Mine G. Kırıkkanat
Fransız aydınlanmacısı
Voltaire'in yaşadığı 18. yüzyılda Katolik Kilisesi'ne muhalefet ve Hıristiyan
dogmalarını eleştirmek, mümkün değildi. Voltaire, 1736 yılında
"Muhammed" başlıklı bir tragedya yazdı. Görünüşte İslamiyet'i
eleştiren tragedya, aslında Katolik Hıristiyanlığı hedef alıyor, yerden yere
vuruyordu.
İmamete muhalefetin ve İslami
dogmaları eleştirmenin imkânsız hale geldiği 2014 yılında, ben de Papalık
makamının kurucu yalanını ortaya döküyor, Katolik Kilisesi'nin sahte
dogmalarını hedef alıyorum.
Ancak İslami kültürden gelen,
laik bir araştırmacının yazmaya cesaret edeceği bu kitabı, Voltaire'in anısına
adıyorum.
Tarihin en büyük sahtekârlığını
araştırmama neden ve esin kaynağı olan Fransız gazeteci arkadaşım Julien
Brunn'e ayrıca teşekkür ederim.
Sondan Önceki Söz
Gerek din, gerekse etnik kökene
dayalı ayrımcılığın kesin sınırlarla cepheleştirdiği Türkiye'de,
"ötekileştirmek" çok yaygın, pek revaçta bir suç. Her cephe, berikini
"kendi cephesini ötekileştirmek'Te suçluyor. Ama bakıyorsunuz, ne itham
eden, ne de edilen, "ötekileştirmemek" için yapması gereken tek şey,
"öteki"ni tanımaya, çözmeye ve varlığım kabullenmeye çalışıyor.
Çünkü
"ötekileştirmek" düşmanlığın birinci adımı.
Farklı olana düşman kesilmek,
tanımadığını düşman bellemek, iftiralar atmak, atılan iftiralara inanıp kin
beslemek daha kolay.
Çatışmak için
"ötekileştirmek", şart...
İnsanlar, uygarlık tarihinin
başından beri tanrı adına ve şeytana karşı, birbirleriyle dövüşür, dururlar.
Şeytan var olmadığı için de
gerçek hasımları kâh "kâfir", kâh "zındık", bazen de
"dinsiz" olarak şeytanın yeryüzündeki temsilcisi saydıkları
"ötekiler" dir.
Ne tuhafta ki güya iyi ile kötü
ya da doğru ile yanlış arasındaki bu savaşta, tanrı safında dövüşenlerin şeytan
dedikleri düşman da kendisini tanrı safında dövüşen ve ötekini kâfir, zındık,
dinsiz sayandır!
Tarihte her dönemin öne çıkan bir
cemaatleşme biçimi ve her cemaatin zamana özgü çatışmacı kimliği vardır. Çünkü
her cemaatleşme, "öteki"nden ayrışmayı, ayrışma da eninde sonunda
çatışmayı içerir.
20. yüzyılın çatışmacı cemaat
kimliği ulusalcıydı. Demokratik düşüncenin az çok geliştiği toplumlar,
ulusalcılık akımından yurtsever birey kimliğini damıttılar.
Ama diğerleri, ulusal birliği,
ırkçı bir cemaatleşme çerçevesinde sağladılar. Irka dayalı bu kimliğin
basımlarıyla çatışması, iki dünya savaşma yol açtı.
Ne var ki bu savaşlardan sonra,
ulus kimliği ile ulusalcı yapılanmanın irtifa kaybı ve hatta ekonominin
küreselleşmesi bile, 21. yüzyılı bu kez ulusal değil de dinsel cemaat
kimlikleri arasında büyük bir çatışmadan korumuyor.
Din, 20. yüzyılın ulus kimlikli
toplumlarına gelinceye kadar siyasal bir ayrıştırma aracı gibi kullanılmıştır.
Başta din adamları, iktidar odaklarınca çoğu kez politikaya eklemlenmiş, hatta
bazen politikanın ta kendisi olabilmiştir.
Ulusalcılık akımının kimi yerde
sönüp kimi yerde zayıfladığı 21. yüzyılda, dine dayalı cemaatleşmenin yeniden
dirilişiyle, dönemsel çatışma politikalarının yeniden dine odaklanması, hatta
düpedüz dinle özdeşleşmesi, kaçınılmaz.
Salt üç tek tanrılı din
arasındaki iki bin yıllık mücadeleye bakıldığında Katolikler, önce Ortodokslar,
sonra Bogomil/ Katharlar ve Protestanlarla, ardından hepsi kendi aralarında,
derken birleşip Müslümanlara karşı dövüştüler. Müslümanlar da Sünni, Şii, Alevi
vb. diye birbirlerini katlettiler ve Hıristiyan Batı'yla savaştılar.
Din ayrışmalı bu çatışmalara
yakından bakıldığında, tüm savaşların gerçek nedeni jeopolitik ya da
ekonomikti. Ne var ki milyonlarca insan, semavi sandıkları dogmaları ve bu
dogmaları hem uydurup hem de temsil eden egemenleri savunmak uğruna öldü bu
savaşlarda; bazen uygarlıklar battı, topyekûn...
21. yüzyılın birinci çeyrek
ufkunda biçimlenen husumet gerekçesi, artık besbelli. Doğu ile Batı arasındaki
jeopolitik itişme kadim nifak odağından, dinsel ayrışımdan besleniyor. Siyasal
ve ekonomik egemenlik kavgası, yine dinler arası çatışma, daha doğrusu
çatıştırma üzerinden veriliyor.
"Ümmet"ten
"millet" e geçişi yüz yılı bile bulmayan toplumların, hızlı bir geri
dönüşle tekrar "ümmet" çatısına yöneldiği bir süreç yaşıyoruz. Kimi
yerde zorla, kimi yerde halkoyuyla gerçekleşen ümmetçiliğin başlıca aracı, dün
olduğu gibi bugün de din ve iman!
Demek ki zaman, iki bin yıldır
insanlığı birbirine kırdıran dinler adına söylenen tümüyle siyasal yalanları,
yoktan var edilen ve kutsal süsü verilen tümüyle uyduruk dogmaları, insanlığa
ihbar zamanıdır.
Bu kitap, dinsel dogmaların
inananların güvenini hak etmediklerini, çünkü bu dogmaların iktidar araç ve gereçlerinden
ibaret olup inançsız muktedirler tarafından uydurulduklarını; tarihteki en
büyük, en yıkıcı örneğiyle sergilemeye yönelik bir araştırma.
Amacı, tarih sırasıyla birbirine
öykünen tektanrılı dinlerde; bazen birbirinin devamı ya da uyarlamasından ibaret
dogmaların uğrunda savaşılacak, ölünecek ve öldürülecek hiçbir kutsal gerçeklik
içermediğinin temel bir kanıtım, mümkün olduğunca geniş kitlelere ulaştırmak.
Ereği ise İslamiyetten düşman
yaratmak uğruna radikal İslamcılığı körükleyip militanlarım beslerken, Yahudi/
Hıristiyan kültürünü savunur gibi yapan Batıklara; inançlarına dayanak olan
sahtekârlığı, eğer bilip de gizliyorlarsa anımsatmak, bilmiyorlarsa da
açıklamak!
Okuyacağımz tarih gerçeği,
insanlığı kana bulamış en büyük yalan, Hıristiyan dinini bölmeye yarayan
uyduruk bir vasiyet, Katolik mezhebinin dogmatik varlık nedeni olup Papalığın
temelim atmaya hizmet etmiştir.
Dünyadaki her 100 kişiden
32'sinin Hıristiyan olduğu düşünülünce, en kalabalık mümin nüfusunun inandığı
bu dogmatik yalan, salt dinler tarihinin değil, düpedüz insanlık tarihinin son
iki bin yıldaki "temel sahtekârlığı" olma özelliğim taşır.
Türk okurların, İstanbul'un
kaderini değiştiren ve belki de bizim olmasını sağlayan, en kapsamlı ve temel
sahtekârlığın tarihçesini ilgiyle okuyacağım umuyorum.
Ama dünya tarihim değiştiren bu
sahtekârlığın, en başta Türkiye'yi yönetenler ve geleceğine yön verenler açısından
iyi bilinmesinde yarar var. Çünkü yaşadığımız topraklar, cehaletle elde
tutulamayacak kadar stratejik, geçmişi bilmeyenin geleceğine egemen olamayacağı
kadar önemli bir coğrafya. Çünkü aynı coğrafyanın bizden önceki sahibi,
Ortodoks Roma'ya karşı kurulan bu komplo, henüz "final" aşamasında
değil... Yarın, tersine
çevrilmiş bir denklemde "Müslüman" Türkiye'nin karşısına çıkabilir.
2000 Yılın En Büyük Yalanı:Sahte Bir Meşruiyetin Gayrimeşru Papaları
Birleşik Roma İmparatorluğu'nda
doğan ve yayılan Hıristiyan dininin önder makamı, 8. yüzyıla kadar
Konstantinopolis (Fener) Ekümenik* Patrikliği olup bu yetkiyi Hıristiyanlığı devlet
dini ve 330 yılında Nova Roma adıyla kuruluşu kutlanan İstanbul'u,
Hıristiyanlık başkenti ilan eden ilk Hıristiyan Roma İmparatoru Büyük
Konstantin'den alıyordu.
8. yüzyıldan öteye Hıristiyan
âleminin önderliğini Papa'ya veren ve tarihe"Konstantin'in Bağışı"
(Donatio Constantini) adıyla geçen yazılı belge, Roma Katolik Kilisesi'nin
kurucu yasasıdır. Bu yasa, KatolikPapalığı, özelinde Ekümenik Konstantinopolis
Patrikliği, genelinde tüm Hıristiyan Kiliselerinin üstünde hak ve karar makamı
ilan eden vasiyettir. Roma Katolik Kilisesi yönderlerinin, 8. yüzyılda
yapılandırdıkları Papalık Devletleri ve 1929'da kurulan Vatikan Devleti'nin
meşruiyeti, bu tek belgeye dayanmaktadır. Çünkü aynı coğrafyanın bizden önceki sahibi,
Ortodoks Roma'ya karşı kurulan bu komplo, henüz "final" aşamasında
değil... Yarın, tersine çevrilmiş bir denklemde "Müslüman"
Türkiye'nin karşısına çıkabilir.
2000 Yılın En Büyük Yalanı:
Sahte Bir Meşruiyetin Gayrimeşru Papaları
Birleşik Roma Imparatorluğu'nda
doğan ve yayılan Hıristiyan dininin önder makamı, 8. yüzyıla kadar
Konstantinopolis (Fener) Ekümenik
Patrikliği olup bu yetkiyi Hıristiyanlığı devlet dini ve 330 yılında
Nova Roma adıyla kuruluşu kutlanan İstanbul'u, Hıristiyanlık başkenti ilan eden
ilk Hıristiyan Roma İmparatoru Büyük Konstantin'den alıyordu.
8. yüzyıldan öteye Hıristiyan
âleminin önderliğini Papa'ya veren ve tarihe "Konstantin'in Bağışı"
(Donatio Constantini) adıyla geçen yazılı belge, Roma Katolik Kilisesi'nin
kurucu yasasıdır.
Bu yasa, Katolik Papalığı,
özelinde Ekümenik Konstantinopolis Patrikliği, genelinde tüm Hıristiyan
Kiliselerinin üstünde hak ve karar makamı ilan eden vasiyettir.
Roma Katolik Kilisesi
yönderlerinin, 8. yüzyılda yapılandırdıkları Papalık Devletleri ve 1929'da
kurulan Vatikan Devleti'nin meşruiyeti, bu tek belgeye dayanmaktadır.
"Konstantin'in Vasiyetinden
söz eden Vicarius Filii Dei 666 Fetvası
(Şeytan'ın tarifi)
Oysa vefatından sonra
Konstantinopolis diye anılacak olan Nova Roma'da (Yeni Roma) 337 yılında ölen
ve gömülen İmparator Büyük Konstantin'in; ölmeden önce "eski"
Roma'daki Papa Silvestro'ya gönderdiği iddia edilen yazılı vasiyet, baştan sona
sahte bir belgedir!
Büyük Konstantin öldükten dört
yüzyıl sonra, 8. yüzyılda imal edilen sahte vasiyet, bu tarihi izleyen bin
yıllık süreçte Roma Katolik Papalığının "evrensel önderliği"ni
oturtmaya yaramış ve Ortodoks, Protestan vb. mezheplerin üstünde tüm Hıristiyan
dünyasına egemen olmasını sağlamıştır.
"Konstantin'in Bağışı"
belgesi, Roma İmparatoru Büyük Konstantin'in Papa Silvestro'ya gönderdiği iddia
edilen sahte vasiyet olup Batı Roma Kilisesi'ne:
1. Doğu Roma Kiliselerinin üstünde hüküm ve temsiliyet yetkisini,
2. Bugünkü Vatikan sınırları içinde yer alan San Pietro (Aziz Petrus) ve San Paolo (Aziz Paulus) Kiliselerinin mülkiyetini,
3. Roma İmparatorluğu'nun eski vilayetlerindeki bazı
gayrimenkulleri,
4. Bugünkü Vatikan ile Roma kentinin sınırını oluşturan Laterano
Sarayı'nı,
5. Papalık ve maiyetine, imparatorluk ile senato armalarım taşıma
iznini,
6. Roma, İtalya ve genelinde Batı Avrupa egemenliğini,
miras bırakıyordu.
Sahte vasiyet, İmparator Büyük
Konstantin'in Doğu Roma'ya çekilme kararı ile Batı Roma'yı Papa'nın irade ve
hükmüne (potestas) bağladığım açıklamasıyla bitiyordu.
Bu irade ve hüküm makamı, Papa'yı
eski Batı Roma topraklarında oluşan ya da oluşacak tüm devletlerin üstüne
çıkarıyor, kral ya da prens, devlet muktedirlerini Papa'nın vesayetine
sokuyordu.
Roma'daki Papalığın, Hıristiyan
âlemine önder ve Avrupa'ya egemen olmasını sağlayan "Konstantin'in
Bağışı" belgesinin özgünlüğünden ilk kez, ortaya çıktıktan tam 300 yıl
sonra kuşkulanılmaya başlandı.
Bu kadar gecikilmesinin nedeni,
"Konstantin'in Vasiyeti"nin Papalık tarafından Hıristiyanlık
"dogma" sı ilan edilmesi ve Ortaçağ'ım yaşayan Avrupa'da herhangi bir
din dogmasına karşı çıkana engizisyon işkencesiyle ölüm cezası verilmesiydi.
Nitekim 1140 yılında belgenin sahte olduğunu ileri
sürmekle kalmayıp, "şeytan eliyle yazılmış" olduğunu söyleyen Arnaldo
da Brescia, 1155 yılında asıldı, cesedi yakıldı ve külleri Tiber Nehri'ne
atıldı.
Bu olaydan yarım yüzyıl sonra,
1193'te Antakya Ortodoks Kilisesi patriği Theodoros Balsamon, idam edilen
Arnaldo da Brescia'nın "sahtelik" tezini yeniden ele alarak Papalık
makamına bir mektup gönderdi. Balsamon, mektubunda vasiyet belgesinin sahteliğini
mantık uyumsuzluğuyla açıklıyordu: Roma imparatoru Büyük Konstantin, emperyal
başkentini 330 yılında Marmara Boğaziçi kıyılarındaki Konstantinopolis'e
taşımakla, İtalik Yarımadası'ndaki eski başkent Roma'nın ruhani ve maddi
iktidarına son vermişti. Hıristiyanlık âleminin önderliğini, yetkilerini
elinden aldığı Roma Patrikliğine bağışlamasının mantığı yoktu. Dolayısıyla Roma
Papalığının kurucu yasasım oluşturan vasiyet belgesi, gerçek olamazdı!
1324'te Marsilio da Padova,
"Konstantin'in Bağışı" belgesinin içeriğini, yine mantık metoduyla
tartışmaya açtı: İmparator Büyük Konstantin, Papa'yı Hıristiyan âlemi üstünde
ezelden ebede mutlak hâkimiyet yetkisiyle donatma hakkına sahipse, kendisinden
sonra tahtına geçen Roma imparatorlarının (yani Konstantinopolis'teki
imparatorların) da Papa'nın üstünde yetkisi vardı. Belge de Roma imparatorunun
Papalık üstündeki makam yetkisinin kanıtıydı.
1327 ile 1329 arasında, İngiliz
Fransisken papazı Ockhamlı William, belgenin özgün olmadığından yana kuşkusunu
açıkladı.
Ve nihayet Lorenzo Valla, "Konstantin'in
Bağışı" belgesini dil temelinde incelemeye başladı. Valla'nın vasiyetin
sahteliğini kuşkuya yer bırakmayacak biçimde kanıtlayan bilimsel çalışması,
1440 yılında Floransa'da toplanacak dinİ kurultaya sunulacaktı. Ama sunulmadı,
gizlendi. Valla'nın incelemesi, ancak kendisi öldükten sonra 1506 yılında
yayımlanabildi.
Papalığın kurucu yasası tartışması yasak, çünkü ulvi ilan
edilip "Konstantin'in Bağışı" diye anılan dogmanın sahte olduğu, 1506
yılından öteye, başta Papalık, tüm ilgililerce biliniyordu. İmparatorun öldüğü
335 yılından önce yazıldığı iddia edilen vasiyetin, 700'lü yıllarda kaleme alındığı
ve tümüyle uyduruk olduğu kanıtlanmıştı.
Ne var ki aradan geçen 800
yılda Papalık, sahte bir dogmaya dayandırdığı liderliğini, tüm Hıristiyan
âlemine kabul ettirmişti. İtalya'yı ele geçirmiş, Roma Katolik Kilisesi'ni
tüm Hıristiyan mezheplerinin üstünde söz sahibi yapmış, Papalığı da Avrupa'daki
kralların, siyasal iktidarların ve halkların, fetvalarına sıkı sıkıya bağlı olduğu
kutsal önderlik makamı haline getirmişti.
Üstelik Roma'daki ruhban
iktidarı, Büyük Konstantin'e atfedilen sahte vasiyeti dogma ilanıyla
yetinmemiş, yeni mülk ve yetkilere ihtiyaç duydukça, bu sahte vasiyete göre
eski çağlarda yazılmış da yeni bulunmuş gibi yaptığı, sahte "Papalık
Fetvaları" da imal etmişti. Tabii ki kadim çağlara aitmiş de kaybolmuş ve
sonradan bulunmuş gibi ortaya çıkan bu fetvalar da dogma ilan edildiler.
Günümüzde "Sahte
Fetvalar" diye anılan fetvalara her "yeni bulunan eskisi" eklendiğinde
Papa'nın toplumsal yaşamı düzenleyen kutsal emir egemenliği genişliyor,
Papalığın topraklarına yeni bir toprak parçası ve üzerinde yaşayan bir müminler
topluluğu daha katılıyordu.
Vatikan, gerek kurucu yasası
"Konstantin'in Bağışı" vasiyetinin, gerekse vasiyete bağlı olarak
çıkarılan "Papalık Fetvaları'nın sahte olduklarım, ancak 19. yüzyılın
sonlarında, "kerhen" kabul etti. Ama o günden bugüne, iki bin yılın
en müthiş sahtekârlığının üzerinde oturduğunu asla itiraf etmedi. Belgelerin
sahte olduklarına ilişkin hiçbir resmİ açıklama yapmadı; hatta konuyu
dillendirmemeye özen gösterdi!
Hıristiyan jargonunda
"İsa'nın kuzuları" diye anılan mümin tabanın sözde vicdanım
yaralamamak, özde kafasını karıştırmamak için üstü örtülen sahtekârlık,
tarihten günümüze sürdürülen sessiz bir anlaşmayla, Katolik Kilisesi'ne isyanla
kurulmuş Protestan ve Anglikan mezheplerinin ruhban sınıflarınca da gizlendi.
Ne tuhaftır ki, kazığını
yediği Katolik Kilisesi'nden nefretini gizlemeyen Ortodoks ruhban sınıfı
tarafından bile açık açık ihbar edilmedi!
Papalığın tahtını elinden
aldığı Konstantinopolis Ekümenik Patrikliği, Katolik Papalığa beslediği
husumete, tarihte Katolik Haçlıların hâzinelerini defalarca yağmalamasını,
Hilal'in saldırıları karşısında Papa'ya bağlı Avrupa tarafından yalnız
bırakılmasını ve daha bir sürü gerekçe gösterdi. Ancak yediği en büyük kazık,
kurucusu Büyük Konstantin'in mirası, Hıristiyan âlemi önderliğinin elinden
cebren ve hileyle alınmasını yutkunarak geçiştirdi!
Hâlâ da yutkunur, dillendirmez.
Çünkü herhangi bir Hıristiyan mezhebi, Kilisesi ya da
ruhban sınıfının 1200 yıldır oldu bittiyle yönder bellediği Papa'nın kutsal
yetkilerini hükümsüz kılacak sahtekârlığı resmen kabulü, Hıristiyanlığın tüm
dogmalarını tartışmaya açacak ve müminlerin kutsal metinlere olan inancını
kökten sarsacaktır.
Konstantin'in "Sahte"
Vasiyeti, bu anlamda da dünya ve insanlık tarihinin en şaşırtıcı "bakarkörlük"
örneğidir!
Avrupa kütüphaneleri, konu
hakkında sayısız belgesel yapıtla doludur; internet arama motorlarına herhangi
bir dilde "Konstantin'in Vasiyeti" tamlamasını girdiğinizde, belgenin
sahteliğine ilişkin yüzlerce bilimsel makale gelir önünüze. Ama bu bilgi, asla
geniş kitlelere yansımamıştır, yansımaz...
Bugüne değin dünyada tek bir
televizyon kanalı, BBC, sahte vasiyetle ilgili bir televizyon belgeseli yapıp
yayınlamıştır: Donation of Constantin, Lies of Faithful...
BBC de bilindiği gibi, 16.
yüzyılda Papa'nın kutsal hegemonyasını reddederek Anglikan mezhebini kuran
Sekizinci Henry'nin ülkesi İngiltere'nin devlet televizyonudur.
Tarihsel sahtekârlığın dünya
kamuoyundan saklanabilmesinde, küresel medyanın bir yanda tarihi didik didik
eden belgeseller yayınlarken öte yanda adeta sessiz bir sözleşme yapmış gibi,
bu olayı bilmezden ve görmezden gelişinin payı büyüktür.
Dan Brown'ın Da Vinci Şifresi
gibi dine dayalı komplosu ve çoğu saçma sapan kurgulu binlerce popüler romandan
hiçbirinin, Hıristiyanlık tarihindeki temel komplo, Konstantin'in sahte
vasiyetinden esinlenmemiş olması da ilginçtir!
Ama açıklaması daha da ilginç
olabilir:
Özelinde Avrupa, genelinde
Batı diye anılan Yahudi/ Hıristiyan kültür topluluğunun, tarihsel gerçeklere
verdiği büyük öneme rağmen kültür temelini oluşturan sahtekârlığı mümin
kitlelerden saklı tutmaya çalışması, Türklerle yakından ilişkilidir. .
Batı'nın din örgütlenmesini sağlayan İmparator
Konstantin'in Hıristiyan âleminin önderliğini Papa'ya bırakmadığının alenen
kabul ve ilam, Hıristiyanlığın temsil ve hüküm makamının hâlâ Konstantinopolis
Ekümenik Patrikliği olduğu anlamına gelir ki; bu makam ve payitahtı artık
İstanbul olup, Türklerin elindedir.
İncil'in yazılıp yayıldığı Ortadoğu'yla birlikte, İsa ve
havarilerinin doğduğu Kudüs'ten sonraki en kutsal mekânı, ilk Hıristiyan
başkenti Konstantinopolis/İstanbul'u da Müslümanlara kaptırmak, Hıristiyan
âleminin iki büyük travmasıdır!
Kudüs'ü geri almak amacıyla yapılan Haçlı Seferleri'ni
düşünürseniz, birinci travmayı anlamakla kalmaz; Hıristiyan Batı'nın İkinci
Dünya Savaşı öncesi, sırası ve sonrasında bölgede bir Yahudi devleti
kurulmasını niçin desteklediğini de kavrarsınız.
Batı'nın bugün siyasal anlamda
artık savunulması çok zor bir İsrail'in hâlâ arkasında durmasını, salt Amerika
ve Avrupa'daki Yahudi lobilerinin başarısına bağlamak, eksik bir açıklamadır. Batı'nın
İsrail'e verdiği desteğin nedenleri arasında, Kudüs'ün Hıristiyanlara değilse
bile İncil'de kayıtlı sahiplerine dönmesi de vardır, Hıristiyan Batı'nın
Yahudilere yaptıklarından getirdiği nedametin bedeli de...
Hıristiyanlık, ilk çağlarda başlı
başına yeni bir din öğretisi değil, bir Yahudi mezhebi olarak algılanıyordu. Hıristiyan
âlemi, boynuzun kulağı geçtiği gibi, zaman içinde Yahudiliğin önüne geçmekle
kalmadı, beslendiği kaynağa düşmanlık yaptı. "İsa'nın çarmıha
gerilmesi"nden sorumlu tuttuğu Yahudiliği aşağıladı ve Yahudilere soykırım
dahil, çeşit çeşit eziyet etti.
Ama akraba olduğunu hiç unutmadı
ve Yahudiliğe karşı işlediği günahlardan nedamet getirdiği 20. yüzyılın ikinci
yarısında, Batı kültürünü bu nedametin göstergesi olarak Yahudi/ Hıristiyan
ortak kökeni ilan etti. Günümüzde de İsrail'i, "İndi efsanesinin gerçeğe
dönüşümü" olarak koruyup kolluyor.
Unutmayalım ki İncil, "Eski
Ahit" ve "Yeni Ahit" olarak adlandırılan iki kutsal kitabın
birleşimidir. Eski Ahit, Ibranilerin, İsa'dan önceki kutsal metinlerinden
oluşan Tevrat ve Zebur'dur. Yeni Ahit ise, eskisine eklenen 27 bölümde İsa ve
sonrasını, havarilerin kutsal metinleriyle anlatır.
Hıristiyan âlemi, tarihinin ilk
travmasıyla İsrail'in Kudüs'ü Müslümanlardan geri alıp Eski Ahit'te yazılı
olduğu gibi sahiplenerek korumasına verdiği maddi manevi destekle başa çıktı.
Ya ikinci travmayı, ilk
Hıristiyanlık başkenti Konstantinopolis'in kaybını nasıl atlattı?
Yanıtım kısa ve açık olacak:
Atlatamadı.
Atlatamadığının kanıtlarını, bu
kitabın ilerleyen sayfalarında bulacaksınız. Hem de mantık çıkarsamalarıyla
değil, tarih belgelerinde yazılı biçimiyle!
Kitle psikolojisi, birey
psikolojisinin kaba batlarıyla yoğunlaşmış biçimidir. Bir travmayı atlatamayan
insan ne yapar? Gerçeğin acıtıcı yönüyle başa çıkabilmek için anısını bilinçaltında
deforme eder, daha az acıtacak bir anlam yükler ve bilinçüstünden gizler.
Hıristiyanlık âlemi de Konstantinopolis'in Müslüman
Türklerin eline geçmesiyle yaşadığı travmayı, aynı yöntemle azaltmaya çalıştı:
1453'ten öteye kendi Doğu kültür mirasına, antik ve klasik çağlarına sırtını
döndü, Hıristiyanlık Doğu Roma İmparatorluğu'nda doğmamış gibi yaptı. Hatta ilk
Hıristiyan imparator Büyük Konstantin'i toplumsal bellekten silmeye özen
gösterdi. İlk ve orta öğretim tarih kitaplarına koymayacak kadar unuttu,
unutturdu.
Ama travma o denli derindi ki,
unutmak yetmedi. Kaybedilen imparatorluğun adım değiştirmek gerekti. Doğu
Roma'ya Roma dememek için kaybedildikten 100 yıl sonra, tam olarak 1557'de
Bizans adını verdi! Böylece Müslüman Osmanlı, Doğu Roma ve ilk Hıristiyan
başkentini değil, Bizans ve başkentini ele geçirmiş oluyordu.
Travma o denli yoğundu ki,
kaybedilen Hıristiyan imparatorluğun bizzat Batı tarafından zayıflatıldığı,
kutsal başkent Konstantinopolis'in dinsel yönderliğinin Papalık tarafından gasp
edildiği ve başkente Hıristiyanlığın ilk çağlarından miras kalan kutsal
kalıtların Haçlı ordularınca çalındığı gerçeğini bilen Katolik ruhban
sınıfında, kimi vicdanları da kanatıyordu.
Oysa aynı gerçekler, bazı
günahkâr vicdanları da belki ilk kez, böylesine rahatlatıyordu: Batı Roma, iyi
ki Konstantin'in sahte vasiyet belgesiyle Papa'yı Hıristiyanlığın yönderi
kılmış, iyi ki Konstantinopolis'i yağmalayıp kutsal kalıtları Batı Roma'ya
getirmişti!
Bu yalan ve talan olmasa,
Ekümenik Konstantinopolis Patrikliğiyle birlikte 1453'te Hıristiyanlığın karar
mercii, yetki makamı ve kutsal kalıtları Müslüman Osmanlı'nın eline geçecek,
Hıristiyan Avrupa başsız kalacaktı.
İşe bakınız ki tarihin en büyük
sahtekârlığı, Konstantin'in uyduruk vasiyeti, sonuç olarak dünyanın en geniş
mümin kitlesine sahip Hıristiyanlığın geleceğini kurtarmış, bekasına ve
kıtalararası yayılmasına yaramıştı!
Üstelik, makam üstünlüğü Papalık
tarafından cebren ve hileyle gasp edilen Konstantinopolis Ekümenik
Patrikliğinin, Müslüman Osmanlı'nın eline düşmesi, Hıristiyanlığın Ortaçağ'ın
karanlığından kurtulup aydınlanmasını sağlamış, Rönesans'ı başlatmıştı.
Nasıl mı?
Doğu Roma'nın son bilginleri ve
sanatçıları, Konstantinopolis'in Müslüman Osmanlı tarafından alınmasından sonra
İtalya'ya göçtüler. Batı Roma'ya unuttuğu antik ve klasik dönem bilgilerini,
sanat biçemini aktardılar. Rönesans, antik Yunan ve Roma uygarlıklarının Bizans
klasik çağında yaşatıldığı biçimiyle yeniden keşfiyle başlamış olup Batı Avrupa
bu keşfi, Konstantinopolis'ten İtalya'ya göçen bilginlerle sanatçılara
borçludur.
Bir zaman makinasına girdiğinizi
hayal edin. Dış dünyaya kapılarınızı kapatın, algınızı açın, sayfaları
çevirdikçe düşeceğiniz şaşkınlıklara hazırlanın.
Çünkü tarihin seyrini 8.
yüzyıldan öteye değiştiren sahtekârlığın, "Konstantin'in Bağışı"nın
yıl beş yıl izini sürmek, jeopolitik bir gerilim romanı, bir polisiye kadar
heyecanlı!
Belgesel polisiyemiz, 8.
yüzyılda, kanlı bir iktidar çekişmesinin tam ortasında başlıyor.
Ama adım adım izleyeceğimiz
sahtekârlığın, dünya tarihinin akışını değiştiren işlevini kavramak için, önce
tahrif ettiği gerçeği, gasp ettiği kutsal önderliğin tarihçesini özetlemekte
yarar var.
Hıristiyanlığı ikiye bölmekle,
aslında Doğu ile Batı uygarlığının kesin çizgilerle ayrılıp yeryüzündeki her
kutupta birbirine düşman olmasına yol açan sahte vasiyetin atfedildiği Büyük
Konstantin kimdi? Niçin, bir vasiyetiyle dünya jeopolitiğini değiştirecek kadar
önemliydi? Neler yaptı ki böyle bir önem kazandı?
Türkiye'deki orta eğitimde,
İstanbul'un 1453 öncesi tarihi zaten çok yüzeysel okutulur, Fatih'in fethinden
öncesi "Bizans Dönemi" olarak geçiştirilir. Ama bu savruklukta,
kuşkusuz Batı eğitim sisteminin İstanbul'un Romalı tarihini ve Hıristiyan
âlemindeki liderlik konumunu karartma iradesinin de payı vardır. Sonuç olarak
dünyada ve Türkiye'de çok az insan, bu kentin Büyük Konstantin tarafından
kurulduğunu bilirken, onlar da sözünü ettikleri Roma imparatorunu tanımazlar.
330 yılında Roma İmparatorluğu
(Büyük Konstantin)
Bu kitabı yazabilmek için çok sayıda
belgesel yapıt okuduğumu tahmin edersiniz. İşte hemen hepsi Büyük Konstantin'le
başlayan bu belgeseller arasında, İstanbul'un kurucusu Roma İmparatoru'nu en
iyi kıyaslamayla tarif eden tarihçi, Victoria Kraliyet Madalyası sahibi ve
Norwich Vikontu, İngiliz yazar John Julius Norwich'tir.
Norwich, Bizans adlı kitabının
ilk sayfasında Büyük Konstantin'i şöyle tanıtır:
"Aldığı kararlar ve
sonuçları, İsa, Buddha ve Muhammed dışında, kendisini tarihin en etkili
şahsiyeti kılar."
Sahte Papalık tarihini geriye
sarmak ve olanları anlamak için, İsa'dan 300 yıl sonrasına hükmeden ilk
Hıristiyan imparator, Yüce Sezar Konstantin'e yakından bakmak gerekiyor.
***
Bizim (Batı) uygarlığımız,
Doğu Roma İmparatorluğu'na olan borcunu asla tanımadı. Oysa Hıristiyanlığın bu
büyük Doğu kalesi olmasa, Avrupa'nın Yedinci Yüzyıl'da Pers Krallığı ya da
Sekizinci Yüzyıl'da Bağdad halifesinin ordularına karşı durabilme şansı mı
vardı? Doğu kalesi olmasa, bugün hangi dili konuşur, hangi tanrıya tapardık?
Doğu İmparatorluğu'na kültür
borcumuz da büyük. Barbar istilalarından ve Roma’nın çöküşünden sonra Batı
Avrupa'daki bilgi ışıkları, manastırlarda zaman zaman parlayan kıvılcımlar
dışında tamamen söndü. Ama Boğaziçi kıyılarında parlamaya devam ettiler ve
klasik mirasımızı koruyup gözettiler. Antik Çağ'a ilişkin ne biliyorsak, çoğunu
Konstantinopolis'in bilgin, yazman ve çoğaltıcılarına borçluyuz. Eğer onlar
olmasaydı, özellikle Yunan ve Roma edebiyatı ile Roma Hukuku ebediyen kaybolup
unutulacaktı
John Julius Norwich
İlk Hıristiyan Hükümdar, İlk Konstantin
Avrupa, Asya ve Afrika'ya yayılan
sınırlarıyla dünyanın gelmiş geçmiş en geniş emperyal devletine hükmeden
Birinci Konstantin, Birleşik Roma'nın sonuncu büyük imparatoruydu. 272 yılında
doğdu, 337'de öldü ve tüm basımlarını tek tek yenip oturduğu Roma tahtında, tam
31 yıl hüküm sürdü.
Tarihin sadece en büyük değil, en
uzun ömürlü devleti Roma egemenliği, önce krallık, ardından cumhuriyet olarak
yapılandı, sonunda da imparatorluğa dönüştü. Ancak devletin hem cumhuriyetçi
geleneği hem de genişliği, Roma'nın çoğu zaman birden çok sezar tarafından yönetilmesini gerektirdi. Bu
sezarlardan birine "Augustus Cesarius", yani "Yüce Sezar"
ünvanı verilir ve ötekilerin üstündeki otorite sayılırdı.
Büyük Konstantin (272337)
Büyük Konstantin, Nova Roma'nın
şehir planını Meryem'e sunarken (Ayasofya / mozaik, 1000 yılma doğru)
Birinci Konstantin, komutasındaki
ordu tarafından 306 yılında ölen babası yerine "Augustus Cesarius"
ilan edildiğinde, Roma İmparatorluğu dört ortaklı bir koalisyon hükümeti
tarafından yönetiliyordu. Her sezarın bir bölgesi ve ordusu vardı. Aralarında
iktidar mücadelesi başladı, koalisyon çöktü. 312 yılında Galya, Bretanya ve
İspanya ordularının başında Alp Dağları'nı aşıp imparatorluk başkenti Roma'ya
yürüyen Birinci Konstantin, başlıca hasmı Maxentius'u öldürüp ordusunu ezdi.
Rakiplerini bir bir yenerek
imparatorluğu tek elde topladıktan sonra tarihin "Büyük Konstantin"
diye anacağı Roma fatihi, Milvio Köprüsü Savaşı'ndan öteye Hıristiyan olduğunu
ilan etti ve devletin Hıristiyanlara uyguladığı yıldırma politikasına son
verdi.
O çağlarda "dünya"
demek olan Roma İmparatorluğu'yla birlikte tarihin akışını değiştirecek bu
gelişme, iki farklı anlatımla efsaneleşti.
Bir anlatıma göre, Konstantin ile
hasmı Maxentius'ın orduları ilk kez Roma'ya on kilometre mesafedeki Saxa
Rubra alanında karşı karşıya geldi. İşte
bu çatışma sırasında, gökyüzünde Konstantin ve ordusunu şaşkınlığa düşüren bir
işaret belirdi. Güneşin tepesinde dev bir haç göründü. Muharebeden Haçın
üzerinde, in hoc signo vinces (Bu işaretle yeneceksin) yazıyordu.
Öteki anlatıma göre ise
Konstantin, muhabereden önceki gece, bir rüya gördü. Rüyasında, bütün askerleri
üzerinde çengelli çarpı işareti olan kalkanlarla savaşa giriyordu. İmparator,
ertesi sabah uyanır uyanmaz ilk iş, askerlerine kalkanlarının üstüne çengelli
çarpı işareti koymalarını emretti. Söz konusu çengelli çarpı, X diye yazılan kh
ile P diye yazılan rho harflerinin üst üste gelmesi, yani İsa'nın Yunancası
"Khristos"un ilk iki harfiydi.
Zaten sadeleştirilmiş Haç sembolü
de hem İsa'nın gerildiği haç, hem de adının ilk harfi Yunanca X'in dik açılı
halidir...
Efsanedeki doğruluk payı ne
olursa olsun, sonuç o ki, yepyeni bir kutsallıkla kuşanan Büyük Konstantin ve
ordusu, 28 Ekim 312'de Saxa Rubra'dan sürdüğü Maxentius'un ordusunu Milvio
Köprüsü'nde sıkıştırıp ezmişti.
Konstantin'in Rüyası (Milvio
Köprüsü Zaferi) Ressam: Jules Romain/ 152024
Mutlak gerçek, Birinci
Konstantin'in ileri görüşüydü. İmparator, Roma nüfusunun henüz onda birinin
iman ettiği Hıristiyanlık dininin özellikle kentlerde şaşırtıcı bir hızla
yayıldığını saptamıştı. Kendisinden önceki sezarların baskı ve taciz
politikasının tam tersine, imparatorluğu bu yeni dinin çatısı altında
birleştirebileceğini düşündü. 313 yılında "Milano Fermanı" diye
anılan hoşgörü sözleşmesiyle Hıristiyanların sevgisini ve desteğini kazandı.
Hıristiyanlığı kabul ettikten sonraki ilk
kutsal yatırımlarını, İtalik Yarımadası'ndaki Roma'ya yaptı. Tek tanrıya
hidayetinin başında, çoğul tanrılara tapan Roma'yı bir Hıristiyan yerleşkesine
dönüştürmeye kararlıydı.
Ölümünden beş yüzyıl sonraki
sahte vasiyetinde sıralanacak olan San Paulo, San Sebastiano, Santi Aposti dei
Christo (Aziz Havariler) ve en görkemlisi de Papalığın birincil simgesi,
Hazreti İsa'nın en yakın havarisi, Papaların atası kabul edilen Aziz Petrus'un
Vatikan tepesine gömüldüğü efsanesini yayacak olan San Pietro bazilikalarım
inşa ettirdi.
Otuz bir yıllık hükümdarlığı
sırasında gerçekleştirdiği muazzam işler ve kurduğu kentlerle tarihe
"kurucu" olarak geçen Büyük Konstantin, pagan Roma'yı Hıristiyanlığın
Kudüs'ten sonraki kutsal merkezi yapmak istedi, evet. Ama eski başkenti asla
sevmedi, benimsemedi, Roma'ya ancak zorunlu olduğunda gelip gidiyordu. Aklı
fikri Doğu'daydı. Gönlü Doğu'yu çekiyor, gözü Doğu'ya kayıyordu.
Dünyanın Merkezi “Yeni Roma” İstanbul’un Kuruluşu
Batı Roma sezan Konstantin,
Boğaziçi'ni ilk kez gördüğünde, Marmara bölgesine karada ve denizde iktidar
rakibi Doğu Roma sezan Licinius'la savaşmaya gelmişti. Haliç kıyılarında, zaten
Roma toprakları içinde kalan küçük yerleşim birimi Byzantium'u fark etti. Bugün
Topkapı Sarayı ve çevresinden ibaret Byzantium'un bir avuçluk nüfusu,
zenginliğiyle göz kamaştırıyor ve İmparator Konstantin'in 330 yılında
Ayasofya'nın temelini atacağı yerde yükselen görkemli Apollon Tapmağı, Haliç'te
İsa'dan 600 yıl önce başlayan bir uygarlığa tanıklık ediyordu.
Büyük Konstantin, ordularıyla
Trakya'ya yürüdü. Hasmı Licinius'u önce Edirne'de yendi. Ardından Marmara'ya
ilerleyip düşmanını, Üsküdar (Khrysopolis) kıyılarında ve denizde bir daha
dövdü. Boğaz'ın doğal savunma kolaylığını gördü, hazır gelmişken Haliç
kıyılarını, kendi altın çağının "kentsel dönüşüm projesi" kapsamında
değerlendirmeye karar verdi: Byzantium'u yıkacak, yerine tüm basımlarını yenerek
birleştirmeyi başardığı Roma İmparatorluğu'nun yeni başkentini kuracaktı!
