YAHUDİ
TARİHİ…MAHMUT NANA
Arapçadan Çeviren
D. Ahsen BATUR
Bugüne kadar
ülkemizde Yahudi tarihi konusunda bazı kitaplar çıkmıştır. Bunların çoğunun
yazarı ya doğrudan Yahudi'dir, ya da Yahudi sempatizanı kişilerdir. Dolayısıyla
bakış açıları da garazkâr ve sübjektiftir. Elinizdeki eser ise, yazarının Arap
olması dolayısıyla, elbette objektif kabul edilemez. Ama konuyla ilgili Yahudi
yazarların kitaplarını okuyanların, söylenenlerin doğru veya yanlış olduğunu
anlamak için karşı tezleri de okumaları gerekir. Öbür türlü eksik bilgi ve
yanlış kanaate ulaşmamız kaçınılmaz olur ki, bilim adına tehlikeli bir
gelişmedir.
Yahudi tarihi
konusunda yalnızca Arap tarihçilerin yazdıklarıyla yetinilmesi de doğru
değildir. Fakat Rus tarihçisi L. N. Gumilev'in dediği gibi, bir milletin
tarihini biraz da onların düşmanlarının yazdıklarına bakarak öğrenmek gerekir.
Kitabın yazarının
Arap olması hasebiyle yer yer aşırı hissi davrandığı zamanlar olmuştur. Biz,
aşırı akademik bir çalışma olmamakla birlikte, çevirdiğimiz ve yayınladığımız
kitapta, başka bir halkın aleyhine haklı veya haksız hissi yakıştırmalara
prensip olarak yer vermeyiz. Bu yüzden nadiren de olsa (...) işareti koyarak,
yazarın konunun dışına çıkıp, aralarında husumet bulunan bir halk hakkında sarf
ettiği bazı paragrafları atladık.
Her şeye rağmen bir
noktaya dikkat çekmeden edemeyeceğiz. Tevrat'ı incelediğimiz zaman Yahudilerin
tanrısı Yahve'nin tıpkı Yunan ve Roma tanrılarının veya cahilliye dönemi
putlarının seviyesine indirildiğini görüyoruz. Örneğin Yahudi tanrısı,
Yahudiler arasına karışıp düşmanlarına karşı savaşır, onlar adına düşma nı
öldürür; serin yerlerde dolaşmayı sever, pişmiş et kokusundan hoşlanır, kuytu
yerlerde gezmekten korkar; insanla güreşir; hatta doğurur, çocuk sahibi olur;
bazen kendi halkına kızar, onu cezalandırır, ödüllendirir, oturup onunla
anlaşma imzalar vs... Böyle bir tanrının lslam anlayışıyla bağdaşır bir tarafı
olmadığı gibi, Hint ve Tibet tanrılarından, eski Yunan ve Roma putlarından ne
gibi bir farkı olduğunu doğrusu anlayamadık. Ama daha da tuhafı, bu apaçık
şirke rağmen, Kur'an'ın Yahudileri ehl-i kitap arasında göstermiş olmasıdır.
Çünkü bugünkü Yahudi itikatlarıyla Kur'an’ın indiği dönemdeki Yahudi inançları
arasında bir fark mevcut değildir.
Her halükârda
elinizdeki bu eser, daha önce bazı Yahudi yazarların yayınlanmış tarih
kitaplarıyla kıyas edilerek doğru hükme varılmasına mutlaka katkıda
bulunacaktır. Ancak, şunun bilinmesinde fayda vardır: Biz, bu kitabı çevirip
yayınlarken kesinlikle Yahudileri aşağılamak, Arapları yüceltmek gibi bir amaç
gütmedik. Çünkü iki halk arasındaki husumet başka şey, tarihi gerçekler daha
başka bir şeydir.
D. Ahsen Batur
Tarihte Filistin
adını ilk kullanan yazar, tarihin babası sayılan Herodot'dur. Herodot, bu ülkeye
Syria paleatina adını vermiştir. Ayrıca Aşağı Suriye (Lower Syria)
adıyla da biliniyordu. Tevrat'ın “Çıkış” kitabında da Musa'nın Filistin adım
kullandığı biliniyor: “Uluslar duyup titreyecekler; Filistin halkını dehşet
saracak! 1,1 Bu söz, kurulacak olan Filistin göz önünde tutularak
söylenmiştir. Çünkü Musa bu sözü İsrail oğullarının Filistin'e girişinden kırk
yıl önce söylemiş olmalıdır ve Filistinliler o sıralar Filistin sahiline doğru
akarak, orada yerleşme mücadelesi veriyorlardı. Dolayısıyla bir halkın henüz
ele geçirip yerleşmediği bir toprak parçasına kendi adını vermesi mantıklı
değil. Nitekim Musa, sözünün devamında Kenan halkını kastederek “Kenan'da
yaşayanların tümü korkudan eriyecek” demektedir.
İbrahim'den
bahsederken onun yakınma yerleştiği Filistinlilerden söz ettiğini göreceğiz,
ama elbette İbrahim'in sözünü ettiği Filistinlilerin Girit Yarımadası'ndan ve
Ege adalarından Filistin sahiline gelerek M. Ö. 111. Yüzyılda yani İbrahim
döneminden en az altı yüzyıl sonra Gazze ile Yafa arasına yerleşen sahil
halkıyla herhangi bir ilişkileri yoktur.
Filistin adı
Davud'a atfedilen 60. Mezmur'da da geçer: “Filistin’e zaferle haykıracağım!” Aynı şekilde 87. ve 108. Mezmurla Yeşaya
[İşaya] kitabında geçen sözler, Filistin bölgesiyle kastedilen toprakların
Filistin’in güney sahili olduğunu göstermektedir.
Bazı tarihçiler,
Filistin adının 'çobanın ülkesi’ anlamına gelen eski Süryanice Palishan
kelimesinden geldiğini ileri sürmektedirler ki, fazla itimada şayan bir görüş
değildir.
Araştırmacıların
büyük çoğunluğu Filistin’in adını deniz kenarında yaşayan Hint-Avrupaî
Filistinlilerden veya Phlistinea’dan aldığı konusunda hemfikirdirler.
Başlangıçta onların yerleştikleri sahil şeridine, daha sonra ise tüm Güney
Suriye’ye Filistin adı verilmiştir ki, küçük bir bölgenin adının bütün bir
bölgeye verilmesinden başka bir şey değildir.
Daha fazla detaya
girmeden modern Filistin’in İngiliz mandası dönemindeki coğrafi konumuyla'
konuyu kapatalım. İngiliz mandası dönemindeki Filistin, Ekvator’un kuzey
kesiminde 29.3 ve 23.15 enlemiyle Greenwich’in 34.15 ve 35.4 doğu boylamı
arasında kalan 27 000 km2’lik toprak parçasıdır ...
Kenan eli denilen
bölge, Sami Kenan kabilelerini barındıran, bugünkü Filistin bölgesiyle Akdeniz
üzerinde Lübnan ve Suriye sahillerini içeren topraklardır. Burası, Kenanlıların
büyük ticaret şehirlerini kurdukları sahil kesimidir. Örneğin M. Ö. 1450-1195
yılları arasında altın çağını yaşayan Bogarith şehri bunlardandır ki, izleri
Lazkiye şehrinin kuzeyindeki Rasşamra’da 1929 yılında ortaya çıkarılmıştır.
Trablusşam’la Beyrut arasındaki Cübeyl (Biblos/Byblos) şehri ile Sayda (Sydon)
şehri de Kenanlıların kurdukları şehirlerdendir. Bu şehirler arasında en
ünlüsü, sahilden yarım mil açıktaki bir ada üzerinde .kurulan Sur şehridir.
Şehrin yüzölçümü 130 İngiliz feddanıydı (Bir İngiliz Feddanı 4000 m2’dir).
Sözü edilen
şehirler ve bunların kurulduğu bölge Fenike olarak bilinir. Fenikeliler ise
Kenanlılardan başkası değildir. Onlara Fenikeli adını Yunanlılar vermiştir.
Çünkü Kenanlılar solmaz erguvan renkli göz alıcı kumaşlar dokumakla şöhret
yapmışlardı. Yunancada “Fenike” kelimesi kızıl renkli anlamındadır.
Filistin
topraklarına yerleşen diğer Kenan kabileleri ise Kenanlı adını muhafaza
etmişlerdir. Bu sözcüğün “eğilmek, bükülmek, alçalmak" anlamına gelen
“kena”’ kelimesinden geldiği sanılmaktadır. Onlar, yüksek Lübnan dağlarıyla
kıyaslandığında basık bir bölgede yerleşmişlerdi ki, bu adlandırma Filistin’e
verilen “Aşağı Suriye" adıyla da örtüşmektedir.
Bugünkü
sınırlarıyla Filistin diye nitelediğimiz Kenan eli, üzerinde yaşayan halkın
tarih boyunca çeşitli olaylara şahit olduğu oldukça önemli bir coğrafyadır.
Asya ile Afrika kıtasının kesişme noktasında yer alan Kenan eli, bir yandan
Akdeniz’in güneydoğu sahiline, diğer yandansa Kızıldeniz’e bitişik Akabe
Körfezi’ne bakmaktadır. Bölgenin güneybatı kesimi çok eski dönemlerde çeşitli
yönlere göç eden kabilelerin buluşma noktası ve aynı zamanda büyük göç
dalgalarının hedefi haline gelen Bereketli Hilal’ın bir kısmını teşkil eder.
Asya’nın uzak
bölgelerinden gelip Batı Asya, Kuzey Afrika ve Orta Akdeniz limanlarının
bulunduğu medeni bölgelere giden ticaret kervanları Kenan elinden geçerdi.
Yine Mısır, Asur ve Babil ordularının savaş alanına dönen Kenan eli, önce
Yermuk ve Ecnadeyn’de Araplarla Bizanslılar, arkasından Hattin ve Beyt
el-Mukaddes’de Araplarla Haçlılar ve en son olarak Ayn Calut’da Araplarla
Tatarlar arasında nihai savaşlara sahne olmuştur.
Vahşi tarihî
çatışmaların en sonuncusuna ise bu topraklarda Araplarla uluslararası
siyonizmin temsilcisi yeni Haçlılar arasında şahit oluyoruz.
Filistin
toprakları, tarihin hiçbir döneminde açgözlülerin hedefi olmaktan
kurtulamamış, aksine sürekli olarak daha uzak he. deflere zemin hazırlayan bir
ara hedef olmuştur. Çünkü Amerika’nın, Avusturalya’nın ve Yeni Zelanda’nın
keşfinden önce XV. Yüzyıl sonlarına kadar üç kıtanın yani tüm dünyanın buluşma
ve yol ayrım noktası bu topraklardı. Siyaset ve ekonomi sahasında kadim dünyayı
elde tutmak isteyen her gücün bakışlarının odaklandığı noktanın Filistin
olmasında şaşılacak bir şey yok.
Eğer Filistin’le
İbranilerin çıkıp geldikleri Arap Yarımadası toprakları (Irak ve Suriye) ve
bilâhare Mısır’ı birbirine kıyaslarsak, Mısır ve Irak’daki iki kadim
medeniyete mensup halkların faydalandıkları nimetlerin Filistin'e nisbetle çok
çok fazla olduğunu görürüz.
Bu arada
lbranilerin büyük göçleri esnasında faydalandıkları nimetlerin kaynağının da
Filistin'den uzakta bulunduğunu belirtmek gerekir.
Birinci göç
sırasında Abram'ın Filistin'e eli boş gelmediğini görüyoruz. (Abram, bu
yolculuk sırasında hanımı Saray, yeğeni Lut, Harran'dan Kenan eline giderken
sahip oldukları mal mülk ve hizmetkârlarla birlikteydi.)
İkinci yolculukta
Abram'ı bal ve süt ülkesinde açlığa maruz kalmış vaziyette görüyoruz. (Ülkedeki
şiddetli kıtlık yüzünden Avram geçici bir süre için Mısır'a gitti.)
Üçüncü yolculukta
Abram'ın tekrar Mısır'dan çıktığını görüyoruz. (Abram çok zengindi. Sürüleri,
altınları, gümüşleri vardı.)
Dördüncü yolculuk
sırasında İshak'ın da tıpkı babası gibi kıtlıktan mutazarrır olduğunu
görüyoruz. Eğer Tanrı'nın emri olmasaydı lshak muhakkak Mısır'a giderdi, fakat
bu defa çözüm yaklaşık olarak bölgeseldi. (lbrahim'in yaşadığı dönemdeki kıtlıktan
başka ülkede bir kıtlık daha oldu. İshak Gerar'a, Filist kralı Ebimalik'in
yanına gitti. Rab İshak'a görünerek, “Mısır'a gitme" dedi. “Sana
söyleyeceğim ülkeye yerleş. Orada bir süre kal..")
Beşinci göç
sırasında Yakub Harran'a heybesi boş gitti ve iki hanımı Lea ve Rahel'in mehir
parasını kazanmak için on dört yıl dayısı Laban'ın yanında çalıştı. Daha sonra
Kenan eline büyük bir servetle dönmek için altı yıl daha çalıştı. Yaratılış
kitabında anlatıldığına göre Yakub'un kardeşi Esav'ı razı etmek için verdiği
rüşvet kabilinden hediyeleri sunacak kadar zengindi. “Yakub geceyi orada
geçirdi. Birlikte getirdiği hayvanlardan ağabeyi Esav'a armağan olarak iki yüz
keçi, yirmi teke, iki yüz koyun, yirmi koç, yavrularıyla birlikte otuz dişi
deve, kırk inek, on boğa, yirmi dişi, on erkek eşek ayırdı."
Altıncı yolculuk
sırasında genel bir kıtlık vardı. Yakub ve oğullan Mısır'a gitmişti.
Yusuf da bunlar arasındaydı. Orada bir süre ikamet ettiler. Sonra lsrail*
Mısır'dan göç etti. “Daha pek çok kişi de onlarla birlikte gitti. Yanlarında
çok sayıda davar ve sığır vardı.”
İbraniler, her
yolculukta Filistin'e bol servetle giriyor, sonra oradan aç ve meteliksiz
olarak çıkıyorlardı.
Belki de
İbranilerin tarihinde en yeni göç günümüzdeki göçtür ve Filistin'in süt ve
balının hiç de kolay elde edilen bir şey ve sözü edilen balın bildiğimiz bal
olmadığını bariz bir şekilde göstermektedir ve üstelik bu bal da ebedi
değildir. Günümüz İsrail'ine para ve yardım yağmur gibi yağmaktadır, ama her
geçen gün, Filistin'in bugünkü sınırlarıyla yeterli bir süt ve bal kaynağı olmadığını
göstermektedir.
Geçmişte Kenanlılar
Mısır, Babil ve Kuzey Suriye'de refah konusunda komşularından daha az
şanslıydılar ve bu durum Suriye sahilindeki Kenanlıyı yani Fenikelileri denize
yönelmeye, dalgalar arasında tacirleri ve uygarlık elçilerini taşımaya
sevketmiş; iç bölgedeki Kenanlılar ise mütevazi durumlarıyla yetinmişlerdir.
Pek tabiidir ki
bugünkü İsrail yöneticileri bu tarihi-coğrafi gerçeği göz ardı etmemiş ve
varlıklarını sürdürmelerinin iki yoldan biriyle, daha doğrusu her ikisiyle
birden mümkün olabileceğini anlamışlardır. Bunlardan biri, imkanlar dahilinde
gasp edilen toprakları genişletmektir ki, bölgesel aktivite bu yöndedir; ikincisi
ise büyük bir deniz ticaret filosu kurmak ve kadim Fenikeli Kenanlıların üç bin
yıl önce oynadıkları rolü tekrarlamak suretiyle uluslararası alanda faaliyet
göstermektir.
Tevrat'ın
bölümlerinde sözü edilen süt ve bala gelince, Filistin'e işaret eden bu sözler
geç dönem yazarlar tarafından Yahudilerin ruhunda küllenen duyguları uyandırmak
ve tarihte atalarını Filistin'e çektiğini iddia ettikleri maddi dürtüleri
kutsallaştırmaya sevketmek için uydurulmuş bir rivayettir. Daha ileride maddi
dürtülerin her tür Yahudi hareketini tek tek ve bir bütün halinde yönlendiren
sabit kutup olduğunu göreceğiz.
Gerçekte hiçbir
normal insan vatanını süt ve bal fışkırdığı için değil, vatanı olduğu için
sever. Nitekim bir çocuk da annesini güzel veya zengin olduğu için değil,
annesi olduğu için sever. Annesi güzel ve zengin olabilir de olmayabilir de;
ama onu aylarca karnında taşıyıp, doğum öncesi ve sonrasında itina göstermesi
sevmek için yeterli bir sebeptir. Annelerimizi ve ülkelerimizi sevmemizin
sebebi budur. Dolayısıyla kısır bir anne kendisini horlayacak çocuklar
doğurmayacağı gibi, kısır bir toprak da bir halkı bağrına basmaz, vatan olarak
da asla kabul edilmez.
Biz, Filistin'i bal
ve süt fışkırdığı için değil, aksine
vatanımız olduğu için seviyor, . hanceremiz yırtılırcasına ve samimi bir
kalple hürriyet, şeref ve fazilet için haykırıyoruz fa, bu, milli bir
haykırıştır.
Filistin kuzey ve
doğudan güney ve batıya veya aksi istikamete doğru uzanan uluslararası bir
geçit olduğu için Mısır, Arap ülkeleri, Babil ve Hindistan arasında ticari
malların nakledildiği kervan yollarıyla örülmüştür. Tabi ki bu yollar aynı
zamanda Mısır, Babil ve Pers ordularının sürekli kullandıkları güzergahlardı. Biz, bu çalışmamızda önemli mevkilerin
adları üzerinde özellikle duracağız.
Bazıları hâlâ
günümüz Filistin'inde ana yolları teşkil eden önemli ticaret güzergahları
şunlardır:
Mısır'dan başlayan sahil yolu Ariş üzerinden
Rafah'a (Raphia), oradan Gazze'ye ulaşarak daha sonra Lakiş üzerinden Beyt Cibrin'e ve ondan sonra da
el-Cebel üzerinden Urşelim [Kudüs]e ulaşmaktadır. Gazze'den kuzey
istikametinde ilerleyen bir yol Filistin vadisinde sahilden biraz
uzaklaşarak Askalan yakınlarındaki Mecdel (yani Burç) üzerinden Aşdod'a
varmaktadır. Aynı yol Aşdod'dan sonra Akır'a (eski Akron), sonra Ramla ve
Lidda'ya ulaşır. Aynı şekilde en önemlisi Beyt Havrun, Amvas ve Vadi-i Ali
olan yollarla da Kudüs'e ulaşılır. FİLİSTİN’E
DAİR |
Yafa'dan başlayan sahil yolu kuzey yönüne
uzanarak Arsuf üzerinden Sezar Harabeleri'ne, oradan Tantura (Saray Harabeleri)
üzerinden Atleet'e, oradan Hayfa'ya ulaşır ve tarihte önemli bir yeri olan
Akka'ya vasıl olur.
Lidda'dan kuzeye
yönelen başka bir yol Kafr Saba (veya Ras el-ayn) üzerinden Kakun'a ulaşarak
Han el-Lecun'da son bulur.11
Megiddo vadisi
içten sahile doğru açılan aşılması en kolay geçitlere sahiptir. Bu geçitler
sayesinde bir taraftan Akka'ya, diğer taraftan ise güneybatıda Cenin'e
(El-Gunaim) ulaşılır. Akka'dan sahil boyunca kuzeyden Ez-Zeyt (Akzib)e ulaşan
yol, daha sonra Ras en-Nafura ve Ras el-Ebyaz üzerinden Sur'a gider.
Mısır'a tekrar
dönüp başka bir yolla Filistin'e gitmek istersek, sahrayı kateden Süveyş
Berzahı üzerinden er-Rahibi'ye (Rahbut'a), arkasından Hallasa (Ellusa), sonra
Birşeba üzerinden kuzeye yönelerek ez-Zahiriye'ye, oradan el-Halil'e (Hebron)
varırız. Buradan başka bir yolla el-Halil'e varıp, Vadi-i Araba'da ilerleyerek
Sufa geçidi üzerinden el-Halil'e ulaşmak mümkün.
Önemli ve zor bir
yol, dağlık bölgeden geçerek en önemli merkez ve iç şehirlere ulaştıktan sonra
Habron'dan Ramme'ye, oradan Beyyar Vadisi üzerinden Halhul'a ulaşır. Oradan da
Beytlehem'i sağına alarak Urşelim'e yönelir.
Urşelim (Kudüs)den
başlayan bir yol doğuya doğru uzanarak Eriha'ya varır. Yine Urşelim'den kuzey
yönünde uzanan başka bir yol Ram veya Rama üzerinden Şa'fat'a, oradan Bi're'ye
(Beeroth), oradan Ayn el-Haramiye'ye uğrayarak, sırasıyla Sencel, Han elLeben
ve Nablus'a (Şekem) varır.
