Prof. Dr. İbrahim CANAN
1990-1991 Ders yılı esnasında talebelerimiz sıkça mut'a nikahı üzerine
ciddi ciddi sorular sormaya başladılar. Meseleye bidayette fazla ehemmiyet vermiyorduk.
"Üniversite gençliğini harici muzır çevreler her yıl bir kısım boş ve
sahte meselelerle meşgul ediyorlar, bu sene de mut'a nikahı" deyip
geçiyorduk. Ancak, bir grup kız talebemizin isteği üzerine, Ebu Davud'un
Avnu'l-Mabud şerhinde fitne ile ilgili bir ibareyi çözerken, asıl mevzumuzla
ilgisi olmayan
"...Bir kimse Allah ve Resulünü şahit kılarak nikah yaparsa bu
nikah meşru bir nikah olmaz. Bunu yapan kimse de Nebi Aleyhissalatü Vesselam'ın
gaybı bildiği itikadına saplandığı için küfre düşer."
(11. Cilt, 306. Sayfa) cümlesi geçmişti. Açıklama onları şaşırttı/ ) Böyle
bir nikahın niye sahih olmadığını sordular. Nikahta aleniyet ve ilan esas
olduğu belirtilince, Erzurum'un meşhur yatırı Abdurrahman Gazı yi bile şahid
kılarak mut'a nikahı yapanların varlığından bahsettiler.
İşin ciddi olduğunu anladık. Meseleye biraz kulak verince, dindar fakat
cahil kız ve erkek talebeler arasına ciddi bir fitnenin sinsice ve sistemli
olarak sokulmaya çalışıldığını gördük. Bu işlerle kirlenip çocuk sahibi
olanlar, ani evlenme kararı verenler, ailesi tarafından reddedilenler,
talebelik hayatı birden sona erenler kulaklarımıza geldi.
Mesele şu idi: 12 Eylül 1980 hareketiyle memleketimizde komünizm büyük
bir darbe yemiş, solcu teşkilatların faaliyetleri durdurulmuştu. 80'li yıllar
dünya genelinde sosyalizmin de gözden ve modadan düşmesini getirince, gençlikte
kendiliğinden dine doğru bir meyil başlamıştı. Her yıl üniversiteye yeni gelen
talebelerin dindar sayısı bir öncekine nazaran daha çoktu.
Komünizm ve sosyalizm modasının gitmesinden hasıl olan boşluk dinle
doldurulmaktaydı.
Gizli şer güçler, önüne geçilemeyecek olan bu tabii temayülü, iki surette
önleme yolunu tutmuşlardı.
1) Gençleri eğlenceye teşvik ederek sefahata atmak. Nitekim b
yıllarda, Erzurum'da birahane ve eğlence yerlerinin sayısı birden arttı.
2) Dindarları da bozuk bir dini anlayışa saptırmak. Bu maksatla en
son sahnelenen tuzak, mut'a nikahının gündeme getirilmesi oldu. Böylece genç
hem kendini dindar sayacak,.hem de sefahete çekilmiş olacaktı: İslamın en
ziyade hassas olduğu kadın- erkek münasebetlerine getirdiği sıkı disiplin,
dini(!) bir kılıfla bozulacaktı. Yani dindar talebe, kız erkek münasebetlerinde
gevşeyecek, flört hayatı yaşayacak, fakat bunu dindarlığa aykırı bulmayacaktı.
Bu hal, talebelik dönemi hissiyat ve temayüllerine de uyduğu, nefis
mücadelesini de gerektirmediği için gerçekten müşteri buldu, rağbet gördü.
Öyle ya! Genç hem tabii meyli dindarlık hissini yaşayacak hem de çeşitli
vasıtalarla mütemadiyen propaganda edilmiş olan çağdaşlığı, ahlaksızlığı
yaşayacaktı.
Derken, dini ve dindarlığı kimseye bırakmadığı halde, kendisi gibi
düşünmeyeni tekfirden (mü'ınin- leri kafir olmakla itham etmekten) çekinmeyen
gençler çoğalıverdi. Bunların bariz ve dikkat çeken yönlerinden biri
kız-erkek münasebetlerinde sergiledikleri durumdu. Gerçek dindarları da zan
altında bırakan bir gevşeme vardı: Dindarların kıyafetlerini taşıyan genç kız
ve genç erkekler, kendilerine, flört yapıyorlar dedirtecek kadar samimiyet ve
beraberlikler izhar ediyorlardı.
Nihayet, kulağımıza yukarıda temas ettiğimiz bir kısım menfi haberler
ulaştı.
İşin ciddi olduğu ve zaman zaman kendi talebelerimizin mut'a nikahı
hususunda serdettikleri sorulara ehemmiyet vermek gerektiği anlaşılmıştı.
Meselenin iç yüzü kaynaklara inilerek incelenmeli, gençlerimizin anlayacağı
açıklıkta ortaya konmalıydı.
Şu halde bu çalışmanın gayesi, gençlerimize mut'a nikahının mahiyetini
Sünni ve şii kaynaklara inerek açıklamaktır. Mevzuun tam olarak açıklanabilmesi,
kafalarda bazı istifhamlar kalmaması için gerekli bulduğumuz yan meşelere de
kısaca temas ettik: "Nikah”, "Islami Nikah", "Hazret-i
Peygamberin tebliğde tatbik ettiği tedriç (Emir ve nehiylerin kademeli olarak
gelmesi) prensibi"gibi. Bunlar okunduğu zaman görülecektir ki, meselenin
tam anlaşılabilmesi için bir kısım temel bilgilere ihtiyaç vardır.
Cenab-ı Hak'tan bu çalışmayı rızasına vesile kılmasını, hüsnü niyet
sahiplerini şeriat-ı Garra'nm hakikatlarına irşat etmesini dileriz.
Prof. Dr. İbrahim
CANAN - KASIM - 1991-ERZURUM
NİKAHIN HAYATIMIZDAKİ YERİ
Nikah, tıpkı dil, din, kıyafet ve mutfak (yani beslenme rejimi/ ) gibi
beşerin başta gelen kültürel unsurlarından biridir. Bu müessese insanlıkla
başlar. Kıyafetsiz bir beşer düşünülmeyeceği gibi nikah mü- essesesi olmayan
insanlık da düşünülemez.
Nikah, çok yönlü bir vak'adır. İnsanların birçok ihtiyaçlarım karşılar.
Umumi bir nazarla bakılınca, gayeleri arasında önceliğin, tenasüle
yani neslin devamına ait olduğu sanılır. Şüphesiz bu gaye küçümsenemez, zira
insanlığın devamı nikah müessesesiyle gerçekleşmektedir. Ancak, ferdi plandan
bakılınca, ünsiyet sağlamanın, ehemmiyetçe öne geçtiği görülür. Zira insan,
diğer mahluklara nazaran fıtrat iti- batiyle medenidir, yalnız yaşayamaz. Eski
alimlerimiz insana "medeniyyün bitiab" demişlerdir. Yani insanoğlu
cemaat halinde, cemiyet içerisinde yaşamak zorundadır, insan cemiyetini, hayvan
sürüsünden ayıran hususiyet, organize olmasıdır. Burada iç içe daireler
şeklinde teşkilatlanan bir bütün, bir cemaat mevzubahistir. En içte en küçük
birim olan aile yer alır. Kur'an-ı Kerim'de de insanların bir erkekle bir
kadından yaratılıp, küçük ve büyük üniteler halinde teşkilatlandınldığı, kavim
ve kabilelere ayrıldığı belirtilmiştir (Hucurat: 13).
Askerler en küçük birim olan "manga"dan başlayarak bölük,
tabur, alay, tuğa, tümen, ordu ve ordular şeklinde teşkilatlandıkları gibi
insanlık ordusu da irili ufaklı bir kısım ümmetlere (medeniyet gruplarına),
kavimlere, işaretlere ayrılmıştır, işte bu silsilenin ilk halkasını, nikah
bağıyla bağlanan bir erkekle bir kadın etrafında halelenen bir cemaat teşkil
eder.
Şu halde, cemiyetin bu temel taşına inilip tahlil edilince, bunun
öncelikle yalnızlıktan kaçış ve ünsiyet arayış maksadıyla teşkil edildiği görülür. Neslin
devamını sağlamak üzere çocuk elde etmek, ünsiyeti takip eden en mühim gayelerden
bir diğeridir.
Nikahın bu temel ve asil gayeleri gözönüne alınınca insanın bir kısım
biyolojik ihtiyaçlarının tatmini daha tali bir planda kalır. Bu açıdan
meselenin şehevi yönü, "nikah'ın gayesi değil, onunla ifa edilecek
hizmetin peşin bir ücreti, onun getireceği yükümlü lükleri kabule bir teşvik
vasıtası olmaktadır.
Bu noktada aldanan, vasıtayı gaye yaparak mües- sesenin kıymetini tenzil
eder. Nitekim, beraberliğin biyolojik yönü sona ermiş olan yaşlıhk ve sakatlık
gibi hallerde de evillik devam eder ve hatta yaşlılar arasında dayanışma daha
da artar. Çünkü, her iki insan da ünsiyete, sohbete birbirlerinin tesellisine
muhtaçtır.
Burada maksadımız evlilik müessesesinin sosyolojik tahlilini yapmak
değildir. Ancak mevzumuzun anlaşılması bakımından şunu da belirtmemiz gereklidir:
"Nikah", kültürel, beşeri bir müessese olması hasebiyle her bir
kültürel sistemin, kendine has bir nikah tarzı ve bundan teşaub eden (dallanan
budaklanan) bir değerler örgüsü olacağı tabiidir: Manevi değerler, merasimler,
inançlar, akrabalıklar, haramlar, helaller, usuller, adablar v.b. Yani günlük
hayatımızı ilgilendiren kültürel unsurların büyük bir bölümü, "Nikah
müessesesi"yle ilgilidir.
insanların milli ve ferdi şahsiyetlerinde kültürel değerlerin yeri iyice
bilinmektedir, ister ferdî planda isterse millet planında ele alalım, bizi
diğerlerinden "Başka" kılan, "Şahsî" kılan,
"Milli" kılan, "Müşterek ve benzer" kılan bu değerlerdir.
Milli hususiyetimizi, milletimizin fertleri arasında ki benzer yönlerimizi,
birlik ve beraberliğimizi sağlayan yegane amil, asırlar boyu değişmemesi
gereken, hepimizde aynı olması gereken değerlerimizdir.
Öyleyse bizler müslümanlar olarak İslâmî hüviyetimizi koruyabilmek için
beşerî-kültürel hayatımızın büyük bir kısmını şekillendiren nikah müessesesinde
işlamî değerleri korumak zorundayız. İslâmî şahsiyetimizin temel yapısı buna
bağlıdır. Nikah'ta, kıyafette, mutfakta (yiyilip içilecek şeylerde) İslâmî
ölçülerden tâviz verilirse, geriye din olarak ne kalacak? Sadece itikat ve ibadetler!
Halbuki İslamiyet bir medeniyet dinidir, insanın medeni hayatta muhtaç olduğu,
cemiyet hayatının devamını sağlayan her hususta . kendine has ölçüler, değerler
verir, kalıplar,' şekiller, tarzlar, kanunlar koyar. Kişiyi hiçbir meselede
yabana muhtaç etmez. Mü'ınin de bu İslâmî sünnetleri şahsında temsil ettiği
nisbette, İslâmî, imanî kemale erer. Cenab-ı Hakkin kendisine vadettiği nusret
ve üstünlüğe, Saadet-i dareyne liyakat kazanır.
İslam dini, Kur'an ve hadiste gelen değerlerin hepsiyle bir bütündür.