"Kente yaptırdığı tüm
Hıristiyan tapınaklarına rağmen cumhuriyetçi ve pagan geleneklerini sürdüren
Eski Roma'nın, yeni kurduğu tek dinli imparatorluğun merkezi olamayacağına,
kadim başkenti ikinci ziyaretinde karar vermişti. Eski Roma'daki akademiler,
kitaplıklar artık bir İskenderiye’nin, Hatay’ın ya da Bergama'nın görkemiyle
yanşamıyordu. Sıtma salgını yüzünden, gerek Roma, gerekse tüm İtalik Yarımadası
nüfusu azalıyordu. Konstantin gibi öngörülü bir yönetici, Pars Orientalis diye
anılan Doğu'nun, Batı'yla karşılaştırılamayacak üstünlükteki ekonomik
zenginliklerini görmezden gelemezdi. İmparatorluğun ekseni ister istemez
Doğu'ya kayıyordu ve İtalya'nın artçı bir üs konumuna düşmesi kaçınılmazdı.
"
324 yılında Boğaz kıyılarındaki
küçük ve zengin Byzantion yerleşkesini, Nova Roma'ya dönüştürecek yıkım yapım
çalışmaları başladığında Büyük Konstantin, Küçük Asya'ya doğru genişleyen
mülkünü zaten Eski Roma'dan değil, Hıristiyanlık öğretisindeki ilk anlaşmazlığı
çözmek için 325 yılında bizzat hakemlik yaptığı Birinci Ekümenik Konsil'in
toplandığı, İznik'ten (Nikaia) yönetiyordu.
Ama Yeni Roma, İtalik
Yarımadası'ndaki kadim başkentin imar planına göre kurulacak, hatta eski
Roma'nın daha görkemli ve modern bir kopyası olacaktı!
Konstantin'in kurdurduğu kentin
merkezi, "Milion" diye adlandırılan ölçüt anıttı. Anıtın, kare
biçiminde inşa edilen dört zafer takının üstünde yükselen kubbesi,
Hıristiyanlığın en kutsal kalıtını barındırıyordu: İsa'nın gerildiği iddia
edilen haçın, sözde aslını... “Esas Haç" diye ifade edilen ahşap haçı,
Büyük Konstantin'in annesi İmparatoriçe Helena, 327 yılında hacı olmaya gittiği
Kudüs'ten getirmişti. Ne kerametse Helena'nın kutsal topraklarda eliyle koymuş
gibi bulduğu tahta haç, İsa gerildikten üç yüzyıl sonraya sağlam
kalabilmişti...
Roma imparatorluk topraklarının
tüm mesafeleri, artık Milion anıtından itibaren ölçülmeye başlandı. Başka bir
deyişle yeni başkentin merkezi, dünyanın merkezi sayıldı. Emperyal mimarinin
kilometre taşı Milion'un doğusuna düşen eski Afrodit Tapınağı'nın yerine yeni
başkentin ilk büyük kilisesi, Aya İrini inşa edildi. Bu ilk kilisenin
uyandırdığı hayranlık çok geçmeden gölgede kalacak ve harika mimarisi, 330'da
yapımı başlayıp 360'da sona eren ve eski Apollon Tapınağı'nın yerinde yükselen,
eşsiz görkemde Ayasofya tarafından geçilecekti.
Aya İrini ile Ayasofya'nın dört
yüz metre berisinde, Yeni Roma'nın zaman için muazzam sayılan Hipodrom'u
uzanıyordu. Devasa arenanın omurgasını (spina) aynı zamanda eksenini tayin eden
bir teras oluşturuyordu. 324 yılında yapımı biten bu teras, Büyük Konstantin'in
Yunanistan'ın Delfi şehrindeki Apollon Tapınağı'ndan getirdiği savaş ganimeti,
Yılanlı Sütun'la süslendi. Yılanlı
Sütun, Antik Yunanistan'ın Perslere karşı verdiği sonuncu savaşın, 31 Yunan
sitesinin birleşerek MÖ 479 yılında Platea'da kazandıkları zaferin anıtıydı.
Sütunun bir de tılsımı vardı:
Burma dikiti oluşturan yılan motifleri, şehri zararlı sürüngenlerden
koruyacaktı.
Yılanlı Sütun'un dikildiği terasın
doğusuna inşa edilen burgu merdivenlerden; merasim avluları, kışlalar,
hamamlar, kabul salonları, çalışma büroları ve konutlardan oluşan Mega Palation
(Bukoleon) diye anılan Büyük Saray'a ulaşılıyordu. Günümüzde, Sultanahmet
Arastası ve Büyük Saray Mozaikleri Müzesi, bu sarayın kalıntıları üzerine
kurulmuştur.
Emperyal başkentin kilometre taşı
Milion anıtının batı kenarından başlayan geniş caddeye, Meşe adı verildi. Büyük
Konstantin, Meşe (Bugünkü Divanyolu Caddesi) boyunca uzanacak ve
"Konstantin Forumu" diye anılacak muhteşem meydanın oval mimari
planını bizzat çizdi. Meydanın ortasına inşa edilen mermer kaidenin üzerine,
imparatorun "eski" Roma'daki Apollon Tapmağı'ndan söküp getirttiği
dikilitaş (bugünkü Çemberlitaş) yerleştirildi.
Antik Roma'daki tapmaktayken
tepesinde, doğan güneşi selamlayan bronz bir Apollon heykeli olan sütun, 330
yılında Yeni Roma'ya dikildiğinde, üzerindeki Apollon yerine aynı pozda, doğuya
bakarak güneşi selamlayan Büyük Konstantin'in bronz heykeli konuldu.
Yılanlı Sütun
Aslında yeni heykelin yarısı
Apollon, yarısı Büyük Konstantin'di. Çünkü eski heykelin tamamı sökülmemiş,
kellesi ve iki kolu alınan güneş tanrısının muhteşem gövdesi üzerine
imparatorun kafası ile kolları monte edilmişti.
Heykelin yeni uyarlamasında, atletik
Apollon vücudu üzerinden gururla Doğu'ya bakan Büyük Konstantin'in başını güneş
ışınlarım simgeleyen bronz bir çember çevreliyor; sağ eli emperyal asayı
tutarken, sol eli "Esas Haç"ın bir parçasını kavrıyordu.
O çağlarda dünya demek olan
Roma'nın ilk Hıristiyan imparatoru, çoktanrılı ve tektanrılı sembolleri her
zamanki gibi kaynaştırıyor; ama bu kez, tüm semboller yepyeni bir üstün
varlığı, kendisini simgeliyordu.
Çemberlitaş’ın Kutsal Gizemi
Konstantin Forumu'nun ortasına
yerleştirilen dikilitaşın (Çemberlitaş) özelliği, salt üstünde yükselen Büyük
Konstantin heykeli değildi. Kaidesi, belki de anıttan daha büyük bir önem
taşıyordu.
Heykelsiz haliyle 57 metre
yüksekliğindeki dikilitaş, temelden yukarı doğru küçülen üç kaide üzerine
oturtulmuştu. Bu kaidelerden en dipte ve en büyük olanı, "kutsal"
kabul edilen porfir taşından 11x11 metre çapında ve 2,5 metre yüksekliğinde
yekpare bir kütleydi. Büyük Konstantin işte bu ana kaidenin içine bir hücre
oydurdu. Konstantin'in yaşamı boyunca sarsılmaz bir güvenle sevip saydığı tek
insan, Augustus (Yüce) ünvam verdiği annesi Imparatoriçe Helena, Kudüs
haccından getirdiği kutsal kalıtları bu hücreye kendi eliyle yerleştirdi. Sonra
yekpare porfir kütlesinde hücreye doğru açılan dar tünel özenle dolduruldu ve
tıpkı piramitlerde olduğu gibi girişi asla bulunamayacak biçimde, büyük
olasılıkla kütleden daha önce kesildiği yere tıpatıp oturan bir porfir
parçasıyla kapatılıp gizlendi.
Taşın içindeki hücreye saklanan
ve Hıristiyan öğretisine maddi dayanak oluşturup "Kutsal Emanet"
efsanelerini besleyen kalıtların neler olduğuna ilişkin rivayet muhtelif.
Kimi kaynaklar, gizli hücreye
İsa'nın mezarından getirilen toprak, çarmıha gerildiği Esas Haç parçaları,
halkı doyurabilmek için çoğalttığı ekmek kırıntıları, bu ekmeklerin dağıtıldığı
sepet kalıntıları, Mecdelli Meryem'in, İsa'nın çarmıha çivili ayaklarına
sürdüğü merhem kabının yanı sıra Nuh'un, gemisini yaparken kullandığı baltanın
konulduğunu iddia ediyor.
Kimi kaynaklara göre ise
kalıtların arasında İsa'nın kaymaktaşından Kutsal Kâse'si, haça çakıldığı
çiviler, Lut Peygamber'in asası ve Süleyman Peygamber'in som altından yedi
kollu şamdanı bile var!
Çember litaş'ın dip kaidesindeki
gizli hücreye ilişkin tarihçe, hem gerçeklik hem de sahtelik içermesi
bakımından; semavi dinlerin esasını oluşturan "kutsal efsaneler" in
nasıl yaratıldığına, nasıl üretildiğine de en görkemli PR örneklerinden biri
sayılır.
Şöyle ki; bu tarihçede
İmparatoriçe Helena'nın 327 yılında Kudüs'e hacca gittiği, kutsal mekânları
zamanın Kudüs Metropoliti Makarios'un eşliğinde dolaştığı doğrudur. Bu
mekânları gezerken, haç kalıntıları bulduğu da doğrudur. Ama kalıntının, üç
yüzyılı aşkın süredir çürümeden ve kimseciklere görünmeyip Helena'yı bekleyen
Esas Haç parçası olması elbette ki gerçekdışıdır!
Zaten Konstantin'in annesi de bu
gerçekdışılığın farkındadır ki, İsa'nın çarmıha gerildiği tepede bulduğu,
üstelik bir değil İsa'yla birlikte çarmıha gerilen iki hırsızınki de dahil üç
haç kalıntısı arasından Esas Haç'a ait olanı, mucize testiyle ayırt etmiştir.
Efsaneye göre Helena, haç parçalarını ölmekte olan bir kadının üstüne koymuş,
kadım diriltip sağlığına kavuşturan parçanın Esas Haç'tan olduğu böylece
anlaşılmıştır.
Kudüs'te, İsa'nın 327 yıl önce
gerildiği haçı eliyle koymuş gibi bulan Yüce Helena'yı artık kim tutar? Hızını
alamayıp İsa'nın, "Bu kanımdır!" diye şarap sunduğu Kutsal Kâse,
çoğalttığı ekmek kırıntıları, sepet parçaları vb. de bulmuş olabilir.
Ama Çemberlitaş'ın kaidesine
eliyle koyduğu kalıtlar arasında özgünlüğü tartışılmaz yegâne Kutsal Emanet,
kuşkusuz Kudüs toprağıdır.
Mucizeler, tarih yazan büyük
liderlerin ortak reçetesidir. Ne zaman zora düşseler, hop, bir mucize olur,
kurtulurlar.
Gerçek şu ki, Büyük Konstantin'in
annesi İmparatoriçe Helena, o çağlar için oldukça ileri sayılan 72 yaşında göze
aldığı Kudüs yolculuğuna, tam da oğlunu kurtaracak "mucizeler"
yaratmak kararlılığıyla çıkmıştı. Çünkü Roma'nın ilk Hıristiyan imparatoru, bir
yıl önce İsa'nın öğretisinde bağışlanamaz en büyük günahı işlemiş ve tahtının
birincil vârisi, oğlu Sezar Krispus'u öldürtmüştü. Taze Hıristiyan tebaa, iman
ettiği tanrıya ters düşen imparatorun samimiyetim sorguluyor, semavi
kutsallığını tartışıyordu.
Büyük Konstantin'in nikâhsız
yaşadığı ilk eşi Minervina'dan olan büyük oğlu ve gerek ordunun, gerekse halkın
favorisi veliaht Sezar Krispus'u 326 yılında niçin öldürttüğüne ilişkin iki
varsayım var. 5. yüzyılda tarihçi Zosimus ve 12. yüzyıl tarihçisi Zonaras,
parlak komutan Sezar Krispus'un üvey annesi Fausta'nın komplosuna kurban
gittiğini öne sürüyor.
Bu komploya göre İmparator'un
ikinci ve nikâhlı eşi Fausta, taht yolunu kendi soyundan vârislere açmak için
Büyük Konstantin'i, veliaht ilan ettiği büyük oğlu Sezar Krispus'un cinsel
tacizine maruz kaldığına inandırıyor. İmparator, öfkeden çılgına dönüp öz oğlunu
öldürtüyor.
Ancak ilk torunu Krispus'u çok
seven babaannesi İmparatoriçe Helena, bir hafiye gibi çalışarak, hiç
hazzetmediği gelini Fausta'nın yalan söylediğini, genç Sezar Krispus'a iftira
ettiğini ortaya çıkarıyor.
Acı bir pişmanlığa gark olan
Büyük Konstantin, kendisini yalan dolanla kandırıp büyük günaha sokan nikâhlı
eşini, en acılı ölüm biçimiyle cezalandırıyor: Fausta hamama girdiğinde, içinde
yıkandığı havuzun suyu yavaş yavaş kaynatılıyor. Kraliçe kendini dışarı atmak
için yaptığı her hamlede, havuzu kuşatan uşaklar tarafından suya itiliyor.
Sonunda diri diri haşlanarak ölüyor.
İmparatorun, adma altın sikke
bastıracak kadar değer ve Sezar ünvanını verdiği oğlu Krispus'u öldürtmesine
ilişkin ikinci varsayım, 6. yüzyılda Frenk tarihçi Gregoire de Tours'a ait.
Buna göre Sezar Krispus ve üvey annesi Fausta, Büyük Konstantin'in iman ve
devlet dini ilan ettiği Hıristiyanlığa geçmeyi reddedip pagan inançlarını
sürdürüyorlar. Sezar Krispus, babasına karşı komplo kuruyor. Pagan inanç
yakınlığından ötürü üvey anne Fausta'nın da komploda parmağı olması ihtimali
var. Büyük Konstantin, darbe hazırlığım öğreniyor. Hem oğlunu hem de karışım
öldürtüyor.
Sezar Krispus ve Fausta'nın asıl
katil gerekçeleri ne olursa olsun, özellikle veliahtm, hem de babası eliyle öldürülmesi,
Roma tebaasım sarsmıştı.
Hele İmparatoriçe Helena, torunu
maktul, oğlu katil bir ana olarak, tarifsiz acılar içerisindeydi. Sezar
Krispus'un katlinden bir yıl sonra çıktığı hac yolculuğundan, oğul katili Büyük
Konstantin'in büyük günahım hem Tamı hem de tebaa nezdinde bağışlatacak
mucizelerle dönmeliydi, nitekim öyle de oldu.
Uyduruk Esas Haç ve diğer Kutsal
Emanet buluntuları, ilk Hıristiyan imparatorun tanrı katında da ayrıcalıklı
olduğunun kanıtı ve bağışlanmaz günahının bile bağışlandığının işareti sayıldı.
Büyük Konstantin, Kudüs'ten gelen
Esas Haç'ın bir parçasını eski Roma'ya, annesinin Yeni Roma'ya taşınmadan önce
ikamet ettiği saraydan bozma Kutsal Haç Kilisesi'ne gönderdi.
Haçın bir başka parçası, daha
önce tarif ettiğim gibi, Yeni Roma'daki Konstantin Kolonu'nun (Çemberlitaş)
üstünde yükselen Apollon vücutlu Büyük Konstantin heykelinin eline
tutuşturuldu.
Bir diğer parçası, İmparatoriçe
Helena tarafından Çemberlitaş'ın dibindeki hücreye konulan Kutsal Emanetler'in
arasında yer aldı.
Böylece dosta düşmana, Hıristiyan
Roma İmparatorluğu'nun Hıristiyan başkentinin Nova Roma (İstanbul) ve Kutsal
Emanetler'in mahfazası Konstantin Kolonu'nun (Çemberlitaş) da Hıristiyanlık
âleminin mihenk taşı olacağı ilan ediliyordu!
324 yılından beri süren Yeni
Roma'nın iman, on binlerce işçi ve zanaatkârm gece gündüz ara vermediği,
hummalı bir çalışmayla sürüyordu. Roma egemenliğindeki tüm Avrupa ve Asya
kentleri emperyal emirle talan ediliyor, en değerli hâzineleri, sanat eserleri,
heykelleri, anıtlan yeni başkente taşmıyordu.
Dünyanın merkezi olacağı
anlaşılan kent hakkında, daha yapımı sürerken efsaneler üretilmeye başlanmıştı.
Örneğin surlarının nereden nereye kadar uzanacağım, bizzat imparatorun
kılıcıyla çizdiği anlatılıyordu. Surların uzunluğuna şaşıran mimar ve ustalara,
"Önümde giden bana dur diyene kadar ilerleyeceğim!" demişti.
İmparatorun önünde kim gidebilir?
İmparatorun önüne kimse
geçemeyeceğine göre, Tanrı'sı "dur" diyene kadar uzamıştı
Konstantin'in kılıcıyla çizdiği surlar...
Büyük Konstantin, parlak
hükümranlığının zirvesinde, tahta çıkışının yirmi beşinci yıldönümünü kutlamak
üzereydi. Tepeden tırnağa kendi zevkine göre kurduğu yeni başkentin açılış
merasimini, işte bu Gümüş Jübile kutlamalarına denk getirdi.
11 Mayıs 330 sabahı, imparatorun inançlarında
özgür bıraktığı pagan halk tapmaklarda, Hıristiyan ahali kiliselerde
toplandılar. Büyük Konstantin, Aya İrini'de yapılan ayine katıldı.
Gerek Aya İrini ve diğer
kiliselerde, gerekse pagan tapmaklarında İmparator ile başkentin bereket ve
bekası için dualar edildi.
Büyük Konstantin, eseri olan
kenti Bakire Meryem'e ithaf etti.
Aya İrini'deki görkemli ayin,
Roma İmparatorluğu'nun yeni başkenti İstanbul'un tarihe doğuşu sayıldı.
Kentin resmİ adı, yapımı henüz
biten Adalet Sarayı'nın üstüne gururla kazınmıştı: Nova Roma. Ama Nea Roma diye
de anılıyordu.
Zaten Roma'nın gerek pagan, gerek
Hıristiyan tarihini incelerken asla unutulmamalıdır ki, tarihin gelmiş geçmiş
bu en büyük imparatorluğu, Antik Yunan uygarlığının vârisi ve Batı'dan Doğu'ya
Akdeniz'e kıyısı olan tüm mülkü, eski Yunan mülküdür. Dolayısıyla Roma'nın resmİ
dili Latince olmasına karşın, fetih topraklarında daima Yunanca vardı ve yer
adlarından dinsel tanımlara her iki dil, daima iç içeydi.
İsa'dan sonraki ilk 50 yılda
öğretisi "Müjde" ya da "Yol", müminleri İsevi ve İsa'nın
doğum yerine atfen Nasrani diye anılan ikinci tektanrılı dinin adı da Yunanca
konuşan Antakya'da konuldu.
Antakyalı müminlerce İsa'nın
Yunanca karşılığı Hristos'tan türetilen Hıristiyan kavramı, Yeni Ahit'in 70 ile
80 yıllan arasında yazılan beşinci bölümü "Resullerin İşleri"nde yer
aldıktan öteye, evrenselleşti.
Hıristiyanlığın Kurumsal
Yapılanması
Büyük Konstantin, Roma'nın ilk
Hıristiyan imparatoruydu ama Hıristiyanlığı kabul eden ilk devlet Roma değil,
301 ila 314 yılları arasında Hıristiyanlığım ilan eden Ermenistan'dı.
330 yılında Hıristiyanlık henüz
mezheplere bölünmemişti; teolojik anlamda meşruiyet temsilcileri tarih sırasına
göre Antakya, İskenderiye ve (eski) Roma Kiliselerinin ruhban bilginleri ve
önderleri de bu kiliselerin patrikleriydi.
Eski Yunancada "baba, aile
reisi" anlamına gelen patriarkhes sözcüğünden türetilen makama seçilen
patrikler arasında hiyerarşi yoktu. Birinin fetvası, diğerine üstün değildi.
324 yılında Büyük Konstantin'in İznik'te topladığı ilk konsilde kararlaştırılan
protokol önceliği her ne kadar Roma, Antakya, İskenderiye diye sıralansa da, bu
tümüyle onursal bir hiyerarşiydi. Her üç Kilise ile önderleri, meşru din
yönderliğinde henüz eşit önem ve yetki sahibiydiler.
Ne var ki İsa'nın yeryüzündeki
varlığına ilişkin son kalıtların, "Kutsal Emanetler"in bağrına
gömüldüğü Nova Roma'nın, hem ilk Hıristiyan imparator Büyük Konstantin'in
kurduğu emperyal başkent hem de Doğu'dan Bati'ya genişleyen Hıristiyan dünyanın
merkezi olarak; meşru Kiliselerin araşma katılması, hatta önderlik iddia etmesi
kaçınılmazdı.
Keza Hıristiyanlığın doğduğu
toprakları temsil eden Kudüs Kilisesi de bu meşruiyet dışında bırakılamazdı.
Büyük Konstantin'in kutsallığın
sadece temsil öğesi olduğu stratejik tercihlerini Bati'dan Doğu'ya kaydırdığım
izlemek için hükümranlığının önemli yıldönümlerini nerelerde kutladığına bakmak
yeterliydi: Tahta çıkışının yirminci yılım yücelten Vicennalia törenleri,
Batı'yı unutmadığım göstermek amacıyla Eski Roma'da yapılmıştı. Yirmi beşinci
yılını, bizzat kurduğu Yeni Roma'nın resmİ açılışına denk getirmişti. Otuzuncu
yıl Tricennalia törenleri için Kudüs'ü seçti. Aradan geçen beş yılda, koyu bir
dindar olmuştu. İstanbul'da hem Hıristiyan hem de pagan tapmaklarda kutlanan
Gümüş Jübile'sinin aksine, Kudüs'teki tören baştan sona Hıristiyan
geleneklerine göre yapıldı.
İki yıl sonra, 22 Mayıs 337'de
öldü.
Birleşik Roma tarihinin sonuncu,
Hıristiyanlık tarihinin ilk imparatoru Büyük Konstantin, 31 yıllık
hükümranlığının son çeyreğinde Yunanca "resullere eşit" anlamına
gelen İsapostolos ünvanını kullanıyordu. Bizzat hazırladığı cenaze ve defin mizanseniyle,
taşıdığı ünvan hayallerinin ötesinde "Resul" gerçekliği kazandı:
Lal rengi kaftan giydirilen
cenazesi, altın bir tabuta yerleştirilip, Büyük Saray'ın tören salonundaki
yüksek bir kaidenin üstünde, tam üç ay bekletildi. Çünkü yerine oğullarmdan
hangisinin geçeceği belirsizdi, imparatorluğun acil işleri ve saray törenleri,
bu üç ay boyunca sanki yaşıyormuş gibi O'nun adına yapıldı.
Sonunda, kendisinden sonraki
kardeş kavgasında öldürülecek ilk oğlu, Konstantius kaldırdı cenazesini.
Defin töreni, olağanüstü imparatorun
tam istediği gibi, olağanüstü bir merasimdi.
Muazzam kafileye savaş
giysilerini giyinmiş Roma lejyonlarının başında, oğul Sezar Konstantius öncülük
ediyordu. Ardından mızraklı lejyonlar ve ağır piyade birlikleriyle çevrili
Büyük Konstantin'in altın tabutu geliyordu...
Büyük Saray'dan çıkan tören
kafilesi, Hipodrom'u kuzey doğusundan dolanarak Milion Taşı'na doğru yürüdü.
Oradan Mese/Divanyolu'nu izleyerek yapımı tamamlanan Resuller Kilisesi,
Havariyyun'a vardı.
Tarihçi Emesalı Eusebios, tarihin
en büyük imparatorunun anıtmezarı için şunları yazdı:
"Büyük Konstantin,
kabir mekânını resullerle aynı kutsallık katını paylaştığını gösterecek yer ve
konumda düşünmüştü. Kiliseye 12 Resul'ün anısına, dinin dayanağı 12 kutsal
abide niyetine, 12 lahit yaptırdı. Ortalarına kendi lahtini koydurdu. "
Hıristiyanlık dogmalarını
saptayan ve öğretisine yön veren küresel (ekümenik) din kurultaylarından ilki,
önceki sayfalarda yer aldığı gibi, 325 yılında Büyük Konstantin'in
başkanlığında yapılan İznik (Nikaia) Konsili'ydi.
İkinci Ekümenik Konsili,
Hıristiyan âleminin başkenti Nova Roma'da toplamak, 381 yılında Birleşik
Roma'nın sonuncu imparatoru Theodosius'a nasip oldu.
Aradan geçen zamanda başkent, hem
Yeni Roma hem de kurucusunu anımsatan Konstantinopolis, (Konstantin'in şehri)
diye anılır olmuştu. İlerleyen çağlara popüler adı Konstantinopolis kalacak,
"Yeni Roma"lığı ancak tarihine atıf yapıldığında, daha az
kullanılacaktı.
381'de İstanbul'da toplanan
İkinci Ekümenik Konsil'e katılanlarm hepsi Doğu Kiliselerinin temsilcileri olup
Batı'dan hiçbir ruhban gelmemiş, Roma ve Milano Kiliseleri de yoktu.
Hıristiyanlık öğretisindeki dogma ve doktrin çatışmaları iktidar çekişmesine
dönüşmüş, hizipçilik başlamıştı.
İznik Konsili'nde saptanan
dogmaları ön kabulle başlayan İstanbul Konsili'nde, Konstantinopolis ve Kudüs
Kiliseleri Patriklik düzeyine yükseltilerek, Roma, Antakya, İskenderiye'nin
yanı sıra teolojik meşruiyet tanındı. Patriklerinin yetkileri de ilk üçünün
yetkilerine eşitlendi.
Hıristiyanlığın meşru
temsilcilikleri yeni protokol sıralamasında Roma, Konstantinopolis,
İskenderiye, Antakya ve Kudüs Kiliseleri diye sayılıyordu. Başka bir deyişle
Yeni Roma, diğer kiliselerin tarihsel önceliklerini atlayarak, önem skalasında
Kadim Roma'dan hemen sonraki ikinci sıraya oturmuştu. Yeni sıralamayla,
Hıristiyanlığı tüm hizip çekişmelerine karşın altı yüzyıl daha aynı çatı
altında tutacak "Beşli Hükümet" (pentarşi) yönetimine geçiliyordu.
381'deki Konstantinopolis
Ekümenik Konsili'nin saptadığı dogma hükmündeki yedi kutsal kuraldan üçüncüsü
şöyleydi:
"Konstantinopolis Patriği,
Roma Patriği'nden sonra
İkincidir. Bununla birlikte Roma
Patriği'nden sonra gelen Konstantinopolis Patriği'nin onursal önceliği vardır;
çünkü temsil ettiği kent, Yeni Roma'dır."
Konstantinopolis Patriği'ne
verilen işte bu "onursal öncelik", Hıristiyanlığın birincil makamı
iddiasını taşıyan Eski Roma Patrikliğinin elbette tepesini attırdı. Ama
yapabileceği bir şey yoktu.
Çünkü hepsinin üstündeki otorite,
Hıristiyan âleminin bir numaralı gerçek egemeni, Tanrı'nın yeryüzündeki elçisi,
Pontifex Maximus liderlik Unvanıyla anılan Roma imparatoruydu.
Hıristiyanlık öğretisinin meşru
dayanağı "Beşli Hükümet"! oluşturan ve yeryüzünde İsa'nın temsilcisi
sayılan beş patrikten biri, kurallara aykırı davrandığı, günaha girdiği ya da
suç işlediğinde, kendisini yargılayabilecek tek mercii Pontifex Maximus
İmparator'du. Onun da payitahtı, artık Konstantinopolis'ti.
Başka bir deyişle Hıristiyanlığın
güç merkezi, ister istemez İstanbul olmuştu.
Roma İmparatorluğu, Theodosius'un
395 yılında ölümüyle iki oğlu arasında ikiye bölündü. Batı'nın imparatoru
Honorius, İtalya'da Ravenna'yı başkent yaptı. Arcadius ise, Doğu İmparatoru
olarak Konstantinopolis tahtına oturdu.
Ne var ki Batı Roma
İmparatorluğu, sonuncu imparatoru Flavius Romulus Augustus'un Germenlere esir
düşüp sadece 10 ay kalabildiği tahttan feragat etmesiyle çöktü.
Doğu İmparatoru Zenon, Roma
emperyal otoritesinin yegâne meşru vârisi oldu.
Küçük Asya'nın zengin
kaynaklarıyla istikrarım koruyabilen Doğu Roma, çöken Batı'nın önce Afrika'da
sahipsiz kalan bazı topraklarını kendi sınırlarına kattı.
Konstantinopolis Fener
Patrikliğinin daha "Beşli Hükümet" kiliseleri arasında katılmadan
kullanmaya başladığı ekümenik ünvanımnı resmen tanıdı.
Yeni Roma tahtında 527 yılından
565'e kadar hüküm süren İmparator Birinci Justinianus, Avrupa'yı fethe çıkarak,
İtalya başta olmak üzere Batı Roma'nın yitirdiği pek çok eyaleti kuzeyli
istilacılardan geri aldı. Doğu ile Batı'sı yeniden birleşen Roma İmparatorluğu
neredeyse eski sınırlarına kavuştuktan sonra, tüm Akdeniz havzası Greko Romen
sanat ve kültürünün etkisi altına girdi. Konstantinopolis, dünya başkenti
olarak en parlak dönemini yaşadı. Justinianus, hukuk ve devlet yönetiminde
yaptığı reformlarla, Antik Roma'nın sonuncu büyük imparatoru olarak tarihe
geçti.
Ne var ki vârisleri,
Justinianus'un yeniden kurduğu bütünlüğü ve egemenliği sürdüremediler.
8. yüzyıla gelindiğinde,
Avrupa'da "İsa'yı çarmıha gerdirten ırktan olmak" suçlamasıyla Yahudi
düşmanlığı başlamıştı ve İslamiyet henüz yüz yaşındaydı. Justirıianus/
Ravenna'daki San Vitale Bazilikası, mozaik (MS 547) Büyük Konstantin'e
atfedilen sahte vasiyet ortaya çıkana kadar, İsa'nın öğretisine iman edenlerin
hepsine Hıristiyan deniyordu.
Sahte vasiyet sadece Hıristiyan âlemini Ortodokslar ve
Katolikler olarak bölmekle kalmadı; kini ve kanı beraberinde getirdi. Avrupa'yı
şahrem şahrem yaracak ve hepsi Roma'daki Katolik Papa'nın cismani erki
(potestas ) üzerinden yapılacak uzun bir savaş tarihinin başlangıcı oldu.
Doğu Roma İmparatorluğu, yepyeni
İslam imanıyla kuşanıp Konstantinopolis'i iki kez kuşatan Emevi ordularını geri püskürtmek için
savaşmaktan yorgun düşmüştü. İmparatorluk zayıflamışken ortaya atılan sahte
vasiyet; elbette Konstantinopolis Patrikliğini de en güçsüz döneminde,
hazırlıksız yakaladı.
Sahte vasiyetle edindikleri iktidar
gücünden öteye basit siyasetçilere dönüşen Papalardan bazıları, bu gücü
ellerinde tutmak hırsıyla tüm kutsal ve vicdani ilkeleri çiğnemeye hazırdı.
Zaten çiğnediler de... Kanlı
katiller, zalimler ve sapkınlar Papa külahı giyip Papalık tahtına oturdu.
Önce Bogomil müminler, ardından
Protestanlar, tam da Katolik Kilisesi'nin yozlaşmış iktidarına isyanla yeni
mezhepler kurup baş kaldırdılar. Ve bedelini, örneğin Bogomiller resmen
soykırıma uğrayarak, Protestanlar muazzam katliamlarda kırılarak ödediler.
Büyük Konstantin'in sahte
vasiyeti, tarihte aynı Tanrı'ya inanmışlara söylenen en büyük yalan olmakla
kalmadı. 'Sevgi ve Barış' diye tanımlanan İsa'nın kutsal öğretisine de en büyük
ihaneti etti.
Hıristiyanlığın insanları sevmek
ve bağışlayıcı olmak koşuluna dayalı temel felsefesinin tam tersine, müminleri
birbirine düşürdü, imam böldü.
Sahte Vasiyetin Ortaya Çıkışı
8. yüzyılın ortalarında Doğu Roma
İmparatoru Beşinci Konstantin, büyük bir komutan olmasına karşın,
Hıristiyanlıkta tapınma objesi haline gelen resim, heykel ve ikonaları
yasakladığı için ruhban sınıfı tarafından nefret ediliyor, Konstantinos
Kopronymos (Boklu Konstantin) diye anılıyordu.
Boklu Konstantin, putkırıcı
politikasını salt Doğu Kiliselerine uygulamakla kalmamış, imparator olarak hiç
ilgilenmediği Batı eyaletleri ve Roma Patrikliğine de empoze etmeye kalkmıştı.
Böylece İtalyanların "Papa" dediği Roma Patriğiyle birlikte, Papa'nın
ruhani liderliğine bağlı tüm müminleri de karşısına aldı.
753 yılında, Batı Roma'nın
başkenti Ravenna, Germen soyundan Lombardların eline geçti ve imparatorluk
Kuzey İtalya'daki son kalesini kaybetti. Savunmasız kalan Kadim Roma, düşmana
adeta terk edilmişti.
Papa Stefano, üst makamı
Konstantinopolis'teki imparatorundan yardım istedi. Boklu Konstantin, ordu
göndermek yerine Papa'yı kendi adına arabulucuk yapmakla görevlendirip,
Lombardlarla anlaşma zemini aramayı tercih etti.
Güney İtalya hâlâ Doğu Roma'ya
bağlı imparatorluk topaklarıydı ama kuzeyde düzenli aralıklarla Germenlerin
saldırısı ve talamna maruz kalan halkıyla Batı Roma, uzun zamandır emperyal
otorite boşluğu yaşıyordu.
Sonuncu imparatoru Romulus
Augustus'un feragatinden beri başsız kalan Avrupa, kendilerini kral ilan eden
çapulcuların iştahına terk edilmişti. Konstantinopolis çok uzaktı ve Hıristiyan
âleminin en üst makamı Doğu Roma imparatorları, Batı Roma'yı savunamıyorlardı.
Hıristiyanlığın "Beşli Hükümet"ini oluşturan meşru beş patrikhaneden
Avrupa'yı temsil eden Roma'daki Papalık makamı da korumasız kalmıştı.
Hıristiyan Batı'ya Batılı bir
imparator ve Roma Papalığını Konstantinopolis'ten bağımsız dinİ liderlik makamı
yapacak bir düzenlemeye ihtiyaç vardı.
Doğu Roma imparatorları, Büyük
Konstantin'den bu yana Tanrı'nın doğrudan temsilcisi Pontifex Maximus olarak
Hıristiyanlık âleminin reisi ve tüm patrikler gibi Roma'daki Papa'yı da atama,
yargı ya da azil makamıydı.
Dolayısıyla Roma Patrikliği demek
olan Papalığı, Konstantinopolis'teki imparatorun otoritesinden çıkaracak olan
düzenleme, ancak ve yine imparator tarafından yapılabilirdi. Boklu
Konstantin'in kendi otoritesini kendi eliyle ilgası beklenemeyeceğine göre...
Roma imparatorlarına kim
Hıristiyanlık âleminin en üst makamı Pontifex Maximus ünvanını verdiyse onun
geri alması gerekiyordu, Papalığı, Konstantinopolis'in otoritesine bağlayan
hükmü... O da Hıristiyanlık âleminin tartışılmaz önderi, kurucu imparatoru
Büyük Konstantin'den başkası olamazdı!
Boklu Konstantin'in arabulucu
tayin ettiği Papa Stefano, işgalci Lombardlarla anlaşmaya çalışmaktansa, hem
kendi makamını hem de Avrupa'yı Doğu Roma'nın hükümranlığından azat edecek bir
çözüm peşine düştü.
Papa'nın danışmanları, dâhice
çözümü bulmakta gecikmediler: Dört yüzyıl önce ölen Büyük Konstantin'in elinden
sahte bir vasiyet yazacaklar ve Papa'yı Doğu'daki imparatorluğun vesayetinden
azat edecek belge, sanki tarihin tozlu raflarında kaybolmuş da yeni bulunmuş
gibi yapılacaktı.
Ama sahte belgeyi, bilinen bir
referans yokluğunda, hiç olmazsa "inanılan" bir referansa dayandırmak
gerekiyordu.
Danışmanların aklına, Büyük
Konstantin'in hükümranlık zamanına denk gelen 314 ile 335 yılları arasında
Papalık yapmış, ancak İmparator'un bizzat düzenlediği iki din kurultayına
(314'te Arles Konsili ve 325'te Birinci Ekümenik İznik Konsili) bile katılmamış
eski Roma Patriği Silvestro'ya atfedilen, tepeden tırnağa uyduruk bir efsane
geldi. Bu efsaneye göre Papa Silvestro, Birleşik Roma İmparatoru Büyük
Konstantin'i ölüm döşeğinde Hıristiyan olarak vaftiz eden kişiydi.
Papalık danışman ve hat ustaları,
işte bu efsaneyi allayıp pullayıp Büyük Konstantin'in eliyle Kadim Roma’nın ilk
Papa'sı Silvestro'ya teslim ettiği bir vasiyet biçiminde, sanki çok eskiden
yazılmış gibi kaleme aldılar.
On sayfalık sahte belgenin
tarihlendirilmesi, birinci bölümü 315, ikinci bölümü 317 yılında yazılmış gibi
yapıldı.
Papa Stefano, 753 yılım 754'e
bağlayan kara kışın ortasında Alp Dağları'nı aşıp Fransa'ya, Frank Kralı Kısa Pepin'in
Ponthion'daki sarayına gitti. Niyeti, yepyeni bir ittifakla hem
Konstantinopolis'teki imparator ve dinİ vesayetinden kurtulmak hem de Papalık
hükmünü güçlendirmekti.
Kendisini çok iyi karşılayan kral
tarafından dört ay boyunca ağırlanan Papa Stefano, görüşmeler sırasında Kısa
Pepin'e, tarihe Donatio Constantini (Büyük Konstantin'in Bağışı) olarak geçecek
sahte belgeyi ilk kez gösterdi.
Sahte vasiyetinde, Büyük
Konstantin'e epeyce cömertlik yaptırılmıştı.
Metinde yer alan, "Aziz
resul efendilerim Petrus ve Pavlus'un selefi, Roma kentinin Ekümenik Patriği ve
Babamız Aziz Silvestro'ya ve kendisinden sonra haleflerine ki onlar, dünyanın
sonuna kadar Aziz Petrus'un tahtına oturacak olanlardır... Latran'daki emperyal
sarayımızı, başımızda taşıdığımız hükümdar tacımızı bağışlıyor ve aynı zamanda
Papalık tacını ve dahi lal gömlek ile kaftanı...Ve dahi emperyal yüceliğimizin
işaretleriyle gücümüzün zaferini bırakıyoruz," sözleriyle anlatılmak istenen, Büyük
Konstantin'in koskoca Roma İmparatorluğu'nun batısını, hediye paketi gibi Papa'nın
kucağına koymuşluğundan başka bir şey değildi.
Hıristiyanlığın kurucusu sayılan
İmparator'un neden böyle bir çılgınlık yaptığı, durup dururken mülkünün
yarısından niçin vazgeçtiği sorunsalı da Yeni Roma/ İstanbul'un sırtına yüklenmişti.
Büyük Konstantin, (sahte)
vasiyeti güya Doğu'da yeni bir başkent kurup oturmak kararı aldığında yazdırmış
ve arkada bıraktığı malı mülkü, "Terk ettiğimiz sarayımız ve Roma kenti
ile tüm taşralarını ve dahi İtalya'nın kentleri ya da batı bölgelerinin
tamamını, çok aziz yönder ve ekümenik Papa Silvestro'ya bırakıyoruz ve bu kesin
hükmümüzle, saydığımız her şey ve her yerin onun ile seleflerinin iradesine,
kutsal Roma Kilisesi'nin kanunlarına tabi olduğunu ilan ediyoruz,"*
ifadesiyle Papalığa bağışlamıştı.
Yetmemiş, Hıristiyanlığın bir
numaralı cihan lideri Büyük Konstantin, sahte vasiyetinde Pontifex Maximus
sıfatıyla da Roma Kilisesi'nin başpatriği Papa'yı, "Emperyal hükmümüzle, dört
başlıca kilise Antakya, İskenderiye, Konstantinopolis ve Kudüs'ün ve zaten
Tann'nın dünyadaki tüm kiliselerinin öncüsü ilan ediyoruz," demişti!
Batı Roma Hıristiyan âlemini Papa
Silvestro ile kendisinden sonra gelecek Papaların iradesine bırakmakla Avrupa
kıtasının jeopolitik kaderini değiştirecek olan "çakma" vasiyet
hükümleri; müminlerin hoşuna gidecek masallarla da süslüydü.
Bölümün başında söylemiştik:
Sahte belgenin yazılımı, Papa Silvestro'nun Büyük Konstantin'i ölüm döşeğinde
vaftiz ettiği efsanesine dayandırılmıştı. Üstüne bir de aynı Silvestro'nun,
yine Büyük Konstantin'i cüzam hastalığından iyileştirdiği "mucize"si
eklenmişti.
