, kelama kendisi iyilik yapmayı ve iyiliğin yaygın hale gelmesini
programına alma yerine, huşun ve kubuh akılla mı dinle mi belirlenir? Mücadelesi
verilmiş, içinden çıkılamaz tartışmalara geçilmiş, akılla iyi ve kötüyü bulma
düşüncesi iyi karşılanmamıştır.
Kelamda tatmin ve ikna
mekanizması yeterince işletilmiş olsaydı, inançla ilgili pek çok tereddütler
ortadan kalkardı. Felsefeyle kelamı esasları kaynaştırma yolunun
izlenmesinin ardından oluşan muhalefet süregelmiştir. Hadisçi, Selef ve
Selefiler'in yoğunluğunu oluşturduğu muhalefete ikna edici cevap verilebilmiş
değildir. Kelam kitaplarının özellikle baş tarafında yer alan kelam aleyhindeki
ifadeler de yeterince çözüme kavuşturulmamıştır. Böylece kelam kendi içinde çelişkiye
düşmüş, önce kendisini kınamış, sonra da soğuk kanlılıkla konularını
açıklamıştır. Mütekellim, zındıklık, bidat ehli olma, nevasına uyma ve benzeri
suçlamaları cevaplandırmak durumundadır.
Muhalif kelam ekollerinin
varlığına ve görüşlerine tahammül etme zorunludur. Kelami ekollerin birbirine
yaklaşımının olumlu olduğu, ilişkilerin iyiye gittiği söylenemediği gibi,
birinin diğerini yok etme girişimleri olmuştur.
Mutezile muhaliflerini kendi
açılarından suçlarken, Selef alimleri de "gerek İslam akaidini açıklamak
ve gerekse halkın inancını bid'at cereyanlarından korumak için ilm-i tevhide
dair eserlerini yazarlardı" [513]
"Mutezile'nin görüşlerini reddetmek ve ehl-i bid'atın fikirlerinin
yayılmasını önlemek için İslam akaidini akıl kaideleri ile desteklemek
ihtiyacını duymuşlardır. Bu girişimiyle kelam inkarcılığı önleme görevini ihmal
etmiş, bir başka fırkayı sapık akım olarak görüp onun yayılmasını önleme
çalışması yapmıştır, imanın taklitten tahkik ve iykan mertebesine çıkarılması
faaliyeti yerine mezhepler arası çatışma şekline dönüşmüş, imansızlığa karşı
faaliyet zayıflamıştır. Nitekim "Eş'ari ömrünün kalan 24 yılını ehl-i
Sünnet mezhebini açıklayıp müdafaa etmekle ve ehl-i bidati özellikle
Mutezile'yi reddetmekle geçirmiştir." [514]
Üstünlük Problemi:
Kelam Rasulullah'dan sonra insanların
en üstününün kim olduğu konusunu kendisine mesele olarak almış, pratikte bir
mezhebin diğerine (Sünniliğin Şia'ya) karşı savunmasından ibaret olan konu,
kelamın temel problemlerinden olmuştur. Rasulullah'ın ashabından cennetliklerin
isimleri veya onların üstünlükteki sırası bu konudaki mezhepler arasındaki
kısır çekişmeler, faydasız tartışmalar günümüz insanını ilgilendirmemektedir.
Pratikte ona hiçbir katkısı ve getirişi de bulunmamaktadır. Hepsi de ilahi
huzura gitmiş bu insanlar hakkında, genel bir saygının varlığı realitedir.
Fakat İslam'ı kabul eden bir kimseye inanç telkini ve iman esaslarının izahı
yapılırken, bunların belirlenmesi İslam'a olan temayülün aleyhine olacaktır.
Zira insanların üstünlük derecesi ile ilgili, bilgi Allah'a mahsustur. Bunların
kelamda tartışılmasının mümine kazandıracağı bir fayda da bulunmamakta, İslam'ı
anlatacak olan kimseye olduğu kadar yeni kabullenene de zorluk çıkarmak
kabilinden fazladan bir istek durumundadır.
"Kelam en şerefli bir ilimdir.
Zira şer'i hükümlerin esası ve dini ilimlerin başı odur. Gayesi ise hem dünya
hem de ahiret saadetine nail olmaktır" [515]
tezi sürekli işlenmiştir.
Kelamın Temel Problemleri:
inanç problemlerini iki ana grupta toplamak mümkündür. Bunlardan ilki kelam ilminin
kendi iç bünyesi ile ilgilidir. Zira ele alıp tartıştığı pek çok problemin
pratikte uygulanır yönü bulunmamaktadır. Örneğin Hz. Peygamberi son peygamber
kabul edip inandıktan sonra, peygamberlerin erkeklerden gönderildiği kadından
peygamber gönderilip gönderilmeyeceğini tartışmanın hiçbir anlamı
yoktur. Konuların pek çoğu ya son bulmuştur, örneğin vahiy, yada ahirette
gerçekleşecektir. Yaşanan hayatta karşılaşılabilecek türden hadiseler değildir.
Pratikte geçerli görünen velilerin kerameti konusu bulunmaktadır. O da her ne
kadar kelam kaynaklarında yer almış ise de, tasavvufun ilgi alanı olmuş, kelam
pratikte veli yetiştirme ve kerametlerini takdim programı yapmamıştır.
Bu alan çok iddialı olarak tüm
inanç dünyasını hatta her şeyi kendisine konu almıştır. Bu bünyede dinin
takdimi inançların başkalarına tebliği, beyanı inandırıcı olma, telkininin
istenen seviyede yapılması sorunlarına cevap üretilmesini üstlenmiştir. Dinin
savunması yapılacak, her dönemde insanların inancında oluşan tereddütler giderilecektir.
Akılın veya naklin ilk sırayı alması değil, insan zihninde ortaya çıkan
şüphelerin ve inançsızlığın giderilmesi önemlidir. [516]
Kelami ekoller muhalif ekolü eleştirme, kendi fikrini doğrulama, muhalifi din
dışı görme delillerini yetersiz bulma ve tekfir problemi sürekli yaşanmıştır.
Dinin tebliğinde yöntem sorunu yeterince işlenmemiş, iç eleştiriye ağırlık
verilirken, dışa karşı savunma ve tanıtım yeterince yapılamamıştır. Dışta din
hakkındaki bilgi noksanlığının veya yanlış bilgilendirmelerin giderilmesine
önem verilmemiştir. Toplumda mevcudu bulunmayan Sufestaiye ve Brahmanlara cevap
konusu gereğinden daha fazla işlendiği halde, diğer muhaliflere ve dinlere
gereğince yer verilmemiştir. Savunma mekanizması içinde muhalif görüşler
gereğinden daha fazla açıklanmış, tasvir ve tanıtımı tam yapılmış, buna verilen
cevapların ise yeterli olmaması veya iyi anlaşılamaması problemi, tazeliğini
sürekli korumuştur.
Kelamın iç çekişmeleri sadece
muhalif dinlere karşı değil, İslam'ın kendi içinde farklı fırkalara karşı
olmakla kalmamış, aynı mezhebin farklı düşünce ve görünümleri arasında da sert
konum arz etmiştir. Bu durum dışa karşı gereken ihtimamı gösterememe sonucuna
götürmüştür. Dışa açılım yerine, içe kapalı, kendi fırkaları ile sürekli sorun
yaşayan bir alan olagelmiştir. Farklı görüşlerin bulunması tabiidir. Özellikle
baba oğul (Ebu Ali-Ebu Haşim), hoca öğrenci (Hasan Basri-Vasıl Bin Ata,
Eş'ari-Ebu Ali) ihtilafı sonucunda farklı ekollerin oluşması tabii görülür.
Eleştiri konusu ise muhalefettekine acımasızlık ve aşırılıktır. Sorunlar
konusunda sürekli dışı suçlama yapılmış, Ehl-i kitaptan taşınarak gelen
problemler olarak görülmüştür, İslam öncesi problemlerin Müslüman olmayan kesim
tarafından İslam'a taşındığı görüşü ileri sürülmüştür. Dıştan gelen konulardan
sürekli korku ve şüphe gündemde kalmış, bu korkular bir türlü atılmamıştır,
insanlığın bazı inanç sorunları İslam öncesi tartışılmışsa, yeni dinden buna
çözüm beklentileri olmuştur, İslam ise kendisine ulaştırılan bu inanç
sorunlarını tek cevapta değil, farklı kelami ekollerin görüşleri olarak ortaya
koymuştur. Böylece aynı sorunlar İslam'ın gelmesi sonrasında da sorun olarak
kalmıştır. Sorunların iç veya dış kökenli olması değil, insanlara yeterli
cevabın verilerek çözüm üretilmesi önem arzetmektedir. Kelamın sorunları aynı
zamanda inananların sorunu olarak görülmektedir.
İslam'a girenler daha önceki
dinlerini veya inançsızlıklarını bırakarak girmişlerdir. Bununla birlikte İslam'la
bağdaşmayan inanç ve davranışlar bırakılmıştır. Bu arada medeniyet değişimi söz
konusu olmuş, bir medeniyetin bırakılıp diğerine geçişte, eskinin bazı
tesirleri varlığını korumuştur. Kelam
geleceği
sadece ahirette görmüş, günlük kısır döngülerden kurtulamamış, geleceğe kapı
aralayamamıştır.
Mevcut haliyle İslam itikadi
mezhepleri arasındaki sert konum devam etmektedir. Birbirlerine karşı tekfir
yöntemi uygulayan bu ekoller arasındaki birinden diğerine geçiş, din
değiştirmek derecesinde zor görülmektedir. Aralarındaki ihtilafın bir kısmı ise
mesh üzerine mesh, nebiz, teravih namazı vb. kelamı ilgilendirmeyen ve salt
fıkhi olan konulardır. Böylece fıkhi konu itikad meselesi yapılarak kelama
alınmış, ortaya çıkan ayrılık inanç problemi olarak algılanmış, konu fıkhi
ihtilaf olmaktan öte, temel inanç farklılığı olarak görülmüştür. Halbuki aynı
konu fıkıhta aynı sertlik yanlısı tutumla ele alınmamaktadır.
Tevhit, nübüvvet ve ahiret gibi
temel kelamı meseleler halk tarafından kabul görmüş, ilahi sıfatların
teferruatı, ahiretin mahiyeti gibi konuları detay olarak algılamış, ilgi
göstermemiştir. "Bu ve benzeri hususları müslümanların nasıl anladıkları
ve bu hususlardaki çok değişik açıklamaları İslam akidesinin köküne ve özüne
dahil değildir." [517]
"Ehli Sünnet fakihleri ve kelamcılarının çoğunluğu dine ait olduğu zaruri
olarak bilinen şeylerin dışında itikadi ihtilaflar yüzünden fırkaların tekfir
olunamayacağı hususunda ittifak halindedirler. [518]
Sözü realitede yaygın görülmemektedir.
"Kelam ilmi kesin deliller
ileri sürerek şüpheleri yok etmek suretiyle İslam akidesinin esaslarını ilim
ışığı altında tetkik edip araştıran ve sonra da müdafaa eden bir ilim değil
midir?" [519]
Asılların kökleştirip katılaştırdığı batıl inançların ve cemiyet nazarında
meşruiyet kazanmış sapık ve zararlı alışkanlıkların bertaraf edilerek yerine
doğru, güzel ve faydalı olanların ikamesi, içtimai bünyenin yeniden inşa
edilmesi demektir. [520] İslam'ın
bunu ilk dönemde gerçekleştirdiği gibi tekrar gerçekleştirmesi ümidi vardır.
İslam'ın belirlediği inanç
esasları kabul edilmesi istenen prensiplerdir. Bunlar üzerinde kelam yapan mütekellimler
dine girecek olanları bu temel prensiplere çağırma yerine, kendi ekollerinin
kurallarını benimsemeye çağırma, dine gireni aynı zamanda belirli itikadi ekole
girmeye çağırma problemi, ilk dönem İslam'ı ile en büyük farklılık olarak
görülmektedir.
İlk insanla beraber inanç
dünyası onun düşüncesinde yer etmiştir, inançta sapmaların önlenmesi için
peygamberler gönderilmiş bu yolla düşülmesi muhtemel hataların önüne
geçilmiştir. Tüm çabalara rağmen inançta sapmalar olmuş, yanlış inançların
yaygınlaşması önlenememiştir, inancın insanın temel ihtiyacı olduğu bir
realitedir. Kelama bunun şuurundadır. İnanılması gereken hususların
belirlenmesi ve kabulü gereklidir, inançları Yüce Yaratıcının belirlemesi ve
kutsal kitaplarda indirmesiyle bilinmektedir. Bunların dışındakiler esas
değildir.
7. 4- İnancın Tezahürleri; İnanç
kişilerin iç dünyalarında saklı olması hasebiyle kişi ile Allah arasında
gerçekleşmektedir. Din inanmanın açık, net, sahih, arınmış ve doğru olmasını
ister, yakın derecesine ulaşması hedeflenir. Şüphelerden arındırılması, her
hangi bir tereddüt bulunmaksızın inanılması gereken hususlara inanmak dînin
gereğidir. Din taklidi değil, tahkiki imanı istemektedir. Bunun gerçekleşmesi
için de müminin inandığı hususlar hakkında kesin bilgiye sahip olması
gerekmekte, delile dayalı iman istenmektedir. Her mümin kendi imkanları
dahilinde delile sahip olabilmekte ve inancını koruyabilmektedir.
Kelam inancı delillendirme,
savunma, koruma gibi önemli işleri üstlenmiştir, inancı ilgilendiren
meselelerde kesin delillerin ortaya konması ve halkın bu delillerin ışığında
bilgilendirilmesi gerekmektedir, insanlar genelde pratik fayda beklemektedir.
Zulüm karşısında adil olan Allah'ın bunu önlemesi mazlumların arzusudur.
Kötülük görmüş insanların mutlak iyi olan Allah'tan gelecek yardımı ümit
etmeleri tabii haklarıdır. Şerrin durdurulması, kötülüğün önlenmesi, iyiliğin
genel geçerli olması herkesin temennisidir. Fakat haksızlığa uğrayan insanın
beklentileri ise çok daha fazladır. Kendisini mutlak kadir, mutlak adil, mutlak
iyi, gücü her şeye yeten olarak tanıtan Allah'tan insanların beklentileri, bir
nebze olsun iyi yönün görülmesi ile ilgilidir. Bunu uzun müddet göremeyen
insanda bir yıkım ve inançta sarsılma olmaktadır. Bu kişilerin ikna edici
yöntemlerle cevaplandırılması gerekmektedir.
Kelami yöntem devamlı sabır,
tahammül, tevekkül, Allah vekil, kanaat, hale şükür telkini yapmakta, ahirette
mükafat, adalet ve iyiliğin gerçekleşeceğini belirtmektedir. Fakat bunlar her
zaman tatmin edici olamamaktadır. Kelam uzun vadeli vaatlerle teselli etmekte,
özellikle ahiret inancı sunarak insanların hukukunu ahirette alacağını, gerçek
adaletin orada gerçekleşeceğini vaad etmektedir. Bunun anlamı, mazlumun,
kötülük görmüş, haksızlığa uğramış insanın, zalimler karşısında dünya
hayatındaki konumunun zillet içinde geçeceği düşüncesidir. Böylece kelam
zalimin zulmüne ses çıkarmazken, mazluma sürekli ahiret telkini yapmaktadır. Bu
durum her zaman ikna edici olamamaktadır.
Kelam inançsızın sorunlarına
eğilmek durumundadır. Onun iç dünyasında yaşadığı sitresi kendine problem
edinmekle yükümlüdür, inanmışların kendi içinde düştüğü mezhep kavgalarının,
çekişmelerin çözümü için faaliyet gösterme yerine, inancında ciddi anlamda
sorunu bulunan kimsenin problemine eğilmek, inananın teferruatla ilgili
çekişmelerine çözüm aramaktan çok daha yararlı olabilir.
Maddileşen, dünyevileşen hayat
ortamında kelam maddileşmiş ve olabildiğince dünyevileşmiştir. Özellikle imamet
gibi çekişmeli problemi kendine konu almış, bu meseleyi alarak daha da dünyevileşmiş,
ayrıca bunları diğer şerefli ve kutsal saydığı konularıyla birlikte ele alarak
tamamına üstünlük ve kutsallık kazandırma eğilimine girmiştir. Günümüzde ise
bunların inanç konularıyla bağlantılı sunulmasında sorun yaşanmaktadır.
Allah inancı ciddi manada
erozyon yaşamaktadır. Başa kötü iş gelince sorumluluğu başkasına atmakla kişi
Allah'la problemini çözemiyor. Rızık konusunda Allah'a güvenle beraber
endişeler bulunmaktadır. Allah'ın rezzak olduğuna, kimsenin rızkını başkasının
yiyemeyeceğine inanan kimse, vurgunlar karşısında şoktadır. Kur'an'la ne kadar
muhatap olduğumuz bir sorundur. Hesaba çekileceğini düşünen, getiri ve
götürüşünü düşünür, ihlaller yapmaz, fakat ihlalin varlığı bir realitedir. Bu
nedenle sıkıntı çekilmektedir. Peygamberler yeteri kadar ve gerçek
kişilikleriyle tanınmamakta, tanıtanlar mucizevi yönü ağırlıklı olarak
sunmaktadır. Kur'an'ın tanıttığı şekliyle tanıma önem arz eder. İslami
kesimde çözülme ve erime gözden, kaçmayacak şekildedir. Duyarlılık azalması,
hayattaki olguların, iman sırasının değişmesi, bireysel hazlar ve maddenin daha
önde tutulması, evrensel bir yaşam tarzı olan İslam'ın çoğu zaman yeterli
olmadığı kanaati yaygındır. Kadın erkek ilişkisi, kişi ile dünyalık maddiyat
ilişkisi, kişinin kendisiyle ilişkisi, dürüstlüğü kendisinde gerçekleştirememe
problemlere sebep olmaktadır. Çevrenin baskısının düzenleyici olduğu, aksi
halde kişi kendini hür ve özgür hissedince sapmaların daha fazla olacağı tespit
edilmektedir, insanların olaylara yaklaşımı ve sosyal baskı iyiye yorumlanır.
Bastırılmış duyguların yoğunluğu vardır. "Arkadaşını söyle sana kim
olduğunu söyleyeyim" sözü manidardır. Geçmişte Allah rasulünün
çevresindekiler onunla beraberliğin ve arkadaşlarının ortamında öyle oldular,
küfür içinde böyle olamazlardı.
Ölümü devamlı kendinden uzak
görme kişiyi rahatlatıyor. Bazen değerleri de ayak altına almaya sebep oluyor.
Sorumluluklarını göz ardı etme başlıyor. Yaşanan ortamın insanı dini
duyarlılıktan ve inançlarından taviz vermeye sevk ettiği bir realitedir. Önce
dinin ameli yönü terk edilmekte, zamanla bu yapılanlar meşru görülmeye
başlanmakta sonuçta duyarlılık yitirilmektedir.
Günümüz inanç problemlerinin en
belirgin yönü inançla ilgili problemi olanların bunu net olarak ifade
edemeyişlerinden kaynaklanmaktadır. Açıklanamayan sorunlar sorun olarak
kalmakta, çözüm üretme girişimi yetersiz olmaktadır. Önce problemlerin tespiti
gerekmektedir, inanan insanın inancını koruması ve inandığı şekilde yaşaması,
imanını güçlendirmesi hedefleri vardır. Aynı ortamda inancı ciddiye almayan,
dini konuları alay konusu edinen, gülünecek mesele olarak görenler vardır. Bir
kısım kimseler ise dinin gündeme gelmesinden rahatsızlık duymakta, dini kendi
gündemine almamakta, dine karşı nötr bir tavır içine girmektedir. Bu tavırlar
karşısında inanan insanın konumunun zorluğu açıktır. Din baskı, zorlama vb.
olmaksızın kişilerin kendi kararları ve arzularıyla kabul edilmeyi
istemektedir.
7.5- İnancın Sorunları: Din
sağlam inançlar belirlemiştir. Zamanla bunlara yanlışın sızması olasılığı
bulunmaktadır. Bu da ancak dinin metinlerinde belirlenenlerle karşılaştırılarak
bulunabilecektir. Bu sızmalar diğer din, medeniyet ve felsefi anlayışlardan
olabilmektedir. Bazen bir mezhep diğer mezhebe sızarak varlığını koruyabilmiş,
yok edilmekten bu yolla kurtulmuştur. Yalıtılmış bir inanç tespiti kolay
görülmemektedir. Zira insan yaşadığı ortamın kültüründen etkilenmektedir. Dinde
aklar ve karalar olarak yanlış ve doğru inanç belirlemesi yapılmaktadır. Bir
ekol kendi inanç anlayışını ak diğerlerini kara kabul etmektedir. Halbuki böyle
değil de, ortalarda renkler de olabileceği düşüncesi daha ılımlı bir yaklaşım
olup, katılık değil itidal sürekli kabul görmüştür.
Geçmiş açısından ölülerle
uğraşmak, onları fazla rahatsız etmek dinin istekleri arasında olmasa gerektir.
Halbuki kelam ya bir kesime aşırı eleştiri diğerlerini yüceltmek, yada kimin
daha üstün konumda olduğunu tespit çabasına geniş yer ve zaman ayırmıştır.
Geçmişin aşırı eleştirisi veya kutsanması, şahsiyetlerinin ve olaylarının
sürekli canlı tutulması geleceğe bakmaya bir yerde fırsat bırakmamaktadır.
Ölülerle ilgilenme yerine dirilere önem verilseydi inanç bu derece ilgisiz
kalmayacak, tazeliğini koruyacaktı, inançla ve inananla ilgilenmek kelamın ilgi
alanıdır, inançlar ilgi istemektedir, izaha muhtaçtır. Zamanla kendi içinde
değişmekte, taklit tahkike, zayıf kuvvetliye veya tam tersi olarak farklılaşma göstermektedir.
Din rol istememektedir. Buna
ihtiyacı da yoktur, isteyen kabullenir, istemeyen başka tercihlerde bulunur.
Rol yapma değil, içten olma makbul tutumdur. Gerçek olarak inanç uygulaması da
budur. Din rol yapılacak saha değildir, inançlı rolü almış insanları din
şiddetle kınamakta, kişilerin gerçek veçheleriyle ortaya çıkmalarını
istemektedir. Ayrıca inançlı rolü almak ve o role girmek kişilere uzun vadeli
bir çıkar da sağlamayacaktır, inançlar hayatın içine girmekle inanana mümin vasfı
kazandırır.
Mümin kendini tanıtmak
durumundadır. Başkasının onu tanımlamasına gerek olmaz. Çünkü inancı yaşayan
kişilerdir. Onu yaşıyor gibi yapmak sürekli sorun oluşturur. Mümin olduğunu
zannetmek geçici bir tesellidir, inancı yaşama olanağının olmaması başlı başına
bir sorundur. Maddileşen dünyada inancın yeri bulunmamakta veya nadiren ihtiyaç
duyulmaktadır, inançtan kaçanlar onun getireceği sorumlulukları yapamama veya
toplumun kendilerini dışlamasından, tahkirinden çekinmekte, inanmış insanın
onurlu bir yerde durmamasının ezikliğini
hissetmektedir.
İnanmış insan bu günün
probleminin çözümünü beklemektedir. Kelam bu güne ait çözüm üretmekle
yükümlüdür. Kelamın kendi iç çekişmeleriyle meşgul olması, bunda aşırı gitmesi,
bir ekol mensubunun başka ekollerin hiç doğruluk payının bulunmadığını
düşünmesi, kelamın hedefleriyle bağdaşmamaktadır. Gerçekte din tek tip insan mı
istemektedir. Başkalarının doğruluk ihtimali bulunmamaktamıdır? Kalbe inmek,
kişilerin gerçek kimliğini görmek, neyin temsilcisi olduklarını belirleme
imkanı bulunmamaktadır. Görülenle yetinmek durumundayız. Bu da fertleri
birbirinden uzaklaştıncı ve soğutucu konumdadır. Zira din ayrı bir yerde, kişilerin
sergiledikleri ise başka yerlerde durmaktadır.
Dünyaya farklı açılardan bakmak
gerekmektedir. Sonuçta çarpıcı inançlarla karşılaşmak imkanı doğmaktadır.
Alışılmış din anlatımı usandırıcıdır. Alışılmamış şekilde anlatmak kişilerin
inancın cazibe etkisine çekmek gerekmektedir. Mezhep kişiyi sınırlı çevrede
tutmaktadır. Diğer mezheplerle iletişimsizlik ve kendi mezhebinden de yozlaşma
görülmektedir, ilişkilerde mezhebin kendi duyarlılığı ve içeriğin irdelenmesi,
kuralların belirlenmesinde insanın inanç dünyası anlatılırken, tarihi,
coğrafyası ve insanın ayaklarının durduğu yer önemlidir. Bireyden öte
toplumsalı incelemek, bireyin hangi ortamlarda nelerden ve kimlerden
etkilendiği önem arz eder. Bu açıdan bakınca iyi ve kötü, bakana ve ekole göre
ayrı tespit edilebilmektedir. Bundan dolayı şartlanmalar ve etkilenmeler hesaba
katılır. Geçmişe bakıldığında, orda nelerin olduğunu anlamak, indi inançlar
uğruna yaşanan korkunç katliamları okuduğumuzda bunların gerçekleştiğine
inanmak durumundayız. Benzer hatalar düzeltilmezse, tarih yansıma gösterir. Ayn
mezheplerin insanlarının birbirlerini kırması görünen realitedir. Objektif
olmak, mazlumu da zalimi de anlamaya çalışarak bakmak kelamın görevidir.
Kimse doğuştan günahlı
değildir, bozuk yoktur, inançlar insanı yönlendirme durumundadır. Aksi halde
bozulmalar olmaktadır. Kişilerde ki ruhi derinliği görmek, bunda titizlik
göstermek çok şeyler kazandıracaktır. Kişiler sorular sorabilmektedir. Din o
soruları sormayı yasaklasa da bunlar realitedir. Neden, niçin vb.
sorularını sorabilmek herkesin hakkiysa, buna cevap üretmek zorunludur.
Herkesin haklı olduğu bir inanç dünyası düşündüğümüzde bir trajedidir,
insanlara insan olarak bakınca trajedinin öğeleri görülür. Olayların yaşanmış
olması inanılmaz şok yaşanır. Sarsıntı geçirilir. Olayları belli bir yere,
insanları inanç kökenlerine oturtmak gereklidir, iletişimsizlik sorunu sürekli
yaşanmış, birbirleriyle ilişkilerde aile sıcaklığında olanlar önem arz
etmiştir.
Şiir ve hitabet kullanılarak
sözün büyüsünden yararlanma olmuştur. Sezilemeyen incelikleri tespit edebilmek,
karşı tarafın ruhunu irdelemek anlamak gereklidir, insanların dünyasını
derinlemesine bilmek, olayların altında ezilenleri bulmak, küçük ayrıntıları
tespit etmek içtenliği, akışı yakalayabilmek gereklidir.
Kelami ekoller arasında salt
ilişkiler yitirilmiş olunca, yeni arayış içine girmek gerekmektedir. Sözcükler
ekollerin anlayış çerçevesi içinde farklı yerlerde farklı anlamlarda
kullanılmaktadır. Bunlar hakkında da yeni açılımlar getirmek çözüm olabilir. Yapaylığa
düşmemek esastır. İnsanın insana karşı haksızlık yapması, ekoller arasında
açıkça görülmektedir, inançlının yaşantısı gerilim olmaktan çıkarılıp, anlayış
ve inanç kardeşliği şekline dönüştürülebilir, inanç bölünmesi sorunu
yaşanmaktadır. Bunlar kesin oluşmuş ekol inancının getirdiği sorunlardandır.
Alanın etraflıca incelenmesi, katı ve kaba baskıların kalkması, sorunu halletme
için bir girişimdir. Kelamın eski ve yeni rolleri vardır. Her asrın problemleri
bunda önemli olmuştur, inançlı kişi ve kelamcı kendini yenilemedikçe, gerçek
fonksiyonunu gösteremez.
Değişmeyi reddetmek, uyumlu
olmak, boyun eğenlik müspet sonuca götürmemektedir. Yeni ufuklara yönelen,
teorik olanı kabul eden, pratiğe geçmesi gerekeni uygulamak istenmiştir.
Izdırapların dindirilmesi kelamın vaadidir. Kelama tarafından ekol farklılığı
sebebiyle ezilen mümin dinden uzaklaşacak, inançtan soğuyacaktır. Başkasını
hırpalamak kelamcıya ne kazandırmıştır? Başkasını düşmanı değerinde görerek
aşağılamaya varan tutum, dinin özüyle bağdaşmamaktadır. Duyarlılık ve
incelikleriyle mümin insanı görmek esastır. Diğerlerine karşı acımasızlık
silinip gitmenin sebebi olmuştur. Mezhebi yaşamanın anlamı anlamsızdır.
Başkasının halinden anlamak, yoğunluk içinde mezhebi görmek, arkadakini görmek,
ona yüklenen tavrı görmek, toplumun dışladığı inançları yaşayanı görmek
gereklidir. İnanmadığı halde inanmış rolü sergilemek zordur, fakat kişi bu rol
içinde böyle davranır, belirlediği çizgisi vardır. Gizli tutumlar, destek
alınan yönler önemlidir, inançların arkasında olmak, onlardan zevk duymak,
soylu davranış ve heyecan inanan insanı yüceltir, inancı öldürme düşüncesinden
vazgeçmek inançsızın gelmesi beklenen çizgidir. Masum olarak söylenenleri ise
olumsuza çevirme haksızlık olsa gerektir.
İnanç esasları olarak
okutulanlar gerçekten İslam'ın temel inanılması gerekli esasları mıdır, yoksa
bir ekolün diğerine karşı nefis müdafaası olarak ortaya attığı içtihadi
tespitler midir? Bunlar dindir, Allah tarafından indirilmiştir, buna inanmak
zorunludur şeklinde takdim edilenler gerçekten temel kurallar mıdır? Şayet
böyle ise peygamberin arkadaşlarının üstünlük sıralaması örneğinde olduğu gibi
sorun görülmektedir.
Mezhepler arasında diyalog
ortamının bulunmaması, taraflar arasında ortaya çıkan problemlerin artmasına
yol açmıştır. Bir ekol diğer ekolün tüm görüşlerini
kabul veya reddetme değil, seçici olmak, muhalif ekol taraftarlarının ifade
hürriyetini taraflara tanımak, rekabet ortamının oluşmasını sağlamak çözüm
olabilirdi. Fakat bir ekol diğer ekolü eserleri, taraftarları, fikirleriyle yok
etme, herkesi kendi ekolüne çevirme girişiminde bulununca, sorun oluşmuştur.
Bilimsel eleştiriler tabiidir. Bunlar ifade hürriyetinin tanıdığı haklardandır.
Bunu tanımayıp zulüm ve istibdatda vefat edenlere arkadan rahmet okumanın anlamını
anlamsız bulabiliriz.
Kelam halka ne derece değer
verdiğini acaba hiç düşünmüş müdür?
İnanacak olan halkür. Zira
inancın zemininde insanlar vardır. Onlar olmazsa inançta olmaz. Halk tarafından
benimsenmeyen inançlar bir müddet sonra yok olmaktadır, inanç yaşayan halka
inancı savunan kelamın değer vermesi zorunludur. Fedakarlığı yapan inanç
uğrunda her şeyini vermeyi göze alan odur. İnanç tehlikeye girdiğinde fedai
olmuşlardır. Dinler onlar eliyle ayakta kalmış, mabetler onların eliyle
yapılmış, eğitim kurumları ve ihtiyaçlarının giderilmesi onlar tarafından
yaşatılmıştır. Onlardan yararlanıp sonunda da onlara yüz çevirmek ahlaki
görünmemektedir.
Dünya zaman içinde hürriyetleri
talim ve telkin yolunda mesafe alırken, bunun kelami ekoller tarafından kısıtlanması
ifadenin önlenmesi çabasıdır. Tabir, tefkir ve istediğini seçme, tercih ancak
hürriyet dahilinde olur. Burada problem aşırı korkulardan kaynaklanmaktadır.
Birinin diğeri aleyhine şiddete baş vurması sürekli olagelmiştir, inanç ve din
farklılığı yanında kelami ekol farklılığı da sürekli patlamaya hazır tehlike ve
korku kaynağı olarak görülmüştür. Dini ölçülerde içtihat farklılıkları ve
ümmetin ihtilafı rahmet olarak görülmektedir. Bu rahmet fıkhi ekollere mahsus
bir hak olarak görülmüş, kelami ekol farklılığı ise sürekli tehlike ve korku
kaynağı olarak algılanmış ve hakim güçler tarafından kullanılmıştır. Birinin
diğeri aleyhine şiddete baş vurması sürekli ola gelmiş, diğeri de nefis
müdafaası kabilinden fırsat bulduğunda fazlasıyla muhatabına şiddet kullanmış,
şiddet şiddeti doğurmuştur. Bu yöntemle bir ekolün diğerini ortadan kaldırması
mümkün değildi. Buna gerek de yoktu, inançta zorlama olması da kabul
edilemezdi. Ölçünün hassas belirlenmesi, dinin hassasiyet göstermediği bir
alana çekilmemesi gerekirdi. Çoğu kez inanç alet olarak kullanılmış, din
savunusu adı altında yönetim kendini ayakta tutmayı sağlamış, Emeviler'de bu
durum açık olarak görülmüştür. Faaliyet halindeki güçlerin halk ve yönetimle
ilişkisinde sorun yaşanmış, belirli ekol yönetime yakın olunca, diğer ekol
mensuplarına ve dolayısıyla halka baskı yöntemi uygulamıştır. Zamanla inançta
üstün ve kamil insan denilen değerli şahsiyetler kamil iman sahibi kişiler
yetiştirilemez olmuştur.
Nelerin caiz nelerin yasak
olduğu dinde belirlenmektedir. Kelamda bir ekol kendi fikirlerini caiz, diğer
ekolün veya şahısların görüşlerini haramlar kategorisine oyunca, istenmeyen
gelişmeler olmuştur. Tabakat kitapları yazılmış, pek çok eserin ve şahsiyetin
ismi verilmiş, fakat çoğu kez muhalif kesimin şahsiyet ve kitaplarına yer verilmemiştir.
Bunun sebeplerinden biri de bir ekolün diğer ekole ait kaynakları yok etme eğilimidir.
Yasaklama ve imha yolu ile bir takım eserler otadan
kaldırılmış sonuçta ancak muhalifin kaynaklarından nakledilen bilgilerin ulaşması
sağlanmıştır. Farklılıklar fikri ihtilaf rahatsız edici değil, bir mozaik
ve olarak görülmeliydi.
Akıl bilgi kaynağı olarak
alınınca, aklın verisi olan farklı yorum ve değerlendirmeler, farklı sonuca
ulaşmalarda kabul edilmeliydi. Bu yapılmazsa, aklı bilgi kaynağı olarak kabul
etmenin bir anlamı kalmaz. Sadece mezhep içi akıl yürütmelere hak tanıma,
diğerlerinin akli yolla ulaştıklarını sürekli yanlış görme kabul edilemez.
İnancın bir sorunu olarak bir
kısım kimseler dinin gündeme gelmesinden rahatsızlık duymakta, dini kendi
gündemine almamakta, dine karşı nötr bir tavır içine girmektedir. Bu tavır
karşısında inanan insanın konumunun zorluğu açıktır. Din baskı, zorlama,
olmaksızın kişilerin kendi karar, istek ve kabul etmeleri ile uygulanır, inanan
kendi arzusu ile dinin gereklerini uygular.
Doğunun inanç dünyası hakkında
değerlendirme yapanlar şunu savunmuşlardır. "Sempozyumlarla maddi
olanakları incelenen doğu ve güneydoğu bölgesinin manevî yapısı ve inanç
dünyasını tanıma çabası olarak bu çalışmayı hazırladık." [521]
"Bölgede yapılacak köklü kalkınma girişimleri- ve teknolojik değişimlerden
tutunuzda herhangi bir münferit yeniliğin benimsenmesine varıncaya kadar, her
türlü değişme halkın hayat tarzı, dünya görüşü, inanç ve değer normları göz
önüne alınmadan gerçekleştirilemez." [522]
Doğuda dini hayatta güçlü ve
muhafazakar bir yapı ortaya koyar. Ancak okullaşma sürecinin yoksulluğun,
gelişmemişliğin neticesi olarak fert ile Allah arasındaki dünyaya şeyhlik,
tarikatçılık gibi çoğu hallerde İslami normlardan ayrılmış, insanların girmesi İslami
saflığı (püritanizmi) büyük ölçüde etkilemiştir. Bugün bu inanç sistemlerinde
benim sert kültür unsurlar dediğim üfürükçülükten tutunuzda, ferdin yaşantısını
etkileyen günlük inancı ve duygularına varıncaya kadar bir çok sihri kültür
kalıpları gelenekle yapılar içinde hayatiyetlerini sürdürmektedir. [523]
Halkın aile planlamasına olan
tutumlarını da kültür dokusu içinde değerlendirmek gerekir. Çocuğa sahip olmak,
bizim kültürümüzde İslami inanç ve normlar sistemi kadar, "erkeklik"
duygusunun da bir tezahürüdür. Onu ancak "Allah verdi Allah alır"
İslam ise bütün kültür kodlarıyla halkın yaşayışında doğum kontrolüne karşıdır.
Onun bu kuralları nesilden nesile aktarılmak suretiyle, halkımızın dünya
görüşü, hayat tarzını etkilemiştir. Bu tür bir grup yapısında bir aile
planlaması projesinin istenen sonuçları doğurabilmesi için büyük ölçüde halkın
dini değerleriyle bir çatışma yaratmadan çözülmesi gerekir. Bu da her şeyden
önce halkın tutum ve inançlarını etkileyen temeldeki kültür sistemleriyle
yakından ilgilidir. [524]
Yerine ve cemaat tipine göre ağalık, seyyitlik, şeyhlik, beylik ve elçilik,
hatta-yörüngesinden sapmış tarikatçılık gibi çıkar grupları doğu bölgesinin
kaderinde önemli rol oynar." [525]
Burada kelamın inanç değerlendirmesinin önemi daha da iyi anlaşılacaktır. [526]
Sonuç
Müslümanların nelere inanacağı
dinin metinlerinde belirlenmiş olduğundan her Müslümanın onlara inanması bir
görevdir, inançların teferruatına girildiğinde bir takım farklı anlayışların
bulunduğu görülmektedir. Bunların bir kısmı farklı yörelerle ortaklık arz eder.
Temel İslam inançları çerçevesinde olmakla beraber, tafsilatta farklılık ve
anlayış ayrılıkları tespit edilebilmektedir.
İnançlar kişilerin iç
dünyasında saklıdır. Bunu ancak dışa yansımalarıyla tespit etmek mümkündür,
insanların kendi itirafları esas alınır ve zahire itibar edilir, iç dünya ise
kişi ile Allah arasındadır. Kişiler inandıklarını söyler, mümin olduklarını
açıkça itiraf ederler. Bundan sonra ortaya konan söz ve tutumlarda inancın
gerçekleriyle bağdaşmayan yönler belirlenirse burada bir takım sorunlar var
demektir.
Gerçek dini inançlarla toplumda
yaygın olanların farklılık arz etmesi her dönemde önemini korumuş bir yapıdır.
Tüm peygamberler insanların ilah edindiği putların ilah olmadığını, gerçek
ilahın görünmeyen Allah olduğunu haber vermiştir. Din kişinin tüm isteklerini
Allah'a sunması, Allah ile samimi ilişkiler kurması, ona yakın olması, ondan
uzak durmaması tezini savunmuştur. Buna karşı bazen mütevazılık göstererek
insanlar kendilerinin direk olarak Allah ile ilişkiye geçemeyecekleri
endişesine kapılmışlar, bir başka vasıta ile isteklerin Allah'a sunulması,
üçüncü bir tarafın bulunması yolunu izlemişlerdir. Din ise sürekli kulun
vasıtasız olarak Allah'a yönelebileceği, isteklerini sunabileceği, tövbe ve
istiğfarını arz edebileceği fikrini telkin etmiştir. Böylece kula cesaret
vermiş, Allah'la mesafeli durma değil, O'na gönülden yönelme, içten gelen halis
duygularla O'na yakarmayı ve kulluğu önermiştir. Bu konudaki sorunların
aşılması, aradaki vasıta ve aracı konumundaki kişi ve materyalin kendi
seviyesine dönmesi için kişilerin kendi şahsiyetini kazanması, Allah'a doğrudan
niyazının mümkün olduğunu bilmesi, kişi
olarak
yüce yaratıcıya karşı görevlerini rahatlıkla yapabileceği fikrine sahip olması
gerekmektedir. Kula değer verildiği bir gerçektir. Kul ise kendini o konumda
görmemekte, başkalarını o mevkiye layık bulmakta, kendi değerini
küçültmektedir.
Kulun Allah a karşı mütevazı
olması gereklidir. Fakat bunda aşırı gidilerek araya başkalarının konulması
tabii değildir.
Dünya hayatı maddi olana
ağırlık verilerek değerlendirmeye alınmakta, gaybe imanı
müşahede edilene kıyas şeklinde beklentiler, inancın önemli sorunları görülmektedir.
Bunların kişilerin hayatında etkin olan yönüne, düşünce ve ye e yansımaları önem
arz etmektedir
İnançlar insanlar tarafından
varlığı kabul edilmiş esaslardır. Bunlar dıştan ifade iç alemde tasdik ve
hayatta onunla ilgili olan işlerin uygulamaya konmasına yansımaktadır. İnançların
izahında zorluklar olduğu, kişilerin anlama veya ikna güçlüğü
yaşadığı problemi
görülmektedir. Bazen doğru olmayan inançlar da toplumlarda yaygınlık göstermekte, onları diğerlerinden
ayırmak gerekmektedir. Doğu ile, gerçek dışı inanışların karışması önemli
sorunlardandır. Din kendi inanç prensiplerinin kabul edilmesini istemekte,
bunlara insanların ilave
veya
bunlardan noksanlık yapma yetkisi tanımamaktadır.
İnsanlar bazen dinin tabii ve
kabul edilebilir inanç esaslarına ilaveler
yapmakta,
bunlarda olağanüstü bir takım güçler tarafından gelmesi beklenen destek,
kişilerin beklentilerinin karşılık görmesi şeklindeki inançlara yansımaktadır.
Gaybe imanın naslarda belirlenen ölçünün dışına çıkması, bir takım sorunları da
beraberinde getirmekte, bunlar halka yansımakta ve halk Hızır, yatır, vb.
inançlarla tatmin olma, beklentisine cevap arama yolu izlemektedir. İnancın tüm
şekilleriyle ilgilenen alan olarak kelam, halka aktarılan yanlış inanışların
yerine doğrularının telkini görevini üstlenmek durumundadır.
İnancın özellikle İslam itikadi
meselelerini kendine has tevhid anlayışı vardır. Bunu farklı kelam ekolleri
dile getirir. Burada temel unsur dinin metinlerinin takdim ettikleridir.
Görünen o ki halk arasında beklenmedik farklı düşünce ve inançların tespiti
ortaya çıkmaktadır. Yöresel veya genel yaygın inanışlar, bidatlar, tevessülün
meşru ve maruf şekilleri yanında meşru olamayanları yaygınlık göstermektedir
Allah'tan beklenmesi gereken
dar zamanda gelmesi ümit edilen ilahi yardımı halkın Hızır'dan, tasavvuf
ehlinden bazı kesimlerin ise, mensubu bulunduğu kurum zevatından beklemesi bir
problemdir. Hızır dar zamanda uğrayan ve yoldaş olan bir güç olarak
algılanmaktadır.
İnançlar şarkı ve türkü
sözlerine yansımıştır. "Tanrı seni korusun, kem gözlerden saklasın"
sözü samimi bir dilektir. Feleği suçlama ve kaderin yakıp yıktığı ile ilgili
ifadeler ise başa gelen olaylar karşısında kaderin etkin olduğunu anlatır.
İnsanlar günlük konuşmalarında
hamd, şükür, hayır dilekleri, iyi iş temennileri, bol kazanç, sıhhat ve afiyet
taleplerini Allah inancının bir gereği olarak sunarlar.
Kelamı ekollerin inanç dünyası
halka ancak yaygın olan mezhepler boyutuyla yansımaktadır. Alevi-Sünni,
Vahhabi-Harici, Zeydi-Şafii fıkhi ekoller yanında Şii-Sünni, Maliki-Zahiri
ilişkisi İslam aleminin genel görünümüdür. Çoğu kez isimlere yansıyan mezhep
lideri veya sevilen önderlerin İsmi görülür. Konunun bölgede medfun olan
şahsiyetlerle de ilişkisi kurulur. Eyüp Sultan ziyareti ve doğan çocuğa Eyüp
isminin verilmesi, Diyarbakır Mardin'de Şeyhmus, Hatay'da Bestami isminin yaygınlığı
bir inancın sonucudur.
Ekoller kendi liderlerinden
sitayişle bahsederken muhalif ekole eleştirel yaklaşım göstermekte ortaya
atılan fikirlerde tepkisel yaklaşım sezilmektedir.
Kelamın önemli gördüğü pek çok
husus halkın problemi olmayıp halk ona ilgi duymamıştır. Halku'l-Kur'an halkın
uzak kalmayı tercih ettiği hususlardandır. Şefaat ve Allah'ın görülmesi konulan
Mutezile'ye karşı Sünniler tarafından detaylı işlenmiş olmalı ki, halk bunu
benimsemiş inanmış ve fikir hayatında yansımaları görülmüş, düşünce olarak
benimsenmiş, keyfiyetine girilmemiştir.
İnançların siyasi sürtüşmelerde
kullanılması Kur'an'ın Sıffın'da siyasi çıkara alet edilmesi inancın önemli
sorunu olmuş ve yönetim hak itikadı savunduğu tezini sürekli işlemiş,
yöneticinin mensubu bulunduğu kelami ekolün inanç anlayışı doğru itikad olarak
telkin edilmiştir.
Mesih ve mehdi inancı bazı
çevrelerce geleceğin kurtarıcısı olarak sunulmuş, halkın bir beklenti inancında
kalması sağlanmıştır. Şia'da ise imamın zuhuru fikri telkin edilmiş, bu yolla
problemlerin çözüleceği, zulmün önleneceği düşüncesi empoze edilmiştir.
Ekollerin tamamı tevhidi esas
almış, onu iyi anladığını ve kendi mensuplarını gerçek tevhid ehli olduğunu
telkin etmiş, diğer mezhep mensuplarını ise gerçek tevhid anlayışından yoksun
gruplar olarak değerlendirmiş, bu anlayış fanatik mezhep mensuplarının
düşüncelerine yansımıştır. Her mezhep fanatiği kendini kurtuluşa eren kimse
olarak görürken muhalifleri beşinci mezhep, sapık vb. sözlerle suçlamıştır.
Halk meselelere Kur'an'ın inanç
konusunda belirlediği hedef istikametinde bakmak yerine, tenakuzlu görüşler
karşısında "bir hoca bir çeşit, başka hoca başka çeşit söylüyor"
diyerek, şaşkınlığını dile getirmiştir. Kur'an'ın belirlediği esaslara iman
yerine liderin belirlediği mezhep anlayışı doğrultusunda düşünme gelişmiştir.
Müteşabihin yorumlanması veya
yorumsuz inanılması ekollerin halka yansıttığı şekliyle ilgi görmektedir.
Kelami ekoller tenkidi önemli görmüş ve buna geniş yer vermiştir. Kendi
fikirlerini telkin yanında muhalifleri eleştirmek genel yaygın bir teamül
halindedir.
Gaybe iman dinde temel bir
inançtır. Görülmeyen alemlerden halk melekten çok cin ve şeytana ilgi duymakta,
ruh çağırma yaygın şekil almakta, görülmeyen iyiliklerden öte kazalar, belalar
kişilerin korunmak için dua ettiği hususlar olmaktadır.
İnançta değişim teferruatta
yaşanmış, Rasulullah ve ondan sonraki ilk dönemde ashaptan kimin daha üstün
olduğu aşere-i mübeşşere konulan kelami problem olarak düşünülmezken daha sonra
kelamda yer almıştır.
Dinin inananların kardeş olduğu
itikadı yerine, bir ekolün dışındakilerin dalalet ehli olduğu suçlaması ve
bunun halka telkini halkı inanç sorununa sevk etmektedir.
Halk mütekellimlerin değil,
gaybi bildiğini iddia eden asılsız iddialar ortaya atanların takipçisi olmakla
karşı karşıyadır. Etkili söz söyleyen ve gelecekle ilgili tahminlerde
bulunanlar rağbet görmekte, özellikle fal kişiler için bilgi kaynağı
olmaktadır. Yarınından emin olmayan kimseler geleceğini tahmini bilgilere
bağlamış durumdadır. Şans ve talih oyunları, spor toto ve milli piyangodan
beklentilere rağbet fazladır. Bu da çalışarak rızık elde etme düşüncesi yerine,
kısa yoldan zengin olma fikrinden kaynaklanmaktadır. Burada mütekellim ve
halkın inanç dünyası söz konusudur. Halkın inançla ilgisi tabii ve ihtiyaca
binaen bir gelişmedir. Mütekellim ise teori üretmektedir.
Usulud-din olarak adlandırılan
ve dinin temel inanç meselelerinin ele alındığı kaynaklar saf inancı sunma
yerine, yazarın görüşlerinin dinin temel inanç esasları olarak sunulması
şeklindedir. Bir mezhebin -ki bu yazarın mezhebidir-diğer mezheplerin
görüşlerine karşı savunulmasıdır. Bu yolla mezhep çekişmeleri kelamın temel
konusu olarak alınmış, bu da dinin usulü olarak takdim edilmiştir.
İnanan kimse imana konu olan
hususları isteyerek, yapmacık olmaktan, riyadan uzak olarak kabul eder, onun bu
karan kesinlik arz eder. Kelam ona destek olma durumundadır, inanmayan ise bir
arayış içindedir. Kelam ona da aradığını bulmada yardımcılık görevi üstlenir.[527]
SANAL ALEMDE İNANÇ PROBLEMLERİ (İNTERNETTE
İSLÂM KARŞITI SİTELER)
Dr. Hülya Alper [528]
Sanal Dünyaya Giriş
Günümüz insanın muhtelif
şekillerde yüzleşmek zorunda kaldığı, zihnen meşgul olduğu pek çok problem
içinde inanç konularına tekabül edenler, İslâm iman esasları üzerinde odaklanan
bir ilim dalı olarak kelâmın ilgi alanı içinde yer almaktadır. Çağdaş kelâma,
ilmî meseleleri klasik kelâma dayanarak bir anlamda salt entelektüel düzeyde
tartışmakla yetinmeyerek öncelikle içinde bulunduğu toplumda ortaya çıkan inanç
problemlerine çözüm getirecek çalışmalara da eğilmek zorundadır.
Bilinen bir gerçektir ki klasik
kelâmda sunulan açıklamaların en azından bir kısmı artık modern insanın zihin
yapısına yabancı kalmaktadır. Gazzâlî'nin kelâmı ilaca benzetmesine atıf
yapılarak bugünün değişen hastalıklarına değişen reçeteler ve değişen ilaçlar
önermenin gerekli olduğu söylenebilir. Aslında mevcut problemlerin büyük bir
kesimi, insanın zihni ve psikolojik yapısından doğması sebebiyle, özü itibariyle
aynı olmakla birlikte aynı problemlerin dahi formları ve ifade şekilleri
değişmiştir. O halde ilk önce mevcut problemlerin neler olduğu tesbit ve tahlil
edilmeli, daha sonrada çağın bilgi ve kültür donanımıyla çözümüne yönelik yeni
çalışmalar yapılmalıdır.
Modern insanın içinde bulunduğu
inanç problemlerinin neler olduğuna dair her birimizin kişisel tecrübe ve
araştırmalarıyla oluşan belirli düşünceleri vardır. Aslında bu düşüncelerin din
psikolojisi, din sosyolojisi, din eğitimi ve benzeri bilim dallarında yapılan
araştırmalarla beslenmesi gerekmektedir. Ancak maalesef bu sahalarda yeterince
araştırmalar bulunamadığı için kelâmcı o araştırmaları da yapmak durumunda
kalmaktadır.
Bu tebliğde yapılması gerekli
görülen aşamalardan (problemlerin tesbiti, tahlili ve çözümü) birincisine katkı
sağlamak hedeflenmiştir. Bu hedefi gerçekleştirmek amacıyla internet üzerinde
çeşitli taramalar ve araştırmalar yapılmıştır. İnternetin tüm dünyayı kapsayan,
hemen hemen her ülkeye dağılmış 2 milyondan fazla bilgisayarı (hoşt) birbirine
bağlayan, on binden fazla bilgisayar ağının toplamı olduğu ve şu anda Dünya
üzerinde 200 milyondan fazla aktif İnternet kullanıcısı bulunduğu [529]
düşünüldüğünde neden internetin baz alındığı sorusunu ayrıca cevaplamaya gerek
kalmaz sanırım. Her ne kadar bugün Türkiye'deki internet kullanıcı rakamları
1-1.5 milyon arasında seyretsede birkaç ay içinde bu artışın ayda yüz binlerle
ölçülebileceği ve 7 yıl içinde 20 ile 25 milyon arasına ulaşacağı
foylenmektedir [530]. Bu
durumda toplumun inanç problemleriyle ilgilenen bir ilahiyatçının internete de
müracaat etmesi tabiidir.
Sanal olarak isimlendirdiğimiz
internet ortamı aslında reel alemin küçük bir yansıması görünümündedir. Burada
belki bizi yanıltabilecek tek nokta, reel alemde varlık gösteren her ekol,
sanal alemde kendisine bir web sayfası edinmemiş olabilir. Veya reel hayatta
etkinliği olmayan bir kişi göz dolduran bir web sayfasıyla sanal alemde önemli
bir konuma yükselebilir [531]. Bu
durumda muhtemelen önümüzdeki yıllarda reel alemin sanal alemi etkilediği gibi
sanal aleminde reel alemi etkileyip etkilemediği sorusu tartışma konuları
arasında olacaktır.
Bir başka önemli hususda
internet ortamının postmodern düşüncenin belki de en iyi uygulandığı alan
olmasıdır. Modernizmin bilimi, yeniliği ve ilerlemeyi adeta kutsallaştıran,
batı değerleriyle kuşanmış "evrensel ben"inin aksine "yerel
ben"lere varlık alanı açan, birlik ve tutarlılığın değil, çelişki ve
farklılığın kabul gördüğü bu yapısıyla herkesin ve her şeyin mubah sayıldığı
postmodernizm ancak internet üzerinde tamamen realize edilmektedir. Meselâ internette
radikal İslamcıların olduğu gibi din karşıtlarının, laiklerin, ateistlerin,
feministlerin, spiritualistlerin, okültist düşüncelerin, kemalistlerin,
sosyalistlerin ve hatta satanistlerin, ve daha pek çok izmin kendi
düşüncelerini açıkladıkları web sayfalarını bulabilmekteyiz. Ayrıca internet
üzerinde kişiler kendi web sayfalarında haricî baskılardan bağımsız olarak
düşüncelerini anlatabildikleri gibi forumların yapıldığı sitelerde ateist, İslamcı,
feminist gibi birbirine zıt çeşitli düşünceden insanlar kendi görüşlerini
serbestlikle ifade etmektedirler. Bu sebeple içinde bulunduğumuz teknoloji
çağında belirli düşünceleri tanımanın en rahat ve kolay yollarından biri de
interneti kullanmaktadır.
Birbirinden tamamen farklı ve
zıt anlayışların hepsini birden barındıran zengin bir bilgi kaynağı olarak
internet, herhangi bir araştırmacının duyarsız kalamayacağı bir iletişim aracı
konumundadır. Diğer taraftan bir ticari araç olarak internette alım-satrm,
tanıtım ve reklama yönelik milyonlarca doküman bulunmaktadır. Giderek sekülerleşen
dünyada çağdaş insanın yükselen değerleri arasına giren konular internetin
renkli sayfalarını doldurmaktadır. Meselâ Lycos arama makinasında 28.08.2001
tarihinde yapılan bir taramada spor kelimesinin 11.342.551 dokümanda arabanın
ise 16.073.816 doküman içinde bulunduğu tesbit edilmiştir. Aynı makinada din
kelimesi arandığında 6.513.186 rakamı karşımıza çıkmıştır[532]. Bu
sonuçlara göre bazı konularla kıyaslandığına internette dinin kapladığı alan
daha az olmaktadır. Ama elimizdeki rakam küçümsenecek bir sayı değildir.
Nitekim meselâ aynı makinada ateizmin 129.964, hümanizmin ise 97.302 dokümanda
geçmesi internet üzerinde dinin kapladığı alanın az olmadığına işaret
etmektedir.
Neticede yaptığımız çeşitli
taramalara dayanarak reel alemde olduğu gibi sanal dünyada da dinin,
toplumların sahip olduğu yüce değerler arasında yer aldığını söyleyebiliriz.
Yani insanoğlu evrimci ve ilerlemeci sosyal teorilerin iddia ettiği gibi din
kalıplarını kırarak Nietzsche'nin ifadesiyle Tanrı'sını öldürerek dinsiz bir
hayatı tercih etmemiştir.
Bu açıklamalar temelde bir
Tanrı inancını özelde de kendimizle ilgili olarak İslâm inançlarını reddeden,
kabul etmeyen veya onların yerine başka şeyleri ikame etmeye çalışan kişilerin
varlığını yadsıdığımız anlamına gelmemektedir. Aksine bu gün dünya nüfusunun
%14'nün hümanist, sektiler, agnostik ve ateist olmak üzere din dışı bir sınıf
oluşturduğunu [533]
biliyor ve biz, hızla değişen değerler içinde meselâ Allah'ı inkar etmenin dahi
negatiften pozitife doğru bir anlam kayması içinde olduğunu görüyoruz. Bu
sebepledir ki araştırmamızda özellikle din karşıtı siteleri konu edinmiş
bulunuyoruz. [534]
Araştırma Alanı
Sibernetik evrenin uçsuz
bucaksız ve çok renkli yapısı göz önüne alındığında mevcut problemleri her
yönüyle kapsayıcı bir araştırmanın mümkün olamayacağı açıktır. Daha öncede
belirttiğimiz gibi içinde bulunduğumuz toplumda var olan problemler web
sayfalarına yansımaktadır. Üstelik internet aracılığıyla ulaşılan dokümanların
sayısı gün geçtikçe hızla artmaktadır. Meselâ son yılların tartışma
konularından biri olan reenkarnasyon hakkında zamanla artan binlerce dokümanla
karşılaşmaktayız. Hotbot arama makinasında 25.06.1999 tarihinde yapılan bir
taramanın sonuçlarına göre "incarnation" kelimesi 36020 defa geçmekte
[535]
iken aynı makinada 25.08.2001 tarihli taramaya göre kelime 278.000 defa
geçmektedir.
Burada giderek zenginleşen bir
veri tabanı üzerinde prensip olarak, hedef kitleleri Türk toplumu olması
sebebiyle Türkçe siteler üzerinde incelemeler yapılmıştır. Yapılan
incelemelerde reel alemin genelinde var olan pek çok konunun Türkçe sitelerde
de sayılan sınırlı olmakla birlikte ele alındığı görülmüştür. Mesela türk
ateistlerin siteleri [536],
sosyalist ve sol görüşlü fikirleri anlatan siteler [537],
evrim teorisini işleyen adresler [538],
misyonerler tarafından hazırlanan siteler [539]
karşımıza çıkmaktadır.
Türkçe siteler içinde,
astrolojinin [540],
parapisikolojinin reenkarnasyonun hermetik yaklaşımların sergilendiği sitelerin
[541]
varlığında ayrıca belirtmek gerekir. Bu yapıdaki siteler arasında tamamen
dinden bağımsız açıklamalar yapanlar olduğu gibi çeşitli konuların izahında
dini unsurları da kullananlar vardır. Meselâ http://medyumca.hypermart.net adlı
adreste cin, büyü, kader, nazar ve pek çok konu ele alınmakta
nazara karşı hem Felak ve Nas sûresi'nin okunması hem de nazar boncuğu
takılması önerilmektedir. Yine aynı sitede falla geleceğin bilinebileceği,
rcenkarnasyonun olabileceği gibi İslâm inançlarıyla çelişen açıklamalara
rastlanmaktadır.
İnternette dini hayat üzerinde
olumsuz etkileri olabilecek içerikteki sitelerin anında dinî
bir misyonla kurulmuş sitelerin varlığını da zikretmek gerekir, İslâm Dini'ni
tanıtma amacı taşıyan sitelerin [542] bir
kesiminin ziyaretçilerine sunmuş olduğu bilgilerin ne derece sağlıklı olduğu
ayrı bir değerlendirme konusudur. Tabii olarak buralarda anlatılan bilgiler
site sahibinin anlayışına göre şekillenmektedir. Meselâ Şeyh Galib Hasan
Kuşçuğlu'na ait bir site [543]
dinin mistik ve tasavvufî yorumuyla şekillenmekte üstelik bir ilahiyat
fakültesinde yaptırılan tez çalışması bir çeşit reklam aracı olarak
kullanılmaktadır. Bazen de site ismi adını taşıdığı şahsa ait olmamakta aksine
karşıt düşünce sahipleri tarafından eleştiri amaçlı kullanılmaktadır. Meselâ
cüppeliahmet hoca adındaki site [544] bu
mahiyettedir. Herhalde cennet arsalarında müthiş indirim 100 m2 arsa 100.000$
vs gibi flaş haberlerin sahibi hocanın kendisi olmasa gerektir. Aynı şekilde
aslında İslâm karşıtı bir site İslâmiyet gerçekleri gibi yanıltıcı bir isim
taşıyabilmektedir.
Çalışmada bu sitelere sadece
bir atıf yapmakla iktifa edilerek bilhassa İslâm hakkında olumsuz eleştiri
yapan sitelerden belirli bir fikri ciddiyeti olanlar arasından seçilen örnekler
üzerinde inceleme yapılmıştır [545].
İslâm Karşıtı Sitelerin Genel Yapısı
Türkçe siteler içinde özellikle
İslâm eleştirisi yapanlar aslında bir dine inanmayı reddeden ateist
karakterdeki sitelerdir. Ancak onların muhatap kitleleri Türk toplumu olması
sebebiyle başka dinlerin prensipleri değil de İslâm Dini'nin temel esasları, bu
dinin mensuplarının uygulamaları üzerinde çeşitli eleştiriler yapılmaktadır,
isimleri farklı olmakla birlikte görebildiğimiz kadarıyla bu sitelerde ortaya
konan fikirlerde birbirine yakın hatta aynı malzemeye müracaat edilmekte,
ağırlıklı olarak Turan Dursun ve İlhan Arsel'e ait kitaplar kaynak olarak
kullanılmaktadır. Zaten İslâm karşıtı olarak tesbit ettiğimiz sitelerin ikisi
bu yazarlar adına hazırlanmıştır.
Bu siteler din hakkında tamamen
olumsuz fikirler ve önyargılarla dolu olarak dinî metinlere yaklaşmaları
sebebiyle, hemen her şeyden kendi argümanlarını destekleyen sonuçlar
çıkarmaktadırlar. Eleştirel yaklaşım o kadar hakimdir ki bazen mantık
sınırlarını zorlayan yorumlar yaptıklarının farkında dahi olmamaktadırlar.
Özellikle Kur’an âyetleri hiçbir İslâm alimince ifade edilmeyen bir şekilde dar
kalıplar içinde açıklanmakta ve farklı sonuçlara varılmaktadır. Meselâ Hacc
22/27 âyetinde " [Ey Muhammed]
insanlar içinde haccı ilan et; yaya olarak veya uzak yollardan yorgun develer
üzerinde sana gelsinler" ifadesini lafızcı bir şekilde yorumlayarak İslâm'da
Hacc'a yürüyerek veya deve üstünde gitmek gerektiğinin eleştirilerek
açıklanması [546] bu
yaklaşım tarzının ürünüdür.
Diğer bir husus bu sitelerde
ortaya konan düşünceler Atatürk'ün fikirleriyle desteklenmektedir. Atatürk'ün
liseler için yazdırdığı tarih kitabına ve onun kendi el vazısı
olduğunu belirtilen metinlere dayanarak Hz. Muhammed'in peygamber olmadığı,
hatta bütün dinlerin, Tanrı tarafından gönderildiğini söyleyen adamlar
tarafından tesis olunduğu fikri işlenmektedir [547].
Onlara göre Atatürk ve arkadaşları, İslâm'ın kendisini ve temel ilkelerini
materyalist bir felsefeyle tartışmış ve değerlendirmişlerdir. Tabii ateist ve
kemalist olduğunu iddia edenlerin bu düşünceleri yanında Atatürk’çülüğü
savunanlar tarafından tam tersi açıklamaların pridığına da dikkat çekmek
gerekir:
"Atatürk, her dönemde,
dine saygıda kusur etmemeye büyük bir özen göstermiş olmasına karşılık,
kendisiyle ilgili dinsizlik ve Tanrısızlık iddiaları hiç bir zaman eksik
olmamıştır [548].
Aslında İslâm karşıtı bu siteler kendi düşüncelerini kutsamak için pek çok Türk
aydının yaptığı gibi bu ülkede önemli bir yeri olan M. Kemal Atatürk'ün
otoritesiyle güç bulmaya çalışmaktadırlar.
Bu sitelerde özellikle hadis
kitapları içinde geçen pek çok rivayet eleştiri malzemesi olarak kullanılmaktadır.
Bu sebeple çok çeşitli konularda İslâm'a eleştiriler yapılmakla birlikte biz
bunlar içinde temel noktaları ele alacağız.[549]
Temel Eleştiri Noktaları
Kur'ân-ı Kerîm'in Otantikliği ve Vahiy
Oluşuna İtirazlar.
a) Otantik Oluşuna İtirazlar.
Burada müslümanlar tarafından kabul edildiği şekliyle Kur'ân-ı Kerîm'in Hz.
Peygamberden günümüze kadar değişmeden geldiği inancını zedelemeye yönelik
açıklamalar yapılmıştır. Böylece dinin en temel unsuru üzerinde spekülâsyonlar,
şüpheler oluşturulmak istenmiştir. Bu amaçla İslâm tarihinde herkes tarafından
bilinen olaylar farklı bir yorum ve üslup içinde sunulmakta, şüpheler, yanlış
izlenimler oluşturulmaya çalışılmaktadır. Meselâ "Kurân'ın Orijinalleri
Yakıldığı için şimdi yok" şeklinde bir manşet altında [550]
önce çeşitli nesneler üzerinde yazılan Kur'an parçalarının, sonra Hz. Ebûbekir
devrinde oluşturulan kitabın yakıldığı, Hz. Osman'ın istinsah ettirdiği
nüshaların ise bu gün elimizde bulunmadığı anlatılarak Kur'an'ın Hz. Peygamber
döneminde günümüze kadar değişmeden geldiği fikrine itiraz edilmekte bugün
dünyanın her tarafında aynı olarak elimizde bulunan Kur'an'ın Hz. Osman
devrinden sonraya ait olduğu iddia edilmektedir. Bu iddialarda bazı rivayetler
ve olaylar delil olarak kullanılmaktadır. Meselâ Medine valisi Mervan'ın Hz.
Osman devrinde istinsah ettirilen mushaflara belki muhalif olur endişesiyle Hz.
Ebûbekir devrinde cem ettirilen mushafı yaktırması, Zeyd b. Sabit'in normalde
âyetleri en az iki kişinin şahitliğine dayanarak tesbit etmesine rağmen Tevbe
Sûresi'nin sonunu sadece Ebû Huzeyme'de alması, Ahzab sûresinin Bakara sûresi
hacminde olduğu gibi zayıf rivayetler istismar edilmektedirler. Bazende meşhur
bir rivayet tamamen çarpıtılarak verilmektedir. Mesela Kur'ân-ı Kerîm'in yedi
harf üzere indiği hadisinden hareketle bugün elde Kur’an bulunduğuna göre
Kur'an'ın yedide altısının mevcut olmadığı hükmüne almaktadır.
Böyle bir hükme varmalarından
da anlaşılacağı gibi bilimsellikten uzak tamamen kendi düşüncelerini sergilemek
üzere açıklamalar yapılmakta, benzer şekilde kıraat farkları da eleştiri
malzemesi olarak kullanılmakta, konunun detaylarını bilmeyen halkın inançları
sarsılmaya çalışılmaktadır.
b) Vahiy oluşuna îtirazlar.
Kur'ân-ı Kerîm'in tutarsız bir kitap olduğu çelişkiler içerdiği öne sürülerek
onların ifadeleriyle, "eğer varsa dahi Tanrı tarafından gönderilmiş bir
metin olmadığı" düşüncesi temellendirilmeye âyetlerin zahirinden hareketle
Kur'an'da çelişkiler olduğu ispatlanmaya çalışılır. Meselâ Allah'ın iradesinin
insanın inanıp inanmamasıda dahil olmak üzere her şeyi kuşattığını ifade eden
âyetler ile insanı yaptıklarından dolayı sorumlu tutan âyetlerin çelişkili
olduğu üzerinde durulmaktadır. Şöyle denilmektedir:
"Tanrı kişiyi hem
"putperest" (müşrik) bırakmıştır, ve hem de "putperest'tir"
diye cezalandırmaktadır. "Müslüman" ya da "kafir" yapan Tanrı'dır;
fakat Tanrı, kafir yaptıklarını cehenneme atmaktadır [551]."
Daha pek çok örnek verilerek
Kur'an'ın çelişkilerle dolu olduğu fikri tekrarlanır. Onlara göre müslümanlar
önce Kur'an'ın Allah kelamı olduğuna dolayısıyla da tam bir tutarlılık içeren
mükemmel bir kitap niteliği taşıdığına iman ettikten sonra Kur'an'a
yaklaşmakta, bu psikolojiyle ileri sürülen çelişkileri görememektedirler.
İnanan bir insanın Kur'an'ı böyle bir imanla okuduğu doğrudur. Ama burada
aksini savunan kişi de Kur'an'ı objektif olarak değerlendirmemekte o da onun
Hz. Muhammed tarafından uydurulmuş bir kitap olduğu inancıyla ele almaktadır.
Bu durumda metni okuyana göre ortaya çıkan sonuçlar farklılık arzetmektedir.
Meselâ mü'minler tarafından Kur'ân-ı Kerîm'de birbirinden farklı konuların
içice ele alınması, hukukun, ibadetin, ahlakın ayrı ayrı değil birinden
diğerine geçişler ile anlatılması onun İlâhi kaynaklı bir hayat kitabı
olmasıyla bağlantılı görülmekte ve muciz bir yönü olarak ortaya konulmaktadır.
Ancak aynı durum İslâm karşıtı sitelerce tutarsızlık ve uyumsuzluk olarak
değerlendirilmektedir.
Bu iki farklı yaklaşımın
gösterdiği gibi aslında problem kişinin sahip olduğu inançtan
kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla inkarla örtülmüş bir akıl inanana göre en
tutarlı olan hususları dahi çelişkili görebilir. Ancak burada aklın inanmış bir
akıldan daha üstün olduğu veya sadece akılla bir hükme varıldığı iddia
edilemez. [552]
2. Hz. Muhammed'in Nübüvvetine İtirazlar.
Kur'an üzerine yapılan olumsuz
değerlendirmeler neticede onun ilahi bir metin değil Hz. Muhammed tarafından
meydana getirilmiş bir kitap olduğu düşüncesine dayanır. Bu bağlamda Hz.
Peygamber döneminde müşrikler tarafından ileri sürülen iddialar tekrarlanır.
Onlara göre Hz. Muhammed vahiy almıyor sadece bir başkasından öğrendiklerini
aktarıyordur. Kur'an'da müşriklerin ifadelerini anlatan âyetler ve Peygamber'in
yabancı bazı kimselerle görüştüğüne dair rivayetler delil olarak kullanılır.
Kur'an'da geçen kıssaların aslında başka kaynaklara dayanılarak anlatıldığı
söylenir. Meselâ Nuh tufanının Gılgamış Destanında da geçtiği belirtilerek
ondan esinlenilerek anlatıldığı iddia edilir. Halbuki Kur'ân-ı Kerîm'de geçen
kıssaların başka kaynaklarda
yer
alması Hz. Peygamber'in onları oradan naklettiği anlamına gelmez. Aksine
birbirinden farklı kaynaklarda bu kıssaların anlatılması onların gerçekliğine
delildir. [553]
3. İslâm'da Kadının Konumuyla İlgili
Değerlendirmeler.
En çok eleştiri oklarına hedef
olan konulardan birisi kadının dindeki konumudur. Son yıllarda müslüman
arasında da canlı tartışmalara sebep olan nûşuz durumunda belirli aşamalardan
sonra kadını dövme ruhsatı veren âyet [554],
erkeklerin kadınlar üzerinde "kavvam" olduğunu bildiren âyet [555],
poligamiye izin veren âyet [556],
miras âyeti [557], şahitlikle
ilgili âyet [558],
kadının örtünmesinin farz oluşu ve hepimizin bildiği kadınların değerini
düşüren rivayetler istismar edilmektedir.
Şu ifadelere bakalım:
Müslüman kişi bir yandan
"şeriat dini, kadını yüceltmiştir, yirminci yüzyılın ulaşamadığı haklara
eriştirmiştir; kadının şahsiyet haklarına saygılıdır, kadın erkek eşitliğini
öngörür" seklinde konuşurken diğer yandan: "Kadınlar aklen ve dinen
dûn yaratıklardır; erkeklerin kadınlardan bir üstün dereceleri vardır; iki
kadının tanıklığı bir erkeğin tanıklığına bedeldir; mirasta erkeğin payı iki
dişinin payı kadardır; namazı bozan şeyler eşek, kara köpek, domuz ve kadındır;
kadınlar insanın karşısına şeytan gibi çıkarlar; cehennemin çoğunluğu
kadınlardan oluşur, vs..." seklindeki hükümleri öne sürebilir ve bunu
yaparken çelişkiye düştüğünü bilmez. Bilse bile, bilmemiş görünür [559]."
İslâm'da kadının aşağı bir
statüsü olduğuna yönelik benzer değerlendirmeler misyonerler tarafından
hazırlanan sitelerde de yapılmaktadır. Üstelik buralarda Kitab-ı mukaddes ile Kur'ân-ı
Kerîm ve hadis rivayetleri karşılaştırılarak Hınstiyanlık'ta kadına olması
gerektiği gibi hakların verildiği öne sürülmektedir [560].
Tamamen din karşıtı sitelerde ise hem İncil hem Kur'an kadın ve erkeği eşit
değerlendirmedikleri için eleştirilmektedir [561]. Ayrıca
Afganistan ve Arabistan gibi kadın haklarını kısıtlayan ülkelerden hareketle
İslâm sorgulanmaktadır.
Aslında din adına zaman zaman
kadınlara haksız muameleler yapıldığı hatta nasların anlaşılması ve uygulamaya
geçirilmesinde erkek egemen bir zihniyetin etkin olduğunu itiraf etmeliyiz.
Benim düşünceme göre konuyla ilgili nasların yeniden yorumlanması
gerekmektedir. Nitekim son yıllarda ilâhiyatçılar tarafından da İslâm'da
kadının konumunu inceleyen yeni çalışmalar yapılmakta ve hakim ataerkil gelenek
sorgulanmaktadır. [562]
4. İslâm ve Şiddet.
Kur'an'da kafirlerle cihat
etmeyi emreden ayetler, içinde bulundukları kontekslercien koparılıp savaş ve
şiddet olarak yorumlanmaktadır. Yapılan açıklamalarda son yıllarda Türkiye'de
Hizbullah adıyla bilinen örgütün korkunç uygulamaları İslâm'a mal edilmektedir.
Benzer şekilde Kur'ân-ı Kerîm'de isyan, cinayet gibi belirli fiilleri
işleyenlere karşı verilen, bedeni cezalarda şiddet unsuru olarak
değerlendirilmektedir.
Bilindiği gibi İslâm'ın bir
şiddet dini olduğu eleştirileri müsteşrikler tarafından da ileri sürülen eski
bir iddiadır. Ama bu iddiaları yapanlar her zaman bölgesel ve şahsi uygulamalan
örnek seçmekte Dininin en güzel uygulayıcısı olan Hz. Peygamber'in sevgi ve
şefkat dolu hayatını göz ardı etmektedir. Meselâ yine bu gün bütün dünya
tarafından sevilen bir mistik olan Mevlâna'nın da müslüman olduğunu
düşünmemektedirler. Herhalde hiç kimse Mevlâna'nın şiddet yanlısı bir kişi
olduğunu iddia edemez. Bu itirazla birlikte acaba inanan kesimin bazı uygulamaları
bu iddialar çanak tutar mahiyette midir? Sorusu üzerinde de ayrıca
düşünülmelidir. [563]
Sonuç Yerine
Gayesini inanç esasları tesbit
ve korumak şeklinde belirleyen bir ilim dalının mevcut inanç problemlerini konu
edinmesi, sadece bilimsel bilgi bağlamında değil, çözümlerine yönelik fikir
üretme mesuliyetini de kapsayan bir çerçevede gerçekleşmeli düşüncesiyle burada
internetten hareketle İslâm karşıtı sitelerin sahip olduğu fikirler
nakledilmiştir.
Bu eleştirilere geçerli
cevaplar verilebilmesi için ilk önce itirazı yapanı anlamak gerekir. Anlamak
ise sadece karşı görüşlerin neler olduğunu bilmekle değil, kendimizi onun
yerine koyarak empati kurabilmekle, karşımızdakinin kognitif dünyasına
girebilmekle gerçekleşir. Özellikle genç nesillerin yaygın olarak kullandığı
bir alan olarak internet belki de çeşitli insanları daha iyi anlamaya da
yardımcı olabilir.
Diğer taraftan günümüzde, kendi
mesajını diğer insanlara duyurmanın, sahip olunan doğruları anlatmanın, karşıt
görüşlere cevap vermenin etkin yollarından biride internet üzerinde siteler
kurmak, web sayfaları hazırlamaktır, internetin önümüzdeki on yıllarda
ulaşacağı yaygınlık alanını düşününce ilâhiyatçıların gecikmeden İslâm'a
yönelik eleştiri ve itirazlanda göz önüne alarak bu konuda aktif çalışmalar yapması,
mevcut sitelerini zenginleştirilmesi gerektiğini düşünüyorum.
Bir başlangıç olarak lisans ve
lisans üstü öğrencilerine sanal dünyayı tanımayı sağlayacak mezuniyet tezleri,
seminer çalışmaları verilebilir. Mevcut her bir kelâm problemi sanal litereatür
baz alınarak incelenebilir. Ayrıca toplumun inanç problemlerini tesbit amacıyla
internet cafelerde İslâm'la ilgili tartışma konularının neler olduğunu
belirlemeye yönelik taramalar yapılabileceği gibi Icq gibi chat programlanndan
istifade edilerek online anket çalışmalanda yapılabilir. Diğer bir husus
internet aracılığıyla yazılı medyaya ve onların arşivlerine kolayca ulaşmak
mümkündür. Özellikle gazete ve dergilerin dine bakışı ve problem olan yönlerini
tesbite yönelik incelemeler yapılabilir. [564]
ELMALILI'YA GÖRE KADER İNANCI VE İNSAN
HAYATINDAKİ YERİ
Arş. Gör. Sabrı Yılmaz [565]
Kelâm ilmi ve itikadı
mezheplerin teşekkülünde önemli bir yere sahip olan kader inancı, İslam'ın ilk
dönemlerinden itibaren tartışma konusu olagelmiştir. Aslında bu mesele, sadece İslam
Dini'nde değil, diğer din ve düşünce sistemlerinde de sürekli tartışılan, çözüm
aranan bir problemdir. Zira, kader bir taraftan sonsuz ilim, irade ve kudret
sahibi olan Allah'ın hakimiyetini, diğer taraftan her yönüyle sınırlı ve sonlu
olan insanı ve onun hürriyetini doğrudan ilgilendirmektedir.
Kur'an-ı Kerim'e bakıldığında
Allah'ın ilim, irade ve kudretinin mutlak oluşunu ifade eden ayetlerde, insana
hiçbir hürriyet alanı bırakılmaksızın, her şeyin önceden belirlendiği şekilde
meydana geldiğinin vurgulandığı görülmektedir. Buna karşılık, insanın bütün
yaptıklarından mesul tutularak hesaba çekileceğini beyan eden ayetler de göz
ardı edilememektedir. Bu durumla karşı karşıya kalan insanların zihinlerinde,
kaçınılmaz olarak, birtakım şüpheler uyanmaktadır, insanların bir kısmı kaderi
"alın yazısı" olarak kabul ederek hayatın akışı içerisinde
kendilerinin hiçbir yetki ve sorumlulukları yokmuş gibi hareket etmekte,
böylece çalışıp çabalamaya gerek görmemektedirler. Diğer taraftan insanların bir
kısmı da ilahî hakimiyeti göz ardı ederek kendilerinin her istediklerini
yapabilecek güç ve kudrete sahip olduklarını düşünmekte, dolayısıyla
hayatlarında kader inancına yer vermemektedirler. Günümüzde din eğitimi ve
öğretimiyle meşgul olanların, kader inancı etrafında dönüp-dolaşan sorulara çok
sık muhatap oldukları da dikkate alındığında, insanların hayatlarının akışını
ve yaşayış tarzlarını doğrudan etkileyen kader inancı her zaman gündemde yerini
alan en canlı meselelerden biri olma özelliğini korumaktadır. [566]
Osmanlı'nın son döneminde
medresede yetişen Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır(1878-1942) Kelâm ilmine dair
müstakil bir eser yazmamakla birlikte, "Hak Dini Kur'an Dili" isimli
tefsirinde kelâmî problemlere geniş yer verdiğinden son devrin önemli Kelâm
alimlerinden biri olarak addedilmektedir. [567] Adı
geçen eseriyle günümüze de ışık tutan Yazır'ın kader inancı ve bu inancın insan
hayatındaki yerine dair izahlarının, insanlarımızın bu husustaki arayışlarına
bir çıkış yolu göstereceğini düşünüyoruz.
Lügatte asıl olarak "güç
yetirme" anlamında olan kaderin hüküm, takdir,
Şeref ve tazyik manalanna da
geldiğini ifade eden [568]
Elmalılı'nın bu kelimeyi, miktare ölçü anlamlarıyla ilgili olarak "sınır
koyma" anlamında kullandığı görülmektedir. [569]
Bunu destekleyen başka bir
açıklamasını "halaka" fiilinin anlamlarından biri olarak ileri
sürdüğü "takdir" kelimesini tarif ederken görüyoruz:
"Halk" fiili iki mânâ
ifade eder, birisi takdir etmek, yani bütün ayrıntılarıyla eşyanın miktar ve
mertebelerini tayin etmektir". [570]
Başka bir yerde de "takdir ilmî yönden bir sınırlama demektir" [571]
diyen Yazır'a göre Allah her şey için ölçü takdir etmiş, bir sınır ve miktar
tahsis etmiştir. Her şeyin hükmü ve kıymeti Allah'ın kendilerine tahsis ettiği
ölçü ile uygunluk arz etmektedir. Gerçekte bir şeyi bilmek de onu ölçü ve
sınırlarıyla temyiz etmektir. [572] Her
şeyin meydana gelmeden önce Allah'ın ilminde takdir edilen bir kaderi, yani
ilmî bir değeri vardır. Fiilen yaratılışı ve kazasının cereyanı o kadere göre
olur [573]
Öyle anlaşılmaktadır ki Yazır,
kaderi "alın yazısı" olarak görmemektedir. Ona göre kader,
"şunlar yapılırsa şöyle bir sonuca varılır, bunlar yapılırsa şu sonuca
ulaşılır" gibi hususları ifade eden "ilmi olarak sınırlandırma"
anlamında ele alınmalıdır.
Elmalılı'nın kader kelimesine
yüklediği anlamı dikkate aldığımız zaman konuyu, önce Allah'ın ilmi ve iradesi
açısından değerlendirdiğini söyleyebiliriz. Yazır, ilm-i ilahîyi kendisinden
hiçbir şeyin gizli kalmadığı bir bilgi olarak tarif eder. [574]
Âl-i İmran suresinin 5. ayetini tefsir ederken bu tarifini biraz daha
açmaktadır:
Muhakkak ki
ne yerde ne gökte cüz'î-küllî, maddî-manevî, derûnî-âfâkî hiçbir şey Allah'a
gizli kalmaz, hepsi O'nun malumudur. Hatta bütün kainatta herhangi bir şeyin
hangi durumda ve hangi tavırda varoluşu Allah'a nazaran ayn-ı ilimdir. İlm-i
ilahî beşerde olduğu gibi temessülî, tasavvurî, zıllî bir ilm-i hadis değil,
mebnay-ı vücud olan bir İlm-i ezelîdir. [575]
Görüldüğü gibi Elmalılı,
Allah'ın ilmini veya ilahî bilgiyi en ince ayrıntısına kadar her şeyi kuşatan
bir bilgi olarak ele almaktadır. Allah'ın bu mahiyete sahip olan ezelî ilmi
taalluk ettiği malumun varlık alanına çıkmasını mecburî hale getirmemektedir.
Bu hususu Elmalılı şöyle izah etmektedir: Fâil-i muhtarın önden veya sondan bir
şeyi bilmesi, onu yapması ve yaptırması demek değildir. Ne bilen yapmaya mecbur
ne de bilinen yapılmaya mecburdur. [576]
Kader açısından Allah- insan
ilişkisi değerlendirilirken Allah'ın ilim sıfatıyla ayrılmaz bir bağı olan
irade sıfatının dikkatlerden uzak tanılamadığını görüyoruz. Çünkü mutlak ilim,
irade ve kudret sahibi olan Allah karşısında, insan iradesi ve bu iradenin
eseri olan fiillerin değerlendirilişi bu meseleye bağlıdır. [577]
Elmalılı'ya göre Allah, irade-i
mutlak, ihtiyar-i mutlak sahibi olup, dilediğini yapan bir varlıktır. [578] Bu yüzden
"irade-i ilahî haricinde herhangi bir hadisenin vukuuna imkan yoktur"
[579]
diyerek ilahî iradenin her şeyi kapsayan genel bir irade
olduğunu ifade etmektedir. Ancak, ilahî iradenin iki ayrı tecelli şekli
olduğunu vurgulayarak şöyle izah eder:
Birincisi hiçbir sebep ve şarta
bağlı olmaksızın, baştan ve doğrudan doğruya ortaya çıktığı şeklidir, ilahî
iradenin bu tecelli şeklinde Allah'ın Cebbar ismi hakimdir, dolayısıyla bu
irade cebridir. Zorlayıcı olarak tecellî eden ilahî iradenin taalluk ettiği
kulların fiilleri de ıztıraridir. [580]
Böyle olduğu için insanın bu fiilleri kendisine herhangi bir sorumluluk
getirmemektedir. Zaten bu yöne ait olan meşiet-i ilahînin tafsilatını, mazi ve
istikbaldeki taallukatını, tecelliyatını insanın tamamen bilmesi mümkün değildir.
Onları sadece Allah Teâla kendisi bilir. [581]
İkincisi ilahî iradenin sebeplere, şartlara ve kulun iradesine bağlı olarak
hükmünü yürüten tecellî şeklidir. [582] İlahî
iradenin bu yönünde mutlak bir zorlama değil, mükellef tutma söz konusudur.
Bunun için insana da irade verilmiştir. [583]
Binaenaleyh burada ilahî irade insan iradesini takip etmektedir. [584]
Elmalılı'nın şu ifadeleri de açıkça, bunu göstermektedir:
Allah'ın rahmet-i vâsıtasıyla
bazı ef alinizde size meşiet verdiği, sizin hakkınızda kendi meşietinin bir
kısmını sizin meşietinize, talep ve kesbinize rabt u ta'lik eylediği;
mükellefiyet ve mesuliyetinizin de bu kısma ait olduğu da muhakkaktır. Allah
dilemeden sizin bir şey yapamayacağınız nasıl bedihî ise Allah'ın bazı şeyleri
de sizin dilemeniz üzerine ve talebinizle yaptığı ve bu suretle de bir çok
şeyler halk ettiği dahi bedihîdir ki işte sizin mesuliyetiniz bu noktadadır. [585] İlahî
buyruklar, emir ve nehiyler, helal ve haramlar, sevap ve cezalar ilahî iradenin
cebrî olarak tecellî ettiği alanda değil, kulun iradesine bağlı olarak tecellî
ettiği kısımdadır. [586]
Görüldüğü gibi Elmalılı'ya göre
meşiet-i ilahî mutlak bir iradedir. Bununla birlikte insanların, kendilerine
verilmiş olan iradeleriyle hareket etmelerine engel değildir. Çünkü meşiet-i
ilahî insanları zorlayarak tek yöne sevk etmez, sınırlı da olsa serbest bırakır
ve dilediklerini seçerek ona göre davranmalarına imkan tanır.
Kader meselesi incelenirken
dikkatlerden uzak tutulamayan önemli bir konu da ilahî irade karşısında insan
iradesinin konumudur. Çünkü Yazır'a göre Allah Teâla insanı hem iyiyi hem de
kötüyü seçebilecek kabiliyette, irade sahibi bir varlık olarak yaratmıştır.
Nitekim "Dilediğinizi yapın"
[587]
mealindeki ayet insanda ""adenin mevcudiyetini gösteren özlü bir
ifadedir. [588]
Dolayısıyla Allah insana irade bahşederek onun hür olmasını bizzat kendisi
dilemiştir. [589]
Elmalılı hatıra gelmesi
muhtemel olan şu soruları dile getirerek bu hususu açıklamaya
çalışır:
Acaba Allah insanları irade
sahibi olarak yarattıktan sonra
kbalîn
mukadderatını onlara tefviz etmiş, kendisi de hicab-ı izzete çekilmiş değimlidir?
Ovhalde Allah, varlık kaynağı olması yönüyle bütün âlemlerin Rabb'ı olsa da şimdiki
halde insanların işlerine fiilen müdahale etmemiş, böylece geleceğin bi'l-
vasıta Rabbi olmuş olmaz mı? Bu takdirde insanın alacağını zorla almak ve
sorumluluk korkusundan uzak kalmak için kaderini kendisinin belirleyip, "Yaptıklarından hesaba, çekilmeyen" [590] bir
hükümdar olması gerekmez mi? [591]
Elmalılı'nın bu tür sorulara
açıkça karşı çıktığını görüyoruz. Ona göre böyle soruların hatıra gelmesi,
insanların sahip oldukları cüz'î iradeyi mutlak bir küllî irade kabul ederek
onlara her türlü kayıttan uzak bir seçme hürriyeti verip, onları her şeye gücü
yeten, kayıtsız-şartsız hür ve fail-i muhtar bir varlık olarak görmekten ileri
gelen bir "şirk" iddiasından kaynaklanır. [592]
Çünkü insan iradesinin, Allah'ın iradesinden tamamen ayrı ve ona aykın
düşebilecek şekilde hür olduğunu zannetmek Allah'ın âlemlerin Rabb'ı olduğunu
hesaba katmamaktır. [593]
Halbuki insan beden ile ruhun, akıl ile kalbin, kabiliyet ile faaliyetin,
mecburiyet ile serbestiyetin birleştiği bir varlıktır. Dolayısıyla insan ne
mecbur-i mutlak (hiçbir hürriyeti olmayan) ne de fail-i mutlak (dilediği her
şeyi yapabilen)dir. [594]
Elmalılı, insanın gerçek konumunu ifade etmek üzere "emrun beyne
emrayn" [595]
tabirini kullanmaktadır. Buna göre gerçekte Allah irade etmeyince insan irade
edemez. Fakat Allah'ın, insanın irade etmesine izin vermesiyle muradını da
irade etmiş olması gerekmez. Nitekim insan bir şey irade eder de muradına nail
olmayabilir. O zaman Allah onun irade etmesini irade etmiş, fakat muradının
meydana gelmesini irade etmemiş, demektir. Yani Allah'ın dilemesi, muradın
meydana gelmesini gerektiren bir dilemedir. Fakat, Allah dilemedikçe kulun
dilemesi muradın olmasını gerektirmez, insanın hem iradesi hem de muradının
meydana gelmesi için ikisinin birden Allah'ın iradesiyle birleşme (iktiran) si
şarttır. [596]
Öyle anlaşılmaktadır ki insanın iradesi mutlak bir irade değil, mutlak olan
ilahî iradeye uygun olma şartına bağlanan bir iradedir. Bu yüzden "insanın
ihtiyarî fiillerinde ne mutlak cebr ne de mutlak tefviz vardır. Aksine insan
için cebr-i mahzın hakim olduğu birçok ıztırarî fiil bulunduğu halde ihtiyar-ı
mahz yoktur".[597]
İnsanın ne mecburiyet yönü ne de serbestiyet yönü inkar edilebilir. Mecburiyet
yönü Allah'ın kudretinin, serbestiyet yönü de iradesinin şahididir, insan,
Allah'ın rahmeti ile dilediğini yapmada serbest olup, bu sayede kaderinin bir
kısmını kendi isteğiyle çizer.[598]
Bu ifadeleri dikkate aldığımızda
Elmalılı'nın "emrun beyne emrayn" tabirini savunmada kararlı olduğunu
söyleyebiliriz. Zira bir taraftan insanın ihtiyarî fiillerinde tamamen serbest
olup, iyi yada kötü seçimi sonucu ortaya çıkan davranışlarından sorumlu
tutulacağını söylerken, diğer taraftan yine aynı ihtiyarî fiillerinde tam bir
serbestliğin olmadığını vurgulamaktadır.
Hayatın seyri içerisinde
insanın çaresizce "kader" diyerek tevekkül ile karşıladığı bazı
hadiseler vardır. Kader inancıyla ayrılmaz bir bağı olan bu hadiselere
"musibet" diyoruz. Elmalılı'nın, musibetler karşısında insanın
sergilemesi gereken tutum ve davranışları da kader inancı çerçevesinde
değerlendirdiğini görüyoruz.
Musibeti "hedefine isabet
eden mermi gibi insana şiddetle dokunan hadise ve felaket" [599]
olarak tarif eden Yazır. musibeti iki kısma ayırmaktadır:
Tabiatta meydana gelen
musibetler:
Bunlar yeryüzünde herhangi bir
zarara sebep olan kuraklık, kıtlık, ürün veya hayvanların telef olması, zelzele
vb. afetlerdir.
İnsanın bizzat kendisi üzerinde
meydana gelen musibetler:
Bunlar hastalık, açlık, işkence
ve ölüm gibi cana dokunan acılardır. [600]
Bütün musibetlerin Allah'ın
ilm-i ezelîsinde takdir edildiğini ifade eden Elmalılı, "Başınıza gelen herhangi bir musibet kendi
ellerinizle işledikleriniz yüzündendir'' [601]
ayetinde hitabın günahkarlara mahsus olduğunu; bununla beraber günahkar
olmayanların sabretmek suretiyle sevap ve derecelerinin yükseltilmesi için
musibetlere maruz bırakıldıklarını [602] ayete
dayanarak ileri sürer. Bu tür musibetlerde esas gayenin imtihan olduğunu
vurgular. [603]
Elmalılı, Nisa (4), 78. ve 79.
ayetlerde geçen "hasene" ve "seyyie" kelimelerini de
musibetle bağlantılı olarak açıklamaktadır. Ona göre hasene nimetleri, seyyie
de meşakkatler ve başa gelen sıkıntıları ifade etmektedir. Allah Rahman ve Rahim
olduğu için iyilikler onun iradesi, takdiri ve yaratmasına dayanmakla beraber
rızasına da uygundur, insanın gayreti sonucu meydana gelmeyen iyilikler, yalnız
Allah'ın ihsanıdır, insanın çalışmasıyla meydana gelen iyilikler de Allah'ın
takdir ve yaratmasına, hükmünü yürütmesine ve başarılı kılmasına, irade ve
rızasına uygun olduğu için yine onun ihsanıdır, insanın karşılaştığı
kötülüklere gelince onlar da genel olarak "küllün min 'indillah"
ayeti gereğince Allah'ın takdir ve iradesi dahilindedir. [604]
Fakat Yazır, burada şöyle bir inceliğe dikkat çeker: Kötülüklerde insanın yapma
veya terk etme yönünden mutlaka bir kusuru vardır, insan onu iradesiyle bilerek
veya bilmeyerek, bizzat veya dolaylı olarak ister. Allah da cimri olmadığı için
kulun iradesine izin verip, hükmünü yürüterek muradını halk eder. Dolayısıyla
istenen kötülük yine Allah katından gelmekle beraber, sebep ve çıkış noktası
insanın kendisi olduğu için insana nispet edilir. Sorumluluk da sebep olan
insana ait olur. [605] Her
ne şekilde olursa olsun kötülükler önce insana nispet edilmeli, insan onları
kendisinden bilmeli, bununla birlikte Allah katından olduğunu da unutmamalıdır.
Bu bakımdan "küllün min 'ındillah ifadesinden cebr anlaşılmamalı, her
iki ayet birlikte göz önüne alınarak ne cebr ne terk, "emrun beyne
emrayn" çerçevesinde bir adalet ve sorumluluk anlaşılmalıdır. Burada
"âmentü" deki "hayrihî ve şerrihî min Allah" iman esasının
güzel bir şerhi vardır. [606]
Musibetlere karşı yapılması
istenen duâ ve tevekkülün Allah'ın takdiri içerisinde bir yeri var mıdır? Kader
inancı ile duâ ve tevekkül etme anlayışı bağdaşır mı? Gibi soruların da
Elmalılı tarafından cevapsız bırakılmadığını görüyoruz.
"Mü'minler ancak Allah'a tevekkül etsinler” [607]
mealindeki ayeti Elmalılı şöyle yorumlamaktadır:
Tevekkül, bütün güç ve kudretin
Allah'a ait olduğunun bilinmesi, her hususta ona güvenilmesi; bununla beraber
emrine ve takdirine gönül hoşluğu ile teslimiyet göstererek kulluk görevlerinin
gereğince yerine getirilmesidir. [608] Bu
arada Yazır, "tevekkül, görevin yerine getirilmesini Allah'a havale etmek
değil, emri ve kararı Allah'a bırakmaktır" diyerek şu yanlışlığa dikkat
çeker:
Birçok insan bundan gaflet
ederek tevekkülün vazifeyi terk etmek olduğunu zanneder, kulluk görevlerinin
yerine getirilmesini Allah'a havale ederek emri kendisinde görmek ister.
Halbuki tevekkülün özü emre itimat ile vazife sevgisidir. [609]
Yazır, Yusuf (12), 67. ayeti
tefsir ederken takdir ile tedbir arasındaki ilişkiyi de izah etmeye
çalışmaktadır. Tedbir almak insanın görevidir. Fakat, Allah hakkımızda
behemahal bir kaza murat etmişse, o mutlaka olur. Onun takdirine karşı hiçbir
tedbir fayda vermez. Her ihtimale karşı tedbir almak lazım ise de alınan tedbir
takdiri engelleyecek değildir. Nihayet tedbir bir yardım dilemedir. Takdire
uygun ise faydalı olur. Yoksa hazer (sakınma) kadere mani olmaz. [610]
Duayı "insanın Rabb'inden
mütevazi bir şekilde medet ve yardım istemesi" [611]
olarak tarif eden Yazır, duadan maksadın ilam (bildirmek) olmayıp, kulluk
göstermek, alçak gönüllülük ile müracaat etmek olduğunu ifade eder. Dolayısıyla
maksat bu olunca, kaza ve kaderine rıza göstermekle beraber Allah'a duâ etmek
insanlık hissesini tercih değil, Allah'ın kudretine her şeyden fazla saygı
göstermektir. [612]
Yazır, Allah'ın evvel-i küll oluşundan hareket ederek şöyle der:
Bu durum iyi düşünülünce
anlaşılır ki kadere mahkum olan Allah değil, yaratıklardır. Kader önce ise
Allah da kader ve kazadan öncedir. Duâ bu önceliği ikrar ve itiraf etmek olduğu
için kulluğun en önemli göstergelerindendir. Bize gelince, Allah'ın ilmi ve bu
ilmin niteliği ile kader ve kaza akıllarımızın dışındadır. Kaderin sırrı,
meydana gelmesinden önce bilinemez. Ancak ilm-i ilahî her şeyi kuşatmış, kader
ve kaza her şeyde geçerli olmakla beraber sorumluluk da inkar edilemez. Biz hem
kanunsuz yaşayamayacağımızı biliriz, hem de irade ve azmin bir kanun olduğunu
biliriz. Talep ve azim kanunlarından biri de duadır. Bütün hadiseler sebeplere
bağlı olup, duâ da o sebeplerden biridir. [613]
Duayı olayların meydana
gelip-gelmemesinde sebeplerden biri olarak telakkî eden Yazır, "ezelde
duaya bağlı olarak takdir edilen taleplerin de duâ etmek şartıyla meydana
geleceğinin bilinmiş olması lazım gelir" der. [614]
Buna şöyle bir örnek verir:
Yemek yeme şartıyla doyması
takdir edilmiş olan veya istemek ve azmetmek şartıyla bir işte muvaffak olacağı
takdir edilmiş olan kişinin doyması ve başarılı olması, yemesi, istemesi ve
azmetmesine bağlıdır. Bunun gibi duâ ile kayıtlı olarak meydana geleceği
bilinen takdirler vardır. [615]
"Bana duâ edin, kabul edeyim " [616]
mealindeki ayette emredilen duanın çok önemli olduğunu belirten Yazır'a göre,
burada önce insanın cüz'î iradesinin açıkça ortaya konulması ile cebr
anlayışının reddedilmesi vardır. Gerek ibadet manasında, gerek sadece duâ
manasında olsun, istemek emredilmiştir. Allah'ın karşılık vermesi için kulun
istemesi şart kılınmıştır. [617]
Görüldüğü gibi Yazır, insanlara emredilen duayı onların irade sahibi olmalarına
bir delil olarak kabul etmekte ve duanın takdir içerisinde yeri olduğunu ifade
etmektedir.
Elmalılı, duâ, tevekkül ve
tedbiri insanın gücünü aşan hususlarla, daha çok da musibetlerle ilgili olarak
ele almakta ve o çerçevede değerlendirmektedir. Musibet ister insanın kusuru
sebebiyle olsun, ister sabır ve tahammülünün denenmesi için doğrudan Allah
tarafından verilsin, her iki halde de başa gelmişse yapılacak tek şey vardır. O
da ilahî takdire iman ederek teslim olmaktır. Musibetler karşısında kadere
imanın kalbe kuvvet ve dayanıklılık verme, gerek acı gerekse tatlı hadiseler
karşısında insanın sarsılmamasını sağlama gibi bir faydası da vardır. Nitekim "(Allah bünyelinizden çıkana
üzülmeyesiniz ve Allah'ın size verdiği nimetlerle şımarmayasınız diye
(açıklamaktadır)' [618]
ayeti insanın "Allah'ın takdiri böyleymiş" diyerek teselli bulmasının
ve metanetini korumasının gerekliliğini ifade etmektedir. [619]
Burada Yazır'ın meseleyi insanın imtihan için yaratıldığı gerçeğiyle
irtibatlandırdığını görüyoruz. Bu da "Bu
şükür mü edeceğim, yoksa nankörlük mü? diye beni sınamak üzere Rabb'imin
lütfundandır" [620]
ayetinde ifadesini bulan imtihan durumudur. Çünkü hepsinin takdir edilmiş
olduğuna inanan insan, Allah'ın hadiseler ile ortaya çıkan acı-tatlı kaza ve
kaderi karşısında, insan olarak etkilense de, kendisini kaybetmez. Ne gamının
ıztırabına, ne de sevincin gurur ve heyecanına kapılır. Hepsinin Allah'tan
geldiğini bilerek ve rıza göstererek vazifesini icra etmeye bakar. [621]
Kader inancı, mahiyeti gereği
hakkında sürekli tartışmaların cereyan ettiği konulardan biridir. Çünkü bir
taraftan aşkın varlık olan Allah'ı, diğer taraftan sınırlı ve sonlu olan insanı
ilgilendirmektedir. Elmalılı M. Hamdi Yazır da 20. yüzyılın ilk yansında yazmış
olduğu tefsirinde bu konuya dair izahlarda bulunmuştur.
Elmalılı kader inancını,
Allah'ın iradesi ile insana verilen iradeyi temel alarak izah etmeye
çalışmaktadır. Allah'ın iradesini şöyle açıklamaktadır:
İlahı irade,
biri hiçbir şarta bağlı olmaksızın doğrudan doğruya; diğeri de şartlara,
özellikle de insan iradesine bağlı olarak dolaylı olmak üzere iki şekilde
tecellî eder. İrade sahibi olarak yaratılan insanın ilahî irade karşısındaki
konumunu Yazır, Şiî âlimlerce kullanılan "emrun beyne emrayn" tabiri
ile açıklamaktadır. Buna göre insan; bir yönüyle hür, diğer yönüyle mecbur olan
bir varlıktır. O, hürriyet ile mecburiyeti bünyesinde toplamakta, bu yüzden sorumlu
da tutulmaktadır. Zira insanın hür olduğu alanda İlahî irade insan iradesine
bağlı olarak tecellî etmektedir.
