Dr. Cavit SUNAR
Mektubât’ının hemen
hemen hepsinde Muhittin’in Vahdet’i vücut felsefesine i’tiraz eden Rahbânî’nin
bu î’tirazlarını ve bu itirazlar dolayısiyle ileri sürdüğü ve kendisinin ikili
dü- alizm (1) sistemine temel yaptığı fikirlerini şu iki cümlede
toplıyabiliriz:
1
—
Vahdet’i vücut, Zâti tecellî zannedilen fakat, hakikatta sıfatî tecellî
mertebesindeki vecd ve manevî sarhoşluk hâlinde dış âlemi de Allah’tan başka
görmemektir ve ancak şuhûdî vahdet derecesinde doğrudur.
2
—
Mânevi sarhoşluk hâli geçtikten sonra Allah’la âlemin birbirlerinden ayrı oldukları
meydana çıkar ve âlem, vücudunda her nekadar Allah’a bağlı ise de varlığında
hakikîdir yani, aktüeldir, reeldir (2).
Rabbânî’ye göre vücûdî tevhit
görüşünün doğmasına sebep olan üç yol (3) vardır :
1
—
İlim yolu. Ba’zılarına göre vücudî tevhit ilimde meydana gelir. ‘Allahtan başka
Allah yoktur’ sözü ‘Allah’tan başka mevcut yoktur’ şeklinde tefsir edilmeğe
başlanır. Bu türlü düşünce, tabiatiyle o gibilerin bilgilerine hâkim olarak
akıllarına te’sir eder ve gitgide, vucudî tevhidi doğrudan doğruya
kavradıklarını zannetmeğe başlarlar.
2
—
Aşk ve muhabbet yolu. Ba’zıları da Allah’a karşı olan kâlbî aşk ve muhabbetlerinde
o derece yok olurlar ki artık Allah’tan başka bir şey göremez olurlar. Bu hâlde
de yalnız Allah vardır ve âlem (ikesret) O’nun cemâlini aksettiren aynalardan
başka bir şey değildir. Bunlann. bütün dilekleri yokluğa (fenaya) ulaşmaktır.
3
—
Bu kısım vücudî tevhit, çoklukta birlik gören tevhittir ki bunun yolu ne cezbe
ne de muhabbet ve aşkın galebesidir. Bu tevhit görüşünün âleme nispeti yoktur.
Bu tevhide bağlı olanlara göre âlemde görünenler o şeylerin hakikatlarının
ancak benzerleri ve misâlleridirler. Nakşibendî büyüklerinde hattâ, Übeydullah
Ahrar’da, görülen tevhit de bu kabildendir ki onun nispeti en sonda tenzihe
götürür.
Tevhidin bu üçüncü
şekli, diğer iki şeklinden üstündür. Çünkü, mânevi sarhoşluk ve muhabbet
galebesi bu tevhit ehline hâkim ve bu tevhidin sebebi değildir. Bu ma’rifetten
maksat, bilâkis muhabbet galebesini hafifletmek ve bu gibileri mâ’nevî
sarhoşluktan (siks- den) uyanıklığa (sahva) getirmektir. Bu sebeple bu yolun
ululan, bu gibileri aşktan sükûn ve rahata kavuşturmak için türlü görevlerle
görevlendirirler. Fakat, ulusların yolundan ayrılmıyanlar bu mistik keşiflerde
zamanla ilerleyerek gördükleri ve bildikleri gibi görür ve bilirler; birinci
ve ikinci kısımda görülen ve yanlış olan vücudî tevhitten uzaklaşırlar.