Gerçekten de Büyük Konstantin,
Hıristiyanlığı kabul etmesine karşın vaftiz olmak için ölüm döşeğine düşmeyi
beklemiş, böylece yaşarken işlediği günahların silinmesini sağlamayı amaçlamıştı.
Ne var ki Konstantin'in ölüm
tarihi kayıtlara geçmiş, tam olarak biliniyordu: 22 Mayıs 337. Papa
Silvestro'nunki de belliydi: 31 Aralık 335!
Büyük Konstantin, kendisini ölüm
döşeğinde vaftiz eden Papa öldüğünde hâlâ hayattaydı. Üstüne iki yıl daha yaşamıştı.
Sadece bu hata bile, Papa
Stefano'nun İmparator'un ölümünden 417 yıl sonra bulunmuş gibi çıkarıp
"Konstantin'in Bağışı" diye gösterdiği belgenin sahteliğini
kanıtlamaya yeterliydi. Tabii belgeyi ilk gören Frank Kralı Kısa Pepin ve dahi
yakın çevresi okuma yazma bilmiş olsaydı!
Zaten zurnanın zırt dediği yer ve
çakma vasiyetin onca yıl "otantik" diye yutturulabilmesinin iki
nedeninden birincisi tam da buydu.
Tarihin ilk binyılında, eğitim
sıkı sıkıya Kilise'ye bağlı, okuryazarlık, tamamen ruhban sınıfının tekelinde,
o da öğrenmesine izin verilen papazlar tarafından icra edilebilen bir
uğraşıydı.
Uğraşıydı diyorum; çünkü
matbaanın icadına daha çok vardı ve kitaplar elle yazılıyor, kopistler
tarafından çoğaltılıyordu. Ruhban sınıfı dışında okuryazar, parmakla
gösterilecek kadar azdı. Din adamı olmayan egemenlerin ezici çoğunluğu, hatta
kimi krallar bile okuma yazma bilmiyor, yanlarından eksik etmedikleri ruhban ve
zaten saray erkânı papazlar, hem okutmanlık hem de kâtiplik yapıyorlardı.
Böylece tarihten coğrafyaya,
gökbilimden tıbba, her bilim dalı Kilise'nin kontrolü altında ve muazzam bir
bilgi birikimi içeren Hıristiyanlık öncesi pagan düşünürlerin, bilginlerin
bıraktığı yazılı kayıtlar, Hıristiyan olmadıkları gerekçesiyle yasaktı.
Bilgiye erişimi özenle engellenen
cahil halk her türlü hurafeye kolayca inandırılıyor, yazıya erişilmez bir
kutsallık yüklüyor ve Kilise'nin yasakladığı pagan ama doğru bilgileri
yayanlar, aforoz ediliyorlardı.
O tarihlerde dinsizlik bir suç
(Hoş çağımızda da suç ilan edilmesine çeyrek var!) ve toplumdan dışlanmak
anlamında aforoz, cüzamdan beter bir cezaydı. Zaten bir zaman sonra bununla da
yetinilmeyecek, hastalan kadim bilgiler doğrultusunda şifalı otlarla tedaviye
çalışan ebe kadınlar başta, Kilise'nin resmİ bilgisini tartışmaya açan herkes
cadı, büyücü, şeytanla ^badiği yaptı diye Engizisyon işkencelerinden
geçirilecek, meydanlarda yakılacaktı.
Ne var ki yiğidi öldür,
hakkını yeme: Batı Avrupa'daki belli başlı kiliselerin çoğu, pagan dönemden
kalan yazılı bilgiyi bazen ruhban sınıfından bile sakladı, ama yok etmedi.
İleriki çağlarda modem
bilimler, tam da kiliselerin yok etmediği bu kadim bilgiler, antik dönem
bilginlerinin ampirist bulguları üzerine inşa edilecekti.
Ama 754 yılında, Kilise'nin bilgi
üzerindeki tekelini kıracak matbaanın icadına daha yedi yüzyıl vardı. Antik
Yunan, Mısır ve Roma uygarlıklarının yeniden keşfedilmesiyle başlayacak
Rönesans'a da bir o kadar.
Papa Stefano'nun sahte Konstantin
vasiyetini Kısa Pepin'e göstermeden önce okuma yazma bilen Frank Başpapazı
Fulrad'ı bir biçimde ikna ettiğini tahmin, zor olmasa gerek.
Gerçi Frank Kralı'nı belgenin
gerçekliğine inandırmak için çok daha geçerli bir gerekçesi vardı: Papa
Stefano, İtalya'yı Lombard istilasından kurtarması ve Papalığın egemenliğine
vermesi karşılığında Kısa Pepin'e "Batı Roma İmparatoru" ünvanını
önerdi.
Barbar istilalarıyla tahtların
devrildiği Avrupa'da hanedanlar kırıma uğramış, basit savaş senyörleri
krallıklarını ilan ederken aralarından birisini "imparator" unvanıyla
donatacak meşru bir makam da kalmamıştı.
6 Ocak 754'te Ponthion'daki
sarayda buluşan Papa Stefano ile Kral Kısa Pepin, karşılıklı bir meşruiyet
pazarlığında anlaştılar.
14 Nisan 754'te Kısa Pepin,
fethedeceği İtalya topraklarından feragat sözü ve Papalara bu topraklarda
devlet kurma yetkisini veren Quierzy Anlaşması'nı imzaladı. Söz konusu anlaşma,
salt Lombardlardan geri alınacak bölgeleri kapsamıyordu. Güney İtalya'da
"Pentapol" diye anılan beş ilin egemenliğini de Konstantinopolis'teki
Roma İmparatoru'ndan koparıp, Papa'nın hükümranlığına bağlıyordu. Doğu Roma
İmparatorluğu'nun İtalya'daki mülkünü savaşta değil, "masa"da
yitirdiği bu anlaşma, tarihe "Pepin'in Bağışı" olarak geçecekti.
27 Temmuz 754'te Papa Stefano,
sarayında hâlâ konuğu olduğu Kısa Pepin'e imparator tacım Kutsal Yaratıcı
adına, Roma
Kilisesi'nin kurucu Resulleri
Aziz Petrus ve Pavlus'un aracısı sıfatıyla, kendi eliyle giydirdi. Onunla
birlikte iki oğlu Karolus (gelecekteki Şarlman) ile Karloman'ı da kutsayarak
soyunu, Karolenj Hanedanı olarak sürdürme meşruiyetini tanıdı. Kralı imparator,
oğullarını da kral ilan ettikten sonra hanedanlarına "Romalıların
Korucuları" ünvanını verdi.
Karşılığında, İtalya'ya Frank
ordularıyla geri döndü.
Kısa Pepin, 755'ten öteye
Lombardlardan geri aldığı İtalya topraklarını söz verdiği gibi Papa'ya
bağışladı.
Frank "İmparator" Kısa
Pepin'in bağışladığı toprakları Papa adına teslim almak görevi, Frank Başpapazı
Fulrad'a verilmişti. Fulrad, düşmandan geri alman ve Konstantinopolis'teki
İmparator'dan gasp edilen kentlerin anahtarlarını Aziz Petrus'un mezarının
üstüne koyarak, mülkiyetlerini Hıristiyan Roma'nın kurucu resulüne devretmiş
oldu. Böylece "Papalık Devletleri" diye anılacak kurum doğuyor ve
İtalya, Resul Petrus'un selefleri Papaların egemenliğine giriyordu.
Papa Stefano, zaman yitirmeden,
biri mülkünü yönetecek ve öteki Hıristiyan ruhbana kendi adına öncülük edecek
iki temsilci seçti.
Eski Papalık başkenti Ravenna'nın
Doğu Roma İmparatoru'na sadık kalan Başpatriği Sergius, bu uyduruk egemenliğe
itiraz edecek oldu. Tutuklandı.
Yoktan iktidar yaratan sahte
vasiyet belgesine dönecek olursak, bilmem ilk Roma Papa'sı Silvestro'ya
atfedilen sayısız mucizeden Büyük Konstantin'i cüzamdan iyileştirdiği
başarısına dönmeye gerek var mı?
Vatikan'ın arması/Doğu Roma'dan gasp edilen
illeri simgeleyen anahtarlar, günümüzde Aziz Petrus'un emaneti, göksel ve yersel
iktidar anahtarları diye tanıtılır.
Büyük Konstantin, bizzat
düzenlediği iki din kurultayında bile bulunmayan Papa Silvestro eliyle vaftiz
olmadığı gibi, zamanı için çok uzun sayılan 65 yıllık ömründe de cüzama
yakalanmamıştı.
Ne var ki efsaneler, çoğu kez
gerçeklerden daha büyüleyici ve bilgiden çok daha kolay ulaşılır; inanç
dünyasında sürdükleri ömür, gerçek tarihlerden bile uzun oluyor.
Pek çok edebiyat eseri, Papa
Silvestro'nun mucizelerinden söz eder, Dante'nin İlahi Komedya'smm ilk bölümü
"Cehennem"in bir kantosunda bile, "Büyük Konstantin'i cüzamdan
iyi eden Silvestro" diye anılır. Kendisini, İmparator'u vaftiz ederken,
cüzamını geçirirken ya da elinden sahte vasiyeti teslim alırken gösteren
sayısız tasvir vardır. Dünyamn dört bir yanında hâlâ resmedilmekte, hâlâ
kutsanmaktadır.
Tarihçi Bernard Vannier'nin
deyişiyle, "kayda değer hiçbir şey yapmadan kayıtlara geçen" Papa
Silvestro'nun tek gerçek başarısı, bir 31 Aralık gecesi ölmekti. Hıristiyanlık
yolunda şehit olmadan azizlik mertebesine yükseltilen Silvestro'nun adı,
yılbaşıyla özdeşleşmiştir. 31 Aralık gecesi, Aziz Silvestro bayramı olarak
kutlanır.
Avrupa Birliği’nin Mucidi
Şarlman İsa'dan sonraki 768 yılından öteye, bugünkü Fransızların ataları
Frankların tahtına her anlamda büyük bir kral oturdu: Kısa Pepin'in 1,93
metre uzunluğundaki oğlu Birinci Şarl'ın , boyuna bosuna uygun ihtirasları
vardı. Hem Batı Avrupa'nın tartışmasız hâkimi, hem de Doğu Roma İmparatoru'ndan
daha büyük bir imparator olmak istiyordu.
Bu amacını gerçekleştirebilmesi
için kendisine imparator tacını giydirecek Batı Roma'daki Papalık makamının,
Doğu Roma'daki Konstantinopolis Patrikliğinin üstünde sayılması gerekiyordu.
772’de Batı Roma Papalık tahtına
Birinci Hadrianus çıktı. Frank Kralı Şarl, tam yeni Papa'yla iş bitirmeye
hazırlanıyordu ki...
773 yılında beklenmedik bir şey
oldu. Babası Kısa Pepin'in yendiği Lombardların kendisi gibi genç hükümdarı ve
Konstantinopolis'teki imparatora sadık Kral Desiderius, Büyük Konstantin'e
atfedilen vasiyetin Batı Roma'yı Doğu'dan koparmak için uydurulduğuna emindi.
"Konstantin'in Bağışı" diye anılan sahte metne dayanarak kurulan
Papalık Devleti'nin meşruiyetini reddederek, ordularıyla Roma'yı fethe çıktı.
Tarih, aktörleri değişmiş filmi,
yeni bir çekimle tekrarlıyordu sanki: Yeni Papa Hadrianus, yeni Frank Kralı
Şarl'dan, yine Lombard istilasına karşı yardım istedi.
Frank orduları, İtalya'yı
Lombardlardan kurtarmak üzere yeniden sefere çıktı.
Yüzyıllar geçecek, yine aktörler
değişecek ama aynı film bir daha, bir daha çekilecekti. Ta ki, zaman makinesi
kırılana ve sonuç farklı olana dek.
Birleştirmesi gereken dinin, 1500
yıl süreyle ayrıştırıp savaştıracağı Avrupa halkları, Hıristiyanlığın gerekçe
gösterileceği çatışmanın başında, peşrev çekiyorlardı, henüz...
774 yılında, Frank orduları
Lombardları bozguna uğrattı. Yenik Desiderius'un krallık tacını da başına
geçiren Şarl, artık hem Frankların hem de Lombardların hükümdarı Şarlman diye
anılacaktı.
Şarlman, zaferini kutlamak için
düzenlenen törende, "Konstantin'in Bağışı" vasiyetine uyacağını bir
kez daha ilanla, Papa Hadrianus'un sahte vasiyetten kaynaklanan –uyduruk meşruiyetini
resmen tanımış oldu.
Latin ve Germen tarihine Karolus
Magnus, yani Yüce Karolus olarak geçecek Şarlman, hayalindeki Avrupa
İmparatorluğu'nu kurabilmek için önce din ve dil birliğini sağlaması
gerektiğini biliyordu. Zaten Papa'ya verdiği desteğin ardında da bu gaye vardı.
Dinsel ayin dili ve usullerim, Kadim Roma Kilisesi'nin geleneklerine göre Latinceye
uyarladı.
789'da bir genelge yayınladı.
Genelgede Hıristiyan topluma ilişkin görüşlerim ve tebaasına ayinlerde
izlenmesi gereken Latin ritüellerini açıklıyordu. O tarihten öteye Frankların
"Galya geleneği" diye anılan ve Roma Kilisesi'nden farklılık gösteren
ayin özellikleri, özgün dili yavaş yavaş kaybolmaya yüz tuttu. Bu dönüşümün hem
iktidarını güçlendirip hem meşruiyetini sağlamladığı Papa Hadrianus'un etekleri
zil çalıyordu!
Papa Hadrianus, 795'te öldü.
Yerine Üçüncü Leo, Papa seçildi. Eski Papa'nın
haznedarı ve Kardinal düzeyinde bilgin bir papaz olan Leo, Papalık tacını giyer
giymez ilk iş; Şarlman'a bir mektup eşliğinde Aziz Petrus'un günah çıkarma
belgesinin (confessio) saklandığı sandukamn anahtarlarını ve Roma'nın sancağını
yolladı. Şarlman da kendisine, Roma Kilisesi'nin koruyucusu olacağını yineleyen
bir yanıtla birlikte Avarlardan aldığı ganimetin bir bölümünü gönderdi.
Burada durup Avarlara ilişkin
kısa bir bilgi vermek isterim.
Avrupa'da Konuşulan İlk Asya Dili: Türkçe
6. yüzyıldan öteye Volga ile Tuna
Nehirleri arasındaki coğrafyaya yayılan Avarlar, kimi tarihçilerin Moğol kimi
tarihçilerin ise Hun, Göktürk ya da Uygur asıllı olduklarını iddia ettikleri,
ama Orta Asya'dan geldikleri kesin göçebelerdir. Kafkaslar, Kırım ve Ukrayna üzerinden
Avrupa'nın ortasına kadar gelen bu savaşçı kavimler, kuşkusuz Orta Asya'nın her
soyundan unsur içerir. Ne var ki Göktürk ve Uygur ağırlıklı olup Türkçe
konuştukları bellidir. En ünlü hükümdarları, Bayan Kağan'dır. Orta Avrupa'yı
işgal edip Trakya ve Balkanlar'da Doğu Roma ordularıyla savaşan Avarlar,
586'dan 597'e kadar Selanik'i bile kuşatmışlardır. 7. yüzyılda bugünkü
Macaristan'a çekilip yerleşik bir uygarlık kurmuş, günümüze hayret verici
ustalıkta el sanatı objeler bırakmışlardır.
Çöküş dönemine giren Avar
Kağanlığı'nın sonunu, Şarlman getirir. Kurmak istediği Avrupa İmparatorluğu'nda
yerleşik Hıristiyan toplumlarım yüzyıllardır akın, fetih ve talanla tarumar
eden "pagan" Avarlara yer yoktur. Slav ve Germenlerin de katıldığı
Frank orduları, 791'den 811 yılına kadar süren seferlerle Avarları haritadan
siler. Frank orduları, Avarların son sığınağı, yüzyıllardır topladıkları
ganimeti sakladıkları Ring Avar ı talan ederler.
Avarların da yağma ve talanla
edindikleri hazine öylesine muazzamdır ki, Şarlman'ın Aachen'deki (Almanya)
sarayına 15 araba dolusu altın nakledildiği anlatılır.
Şarlman'ın, Papa Leo'ya
gönderdiği savaş ganimeti, işte bu hâzinenin bir parçasıdır. Zaten Avrupa
İmparatorluğu'nun kuruluşunu da Avarlardan aldığı ganimetle finanse etmiştir.
Teslim olanları zorla, sağ
kalanları zamanla Hıristiyanlaşan Avarlar, Bulgar, Macar ve Finlilere
karışmıştır. Hatta Macarca ile Fincenin, Ural/Uygur kökenli diller oluşu ve
birkaç yüz Türkçe kökenli sözcük içermeleri, karıştıkları Avarların kültür mirası
sayılmaktadır.
Avar Kağanlığı'nın, Avrupa'nın
siyasal coğrafya oluşumunun başlangıcında yüzyıllarca süren varlığı bile, bugün
Avrupalıları AsyalIlardan ayıran biricik etkenin ne ırk, ne tarih, ama
"din kültürü" olduğunu ortaya koymaktadır.
Papa’yı da Döverler
799 yılında Roma'daki Papalık
makamı, müthiş bir komployla sarsıldı. Aziz Marko'ya adanan 25 Nisan günü,
geleneksel ayin kafilesinin önünde at süren Papa Leo, iki saldırganın hışmına
uğradı. Leo'yu atından düşürdüler, dövdüler ve üstündeki Papalık kıyafetini
parçaladılar. Saldırganlar, bir önceki Papa Hadrianus'un yeğenleri olmakla,
seçkin kişilerdi.
Amcalarının yerini alan Leo'yu,
Hıristiyan imanını inkâr ile küfürden, fuhuş ve zina günahı işlemeye,
birbirinden ağır cürümlerle suçluyorlardı. Leo'nun gözlerini oyup dilini
kesmeye kararlıydılar. İddialar vahim ve halkı galeyana getirebilecek
nitelikteydi.
Saldırganların elinden kurtarılıp
yargılanmak üzere bir manastıra kapatılan Leo'nun imdadına Şarlman'ın Roma'da
görevli temsilcileri yetişti. Papayı manastırdan alıp 200 kişilik bir maiyetle
Saksonya'da bulunan Şarlman'ın yanma gönderdiler.
Gerek esas, gerekse usûlde, İsa'nın
yeryüzündeki temsilcisi sayılan Papa'yı ancak ve yalnız Doğu Roma İmparatoru
yargılayabilirdi. Ne var ki o sırada, Konstantinopolis tahtanda bir imparator
değil bir imparatoriçe vardı: İrene.
Oysa Şarlman ve Papa Leo, bir
kadımn "imparator" olamayacağı konusunda hemfikirdiler. Bu fikri,
Frankların ilk Hıristiyan Kralı Clovis'in 6. yüzyılda yürürlüğe koyduğu ve
"Salien Kanunu" diye amlan temel yasamn, kadınlara emperyal makamı
yasakladığı gerekçesine dayandırıyorlardı.
İmparatoriçe İrene'nin, Pontifex
Maximus yetkisini böylece reddeden Şarlman, kendi makamının da Papa'yı
yargılamak meşruiyetine sahip olmadığının bilincindeydi. Ama Leo, Roma'da
kendisine yöneltilen çok ağır suçlamalardan aklanmazsa zaten imparator yokluğu
çeken Hıristiyan Avrupa, üstüne bir de Papa'sız kalacaktı.
Şarlman, ne yapıp edip Leo'yu
suçsuz çıkarmalı ama bunu meşru bir düzeneğe dayandırmalıydı.
Padenborn'daki sarayına krallığın
ve Kilise'nin üst düzey temsilcilerinden oluşan bir Yüksek Kurul topladı.
Sarayda bir ay kalan Papa Leo, bu süre içinde Şarlman başkanlığındaki Yüksek
Kurul tarafından uzun uzun sorgulandı. Bir yandan da Şarlman'la ikili
görüşmeler yapıyordu.
Tarih sayfalarında Kral ve
Papa'nın baş başa neler konuştuğuna ilişkin herhangi bir kayıt yok. Ama Şarlman'ın
imparator olmasının bu görüşmelerde kararlaştırıldığı tahmin ediliyor. Öte
yandan, pazarlıkta anlaşmış olmalılar ki, bir ayın sonunda masumiyetine yemin
eden Leo'nun sözünü senet sayan Yüksek Kurul, kendisini tüm suçlamalardan
akladı.
799 sonbaharında Şarlman'ın
müfterileri soruşturmak ve cezalandırmakla görevlendirdiği silahlı külahlı
Frank Piskoposları eşliğinde Roma'ya dönen Papa Leo, gayet iyi karşılandı.
Aradan bir yıl geçti.
Şarlman, toplam kırk altı yıl
sürecek hükmünün otuz ikinci kışına girmişti. Taç giyme töreni, dokuzuncu
yüzyılın ilk Noeli, İsa'nın kutsal doğum gününe denk getirildi.
Günümüzde Almanya, Belçika,
Fransa, Hollanda, İtalya ve Lüksemburg'u kapsayan toprakların tek hâkimi Frank
Kralı, saray erkânıyla birlikte Roma'ya geldi.
25 Aralık 800 günü Aziz Petrus
(San Pietro) Bazilikası'nda düzenlenen tören, her anlamda görkemliydi. Papa
Leo, bazilikayı tıklım tıklım dolduran Frank soyluları ile ruhban sınıfı ileri
gelenlerinin huzurunda, Şarlman'ı o güne kadar var olmayan "Romalıların
İmparatoru" ünvanıyla taçlandırdı.
Aslı "Roma İmparatoru"
olan ünvanın ve tacın sahibi emperyal başkent Konstantinopolis tahtındaki
İmparatoriçe İrene olduğundan; Şarlman'a özel bir ünvan uydurmak gerekmişti.
Dört yüz yıldır hükümdar yokluğu
çeken Avrupa, sonunda imparatoruna kavuşmuştu. Doğrusunu söylemek gerekirse,
Büyük Şarl/Karolus Magnus, emperyal tahtını çoktan hak ediyordu: Yarı kabile
bir devlet olan Frank Krallığı'nı "Kutsal Roma Germen
Imparatorluğu"na dönüştürmekle, Birleşik Roma'dan beri ilk kez siyasal bir
Avrupa Birliği sağlamıştı."
Dahası, bu birliğe ortak
"din dili" olarak kabul ettirdiği Latince, Avrupa'nın bir ucundan
ötekine yayılmıştı. İngiltere'den Almanya'ya tüm ruhban ve bilginler, artık
Latince konuşarak, yazarak anlaşıyorlardı. Bu durum ileriki yüzyıllarda
halkların konuştuğu değişik dillerin, hiç olmazsa aynı alfabe, Latin
alfabesiyle yazılmasını sağlayacaktı.
Yeni imparatorun arması, başı
sola dönük Roma Kartalı'ydı. Şarlman, böylece ilk Hıristiyan Frank Kralı
Klovis'in simgesi "zambak" olan Merovenj Hanedanı'yla ilişkisini
kesiyor ve kendi Frank Hanedam Karolenjleri, Antik Roma'nın emperyal devamı
olmak iddiasıyla donatıyordu.
Ne var ki tarih, ileriki
yüzyıllarda Fransız aristokrasini yeniden "zambak"la betimleyecek,
zaten son Fransız kralının kafası da savunmasız bir zambak çiçeği gibi
biçilecekti.
* Avrupa tarihinin ortak efsanesi
Şarlman, 19. yüzyılda Victor Hugo'nun yazdığı La Leğende des siecles
(Yüzyılların Efsanesi) kitabından öteye birleşik bir Avrupa hayalinin atası
olarak tanıtıldı. İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra Avrupa Topluluğu'nun kurucu
üyeleri, bu atalığı yeniden ortaya attı. Gerçekten de AB'nin temelini oluşturan
Roma Sözleşmesi'ni imzalayan ülkeler, tam da Şarlman'ın kurduğu imparatorluğun
üyeleriydi: Almanya, Fransa, Belçika, Hollanda, İtalya ve Lüksemburg.
Günümüzde, kurduğu imparatorluğun Avrupa'da bir Frank egemenliği olduğunu ileri
süren kimi tarihçiler, "AB'nin atası Şarlman" fikrine karşı çıkıyor
ve ona daha çok Napolyon'un Avrupa'yı işgalle kurduğu kısa ömürlü
imparatorluğun fikir babalığını yakıştırıyorlar.
Şarlman'ın imparator tacım
giymesiyle, Antik Roma mülkü 9. yüzyılın başında fiilen üç rakip devlete
bölünmüş oldu; Doğu Roma İmparatorluğu (Konstantinopolis), Arap İmparatorluğu
(Bağdat) ve Karolenj İmparatorluğu (Aachen).
Bir bölünmenin ötesinde,
Akdeniz'i çevreleyen eski imparatorluktan yeni bir dünya, yeni acılara
doğuyordu. Akdeniz'i üç özgün kültür arasında bölen ve çoğu kez birbiriyle
çatıştıran bu ayrışım, günümüzde de sürmektedir.
Düşünün ki Avrupa'nın tarihini
yazacak ve tüm dünyamn kaderini etkileyecek olgu, Papa'nın Şarlman'ı
"Romalıların İmparatoru" ilan edebilme yetkisiydi. Papa Leo hangi
meşruiyete dayandırıyordu bu yetkiyi? Baştan sona sahte bir belgeye, Papalık
makamının meşruiyetim sağlayıp mülkünün tapusunu sunan vasiyete, Konstantin'in
çakma bağışına!
Yeryüzünde gelmiş geçmiş tüm
jeopolitik oluşumlar, egemenlikler ve hatta iktidar ünvanları, rakip güçler
arasındaki savaşlar ya da anlaşmaların sonuçlarıdır. Bu savaş ve anlaşmaların
temelinde çok yalan vardır. Soyluluk ünvanları dahil hemen tüm egemenlik
meşruiyetleri sahte öykülere, efsanelere dayanır. En meşru efsane zemini de dindir.
Dolayısıyla jeopolitik oluşumların kaynağına inildiğinde, mutlaka dine dair bir
yalan bulunur. Bu yalan, ya kutsal kitabın duruma göre ayarlanan bir yorumudur
ya da tahrifatı. İstisnasız tüm dinler iktidar savaşlarının aleti olmuş,
hiçbirisi egemenlerin manipülasyonundan kurtulamamıştır.
Ama tarih boyunca dinleri
jeopolitik çıkarlara uygun hale getiren bu yalanların hiçbiri, insanlığın
geleceğini Büyük Konstantin'in sahte vasiyeti kadar etkilememiş, dünyanın
siyasal coğrafyasını böylesine derinden ve kalıcı olarak biçimlememiştir.
İşte bu yüzdendir ki
"Donatio Constantini" başlığıyla Vatikan'ın gizli arşivlerinde yer
alan "Konstantin'in Bağışı" belgesi, dünya tarihinin en büyük
sahtekârlığı, Avrupa'yı Asya'dan ayıran siyasal coğrafyanın temel yalanıdır.
Çağdaşı egemenlerin hepsine hem
boyu bosu hem de iktidar gücü ve zenginliğiyle fark atan Şarlman'a taç giydiren
Papa Leo, Avrupa'ya bir imparator armağan etmekle kalmıyor, makamına
kendisinden sonra oturacak papaları da "imparator tayin etme" yetkisiyle
donatıyordu!
Bütün bunlar, Konstantin'in sahte
vasiyetine sözlü atıfla yapılıyordu. Çok akıllıca, belki de tarihin ilk ve en
başarılı PR operasyonu gerçekleştiriliyordu: Yazılı halini zaten çok az
kimsenin gördüğü düzmece bağış belgesi, toplumsal belleğe önce sözlü atıflarla
yerleştirildi. "Kırk kez söylersen olur" benzeri bir taktikle zaman
içinde sözüne alışılıp varlığı tartışılmaz hale gelince, yani yıllar sonra
Papalık fetvalarının arasına katılacak ve yazılı dogma statüsüne kavuşacaktı.
Ama o zamana, daha zaman vardı.
Doğu Roma’ya Damat Adayı Şarlman!
Şarlman, Papa Leo'nun elinden bir
taç giymesine giymişti. Ama kafasına uyarlanan tacın ve adının önüne takılan
"Romalıların İmparatoru" Unvanının meşru olmadığım biliyordu.
Konstantinopolis tahtanda Pontifex Maximus ünvanını ve kadim tarihin tacım
taşıyan bir "Roma İmparatoru" oturduğu sürece, Avrupa'ya hâkim olsa
da Hıristiyan âleminin imparatoru, o değildi...
Şarlman'ı Büyük Konstantin'e
atfedilen vasiyetin sahteliğini görmezden gelmekten, Papa'yı yetkisi olmadan
yargılamaya; kendisini alternatif bir imparator ünvanı ve uyduruk bir taçla
Roma'nın geleneksel meşruiyetinden ayrılmaya iten birden fazla jeopolitik neden
vardı. Ama bu nedenlerden belki de en önemlisi, Kadim Roma tahtanda bir kadımn
oturuyor ve meşru "Roma İmparatoru" ünvanını bir imparatoriçenin
taşıyor olmasıydı.
Altmış yaşma bastığı 802 yılında;
birisi doğum sonrası ölüp, diğerlerini boşadığı beşinci karısıyla altıncı
karısı arasındaki geçici bekârlık dönemlerinden birini yaşıyordu. Önüne tarihi
bir fırsat çıktığım düşündü, Şarlman.
Eğer İmparatoriçe İrene'yi
kendisiyle evlenmeye ikna edebilirse hem kendisi için uydurulan imparator
Unvanı meşruiyet kazanacak hem de Batı ile Doğu Roma'yı bir tek tacın, kendi
tacının altında birleştirmiş olacaktı.
Üstelik, İmparator kocası Leo'nun
eceliyle öldüğü 780 yılından beri çok sayıda âşığı eskiten, ama kimseyle
evlenmemiş olan İmparatoriçe İrene'nin 48 yaşma rağmen çok güzel bir dul olduğu
söyleniyordu... Atinalı İrene
(Pala d'Oro/ 1204 talanında
Konstantinopolis'ten Venedik'e getirilmiştir.)
Aslında iki hükümdar arasındaki
yakınlaşma fikri, yeni değildi. Doğum yeri dolayısıyla "Atinalı" diye
de anılan İrene, henüz naibe olduğu sırada Şarlman'a elçiler göndermiş, Roma
tahtının vârisi biricik oğlunu, Frank Kralı'nın çok sayıda kızından biriyle
evlendirmek istemiş, kabul de görmüştü. 781 yılında nişan anlaşması
yapıldığında, damat adayı Altıncı Konstantin 10, gelin adayı Rotrude 6
yaşındaydı.
Ne var ki İrene, nişandan altı
yıl sonra, artık 16 yaşındaki oğlunun bizzat istediği bu evlilik projesinden
vazgeçti. Zaten imparatorluk tacı için oğlunu da feda etmeye hazırdı. Yaşı
çoktan gelmesine rağmen türlü çeşitli entrikalarla tahta çıkması önlenen
Altıncı Konstantin, 797 yılında annesinin emriyle gözleri oyularak öldürüldü!
Bu cinayetten de anlaşılacağı
üzere Atinalı İrene, zaten yirmi yıldır naibe olarak oturduğu Roma tahtım tek
başına sahiplenmek uğruna oğlunu bile katleden, iktidar uğruna her şeyi
yapabilecek, hırslı bir kadındı. 797 yılından öteye imparatoriçe tacım
taşıyordu.
Şarlman'ın evlilik teklifini
iletmekle görevli elçiler Konstantinopolis'e vardıklarında, Doğu Roma tam da
İmparatoriçe'nin yanlış politikaları yüzünden bir kıtlık dönemi yaşıyordu.
Hazine öylesine erimişti ki, tebaası Atinalı İrene'den nefret etmekte,
danışmanları birbirini yemekteydi. Er geç bir isyan ya da darbe girişimi
kaçınılmazdı.
İmparatoriçe İrene, bu ahval ve
şerait altında ortaya çıkan Şarlman'ın evlilik önerisini kurtarıcı bir fırsat
görüp olumlu karşılamak niyetindeydi. Kocalık adayının bizzat kendi ünvanına
rakip bir imparator, Doğu Roma Kilisesi'ne göre dinden sapmış biri ve sahtekâr
olması umurunda bile değildi. Şarlman'la nikâhlanarak önce kendi canını, sonra
da imparatorluğunu parçalanmaktan kurtarabileceğini düşünüyordu.
Ne var ki Konstantinopolis saray
erkânı ve tebaası aynı görüşte değildi, hem de hiç!
John Julius Norwich, Bizans yapıtında,
bu görüş farklılığını şu sözlerle anlatır:
"Doğu Romalılar için
Şarlman'ın kendinden menkul tacı ve Unvanı, kabul edilemez bir haddini aşmışlıktan
öte, bağışlanmaz bir günahtı. Onların imparatorluğu çifte kutsallık temeline
dayanıyordu: Gökyüzünde bir Tanrı olduğu gibi, yeryüzünde de bir İmparator
vardı, İkincisi olamazdı.
Üstelik, Batılı prenslerin
aksine, kadınlara hükümdar olmayı yasaklayan bir yasası yoktu, Doğu
Romalıların. Evet, İmparatoriçe İrene'den nefret ediyorlardı; ama tahta çıkma
hakkını ve hükümdarlık meşruiyetini asla tartışmaya açmamışlardı, açmazlardı.
Dolayısıyla İmparatoriçelerinin okuma yazması bile olmayan bir barbarın evlenme
önerisini ânında reddetmek yerine kabul etmek eğilimini göstermesi, onları
çileden çıkardı.
Bu kadarı fazlaydı!
İmparatoriçe İrene'nin tebaası;
kırmızı bağcıktı gülünç papuçlar giyen bu zevksiz ve kaba Frank, anlaşılmaz bir
dil konuşan ve imza atmayı bile beceremediği için mühür kullanan bu cahil
barbarı, İmparator olarak kabullenmeye hiç mi hiç razı değildi..."
Nitekim razı olunmadı.
İmparatoriçe İrene'nin hava almak
için Konstantinopolis'e yakın bir bağ evinde dinlenmeye çekilmesini fırsat
bilen bir grup Roma soylusu ve yüksek rütbeli subay, 31 Ekim 802 günü Büyük
Saray'ı ele geçirdiler. Bugün Sultanahmet Meydanı olan Hipodrom'da topladıkları
halk meclisine, İrene'nin tahttan indirildiğini açıkladılar ve yerine, saraym
haznedarı Nikeforos'u imparator ilan ettiler.
Atinalı İrene, bağ evinde
tutuklanarak askeri konvoy eşliğinde başkente getirildi. Önce Büyükada'da kendi
iktidarı sırasında yaptırdığı manastıra kapatıldı. Birkaç ay sonra bir manasta
başrahibe sıfatıyla, Lesbos (Midilli) Adası'na sürüldü.
Ama eski imparatoriçe, rahibeliğe
mi dayanamadı, sürgün yaşamına mı bilinmez; tahttan indirilmesinin üstünden bir
yıl bile geçmeden, 9 Ağustos 803'te Midilli'de öldü. Cenazesi başkente
getirilerek, Büyükada'daki manastırına gömüldü.
Doğu Romalılar, soyunu
küçümsedikleri ve ünvanını gayrimeşru saydıkları Şarlman'ın pençesine
düşmekten, kendi imparatoriçesini feda ederek kurtulmuştu. Ama kadim
imparatorluk, asla sindiremeyeceği bir oldubittiye getirilmişti: Batı'da gülünç
bir kabile reisi kendisine imparator dedirtmekte ve taam da Roma'daki Papa'nın
elinden giymekteydi. Hıristiyan dünyasının altından geçen fay hattında derin
bir çatlak açılmıştı. Bu çatlak, dünyayı ikiye ayıracak büyük depremin
habercisiydi.
Atinalı İrene'nin tarihte aldığı
yere gelince...
Zamanın günceleri, İrene'nin
tutuklanmasından ölümüne değin başına gelenleri büyük bir vakarla karşıladığım
yazar. Devrik imparatoriçenin cinayetlerim unutan Doğu Roma Kilisesi, kendisini
ikonaları yemden serbest bırakan hükümdar olarak ammsamayı yeğlemiş ve azize
ilan etmiştir. Öldüğü 15 Ağustos tarihi, Ortodoks takviminde Azize İrene'nin
anıldığı gündür.
Şarlman Köprüleri Atıyor
809 yılında Aachen'de topladığı
konsil, Şarlman'ın kendinden menkul ama iktidar gücü tartışmasız bir imparator
olarak Batı Hıristiyanlığını, Doğu Hıristiyanlığından farklılaştırma kararım
açığa çıkardı.
Bu konsilde, Şarlman'ın direttiği
"Baba Tanrı ile oğul İsa'nın irade aynılığı" diye özetleyebileceğimiz
Filioque kuramı, 325 yılındaki İznik Ekümenik Konsili'nde belirlenen Kredo, yani
"İnanç Birliği" dogması bozularak kabul edildi. Üstelik, İznik
Konsili'nin Kredo dogmasını savunan Papa bile Şarlman'ın baskısına boyun eğmek
zorunda kaldı.
Doğu'daki Hıristiyanlar, Yuhanna
İncili'ni (Ayet 15:26) hiçe sayan bu yeni Kredo kuramına çok hırslanırlar,
ancak ellerinden bir şey gelmez.
Kadim ve kutsal Roma'nın
Konstantinopolis tahtında oturan meşru imparatoru Nikeforos; Şarlman'ın böyle
bir konsil toplayacak ve dinİ kural koyacak imparatorluk ünvanını resmen
reddetmesine karşın, Şarlman'ın oğlu İtalya Kralı Pepin'in Venedik'i Doğu
Roma'dan koparmasını da önleyemez. Çünkü imparatorluğun Doğu'sunda Harun
Reşid'in ordularım durdurmaya çalışmakta ve Batı'da Bulgarlarla savaşmaktadır.
Bir Sahte Vasiyet Varmış…Yüzlerce Sahte Fetva Vermiş
Dünya İmparatorluğu Roma'nın ilk
Hıristiyan hükümdarı olarak Hıristiyanlık âleminin kurucu lideri sayılan Büyük
Konstantin'e atfedilen ve "Konstantin'in Bağışı" diye bilinen sahte
vasiyet, 754 yılından öteye sadece ismiyle anılıyordu. Papalar ve yakın çevresinin
kulaktan kulağa bir duaymışçasına fısıldayarak sakladığı cismini, ruhban sınıfı
dahil kimsecikler görmediği gibi; varlığı da Papalığın hiçbir resmİ yazışma,
ferman ve fetvasında 9. yüzyıla gelinceye kadar yer almadı.
Komplo, geçmiş ve gelecek tarihin
en başarılı sahtekârlığı olup zekice değil, dâhiceydi!
Binyıllara dayanmak üzere bir
yalan inşa ediliyor, vasiyetin varlığı, yüksek sesle söylenirse büyüsü kaçacak
kutsal bir sır gibi fısıltıyla yayılıyor; belleklerde Batı Roma'yı Doğu
Roma'nın, Latin Hıristiyanlığı Grek Hıristiyanlığının boyunduruğundan kurtaran
mucize olarak yer etmesi sağlamyordu.
Söylentisi bile Papalarm mülk
sahibi olarak devlet kurmalarına, tanrısal üçlünün yeryüzündeki meşru
temsilcisi oldukları iddiasına, sözlerinin kanun sayılmasına, imparator ve
krallara taç giydirecek konuma yükselmelerine yetmişti.
Bir yüzyıl süreyle dilden dile,
kulaktan kulağa huşuyla mırıldanarak eskitile eskitile "gerçeklik"
kazandırılan yalan Vasiyet'i, artık yazılı kayıtlara geçirerek resmileştirmenin
zamanı gelmişti.
Ama Roma Kilisesi'nin strateji ve
taktikte kuşaktan kuşağa aktardığı kadim öğretisinin altın kuralı
"sabır", gümüş kuralı hiçbir işi aceleye getirmemekti.
Beklenen fırsat, 833 yılında
doğdu.
Şarlman'dan sonra Avrupa
İmparatoru tacım giyen Frank kralı, "Kalender" lakabıyla anılan
Louis, kendi oğulları tarafından tahttan indirildi. Kalender Louis'nin
(Germenler için Birinci Ludwig) azlinde Roma Papalığına bağlı ruhban sınıfının
epeyce etkisi olmuş, piskopos ve başpapazların yarısı oğulların safım tutmuştu.
Ne var ki çarkıfelek birkaç ay sonra devrik imparatorun lehine döndü ve
Kalender Louis, yemden tahta çıktı. Elbette ki kendisine komplo kuranlardan öç
alacaktı.
Bir önceki hamlede
"hain" oğulların safında yer alan Fransa Kilisesi yönderlerinden
Lyon, Reims ve Amiens piskoposları görevlerinden azledildi, biri hapis, diğer
ikisi sürgün edildi.
Devrik piskoposların ruhban
işbirlikçileri, sıra bize geliyor, diye titremeye başlamışlardı ki, Fransa'nın
Reims Kilisesi'ne bağlı bir manastırın dehlizlerinde, Roma'nın ilk Hıristiyan
imparatoru Konstantin zamanından beri kayda geçmiş oldukları iddia edilen
"antika" Papalık fetvaları bulundu.
Tamamen uyduruk Isidorus Mercator
isimli bir İspanyol Piskoposun toplayıp arşivlediği öne sürülen 60'a yakın
fetvada, Konstantin'in sahte vasiyeti Donatio Constantini'ye de ilk kez yazdı
atıf vardı!
Fetvaların, tıpkı Konstantin'in
sahte vasiyetinde referans olarak kullanılan Papa Silvestro'nunkilerle başlayıp
Papa İkinci Gregorius zamanına kadar gelip geçen Papalarm hükümleri oldukları
öne sürülüyordu.