Elmalılı'nın insanın iradî
fiilleriyle ilgili olarak kaderi şöyle anladığını söyleyebiliriz:
Takdir, insanın ne yapacağının
kesin olarak belirlenmesi değil, ne yapabileceğinin sınırlarının çizildiği bir
imkanlar sahasının tespitidir. İradî fiiller alanında kaderin bu şekilde
anlaşılması ve ilahî iradenin bir yönüyle insan iradesine bağlı olarak tecellî
ettiğinin ileri sürülmesi, kader inancının izahı açısından önemli bir
açıklamadır. Çünkü, irade sahibi olarak yaratılan ve sınırlı da olsa kendisine
hürriyet verilen insanın sorumlu tutulabilmesi ancak böyle mümkün olabilir.
Diğer taraftan Yazır, Allah'ın
insanın her isteğini yerine getirmek zorunda olmadığını ifade etmekle, dinî
teklif alanında yine de bir mecburiyetin varlığına işaret etmektedir. Bununla
birlikte şu hususu ısrarla vurgulamaktadır: İnsan serbest bırakıldığı alanda
kendi iradesi ve tercihi sonucu ortaya çıkan olumsuzlukları kadere yükleyerek
sorumluluktan kurtulmaya çalışmamalıdır. Ancak, kendi gücünü aşan hususlarda
metanetini kaybetmemesi açısından kadere inanmalı ve üzerine düşen her şeyi
yaparak sonucu Allah'a havale etmeli, imtihan için yaratıldığını da
unutmamalıdır. [622]
IV.
OTURUM
Oturum Başkanı Doç. Dr. İlyas Çelebi (Marmara
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi)
TEOLOJİK
DİLİN İMKANSIZLIĞI YA DA İMKANI ÜZERİNE (II)
-FONKSİYONEL
ANALİZ MANTIĞI-
Prof. Dr. Nadim Macit [623]
Giriş
Teolojik dilin imkânsızlığını
temellendirmek isteyen çağdaş dil felsefesinin atomist ve deneyci formu,
felsefeyi; sözleri, cümleleri, dili açık kılma etkinliği olarak tanımlar.
Felsefe; dilin mantıkî sorgulanması, bir dil eleştirisi olarak anlaşılır ve
artık felsefenin rolü, evren hakkında bilinmez hakikatleri keşfetmek değil,
anlamlı olan önermelerin mantıkî sorgulanmasını yapmak olur. Wittgenstein'ın
deyişiyle analitik düşüncede felsefenin amacı; düşüncelerin mantıksal
açıklanmasıdır. Felsefe bir öğreti değil, ama etkinliktir. Felsefenin sonucu,
felsefi önermeler değil, fakat önermelerin açık kılınmasıdır. [624]
Böylesi bir rolü üstlenen
atomist ve deneyci felsefi anlayış; dilsel bir ifadenin anlamlı kabul
edilmesinin kriterlerini belirlemeyi amaçlar. Sadece nesneler ve olgular için
kurulan önermelerin gerçek olduğu savını ileri süren atomist ve deneyci
pozitivistler, bu kritere uymayan önermeleri anlamsız görürler. Bu nedenle
teolojik önermeleri ya anlamsız olduğunu söyleyerek reddetmişler ya da farklı
bir moda indirgeyerek açıklamışlardır. Teolojik önermeler hem analitik hem de
deneysel olarak doğrulama ölçütüne uymadığından reddedilince, [625] bu
konuda farklı yaklaşımlar da kendini gösterir. Bu süreçte teolojik önermeler ya
mitsel evrenin lisani tasviri ya da ahlaki fonksiyonun belirtici formu
görülerek açıklanır. [626]
Dini ifadelerin ahlakî fonksiyona sahip olduğu ileri sürülerek; bir cümle hangi
amaç için konulmuşsa o amaç için kullanılır hükmü verilir. Dinlerin asıl amacı
ahlaktır. Bu nedenle de ilahi dinlerin ifadeleri ahlakî amaçlı ifadelerdir.
Öyleyse dini ifadeleri ahlâkî yargılara çevirdiğimiz zaman anlayabiliriz.
Mantıkçı deneycilik diye anılan
bu anlayışın felsefi kökleri epeyce geriye doğru gider. Ancak bu görüşün modern
seyri; dinin, bilginin konusu olmadığı
ayrımı
ile başlar. [627]
Kesin bilgiye ulaşmanın ölçütü olarak deneyi-gözlemi temel alan felsefi akımla
güçlenir.[628]
Sonuçta, felsefenin konusu, dilin mantıkî analizi ile eşitlenir. Daha farklı
ilgi ve amaçlara bürünen bu akım; modern dünya görüşünün ortodoksi formunu
temsil eder. Geçtiğimiz yüzyılın hem fikri hem de ideolojik [629]
tutumlarının mayalandığı görüş budur. Doğru bilginin elde edilmesinde deney ve
gözlemi nihai kriter olarak kullanan entellektüel eğilimin; deneyimlerimizi ve
fenomen dünyasını aşan bir bilginin mümkün olmadığı şeklinde belirttiği felsefi
tema, din karşıtı düşüncenin moda deyimi olur. Üstelik, eleştirmek bilim
karşıtı pozisyona düşmek olduğundan etkili bir sindirme işlevi görür. Çünkü
bilgi denildiğinde bunun olgusal dünyaya ait bilimsel bilgi olduğu anlaşılır.
Dolayısıyla felsefi ve ideolojik geçerliliği olan bilgi dünyanın içinde olan
bilgidir.
Anılan felsefi akım, evrenin
matematiksel dile dökümü ile başlayan anlayışın sosyal alana taşınma sürecini
simgeleyen bir eğilimin daha net ve somut formudur. Çünkü bu anlayış:
önermelerin doğru bir analizi bize gerçeği verir kalıbını düşüncenin merkezine
taşır. Önermelerin analizini, önce önermeyi parçalara ayırarak veya tekil ve
bileşik önermeler ayrımı yaparak yapar. Buna göre basit tekil terimler bir
bireyi gösterir. Daha açık deyişle bir adın gösterdiği birey onun anlamıdır.
Bileşik terimlerin ise yalnız başlarına anlamları yoktur, bir içerikte anlamları
vardır. Buna göre bir önermenin anlamı gösterdiği veya içerdiği şeydir. [630] Bir
önerme somut olarak bir şeyi göstermiyorsa o önermenin analizi de mümkün değildir.
Öyleyse anlam somut olarak gösterilebilen şeydedir. Bunun yolu ise dış dünyayı
oluşturan en son parçalara inmek ve dil kanalıyla bunların arasındaki ilişkiyi
bulmaktır.
Dil ve dil-dışı nesneler
arasındaki ilişkiyi dili içinde kalarak çözümlemeyi benimseyen Wittgenstein'da
bazı farklılıklarla birlikte andığımız felsefi yörüngenin içinde yer alır ve
der ki; tüm gerçeklik, dünyadır. Bir önermeyi anlamak, bu önermenin hangi
durumda doğru olacağını bilmek demektir. [631] O
halde dil ile dil-dışı
olgular
arasında kurulacak bir ilişki ile dünyanın resmi çıkartılabilir. Çünkü gerçek,
olsular ile dil arasındaki bağıntıdadır. [632]
Wittgenstein'a göre hakkında konuşulabilen, dilin sınırları içinde olan
dünyadır. Bunun ötesinde olanlar varlığını hissettiren, fakat dile
gelmediğinden üzerinde konuşulması anlamsız olan alandır. [633]
Teolojik yargılar da bu alanın içindedir. Fakat daha sonraki döneminde - bu
ikinci dönem olarak adlandırılır- farklı dil kullanımları ve dil oyunlarını
kabul eder. Bu dönemde, teolojik konulara dile getirme bağlamında yer verir.
Ancak o, din dili ile diğer diller arasında bir fark görmez. Ona göre her dil
oyunu, bir dile getirmedir. Din de bir dil oyunudur. Bu nedenle dini ifadeler
varlığa delalet etmek veya göstermek için değil, sadece din dili oyunu içinde
söyleneni dile getirmedir.
Din dilini kendine özel bir dil
oyunu kabul eden bu yaklaşım, bir dil oyununu anlamak için o dil oyununun
içinde bulunmayı öne sürer. Bu anlayış hem aşırı bir göreceliliği, farklı
anlayışların birbirine karşı ölçülemezliğini hem de her dil oyununun kendine
özgü olduğunu onaylar. Anılan belirlenimler eşliğinde bizi ilgilendiren husus;
her dilin kendine özgü olduğu ve bir temeli olmadığı görüşünün, ölçülemezlik,
bilginin izafiliği, dil oyunu gibi temaların, pozitivist mantığın çöküşü ile
birlikte postmodern düşüncenin ve dolayısıyla postmodern teolojinin kısmen atıf
yaptığı felsefi kökler olmasıdır. [634] Bu
nedenle bizim amacımız postmodern teolojinin felsefi köklerinden birini
açıklığa kavuşturmaktır; fakat linguistik yörüngede meselenin ne olduğunu
anlamak için özcü dil anlayışının çürütülme sürecini ve temellendirmeci
epistemolojinin linguistik açıdan eleştirisini görmemiz gerekmektedir.
Modern mantık veya linguistik
dönemeçlerin dinin dile getirmeden ibaret olduğu formu çağdaş düşüncenin en
ilgi çekici konularından birisidir. Bazen doğrudan bazen de farkında olmadan
düşünce dilimizi ve ilgilerimizi şekillendirir. Ülkemizde Kur'ân'ın farklı
alanlara ait ifadelerini lafız-mana denkliğinde ele alanlar, bilimsel önerme
türlerine indirgeyenler, özellikle kozmolojik boyuttaki olgusal ifadeleri bir
dile getirme şeklinde anlayanlar bulunmaktadır. Kur'ân'ın her hangi bir alanda
bir teori sunmadığı hususu ile Kur'ân'ın olgusal ifadelerini bir dile getirme
olarak görmek ayrı ayrı şeylerdir ve böylesi bir iddia oldukça sorunludur.
Çünkü bunun ucu uzatıldığı zaman Kur'ân'ın içi boşaltılmış olur. Keza Kur'ân'ı
anlamanın dilsel çözümlemeden ve bu dilin içinden konuşmaktan ibaret olduğunu
ileri süren tez de aynı şekilde sorunludur. Meselenin bu boyutu ülkemizde din
felsefecileri tarafından teolojik bağlamda, belli bir ölçüde tartışılmaktadır.
Anılan tartışma doğrudan dinin referanslarına ve temel esaslarına yönelik
olduğu halde kelamcıların ilgisini çekmemektedir. Teolojik açıdan modern dünyada
din ve dini inançlar konusunda yapılan tartışmaların içeriği ile ülkemizde
yapılan tartışmaların içeriği arasında önemli bir mesafe, hatta bir farklılık
bulunmaktadır. [635]
I. Konuşulamayan Hakkında Susmak: Dile
Getirememek
Atomist ve deneyci felsefi yörüngenin
içinde yer alan Wittgenstein; dünya, durum olan her şeydir ve dünya olguların
topluluğudur; şeylerin değil; [636] önermeleriyle
söze başlar. Bu önermeler; olgusal, aktüel ve hatta açıkça fiziksel dünya
hakkında konuşulacağını gösterir. Konuşulabilen; durum olanın anlatısını içeren
bir dünya. Keza bu önermeler adcılığın bir ifadesi; ancak geçerliliğini
kaybetmiş bir adcılık değil, çünkü adcılıkla birlikte mantığı açıklar; mantık
olmaksızın adcılıktan bahsedilemez, ancak o hala bir adcılıktır. Çünkü biricik
realite kendi mantığını içeren fiziksel ayrıntılardan biridir. [637]
Öyle anlaşılıyor ki Wittgenstein içindeki her şeyin nasıl ise öyle olduğu ve
nasıl vuku buluyorsa öyle vuku bulduğu bir dünyayı kavramak ya da kurgulamak
istiyor.
Durum olan dünya şeylerin
değil, olguların dünyası olacak, dünya hakkındaki olguların. Dünya geçici ve
bir takım soyut olguları içeriyor, öyle ki bu olgularda sayıda sonlu. Bu duruma
göre, bunların modeller olduğuna dair bir genel önermeye ihtiyaç var. Olguların
dünyası zaten mantığı içerir. Mantıkî uzamdaki olgular dünyadadır. Dünya uzamı
olduğu gibi mantıkî uzamda vardır. Olgular için geçerli olduğu kadar, mantıkî
atomlar içinde bir uzam vardır. [638] O
halde olgular dünya uzamında, ancak bizim onlar hakkında söylediklerimiz mantıkî
uzamdadır. Şeyler ve ayrıntılar ise olguların altında olan derecelerdir. Bizim
dünyamız olgularla başlar ve olguları mantıkla elde ederiz. Geometri uzaya tabi
olduğu gibi dil de mantığa tabi olur. [639]
Felsefe söze, olguların üzerinde olanla başlar, bu onun dünyasıdır. Bu dünya
hastalıklı bir dünyadır. Oysa felsefenin görevi, kavramların tanımların
analizini yapmaktır. Bu analiz de dil analizinden başka bir şey değildir.
Wittgenstein, böyle bir dünyaya
uymayan her şeyi onun dışına çıkarır. Mantıksal atomizm düşüncesindeki tüm
anlamın dönüm noktası buradadır. Atomik olgu nedir? Bize anlatıldığına göre o
bir şey değildir, fakat şeylerin bileşimidir. Felsefe ile durum olan dünyaya
doğru bir noktadan başlayanlayız. Pek çok felsefi mesele dilin kullanımındaki
karışıklıkta erir. Dilimizin sınırlandırmaları nedeniyle, dilimizin üzerinde
olan bir sınırda askıya alınmamız gerekir. Çünkü dil kendinden ötesini
anlatamaz. Bir sonuç olarak her zaman dilimiz ve dünyamız arasındaki ilişki
hakkında şüphe içindeyiz. Açıkça görüyoruz ki mantığa olguyu ekleyerek, zaten
olguda olmayanı eklemiyoruz. Diğer bir deyişle mantığın ikinci dünyasını kurma,
bize, olguların birinci dünyasında verilir. [640]
Dolayısıyla olgular mantıkî özelliklere sahip, mantıkta olgusal özelliklere
sahiptir. Biz olguların resimlerini oluşturuyoruz, mantık olgunun resmidir. [641]
Öyleyse biz ancak bu dünyayı, olgu dünyasını konuşabiliriz. Ancak olgusal
bağlamlar konuşmamıza imkân verir. Böyle bir dünyanın dışında olan dile
getirilemez. Olgusal bağlamı olmayan anlaşılamaz. Dünyayı, dile getirilemeyeni
dile getirenlerin dilinden temizlemeliyiz. [642]
Yani söze olgusal alannın dışından başlayan, dolayısıyla dile getirilemeyeni
dile getirme
hevesinde
olan felsefi ve teolojik artıkları dünyadan temizlemek, sadece üzerinde düşünülmesi
mümkün olan ve olgusal alanı konu edinen bilim felsefesini geçerli saymakla
mümkündür.
Wittgenstein, dünyanın
sınırlarından bahseder, bu sınırı; dil ve mantıkla çizer. Mantık dışarıdan
bakma açısından aşkın, çünkü olgunun içinde değildir; fakat olguları mantığın
dünyasından elde ederiz. Diğer taraftan mantık dünyayı doldurur; çünkü düşünce
olarak dünyanın sınırları onun da sınırlandır. Yani mantık, dünyanın
sınırlarını aşamaz. Dünyanın benim dünyam olması, dilin, sınırlarının benim
dünyamın sınırları demek olduğu yerde kendini gösterir. [643] O
halde hem dil hem de mantık dünyanın sınırlarını aşamaz. Delilin metotlarının
delili imkânsızdır. Yarın güneşin doğacağı yüksek bir olanaktır. Ancak bir
kesinlik değildir. Öyleyse genel kural nerededir? Bu ne ile kanıtlanabilir?
Eğer hiçbir cevap yoksa yanlış bir soru vardır. Bu nedenle dilimizin ve
dünyamızın sınırları dışında olan alanla ilgili sorular cevaplanamaz.
Wittgenstein, önermelerin
yapısı ve onların anlamları ile ilgili sözlerini şöyle tamamlar: ne hakkında
konuşulamıyorsa, o hususta susmalı. [644] Bu
ifade, dile getirilebilen ile getirilemeyen arasına bir çizgi çeker. Teolojik
konular söylenilebilir değildir; çünkü gösterilebilen değildir. [645]
Öyleyse felsefenin doğru yöntemi şu olmalıdır; söylenebilecek şey, doğabilimi
önermeler - yani felsefeyle hiçbir ilişiği olmayan şey - dışında hiçbir şey
söylememek ve buna göre, başka biri metafizik bir şey söylemek istediğinde,
cümlelerindeki şu işaretlere hiçbir anlam vermemiş olduğunu, her defasında ona
göstermek. [646] Bu
şu anlama gelir:
Önermeler daha yüksek hiçbir
şeyi dile getirmezler. Bu görüşün dayanağı şudur dil, olguların ve bütün olarak
da gerçekliğin resmidir. Resim, model; temsil etmenin farklı bir çeşididir.
Mantık kendine özgü bir alana sahiptir: mantıkî uzam. Bununla yapılmak istenen
şey atomik olguları resimlerin veya modellerin anlamlarıyla temsil etmektir. [647]
Anlam bu resmin kendisi, gösterim, adın gösterdiği şeydir. Öyleyse dil, olguların
mantıkî biçimini yansıtır. Çünkü olgular mantıkî biçime sahiptirler.
Bu dil anlayışı, iki şeyi
dışarıda bırakıyor. Birincisi; önermeler, tüm realiteyi temsil edebilir, fakat
bu realiteyi nasıl temsil ettiklerini söylemezler. Yani dilin dünyayı ve
gerçeği nasıl temsil ettiklerini söyleyemeyiz, ancak bunu anlarız. Mantıkî yapı
ve temsil etme yapısı önermelerin içindedir. Bir önerme dışandaki bir durumu
görüntülediği veya temsil ettiği halde, kendi kendisinin dışına çıkıp,
kendisini görüntüleyemez veya temsil edemez. [648]
İkincisi ahlakî, estetik ve teolojik yargılardır. Bunlar dünyadaki olguların
resimleri olmadığından gerçek önermeler olamazlar. Çünkü etik aşkındır. Yani
değer olgunun kendisinde değil, onun dışındadır. Aksi takdirde değer
raslantısal olurdu. Tanrı ise kendi kendini dünyada göstermez. [649]
Eğer bunların her hangi bir değeri varsa, diyor Wittgenstein, bunun dünyanın
dışında - neyse öyle olanın dışında - olması gerekir. Dolaysıyla bunlar dile
getirilebilir olanın sınırlarının ötesindedir. Mantık bile, doğruluktan
yalnızca içsel yapılan itibariyle sağlanan ve hiçbir şey söylemeyen boş
totolojiler dışında bir şey öne sürmemektedir. [650]
Wittgenstein, karmaşık ve yalın
olmak üzere önermeleri ikiye ayırmaktadır ve doğruluk çizelgesi diye bilinen
bir teknik kullanarak, birleşik bir önermenin doğruluk değerinin onu meydana getiren
temel önermelerin doğruluk değerlerine bağlı olduğunu, önerme; temel
önermelerin doğruluk fonksiyonudur, [651]
diyerek gösteriyor ve anlamın resim kuramını ortaya koyuyor. Ona göre resim
gerçekliğin bir modelidir. Resmin tasvir ettiği, onun anlamıdır. Resim mümkün
şey durumunu mantıkî uzayda tasvir eder ve bunun imkânını içerir, imkân
alanının dışında kalanın resmi oluşturulamaz. [652]
Yani dünyayı tanımlamak için ihtiyaç duyduğumuz önermeler bilimsel şemada yer
alırlar. Ancak resmin çizdiği şey, her hangi bir özgül olay değil, gerçeğin
biçimsel yapısıdır. Biçimsel olduğundan dolayı, olgusal dünya parçalanacaktır.
Üstelik bilim de kendi varsayımlarının meşrulaştıracak durumda değildir.
Tabiatt genel-geçer yasalar olduğu ve her şeyin bir düzen içinde olup-bittiği
şeklindeki bilimsel varsayım da geçersizdir. Aslında bu, söylenmesi mümkün
olmayan bir şeydir. Sadece, varsayım kendini gösterir ve açıklar. [653]
Bilimi rasyonel ve belli bir temele dayandırmak mümkün olmadığına göre olgu
durumları ve dil arasında kurulacak bir ilişki ile gerçek bir düşünce
kurabiliriz.
Bilimsel bilgiye ve dilin
dışında olana yapılan vurgu R. Trigg'in [654]
deyişiyle bilimin ötesinde yer tutabilecek olanı büyük ölçüde ortadan kaldırır.
Ne var ki kendini açıklayan bilimsel varsayımlar ve mistik olanla mantık
arasında kurulan ilişki, dilin sınırları içinde açıklanabilen ve meşrul
aştırılabilen bir rasyonele ait bilimi de çalıp götürür. Reddedilenin kendisini
yeniden üretmesi denilen şey işte budur. Şeylerin bir biçimde varolması,
bilimin açıklayamadığı bir olgudur. Böylesi bir soru bilmecedir. Üstü örtük
biçimde çözülemezi terketmek, gerçekte neyin bilmece olduğu noktasında kuşku
uyandırır. Dolayısıyla dilin gerçeğin resmini verdiği ve bir tarzda işlediği
savı kolay kolay savunulamaz. Bilimin ön varsayımlarının, ne mantıkî doğrular
ne de deneysel keşifler olduğu görüşü, böyle bir savın iç çelişkisini göstermek
açısından önemli bir veridir.
Felsefi yapıtlarında teolojik
konulara yer vermeyen, ancak, özel günlüklerinde [655]
Tanrı kavramı üzerinde yaptığı yorumlar, meseleyi daha farklı bağlamda
değerlendirmemizi tenbihler. Bir kanıtlama denemesine girmeden, o bu sözü,
dilde verilmiş biçimde basitçe kullanır. Ama onun Tanrı anlayışı, yalnızca
kişisel bir inanç değil, aynı zamanda epistemolojik ve ontolojik görüşlerinin
bir sonucudur. Mantıkla ilgi içinde sunulan bu anlayış, onun, birinci döneminde
savunduğu dil anlayışına dayanır. Dilin sınırları ötesinde bir şey
bulunmadığını söylerken anlatmak istediği, olgu dilinin sınırları ötesinde
olgusal bir şey bulunmadığıdır. Olgu önermesinde söylenmeyip ancak gösterilen şeylerin bulunmasına
izin vermektedir. Olgusal açıdan söylenemez şeyler, başka söylem türlerine
bağlıdır. Bunlar; dini, ahlakî ve estetik söylem türleridir.
Önermelerin elementleri, olguların
objeleriyle birebir ilişki içinde [656]
olduğu soruşu, anlamlılık için bilimsel önermelerin model alındığını gösterir.
Dolayısıyla teolojik konulara ilişkin önermeler, sözgelimi Tanrı ebedidir,
Tanrı her şeye kadirdir, önermeleri ne doğru ne yanlıştır. Çünkü bunlar olgusal
ve atomik önermeler değildir. Bu yaklaşım epistemik özcülüğe karşı olan savın,
tersinden epistemik özcülükle kesişen bir anlayışı nasıl ürettiğini anlatır.
Çünkü gerçeklik, şeylerin zihne tekabüIiyeti olarak tanımlanmaktadır. Bunun
anlamı şudur:
Eğer bir önerme dünyada meydana
gelen olayları doğru olarak yansıtıyorsa, doğrudur. Nitekim Wittgenstein [657]
şöyle der:
Doğrusu öyle şeyler vardır ki,
sözlere dökülemez, fakat kendi kendini gösterirler, işte onlar mistik olan
şeylerdir. Dilde ifadesini bulan şeyler tartışmanın ve konuşmanın alanına
girerler. Olgusal dünyanın dışında kalanlar, dilinde dışında kalırlar.
Görüntü, olguların varlığının
veya yokluğunun bir imkânını temsil etmek suretiyle gerçeği gösterir.
Görüntünün gerçeğe olan uygunluğu ya da uygunsuzluğu, önermenin doğruluğunu ve
yanlışlığını ortaya koyar. [658] Tüm
gerçeklik, dünya olduğuna göre, dünya gerçekliğin, olayların bütününün, yani
var olan şey durumlarının bütününün resmi olacak bir cümle olmalıdır. Ama bu
resim, dünyanın içinde olan bizim için bir resim olamaz. Öyleyse dünyanın
gösterimi ve anlamı onun dışında olacaktır. Yaşamın anlamı; Tanrı'dır. Tanrı
bitmemiş sözdür. Dünyanın anlamı: dünya bir ad olarak alındığında dünyanın
gösterdiği şeydir. Dünya bir cümle olarak alındığında ise dünyanın anlamı; bu
cümlenin resmettiği şey olmalıdır. O halde Tanrı, dünya adının gösterdiği veya
dünya cümlesinin resmettiği şey olmalıdır. Dolayısıyla dile gelmeyen Tanrı,
kendisini bu şekilde göstermiş olur. [659] Bir
düşünce, anlamlı bir cümledir. [660]
Yani düşünce dil ile, dile getirilebilenle olur.
Düşünce dil olarak bir
görüntüdür. Düşünce anlamlı bir cümle, dünyada bir cümle olduğuna göre doğru
düşüncelerin toplamı dünyanın doğru bir resmi olur. Ancak dünyanın anlamını
onun dışında aramak gerekir. Dünyada her şey nasılsa öyledir ve nasıl oluyorsa
öyle olur; dünyanın içinde hiçbir değer yoktur - ve eğer olsaydı, onun hiçbir
değeri olmazdı. Değeri olan bir değer varsa, onu tüm olup bitmenin ve böyle
olmanın dışında aramak gerekir. [661]
Dünyanın anlamını dünyanın dışında aramanın anlamı, ben ile felsefeye benim
dünyam yoluyla giren ben arasında farklı ancak birbiriyle ilişkili olan ben
anlayışında gizlidir. Kişi, beden olarak ben ile olguların bütünü olan fiziksel
dünya, şey durumları dünyanın içindedir. Bu şeyler arasında hiçbir hiyerarşi
yoktur; dünyadaki olaylar arasında şu daha az değerlidir, şu daha çok
değerlidir denemez. Dolayısıyla bu dünyanın içinde Tanrı yoktur. Çünkü Tanrı
şey durumları içinde bir durum ya da olgu değildir. [662]
Felsefi ben, felsefeye,
dünyanın benim dünyam olması yoluyla giren bendir. Benim dünyam değerlerin ve
edicin dünyasıdır. Bu dünya iyi, mutlu olabilir. Bu dünyada Tanrı'nın sesi
vicdan olarak duyulabilir. Burada Tanrı'nın iradesinden söz edilebilir. Çünkü
benim dünyam dediğimde, ben bu dünyanın içinde değil, tersine sınırındayım ve
dünya benim karşımdadır. Felsefi ben ile benim dünyam dediğim şey aynıdır. Daha
doğrusu birincisi Tanrı'dır, ikincisi bendeki Tanrı'dır. Bu ben hiçbir nesne
değildir. Dolayısıyla Tanrı, kendini dünyanın içinde açımlamaz. Çünkü benden
ayrıdır, benim bir nesnem değildir. Öyleyse her hangi bir nesneye bir nesne
olarak bakmakla, benim dünyam açısından bakmak farklıdır. Benim dünyam
açısından bakmak, ona öncesiz ve sonrasız bakmaktır. Öncesiz ve sonrasız görme
tarzı, onu tüm mantıksal mekân olarak görmektir. [663]
Bunların birbiriyle olan ilişkisi bendeki Tanrı sayesinde benim Tanrı ile
kurduğum bağın bir benzeri, Tanrı'nın yarattığı dünya ile benim dünyam arasında
kurulur. Böyle olunca ethik ile mantık Tanrı'da birleşir. Tanrı her iki
dünyanında koşuludur, ya da her iki dünyanın birliğinin koşuludur. [664] Bu
nedenle Tanrı iyiyi istediği için iyidir. Tanrı'nın buyurduğu iyidir. Böylece
Tanrı hem fiziksel dünyanın hem de ahlak dünyasının temelidir.
Dünyayı, tüm nesnelerin bir ağ
gibi birbirine bağlı olduğu bir bütün olarak görmek, fiziksel dünya ile
matematiksel, daha doğrusu mantıksal dünya arasındaki bağıntıyı kurmakla
mümkündür. Her bir nesne tüm mantıksal dünyayı şart koşuyorsa, dünyada
yaratılan her şeyin anlamlı olduğu ve anlamlı olan her şeyi Tanrı'nın bildiği
ortaya çıkar. Tanrı için sonsuzluk yoktur. O her şeyi bilir, fakat anlamsız
olanı bilmemesi onun için eksiklik değildir. Buradan çıkan sonuç şudur:
Anlamsız bir soru nasıl ki soru
değilse, mantıksız bir dünyada dünya değildir. Mantık dünyanın dışındadır, ama
aynı zamanda dünyayı kuşatır. Burada Tanrı ile mantık arasında kurulan
benzerlik, Tanrı'nın her şeyi yarattığı, ama mantıksız bir şey yaratmadığı
anlamına gelir. Aksi takdirde biz, mantıksız bir dünyanın neye benzediğini
söyleyemezdik. Tanrı'nın mantıksız bir dünya yaratmaması, onun için bir
eksiklik sayılmaz. Çünkü ne tarzda olursa olsun bir dünya olacaksa, onun bir
mantığı da olacaktır. [665]
Böyle bir çözümleme her ne kadar belli bir ayrım çerçevesinde yapılsa da, olgu
dilinin kendi sınırları ötesine uzatıldığı görülmektedir. Dile gelmeyeni şu
veya bu biçimde dile getirmektir. Çünkü Taractatus'ta olgusal dile uymayan
sezgisel genellemeler yer almaktadır.
Tanrı'nın her şeyi bilmesi ve
bilgisinin kesin olması, bizim matematik bilgimiz gibi olduğu dile getirilerek
açıklanmaktadır. Sayıların söylediği sanmakla değil, kesinlikle ifade edilir.
Çünkü matematik ölçüdür, ölçülen bir şey değildir. Matematiğin bir temeli
yoktur, o kendindendir ve mutlaktır. Dolayısıyla matematik için yapılan,
mutlak, yani hiçbir bağı, koşulu olmayan, ölçülebilir olmayan, zamanda ve
uzamda olmayan gibi tanımların Tanrı içinde yapıldığı görülmektedir.
Matematikte olanak, gerçeklik ayrımı yoktur. Çünkü sayılar bir şeyin yerini
tutmazlar, tersine onlar kendileridir. Tanrı'nın fiili de kendine aittir.
Raslantı ve olanak fiziksel dünyaya aittir. Tanrı için bu söz konusu değildir.
Öyle anlaşılıyor ki
Wittgenstein ben, dünya arasında kurduğu ilişki de mantık ve matematiği
yüklediği anlam meselenin anlaşılmasında önemli bir noktadır. Ancak yine de
meselenin düğümlendiği nokta mantık, matematik ve Tanrı arasında kurduğu
benzerlik dünyanın dışında olan Tanrı ile benim dünyamda olan Tanrı ayrımı ile
alakalıdır. Benim dünyamda olan Tanrı: Tanrı gibi bilmenin bir yolu olan kesin
bilgi matematikle mümkündür. Bunun ötesinde olan olgusal dünya bir raslantı ve
imkân dünyasıdır. Matematikte raslantıya ve imkâna yer yoktur. Tanrı'nın
bilgisin de raslantı ve imkâna yer yoktur. Matematik yapmak, tanrısal bir
bilgiye sahip olmaktır. Gerek bu görüş gerekse olgusal dünyaya çekilen sınırlar
ve dünyanın anlaşılması konusu, insan bilgisinin olgusal alana özgü olduğunu
belirtmeye yönelik felsefi bir girişimden başka bir şey değildir.
İnsan bilgisinin ait olduğu
dünya olgusal dünyadır. Öyleyse metafizik alanla ilgili olarak insan sadece ne
sorusunu sorabilir. Nedir? Sorusu bir şeyin varlığına yönelik bir sorudur,
fakat o şeyin açıklanmasını isteyen bir nasıl sorusu değildir. Nasıl? Sorusunun
yanıtını veren deneydir. Teolojik konular, burada yer almazlar. Çünkü dile
yansıyanı dil, dile getiremez. Kendisi dilde dile geleni, biz dille dile
getiremeyiz. Ancak önerme, gerçekliğin mantıksal biçimini gösterir. O, onu
işaret eder. [666] Bu
nedenle insan kendi bilgisinin dışında olan Tanrı'nın keyfiyetini bilemez.
Dünyaya öncesiz ve sonrasız bakmak, ona bir bütün -sınırlandırılmış bir bütün
olarak bakmaktır. Dünyayı sınırlandırılmış bir bütün olarak hissetmek, mistik
olan işte budur. [667] Bu
ifadeler, teolojik açıdan oldukça anlamlıdır. Bu nedenle D. Pears, [668]
teolojik konulara karşı gösterilen derin suskunluğa karşın, Tractatus' ta
yapılan ayrımın dinsel kuramı savlama açısından önemli bir içeriğe sahip olduğu
görüşünü benimser. [669]
II. Dilin Sınırları Üstüne Gitmek: Dile
Getirmek
Wittgenstein'ın ikinci
döneminde en belirgin değişme anlam arayışında görülür. Anlamlı olma ile
doğrulamanın özdeş olmadığı düşüncesini öne sürer, ikinci dönemi önemli
farklılıklar içermesine karşın birinci döneminden kopuk değildir. Ancak açık ve
belirgin olan husus şudur ki; doğrulayıcı analiz mantığının bir dereceye kadar
basit ve özel görüşlerini paylaşmaz. Anlama daha geniş bir anlam yükler. Dar
anlamda anlaşılan anlama tepki: anlamı aramayın, daha çok kullanımı araştırın
ifadesiyle somutlaşır. [670] Dil
çoklu bir tarzda kullanılabilir, anlamda bağlama aittir. O halde bir iddianın
anlamını değerlendirmek için katı bir ölçü kullanılamaz. Anlam, hem dilin düz
yüzeylerine hem de düzensiz sınırlarına uyan esnek bir ölçüde aranabilir ki, bu
dilin kullanımıdır, günlük dildir. Her cümle kendi özel bağlamında anlamlıdır.
Çünkü: dilin anlamı kullanımındadır.
Doğrulayıcı analiz mantığının
sınırlarını ve kendi erken dönemindeki anlayışını eleştiren Wittgenstein, dilin
çok çeşitli kullanımlarının bir yüksek ortak Paydası olması gerektiği
doğrultusundaki varsayımından vazgeçer. Her bir çeşit kullanım
öbür çeşitlere, tıpkı aynı aileden insanların yüzleri ya da insanların
oynadıkları oyunlar gibi değişik biçimde birbirine benzediği görüşünü benimser.
Bu nedenle de özel dili çok farklı bir gerçeklik olarak tasvir eder. Ona göre
dilimiz eski bir şehre benzer dar sokakların ve meydanların, eski evlerin ve
yeni evlerin, çeşitli dönemlerde eklenen yapıların oluşturduğu bir labirenttir
ve düz caddeler ve tek biçimli yapılardan oluşmuş pek çok yeni mahalle, bu ana
bölümü kuşatmıştır. [671] Bu
ifadeler fonksiyonel analiz mantığında dilin, tabii bir fenomen olarak
görüldüğünü göstermektedir. Bu nedenle dilin kullanımlarının her hangi birini
dışlamaya hiçbir a priori izin vermez. Çünkü belirli bir cümlenin
doğrulanabildiğini söylemek, anlamı konusunda karar vermek değildir; bu, onu
deneysel tipte bir cümle olarak nitelemektir.
Fonksiyonel analiz dil
araçlarının çokluğunu ve bu araçların kullanımlarının çokluğunu ileri sürerek
doğrulayıcı analiz mantığının temel dayanaklarından birini düşürür. Ad'ın
taşıyıcısı ile adın gösterimi arasında kesin bir ayırım yapar. Adın gerçeklikte
karşılığı olduğu şey- kişi veya nesne - adın taşıyıcısıdır, gösterimi değil.
Adın taşıyıcısı yok olabilir, ama ad gösterimini yitirmez. Dil oyununda ad,
nesneye sanki bir biçimde sahip olur ve objenin varolması son bulunca, onunla
birlikte iş görmüş olan ad gösterimini yitirmez. [672]
Dile yüklediği anlam hem bir karmaşa hem de kendisine sürekli eklenen bir
bütünlüktür. Bu, mantıkî doğrulamanın sınırlarını aşar. Dolayısıyla mantık da
artık diğer dil oyunları gibi bir dil oyunudur. Çünkü bir sözcüğün anlamı onun
dildeki kullanımıdır. [673] Bir
sözü anlamak ise onun nasıl kullanıldığını bilmek, onu uygulayabilmektir. Artık
dil ile gerçeklik arasında uyum aranmaz, aksine böyle bir şey metafizik olarak
tanımlanır.
Fonksiyonel analiz, dilin
günlük hayattaki kullanımında, analitik ve sentetik önermelerin önemini inkâr
etmez; fakat daha çok, doğrulayıcı analizin yabancı veya en azından sürgüne
gönderilmiş unsurlar olarak gördüğü cümleleri, linguistik yurttaşlığa kabul
eder. Doğrulayıcı analizin önemsiz istisnalar arasına koyduğu, dil kullanımları
gerçekte, bu analizin son derece değer verdiği kullanımlar kadar önemlidir.
Wittgenstein, dilin tabii gelişimine vurgu yapar ve dilin sosyal niteliğini,
kullanım ve anlam değişimleri üzerinde durur. Çünkü dilin tabii gelişmesi,
sadece toplumda ve toplumla gerçekleşir. Bir kelimenin özel tanımı, dilin bir
parçası değildir; çünkü tümüyle özel kelimenin tam anlamıyla hiçbir gücü
yoktur. Sağ elimin sol elime yapacağı hediye ne kadar hediye ise özel kelimenin
de o kadar anlamı vardır. Dolaysıyla kelimelerin anlamı yok kullanımları
vardır. Bir olay farklı şekillerde yazılabilir, anlatılabilir ve okunabilir. İşte
bu nedenle, dilin kullanımları çeşitlidir. Linguistik bir olgunun tek genel
ayırt edici özelliği sosyal bir bağlamda oluşması ve bazı pratik sonuçlara
sahip olmasıdır. Dil oyununda dil, meşru pek çok kullanımı olan karmaşık,
sosyal bir üründür. [674]
Wittgenstein'in düşüncesindeki
ayrışma noktası kelimenin anlamı üzerinde gerçekleşir ve der ki:
Kelimeler tek başlarına bir
kelimenin nasıl anlaşıldığını
söylemezler.
Bu ayrım, atomcu bir bakış açısından bütüncül bakış açısına geçişin uğrağıdır.
Doğrulayıcı analizin temel aksiyomu şudur:
Her temel önerme diğer önermelerden bağımsız
olmalıdır. Wittgenstein, buna katılmaz ve der ki:
Deneysel yargının kurallarını
öğrenmekle uygulamalarını da öğrenemeyiz; yargıların diğer başka yargılarla
ilişkilerini nasıl öğrenirsek, uygulamalarını da öylece öğreniriz. Bizim için
akla uygun olan şey yargının bütünüdür. Herhangi bir şeye inanmaya başlarsak,
bu inandığımız şey bir izole önerme değil; fakat bütün bir önermeler
sistemidir. Işık bütüne derece derece yayılır. Bana açık gibi görünen şeyler,
izole aksiyomlar değil, aksine içinde öncüllerin ve sonuçların uyuştukları
karşılıklı bir desteklemedir. [675] Bu
ifadeler gayet açık biçimde belli bir dil sistemi içinde yer alan önermelerin
birbirini karşılıklı olarak desteklediğini anlatmaktadır. Dolaysıyla anılan
bütünlükten koparılmış bir önerme mantıkî olarak doğrulansa bile anlamlı olduğu
anlamına gelmez.
Önermeden, imajdan söz eder
gibi söz etmek, tasavvurun fonksiyonunu abartmaya neden olur. Öyle ki sonuçta
bu abartma, bütün diğer fonksiyonları ve öncelikle bizzat imajların kullanım
biçimini gizler. Oysa bir imajın anlamını, temsil ettiği şeyi anladığımız andan
hareketle aydınlattığımızı hiçbir şey bize önceden garanti etmez. Bir köpek
resmini ele alalım:
Ona derhal, bu bir köpektir,
şeklinde bir göndergesel anlam yüklersek haksızlık ederiz, çünkü bu resim
içinde yer aldığı bağlama göre bir uyan anlamı taşıyabilir. Bu resim, bir köpek
kulübesini, bir köpek fuarına dönük bir yönü veya bir satış teklifini
belirtebilir. Öyleyse içeriği ne olursa olsun bir imaj tasvir etmeye, soru
sormaya, istemeye, uyarmaya yarayabilir. Her imajın tasvirci içeriğini ve
kipsel bileşenini birbirinden ayırmak gerekir. [676] O
zaman imajın gerçek anlamını belirlemek için bu modal boyutu dikkate almak çok
önemlidir, imajların ve tasavvurların dinde oynadıkları rollerden dolayı din
dilinin analizi doğrudan bu farklıklarla ilgilenir.
Doğrulaycı analizin gözettiği
diğer bir husus; karmaşık olanın basit olana indirgenmesidir. Oysa Wittgenstein
bunun göründüğü kadar açık olmadığını söyler. Kusursuz doğruluk için mantıksal
ilkelere uyma zorunluluğu, yani anlamın mutlak belirlenmesi gerekliliği, bir
çeşit belirlilik ve belirsizlik tipini olağan dili yanlış yorumlamak
tehlikesiyle karşı karşıya kalır. Olağan dil belli bir durumda, belirlilik ve
belirsizlik tipine muhtaçtır. Sözgelimi öğleye doğru buluşalım, demek anlaşmak
için yeterlidir. Bundan daha çoğunu istemek, sözgelimi öğleye doğru mu veya
öğleden bir dakika önce mi, diye sormak yersizdir ve bu soru olsa olsa dengesiz
bir mizacı ifade eder. [677] Bir
cümlenin anlamı - denebilir- şüphesiz şunu ya da bunu açık bırakabilir ama
tümcenin yine de kesin bir anlamı olmalı. Belirsiz bir anlam -gerçekte hiç de
bir anlam olmaz, - bu şuna benzer: belirsiz bir sınır gerçekten sınır değildir.
Burada belki şöyle düşünülebilir:
Eğer, adamı odada sıkıca kilit
altında tuttum - yalnızca açık tek bir kapı vardır, dersem - o zaman ben hiç de
onu odaya kilitlemedim; onun kilitli olması bir hiledir. Burada şöyle de
denilebilecektir:
Sen hiçbir şey yapmadın.
İçindeki bir boşluk ile birlikte bir kapatma, hiç kapatmama gibidir
- ancak bu doğru mudur? [678] Bu
soru ile karmaşık olanı tekil ve bütünden koparılmış bir önerme ile anlatmanın
hem anlamı sınırlandırmak hem de anlamı indirgemek olduğu gösterilmektedir.
Anlam arayışında tartışmalar,
diyelim ki matematikçiler arasındaki, bir kurala tabi olunup olunmadığı sorusu
üzerinde patlak vermezler, insanlar, sözgelimi bu konuda yumruklaşmazlar. Bu
bizim dilimizin işleyişinin, sözgelimi tanımlamalar verirken, temellendirdiği
çerçevenin bir parçasıdır. Demek ki siz neyin doğru neyin yanlış olduğuna
insanî uzlaşmanın karar verdiğini söylüyorsunuz, insanların doğru ve yanlış
dediği şey budur; ve onlar kullandıkları dilde uzlaşırlar. Bu, kanılarda değil
yaşam biçiminde uzlaşmadır. Eğer bir dilin iletişim aracı olması gerekiyorsa
yalnızca tanımlarda değil aynı zamanda yargılarda da uzlaşma olmalıdır. Bu,
mantığı feshediyor görünüyor ama böyle yapmaz. Ölçüm yöntemlerini tanımlamak
bir şey, ölçüm sonuçlarını almak ve belirlemek başka bir şeydir. Ama bizim
ölçme dediğimiz şey kısmen ölçüm sonuçlarındaki belirli bir değişmezlik
tarafından belirlenir. [679]
Eğer dilimizin mantığı basitçe
gerçek-fonksiyonel mantık değilse nedir? Her hangi bir kişi fonksiyonel analizi
bu sorulara bir cevap serisi görebilir ki bu yaklaşım, mantık ve matematiğin,
kendi kendine yeten sistematik formel modellerinden uzaklaşmayı ve insan
pratiğinin arkaplanında gömülü olan bir oyunun modeline, aktivetisine doğru
yönelmeyi benimser. Aynı zamanda fonksiyonel analiz mantığı, kesin anahtar
paradigmalarına ve bir resim veya hesap gibi dilin bilgisini içeren doğrulayıcı
analizin metaforlarına olan güveni sarsar. David G. Stern'in [680]
deyişiyle fonksiyonel analiz mantığı, kuralların formel sistemi olan dil
anlayışından kuralların hükmünün paylaşılan pratiklerin arkaplanına dayandığı
görüşüne kayar ve sözcükleri fiilen özgün yerlerinde kullanmaya ve kuralına
göre oyun oynamaya çağırmaktadır.
Bir alet kutusundaki aletleri
düşünün, bir çekiç, kerpeten, bir testere, bir tornavida, bir cetvel, bir
tutkal kutusu, tutkal, çiviler ve vidalar, işte sözcüklerin işlevleri, bu
nesnelerin işlevleri kadardır-her iki durumda benzerlikler vardır. Şüphesiz
aklımızı karıştıran şey, konuşulurken duyduğumuz ya da el yazısı ve baskıda karşılaştığımızda
sözcüklerin aynı tarzda görünüşlerdir. Zira onların uygulanmaları bize çok açık
gösterilmez. Özellikle de felsefe yaparken [681] Dil
eski ve yeni evlerden oluşan labirent ve aynı zamanda buna eklenen unsurlardır,
öyleyse anlam oldukça karmaşık dil oyunlarının içindedir. Dil oyununun
araştırılması, konuşma türüyle ilgili farklı ifadelerin nasıl ve ne zaman, yani
hangi ortamlarda ve hangi cümlelere ve durumlara cevap olarak ifade edildiğinin
araştırılması anlamına gelir. Öyleyse felsefi problemler dil tatile çıktığı
zaman ortaya çıkar.
Sözlerin neyi imlediklerini
göstermesi gereken şey, sahip oldukları kullanım türüdür. Dilin kullanım türüne
göre anlam belirlenir. Bu sözcük bu yu imler, ifadesi bu tanımın bir
parçasıdır. Sözgelimi döşeme taşı sözcüğünün, aslında bir tuğla dediğimiz
yapı taşının şekline gönderme yaptığı yanlış düşüncesini kaldırma söz konusu
olduğunda yapılacaktır. Ancak bunun bir gönderim türü olduğu bilinir. Dolayısıyla
sözcüklerin kullanımlarının tanımlarını bu şekilde özümseme, kullanımların
kendilerini artık birbirine benzer kılmaz, zira gördüğümüz gibi onlar tümüyle
farklıdırlar. Aklımızı karıştıran şey sözcüklerin aynı tarzda görünüşlerdir.
Zira onların uygulanmaları bize çok açık gösterilmez, özellikle de felsefe
yaparken. [682]
Wittgenstein, kendisine şöyle
bir eleştiri yöneltir; her tür dil oyunundan söz ediyorsun ama bir dil oyununun
ve dolayısıyla da dilin özünün ne olduğunu, tüm bu etkinliklerde ortak olanının
ne olduğunu ve neyin onları dil ya da dilin parçaları haline getirdiğini hiçbir
yerde söylemiyorsun. Böylece önermelerin genel biçimi ile dilin genel biçimine
ilişkin bölümü atlıyorsun. Bu eleştiriyi şöyle açıklar; bu doğrudur - dil
dediğimiz her şeye ortak olan bir şey üretmek yerine bu görüngülerin, hepsi
için aynı sözcüğü kullanmamızı sağlayan tek bir şeyin olmadığını, - ama onların
birbiriyle çok farklı şekillerde bağıntılı olduklarını söylüyorum. Ve bu
bağıntı veya bağıntılar nedeniyle onların hepsine dil deriz. [683]
Fakat dilin kendi dışında bir temeli yoktur. O akla ne uygundur ne de
aykırıdır.
Bu bilgiyi verdikten sonra dil
oyununu farklı oyunlara atıf yaparak açıklar. Fonksiyonel analiz mantığına göre
dil oyunu dil ile dilin örüldüğü eylemlerden oluşan bütündür. Dil oyunları, her
biri özgün grameri belirlemeye yarayan bir hayat formuna bağlıdır. [684] Dil
oyunu normal durumda bir sıra dilsel ifadeden oluşur ve çoğunlukla bu ifadelere
başka eylemler eşlik eder. Eğer ona bir eylem eşlik etmiyorsa ve eğer o bir
buyruk değilse bir dil oyunu olmaz. Dil oyunu dilin bütününün parçaları değil,
tersine kendi içinde kapalı antlaşma sistemleri olarak basit dillerdir. En
basit dil oyunu iki kişi arasında kullanılan dildir. Sözgelimi usta-çırak
ilişkisi böyledir. Usta tuğla diye bağırdığı zaman çırak hemen tuğlayı ustaya
getirir. Çünkü bunun bana bir tuğla getir anlamında olduğunu bilir. Her dil
oyunun kendi bütünsel anlam yapısı içinde bir kuralı vardır. [685] O
kuralı öğrenmek oyuna katılmak anlamına gelir. Aksi takdirde oyun dışı
kalırsınız. Yani anlam avuçlarımızdan akıp gider. Anlam, bağlamın
belirlenmesindedir.
Dil oyununu ve farklı dil
oyunlarını şöyle açıklar; Sözgelimi, oyunlar dediğimiz işlemleri ele alın.
Tahta oyunlarını, kart oyunlarını, top oyunlarını, olimpiyat oyunlarını ve
benzerlerini kastediyorum. Bunların hepsinde ortak olan nedir?
Şunu demeyini ortak bir şeyin
olması gerekir yoksa onlara oyunlar denmez.
“Ancak onlarda ortak bir şeyin
olup olmadığına bakın ve görün.
“Zira eğer onlara bakarsanız
hepsinde ortak olan bir şeyi görmeyeceksiniz ama benzerlikleri, bağıntıları ve
onların bütün bir dizisini göreceksiniz. Yinelersek; düşünme, ama bak!
“Sözgelimi, tavlaya, satranç
türü tahta oyunlarına, onların çeşitli bağlantılarına bak. Şimdi kart oyunlarına
geç; burada ilk gruptaki ile birçok arşılıklar bulursun ama pek çok ortak
özellik kaybolur, başkaları ortaya çıkar. Top oyunlarına geçtiğimizde bir çok
ortak şey kalsa da pek çoğu kaybolur. Bu ırdelernenin sonucu şudur:
Biz, üst üste gelen ve çapraz
hatlar çizen benzerliklerin
karmaşık
bir ağını görürüz:
Bazen kapsayıcı benzerlikler,
bazen ayrrıtının benzerlikleri. Bu benzerlikleri nitelendirmek için aile
benzerliklerinden daha iyi bir ifade düşünemiyorum. O halde oyunlar bir aile
oluşturur. [686]
Dil oyunları, farklı oyunlara
atıf yapılarak gösterilmekte, farklı oyunlarda bulunan ortak özellikler veya
bir ortak özellik değil, benzer özellikler söz konusudur. Oyunların bu
benzerliklerini aile benzerlikleri olarak adlandırır. Dildeki oyunların ne
sının ne miktarı bellidir. Öyleyse farklı oyunlardaki kartların oyun türüne
göre amacı ve rolü değiştiği gibi ifadenin de amacı ve rolü de değişik
olacaktır Ancak kesinliğin çeşidi, dil oyunun çeşididir. [687] Bu
analojileri dil oyununa taşırsak sonuçta şu ortaya çıkar; bir ifadenin etkin
anlamı üzerinde en iyi bilgilenme tarzı, kendimizi dilin etkin kullanımının
kılavuzluğuna bırakmaktır.
Bir insanı rahatlamayı ve
üzmeyi teşkil eden aktiviteler, kelimeler, yüz ifadeleri ve jestler
Wittgenstein'in yaşam formları adlandırdığı şeye uygun düşmektedir. Dil oyunu
terimi, dil oyunu bilgisiyle bağlantılıdır. Dilin konuşulması bir çeşit eylem,
bir eylemin parçası ve yaşamın formudur. Her hangi bir bağlamı anlamak
istiyorsak bu bağlam için kullanılan kelimeleri saran doğal ifadeleri,
eylemleri, insan davranışlarının amacını anlamalıyız. [688]
Dolaysıyla hayat formu, bütün sosyal ve kültürel, kişiler arası yaşama dayanan
eylemlerle iç içedir. Gerçeklik ve hakikat olarak anladığımız şey insan ve
dille çok yakından ilgilidir ve bu insan hayatının bütün alanları ile
bağlantılıdır. Bu nedenle bir dili düşünmek bir yaşam biçimini düşünmek
anlamına gelir. Kelimeler ancak yaşam ve düşüncenin içinde bir anlama sahiptir.
Dolayısıyla etkin biçimde kullanılan dil gerçeği, araştırmanın istediği
şekilde, önermenin genel formunu tek bir modele indirgemeye izin vermez. Hangi tür
objenin nasıl bir şey olduğunu bize gramer söyler. Teoloji de gramer gibidir.
Bu bağlamda, yani bir kural
izleme durumu gibi bir eylemin apaçık tanımını vermesi mümkün olan arka-planı
bir taraftan bizim pratiklerimiz ve hayatın formları, diğer taraftan bu
pratiklere dayanan doğanın gerçekleri yapılandırır. Çünkü miras edinilmiş bir
arkaplan yetenekleri, alışkanlıkları ve gelenekleri kapsar, bir teoride bütün
ayrıntıları açıklayamaz. Kural izlemenin sosyal ve tabii bağlamına yapılan
vurgu Wittgenstein'in bir pratik olarak sonraki dil anlayışının özelliğidir. [689]
Wittgenstein'in geç dönemdeki çözümlemeleri açısından meseleye bakıldığında her
şey kendi dil oyunu içinde anlama sahiptir, ifadesiyle dini ifadelerin kendi
içinde anlamlı oldukları sonucunu çıkarabiliriz. Dil oyununa yüklediği anlam:
söyleneyen ve gösterilemeyen ayrımını ortadan kaldırır. Bu durumda dini
ifadelerde aynı şekilde dil oyunu içinde bir anlama sahip olacaktır. Böylece
dini önermeler kendisinden söz edilmeyip sadece gösterilen değil, aksine hem
gösterilebilen hem de bir anlama sahip olan konuma kavuşacaktır. Zira dil
bilgisi olarak teoloji; dilbilgisi her hangi bir şeyin ne tür bir nesne
olduğunu söyler. [690] Din
alanının dilbilgisini, dil oyununu bilirseniz onu anlarsınız. Elbette ki böyle bir
çıkarım; dinin içinde olmayı ve o dil oyununa ait kuralların içinden bakmayı gerektirir.
Doalayısıyla teolojik konular, doğrudan doğruya dünyayı aşma isteği ile dile
getirilebilir.
Öyle görünüyor ki fonksiyonel
analiz mantığı kartezyen zihniyetin bilgi kuramsal yalnızlığından kendini yavaş
yavaş uzak tutarak dünyanın epistemik otoritesini aydınlatmaya çalışmaktadır.
Bu, hayatın verimli kümelerinin felsefi indirgenemezliği fonksiyonel analiz
tarafından tedrici olarak kabul edilmesi ve belli tanımlama üzerine olan
girişimleri için bir temel olmasının sonucudur. Ilımlı postmodern yörünge
fonksiyonel analiz mantığı içinde gelişen bu temaları kabul eder. Böylece
tarihi gerçekliğin radikalliği, anlamanın yapı sökümü ve düşüncenin düselliği
ılımlı postmodernlere göre önemli temalardır. Çünkü bir dil oyunundan söz
etmek, bir hayat aktivitesinin ve bir hayat formunun parçası olan dili
konuşmaktır. [691]
Wittgenstein, teolojik
önermelerin tabii imkânları dile getirmediği görüşünü sürdürmekle birlikte,
bunların anlamlarının insan yaşamı içinde kavranacağını düşünür. Teolojik dile
karşı tutumu şu sözlerinde netleşir; teolojinin esası, onun şeylerle ilgili
araştırmalarla kavramsal araştırmalar arasındaki ayrımı karıştırması. Teolojik
soru; daima, sorun kavramsal bir sorun olmasına karşın, şeyle ilgili bir sorun
gibi görünür. Sözgelimi dünya kötüdür gibi bir cümleyi dünya yuvarlaktır
cümlesi gibi görüp, birincisindeki dünya kavramını ikincisindeki gibi bir nesne
olarak sanmak. Ya da eğer dünyanın içindeki olguların yanında, onlardan başka,
olgu olmayan şeylerinde olduğunu kabul etseydik, bunlar üstüne olan
deneyimlerimizin bunların birer resmi olduğunu, yani onların anlamlı cümle
olduğunu kabul edecek, böylece teoloji yapmış olacaktık. Bu şuna benzer:
İyi yararlıdır, cümlesindeki
iyi kavramını portakal yararlıdır gibi bir şey görmek. [692]
Ancak bir kişinin ölümünden sonra yaşadığı ve Tanrı tarafından yargılanacağı
önermesi, bunların yaşam içindeki yeri açısından kavranılabilir. İkisi
arasındaki sınırların karıştırılması karşılıklı olarak bir indirgenme ile
sonuçlanır.
Dinin grameri, özgün bir mantık
teşkil eder. Ahirete inanmanın anlamı nedir? Diğer bir deyişle söz konusu
tasavvurun içeriği nedir? Sorusu akla uygun bir sorudur; fakat daha ziyade
hangi andan hareketle ve hangi şartlarda bu inanç dini bir iman olur sorusu da
akla uygundur. Ahiret gününe inancın yarın yağmur yağacağına dair inançtan
tamamıyla farklı bir statüsü vardır. Sonuç olarak dini inancın orijinalliği
psikolojist kriterlere dayandırılması olmamalıdır. Fonksiyonel çözümlemeye göre
iman bir haykırma ve ruh hali de değildir. Bir imanın gücü, onu bir acının
yoğunluğuyla karşılaştırmaya izin vermez. Dini imanın orijinalliği sonuçta,
sırf gramatik kriterlere dayanmalıdır. Yarın yağmur yağacağına inanıyorum diyen
kişinin karşısında şöyle diyebilirim:
Belki evet, belki hayır. Fakat,
kıyamette Tanrı zalimi mazlumdan ayıracak diyen kişiye aynı şekilde tepki
gösteremem. Çünkü dini imanın grameri belkinin ve muhtemelin nötr durumuyla
bağdaşamaz. [693]
Yine buna bağlı olarak dini ifadeler yağmur yağıyor ve yağmıyor şeklinde
de açıklanamaz. Dini ifadelerin anlamı, biri diğerinin hayırlanmasıyla elde
edilemez.
Wittgenstein imanın özel
olduğunu düşünür. N. Soykan'ın aktardığına göre o şöyle der:
"Sen Tanrı'yı, o bir
başkasına söz söylerken işitemezsin; tersine eğer sen, kendisine konuşulansan
işitebilirsin. Bu, bir dilbilgisel düşüncedir." Yoksa bu bir tür Tanrı inancı
temellendirmesi değildir. Çünkü Tanrı inancı kişiye özgüdür. Yani başvuru bir
başkasına değil, ilahi sözün kendisine olmalıdır. Ona göre din bir başkasına
açıklanamaz. Din açıklanarak değil, aynı matematikte olduğu gibi yapmakla
öğrenilir. Çünkü matematik işaretleri bir şeyin simgesi değildir. Onlar bir
şeyi göstermez, betimler. Tanrı sözcüğü de öyle. O bir şeyi göstermiyor. Onun
gösterdiği, adı olduğu bir şey, insan, kendisine gösterilmediği halde bu
kavramı kullanır ve anlar. [694]
Öyle anlaşılıyor ki Wittgenstein fideist, imancı bir anlayışı benimsemektedir.
Ancak bu anlayış, kişinin dini metinlerden herkese açıklanan ve anlatılan bir
imancılığı değil, kişinin kendine özgü, öznel ve mistik bir imancılıktır.
Tanrı her şeyi bilir, O'nun
dediği iyidir ve O'nun dediği kesindir. Dini anlamak din dili oyununa
katılmaktır. Oyuna katılmak ise din dilini bilmekle mümkündür. Dini, kendi dil
oyunu dışında her hangi bir dil oyunu ile anlamak mümkün değildir. Dini iman
gramatik kriterlere dayanmalıdır, çünkü dini imanın dili belki ve muhtemeli
dışlar. Buradan çıkan sonuç dinin dili farklı bir dil oyunudur. Ancak din
dilinde sık sık mecazlar kullanıldığı halde Wittgenstein mecazın bir olay
betimlemesi olduğunu benimser. Fakat böyle düşünüp ve mecazın arkasındaki duran
olayı dile getirdiğimizde katıksız bir saçmalığa düşeriz. Kaldı ki mecaz,
konuşmama çaresizliği karşısında bir iğreti konuşma denemesidir. [695]
Aşkın alana ilişkin dini ifadelerin bir çoğunu mecaz olarak değil de, bir
tanımlama olarak aldığımız da, dini farklı bir moda indirgeyerek açıklamamız
gerekir. Bu olsa olsa mitsel evrenin dilini, olgu diline çevirme gibi bir
indirgeme ile sonuçlanır.
Fonksiyonel analiz mantığı, din
dilinin daha başka boyutları olduğunu göstermesi bakımından son derece yararlı
olmuştur. Her şeyden önce bu yaklaşım din dilinin çok çeşitli fonksiyonları
olduğunu, ifadelerin boşlukta bulunmadığını göstermiş, onların anlamlarını
belli bazı maksatlar için kullanılmalarından dolayı kazandıkları olgusuna
dikkat çekmiştir. Bu görüş, doğrulayıcı analizcilerin ifadeleri, niçin, nerede
ve kim tarafından kullanıldığına bakmaksızın, olgusal ve değer bildiren
ifadeler şeklindeki sınıflandırmalarının yetersiz ve yanlış olduğunu ortaya
koymuştur. [696]
Anlam vermeyi göstermek için kullanımdan hareket etmek ve nesnelerin statüsünü
belirlemek için dil oyunlarını düzenleyen derin grameri göz önünde bulundurmak,
açıkça dil oyunlarının analizi için değerlidir. Çünkü anlam bir temsil
fonksiyonu değil, bir kullanım fonksiyonu olarak anlaşılmaktadır.
Yukarıda sunduğumuz veriler
çerçevesinde dile getirme anlayışının teolojik dile etkisinden şöyle söz
edebiliriz;
1.
Bir ifadenin anlamını onun kullanışından elde etmemiz dini ifadelerin anlamını,
bunların nerede, ne zaman ve hangi amaçla kullanıldıklarını bilmekle edilir.
Dil bir mantık temeline dayanmaz, çünkü böyle bir form yoktur. Dini bir iddia
olgusal bir varsayımda değildir. Düşünce ve eylemimizi başka türlü etkileyen
bir şeydir. Dini bir önermenin anlamı, doğru olması durumunda neler olmuş
olacağının bir fonksiyonu değil, ona bağlananların yaşamlarında yaptığı
değişikliğin fonksiyonudur. Bilimsel inançlardan farklı olarak dinsel inançlar
varsayım değildir, kanıtlar üzerine dayandırılmazlar ve az ya da çok olası
olarak değerlendirilemezler. Dolayısıyla din ile bilim ne örtüşür ne de
çatışır. [697]
Öyleyse dini terim ve ifadelerin mantığını belirlemek onların fiili
kullanılışlarını kabul etmekten ibarettir. Öyleyse dini ifadelerini anlamını
elde etmek için onların kullanılışına ve bağlamına bakmak gerekir. Her dil
oyunu kendine özgü olan evrende ve kendi bağlamında anlamlıdır. O takdirde
dinin düşünürlülüğü harici kriterlere değil; fakat kendine özgü kriterlere bağlı
olur.
2. Dile
getirme anlayışından yararlanan D.Z. Philips [698] din
dilinin özel bir dil olduğunu savunur ve der ki; dil hakkında yanlış anlama,
Tanrı hakkında ya da Tanrı için bir şeyler söylemenin anlamı hakkında da yanlış
anlamlara neden olur. Bu nedenle dini inancın kendine özgü bir dil oyunu
vardır. Başka dil oyunu ve anlam düzlemleriyle hiçbir kesişim alanı bulunmayan,
onlardan soyutlanmış ve kendi kendine yeterli bir anlam referansına sahiptir.
Bunun tersini savunmak ona göre, dini doğruların başka anlam düzlemlerine
dayanarak ispat edileceğini savunmak olur ki dine asıl ters düşecek yaklaşım
budur. Dini ifade ve iddiaların başka dil oyunlarında kullanılan ifadelerle
çelişiklik göstermesi diye bir şey olamaz.
Dinin kendi içinden anlamanın
gerekli olduğunu savunan D. Z. Philips sözlerini şöyle sürdürür; dini dil oyunu
başka herhangi bir dil oyunuyla mantıksal hiçbir bağlantısı bulunmayan, dindar
kişilerin kendilerini kaptırdığı bir faaliyettir. Bir filozof diyebilir ki Tanrı
yoktur, buna karşı mu'minde der ki:
Önce bir hikaye uyduruyorsun ve
buna dayanarak eleştiri yapıyorsun. Senin varlığını inkâr ettiğin Tanrı benim
inandığım Tanrı değil. Bir başka filozof da der ki:
Din anlamsızdır. Buna kaşı bir
başka dindar kişi buna şöyle diyebilir:
Tanrı söz konusu olunca
varolmak, sevgi, irade gibi kelimeler belirli dini olmayan metinlerde
geçtikleri anlamlara gelmezler. Sen buradan yola çıkarak dini önermelerin
anlamsız olduğuna karar veriyorsun. Gerçek şu ki, sen, dinin sahip olduğu
anlamı, anlamayı başaramıyorsun. Niçin pek çok felsefeci ile dindar arasında
iletişim eksikliği var? Bunun en önemli sebebi:
Tanrı'nın varlığına inanmayan
pek çok felsefeci Tanrı vardır demenin ne anlama geldiğini bildiklerini
farzediyorlar.[699] Din
kavranılabilecek bir şeyse rasyonel olmalıdır tezi de bu yaklaşım açısından
sorunlu görülmektedir. Philips der ki:
Rasyonel ile irrasyonel
arasındaki fark, kesinlikle, her hangi birisinin anlamını açıklayan beyanda yer
almalıdır. Fakat bu, söylemin tüm modlarının uyum sağladığı rasyonel bir
paradigmanın varolduğu anlamına gelmez. Din felsefesine zorunlu bir giriş;
rasyonalitenin kriterlerinin farklı olduğunu göstermektir. Her bağlamda aynı
anlama gelmeyen, gerçekle gerçek olmayan arasındaki farkı göstermektir. Eğer bu
açıklanırsa, bir kişi uzun bir süre Tanrı'nın gerçekliğini varlıklar içinde bir
varlık, objeler içinde bir obje olarak
yorumlamayı
istemeyecektir.[700] Wittgenstein'ın
görüşlerini teolojik alana taşıyan Philips'in savunduğu şey kelimenin tam
anlamıyla fideizmdir.[701]
III. Susma ve Dile Getirme Mantığının
Teolojik Açıdan İçerdiği Sorunlar
A.
Susma Mantığının yol açtığı teolojik sorunları söyle dile getirebiliriz;
1. Nesneler
ve olgular için kurulan önermelerin gerçek olduğu savını ileri süren atomist ve
deneyci pozitivist dil anlayışı, Tanrı hakkındaki önermelerimizin olgusal bir
gerçekliğe gönderme yapmadığını ileri sürerek ya din hakkında susmayı ya da
dini öznenin mistik bilincine indirgemeyi tercih etmiştir. Türkiye merkezli
tartışmalarda aydınlarımızın dini, vicdani bir fenomen olarak görmesi ya da din
denince salt mistik ritüelleri hatırlaması bu tür bir yaklaşımın sonucu olarak
görülebilir.
2.
Felsefenin konusunun, dilin mantıkî analizi ile eşitlenmesi, kesin bilgiye
ulaşmanın ölçütü olarak deneyin-gozlemin temel alınması ve doğru bilginin elde
edilmesinde deney ve gözlemi nihai kriter olarak kullanan aydınlarımızın genel
kanaatini yansıtan deneyimlerimizi ve fenomen dünyasını aşan bir bilginin
mümkün olmadığı şeklindeki yargılan, din karşıtı düşüncenin moda deyimi
olmuştur. Üstelik bu, böyle bir anlayışı eleştirmek bilim karşıtı pozisyona
düşmek olduğundan etkili bir sindirme işlevi görür. Çünkü bilgi denildiğinde
bunun olgusal dünyaya ait bilimsel bilgi olduğu anlaşılır. Dolayısıyla felsefi
ve ideolojik geçerliliği olan bilgi: dünyanın içinde olan bilgidir. Bu da
mantıktır, matematiktir ve benzerleri.
3.
Bu bilimsel dogmatizim salt dini bilimsel bilginin dışında görmeyi değil, aynı
zamanda bilimi ve aklın düzenlediği kamusal alanın her türlü değerden bağımsız görülmesi
gerekliliğine yol açmıştır. Öyle ki bilime ve kamusal alana ilişkin her hangi
bir kültürel değer atfı bilime, akla ve hatta modernliğe karşı bir saldırı
olarak algılanmaktadır.
4. Bilimin
ötesinde hiçbir anlamlı ve geçerli bilgi olmadığı anlayışı, tersinden dinin
ancak bilimsel önermelerin diline dönüştürülerek varolabileceği anlayışını da
beraberinde getirmiştir. Hatta din-bilim arasında bir çatışmanın olmadığı ileri
sürülürken, bir taraftan bilimsel bilginin meşruluğuna dinsel bir dayanak
sağlanıyor, bir taraftan da dinin ancak bilimsel önermelerle konuşabileceği ön
yargısı açığa vurulmuş oluyor. Unutulan ise hem aydın hem de ilahiyatçılar
açısından bilim ve bilimsel bilginin sosyal ve etik sorunlarının tartışılmadan
kutsanmasıdır.
B.
Dile getirme mantığının yol açtığı telolojik sorunlara gelince;
1.
Teolojik konular açıklanan ve iletilen değil, dile getirilendir. Dile getirme
ile sınırlanan teoloji; orada bir yerde duran, tartışılmayan, bilginin konusu
yapılmayan, kişiye özel bir yerde duran öznel bir şeydir. Çünkü bunlar bir
başkasına açıklanamazlar. Bu her dil oyununu ve farklı din dili oyunlarını eşit
gören bir anlayıştır. Ölçülemezliği öngörür. Dini dil oyunları denildiği gibi,
bilimsel düşünce sitemlerinde olduğu gibi, her hangi bir görüşü desteklemek
veya çürütmek iiçn kullanılabilecek çeşitli doğrulama kıstaslarına sahip
değildir. Ancak din; dilin
formların
hayatın formları esasına bağlı olarak bir hayat ve dil formudur. Ne var dini
söylemi ancak içeriden inceleyebiliriz; bunlara dış anlam ve doğruluk kıstaslarını
uygulamamız mümkün değildir.
2.
Dini dile getirmeden ibaret görme mantığı, dini ifadeleri başka bir anlam
Hüzeyine kaydırmakla sonuçlanır. Bilginin konusu olmaktan çıkarılan bir inancın eleştirilme
şansı yoktur. Statik bir iman anlayışı kısa sürede iç dinamiğini yitirir ve
rihi alanın etkin ufkunda geçerli olan bir düşüncenin diline dönüşür. Diğer bir
Heviste dini anlamayı lafzi çözümlemeye indirger. Üstelik Tanrı'nın
gerçekliğini her hangi bir dil gerçekliği gibi anlamak ve Tanrı hakkında
konuşmayı bir şeye işaret eden dil olarak değerlendirmek sorunludur. Tanrı
vardır, Tanrı adildir gibi ifadeler bir inancın dile getirilmesinden ibaret
kalmaktadır. Oysa din dilini kullanan teistler, alemi Tanrı'nın yarattığı
şeklindeki bir tasdiki O'nun varlığını öngören kesin bir önerme olarak
görürler. Tanrı vardır ifadesi sadece bir dile getirme değil, Tanrı'nın
varlığını tasdik etmektir.
3. Her
hangi bir alanda dil oyunları ilk olgu teşkil eder. Bu ilk olgu saygıya
layıktır ve ne olursa olsun o, diğer durumlardan ödünç alınmış aklilik
kriterlerine göre değerlendirilmemelidir. İmanın inandırıcılığını savunma, bir
ifadeyi, kendine özgü bir tarzda tabii alanının dışına nakleder ve imancılığı
onaylar. Wittgenstein'ın kesinlik üzerine adlı eserinin bazı aforizmaları, bu
izlenimi destekler niteliktedir. Nitekim o şöyle der:
Güçlük, inançlarımızın temelden
yoksun olduğunun farkına varmaktır. Temellendirilmiş inancın temelinde,
temellendirilmeyen inanç vardır. [702]
Dini gramatiğin dışında imanın temeli olmadığını dile getiren dile getirme
mantığı hakkımız olan kesinlik cinsinin, temellendirmemiz gereken dil oyununa
bağlı olduğunu da eşit derecede kabul eder. [703]
Dini rasyonel bir temele bağlamanın sorunlu olduğu ileri sürülebilir. Çünkü bu
anlayışa göre bir şeyi kabul etmek için, onun doğru olduğunun düşünülmesini
sağlayacak kesin ve uygun temele sahip olunması gerekir. Fakat bu, bir şeyin
bir diğerine göre daha iyi olduğunu söylemenin ve bunu insanlara iletmenin
mümkün olmadığı anlamına gelmez.
4.
Din dilinin dini hayatla birleşmiş ayrı bir dil oyunu, bir özel durum dili
olduğunu öngören dile getirme mantığı, dinin herkese açık bir dil olmadığını
kabul eder ve rasyonel açıdan eleştirilmesini önler. Din dilini anlamak için
onun ait olduğu hayat tarzının içerden tanınması ve yaşanması gerektiği önemli
bir etkendir. Fakat anlamayı belli bir hayat formunun içinde olmaya bağlamak
her hangi bir dini hayatın dışında kalanlar için, o dinin kapalı olduğu
anlamına gelir. Bu kelimenin anlamıyla anlamın ve anlamanın özel olması
demektir. Oysa bir inancın temel esaslarını ve varsayımlarını anlamak o inancın
dil alanına nüfuz etmeyi sağlayabilir. Farklı" dinler üzerine yapılan
incelemelerin varlığı, din değiştirmelerin yaşandığı düşünülürse, bu görüşün
aşırı olduğu söylenebilir. Bu durumda ilahi kitapların belli bir dille bütün
insanlığa hitap etmesi anlamsız olur. Üstelik böyle bir yaklaşım her hangi bir
dille inzal edilmiş bir dinin sadece o dili konuşanlara açık olduğu anlamını
taşır.
5.
Dile getirme anlayışının önerdiği görecilik ve skeptizim her inancın kendine
özgü ve kendi haritasına uygun düşen durumu meşrulaştırır. Farklı inançları ve
yorumları eşitler. Birinin diğerine göre daha iyi olduğunu sunduğu
belirleyiciler açısından imkânsız kılar. Bu yaklaşım, modernitenin eleştirisini
yapan bir çok postmodernistin dil oyunu altında ürettiği belirsizliğin ve son
zamanlarda tartışılan postmodern teolojinin felsefi köklerinden birisidir. Öznelliğe ve
farklılıklara yapılan vurgu, sofistik ve nihilist dilin modern versiyonu olarak
tezahür etmekte ve bilgi bilinmezliğin gizemli dünyasında buharlaşıp
gitmektedir. Anlamı retoriğe feda eden bu dil için önemli olan ileri sürülen
argümanlar değil, önemli olan ifadeleri, edebi motiflerle tezyin etmektir. Ne
söylersen gider, ne söylersen müşterisi bulunur şeklindeki anlayış, kapitalist
kültürel mantığın bir uzantısı olarak ne üretirsen müşterisi bulunur
anlayışının uzantısıdır.
6.
Yine bu anlayışa göre akıl varsayımlara bağlıdır. Akıl belli bir dil oyunu
içinde oluşur ve kendine özgü anlam evreni içinden konuşur. Her şey bir
başvurudan ibarettir. Her şey başvuru çerçevemize bağlı olduğunda ve çerçeve
hakkında bir sınama ya da uslamlama yolu olmadığında, gerçeklik hakkındaki en
temel inançlarımızın, keyfi bir başlangıç noktası olacaktır. Tabii bir bilim
yapmadığımızı söyleyen Wittgenstein her şeyin bir meşrulaştırma olduğunu en
azından ima etmektedir. Temellendirmeci epistemolojiye karşı olan bu felsefi
açıklama, postmodern teolojinin felsefi köklerinden bir diğeridir. Bilginin
iletişim eylem biçimleri arasında bir meşrulaştırma aracı olarak görülmesi son
dönem felsefi tartışmaların merkezinde yer alır.
7. Geleneksel
teolojik düşüncede dilin kullanımı ve farklı kullanım biçimleri, menat ve siyak
ve sibak gibi lisanı formlar, anlamı elde etmenin kriterleri fonksiyonel analiz
mantığının belirgin hususiyetleri olan anlam kullanımdadır ve anlamı belirleyen
bağlamdır görüşlerinden oldukça farklıdır. İkisi arasında bir irtibat kurmak
epistemolojik açıdan mümkün değildir. Çünkü geleneksel düşüncede lafiz-mana
ilişkisi ve lafzın manaya delaleti söz konusudur. Kelime anlamını bağlamından
alır. Oysa fonksiyonel analiz mantığına göre anlamı belirleyen bağlamdır. Bu
anlamda bağlamın alanı daha geniştir. Geleneksel teolojik epistemoloji
evrenselcidir. Yani bilginin ve doğrunun sınanmasını sağlayan evrensel
kriterlerin varlığını kabul eder. Oysa fonksiyonel analiz mantığında bilginin
ve doğrunun sınanmasını sağlayan evrensel kriterler yoktur. Bu çok açık olarak
fonksiyonel analiz mantığının göreceli epistemeye dayandığını gösterir.
8. Din
dilinin de bir oyun olduğu görüşünü dini ifadelere uyguladığımız zaman bir çok
şeyi açıklamada zorlanırız. Sözgelimi "Allah
gökleri ve yeri hak ile yarattı. O, onların ortak koştuklarından yücedir."
[704] dediğimizde
bu ifadeyi olgusal içeriğinden
soyutlayıp sadece bir anlam bildirimi şeklinde anladığımızda, aslında Allah'ın
gökleri ve yeri yaratmadı, fakat din dili içinde öyle sunuldu anlamına gelir.
Veya daha açıklayıcı olan şu misali verebiliriz:
"O, insanı alaktan (embriyodan) yarattı." [705]
eğer bunu bir dil oyunu olarak görürsek, burada kan pıhtısı olgusunu nasıl izah
edeceğiz? Bu ifade olgusal içerik vermiyor mu? Eğer veriyorsa bu ifadenin bir
gerçekliği ilettiğini kabul etmemiz gerekir. Yok eğer bu ifadeyi bir dil oyunu
içinde düşünürsek aslında öyle değil de, dil oyunu içinde öyle sunuldu demiş
oluruz. Böyle bir yaklaşım, dini, insani ilişkiler bağlantısında
gerçekleşen kollektif bir fenomen ve barış, sevgi ve yardımlaşma gibi tutumlara
indirgemiş olur. Kur'ân bir fizik, hukuk kitabı değildir, ama gerek tabii
olgular gerekse kültürel olgular hakkında bir şeyler söylüyor. En azından inzal
döneminin olgusal durumunu dikkate almamız gerekir. Bir şey söylemediğine dair
iddia Kur'ân'ın içini boşaltmak anlamına gelir. Çünkü böyle bir okuma Kur'ânî
ifadeleri salt bir dil bildirisi olarak görmekle sonuçlanır. Fakat daha da
üzücü olan husus:
Bu okuma biçimi, ülkemizde
rasyonalite adı altında yapılmaktadır. Çelişkilerin kabalığı karşısında
entelektüel edebe uygun olan davranış, susmaktır.
9. Bilimsel bilgi alanında olması gereken, en
azından diğerine göre daha anlamlı olan şu hususun tercih edilmesi mümkündür.
Evet, belki açıklık, seçildik ve tutarlılık gerçeğin ölçütleri değildir. Ancak
bunların tersi yalan ve saptırmanın kurucu sudurlar. Bunun farkında olduğumuz
zaman kendi dünyamızın dışında kendi yolumuzu aramak için yardımcı olacak
uyarıcı bir işaret ve yol gösterici bir ışık elde etmiş oluruz. Entelektüel
sezgiler ve etkileşimler oldukça önemlidir, fakat güvenilir değildir, bize olguları
açıkça gösterirler veya yanıltırlar. Entellektüel sezgiler ve etkileşimler;
teorilerin ana kaynakları kadar gereklidirler, fakat pek çok teorimiz yanlışta
olabilir. Yorumların ve sunulan gerekçelerin, hatta sezgilerin ve
etkileşimlerin en önemli görevi; bilinmeyeni araştırdığımız anlamlar olan bu
cesur konjöktürlerin eleştirel denemede bize yardımcı olmasıdır. Bu, her şeyden
önce bir şey hakkında konuşmanın kolay olmadığını fark etmekle gerçekleşir.
Cehaletimiz hakkındaki bilgimiz, yani bilmediğimizi bilmemiz, daha bilinçli,
daha özel, daha birbirine bağlı düşünmeyi dikte eder. Denilebilir ki
cehaletimizin temel kaynağı; bilgimiz sınırlı iken cehaletimizin zorunlu olarak
sınırsız olma gerçeğidir. [706]
10.
Bir anlama yönteminin anlamlı olup olmadığına karar vermek için, bizim
önerdiğimiz kriter gibi, itirazlar yanlışmaya uyum teklifinin karşısında ortaya
çıkmakla sınırlıdır, itirazlar yükselecek ve diğer anlama modellerinin
etkisiyle ortaya çıkacaklar. İlahi iradenin tezahürü olan vahyin mükemmelliğine
yapılan göndermeler, sözü edilen mükemmelliğin anlaşılmaz olduğunu düşünürler.
Oysa dini ifadeler, çok çeşitliliğin dış görünüşü altında insan yaşamının
basitliği ve gizliliği olarak ortaya çıkıyor. Dini ifadelerin sessiz olduğunu,
dolayısıyla anlamın insan tarafından yüklendiğini söyleyerek bu sadeliği
açıklamaya çalışmayı araştırır. Bunun tam aksine, basitliğin beşeri bir durum
olduğu da ileri sürülebilir. Anlamın metinde olduğunu savunanlar, insan zihnin
empoze ettiği anlama ölçütlerinin etkili olmadığını söylerler, çünkü böyle bir
yaklaşım kutsal metinleri sıradan görmeyi gerektirir. Oysa bir başka okuma
biçimine göre ilahi ifadeler basit değildir, basit ve anlaşılır olanlar sadece
muhkem olanlardır. Dolayısıyla yorumlama yöntemi, inzal edilen vahyin bir görüntüsü
değildir, sadece mantıksal bir yorumdur. Bu yorumu düzenleyen, ilahi vahyin
taşıdığı özellikler değildir. Aksine bu yorumlar insan kurgusuna dayanan yapma
teorilerin özelliklerini taşırlar, dolayısıyla kavramlar dünyası tamamen bizim
seçtiğimiz yöntemlerle ilgilidir.
11.
Anlamlı bir yoruma ulaşmak için eleştirel akli geleneği yöntem olarak
benimsemek eşitleme ve ayrıştırma biçimleri arasında dolanmaktan daha yeğdir.
Din eksenli anlama ve yorumlamada bunun daha önemli olduğunu düşünüyorum.
Vahyin anlamlı bir yorumuna
ulaşmak için eleştirel akli geleneği yöntem olarak benimsemeliyiz. Zihin
haricinde hakikatin var olduğunu, ancak bunun kendisini farklı biçimlerde dışa
vurduğunu kabul etmeliyiz. Hakikatin kendisini farklı biçimlerde sunumu ne
söylersen gider yaklaşımını içermez. Yanlışlanmaya açık ve eleştirilebilir
olmayı tercih eden, hesabı verilebilir bir düşünceyi önceleyen yöntem anlam
arayışını disiplinize edebilir. Yapılan yorumun nihai olmadığı işin başında
açıkça söylenmelidir. Çünkü her problemin çözümü, çözülmeyen yeni problemler
ortaya çıkarır. Herhangi bir orijinal problem ne kadar derin ise onun çözümü de
o kadar çarpıcıdır. Kültürel mirasımız ve yaşadığımız dünya hakkında ne kadar
bilgi edinirsek, bilgimiz o kadar derinlik kazanır, işte anlam, bu derinlikte
gizlidir. [707]
MODERNLEŞME-SEKÜLERLEŞME
İLİŞKİSİ ÜZERİNE YENİ PARADİGMALAR
Doç Dr. Ali Köse [708]
Aydınlanma devrinden sonra
sosyal bilimler ortaya çıkıp ilerledikçe bu bilimlerin baş mimarları dinin yok
olacağı iddiasını hararetle savundular. Onlara göre bilim ilerledikçe,
modernleşme yaygınlaştıkça din yavaş yavaş sahneden çekilecek, insanlar tabiat
üstüne yönelik inançları terk edeceklerdi. Bu öngörü XVIII. asrın başlarından
XX. yüzyılın son çeyreğine kadar hep dile getirildi; hatta "son"un ne
zaman gerçekleşeceğine dair tarihler bile verildi. Mesela 1700'Iü yılların
başında Thomas Woolston modernitenin dini sona erdireceği tarihi 1900 yılı
olarak belirlemişti Ama bu tarihi geç bulanlar bile vardı (Stark & Finke
2000: 29; Stark 2000: 41). Daha sonraki yıllarda öngörüler yine devam etti.
Fakat bu defa tarih verme yerine "insanlık sosyal evrimle teolojik
dönemden sıyrılacak" gibi ifadeler kullanıldı. Dinin zamanla yok olacağı
fikri sosyal bilimlerin XIX. yüzyıldaki kurucu babalarının temel tezleri haline
gelmişti.
XX. yüzyılın başlarında da
"dinin ilkel devirden kaldığı ve sonunun an meselesi olduğu inancı"
yine sosyal bilimlerin en gözde dogmalarından birisiydi. Dinin ölüm süreci
artık bu yüzyılda tamamlanacaktı. Çünkü modernleşme insanlığın gözünü açmıştı.
Artık insanlık rasyoneliteyi kullanarak hem bireye hem de topluma zarar veren
dinden bu yüzyılda kesin olarak kurtulacaktı. Teknoloji ilerledikçe,
modernleşilecek; modernleştikçe de din yok olacaktı.
İşte bu bakış açısı zamanla
sosyal bilimlerde "sekülerleşme tezi (veya teorisi)" şeklinde ifade
buldu. Tez şu ana fikre dayanmaktaydı:
Modernleşme karşısında önce
dinî kurumlar, sonra dinî pratikler ve en sonunda da dinî bilinç sosyal
anlamını kaybedecekti (Wilson 1982: 149). Teori ideolojik ve tek taraflı bir
yaklaşıma sahipti, çünkü sosyal bilimler Aydınlanma'nı çocuğuydu. Bu nedenle de
peşin bir kanaatle yola çıkmıştı:
Din sadece hatalı değil, aynı
zamanda kötü bir şeydi. En kısa zamanda kendisinden kurtulmak gerekiyordu.
Olivier Tschannen 1991 yılında
sekülerleşme teorisyenlerinin tezlerini gösteren bir tablo çalışması yaptı. Bu
tabloya göre teorisyenlerin sekülerleşme tezinden ortak maksatları "dinin
gerilemesi", yani dinin "daha önce kabul gören sembollerinin,
doktrinlerinin ve kurumlarının prestij ve nüfuz kaybına uğraması" anlamını
taşımaktaydı. Sekülerleşmenin sonucu ise dinsiz toplum demekti (nakleden
Svvatos & Christiano 2000: 5).
Sekülerleşme kavramı din ile
devletin birbirlerinden ayrılmaları, yahut da insanların hayatlarını
istedikleri gibi yaşayıp, istedikleri dini seçebilmeleri anlamında da
kullanılmaktadır. Ama bu kullanım sosyoloji literatüründe herhangi bir
tartışmaya neden olmamıştır. Sekülerleşme tezine karşı çıkanlar
"sekülerleşmeden
maksat
bu olsaydı zaten ortada bir tartışma olmazdı!" demektedirler. Onlara göre
sekülerleşme teorisinin temel iddiası din-devlet ayırımı veya dinî otorite gibi
konulardan çok daha öte bir şeydir.
Bugün artık yaygın olarak
kısaca "tabiat üstünün ve kutsalın önemini tarihsel olarak kaybetmesi,
dinin günlük hayattaki etkisinin azalması" olarak tanımlanan, bilimin bir
neticesi olduğuna inanılan, ayrıca da teknoloji toplumlarıyla veya
"modern"le özdeşleştirilen (Macionis & Plummer 1977: 520)
sekülerleşme kavramı aşağıda sıralayacağımız altı boyutu içeren bir anlam
yelpazesine sahiptir:
Dinin gerilemesi.
Bu dünyaya uyma.
Toplumun dinle ilgisinin
kesilmesi
Dinî inançların yerini
kurumların alması.
Dünyanın kutsallıktan
uzaklaşması.
Kutsal toplumdan seküler
topluma geçiş.
Sekülerleşme tartışmaları
öncelikle Hıristiyanlık çerçevesinde gerçekleşirken teorinin tüm önde gelen
savunucuları onu evrensel bir olgu gibi gördüler. "Ölmeye mahkum
olan" sadece Hıristiyanlar'ın Tanrısı değil, Müslümanlar'ın ve
Yahudiler'in Tanrı’sıydı da. Kısacası, ölecek olan, "doğa üstü güçlere
inanç"tı ve bu tüm dünyada gerçekleşecekti.
Yeni paradigmanın ortaya çıkışı
ve söylemleri
Sosyolojinin din üzerine belki
de resmî görüşü olarak değerlendirilebilecek sekülerleşme tezini bir inanç
haline getiren bu bilimsel atmosfer yakın zamanlara kadar literatüre hakimdi.
Jeff Haynes'in 1998 tarihli Religion in Global Politics (s. 210) isimli
kitabında da belirttiği gibi "Bundan 30 yıl önce XX. yüzyılın sonunda
dinin tekrar canlanacağı, yeni mabetlerin inşa edileceği, birçok yeni dinî
akımın ortaya çıkacağı tahmininde bulunmak büyük bir cesaret işiydi." O
tarihlerde hemen hemen tüm sosyologlar modernleşmenin otomatik olarak
sekülerleşmeye neden olacağını tahmin ediyorlardı. Brian Wilson, Peter Berger,
Thomas Luckmann ve Karel Dobbelaere gibi sosyolojinin o günlerde (ve hala)
önemli kabul edilen isimleri teoriyi hararetle savunan isimlerdi.
Ama 1990'lı yıllarda bazı
tarihçiler de dahil olmak üzere sosyal bilimciler arasında
modernite-sekülerleşme tecrübesinin bugüne kadarki tarihî seyri ciddi
tartışmalara neden olmaya başladı. Kimi sosyologlar daha önceki yıllarda
kendilerinin de savunduğu sekülerleşme tezini tekrar değerlendirmek durumunda
kaldılar, içinde bulunulan fiilî durum bu tavır değişikliğinin önemli bir
göstergesi olmalıydı. Çünkü 1960-70'lerde modern toplumda dinin nasıl güç
kaybettiğini göstermeyi kendine vazife edinen din sosyolojisi bugün artık dinin
siyasetten ekonomiye kadar birçok alandaki etkisini global anlamda inceler hale
gelmişti.
2000'li yıllara gelindiğinde
ise tartışmalarda tarafların yerleri tamamen netleşti ve modernleşmenin sekülerleşmeyi,
yani dinden uzaklaşmayı doğurduğu, kısacası modemitenin dine düşman olduğu tezi
tenkit edilmeye başlandı. Burada ele aldığımız yeni paradigma savunucuları
sekülerleşme teorisine şiddetle karşı çıkarak su ana fîkri"
savunmaya başladılar:
"Modernite daha önceleri
iddia edildiği gibi dine düşman olmayabilir, modernite din ile pekala
uyuşabilir."
Bu paradigmanın XX. yüzyılın
sonlarında ortaya çıkması bir tesadüf değildir. Çünkü sekülerleşme teorisinin
beklentisine göre XX. yüzyıl Tanrı'nın ölüm yüzyılı olacaktı. Ama beklenen
olmadı (Macionis & Plummer 1977: 520). Bir zamanlar Freud dinden "bir
yanılsamanın geleceği" diye bahsederken bugün Rodney Stark ve William S.
Bainbridge The Future of Religion (1985: 1) isimli eserlerinde "dinsiz bir
gelecek düşüncesinin illüzyon" olduğunu ifade etmeye başladılar. Robert
Bellah, David Martin, Peter Berger, Grace Davie, Jeffrey Hadden ve Rodney Stark
gibi din sosyolojisinin günümüzdeki önemli isimleri sekülerleşme teorisinden
kurucu babalarımızın hatası şeklinde söz etmeye başladılar. Hatta kimisi
Voltaire'den bu yana tahmin edilip durulan 'aydınlık bilimin dinî hurafenin
yerine eçeceği' beklentisi acaba ne zaman gerçekleşecek!" şeklinde
ifadelerle sekülerleşme orisini alayla anmaya; kimisi de onu yalnızca aşağı
doğru giden bir otel asansörü gibi kullanışsız bir teori olarak tanımlamaya
başladı. 1960'larda teoriyi savunan, hatta 1968 yılında New York Times
gazetesinde yayınlanan bir röportajında "XXI. yüzyılda dine inananların
çok küçük cemaatlerden ibaret olacağını; dünyanın her tarafına yayılan seküler
kültüre karşı koyabilmek için bir arada yaşamak zorunda kalacaklarını"
söyleyen Peter Berger 1990'ların sonunda "sekülerleşmiş bir dünyada
yaşadığımız zannının oldukça yanlış olduğunu, bazı istisnaları hariç, dünyanın
bugün olabildiğine dini bir dönem yaşadığını, sekülerleşme teorisinin özünün
kabul edilemeyeceğini" dile getirmeye başladı (Berger 1996/97: 5). Dahası
sekülerleşme tezinin "din kaybolmaya yüz tutacak" şeklindeki
iddialarını birçok yeni paradigma savunucusu "kehanet!" şeklinde
alaycı bir tanımla niteler oldu. Çünkü onlara göre teori "sekülerleşme
dini"ne dönüştürülmüştü.
Sekülerleşme teorisinin tenkit
edilen en önemli yönü ise teorinin Aydınlanma ideolojisini yansıtmasıdır.
Teori, modern dönemde dinin yok olacağını gözlemle ortaya koymak yerine, böyle
bir gelişmenin iyi olacağını ve bu yolda ilerlemek gerektiğini savunarak
ideolojik bir yaklaşım sergilemiştir. Çünkü dinin gerilemesi veya tamamen yok
olması, "Aydınlanmış" kafaların hararetle arzuladıkları
"ilerleme" ideolojisinin bir parçasıydı. Kısacası, sekülerleşme tezi
bir teori olmakla kalmadı, taraf oldu.
Sekülerleşme teorisine karşı
çıkanların vurguda bulundukları bir diğer nokta da sekülerleşme ideolojisi
taraftarlarının dini artık dünyanın marjinal bir adisesi olarak görüp herhangi
bir dinî fenomeni arkaik bir vaka yaklaşımıyla ele almalarıdır. Mesela dinî
fundamentalizme yaklaşım biçimleri bunun bir örneğidir. Fundamentalizm nereden
çıktığı belli olmayan garip bir vaka gibi değerlendirilip incelenmektedir. Oysa
garip olan, hayretle karşılanması gereken şey dinî vakalar değil, seküler
vakalardır. Çünkü din tarihsel bir olgudur. Bu bakış açısını gündeme getiren
Peter Berger'e göre "din sosyolojisi için Amerika'daki seküler eğilimli
Chicago Üniversitesi'nin varlığı, İran'ın Kum şehrindeki medreselerin
varlığından daha ilginç bir konu olmalıdır." [709]
Yeni paradigmanın sorgulamaları
bilimsel yöntemin ne olduğu veya bilimsel objektiflik yargısının nasıl düzenlenmesi
gerektiği yönündeki seküler anlayışlara kadar uzanmaktadır. Mesela dinin
"bize nesiller boyu aktarılan ve
modernite
tarafından kırılamayan bir zincir olduğu" şeklindeki teziyle tanıdığımız
Daniele Hervieu-Leger, din sosyologlarının inanan kimseler olmamasını
objektifliğin temel ölçüsü sayan mantığı şu sözlerle sorgulamaktadır:
"Aile sosyolojisi yapmak için
evli olmamak mı gerekir?" [710].
Bilimsel bakış açısındaki bir
başka yanlışlığa da David Martin işaret etmektedir. Martin "modern"
olanı yalnızca Batı Avrupa'da olup bitenle özdeşleştirme eğiliminin kafalara
hakim olduğunu, bunun sonucunda da, özellikle katı dindarlık sergileyen
dünyanın diğer bölgelerinin hem zaman hem de yaşadıkları sosyolojik evre
bağlamında "geri" olarak görüldüğünü ve bunun temel bir yanılgı
olduğunu belirtir [711].
Sekülerleşme teorisine karşı
çıkan yeni paradigmanın söylemlerini aşağıdaki maddelerle özetlemek mümkündür.
Sekülerleşme teorisi temelsiz
fikirler karmaşasından ibarettir. Doğru kabul edilen bir ideolojiyi temsil eden
varsayımlara dayanmaktadır. Gerek doğuşunda gerekse şimdi "bir teoriden
çok bir doktrindir. İman üzere kabul edilen, yani kutsallaştırılan bir inanç
sistemi haline getirilmiştir.
Uzun süredir gerçekleştirilen
araştırmalar sekülerleşme teorisini desteklememektedir.
Bugün dünyaya baktığımızda
dinin hala karşı konulmaz bir gücünün olduğu görülmektedir.
Bugün dünyada din adına olup
bitenleri küresel bir yeniden diriliş olarak tanımlamak mümkün değildir. Çünkü
milyonlarca insan tıpkı anne-baba, büyükanne-büyükbabaları gibi hayatları
boyunca dindar olmuşlardır. Dolayısıyla onların bugünkü tecrübelerini dinin ani
bir yeni keşfi olarak değerlendirmek yanlış olur. Bunun adı ancak bir anlam
arayışı, varlığı sınırlı bir şekilde tecrübe etmenin ötesine geçiş olabilir.
Modernite bir taraftan
geleneksel dinî formları dejenere ederken diğer taraftan dinî canlanmayı
doğurmakta, fundamentalizme, yeni dinî akımlara, yeni dinî formlara yol
açmaktadır.
Yeni dinî hareketler
sekülerleştiği kabul edilen ülkelerde ortaya çıkmış ve bugüne kadar
varlıklarını devam ettirmişlerdir.
Kendisini sekülerleşme
sürecinin askeri olarak gören Ateistik Komünizm'in Doğu Avrupa ve eski
Sovyetler Birliği'nde ateizmi yerleştirmek için sistematik olarak
gerçekleştirdiği sekülerleşme projesi başansız olmuştur.
Din bugün hem dünya politik
arenasında hem de yerel politika üzerinde önemi giderek artan bir güç olarak
yer almaktadır.
Bilimin ilerlemesiyle birlikte
dinin gerek bireysel gerekse kurumsal anlamda hayatın tüm boyutları üzerindeki
etkisini kaybedeceği tezi bugün yapılan araştırmalarla geçerliliğini
kaybetmiştir.
Burada bir noktaya işaret etmek
gerekir. Yukarıda sıraladığımız maddelerden de anlaşılacağı üzere sekülerleşme
tezine karşı çıkanları iki kategoride değerlendirmek gerekmektedir. Bunlardan
birisi, sekülerleşmenin hiç gerçekleşmediğini savunurken, diğeri sekülerleşme
olsa bile XX. yüzyılın sonunda sekülerleşmeden dönüşün (de-secularization)
meydana geldiğini, bir başka deyişle kutsala dönüşün gerçekleştiğini savunmaktadır,
ikinci kategoridekilere göre böyle bir sekülerleşme dönemi ile sekülerleşme
teorisinin iddia ettiği gibi dinin sonuçta yok olması beklenemez. Çünkü dinî
düşüş hadisesi "doğrusal" bir yaklaşımla değil,
"döngüsel-dairesel" bir yaklaşımla değerlendirilmelidir [712].
Buna göre de sekülerleşme dinin
dairesel eylemi içinde sadece belini bir noktaya mahsus kalmaktadır ve bu nokta
da dinî gelişim dairesinde dine neticede zarar veren bir safha değildir. Çünkü
dairenin döngüsel eylemi devam etmektedir.
Batı'daki dinî görüntü
sekülerleşmeye delil olabilir mi?
Peter Berger (1995: 16) Batı'da
çok hızlı bir şekilde yayılan astroloji ve ruhsal şifa ile, rengini dinden alan
ekolojik öğretilerin, doğal beslenmeye önem veren beden sağlığı ve kişisel
gelişimle ilgili akımların arka planında hep dinî sâiklerin olduğunu iddia
eder. Bu iddianın temel dayanağı ise bu hareketlerin tasvip gördüğü kesimin
sekülerleşmenin en etkin olduğu sınıf olmasıdır. Yani böylece bir boşluk
doldurulmaktadır. Dahası, bu hareketler sekülerleşmenin en etkili olduğu yaş
grupları arasında da yaygınlaşmışlardır. Dolayısıyla ortada bir sekülarite
karşıtlığı söz konusudur.
Batı, özellikle de Amerika için
geçerli olan bir başka sekülarite karşıtlığı göstergesi de modern ve seküler
olana karşı duruşu ile dikkat çeken Evangelikaî Protestanlığın yükselişidir.
Bugün Amerikan kiliseleri modernleşme ile ters orantılı olarak büyümektedirler.
Yani gelişip güçlenen kiliseler modern sekülaritenin ruhuyla en az
uzlaşanlardır. Berger'e göre (1995: 16) bu durum sadece sekülerleşme teorisine
değil, aynı zamanda Hıristiyanlığın modern insanın karşı konulamaz taleplerine
uygun hale getirilmesini isteyen din adamları ile liberal teologlara yönelik
bir tehdittir." Evangelikaî Protestanlık örneğinde olduğu gibi bugün
Batı'da sekülerleşmiş dine yönelişler genelde başarısızlığa uğramış,
sekülerizme tepki gösteren, tabiat üstü inanç ve uygulamaları olan dinî
hareketler ayakta kalmışlardır. O halde eğer gerçekten sekülerleşmiş bir
dünyada yaşıyor olsaydık dinî kurumların ayakta kalmaları sekülerizme adapte olmayı
ne derece başardıklarıyla doğru orantılı olurdu [713].
Yeni paradigmanın söyleminin bu
noktada savunduğu ana fikri şu ifadelerle özetlemek mümkündür:
Dinin ayakları üzerinde sağlam
durması, moderniteye adapte olma çabası içinde olmaması, onun başarısızlığı
için bir neden değildir.
Avrupa'da modernleşme ile
birlikte kurumsal dinin öngördüğü dinî inançları olduğu gibi kabullenen
insanların sayısının azalması veya kiliseye devam oranının düşmesi yeni
paradigma savunucuları için herhangi bir problem oluşturmamaktadır. Yani
insanların dinî kurumlardan uzaklaştıkları herkesçe kabul edilmektedir. Ama
"bu durum sekülerleşmenin bir kanıtı olabilir mi?" sorusu son
yıllarda özellikle de en çok sekülerleştiği iddia edilen ülkelerde
gerçekleştirilen araştırmalar eşliğinde seslendirilmektedir. Sekülerleşme
teorisinin önemli savunucularından olan Brian Wilson (1976: 19-21)
modernleşmeyle birlikte kilisenin bir postahane gibi algılanmaya başladığını
ifade eder. Wilson'a göre kilise artık modern toplum insanının gözünde sadece
ihtiyaç duyulduğunda gidilen, oradan ayrılınca da bir dahaki ihtiyaca kadar
uğranılmayan bir kurum haline gelmiştir. Wilson postahane örneğini
sekülerleşmenin delili olarak verir. Oysa
sekülerleşme
tezini tenkit edenlere göre, postahaneye gitmemek haberleşme ihtiyacının yok
olduğunu göstermez; bilakis bireysel haberleşme şekillerinin icat edildiğine
delalet eder.