Rabbânî, bu noktada Muhittin’e kat’î
darbeyi indirmeğe çalışır. Ona göre Muhittin, muhabbetin
galebesinden, dolayısiyle de mânevi sarhoşluktan kurtulamamış ve Zât’a ait
tecellîye kavuştuğunu zannederek âlemi de Allah olarak görmüştür. Önce,
Muhittin, bu görüşe sahip olduğu makamı Zât’a ait olan tecellî makamı
bilmiştir. Hâlbuki, onun içinde bulunduğu makam, sıfatların tecellîsine ait
olan ve Küçük Velâyet denen makamdır. O, o makamdan kurtulamamıştır. Sonra,
hakikatte, sıfatların tecellîsi makamıma bir üstündeki Büyük Velâyet yani,
hakikî Zatî tecellî olan şuunlar mertebesine ait bulunan bu vü- cudî tevhit,
ancak, şuhudî tevhit derecesinde doğrudur. Çünkü, Rabbânî’ye göre, Zât’tan
gelen feyz iki kısımdır. Biri meydana çıkarmak, sürekli kılmak, yaratmak,
beslemek, yaşatmak, öldürmek ve bunların benzerleri olan feyzdir ki bunlarda
aracı ancak sıfatlardır. Diğeri ise, îmana, mâ’rifete Velâyet ve Nebîlık
mertebelerinin bütün kemâllerine ait olan feyzdir ki bunlarda aracı,
bazılarında sıfatlar ve bazılarında şuunlardır. Sıfatlarla şuunlar arasında ise
fark büyüktür. Bütün sıfatlar Zât’a fazladan eklenmiş (zait) olup vücutla dışta
mevcutturler. Fakat şuunlar, Zât’ta sırf î’tibarlardan ibarettir. Bu kadarla da
kalmayıp şuun, Zât’a yönelmiştir ve Onun karşılığıdır. Sıfatlar sa buna
aykırıdır.
îmân,, mâ’rifet, Velilik ve
Nebîlik mertebelerinin kemâllerine ait feyzlerin hakikî ululara ulaşmasında
aracı şunlardır. Hakîkî ululardan başkalarına ulaşmalarında ise aracı olan
sıfatlardır. Bu sebeple uluların nasibi Zât’a ait tecellîdir. Ulu olmıyanlarm
nasipleri de onlara aracı sıfatlar olduğundan ve sıfatlar da fazladan vücut ile
mevcut bulunduklarından sıfatlara ait tecellîdir. Zira, ikinci kısım feyzlerin
ulaşmasına araç olan gölge' (zil) ismi ilmin şânıdır ve bu şân, icmâle ait
olsun tafsile ait olsun, bütün şuunu kendinde toplamıştır. O gölgeye, ilim şânı
ve belki de bütün icmâle ve tafsile ait şuun için, Zât’m kabiliyeti derler.
Fakat bu, ilmin bunları kaplaması bakımındandır. Zât’la ilmin şânı arasında
geçit (berzah) olan bu kabiliyetin Zât tarafı renksiz olduğundan, tabiatiyle,
geçitte de renk yoktur. Geçidin diğer tarafı ise ilmin hâli (şe’n) dir ve geçit
burada bu renkle renklenmiştir. Bu sebeple o, şân’ın gölgesidir. Şey’in gölgesi
demek de şey’in ikinci mertebede meydana çıkması demektir. îşte, ikinci kısım
feyzlerin ulu olmıyanlar için ulaşma aracı o her şeyi kendinde toplamış olan
kabiliyetin gölgeleridir ki o toplu olanın (mücmel) tafsilleri gibidir. Başka
bir deyişle, bu ikinci kısım feyzlerin ululara ulaşma aracı bütün sıfatlar için
kabiliyetin Zât’la sıfatlanmasıdır. Ulu olmıyanlar için bu feyzlere aracı olan
kabiliyetler ise bu her şeyi kendinde toplamış olan (câmî) kabiliyetin
gölgeleridir. Bu sebeple, Allah’ın perdesiz olarak belirişi ve meydana çıkışı
şuhudî tecellîye aykırı değildir. Ancak, vücudî tecellî için imkânsızdır (4).
Arifin seyrinin sonu, Allah’a
doğru seyr, diye adlandırılmıştır ve bu seyr, O’nun ismi olan şân’ın gölgesine
kadardır. Allah ismi, bütün şuunlar ve sıfatları kendinde toplamış olan bir
mertebeden ibarettir. Şuun yönünde, ziyadelik î’tibarî olduğu cihetle Zât’m
kendisi, ve yekdiğerinin de ayni olmakla bir î’tibarda olan yokluk (fena) bütün
î’tibarlarda yokluktur hâttâ, Zât’ta yokluktur. Yine bir î’tibarla yok
olmamaklık (beka) bütün î’ti- barlarla yok olmamaklıktır. Çünkü, Allah’ta yok
olmak ve Allah’la yok olmamak ancak bu suretle doğru olur.
Sıfatlara
gelince, onlarda iş böyle değildir. Çünkü onlar fazla vücutla mevcutturlar.
Bunlar hem Zât’la hem de birbirleriyle ayrıdırlar. Binaenaleyh, bir sıfatta
yokluk (fena) hepsinde yokluğu gerektirmez. Yok olmamaklıkta da durum aynidir.