Nablus'dan başlayan
bir yol Şeria nehrini aşarak Salt'a ulaşır. Yine Nablus'dan çıkan başka bir yol,
Tobas Sabas'a (Thebes) uğrayarak Ürdün Vadisi boyunca kuzeydoğuya yönelerek
Bisan'a varır. Yine
Nablus'dan yüksek bölgelerden geçerek Sebastia (Samaria) yakınından doğuya
kıvrılıp Cenin'e, oradan kuzey istikametinde lbni Amir merasının (Yizrael)
doğu tarafını dolaşarak Nasıra'ya ulaşır. Nasıra'dan Akka'ya uzanan bir geçit
vardır.
Cenin-Nasıra yolunu
takip eden kervan güzergahı El-Afula merkezinde çatallaşır. Birisi el-Afula'dan
kuzeydoğu yönüne uzanarak Tur dağı (Tabur) üzerinden Han et-Tuccar'a varıp
çeşitli kollara ayrılır. Bunlardan biri Mecdel yakınında Taberiye gölüne (Kegirt
veya Kennara) varır ve buradan Taberiye şehrinin hafif kuzeyinden geçer. Göl sahilini yalayarak ilerleyen yol, Küçük Kegirt
vadisini geçtikten sonra gölün karşısındaki dağları aşarak Cöb Yusuf hanına
ulaşır, oradan tekrar kuzey Ürdün vadisine yönelerek Benat Yakub Köprüsü
vasıtasıyla nehri geçip Şam'a vasıl olur.
Ürdün Çukuru'ndan
geçen bir kervan yolu daha vardır. Bu yol, kuzeyde Eriha-Bisan arasında uzanır.
Bisan'dan başlayıp Mecami' Köprüsü vasıtasıyla Ürdün içinden geçip giden yol,
kuzeydoğu yönünde Fayk’a, daha sonra Havran'a uğrayarak Dımaşk'a ulaşır.
Ürdün'ün doğu
kesiminden geçen büyük bir kervan yolu daha vardır ki, güneyde Petra'dan
başlayarak Karak (Kir Moab) üzerinden Ar ve lyr karşısındaki Rabbe'ye (Rabbath
Moab) uzanır ve El-Mevceb (Arnun) nehrini geçerek kuzey istikametinde tepeleri
aştıktan sonra Hasban (Haşbun)a, oradan da Amman (Rabat Ammun)a varır.
Batı Şeria'da
Eriha'dan başlayan başka bir yol Salt'a uğradıktan sonra kuzey istikametinde
Babuk (Mavi) nehri geçerek Cereş'e ulaşır. Aynı yol Cereş'den sonra kuzeybatı
istikametinde Tibne'ye, sonra Makis (Gadara), daha sonra Ürdün Vadisi'ne
ulaşır. Oradan da kuzeydoğu istikametine yönelerek Zevmel ve Havran'a, sonra
oldukça incelerek Busra'ya ve oradan da Dımaşk'a varır.
Araştırmacı için en
zor konu, pek çok orijinal kaynağa müracaat etse dahi, tarih boyunca
Filistin'e yerleşen halkların kimliği ve miktarı hususunda kesin bir karara
varmaktır. Çünkü kaynaklar oldukça karmaşıktır ve bu yüzden güvenilir bir
sonuca ulaşmak zordur. Susuzluğumuza deva olmayacak bir serabın arkasından
koşmayı bir yana bırakarak ilk basit bilgilere müracaat etmek, alınacak en
kolay tavırdır.
Sami dilini konuşan
insanların Filistin'e damgalarını vurdukları muhakkak.
M. Ö. III.
Binyıldan itibaren Filistin'i yurt tutan Amorîler, burada şehirler ve kaleler
kurmuş; Filistin'e, Suriye ve Irak'a siyasî ve askeri yönden hâkim olmuşlardır.
Amorîlerin başkenti Mari şehri güzel kadınlarıyla meşhurdu.
Filistin'de
Amorîlerle birlikte veya onlardan sonra Sami Kenanlılar yaşadılar. Muhtemelen
Kenanlı göç dalgası çok güçlüydü ki, bölge onların adıyla Kenan eli olarak
anılmaya başlamıştır.
Daha sonra
Heksosların belli bir süre Suriye ve Mısır topraklarındaki katı hakimiyeti
sırasında Hurriler, Habirular ve Hattiler buraya yerleşmiş veya buradan göç
edip gitmişlerdir. Arkasından, M. Ö. Il. Binyıl ortalarında Sami Aramller tarih
sahnesine çıkarak, yoğun bir şekilde orta Fırat, Dımaşk, Havran ve Beka vadisine
yerleştiler.
İbranîlerin Kenan
eli kapılarını çalmaya başladıkları dönemde, yani XIII. Yüzyıl sonlarında
Hint-Avrupaî bir halk, Kenan eli sahillerine saldırarak Yafa ile Gazze arasında
kalan kırk mil uzunluğundaki şeride yerleştiler. Bunlar, daha sonraları tüm
Filistin'e adlarını. verecek olan Filistîlerdi.
En yaygın görüşe
göre asıl ülkeleri Girit ve Ege adaları olan Filistîler, memleketlerinin deprem
ve Afrikadan gelen göç dalga sıyla harabe haline dönmesinden sonra bazen kara
yoluyla Küçük Asya'yı aşarak, bazen deniz yoluyla Suriye'ye gelip Filistin sahilinde
karar kılmışlardır.
Her ne kadar
Araplar bu eski dönemlerde Filistin ahalisinin oluşmasına büyük ölçüde katkıda
bulunmamışlarsa da, önemli bir ağırlıkları vardı ve güney taraftan Filistin
sınırlarına sokulmuşlardı. Nitekim M. Ö. VI. Yüzyıldan itibaren ilerlemelerini
sürdürerek Sina'nın kuzeydoğu kesiminde Arap Nabat devletini kurmuş ve
başkentleri Petra Romalılar döneminde yüksek bir medeniyet seviyesine
ulaşmıştır. .
Arap Yanmadası'na
münhasıran Arap topraklan denmeye başlandıktan sonra Ürdün'ün doğusundaki
toprakların tamamına da bu ad verilmiş ve Romalılar çıkıp gelince Ürdün'ün
doğusuna resmen Arap yurdu adım vermişlerdir. lslamî fetihlerden sonra ise
Filistin ve diğer Arap bölgeleri koyu bir Arap kimliğine bürünmüştür. Ürdün
nehrinin iki yakasına saçılan Filistin ahalisi, şehirlisi, köylüsü ve
vahalısıyla aslen Arap kabilelerine mensup olmakla övünürler.
Akka, Hayfa, Nasıra
ve aynca el-Celil [Galile] metropoliti Matran Gregorius Haccar'ın, İngiltere
hükümetinin Arap ihtilalinin sebeplerini araştırmak için 1937'de Filistin'e
gönderdiği Kraliyet Komisyonu'na söylediği şu sözlere kulak verelim:
“Filistinli
Arapların bu ülkeyi Yahudilerden binlerce yıl önce vatan edinen asıl Filistin
yerlilerinin soyundan geldiklerini unutmayın. Yahudiler onları kovmaya
muvaffak olamadılar ve ülke şu ana kadar onların adıyla kaldı. Yahudiler
ülkenin ancak bir kısmını birkaç asır boyunca ellerinde tutabildiler. Sonra
Filistin'de Hristiyanlık ortaya çıktı. Semavî kitaplara göre onların tamamı,
aynca Yahudilerin bir kısmı Hristiyan oldu. Hristiyanlara yapılan baskılara
rağmen Filistin Hristiyanlaştı. Tarihçilerin bir çoğu bu desiselere Yahudilerin
sebep olduklarım kaydetmektedirler. Şu anda bu konuya girmek istemiyorum.
Filistin, Hristiyan kiliseleriyle doldu. Arkasından İslami fetihler başladı.
İslam kutsal şey lere saygılı davrandı. Çünkü bizzat kendisi İsa'yı
yüceltiyordu. Ama Hristiyanların büyük kısmı İslam dinini kabul etti ve Arapça
yayılarak tüm ülkeyi sardı.
İslamî Arap
fetihlerinin en iyi yanlarından biri, fatihlerin fethettikleri ülke
halklarıyla kaynaşıp, onları kendilerine dönüştürmeleridir. Üstelik de çok az
bir ordu ve görevli bırakarak. Hristiyanların bir kısmı kendi dinlerini
muhafaza ettiler, ama bu, iki taraf arasında köken birliğine ve kan bağına
zarar vermedi.”
Filistin'in eski
sakinlerinin kimliği hakkındaki bu sözlerden sonra bunların arasında Samilerin
diğer unsurlar, kabileler ve gruplara baskın çıkarak, onları yanlarına çekip
kendilerine benzettiklerini rahatlıkla söyleyebiliriz.
Bazı Yahudi
kaynaklan Davud peygamber zamanında Yahudi nüfusunu iki buçuk milyona veya
biraz daha fazlasına çıkarırken, başka kaynaklar İsrail oğullarının Mısır'dan
çıktıktan sonra Filistin'e saldırdıkları sırada nüfuslarının çeyrek milyon
civarında olduğunu kaydetmektedir. Araştırmacı tarihçiler Çölde Sayım kitabının
verdiği rakamı ihtiyatla kabul etmek gerektiği ve detayların çok ciddi şüpheler taşıdığı
konusunda bizleri uyarmaktadırlar. İsrail oğullarının Kenan elindeki
savaşlarından bahsederken gerçekten akıl almaz abartılarla karşılaşacağız.
Kısacası dağlık
bölgelerde ve sahra kesiminde yaşayan insanların dağınık ve az oldukları, en
kalabalık Filistin kentinin el-Celil [Galile) olduğu söylenebilir. Ürdün'ün
doğu kesimi ise Filistin'in daha tenha bölgesiydi. Bu yüzden ve başka bir
sebepten dolayı Edom [Idumea], Moab ve Ammon kabilelerinin İbrahim'in
önderliğinde birinci İbrani göçünün bir parçası olarak Doğu Ürdün'e
yerleşmeleri mümkün olmuş, böylece İsrail oğullarının Ürdün nehrini geçip
batıya doğru ilerlemeden önce buraya ayak basmaları kolaylaşmıştır.
Mısır, Suriye ve
Irak’da yaşayan eski toplulukların dini inançları ve görenekleri arasında
benzerlikler vardı.
Her şehrin
tapındığı ve kurbanlar sunduğu kendi özel tanrısı vardı. Belki de bu ülkelerde
herkesin ibadet ettiği tek ortak tanrı, güneş tanrısıydı.
Mısır’daki güneş
tanrısının en çok yaygın olan adları Ra, Amon ve Pitah’dı. Karanlıkları kovan
ve hafif gemisiyle tek başına ebedi günlük gezisini yapan o idi.
Eski inançların tamamında
ışık iyiliğin, karanlık da kötülüğün sembolüydü. Sümerlerin ay tanrısının adı
Nanna, güneş tanrısının adı Utu idi. Bu ikisi, karanlık tarafından temsil
edilen kötülüğü kovarlardı. Sümerlerde ayın başka bir görevi daha vardı ki, o
da gizli geleceği okumak, insanların akibetlerini bilmekti. Güney tanrısının
işi ise gerçek iyi ve salih kişileri keşfetmekti.
Mısırlılarda güneş
tanrısının annesinin adı Nut, Sümerlerde Ninhursag’dı.
Amorîlerin ateş,
Mısırlıların kötülük tanrısı olarak bildikleri bir diğer ortak tanrı da Şis’di.
Hatta bugün bazı Arap ülkelerinde kendisine yaranmak ve şerrinden emin olmak
için Şeytana tapan gruplar belki de eski Şis’e tapanlarbulunmaktadır.
Söylendiğine göre bu kötülük tanrısı Şis’i veya Şeytanı Amorîlerden alarak
meşhur göçleri sırasında Mısır’a taşıyan ve yerli halka hediye edenler
Heksoslardır.
Mısır'da yılan
kötülüğün tam tecessüm etmiş sembolü olarak görülür. Resimlerde tanrıların
ayakları altında çiğnenen sefil bir yaratık olarak gösterildiği için
“ubab" (serap) adı verilir. Yılan, Kenanlılarda da kötülük sembolüydü. Ona
“livyatan" diyorlardı. lbraniler bu kötü sembolü cismiyle birlikte
aldılar. Adı Tevrat sifirlerinde geçmektedir. Tevrat'da Rab'bin acımasız,
kocaman, keskin kılıcıyla denizdeki canavarı cezalandırıp öldürdüğü o gün
kıvrıla kıvrıla kaçan Livyatan tasvir edilmektedir.1 (Livyatanın
başlarını ezdin; çölde yaşayanlara onu yem ettin.) Göründüğü kadarıyla burada 'çöl halkı'ndan
maksat engerek yılanlarını yiyen yıldırım ordularıdır. Burada ibare bir öncekine
nisbetle objenin Kenanî orijinli olduğunu göstermektedir. Çünkü metinde baş kelimesi
çoğul olarak kullanılmıştır ki, sözü edilen Livyatan'ın birden çok başı
olduğuna işaret etmektedir. Kenanlıların taptıkları canavar birkaç başlıydı. Bu
çok başlı yılan motifi Yunan literatürüne de girmiştir. Yunanlılar efsanevi
kahraman Herkül'e saldıran yılana Hydra diyorlardı.
Mısır'ın Oziris,
İzis ve Horus yani baba, anne ve oğul üçlü mitolojisinde Kenanlıların Tammuz
efsanesine aşırı bir benzerlik görülmektedir.
Mısır'da yer ve gök
tanrıları kan-koca idiler. Erkek tanrıdan Oziris ve Set, kadın tanrıçadan İzis
ve Neftis dünyaya gelmiştir. Oziris kızkardeşi İzis'le evlenince kötü kardeşi
Set yani Amorî dostumuz ona kin bağlar ve öldürür. Sonra cesedini Akdeniz'e atar.
Dalgalar cesedi Fenike sahillerine sürükler. Karısı İzis kocasının cesedini
aramaya çıkar, bulur ve defneder. Fakat şanssızlığından Set onu bulur, parça
parça eder ve her bir parçasını Mısır'ın bir tarafına fırlatır.
Oziris ve İzis'in
oğlu Horus büyür ve babasının intikamını alarak kötülük tanrısı Set'e karşı
ezici bir zafer kazanır.
Kenan edebiyatında
Tammuz avlanmak için Lübnan ormanlarına çıkar. Orada bir domuzun saldırısına
uğrar ve ölümcül bir yara alır. Tammuz sevgilisi İştar'ın önüne getirilir ve
orada ölür. O andan itibaren Tammuz'un göz yaşlarının karıştığı İbrahim
nehrinin suları ilkbahar mevsiminde kızıla boyanır.
Son zamanlarda uzay
gemileriyle ayın çehresini bize çirkin gösteren bilim adamlarının meslektaşları
olan arkeologlar, bu güzel hikayeyi çirkinleştirerek, ilkbaharda lbrahim
nehrinin taşıdığı kızıl toprağın kan rengiyle boyandığını iddia ettiler. Keşke
dedikleri gibi olsaydı..
Burada Oziris'in
bedeninin parçalanması ve parçaların Mısır'ın dört bir yanına fırlatılması
olayı üzerinde kısaca duralım. Her şehrin başında diğer şehirlerle çekişip
duran bir prensin bulunduğu eski Mısır'daki feodal yönetim döneminin bir
sembolü müdür bu? Bununla Tevrat sifirlerinde anlatılanlar arasında bir
bağlantı kurmak içimden gelmiyor. Örneğin orada anlatıldığı kadarıyla Şilolu
Ahiya Süleyman'ın ölümünden sonra Şekem'i yöneten peygamber Yeroboam'la
karşılaşınca, onun yeni elbisesini alıp lsrail oymaklarının sayısına uygun
olarak on iki parçaya ayırır. Sonra Yarovam'a on parçasını kendisine alıp bir
parçayı Şekem'de on lsrail boyunu yönetmenin sembolü olarak bırakmasını
emreder. Süleyman oğlu Rehoboam Kudüs'de Yahuda Oudah] boyunu yönetir.
Tabut hikayesi ve
tabutun denize bırakılışı Irak topraklarındaki büyük Sami krallarının ilki
Sargon'la ilgili olarak da anlatılır.. Nitekim Sargan (M. Ö. 1371-1316)
kendisinden bahsederken ikinci annesinin muhtemelen mürebbiyesinin kendisini
bir sandığın içine saklayıp nehre bıraktığını belirtir. Fakat nehir onu yutmaz
ve aksine doğruca Eki'ye götürür. Eki onu evlat edinerek bahçevan olarak
yanına.alır. (Bahçevanlık yaptığım günlerde Aştar bana âşık oldu.. dört yıl ...
daha .. kraldım.)
Aştar'ın Sargon'u
sevdiği gibi firavunun kızı da annesi tarafından bir sandığa konularak nehre
bırakılan Musa'yı sever.
Böylece hikayenin
iki defa Mısır'da, bir defa Irak'da olmak üzere üç defa tekrarlandığını
görüyoruz.
Kralları tanrıların
seçerek, yönlendirdikleri, kralın birinci vazifesinin tanrıya hizmet etmek ve
onun için tapınaklar kurmak olduğu inancı eski uygarlıkların ortak
yönlerindendir.
Kahinlerin Mısır ve
Irak'da oynadıkları roller de örtüşmektedir. Onlar, zayıf krallar döneminde
duruma hakim oluyorlardı. Örneğin Mısır'da firavuna hizmet etmeleri ve aynı
zamanda doğrudan otoritelerini kullanmaktan âciz oldukları dönemlerde firavun
aleyhine casusluk yapmaları için oğullarını ve öğrencilerini feda ediyorlardı.
Her Mısır
başkentinde vakıf mallarının çekip çevrilmesi işine nezaret eden, gelirleri
olan ve onu âyinlerin icrası için harcayan baş kahinin yönettiği bir kahinlik
okulu vardı. Rütbece baş kahinden hemen sonra gelen kişiler sırasıyla tapınak
babaları, temizleyiciler, musikişinaslar, ilahi korosunda bulunanlar ve buhur
taşıyıcılardı..
İbraniler bu konuda
pek çok şeyi kendilerine örnek almışlardır. “Atayacağınız kral, Tanrınız
Rab'bin seçtiği kişi olmalıdır.” Kahinlere
gelince, onların seçiminde Tevrat sifirleri [kitapları] oldukça sıkıdır.
Kahinler, ancak Levililerden seçilebilirdi. Görevleri ölünceğe kad:.ı levam
eder, bir başkasına devredilemez ve kuşaklar boyu sürer.0 Bunlar
askerlik gc revinden muaftılar. Ülkenin başına gelecek bir felaketten
nasiplerini almazlardı. Buna karşılık sifirlerde onlara siyasi, dini ve medeni
haklar konusunda sürekli artan imtiyazlar tanınmıştır.
Mısırlı kahinler
keten elbise giyerlerdi. Levililer oymağından gelen İsrailli kahinler de keten
elbise giymek zorundaydılar. İleride bu konuya tekrar döneceğiz.
Tevrat sifirlerinin
bir çok yerinde İsrail oğullarının Yahve'ye tapmaktan yüz çevirdikleri,
Kenanhların ve onların çağdaşı veya onlardan önce bu ülkeye yerleşen Sami
kardeşlerinin gelenek ve göreneklerini uyguladıkları, onların tanrıların:
taptıkları anlatılmaktadır ki, böylece Kenanhların veya onlardan önce yaşayan
halkların inançları hakkında da genel bir bilgi sahibi olabilmekteyiz.
Sümerlerde ay, adı
İbrahim'in doğduğu yer olarak Yaratılış kitabında da geçen Ur şehrinin
koruyucu tanrısıydı. Sümerliler ona Nanna diyorlardı. Samiler Irak topraklarına
gelince aya tapındılar ve ona Sin adını verdiler.
Onun
oğlu güneş tanrısı Utu ise Sümerlerin Sippar ve Larsa şehirlerinin
koruyucusuydu. Samiler onu da tanrı olarak benimseyerek Şamas adını verdiler. •
Sümer savaş
tanrısının adı Ninurta idi. Amorîler de onu savaş tanrısı olarak benimsediler
ve Samice bir kelime olmadığını bile bile Amuru adını verdiler. Çünkü bu
kelime, Sümerlerin batıdan gelen Samilere verdikleri isimdi. Muhtemelen Muru
batıyla bağlantılı bir kelimedir. Eğer bu isimle orta çağlarda Kuzey Afrika
halkına verilen Moors adı arasında bir bağlantı olduğu ortaya çıkarsa bunu
yadırgamayız. Çünkü onlar, aralarında Yunanca ve Latince gibi Ari dilleri
konuşan halkların da bulunması sebebiyle Orta Akdeniz'in doğu havzası
ahalisine kıyasla batılıdırlar.
Sümerler büyük aşk
ve bereket tanrıçasına lnanna diyorlardı. Samiler onu benimsediler ve Amorîler
de savaş tanrısına arkadaş yaparak Aşirat adını verdiler. Aşirat eğlenceyi ve
hareketliliği severdi. Babilliler ve Asuriler de aynı tanrıyı alıp Iştar adını
verdiler. Aynı tanrının Kenanlılardaki adı Aştart, Tevrat'daki adı ise
Aştarot'dur.