Sadece itikat ve ibadetlerimiz değil, her çeşit beşeri-kültürel değerlerimiz
bütün te- ferruatiyle bu iki kaynaktan teşkil edilmiştir. Müslümanlığımızın
tamamiyet ve kemalini bunlara uymaktaki derecemiz tayin edecektir.
İbadet dışındaki Kur'anî emirlerdeki ihmal, gevşeklik ve
umursamazlığımız, itikadımızı zedeleyen, imanımızı yaralayıp eksilten bir durum
değil midir, bu eksiklik ibadet hayatımıza da sirayet etmeyecek midir? Müslüman
olduğu halde içki içen, haram yiyen veya kıyafette İslâmî örtünmeye riayet
etmeyen veya nikah dışı yollardan tatmin arayan bir kimsenin iman ve ibadeti
ona ne derece faydalı olur, onu nereye kadar götürür? Bu elbette münakaşaya
değer bir husustur.
Şunu demek istiyoruz: Müslümanlığımız, tıpkı iman esaslarında olduğu gibi,
nikah meselesinde de İslâmî nikaha uymakla kemalini bulabilecektir.
Öyleyse islamî nikah nedir?
Dininin ve imanının Allah nazarında makbul olmasını dileyen her müslüman
nikah meselesinde Al-, lah'ın koyduğu ölçünün ne olduğunu bilmek ve ona uymak
zorundadır.
Îslamî nikah, bizzat Kur'an-ı Kerim'de ele alınmış ve esasları
belirtilmiştir. . Şu esasları sayabiliriz.
1-
Kişi, büluğ çağma
erince geciktirilmeden evlen- dirilmelidir. (Nisa 6).
2-
Mü'ınin kişi mü'ınin
bir eşle evlenmelidir. Müşrik kişi (neseb, zenginlik, güzellik... gibi
sebeblerle) hoşumuza gitse bile onunla evlilik yapılmamalıdır, çünkü mü'ınin
kimse, (burnu kesik siyahi) köle bile olsa, hoşumuza giden müşrikden daha
hayırlıdır. Çünkü onlar cehenneme çağırırlar. (Bakara 221).
3-
Kadınlardan hoşa
gidenle evlenilmelidir. (Nisa 25). I
4- Kadınlarla ailelerininin izniyle evlenilmelidir. (Nisa 25).
5- Kadın namuslu, fuhuştan uzak ve gizli dostlar edinmeyenlerden
olmalıdır. (Nisa 25).
6- Kadına mehri verilmelidir (Nisa 25).
7- Cemiyet, bekar olan (dul, yetim, köle) kimselerle ilgilenip,
onları evlendirmelidir. Evlendirmede fakirlikten korkulmamak, bekarlara yardım
edilmelidir. (Nur 32, Nisa 6).
8- Nikah aleni olmalıdır. Bu prensip bilhassa yukarıda işaret
edilen Nisa 25. ayette sarihtir. Ayrıca Hz. Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve
sellem), nikahın aleni olmasını, bu maksadla ziyafet verilmesini ve hatta defle
ilanat yapılmasını ısrarla, tekrarla emretmiştir. .
9- İslâmî nikahın müddeti müebbettir, daimidir. Yani kadınla erkek
hayat boyu beraber olmak üzere nikahlanırlar. Belli bir müddetle sınırlı olan
nikah meşru değildir. Kişi, içinden belli bir müddeti niyet etmiş olsa bile bu
niüebbed kabul edilir.
(2)
Bakınız: Buharî, Nikah 50;
Nikah 72; Tirmizî, Nikah 6; İbnu Mâce, Nikah 20.
10-
Nikah, kadın-erkek
arasında veraset hakkı te’sis eder (Nisa 12).
İSLAMDA NİKAHTN MÂNÂ
VE CİDDİYETİ
Nikah yukarıda belirtildiği üzere çok yönlü bir müessese olduğu için
dinimiz bu hususta müstesna bir hassasiyet göstermiştir. Bu, nikahın ifa ettiği
hizmetin çok yönlü oluşundan ve onda tecelli eden mânânın zenginliğinden ileri
gelir. Şöyle ki:
1- Meşru
nikah, öncelikle kişiye, Allah'ın mülkünde tasarrufu helal kılmaktadır. Yani,
kainatta hiçbir- şey başıboş, kendiliğinden değildir. Her şey Allah'ın
mülküdür. O'nun mülkünü O'nun istediği tarzda kullanmayan haram işlemiş olur.
Öyleyse, erkek-kadın münasebetleri Allah’ın dilediği tarzda ve koyduğu şartlar
çerçevesinde olmadığı taktirde, bu tasarrufla haram işlenmiş olur. Erkek-kadın
münasebetlerinde helal olmayan tasarruflara dinimiz Zina demişti/ ) ve bütün
cinayetler arasında Zinaya en ağır cezayı takdir etmek suretiyle bu meselede
Allah'ın mülkün deki haram tasarrufun dünyevî ve uhrevî neticelerinin
azametine dikkat çekmiştir. Dolayısıyla Allah'a ve ahirete inanan bir kimsenin
nikah mevzuunda çok hassas olması, zandan, şüpheli durumlardan kaçması gerekir.
Ayet-i kerimede, ilerde açıklanacağı üzere, zevceler ve sağ elin malik
oldukları (cariyeler) dışındaki ferçlerin haram olduğu beyan edilmiştir. Ehl-i
Sünnet buna uygun olarak ferçlerin helal olma yolunun iki olduğunu
söylemişlerdir:
2- Milk-i yeminle nikah (Cariye).
Sözü mut'a nikahına getirecek olursak ileride belirtileceği üzere, bunun
haram olduğu hususunda, ehl-i sünnet alimleri icma eder. Çünkü bunda miras
yoktur. Şiiler, ferçlerin helal kılınmasına, muteber şer'i bir delile
dayanmayan üçüncü bir yol eklemişlerdir: "Mirassız nikah". Bundan maksat mut'adır. "Bu, şiilerde
var, onlar da bir mezhep, öyleyse biz de tatbik edebiliriz." muhakemesi
son derece yanlış ve helakete atıcıdır. Ehl-i sünnet mezhepleri arasında
ihtilaflı meselelerde, darlanma hallerinde herhangi birine uygun amele cevaz
verilmiştir, ama icma edilen meselelerde bunların dışına çıkmaya, zaruret denen
ve hayatî tehlike ile tarif edilen durumlar dışm- da cevaz verilmemiştir. Mut'a
nikahının haram olduğu hususunda ihtilaf yok, bilakis icma var. Resulullah,
mut'a'yı, Allah'ın mülkünde haram bir tasarruf yönüyle şöyle ifade buyurmuştur:
Kadınlara mut'a
yapmak haramdır. Ben Allah'a düşmanlıkta, Allah'ın haramlarını helal addedenden
ve katilinden başkasını öldürenden daha ileri birini tanımıyorum..."
2-
Evlenme hadisesinin içtimai
yönü vardır. Her- şeyden önce kız ve erkek aileleri, akrabaları arasında hısımlık dediğimiz
bir bağ bir yakınlık kurar. Ayrıca, anne-babalar için de bu, yıllar yılı emek
çekerek yetiştirdikleri evlatlarının mürüvvetini görerek dünyada en büyük
saadeti yaşama vesilesi olmaktadır. Bu sebepledir ki, meseleye bizzat Rabbimiz
Teala Hazretleri, Kur'anda yer vererek, yukarıda kaydettiğimiz üzere, kadınların
"ailelerinin
izniyle" nikah- lanmalannı emretmiştir. Bir hadiste Hz.
Peygamberimiz (salla'llâhü aleyhi ve sellem): "Velsinin izni olmadan evlenen kadının
nikahı batıldır..." buyurmuştur/ )
Hadis, Muhalla'da: "Kadın, velisinin izni olmadan evlene- mez. Şayet
velisiz evlenirse nikâhı batıldır, nikâhı batıldır, nikâhı batıldır...."
şeklinde kaydedilmiştir. Abdürrezzak'ın
Musannafında, velisinin izni olmadan evlenen kadınların nikahını Hz. Ömer'in
reddet tiğine dair birçok misal kaydedilmişti/ ).
Evlenmelerde, velinin gıyabına nikah yapma meselesine As- hab'ın en şiddetli
karşı çıkanının Hz. Ali olduğtk, İbnu Abbas radiyallahü anhüma'ınn, velisi
olmadan nikah yapan kadınlan fahişe olarak tavsif ettiğ/ ) rivayetlerde
gelmiştir.
Hz. Ömer de kadınlann, velilerinin veya ailelerinin rey sahibi birisinin
veyahut Sultan'ın izniyle evlenmesi gereğinde ısrar etmiştir. Resulullâh'ın bazı hadislerinde 'Veli ve iki
şahid olmadan nikahın sahih olmayacağı" ifade edilmiştir. Bir rivayette, İbnu Abbaş'a göre, en az dört
unsurla nikah gerçekleşir: "Talib, veli, iki şahid".
Veli'nin izni'ni tamamlayan
bir unsur nikahın ilanıdır. Bu sebeple def çalmak, güfte söylemek meşru
kılınmıştı/ . . Bazı rivayetlerde ilanatsız, gürültüsüz, sadece iki
şahidle yapılan nikahın "gizli nikah" olarak tavsif edilip
reddedildiğini görmekte yiz(' \ îmam Malik bu durumda
şahidlerin de nikah yaptıranların da cezalandırılmasına hükmededi. Resulullah’tan
kaydedilen bir rivayette de: "Gizli nikah caiz değildir, nikahta ya def işitilmeli ya da
(ziyafetin) dumanı görülmelidir’’ buyurmuşlardır. Bu hadisi kaydeden
İmam Malik, peşine, Ömer İbnu Abdülaziz'in Eyub İbnu Şurahbil'e şu tamimi
gönderdiğini ilave eder: "Yanındakilere emret; Nikah sırasında def çalsınlar. Zira
def, nikahla zinanın arasım ayırdeder*. \ Resulullah'ın bir hadisi de
şöyle:
"Kadın kadım
evlendiremez; kadın, kendi kendine evlenemez. Kendi kendine evlenen kadın
fahişedir”. ). Ebu Hureyre, zaniye'nin; yani zina yapan kadının; "Kendi
kendine nikah yapan kadın" diye tarif edildiğini belirti/1®.
îmam Malik nikahın ilan meselesine o kadar ehemmiyet vermiştir ki, ilan olunca
şahid bulunmasa da nikahın sahih olacağım söylemiştir.
Tam bir gizlilik ve sadece kadınla erkeğin anlaşması şeklinde cereyan
eden mut’a nikahı değerlendirilecek
olursa bu ulvi gayelerin sükut ettiği görülür. Ileriki açıklamalarda
görüleceği üzere, bizzat şii- ler, bu nikahın hem kıza, hem kızın ailesine
getireceği zül ve an kabul etmişlerdir. Yıllarca emek çekip evlat büyüten bir
anne-babanın, haberleri olmadan kızlarının mut'a nikahı ile kirlendiğini
işitmeleri onların kahrolmaları ve yıkılmaları için yeterlidir.
Sağduyu sahibi herkes, nezih şeriatımızın böylesi bir kirliliği meşru
addetmeyeceği hususunda tereddüt etmez.
Burada bazı okuyuculanmız, Hanefi mezhebinde nikahın sahih olması için
velinin izni şart değil, burada ise o husus öne çıkanlmış diyebilir. Biz
burada mezhep mukayesesi yapmıyoruz. Dinimizde nikah meselesinin nasıl ele
alındığını gösteriyoruz. Dinimiz meseleleri bütün buudlanyla ele almıştır. Hak
mezheplerden herbiri bu buudlardan birini nazarî planda öne almıştır. Nitekim
nikahta Haneliler iki
şahid yönünü, Şafiiler ailenin rızasını, Malikiler ilanı ön plana almışlardır.