Başka bir deyişle 314 ile 731
yılları arasındaki kutsal ve tartışılmaz Papalık kararlarıydı güya bu fetvalar
ve elbette tüm zamanlar için içtihat oluşturuyorlardı.
Sahte hükümlerin dayanak noktası
elbette Konstantin'in sahte vasiyeti olup içerikleri de vasiyete konulması bir
yüzyıl önce düşünülmeyen en önemli eksiği gideriyordu: Ruhban sınıfının
dokunulmazlığı!
Tezgâhın kısa vadedeki amacı,
Fransa'da hüsranla sonuçlanan azil girişiminin işbirlikçisi ruhbanları
imparator Kalender Louis'nin intikamından kurtarmak, uzun vadede ise Kilise'yi
tepeden tırnağa "yargılanamazlık" zırhıyla donatmaktı.
Altmış fetvadan bazısı,
piskoposlardan şikâyetçi olunmasını bile yasaklıyor, şikâyetçinin Cehennem'de
ebediyen yanacağına hükmediyordu. Cehennem hükmüne rağmen şikâyete cesaret
edenin, her açıdan kusursuz biri olması gerekiyordu. Davanın ne zaman
açılacağına sanık piskopos karar veriyor, açıldığında mahkeme yerini ve
yargıçları kendisi seçiyor, hepsi ulemadan oluşan 72 tanık çağırabiliyor,
mahkemenin gidişatından buna rağmen memnun kalmazsa her an Roma'daki Papa'nın
yargısına sığınabiliyordu. Bu koşullar altında bırakın sıradan mümini, ne
imparator ne de bir kralın herhangi bir piskoposu yargılatabilmesi elbette
mümkün değildi.
Fetvaların inandırıcı olması için
bazıları salt dinİ konuları ele alırken önemli bir bölümü de Kilise'nin
mallarına el konulamayacağını hükme bağlıyordu!
Çakma İspanyol Piskopos Isidorus
Mercator'un sözüm ona buldukça toplayıp arşivlediği külliyata dayandırılan
Papalık fetvalarına zaman içinde, Kilise ihtiyaç duydukça, ruhban sınıfı
sıkıştıkça, özellikle Ispanya'daki manastırlarda, "aa bu da varmış"
diye ortaya çıkarılan yenileri eklendi. Sayıları yüzleri bulan bu metinler, 833
yılından öteye yazman (kopist) rahipler tarafından çoğaltılarak Avrupa'ya
dağıldı ve tüm Ortaçağ boyunca Kilise tarafından din hukukunda referans olarak
kullanılmaya başlandı.
Zaman bu zamandı ve gelmişti.
979 yılında, Büyük Konstantin'e
atfedilen sahte vasiyet, Donatio Constantini'den tarihte ilk kez Papa Yedinci
Benedictus'un gerçek bir fetvasında söz edildi. Papalık makamı ve devletlerinin
kurucu belgesinin varlığı böylece yazılı, tarihli kayıt altına almıyordu.
Aym yıllarda, Batı Roma Kilisesi
dogmaları ve Papalık makamı, henüz bin yılı doldurmayan tarihinin isyana
dönüşmekte gecikmeyecek ilk yıkıcı hizibiyle karşı karşıya gelmek üzereydi:
Doğu Roma İmparatorluğu'nun Ege
kıyıları ve Balkan topraklarında, Bogomil mezhebi ortaya çıkmıştı. Boşnakların
kökenini oluşturan Bogomil öğretisi, Hıristiyan dinini üçüncü yüzyılda Iranlı
Manes'in yaydığı düalist bir sentezle
yorum
Bosna Bogomil Mezarları
luyordu. Başka bir deyişle
Hıristiyanlığı, Budizm ve Zerdüşt öğretileriyle harmanlıyordu.
Bogomil mezhebi, Batı Roma
Papalarının sınırsız gücü, açgözlülüğü ve müminleri sömürerek zenginleşen
Kilise'nin aşırı baskısından yılmış Avrupa'da çok tuttu. İtalik Yarımadası'nda
Patarini, Oksitanya (Fransa'nın güneyi) ve Aragon'da (Ispanya'nın kuzeyi)
Kathar adını alan müritleri, bugünkü Belçika toprakları, Almanya'daki Kolonya
eyaleti ve hatta İngiltere'ye kadar yayıldılar.
Manikeizm'in kurucusu Mani
Kendilerini "Tanrı
dostu" olarak tanımlayan Bogomil ve Katharlar, resmİ Kilise'ye
muhaliftiler. Üç kutsamayı (vaftiz, Aşai Rabbani* ayini ve evlilik)
reddediyorlardı. Putlara, imgelere, özellikle de haça tapmaya karşı
çıkıyorlardı. Hıristiyanlık öğretisinin, İsa'nın insan sevgisine odaklı kaynak
mesajına dönmesi gerektiğini savunan bu yeni mezhep müritleri, Papa'nın
yeryüzündeki tanrısal iktidarım tanımıyor, Kilise'nin tüm mallarım bağışlaması
ve yoksulların yarımda, yoksul olması gerektiğine inanıyorlardı.
Ne var ki Roma Kilisesi ve
yönderi Papa'nın iktidarına muhalefet bayrağı açan Bogomil ve Katharlar bile,
onlara bu iktidarı veren "Konstantin'in Vasiyeti" ve Papalık fetvalarının
sahteliğinden kuşkulanmadılar.
Konstantin'in sahte bağışma ilk
kez yazılı atıf yapılan 979 yılından 1140'a kadar, Roma Kilisesi ve Papa'nın en
büyük baş belası, Fransa'nın güneyini tümüyle etkisine alıp adeta bağımsız bir
devlet olmak yolunda ilerleyen Katharlardı. Aradan geçen zaman içinde Bogomil
ve Kathar mezhebi, Papa'nın temsil ettiği Roma Kilisesi tarafından önce sapkın
ilan edildi, ardından aforoz.
Ama Avrupa'da müminleri
sömürerek, ezerek zenginleşen baskıcı Kilise ile birbirinden açgözlü, ahlaksız
din adamlarına, halka zalim Papaların hem kendi sürdükleri sefahat, hem
yakınlarına dağıttıkları mal, mülk ve makamlara karşı tepkiler de artıyordu.
Hıristiyanlığın temel
ilkelerinin, Roma Kilisesi'ne bağlı ruhban sınıfı tarafından soysuzlaştırıldığını
gören pek çok ilahiyatçı, hem dinde hem de Kilise'de köklü reformlar yapmak
gerektiğini savunuyordu. Hem de bazen, hayattan pahasına... Çünkü Papalık
Devleti'ne bağlı resmİ Kilise'nin yoz ruhbanı, ayrıcalık ve çıkarlarım korumak
için her tür zulme başvuruyordu.
Erkek Tanrıya Erkek Ruhban, Kadın Kurban...
20. ve 21. yüzyılın en önemli
bilgin ve düşünür yazarlarından Umberto Eco'nun Gülün Adı romanı ve romanla
aynı adı taşıyan sinema filminde betimlenen korkunç boyutlardaki Kilise
baskısı, Avrupa'yı yüzyıllarca karanlığa gömen bir gerçekliğin özetidir.
Ortaçağ'daki ruhbanlar, sözüm ona
Tanrı'dan aldıkları yetkilerle, dini bir silah haline getirmişti. İmam da
mühimmat olarak sürüyordu, namluya.
Zaman, zaten iman etmeyenin
yaşamaya hakkı olmadığı zamandı.
Avrupa'da insan sayılmak için
ille Hıristiyan olmak gerekiyor, İsa'yı çarmıha göndermekle suçlanan Yahudiler
hain, diğer dindarlar kâfir sayılıyordu.
Resmİ Kilise'ye bağlı tüm
tapmakların giderleri, personel ihtiyaçlarının tamamı, halktan toplanan vergi ve
bağışlarla sağlanıyordu. Zengin ya da yoksul, kimin neyi varsa, ne üretirse bir
bölümünü vermek zorunda olduğu Kilise ve ruhban sınıfı halkların kanını,
iliğini emerek semiriyordu.
Kilise'nin tüm toplumsal yaşama
egemen olduğu ve hatta krallara icazet verdiği bu çağlarda, en gözde meslek,
haliyle din adamlığıydı. Papaz, rahip ya da daha alt düzeyde din görevlileri
bile, kıtlık ve kuraklık zamanları aç açıkta kalmayacağı garanti biricik meslek
erbabıydı. Çok çocuklu aileler hiç olmazsa bir oğulu Kilise'ye vermek için
yarışıyorlardı. Hem bir boğazdan kurtuluyor, hem çocuğun eğitim almasını
sağlıyor, hem de makamı yükseldikçe ona yağan bereketten sebepleniyorlardı.
Matbaanın henüz icat edilmediği,
okuma yazma "lüks"ünün Kilise'nin tekelinde olduğubir çağda, toplum
mühendisliğinde ruhban sınıfının öne çıkması, elit ve yönder sayılması elbette
kaçınılmazdı.
Başka bir deyişle, Kilise'ye
kapağı atan oğul, bekârlık yemini karşılığında hem kendi hayatım hem de
ailesini kurtarıyordu. Üstelik Batı'daki ruhban sınıfına şart koşulan evlilik
ve cinsel ilişki yasağına, Papa başta, henüz hiçbir din görevlisi uymuyordu!
Ama kızlara yer yoktu Kilise'de.
Kadınlar, tanrı annesi (Isa'nın annesi Meryem) olabiliyor, azize olabiliyor,
hatta 5. yüzyılda Paris'i Atilla'nın ordularmdan kurtaran Azize Genevieve ya da
15. yüzyılda Frank ordusuna komuta eden Bakire Jeanne d'Arc gibi inançlı
kahraman olabiliyor, ama Hıristiyanlık âleminin ne batısı ne de doğusunda,
ruhban olamıyorlardı.
Düşünün ki kadınların altsınıftan
"din görevlisi" sayılacağı rahibe manastırları bile 6. yüzyıldan
öteye var oldu!
Kadınlar, Meryem ve Hıristiyanlık
uğruna çile çekmiş, şehit olmuş azize suretleriyle kiliselerin dekorunda
başroldeydiler. Ama ölmüş olmaları koşuluyla. Yaşayanlar, aynı kiliselerin
"İsa'nın kuzuları" diye adlandırdığı mümin sürüsünde, kocasına itaat,
Kilise'ye ibadetle yükümlü ikinci sınıf Hıristiyanlardı.
Zaten 15. yüzyıla kadar
papazların yarısı evli, diğer yarısı da sürü sepet metres ve evlilik dışı çocuk
sahibiydi.
Hıristiyan dogmalarına göre büyük
günah ve suç sayılan fuhuş ile zina, halktan insanlar yaptığında şiddetle
cezalandırılırken; bizzat cezalandıranlar arasında, ruhban yaşamında gayet
yaygın eylemlerdi.
Sözün kısası, din adamlığı, o
çağlarda da tıpkı bugünkü gibi erkeklerin egemenliğinde; en gözde, çünkü bir
eli yağda bir eli balda olunan, rantı garantili, keyif ve konforu yüksek bir
meslekti.
Üretenlerin sırtından geçinen bu
iman tüccarları, arsız, ahlaksrz, üstelik zalim bir asalak güruhuna dönüşmüştü.
Müminleri, yaşamdan zevk almanın,
hatta kahkahanın bile günah olduğuna inandırıp günah işleyeni cehennem azabıyla
korkutuyor; korkmayanı sapkın ilanıyla aforoz ediyorlardı. Aforoz edilmek,
toplum içinde sürgün anlamına gelen bir dışlamaydı. Aforoz edilen kişiye yardım
etmek, iş vermek, evini açmak, hatta konuşmak gafletine düşen müminler de
aforozla sonuçlanacak günah işlemiş sayılıyorlardı.
Ancak en büyük ceza bu bile
değildi. Sapkın ilan edilen kişi ya da mezhep, büyücülük, cadılık, şeytana
tapmak, şeytanla işbirliği yapmakla suçlanırsa, işkence ve ölümle
cezalandırılıyordu. İşkence sırasında suçunu itiraf eden, son duası bir
Hıristiyan olarak yapılıp kafası kesilerek, asılarak ya da boğularak infaz
ediliyor; suçunu itiraf etmeyen ise odun ateşinde yakılarak öldürülüyordu.
Günümüzde dinsizlik ya da din
değiştirmek başta, cinayet, tecavüz gibi ağır suçlara yalnız Suudi Arabistan ve
İran gibi şeriatla yönetilen ülkelerde benzeri cezalar veriliyor. İdam
mahkûmları asılmak, recm, kılıçla başı kesilmek ya da kurşuna dizilmek
yöntemleriyle infaz ediliyor. Daha hafif suçlara da falaka ve kırbaç cezalan
uygulanıyor.
İslamiyetin, Hıristiyanlığın 7.
yüzyılından sonra ortaya çıktığı düşünülürse, yaşadığımız çağın İslamiyetin
ortaçağına denk geldiği söylenebilir.
Ve Kilise iktidannm Hıristiyan
müminlere reva gördüğü tüm eziyetlerin, yedi yüzyıl arayla İslami şeriat
ülkelerinde tekrarladığına bakılırsa...
İnsanlık tarihinin zamanda sekiz
çizerek ilerleyen bir dönence oluşturduğunu ve geçmişle geleceğin düzenli
aralıklarla buluştuğunu söylemek, sanırım yanlış olmaz.
Dilde Bölünen Din: Yunanca ile
Latincenin Savaşı
Hıristiyan öğretisi, ilk
"milenyum"unu (bin yıl) geride bıraktığında, Avrupa ve Asya'nın büyük
bölümünü kucaklayan bir din haline gelmişti.
Batı'da Eski Roma Kilisesi'nin
tepesinden Papalar gelip geçiyor, hiçbiri yetki ve makamlarım dayandırdıkları,
üstüne devlet kurdukları müthiş sahtekârlığı, Büyük Konstantin'in sahte
vasiyetini zamana yaya yaya meşrulaştırmayı unutmuyordu.
Kadim Roma İmparatorluğu'nun
meşru mirasçısı Doğu Roma'da ise Konstantinopolis Kilisesi'nin, hem kendinden
menkul Papalık Devleti hem de Avrupa Hıristiyanlığını hükmüne alan Papalara
karşı beslediği husumet artıyordu.
Hıristiyan âlemine yönderlik
mücadelesinde, iki Kilise'yi Büyük Konstantin zamanından beri karşı karşıya getiren
pek çok neden vardı.
Görünürde bu nedenlerin hepsi,
Hıristiyanlık kavram ve kurallarının çelişkili yorumu ya da ritüel
farklılığından kaynaklanıyordu.
Ama ayrıntılardan uzaklaşıp büyük
resme bakıldığında, çekişmenin temelinde din değil, dil rekabeti görünüyordu!
Latince İncil ile Yunanca
İncil'in mücadelesiydi bu.
Roma İmparatorluğu'nun Avrupa'da
çöküşünden sonra Doğu'da süren hükmünde, devletin resmİ dili Latince olmakla
birlikte halk arasında en yaygın dil, Yunancaydı. Hatta bizzat eski Romalı soylular,
seçkinlik göstergesi olarak aralarında Yunanca konuşurlardı.
Akdeniz çevresindeki Helenistik
mirastan epeyce esinlenen Roma uygarlığının, "Greko Romen" diye anılması
boşuna değildir.
Grek dili, Roma İmparatorluğu'nun
yayıldığı tüm topraklara, zaten kültürel anlamda devamı olduğu antik Yunan
egemenliğiyle birlikte yerleşmişti.
Doğu Roma'nın, örneğin 550
yılında İtalya'dan başlayıp Küçük Asya, Ortadoğu, hatta Mısır'dan dolanarak
Ispanya'nın güneyine kadar uzanan geniş coğrafyasında; ancak "Babil"
efsanesiyle anlatılabilecek kadar kozmopolit nüfusunun kendi arasında anlaşmak
için kullandığı ortak dil, Yunancaydı.
Zaten İncil'in şimdiye kadar
bulunan en eski yazılı örneğinde de Eski Ahit İbranice, Yeni Ahit Yunancadır .
Büyük Konstantin'in geçici olarak
birleştirebildiği imparatorluğun 395 yılından öteye geri dönülmez biçimde
bölünmesinden sonra bile Doğu Roma'da hem Latince hem de Yunanca
kullanılıyordu. Ne var ki Batı kanadı çöktükten sonra Doğu'da bin yıl daha
süren imparatorlukta, 7. yüzyıldan öteye Yunanca ağır bastı, Latince tamamen
terk edildi.
Zaten Doğu ile Batı arasında
bölünen Romalılar arasındaki mesafe, böylece biraz daha açıldı.
Hıristiyanlığın beş büyük
patrikliğinden dördünü kapsayan Doğu Roma Kiliseleriyle, tek patriklik olmasına
rağmen tüm Avrupa'ya hâkim Batı Roma Kilisesi arasında, İncil'in Yunanca ve
Latince yorumları üstünde zaten yüzyıllardır süren çekişme; önce toplumsal,
ardından siyasal ayrılık gerekçesiyle birlikte aracını da oluşturdu.
Greko Romen uygarlığın Batı'daki
mirasçıları, din coğrafyasında Latince'nin egemenliğiyle bağımsızlaşırken;
Doğu'daki mirasçılar Incil'in özgün dili Yunancayı seçerek Hıristiyanlığın
aslına sadakati savunuyorlardı.
Düşünün ki sözünü ettiğimiz
zamanlarda gerek Avrupa, gerekse Asya'da pek çok halk vardı ve değişik diller
konuşuluyordu.
Ancak ruhban sınıfının bir kutsal
kitap üstünden yaptıkları dil kavgası bile, ileriki tarihlerde; zaten ne
Yunanca ne de Latince okuma yazması olan, çoğu sadece kendi yerel dilini
konuşabilen halklar arasında müthiş kinlere, korkunç savaşlara, kıyımlara yol
açtı.
Sonunda, bugün "Batı
Avrupa" diye anılan Hıristiyan âlemi, İncil'i hangi dilde okur ve
ritüellerini hangi yerel dile uygularsa uygulasın, anadilini Latince kabulle
Latin alfabesinde yazılan yorumunu benimsedi.
Latince, Batı Roma'nın hem kutsal
hem uygar kökeni sayıldı.
Balkanlar ve Peleponez'den
başlayıp Kuzey Avrupa'dan geçerek Asya'ya kadar uzanan Hıristiyan âlemi ise
Yunanca İncil'de karar kılarak; hangi dili konuşurlarsa konuşsunlar, Ortaçağ
Yunan alfabesi ya da bu alfabeye Slav seslerinin eklendiği Kiril alfabesiyle
yazılan bir kutsal kitabın çevresinde saflaştılar.
Doğu Roma'nın kutsal ve uygar
kökeni, Yunancaya dayandırıldı.
Bu saptama, dil öğesinin ayırıp
birleştirmekte ve toplumsal kimlik belirtmekte din öğesi kadar önemli, hatta
yer yer daha bile etkili olabildiğini gösterir.
1000'li yıllarda, İtalya'daki
Eski Roma Kilisesi'yle artık Konstantinopolis diye adlandırılan Yeni Roma
Kilisesi arasındaki gerilim, Latince İncil ve Yunanca İncil ayrımıyla zirveye
ulaşmıştı. Ancak tarafların arasındaki anlaşmazlığın tarihçesi, MS 381'de
Konstantinopolis ve 451'de Kadıköy'de toplanan konsiller, yani din
kurultaylarında alman kararlara kadar uzanıyordu.
Neydi bu kararlar? Kısaca
anımsayalım:
Eski Roma Kilisesi, tüm Kiliselere
öncülük iddiasını, İsa'nın sözüm ona Hıristiyanlık mabedini emanet ettiği
havarisi Aziz Petrus tarafından kurulmuş olmasına dayandırıyordu. Oysa
Konstantinopolis Kilisesi'nin meşruiyet ve yetkileri, tamamen idari bir
resmiyet, yani imparatorluk başkentinde kurulmuş olmasından kaynaklanıyordu.
Konstantinopolis Piskoposluğu (Patriklik) 381'deki Konsil'de Roma
Piskoposluğuna (Papalık) denk sayılmış ve 451'deki Konsil'de yetki alanı
Trakya, Pontus ile Asya'ya kadar genişletilmişti.
Ne var ki Kadıköy'de düzenlenen
bu konsilde, Hıristiyan âlemini beş yetki alanına bölen "pentarşi"
Kiliselerinin sıralamasında Konstantinopolis, başkent piskoposluğu olarak
hepsinin üstüne çıkarılırken; Eski Roma Kilisesi'ne muğlak bir öncelikten de
bahis vardı. İşte kıyamet, bu önceliğin biçimsel mi, yoksa eylemsel mi olduğu
tartışmasında kopuyordu.
Konstantinopolis Kilisesi, Eski
Roma'nın önceliğini salt tarihçesine dayalı protokoler birincilik olarak
algılarken; Eski Roma Kilisesi, tüm Hıristiyan âleminin öncülüğü gibi yorumluyordu.
Ama bu öncülük iddiasıyla bile,
Doğu Roma İmparatoru'nun makam üstünlüğünü aşamıyordu. Eski Roma, Yeni Roma ve
zaten Hıristiyanlık âleminin ruhani "pentarşi hükümeti"ni oluşturan
beş yönder Kilise'ye başpiskopos, yani Papa ya da patrik atamak ve azletmek
yetkisi, belli bir tahta aitti: Konstantinopolis'teki imparatora.
Eski Roma'nın patrikliği olan
Papalık, 8. yüzyılda yoktan var ettiği ve "Büyük Konstantin'in
Bağışı" diye sunduğu sahte vasiyet sayesinde de işte bu yetki engelini de
aşmışta ve 11. yüzyıla girildiğinde artık diğer dört Başpatrikliğin üstünde bir
"temyiz makamı" olmak iddiasını taşıyordu. Kıyamete Doğru İlk Çatlak
1043 yılında, Doğu Roma
İmparatoru Dokuzuncu Konstantinos (Monomakos), Fener Kilisesi'ne Mihail
Kirilarios'u Başpatrik atadı.
Mihail Kirilarios,
Konstantinopolis Ekümenik Patrikliğinin Hıristiyan âlemine öncülüğünün ateşli
bir savunucusuydu. Kadim kanunları çiğneyerek kendinden menkul yetkiler edinen
Papalıktan nefret ediyordu.
1049 yılında Papa seçilen
Dokuzuncu Leo ise Batı Roma Kilisesi'rıin bağımsızlığım pekiştirici bir dizi
reform yapmaya kararlıydı. İleride "Gregoryen Reformları" diye
anılacak bu süreçte, çevresine Yunanca İncil'e karşı Latince İncil'in
bayraktarı, bilgin ve diplomat piskoposlar topladı. Bunlardan biri, en katı ama
en yetkini Frank rahibi Humbert de Moyenmoutier'yi, 1051 yılında "Sicilya
Başpiskoposu Kardinal Silva Candida" ad ve ünvanıyla donatarak danışmanı
atadı.
Adının İtalyanca karşılığı
Umberto di Silva Candida olarak tarihe geçen bu danışman, Hıristiyanlığın
merkezinin Kutsal Roma Germen İmparatorluğu, yani Batı Roma olduğuna sarsılmaz
bir inanç besliyordu.
Konstantinopolis Başpatriği
Mihail Kirilarios, 1053 yılında Papa'ya Latin ritüellerin Hıristiyanlığın özüne
aykırı olduğundan hareketle Roma Kilisesi'ni (dolayısıyla Papalık kurumunu)
şiddetle eleştiren bir betiğ gönderdi. Libellus Contra Latinos (Latinlere
muhalif kitapçık) adını taşıyan bu betiğe, Papa uzun ve yumuşak üsluplu bir
mektupla yanıt verdi.
Ama asıl cevap, Kardinal Silva
Candida tarafından yazılan Adversus Graecorum Calumnias (Yunan iftiralarına
karşılık) başlıklı bildiriyle geldi. Ve bu bildiride, Roma Kilisesi'nin tüm Kiliselere
üstünlüğü ile Papa'nın Hıristiyan âlemine hüküm yetkileri, ilk kez
"Konstantin" metni, yani Büyük Konstantin'in "sahte"
vasiyetiyle gerekçelendirildi.
Tahmin edersiniz ki, kadim
İmparator'un bizzat Hıristiyanlığın başkenti olsun diye kurduğu
Konstantinopolis'teki ruhban sınıfı, Başpatrik Mihail Kirilarios önderliğinde
öfkeden çılgına döndüler!
Ama Papalık da gözünü
karartmıştı. Dokuzuncu Leo'nun reform projesinde salt Batı Roma'yı değil, Doğu
Roma'yı da Latin Hıristiyanlığın egemenliğine almak hırsı vardı. Gerçekten de
yayılıyordu Latin ritüel kiliseleri, Yunan ağırlıklı Doğu Roma topraklarında.
Hatta Konstantinopolis'te bile...
Papalık, Greko Romen kültür
coğrafyasına, Roma emperyalizmiyle hükmetmek çabasındaydı.
Konstantinopolis Başpatriği
Mihail Kirilarios, tehlikeyi gayet iyi anlamıştı. Latin ritüeli izleyen
kiliseleri kapattırdı.
Ne var ki İmparator Dokuzuncu
Konstantin'in bambaşka dertleri vardı. Tahta çıktığından beri iki isyan
bastırmış, Konstantinopolis'e kadar inen Rusları nihayet yenmişti;
Selçukluların ilk saldırıları ve Ermenilerle uğraşıyor; bir de Batı Avrupa'yla
"papaz olmak" istemiyordu!
1054 yılı başlarında kendi
Başpatriği Kirilarios'a zılgıt çekti, Papa Dokuzuncu Leo'ya mektup yazarak
İtalya'ya saldıran Normanlara karşı askerİ yardım ve Grek ile Latin Kiliseleri
arasında barış yapılmasını önerdi. Kuzeyden gelen inançsız barbarlara karşı
oluşturduğu koalisyon güçleri yenilgiye uğrayan Papa, zor durumdaydı. Öneriyi
ikiletmeyerek Konstantinopolis'e alelacele bir barış delegasyonu yolladı.
Ruhban diplomatlardan oluşan delegasyonun başına, danışmanı Kardinal Silva
Candida'yı "özel elçi" olarak atadı.
Papa Leo, Konstantinopolis'te
Doğu ve Batı Kiliselerini barıştırmak için başlayan görüşmelerin tam tersine
sonuçlandığını göremeden öldü.
İmparator Konstantin Monomakos
tarafından çok iyi karşılanan Papalık elçileri, çok geçmeden Konstantinopolis
Patrikhane temsilcileriyle kavgaya tutuştular. Kamuya açık yapılan sert
tartışmalarda, birbirlerini dinden sapmakla itham ettiler. Taraflar arasındaki
gerilim çığırından çıktı.
Latin Roma Kilisesi
başmüzakerecisi Kardinal Silva Candida, 16 Temmuz 1054 günü Ayasofya'nın
mihrabı üzerine bıraktığı bir fermanla, Konstantinopolis Başpatriği Mihail
Kirilarios'u dini inkâr suçundan aforoz ve onunla birlikte Yunan ritüeli
izleyen tüm Doğu Roma (Grek) Kiliselerini "kâfir" ilan etti.
Misilleme gecikmedi: Halkın ve
Konstantinopolis ruhbanlarının desteğini arkasına alan Başpatrik Kirilarios,
kentte bir isyan başlatarak Papalık delegasyonunu kaçmak zorunda bıraktı. 24
Temmuz 1054 günü topladığı Konsil'de (din kurultayı) Batı Romalı müzakereciler
bir karşı fermanla aforoz edildi ve Ayasofya'nın mihrabına bırakılan Papalık
fermanı törenle yakıldı.
Hıristiyan Kiliseyi ve doğal
olarak müminler âlemini ikiye ayıran bu ilk deprem, tarihe "1054
Bölünmesi" olarak geçti.
Ne var ki çağdaş tarihçilere
göre, 1054'teki karşılıklı aforozlaşma, Hıristiyan dinindeki bölünmenin kendisi
değil, ilk çatlağıydı. Papa Leo'nun ölmüş ve onaylamamış olması, Başpatrik
Kirilarios'un aforoz edildiği fermam geçersiz kılıyordu.
Doğu ve Batı Roma Kiliseleri,
gerek İncil'in meali, gerekse ritüel geleneklerinde hem dil hem de biçim
açısından kesin çizgilerle ayrılmışlardı; ama gergin de olsa ilişkileri kopma
noktasına henüz gelmemişti.
Zaten tarihte hiçbir bölünme,
parçalanma, hatta en küçük rota değişikliği bile ansızın olmaz, tepeden inmez.
Hıristiyan âleminin ilk mezhep ayrılığı, Katolik ve Ortodoks diye bölünmesinin
dile yansıması bile yavaş gelişen bir süreçtir.
Bu süreç, ortak dilin din
ortaklığındaki önemli görevini, hatta dinİ cemaatleşmede birliği ya da ayrılığı
sağlayan bir numaralı etken olduğunu gösteren ilk örnektir:
"Hıristiyan" sözcüğü, Yunanca İsa demek olan "Hristos"tan
türetilmiştir. Hıristiyan inana ve öğretisini temsil eden Kilise de İznik
Konsili'nin Yunanca yazılan fetvasında, "tek, aziz, evrensel ve havarilere
ait" diye tanımlanmıştır. İşte bu tanımdaki "evrensel"
sözcüğünün Yunancası katholike' dir.
Oysa Latin Roma Kilisesi, Yunanca
fetvayı Latinceye çevirirken "evrensel" sözcüğünün karşılığına
universalis yerine, Yunanca katholike aslını Latin alfabesiyle yazmıştır.
Yıllar sonra bu kavramı dayanak alacak ve Grek Kilisesiyle yol ayrımında gerçek
evrensel Kilise, dolayısıyla Hıristiyan âleminin liderlik makamı olduğu
iddiasını, Katolik Roma Kilisesi tanımıyla pazarlayacakta.
Sonuç olarak, Hıristiyan
Kilisesi'ne dair tarihe "1054 Bölünmesi" diye geçen çatlak, Roma ve
Konstantinopolis'in dinden çok dil temelinde ayrışmasıdır. Bu tarihten öteye
Batı Roma Hıristiyanlığım Latin Kilise; Doğu Roma Hıristiyanlığını Greko Romen
Kilise temsil edecektir.
İki Kilise'nin araşma kan ve kin
sokarak Hıristiyanlığı bir daha bir araya gelemeyecekbiçimde bölecek,
Konstantinopolis'i işgal ve talanla tüm kutsal kalıtları Bata Avrupa'ya
taşıyacak Haçlı Seferi'ne, 150 yıl kalmıştır...
Abese İsyan Silahı Olarak Mantık
1150 yılında, Papa İkinci
Innocentius'un akıl hocası ve baş danışmanı Gratianus'un on yıldır yazdığı
"Kilise İçtihat Hukuku" külliyatı tamamlanmıştı. Kâtip rahipler eseri
elyazısıyla çoğaltmaya başladıklarında, Gratianus'un Büyük Konstantin'in sahte
vasiyetini ve zaten bu vasiyete dayanarak üretilen Sahte Papalık Fetvaları'nı
külliyata dahil ettiği görüldü.
"Kilise İçtihat
Hukuku"nun Donatio Constantini tanımıyla varlığını böylece resmen kabul
ile ilan ettiği sahte vasiyet; bu tarihten öteye Papaların iktidar ve
makamlarının meşruiyet makbuzu, kurdukları devletlerin resmİ tapusu sayıldı.
Oysa, Decretum Gratiani diye
anılan "Kilise İçtihat Hukuku" nun tam da yazılmakta olduğu yıllarda
ilk kez biri çıkıp, Büyük Konstantin'e atfedilen vasiyetin sahte olduğunu
haykırmak cesaretini göstermişti: Arnaldo da Brescia.
İtalya'daki doğum yeri Brescialı
diye anılan Arnaldo, Kilise hiyerarşisinde "okutman" düzeyinde basit
bir rahipken ruhban öğrenimini tamamlamak için Fransa'ya gitti. Din bilgini,
filozof ve besteci papaz Pierre Abelard'ın öğrencisi oldu.
Fransa'da özgün bir "mantık
ekolü" kuran Abelard'ın reformcu düşüncelerinden etkilenen Arnaldo da
Brescia, İtalya'ya dönüşünde Kilise'nin dünyevi iktidar ve mülkünden vazgeçerek
İncil'in temel öğretisi hümanist değerlere odaklanması gerektiği fikrini
yaymaya başladı.
Yetmiyormuş gibi, üstüne bir de
Konstantin'in sözüm ona Papalara bağışladığı makam, yetki ve mülkün meşruiyet
belgesi malum Vasiyet'in, sahte olduğunu öne sürüyordu!
Da Brescia, Konstantin'e
atfedilen vasiyetin sahteliğini, yazılı belgede yapılan bariz takvim hatasına
dayandırıyordu: Ölüm döşeğinde vaftiz olduğu kesinlikle bilinen Büyük
Konstantin, kendisinden daha önce ölen Papa Silvestro tarafından vaftiz edilmiş
olamazdı...
Burada durup bir noktaya
dikkatinizi çekmek istiyorum.
Arnaldo da Brescia, ilerde çok
daha kapsamlı biçimde sahteliği kanıtlanacak Vasiyet'in içeriğine ilişkin,
basit bir mantık çıkarsaması yapıyordu. Çünkü Fransa'da filozof papaz Abelard'ın
"mantık ekolü"nde yetişmişti.
Hangi dinden olursa olsun toplumu
kutsal hükümlerle yönetmeye kalkan tüm dinci iktidarlar, işte bu yüzden felsefe
ve mantık biliminin yayılmasını engellemeye çalışırlar. Çünkü istisnasız tüm
din dogmaları, ya doğa yasaları ya da kendi içlerinde çelişir. Dolayısıyla bu
çelişkileri ortaya koyacak olan felsefe ekolleri ve mantık yöntemleri, her
dinden softaların nefret odağıdır!
Rahip Arnaldo da Brescia ve
hocası Papaz Pierre Abelard, 1140 yılında resmİ Kilise tarafından
"mülhid" (dinden sapmış) ilan edildi.
Raslantıya bakın ki her ikisinin
de idam fermam demek olan kararın mimarı, Papa İkinci Innocentius saltanatının
sonuna doğru, Hıristiyanlık tarihindeki ilk Haçlı Seferi'nin Hıristiyan Bogomil
ve Katharlara karşı düzenlenip soykırımla bitmesinde başrol oynayan Frank
papazı Bernard de Clairvaux'dan başkası değildi.
Arnaldo da Brescia, ölüm fermanım
haber alınca İsviçre'ye kaçtı.
Papa ile maşası, engizitör Papaz Bernard de Clairvaux'nun mülhidlerin
yakalanıp Roma'ya teslim edilmesi için önce İmparator Yedinci Louis, ardmdan
Üçüncü Konrad'a yaptıkları çağrılar, yanıtsız kaldı. Kutsal Roma Germen
imparatorluk makamı, Roma'daki Papalık iktidarının çizmeyi aştığım düşünmeye
başlamıştı.
Artarda iki imparatorun sessiz
desteğiyle güçlenen Arnaldo da Brescia, 1143 yılında İtalya'ya dönüp Roma'da
patlayan bir halk ayaklanmasının başına geçti. İsyancılar, Papalık koltuğuna
(Göksel) ve kardinalleri alaşağı edip Roma'dan kovdular. Kovulanın yerine
1144'te Papa seçilen İkinci Lucius'a, potestas diye anılan cihan iktidarından
vazgeçmesi için ültimatom verdiler. Papa'nın yardım istediği İmparator Konrad,
tınmadı bile.
Reformcu rahip Brescia
yönderliğindeki isyancılar, Papa İkinci Lucius'u da tahttan indirdiler. Brescia'nın
amacı, Roma'da çok tanrılı antik dönemi örnek alan bir devlet kurmaktı.
Papaların Hıristiyan kutsallığının merkezi haline getirdiği Kapitol Meydanı'nda
antik Senato binasının onarılmasını ve emperyal Roma'nın sembolü süvari
kışlaları kurulmasını emretti.
Devrik Papa Lucius, 1145 yılı
Şubat ayında makamım zorla geri almak için kendisine bağlı bir ordunun başında
Kapitol Meydanı'na bir saldırı başlattı. Ama isyancılar çetin ceviz çıktılar.
Lucius öldürüldü, askerleri de kılıçtan geçirildi.
Sürgündeyken Papa seçilen Üçüncü
Eugenius, 1145'ten 1153'e kadar kısa sürelerle Roma'ya dönebildiyse de ne
makamını ne de başkenti geri alabildi.
Ne var ki Papaların iktidar hırsı
ve süreklilik iradesi de yabana atılmayacak türdendi. Biri kapıdan kovulsa
öteki bacadan giriyor, kalabalık Kilise nüfusu kır kır bitmiyor; Ruhban sınıfı
öylesine örgütlüydü ki, düşen Papa'nın yerine, sürgünde bile hemen bir yenisi
seçiliyordu!
"Konstantin'in
Vasiyeti"nin sahte olduğunu haykıran ruhban Arnaldo da Brescia, Roma'ya
egemen olmayı başardığı on yıl boyunca, art arda üç Papa'nın hakkından geldi.
Bir sonrakine yenildi.
Papa Dördüncü Hadrianus, Germen
kökenli yeni Kutsal Roma Germen İmparatoru Friedrich'le anlaştı. Arnaldo da
Brescia, Roma'dan kaçmak zorunda kaldı. "Kızıl Sakallı Friedrich"
diye anılan imparatorun askerlerince yakalanan isyancı rahip, 1155 yılının
Haziran ayında Roma'daki Papalık güçlerine teslim edildi.
Arnaldo da Brescia, bir rivayete
göre önce çarmıha gerildi, altına ateş yakıldı, yavaş yavaş kavrularak
öldürüldü. Bir başka rivayete göre, önce asıldı, sonra yakıldı.
Arnaldo da Brescia, nasıl
öldürülmüş olursa olsun, ardında hiçbir iz kalmaması amaçlanıyordu, infazından.
Yandaşlarının herhangi bir kalıt bulamaması ve mezarı olmaması için, cenazesi
yakılarak külleri, Tiber Nehri'ne atıldı.
Ama canını alıp cesedini yok etmek, ne adını
unutturmaya yetti ne de sadece on beş yıl boyunca yaydığı fikirleri ve
söylediği gerçekleri... Üstelik, katlini izleyen dört yüzyıl boyunca Resmİ
Kilise'nin aleyhinde yaydığı kara propagandaya rağmen, tümden karartılamadı,
hatırası.
Arnaldo da Brescia, hiç mi hiç
unutulmadı. Kiminin "sapkın", kiminin "özgürlük savaşçısı"
olarak andığı isyancı rahip; 17. yüzyıldan öteye bir kahramanlık efsanesine
dönüştü. Resmİ Kilise'ye muhalefetin ve İtalyan devrimcilerin sembolü
haline geldi. 19. yüzyılın düşünür ve yazarları tarafından "aydınlanman
hümanist" tanımıyla yorumlandı. Yaşamı üstüne onlarca kitap yazıldı,
heykelleri yapıldı. "Aydınlanman hümanist" tanımıyla, ölümünden
yüzyıllar sonra Tanrı inancıyla sol görüşü birleştiren akımın öncüleri arasına
girdi. Günümüzde Katolik Sosyalist olarak bilinen siyasal kanadın, Spartaküs'le
başlayan destan tarihinde yer aldı.
Hiçbir şeyin yoktan var, vardan
da yok edilemeyeceği, ancak değişip dönüşeceği varsayımı eğer doğruysa...
Demek ki doğru yanlış, her fikrin
tarihe bir iz bırakması ve en derine gömülenin, en uzun süre unutulanın bile
bir gün mutlaka yeniden ortaya çıkması, aynı gerçeğin bir parçası olsa
gerektir! Doğu Cephesinde
“Yalan”a Dair Geciken Uyanış
Çağımızda Bizans diye bilinip
söylenen Konstantinopolis merkezli Hıristiyanlık âlemi, 12. yüzyılda hâlâ Doğu
Roma İmparatorluğu diye anılıyor ve Batıklar, tıpkı şimdi olduğu gibi
Doğuluları kazıklıyor, aldatıyordu.
Ne var ki "büyük
bölünme" den sonra Ortodoks diye anılacak Doğu Roma Kilisesi, Bati Roma
Kilisesi'nin sahtekârlıkla edindiği Hıristiyanlık âlemi önderliğine itirazda
tam on iki yüzyıl gecikmişti!
Bu gecikme, o çağlarda
Hıristiyanlık demek olan dünya egemenliğinde Doğu Roma'nın gerek dinsel,
gerekse siyasal otoritesine mal olacaktı. Doğu Kilisesi, Bati Kilisesi'nin
üstünlüğü ele geçirdiğini anladığında (1204) sahtekârlığa karşı etkin
mücadelede çok geç kalınmış ve Doğu Roma İmparatorluğu, bir daha belini
doğrultamayacağı ölümcül darbeyi yemiş bulunacaktı.
Sözüm ona din kardeşleri
Haçlıların, Konstantinopolis'i işgal, talan ve tarumar edecekleri o yakın
geleceğe, henüz yirmi yıl vardı...
1180'li yıllarda, Theodori
Balsamonis adh bir Konstantinopolis papazı, doğusu ve batisıyla Hıristiyanlık
âleminin en bilgin din hukukçusu sayılmayı başarmıştı.
Önce Ayasofya, ardından
Blakhernai (Tekfur) Sarayı kiliselerinde başpapazlık yapan Balsamon, 1185
yılında Antakya patrikliğine atandı. Ama Patriklik mülkü, Latin (Bati Roma!)
işgalinde olduğu için Konstantinopolis'te kaldı. "Sürgündeki Antakya
Patriği ve Kanunların Bekçisi" ünvanıyla, 1191 yılma kadar gerek Doğu Roma
İmparatoru, gerekse Kontantinopolis Ekümenik Patrikliğinin hukuk danışmanlığını
yaptı.