Son yıllardaki araştırmalar
kurumsal dine karşı oluşan yabancılaşmaya rağmen, özellikle Hıristiyanlık
içinde önemli bir dinî canlanma olduğunu gösteren veriler ortaya koymaktadır.
Bu veriler incelendiğinde Avrupa'daki durumu tanımlayan tespitin
"sekülerleşme" değil, sadece "kurumsallaşmış dinden kaçış"
olduğu ortadadır. Bu yeni durumu Grace Davie (1990). "Ait olmadan inanma"
teziyle açıklamaktadır. Yani din için bir "yok olma" değil, bir
"yer değiştirme" söz konusu olmuştur. Bu durumda sorulması gereken
asıl soru "Niçin insanlar artık inanmıyorlar?" Sorusu değil,
"Niçin insanlar hala inanmakta ısrar ediyorlar, ama aynı zamanda da dinî
kurumlarına katılma ihtiyacı hissetmiyorlar?" Sorusu olmalıdır.
Yeni paradigma savunucuları
Avrupa'da kiliseye devam gibi dinî pratiklerde düşüşler olsa da bunun dinden
uzaklaşma veya dinin ölümü anlamına gelmediğini düşünmektedirler. Çünkü yapılan
araştırmalar Tanrı'ya inanma veya diğer dinî inançlarda geçmişe göre bir düşüş
olmadığını göstermektedir. 1990 rakamlarına göre Avrupa ortalaması %70'in Tanrı'ya;
%61'in ruhun varlığına, %43'ün ölümden sonra hayata; %25'in şeytana; %41'in
cennete; %23'ün cehenneme inandığını göstermektedir. Avrupa'da haftada bir
kiliseye gitme oranı ise %29'dur [714].
ABD'ye bakıldığı zaman ise
Amerikalılar'ın Avrupalılar'a göre hem bireysel anlamda daha dindar hem de
kurumsal dine daha bağlı oldukları görülmektedir. Amerika Avrupa'ya göre daha
modern olduğuna göre o zaman modernleştikçe sekülerleşildiği tezi en fazla
geçerli olması gerektiği bir coğrafyada bile inanılırlığını kaybetmektedir.
Amerikan Gallup
araştırmalarının 1940'lardan itibaren gerçekleştirdiği periyodik araştırmalarda
Tanrı'ya inanç oranı %90'ın altına düşmemiştir. Her dört kişiden üçü ölümden
sonra hayata ve (Hz.) İsa'nın kurtarıcı ulûhiyetine inanmaktadır. Cennete
inananların oranı %70; cehenneme inanlarınki %50'dir. Kiliseye haftada bir
devam oram ise yaklaşık %40 dolayındadır [715].
İskandinavya sosyologlar
tarafından dünyanın en seküler bölgesi olarak kabul edilir. Hatta sekülerleşme
tezine karşı çıkanlar dahi bu bölgenin bir istisna olabileceğini itiraf
ederler, iskandinav ülkeleri arasında İzlanda'nın ise ayrı bir yeri vardır,
çünkü bu ülke dünyanın en fazla sekülerleşen ülkesi olarak görülmektedir. Bu
sebeple izlanda din sosyologları için (gerek sekülerleşme teorisi taraftarları
gerekse karşı çıkanları tarafından) son yıllarda özel bir inceleme alanı haline
gelmiştir. İzlanda'nın aşırı derecede sekülerleştiği iddiası sekülerleşme
teorisyenlerinin ölçüleriyle değerlendirildiğinde doğrudur, çünkü kiliseye
haftalık devam oranı %2'dır. Ama yeni paradigmanın savunucuları izlanda'da
öznel din anlayışının var olduğunu, kiliseye gitmemenin "evde din"in
yok olduğunu gösteremeyeceğini iddia etmektedirler, izlandalıların %81'i
ölümden sonra hayata, %88'i ruha, %40'ı da reenkarnasyona inanmaktadır. Ülkede
vaftiz oranı oldukça yüksektir, neredeyse tüm düğünler kilisede yapılmaktadır
ve gazetelerdeki ölüm ilanları incelendiğinde "ruhun ölümsüzlüğü inancının
yaygın olduğu" görülmektedir. Dahası, kendilerini "tam ateist"
olarak görenlerin oranı sadece %2.4'dür [716].
Bu rakamların
okunması gereken en önemli yönü tabiat üstüne inancın hala yaşamakta olduğudur.
Oysa sekülerleşmenin nihaî hedefi toplumsal görüngüden de öte bireysel bilinç
düzeyinde bu inancı yok etmekti.
Yeni paradigmanın sekülerleşen
bir dünyada yaşamadığımız söylemini oluştururken kullandığı önemli
argümanlardan birisi de XX. yüzyılın son çeyreğinde Batı'da yeni dinî
hareketlerin ortaya çıkmasıdır. Bu dönemde Batı bir taraftan kendi mevcut dinî
geleneğinin bugüne kadar vermiş olduğu aynı cevapları çok daha kesin bir
şekilde yeniden oluşturmaya çalışan hareketlerin doğuşuna; diğer taraftan da
mevcut gelenekler dışında aynı sorulara farklı cevaplar sunan yeni hareketlerin
doğuşuna tanık olmuştur. Bu hareketler sekülerleşme teorisini savunanlarca
(mesela Wilson 1985) sekülerleşmenin delili olarak görülürken yeni paradigma
tarafından tam tersi şekilde değerlendirilmektedir. Çünkü daimî bir özellik
taşıyan ve çözümleri rasyonel saptamaların ötesinde olan varoluşsal arayışlar
tatmin olunmayan bir dinî sistemden tatmin aranılan bir başka sisteme
yönelmektedirler. Kısacası, yöneliş yine dinîdir. Rodney Stark (2000: 61) bu
noktadaki söylemini net bir örnekle belirler:
"Diyelim ki gelecek yıl
Kanada'daki herkes dindar birer Hindu olsa, bunun pek çok yorumu olabilir; ama
bu yorumlar arasında sekülerleşme olmayacaktır." Peter Berger ise yeni
dinî akımların ortaya çıkışını tamamen modernite karşısında duyulan
tatminsizliğe bağlar. Çünkü "insanlığın tarih boyu tecrübe ederek kesinlik
atfettiği değerler bugün artık modernite tarafından tehdit edilmektedir. Bu,
insanları rahatsız edici bir durumdur. Bu değerlere tekrar kesinlik atfeden
yeni dinî hareketler bu rahatsızlığı hafifletici bir görev üstlenerek insanları
cezbetmektedirler." [717]
Geçmiş ve Bugün
Yeni paradigmanın
savunuculanndan bazıları Kuzey ve Batı Avrupa'da XIX. ve XX. asırda dinî inanç
ve ibadet oranlarının düştüğü kanaatinin yanlış olduğunu, bu kanaatin geçmişin
yanlış algılanmasından, "geçmişte daha dindar bir Avrupa olduğu"
şeklinde nostaljik (veya efsanevî) sayılabilecek abartılı bir algıdan
kaynaklandığını düşünmektedirler. Onlara göre Ortaçağ bir İnanç Çağı değildi
veya en azından zannedildiği kadar dindar bir çağ değildi. Çünkü Kuzey ve Batı
Avrupa'da dinî katılım modernleşmenin başlamasından çok önceki asırlarda da
oldukça düşüktü. Özellikle Kuzey Avrupa'da Hıristiyanlığa bağlılık hiçbir zaman
büyük kitlelerin katılımını sağlayacak kadar içten olmadı. Dolayısıyla, bu
durum dikkate alındığında Avrupa'daki dinî katılımda kanıtlanabilir uzun
dönemli bir düşüş gözükmemektedir. Swatos ve Christiano (2000: 12) Ortaçağ
döneminin biraz dikkatlice değerlendirilmesi halinde bu inanç Çağı varsayımının
çelişkilerinin kolayca görülebileceğini basit bir soru ile dile getirirler:
"Bu dönemde tüm Avrupa'da
manastır hayatı yaşayan topluluklar inanç Çağı'nın önemli bir delili olarak
gösterilmektedirler... Manastır hayatı öbür dünyaya yönelik sade bir hayat,
yani dünyadan geri çekiliş anlamına gelir. Eğer Ortaçağ dünyası bu derece
kutsalla dolu idiyse, o zaman niçin bu kadar çok insan dünyadan geri çekilmek
istemiş olsunlar ki?"
Son yıllarda Ortaçağ din tarihçilerinin
yaptığı araştırmalar artık tarihte böyle bir "inanç Çağı" olmadığı
tezini orataya koymaktadır. Rodney Stark sözünü ettiğimiz makalesinde bu
araştırmaların verilerinden örnekler sunar:
"OrtaçağIar'da kitleler
kiliseye çok nadir gitmişlerdir. Alexander Murray Ortaçağ İtalyan dinî hayatını
anlatırken XIII. yüzyılda toplumun önemli bir kısmının kiliseye hemen hemen hiç
gitmediğini söyler. Murray, Dominikan tarikatının önde gelenlerinden olan
Romalı Humbert'in Vaizlerin Eğitimi isimli elkitabında keşişlerine tavsiyelerde
bulunurken insanlara ancak pazaryerlerinde, Şenliklerde, gemilerde
ulaşabileceklerini tenbihlediğini hatırlatır. Murray'e göre bu ifade insanlara
kilisede ulaşılamayacağını göstermektedir. Humbert kitabında insanların
kiliseye ender gittiklerini, gidenlerin de vaazlara katılmadıklarını itiraf
etmektedir. Dahası Humbert ruhban sınıfının da kumar, zevkusafa ve daha başka
kötü şeylere dalmış olmaları sebebiyle kiliseye pek uğramamalarından yakınır...
Anonim İngiliz yazan Dives and Pauper (yaklaşık 1410 yılı) şu sözlere yer
verir: 'Bugünlerde insanlar Tanrı'nın tebliğini (kilise vaazını) duymaya pek
istekli değiller. Kiliseye gelmek zorunda olduklarında da geç gelip erken
ayrılıyorlar. İnsanlar kiliseye değil, meyhaneye gitmeyi tercih ediyor.'...
Dahası, Eamon Duffy'nin belirttiği gibi, kırsal kesimdeki kiliselerin önemli
bir kısmında papaz yoktu. Mesela XVI. asırda Strasburg Psikoposluğu
bölgesindeki kiliselerin en azından %25'inde, Cenova bölgesindekilerin ise
%80'inde papaz yoktu; olanların da papazları görevlerinin başında pek
bulunmuyorlardı... 1530'da William Tyndale ingiltere'de papazların ve
yardımcılarının neredeyse hiçbirisinin Rabbin Duası'nı bilmediklerini veya İngilizce'ye
tercüme edemediklerini yazıyordu. Bu bilgiler 1551 yılında Gloucester
piskoposunun kendi bölgesindeki papazları planlı bir şekilde imtihana tabi
tutmasıyla da onaylanmıştır. Bu imtihanlarda 311 papazın 171'i On Emir'i
sayamamıştır..."[718].
Yeni paradigmanın sözcüleri bu
noktada önemli bir tespiti daha dikkatimize sunmaktadırlar. O da zaten
Avrupa'nın başarılı bir şekilde hiristiyanlaştırılamadığıdır. Hıristiyanlığın
Roma imparatorluğu'na yayıldığı ilk dönemde kilise, imparatorluğun dış
bölgelerindeki halkı ve Avrupa'nın geri kalan kısmını hıristiyanlaştırmada başarısız
olmuştur. Çünkü Hıristiyanlık Avrupa'nın çoğunda tebliğle değil, kralları
ulusal aziz ilan ederek yayılmayı seçen, dolayısıyla da insanları kendisine
sadece ismen bağlayan bir din oldu. Bu durum Kuzey Avrupa ve iskandinav
ülkeleri için daha fazla geçerlidir. Onun için sekülerleşme teorisyenlerinin
kendi tezlerini ispat için iskandinav ülkelerini öne çıkarmaları, bu ülkeleri
Avrupa'nın en ilk ve en hızlı sekülerleşen ülkeleri olarak göstermeleri gerçeği
yansıtmamaktadır. Çünkü bu ülkeler zaten ilk planda başarılı bir
hiristiyanlaşma süreci yaşamamışlardır
Batı dışındaki gelişmeler:
Sovyetler, Uzakdoğu ve İslam
dünyası tecrübeleri
Yeni pardigmanın sözcüleri
modern dünyanın geçmişe göre daha seküler olmadığı tezini savunurken Batı
dışındaki üç coğrafyayı dikkatlere sunmaktadırlar.
Bunlar, Ateistik Komünizm'in
tesis edilmeye çalışıldığı eski Sovyet bloğu; büyüsel inanç ağırlıklı olduğu
için rasyonalite karşısında dayanamayacağı düşünülen Uzakdoğu; ve modernite ile
uyuşmasının mümkün olmayacağı düşünülen İslam dünyasıdır. Bu bölgelerin mercek
alnna alınmasıyla ortaya çıkan sonuç, modernleşmenin dinin toplumsal rolünü
zayıflattığı neticesine varmanın pek mümkün olmadığıdır.
Sekülariteye karşı çıkış
örneklerinden belki de en önemlisi kendisini "dinin yerküreden tamamen
silineceği kaçınılmaz sekülerleşme sürecinin öncü gücü" olarak gören
Ateistik Komünizm'in hakim olduğu Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa'da yaşandı.
Yetmiş yılı aşkın bir süre devlet eliyle kararlı bir anti-din politikasının
uygulandığı, "aydınlanmış" eğitimcilerin çocukları hurafelerden
kurtaracakları bir sekülarite dönemi başlattığına inanılan Sovyetler'de din
önemli bir canlanma sürecine girdi ve Aziz Vladimir, Kari Marx'ı tahtından
indirdi. Berger'in (1995: 16) ifadesiyle Rusya Ortodoksluğu'nun gösterdiği bu
canlanmanın "Sovyet rejiminin elit tabakasında, komiserlerin çocukları
arasında olması daha bir önem taşımaktadır."
Bugün eski Sovyet Bloğu'nda
ateistlerin oram Batı Avrupa veya Amerika'dakinden çok fazla değildir. Mesela
Macaristan'da ateistlerin oranı ancak %4'dür. Yine aynı ülkede kiliseye ayda
bir defa gitme oranı 1981'de %16 İken 1991'de %25'e ulaşmıştır [719].
Bu dinî görüntüyü politik
alanda da gözlemlemek mümkündür. Geleneksel dinin politik alanda ne kadar etkin
olabileceğinin bir göstergesi olan Polonya'daki Katolik ayaklanma tüm dünyayı
şaşırtmıştır. Rodney Stark devlet eliyle ve baskıcı yöntemle gerçekleştirilen
bir sekülarite politikasının sonuç vermeyeceğini, sonuçta dinin belki daha da
güçleneceğini, sosyalist ülkeler örneğine dayanarak şu çarpıcı cümlelerle ifade
eder:
"Seküler devletler dinin
kökünü kazıyamazlar... Dinin kökünü ne kadar çok kazımaya çalışırlarsa,
karşılarında o kadar çok dinî başkaldırı bulurlar... Lenin'in bedeni belki
sırça katafalkda sergilenebilir. Ama hiç kimse onun Marx'ın sağ yanında, hatta
sol yanında oturmak için göğe yükseltildiğini düşünmez. Volga nehri üzerine
kurulan barajlar insanlara evrenin anlamını anlatamaz. Dahası, baskıcı
devletler bireysel mahrumiyetleri arttırdıkça dinî uyaranlar kıvılcımlanır.
Belki de din hiçbir vakit yeraltına indiği zamanki kadar güçlü olmaz."[720].
Sekülerleşme teorisinin test
edildiği bir diğer coğrafya ise Asya dinlerinin hakim olduğu Uzakdoğu'dur. XX.
yüzyılın ikinci yansından itibaren bu bölgede (Japonya, Çin, Tayvan, Hong Kong,
Malezya, ...) büyüsel içerikli halk dinlerinin modernizme çok kolay boyun
eğeceği düşünülmekteydi. Mesela yüksek teknolojiye sahip bir tüketim toplumu
olan Japonya'da Şinto dininin pratikleri yok olmaya adaydı. Ama öyle olmadı.
Japonya'da Şinto dini güçlendi. Yeni otomobillerin Şinto mabetlerinde
kutsanması, yeni evlerin, büroların veya fabrikaların cin çıkarma duası
yapıldıktan sonra inşa edilmesi, çocukların mabetlerde kutsanması hala yaygın
dinî pratikler arasındadır. Tayvan'da bir asır öncesine göre bugün daha fazla
oranda halk mabedi vardır ve yaklaşık %70 mabetlere gitmektedir. Bu bölgede
geleneksel din eskiye ait ve kırsal kesimle sınırlı bir görüntü sergilememekte;
modern hayattan dışlanması gereken bir şey olarak görülmemektedir. Kısacası din
modern hayatla birlikte var olabileceğini ortaya koymuştur [721].
Yeni paradigma savunucularının
sekülerleşme tezinin yanlışlığını gösterdiğine inandıkları coğrafyalardan bir
diğeri ise İslam dünyasıdır. Bu haliyle İslam dünyası sekülerleşme tezine tam
bir tezat oluşturmaktadır. [722]
Yeni paradigma savunucularının İslam
dünyasını baz alarak dinin modernite ile uyuşup uyuşmayacağı konusundaki
tespitleri, belki de İslam dünyasının kendi sosyal bilimcilerinin gözlem
alanına dahil etme cesaretini dahi gösteremeyecekleri bir özellik taşımaktadır.
Rodney Stark (2000: 59) "İslamî inançla modernleşme arasında, sekülerleşme
doktrinini olağanüstü derecede yalanlayan derin bir uygunluk
görünmektedir" derken, Peter Berger ise detaylı bir değerlendirme ile
şunları söylemektedir:
"İslâmî hareket,
kendilerini ilerici olarak tanımlayan entellektüellerin hala iddia ettikleri
gibi kesinlikle daha az modernize olmuş veya "gerici" olarak
nitelendirilebilecek bir toplum peşinde değildir. Hatta aksine bu hareket
modernleşmiş şehirlerde daha güçlüdür ve bazı ülkelerde de Batı tipi yüksek
eğitim almış insanlar tarafından benimsenmektedir. Birçok üst sınıftan
ailelerin kız çocuklarının başörtüsü ve İslâmî iffetin gereği bir giyim tarzını
tercih ettikleri Mısır ve Türkiye buna örnek gösterilebilir." [723]
Rodney Stark İslam'la ilgili
tespitleri için aralarında Türkiye'nin de bulunduğu İslam dünyasının farklı
bölgelerinde yapılan araştırmaları örnek gösterir. Bu araştırmalara göre
Müslümanların dine bağlılıkları eğitim ve meslekî prestijle olumlu bir şekilde
ilişkilidir. Ayrıca da İslam esnek yapısıyla modernitenin tehditlerine karşı
kendisini uyarlama kabiliyetine sahiptir. Stark, İslam dünyası ile ilgili
araştırmaları değerlendirdikten sonra elde çok fazla veri olmadığını belirtir,
fakat sözlerini ilginç sayılabilecek bir cümle ile tamamlar:
"...Ama şurası da var ki,
bilgili hiçbir gözlemci günümüz İslamı'nın bu gürleyen canlılığını keşfetmek ve
İslam'ın modernleşmeyle doğru orantılı olduğunu anlamak için bu tür verilere
bile ihtiyaç duymaz." [724]
Bilimin dinin yok oluşuna neden
olacağı tezinin tenkidi Sekülerleşme tezine karşı çıkan yeni paradigmanın ele
aldığı temel noktalardan birisi de bilim-din ilişkisidir. Sekülerleşme tezi
bilimle dinin uyuşup uyuşmayacağını tartışmak bir yana, modernleşmenin tüm
boyutları arasında din için en öldürücü olanının bilim olduğunu, insanlığı
inanç tutsaklığından bilimin kurtaracağını iddia etmiştir.
Yeni paradigma savunucularına
göre ise din ile bilimin uyuşmaz olduğu varsayımı bir efsaneden ibarettir. [725]
Bilim adamları öyle dikkate
değer bir şekilde din karşıtı değildirler, onların din ile ilişkileri diğer
insanlarınkinden farklı değildir [726].
Bilim adamlarının dinî
inançları ve davranışları üzerine yapılan araştırmalar bu kanaatin yanlış
olduğunu ortaya koymaktadır. Amerika'da 1969 yılında 60.000 dolayında profesör
üzerinde gerçekleştirilen çok geniş çaplı bir araştırma bunun en net örneklerinden
birisidir.
Temel bilim alanlarını kapsayan
bu araştırmanın sonuçları iki açıdan bilimle dinin uyuşmazlığı tezini tehdit etmektedir.
Birincisi, dindarlık oranı
beklenenden
yüksektir. İkincisi, tabiî bilimlerdeki bilim adamları sosyal bilimlerdekilere
göre daha dindardırlar. Mesela matematik ve istatistik bilimlerinde kendisini
dindar olarak tanımlayanların oranı %60 iken, psikolojideki oran %33'tür.
Bilimsel disiplinlere göre
dindarlık oranlan
|
% Kendisini |
% Kiliseye |
% Kiliseye |
% Dindar |
% Hiçbir dinî |
|
dindar |
düzenli |
hiç |
muhafazakâr |
mensubiyeti |
|
olarak |
devam |
gitmeyen |
olan |
olmayan |
|
tanımlayan |
eden |
|
|
|
Matematik/Istatistik |
60 |
47 |
35 |
40 |
27 |
Fiziksel bilimler |
55 |
43 |
38 |
34 |
27 |
Hayat bilimleri |
55 |
42 |
36 |
36 |
29 |
Sosyal bilimler |
45 |
31 |
48 |
19 |
36 |
Ekonomi |
50 |
38 |
42 |
26 |
30 |
Politik bilimler |
51 |
32 |
43 |
18 |
30 |
Sosyoloji |
49 |
38 |
43 |
16 |
36 |
Psikoloji |
33 |
20 |
62 |
12 |
48 |
Antropoloji |
29 |
15 |
67 |
11 |
57 |
Carnegie Commission Survey:
60,028 Amerikalı akademisyen
Bu kapsamlı araştırmayı
değerlendiren Rodney Stark şu tartışmayı gündeme getirmektedir:
"Eğer sekülerleşme
varlığını bir yerde göstermek durumunda ise bunu ilk önce bilim adamları
arasında yapmalıdır!.. Dahası, böyle bir şey bilimsel kabul edilen tabiî
bilimlerle uğraşan bilim adamları arasında olmalıdır!.." [727]
Yukarıda sözünü ettiğimiz
araştırma Stark'ın bu sorgulamasını haklı göstermektedir, çünkü "daha
fazla bilimsel alan kabul edilen tabiî bilimlerle uğraşanların sosyal
bilimlerdekilere göre daha dindar oldukları" gözlenmiştir. Bu araştırma
lisans ve lisansüstü öğrencileri üzerinde yapılan başka araştırmalarla da
desteklenmiştir. Ayrıca bu araştırmalara göre gerek profesörler, gerekse
öğrenciler boylamsal olarak değerlendirildiğinde akademik eğitimleri
ilerledikçe dindarlık düzeyleri düşmemektedir [728].
Bu tablodan çıkan bir başka
ilginç nokta daha vardır. Sosyal bilimlerdekiler, özellikle de inançsızlığın
kalesi olarak bilinen psikoloji ve antropoloji ile uğraşanlar, fiziksel
bilimlerdekilerle karşılaştırıldığında kiliseye gitmemede veya kendilerini
dindar olarak tanımlamamada neredeyse iki kat yüksek bir oran
sergilemektedirler. Yani "en dinsiz" veya "en az dindar"
olanlar neden en az bilimsel olan disiplinlerde bulunmaktadırlar? Robert
Wuthnow'a göre bunun sebebi bu disiplinlerin dine karşı peşin fikirlerim eğitim
ve araştırmalarına yansıtmalandır [729].
Dolayısıyla bu tablodan
çıkarılması gereken genel sonuç, sekülerleşme tezinin kendilerinden dini silip
süpürmelerini beklediği bilim adamlarının dinî inançla aralarının iyi
olmasıdır.
Bilim-din ilişkisinde bilimin imtiyazlı
bir konuma yükseltilmesine yönelik tenkitlerden belki de en önemlisi bugünlerde bilim sosyolojisi alanından gelmektedir.
Bugünlerde birçok bilim sosyologu bilimin de diğer bilgi formları ve inanç gibi
sosyal olarak oluşturulmuş bir realite olduğunu savunmaya başladılar. Onlara
göre mesela Durkheim'in din için "toplumun kendisinin oluşturduğu bir
realite olduğu" iddiası ve hatta yanlışlanamaz gibi görünen bilimsel
gerçekler de (mesela 2 + 2 = 4) sosyal tecrübenin yansımalarıdır.
Yeni paradigma savunucuları
Aydınlanma ve onun uzantısı olan sekülerleşme teorisinin bilimi XIX. yüzyılın
başlarından itibaren bir "âmentü" haline getirdiklerini, ama 1950'lerden
itibaren bilimin de insanın en temel sorularına cevap vermede sınırları
olduğunun görülmeye başlandığını ifade etmektedirler. Çünkü o yıllardan
itibaren bilimin pozitif denilen alanda da sınırlı olduğu ortaya çıkmaya
başladı. Evrenin tüm sırlarının bilim tarafından keşfedileceği düşüncesinin bir
ütopya olduğu anlaşıldı ve insan "nereden geldim, nereye gideceğim, hayat
ve ölümün anlamı nedir?" Gibi varoluşsal sorularla yine başbaşa kaldı. XX.
yüzyılda da yine kişi başına bir ölüm düştü. Bilim "nasıl'ın cevabı ile
yetindi, "niçin"in cevabı ise yine dinde saklı kaldı.[730]
Anlam Arayışı Ve Dinin Vazgeçilmezliği
Dinin sosyolojik
değerlendirmesinde ortaya çıkan farklılıkların temel sebebi dine bakışın hangi
düzlemde gerçekleştirildiği, dinin hangi gözle değerlendirildiği ile yakından
ilgilidir. Mesela Brian Wilson gibi "din sosyal bir kurumdur"
yaklaşımıyla kurumsal anlamda değerlendirmede bulunanlar mabetlere devam veya
dinî kurumlara katılım gibi tamamıyla sosyal aktiviteleri dikkate alarak modernite
ile birlikte dinin zayıfladığını iddia etmektedirler. Ama dinin "bir anlam
sistemi" olduğu yaklaşımını benimseyenler ise dinin metafizik alanı,
dolayısıyla da içinde yaşanılan dünyayı anlamlandıran bir olgu olduğunu, bu
anlamlandırmanın da insan için önemini hiçbir zaman kaybetmediğini
düşünmektedirler. Onlara göre bu önem modernite ile gerilemek yerine giderek
artan bir ivme göstermiştir [731].
Modernleşmenin bîr taraftan
insanlara somut yararlar ve imkanlar sağlarken diğer taraftan hem kuramsal hem
de psikolojik anlamda hoşnutsuzluklar doğurduğu, yeni paradigma sahiplerinin
hemfikir oldukları noktalardan birisidir. Din insanlara her anlamda teselli
kaynakları sunarken modern sekülerizm insanların ferdî elemlerini ve dünyadaki
adaletsizlikleri teselli etme kapasitesinden mahrumdur. Berger bu noktada şu
çarpıcı ifadeleri kullanır:
"Maddi-manevi
mahrumiyetlere maruz kalan, fiziksel acılar yaşayan, hatta en basitinden
geçimsiz bir evliliğe tahammül etmek zorunda olan bir insana ilerleme
efsanesinin o büyük ideallerinin -tabiî bilimlerin o inanılmaz zaferlerinin,
ulusal bağımsızlıkların veya devrimci hareketlerin başarısının- sunacağı hiçbir
şey yoktur... Aydınlanma sekülerizmi bu anlamda sahip olduğu potansiyeli
tamamen kaybetmiş ve sonuçta dinin teselli kabiliyeti insanların gözünde yeni
bir güvenilirlilik kazanmıştır." [732]
Sonuç
Sekülerleşme teorisi
modernleşme ile dinin yok olacağını iddia etmişti. Teoriye karşı çıkan yeni
pardigmaya göre ise modernleşme dinin yok olmasına sebep olmamıştır ve
olmayacaktır. Çünkü modern zamanlarda dindarlık standartlarında veya
insanoğlunun tabiat üstüne olan inançlarında geçmişe göre bir düşüş
gerçekleşmemiştir. Dolayısıyla, XXI. yüzyılda dünyanın bugünkünden daha 32 dinî
olacağını, dinin öleceğini düşünmek için de hiçbir sebep yoktur. Onlara göre
asıl sosyal bilimlerin modernleşmesiyle sekülerleşme teorisi ölecektir. Bu
ifade de sosyal bilimsel anlayışın dine karşı hala Aydınlanma felsefesinin
izlerini yansıtan bakış açısını terk etmesi, artık modern bir yaklaşım
sergilemesi gerektiği talebini dile getirmektedir. Çünkü artık Aydınlanma'nın
temel araçları ömürlerini tamamlamışlardır.
Sekülerleşmenin gerçekleştiği
kabul edilse bile bu, dinin sonunun geldiği anlamını taşımaz. Çünkü
sekülerleşme bir kere gerçekleşmesi halinde geriye dönüşü olmayan, giderek
bağışıklık kazandıran bir olgu değildir. Yeni pardigma savunucularından
bazılarına göre sekülerleşme dinî gelişim dairesinde var olabilen, ama neticede
dine zarar vermeyen bir safha olarak görülmelidir. Dahası, sekülerleşme teorisi
Batı ve Kuzey Avrupa gibi dünyanın belirli bir coğrafyası üzerinde
temellendirilmektedir. Onun için teoriyi evrensel bir gerçeklik gibi sunmak ve
her toplumun böyle bir süreç yaşamasını sosyolojik anlamda kaçınılmaz görmek
yanlıştır.
Religion as a Chain of Memory
isimli eserinde Daniele Hervieu-Leger (2000: 2-4, 131, 141-3, 167-8) dinin
nesiller boyu aktarımla bize ulaşan bir hafıza zinciri olduğu tezini işler.
Modernite nesiller arası ilişkide daha önceki dönemlere göre zincirin farklı
bir halkasıdır; nesiller arasındaki geleneksel ilişki şeklini değiştirmiştir.
Ama hiçbir zaman zincirin kopmasına neden olmamıştır. Modernleşme ile birlikte
din önemsizleşmemiş, dinî semboller günlük yaşamın her alanında var olmaya
devam etmiş, sadece dinin sosyal ve kültürel yıpısı dönüşüme uğramıştır.
"Atalarımız gibi inanalım" anlayışı bireysel meşrulaştırmalara
dönüşmüş, otorite kaynakları değişmiştir. Ama bu değişim ve dönüşüm hiçbir
zaman dinin dinamik bir sosyal ve kültürel güç olarak varlığını devam
ettirmesine engel olmamıştır. Belki din kurumsal boyutta zayıflamıştır, ama
bireysel boyutta güçlenmiştir. Dolayısıyla, modernitenin kendi çocuğu olan
bireyselleşme vasıtasıyla dini güçlendirdiğini; ve dahi artık ölenin din değil,
sekülerleşme teorisi olduğunu iddia etmemiz için önemli bir nedenimiz vardır. [733]
Kaynakça
1.
Bellah, Robert N. (1970), Beyond Belief, New York: Harper & Row.
2.
Berger, Peter L. (1995), "From the Crisis of Religion to the Crisis of
Secularity", The Sociotogy of Religion içinde (ed) Steve Bruce, c. I, s.
636-646, Aldershot (İngiltere): Edward Elgar Pub.
3.
Berger, Peter L. (1996/97), "Secularism in Retreat", National
Interest, s. 3-12.
4.
Davie, Grace (1990), "Believing without belonging: Is this the future of
religion in Britain?" Social Compass, 37: 455-69.
5.
Davie, Grace (2000), Religion in Modern Europe, Oxford: Oxford University
Press.
6.
Hadden. Jeffrey K. (1989), "Desacralizing Secularization Theory",
Secularizalion and Fundamenîalism Reconsidered içinde (ed) J. K. Hadden &
A. Shupe, s. 3-26, New York: Pragon House. -
7.
Haynes, Jeff (1998), Religion in (global Politics, London: Longman.
8.
Hervieu-Leger, Daniele (2000), Religion as a Chain of Memory, Fransızca'dan
çev. Simon Lee, Cambridge: Polîty Press.
9.
Juergensmeyer, Mark (1995), "Anti-Fundamentalism", Fundamentalisms
Comprehended içinde (ed) Martin E. Marty & R. Scott Appleby, Chicago
University Press.
10.
Macionis, John J. & Ken Plummer (1977), Sociology: A Global Introduction,
Prentice Hail.
11.
Martin, David (1991), "The Secularization Issue: Prospect and
Retrospect". The Brilish Journal of Sociology, 42: 3, s. 465-474.
12.
Shiner, Larry, (1967/1995) "The Concept of Secularization in Emprical
Research", Journal for the Scientific Study of Religion, (VI) 2, 207-220. Ayrıca 77u?
Sociology of Religion (ed) Steve Bruce (1995), c. I, s. 503-516, Aldershot
(İngiltere): Edward Elgar Pub. içinde yayınlanmıştır.
13.
Stark, Rodney (2000), "Secularization: R.I.P.", The Secularization
Debaîe içinde (ed) William H. Svvatos & Daniel V. Olson, s. 41-66, New York,
Rowman & Littlefield. Makale aynı başlıkla Sociology of Religion dergisinde
(1999, 60: 249-273) yayınlanmıştır. Ayrıca daha sonra bir kitapta bölüm olarak
yer almıştır (Rodney Slark & R. Finke, Acts of Faith, Berkeley: University
of California Press, 2000, s. 57-79).
14.
Stark, Rodney & William Sims Bainbridge (1985), The Future of Religion,
Berkeley: University of California Press.
15.
Stark, Rodney & Roger Finke (2000), Act.s of Faith, Berkeley: University of
California Press.
16.
Svvatos, William H. & Kevin J. Christiano (2000), "Secularization
Theory: The Course of a Concept", The Secularization Debaîe içinde (ed)
William H. Svvatos & Daniel V. Olson, s. 1-20, New York: Rowman &
Littlefield Pub.
17.
Wilson, Brian (1976), Contemporary Transformation of Religion, Oxford:
Clarendon.
18.
Wilson, Brian (1982), Religion in Sociological Perspactive, Oxford: Oxford
University Press.
19.
Wilson, Brian (1985), "Secularization", The Sacred in a Secular Age
içinde (ed) Phillip E. Hammond, s. 1-20, Berkeley: University of California
Press.
20.
Wuthnow, Robert (1985), "Science and the Sacred", The Sacred in a
Secular Age içinde (ed) Phillip E. Hammond, s. 187-203, Berkeley: University of
California Press. [734]
TEOLOJİK
SEKÜLERLEŞMENİN NEDEN OLDUĞU KRİZ: "İNANÇ PROBLEMLERİ"
Doç. Dr. Ramazan Altıntaş [735]
Giriş
Hicrî I. yüzyılın sonlarına
doğru İslam toplumlarında ortaya çıkan ve ilk defa Kelam ilminin doğuşunu
hazırlayan sorunlar müslüman fenomende fikrî ve hayati olarak yaşıyordu. Yani,
hâdiselerle kelamı düşünce arasında çok yakın bir irtibat vardır. Bu sebeple
hiçbir dönemde Kelam biliminin konularından 'akîde' soyutlanmış değildir. Aksi
bir iddia, Kelam biliminin varoluşsal sebebine aykırıdır. Ama ne var ki,
tarihsel süreçte şartlara göre sorunların alanında kimi daralma ve
genişlemelerin olduğu söylenebilir. Böyle olması da gayet doğal
karşılanmalıdır. Örneğin, hicrî 1. yüzyılda ortaya çıkan hemen hemen ilk
problemlerden birisi de 'büyük günah' (mürtekibü'l-kebîre) sorunudur. Hiç
şüphesiz bu sorunun, Emevî devletinde yönetimin şûradan saltanata dönüşüyle
kuvvetli bir irtibatı vardır. Yine mütekaddimin Kelam tarihinde zuhur eden
'cebir ve ihtiyar' meselesi, asla bizantinist bir sorun olmadı. Emevî
yönetiminin mevcut siyasî anlayışı cebriyecilikle örtüştürmesi sonucu siyasetin
itikâdileştirilmesiyle birlikte gündeme taşındı. Hakeza, rızık ve helâl malla
ilgili sorunlar, aynı tarihlerde İslam servetinde meydana gelen içtimaî
adaletsizliklerle bağlantılıdır. Bu örneklendirme listesini çoğaltmak
mümkündür. Bize düşen her çağın, evvelâ sorunlarını iyi anlamak ve kendi
çağımızdaki sorunlara çözüm önerileri getirmektir. Bu alanda Muhammed Abduh'un
(1849-1905) 'Tevhîd Risalesi’nde yaptıkları örnek olarak gösterilebilir. Çünkü
onun yaşadığı 19. yüzyıl mantıkçı pozitivist bilim anlayışının Batı kanalıyla
Batı-dışı Müslüman toplumları etkilemeye başladığı bir dönem olduğu dikkate
alınırsa, onun 'gayb âlemi' sorunu çevresinde niçin yoğunlaştığı fark
edilebilir. Çünkü Batı medeniyeti 'gayb âlemini' inkar ederek meydan okuyordu. Yine
o, nübüvvet ve risâlet konularında yoğunlaştı. Zira, çağdaş medeniyet anlayışı
nübüvvet ve risâlet konularına kayıtsızdı. Bu risalenin muhtevasında İslam'ın
yayılış tarihiyle alakalı olarak müsteşriklerin itirazlarına verilen cevaplar
da 'hadiseler-fikirler' bağlamında ele alınıp değerlendirilmelidir. Kelamda
'yenilenme' dediğimiz zaman da 'akîde' ile ilgili meseleleri soyutlama değil,
bilâkis, her asrın müşkillerî karşısında Kelamın, varlık sebebi gereği, zorunlu
olarak toplumun din anlayışlarına istikâmet verme ve çözüm önerileri sunması
dikkate alınmalıdır, işte içinde yaşadığımız yüzyılın hâlâ geçerli
sorunlarından birisi de 'modemite-seküterizm' ilişkisi ve bu anlayışın inanç
coğrafyalarında yol açtığı çatlaklıklardır.
'Teolojik Sekülerleşmenin Neden
Olduğu Kriz:
"İnanç Problemleri"
adını verdiğimiz bu tebliğimizde öncelikle, sekülerleşmenin teşekkülünü
hazırlayan felsefî arka plân üzerinde durulacaktır. Çünkü, bir düşüncenin
ortaya çıkmasında tarihsel açıdan o düşünceyi oluşturucu olaylar ve olgular
bilinmedikçe meselenin
açıklığa
kavuşturulması mümkün değildir. Bu sebeple biz de 'sekülerleşmeye' geçmeden önce,
sekülerleşmenin alt yapısını oluşturan felsefî, sosyolojik, siyasî, ekonomik,
dinî vb. nedenler ve kökler üzerinde derinlikli tahlillere gireceğiz. Çünkü
modern Batı düşüncesi sadece maddi hayatı dönüştürmekle kalmadı, başta din
olmak üzere, gelenek, kültür ve kutsalı yeni bir okumaya tabi tutarak radikal
bir değişime uğrattı. Öyleyse bu değişimin tarihsel serancamı ne zaman
başlamıştır, teorisyenleri ve düşünürleri kimlerdir? Bu sorulara cevap arayarak
konumuzu ortaya koymaya çalışmakla birlikte, ayrıca teolojik sekülerizmin dinî
bilgi ve düşünce üzerinde yol açtığı sorunlara da değineceğiz. [736]
Reform Öncesi Hıristiyanlığın İman
Öğretisine Bir Bakış
16. yüzyılın sona erişiyle
birlikte Batı, bütünüyle farklı bir tip toplum ve yeni bir insanlık ülküsü
doğuracak bir teknoloji üretme sürecine girdi. Üretim ilişki biçimlerinin
değişime uğramasıyla eş-zamanlı olarak, Tanrı'nın rolü ve algılanışı da kaçınılmaz
bir biçimde etkilendi. Ayrıca, yeni sanayileşmiş ve etkin Batı'nın kazanından,
dünya tarihinin akışını değiştirdi. Max Weber (1864-1920) klâsik tezinde,
endüstriyel kapitalizm geliştikçe asketizmin önemini yitireceğini söylüyordu. [737]
Böylece, katı olan her şey buharlaşacak, din ve modernizm ilişkilerinde
etkilenme dindar bireyler aleyhine ve modern bireyler lehine bir dönüşüm
yaşanacaktı. Weber'in "büyü bozma' diye isimlendirdiği kehâneti, yani,
inançların her an buharlaşıp gitmesi mümkün olacak mıydı? İleride bu sorunun
cevabı da tartışılacaktır.
Modernleşme süreci Batı'yı bir
dizi köklü değişikliklere zorladı. Sanayileşme ve bunun bir sonucu olarak
tarımda dönüşümü, entelektüel bir aydınlanmayı, ayrıca, siyasî ve toplumsal
devrimleri başlattı. Bu büyük değişiklikler doğal olarak insanların kendilerini
algılayış biçimlerini etkiledi ve geleneksel Hıristiyan yorumunu yeniden gözden
geçirme ve çağa uyarlama ihtiyacı duyuldu. [738]
Zira geleneksel Hıristiyanlık paganlaşma süreciyle birlikte temel ilkelerinde
doktirinel sapmalara uğramış ve birçok akıl-dışı unsurlarla dolmuştu. Özellikle
reform öncesi Hıristiyanlığın durumu, aşağılanmış ve lanetlenmiş bir dünya
yorumu, vahdaniyeti zedelenmiş ve antropomorfist bir karaktere bürünmüş bir tanrı
anlayışını andırmakla kalmıyor, bu durum dinî anlamda 'üstü örtülü bir irtidat'
görüntüsünü çağrıştırıyordu. Hiç kuşkusuz, bütün bu gelişmeler doğrultusunda İncil'in
yeniden kavramlaştınlması, tanrı anlayışlarının yeniden tanımlanması,
Hıristiyanlık akidesinin hellenîzmden koparılması gibi konularda sekülerizasyon
sürecine katılarak onun yardımım istemek Batı toplumları için anlaşılır bir
olgu niteliğini taşımaktadır. [739]
Çünkü, geleneksel Hıristiyanlığın içeriği ve karakteri buna uygun düşmektedir.
Zira mevcut İncil, ler' eki almak ve müelliflerine sahip olmakla da otantik
yapısında bir kırılma yaşamış, artık toplumsal şartların bir ürünü haline
dönüşmüştür. Bir başka ifade biçimiyle söylemek gerekirse, vahiy, yayıldığı
toplumların somut tarihine
bağlanmıştır.
Dahası, Hıristiyanlığın ismi ve ibadet şekilleri sonradan gelişmiştir. Aşkın
bir kaynağa bağlı olmayan böyle bir dinin sekülerleşme süreci yaşaması kendi
doğallığı içerisinde gayet ma'kul bir durumdur. Tebliğimizin ilerleyen
boyutlarında bu konuya tekrar ayrıntılı bir şekilde döneceğiz.
Dünyevîleşme düşüncesinin ' reformasyon'
süreciyle çok yakın bir ilintisi vardır. Weber'in dediği gibi, ''reform',
Kilise otoritesinin yaşam üzerinden tümüyle kaldırılıp atılması olmayıp, var
olan biçimin farklı bir anlamla değiştirilmesidir. [740]
Aslında mutlak anlamda Kilise ve Devlet birbirinden ayrıştırılmamıştır.
Birbirine mudâhil olduğu kısmî de olsa alanlar vardır. Örneğin, Amerika'da
başkanların incil üzerine yemin etmeleri, eşlerin, nikâhlarını Kiliselerde
kıydırmaları veya dinî cenaze törenlerinin aynı mekanda yapılması gibi.
Dolayısıyla Aydınlanma felsefesi her ne kadar insanı merkeze alan (hümanizm),
aklı mutlaklaştıran (rasyonalizm) bilimi aşkından koparan (pozitivizm) bir
sürece girmiş olsa da ilk dönemlerde üstü kapalı bir şekilde Tanrı'nın
varlığına karşı çıkmıyordu. Bu iddianın gerekçelerini 17. yüzyıl modern Batı
bilimine katkıda bulunan düşünürlerin tasavvurlarında bulmak mümkündür.
Örneğin, Blaıse Pascal (1623-62) Kilise tarafından resmen kabul görmese bile
indilerin Tanrı'sına değil ama, filozofların tanrısına inanıyordu.
Vahiy olmadan da zihnin Tanrı'yı
keşfetme yeteneğine çok daha fazla güven duymuş Matematikçi ve teist bir
Katolik olan R. Descarîes (1596-1650) ise, uygarlığın temeli olarak gördüğü
dinsel ve ahlâki doğruların kabulüne insanları inandırmak için aklın tek başına
yeterli olabileceğini düşünmüştü. [741]
Böylece akla özerk ve mutlak bir alan açan Descartes, "cogito ergo
sum/düşünüyorum, o halde varım"önermesi ile de yeni bir bilgi kuramının
temelini atmış oluyordu. Bu önermeden yola çıkarak önce Tanrı'nın varlığını
insan bilincinde buldu sonra da fiziksel dünyanın varlığına ulaştı. [742]
Descartes'in bu meşhur cogito'su aynı zamanda dolaylı olarak Hıristiyanlığın kefaret
öğretisine bir başkaldırısıdır. Diğer bir deyimle 'ben varım'ın öne
çıkarılması, insanın aşağılanmasına bir meydan okuma ile insanın özgürlük ve
kurtuluş talebinde bulunmasının vurgusal bir ifadesidir. Modern düşüncenin
kurucusu olan Descartes, dindardı, ama, insanı otonom bir bağımsızlığa
sürükleyici düşünceleri dinin aleyhine gelişecek bir zihniyetin teşekkülü için
zemin de hazırlamıştı. O, geliştirdiği Kartezyen düalizmi sebebiyle birbirinden
ayrı madde ve ruh arasında iki saha oluşunca, dine atıfta bulunma gereği
kalmamış, sekülerleşmeye kapı açılmıştır. Sonuçta Tanrı, dinî bir söylemden
çıkarılıp tabiata ve matematik hakikatlere indirgenmiş oluyordu. [743] Bu
süreçten sonra artık insan, bireyselliğini ve bağımsızlığını daha çok ön plâna
çıkaran bir varlık olarak görülmeye başlanmıştır, insanı seküler bir tabana
oturtan Aydınlanma, hümanizm ile evrensel olduğunu vurgular. Yalnız bununla
yetinmez, yeni tasavvurun sahibi olan bu varlık, akıl ile ürettiği yeni
bilginin-modern/seküler bilimsel bilgi- de evrensel, tek doğru ve hakikatin
ölçüsü olduğunu açıklar. Aklın yanılmazlığı, gerçeğin dilini konuştuğu ve
gerçeğin asla onunla çelişmediği,
Aydınlanma
felsefesinin ön kabulü idi. Artık sekülerleştirici felsefe ve bilim vasıtasıyla
kendi gücünü göstermesi ve özgürlüğünü kainatın Tanrı'sından söküp alarak doğa
üzerinde dilediği gibi hareket edebileceğini ispatlaması gerekiyordu. Çünkü
tabiat da seküler tasavvur sonucu modern bir anlam kazanmıştı. Bu anlamı
sağlayan şüphe yok ki, kendisini merkeze koyan (ben-merkezli) insanın, tabiatın
aşkın olan yönünü devre dışı bırakmasıdır. Böyle bir zihinsel yapıda, her şeyin
Allah'ın varlığına şahitlik ettiğinden dolayı kevnî âyet/gösterge olduğuna
inandığımız tabiat, manevî yapısından soyutlanarak, salt fizik varlığa
indirgenmiştir. [744]
Hıristiyanlığı gizemden
kurtarma konusunda çaba harcayan ve Tanrı'yı kendi mekanik sistemine indirgemiş
olan bir başka bilim adamı da Isaac Newîon (1642-1727)'dur. Onun başlangıç
noktası Matematik değil, mekanikti. Newton fiziğinde doğa tamamıyla edilgendi.
Tanrı ise eylemin kaynağı idi. Ona göre tüm sistemin merkezi yüce Tanrı'dır.
Çünkü böyle ilahi bir makinist olmadan sistem var olamazdı. [745]
Newton'un teorisine göre, evren önceden belirlenmiş bir yolda, değiştirilmesi
imkansız son duruma doğru çözülen dev bir zemberekli saat gibidir. [746] Ama
ne var ki, çekim yasasının keşfiyle birlikte İlahî müdâhaleye gerek duyulmadı.
Çünkü tabiat kendi kendine işliyordu. Bu düşünce sonucu vahyi veri almayan
'deizm' daha belirleyici bir işlevsellik kazanmış oldu.[747]
Descartes gibi Newton da
cahillik ve boş inançla bir tuttuğu gizeme hiç zaman ayırmadı. O Hıristiyanlığı
metafizikten temizlemek istiyordu. Bu onu, İsa'nın tanrısallığı gibi çok önemli
öğretilerle karşı karşıya getirmiş olsa da İsa Mesih kesinlikle tanrı değildi.
Teslis Grek putperestliğinin bir ürünü idi. Teslis ve Diriliş öğretilerine
kanıt olarak gösterilen Yeni Ahif ta bölümleri tamamıyla düzmece idi. [748]
Mevcut Hıristiyanlığın
gizemlilik ve hurafe ile dolu olan inanç sistemi Aydınlanma düşüncesinin
doğuşunda itici bir fonksiyon gördü. Aydınlanma olarak bilinen hareketin
Fransız temsilcilerinden François Marie de Volîaire (1694-1778) ise, Felsefe
Sözlüğü'nde Hıristiyanlığın mitosunu ve teslise dayalı geleneksel
"gizemlere" sırtını dönerek yeni bir tabiî din tanımında bulundu; bu
din her şeyden önce, olabildiği kadarıyla yalın olmalıydı: "insanları
saçma kılmadan âdil olmaya yönelten çok daha fazla ahlâk ve çok daha az doğma
öğretemez mi? İnsana imkansız, çelişkili, kutsallığa zarar getirmeyen, insan
soyu için tehlikeli olmadan ve sağduyu sahibi kimseyi ezelî ceza ile tehdit
etmeden, akıldışı bilgecilik adına yeryüzünü kana bulayan cellatları olmadan
inancını ortaya koyamaz mı?" [749]
Voltaire'in dine getirdiği bu
tanımlamadan da anlaşıldığı gibi Aydınlanma düşüncesinin filozofları Tanrı
düşüncesini yadsımıyorlardı. Onlar, Ortadoks inancının zâlim tanrı anlayışını
reddediyorlardı. "Eğer tanrı yoksa onu uydurmak gereklidir" diyen
Voltaire, insan için tek Tanrıya inanmaktan daha akılcı ve daha doğal
bir şeyin olmadığını dile getirerek Hıristiyanlığın teslis inancına dayalı tanrı anlayışını
eleştirmiş oluyordu.[750]
İncil'in Tanrı’sını rededen ama
monist anlamda bir Tanrı anlayışını kabul eden düşünürlerden bir diğeri de
Baruch Spinoza (1632-1677)'dır. 1656 yılında Amsterdam sinagogundan aforoz
edilen Spinoza ateist kabul edilmişti. Onun suçu, Kitab-ı Mukaddes tarihine
eleştirel bir gözle yaklaşmış olmasıydı. [751]
Spinoza, her ne kadar İncil'in Tanrı anlayışım eleştiriyorsa da kendisi Tanrı'yı
cevher olarak [752]
kabul etmekle, onu, eşya ile aynîleştirmiş ve böylece de panteist/kamu Tanrıcı
bir inanca sahip olmuştu. Türkçe'de bir tabir var:
'Yağmurdan kaçalım derken
doluya tutulmak.' Gerçekten bu tabir Spinoza'nın Tanrı anlayışını çok güzel
betimler. Şöyle ki, Spinoza, İncil'in Tanrı anlayışını eleştiriyordu. Halbuki
kendisi panteizme yelken açarken Tanrı ile eşyayı aynîleştirmekle aynı zamanda Tanrı
ile insanı da aynîleştirmişti. Böylece o, gayet doğal olarak, Hz. İsa'nın tanrı
olduğunu söyleyen Katolisizmle bir yerde buluşmuş oluyordu. Böyle bir inanç
biçimi de Tanrı'nın tahtına insanı oturtma düşüncesinin yolunu açmaktan başka
bir şey değildir.
Alman Aydınlanmasının
öncülerinden Immanuet Kant'a. (1724-1804) göre Tanrı'ya giden tek yol onun
pratik akıl dediği, ahlâki vicdanın özerk bölgesinden geçiyordu. O Tanrı
düşüncesinin karşısında değildi, ama kiliselerin katı kurallı otoritesini
reddediyordu. Kant, Tanrı'nın varlığına ilişkin gereksiz tartışmaların yararsız
olduğunu savundu. Çünkü zihinlerimiz yalnızca uzay ve zamanda varolan
(fenomen/olgular dünyası) şeyleri kavrayabilirdi. Bu kategorinin ötesinde
(numen/duyu ötesi) yatan gerçekleri düşünmeye elverişli değildi. Her ne kadar
mantığa göre Tanrı'nın varlığını kanıtlamak imkansızsa da aksini kanıtlamak da
imkansızdı. Ama buna rağmen Tanrı düşüncesi gerekli idi. [753]
Kant, geliştirdiği bu düşünceden yola çıkarak Allah'ın varlığını kanıtlamada
aklın ilkelerine dayalı kozmolojik ve teolojik bütün delilleri reddeder. Aşkın
olanla ilgili bağlantıyı, geliştirdiği ahlâka dayalı metafizik bir gerçekliğe
oturtan Kant, 'İnanmaya yer bırakmak için bilgiyi inkâr ettiğini"
söyler.18 Tanrı'nın varlığına inanmanın aklîliğini kabul etmeye gerek duymayan Kant'ın
bu inanç biçimi, dolaylı olarak Batı insanının vahyin bir bilgi kaynağı olarak
görülmesi güvenini sarsmakla kalmadı, Batı düşüncesinde modern bilimin
sekülerleşme yolunu açmaya hizmet etmiş oldu. Neticede Kant'ın Tanrı'nın
varlığını kanıtlama imkanı düşüncesi, materyalist ve varoluşçu ateist gibi
düşünceler için bir kalkış dayanağı rolünü üslendi.
Aydınlanma düşüncesinin
temellerine düşünsel açıdan yaptığımız bu yolculuk Batı düşüncesinde yeni bir
dönüşüm ve miladın başlamış olduğunu işaretliyordu. Bu düşüncenin yeni ana
parametreleri, seküler bir akıl, mantıkçı pozitivist bir kalıpta gelişen ve
metafizikle bağlantıyı koparmış modern bir bilim anlayışı, kartezyen bir âlem
tasavvuru vb. gibi bakış açılarıdır. Bütün bu bakış açıları git gide
metafizikle olan bağı olabildiğince koparmakta ve aşkın olana daha az hareket
etme alanı tanımaktadır. Diğer taraftan [754].
yüzyılda gelişme trendini
artırmış olan modern düşünce
biçimleri ister istemez Batı'da ileri bir sıçrama yaratarak daha saldırgan ve
aşırı tutumlar sergileyen pozitivist ve materyalist akımların doğuşuna ivme
kazandırmıştır. Bunların başında, Auguste Comte (1798-1857)’un bütün olay ve
olguları tabiî yasalara bağlayan pozitif bilim anlayışı, Charles Danvin
(l809-1882)'in türlerin kökeni ile ilgili Darvvin nazariyesi, Kari Marx
(1818-1883)'ın Diyalektik materyalizm teorisi ve Psikanaliz teorinin kurucusu
Sigmund Freud (1856-1939)'un insan şuurunu metafizik boyuttan kopararak aklî
araştırma alanı ile sınırlandırması, yaygın kullanım diliyle söylemek
gerekirse, modernitenin din karşıtı eylemler için odak noktası olmayı ve dinle
ilgili her şeye, özellikle de Kilise tarihini, geleneksel Hıristiyanlığı ve
Kitâb-ı Mukaddesi katı eleştirel bir tutumla gözden geçirmeye zorladı.
Modernitenin Kilisenin din anlayışını ve tarihini yoğun bir eleştiriye ve
sorgulamaya yol açması hepten kötü bir şey değildi; hatta bunu olumlu da
karşılamak gerekirdi. Önemli olan modern paradigma ile yüzleşmekti. Bu yönüyle
Aydınlanmanın Grek, Yahudi ve Hıristiyan düşünce mirasında yeniden bir üretim
olması garip sayılmadı. Sonradan dinî mirasına yabancılaşmasına rağmen seküler
paradigma, insanı tanrıya karşı yüceltmenin ve onu özgürleştirmenin ideolojisi
ve amacı olarak tarih sahnesine girmiştir. [755]
Aydınlanmanın bir kategorisi olan modernitenin bu dayatmaları kendiliğinden
kilise otoriteleri arasında bir iç-hesaplaşma ve iç-kritiği doğurmuştur.
Katolikliğin temsil ettiği kemikleşmiş ve yozlaşmış geleneğe karşı, yeniden
kaynağa dönüş hareketini; toplumdan soyutlanma ile özdeş takva anlayışını
sorgulayan, üretmeyi teşvik edici meslek ahlâkını temel başat sayan, bireysel
bilinci öne çıkararak sorumluluk duygusunu kuvvetli bir şekilde vurgulayan
protest söylemle doğrudan re formasyon sürecine girilmiştir. Eğer bu süreci
kavramsal olarak ifade etmek gerekirse bunun adı, protestanlaşmadır. O halde
Protestanlaşma ne demektir? [756]
II. Protestanlığın Doğuşu Ve Getirdikleri
Protestanlık, tarihin belli
döneminde ve belirli bir alanda, orta ve kuzey Avrupa'da ortaya çıkmış yeni tür
bir Hıristiyanlık yorumu ve öğretişidir. Bu öğreti, çeşitli ülkelerde çeşitli
kişiler tarafından ortaya atılırken, varolan toplumsal ilişkiler sistemine
alternatif ilişkiler ve değerler getirerek Hıristiyanlığın o zamana kadar
yapılmamış bir yorumunu tarih sahnesine çıkarmıştır. Protestanlık Avrupa'nın
her yerinde ve her hıristiyan ülkede ortaya çıkmamıştır. Örneğin, İtalya,
İspanya, Portekiz gibi Güney Avrupa toplumları ya da Doğu Avrupa'nın Hıristiyan
toplumları Protestanlık çıkışına sahne olmamışlardır. [757]
Özellikle Anglo/Sakson
ülkelerinde Hıristiyanlıkta reform sürecinin başlamasının gerekçeleri; dinin
asıldan ziyade sekile yönelmiş olduğu, özü terk edip kabuk ile uğraştığı,
ruhlar ile değil bedenler ile ilgilenmeyi tercih ettiği, papalık ve ruhbanlık
kurumunun dejenere olması gibi nedenlerdir. [758]
Burada Almanya ile Roma arasındaki ezelî siyasî rekabeti de hesap dışı saymamak
gerekir. Diğer yandan Hıristiyanlığın inançlarını bir felsefe sistemi haline
getirerek Hıristiyanlığın Aristo’su unvanını alan püriten ahlâkın önde gelen
temsilcilerinden başta Aziz
Augustine
(m.s. 354-430) gibi ahlâkçılar, sanatın her şeyden önce duyular yoluyla insanı
baştan çıkardığı yargısına varmışlardı. Çünkü 'güzellik bilimi' bir duyular
ilmidir. Aziz Augustine'in belirttiği gibi estetik, insanlara tanrının
ihtişamını hatırlatacak yerde, onları dünyanın göz alıcı görüntüsüne dalmaya
sürüklüyordu. Bu bir hazcılıktı. Dolayısıyla duygusal güzellik, insan ruhunu
yıkıntıya sürükleyen tatlı yoldan başka bir şey değildi. [759]
Aziz Augustine'nin ahlâk felsefesinde bizatihi dünyanın kendisine ve onda
tecellî eden doğal güzellik yapısına hoşgörü ile bakılmamasının yegâne nedeni,
insanı imandan alıkoymada bir engel olarak görülmesidir ki, bu inancın temeli
Yuhanna İncil’ine dayanır. Bu İncil, kâinatı sevmeyi yasaklar, hele hele bedeni
hazlara hiç izin vermez. Örneğin, cinsel ilişki sadece, üreme içindir, aksine,
haz almak niyetiyle olursa küfürdür. Bu inanca göre bir defa dünya kavramı,
güzellikten haz almayı değil; atslmışlığı, günahı ve göz yaşı vadisini
hatırlatır. [760]
Bütün bu nedenler bazı Hıristiyan din adamları tarafından dine yeni bir şekil
vermek amacıyla dinin kaynağına dönüş hareketinin başlamasına yol açmıştır.
Ünlü ilahiyatçı Martin Luther, 1517 yılı sonlarına doğru Wittenberg'de bir
kilisenin kapısına asmış olduğu meşhur Doksanbeş Tezi ile Protestan hareketini
başlatmış oldu. Doksanbeş maddeden oluştuğu için bu İsmi alan manifestonun,
konumuz açısından önemli olan maddeleri şunlardır:
1.
Dinî konularda başvurulacak tek kaynak İncil'dir; Konsil kararları ve Kilise
doğmaları değildir. İncil'i okumak ve yorumlamak ise Kilisenin tekelinde
değildir; bunu akıl baliğ olan ve okuyabilen herkes yapabilir.
2. Ruhban
(klerikal) ve gayri ruhban (seküler) olan arasında bir fark, birinin diğerine
bir üstünlüğü yoktur. Ruhban olmayanlar papazlık yapabilir, papazlar da
evlenebilir.
3.
Kilisede hiyerarşi olamaz. Papanın ve piskoposların Hıristiyanlara hizmetten
başka bir varlık sebebi yoktur.
4. Ayrı
bir Kilise hukuku olamaz.
5.
Tanrı'dan başka kimsenin günah affetmesi söz konusu olamaz.
6.
Dünyevî iktidar Tanrı tarafından verilmiştir. Bu sebeple "dünyevî iktidar
sahibi", Tanrı'nın görevlisidir. Bu güç ve yetki ile o, din adına hizmet
eder.
7.
Yeryüzünde tek otorite "dünyevî iktidar"dir. Papanın dünyevî hiçbir
yetkisi yoktur ve imparatora üstün değildir. Ancak dünyevî iktidar da rûhânî
hususlarda yasa koyamaz.[761]
Yukarıdaki maddelerden de
anlaşılabileceği gibi, Martin Luther kurmuş olduğu Kilisesi ile Papalık'ın
bütün üstünlüklerini ilga etmektedir. Katolik Kilisesinin erişilmez,
eleştirilmez, insan-üstü konumu yok edilmiştir. Dünyevî iktidar papalık
kurumundan alınarak ruhban olmayanlara verilmiştir.
Protestanların mücadelesi uzun
ve çileli yıllan kapsamış, şiddetli çatışmalar ve 30 yıl süren din harpleri
meydana gelmiştir. 1555 senesinde imzalanan Augsburg Din Barışı ehven-i şer
sayılabilecek, nispeten önemli bir aşama olmuştur. Bu îaddeye göre prens
Katoliklik veya Protestanlıktan hangisini seçerse tebaası da onun
mezhebini (dinini) seçmek durumunda kalmaktaydık. [762]
Uzun mücadele yıllarından sonra, dört yılı kapsayan görüşmelerin nihayetinde
(1644-48) Westfalya Anlaşması imzalandı. Bu antlaşma metninde ilk defa olarak
din ve devlet ilişkilerinin birbirinden ayrılması anlamında, sekülerizasyon
ifadesi kullanıldı. Böylece sekülerizm, özellikle Almanya'da başlayan Protestan
hareketinin kaçınılmaz bir neticesi olarak tarih sahnesine çıkmış oldu.
Başlangıçta esas itibariyle mistisizme, Hıristiyanlığın aslına dönmek gibi
"Hıristiyanî Selefiyece tezlere dayanan ve bir "dinî hareket"
niteliğinde olan bu akım, zamanla millî asabiyelerin de gelişmesinin verdiği
motivasyonla, Evrensel kilise otoritesine karşı dikelmeye, sonradan bir adım
daha atarak en genel anlamıyla her türlü rûhânî güce karşı vaziyet almaya
başlayan ve gitgide orijini ile olan alakasını en alt düzeye indirerek, bizzat
ve bizatihi dünyeviliği savunmaya başlayan siyasi ve dünyevî bir hareket halini
aldı.[763]
Protestanlığın hâkim olduğu
bütün modern toplumlarda sekülerizm de birlikte varolmuştur. Bunun sonucu
olarak din kamu hayatından giderek ayrıştırılmış, bireyselliğe, yani kişiye özel
hale getirilerek manevî dünyanın inşâsına kaydırılmış, böylece din sosyal önemini
de yitirmiştir. Bu süreç Protestanlığın yol açtığı gayet doğal bir aşamadır.
Protestanlığın doğuşuna yol açan temel etmen 'kapitalist' dönüşümdür. Bu
sebeple Weber, kapitalizm ile Protestan ahlâkı arasında nedensellik ilişkisine
dayalı bir çözümleme yoluna gider.
Katolik Hıristiyanlığın din
anlayışı ile Protestan Hıristiyanlığın din anlayışı hakkında şöyle bir
karşılaştırma yapacak olursak, Protestanlığın geleneksel Hıristiyanî yaşamda
nasıl bir köklü ve etkili bir sarsıntı meydana getirdiğini daha açık ve net bir
şekilde anlamış oluruz. Katolik bir dindar Hıristiyan, içerisinde aşkın olanla
kendi arasında birçok kanaldan bağ kurulan; Kilise âyinleri, azizlerin
aracılığı, tabiat-üstünün mucizelerle durmadan püskürmesi gibi görünenle
görünmeyen arasında geniş bir varlık sürekliliğinin bulunduğu bir dünyada
yaşar. Protestan Hıristiyan bir dindar ise, bu aracıların çoğunu ortadan
kaldırmıştır. Berger'in yerinde deyimiyle Protestanlık aşkın bir Tanrı'nın
korkunç yüceliğini (tenzih) vurgulamak isterken ulûhiyet dünyasını soyup soğana
çevirmiştir. Dolayısıyla Hıristiyan dünyada Protestan söylem, sekülerizmin
önündeki setleri bir bir açma ameliyesi görmüştür. Bu yönüyle Protestanlık,
sekülerleşme tarihi açısından bir başlangıç, bir mîlad sayılabilir. [764]
Çünkü bütün tarihi ve epistemolojik materyaller doğrudan Protestanlık ile
sekülerleşme arasında çok yakın bir ilişki ağının mevcut olduğunu
kanıtlamaktadır. Eğer Protestanlık adı verilen dinî hareket sekülerleşmenin
doğuşuna rahim görevi yapmıştır, şeklinde bir tez ileri sürülürse, bunda
yadırganacak bir şey olmamalıdır. Çünkü Protestanlık ibadete ilişkin aygıtları
olabildiğince asgari düzeye çekmiş, adeta ibadeti, meslek ahlâkı ile
dondurmuştur, insan, rûhânî dünyasını zenginleştiren ritüellerden tecrit
edilmiştir. Sonuç olarak Hıristiyan kitlenin mucize diye kabul ettiği dinî
hayat için bir motivasyon işlevi gören manevi güdüleme unsurlan manasını
kaybetmiş, Protestanlık ölü bir kimse için dua etmeyi, dinî merasim düzenlemeyi
bile kaldırmıştır. Her şeyi tabîi illet
çerçevesinde
yorumlayan Protestanlık, Kilise ve ayinlerin yardımıyla kurtuluşa ulaşmayı
dışarıda bırakmış, bu sebeple gerçek püritenler bile, mezarda dinî törenle
ilgili her işareti reddederek, bâtıl inanç, büyü ve âyin ile kurtuluşa
ulaşılacağı inancının ortaya çıkmaması için en yakınlarını şarkısız ve ilahisiz
gömmüşlerdir. [765] Hiç
şüphesiz böyle bir girişim, insanın iç dünyasını manevî dayanaklardan
soyutlayarak çölleştirmedir. Geriye insanın tek bir boyutu kalıyor ki, o da
bedensel yapı ve onun ihtiyaçlarıdır. Böyle bir psikolojik ortam ise ancak
insanın yoğun bir şekilde dünyevîleşmeye olan eğilimini besler. Zira,
modernitenin bir kazanımı olan sekülerizm, Aydınlanma düşüncesinin de bir
aktarım nesnesi ve tasavvuru olmuştur. Şimdi de, sık sık atıfta bulunduğumuz
sekülerizm nedir ve onu oluşturucu öğeleri nelerdir? Sorusuna cevap aramaya
çalışalım. [766]
III. Sekülerizmîn Tanımı Ve Oluşturucu
Öğeleri
Latince 'seculum' kökünden
gelen secular teriminin zaman ve mekan çağrışımlarını birlikte veren bir anlamı
vardır. "Zaman", dönem onun şimdi oluşunu, hazır oluşunu;
"mekan" ise, dünyada ve dünyevî oluşunu gösterir. O halde seculum, bu
çağ ve şimdiki zaman anlamına gelir. Vurgu, tarihsel süreç olarak dünyada
belirli bir zaman ve dönem üzerinedir. Eskiden atletik yarışmaların periyodik
olarak zaman zaman yapıldığını belirtmek içen 'seküler' nitelemesi
kullanılırdı. Seküler kavramı, dünyanın bu belirli zaman ya da dönemde veya
çağdaki durumunu gösterir. Seküler kavramında yer alan bu zaman-mekan
çağrışımı, tarihsel olarak Greko-Romen ve Yahudi geleneklerinin Batı
Hıristiyanlığı içerisinde kaynaşmasından doğan uygulamalardan oluşmuştur. [767] O
halde seculum ilâhî zamana değil, dünyevî zamana uygun anlamı taşır.
İlk dönemlerde Yahudi ve
Hıristiyan geleneğinde seküler kişi, dışarıdan bir yabancıdır. Bu geleneklerde
din, özelleşmiş bir kurumdu. Kilise içselleşmiş ve bir görevliler (dinî işlerle
uğraşan, doğmayı yorumlayan ve öğreten nizamîler) sınıfıyla bütünleşmiştir. Bu özel
dinî kurum ve sınıftan olmayan sekülerdi. Elbette seküler insan dindar
olabilir, olur ve hatta Kilisede piskoposluğa da gelebilir. [768] Bu
sekülerliğin Hıristiyanî tanımıdır. Bu anlamıyla her Müslüman sekülerdir; çünkü
hiçbir müslümanda ve cemaatte ne din özelleşir ve ne de din adamlığı
(ruhbanlık) teşekkül eder. Camiinin Kilise olmadığı da kesin bir gerçektir. Bu
durum da İslam'ın kendisi seküler bir din olur ki, bizim sekülerlikten
anladığımız bu değildir. Özellikle Aydınlanmadan sonra ortaya çıkan ve ilahi
temeldeki her şeye meydan okuyup insanı merkeze alan (hümanizm), aklı mutlaklaştıran
(rasyonalizm) ve aşkını reddeden (pozitivizm ve materyalizm) modern zamanlara
ait düşünceler bütünü, asıl üzerinde durduğumuz sekülerlikür. Bunun din-dışı
olduğu doğru değildir; çünkü her şey dindir ve dinîdir; ancak, sekülerlik ilâhi
olana karşıdır. Dünyevî, profan ve beşerî temeldeki dinin, ilahî ve kutsal
temeldeki dine karşı koyması, kendini onun yerine ikame etmesidir ki, bu
ontolojik olarak imkansız olduğundan sadece bir iddia, bir isimlendirmedir. [769]
Sekülarizasyon kelimesi
başlangıç yıllarında duygusal bir sözcük olarak kullanılmaya başlar. Bazen
bilim öğrenmeyi, bazen da sanatları teolojik köklerinden veya teolojik
eğilimlerden ayıklayıp özgürleştirmek manasında kullanılır. 1860'lı yılların
İngiltere'sinde "sanatın sekülarizasyonü" veya "politikanın
sekülarizasyonü" gibi ifadelere rastlanır. Bundan 20 yıl sonra da
Almanya'da tedavüle çıkar. Önceleri manevi alana ilişkin olarak ahlâkın
teolojiden ayrılarak özgürleştirilmesi şeklinde tanımlanır. Modern alanla
birlikte tanımlayıcı, yönlendirici ve belirleyici bir rol kazanır. Çünkü
modernite dine ait olan bir alanda kendisi için bir yer açmak istiyordu. [770] Bu
sebeple modernitenin din üzerindeki etkilerini sekülerizm sürecinde daha
müşahhas görebiliriz. Hem insan aklının ve hem de bilimin fizik alanı fethe
çıkmasıyla, hayatın tüm alanlarından dinin etkisini daralttığı, hatla dinî
ilişkileri önemsizleştirerek değersizleştirdiği bir gerçektir. Biz bunun
tesirlerini insan bilincinden ve kurumlardan dinin anlam bildirim özelliğinin
olabildiğince asgari bir düzeye çekildiğini söyleyebilme imkanına sahibiz.
Artık din, özne değil, nesnel estirilmiştir. Çünkü, tanımlanan bir şeye,
dolaylı olarak müdâhale edilmiş olmaktadır.
Tarihsel olarak ilk dönemlerde
sekülerizmin amacı, insanlığın gelişimi için sadece maddi vasıtalar aramaktır
diyen Waterhouse, sekülerizm ile din ilişkilerini, birbirine hasım olmaktan
ziyâde; karşılıklı olarak birbirine müdâhale ettirmemek şeklinde tanımlar. Ona
göre teoloji, bilinmeyen dünyayı profesyonelce yorumlar, sekülerizm ise,
teolojinin ilgilendiği bu dünyaya ve yorumuna karşı tamamen ilgisizdir.
Dolayısıyla ne teizm ve ne de ateizm sekülerist şema içerisine girer; zira
bunların hiçbirisi tecrübe ile ispatlanamaz. [771] 18.
Yüzyıl Fransız devrimine baktığımızda, seküleristlerin, değil ateist sunumcu,
aksine, dinin kendisini ve dini inancı ceberut devlet anlayışının baskısından
korumak isteyen kimseler olduğunu görürüz. Yani seküler bir tutumu benimseyen
ülkelerde bu zihniyet, hele hele dinî azınlıkların kendi inanç sistemlerini ve
kültürel varlıklarını muhafaza etmede bir kalkan olma görevini yerine
getirmiştir ve de hâlâ getirmektedir. Bu yönüyle seküler politikaların hem
Batı'da ve hem de Batı-dışı toplumlarda dinsel azınlıklara avantajlar sağladığı
da bir gerçektir.
Bilindiği gibi sekülerizm,
Protestan kültürünün hâkim olduğu Anklo/Sakson ülkelerinde geçerli olan
dünyevîleşmedir. Max Weber'in de dile getirdiği gibi dine ve dünyaya ilişkin
olan hususlar asla birbirine müdâhil olmadan dünya için çalışmak bir ibadet halini
almıştır. [772]
Doğal olarak kapitalizm kendi dayanaklarını oluşturduktan sonra Protestanlığa
sırt çevirmiş, insan yapısında dine karşı tamamen kayıtsızlığı yok etmemiş ama
artırmıştır.
Sosyal bilimler literatürüne
sosyolojinin bir armağanı olarak giren sekülerizasyon; "dinî düşünce,
muamelât ve kurumların sosyal önemini yitirdiği bir süreç (Brayn Wilson), dinî
inançlar, ibadetler ve cemaat duygusunun toplumun ahlâki hayatından
uzaklaştırılması (Viktor Lidz), mistisizm dâhil tüm dinî konu ve tutumlara
karşı tam ilgisizleşme (Daniel L. Edwards), yarı paganlaşma (El Wood),
kilisesizleşme (Peter L. Berger) gibi çeşitli yönlerden tanımlanmıştır. [773]
Bu tanımlama girişimlerinden
yola çıkarak söylemek gerekirse, sekülerizm, bir düşünce akımı ve bir hayat
tarzı olarak Protestan ülkelerde dinin dünyevilikle olan her türlü aksiyonla
bağlantısı kesilerek, dinin özelleştirilmesi, yani, bireysel hayata havale
edilip, hayat ile sosyal bir bağı kalmamış bir ritüeller ve inançlar kompleksi
haline getirilmesi olayı olarak görülebilir. Nitekim, Peter L. Berger'in şu
tanımında sekülerizmin ne olduğu gayet açıktır. Berger şöyle diyor:
"Biz sekülarizasyonla,
toplum ve kültür alanlarının (sectors) dinî kurumlar ve sembollerin
egemenliğinden çıkarıldığı süreci kastediyoruz." [774]
Tarihsel süreç içerisinde kazandığı anlam zenginliği ile sekülerizmi şu şekilde
daha açımlayıcı bir tarzda tanımlayanlar da olmuştur. Buna göre sekülerizm,
dinin sosyal yapıdaki otorite ve geçerliliğini yitirmesi, doğaüstü olayların
tabiî ve dünyevî olaylarmış gibi algılanması, insan aklının dinî ve metafizik
bağlardan kurtarılması, dinin bir vicdan meselesi haline getirilmesidir." [775]
Sekülerizasyon projesinin dölyatağı
şehirlerdir. Bu açıdan modernleşme ve sekülerleşme arasında doğrudan bir ilişki
kurulabileceği gibi, endüstrileşmenin sonucu olarak gelişen şehirleşme ile de
aralarında ilişki kurulabilir. Modernleşme çabaları içerisindeki toplumlarda
kırsal kesim insanı dine bağlılığını, dine bir yer verme anlamında sürdürürken,
özellikle şehir merkezleri daha kolay sekülarize olabilmektedir. Merkezin
etkisi çevreye yayıldıkça, zaman içerisinde kırsal kesimde bu sürece dahil
olabilmektedir. Örneğin, tarım çağında bir çiftçi, tarlasına ektiği ürünü
verimli kılacak şeyin sadece yağmur olduğunu düşünür, oldukça kadercidir ve bu
sebeple de yağmur duasına çıkar. Ama, daha sonra bu çiftçi merkezî yönetimin
aksülâmeli olan modernleşmenin gelişimiyle birlikte sulama kanalları ve suni
gübreleme gibi rasyonel tedbirlere başvurur. [776]
Şüphesiz bu durum bilim ve teknoloji anlamında modernleşmedir. Bu manada
sekülerleşme dinin alanına müdâhale anlamında değildir. Bir çiftçinin tarım
toplumunda çağdaş yöntemlere başvurmakla birlikte duayı da unutmaması İslam
noktai nazarında hoş bir davranış da olur. Sebep-sonuç ilişkisine dayalı bu
davranış tarzı, yazgıcı bir din anlayışından, özgürlükçü bir din anlayışına
dönüşümün bir göstergesidir. Aynı zamanda müslüman kültüründe 'tevekkül'
anlayışının oturtulması gereken yere konmasıdır. İnsanın bireysel sorumluluk
alanında kendi kaderim tayin etme hakkıyla da ilgilidir; yoksa Allah'tan kopmak
değildir.
Bir başka açıdan iktidarın
Tanrı'ya ait olmadığının kabulü de bir sekülarizasyon biçimidir. Bu anlamıyla
Tanrı'nın iktidarını (teokrasi) kendi tekelinde gören Kilise' nin bu tutumu
Protestan bir söylemin eşgüdümü sonucu sekülerleşme olgusunu hazırlamıştır.
Halbuki din/siyaset açısından İslam'a bakarsak, Allah'ın iktidarı diye bir
olguyla karşılaşanlayız. Yönetim, dünyevî/seküler bir olgudur. Zira, İslam
hayatın bütün alanlarında ideal anlamda mutlu bir yaşamın ana parametrelerini
sunmuştur. Bunların başında, adalet, eşitlik, seçim, ehliyet,
şûra, biat vb. gibi ilkeler gelir. [777]
Buradan yola çıkarak, eğer sekülerizasyon süreci, farklı dinsel ve mezhebi
grupların sivil toplumda bir uzlaşma ve hoşgörü ortamında bir arada yaşama
hususunda varılan sosyal bir mutabakat ise, böylesi bir sekülerleşmenin
idealleriyle İslam'ın ideallerinin birbirine aykırı düşmeyeceği söylenebilir.
Zira hoşgörü, herkesin, aynı düşünce, yorum ve inancı kabul etmesi değil, farklı
düşünce, yorum ve inancın bir arada buluşmasını kabul etmesidir. Bunun adı,
dinî bir pluralizmdir. Bilindiği gibi dinî çoğulculuk, demokrasinin temel
boyutlarından birisidir. Bu bağlamda sekülerleşme, yönetime halkın katılımı,
halkın irade beyanında bulunma özgürlüğü ve halkın egemenliği gibi anlamlara
gelen demokrasiyle de çok yakından ilgilidir. Ama sekülerleşme, demokrasinin
olmazsa olmazı mıdır? Demokrasi-sekülerizm ilişkisi, hâlâ siyaset bilimciler
arasında tartışmalara konu olmaktadır. Burada demokrasiye yüklenilen anlam da
önemlidir. Zira demokrasi, antik çağdan bu yana gelişmeye açık bir kavramsallaştırmadır.
Bunda ortak insanlık birikiminin katkısı yadsınamaz. İnsan hak ve
özgürlüklerinin genişletildiği, hukukun üstünlüğü ilkesine bağlı Demokratik
Cumhuriyet anlayışının egemen olduğu ülkelerde kısmen ya da özerk bir anlamda
dinî kurumlar hayatiyetini sürdürebilmektedirler.
Diğer yandan iktisadî bir
sekülerleşmeden de bahsedilebilir. Zira, dünyevîleşmek, iktisadî hayatta dinî
metin ve otoritelerin referans kaynağı olmaktan çıkması ve bütün dikkatin
"insanın bu dünyadaki faydasına" yöneltilmesi, maddî verimliliğin
(üretkenliğin) "her şeyin ölçüsü" olarak kabul edilmesi şeklinde
tezahür etmektedir. [778]
Böyle bir bakış açısı bize, içeriğin ve formun birlikte sekülerleşme
süzgecinden geçirilmesi çağrışımı yaptırmaktadır. Elbette iktisadın insan
faaliyetleri açısından bir seküler tarafı vardır. Ama bunu Abdülkerim Sürüş'un
ifadesiyle, dinin, bütünüyle bi'l-araz alanıyla sınırlandırıcı bir pozisyona
taşırsak dinî anlamda sorunlar yaşanabilir. [779]
Nitekim mütekellimin, rızık ve ilâhi inayet arasında bulunan ilişki üzerinde
durmuşlardır. Elbette iktisat bir insanî bilimdir, ona tamamıyla fizik kanunlar
tatbik edilemez, zira değişkendir. Nitekim Ortaçağ İslam dünyasının önde gelen
Kelamcı düşünürlerinden Bâkıllânî (ö.403/1013) iktisadî faaliyetlerde insanda
kazanma ve biriktirme isteğinin yaratılması olgusunun Allah'tan bağımsız
görülmemesi gerektiği Üzerinde durur. [780]
Müslüman tecrübede rızık ile bereket ve "Rezzâk" arasında çok yakın
bir ilişki ağı mevcuttur. Allah'ın isimlerinden birisi de bol bol rızık veren
anlamına "rezzâk"tır. İslamî literatürde, insanın yararlandığı maddî
ve manevî alanı içeren bir anlam genişliğine sahip olan rızık
kavramı; dünyevî ve uhrevî olan devamlı bağış, nasîb ve gıda gibi anlamlara
gelir. [781]
Sekülerleşme olgusu, burada
üzerinde durulması gereken önemli bir noktadır. Müslüman bilinç açısından olaya
yaklaşmak gerekirse, kapitalistleşme süreçleri yaşanmamış dindar toplumlarda
ekonomik faaliyet "rızık" kavramıyla bütünleşir,
israf ise, tüketim faaliyetlerinde belirleyici bir işlev görürdü. Modernitenin
sekülerleştirici etkisiyle Müslüman bilinçte 'rızık ve israf gibi kavramların
anlam alanlarında bir buharlaşma süreci yaşandı. Bu süreci, dilin sekülerleştirilmesi
olarak teşhis edebiliriz. Dilin sekülerleştirilmesi demek, o kavramları,
kelimenin asıl yüklendiği manevî anlamlardan soyutlamaktır. Örneğin cahliyede
'takva' kelimesi, maddî anlamda düşmandan korunmayı ifade eden seküler bir
kavramdı. Kur'an nazil olduğu zaman bu kelimenin seküler anlamını değiştirdi,
günahlardan korunma gibi bir anlam yükledi. Onun için Kur'an'da Yahudiler dili
sekülerleştirdikleri için kınanır. [782]
Günümüzden basit örnek vermek gerekirse, bugün Fas'ta turistlere, müzeleri,
sarayları gezdiren kimselere 'mürşid' deniliyor. Halbuki mürşid kelimesi tasavvuf
literatürde kullanılan dinî bir terimdir. Doğru, hak anlamlarına gelen 'rüşd'
kelime kökenine dayanıyor. Sizi bir saraydan ötekine, şu müzeden berikine
gezdiren kimseye nasıl 'mürşid' anlamı verilebilir? O sizi manevî hakikate
götürmüyor, maddî hayat için rehberlikte bulunuyor. Dolayısıyla bu kelime de
manevî anlamından soyutlanarak sekülerleştirilmiştir. Protestan bir söylemle
kazançtan çok tüketime yönelik kâr, marka ve moda gibi kavramlar dinin
ticârileştirileştirilmesini de beraberinde getirerek, Kur'an'ın ana konuları
arasında yer alan, örneğin, cihad, tevhîd, rızık, tekbir, ihlâs vb. kavramların
asıl içerik anlamları terk edilerek aşındırıldı; tüketim kültürünü ve alışkanlıklarını
adeta meşrulaştincı bir kullanım aracı olarak tüketildi. Bu da bir
sekülerleşmedir. Bugün yeniden bir iktisat teolojisi geliştirmeye ihtiyaç
vardır. Elbette ilâhî takdirin anlamlı olabilmesi için insanın sorumluluklarını
yerine getirmesinde özgür bir alanın tanınması gerekir. Ama, rızık ve insanın
eylemlerini tamamıyla cebrî bir paradigma içerisinde değerlendirmek ne kadar
yanlışsa, Allah-insan ilişkileri bağlamında rızık anlayışını tamamıyla seküler
bir alana taşımak da o kadar yanlıştır. Elbette iktisadî alanın sekülerleşmesi,
ferdi tamamıyla din-dışı bir alana taşımaz. Fakat, cemaatin ferdini, bireysel
dindarlık seviyesine indirerek kutsal alana sınırlama getirir. Belki burada
dinî bir pozitivizmden söz edilebilir.
Sekülarizasyon kavramı modern
Batı tarihinde deneysel olarak mevcut ve büyük önem taşıyan süreçlere işaret
eder. Sekülerizm sadece Kilisenin elinde tuttuğu alanlardan tahliye edilmesi
anlamına değil, kurumsal manada kamu hayatından; toplum, siyaset, sanat ve
kültür alanlarından da kutsalın el çektirildiği anlamı da ifade eder. [783] O,
daha ileri bir boyutta toplumsal-yapısal süreçleri abluka altına alarak sanat,
felsefe ve edebiyat gibi alanların dinî içeriklerden arındınlması ve bilimin
dünyada özerk ve pozitivist bir algılama biçimiyle somutlaştırılmasına ek
olarak, düşünsel alanları da kuşatıcı dalgalı dolaşım sahası bulur. Eğer
toplumsal ve kültürel doku sekülerleşmişse, buna paralel olarak zihnî donanım
da sekülerleşmiştir. Sekülerleşmenin başlangıç noktası kalp olduğu için bu süreci
din dışı olmaktan daha çok, dinden yoksullaşma olarak görmek mümkündür.
Sekülerleşme bütünü parçalamak gibi bir işlev görmektedir. Dinin getirdiği
Tevhid Parçalardan bütünselliğe doğru bir amaç taşırken; sekülerizm tam tersi
yoldan bir süreç
izler. Çünkü sekülerizm cenneti yer-yüzünde arama çabasıdır. [784]
Şüphesiz bu fikri doğrulayacak pek çok argümanı Kur'an'da bulabiliriz. [785]
Sekülerleşmenin alâmet-i
farikalarının başında insan aklını metafizik denetimden kurtarma gelir. [786]
Şüphesiz Kolakowslci'nin deyimiyle, aklın mutlaklaştırılarak yanılmazlığının
peşinen kabul edilmesi, Tanrı'nın olduğu kadar vahyin de inkârını gerektirmez,
sadece bir köşeye sıkıştırır. [787]
Doğal olarak böyle bir aklın ürettiği bilgi de evrensel ve tek doğru bir bilgi
muamelesi görecektir.
Diğer yandan tarihsel görecelik
olan sekülerleşme, aynı zamanda tarihin bir sekülerleşme sürecidir. Webgryan
bir söylemle dünyevîleşmenin doğuşunda ve bu olgunun taşınmasında ana öğelerden
birisi sanayi kapitalizminin dinamiğidir. Bu dinamiği ateşleyen ve taşıyıcı ana
etken yeryüzü ölçeğinde iletişim teknolojisi devrimidir. Şüphesiz iletişim
teknolojisi küresel ölçekte, sosyal hayatın en ücra mahrem alanlarını bile
deşifre etmekle kalmıyor, yaşam biçimlerine kökten müdâhale ederek dönüştürücü
ve değiştirici bir işlev görüyor. Toplumların giyim-kuşam biçimlerinden, mutfak
kültürüne, doğrudan zihinsel yapılara sosyal hayatın farklı biçimlerini ve yeni
yaşam tarzlarını sunuyor. Buna ek olarak endüstriyel üretim şekli de
dünyevîleşmeyi bir zihniyet değişimine zorlayıcı bir etki yaratıyor.
Attas'ın dediği gibi [788]
insanın bakışlarını fizik ötesi evreden buraya, şimdiye ve
hali hazıra çevirme anlamı taşıyan sekülerleşme, hayatın sadece, sosyal,
siyasal, kültürel,
iktisadî ve içtimaî yanlarını değil, ilahiyat alanlarını da etkisi altına
alıyor.
Bir nevi teolojik sekülerleşme
diyebileceğimiz bu tutumla bazı Hıristiyan teologlar, sekülarizasyonun
yol açacağı dinî ve
teolojik krizin kaçınılmaz
oluşunu
kabullenmişler, Kitâb-ı Mukaddesi tarihî şartlara uygun olarak
dünyevî ve zamana
uyan
bir tarzda yorumlamaya gitmişlerdir. Öyle ki, bu teologlar, neo-modernist düşünce
akımlarına ayak uydurabilme ihtirasıyla sekülerleşmenin temellerinin Kutsal
Kitapta bulunduğunu, onun bir İncil ürünü olduğunu ve bu yüzden sekülerizasyon
sürecine karşı çıkmak yerine gerçekçi bir tavırla, Hıristiyanlığın bunu
kendi doğası ve gayesiyle aynı karakterdeki bir süreç olarak kabul etmesi gerektiğini
ileri sürdüler. Bütün bu gelişmeler doğrultusunda saf niyetlerle, İncil'in yeniden
kavramlaştırılması, Tanrı anlayışlarının yeniden tanımlanması, Hıristiyanlık akidesinin
Hellenizmden koparılması gibi konularda sekülarizasyon sürecine katılarak
onun yardımını istemeye niyetlendiler. Onlar çok iyi biliyorlardı ki, çağdaş
ateizmi doğuran koşulların yaratılmasının tek sorumlusu ilk gelişim yıllarında
Hıristiyanlığın Helenistik kalıba dökülmesidir. Bugün de hâlâ sürmekte olan
Hıristiyanlığın en ciddi problemi tanrı sorunudur. Hıristiyan çevrelerde bugün hâlâ
bu sorun, ünitarianlar ve teslis taraftarları arasında en önemli tartışma konusudur.
Zira bu din gelişim tarihinde gerek putperestliği ile iç içe girmiştir, Bu sebeple
bir takım ilahiyatçılar, Hıristiyanlığa katkı yapmak adına, Hermenötik'in dönüştürücü
esasına sarıldılar. Edmund Husser’ın fenomonolojisinden, Martin Heidegger’in
varoluşçuluğundan ve bazı dilbilimcilerin -özellikle Viyana çevresi- kullandıkları
dilbilimsel analiz yöntemlerindeki son gelişmelerden aldıkları güçle,
Hıristiyan kutsal metinlerinin mitolojiden arındırılması ve Hıristiyan
akidesinin Helenik karakterlerden ayıklanması üzerinde durmuşlardır. Ama bu
teologlar, dünyayı Hıristiyanlığa ihtida ettirecekleri yerde, Hıristiyanlığı
dünyaya ihtida ettirdiler. [789]
Bundan dolayı, teolojik sekülerizm, Hıristiyanlığın evriminin vardığı bir sonuçtur.
Yahudi ve Hıristiyan versiyonu
itibariyle dinin kaynağı zorunlu olarak
metindir.
Dolayısıyla kaynağa dönüş, doğrudan metne dönüşü amaçlar. Hıristiyanlık ve
Yahudilikte metin ise, beşer eliyle vücuda getirilen söz, bilgi, haber ve
hükümler mecmuasıdır. Tarihi olarak Tevrat, indirilmesinden 6 asır sonra İnciller
ise 'unitarianlar'ın geliştirdikleri, yani muvahhid bir temele dayalı
Hıristiyan teolojisine tepki olarak yaklaşık 70 yıl sonra muhtelif müellifler
tarafından kaleme alınmışlardır. Şu halde bu dinî metinlerin her birinin
müellifi vardır. İslamî versiyona göre dinin kaynağı, "ilahî
kelam/söz" olarak telakki edilir. İlâhî kelam/söz Allah'tan vahyedildiği
şekliyle bize güvenilir yollardan ulaştırılan yegâne Kelâmullahtır. Tevrat ve İnciller
insan eliyle te'lif edilmiş metinler olduğu için Ehl-i kitap dünyasında
hermenötik ve fundemantalist okumu biçimlerinin geliştirilmiş olması gayet
ma'kul ve makbul bir fikir olarak görülebilir. Ama biz bu adaptasyon örneğini
belli bir yöntem ve ilke geliştirmeden olduğu gibi Kur'an'a uygulamaya
kalkarsak, karşımıza bir metin problemi çıkarır. Kur'an'ı bir metin düzeyinde
ele aldığınızda taktirde ise, Kur'an'a bir müellif aramak gerekir. Bu durumda
metin, bir takım oryantalistlerin söyleminde olduğu gibi, Hz. Muhammed
tarafından, yani, lâhûti ve nâsûtinin ortak ürünü olur. Sonuçta böyle bir metin
tarihi ve dönemsel özelliklerle ma'luldur. Elbette Kur'an, belli bir tarihi
durum, belli bir konjektür ve belli bir mekan/maddi ortam/vasatta inmiştir;
ama, buna rağmen, bu tarihi durum, konjektür ve ortam, mesajın ete-kemiğe
büründüğü dünyaya ait formlardır. Zaten dünya da etimolojik olarak insan
zihnine yaklaştırılmış varlık düzeyidir. O halde bu düzey, tabiatıyla,
başvurulması gereken bir araçtır. Ancak ontolojik ve epistemolojik olarak
belirleyici değil, etkileyicidir. [790]
IV. İslam,
Protestanlık Ve Sekülerleşme
Özellikle Anglo/Sakson
ülkelerinde yaşandığı gibi İslam Dünyasında Protestan bir İslam anlayışı
gerçekleştirilebilir mi? Çağdaş İslamî yenilenme ile Protestan söylem arasında
ne gibi farklar vardır? Protestan söylemle İslamî yenilenme arasında ayırt
edici özellikler nelerdir? Bu sorulara cevap vermeden önce katı toplumları ile
kendini İslam'a nispet eden toplumlar arasında ne gibi farklılıklar vardır?
Sorusuna cevap aranırsa, aynı zamanda yukarıda sormuş olduğumuz sorulara dolayı
bir cevap da verilmiş olacağı kanaatindeyim.
Çoğu zaman oryantalist söylemde
İslamdininin bizzat kendisi ile (referans sistemi), din anlayışları, yani
tarihsel İslam çoğu zaman birbirine karıştırılmaktadır. Genelde oryantalistler İslam'ın
toplumsal yapısını incelerken birkaç basit önermeye dayanırlar. Bunlardan ilki,
statik tarih, İslamlaştırılmış toplumların yapısı ve Batılı Hıristiyan
kültürün dinamik evrimsel özelliği arasında çelişen bir karşıtlık kurmaktır.
Bir başka ifade ile, İslam toplumları fetihçidir. Batı Hıristiyan toplumları
ise üreticidir. İkincisi, İslam toplumlarında patrimonyal bir yönetim anlayışı
egemen olduğu için hem düşünsel anlamda ve hem de iktisadî faaliyetler bakımından
müteşebbisler için özgürlük yolları kapalıdır. Üçüncüsü ise, itaat etme
tutumunu beslediği için yazgıcılık toplumun genlerine işlemiştir. Böyle bir
tutumda üretim faaliyetleri gelişmez. Hıristiyanlık ise, demokratik bir
sanayileşme yolunda gelişen ve olgunlaşan akılcı, ilerlemeci bir toplumun
tohumlarını içinde barındırmaktadır. Oryantalizmin ana önermesinin altında
yatan epistemoloji, İslâmiyet'in âtıl, Hıristiyanlığın ise dinamik olarak
karakterize edildiği bir epistemoloji idi. [791]
Halbuki bu oryantalist iddia,
Protestanlık öncesi Hıristiyanlığın İslam'la yer değiştirilmesi olup, tamamıyla
yanlış bir epistemoloji üzerine inşâ etme girişimidir. Belki bu iddialar,
kısmen tarihsel İslam hakkında doğru olabilir ama, otantik anlamda vahyin, yani
İslam'ın kendisi olduğu zaman yanlış bir bakış tarzı oluşturur. Dolayısıyla bu
bir saptırmacadır. Tarihsel İslam'da düşünülmez alanlar üreten ve sorgulama
mantığını körelten yönelimlerin faturası, İslam'a değil, Müslümanların din
anlayışlarına kesilebilir. Batılılaşmış Hıristiyanlık eğer Protestanlaşma
süreci yaşamasaydı ruhbanlığı temel ilke edinmiş Kilise kurumunun sorgulanamaz
ve eleştirilemez dogmatik yapısı, ayrıca vaftiz ve aforoz müesseseleri geçerli
olan bir din nasıl dinamik bir özellik taşıyabilirdi? Bir yönüyle İslam'ın idealleriyle
çağdaş demokrasinin idealleri arasında paralellikler vardır. Hatta ilk Müslüman
tecrübede halkın yönetime katılımını sağlayan seçim sistemi ve yöneticiyi
denetleyici şûra anlayışı, emaneti taşımada liyâkat şartları (efdal) vb. gibi
uygulamalarla bugünkü çağdaş özgürlükçü demokrasinin katılımcı versiyonu
arasında paralellikler yok mudur? Ama bu anlayış biçimleri saltanat
yönetimleriyle birlikte bir kırılma dönemi yaşamıştır. Bunların faturası, sahih
İslam'a yıkılırsa, iki şey aramak gerekir:
Ya İslam konusunda bilgisizlik
ya da art niyet.
İslam'da iki alan vardır. Bu
alanlar tamamen birbirinden mutlak anlamda kopuk değildir. Birisi, sabit olan
değişmeyen alan inanç esasları ve ibadet İslam'ı gibi ikincisi ise, değişken ve
dinamik olan muamelât İslâm'ı alanıdır. Tarihsel İslam'da sorgulama mantığı
dönemsel olarak işletilmediği ve bu sebeple de tek bir düşüncenin doğmalaştırıldığı,
neticede içtihadi akıl terk edilerek toplumsal yapının bütün alanlarında
gelişme yollarının tıkandığı olmuştur. Emevîler dönemi parantez içerisine
alınırsa, yine de Hicrî 4. yüzyıla kadar dinî bir çoğulculuk ve fikrî bir
üretkenlikten bahsedilebilir. İslamî ilimler alanında müstakil olarak kaleme
alınan özgün eserler ve ilmî disiplinlerin teşekkülü bu tarihlere denk düşer.
Kelamı, Fıkhî ve hatta heretik akımların neşvünema bulduğu yüzyıllar bu
dönemlerdir. Eğer fikir özgürlüğü olmasaydı, (hadis-i tartışmanın yeri burası
değil) 73 fırka gibi 73 ayrı düşünce okulu ortaya çıkabilir miydi? Adı geçen
yüzyıla kadar sorgulama mantığı geçerli olduğu için tek bir düşüncenin
doğmalaşması engellenmiş oldu. 5. yüzyılla birlikte İslam toplumlarında dinin
asıl dinamik alanını oluşturan içtihat fikrî dondurulduğu için aşılmaz
otoriteler dönemi dediğimiz tecviz otoritesi dönemi başlatıldı
ve mevcudun doğmalaştırılması ile birlikte skolastik akıl anlayışı büyük bir
hızla geliştirildi.
Muhammed Arkouri'un [792]
dediği gibi 17. yüzyılda ulemâ, İslam düşüncesinde düşünülmezin ve
düşünülmeyenin alanını genişletirken, Avrupalılar Descartes, Spinoza, Leibniz,
Hobbes, Locke, Rousseau, Voltaire ve diğerleriyle düşünceye yeni ufuklar
açıyordu, İslamise Hıristiyanlaştırılıyordu. Yöneticiler gücünü halktan değil,
doğmalaştırılmış hukuktan alıyordu. Tek doğru, iktidarın doğrusu idi. Seçim sistemine
dayalı bir anlayış yerine dinî monarşiler hâkim oluyordu. Eleştirel akıl yerine
itaat kültürü yaygınlaştırılıyordu. Çünkü geleneksel Müslüman kültüründe
eleştirel bir akla dayanmayan ve dinî monarşilere meşruiyet alana açmada
otoriterlik ve itaatkarlık sürekli dinsel bir vurgu eşliğinde
dillendiriliyordu. Elbette böyle bir söylemden ya diktatör bir insan ya da köle
insan tipi çıkar. Bugün, özellikle dinî monarşilerle yönetilen birçok Müslüman
ülkede otoriter sistemlerin yerleşmiş olması ve demokrasi aleyhtarı
propagandalar,
rastlantısal
değildir. [793]
Çalışmamızın başından beri
vurguladığımız gibi, materyalizm, sekülerizmin yol açtığı tek bir vasıta
değildir. Başka etkenler de vardır. Diğer taraftan Batı'da dinî rasyonaliteye
uygun yorumlama biçimleri seküler teolojiyi besledi. Böylece bilimsel keşifler,
Hıristiyan doktrininin gelişimini içeriden zorladı. Sekülerizmin yollarına
döşenen taşlar Protestan bir söylemin yolunu açan ilahiyatçılar eliyle yaptırıldı.
Tabiri caizse, hem saptıran ve hem de sapıtanlar Kilise kaynaklı önderler
kanalıyla oldu. Hıristiyan Protestan hareketlerin yoğunlaşması 16. yüzyıldan
sonra başladı. Böylece cismânî ve ruhanî iktidar birbirinden ayrılarak, cismanî
iktidar Sezar'ın eline geçti. Evet, Batı'da özellikle Anglo/Sakson ülkelerinde
Protestan Hıristiyanlık sadece bir "meslek ahlâkı'"' yani, kalkınma
ideolojisi olarak muamele gördü. Endüstriyel kapitalizm geliştikçe kendini
ilahî amaçlara vakfetme anlamına gelen dinî asketizm gittikçe önemini
zayıflattı. Artık Batı'da modern yaklaşımlara meydan okuyan dinî hareketler baş
göstermeye başladı. Yeri gelince bu hususlar üzerinde durulacaktır. Burada
Katolik ve Protestan Hıristiyanlığın din anlayışının kısaca bir karşılaştırılmasının
yapılmasında fayda mülâhaza ediyorum. Katolik bir kimsenin, içerisinde aşkın
olanla kendi arasında birçok kanaldan bağ kurmada başvurduğu birçok ritüel
vardır. Bunlar, kilise ayinleri, azizlerin aracılığı, tabiat üstünün
mucizelerle durmadan püskürmesi gibi görünenle görünmeyen arasında geniş bir
varlık sürekliliğinin bulunduğu bir dünyada yaşar. Protestan bir kimse ise, bu
aracıların çoğunu ortadan kaldırmıştır.