Söylediğimiz gibi bu öne alış sadece nazariyattadır. Tatbikatta ise üçü de birleştirilir.
Memleketimizde evlenme, önce ailelerinin, görücülerin mutabakatı ile başlar,
iki şahid huzurunda imam nikah kıyar, düğün ve ziyafetle de ilan edilmiş olur.
Diğer mezheplerde de tatbikat böyle. Şu halde Kur’an ve sünnetin ruhuna uygun
olarak cemiyetimizde müesseseleşen bu evlenme tarzı yıkılarak, bunun yerine
sadece gençlerin anlaşmasını esas alan yeni telakkiler yerleştirilmeye
çalışılmaktadır. Bu ye nilik, dindar gençlerimize, dini bir kılıfla yutturulmaya
çalışılmaktadır. Tecrübesiz ve cahil gençlerin bu deneyişleri birçok durumda
başarılı olmuyor ve mesela talebelik sırasında yapılan evlenmeler, birçok
durumda ayrılmalarla sona eriyor. Bu durumda bilhassa kız fevkalade mağdur
duruma düşüyor, aileleri tarafından reddedilme durumlarıyla karşılaşıyor. Bu
işe dini kılıfla girdiği için, sonraki mağduriyetini dinden bilmek gibi
vartalara düşüyor. Şu halde, biz burada, şu veya bu mezhebe ait fikhi bir
hüküm, bir kaziye olarak değil, diyanete, ahlaka ve Kuran ve sünnetin ruhuna
uygun bir espiri, bir prensip olarak ailenin muvafakati meselesini, yine
rivayetlere dayanarak nazarlara arzetmek istedik. Bütün mezheplerde
müesseseleşen tatbikat da zaten böyledir. Bunun dışına çıkılması müesseseyi
yıpratacaktır. Bilhassa kızlarımızı mağdur edecektir.
3-
Evliliğin öncelikli
gayelerinden biri tenasüldür. Yani insan neslinin devamı. Hatta eski
büyüklerimiz, evlenenler için yapılan düğün şenliğinin bu evlilikten hasıl
olacak yeni nesli istikbal etmeye raci (yönelik) olduğunu söylemişlerdir. Bu
mülahaza ve evliliğin böylesi bir yoruma tabi tutulması Resul-i Ekrem (salla'llâhü
aleyhi ve sellem) efendimizin: "Evlenin çoğalın ben sizin çokluğunuzla, diğer ümmetlere karşı
iftihar edeceğim", "Vedud ve velud (çok doğuran) kadınla evlenin,
kısır kadınlarla evlenmeyin!" gibi hadislerine ne kadar muvafık
düşmektedir.
Mut'a nikahında tenasül de gaye değildir. Bu, nikah müessese sini, her
çeşit İçtimaî, beşerî yönlerinden tecrit ederek, sırf şehevî duyguların
tatminine indirgemektir.
Bu işten en çok zarar gören de kadındır. Kadın, para mukabili, erkeğin
şehvetine bir alet durumuna düşmektedir. Mukabilinde ne zevce olma, ne anne olma,
ne de varis olma şansına sahip değildir. Hiçbir himaye ve ünsiyet hakkı da elde
edememektedir.
Kadınlarıve acizleri himaye edici esaslar getiren islamm, merhamet ve
himayeye pek muhtaç olan kadınlar taifesinin aleyhine işleyecek ve suistimale
çok açık bir müesseseyi meşru addetmesi mümkün değildir. Esasen meşru nikahın
getirdiği aleniyet şartı, aleniyeti garantileyecek asgari iki şahid ve defli
(ila- natlı), yemekli düğün; velinin izni, mehir gibi esaslar, nikahta
öncelikle kadının haklanm korumaya dönüktür. Bunlar hakkıyla yerine getirildiği
takdirde kadını mağdur edecek suistimaller mevzubahis olamaz.
Ya mut'a nikahı? Allah ve Resulünü veya melekleri ve hatta yatırları
şahid kılarak icra edilen mut’a nikahı? Bu zavallı kızların, cahilliğin
şevkiyle, dindarlığın gereği imişçesine aldatılarak kirletilmesinden başka
birşey değildir.
Şimdi
sıra mut'a nikahının mahiyetini açıklamaya geldi:
MUT'A NİKAHI
"Nikah kaza-i şehvet için değil, ancak nikahla ulaşılabilen başka
gaye ve maksatlar için meşru kılınmıştır.
Mut'a ile şehvet giderilir. O maksadlar olmaz.
Öyle ise o meşru değildir. (Kasani)"
Fıkıh Açısından
Mut'a kelime
olarak dilimizde halen kullanılan temettü kelimesiyle aynı kökten gelir. Temettü fai-
delenmek, kâr elde etmek demektir. Mut'a nikahı, mâlum veya (Zeyd'in gelmesine kadar diye
belirlenen) meçhul5 bir müddet için yapılan nikahtır. Tek maksad temettü, yani
istifade olduğu için Mut'a denilmiştir. . . Mut'a nikahı önceden belirlenen müddetin
dolmasıyla sona erer ve talak (boşanma) olmadan ayrılık vukua gelir. Veraset,
nafaka, iddet gibi normal nikahla hasıl olan durumlar bunda yok- tur(23).
Burada sadece, belirlenen müddet içinde kadının nefsinden yapılacak istifadeye
mukabil ödenecek para mevcuttur.
Şu halde mut'a nikahının en bariz vasfı muayyen bir müddetle sınırlandırılmasıdır.
Halbuki normal, meşru nikahta zaman tahdidi yoktur.
Buhari Şarihi Bedrûddin-el Aynînin belirttiğine göre, müddeti insan
ömrünü aşacak kadar -mesela 200 yıl diyerek- uzun tutmak suretiyle, nikahın ta-
laksız sonra ermesi, karı-koca arasında mirasın olmaması gibi korkulan
mahzurlu hususların bulunmayacağı tarzda bir mut'a caiz olur mu diye düşünülmüş
ise de Cumhur bunu da caiz görmemiştir.
Netice olarak şunu söyleyeceğiz:'ınut'a nikahını, bazı şiîler hariç,
İslam uleması elbirlik reddetmiş, haram olduğuna icma etmiştir. ).
Sünnetteki Durum
Mut'a nikahının fıkıhtaki hükmünü kısaca belirttikten sonra Sünnetteki Duruma
gelelim.
Hz. Peygamber’de Muhataba ve Şartlara
Göre Farklılık ve Tedriç Metodu:
İslam, tebliğe başlandığında Arap cemiyeti yazılanı olduğu gibi
kaydedecek boş bir levha durumunda değildir; bir kısım inançlar, ibadetler,
örfler, âdetler, köklü alışkanlıklar mevcuttur. İslâmî mesaj, çoğu batıl olan
eskilerin yerini alacaktır. Ama insanın kültür dağarcığı kara tahta değil ki,
bir hamlede silinip, yerine yenileri yazılsın. Kaldı ki, yaratılışı gereği mü-
kerrem olan insanoğlu, bilerek batıla, kötüye müşteri olmaz. Batılları da
"iyi", "doğru" bilerek binimser. Bu sebeple inançlannda,
alışkanlıklannda mutaassıbtır. Onlan terketmesi için, yanlışlığina ikna
edilmesi, eski alışkanlığının kmlması lazımdır. Bu iş, ferd planında zor
olduğu gibi cemiyet planında çok daha zordur. Şu halde inançları, âdetleri,
alışkanlıktan ve her çeşit değerleriyle bir cemiyeti toptan değiştirmekten daha
zor bir şeyin olmadığı söylenebilir. Günümüzde insan fıtratının tâbi olduğu
kanunlar, gelişen beşeri ilimler sayesinde çok iyi bilindiği, kitap, dergi,
gazete, radyo, televizyon gibi telkin vasıtalan son derece gelişip
zenginleştiği ve mesela komünist âlem, bunları âzamî ölçüde, istediği gibi
kullandığı halde netice alamamış, homosovieticus dedikleri hakiki mânâda
komünist yetiştirilememiş, cemiyet değil, fertler bile değiştirilememiştir,
işte bu zor işi, yani herşeyiyle İslam dışı olan bir cemiyetin cahiliye
kültürünü silip, yerine islamı ikame etme işini Hz. Peygamber (salla'llâhü
aleyhi ve sellem.) başarmıştır. Bunda Hz. Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve
sellem.), Cenab-ı Hakk'ın irşadıyla, tedriç prensibini düstur edinmiştir.
Tedriç, muhatabın ahvalini esas almak, onlan yavaş yavaş, alıştıra alıştıra
asıl hedefine, kamil durumundaki islâma götürmektir.
Tedriçte ilk söylenenle en son söylenen arasında bir kısım merhaleler
vardır. Tıpkı merdiven gibi, merdiven bizi hemen hedefe ulaştırmaz, basamak basamak
çıkarır.
İslam hemen hemen her meselede tedrice yer vermiştir. Söz gelimi önce
iman esaslarım tebliğ etmiştir. Sonra ahkâma geçmiştir. Onüç yıllık mekke dönemi
esas itibariyle iman esaslarım açıklar. Îmanî meselelerde de bir sıralama bir
tedriç vardır. Nitekim ilk nâzil olan sûreler Allah'tan Cennet ve Cehen-
nem'den bahseder, uhrevi mesuliyetlere dikkat çeker. Hatta tevhid inancını
ilgilendirdiği halde ilk vahiylerde putlar meselesine temas edilmemiş, bu
sayede bütün Mekke'liler, Hz. Peygamberi (salla'llâhü aleyhi ve sellem.)
dinlemiş, bir kısmı da müslüman olmuştur. Putların batıl olduğu, put inancı
üzere ölen atalarının akıbetlerinin kötü olduğu açıklandığı andan itibaren
Mekke'li müşrikler birden tavır değiştirmiş, istihzada kalan mu halefet
tavırları işkenceye dönüvermiştir.
Amele, tatbikata giren -başka bir ifadeyle ibadet, muamele, haram, helal
gibi- bahislerde tedriç meselesi daha belirgin daha şümullüdür. Hadis, Tefsir,
Siyer (Hz. Peygamber'in (salla'llâhü aleyhi ve sellem.) hayatı) sahalarına giren
kaynak kitaplarımız, bunun örnekleriyle doludur. Namaz, oruç, zekat gibi
herbir farzın hususi bir tarihi mevcuttur1- ).
Harama giren yasaklamalar da belli bir tarihe sahiptir. Sözgelimi içki ile ilgili
vahiyler Mekke'de başlamış, yavaş yavaş, alıştıra alıştıra, Resulullah'ın
hayatının sonlarına doğru bugünki son şekil beyan edilmiştir. Resulullah'a
vahyedilen ilk surelerin hep imanî meselelere, ölümden sonra dirilmeye,
Cennet ve Cehennem'e yer verdiğini, haramlar-, dan yasaklama gibi,
alışkanlıklarla ilgili ayetlerin sonradan nazil olduğunu belirten Hz. Ayşe
(R.A.) bu tedriçteki sebebi şöyle açıklar: "...Eğer ilk defa" içki
içmeyin!"emri inseydi "Biz içkiyi asla bırakamayız!" derlerdi. Eğer "Zina
etmeyin!" emri inseydi "Asla zinayı bırakamayız!" derlerdi"®8).
Islamm tebliğinde, tedricin hemen her meselede umumi bir prensip olduğunu
göstermek için "Besmele"
den örnek vereceğiz. İbnu Sa'd'ın rivayeti şöyle:
"Resulullah (salla'llâhü aleyhi
ve sellem.), bidayette, tıpkı kureyş- liler gibi, besmele makamında Bismikallahüm-
me formülünü yazıyordu.
Bu tatbikat;
"Nûh dedi ki: Gemiye binin, onun
yüzüp gitmesi de durması da Allah’ın adıyladır" ayeti (Hud: 41) gelinceye
kadar devam etti. Bu ayetten sonra Bismillah diye yazmaya başladı.