İşte bu sebepledir ki Rabbânî’ye göre âlem, şuunun değil, sıfatların
gölgesidir. Şânda yokluk mutlak yokluğu gerektirir. Bu öyle bir yokluktur ki
insanın vücudunda yok olmamaklıktan eşer kalmaz. Yok ,ojmamakta .da;
insan, -tamamiyle ö şân’la yok olmaz.''Fakat, sıfatta olan, yöklüktâ iîi- şan,
kendisinden tamamiyle kurtulamaz, ne d e olsa vücuttan eser kalır. Kaldı ki
ö-vücut da sıfata ;eseri ve onun gölgesidir. Binaenaleyh, aslın, meydana
çıkması gölgenin vücudunu tamamiyle yok etmez. Hakikî yoklukta bu vücuda tekrar
dönüş yoktur fakat, sıfata ait yoklukta, vardır. Hakikî yoklukta ayr. ve eserin
her ikisi de yok olduğu hâlde hakikî olmı- y.an sıfata ait. yoklukta eser
tamamen kaybolmadığından bu mümkün değildir. Ayn ve eserin kaybolmasından
maksat da vücudâ ait kaybolma değil, görüşe (şuhüda) ait kaybolmadır. Çünkü,
ayn ve eserde vücudun yokluğu her suretle imkânsız olmasına karşılık görüşe
ait kaybolmada her birinde mümkün ve hattâ, olağan (vaki) dır.
Tevİiit
hakkında, topluca belirttiğimiz açıklamada bulunan Rabbani, onu iki kısma
ayırır:'
1 —-Vücudî
tevhit, .
2
— Şuhudî tevhit (5). '
' ' Şuhudî tevhit,
her şeyin “Bir” e işaret ettiğini görmektir. Vücudî tevhit ise, her şeyi bir
bilmek, O’ndan başkayı yok tasavvur etmek ve hattâ yokluğun vücudiyle bile
O’nun görünüşlerini bir bilmektir. Böyle olunca, vücudî tevhit, ilimle bilinir
(îlm’el-Yakîn), şuhudî tevhit de aynen bilinen (Ayn’el-Yekîn) kısmındandır.
Yokluk (fena) makamı ancak şuhudî tevhitle gerçekleşir., ve ayn’el-Yakîn’e
onsuz .ulaşılamaz. Çünkü, “Bir” olanı .. görmek, O'nuh her şeyi kapladığı,
zamanda O’ndan başkayı görmemeği gerektirir. Fakat, vücudî tevhit, böyle
değildir, dolayısiyle zorunlu (zarurî) de olmaz. Çünkü, Îlm’el-Yakîn, d mâ’ri-
fet olmadan- da ele geçirilebilir ve hakikati İlmî yakîn âraciyle bilmek Ve
görmek ondan başkayı yok bilmeği ve yok görmeği zorunlu kılmaz. Bilindiği gibi
“Bir” olan tecellî ettiği ve her şeyi' kapladığı zamanda dış âleme ait. her
.türlü ilim kaldırılır. Meselâ;' güneşin vücuduna yakîn has.ıl ederi bir
kimsenin güneşi bilmekle diğer yıldızları bilmemesi lâzım- gelmez. Fakat,
açıktır ki güneşi' gördüğü vakitte ne diğer yıldızları görebilir, ne' de görmek
ister. Fakat .bilir ki diğer yıldızlar yok değillerdir, Vardırlar. Ancak,
güneşin nurunun galebesi altında örtülü kalmışlar dır.
. Dış âlemi inkârdan ibaret olan vücudî tevhit, hem akla hem Şeriata aykırıdır. Lâkin,’ “Bir” görmekten ibaret olan şuhudî tevhit, bu ölçüye tamamiyle uygundur.-
Yine, meselâ,
güneş doğarken yıldızları yok «bilmek olağana aykırıdır. Fakat, o vakit-' te-
yıldızları , görmemekte aykırılık-
yoktur. Belki o görmemek güneş nurunun galebesi ve gören kimsenin, gözünün
zayıf olması sebebiyledir. Eğer o kimse, gözünü güneş miriyle
nurlandırşa’ve-kuvvet .elde .'etse, yıldızlan güneşten ayrılmış görmez ki bu dâ
hakikata- kavuşup onda' erimek (Hâkk’el-Yakîn)' mertebesine yükselmektir. Bu
mertebeye hakikaten yükselmiş olanlarsa “Hak . benim” .sözünü söylemekten
çekinirler ve dînin en büyük sınırı olan- orta hâlde .ohna (î’tidâl)- makamında
dururlar.