Berger'in [794] yerinde deyimiyle Protestanlık, aşkın bir
tanrının korkunç yüceliğini vurgulayayım derken ulûhiyet dünyasını soyup soğana
çevirmiş, böylece de Allah'a rağmen varolmaya doğru yöneltiri bir işlevsellik
taşıyan Deizme kaymıştır. Artık bir Protestanın dünyasında edilgen olan Tanrı,
etken olan ise, insandır. Dediğimiz gibi, Protestan Hıristiyanlığın dili
sekülerizmin önündeki engelleri kaldırmada bir meşrulaştırma işlevi görmüştür.
Belli bir süreçten sonra da Protestan ahlâkı kapitalizmi doğurmuş, ama gitgide
kapitalist birikim Protestan ahlâkını yok etmiştir. Çünkü, Protestan
Hıristiyanlıkta din, tasarrufu zorlamak ve servet birikimini artırmak adına
meşrulaştıncı ve kalkınmacı bir araç olarak devreye sokulmuştur. Halbuki İslam
da çalışmayı emreder. Ama İslam servetin belirli ellerde tekelleşmesine
karşıdır. [795] Bu
tekelleşmeyi önlemek için İslam, mevcut sermaye birikimini üretime dönüştürür ya
da zekat ve infak gibi servetin toplumsal hayatta ihtiyaç sahiplerinin ekonomik
anlamda güçlendirilmelerine teşvik eder. Kısacası İslam, insana ekonomik
teşebbüs özgürlüğü verirken, bir yandan da tekelciliğin gelişmesini kontrol
eder, denetler. Bu manevî öğelerden arındırılmış bir dinî anlayışın, vahşi
kapitalizmin cazibesinden yakayı kurtarması zordur. Bunu Weber, lohn Wesley'in
dilinden çarpıcı bir şekilde şöyle aktarır:
"Korkarım ki, zenginliğin
arttığı yerde dinin içeriği aynı ölçülerde azalmıştır. Bu yüzden de, eşyanın
doğasına uygun olarak, gerçek bir dinin yeniden doğuşunun uzun süre kalıcı
olabileceğini olanaklı görmüyorum. Çünkü din, hem çalışkanlık hem de tutumluluk
üretmek zorundadır ve bunlar da ancak zenginliğe yol açar. Fakat zenginlik artınca,
bütün dallarında gurur, kızgınlık ve dünya sevgisi de artacaktır. Sonuç olarak
da dinin kutsallığı kaybolacaktır." [796]
Görüldüğü gibi burada bir ifrat hali vardır. Geleneksel Hıristiyanlıkta
mistisizm ağır basmakta, dış dünya kötülenerek ihmal edilmektedir.
Protestanlıkta ise, ruhânîliğin her çeşidine savaş açılması ve olabildiğince
dış dünyanın sublime edilerek yüceltilmesi ve üretimin artırılması fikri,
tanrının insana yüklediği 'amel' olarak telakki edilerek din alanındaki
dengelerin altüst olmasına yol açılmıştır. Hıristiyanlığın her iki versiyonu da
bir denge firarisi yaşamaktadır. Aksine sahih İslam, bu dengeyi hep ön plânda
tutmuş, ne dünyevîleşmeyî hiçe sayarak mistisizme ve ne de maneviyatı
dışlayarak materyalizme kaymıştır. O madde ve mana arasında dengeleri
sağlayarak her türlü ifrat ve tefritten uzak hem inançta ve hem de amelde bir
ümmet yaratmayı hedeflemiştir. Müslüman gelenekte bu dengelerin değişik
dönemlerde kaybedilmiş ya da aşındırılmış olması, dinin kendisinden değil.
Müslümanların din anlayışlarından kaynaklanmıştır. İslam hiçbir zaman insanın
dış dünyasını imar ederken asla iç dünyasını harap edici bir mesaj taşımaz.[797]
Yeni Selefllik Hareketi Bir Protestan
Söylem midir?
Tebliğimizin girişinde de
vurguladığımız gibi sosyolojik anlamda olay ve olgularla fikirler arasında çok
yakın bir ilişki mevcuttur. 19. yüzyılın başlarında Yeni Selefilik hareketinin
ortaya çıkışı da bu ilişki ağının dışında değildir. Yeni Selefilik hareketinin
doğuşunu hazırlayan sebepler nelerdir? Diye sorulursa, askerî ve maddî
nedenlerin yanında manevî ve fikrî anlamda İslam dünyasının geri kalış
sebeplerine karşı bir tepkisel çıkış olarak cevap verilebilir. İslam dünyasının
değişik bölgelerinde yaşayan bir takım Müslüman münevverler, sanayileşme
devrimini gerçekleştirmiş olan Batının savaş cephelerinde Osmanlı ordularını
yenilgiye uğratması, ileri süreçte Osmanlı'nın dağılması ve İslam topraklarının
büyük bir kesiminin Batılılarca işgal edilmesi karşısında yenilginin
sebepleriyle birlikte bu işgallere nasıl son verileceği sorunlarını değişik
açılardan tartışmışladır.
Öncelikle onlar, İslam
dünyasının Batı sömürüsünden kurtarılması için bid'at ve hurafelerden arınmış
arı bir din anlayışının ortaya konması ihtiyacını duydular. Bu hareketin
hedefi, İslam topraklarından sömürgeci güçlerin atılmasını sağlayacak bir
kurtuluşçu ideoloji ortaya koyma ve yeni bir Müslüman profilini inşâ etmekti.
Yeni selefîlik hareketinin en büyük özelliği -İslamcılar da dâhil- Batı’yı
düşman olarak görmemek, Müslüman toplumu, Batı'nın maddî anlamda geliştirdiği
çağdaş teknoloji nimetlerinden yararlandırmak, ittihad-i İslam’ı
gerçekleştirmek ve İslam toplumlarını kalkındırmak adına ortaya çıkan aktivist,
modernist ve eklektik yönleri ağır basan bir hareket oluşları idi. Elbette İslam
dünyasının değişik bölgelerinde boy veren bu akım organizeli ve homojen bir
alam değildi. Fakat hepsinde ortak ülkü, "kendi öz benliğimizi' muhafaza
etmek şartıyla Batı uygarlığından nasıl yararlanabiliriz? Sorusuna cevap
aramaktı. Çünkü kendi gettosuna kapanan her kapalı düşüncenin gelişimi muhaldi.
Tarihte Mu'tezile, tercüme hareketleriyle bir nevi o çağın modernizmi ile
karşılaşarak ona açık olmuş ve bu karşılaşma hiçbir zaman İslam düşüncesini
yutmamış, aksine bu temas, düşünce alanında bir verimlilik ve sıçrama
getirmiştir, işte bu akımın temel felsefesi, İslamî bir yenilenme çabası olarak
görülebilir. Yenilenme psikolojik açıdan insana heyecan verici bir
kavramdır. Ama beraberinde bir takım
yozlaşma, savrulma ve yabancılaşmayı da
getirme gibi riskler de taşımaktadır. Mezhepler tarihi alanında ortaya çıkan ve
doğru yolun sapık kolları diye adlandırılan birçok fırkanın çıkış amacı da
böyle olmamış mıdır? İyi niyetlerinden kuşku duymadığımız bu akım da
hedeflerini gerçekleştirirken o günün tarihsel psikolojisinden hareketle bir
takım hatalı yollara girmişlerdir. Bunlardan bu coğrafyaya ait bazı şahıslar ve
bu şahısların
görüşleri şöyledir.
Şinasi'ye göre Batı
uygarlığının temeli akılcılıktır. Oysa İslam medeniyetinin aslı da böyle idi.
Yanlış inançlar (bid'at ve hurafe) ortalığı kaplayınca şekli değişti. [798]
Namık Kemal ise, Osmanlının çözülmesini yazgıcı tevekkül anlayışına bağlıyordu:
"Bizde kalenderâne bir
itikat vardır ki, her ne yaparsa Allah yapar. Emekler, sa'yler hep
beyhudedir" derler. [799]
"Protestan Suavt diye tanımlanan Ali Suavt ise, "tekkecilik,
dervişlik, İslam memleketlerini medeniyette, sanat ve ticaretle geri
bırakmıştır" diyerek Batı karşısında toplumsal, sosyal, ekonomik ve teknik
anlamda geri kalışımızı İslam'ın tasavvufi yorumunda görür. İslam'ın Protestanlaştırılması
anlayışı çerçevesinde faizin helâl olduğunu iddia eder. [800]
Ziya Gökalp’in kendisine
Ankara' da bulunduğu yıllarda "İslam protestanlaşabilir mi?" Diye
sorulan bir soruya "evet" dedikten sonra şu fikirleri ileri sürmesi
gerçekten ilginçtir:
"Dinin millî şekilde
canlandırılması, dinden masalların uzaklaştırılması, ayin ve merasimlerin,
hutbenin ve ezanın Türkçeleştirilmesi. Dinde reformu gerçekleştirebilmek için
güvenilmeye değer birinin peşinden gitmek
gerekir."
[801]
Gökalp, devletin kendi eliyle
1928 yılında giriştiği (dinde) reform hareketlerine temel olabilecek düşünceler
geliştirmiştir. 1928 yılında, İstanbul
Darülfünun
ilahiyat Fakültesi yönetiminde dini reformize etme amacıyla çeşitli
çalışmalarda bulundu. Bunların başında, İslam'ın hurafelerden ve tekkelerin
dinamizmini kaybetmiş, yozlaştırıcı ve yazgıcı din anlayışlarından temizlenmesi
gerekiyordu. Dahası İslam, çağdaş bir biçime sokularak "ulusal
çıkarlara" uygun bir hale getirilmeliydi. Bunun tefsiri, İslam'ın modern
dünyaya katılması, uyum sağlamasıdır. Gokalp'e göre, terakkinin önünde en büyük
engeli kaldırmanın yolu, İslam'ı reformize etmekten (Protestanlaştırma)
geçiyordu. [802]
Gökalp'in bu çağrısı karşılıksız kalmadı, ses getirdi. 1928'de İsmail Hakkı
Baltacıoğlu başkanlığında Darülfünun ilahiyat Fakültesi öğretim üyelerinden bir
grup dinde reform paketi hazırladılar. Bu pakette ibadet dilinin Türkçe olması
savunuluyordu. Ayrıca, kiliselerde olduğu gibi camilere sıralar konarak her
türlü musikî âleti eşliğinde dinî musikinin icra edilmesi isteniyordu. [803]
Türk toplumunun fikir hayatında
önemli izler bırakmış bu İslamcı ve Türkçü aydınların yukarıdaki görüşlerinden
yola çıkarak bir değerlendirmede bulunmak gerekirse, bunların dillendirdiği
şey, İslam'ı sosyal hayattan soyutlama değil, çağdaş uygarlık düzeyini
yakalamada motivasyon işlevi görebilecek düzeyde yeni bir kalıba sokma olarak
görülmektedir. Gerek Batıcı ve gerekse İslamcı aydınlar o dönemde İslam üzerine
yazdıkları kitap ve makalelerinde daha çok Aydınlanma düşüncesinin temel özelliklerini
yansıtan aklı yüceltme düşüncesine ek olarak, bid'at ve hurafeye karşı savaş,
tevekkül ve kader ilişkisi, Tekke ve türbe geleneğine karşı muhalefet,
taaddüd-ü zevcât vb. gibi birçok konuyu tartışma alanına taşımışlardır.
Hepsinin de mütalaalarında ağır basan ana tema, dinin toplumsal bir kalkınma
aracı olarak görülmesi ve kullanılmasıdır.
İslam dünyasında İslamcılar ve
"Yeni Selefilik" hareketi, Müslüman bilinçte yeni bir dinî anlayış
oluşturabilmek için üç temel ilkeyi hayata sokmayı amaç edinmiştir:
1)
Yeniden Kur'an ve Sünnete dönüş;
2)
İslamdünyasında yeni meselelere çözüm bulmak ve İslam'ın aktüel değerine aktüel
boyut katmak için içtihad müessesesini canlandırmak;
3)
Cihad ruhunu diri tutmak. 19. yüzyıl İslam dünyasının şartları içerisinde
geliştirilmiş olan bu üç argümanı bugünün ihtiyaçları açısından olaya bakarsak,
kaynaklara dönüş ve fikrî/içtihâdî cihad şeklinde iki maddede toplayabiliriz.
Yeni Selefilik akımı ile
Protestan Fundamentalizmi arasında büyük farklar vardır. Yeni selefilik
görüldüğü gibi Kur'an'ı tek kaynak olarak kabul etmez, okumanın açık ve kesin
olduğunu savunmaz ve Sünnet'e başvurmayı önemser, İslamcılık akımıyla da
örtüşen selefilik, "içtihadı" savunduğu için İslam'ın birçok yorumunu
meşru görür. Böylece bu akım modern dünyadan kopmaz. Dolayısıyla 19. yüzyılın
bir ürünü olan yeni selefilik hareketi mahreçli bir İslamî yorumdan dinî bir
pozitivizm çıkmaz. Ama pozitivizmin etkisinde kalmadıklarını söylemek de mümkün
değildir.
Bilindiği gibi ilk defa
'fundamentalizm' 17. yüzyılda Amerika'da ortaya çıkmış ve İncil'in kökenine
dönmeyi amaçlayan Hıristiyan bir Protestan hareketidir.
Bu hareketin inanç felsefesine
göre tek otorite kilise değil İncil'dir. Vahyi, kilise değil, İncil temsil
eder. İncil Tanrı Kelamı olup otoritenin yegâne kaynağıdır. Onu anlayabilmek için
lafzî/literal bir okuma biçimi seçilmelidir.
Epistemolojik açıdan eğer
çağdaş bir İslam Fundamentalizminden söz edilecek olursa, doğrudan bu akımın
başvurduğu ilk öncül, Kur'an'ı referans olarak almaktır, İslam'ın tarihsel
mirasından epistemolojik, usul ve beşerî pratikler alanında koparak, Sünnet'e
yapılan vurgulan elinden geldiğince önemsizleştirmektir. Bu akımın, bir kaynak
olarak Sünnet'e yaklaşımı olabildiğince ikirciklidir. Bu yüzden paradoksal
olarak İslami hermenötikle aynı amaca yönelir; bu amaç da modern dünya ile
uyumdur. Oysa hatırlanacağı üzere Batı Hıristiyanlığında Hermenötik ve
Fundamentalizm, iki ayrı paradigmadır ve daima birbiriyle çatışma içindedirler.
[804]
İslamfundamentalizmi, herhangi
paradigmatik bir sorgulamayı gereksiz görüp özünde modern dünya ile uyumu esas
aldığından, tıpkı Hıristiyan fundamentalizmi gibi bir pozitivizme kapı
aralamaktadır. Başka bir ifadeyle savunucularının niyetleri ve amaçları bu
değilse bile ancak kaçınılmaz bir biçimde evrensel doğruları yakalamanın
yolunun Kur'an'ı lafzi okumadan geçtiğine, kişinin diğer bütün yardımcı ve
destekleyici kaynakları bir kenara bırakıp Kur'an'a dönmesiyle bulacağı
varsayımı üzerinde temellendiğinden, bir İslam pozitivizmine alan açmaktadır. [805]
İslamî fundamentalizm, İslam'ın
tarihsel düşünce, ilim ve irfan geleneğinden bir kopuştur. Söz konusu
fundamentalizm, özünde 18. yüzyıl rasyonalizmi ve 19. yüzyıl pozitivizmini
hareket noktası alarak modernliği İslam içinde üretmeye çalışır. Bütün modernleşme
ve kalkınma projelerinin temel bir sorunu olan meşruiyet krizinin, ancak
Kur'an'a dönüşle aşılabileceğini varsayar. Sünnete yer yer atıflarda bulunsa
bile, Sünnet'i ve İslam tarihini bu projeyi doğrulayacak şekilde yorumlar, ama
genel bakış açısından Sünnet'i ve İslam düşünce mirasını "Kur'an'ın
dışında ve Kur'an'a rağmen geliştiğini" ve bu yüzden bugüne kadar
Kur'an'ın doğru anlaşılmasının önünde kültürel bir engel teşkil ettiğini
savunur. Bu hareket aynı zamanda ilerlemeci bir tarih anlayışına sahip olduğu
için mutlu bir gelecek vadinde bulunur. Yine böyle bir hareket özünde
özgürlükçü değil, totaliter bir yapı da taşır. Bu dinî pozitivizm, kimi
Müslüman toplumlarda, ilerlemeci ve kalkınmacı anlayışların meşruluğuna yol
açıcı olduğu için seküler alanın açılmasına hizmet ettiğinden politik çevreler
tarafından psikolojik destek de görür. [806]
Bunun örneklendirmelerini biraz sonra İslam dünyasından vereceğiz. Bu
örneklendirmelere geçmeden önce 18. yüzyılda dinî düşüncede Aydınlanmanın
getirdiği rasyonalizm etkisiyle liberal bir teoloji inşâ edilir. Tarihsel
olarak akıl-vahiy arasındaki ilişki biçimi yeni bir yoruma tabi tutulur. Bu
Protestan bakış tarzı liberal teolojinin oturduğu alanı ve sınırlarını da
belirler. O halde İslami fundamentalist ve modernist düşünürlere de etki edecek
olan "liberal teoloji" nedir?
Liberal teoloji, dini köklü bir
biçimde öznelleştirmiştir. Artık nesnelliğini kaybeden din, gider ayak, özgür
bireysel tercih haline gelir. Realiteler giderek, zihinsel
yorumla inhisarlandırılır. Örneğin, Hıristiyan teolojisi öğretisinde yaygın
olan Hz. İsa'nın öldükten sonra dirilişi, artık, fiziki tabiatın dışsal
dünyasında meydana gelen bir olay olarak görülmeyip, müminin bilincinde yer
alan varoluşsal yahut psikolojik bir olguyu gösterecek bir biçimde
"tercüme edilir". Farklı bir deyişle, dinin işaret ettiği
realissimum, kozmos veya tarihten bilince nakledilir. Böylece kozmoloji,
psikoloji haline gelir. Tarih ise, biyografi. Kuşkusuz bu dönüştürme sürecinde
teoloji, kendini çağdaş seküler düşüncenin realite hakkındaki varsayımlarına
uyarlar ve doğrusu dinî gelenekleri (onlarla uygun bir hale getirmek için)
böyle bir uyarlama yaparken iddia edilen zorunluluk, söz konusu teolojik
hareketin yaygın bir biçimde raison d'etre'l olarak dile getirilir. [807]
Liberal teoloji hareketinde,
fizikî tabiata, tarihsel kişilik, olay ve olgulara sahip olan olayların
inananın bilincinde varoluşsal zihinsel kavramların kullanılmasında epeyce
Neo/Kantçı felsefede geliştirilen "sembol" kavramı işe yaramış ve
adaptasyon faaliyetlerinde kullanılmıştır. Özellikle Hıristiyanlıkta geleneksel
kabuller 'sembollere' dönüştürülmüştür. Bu ruhla donanan neo-liberalist teoloji
akımı, dinî sosyal fenomen boyutundan ruhsal tedavi amaçlı bir hizmet alanına
çekerek, dinin çekim alanını alabildiğine daraltmıştır. Alman kökenli liberal
teoloji, özel olarak dinin tarihselliğini azamî ölçüde ciddiye almak anlamını
taşır. Bu düşüncenin ileri noktası -Hıristiyanlık söz konusu olduğunda- dini
ciddi bir biçimde bir insan ürünü olarak ele almaya kadar götürebilir.[808]
Bilindiği gibi Protestan
Hıristiyanlık, dışarıdan bir baskı ile değil, bu dinin kendi içinden çıkan
ilahiyatçılar eliyle dönüştürücü bir eylem sonucu ekolleşti. Liberal teoloji
hareketinin düşünsel ve varoluşsal mirası göz önünde tutulursa, aynı bakış
açısının etkileri İslam dünyasında tarihselcilik açısından kendisini Kur'an ve
Sünnet'i anlamaya yeni yaklaşımlar adı altında geliştirilen ifade biçiminin
adaptasyonu olarak görülebilir mi? Bir başka açıdan bu soruyu şu şekilde sormak
da mümkündür. Acaba İslam dünyasında elitis/bizantinist aydınların seküler bir
dünya inşâ etme çabalarındaki başarısızlıkları, yeni dönemlerde Hıristiyanlıkta
olduğu gibi, İslam'ın içerisinden protestan bir İslam anlayışı üretme çabaları
olarak okunabilir mi? Özellikle Kur'an'ı ve Sünnet'i anlama sorunu çevresinde
başlatılan yoğunlaştırılmış ve ağırlaştırılmış tarihsel ve antropolojik bir
düzlemde Kur'an okuma biçimleri liberal teolojik söylemin yansımaları mıdır?
Çünkü İslam dünyasında ortaya çıkan çağdaş rasyonalist akım, dinî, katı
rasyonalist bir plâna indirgeyerek yorumlama yoluna gitmiş ve deist bir Tanrı
anlayışı zihinlerde yerleştirilmeye çalışılmıştır. Biz bu etkileri özellikle
Hint-alt kıtasında yaşayan modernist Müslüman aydınların düşünce dünyalarında
görüyoruz.
Anglo/Sakson medeniyetinin
Hint'li Müslümanlar tarafından tanınmasında Seyyid Ahmed Han'ın (1817-1898)
katkıları göz ardı edilemez. 19. yüzyılda, Ortaçağ İslam'ından modern İslam'a
geçişi sağlamak için yapılan girişimin öncülüğünü Ahmet Han yaptı. 1857'de
Hindistanı'ı işgal ederek sömürge haline getiren ingilizlere karşı girişilen
ayaklanmanın başarısızlıkla sonuçlanması ve bilâhare Hint-alt kıtasında yaşayan
Müslümanların geçirdikleri ciddi sarsıntı, onu, İslam'a yeni bir yorum getirme
arayışına itti. Modern zamanların önde gelen İslamdüşünürleri arasında en
radikal olanıydı, yaklaşık yüzyıl sonra da tartışılan bir kişi olma özelliğini
hala korumaktadır. [809]
Ahmed Han'ın, Batı medeniyetinin daha iyi bir değerlendirilmesinin yapılması ve
İmanın temel hükümlerinin rasyonalize edilmesi konusunda büyük çabalar
harcadığı görülmektedir. O bu sebeple, İslam teolojisini Rönesans sonrası
Batı'ya egemen olan hümanist, rasyonalist ve bilimsel fikirlerle bağdaştırma
yoluna gider. Müslüman tecrübeden yararlanarak, örneğin, Mu'tezile geleneğinin
rasyonalist skolastizminin terimleriyle, İslam'ı, yeniden yönlendirmeye/yorumlamaya
çalışır. Bir anlamda Ahmed Han'ın bütün entelektüel çabası Din ve Bilim
arasında bir uzlaştırmaya giderek yeni nesli etkilemek istediği görülür. Bu
nedenle modern bilim zihniyetinden hayli etkilenen ve yararlandığı görülen
Ahmed Han, Kur'an'ı anlamada ve teolojik görüşlerini bu yoruma göre oturtmada
gelenekten de yararlanarak yeni bir yöntem geliştirir. Onun vahiy metniyle
deneysel bilimlerin verileri arasında var sayılan çatışmayı çözümlemesi
şöyledir:
İlk olarak te'vile, mecazî
yoruma gitmek:
Kur'an dilinin kullanımını ve
anlamını yakın bir tetkik, meseleyle ilgili kelimenin veya pasajın gerçek
anlamını verecektir. Bu anlam yalnızca şimdi keşfedilmiş olsa bile vahyi
gönderen tarafından da kastedilen anlamdır.
Vahyedilen metinler ve bilimin
açıkça tesis edilmiş doğruları aynı tür bir gerçekliğe, yani objektif dünya
hakkındaki hakiki ve tanımlayıcı gerçekliğe delalet ederler. Bu sebeple
birbirleriyle çelişmezler. Çelişkiler yalnızca görünüştedir ve vahiy
metinlerinin yanlış yorumlanmasından kaynaklanmaktadır.
Verilen Kur'an pasajının mecazî
bir yoruma ihtiyaç hissedip hissetmediğine ve mümkün cevaplardan hangisinin
tercih edileceğine karar vermede kıstas bilimin ortaya koyduğu gerçeklerdir. Bu
tip gerçeğe akıl yoluyla ulaşılır ve bu gerçek de tabiat kanununa ait bir
gerçektir. Başka bir deyişle bu doğruya isbat yoluyla (burhani delil) ulaşılır
ve bu sebeple kesinlik ifade eder. Modern bilimler klâsik felsefenin ilk
prensipleriyle (evveliyat) aynı kesinlik derecesine sahip olduğunu iddia
edebilecek doğrular tesis ederler.
S. Ahmed Han'ın vahiy-bilim
ilişkisi anlayışı, İbn Rüşd'ün aklî bilgi ve nakli bilgi arasındaki uzlaşma
problemini çözümüne benzer. Bunlar birbiriyle çelişemez ve şayet vahyin zahiri
anlamı ma'kul olanla çelişiyorsa, vahiy mecazî olarak yorumlanmalıdır. [810]
Seyyid Ahmed Han, dayandıkları empirik, indüktif metoda bakmadan tabiî
bilimlerin sonuçlarına tam ma'kul değer atfetmesi sebebiyle İbn Rüşd'den
ayrılır. Bu episternolojik optimizimde o herhangi bir iktibasta bulunmadan ve
isimlerini vermeden F. Bacon (1561-1626) ve J. Stuart Mili (1806-1873)'in
kanaatlerini takip etmektedir. [811]
Genellikle bu metodoloji S.
Ahmed Han'ı, modern uygarlığın beklentileriyle teolojiyi bağdaştırmak için
inancı, geleneksel anlayışların dışına çıkarak alışılmadık bir şekilde yeniden
yaplıanmacı bir yorumlama çizgisine çektiği görülür. 19. yüzyılın mantıkçı
pozitivist bilim anlayışından oldukça etkilendiği anlaşılan Ahmed
Han birçok inanç konusunu ve Kur'an pasajını modern bilimin lehine te'vile
götürmüştür. Akla yüklediği anlam, imanın temellerini sarsacak bir noktaya
varmıştır. Örneğin, S. Ahmed Han, geleneksel Müslümanlık anlayışında olduğu
gibi, melek inancını kabul etmez. Melek inancına tabiatçı ve empirik bir
rasyonalist çerçevede yaklaşan A. Han. melekleri, Allah'ın yarattığı bir tabiat
kuvveti olarak yorumlar. Ona göre Cebrâîl, müstakil bir şahsiyeti olan varlık
değil, peygamberlerde bulunan bir vahiy melekesidir. Rûhu'I-emîn denilmesi de
bundandır, insanda sezgisel biliş olan melekiyet, insanı kötülükleri ortadan
kaldırma mücadelesinde cesaretlendiren ilahi moral bir destektir. [812]
Benzer bir aklîleştirme süreci şeytan konusunda da uygulanmıştır. Şeytan yoldan
çıkmış melek olarak metaforik bir biçimde Kur'an'da ateşin yaratığı olarak
zikredilmiştir. Bu insanın kötü tabiatına işaret eder, diyen Ahmed Han Şeytanı
ise, Kur'an'da şer, hastalık ve diğer uygunsuzlukların projeksiyonları olarak
yorumlar. Ona göre Cin, yabani insanlar için kullanılan bir nitelendirilmedir. [813] Öte
yandan onun zihniyet dünyasından Sünnet, çok önemsiz bir kültürel form olarak
görülür. Bu, yok saymakla eşdeğerdedir.
S. Ahmed Han, Hz. Âdem ile
Havva'nın kıssasını Darwin kuramına göre yorumlayarak bu kıssanın olgusal bir
değere haiz olmadığı görüşünü benimser. Bu kıssanın olgusal düzeyde hiçbir
gerçekliği yoktur; belli bir zaman-mekan diliminde vuku bulmamıştır. Kur'an,
beşere Allah'ın bir tenezzülâtı olduğundan, ayrıca insanın konuştuğu bir dil ve
kavrama gücü dikkate alındığından zihnî/kurgusal ve temsili (metaforik) bir
anlatım özelliği taşımaktadır. Bu sebeple Hz. Âdem kıssasında geçen konuşmanın
olgusal bir düzlemde gerçeklik olarak yorumlamanın mantıksal bir temeli de
yoktur. Dolayısıyla onun cennetten çıkarılışına ilişkin kıssa metaforiktir; Hz.
Âdem insan tabiatını temsil eder. [814] İslamî
modernistlere dâhil edeceğimiz çağdaş Müslüman düşünür A. Sürüş da aynı
düşüncededir. Ona göre Kur'an kıssaları, müellifin geliştirdiği yöntemin
diliyle dinin 'bi'z-zat' alanına ait değil, 'bi'1-araz' alanına aittir. Bu
kıssalardan, olgusal bir gerçeklikten ziyâde metaforik bir söylem aracılığıyla
bir takım sonuçlar çıkarmak amaçlanır. [815]
Peygamberler ilahi tabiat
kanununun neşredicileridir. Mu'cize kavramı, yanlış ve kural tanımaz bir
biçimde bu kanunla çatışır, diyen Ahmed Han, kutsal kitaplarda zikredilen
mu'cizeleri sembolik olarak yorumlar. Ayrıca S. Ahmed Han, Kur'an'da geçen
hissî mu'cizelere mantıkçı pozitivizmin bilim anlayışıyla yaklaştığı için akılla
çelişik bulur ve sahih olmayan bîr te'vil anlayışına gider. Örneğin, Kur'an'ın
değişik sûrelerinde anlatılan Hz. Musa'nın Kızıldenizi geçtiğine dair kıssayı
da dilbilim açısından tahlil ederek bir tabiat hadisesi olan med ve cezirle irtibatlandırır.
[816] Böylece
o, geleneksel sünni anlayışta kabul edilen mu'cizenin varlığını da benimsemez.
Çünkü mu'cize tabiatüstü bir olaydır. Protestan söylemin amacı da, her türlü
tabiatüstü olayın büyüsünü bozmaktır.
Diğer taraftan Ahmed Han, doğal
âfetlerle-günahlar arasındaki ilişki meselesine seküler bir zaviyeden yaklaşır.
İncil'de olduğu gibi Kur'an'daki doğal âfetlere günahkâr halklar üzerine ilâhi
cezanın verilmesinin işaretleri olarak yapılan göndermelerin popüler
hurafelerde kökleri vardır, diyen Ahmed Han, bu kıssalara, kutsal kitaplarda
tarihsel gerçekler olarak değil, popüler kıssalar çerçevesinde ödünç alınan
ahlâki motifler olarak bakar. [817]
Görüldüğü gibi savunmacı bir
refleksle Kur'an verilerini rasyonalite etme konusunda inanç konularını
zorlayan Ahmed Han'ın bu girişimi Protestan bir İslamî söylem tarzı geliştirmek
olarak görülebilir. Elbette tabiat yasalarıyla Kur'an'ın doğrularını aynileştirmeye
çalışan sadece S, Ahmed Han olmamıştır. İslam dünyasının istilâya uğrayan
değişik bölgelerinde yaşayan Müslüman bilim adamları modern bilimle
karşılaşmaları ve Müslüman bilincinde yeni bir sıçrama yapma adına filtresiz
bir şekilde modern düşünce ve bilim anlayışını vahye tatbik etmeye
çalışmışlardır. Öyle ki, Muhammed İkbal (ö. 1939) bile, "Cennet ve
Cehennem herhangi bir mekanın/yerin adı değil, ego'nun çeşitli halleridir. Bir
başka deyimle Cehennem, insanın bir insan olarak başarısızlığını acı bir
şekilde hissetmesi; Cennet ise, ölüm ve felaket güçlerine zafer kazanma
sevincinin adıdır" [818]
diyerek psikolojik tahlillerde bulunuyordu. Bu görüş çağdaş felsefî anlayışlar
etkisinde yapılan bir yorumlama biçimidir. Aslında öykünmeci bu tavır, mağlup
medeniyetlerin insanlarının galip medeniyetler karşısında duydukları eziklik ve
psikoz halinden
başka
bir şey değildir.
Geleneksel sünnî anlayışa karşı
protest bir söylem geliştiren düşünürlerden bir diğeri de Seyyid Emir Ali
(1849-1924)'dir. İslam'ın da, Hıristiyanlığın geçirdiği gibi bir yenilenmeye
ihtiyacı vardır, diyen Emir Ali, kendi deyimiyle "Sünni kilisesi' ile Roma
(Katolik) Kilisesini karşılaştırmakta ve Mutezileciliği bir tür "İslamî
Protestanlık" şeklinde şöyle tanımlamaktadır:
"Beşyüz yıl boyunca İslam,
insanlığın özgür entelektüel gelişimine yardımcı olmuştur; ama daha sonra
ortaya çıkan gerici bir hareket sonucu, insan düşüncesinin tüm akışını birden
bire değiştirmiştir. Bilim ve felsefeyi geliştirenlerin, İslam'ın sınırları
dışında oldukları ilan edilmiştir. Sünni Kilisesi'nin, Roma Kilisesi'nden bir
ders çıkarma imkanı yok mudur? Onun da benzeri şekilde genişlemesi ve çok yönlü
olması mümkün değil midir? Halbuki, Hz. Muhammed'in öğretilerinde bunu önleyen
hiçbir şey yoktur, diyen Emir Ali'ye göre, İslâmî Protestanlık, aşamalarının
birinde (Mu'tezilecilik) bunun hazırlığını yapmıştır. O halde, büyük Sünnî
Kilisesi, eski engelleri neden süpürüp atmıyor, neden yeni bir hayata başlamak
için yükselmiyor?" [819]
Pozitif bir bilim anlayışının
kurulması için insan aklı, tüm doğaüstü inançlardan arındırılmalı idi. Zira
yeni çağın bilim anlayışı seküler bir temel üzerinde yükseliyordu. Bu bilim
anlayışının çok keskin çizgilerini Emir Ali'de de görmek mümkündür. O, Luteryan
bir eda ile dinde reform yapılması gerektiğini seslendiriyordu. İslam inanç
esaslarını aklîleştirme yolunda spekülatif rasyonalizme dayalı bir yöntemi
seçen Emir Ali, melek ve cin gibi varlıkların tabiatı olmadığını söyler
ve devamla, bizim modern zamanlarda 'tabiat ilkeleri' olarak baktığımız şeylere
geçmişte atalarımız 'melekler' ve göklerin vekilleri olarak baktılar. Locke'un
düşündüğü gibi, Allah'la insan arasında aracı varlıkların olup olmadığı sorunu,
insanla hayvansal yaratılışın daha alt biçimi arasında aracı varlıkların olup
olmadığı sorunu gibidir. Bu sorun insan aklı tarafından iskandil edilecek kadar
derin bir sorundur, [820]
diyerek Seyyid Ahmed Han'ın bu konudaki düşüncelerini takip eder.
Şeytanın kimliğine kozmolojik
olmaktan ziyade ahlâki bir mesele olarak yaklaşan Emir Ali, şeytan diye
isimlendirilen şeyin insanın tabiatında bulunan kötü bir nitelik olduğunu
söyleyerek, tarihsel perspektifte yine aynı şekilde Ahmed Han'ın bu konudaki
görüşüyle birleşir. [821]
Aligarh okulunun radikal modernistleri gibi Emir Ali'de Peygamberin belirli
buyruklarının liberal teolojinin gereği, tarihsel olarak yalnızca O'nun
zamanına ait olduğuna inanır. Buna göre her İslamî önermenin zorunlu olarak
değişmeyeceğini varsaymak, tarihe ve insan zekasının gelişmesine adaletsizce
müdâhale etmek demektir. Onun teolojik yaklaşımına göre İslam'ın tarihe esas
katkısı ahlâki insancıllıktır. İslamî ahlaki hayat, ahiretin moral ve dini görüşüne
uyumlaşmasına rağmen şimdide yaşanacak bir hayatı esas olarak kasdetmiştir. [822]
Kur'anî hükümleri (ahkâm) "belli bir zamana bağlı" ve "bütün
zamanlar için geçerli" olarak ayıran Aligarh okulunun metodolojisini
benimsediği anlaşılan Emir Ali, Kur'an'da geçen "hırsızın cezası' ile
ilgili emri, hapishanesi olmayan kabile toplumları için uygun olduğunu,
günümüzde hapishane olduğu için el kesme yerine bir başka ceza verilebileceği
şeklinde tarihselel bir yorumda bulunur. [823]
Kadının şahitliği ve mirasdaki konumu gibi meseleleri, illet temelinde değil,
hikmet, maslahat/amaç ve tarihsellik açısından değerlendirir.
Hoodbhoy'a göre Seyyid Ahmed
Han ile Seyyid Emir Alî'nin bilim ve felsefe ile ilgili ateşli savunmaları,
sosyal önemi olan konularda genel bir liberalizmle bağlantılı idi. Her ikisi de
Poligamiyi (çokeşlilik) ve peçe kullanılmasını modern çağa uymayan uygulamalar
olarak reddettiler. Cihadı, aslında entelektüel bir savaş anlamına geldiği
şeklinde yorumladılar, hırsızın elinin kesilmesi ve zina edenin taşlanarak
cezalandırılmasını, sadece, hapishanesi olmayan kabile toplumları için uygun
olduğunu belirttiler ve Kur'an dilinin çölün sıradan insanları için uygun bir
üslûpla yazıldığına inandılar. Bu durumda, örneğin, Cennet'in hurileri Zerdüşt
kökenli yaratıklardır; cezalarının şiddeti bakımından ise, Cehennem, Talmud
(Musevilerin yasa ve yorum kitabı) kökenliydi. [824]
Görüldüğü gibi onlar çok rahat bir şekilde eleştirel akıl anlayışını sınır
tanımaz bir şekilde devreye sokmuşlardır,
19. Yüzyıl İslam fundamentalistlerinde
değil ahkâm, inanç konuları bile eleştirel bir aklın konusu yapılıyor, içtihad
alanı sadece ahkâmla sınırlandırılmıyor yine itikadı konular alanını da
kapsıyordu. Batı tesirinde gelişen bu yeni Kelam akımı, şüphesiz yeni bir İslam
anlayışı ortaya koyuyordu. Ama te'vil nereye kadar? Sorusunun cevabı, söylemek
gerekirse, sonu ve sınırları tam, açık ve net olarak belirlenmemiş
bir düşünsel yapıya sahipti. Çünkü bu yeni Kelam yaklaşımında tarihselci bakış
açısı hem iman esaslarını ve hem de ahkâm boyutunu modern yaklaşımlara intibak
ettirecek bir düzeyde yorumlanıyordu.
Ne yazık ki, 19.yüzyıldan
başlayarak günümüze kadar gelen tarihselcilik, Müslüman düşünürler tarafından
Allah'tan gelen bir vahiy gibi algılanmış, köklü çözümleme ve eleştirel bir
bakış açısı geliştirilmeden çoğu zaman bilinçsizce gönüllü taşıyıcılar
olunmuştur. Burada, Müslüman modernistlerin karşısına dikilen gelenekselci
yaklaşımları da hatasız görmemek gerekir. Bunda onların aşırı muhafazakar tutum
ve mevcudun doğmalaştırılması konusunda katılıklarının tesiri de vardır. Bu
akımın yaptığı çabalar, İslamile moderniteyi bağdaştırma girişimleriydi.
Şüphesiz böyle bir zihniyet arkeolojisinin oluşturulmasında öykünmeci bir tavrın
sergilenmiş olması ile birlikte aşırı derecede modern Batı Bilim ve düşünce
hayatının, daha doğrusu modernizmin etkisi vardır. Özellikle Hint-alt kıtasında
yaşayan Batı-dışı Müslüman düşünürlerin dinin itikat ve ahkam boyutlarını
'rasyonellik' çerçevesinde ele alıp gelenek dışı yorumlara gitmeleri bir art
niyet ya da yıkıcılık amaçlandığı için değil, dîne yapılan eleştirileri geri
püskürtme amacı taşıdığı kanaatindeyiz. Daha öncede ifade ettiğimiz gibi
Kur'an'ı bilimsel yorumlama girişimleri bir yenilenme sayılmış olsa da
beraberinde çözümler sunmaktan ziyâde Müslüman yapıda tartışmaların
koyulaşmasına ve yeni fikrî çatışma alanlarının yaratılmasına da yol açmıştır.
Elbette böylesi şok yaratıcı düşüncelerin varlığı İslam düşüncesinin
hareketliliği ve seyyâliyeti açısından yararlı olduğu ve dogmatik uykudan
Müslümanları uyandırmada bir motivasyon işlevi gördüğü söylenmekle birlikte
ortaya çıkan inanç sorunları, yozlaşma ve yabancılaşmaya da kapılar açmıştır. İslamî
yenileşmeci bu modernist söylemler, bir İslamî protestanlık olarak görülebilir
mi? Bugün bu düşünce hareketlerini değerlendirmede geriye dönüp baktığımız
zaman Müslüman tecrübede nasıl bir Müslüman profili inşâ ettiğini görmek
gerekiyor? Bu sorular bütün yönleriyle tartışılmalıdır. Çünkü, geliştirilmek
istenen yeni yöntemsel bakış açılan için buna hararetle ihtiyaç vardır.
19. yüzyılın Batı
pozitivizmiyle şekillenen bu aktivist duruş, dinî bir pozitivizm yaratmanın
yolunu oldukça kolaylaştırmışa benziyor. Öyle ki hayatlı bir dinden ziyâde,
seküler yanı ağır basan hayatiyetini sadece teorik, zihinsel dünyada yaşatan,
ama, pratik/pratisyen sonuçlar bakımından moderniteye alan açıcı bir kullanım
ve oksijen çadırı rolünü üslenen bir söylem olarak görülmektedir. En azından
'neo-selefîlik' hareketinin 'teedîd' projesiyle İslamî fundemantalist söylemi
benimseyen aydınların 'teedîd' projelerinde yöntemsel ilkeler bakımından
benzerlikler çağnştınlmış olsa da mâhiyet açısından son derece farklılıklar
vardır. Birinci akım hakkında protest bir söylemden ziyâde ihyâcı ve ıslahatçı
bir bakış tarzı ağır basmaktadır. Çünkü bunlar, geleneği tamamıyla dışlayıcı
değil, yeniden üretmek gibi bir iddianın da sahibidirler; ama entegrist de
değillerdir. Bu kompartımanda Muhammed Abduh, C. Afgânî, Reşid Rıza gibi
kimseler vardır, ikincisinde ise protest ve katı eleştirel akıl anlayışı ağır
basmaktadır. Onlar, İslamdünyasının geri kalışını geleneksel mirasın varlığına
bağlamakta, bu mirası yeniden üreterek değil, tamamıyla dışlayarak tüketmek
istemektedirler. Bunların başında ise Hint-alt kıtasından Seyyid Ahmed Han, S.
Emir Ali gibi Müslüman aydınlar
gelmektedir.
Buradan yola çıkarak söylemek gerekirse, acaba İslâmî bir Protestanlık mümkün
müdür? Şimdi de bu soruya cevap aramaya çalışalım. [825]
b. İslam Protestanlaşabilir mi?
Protestanlık ne idi? Katolik
Hıristiyanlığın temsil etmekte olduğu kemikleşmiş, doğmalaşmış ve yozlaşmış bir
geleneğe karşı vahyedilmiş kitabın köklerine yeniden bir dönüş iddiası idi.
Protestanlığın doğuşunu tamamıyla dini nedenlere bağlamak da doğru değildir.
Bunun altında siyasî nedenleri de aramak gerekmektedir. Burası ayrı bir
tartışmanın konusu. Yine de tarihi Hıristiyanlığın durumu göz önünde tutulduğu
zaman 'protestan' bir söylem ve tepkinin gelişiminde hak verdirecek dinî ve
siyasî dayanaklar bulmak olasıdır. Aslında bu değişimin kaçınılmaz sonuçlarını,
vahyedilmiş Hıristiyanlık değil de, Batılılaşmış Hıristiyanlıkta aramak
gerekir. Yoksa "sekülerleşmeye" alan açan bir otantik dinin
varlığından bahsetmek mümkün değildir. Bir defa bu dinin ilahî tabiatı buna
geçit vermez. İşte Hıristiyanlık 'de-hellenize' süreci geçirdiği için çok kolay
bir şekilde modern süreçlere endeksleşebilmiş ve tarihsel bir rölativizm olan
sekülerleşme deneyimini yaşayabilmiştir. Çünkü Batılılaşmış Hıristiyanlığın dini
formlarının sekülerleşmesinin başlıca nedenleri, tevhîd inancından kopması,
kefaret öğretisi, St. Pavlus eliyle şeriatının ortadan kaldırılması ve dünyanın
lânetlenmesidir. Zira din insana, Allah'ın sınırlarını çizdiği (hudûdullah) bir
alan çizmektedir, insan, Allah'ın sınırlarını çizdiği bu alanda hayatına anlam
katar. İşte, ahkâmı olmayan bir dinin formlarının varacağı son,
sekülerleşmedir. Hıristiyan dünyada da böyle bir şey olmuştur. Aynı yargı İslam
söz konusu olduğunda gerçekleşme şansı nedir?
Yukarıda da değindiğimiz gibi
19. yüzyılın sonlarına kadar Batının acımasız sömürgesi altında kalmış
ülkelerde bazı Müslüman düşünürler modern düşünceden de yararlanarak İslam ile
modernitenin bağdaştırılabileceğini öne sürerek bir düşünsel tecrübe
yaşamışlardır. 20. Yüzyılda da bu İslam anlayışının tesirleri Doğu'da ve
Batı'da taraftar bulmuştur. Hâlâ da tartışmaların merkezinde belirleyici ve
yönlendirici roller oynamaktadır. Bilindiği gibi Batı'da Protestanlık, dünyevî
ideallere dinî anlamlar vererek daha seküler bir boyut kazanmıştır. Daha
doğrusu dinî sembollere, dünyevîleşmenin önünü açmada bir araç rolü
üslendirilmiştir. Ama varılan sonuç şunu göstermiştir ki, Protestanlaşan bir
din, asla kendisi olamamış, kendisi kalamamış, başkalaşmıştır. Belli bir dönem
meşrûlaştırıcı bir araç olarak kullanıldıktan sonra ihtiyaç kalmamış ve safra
gibi dışarı atılmıştır. Çünkü bu aşamadan sonra Hıristiyanlık
'belirleyici/hayatlı din öğelerini' kaybettiği için varlık alanını
olabildiğince daraltmış ve hayatiyetini kaybetme noktasına gelmiştir. Artık
böyle müzelik ve tarihe mal olmuş bir dinin yaptırım gücü de kalmayacaktır. O
halde Protestanlaşma, üzerine basılan dalın kesilmesinden başka bir şey
değildir.
Kur'an bize muhtelif sûre ve
âyetlerde tekrar tekrar total bir düzeyde olmasa da geçmiş kavimlerin tarihsel
ve toplumsal tecrübelerini anlatmaktadır. Bunu yaparken, kronolojik esaslara
bağlı bir tarihi bilgi de sunmamaktadır. Çünkü amaç, tarihi yapan aktörleri
anlatmak değil, vahyin hidayet boyutunu öne çıkarmaktır, insanlık tarihinin her
döneminde Protestanlaştırma girişimleri yaşanmıştır. Ama İslam'ın tevhit
doktrininde Allah tarihe, tabiata ve hayata müdâhildir. O,
Aristo'cu metafizik anlayışının etkisinde gelişen ve özünde Zebriyeci' bir
karakter taşıyan Eş'arîliğin Allah tasavvurunun aksine, her şeyi önceden
belirleyerek âtıl bir pozisyona geçmiş değil; faal ve fail olarak yaratmaya
devam etmektedir. Çünkü O, sürekli yaratan anlamında el-Hallâk'tır. Allah'la
birlikte iş yapma vardır. Allah bu eylemlerini insan eliyle gerçekleştirmek
istemektedir. Deist bir felsefî bakış açısı ise, Allah'ı olabildiğince hayatın
içinden çıkarmakta ve eylemin merkezine otonom bir varlık olarak insanı
oturtmaktadır. Halbuki İslam'da Allah ve insan birbirine rakip iki güç
değildir. Zira İslâm dinî, toplumu determine etmektedir. Protestanlıkta ise,
toplum, dini determine etmektedir. Böyle bir din 'müteât boyutunu koruyabilir
mi? İslamne zaman Protestanlaşabilir?
Eğer İslam, Hıristiyanlığın
tarihsel şartlarını yaşarsa, Protestanlaşma imkanı ortaya çıkar. Bu da İslam açısından
muhaldir. Niçin? Bunun sebebi, İslam'ın tevhid doktirini, insan ve varlık
anlayışı, vahiy olgusu ve ahkam boyutunun sağlamlığından dolayıdır Artık bir
medeniyet süreçleri yaşamış ve tarihe bilim, sanat, kültür, edebiyat vb. gibi
alanlarda not düşmüş/intikal etmiş ve medeniyet bağlamında bir birikim
zenginliği mirası ortaya koymuş olan bir dinin otantik yapısının örselenmesi
akıl dışıdır. Dün olduğu gibi gelecekte de İslam'ı Protestanlaştırma
girişimleri olabilir. Bunu gayet doğal karşılamak gerekir. Ama bunlar arızîdir,
geçicidir. İslamî bir Protestan söylemin köklerini İslam düşünce tarihinde
derin yankılar bırakmış olan Mu'tezile ekolünde aramak da nafiledir.
Mu'tezile'nin akılcı bir yaklaşım ve kadim bir felsefeyle temas kurması sonucu
Müslümanları çok önemli bir noktaya taşıdığı iddiası, doğrudur. Kelamcılar
sadece tenkitçi değil, yorumcudurlar da. Ama onlar hiçbir zaman subûti kat'î ve
manaya delâleti zannî olan nasların anlamlarını mutlak kesin doğrular olarak
görmemişler, böylece dogmatizmin yolunu kapatmışlar, yaşadıkları çağda İslam
düşüncesine verimli, üretken ve aktüel bir katkı yapmışlardır. Onları,
günümüzün kendilerini 'neo-Mu'tezile' olarak tanımlayan şahsiyet ve akımlardan
ayıran temel ayıraç, nasların, "subûti kat'î ve manaya delâleti katlalanlarda
'içtihada müessesesini işletmemiş olmalarıdır. Bir defa Mu'tezile'nin başta beş
temel ilke olarak temellerini attığı din anlayışında başat ilke olarak
gördüğümüz tevhid ve akıl anlayışı, emr-i bi'1-ma'ruf ve nehy-i ani'l-münker
prensibi, kısaca dine getirdiği zengin ve güncel yorum birikiminden, eğer
Protestan Hıristiyanlık anlamında bir İslamî Protestan söylem üretmek
isteniyorsa, hiçbir zaman Mu'tezili düşünce buna fırsat ve imkan
tanımayacaktır. [826]
V. İslam'a Göre Sekülerleşmenin İmkânı Var
Mıdır?
Eğer Max Weber'in 'Kapitalizmin
Ruhu ve Protestan Ahlâkı' isimli eserinden yola çıkarak söylemek gerekirse
Protestanlık sonuç olarak bütün kurumları dinin denetiminden çıkarmıştır. Çünkü
Protestanlık bir "üretim ahlâkı' geliştirmede dinin manevi gücünden
yararlanmak istemiş ve dinî bir bütün/total olarak değil, bireysel bir alana
indirgeyerek 'meslek ahlâkı' ile sınırlandırmıştır. Neticede kapitalin birikimi
gerçekleşmiş ve artık dine ihtiyaç kalmadığı için bu işin doğal sonucu olarak
din kaybetmiş, kazanan vahşi kapitalizm olmuştur. Böyle bir tezi genelleştirip
evrenselleştirmek ne derece sağlıklı olur? Eğer bu düşünce mutlak doğru
ise özellikle de son yüzyılda bütün dünyada özelde de protestan ülkelerde (ABD
gibi) dinî uyanış hareketleri alanındaki gelişmeleri nereye koymak gerekiyor?
Bütün zamanlar için sermaye, dindarları sekülerize eder mi ya da bundan
evrensel ve de değişmez bir ilke çıkarılabilir mi? Bence bu sorunun cevabını
dinlerin doğasında aramak gerekmektedir. Yani, felsefî anlamda modernitenin bir
doğal çıkarımı olan sekülerleşme, dinlerin muhtevalarıyla yakından ilişkili bir
konudur. Örneğin, Yahudilik ve Hıristiyanlık gibi vahiy metinleri toplumsal
şartların ürünü olan ya da ona indirgenen bir dinin oluşturduğu yapılarda
sekülerleşme, karşısında ciddi bir engel tanımaz. Zaten sekülerleşmenin
dayanaklarını da bulabilirsiniz. Ama, toplum üstü bir kaynağa bağlı olan İslam dini
bu sürecin dışında kalır. Bu anlamda sekülerleşmenin köklerini Kur'an'da
bulmamız mümkün değildir. Seküler hayata Kur'an'daki en yakın ifade
"el-hayâtü't-dünya"dır. Buradaki 'dünya' kelimesinin etimolojisi bile
onun ne kadar dinî bir anlamla yüklü olduğunu göstermeye yeter. Dünya kelimesi
arkaik Arapça'da bir şeyi 'yakınlaştıran' anlamındaki 'denâ'dan gelir. [827]
Dolayısıyla dünyâ, insan zihnini görüp tecrübe ettiği şeylere yaklaştırır. Aynı
zamanda Kur'an'da dünya ve tabiattaki her şeyin Allah'ın birer âyeti/işareti
olduğu vurgulanır. Bu durumda dünya, yakınlaştıran şey ise, tabiat ve dünya da
Allah'ın âyetlerini taşıyorsa, şu halde dünya, insanı Allah'a yaklaştıran şey olmaktadır.
Görüldüğü gibi Kur'an açısından dünya gibi en 'seküler' nitelikli bir kelime
bile dinî bir muhteva ile donatılmış olup İslam'ın dünya görüşünün kopmaz bir
parçası olarak düzenlenmiştir. [828]
19. yüzyıl mantıkçı
pozitivizmin etkisinde kalmış olan Kılıçzâde Hakkı (ö. 1959) gibi aydınlar
seküler bir zihniyetle sanayi inkilâbını gerçekleştirmiş Batı karşısında geri
kalışımızın nedenini 'din olgusu'na bağlılıkta görüyorlardı. Nitekim bu hususta
Kılıçzâde şöyle diyordu:
"Âhiret için on dört
asırdan beri konuşuluyor. Bu artık yeterlidir. Bundan sonra dünya için
konuşulmalıdır. Zira Müslümanlar hayallere değil, hakikatlere
muhtaçtırlar." [829]
Bunun daha ilerisini söyleyen aydınlar vardır, İslâm'ın Protestanlaştırılamamasının
önünde en büyük engellerden birisi de "âhiret" tasavvurunun çok güçlü
olmasıdır. Çünkü Kilise'ye karşı bireyi özgürleştiren modernite cenneti dünyada
inşâ edeceğini savundu. Ama, 200 yıllık batı düşüncesi gösteriyor ki, bunu
başaramadı. Gerek Hıristiyanlık ve gerekse Yahudilikte 'âhiret' tasavvuru
ilkinde çok zayıf, ikincisinde ise yok gibidir. Bu durum her iki dinin
Protestanlaşmasına açık bir vize niteliği taşımaktadır. İslam'ın âhiret
inancına getirilen eleştirilerin nedenlerini bu noktada aramak gerekmektedir.
Halbuki burada yapılması gereken şudur. Eğer İslam dininin âhiret inancı
Müslüman kitlelerde dünyadaki sorumluluklarını unutturuyor ve pesimist bir
ahlâki yapı kazanmalarını sağlayarak uyuşmalarına sebebiyet veriyorsa, elbette
bu Kur'an'ın otantik yapısından kaynaklanan bir durum değildir. Yapılması
gereken Kur'an'a yeniden dönüp toplumun âhiret inancına bakışını yeniden
sorgulayarak yorumlamak ve olması gereken yere getirmektir. Nasıl ki âhirete
iman İslam'ın ilk yıllarında sahabe nesline aksiyoner bir ruh kazandırmışsa,
bugün de aynı
motivasyon
işlevini kazandıracaktır. Bizatihi Kur'an, âhiret âleminin dünya hayatından
daha hayırlı ve daha kalıcı olduğunu vurgular. [830] Bu
âyetteki vurguyu anlamak için, âyetin geçtiği sûrenin genel mesaj bütünlüğüne
bakmak yeterlidir, göylesi bir yöntem izlendiğinde Kur'an'da birey ve toplum ne
salt dünyayı terk etmeye ve ne de dünyanın kendisinin küçümsendiğine yönelik
bir sonuca ulaşır. Kur'an devamlı surette birey ve toplumları dünyanın
harikaları üzerinde düşünmeye davet eder. Asla ne dünya ve ne de doğa,
alçaltılmış bir vurgu eşliğinde sunulmaz. Uyan, sadece dünya hayatının Allah'la
olan ilişkiyi saptırıcı mâhiyetine yöneliktir. Her ne kadar 'el-hayâtü't-dünya'
ifadesi 'seküler' kelimesine çok yakın duruyor gibi gözükmesine rağmen,
gerçekte İslâm'ın âlem görüşünde kavramın bir karşılığı bulunmamaktadır. [831]
İslam sosyal ve amelî bir
dindir. Kur'an'ın dünyayı kötüleyen ve ona karşı felsefî bireysel bir yaşama
biçimi olan züht tavrını öne çıkaran mesajı, insanı asla sosyal hayattan
soyutlamaya ve edilgenliğe özendirmeye yönelik bir mesaj taşımaz. Allah'ı
anmaktan alıkoyacak arzulara karşı insanı diriliğe çağırır. Bunun aksi, negatif
bir sonuç çıkarmak tamamen insanın zihinsel dünyası ile alakalı olup bir anlam
yanılmasıdır. Bir başka açıdan Kur'an'da "el-hayâtü't-dünyâ' ile ilgili
âyetlerin ilk defa nazil olduğu Arap toplumunun tarihilik açısından sosyal ve
fikrî hayatına bakarsak son derece anlamlı bir kullanım alanı bulduğunu anlarız.
Bu da Arapların oyun ve eğlenceye, Allah'a yabancılaşabilecek boyutta aşırı
derecede düşkün bir bünyeye sahip olmalarından kaynaklanmaktadır, işte dünyâ
vakıası karşısındaki uyarı burada görülmektedir, İslam, insanın eşya ile olan
ilişkisini kesmek yerine, insanın eşyaya karşı olan aşırı düşkünlüğünü terbiye
ve tezkiye etmek ister. Eğer insanın eşyaya olan meylini kesersek gerçekten onu
benliğine ve hürriyetine kavuşturmuş oluruz. Şayet insan, eşyaya karşı manevi
hürriyetini elde ederse, eşyaya olan tutsaklıktan ve eşitlenmişlikten kurtulmuş
olur. İslâm'da din-dünya ilişkilerini bu zaviyede görmek gerekir. Weber'in
aksine İslâm'da dinin diinyevîleşmesi lineer/düz bir çizgi olarak görülemez ve
böyle evrenselci bir bakış tarzı insanı İslam söz konusu olduğu zaman
yanılgılara düşürür. Yaşadığımız yüzyılda modernitenin en büyük çıkmazlarının
özünde mutlak bir dünyevîleşme eğilimi taşıması hasebiyle insanın öte dünya ile
olan ilişkisini keserek şimdi ile sınırlandırmış olmasıdır. Bu sebeple, tarihte
dine/kutsala katı muhafazakârlık kadar, katı pozitivist anlayışın verdiği zarar
hiç de az olmamıştır.
İslâmî sekülerleşme mümkün
müdür?
İslamçağılcıl bir dindir.
Özü/mâhiyeti korunduğu sürece yeniliklere açık bir dindir. Her türlü
'varoluşsal' dayanaklarını yok edici etkilere karşı, onun yapısında bulunan
refleksler harekete geçer ve hayatiyet fonksiyonlarını yitirmesine engel olur.
O halde batılı manada sekülerizm doğrudan dinin kendisini hedef alıcı bir
konumlanmadan ziyâde modernitenin bir gereği olarak şimdiyi, hâli hâzırı
tasavvur edici bir dünya görüşüne sahip olduğu için dolaylı bir din dişiliği
sergiler. Bu hiçbir zaman dinî çoğulculuğa karşı radikal bir tutum değildir.
Eğer öyle olsaydı, bugün Protestan Hıristiyanlığın geçerli olduğu ülkelerde
dinî çoğulculuk
olmaması
gerekirdi. O bireyden ziyâde bir devlet tutumudur, İslam, Protestan
Hıristiyanlığın 'sekülerleşmeye' yol açıcı bir çizgi izlemeye meyyal tabiata
sahip değildir. Bunun için de iki açıdan sekülerleşmeye geçit vermez:
Bunlardan ilki, İslâm'ın ahkâm
boyutu olan bir din olmasıdır. [832]
Elbette bizatihi yorumlarıyla güncelleşmeyen bir dinin kendisi sorun çözmez.
Sorunları, yorum becerisi ve uzmanlığı kazanan insanlar çözecektir. Bunun adına
İslam düşüncesinde 'içtihad' demliyor. Bir dinin evrenselliği, bütün çağlara
hitap eden bir yapıya sahip olması ve ilkelerinin koşullara göre yorumlanması
ile mümkündür. Nerelerde ve nasıl içtihad yapılacağı Hukuk metodolojisi ile
ilgili çalışmalarda belirtilmiştir. Fakat 'içtihad'ın nerelerde yapılacağı
meselesi günümüzde de erbabı arasında derin tartışmalara yol açmaktadır. Sorun,
içtihadı kim yapacak, içtihad alanı nassın bulunduğu yerde mi, yoksa
bulunmadığı yerde mi yapılacaktır? Diğer taraftan modern durum dikkate alınırsa
içtihad fürû'da mı yoksa usûlde mi yapılmalıdır? Gelenekselel ve yenilenmeci
Müslüman aydınlar arasında bu sorun tartışmaların odak noktasını
oluşturmaktadır. Ama her iki eğilimin birleştiği bir nokta, dinde içtihad
anlayışının kabul edilmesidir.
Tarih boyunca 'dinde reform'
projeleri Müslüman halk tarafından kuşkuyla karşılanmıştır. Bunda da Müslüman
bilinç haksız değildir. Çünkü, dinde reform yapmak isteyenlerin çoğu, din
istismarı yapmışlardır. Ekseriyetle dini hayatın dışında kalanlar, dini kendi
bireysel çıkarları ve zevkleri doğrultusunda değiştirmek isteyenler olmuştur.
Bunlar İslam'a yeni ve verimli yorumlar getirmek yerine, Müslüman kitlelerin
duygularını rencide eder bir mahiyette reform önerilerinde bulunmuşlardır.
Hatta dinin (namaz, oruç gibi) [833]
aslî esaslarıyla doğrudan çatışan görüşler ileri sürmeleri, halkın gözünde bu
kimseler, Müslümanlığı bozmaya memur edilmiş ajanlar olarak görülmüşlerdir. [834]
İşte İslâm'ın “şeriat/ahkâm"
boyutu tasfiye edilirse o zaman İslâm moderniteye entegre edilebilir ve bir
Protestanlık dönemi yaşayabilir. Acaba Kitabı bozulmamış bir dinin buna geçit
vermesi mümkün müdür? Günümüzde 'tarihselcilik' alanında yapılan tartışmalar
var. Lafız mı önemlidir, yoksa amaç mı önemlidir'! Kur'an'ı anlamada bütün
zamanlar için mutlak anlamda "amaç'ı öne çıkaranlar farkında olmadan İslâmî
bir Protestanlığın da yolunu açmış oluyorlar. Elbette 'muamelât' konularında
bir içtihad yapacaksınız. Ama, naslarda illetin olduğu yerde ille de 'amaç'ı
genelleştirirseniz ve birileri de bunu "ibadet" alanına tatbik etmeye
kalkarsa -ki nitekim tarihte yapılmıştır- o taktirde dinin formlarının
sekülerleşmesi kaçınılmaz olmayacak mıdır?. Onun için 'tarihsellik sorununu
yöntemsel bazda sağlam zeminler üzerine oturtmadan Kur'an'a uygulamaya kalkmak
riskli olsa gerektir.
Protestanlığın manifestosunda
en önemli ilkelerden birisi, "İncil'i okumak ve yorumlamak Kilise'nin tekelinde
değildir, bunu, akil baliğ olan ve okuyan herkes yapabilir"
görüşüdür. Protestanlık, kitabın yorum hakkını herkese vermekle modern
bireyciliğin ahlâki kökenlerini de atmış olmaktadır. Böyle bir sonuç, dini
bireysel alana mahkum etmenin yolunu açmakla kalmadı, sekülerleşmenin yolunu da
açtı. Kilisenin kutsal kitabı tek elden yorumlama hakkı elden çıkarılarak her
bir bireye verilince, ister istemez bir yorumlar anarşisi de kendisini
gösterdi. Olaya İslam açısından bakarsak, elbette İslâm'da bir din adamı sınıfı
yoktur. Her Müslüman bu dinin adamıdır ve herkes de Kur'an'ı okuma ve anlama
hakkına sahiptir. İnsanlara Kur'an'ı anlamada bir usûl bilgisi vermeden her
insanın eline bir meal tutuşturmak bireysel içtihadın yollarını göstermek nasıl
bir sonuç doğurur? Bu Kur'an okumayı birey selleştirdiği gibi aynı zamanda
endüstriyel bir hale getirerek tüketme girişimidir de. Artık bazı aydınların
İslam adına çevresindeki insanlara, Kur'an'a çok fazla güvenmeyin, onda da
fazla bir şey yoktur? Demeye başlamaları, seküler bir zihniyet değil de nedir?
Bunun anlamı Allah'a teslimiyetten öte bir şey, dahası Allah'ı denetlemeye
kalkışmak. Bu çağın mütekellimlerinin iman alnıyla yakından bağlantılı konular
üzerine ciddi anlamda eğilmeleri gerektiği, kanaatindeyim. Zihinsel anlamda
kişisel istidatsızlıklan, eksiklikleri ve yetersizlikleri genele teşmil etmeye
hiç kimsenin hakkı yoktur.
Elbette dünyayı anlama
noktasında İslam seklilerdir. Çünkü İslam dünyayı kuşatmakta ve bir dizi
kurallar getirmektedir. Nitekim bunun örneklerini bizzat Hz. Peygamber'in
hayatında bulabiliriz. Hadis bilgini Müslim (ö.h. 261) 'Sahîhf nde, bu durumu
yansıtan bir bab/başlık açmıştır:
"Resâlullah'ın şer'an
söylediklerine imtisalın vâcib olması, kendi reyi olarak dünya maişetlerine ait
imtisalın vacip olmaması." Bu başlık altında, başlıkla müsemmâ olan ve
hurmaların aşılanması ile ilgili değişik varyantları bulunan rivayetler
nakledilir. Bir defasında Allah Resulü Hz. Muhammed (a.s), Medîne'de
hurmalarını aşılayan halkı görünce, onları bundan menetmişti. O yıl aşılanma
terkedildiği için hurmalar üzüm vermemişti. Bunu kendisine duyuran sahabeye
hitaben Resûlullah:
"Ben ancak bir insanım, size dininizden bir şey emredersem onu hemen
alın, kendi reyimden bir şey emredersem ben ancak ve ancak bir beşerim"
buyurdular. Rivayetin bir başka varyantında. "Siz dünya işini daha iyi bilirsiniz" ifadesi de geçmektedir. [835]
Ayrıca dünyayı anlama noktasında İslâm'ın seküler oluşuna yine tarihten Bedir
ve Hendek savaşının yerlerinin tespiti ile ilgili sahabenin Hz. Peygamberle
müzakere etmeleri örnek olarak verilebilir. Bütün bu örnekler bize Hz.
Peygamberin nebevi yönüyle, beşerî yönünü birbirinden tefrit etmemiz
gerektiğini hatırlatıyor. Sanırım M. Arkoun, bu manada bugün yeniden İslâm'ı
sekülerleştirmeyi düşünmemiz gerekir, diyor ve ekliyor. Elbette İslâm'ın, bu
sekülerleşmeyi kendine has özümleme tarzını düşünmeyi de gerektirecektir.
İslâm'daki hukuki temelin eleştirisinden hareketle, sekülerleşmiş bir Müslüman
hukukun ve onun Avrupa dünyasına yapabileceği muhtemel katkılar vardır. [836]
Bütün zamanlar için "sekülerleşmeyi" dîni meydana getiren her şeye
kökten karşı olmak anlamında konumlandırmak yanlıştır. Örneğin, Kur'an'da
'ticaret hukuku' ile ilgili çok fazla malumat bulamazsınız. Bundan dolayı
Osmanlı döneminde batı hukukuna müracaat edilmiştir, İslamî ilimler içerisinde
Fıkıh, Müslümanlığın dış boyutuyla ilgilenir. Bu nedenle seküler/dünyevî bir
ilimdir. Kelam da bu kapsamın dışında değildir. Zira Kelam'da aklın alanına
giren birçok konu vardır. Bunları bilmek için illâ da nas gerekmez, işte bu
anlamda Kelam bilimi hakkında dünyevilikten söz edilebilir. Görüldüğü gibi
dinin, insana bıraktığı alanlar yok değil. Belki burada Arkoun gibi özellikle
Batı'da yaşayan yeni Müslüman aydınların vahyi, yayıldığı toplumların somut
tarihine bağlama girişiminin genelleştirilmiş olması, bazı sorunlar
yaratabilir. Bu aydınların yaptığı modernite ile İslâm'ı uyumlu bir hale
getirme çabasıdır. Böyle bir anlayış, eğer gerekli titizlik gösterilmezse,
beraberinde birçok inanç sorunları ortaya çıkarabilir. Batı-dışı toplumlarda
yaş ay an, örneğin Hint-alt kıtasında çoğu modernist Müslüman düşünürlerin
yaptığı da budur. Onların tecrübesinden yararlanarak, artı ve eksiler iyi hesap
edilmelidir.
İslâmî sekülerleşmenin önündü
ikinci engel ise, İslâm'ın iman anlayışıdır, İslam imam üç ana parametre
üzerine oturur. Bunlar da Tevhid, Âhire t ve Risale f Air. Tevhid, Allah'ın
dışında ve O'nun yarattığı bütün varlık âlemini izâfileştirir. Âhiret, dünyanın
da ara yerinde olduğu genel çevrimin tamamlanma noktası, yani son duraktır. Risâlet,
Allah'ın irade ve arzusu doğrultusunda Peygamber'in bize şeriat öğretmesi,
Kitap'la bize hududullah'ı işaret etmesidir. Bu anlamda sadece Şeriat'ı olan
din kendini moderniteye karşı koruyabilir. Allah Kitab'ını koruduğu gibi
'hudûdullâh' da Müslümanları korumaktadır. Seküler dünya görüşünde varlık ve
âlem Allah'tan kopuktur. Halbuki Allah, parçalanmış bir alanı Tevhid'le,
insanın Allah'a ve kendine yabancılaşmasını Risâlet'le; bu dünyaya, buraya,
şimdiye ait olmadığını, ileri hedeflere hazırlanması gerektiğini Âhirete imanla
dile getiren Allah, her an hayata müdâhale etmektedir, insanlık tarihi değişik
kırılma dönemleri yaşamıştır. Sekülerizm de nihâyetinde bir kırılmadır, ama,
son değildir. [837]
Nitekim batıda da sekülarizasyon teorisine yöneltilen ciddi itirazlar vardır.
Bilindiği gibi Hıristiyanlığın tarihinde iki Hıristiyan vizyonu vardır. Bu
Hıristiyanlığın birinci vizyonu Roma öncesi, diğer vizyonu ise Roma dönemidir.
Yani, batılılaşmış Hıristiyanlık, işte, Hıristiyanlık'ta Protestanlığın
doğusuyla, doğal ve eşzamanlı olarak sekülerizmin doğuşu, bu batılılaşmış
Hıristiyanlık sayesinde olmuştur. Böyle bir sonuca da mevcut Hıristiyanlık
gayet yatkın bir alt yapıya sahiptir. Dolayısıyla sekülarizasyona Kitab-ı Mukaddes'e
olan iman değil, onun Batılılarca yorumlanması yol açmıştır. Mantıkçı
pozitivist ilerlemeci tarih tezine göre sekülarizasyon kaçınılmaz bir sonuç
olarak görülmüş olsa bile, bu tez bugün geçerliliğini savunamaz bir duruma
gelmiştir. Hatta Protestan ülkelerde dînî hareketlerde bir canlanmanın
yaşanması buna en güzel örneklik teşkil etmektedir. [838]
Sosyal modernleşme bağlamında
sekülerlerizm, özünde eleştirel bir akıl anlayışını beraberinde getirmesinden
dolayı, din anlayışlarını sorgulayıcı bir işlev gördüğü söylenebilir. Ama daha
çok sekülerizm, dinde bireyselleşmeyi sağlamıştır. Bu anlamda İslam toplumlarında
haramlar gibi kimi hassasiyet noktalarında buharlaşma ya da gevşeme
diyebileceğimiz etkilerden de söz edilebilir. Nihayet Batıda Protestan söylemin
bir sonucu olarak sekülerleşmenin her katiyi eritici özelliği sayesinde, dinde
tabiatüstü inancın yıkılması, ilkin toplumsal sisteme yansımış,
daha sonra kültür ve değerler alanında bir takım patolojik davranış
bozukluklarına sebebiyet vermiştir. Bunun sonucu olarak Batı dünyasında
rastlanılan, Bobbysoxer, Mod ve Rocker, Ton-up-Boy, Punk ve Dazlaklar türünden
karşıt-kültür sapmaları veya Zen, Yoga, Tantra, Allah'ın Çocukları, ilâhi Işık
Misyonu, Satanizm, Mooniler, Cennetin Melekleri vb. çok sayıda dinî hareketler
ortaya çıkmıştır. Dikkat çekici bir başka husus da 'agnostiklerin' sayısının
gün geçtikçe artmasıdır. [839]
Internet sitelerinde küçük bir gezinti bu görüşü kanıtlamaya yetecektir.
Batı'da dinî hareketler,
sanayileşme ve teknik ilerlemeler sonucu, sosyal sınıf yapısında olduğu kadar,
bireysel mannerizmde de ortak kalıpların oluşumuna yol açmıştır. Ülkemizde de,
dinî yaşantının gençler arasındaki dağılımı dikkat çekicidir. Nitekim 1975
yılında İstanbul Üniversitesi'ne mensup 1613 kız ve erkek öğrenci üzerinde
gerçekleştirilen kapsamlı bir araştırmada gençlerin % 15.3'ünün dinî inançları
olmadığı görülmektedir. Aynı incelemede öğrencilerin % 48'inin hiç namaz
kılmadıkları, aksatmadan namaz kılanların ise % 7.7 olduğu ortaya çıkmıştır.
Her ne kadar yeni olmasa da bu veriler, dinî kimliğin oluşumunda önemli oranda
sekülerleşmenin etkisi altında olduklarını göstermektedir. [840]
Globalleşme ile birlikte bütün
dünyayı etki alanına katmak isteyen modern proje, seküler bir temel üzerine
inşâ edilmiştir. Dolayısıyla insanın gözünü ilâhî olandan beşerî olana, yani,
yer-yüzüne çevirir. Eşyanın kendisine sabitleşerek dünyevî merkezli bir huld
düşüncesini hedefler, insanın bakışlarını eşyanın arka plânına çevirmekten alıkor.
Böyle bir zihinsel tasarım ise, insanı daha çok zevk peşine sürükler ve
tutkulara yönlendirir. Çünkü, özde dünyevîleşmenin böyle bir çekiciliği vardır
ki, insan hikmet ve irfandan koptuğu anda onun yarattığı cazibe alanının dışına
çıkamaz. 1980'li yıllarda daha bir belirginlik kazanan Müslüman kadının kamusal
alanda gövdesiyle birlikte varolmaya başlaması, geleneksel kadın kimliği ve
rolünde bir kırılmayı da beraberinde getirdi. Bu durum erkeklerde de
dönüştürücü bir etki yarattı. Örneğin, artık basında 'tesettürlü metalciler'
başlıklı haberler okuyabiliyoruz. Kendisini dindar bir kimlikle tanımlayan bu
gençler, batı müziğinin en uç noktalarından biri olan 'metal' müzikten zevk
alıyor. Pop müzik konserlerinde âyin havasına girerek kendinden geçiyor. Genç
erkekler ise, yeni bir görünüme bürünerek top sakalı ve hippi tiplemesiyle
camide saf tutuyor. Küreselleşmenin İslamcı kesimde geleneksel duyarlılıkları
değiştirici bir başka etki ile yeni 'eğlence' kültürü oluşturmaya yetti.
Meselâ, yenilikçi ulema kuşağının verdiği fetvalarla, ithal parfümlerin
dayanılmaz cazibesi karşısında yerli alkolsüz esans sektörü mevziler kaybetti.
Mûsiki alanında daha yumuşak bir tavır sergiledi. Aynı durum 'resim anlayışı
konusunda da geçerlidir. Modern dalga bütün bu alanları yumuşattı. En
muhafazakar denilen ailelerde bile bu değişim rüzgarı yeni eğlence ve yeni
tüketim alışkanlıkları kazandırdı. Dinî ve sosyal yapılarda meydana gelen bu
istihalelerin neliği, hangi yönde değerlendirilmelidir?
İslâm'ın Protestan yorumu, bir
kalkınma ideolojisi olarak görüldüğü ve Allah'a teslimiyetten ziyâde, O'nu
denetleyici bir pozisyon geliştirildiği taktirde ortaya çıkar.
1980'li yıllar öncesi Müslüman zihniyette Kapitalizm eleştirisi yapılırken,
günümüzde bazı tekstil firmaları tarafından kadının gövdesinin ve cinselliğinin
obje/nesne haline getirilerek tüketimi arttırmak adına reklâmda kullanılmasını
nasıl yorumlamak gerekiyor? Kentleşme ve küreselleşmenin dinamikleri Müslüman
kimlikleri derinden etkilediği bir gerçektir. Bunun göstergeleri olarak tüketim
zafiyetinin artması ve markalara düşkünlük gösterilebilir. 80'li yıllardan
sonra kent hayatına katılan gençlerin, markaya, tesettür defilelerine, pop
müziğe ve flörte evet demeleri, onların örtülü ve sakallı olmaları, modern
zihinlere sahip olduğunu hiçbir zaman örtemez. Sanıyorum bu dönüştürülmüş
kamusal hayatta yeni görünümler, İslâm açısından küreselleşmeye katılmak değil,
kelimenin tam anlamıyla homojenleşmek ve modern dünyayı tüketmektir. Hiç
şüphesiz bu resmettiğimiz örneklendirmeler, vakıayı tespitten ibarettir.
Kitlesel boyutta meydana gelen bu değişim bireyselleşmeye paralel olarak 'ben'
bilincinin gelişiminin önünün açılmasıyla billurlaşan bir patolojik davranış
bozuklukları mıdır? Din ve modemizm çevresinde yapılacak tartışmalar bu soruyu
anlamlı kılacağını sanıyorum. [841]
Sonuç
İnsanlık düşünce tarihine
baktığımız zaman felsefî anlamda dinîlik ve dine rağmenlik hep varolagelmiştir.
Kur'an kıssalarında anlatılan toplumların inanç haritaları bunu belgelediği
gibi, tarihî araştırmalar ve arkeolojik kazılar neticesinde elde edilen bulgular
da bunu kanıtlamaktadır, İslâmî öğretiye göre insan çift tabiatlı bir
varlıktır, insanın doğasında bulunan bu niteliklerden birisi ilâhi, bir diğeri
de dünyevîdir. Ruhunda bulunan ilâhi öz, onu aşkın olana bağlamaya çalışırken,
dünyevî tabiatında içkin olan nefs de onu buraya, şimdiye bağlamaya çalışır,
insan, akleden bir kalp sayesinde aşkınla olan ilişkisini kurar. Işığını
Allah'tan alan bir akıl, sadece bu dünyaya, şimdiye ait olmadığını, ötelere ait
bir varlık olduğunu anlar. Dünyevî tabiatında içkin olan nefse ve onun
türevlerine karşı aklı bir kement, bir ip gibi kullanarak kontrol mekanizmasını
eline alır. Eğer bunun tersi olur ve de akıl, asıl aşkın olan kaynaktan
kopanlırsa, bir parçalanma süreci yaşar. Artık varlık ve bilgi müteâl olandan
kopmuş ve kartezyen bir durum ortaya çıkmış olur. Bu insanın evvelâ, aşkın
olana, sonra kendisine ve daha sonra toplumuna yabancılaşmasını beraberinde
getirir, işte, batılılaşmış Hıristiyanlık böyle bir dönüşüm yaşamıştır. Öyle
ki, vahdaniyet inancı bozulmuş, ibadet alanı insan eliyle düzenlenmiş ve
böylece modern paradigmalara eklenmiş bir yapıya karşı tepkisel çıkışın adı:
Protestanlık... Böyle bir aşama
sonucu ruhâniliğinden tamamen koparılan ve amelî hayatı sadece kitleleri
üretime/kalkınmaya motive eden bir dinî söylem, neticede varoluşsal manevî
refleksleri felce uğratıldığı için sekülerizme rahimlik görevi yapmaktan öteye
geçememiştir. Modernitenin bir ürünü olan sekülerizm, insanın ilâhî ve uhrevî
tabiatına sırt çevirmiştir. Bu ilerlemeci doğallığı içerisinde dinî
öznelleştirmiş, bireyselleştirmiştir.
Bütün ilâhî dinlerin felsefî
anlamın dışında bir dünyevî yönü vardır, insan da bu anlamda dünyevîdir.
Dünyanın bütün nimetleri insan tarafından yaşanacak ve insan dünyayı imar
edecektir. Ama dinlerin dünyâsı, âlemi, insanı aşkından koparmayan bir özelliğe
sahiptir, insan atıldığı bu varlık dünyasında şimdiyi yaşarken öteye
bakacaktır. Şimdi ve öte arasında epistemolojik bir ilişki içerisinde
bulunacaktır. Zira, temelde bütün ilâhî dinler Peygamberler eliyle ahlâki
anlamda dünyevî hayatı düzenlemek için gönderilmişlerdir. İslam'ın dünya ve
âhiret dengesine bakışı da budur. Yani, İslam, hayatla bağı koparılmayan bir
dindir. Yani, dinli bir hayat, hayatlı bir din..
Hiç şüphesiz 'sekülerizm'
ateizm değildir. O, kendine özgü bir zihniyet tavrıdır. Özünde, biraz hümanizm,
aşkınla irtibatını koparmış rasyonalizm, bilgiyi formların bilgisiyle
sınırlayan pozitivizm gibi felsefî oluşumlarla mayalanmış bir ideoloji
biçimidir. Sömürge dönemi yaşamış İslam dünyasının muhtelif köşelerinde yeni
bir zihniyet oluşturmak için yeni bir İslam tasavvuru geliştirmek isteyen
aydınlar, şemasını sunduğumuz zaviyede Kur'an'a, Sünnet’e ve topyekûn geleneğe
yeni bir yaklaşım sergileme gereği duymuşlardır. Ya doğrudan veya dolaylı
olarak modernite ile temasları neticesinde vahyi aklîleştirelim derken, birçok
inanç sorunlarının doğmasına da kaynaklık etmişlerdir. Özellikle Fazhır Rahman'ın
(1919-1988) diliyle İslam Modernistleri, imanın temellerini bile
zorlamışlardır. Böyle bir bakış açısı, hayatlı din gerçeğini dengelemede ölçüyü
kaçırarak, dinin dünyevîleşmesini doğurucu sonuçlar yaratmıştır. Daha doğrusu,
Protestan bir İslamî söylem için dil geliştirilmeye çalışılmıştır. Elbette bu
durumu sadece ilahiyatçı düşünürlere bağlamak haksızlık olur. Buna siyasî erk
ve iletişim teknolojisinin
katkısıyla
küreselleşmenin tesirlerini de eklemek gerekir. Mâliye merkezli küreselleşmeye
karşı çağdaş mütekellimlerin insan ve değerlerini öne çıkarıcı bir
küreselleşmeden yana tavır koymaları ve mücadele vermeleri bir zorunluluktur.
Çünkü ekonomi eksenli bir küreselleşme gelir dağılımında eşitsizliği,
lümpenleşmeyi ve homojenleşmeyi de beraberinde getirmektedir.
Yeryüzünde insan varolduğu
sürece din de varolacaktır. Eğer sekülerizm Allah'ı unutmak ve O'na rağmen
varolmaksa, O'nu yeniden insanlara hatırlatacak olan Kelam bilimi ve Kelam
yapanlardır. Sürekli acı yiyen insanın, tabiatı gereği istem dışı, tatlı yemek
gibi istekleri harekete geçiyorsa; sekülerizmin katı bir şekilde etkilediği
toplumlarda sekülerleşme karşıtı dînî hareketler de yeşerecektir. Buna insanlık
tarihinin geçmişi en güzel örnektir. Sosyolog P. Sorokin, tarih boyunca
toplumlar profan, sekliler değerler sisteminden, aşkın, ruhani değerler
sistemine doğru çevrimsel bir gelişim tarihi izlerler, diyor. [842]
Şüphesiz, Medeniyetler tarihini incelersek Sorokin'in vardığı bu sonuca bizde
katılırız. Dünya ölçeğinde modemitenin seküler sitelerinde ortaya çıkan kriz,
yeniden değerler boyutunda bir kabuk değiştirmeye doğru yol aldığını
gözlemliyoruz. Her şey, yani varlık dünyası Allah'ın ilk yarattığı öze, dine,
kutsala doğru bir dönüş yaşıyor. Son yıllarda ortaya çıkan "Batı
Düşüncesinde Büyük Dönüşüm", "Tanrı'nın İntikamı", "Modern
Dünyanın Bunalımı", "Postmodern Durum" vb. gibi kitaplarda artış
oranı da bunu gösteriyor. Akılcılığın egemen olduğu modern toplumlarda insanlar
yeniden büyüye, hurafeye ve gizli ilimler adı verilen alanları keşfe çıkıyor.
Özellikle Avrupa'da Doğu dinlerine ve muhtelif tarikatlara gün geçtikçe ilgi
daha çok artıyor. Amerika gibi ülkelerde radikal Katoliklik, Siyonizm ve İslâmî
oluşumlarda canlanma hissediliyor. Bazı sosyologlar İslam dünyasında dinin
ihyâcı yönünü, İslâmiyetin kapitalizmle uyumlu bir çerçevede yorumlanmasına,
yükselen beklentilerin gerçekleşememesi ve bunun açtığı düş kırıklarına
bağlamaktadırlar. Onlara göre insanlar, toplumsal sorunlarının çözümünü dine
yönelmede bulmaktadırlar. Bunlara yabancılaşma, kimlik sorunu, anomi gibi
toplumsal değişimin çeşitli etkenlerini de katmak gerekir [843],
şeklindeki yorumlarında gerçeklik payı varsa da çok fazla açıklayıcı değildir.
Türkçemizde "tabiat boşluk
kabul etmez" şeklinde genel bir kural vardır, insanın tabiatında nasıl ki
açlık, susuzluk, sevgi, öfke, cinsellik vb. gibi biyolojik ve psikolojik
duygular varsa, inanmak da aynı şekilde insanın tabiatında kaçınılmaz bir
şekilde varolan bir ihtiyaçtır. Eğer insan doğru bir din anlayışıyla iç dünyasını
doldurmazsa, farklı arayışlar içerisine girecektir. Çünkü insanda inanma
duygusu fıtrîdir. Din duygusunu bireysel veya kollektif bilinç altına
bastırmağa kalkışmak, ileride hem fert ve hem de cemiye? Vicdanında telâfisi
mümkün olmayacak düzeyde patolojik vak'aların doğuşuna şahit olunacaktır. Onun
için toplumumuz ve geleceğimiz açısından insanımıza gerek yaygın ve gerekse
örgün eğitim yoluyla ve de uzman eğitimciler kanalıyla mutlaka din eğitimi
çağın ihtiyaçları göz önünde tutularak verilmelidir; bu konuda asla ihmal ve
gevşeklik gösterilmemelidir. Yaşadığımız modem çağda, modernite kutsalı, kıyıya
itiyor, aksine, İslam ise insanı hayata, içe çağırıyor. Bu kendin olmaktır,
başkası/yabancılaşma değil. [844]
Kaynakça
1.
Altındal, Aytunç, Üç İsa, (çev. S. Özbudun), İstanbul, 1993.
2.
Arkoun, Muhammed, "İslam'ı ve
Laikliği Bugün Yeniden Düşünmek", (Avrupa'da, Etik, Din ve Laiklik
içinde), çev. S. Dolanoğlu-S. Yılmaz, İstanbul, 1995.
3.
Armağan, Mustafa, Gelenek ve Modernlik Arasında, İstanbul, 1998.
4.
Armstrong, Karen, Tanrı'nın Tarihi, fçev. Komisyon), Ankara, 1998. Arslan,
Abdurrahman, "İnsan ya da Aklın Kimliğ? Bilgi ve Hikmet, (Gtiz- 1993/4).
5.
Arslan, Abdurrahman, "Sekülerizm, Akleden Kalbin Parçalanışı", Bilgi
ve Hikmet,
(Bahar-1993/2).
6.
Attas, S. Nakib, Modern Çağ ve İslâmî Düşünüşün Problemleri, (çev. M. Erol
Kılıç), İstanbul, 1989.
7.
Aziz Ahmed, Hindistan ve Pakistan'da Modernizm ve İslam, (çev. Ahmet Küskün),
İstanbul, 1990.
8.
Bâkıllânî, Kâdî Ebu Bekr, et-Temhîd, Kahire, 1931.
9.
Bauberot, Jean, Reilgions et Laicite Dans l'Europe des Douze, Syros, Paris,
1994.
10.
Berger, Peter L., Kutsal Şemsiye, (çev. Ali Coşkun), İstanbul, 2000.
11.
Bulaç, Ali, "İslam ve Fundamentalizm", Uluslararası İslam Düşüncesi
Konferansı 2, İstanbul, (25-27 Nisan 1997).
12.
Bulaç, Ali, "İslam'ı ve Tarihini Okuma Biçimi, Bilgi ve Hikmet, (Yaz- 1994/7).
13.
Copleston, Frederick, "Aydınlanma" Felsefe Tarihi, (çev. Aziz
Yardımlı), İstanbul,
1996.
14.
Cox, Hanvey, The Seculer City, New York, 1965.
15.
Davies, Paul, Tanrı ve Yeni Fizik, (çev. Murat Temelli), İstanbul, 1995.
16.
Descartes, Rene, A Discourse on Method (ete, J. Veitch), Londra 1912.
17.
Edman, Irwın, Sanat ve İnsan, (çev. T. Oğuzkan), İstanbul, 1977.
18.
Fuller, Graham- E. Lesser, Kuşatılanlar, İslam ve Batının Jeopolitiği, (çev. Ö.
Ankara), İstanbul, 1966.
19.
Fichter, Joseph, Sosyoloji Nedir! (çev. Nügün Çelebi), Konya, 1992.
20.
Güngör, Erol, İslam'ın Bugünkü Meseleleri, İstanbul, 1991.
21.
Hocaoğlu, Durmuş, "Sekülarizm, Laisizm ve Türk Laisizmi, Türkiye Günlüğü,
(Temmuz-Ağustos 1994), Sayı: 29.
22.
Hocaoğlu, Durmuş, Laisizmden Mîllî Sekülerizme, Ankara, 1995.
23.
Hoodbhoy, Pervez, İslam ve Bilim (Bağnazcılığa Karşı Akılcılığın Savaşımı),
İstanbul, 1993.
24.
İbn Rüşd, Ebu'l-Velîd Muhammed b. Ahmed b. Muhammed, Faslu'l-Makâl (Felsefe-Din
ilişkileri içerisinde), Haz: Süleyman Uludağ, İstanbul, 1985.
25.
İsfehânî, Râgıb, el-Müfredâtfi Garibi'l-Kur'an, İstanbul, 1986.
26.
İkbal, Muhammed, İslam'da Dinî Düşüncenin Yeniden Doğuşu, (çev. N. Ahmet
Asrar), İstanbul, 1996.
27.
Jaschke, G,, Yeni Türkiye'de İslamcılık, Ankara, 1972.
28.
Kant, Immanuel, Critigue of Püre Reason, (trc. Norman Kemp Smith), London,
1990.
29.
Kara, İsmail, Türkiye'de İslamcılık Düşüncesi, İstanbul, 1987.
30.
Kolakovvski, Leszek, Modernity on Endlees Trial, Univ. Of Chicago Pres.
Chicago, 1990.
31.
Müslim, Ebu'l-Huseyn b. el-Hallâc, Sahih-i Müslim, Kahire, 1955.
32.
Nevin Abdülhâlik Mustafa, İslam Siyasî Düşüncesinde Muhalefet, (çev. Vecdi
Akyü'z), İstanbul, 1990.
33.
Özel, Mustafa, "İktisadî Düşüncenin Laikleşmesi", İktisat Risaleleri,
İstanbul, 1997.
34.
Özervarlı, Sait, "Modern Düşünce ve Kelam İlişkisi İlahiyat Fakülteleri Kelam
Anabilim Dalı Eğitim-Öğretim Meseleleri Koordinasyon Toplantısı-II, İstanbul,
1998.
35.
Sarıbay, A. Yaşar,
"Protestanlık ve Sekülerizasyon", Bilgi ve Hikmet, (Bahar-1993/2).
36.
Sitembölükbaşı, Şaban, Türkiye'de İslam'ın Yeniden İnkişafı, İstanbul, 1995.
37.
Spinoza, Baruch, A Theologico Political Treatise (çev. R. H. M. Elwes),
Newyork, 1951.
38.
Spinoza, Etika, (çev. Hilmi Ziya Ülken), İstanbul, 1965.
39.
Sürüş, Abdülkerîm, Modern Durum ve Dinî Bilginin Evrimi, İstanbul, 1997.
40.
Şayian, Gencay, İslamiyet ve Siyaset, Ankara, 1987.
41.
Troll, Christian W., "Seyyid Ahmed Han ve İlm-i Kelam'ın Ondokuzuncu
Yüzyılda Yeniden Teşekkülü", (çev. Ş. Ali Düzgün), İslamî Araştırmalar.
Cilt: 8, Sayı: l, (Kış Dönemi 1995).
42.
Turner, Bryan S., Oryantalizm, Kapitalizm ve İslam, (çev.Ahmet Demirhan), İstanbul,
1997.
43.
Türkdoğan., Orhan, "Batı ve Türk Toplumunda Yeni Dinî Hareketler",
Türk Yurdu, Cilt: 17, (Nisan- Mayıs 1997), Sayı: 116-117.
44.
Ülken, Hilmi Ziya, Türkiye'de Çağdaş Düşünce Tarihi, İstanbul, 1966.
45.
Voltaire, Felsefe Sözlüğü, (çev. Lütfi Ay), İstanbul, 1995.
46.
Waterhouse, Eric s., "Secularism", (çev. D. Hocaoğlu), Ene. Rel. Eth.
Vol: 11.
47.
Weber, Max, Protestan Ahlâkı ve Kapitalizmin Ruhu, (çev. Zeynep Anoba), İstanbul,
1985.
48.
Yazıcıoğlu, Hulusi, Bir Din Politikası Laiklik, İstanbul, 1993.
49.
Yıldırım, Ergün, "Toplumsal Gelişmeyi Açıklama Modeli Olarak
Protestanlık", Bilgi ve Hikmet, (Bahar-1993/2).
50.
Yıldırım, Ergün, Yeni Ahit, Yuhanna, 15/ 17-19. [845]
ŞEHİRLEŞMENİN
ZİHNİYET VE İNANÇ DÜNYAMIZA YANSIMALARI
Doç.Dr. M. Saffet Sarıkaya [846]
Hz. Peygamber kendisine gelen
vahyi hem insanlara tebliğ etmiş; hem de vahyin ışığında yeni bir zihniyet,
yeni bir dünya görüşü ile birlikte yeni bir toplum inşa etmiştir. Bu yeni
Müslüman toplum başlangıçtan itibaren çok hızlı bir sosyal değişme süreci
yaşamış, karşılaştığı medeniyet ve kültürlerle etkileşiminden güçlenerek
orijinal bir medeniyet ortaya çıkarmıştır. Bu medeniyet sosyal yapının
yeknasaklığından dolayı Müslümanlara asırlarca yetmiştir.
Ancak Batı, XVIII. asırda
"Aydınlanma Felsefesi" ve "Sanayi Devrimi" ile birlikte
giderek dünyaya hakim olan bir medeniyet kurmuştur. Batı'da gelişen modernizm,
günümüz post-modern çağında çeşitli vasıtalarla birlikte oluşan "Bilgi
Toplumu" sürecinde baş döndürücü bir sosyal mobilite ve sosyal değişme
ivmesi kazanmıştır. Bu ivme modernleşme, çağdaşlaşma, Batılılaşma, küreselleşme
vb. isimlerle bütün dünyayı, dolayısıyla Müslümanları da etkilemiştir. Esasen
Müslümanlar bu değişim sürecinde, ilk dönemlerde yaşadıkları sosyal değişim
sürecindeki problemlere benzer problemlerle uğraşmaktadırlar. "Tek farkla,
o gün fütuhat ile gelişen bir İslâm coğrafyasının hakimiyet alanına giren
farklı medeniyetlerin unsurlarıyla hesaplaşıyordu. Şimdi bizi siyasî olarak
işgal etmiş, kendi çerçevelerini üzerimize empoze etmiş bir medeniyetle
hesaplaşıyoruz" [847].
Bu hesaplaşmanın iki yönü
vardır:
İlki, bu medeniyetin bütün
dünya ile birlikte Müslümanları da etkileyen problemleri; ikincisi gerek bu
medeniyete karşı, gerekse karşılaşılan problemlere karşı Müslümanların
geliştirdikleri farklı tavırlar.
Modern Batı, bir taraftan büyük
ölçüde Pozitivist felsefe kaynaklı yeni dünya görüşüyle dini, geleneği ve
geleneksel değerleri alt üst etmiş; öte taraftan oluşturduğu yeni toplum
yapısıyla, mekanik bir hayat, bireyselliğin ve şahsî menfaatlerin ön plana
çıktığı bir medeniyet biçimi doğurmuştur. Güce dayalı bu medeniyet önce sıcak
savaşlarla daha sonrada soğuk savaş döneminde oluşturduğu siyasî, ekonomik,
sosyal ve kültürel mekanizmalarla ve sonsuz bir tamah ile hegomanyasına aldığı
dünyayı sömürmeye devam etmektedir. Dünyada oluşan siyasî ve sosyal
konjonktürde Müslümanlar da Batı ve Batı'nın dünyaya dayattığı yeni değerlerle
karşı karşıya kalmış; ülkeler, halklar, elitler ve din adamları bazında farklı
yaklaşım örnekleri sergilemişler, farklı tepkiler vermişlerdir.
Batı Modernizminin en somut
göstergesi hızlı şehirleşme olgusu ve buna bağlı olarak değişen toplum
yapısıdır. Esasen tarihî geleneğimizde gördüğümüz merkez-çevre ilişkisi ve
çekişmesi günümüzde global-yerel biçiminde şehirleşme olgusunda büyük ölçüde
devam etmektedir.[848].
Buradan hareketle postmodern
dönemde bilgi ve iletişim çağıyla birlikte giderek artan
bir değere sahip olan şehirlerin -ki bazıları "kent" kelimesini
tercih eder [849] dinî
zihniyetimize, dünya görüşümüze, inançlarımıza yani dinî hayatımıza yansıyan
boyutlarını ele almaya gayret edeceğiz. Bunu yaparken "Müslümanlar"
ve "ötekiler", modernizm ve İslâm gibi ikilemlere düşmeden;
Müslümanların da bu dünyada yaşayan, dünyanın gerçeklerinden kendilerini soyutlamayan
insanlar olduğunun bilinciyle bizzat içinde yaşadığımız toplumumuzda
karşılaştığımız problemleri irdeleyeceğiz. Zira "artık mesele, modernlik
karşısında geliştirilen bir siyasal İslâmî bilincin oluşumu değil, modernliğin
içselleşme sürecinde içinden geçirildiği İslâmî süzgeçlerin yeniden tammlanmasıdır"[850].
Türkiye 1950'lerden itibaren %
6'lara varan bir şehirleşme hızıyla 1990'la gelindiğinde nüfusunun % 50'si
şehirlerde yaşayan bir ülke olmuştur. [851]
"Şehirlerde iş bölümü ve uzmanlaşma
gelişmiş, kırsal alanlardakinden farklı davranış, düşünüş ve yaşayış biçimi
oluşmuştur. Tüm bu kurumlaşmış tutum, davranış, yaşayış ve inanç biçimlerinin
sonucu olarak ortaya çıkan şehir kültürü, köy kültürüne göre daha fazla
işlenmiş, incelmiş ve karmaşık bir nitelik gösterir." [852]
Batı'daki şehirleşme sürecinde sanayi kültürün bir öğesi olarak geliştiği için
kısa sürede sanayi toplumuna özgü şehir modelleri üretilmiştir. Ancak, geri
kalmış veya gelişmekte olan ülkelerde -Müslüman ülkeleri de bunlardandır-
devlet kurumları, kendi üretmediği ithal sanayi ile ve Batı'ya yetişmenin de
telaşıyla sosyo-kültürel konuları ihmal etmiş yanlı bir şehirleşme biçimi
ortaya çıkmıştır. [853]
Bu biçimde süratle şehirlere
göçen taşralı çevre, beraberinde kendi kültürünü de şehirlere taşıyarak
şehirlerde baskın ve hakim unsur haline gelmiş, şehirlerin homojen yapısı
köylüler lehine değişmiştir. Yani taşra kültürü, ne eski geleneksel yapısını
muhafaza edebilmiş ne de tam anlamıyla modernleşebilmiştir; karmaşık bir kültür
biçimine dönüşmüştür. Şehirlerin bir türlü içine sindiremediği çevreden
kaynaklanarak oluşan bu hakim kültüre çoğu kere "arabesk kültür"
denilmiştir. [854]
Arabesk kültür, taşradan
gelenlerin şehir hayatının karmaşık yapısı içinde, cemaat yapısından cemiyet yapısına
geçiş sürecinde kimlik arayışına girmeleriyle oluşturduklan, bir kültür biçimi
olmuştur. Cemiyet yapısına adapte olmaya ve kurumlaşmaya çalışan yeni
şehirliler, taşrada, çevrede şekillenen popüler İslâm'ı da, bütün kurumlarıyla
birlikte merkeze, şehirlere taşımıştır.[855].
Bu süreçte Türkiye'de dinî
hayatı şekillendiren ve yönlendiren farklı aktörle karşılaşıyoruz. Devlete
bağlı bir kurum olan Diyanet işleri Teşkilatı, halk üzerinde bariz tesirleri
bulunan dinî tarikat ve cemaatler, 1970'li yıllardan itibaren ithal fikirlerle
ve olaylarla yükselen "Siyasal İslamcı" hareketler ve Sünnî İslam'dan
farklı bir yapılanmaya sahip Alevî ve benzeri zümreler.
Bu sosyal aktörlerin din anlayışımızdaki
konumunu tespit etmeden önce Türkiye'deki din eğitiminden de kısaca bahsetmek
gerekmektedir. Zira din eğitimiyle bu zümreler arasında direkt ve girift bir
ilişki vardır. 1947'den itibaren görülen lüzum üzerine belli ölçülerde din
eğitimine izin verilmiştir. Din eğitimi hem direkt yeni eğitim kurumları
oluşturularak (Kur'an Kursları, İmam-Hatip Okulları ve Liseleri, İlahiyat
Fakülteleri Yüksek İslam Enstitüleri gibi) [856] hem
de mevcut eğitim kurumlarında din eğitimini yaygınlaştırılarak
(Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi derslerinin ilk ve orta öğrenimde 1970'li
yıllarda seçmeli, 1983'den itibaren de zorunlu hale getirilmesi) bizzat devlet
tarafından sürdürülmüştür. Devlet din eğitimiyle temelde halkın dini hayatında
ihtiyaçlarını karşılayacak din hizmetlilerini hedeflemiştir. Halk da zamanla
alacağı din eğitimiyle çocuklarının vatana millete faydalı olacağını, ahlakî
değerlere sahip olabileceğini ve geçmişlerine "Fatiha"
okuyabileceğininîn idrakiyle bu eğitim politikasını desteklemiş ve bu eğitim
kurumlarına rağbet etmiştir.