İnanna/lştar'ın
kocasının adı Sümerlerde Dumuzi, Kenanlılarda Tammuz'du. Ona ayrıca Adon lâkabı
verilmişti ki, Kenancada anlamı “efendi/tanrı” demekti. Yunanlılar onu alarak
Adonis -adını verdiler ve Mısır tanrısı Oziris'le özdeşleştirdiler.
Yahudiler,
Tevrat'ın Arapça çevirisinde Yahve'yi “Tanrı RAB” adıyla zikretmektedirler ki,
lbranice Adon kelimesinin Arapça karşılığıdır. İbranice derken Kenancayı
kastediyoruz. Çünkü 1braniler Kenancayı öğrenmiş, böylece bilâhare bu dil
onlara atfedilmiştir.
Her şehrin koruyucu
bir tanrısı olduğu gibi, her halkın da milli bir tanrısı vardı. Sümerlerin
milli tanrısı Enlil'di. Yani göğün gücü ve krallar kralı. Gökle yeryüzünü
birbirinden ayıran ve kâinatı yaratan o idi. Enlil'in kelime anlamı gök
tanrısı demekti. Sümer krallarını seçen, onaylayan, başlarına kutsal tac koyan
da o idi. Babilliler gelince, büyük gücü Enlil'den alarak, bu sıfatı en büyük
tanrıları Marduk'a verdiler.
Amorîler Sümerlerin
gök tanrısı Enlil'i alıp Hadad adını verdiler. Arâmîler de aynı adı
kullandılar. Onlarda en önemli ve en güçlü tanrı Hadad'dı. Bulutları
yönlendirir, yağmur yağdırır ve toprağa yeniden hayat verirdi.
Kenanlıların hava
tanrısının adı Ebil'di ve en büyük tanrıları bu idi. lbranilerde de en büyük
tanrı o idi. Ugarit Kenanlıları ona M. Ö. II. Binyılın ilk yarısında 11
diyorlardı ki, lbrani Yakub'un diğer adı lsrail ismi de büyük Kenan tanrısının
adından alınmıştır.
Kenanlılar da,
Amorı kardeşleri ve onlardan önceki Mısırlılar ve Sümerler gibi tapınaklar kurmuşlardı.
Tapınakları yapmaktan asıl amaç, tanrıya kalacak bir yer temin etmekti. Onlara
göre tanrı da tıpkı bir insanın evde yaşaması gibi tapınakda yaşardı. Tapınak
sayesinde insan tanrısıyla ilişki kurar, onunla tanışır ve tavsiyeler alırdı.
Tapınakların en
önemli özelliği, herhangi bir aletle dokunarak kirletilmeyen kireç taşından
yapılmış bir sunakın mutlaka bulunmasıydı. Ayrıca kabilenin erkek tanrısını remzeden bir
kutsal anıt, yine kutsal bir sütun veya mukaddes bir ağaç bulunmalıydı. Bunun
dışında sunağın, sütunun veya anıtın altında kahinlerin verdikleri haberleri
aldıkları odalar yapılırdı. Bir de tapınakların yan taraflarında ibadet
edenlerin duadan önce ayaklarını yıkamaları için sekiler bulunurdu.
Eski insanlar
tapınak yapımı ve tarım sezonunun açılması münasebetiyle çocuklarını kurban
ederlerdi. Amorîler ve Kenanlılar da bu dini geleneği sürdürmüşlerdir. Tapınak
meydanının orta yerinde bir insan kurban sunulurdu.
Kenanlılar,
şehirdeki tapınakların dışında dağ tepelerinde ve yüksek yerlerdeki açık havada
da tanrılarına taparlardı. Önemli Kenan şehirlerinden Gezer'in harabeleri yakınında küpler içinde tanrılara
sunulan kurbanlara örnek teşkil eden çocukların kemikleri bulunmuştur.
Tevrat'ı
incelediğimizde lbranilerin putperestlik gelenek ve göreneklerinin pek çoğunu
benimsediklerini görüyoruz. Bir kere Müsa döneminden tanıdığımız 11 veya Yahve
[Yehova], onların,
ama yalnızca
onların milli tanrısı idi. İbrahim'in, İshak'ın, Yakubİsrail'in ve İbranilerin
tanrısı o idi. “Sizi kendi halkım yapacak ve tanrınız olacağım. ” Zamanın ve dönemin şartları ne olursa olsun,
diğer halkların da savaş ve barış zamanlarında, hasat ve ekin zamanında
taptıkları kendi özel tanrıları vardı. “Bütün halklar ilahlarının izinden gitse
bile, biz sonsuza dek Tanrımız Rab'bin izinden gideceğiz."
Bölümlerinde birçok
yerde tüm insanlığın tek bir tanrısı olduğu ısrarla vurgulanmış olmakla
birlikte, Tevrat, İbranilerin dışındaki eski medeniyetlere mensup halkların
tek tanrı düşünceleri seviyesine ulaşamamıştır.
Gerçi Gustave Le
Bon11 Mısırlıların tek tanrı inancına sahip olduklarını inkâr
etmemektedir, ama kaynaklarda anlatılanların çoğu Le Bon'un kanaatini
paylaşmamaktadır. Fransız bilim adamı Maspero “Mısırlıların tanrısı, mükemmel
tek bir varlıktı, her şeyi bilir ve görür, ama görülmezdi" diyerek onun
kendi başına var ve diri, göklerin ve iki yer yüzünün efendisi; babaların babası,
anaların anası olduğu görüşüne varmıştır. Ona göre Mısırlıların tanrısı yok ve
gaip olmaz; dünyayı doldururdu. Benzeri yoktu ve her yerdeydi.
İleriki sayfalarda
İbranilerin yüce sıfatlardan soyutladıkları, bazen de yüce tanrı bir yana
dürüst bir insanın kendisine yakıştıramadığı özellikleri yamadıklarını Tevrat
bölümlerinden örneklerle göreceğiz.
İbraniler,
Kenanlılardan tanrılarının yaşaması için bir tapmak yapma fikrini almış;
Müsa'nm oradan oraya nakledilen bedevi tanrısınki gibi Rab'bin meskeni haline
getirdiği toplantı çadırından sonra Kenan eline yerleşmesini müteakib tanrı
için bir ev yapma talebi kendini göstermiştir. “Kral Davud ayağa kalkıp onlara
şöyle dedi: ‘Ey kardeşlerim ve halkım, beni dinleyin! Rab'bin Ahit Sandığı,
Tanrımızın ayak basamağı için kalıcı bir yer yapmak istedim. Konutun yapımı
için hazırlık yaptım.”43 Ama Tan rı onu bu işten menetti ve binanın
yapım işini oğlu Süleyman’a bırakmasını söyledi. “Rab bana şöyle dedi:
'Tapınağımı ve avlularımı yapacak olan oğlun Süleyman’dır. Onu kendime oğul
seçtim. Ben de ona baba olacağım. Bugün yaptığı gibi buyruklarıma, ilkelerime
dikkatle uyarsa, krallığını sonsuza dek sürdüreceğim.”’
“Halkım İsrail
arasında yaşayıp, onları hiç terketmeyeceğim.”1 Ve Süleyman tapınağı yaptı. “O zaman
Süleyman şöyle dedi: 'Ya Rab, karanlık bulutlarda otururum demiştin. Senin için
görkemli bir tapınak, sonsuza dek yaşayacağın bir konut yaptım.”16
il. Tarihler
kitabını yazanlar herhalde vicdanlarının sesini dinleyerek Tanrı’nın bir evde
oturamayacak kadar büyük olduğunu düşünüp Süleyman’ın dilinden şöyle dediler:
“Tanrı gerçekten yeryüzünde, insanlar arasında yaşar mı? Sen göklere, göklerin
göklerine bile sığmazsın. Benim yaptığım bu tapınak ne ki!”
Tevrat bölümlerini
yazanların Kenanlılar hakkında naklettikleri göreneklerden biri de sunağın
yapımında âlet kullanılmasının yasaklanmasıdır. Yahve’nin Müsa’ya seslenerek
şöyle dediğini yazdılar: “Eğer bana taş sunak yaparsanız, yontma taş kullanmayın.
Çünkü kullanacağınız âlet sunağın kutsallığını bozar.” 1 Arkasından Süleyman Tanrı’nın evini yapınca
şöyle dediler: “Tapınağın yapımında kullanılan taşlar taş ocaklarında yontulmuştu.
Onun için yapım halindeki tapınakta çekiç ve balta dahil hiçbir demir aletin
sesi duyulmadı.” 1
Eski medeniyet
abidelerini taclandıran parlak edebi gelenekler ve üstün faziletleri anlatan
bazı örnekler vermeden kadim inançlar bölümünü kapatmak doğru olmaz. Örneğin
eski Mısırlıların Ölüler Kitabı’nda ruhun arındırılışı konusunda şöyle
deniliyor:
“Ey gerçeğin
efendileri! Ben gerçeği taşıyorum.. Hiç kimseye zulüm ve ihanet etmedim.
Yakınlarıma hiç cefa kılmadım. Gerçeği açıklarken hiç alçalmadım. Kötülükle
hiç işim olmadı. Aile re isi olarak gücümü aşan hiç bir işe niyetlenmedim,
hiçbir zarar vermedim. Yaptığım işle kimseyi korkutmadım, bir fakire zarar
vermedim, kimseye acı çektirmedim. Tanrıların hoşlanmadığı bir şey yapmadım.
Kimseyi aç bırakmaya veya ağlatmaya çalışmadım. Kesinlikle öldürmedim;
hainlikle herhangi bir cinayet işlemedim. Kimseye yalan söylemedim. Kesinlikle
bir kulun yiyeceğine el uzatmadım. Birine tahsis edilen gıdayı eksiltmedim.
Yüz kızartıcı bir iş yapmadım. Tapınaklarda rahiplerle utanç verici bir fiilde
bulunmadım ... Ben temizim, temizim ben!.."
Fransız bilim adamı
Champollion Mısır medeniyetinin İbraniler üzerindeki tesirleri konusunda şöyle
der: “Yahudiler de Mısırlılara borçludurlar. Mısır göreneklerini öğrenenen en
gözde talebelerden birisi de Müsa’dır. ”
Gustave le Bon,
eski Mısır medeniyetinden İbranilerin zihinlerinde kalan şeyler konusunda
şöyle der: “Yahudilere gelince, bazı maddi uygarlık nimetlerinin çoğunu
alıyorlardı. Mısırlıların elinde yetişen Mûsa ise bir araya toplayarak Yahudi
halkını meydana getirdiği bu köle insanlara ancak donmuş akıllarının alabildiğini
kabul ettirebilirdi. Göçebe hayata, oradan oraya gitmeye ve vahşi yaşama alışan
bu kölelere şaşaalı Mısır sistemlerini kabul ettirmiş olsaydı, bunlar tarihteki
ömürlerinden daha kısa ömürlü olurdu.”
Le Bon ayrıca
Tevrat sifirlerini yazanların diliyle Müsa’nın Sina’da Tanrı’dan aldığı
şeriatı korumaktan âciz kaldıklarını, hatıralarını yaşatamadıklarını ve
rotasından çıkararak putlara tapmaya başladıklarını kaydetmektedir. Örneğin 1.
Krallar kitabında İsrail kralı Ahab zamanında (M. Ö. IX. Yüzyıl) İsrail
oğullarından puta tapmayan sadece yedi bin kişi kaldığı belirtilmektedir: “Ancak
İsrail’de Baal’ın önünde diz çöküp onu öpmemiş yedi bin kişiyi sağ
bırakacağım.”23 Krallar kitabının söylediği böyle, ama verilen
rakam biraz şüpheli. Çünkü Tevrat sifirlerinde, Tanrı’nın zamanı geldiğinde
seçilmiş halkına yardımını yeniden başlatması için İsraillilerle tanrıları
arasındaki bağın nihai olarak kopmamasına gayret sarfedilmektedir. Örneğin
İlyas peygamber Tanrı’sına hitap ederek İsrail oğulları “Senin anlaşmanı
reddetti, sunaklarını yıktı ve peygamberlerini kılıçtan geçirdi. Yalnız ben
kaldım. Beni de öldürmeye çalışıyorlar" demektedir. Sonunda İlyas kaçarak Sina'nın güneyinde ücra
bir yerdeki Hureyb'e sığınır ve orada son nefesini verir. Eğer çevresinde E
:ıl'a secde etmeyen, gönlünü ona teslim etmeyen sadık yedi bin inanmış kişi
olsaydı, 11yas kaçmaya bu kadar heveslenir miydi? Eğer Asur kralı Salmanasar'a
İsrail kralı Ahab'ın ordularıyla birlikte saldıran Suriye krallarının tünı
piyade askerlerinin sayısının atmış veya atmış üç binden fazla olmadığı göz
önünde bulundurulursa, bu yedi bin inançlı insanın bir peygamberi korumak için
hiç de küçük bir rakam olmadığı ortaya çıkacaktır.
Eski dini inançlar
konusunda bu kısa bölümde anlattıklarımızın, bizi maksudumuza eriştirdiğini
iddia etmek güç, ama bilinmelidir ki eski dinî inançların İbraniler ve Tevrat
sifirleri üzerindeki etkisi burada kısaca göstermeye çalıştığımızdan çok daha
. fazla olmuştur. Burada anlatmaya fırsat bulamadığımız hususları da sonraki
bölümlerde ele alacağız.
“Yazarın
okuyucusunu uyarması ve İsrail’in başlangıcıyla ilgili kesin ve somut
sonuçlara ulaşmanın imkansızlığını unutmaması gerekir. Bu karanlık konuda
yapılabileceklerin tamamı ancak bir deneme niteliğindedir." 1
Sözü edilen
kaynağın İsrail’in veya daha doğru bir deyişle tarihlerinin ilk
aşamasında İbranîler denilen halkın ortaya çıkışıyla ilgili söylediği söz bu.
Eğer Avrupa’nın
karanlık orta çağlarını yaşadığı günlerde birisi böyle bir görüş belirtmiş
olsaydı, kesinlikle hiç de imrenilmeyecek bir akibete maruz kalırdı. Avrupa
aydınlanma çağına girinceye kadar Batılılar Tevrat’da anlatılanların doğruluğundan
zerrece şüphe etmemişlerdir. Hatta dünya XIX. Yüzyıla girdiğinde dahi
Batılılar eski inançlarını sürdürmüşlerdir. Yalnızca ilk beş kitabın
(Pentateuch) Mûsa aleyhisselam tarafından getirildiğini
söyleyen az sayıdaki ilim adamı bundan istisnadır. Onlar, Pentateuch’in The
Sacred Historian (Kutsal Tarihçi) olduğuna inanıyorlardı.
Arkeologların XIX.
Yüzyılda yaptıkları çalışmalar, eski tarihî rivayetleri akılcı ve bilimsel
mercek altına yatırma kararı alan tarihçilerin çalışmalarıyla birleşince, iyi
bir sonuç olarak Tevrat’ın sifirlerinde anlatılan şeylerin bir kısmının kabul
diğerlerinse reddedilmesi gerektiği neticesi hasıl oldu.
Tevrat'ın
arkeolojik bulgular ve modern bilimin tenkidine tâbi tutulması, şüphesiz tabii
bir şeydir. Bunun sebebi, yeryüzünün karnı arkeologlar tarafından deşilip
kayalar ve topraklar arasındaki sırlar açığa çıkarılıncaya, eski doğunun
krallarının zaferleri, hezimetleri, barış ve savaş zamanındaki işlerinin
kazındığı tabletler gün ışığına kavuşuncaya kadar eski tarihin koyu bir
karanlık içinde kalmış olmasıdır...
Tevrat ne zaman ve nasıl yazıldı?
Bilim adamları
Tevrat sifirlerinin pek çok çelişki içerdiğini, kullanılan yazı üslubunda bir
sifirden diğerine, hatta bir bölümden' ötekine, hatta ve hatta aynı
"bölümün paragrafları arasında . bariz uyuşmazlıklar bulunduğunu
farketmişlerdir.
Diğer yandan
gereksiz yerde ince detaylara inilirken, en gerekli hallerde umumi bir bilgi
verilmekle yetinildiği dikkat çekmek:tedir. Anlaşıldığı kadarıyla Tevrat
sifirlerini yazanlar tarihle efsaneyi, akla yatkın ve asla yatkın olmayanı
birbirinden ayırt etmekten âcizdiler.
Bilindiği gibi
tarihî bir olayın yazılmadan önce vukû bulması gerekir. Tarih, önemli bir olay
vukû bulduğunda yazacak kimse olduğu zaman yazılır. Vukû bulan olayın kayıt
altına alınmasını, olaya sebep olan şeraitin ve olayın yol açtığı sonuçların
incelenmesjni engelleyen en güçlü faktör dürtüdür.
Kral Davud
döneminden önce İsrail oğulları kendi bireyleri nezdinde dahi önemsiz bir
topluluk olduğu için, bu dönem öncesinde böyle bir dürtü ve teşvik yoktu; bu
yüzden bazı araştırmacılar İsrail tarihinin yazımının Süleyman dönemiyle (M.
Ö. X. Yüzyıl ortaları) başlatılmasını tercih etmişlerdir. En eski İbranî
tarihçileri sözü edilen yüzyılın yarısını kapsayan büyük olaylarla ilgili
şeyler yazmışlardır ki, bu konuda bizzat yazılan maddeyi göstermekte ve 11.
Samuel ve 1. Krallar kitabının siyasî meselelere vakıf olmayan ama Davud
hanedanı ve sarayındaki günlük ha yatı en ince detaylarına kadar bilen bir
tarihçi tarafından kaleme alındığını görmektedirler.
Davud'dan önceki
dönemlere gittiğimizde, burada hayalle gerçeğin yavaş yavaş birbirine
karıştığını görürüz. Hatta yürümeyi sürdürdükçe şatafatlı ve şaşaalı efsaneler
dünyasında yaşadığımızı, ama dişe dokunacak hiçbir bilginin bulunmadığını
anlarız.
Geçtiğimiz yüzyılın
sonlarından günümüze kadar Tevrat bölümlerinin yazılışının başlangıcıyla
ilgili önemli bir anlaşmazlık olmamıştır. Biraz önce yazım işinin Milattan
önceki onuncu yüzyıl ortalarında başladığı şeklinde bir görüş olduğunu belirtmiştik, ama
bu işin dokuzuncu yüzyıl ortalarında başladığı; ancak, o tarihten itibaren
eserin hacminin artırıldığı, bazen eksiltildiği, bir bölümün başka bir bölüme
dahil edildiği, daha sonra tekrar ayıklamalar yapıldığı ve nihayet M. Ö. II.
Yüzyıl sonlarında Tevrat'ın bugünkü şeklini aldığı şeklinde bir görüş de var.
Tevrat'ın yazımı
konusuna girmeden önce telif, tedvin, toplama ve düzenleme kelimelerinin
manaları arasındaki ince farkları etraflıca anlatmamız gerekiyor. Telif, bir
iş veya konu üzerinde otorite (authorit) sahibi olarak yazmak (authoraship)
anlamındadır. Dolayısıyla müellif (author) bir şeyi icad, yahut hüküm çıkarma
veya bir sonuca ulaşma konusunda bir şey üreten kişidir. Halbuki toplayan
(cami'), düzenleyen veya tedvin eden kişi, herhangi bir konuda otoriter
olmadığı, yeni bir fikir ve hüküm getirme durumunda bulunmadığı halde belli
sınırlar dahilinde bir iş yapar.
Tarih yazımcılığı,
kaydedilen olaylar tarihin konusu olmakla birlikte, biraz önce sözünü ettiğimiz
türlerden herhangi birine girer. Öbür türlü herhangi bir tarih hocası rastgele
bir okula kurulurdu. Örneğin tarihçi Arnold Toynbee tarih yazımcılığı konusunda
bu fikirdedir. Tarih yazarları arasında bir hüküm ortaya koyan müellifler
olduğu gibi, bir araya toplayan, düzenleyen tarihçiler de vardır ki, yaptıkları
işte gerçeği arama konusunun dışında bir özellikleri yoktur. Eğer bu
özellikten uzaklaşırlarsa yavaş yavaş sapıtmaya başlar ve lanet okunan kişiler
durumuna düşerler.
Bu yüzdendir ki
tenkitçiler Tevrat yazarlarına (authors/müellifler) değil
(compilers/derleyenler) demişlerdir. Çünkü sifirlerde anlatılan şey ancak bu
gruba girmektedir.
Alman bilim adamı
P. Wellhausen Tevrat'la ilgili bir dizi araştırma ve çalışmalarını 1876-1901
yılları arasında yayınladığı tarihten itibaren Tevrat sifirlerini beş kitabı
derleyenlerin gruplandırması, araştırmacıların ittifak ettikleri veya hemen
hemen ittifaken kabullendikleri bir ekol haline gelmiştir.
Bunlar, en eski
derlemecileri J ve E harfiyle gruplandırmışlardır. Birincisi Almanca Jahwist
veya Jehovist kelimesinin baş harfidir ki “Çıkış” kitabında Musa'nın tarif
ettiği Tanrı'nın adı Yehova Üehovah) kelimesiyle bağlantılıdır. Yahuda ile
ilişkilendirenler de vardır. Her iki kelimenin de Y veya J harfiyle başlaması
ve kelimeler arasındaki yakınlıktan beş kitaptan 'Yaratılış, Çıkış ve Çölde
Sayım'ın Milattan önce dokuzuncu yüzyıl ortalarında yazıldığı sonucu
çıkarılmıştır.