Bu tatbikat;
"De ki: O'na ister Allah diye,
ister Rahman diye dua edin, hangisiyle dua ederseniz en güzel isimler
O'nundur” (İsra 110) ayeti nazil olun caya kadar devam etti. Bundan sonra Bismilla-
hirrahman diye yazmaya başladı.
Bu tatbikat;
"Mektup Süleymandandır. Rahman ve
Rahim olan Allah'ın adıyla (başlamakta) dır” ayeti (Nemi: 30) nazil oluncaya
kadar devam etti. Bu ayetten sonra Bismillahirrahmanirrahim diye yazmaya başladı"
Hülasa "besmele"si üç safhalı bir tedriçle son şeklini alan İslam
gerek önceki alışkanlıkların tadilinde (değiştirilmesinde) ve gerekse yeni
teşriatta (kanun koymalarda) daima bir tedrici, azdan çoğa, kolaydan zora
müşahhastan (pek açık ve anlaşılması kolay) mücerrede (yani anlaşılması zora,
akliye) doğru bir seyir takip etmiştir.
Şu halde sadece mut'a nikahı meselesi değil, pek çok meselede karşımıza
çıkacak şaşırtıcı, yanıltıcı problemlerin çözümünde bu tedriç problemlerinin bilinmesi
gerekir. Bu sebepledir ki âyetlerde ve hadislerde nesh meselesi vardır. Yani
önceki şartlara göre gelen bir âyet (veya hadisin) hükmünü kaldırmıştır. Hükmü
kalkan âyet ve hadise mensuh., yeni hüküm koyan âyet ve hadisede nasih denir.
Öyle ise nasih bir âyet veya hadis varken, mensuh olanla amel etmek, onu esas
almak hatalı olur. Tıpkı bir tarihte gidiş olarak kullanılan yol, trafik
yetkililerince sonradan geliş olarak değiştirildiği halde falanca tarihte gidiş'ti
diye o yolu gidiş olarak kullanmak gibi.
Dini meselelerde bu hataya düşülmemesi için, dinde yorum yapma işi
müçtehidlere bırakılmıştır. Müçtehid olmanın şartlan arasında bütün âyet ve
hadisleri nasihiyle mensubuyla bilmek de vardı
MUT'A NİKAHI MESELESİNİN İÇ YÜZÜ
Yukarıda bir ön bilgi olarak kaydedilen tedriç meselesi anlaşıldıktan sonra
asıl konumaza geçebiliriz. Konunun iyice anlaşılması için meseleyi bir kaç ana
fikir altında tahlil edeceğiz: 1- Mut'a cahiliye nikahıdır., 2- Hz. Peygamber
bidayette yasaklamamıştır., 3- Resulullah sonradan yasaklamıştır., 4- Yasak
herkes tarafından duyulmamıştır., 5- Hz. Ömer zamanında yasak tamim
edilmiştir. 6- Yasak üzerine icma tahakkuk etmiştir., 7- Şia'nın bu meseledeki
tutumu.
Mut’a Cahiliye Devrinin Nikahıdır:
Resulullah aleyhisselatü vesselam efendimizin muhterem zevceleri islamın
yetiştirdiği en büyük fa-, kihlerden biri olan ve insanlığın mabihil iftihar büyükleri
arasında yer almaya şayeste Hz. Aişe radiyal- lahu anha, bir rivayetlerinde
cahiliye devrinde dört çeşit nikahın tatbikatta olduğunu belirti/3
Şarih- ler başka rivayetleri de kaydederek cahiliye devrinde yedi çeşit nikahın
mevcudiyetini belirtirle/ . . Bu yedi çeşit nikah'tan biri
İslamın da kabul ettiği hal-i hazır nikah şeklidir: Kadın, velisinden taleb
edilir, karşılıklı rızadan sonra mehir ödenerek müebbed ni kahla evlenir. Bir
diğeri mut'a nikahı'dır(33\ Bunun, cahiliye devrinden intikal eden
bir nikah olduğu hususunda herhangi bir ihtilaf mevcut değildir.
Hz. Peygamber'in Bidayetteki Ruhsatı:
îslamın benimsediği sünni nikah'a birçok yönden ters düşen mut'a nikahını
Resulullah aleyhisse- latü vesselam, bir çırpıda yasaklamamıştır. Bu sebeple,
mesele üzerine bize intikal eden rivayetlerin bir kısmı mezkur ruhsatı
aksettirir. Az yukarıda açıkladığımız tedriç prensibi'nin islamda esas olduğunu
bilmeyen veya kale almayan bir kimse cehalet veya suiniyetle, bahsi tamamlayıcı
diğer hadisleri
(33)
Geri kalan beş çeşit nikaha
gelince:
a)
İstihza nikahı: Daha
asaletli bir nesil elde etmek gayesiyle, erkeğin, hanımını, hayız halinden
çıkınca, hamile kalması için bir başka erkeğe göndermesidir. Kadın hamile
kalıncaya kadar, kocası ona temasta bulunmazdı.
b)
Bedel nihakı: Bu,
iki erkeğin hanımlarını karşılıklı olarak değiştirmesidir.
c)
Hınd nikahı: Bu, kadınların
gizlice dost edinmeleri şeklinde hasıl olan nikahtır. Kur'an-ı Kerim bu çeşit
haram münasebete temas eder. (Nisa 25, Maide 5).
d)
Fahişeliği meslek yapan
ve bunu kapısına diktiği bayrakla ilan eden kadınların nikahı: Çocuk sahibi
olduğu takdirde kendisine temas eden erkekleri toplar, getirilen bir kâfi'in
hükmüyle onlardan biri baba tayin edilirdi.
e)
On kişiden az bir grup,
kadınla sırayla temasta bulunur, hamilelik halinde kadın bunları çağırır, en
ziyade hoşuna gideni baba ilan eder, erkek buna itiraz edemezdi. görmeyerek veya görmezlikten gelerek sırf ruhsat verdiğini söylemek
suretiyle İslama büyük bir iftirada bulunabilir.
Muta’a Ruhsatının Neshi:
Mut'a nikahına bidayette verilen ruhsatın neshe- dildiğini ifade eden
rivayetler çoktur. Burada, hepsini teker teker vererek mevzuyu uzatmayıp sadece
Sebre İbnu Mabed'den gelen bir rivayetle Hz. Ali'den gelen bir rivayete temas
edeceğiz. Sebre radiyallahü anh'ın Müslimde gelen bir rivayeti şöyle:
"Resulullah aleyhisselatü
vesselam şöyle buyurdular: "Ey insanlar! Ben size kadınlarla mut'a nikahı
yapmanıza izin vermiştim. Şimdi Allah Teala Hazretleri, onu kıyamet gününe kadar
haram etmiş bulunmaktadır. Öyleyse, kimin yanında böyle nikahlı bir kadın
varsa, artık ona yol versin. Onlara ücret olarak verdiklerinizden herhangi
bir şeyi geri almayın'.
Hadisin bir başka vechinde Sebre radiyallahü anh der ki: "Bundan
sonra aleyhisselatü vesselam mut'ayı şiddetle haram etti ve bu nikah hakkında
en ağır kelimeleri sarfetti".
Bu rivayet, hiçbir yoruma hacet bırakmadan,
mut'a nikahıyla ilgili ruhsatın neshedildiğini açık bir surette ifade
eder.
Hz. Ali de yasakla ilgili rivayetlerde bulunmuştur. Müslim'in kaydettiği
rivayette: "Resulullah,
Hayber’in fethi sırasında, kadınlarla mut’a yapmaktan ve ehli eşeklerin etini
yemekten menetti’’ buyuru/ \ Yine Müslim'in bir diğer
rivayetinde, bu meselede İbnu Abbas'a: "Ağır ol, ey İbnu Abbas, çünkü Resullah
aleyhisselatü vesselam Hayber günü, hem mut'ayı hem de ehli eşek etinin yenilmesini
yasaklamıştır" dedi.Beyhaki'nin bir rivayetine göre Hz. Ali,
önce bazı kayıtlarla caiz kılındığım ancak, nikah, talak, iddet ve kan ile
koca arasındaki miras ahkamı nazil olunca cevazın mutlak şekilde
neshedildiğini belirtir İbnu Hazım, Hz. Ali'den gelen rivayetleri şöyle
değerlendirir: "Bu mesele üzerine Hz. Ali'den, bir çok tarikten hadis sahih
olmuştur. Bunu, ondan Kufiler, inkar edilmeyecek kadar şöhret bulmuş ve
Sınırlanamayacak kadar çoğalmış tariklerden rivayet etmişlerdir.
Yasak Nerede ve Ne Zaman Kondu?
Mut'a nikahı yasağım, Hz. Peygamberin ne za man koyduğu hususunda
rivayetler ihtilaflıdır ve altı ayn yerin ismi zikredilir. Şöyle ki:
1)
Sabre İbnu Mabedin
rivyaetlerinde Mekke fethi sırasında konmuştu/ .
2)
Hz. Ali'den kaydettiğimiz
rivayetlerde Haybe- rin fethi zamanında konmuştur.
3)
Seleme îbn'ul Ekva'nın
rivayetinde Evtas gazvesi sırasında konmuştur.
4)
Haşan Basri'nin mürsel bir
rivayetine göre, mut'a nikahı sadece Ümret’ul Kaza sırasında cereyan
etmiştir, bundan önce yasak olduğu gibi bundan sonra da yasak olmuştur.
5)
Ebu Hureyre'den gelen bir
rivayete göre, mut'a
nikahı Tebük Seferi sırasında haram edilmiştir. İbnu Hibban ve
başka kaynaklarda zikredildiği üzere, Tebük için yola çıkan Resulullah
Seniyyet'ül-Vedaya geldiği zaman bir mola verir. O sırada bir kısım kandiller
ve ağlayan kadınlar görür. Bu durumdan sual edince:
—Ey Allah'ın Resulü! Bunlar mut'a nikahı ile
kendilerinden istifade edilen kadınlardır diye açıklanır. Aleyhisselatü
vesselam:
—"Mut'ayı (İslam'ın) nikah, talak, iddet ve miras (la ilgili
hükümleri) haram kılmıştır, -ortadan kaldırmıştır-!" Buyururlar.
6)
Sebre İbnu Ma'bedden Ebu
Davudun kaydettiği bir rivayete göre mut'a, Veda Haccı sırasında tah- rim
edilmiştir. Ancak daha önce yine
Sebre'den kaydedilen rivayetlerde yasağın Fetih sırasında olduğu ifade
edilmiştir. Şarihler, rivayetin sübutu halinde "Resulullah Fetih günü
ilan ettiği yasağı Veda Haccı sırasında tekrar etmiş olabilir. Çünkü Veda
Haccı'na çok sayıda müslüman katılmıştı. Bunlar arasında bir kısım ahkam
duymamış olanlar da vardı. Nitekim Aleyhisselatü vesselam, bu fırsatta pek çok
mühim meseleyi tekrar etmiştir. Bu tebliğin gayesi, dinin duyurulması ve
yaygınlaştırılmasıydı" diye açıklamışlardır.
Yasaklayıcı Rivayetler:
Buraya kadar kaydettiğimiz rivayetler, her ne ka- • dar muta'a'nın
yasaklanmış olma durumunu da ifade ediyorlarsa da yasak konmazdan önceki
ruhsata da yer vermişlerdir. Burada ise yasaklamaya ağırlık veren ve
şiddet,ifade eden rivayetleri belirteceğiz.
Ebu Hüreyre'nin bir rivayetinde Resulullah şöyle buyurmaktadır:
"Muta'yı, talak, iddet ve miras
('la ilgili ahkamın teşrii) haram kılmıştır. ).