Devletin din üzerindeki
kontrolü, çoğu kere dinî tarikat ve cemaatler ve siyasal İslamcı çevreler
tarafından laikliğe aylan bulunarak ve insanlara devletin kendi ölçülerinde bir
resmî İslâm anlayışını telkin ettiği, Alevî zümreler tarafından da kendilerinin
Sünnîleştirildikleri gibi gerekçelerle ihtiyatla karşılanmıştır. Resmî bir
kurum olan Diyanet Teşkilatı, Cumhuriyetin ilk yıllarında dinin doğru
anlaşılmasına yönelik tercüme faaliyetlerine rağmen, özellikle sanayileşme
sürecinde geleneksel dinî zihniyeti değiştirmeyi becerememiş, klasik fıkıhçı
tavrı sürdüregelmiştir.
Türkiye'de dinî tarikat ve
cemaatler, yanlış şehirleşmeye binaen devletin yeni gelenlere yeterli sosyal
imkanları hazırlayamamasının bir sonucu olarak, çeşitli sosyal ve ekonomik
hizmet sektörlerinde etkin olarak varlıklarını hissettirmişlerdir. Öte yandan
bunlar, benzer sosyal gruplarda gördüğümüz lider anlayışı, grup mensubiyeti,
grup içi sosyalizasyon, vb. olgular çerçevesinde, dini geleneksel kalıplar
içinde ve sadece kendi gruplarının menfaatleri doğrultusunda anlayan bir
zihniyete sahiptirler. Öyleki bu gruplar kitap, dergi, gazete, radyo, TV,
internet gibi modern iletişim vasıtalarını kullanmalarına rağmen, bu
hizmetlerini kendi mensuplarını ve sempatizanlarını yönlendirici bir çizgide
devam ettirmişlerdir. Dolayısıyla onların değişen toplum yapısında dinî
anlayış, zihniyet ve inançlarımızın yeniden yapılanmasına müspet katkıları olduğunu
söylemek mümkün değildir. [857]
Kaldı ki, dinî tarikat ve
cemaatlerin devletle olan ilişkileri çerçevesinde, dinî anlayış biçimlerinde
belirgin kırılmalar olmuştur.
Siyasal İslamcılık, 1960'lı
yılların sosyal şartlarında şehir kültürü içinde, çağdaş Müslüman yazarların
eserlerinin Türkçeye kazandırılmasıyla fikrî alt yapısının oluşturularak,
bilhassa mühendis ve teknokratlar arasında başlamıştır. [858]
Siyasal İslamcılık, dinin
ideolojik bir yorumunu içermesi, dine sadece siyaset perspektifiyle bakmasından
dolayı çoğu kere sloganik söylemlerin ötesine gidememiş, ithal fikirler üzerine
kurulmuş, Batı düşmanlığı üzerine üretilmiş politikaları nedeniyle
Müslümanların modern hayatta karşılaştıkları problemleri aşacak bir zihniyet
biçimi sunmaktan uzak kalmıştır.
Çeşitli nedenlerle kendini
Sünnî-İslâm çevrelerden farklı gören Alevîler için de şehir hayatında
geleneksel değerlerden kopuş ve çözülme yaşanmıştır. Özellikle "dede",
"baba" olarak nitelendirilen lider anlayışı ve "düşkünlük"
kurumu şehirleşme sürecinde ciddi şekilde erozyona uğramıştır. Fakat 1980'lı
yıllarla birlikte gelişen sosyal şartlar içinde şehirlerde ikinci nesillere
sahip olan Alevîler kimlik arayışı içine girmişlerdir. Bazı siyasî ve ideolojik
çevrelerin etkisinde kalsalar da Alevî zümreler kurdukları sivil toplum örgütleri
vasıtasıyla geleneksel
Siyasal
İslam'ın ilk proto tipi "İslamcılık" XIX. Asrın son çeyreğinde İstanbul'da
ortaya çıkmasına rağmen onların Fikirlerinin yeniden irdelenmesi ancak
1980'lerden sonraya rastlar değerlerini canlardırma ve Kitabî hale getirme
gayreti içindedirler. Alevîliğin karşılaştığı geleneksel değerlerden çözülme
olgusu Nusayrîlik ve Yezidîlik gibi daha küçük zümrelerde çok daha belirgin
oranda yaşanmakta ve bu zümrelerde Kitabî din anlayışı giderek hakim hale
gelmektedir. [859]
Türkiye'deki dinî hayatın bu
sosyal görünümü yanında geçmişten gelen bazı inanç problemlerimiz de
çözümlenmeksizin devam etmekte ve yenileriyle birleşerek giderek artmaktadır.
Burada, bir kaç temel inanç problemimize işaret edilecektir.
Türkiye'de Müslümanların inanç
ve zihniyet dünyasının temel sorunlarından birisi asırlardır topluma hakim olan
ve otokratik iktidarlar tarafından desteklenen fatalist dünya görüşüdür. Klasik
Eş'arî mantığıyla Müslümanlar güç yetiremedikleri, üstesinden gelemedikleri her
şeyi "takdîr-i ilâhî" anlayışına bırakmışlar, cahil halk kurtuluş
için çalışmaktansa mehdî beklemeyi tercih eder hale gelmiştir. Bu anlayışın
siyasî boyutu ise "ehven-i şer" ifadesiyle prensipleştirilmiş,
Müslümanlar en kötüyü aramaktan, iyiyi yaratmayı bir türlü akl edememişlerdir.
Aynı inancın bir uzantısı
olarak, ölü ya da diri evliya kabul edilen kişilerden medet umma, kurtuluş
bekleme anlayışı ve bu bağlamda bidat ve hurafe yoğun bir dinî hayat
toplumumuza hakim olmuştur. Böylece kolaycı bir din anlayışına sahip olan
Müslümanlar Kur'an'da "atalar dinine tâbi olma" zihniyeti şiddetle
yerilmesine rağmen, "biz büyüklerimizden böyle gördük" veya
"filana danışalım, falana soralım" diyerek Kur'an'dan ve
Rasulüllah'tan uzaklaşmışlar, takitçi bir zihniyet biçimi geliştirmişlerdir.
Türkiye'de dinî hayatımızı
sarsan ciddi sorunlardan birisi de "takiyye" olgusudur. "Açık
veya gizli tehlikeden korunmak maksadıyla inancın saklanması ve
gizlenmesi" anlamına gelen; Şîî fırkaların hemen tamamında inançların
ifade edilmesinde bir akîde olarak benimsenen ve son dönemlerde sıkça
kullanılan bir terim olan "takiyye"; klasik İslâm kültüründe yansıyan
boyuttan öte, dinî grupların mevcut sosyo-politik şartlar içinde
geliştirdikleri bir tavırdır. Türkiye'de Müslümanların bazen dinî gruplar
arasında, bazen kendi dışlarındaki çevrelere uyguladıkları "takiyye"
din düşmanı çevreler tarafından da kolayca suiistimal edilen bir olgu haline
dönüşmüştür. Bu olguyla yetişen nesillerde ikiyüzlülüğün ahlaksızlıktan Çıkarılıp
meşru hale getirilmesi, ciddî şahsiyet bozukluklarına yol açmakta, gençler
kolayca yalan söyleyebilmektedirler, insanlar arasında güven, karşılıklı kabul,
hoşgörü gibi duygular ortadan kalkmakta ve durum giderek insanları birbiri
hakkında şüpheye götüren müzmin bir hastalığa dönüşmektedir.
Fakat bütün bu olumsuzluklara
rağmen özellikle şehrin kurumsallaşmış cemiyet hayatında eğitimin gerekliliği
ve devletin belli ölçülerde de olsa din eğitimine izin vermesi, İkinci, üçüncü
kuşak nesillerin modernizm ile ilişkiye girmeleriyle sonuçlanmıştır. Arabesk
kültür içinde, şehir hayatında örneklerini gördüğümüz bu ilişkiler, hayatın
gerçekleriyle karşı karşıya kalan Müslümanlar, İslam'ın tabiî yapısı ve
evrensel prensipleri sayesinde zamana adapte olmuşlar, kısaca modemizmi
içselleştirmişlerdir.
Yeni nesil, en önemli değişimi
eğitim anlayışında yaşamıştır. 1960'lı yıllara kadar zorunlu olmadıkça
çocuklarını ilk okulun ötesine göndermeyen Müslümanlar, önce İmam-Hatip
okulları vasıtasıyla örgün eğitimle barışmışlar, 1980'li yıllardan itibaren
ise çocuğun okuyabileceği son aşamaya kadar okunmasının gerekliliğine inanmaya
başlamışlardır. Böylece değişik meslek kollarında yetişen ve şehirlileşen taşra
kökenli bir kuşak oluşmuştur. Nitekim 2001 başlarında Türkiye'nin karşılaştığı
ekonomik krizden fazla etkilenmeyen sektörlerden birisi eğitim sektörü
olmuştur.
Baş örtüsü ve türban ile şehir
hayatında görünen Müslüman kadın, geleneksel toplumdaki ikincil görünümünü bir
tarafa bırakarak sosyal hayatın bizzat içinde rol almıştır. Türban ve tesettür,
mahremiyeti ifade eden unsurların ötesinde modern bir görünüm ve moda öğesi
haline gelmiştir.
Medya, modernizmin vasıtası
olmasına rağmen, Müslümanlar tarafından kullanılarak, hayatın vazgeçilmez bir
unsuru olmuştur. 1970'li yıllarda "TV seyretmek haram" diyenler,
1980'lerde programları seçmeye, 1990'larda kendi zevkine uygun kanalları tercih
etmeye başlamışlardır. Aynı kırılma programların muhtevalarında ve eğlence
kültüründe de kendisini göstermiştir.
Şehirlerde kendi orta ve üst
sınıfını oluşturan Müslümanların tatil anlayışı da modern ölçülere göre yeniden
şekillenmiştir. Yani üreten Müslümanlar, kazançlarına paralel tüketici olmayı
da benimsemişlerdir. Caprice Hotel bunun en somut örneğidir.
Bu örnekler artırılabilir ve
Müslümanların hayatlarında yaşadıkları kırılma noktalarına tek tek işaret
edilebilir. (N. Göle, 2000a, kitap bunun örneklerini içerir).
Genelde Müslümanların özelde
Türkiyeli Müslümanların, içinde yaşadığımız bilgi ve iletişim çağında dünyadaki
hak ettiği siyasî ve sosyal konjonktürdeki yerini alabilmesi için din
anlayışını, dinî zihniyetini yeniden inşa etmesi gerekir. Çünkü eğitilen
nesiller, sorgulayıcı olmakta neye, niçin, nasıl inandıklarını bilmek
istemekte, inançlarını rasyonel temellere dayandırma gayretindedirler.
Türkiye'de bunu sağlayacak temel aktör eğitim kurumlarıdır; İlahiyat
Fakülteleridir. Ancak akademisyenleriyle ve öğrencileriyle İlahiyat Fakültelilerin,
bilimsel zihniyete sahip olmaları, dini kutsal bir alan olarak değil bilim
olarak kabul etmeleri şartıyla. Çünkü "bu alanın bilimini yapan
insanların, bilim yaptıklarının farkında olmaması, kutsalla uğraştıklarını
zannederek kendilerini tatmin etmeleri söz konusudur. Çünkü kutsalla
uğraşırsanız sadece kendi kendinizi tatmin edersiniz; bilim üretmiş olmazsınız.
Bilimsel düşünce üretken bir düşüncedir, insanın yaratıcılığının öne çıktığı
bir düşüncedir. Bilimsel düşüncede kaynaklar açık seçiktir." [860]
Esasen, en mükemmel ve en son
gelen ilahî nitelikli din olarak İslam, bu yeniden inşayı mümkün kılan
dinamiklere sahiptir. Çünkü İslam'da, "O,
her an yeni bir şey yaratır" [861] ayetlerde
de ifade edildiği gibi yaratılışın sürekliliği, hayatın sürekliliği
vurgulanmıştır. İslam'da Allah sadece tek değil aynı zamanda Aşkın'dır. Birlik
ve Aşkınlık daha yüksek bir değer sistemini temsil eder. [862]
İslam'da ancak Allah mülk
sahibidir, ancak Allah emr sahibidir, ancak Allah ilim sahibidir. [863]
Böyle bir tevhid ilkesine ve
Tanrı anlayışına sahip İslam, rasyoneldir, realisttir, insan özgürlüğünden
yanadır, ferdiyetçidir, insan ile Tanrı arasındaki ilişkide vasıta kabul etmez ve
evrensel değerlere sahiptir.[864]
Müslümanların bu dinamizmi
yakalayıp dinî zihniyetlerini ve dünya görüşlerini yeniden inşa edebilmeleri
için;
1-
Dini, Kur'an ve sahih sünnet ışığında rasyonel olarak yeniden okuma ve
yorumlamaları;
2-
Aynı düşünce bilinciyle, tarihi de yeniden okuyarak doğru ve sağlam bir tarih
şuuruna sahip olmaları;
3-
Doğru bilgiye ulaşmak için gayret etmeleri, bunun için de eleştiriye ve hür
düşünceye açık olmaları;
4-
Dinin alanını iyi belirlemeleri, gelenek, örf ve dini, yaşadıkları hayatta,
dinî olan ile olmayanı doğru ayırt etmeleri;
5-
Tarihte görülen fırka, mezhep, tarikat cemaat vb. ayrılıkları bir kenara
bırakarak sadece İslam ve Müslümanlar için gayret ve çaba göstermeleri,
6-
Bütün bunlar içinde her bireyin temel dinî bilgiye sahip olabilmek için gerekli
eğitime vakit kaybetmeden başlamaları ve mevcut eğitim kurumlarının da bu
çerçevede yeniden yapılandırılması gerekir. [865]
Kaynaklar
1.
Ahmet Davudoğlu (1996), "Küreselleşme ve İslâm Dünyası Oturum
Müzakereleri", Uluslararası İslâm Düşüncesi Konferansı I, 15-16 Mart 1997,
İstanbul.
2.
Ahmet Yaşar Ocak (1995), "Günümüz Türkiye Müslümanlığına Genel Bir
Bakış", Türkiye Günlüğü, Ankara, Temmuz-Ağustos 1995.
3.
Ali Bayramoglu (2001), Türkiye'de İslâmî Hareket, Soyolojik Bir Bakış
(1994-2000), İstanbul 2001.
4.
Ali Bulaç (1996), "İnsan ve Kent", İslâm Geleneğinden Günümüze Şehir
ve Yerel Yönetimler II, edit. V. Akyüz-S.Ünlü, İstanbul, 1996.
5.
Hasan Onat (2001), "Hz, Muhammed'i Anlamada Yöntem", IV. Kutlu Doğum
Sempozyumu, 19-20 Nisan 2001 İsparta.
6.
Mehmet Saffet Sarıkaya (1998), "Cumhuriyete Dönemi Din Anlayışına Cemaat
ve Tarikatlar Açısından Bir Bakış Denemesi", Dinler Tarihi Açısından Din
ve Din Anlayışı, 26-28 Kasım 1998, Konya.
7.
Mustafa Öz, 1999, "Nusayriyye" ve Tebliğin Müzakeresi, Tarihî ve
Kültürel Boyutlarıyla Türkiye'de Alevîler Bektâşîler Nusayrîler, İstanbul 1999.
8.
Nilüfer Göle (2000a), İslâmın Yeni Kamusal Yüzleri, Bir Atölye Çalışması,
K.Çayır-D.Suman-U.Azak-B.Türkmen-U. Kömeçoğlu-E.Özcan-M.Bilici-O.Erdur'un
katkılarıyla, 2. Baskı, İstanbul, Ekim 2000.
9.
Nilüfer Göle (2000b), Melez Desenler, İstanbul, Kasım 2000,
10.
Şaban Sitembölükbaşı, Türkiye'de İslam'ın Yeniden İnkişafı (1950-1960),
İstanbul, 1995.
11.
Şükrü Karatepe (1996), "Şehirler Sahibini Arıyor", İslâm Geleneğinden
Günümüze Şehir ve Yerel Yönetimler, D, edit. V. Akyüz-S.Ünlü, İstanbul, 1996.
12.
Yalçın Akdoğan, 2000, Siyasal İslam, Refah Partisinin Anatomisi, İstanbul 2000.
[866]
GÜNÜMÜZ
TÜRKİYE'SİNDE İNANÇ PROBLEMLERİNİN TARİH
PERSPEKTİFİ
ÜZERİNE BİR TAHLİL DENEMESİ
Dr. Hatice Kelpeten [867]
Günümüz inanç problemleri
üzerine yapılan çalışmalar genellikle İslam'ın değişen hayat şartlarına
çözümler üretemediği ve kendini yenileyemediği şeklindeki kabaca tarif
edebileceğimiz iki noktada toplanmaktadır. Bu tebliğ problemlere sağlıklı çözüm
üretmeden önce tarihsel perspektifin incelenmesi ve tahlilini yapılması
noktasından hareket edecektir.
Bunun için günümüzün problemini
Türkiye merkezli düşünerek yola çıkacağız. Bir başka ifadeyle Türkiye'de
yaşayan kitlelerin kendi toplumsal ve kültürel yapıları çerçevesinde yorumlayıp
hayata geçirdikleri İslâmî dünya görüşü ve zihniyeti üzerinden hareket
edeceğiz. Bunun için Osmanlı'dan günümüze gelen İslâm düşüncesi serüveninin
özetlenmesiyle işe başlanacaktır. Ancak oldukça uzun olan bu süreci üç ana
dönem çerçevesinde incelemek mümkündür.
Osmanlı'nın başlangıcından XIX.
yüzyıla kadar gelen modernleşme öncesi klasik dönem. Ancak oldukça geniş olan
bu süreç XIII-XVI. yüzyıllar arasındaki kelâm-fıkıh ağırlıklı dönem ve XVI-XIX.
yüzyıllar arasındaki fıkıh ağırlıklı dönem olmak üzere iki ana çizgide
gelişmiştir.
XIX. yüzyıldan Cumhuriyete
kadar devam eden Osmanlı modernleşmesi, Osmanlı'nın ıslahat ve yenileşme
çabalarının yoğun olarak yapıldığı döneme tekabül etmektedir.
Cumhuriyetin kuruluşundan bu
yana gelen dönem de 1923-1960, 1965-1980, 1980 sonrası gibi alt başlıklar göz
önüne alınarak incelenecektir.
Ancak bu kategoriler içindeki
dönemlerden üçüncü bölüm üzerinde durmak amaçlanmakla birlikte bu periyot
hakkında efradını cami ağyarını mani tanım ve tahlile gitmek için önceki
dönemlerin ve özellikle klasik dönem Osmanlı'nın çok iyi bir tahlilinin yapılması
gerekmektedir. Aslında bu çalışma düşünce tarihini yeniden yazmayı hedefleyen
bir amacı olmamakla birlikte günümüzde ortaya konan idealist çözüm önerilerinin
uygulanmasının kültürel dinamikler göz önüne alındığında o kadar kolay
olmadığına işaret eden bir çalışma sergileyecektir. Yine bu çalışma tarihî ve
sosyolojik şartlar göz önüne alındığında tasarlanan çözüm önerilerinin pratiğe
dökülmesi önünde bir birinden girift engeller bulunduğu kanaatine dikkat
çekecektir.
Birinci kategoride bulunan
klasik dönem Osmanlı'ya bakıldığında sistemini kurarken kendisinden önce
teşekkül etmiş kurum ve ilimlerin mirasını almakla işe başladığı görülmektedir.
Nitekim tarihçiler de Osmanlı'nın büyük oranda Anadolu Selçuklular ve
beyliklerin döneminin devamı mahiyetinde olduğunu bildirmektedirler. Nitekim
Osmanlı ilmî hayatıyla ilgili bilgi veren ilk kaynak hüviyetindeki Taşköprüzâde'nin
(v. 968/1561) eş-Şekâiku'n-numâniye'si de ilk Osmanlı medreselerinden itibaren
okutulan eserlerin % 71.9'u IX-XIII. yüzyıllar arasında, geri kalanı da XIV ve
XV. yüzyıllar arasında yazıldığını, bunlardan % 86.3'ünün şerh, haşiye, talik,
tasnif ve tercüme, % 13.7'sinin de telif olduğunu ve bu eserlerden % 26.6'sının
fıkha, % 25.3'ünün de kelâma ait olduğunu haber vermektedir. [868] Bu
da Osmanlı İslâm'ının başlangıçta fıkıh-kelâm ağırlıklı bir çizgide geliştiğini
ve büyük oranda kendinden önce teşekkül etmiş XIII. yüzyıldaki İslâm mirasından
faydalandığını göstermektedir. [869] İslâm
düşüncesinin gelişim çizgisi incelendiğinde en olgun düşünce ürünlerinin IX.
yüzyıldan itibaren vermeye başlandığı, XII. yüzyılın sonlarına doğru bir
durgunlaşma sürecine girildiği, XIV. yüzyıldan itibaren de Ehl-i sünnet dışı
cereyanlara karşı İslâm'ı koruma misyonunun yüklenildiği görülmektedir. [870]
Özetlenen bu sürecin oluşmasına etki eden birçok faktör olmakla birlikte en
önemlileri arasında Moğol istilasının toplumda meydana getirdiği siyasî ve
sosyal krizin geldiğini söylemek mümkündür. Bu sırada İslâm düşüncesi aklı ve
nakli ön plana çıkaran iki ekol halinde gelişmiştir. Aklı ön plana alan
Hanefîlik ve Matürîdîlik Harezm, Maveraünnehir ve İran bölgelerinde
hakimiyetini sürdürürken nakli ön plana çıkaran Eş'arilik ise başta Hicaz olmak
üzere Irak, Suriye ve Mısır'da etkili olmuştur. İşte Osmanlı kendi yapısını
tesis ederken bu iki bölgeden istifade ederek sistemini kurmuş olmakla birlikte
mezhep olarak tercihini Matürîdîlik ve Hanefîlikten yana kullanmıştır Ancak
başlangıçtan Kanunî dönemine kadar medrese programlarında takip edilen eserler
Gazzâlî (v. 505/111) ile başlayıp Fahreddin er-Râzî (v. 606/1210) ile
sürdürülen ekolün temsilcilerine ait olduğu görülmektedir. Kâtib Çelebi de bu
ekolün isimlerini şu şekilde sıralamaktadır: Adududdîn el-İcî (v. 756/1355),
Kadî Beyzâvî (v. 685/1286), Ebû İshak eş-Şîrâzî (v. 476/1083), Kutbüddîn Râzî
(v. 767/1365), Sa'deddîn et-Teftâzânî (v. 793/1390)
Seyyid Şerif el-Cürcâm(v.
816/1413) ve Celâleddin ed-Devvânî (v. 908/1502). [871]
Bunlar Gazzâlî'den sonra müteahhirîn geleneğini devam ettiren ilmî
şahsiyetlerdir. Bu dönemden itibaren felsefî disiplinler kelâm tarafından ele
alınıp iyice işlenmiş, Aristo mantığı dikkatli bir şekilde geliştirilmiş ve
tabiat nazariyesi ile metafizik kelâmın esasını meydana getirecek şekilde
incelenmiştir. Söz konusu sahaların her birinde filozofların ortaya koyduğu
nazariyeler kelâmın içerdiği hususlara uygun olacak şekilde incelenerek adapte
edilmiş ya da reddedilmiştir. Ancak bilginin mahiyeti hakkındaki sonu gelmez
tartışmaların diğer kelâm alanlarına hiçbir etkisi olmamış, böylece kelâm
düşünceyi harekete geçirmek yerine felsefenin yerine geçmiş ve felsefeye karşı
sistemli bir rakip haline gelmiştir. Aslında bu durum İslâm düşüncesinin kendi
iç bünyesindeki verimliliğini göstermesi açısından önemlidir. Ancak gelinen bu
seviyeden sonra kelâm her türlü aklî düşüncenin yerini almaya ve kendi kendine
yeter sayılmaya başladığından doğması muhtemel her türlü muhalefet imkanını
ortadan kaldırmıştır. Yine Gazzâlî'nin kendi dönemindeki batini cereyanlara
karşı Ehl-i sünneti savunma tezi de kendisinden sonra aynı çizgide devam
ettirildiğinden bundan böyle İslâm düşüncesi zamanının problemlerine çözüm
getirmekten ziyade Ehl-i sünnet dışındaki cereyanlara karşı kendini savunmayı
amaçlar hale gelmiştir. [872]
Olgunlaşma ve gelişme dönemini
Fatih'le yaşayan Osmanlı'nın XVI. asrın ikinci yarısından itibaren ihtişam ve
debdebe içerisinde bir duraklama ve çözülmeye doğru gitmeye başladığı haber
verilmektedirler, [873]
Nitekim Osmanlı sistemindeki çözülme ve bozulma ilmiye teşkilatına da
yansıyarak XVII. yüzyıldan itibaren aklî ve müspet ilimler yavaş yavaş
itibardan düşmeye, tamamen ortadan kalmasa da ikinci planda kalmaya, naklî
ilimler de fıkıh alanı içine kapanmaya başlamıştır. Bu konudan şikayetçi olan
Kâtib Çelebi (v. 1068/1658) nice boş kafalı kimselerin İslâm'ın başlangıcında
maslahata binaen ortaya konan şeyleri taklid ederek meselenin aslını tefekkür
etmeden inkâr ettiklerini, yeri ve göğü bilmeyecek kadar cahil olmalarına
rağmen âlim olduklarını düşünerek felsefî ilimleri kötüleme hastalığına
düştüklerini, Fatih Sultan Mehmed'in Semaniye medreselerinde okutulmasını
istediği Seyyid Şerif Cürcanî'nin Hâşiye-i tecrid [874] ve
Şerhu'l-Mevâkıf [875] derslerini
felsefe olduğu için kaldırıp yerine Hidaye [876] ve
Ekmel [877]
gibi fıkıh ve fıkıh usulü dersleri okumayı uygun gördüklerini, ancak bundan sonra
ne felsefenin ne de Hidaye ile Ekmel'in bir şey yapamadığını bildirmektedir. [878]
Böylece Osmanlı İslâmı
kendisinden önce aldığı mirası XVI. yüzyıla kadar yorumlayarak getirdiği halde
bundan sonra birkaç istisna dışında orijinal katkıda bulunamadığı bir döneme
girmiştir. Bu dönemin en bariz özelliği de felsefe, kelâm ve aklî ilimlerin
gereksiz olduğu telakkisinin doğması ve fıkıh derslerinin merkeze alınması
şeklinde kendini hissettirmektedir. [879] Bu
anlayış neticesinde mantıkçıların ehl-i iman kabul edilmemesi ve Kadı
Beyzavî'nin tefsirinde felsefecilerin görüşlerine yer vermesinden ötürü
eleştirilmesi gibi hususlara rastlanmaktadır. [880]
Kelâm için büyük olumsuzlukların kendini hissettirmeye başladığı bu dönemde
farklı bir bakış tarzıyla ortaya çıkan ve Gazzâlî'nin İhyâ'u ulûmi'd-dîn adlı
eserinin benzeri, daha kısa ve özlü et-Tarîkatü'l-Muhammediyye'yi yazan
Birgivî'ye (v. 981/1573) rastlanmaktadır. Birgivî, toplumdaki düzensizliklerin
dinden uzaklaşmadan kaynaklandığını bildirerek devlet ve toplumu sünnetullaha
dönmeye davet eden bir söylem geliştirir. Ancak eseri ve toplumsal
fonksiyonları incelendiğinde dinde ihya hareketi başlatmak amacıyla hareket
etmekle birlikte gündelik olaylarla sınırlı kaldığı, İslâmî ilimlerin geneline
bakış yapamadığı ve yüzeysel çözümlere gittiği müşahede edilmektedir. Meselâ
hurafe ve bidatların dini istila ettiğini söylemekle birlikte bir çok hurafenin
hadis isnadıyla Hz. Peygamber'e ulaştırıldığı noktasına eğilmemiştir. Bunun
yerine o fal bakmanın, cenaze olan evlerde yemek vermenin, ölen kimsenin
mezarının başında kırk gün bekleyip Kur'ân okuyup teşbih çekenlere para
vermenin ve kabirlerin üstüne türbe yapıp mumlar yakmanın bidat olduğunu dile
getirmiş [881] ve
şeyhül İslâm Ebussuud Efendi'yi de bu tür hususlara engel olmadığı için uyarmıştır.
Ancak eseri incelendiğinde vücudun afetleri, âdâb-ı muaşeret ve kadın gibi
konularda kendisinin de zayıf veya mevzu rivayetlere baş vurduğu misyonuyla
uyuşmayacak söylemler yaptığı görülmektedir. Bu da onun dinde ihya amacıyla
başlattığı harekette yüzeysel kaldığını, bundan dolayı da istediği başarıya
ulaşamadığını göstermektedir. Kendisinden sonra Kadızâdeler hareketinin
doğmasına sebebiyet veren Birgîvî'nin ardından Osmanlı toplumu Kadızâdeliler ve
Sivasîler arasındaki dindarlık yarısıyla meşgul olmuştur. [882]
Ancak Osmanlı tarihi
incelendiğinde Safevîlerle sürdürülen siyasî ve ideolojik mücadeleler, Şiî ve
Hurufî akımlar, Şeyh Bedreddin gibi tarikat mensuplarının isyanları, fetret
dönemi karışıklıkları gibi olumsuz oluşumlar Osmanlı idaresini merkeziyetçi bir
anlayışa doğru götürmüş olmalıdır. Başlangıcından itibaren devletin yanında yer
alan Osmanlı medreseleri de bu tür karışıklıklar karşısında Osmanlı
politikasını güçlendirme yoluna giderek Ehl-i sünnetten yana tercihte
bulunmuştur. [883]
Şüphesiz değişik din ve milleti bünyesinde toplayan devletin orta yolu
benimsemesi ve idare ettiği bu tür grupları Ehl-i sünnet çizgisinde
birleştirmek istemesi gayet tabiîdir. Medrese de ortaya koyduğu ilimle İslâm
düşüncesine orijinal katkıda bulunamadıysa da devletinin bekasında büyük
hizmetleri olmuştur. Bütün bu gelişmeler ışığında Osmanlı medresesinin
benimsediği İslâm anlayışının esaslarını şu şekilde özetlemek mümkündür:
XI-XIIL yüzyıllar arasında
oluşan İslâm düşüncesinin nakil ağırlıklı Eşarî çizgisi benimsemek ve medresede
bu anlamda bir İslâm anlayışı geliştirmek. XVI. yüzyıla kadar devam eden bu
durum bu yüzyıldan itibaren yerini fıkıh ağırlıklı Ehl-i sünnet çizgisine
bırakmış ve bu şekliyle daha sonraki yüzyıllarda da devam etmiştir. Böylece
katı bir fıkıh ve sünnî anlayışı Osmanlı medresesinin İslâm anlayışı haline
gelmiştir. Bu tarz ilk bakışta Ehl-i sünnet'e üstünlük sağlamak ve müslüman
halkların inançlarının zedelenmesini engellemek açısından küçümsenmeyecek
faydalar sağlamakla birlikte sünnî eğilim siyasî mücadelelerde bir araç haline
geldiğinden İslâm düşüncesinin yaratıcılığı ve gelişmesi körelmiş ve kendi
kendini tekrarlayan kısır bir döngüye girmesine sebebiyet verilmiştir.
Burada önemli olan bir başka
konuya daha işaret etmemiz gerekmektedir. O da Osmanlı İslâm'ı denince akla
gelen tarikatların ortaya koyduğu İslâm anlayışı. Tasavvuf tarihine
bakıldığında sûfîliğin iki ana koldan geliştiği söylenebilir. Birincisi zühde
dayalı tasavvuf, Irak mektebi tarafından benimsenmiştir, ikincisi ilahî aşk ve
cezbeye dayalı tasavvuf, bu da eski İran kültürü üzerinden gelişmiş ve Horasan
mektebi tarafından benimsenmiştir, işte Osmanlı Anadolusu, Irak ve Horasan
tasavvuf mekteplerinin yüksek ve popüler seviyedeki yorumlarını yansıtan
akımların buluştuğu bir yer konumunda olmuştur. Bu tarikatların Anadolu'ya
nüfuz etmeleri sırasındaki genel görünümleri bulundukları konuma uygun olacak
şekilde heterodoks veya ortodoks karakterli olmuştur. Ancak Anadolu'daki
değişik menşe'Ii tasavvuf akımlarının önemli bir kesiminin İran kaynaklı
olduğunu söylemek mümkündür. Osmanlı toplumunda tarikatların konum ve işlevi
incelendiğinde çok nitelikli oldukları, devlet ile toplum arasında ara form
vasfı taşıdıkları, fetih ve İslâmlaşmada büyük etkileri bulunduğu, sulh, sükun
ve kardeşlik gibi erdemleri sağlayan yer konumunda bulunmakla birlikte bazen de
tepki gösteren ve isyan eden kimselere eşlik ettikleri veya onların sığınağı
durumunda oldukları ve İslâmiyet'in muhtelif şekillerine uyum sağlayamayanları kendi
bünyesi içinde erittikleri, [884] İslâm
öncesi dinlerin kalıntıları ile Anadolu'daki inanç bakiyelerini ve İslâm'ı bir
arada tutmaya çalıştıkları, Osmanlı'nın tüm kurum ve kuruluşlarıyla
bağlantılarının bulunduğu. Osmanlı İslâm anlayışının oluşmasında toplumun tüm
konumlarında fonksiyonel rol üstlendikleri, Sünnî esasları zorlayıcı yapıda
bulundukları ve büyük çoğunluğunun Sünnî kaidelere uyum sağlamada zorlandığı
görülmektedir. [885]
Hepsinde görülen vahdet-i vücûdçu anlayış da, birbirine uymayan zıt
anlayışların aynı bünyede hazmedilmesini sağlamıştır. [886]
Mezhepler gibi statik olmadıklarından devamlı yeni yorumlara açık kalmışlar ve
her bir yorumu da ya kendi yapılarına göre bünyelerine almışlar, ya da kollara
ayrılarak özümseme yoluna gitmişlerdir. [887]
Bütün bunlardan Osmanlı
İslâm'ının genel karakteristiklerini tarikatların temsil ettiği İslâm anlayışı
ve bunun karşısında Birgivî tarafından temsil edilen ve Kadızâdeliler
tarafından had safhaya ulaştırılan haricî karakterli sert bir hareket şeklinde
olduğunu söylemek mümkündür.
Tarihi misyonunu bu şekilde
tamamlayan Osmanlı, modem döneme bir taraftan devlet katmanlarında ve toplumun
bazı kesimlerinde büyük bir bunalım yaşayarak, diğer taraftan da dini anlayışı
hayatın içine indirgemek için ciddî emekler sarf ederek girmiştir. Nitekim bu dönemlerde
çıkan Sırât-ı Müstakim, Sebilüreşâd gibi dergilerin gündemini hep bu tür
konular oluştururken İzmirli İsmail Hakkı(v. 1946), Abdullatif Harputî(v.
1914), Filibeli Ahmed Hilmi (v. 1914) gibi kelâmla meşgul ulemânın da İslâm
inançlarını güne hitap eder seviyeye getirmek amacıyla eser telif ettikleri
görülmektedir. Bu dönemde ifade edilen şey 500-600 sene önce kendi dönemlerinin
şartlarına uygun olacak şekilde telif edilen müteahhirin kelâm eserlerinin XIX.
yüzyıla kadar büyük oranda gelmekle birlikte gündeme hitap edemediği noktasında
yoğunlaşmaktadır. [888]
Yapılan çalışmalar incelendiğinde Eş'arî'nin metodundan büyük oranda
uzaklaşıldığı, tek mezhebe bağlanma fikri zayıflayarak İslâmî dinamizm
sağlanmaya çalışıldığı, Allah'ın varlığının müteahhirin kelâmdaki gibi felsefî
bir konu değil de iman ve tasdik yönü ağır basan bir mesele olduğunun gündeme
getirildiği, inançlar kadar sosyal ve hukukî normların da önemli olduğunun
vurgulandığı ve kelâmın dar çerçevesinden çıkarılarak sınırlarının
genişletilmeye çalışıldığı görülmektedir. Ancak yeni ilm-i kelâm
döneminin çabaları kısa bir süre sonra yavaşlayarak uzun bir sessizliğe
girdiğinden yapılanların kelâm tarihi açısından olumlu katkılarının
bulunduğundan şüphe edilmemekle birlikte kalıcı bir ekol meydana getirilemediği
tesbit edilmektedir. [889]
Cumhuriyet Türkiyesi ile
başlayan yeni dönemi de 1923-1960, 1965-1980 ve 1980 sonrası zaman dilimlerini
göz önünde bulundurarak değerlendirmek gerekmektedir. Bu dönemlerden 1960'lı
yıllara kadar süren ilk devre, günün Şartlarına uygun inanç esasları
oluşturmaktan çok uzaklarda olduğunu söylemek mümkündür. Çünkü Cumhuriyet,
İslâm'ın siyasal, hukukî, toplumsal ve kültürel bütün geleneksel kurumlarını
ortadan kaldırarak İslâm'ı kamusal alanın dışında tuttuğundan onu yalnızca halkın
inanç ve vicdanıyla sınırlamaya çalışmıştır. İzlenen bu politika neticesinde
İslâm yer altına doğru çekilirken modern hayat şöyle dursun şehir hayatına dahi
hitap edemeyecek duruma gelmiş, sadece köy ve taşranın yaşamında varlığını
sürdürmeye çalışmıştır. Bundan dolayı Cumhuriyet dönemi Türkiye'sinde inanç
esasları kültürel mirasın aktarılması dışında herhangi bir işleve sahip
olmamıştır. Bu aktarma işi de Cumhuriyet tarafından yasaklanan Osmanlı
geleneksel İslam'ının temsilcisi durumunda bulunan taşralı müderris ve tarikat
şeyhleri tarafından gerçekleştirilmiştir. Bu faaliyetlerin niteliğine
bakıldığında Osmanlı'nın bir yüzyıl öncesindeki yenileşme hareketinden ziyade
klasik dönem geleneksel mirasın kötü bir uzantısı olduğu görülmektedir. Söz
konusu müderris veya şeyhler geleneksel dinî düşüncelerini büyük bir özlemle
güne taşıma gayreti içinde hareket ederken dönemin müslümanları da değişen
toplumsal olgulardan tamamen uzakta yalnızca inanç ve ibadetlerini yerine
getirme çabası içinde bulunmuşlardır. Bundan dolayı yapılanlar, dinî mirasın
güne uygun hale getirilmesini amaçlamamasına rağmen çok büyük fonksiyon icra
etmiştir.
Cumhuriyet Türkiyesi açısından
ikinci dönem 1950'li yıllardan itibaren varlığını hissettirmektedir. Tek parti
döneminden çok parti dönemine geçilmesi, taşrada bulunan müslümanların
şehirlere doğru göç etmesi, İmam-Hatip liseleri ile İlahiyat fakültelerinin
açılması şeklindeki olaylarla bu dönemi ifade etmek mümkündür. [890]
Ancak bu dönem dinî canlılığın yaşandığı bir süreç olmakla birlikte dinî lider
ve aydın açısından oldukça fakir ve yetersiz bir döneme tekabül etmektedir,
ilahiyat fakültesinde tam anlamıyla yerli öğretim kadrosuyla eğitim-öğretim
yapabilmesi için yirmi yıla yakın bir zamanın geçmesi beklenecektir. Bu
periyodun İslâmî etkinlikleri bir önceki döneme göre farklılık arz edecek
niteliktedir. İmam-hatip liseleri ve ilahiyat fakülteleri mezun vermeye başlar
ve bunların benimsedikleri İslâm anlayışı baba ve dedelerden miras alınan
anlayıştan oldukça farklıdır. Bundan dolayı bu periyotla birlikte toplumda
eski-yeni şeklindeki birbirinden farklı düşünceler doğmaya ve bir süre sonra da
birbirine rakip hale gelmeye başlar. Toplum henüz istediği düzeyde ilim ve
fikir adamına sahip olmadığından yeni yetişen nesiller fikrî ve entelektüel
birikimlerine Türkiye içinden ve dışından referans arama yolunu tutar. Bu dönem
müslüman aydını İslâmî mirasın inkıtaa uğramasından dolayı kendi ülkesinden
aradığına ulaşamadığından dışarıya
yönelmeye
başlar. Referansına başvurulan (İslâm dünyasındaki) ulemânın belli başlıları
arasında Cemaleddin Efganî, Muhammed Abduh ve Reşid Rıza tarafından temsil
edilen modern İslamcılar, Mevdudî ve çevresindekilerin oluşturduğu Cemaat-i İslâm
ve Mısırdaki ihvânü'l-müslimîn hareketi temsilcileri gibi oluşumlar vardır.
Ancak İslâmî rahatlık ve canlılık gibi görünen bu zamanlardan itibaren İslâmî
anlayış büyük bir problemler yığınıyla baş başa kalmaya başlamıştır. Bunların
en önemlileri arasında Batı ve modern dünya karşısında bulunan müslümanların ne
yapacaklarını bilmemesi halinin geldiğini söylemek mümkündür. XIX. yüzyılda İslâm'ın
günün şartlarına uygun hale getirilmesini amaçlayan yeni ilm-i kelâm hareketi,
iyi bir başlangıç yapmakla birlikte inkıtaa uğraması nedeniyle misyonunu
tamamlayamamıştır. Bir de İslâm'ın nerede ve ne kadar yaşanabileceğinin
tartışmalı bir konu olmaya devam etmesi İslâm'ın günün şartlarına uygun söylem
geliştirmesi önünde büyük bir engel oluşturmuştur.
1980'den günümüze gelen dönem
için de benzer şeylerden bahsetmek mümkündür. Ancak bu dönem Türkiye açısından
önceki dönemlerle kıyaslandığında özgür düşünce, İslamî canlılık, değişik İslâmî
anlayışların etkinliklerini sürdürmesi gibi durumlar açısından farklılık arz
edecek durumdadır. Bu dönemle birlikte önceki yıllarda gelişen oluşumların dışında
bir çok tarikat ve dernekler faaliyet göstermeye başladığından dinî
çoğulculuğun ve canlılığın yaşandığı bir sürece girilmiş olur. Müslüman aydının
kendine özgü İslâmî söylem belirleme çabaları önceki dönemlere göre daha iyi
gibi görünse de hâlâ günün problemlerine cevap verebilecek düzeye gelindiğini
söylemek mümkün değildir. Bundan dolayı arayış devam etmektedir, ancak bu
süreçteki arayışlar -dönemin niteliklerini yansıtacak şekilde olduğundan-
öncekilere göre biraz daha farklı ve dağınıktır. [891]
Fakat Türkiye 1950'li yıllardan itibaren gerçekleştirmeye çalıştığı İslâmî
canlılık ve hareketliliğini köyden şehire göç hareketine borçlu olduğundan İslâmî
yaşamda arabeskleşmeye [892]
doğru giden bir tarz oluşturmaya başlamıştır. Bu yaşam standardındaki İslâmî
anlayışın niteliği incelendiğinde Osmanlı mirasının kötü bir taklidi olduğu ve
gündeme hitap etmekten oldukça uzak bulunduğu görülmektedir. Yine bu canlılık
sayesinde resmî din eğitimi kurumları yanında onlara paralel alternatif din
eğitimi kurumlarının faaliyete geçtiği, birbirinden bağımsız oluşumların her
birinin kendilerince uygun gördükleri din ve dünya görüşü ortaya koymaya
çalıştıkları ve bu sırada birbirini nakzedecek yorumlara gittikleri tesbit
edilmektedir. Gayri resmî din eğitimi kurumlarının metot ve uygulamaları
incelendiğinde büyük çoğunluğunun meşreplerine göre Osmanlı'da gelişen İslâmı
kötü şartlarda devam ettirmeye çalıştıkları gözlenir ki bu da Cumhuriyet
Türkiyesi'nde Osmanlı
İslam'ının
karakteristik niteliklerinin hâlâ büyük çoğunluk nezdinde yaşamaya devam
ettiğini göstermektedir.
Ülkenin mütefekkir, aydın veya
ulemâ sınıfına bakıldığında onların bir kısmının modern batı medeniyeti
karşısında hissettikleri ezikliğin cevabını dışarıdan aramaya çalıştıkları,
diğer bir kısmının da toplumsal tercihe ayak uydurarak Osmanlı mirasının kötü
taklidiyle meşgul oldukları, bu ikili grubun arasında bulunan büyük bir
çoğunluğun da modernlik ile gelenekçilik arasında bocaladığı ve gördüğü tüm
olumsuzluklar karşısında geleneği bulunan tarih çalışmalarına meylederek
kendini orada ifade etmeye çalıştıklarını söylemek mümkündür. Fakat bu
tercihler sırasında yer alan ithal değişik düşünce ve akımlar farklı coğrafyaların
ürünü olduğundan bünyeye dar, ya da geniş geldiği, geçmişi güne taşıma
gayretlerinin de günü yakalamaktan çok uzak olduğu görülmektedir. Ancak tüm bu
yaklaşımların her birinin kesiştiği ortak payda da hiçbirinin köklü bir
geleneğinin olmaması hususu bulunmaktadır. Neticede bu şekildeki eleştirel
yaklaşımdan bu durumda sebebiyet veren şartlara doğru gelindiğinde bir takım
sosyo-psikolojik gerekçelere rastlamak mümkündür. Bunların en başında
Türkiye'de İslâm'ın nerede ve ne kadar yaşanabileceği sorusuna hâlâ ittifak
edilebilecek bir cevabın verilmemesi gelmektedir. Bundan başka İslâmî anlayışın
inkıtaa uğramasının toplumun tüm katmanlarında büyük bir boşluk meydana
getirmesi, İslâmî anlayış ve yaşamda halkın ve devletin beklentilerinin bir
birinden farklı olması ve halk ile devlete hitap eden farklı İslâmî yorum ve
söylemlere gidilmesi, dinî söylem belirleme durumunda olan ilahiyat
fakültelerinin üniversite camiası, devlet ve halk nezdindeki konumunun
Osmanlı'daki ulemânın durumuyla kıyaslandığında oldukça müphem olması ve bu
durumdan hareketle fakültelerin üzerine düşen misyonu yerine getirmekte zorlanmaları
gibi hususlar vardır. Bütün bunlar da toplumda tam bir kaos yaşandığını
göstermektedir ki bu karışıklıktan sükunete gelinmediği ve devlet ile toplum
düşünce ve anlayış açısından ortak bir noktada buluşmadığı sürece İslâmî
anlayışın güne hitap etmesini ve kelâm açısından da inanç esaslarının
güncelleşmesini düşünmek ve ümit etmek ütopyadan başka bir şey olmaz. Nitekim
günümüzde çözüm olarak üretilen parçalı ve dağınık teorilere rağmen gelinen
seviyeye bakıldığında Osmanlı modern dönemindeki seviyeye ulaşılamadığı esefle
tespit edilmektedir. [893]
V.
OTURUM:
Oturum Başkanı Prof. Dr. Nadim
Macit (Gazi
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi)
BİR
İNANÇ VE ÎMAJ SORUNU OLARAK İSLAM'IN TALİBAN'CASI
M. Ali Büyükkara [894]
I- Giriş
İtikatta Ehl-i Sünnet'ten
olduklarını ve Hanefi mezhebine mensubiyetlerini özellikle ve resmi ağızlardan
ilan eden Taliban hareketinin karar ve uygulamaları incelendiğinde, Harici
zihniyet yapısının bu akım üzerinde egemen olduğu görülecektir. Bu durum,
üzerinde durulmaya ve araştırılmaya değer bir özellik arzetmektedir. İslam düşünce
tarihinde nakilci dini/mezhebi okullarda ağırlıklı olarak görülen inanç ve
davranış modellerinin, akılcı bir dini okula yani Hanefiliğe nispetle 20.
yüzyılda tezahür etmesi şaşırtıcıdır. Öyle görünüyor ki, Ehl-i Hadis'in âsâra
dayanarak sergilediği "zahirci" taassubun benzeri, Taliban
zihniyetinde Hanefi metinlere bağlılık olarak ortaya çıkmıştır. Çoğu zaman
siyasi, sosyal, ekonomik ve coğrafi faktörleri dışlayan bu çeşit bir dini
metinciliğin Ehl-i Rey içinde tezahür etmesi, önemli bir inanç sorunu
oluşturmaktadır. Taliban'ın kendilerinden olmayan ve başka mezheplere mensup
müslümanlara tutumu ve onlar hakkındaki yargısı bunun tipik göstergesidir.
Ayrıca, gayr-i müslimler, kadın, saç, sakal ve kıyafet hususunda ya da T.V.
gibi modern hayatın vazgeçilmez araçları karşısında Taliban'ın fikir ve
uygulamaları, yaşadığımız globalleşen dünyada müslümanlar açısından ciddi bir
imaj sorununu da beraberinde getirmektedir. Bu araştırma, sözü edilen durum ve
sorunları objektif olarak ele alarak tartışmayı ve tespitlerde bulunmayı
amaçlamaktadır. [895]
II-
Taliban Hareketinin Doğuşu
Afganistanlı müslümanlar, bir
buçuk milyon insanın öldüğü, bir milyondan fazla insanın sakat kaldığı ve altı
milyon insanın evlerini bırakıp ülkeyi terketmek zorunda kaldığı yaklaşık on
yıl süren bir kurtuluş savaşından sonra işgalci güç durumundaki Sovyetler
Birliği'ni ülkelerinden çıkardılar. 1988 yılında neticelenen bu başarı,
Afganistan ve Afganlılar için umut edilen sonucu sağlamadı. Beraberce ülkelerinin
kurtuluşunu sağlayan siyasi ve askeri oluşumlar arasında yaşanan ve artık hür
olan Afganistan'ın liderliğini ele geçirmek amacıyla tarafların müdahil olduğu
kanlı bir iç savaş, ülkeyi pençesine aldı. Savaşan tarafların birbirlerine
üstünlük sağlayamaması ve başka dış siyasi sebeplerin de etkisi sonucu bu iç
savaş, ülkeyi işgal döneminden çok daha kötü bir duruma getirdi. Sadece başkent
Kabil'i ele geçirmek için yapılan çatışmalarda 63.000 insanın öldüğü
bildirilmektedir.' Bu sivil kayıplar yanında, hem şehirlerde hem de taşrada tam
bir güvensizlik durumu ortaya çıktı. Büyük silahlı güçleri hala ellerinde tutan
eski mücahit komutanların, "akim oldukları bölgelerdeki sorumsuzca
icraatları, birçok zulüm ve haksızlığı
eraberinde
getirdi. Halkın fakirlik ve perişanlığına rağmen lüks ve refah içinde Yaşayan
bu savaş lordları, haksız yargılama, gasp ve kız kaçırma gibi pek çok cürüme
imza attılar. Taliban hareketinin ortaya çıkışı, bir "savaş lordunun"
bu tür bir
icraatinin ardından gerçekleşmiştir. 1994 sonbaharında, Afganistan'ın güney
eyaleti Kandehar'a bağlı bir kasabaya baskın düzenleyen eski bir mücahit
komutanı, iki kız öğrenciyi kaçırır. Kızların ailesi, çocuklarının devam ettiği
okulun veya yerel ismiyle medresenin sorumlusundan yardım ister. Medrese sorumlusu
yani molla elli üç öğrencisiyle ve ellerindeki on altı silahla komutanın
karargahına baskın yaparlar. Kızları kurtarırlar. Komutan ve adamlarını ise
asarak idam ederler. [896] BBC
kanalıyla dünyaya da akseden bu hadise, Taliban hareketinin başlangıcı kabul
edilmiştir.
Ülkenin işgalden kurtulması
sonrasında cihat teşkilatlan tarafından kurulan Afganistan İslam
Cumhuriyeti'nin, çoğunluğunu eski mücahit komutanlarının oluşturduğu valileri,
söz konusu hadiseden sonra medreseli mollalar ve öğrencileri tarafından
şiddetli çatışmalar sonucu devre dışı bırakılmış ve ülkenin % 85'i yaklaşık iki
yıl sonra Taliban hareketinin denetimine geçmiştir. Son olarak, Eylül 1996'da
başkent Kabil'i ele geçiren Taliban, Afganistan İslam Emirliği adında yeni
devletlerini ilan etmiştir. Halen Pakistan, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap
Emirlikleri tarafından resmen tanınan bu hükümet, diğer dünya devletlerince ve
uluslar üstü kuruluşlarca da tanınma uğraşındadır ve ülkenin geri kalan %15'ini
elinde tutan ve eski hükümeti temsil eden muhalif güce karşı askeri ve
diplomatik faaliyetlerini sürdürmektedir. [897]
III- Talibanın Kimliği
"Tâlib" yani öğrenci
kelimesinin çoğulu olarak kullanılan "tâlibân", Afganistan ve
Pakistan'daki geleneksel medreselerde dini eğitim gören öğrencilere verilen bir
isimdir. Medreselerin başında, yine medreseden yetişme "molla" ismi
verilen hocalar bulunur. Bunlara ulema veya mevlevi de denilmektedir.
Şehirlerde, fakat daha çok kırsalda yerleşik medreseler, Afganistan'daki
sosyo-dini hayatın vazgeçilmez parçalarıdır. Modern dini tedrisat yapması için
Dini Bilimler Fakültesi'nin 19501i yıllarda Kabil'de açılmasının ardından, dini
konularda otoritenin belirlenmesinde mektepli-medreseli çatışması yaşandıysa
da, geleneksel medreselerin toplumdaki yerleri hiçbir zaman sarsılmamıştır.
Medrese mezunları, ya medreselerde hoca olarak ya da cami ve mescitlerde imam
ve müezzin olarak görev alırlar. [898]
IV- Taliban Zihniyeti
1- Sosyal Arka Plan:
Taliban, genel olarak dindar kimlikli bir halk sayılan Afgan toplumunun ayrılmaz
bir parçasıdır. Taliban'ın vazifesi, şehir ve köylerdeki camilerde beş vakit
ezan okuyup namazları kıldırmaktan ibaret değildir. Çocuklara elifba ve
Kur'an'ın öğretilmesi, evlenecek çiftlerin nikahlarının kıyılması, doğan
çocuklara isim verilmesi, ölen şahsın yıkanması, kefenlenmesi ve defni değişik
dini törenler eşliğinde Taliban tarafından icra edilir. Din ile ilgili
soruların yönlendirildiği merci yine Talibandır.
Önemli dini, sosyal ve kültürel
sorumluluğu olan bir toplumsal sınıf olarak Taliban, Afganistan tarihinde
kendisinden sık sık söz ettirmiştir. Mollalardan ve talibandan oluşan medrese,
1839-1842 ve 1878-1880 arasında ingilizlere karşı verilen istiklal
mücadelesinde önemli rol oynamıştır. Bu rol, 1979 Sovyet işgaline karşı
başlatılan direnişte de tekrarlanmış, medrese öğrencileri mücahit
organizasyonların
her
birisi içinde yer alarak "cihad fî sebîlillâh" geyesi ile büyük
yararlılıklar göstermişlerdir. [899]
Afganistan halka, farklı
dilleri konuşan ve farklı coğrafyalarda meskun yirmiye yakın değişik etnik
gruptan oluşmuştur. Peştunlar, Tacikler ve Özbekler bu etnik grupların en
büyükleri ve en önemlileridir. Taliban'ın Tacikler ve Özbekler arasında
taraftarları olmasına rağmen, hareketin büyük çoğunluğu Güney Afganistan'ın
yerlileri olan ve yaklaşık 250 yıldır Afganistan'ı yöneten Peştunlardan
oluşmaktadır [900]
Bugünkü Taliban, genel olarak
1960 yılı ve sonrası doğumluların oluşturduğu bir jenerasyondur ve hareket
içinde çok az sayıda kişi kırk yaşının üzerindedir. [901]
Bunlardan bir kısmı medrese eğitimlerini Afganistan'da almışlar ve cihat
başlayınca mücadeleye dahil olmuşlardır. Cihat süresince, silah tedarik ve
ikmali için yabancıları oldukları topraklarda aylarca beklemek gibi vazifeleri
üstlenmeleri onları çok sert ve meşakkatli bir hayata alıştırmıştır. Cihat
sonrasında medreselerine geri dönen bu kesim Taliban, yukarıda bahsedilen
sebeplerle tekrar mücadele sahnesine çıkmak zorunda kalmışlardır. Diğer bir
kısım Taliban ise daha çok onbeş ile otuz yaşlarındaki nesli teşkil eden ve
mülteci kamplarında ve yetim yurtlarında büyüyen kesimdir. Yaşları küçük olduğu
için cihada katılamayan bu kesim, eğitimlerini Kuzey Pakistan'daki mülteci
kamplarındaki medreselerde almışlardır. Dayanılmaz sıcaklıkta, çok az suyun
bulunduğu ve fakirliğin had safhada yaşandığı sert bir ortamı tecrübe ederek
hayatlarının baharını yaşayan bu gençler, cihat sona erince, yıllardır özlemle
bekledikleri memleketlerine dönüşü iç savaş dolayısıyla gerçekleştirememişler
ve Afganistan'daki ağabeylerinin başlattıkları harekete kolayca adapte olmuşlar
ve Taliban'ın zaferini sağlamışlardır. Ayrıca, Kuzey Pakistan'ın Serhad
bölgesindeki Peştun kabilelere mensup Pakistan vatandaşı gençler de, aynı tür
medreselerden gelmeleri dolayısıyla hareket içinde yer almış bulunmaktadırlar. [902]
Tipik bir Taliban askeri, kemiz
denilen bölgeye özgü bir gömlek ile şalvar giyer. Başında siyah sarık, ayağında
da sandalet vardır. Askeri bir rütbesi bulunmamaktadır. Düzenli bir maaşı
yoktur. Topluca yenilen yemeklerde öğün, sabah, akşam genellikle ekmek ve çaydan
ve eğer şanslılarsa biraz da keçi peynirinden oluşur. [903]
2- Dini Arka Plan:
Taliban mensupları, Hint alt kıtasında yaşayan müslümanların çoğunluğu gibi
Sünnidirler ve Hanefi mezhebine tabidirler. Hanefilik, Taliban olmanın ayrılmaz
bir vasfıdır. On veya oniki yıl süren medrese tahsilinde Taliban, fıkıhtan
klasik mantığa kadar bir dizi ilmi tahsil eder. Akaid ve fıkıhta klasik Hanefi
eserleri tahsil edilir. Bu öğretim, belirlenen kitapları baştan sona okuma ve
gerekirse ezberleme biçiminde tamamlanır.[904]
Söz konusu eğitim-öğretim
geleneği, Hint alt kıtasında Diyobendî ekolü tarafından temsil edilmektedir,
ingiliz sömürgeciliğine karşı müslüman direnişin eğitim sahasındaki uzantısı
olması amacıyla Hindistan'da 1866'da tesis edilen Diyobendî Dârülulûmu, dini, sosyal
ve siyasi alanlardaki performansıyla alt kıtada bugüne kadar devam eden haklı
bir itibara ve teveccühe mazhar olmuştur. Okuldan ekole dönüşen Diyobendî
geleneğinde önemle üzerinde durulan husus, İslamiyet'in bütün yabancı
unsurlardan arındırılması meselesidir. Bundan dolayı Diyobendî alimler,
itikadi sapmalara, hurafe ve batıl inançlara ve muamelattaki gayri İslami
ayrıntı ve uygulamalara şiddetle karşı çıkmışlardır. Fakat bu karşı çıkış, aynı
dönemde ve aynı coğrafyada ortaya çıkan Seyyid Ahmed Han'ın Aligarh Okulu'nda
olduğu gibi rasyonel ve modernist bir tarzda oluşmamış, aksine, zamana bağlı
değişikliklere pek fazla önem verilmeyerek İslamiyet'in, asli kaynaklardaki
uygulamalar üzerine bina edilmiş bir hayat tarzı olduğu vurgulanmak
istenmiştir. Söz konusu asli kaynaklar ise Diyobendîlikte Hanefi literatürü
olarak vücut bulur. Hanefilik, başta Nakşilik ve Kadirilik olmak üzere
bölgedeki tarikatlerin öğreti ve pratikleriyle sentezlenmiş biçimde kitlelere
sunulur. Özet olarak Diyobendîlik, Hanefilik bağlamında mezhepçilik, tasavvuf
ve bu iki unsuru koruma adına dini muhafazakarlık sacayağı üzerinde kendini
ifade eder.[905]
United Press International'ın 2
Mart 1995 tarihli raporunda, Pakistan'da 2500 medresede 225.000 öğrencinin
tahsil gördüğü belirtilmektedir. Medreselerin % 90'ı kırsal alandadır.
Öğrencilerin çoğu, yoksul ailelerin çocuklarıdır ve öğrencilerin yiyecek ve
barınma ihtiyaçları medrese vakıflarından karşılanmaktadır. Büyük çoğunluğu
Diyobendiyye'ye bağlı bu medreselerde ağır eğitim-öğretim programları takip
edilmekte ve sıkı bir disiplin uygulanmaktadır. Bu şartlar, aşırı fikir ve
pratikleri bünyesinde taşıyan oluşumların bu müesseselerde doğmasına yol
açmıştır. Bunların en meşhurları arasında, Türkiye'de de tanınan ihsan ilahi
Zahir'in [906]
kurduğu Şia karşıtı Cemiyet-i Sipah-i Sahabe ve bu teşkilattan koparak daha aşırı
bir çizgiye kayan ve son beş yılda Şiilere karşı yapılan onlarca katliamın
altına imzasını atan Leşger-i Cengvî sayılabilir. [907]
Taliban'in talebeleri de aynı
Diyobendî medreselerinde tahsil görmüşlerdir. Diyobendiyye'nin Pakistan'daki en
büyük teşkilatı olan Mevlevi Fazlurrahman liderliğindeki Cemiyet-i Ulema-i İslam'a
bağlı Afganistan, Belucistan ve Serhad'daki medreseler, Taliban hareketinin
yatakları sayılabilirler. Bu nedenle Taliban'ın dini zihniyetinin ardında
Diyobendî geleneğinin kuvvetli izleri aranmalıdır. [908]
İşte bu noktada Taliban, "İslamcı"
olarak nitelendirilen diğer akım ve hareketlerden ayrılmaktadır. Şebnâme'de [909]
geçen aşağıdaki ifadeler bu durumu en isabetli şekilde ortaya koymaktadır:
"Onlar, ne Ziyaü'l-Hak'ı,
ne Hasan el-Bennâ ve Seyyid Kutub'u, ne de tek bir Vehhabi grubu duyup
işitmişlerdir. Bütün bu İslami gruplar, Afgan Taliban tarafından, doğru yoldan
sapmış 'cemaatı' veya 'örgütsel' unsurlar olarak kabul edilmektedir. "[910]
Fazlurrahman'ın tespitiyle, İslamdünyasında
halkçılık ve demokrasinin gelişmesine, modern eğitimin İslami bir renk
kazanmasına büyük katkılarda bulunan, gelenekçiliğin gücünü önemli ölçüde
zayıflatan 20. yüzyıldaki İslamcı veya neo-fundamentalist sıfatlı akım ve
hareketlerin [911] trendine
Taliban'ın uymaması, Taliban hareketini fazlaca karakteristik bir yapıya
büründürmektedîr. İslamiyet'in asırlar öncesi yorumunu esas kabul etmeye, her
yeniye tepki göstermeye dayalı dindarlık ve daha çok Peştun örf ve adetlerini
dini kurallar haline getirme eğilimi, Taliban'ı modern hayatın meydan okuması
karşısında çaresiz bırakmaktadır. [912] Bu
çaresizlik, yönetme konumunda bulunmanın getirdiği avantajla bir araya
geldiğinde yasakçılık temelindeki bir yasama ve yürütme
mekanizmasını ortaya
çıkarmıştır. Bundan sonra verilecek örnekler konunun daha iyi anlaşılmasını
sağlayacaktır.
3- Yorum ve Uygulama:
Herşeyden önce değinilmesi gereken husus, Taliban'ın dışlamacı (exclusivist)
dini inanç ve tutumudur. Bunun en bariz tezahürü, Taliban'ın Şii müslümanlara
bakışında belirmektedir. Afganistan nüfusunun % 10-15'i İmami-Şü müslumanlardan
oluşmaktadır. Ehl-i Sünnet'in çoğunluğu tarafından benimsenen Ehl-i Kıble
hakkındaki ılımlı kanaat ve tutumu terkeden Taliban, tedris ettikleri dışlamacı
mezhebi literatürün ve bölgesel tarihi şartların etkisiyle Şia'ya karşı büyük
bir düşmanlık geliştirmiştir. Taliban'ın 8 Ağustos 1998'de Mezar-ı Şerif
kentini ele geçirmesinden sonra yaşananlar bunun kanıtıdır. Büyük çoğunluğu
Îmami-Şii olan Hazara halkına karşı şehrin düşmesinden sonra başlatılan takibat
sonucu, uluslararası insan hakları gözlemcilerinin raporlarına göre yaklaşık
2000 Hazara Şiisinin öldürüldüğü bildirilmiştir, iranlı sekiz diplomat ve bir
gazeteci de katledilenler arasındadır. [913]
Taliban'ın atadığı Mezar-ı
Şerifin yeni valisi Molla Niyazi, 10 Ağustos 1998'de radyoda canlı olarak
yayınlanan cami konuşmasında Şiilere şöyle seslenmektedir:
"Hazaralar! Nereye
kaçıyorsunuz? Havaya sıçrasanız bacağınızdan yakalayacağız; yerin içine girseniz
kulağınızdan tutup çıkaracağız. Hazaralar müslüman değildir. Onları
öldürebilirsiniz....Cesetleri defnedilmeden caddelerde üç gün boyunca kalmalı.
Biz sizi öldüreceğiz ve üç güne kadar hiç kimsenin cesetleri gömmesine müsade
etmeyeceğiz". [914]
Taliban'ın dini zihniyetinin
veya bir başka deyişle İslam'ın 'Taliban'casının esas görüntüsü, iş başına
geldikleri tarihten günümüze kadar devam eden bir dizi yasakta belirmektedir.
Taliban ilk olarak televizyon, video ve teyp kasetlerine yasak getirdi. Kabil'i
ele geçirmelerinden hemen sonra Taliban kuvvetleri cadde ve sokaklardaki T.V.
ve uydu antenlerini yerlerinden söktüler. Hatta ibret olsun diye, Kabil
Eminiyet Müdürlüğü'nün demir kapısına tahrip edilmiş büyük bir uydu anteni iple
asılarak teşhir edildi. Taliban yetkilisi Hacı Molla Kelamuddin,
"insanlar, camiye giderek ve namaz kılıp dua ederek zamanlarını
geçirmeli" sözleriyle yasağın nedenini açıklamış ve "biz toplumda
reform yapmak ve toplumu yüzde yüz İslami hale getirmek istiyoruz"
ifadeleriyle hedeflerini belirtmiştir. Ayrıca Kabil'in açık olan tek sineması
kapatılmış, radyo evine baskın düzenlenerek radyonun müzik arşivi tahrip
edilmiş, dini müzik dışında müzik yayını yapılması ve dinlenmesi ve ülke
dışında basılan kitapların bulundurulması yasaklanmıştır. [915] İçerisinde
T.V. ve video izlendiği tespit edilen evlerin elektriği, Emr-i bi'1-Ma'rûf ve
Nehy ani'l-Münker Bakanlığı'nın kolluk kuvvetleri tarafından kesilmektedir. [916]
Bir dizi yasak da kadınlara
getirildi. Yanlarında mahremleri olmadan kadınların sokağa çıkmaları
yasaklandı. Dışarı çıkan kadınlar ise yerel bir Afgan kıyafeti olan burka
giymek zorundadır. Vücudu tepeden tırnağa bol bir şekilde örten burka, yüzü de
ızgara şeklindeki bir maskeyle kapatmaktadır. Aynı yasağın bir gereği olarak
başta devlet dairelerinde olmak üzere kadın memur ve işçi çalıştırılması
yasaklandı. Yasağın kapsamı hastanelerde çalışan doktor ve hemşireleri de içine
aldı. Kız okulları tümden kapatıldı. Evlerin bodrum ve giriş katlarındaki
pencere camlarının siyaha boyanması aynı kapsamda alınan diğer bir karardır.
Böylece, dışarıdan evlerin içine yönelebilecek kötü niyetli bakışların önüne
geçilmek istenmiştir. [917]
Erkekler de yasaklardan
kurtulamadı. Sakal bırakma mecburi hale getirildi. Emr-i bi'1-Ma'rûf ve Nehy
ani'l-Münker kolluk kuvvetleri, sakalsız olanları veya sakalı bir tutamdan kısa
olanları tutuklamakta ve bir haftadan kırk beş güne kadar bir süre nezarette
tutarak tutuklunun sakalının uzaması temin edilmektedir. [918]
Alından sarkar şekilde uzamış saçlara da müsade edilmemektedir. Taliban polis
yetkilisi Abdürreşit Derkesti, uzun saçların namazda alın ile yer arasında
kalmasını, şeytanın Allah ile insan arasına girmesine benzetmekte ve
Derkesti'nin adanılan ellerinde makaslarla caddeden geçenlerin saçlarını
kontrol etmektedir. [919]
Erkeklerle ilgili diğer bir
karar bu yıl içinde yürürlüğe girmiştir. Daha önceden devlet memurlarına
konulan sarık giyme mecburiyeti, 1 Haziran 2001'den sonra tüm resmi ve özel
eğitim kurumlarında okuyan öğrencilere de getirilmiştir. Taliban'ın yarı resmi
yayın organı Zerb-i Mü'min, dinin ilk yıllarından itibaren sarığın İslami bir
gelenek olduğunu ve İslam dünyasındaki çok geniş bir topluluğun kıyafet şekli
olan sarığı giymekten gurur duyduklarını belirterek yeni yasanın gerekçesini
açıklamıştır. [920]
Çocukların ise güvercin
beslemeleri, uçurtma uçurmaları, satranç ve misket oynamaları, ilgili bakanlık
tarafından yasaklanmıştır. Kağıttan yapılan çanta türü eşyanın ve tuvalet
kağıdının satışı ve kullanımı, eski Kur'an sayfalarından geriye dönüşle kazanılan
kağıtlardan imal edilebileceği şüphesiyle piyasadan kaldırılmıştır. [921] Son
olarak Mayıs 2001'de, üzerinde veya kutusunda insan ve hayvan resmi bulunan tüm
ürünlerin sergisi ve satışı yasaklanmıştır. [922]
Afganistan şehirlerinde ezan
okunduğunda, polisler, çoğu zaman sopa kullanarak halkı camiye doğru
yönlendirmekte, dışarıda hiç kimsenin kalmaması sağlanmaya çalışılmaktadır.
Cemaate gitmediği tespit edilen esnafın işyerleri bir kaç gün kapatma cezasına
çaktırılmaktadır. [923]
V- Taliban'ın İslam Yorumunun Analizi
Taliban'ın İslamiyeti yorumlama
ve pratiğe dökme biçimi analiz edildiğinde, zihniyeti oluşturan unsurların
temelde aşağıdaki şekilde ayrıştığını tespit etmek mümkündür.
Herşeyden önce Taliban
zihniyeti, klasik mezhebi metinlere bağlı, içtihada yer vermeyen, bu nedenle
inanırken ve yaşarken tarihsel, sosyal ve kültürel şartları dışlayan dar
bakışlı bir çeşit dini metinciliği temsil etmektedir. Mesela bunun en bariz
örneğini, eşcinsel ilişkiden mahkum olanlara belirlenen ceza biçiminde
görmekteyiz. Taliban ceza hukukuna göre mahkum, üzerine duvar yıkılmak, canlı
olarak ateşe verilmek veya yüksek bir yerden aşağı atılmak suretiyle idam
edilmektedir. Baş hakim, bunun Râşid Halifelerin livatacılara uyguladıkları bir
ceza infaz türü olduğunu söylemektedir. [924] Uyuşturucu
madde elde edilen bitkilerin ekimi hakkındaki görüşleri de, aynı hususta diğer
bir misali teşkil edebilir. Taliban lideri Molla Ömer'in, uyuşturucu
kullanımının caiz olmadığı, fakat haşhaştan elde edilen ham afyon satışının
caiz olduğu şeklinde bir demeci bulunduğu iddia edilmektedir. [925]
Eğer bu demecin nispeti doğruysa, o zaman Afganistan'ın niçin afyon üretiminde
dünya ikincisi olduğunu, dünya afyon ve eroin üretiminin yaklaşık üçte
birinin niçin Afganistan'da gerçekleştiğini ve Avrupa uyuşturucu pazarının %
80'inin nasıl Afganistan kaynaklı mallardan oluştuğunu anlamak mümkün olacaktır.
[926]
Muhtemeldir ki bu demeç, müskiratın kullanımı ile özellikle gayri müslimlere
satışı arasında cevaz yönüyle ayırım yapan Hanefi fıkıh hükümlerinden mülhem
görünmektedir.
Zahiri metincilik temel olunca,
rasyonel düşünce ortadan kalkmaktadır. Umumi menfaatler, maslahatlar ve imaj
bütünüyle göz ardı edilmektedir. Bu durum, diğerleri arasında en rasyonel
mezhep olan Hanefilik söz konusu olunca da değişmez. Artık mezhebin sadece adı
ve kitapları vardır. Mezhebin usulü bundan böyle bir değer ifade etmez.
Örneğin, kadınlara İslam adına çalışma yasağı getiren Taliban, savaştan sonra
dul kalan 400.000 Afganlı kadının [927]
halihazırdaki durumunu ve istikbalini düşünmez. Sağlık kurumlarında doktor ve
hemşire, okullarda bayan öğretmen yokluğundan dolayı yaşanacak sorunları hiç
aklına getirmez. Yine Taliban, Bamyan'da yaklaşık 1500 yıllık tarihi buda
heykellerini yıkarken, [928]
Budistlerin yaşadığı ülkelerde ve özellikle Hindistan'da bulunan müslüman
azınlığın karşılaşacakları risk ve tehlikeleri göz önüne almaz. Taliban için
geçerli olan, "saygın alimlerinin" ne karar verdikleridir. İbrahim
Peygamber nasıl putları devirmişse, Hz. Peygamber Ka'be'dekileri nasıl yerle
bir etmişse kendilerinin yaptıkları da aynı şeydir. [929]
Fakat Taliban, Allah'ın evindeki heykellerle Afganistan dağlarındaki heykeller
arasında analoji yaparak ciddi bir mantık açmazına düşmektedir. [930] Bu
arada ayrıca, "Onların Allah'ı
bırakıp taptıklarına sövmeyin; sonra, onlar da bilmeyerek Allah'a söverler"
[931] ayeti
görmezlikten gelinir.
Körükörüne metincilik, daha
çağdaş hükümler çıkarma hususunda bütün kapıları Taliban'a kapamaktadır.
Alternatif hüküm yokluğu nedeniyle eşcinselleri dağdan atmak ve üzerlerine
duvar yıkmak türü infazlar, dünyadaki bütün bakışları onların üzerlerine
çevirtir. Yine, başka bir modern çözüm bulunamaması nedeniyle, fıkıh
metinlerinden kaynaklanan bir içgüdüyle Taliban, müslümanlardan ayırdetmek için
gayri müslim vatandaşlarına, elbiselerine sarı yama takma mecburiyeti getirir. [932]
Böylece tüm dünya altmış yıl sonra bir daha faşist Hitler'in Yahudilere
taktırdığı san Davud yıldızını hatırlar ve bu uygulamayı İslamiyetle
özdeşleştirir. [933]
Taliban zihniyetinde yerel örf
ve adetler de dini kurallar haline gelmiştir. Böylece mezhebi metinler daha da
darlaştırılmış olmaktadır. Afganistan kırsalının yerel kıyafeti olan burkanın
kadınlara, sangın da erkeklere zorunlu İslami kıyafet olarak mecbur edilmesi bu
konunun bir tezahürüdür. Irkçı ve kabileci güdüler aynı zamanda dini bir kimlik
alır. Bu yönüyle Taliban'ın Şia karşıtlığı, Sünni değil kabilevi bir motifle
şekillenir. Safevi Iran ile Peştun kabileleri arasındaki tarihteki bitmeyen
savaşlar ve düşmanlıklar toplumsal zihinde hala taze durmaktadır. [934]
Kırsalın modern olana tepkisi
ve yoksulluğun intikamı, İslamın Talibancasını Şekillendiren diğer unsurlardır.
Taliban zihniyetinin, cihat ve iç savaş sonrasında Kuvvet kazandığı gözden kaçırılmamalıdır.
Televizyona, videoya, sinemaya, müziğe ve spora karşı aşırı tepkisellîk
muhtemelen bu husustan kaynaklanmaktadır. Totaliter olma zorunluluğu da ayrıca
bu zihniyetin gelişmesine etki etmiştir. İç savaştan sonra, birlik ve düzeni
otoriter biçimde bu tür yasaklarla sağlamak, Taliban için
hem zihniyetlerine uygun hem de kolay ve elverişli bir yol olarak görünmüş
olabilir, iman kurallarının maddi/dokunulabilir yönlerine ve dinin dışsal
tezahürüne odaklanma, Taliban türü hareketlerde çokça görülen bir özelliktir.
Son olarak Selefi anlayışın
zihniyet oluşumuna etkisinden bahsetmek gerekecektir. Bir Selefi, müteassıp bir
Hanefiye nasıl yakınlaşabilir? Veya, bir Hanefi, Vehhabi dediklerine nasıl ilgi
duyabilir? Bu soruların cevabı, aklîliğin Taliban'ın Hanefiliğinde neredeyse
tamamen yok olmasında yatar, öyle ki, Ehl-i Hadis'in âsâra dayanarak
sergilediği "zahirci" taassubun benzeri, Taliban zihniyetinde
metinlere bağlılık olarak ortaya çıkmıştır. Şia karşıtlığı, kadınla ilgili
uygulamalar, sakal mecburiyeti gibi kararlar, bu nedenle Suud tipi metinci
Selefiyye tarafından alkışlanmaktadır.[935]
Cihada katılan çok sayıda Selefi Arap miislümanın hala Afganistan'da bulunması
bu etkileşimi kolaylaştırmış ve karşılıklı önyargıları kader birliği ekseninde
yumuşatmıştır. [936]
VI- Sonuç Ve Öneriler
Taliban hareketinin buraya
kadarki incelenmesi, mezhepler ve akımların inanç ve paratiklerinin arkasında
dini motiflerden çok, sosyal, kültürel, psikolojik, ekonomik ve siyasi
unsurların rol oynadığını bir kez daha güçlü bir şekilde ortaya koymuştur.
Müslüman toplulukların kendilerini ismen nispet ettikleri mezhep ve dini
zihniyetlerin gerçek kimliklerinden çok, aynı toplulukların şu an hangi şartlar
altında yaşam sürdükleri gerçeği onların inanç ve dini davranışlarına şekil
verir. Hanefi Taliban'ın bugünkü durumu bunun en bariz göstergesidir ve bu zihniyetin
doğduğu şartlar ile, İslam'ın ilk yüzyılında Hariciliği doğuran şartlar
rahatlıkla birbirleriyle mukayese edilebilir. [937]
Söz konusu olumsuz şartlara
rağmen, doğru ve olumlu dini zihniyetin muhafazası, yaşanması ve geliştirilmesi
zor da olsa mümkündür. Bu imkanı sağlayacak tek yol ise, çağdaş hayatın siyasi,
içtimai, iktisadi ve kültürel meselelerini gerektiğinde gelenekle buluşturarak
modern metot ve tekniklerle öğrencilerin önüne koyabilecek bir eğitim
sistemidir. Afganistan halkı bilinen nedenlerden dolayı böyle bir eğitimden
mahrum kalmıştır. Meydan, liyakatsiz öğreticilere kalmıştır ve Taliban
doğmuştur. İnsanlara, din ihtiyaçlarını sağlıklı bir şekilde karşılayacakları
dini bilgi kazandırılamazsa, insanlar öncelikle geleneğe müracaat ederler.
"Geleneğin içerisindeki uç noktalar din olarak ön plana çıkar. Sonuçta
gelenek dinleşir". [938] Bu
eğitimi sağlayamayan toplumların, yoksulluk ve genel güvensizlik ortamında
milli ve mezhebi nisbeleri ne olursa olsun hızlı bir şekilde talibanlaşacakları
mukadderdir.
Dünyada İslami bir yönetim
görmek isteyen bazı müslümanların Taliban'ı destekledikleri veya en azından
olumsuzlukları görmezden gelerek sustukları gözlenmektedir. Ancak bu
müslümanlar, "İslami bir yönetim olsun ama böylesi benim ülkemde
olmasın" samimiyetsizliği içinde midirler? "İslami adalet"
diyerek "İslami bir istibdadı" uygulayıp İslamiyeti kendi halkına
zehir eden, ayrıca doğru İslami imajı bozarak "İslameşittir
hoşgörüsüzlük" denklemine ve dolayısıyla İslam karşıtı söyleme güç veren
Taliban'ın uyarılması, doğru çizgiye çekilmesi müslüman alim, aydın, ve
entelektüellerin önemli bir görevi olmalıdır.
1979 İran inkılabından sonra İslam
adına yapılan yanlışlara karşı gelişen ve Türkiye'deki geniş bir ilahiyat
çevresini de etkisi altına alan, fakat zaman zaman din karşıtlarının üslubuyla
benzeşen ve sanki onların yönlendirmesiyle toplu menfi propagandaya ortak olma
şekline dönüşen eleştirel duruş, Taliban için bir daha sergilenmemelidir.
Müslümanlar, yine müslümanlar tarafından yapıcı bir biçimde uyarılmalıdır.
Karşı taraf buna belli ölçüde hazır gözükmektedir. [939]
Modern ulaşım ve iletişim imkanları, nasihat ve ikazın bağımsız bir şekilde
yapılacağı ortamı artık yaratmıştır. Dünya ise, birbirlerinden çok uzak
müslümanları bile kolayca diyaloga geçirecek ölçütte küçülmüş sayılabilir. [940]
GÜNÜMÜZ
KELAM PROBLEMİ OLARAK AKAİDİN SLOGANLAŞMASI
Yrd. Doç. Dr. Erkan Yar [941]
Akâid ve slogan kavramlarının
her ikisi de, sosyal fenomenleri ifade etmelerine rağmen, yapılan itibarıyla
birlikte zikredilmesi uygun olmayan kavramlardır. Akâid, çeşitli nesnelerden
oluşur ve önermelerle ifade edilirler. Fakat, bu önermelerin doğrulanabilir
önermeler olmaktan ziyade, olguda bir işlevde bulunmaları önemlidir. Sloganın
yapısında ise dinsel içerikli önermelerin belirli bir amaç (sosyal, kitlesel,
siyasal, ekonomik vs) veya çıkar doğrultusunda kullanımı söz konusudur. Bu
tebliğde, akâid ve sloganın yapılarını dikkate alarak, akâid önermelerinin
sloganlaşması olgusunun dinsel açıdan analizini yapacağız. Burada
zikredeceğimiz inançların veya en azından dinsel içerikli anlatımların ve
yargıların kritik edilmesi, bir kelam problemi olarak gördüğümüz 'akaidin
sloganlaşması' olgusunun yapısını belirleyecektir.
1.
Tanımlama
Slogan,
"sistematik olarak muğlak ve belirli bir isteği herhangi bir seviyede
ifade etme yeteneğine sahip özetleyici bildiri" [942]
anlamında ingilizce bir kavramdır. Bu tanımda, sloganın, sistematik olarak
belirsiz bir açıklama olduğu dikkate alınmaktadır. Bu açıdan slogan, bir
düşüncenin argümanlarıyla birlikte ifade edilmesi anlamında olmayıp, düşünceyi
ifade eden kısa ve çarpıcı ifadedir. Slogan, bu nedenle mücmel ve muğlak bir
ifade olmaktadır. Akâid ise, "akide" kelimesinin çoğulu olarak
kullanılmaktadır. [943] ki
Türkçe'ye 'inanç'.olarak tercüme edilmektedir. Akide kelimesi, asıl olarak
'düğüm' anlamına gelen 'akd' kelimesinden türetilmiştir. [944]
Vaux, akaidin "müşahhas 'ukda' kelimesinin tasvir ettiği veçhile, imanın
kuvvetle bağlı bulunduğu düsturu ifade eden bir kelime" [945]
olduğunu belirtmektedir. Bu noktada inanç ve iman kavramları arasında bir ayrım
ortaya çıkmaktadır. O da, akaidin belirli ilkelere işaret etmesine karşın,
imanın kalbin doğrulamalarına dayanmasıdır. Bu nedenledir ki akâid kelimesi,
Ehl-i Sünnet akaidi, Mutezile akaidi gibi kelam ekolleri veya Eşari akaidi, Nesefi
akaidi gibi kişiler ile ilişkili olarak kullanabilmektedir. Buna karşın, Ehl-i
Sünnet imanı, Mutezile imanı vs kullanımlar mümkün olmamaktadır. Nitekim
Hıristiyan teolojisinde de, 'faith' ve 'belief kavramları arasında ayrım
yapılmaktadır. [946]
Akâid, ilim alanında bir
disiplinin adı olarak da kullanılmaktadır. Bir disiplin olarak akâid;
"Allah'ın zatından, sıfatlarından, nübüvvet meseleleri ve ahiret
hallerinden bahseden ilim" [947]
olarak tanımlanır. Dolayısıyla, İslam ilimleri geleneğinde akâid ve kelamın,
konu açısından birleştiği, fakat metodoloji açısından ayrıştığı görülmektedir.
Kelam ilmi de Allah'ın zatı, sıfatları, nübüvvet meseleleri ve ahiret hallerini
konu almaktadır. [948]
Kelam ve akaidin ayrışma noktası ise, akaidin akideleri tespit etmesi, kelamın
ise bu akidelerin yakini temellerini ortaya koymayı amaçlamasıdır. Bu açıdan
bakıldığında kelam, akidenin felsefesidir. Kelam, akaidin yakini temellerini
inceleyen bir ilim olunca, bu ilim tamamen akâid önermelerinin doğrulanmasına
hasredilmiştir. Dolayısıyla kelam açısından akaidin olgudaki işlevi dikkate
alınmamış, çeşitli metodolojilerle oluşturulan akâid önermeleri doğrul
anabilirliği ve bunların diğer akâid sistemleri karşısında savunabilirliği esas
alınmıştır. Metodoloji açısından da kelam ve akâid arasında bir ayrışma söz
konusudur. Kelam, daha çok akli yöntemleri kullanılmasına rağmen, [949]
akâid eserlerinde imani yöntemlerin kullanıldığı görülmektedir. Bu açıdan,
akaidin insanı taklide götüren ve onda taklit tavrını oluşturan bir ilim, kelam
ilminin ise insanı tahkike götüren ve onda tahkik tavrını oluşturan bir ilim
olması gerekir. Fakat, özellikle de Ehl-i Sünnet kelamında, kelamın bu
yapısının oluşturulamadığı ve selef metotlarının kullanıldığı görülmektedir.
Selef metodu ise, esas olarak, imanın yakini delillerini ortaya koymak yerine,
akâid ilkeleri veya önermelerine teslimiyeti esas almaktadır.
Kelam ve akâid ilimlerinin
tanımlarında yer alan, 'akâid' kelimesi, kelam ilminin konusunun pratik (amel)
değil de teori olduğuna işaret etmektedir. [950] Nitekim
kelam eserlerinin teorik girişlerinde (mukaddime) yer alan açıklamalara
bakıldığında, kelam ilminin tanımda yer alan 'akâid'in, kelam ilminin pratiği
konu alan fıkıh ilminden ayrışına noktasını belirlemek bağlamında kullanıldığı
görülmektedir. Akâid kelimesi, kelam ve akâid ilminin tanımlarında yer alması
ve bu ilimlerin varlık sebebi olmasına rağmen, kelamcıların kullandığı anlamda
Kur'an'da yer almamaktadır. Kur'an'da 'akâid' kelimesinin kendisinden
türetildiği 'akd' kelimesi yer alır. [951]
2. Müslüman
Coğrafyada Ortaya Çıkan Bazı Slogan Önermelerinin Analizi
a.
Akaidin slogan olarak kullanımı, Müslüman toplumların gerek tarihsel sürecinde
ve gerekse günümüzde çok sık rastlanan bir olgudur. Tarihsel süreçte,
Hariciler, Kur'an ayetlerinden
çıkardıkları "lâ Hukma Ula Lillah" (Hüküm ancak Allah'ındır)
sloganıyla, tahkimi reddetmişler ve tahkime razı olanların da kafir olduklarını
iddia etmişlerdir. Bu ifadeyle, siyasi ve dinsel bir tavrın slogana dönüşmesi
ve bu kavram etrafında kitleler örgütlenmesi hedeflenmiştir. Watt,
"Hariciler [952] ile
özdeşleşen "hakkeme" fiilinin, diğer anlamlarının yanında, bu
önermeyi çok fazla tekrar etmek anlamını da ifade edebileceğini belirtmektedir.
[953]
Tahkim kavramının ifade ettiği anlamlar arasında yer alan, 'la hukma illa lillah'
önermesini çokça tekrar etmek şeklindeki anlamı, gerçekte, Harici düşünce ve
uygulamalar dikkate alındığında daha anlamlı gözükmektedir. Çünkü, bu kullanım
mübalağa kipi olduğundan, bunun çokça sözle ifade edilmesini içermesi demektir.
Günümüzde de, 'Hakimiyet Milletindir tezine karşına "Hakimiyet
Allah'ındır" ifadesi, dinsel bir slogan olarak kullanılmaktadır. Müslüman
dünyada, 'hakimiyet milletindir' ifadesi, olguda gerçekleşmeyen bir slogan
olarak kaldığı gibi, 'hakimiyet Allah'ındır’ ifadesi de olguda yansıma bulmamış
ve ilahi söylemlerin bağlamı dışında kullanımı olgusunu ortaya çıkarmıştır.
Dolayısıyla hem hakimiyetin Allah'a ait olduğunu ve hem de hakimiyetin millete
ait olduğunu söyleyenler, bu önermeleri olguda gerçekleşmeyen ve herhangi bir
işlevden yoksun anlamda kullanmaktadırlar.
Çağdaş dini söylemlerde yer
alan "Hakimiyet Allah'ındır" veya "Hakimiyet İslam'ındır"
şeklindeki sloganların, gerçekte her ikisi de aynı anlamdadır. Bu önermelerle
Allah'ın emirlerinin veya bir din olarak İslam'ın yeryüzünde yaygınlaşması ve
Allah ismine ve tasavvuruna uygun olarak adalet ve eşitliğin veya İslam ismine
ve tasavvuruna uygun olarak da barış ve güvenin yeryüzünde hakim olması
kastedilmemektedir. Bu ifadeler, insanın hakimiyetinin ortadan kaldırılması ve
hakimiyeti ilahi otoriteye veya onun indirdiği ilahi mesaja verilmesi anlamında
kullanılmaktadır. Halbuki, insana ait düzenlemeler (sosyal, ekonomik, hukuksal,
dinsel vs.) sadece ilahi belirlemelerle sınırlı değildir. İnsanın egemenliği
alanına giren konularda hakimiyeti Allah'a atfetmek, Allah'ın hakimiyetini
sınırlamak anlamına gelir. Çünkü Allah, insanı, kendi yaratılışı ve yetkinliği
doğrultusunda yeryüzünde egemen olmak için yaratmıştır. Onun yeryüzünde halife
olmasının anlamı, [954]
yeryüzünde kendi yetkinliği doğrultusunda egemenlik ve medeniyet kurması
demektir. İnsanın hakimiyetini reddetmek için, onun hakimiyetini Allah'ın
hakimiyetine kıyaslamak, tarihsel ve çağdaş pek çok teolojik söylemde olduğu
gibi, insanı yok saymak ve özellikle de Allah'ın söz konusu iradesini
görmezlikten gelmektir. Bu durumda insanı egemen bir varlık olarak irade eden,
onun yaratıcısı olan Allah'tır. İnsanın bir niteliği olan "halife"
kelimesine meleklerin yüklediği kan dökücü ve fesat çıkarıcı gibi olumsuz
anlamalara karşılık, Allah, insanın olumlu niteliklerini ön plana
çıkarmaktadır, ki o da, insanın yetenekleridir. İnsan, yeryüzünde halifelik
yapacak niteliği dolayısıyla
meleklerin
yüceltmesini/secdesini hak etmiştir. Görüldüğü gibi insanın halifeliği de, onun
yeryüzündeki egemenliği ile alakalıdır.
Kur'an'ın hakimiyetin Allah'a
ait olduğunu bildirdiği "Hüküm ancak
Allah'a aittir" (Îni'l-Hukm'u illa Lillah) [955]
ifadelerinde yer alan 'hüküm', Allah'ın mutlak egemenlik alanına giren
olaylarla ilgilidir. Bu ifadelerin kullanıldığı bağlamlar dikkate alındığında,
azabın bir an önce kendilerine gelmesini isteyenler, [956]
ibadet edilen ve tapılan putların kendilerinin ve kendilerinden öncekilerin isimlendirmeleri
olduğu,[957]
Yakub'un çocuklarına tavsiyeleri sırasında Allah'ın hüküm vermesini [958]
ifade ettiği görülmektedir. Dolayısıyla bu anlatımlar, Allah'ın mutlak hüküm
verici olarak onun hakimiyet alanına giren olaylar ile ilgilidir, insanın
hakimiyet alanı ise, kendi yaratılış nitelikleri doğrultusunda, kendi akli
düşüncesi ve vahyi dikkate alarak, varoluşunu devam ettirmek için kendisiyle
ilişkili alanlarda olgusunu biçimlendirmesini ifade eder.
b.
Müslüman coğrafyanın pek çok yerinde, ötekini dışlayıcı bir tutum olarak
"tekfir' sloganının çok sık olarak kullanıldığı görülmektedir. Bununla birlikte,
tekfirin bazı dinsel sivil toplum örgütlerinin ismi olarak dahi
kullanılmaktadır. [959]
Tekfir, en genel anlamda, bir taraftan mensubiyet diğer taraftan da dışlamayı
ifade eder. Bu sloganı kullanan kişiler, kendilerinin belirli bir dinsel yapıya
mensup olduklarını, diğerlerinin ise bu yapının dışında yer aldıklarını ifade
ederler. Bu şekilde tanımladığımız ötekini dışlayıcı tavrın, bazı hadislerde de
var olduğu görülmektedir. Bu hadislerde, bazı fiil ve davranışlarla ilgili
olarak, Hz. Peygamberin bu fiil ve davranış sahiplerini dışladığı ve 'bizden
değildir' veya 'bizim mescidimize yaklaşmasın' şeklinde nitelemelerde bulunduğu
rivayet edilmektedir. Hz. Muhammed'in tebliğci ve açıklayıcı olması nitelikleri
dikkate alındığında, onun insanları dinden dışlayan ve uzaklaştıran bir yöntemi
benimsemeyeceği açıktır. Çünkü, elçinin en temel vazifesi dini ve vahyi tebliğ
etmektir. Bu görev de, dışlayıcı tavırlar yerine kuşatıcı tavırların
benimsenmesini gerekli kılmaktadır.
Müslümanların benimsediği
'tekfir' tavrına Kur'an açısından baktığımızda, bu tavrın yanlış olduğu ve en
azından Kur'an anlatımlarıyla paradoks oluşturduğu görülmektedir.
"Size selam verene dünya hayatının geçici menfaatine göz dikerek 'sen
mümin değilsin' demeyin" [960]
ayetinde, kişilerin kendi beyanlarına aykırı olarak onların mümin olmadıkları
şeklindeki nitelemelerin, insana ait bir niteleme olarak onun yetki alanına
girmediği ifade edilmiştir. Çünkü iman, kişinin kendi seçimi ve davranışı
olduğu gibi, küfür de kişinin kendi seçimi ve davranışı, iman bir yaşam tarzı
olduğu gibi, küfür de bir yaşam tarzıdır ve insanlar ancak fiil ve davranışları
itibarıyla inançsal nitelemeleri hak ederler. Dolayısıyla bir kimsenin mümin ve
kafir olarak
nitelenmesinde belirleyici unsur, kişinin kendi fiil ve davranışlarıdır.
Bununla birlikte, günümüz olgusundaki tekfir tavrı, bu nitelemeyi yapan kişinin
kendi din anlayışına dayanmaktadır. Geleneksel kelam ekollerinin 'kurtuluşa
eren fırka' ve 'bidat fırkaları' belirlemelerinde kıstas olarak belirleme
konumundaki kişinin kendi din anlayışları rol oynadığı gibi, bu tavır açısından
da kafir, kendi din anlayışını benimsemeyen kişileri ifade etmektedir.
c.
Günümüzde slogan olarak kullanılan bir diğer akâid de Allah'ın yüceliğidir.
Müslüman coğrafyanın pek çok yerinde, kitlelerin hep birlikte, "Allah'a
Ekber" ifadesini seslendirdikleri görülmektedir. Kur'an'ın "Allah'ı çokça yüceltin" [961]
(tekbir) ayeti, bu önermenin kitlesel bir söylem olarak ifade edilmesini
emreden bir içeriğe sahip değildir. Bunun anlamı, Allah'ın yaratmadaki hikmeti,
insana verdiği nimetler, kulları arasındaki adalet vs. sıfatları ve insanla
ilişkili fulleri itibarıyla onun yüceltilmesidir. Allah'ı yüceltmek, ancak
inanan insanın fiil ve davranışı ile onu yüceltmesi, fiilleriyle bu yüceliğe
işaret etmesidir. Allah'ın, insanların pratik hayatta adalet, hak, eşitlik,
doğruluk vs. davranışlar ile pratik hayatta yüceltilmesi, sözle yüceltilmesinden
daha işlevseldir. Bununla birlikte bu önermenin, işgal edilen topraklarda,
işgale karşı bağımsızlık mücadelesi verdiği ortamlarda, insanların
birlikteliğini sağlayan bir işlevde bulunduğu doğrudur. Fakat aynı yapının
geçerli olmadığı ortamlarda, Allah'ın sözle yüceltilmesi şeklindeki tavırlar,
yüceltmeyi davranışa değil de söze indirgediğinden, söz konusu ayetin ifadesinin
dışında bir tavırdır.
d. Ülkemizde
çok sık kullanılan 'şehitler ölmez'
sloganı da, insanın ontolojik yapısı hakkında geliştirilen tezlerle
bağlantılı bir akâiddir. Bununla birlikte, bu akaid, gerçekte, Kur'an
ayetlerinden çıkarılan bir ilke değildir. Şehitler hakkındaki dinsel inanışlar,
vatanın bölünmezliği ilkesinin kendisine bağı olduğu bir ilke olarak
kullanılmaktadır. Her şeyden önce bu sloganda yer alan 'vatanın bölünmezliği'
ilkesini, çağdaş teolojilerin desteklemesi gerekmektedir. Çünkü, dinsel akaidin
gerçekleştirilmesi ve hükümlerinin uygulanması, insanın üzerinde egemenlik
kurduğu toprak parçasına yani vatana bağlıdır.
Fakat vatanın bölünmezliği, insanların fikir ve eylem özgürlüğü ihlal
edilmeden, vatan birliği şuuru oluşturmak, tevhidi de fiili bir tevhid olarak
olguda uygulamakla sağlanabilir. Bu sloganda yer alan 'şehitler ölmez' ifadesi,
geleneksel teolojinin "ölümsüzlük" anlayışlarına uygun olarak
şehitlerle ilgili yorumlarına dayanmaktadır. Ruhun ölümsüzlüğünü kabul eden
teolojik söylemler açısından, ölümsüzlük anlayışlarının kanıtlanmasında akli
delillerin yanı sıra en çok ön plana çıkan argüman, "şehitlere ölüler denmemesi" [962] ve
"onların Allah katında
rızıklandıklarını "[963]
bildiren ayetlerdir. Ruhun ölmezliğini kabul edenler şehitlerin ölmediklerini
belirterek, bunu bütün insanların ölmediklerini kanıtlamakta kullanırlar. Bu
anlatım, şehitlerin gerçek manada ölmedikleri şeklinde anlaşılacak olursa,
bunun onlar için bir istisna olmasını gerekir. Çünkü, Kur'an diğer insanların
ve hatta peygamberlerin de
öldüğünü ve onlara ölüler
denilebileceğini belirtir. [964]
Nitekim, bu istisnanın genel olarak şehitler için olduğunu kabul edenler olduğu
gibi, ayetin bağlamını dikkate alarak sadece Uhud şehitleri için olduğunu ileri
sürenler de vardır. [965]
Fakat, şehitler hakkındaki bu belirlemenin sadece belirli bir savaşta şehit
olanlar hakkında olması anlamsızdır. Çünkü, şehit ismini kazanmayı gerektirecek
fiilin gerçekleşmesi, aynı hükmün, bu fiili işeyen herkes hakkında geçerli
olmasını gerekli kılar.
Bu ayetin yer aldığı pasajın
analizi, bu anlatımın gerekçelerini açıkça ortaya koymamıza imkan verecektir.
Bilindiği gibi Müslümanlar kendilerine karşı saldırgan tutum izleyenlere karşı
ilk olarak Bedr savaşında karşı karşıya gelmişlerdi. Gerek bu savaşta gerekse
diğer savaşlarda mağlubiyet psikolojisinin giderilmesi için ilahi mesaj
şehitlerle ilgili iki belirlemeyi aktarır. Bunlardan birincisi, "Allah yolunda öldürülenler için ölüler
demeyin. Bilakis onlar diridirler fakat siz hissedemediniz" [966]
ayetiyle şehitlerin ölüler olarak adlandırılmaması gerektiği, diğeri de "Allah yolunda öldürülenleri ölüler sanma.
Aksine onlar Rableri katında diridirler. Rableri katında rızıklanmaktadırlar"
[967]
ayeti ile de onların Rabb'leri katında rızıklanacaklarıdır. Onlara ölüler
denmemesi, onların fiillerinin yüceliğine ve savaştan geri kalanlarla onların
aynı saygınlık mertebesinde olmadıklarının vurgulanması suretiyle onların
taltif edilmelerine işaret eder. Bununla birlikte, onların ölümleri ile diğer
insanların ölümleri arasında, bir mahiyet farklılığından söz edilemez. Her
şeyden önce onların savaşta öldürülmelerini ifade için "katele" fiili
kullanılır. Bu fiil dışarıdan bir etki sonucu öldürme olayının gerçekleşmesini
ifade eder. [968]
Savaş dışında kati edilerek
öldürülen insanlar ile savaşta kati edilen insanların ölümleri arasında mahiyet
farkı yoktur. Aynı şekilde onların yaşamlarındaki mahiyetleriyle diğer
insanların yaşamlarındaki mahiyetleri arasında bir ayrıma gitmek imkansızdır.
Onlar, bu öldürülmelerinden önce diğer insanlarla aynı yaşam kanunlarına tabi
olmuşlardır. Fakat onların ölüler olarak nitelendirilmemelerinin nedeni,
şehitlerin bu fiillerinin yüceliğidir. Onların Allah katında rızıklandıklarının
belirtilmesi, onların gerçek manada ölmediklerini ifade etmez. Çünkü
gerçekleşmesi kesinlik arz eden olayların, Kur'an'da, geçmiş ve şimdiki zaman
kipiyle anlatıldığına dair çok örnek bulmak mümkündür. Aslında bunun manası
"onlar ahirette rızıklanacaklardır" şeklindedir. Dolayısıyla bu
ayetlerdeki şehitlerle ilgili anlatımların psikolojik olarak anlaşılması daha
tutarlı bir anlayıştır. Şehitlerin ölü olmadıkları kabulünün diğer bir
yansıması ise, şehitlerin ruhlarının yeşil kuşların kursaklarında olduğuna dair
hadislerde kendisini gösterir. [969]
Muhtemelen bu anlatımlar cahiliyye döneminde yer alan ölen kimsenin ruhunun
kuşa
dönüşmesi şeklindeki inançların, şehitler bağlamında canlanmasıdır. Şu halde,
şehitlere yaşıyor olması, onun ölümlerinin diğer insanların yani ümmetin
yaşamsı anlamına geldiğinden, şehitlerin hissedilemeyen bir canlılık ile yaşam
sürmeleri, olsa olsa mecazi bir anlam ifade etmektedir.
4. Akaidin
Sloganlaşmasına Etki Eden Faktörler
Akaidin sloganlaşması şeklinde
günümüz Müslümanının olgusunda ortaya çıkan eğilimin, tarihsel kökleri
mevcuttur. Bu tarihsel kökler hala daha günümüz Müslümanının inanç biçimlerini
oluşturmaktadır. Bununla birlikte, akaidin sloganlaşması olgusunun oluşmasında
bazı faktörlerin etkili olduğunu görmekteyiz. Bunlar da; geleneksel iman
anlayışları, siyasi otoritelerin uygulamaları ve olgudaki başarısızlıklardır.