Rabbânî’nin,
vücudî tevhide şuhudî tevhit’le karşı koymak, daha doğrusu, Nakşiben- diyyeye
mahsus olan, cezbe makamında ilimde, ve mâ’rifette Hoca Nakşibend ile Ahrar
arasında• bulunduğunu iddia-ettiği ince farkı belirterek kendince şuhudî tevhit
diye tespit ettiği .bu görüşünü; örtaya atmaktan maksadı,, zamanında.son
dereceye geriniş-olan Islâm-dîninin zayıflamasında,-.diğer mistik, yolların
(tarikatların) yegâne dayanakları olması- dolayısiyle, en mühim âmil olan - bu
.vücudî tevhit görüşünü ,- kafalardan, ve .gönüllerden silerek Islâm dînini bu dinin hükümlerine en, yakın, ve
:münasip olan. Nakşibendî yolu ile kuvvetlendirmekti ,(6),. :
Bu
noktada, Türk fikir hayatı bakımından da, kısaca durmamız, lâzımgelir/Çünkü,
Rabbânî, bu şuhu dî. vahdet tezini ortaya atıp halifeleri vasıtasiyle diğer.
İslâm, ülkelerinde de yayıncaya kadar Türkiye’deki mistik yollar (Tarikatlar)
ın dayandıkları görüş de vücudî tevhit görüşü" idi; Mehmet Buharî ile ilk
defa İstanbul’a gelen Müceddidiyye yolu, gerek Anadolu gerekse Rumeli
topraklarında, karşısında, Muhittin’in vücudî tevhidinin populerize edilmiş bir
hülâsası ve bütün Melâmî kollarının; anayasası hâlinde, Simavnalı Bedrettin’in
fikirlerini ' bulmuştu. Memleketimizde mistik yolların kaldırılmasına kadar,
Nakşibendîliğin, dolayısiyle şuhudî tevhidin karşısında, günden, güne kuvvetini
• kaybetmiş olduğu artık tarihî bir hakikat olan bu ana yasanın başlıca
maddelerini şöylece gösterebiliriz (7) :
ALLAH: Allah, bütün
eşya ve fiillerin kendisinden çıktığı ve kendisinin bütünı kemâllerle
vasıflanmış olduğu mutlak vücuttan ibarettir. Bu mutlak vücudun vücudü vacip
(necassaire) ve O’ndan gayri olan bütün şeyler ancak O’nunja vardırlar.
Mutlak
vücut, fiil ve te’sir î’tibariyle Tanrı, te’sir alma ve fiil kabûl etme î’tibariyle
de âlemdir, mahlûktur.
Fiiller,
sıfatlar, şuunlar ve kemâller ancak meydana çıkan şeyler vasıtasiyle meydana
çıkar ve görünürler. Her görünen ve her görünende görünen kemâller, O mutlak
olan vücuttan meydana çıkarlar, daha doğrusu O’durlar.
Sırfvücut Sırf vücut, bütün bağların ve hayatların
üstünde olan vücuttur ki hüviy- yettir. Bu mertebenin üstünde başka hiç bir
mertebe yoktur. Vücudun bu mertebesinde öncelik (evveliyet), sonralık
(âhıriyet), içlik (batıniyet), dışlık (zâhiriyet) olamaz. Bu mertebede ezel ve
ebed birdir.
Sırf,
vücut için iki î’fibar vardır:
1 — Görünüşsüz (t’aayyühsüz)
î’tibardirki bu bakımdan ona (Ahad) denir ve celâl makamıdır.
2 — Görünüşlü (tâayyünlü) î’tibardir
klbiı bakımdan ona (Vâhit) denir ve cemâl makamıdır.
Eşya,
iki ele benzetilen bu celâl ve cemâl sıfatlarının bir terkibidir..
Beliriş ve meydana çıkış (tecellî ve zuhur) a sebep: Allah’ın, dolayısiyle kemâllerinin tahakkuku, O’nun ancak
âlemlerde meydana çıkıp, görünmesiyle mümkündür. Bu sebeple Allah’ın, meydana çıkmağa
Zât’î meyli vardır. Bu meyil de muhabbetten ibarettir. “Ben, bir gizli hazine
idim, bilinmeyi diledim, halkı da bilinmem için yarattım” hadîsi bu hakikata
işarettir.