İkinci rumuz olan E
harfi ise İbranî kahinlerin veya daha önce Kenanlıların en büyük tanrılarını
tarif ederken kullandıkları tanrı Elohim veya El'le bağlantılı Elohist
kelimesinin baş harfidir. Aynı harfin Efrayim'le bağlantılı olduğunu
söyleyenler de var. Bu durumda gerek Elohim veya gerekse Efrayim E harfiyle
başladığı için, beş kitabdan (Pentateuch) 'Yaratılış, Çıkış ve Çölde Sayım'ın
M. Ö. VIII. Yüzyılda yazıldığı, daha sonra bu iki çalışmanın yani J ve E'nin JE
çalışması adı altında birleştirildiği ve bunun Yahuda hanedanı nezaretinde
yapıldığı söylenmektedir.
Tesniye (Yasa'nın
Tekrarı/Deuternomy) kitabının yazarını ise D harfiyle göstererek D'nin bu
kitabı M. Ö. VII. Yüzyılda yazdığı sonucuna ulaştılar.
Yasa'nın Tekrarı
kitabı konusunda pek çok soru işareti var. Tevrat sifirleriyle ilgili bir
hikaye bu kitabın Süleyman Tapınağı'nda nasıl ele geçirildiğini anlatmaktadır.
Il. Krallar ve keza II. Tarihler kitabına göre Yahuda kralı Yaşua (Yeşu)
zamanında (M. Ö. 637-608) kahin Halkiya Tanrı'nın evinde Yasa kitabını bulur ve
görevi icabı durumdan kralı haberdar eden saray katibi Şafan'a bildirir. Kral,
Yasa kitabı sözünü işitince şaşkınlığa kapılır ve kaybolan şeriat ve bundan
gafil kalan halk için duyduğu üzüntüyle giysilerini parçalar.
Bir başka görüş ise
orijinal Tesniye'yi Yahuda kralı Manasse döneminde (M.Ö. 686-642) yaşayan bir
kişi veya grup yazmıştır. Peygamberlerin baskı ve tenkil hareketlerine maruz
kaldıkları dönemde din de ciddi bir çöküş devresine girmişti. Kahinlerin
kurallarıyla peygamberlerin kurallarını birbiriyle uyuşturmak için Tesniye
kitabı oluşturulmuş ve uygun bir zamanda ortaya çıkarılmak üzere bir kenara
bırakılmıştır. lşte ortaya çıkarılması için uygun zaman Yoşea'nın saltanatının
on sekizinci yılında gelmişti.
Ancak, bu heykelin
tapınağa konulup gerçekten tesadüfen mi bulunduğu yoksa bilerek oraya bırakılıp
uygun bir zamanda kasıtlı olarak mı ortaya çıkarıldığı konusunda kesin bir
görüş belirtmek zor.
Tesniye kitabı
konusundaki başka bir görüş ise, onun Yahuda kralı Hizkiya (M. Ö. 715-686)
zamanında ortaya çıktığı şeklinde. Bu görüş bir seramik parçasından elde edilen
bilgiye ve orada verilen bazı dini reformlarla ilgili malumata dayanmaktadır.
Tahmine göre kitap bu kral zamanında ortaya konulmuştur veya onun tecrübesi
daha sonra böyle bir kitabın ortaya konulması için itici bir unsur olmuştur.
Levililer kitabı
İsrailli kahinlerin meselelerini, görevlerini ve hukukunu belirlediği için,
onun yazarını P rumuzu ile gösterip, kendisine kahin yazar (Priestly writer),
ortaya koyduğu esere de kahinlikle ilgili belge (Priesty document) adını
vererek, P'nin M. Ö. V. Yüzyılda Yaratılış, Çıkış ve Çölde Sayım kitaplarının
yazımına iştirak etmenin dışında bu işi de yaptığı kararına vardılar.
Tevrat'ı veya bugün
elimizde bulunan Ahd-i Kadim'in ilk beş kitabını teşkil için tüm bu işler
yaklaşık M. Ö. 400 yılında tamamlandı. Araştırmacıların daha önce belirtilen asıl
yazarlara atfedilmesini şaçmalık olarak gördüklerini belirtmek maksadıyla diğer
yazarlar için kullanılan ikincil rumuzlar da var. Bunlar, herhangi bir
karışıklığı önlemek için başka yazarlara atfedilen kitapları J ve E2
rumuzlarıyla göstermeyi tercih etmişlerdir. Araştırmacı ve tenkitçilerin
kesinlikle sağlam temellere dayandıklarını gösteren birçok başka delilleri de
bu araştırmamızda ortaya koyacağız.
Tevrat sifirlerinin
yazımında kullanılan dil İbranicedir. İbranice derken kelimenin tam anlamıyla
Kenan dilini kastediyoruz. Çünkü İsrailliler, en eski zamanlardan beri Irak ve
Suriye'de yerleştikten sonra dilleriyle bölgedeki Sami ve gayr-ı Sami halkları
etkiledikten başka, Kenan ilinde yerleşip o dilin hemen hemen aynısı olan Sami
dilini konuşmaya başlamışlardı. Sami dilinin hakim dil oluşu bölgede ortaya
çıkan halkların orijinlerinin belirlenmesinde zorluklara yol açmıştır. Örneğin
Heksosların Sami mi, yoksa başka bir millet mi olduklarını belirlemek araştırmacılar
için zorlaşmıştır. Çünkü Sami dili onların eski dillerini bastırmıştır, ama
onların Hint-Avrupai veya Hint-lranî bir halk oldukları neredeyse
kesinleşmiştir.
Ancak bir şey
kesindir: İsrailliler Kenan elini yurt tuttuktan sonra ülkenin eski sakinlerinin
dilini almış ve kültür ve medeniyet unsurlarından özümseyip öğrendiklerine
ilaveten onu da öğrenmişlerdir.
Nitekim Yeşaya
kitabında İsraillilerin Kenan elinde konuştukları dilin Kenanca olduğu, o
sıralar Mısırda beş şehrin bu dili kullandığı, bunlardan birinin adının da
eş-Şems olduğu belirtilmektedir.
M. Ö. I. Binyıl
ortalarına varmadan önce Aramîce Bereketli Hilal bölgesinde konuşulan diğer
dilleri bastırmaya başlamıştı. M. Ö. 715-686 yılları arasında Yahuda kralı
Hezkiya döneminde Aramîcenin uluslararası diplomasi dili koltuğuna kurulduğunu
görüyoruz. “Elyakim, Şevna ve Yoah 'Lütfen bizimle Aramîce konuş' diye
karşılık verdiler. 'Çünkü biz bu dili anlarız. Yahudice konuşma. Surların
üzerindeki halk bizi dinliyor.” Göründüğü kadarıyla Samaria'nın düşüşü (M. Ö.
722), Yahudilerin oradan sürülüşü ve yerlerini Aramîlerin alışı, ikinci defa M.
Ö. 685 yılında düşüşünden önce komşu Yahuda krallığında Aramîcenin etki
alanını genişletmiş; bu durum konuşma dili olarak İbranice-Kenancanın çöküşünü
hızlandırmıştır, ama sürgündeki İsrailliler bu lisanı yazı ve ibadet dili
olarak korumuşlardır. Daha sonraki Yahudiler ise, Babil esaretinden
kurtulduktan sonra ve İsa’nın zuhurundan uzunca bir vakit önce Kenan elinin
mahalli Yahudi dili haline gelen putperest Aramı diline nisbetle ona kutsal
dil adını vermişlerdir.
Bu olayın, sadece Aramîce
kelimeler değil, Aramı diline ait deal lal lalla 1 1.. ' T
r 1 lala -T->
yiş ve ibareleri de
yazı dillerine alan geç dönem Yahudilerin Tevrat’ının üslubuna etki etmesi
kaçınılmazdı.
İbranîler eski
Kenan (Fenike) alfabesini kullanıyorlardı. M.Ö. VI-IV. Yüzyıllar arasında ise
Aramı alfabesini kullanmaya başladılar ki, Aramîler tarafından
geliştirildikten sonra Arap Yarımadası’ndan Çin’e kadar bir çok Asya ülkesinde
kullanılan alfabe, eski Fenike alfabesinden başka bir şey değildir.
Bilim adamları ve
araştırmacılar Tevrat sifirlerini gözden geçirip, eski İbranî tarihinin
araştırılmasında ana kaynak olması hasebiyle muhtevasını akıl ve mantık
terazisine vurduktan sonra, burada anlatılanların ve ileri sürülen görüşlerin
tarih araştırmacısı nezdinde kabul edilebilir olması için kelimenin tam
anlamıyla rivayetin doğruluğunun tespiti gerekir. Öbür türlü çarpıtılmış rivayetler
kabul edilir ve bir kenara atılır.
İbranî adı
konusunda pek çok şey söylenmiştir. Bir kısmına göre Yaratılış kitabında
geçtiği gibi, İbranî adı İbranîler sülalesinden gelmedir. Yaratılış kitabında
şu nesep zinciri gösterilmektedir: Abram b. Taralı b. Nahur b. Suruc b. Raav
b. Ahir b. Falic b. Erpakşad b. Sam b. Nuh. Görüldüğü gibi Ahir burada Abram’ın
beşinci dedesidir. Buna göre Abir’den inenlerin hepsi İbranî’dir ve ancak
Abram’ın veya İsrail’in oğulları bu cihetten söz konusu isimle anılabilir.
Dikkatle
incelenince Yaratılış kitabının Sam’ı tüm Ahir oğullarının babası saydığı
görülüyor. Neden Ahir adı seçildi de Sam tüm filanların veya oğullarından yahut
torunlarından birinin babası sayılmadı? Bu tercih yahut Abir oğullarının
bizzat seçilmesi, bizi Tevrat sifirlerini yahut bu ibareyi yazan kişilerin
özellikle onlardan olduğunu ve birçok sebepten dolayı zihinlerde İsrail oğullarının
Sam sülalesinden Abir’in oğullarından geldiği düşüncesini yerleştirmeyi
amaçladıkları inancına sevketmektedir.
Başka bir grup tarihçi
ise İbranî adının Kenan eline gelmek için nehri geçmelerinden dolayı “abere”
(nehri geçmek) kelimesinden alınarak verildiği görüşünü tercih ediyor. Peki
kastedilen nehir hangisidir? Rivayete göre Abram Kenan eline Harran’dan
gelmiştir ve bu da Fırat ve Ürdün üzerinden mümkündür. Yine rivayete göre
Abram’ın torunu Yakub Fırat ve Ürdün üzerinden gelmiş ve onun aşiretinden
bilahare oymak denilecek olan oğullarını doğuran karılar aldıktan sonra geri
dönmüştür.. Mûsa önderliğinde Mısır’dan çıkıp Tevrat’a göre kırk yıl Sina’da
kaybolduktan sonra Yeşu b. Nun İsrail oğullarıyla birlikte tamamıyla veya bir
kısmıyla doğudan batıya doğru Ürdün nehrini geçerek gitmiştir.
İbranîlerin bu adı
almalarının sebebi Yeşu’yla birlikte Kenan eline gitmek için Ürdün nehrini
geçmeleri olsaydı, İsrail oğullarının tamamı veya bir kısmı bu adı benimserdi.
Eğer Mısır’dan çıkışlarından önce İbranî adıyla tanındıklarını, çalışmamızın
akışı içinde kesinleştirirsek, bu sebep bütünüyle ortadan kalkacaktır.
Bu adın Yakub’un
Fırat ve Ürdün nehirlerini geçmesinden dolayı verildiği düşünüldüğünde de
durumda fazla bir değişiklik olmaz, çünkü İsrail oğulları diğer adı İsrail
olan Yakub’un oğulları dır. Şayet bu adın Abram'ın Fırat ve Ürdün nehirlerini
yahut herhangi birini geçtiği, için verildiği kabul edilirse, o takdirde
lbranî adı Abram ve yeğeni Lut'un soyundan gelenlerin tamamını kapsar.
Çünkü Lut, Aram
en-nehreyn'deki10 Harran'dan Kenan eline yapılan göç sırasında
amcası Abram'a refakat etmişti. Keza Tevrat'da Lut soyundan geldikleri
belirtilen Moablar ve Ammonlarla, yine Tevrat'da Yakub'un kardeşi Esav'ın
sulbünden gelen Edomlular da lbranî sayılırlar.
Tevrat, İbranilerin
aslının Aramî olduğuna işaret etmektedir. Abram yanında çalışan uşaklarından en
büyüğünü İshak'a Kenanlılardan kız almasını yasaklar: "Oğlum İshak'a kız
almak için benim ülkeme, akrabalarımın yanına gideceksin.”11 Ve uşak
efendisi İbrahim'in emrini yerine getirerek "Aram en-nehreyn'e, Nahur'a
gitti.”i2
İshak da oğlu
Yakub'a aynı şekilde emretti: "İshak, Yakub'u çağırdı. Onu kutsayarak,
"Kenanlı kızlarla evlenme” diye buyurdu. Hemen Feddan-ı Aram'a, annenin
babası Betuel'in evine git. Orada dayın Laban'ın kızlarından biriyle evlen...
Böylece Yakub Bi'r Seb'a'dan çıkıp Harran'a doğru gitti.”
Yaratılış kitabı
burada Aramîlerin topraklarının, aşiretin ve yakınların toprakları olduğunu
belirtmektedir.
Daha sonra ise
Yasanın Tekrarı kitabında şöyle deniliyor: ".. babam göçebe bir Aramlıydı.
Sayıca az kişiyle Mısır'a gidip orada yaşamaya başladı. Orda büyük, güçlü,
kalabalık bir ulus oldu.”13
Yaratılış kitabında
anlatılan soy ağacı hikayesi lbranîlerin Aramî asıllı olduğu konusunda daha
önce anlatılanlarla ters düşmektedir. Çünkü Abram'ın soyu Erpakşad b. Sam'a
dayanıyor, ama Abram'la Sam arasında Aram adlı bir ced yok. Aram, Yaratılış kitabının
onuncu babında Sam oğlu Erpakşad'ın kardeşi olarak gö rünmektedir ki, bu durumda Aramîler
Îbranîlerin uzak amcaoğullarıdır. Şu halde, İbrahim'in Kenan eline gittiği
Harran şehrinin bulunduğu Aram en-nehreyn veya Fedan-ı Aram olarak bilinen
bölgede Abram ve İshak'ın yakınlarının yaşamış olmaları itibariyle,
Îbranîlerin Aramîlere nispet edilmesi ancak kaçınılmaz bir hatanın aşırı
şekilde hoşgörülmesiyle mümkündür.
. Tarih biliminde
Aramîlerin ancak M. Ö. 1500-1220 yılları arasında Suriye'deki olaylarda
kendilerini gösterdikleri kabul görmüştür, ama bu bile İbranîlerin Aramî
asıllı oldukları iddiası için iyi bir delil teşkil etmez. Çünkü Abram
(İhrahim)in daha önce sözü edilen çağa yetişemediğini söyleyen tarihçi yok.
Aksine İbrahim'in gerçek bir tarihî kişilik olduğunu reddetmeyen tüm tarihçiler,
küçük tarih ihtilaflarına rağmen onun M. Ö. il. Binyılın birinci çeyreğinde,
ama bu çağda yaşadığını belirtiyorlar.
Tevrat bölümlerini
yazanların Amorîlerle Aramîleri birbirine karıştırmaları konusu ise tamamıyla
başka bir şeydir ve Amorîlerin Yarımadaya (Irak ve Suriye'ye) M. Ö. ili. Binyıl
ortalarında göç ettikleri, Hammurabi'nin (M.Ö. 1792-1750) bilâhare mahvederek
imparatorluğuna katmakla övündüğü halkın da Amorîler olduğu düşünülürse, bu
karıştırma nazar-ı itibare alınabilir. Kelimelerin birbirine yakın harfler
içermesi, dahası Amorîlerle Aramîlerin aynı Sami köke mensubiyetleri göz
önünde bulundurulursa, bunların birbirine karıştırılmaları pek de tuhaf karşılanamaz.
Aralarında Julius
ve Lahausen'in de bulunduğu bazı güvenilir tarihçiler, Tevrat bölümlerini
yazanların, Mısır'da köle olarak yaşayan ve aşağılanan bir grubu itibarlı ve
şerefli geçmişi olan bir halka akraba yapmak suretiyle bilâhare Suriye topraklarında
parlak bir medeniyete imza atmış bir hanedanın şanından nasiplenmeyi
amaçlayarak İbranî atalarını Aramîlere bağlamayı düşünmüş olma ihtimalini göz
artı etmemektedirler.
Habiru: Bazı araştırmacılar İbranî
(Hebrew) sözcüğünün Habiro (Khabiro) veya Aperu yahut Habiru kelimesinin hızlı
bir tahrifi olduğu görüşündeler. Habiru, aralarında ırkî yakınlık bulunmayan
insanların bir araya gelmesinden oluşan topluluğa verilen isimdir. Bunlar bir
halk veya kabile değil, vatanlarından kopmuş (displaced persons), benzer
şartların ve ortak amaçların bir araya getirdiği bir zümre veya gruptular. M.
Ö. lll. Binyıl sonlarında Irak topraklarında ortaya çıkmış kanun kaçakları,
âsi ve hırsızlardan oluşmuş çetelerdi. Daha sonra tarihe Heksoslar adıyla
geçen topluluklardan birini oluşturdular. Habiru adı Hatti kralı Murşili (M.
Ö. Il. Binyıl ortaları) ile birlikte geçmektedir. Ayrıca bazı Tel Amarna
tabletlerinde de adları zikredilmektedir. Burada Akhenaton'un Urşelim valisi Abd
Hayba'nın âsilerden yardım alarak Şekem'e hakim olan Habiruların tehdidine
karşı efendisinden yardım istediğini okuyoruz.
M. Ö. XX. Yüzyılın
sonlarında sızmaya başlayan Heksosların kökeni ve etnik mensubiyeti bilinmediği
için, tarihçiler, onların Mısır ve Şam'da bıraktıkları eserlerden, Hatti, Hurri
ve Habiru gibi değişik kökenlere mensup toplulukları da bünyelerine aldıklan
sonucunu çıkarmaktadırlar. Ayrıca eski ve yeni tarihçilerden hiçbiri,
bilâhare Heksoslar denilen bu gruplarla İbrahim'in Mısır'a göçü arasında bir
ilişki bulunduğunu göz ardı etmemektedir.
Yahudi asıllı
Yunanlı tarihçi Flavius Josephus (M. S. l. Yüzyıl) Heksoslarla İbranîler
arasında güçlü bir ilişki bulunduğunu savunan en eski tarihçilerdendi.
Josephus, eski
Mısırlı tarihçi Manithon'a (M. Ö. lll. Yüzyıl) dayanarak şöyle der: “Manithon
bizim (yani Yahudilerin) hakkında aşağıdaki satırları yazmıştır ki, ben onun
yazdıklarını bir şahit olarak aynen aktaracağım: Thotmes zamanında Tanrının gazap
yıldırımının neden başımıza düştüğünü bilmiyorum. Doğudan gelen aşağılık bir
halk ülkemize saldırmaya cesaret etti. Gelişleri hiç beklenmedik bir şeydi.
Hiçbir direnişle karşılaşmadan, hiç bir savaş yapmadan kuvvetleriyle
topraklarımıza tebelleş oldular. Komutanlarımı mağlup ettikten sonra şehirleri
vahşice yaktılar, tanrıların tapınaklarını temelinden yok ettiler; halka son
derece katı davrandılar; ahalinin bir kısmını öldürdüler; kadınları, çoğukları
ve bir miktar insanı esir ettiler. En sonunda içlerinden Salanis adlı birini
kral seçtiler."
josephus daha sonra
bir yorum yaparak şöyle diyor: “Arkasından iyi hükümdarlar ve Mısır'ın diğer
halkları bu çobanlara karşı ayaklandılar. Büyük bir savaş çıktı ve hayli
uzadı. Çobanlar, başkentleri Urayis'i 480 bin kişilik orduyla kuşatan
Thomusis'e teslim oldular. O, onlardan Mısır topraklarını boşaltıp, istedikleri
yere çekip gitmelerini emretti. Bu şartlar gereğince 240 binden daha fazla esir
mallarını yüklenerek çöl üzerinden Suriye'ye gitmek üzere Mısır'ı terketti. O
sıralar Asya'da hakimiyeti ellerinde tutan Asurîlerin savlet ve celadetlerinden
korktukları için judaea [Yahudiye] denilen, hepsini alabilecek yüksek bir yere
bir şehir kurdular ve ona Urşelim adını verdiler." Josephus'un sözü bitti.
Yukarıdaki sözleri
kendisinden alıntı yaptığımız Mısırlı tarihçi Selim Hasan şöyle der: "I.
Josehpus'un Manithon'dan yaptığı rivayet öncelikle Yunanlı yazarların hakir
gördükleri ve küçümsedikleri Yahudi kavminin itibarını yükseltme amacına
yöneliktir. Dolayısıyla josephus, Yahudilerle Heksosların tek bir unsur teşkil
ettiklerini, Yunanlı ozan Homeros'un Ilyada'da bahsettiği Truva savaşlarından
yaklaşık bin yıl önce Mısır'dan çıktıklarını herkese ispat etmeye
çalışmaktadır.”