Abdullah İbnu Ömer radiyallahü anhüma'ya bir zat gelerek mut'a nikahından
sorar Abdullah "Haram!" deyince soru sahibi: "(İbni Abbasi
kasdede- rek/ . ama bunu
falan caiz görüyor!" der. Abdullah ona şu cevabı verir:" Allah'a
yemin olsun! Herkes bilir ki Resulullah aleyhisselatü vessam, Hayber gazvesi
sırasında onu haram etti. Artık zaniler değiliz". ). Bir rivayette, Abdullah İbnu Ömer,
kendisine İbnu Abbas'ın mut'a nikahına cevaz verdiği söylenince "Sühhanallah!
İbnu Abbas'ın böyle bir fetva vereceğini zannetmiyorum!” der. Ancak
oradakiler haberi te'yid edince, İbnu Ömer: "Resullah hayatta iken İbnu
Abbas küçük bir çocuktu" der ve ilave eder: "Resulullah onu bize
yasakladı. Artık zaniler deği- liz'< 7).
Bir başka rivayet, İbnu Ömer'in şu sözünü kaydeder: "Bir erkeğe
sadece İslam nikahıyla evlendiği karısı helaldir. Bu nikahta mehir vardır,
erkeğin kadına, kadının erkeğe miras hakkı vardır. Kadım muayyen bir müddetle
alamaz. Aidimi artık o hamimdir, ikisinden biri ölürse diğeri ona varis
olur".
Abdullah Ibnu'z Zübeyr, mut'a hususunda şiddetle karşı çıkan
sahabilerdendir. Müslim'in bir rivayetinde, onun hutbede, mut'a'ya cevaz veren
bir zat'a. ) tarizde
bulunarak: "Şurası muhakkak ki, Allah, bazı insanların gözlerini kör
ettiği gibi, kalbleri- ni de kör etmiş ki mut'a nikahına fetva
veriyorlar!" dediğini görmekteyiz. Rivayet, hücuma uğrayan zatın:
—"Sen hakikaten pek nezaketsiz kaba birisin, ömrüme yemin ederim ki,
mut'a îmam’ul Muttakin (olan Resulullah Aleyhisselatü vesselam) zamanında
yapılırdı!" şeklinde cevabını İbnu'z-Zübeyr meydan okuyarak karşılar:
—'Öyleyse bir
dene! Sen bunu yapacak olursan Vallahi seni taşlarımla recmederim" dedi.
Alimler, Abdullah Ibnu'z Zübeyr radıyallahu anhü- ma'nın bu kesin davranışım,
kendisine muta'nın neshiyle ilgili haberin ulaşmış olması ve dolayısıyla onun
harimiyeti hususunda zerre kadar tereddüdünün bulunmamasıyla izah ederler. ).
Hz. Ömer'in Yasaklama Hadisesi:
Buraya kadar kaydettiğimiz rivayetlerin bir kıs mında Hz. Ömer
radiyallahü anh'ın mut'a'yı yasaklamasına temas edildi. Hatta, bir kısım
sahabenin, bir yasaklama ile mut'anın Resulullah aleyhisselatü vesselam
tarafından yasaklanmış olduğunu belirttik. Şu halde son olarak, Hz. Ömer'le
ilgili haberin mahiyetini de kaydetmede fayda var. Öncelikle şunu belirtelim
ki Hz. Cabir ve Ebu Said'den gelen bir rivayete göre, Hz. Ömer, bu yasaklama
işini, hilafetinin ortalarında ele almıştır dolayısıyla o zamana kadar, mut'a
nikahına başvuranlar olmuştur®2\ O sıralarda Kufe'ye gelen Amr İbnu
Hureys radiyallahü anh, bir cariye ile mut'a nikahı yapar ve cariye hamile
kalır. Gelip durumu Hz. Ömer'e anlattır. Halife bu vesile ile, yasağın bütün mü'ıninlerce
bilinmediğini anlayarak meseleyi hutbe konusu yapar ve herkesin işitebileceği
şekilde mut'a nikahının yasak olduğunu ilan eder: İbnu Mace'nin kaydına göre
Hz. Ömer şöyle buyurmuştur: "Resulullah Aleyhisselatü vesselam bize, mut'a için üç gün izin
vermiş, sonra hâ- ram etmiştir. Allah'a yemin olsun, muhsan. ) bir kimsenin mut'a yaptığını duyarsam,
Resu- lullah'ın, bunu tahrimden sonra helal kılmış olduğuna dair dört şahit
getirmediği takdirde taşla recmederim". Muvatta’ rivayetinde, bu yasaktan
önce yapılan mut'a nikahı sonucu hamile ka lan Havle Bintu Hakim'in, yasaktan
sonra Rebi'a İbnu Ümeyye'yi şikayet ettiğini görüyoruz. Bunun haram ve zina
bilmekte kanaati kesin olan Hz. Ömer radiyallahü anh:
"Bu, (Resulullâh'ın haram
kıldığı) mut'adır. Eğer yasağı ilanda sizden önce davranmış olsaydım şimdi
sizi recmederdim" dedi.
Yasak Hz. Ömer'in İçtihadı Değildir:
Alimler Hz. Ömer radiyallahü anh'ın mut'a nikahım yasaklarken
içtihadıyla hareket etmediğine, Re- sulullah'tan yasakla ilgili hadis
zikrederek yasağı tekrir ettiğine dikkat çekerle/ .
. Nitekim bu husus İbnu Mace'den kaydettiğimiz rivayette sarih olarak
görülmektedir. Bir başka rivayette,hutbede geçen:
"İnsanlara ne olmuş ki, Resulullah Aleyhisselatü vesselamın yasağına
rağmen mut'a nikahı yapıyorlar?". ibaresi de aynı hususa delil olmaktadır. Bu
ibare, Hz. Ömer'i feverana getirecek kadar, zamanında bir kısım hadisenin
vukua geldiğine şehadet eder.
Hadiseyi tahlil eden alimler, bu durum Resulullah Aleyhisselatü
vesselamın yasağının bazı sahabi- ler tarafından işitilmemiş olmasına mebni
olduğunu belirtirler. İbnu Hazmın, mut'a'yı mubah addettikle rine dair
haklarında rivayet bulunduğunu belirttiği Tabiinden Tavus, Ata ve Said İbnu
Cübeyr'in. . de bu yasağı duymayanlardan oldukları
anlaşılmaktadır.
Meseleye temas eden bazı kaynaklarda, Tabiinden bir kısmının ve bilhassa
Mekki olanların mut'a lehine fetva verdiklerine dair ifadeler, Ashab'dan, yani
Hz. Ömer'in yasaklamasından sonra da bu işe fetva verildiği zannını hatırı
getirmektedir. Bu yanlıştır. Çünkü, Tabiin nesli, Sahabeden sonra yaşayanlar
demek değildir. Onlar sahabilerin muasırlarıdırlar. Farkları, Resulullah
Aleyhisselatü vesselamı sağlığında görmemiş olmalarıdır. Tabiin olup da Ashab-
dan önce vefat edenler var. Üstelik, mezkur ifadelerde onların Hz. Ömer'in
yasağından sonra fetva verdiklerine dair bir sarahat yok. Öyleyse o
rivayetlerini şöyle değerlendireceğiz: Tabiin'den bazıları, Hz. Ömer'in
yasağından önce, mut'a nikahının nesh edildiğini duymadıkları için, aynen bir
kısım sahabiler gibi fetva vermişlerdir.
Farz-ı muhal olarak, fıkıh usulüne aykın olarak, Ashabın icmaına rağmen,
tabiinden bazılarınca fetva verildiğini kabul edecek olsak durum ne olacak? Meselenin
hükmünde hiçbir değişiklik olmaz, mut'a yine de haramdır. Çünkü, Ümmet, dört
mezhebin dördünde de icma ettiği bir meselede münferit ve şaz görüş lere
sevkedilerek idlal edilemez. Sırat-ı müstakim ic- ma yoludur. O yoldan sapmış
olanlar halktan sapmış olurlar. Resulullahın dal ve-mudil diye haber verdiği
sınıfa girerler, bu tehdide mâsadak olurlar, el-îya- zu billah.
Yasak Niye Gecikti?
Yapılan açıklamalar zihnimize şöyle bir sual getirebilir: Mut'anın kesin
bir yasağa kavuşması niye Hz. Ömer'in Hilafetinin ortalarına kadar devam etti?
Bu suale "mut'a yasağını duymayan müslümanlann sayıca azlığı
sebebiyle" diye cevap verilebilir. Nadir fertler dışında herkes yasağı
biliyor ve kimse buna yer vermiyor. Bilmeyenler arasında buna başvurma ihtiyacı
duyanlar da pek nadir olsa gerek. Bu esas itibariyle bir ruhsattı, bir emir
değil. Öyle ise, müslü- manlar arasında mut'aya yer verme ihtiyacı duyulmamıştır.
Dolayısıyla, halifelere intikal eden bir hâdise cereyan etmemiştir. Hz. Ömer
zamamnda, yasağı bilmeyenlerin tatbikatı ziyadesiyle garipsenerek şüyu bulmuş
olmalı ki, yüce halife meseleye müdahale ederek yasağı hatırlatmış, tammin
etmeyi gerekli görmüştür.
Mut'anın Haram Oluşuna Bir Başka
Delil:
Hüllenin Haramlığı
Dinimiz, boşanan bir çiftin nikahlanmalannı ha ram kılmıştır. Tekrar
nikah yenilemeleri bir şartla mümkündür: Kadın bir başka erkekle evlenecek ve
bu ikinci kocadan da boşanmış olacak. Bu hadise fiilen vukua gelmedikçe
boşananlar tekrar evlenemez- ler. Bir kimse, kadını eski kocasına tekrar
nikahlana- bilir kılmak maksadıyla boşanmış kadınla evlenir ve zifaftan hemen
sonra boşarsa, bu fiiliyle mut'a nikahına benzeyen bir davranışta bulunmuş
olmaktadır. Hülle denen
bu ahlaksız davranışa başvuranları Hz. Peygamber şiddetle tel’in eder.
"Hülle yapana da, lehine hülle yapılana da Allah lanet
etsin"
Mut'a nikahı helal olsaydı bunun haram olmaması gerekirdi.
Kur’an’dan Delil
Mut'a nikahının, görüldüğü üzere, Resulullah aleyhisselatü vesselam'dan
gelen rivayetler açısından haram olduğuna inanan Ehl-i Sünnet uleması, bu görüşlerine
Kur’an’dan da delil kaydetmişlerdir. Zikredilen en mühim ayet, Mü'ıninun
suresinde, felah bulacak mü'ıninlerin vasıflan meyanında zikredilen 5, 6 ve 7.
ayetlerdir:
"(Öyle mü'ıninler) ki, onlar
ırzlarını koruyanlardır. Şu var ki zevcelerine, yahut sağ ellerinin malik
olduklarına (Kendi cariyelerine) karşı (olan durumları) müstesnadır. Çünkü on
lar (bu takdirde) kınanmış değildirler. O halde kim bunların ötesini isterse
şüphe yok ki, onlar haddi aşanlardır.”
Dikkat edilirse, ayet-i kerimede müminlere cinsi tatmin'de- -*
iki meşru yol gösterilmekte, bunlar dışında kalan bütün yollar gayr-ı meşru
ilan edilmektedir:
1)
Dinin meşru kıldığı nikah
yoluyla edinilen eşler.
(2) Sağ elin sahip oldukları diye tarif edilen cari- yelerdir.
Cessas, ayetin, mut'a nikahının haram olmasını iktiza ettiğini
söyledikten sonra: "Çünkü, der, mut'a yoluyla nikahlanan kadın ne
zevcedir, ne de milk-i yemindir''. ).