Balsamonis, kendisinden otuz yıl
önce Papa'ya bağlı Kilise İçtihat Hukuku'nu yazan Batı Romalı Gratianus gibi,
ama çok daha kapsamlı ve Doğu Roma çıkışlı bir "Kilise İçtihat
Hukuku" külliyatı oluşturduğu için, "Yunanlı Gratianus" diye de
anılıyordu.
Balsamonis'e gelinceye kadar,
Doğulu din bilginleri Batı Roma Kilisesi'nin Hıristiyan âlemine öncülüğünü
dayandırdığı sözde kutsal gerekçeleri, sahtekârlığın siyasal boyutunu hemen hiç
kavrayamadan, biraz da el yordamıyla ve adeta "iyi niyetli" bir yanılgıya
itiraz eder gibi, tarihİ konsillerde (din kurultayları) kararlaştırılan
dogmaların "yanlış yorumu" temelinde eleştiriyorlardı.
Theodori Balsamonis, Roma
Kilisesi'nin öncülüğüne dair bu eleştirilerden, kendisinden önceki din bilgini
ve tarihçiler, Zonaras ile Kinnamos'un görüşlerini temel alan bir tez ortaya
attı: Roma Kilisesi, Hıristiyanlığın kuruluşu en eski Kilisesi değildi. Demek
ki Batı Roma Kilisesi'nin diğer Kiliselere öncülüğü, tarihsel bir önceliğe
dayanmıyordu. Madem ki Batı Roma Kilisesi'nin diğer Kiliselere üstünlüğü ve
Papa'nın Hıristiyanlık âlemine öncülüğü ne İsa ne de kurucusu Havari Petrus'un
kelamı olup, Büyük Konstantin'in kutsal iradesine dayandırılıyordu; öyleyse
Büyük Konstantin kutsal iktidarım, Eski Roma'dan Yeni Roma'ya taşıdığında, Kilise
önderliği de öncülüğü de Konstantinopolis'e geçmişti!
Gerek Grek, gerekse Latin
Kiliseleri tarafından zamanın en büyük din ve hukuk bilgini kabul edilen
Balsamonis'in, sunduğu kapsamlı eleştiride ince ince ayrıntılandırdığı ve
burada özetlemekle yetindiğim mantık çıkarsamasının yan etkileri oldu.
Latin Roma Kilisesi'nin
Hıristiyanlık âlemi ve beş "kurucu" Kilise'ye öncülüğünün
tartışıldığı 12. yüzyıla, bu kendinden menkul iddiaya karşı diyalektik gerekçe
arayışları damga vurdu. Örneğin, Hıristiyanlığın ilk Kiliseleri, Kudüs ve
Antakya'nın öncülüğü tartışılır oldu.
1193 yılında Doğu Roma
İmparatorluğu mühürdarı Demetrios Tornikes, birkaç yıl sonra da
Konstantinopolis Başpatriği Yannis Kamateros, Latin Roma Kilisesi'nin öncülük
iddiasına gösterdiği en önemli
kanıtlardan, "Resul Petrus'un mezarının Roma'da olduğu"nun
doğruluğunu sorgulamaya başladılar.
Gerçekten de Roma Kilisesi'nin,
İsa'nın on iki havarisinden birincisi, Resul Petrus tarafından kurulup
kurulmadığı gibi, mezardaki cenazenin havariye ait olup olmadığı da
tartışmalıdır. Çünkü kutsal kuramların tamamı efsanelere dayamr ki, efsaneler
de kutsallık gibi kuşaktan kuşağa devredilen rivayet, yani söylentilerden
ibarettir!
Dolayısıyla Resul Petrus'un
mezarı denilen kabirdeki cenazenin bırakın Petrus, bir azize ait olup olmadığı
o gün de kanıtlanamazdı, bugün de kanıtlanamaz. Öldükten
Resul Petrus'un gerek Latin Roma
Kilisesi'nin kurucusu olduğu, gerekse Roma'da öldüğü ve gömüldüğü
"dogma"sının tartışmaya açılması, bu Kilise'nin Hıristiyanlığın beş
Kilisesi'nden ilk sıradaki ve lideri olduğunu iddia eden Papalığı oldukça zor
durumda bıraktı.
Çünkü Latin Roma Kilisesi
"patriği" Papalar, 480 yılındaki Kadıköy Konsili'nde kabul edilen
Roma/Konstantinopolis Kilisesi'nin Resul Andreas tarafından kurulduğu kararım,
o günden beri tanımamışlardı. Oysa kendi kurucuları Resul Petrus'un kuşkulu
hale gelmesi, Konstantinopolis Ekümenik Patrikliğinin bir havari tarafından
kurulmadığı için öncül olamayacağı gerekçesini de zayıflatıyordu.
Dinİ jargonda, Havari/Resul'ler tarafından
kurulan Kiliselere "apostolik" deniyordu. Latin Roma Patrikliği
(Papalık), Konstantinopolis Patrikliğini "apostolik" saymıyordu.
Objektif tarih taraması, bu
noktada Latin ve Grek Roma Kiliselerinin en azmdan "kuruluş"
efsaneleri uydurmakta birbirlerinden geri kalmadıklarım söylemeyi gerektiriyor:
Resul Petrus'un Eski Roma'daki
yaşamı, ölümü ve adım taşıyan mezardaki cenazenin kimliği ne kadar
tartışmalıysa, kardeşi olduğu rivayet edilen Resul Andreas'ın yaşarken nasıl
biri olduğu, Hıristiyan öğretisini hangi diyarlara yaydığı, hatta Ekümenik
Patrikliği kurduğu ileri sürülen Yeni Roma/ Konstantinopolis'e ayak basıp
basmadığı bile kuşkuludur!
3. yüzyılda yazılan ve Aziz
Andreas'ın kutsal eylemlerim anlatan kitapta "apostolik" bir Kilise
kurduğuna dair hiçbir bilgiye rastlanmazken, Konstantinopolis Ekümenik
Patrikliğinin üzerinde yükseldiği GrekRoma Kilisesi'nin kurucusu olduğuna Resul
Andreas/Bulgar ikonası dair iddialar,
ancak 6. yüzyıl sonundan itibaren kayda geçmiştir. Ancak, 12 Havari arasında İsa'nın önder
saydığı Resul Petrus'un kardeşi ve ikinci en önemli Resul Andreas'ın, tüm
Hıristiyan âleminde "paylaşılamayan" bir şöhret olduğu yadsınamaz.
60 yılında Peloponez
Yarımadası'ndaki Patras'ta X biçiminde dikilen bir çarmıhta can veren Resul Andreas'ın
kalıtları 4. yüzyılda Konstantinopolis'e getirilmiş, ama 1204 yılındaki Haçlı
işgal ve talanı sonrası İtalya'ya götürülüp Amalfi'ye gömülmüştür. Resul
Andreas'ın kemikleri, bugün bile çekişme konusu ve iskeleti Kiliseler arasında
bölünmüş bir hazinedir.
1462'de Papa İkinci Pius
tarafından Roma'ya nakledilen Andreas'ın kafatası ve Amalfi'deki iskeletinin
bazı kemikleri, 1964 yılında Yunanistan'a geri verilmiş, Patras'ta adını
taşıyan bazilikaya gömülmüştür. Ama başsız iskeletinin bir bölümü, Amalfi'deki
bazilikada korunmaktadır.
Hıristiyanlığın bölünmesinden
sonra bile her mezhepte çıkan azizler ve zaten soylular arasında en çok verilen
ad, Andreas'ın adıdır. Öldükten sonra en çok çalıştırılan Havari de yine odur.
Kerametine bakınız ki, Kiev Büyük
Prensi Birinci Vladimir'in imana gelmekten çok, Konstantinopolis'le
yakınlaşmayı amaçlayan siyasal iradesiyle sadece 988 yılından öteye
Hıristiyanlığı kabul eden Slavlar arasında Ukrayna; o günden bugüne Andreas'ın
Kiev'e İsa'nın öğretisini ilk yayan aziz olduğunu iddia etmektedir.
Rusya'nın en büyük emperyal
nişanı Aziz Andreas madalyası olup, günümüz Rusyası, 1690 yılından beri Çarlık
donanmasının bayrağı olan Aziz Andreas Haçı'nı çağdaş savaş gemilerinde yeniden
dalgalandırmaya başlamıştır...
Andreas'ın keramet alanı o kadar
geniştir ki, Romanya da bu Havari tarafından Hıristiyanlaştırıldığına
inanırken; İskoçya kendisini, ülkenin "Aziz Sahibi" ilan etmiştir.
İsa, “Birbirinizi Sevin,”
Demişti,
Onlar Birbirlerini Boğazladılar!
Papaların, Hıristiyan âlemine önder
oldukları iddiası, iddianın dayanağı Büyük Konstantin'in sahte vasiyetinin
ortaya çıkmasından 400 yıl sonra Latin Kiliseler ile Greko Romen Kiliseleri
boğaz boğaza getirmiş ve temelinde siyasal bir egemenlik olan din kavgası,
artık devletlerarası savaşlara dönüşmüştü.
Çünkü İsa'nın yaşam ve söylemine
dayalı Hıristiyanlık öğretisinin Latince ve Yunanca “mealleri" üzerinden
yapılan kavga, daha önce de söylediğim gibi din üzerinden yürütülen ve dile
odaklı bir siyasal egemenlik mücadelesiydi.
Büyük Konstantin'in sahte
vasiyetine ilişkin kuşkular ve eleştirilerin ciddileşmeye başladığı 11.
yüzyılda, Latin ve Greko Romen Hıristiyanlar, aynı zamanda zaten silahlarla da
savaşıyorlardı.
Bu savaşlar, görünüşte Ortadoğu
ve Anadolu'nun Hilal tarafından işgaline karşı düzenlenen Haçlı Seferleri'ydi
ve 1095'ten 1270'e kadar sekiz sefere çıkıldı.
Latin Hıristiyan Haçlıları, bu
seferlerin hemen hepsinde, İslam ordularına karşı zafer kazanmaktan çok Grek
Hıristiyan topraklarını ele geçirdiler ve Doğu Roma İmparatorluğunu talan
ettiler.
Burada durup, Büyük Konstantin'in
vasiyetinin sahteliği tartışılmaya başlandığı yıllarda düzenlenen ve dünyadaki
uygarlık dengelerini değiştiren Haçlı Seferleri'ne bir göz atmamız gerekiyor.
Çünkü İslamiyet'in Ortadoğu ve
Anadolu'da yayılmasını asla önleyemeyen, çoğu yerde Türk, bazen de Kürt ya da
Arap komutasındaki Müslüman orduları önünde hezimetle sonuçlanan Haçlı
Seferleri, çok tuhaf bir zaferle sonuçlandı:
Hemen tüm dinlerin doğduğu,
dolayısıyla hak iddia ettiği "Kutsal Topraklar"da askerİ anlamda
perişan olan Haçlılar, talan ettikleri Konstantinopolis ve Doğu Roma'dan
Hıristiyan kültürünün temel eserleriyle birlikte muazzam bir bilgi birikimi
alıp getirdiler Avrupa'ya.
Keza, Arap Yarımadası'ndan da
pozitif bilimler açısından bilmedikleri pek çok yenilik ve buluşla döndüler.
Arap Yarımadası ve Güney Anadolu'da kazandıkları topraklarda, ileride dünyaya
açılacakları ticaret üsleri olacak Latin Hıristiyan devletlerini kurarken,
uğradıkları hezimetlerden ders çıkarıp yepyeni askerİ teknikler, hatta yeni
silahlar yaratmayı başardılar.
Latin Haçlı Seferleri'nden sonra,
Batı Avrupa bilgilenme ve aydınlanma çağma girdi, dünya ticaretinde söz sahibi
oldu, bugünkü Batı uygarlığının temelleri atıldı.
Oysa başlangıçta, ne Haçlı
orduları bu amaçla kurulmuş, ne de seferlerden böyle bir "yan etki"
sonucu beklenmişti.
Tanrı Emri: Vurun İmansızlara!.. Ama İmansız Kim, İmansız Ne?
Haçlı Seferleri süreci, 1095'te
başladı:
Ortadoğu ve Anadolu'daki
toprakları İslam ordularına karşı verdiği sayısız savaşlarda yavaş yavaş
elinden çıkan Doğu Roma İmparatorluğu, en stratejik savaş, 1071 Malazgirt
Meydan Savaşı'nda Selçuklulara yenildikten sonra iyice zayıflamıştı.
Çaresiz kalan Doğu Roma
İmparatoru Birinci Alexios Komnenos, sonradan çok pişman olacağı bir hata
yaptı. 1095 yılı Mart ayında İtalya'nın Piacenza kentinde toplanan Katolik
Konsili'ne gönderdiği elçiler aracılığıyla, Selçuklu Türklerinin fethettiği
toprakları geri alabilmek için Latin Hıristiyanlardan askeri yardım talep etti.
Oysa o sırada Selçuklu Türkleri
birbirine düşmüş, kurdukları devlet kendiliğinden parçalanıyor ve Komnenos
biraz beklese, kaybettiği toprakları kendi gücüyle geri alabilecek, tarihin
akışım da Doğu Roma'nın lehine değiştirebilecekti.
Ama Batı'daki din kardeşlerine
güvenme gafletine düştü.
Piacenza'daki Konsil'e
Konstantinopolis'ten gelen elçilerin İslam orduları önünde zor durumda kalan
Doğu
Haçlıların 8 sefer güzergâhı (1922,
Fransız haritası, beşinci ve altıncı sefer hariç) Fransızların katılmadığı
beşinci ve altıncı sefer hariç tutularak çizilen bu Haçlı tarih haritasının
1922 tarihinde çizilmiş olması, Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluş tarihi
düşünüldüğünde dikkat çekicidir.
Hıristiyanlarına dair epeyce
abartılı anlatıları, Latin Hıristiyan ruhbanını galeyana getirdi.
Papa ikinci Urbanus, aynı yılın
Kasım ayında Fransa'nın Clermont kentinde topladığı Konsil'de verdiği hamasi
söylevle, Latin Romen ve Greko Romen cemaatleri arasındaki kardeş kavgasını bir
yana koyarak ortak düşman İslamiyete karşı "kutsal savaş" açmaya
çağırdı. Papa'nın hiçbir kral ya da otoriteyi muhatap almayarak doğrudan
Hıristiyan şövalyelere yönelttiği çağrıyı, coşan kalabalıklar Deus lo volt!
(Tanrı emri!) çığlıklarıyla yanıtladı.
Çok geçmeden, Haçlı gömleğini
kuşanıp Kudüs yollarına düşmek ve Hıristiyan topraklarını "imansız'Tann
(Müslümanların) işgalinden kurtarma fikri, Hıristiyan Avrupa'nın hemen tüm
krallıklarıyla derebeyliklerinde kabul gördü.
Haç ile Hilal'in kavgası
başlamıştı.
Tarihteki ilk Avrupa ittifakı
olan Latin Haçlıların "kutsal topraklar"a 1096'dan öteye başlayan
seferleri, prensipte din kardeşliği dayanışmasıydı. Latin Haçlılar, bu
toprakları geri alıp Doğu Roma'ya iadeyi ve tabii ki Müslümanların fethettiği
Kudüs'ü yeniden Hıristiyan egemenliğine döndürmeyi amaçlıyordu.
Ne var ki Hıristiyan âleminde
Roma uygarlığım "pagan" diye gömmüş ve uygarlıkta gerilemiş Latin
Bati'nın, emperyal kültürü sürdüren Greko Romen Doğu'nun ileri uygarlığına
karşı beslediği haset ile her iki cemaat arasmda yüzyıllardır yükselerek süren
husumet; prensipteki "din kardeşliği" dayanışmasına pratikte gönülsüz
bir işbirliği, yer yer sürtüşme, hatta hesaplaşma fırsatı olarak yansıdı.
Haçlı orduları, tek komuta
kademesine itaat eden düzenli ordular değildi. Avrupa'nın çeşitli krallık ve
derebeyliklerinden, bazıları varım yoğunu satıp "din elden gidiyor"
diye, bazıları ise tam tersine talanla servet edinmek için yollara düşen,
birbirinden çok değişik soylardan oluşan savaşçı birlikleriydi.
Daha ilk seferde, Renanya
Palatina'dan (RheinPfalz) yola çıkan (Alman) Haçlılar, güzergâhları üstündeki
yerleşkelere saldırarak, adeta sekiz yüzyıl sonra olacakların öncül işareti
gibi, "Hıristiyanlığı kabul etmeyen" on iki bin dolayında Yahudiyi
katletti! Yine güzergâhı üstünde bulduğu Baltik kökenli bazı pagan kabileleri
aym gerekçeyle kılıçtan geçirdi ve Anadolu'ya geçtiklerinde Doğu Roma tebaası
yerel halkla çatıştılar, köyleri yaktılar vb.
Tabii karşılığında Doğulu
Hıristiyanlar tarafından katledilen Haçlılar da oldu.
Ama tüm Haçlı orduları başıbozuk
değildi. İmparator Komnenos'un yardımıyla Konstantinopolis üzerinden Anadolu'ya
geçen ordular, eski imparatorluk başkenti İznik'i, Selçuklulardan geri alıp
yeniden Doğu Roma'ya bağlanmasını sağladılar. Zaten verdikleri sözü, ilk ve son
kez İznik'te tuttular.
Buradan sonra ip koptu.
Haçlı ordularına komuta eden
oportünist soylular, güya Doğu Roma İmparatoru'na iade etmek için savaştıkları
topraklara el koydular. Müslümanlardan geri alabildikleri Antep,
Antakya, Trablusgarp ve Kudüs'te Latin Doğu
devletleri diye anılan bağımsız kontluk, prenslik ve krallık kurdular.
Hatta müstakbel İngiliz Kralı
Aslan Yürekli Richard, Kıbrıs Adası'nı Hıristiyan Doğu Roma'dan koparıp
Kudüs'ün Latin Kralı Lüzinyanlı Guy'a satmak üzere gasp eden Haçlı komutanıydı!
Doğu Roma İmparatorluğu, Selçuklu
Devleti'nin iktidar kavgasıyla zayıflamasından yararlanıp kaybettiği bazı
toprakları kendi gücüyle geri alabildi. Ama kimi vilayetlerini de "İslam
işgalinden kurtarmak için yardıma çağırdığı" Latin Hıristiyanlara
kaptırmıştı.
Konstantinopolis tahtı, artık
Doğu'da gözlediği düşmanın Hilal'li sancağı kadar, Batı'dan sökün edecek
dostların Haçlı sancağını da endişeyle izlemek zorundaydı.
Selahaddin Eyyubi komutasındaki
Müslüman orduların 1187'deki Hıttin Muharebesi'nde kazandığı zaferle, Kudüs'te
88 yıl süren Latin Hıristiyan egemenliğine son vermesi, Haçlı Seferleri
tarihinde bir dönüm noktası oldu.
Üçüncü Haçlı Seferi'ni bizzat
düzenleyen Aslan Yürekli Richard'ın Kudüs'ü Selahaddin Eyyubi'den geri
alamayınca Doğu Roma egemenliğindeki Kıbrıs'a saldırıp gasp etmesiyle, Latin
Haçlıların savaş amacı da ereği de yön değiştirdi.
Anadolu ve Trakya'daki Greko
Romen Hıristiyan mülkü, hem Ortadoğu'daki "Kutsal Topraklar"dan daha
geniş bir fetih alanıydı hem de daha zengin kutsal kalıtlar içeriyordu. Ayrıca
Avrupa'nın göbeğinde de Papalığın otoritesini ve Latin Roma Kilisesi'nin
dogmalarını inkâr eden Katharları da ezmek gerekiyordu.
Madem ki Haçlılar, dinlerine dış
düşman Müslümanları yenemiyorlardı; onlar da Papa'nın otoritesini inkâr eden iç
düşman, "sapkın" Hıristiyanlara saldırırlardı.
Burada sapkınlardan anlaşılan,
Greko Romen Hıristiyan ritüellerine bağlı Doğu Roma ve Slav Kiliseleri ile
zaten aynı cemaat içinde başlayıp Balkanlar üstünden Avrupa'ya yayılan
Bogomil/Kathar öğretişiydi.
Dikkat ederseniz, buraya kadar
hâlâ Latin Hıristiyanlara "Katolik", Greko Romen Hıristiyanlara
"Ortodoks" demedim, hiç...
Çünkü Roma ile Konstantinopolis ruhbanı
arasında 1054'te yaşanan "dil bölünmesi"ne rağmen Hıristiyanlık
âleminde kesin bir mezhep ayrışmasından henüz söz edilmiyordu. Gerek Ortodoks,
gerekse Katolik sözcükleri Yunanca din terminolojisine ait olup her ikisi de
Hıristiyanlık öğretisini betimleyen sıfatlardı.
13. yüzyıla kadar Hıristiyanlık
âleminde Papalık tarafından cemaati "mülhid" ve "kâfir"
ilanıyla aforoz edilen tek mezhep, Balkanlar'dan Britanya'ya kadar yayılan
Bogomil öğretişiydi.
Ne var ki Papaların kendinden
menkul iktidar ve önderliğine "Hıristiyanlık içre" muhalefetin ilk
ciddi yapılanması Bogomil mezhebi, temelde Greko Romen Kiliseleri arasından
sıyrılan teolojik bir akımdı. Zaten mezhebin Bosna ve Bulgaristan'dan başlayıp
Avrupa'da yayılmasını sağlayan ruhban da Konstantinopolis Metropoliti
Niketas'ti.
Metropolit Niketas, Latin
kaynaklarında "Bogomil Papa" diye anılır. Yeni mezhebin 1167 yılında
Fransa'nın Saint Felix de Caraman
beldesinde toplanan yegâne din kurultayına ruhani lider sıfatıyla
Konstantinopolis'ten gelip katılmıştır.
Başka bir deyişle, Avrupa'da
yaşadıkları bölgelere göre Kathar ya da Patarini diye de anılan ve Papa
tarafından aforoz edilen Bogomil mezhebi, Doğu Roma Hıristiyanlığının bir
hizibi olsa da Konstantinopolis'le yakın ilişkiliydi. Ve Bogomillerin, Greko
Romen Konstantinopolis Kilisesi'nin de baş belası olması, Latin Haçlılar için
fark etmiyordu.
Papalarm öncülüğünü tanımayan ve
Latin Roma Kilisesi'ne bağlı olmayan bütün Hıristiyanlar sapkındı. Avrupa'nın
ister içinde olsun, ister dışında, bu sapkınlara saldırmak, Müslümanlara
saldırmak kadar kutsal bir savaştı!
Üstelik...
Doğu Roma'ya besledikleri kinde,
kadim bir kıskançlığın da payı vardı.
1200'lü yıllara gelindiğinde,
Doğu Roma İmparatorluğu gerileme dönemine girmesine ve yayıldığı coğrafya yavaş
yavaş küçülmesine rağmen gerek zenginliği, gerekse uygarlığıyla hâlâ göz
kamaştırıyordu.
Batık Batı Roma İmparatorluğu'nun
küllerinden doğan devletler ise siyasal ve askerİ anlamda güçlenmekteydi. Ne
var ki bu ülkelerdeki saray debdebesiyle halkların yaşam standartları; inişe
geçmiş ama hâlâ ayakta Doğu Roma İmparatorluğu'nun ulaştığı kurumsal ve
kültürel seçkinlik düzeyinden henüz çok gerideydiler.
Başka bir deyişle bugün Avrupalı
dediğimiz Hıristiyan toplumlar, o günkü Doğu Roma mülküne imreniyor, başkent
Konstantinopolis'in efsaneleşen sanatsal birikim ve zenginliğine hem içerliyor
hem de ağızlarının suyu akıyordu.
Örneğin Latin Hıristiyanlığın mızrakları
sayılan Normanlar ve Germenler, Doğu Roma Hıristiyanlarını "hain, zengin
ve kurnaz" olarak hasım bellemiş; Müslümanlara ise "sahte bir
peygamberin peşine düşen sapkınlar" tanımıyla düşmanlık besliyorlardı.
1202'den sonra güya Kutsal
Topraklar'a çıkılan toplam beş Haçlı Seferi, Doğu Roma İmparatorluğu mülkünü
işgal, gasp ve talanla, Greko Romen Hıristiyanları boğazlamaya yaradı...
Kıyamet Günü: Konstantinopolis’in işgali ve Talanı
John Julius Norwich, Bizans
kitabında, Doğu Roma İmparatorluğu'nun sonunu getiren ve Hıristiyanlık âlemini
OrtodokslarKatolikler diye bölen Latin saldırısını şu sözlerle başlatır:
"8 Kasım 1202’de Dördüncü
Haçlı Seferi donanması Venedik'ten demir aldı. Ama donanmayı oluşturan 480
savaş gemisinin hedefi, ne Filistin ne de Mısır'a varmaktı. Yola çıktıktan bir
hafta sonra, Zara'yı işgal edip
yağmaladılar. Bu saldırıya çok öfkelenen Papa Üçüncü Innocentius, sefere
çıkanların tümünü aforoz etti. Dördüncü Haçlı Seferi kötü başlamış ama en kötüsüne
daha sıra gelmemişti.
1203 yılı başında bir ulak,
Venedik Dukası'na Kutsal Roma Germen Kralı'nın bir mektubunu iletti. Kral
Philippe de Souabe, hem İngiliz İmparator Altıncı Henri'nin kardeşi, hem de
Konstantinopolis tahtından indirilip gözleri oyulan sabık Doğu Roma İmparatoru
Isaakios Angelos'un damadıydı. Isaakios'un oğlu Aleksios Angelos, canını
kurtarmak için Konstantinopolis'ten kaçıp akrabası Kutsal Roma Germen Kralı'na
sığınalı bir yıl oluyordu.
Kral Souabe, Venedik Dukası
Dondolo'ya mektubunda, eğer Haçlılar, Konstantinopolis tahtına oturan sahtekâr
dayısını indirip, yerine genç Aleksios'u tahta çıkarırlarsa; donanmanın daha
sonra çıkacağı Mısır seferinin masraflarını üstlenmeye, sefere on bin asker
katmaya ve Kutsal Topraklar'da nöbet tutacak beş yüz şövalye beslemeye söz veriyordu.
Dahası, Aleksios Angelos tahta çıkınca, Konstantinopolis Kilisesi'ni de Latin
Roma Kilisesi'nin hükmüne bırakacaktı.
İhtiyar Venedik Dukası, öneriyi
sevinçle kabul etti. Bizans'tan nefret ediyordu. Venedikli tüccarlar,
Konstantinopolis'teki Ceneviz ve Pisalı rakipleriyle mücadelede giderek
zorlanıyordu. Venedik Cumhuriyeti'nin Doğu pazarını tamamen yitirmemesi için
hızlı davranması gerekiyordu.
Haçlı donanması da öneriye pek
sevindi. Seferin menzil değişikliği, hem Haçlı şövalyeleri zengin edecek hem de
Hıristiyan âleminin bütünlüğü sağlanacaktı.
Kutsal Roma Germen Haçlı
donanması, Venedik'te toplandıktan tam bir yıl sonra, 24 Haziran 1203'te
Konstantinopolis açıklarına demir attı..."
Dünya siyasal coğrafya tarihinin
en geniş sınırlarına hükmeden, en önemli Roma İmparatoru Büyük Konstantin'in 11
Mayıs 330'da başkent ilan ettiği Konstantinopolis'te, 24 Haziran 1203'ten öteye
yaşanan bir yılın ayrıntılarına girmeyeceğim.
Hepsi düşmanın kuklası yeteneksiz
muhteris imparator bozuntularından birinin indirilip ötekinin bindirildiği
tahtın "payitahtı", bu bir yılda iki kez yakıldı. Hıristiyanların
birbirini boğazladığı kanlı bir içsavaş ve iki Haçlı kuşatmasına sahne oldu.
Papa Innocentius'un, dördüncü
Haçlı ordusunu gerek seferin başında gerekse Konstantinopolis'e saldırıları
sırasında topyekûn aforozu, saldırganları caydıracak yerde, tam tersi sonuç
verdi: Papa tarafından aforoz edilmek, ölümden sonra "cehennemde sonsuza
kadar yanmak" mahkûmiyetiydi. Konstantinopolis'e saldıran Haçlı askerler,
zaten aforozu yemiş ve en büyük cezaya mahkûm olmuşlardı. Madem ki ölünce
cehenneme gidecekleri kesindi, yaşadıkları sürece artık her günahı işleyebilir,
her kötülüğü yapabilirlerdi.
Ve yaptılar.
Üstelik Venedik Cumhuriyeti'nin
yaşlı, kör ama bir o kadar kurnaz Dukası Enrico Dandolo ile Haçlı ordusuna
komuta eden şövalyelerin kafasında, aforozun bile çaresi vardı: Hangi günah
işlenirse işlensin, eğer bu seferin sonunda Konstantinopolis Kilisesi'ni
Papa'nın otoritesine bağlayarak Hıristiyan âleminde birliği sağlarlarsa, affedilmeleri
ve hatta kutsanmaları işten değildi...
O zamanlar için dünyanın en güzel
ve zengin kenti, uygarlığın, kültürün küresel simgesi Konstantinopolis, 9 Nisan
1204'te başlayan Haçlı saldırısına yenik düştü. Başkenti işgal eden Venedikli
ve Franklardan oluşan Latin Haçlı ordusu, mağlup askerlerin birini bile sağ
bırakmadığı gibi, "din kardeşi" sivil halkı, akim alamayacağı,
düşmanın yapamayacağı bir vahşetle katletti.
Ama Greko Romen Konstantinopolis
ahalisi ve Ekümenik Patrikhane için asla kapanmayacak yara, asıl unutulmayacak
acı, bu katliamdan sonra olacaklardı.
Kana doyan Latin Haçlılar,
yıkmaya, yakmaya ve yağmaya koyuldular, Büyük Konstantin'in kutsal
payitahtını...
1204'te Konstantinopolis'in en
yüksek rütbeli saray memuru (sekreta) olan Doğu Roma soylusu ve tarihçi Niketas
Khoniates ; birebir tanıklık ettiği Haçlı talanını şu sözlerle anlatır:
“Kutsal tasvirleri paramparça
ettiler ve azizlerin kalıtlarım, söylemekten utanacağım mekânlara attılar.
Kurtarıcının etini ve kanını yerlere saçtılar. Ayasofya'nın talanına gelince,
sunağı yıkıp parçalarını bölüştüler... Vaiz kürsüsünü, kapıları, kutsal ayin
eşyalarını ve zaten bulabildikleri tüm eşyaları yükleyip götürebilmek için
atlarım, katırlarını kiliseye soktular.
Bu hayvanlardan bazıları
tökezleyip düştüğünde kılıçlarıyla gönlerini deşiyor, kanları ve dışkılarıyla
kiliseyi kirletiyorlardı.
Başpatriğin tahtına bir fahişeyi
oturtup İsa'ya küfrettirdiler. Açık saçık şarkılar söylediler ve kutsal
mekânda, edepsiz, hayasız oyunlar oynadılar. Ne yaşlı rahibelerin namusuna
merhamet ettiler ne de varlıklarını Tanrı'ya adamış bakirelere...
Ve bu günahkârların hepsi,
omuzlarında haç taşıyordu. Kutsal görevlerinin sonuna kadar beşerİ zevklerden
uzak duracaklarına, o haç üstüne yemin etmişlerdi...”
Latin Haçlılar, Konstantinopolis
tarihinin en kanlı ve karanlık sayfalarını yazıyorlardı. Doğu Roma
İmparatorluğu'nun ipini çeken ve sonunda Fatih Sultan Mehmet'in kolayca
yutacağı bir lokma haline getiren zaten Osmanlı fethi sırasında yapılacak
talanın, göreceği ziyanın devede kulak kalacağıdehşet günlerini yaşıyordu,
dünyanın eşsiz payitahtı...
Ama Latin Haçlı ittifakında,
talancılar arasında kültür farkı vardı. Konstantinopolis'in yağmasında barbar
Franklar ve sefere sonradan katılan Germenler yakıp yıkmaya odaklanmışken,
sanat eserlerinin değerini bir görüşte anlayan Venedikliler, kentin
hâzinelerini talan ettiler, tahrip etmediler. Ele geçirdikleri her mücevheri,
her eseri, her kutsal kalıtı "özenle" sarıp sarmalayıp gemilerle
Venedik'e taşıdılar.
Binlerinin soygunu, ötekilerin
yıkımına maruz kalan Konstantinopolis'in muazzam kültür ve sanat hâzineleri,
böylece el ve ülke değiştirdi.
İlerleyen yıllarda Latin Roma
Kilisesi'ne bağlı ülkeler arasında yapılan sözleşmelerde bir pazarlık metaı
haline gelen, senyörler arasında "armağan" olarak alınıp verilen
Kutsal Emanet parçaları, kutsal ya da bilimsel eserler ve sanat yapıtları
Avrupa'nın dört bir yanına dağıtıldı.
Konstantinopolis'teki kıyım ve
yağma, sadece üç gün sürdü. Ama Latin Haçlılar, bu üç güne aklın hayalin alamayacağı
boyutlarda bir yıkım ve soygun sığdırdı:
Konstantinopolis, Ekümenik Fener
Patrikhanesi ve başta Ayasofya, tüm kutsal Hıristiyan tapınakları talan ve
tahrip edildi.
Papa'nın Haçlı Seferi'ni aforozu,
ardından "kutsal mekânlara el sürüldüğü takdirde" Haçlı komutanları
tek tek aforoz tehditleri, yağmayı şiddetli telinleri yapmacık mıydı bilinmez,
yağmacıların iştahını kesmedi.
Antik Çağ'da yakılan İskenderiye
Kütüphanesi'nden sonraki en zengin kitap koleksiyonuna sahip Konstantinopolis
Ekümenik Patrikliği Kütüphanesi, Patrikhane binası ve Fenerli Azize Meryem
Kilisesi'yle birlikte talan edildikten sonra yakıldı.
Bugün Vatikan Kütüphanesi'nde
saklanan Hıristiyanlık tarihine ait en eski elyazmaları ve kutsal metinlerin
hepsi, Konstantinopolis Patrikliği Kütüphanesi'nden çalınanlardır.
Bugün İsa'ya ait olduğu iddia
edilen ve "Torino Kefeni"
İsa'nın kefeni olduğu iddia
edilen keten kumaş parçası diye bilinen kefenin, 944 yılında Antep'ten
Konstantinopolis'e getirildiği, Fener Patrikhanesi'nde yapılan dinİ ayinden
sonra halka gösterildiğine dair kayıtlar var. Ancak kefenin daha sonra
Patrikhane'nin içindeki Fenerli Aziz Meryem Kilisesi'nde mi, yoksa Aziz
Havariler Kilisesi kabristanında mı muhafaza edildiği bilinmiyor. Daha doğrusu
ben bulamadım. Ama hangi tapmakta Haçlıların eline geçmiş olursa olsun, kefenin
1204 talanı sırasında Konstantinopolis'ten çalındığı belgelenmiş bir gerçek.
İsa'nın sureti ve kanını taşıdığına inanılan bu kefen parçası, Avrupa'nın soylu
aileleri arasında elden ele gezdiği iki yüzyılın sonunda İtalya'ya varıp
1578'den öteye Torino'da konuşlandı ve 1983'te "Papa'nın mülkiyeti"ne
geçti.
Kadim Roma İmparatorluğu'nun son
başkenti Konstantinopolis'in Haçlılar tarafından yıkım ve yağması sırasında,
Büyük Konstantin'in anıtkabiri olarak yapılıp kendisinden sonra gelen
imparatorların da gömüldüğü Resuller (Havariyyun) Kilisesi, özel bir vahşete
sahne oldu.
Resuller Kilisesi, Büyük
Konstantin'in kendisine yaptırdığı mausoleum'un çevresinde, haç biçiminde inşa
edilen ve zaman içinde "Polyandrion"a dönüşen emperyal kabristandı.
Başkentin Ayasofya'dan sonraki en kutsal mekânı sayılıyordu. Büyük
Konstantin'le birlikte soyundan 19, İmparator Justinianus soyundan da 17
kişinin gömülü olduğu lahitlerin yanı sıra; Kudüs'ten getirilen ve hem İsa'ya,
hem de azizlere ait olduğuna inanılan kutsal kalıtlar, iskelet ve kemiklerin
defnedildiği anıtmezarlar barındırıyordu. Bunlardan birinde Konstantinopolis
Kilisesi'nin kurucu Resulü olduğu iddia edilen Aziz Andreas'ın iskeleti de
vardı.
Başka bir deyişle, Hıristiyan
öğretisinin tarihsel anlamda en eski, dolayısıyla en değerli kalıtlarından
oluşan (ya da kalıt olduğuna inanılan) "Kutsal Emanetler"in önemli
bir bölümü burada, Resuller Kilisesi'nde korunuyordu.
13 Nisan 1204'ü, 14 Nisan'a
bağlayan gece, Haçlı askerler kilisenin içinde ne var, ne yok yağmaladılar,
lahitleri kırıp içindeki iskeletleri ve kuşkusuz değerli mücevher işli
giysilerini talan ettiler.
Büyük Konstantin'in lahtinin ve
naaşınm başına gelenler meçhul. Kalıtları, hiçbir yerde ortaya çıkmadı.
Talandan sonra Atina'ya götürülen
Havari Andreas'ın kemikleri, daha önce yazdığım gibi, günümüzde üç ayrı yerde
yatıyor.
Vatikan Papalık makamı, yakın
zamanda iki aziz, Yuannis Hrisostomos ve Grigorios Thelogos'un kemiklerini
Fener Rum Patrikhanesi'ne iade etti. Ama 1204 talanında Konstantinopolis'ten
çalman pek çok azizin kalıtları hâlâ Vatikan ve Latin Kilisesi'ne bağlı Avrupa
ülkelerinde bulunuyor.
Örneğin, Havari Aziz Yuhanna'nın
kafatası, Fransa'nın Amiens Katedrali'nde sergileniyor.
"Büyük Konstantin'in
Haçı" olarak bilinen ve İsa'nın gerildiği haç parçası olduğu iddia edilen
altın mahfazalı haç parçası, Venedik'teki San Marco Katedrali'ndedir. Keza,
İsa'ya ait olduğu iddia edilen kan lekesinin mahfazası, Aziz Georgios'un
(Yunanca, Aya Yorgi) gümüş kaplamalı kol kemiği, baş melekler Mihail ve
Gavril'e (Gabriel/Cebrail) ait muhteşem büstler de...
Yine San Marco Katedrali'nin
kubbesini süsleyen, altın varaklı bronzdan yapılmış dört at heykeli Konstantinopolis'ten çalınan eşsiz eserler
arasındadır.
Zaten San Marco Katedrali'nin
yüzyıllara yayılan imar sürecinde kullanılan pek çok sütun, hatta duvar ve
taban mozaikleri, altın varaklı süslemeler, ikonalar vb. 1204'te
Konstantinopolis yağmasından edinilen ganimetler olup; Katedralin yapımı,
Venedikli iki tüccarın, Aziz Marcus'un naaşını da 828 yılında İskenderiye'den
çalıp getirmesiyle başlamıştır. Mimari üslubu tamamen Greko Romen olup 1204
öncesi ve sonrasında edindiği tüm Hıristiyan tarihİ eserleri, Doğu Roma
İmparatorluğu'ndan alınmış, çalınmış, yağmalanmıştır!
Kemikti, kutsal kalıttı, deyip
duruyorum. Ama bu kalıtların bugün Bizans dediğimiz Doğu Roma İmparatorluğu'nun
elinden çıkıp özelinde Vatikan, genelinde Latin Avrupa'nın eline geçmesinin
önemini şöyle bir kıyaslamayla daha iyi anlatabilirim:
OsmanlI'nın Mısır seferi
sırasında Mekke'den, Medine'den ve zaten fethettiği Arap Yarımadası'ndaki
beldelerden toplayıp payitahtı İstanbul'a getirdiği ve bugün Topkapı
Sarayı'ndaki Hırkai Saadet dairesinde korunan "Kutsal Emanetler"in
yağmalandığını, başka dil ve İslami mezhepten saldırganların eline geçtiğini,
uzak diyarlara götürüldüğünü düşünün. Müslüman Türklerin yaşayacağı travmayı
hayal edebiliyor musunuz?
İşte Anadolu'yu fethe başlayan
Türklerin, Romalı anlamında Rum’ dedikleri Konstantinopolis ve Doğu Roma Hıristiyanları,
böyle bir kırılmayı yaşıyorlardı.
Ben de Konstantinopolis'ten
yağmalanan kutsal kalıt ve hâzinelerin önemini, 2008 yılında Mihail Gorbaçov
Vakfı'nın davetlisi olarak gittiğim Venedik'te, gözlerimle gördükten sonra
anladım!
Ve bu yolculuğun ardından, Haçlı
talan tarihini özetlediğim aşağıdaki makaleyi yazdım:
VENEDİK'TE İSTANBUL GANİMETLERİ
Venedik, 6. yüzyılda Doğu Roma
İmparatorluğu'nun Akdeniz'deki bir ticaret limanı olarak kuruldu. İmarında
doğal olarak imparatorluğun başkenti Konstantinopolis örnek alındı ve
Ayasofya'nın (İslamiyet öncesi) görkemine öykünen San Marco Katedrali başta,
hemen tüm kült yapıları Bizans uygarlığının eserleridir.
Kısa sürede serpilip büyüyen
Venedik, 8. yüzyıldan öteye bağımsızlığını ilan etti ve denizaşırı toprakları
olan bir devlet/ kent haline geldi. Gözü, kurucu modeli Konstantinopolis'in
haşmetindeydi.