Yunanlı Yahudi
tarihçi Josephus'un rivayetinde ilk üzerinde durulması gereken husus, onun
Yahudi veya Heksosların Urşelim'i kuran insanlar oldukları şeklindeki
iddiasıdır.
Kenanlılar, ki
hepsi Sami oldukları için kardeşleri Yebusîleri de onlara dahil etmemizde
sakınca yoktur, bu eski şehri kuran ve ona Yaruşalem yani (bırak Selam (barış)
yerleşsin) adını veren halktır. Şalem, Kenanlıların barış (selam) tanrısıydı.
Bu isim Ugarit (Ras Şamra) tabletlerinden birinde geçmektedir.
Fenikeli-Kenanlıların barışsever bir halk olduğu bilinmektedir.
Josephus'un
Heksoslarla Yahudilerin aynı halk olduğu iddiasına gelince, bu kısmen doğru,
kısmen yanlış bir savdır. İbranîler veya Habirular ne derseniz deyin, Heksos
denilen bu müphem konglomeranın bir kolu olabilir, ama Heksosların İbranîler
olduğu şeklindeki söz gerçekten uzaklaşmaktır.
Çünkü tarihçimiz
Selim Hasan'ın değerli araştırmasına istinaden Habiruların kesinlikle
İbranîler olduğu görülmektedir. Selim Hasan şöyle diyor: “Görülüyor ki
Heksoslardan bir kısmını bünyesinde taşıyan başka bir halk daha var ve bu halk
şu ana kadar incelediğimiz diğer halklardan belirgin şekilde ayrıldığı için
ayrıca incelenmelidir. Bu, Habiru halkıdır. Habirular ilk defa M. Ö. lll.
Binyıl sonlarında Mezopotamya’da tarih sahnesine çıkmışlardır. Daha sonraki
yüzyıllarda Horanilerle güçlü
ilişkileri vardı. Habirular kendilerine özgü dilleri veya özel etnik yapıları
olan bir halk değildiler ve aksine anlaşıldığı kadarıyla değişik kavimlerden
oluşmuşlardı. Çoğunluğu Sami isimleri taşıyordu, ama bazen isimlerinin başka
dillere ait olduğunu da ileri sürüyorlardı."
Metinlerdeki Habiru
isimleri gözden geçirildiğinde bunların tamamıyla Habiru adları olduğu görüşü
çürümektedir. Buna göre bu halk, belli bir özelliği olan etnik bir grup
değildir. Dolayısıyla bunların bilâhare Yahudilere mensup etnik bir grup oluş
süreci gözden geçirilmeden kimlikleri konusunda kesin bir şey söylemek zordur.
Arkeolog Chiera ve Speiser, Nuzi tabletlerinin incelenmesi sonucunda tamamı
Habirular için kullanılan özel tabirler bulmuşlardır: Yabancı, köle,
saldırgan, başı boş dolaşan, bigane ve tehlikeli.
Britannica Ansiklopedisi’nin
en yeni baskılarında şu sözleri buluyoruz: Abraham, muhtemelen Habiro denilen
social stratuma mensup yarı göçebe biriydi ve muhtemelen Hebrew (İbranî)
sözcüğü de bu kelimeden gelmektedir.
Habiruları
incelerken onlara neden bu ismin verildiği konusu üzerinde durdum. Hayber,
bilindiği gibi Hz. Peygamber’in kurduğu genç İslam devletinin ilk döneminde
İslam tarihiyle olan ilişkisiyle meşhur olmuştur. Burası, Medine ile Suriye
toprakları arasında Medine’den yüz mil uzaklıkta bir vadidir. İslam
Ansiklopedisi’nde Yakut’a istinaden Hayber sözcüğünün İbranice kale anlamında
olduğu belirtilmektedir. Sehl
b. Muhammed el-Hatib, Hayber adının buraya ilk yerleşen Hayber b. Maiyye bin
Mehlail adından geldiğini kaydetmektedir.
Demek ki Hayber
sözcüğü en azından eski Yahudilerin tanığı bir yer veya insan ismiydi ve Arapça
kelime türetme kurallarına uygun olarak harflerin yer değiştirmesi veya bazı
harflerin atılması yoluyla oluşan eski Habiru adıyla bir ilişkisi olabilir.
Bundan başka
Pakistan'la Afganistan arasındaki Hayber Geçidi hakkında da kafa yordum. Acaba
onun Yahudilerle veya eski Habirularla bir ilişkisi var mıydı? Hayber Geçidi,
Orta Asya'nın önemli ticaret yollarından biridir. Yahudilerse ticaretin
inceliklerini Aramî ve Fenikelilerden öğrenmişler, özellikle de Kenan elindeki
yurtları yıkıldıktan sonra ticareti uzun süre 'ellerinde tutmuşlardır. Acaba
bu meşhur ticari geçidin adıyla onlar arasında bir ilişki olabilir mi?
Hayber Geçidi'ni
arkamıza alıp Kuzeydoğu Asya'ya doğru ilerlersek, Sibirya'da Yahudilerin
oturduğu Khabarovsk adında bir şehre ulaşırız. Vakıa Rusya'nın diğer
yerlerinden gelen Rus göçmenler sebebiyle Yahudiler bu bölgede azınlık
durumuna düşmüşlerdir.
Amerikan
Ansiklopedisi'nde Khabarovsk'un 1858 yılında bir Rus kalesi olarak kurulduğu;
deniz, kara, nehir ve hava ulaşımlarında önemli bir merkez rolü oynadığı ve
Yerofie Khabaro adlı bir Rum tacirin adına binaen bu ismin verildiği
belirtilmektedir. Ansiklopedide bu tacirin etnik mensubiyeti belirtilmiyor,
ama öncelikle gezgin bir tacir, sonra bölge ve şehir halkının aslen Yahudi
olması dolayısıyla onun Yahudi olduğu kanaatindeyim.
Şu halde biri Arap
Yarımadası'nda Hayber, diğeri Sibirya'da Khabarovsk olmak üzere Yahudi adına
atfen isimlendirilmiş iki yer mevcut.
Dikkatimi çeken bir
diğer önemli husus ise, Tevrat sifirlerinde her fırsatta kabilelerin,
toplulukların ve halkların isimleri zikredilirken Habiru adının kesinlikle
atlanmış olmasıdır. Üstelik de çoğu kez hiç gereksiz olduğu ve kesinlikle
konuyla bir alâkası bulunmamakla beraber, bıkkınlık verecek derecede bu
kabilelerin adları zikredilirken.. Dahası, Tevrat bölümlerini yazanlar çoğu
kez bariz tarih hataları yapmakta, örneğin İbrahim döneminde Kenan elinde hiç
bulunmadıkları bir çağda Filistinlilerden bahsedilmesi gibi, anılan tarihlerde
hiç olmayan halklardan söz etmektedirler.
M. Ö. lll. Binyıl
sonlarından yine M. Ö. XIV. Yüzyıla ait Tel Amarna tabletlerinin yazıldığı çağa
kadar Bereketli Hilal topraklarında oradan oraya dolaşan Habirular, âsilerle,
oraya buraya saldıranlarla ve fitne çıkaranlarla birlikteydiler. Tevrat
sifirleri ise, sanki Habirular asla yokmuş gibi onlardan hiç söz etmemektedir
ki, hayli düşündürücü bir husustur. Negatif de olsa bu husus Habiruların
İbranîler olduğuna işaret eden deliller arasına alınabilir.
Yukarıdan beri
anlatılan kesin ve ihtimali bilgilerden mutmain bir şekilde İbrani ve
Habiruların aynı topluluk olduğu sonucunu çıkarabiliriz.
Bu sonuç, Tevrat'ın
ısrarla ön plana çıkardığı saf ırkı savunarak, onun için başka halklarla
kaynaşmayı ilahi intikamı gerektiren kötü bir fiil olarak gören İsrail
oğullarının tarihlerini üzerine kurdukları kolonlardan birçoğunu
çökertmektedir.
Ancak, kaydetmek
gerekir ki İsraillilerin saf bir ırka sahip olamayışları, tahkir ve küçük
düşürülmeyi gerektiren bir kusur değildir. Bizler, Allah'ın insanları
birbirleriyle tanışsınlar diye halklar ve kabileler halinde yarattığını,
Ademoğullarının tamamının aynı çamurdan yaratıldığını ve ancak iyi ve hayırlı
işlerle birbirlerinden üstün olabileceklerini kabul ediyoruz. İnsanlar
birbirleriyle kaynaştıkları, yardımlaştıkları ve savaştıklarına göre saf bir
ırkın olabileceğini söylemek saçmalıktır. Düşmanlık ve husumet de insanların
karışıp kaynaşmalarına geniş imkanlar hazırlar. Hiç kimseye karışmadan tam
tecrit halinde yaşayan halklar gerçekten çok nadirdir. Dolayısıyla saf ırktan
bahsetmek çok anlamsız bir sözdür ve özellikle İsrail oğulları yahut Yahudiler
veya İbranîler gibi geçmişte ve günümüzde dahi çok dolaşan, başkalarıyla aşırı
kaynaşan bir halk için böyle bir şey düşünülemez bile.
Acaba Yahudi
öğretilerinin İsrail halkına kutsal halk, İsrail'in de Tanrı'nın büyük oğlu
olduğu vehmini perçinlemeye yönelik olması, Habiru topluluğunun, fitne
çıkarmak, güvenlik ve barışı bozmak için tutulmuş eşkıya kölelerin yanında
olmaktan duyulan aşağılık duygusundan mı kaynaklanmıştır?
Habiruların
İbranîler olduğu sonucu, Mısır'a göç edenlerin İsrail oğullarının tamamı değil
bir kısmı olduğu, dolayısıyla oradan Müsa'nın yönetiminde çıkanların bu halkın
yalnızca bir kısmını teşkil ettiği, diğerlerinin Kenan elinde ve Doğu Ürdün'de
kaldıkları, Mısır'a göç edip oradan ayrılan kesimin Yusuf ve Benyamin'in
ardılları Rahel ve Yakub'un oğulları olduğu görüşünü şiddetle
desteklemektedir.
Bu
da araştırmacıların düşündükleri şekilleri ortadan kaldırmaktadır. Çünkü onlar
Kenan elindeki Ibranîler, Habirular veya Israil oğullarını Y-sir ile
zikretmekte,20 ayrıca Mısır'da veya Sina çölünde onlarca yıl
geçirdikten sonra Kenan eline gelen Ibranîlerden veya daha ince bir deyişle
Rahel oğullarından önce Kenan elinden söz-etmektedirler. IV
ATALAR
Tevrat'da
zikredilen silsileye göre İbrahim'in babası Tarah'a kadar olan atalarını
sayarken küçük bir problemle karşı karşıya geliyoruz. Basit hesapla Tarah'ın M.
Ö. 2124'de doğduğunu, yetmiş yıl yaşadığını, İbrahim, Nahur ve Haran'ın babası
olduğunu söyleyebiliriz. .
Yaratılış kitabı,
Sam'ın çocuklarıyla ilgili verdiği bilgilerde, bir babanın iki veya üç oğlundan
değil, her babanın bir oğlundan söz etmekte, daha sonra bu ifadeyi yumşatarak
(oğul ve kız çocukların doğduğu)ndan bahsetmekte, fakat Tarah'ı anlatırken
erkek mi kız mı olduğuna işaret etmeden bir defada üç evladından söz açmaktadır.
Yukarıda sözü edilen üç evlattan birincisi M. Ö. 2054'de dünyaya gelmiş.
Tevrat'a göre ise İbrahim'in doğum tarihi M. Ö. 1996. Buna göre oğlu İbrahim
doğduğunda Taralı 128 yaşındaydı. Böyle bir şey kesinlikle kural dışıdır. Yaşça
büyük oluşu değilse bile İbrahim'in Tevrat'da zikredilen atalarından
Erpakşad'dan Nahur'a ve Tarah'a kadar geçenler 29-35 yaş arasında çocuk sahibi
olurken, neden Tevrat'ın rivayetine göre Taralı aykırı bir şekilde yetmiş
yaşındayken çocuk sahibi oluyor ve 128 yaşına geldiğinde de İbrahim doğuyor?
Gördüğüm kadarıyla
ve elimdeki mevcut kaynaklarda hiç bir araştırmacı lbrahim'in doğumuyla ilgili
bu tutarsızlığa dikkat etmemiş ve bunu Tevrat'da özellikle sayılarla ilgili
rivayetlerde rastlanan şeklî bir durum olarak değerlendirmişlerdir.
Araştırmacıların tek ilgilendikleri şey Tarah adlı birinin ismen ve kişilik olarak
mevcut bulunduğu ve İbrahim'in babası olduğudur.
Wenkler'e göre
Terah sözcüğü dolunay anlamına gelen Yerah sözcüğünün kasıtlı olarak tahrif
edilmiş bir şeklidir. Yine ona ve aynı görüşü paylaşanlara göre ay, Keldani
şehri Ur ve Harran'ın tanrısıydı. Birincisi İbrahim'in atalarının yurdu,
ikincisi ise İbrahim'in Kenan eline göç etmeden önce bir süre yaşadığı
şehirdir.
Tarah adıyla Kuzey
Suriye'deki Hatti özel isimlerini karşılaştıran Gensen, bu sözcüğün tanrıların
adıyla bağlantılı olduğunu ileri sürmektedir.
Wenkler, Stoken ve
Gensen, Tarah sözcüğünden tanrıların kokusunun geldiği konusunda hemfikirdir.
Kimi araştırmacılar
ise bu sözcüğün Tevrat'da Güney Filistin'de yaşayan bir kabile olarak adı
geçen Yerhameel kabilesinin isminden geldiğini ileri sürerek, Yerah/Jarah ile
tahrif edilmiş Taralı adı arasında bağlantı kurmaktadırlar. Onlara göre
Yerhameeller eskiden Harran'da yaşıyorlardı; dolayısıyla şehir ismi Harran'la
babasının adı Nahur olduğu için İbrahim'den başka iki oğlundan birine Nahur diğerine
Haran adını veren Tarah arasında bir bağlantı olması muhtemeldir. Gerçekten de
bu isimler arasında güçlü bir ilişki var. Örneğin Tarah, baba Nahur ile oğul
Nahur arasına düşmektedir; Haran ise Harran şehrinin adına çok yakındır ve
ayrıca Tarah babası ve oğlu Nahur adından uzak değildir.
Aşırıya kaçan kimi
araştırmacılara bakılırsa, bunlar, erkek ve kadın tanrılardan, onların
birbirleriyle ve insanlarla yaptıkları evliliklerden, Tammuz, Horus ve Herkül
gibi efsanevi kahraman çocuklar dünyaya getirmelerinden bahseden eski
efsanelere gönderme yapan şehir adlarıdır.
Tevrat sifirlerini
yazanların bu tür efsanelerden esinlenmiş olmalarını yadırgamıyoruz. Örneğin
Yaratılış kitabının altıncı bölü münde benzeri bir efsane nakletmektedirler
ki, buna göre ilahi varlıklar insan kızlarıyla evlenip çocuk sahibi oldukları
günlerde, eski çağın ünlü kahramanları olan devler vardı.
Kitab-ı Mukaddes
Ansiklopedisi, lbrahim'in Yerhameel kabilesinin kahramanı olduğunu düşünmek
için güçlü bir sebep bulunduğu, tekrar edilen Harran, Haran ve Nahur
isimlerinin birbirine benzediği, bu isimlerin Tarah'la olan güçlü bağlantısının
Tarah ve lbrahim'i metal bir paranın iki yüzü haline getirdiği, Tarah sözcüğünün ancak
Yerhameel kabilesinin adının bütünüyle bozulmuş bir şekli olduğu görüşündedir.
Bazıları ise, bizzat lbrahim adının dahi kelimeye yüklenen her türlü anlam bir
yana, bu kabile adıyla yakından bağlantılı olduğu kanaatindedir. lbrahim,
"Ah rahim" veya "Ah rahm" yani şefkatli baba anlamındadır,
ama buradaki "Ah/eh" kelimesi Allah'ın ismine işaret etmektedir. Aynı
şekilde Yerhameel de "yerham" ve "il" kelimelerinden
oluşmaktadır ki, "il/el" Kenanlılarda, daha sonra İsraillilerde
Allah'ın adıdır.
Eski lbranilerin
ataları arasında tarihi kişiliklerden çok sembolik kişilikler görenler,
lbrahim'in Saray ile evlenmesini Yerhameel kabilesiyle lsrail kabilesi arasında
bir kaynaşmayı sağlama amacına matuf olarak düşünmektedirler ki, bu durumda
Hacer'le olan evliliği de kendi kabilesiyle Mısırlı Araplar arasında yakınlaşma
sağlama amacını, keza Keddura'yla evliliği dahi kendi kabilesiyle Medyen
kabilesinin de aralarında bulunduğu Arap kabileleri arasında uzlaşma sağlamayı
hedefliyordu..
Tarah, tarihî veya
efsanevi bir kişi yahut lbrahim'in atası veyahut onun bir kopyası olabilir,
ama her halükârda lbrahim gerçek bir tarihi kişiliktir ve peygamberlerin
babası sayılan kişinin çevresini hurafe, bulanıklık ve şüphelerle çeviren, onu
tenkide maruz bırakan, varlığını mutlak inkâr noktasına getiren Tevrat'ın
sifirleridir.
Yahudilerin tüm
aşiretlerin babası durumuna getirdikleri kişi odur. Bizler ise peygamberlerin
babası İbrahim aleyhisselamla, daha sonra Tevrat'ın insanlığa takdim etmek
istediği İbrahim arasında ayırım yapmıyoruz. Yani ortada aynı ismi taşıyan iki
değişik insan yok; Yahudi Abramllbrahim, sıfatları ve hayat hikayesiyle,
bildiğimiz peygamberlerin babası İbrahim arasında bir bağ mevcut. Yahudilerin
bildikleri İbrahim'den söz ettiğimizde, konuyu ciddi bir tenkide tâbi tutmamız
kaçınılmaz, çünkü önsözde belirttiğimiz gibi bu kitabın konusu Yahudi
meselesini enine boyuna ele almaktır ...
Yaratılış kitabında
Abram'ın Keldanîlerin Ur şehrinde dünyaya geldiği belirtilmektedir. Bizim
bildiğimiz Ur, Fırat havzasının en güney ucundadır. İbrahim'in doğum tarihi konusunda
hâlâ bazı karanlık noktalar var ve geçtiğimiz yüzyılda bazıları İbrahim'in
gerçekten var olup olmadığıyla ilgili şüpheli görüşler belirtmişlerse de, Tel
el-Harirî'de (Mari) ele geçirilen arkeolojik bulgular onun aya tabanlarının
ve keza İbrahim'in babası ve
ailesinin taptığı putun bulunduğu ana merkez durumundaki Ur'da doğduğunu
detaylı şekilde ortaya koymuştur.
Mari ve Nuzi
kazıları, Tevrat'da bahsedilen İbrahim hikayesinin yaklaşık olarak M. Ö. XVII
ve XVIII. Yüzyıllar arasındaki dönemin durumunu yansıtmaktadır; ancak, her
yüzyıldaki rivayetçilerde olduğu gibi burada da dini ve sosyal durumlarla
ilgili sözlü rivayetler göz önünde bulundurulmuştur.
Tevrat kaynakları
İbrahim'in doğum tarihi olarak M. Ö. 1996 yılını göstermektedir ki, Tufan'dan
yaklaşık 350 yıl sonrasına tekabül etmektedir. Buna karşılık Tevrat,
İbrahim'in putlara tapınmayı reddetmesinden önce geçen olaylar, babası, karısı
Saray ve yeğeni Lut'la birlikte Harran şehrine muhacereti konusunda susmaktadır.
İbrahim, Tarah'ın ölümünden
sonra Rab'binin emriyle hanımı, yeğeni ve hizmetkârlarıyla birlikte Harran'dan
çıkarak Ke nan eline yöneldi. O sıralar yetmiş beş yaşındaydı. İbrahim'in
Kenan eline muhacereti Tevrat'da Rab'binin emrine uygun olarak yapılmıştı: “
.. sana göstereceğim ülkeye git; seni büyük bir ulus yapacağım, seni
kutsayacak, sana ün kazandıracağım. Bereket kaynağı olacaksın. Seni
kutsayanları kutsayacak, seni lanetleyeni lanetleyeceğim. Yeryüzündeki bütün
halklar senin aracılığınla kutsanacak. "
Abram Şekem'e
(Nablus) varınca, Yaratılış kitabında sözü edilen ilk toprak vaadini aldı.
Sonra orada bir kıtlık yaşandı ve Abram Mısır'a gitti. “Mısır'a
yaklaştıklarında karısı Saray'a 'Güzel bir kadın olduğunu biliyorum' dedi.
'Olur ki Mısırlılar seni görüp, bu onun karısı diyerek beni öldürür, seni sağ
bırakırlar. Lütfen, onun kız kardeşiyim de ki, senin hatırın için bana iyi
davransınlar, canıma dokunmasınlar.'"