Maliki fakihlerinden İbnu'l-Arabi, İbnu Abbas radıyallahu anhin da ayette geçen
bu iki yol dışında kalan her çeşit fercin yani cinsi tatmin vasıtalarının
haram olduğuna hükmettiğini belirtir. .
İslam alimleri, şu ayetten de mut’amn reddedildiğini istidlal ederler:
“Evlenmeye imkan bulamayanlar da,
Allah, onlan lütfuyla
zenginleştirinceye kadar iffetlerini korusunlar..." (Nur: 33). Eğer,
derler, mut'a ve tahlil. caiz olsaydı, iffetli olmalarını
emretmezdi.
Bu meselede Kur'an'dan gösterilen bir diğer ayet de şudur (mealen):
"Sizden hür ve mü'ınine kadınlan
nikahla- maya gücü yetmeyen olursa, sizin ellerinizde bulunan genç mü'ınine
cariyelerle evlensin... cariye nikahlama, sizden, mehir ve nafakaya gücü
yetmeyip de büyük bir meşakkat altına girmekten ve evlenmemekle de zinaya
meyletmekten korkanlar içindir. Yoksa sabretmeniz sizin için daha
hayırlıdır..." (Nisa: 25).
Alimler: "Eğer, derler, mut’a ve tahlil caiz olsaydı, ne zinaya
gitme korkusu olurdu, ne cariye ile nikah- lanmaya hacet kalırdı, ne de
cariyelerle nikahlanma- yı terkederek sabretmeyi esas almak tavsiye edilir-
di'< \
Alimlerin İcmaı
Rivayetleri teker teker kaydederken de yer yer belirttiğimiz üzere,
şarihler, Hz. Ömer'in yasağından sonra, mut'a nikahının haramlığı hususunda
ehl-i sünnetin icmamdan bahsederle/ . .
Bir kere, Hz. Ömer çok sayıda sahabenin hayatta olduğu bir devrede
mut'ayı açık seçik olarak haram ilan edip, bunu herkesin duyacağı şekilde tamim
ettiği halde, ona herhangi bir sahabenin itiraz ettiği duyulmamıştır. Aksine,
daha önce mut'a nikahına ruhsat veren bazılarının kanaatlerinden döndüklerini
gördük. Tahavi, bu durumu şöyle yorumlar: "Ashabın bu meselede itiraz
etmemeleri onlanın, nehyettiği şeyde Hz. Ömer'e uyduklarına delildir. Bu
hususdaki yasakda icmalan da, ruhsatın neshedildiğine delildir ve
hücettir".
Hz. Ali kerrem'allahü
veche radiyallâhü anh, ruhsatın mensuh olduğunu söyler.
Ca'fer İbnu Muhammed'e, mut'a hakkında sorulunca: "Bi-aynihi
(tamamen) zina" demiştir.
İbnu'l-Münzir: "ilklerin (Sahabe, Tabiin) bazılarından mut'a
hakkında ruhsat rivayeti gelmiştir. Ama şimdilerde, rafizilerin bir kışımı
dışında ona cevaz veren tek kişinin varlığını bilmiyorum. Rafizilerin
iddiasına gelince: Allah'ın kitabına, Resulünün
sünnetine muhalif sözün, hiç bir değeri yoktur". demiştir. ,
İmam Malik Haram
dır demiştir. . ,
İmam Şafii: İki
kere neshedildi" demiştir. . , İbnu Cüreyce, Basra'da mut'anın
cevazıyla ilgili 18 hadis rivayet etmiş olmasına rağmen (haram olduğunu
işitince) görüşünden rücu etmiş, haramlığma hükmetmiştir. . .
Buhari, mut'a ile ilgili bab'a şöyle bir başlık koymuştur:
"En sonda Resulüllah Aleyhisselatü vesselamın mut'a nikahım
yasakladığına dair bab". İbnu Ha-
cer, Buhari'nin, bu başlıkla, mut'a nikahının önceden mübah olduğu, halde
sonradan yasakladığı kanaatini taşıdığını belirtir. .
Görüldüğü üzere, mut'a nikahının' haram olduğu hususunda icma hasıl
olmuştur. îcmanm hükmünü değiştirmeye gerçek müçtehide bile din-i mübin-i İslam
yetki tanımamıştır. îcma dinimizin kaynaklarından edille-i Şer'iyyeden
biridir.
Şah Abdulaziz mut'anın hasıl edeceği mahzurların çokluğuna dikkat
çektikten sonra, Şeriat'a ters düşen en önemli zararlarım sayar:
1)
Çocukların ziyan
edilmesidir. Çünkü kişinin çocukları birçok memlekette yayılır ve kendi yanında
olmazlarsa, adam, onların terbiyeleriyle ilgilenemez. Böylece onlar, evlad-ı
zina gibi terbiyesiz yetişirler. Bir de bu çocukların kız olduklarını
farzedecek olsak ortaya çıkacak rezaletin daha da büyük olacağım anlarız,
çünkü onlann kendi denkleriyle evlenmeleri hiç mümkün olmaz.
2)
Babanın temas ettiği kadına
oğlunun da mut'a yoluyla veya normal nikah yoluyla temas ihtimali vardır. Bu
hal aksi surette de olabilir. Hatta, kızıyla, kızının kızıyla, oğlunun kızıyla,
kızkardeşiyle, kız- kardeşin kızıyla yani meharim denen nikahı ebediyyen
yasaklanmış bir kadınla şu veya bu suretle temasda bulunma ihtimali vardır.
Zaman uzayınca bu ihtimal daha da artar.
Böylesi bir hal mahzurlann en büyüğüdür. Zira, mut'a ile nikahlanan
kadının hamilelik durumu bir aylık veya daha fazla müddet içerisinde hemen bilinemez.
Bilhassa mut'anın sefer esnasında olması, seferin uzun çekip, her uğranılan
yerde yeni bir kadın la mut'a yapılması, bunlardan herbirinden bir çocuk
olması, bu alakadan sonra doğan çocukların kız olması, bu adamın mesela onbeş
yıl kadar sonra tekrar bu diyara uğraması veya buralardan kardeşlerinin veya
oğullarının geçmesi, bu kızlarla onların mut'a yapmaları veya normal nikah
yapmaları gibi tüyler ürperten feci neticeler ortaya çıkabilir,
3)
Bir çok defalar mut'a yapan
kimsenin mirasının taksim edilememesi. Çünkü bu kişinin varislerinin ne
sayısı, ne isimleri, ne de yerleri bilinemez. Bundan miras işinin ibtali
gerekir. Keza mut'a nikahından olan çocuğa varis olmak da ibtal olur. Çünkü
böyle çocuğun baba, kardeş gibi varisleri de meçhuldür. Nitekim varisler
sayıca sınırlanamazsa miras payedilemez. Varislerin erkeklik-kadınlığı,
verasete hak sahibi olup olmadığı gibi vasıflar açıklıkla bilinmediği takdirde
pay tayini yapılamaz.
Hülasa, mut'a nikahının getireceği mahzurlar gerçekten pek vahimdir,
bilhassa nikah ve mirasa müteallik şer'i meselelerde. Bu sebeple Allah Teala
hazretleri, mirasın helal olmasını iki şeyle sınırlamıştır: "Sarih nikah,
milk-i yemin (cariye)." Zira, kadınla koca arasındaki bareberliğin bu iki
akidle sınırlandırılması, çocuğun muhafazası ve verasetin bilinmesi
içindir../ .
İstidrad: Bazı Sahabelerin
Bir Kısım Hadisleri İşitmemiş Olmaları
Mut'a bahsinin hakkıyla anlaşılması için bilinmesi gereken hususlardan
biri, sahâbelerin bazı hadisleri Resulullah'ın sağlığında işitmemiş
olmalarıdır. Nitekim, mut'a nikahının yasaklandığını İbnu Abbâs, Hz. Muavîye,
Amr İbnu Hureys gibi bâzı büyüklerin duymamış olması garîb karşılanabilir. Ama,
bir kısım
hadisleri sahâbîlerin işitmemiş olduklarım, bunun, Hz. Ömer'in
hilafeti zamanında tamim edildiğini gördük, ilk nazarda, böyle bir yasağın sonradan öğrenme
hadisesinin mut'a nikahına has bir durum olmayıp, başka pek çok
meseleye şâmil olduğu düşünülürse şaşılacak bir şey kalmaz.
Filhakika, başta dört halife: Hz. Sıddîk, Hz. Fâruk, Hz. Zinnureyn, Hz.
Ali el-Mürtaza radıyalla- hu anhüm ecmâin hazeratı olmak üzere, diğer birçok
sahâbenin bir kısım hadisleri Resulullah'ın vefatından sonra işittiklerine
dair hadis kitaplarımızda nice örnekler vardır. Biz burada, mevzuyu uzatmamak
için hepsini kaydedecek değiliz. Ancak, şu kadarım söyleyeceğiz, vereceğimiz
örnekler bizzat Kur'an-ı Kerim'de es-Sâbikûn el-Evvelûn diye yad edilen ilk müslümanlardan:
Hz. Ebu Bekr, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali ile ilgili olacak. Bu zatlar sadece
ilkler olmakla
da kalmazlar, aynı zamanda Resulullah'ın en yakınlan ve İslam'ın en
büyükleridirler. Bunlann üstelik Resulullah'la yakınlık ve beraberlikleri de
fazla: Hz. Ebu Bekr, Resulullah’ın eski bir dostudur, Yâr-ı Gâr’dır
yani, hicret esnasında, mağarada bile beraberlikleri âyet-i kerime ile tescil
edilmiştir (Tevbe 40). Resulullah'ın hergün belli saatlarde bir akşam bir de
sabah olmak üzere iki sefer yanına uğramaktadır.
Hz. Ömeru'l-Fâruk
da Aleyhisselatu vesselam'ın en çok takdir ettiği, dirayet ve reyine güvendiği
biridir, aynı zamanda kayın pederidir. Ayrıca Hz. Ömer, Resulullah'ın peşini
hiç bırakmama hususunda azim, gayret ve şuurlu plan sahibidir. Buharî'nin bir
rivayetinde anlattığına göre: "Bir
Ensârî kardeşiyle münâvebe yapmıştır: Bir gün birisi, Resulul- lah'ın yanında
bulunmakta, diğeri de tarla işlerini yapmakta, akşam olunca Aleyhisselatu vesselam'dan
görüp işittiklerini dinlemektedir. Ertesi günü öbürü tarla işlerine giderken
diğeri Resulullah'a mülazemet etmekte akşam olunca Aleyhisselatu vesselam'dan
görüp işittiklerini anlatmaktadır. ).
Hz, Ebu Bekir ve Hz. Ömer'in Resulullah'dan hadisi daha çok daha
sağlıklı öğrenmelerine imkân tanıyan diğer bir durum, bu iki büyüğün
Aleyhisselatu vesselamın iki veziri durumunda olmalarıdır. Rivayetler Aleyhisselatu
vesselam'ın sık sık Onlarla -Bazen sabahlara kadar devam eden- istişareler
yaptığını belirtir.
Hz. Osman radıyallahu anh da Resulullâh'ın yakınlarından ve çok takdir
ettiği zatlardandır. îki kızını Ona vermiş olması aradaki kayınpeder-damatlık
münasebeti beraberlik ve yakınlığı anlamaya yeterli bir durumdur.
Hz. Ali, Resulullâh'ın terbiyesinden geçen, yanında büyüttüğü, ilk çocuk
müslüman, amca oğlu ve damadır. Kendi itibariyle, Aleyhisselatu vesselam ile
daima biri gece biri gündüz olmak üzere, günde iki defa muttand, hususi görüşme
programı olmuştur. ).
işte, Aleyhisselatu vesselamla böylesine beraber, böylesine içli dışlı
olan büyükler bu ilkler, birçok hadisi Resulullah Aleyhisselatu vesselam'ın
vefatından sonra işitmişlerdir.