Geleneksel
İman Anlayışları
Geleneksel kelam ekollerinin
çoğunun iman anlayışları, akaidin sloganlaşması olgusunun ortaya çıkmasında
etkili olmaktadır. Bu ekoller açısından iman, kalb ile tasdik ve dil ile ikrar
veya sadece bilgiden (ma'rife) ibarettir. [970] İman
kalb ile tasdik ve dil ile ikrar veya bilgi olunca, pratiğe ait uygulamalar
imanın içerisinde yer almamaktadır. Bu anlayışlar açısından akâid, kalbin salt
doğrulamaya dayanan fiilinin nesnesi ve dilin eylemidir. Dolayısıyla bir
kitlenin olgusunda ortaya çıkan önceden benimsenen akaide ve dine aykırı dahi
olsa olumsuzluklar, insanın imanına ve inancına zarar getirmemektedir. Bu
anlayışlar açısından akâid önermelerinin nicelik olarak fazlalığı, imanın
kuvvetlenmesinin bir göstergesi sayılmıştır. Buna bağlı olarak çeşitli
asırlarda ortaya çıkan sufi öğretilerde, zikir Allah'ı hatırlama ve onun
emirlerine uygun hareket etme" şeklinde Kur'an'a dayanan anlamından
çıkarılıp, sözlü olarak Allah'ı hatırlamak veya onun adını anmak şekline
dönüşmüştür. Bu durumda Allah'ı anma (zikr), olguyu Allah'ın emirlerine ve
isteklerine uygun olarak düzenlemek şeklindeki niteliksel çokluğu değil, dil
ile onun adını söylemeye dayanan niceliksel çokluk olmaktadır. İmanı amel değil
de söz olarak kabul eden ve onu olguda işlevsel olmanın dışına iten her iman
anlayışı sloganlaşmaya zemin oluşturmaktadır.
Akaidin, toplum davranışlarına
yön veren ve olguda bir işlev gören konumundan çıkarılması, bu akaidin belirli
bir içerikten yoksun önermeler haline gelmesi demektir. "Allah
vardır" şeklindeki bir akâid önermesi, olguda Allah var olduğu sürece bir
değer kazanacaktır. Bu, Allah'ın zaman ve mekan olarak olguda var olması
anlamında değildir. Bunun anlamı, adalet, eşitlik, özgürlük, düzen şeklindeki
insana ait davranışların toplumda var olmasıdır. Bu davranışların Allah ile
ilişkili olması, bunların temel dinamiklerini Allah'ın belirlemiş
olmasındandır. Nitekim, pratik içeren ibadetlerin de, toplumsal işlevi vardır.
Bu ibadetler genel dinsel yaşayışın bir parçası olarak ahlak ve davranışın
oluşmasına yardımcı olurlar. Örneğin, "Namaz
insanı kötü ve hoş karşılanmayan fiillerden alı koyar" [971]
ayetinin ifade ettiği şekilde namazın genel dinsel yaşam tarzı içerisindeki
fonksiyonu, insanın kötülüklere yönelmesini engellemektir. Dolayısıyla namaz,
salt Allah'ın rızasının kazandıran bir eylem değildir. Buna bağlı olarak
yolsuzlukların,
adaletsizliklerin
ve düşünceye baskının var olduğu, buna karşılık hakkın, eşitliğin ve özgürlüğün
var olmadığı toplumlarda "Allah vardır ve adildir" önermesini
haykırmak, olsa olsa bir fantezidir. Ahirette inanan her bir erkeğe yetmiş
hurinin verileceğini tahayyül eden bir toplumda, kadın haklarından bahsetmek ve
bunu gerçekleştirmek bir ütopyadır. Bu bağlamda şunu söylemek mümkündür: Olguda
fiil ve davranış olarak karşılığı olmayan herhangi bir akâid mevcut değildir.
Siyasi
Otoritelerin Tavrı
Hz. Muhammed'in vefatından
sonra ortaya çıkan siyasi otoritelerin, dört halife devri dışarıda tutulacak
olursa, dini siyasallaştırdıkları söylenebilir. Bu siyasallaşma tarih sürecinde
devam ettiği gibi, günümüzde de gerek iktidar ve gerekse muhalefet tarafından
devam ettirilmektedir. Örneğin, günümüz siyasi otoritelerin "hakimiyet
milletindir" önermelerini olguda gerçekleşmeyen bir slogan olarak kullanmaları,
"hakimiyet Allah'ındır" önermesinin de sloganlaşmasına imkan
vermiştir. Bu otoriteler açısından hakimiyet hiçbir zaman millete verilmemiş,
belirli guruplara verilmiş, ve millet başkalarının hakimiyetinin meşru
kılıcıları olmuştur. "Hakimiyet Allah'ındır" önermesini kullanan
guruplar da, Hakimiyeti Allah-insan arasındaki aracılara vermişlerdir.
Dolayısıyla farklı kesimler hatta çoğu kere de karşıt kesimler tarafından
hakimiyetin yasallaştırılması bağlamında kullanılan her iki önerme de, gerçek anlamlarının
dışında kullanılmaktadır.
İki tür yönetimde akaidin
sloganlaşması olgusu ortaya çıkmaz. Bunlar da, dinin otorite üzerinde etkili
olduğu toplumlar ve baskıcı ve totaliter yönetimlerdir. Akaidin sloganlaşması
olgusunun dinin otorite üzerinde etkili olduğu kitlelerde ortaya çıkmaması,
siyasi otoritenin dinsel kurumların görüş ve hassasiyetlerine uygun olarak
hareket etme yani dinsel kurumların siyasi otorite üzerinde baskı
oluşturmasından kaynaklanır. Örneğin, kilisenin siyasi otoriteler üzerinde
baskın olduğu batı toplumlarında, dinsel olanı temsil eden kilisenin pek çok
isteğinin otoriteler tarafından yerine getirilmektedir, 'insan klonlaması'na
karşı çıkan kilise bu görüşünü siyasi otoritelere iletmekte ve onlar üzerinde
baskı oluşturmaktadır. Dolayısıyla bu uygulama karşısında Hıristiyanlığın
yaratılış ile ilgili akaidinin bir slogan olarak kullanımı söz konusu
olmayacaktır. Totaliter rejimlerde ise, kitlelere ait bir akâid olmadığından ve
bütün akaidi otoritenin kendisi belirdiğinden akaidin sloganlaşması olgusu
ortaya çıkmamaktadır. Burada akaidi sloganlaştıran halk değil, otoritenin
kendisidir. Çünkü burada tek bir akâid vardır, o da kralın akaididir. Düşünce
ve eylem özgürlüğünün olduğu toplumlarda akâid, olgudaki işlevini hiç baskıyla
karşılaşmadan gerçekleştireceğinden, akaidin slogan olarak kullanılması
olgusuyla karşılaşılmaması mümkündür.
Olgudaki
Başarısızlığın Teoriyle Örtülmesi
Günümüzde inanan insanların ve
bunların oluşturdukları teşekküllerin, gelişmiş batı uygarlığı karşısında gerek
teknolojik ve gerekse bilgi olarak başarısızlığa düştükleri bir gerçektir.
İslam dünyası dışında yapılan tahlillerde, İslam dünyasındaki bu başarısızlığın
nedeni olarak, genelde 'din' referans olarak gösterilmektedir. Bu nitelemeye
karşılık olarak gelişen savunma mekanizması sırasında, geçmişteki ilerlemişliğimiz
veya Kur'an referans gösterilmektedir. Buna bağlı olarak Kur'an, olguya yön
veren ilahi mesaj olma niteliğinden soyutlanarak, içerisinde sayısız mucizeler
olan bir kitaba dönüştürülmektedir. Son dönemlerde, Kur'an'da
mucizeler arayışı bu toplumsal psikolojiden kaynaklanmaktadır. Batı toplumları
bilimi üretirken ve kendi yaşamlarının her alanında uygularken, doğu toplumları
çeşitli bilimsel gerçekliklerin Kur'an'da var olmasını slogan olarak
kullanmaktadırlar. [972]
4. Sonuç
Akâid, olguda işlevi olamayan
teoriler olarak algılandığı sürece, akaidin sloganlaşmasının her kitlede var
olması mümkündür. Çağdaş teolojinin akaidin sloganlaşmasının önüne geçmesi
mümkündür. Bunun için de geleneksel iman anlayışlarının terk edilmesi, akaidin
önermelerle ifade edilen salt bir teori olarak biçimlendiren anlayışlara karşı,
olguda işlev gören bir akâid sisteminin yeniden oluşturulması gerekir. [973]
GELENEKSEL
İNANÇLARI BAĞLAMINDA TÜRKİYE'DE GAYRI SÜNNÎ KESİMLERİN
İNANÇ
PROBLEMLERİ
Dr. İlyas Üzüm [974]
Batı dünyasında rönesans ve
reform hareketleriyle başlayarak, önceleri kilisenin dogmalarına karşı bir
başkaldırı niteliğinde iken zamanla, dinin yol göstericiliğini reddedip insanın
mutluluk ve ilerlemesinin akıl ve bilimle gerçekleşebileceği anlayışının adı
olan "aydınlanma" ve bu anlayışın hakim olduğu dönem diye tanımlanan
"aydınlanma çağı"nda materyalizm, pozitivizm ve Darwinizm'in
gelişmesine paralel olarak bütün metafizik değerler ciddi biçimde zarar görmüş,
"kutsal" bütünüyle bir inkar perdesine sarılmasa bile hem önemli
ölçüde etkisîzleşmiş hem alam daraltılmış, ismi ve mahiyeti ne olursa olsun
bütün dinler önemli güç kaybına uğramıştır. Bu dönemde fiziki dünyaya ait bütün
bilgiler metafizik bağlam dikkate alınmaksızın gizli ya da açık bir inkarcı
tavır içinde yorumlanmış, inkarcı nitelikteki bu yorumlardan beslenen birtakım
fikri ya da felsefi akımlarla, bütün ilahi dinlerin temel zeminini teşkil eden
"ulûhiyet" anlayışı yıkılmaya çalışılmıştır. Bu çabalar, tabii olarak,
inanç değerleri ve bu değerler üzerine kurulan amelî hayatla ilgili bütün dinî
çevrelerde birçok problemin teşekkülüne yol açmış ve bunlar etrafından geniş
tartışmalar gelişmiştir. Hiç şüphe yok ki İslâm dünyası da bu problem ve
tartışmalarla yüz yüze gelmiş, İslâm'ın gerek inanç sistemine gerekse ibadet,
hukuk ve ahlak yapısına yönelik bir dizi problem ortaya çıkmış ve müslüman
bilginler zorunlu olarak bu problemlerle uğraşmak durumunda kalmış ve kalmaya
devam etmektedir.
Modern çağda ortaya çıkan bu
problemler şiddet derecesi ve yaygınlık oranı itibariyle bölgeden bölgeye bazı
küçük farklılıklar taşımakla birlikte, genel karakteri itibariyle bütün İslâm
dünyasını etkilemiştir. Ancak bölge farkına dikkat çekmeksizin yatay anlamda
bir mukayese yapıldığında, bu etkilenme Sünnî çevrelere göre gayr-ı Sünnî
çevrelerde daha belirgin, daha kolay izlenebilir ve daha güçlü şekilde kendini
hissettirdiği görülmektedir. Bu tebliğde Türkiye merkezli olmak üzere gayr-ı
Sünnî çevrelerdeki inanç problemlerine genel bakış yapılarak, daha çok onların
kendi özel durumlarından kaynaklanan çelişki, sıkıntı ve problemlerine
değinilecektir.
İslâm dünyasında olduğu gibi
Türkiye'de müslüman nüfusun %90'ı civarı Sünnî olup kalanları % 6-9 civarında
Alevî, % 1 civarında Ca'ferî, % l'den daha az Nusayri, çok daha küçük bir
oranda da Yezidî'dir. Burada nüfus oranlarındaki sıra dikkate alınarak adı
geçen grupların inanç problemleri yansıtılmaya çalışılacaktır. [975]
1. Dinî Ve Tasavvufî Yönüyle Eriyen, Sosyal
Ve Kültürel Yönüyle Kısmen Başkalaşarak Devam Eden Kesim: Alevîler
Türkler'in uzun asırlardan beri
yaşadığı geniş coğrafî alanda vaktiyle varlığını sürdürmüş olan muhtelif dinî
inanç ve anlayışlarla birtakım İslâmî inanç ve yaklaşımların bir tür
karışımından ibaret olan Alevîlik, bütün abartılı oran ve rakamlar bir tarafa %
6-9 oranında bir nüfus potansiyeline sahiptir. Kabaca 4-6 milyon gibi bir
rakama tekabül eden bu kesim [976]
Türkiye'de gayr-ı Sünnî oluşumun en büyüğünü teşkil etmektedir. Son yıllarda
nüfusları, örgütlenmeleri, talepleri ile ilgili olarak Türk kamouyu gündemine
sıklıkla gelen ve 1980, özellikle de 1990'lardan sonra haklarında çok sayıda
yayın yapılmış olan Alevîliğin kendi aydınları, yerli ve yabancı araştırmacılar
tarafından ortaya konmuş olan birçok probleminden söz edilebilir [977].
Adı geçen anlayışın doğrudan inanç alanında yaşadığı problemler Alevîliğin
mahiyeti çerçevesinde baş gösteren problemler, Alevî inançlarıyla ilgili
problemler ve Alevî ibadet-erkan anlayışıyla ilgili problemler olmak üzere üç
ana başlık halinde yansıtılabilir: [978]
A) Alevîliğin Mahiyeti İle İlgili
Problemler
X. yüzyılda göçebe Türkler'in
İslâm dinini benimsemesiyle başlayıp günümüze kadar devam eden on asırlık
tarihi süreç içinde eski dinî inançlar, İslâm diniyle ilgili anlayışlar,
bilahare, Hurufilik, son olarak da yüzeysel nitelikte Oniki imam Şiîliği'nin
"karma" bir yapısından ibaret olup Kalenderîlik, Vefâilik, Haydarîlik
ve Yesevîlik adlarıyla anılmış olan, XV. yüzyılın sonlarına doğru Bektaşîlik ve
Kızılbaşlık diye ikiye ayrılarak varlığını devam ettiren ve bugün her iki
kesimi ifade etmek üzere Alevî tabirinin kullanıldığı bu yapı, genel karakteri
itibariyle İslâm'a samimi biçimde intisap vurgusu yapan, ancak yaşanan tarihi
ve sosyolojik şartlar dolayısıyla kitabî İslâm'ı hem inanç hem amelî hayat itibariyle
öğrenme, hazmetme ve hayata geçirme imkanı bulamayan "gayr-ı Sünnî,
yüzeysel biçimde batını, galî Şiî anlayışlara sahip, hakim rengi itibariyle
tasavvufi bir özelliğin" sahibidir.
Genel karakteri bu olan
Alevîlik'in gerçek anlamda mahiyeti ve İslâm diniyle ilişkisi konusunda Alevî
aydınlar arasında çok çelişki anlayışlar doğmuş ve büyük problem ve polemikler
yaşanmaya başlanmıştır. Alevî aydınları arasında yapılan bir çalışmada, bu
çerçevede, birbiriyle tezat arz eden birçok görüş belirlenmiş olup bunların
belli başlıları şöyle sıralanmışür:
aa)
Alevîlik bağımsız bir dindir,
bb)
Alevîlik Zerdüştîliğin uzantısıdır,
cc)
Alevîlik Oniki imam Şiîliği'dir,
dd)
Alevîlik heterodoks bir İslâm'dır,
ee)
Alevîlik kısmen İslâm içi, kısmen İslâm dışıdır,
ff)
Alevîlik İslâm dininin özüdür,
gg)
Alevîlik İslâm'ın Anadolu yorumudur,
hh)
Alevîlik ilahilik ve irfanîlik bütünüdür,
ii)
Alevîlik bir yaşam
biçimidir,
jj)
Alevîlik toplumsal bir başkaldırıdır,
kk)
Alevîlik komünist kavramlar içeren bir öğretidir,
11)
Alevîlik materyalist bir anlayıştır [979].
Alevîliğin mahiyeti ile ilgili
aydınlar arasında gerek temel karakteri gerekse İslâm'la ilişkisi bakımından
birbiriyle taban tabana zıt olan bu görüşler Alevî topluma da yansımış ve büyük
bir kafa karışıklığına yol açmıştır. Bir tarafta Alevîliğin ayrı bir din
olduğu, başka bir tarafta Alevîliğin materyalist bir dünya görüşü olduğu
yaklaşımları; diğer taraftan onun İslâm'ın özgün yorumu olduğu ya da İslâm dışı
olduğu yaklaşımları hiçbir şekilde birbiriyle telif edilebilir görüşler
değildir. Bu noktada Alevîliğin mahiyeti ile ilgili bu uzlaşmaz yaklaşımlar
Alevîliğin bundan sonraki durumu için de tek yönlü bir tahminde
bulunulamayacağını ortaya koymaktadır. Sadece aydınlar bakımından değil geçmiş
ve geleneğini sorgulayan bütün Alevîler için bu problemin tarihi kaynaklar
çerçevesinde çözülmesinin hayati önemi haiz olduğu belirtilmelidir.
Diğer taraftan bu problemle
ilgili olarak Alevîliğin "kendinde ne olduğu", başka bir ifadeyle
onun müstakil bir din mi, yoksa bir dinin içinde alt oluşum mu olduğu sorusu;
eğer İslâm içinde bir oluşum ise bu takdirde onun bir mezhep mi yoksa tarikat
mı olduğu; İslâm içinde bir mezhep yahut tarikatsa İslâm'ın ana kaynağı Kur'ân
ile irtibatının geçmişte nasıl bir özellik arz ettiği sorularının cevabı önem
taşıyıp bunların doğru, açık ve anlaşılır biçimde ortaya konması gerekir; aksi
halde bu çerçevedeki problemler yeni problemlerin doğmasına yol açacak ve
sorunlar katlanarak devam edecektir. [980]
b) Alevî İnançlarıyla İlgili Problemler
Alevîliğin inanç yapısı, belli
başlı inanç ilkeleri ve bu ilkelerin kaynağı ile ilgili olarak bugün Alevî
toplumu birtakım önemli problemlerle karşı karşıya bulunmaktadır. Hiç şüphesiz
bu problemlerin kaynağında -eğer bu terim kullanılacaksa-Alevî teolojisinin
temel özellikleri yatmaktadır. Bu alanda önemli araştırmaları bulunan Ahmet
Yaşar Ocak'ın belirttiği üzere [981]
Alevî teolojisinin dört temel özelliği vardır:
a)
Ortaya çıkışı itibariyle diğer kelamı mezhepler gibi birtakım teolojik
tartışmaların ürünü olmayıp sosyo-ekonomik ve siyasi şartların tabii seyriyle
oluşan bir yapı arz etmesi,
b)
Orta Asya'dan Balkanlar'a, X. yüzyıldan zamanımıza kadar uzanan mekan ve zaman
boyutlarında bütün bu mekanların inanç ve kültürlerinden izler ala ala gelişmiş
"senkretik" bir özellik taşıması,
c)
Baştan beri şifahi ve mitolojik teoloji olduğu için işlenmiş, sistematik ve
kitabi bir yönünün bulunmaması,
d)
Nisbeten gizli olması sebebiyle açık ve net kavramlar kullanmayıp sembolist ve
koyu mistik bir hususiyet sergilemesidir. Bu temel özellikler dikkate alınarak
bugünkü Alevî toplumunun karşılaştığı problemler şöyle sıralanabilir: [982]
ba) Kaynak Problemi
Bugünkü Alevî toplumunun bu
noktada içinde bulunduğu problemler ilki yazılı, ikincisi sözlü kaynaklar olmak
üzere ikiye grupta incelenebilir. Bilindiği gibi Alevîliğin yazılı kaynakları
menâkıbnâmeler (daha çok Bektaşîler'de), deyişler ve Buyruk olmak üzere başlıca
üç madde halinde sıralanabilir. Ancak inanç konularının dağınık biçimde yer
aldığı bu kaynaklar hem sistematize edilmiş olmaktan uzak,
hem de birbirleriyle ilişkileri bir tarafa, kendi içinde bile önemli çelişkiler
arz eder durumdadır. Söz gelimi, Hacı Bektaş Veli menâkıbnâmesinde bir taraftan
ruh göçünü (tenasüh) çağrıştıracak yaklaşımlar varken diğer tarafta kıyamet,
mahşer gibi bu anlayışla çelişkili yaklaşımlar bulunmaktadır. [983]
Keza deyişlerde de aynı çelişkili yaklaşımlarla karşılaşılmaktadır. Mesela,
deyişleri en çok ezberlenen ozanlardan Pir Sultan Abdal dizelerinde Kur'ânî
ulûhiyet kavramına uygun olarak Tanrı'nın aşkınlığından ve birliğinden
bahsederken sınırlı yerlerde Hz. Ali'yi Tanrılaştıran dizelere de yer verir [984].
Aynı özellik bir dereceye kadar Buyruk'ta da kendini gösterir. Eserde aşkın bir
Tanrı telakkisi hakim olmakla beraber Ali'nin Tanrısallığını çağrıştıran
ifadeler de yok değildir [985].
Netice itibariyle bütün bunlar göz önüne alındığında günümüzde Alevî toplumunun
yazılı kaynak konusunda nasıl problemlerle karşı karşıya olduğu kolayca
anlaşılabilir.
Benzer problemler Alevîlik'te
daha merkezi bir konum taşıyan sözlü kaynaklarda da kendisini gösterir.
Geleneğin sözlü kaynakları pir adı verilen dedelerdir. Dedelerle konuşulduğunda
yahut eser yazanların kitaplarına bakıldığında ortak sayılabilecek geniş bir
yelpazenin bulunduğu görülmekte birlikte, en temel iman konularında bile yer
yer çok ciddi çelişkilerin bulunduğu vakıasıyla karşılaşılır. Söz gelimi, Ali
Ozsoy dede kendisiyle yapılan bir görüşmede metafizik anlamda Tanrı'nın
bulunmadığını, Kur'ân'ın Araplar tarafından uydurulduğunu, cennet ve cehennemin
mevcut olmadığını iddia ederken [986],
bir başka Alevî dedesi Ahmet Uğurlu insanın en büyük amacının Tanrı'nın
varlığına ulaşması olduğunu, öldükten sonraki dirilişte Allah'ın kullarına
yaptıklarının hesabını soracağını, Kur'ân'ın kutsal Hak kelamı olduğunu ifade
eder [987].
Gerek eserlerine yansıyan
gerekse konuşulduğunda fark edilen dinî önderlerin bu farklı ve çelişkili
yaklaşımları toplumdaki karışıklıkları artırmaktadır. Kendileriyle görüştüğümüz
bir grup Alevî genç, Alevîliği gerçek anlamda öğrenmek istediklerini, önce
muhtelif eserlere baktıklarını, fakat açık ve net bir tablo ile
karşılaşamadıklarını, bunun üzerine pirlerle görüşmeye karar verip değişik
pirleri dinlediklerini fakat tıpkı kitaplarda olduğu gibi onların sözlerinde
birbirini tutmayan farklı yaklaşımlar müşahede ettiklerini, sonunda da ciddi
anlamda kafalarının kanşması üzerine doğruya ulaşmak için bizzat kendilerinin
bir araştırma grubu oluşturduklarını belirtmişlerdir. [988]
bb) İnanç Esaslarıyla İlgili Problemler
Alevîler'in "İman esasları",
başka bir ifadeyle "iman prensipleri" nelerdir? Bu konuda bir liste
verilebilir mi? İfade edilmelidir ki gerek yazılı kaynaklarda gerekse sözlü
kaynaklarda genel kabul görmüş bir "inanç kalıbı" verilmiyor.
Araştırmacıların bu konudaki beyanları çeşitlilik arz etmekle birlikte, söz
gelimi, trene
Melikoff başlıca inançları Tanrı'nın Ali olarak insan suretinde görünmesi,
öldükten sonra ruhun yeniden bedene dönmesi ve -bazı bölgelerde- ruhun sürekli
göçü olmak üzere üç esas halinde verirken [989],
başka araştırmalarda kökenlerine işaret etmek suretiyle daha geniş bir yelpaze
çizilmektedir [990].
Burada teferruata girmeden, yaşanılan problemlere daha yakından işaret etmek
için genel İslâmî inançlardan "Allah inancı", önceki inanışlardan
alınan "ölüm sonrası hayat"la ilgili anlayışlar (ruh göçü gibi) ve
Şia'dan iktibas edilen "Oniki İmam" anlayışı üzerinde durulacaktır. [991]
al) Allah İnancı
Günümüz Alevî toplumunun inanç
konularında yaşadığı en büyük karmaşanın Allah inancıyla ilgili olduğu
söylenebilir. Bir tarafta Alevîlik içinde kalarak, hatta Alevîlik'ten hareket
ederek başta Hz. Ali olmak üzere Yunus Emre, Seyyit Nesimi, Şah İsmail gibi
Alevî büyüklerinin materyalist olduğunu ileri süren [992],
bir tarafta Tanrı kavramının Alevî edebiyatının merkezinde yer aldığını belirten
[993]
Alevî aydınlan toplumda büyük bir karmaşa meydana getirmişlerdir. Hiç şüphe yok
ki bu farklı anlayışların sebebi Alevî kaynaklarında Tanrı kavramının
müphemliği, yer yer çelişkili biçimde ifade edilmesi ve hiç değilse bilahare bu
müphem ve çelişkili bakışların belli bir sistem halinde işlenip ortaya konmamış
olmasıdır. Gelenekteki bu belirsizlik ve tutarsızlık tabii olarak bugünün Alevî
ileri gelenlerine de yansımış, birbirleriyle uyuşmayan yaklaşımlar
sergilenmiştir. Öyle ki zaman zaman bir Alevî aydının kendi içinde
yaklaşımlarında da bu belirsizlik ve tutarsızlık gözlenebilir olmuştur. Söz
gelimi, Tanrı inancı konusunda Alevî aydınlarından Rıza Zelyut, eserinin
"Alevîler'de Allah inancı" başlığında, Alevîler'de tek bir Allah
inancı bulunduğunu, bu inancın genel anlamda Sünnî inancına benzediğini, farkın
Tanrı'nın nitelikleriyle ilgili detaylarda kendini gösterdiğini belirtirken,
aynı başlıkta "Alevî düşüncesi Tanrı kavramının dünyacıl güçlerin
soyutlanması sonucu zaman içinde insanlar tarafından oluşturulduğunu sezgi
yoluyla kavramıştır" demek suretiyle bu kavramın "bilahare
oluşturulmuş bir kavram" olduğunu söylemiştir [994].
Belirtilen noktalar
çerçevesinde toplumun Allah inancıyla ilgili durumları şöyle işaret edilebilir.
Her şeyden evvel toplumda ciddi oranda aktif yahut pasif anlamda ateist vardır.
Yapılmış sağlıklı istatistikler bulunmamakla birlikte [995] bu
oranın Alevî dünyadan gelmeyen ateist yahut materyalistlerle
karşılaştırılamayacak kadar fazla olduğu söylenebilir. Kaldı ki Alevî dünyadan
gelmeyen ateistler tanrıtanımazlığa ait fikirlerini kendi kültürleriyle asla
ilişkilendirmezler. Oysa Alevî
kökenli
ateistlerin en azından dikkate değer bir bölümü bu görüşlerini Alevî
gelenekleriyle ilişkilendirmektedirler.
Diğer taraftan toplumun
çoğunluğunu teşkil eden teist Alevîlerin inandıkları Tanrı'nın mahiyeti ve
nitelikleriyle ilgili de farklılıklar vardır. Henüz rakamlara dayanan veriler
bulunmamakla birlikte, muhtelif yerlerde yaptığımız görüşmelerde bu kesimin yer
yer Kur'ân’î tanrı telakkisine paralel, yer yer de bununla çelişkili bir
anlayışa sahip oldukları müşahede edilmiştir. [996]
a2) Ölüm Sonrası Hayat
Alevî kaynaklardan
menâkıbnâmeler ile deyişlerde (Buyruk'un bu konuda biraz da farklı bir tutumu
vardır) ölüm sonrası hayatla ilgili belirsiz ve çelişkiler anlayışlar bugünün
Alevî dedeleri ve aydınlarında da kendini göstermiştir. Bu husus pek tabii
olarak halka da yansımış, halk bu konuda neye, nasıl, niçin ve ne şekilde
inanacağı konusunda bir boşlukla karşılaşmıştır. Bu boşluk kabir anlayışı,
kıyamet, haşir, ahiret, cennet ve cehennem konularında daha fazla öne
çıkmıştır.
Alevî anlayışta ölüm sonrası
hayatla ilgili belirsizlikler ve çelişkilerle birlikte kısmen yaygın
denilebilecek görüş, "öldükten sonra insanın yer yüzüne tekrar dönmesi,
ahiretin reddi, cennet ve cehenemin bu dünyada olduğu inancıdır",
denilebilir. Nitekim Alevî yazar Rıza Zelyut, "Alevî kitle genel olarak İslâm'ın
kabul ettiği cennet ve cehennem kavramını benimsemiştir. Ancak cennet ve
cehennemi, yorumlayarak, ölümden sonra insanın gideceği, hesap ve tartımdan
sonra kalacakları yer olmaktan çıkartarak dünyasal bir niteliği
büründürmüşlerdir" [997],"
der. Zelyut, ilgili başlıkta ruh göçünün gerçekliğine yahut Alevîler'in böyle
bir şey kabul ettiğine dair hiçbir işarette bulunmaz. Oysa bu anlayışın
Alevîlik'te hatırı sayılır bir yerinin olduğu bilinmektedir.
Günümüz Alevî toplumu
"ölüm sonrası hayat'la ilgili olarak bugün en az Tanrı anlayışı kadar
belirsizlik, karışıklık, bir bakıma da çaresizlik içinde bulunmaktadır. Alevî
halktan görüştüğümüz pek çok kişi İslâm'ın kıyamet, ahiret ve cennet-cehennem
yaklaşımlarına yakın olmak istiyorlar. Ancak bu konuda gelenekten ve dedelerden
beslenemediklerini kaydediyorlar. Ancak geleneğin ortaya koyduğu tablo da
kendilerini tatmin edici gelmiyor. Özellikle her türlü siyasi ve ideolojik
saplantıları bir kenara bakarak Alevîliği dinî bir öğreti olarak alıp o
dünyadan geldiği için kendi geleneklerini tanıyıp ona uymak isteyen insanlar
"ölüm sonrası hayat'la ilgili bu karışık, İslâm'ın genel ve açık
tutumlarıyla bağdaşmayan, ayrıca kendi his ve özlem duygularıyla da örtüşmeyen
anlayışlarda daha açık, aydınlatıcı İslâm'ın temel ruhuna uygun yaklaşımlar
arıyorlar. [998]
a3) Oniki İmam Anlayışı
Tarihi bakımdan Alevîliğin
Şiîlik'le ne zaman karşılaştığı, ondan hangi devirlerde neler aldığı ve ne
kadar aldığı gibi tartışmalar nereye varırsa varsın, netice itibariyle, bugün
Şiîliğin omurgasını teşkil eden Oniki imam Şiası ile Alevîlik arasındaki belli
inanç konularında benzerlik olduğu hemen göze çarpar. Ehl-i beyt anlayışı,
Oniki imamın isimleri, mehdi telakkisi, tevelli-teberri ile sır tutma anlamında
takiyye ilk akla gelen benzerlikleri teşkil eder. Bu inançlardan ilişkili
diğer inançlar konusunda da fikir vermek üzere Oniki imam anlayışına
değinilerek kendini gösteren problemlere işaret edilecektir.
İmamiyye Şiası'nda Hz. Ali'den
başlayıp sonuncusu Muhammed b. Hasan el-el-Muntazar olmak üzere sıralanan Oniki
imam isim olarak Alevîliğe de intikal etmiş, Alevîler deyişlerinde,
gülbanklarında ve niyazlarında Oniki imama atıf yapagelmişlerdir. Ancak Şia'da
masum da addedilen Oniki İmamın sözleri toplanmış [999],
duaları derlenmiş, hayatları ve manevi kimlikleri açık olarak ortaya konmuştur.
Yer yer sıhhati şüpheli ve abartılı rivayetlere de yer verilmiş olmakla birlikte
Şia'da adı geçen imamlar Kur'ân ve Peygamber'in sünneti merkezli bir anlayışın
açıklayıcısı olarak sunulmuştur. Alevîler ise gerek Hz. Ali gerekse diğer
imamlarla ilgili tasavvurlarını mitolojik karakterde şekillendirmişlerdir. Söz
gelimi, Hz. Ali "yol"da merkezî önemde bir şahsiyet olmasına rağmen
tarihi kişilik ve kimliğine göre Alevî geleneğinin yoğurup biçimlendirdiği
"mitolojik" bir kişiliğin sahibi olarak algılanmıştır. Keza altıncı
imam Ca'fer Sadık da tarihi kişiliğine uygun olarak değil mitolojik özellikte
algılanmıştır. Söz gelimi, yazılı literatürde kendisine aidiyetiyle ilgili en
ufak bir bilgi bulunmayan Buyruk gelenekte Ca'fer Sadık'ın sözleri olarak
algılanmıştır.
Burada işaret edilen vakıa
Alevî toplumunu iki problemle yüz yüze getirmiştir:
Birincisi Alevîliğin gerçekte
Hz. Ali ve imamlarla ilgisinin bulunmadığı ve dolayısıyla gerçekte onun ayrı
bir din olduğu iddialarıdır. Bu anlayışta olanlar Alevîler'in büyük tepkisi
çekmekle birlikte Ali'siz Alevîlik adıyla kitap bile kaleme almışlardır [1000],
ikincisi ise Alevîliğin gerçekte Oniki imam Şiîliği olduğu, zaman içinde
Osmanlı'lar'ın Bektaşîliği geliştirerek Alevîliği bu anlamda yozlaştırıp
muhtevasını boşalttıkları, dolayısıyla Alevîler'in yeniden kendini bulmaları
için Şia inançları ve Ca'feri fıkhına dönmeleri gerektiği iddialarıdır [1001].
Bu yaklaşımı sergileyenler Alevî muhitlerine yaklaşarak bazı Alevileri ikna
etmeyi başarmış, bu çerçevede Çorum'da ve İstanbul'da bazı cami camiler
açılmış, Ehl-i beyt vakfına destek verilmiş ve bir dizi faaliyet
başlatılmıştır.
Bu noktada, iki ayrı kanaldan
gelip toplumda birtakım soru işaretlerine ve ihtilaflara yol açan bu vakıa
bütünüyle etkili olamamış bulunmakla birlikte, bilhassa ikinci kanaldan gelen
teşebbüslerin henüz marjinal bir karakter taşımakla birlikte ısrarla ve
hassasiyetle mevcudiyetini sürdürdüğü görülmektedir. [1002]
c. Alevî İbadet Ve Adap-Erkan Anlayışıyla
İlgili Problemler
Alevîler'in ibadet anlayışı ile
tasavvufî nitelikteki adab-erkan anlayışı etrafında da yine inanca yönelik
uzantıları bulunan birtakım problemleri bulunmaktadır. Alevî gelenekte namaz,
oruç, zekat ve hac gibi temel İslâmî ibadetlere bakışın -genel görüntüsü
itibariyle- kitabî İslâm'dan uzak oluşu, dış çevreler bir tarafa, toplumun
kendi içinde de birtakım farklı anlayışlara ve karışıklıklara yol açmaktadır.
Toplumun genel tavrı gelenekle uyuşmakla beraber, içlerinde zaman zaman bu
konudaki Kur'ânî tavırla gelenekleri arasındaki farkı görüp bunları sorgulayan
kimseler yok değildir. Söz gelimi, Kur'ân'da açıkça yer alan,
Peygamber, Ehl-i beyt mensupları ve imamların yerine getirdiği muhakkak olan
ramazan orucunun geleneğe yansımamış olması vakıası karşısında şaşıran,
yadırgayan ve bu konuda sağlıklı bilgiler arayan birçok kimse bulunduğu bizzat
yaptığımız görüşmelerde ortaya çıkmıştır.
Diğer taraftan, Alevî
"yol"unun bir tür tasavvufî erkanı diyebileceğimiz ve az-çok bölgeden
bölgeye değişen görgü cemi, musahiplik, muharrem erkanı, dardan indirme erkanı
gibi Alevî ritüelleri toplumda büyük ölçüde terk edilmiş durumdadır. Hiç şüphe
yok ki bunun en önemli sebeplerinden birisi kapalı toplum modeline göre
teşekkül etmiş bu erkanın şehirleşme ile birlikte -tabii olarak- işlevini
kaybetmiş olmasıdır. Göçebe yahut yarı göçebe hayatı yaşayan bir toplumda
toplumun emniyeti, huzuru ve işbölümüne dayalı faaliyetlerin sürdürülmesi için
son derece önemli bir fonksiyon icra eden "sorgu cemi" modern hayata
geçişle birlikte bütün fonksiyonunu yitirmiş, sembolikleşmiştir. Keza işaret
edilen hayat tarzında çok önemli yararlılıkları bulunan "musahiplik"
akdiyle ilgili de elimizde güvenilir oranlar bulunmamakla beraber, bugün bu
akdi yaparların en azından şehirlerde, yok denecek kadar azaldığı muhakkaktır.
Sayıları günden güne artan cem
evleri geçmişte cem yapılan mekanlardaki dinî-tasavvufî fonksiyonu yerine
getirmekten çok toplumun sosyal kimliğini canlı tutmaya yönelik işlevler
görmektedir. Nitekim işaret edilen yerlerde yapılan cem toplantıları da -hem
bizzat müşahedemiz hem de Alevî dinî önderlerinin beyanı ile-otantik
nitelikteki dinî meclisler olmayıp sembolik karakterde toplantılardan
ibarettir.
Son olarak şu da
belirtilmelidir ki günümüzde Alevî kitlenin büyük çoğunluğunun geleneksel
ritüelleri yerine getirme konusundaki "gevşekliği" başka sebeplerin
yanında, yukarıda bir kısmına işaret edilen genel Alevî inançlarına yönelik
problemlerle de ilişkili görülmelidir. [1003]
2. Hakim İslâmî Anlayışla Çelişen
Noktalarda Keskînleşen, Keskinleştîkçe De Aşınan Kesim:
Ca'ferî Azeriler
Büyük çoğunluğu öteden beri
bölgede oturan, bir kısmı muhtelif tarihlerde kuzey ve güney Azerbaycan'dan
göçlerle gelen Azeri Ca'ferîler bugün Türkiye'nin Kars, Iğdır illerinin değişik
yerleşim merkezleriyle pek sınırlı olarak Ağrı'nın Taşhçay ilçesi ve birkaç
köyünde yaşamakta olup, 1960'lardan sonra bir kısmı batıya yapılan iç göçlerle
büyük şehirlerin değişik muhitlerinde hayatlarını sürdürmektedir. Toplam
nüfusları en çok bir milyon olduğu tahmin edilen adı geçen topluluğun Kars
merkez ilçede iki, Iğdır merkez ilçede 10 dolayında, Ankara'da iki, İstanbul'da
25 dolayında tamamen Ca'ferî fıkhına göre ibadet edilen camisi olup, köylerdeki
cami ve mescitlerle birlikte bu sayı daha artan bir yekûna ulaşır [1004].
Türkiye'deki Azeri Ca'feriler
bir taraftan dil ve kültürel olarak bölgesel uzantıları itibariyle Kuzey
Azerbaycan ve Nahçıvan'daki, bir taraftan aynı gerekçelerin yanında alimlerinin
son zamanlarda eğitim gördüğü yer olması bakımından İran'daki Ca'ferilik'Ie
ilişkili olmakla birlikte kısmen kendine mahsus özellikler
taşır. Son zamanlarda binlerce insanın katılımıyla Aşura günlerinde yapılan
matem programlarıyla medyada konu olan Ca'ferî Azeriler Alevî dedesi Fermam
Altun'un önderliğinde çalışmalarını sürdüren Ehl-i Beyt Vakfı'nın bazı
programları dolayısıyla [1005] da
gündeme gelmektedirler. Sayıları giderek artan camilerinden başka birçok yayın
evleri, tercüme ve telif eserleri, internette web sayfaları ve türlü sosyal
organizasyonları bulunan Ca'ferîler kendi inanç ve fıkıhları çerçevesinde dini
hayatlarını devam ettirmektedirler.
Burada, söz konusu kesimin
kendi içindeki gruplanmaları, bazı önemli konularda yaşadıkları dahili
ihtilaflar ve yeni yetişen kuşakların "dindarlaştırılmasına yönelik"
çabaları gibi konulara girmeksizin inanç alanında kolayca gözlemlenen açık,
dikkate değer bazı problemlerine işaret etmekle yetinilecektir. Toplum,
günümüzde, öteki dinî gruplar gibi dinî pratiklerin yaşanmasında gözle görülür
bir "gevşeklik ve ilgi azlığı" içindedir. Ancak toplumda bunu aşan
başka bir boyut vardır:
"Toplumun benimsediği
inançlarla hâkim İslâmî inançlardaki farklılıkların farkındalığı, sorgulanması
ve kısmen tereddütlere yol açması". Başka bir ifadeyle toplum, daha
doğrusu toplumda belli kesimler dinî inanç ve hayat adına önemsediği iman esası
ya da esaslarıyla, bazı amelî hususların İslâm toplumunun büyük çoğunluğunu
teşkil eden zümrelerde farklı olması karşısında birtakım sorunlarla
karşılaşmaktadır. Acaba kendileri mi haklı, müslümanların çoğunluğu mu,
Kur'ân'a bakıldığında hangi tarafın yaklaşımları daha sağlıklı, aklî ilkeler
bazında düşünüldüğünde hangi anlayış benimsenmeye daha uygun, keza tarihi seyir
kimin haklılığın altını çiziyor?
Daha açık ifadesiyle
Türkiye'deki Ca'ferî toplumu, dini açıdan azınlık olmalarının da getirdiği bir
psikoloji ile Şiîlik'in Sünnîlik'ten ayrıldığı konuları zaman zaman gündeme
getirip sorgulamaktadır. Bu sorgulama daha çok eğitim seviyesi ilköğretimi aşan
ve diğer inanç gruplarının bulunduğu büyük şehirlerde yaşayan kimseler
tarafından yapılıyor. Yaptığımız görüşmelerden elde ettiğimiz sonuca göre
işaret edilen kategorideki şahıslar farklı konulara ilişkin soru ve
sorgulamalarını daha çok tek yönlü olarak, yani Caferi alimlerle görüşerek
gerçekleştirmeye çalışıyorlar. Bu durumun farkında olan Ca'feri alimler,
tabiatıyla, de en çok bu alanda donanımlarını geliştiriyor ve irşatlarda en çok
bu konular üzerine yoğunlaşıyorlar.
Burada,
belirten noktadan hareketle Ca'feri toplumun yaşadığı problemlere Şiîliğin
hakim İslâmî anlayıştan ayrıldığı imametin nasla tayini, mehdilik, rec'at,
velâyet-i fakih olmak üzere dört nokta etrafında işarette bulunulacaktır
1.
Hz. Ali'nin imameti Kur'ân'da yer almakta mıdır?
Şia'da imamet anlayışının
merkezi bir konumda olduğu açıktır. Fırka ortaya çıkışını imamet anlayışına
borçlu olduğu gibi tarih boyunca geçirdiği merhaleleri de bu çerçevede
geliştirdiği anlayışlara borçludur. Tarih boyunca Şiî müelliflerin tartışmasız
en çok eser yazdığı konu olan imamet müslümanların genel çoğunluğuna mensup
alimler tarafından reddedilmiş, Şia bütün çabalarına rağmen birçok başka
sebeplerle birlikte bu çerçevedeki anlayışına bağlı olarak İslâm toplumunun
ancak %6-10 arasında gösterilen bir nisbete ulaşabilmiştir. Şia inançlarının
merkezini teşkil eden imamet anlayışının temelinde de "Hz. Ali'nin
Peygamber'den sonra ilahî tayinle imameti geçmesi" olduğu bilinmektedir.
Tabii olarak Türkiye'deki
Ca'feriler de klasik Şia'da olduğu şekliyle Ali'nin imametini ve onun Allah
tarafından tayin edilmiş olduğunu benimsemişlerdir. Ali'den sonra onun soyundan
gelen on bir kişinin de imam olduğunu, bunların sonuncusu mehdi olup bir gün
yeryüzüne döneceğini kabul etmişlerdir. Ancak yapılan saha çalışmasında onların
bu konudaki inançlarının İslâm'ın genel inanç konularıyla ilgili kabullerine
göre daha sorunlu olduğu ortaya çıkmıştır. İşaret edilen çalışmada, söz gelimi,
Hz. Muhammed'in peygamberliğini kabul edenlerin oranı %96,2 olarak
gerçekleşirken [1006];
Hz. Ali'nin Allah ve resulü tarafından tayin edilmiş ilk imam olduğu yolundaki
resmi Şiî anlayışı benimseyenler %57,9 [1007]
biçiminde tabloya yansımıştır. Yaptığımız görüşmelerde toplumun özellikle
dindar kesiminde Ali'nin imametine karşı güçlü ve sarsılmaz bir inanış olmakla
birlikte, inançlar konusunda sorgulamacı ve eğitim seviyesi ilköğretim
düzeyinin üstünde olanların en azından bir bölümünün yine Ali ile ilgili
muhabbet ve takdirlerine eksiklik getirmeksizin bunun dinî dayanağı konusundaki
şüphelerini gideremedikleri anlaşılmıştır. Bu kategoriye giren kimseler,
konuyla ilgili Kur'ân'ın yaklaşımını incelediklerini, fakat bu konuda getirilen
âyetlerin açık bir şekilde mezhebi inançlarını destekler bir karakter arz
etmediğini gördüklerini [1008]
ifade etmişlerdir. Belirtmek gerekir ki bu husus, işaret edilen türdeki
kişilerin Ca'ferî kimliği reddetmeleri ile sonuçlanmış değildir. Zira Ca'feri
kitle içerisinde bu anlamda mezhep değiştiren ve bunu ilan eden kimse yok
gibidir. Esasen sosyal hayatının bir parçasını teşkil eden mezhebi kimlik
toplumda genel olarak sürmekle birlikte burada işaret edilmek istenen husus
belli kesimlerde belli konulardaki problemlerin gündeme pek getirilmeksizin
sessiz bir şekilde devam ettiği hususudur. [1009]
b) Mehdi Hayatta mıdır?
Genel
Şia akaidinin mehdilikle ilgili olarak, onun "on birinci imam Hasan
el-Askeri'nin oğlu olduğu ve 260/873 tarihinde gizliliğe çekildiği, halen
hayatta olup bir gün yer yüzüne dönmek suretiyle kötülük ve zulümle dolan
dünyaya adaleti tesis edeceği" biçimindeki anlayış Ca'feri toplumunda
genel olarak kabul görmüştür. Fakat yapılan saha çalışmasının sonuçlarında
azımsanmayacak bir oranının bu konuda resmi anlayış karşısında ya ciddi şüphe
ya da inkar içinde oldukları görülmüştür.
Toplumun tevhid, nübüvvet ve
ahiret gibi temel İslâmî inançlarla ilgili kabulü %95'lerin üzerinde
seyrederken hakim İslâmî anlayıştan farklı biçimde benimsenen -yukarıda işaret
edilen özellikte- mehdi inancına sahip olanların oranı %64,5 olarak
belirlenmiştir [1010].
Yapılan görüşmelerde de toplumun dikkate değer bir bölümünün mezhepte ortaya
konduğu biçimindeki mehdi telakkisine asla sahip olmadığı,
fakat bu kanaatini çeşitli sebepler dolayısıyla açığa vurmadığı, mehdinin
varlığı konusunda şüphe taşıyanların gerçekte, tabloya yansıyan orandan daha
fazla olduğu anlaşılmıştır. Toplumu bu konuda tereddüde sevk eden en önemli
husus ise alimler tarafından Hızır, ashab-ı kehf gibi bazı örneklerle
anlaşılabilir kılınmaya çalışılmakla birlikte, 1000 yılı aşkın bir süredir
böyle bir insanın bir yerlerde gizlenmiş olarak halen hayatta olduğunun
kabulündeki güçlük olarak ifadelendirilmektedir. [1011]
c) Kıyamet Öncesi Dirilme Mümkün Müdür: Rec'at
Toplumda genel İslâmî
inançlarla karşılaştırıldığında, kabul etme oranının düştüğü bir başka anlayış
rec'attır. "Kıyamet öncesi hakları yenip zulme maruz kalan İmamlarla
onlara zulüm eden zorbaların dirilip yeniden dünyaya gelmeleri" olarak
tanımlanan bu inanç Ca'feri toplumunda çok öne çıkartılan bir inanç olmamakla birlikte,
klasik kaynaklarda yer alan ve bugün de zaman zaman dile getirilen bir
anlayıştır. Şiî gelenek içerisinde bazı rivayetlerle desteklenen bu inanç
toplumda % 62,4'lük [1012]
bir kesim tarafından kabul görmektedir. Ancak derinlemesine yapılan
görüşmelerde toplumun ankete yansıyan orandan daha fazlasının bu konuda şüphe
ya da inkar içinde oldukları anlaşılmıştır. Yine görüşmelerden anlaşıldığı
kadarıyla bu şüphe ve inkarların sebebi konunun açık bir şekilde Kur"n
âyetleriyle desteklenmemesi, aklî bakımdan da olabilirliği konusunda büyük
boşlukların bulunduğunun düşünülmesidir. [1013]
d) Velâyet-i Fakih Tartışmaları
Şiî dünyada en tartışmalı
hususlardan birini teşkil eden velâyet-i fakih konusunda Türkiye'deki
Ca'feri'ler arasında da birtakım problemler yaşanmaktadır. Bunu Humeyni'nin
geliştirip uygulamaya koyduğu boyutta kabul edenler bulunduğu gibi böyle bir
anlayışın klasik Şia'daki "intizar" anlayışına ters düştüğü
gerekçesiyle kabul edilemez görenler de vardır. Esas itibariyle problem daha
çok Şiî alimler arasında yaşanmakla birlikte bunun bir dereceye kadar halka
yansıyan boyutu da bulunmaktadır.
Velâyet-i fakih anlayışına
müsbet bakanlar Hameney'i veliyy-i emr olarak görürken aksi kanaatte olanlar
onun en çok bir müetehit olabileceğini düşünmektedirler. Burada alimler
arasında yaşanan en büyük problemlerden birisi "mehdinin zuhuru ve bu
zuhurun çabuklaşması için yer yüzünün kötülükle dolması" şartının fakihin
yönetime el koymasıyla "gecikeceği" düşüncesidir. Diğer taraftan bir
başka problem "a'lamiyet'tir. Şia Hz. Ali'nin imametini bile bu zemin
üzerine kurarken velayete geçecek olan fakihin devrin en üstün, en bilgin alimi
olmasını zaruri görür. Oysa şu anda bu makamda bulunan Hameney'in değil
"a'lem" (en bilgili) olması yakın zamana kadar bir taklid mercii bile
olmadığı, halen Şiî dünyada kendisinden a'lem birçok müetehid bulunduğu,
dolayısıyla onun rehberlik konumunun bu açıdan bakıldığında Şiî espriye ters
düştüğü düşünülmektedir.
Velâyet-i fakih anlayışı
etrafından bu tartışmalar sadece nazari bir tartışma olarak kalmamakta, halkın
taklid merciini seçmesi, İran'daki siyasi yapıyı değerlendirmesi, İran
dışındaki ülkelerde yaşayan Şiî halkın belli konularla ilgili takınacağı
tutumun tayini gibi birtakım dini ve fıkhî uzantıları bulunmaktadır.
Sonuç itibariyle Türkiye'deki
Ca'feri toplumu Ca'feriliğin hâkim İslâm'dan ayrıldığı temel inanç konularında
daha problemli, daha sorunlu, kabulde daha tereddütlü olduğu görülmektedir.[1014]
3. Modernite Karşısında Tutunamayan
Batınilik: Nuyayriler
IX. yüzyılda Muhammed b. Nusayr
en-Nemirî (270/883) liderliğinde batınî ve galî bir Şiî fırka olarak ortaya
çıkıp bir asır sonra Hüseyin b. Hamdan el-Hasîbi (ö.346/957?) tarafından
geliştirilen, Büveyh Oğullaro döneminde destek gören, Selçuklular ve Osmanlılar
zamanında içe kapanarak varlığını devam ettiren Nusayrîler bugün Suriye ve
Lübnan ile ülkemizin Hatay, Mersin ve Adana illerine bağlı muhtelif yerleşim
merkezlerinde yaşamaktadırlar.
Farklı değerlendirmeler de
bulunmakla birlikte kullandıkları mahalli dilin Arapça olması sebebiyle Arap
asıllı kabul edilen Türkiye Nusayrîleri [1015]
geçmişte ziraatçılıkla meşgul oldukları için çiftçi anlamında
"fellah", uzun zaman sürecinde toprak sahiplerinin yanında ırgat
olarak çalıştıkları için dilleriyle de ilişkili olmak üzere "Arap
uşağı", mezhebi kimlikleri dolayısıyla I. Dünya savaşından sonra
"Alevî", Türkmen ve Kürt Alevîleri'nden ayrılmak için de daha yaygın
olarak "Arap Alevileri" diye anılmaktadır [1016].
Bugün Hatay ve çevresinde 400.000, Adana ve Mersin bölgesinde da yine 400.000
dolayında olmak üzere 800.000 civarında nüfusa sahiptir oldukları söylenebilir.
Mezhepte önemli bir yeri olması dolayısıyla kabarık sayıda türbeleri (söz
gelimi, Mersin ve civarında 20 dolayında Nusayrîler tarafından inşa edilmiş
türbe olup bunlara zaman zaman yenileri ilave edilmektedir), en küçük yerleşim
biriminde bile bulanan şeyh adı verilen çok sayıda dinî önderi, bu önderler
tarafından kaleme alınmış yirmiden fazla eseri (eserlerin tamamı gizlilik
prensibi içinde kaleme alınmış olup gerçek inançları yansıtmamaktadır),
geçmişleriyle kıyaslandığında oldukça ilerlemiş düzeyde ekonomik gelişmişliği
bulunan söz konusu toplum bugün dinî hayatında oldukça zikzaklı, hatta büyük
ölçüde "geleneği ile problemli" biçimde hayatiyetini devam
ettirmektedir.
Burada, Türkiye Nusayrîleri'nin
kendi içlerinde zaman zaman birbirlerinden kız alıp vermeyi engelleyecek
noktaya gelmiş olan Haydarî-Kilazî tartışması, şeyhlerin yer yer ileri
noktalara kadar varan birbirleriyle ilgili muhasamatları ve toplumun aydınları
ile dinî önderleri arasında vuku bulan çok farklı anlayışlara bağlı
sürtüşmelere temas etmeksizin, en çok göze çarpan bazı temel problemlerine
işaret edilecektir.
Önce iki noktanın belirtilmesi
gerekir. Birincisi, Nusayrîlik en temel özelliği bakımından batınî ve sırrî bir
mezheptir. Buradaki batınilik ve sırrîlik birbiriyle sebep sonuç ilişkisi
sergiler, yani mezhep batınî olduğu için sırrîliği (gizliliği) esas alıp
yorumlarının gizli kalmasını istemiş, kimsenin ifşaya cesaret edemeyeceği
yaptırımlar koymuştur. İkincisi mezhep tarih boyunca aşiretler halinde yaşamış,
aşiretler yukarıya doğru oymak denilebilecek ana aşiretlere bağlanmış, aşağıya
doğru daha küçük çaplı sülaleler sıralanmış, en küçük birimden en büyüğüne
kadar toplumun bütün katmanlarında sıkı kontrol mekanizmaları gelişmiştir.
Sosyolojik ifadeyle Nusayrîler bugün belli yerlerde büyük ölçüde, belli
yerlerde kısmen, şehirlerde ise büyük ölçüde çözülmüş olmakla birlikte yakın
zamana kadar "kapalı toplum" hayatı yaşamışlardır.
Bu iki özelliğe işaret ettikten
sonra toplumun karşı karşıya kaldığı inanç problemlerinden ilk dördü şöyle
verilebilir. [1017]
a) Temel Nusayri İnançlarının Zayıflaması
Bilindiği gibi Nusayrî
inançları temel kaynak kabul edilen Kitabü'l-mecmu'da yer alır. Belli
aşamalardan geçen kimselere ulaştırılan bu eser esas itibariyle Ali'nin
ulûhiyetine dayanır. Eserde "ma'nâ" olarak anılan Ali "uluhiyeti
ile ezeli, bütün yaratılmışların aslı ve gizli ilah, açık imam" olarak
zikredilir [1018].
Muhammed "isim" yahut "hicab", Selman ise "bâb"
şeklinde nitelenir. Ali kendi nurundan Muhammed'i, o da Selman'ı yaratmıştır,
denilir [1019].
Kitabü'l-mecmu'da yer almamakla birlikte bu çerçevede Allah'ın Ali'ye hululü,
eytam, nakîb ve necîb anlayışı, gök tabakaları ve özellikleri ile Ali'nin
makamı olarak ay ve güneş telakkileri diğer otantik eserlerinde detaylıca işlenir.
Bütün bu anlayışlar Nusayrî
soydan gelen herkese değil, sadece erkeklere, onlardan da belli yaştan sonra
birkaç aşamalı olarak eğitime tabi tutulan kimselere öğretilir. Vaktiyle
Nusayrî geçmişe sahip olanlardan öğrendiğimiz kadarıyla, bu noktada bugün
toplumun içinde bulunduğu sıkıntılardan iki tanesi şöyle özetlenebilir:
al)
Özellikle genç kuşaklar Nusayrî inançlarını açık, anlaşılır ve kabul edilebilir
bulmakta büyük sıkıntı yaşamaktadırlar. Temelde ulûhiyet anlayışı başlı başına
sorun teşkil eder. Bir yönüyle aşkın bir Yaratıcı, başka bir yönüyle Ali'nin
şahsında cisimleşmiş Tanrı telakkisi toplumun kolayca materyalist fikirlere
yaklaşmasına yol açmıştır. Elde kesin oranlar olmamakla birlikte (mezhepte gizlilik
prensibi dolayısıyla hiçbir zaman da olmayacaktır) gerek şeyhlerin zaman zaman
kendi aralarındaki hayıflanmaları gerekse aydınların gözlemlerini paylaşmaları
dikkate alındığında toplumda çok büyük bir kesim Tanrı anlayışını reddetmiştir.
Bu sebeple Hatay'ın büyük şeyhlerinden birisi müstakil bir eser yazmak zorunda
kalmıştır [1020].
Görüştüğümüz bir şeyh ise gerçekte Tanrı fikrini inkar eden kimsenin pek az
olduğunu, ancak Tanrı'yı kendi gelenekleri çerçevesinde algılandığı şekilde
benimseyenlerin sayısının azaldığını kaydetmiştir. Netice itibariyle ister
Tanrı'nın tamamen inkarı ister geleneğin Tanrı telakkisinin inkarı olsun
toplumda çok temel bir konuda büyük bir aşınmanın bulunduğunu kaydetmek
gerekir.
a2)
Nusayrî gençlerinden ortaöğretim yahut üniversite eğitimi alanlar dinin
sırları"na vakıf olduklarında, bu sırların modern eğitim kurumlarından aldıkları
bilgilerle ters düştüğünü düşünerek geleneklerine karşı ciddi oranda şüphe duymaya
başlamaktadırlar. Nusayrî geçmişe sahip olan bir şahıs bize şunları söylemiştir:
Gelenekte gök gürültüsünün Ali'nin narası, şimşeğin Ali'nin kamçısı olduğu
anlatılır. Küçük yaşta aile içinde bu tür sözlerle büyüyen bir genç okulda
aldığı bilgilerle bunları karşılaştırdığında, açıkça telaffuz etmese ya da
ebeveynine seslendirmese bile "saçma" demekten kendini geri
alamamaktadır. Bu durum tabii olarak yeni yetişen kesimlerin gelenekten
kopmasına yol açmaktadır. [1021]
b) Zahir-Batın Çelişkisi
Toplum, dinî üst kimlik
itibariyle müslümandır. Diğer semavi kitaplarla birlikte Kur'ân'ın ilahî bir
kelam olduğu kabul edilir ve büyük saygı gösterilir. Dindar kesim çocuklarını
Kur'ân öğrenmeleri için yaz aylarında kurslara gönderirler. Şeyhler içerisinde
Kur'ân'a derin nüfuzu olanlar bulunur. Cenazelerde mutlaka Kur'ân okunur. Ancak
Kur'ân'daki gerek inançlarla, gerek amelî hususlarla ilgili âyetler hiçbir
zaman "zahiri" şekliyle benimsenmeyip bunların "batını"
anlamının bulunduğu, dikkate alınması gerekenin de bunlar olduğu söylenir.
Görüşmelerden elde ettiğimiz sonuçlara göre, bu konuda önemli bir örnek oruç
ibadetidir. Nusayrîler -mezhebi zorlayan muayyen bir kesim hariç- ramazan orucu
tutmazlar. Çünkü şeyhlere göre oruç "insanın dilini, aklım ve kalbini kötü
şeylerden korumasıdır". Bu yapıldığı takdirde oruçla kast edilen ibadet
yerine getirilmiş, demektir. Görüşmelerde bize aktarılmamış olmakla birlikte,
kanaatimizce bu açıklama orucun batını yorumunun "aleni" bir yönü
olmalıdır. Gerçekte oruç, "İlahî sırlar"ı başkalarına açıklamama
şeklinde kabul edilmektedir. Bu vakıa bugün Nusayri toplumunun en azından bir
kesiminde sorgulanmaktadır:
Eğer gerçekte oruç
"kişinin kendisini kötülüklerden koruması" ise bu anlamda oruç neden
ramazan ayı ile sınırlı olsun? Eğer Allah'ın istediği oruç bu ise neden
müslümanların tamamına yakını yeme, içme ve cinsellikten uzak durmaya yönelik
bir oruç tutmaktadır?
Bizim toplumla doğrudan temas
kurarak değil, onlarla iç içe yaşarak, bir dereceye kadar onların ahvaline
vakıf olanlardan öğrendiğimiz kadarıyla, oruçla ilgili bu yaklaşım namaz ve
hacla ilgili olarak da yapılmaktadır. Bize nakledildiğine göre dil avantajı
dolayısıyla muhtelif Arap ülkelerine gidip gelen Nusayri fertlerinden birçok
kişi camileri, minareleri, ramazan ayındaki ibadetleri ve hac mevsimindeki
menasiki gördüklerinde kendi beldelerine döner dönmez şeyhlerle uzun
tartışmalara girmiş ve kendi itikatları konusunda derin şüphelere girdiklerini
gizlememişlerdir. [1022]
c) Gizliliğin Açmazları
Dinî inanış ve yaşayış
bakımından toplumda, en azından bazı kimselerin dile getirdiği en büyük
sıkıntılardan birisi gizlilik prensibi konusundaki katılıktır. Her grupta bir
dereceye kadar gizlilik bulunmasının normal karşılanması gerektiğini düşünen bu
kimseler dinin -tenasüh anlayışı hariç- neredeyse tamamının gizlilik perdesi
içinde kalmasını anlaşılabilir bulmadıklarını kaydetmişlerdir. Bu çerçevede
ortaya çıkan problemlerin bir kısmı şöyle sıralanabilir:
cl) Gizlilik
prensibi dolayısıyla şeyhler yirmi dolayında eser yazmış olmalarına rağmen
hiçbirisi kendi otantik anlayışlarını anlatmamışlar [1023],
bu suretle hem
kendi inanırlarını doyuracak bilgi vermekten uzak kalmış, hem de kendileri
hakkında sağlıklı bilgi edinmek isteyenleri yanıltmışlardır.
c2)
Aynı prensip yüzünden özellikle büyük şehirlerde, şeyhlerden uzak biçimde
yaşamak durumunda kalan kimseler inançlarını besleyecek, kendileri ya da
çocuklarının dinî bilgi ihtiyaçlarını karşılayacak kaynaktan tamamen mahrum
kalma zorunluluğu ile baş başa bırakılmışlardır.
c3) Dinî
bakımdan örgütlenmeye gidilememiştir. Söz gelimi, Anadolu Alevîleri'nin vakıf,
dernek ya da başka organizasyonlar halinde birçok örgütlenmesi olduğu halde
kendileri bazı sosyal faaliyetlere yönelik hem sayı olarak birkaçla sınırlı hem
de içeriği zayıf vakıf ve dernekle iktifa etmek zorunda kalmışlardır.
c4) Küreselleşmenin
damgasını vurduğu çağımızda her şey şeffaflığa doğru giderken "katı bir
gizlilik ilkesine dayalı gelenek"in gücü, tutarlılığı ve kabul
edilebilirliği birçok kişinin zihninde "inanç güvensizliği" meydana
getirmiştir. [1024]
d) Kadının Mükellefiyetten Azade Oluşu
Nusayrîlik'te kadının bir-iki
husus hariç dinî mükellefiyetinin bulunmadığı anlayışı [1025]
toplumun yarısını teşkil eden kadınlar arasında birtakım problemlere yol
açmaktadır. Kırsal bölgelerde yaşayan Nusayri kadınları geleneğin tabii akışı
içinde bu vakıayı kabul etmiş olmakla birlikte, şehirlerde yaşayan ve belli
eğitim kademelerinden geçmiş olan genç kızlar ya da kadınlardan hiç değilse bir
bölümünün rahatsızlık duydukları kesindir. Nusayri şeyhleri bu konuda dış
dünyadan gelen eleştirilere cevap verirken kadınlara büyük saygı
gösterdiklerini, onların da bazı mükellefiyetlerinin bulunduğu söylerken
pratikte halen bir kadının kocasının kıldığı "batınî namaz duasını"
bile duymadıkları, duymalarına izin verilmediğini, keza özel dinî meclislere
yemek hazırladıkları halde içeriye girip konuşulanları izlemelerine asla
müsaade edilmediği mahallinde yaptığımız araştırmalarda tespit edilmiştir. Bir
şeyh yaptığımız görüşmede kadınların dinin "zahirinden" sorumlu
olduklarını, fakat sırları muhafaza edemeyecekleri gerekçesiyle geçmişte kendilerinin
bu sırlardan uzak tutulduklarını ifade etmiştir. Kendisiyle uzun görüşmeler
gerçekleştirdiğimiz bir kadına "Bu durumun kadınları rahatsız edip
etmediği, ya da ne kadar rahatsız ettiğini" sorduğumuzda şaşılacak şekilde
"rahatsız etmediğini" söylerken, dolaylı olarak görüştüğümüz bir
başka kadın bundan çok rahatsızlık duyduklarını, ama asırlar içinde gelişmiş
anlayış dolayısıyla durumu çözülebilir bir karakterde de görmediklerini
kaydetmiştir. [1026]
4. Senkretizmin Başka Bir Kurbanı:
Yezidiler
Kurucusu kabul edilen Şeyh Adi
b. Musafir (555/1160?) zamanında, XII. yüzyılda tarih sahnesine çıkan, adı
geçen şeyhin oğlu Hasan zamanında kısmen farklılaşıp devam eden ve muayyen
bölgelerde gruplar halinde yaşayan Yezidîler'le ilgili, belirtmek gerekir ki,
isimlerinin menşei, etnik yapıları, dilleri, tarihi arkaplanları, gerçek
inançları ve dinî ritüelleri hakkında birtakım çalışmalar yapılmış olmakla
birlikte hâlen detayda birçok ihtilaflı görüş bulunmaktadır [1027].
Başlıca Irak'ın Sincar dağları
çevresi ile Azerbaycan ve Ermenistan'ın bazı bölgeleri, ayrıca Türkiye'de
Mardin, Urfa, Diyarbakın ve Siirt illerine bağlı kimi yerleşim merkezlerinde
yaşayan Yezidîler vaktiyle daha fazla nüfusa sahipken bugün ülkemizde 30.000
civarında bir sayıya sahiptir [1028].
Türkiye'deki Yezidîler'le
ilgili amatör nitelikli ve akademik düzeyde birtakım çalışmalar olmakla
birlikte [1029],
tespit edebildiğimiz kadarıyla- bunların hiçbirisinde toplumun geçmişteki inanç
ve anlayışlarıyla bugünü mukayese edip kendi gelenekleri çerçevesinde toplumun
"geleneğe bağlılık" derecesini ya da oranını ortaya koyan incelemeler
yoktur. Dolayısıyla Yezidîler'in bugünkü inanç problemlerini yakından ortaya
koyma imkanı olukça güçtür. Ancak işaret edilen çalışmalarda genel nitelikli
ifadelerle de olsa bugünkü inanç durumlarını yansıtan tespitlerden hareketle
bazı önemli problemlere işaret edilebilir. [1030]
a) Dini Kimlik Sorunu
Yezidîler dinî kimlik olarak
kendilerini "yezidî" olarak anarlar. Bu isim hem kendilerinin
benimseyip kullandığı hem de kendileri dışındakilerin onları andığı
isimlendirmedir. Ancak bu noktada Yezidîliğin İslâm'la ilişkisinin ne olduğu
sorusunun cevabı önem taşımaktadır. Yezidîler İslâm'a nasıl bakıyorlar? İslâm'ı
üst bir dinî kimlik olarak kabul ediyorlar mı? Ayrıca bu sorular kadar önemli
olmamakla beraber bölgedeki müslümanlar onların İslâm'la ilişkisi konusunda ne
diyorlar?
Yezidîler'in inanç sistemleri
ve ibadet anlayışlarının İslâm'ın inanç esasları ve ibadet anlayışı ile ne
kadar uyuştuğu hususunu hesaba katmaksızın bu soruya şöyle cevap verilebilir:
Klasik mezhepler tarihi
kaynakları Yezidîliği Haricîler'in İbadiyye kolundan ayrılmış bir grup olarak
sunarlar. Söz gelimi Abdülkâhir el-Bağdadî (429/1037) Yezidîler'in Haricîler'in
İbadiyye kolundan oluşan bir fırka olduğunu, ancak yeni bir peygamber
gönderilip İslâm'ın neshedileceği gibi aşırı görüşler ileri sürdüğü için İslâm
ümmetinden ayrıldığını ifade eder [1031].
Bölgedeki Sünnî müslümanların da onları İslâm içinde değerlendirmedikleri, söz
gelimi, bu sebeple de asla kız alıp vermedikleri burada belirtilmelidir. Bizzat
Yezidîler'in İslâm'a nasıl baktıklarına gelince, bu konudaki yeterince net
olmayan açıklamalardan anlaşıldığı kadarıyla, çok güçlü olmamakla birlikte
içlerinde İslâm'ı üst bir kimlik olarak görme eğilimi içinde gruplar mevcuttur.
Nitekim yapılan nüfus kimliklerinde, yakın zamanlara kadar "dini"
hanesine "İslâm" yerine "Yezidî" ifadesini yazdırırlarken
Ahmet Turan'ın resmî evraklarla belgeleyerek ortaya konduğuna göre nüfus
müdürlüklerine gönüllü başvurular ile "İslâm" ifadesini yazdıranlar
bulunmaktadır [1032].
Dinî kimlik konusunun, başka
bir ifadeyle Yezidîler'in İslâm'la ilişkisinin toplumda birtakım köklü
değişiklere yol açabileceğini ifade etmek gerekir. Zira dinî kimliğim İslâm
olarak belirleyen bir grubun, hiç değilse bir kesimi, şimdi veya ileride
kendi gelenekleriyle İslâm arasındaki ilişkiyi inceleyerek birtakım sonuçlara
varmak isteyeceği tabiidir. Burada, problemli olduğunu düşündüğümüz husus üst
kimlikle ilgili problemlerin toplumun ne kadarı tarafından, ne şekilde ve
nereye kadar "İslâm" olarak belirlendiğidir. Söz gelimi, Batı'da
yaşayan Yezidî emirinin yayımladığı bildirilerde [1033]
kendilerini "İslâm içinde bir grup" olarak değerlendirmeye yönelik
hiçbir ipucu yoktur. [1034]
b) Senkretizm Çıkmazı
Günümüz Yezidî emiri Muaviye b.
İsmail el-Yezidî her ne kadar kendilerini "Zerdüştîlik tarihinin Mazdakçı
bir cemaati" olarak niteliyorsa da [1035]
araştırmacılar Yezidîlik'in Zerdüştîlik'ten başka vaktiyle uzantıları bölgeye
kadar gelmiş olan Sabiilik, Şamanizm, Hristiyanlık, Yahudilik ve İslâm'dan
muhtelif inanç ve inanç motifleri almış"senkretik bir inanış"
olduğunda ittifak etmektedirler [1036].
Senkretizmin öteki senkretist anlayışlar gibi modern insanın zihninde dinin
kaynağı, kendi geleneklerinin temel zemini, dinin özgünlüğü, inançlar arası
geçişlerde siyasi ve sosyal faktörler etrafında birçok problem oluşturduğu
bilinmektedir. Bugün Yezidî aydının bu konuda neler düşündüğü, hangi çıkmazlara
sürüklendiği ve bunun neticesinde nasıl bir çözüme ulaşmayı denediğini yakından
biliyor olmamakla birlikte, birtakım sorunlarla yüz yüze gelmiş olmalarının
kati olduğunda şüphe duyulmamalıdır. [1037]
c) Yezidî İnançlarının Yaşanabilirliği
Problemi
Yezidîler'in kelime-i
şehhadette "Lâ ilahe illallah Emin Cebrail habibullah" dedikleri
bilinmekle beraber iman esaslarının
a)
Melek Tâvus'un (şeytan) Allah'ın meleği ve elçisi olduğuna,
b)
Şeyh Adi'nin Allah'ın meleği ve Yezidîler'in mürşidi olduğuna,
c)
Sultan Yezid'in Allah'ın meleği, yerin nuru ve insanlığın sevinci olduğuna
inanırım ""şeklinde üç madde halinde verildiği kaydedilmektedir [1038].
Ancak Yezidîler'in 1872 yılında Sultan Abdülaziz zamanında askerlik
problemleriyle ilgili kendi inançlarını sıraladıkları "beyanname"de
nelerin küfür kabul edildiğine dair 14 madde halinde sayılan hususlara
bakıldığında bunların çağımız şartlarında yaşanabilirliği konusunda büyük soru
işaretleri oluşmaktadır. Söz gelimi, bu açıklamanın üçüncü maddesinde,
"bir Yezidî'nin (hergün) her hangi bir müslüman, hristiyan veya yahudi'nin
göremeyeceği bir şekilde güneşin doğduğu tarafa yönelip Melek Tavus'a secde
etmesi gerektiği, bunu yapmadığı takdirde kafir olacağı"; dördüncü
maddesinde, "her Yezidî'nin kendisini doğru yola sevk edenin vekili olan
şeyhinin yahut pirinin elini öpmesi gerektiği, aksi halde kafir olacağı";
onüçüncü maddesinde, "hiçbir Yezidî'nin müslümanlara ait bir tuvaleti,
banyoyu kullanamayacağı, bunun aksi bir davranışın küfrü gerektirdiği"
yazılıdır [1039].
Bunun dışında diğer maddelerinin de neredeyse tamamına yakını kırsal şartlarda
ve Yezidîler'den başka kimsenin bulunmayacağı mekanlarda yapılabilecek
şeylerdir. Modern dönmede, özellikle şehirlerde yaşayan bir kimsenin bu
ilkelere uyması hemen hemen imkansızdır. Bu vakıanın bugün Yezidî toplumunda
meydana getirdiği problemler ampirik çalışmalarla ortaya konmamışsa da bunları
tahmin etmek zor değildir. [1040]
Sonuç
Günümüzde, Türkiye'de yaşayan
gayr-ı Sünnî kesimler Ca'ferî Azeriler, Alevîler, Nusayrîler ve Yezidîler olmak
üzere dört grup olup bunlardan ilki hariç diğer gruplar heterodoks
niteliklidir.
İslamî ortodoksîliğe yakın olan
Ca'feri Azeriler'in en önemli inanç problemleri Ca'feriliğin, daha doğru
ifadeyle İmâmiyye Şiîliği'nin "hâkim İslamî anlayış"tan ayrıldığı
iman konularda kendini göstermektedir. Özellikle ilköğretim seviyesinin üstünde
eğitim almış kimselerden azımsanamayacak bir oran, Ca'ferî kimliğini inkar
etmemekle birlikte "imametin ilahi tayinle gerçekleştiği",
"mehdinin halen hayatta olup bir gün yeryüzüne dönerek adalete dayalı bir
yönetim kuracağı", "kıyamet öncesi mazlum olan imamlarla zalimlerin
yeniden dünyaya gelip hesaplaşacağı" gibi inanç konularında yer yer ciddi
boyutlara varan şüphe yahut inkar içinde bulunmaktadırlar. Bu konular Ca'feri
alimlerin irşatlarında üzerinde çok durarak keskinleştiği ancak keskinleşmesi
oranında mezhep mensubu belli kesimlerin aşınmaya maruz kaldığı hususlar olarak
dikkat çekmektedir.
Heterodoks grupların temel
sorunları ise şöyle sıralanabilir:
1. Kimlik
problemi. Sözü edilen gruplar, İslâm'ın üst bir dinî kimlik olup olmadığı, eğer
üst kimlik ise Kur'ân'ın inanç ve ibadet alanındaki açık hükümleri (buna
"hakim İslâm toplumu"nu da eklemek gerekir) ile kendilerinin bu
hükümler karşısındaki tutumunun neden farklı olduğu sorusunu sormakta, bu
çerçevede birçok tartışma ve polemikler yaşanmaktadır. Alevîler ve Nusayrîler
büyük çoğunluğu itibariyle İslâm'i dinî üst kimlik olarak benimsemekte,
Yezidîler'de ise bu istikamette gelişen eğilimler olmakla birlikte onların daha
çekingen oldukları görülmektedir. Ancak bu grupların hiçbirisi aralarında belli
kesimlerin dile getirdiği "üst kimlik" ile "alt kimlik"
arasında görülen bu geniş mesafenin mevcudiyeti vakıasının doğurduğu bir dizi
soruyu ikna edici biçimde cevaplandırabilmiş değildir.
2. Kaynak
problemi. Heterodoks gruplardan Alevîler'in sözlü ve yazılı kaynakları sağlıklı
bir şekilde ortaya konmuş olmadığı gibi, az çok ortaya konulan kaynaklarda da
(menakıbnâmeler, deyişler ve buyruk) inanç konularına ilişkin çelişkili
görüşler sistematize edilerek ele alınmamıştır. Dolayısıyla kaynaklardaki
çelişkiler toplumda da müşahede edilmekte, her biri Alevîliğe referans veren
birbiriyle taban tabana zıt birçok görüş ortaya atılmaktadır. Nusayrîler ise
otantik kaynaklarını, bırakalım ilim dünyasına vermeyi, belli aşamalardan
geçmemiş kendi mensuplarına da göstermemektedirler. Aynı husus Yezidiler için
de geçerlidir. Kaynaklarla ilgili bu vakıa grupların özellikle aydın kesimleri
arasında birçok soruna sebebiyet vermektedir.
3.
Senkretizm problemi. Belirtilen gruplar İslâm'dan başka birtakım inanışlardan
çeşitli inanç ya da inanç motifi aldığı için arz ettiği "senkretik"
yapı toplumda "geleneklerinin kaynağı dolayısıyla da güvenilirliği"
konusunda birtakım sorgulama ve tereddütlere yol açmaktadır.
4. Teolojik
problemler. Sözü edilen heterodoks grupların hiçbirisinin teoloji alanında
gerek yönteme gerekse inançların yorumlanmasına yönelik "teoloji"
çalışmaları yoktur. Hatta basit seviyede teoloji yapmak için kendi kaynaklarını
okuyup anlayacak elaman sayısı bile ya çok az ya da yoktur. Teolojik
çalışmalarla sistemleştirilip temellendirme olmadığı için söz gelimi, bu
gruplardan en büyüğünü teşkil eden Alevîler'in Allah inancı, ölüm sonrası
hayat, kutsal metin inancı, Oniki İmanı anlayışı gibi konulara bakışı hem
kaynaklar hem toplumun dinî önderleri hem sıradan halk arasında çok büyük
belirsizlikler, karışıklıklar ve çelişkiler içermeye devam etmektedir.
4.
Kentleşenin getirdiği problemler. Geçmişte "kapalı toplum" hayatı
yaşayan bu kesimler bugün "şehirleşme" olgusu ile karşı karşıya
geldiklerinde dinî hiyerarşide, inançlarının devam ettirilmesinde ve
ritüellerinin yerine getirilme sıklığında pek çok sıkıntı ile yüz yüze
gelmektedirler. Kırsal hayatın kendine has şartlarında hayatı kolaylaştırmak ve
toplum dayanışmasını sağlamak üzere geliştirilen "ritüeller" kent
ortamında anlamını yitirmekte ve insanlar geleneğin kalıplarından neredeyse
tamamen çıkmaktadırlar. Bu vakıa geleneğin sadece "sosyal hayattaki"
bazı yönlerinin zayıflamasına değil giderek geleneğin dinî zemininin tahribine
hatta tamamen kaybolmasına varmaktadır.
Netice itibariyle, burada belli
problemlerine işaret edilen söz konusu grupların dinî hayatlarıyla ilgili
problemlerinin hem tesbiti hem de çözüme yönelik arayışlarında sadece
etnologların, antropologların, sosyologların ya da tarihçilerin değil kelâmcıların
da -bu disiplinin verdiği sorumluluk ilkeleri içerisinde- çalışma alanlarını
genişletmeleri zaruret arz etmektedir, denilebilir. Zira sosyal bir fenomen
olarak bu gruplar çeşitli disiplinlere bağlı araştırmacılar tarafından
incelenebilirse de, unutmamak gerekir ki, bunlar her şeyden evvel dinî
gruplardır ve onların en azından inanca yönelik durumlarını en iyi anlayıp
değerlendirmeye tabi tutacak olan kelamcılardır. [1041]
GÜNÜMÜZ
İNANÇ PROBLEMLERİNDEN NUSAYRİLERİN
TANRI
TASAVVURLARI VE REENKARNASYON GÖRÜŞLERİ
Yrd. Doç. Dr. Abdulhamit Sinanoğlu
[1042]
Dinler ve Mezhepler Tarihi
incelendiğinde, insanların her devirde itikâdî ihtilaflarla gruplara ayrıldığı
görülür. Her ekol kendi görüşlerini sağlam temellere oturtmak için aklî ve
naklî bir takım delillere başvurmuştur. Bunlardan kimi çok taraftar bularak
genişlemiş, kimi de marjinal gruplar halinde varlığını devam ettirmiştir. Yine
çoğunluğu dinî inançlarını gizleme gereği duymadan, ya da bir takım karmaşık
te'villere yönelmeden açıkça ortaya koyarak savunmuş, az bir kısmı ise, her
halde biraz korku, biraz da kendilerini ifade edememekten dolayı gizlenerek ve
bâtını yorumlamalarla kapalı birer cemaat olarak varlıklarını sürdürmüşlerdir, işte
bu son söylediğimiz dinî gruplardan birisi, bir kısmı ülkemiz sınırları
içerisinde yaşayan Nusayri vatandaşlarımızdır. Yaşadıkları bölgelerde kendileri
dışındaki insanlar tarafından daha çok "Alevî", ya da
"Fellah" olarak nitelenen bu insanların Kelâm ve Mezhepler Tarihi
kitaplarındaki teknik adları Nusayrîliktir. Nusayri'lerin düşünsel kökenlerini
açığa çıkarmak ve günümüze yansıyan inançlarını irdelemek amacıyla, biz daha
önce kendileri hakkında yazılmış eserler ve yakın dönemlerde yapılmış
araştırmalara bağlı kalarak bazı incelemelerde bulunduk.
Günümüzün en büyük inanç
problemlerinden biri ve en önemlisi, Yüce Allah'ı en net ifadelerle
nitelendirerek beyân eden Kur'an-ı Kerim'de insanlara bildirdiği gibi bilememe
ve farklı Tanrı tasavvurları geliştirme anlayışıdır, İslam tarihi içerisinde
kaynağını Kur'an'dan aldığını iddia ederek ortaya çıkmış bir çok kelâmı düşünce
ve ekol/mezhep vardır. Bu ekollerin bir kısmı, ya taraftarlarının kalmaması, ya
da taraftar bulamaması gibi nedenlerle tarih içerisinde varlığını
sürdüremeyerek kayıplara kanşmış, bir kısmının görüşleri ise ya kendi eserleri
veya hasımlarının eserleri ile günümüze ulaşmıştır. Bir kısmı da diğer
ekollerden biri veya bir kaçı içerisinde, onların düşünce rengini alarak ya da
kendinden ona renkler katarak günümüze ulaşmıştır. Bu bildiride Tanrı
tasavvurlarını ve reenkarnasyon (hulul) görüşlerini irdeleyeceğimiz Nusayrilik
ise kuruluşundan itibaren gizli ve müstakil bir akım olarak günümüze değin
varlığını sürdürmüştür.
Hz. Ali'nin Hz. Hüseyin
tarafından devam eden neslinden olan ve On iki İmam'dan onuncusu Ali en-Nâki (ö.254/868)
ile bunun büyük oğlu Muhammed'in [1043],
başka bir rivayette İmâmiyye'nin on birinci İmâmı Hasan el-Askerî
(ö.260/873)'nin Bâb'ı olduğunu iddia ederek ortaya çıkan [1044]
Muhammed b. Nusayr (ö.259/873)'dan adını Nusayrilik aşırı bir Şiâ fırkasıdır.
Şia'nın ilk mezhepler tarihi yazarlarından en-Nevbahtî (ö.310/922)'ye göre ise İbn
Nusayr, Şiî İmamiyye'nin onuncu imamı Ali en-Nakı tarafından gönderilmiş bir
peygamber olduğunu iddia ederek
tenâsuhtaa
söz eden bir kimse idi. [1045]
Nusayrilik, Küfe ile Halep arasında bir yerleşim birimi olan Cunbula'da ortaya
çıkan Hüseyin b. Hamdan el-Hâsibî (ö.346-957 veya 358/968) adlı bir şahıs
tarafından ekolleştirilmiş bir Şiî fırkasıdır. [1046] Bu
şahıs aynı zamanda, önce beş sure, daha sonraları bir takım ilavelerle bu günkü
on altı sureden oluşmuş Nusayrilik kutsal kitabı olan Kitâb el-Mecmû'nun da
yazandır. [1047] Bu
ekol mensupları, kuruluşundan bu güne değin genellikle Sünni iktidarların
egemenlik bölgelerinde azınlık gruplar halinde yaşamış olduklarından bâtını
mânâ nazariyesine bağlanarak yaşamlarını sürdürmüşleridir.
Haçlı Seferleri sırasında
Sultan Baybars (ö.1277m.), Nusayrilerin yaşadıkları bölgeleri camilerle
doldurmuştu. Timur (ö,1405m.) ve I. Selim (1405m.) dönemlerinde bir takım
baskılar yaşamış oldukları iddia edilir. [1048]
Abbasîler döneminde ortaya çıkmış olan Nusayrilik, daha sonra sırasıyla
Karmatiler, Selçuklular, Eyyûbîler, Franklar ve Osmanlılar'ın egemenlikleri
altında kalmışlardır. Karmatilerin Suriye'yi ele geçirmesi (291/903) üzerine
bir kısmı Antakya dolaylarına çekilmiş (291/903), Malazgirt Savaşı (1071m.)'nın
ardından Antakya, Selçuklular tarafından ele geçirilmişti. Ancak Frankların
bölgeyi işgali (492/1098) üzerine bir süre Haçlıların egemenliği altında
yaşadıktan sonra Selahaddin-i Eyyûbî tarafından 584/1188 yılında yaşamakta
oldukları bölgeler tekrar Müslümanların eline geçmişse de, ölümü üzerine
Haçlılar bölgeyi tekrar zaptetmişlerdir. [1049]
Selçukluların Haçlıları bölgeden tamamen kovmasından sonra Anadolu
Selçuklularının egemenlik bölgelerinde uzun zaman yaşayan Nusayriler, Osmanlı
sultanlarından Yavuz Sultan Selim'in 1516-17 yıllarında Suriye ve Mısır'ı
tamamen ele geçirmesiyle Osmanlıların egemenliği altında kalmışlar,
Osmanlıların yıkılışından sonra da bir kısmı Suriye, bir kısmı da Türkiye'de
kalarak varlıklarını sürdürmektedirler.
Abdulkerim eş-Şehristânî (ö.548/1153),
el-Milel ve'n-Nihâl adlı eserinde, Nusayrilerin "Şia'nın Ğulât"
(Aşırılar) ından olduğunu bildirir [1050]
ki, Hz. Ali hakkında aşırı sözler söyleyenlerin hepsine birden
"Ğâliyye" denir. Bunlar Ehl-i Beyt İmâmlarına "ulûhiyyet"
(tanrılık) isnat etmelerinden dolayı "İlâhiyye" adı ile de anılırlar.
Ruhun cismânî beden şeklinde göründüğünü, Cibril'in bazı kişiler şeklinde
ortaya çıktığını, şeytanın da insan biçiminde ortaya çıkarak kötülük yaptığını,
cinlerin de insan diliyle konuştuğunu ve daha da ileri giderek Allah'ın
şahıslar suretinde göründüğünü ileri sürerler. [1051]
Nusayriler, Muhammed b. Ali hayatta iken, bunun imametini savunanlardan [1052] ve
kendisinin Ebu'l-Hasen el-Askerî (232-260 h.) tarafından
Nebî olarak gönderildiğini ileri süren Muhammed b. Nusayr en-Nemirî'ye nisbetle
bu adı almışlardır. Bu şahıs Ebu'l-Hasen hakkında tenasüh ve uluvvn savunuyor
ve el-Askerî'nin rubâbiyyetini iddia ediyor, haramları mubah sayıyor, ayrıca
erkeklerin de birbirleri ile nikahlanabileceklerini; bu işin de tevazu ve
tezellülden olduğunu söylüyordu. [1053]
Tarih boyunca kapalı bir cemaat
olarak yaşadıklarından inançlarını genelde gizlemişlerse de, Birinci Dünya
Savaşı'ndan sonra Fransızların bölgeyi işgalleri ile Louis Massignon gibi
doğubilimcilerin, Fransızların bölge üzerindeki işgallerine gerekçe bulabilmek
maksadıyla bunları Frankların yerli halkla karışımı sonucunda oluşan bir
topluluk olarak gösterme çabaları ve bunların inanç yapıları üzerinde bazı
araştırmalar yapmaları sonucu Nusayrilerin bir takım gizli inançları gün yüzüne
çıkmış, daha sonraki bir takım araştırmalarla daha yakından tanınmaya
başlamışlardır. Kendileri hakkında en ayrıntılı bilgileri, önce bir Nusayrî
iken daha sonra onları terk ederek sırlarını açığa vuran ve bu nedenle de Tarsus'ta
Nusayriler tarafından öldürülen Süleyman el-Adanî (ö.1867m.)'nin "Kitâbu'l-Bâkûra"
adlı eserinde bulabiliyoruz. Türkiye Cumhuriyeti'nde yaşayan her din ve mezhep
mensubu, inançlarını siyasete karıştırmamak şartıyla, düşüncelerini açıklama ve
özgürce ibadet edebilme imkanına sahip olmasına rağmen, ne yazık ki Nusayriler
halen kendilerini çok açık ve net ifade etmemektedirler.
Nusayriler Hz. Ali'nin
ulûhiyeti esasına dayanan, Hrıstiyanlıktaki Teslis akidesine benzer bir üçlü
inanç formülü geliştirmiş ve Sâbiîlikteki Yıldız Mertebeleri ve bunlara
kutsallık atfederek karmaşık bir Tanrı anlayışına sahip olan bir fırkadır.[1054]
Tanrı Nedir Ve Nusayrilerce Nasıl
Algılanmaktadır?
Tarih boyunca "Tanrı"
olgusu ve kavramı insanlar tarafından çoğunlukla kabul edilmiş, fakat kendisine
inanılan Tanrı ya da tanrıların nitelikleri çeşitli zaman ve mekanlarda farklı
şekillerde algılanarak ortaya konmuştur, İslâm inancına göre Hz. Âdem'den
itibaren tek tanrılı dinlerdeki Tanrı ise hep aynı olmakla birlikte, zaman
içerisinde bu Tanrı'dan uzaklaşarak O'na farklı nitelikler atfedilmiş ve
böylece yanlış Tanrı anlayışları ortaya çıkmıştır, İslam inancına göre ise bu Tanrı,
en net ifadelerle son ilâhî kitap Kur'an-ı Kerim'de anlatılmasına rağmen, yine
Kur'an'dan referans alınarak ve belki biraz da dilin yapısından kaynaklanan
çeşitli Tanrı betimlemeleri ortaya çıkarılmıştır.
En geniş biçimde
"varlık"ı konu edinen Felsefe de Tanrı konusunu incelemiş, hemen her
filozof Tanrı bilim yapmıştır. Plotinos (ö.270m.), Spinoza (ö.1677) ve Farâbi
(ö.950m.)'nin de aralarında bulunduğu bir takım filozoflara göre Tanrı sadece
varolan bir şey değil, varolanın tümü ve bütünüdür. Buna göre Tanrı
bilim Ontoloji'dir. Aristo da ontolojiyi Teoloji ile özdeş tutar. Ancak o,
ontolojinin alanının Teolojiden daha geniş olduğunu vurgulamıştır. [1055]
Tanrı var mıdır? Biçimindeki
bir soru, felsefe tarihinde hemen hiç gündeme gelmemiştir. Çünkü sorunun
kendisi yanlış konumlandırılmıştır. Bir kere soruda özne konumundaki
"Tanrı", önce varlık olmak bakımından onaylanıyor, sonra da "var
mıdır?" yüklemiyle tekrar soruluyor. A, A mıdır? Sorusu mantıksal açıdan
ne kadar yanlış ise, "Tanrı var mıdır?" sorusu da o denli yanlıştır! [1056]
Eski Yunan filozoflarından
Xenophanes (569-477)'in savaştığı halk dininin insan biçimci Tanrı anlayışları
olduğu bildirilir. [1057]
"Var olan" (Tanrı)
ile "obje" (Tanrı anlayışı) aynı değildir. İbn Sina (ö.1037m.)'nın
yerinde tesbitiyle, "düşünce, varlıktan sonra"dır. Yani Tanrı var
olduğu için birey inanmaktadır. Birey, Tanrının varlığını çıkarsanan bir
düşünce olarak değil, tüm bilişsel yönelişiyle tecrübe edilen bir fenomen
olarak duymalıdır. Burada birey, Tanrı ile ilişkiye girdiğinde kaçınılmaz
olarak öznel yanım bir kenara bırakamayacağı için, antropomorfik öğelere yer
verecektir. Belki Tanrı ile birey arasındaki bu ilişki türünün sakıncalı yanı
budur. [1058]
Monoteist (tek Tanrı inancına
sahip) karakterli bir dinde, şahsî olmayan bir Tanrı idesi ve Tanrı anlayışı,
ontolojik açıdan imkan dışıdır. Tanrıyı evrenin içinde veya ötesinde varolan
bir güç, bir enerji vb. şeklinde tasavvur etme, ahlâkî ve dinî değer taşımamak
yanında, bilimsel gerçeğe de aykırı düşmektedir. [1059]
Bütün Kelâmı ekollere göre Kur'an'da Yüce Allah'ın bu dünya hayatında insanlar
tarafından görülemeyeceği [1060],
O'nun hiçbir benzeri olmadığı [1061],
ve hiçbir şeyin O'na denk olmadığı [1062]
çok açık ifadelerle ortaya konmuş olmasına, akıl bakımından da her şeyden büyük
olan ve yarattığı varlıkların içerisine girmesi mümkün olmamasına rağmen, Tanrı'nın
Ali veya bir başka biçimde görünmesi çok aşırı ve profan bir anlayışın sonucu
olmalıdır.
Kur'an-ı Kerim'e inandıklarını
iddia eden Nusayriler, Kur'an'da Allah'ın kendi kendini betimlediği tarzda
anlamak yerine, bir takım bâtınî yorumlarla Allah'ı Ali'de tecelli ettirme
cihetine gitmektedirler. İşte bu bildiride Tanrı anlayışlarını incelediğimiz
Nusayriler, Kelam ve Mezhepler Tarihinde önemli bir yer işgal eden insan
biçimci Müşebbihe ve Mücessime fırkalarındaki Tanrı anlayışlarına benzer bir
inanç biçimiyle karşımıza çıkmaktadırlar. İnsan biçimci iki ekol Tanrıyı
herhangi bir insan veya varlık biçiminde betimlerken, Tanrı biçimci Nusayriler,
biçimlendirdikleri Tanrı'yı Ebu Tâlib'in oğlu Hz. Ali suretinde tasavvur
etmektedirler. Daha açık bir söylemle Hz. Ali onlara göre, Kur'an-ı Kerim'in
Yüce Allah'a atfettiği bütün sıfatlara sahip olmakla birlikte, Tanrı-Ali ilk
insandan itibaren bütün peygamberler ve bir takım büyük filozoflar biçiminde
zuhur etmiş ve
onların
suretinde ortaya çıkarak görünmüştür. Bu Tanrı adeta şekil değiştiren bir Tanrı-Ali
mesabesindedir. Elimizde bir nüshası bulunan kutsal kitapları
"Kitabu'l-Mecmu"un Birinci Suresi olan "el-Evvel"de bu
inançlarını şöyle ifade etmektedirler:
"Ey delilleriyle delil,
kudretiyle zahir, hikmetiyle bâtın olan, zâtı ile zâtına icabet, sıfatları ile
ismine muhatap olunan... Ey O, ey Kadîm, ey varlığı Sonsuz, ey Nedenlerin
Nedeni, ey devletlerin hareketlerinden Müstağni, ey Gayelerin Gayesi,
Nihayetlerin Nihâyeti... Ey Gizli Sırları Bilen, ey Hazır, ey Mevcûd, ey Zahir,
ey Maksûd, ey kılıfı olmayan Bâtın, ey bütün nurların senin nûrlarından doğup
yine sende battığı, sende başlayıp yine sana döndüğü... Ey bütün nurları
görünür kılan, bütün mekanları makam, bütün makamları Bâb kılan, Bâb'ı irşad
eden ve kendisinden Bâb'a girilen... Ve Sen ey Anlar Emiri [1063],
ey Ali b. Ebi Tâlib'in kendisine delil olduğu...Her şey sana aittir!" [1064]
Nusayriler yaratılış nazariyesi
itibariyle de bâtını anlayışa sahiptirler. Kendileri Hz. Ali'nin ulûhiyetine
inanmak ve onun yücelik nimetine ermek bahtiyarlığına sahip olan seçilmiş
varlıklar olduklarını kabul ederek bundan gurur duyarlar. [1065]
Bütün Nusayri grupları, kendilerinin âlem yaratılmadan önce ışıktı nârlar ve
nûrânî yıldızlar olduklarına ve orada taat ve masıyyetten uzak; yemeden,
içmeden ve abdest bozmadan 7077 sene 7 saat kalmış olduklarına inanırlar, işte
onlar bu durumda iken, Nûranî Alevî Alemi'nin Nâr Ehli’nin kendisiyle imtihan
olunduğu Ali, kendilerine başı ve sakalı bembeyaz bir şeyh suretinde görünmüş,
onlar da bu sureti kendilerine göründüğü biçimde sanmışlardır. Kendilerine
kendileri gibi bir insan suretinde görünerek "Ben sizin Rabbiniz değil
miyim" sorularına doğru yanıt veremediklerinden Ali-İlahları onları
yeryüzüne atmak suretiyle cezalandırmıştır. Ali onlara ilk defa bu biçimde
görününce "Ben kimim? Diye sormuş, onlar da "bilmiyoruz" diye
cevap vermişler, Ali ikinci kez bir aslana binmiş olarak kızgın bir surette
kendilerine görünmüş, daha sonra da üçüncü kez bir çocuk olarak görünerek. [1066]
"Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" diyerek İsmini, Bâb’ını ve Büyük
Nûrânî Âlemin îlk Yedi Mertebesi'ndeki Kutsal Mertebeleri tekrar etmiş! îşte
Hz. Ali'nin bu Uç çeşit görünümünü Nusayrilerin Kilâzî Koluna mensup olanlar
Ay'a tabir ederek; hilâlin onun "çocukluğu", dolunay
"gençliği", hilalin yanlanmışa yakın bir görünümü de
"şeyhliği" yani yaşlılığı demek olduğuna inanırlar. Ali-İlahlarıın
nurlar aleminde görüp de tanımadıkları için yer yüzündeki aşağılık yurtlara
atılan Nusayrilere, Ali bu dünyada kendilerine, kendi cinslerinden biri gibi
görüneceğini; dünyada kim kendisini, Bâb'ını yani Selmân el-Fârisî'yi,
Hicâb'ını yani Hz. Muhammed'i tanırsa tekrar nurlu yıldızlar alemine
döndüreceğini, kim de O'nu tanımaz ve O'na isyan ederse, o kişiyi zıtlıklarla ve
masıyyetlerle çeşitli hayvan suretlerinde yaratarak devam ettireceğini
söylemiştir. [1067]
Görüşlerinin temelini Ali'nin
Tanrı, Muhammed'in isim veya Hicâb, Selmân el-Fârisf nin de onun Bâb'ı yani
kendisine girilen Kapısı olarak kabul eden
Nusayriler,
bunu Arapça Ayn-Mîm-Sîn (AMS) harfleri ile formüle ederler. Bu formülasyonun
kaynağı, mezhebin ekolleştiricisi Hüseyin b. Hamdân el-Hâsibî (ö.346/957)'dir.
Bir Nusayri din adamından öğrendiğime göre bu formül, Abbasîler Döneminde
Şiilerin sürekli olarak takibata uğrayarak cezalandırılmaları üzerine,
Nusayriliğin doktrinel kurucusu Hüseyin b. Hamdan el-Hâsibî tarafından
birbirlerini tanıma şekli olarak ortaya konarak geliştirilmiştir. [1068]
Nusayrilere göre Ali ne doğdu, ne de doğduruldu. O ölümsüzdür, her zaman
vardır. Zatı yıldızlara hakim olan Nûr'dur, Nurun Nûru'dur. İlâhî Zâtı
itibariyle ise gizlidir. [1069]
Ali'de cisimleşmiş olan Tanrı, Hz. Adem'den itibaren bütün nebilere hulul
ettiği gibi, Kur'an'da adı geçen bazı kutsal hayvanlara da hulul etmiştir.
Eshâb-ı Kehf'in köpeği Kıtmîr, Hz. Sâlih'in devesi ve Hz. Musa'nın kesilmesini
emrettiği ineğin de Ali olduğunu iddia ederler. [1070]
Nusayrilerde ulûhiyet ve
nübüvvet inancı iç içedir. Ali, ilah olarak veya Allah, Ali olarak görünmüş
(zuhur), nebiler ve filozoflar onun görüntüsü olarak, bu dünyada diğer insanlar
arasında bulunmuşlardır. Hz. Muhammed onun adına konuşan (Nâtık) İsmi ve
Hicabıdır ve Onun Mânâsıdır. Muhammed'in temsil ve tecelli ettiği yer
Güneş'tir. Bütün nebilerin küllüdür ve bütün nebilerin küllü olan Muhammed,
tekrar Bir olan Ali'ye döner. [1071]
Peygamber aynı zamanda ulûhiyyetin ilk sudûrudur. Bu görüş hem İsmâilîler, hem
de Nusayrilerin müşterek üstadı Ebu'l-Hattab adlı birinin görüşüdür. [1072]
Saf ulûhiyyetin, kendisine ibadet edilen varlığın tavsif ve tabiri mümkün
olmadığına göre, onun ilk suduru Ad (isim), ilâhî azametin manâsını telaffuz
eden peygamber (Nâtık)ın sesidir. [1073] Bu
nedenle ulûhiyyeti temsil eden ve Ali-İlahlarının bir görüntüsü olduğuna
inandıkları peygamberlerin yiyip içtiklerine, büyük abdest bozduklarına ve
evlendiklerine inanmazlar. Aksine bir inanca sahip olan diğer insanlara söverler
ve bu sövmeyi Birinci Kısım Cihad sayarlar. [1074]
Ayrıca Nusayriler Ali b. Ebi Tâlib'in Rab olduğuna dair inançlarını savunurken,
Hasan ve Hüseyin'in görünüşte onun oğlu, fakat batınen oğlu olmadıklarına ve
aslında evlenmemiş olduğuna inanırlar. [1075]
Görüldüğü gibi Nusayriler,
Tanrı inançlarını hep AMS Formülüne göre ve üçlü bir sistemle yorumlamışlardır.
Nusayrilerde teslis, yani "üçlü tanrı" anlayışı, anlaşılması son
derece zor bir görüştür. Bu inanç biçimi, o dönemde Hrıstiyanlığın da yaygın
olduğu Irak bölgesindeki Hnstiyanların Teslis akidesinin Şia'ya etkisinin
olabileceğini düşündürmektedir. Nitekim Kitâb el-Bâkura'da bu üçleme şekli
şöyle izah edilmiştir:
Ali kelimesi "üç
harf" olduğu gibi, sema (gök), şafak (tan yeri), lem'(parlaklık), kavs-ı
kuzh (gök kuşağı) kelimeleri de üçer harflidir. Kamer (ay) kaybolunca şems
(güneş), güneş kaybolunca necm (yıldız) görünür, işte bütün bunların
Ali'nin görüntüleri olduğuna inanarak; hepsinin üçer harften oluşmasını
mezheplerinin doğruluğuna delil gösterirler! Buna göre Ali=Sema, Ali=Şafak, Ali=Lem\
Ali=Gök Kuşağı, Ali=Kamer, Ali=Şems, Ali=Necm'dir!