Gerçekten de Abram
Mısır'a girdiğinde Mısırlılar kadının çok güzel olduğunu gördüler. Firavunun
yakın adımları da onu görüp firavuna söz ettiler. Nhicede kadın firavunun
sarayına alındı ve onun hatırı için İbrahfuı'e iyi davranıldı. Böylece İbrahim
koyun, sığır, eşek, kote, "katır, deve vs. sahibi oldu. Tanrı Abram'ın
karısı Saray yüzünden firavun ve ailesine ağır darbeler indirdi. Firavun
Abram'ı çağırarak 'Nedir bana bu yaptığın?' dedi. 'Neden Saray'ın karın
olduğunu söylemedin? Niçin Saray kız kardeşimdir diyerek onunla evlenmeme izin
verdin? Al karını, git!' Firavun Abram için adamlarına buyruk verdi. Böylece
Abram ve karısını sahip olduğu her şeyle birlikte gönderdiler.
Rivayet açık ve her
ne kadar uzun bir yoruma ihtiyaç varsa da, herhangi bir izahata gerek yok.
Abram henüz Mısır'a
varmadan önce sanki evvelden hazırladığı bir planı uyguluyormuş gibi hanımına
kız kardeşi olduğunu söylemesini emreder. (Senin hatırın için bana iyi
davransınlar; canıma dokunmasınlar). Böyle bir davranışı beklemesi, henüz
gerçekleşmeden önce olmasını istediğini gösterir. Ancak, hayrı istemek başka,
beladan çekinmek daha başka bir şey
Olayı hikaye eden
kişi, metni okuyanın Abram'ın firavunun Kenan elindeki kıtlıktan kaçarak
ülkesine yabancı birinin geldiğini ve yanında firavunun haremine alınmaya
layık çok güzel bir kadın bulunduğunu işitmesini sağlayabilmek için bir durum
ayarlaması yaptığı hissine kapılmasını istiyor.
Firavun birinin
hakkını gasbetmediği ve zulmetmediği için büyük belalara maruz kalacak bir
günah işlemedi, aksine kimsenin nikahında olmayan güzel bir kadını aldı ve
onun hatırına sözde kardeşi Abram'a ihsanlarda bulundu. Abram da bu lutufları
kabul etti. Peki o halde bu büyük belalar niye..?
Burada haklı olarak
bazı sorular yöneltmeliyiz: Mısır firavunu sırf güzel oldukları için kadınları
evlerinden, otağlarından zorla çekip alacan vahşi biri miydi? Ve Abram, ilk
defa girdiği Mısır'da olmasını istediği bir şeye istinaden arzusuna nasıl nail
olabildi?
Abram,
El-Cezire'den Kenan eline, oradan Mısır'a M. Ö. XXXVII. Yüzyıllar arasında
muhaceret etti. O sıralar Irak ve Mısır halkı oldukça rahat ve bolluk içinde
yaşıyordu. Medeni seviyeleri de hayli yüksekti. Onların bu yukarı uygarlık
seviyesine bir gecede ulaşmadıkları, aksine bunun için aradan nesillerin
geçtiğini söylemeye lüzum yoktur.
Abram'ın
El-Cezire'den ayrıldığı sırada ülkede kanunlar neredeyse oluşmuştu ve
Hammurabi'nin güneş tanrısından aldığı bu ilahi emirler ki öyle tasvir
ediliyor, bir araya getirilmeye hazırdı. Örneğin bu kanunlara göre zina suçu
işleyen karı kocanın el ve ayakları bağlanarak boğularak ölmesi için nehre
atılır; ancak, kocanın davasından vazgeçmesi halinde yalnızca kadın kötü fiilinin
cezasına çarptırılırdı.
Mısır'da ise zorla
hür bir kadının namusunu kirleten kişi kuyuya atılırdı. Suçun karşılıklı rıza
ile işlenmesi halinde, erkeğe bin sopa vurulur, kadınınsa karşısındakini suça
tahrik etmesine yol açan güzelliğinden mahrum kalması için burnu kesilirdi.11
Firavun dahi
cezasından çekindiği için tanrının koyduğu kanunları bozmaya gücü yetmezdi.
Özellikle Mısırlı kahinlerin elle rinden geldiğince kanunların uygulanmasını
sağlamak için hükümdarın hizmetine verdikleri oğulları ve bağlıları
vasıtasıyla onu sıkı denetim altında tuttukları göz önünde bulundurulmalıdır.
Diğer yandan, M. Ö.
1996'da doğmuş olması hasebiyle Abram'ın Mısır'da bulunduğu dönem, eski Mısır
tarihinin en parlak dönemi olan on ikinci hanedanın iş başında olduğu devirdi.
O dönemdeki hükümdarlar ülkenin ve devletin birliği, içte ve dışta huzurun
sağlanması, ülkenin kalkınması konusunda oldukça titizdiler. Vaktini güzel
kadınlarla geçirmek isteyen bir firavunun o dönemde iş başında bulunması zordu.
Tartışmacı bir kişi
tüm bu hususları bilmeden Abram'ın Mısır'da bir gariban olduğunu zannedebilir.
Kanunlar, ülke vatandaşlarını himaye ederler, ama söz konusu bir yabancı
olduğunda daha etkilidir.
Firavunun kanunun
yabancılara uygulanışı konusunu göz önünde bulundurmaması için aşırı tahrik
edilmiş olması gerekir. . Kocası Abram'la birlikte Mısır'a vardığında atmış beş
yaşını devirmiş bir Saray'ın bu yaşında Mısır firavununu tahrik edemeyeceği ve
genç olsa bile o yaştaki birini arzulamayacağı ortadadır. Dahası haremine
aldığı kadının bir kocası olduğunu bilerek yürürlükteki kanunları bozmayı göze
almaz.
Yaratılış kitabında
anlatılanlarda yukarıda üzerinde durulan hususlardan başka zayıf bir nokta daha
vardır ki, o da Abram'ın bazı hükümdarlarının çağdaşı olabileceği tahmin edilen
on ikinci sülalenin Menfis'in yirmi beş mil güneyindeki Leşt'de yaşadığıdır.
Kenan elindeki kıtlıktan kaçan Abram Süveyş kıstağı boyunca yolu üzerindeki
tüm gelişmiş şehirlerden bihaber doğrudan yeni başkente mi yönelmiştir? Olayı
nakleden kişi [Tevrat yazarı] neden Abram'ı doğrudan kral şehrine
yönlendiriyor? Hikayeyi detaylarıyla anlatması gerekmez miydi? Abram'ın
güzergahı üzerinde pek çok refah içinde şehir vardı ve her şehrin başında Yaratılış
kitabında anlatılan hikayenin kahramanı olabilecek bir feodal bulunuyordu; ama
efsane yalnızca firavunu kahraman olarak seçiyor ve ondan başka kimse yokmuş
gibi gösteriyor.
Abram, aynı olayı
bir kez de Gerar şehrinde Ebimalik'le yaşamak için Kenan eline dönüyor.
Ebimalik'e Saray'ın kız kardeşi ol- duğunu söylüyor; arkasından tanrı gece
rüyasında Ebimalik'e görünüyor ve ona "Bu kadını aldığın için öleceksin,
çünkü o evli bir kadındır" diyor. “Ebimalik henüz Saray'a dokunmamıştı.
'Ya Rab' dedi. 'Suçsuz bir ulusu mu yok edeceksin?' lbrahim'in kendisi bana
'Bu kadın kızkardeşimdir' demedi mi? Kadın da lbrahim için 'O kardeşimdir'
dedi. Ben temiz vicdanla, suçsuz ellerimle yaptım bunu.' Tanrı düşünde ona
'Bunu temiz vicdanla yaptığını biliyorum' diye yanıtladı. 'Ben de seni bu
yüzden bana karşı günah işlemekten alıkoydum, kadına dokunmana izin vermedim.
Şimdi kadını kocasına geri ver. Çünkü o bir peygamberdir. Ama kadını geri vermezsen,
sen de sana ait olan herkes de ölecek, bilesin. Ebimalik sabah erkenden
kalktı, bütün adamlarını çağırarak olup biteni anlattı. Adamlar dehşete düştü.
Ebimalik lbrahim'i çağırarak 'Ne yaptın bize?' dedi. 'Sana ne haksızlık ettim
ki, beni ve krallığımı bu büyük günaha sürükledin? Bana bu yaptığın yapılacak
iş değil.' Sonra 'Amacın neydi, niçin yaptın bunu?' diye sordu. lbrahim, 'Çünkü
burada hiç Tanrı korkusu yok' diye yanıtladı 'Karım yüzünden beni
öldürebilirler diye düşündüm. Üstelik Sara gerçekten kızkardeşimdir. Babamız
bir, annemiz ayrıdır. Onunla evlendim. Tanrı beni babamın evinden gurbete
gönderdiği zaman karıma 'Bana sevgini şöyle göstereceksin: Gideceğimiz her
yerde kardeşin olduğumu söyle' dedim. Ebimalik, lbrahim'e karısı Sara'yı geri
verdi. Bunun yanısıra ona davar, sığır, köleler, cariyeler de verdi. lbrahim'e
'lşte ülkem önünde, nereye istersen oraya yerleş' dedi. Sara'ya da 'Kardeşine
bin parça gümüş veriyorum' dedi.12
Bu defa da Sara'yı
yaklaşık doksan yaşında buluyoruz. Mısır firavunuyla Sara arasında geçen
olayla ilgili yorumu tekrarlamayacağız, ama acûze Sara ile güzel Sara
arasındaki bu tenakuz konusunda kullanılan üsluptan dolayı Yaratılış kitabını
yazanları insaflı bulmuyoruz. Sara'nın yaşıyla ilgili söylenenleri verirken
karşılaştığımız zorluk P belgesinde gösterilen yaşla, İbrahim ve yakınlarının
Mısır'a ziyaretini anlatan J belgesi arasındaki farktan kaynaklanıyor. Belge
Sara'yı hâlâ genç bir kadın olarak tasvir etmektedir.
Kısacası Yaratılış
kitabında anlatılan Sara-firavun-Ebimalik hikayesi iki değişik rivayetin
birbirine katılmasından başka bir şey değil. J rivayeti Abram ve karısının
Mısır'a gurbete gitmesinden bahsediyor; Sara'yı genç ve cazibeli bir kadın
olarak tahayyül ediyor ve kurguyu bu güzellik üzerine oturtuyor. P rivayeti
ise bu hikayeyi ve Sara'nın yaşını görmezden gelerek, aradaki tezata yani
güzelliğin zirvesindeki bir kadınla, eli yüzü kırış kırış olmuş bir kadın
arasındaki farka dikkat etmeden iki rivayet arasındaki Yaratılış kitabını bir
araya topluyor.
Kitabı Mukaddes
Sözlüğü'nün işaret ettiği bu tenakuzun meseleyi çözüp çözmediğini yahut daha
karmaşık hale getirip getirmediğini bilmiyoruz.
lbrahim'in özür
dileyip yaptığı işi masum göstermeye çalışması üzerinde kısaca duralım.
Ibrahim, Sara'nın karısı olduğunu söylemesi halinde kendisini öldürmelerinden
korktuğu için onu kızkardeşi olarak takdim ediyor.
Acaba Sara baba
tarafından lbrahim'in kızkardeşi miydi? Yaratılış kitabı lbrahim hikayesini
anlatırken başta böyle bir şey söylemiyor. Tevrat'a göre Sara, Tarah'ın gelini
ve oğlu Abram'ın hanımıdır. Eğer kızı birinci dereceden akrabası olsaydı,
gelinlik bağından daha yakın olan bu ilişkiye işaret edilmesi gerekirdi. Ama
Tevrat yazarları sürükleyici olması açısından bunu gizlemeyi ve ancak yeri
geldiğinde bahsetmeyi uygun görmüşlerse böyle bir şey mümkün.
Eğer Sara baba
tarafından Ibrahim'in kızkardeşi ise, o takdirde böyle bir durum onunla karısı
olarak yakınlığını gizleyerek arkasına sığınacacağı bir özür olamaz. Onun
kızkardeşi olduğunu söylemesi, aralarında evlilik bağı gibi bir yakınlığın
bulunduğu konusunda suskun kalması da ahlakı yönden affedilemez. Hayatından
endişe ederek, başına bir bela gelmesinden korkarak büyük bir gerçeği gizleyen
kişi Tanrının mesajını iletme görevi konusunda nasıl güvenilir olabilir ki?
Sara'nın firavun ve
Ebimalik'le olan iki hikayesi değişik dönemlerde yazarlar arasında uzun
tartışmalara sebep olmuş, ama Yaratılış kitabında anlatıldığı şekilde kimse
lbrahim'in tutumunu savunmamıştır; sadece bazıları bu iki olayın yani Sara ile
firavun ve Ebimalik arasında geçenlerin onun ve kocasının çıkarına oldu-. ğunu
söylemişlerdir.1 Şu halde
burada bir sır var.. İbrahim ve Sara'nın her iki olay sonunda elde ettikleri
çıkar nedir? Sığır, koyun, gümüş, altın ve Gerar civarında İbrahim'in ve
ailesinin yaşamak için seçeceği geniş bir toprak parçası.
Bu olumlu ders
olmamış olsaydı, rivayet üçüncü kez tekrarlanmazdı. Bu defa kadın kahraman,
Sara'nın gelini ve oğlu İshak'ın karısı Rebeka'dır. Rivayetin erkek kahramanı
ise Gerar kralı Ebimalik'dir, fakat daha önce Sara'nın efendisi olan
Ebimalik'le aynı kişi değildir. Çünkü nasıl firavun Mısır hükümdarının lâkabı
ise, Ebimalik de Gerar kralının lâkabıdır.
“Yöre halkı
karısıyla ilgili soru sorunca, 'Kızkardeşimdir' diyordu. Çünkü 'Karımdır'
demekten korkuyordu. Rebeka yüzünden yöre halkı beni öldürebilir diye
düşünüyordu. Çünkü Rebeka güzeldi. İshak orada uzun zaman kaldı. Bir gün
Filistin kralı Ebimalik, pencereden dışarı bakarken, İshak'ın karısı Rebeka'yı
okşadığını gördü. İshak'ı çağırtarak, 'Bu kadın gerçekte senin karın!' dedi.
'Neden kızkardeşin olduğunu söyledin?' İshak, 'Çünkü onun yüzünden canımdan
olurum diye düşündüm' dedi. Ebimalik 'Nedir bize bu yaptığın?' dedi. 'Az kaldı
halkımdan biri karınla yatacaktı. Bize suç işletecektin.' Sonra bütün halka,
'Kim bu adama ya da karısına dokunursa, kesinlikle öldürülecek' diye buyruk
verdi."
“İshak o ülkede
ekin ekti ve o yıl bire yüz mahsul aldı. Rab onu kutsamıştı. İshak bolluğa
kavuştu. Varlığı gittikçe büyüyordu. Çok zengin oldu. Sürülerle davar, sığır
ve birçok uşak sahibi oldu. Filistinliler onu kıskanmaya başladılar. Babası
İbrahim yaşarken kölelerinin kazmış olduğu bütün kuyuları toprakla doldurup
kapadılar. Ebimalik İshak'a, 'Ülkemizden git' dedi. 'Çünkü gücün bizim gücümüzü
aştı.” İshak oradan ayrıldı. Gerar vadisinde çadır kurup oraya yerleşti..”14
Üç defa tekrarlanan
bu hikaye daha sonraları Yahudilere hiç unutmayacakları bir şey öğretti: Eğil
yalan söyle, kalk yalan söyle. Eğer bir çıkarın.. toprak, emlak, gümüş ve
altın gibi bir men- faatin olacaksa, yabancıların karını koyunlarına almaları,
yalanın namusuna zarar vermesi önemli değil!
İkinci büyük ders
ise şu: Ey Yahudi! Sahip olduğun mal mülkten dolayı sana haset ediliyor. Bu
senin kaderin. Dört bir yanını kıskanç insanlar çevirmiş. Bu dünyada kimsenin
sana iyi gözle baktığını zannetme. Sen onların gözünde büyüksün ve ulusun.
Dolayısıyla bu kin tuzağına karşı kendini korumalısın. Sana kin besleyenin
gözlerini çıkar, sana öfkelenenlerin azı dişlerini sök. Öyle ki azametine göz
dikmesinler, alın terini heba etmesinler.
Yaratılış kitabının
fazla üzerinde durmamasına rağmen Filistinlilerin15 İshak’a haset
edip, tüm kuyularını kapatmalarına gelince, muhtemelen Filistinliler yabancı
birinin kendi topraklarını ve meralarını kullanarak aşırı şekilde
zenginleştiğini görüp, diğer meralar ve su kaynakları kuruduktan sonra onu
aralarında görmek istememişlerdir ...
Abram Mısır'dan
yanında Lut ve taşıyabildikleri kadar servetle döndü. Yaratılış kitabının
Abram’ın yeğeni Lut’u çevresinden uzaklaştırmasına bahane olarak gösterebileceği
yapmacık bir düşmanlık yaratması lazımdı. Böylece Abram’ın çobanlarıyla Lut'un
çobanları arasında kavga çıktı. O sıralar Kenanlılar ve Feriziler de orada
yaşıyorlardı. Abram Lut’a 'Biz akrabayız’ dedi. 'Bu yüzden aramızda da
çobanlarımız arasında da kavga çıkmasın. Bütün topraklar senin önünde. Gel,
ayrılalım. Sen sola gidersen, ben sağa gideceğim. Sen sağa gidersen, ben sola
gideceğim.”'
Lut, doğuya yönelip
Sodom ve Gomorra topraklarına gitti. Böylece Abram'a ikinci vaad vakti geldi.
“Lut Abram'dan ayrıldıktan sonra Rab Avram'a 'Bulunduğun yerden kuzeye,
güneye, doğuya, batıya dikkatle bak' dedi. 'Gördüğün bütün toprakları sonsuza
dek sana ve soyuna vereceğim. Soyunu toprağın tozu kadar çoğaltacağım. Öyle ki,
biri çıkıp da toprağın tozunu sayabilirse, senin soyunu da sayabilecek. Kalk
sana vereceğim toprakları boydan boya dolaş.' Abram çadırını söktü, gidip
Hebron'daki Mamre meşeliğine yerleşti. Orada Rab'be bir sunak yaptı.”
Lut'un Kenan
elinden kovuluşu, diğerine daha fazla toprak verme amacına matuftu. Böylece
Lut'un soyu vaadedilen topraklarda hak iddia etmeyecekti.
Bundan sonra
Abram'ın hikayesinde hayatında hiç yapmadığı bir olaya şahit oluyoruz. Çünkü
ilk defa savaşacaktı.
Tekvin kitabının on
dördüncü bölümünde anlatıldığına göre Lut gölü çevresinde yaşayan Sodom,
Gomorra, Adına ve Semoyim kralları Elam kralı Kedorlaomer'e bağlıydılar ve ona vergi
ödüyorlardı. On iki yıl vergi ödedikten sonra on dördüncü yıl isyan bayrağı
açtılar. Elam kralı, Şingarl diğer ülke krallarından dört müttefikiyle
birlikte onların üzerine yürüdü. Hepsini mağlup ederek şehirlerini ele
geçirdi. Lut ve hizmetkârları da esir alınanlar arasındaydı. O sırada Abram
Hebron yakınlarında oturuyordu. Kurtulanlardan biri gelerek olup biteni
anlattı. Abram Lut'un esir alındığını duyunca, evinde doğup yetişmiş üç yüz on
sekiz adamını yanına alarak dört kralı Dan'a kadar kovaladı. Adamlarını gruplara ayırdı,
gece saldırıp onları bozguna uğratarak Şam'ın kuzeyindeki Hoba'ya21
kadar kovaladı. Yağmalanan bütün malı, yeğeni Lut'la mallarını, kadınları ve
halkı geri getirdi.
Yaratılış kitabının
olayın vuku bulduğunu ileri sürdüğü zaman dilimine ve duruma göz atmak için
biraz duralım.
Sözü edilen olayın
vukü bulduğu gün Abram'ın Tevrat'ın kaydettiği gibi 83 yaşında olduğunu
farzetmek için onun M. Ö. 1996 yılında doğmuş olduğunu kayd-ı itiraz ile bir
kez daha kabul edelim. Bu tarihe, onun Mısır'da yirmi yıl kaldığını belirten
bazı Yahudi tarihçilerin söylediklerini de katmıyoruz. Eğer aynı dönemde Irak'ın tarihinde M. Ö.
1913 yılına dönersek Elamlıları o sıralar bu ülkede olup bitenlerden tamamıyla
uzakta buluruz.
Irak'da yapılan
arkeolojik kazılar Elam kralı Kedorlacmer'in yaklaşık M. Ö. 2150 yılında
savaşmaya başladığı, bu tarihle Tevrat'da İbrahim'in onunla ilk savaşa girdiği
tarih arasında 237 yıl fark olduğunu görürüz. Mari ve Nuzi kazılarında
İbrahim'le ilgili işaretleri tarihlersek, bunlar bize M. Ö. 18. Yüzyıla
götürecektir ki, bu durum onunla Kedorlaomer arasındaki çağ farkını daha da
artırmaktadır.
Ur devleti M. Ö.