1202 yılında Venedik'ten yola
çıkan Haçlı Ordusu, Katolik ruhban sınıfı tarafından "Ortodoksların
Müslümanlardan farksız olduğu"na inandırıldı ve Ortadoğu sıcağında haçla
hilal çarpıştırmaktansa, daha yakın, daha serin, daha ferah Konstantinopolis'te
Ortodoks Haçı'nı kırmaya ikna edildi. Tabii Konstantinopolis'in daha zengin,
dolayısıyla talanın daha verimli olacağı gerçeği de gözardı edilmedi.
Katolik Haçlılar, sözde din
kardeşleri Ortodoksların kutsal başkenti, o zamanki adıyla Konstantinopolis'i
1204 yılında işgal ettiler. Kent bir yıl süreyle iki kez yakıldı, bugünkü
Sultanahmet Meydanı olan hipodrom, senato, hatta Ayasofya tarumar edildi, şehir
benzersiz bir talana sahne oldu.
Latin Katolikler, ilk
Hıristiyanlık başkenti olduğu için Konstantinopolis'te toplanan bütün kutsal
kalıtları, başta kentin kurucusu Büyük Konstantin'in kemikleri, anıtı,
azizlerin naaşları, hatta mezar ve heykellerini, efsanevi İskenderiye
Kütüphanesi'nden daha zengin Konstantin Kitaplığını, altın, gümüş, değerli taş
içeren ne varsa gemilere yükleyip götürdüler.
Bugün Vatikan'da sergilenen ve
saklanan ne kadar sanat eseri, Kutsal Emanet, değerli kitap, tarih belgesi
varsa, bunların yarısı Konstantinopolis'ten çalınanlardır.
Venedik’in Ayasofya öykünmesi San
Marco Katedrali'nin tepesine dikilen dört at heykeli de, Dördüncü Haçlı Seferi
diye anılan Konstantinopolis, yani İstanbul yağmasının ganimetleridir. Bu
atlardan birinin, gemiden limana indirilişi, halen Venedik Vilayet Sarayı'nın
duvarlarını süsleyen dev fresklerden birinde VE. Bressanin imzasıyla sadece
1911'de resmedilmiş olup "Sanat ganimeti: Konstantinopolis'in Altın
Atı" adını taşımaktadır.
Konstantinopolis, Haçlılar
tarafından defalarca talan edilmişti. Ama bu Dördüncü Haçlı Seferi,
Ortodoksların yüreğine öylesine derin bir Katolik nefreti kazıdı ki, Bizans
yavaş yavaş koptu Latin Katolik dünyadan, önce yalnızlaştı, sonra yoksullaştı
ve zaten karşılıklı olan nefret, kuşatma sırasında Batılı düşman kardeşlerinden
gelmeyen yardıma eklenince, 1453 'teki Osmanlı Ordularının Konstantinopolis'i
fethi, "Papa'nın külahındansa Halife'nin kavuğu tercihi"yle
açıklanabildi.
Ortodoks ruhban sınıfıyla Katolik
ruhban sınıfı arasındaki tarihsel kin, bugün bile dokununca yakan türdendir. Ve
merak eden olsa, İstanbul Patrikhanesi'ndeki görevlilere sorup öğrenebilir. Ben
sordum ve aldığım yanıtın şiddetiyle sarsıldım.
Sadece San Marco'nun tepesindeki
dört at heykeli değil, Venedik'in içini ve dışını süsleyen pek çok sanat eseri,
değerli eşya, kutsal kalıt, Konstantinopolis ganimetidir.
Ve bugün, Venedik "dünya
mirası" ilanıyla insan uygarlığının gözbebeği sayılıyor.
Oysa bebek anlardaysa, göz bizde
ve derinliklerinde hâlâ ışık var, göz göz sırlar saklıyor.
İyi ki saklıyor. Çünkü
bulduğumuzu çıkarıp el altından satmadığımız zaman, üstünden tramvay
geçiriyoruz (Bkz. 8500 yıllık yerleşkeye dair Marmaray planı ve Binali yıldırım
pilavı). Bir talan ki, ganimet bile kalmıyor!
Abdülhamit de zaten,
"nasılsa gavur işi" diye vere vere Louvre Müzesi'ne adını, en cömert
bağışçı olarak yazdırmıştı.
Eh, bugünkü hamilsiz Abdüller de
ya satar ya kaldırımları yaptırdığı müteahhit tayfasına emanet eder, bizleri
Doğu Roma İmparatorluğu'nun mirasçısı, dolayısıyla Avrupalı kılan kalıtları.
Bir tek Atatürk anlamıştı bu
toprakların Asyalı geçmişini Avrupalı geleceğe bağlayan köprünün tarihten
geçtiğini, onu da anlayan pek kalmadı.
Konstantinopolis'in 1204 Haçlı
işgalinde uğradığı yıkım ve talana dönecek olursak...
Haçlı komutanlar, yağmacıların
kent ve ahalisine yaşattığı dehşeti "geleneksel" üç günün sonunda
durdurdu. Talan ganimeti tek merkezde toplanıp özenle tasnif edildi ve her
mala, değer biçildi. Konstantinopolis'ten çalman hâzinelerin toplam ederi, resmİ
kayıtlara 300 bin gümüş Mark olarak geçti. Bu tutarın yarısına eşdeğer ganimet,
Venediklilere verildi. 50 bin marklık bölümü, çoğunluğu Frank, Flaman ve
Germenlerden oluşan Avrupalı Haçlı ittifakına dağıtıldı. 100 bin marka eşdeğer
ganimet hâzinesi ise Venedikliler ve diğer Avrupalı Haçlılar arasında eşit
paylaştırıldı.
Ne var ki bazı tarihçiler, Frank,
Flaman ve Germenlerin en az 500 bin marklık talan ganimetini gizleyip
paylaşmadıklarım öne sürer. Eğer bu iddia doğruysa Haçlıların, Konstantinopolis
talanından edindiği hâzinelerin değeri 800 bin gümüş markı geçmektedir.
Ama başdöndürücü bu tutarlar
bile, gerçeğin çok altındadır.
Konstantinopolis Patriklik
Kütüphanesi'nden çalman elyazması Antik Yunan ve Roma eserlerine,
Hıristiyanlığın en eski kutsal kitaplarına nasıl değer biçilebilir? Hangi para
ölçüsüne vurulabilirdi 1204'te, altın kaplı, gümüş kaplı aziz kemikleri,
İsa'nın (sözde) haçı ve altm mahfazası, (sözde) kefeni, kutsal ikonalar,
freskler, büstler, heykeller, hatta sütunlar?
Yakılan emperyal saray
Blakhernai'den, Doğu Roma hâzinesinden, zengin evlerinden yağmalanan tonlarca
altın ve gümüş sikke, mücevher ve benzerlerine hangi paha biçilebilir?
Düşünün ki Haçlılar, bugünkü
Sultanahmet Meydam, Hipodrom ve Beyazıt Meydam Forum'u süsleyen heykellerin
yanı sıra sökebildiği sütunları bile söküp götürmüştür!
Haçlıların, Konstantinopolis'ten
çaldığı objelerin her biri, salt değerli taş ve maden bazında değil, her biri
eşsiz sanat eserleri olduklarından bugün paha biçilemez değerdedir.
Tüm araştırmacılar, 1204'te
Haçlıların Konstantinopolis'ten kaldırdığı ganimet değerinin, dünya tarihindeki
hiçbir talanla kıyaslanamayacak boyutta olduğu konusunda hemfikirler. Hatta
bazıları, Avrupa tarihinde hiçbir ülke ve devletin, Konstantinopolis'te
toplanan hazine kadar göz kamaştırıcı bir zenginliği o güne değin düşünde bile
görmediğini; din kardeşlerini soymaktan elde ettikleri kazancm, hayallerindeki
tüm tahminleri kat kat aştığını yazmıştır.
Öylesine bir yıkım ve yağmadır ki
bu, İstanbul'un 1204 öncesi tarihinden günümüze tahribata uğramadan kalan
yegâne anıt, 390 yılında Karnak Tapmağı'ndan getirilen Tutmosis Dikilitaşı'dır.
Diğer tüm anıt ve sütunların bazıları gemilere yüklenip götürülmüş, kalanlar da
az ya da çok tahribata uğramıştır. Haçlı işgali sırasında Örme Dikilitaş diye bilinen
anıtı kaplayan tunç plakalar sökülüp eritilerek, para basılmak için
kullanılmıştır. Yılanlı Sütun'un, yılan başları 17. yüzyıl Osmanlı
egemenliğinde uçurulmasma karşın, çağımıza kadar kalması, bir mucize sayılır.
Ama asıl mucize, Nova Roma'nın
kurulduğu 330 yılından beri var olan Çemberlitaş'ın altındaki gizli bölmenin
talandan kurtulmuş olmasıdır. 1204 yağmasında Haçlılar, Çemberlitaş'ın
tepesindeki heykeli ve sütunu ayakta tutan bronz kemerleri çalmışlar; ama
haberleri mi yoktu, yoksa lanetlenmekten mi korktular bilinmez, Büyük
Konstantin zamanından beri Kudüs'ten gelen "Kutsal Kalıtlar"m saklı
olduğu gizli bölmeye ulaşamamışlardır.
1453'te anıtın tepesindeki
Haç'ı indirmekle yetinen Osmanlı Devleti ve ardından Türkiye Cumhuriyeti de
Çemberlitaş'ı biraz kısalmış haliyle ayakta tutmuş, zaman zaman özenle
sağlamlamış ve gizli bölmesinin sırrım da deşmeye çalışmadan, saygıyla
korumuştur.
Ne var ki, Havariyyun
Kilisesi'nde Haçlıların başlattığı tahribatı, 1453'te Osmanlı yağmacılarının
bitirdiğini söylemek gerekir...
Fatih Sultan Mehmet'in
divanındaki Rum kâtiplerden biri olup zaten Fatih'in Yunanca biyografisini de
yazan tarihçi İmrozlu Kritopulos; bizzat tanıklık ettiği fetih talanı
sırasında, zamamn Türk kolonizatörü Dervişlerin, on dört saat boyunca kilisedeki
lahit kalıntılarım balyozlarla un ufak ettiğini ve Haçlıların geride bıraktığı
Basileus (imparator) kemiklerini denize attıklarım anlatır.
Fatih Sultan Mehmet, 1453'te
zaten harap halde bulduğu Havariyyun Kilisesi duvar kalıntılarım fetihten on yıl
sonra tamamen yıktırarak, yerine adını taşıyan Fatih Camii'ni yaptırmıştır.
Batı Avrupa’nın Konstantinopolis’! Fethi ve Yenilgisi
Bu kitabı okumak zahmetine
katlanan siz, şu an uzun uzadıya anlattığım 1204 Haçlı talanıyla, sahte Papalık
kurumuna adanmış asıl konudan uzaklaştığımı sanabilirsiniz. Ama değil. Bu
talan, tam da Hıristiyan âlemine öncülüğün Konstantinopolis Patrikliğinin
meşruiyetinden koparılıp Roma Papalığının gayrimeşruiyetine bağlanmasının ilk
fiili uygulamasıdır.
Bu talan, Konstantinopolis'in iki
yüzyıl sonra Türklerin eline geçmesini kolaylaştırmakla kalmadı; tüm dünya
tarihinin seyrini ve jeopolitik güç dengelerini değiştirdi.
Başkenti Haçlıların eline geçen
Doğu Roma İmparatorluğu fiilen parçalandı.
Parçalanmış Doğu Roma İmparatorluğu, 1230
Konstantinopolis'te 1204'ten öteye kısa ömürlü de olsa "Imperium
Romaniae" (Romanya İmparatorluğu) adı altında bir Latin devleti kuruldu ve
elbette Papa'nın ruhani liderliğine bağlandı. Papa İnnocentius, Patrikhane'nin
başına Latin bir kardinal, zaten tüm kiliselere de Latin papazlar atadı.
Ayasofya, katedrale dönüştürüldü ve tapmaklarda Yunanca yapılan Ortodoks
ayinleri yasaklamp Papa'nın adına, Latince yapılan Katolik ayinleri başladı.
Haçlı işgali sırasında başkentten
kaçmayı başaran Doğu Roma soyluları, biri "Trabzon İmparatorluğu",
öteki "İznik İmparatorluğu" olarak iki ayrı devlet kurdular.
Latinlerin ortadan kaldırdığı Konstantinopolis Ekümenik Patrikliği makamı ve
merkezi İznik'te yapılandı.
Doğu Roma'dan arta kalan
saraylıların ve Fener Patrikhanesi'nin hicreti, 1261 yılma kadar sürdü.
İznik'teki Greko Romen
İmparatorluk, 1235'te Makedonya ve Trakya'yı Latinlerden geri almayı başardı.
Bulgarlarla ittifak yapan Mihail Palailogos ise 1261'de önce Mora'yı, ardından
Konstantinopolis'! yeniden fethederek, paramparça imparatorluğu bir ölçüde
birleştirip, ayağa kaldırmayı başardı.
Fener Ekümenik Patrikliği, kadim başkente geri döndü.
Papa'nın atadığı Latin Patrik ve papazlar kentten kovuldu. Kiliseler, yeniden
Ortodoks ritüellere dönüp Ekümenik Patrikliğe bağlandılar.
Latin işgalcileri kovup Doğu Roma
tahtına bileğinin gücüyle oturan Mihail Palailogos, başkente yıkılan görkemini
yeniden kazandırmak üzere imar çalışmaları başlattı. Ama Konstantinopolis'teki
tam bin yıllık Venedik mahallesini ve ticaret kontuarlarım yıktı.
Venedik Cumhuriyeti, 1084 yılında
imzalanan bir anlaşmayla, İmparatorluğun bin yıldan beri ayrıcalıklı ticaret
ortağıydı. Oysa 1204 yılındaki talanın da en büyük suç ortağı olmuş,
Konstantinopolis'in Latin işgalinden öteye Doğu Roma'nın bütün ticaret
merkezlerini ele geçirmişti. Mihail Palailogos, işte bu anlamda devleti içinden
vuran "dost" hainleri temizliyordu.
Ne var ki eski görkeminin gölgesi
kadar kalan imparatorluğun, ne ticari deniz filosu ne de askerİ donanma
oluşturacak gücü vardı. Mihail Palailogos, Venedik'ten geri aldığı
ayrıcalıkları, elbetteki baş rakibi ve düşmanı Ceneviz Cumhuriyeti'ne verdi.
Yapılan anlaşmaya göre Ceneviz'in ticari gemileri Konstantinopolis'in deniz
ticaretini üstleniyor, savaş gemileri de donanmasını oluşturuyordu.
Doğu Roma başkentine yerleşen
Ceneviz kolonisi, bugün Galata dediğimiz mahalleyi kurdu ve surlarla çevirdi.
Çağımıza miras kalan Galata Kulesi, 1348 yılında bu surlarm kuzey ucuna 507
yılında yapılıp zamanla harap olan bir deniz fenerinin temelleri üstüneinşa
edilmiştir. Kule, Ceneviz döneminde "Christea Turris" (İsa Kulesi)
olarak anılırdı.
Konstantinopolis tahtında, iki
yüzyıl sürecek Palailogos Hanedam dönemi başlamıştı.
Ama Doğu Roma, bir daha asla eski
sınırlarına ve gücüne kavuşamayacak, daima iki cephede dövüşmek ve Batı'dan
hücum eden daha beş Haçlı Seferi'ne göğüs gererken, Doğu'dan ilerleyen Türklere
adım adım yenilmek zorunda kalacaktı.
İmparatorluğun ufalanması, kimi
eyaletlerin giderek başına buyruk davranmasına yol açarken; Fener
Patrikliğinin, Doğu Roma sınırları dışındaki Ortodoks Kiliselerine
"ekümenik" öncülüğü de sarsılmıştı.
Dördüncü Haçlı Seferinin Jeopolitik Sonuçları
Konstantinopolis'in 1204'ten
1261'e kadar Latin işgalinde kalmasını sağlayan Dördüncü Haçlı Seferi'nin temel
sonucu, Hıristiyanlık âleminde 1054 kırılmasıyla başlayan hizibin, birbirine
can ve din düşmanı iki mezhebe ayrılması oldu.
Greko Romen ile Latin Kiliselerin
egemenlik ve öncüllük çekişmelerine rağmen, o zamana değin "ekümenik
konsil"lerin kurallarına uyan tüm Hıristiyanlara, "Ortodoks",
yani "doğru yol izleyen"ler deniliyordu.
Konstantinopolis'in yağma ve
işgalinden öteye, bu deyim İsa'nın öğretisini Yunanca yazıp okuyan Romalıların
mezhebini tanımlamaya yarar ve bizim dilimize Ortodoks Rumlar olarak yansırken;
İsa'nın öğretisini Latince yazıp okuyan Batı Romalıların mezhebi, "Latin
Rumlar" diye anıldı.
Günümüzde, Latin Rumların başta
gelen sıfatı "Katolik" sözcüğü hâlâ yoktu ortada!
Ortaçağ'da, Papa'nın
otoritesindeki müminler,, kısa yoldan Latin diye ifade ediliyordu.
Zaten 1492'den öteye peyderpey
keşfedilen Güney Amerika'nın kolonizasyonunu, Papa'ya bağlı Krallar başlattığı
ve "Katolik" sözcüğü yokluğunda yeni sömürgeleri Latin Roma
Kilisesi'ne bağladığı için Latin Amerika denilmiştir.
Latin ve Ortodoks kavgasında,
gerekçenin de silahın da
Latince ile Yunanca arasındaki
rekabet olduğunu düşünürseniz, din savaşlarının inanç farklılığından çok dil
farklılığından çıktığı; dolayısıyla cemaatlerde bile asıl ortak kültürü, imanın
değil, etnik aidiyetin biçimlediği çok açıktır...
Hıristiyanlık âleminin tarihsel
öncülüğünü hem sahte bir vasiyet hem de düşmanca saldırı ve işgalle
Konstantinopolis Ortodoks Roma Patrikliğinin elinden almak isterken mezhep
bölünmesine neden olan Papalık makamı ve egemen olduğu Latinlere
"Katolik" sıfatı, ancak ikinci bir mezhep ayrışmasından sonra, 16.
yüzyılın sonunda eklemlendi.
Latinler, tıpkı Papa'nın
otoritesini reddeden Bogomil ve Ortodokslar gibi boğazladıkları Protestanların
varlığının, hiç olmazsa Fransa'da dolaylı yoldan kabul edildiği 1598 Nantes
Antlaşması'na; kendi mezheplerini tarihte ilk kez "Katolik, Apostolik ve
Romalı din" diye yazdılar.
En üst makamı (CEO'su!) Papa olan
Latin Roma Kilisesi, ayrıştığı mezheplere de öncül ve önderlik iddiasım
sürdürdüğü için olsa gerek, o gün bugündür hiçbir resmİ söyleminde
"Katolik" sıfatını kullanmadı!
Ama Papalığa bağlı kalan Latin
Romalılar, tüzel kişiliklerini artık tamsalar da bir zamanlar
"sapkın" ilan ettikleri Ortodoks, Protestan, Anglikan vb.
mezheplerinden farklı ve "öz Hıristiyan" olduklarım vurgulamak için
"Katolik" sıfatını benimserken, bağlı oldukları kiliseleri de öteki
kiliselerden "Katolik" diye ayırdılar ve Papalık makamım da
"Katolik" diye tarif ederler.
Katoliklerin, Latin Roma
Kilisesi'nin evrensel iktidar iddiasına isyanla kurulmuş diğer mezhep ve
Kiliselerin karşısında "esas din" den oldukları inancı öylesine
köklüdür ki, bugün sıradan ve dindar hangi Katolik'e, "Hıristiyan kime
denir?" diye sorsamz, "Katoliklere," yanıtını alırsınız. Öteki
mezhepler için Protestan der, Ortodoks der, Ermeni der, Evangelist der, der
oğlu der, ama Hıristiyan demez...
Katolikler, 1520'den 1787'ye kadar
Protestanlara karşı da savaşmış ve büyük mezalim yapmışlardır.
Ama tarihten günümüze dinmeyen
nefret, azalmayan düşmanlık, kabuk tutmayan yara, Ortodokslar ile Katolikler
arasındadır.
Çünkü Katolikler, Protestanlara
mezalim ve kıyım yapmakla yetindi. Çünkü Protestanların, Konstantinopolis'ten
kaldırdıkları ganimet kadar ne mülkü vardı ne de sıfatı.
Oysa Katolikler, Ortodoksların
kadim başkentini yıktılar, tüm zenginliklerini ve "Kutsal
Emanetler"ini yağmaladılar ama en önemlisi, Hıristiyanlık âlemi
önderliğini çaldılar!
Özelinde dördüncü, genelinde
Haçlı Seferlerinin, ilerleyen çağlarda süreklilik kazanan jeopolitik sonucu ise
küresel güç dengesini yavaş yavaş Batı lehine değiştirmiş olmasıdır. Doğu
Roma'yı zayıflatıp etkisizleştirirken, Avrupa'yı inişli çıkışlı, ama
durdurulamayan bir yükseliş sürecine taşımıştır.
Bu yükselme süreci, gerek Avrupa
içi savaşlarda, gerekse Osmanlı İmparatorluğu'nun fetihleriyle zaman zaman
kesintiye uğramış olsa da Hıristiyan Batı'ya bugün de geçerli olan küresel
etkinlik ve üstünlük konumunu sağlamıştır.
Hemen hepsi yenilgiyle biten
Haçlı Seferleri'nin yapılmış olması bile, Avrupalı devletlere Ortadoğu'da
ticaret limanları, dolayısıyla zenginlik kazandırmıştır. Haçlılara karşı
mücadele eden İslam dünyasını kazandığı zaferlere rağmen yorgun düşürdüğü,
hatta dünya ticareti ve bilimsel atılımlarda Avrupa'yı öne geçirerek,
İslamiyetin "Aydınlanma" sürecini bile tıkadığı söylenebilir, bu
seferlerin.
Çünkü...
Antik Yunan ve Roma bilgelerinin mitolojiden felsefeye,
mimariden matematiğe her dalda bıraktıkları bilimsel eserleri
Konstantinopolis'ten yağmalayan Avrupalılar, Ortadoğu'daki İslam uygarlığından
da o zamana değin bilmedikleri pek çok pozitif bilgi apartmışlardır. Batıdaki
bilginlerin, Kilise'nin din dogmalarıyla çeliştiği için yasaklayıp unutturduğu
bu antik bilgilere ulaşması, bir süre sonra İtalya'dan başlayarak Ortaçağ
karanlığını yırtacak Rönesans'ın (Yeniden Doğuş) meşalesini yakmıştır!
Çünkü bilginler arasında, Ortaçağ
Hıristiyan kültürü ile antik Greko Romen kültürünü harmanlayan ve ister dinsel
olsun, ister bilimsel, bilgiyi insanlığa hizmet olarak düşünen Hümanizm akımını
başlatmıştır.
Hümanist bilgin ve din adamları,
insan aklım ilk kez sınırsız bir öğrenme yeteneği olarak düşünmüş ve her alanda
bilgiye ulaşma hakkım savunmuştur. Başka bir deyişle, kültürü yaymaya ve
toplumsallaştırmaya çalışmışlardır. Bunu yaparken de bilgiye din odaklı
yaklaşan ahlakın yerine laik erdem diyebileceğimiz "etika"
prensiplerini kabul etmişler ve kutsal bilinen dogmalar dahil, varsayılan tüm
doğruları, bulguları tarafsızlıkla incelemek gereğini ortaya koymuşlardır.
Hümanizm akımı, insanın iyiyi
kötüden, zararlıyı yararlıdan, özgür iradeyle ayırt edebilecek evrensel bir
dürüstlüğe ve akılcılığa (rasyonalite) sahip olduğunu varsayar. Dürüstlük ve
akılcılık da, her doğrudan kuşkulanmayı gerektirir.
Sonuç olarak Hümanistler, ruhban
bile olsalar, din dogması diye sunulan kutsal bilgileri de etik dürüstlükle
doğrulamak ya da yalanlamak zorundadır.
Bu da "bilinmeyenin
korkusundan geçinen" din tüccarlarının hiç işine gelmediği gibi, bu
ticaretin genel merkezi Latin Kilisesi'nin temelini oyacaktır.
Gördüğünüz gibi tarih, ava gidenin
avlandığı bir ders dizinidir.
Hümanizm akımıyla yayılan
Rönesans fikirlerinin, dinde reform istemiyle "karşı çıkmak"
(protest) sözcüğünden türeyen Protestan Kilisesi'nin doğumuna ve Hıristiyanlığı
ikinci kez bölen mezhep ayrışmasına yol açtığı düşünülürse...
Batı'nın önce fikirsel, ardından
bilimsel alanda ilerlemesine neden olan Haçlı Seferlerinin tüm Hıristiyanlık
âlemim Latin Kilisesi'nin haçı altında birleştirmek ülküsünün, Latin
Kilisesi'nin parçalanmasıyla sonuçlandığını söyleyebiliriz.
Ancak...
Batılı kafasının, hezimetlerden
bile kazançlı çıkması ve Haçlı Seferlerinin dünyanın döndüğünü iddia eden
Galileo'yu ölüm cezasına çarptıran Papa'ya rağmen mantık üretmesinin
engellenememesi, gerçekten incelemeye değer ve bir başka kitabın konusu
olabilir, olmalıdır da.
Bu kafa, din baskısının en ağır
olduğu bir dönemde, tam da Rönesans'ı başlatan Hümanist bilginlerden
Galileo'nun fikrinden yola çıkarak, Osmanlı'nın denetimi altına giren
Akdeniz'den geçmeden Hindistan'a varılacağım düşünmüştür. Ve dünya denizlerini
ters yönden dolanmak için Atlantik Okyanusu'nu aşarken, önce Hindistan sandığı
Amerika kıtasını keşfetmiştir.
Papalar İçin Zor Günler Başlıyor
1204'te Konstantinopolis
Kütüphanesi'nden yağmalanan Antik Yunan ve Roma elyazmalarınm Batılı bilginlere
ulaşması kolay olmadı. Unutulan bilgileri anlayacak, değerlendirecek ve üstüne
yeni bilgiler örecek ehil ellere geçmesi, iki yüzyıla yayıldı.
Avrupa'da henüz matbaa icat
edilmemişti, çünkü. Okuma yazma öğrenimi hâlâ ruhban sınıfının ulaşabildiği bir
ayrıcalıktı ve elle çoğaltarak kitap üretimi de zaten ruhban yazmanlar
(kopistler) tarafından yapılıyordu.
Dolayısıyla, başta filozoflar,
Antik Yunan bilginlerinin eserlerine ilk ulaşanlar, yine rahipler ve papazlar
oldu. Zamanın bilginleri de zaten onların arasından çıkıyordu. Başka bir
deyişle ruhban sınıfında, teolojik bilgilerin dışında, pozitif bilimlere de
ilgi duyan ve uzmanlaşan kişiler vardı. Örneğin Umberto Eco'nun Gülün Adı
romanındaki Fransisken papaz Guillaume de Baskerville, engizisyon karanlığına karşı
mücadele ve Kilise'de reform istemini temsil eden "aydın din adamı"
karakteridir.
Öyküsünü anlatacağım Marsilio da
Padova, işte böyle biri, İtalya'nın Padova kentinde felsefe ve tıp okuduktan ve
Fransa'nın Orleans ve Paris üniversitelerinde tıp doktorası yaptıktan sonra
1312 yılından öteye Kilise'nin hizmetine giren "seküler" bir rahipti. Engizisyon çağının en karanlık
günlerinde, Antik Yunan filozofu Aristoteles'e ilişkin çok önemli bir araştırma
yazdığı sırada, Kutsal Roma Germen İmparatoru ile Papa arasındaki köprüler
atılmış bulunuyordu.
İmparator Louis de Baviere'in
daveti üzerine Münih'e giden Marsilio da Padova, Papa ile İmparator'un
arasındaki mücadelede, zaten Kilise'de reform gereğine inanan bir ruhban olarak
imparator'un yanında ve Papa 22. Jean'a karşı yer aldı.
Tümüyle Aristoteles çizgisinde
gelişen bir düşünce akımının temsilcisi olan Marsilio da Padova, hem büyük bir
bilgin hem de sivri bir kalemdi.
1324 yılında yazdığı Defensor
Pacis (Barış Savunucusu) başlıklı siyasal felsefe kitabıyla, devlet
yapılanmasında modernleşmenin önünü açtı; adı henüz konulmamış, kuşkusuz
kendisi bile nereye varacağını bilmeden, bugünkü "laik cumhuriyet"
rejiminin hukuki ve siyasi temellerini attı.
Marsilio da Padova, bu kitapta
Papaların eski Batı Roma topraklarında oluşan tüm devletler üzerinde iddia
ettiği "irade ve hüküm" (Potestas) yetkisine şiddetle karşı
çıkıyordu. Ve yürüttüğü eleştirel mantığı, Papa'ya bu yetkiyi veren
"Konstantin'in Vasiyeti"nin sahte olabileceğine bile değil, kullandığı
teolojik gerekçelerin tersten yorumuna dayandırıyor; böylece Papalık kurumunu
kendi silahlarıyla vuruyordu.
Papalar, Roma İmparatoru Büyük
Konstantin'den aldıklarını iddia ettikleri devletlerüstü egemenlik yetkilerini,
hukuken "Tanrı'nın yeryüzündeki beşerİ temsilcisi, Roma İmparatorluğu'nun
en üst yasama makamı" İmparatorun vasisi olmakla temellendiriyorlardı.
Peki, İmparator kimdi? Roma
hukukuna göre, devlet yapılanmasında Roma halkının egemenlik vasisi olan
hükümdar.
Demek ki yeryüzü iktidarında asıl
egemen kimdi? Roma halkı.
Öyleyse, yeryüzü iktidarım yapan
ve bozan öncelikle halktı, bu bir.
İkincisi; değil mi ki hükümdar,
Roma halkının egemenlik vasisi olarak yüce yasama makamıydı, kime hangi konuda
hak, hukuk, iktidar yetkisi verir ya da alırsa, halk adına karar alır, hüküm
verirdi.
Halk, hükmettiği mülk başkası
tarafından işgal edilince egemenlik hakkım nasıl kaybediyorsa; hükümdar da halk
tarafından istenmediğinde, egemenliğe vasilik hakkım kaybederdi.
Demek ki Papa'nın üstünde, ona
hüküm yetkisi veren devlete egemen imparator, onun üstünde de imparatora hüküm
yetkisi veren halk egemenliği vardı.
Marsilio da Padova'nın aslı son
derece kapsamlı bir siyasal felsefe ve hukuk tarihi çalışması olup, benim çok
sadeleştirerek özetlediğim bu mantık dizini; Kutsal Roma Germen İmparatoru
Louis de Baviere'e, "teokratik devlet" (din devleti) ile girdiği
mücadeleyi yasal kılacak yetkiyi veriyordu.
Teokratik devlet, elbette ki
hükümdarı son toplamda Papa'nın hükmüne bağlayan devlet biçimiydi. Mücadele de aslmda Papa'nın Kutsal Roma
Germen İmparatorluğu üstündeki yetki makamına karşı yapılıyordu.
Teokrasi devletini
"teokratik argüman"la vuran bu hukuk mantığı, yıllar sonra devleti
dinden ayıran "laik" yönetim biçiminin temeli olacak, halkı
imparatorun üstüne çıkarması da önce "cumhuriyet" rejimim doğurup,
ardından "demokrasi" fikrini yeşertecekti.
Papa tarafından aforoz edilen
İmparator Louis de Baviere ve "ruhani danışmam" yaptığı Marsilio da
Padova, böyle bir sonucu öngörmüşler miydi, bilinmez. Ama Roma'daki Papa,
postun tehlikeye girdiğini gayet iyi anlamış olacak ki, Padova'nın Defensor
Pacis kitabım "sapkın" damgasıyla yasaklattı, yazarı da
"kâfir" ilan etti.
Ama zaten aforozlu Kutsal Roma
Germen İmparatoru'nu durduramadı. 1327 yılında ordularıyla İtalya'ya giren
Louis de Baviere, Papa 22. Giovanni'yi "sapkın" ilan ederek Papalık
tahtına, Fransisken Rahip Pietro Rainalducci da Corbara'yı oturttu.
Fransisken rahipler, Kilise'de
reformu savunan ve sefalet içinde yaşayan Hıristiyan tebaa günah korkusuyla
titretilir, en küçük bir suç işlediklerinde engizisyon işkencelerinden
geçirilirken, Papaların her türlü günahı işledikleri bir zevk ve sefahat
âleminde yaşamalarına karşı çıkan, aydmlanmacı ruhban sınıfıydı.
Beşinci Nicolas lakabıyla tahta
oturan yeni tür Papa'ya, yalnız onlar destek verdiler.
Katolik ruhbanın ve zaten halkın
büyük bölümünün de reddettiği Papa Nicolas, bir yıl tutunabildi. Keza İmparator
Louis de Baviere, muzaffer girdiği Roma'dan Hıristiyan ahalinin ıslıklarıyla
çıkıp Almanya'ya döndü.
600 yıldır yerleşmiş Papalık kurumunu
alaşağı etmek kolay değildi. Kutsal Roma Germen İmparatorluğu'nun müdahalesi
1328 yılında hezimetle sona erdi. Papa 22. Giovanni, tahtım yeniden ele
geçirdi. Ve aforozlu Kutsal Roma Germen İmparatoru'yla anlaşmak üzere
müzakerelere başladı. Anlaşmaya varılırsa, aforoz fetvasım geri alacaktı.
Yedi yıl süren bu müzakerelerde,
İmparator Louis de Baviere, Kilise'ye karşı işlediği ve "günah"
sayılan tüm hataları kabul etmeye hazırdı; ama Papa'nın emperyal devlet üstünde
hüküm kararım tanımaya asla yanaşmadı. Papa da zaten tüm varlığının dayandığı
"devletlerüstü hüküm" hakkından vazgeçmiyordu. Herhangi bir anlaşmaya
varılamadı. İmparatorun aforoz edilmişliği kesinleşti.
Papalık makamıyla Almanya odaklı
Kutsal Roma Germen İmparatorluğu arasındaki köprüler atılmıştı.
iki yüz yıl sonra
"reformcu" sıfatıyla ortaya çıkacak Protestan mezhebi anlaşmazlığa
son noktayı koyacak ve Germen çoğunluğun iman ettiği Protestan Kilisesi, zaten
Papalık makamım Tanrı ile kul arasında elçi olmaktan çıkaran, kendinden menkul
hak ya da yetkilerini de yok sayan yepyeni bir Hıristiyanlık yorumuyla
kurulacaktı.
Bu noktada hatırlamak gerekir ki,
Hıristiyanlık tarihinde Doğu Roma ile Batı Roma arasındaki din savaşları, aynı
zamanda dil savaşlarıydı. Hıristiyanlık âlemi, bu iki kutup arasında Ortodoks
ve Katolik olarak bölündükten öteye, Avrupa coğrafyasındaki Ortodokslar bile
kutsal kitabın Yunancasma sadık kaldılar. Günlük dillerini de Grek alfabesinin
değişik versiyonlarına uyarladılar; Papa'ya bağlı Avrupa devletleri ise gerek
İncil, gerekse ortak bilgi ve yazım dili olarak Latinceyi kabul ettiler.
Dolayısıyla Ortaçağ Avrupası'nda
Papalarla çatışan hükümdarların, ya da kendi aralarında çekişen devletlerin
diplomatik ve düşünsel tartışma dili de ortaktı: Latince.
İngilizler, Franklar, Germenler,
İspanyollar, Almanlar ve zaten Papa'nın "kutsal makam'T kadim Roma
Kilisesi'nin otoritesini kabul eden tüm ruhban sınıfı, bilginler ve devlet
temsilcileri Latince anlaşıyor; Papa'nın otoritesini sallayan entellektüel
düşünceler de doğal olarak aym dilde üretiliyordu.
Başka bir deyişle uzlaşma dili de
Latinceydi, çatışma dili de.
Bizzat Papalık kurumunun
Şarlman'dan öteye Latince İncil üzerindeki ısrarıyla tutunan bu ortak dil,
ister uzlaşırken olsun, ister çatışırken, Avrupa'da yeni ve çeşitli düşüncelerin
çok hızlı yayılmasını sağlıyordu. Çünkü birbirinden çok uzak coğrafyalardan
bilginler, aym dili konuşuyor ve yazıyorlardı. İşte bu anlamda, Papaların Latin
Roma Kilisesi'ni tek otorite kılmak için dayattıkları ortak dil Latince, zaman
içinde bizzat bu otoriteye karşı ortak silah oldu, kilisenin dogmalarım yıkmaya
yaradı.
Bilimin Önlenemeyen Gerçekçiliği
Kutsal Roma Germen İmparatoru,
Roma'nın üstüne yürüyüp Papa'nın koltuğuna sonradan Anti Papa diye anılacak bir
rahibi oturturken, yanında İtalyan danışmanı Marsilio da Padova dışında bir de
İngiliz damşmam vardı: Ockhamlı William.
Kitaplarım herkes gibi Latince
yazdığı ve zaten kıta Avrupası'nda uzunca süre kaldığı için Guillaume d'Ockham
adıyla da tanınan bu bilgin; hem filozof ve mantıkçı hem de teolog olup tıpkı
izinden gittiği Padova gibi bir Fransisken rahipti.
O da Konstantinopolis
Kütüphanesi'nden talan edildikten sonra Avrupa'ya yayılan eski Yunan
filozoflarının eserleriyle aydınlanmış; zaten aydınlandığı için Papa'nın hem
devletler hem de Kiliseler üstündeki iktidar otoritesine (potestas)
başkaldıran, kilisenin yoksulları sömürerek zenginleşmesine karşı çıkan
Fransisken ulemanın yanında yer almıştı.
Üstelik diğerlerinden bir adım
ileri gitmiş, İncil'in temel öğretisine değgin yaptığı mantık çıkarsamalarına
dayanan çok sert metinlerle, Roma Kilisesi'nin tartışılmaz liderini "sahte
Papa" ilan etmekten kaçınmamış, Papalarm "İlahİ emir" kabul
edilen tartışılması yasak dogmalarının da uyduruk olduklarım ileri sürüyordu.
1300'lü yılların ilk yarısında,
özellikle İngiliz ve Germen coğrafyasına hükmeden devletler ile Papalık makamı
arasında başlayan amansız mücadelede, yoldaşlarıyla birlikte Ockham da aforozu
yemişti tabii.
Yaşadığı çağda Nominalist ekolün en parlak temsilcisi sa yılan Ockham,
daha sonraki yüzyıllarda İngiliz ampirizminin
öncüsü olarak anılmıştır.
Nominalist görüşten ampirik
görüşe nasıl varıldığını kuşkusuz filozoflar daha iyi açıklar. Ama filozof
rahip Ockhamlı
William, çağımız bilimsel düşünce
sistematiğini oluşturan "analitik" felsefe mantığının temel taş
ustası sayılmaktadır.
İşte bu analize dayalı mantık
süreci, Ockhamlı William'ı rahip olmasına karşın önüne kutsal diye konulan tüm
dogmaları sorgulamasına ve Papalık makamının kurucu yasası, "Konstantin'in
Bağışı" belgesinin de sahte olabileceğini düşünmesine yol açmıştır.
İngiliz din adamı Ockhamlı
William, tüm kitapları gibi Latince yazdığı Breviloquium de protestate
tyrannica (Zorba
Hükümranlık Üzerine Kısa bir
Söylev) adlı yapıtında, Büyük
Konstantin'e atfedilen vasiyetin gerçekliğine ilişkin kuşkularım dile
getirmiştir.
Bu kitabın, tarihin güzel
Türkçemizde "keser döner sap döner, gün gelir hesap döner" deyişini
haklı çıkarır nitelikte bir döngü izlediğini de fark etmişsinizdir:
Papaların fetvasıyla düzenlenen
Haçlı Seferleri, Konstantinopolis ve Doğu Roma'dan çalman kadim bilgi ve kültür
birikimlerini
Avrupa'ya taşıyarak, sonunda
Papaları vuran düşünce akımlarını yaratmış, din dogmalarım bilimsel yaklaşım
önünde savunmasız bırakmıştır.
Ortak dilin Latince oluşu Papalar
tarafından sağlanmışken, farklı muhalif ve düşünürlerin Papalara karşı aynı
dilde mücadele etmesini sağlamıştır.
15. yüzyıla gelindiğinde,
Aydınlanman Fransisken rahipler ile din adamlarının alçakgönüllü olup "bir
lokma, bir hırka" ile yetinmesi, tapmakların da gösterişsiz olması
gerektiğini savunan diğer ruhban hizipleri, Papa'nın baş belasıydı.
Müminler yoksulluk içinde
debelenirken, iman âlemine hükmeden günahkâr ve sefih Papaları şiddetle
eleştiren bu hizipler, Katolik Kilisesi'nin dogmatik temellerini de tek tek
oyuyor, bir yüzyıl sonra Reform diye adlandırılacak ve Hıristiyanlık âlemindeki
ikinci büyük kırılmayı, Protestan mezhebini doğuracak depremi hazırlıyorlardı.
"Konstantin'in Bağışı"
belgesinin sahteliğinin kanıtlarıyla ortaya dökülmesine çeyrek kala, tehlike
çanı bizzat Papalık hükümetinin içinden çaldı.
Heidelberg ile Padova'da felsefe,
hukuk, matematik eğitimi alan Alman düşünür ve din bilgini Kardinal Nicolaus
Cusanus, 1433 yılında yazdığı De Concordantia Catholica adlı eserinde; Büyük
Konstantin'in vasiyeti olduğu iddia edilen belgenin sahteliğini açıklamak
cesaretini gösterdi. Bu cesaret kendisine hem ün kazandırdı hem de düşman. Ama
Kilise'de reform yapılması gerektiğini düşünen ve "hümanist" Papa
İkinci Pius tarafından Baş Naip atandı.