Nusayrilik hakkında en
ayrıntılı bilgileri kitabından öğrendiğimiz Süleyman el-Adânî, Kitabu'l-Bâkura
adlı eserinin sonunda onlara şöyle hitap etmektedir:
"Ey Göğe, güneğe, aya,
havaya, köpeğe, ineğe, deveye ve insana ibadet eden Nusayrî taifesi! Bilin ki
bu ibadetler(iniz), bâtıl olan putperestliktir. Bu taptıklarınızın kendilerine
bile bir yararı olamaz. Bunları tanımak bir fazilet de değildir. Şüphesiz ki
siz, bunlar sebebiyle cehenneme düşeceksiniz! O halde bunları terk edin ve
savunmayın. Çünkü ben de sizin gibi zulmette iken bunları savunurdum. Ancak,
Allah'ın Kitab'ı ve peygamberlerine muttali olduktan sonra, bu inancınızın
yalan olduğuna kani oldum.
Yine biliniz ki, milletlerin
dinleri, maşukların durumuna benzer. Bunlara bağlı olanlar da âşıklar gibidir
ve herkes kendi maşukunu över. Çünkü onların aklı buna yetmekte ve herkes kendi
maşukunun en kerim ve en cömert olduğunu sanmakta, başkalarının maşuklarını da
çirkin görmekte ve kendi maşuklarının kusurlarını göremeyerek diğerlerinden
nefret etmektedir, işte, hurafeler de bu nedenle ortaya çıkmaktadır. Herkes,
sadece kendisinin doğru olduğunu ortaya koymaya çalışmıştır. Ancak, kim hakka
vukufu diler ve kendi mensup olduğu dinin kusurlarını görmek isterse; kendi
aklını imtihana çeksin! Böyle yaptığı takdirde inanmış olduğu birçok şeyin
bozuk olduğunu görecektir, inat ve taassubu bırakırsa, mutlaka bu böyle
olacaktır." [1076]
Sonuç olarak bu inanç biçimi
çok ilginç, anlaşılmaz birtakım batınî yorumlarla ortaya konmuştur. Aslında
Nusayrilerin tanrı anlayışları ve reenkamasyon görüşleri saf aklın kabul etmesi
çok zor bir inanç problemidir. Onların inanç yapılan bu bildiride özetlenmeye
çalışılanlardan farklı özelliklere de sahip olabilir. Bizim çalışmamız
kendileri hakkında bilgi veren bazı kaynaklarla sınırlı kalmıştır. Yirmi
birinci yüzyıla girdiğimiz şu günlerde böylesine problemli bir inanç örgüsüne
sahip olan Nusayrilerin açıkça ortaya çıkarak kendi kendilerini ifade
etmelerini bekliyoruz. Çünkü artık her türlü inanç, akıl ve bilim ışığında özgürce
ortaya konarak tartışılmalı, kimse birbirini kırmadan eleştirebilmeli,
düşünceler kapalı kalmadan gün yüzüne çıkarılmalıdır. Çünkü bir inanç biçimini
en iyi tanıtacak olanlar, o inanca mensup olanlardır. Başkalarının değer
yargıları çoğu zaman objektiflikten uzak, ya da hatalı olabilir. Biz de bu
bildiride Nusayrilerin Tanrı tasavvurlarını, çoğunlukla başkalarının veya
hasımlarının eserlerinden alarak ortaya koymaya çalıştık. Biz kendilerini
yargılamaktan oldukça uzak durarak, akademik bir çalışma yaptık. [1077]
Bibliyografya
1.
Adanı, Süleyman el-, Kitâb el-Bâkurâ (El Yazması, tsz).
2.
Arslan, Ahmet, Felsefeye Giriş; Vadi Yay., Ankara 1996
3.
Atay, Hüseyin, Ehl-i Sünnet ve Şiâ, Ankara Üniv. Basımevi, 1983.
4.
Aydın, M. Sait, Tanrı-Ahlâk İlişkisi, TDVY., Ank., 1991.
5.
Çağatay, Neşet- Çubukçu, I. Agah, İslam Mezhepleri Tarihi, Ank. 1976.
6.
Fığlalı, Ethem Ruhi, Çağımızda İtikâdî İslâm Mezhepleri, İst.1980.
7.
Filiz, Şahin, İslam Felsefesinde Bireyin Karşısında Bireyin Konumu Prob.,
AÜİFD., Ank., 1999.
8.
Gökberk, Macit, Felsefe Tarihi, Remzi Kitapevi, Ank. 1990.
9.
Gölpınarlı, Abdulbaki, Yüz Soruda Türkiye'de Mezhepler ve Tarikatlar, İst.1969.
10.
İslam Ansiklopedisi "Nusayriler" Md., Milli Eğitim Basımevi, İstanbul
1988.
11.
Nevbahtî, Fırâku 'ş-Şiâ, Nşr. M.Sâdık, Necef 1936. .
12.
Sinanoğlu, Abdulhamit, Nusayrilerin İnanç Dünyası ve Kutsal Kitabı, İst. 1997.
13.
Şehristânî, Muhammed b. Abdulkerim eş, el-Milel ve'n-Nihâl, Thk. Muhammed
Kîlânî, Dâru'l-Mârife, Beyrut, tsz..
14.
Turan, Ahmet, Les Nusayris de Turauie dans
KELÂM
VE HUKUK İLİŞKİSİ
Yrd. Doç. Dr. İzzet Sargın [1079]
Bilim, doğru düşünme ve
sistematik bilgi edinme sürecidir. Bu süreçte bilim, evrensel ilkeler bulma
çabası içerisindedir. Bu çabanın amacı; düşüncede, toplumda, dünyada düzen
oluşturmak ve objektif ölçüler ortaya koymaktır. Çünkü bilginin değeri
sorumluluk duygusuna, fayda düşüncesine ve problem çözmeye hizmet etmesiyle
doğru orantılıdır.
Her toplum hareket halindedir.
Toplum, hayatın karşısına çıkarmış olduğu problemlere mutlaka cevap vermek
zorundadır. Bir toplumdaki bireylerin davranışları büyük ölçüde o toplumda
oluşan bilgi birikimine bağlı olduğundan bilginin toplumsal bağlamdaki önemi
büyüktür. Toplumsal bağlama geçen bilgi ise yaşantısal bilgidir. Bilimsel
açıdan önemli olan da zaten bilginin hayatı etkilemesi yani yaşantısal bilgiye
dönüşmesidir. Bir toplumda son derece önemli bazı sosyal, siyasal, kültürel,
ahlaki, iktisadi ve benzeri problemler ortaya çıktığı zaman o toplumun geleceği
büyük ölçüde bu problemleri bilimsel olarak çözmesine bağlıdır. Tarihin bir
dönemindeki yüksek bir bilim ve çalışma ortamı daha sonraları toplumlara
rehberlik edemiyorsa bunun önemli bir sebebi o toplumların, şartların istediği
bakış açısına ve bilimsel anlayışa ulaşamamasıdır. Zira hem bireysel hem de
değersel anlamda bir bakış açısı ve bilimsel anlayış oluşturamayan ve
geliştiremeyen toplumların geleceğe güvenle bakmaları zordur.
Günümüz dünyasında müslümanlar
arasında hem akidevî uçurumlar hem de akide ile hayat arasında büyük tezatlar
görülmektedir. Akide sistemlerini yeni bilgiler ve gelişmeler ışığında yeniden
düşünme, yorumlama ve canlandırma günümüz müslüman düşünürlerinin en önemli
sorunlarındandır. Çünkü bilgi dünyasındaki her büyük değişme, dînin temel
hakikatlerinin de yeni yorumlarını ve yeni değerlendirmelerini
gerektirmektedir. Burada teolojinin görevi, kutsal metinler ışığı altında dinin
temel hakikatlerini yeniden ve daha güçlü bir şekilde ifade etmektir.
İnsan bilgisine konu olan
alanlar, duyusal ve duygusal bilgi alanları olarak ikiye ayrılır. Duyusal alan,
deney ve gözleme konu olan varlıkların ve olayların alanıdır. Bilimsel sorunlar
bu alan içerisinde ele alınırlar. Hukuk da bir bilim olduğu için bu alan içinde
ele alınmalıdır. Duygusal alan ise aşkın konuların alanıdır. Duygusal alan
deney ve gözlemlerin alanı olmadığından bilimlere konu olmaz. Çünkü bu alanın
tecrübe yetisi kalptir.
Duyusal alanın bilgisinde olan özgünlük
hem ortamın hem de yorumun değişmesi şeklinde olabilir. Çünkü bu alan bilimsel
gelişmeler alanıdır ve insan aklı bu alanda tam yetki sahibidir. Duygusal
alanın özgünlüğü ise ortamın yenilenmesi ve değişmesiyle değil, yeni yorum ve
yeni görüşlerle olur.
Ebu Hanife'ye atfedilen
"Fıkh-ı Ekber" terimi, kelâmın hukuka öncel ve üstün olup, hukukun,
kelâmın ana konuları olan Allah, Peygamberlik ve insan hakkında bazı önermeleri
önceden kabulü gerektiren bir bilim olduğunu ifade eder. Ancak kelâmın (fıkh-ı
ekber) hukuk ile ilişkisine dair en küçük bir ihsasta bulunmaz.
Eş'arî, kelâm ve hukuk
alanlarını iki farklı bilgi türü olarak algılayıp birbirleriyle karışmamasını
savunur. Ona göre ikisi de dine ait olmakla birlikte her biri kendi alanına ve kendi
hareket yörüngesine sahiptir. Hukuk ve kelâm tamamen farklı alanlara ait
olmakla kalmayıp içerik, yöntem ve ilkeleri bakımından da birbirlerinden
ayrıdır. Gazali de, bir hukukçunun salt hukuk yapması için kelâm bilgisine
sahip olmasını gerekli görmez.
İslâm alimleri kelâm ilmini din
ilimlerinin en kapsamlısı ve en üstünü olarak; hukuk, tefsir, hadis ve benzeri
ilimleri ise furu' (ikinci derecede) olarak görürler.
Kelâmı konular her hangi bir
zaman ve mekanla kayıtlı olmayıp ilkeleri evrenseldir. Hukuk ise, tekillerle
yani tarihsel olaylarla ilgilenir. Hukuk, evrensel ilkeleri özel olaylara
yansıtma işlemidir. Kelâm öncüllerinin dinsel doğrular olarak kabul edilmesi ve
yaşanması, kalp tarafından benimsenmesini ve içselleştirilmesini gerektirir.
Hukuk ise, kalbin içini değil insan davranışlarının dışa yansımasını kendisine
konu edinir.
Yeni gelişmeler ve bilimsel
faaliyetler sonucunda bir çok kavram ve görüşler zamanla değişik anlam ve
boyutlar kazanabilir. Buna bağlı olarak duyusal ve duygusal alanla ilgili
nesneleri vasıflamada yetersiz kalınabilir. Bu durumda bunlar yeni gelişmelerin
de ifade edilebileceği özgün kavramlar ve görüşler çerçevesinde yeniden
yorumlanıp sunulmalıdırlar.
Duyusal ve duygusal bilgi
alanlarımıza konu olan nesneleri olgusal gerçeklik, aşkın gerçeklik ve
davranışsal (pragmatik veya günlük) gerçeklik alanı olarak üçe ayırabiliriz.
1. Olgusal gerçeklik:
Bu gerçeklik statik, sabit ve değişmezdir. Bu gerçeklik alanına konu olanlar
değişmezler. Her zaman aynıdırlar. Bu sebeple yoruma tabi tutulmazlar. Bu
gerçeklik alanı duyusal bilgi alanının özünü oluşturduğundan bunların
doğrulanması bilimsel yöntemlerle olur. Bu gerçekliklerin değişmesi bilimsel
paradigmanın değişmesine bağlıdır. Olgusal doğrular matematiksel bir gerçekliğe
sahip olduğundan bunları kabul edip etmemekte hür değiliz.
2. Aşkın gerçeklik:
Aşkın gerçeklik olgusal doğru gibi mutlaktır, izafi değildir. Aşkın gerçeklik
sabit ve değişmez olmasına rağmen olgusal gerçeklik gibi statik değil
dinamiktir. Bu yüzden aşkın gerçeklik sürekli değişen, gelişen ve kendini
yenileyen bir niteliğe sahiptir. Dolayısıyla bu gerçekliğin sabit ve değişmez
yönüyle değişen ve gelişen yönünün ayrılmasının önemi büyüktür. Aşkın gerçeklik
duyusal alanın dışında olduğundan deney ve gözlemlerin konusu değildir. Ayrıca
bu doğrular matematiksel bir kesinliğe sahip olmadıklarından kabul edip
etmemekte hür sayılırız.
3. Davranışsal, pragmatik veya
günlük gerçeklik: Bunlar genellemeyle veya
mutlak olarak doğru kabul edilmeyen gerçekliklerdir. Bu doğrular sürekli
değişmektedir. Bu alanda pragmatik bir anlayış hedeflendiğinden aynı anda
birden fazla
gerçeklik de doğru olabilir. Günlük doğrular ne statik ne de dinamiktir. Statik
değildirler. Çünkü sürekli değişirler. Dinamik de değildirler sürekli
değişmektedirler. Fakat bu değişme tekamül halinde olmayıp pragmatik amaçların
değişmesine bağlı olan değişmedir. Bu doğrular bizi amacımıza ulaştırdıkları
sürece doğrudurlar. Değişen durumlara göre değişme bu doğruların temel
özelliğidir. Bunun örneklerini İslâm hukuk tarihinde görmek mümkündür.
Bütün bilimsel çalışmalarda ve
bilim dalları arasındaki farklı alan ve ayrılmalara rağmen aralarında bazı
ortak konular, kavramlar ve ilkeler ortaya çıkabilir; Allah peygamberlik ve
ahirete inanç aşkın alanın içerisinde olup kelâm ilminin konularındandır. Ancak
hukuk da Allah, peygamberlik ve ahiret hakkındaki temel varsayımları önceden
kabul etmelidir. Bu kavramların temel ilkelerini veren kelamın insan iradesi ve
hürriyeti hakkındaki varsayımları dolayısıyla insanın sorumlu olup olmadığını
belirlemesi ve bunlarla hukukî tasarruflar hakkında yakın bağ kurması gerekir.
Yani bu kavramları kendine konu edinen aşkın alanın olgusal veya davranışsal
alanlarla bağı insan davranışlarında aranmalıdır. Çünkü kelâmı bilgiler insan
davranışlarının dayanağı ve fikri üst yapısıdır. Allah'ın isteklerinin yapılıp
yapılmaması olgusal ve davranışsal alanla ilgilidir. Peygamberliğe iman da
aşkın bilgi ile olur. Bu yönüyle o, aşkın alanın yani kelâmın konusudur. Ancak
peygamber insanlara geldiği için bu yönüyle de olgusal ve davranışsal alanla
ilgilidir. Ahiret bilgisi de aşkın alan içerisindedir. Ancak ahireti olgusal ve
davranışsal alana bağlayan varlığının bu alandaki işlevidir. Çünkü ahiret
olmazsa insanlar arasında büyük bir adaletsizliğin oluşacağı bir hakikattir.
Ahlak ve sorumluluk bilgisi
oluşturmak kelâm ve hukukun ortak ilkeleridir. Hem kelâm hem de hukuk manevî
hayatla içselleştirilip ferdîleştirilmelidir.
Kelâm ve hukukun birlikte bir
bakış açısı oluşturarak güncel bazı problemlerimize yaklaşılması açısından
aşağıda bazı örnekler vermek istiyorum; Mekkî ayetleri genel bildirimleri
açısından incelediğimizde bir biriyle sıkıca bağlantılı üç temel konu ortaya
çıkmaktadır.
1.
İlâh tektir.
2.
Toplumdaki korkunç sosyo-ekonomik uçurumlar temel bir kötülüktür.
3. Gerek ferdi ve gerek toplumsal olarak ilahî
hüküm gereğince insan sorumludur.
Hz.
Peygamber'in (bi'setten önce) kesin olan farkında olduğu önemli bir husus
vardı. Bu bir parçalanmışlık idi. Evvela bu kadar çok sayıda tanrı veya
tanrının kızları olamazdı. Böyle bir dini parçalanmışlığın tabi sonucu olarak
böylesine bölünmüş, dağılmış bir toplum kabul edilemezdi. Şehadet getirmek
sadece Allah'ın birliğini tasdik etmeyi değil insanların da ontolojik birliğini
kabul etmeyi ve bir ahlakî sorumluluk altına girmeyi gerektirir. Şehadet,
Allah'a inanmayı sadece zihinsel olarak kabul etmeyi değil, belki daha fazla
davranışsal olarak göstermeyi ifade eder.
Kur'an'da vahdaniyet ve sosyal
adalet aynı paranın iki yüzü gibidir. Her biri organik olarak diğerini içine
almaktadır. Nitekim; "Hayır, doğrusu
siz yetime ikram etmiyorsunuz- yoksula yemek vermeye (birbirinizi) teşvik
etmiyorsunuz. Mirası helal haram demeden yiyorsunuz. Malı da pek çok
seviyorsunuz. " [1080]buyurulmaktadır.
Yine Kur'an, cemiyet içerisinde yapılacak
bir
çeşit yatırım mukabilinde refah vadederken, yatırımın beklenen getirişinden
vazgeçme karşılığı dikkate alındığında insanın malım başkaları için feda
ederken kendisinin fakirleşeceğini düşündüğü zaman şeytanın iğvalarına uyarak
hüsrana düştüğünü ifade eder. Kur'an, namaz kılan fakat cemiyetin maddi
refahına katkıda bulunmayan kimseyi iyi bir müslüman değil, bir nevi mürai
olarak görür. Kur'an kişisel fikir ve görüşlerin İfade aracı olarak
gruplaşmaları yasaklamasa da birlikteliği bozacak şekilde kati hizipçiliği
uygun görmez. Dolayısıyla siyasi gruplaşmalar toplumu bölmeyi hedef almayıp
birbirleriyle istişarede bulundukları sürece kötü değillerdir. Çevresel
değerler üzerinde çatışma ve farklılık, toplumda temel bölünmelere giden
çözülmelere yol açmaz. Çatışma, değer ilişkilerinin temellerini sorguluyorsa
olumlu, temel değerlere saldınyorsa olumsuz işlev görür. Çatışma, gurubu
güçlendirdiği oranda pozitif işlevsel, fakat yapıya karşı işlediği oranda
negatif işlevsel olur.
Ehl-i sünnet ve'1-cemaat terkibinin
kendisi peygamberin sünnetine uyanlardan ziyade toplumun ana gövdesinin takip
ettiği istikrarlı ve belirgin yola uyup, toplumun düzenini bozmayanlar olarak
anlaşılmalıdır. Elbette bu temel ya da orta yol değişmez değildir. Ancak
toplumun istikrar içerisinde değişimi ve toplumsal karmaşaya engel olma onun
ana unsurudur. Ehl-i sünnetin ana niteliği aşırılıklar arasında bir orta yol
bulmak ve toplumun tesanüdünü bozmamaktır.
Kur'an'ın temel hedeflerinden
biri, insana derin sorumluluk duygusunu yerleştirmesİdir. Kur'an kişisel
düzeyde sorumluluk bilgisine sahip fertleri yetiştirmeyi hedef alır. Sorumluluk
bilinci de toplumsal bir çerçevede ifadesini bulur. Çevresinde yokluk ve
yoksulluk içinde debelenenler varken kimse kendi servetine mutlak hak iddia
edemez, onu istediği gibi harcayamaz. Çünkü yoksulluk denizinde bolluk adaları
oluşamaz. Zenginlerin toplumsal İhmalkarlığı, toplumların çöküşünün temel
sebeplerindendir.
Kur'an'ın servetin dağıtımı
hakkındaki emirleri iki prensibe icra edilebilir. Birinci prensip, gerek
sermaye gerekse emek sahasında kimsenin kendi istihsal gücü ve kudretinden yani
modern anlamda, sahip olduğu faktörlerin verimliliğinden daha çok veya daha az
almaması gerekir. Kur'an bu konuda verdiklerinden daha çok alanları tehdit
etmektedir [1081].
"İnsanların mallarını ve haklarını eksiltmeyin" [1082].
"Birbirinizin mallarını haksız yere yemeyin" [1083]
buyurmaktadır. Bu noktada toplu pazarlık mekanizmasını işletmeyen işverenin,
emeğin hakkını verimlilik ölçüsünde teslim etmemesinden doğan huzursuzluk
(sendikasız, sigortasız, iş güvenliğinden yoksun vb.) veya günümüzde toplu
pazarlık mekanizmasını bir güç kaynağı olarak kullanan işçi sendikalarının ve
milli iradeyi demokratik yanıltma süreci içerisinde tekelci yaklaşımlara
dönüştüren politikacıların popülizme araç olan (kit sendromu, ekonomik politik
popülizm) çeşitli yöntemlerle işçilere verimlilik üzerinde ücret ödemelerinin
doğurduğu iktisadi dengesizlikler bile yukarıdaki ayetler ışığında tartışmaya
değerdir. Nitekim ülkemizin 2001 yılında ekonomik durgunluğu dikkate alınarak
(milli gelir önemli oranda azalırken) ülkemizdeki ücretlere ilişkin bir
mukayese yapıldığında ortalama memur maaşları 250 - 300 milyon lira iken, kamu
kesimindeki sendikalı işçilerin aylıklarının 1 milyar civarında olması düşündürücüdür.
İkinci prensip ise "ta ki mallar yalnız zenginler arasında
dolaşan bir devlet olmasın" [1084] şeklindedir.
Görülmektedir ki herkese hakkını verip onu asla kısmamak olan birinci prensip
mana ve maksat itibariyle son derece kapsamlı bir prensiptir. Bu yaklaşım
iktisadi alan başta olmak üzere bütün hakları ihlale karşı bir teminattır.
İkinci prensip ise sosyal güvenliğin bir kanunudur.
İslâm, insanların dünyevi
mallardan istifade edebilmelerini ve bu yolda ruhlarını bütün ihtiraslarından
arındırılmasını sağlamayı amaçlarken serveti israf edenlere ve bu serveti
kıskançlıkla ellerinde tutanlara karşı çıkmaktadır; "Altın ve gümüşü biriktiren, onları Allah yolunda harcamayanlar var ya
işte bunları acıklı bir azapla müjdele. Kıyamet gününde bu biriktirilen malların
üzerleri cehennem ateşiyle kızdırılacak ve onlarla sahiplerinin alınları,
yanları ve sırtları dağlanacak. Kendilerine "işte nefsiniz için
biriktirdiğiniz budur. Haydi tadın bakalım biriktirdiklerinizin tadını"
denilecek" [1085]
İslâm serveti biriktirip
insanların ihtiyaçları için harcanmamasını ve yatırım yapılmamasını suç kabul
eder. Bu olgu, az gelişmişlik çemberini kıramamanın dinamiklerinden biri olarak
varlığını sürdürmektedir. Günümüzde spekülatif kazanca imkan veren atıl servet,
ekonomilerin durgunluk sebebi olup, toplumların önemli ölçüde refah kaybına yol
açmaktadır. Beşeri ihtiyaçların üzerinde olan ferdi servetin yatırım
aracılığıyla topluma iade edilmesini gerektiren krizler olabilir. Yani geniş
anlamda İstihdama imkan veren bir sürece ihtiyaç olabilir. Bu anlamda toplum
bir bütün olarak kendi menfaatine olan hususlarda müdahale etme hakkına
sahiptir. Bir defasında Hz. Muhammed (s.a.v.) bir savaş hazırlığı yaparken
müslümanların kaynakları çok sınırlı olduğundan dolayıdır ki ashap, ne kadar vermeleri
gerektiğini sorduğunda Kur'an onlara;
"İhtiyaçlarından geri kalanı verin" [1086] cevabını
verir.
Teşekkür ederim.[1087]
[1] Prof. Dr. Yusuf Şevki Yavuz Günümüz İnanç Problemleri, İlahiyat
Fakülteleri Kelam Anabilim Dalı Sempozyumu, 7-9 Eylül 2001 Erzurum: VII-IX
[2] Prof. Dr. Yusuf Şevki Yavuz Günümüz İnanç Problemleri, İlahiyat
Fakülteleri Kelam Anabilim Dalı Sempozyumu, 7-9 Eylül 2001 Erzurum: XI- XII
[3] Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi
[4] Yusuf Şevki Yavuz, İslam'da İnanç Esasları, İstanbul
1988, s.161-162.
[5] Al-i İmrân: 3/159.
[6] İsmail Kara, İslamcıların Siyasî Görüşleri, İstanbul
1994, s. 106-112.
[7] Hasan Hanefi, el-Yesâm'l-İslâmî, Kahire 1981,1,38.
[8] Mustafa Sabri, Mevkıfu'l-beser tahte sultani'l-kader.
Kahire 1352, 8.8-9; Süleyman Ateş Kur’an-ı Göre Evrim Teorisi", Ankara
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Ankara 1975, XX, 127"-146
[9] Süleyman Hayri Bolay, "Adem", Türkiye
Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, İstanbul 1988,1, 158
[10] Yaşar Nuri Öztürk, Kur'an'daki İslâm, İstanbul 1995 s
248
[11] en-Nisa: 4/56.
[12] Buhari, " Tevhid " 24.
[13] el-Müezemmil 73/20; Buhâri-Ezan - 95-102, 122 ; Müslim
" mesâcid - 33, " Salât - 34-36, 45, 94, 145,163-173.
[14] Prof. Dr. Yusuf Şevki Yavuz Günümüz İnanç Problemleri, İlahiyat
Fakülteleri Kelam Anabilim Dalı Sempozyumu, 7-9 Eylül 2001 Erzurum: 3-7.
[15] An Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğr. Üyesi, duzgun@divinity.ankara.edu.tr
[16] Gordon Kaufman, "On the Meaning of God",
New.Theotogy, New York 1967,4, 77.
[17] Doç. Dr. Şaban Ali Düzgün Günümüz İnanç Problemleri, İlahiyat
Fakülteleri Kelam Anabilim Dalı Sempozyumu, 7-9 Eylül 2001 Erzurum: 9-10.
[18] Bkz. Fritz Heinemann, "Metafizik", Günümüzde
Felsefe Disiplinleri, çev. Doğan Özlem, İstanbul 1997, 137. Aristoteles sadece
ilk felsefeden sözetmişti- O, ilk felsefeden, deneyden bağımsız, a priori,
zorunlu bilme biçimi olarak sözeder. Yani:
l.
İlk prensip ve temel nedenlerin bilgisi (prensipler öğretisi),
2.
varolan olarak varlık hakkındaki bilgi (O, "varlık" kavramını en
genel ve kapsayıcı kavram saydığından, varlık bilgisi, ontolojidir)
3.
yetkin öz, ilk töz ve evrenin kendisi hareket etmeyen hareket ettiricisi
hakkındaki bilgi (teoloji).
[19] Örnek için bkz. St. Thomas, The Summa Thealogica, Second and Revised
Edition 1920. Doç. Dr. Şaban Ali Düzgün Günümüz
İnanç Problemleri, İlahiyat Fakülteleri Kelam Anabilim Dalı
Sempozyumu, 7-9
Eylül 2001 Erzurum: 10.
[20] I. Kant. Prolegomena, Çev. l.Kucuradi-Y.Örnek. Ankara:
Hacettepe Ültiv. Yay. 1983. 3-4.
[21] Age, 20.
[22] Doç. Dr. Şaban Ali Düzgün Günümüz İnanç Problemleri, İlahiyat
Fakülteleri Kelam Anabilim Dalı Sempozyumu, 7-9 Eylül 2001 Erzurum: 10-12.
[23] Bkz. M. Heidegger, Metafizik Nedir? Çev. Yusuf Örnek,
Türkiye Felsefe Kurumu, Ankara 1991; ayrıca bkz. Yusuf Örnek, "Martin
Heidegger'de Metafizik Problemi'", Türkiye I. Felsefe Mantık bilim Tarihi
Sempozyumu Bildirileri, Ankara 1991, 40.
[24] Bkz. A.N.Whitehead, Process and Realily, New York,
1978.
[25] Bkz. D.Hume, İnsanın Anlama Yetisi Üzerine Bir
Soruşturma, Çev. O. Aruoba, Ankara: Hacettepe Üni. Fels. Böl. Yay., 1976.
[26] Age.
[27] Sz. H. Reichenbach, Bilimsel Felsefenin Doğuşu. Çev.
Cemal Yıldırım, Remzi Kit., İstanbul 1986.
[28] Bkz. Tractatus Logico-Philosophicus (1921)
[29] Bkz.. AJ. Ayer, Language, Truth and Logic, Dover 1952.
[30] Detay için bkz. Kari Popper, The Lugic of Scienüfic
Discovery, 1934.
[31] Analitik ve linguistik hareket içindeki ilave katkılar
Gilbert Ryle, John Austin ve P.F. Strawson ve W.V.Quıne tarafından yapılmıştır.
Ryle'ye göre felsefenin görevi mantıksal olarak doğru olan formlar içinde
sistematik olarak bizi yanlış yöne gölüren ifadeleri yeniden formüle elmektir.
Ryle özellikle varlığı olmayan objelerin varlığını ileri süren gramatik formu
içeren ifadelerle ilgilenmiştir. Quine dil ve ontoloji arasındaki ilişkiyi
tartışmakta ve dil sistemlerinin kendilerini kullananları belli şeylerin
varlığına bağlama eğilimi gösterdiklerini iddia etmektedir. Ona göre şu şekilde
değilde bu şekilde konuşmanın doğruluğu tamamen pragmatik olmaktan
kaynaklanmaktadır.
[32] Bkz. H. Bergson, Düşünce ve Devingen, Çev. Miraç
Katırcıoğlu, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul 1986.
[33] Bkz. Sauer, Metaphysik, Göttingen: Muster Schmidt
Verlag, 1971.
[34] Doç. Dr. Şaban Ali Düzgün Günümüz İnanç Problemleri, İlahiyat
Fakülteleri Kelam Anabilim Dalı Sempozyumu, 7-9 Eylül 2001 Erzurum: 12-15.
[35] İbn Sina, Şifa, İlahiyat. I, 6.
[36] Bkz. Aristoteles, Metafizik, Çev. Ahmet Arslan, Ege
Üni. Edebiyat Fak. Yay., İzmir 1985
[37] Bkz. Plotinos, Enneades, Tr. By Stephan Mac Kenna and
B.S. Page, Chicago, 1952
[38] Bkz. Sevgi iyi, "Nrçin Metafizik Sorunu",
Felsefe Tartışmaları, 14. Kitap, İstanbul 1993
[39] Bkz. F. Bacon, The Advancemeni of Leaming, London:
Oxford Un. Press, 1951.
[40] Bkz. Descartes, ilk Felsefe Üzerine Metafizik
Düşünceler, Çev. Mehmet Karasan, Maarif Malb., 1942.
[41] Doç. Dr. Şaban Ali Düzgün Günümüz İnanç Problemleri, İlahiyat
Fakülteleri Kelam Anabilim Dalı Sempozyumu, 7-9 Eylül 2001 Erzurum: 16-17.
[42] İsmail Köz, "İslam Mantık Külliyatının
Teşekkülü", Felsefe Dünyam, sayı: 30 (Ankara, 1999) 97.
[43] Örneğin, Kelam'da büyük önem taşıyan Temamı' Delili:
"Yerde ve gökte Allah'tan başkası olsaydı bu ikisi bozulup
giderdi"(Enbiya 21: 22) "Hiçbir ortak
yönleri ve karakterleri olmayan her ikisi aynı anda aynı faile ait
olamayan iki sınıf arasındaki mantıki ilişkiyi göstermek için kullanılan bu
önerme şartlı bir önermedir ve Aristotelyen mantık formuna göre anlamsız
sayılmak durumunda kalacaktır.
Yine bu noktada Bağdat'ta Ebu Bişr Matta b. Yunus (ö.940) ve Ebu Saîd
es-Sirafî (ö.979) arasında Yunan mantığı konusundaki meşhur tartışmayı
hatırlatmada yarar var. Ebu Bişr bu tanışmada Aristo mantığının evrensel
geçerliliğini savunurken, Ebu Said mantığın kültüre ve kültürün ifade aracı
durumundaki dile özel olduğunu ve dolayısıyla Yunan dilinden hiç de aşağı
olmayan Arap dilinin yapısına uygun bir mantığın geliştirilmesi gerektiğini
ileri sürüyordu. Ebu Saîd böylece Arap dilinin yapısıyla organik bir ilişkisi
bulunan mantığın, köken sağladığı bilgiyi de geçerli ve yetkin kılacağını
savunmaktaydı. Bkz. M. Mehdi, "Language and Logic in Classical
İslam", G.E. von Gruncbaum (ed.) Logic in Classical hiumic Cutture,
Wiesbaden 1970, ss.51-83 içinde. Bu tartışma Ebu Hayyan et-Tevhidrnin Kıtabu
'l-İmtâ' ve 't-Muannese (tank. A. Emin ve A. Zeyn) adlı eserinin 8. bölümünde
yer almaktadır. Bkz. Paul L. Heck, "Orientalism and Post- Modernism, A
note on Studying islam With Muslims", İslamochristiana, c.26 Roma, 2000.
[44] Kari Barth, Church Dogmatics, I, 1, tere. G. T.
Thomson ve H. Knight (Edinburgh, L956), 141-2; Dietrich Bonhoeffer ise Barth'ın
bu yaklaşımını 'vahiy pozitivizmi' şeklinde adlandırmaktadır. Bkz. D. Bonhoctfer,
Iftters and Papersfrom Prison, terc. R.H. Fuller (Londra, 1953), 148.
[45] Doç. Dr. Şaban Ali Düzgün Günümüz İnanç Problemleri, İlahiyat
Fakülteleri Kelam Anabilim Dalı Sempozyumu, 7-9 Eylül 2001 Erzurum: 17-19.
[46] Mehmet Aydın, "Tanrı Hakkında Konulmak: Felsefi
Bir Tahlil", Dokuz Eylül Üniv. t.F. Dergisi. l, 1983, 37.
[47] James W. Woelfel, "Non-Metaphyskal Christian
Phüosophy", New Theology: 2, USA 1966, 53. Doç. Dr. Şaban Ali Düzgün
Günümüz İnanç Problemleri, İlahiyat
Fakülteleri Kelam Anabilim Dalı Sempozyumu, 7-9 Eylül 2001 Erzurum: 19.
[48] Alasdair Maclntyre, Melaphysical Beliefs, Londra 1957,
X5.
[49] Doç. Dr. Şaban Ali Düzgün Günümüz İnanç Problemleri, İlahiyat
Fakülteleri Kelam Anabilim Dalı Sempozyumu, 7-9 Eylül 2001 Erzurum: 19.
[50] James W. Woelfel, agra., 57; Detay için bkz. lan
Ramsey, Religious Language, Londra 1957 ve
Prospects for Metaphysics, ed., Londra 1961.
[51] James W. Woelfel, agm. Doç. Dr. Şaban Ali Düzgün
Günümüz İnanç Problemleri, İlahiyat
Fakülteleri Kelam Anabilim Dalı Sempozyumu, 7-9 Eylül 2001 Erzurum: 20.
[52] "Imptications of Analytical Philosophy for
Theology", The Journal of Bibte and Religum, July 1961. 206.
[53] Jwry H Gill, "Talk about Religious talk: Various
Approaches to the Nalure of Religious Lanyuage" Nen-Theolofty.4,99.
[54] Age, 206.
[55] Bkz. Zuurdeeg, An Analyticat Philosophy of Religion
(Abingdon Press, 1961).
[56] Doç. Dr. Şaban Ali Düzgün Günümüz İnanç Problemleri, İlahiyat
Fakülteleri Kelam Anabilim Dalı Sempozyumu, 7-9 Eylül 2001 Erzurum: 20-22.
[57] Bağdadi, Us-lu-d-D-n, İstanbul 1928, 5.
[58] Doç. Dr. Şaban Ali Düzgün Günümüz İnanç Problemleri, İlahiyat
Fakülteleri Kelam Anabilim Dalı Sempozyumu, 7-9 Eylül 2001 Erzurum: 22-24.
[59] R. Swinburne, The Coherence of Theisın, Oxford
University Press, 1993 51-54.
[60] Bkz. E.Sapir, Language: An Inlrodttction to the Study
of Speech (1921) New York: Harcourt, Brace, and Co "Culture, genuine and
spurious" American Journal of Sociology 29:401-429.
[61] Doç. Dr. Şaban Ali Düzgün Günümüz İnanç Problemleri, İlahiyat
Fakülteleri Kelam Anabilim Dalı Sempozyumu, 7-9 Eylül 2001 Erzurum: 24-25.
[62] Doç. Dr. Şaban Ali Düzgün Günümüz İnanç Problemleri, İlahiyat
Fakülteleri Kelam Anabilim Dalı Sempozyumu, 7-9 Eylül 2001 Erzurum: 26.
[63] Doç. Dr. Şaban Ali Düzgün Günümüz İnanç Problemleri, İlahiyat
Fakülteleri Kelam Anabilim Dalı Sempozyumu, 7-9 Eylül 2001 Erzurum: 26-27.
[64] Cumhiriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim
Üyesi
[65] Dan Barker, The Freethoughî Debater. The Freevvill
Argument for the Nonexistence of God, “http://www.
infidels.org/org/ffrf/fttoday/" Freethought Today, August 1997.
[66] Dan Barker, Losing Faith in Faith: From Preacher To
Atheist, "http://www.infidels.org/org/ffrf/lfif/"
[67] Ra'd: 13/38-39.
[68] Yrd. Doç. Dr. Metin Özdemir Günümüz İnanç Problemleri, İlahiyat
Fakülteleri Kelam Anabilim Dalı Sempozyumu, 7-9 Eylül 2001 Erzurum: 29-30.
[69] İbn Manzur, Lisûnu'l-Amb, Dâru Sadr, Beyrut, 1990,
XII, 416.
[70] et-Tehânevî, Keşşâfu Istılahâti't-Funûn, Beyrut,
tarihsiz. ll, 1227.
[71] Bkz., İbn Sina, en'Necât' Beyrut 1992- ll- 103-104;
"es-Şifa el-İlâhiyyât), tahkik, el-Eb Kınvâtî, Saîd Zâyid, trhsz.,I,359.
[72] Razi,Kelam’a Giriş (Gassal), Çev., Hüseyin Atay,
Ankara, 1978, 169; el-Erba'în, tahkik; Ahmed Hicazî eş-Seka, Kahire 1986, 1,
194, Keza bkz, el-Beydavi, Tavaliu’l-Envar min Metali’ el-Enzar, Khire 1991,
183; Tattazânı,
Şerhli (-Makâsul, Beyrut 1989, IV, 121.
[73] Bkz. İbn Sina, en-Necat, ll' l03- Keza bkz'
Hüseyni" Atay Farabi ve İbn Sina’ya Göre Yaratma, Ankara 1974,52.
[74] Hüseyin Atay, a.g.e., 52-53.
[75] Bkz., İbn Rüşd, Faslû'l-Makûl (Felsefe-Din İlişkisi),
çev., Bekir Karlığa, İstanbul 1992, 84.
[76] Nuri Adıgüzel, İbn Rüşd'ün Varlık Felsefesi,
A.Ü.S.B.E. yayınlanmamış Doktora Tezi, Ankara 1996, 130.
[77] Bkz., Râzî, el-Erba'în, I, 194-195.
[78] Râzî, a.g.y.; Taftazânî, Şerhu'I-Makâsid, IV, 121,
124.
[79] Daha ayrıntılı bilgi için bkz., Râzî, el-Erba'în, I,
195-196.
[80] Râzî, a.g.e, I, 198.
[81] A g.y. Keza bkz., Bağdadî, Mezhepler Arasındaki
Farklar (el-Fark Beyne'l-Fırak), çev., Ethem Ruhi Fığlalı, Ankara, 1991, 49-50.
[82] Ebu'1-Mu’in en-Nesefî, Tabsıratul-Edille, tahkik,
Hüseyin Atay, Ankara 1993, I, 256. el-Hayyât, bu göruşun Hışam'a affedilmesinin
doğru olmadığını, Hişam'ın asla böyle bir şey söylemediğini, aksine, sadece
hadis olan eşyanın Allah'ın onları var etmesinden önce eşya olarak
nitelendirilemeyeceğini' ifade ettiğini kaydetmektedir. Bkz., K. el-intisar,
Matba'atü'l-Kasulikiyye, Beyrut, 1957, 92. Hişamın b. Amrel-Fuvâtînin görüşleri
için keza bkz., Şehristânî, el-Milel ve'n-Nihal, tahkik; Muhammed Seyyid
Geytânî, Beyrut tarihsiz, I, 74; Râzî, el-Erba'în, I, 199.
[83] el-Eş'arî, Makâlât, tahkik; Muhammed Muhyiddin
Abdülhamid, Kahire, 1969, 1, 237 Keza bkz Alberi N Nâder,
Felsefetü't-Mu'tezile, İskenderiye 1950, I, 60.
[84] Râzî, et-Erba'în, I, 199. Hişam'ın bu görüşü için,
ayrıca bkz., el-Hayyât, el-İntisâr, 81-82.
[85] Râzî, a.g.e., 1,199.
[86] Bkz. Râzî,a.g.e., I,200.
[87] Bkz., el-Hayyât, el-İntisâr, 81.
[88] Ebu'1-Muin en-Nesefî, Tabstralu't-Edille, I, 256.
el-Hayyât, Cehm'in görüşünü açık bir şekilde dile getirmemekte, sadece onun
Hişam ile aynı görüşü paylaştığını zikretmektedir. Bkz., el-İnttsar, 92. Keza
bkz... Bağdadî, Mezhepler Arasındaki Farklar, 156.
[89] Mu'tezile'nin çoğunluğu, İlahî bilginin kadîm
olduğunu, dolayısıyla alemin ilahî ilme konu olması yönüyle kadim bir zaman içerisinde meydana gelmesi
itibariyle ise hadis olduğunu kabul eder. Albert N. Nâder,
[90] Mülk: 67/2.
[91] Bakara: 2/143.
[92] Ebu'l-Berekât en-Nesefî, Tefsir, İstanbul 1984,1, 80.
[93] İbn Rüşd, Fasim-Makûl (Felsefe-Din İlişkisi), 123.
[94] A.g.y.
[95] A.g.e., 124.
[96] Taha: 20/44.
[97] Yunus: 10/14.
[98] Kehf: 18/12.
[99] Kasas: 28/47. Bu yorum için bkz., Zemaheri, Keşşaf,
Darul-Fikr, 1977, 11. 538. Benzer bir kelamı yorum için bkz., Ebu'l-Mu’in
en-Nesefi, Tabsıra, 1,261.
[100] et-Tehânevî, Keşgâfu Ishlahûti’l-Funûn. II, 1229.
[101] Felsefede ve teolojide Tanrı'nın her şeyi bilmesi,
O'nun Kendisini ve geçmişteki, şimdiki ve gelecekteki, diğer her şeyin insanın
gelecekteki hür fiilleri de dahil her şeyin sadece mümkün durumların, değil
fiili durumlarını da mumkun ya da gerçek olarak bilmesini ifade eder. Bkz.,
Dagobert D. Runes, Diclionary of Philosophy, New Jersey 1977, 219.
[102] Peter A. Angeles, A Dictionary of Philosophy, New
York, 1981, 196.
[103] Richard H. Popkin, Avrum Stroll, Philosophy, Oxford,
1990 129
[104] Bkz, a.g.e., 129-130.
[105] Paul Tillich, Systematic Theology, 1, Chicago 1966,
278-279.
[106] Bkz. a.g.y.
[107] Mehmet Aydın, Din Felsefesi, dördüncü baskı, İstanbul,
1994, 166.
[108] Mehmet Aydın, a.g.e., 167. Krş., Muhammed İkbal,
Işkımda Dini Düşüncenin Yeniden Doğuşu, (çev., N. Ahmet Asrar), Bir Yay, 1984,
! 12. Bu konuyla ilgili geniş bir açıklama için, ayrıca bkz., Metin Özdemir,
mam Düşüncesinde Kötülük Problemi, İstanbul 200], 141-160
[109] Bkz., a.g.y.
[110] Yrd. Doç. Dr. Metin Özdemir Günümüz İnanç Problemleri, İlahiyat
Fakülteleri Kelam Anabilim Dalı Sempozyumu, 7-9 Eylül 2001 Erzurum: 30-38.
[111] İmam-ı Azam, Fıkh-ı Ekber, çev.. Hasan Basri Çantay,
Ankara, 1985, 8.
[112] Anthony Kenny, Tanrı'nın "Önceden-Bilmesi ve
İnsan Hürriyeti, çev., Hanifi Özcan, İlahiyat Fakültesi Dergisi, VI, D.E.Ü.
Yayınları, İzmir 19X9, 631.
[113] A.g.y.
[114] İlahiyat Fakültesi Dergisi, VI, D.E.Ü. Yayınları, İzmir
1989, a.g.m. 630. Keza bkz.. Znd of The Philosophers, Oxford 1979, 38.
[115] Anthony Kenny, The God of Philosophers, 38.
[116] A.g.e., 38-39.
[117] İlhiyat Fakültesi Dergisi, VI, D.E.Ü. Yayınları, İzmir
1989, a.g.m., 625 vd.
[118] Anthony Kenny, The God of Philosophers, 38.
[119] Şamil Öçal, Kemal Paşazâde'nin Felsefî ve Kelâmı
Görüşleri, Ankara, Kültür Bakanlığı, 2000, 326.
[120] Bkz., Mehmet S. Aydın, Din Felsefesi, Selçuk
Yayınları, üçüncü baskı, 138 vd.
[121] Allah'ın zatına ve aleme ilişkin bilgisinin mahiyeti
hakkında ayrıntılı bir açıklama için bkz., Mehmet S. Ayılın, Din Felsefesi, 138
vd.
[122] Bkz., M. Saim Yeprem, İrâde Hürriyeti ve İmam
Maturidi, İstanbul 1984, 334.
[123] Gazzâlî, el-İkfısad fi'l-İtikad, Beyrut 1988, 64-92.
[124] M- Saim Yeprem, a.g.e., 319. Bu iddianın kısa bir eleştirisi
için ayrıca bkz., Şamil Öçal, Kemal
Pfifazâde'nin Felsefi ve Kelâmı Görüşleri, 332.
[125] HAHah'uı ezelde her şeyi bilmesi'nin geni5 bir mistik
yorumu için bkz., Toshihiko Izutsu, Ibn Aratanın
Pıtsûs'undaki Anahtar-Kavramhır, çev., Ahmed Yüksel özenme, İstanbul
1998,229 vd.
[126] Yrd. Doç. Dr. Metin Özdemir Günümüz İnanç Problemleri, İlahiyat
Fakülteleri Kelam Anabilim Dalı Sempozyumu, 7-9 Eylül 2001 Erzurum: 38-43.
[127] Kaf: 50/16-18.
[128] Râzî, Mefâtîhu'l-Ğayb, Darul-Kutubi'I-İlmiyye, 1990,
XXVIII, 140.
[129] Zemahşerî, Keşşaf. IV, 6.
[130] Mücadele: 58/7.
[131] Bkz., Zemahşeri, Keşşaf, IV, 66. Benzer anlamlar için,
bkz., Taberi, Câmi'u'l-Beyân, Daru'l-Kutubu'l-İlmiyye, Beyrut, 1992, XVII, 233;
Kurtubî, el-Câmi’u’l-İhkâmi'1-Kur'ân, Beyrut 1985, XVII 257
[132] Rârf, Mefittthu'l-Ğayb, XXVI, 44.
[133] İbrahim: 14/38.
[134] Yrd. Doç. Dr. Metin Özdemir Günümüz İnanç Problemleri, İlahiyat
Fakülteleri Kelam Anabilim Dalı Sempozyumu, 7-9 Eylül 2001 Erzurum: 44-47.
[135] Yrd. Doç. Dr. Metin Özdemir Günümüz İnanç Problemleri, İlahiyat
Fakülteleri Kelam Anabilim Dalı Sempozyumu, 7-9 Eylül 2001 Erzurum: 47-48.
[136] Dokuz Eylül Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi Araştırma
Görevlisi
[137] Bu itirazlar ve cevaplar hakkında bkz. Pezdevî,
Usûlu'd-Dîn, (Tah. Hans Peter Linss), Kahire 1963, 5.91 vd; Gazâlî, el-İktisâd
Iî'l- İ'tikâd, (Tah. 1. Agâh Çubukçu-Hüseyin Atay), Ankara 1962, s.196; Kâdî
Abdulcebbar, Şerhu'l-Usûli'l-Hamse, Kahire 1965, s.563; Salih Sabri Yavuz,
İslam Düşüncesinde Nübüvvet Kavramı, İstanbul ts, s. 148 vd.
[138] Taberî, Tarîhu'l Umem ve'l-Mülûk, 1-X, Beyrut İs, 111,
146; Bahriye Üçok, İslam'dan Dönenler ve Yalancı Peygamberler, Ankara 1967,
s.24.
[139] Üçok age.,s.31,34.
[140] İrfan Abdulhamid, İslam'da ttikâdî Mezhepler ve Akfiid
Esasları, (Çev. Sâim Yeprem), İstanbul 1994,
s.55-56.
[141] Gazâlî, Bâtiniliğin İçyüzü, (Çev. Avni İlhan), Ankara
1993, s.26-27.
[142] Minu Drahşan, Hakikat Işığı, Ankara 1962, s.42 vd. dan
naklen E. Ruhi Fığlalı, Babilik ve Bahailik, Mekke
1981, s.33 vd.
[143] Minu Drahşan, Hakikat Işığı, s.42 vd. dan naklen
Fığlalı, Babîlik ve Bahaîlik, s.33vd.
[144] İskender Erol Evrensoğlu, İktibas Dergisine Tekzib,
(Basım yeri ve tarihi belirsiz) s. 11.
[145] İskender Erol Evrensoğlu, Kelime Kelime Kur'an-ı
Kerîm, Lafzı ve Ruhu, (Basım yeri ve tarihi belirsiz) s.11
[146] Ethem Ruhî Fığlalı, Kâdîyânîlik (Ahmediyye Mezhebi),
İzmir 1986, s. 118-119.
[147] Gulam Ahmed, Tezkiretü'ş-Şehadeteyn, s.85 den naklen
Fığlalı, Kâdîyânîlik, s.148.
[148] Gulam Ahmed, Hakîkatü'1-Vahy, s.391'den naklen
Fığlalı, Kâdîyânîlik. s.148.
[149] Bedir Gazetesi, 5 Mart 1908 den naklen, Fıglalı,
Kâdîyânîlik, s.14X
[150] Fığlalı, Kâdîyânîlik, s.149.
[151] Fığlalı, Kâdîyânîlik, s. 153 vd.
[152] Fığlalı, Kâdîyânîlik, s.154.
[153] Fığlalı, Kâdîyânîlik, s. 155.
[154] Bağdadî, Usûlu'd-dîn- İstanbul 1346/1928, s.162
[155] Murtaza Mutahharî, Hatemiyet Peygamberliğin Sona
Erişi, (Çev. Şamil Öcal), Ankara 1989, s.8 ;
[156] Âl-i İmran: 3/144
[157] Bakara: 2/151; En'âm: 6/42; A'râf: 7/59; Yusuf:
12/109; Hicr: 15/10.
[158] Efzalurrahman, Sîret Ansiklopedisi, 1-1V, (Çev. Kenan
Dönmez), İstanbul 1996, VI, 264"346 konuyla ilgili gördüğü yüz kadar ayet
zikreder. Diğer taraftan Hz. Peygamber’in isinin son buğunu açıkça ifade ettiği
çok sayıda hadis de vardır. Meselâ bkz Buhari, el-Camu's-Sahih Menakıb 18;
Müslim, el-Câmiu’s-Sahîh, Fedâil, 22; Tirmizî, el-Câmiu’s-Sahîh, I-V
(Tah. Ahmed Muhammed Şakir), Kahire 1937, Siyer,5; Ahmed b. Hanbel,
Müsned. 1-1V, Beyrut 1969, V, 278; III, 248: IV, 127-128
[159] A'râf: 7/157.
[160] Sâff: 61/6
[161] Fetih: 48/29.
[162] Bakara: 2/146.
[163] Meselâ Abdullah b. Amr'dan gelen rivayette şöyle
denilmektedir: Allah'a yemin ederim ki Hz. Muhammed (sav) Kuran-ı, Kerim’deki
vasıflarıyla Tevrat'ta da zikredilmiş: Ey Peygamberim! Şüphesiz biz seni hakka
şahid, müjdeci, uyarıcı olarak gönderdik. Sen şüphesiz benim kulum ve
peygamberimsin. Ben sana mütevekkil adını verdim.' buyrulmuştur." Bkz.
Buhârî, el-Câmiu's-Sahîh, Büyü", 50; Tefsir, 48/3; Ahmed b. Hanbel,
Müsned, 11,174.
[164] Eski ve Yeni Ahid'de müslümanlar tarafından Hz.
Muhammed'le ilgili görülen bazı yerler şunlardır: Tekvin, 17/20;49/10;
Tesniye,18/17; 32/21; 33/2; Mezmur, 45/149: Işaya, 21/6-9; 42/9-17; 60/1-7;
65/1-6; DameI, 2/31-45; Matta, 3/2; 4/17; 6/10; 10/7; 13/31-32; 20/1-6;
21/33-44; Luka, 9/2; 10/9; Yuhanna, 14/15-16,15/26; 16/7-8, 13-14. Bu örnekler
için bakınız: Rahmetullah el-Hindî, İzhâru'1-Hak l-lI, (Çev. Ömer Fehmi
Efendi-Nüzhet Efendi), İstanbul 1972, I, 654-684; Mehmet Aydın,
"Beşâiru'n-Nübüvve", Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi;
Elmalılı M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili, I-X, İstanbul 1971, I, 500-507,
531-532; II, 1140-1141; IV, 2298-2299.
[165] Mehmet Aydın, "Beşâiru'n-Nübüvve", Türkiye
Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi.
[166] Yuhanna, 14/16-26; 15/26; 16/7.
[167] Rahmetullah el-Hindî, İzhâru'1-Hak, s.676-682; Mehmet
Aydın, "Faraklif, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi; Elmalılı, Hak
Dini, VIII, 4931-4935 vd.
[168] Meselâ Muhammed Hamidullah, Zerdüştlerin kutsal kitabı
Zend Avesta'da Saosyant adında "ziyadesiyle övülmüş" ve
"âlemlere rahmet" olan bir put düşmanının geleceğinden bahsedildiğini
aktarır. Bkz. Zend Avesta, Yach, 13, XXVIII'dan naklen Muhammed Hamidullah,
Kur'an-ı Kerim Tarihi ve Türkçe Tefsirler Bibliyografyası, (Çev. Said Mutlu),
İstanbul 1965, s.17. Yine Hamidullah'ın belirttiğine göre Brahmanisl
Hindular'ın Purana ve Vedalarında çölden "medhit senaya layık" adında
bir hikmet sahibinin çıkacağından, burağının göğe ereceğinden (Miraç),
develerle gezeceğinden, büyük zaferlerinin birini üç yüz (Bedir) diğerini ise
on bin mücahitle (Mekke'nin Fethi) kazanacağından, Kalnki Purana'da ise
babasının isminin "Allah'ın kulu" (Abdullah), annesininkinin
"itimada layık" (Âmine) olduğundan, kum ülkesinde doğacağından ve
doğduğu şehrin kuzeyine hicret edeceğinden bahsedilmektedir. Hamidullah,
Kur'an-ı Kerim Tarihi, s. 17. Benzeri hususlar için bkz. A.H. Vıdyarthı-U.Ali,
Doğu Kutsal Metinlerinde Hz. Muhammed, (Çev. Kemal Karataş), İstanbul 1994.
[169] Hamîdullah, Kur'an-ı Kerim Tarihi, s. 17; Abdulaziz
Çavîş, Anglikan Kilisesi'ne Cevap, (Çev. Mehmet Akif Ersoy-Sadeleştiren:
Süleyman Ateş), Ankara 1987, s. 70; Metin Yurdagür, "İslam Düşünce
Tarihinde Hatmi Nübüvvet Meselesi", Marmara Üniversitesi ilahiyat
Fakültesi Dergisi, sayı 13 15, İstanbul 1997, s.303-312.
[170] İbn Manzur, Lisanü'1-Arab, I-XV, Beyrut 1956, XII,
163-164; Hrûzâbâdî, el- Kâmûsu'l-Muhît, [-XV, Beyrut ts, IV, 103-104.
[171] Halil b. Ahmed, Kitâbu'1-Ayn, I-V1II, (Tan. Mehdi
el-Mahzumî- İbrahim es-Sa ) Beyrut 1988. IV, 104.
İbn Manzur, el-Lisân, XII, 164; Zebidî,
Tâcu'1-Arûs min Cevâhiri'l-Kâmus, I-X, Kuveyt 1965. VIII, 267. el-Cevherî,
es-Sıhah, I-Vl, (Tah. Ahmed el-Attar), Beyrut 1399/1979; V, 1908.
[172] ez-Zebîdî, Tâcu'1-Arûs, VIII, 267; Fîrüzâbâdî,
el-Kâmûs, IV, 104.
[173] İbn Manzur, el-Lisan, XII, 163-164; ez-Zebîdî,
Tâcu'1-Arûs, VIII, 267; Ffrûzabadı. el-Kamus, IV. I04 Cevheri, es-Sıhah, V,
1908.
[174] Taberî, Câmiu'l-Beyânan Te'vil’i-Kur'ân, I XXX, Mısır
1954, XII, 16.
[175] Elmalllı, Hak Dini VI, 3906. Metin Yurdagür'ün
belirttiğine göre Eski Mezopatamya da bir mülkün sahibini belirtmek için tablet
veya eşyalara basılan mühür ve bu mühürleme işi zamanla "ahit tamamlamak
işaret etmek ve seçilmiş olmak" gibi anlamlarda kullanılmaya başlamıştır.
Zikredilen anlamarıyla ilgili kullanmaları Eski Ahıd'de vardır. Mamşeizm ve
Hristiyanlıkla beraber "mühürlemek fiilinin ilahi mesajın son
temsilcisi" olma anlam, belirginleşmiştir Yurdagür. -İslam Düşünce
Tarihînde Hatmi Nübüvet Meselesi", Müifd, sayı 13-15, İstanbul 1997. s
303-304
[176] Yusuf: 12/50 Hac: 22/75
[177] Evresoğlu, İktibas Dergisine Tekzib.s.11.
[178] Meryem:19/53
[179] A'râf: 7/158.
[180] Nisâ: 4/79.
[181] Furkân: 25/I.
[182] Hicr: 15/19.
[183] Tahrif hakkında bkz. Rahmetullah el-Hindî,
tahâru'1-Hak, s.72, 74-102, 204-246, 347, 544-554; Mehmet Aydın, Hıristiyanlığa
Karşı Yazılan Reddiyeler ve Konuları, Konya 1989, s.l72 vd.
[184] "XVIII. asrın sonlarında Münih Üniversitesi
bünyesinde kurulan "Kur'ân Araştırmaları Enstitüsü altmış sene boyunca,
kırk iki bin Kur'ân nüshasını incelemiş ve aralarında bir fark bulamamıştır.'
Muhammed Hamidullah, Kur'ân-ı Kerîm Tarihi Ders Notları, s.9-11 den naklen
Muhsin Demirci, Vahiy Gerçeği, İstanbul 1996 s.170. Bu durum Kur'ân'ın günümüne
kadar değişmeden geldiğini gösteren örneklerden sadece biridir.
[185] Murtaza Mutahharî, Hatemiyyet, s. 14.
[186] Elmalılı, Hak Dini Kur'ân Dili, II, 1193.
[187] Maturidî, Kitâbu't-Tevhîd, (Tan. FethuIIah Huleyf),
İstanbul 1979, s. 198.
[188] İbn Rüşd, Menâhku'l-Edille R Akâidi'l-Mille, (Tah.
Mahmud Kâzım), Mısır 1964, s.208 vd.
[189] Şehristânî, Nihâyetu'l-İkdâm fi İlmi'l-Kelâm, (Tah.
Alfred Guillaume), London 1934, s.503; Muhammed Abduh, Tevhîd Risalesi, (Çev:
Sabri Hizmetli), Ankara 1986, s. 157, 201 vd.
[190] Şehbenderzade Fillibeli Ahmet Hilmi, Üss-i İslam,
(Sadeleştiren: A.Bülent Baloğlu-Halife Keskin),Ankara 1997,S.38.
[191] Hayrettin Karaman, İslam Hukukundan İctihad, Ankara
1975,S.37 Vd; Avni İlhan,’’İslam’kurtarıcıda İnancı’’,Türk Yurdu,
XV,Sayı:116-117,S.180-182.
[192] Muhammed İkbal, The Reconstructıon of Rehgıous Touht in
İslam, Mew Delhi 1984,S.124 Vd.
[193] Fazzlurrahman, Ana Konularıyla Kur’an,(Çev. Alpaslan
Açıkgenç), Ankara 1993,S.169-170;Ayrıca Bkz. Metin Yurdagür, İslam
Düşünceesinde Fetret Kavramı, İstanbul 1996,S.31-32. Arş. Gör. Mehmet İlhan
Günümüz İnanç Problemleri, İlahiyat
Fakülteleri Kelam Anabilim Dalı Sempozyumu, 7-9 Eylül 2001 Erzurum: 49-58.
[194] Erciyes Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Ögrenim Üyesi
[195] el-A'râf: 7/57
[196] Kaf: 50/4
[197] İsrâ: 17/50-51
[198] İlahiyat Fakülteleri Kelam Anabilim Dal.
Eğitim-Öğretim Meseleleri Koordinasyon Toplanlısı-11. Nadim Macid, s. 207, M.Ü.
İlahiyat Vakfı Yayınları, No: 49, İst., 1998.
[199] Prof. Dr. Muhittin Bağçeci Günümüz İnanç Problemleri, İlahiyat
Fakülteleri Kelam Anabilim Dalı Sempozyumu, 7-9 Eylül 2001 Erzurum: 61-64.
[200] Gü Çorum İlahiyat Fakültesi Kelam Anabilim Dah Öğretim
Üyesi
[201] Nadim Macit, "Kelamcıların Kur'an'ı Anlama
Yöntemi ve Sorunları", İslûmiyât //(1999), sayı I, s. II 3.
[202] İbn Kuteybe, Te'vilu’l-muttelifî'l-hadis, Beyrut 1989,
s. 33-34.
[203] Halis Albayrak, Kuranda İnsan-Gayb İlişkisi, s.41.
[204] Eş'arî, Risale fî İstihsâni't-havzt ilmi'l-kelam, thk.
El-Eb Richard Yusuf Mükârisî el-Yesû'î, Beyrut 1952, s.89.
[205] Yasin: 36/12
[206] Eş’ari,a.g.e.,s.92-93.
[207] Yasin: 36/12
[208] Nadim Macit, Kur'an'ın İnsan-Biçimci Dili, s.20.
[209] Macit, a.ge., s.23; ayrıca bk. MuhammedArkoun, Kur'an
Okumaları, çev. A. Zeki Ünal, İstanbul 1995.
[210] Durmuş Hocaoğlu, Laisiziıruten Müh Sekütemme, Ankara
1995, s. 10.
[211] Mehmet Görmez, Musa Carullah Bigiyef, Ankara 1994, s.
83-87.
[212] Münafikun: 63/10
[213] Kâdî Abdülcebbar, el-Muğni, Kahire 1965, XI, 35.
[214] Kâdî, el-Muğnî, XI, 30.
[215] Nisa: 4/10
[216] Halis Albayrak, Kuranda İnsan-Gayb İlişkisi, İstanbul
1993, s.39-41.
[217] Nadim Macit, Eylem Değişim İlişkisinin Teolojik
Yorumu, Samsun 2(XK), s.226.
[218] Kur'an bu yönden kendini, "Bütün övgüler. Kitabı
kuluna indirip de onu tutarsız (ıvec) yapmayan Allah'a olsun" (Kehf:
18/1); "Onlar bu Kur'an'ı hiç
anlamaya çalışmazlar mı? O eğer Allh'tan başka birinden gelmiş olsaydı, onda
mutlaka bir çok çelişki/tutarsızlık (ihtilâf) bulurlardı." (Nisa:
4/82) ayetleriyle tanımlamaktadır. Muhammed Esed, Furkân suresi 25/32'de geçen
"ve rattelnâhu tertîlâ/Biz onu tane
tane okuruz" ifadesine de bu anlamı destekleyecek şekilde, "Bir
şeyin parçalarını, bütünü meydana getirecek şekilde bir araya getirip, onlara
uygun bir düzen vermek" ve "iç tutarlılığı sağlamak" anlamları
vermektedir, bk. Esed, Kur'an Mesajı, İstanbul 1997, s.732 (27.dipnot).
[219] Bu metodlar hakkında daha fazla bilgi için bk. Bekir
Topaloğlu, Kelam İlmi, İstanbul 1985, s.283-284.
[220] Eş'arî, el-Lüma\ thk. Abdülaziz tzzeddin es-Seyrevân,
Beyrut 1987, s. 108.
[221] Halis Albayrak, Kur'an'ın Bütünlüğü Üzerine, İstanbul
1998, s.49.
[222] Zariyat: 51/56
[223] A'râf: 7/179
[224] Eş'arî, el-Ulumi', s. 146.
[225] A'râf: 7/179
[226] Kasas: 28/8
[227] Macit Fahri. et-Fikru'l-ahlâkî el-arabî, Beyrut 1978,
s.25. Kâdî Abdülcebbar da açıklamalarını aynı
doğrultuda yapmaktadır. Bk. Şerhu
Usuti'l-hamse, thk. Abdülkerim Osman, Kahire 1988, s.464-465. Esefle belirtmemiz gerekir ki yukarıda
geçen ayetlerin anlamları Bazı Türkçe Kur’an meallerinde lamlar sebep ‘lam’ı
olarak telakki edilip, manalar ona göre verilmiştir. Örnek olarak Diyanet
işleri Başkanlığının çıkardığı Kur'an-ı Kerim ve Türkçe Anlamı’a veTDV’nin bir heyete
hazırlattığı Kur’an-ı Kerim ve Açıklamalı Meali’ne bakılabilir.
[228] Albayrak, Kuranın Bütünlüğü Üzerine, s.44.
[229] Kamer: 54/49
[230] Sebe: 34/18
[231] Hicr: 15/60
[232] Matürîdî, Kitabu'l-Tevhid, thk. Fethullah Huleyf,
İstanbul 1979, s. 307.
[233] Sebe: 34/18
[234] Bk. Fahri, a.g.e., s.23.
[235] Albayrak, Kur'an'ın Bütünlüğü Üzerine, s.54.
[236] Nahl: 16/93
[237] Kehf 18/29
[238] M. Zahid el-Kevserî, el-İtihsar fi't-tehaddiis
ani'l-cebri ve'l-kader, s. 10. Kevserî'nin yaptığı bu İlah gerçekten tatmin
edicidir. Muhammed Esed de Kur'an Mesajı (İstanbul 1997, s.548) adlı Meal ve
Tefsirinde bu anlamı vermektedir. Diğer tefsirler (bk. İbn Kesir. Tefsir,
11/585; Âlâsı, Tefsir, XIV/223) ve mealler (bk. Dib ve Elmalı mealleri) ise ilk
anlamı vermektedirler ki, bununla problemi çözmek mümkün değildir.
[239] En'âm: 6/148
[240] Yrd. Doç. Dr. Muhit Mert Günümüz İnanç Problemleri, İlahiyat
Fakülteleri Kelam Anabilim Dalı Sempozyumu, 7-9 Eylül 2001 Erzurum: 65-75.
[241] Yrd. Doç. Dr. Muhit Mert Günümüz İnanç Problemleri, İlahiyat
Fakülteleri Kelam Anabilim Dalı Sempozyumu, 7-9 Eylül 2001 Erzurum: 75.
[242] Fırat Üniversitesi ilahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi
[243] Packer, James I., "Faith" Baker's Dictionary
of Theology, ed.Everett F. Harrison, Baker Book House, USA, 1998,s.208.
[244] Smith, Wilfred Caniwell, Faith and Betief, Princeton
University Press, New Jersey, 1979, s.33.
[245] İmânın sözlü anlatımı (ikrar) veya da onun bir lakım
insan eylemleri yoluyla dışavurumu, temelde imanın varoluşsal belirleyicileri
arasında yer almazlar. (bkz.Nesefî, Ebû'1-Muîn, Tabsıratu'l-Edille, tah. Claude
Salame, Dımaşk, 1993, 1/799; Nesefî, Ebû'l-Berekât, el-Vtimâd fı'l-İtikâd,
Süleymaniye Kütüphanesi, Fatih: 3083, Vr.76b; Taftâzânî, Şerhli'l-Mekûsul,
tab.Abdurrahman Umeyra, Beyrut, 1989, V/178). İmanda asıl belirleyici olan
unsur, onun kalbi bir biliş, kabullenip ve onaya/tasdiğe dayandırılmasıdır.
Kur'an pek çok ayetinde imam, kalb ile ilişkilendirmektedir. Bkz. Mâide: 5/41;
Nahl: 16/106; Hucûrât: 49/14; Mücâdele: 58/22.
[246] İmanı büyük ölçüde öznel kılan boyut, onun bir yandan
kalple ilişkilendirilmesi ve bu nedenle de oteki'nin horlama ve dayatmasına
açık olmayışıdır. (Bkz. Mâtürîdî, Ebû Mansûr, Kitâbu'l-Tevhît, tah. Fethullah
Huleyf, “İstanbul, 1979, s.377.) Diğer taraftan ise bizatihi ilişkinin
doğasından kaynaklanmaktadır. Çünkü iman, sonlu olanın sonsuz ile olan bireysel
ilişkisini tanımlamaktadır.
[247] Tillich, Paul, Din Felsefesi, Çev.Zeki Özcan, Alfa
Yay., İstanbul, 2000, s.86.
[248] Gusdorf, Georges, İnsan ve Tanrı, çev. Zeki Özcan,
Alfa Yay., İstanbul, 2000, s.77.
[249] Tutku ya da imân objesine tutkulu bir teslimiyet,
imanda merkez ve temel biryere sahiptir. Bkz. Kellenberger, James, "Three Models
of Faitk ", Contemporary Perspectives on Religious Epistemology, ed. R.
Uouglas Geıvett-Brendan Sweetman, Oxford University Press, New York, 192,
s.324.
[250] Swinburne, The Nature of Faith"' Faith' ed-
T-Penelhum, Macmillan Publishing Company, New York.1989, s.213
[251] Prior, A.N., "Can Religion be Duscussed?",
New Essays in PhiIosophical Theology, ed. Antony Flew-Alasdaır Macıntryre, The
Macmilian Company, New York, 1970, s.2.
[252] Braithwaite, R.B.. "An Empirkist's Views of The
Religious Belief, Philosophy of Religion, ed.Basil Mitchell, Oxford University
Press, Hong Kong, 1991, 73-74.
[253] Braithwaite, "Rettgious Belief... ", s.77.
[254] Klasik mantığın tanım teorisinde herhangi bir kavramın
tanımlanması girişiminde, yapılan tanımın bütün fertlerini doğrulaması ve dışta
kalması gerekenleri de yanlışlaması, tanımın tutarlılık ve anlamlılığı konuş
önemli bir belirlemedir, (bkz. Öner, Necati, Klasik Mantık, Ankara, 1991,
s.41). Bu durumda, yalnızca doğnılanabilirlikle sınırlama; doğrulanabildiği de
yalnızca ampirik olanla özgu kılma, tümüyle yanlış değilse de en azından bir
indirgemeciliktir.
[255] Bakara: 2/173
[256] Maide: 5/103
[257] Bu nedenle imanın anlamını çarpıtan yalnızca, onu
tümüyle empirik bir temelde açıklamayaçalışan pozitif tez değildir. Onun arkasında onu tümüyle
rasyonel temeller üzerinde açıklayabileceğini duşun felsefi ve teolojik
kurgular da söz konusudur. Bu ise gerçek anlamda bir imanı ele vermek yerine,
imanın anlamının entellektüalist bir çarpıtılışı anlamına gelebilir. Tillich,
Paul, Dynamics of Fatih, Harper Torchbooks, Harper & Row Pablishers, New
York, 1957, s.30-35.
[258] Penelhum, Terence, "Introduction", Faith,
ed. T. Penelhum, Macmillan Publishing Company, New York, 1989, s.3.
[259] Hick, John, Faith and Knowledge, Cornell University
Press, Itnaca, New York, 1966, 8.6.
[260] King, Robert H., The Meaning of God. Fortress Press,
Philadelpha, 1973, s.122.
[261] Bu konuda kapsamlı bir tartışma için bkz. Price, H.
H., "Belief in and Belief That", The Philosophy of Religion.ed. Badi
Mitehell, Oxford University Press, Hong Kong, 1971, ss. 143-167.
[262] Kellenberger, "Three Madels of Fatîh",
s.325.
[263] Bununla birlikte imanın bu derûnî yönü, hakikat
karşıtı bir olgu değil aksine bir gerçekliktir. Bu nedenle objektif bir
araştırmanının konusu yapılabilir. Beşerî tecrübe içinde, duygusallık
irrasyonel bir tutum değil, tecrübenin bir parçasıdır ve önemli bir realiteye
sahiptir. Kierkegaard, Soren, "Truth and Subjecüvity", Faith, ed.
Terence Penelhum, Macmillan Publishing Company, Nevv York, 1989, s.92-93
[264] Bkz, Hucûrât: 49//15. İslâm teolojisi bağlamında iman,
hem ilişkinin objesi hem de mahiyeti noktasında önemli bir açıklığı
kaçınılma/kılar. Bu nedenle, inananlar gerçekten inanmış, inanmayanlar da
gerçekte küfür içindedirler. İnanma ile inanmama arasında bir kuşku durunu söz
konusu değildir. Bu Kur'an'da "bunlar
gerçekten mümin" (Enfâl: 8/74), "bunlar gerçekten kâfirdirler" (Nîsâ: 4/l5l) şeklinde
anlatılır. Bkz. Ebü Hanife, Numân b. Sabit, el-Vusiyye, (İmâm-ı Azamın Beş
Eseri İçinde), İstanbul, 1992, s.87.
[265] Nesefi, el-Vtimâd. 79b.
[266] Matûrîdî, Kitbut-Tevhid, s.388; Nesetî, Ebû’l-Muin.
Tabsıratu’l-Edille, 11/815; Nesefi,
el-‘İ’timad, Vr,796; Şeyhzâde, Abdurrahim, Nazmul-Fertüd, Mısır, 1317, s.48;
Kemal b. Ebi Şerif, Kitabu’l-Musamere; İstanbul, 1979, s.338-339; Aksehirî,
Ahmed b. Oguzdânismend, el-İtiâd fi Şerhi, Umdeti’l-İ’tikad Süleymaniye
Kütüphanesi, Fatih: 3083/1, Vr.64a-64b; lzutsu, Toshihiko, İslâm Düşüncelde İman Çev. Selahaddin Ayaz,
İstanbul, 1984, s.225.
[267] Macgregor, Geddes, Mroduction ta Religious Philasopy,
The Riberside Press Boston 1965, s. 163 Kierkegaard!a ise bu, objektif
belirsizlik olarak ifade edilmektedir. Ona göre biri imanını korumak istiyorsa
sürekli olarak objektif belirsizliği kabullenebilmelidir. Kierkegaard, “Truth
and Subjectivity”s. 91,
[268] Atay, Hüseyin. Kur'an’a Göre Araştırmalar,
Ankara, 1993, 1/52 Bu konudaki bir
tartışma için bkz. Yeşılyurt, Temel, “Kuşkuyu Dışlayıcı Bir Süreç Olarak iman
", Fırat Unv. İlahiyat Fak 537-555
[269] Banner, Micehal B The Justification of Science and the
Rationality of Religious Belief, New York, 1990,
s. 100.
[270] Lindbom, Tage, Başaklar ve Ayrık Otları (Modernilğin
Sahte Kusurları"), Çev. Ömer Baldık, İnsan Yay. İstanbul, 1997, s. 68.
[271] Ayer, AJ, The Problem of Knowledge, Penguin Books,
England, 1990, s, 52.
[272] Ayer, A. Julies, Lanuage, Truth and Logic, Penguin
Books, England, 1990, s. 20
[273] Yaran, -Bilimsel Nesmellik ve Teistik inanç",
Ondokuz Mayız Ün. İlahiyat Fak. Dergisi, 10 (1998), ..127.
[274] Hick, Faith and Knowledge, s. 203.
[275] Macit, Nadim, Eylem Değişim İlişkisinin Teolojik Yorumu,
Etüt Yay, Samsun 2000, s.42.
[276] Frolov, Ivan, Felsefe Sözlüğü, Çev. Aziz Çalışlar,
İstanbul, 1997, s.352.
[277] Yaran, "Bilimsel Nesnellik ve Teistik inanç,
s.126. Hatta imanın psikolojik bir gerçekliğe sahip oldugu ve onun pek çok
maddî ve ahlakî avantajlar sagldığı ifade edilerek, onun nesnelliğini pragmatik
özdeşleştiren düşünürler de mevcuttur. Bu ise imanın pragmatik bir
doğrulamasıdır ve bu yolla görülmeyene ilişkin bir kesinlik oluşturulmaya
çalışılmaktadır. Bkz. Tennant, F.R, "Faith", Faith, ed.Terence
Peneinu, New York, 1989, s.105.
[278] Smith, Faith and Belief, s.22,48, 49.
[279] Winch, Peter, "Meaning and Religious Langusge”, The Reason and Religion,
ed Stuart. C. Brown, London,
1977, s.2O2-
[280] Hick, John, God and the Universe of Faith, Oneworld
Cxord, England, 1993, s 38.
[281] Hick, God and the Universe of Faith, s.38.
[282] Alston William P., "Religious Experience and
Religious Belief’ Contemporary Perspectives on Religious Epistemology ed R-
Douglas and Brenden Sweetman, Oxford University Press, New York, 1992, s.295.
[283] Griffin, Davıd Reyy God and Religion in The Postmodern
Wortd, New York, 1989, s. 14.
[284] Dixion, Keith, The Socioiogy of Beilef, London, 1990,
s.42.
[285] Banner, The Justification of Science and the
Rationality of Religious Belief, s. 1 00
[286] Hick, John, Philosophy of Retigion, New Jersey, 1983,
s.60.
[287] Birand, Dilthey ve Rickert'te Manevî İlimlerin
Temellendirilmesi, Ankara, 1954, S.3İ.
[288] Winch "Meaniny and Religious Language",
8.202.
[289] Ayer, The Problem of Knowledge, s.34.
[290] Hick, Faith and Knowiedge, s.209.
[291] Ölmeyen diri olan Allah'a güven ve O'nu överek teşbih
et" (Furkan: 25/58).
[292] Hick, Faith and Knowledge, s. 12.
[293] Hick, Faith and Knowledge, s.39.
[294] Chrag, Calvin O, "Ontotâgy and The possibitity of
Religious Knowledge", Reigıous Languabe and Problem of Religious
Knowledge, Ed.by Ronakl Santoni, Bloomıngton, 1968, S.203.
[295] Bu ise tecrübe kavrammın tümünü ifade etmemektedir.
Tanımın kapsayıcılıgını öne çıkaran kural (efradını câmî), açısından yalnızca
olgular ve gözlemlenebilir olanı mutlaklaşman bir kriteri, beşeri tecrübe
açısına oldukça sınırlayıcı bulabilir.
[296] İslâm Kelâmdan, bilen süje açısından bilginin imkanını
belirlemeye yönelik çabalarında, bilinecek objenin varoluşunu (hakâiku'l-eşyâi
sâbitetun) önemli bir koşul olarak görmektedirler. Bir başka deyişle her bilgi
edimi bir çeşit bilgi ontolojisini varsayar.
Bkz. Nesefî, Ebû'l-Berekât, Yeşilyurt, Malatya, 2000, s. 2; Taftâzânî,
Saduddin, Şerhu'l-Akâid, tan. Ahmet Hicazi es-Seka, Kâhire 1988 12; Neccârî
Halîl b. Ali b. Abdillah, Şerhu Umdeti'l-İ’tikadi Süleymaniye Kütüphanesi,
Şehit Ali 1667, Vr-2a; Yüksel, Emnıllah, Amid’de Bilgi Teorisi, İstanbul, 1991,
8.32;
[297] Bırand, Kâmiran, Manevî İlimler Metodu Olarak Anlama,
Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1960, s. 10 Aklı önemli bir bilgi kaynağı
olarak gören teologlar, onun her insanda eşit olmayışını ve tek bir konuyla
ilgili farklı yargılara ulaşmasını ise, aklın insanın eğilimleriyle,
duygularıyla ve kaprisleriyle olan ilinüsiyle iliklendirerek açıklarlar.
(Matürîdî, Tevhid, s.116, 182, 183). Bu ise aklın her insandaki objektif
geçerliliğini ve mutlak anlamda beşerî değerlerden bağımsız oluşu tezini
geçersiz kılar.
[298] İslâm'ın doktrinal amentüsünü ilk formüle eden Ebû
Hanife (ö.150/767) imânı, objesi bakımından insanlar ve melekler arasında eşit
olan bir olgu olarak kabul ederken, süjesi bakımından insanlar arası
farklılıkları, dolayısıyla imanın derece, parlaklık, feyz vs. yönünden
farklılaşabileceğini kabul eder. Ebû Hanife, et-FAhu'l-Ekber, (Atî el-Kârî
şerhiyle birlikte), Beyrut. 1984, s.126 vd. Ayrıca bkz. Alî el-Kari,
Şerha'l-Fıkhi'l-Ekber, Beyrut, 1984, s. 127.
[299] Çünkü İman, temelde bireyin aktif iradesini gerekli
kılmakla birlikte, son anlamda ilahî bir lütuf olarak görülmektedir. Bu ise
insanın imanı almaya hayır oluşuyla ilişkilidir.
[300] Birand, Manevî İlimler Metodu Olarak Anlama, s. 15.
[301] Birand, Manevî İlimler Metodu Olarak Anlama, s.20.
[302] Çünkü objektif düşüncenin sonuçlanılın, objektif
olarak doğru ve yanlış olabilen önermeler oluşu idda edilmektedir. (Wainwright,
William J, Philosophy of Rehgıon, Wadsorth Publıshing California, 1988,
s.137).
[303] Ampirik ve rasyonel açıdan doğrulanabilme, daha da
önemlisi imanı tamamen bu kriterler açısından tanımlama, onun asıl ifşa etmesi
gereken mesajı açığa vurmak yerine gizler. İmanı kendisi kılan unsur, onun
bireyin iç tecrübe ve yaşamında somutlaşabilmesidir. Bununla birlikte İslâm
imânın varoluşsal yapısı ve nitelikleri, onun aklî ve rasyonel bir temelde de
savunulabilir oluşunu imâ eder. Bu konuda bir tartışma için bkz. Yeşilyurt,
Temel, "Tanrı Bilgisi'nin Empirik Temelleri" Fırat Ün. İlahiyat Fak.
Dergisi, 5 (2000), ss.337-355.
[304] Paul Tillich ve onu izleyen pek çok Hıristiyan jeolog,
imânın dilini büyük ölçüde sembolik dil olarak belirleme eğilimindedirler.
(Tillich, Dynamics of Fatih, 41-54.). Yine de imân gibi kompleks bir fenomenin
tek anlatım biçimi olarak sembolleri öne çıkarmak, pek fazla gerçekçi
olmayabilir. Çünkü sembolik dil, sembolik olmayanına nispetle bir gerçek
dişiliği imâ eder.
[305] Demir, Ömer, Bilim Felsefesi, Vadi Yay., Ankara, 1997,
s.34.
[306] Meynell, "Fatih, Objectivity and Historical
Falsibilitîy", Language, Meaning and God (Essays in Honour of Herbert
McCabe OP), ed. Brian Davies, London, 1987, s. 145.
[307] Yanlışlanabilirlik ilkesi konusunda bkz. Ferre,
Frederick, Basic Modern Phtlosophy of Religion, Charles Scribner's Sons, New
York, 1967, s.335vd; Flew Antony, "Theology and Faisifıcatim"
Religious Language and the Problem of Religios Knowledge, ed. Ronald E.
Santoni, Bioominglon & London, 1968, s.317; Hitk, John, "Theotogy and
Verijtcation", Religious Language and the Problem of Religious Language.
ed.Ronatd E-Santoni, lndiana University Press, Bloomington &London. 1968,
s.364; Aydın, Mehmet, Din Felsefesi. İstanbul, 1994, s. i 15.
[308] Ferre Frederick, Din Dilinin Anlamı (Modern Mantık ve
İman,, Çev. Zeki Özcan, Alfa Yay., İstanbul, 1999, s.67.
[309] Banner, The Justification of Science and the
Rationality of Religious Belief, s. 117.
[310] Ferre, Din Dilinin Anlamı, s.68.
[311] Hick, The Philosophy of Religion, s.98.
[312] Hick, Faith and Knowledge, s. 151.
[313] Hick, Faith and Knowledge, s. 163.
[314] Hick, a.g.e, s.163.
[315] Wisdom, John, "Gods", Religious Language and
the Problem of Religious Knowledge, ed. Ronalıl E.
Santoni, İndiana University Press, Bloomington & London, 1968,
s.300-302.
[316] Hick, Phllosophy of Religion, s.96-97.
[317] Mitchell,
Basil, "Theology and Falsification", Religious Language and
the Problem of Religtou.
Knowledge,, ed. Ronald E. Santoni, Bloomington & London, 1968,
s.321-322.
[318] Flew, "Theology and Falsification", s.47.
[319] Koç, Turan, Din Dili, İz Yay, İstanbul, 1998,s. l78
[320] Malcolm, Normali, "The Gmımdlessness of Religious
Betler, The Reason and Relıgıon, ed. Stuart C. Brown, London, 1977, 146.
[321] Hick, "Theology and Verifıcation", s. 100.
[322] İnananların Tanrı'ya göndermede bulundukları gerçeği,
Tanrı'nın mâhiyeti hakkında görüşleri birbirinden
çok farklı olmasına rağmen, böyle bir
varlığın var oluşunu düşünmeyen veya böyle bir varlığın varlığı konusunda şüpheye
düzenlerce de Tanrı tanışmanın temeli olmakladır. Zira inanmayanlar da,
inananların varolduğunu
düşündükleri bir varlık hakkında konulmaktadırlar. Bkz. Ross, James
F., Philosophical Theology, The Bobb-Merril Company Inc., İndianapolis,
New York, 1969, s.38.
[323] Hick, Faith and Knowledge, s. 169.
[324] Ayer, Language, Trulh and Logic, s.20.
[325] Yrd. Doç. Dr. TemeI Yeşilyurt Günümüz İnanç Problemleri, İlahiyat
Fakülteleri Kelam Anabilim Dalı Sempozyumu, 7-9 Eylül 2001 Erzurum: 77-93.
[326] Yrd. Doç. Dr. TemeI Yeşilyurt Günümüz İnanç Problemleri, İlahiyat
Fakülteleri Kelam Anabilim Dalı Sempozyumu, 7-9 Eylül 2001 Erzurum: 93-95.
[327] Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim
Üyesi
[328] Yrd. Doç. Dr. Mehmet Baktır Günümüz İnanç Problemleri, İlahiyat
Fakülteleri Kelam Anabilim Dalı Sempozyumu, 7-9 Eylül 2001 Erzurum: 97.
[329] İbn Manzûr, Lisânü'1-Arab, XIII, s. 21; Taftazânî,
Şerhü'l-Akâid, s. 158;
[330] Hançerlioğlu, Orhan, Felsefe Sözlüğü, istanbul, 1982.
s. 185. Yrd. Doç. Dr. Mehmet Baktır Günümüz İnanç Problemleri, İlahiyat Fakülteleri Kelam Anabilim Dalı
Sempozyumu, 7-9
Eylül 2001 Erzurum: 97.
[331] Yusuf: 12/17.
[332] “İman edip güzel
amel işleyenler....", Bakara: 2/277.
[333] Eğer müminlerden iki gurup birbirleriyle savaş
ederlerse onların aralarını düzeltin....Hucurat: 49/9.
[334] Eş'arî, Ebü'l-Hasan Ali b. İsmail, el-Lum'a fi'r-Rcd
ala Ehl'iz-Zeyğ ve'1-Bid'a, (Nşr. Richard J. Mc.
Carlhy, S. J.), Beyrut. 1952, s. 75;
Bakillânî, Ebu Bekir Muhammed, Kitâbü Temhidü'I-EvâiI ve Teihîsü'd-Delâil,
(Nşr. Richard J. Mc. Carthy, S. J.), Beyrut, 1987, s. 346; el-Cüveynî,
imâmi'l-Hanuneyn Abdülmelik b Abdullah, Kitâbü'l-İrşâd, (Tah. Muhammed Yusuf Musa,
Ali Abdülmümin Abdulhamid), Mısır, 1950, s.
397; el-Bağdâdî,
Usûlü'd-Dîn, s. 287; İbn Hümâm, Kemâlüddîn, Kitabü'l-Müsaycre, İstanbul, 1979,
s. 305-309; Krş. Kılavuz, Ahmet Sainı, İman Küfür Sının, İstanbul, 1996, s.21;
Bağçeci, Muhittin, İman ve Allah'ın Varlığın Isbâtı, Kayseri, ts. s. 9; Gölcük,
Şerafettin, Din ve Toplum, Konya, 2000, s. 19.
[335] Eş,'arî, Ebü'l-Hasan Ali b. İsmail,
Makalâtü'l-İslamiyyîn, (Tah. Helmut Ritter), Beyrut. 1980, I41; Bağdadî, Ebu
Mansûr Abdülkahir b. Tahir, el-Fark Beyne'l-Fırak, (Mezhepler Arasındaki
Farklar) Çcv Elhem Ruhi Fığlalı, İstanbul, 1991, s. 148.
[336] El-Buharî, Ebu Abdullah Muhammed b. Umail, es-Sahîh,
İstanbul, 19.5, Cihâd, 2727; Müslim, Ebü'1-Huseyin Müslim el-Haccâc b. Müslim,
es-Sahîk İstanbul, İman, 29
[337] Eş’ari, Makalat, s. 73; Cüveynî. İmamü’l-Haremeyn
Abdülmd b. Abdullah Kita’l-İrşad, (Tah
Muhammed Yusuf Musa, Ali Abdülmümin Abdulhamid), Mısır, 1950, s. 396 Nesefi,
Ebu’l-Muhammed, Tabsitü'l-Edille, (Tah. Hüseyin Atay), Ankara, 1993 ! 219.
[338] Eş'arî, Makalât, s. 105; el-Cürcânî Seyyid Şerif,
Şerhu l-Mevakrf, İstanbul, s III, 246
[339] Eş'arî, Makalât, s. 268; Bağdadî, Mezhepler Arasındaki
Farklar, s. 83; Curcani, a.g.e, 111, 240.
[340] Bakara: 3/143.
[341] Neşeti, Tabsire, s. 248. Yrd. Doç. Dr. Mehmet Baktır
Günümüz İnanç Problemleri, İlahiyat
Fakülteleri Kelam Anabilim Dalı Sempozyumu, 7-9 Eylül 2001 Erzurum: 98-99.
[342] Özcan, Hanefi, Epistemolojik Açıdan İman, İstanbul,
1992, s. 19.
[343] Özcan, a.g.e., s. 30
[344] Özcan, a.g.e.,s. 21-25.
[345] Taftazânî, Sa'düdîn Mesud b. Ömer, Şerhü'l-Makasıd,
İstanbul, ts, ll, 253-264.; Bağçeci,
Muhittin, İman ve Allah'ın Varlığının İsbâtı, s. 7; Özcan, a.g.e. s. 71.
[346] Bkz. Özcan, a.g.e. s. 23.
[347] Yrd. Doç. Dr. Mehmet Baktır Günümüz İnanç Problemleri, İlahiyat
Fakülteleri Kelam Anabilim Dalı Sempozyumu, 7-9 Eylül 2001 Erzurum: 100-103.
[348] Mâtürîdî. Ebu Mansur Muhammed b. Muhammed,
Kitabü't-Tevhîd (Tah. Fethullah Huleyf), İstanbul, 1979, s. 3-4.
[349] Özcan, a.g.e, s. 61.
[350] Mâtiirîdî, a.g.e., s. 380; Bağçeci, a.g.e., 21; Özcan,
a-g-e., s. 37
[351] Özcan, a.g.e., s. 39.
[352] Özcan, a.g.e., s. 83.
[353] Yrd. Doç. Dr. Mehmet Baktır Günümüz İnanç Problemleri, İlahiyat
Fakülteleri Kelam Anabilim Dalı Sempozyumu, 7-9 Eylül 2001 Erzurum: 103-105.
[354] Yrd. Doç. Dr. Mehmet Baktır Günümüz İnanç Problemleri, İlahiyat
Fakülteleri Kelam Anabilim Dalı Sempozyumu, 7-9 Eylül 2001 Erzurum: 106.
[355] M.Ü- İlahiyat Fakültesi Kelâm Anabilim Dalı.
[356] Taşköprizade, Miftahü's-saâde, Kahire 1968.1, 351-370.
[357] Gazzalî, Cevahirü'l-Kur'an, Beyrut 1981, 25.
[358] Muhammed Âbid el-Cabirî, Arap-İslam Aklının Oluşumu
(trc. İbrahim Akbaba), İstanbul 2(XX),304.
[359] el-En’am: 6/7; Hûd: 11/7; el-Enbiyâ: 21/3; Sebe:
34/43; es-Sâffât: 37/15; ez-Zuhruf: 43/30.et-Tûr: 52/29; el-Hakka: 69/42. Doç.
Dr. İlyas Çelebi Günümüz İnanç Problemleri, İlahiyat
Fakülteleri Kelam Anabilim Dalı Sempozyumu, 7-9 Eylül 2001 Erzurum: 109-111.
[360] İbnu;-Manzûr, Usânü'l-Arab, "khn" md.;
Firuzabadî, Kâmûs, "khn", md.
[361] İbnu’l-Esîr, en-Nihaye fi karîbi’l-hadis ve'l-eser,
(nşr. Mahmûd Muhammed et-Tennahî), Kahire ts., IV, 215
[362] Corci Zeydan, Târîhmtemeddüni'l-İslâmt, Kahire
1902-1906, III, 19.
[363] Cevat Ali, age., VI, 705-706
[364] Nasr Ebu Zeyd, İlahî Hitabın Tabiatı, s.56-57
[365] Kitabü'l-hayevan, Beyrut 1969, IV, 370
[366] A'lâmü'n-nübüvve, Bağdad 1319, 103-107
[367] Mes'ûdî, Murodl'z-zeheb. Kahire 1964,11, I72-193.
[368] el-En'am: 6/121
[369] en-Nisa: 4/338; el.-Zuhruf: 43/36.
[370] el-Cin: 72/9.
[371] eş-Şuara: 26/222
[372] el-En’am: 6/112
[373] Buhari, Bed’ü’l-halk 6.
[374] Buharî, Tefsir 15/1; 34/1; Îbn Mace Mukaddime, 13.
[375] Buhari, Tıb 46; Tevhid 57; Edeb 117; Müslim, Selam
122,123.
[376] Tirmizi, Tefsir 72/2
[377] Taşköprizade, Mifiahii's-saâde, I, 364; Katib Çelebi,
Keşfü'z-zunun, Tahran 1967,1, 1524.
[378] Hâzî, es-Sırru'l-mekîûm fî esrari'n-nücûm, Süleymaniye
Ktp, Damad İbrahim Paşa Blm. nr. 845, vr. 5a-5b.
[379] bk. Hattabî, Meûlimü’s-sünen, Beyrut 1991, IV, 212;
İbnu'l-Esir, en-Nihaye, IV, 214-215.
[380] Mukaddime, Kahire 1981, I, 411-413.
[381] el-Hicr: 15/18; es-Sâffât: 37/10; el-Cin: 72/8-9.
[382] ei-Mülk: 67/5.
[383] es-Sâffât: 37/6-9.
[384] Buhârî, Tefsir 72/1; Müslim, Salât l49.
[385] Beyhakî, Delail, Beyrut 1985, II, 237.
[386] el-Hicr: l5/9
[387] Maverdî, A 'lâmü'n-nübüvve, s. ] 03
[388] Mukaddime, 1,413.
[389] el-En'am: 6/59; Yunus: 10/20; Hud: 11/123; en-Nahl:
16/77; en-Neml: 27/65.
[390] Beyazîzade, el-Usulü'l-münîfe, İslanbul 1996, s. 86.
[391] Doç. Dr. İlyas Çelebi Günümüz İnanç Problemleri, İlahiyat
Fakülteleri Kelam Anabilim Dalı Sempozyumu, 7-9 Eylül 2001 Erzurum: 111-114.
[392] İbnü'1-Esîr, age., "shr" md.; İbn Manzûr,
age., "shr" md.; Fîrûzâbâdî, age., "shr" md.
[393] bk. Râgıb, el-Müfredât, "shr" md.; Ebü1-Beka,
el-Külliyyat, Beyrut 1993, s. 510; Cessas, Âfıkâmti'l-Kur'ân,
(Matbaaun-Evkafi'l-İslâmiyye), baskı yeri yok 1335, I, 51-57; Râfi,
Mefâtihil-gayb, Beyrut 1934, III, 187; Tehanevî, Keşşaf, İstanbul 1984, I, 648;
İbn Haldun, Mukaddime, III, 1147-1158; Taşköprizade, Miftahıt's-saûde, I,
364-370.
[394] Râgıb, age., "shr" md
[395] Ebü'1-Beka, et-KülIiyyat, Beyrut 1993, s. 510
[396] Cessas, Âhkâmü't-Kur'ân, 1, 51-57; Râzî, age., 111,
157.
[397] İbn Haldun, Mukaddime, III, 1149.
[398] Taşkoprizade, Mifiahu's- saâde, 1, 364-370
[399] Müslim, Zühd, 73.
[400] İbn Kesîr, el-Bidaye, Beyrut 1981, II, 181, 217.
[401] Doç. Dr. İlyas Çelebi Günümüz İnanç Problemleri, İlahiyat
Fakülteleri Kelam Anabilim Dalı Sempozyumu, 7-9 Eylül 2001 Erzurum: 114-115.
[402] es-Şuara: 26/153-154. 185-187
[403] el-İsrâ: 17/101; en-Neml: 27/13; el-Kasas: 28/36,48;
Gafir: 40/24; ez-Zuhruf: 43/46-50; el-Zariyat: 51/39
[404] el-Maide: 5/110 es-Saf: 61/6
[405] el-Enam: 6/7; Yunus: 10/2; Hûd: I 1/7; el-Hicr:
15/14-15; el-İsrâ: 17/47; el-Enbiyâ: 21/3; el-Mü'mimin 23/89 Furkan: 25/8;
Sebe: 34/43; es-Sâffat: 37/15; Sâd: 3S/4; ez-Zuhruf: 43/30: ez-Zariyat: 51/52
[406] Doç. Dr. İlyas Çelebi Günümüz İnanç Problemleri, İlahiyat
Fakülteleri Kelam Anabilim Dalı Sempozyumu, 7-9 Eylül 2001 Erzurum: 115.
[407] el-A'râf: 7/106-122; eş-Şuarâ: 26/31-48.
[408] Tâhâ: 20/60, 64, 69.
[409] el-A'râf: 7/117; eş-Şuarâ: 26/45.
[410] Tâhâ: 20/61.
[411] el-A'râf: 7/105, 106; Yûnus: 10/76,77,
[412] el-A'râf: 7/103.
[413] el-A'râf: 7/116.
[414] Tâhâ: 20/66.
[415] el-A'râf: 7/118.
[416] Tâhâ: 20/61.
[417] Yûnus: 10/77, 81; Tâhâ: 20/69.
[418] Tâhâ: 20/71; eş-Şuarâ: 26/49.
[419] el-A'râf: 7/116.
[420] Doç. Dr. İlyas Çelebi Günümüz İnanç Problemleri, İlahiyat
Fakülteleri Kelam Anabilim Dalı Sempozyumu, 7-9 Eylül 2001 Erzurum: 116.
[421] Taberi Câmiu'l-beyân, I, 455; Matûridî,
Kitahüt-Tevhid. s.İstanbul 1979. 189; Razi, age., III, 199-200.
[422] bk. Kurtubî, el-Câmi’, Kahire 1996, II. 48, 57; Âlûsî,
Rûhu't-meânî, I, 532, 539; Muhammed Esed,
Kur’an Mesajı İstanbul 1996,1, 28; Süleyman Ateş, Yüce Kur'an’ın Çağdaş
Tefsiri, İstanbul 1988,I, 203.
[423] Doç. Dr. İlyas Çelebi Günümüz İnanç Problemleri, İlahiyat
Fakülteleri Kelam Anabilim Dalı Sempozyumu, 7-9 Eylül 2001 Erzurum: 117.
[424] el-Felk: ll3
[425] İbn, Mukaddime, IIl, 1152.
[426] Razi,age., XXXII, 179.
[427] bk. Râzî, ae., IH, 193.
[428] bk. Müsned, VI, 57,63, 96, Buhari, "Tıb" 47;
Müslim, "Selam" 43; İbn Mâce, "Tıb" 45.
[429] bk- Müsned, IV, 367;
Nesâî, "Tahrim" 20
[430] en-Nisâ: 4/113; el-Maide: 5/42, 67, el-Furkan: 25/32;
eş-Şuara: 26/153,185
[431] Matüridî, Te'vîtâtü'l-Kur'an, Hacı Selim Ağa Ktp., nr.
40, vr. 907; Cessas, Ahkamü'l- Kur'ân, I, 60; Cemaleddin el-Kasımî, Mehasinü't-te'vîl,
Beyrut 1978, XVII, 304; Muhammed Abduh, Tefsirü cüz'i Amme, Kahire 1904, s
181-183, Seyyid Kutub, Fi zılâli'l-Kur'an, Beyrut 1985, VI, 4008; Derveze,
et-Tefsîrü'l-hadîs (trc. Şaban Karatas), İstanbul 1997,1, 199.
[432] İbn Kuteybe, Te'vilü muhtelifi'1-hadis, Kahire 1966,
s. 178-186; Matürîdî, vr. 907a; Kadı lyaz eş -Şifa, Kahire 1977, II, 865-868;
İbn Kayyım el-Cevziyye, Tefsirü'l-muavvizeteyn, (nsr. Dârü'l-hadîs), baskı yeri
ve tarihi yok, s. 44-51.
[433] Hadîdî, İsmetül-enbiyâ, Kahire 1979, s. 100-104. Bu
konuda geniş bilgi için bk. İbn Kayyım el-Usvzıyye. Tefsîru'l-muavvizeteyn, s.
46-51; Mizzî, Tehzîbii'l-Kenml, Beyrut 1992, XIX, 332-354; lbn Hacer Fethu 1-&K X, 226-227; Ali Osman Ateş.,
Kur'an ve Hadislere Göre Cin ve Büyü, İstanbul 1995, s. 274-274, 292-294.
[434] Buhari, "Vesaya" 23; "Tıb" 48;
Müslim, "İman" 145.
[435] Ebu Dâvûd et-Tayaüsî, el-Mitsned, s. 50.
[436] bk. et-Muvatta, "Ukul" '19; Şafiî, el-Üm,
Bulak 1903, I. 226-227; Cessas, Ahkâmü'1-Kur’an, 1, 61-72,
Kudâme, et-Muğni, Riyad Is., VIII, 151. Doç. Dr. İlyas Çelebi Günümüz İnanç Problemleri, İlahiyat
Fakülteleri Kelam Anabilim Dalı Sempozyumu, 7-9 Eylül 2001 Erzurum: 117-119.
[437] Doç. Dr. İlyas Çelebi Günümüz İnanç Problemleri, İlahiyat
Fakülteleri Kelam Anabilim Dalı Sempozyumu, 7-9 Eylül 2001 Erzurum: 119120.
[438] Fırat Üniversitesi ilahiyat Fakültesi Kelâm Anabilim
Dalı Öğretim Üyesi, email: sozarslan@firat. edu. tr
[439] İzmirli, İsmail Hakkı, Yeni İlm-i Kelâm, Haz. Sabri
Hizmetli, Ankara, 1981, II, 239-250; Topaloğlu, Bekir, Kelamcılarına ve
Filozoflara Göre Allah'ın Varlığı (İsbât-ı Vacip), Ankara, 1992, 151-157.
[440] Panteizm kelimesi ilk defa l8. asırda İrlandalı J.