IIl. Binyıl sonlarında çökmeye başladı ve 2006 yılında Elamlılar bir kez daha
bu ülkeye sahip olarak, şehirlerini tahrip edip, krallarını ele geçirdiler ve
yakıp yıktıkları şehirde küçük bir temsilci bıraktılar. Fakat aradan çok
geçmeden Amorîler Elamlıları Ur'dan kovarak, Irak'daki hakimiyetlerine son
verdiler. Elamlılar, M. Ö. XIII. Yüzyıl sonları ile XllI. Yüzyıl başları
arasında nisbeten varlık gösterebildikleri Zagros dağlarıyla Şatt el-Arab
arasına çekildiler.
Eğer Abram'la
Kedorlaomer arasında vukü bulan olayı doğru kabul edersek, bu durumda üç dört
asır geriye giderek Abram'ın zuhuruyla İsrailoğullannın Nun oğlu Yeşu
komutasında Kenan eline girişine ulaşmamız gerekir ki, bu durum bütün tarihi
altüst eder.
Britannica
Ansiklopedesi bu rivayetle ilgili şöyle bir yorumda bulunuyor: “Nakilci Yahudi
büyüklerini pohpohlayan bu yegane rivayetin küçük bir dikkafalılık olduğu
açık."23 Kitab-ı Mukaddes Ansikpoledisi, hikayenin Yahudi büyüklerini
temize çıkarmak ve maneviyatlarını yüceltmek amacıyla Babil esaretinden sonra Yahudi
alimlerinin işi olduğunu belirterek işin içinden çıkmaya çalışıyor.
Biritannica
Ansiklopedisi ise, Yaratılış kitabında Abram'la Kedorlaomer arasındaki
çatışmayla ilgili olarak anlatılanları yorumlarken, Elamlıların devletleri
yıkıldıktan sonra Babil ve Asuri ordularında paralı askerler olarak görev
yaptıklarını, bu yüzden uzaklara giderek, Suriye'de Haleb'e, Filistin'de
Hasur'a kadar yayıldıklarını anlatmakta, ama Kedorlaomer'den bir kelime ile
dahi söz etmeden "Bu gerçek Yaratılış kitabının 14.
babında
anlatılanların açıklamasına yardımcı olmaktadır” demektedir.
Abram,
Kedorlaomer'le onu destekleyen kralları bozguna uğratıp dönünce, Sodom kralı
onu karşılamak için Kral Vadisi olan Şave Vadisi'ne gitti. Yüce tanrının kâhini
olan Şalem kralı Melkisadık ekmek ve şarap getirdi. Abram'ı kutsayarak şöyle
dedi: 'Yeri göğü yaratan yüce Tanrı Abram'ı kutsasın. Düşmanlarını onun eline
teslim eden yüce Tanrı'ya hamdolsun.' Bunun üzerine Abram her şeyin onda
birini Melkisadık'a verdi.
Yüce
Tanrı'nın kâhini olan bu Şalem kralı Melkisadık kimdir? Biraz önce
söylenenlerden onun Abram'dan büyük olduğu anlaşılıyor. Bu görüşün oluşmasının
sebebi bazılarının zannettiği gibi ancak büyüğün küçüğü kutsayabileceği olgusu
değildir. Çünkü bu görüşe istinaden Melkisadık Allah adıyla kutsarken Allah'tan
büyük değildir. Zira kutsayan Allah'dır. Anladığımız kadarıyla büyük küçüğü
kutsadığı gibi, küçük de büyüğü kutsayabilir. Aksine Melkisadık'ın Abram'dan
mevki olarak büyük oluşunun delili, Abram'ın ona malının onda birini
vermesidir. Onda bir ise ancak daha büyük olana verilir.
Muhtemelen
burada Mesihi inancın Melkisadık'la ilgili tarifini vermemizde fayda var: O,
iyilik meleğidir; anasız, atasız, çocuksuz, başlangıcı ve sonu olmayan ‘barış
meleği'dir
Ancak
bu tanımlama Talmutçuların hoşuna gitmemiştir. Çünkü böyle bir tanımlama
Meryem oğlu İsa'nın babasız dünyaya gelişi inancını teyit etmektedir ki,
Yahudi kahinler buna şiddetle karşı çıkarlar. Dolayısıyla Talmutçular
Melkisadık'ın ancak Nuh oğlu Sam olabileceği görüşünde ısrar etmişlerdir.
Melkisadık'la
ilgili Mesihi tanımlamayı reddeden Talmutçulann amacı, lbrahim'in soyundan
gelenlerin kutsiyet ve üstünlüğünü bir kenara atan her türlü yorumu geçersiz
kılmaktır. Çünkü onlar insan neslini lbrahim'le sınırlar ve diğer insanların
değil, yalnızca lsrailoğulları'nın ondan türediğini ileri sürerler. Dolayısıyla
birbiriyle ilgisi olmayan, atasız, anasız ve çocuksuz birinin mevkisinin
lbrahim'in mevkisinden daha yüce olduğunu kabul etmeyi aşırı tehlikeli olarak
görürler. Ama nesebi kendilerinden olmayan birisi lbrahim'den öşür almış ve
kutsamıştır.27
Nuh oğlu Sam
lbrahim'in soyundan gelmemekle, aksine onun sekizinci kuşaktan atası olmakla
birlikte, lsrail oğullarının yüceliğini, seçkin ve üstün halk olduğu görüşünü
kabul ettiği için, Melkisadık'ın Sam olduğu tanımlaması Talmutçular nezdinde
makbul bir görüştür. Yahudi tarihçiler ve onların ileri sürdükleri görüşleri
hiçbir tenkide tâbi tutmadan kabul edenler, Yaratılış kitabında anlatılanları
gerçek olarak kabul etmektedirler.
Eğer Yaratılış
kitabının on birinci babına bakar ve İbrahim'in doğum tarihinin basit bir
hesabını yaparsak, ortaya atılan iddianın hiçbir şekilde kabul edilemez
olduğunu görürüz.
Yaratılış kitabına
göre Nuh oğlu Sam Tufan'dan iki yıl sonra dünyaya gelmiş ve Erpakşad'ın
doğumundan sonra beş yüz yıl yaşamıştır. lbrahim'in hayatını yazanlar onun
doğum tarihini M. Ö. 1996'ya yani Tufan'dan 350 yıl sonrasına bağlarlar. Buna göre Nuh oğlu Sam ömrünün 23 yılı hariç
geri kalan kısmını İbrahim'le aynı yıllarda yaşamıştır. lbrahim ise büyük
dedesi Sam'ın ölümünden sonra 23 yıl hayat sürmüştür.
Kitab-ı Mukaddes
Ansiklopedisi'ni yazanlar buna dayanarak, baba Sam'ın lbrahim davet edildiği
sırada hayatta olduğunu belirtiyorlar. Sam'ın Şalem kralı Melkisadık olduğu
tanımlaması ise birçok müfessir tarafından teyit edilmiştir. “Bu yüce insan
Kenan'ı ziyaret ettiğinde, onun soyundan gelen ardıllarını da ziyaret etti.
Çünkü âdil bir kral ve yüce Tanrı'nın kahini oluşu sebebiyle kendisini
izzet-ikramla karşılayacaklarından son derece emindi. ”
Her halükârda
Yaratılış kitabının on birinci babı ile, dünyanın yaratılışı, insanlığın
ırklara ayrılışı tarihiyle ilgili anlatılanlar, bizi, daha önceki iki yüz yıl
boyunca ve halen Yakın Doğuda yapılan kazıların ortaya çıkardığı tüm
gerçekleri yalanlamaya zorluyor.
Tufanın Milattan
önce 2346 yılında olduğu şeklinde verilen tarih son derece saçmadır. Çünkü bu
tarihten önce uygarlığın gelişimiyle dolu geçen yüzyıllar, olayın İsa'nın
doğumundan en az yedi bin yıl önce meydana geldiği savını yalanlamaktadır.
Tevrat'a göre Nuh
aleyhisselamın doğum tarihi M. Ö. 2949'dur. Buna göre kral Menes, birleşik
Mısır'ın yönetimini dedesi Nuh'un dünyaya gelişinden en az 4,5 asır önce
devralmış, kral Sargon ise birleşik Irak'ı Nuh tufanından 22 yıl önce yönetmiştir..
Bir düşünün..
Tarih, hiç bir
şekilde tufanın bilinen uygarlıklardan önce gerçekleştiğini inkâr etmiyor.
Örneğin İngiliz bilim adamı George Smith (1872), British Museum'daki
Assurpanipal kütüphanesinde Yaratılış kitabında okuduğumuza benzer bir tufan
raporu keşfettiğini, yine Yaratılış kitabındaki Nuh'un Asuri kayıtlarındaki Ut
Napishtim olduğunu belirterek herkesi hayrete salmıştı. Benzeri buluşlar
daha sonra birbirini takip etti.
Tabii bilimlere
gelince, İngiliz bilim adamı L. Woolly bu konuda 1929-34 yılları arasında
Güney Irak'da ilk araştırmaları yaptıktan sonra "Tufanın geçmişte Irak'ın
bilinen tarihinde bu bölgeyi sular altına aldığını, tufandan etkilenen bölgenin
en az 300 mil uzunluğunda, 100 mil genişliğinde olduğunu ve suların da yine en
az 25 kadem yüksekliğine ulaştığını” belirtti. Woolly'e göre bu tufanla
Tevrat'da anlatılan tufan arasında çok sıkı bir ilişki vardı.
Woolly'nin sözünü
ettiği tufan Nuh tufanı olsun veya olmasın, Irak halkı İbrahim döneminde soğuk
gecelerde bu hikayeyi Kel- dani halk hikayelerinden birisi olarak birbirine
anlatıyordu. Dolayısıyla İbrahim'in bu büyük tufan hikayesini Kenan eline taşımasında
şaşılacak bir şey yok.
Muhtemelen burada
söylenebilecek en iyi şey, Hak Teala'nın dünyayı başıboş bırakmadığı, yüce
zatıyla yaratılanlar arasında peygamber ve resuller vasıtasıyla bir irtibat
halkası koyduğudur. Nitekim.ayette “Uyarıcı göndermediğimiz bir halk
yoktur" buyurulmaktadır. Erken çağlarda insanoğlu tek tanrıcılığı
kavrayamamış, bu yüzden kendince tanrılar ve ilahlar yaratarak, yaratılış hikayeleri,
tufan kıssaları ve benzeri olayları bunlara bağlamış; kendi hayalinde bunları
süsleyerek, habbeyle kubbeyi birbirine karıştırmış ve böylece gerçekler hurafe
sisleri arasında kaybolup ' gitmiştir. Yaratılış kitabında geçen yaratılış
hikayesinin eski Keldani hikayelerinden esinlenmesinin sebebi de budur.
Abram, sözde Elam
kralı Kedorlaomer ve müttfeklerinden aldığı ganimeti paylaştırdıktan ve Şalem
kralı Melkisadık tarafından kutsandıktan sonra, Yaratılış kitabı babının
Abram'a Kenan elini vadetmesini tekrarlayarak, soyunun bu ülkede yabancı olacağını
ve Amorîlerin Filistin'de işledikleri suçlar tamamlanıncaya kadar dört yüz yıl
boyunca buradan uzaklaşacaklarını, daha sonra Amorîlerden intikam almak için
Abram'ın soyunun geri döneceğini hikaye ediyor.31 Bu hikayede Yakub ve
oğullarının Mısır'a gelip orada yaklaşık dört asır kaldıktan sonra Müsa'nın
önderliğinde bu ülkeyi terkedeceklerine de işaret edilmektedir.
“O gün Rab Avram'la
anlaşarak ona şöyle dedi: 'Mısır ırmağından büyük Fırat nehrine kadar uzanan
bu topraklan Ken, Keniz, Kadmon, Hatti, Peris, Refa, Amor, Kenan, Girgaş ve
Yebus topraklarını senin soyuna vereceğim"'.32
Her ne kadar
ahitleşen taraflardan İbrahim soyu henüz ışığı görmediği için hayali bir vaat
olarak kalmışsa da, bu, anlaşmanın etkinliğini belirlemenin yanı sıra,
vaadedilen toprak konusunda açık bir işarettir.
Sara, cariyesi
Hacer'i hamile kalması için Abram'a sunuyor. O da İsmail'e hamile kalıyor, ama
Sara şiddetli kıskançlık hastalığı na tutularak onu Abram'a şikayet ediyor ve
ona 'Tanrı, seninle benim aramda hüküm versin' diyor.
Abram, karısı
Sara'yı istediğini yapmakta serbest bırakınca, o da Hacer'i çöle gitmeye
zorluyor. Belki de Mısır'a dönmeye teşvik etmiştir. Çölde ona Tanrı'nın
melekleri görünüyor. Hacer, daha sonra Sara'nın belirttiği gibi Tanrı'nın
kendisiyle konuşmayacağı alt tabakadan bir insandır. Melekler ona “soyunun daha
da çoğalacağını" müjdeliyor ve doğuracağı oğluna İsmail adını vermesini
emrediyor. “Çünkü Rab, sıkıntı içindeki yakarışını işitti. Oğlun, yaban
eşeğine benzer bir adam olacak; o herkese, herkes de ona karşı çıkacak..”
İşte
bu noktada Tevrat yorumcuları alkışı basıp, birbirlerine fısıldaşıyorlar..
Rabbin meleklerinin haber kehanetlerinin nasıl gerçekleştiğine bir bakın..
İsmail'in nesli kim? Araplar değil mi? Arap dediğin insanlık düşmanı vahşi biri
değil mi.. Tıpkı Tanrı'nın meleklerinin belirttiği gibi. O herkese düşman,
herkes ona düşman?!.. ’
İsmail ve onun
neslinden gelenler, İbranilerin Tanrısının İbranilere vaadettiği tüm
ayrıcalıklardan ve vaadetlerden vareste tutulmalı. Kim onun soyundan gelmişse,
barbarlık alnına bir künye olarak vurulmalı ve herkesle kavgalı olmalı.
İsmail, babası seksen
altı yaşındayken dünyaya geldi. Doğumundan on üç yıl sonra vaat bir kez daha
tekrarlandı. Bu defa Tanrı, kendisiyle Abram ve soyundan gelenler arasına yeni
bir işaret koydu: Sünnet. Abram, o gün kendisi sünnet oldu.34 Oğlu İsmail ve
Abram ailesinden gelen tüm erkekler de sünnet oldular.
Yine o gün Tanrı
Abram'a İbrahim, Saray'a Sara adını verdi. Abram'ın cedd-i âli anlamına
geldiğini söylediler. O, artık İbrahim olduktan sonra herkesin büyük ecdadı
oldu. Saray'ın ise 'prensesim' anlamında olduğunu, Sara olduktan sonra herhangi
bir prenses anlamına geldiğini bildirdiler. Yani yalnızca onun prensesiydi,
sonra herkesin prensesi oldu. İbrahim ve Sara adlarının ne anlama geldiği
konusundaki diğer ihtimali anlamları daha önce kısaca vermiştik ki, zaten çok
önemli bir şey değil.
İbrahim,
Rab'binden İsmail'e bakmasını istiyor, fakat Tanrı "Karın Sara sana bir
oğul doğuracak, adını İshak koyacaksın. Onunla ve soyuyla anlaşmamı sonsuza dek
sürdüreceğim" dedi.
Bu,
Yaratılış kitabının dahna önce Lut'u Kenan eline yerleşim hakkından mahrum
ettiği gibi, İsmail'i de İbrahim'in büyük ve tek oğlu olma özelliğinden
soyutlama konusunda attığı başka bir adımdır. Tüm bunlar, Vaadedilmiş
Toprakları yalnızca İsrail oğullarına hasretmeye hazırlıktır.
Şimdi
hızlı bir şekilde Mamra geçidinde (Hebron'da) Tanrı'nın yanında iki melekle
birlikte insan suretinde gizlice İbrahim'e görünme olayına geçelim.. Onlar
Sodom ve Gomorra'yı yerle bir etmeye giderken, İbrahim bu üç misafiri için
sıradan bir buzağı kurban keser, onlara yağ ve süt ikram eder Tanrı ve arkadaşları afiyetle ikram
edilenleri yerler, sonra da İbrahim'i tekrar Sara'nın bile inanası gelmediği
bir çocukla müjdelerler: "Sara, 'Bu yaştan sonra bu sevinci tadabilir
miyim?' diye içinden güldü, 'Üstelik efendim de yaşlı.' 'Rab için olanaksız
bir şey var mı? Belirlenen vakitte, gelecek bu yıl bu zaman yanına döndüğümde
Sara'nın bir oğlu olacak.' Sara korktu, 'Gülmedim' diyerek yalan söyledi. Rab,
'Hayır, güldün' dedi.”37
Sonra
üç adam işlerini bitirmek için kalktılar. İbrahim onların nereye gideceklerini
bilmiyordu. Rab düşünmeye başladı. Maksadınıİbrahim'e söylese miydi, yoksa
susmalı mıydı? İbrahim büyük bir ümmet olacak, tüm halklar ona saygı duyacaksa
nasıl susardı? Rab Tanrı istiharede bulundu. Tevekkül edip, amacını anlattı
ve İbrahim'e büyük günahlar işleyip işlemediklerinden emin olmak için Sodom ve
Gomorra'ya gittiğini, sonra duruma göre onları helak edeceğini bildirdi.
Bu
hikayenin yorumuna girmeyeceğiz. Çünkü hâşâ lillah, Allah Teala insan suretine
bürünmez, yiyip içmez; Sara'yla sohbet edip, ona 'hayır, güldün” demez.
Sodam ve
Gomorra'nın yerle bir edilmesinden sonra İbrahim Gerar'a sığınır. Tevrat'ın
naklettiğine göre Sara burada Ebimalik'in haremine girer ve daha sonra onun
tarafından boşanır..
Arkasından İshak'ı
doğurur. Kendisi doksan, İbrahim ise yüz yaşındadır.
Çocuk büyüyüp
memeden kesildikten sonra, Sara, Mısırlı Hacer'in İbrahim'e doğurduğu çocuğun
alay etmeye başladığını görünce İbrahim'den bu cariyeyi ve oğlunu kovmasını,
ister ve bir cariyenin oğlunun oğlu İshak'la birlikte miras sahibi
olamayacağını belirtir.38
İbrahim bu
sözlerden üzülürse de, Tanrı devreye girer ve ona Sara'nın söylediğini
yapmasını bildirir.
Burada Yaratılış
kitabı İbrahim'le büyük oğlu arasına ince bir duvar çekiyor ve bunun Tanrı'nın
apaçık bir emri olduğunu kaydediyor.
■ Yaratılış kitabında bu anlatılanları okuyan
kişinin kafasında birçok .soru işareti oluşur. İsmail'in adını bütünüyle
görmezden gelerek, ondan bir yerde Mısırlı Hacer'in oğlu, bir yerde cariyenin oğlu,
bir . diğer yerde “çocuk” diye bahsedilmesinin sırrı nedir? Ayrıca
Sara.’nın.bthane ' göstererek İbrahim'den çocuğu ve anasını kovmasını
istemcine. yol açan bu alay da nedir? Yaratılış kitabını yazanlar İshak'm
doğduğu sırada İsmail'in on dört yaşında olduğunu, kovma . olayının İshak'ın
büyüyüp memeden kesilmesinden sonra gerçekleştiğini, bu durumda İsmail'in on
altı yaşından daha küçük olmadığını acaba gözden kaçırdılar mı? Eğer
kaçırmadılarsa o takdirde nasıl olur da güya kucakta taşınan, bir kenara konulup
içmesi için su taşınılan, kırbadaki su tükenince bi.r ağacın altına bırakılan
bir çocuktan bahsederler? Daha sonra Tanrı'nın melekleri gelir ve Hacer'e
“Kalk, oğlunu kaldır, elini tut; onu büyük bir ulus yapacağım” diyor. “Sonra
Tanrı Hacer'in gözlerini açtı. Hacer bir kuyu gördü. Gidip tulumunu doldurdu,
oğluna içirdi.”
Acaba çocuk mecazi
anlamda mı bir ağacın altına bırakıldı? Yoksa Tanrı'nın meleğinin 'çocuğu
kaldır' sözü de mecazi anlam da mı? Örneğin yolda giden iki arkadaştan birinin
diğerine “Sen mi beni taşırsın, ben mi seni taşıyayım?" şeklindeki sözünün
'benimle konuş ve bana yol azabını unuttur" anlamında olduğu gibi mi?
Bizce ne o ne de öbürü. Büyük ihtimalle J ve P nüshalarından biri hikayenin
romantik yönüyle, diğeri ise hikayedeki kahramanların yaşlarıyla ilgileniyor
ve tıpkı güzel Sara, ak saçlı Sara'da olduğu gibi bu iki unsuru birbirine
karıştırma işi tekrarlanıyor.