İlk varlık: Tanrı, ilk önce bir cevher, sonra da o cevherden âlemi
yaratmıştır; Bu ilk cevher de suretinde Allah’ın meydana çıktığı ilk,
varlıktır..
Hakikî varlık: Var olan varlık
birdir. O da yalnız ’ Allah’tır; Başkalık ve zıddiyet mertebeler
î’tibariyledir. Hak olmıyan (bâtıl) da kendi,yarlığı bakımından Hak’tır. Hak
olmamaklığı nisbîdir. Allah ise mertebelerin ötesinde ye üstündedir.. En yükseğinden en aşağısına
kadar, bütün mertebeler; bu cisimler âleminde dürülüp katlanmıştır. Cisimler'
kaldırılacak olursa, ruhlardan ve mücerret sayılan diğer şeylerden de eser
kalmaz.
Ruh ve cisim ayni şeydir. Aralarındaki ayrılık hakikî değil
î’tibârîdir. Peygamber, “Ruhlarınız vücutlarınızdadır ve vücutlarınız
ruhlarınızdadır” demiştir.
Tanrı iradesi ve isti’dât: Tanrının iradesi meşiyyet ve ihtiyarı varlıkların
istidatlarına göre meydana çıkar. Her şey istidadında olanı kabûl eder ve onu
işler. Allah’ın, ‘dilediğini işler’ sözünden anlaşılması gereken mânâ, o şeyin
isti’dâdındakini dilemiş olduğudur. Yoksa Allah, bir şeyin isti’dâdmda olmıyanı
ondan dilemiş değildir.
Meşiyyet, isti’dâda bağlı olduğu için âlemler de kabiliyet
ve isti’dâtlarına göre meydana, çıkmıştır (8).
Te’sir etme ve te’sir alma yönünden Hak: Vücut birdir, lâkin iki yönü vardır. Biri te’şir etme
yönü diğeri, te’sir alma yönü. Te’ sir etme yönünden O, Allah’tır. Te’sir alma
yönünden de halktır. Binaenaleyh, bütün fiiller Allah’tandır ve Allah’a döner.
Değişik olan suretler, O’nun âletlerinden başka bir şey değildir. Fakat, insanlar
kendi suretlerini Hak’km suretinden ayrı zannettiklerinden kedilerini bağımsız
bir varlık olarak gördüler ve irade ve hareket sahibi olduklarını hayâl
ettiler.
Hiç bir şey âletsiz meydana getirilmez ama, meydâna gelen
şeyin yaratıcısı o âlet değil onun sahibi olup onu kullanan insandır. Vücut bir
olduğüna göre de o, Allah’tır.
Zûf ve kâinat ve ruh: Hakikatte görününle görünmüş
olan birdir. Başkalık, ancak î’ti- bardadır. Allah ‘Zât’mın hakikatma göre
değil, eşyanın isti’dâdına göre meydana çıkar.
Bu isti’dât ve ka’biliyet hâsıl olunca (Nefh) ile adlanan ruh, bedende göründü.
Bedende bu. birleşmeyle hayata kavuştu. Bu sebeple ruh, ölüm hâlinde, yok
olmayıp ancak değişir. Fakat meydana çıkıp görünmek içir, yine bir surete
ihtiyacı vardır.
Eşya: Eşya, suretlerinin
başkalığı dolayısiyle her nekadar çeşitli görünüşler gösterirlerse de hakikat
bakımından hepsi birdir. Bu î’tibarla, eşyadan her hangi bir şey “Ben Hak’kım”
dese, doğrudur. Zira varlık, şartsız ve kayıtsız Hak’tır.
Gerek kendisinden hiç bir şey meydana çıkmasın gerekse
bütün (kül) veya parça (cüz) meydana çıksın, gerek vasıflanmış olsun gerekse
olmasın, görünüşlerin, göründükleri her bir şey “Tanrı’dan başkadır” demek de doğrudur. Fakat, bütün birdir. Tek
olan Zât bakımından çokluk yoktur. Başkalık, ancak î’tibarlar ve kavramlar
yönündendir. İtibarlar için ise bir dış vücuttan bahsedilemez.