Rivayetler, yeni bir hadis işitince, Hz. Ebu Bekr ve Hz. Ömer'in, bazı
durumlarda ihtiyatlı davranıp ikinci bir şahid istediklerini Hz. Ali'nin ise
yemin ettirdiklerini belirtir.
Hz. Ebu Bekr radıyallahu anh'a cedde, yâni büyükanneye torundan
düşecek mirasın miktarı hakkında sorulmuştu. Bu mesele hakkında Resulullah
Aleyhisselatu vesselam'dan birşey işitmediğini belirt ti. Ve bir öğle
namazından sonra cemaate sordu:
-İçinizden kim ceddinin payı hususunda
Aleyhisselatu vesselam’dan birşey işitti?
Muğîre İbnu Şu'be kalkıp, Resulullahm Aleyhis- selatu vesselamın cedde'ye
sûdüs (altıda
bir) takdir buyurduğunu söylemiş. Hz. Ebu Bekr de:
-Sizden kim buna
şehadet edecek? demiştir. Muhammed ibnu Mesleme kalkıp Muğîre'nin
isabetli konuştuğunu te'yid etmiş. Hz. Ebu Bekr mes'eleyi buna göre hükme
bağlamıştir. .
Hz. Ömer, kapıyı üç kere çalarak izin istemek gerektiğini ifâde eden
hadisi Ebu Musa
el-Eş’arî’den işittiği zaman: "Ya iki şahid getirirsin ya da elimden
çekeceğin var" diye çıkışmıştı. Ömer'in hiddetinden beti benzi
atmış olarak Mescide geldiği zaman Ebu Musa Hazretlerine: "Neyin var,
rengin niye uçtu?" diye sorarlar. Durumu anlatınca: "Bunu hepimiz
biliyoruz, en küçüğümüz gitsin!" derler ve Hz. Ömer'e, Ebu
Saîdi'l-Hudrî'yi gönderirle/ . . Hz. Ömer'le ilgili rivayetler
çoktur: Veba çıkan bir
yere girilmemesi, vebanın çıktığı yerden aynimaa- ması ile ilgili
hadisi mecusîlere, ehl-i kitapla il
gili ahkamın uygulanması gerektiğine dair hadisir. mescid inşa edilecek bir yerin sahibi
razı olmadıkça istimlak edilemeyeceğini beyan eden ha- disi. \ hamile kadında düşüğe sebep
olana takdir edilecek ceza ile ilgili hadisi, Hz. Ömer hep, Resulul- lah'ın
Aleyhisselatu vesselam ın vefatından sonra işitmiştir. Düşüğe bedel
Resulullah Aleyhisselatu vesselam’ın erkek veya kadın bir köleye hükmettiğini,
Muğîre İbnu Şu’be haber verdiği zaman Hz. Ömer buna şahid taleb
eder. Muhammed İbnu Mesleme şâhidlik yapar.
Burada kayda değer bir örneğe göre, Abdullah İbnu Ömer, tarlasını ortağa
verme işini dört halife devrinde devam ettirir. Hz. Muâviye devrinin sonlarına
doğru, Râfî İbnu Hadîc radıyallahu anh'dan, bu usulün Hz. Peygamber tarafından
yasaklandığına dair haber işitince, arazisini kiraya verme işinden vazgeçeri2. .
Ehli nezdinde meşhur ve malum olan bu duruma başka misaller vererek asıl
mevzumuzdan daha fazla uzaklaşmak istemiyoruz Örneklerimize son verir ken Hz.
Ali'nin mevzuya giren bir beyanını kaydedeceğiz: "Ben, Resulullah'tan bir
hadis işittim mi onunla amel ederek Allah'ın dilediği nisbette faydalanıyordum.
Resulullah'dan bir başkası bana hadis nakledecek olsa yemin talebediyordum.
Yemin edince onu tasdik ediyordum. Ebu Bekir hadis rivayet edince (yemin talep
etmiyordum, çünkü) Ebu Bekr, Sıddîkidir..."
Şarihler, yukarıda kaydettiğimiz hadisleri açıklarken, Aşere-i
Mübeşşere'ye mensup olanlar dahil, Ashabın büyüklerinin bile bir kısım
hadisleri bilmemelerinin normal olduğunu, bu çeşit bilgi eksikliğinin onların
büyüklüğüne bir noksanlık getirmeyeceğini belirtirler, İbnu Battâl: "Bu
hal Hz. Ömer hakkında câiz olursa başkaları hakkında haydi haydi
câizdir." demişti/ . .
Şu halde muta nikahım yasaklayan hadisi bazı sahabelerin Resulullah
Aleyhisselatu vesselamın sağlığında işitemeyerek sonradan işitmiş olması, normal
bir hadisedir ve pek çok emsalinden sadece biridir. Öyleyse bu mesele üzerine
gelen rivayetlerin hepsi birden değerlendirilince mut'a nikahının ha- ramlığı
hususunda hiçbir şüphe kalmaz.
Yukarıda belirttiğimiz üzere, Hz. Ömer radiyallahu anh, mut'a
nikahının Resulullah Aleyhisselatu vesselam tarafından haram edilmiş olduğunu
hatırlatınca Ashab'dan hiç kimse buna itiraz etmemiş, bilicmâ, emre
uyulmuştur.
ŞİİLER DE AYIBIN FARKINDALAR
Şii kitaplarının mut’a ile ilgili bahislerinde öyle pasajlara fetvalara
rastlanıyor ki, insanlık adına haya etmemek, iğrenmemek mümkün değil. Evli
kadının bile, bir başka erkekle "Allah’ın kitabı ve sünneti üzere(!)" mut'a
yapmasına fetva verdirecek. 6) ruh hali nedir? diye insan sormadan
edemiyor. Bırakın islamiyeti, evlilik müessesesinin kudsiyetine inanmış hangi
din, fıtratı bozulmamış hangi insan böyle bir fetvayı verebilir? Aslında, bu
fetvayı verenler de düştükleri ifratın, yaptıkları işin iğrençliğinin »
farkındalar: Abdullah îbni Umeyr, mut'aya fetva ve- ren(!) Ebu Ca'fer'e sorar:
—Kendi kadınların, kendi kızların, kız kardeşlerin, amcanın kızları
mut'a yapsalar bu seni memnun eder mi?
Rivayet şöyle devam eder: "Ebu Cafer aleyhisselam kadınları ve
amcasının kızları zikredilince yönünü çevirdi'.
Bir diğer rivayette Ebül-Hasen'in bir
kısım mevalisine (azadlılarına) şöyle yazdığını görmekteyiz: *Mut'ada ısrar etmeyin, size sünneti ikame etmek
düşer. odalıklarınız ve hür hanımlarınız varken mut'ayla meşgul olmayın; aksi
takdirde, onlar sizleri inkar ederler, uzaklaşırlar, bunu emredene beddua
ederler, bizlere lanet okurlar. ).
. . i . , •
Keza Ebu
Abdillah'tan da: ”Muta’yı bırakın,
ayıp iş yapmaktan haya etmiyor musunuz" dediği rivayet edilmiştir.
Ancak, Şii müellif Kuleyni te'vili yapıştırır: "Bu yasak, ashabından ve
ihvanlarından sâlih olanlara hamledilir. ). Yani havastan olanlara, salih-
lere ayıp; fakat avama, halka ayıp değil. Sünnî islarn- da, hadislerde böyle
bir telakkiye rastlanmaz. "Ayıp", he.. Kese ayıptır.
Bazı rivayetler,
Şiâ'nın bu utandırıcı ayıpta ısrarının Sünnîliğe karşı yürüttüğü taassuptan
ileri geldiğini göstermektedir. Öyle ki, onların kitabında da mut'a nikahının
Hayber seferi sırasında ehli eşek etiyle birlikte haram edildiğine dair Hz.
Ali’nin beyanı aynen yer alı/ \ Hadisi kaydeden Şii müellif Tusî,
bunu takiyye. *) olarak yorumlar.
Aynen şöyle der: "Bu rivayeti
takiyyeye hamlederiz. Çünkü O, âmmenin mezhebine muvafıktır. (Mut'anın helal
olduğuna delalet eden) önceki haberler ise, Kitab'ın zahirine ve hakikat üzere
olan(!) fırkanın bunun mucibiyle amel hususundaki icmaına muvafıktır. Böylece
bu şâz rivayetle değil öbürleriyle amel etmek gerekir". ). Bunun takiyye olduğunu
Tehzîbu'l-ahkâm'da da tekrarlayan Tusî orada: "İmamlarımızın yolu, mut'anın helal sayılmasıdır. (Gerekçesini
açıklamak için) sözü uzatmaya ihtiyaç yok" dedi.
Ebu Abdillah'a nisbet edilen: "Mü'ınin kadınla mut'a yapma! Onu zelil
edersin” şeklinde rivayeti, bu meselede ısrarlı olan Tusî şöyle
te'vil eder: "Bu rivayet mürseldir, senedi kopuktur. Bu çeşit rivayet
esas alınarak sıhhatli olana itiraz edilmez. Rivayetin sabit olduğunu kabul
edecek olsak ondan murad: "Kadın asaletli bir ailedense" demektir’
Çünkü böyle bir kadınla mut'a uygun olmaz. Zira kadının ailesine ar gelir,
kendisine de zül isabet eder, her ne kadar mahzuru yoksa da"
Bazı fetvalarda ”Mut’a, onû bilene helal, bilmeyene haramdır,’ denmiş
ohnas/ ) da Şiâ'nın bu meseledeki temelsizliğine bir delildir. Hele:
Ebu Abdillah'tan nakledilen: ”Allah Teala hazretleri, bize sarhoşluk veren bütün içkileri haram
kıldı. Buna bedel olarak mut’ayı helal kıldı." Fetvası da bir
tezat olarak karşımıza çıkar. Keza, bazı rivayetlerde ailesine getireceği ar
sebebiyle bakire kızlarla, babalarının izni olmadan mut'aya cevaz verilmezken.
), diğer bazılarında izinsiz
tecvîzi. ) şîâ'ınn bu
meseledeki tutarsızlığına, bir başka delil olmaktadır.
Tusî ve diğer şiâ ulemasını bu meselede taassuba sevkeden esprinin geri
plamm görmede şu rivayet daha açıktır: "Kureyşli bir erkek anlattı:
Amcamın kızının çok malı vardı. Bana (mut'a nikahı yapmamız için) haber göndererek:
"Bilirsin benimle evlenmek isteyen çok erkek var. Ben onlarla evlenmedim.
Ben sana, erkeklere olan sevdam için talib değilim. Ancak bana ulaştı ki,
mut'ayı Allah kitabında helal kılmış, Resulu de sünnetinde beyan etmiş. Fakat
Züfer de (züferle Hz. Ömer'in kastedildiği belirtilir) haram etmiş. Ben de
arşının fevkinde Aziz ve Celîl olan Allah'a itaat etmek, Resulüne itaat etmek,
Züfer'e de isyan etmek istedim. Benimle mut'a nikahı yap!" dedi. Ben de
kendisine:
—Ebu Cafer'e gidip onunla istişare edeyim! dedim. Sonra gidip haber
verdim. Bana:
—Yap! Allah ikinize de rahmet etsin! dedi"
Hz. Ömer'e ve Sünnîliğe muhalefetteki taassub, şiâ'yı sadece ulemanın
değil, bütün fitrat-ı selimenin "zina" demekte icma ettikleri bir fiil için: "Mü'ınin,
mut’a yapmadıkça kemale ermez". diyecek
kadar saptıracaktır.