Papa İkinci Pius,
"piskopos" ünvanma yükselttiği Nicolaus Cusanus'u kilise reformu için
bir öneri dizini hazırlamakla görevlendirdi. Ne var ki bugün felsefi düşünce
sistematiğinde Rönesans'ın habercisi kabul edilen "Hümanist" din
bilgini ve dâhi matematikçi Cusanus, Kilise'yi reform çabalarında, bizzat
Papalık hükümetinin (curia) şiddetli muhalefetiyle karşılaştı ve kısa süre
sonra öldü.
Vasiyetin Sahteliği Bilimsel Anlamda
Kanıtlanıyor
"Konstantin'in Bağışı"
belgesi, yüzlerce yıla yayılan bir süreçte, gerçekliğini tartışmaya açanların
canına mal olup Hıristiyanlık âleminin önce Ortodoks ve Katolik olarak
bölünmesine yol açtı. Bu belgenin sahte olduğunun ortaya çıkması ise Papaların
tartışılmaz iktidarına ve Katolik Kilisesi'nin yozlaşmışlığına bir "protest"
hareketi olarak başladığı için Protestan adını alan yeni bölünme, üçüncü bir
mezhebe meşruiyet sağlayacaktı.
Roma Kilisesi'ni tüm Kiliselerin
bağlı olduğu yetki makamı ve Başpatriği (Piskopos) Papaları salt müminlerin
değil, devlet egemenlerinin üstünde karar mercii, Hıristiyan âleminin önderi
kılan kutsal yapılanma, Büyük Konstantin'in vasiyeti olduğu iddia edilen bu tek
belgeye dayanıyordu. Papalar ve Papalık Devleti'nin kurucu yasası, kullandığı
tüm egemenlik haklarının, yetkilerin meşruiyet temeli, bu vasiyetten ibaretti.
Ve Donatio Constantini diye
anılan vasiyetin, Büyük Konstantin öldükten yüzyıllar sonra yazılmış sahte bir
belge olduğunu kanıtlamak, İtalyan dil bilgini Lorenzo Valla'ya "kısmet" oldu.
1407 Roma doğumlu Lorenzo Valla,
Yunanca ve Latince uzmanı bir dilbilimciydi. Bu uzmanlığı Roma Üniversitesi'nde
kazandıktan sonra, Padova Üniversitesi'nde de söz sanatı ve felsefe eğitimi görüştü.
Diplomat olmak istiyordu, ama
diplomasi mesleği, ancak Papalık Devleti memuriyetinde mümkündü. Valla, memur
olmak için yaptığı iki girişim reddedilince Padova, Napoli ve Roma
üniversitelerinde ders vermeye başladı.
Hümanizm akımının sıkı bir
temsilcisi olarak, daha ilk çalışmalarından öteye dil ve eğitimde reformu
savundu, savunduğunun doğruluğunu da ömrü boyunca yaptığı tüm çalışmalarda
kusursuz iş etiğiyle kanıtladı.
Engin dil bilgisine dayalı ilk
ünü ve elbette düşmanları, zamanın en şöhretli Roma hukukçusu Bartolo da
Sassoferrato'nun yoz Latincesine dair yaptığı kıyasıya ama sağlam eleştiriyle
kazandı.
Uyduruk Latincesiyle bilgiçlik
taslayan, devletlere yasa tasarıları falan yazan kendini beğenmiş
Sassoferrato'nun; Rossini'nin Sevil Berberi ve Mozart'ın Figaro'nun Düğünü
operalarına kibirli ve katı Dr. Bartolo karakteriyle yansıdığını söylersem,
kendisini eleştiren genç bilginin hangi duvara çarptığı daha iyi anlaşılır.
Lorenzo Valla, üniversiteden atılır.
Ama her kapanan kapı karşılığında
bir kapı açılır ya; 1433 yılında Napoli Kralı Alfonso'nun hizmetine girer, özel
sekreteri olur.
Yeni görevi, Lorenzo Valla'ya Katolik
Kilisesi'nin kurucu metinleri üzerinde araştırma yapmak olanağı vermektedir.
Dil bilgini, önce kutsal
"Resullerin Akitleri" kitabının, bizzat Resuller tarafından
yazılmadığını ortaya çıkarır. Bu çalışması Valla'yı engizisyon yargıçlarının
pençesine sürükler, ancak Napoli kralının himayesiyle paçayı kurtarır.
Ama uslanmaz.
Başta, "İsa'nın Urfa Kralı
Abgar'a mektubu" özgün sanılan pek
çok kutsal metnin, sahte olduklarım kanıtlar. Bu metinlerin genellikle muhafaza
edilip (zaten üretildiği de) din yuvaları, Hıristiyanca yaşamın
"ideallik" abidesi, ahlaklı kültür temsiliyeti manastırlardır. Sahte
olduklarının ortaya çıkması, manastırlardaki yaşam modelinin "ideal
Hıristiyan" imgesini sarsmış, tartışmaya açmıştı.
İsa'nın Urfalı Abgar'a sahte
mektup kitabesi
Napoli Kralı Alfonso'nun, Lorenzo
Valla'yı himayesine almasının perde arkasında, elbette Papa'nın devletlerüstü
iktidarına karşı giriştiği mücadele vardı. Dil bilgini Valla, bu mücadelede
kralının elini güçlendirmek için sorunun temeline inmeye karar verdi.
Papaların, hükümdarlar ve devletler üstünde
iddia ettiği iktidar yetkisi (potestas) neye dayanıyordu?
Kısaca "Konstantin'in
Bağışı" diye anılan, Constitutum Domni Constantini Imperatoris başlıklı
uzun vasiyet metnine...
Hümanist Valla, Papaların
hükümdarların üzerindeki hüküm yetkisi ve Papalık Devleti'nin anayasası kabul
edilen ama özgünlüğü uzun süredir tartışılan vasiyet metni üzerinde çalışmaya
başladı.
1440 yılında bitirdiği araştırma
sonuçlarını, "Konstantin'in sahte ve yalan bağışına dair
Bildiri" başlığı altında toplayıp
Napoli kralına sundu.
Lorenzo Valla, ilerleyen yıllarda
dilbilime "tarihsel metot" diye adlandırılan araştırma yöntemini
kazandıran bu son derece titiz çalışmasında; içerdiği tarihe aykırılıkların
(anakronizma) incelemesinden yola çıkarak, vasiyet metnin sahteliğini sarsılmaz
bir mantıkla kanıtlıyordu.
Nasıl mı?
Burada ayrıntılara girmek,
kuşkusuz sıkıcı olur.
Ama birkaç örnekle, kısaca
özetleyebilirim:
Latince kaleme alman vasiyet
metninde, Büyük Konstantin'in ağzından, Roma ili ve İtalya'daki tüm eyaletlerin
iktidar yetkilerini Papa Silvestro'ya bırakarak Doğu eyaleti Bizantium'a
çekildiği ve bundan böyle kendisine uygun gördüğü bu yerde bir kent kurarak,
emperyal iktidarım Doğu'da sürdüreceği açıklanıyordu.
Görünüşte, Doğu'ya çekilme
kararım alan imparatorun, Batı Roma'yı tümüyle Papa'nın iktidarına bırakması
mantıklıydı.
Ama Lorenzo Valla'nın kuşkularını
uyandıran da tam bu mantıktı.
Çünkü bu açıklamanın devamında
Büyük Konstantin'in, Papa'nın "Başlıca dört patriklik makamı Antakya,
İskenderiye, Konstantinopolis, Kudüs ve dahi Tann'nın dünyadaki tüm diğer
kiliselerinin üstünde öncül önderliğini kanun ilan eyledik," emri yer
alıyordu.
Lorenzo Valla ise herkesin görüp
de görmezden geldiğini gösteriyor ve sorguluyordu:
"Doğu'ya çekilip Byzantion
eyaletinde bir kent kuracağından söz eden İmparator, henüz kurmadığı ve zaten
adım da vermediği yeni kentin, ölümünden sonra Konstantinopolis adını
alacağını, ölmeden önce nereden bilir? Var olmayan Patriklik makamından nasıl
söz edebilir?''
İtiraz edilemeyecek bir
çıkarsamaydı bu.
İmparator Büyük Konstantin, 337
yılında ölmüştü. Roma'nın Byzantium eyaletinde kurduğu yeni başkenti Nova Roma,
kendisininin ölümünden sonra Konstantinopolis adını almıştı. Konstantinopolis
Patrikhanesi ise ancak 381 yılında kurulmuştu. Bu durumda, Büyük Konstantin'in
ölümünden, yani 337 yılından önce yazıldığı söylenen bir metinde nasıl olur da
Konstantinopolis ve Konstantinopolis Patriklik makamı yer alırdı?
Vasiyetin bir başka tümcesi,
Büyük Konstantin'in, "Tüm Satraplarımıza ve Senatomuza, soylularımıza ve
dahi Roma halkına ve imparatorluğumuzun haşmetine boyun eğenlere dair yararlı
bulduk ki," sözleriyle başlıyordu.
Lorenzo Valla, bu tümceyi şöyle
eleştiriyordu:
''Bre sahtekâr, bre cahil!
Satrapların bu tümcede ne işi var?
Sezarlar böyle mi konuşur? Ey
odun kafa, ey taş kafa! Roma kanunları böyle mi yazılır? Ne Roma meclisinde,
zaten ne de bir Roma eyaletinde Satrap mı olur?"
Gerçekten de Satrap, Farsçada
vali demek olup, Pers İmparatorluğu eyalet yöneticilerine verilen isimdi.
Vasiyet metnini böyle kelime
kelime, satır satır takvim tarihleriyle karşılaştırarak, Büyük Konstantin'in
ölümünden önce yazıldığı iddiasını çökerten Lorenzo Valla'nın çalışması, Papa'nın
hükümdarlar üstünde yetki makamı olduğu iddiasını çürütmeye yönelikti. Ama
Valla, "Konstantin'in Bağışı" belgesinin sahteliğini kanıtlarken,
Papa'nın Hıristiyan âlemine ruhani önderliğini asla konu etmemişti.
Oysa Papalık Devleti'nin kurucu
yasası bu belgenin sahteliğinin kanıtlanmasının doğal sonucu, Papalık makamının
tüm yetkilerinin yok sayılması olmalıydı. Lorenzo Valla'nın, metin üzerindeki
çalışmasında Papalık makamım tartışmaya açmaması, ilerleyen zamanlarda Roma
Kilise iktidarına karşı çıkan reform yanlıları tarafmdan şiddetle eleştirildi.
Ne var ki Lorenzo Valla'nın
niyeti Papalığı yıkmak değil, Kilise'nin genelinde dürüst olmasını sağlamak,
özelinde devletlerin ve hükümdarların üzerinde yetkisini kaldırıp iktidarını
ruhani alanla sınırlamaktı.
Zaten "Konstantin'in
Bağışı" üzerine yazdığı bildiriyi de 1442'deki ekümenik din kurultayı,
Floransa Konsili'ne sunmak amacıyla hazırlamıştı.
Bildiri elbette Floransa
Konsili'nde okunmadı. Roma Apostolik Kilisesi, onun sahteliğini kanıtlamakla
yetindiği vasiyetin "yokluğu"nun nereye varacağım gayet iyi görmüştü!
Lorenzo Valla, daha 26
yaşındayken yazdığı De Voluptate ac vero bono (Zevke Dair) üç ciltlik eseriyle,
yoksunluğa ve yasaklara dayalı din eğitimini hümanist açıdan mahkûm ettiğinden
yoğun bir husumetin odağındaydı. Özgün sanılan kutsal metinler üstüne bir de
"Konstantin'in Bağışı"nın sahte olduğunu kanıtlamasıyla öylesine çok
düşman edindi ki, 1444 yılında Roma'ya yaptığı bir yolculukta kendisini linç
etmek isteyenlerin elinden kılık değiştirerek kaçıp kurtulabildi.
Doğruyu söyleyenin dokuz köyden
kovulduğu deyişini haklı çıkaran Valla'nın kaderi, 1447'de hümanist aydm
Beşinci Nicolas'nın Papa seçilmesiyle değişti.
Kilise'nin modernleşmesi
gerektiğine inanan yeni Papa, çektiği yıldırımlara rağmen uzmanlık değeri kimse
tarafından inkâr edilemeyen Lorenzo Valla'yı "apostolik kâtip" ünvanıyla
Roma hükümeti (curia) memurluğuna atadı. Antik Yunan tarihçileri Herodotos ve
Thukydides'in eserlerini Latinceye çevirmekle görevlendirdi.
Latince ile Yunancaya karşılıklı
hâkimiyetinin yanı sıra felsefe ve tarih bilgisi, Lorenzo Valla'yı zamanın en
büyük dil bilgini kılıyordu. Antik Yunan filozofların eserlerini çevirmekle
kalmadı, Latince üstüne altı ciltlik bir başyapıt yazdı. Bu başyapıtla, Ortaçağ
Avrupası'nın Antik Çağ'a göre ne kadar gerilemiş olduğunu ortaya koyuyordu.
"Özgür İrade" anlamına
gelen De libero arbitrio adlı eserinde, özgür akıl ile İlahİ emir arasındaki
çatışmanın kaçınılmaz ve çözümsüz olduğunu ortaya koydu. Bu yapıtta öne sürdüğü
tüm fikirler, seksen yıl sonra Protestan mezhebinin kurucu babası Martin Luther
tarafmdan harfi harfine benimsenecek ve Lorenzo Valla, Protestanlık tarihinin
bir kahramam sayılacaktı.
Hümanist bilgin Valla, 1457
yılında, "Konstantin'in Sahte ve Yalan Bağışına dair Bildiri"sinin
yayımlandığım göremeden öldü.
Ama Hıristiyanlığın başkenti
olarak kurulan Konstantinopolis'in Osmanlı Sultam tarafmdan fethini ve
burçlarından indirilen Haç'ın yerini Hilal'in alışım yaşadı. Ömrünün kırk
altıncı yılma denk gelen bu fethin, Ortaçağ'ı bitirip Yeniçağ'ı açacağım
öngörmüş müydü, bilinmez.
Bu büyük entelektüelin henüz 50
yaşında sonsuzluğa uğurlanmasından iki yıl önce, insan uygarlığım derinden
biçimleyecek bir devrim başlamıştı: Gutenberg mobil (oynak) harfli matbaasım
kurmuş ve ilk kitap olarak, Vulgate diye anılan Latince İncil'i basmıştı.
Lorenzo Valla'nın 1440 yılında
yazımım bitirdiği "Konstantin'in Sahte ve Yalan Bağışına Dair
Bildiri" adlı incelemesinin matbaadaki ilk baskısı, ölümünden yarım yüzyıl
sonra,1506 yılında yapıldı.
Kitapların hem hızlı hem de çok
miktarda yayımlanıp yayılmasını sağlayan söz konusu baskı tekniğinden öteye,
dünyada artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı. Kilise ve ruhban sınıfının
tekelindeki bilgi, baraj kapakları açılmış güçlü bir nehir gibi gürül gürül
çağlayarak akacak, ulaştığı kitleleri düşünmeye zorlayacak, insanları kutsallık
adına aldatıp sömürmek, belki daha da zorlaşacaktı.
Kutsal metinlere eleştirel
bakışın geliştiği ve bilimsel buluşların birbirini izleyeceği Aydınlanma
başlıyordu.
Yeniçağ, din ile bilim arasındaki
çelişkinin ilk kez açıkça ortaya döküleceği bir süreçti.
Son İmparator
Kaderin cilvesine bakınız ki;
Doğu Roma'nın ilk imparatoru ile son imparatorunun adı Konstantin olup her
ikisinin de anneleri, aynı adı taşıyordu: Helena!
Roma demek olan dünya
imparatorluğunun yeni payitahtı Nova Roma'yı 330 yılında kuran ve "Büyük
Konstantin" diye anılan imparator Birinci Konstantin ile çok değer verdiği
annesi imparatoriçe Helena, Hıristiyanlığın resmİ "aziz"leri arasına
kabul edilmişlerdi.
Kurucusunun ölümünden sonra
Konstantinopolis adım alan o payitahtı, 1453 yılında Osmanlı'ya karşı
savunurken ölen On Birinci Konstantin Palailogos'un ise cenazesi bile
bulunamadı, mezarı da olamadı. İmparatoriçe annesi Helena ise Rum ve Sırp
Ortodokslar tarafından "Azize Sabır" olarak kutsanır; 1450 yılının
Mart ayında ölmüş olmasına karşın, Konstantinopolis'in Hıristiyan âlemince
yitirildiği 29 Mayıs'ta anılır.
Doğu Roma İmparatorluğu
başkentinin Osmanlı Sultanı İkinci Mehmet'in orduları tarafından fethi, o
günden bugüne Batı Avrupa'da "Konstantinopolis'in düşüşü" olarak
söylenir. Muzaffer Sultan İkinci Mehmet'i, bu fetihle kazandığı
"Fatih" ünvanıyla anan tarih kaynaklarının hiçbirinde
Konstantinopolis'in el ve sahip değiştirmesinden, "Osmanlı fethi"
diye söz edilmemesi, hayli ilginçtir.
"İstanbul'un fethi"
adeta Türklere özgü, salt Türkçe söylenen bir tamlama. Belki eski Osmanlı
topraklarında ya da İslam ülkelerinde de kullanılıyor olabilir, araştırmadım.
Ama Batı dillerinde böyle bir adlandırmanın var olmadığı kesin.
Sultan Mehmet, gençliğine karşın
çok iyi yetişmiş, hem Helena Dragas / Azize Sabır, Yunanistan siyasal hem de
askerİ anlamda üstün nitelikli bir hükümdar olmakla kalmayıp zamanın önünde
giden ilerici ve aydın bir kişilikti.
Batılı kaynaklara göre annesi büyük olasılıkla Hıristiyan
kökenli bir cariye olan Fatih; tahta çıktığında 18 yaşındaydı ve Türkçe,
Arapça, Rumca, Farsça ile İbranice'yi aynı akıcılıkla yazıp konuştuğu
söylenirdi.
Bilineni tekrarlamama herhalde
gerek yok: Genç Sultan ikinci Mehmet'in son derece zekice hazırladığı kuşatma taktiği,
ateş gücü ve donanımlı Osmanlı ordusu karşısında, Hıristiyan Doğu Roma'nın son
kalesi, kadim başkenti Konstantinopolis'in hiç şansı yoktu.
Payitahtın 1204 yılındaki Latin
işgali ve talandan sonra asla toparlanamayan Doğu Roma topraklarını fetihte,
Selçukluların başladığını Osmanlı Devleti bitirmiş; 1453 yılında kuşatılan
Konstantinopolis, mülkü surların çevirdiği günümüz ''tarihİ yarımada"sından
ibaret imparatorluğun, son kalınlısıydı.
Zaten Dördüncü Haçlı Seferi'nden öteye, deyim yerindeyse
"suçüstü" ayrışan Latinler ile Ortodokslar arasındaki husumet hiç
bitmediği içindir ki Hıristiyanlığın kadim başkenti ve son Roma İmparatoru,
Osmanlı ordusu önünde Avrupa devletleri tarafından yalnız bırakılmıştır.
Oysa kentin Haçlı işgali ve Latin
talanı üzerinden geçen iki yüzyıllık süreçte, Hıristiyanlığın iki kutbu
arasında yakınlaşma çabaları yok değildir.
Ne var ki son toplamda, artık
Ortodoks ve Katolik diye ayrışan iki Hıristiyan cemaat arasında yüzyıllardır
bitmeyen, hatta eskidikçe yakıcı bir kine dönüşen husumet; ruhban sınıfları
arasındaki teorik yakınlaşmanın toplumsal alanda pratiğe yansımasını
engellemiştir.
Konstantinopolis'in Osmanlı
tarafından alınacağı artık belli olduğunda, İmparator Konstantin Palailogos ve
Doğu Romalı din adamlarının Batı Roma'ya yaptığı acıklı yardım çağrıları, Papa
Beşinci Nicolas tarafından olumlu karşılanmasına rağmen, Avrupalı hükümdarlar
nezdinde yanıtsız kaldı.
Konstantinopolis'in ayrıcalıklı
müttefiki, Galata'da ticaret kolonisi olan Ceneviz, İmparator Konstantin Palailogos'un
askerİ yardım isteğini, Papa'nın aracılığına rağmen reddetti.
Yardım sözü veren Venedik
Cumhuriyeti ise 1453 Ocak ayında, Haliç'e savaş gemileri ve 400 asker gönderdi.
Ancak Venedikliler, Fatih'in kuşatma gücünü görünce savaşın kaybedilmesinin kaçınılmaz
olduğunu anlamakta gecikmediler. Ve 26 Şubat gecesi, kentten kaçmak isteyen
birkaç yüz İtalyan'ı da gemilerine bindirip sessizce ayrıldılar Haliç'ten.
Osmanlı kuşatması, Şahi
toplarının ilk ateşleriyle 6 Nisan'da başlamıştı.
20 Nisan 1453'te, Papa'nın kendi
parasıyla yiyecek ve mühimmat doldurup silahlandırdığı üç Ceneviz savaş gemisi,
Konstantinopolis'e vardı. Özerk Galata bölgesindeki Ceneviz kolonisi ile
Ceneviz'den gönüllü gelen genç şövalyeler de Doğu Roma'nın kutsal başkentini
Osmanlı'ya karşı savunmaya hazırdı. Genç gönüllülerin başında, Ceneviz soylusu
ve kuşatma muharebesi uzmanı Giovanni Giustiniani Longo vardı. Ceneviz Devleti
İmparator Konstantin Palailogos'un imdadına koşmayı reddettiğinden, komutan
Longo, 400 Ceneviz askeri ve Ege adalarından topladığı 300 Yunanlı savaşçı ile
iki gemilik ordusunu kendi parasıyla oluşturmuştu.
Fatih Sultan Mehmet, 29 Mayıs'ta,
Konstantinopolis'in fethiyle sonuçlanacak savaş için tarihin en büyük ordusunu
değil ama silahları, tekniği ve stratejisi açısından o güne değin görülmemiş
modernlikte bir vurucu güç toplamıştı. Yüz bin kişilik ordusu, 80 bin düzenli
askerin yanı sıra 20 bin başıbozuktan oluşuyordu. Kuşatmadan bir yıl önce Macar
asıllı Mühendis Urban'a "Şahi Topları" diye anılan zamanın en büyük,
en ağır ve en etkili iki topunu döktürmüştü. 22 Nisan'da karadan Haliç'e
indirdiği Osmanlı donanması, 70 gemiden oluşuyordu.
İmparator Konstantinos
Palailogos'un bizzat katılıp, cesaretle vuruşarak öleceği savaşta,
Konstantinopolis'in savunma gücü ise son toplamda şöyleydi: Denizde, Haliç'e
demirli 8 Venedik, 5 Ceneviz, 1 Ankona, 1 Katalunya, 1 Provence kadırgası ile
Doğu Roma donanmasından geriye kalan 10 savaş gemisi vardı. Karada, durum daha
da içler acısıydı. Surların savunmasını asker olsun, sivil olsun üstlenen
ahali, saray erkânı ve ruhbanlar dahil 4 bin 983 Rum ile 2 binden az yabancı
gönüllüden oluşuyordu. Başka bir deyişle, 22 kilometrelik surları, hepi topu 7
bin kişiyle korumaya çalışıyorlardı.
Bizim tarih kitaplarımız,
Konstantinopolis'in fethini, sanki yenilmez ordulara karşı kazanılmış muazzam
bir zafer olarak anlatır. Elbette muazzam bir zafer, çağ kapatıp çağ açan bir
olgudur; Doğu İmparatorluğu'nun pul kadar kalan son kalesi ve başkentinin
Osmanlı tarafmdan alınması.
Ama zaferin büyüklüğü, hasmın
karşı koyma gücünü abartmaktan geçmez, geçmemelidir!
Fatih Sultan Mehmet'in hem üstün
komuta zekâsı hem de olağanüstü donanımlı 100 bin kişilik ordusuna ve Urban'ın
dev toplarına karşı bir aydan fazla direnebilen; Konstantinopolis'! umutsuzca
savunan 7 bin kişinin de hakkım vermek, cesaret ve kahramanlık gösterdiklerini
kabul etmek gerekir.
Örneğin, kendi cebinden ödediği
700 asker ve 2 gemiyle Konstantinopolis'in savunmasına gönüllü katılan Ceneviz
şövalyesi Giovanni Giustiniani Longo, korumak için savaştığı surlarda bir
destan yazmıştır. Öyle ki, Longo bir Osmanlı okuyla ölümcül yaralanıp askerleri
tarafından bindirildiği gemiyle tahliye edilince savaşın kaderinin değiştiği ve
geride kalanların yenilgiyi kabullendiği söylenir. Ağır yaralı Longo, vatanı Cenova'yı
bir daha görememiş, yolda ölmüştür. Keza İmparator Konstantin Palailogos, bütün
emperyal simgelerini çıkarmış, rütbelerini sökmüş; başkentini savunanların
arasına karışarak iç surlarda sıradan bir asker gibi dövüşmüş ve 29 Mayıs fetih
günü, askerleriyle birlikte öldürülmüştür.
Cesedinin ne olduğu, nereye
gömüldüğüne ilişkin söylentilerden biri, Osmanlı askerleri tarafından mor
çizmelerine işli emperyal simgeden tanındığıdır. Ama John Julius Norwich'e göre
bu doğru olsaydı, Fatih Sultan Mehmet yenik imparatora mutlaka saygı gösterir
ve kendisine uygun bir mezar yaptırırdı. En yüksek olasılık, kuşkusuz
Konstantin'in askerleriyle birlikte, bir toplu mezara gömüldüğüdür.
Osmanlı’nın Osmancık’larda Olmayan…Tarih Bilinci ve Sanat Saygısı
Muzaffer Osmanlı orduları, 29
Mayıs 1453 günü, Konstantinopolis'e girdiler.
Henüz 21 yaşında olan Fatih
Sultan Mehmet, bir çağ kapatıp bir çağ açtığının ve Hıristiyanlık âleminin ilk,
Roma İmparatorluğu'nun sonuncu başkenti, dünyanın en narin coğrafyasında
kurulmuş en yüksek uygarlığın payitahtını fethettiğinin bilincindeydi. Üstelik,
böyle bir fethin değerini bilecek kalibrede, çok bilgili ve aydın bir
kişilikti. Dolayısıyla, 1204 Latin talanından sonra gelen imparatorların az çok
eski gösterişini kazandırmaya çalıştıkları Konstantinopolis'in mimari
eserlerine ve paha biçilmez sanat yapıtlarına zarar gelmesini hiç istemiyordu.
Geleneğe uyarak, ordusuna zafer sonrası 3 gün süreyle
başkenti yağmalama izni vermişti. Ama sanatsever vicdanı, üç güne bile
dayanamadı. Yağma iznini birinci günün sonunda kaldırdı. Asker de itiraz
etmedi. OsmanlI'nın, Konstantinopolis'! bir gün süren yağması, 1204'te
Latinlerin yaptığı talan ve başkente verdiği zararın yanında devede kulak bile
değildir. Ama Batılı kaynaklar, bu yağmaya ilişkin çoğu uyduruk sahneleri,
ileride Türklere "barbar" denilmesini kolaylaştırmak amacıyla,
abartmiştır da abartmiştır.
Oysa Fatih, Roma'nın eski
başkentini hiçbir Hıristiyan işgalcinin göstermediği bir titizlikle korumuş,
ayakta kalan tüm binaları onartmıştır. Hatta camiye çevirtmekle yetindiği
kiliselerdeki İslam'a aykırı mozaiklere, fresklere bile dokundurmamış,
üstlerinin kâh mermer tabaka, kâh eserin orijinaline zarar vermeyecek sıvayla
kapatılmasını sağlamıştır.
Fantastik kurgusuna karşın
tümüyle tarihsel gerçeklere dayanarak yazdığım Destina başlıklı romanımda,
Fatih Sultan Mehmet'in İstanbul'a girişini şöyle anlatır:
"Beyaz atının üstünde
Ayasofya'ya doğru yola çıktığında, öğleden sonraydı. Üstünde altın ve gümüş
işlemeli kaftanı, rahvan sürdüğü safkan Arap atına attırdığı her adımda, büyük
tarihe bıraktığı nal izinin tadını çıkarır gibi ağır ilerliyordu.
Arkasından saray erkânı, vezirler
ve ulema geliyordu.
Atından, tapınağın içine girince
indi ve Konstantinopolis'te ayağını ilk kez, Ayasofya'nın kutsal zeminine
bastı.
Sunağa yaklaşınca bağırdı:
"Allahüekber!"
Dünyada eşsiz kubbenin, altında
toplananlara katlayarak geri gönderdiği bu haşmetli olduğunca ürkünç nara
üzerine, şeyhülislam tekbir verdi ve hep birlikte namaza duruldu.
Megalo Ecclesia cami olmuştu.
Konstantin Augusto, yapımını emrettiğinde yıl 325 idi. İnşası 5
yıl, 10 ay, 10 gün sürmüştü ve... bir Apollon Tapınağı'nın üstüne kurulmuştu.
Devran dönüyordu.
Fatih Sultan Mehmet'in
Ayasofya'dan sonraki durağı, yine Konstantin Augusto'nun 1100 yıl önce
yaptırdığı emperyal saray oldu.
Osmanlı'nın genç sultanı, sarayın
viran ve karanlık koridarlarında yürürken, bu kez bir dua değil, Şehname'den
bir mısra okudu:
Örümcek Kisrâ'nın penceresinde perdedarlık yapıyor
Baykuş Efresiyab'ın
kalesinde nöbet bekliyor."
Bugün, İstanbul'un şanlı Roma tarihinden kalan ne varsa,
Fatih ve onun gibi, dinine aykırı sanat eserlerini bile yok etmeyip, gizleyip
korumakla yetinen Osmanlı sultanlarına borçluyuz.
Eğer Fatih Sultan Mehmet olmasaydı, örneğin Kariye
Cami'nin içerdiği muhteşem mozaikler kalmazdı günümüze. Keza, Ayasoyfa'nın
dünya mirası mozaikleri, fresklerinden mahrum kalırdık. Zaten Ayasofya'nın bina
olarak kütlesi de başta Mimar Sinan, Osmanlı saray mimarlarının sürekli bakımı,
destek ve güçlendirme çalışmaları sayesinde ayakta kalmıştır.
Günümüz Türkiyesi'nde, özelinde Batı basını, genelinde
yandaşları tarafından Neo Osmanlı diye anılmaktan pek hoşlanan ve Osmanlı
tarihine sahip çıkmakla övünen muktedirler, İstanbul'un tarihini 1453'te
başlatıyor ve zaten öncesini bilmedikleri gibi, bilmediklerini de
öğretemiyorlar.
Oysa Osmanlı Hanedanı, saray erkânı ve aydınları, imparatorluğun
başından sonuna, bugünkü muktedirlerin hiç mi hiç farkında olmadıkları kadim
bir gerçeği asla unutmadılar:
Konstantinopolis, tam 1123 yıl
boyunca Roma İmparatorluğu'nun başkentiydi.
İstanbul'un Osmanlı'dan
Türkiye Cumhuriyeti'ne, bize aidiyeti ise henüz 600 yıl bile değil...
Oysa kendisinden önceki tarihin
mirasına sahip çıkmayanların tarihe bırakacağı mirasa da gelecek sahip çıkmaz.
Bu böyle biline!
Aydınlanmanın Kan Pahası: Protestan İsyan
29 Mayıs 1453'te, Osmanlı
orduları Konstantinopolis'e girerken Haliç'ten sessizce demir alan Venedik ve
Ceneviz gemileri, başkentten kaçan sığınmacılarla doluydu. Her sığınmacı,
kentin "düşüş"üne ilişkin yeni bir ayrıntıyı ve dövüşerek ölen
imparatorun trajik sonunu anlatıyordu.
Katolik Batı Roma, yani
Avrupalılar, sanki Ortodoks Doğu Roma'yı her anlamda zayıflatan, kadim
başkentini Hilal orduları önünde yalnız bırakan onlar değilmiş gibi sarsıldı,
Konstantinopolis'in kaybıyla...
İsevilerin Kudüs'ten sonraki en
kutsal mekânı da, Osmanlı fethiyle. Haç'tan Hilal'e geçiyordu. Hıristiyanlığın
ilk başkenti, zaten birkaç yüzyıl sonra da İslamiyet'in payitahtı olacak, Roma
burçlarında Hilafet bayrağı dalgalanacaktı.
Sekiz yüz yıllık bir sahtekârlığın üstünde oturan Papa,
Hıristiyan âlemine önderlikte rakipsizdi artık. Ama Avrupa da kaynıyor,
uygarlık ve bilim gelişiyor, Roma Kilisesi'nin sultasındaki ruhban sınıfı
kadar, Papa'ya körü körüne bağlı müminlerin yaşamın gerçekleriyle çelişen din
dogmalarına, doğru bilgiye ulaşmayı engelleyen yasaklara bakışı da değişiyordu.
Hıristiyan ve Yahudi kültürü,
takvime bağlı yazılı belgeye İslamiyet'ten daha çok önem verip sakladığı
içindir ki "tarih bilimi"ni de onlar icat etmiştir. A'dan Z'ye tüm
kurallarını koydukları tarih biliminde de geçmiş zamanları dönemlere ayıran
çağların ne zaman bitip ne zaman başladığına da elbette onlar karar
vermektedir.
İslami kültürden gelen biz
Türkler, işte Hıristiyanların yazdığı bu dünya tarihinde, İstanbul'un fethiyle
Ortaçağ'ı kapatıp Yeniçağ'ı açmış olmakla övünürüz. Haklıyızdır da.
Ama örneğin, son zaman
tarihçilerinin Ortaçağ'ı kapatan öğenin başlı başına (onların jargonuyla)
Konstantinopolis'in düşüşünün ya da (bizim jargonumuzla) İstanbul'un fethinin
olmadığını ileri sürdüğünden de haberimiz yoktur!
Modern tarihçiler, çok
övündüğümüz "Fetih" olgusunu artık Ortaçağ'ı bitiren yegâne etken ve
1453'ü kesin tarih kabul etmiyorlar. Özellikle Hıristiyan âlemini çok uzun
süren bir bağnazlığa gömen Ortaçağ karanlığının yavaş yavaş kalktığı Aydınlanma
sürecini 1450'den 1517'ye kadar yayarak, şok tarihler olarak birden fazla dönüm
noktası öneriyorlar.
Bunlardan birincisi, Gutenberg'in
mobil metal harflerle geliştirdiği ve baskı tekniğinde devrim yapan matbaasında
1452 ile 1454 yılları arasında bastığı tarihin ilk "matbu" kitabı, 42
satırlık İncil... Matbaanın icadı, her türlü kitabın ve tabii bilginin
yaygınlaşması, insanların okuyarak gözünün açılması demekti. İncil'in
basılmasından öteye ise Papaların keyfİ kararlarını ve Papalık Devleti demek
olan Roma Katolik Kilisesi'nin zırva sardığı dolmaları, tartışılmaz din
dogmaları diye yutturmak zorlaştı.
İkinci tarih önerisi, elbette
1453'te İstanbul'un fethi.
Üçüncüsü, 1492 yılında olanlar:
İspanya'nın Katolikler tarafından yeniden fethinin (Reconquista) tamamlanması.
Amerika kıtasının keşfi. Ki bunlardan birincisine ilişkin ayrıntıya dikkatinizi
çekmek isterim: Ispanya'daki son İslam devleti Granada Emirliğini ortadan
kaldıran ve Hıristiyanlığı kabul etmeyen Müslümanlar ile Yahudileri İber
Yarımadası'ndan silip atan İspanya Kraliçesi Birinci Isabella, Reconquista'yı,
Konstantinopolis'in rövanşı olarak sunar...
Modern tarihçilere göre Ortaçağ'ı
kapatan dördüncü ve sonuncu dönüm noktası ise 1517'de Almanya'da Martin Luther
tarafmdan başlatılıp Fransa'da Jean Calvin tarafmdan sürdürülen Protestan
reformunun başlangıcıdır.
Protestan reformu, her şeyden
önce Papa'nın yeryüzündeki tanrısal iktidarına (potestas) dayanarak devletlerin
ve müminlerin üstünde kurduğu baskı ile Roma Katolik Kilisesi'ne bağlı ruhban
sınıfının haksız zenginleşmesine karşı çıkan ahlaklı din adamlarının isyanıdır.
Bu din adamları, Kilise'nin yapılanmasında ve Hıristiyanlık dogmalarında reform
talep etmektedir. Zaten reform hareketinin doğuracağı yeni mezhep, Roma Katolik
Kilisesi ve Papa'nın Hıristiyanlığın özüne aykırı kurumsal yozlaşmasını
"protesto" ettiği için Protestan Kilisesi adını alacaktır.
Din yapılanmasında reformu
savunan Protestan mezhebi, Hıristiyanlık âleminin Ortodoks ve Katolik olarak
ayrışmasından sonraki en büyük kırılmadır. 1517'den öteye başta Almanya,
Fransa, Hollanda ve İngiltere, İsevi müminlerin Katolik ve Protestan ayrımıyla
bölündüğü Avrupa kıtasında yüz yıldan fazla sürecek "Din Savaşları"
başlamış, halklar arasındaki katliamları, devletlerarası kanlı çatışmalar
izlemiştir.
Katolikler ile Protestanlar
arasındaki sonuncu ve kalıcı barış, 1648'de yapılan Münster Antlaşmasıyla
sağlandı. Ama bu kanlı sürecin sonunda, Avrupa'da din birliği de kalmadı.
Protestan hareket, Anglikan, Kalvinist, Luteryen gibi pek çok reformcu
kilisenin kurulmasına ve özerkleşmesine yol açtı.
Hıristiyanlık öğretisi,
temsiliyeti, hatta dogmalarını yeniden yorumlayan bu kiliseler; Papa'nın
evrensel önderliğini, yeryüzü iktidarım, devletlerüstü yetkilerini ve Roma
Katolik Kilisesi'nin tüm kiliseler üstündeki otoritesini reddettiler.
Almanya'nın güneyi Katolik ve
Papa'ya sadık kalırken kuzeyi Protestanlığı benimsedi.
Keza Hollanda ile İsviçre
halkları hemen yarı yarıya, Katolik ve Protestan diye bölündü.
İngiltere Krallığı'nda, Papa'yla
bağları kopartan Anglikan Kilisesi kuruldu.
İskandinav ülkeleri geniş
genelinde Protestanlığı seçerken; örneğin Polonya, İspanya, Avusturya ve İtalya
baştan sona Roma Katolik Kilisesi'nin yanındaydı.
Protestanların azınlık ve
iktidardaki kralların Papa'ya sadık kaldığı Katolik Fransa ise öteden beri
"Kilise'nin Büyük Kızı" sayılıyordu. 1789 Fransız Devrimi sırasında
dine karşı güdülen kin, kiliselerin yakılıp yıkılması ve papazların giyotine
gönderilmesi, halkın mümin yarısının daha da bilenmesinden başka işe yaramadı.
Bugünkü cumhuriyetçi, üstüne laik Fransa'nın çoğunluk nüfusunu oluşturan Katolikler,
hâlâ Roma Katolik Kilisesi'nin öncelikli kız evladı olmakla övünürler...
Günümüzde, Papa'yı Hıristiyan
âleminin ruhani lideri değil, sadece Katolik Kilise'nin Başpatriği kabul eden
ve Vatikan'daki törenlere de "Katolik Kilisesi'yle iyi ilişkiler"
temelinde katılan Ortodoks, Protestan, Anglikan vb. mezhep ruhbanı; ortak din
kurultaylarında aynı bağımsızlığı sergilerler. Ama bu bağımsızlık, ortak
kararlar alınmasını, İsevi çatıyı savunmak için ittifaklar yapılmasını elbette
engellemez.
Ne var ki değişik mezheplere ait
ruhban sınıfının bilinçaltında ve müminlerin ise bilinçüstünde bile kapanmayan
bir bellek yarası vardır. Ortodokslar ve Protestanlar, Katoliklerden gördükleri
zulmü unutamazlar. Ama Katolikler, bu zulüm tarihinden sanki Katolik Kilisesi
sorumlu değilmiş gibi, asıl Hıristiyanların kendileri olup ihanete
uğradıklarını düşünürler.
Ve 1517'den 1648'e kadar
Avrupa'yı kana bulayıp, sözde aynı Tanrı'ya tapan, aynı oğula inanan ve aynı
kitabı kutsayan "İsa'nın kuzuları"ru birbirine boğazlatan bu kanlı
bölünme sürecinde; Protestanların, Papa'nın otoritesini gayrimeşru ilan etmek
için kullandıkları en önemli gerekçe neydi sizce?
Elbette ki Papalık makamı ve
devletinin bir sahtekârlık üstüne kurulduğu gerekçesine dayandılar,
Konstantin'in sahte vasiyetini kullandılar!
Lorenzo Valla'nın 1506'dan beri
matbaada basılıp dağıtılan "Konstantin'in Sahte ve Yalan Bağışına Dair
Bildiri"si, Protestan reform öğretisini biçimleyen din bilginlerinin,
adeta Incil'den sonra üzerinde en çok düşünüp yazdıkları bir rehber haline
gelmişti!
Ne gariptir ki, bir zamanlar
Roma'daki Papalık makamından İtalya'nın tamamına yayılan Papalık Devleti
yaratmaya ve Papaları hükümdarların hükümdarı, tüm Hıristiyan âleminin en üst
otoritesi kılmaya yarayan sahtekârlık... 900 yıl sonra Hıristiyanlığı ikinci
kez bölüyor ve Papa'nın evrensel önderliğine de son veriyordu.
İlahi adalet bu muydu, hak yerini
bulmuş muydu gerçekten?
Ne gezer...
Batı’nın Fetih Travması ve
Bizans’ın İcadı!
Konstantinopolis'in Müslüman
Osmanlı tarafından fethinin üzerinden bir yüzyıl geçmişti ki...
1557 yılında, Alman hümanist ve
tarih bilgini Hieronymus Wolf, Doğu Roma İmparatorluğu tarihi üzerinde yaptığı
çalışmaları Corpus Historiae Byzantinae başlığı altında yayınladı.