Kısaca, çokluk yoktur, yalnız Allah
vardır. “Ezelde Allah vardı. O’nunla beraber bir şey yoktu. Şimdi, de öyledir”
hadîsi ile “Her şey yok olucudur, yalnız O, durucudur” mâ’- nâşındaki âyet de
bu hakikata işarettir.1
Bütün bütündedir
(kül, küldedir): Bütün bütündedir yani,
varlıkların hepsi bir şeyde belki de bir zerrededir. Âlemler ve âlemlerdeki
varlıklar ayrı ayrı şeyler değildirler. Varlıkta bölünme, parçalanma ve ayrılma
yoktur. Nasıl ki bir ağaç -tohumunda, tohum dâ ağacın her zerresinde bilkuvve
mevcut ve mündemiçtir.
İnsan, âlemlerin tohumu ve âlemlerde
o tohumun ağacı gibidirler.
■ İlâhî emir: İlâhî
emir, Zât’m iktizasından ibarettir. Onu yapmamak insanın alinde değildir.
Âlem kadîmdir: Âlem, mutlak olarak
cinsi, uev’i ve şahsiyle kadîmdir. Sonradan meydana çıkması zamana ait değil,
Zât’a ait bir keyfiyettir. Bu takdirde meydana çıkış (tecellî ve huzur)
zorunludur ama Allah, bu kendisinden meydana çıkan şeylerin bazısından razıdır,
bazısından razı değildir. Rizası yalnız, kendisine yaklaştırıcı olanlaradır. Bu
söz de ancak mertebeler bakımındandır. Çünkü, iyi ve kötü, tam ve noksan,
nisbîdir, İzafîdir.
Var olma ve bozularak yok olma (Kevn’ü F’esat): Var olma ve bozularak yok olma ebedîdir. Dünya ve âhiret
itibarîdir. . •
İrade: Fiiller iradeye, irade de
diş ve iç sebeplere bağlıdır. Bu sebepler bir araya gelince irade de zorunlu
olarak meydana gelir yani, fiillerin meydana gelişi sebeplere bağlıdırlar.
Fakat cahiller, bir şeyi işlemek veya işlememek hususunda kendilerini hür zannederler.
Bir varlığın
çeşitli hareketlerde bulunması, onda var' zannedilen hürriyet ve iradeden
dolayı değil, o çeşitli hareketlerin sebeplerinin de çeşitli olmasındandır.
Tevhîd: Tevhîd, üç türlüdür:
1 — İlmî tevhit; kitaplardan ve âlimlerden öğrenilen tevhittir. İlme mahsus
yakîne aittir (Îlm’el-Yakîn)..
2
—
Tenbihi tevhit; Allah tarafında keşf ve ilhamla öğrenilen tevhittir.
Ayna mahsus yakîne aittir (Ayn’el-Yakîn).
3
—
Zevke ve hâle ait tevhit; burada insan bütün varlığı kendisi olarak
görür ki bu makamın üstünde daha bir makam yoktur. Elde edilmesi gereken makam
da budtır. Hak’ ka mahsus yakîne aittir (Hakk’el-Yakîn).
Ben Hak’kvm (En’el-Hak) sözü: Âlem,
Tanrının sureti olduğu cihetle her şeyin (Ben Hak’kım) demesi doğrudur.
Tapınma: Tek de olsa, hayâlde
yaşatılan .bir Allah’a tapma ile putperestlerin, bir çok putlara tapmaları
arasında fark yoktur.
Zikirler ve dualar: Namazlar,
niyazlar, dualar ve zikirlerden maksat,-kalbi Allah'a yöneltmektir. Gaye,
Allah’a yönelmektir Diğer bütün şeyler bu gayenin elde edilmesine ancak
vasıtadır. Bunun aksini iddia edenler cahildirler.
İbâdet: ibâdetten murat namaz değildir. Kalbi, Allah’tan gayri
olan bağlardan sıyırıp yalnız Allah’a bağlamak ve O’na yönelmektir.
Âhiret: Âhiret; emir, gayb, melekût
yani, bâtın âlemindendir. Cahillerin zannettikleri gibi görünen âlemden
değildir. O, bir mâ’nâda işlerin sobudur da. Mukaddes kitapların işaret,
uluların da tafsil ettikleri Cennet ve onda olan şeylerin iç ve hakikî
mâ’nâları vardır. Dış mâ’nâlariyle anlaşılmamalıdır. Cennet ve hûri gibi
sözler, insanı Hak’ka yöneltmek içindir. Nitekim mektebe giden çocukları
okumaktan yüz çevirmesinler diye meyva vesaire ile aldatırlar.