İnsanlığın iftihar edeceği nâdir dâhilerden biri olan Hz. Ömer
radiyallahu anh'a muhalefet taassubu, şiâ'yı mut'a yapmaya ibadet dedirtecek
noktaya getirmiştir. Aynen kaydediyoruz. Salih îbni Ukme, Ebu Cafer
aleyhisselam'dan rivayet etmiştir: "Kendisine: "Mut’a için bir sevap var mı?" dedim.
Bana ışu cevabı verdi: "Eğer mut'a ile Allah'ın rızasını ve onu inkar
edenlere muhalefeti murad etmişse (mut'a yolunda) konuştuğu her kelime için
Allah ona sevap yazar. Kadına temas ettimi, bu ’ sebeple, günahını affeder.
Yakaıadımı saçından. geçen su miktannca Allah ona mağfiret eder!". Ben
tekrar: Saçı adedine® mi? dedim. "Evet, saçı adedince!" dedi.
Ali es-Sibâî,
iğrenç ve hayırsız bularak "Bir daha mut'a yapmayacağım!" diye
Allah'a yemin eder. Durumunu Ebu'l-Hasan'a sorunca şu cevabı alır: "Sen
itaat etmeyeceğim diye Allah'a söz vermişsin. Allah'a yemin olsun (mut'a
yaparak) O'na itaat etmezsen isyan etmiş olursun".
Ve İslâm uleması arasında meşhur olmuş bir sözü hatırlıyoruz.
"Maksad Ali sevgisi değil, Hz.
Ömer buğzudur."
Evet mut'a meselesi de öyle: Hakkı ortaya çıkarmaktan ziyade, Hz. Ömer'e
muhalefet tahkim. Yani üzüm yemek değil, bekçiyi döğmek.
Taassub ve husumetin şiî alimleri nerelere götürdüklerini görmek için
bir başka örnek kaydedelim: "Ebu Ca'fer Aleyhisselam dedi ki: "Aziz ve Celîl olan Allah,
şehveti on cüz (parça) olarak yarattı. Bunun dokuzunu erkeklere birini kadınlara koydu.
Bu hal Benî Hâşim ye taraftarları için böyledir. Beni Ûmeyye kadınlan ve
taraftarları için ise, şehvetin on cüzünden dokuzu kadınlara, biri
erkekleredir'. . . Burada karalanan Benî Ûmeyye
şiâ'nm siyasi kavga yaptığı Emevîlerdir. Benî Hâşim'de Hz. Ali ve ahfâdının
geldiği hânedandır.
Burada bir noktayı okuyucuların insaf nazarlarına arzetmek isteriz.
Yukarıda, mut'a nikahı bahsini sünnî kaynaklara göre incelerken gördük ki Ehl-i
Sünnet uleması mesele üzerinde tamamen Hz. Peygamberin hadislerine
dayanmaktadır. Mutanın Resulullah tarafından bir ara mübah kılındığını, bilahare
yasaklandığını, son defa Mekke fethi sırasında yasaklanıp, veda hutbesi
sırasında yasağın bir kere daha hatırlatıldığını... Bu yasağı işitmemiş olan
Sahâbi ve Tabiînden bazılarının bunun lehinde fetva verdiğini, Hz; Ömer'in
buna muttali olunca, Aleyhisselatü vesselam'ın haram kılma hâdisesini
hatırlatarak, meseleyi gündeme getirip yasağı tamim ettiğini belirttik. Yine
gördük ki, şârihler bu hususta icmadan bahsederken, İbnu Abbâs'tan bir ara
vârid olan lehindeki fetva sebebiyle tam bir icma hususunda tereddüt hasıl
olduğunu, şiâ'dan bazılarının mutaya fetva verdiğini v.b. hep
kaydetmektedirler.
BİR SORU VE CEVABI
Şimdi şöyle bir soru makuldür: "Şia da esas itibariyle Kur'an ve
Sünnete dayandığına göre, muta nikahı meselesinde niye bu kadar zıt görüşler
ortaya çıkmıştır? Onlann hiç mi haklılık tarafı yok."
Bunun gerçek bir izahı uzun kaçar, ancak kısaca bilinmesi gereken husûs
şudur: Ehl-i Sünnet bu meselede onların kendiliklerinden hadîs uydurduğunu
söylemiyor. Resulullah'ın mut'aya cevaz verdiğini, sağlığında bununla amel eden
Sahâbilerin bulunduğnu kabûl ediyor. Bu husus Ehl-i Sünnet nezdindeki sahih
rivayetlerde sâbittir. Ancak, diğer birçok .meselede olduğu gibi,
Aleyhissalatu vesselam bunu sonradan yasaklamış, böylece neshedilmiştir. Ehl-i
Sünnet, Resulullah'ın vefatından sonra, bu yasağı işitmemiş bulunan bazı
Sahâbî ve Tabiîn tarafından da muta nikahının icra edildiğini kabul eder.
Ancak, Ehl-i Sünnet, bu tatbikatın Hz. Ömer'in meseleye müdâhale edip yasağı
tamim etmesiyle son bulduğunu ve Hz. Ömer'e hiçbir Sahâbî'nin itiraz
etmediğini, böylece mut'anın haram olduğu hususunda icma hasıl olduğunu da
kabul eder.
Şia ile Ehl-i Sünnet, hadîs anlayışında farklıdır. Aradaki ayrılık
temelde bundan kaynaklanır. Şöyle ki:
1)
Ehl-i Sünnet sahâbe
arasında hiçbir ayırım yapmadan hepsinin rivayetini makbûl addederken şia Al-i
Beyt'e mensup çok az sayıda Sahâbenin rivayetini kabul eder, diğerlerini
reddeder.
2)
Ravî meselesindeki
tefrikleri Sahâbe tabakasında kalmaz, Sahâbeden sonra gelen Tabiîn ve
Etbauttâbiîn gibi diğer râvi tabakalarında da ayrım devam eder. Sahâbe'den
sonraki râvilerdeki ayrım, râvinin makbûl olabilmesi için râvide aradıkları
şartlardan ileri gelir. Gerçi Ehl-i Sünnet de her râvi’den hadîs almaz,
râvi'nin mü'ınin, dindar, doğru sözlü, mürüvvet sâhibi v.b. olmasını şart
koşar. Şîa'da benzer vasıfları şart koşar. Ama mü'ınin deyince, râvinin İmâmiye-İsnâaşeriyye
mezhebinden olmasını kasteder. Yani râvide aranan şart objektif olmaktan
çok sübjektif bir hadir. Halbuki Ehl-i Sünnet, râvinin "mü'min
olması gerekir" derken bununla islamm iman esaslarını dil ile
ikrar kalb ile tasdiki kasteder, başka bir kayıt koymaz. Hatta Ehl-i Sünnetden
olmasını da şart koşmaz. Diyanet ve sıdk vasıflarım taşıyan şîi râvilerden de
hadîs alır. Şîa ise, değil Ehl-i Sünnet, îsnâaşere dışında kalan, şiî mezheplerine
mensup kimselerden bile hadîs kabul etmez.
3)
Şiîlere göre, hadîs mâsum
imamların söz, fiil ve takrirleridir . . Bir rivayetin hadîs olabilmesi için
mutlaka mâsum addettikleri bir imama ulaşması şarttır. Ona ulaşmadan gelen
sözler hadîs değildir, makbûl değildir. Bu sebeple şiilerin hadîs kitapları
hep, masum olduğuna inandıkları imamların sözleriyle doludur.
Hemen şunu belirtelim ki, mâsum imam inancı, Ehl-i Sünnette yoktur. Ne Kur'an ne de
sahîh hadîsler, böyle bir akîdeye yer vermez, bu şiâya mahsus bir inançtır.
Ehl-i Sünnet Ismet'i
yani her çeşit hata ve günahtan korunmuş olma hâlini sadece Peygamberlere
tanır. Peygamberler dışında hiç kimse İsmet Sahibi yani günahsız ve hatasız
olamaz, Allah namına hüküm beyan edemez.
Şu halde Ehl-i Sünnet ile Şiâ arasında bir kısım farklar, objektiflik,
sübjektiflik noktasında başlar. Ehl-i Sünnet Kur'an ve hadîste gelen objektif
kıstaslarla hareket eder. Şiâ sübjektiviteyi esas alır, aklı ve sağduyuyu
tatmin etmeyen bir kısım peşin kabuller-
den hareket eder. Kur'an'la ilgili açıklamalarda olsun, Kuranda olmayan
meselelerin zuhurunda koyacağı hükümde olsun Ehl-i Sünnet hep sünnete dayanmayı
esas aldığı halde, Sahâbileri reddetmesi sebebiyle Resulullah'ın hadîslerinden
kendini mahrum bırakan Şiâ, ortadaki boşluğu masum imamla doldurmayı denemiş,
Hıristiyanlıktaki kilise müessesesi gibi bir masum imam otoritesi kabul etmek
zorunda kalmıştır. Bu yüzden onlar masûm imamın sözlerine, fiillerine ve
takrirlerine sünnet
demeye mecbur olmuşlardır. işin içerisine siyasi taassup ve
garazkâr muhalefet de girince, yukarıda kaydettiğimiz örneklerde görüldüğü
üzere, muta meselesinde kendiliğinden bir ayrılık ve kemikleşme ortaya
çıkmıştır. Ashâb-ı reddetme, kendi mezheplerinden olmayanı mü'ınin saymama ve
Hz. Ömer buğzûnu her şeyin üstünde tutma gibi bazı prensipler, onları
objektivite- den uzaklaştırmış, bir çok sahîh rivayetlerden mahrum bırakmış,
ölçülerinden geçen fakat işlerine gelmeyen rivayetleri de keyfi tevillere
sevkederek hatalı sonuçlara atmıştır. Nitekim muta nikahının Hayber Seferi
sırasında yasaklandığına dair Hz. Ali'den gelen rivayeti takiyye diye
nasıl te'vil ettiklerini gördük.
Bugün dindar fakat dinini yeterince bilmeyen gençlerimiz arasında meşru
bir akit gibi gösterilmeye, benimsetilmeye çalışılan mut'a nikahı, esas
itibariyle, İslam öncesi Arab cemiyetinde mevcut olan zina çeşitlerinden biridir.
Hz. Peygamber Aleyhisselatü vesselam, pek çok içtimâi reformlarda uyguladığı
tedriç prensibiyle hareket ederek, bunu birden yasaklamamış, hatta bir ara
ruhsat tanımıştır. Fakat,
Mekke Fethi sırasında kesinlikle yasaklamış, kıyamete kadar haram olduğunu
belirtmiştir.
Resulullâh'ın yasağım işitmemiş olanlar arasında bazı nâdir mut'a
vakaları, Hz. Peygamber Aleyhisselatü vesselamın vefatından sonra da cereyan
etmiştir. Durumdan haberdar olan Hz. Ömer radiyallahu anh, bu hususta
Resulullâh'ın neshini hatırlatarak kesin yasak koymuş ve yasağı tamim etmiştir.
Hz. Ömer'in bu yasağına tek bir Sahâbi itiraz etmemiş, böylece mut'a nikahının
haram olduğu hususunda selef uleması arasıda icma tahakkuk etmiştir.
Şiâ'dan bir grup, Hz. Ömer'e muhalefet taasbunun da şevkiyle mut'aya
mubah addetmekten de öte, onu bir taabbüd, bir akide, uyulması gerekli bir doktrin
hâline sokmuş, Şiiliğin bir alameti, bir gereği haline getirmiştir. Şia, bu
meselede objektif delillere dayanmaz, hissi yorumlara, temelsiz te'villere,
peşin kabullere istinad eder.
Gençlerimiz, meseleyi kaynaklara inerek değerlendirmek durumundadır.
Dinin son derece hassas olduğu kadm-erkek münasebetlerinde umursamazlık ve
laubaliliğin dünyevî ve uhrevî cezasımn şiddetli olacağı unutulmamalıdır.