Toland tarafından kullanılmış olup Allah ile alemi bir ve aynı. O'nu alemin
yegane cevheri sayan felsefi akımlara verilen isimdir. Bkz. Bolay, S. Hayri,
Felsefi İlmler Sözlüğü, Akçağ yay., 1987, Ankara, 201.
[441] İnsanın kendi kendisini var ettiğini ileri süren bilim
dışı burjuva öğretisi. Varoluşçu felsefe veya varoluşsal birh ismiyle de
kılmaktadır. Öznel düşünceci, tekbenci/solipsizm, usa aykırıcı, bilime karşı ve
bilim dışı ortaya urjuva doktrinidir. Bu öğretiyle birlikte dünyanın her
tarafında sözde kendi kendilerini varlaştıran hipi'ler ortaya çıkmıştır.
Hipi/Hippy’ler varlıklarını, toplumun kurulu düzenine başkaldırmak ve her türlü
değeri hiçe yardım o'ulşturdukları kanaatindedirler. Kullandıkları uyuşturucu
maddeler de onların bu telakkilerinin baş yardımcısı olmuştur. Bkz.
Hançerlioğlu, Orhan, Felsefe Sözlüğü, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1989, 443.
[442] Satanizm Geleneğe bağlı İbrahimî dinleri protesto
amacıyla ortaya çıkan Seytan'ı Tanrı'nın rakibi olarak vc şeytanla lapanların
kurduğu bir inanç sistemidir. Kara İncil adıyla din esaslarının yer aldığı
kutsal kitapları ve Şeytan’ın Kilisesi adıyla mabetleri bulunmaktadır.
[443] Bolay, S. Hayri, Eğitimden Doğan Gençlik Problemleri,
Gençliğin Ruhî ve Manevî Problemleri, İstanbul, 1987, 16.
[444] Enam: 6/122.
[445] Bolay, a.g.m, 16,49.
[446] Tîn: 95/4. "Biz
insanı en güzel bir biçimde yarattık."
[447] İzmirli, İsmail Hakkı İslâm Dili ve Tabii Din'
Sadeleştiren, Osman Karadeniz, İzmir, 1998, 42.
[448] Ankebut: 29/38" Ankebut süresinde Hz. Nuh,
İbrahim. Lût, Şuayb, Salih, v. gibi peygamberlerin kavimlerini hidayete
çağırdıklarını fakat onların büyüklük taslayarak bundan yüz çevirdikleri ve
saptıkları konu edilmektedir.
[449] Fussilet: 41/17.
[450] Bakara: 2/87-88.
[451] Nisa: 4/136.
[452] Yrd. Doç. Dr. Selim Özarslan Günümüz İnanç Problemleri, İlahiyat
Fakülteleri Kelam Anabilim Dalı Sempozyumu, 7-9 Eylül 2001 Erzurum: 121-124.
[453] Ateizm (Tanrıya inanmazlık) hakkında geniş bilgi için
bkz. Mehmet Aydın, Din Felsefesi, İzmir, 1990, 162-183.
[454] "De ki:
Şüphesiz benim namazını, kurbanım; hayatım ve ölümüm âlemlerin Rabbı alan Allah
itindir hiçbir ortağı yoktur. Bana sadece bu emrolundu ve ben Müslümanların
ilkiyim.” En'am: 6/162-163
[455] Yrd. Doç. Dr. Selim Özarslan Günümüz İnanç Problemleri, İlahiyat
Fakülteleri Kelam Anabilim Dalı Sempozyumu, 7-9 Eylül 2001 Erzurum: 124.
[456] Tekfir hakkında detaylı bilgi için bkz. Kılavuz, Ahmed
Salim, İman-Küfür Sınırı, İstanbul, 1990, 308-309.
[457] Bkz. Fatiha: 1/1-7.
[458] Yrd. Doç. Dr. Selim Özarslan Günümüz İnanç Problemleri, İlahiyat
Fakülteleri Kelam Anabilim Dalı Sempozyumu, 7-9 Eylül 2001 Erzurum: 124-125.
[459] Bkz. Özarslan, Selim, 14-18 Yaş Lise Geçlerinde Kader
İnancı, Ankara, 1994, 46 vd. (Basılmamış Y. Lisans Tezi)
[460] Yeprem, M. Sûm, İrâde Hürriyeti ve İmâm Mâtürîdî,
İstanbul, 1984, 143-147.
[461] Bakara: 2/286.
[462] Ali İmran:
3/182.
[463] İnsan: 76/3.
[464] Yrd. Doç. Dr. Selim Özarslan Günümüz İnanç Problemleri, İlahiyat
Fakülteleri Kelam Anabilim Dalı Sempozyumu, 7-9 Eylül 2001 Erzurum: 125.
[465] Yrd. Doç. Dr. Selim Özarslan Günümüz İnanç Problemleri, İlahiyat
Fakülteleri Kelam Anabilim Dalı Sempozyumu, 7-9 Eylül 2001 Erzurum: 126.
[466] Yrd. Doç. Dr. Selim Özarslan Günümüz İnanç Problemleri, İlahiyat
Fakülteleri Kelam Anabilim Dalı Sempozyumu, 7-9 Eylül 2001 Erzurum: 126.
[467] Y-Y.Ü. İlahiyat Fakültesi Öğrefim Üyesi
[468] Meydan, Laruusse, İstanbul, trs, IX, s. 476
[469] a.g.e.v.y.
[470] Yrd. Doç. Dr. İsa Yüceer Günümüz İnanç Problemleri, İlahiyat
Fakülteleri Kelam Anabilim Dalı Sempozyumu, 7-9 Eylül 2001 Erzurum: 127-129.
[471] Bakara: 2/3
[472] Hucurat: 49/13
[473] Hucurat: 49/10
[474] Enbiya: 21/92
[475] Enfal: 8/9-12
[476] Örnekler için bk. Sakaoğlu Saim, Doğu Anadolu
Folklorunda Milli Kalıplar, s. 89
[477] Yrd. Doç. Dr. İsaYüceer Günümüz İnanç Problemleri, İlahiyat
Fakülteleri Kelam Anabilim Dalı Sempozyumu, 7-9 Eylül 2001 Erzurum: 129-133.
[478] Kalafat Yaşar, İslamiyet ve Türk Halk İnançları,
Kültür Bakanlığı yay., Ankara, 1996. s. 2
[479] Heyet, Van Kütüğü, Van, 1993, s. 408
[480] Heyet, a.g.e., s. 410-1
[481] Heyet, a.g.e., s. 412
[482] Kalafat, a.g.e., s. 57
[483] Bk. Heyet, a.g.e., s. 379
[484] Heyet, a.g.e., s. 379
[485] Heyet, a.g.e., s. 383
[486] Heyet, a.g.e., s. 419-20
[487] Heyet, a.g.e.,s. 421
[488] Kalafat, a.g.e., s. 83
[489] Kalafat, a.g.e., s. 85
[490] Bk. Heyet, a.g.e., s. 417
[491] Heyet, a.g.e., s. 417
[492] Heyet, a.g.e., s. 418
[493] Gölcük Şerafettin, Toprak Süleyman, Kelam, Konya,
1996, s.356 vd.
[494] Nurettin es-Sabımi, Maturidiye Akaidi, çev. Bekir
Topaloğlu, Ank., 1995, s. 155
[495] D.l.B.Y. sayı 68, Ankara, 1959
[496] Alay Hüseyin, a.g.e., s.25
[497] Kamer: 54/49-50, Ayrıca Nisa: 4/76-77, Nahl: 16/37,
Secde:32/13, Zümer: 39/7, İnsan: 76/30, Al-i İmran: 3/154, Beled: 90/10, Kehf:
18/29, Kasas: 28/84, Şura: 42/29, Saffat: 37/96, Hadid: 57/22-23, Tevbe:
9/50-59,
[498] Atay, a.ge., s. 84
[499] Uludağ Süleyman, Taftazani, Kelam İlmi ve İslam
Akaidi, Şerhu'l-Akaid, Dergah yay., İst, trs, s. 11
[500] Uludağ, a.g.e., s. 27
[501] Uludağ, a.g.e., s. 36
[502] lşık Emin, Gençliğin Ruhi ve Manevi Problemleri, İSAV,
İst, s. 33
[503] Işık. a.g.e., s. 36
[504] Işık a.g.e., s. 40
[505] Yavuz Kerim, Çocukta Dini Duygu ve Düşüncenin
Gelinini, D.İ.B. Ank., 1987, s. 69
[506] Yavuz, a.g.e., s. 120
[507] Yavuz., a.g.e., s. 130
[508] Yavuz. a.g.e., s. 258
[509] Tunç Cihat, Kelam (Sistematik), Kayseri, 1997, s. 5
[510] Maide: 5/67
[511] Nahl: 19/44
[512] Tunç, a.g.e., s. 8-9
[513] Tunç, a.g.e., s. 47
[514] Tunç, a.g.e., s. 12
[515] Bagçeci Muhittin, Kelam İlmine Giriş, Kayseri, 2000,
s. 8-9, Uludağ, a.g.e., s. 100
[516] Yüksel Emrullah, Kelam Dersleri İlahiyat ve Nübüvvat,
Erzurum, 1980, s. 40, Yazıcıoğlu Sait. Kelam Ders Notları, Ankara,1990, s. 53
[517] Fığlalı Ethem Ruhi, Çağımızda İtikadi İslam
Mezhepleri, Konya, 1991, s. 21
[518] Fığlalı, a-g.e.V.y., Fiğlah, Mezhepler Artışındaki
Farklar, Ankara, 1991. s. XXV
[519] Tunç Cihat, Kelam (Sistematik), Kayseri. 1997, s. 2
[520] Tunç, a.g.e., s. 4
[521] Bk. Doğu Anadolu'nun (Sosyal Kültürel ve İktisadi)
Meseleleri Sempozyumu Tebliğleri, Tunceli, 1985
[522] Türkdoğan Orhan, Doğu Anadolu'nun Sosyal Yapısı,
a.g.e., s. 51
[523] Türkdoğan, a.g.e., s. 58
[524] Türkdoğan, a.g.e., s. 56
[525] Türkdoğan, a.g.e., s. 54
[526] Yrd. Doç. Dr. İsaYüceer Günümüz İnanç Problemleri, İlahiyat
Fakülteleri Kelam Anabilim Dalı Sempozyumu, 7-9 Eylül 2001 Erzurum: 127-158.
[527] Yrd. Doç. Dr. İsaYüceeR Günümüz İnanç Problemleri, İlahiyat
Fakülteleri Kelam Anabilim Dalı Sempozyumu, 7-9 Eylül 2001 Erzurum: 159-161.
[528] M.Ü. İlâhiyat Fakültesi Arattırma Görevlisi
[529] http://türkiye.
turk-info com/internetnedir.htm 28.08.2001.
[530] http://turkiye.turk-info.com/internetnedir.htm
28.08.2001.
[531] İnternet hakkında benze bir değerlendirilme için bk.
M- Ali Büyükkara, "İşlevsel Kelâm İçin Vacgecilmez. Bir Kaynak ve Araç
Olarak İnternet", Kelâmın işlevselliği ve Günümüz Kelâm Problemleri
(Sempozyum)' İzmir 2000, s. 209.
[532] 25 Ağustos 2001 tarihli bu aramalarda anahtar kelime olarak
adı geçen kelimelerin ingilizce karşılıkları kullanılmıştır.
[533] http: //www.adherents.com 25.08.2001.
[534] Dr. Hülya Alper Günümüz
İnanç Problemleri, İlahiyat Fakülteleri Kelam Anabilim Dalı
Sempozyumu, 7-9
Eylül 2001 Erzurum: 163-165.
[535] bk- M. Ali Büyükkara, a.g.m., s. 207.
[536] msl.bk. http://ateist.8k.com- http://ateist. kolavweb.
com. httn://turkateist.cjb.net; http-//ataistcafe.
cjb. net;
http://downloads.memhers.tripod.com/ateislcafe.
[537]
msl.bk.http://sosyalistim.freeservers.com;http://www.sokiteler.8k.com http://www.baskaldiri.com;
http://www.geocities.com/miyosotis/; http://www.kurtuluscephesi.com
[538] msl.bk.http://www.geocities.com/evrimkurami:
http://www.evrimci.freeservers.com
[539] msl.bk; http://www.isamesih.org;
http://w.w.w.kutsalkitap.org; http://www.muide.org http//w ww.incil.com
[540] msl.bk.http://www.yorumcu.com;
http://www.hakankirkotlu.com
[541] http://www.hermetics.org; http://ruhsalguc.cjb.net;
h ttp 7/w w w. heva/vildiy.com
http://medvum.net
[542] İnternette İslâmiyetle ilgili belli başlı sitelerinin
adresleri için bk. A. Bülent Ünal, İtikatlı İslam Mezhepler' ve İnternet
Üzerine Bazı Düşünceler, Kelâmın işlevselliği ve Günümüz Kelâm Problemleri
(Sempozyum)-İzmir 2000, s. 217-225.
[543] http://www.alperenler.com. tr
[544] http://aeocities.com/:cuppeli
[545] http://www.geocities.com/omermalik 2(KK):
htip://islamiyetgercekleri: http://wwww.hula;gü.cjb.net' ttp: //angelfire.
com/ia/ihanarse: http://sagduyu. c jb. net: http://an fngelfire com /ab/Cem:
İslâm karşıtı sitelere Şu atlrestende ulaşılabilir, bk.
hnp://www.members.tripod.com/talkan/index.htm. Dr. Hülya Alper Günümüz İnanç Problemleri, İlahiyat
Fakülteleri Kelam Anabilim Dalı Sempozyumu, 7-9 Eylül 2001 Erzurum: 165-166.
[546] http://www.islamiyetgerçekleri
org/isikuranavetler.html 21.08.2001.
[547] http://www.geocities.com/omermalik 2000/ataturk.htm 23.08.2001,
[548] http://ataist.8k.com/ataturk.html
09.08.2001;http://www.mustafakemalataturk.homestead.com/demokrasi 6. html
23.08.2001.
[549] Dr. Hülya Alper Günümüz
İnanç Problemleri, İlahiyat Fakülteleri Kelam Anabilim Dalı
Sempozyumu, 7-9
Eylül 2001 Erzurum: 166-167.
[550] http://www.islamiyetgecekleri.org/islkurdeg.html
21.08.2001.
[551] http://www.islamiyetgercekleri
org/islceliski.html 21.08.2001.
[552] Dr. Hülya Alper Günümüz
İnanç Problemleri, İlahiyat Fakülteleri Kelam Anabilim Dalı
Sempozyumu, 7-9
Eylül 2001 Erzurum: 167-168.
[553] Dr. Hülya Alper Günümüz
İnanç Problemleri, İlahiyat Fakülteleri Kelam Anabilim Dalı
Sempozyumu, 7-9
Eylül 2001 Erzurum: 168-169.
[554] en-Nisâ: 4/134.
[555] el-Bakara: 2//22S
[556] en-Nisâ: 4/3.
[557] en-Nisâ: 4/lI.
[558] el-Bakara: 2/282.
[559] http://ataist.8k.com/celiski.html 09.08.2001.
[560] http://www.isamesih.org/article.php?sid=43
23.08.2001.
[561] http://www.geocities.com/omermalik 2000/kadinhaklari.htm 23.08.2001.
[562] Dr. Hülya Alper Günümüz
İnanç Problemleri, İlahiyat Fakülteleri Kelam Anabilim Dalı
Sempozyumu, 7-9
Eylül 2001 Erzurum: 169.
[563] Dr. Hülya Alper Günümüz
İnanç Problemleri, İlahiyat Fakülteleri Kelam Anabilim Dalı
Sempozyumu, 7-9
Eylül 2001 Erzurum: 169-170.
[564] Dr. Hülya Alper Günümüz
İnanç Problemleri, İlahiyat Fakülteleri Kelam Anabilim Dalı
Sempozyumu, 7-9
Eylül 2001 Erzurum: 170.
[565] Dokuz Eylül Üniversitesi, İlahiyat Meslek Yüksekokulu
Araştırma Görevlisi
[566] Osman Karadeniz, "Kader Konusunda Bazı Yanlış
Anlamalar", Deüifd, VII, s. 191-193
[567] Yusuf Şevki Yavuz, "Elmalılı Muhammed Hamdi,
Tdvia, XI, s. 60
[568] Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, İstanbul,
1971, IX, 5970.
[569] Yazır, a.g.e. V.3567; VII, 5063; VIII, 5744-5746.
[570] Yazır, a.g.e. VII, 4875.
[571] Yazır, a.g.e, vll,5156.
[572] Yazır, a.g.e. VII, 5063.
[573] Yazır, a.g.e. VII, 4554.
[574] Yazır, a.g.e. II, 850.
[575] Yazır, a.g.e II, 1027. Benzer bir açıklama için bkz.
a.g.e, III, 1947.
[576] YAzır, a.g.e. I, 216.
[577] Halife Keskin, İslam Düşüncesinde AIIah-Alem İlişkisi,
İstanbul, 1996, s. 120.
[578] Yazır, a.g.e. 11, 846-847
[579] Yazır, a.g.e. 11, 1226.
[580] Yazır, ag-e- II- 1226.
[581] Yazır, a.g.e. III, 2086.
[582] Yazır, a.g.e. II,1226
[583] Yazır, a.g.e. II, 847.
[584] Yazır, a.g.e.I, 523, 546; III, 2086.
[585] Yazır, a.g.e. III, 2086-2087.
[586] Yazır, a.g.e. III, 2080.
[587] Fussilet: 41/40.
[588] Yazır, VIII,5499.
[589] Ahmet Akbulut "M. Hamdi Yazır'da Kelâmî
Problemler", Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Ankara, 1993,s. 279.
[590] Enbiya: 21/23.
[591] Yazır, a.g.e.I,79.
[592] Yazır, a.g.e. I, 79.
[593] Yazır, a.g.e. VIII, 5629.
[594] Yazır, a.g.e. I, 80.
[595] Yazır, a.g.e. 1,80, 665; II, 1398. "Emrun beyne
emrayn" tabiri, Şiî alimler tarafından kader ve insanın fiilleri konusu
ele alınırken kullanılmaktadır. Şeyh Müfid (413/1022), cebr ve tefviz konusunu
izah ederken "Şeyh Ebu Cafer şöyle dedi: Lâ cebra ve lâ tefvîza bel emrun
beyne emrayn, diyerek bu tabiri Şeyh Saduk'a atfetmektedir. Bkz. Ebu Abdullah
Muhammed b. En-Nu'man, Tashîhu'l-İ’tikad, thk. Hibetü'd-Din eş-Şehristanî(Evailu'l-Makalât
ite birlikte), Tebriz, 1363/1943, s. 154. Şeyh Saduk (381/991) da aynı konuyu
açıklarken "Bu konudaki görüşümüz imam Cafer es-Sadık'ın görüşüdür. Buna
göre insanlar (üzerine) a ne cebr (zorlama) ne de tefviz (havale) vardır; fakat
durum bu iki (aşırı uç) arasında orta yoldur" demektedir. Bkz. Ebu Cafer
Muhammed b. Ali İbn Bâbeveyh el-Kummî, Risatül' İ'tikadâti'l-İmamiyye (Şiî
İmamiyye'nin İnanç Esasları), çev. Ethem Ruhi Fığlalı, Ankara, 1978, s. 28. Bu
hususta ayrıntılı bir değerlendirme için bkz. Halife Keskin, Kendi Kaynakları
Işığında Şia İnanç Esasları, İstanbul, 2000, s. 105-110.
[596] Yazır, a.g.e. VIII, 5627,5628,
[597] Yazır, a.g.e. VIII, 5629-5630.
[598] Yazır, a.g.e. 1, 80-81.
[599] Yaz1r, a.g.e. VII, 4754.
[600] Yazır, a.g.e-Vll, 4754.
[601] Şûra: 42/30.
[602] Bakara: 2/155.
[603] Yazır, a.g.e. V1, 4254.
[604] Yazır, ag.e. II, 1397
[605] Yazır, a.g.e. II,1397-1398.
[606] Yazır, a.g.e. I, 1398.
[607] Âl-i İmran: 3/160; Tevbe: 9/51.
[608] Yazır, a.g.e. IV, 2566.
[609] Yazır, a.g.e. IV, 2567.
[610] Yazır, a.g.e. IV, 2890.
[611] Yazır, a.g.c. I, 662.
[612] Yazır, a.g.e. !, 665.
[613] Yazır, a.g.e. I, 664.
[614] Yazır, a.g.e. I, 663.
[615] Yazır, a.g.e. 1, 664.
[616] Mö'min: 40/60.
[617] Yazır, a.g.e. VI, 4176.
[618] Hadid: 57/23.
[619] Yazır, a.g.e. VII, 4754.
[620] Neml: 27/40.
[621] Yazır, a.g.e. 4754.
[622] Arş. Gör. Sabrı Yılmaz Günümüz İnanç Problemleri, İlahiyat
Fakülteleri Kelam Anabilim Dalı Sempozyumu, 7-9 Eylül 2001 Erzurum: 171-178.
[623] Gazi Ünv. Çorum İlahiyat Fak. Kelam Anabilim Dalı
Öğretim Üyesi
[624] LudWig Wittgenstein, Tractams Logico-Phitosophicus,
Trans: D. F. Pears and B. F. Meguinness, Routletlge and Kegan Paul, Ltd:
London, 1964, 4. 112; Bu esere yaptığımız atıflarda Ömer Naci Soykan'ın
Çevirilerinden yararlandım, İngilizce metin ile Ö. Naci Soykan’ın yapmış olduğu
çeviri arasında benim anlayabildiğim kadar bazı farklılıklar var. Bu nedenle Ö.
Naci Soykan'ın çevirilerini tercih ettim. Çevirmediği, ancak atıf yapmaya
ihtiyaç duyduğum metinleri İngilizce çevirisinden aktarmaya çalıştım. Bkz. Ömer
Naci Soykan, Felsefe ve Dil: Wittgenstein Üstüne Bir Araştırma, Kabalcı Yay.,
İst., 1995. Bu Çalışmada, Wiıtgenstein'in yapıtlarının önemli bir kısmının
çevirisi yer almaktadır; J. J. Smart, " Metafhysits, Logic and Theology”,
New Essays’ın Philosophical Theology, Ed: A. Flew, A. Macintyre, London and
Becteis, 1969, 12, 13; Jacques EIlul. Sözün Dliştişü, Çev:H. Arştan, Paradigma
Yay., İst. 241;
[625] A. J. Ayer, Dil, Doğruluk ve Mantık, Çev: V.
Hacıkadiroğlu, Metis Yay., İst., 1984, 67
[626] R- B. Braithwaite, " An Empiricist's Vİew of The
Nature of Religious Beliet", " Edit: John Hîck, Ctassicat “nd
Contemponıry Headings in The Philosophy of Religlon, Prentke-Hall, Engtewood
Clifts, New Jersey, 1964,429 ; Roger Trigg, Akılcılık Ve Mim, Çev: K. Yerci,
Sarmal Yay., İst.. 1996, 23
[627] İmmanuel Kani, Arı Usun Eleştirisi, Çev; A. Yardımlı,
İst., 1993, 223 ; Kant, analitik ve sentetik yargılar şeklinde bir ayrım
yapıyor. Anaütik yargılarda, bekârlar evli değildir, yargısında olduğu gibi
yüklem öznede içerilmiştir. Diğer bir deyişle " evli olmama" kavramı,
" bekâr olma" kavramı içindedir. Diğer tarafları sentetik önerme
dünya içerikli bilgi sağlar. "Cisimler hareketlidir" önermesinde
olduğu gibi. Hareketli kavramı, cisim kavramı içinde değildir, diğer bir
deyişle onun tarafından içerilmemiştir. Deneyci tanım bu çift ayrımla sunulacak
olursa, tüm a priori doğruluklar analitiktir. Benzer bitimde tüm sentetik
doğruluklar gözlemle ulaşılmış a posleriori doğruluklardır. Bu tür doğruluklar
hiçbir zaman zorunlu değildir. Ama her zaman tümüyle olumsaldır. Deneyci ve
atomist pozitivistler bu noktada Kant'ları ayrılır ve onu eleştirirler. Çünkü o
gerçek senletik a priori yargılar olduğunu cine sürer. Yani dünya hakkındaki
bilgi sağlayan öyle önermeler vardır ki, bunların doğruluğu apriori, evrensel
ve zorunludur. Geniş bilgi için bkz: John Cottingham, Akılcılık, Çev: B. Gözkan,
Sarmal Yay., İst. 1995, 89-90
[628] Bkz: David Hume, " Miracles", Edit: John
Hick, Clüsskal and Contemporary Readings in The Philosophy of Religion,
Prentice-Hall, Englewood Cliffs, New Jersey, 1964, 145, 146; D. Hume, zorunlu
bağlantı fikri, idelerin ilişkileri ve olgu durumları, nedensellik gibi
konularda akılcılığa ve gayeriliğe, önermelerin bilgi içeriğine ve rasyonet
temelciliğe gelirdiği eleştirilerle olgucu düşünceye önemli ölçüde katkı
sağlamıştır. Düşünce, resmi ele alma anlamına gelir. Sadece resim ele
alınabilir görüşü D. Hume'un perspektif teorisinden üretilimiştir. Bkz: James
K. Feibleman, inside The Great Mirror. Martinus Nijhoff / The Hatme,
Netherlands, 1958,68
[629] Geniş bilgi için bkz: Hüsamettin Arslan, "
Pozitiviini: Bir Bilim İdeolojisinin Anotomisi", Türk Aydını ve Kimlik
Sorunu, Bağlam Yay., İst. 1995
[630] Bertrand Russell, Logic and Kntmledge, George Ailen
and Unwin Ltd: Landon, 1964. 205
[631] Wittgenstein, l.,4. 024
[632] L. Wittgenstein, Tmctatus, 2. 063, 2.19;
[633] L. Wittgenstein, 6. 522
[634] Bu tebliğ, Postmodern Teoloji: Felsefi Dayanakları ve
Görüntüleri, adlı çalışmamın bir alt başlığıdır. Yayımlanmaya hazırlanan bu
çalışmanın bir bölümü, Postmodern Teolojinin Felsefi Kökleri, adını
taşımaktadır. Çözümleyici analiz mantığının ikinci dönemi ile ılımlı postmodern
yörünge arasında kurulan bağ bizim ilgimizi çekmektedir. Ancak konunun
anlaşılması için meselenin farklı boyutlarına değinme ihtiyacı duydum. Buna ek
olarak modern çağda, din karşıtı düşüncenin en etkili formu olan doğrulayıcı
analiz tarttığı üzerinde durmayı yapılan sempozyumun konusuna ve amacına uygun
gördüm.
[635] Prof.Dr. Nadim Macit Günümüz İnanç Problemleri, İlahiyat
Fakülteleri Kelam Anabilim Dalı Sempozyumu, 7-9 Eylül 2001 Erzurum: 181-183.
[636] L. Wiagenstein, Tractatus, 1,1.1
[637] Jaes K. Feibleman İnside The Greai Mirror, Martinus
Nijhoff/The Haque, Netherlancis 1958 57
[638] J.K.. Feibleman, 57
[639] L. Wittgenstein, 1.2
[640] L. Wittgenstein, 2. Oll
[641] L. Wittgenstein, 2. I
[642] Ömer Naci Soykan, Felsefe ve Di1: Wittgenstein Üstüne
Bir Araştırma, Kabalsı Yay., İst., 1995, 27
[643] Wittgenstein, Tractatus. 5. 62, 5. 61, 6. 1262
[644] L. Wittgenstein, 7
[645] L. Wittgenstein, 4. 1212
[646] L. Wittgenstein, 6.53
[647] J. K. Feibleman, 59
[648] Ö. Naci Soykan, 84;
[649] L. Wittgenstein, 6. 42, 6.421,6. 432
[650] J. Cottingham, 112
[651] Luthvig Wittgenstein, 6.1, 41; David Pears,
Wittgenstein, Çev: A. Dankel, Afa Yay İst 1985 134
[652] L. Wittgenstein, 6. 42, 2. 12, 2. 202. 2. 203, 2. 221
[653] L. Wittgenstein, 6. 36
[654] R- Trigg, 34
[655] Geniş bilgi için bkz: L. Wiıtgenstein,
"Günlükler/ Özel Günlükler". Çev: Ömer Naci Soykan, Felsefe ve
Dil: Wıttgenstein Üstüne Kir Amştırma, Kabala Yay., İst. 1995, 311-334
[656] L-Wittgenstein, 2. 131
[657] L. Wmgenstein, 6. 522,
[658] L- Wittgenstein, 2.01, 2. 222
[659] Ömer Naci Soykan, " WiIIgenstein'in Tanrı
Anlayışı Üstüne", Doğu Batı, (sayı: 14, 2001), 170-171
[660] L. Wittgenslem, 4.001
[661] L- Witlgenstem, 6.41
[662] L Wittgenstem, 6.42I.;6. I3;5.43
[663] Ö. Naci Soykan, 172
[664] Ö. Naci Soykan, 174
[665] Ö. Naci Soykan, 177; D. Pears, 138, 139
[666] L. Wiugenstein, " On Death and The Myslicai
",Edit: John Hick, Cumical and Contemporary Readings in the Phüosophy af
Helikon, Prentice-Hall, Inc, New Jersey, 1964, 411(4. 121)
[667] L. Wittgenstein, 6. 45
[668] David Pears, Wittgenstein, Çev: A. Dankel, Afa Yay.,
İst., 1985, 123
[669] Prof.Dr. Nadim Macit Günümüz İnanç Problemleri, İlahiyat
Fakülteleri Kelam Anabilim Dalı Sempozyumu, 7-9 Eylül 2001 Erzurum: 184-189.
[670] Bd undle, Wittgenstein and Contemporary Phüosophy of
Language, Basil Blackwell, Oxtord, 1990, 1-2
[671] L. Wittgenslein, Felsefi Soruşturmalar, Çev: D. Kanıt,
Küyerel Yay., İst. 1998, 18 ; B. Rundle, 42
[672] Ö. Naci Soykan, 84
[673] L. Wittgenstein, 43
[674] Frederick Ferre, Din Dilinin Anlamı, Çev: Z. Özcan,
Alta Yay., İst. 1999, 80-81;
Karşılaştırınız: D. Pears,
126-127
[675] L. Wittgenstein, 140, 141, 142
[676] Jean Greisch, Wittgenstein'da Din Felsefesi. Çev: Z.
Özcan, Asa Kitabevi, Bursa, 1999, 69
[677] L. Wittgensiein, 60
[678] L. Wittgenstein, 99
[679] Norman Malclm Knowledge and Certainty. Library of
Congress Calalog card, United State America, 1963,112
[680] David G- Siern' Wittgemlein on Mind and tanguoge,
Oxford Univ. Press. New York, 1995, 102
[681] L. Wıttgensteîn, 11
[682] L Wittgenstein, 7, 10,
[683] L Wittgenstein, 65
[684] Jean Greisch, Wittgenstein'da Din Felsefesi, Çev: Z.
Özcan, Asa Kıtabevi, Bursa, 1999, 15-16
[685] L- Wittgenstein, 85, 86; N Malcolm, 98
[686] L. Wittgenstein, 66, 67
[687] N. Malcolm, 123; B. Rundle, 45 D. G. Siern, 103
[688] N. Malcolm, 119
[689] D.G. Stern, 103
[690] L. Wittgenslein, 373
[691] Thomas Guarino, "Between Fımndationalism and
Nihilism: Is Phronesis the Via Media for Theology', Theological Studies,
(March. 93, Vol: 54) 128
[692] Ö. Naci Soykan, 175
[693] J Gisch, 77
[694] Ö. Naci Soykan, 193
[695] Ö. Naci Soykan, 188
[696] Turan Koç, Din Dili, 248
[697] D. Pears, 180
[698] Dewi Zephaniah Philips, Retigion Without
Explana1ion, Blackvvell: Oxford,1971,
185-186
[699] D Z. Philips, "Faith, Scepticism and Religious
Underslanding", Contemporary Classics in Philosophy of Relingion, Etid:
Ann Loactes and Loyal D. Rue, Copen Court: Illinois, 1993, 124
[700] D. Z. Philips, 126
[701] Prof.Dr. Nadim Macit Günümüz İnanç Problemleri, İlahiyat
Fakülteleri Kelam Anabilim Dalı Sempozyumu, 7-9 Eylül 2001 Erzurum: 189-198.
[702] L. Wittgenslein- On Certanity, trans: Deniş Paul and
G.E.M. Anscombe, New York and Evandton, 1969.166,53
[703] L.Wittgentein, 457
[704] Nahl: 16/3
[705] Alak: 96/2
[706] Kari Popper, " Knowledge Without Authority",
Popper Selections. Edited by, David Miller, New Jersey, 19X5, 55
[707] Prof.Dr. Nadim Macit Günümüz İnanç Problemleri, İlahiyat
Fakülteleri Kelam Anabilim Dalı Sempozyumu, 7-9 Eylül 2001 Erzurum: 198-202.
[708] Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi
[709] Berger 1996/97: 4.
[710] Hervieu-Leger 2000: 13
[711] Martin 1991: 466
[712] Swatos & Christiano 2000: 8
[713] Berger 1996/97: 7
[714] Davie 2000: 10-11
[715] Swatos & Christiano 2000: 7-8
[716] Stark 2000: 56
[717] Berger 1996/97: 11. Doç Dr. Ali Köse Günümüz İnanç Problemleri, İlahiyat
Fakülteleri Kelam Anabilim Dalı Sempozyumu, 7-9 Eylül 2001 Erzurum: 203-209.
[718] Stark 2000: 47-8
[719] Stark 2000: 58
[720] Stark 2000: 59
[721] Stark 2000: 60
[722] Haynes 1998: 212.
[723] Berger 1996/97: 9.
[724] Stark 2000: 60.
[725] Stark 2000: 57.
[726] Wuthnow 1985
[727] Stark & Finke 2000: 53-54.
[728] Wuthnow 1985: 191
[729] Wuthnow 1985: 197
[730] Doç Dr. Ali Köse Günümüz
İnanç Problemleri, İlahiyat Fakülteleri Kelam Anabilim Dalı
Sempozyumu, 7-9
Eylül 2001 Erzurum: 209-214.
[731] Hervieu-Leger 2000: 33-4
[732] Berger 1995: 15. Doç Dr. Ali Köse Günümüz İnanç Problemleri, İlahiyat
Fakülteleri Kelam Anabilim Dalı Sempozyumu, 7-9 Eylül 2001 Erzurum: 214.
[733] Doç Dr. Ali Köse Günümüz
İnanç Problemleri, İlahiyat Fakülteleri Kelam Anabilim Dalı
Sempozyumu, 7-9
Eylül 2001 Erzurum: 215.
[734] Doç Dr. Ali Köse Günümüz
İnanç Problemleri, İlahiyat Fakülteleri Kelam Anabilim Dalı
Sempozyumu, 7-9
Eylül 2001 Erzurum: 215-216.
[735] C.Ü.İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi, Sivas.
[736] Doç. Dr. Ramazan Altıntaş Günümüz İnanç Problemleri, İlahiyat
Fakülteleri Kelam Anabilim Dalı Sempozyumu, 7-9 Eylül 2001 Erzurum: 217-218.
[737] Weber, Max, Protestan Ahlâkı ve Kapitalizmin Ruhu,
(çev. Zeynep Arıoba), İstanbul, 1985.
[738] Armstrong, Karen, Tanrı'nın Tarihi, (çev. Komisyon),
Ankara, 1998, s. 370.
[739] Bk. Atlas, S. Nakib, Modern Çağ ve İslâmî Düşünüşün
Problemleri, (çev. M. Erol Kılıç), İstanbul, 1989, 28-29.
[740] Weher, Protestan Ahlâkı, s. 28.
[741] Armstrong, a.g.e., s. 376.
[742] Descartes, Rene, A Discourse on Method (etc J.
Veiteh), Londra 1912, 2.6.19.
[743] Özervarh, Sait, "Modern Düşünce ve Kelam
İlişkisi", İlahiyat Fakülteleri Kelam Anabilim Dalı Eğitim-
Öğretim Meseleleri Koordinasyon Toplantısı-Il, İstanbul, 1998, s. 153.
[744] Atlas, İslami Düşünüşün Problemleri, s.63; Arslan,
Abdurrahman, "Sekilterizm, Akleden Kalbin Parçalanışı", Bilgi ve
Hikmei, (Bahar-1993/2), s. 9.
[745] Armstrong, Tanrı'nın Tarihi, 379-380; Copleston,
Frederiuk, "Aydınlanma" Felsefe Tarihi, (çev. Aziz Yardımlı),
İstanbul, 1996, s. 27.
[746] Davies, Paul, Tanrı ve Yeni Fizik, (çev. Mural
Temelli), İstanbul, 1995, s. 263.
[747] Bk. Davies, a.g.e., s., 183.
[748] Armstrong, a.g.e., s. 382.
[749] Voltaire, Felsefe Sözlüğü, (çev. Lütfı Ay),
İstanbul, 1995, II, s. 303-304.
[750] Bk. Voltaire, a.g.e,., s. 78.
[751] Bk. Spinoza, Baruch, A Theotogico Political Treatise
(çev. R. H. M. EIwes), Newyork, 1951, s. 6.
[752] Spinoza, Elika, (çev. Hilmi Ziya Ülken), İstanbul,
1965, s. 52.
[753] Armstrong, a.g.e., s.394
[754] Geniş, bilgi için bakınız. Kant, Immanuet, Critûjite
of Püre Reasım, (trc. Norman Kertip Smith), London,
l990, s. 29,518-524.
[755] Bulaç, Ali, "İslam'ı ve Tarihini Okuma
Biçimi", Bilgi ve Hikmet, (Yaz-1994/7), s. 4.
[756] Doç. Dr. Ramazan Altıntaş Günümüz İnanç Problemleri, İlahiyat
Fakülteleri Kelam Anabilim Dalı Sempozyumu, 7-9 Eylül 2001 Erzurum: 218-222.
[757] Şaytan, Gencay, İslamiyet ve Siyaset, Ankara, 1987, s.
9.
[758] Hocaoğlu, Durmuş, Laisizmden Millî Seklilerime,
Ankara, 1995, s. 142.
[759] Edman, Irwın, Sanat ve İnsan, (çev. T. Oğuzkan),
İstanbul, 1977, s. 23.
[760] Bk. Yeni Ahit, Yuhanna, 15/17-19.
[761] Bk. Yazıcıoğlu, Hulusi, Bir Din Politikası Laiklik,
İstanbul, 1993, s. 107-108; Hocaoğlu, Mitli Seklilerim, s- 143.
[762] Yazıcıoğlu, a.g.e., s.l 10; Hocaoğlu, a.g.e., s.
143-144.
[763] Hocaoğlu, Millî Sekülerizm, s. 144
[764] Berger, Peter L., Kutsal Şemsiye, (çev. Ali Coşkun),
İstanbul, 20M, s. 174-175.
[765] Webçr, Protestan Ahlâkı, s. 83.
[766] Doç. Dr. Ramazan Altıntaş Günümüz İnanç Problemleri, İlahiyat
Fakülteleri Kelam Anabilim Dalı Sempozyumu, 7-9 Eylül 2001 Erzurum: 222-225.
[767] Attas, İslamî Düşünüşün Problemleri, s. 42-43.
[768] Örneklendirmeler için bakınız. Altımlal, Aytunç, Üç İsa,
(çev. S. Özbudun), İstanbul, 1993, s 52.
[769] Krş. Bulaç, "Kutsala, Hayata ve Tarihe
Dönüş", Bilgi ve Hikmet, s.34.
[770] Aralan, Abdurrahman, "İnsan ya da Aklın
Kimliği", Bilgi ve Hikmet, (Güz-1993/4), s. 10.
[771] Waterhouse, Eric s., "Secalarism", (çev. D.
Hocaoğlu), Ene. Rel. Eth. Vol:ll, s,348;krş. Hocaoğlu, Durmuş,
"Sekilarizm, Laisizm ve Türk Laisizmi", Türkiye Günlüğü,
(Temmus-Ağustos 1994), Sayı: 29, s-43.
[772] Geniş bilgi için bakınız. Weber, Max, Protestan
Ahlakı, s. 68.
[773] Armağan, Mustafa, Gelenek ve Modernlik Artısında,
İstanbul, 1998, s.87.
[774] Berger, Kutsal Şemsiye, s. 162
[775] Armağan, a.g.e, s. 87.
[776] Armağan, a.g.e., s. 92
[777] Bk. Nevin Abdülhâlik Mustafa, İslam Siyasî
Düşüncesinde Muhalefet, (çev. Vecdi Akyüz), İstanbul, 1990, s. 94-95.
[778] Geniş bilgi için bakınız. Özel, Mustafa,
"İktisadî Düşüncenin Laikleşınesi', İktisat Risaleleri, İstanbul, 1997,
s.9
[779] Bk. Sürüş, Abdülkerîm, Modern Durum ve Dinî Bilginin
Evrimi, İstanbul, 1997. s. 64.
[780] Bâkıllânî, Kâdî Ebu Bekr, et-Temhîd, Kahire, I931,
3.330.
[781] İsfehânî, Râgıb, el-Müfredâtfi Garibi'l-Kur'an,
İstanbul, 1986, s.282.
[782] Bk. et-Bakara: 2/59. Bu âyette asıl kasdedilen
tahril". Laf’ın değil de manevî anlamda laf’ın anlam alanını
değiştirme/tahrif olarak yorumlanabilir.
[783] Bk. Berger, Kutsal Şemsiye; s.167-68.
[784] Arslan, "Aklın Kimliği'; s. 11
[785] Bk.el-En'âm: 6/136.
[786] Cox, Harwey, The Sentler City, New York, 1965, s. 2,
13.
[787] Kolakowski, Leszek, Modernity on Endlees Trial, Univ.
Of Chicago Pres. Chicago, 1990, s. 90
[788] Bk. Atlas, îslâmi Düşünüşün Problemleri, s,43.
[789] Attas, a.g.e., s. 26-32.
[790] Krs. Bulaç, Ali, "İslam ve Furukımentalizm",
Uluslararası İslam Düşüncesi Konferansı 2, İstanbul, 25-27 Nisan 1997), s.
321-22. Doç. Dr. Ramazan Altıntaş Günümüz İnanç Problemleri, İlahiyat Fakülteleri Kelam Anabilim Dalı
Sempozyumu, 7-9
Eylül 2001 Erzurum: 225-231.
[791] Bk. Turner, Bryan S-, Oryantalizm, Kapitalizm ve
İslam. (çev. Ahmet Demirhan), İstanbul, 1997, s. 17-19.
[792] Arkoun, Muhammed, "İslam'ı ve Laikliği Bugün
Yeniden Düşünmek", (Avrupa'da, Etik, Din ve Laiklik içinde), çev s
Dolanoğlu-S. Yılmaz, İstanbul, 1995, s. 19.
[793] Krş. Fuller. Graham- E. Lesser, Kuşatılanlar, İslam ve
Batının Jeopolitiği, (çev. Ö. Ankara), İstanbul, 1966,s.116.
[794] Berger, Kutsal Şemsiye, s. 174.
[795] Bk. Haşr: 59/7.
[796] Weber, Protestan Ahlâkı ve Kapitalizmin Ruhu, s. 141.
[797] Doç. Dr. Ramazan Altıntaş Günümüz İnanç Problemleri, İlahiyat
Fakülteleri Kelam Anabilim Dalı Sempozyumu, 7-9 Eylül 2001 Erzurum: 231-234.
[798] Ülken, Hilmi Ziya, Türkiye 'de Çağdaş Düşünce Tarihi,
İstanbul, 1966, s.81.
[799] Ülken, a.g.e., s. 83.
[800] Ülken, a.g.e., s. 83, 111-115.
[801] Bk. Jaschke, G., Yeni Türkiye'de İslamcılık, Ankara,
1972, s. 16.
[802] Yıldırım, Ergün, "Toplumsal Gelişmeyi Açıklama
Modeli Olarak Protestanlık", Bilgi ve Hikmet, (Bahar-1993/2), s. 132-133.
[803] Dinde reform paketinin tam metni için şu esere
bakılabilir. Kara, İsmail, Türkiye'de İslamcılık Düşüncesi, İstanbul, 1987, 11,
s. 497.
[804] Bulaç, Ali, "İslam ve Fundamentalizm",
s.326.
[805] Bulaç, a.g.y.
[806] Bulaç, "İslam ve Fundamentalizm"', s.
327-28.
[807] Berger, Kutsal Şemsiye, s. 244.
[808] Bk. Berger, a.g.e., s. 244-269.
[809] Hoodbhoy, Pervez, İslam ve Bilim (Bağnazcılığa Karşı
Akılcılığın Savaşımı), İstanbul. 1993. s.89.
[810] İbn Rüşd, Ebu'l-Velîd Muhammed b. Ahmed b. Muhammed,
Fasltı'l-Makâl (Felsefe-Din ilişkileri içerisinde), Haz: Süleyman Uludağ,
İstanbul, 1985, s. 113-114.
[811] Troll, Christian W., "Seyyid Ahmed Han ve İlm-i
Kelam'ın Ondokuzuncu Yüzyılda Yeniden Teşekkülü", (Çev. Ş. Ali düzgün),
İslamî Araştırmalar, Cilt: 8, Sayı: I, (Kış Dönemi 1995), s. 50-51.
[812] Han, S. Ahmed, Tefsîra't-Kur'ân, Lahor, 1994, i,
149;krş. Aziz Ahmed, Hindistan ve Pakistan'da Modernizm ve İslam, (çev. Ahmel
Küskün), İstanbul, 1990, s. 59.
[813] Aziz Ahmed, Modernizm ve İslam, s. 59.
[814] Han, S. Ahmed, Tefstru'l-Kur'an, I, 61-62; krş. Aziz
Ahmed, a.g.e., s 57.
[815] Krş. Sürüs Dinî Bilginin Evrimi, a. 67.
[816] Han, S. Ahmed, a.g.e., I, 78-82;krş. Aziz Ahmed,
a.g.e., s. 58.
[817] Bk. Aziz Ahmed, Modernizm ve İslam, 8.60.
[818] Bk. İkbal, Muhammed, İslam'da Dinî Düşüncenin Yeniden
Doğuşu, (çev. N. Ahmet Asrar), İstanbul.
1996,
s. 169.
[819] Emir Ati, The Spiril of İslam. Karacı, 1976, s. 454;
krş. Hoodbhoy, İstam ve Bilim, s. 94.
[820] Aziz Ahmed, Modernizm ve İslam, s.111
[821] Emir Ali, The Spirit of İslam, s. 64.
[822] Aziz Ahmed, a.g.e., s. 110
[823] Bk. Hoodbhoy. İslam ve Bilim, s. 94.
[824] Hoodbhoy, a.g.e., s. 94
[825] Doç. Dr. Ramazan Altıntaş Günümüz İnanç Problemleri, İlahiyat
Fakülteleri Kelam Anabilim Dalı Sempozyumu, 7-9 Eylül 2001 Erzurum: 234-344.
[826] Doç. Dr. Ramazan Altıntaş Günümüz İnanç Problemleri, İlahiyat
Fakülteleri Kelam Anabilim Dalı Sempozyumu, 7-9 Eylül 2001 Erzurum: 244-245.
[827] Bk. İsfehânî, el-Müfredât fi Garibi" 1-Kur'an, s.
248.
[828] Atlas, a.g.e., s. 68-69; krş. Armağan, Gelenek ve
Modernlik Anısında, s.93.
[829] Kılıçzâde Hakkı, Son Cevap, İstanbul, 1331, s. 9-14.
[830] A'la: 87/16-17.
[831] Attas, a.g.e.,s. 69.
[832] Bulaç, "Kutsala, Hayata ve Tarihe Dönüş", s.
27
[833] Örneğin, 1958 yılında Osman Nuri Çerman isimli birisi
'Türkiye için Dinde Reform" adlı bir kitap yayınlayarak bu eserinde
İslâm'ın inanç ve ibadet şekillerini tasfiyeye yönelik tekliflerde bulunabilnriştir.
Bu yazarın, İslam karşıtlığını "dinde reform" kavramının arkasına
gizlenerek yapmak istediği anlaşılmış ve o dönemde müslüman kamuoyu tarafından
protesto edilmiçtir. Bk. Sitembölükbaşı, Şaban. Türkiye'de İslam'ın Yeniden
İnkişafi, İstanbul, 1995, s. 67-69.
[834] Güngör, Erol, İslam''m Bugünkü Meseleleri, İstanbul,
1991, s. 218.
[835] Bk. Müslim, Sahih, K. el-Fedâil 140,141.
[836] Arkoun, "İslâm'ı ve Laikliği Bugün Yeniden
Düşünmek", s. 15.
[837] Krş. Bulaç, a.g.m., s. 27-31.
[838] Bk. Sanbay, A. Yaşar, "Protestanlık ve
Sekiiterizasyon", Bilgi ve Hikmet, (Bahar-1993/2). s. 85-90.
[839] Bk. Bauberot, Jcan, Religions et Laicite Dans l'Eurape
des Dotıze, Syros, Paris, 1994. s. 259
[840] Bk. Türkdoğan, Orhan, "Hah ve Türk Toplumunda
Yeni Dinî Hareketler, Türk Yurdu, Cilt: 17, (Nisan- Mayıs 1997), Sayı: 116-117,
s. 34-35.
[841] Doç. Dr. Ramazan Altıntaş Günümüz İnanç Problemleri, İlahiyat
Fakülteleri Kelam Anabilim Dalı Sempozyumu, 7-9 Eylül 2001 Erzurum: 245-252.
[842] Fichter, Joseph, Sosyoloji Nedir? (çev. Nilgün
Çelebi), Konya, 1992, s. 137.
[843] Krs. Şayian, İslâmiyet ve Siyaset, s. 150-152.
[844] Doç. Dr. Ramazan Altıntaş Günümüz İnanç Problemleri, İlahiyat
Fakülteleri Kelam Anabilim Dalı Sempozyumu, 7-9 Eylül 2001 Erzurum: 253-254.
[845] Doç. Dr. Ramazan Altıntaş Günümüz İnanç Problemleri, İlahiyat
Fakülteleri Kelam Anabilim Dalı Sempozyumu, 7-9 Eylül 2001 Erzurum: 255-256.
[846] SDÜ İlahiyat Fak., İslâm Mezhepleri Tarihi Anabilim
Dalı Öğretim Üyesi.
[847] A. Davudoğlu, 1996,119
[848] A. Bayramoğlu, 2001, 42-47
[849] bk. A. Bulaç, 1996, 116
[850] N. Göle, 2000b, 15
[851] I. Sezai 1992, 49-51; Ş. Karatepe 1996, 307
[852] Ş. Karatepe 1996, 302
[853] I. Sezai 1992, 73 vd.; Ş. Karatepe 1996, 308.
[854] A.Y. Ocak 1995,92; Y. Akdoğan 2000, 141-144.
[855] A.Y. Ocak 1995, 92
[856] Ş. Sitembölükbaşı 1995, 76 vd,
[857] Bu konuda daha geniş değerlendirmeler için bk. M.S.
Sarıkaya, 1998.
[858] Y. Akdoğan, 2000, 147-159.
[859] M. Öz, 1999, 181-204.
[860] H. Onat, 2001
[861] Kur'an, LV, 29 vb.
[862] H. Hanefi, 1997, 117.
[863] İfadelerin konumuzla ilgili tahlili için bk.,
R.Garoudy 1996, 199-201.
[864] H. Hanefi, 1997,118-122
[865] Doç.Dr. M. Saffet Sarıkaya Günümüz İnanç Problemleri, İlahiyat
Fakülteleri Kelam Anabilim Dalı Sempozyumu, 7-9 Eylül 2001 Erzurum: 257-262.
[866] Doç.Dr. M. Saffet Sarıkaya Günümüz İnanç Problemleri, İlahiyat
Fakülteleri Kelam Anabilim Dalı Sempozyumu, 7-9 Eylül 2001 Erzurum: 263.
[867] Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
[868] Geniş bilgi için bk. Hulusi Lekesiz, "Osmanlı
İlmî Zihniyeti: Teşekkülü Gelişmesi ve Çözülmesi Üzerine Bir Tahlil
Denemesi", Türk Yurdu, XI, sy. 49, s. 20-31. Araştırmalar özellikle Fatih
döneminin en ihtişamlı dönemini yaşadığını haber vermektedir. Meselâ Gazzalî ve
İbn Rüşd (v, 595/1198) arasındaki tehat'üt tartışmaları Fatih ile birlikte
başlamış ve uzun bir süre devam etmiştir. Hocazâde Muslihiddin Mustafa (v.
893/1488) ile Ali Tusî (v. 887/1482) arasındaki tehafüt tartışması onun
huzurunda yedi gün devam etmiş ve Hocazâde'nin başarısıyla sona ermiştir.
Taşköprüzâde, eş-Şekâiku'n-numâniye, (nşr: Ahmed Suphi Furat) İstanbul
1405/1985, 124-125.
[869] Osmanlı medreselerinin kuruluş ve gelişme aşamalarında
müderris ihtiyacı ya dışandan gelenler ile veya dışarıda eğitim gören ulemâ
vasıtasıyla karşılanmıştır. Bu dönemde İslâmî ilimlerin revaçta olduğu bölgeler
arasında İran, Maveraünnehir, Mısır, Irak ve Suriye gibi ülkeler vardır.
Bunlardan Suriye ve Mısır'da dinî ve hukukî ilimler ile tefsir, hadîs, tarih
edebiyat ve kavaide dayalı ilimler, İran ve Maveraünnehir’de de riyaziye,
heyet, kelâm ve felsefeyle ilgili ilimler revaçtadır. Geniş bilgi için bk.
İsmail Hakkı Uzunçarşılı, İlmiye Teşkilatı, Ankara 1984, s. 227; Cahit Baltacı,
XV-XV. Asırlarda Osmanlı Medreseleri, İstanbul 1976, s. 617; Hulusi Lekesiz,
"Osmanlı ilmî Zihniyeti: Teşekkülü Gelişmesi ve Çözülmesi Üzerine Bir
Tahlil Denemesi", s. 28.
[870] İslâm düşüncesi ulaştığı ideal seviyeyi Batı'ya verdikten
sonra kendini yenileyememiş gittikçe içine kapanarak gerileme sürecine
girmiştir. Böylece İslâm düşüncesi -birkaç istisna dışında- elde ettiği
inkişafın ardından esneme, duraklama bir süre sonra da gerileme dönemlerine
girmiştir. Kelâmın felsefeyle mezcedilmiş. döneminden sonra felsefe dinîn
etrafında gittikçe güçlenen bir sed oluşturduğu ve bundan sonra ideal
seviyesini koruyamaz hale geldiği görülmektedir. Böylece din sınırları içine
mahkum edilen ilim, gittikçe atıl ve hareketsiz bir hale geldiğinden dinî
ilimlerde olduğu gibi pozitif bilimlerde de orijinalite ortadan kalkmaya
başlamıştır. Konuyla ilgili geniş bilgi için bk- L. Gardet, "İslâm'da
Dinsel Düşünce Nasıl Kötürümleşti", İslâm Felsefesi Üzerine (haz. Ahmet
Arslan), Ankara 1999. s. 165-182; Roger Arnaldez, "İslâm'da Felsefî
Düşünce Nasıl Kötürümleşti", a.g.e., s. 46-63; Fritz Meler, "Sûfilik
ve İslâm Kültürünün Sona Erişi", n.g,e. s. 279-314; Cabirî, Muhammed Abid,
Arap-İslâm Kiiltürünün Akıt Yapısı, (trc. Burhan Köroğlu v.dğr.), İstanbul 2000),
s. 609-707.
[871] Kâtib Çelebi, Mîzânu'l-hak fi ihtiyâri'l-ehak. Baskı
yeri yok, 1280/1863 (Tasvîr-i efkâr izzethânesi), s. 7-8. Gazzâlî'yi takip eden
Fahreddin er-Râzî'nin fikirlerinin Osmanlı geleneğine taşınmasıyla ilgili
olarak ayrıca bk. Bekir Karlığa, "İbn Sînâ", Dia; XX, 346-347.
[872] Kelâmın geldiği bu nokta ile ilgili çok değişik
düşünceler üretilmiştir. Meselâ sisteme hakim olan tarz, naklin gölgesinde
kalan felsefe şeklînde özetlemek mümkündür. Müteahhirin kelâmcıların ortaya
koydukları hiçbir zaman Gazzâlî öncesindeki mütekaddîmîn kelâmcıları gibi
orijinal olamamıştır. Bu dönemle birlikte kelâmın felsefe tarafından
bozulmasına sebebiyet verilmiş, İslâm düşüncesi de kendi içine gömülmeye
başlayarak diyalektiğin incelikleriyle uğraşmak durumunda kalmıştır gibi
yorumlar yapılmıştır. Geniş bilgi için bk. İbn Haldun, Mukaddime (nşr. Ali b.
Abdülvâhid Vâfî), Kahire 1401, III, 1081-1083; Louis Gardet, "İslâm'da
Dinsel Düşünce Nasıl Kötürümleşti", İslâm Felsefesi Üzerine, s. 179-182;
Fazlurrahman, İslâm (trc. Mehmet Dağ-Mehmet Aydın), Ankara 1996, s. 135-136,
260, 266; A. Yaşar Ocak, "Düşünce Hayatı", Osmanlı Devleti ve
Medeniyeti Tarihi, II, İstanbul 1998, s. 182-184;
[873] İlmiyye teşkilatındaki durumla ilgili geniş bilgi için
bk. Mehmet Ipşirli, "Osmanlı İlmiye Mesleği Hakkında Gözlemler (XVI-XVIL
Asırlar)", Osmanlı Araştırmaları, VII-VIII (1988) s. 274.
[874] Nasruddîn Tusî'nin (v. 672/1273) Tecrîdü'l-kelâm
isimli eseri üzerine yazılan şerhlerden en meşhuru Seyyid Şerif Cürcanî'nin (v.
816/1413) adı geçen şerhidir. Eserle ilgili bilgi için bk. Kesfü'z-zunûn, I,
346-351.
[875] Adududdîn el-İcî'nin (v. 756/1355) el-Mevâkıf fi
ilmi'l-kelâm isimli eseri üzerine birçok şerh yapılmış, bunlar içinde en meşhur
olanı Seyyid Şerif Cürcanî'nin yukarıda adı geçen şerhidir Eserle ilgili bilgi
için bk. Keşfü'z-zunun, fi, 1891-1894.
[876] Burhâneddin el-Merginani'nin(v. 593/1197) Hanefî fıkhı
üzerine Bidayetti'l-mübtedî isimli eseri üzerine yine kendisinin yazdığı bir
şerhtir.
[877] Muhammed b. Mahmud el-Baberli'nin (v. 786/1384)Hidaye
üzerine yazdığı Anadolu'da oldukça meşhur olan fıkıh usulü ağırlıklı el-Snûye
İsimli şerhin adıdır.
[878] Kâtib Çelebi, Mîzâmı'l-hak, Baskı yeri yok, 1280/1863
(Tasvîr-i efkâr izzethânesi), s. 8-9.
[879] Geniş bilgi için bk. Uzunçarşılı, İlmiye Teşkilim, s.
67; M. Sait Yazıcıoğlu, "XV. ve XVI. Yüzyıllarda Osmanlı Medreselerinde
İlm-i Kelâm Öğretimi ve Genel Eğitim içindeki Yeri", İslâmî İlimler
Enstitüsü Dergisi, IV, Ankara 1990, s. 282
[880] Kâtib Çelebi, Mîzânu'l-hak, s. 125.
[881] Birgivî, et-Tarîkatü'l-Muhammediyye, İstanbul I317, s.
310-311.
[882] Geniş bilgi için bk. Katip Çelebi, a.g.e., s. 130-133;
1. Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, Ankara 1988, III/I, 355-364; Necdet
Sakaoğlu, "Kadızâdeliler-Sivasiler", Dünden Bugüne İstanbul
Ansiklopedisi, IV, 367; Fahri Unan, "Dinde Tasfiyecilik Yahut Osmanlı
Sünnîliğine Sünnî Muhalefet: Birgivî Mehmed Efendi", TY, X, sy. 36, s.
33-42; A.Yaşar Ocak, "Düşünce Hayatı", s. 184-186.
[883] Meselâ Ömer en-Nesefî'nin Metnu'l-akaid adlı eserine
Sadedin et-Teftazânî'nin yazdığı Şerhu'l-akaid başlangıçtan itibaren Osmanlı
medreselerinde en çok okutulan kitaplar arasında yer almaktadır. Eser kendi
dışındaki grup ve mezheplere takındığı tavır açısından incelendiğinde Yahudi,
Hıristiyan, Batini ve gulat-ı mutasavvıfa üzerinde yeterince durmadığı halde Ehl-i
kıbleden olan Mutezile ve Şia gibi mezheplere karşı oldukça sert davrandığı
dikkati çekmektedir. Şüphesiz bu durum Mutezile ve Şia ile aralarında canlı
tartışmaların olduğunu göstermekle birlikte İslâm düşüncesinin geleceği
açısından bakıldığında farklı düşüncelere karşı çok katı davranıldığını da
göstermektedir. Geniş bilgi için bk. Süleyman Uludağ, Kelâm İlmi ve İslâm
Akaidi, İstanbul 1982, s. 74-77.
[884] Şerif Mardin, Din ve İdeoloji İstanbul 1995, s. 94
[885] J. Kissling, "The Sociological and Educational Role
of The Dervish Orders in The Oltoman Empire", The American Antropolojisi,
Studies in İslâmic Cultural History (ed. G. E. von Grunebaum), LVI, 76,
Chicago, April 1954, s. 24
[886] a.m., s. 26. Özellikle XIII. yüzyılın ikinci
yarısından itibaren vahdet-i vücûd anlayışı büyük bir atılını göstererek
Osmanlı Anadolu'sundaki Horasan Melâmetiyye mektebine bağlı Sûfî teşekkülleri
derinden etkilemiştir. Nitekim kısmen Irak zühd mektebinin esaslarını
benimseyerek Ehl-i sünnet çizgisinde gelişen zühd mektebi bir kenara
bırakıldıktan sonra Osmanlı sofiliğinin vahdet-i vücûdçu bir çizgide popüler ve
yüksek seviyede olmak üzere geliştiğini söylemek mümkündür. Geniş, bilgi için
bk. A. Yaşar Ocak, Zındıklar ye Mülhidler, s. 123-131.
[887] Mustafa Kara, "Tarikatler Dünyasına Genel
Bakış", İslâmiyât, II, sy. 3, s. 72.
[888] Kur’ân-ı Kerîm geldiğinde kendinden önceki kitaplardan
bazısının ahkamını aynen, bazısının değiştirerek tasdik etmesi, kıymeti
kalmayanı da feshetmesi şeklindeki metodun kelâm ilmine de uygulanması
gerektiği vurgulanmıştır. Konuyla ilgili olarak bk. Ahmed Nazîf, "Yeni
İlm-i Kelâm'a Lüzum Var mı, Yok mu?", Sebîlürreşad, XXII/561-2, s. 119.
Ayrıca bk. İzmirli İsmail Hakkı, Yeni İlm-i Kelâm, İstanbul 1339-1341, s. 90,
a. mlf, Muhassalu'l-kelam ve'I-fetsefe, İstanbul 1336, s. 13; Muhammed Sâdık,
"Açık Mektup", Strât-ı Müstakim, VII/167 (1329), s. 165;
[889] Geniş bilgi için bk. M. Sait Özervarlı, Kelâmda
Yenilik Arayışları, İstanbul 1998.
[890] Konuyla ilgili kapsamlı bir araştırma için bk. Şaban
Sitembolükbaşi, Türkiye'de İslâm'ın Yeniden İnkişafı. Ankara 1995.
[891] 1980 öncesi periyotta isim ve olaylar daha net iken
1980 sonrası dinî çoğulculuk hakim olduğundan bir çok isimden bahsetmek
mümkündür. Bunların içinde doğu-batı yerli-yabancı bir birinden farklı isimler
olmakla birlikte bunlar içinden Fazlurrahman, Rene Guenen ve Seyyid Hüseyin
Nasr gibi isimlerden söz etmek mümkündür. Aslında Fazlurrahman ve Rene Guenen
1980 öncesinde etkin olmakla birlikte eserlerinin Türkçe'ye tercümesi ve daha
geniş kesimlere hitap etmeleri açısından Türkiye açısından 1980 sonrasında
mütalaa edilmeleri daha uygun görünmektedir.
[892] Bu tabir köyden şehire göç sayesinde şehir hayatına
ayak uyduramayan veya uydurmak istemeyip kendi kültürüyle büyük şehirlerde
yaşamaya çalışan çoğunluğun anlayışını ifade etmek amacıyla kullanmış
bulunmaktayız. Bütün bunların yanında post-modern dönemle birlikte her şey
izafileşmeye başlamış, böylece toplumda da göreceli birbirinden değişik akım ve
düşünceler doğmaya başlamış ve geleneği olmayan bir anlayış doğmuştur.
[893] Dr. Hatice Kelpeten Günümüz İnanç Problemleri, İlahiyat
Fakülteleri Kelam Anabilim Dalı Sempozyumu, 7-9 Eylül 2001 Erzurum: 265-273.
[894] Sayyid Rahmatullah Hashemi (Taliban'ın gezici
büyükelçisi), "The Invisible Afghanistan" (University of Southern
California-Los Angles'de 10 Mart 2001'de verilen bir konferansın yayına
hazırlanmış şekil): |www.albalagh.net/current_affairs].
[895] M. Ali Büyükkara Günümüz
İnanç Problemleri, İlahiyat Fakülteleri Kelam Anabilim Dalı
Sempozyumu, 7-9
Eylül 2001 Erzurum: 277.
[896] Hashemi, "The Invisible Afghanistan":
|www.albalagh.net/current_affairs|. Ayrıca bkz. Anthony Davis, "How the
Taliban Became a Military Force", [William Maley (ed.), Fundamentalism
Reborn?: Afghanistan and theTaliban, London, 1999] içinde s.43-4.
[897] M. Ali Büyükkara Günümüz
İnanç Problemleri, İlahiyat Fakülteleri Kelam Anabilim Dalı
Sempozyumu, 7-9
Eylül 2001 Erzurum: 277-278.
[898] W. Maley, "Interprating the Taliban",
[Wüliam Maley (ed.), Fundamentalism Reborn?: Afghanistan and the Taliban,
London, 1999] içinde s. 14-5. Ayrıca bkz. "Facts about the Taliban": [www.afghan-politics.org/Reference/
Taliban/facts_about_taliban. Htm]. Bu
önemli makale, bir yayın türü olarak Afganlılarca şebnâme adı verilen, siyasi
mesaj niteliğinde yazılmış ve dağıtılmış bir risalenin İngilizce'ye
çevirisidir. Genellikle yazan/yazarları belli olmayan şehnamelerin etkili ve
yetkili çevrelere veya medyaya gönderilmesiyle bir kamuoyu oluşturulmak
istenir. Söz konusu şebnâmenin orjinali Dari dilinde kaleme alınmış ve 1 Kasım
1995'de Washington'daki önemli adreslere postalanmışıtır. Shaukat Zamanı, 9
Ocak 1997 tarihiyle bu belgeyi İngilizce'ye kazandırmıştır. M. Ali Büyükkara
Günümüz İnanç Problemleri, İlahiyat
Fakülteleri Kelam Anabilim Dalı Sempozyumu, 7-9 Eylül 2001 Erzurum: 278..
[899] Geniş bilgi için bkz. "Facts about the
Taliban": [www.afghan-politics.org/ Reference/Taliban/
facts_about_taliban.htm
].
[900] Ali A. Jalali, Lester W. Grau (USA Foreign Military
Studies Office), "Whither the Taliban": [www.afghan-politics.org/Reference/Taliban/
whitherjhe_ taliban.htm].
[901] R. Rubin Barnett, "Afghanistan: Persistent Crises
Chailenges the UN System", Ağustos 1998: [www.unhcr.ch/refworld/country/writenet/wriatenet/wriafg03.htm].
UNHCR: United Nations High Commissioner
for Refugees (Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komserliği).
[902] Bkz. "Facts about the Taliban": [www.afghan-politics.org/Reference/
Taliban/facts_ about_taliban.htm|.
[903] Hafeez Malik, "Pakistan, islam and the Taliban
Phenomenon", The News International (Pakistan), 9 Haziran 2000:
[www.indianembassy.org/int_media/pak_ islam_ taIiban_June_09_00.html.
[904] Bkz. "Facts about the Taliban": lwww.afghan-politics.org/Reference/Taliban/
facts_about_ talibaahtm].
[905] Geniş, bilgi için bkz. Azmi Özcan,
"Dârülulûm", T.D.V. İslam Ansiklopedisi, viii. s.553-4; Barbara D.
Metcalf, "Deobandis", The Oxford Encyclopedia of the Modem İslamic
World, I, s.362-3; K.A. Nizami. "Deoband", The Encyclopedia of İslam
(2nd edition). 11. s.205.
[906] Şia'nın Kur'an. İmamet ve Takiyye Anlayışı (Ankara
1984) isimli kitabı Türkçe'ye Çevrilmiştir.
[907] "Facts about the Taliban": [www.afghan-politics.org/Reference/TaIiban/
facts_aboul_ taliban.htm]; R. Rubin Barnett, "Afghanistan: Persistent Crises
Challenges the UN System", Ağustos 1998: [www.unhcr.ch/refworld/country/
writenetAvriafg03.html.
[908] Taliban ile Cemiyet-i Ulema-i İslam ilişkisi için bkz.
Ahmed Rashid, "Pakistan and the Taliban", [William Maley (ed.),
Fundamentalism Reborn?: Afghanistan and theTaliban, London, 1999] içinde s.
74-6.
[909] Bkz. dipnot: 3.
[910] "Facts about the Taliban": [www.afgban-politics.org/Reference/TaIiban/facts_about_
taliban.htm].
[911] Fazlurrahman, İslam, çev.: M. Aydın, M. Dağ, İstanbul:
Selçuk Yay., 1993, s. xxv. Oliver Roy ise. "siyasal İslamın
iflasından" sonra ortaya çıkan Taliban hareketini islamcılıktan
neo-fundamentalizme bir dönüşüm olarak değerlendirmektedir, bkz. "Has
İslamism a Future in Afghanistan?", [William Maley (ed.), Fundamentalism
Reborn?: Afghanistan and theTaliban, London, 1999] içinde s. 202-4.
[912] Nisan 2000'de Taliban yönetiminin baş kadısı Nur
Muhammed Sakib ile yapılan röportajda Sakib, Raşid Halifelerin ve dört mezhep
imamının pek çok meseleyi çözüme kavuşturduğunu, bu nedenle içtihada hemen
hemen hiç gerek kalmadığını söylemektedir. Bkz. Hafeez Malik, "Pakistan,
İslam and the Taliban Phenomenon", The News International (Pakistan), 9
Haziran 2000: [www.indianembassy.org/int_media/pakislam_taliban_june_
09_00.htm].
[913] Human Rights Watch Reports, XII (Kasım 1998): [www.hrw.org/hrw/reports98/
[914] (www.hazara.net/taliban/fitwa/fitwa.html].
[915] Zaheeruddin Abdullah (Associated Press),
"Afghanistan Bans T.V. sets, VCRs": | www.borndi gital.com/taliban.
htm |.
[916] Reuters-hlamabad, "Afghans Ignoring Taliban Rules
Risk Jail, Lashing": | dailynews. yahoo.
com/h/nm/20010523/wl/afghan_rules_dc_ 1 .html ].
[917] Zaheeruddin Abdullah (Associated Press),
"Afghanistan Bans T.V. sets, VCRs": [www.borndigital.com/taliban.htm];
Jan Goodwin (On the Issues, Editör),
"Buried Alive: Afghan Women under the Taliban": [mosaic.echonyc.com/-onissues/su98goodwin.html];
N.H. Dupree, "Afghan Women under the
Taliban", [William Maley (ed.), Fundamentalism Reborn?: Afghanistan and
theTaliban, London, 1999] içinde s. 145, 148.
[918] The Müslim, 2 Kasım 1996:
[www.geocities.com/Wellesley/3340/reports3.html]; Reuters-Islamabad,
"Afghans Ignoring Taliban Rules Risk Jail, Lashing":
|dailynews.yahoo.com/ h/nm/20010523/wl/ afghan_rules_dc_l.html].
[919] Tim Johnston (Reuters-Kabul), "Taliban Start
Giving Forced Hair-cuts": [my.rawa.org/hair.htm).
[920] Dharb-i Mümin, 11/52 (01 Haziran 2001):
|www.dharb-i-mumin.com/english/ index.html].
[921] Amanda Roraback, "Afghanistan":
fwww.nutshellnotes.com.Mghanistan_text.htm].
[922] Dharb-i Mümin, 11/50 (11-17 Mayıs 2001): lwww.dharb-i-mumin.com/english/
index. html].
[923] Reuters-Islamabad, "Afghans Ignoring Taliban
Rules Risk Jail, Lashing" M. Ali Büyükkara Günümüz İnanç Problemleri, İlahiyat
Fakülteleri Kelam Anabilim Dalı Sempozyumu, 7-9 Eylül 2001 Erzurum: 278-282.
[dailynews.yahoo.eom/h/nm/20010523/wl/afghan_rules_dc_l .html].
[924] Hafeez Malik, "Pakistan, İslam and the Taliban
Phenomenon", The News International (Pakistan), 9 Haziran 2000:
[www.indianembassy.org/int_media/pak_islam_ taliban_june_09_00.htm]. Söz konusu ceza infaz şekilleri ile ilgili sahabe
kaynaklı görüş ve uygulamalar için bkz. Muhammed Ali es-Sâbûnî, Tefsîru
Âyâti'l-Ahkâm, İstanbul: Dersaadet, ts.,ii, s.42-3.
[925] "Taliban and Drugs":
Iwww.hazara.net/taliban/criminal_acts/dnıgs/drugs.html].
[926] "Taliban and Drugs": [www.hazara.net/taliban/criminal_acts/drugs/drugs.html];
Amanda Roraback, "Afghanistan":
[www.mıtshellnotes.com/afghanistan_text.htm].
[927] Faik Bulut, İslamcı Örgütler, Ankara: Doruk Yay.,
1997, ii, s.200.
[928] Bkz. 26 Şubat 2001 ile 11 Mart 2001 tarihleri arası
ulusal ve uluslararası basın-yayın.
[929] Dharb-i Mümin, UİAA (30-05 Nisan 2001):
[www.dharb-i-mumin.com/english/ index.html]. Ayrıca bkz.
[www.albalagh.net/current_affairs].
[930] Bu argüman için bkz. F. Koru, "Taliban ve
İslam'ın Aydınlık Yüzü", Yeni Şafak, 12/03/2001.
[931] el-En'am: 6/108
[932] Bkz 22 ve 23 Mayıs 2001 tarihli ulusal ve uluslararası
medya.
[933] Mesela bkz. T. Varadarajan, "Patches of
Evil", Wall Street Journal, 5 Haziran 2001: [www.opinionjournal.com/columnists/tvaradarajan/].
[934] Bkz R Rubin Barnett, "Afghanistan: Persistent
Crises Challenges the UN System", Ağustos 1998:
[www.unhcr.ch/refworld/country/writenet/wriafg03.htm].
[935] Selefılerin saygı duyduğu Suudi Arabistanlı alim Şeyh
Hammud el-Ukla'nın Taliban hakkındaki fetvası için bkz.
[www.azzam.com/html/talibanfataawa.htm]. 29 Kasım 2000 tarihli bu fetvada
el-Ukla, Taliban yönetimini dünyadaki tek İslami yönetim olarak tanıtmaktadır.
Bu görüşünün temelleri arasında, Taliban'in hadleri uygulamasını, İslamın
yasakladığı medya araçlarını yasaklamasını ve kadın haklarını şeriate göre
düzenlemesini saymaktadır.
[936] Mesela Suudi Arabistanlı Üsame b. Ladin'in
Hareketü'l-Ensâr'ı, Taliban ile yakın ilişki içindedir. M. Ali Büyükkara
Günümüz İnanç Problemleri, İlahiyat
Fakülteleri Kelam Anabilim Dalı Sempozyumu, 7-9 Eylül 2001 Erzurum: 282-284.
[937] Bkz. E.R. Fığlah, "Hariciliğin Doğusuna Tesir
Eden Bazı Sebepler", Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, xx,
s.219-248.
[938] Hasan Onat, Türkiye'de Aleviler, Bektaşiler,
Nusayriler (İstanbul: Ensar Neşr., 1999) içinde "Müzakereler" bölümü,
s.195.
[939] Son olarak ülkede haşhaş ekiminin yasaklanması (bkz.
Dharb-i Mümin, ll/44, 30-05 Nisan 2001) ve yine bu sene Şii müslümanların
Muharrem kutlamalarına belli kısıtlamalarla da olsa izin verilmesi (bkz.
Dharb-i Mümin, ll/46, 13-19 Nisan 2001), Taliban'ın doğru ve makul olanı
yakalama çabasına girdiğini hissettirmektedir.
[940] M. Ali Büyükkara Günümüz
İnanç Problemleri, İlahiyat Fakülteleri Kelam Anabilim Dalı
Sempozyumu, 7-9
Eylül 2001 Erzurum: 284-285.
[941] F.Ü. İlahiyat Fakültesi Kelam Anabilimdalı Öğretim
Üyesi
[942] Reading, Hugo F., Dictionary of The Socîal Science,
London 1977, 193; Slogan, "kısa ve çarpıcı propaganda sözü" anlamına
da gelmektedir. Türkçe Sözlük, 2/1318 3
[943] Kılavuz, Ahmet Saim, Akâid, İslam Ansiklopedisi
(TDVİA), İstanbul 1989, 2/212
[944] Akd; çözmenin zıddı olan şeydir. İbn Manzur,
Ebu'1-Fadl Cemaluddin, Usânu'l-Arab, Beyrut, 1994, 3/292;
Akaid kelimesi, saygın bir görüş ve kendisinden dönüşün mümkün olmadığı
anlaşma anlamına gelir." Derviş, Abdulhamit, el-Felsefetu'l-İtidiyye
fi'l-İslam, Kahire, 1992, 7 S
[945] Carra De Vaux, Akide, İslam Ansiklopedisi (lA),
İstanbul 1993, I /240
[946] Paker, james J., "Faith", Baker's Dictionary
of Theology, Usa, 1988, 208-211; Bu iki kavramın birleşme ve noktaları için aynı şekilde bkz. Smith,
Wilfred Cantwell, Faith and Belief, New
Jersey, 1979, 105-107
[947] Kılavuz, agm, 2/213
[948] Kelamcılar, kelam ilminin konusunu, tanımının
içerisinde zikretmekledirler. Örneğin bkz. Harputi, Abdullatif, Tenkihu'l-Kelam
fi Akaid'i Ehli'l-İslam, İstanbul h.1330, 8-9; Kelam ilminin konusu ve bu
konunun eleştirileri için bkz. Hanefi, Hasan Minel'l-Akide İla's-Savra, Kahire,
trs, 1/82-99
[949] Kelamın akli yöntemleri kullanması ilkesinde, Eşari
kelam sistemini dışarıda tutmak gerekir. Çünkü, Eşari kelamı aklı, nassları
yorumlayan bir alet olarak dikkate almaktadır.
[950] "Akâid ile kasıt, nefsin ameli değil de itikadi
kast etmesidir." ki, Abdurrahman b. Ahmed, el-Mevakıffi İlmi'l-Kelam,
Kahire, trs, 7; Harputi, age, 7
[951] Bu kelimenin kökü olan 'akd' mastarından türeyen fiil
ve isim olarak kullanımlar mevcuttur. Fiil olarak yemin ile ilişkili olarak
(Nisa: 4/33; Maide: 5/89) yer almaktadır. İsim olarak ise, 'anlaşma' (akd (ç)
ukud, Maide: 5/I), nikah sözleşmesi (Bakara: 2/235-237) kekemelik (Taha: 27) ve
sihirbazların üflediği düğümler (Felak: 113/4) anlamlarında kulllanılmkatadır.
[952] Haricilik adı, Hz. Ali'nin ordusundan çıkan ve ayrılanlar,
Allah ve Peygamberine hicret edenler, Hz- Ali ye karşı çıkanlar (haraca 'ala)
ve kaade'nin zıddına cihada katılanlar anlamını ifade etmektedir. Bkz. Watt,
İslam Düşüncesinin Teşekkül Devri, 18-19
[953] Watt, tıpkı kebbara'nın 'Allah'u Ekber cümlesini tekrar
etmek' anlamını ifade edişi gibi, tahkim de, 'la hukma illa lillah' sloganını
tekrar etmek anlamına gelebileceğini ifade eder. Watt, age, 17 71
[954] "Rabb'in
meleklere: Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım, dedi. Onlar: Bizler hamdinle
seni teşbih ve seni takdis edip dururken, yeryüzünde fesat çıkaracak, orada kan
dökecek birini mi halife kılıyorsun, dediler. Allah da onlara: Sizin
bilmediğinizi herhalde ben bilirim, dedi." Bakara: 2/30; Bu ayette
insanın cins olarak halifeliği ifade edildiğinden ötürü "halife"
kelimesi kullanılmıştır. Bununla birlikte, bu kelimenin çoğulu olan
"halaif kelimesi de insan için kullanılmaktadır. Bkz. Enam: 6/165; Yunus:
10/14, 73; Fatır: 35/39
[955] En'âm: 6/57
[956] "Çabucak gelmesini istediğiniz azap benim yanımda
değildir, bildirdiği "Hüküm ancak Allah'a aittir." En’am: 6/57
[957] Allah'ı bırakıp da taptıklarınız, sizin ve
atalarınızın taktığı birtakım isimlerden başka bir şey değildir. Allah onlar
hakkında herhangi bir delil indirmemiştir. Hüküm sadece Allah'a aittir."
Yusuf: 12/40
[958] "Oğullarını! Hepiniz bîr kapıdan girmeyin, ayrı
ayrı kapılardan girin. Ama Allah'tan gelecek hiçbir şeyi sizden savamam. Hüküm
sadece Allah’a aittir." Yusuf: 12/67
[959] Buna örnek olarak, Mısır'daki
"Cemeatu't-Tekfir" örgütü verilebilir.
[960] Nisa: 4/94
[961] İsra: 17/III
[962] Bakara: 2/154; Bu ayetin ruhun ölmezliği lehinde
kullanılması için bkz. Gazali, Mearic, 127
[963] Ali İmran: 3/169; Bu ayetin ruhun ölmezliği lehinde
kullanılması için bkz. Gazali, Muhammed Ebu Hamid, Meâricu'l-Kuds fi Medâric'i
Marifeti'n-Nefs, Mısır, 1928, 127; İbn Kayyım, Şemsuddin Ebu Abdillah, er-Ruh,
Kahire, 1989,35
[964] "Biz senden
öncekt hiçbir beşeri ölmez (ebedi) kılmadık. Sen öleceksin de onlar baki mi
kalacaklar?" Enbiya: 21/34; Diğerleri için bkz. Cuma: 62/8; Ankebut:
29/57 vd.
[965] Abdulcebbar, Tenzihu'l-Kur'an Ani'l-Metain, Beyrut,
trs, 83
[966] Bakara: 2/154
[967] AI-i İmran: 3/169
[968] "Kim bîr inananı kasten öldürürse, onun cezası
içinde temelli kalacağı cehennemdir" Nisa: 4/93. Bu ayet savaş dışında
inanan bir insanın imanından ötürü kasıtlı olarak öldürülmesini ifade eder.
[969] Müslim'in rivayeti şu şekildedir: Onların ruhları
yeşil kuşların kursaklarındadır. Onlar için arşa asılı kandiller vardır.
Diledikleri gibi cennetten faydalanırlar, (tüsreh). Sonra bu kandillere
sığınırlar..." Müslim, Sahih, Kitabu'l İmara, Hadis no: 121, 2/1502; Aynı
şekilde bkz. Ebu Davud, Sünen, Kitabu'l-Cihad, Bab 25, 3/32
[970] Mürcıe'nin iman tanımları için bkz. Kutlu, Sönmez,
Türklerin İslamlaşma Surecinde Mürci ve Tesirleri, Ankara 2000,125130
[971] Ankehut: 29/45
[972] Yrd. Doç. Dr. Erkan Yar Günümüz İnanç Problemleri, İlahiyat
Fakülteleri Kelam Anabilim Dalı Sempozyumu, 7-9 Eylül 2001 Erzurum: 289-297.
[973] Yrd. Doç. Dr. Erkan Yar Günümüz İnanç Problemleri, İlahiyat
Fakülteleri Kelam Anabilim Dalı Sempozyumu, 7-9 Eylül 2001 Erzurum: 297.
[974] Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
[975] Dr. İlyas Üzüm Günümüz
İnanç Problemleri, İlahiyat Fakülteleri Kelam Anabilim Dalı
Sempozyumu, 7-9
Eylül 2001 Erzurum: 299.
[976] Alevî nüfusla ilgili birçok spekülasyon yapılmakta
olup gerçekle bu nüfusun %6,l ile%9 dolayında olduğu ortaya konulmuştur (İlyas
Üzüm, Günümüz Alevîliği, Ankara 1997, s. 22-23; ayrıca Tesev tarafından Türkiye
genelinde yapılan bir saha çalışmasında "hangi mezheptensiniz?"
sorusuna "Alevî" cevabı verenler %3,9 olarak gerçekleşmiştir (Ali Çarkoglu,
Binnaz Toprak, Türkiye'de Din, Toptum ve Siyaset, İstanbul 200(1, s. 24.
[977] Bu husustaki eserlerin bazıları şunlardır: Reha
Çamuroğlu, Günümüz Alevîliğinin Sorunları, İstanbul 1992; Cemal Şener, Alevî
Sorunu Üstüne Düşünceler, İstanbul 1994; Fuat Bozkurt, Çağdaşlaşma Sürecinde
Alevîlik, İstanbul 2000.
[978] Dr. İlyas Üzüm Günümüz
İnanç Problemleri, İlahiyat Fakülteleri Kelam Anabilim Dalı
Sempozyumu, 7-9
Eylül 2001 Erzurum: 300.
[979] Bu görüşler ve mensupları hakkında ayrıntılı bilgi
için bk. İlyas Üzüm, "Kendi Yazarlarına Göre Alevîlik", Tirkiye
Günlüğü (1996), sy.42, s. 54-77.
[980] Dr. İlyas Üzüm Günümüz
İnanç Problemleri, İlahiyat Fakülteleri Kelam Anabilim Dalı
Sempozyumu, 7-9
Eylül 2001 Erzurum: 300-301.
[981] Ahmed Yaşar Ocak, "Babaîler İsyanından
Kızılbaşlığa", Belleten, LIV (Nisan 2000), sy. 239, s. 156.
[982] Dr. İlyas Üzüm Günümüz
İnanç Problemleri, İlahiyat Fakülteleri Kelam Anabilim Dalı
Sempozyumu, 7-9
Eylül 2001 Erzurum: 301.
[983] Bu tür görüşler için bk. Vilâyetnome-i Hacı Bektaş-ı
Veli (nşr. Abdülbaki Gölpınarlı, İstanbul 1958), s. 45, 58-59, 91. Ayrıca bk.
İlyas Üzüm, "Vilâyetnanıe-i Hacı Bektaş-i Veli'ye Göre İslâmî İnanç ve
İbadetler", Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Veli Sempozyumu Bildirileri,
Ankara 1999, s. 385-390.
[984] Bu tur görüşlere örnek olarak bk. Pir Sultan Abdal
Divanı (nşr. Esat KorkmaZ), İstanbul 1994, s. 121, 201, 217, 235, 359; ayrıca
bk. İlyas Üzüm, "Allah Bir Muhammed Ali'dir Ali/Pir Sultan Abdal'ın Tanrı
Anlayışı". Hacı Bektaş Veli Araştırma Dergisi, Güz 2000, sy. 15, s.
133-153.
[985] Bk. Buyruk (nşr. Fuat Bozkurt, İstanbul 1982, s. 108.
[986] Bk. Ali Özsuy Dede Şiirleri ve Görüşleri (nşr. R.
Yürükoğlu), İstanbul 1991, s. 23, 28, 43-48.
[987] Bk. Ahmet Uğurlu, Alevîlik'te Cem ve Musahiplik
(İstanbul 1995), s. 10-12, 35.
[988] Dr. İlyas Üzüm Günümüz
İnanç Problemleri, İlahiyat Fakülteleri Kelam Anabilim Dalı
Sempozyumu, 7-9
Eylül 2001 Erzurum: 301-302.
[989] İrene Melikoff, Uyur İdik Uyardılar (trc. Turan
Alptekin), İstanbul 1994, s. 43-44.
[990] Bu hususta kapsamlı bir çalışma olarak bk.. Ahmet
Yaşar Ocak, Alevî Bektaşî İnançlarının İslâm Öncesi Temelleri, İstanbul 2000.
[991] Dr. İlyas Üzüm Günümüz
İnanç Problemleri, İlahiyat Fakülteleri Kelam Anabilim Dalı
Sempozyumu, 7-9
Eylül 2001 Erzurum: 302-303.
[992] Bk. İsmail Kaygusuz, Görmediğim Tanrı'ya Tapmam,
İstanbul 1996, s. 11-13, 27, 34,46.
[993] Reha Çamuroğlu, Günümüz Alevîliği'nin Sorunları, s.
122.
[994] Bk. Rıza Zelyut, Alevîler Ne Yapmalı, İstanbul 1993,
s. 128-129.
[995] İstanbul'da yapılan bir ankette (bk. Ali Aktaş,
"Kent Ortamında Alevîler'in Kendini Tanımlama Biçimleri ve inanç
Ritüellerini Uygulama Sıklıklarının Sosyolojik Açıdan Değerlendirilmesi",
l. Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Veli Sempozyumu Bildirileri, Ankara 1999 s. 449-
482) toplumun inanç durumunu tesbite yönelik sınrlar sorulmuş olmakla birlikte
örneklemin bütün Alevî toplumunu kapsayacak şekilde belirlenmemiş olması
sebebiyle verilen oranların güvenilirlik taşımadığı görülmüştür.
[996] Dr. İlyas Üzüm Günümüz
İnanç Problemleri, İlahiyat Fakülteleri Kelam Anabilim Dalı
Sempozyumu, 7-9
Eylül 2001 Erzurum: 303-304.
[997] Rıza Zelyut, a.g.e, s. 131-132.
[998] Dr. İlyas Üzüm Günümüz
İnanç Problemleri, İlahiyat Fakülteleri Kelam Anabilim Dalı
Sempozyumu, 7-9
Eylül 2001 Erzurum: 304-305.
[999] Örnek olarak Hz. Peygamberle birlikte Oniki İmam'a
atfedilen rivayetlerini derlendiği en hacimli eser olarak yüz on bir ciltlik
Hihant'l-envâr (Beyrut 1403/1983) zikredilebilir.
[1000] Örnek olarak bk. Faik Bulut, Ali'siz Alevîlik,
İstanbul 1997.
[1001] Örnek olarak bk. Teoman Şahin, Alevîler'e Söylenen
Yalanlar l, Ankara 1995, s. 280-284.
[1002] Dr. İlyas Üzüm Günümüz
İnanç Problemleri, İlahiyat Fakülteleri Kelam Anabilim Dalı
Sempozyumu, 7-9
Eylül 2001 Erzurum: 304-305..
[1003] Dr. İlyas Üzüm Günümüz
İnanç Problemleri, İlahiyat Fakülteleri Kelam Anabilim Dalı
Sempozyumu, 7-9
Eylül 2001 Erzurum: 305-306.
[1004] Ayrıntılı bilgi için bk. İlyas Üzüm, İnanç Esasları
Açısından Türkiye'de Ca'ferilik (Basılmamış doktora tezi), İstanbul 1993, s. 83
vd., s. 351
[1005] Söz gelimi, Ehl-i beyt Vakfı'nın 2000 ve 2001
yıllarının 16 Ağustos'unda düzenlediği -tarafımızdan ila İzlenen- Hacı Bektas.
Veli'yi Anma Etkinliklerinde Ca'ferî Azeriler'den muayyen bir kesim
salonu oldurduğu gibi konuşmacılar arasında da söz konusu gruba mensup alimler
bulunmuştur.
[1006] Bk. İlyas Üzüm, a.g. tez, s. 185.
[1007] Aynı eser, s. 226.
[1008] Şia’nın konuyla ilgili getirdiği âyetler ve bunların
değerlendirilmesi için bk. Yusuf Şevki Yavuz, "İmâmiyye'nin Usûli'd-din'e
İlişkin Görüşlerinin Değerlendirilmesi (Milletlerarası Tarihte ve Günümüzde
Şiîlik Sempozyumu), İstanbul 1993, s. 671 -675.
[1009] Dr. İlyas Üzüm Günümüz
İnanç Problemleri, İlahiyat Fakülteleri Kelam Anabilim Dalı
Sempozyumu, 7-9
Eylül 2001 Erzurum: 306-309.
[1010] Bk. aynı tez, s. 243.
[1011] Dr. İlyas Üzüm Günümüz
İnanç Problemleri, İlahiyat Fakülteleri Kelam Anabilim Dalı
Sempozyumu, 7-9
Eylül 2001 Erzurum: 308-309.
[1012] Bk. aynı tez, s. 282.
[1013] Dr. İlyas Üzüm Günümüz
İnanç Problemleri, İlahiyat Fakülteleri Kelam Anabilim Dalı
Sempozyumu, 7-9
Eylül 2001 Erzurum: 309.
[1014] Dr. İlyas Üzüm Günümüz
İnanç Problemleri, İlahiyat Fakülteleri Kelam Anabilim Dalı
Sempozyumu, 7-9
Eylül 2001 Erzurum: 309-310.
[1015] Nuseyriler’in etkin durumlarıyla ilgili bazı
spekülasyonlar yapılmakla birlikte mahallinde yaptığımız çalışmalarda adı geçen
toplumun-kahir ekseriyetle-kendisini Arap asıllı olarak gördüğü tesbit
edilmiştir.
[1016] Nitekim Ömer Uluçay haklarında kaleme alınan yazıları
derlediği eserinin adını Arap Aleviliği Nusayrilik
(Adana 1996) biçiminde isimlendirmiştir
[1017] Dr. İlyas Üzüm Günümüz
İnanç Problemleri, İlahiyat Fakülteleri Kelam Anabilim Dalı
Sempozyumu, 7-9
Eylül 2001 Erzurum: 310-311.
[1018] Bk. Kitâbü'l-mecmu (Muhammed Ahmed el-Hatîb,
el-Harekâtü'l-bâtıniyye, Amman 1404/1984, s. 400-410 içinde) s. 40().
[1019] Bk. Kitâbü'l-mecmu, s. 404.
[1020] Bk. Nasreddin Eskiocak, Yaratıcının Azameti ve
Doğadaki Kudreti, İstanbul 1997.
[1021] Dr. İlyas Üzüm Günümüz
İnanç Problemleri, İlahiyat Fakülteleri Kelam Anabilim Dalı
Sempozyumu, 7-9
Eylül 2001 Erzurum: 311-312.
[1022] Dr. İlyas Üzüm Günümüz
İnanç Problemleri, İlahiyat Fakülteleri Kelam Anabilim Dalı
Sempozyumu, 7-9
Eylül 2001 Erzurum: 312.
[1023] Geniş bilgi İçin bk. İlyas Üzüm, "Türkiye'de
Nusayri Önderlerinin Eserlerinde İnanç
Konularına Yaklaşım", İslâm Araştırmaları Dergisi, sy. 4, 2000, s.
173-187.
[1024] Dr. İlyas Üzüm Günümüz
İnanç Problemleri, İlahiyat Fakülteleri Kelam Anabilim Dalı
Sempozyumu, 7-9
Eylül 2001 Erzurum: 312-313.
[1025] Bk. Abdülhamit Sinanoğlu, Nusayrîler'in İnanç Dünyası,
İstanbul 1997, s. 75.
[1026] Dr. İlyas Üzüm Günümüz
İnanç Problemleri, İlahiyat Fakülteleri Kelam Anabilim Dalı
Sempozyumu, 7-9
Eylül 2001 Erzurum: 313.
[1027] Yezidîlik hakkındaki çalışmalar bu husustaki herhangi
bir kitabın bibliyografyasının zenginliğine bakıldığında kolayca görülebilir.
Söz gelimi, John S. Guest'in (The Yezidîs, London 1987) eserinde konuyla ilgili
bibliyografya (s. 251-282) otuz, sayfayı geçmektedir.
[1028] Ahmet Turan Türkiye'deki Yezidî nüfusu 24.309 olarak
verir (Güneydoğun Anadolu Yezidîliği, Doçentlik tezi, Samsun 1987, s. 68).
[1029] Ahmet Turan'ın adı geçen çalışmasından başka Davut
Okçu, Yezidîlik ve Yezidîler, İstanbul 1993; Erol Sever, Yezidîlik ve
Yezidîler'in Kökeni, İstanbul 1993; Torî, Bir Kürt Düşüncesi Yezidîlik ve
Yezidîler, İstanbul 2000 ile bazı lisans ve yüksek lisans çalışmalarından
bahsedilebilir.
[1030] Dr. İlyas Üzüm Günümüz
İnanç Problemleri, İlahiyat Fakülteleri Kelam Anabilim Dalı
Sempozyumu, 7-9
Eylül 2001 Erzurum: 313-314.
[1031] Abdülkâhir el-Bağdâdî, el-Fark beyne 'l-fırak, Beyrut
141 1/1990, s. 279.
[1032] Örnekler için bk. Ahmet Turan, a.g. tez, s. 154-157.
[1033] Bildiriler için bk. Erol Sever, Yezidîlik ve.
Yezidîlerin Kökeni, s. 101 vd., s. 107 vd.
[1034] Dr. İlyas Üzüm Günümüz
İnanç Problemleri, İlahiyat Fakülteleri Kelam Anabilim Dalı
Sempozyumu, 7-9
Eylül 2001 Erzurum: 314-315.
[1035] Bk. Erol Sever, a.g.e, s. 115.
[1036] Bk. Ahmet Turan, a.g.tez, s. 71.
[1037] Dr. İlyas Üzüm Günümüz
İnanç Problemleri, İlahiyat Fakülteleri Kelam Anabilim Dalı
Sempozyumu, 7-9
Eylül 2001 Erzurum: 315.
[1038] Davut Okçu, a.g.e., s. 22.
[1039] Maddelerin tam listesi için bk. Ahmet Turan, a.g. tez,
s. 72-74.
[1040] Dr. İlyas Üzüm Günümüz
İnanç Problemleri, İlahiyat Fakülteleri Kelam Anabilim Dalı
Sempozyumu, 7-9
Eylül 2001 Erzurum: 315-316.
[1041] Dr. İlyas Üzüm Günümüz
İnanç Problemleri, İlahiyat Fakülteleri Kelam Anabilim Dalı
Sempozyumu, 7-9
Eylül 2001 Erzurum: 316-317.
[1042] KSÜ. dâhiyat Fakültesi Kelâm Ana bilim Dalı Öğretim
Üyesi
[1043] Bkz. İslam Ansiklopedisi "Nusayriler" Md.,
Milli Eğitim Basımevi, İstanbul 1988, c.lX., s.368.
[1044] Ahmet Turan, Les Nusayris de Turquie dans
[1045] Nevbahti, Farâku'fl-füâ, Nffr. M.Sâdık, Necef 1936,
s.98.
[1046] Ethem Ruhi Fiğlalı, Çağımızda İtikâdî İslam
Mezhepleri, İst.l980, s.144.
[1047] Abdulhamit Sinanoğlu, Nusayrilerin İnanç Dünyas) ve
Kutsal Kitabı, İst,1997,s.l9.
[1048] İslam Ans. C.IX, s.366.
[1049] Fiğlalı age., 144.
[1050] Muhammed b. Abdulkerim efi fihristânî, el-Milel
ve'n-Nihâl, Thk. Muhammed Kîlânî, Dâru'l-Mârife, Beyrut, tsz, 1/188.
[1051] fiehristânî, age., ay.
[1052] Bunlara göre, Musa Kâzım (128-183h.)oğlu Ali er-Rıza
(151-203h.)'nın oğlu Hasan (el-Askerî) ve kardefli Cafer aslında İmâm
değillerdi. İmara, babasının sağbğında ölen Muhammed idi. Hasan ölmüfi ve oğlu
da yoktu, Cafer de fâsık bir kimse idi. Buna göre Muhammed b. Ali
(195-225h.)'den baflkası imam olamaz.
isna Afleriyye" diye bilinen "On iki imamcıların dokuzuncu
imamıdır. Babası ölünce Abbasi halifesi Me'mun onu yanına alarak kızı
Ümmü'1-Fadl ile evlendirilmişti. Bkz.Hüseyin Atay, Ehl-i Sünnet ve fim, Ankara
Ünüv. Basımevi, 1983, s.98,104-105.
[1053] fiehristânî, age., 2 no'lu dipnottan. Aynı dipnotta bu
iddialaon kaynağının en-Nevbahtî'nin "Furuku'fi-fiia an Fırkati
min/ulâti'fi-fiiâ" olduğu ifade edilir.
[1054] Yrd. Doç. Dr. Abdulhamit Sinanoğlu Günümüz İnanç Problemleri, İlahiyat
Fakülteleri Kelam Anabilim Dalı Sempozyumu, 7-9 Eylül 2001 Erzurum: 319-321.
[1055] Ahmet Arslan, Felsefeye Girift; Vadi Yay, Ankara 1996,
s.89-90; fiahin Filiz, İslam Felsefesinde Bireyin Karflısında Bireyin Konumu
Problemi, AÜ<FD., Ank., 1999. S.224.
[1056] fiahin Filiz, agm., 226.
[1057] Bkz. Macit Gökberk, Felsefe Tarihi, Remzi Kitabevi,
Ank. 1990, s.27; fi. Filiz, agm., 232.
[1058] fi- Filiz, agm., 240.
[1059] M. Sait Aydın, Tanrı-Âhlak diflkisi, TDVY., Ank.,
1991, s.163.
[1060] A'râf: 7/143.
[1061] Bkz. fiûra/Il.
[1062] İhlâs: 118/ 4.
[1063] Nusayriler melekleri "anlar" olarak
adlandırıp, Hz. Ali'ye de "Anlar Emiri" derler.
[1064] Bkz. Abdulhamit Sinanoğlu, Nusayrilerin inanç Dürtyasi
ve Kutsal Kitabi, Esra Yay., İstanbul, 1997, s.40.
[1065] Bkz. Ethem Ruhî Fığlab, Çağımızda İtikâdî İslâm
Mezhepleri, İst. 1980, s. 149.
[1066] A'râf: 7/172.
[1067] Süleyman el-Adanî, Kitâb el-Bâkurâ, (El yazması), IV.
Fasıl: Hibta (name), tsz..
[1068] Bkz. A. Sinanoğlu, age., 37, 197.
[1069] Bkz. Abdulbaki Gölpınarlı, Yüz Soruda Türkiye'de
Mezhepıer ve Tarikatlar, İst. 1969, s.134-135; Neflet Çağatay, Agah Çubukçu,
İslam Mezhepleri Tarihi, Ank. 1976, s.68.
[1070] Bkz. S.Adâni, age.,I.Fasıl (Kitab el-Mecmu'un Beflinci
Suresi).
[1071] S. Adanı, age., Yedinci Fasıl: Nusayriliğin Özel
Sırlarının Keflfi.
[1072] İslam Ans. C.IX, s.366; a.Sinanoğlu, age.,44.
[1073] İs1am Ans. C.IX, s.366.
[1074] S. Adanî, age., I.Fasıl, Kitab el-Mecmu'un Sekizinci
Suresi.
[1075] A. Sinanoğlu, age., 186.
[1076] S. Adanî,age.,VII.Fasıl; A. Sinanoğlu, age.,45.
[1077] Yrd. Doç. Dr. Abdulhamit Sinanoğlu Günümüz İnanç Problemleri, İlahiyat
Fakülteleri Kelam Anabilim Dalı Sempozyumu, 7-9 Eylül 2001 Erzurum: 321-325.
[1078] Yrd. Doç. Dr. Abdulhamit Sinanoğlu Günümüz İnanç Problemleri, İlahiyat
Fakülteleri Kelam Anabilim Dalı Sempozyumu, 7-9 Eylül 2001 Erzurum: 326.
[1079] K.S.Ü İlâhiyat Fakültesi İslâm Hukuku Anabilim Dalı
Öğretim Üyesi
[1080] Hakka: 69/33-34, Fecr: 89/17-20
[1081] Mutaffifin: 83/1-4
[1082] Hûd: 11/85, Şuara: 26/83
[1083] Bakara: 2/188
[1084] Haşr: 59/7
[1085] Tevbe: 9/34-35
[1086] Bakara: 2/219
[1087] Yrd. Doç. Dr. İzzet Sargın Günümüz İnanç Problemleri, İlahiyat
Fakülteleri Kelam Anabilim Dalı Sempozyumu, 7-9 Eylül 2001 Erzurum: 327-331.N