Kıyamet ve ölülerin dirilmesi:
Ölümden sonra bedenin parçaları için bu dünyada bulunmuş olduğu üzre birleşme
yoktur, ölülerin dirilmeksinden maksat bu değildir.
Haşr:. Nasıl ki Cennet ve Cehennem
cahillerin zannettikleri gibi değilse cesetlerin haşri meselesi de onların zan ve tasavvur ettikleri gibi
değildir. Nitekim, kıyamet kopacağı söylenilen yüz yıl aşıldığı hâlde böyle bir
şey olmadı.
Cennet; Cennet.'.deyince yedi mânâ anlaşılır:
1
—
Meşhur mânâsiyle Hûriler, köşkler ....dir.
2
—•
Bir kimse Lâilâhe illâllah derse, güvenlik kalesine girmiş olur. Böyle bahçeye
bostane girmeğe cennet denir.
3
—
Lâilâhe illâllah diyen kimse bununla kendini, mal ve mülkünü ve çoluğunu çocuğunu
korudu; cennete girdi; gailelerden kurtuldu demektir.
4— Tanrıya bilip iki âlemde Tanrı’danbaşka bir varlık olmadığını
bilmektir: Bu takdirde hisleri ayrılığından kurtulup cennete girdi demektir:
— Bir insan, tevhit
kelimesiyle tahakkuk edip Allah’ta yokluğa (fenafilâh) girse,
cehennemi zûlmânî vücuttan kurtulup bâkî ve firdevsî vücuda
girmiş ve ona bürünmüş demektir. '
Bil ki dünya ve âhirette iyi bir rütbe ve makama cennet
denilebilir. Alçak ve kötü her makama da cehennem, akreplere, yılanlara zakkum
denilebilir. Kitaplarda ve dillerde dolaşan hûriler köşkler ve saire bu
dediklerimizden ibarettir. Bunun böyle olduğuna delil şudur: Bir kimse
rüyasında kendisini ferahlı, süslü bahçelerde veya köşkte görse bu rüyayı
“Şeref gelecek, dileklerin olacak” diye tâbir ederler.
Uyku suretleri, âhiret. sûretleri
cinsin dendir. Uyku, küçük ölümdür. Uykudaki müşahedeler, âhiret müşahedeleri
cinsindendir. Âhiretin, cennetin, ateşin,, hûrilerin, köşklerin böylece ne
olduğunu anla da gâfil olma.
5
—
Her iyi hâle cennet, her kötü hâle cehennem ateşi denilir. Tevhit hâli iyi bir
hâl? dir. îşrâk hâli kötü bir hâldir.
6
—
İnsan lâilâhe illâllah demekle dışa, ait putlara ibâdetten yüz. çevirip his
âlemine
ait
olmıyan Allah’a dönmüş demektir (9).
Melek ve §eytan:
İnsanı Allah’a yönelten her . kuvvet melek, ve cisme ait lezzetlere yöneltip
Allah’tan; uzaklaştıran her kuvvet de Şeytan ve İblis’tir.
Küfür ve îmân: Küfür ve îmân birbirlerde zorunlu olarak muhtaçtırlar.
Küfürden geçmiyen hakikî îmana varamaz, Müslüman sayılmaz.
Emanet: Tanrı’nın, âlemlerin yüklen,emeyip yalnız insanın
yüklendiğini söylediği emanetten maksat, insanın Allah suretinde
yaratılmasıdır. Zira insan, her yönden toplu olarak Allah suretinde
yaratılmıştır.
Allah’la
insan arasındaki bağ: Allah’la insan
arasındaki bağ muhabbetle başlar, kavuşmakla biter. ,
Kâmil insan: Kâmil insan hiç bir yol ve âdet tutmaz. Çünkü, kalbi ve
gözü daima Allah’a yönelmiştir, her an .Hak’la beraberdir. Halkla bulunmasının,
sebebi, onların kalplerini Hak’ka yöneltmek içindir. O, her hâlde Hak’ladır.
Zira iş, niyete bağlıdır.
• Levh: Levh halkı Hak’tan yüz çevirten şeye derler ki dünyadır.
Bu-sebepten Tanrı.: “Dünya hayatı ancak levhten ibarettir” buyurmuştur..