Latince yazılıp basılan bu
kitapla birlikte tarihte ilk kez, bir devlet yıkıldıktan 104 yıl sonra isim
değiştiriyor ve 1123 yıl süreyle Doğu Roma diye bilinen, söylenen, yazılan
emperyal devlete, "Bizans" adı veriliyordu.
Oysa 395 yılında Roma ikiye
bölündükten ve Batı Roma 453'te yıkıldıktan sonradır ki salt Batıkların,
"Bizden değildür!" diye "Doğu'daki..." ayracıyla andıkları
devletin resmİ, belgeli, mühürlü adı, Roma İmparatorluğu'ndan ibaretti!
Roma ordularının Anadolu'yu İsa
doğmadan 189 yıl önce fethettiği düşünülürse; Küçük Asya diye anılan
topraklardaki Roma varlığı, Konstantinopolis'in başkent ilan edildiği MS 330
yılından başlatılan 1123 yıldan bile fazla, tam tamına 1642 yıllık bir tarihe
yayılıyordu.
İşte bu olağanüstü uzunluktaki
egemenlik sürecinde, Hieronymus Wolf'un icadına kadar kimsenin akima, Doğu
Roma'yı "Bizans" diye adlandırmak gelmemişti.
İmparatorluk halkı, yaşadığı
devleti Yunanca "Basileia Rhomaion" (Roma İmparatorluğu) ya da kısaca
"Rhomaion" (Roma) diye adlandırır, kendilerine de
"Rhomaioi", yani Romalı derlerdi. Zaten önce Araplar, sonra da
Türklerin tarihten yavaş yavaş sildikleri, sonunda da Osmanlı'nın hemen tüm
mülküne sahip olduğu eski imparatorluk ve tebaasına verdiği "Rumeli",
"Rum" adları da Roma'nın karşılığıydı.
Şurası kuşkusuz ki Roma
İmparatorluğu, gerek Batı, gerekse Doğu'da Antik Yunan topraklarına yayılmış,
dolayısıyla Yunan uygarlığının da mirasçısıdır. Zaten tam da bu yüzden Roma
kültürü, Greko Romen'dir.
Batı Roma, Hıristiyanlaşma
sürecinde işte bu mirasın Greko yarısını uzun bir süre inkâr ve yeni uygarlığını
Latince diliyle kurarken; Doğu Roma ise asimile etmediği ya da edemediği
Yunanca konuşan halkın baskısıyla, Latince devlet dilini de bir süre sonra
Yunancaya çevirmiştir.
Hieronymus Wolf, işte bu dil
yarılmasından dalmış, Büyük Konstantin'in Konstantinopolis'! resmen başkent
yaptığı 330'dan öteye Doğu'da süren Roma İmparatorluğu'nu, Roma uygarlığının
devamı değil de "Ortaçağ Yunan uygarlığı" olduğu savıyla yeniden
isimlendirmiştir. İmparatorluğa, Konstantinopolis'in üzerinde kurulduğu antik
kalıt, küçümen yerleşke Bizantion'dan türettiği "Bizans" adını
vermiştir.
Latin Katoliklerin, Hıristiyanlık
âlemi liderliğini Grek Ortodokslardan çaldıktan sonra giriştikleri ikinci büyük
sahtekârlık, bu yapay adlandırmadır.
Büyük bir bilgin olmasına karşın
depresif bir kişiliği olup paranoya krizlerinden mustarip Hieronymus Wolf,
elbette Katolik bir Alman'dır. Latince yazdığı Bizans tarihi, Katolik Roma
Kilisesi'nin Ortodoks Roma'yı inkâr kurgusuna çok değerli ve kullanışlı bir
katkıdır.
Ancak, Greko Romen bir uygarlık
olduğu herkesçe kabul edilen Roma tarihini Latin ve Grek diye kesin hatlarla
ayırmak öylesine uçuk bir projedir ki, Wolf'ün 1557'de ortaya attığı
"Bizans tarihi" tezi, önceleri tutmaz.
Gerek tarihçiler, gerekse
devletler ve halklar, Fatih'in başkentini alarak yıktığı devlete, bir yüzyıl
daha Doğu Roma imparatorluğu demeye devam ederler.
Ta ki 17. yüzyılda, Moliere'e
Türkleri küçük düşüren bir oyun sipariş
edecek kadar Osmanlı'dan nefret eden Fransa'nın "Güneş Kral" diye
anılan güçlü hükümdarı On Dördüncü Louis, uyduruk adlandırmanın Avrupa'yı
düşmanın eline düşen bir mirastan kesin çizgilerle ayıracağını anlayana
kadar...
Mamamuşi Sarkozy (Mamamuşi karakteri, son
olarak eski cumhurbaşkanı Sarkozy'yle alay etmek için kullanıldı)
Kral On Dördüncü Louis, 1648
yılında Fransız Katolik Cizvit papazlarından oluşan bir kurulu, Hieronymus Wolf'ün
Latince yazdığı "Bizans Tarihi"ni esas alan bir Bizans tarihçesi
yazmakla görevlendirir. Katolik Cizvit Papaz Phillippe Labbe'nin başkanlığındaki
kurulun sipariş tarihinden 1711'e kadar yayımladığı 24 ciltlik Latince tarih
dizini, Corpus Scriptum Historiae Byzantinae" (Byzantine du Louvre)
başlığı altında toplanır.
Du Cange senyörü diye de bilinen
Fransız dil bilgini ve tarihçi Charles du Fresne'nin 1680 yılında bu kaynakçaya
dayanarak yayımladığı Historia Byzantina kitabından sonra Montesquieu gibi
önemli Fransız düşünür ve yazarları arasında yayılan "Bizans"
sözcüğü, tüm dünya, hatta Romalılara "Rum" demeye devam eden Türkler
tarafmdan bile benimsenir!
17. yüzyıldan öteye Büyük
Konstantin sonrası Doğu Roma İmparatorluğu, Batı Roma tarihinden kesin
çizgilerle ayrılıp tamamen uyduruk bu adla anılmaya başlanır.
Böylece Müslüman Osmanlı, Doğu
Roma ve ilk Hıristiyan başkentini değil, Bizans ve başkentini ele geçirmiş ve
bu yeni yorum, Batı Avrupa'nın 1453'te yaşadığı fetih travmasına merhem
olmaktadır!
Günümüzde Doğu'da 1123 yıl
süreyle hüküm süren Roma Devleti'nin adını, geriye döndürülemeyecek kadar
sağlam gasp eden tamamen uyduruk Bizans sözcüğü; tarihe doğru ya da yanlış,
ancak yazanın yön verdiğine, en belirgin kanıtlardan biridir.
Oysa Doğu Roma'ya Bizans demek,
her şeyden önce birleşik Roma İmparatorluğu'nun sonuncu büyük imparatoru,
tarihteki en geniş sınırlarına hükmeden ve İstanbul'u "Nova Roma"
adıyla başkenti yapan, sapma kadar Romalı Yüce Sezar, Flavius Valerius Aurelius
Konstantinus'a hakarettir!
İngiltere'den Konstantinopolis'e,
tüm Batı'nın da ilk Hıristiyan hükümdarı ve Papalık Devleti'nin kurucusu
bildiği, Latin Roma Kilisesi'nin de Aziz mertebesine yükseltip, boş mezarım ve
büstlerini kutsadığı Büyük Konstantin'e de Bizans İmparatoru mu denecektir?
Bu elbette mümkün değildir.
Yapılabilecek tek şey, Büyük
Konstantin'in tarihteki yerini ve önemini, hiç olmazsa geniş halk yığınlarından,
taban kitleden gizlemektir.
Doğu kültür mirasına, antik ve
klasik çağlarına sırtına dönen Batı Hıristiyan devletleri, 17. yüzyıldan
itibaren Büyük Konstantin'i toplumsal bellekten silmeye özen gösterdi. İlk ve
orta öğretim tarih kitaplarına koymayacak kadar unuttu, unutturdu.
Katolik Kilisesi'nin Ortodoks
Kilise'nin Hıristiyanlığın kültürel mirasındaki payını inkârı, gördüğünüz gibi
dinden çok dil üzerinden yürütülen bir süreç olup sonuçta İncil'in Yunancasını
kutsayanları Doğu, Latincesini kutsayanları Batı diye ayırmıştır.
Hıristiyanlık âleminin
bölünmesine sonradan eklemlenen Protestanlık ve türevleri mezhepler, İncil'in
müminler tarafından hangi dil konuşuluyorsa o dilde okutulmasını benimsemiş
olsalar da... Latince alfabeyle yazdıkları için Batılı sayılmışlardır!
Bu da gerek konuşulan dili,
gerekse yazıldığı alfabeyi; zaten jeopolitik üstünlük mücadelesinden başka bir
şey olmayan din savaşlarının hem temel öğesi hem de sonuç olgusu kılmaktadır.
Ortodoks Dünyada 1453 Depremi:
“Üçüncü Roma Moskova”
Hıristiyanlık tarihinde dil
odaklı doktrin özerkliğini ilan eden ilk ulusal Kilise, aynı zamanda en eski
Hıristiyan kurumu, Ermeni Kilisesi'dir. 450 yılında Kadıköy'de toplanan din
kurultayının kararlarım reddeden Ermeniler, özgün dil ve alfabeleriyle yazıp
okudukları Incil'le birlikte "monofizit" doktrini benimsemiş; zaman
içinde Rum Ortodoks Kilisesi'nden göreceli, Latin Katolik Kilisesi'ne de
mesafeli bir bağımsızlık elde etmiştir.
Ermeniler, Süryaniler, Kiptiler vb. gibi antik çağlardan
beri özgünlüklerini sürdüren kadim cemaatlerin oluşturduğu istisnalar bir yana
bırakılırsa...
Hıristiyanlık âleminin en geniş
bölümü, Incil'in Latince ve Grekçe yorumları üzerinden yürütülen din
savaşlarının sonucunda, bambaşka dillerde konuşsalar bile yazıda Latin ve Grek
alfabesinin türevleriyle ayrışmışlardı.
6. yüzyıldan beri
"ekümenik", yani "küresel" (cihanşümul) sıfatım taşıyan
Konstantinopolis Ekümenik Patrikliği; Hıristiyan âlemine öncülük yetkisini 8.
yüzyılda düzmece bir vasiyetle "Katolik", yani sözcük anlamıyla
"evrensel" ilan edilen Roma Papalığına kaptırdıktan sonra bile dinsel
yapılanmada devasa bir coğrafyaya hükmediyordu.
Yunanistan'dan Asya'ya uzanan
Doğu Roma İmparatorluğu'nun Ortodoks ahalisi başta; Ukrayna, Rusya, Belarus
Slavları, Gürcü, Bulgar, Sırp, Makedon, Rumen vb. Ortodoks Kiliseleri, en üst
makam olarak Konstantinopolis Patrikliğinin otoritesine bağlıydılar. Bu
cemaatlerin Patrikleri ve hatta kilise papazları, Konstantinopolis Başpatriği
tarafından atanır ya da onaylanırdı.
Doğu Roma İmparatorluğu'nun
Osmanlı fethi karşısında önce Anadolu, ardından Trakya'da yavaş yavaş erimesi,
elbette Konstantinopolis Patrikliğinin otoritesini de sarsıyor, Yunanistan
hariç gerek Balkanlar, gerekse Rusya'da Konstantinopolis Patrikliğinden kopma
eğilimleri artıyordu.
Sonuncu imparator Konstantinos
Palailogos'un, mülkünden geri kalan son kale, başkent Konstantinopolis'!
Osmanlı'ya kaptırmamak amacıyla Papa'nın yardımını talep etmesi; Papa'nın
otoritesini asla tanımayan Ortodoks Rusya'da, bardağı taşıran son damla oldu.
Konstantinopolis Patrikliğinin 1448 yılında Papa'nın Floransa'da Katolik ve
Ortodoks birliğini sağlamak amacıyla topladığı din kurultayına katılmasını
gerekçe göstererek, Moskova Patrikliğini otosefal, yani bağımsız ilan etti.
1453'te Konstantinopolis'in
Osmanlı tarafından fethiyle Doğu Roma'nın tamamen ortadan kalkması, Ortodoks
kilise yapılanmasında bir hukuk boşluğu doğurdu. Çünkü Konstantinopolis
Patriklerini Roma imparatorları atar, konsiller de imparatorlar tarafından
toplanırdı.
Fatih Sultan Mehmet, Ortodokslar
ile Katolikler arasındaki husumeti ve Konstantinopolis Rum Patrikhanesi'nin
Ortodoks dünyasma önderliğinin, yani "ekümenik" sıfatının önemini
biliyordu. Gayet doğru bir analiz
yapmıştı: OsmanlI'nın yayıldığı ve yayılacağı gayrimüslim coğrafyanın geniş
geneli, Ortodoks'tu. Öyleyse Ortodoksların gönlünü hoş tutmakta ve Katolik
dünyaya karşı verilecek savaşlarda Ortodoksların desteğini almakta yarar vardı.
Dolayısıyla fetihten hemen sonra Konstantinopolis Rum Patrikliğinin varlığım
güvence altına almakla yetinmedi, hukuksal alanda daha geniş yetkiler tamdı.
Başpatriği hem Rum Ortodoks Kilise'nin ruhani lideri hem de "Üç Tuğlu
Paşa" rütbesiyle Rum Ortodoks "milletbaşı" (Etnark) atayarak,
Patrikhane'ye salt dinsel değil, kamusal bir kurum niteliği kazandırdı.
İsa'dan Sonra'ki takvimde ilk
kez, Hıristiyan imparator değil, Müslüman bir sultanın emriyle,
Konstantinopolis'te Ekümenik Konsil toplandı. Fatih, Rum Patrikhanesi'nin
Ortodoks âleme önderliğine o kadar önem veriyordu ki, hemen 1453'te topladığı
din kurultayının başlıca amacı, Floransa Konsili'nde varılan birlik anlaşmasını
reddetmek ve böylece Rusya'yı Konstantinopolis Başpatrikliğinin otoritesine
döndürmekti.
Ama Fatih'in akıllı ve akılcı
tasarımı, Konstantinopolis Rum Patrikliğinin ne Rusya ne de Ortodoks dünyadaki
önderlik otoritesini tam olarak korumaya yetebildi.
Rusya, 1453'ten öteye Müslüman
Osmanlı egemenliğindeki Konstantinopolis Rum Patrikhanesi'nin Ortodoks dünyanın
merkezi, Başpatriğin de "ekümenik", yani küresel önder olamayacağı
savıyla Moskova Patrikliğinin bağımsızlığında ısrarlıydı. Bu çıkışa karşı,
"ekümenik" önder sıfatına dayanan Konstantinopolis Rum Patrikliği de,
Moskova Patrikhanesi'nin varlığım resmen tanımamakla misilleme yaptı.
Son imparator Konstantin
Palailogos'un, 1460'da OsmanlI'ya geçen Mora Yanmadası’ndan kaçıp ailesiyle
birlikte İtalya'ya sığınan yeğeni Prenses Zoe Sofla Palailogos, 1472 yılında
Moskova Büyük Prensi İvan Vasilyeviç'le evlenince... Rus Ortodoks Kilisesi'nin
bağımsızlık ısrarı, "Palailogos Hanedanı, Kutsal ve Büyük Rusya'da devam
ediyor", "Üçüncü Roma, Moskova'dır", iddiasına dönüştü.
Bu iddia doğrultusunda, Moskova
Patrikliği de ister istemez, Ortodoks dünyanın en üst otoritesi, "Müslüman
işgali altındaki" Konstantinopolis Ekümenik Patrikliğinin yerine
oynuyordu.
Ama Ortodoksluğun yapılanmasında
dört temel Kilise'nin (Konstantinopolis, İskenderiye, Antakya, Kudüs)
Moskova'nın otoritesini kabul etmesi, kolay görünmüyordu.
Fatih Sultan Mehmet'in verdiği
ayrıcalık ve haklar, Konstantinopolis Ekümenik Patrikliğinin Rusya haricindeki
Ortodoks ülkeler üstündeki yetki otoritesini sürdürmesini, hatta Kiev
Patrikliğini yeniden yapılandırarak Ukrayna'nın Konstantinopolis'e bağlı
kalmasını sağladı.
Fatih'ten sonraki Osmanlı
hükümdarlarının da sadık kaldığı bu politika çerçevesinde, İstanbul'da dört
yönder Kilise'yi bir araya getiren İkinci Ekümenik Din Kurultayı, 1484 yılında
yine Rusya'yı, Fener Rum Patrikhanesi'nin otoritesine döndürmek amacıyla, yine
1448'deki Floransa Konsili'nde alman kararları yemin billah ret ile iptal için
yapıldı.
Böyle böyle, İstanbul'un Osmanlı
tarihinde tam sekiz "ekümenik" din kurultayı toplandı; Fener Rum
Patrikhanesi'nin öncülüğünde. Çoğu, Rusya konuluydu. 1590 Konsili, Moskova
Patrikhanesi'ni resmen tanımak ve onamak zorunda kaldı. 1638 Konsili,
Protestanlar ile Katolikler arasındaki reformcu ve karşı reformcu çatışmasında
Ortodoksların alacağı tavrı belirlemek için yapıldı. 1663, Rus Ortodoks
Kilisesi'nin, içine girdiği reformcu kriz üzerineydi. 1735 Konsili, Katolik
Papa'nın Ortodokslara koşul koyduğu vaftiz yenilemesine karşı... 1848 ve 1872
konsilleri de içinden çıkılmaz din sorunlarına yanıt arıyordu.
Ne var ki Osmanlı egemenliğindeki
Fener Rum Patrikliğinin başı çektiği etkinlikler sürecinde, siyasal coğrafyada
taşlar yerinde durmuyor, dengeler de hızla değişiyordu.
Rusya, 1686'da Ukrayna'nın bir
bölümünü, Moskova Patrikhanesi de Konstantinopolis'e bağlı Kiev Patrikliğini
yuttu.
"Kutsal ve Büyük Rusya"
ile Moskova Patrikliği, aradaki Sovyet dönemini bir yana bırakırsak, o gün
bugündür "Üçüncü Roma Moskova" iddiasını sürdürür. Ortodoksluğun
ekümenik (küresel) temsiliyetinde Fener Rum Patrikhanesi'ni en üst makam olarak
tanımamaktadır. "Üçüncü Roma" iddiasını dayandırdığı jeopolitik ve
tarihsel nedenlere ek olarak dünyanın en kalabalık Ortodoks nüfusuna hükmettiği
gerekçesiyle, bu dinin ekümenik önderliğine adaydır.
Osmanlı döneminde Fener Rum
Patrikhanesi'ne bağlı diğer Ortodoks Kiliselerin tarih içindeki devinimlerine
dönersek:
İmparatorluğun 19. yüzyılda
çökmeye başlaması, Fener Rum Patrikhanesi'nin Ortodoks Kiliseler üstündeki
yetki otoritesini de iyice azalttı. Osmanlı toprak kaybettikçe, Fener de bu
topraklardaki Ortodokslara önderlik makamım kaybediyordu. Balkanlar'da yeni
devletlerin kurulmasıyla birlikte, bölgede otosefal, yani bağımsız Kilise
yapılanması hâkim oldu. Fener Rum Patrikhanesi'nin büyük mücadelesine rağmen
tanımak zorunda kaldığı bu otosefal yapılanma, zamanla bağımsızla özerk
arasında gelgit bir anlam kazanarak, özgün kuramını oluşturdu. Yerel kilise
artık "ulusal" sayılırken, Fener Rum Patrikhanesi'nin bu kiliselere
"onursal önceliği" de, "onursal eşitlik"e dönüştürüldü.
Yunanistan'ın bir bölümü bile "otosefal" Yunan Başepiskoposluğu'yla
özerkleşti.
Bugün dünyada Fener Rum
Patrikhanesi'ne bağlı Ortodoks Kiliselerin yayıldığı coğrafya, Fener Rum
Patrikhanesi'nin resmİ sitesinde (www.megarevma.net) şöyle yer almaktadır:
Patriğin dini otorite alanı
Şimdiki Ekümenik Patrik Birinci
Bartolomeos ve Sen Sinod'un (Yüce Meclis) üzerlerinde direkt otoritesi, yani
tayin ve azil hakkı olan başepiskoposluk, metropolittik ve diğer kurumlar
şunlardır:
Türkiye'de İstanbul
Başepiskoposluğu (Bartolomeos'un kendisi),
Kadıköy Metropolitliği,
Tarabya Metropolitliği,
Adalar Metropolitliği,
Gökçeada ve Bozcaada
Metropolitliği;
Yunanistan'da
Girit Başepiskoposluğu ve
Metropolitlikleri (yarı otonom statüde),
On iki Ada Metropolitlikleri
Rodos,
İstanköy, Leros & Kalimnos,
Karpathos & Kasos,
Selanik'te Aya Anastasia ve Çavuş
Manastırları,
Aynaroz'daki 20 Manastır,
Patmos Manastırı ve Eksarhiası.
Ayrıca 1928’e kadar Kuzey
Yunanistan ve diğer Ege adaları da Patriğin direkt otoritesine bağlılardı.
Yönetim, vekâleten Yunanistan Kilisesi'ne devredildi ama bu bölgelerde bulunan
36 Metropolitliğin manevi sahipliği halen Fener Patrikhanesi'ne aittir.
Nitekim İstanbul, ikide birde
Bartolomeos'un otoritesini zedelemeye çalışan Yunanistan Başepiskeposu
Hıristodulos'a karşı tayinlerdeki son denetim hakkını 1928 öncesinde olduğu
gibi kullanmak üzere harekete geçti.
Amerika, Avrupa ve Uzakdoğu Kiliseleri
Amerika’da Amerika Birleşik
Devletleri (ABD) Başepiskoposluğu, Kanada Metropolitliği, Panama
Metropolitliği, Buenos Aires Metropolitliği;
Avrupa'da İngiltere
Başepiskoposluğu, Fransa Metropolitliği, Almanya Metropolitliği, İsveç ve
İskandinavya Metropolitliği, Benelüks Metropolitliği, İsviçre Metropolitliği,
Avusturya Metropolitliği, İtalya Metropolitliği;
Uzakdoğu'da Avustralya
Başepiskoposluğu, Yeni Zelanda Metropolitliği, Hong Kong Metropolitliği.
Muhtelif Kurumlar
Essex Manastırı (İngiltere),
Chambesy Ortodoks Merkezi
(İsviçre),
Dünya Kiliseler Konseyi nezdinde
Ortodoks dünyası adına Daimi Temsilcilik (Cenevre),
Avrupa Birliği nezdinde Ortodoks
dünyası adına Daimi Temsilcilik (Brüksel),
Selanik Teoloji Eserleri
Enstitüsü, Atina Daimi Temsilciliği.
Yukardaki tablonun sunumu
sırasında metinde yer alan bir tümceden, "ekümenik" Fener Rum Patrikhanesi
ile otosefal Yunanistan Başepiskoposluğu arasındaki gerilimi fark etmişsinizdir...
Sayılan dinİ merkezlerin yayıldığı coğrafyada, bugün itibarıyla Fener Rum
Patrikhanesi'ni Ortodoksluğun önderlik ve en üst yetki makamı kabul eden
müminlerin sayısı, yaklaşık 3,5 milyonluk bir nüfustan ibarettir!
Fener Rum Patrikhanesi'nin yine
aynı resmİ sitesinde, Fener'e bağlı olmayan Ortodoks coğrafyasındaki
"otosefal" (özerk) Kilise yapılanmasına açıklık getirilip, dağıldığı
ülkeler de sıralanmıştır:
(Fener Rum) Patriğin otoritesi
altında olmayan otosefal Ortodoks kiliseleri liderlerini kendileri seçer, ama
bu seçimde meşruiyet, İstanbul'daki primus inter pares (eşitler arasında ilk)
olan ve Ortodoks âleminin bir anlamda koordinatörü konumunda bulunan Ekümenük
Patrikhane'den gelir, yani Ekümenik Patriği'nin onu tanıması elzemdir.
Bu kiliseler hiyerarşik sıraya
göre şunlardır:
İstanbul Patrikhanesi,
İskenderiye Patrikhanesi,
Şam Patrikhanesi,
Kudüs Patrikhanesi,
Moskova Patrikhanesi,
Belgrad Patrikhanesi,
Bükreş Patrikhanesi,
Sofya Patrikhanesi,
Tiflis Patrikhanesi,
Kıbrıs Başepiskoposluğu,
Yunanistan Başepiskoposluğu,
Polonya Başepiskoposluğu,
Tiran Başepiskoposluğu,
Çek ve Slovak Başepiskoposluğu.
Bunlara ilaveten Finlandiya ve
Estonya'da iki otonom kilise daha mevcuttur. Bunlar, liderlerini İstanbul'a
teklif eder ve son seçimi İstanbul yapar.
Tablodan görüleceği üzere, Fener
Rum Patrikhanesi'nin yetki alanı dışında kalan Ortodoks coğrafyanın nüfusu,
sitede yer almayan ve Moskova Patrikliğine bağlı Amerika ile Avrupa'daki
metropollerle birlikte, 260 milyon dolaylarındadır. Ortodoks nüfusun %57'sini
barındıran Rusya, elbette ki bu etki alanının hâkimi olmak istemekte, Moskova
Patrikhanesi yetki alanının genişliğinden aldığı güç ve daha önce sözünü
ettiğim tarihsel gerekçelerle, Fener Rum Patrikhanesi'nin rakibidir.
Fener Rum Patrikhanesi'nin
yukarda yer verdiğim otosefal açıklamasının satır arası anlamı, Fener'in bir
zamanlar en üst makamı olduğu Ortodoks kiliselerini hiç olmazsa onursal, hiç
olmazsa sembolik anlamda "öncülük" çatısı altında tutmak çabasıdır.
Müslüman bir ülkenin
topraklarında varlığım sürdürmeye çalışan Patrikhane'nin böyle bir çabada,
elindeki tek gerekçe, elbette 6. yüzyılda aldığı "ekümenik", yani
genelinde Hıristiyan dinini, özelinde Ortodoks öğretisini küresel temsiliyet
ünvanıdır.
Ülkemizde, 381 yılında kurulup on
yedi yüzyıllık bir tarihin mirasçısı olan Fener Rum Patrikliği hakkında yapılan
yok "ekümenik"tir, yok "ekümenik" değildir tartışması, her
şeyden önce zayıfın güçlüye karşı savunmasına ilişkin bir ayıptır.
Eğer yaşadığımız toprakların
tarihine saygı göstermek istiyorsak ki, gelecekte bizlere saygı gösterilmesi
için gereklidirhepi topu 3,5 milyon mümini temsil eden Fener Rum
Patrikhanesi'nin; Türkiye'de varlığım sürdürme çabasına ve 260 milyon nüfuslu
Ortodoks dünyada hâlâ etkin olabilmek mücadelesine destek olmalıyız.
Türkiye ve Yunanistan'da Fener Rum Patrikhanesi'ne bağlı Kiliseler
Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucu
yasası Lozan Antlaşması'nda "ekümenik" sözü geçmese bile, bu yokluk,
büyük olasılıkla 1453'teki Fatih fermanını kaybedip 1520'de
"hatırlanana" göre yeniden yazılan belgedeki eksiklikten
kaynaklanmıştır.
Günümüzde güya İstanbul'a sahip
çıkanların İstanbul tarihini Fatih'le başlattıklarına; Türkiye'yi kuranların
Osmanlı'yı inkârına ve şimdilerde Osmanlı'ya sahip çıkanların da Osmanlı
hakkındaki cehaletine bakarak iddia edebilirim ki:
Gerek Fatih'in fermanını 67 yıl
sonra (!) kulaklarına çalındığı kadarıyla yeniden yazanlar, gerekse Lozan
Antlaşması'ın imzalayanların aklına "ekümenik" sözcüğü kendileri için
bir şey ifade etmediği ve zaten Yunanca olup ne anlamım ne de önemini
bildikleri için gelmemiştir.
Oysa Müslüman bir ülkede var olma
savaşı veren Fener Rum Patrikhanesi'nin Ortodoks âlemine "ekümenik",
yani küresel öncülük iddiası, dün Osmanlı İmparatorluğu'nun işine geldiği gibi,
günümüzde Türkiye Cumhuriyeti'nin de uluslararası ilişkilerde yararınadır.
En azından hiçbir biçimde
zararına değildir!
Roma’dan Vatikan’a Sahtekârlıkta Sebat
Roma Papalık makamı ve devletinin
kurucu yasası "Konstantin'in Vasiyeti" belgesinin sahteliği Lorenzo
Valla tarafından bilimsel olarak kanıtlandıktan öteye Protestan reformunun
temel gerekçesini oluşturmuştu.
Ama sahtekârlık, Konstantin'e
atfedilen vasiyetten ibaret değildi. Bu çakma vasiyete dayanarak, sanki
yüzyıllar önce yazılmış, kaybolmuş ve tozlu raflarda, tıpkı vasiyet gibi
üzerlerinden dört yüzyıl geçtikten sonra bulunmuş gibi yapılan tam 204 Papalık
fetvası vardı daha...
"Sahte Fetvalar Derlemesi" Fransız Millİ Kütüphanesi
Roma Patrikliği tahtına geçen
Papalann başları sıkıştıkça imal ettirip yüzyıllar önce yürürlüğe girmiş kadim
kanunlar gibi kullandıkları bu fetvaların; tıpkı dayandıkları kutsal vasiyet
gibi sahte olup 850 yılından sonra peyderpey yazıldıkları da Cenevre'de vaizlik
yapan reformist rahip David Blondel tarafından kanıtlandı.
Hem de bugün bize çok basit ve
mantıklı gelen ama geçmişte ilk olarak Lorenzo Valla'nın kullandığı ve
"Konstantin'in Bağışı" belgesinin sahteliğini kanıtladığı "tarih
karşılaştırma" yöntemiyle...
853 yılından sonra aralıklarla
sirkülasyona sokulan toplam 204 fetva, sözüm ona Hıristiyanlığın ilk üç
yüzyılında hüküm süren Papaların kararlarıydı... Bu Papalar, bu fetvalara
Vulgate diye anılan Latince Incil'den pasajlar koymuşlardı. Oysa İncil, ancak dördüncü
yüzyılda Latinceye çevrilmiş, yani fetvaları veren Papalar zamanında Vulgate
yoktu ve İncil'in Yunancası okunuyordu!
Rahip David Blondel,
"Papalık Fetvaları"nın sahteliğini kanıtladığında takvimler 1628
yılını gösteriyordu.
Çakma bir vasiyetle 900 yıl önce
kurulan Papalık Devletleri, tam 800 yıl bu vasiyete dayanarak imal edilen çakma
fetvalarla öncülük etmişlerdi Batı Roma Hıristiyanlığına!
Tarihin en büyük ve seyrini
değiştiren yalanın üzerinde yükselen Papalık Devletleri'nin, 1000. yaşını
görkemle kutlamasına bir yüzyılcık kalmıştı.
Temellerinin sahteliği,
varoluşunu sarstı mı dersiniz?
Hayır. Kurumsal yalan öyle bir
oturmuş, öyle bir yerleşmişti ki zamanla, gerçeğin ortaya çıkışı Papalık
makamını hiç mi hiç ırgalamadı.
Papalık Devletleri, İtalik Yarımadası'nın
18691870 yılları arasında sahne olduğu siyasal karışıklık ve savaşların
sonunda, ulusal birliği kurmayı başaran İtalya Krallığı tarafından ilhak edilip
ortadan kalktı. Papa Dokuzuncu Pius, o zamana kadar Roma Papalık sarayı olan
Quirinale'den kaçıp Vatikan sarayına
sığındı.
Ama 1870 yılında Vatikan'da
toplanan Konsil'de (din kurultayı) Papa'nın yeryüzünde Tanrı'nın tek
temsilcisi, Hıristiyanlık âlemine ama bu kez salt ruhani anlamda evrensel
öncülüğü ve kararlarında yanılmazlığı
ilkesi; yine Konstantin'in sahte vasiyetinden aldığı çakma meşruiyete
dayandırılarak "dogma" (inkârı yasak kutsal kural) ilan edildi!
Vatikan Konsili'nde dogma ilan
edilen bu kararla, Papa ve Papalık kurumuna bağlı Katolik Kilise yönderleri,
düpedüz gerçekle alay ediyorlar; "Konstantin'in Bağışı" belgesinin
sahteliğini görmezden geliyor, sahtekârlığı ortaya koyan bilginleri, bilimsel
kanıtları ve yayınları yok sayıyorlardı.
Yetmedi.
1917'de gerek Konstantin'in sahte
vasiyeti, gerekse bu belgeye dayanarak imal edilen sahte "Papalık
Fetvaları", Katolik Kilise Hukuku'nda 300 kanun maddesinin temelini
oluşturdu.
1929'da Faşist İtalya Devleti ile
Roma Katolik Kilisesi kurumu (Papalık) arasında yapılan Laterano Sözleşmesi'yle
Vatikan Devleti resmen kuruldu. Sözleşmeyi, faşist İtalya adına bizzat
Mussolini, Papalık makamı adına da Kardinal Gasparri imzaladı.
Başkent Roma'nın il sınırları
içinde 0,44 km2lik bir alana yayılan Vatikan Şehir Devleti (Stato della Cittâ
del Vaticano), dünyanın yüzölçümü en küçük ama malvarlığı en zengin devletidir.
Yönetim biçimi, seçimli mutlak monarşi olup devlet başkanı Papa, hem yasama,
yürütme ve yargının başkanı hem de Katolik Kilise'nin küresel önderidir. Sözü,
yasa hükmündedir.
Tarihsel anlamda Katolik
mezhebine bağlı ülkelerde yaygın olarak kullanılan bazı ansiklopediler ve sanal
bilgi kaynaklarında, Vatikan Devleti'nin tanımı günümüzde: "Aziz
Petrus'tan beri Papalık makamı ve İmparator Konstantin'den (4. Yüzyıl) öteye
Hıristiyanlık âleminin resmİ merkezi" biçiminde yazılıdır.
Başka bir deyişle, 21. yüzyılda
bile Papalık Devleti'nin meşruiyeti yer yer, hâlâ ve inatla Konstantin'in sahte
vasiyetine dayandırılmaktadır!
Katolik Kilisesi kurumu, 19.
yüzyılın sonundan itibaren gerek "Konstantin'in Bağışı", gerekse bu
vasiyete dayandırılan "Papalık Fetvaları'nın sahteliğini kabullenmesine
rağmen açık seçik dillendirmedi. Sadece sahte vasiyeti ve fetvaların maddi
varlığını ortadan kaldırmak, "gizli arşivler"inde gözlerden
gizlemekle yetindi.
Çünkü Konstantin'in sahte
vasiyeti, "Hatice'ye değil neticeye bakın Latincesi, sonuca bakınca aracı
sahtekârlığı haklı kılan bir hayırlılık durumu. Böyle bir sahtekârlık
yapılmamış olsaydı, bugün Hıristiyanlık âleminin kutsal makamı İstanbul'daki
Fener Rum Patrikliği olacak ve... Müslüman bir ülkede, Fatih ilçesi gibi aşırı
İslamcı bir nüfusun kuşatması altında kalacaktı.
Konstantin'in sahte vasiyeti
olmasa, belki de Dördüncü Haçlı Seferi yapılmayacaktı. Hıristiyanlığın kutsal
başkenti Konstantinopolis, 1204'te maruz kaldığı Haçlı işgal ve talanına belki
de uğramayacaktı. Doğu Roma İmparatorluğu zayıflamayacak, Batı Roma'dan bunca
nefret etmeyecekti, belki de. Ama en önemlisi, Konstantin'in sahte bağışı ve
Dördüncü Haçlı Seferi olmasa, Doğu Ortodoksları Sultan'ın kavuğunu kuşkusuz
yeğlemezlerdi Papa'nın külahına...
Sözün özü, eğer
"Konstantin'in Bağışı" adı altında böyle bir sahte vasiyet
düzülmeseydi Batı tarihinde, belki de Doğu Roma yalnız kalmazdı Osmanlı
orduları karşısında ve Konstantinopolis, İstanbul olmayabilirdi.
Nova Roma, Konstantinopolis,
İstanbul...
1684 yaşma basan bu kutsal kültür
mirası, sadece 561 yıldan beri bizim mülkümüz.
Miras demiş, sende de durayım
biraz.
Roma yıkılmış, Osmanlı
yıkılmış, elbet Türkiye ilelebet payidar kalacakta da...
Sıra kimin?
Khalkedonia (Kadıköy), 2013.
Kaynakça
John Julius Nonvich, A Short
History of Byzantium, (Fr. Çev. Histoire de Byzance, Ed. Perrin, 1999
Robert Turcan, Constantin En Son
Temps, Ed. Faton, 2006
Daniel Rops, L'Eglise des Temps
Barbares, Paris 1950
Abbe Fleury, Histoire
Ecclesiastique, Paris, 1758
Georges Lusseaud, Les Bases
Falsifiees de l'Ultramonisme, Ed.
Prahecq, 1975
Philippe Cibois, "Faux et
usage de faux chez les carolingiens. L'enquete de Lorenzo Valla"/
(bilimsel makale, 2012). Sunduğu kaynaklar:
Horst Fuhrmann, Fontes luris
Germanici, MGH, 1968
Lorenzo Valla, La Donation de
Constantin, Carlo Ginzburg'un önsözüyle, Les Belles Lettres, 1993
Jean Gaudemet, Les Sources du
droit canonicjue, VlllXXeme siecle, ed. Cerf, 1993
Nicolas Huyghebaert Une leğende
defondation: le Constitutum Constantini, Le Moyen Age, vol.85,1979
Capitulaire d'Aton: Augustin
Fliche La reforme gregorienne’ et la Reconquete chretienne, Bloud&Gay, 1946
et Fournier
Isabelle Depret, L'Eglise
Orthodoxe et l'histoire de la Grece contemporaine, L'Harmattan, 2009
Benjamin Fortna, Stefanos
Katsikas, Dimitris Kamouzis, Paraskevas Konortas, Statenationalisms in the
Ottoman Empire,. Greece and Turkey, Ed. Routledge, 2013
Samim Akgönül, Le Patriarcat grec
orthodoxe: de l'isolement a l'internationalisation de 1923 a nos jours, IFEA„
Maisonneuve&Larose, 2004
Olivier Clement, "Le Patriarcat
de Constantinople", (makale) www.orthodoxa.org
Jean Darrouzes, "Les
documents byzantins du XIIeme siecle sur la primaute romaine", Revue des
etudes byzantines, tome 23,1965
Niketas Honiates, İstanbul'un
Haçlılar Tarafından Zaptı ve Yağmalanması, (Çev. Işın Demirkent)/ Dünya
Yayıncılık, 2006
Geoffroy de Villehardouin,
Dördüncü Haçlı Seferleri Kronikleri, (Çev. Ali Berktay)/Türkiye İş Bankası
Yayınları, 2008
Cardinal Boso, Les vies des papes
(Gesta pontificum Romanorum), Ed. Louis Duchesne, 1955
P. Fournier, G. Le Bras, Histoire
des collections canoniques en Occident, Tome 1/ Ed. Sirey, 1931
Gerard Giordanengo, Dictionnaire
historique de la papaute, Ed. Fayard, 1994
Louis Brehier, Vie et mort de
Byzance, Ed. Albin Michel, 1946
Deniş Sinor, The Cambridge
history ofearly Inner Asia, Volüme 1 / Cambridge University Press, 1990
Lubomir Liptac, Sabine Bollack,
Petite histoire de la Slovaquie, Ed. Institut d'etudes slaves, 1996
Robert Folz, Del l'antiquite au
monde medieval, Volüme 5/Ed. Presses Universitaires de France, 1972
Charles Joseph Hefele, Histoire
des conciles, Paris, 1869
Francis Dvornik, The Idea of
Apostolicity in Byzantium and the legend of the Apostel Andreıo, (Fr. Çev.
Janine Raymond)/ Revue des etudes byzantines, 1959
Rene Grousset L'empire des
steppes, Attila, Gengis Khan, Tamerlan, Ed.Payot, 1938
Vladislav Popovic, La descente
des Koutrigours, des Slaves et des Avars vers la mer Egee, Volüme 12,
www.persee.fr
Glen Warren Bowersock, Peter
Robert Lamont Brown, Oleg Grabar, Late antiquity: a guide to the postclassical
ıvorld, Harvard University Press, 1999
Adolphe Franck, Reformateurs et
publicistes de TEurope, Paris, 1864
Encyclopedia britannica
www.larousse.fr www.herodote.net www.gallican.org www.universalis.fr
www.books.google.fr www.persee.fr www.wikipedia.org
. .BİR HIRİSTİYAN MASALI
Papalık makamı ve devletinin
kurucu yasası, Vatikan'ın gizli arşivlerinde "Donatio Constantini"
başlığıyla yer alan Büyük Konstantin'in vasiyet belgesi, dünya tarihinin en
büyük sahtekârlığı, Avrupa'yı Asya'dan ayıran siyasa] oluşumun temel yalanıdır.
Böyle bir vasiyet yoktur. Papalık
devleti bir tezgâhtır ve Papa'ların ne ruhani, ne de siyasal meşruiyeti vardır.
Büyük Konstantin'e atfedilen
sahte vasiyet, Hıristiyan dünyaya önderlik ve devletler üstü yetki makamını,
Konstantinopolis'ten Roma'ya kaydırmaya yaramıştır.
Bir Hıristiyan Masalı, lb84 yıl
önce dünyanın merkezi İstanbul'a karşı kurulan çok uluslu komplonun, polisiye
tadında tarihidir.
İstanbul, 1123 yıl süreyle Roma
İmparatorluğu'nun başkentiydi. Sadece 561 yıldır bizim mülkümüz. Geçmişini
doğru okuyamazsak, geleceğini çaldırabileceğimiz bir mücevher.
Çünkü komplo baki... Komplocular,
pusuda.