Dünyanın iki yönü .vardır, biri, hah ka diğeri Hak’ka bağlanmaktır. Halka
bağlanıldığı nisbette haram, Hak’ka -bağlanıldığı -nisbette de helâl bahis konusu olur. Tanrı’ya ulaştıracak
herhangi - güzel bir şeye halka bağlılık sebebiyle haram demek
yersizdir.
celâl ve cemâl sahibidir ve her zerrede tecellî eden ve var
olan O’dur. Bu sebeple her bir şeyde Allah’ın bütün sıfatları da bulunur.
Tanrı, bir insanın bir işi işlemesini ezelî,iradesiyle
istemişse ona o şeyin iyi ve güzel tarafını gösterir. Fakat, o insanın ö işi
işlemesini istemezse ona kötü ve çirkin tarafını gösterir. Günahlar da
böyledir. , t .
İyilik ve kötülük: İyilikler ve
kötülükler, lezzetler ve elemler kendi varlıkları ve vücutta mertebelerinin
değişik olması; bakımın dan mevcutturlar. Fakat, mutlak olan vücuda
nispetle mutlak değildirler; İzafîdirler, nisbîdirler. Çünkü ayni şey, birine
iyi diğerine kötü olabilir. Meselâ, yılanın zehiri kendisine zararsızdır fakat,
insanı öldürür.
Ebedî yaşamak:' Âlemi
ve bu hayatı hakikî bilmeyip ikiliği ortadan kaldıran ve Allah’a ulaşan kimse
O’nda ebedî hayata kavu-şur. Çünkü Allah’ın vücudu yoklukla vasıfla- namaz.
îşte Rabbânî ortaya attığı şuhudî tevhit görüşünü,
Muhittin’in vücudî tevhit görüşüne kalkan olarak kullanmış ve daha hayatımda,
başta Moğol Padişahı Cihangir olmak üzre Hindistan’daki bir çok büyükleri
doğru yola getirmiş, îslâm dinini oldukça kuvvetlendirmişti. Ölümünden sonra
da bütün İslâm ülkelerine yayılan halifeleri, Muhittin’in, vücudî vahdetini
gerek idealist ve gerek, yukarıda görüldüğü üzre, natüralist cebheden ileri
götürenlerle amansızca savaşmışlar ve büyük başarılar sağlamışlardır. Bununla
beraber şurasını bilhassa belirtmek lâzımdır ki Rabbânî’ye göre bu,şuhudî
tevhit teorisi, vücudî tevhidin ancak şuhut derecesinde ye o da Muhittin’e aşla
nasip olmıyaıı hakikî Zâtî. tecellî meretbesinde doğru. olabileceğini ispattan
ibaret olup hiç bir suretle ulaşılabilecek son hakikat değildir. Çünkü onca,
dışa ait (âfâkî) ve içe ait (enfüsî) seyrle aşılan zûlmânî mertebeler şöyle
dursun; isim, sıfat, şan ve i’tibarm murânî perdelerini kaldırmak sure- . tiyle
pek ender olarak ulaşılan ve çıplak ulaşma (Vasl’ı üryânî) (10) denen bu hakikî
yokluk (fena) mertebesi bile bizi tam hakikata ulaştıramaz. Zûlmânî perdelerin
yarısının bile kaldırılabildiği şüpheli olursa nurânî perdelerin
kaldırılabilmeşindeii nasıl söz açı labilir? .
Kaldı ki; sırf Allah’ın lütuf ve ihsaniyle bu şuhudî tevhit
mertebesinin üstünde daha -nice yüksek makamlardan geçirilmiş olanların en son
bulundukları makam, kulluk ve Allâh’hğın "kemal derecesine-ayrıldığı
sırf ma’budîyet (Mabudiyet’i Sırfa) makamıdır.
Hülâsa; âhirette tasavvuftan değil, Şeriattan, soracaklardır..
Binaenaleyh, Kitap ve Sünnete sarılmaktan başka çare yoktur. Doğru yol, ancak
onların getirdiği ve bildirdiği yoldur. Çünkü vahy, aklın üstündedir. Şu. hâlde
hakikat; Allah’ı görülen görülmiyen, sezilen sezilmiyen her şeyin ötesinde ye
üstünde, ötelerin de ötesinde ve üstünde bilmektir. Bu, ötelerin ötesinde ve
üstünde bilmenin mâ’nâsı da bilgi, hayret, mâ’rifet makamlarından geçerek
hakikî îmana ,ulaşmak (11) ve Hak’kı bu îmanla bilmektir, Hak’ka mahsus. olan
yakınlığın (Hakk’el-Yakîn) hakikati da budur.