Eğer burada
anlatılanların birinci kısmına bakarsak şu satırı buluruz: “İbrahim sabah
erkenden kalktı, biraz yiyecek, bir tulum da su hazırlayıp Hacer'in omuzuna
attı, çocuğunu da verip onu gönderdi. "40
Tevrat'daki bu
ibarenin Arapça çevirisinden kesinlikle İbrahim'in ekmek, su kırbası ve çocuğu
Hacer'in omuzuna veya omuzlarına yüklediği anlaşılıyor. Bir kadının omuzunda on
sekiz yaşında bir çocukla çöle dalması, çocuk kendi oğlu da
olsa,mantıklı değil. Zaten Tevrat da Hacer'in Herkül gibi güçlü olduğunu
söylemiyor. Ayrıca İsmail'in anasının omuzunda taşınmaya muhtaç felçli birisi
olduğunu da belirtmiyor; aksine çocuk annesiyle aynı boyda veya ondan daha
boyluydu. Hacer'in “Oğlumun ölümünü görmeyeyim.. ” şeklindeki sözü, yukarıdakilere ilaveten
Tevrat yazarlarının kovulan delikanlının yaşını gerçekten gözden
kaçırdıklarının bir başka delili. Öbür türlü, nasıl olur da çocuk susuzluktan
ölüm noktasına gelirken, anası ölmüyor? Sonra nasıl oluyor da İsmail çölün
zorluklarına göğüs geremeyip, bir süre anasının kucağında taşınıyor, sonra eski
bir hırka gibi kaldırılıp bir kenara atılıyor, melek gelip “kalk ve oğlunu
kaldır" diyor? Daha önce “Oğlun yaban eşeğine benzer bir adam olacak; o
herkese, herkes de ona karşı çıkacak" diye vasfedilen ve ok atacak kadar
büyüdüğü belirtilen İsmail nasıl böyle bir duruma düşer? Elamlı Kedorlaomer
başta olmak üzere beş kıralı mağlup ettiği söylenen, çölü övucunun içi gibi
bilen bir bedevinin on sekiz yaşındaki oğlu nasıl olur da anasının omuzunda
gezer, sonra bir ağacın altına atılır ve hem kendisi, hem de anası için su
aramaktan âciz hale gelebilir? Tuhaf bir hikaye vesselam..
Kısacası
Yaratılış kitabı İsmail'i gözden çıkarıp, İshak'ı İbrahim'in biricik oğlu gibi
göstermeyi başarmıştır. Ona göre İbrahim İshak'sız bir lokma bile yemez.
Cariyenin oğlunun ise işi bitmiştir ve adı ancak gerekli olduğu zaman geçer.
Yaratılış
kitabı daha sonra İbrahim'in Ebimalik'le iyi komşuluk üzerine bir anlaşma
yaptığını nakletmektedir: "Daha sonra İbraim koyun ve sığır ayırarak
Ebimalik'e verdi. Böylece ikisi bir anlaşma yaptı." İbrahim yedi dişi kuzu
vererek pekiştirdiği bir anlaşma yapar ve bunu ‘açtığı kuyunun kanıtı olması
için verdiğini" belirtir. Sonra oraya Bi'r Seb'a (Yedi Kuyu) [Berşeba] adı
verilir.
Yaratılış
kitabında anlatıldığına göre bu bölgenin yani Gazze'ye yakın Gerar'ın sahibi
yanında ordu kumandanıyla birlikte İbrahim'e geldiği için onu böyle bir
anlaşmaya zorlar. Burada ve diğer yerlerde Filistinlilerden söz edilmesine
gelince, bunun sebebi onların henüz M. Ö. Xlll. Yüzyılda
ülkenin güney sahiline yerleşmiş olmalarıdır.
Sonra
Sara ölür ve İbrahim onu defnetmek için Makfela mağarasını satın alır. Hem de
Hattili sahibi Efron'un kesin şekilde reddetmesine rağmen dört yüz gümüş şekel
ödeyerek.
Yaratılış
kitabı İbrahim'in meydan okurcasına para teklif etmesine ve anlaşmayı
sağlamlaştırmasına hayli önem veriyor. Çünkü bu olay İbrahim'in Filistin'de bir
toprak parçası edinmesiyle ilgili ilk vesiledir ve Ebimalik'le yaptığı
anlaşmadan kısa süre önce mekansız dolaştığı ülkede sahiplerinin rızasıyla bir
toprak edinmiştir. Böylece Tevrat Makfela mağarasını İbrahim'e satın aldırarak
ayaklarını muhkem şekilde Filistin'e bastırır. Tanrı'nın veya Balfour
Deklerasyonu'nun vaatleri, her ne pahasına olursa olsun, altın, gümüş veya gasp
yoluyla bir parça toprak alınmasıyla gerçekleşebilirdi.
İbrahim,
kölesi ve kahyası durumundaki kişiyi oğlu İshak'a kendi aşiretinden bir gelin
getirmesi için Aram-ı Nehreyn'de yer alan Harran'a gönderir. Köle,
İbrahim'in kardeşlerinden Nahor'un kız torunuyla birlikte geri döner ve İshak
onunla evlenir.
Daha sonra İbrahim
kendisine altı oğul veren Keddura adında başka bir kadınla evlenir. Yaratılış
kitabı burada da odalıkların oğulları
olan bu kardeşleri İshak'dan ayırır; İbrahim onlara hediyeler vererek, “henüz
hayattayken onları oğlu İshak'dan ayırıp doğuya" uzaklaştırır.
İbrahim 175 yaşında
vefat etti. “Oğulları İshak'la İsmail onu Hattili Sohar oğlu Efron'un
tarlasında Mamre'ye yakın Makfela mağarasına gömdüler. İbrahim o tarlayı
Hattilerden satın almıştı.”47 Tarlanın satın alındığının tekrar hatırlatılması,
bu durumu kimsenin unutmaması içindir. Bu hatırlatma İbranilerin yararınadır.
İbrahim konusunu
kapatmadan önce, Yaratılış kitabında bir kez geçen bir söze işaret etmeliyiz, o
da Gerar kralı Ebimalik'in Sara'yı haremine alması dolayısıyla İbrahim'in
peygamber olduğunun belirtilmesidir. Tevrat'a göre ona karısını İbrahim'e geri
vermesini Tanrı emretmiştir: “Şimdi kadını kocasına geri ver. Çünkü o bir
peygamberdir. Senin için dua eder, ölmezsin.”48 Bu satırları yazdığım ana kadar
İbrahim'in peygamberlik görevlerini yerine getirdiğini gösteren herhangi bir
kayda rastlamadım.
Yaratılış
kitabından okuduğumuza göre İbrahim bir gelenek olarak kendisi sünnet olmuş,
oğlu İsmail'i, ailesindendeki tüm erkekleri, bilahare sekiz gün sonra oğlu
İshak'ı sünnet ettirmiştir. Tabii İsmail'i ve anasını kovduktan sonra.
Arkasından Rab'binin emrine uyarak oğlu İshak'ı kurban etmeye yeltenmiş, neyse
ki Tanrı bir koç göndererek çocuğu kurtarmıştır.
İbrahim'in Elam
kralı Kedorlaomer ve müttefiklerine karşı savaştığı şeklindeki iddiaya
gelince, Yaratılış kitabına göre bunun sebebi Kedorlaomer'in yeğeni Lut'u esir
alıp, mallarına ey koymasıdır. İbrahim olayı öğrenince kölelerini yanına alır,
saldırganlara yetişir; Mamra, Aşkol ve Afer'deki Amorî komşuları da kendisin
yardımcı olur. O da savaştan sonra alınan ganimetleri taksim edeı
İbrahim'in Tanrı
için şurada burada kurduğu iddia edilen su naklara gelince, eğer bir sunak
yapılıyor ve sonra bırakılıp gidili yorsa, daha sonra onunla ilgili bir haber
çıkmalıydı.
Tevrat sifirlerini
yazanlar arasında İbrahim, İshak, Yakub v<
İsrail oğulları içinde onları takip eden peygamberlerin getirdikle ri
tevhit mesajının cihanşümul olduğuna işaret ederek her tü: gayreti gizleme
hırsına bağlılık konusunda apaçık bir ittifak var dır. Çünkü onlara göre Tanrı
yalnızca İbranilerin milli tanrısıydı Dolayısıyla her biri kendi putlarına
sahip diğer putperest komşularının ona tapınmasını istemiyorlardı. O sıralar
her şehrin kend tanrısı vardı. Tevrat bölümlerini yazanlar da bu geleneği
sürdürerek, taptıkları tanrının yalnızca ataları İbranilerin tapınageldikleri
milli bir tanrı olduğu vehmine kapıldılar ve dolayısıyla diğeı halklarla
birlikte tek bir tanrıya taparlarsa seçilmiş bir millet olarak onların
seviyesine düşeceklerini ileri sürdüler.
İbrahim'in Keldani
şehri Ur'dan muhacereti konusuna gelince, bunun manevi bir teklifle herhangi
bir ilgisinin olmadığını kaydetmek gerekir. Çünkü İbrahim Ur'dan babası, Sara
ve Lut'la birlikte çıkmıştır. Yaratılış kitabı ise İbrahim'in babası Tarah'ın
oğlu, gelini ve torunuyla birlikte Kenan eline gitme niyetinde olduğunu ileri
sürmektedir.
İbrahim'in putlara
tapan bir putperest olduğu konusunda elimizde herhangi bir kayıt yok. Onun put
yapıp sattığı söylenir. Bu durum İbrahim'in Ur'dan Harran'a, oradan Kenan eline
göç etmesini kesinlikle gerektirmez. Göçün tevhit göreviyle veya ibadet
konusuyla da uzaktan yakından bir ilgisi yok. Eğer öyle olsaydı Yaratılış
kitabı Tarah'ın Kenan eline doğru muhaceret niyetini mutlaka görmezden gelirdi.
Ayrıca İbrahim'in
Kenan elinde yalnız olmadığını, yanında tıpkı kendisi gibi Allah'a iman etmiş,
varlığa yokluğa birlikte katlanmış yardımcıları vardı. Peki bu yol arkadaşları
nereye gitti? Onlardan yalnızca Kedorlaomer'le yapılan savaş sırasında söz
edildiğini görüyoruz. Sanırım Tevrat yazarları böyle bir savaşta İbrahim'i tek
başına göstermeyi göze alamamışlar ve o yüzden sayıları üç yüz on sekizi bulan
eğitilmiş uşaklarını ve ev horantasını yanına katmışlardır.
Sınırlı bir rakama
çakılıp kalmayalım, ama bir peygamber ve resul olarak İbrahim'e, onu gönderen Allah'a,
getirdiği mesaja ve tevhit görevine inanmış silah arkadaşlarının varlığını
görmezden gelemeyiz. Ne var ki Tevrat yazarları böyle bir imanlı grubun varlığını
görmezden gelmişlerdir. Onlara göre yalnızca İsrail oğullan Allah'ı
tanımaya ehildir ve sadece onlar O'na ibaret edebilir. Keşke öyle olsaydılar!
Tevrat yazarlarının
ön plana çıkarmaya gayret ettikleri bir diğer husus da İbrahim'e bazı kusurlar
atfedip, arkasından Tanrı'nın bu kusurlar sebebiyle ona kızmadığı, aksine
İbrahim'e olan sevgisinin hiç değişmediği noktasıdır. Bundan maksatları
Yahudilere, Allah'a şirk koşmak da dahil oİmak üzere işledikleri günahlar ne
olursa olsun, Tanrı'nın kendilerine birazcık kızmış olsa bile, bu öfkenin ebedi
olmadığını, ilahi cezayı göz önünde bulundurup tövbe etmeleri halinde Tanrı'nın
onları affedeceğini ve önlerinde bembeyaz bir sayfanın yeniden açılacağı
düşüncesini zerketmektir. Tevrat'da da belirtildiği gibi, Yahudi tarihinde bu
amacın doğruluğunu gözler önüne seren pek çok örnekler görüyoruz..
İbrahim hakkında
çok şeyler söylendi ve söyledik.
Peygamberlerin
babası İbrahim aleyhisselamın hayatıyla ilgili uydurulan efsanelerin yanı sıra
Tevrat'da anlatılan ve kendisine yakıştırılan aşağılık sıfatlardan şüphesiz ki
çok yüce ve asildir.
Hanımıyla ilgili
yakıştırmalar bir yana, onu, sırf otlaklar ve kuyularda kendisine ortak
olmaması için öz yeğenini yanından uzaklaştırdığı, sırf karısı Sara istemedi
diye oğlu İsmail'i ve anası Hacer'i kovduğu şeklinde bir erkeğe yakışmayan
davranışlardan da tenzih ederiz.
Öncelikle kaydetmek
gerekir ki, önceki yazarlar Yahudi nesillerine başta Tanrı'nın Yahudi tanrısı
olduğu şeklinde kutsal konularda çarpıtılmış bilgiler bırakmışlar, İbrahim,
İshak ve Yakub başta olmak üzere geçmişte yaşamış büyük şahsiyetleri ilk ata
olarak göstermeyi yeğlemişlerdir.
İbrahim'den sonra
gelen atalar ve özellikle de Yakub hakkında anlatılan hikayelerde akla hayale
sığmayan uydurmalar ve yapmacık anlatımlara başvurulmuştur ki, bunlar, radyo ve
televizyonun olmadığı dönemlerde ninelerin torunlarına soğuk kış gecelerinde
anlattıkları masalları andırmaktadır.
Belki de Yunan
medeniyeti döneminde yaşayan Yahudi tarihçileri, kendilerinden öncekilerin
İbrani tarihi ve özellikle Yahudilere saygınlık kazandırma amacına matuf önemli
kişilerin biyoğrafilerini özelliştirmeyle ilgili yazdıklarını görmüş, bunları
gerçek zannederek olmuş olaylar gibi uydurmuş ve eski İbranilerin önde gelen
kişilerine maletmişlerdir.
Onlara inanacak
olursak İbrahim Gerar'dan bir orduyla Dımaşk'a gelmiş, orayı istila ederek
hükmetmiş, sonra Kenan eline yerleşmiştir. Yine onlara göre İbrahim Mısır'da
misafir olarak kaldığı yıllarda onlardan matematik ve astronomi öğrenmiş,
alfabeyi ve İbrani dilini icat etmiştir.
Belki de Kitab-ı
Mukaddes Ansiklopedisi'nden aşağıda Arapçaya çevirerek vereceğimiz metin,
Yahudilerin tarihi çarpıtma ve kendi çıkarları doğrultusunda kullanma konusunda
oynadıkları rolün çok eski ve önemli bir rol olduğunu, bunun, tarihi olayları
kendi çıkarlarına hizmet edecek şekilde zorla değiştirmeye kalkışan modern
siyonizmin uydurmalarından olmadığını gösterecektir.
Artabanos:
Yahudilerin İbrahim'in Mısır'a gelişiyle bilahere Yusuf'un oraya gelişi ve yine
buna uygun olarak Mûsa, onun oradan çıkışı hikayesiyle Mısır tarihi arasında
bir bağlantı noktası aramaya çalışmaları normaldir. Yahudilerin bu olaylara
kendi mühürlerini vurmaları için başka bir sebep daha vardır. Mısırlı
vatanperver yazarlar, Yahudiler ve onların Mısır'dan çıkışlarını, Mısır'a göç
ettirilen ve oradan zorla kovulan kabilelerin hareketi olarak göstermişler, bu
rivayetler okuyucular tarafından genellikle doğru ve güvenilir kabul
edilmemiş, ama aklı başında tarihçiler nezdinde kabul görmüştür.
"Yahudi
yazarların bilgi edinmek için orijinal kaynaklara ulaşma imkanları yoktu. Çoğu
kez yaptıkları tek şey, aracı Yunanlı yazarların beş Tevrat kitabında bol bol
rastlanan nakillerle ilgili bildikleri Mısır efsaneleri veya Mısır tarihinden
alınmış olayları ve isimleri ayırım gözetmeden birbirine karıştırmaktan
ibaretti. Böylece örülen yeni bir kumaş yeni bir geleceğin temelini oluşturdu.
“Bu
şekilde Artabanos adıyla elimize ulaşmış bilgi kırıntıları bir hayli fazla. Bu
da böyle bir ismin uydurma bir isim olduğu konusunda şüphelenmemiz için makul
bir sebep oluşturuyor. Eğer bağımsız yabancı birinin topladığı bilgileri en
güvenilir resmi kaynaklardan toplamış olduğu, Artabanos'un kitabının Mısır
kaynaklarından ve Hellen kültürünün üst seviyesinden gerçek bilgiler topladığı
kabul edilmiş olsaydı, Yahudilerin övünmeleri gerçekten haklı olurdu.
“Kitabın
tüm Yahudi atalarını övüp yüceltmeye hasredilmiş olduğu ve onların güya Mısır
medeniyetini kuran kişiler olarak gösterilmesini amaçladığı kolayca
anlaşılıyor.
“Örneğin
İbrahim yirmili yıllarda Mısırlılara astronomiyi öğretti.
“Tarlaların
ölçülmesini ve sınırlarının belirlenmesini ilk olarak emreden kişi Yusuf'dur;
ekilip biçilmeyen pek çok araziyi sulayarak ıslah çalışmalarını o
başlatmıştır; kahinlere belli araziler tahsis etmiş, ölçü, tartı ve kontrol
aletlerini ilk o icat etmiştir.
“Daha
sonra Yusuf'un yanına gelen akrabaları ise Asos ve Heliopolis'de tapınaklar
kurmuşlardır.
“Müsa
hikayesinde ise Artabanos kalemini alabildiğince özgürleştirerek, hayalinin
zirvesine ulaşmıştır. Örneğin Mısırlıların Hermes, Yunanlıların Mosius dedikleri
Müsa, Firavun Hanferis'in kısır karısı, kraliçe Merbes'in evlat edindiği bir
çocuktu. Teknenin mucidi, sulama ve savaş amaçlı olarak taş kaldıran aletleri
icat eden Müsa idi. Ülkeyi otuz iki nom'a bölen, her noma orada yaşayan halkın
tapındığı bir tanrı belgileyen de Müsa'dır. Felsefenin kurucusu ve kahinlerin
kullandıkları hiyeroglif yazısını -icat eden de odur.
“Sadece
bu kadar da değil. Müsa büyük bir komutandı. Köylü ordusunun başına geçerek
Etiyopyalılara boyun eğdirmiştir. Hermopolis şehrini o kurmuştur vs..
“İşte bu yüzden
Hanferis Müsa'yı kıskanmaya başladı ve onu ülkeden kaçmaya zorladı. Mûsa yolda
giderken kendisini öldürmek için gözleyen Mısırlı bir subayı öldürdü."
“Bu son örnekte
tarihçinin tarihî olayları işine uygun geldiği şekilde nasıl çarpıttığını
görüyoruz." Ansiklopediden alıntımız burada bitti.
Görüldüğü gibi
değişen bir şey yok. Biz modern siyonizmin hayali isimler uydurduğunu
zannederdik. Bu isimleri ilave ederek çarpıtılmış tarih yazmak, modern
Yahudilerin yazdıklarının salt gerçekler olduğu vehmine kapılmalarını sağlamaya
yönelik olarak zihinleri karıştırma gayesi gütmektedir. Gerçekten de dünyanın
pek çok gazete ve matbuatında neşredilen makaleler, yazılan kitaplar, gayr-ı
Yahudi kişiler tarafından yazılmış görünmekle birlikte, ya siyonizm tarafından
satın alınan kişilerce kaleme alınmıştır, ya da tamamıyla hayali isimlerdir.
Modern siyonistler
bu metodu kendileri icat etmiş değiller; aksine eski Yahudi yazarlar bu konuda
onların piridirler.
Yaratılış kitabının
İbrahim'den bahseden kısımları, gerçekte onun tevhit itikadını yayma konusunda
yaptıklarını küçük göstermek amacıyla oldukça mütevazi davranmış, hatta onun
oynadığı rolün önemini küçültmeye çalışmıştır.
İbrahim'in İbrani
göçleriyle olan bağlantısına gelince, Batılı araştırmacılar bunu hülasa halinde
vermişlerdir. Buna göre İbrahim göçebe İbrani hareketinin lideriydi. İbraniler
Mezopotamya'dan Kenan eline göç etmiş, bazıları yoluna devam ederek Mısır'a
ulaşmış, fakat çoğu Güney Kenan'da, Hebron'da ve Bi'r Seba'da kalarak bölge
halkıyla kaynaşmışlardır.
“Lut hikayesi Ammon
ve Moab halklarının aslen İbrahim'in önderlik ettiği İbrani göçüyle bağlantılı
olduğunu, fakat onların yoldaşlarından ayrılarak Refah, Emim ve Zamzumlu
topraklarını işgal ettiklerini göstermektedir. "
Bu verdiğimiz metin
Maob ve Ammonluların Refah, Emim ve Zamzumlulara ait üç bölgeyi işgal
ettiklerini gösteriyor. Yasanın Tekrarı kitabında (2110-12) yazar Refah, Emim
ve Zamzumlu adının bir adın üç değişik söylenişi olduğunu kesin bir dille belirtiyor
ki, buna göre Emimler Refahlardır; Moablılar onlara Emim diyorlar. Zamzumlular
da Refahlardır ve Ammonlular onlara Zamzum adını vermişlerdir.
İbrahim'in önderlik
ettiği İbrani göçünün Mozopotamya'dan Kenan'a gerçekleştirilen tek göç
olmadığını, aksine Irak'ın kuzeydoğu kesiminde bilinmeyen yörelerden gelen
Heksosların daha geniş göç dalgasının bir parçasını oluşturduğunu; bunların tüm
Şam topraklarına yayıldıktan sonra barışçı bir görünümle Mısır'a sokuldukları,
fakat orada güçlendikten sonra önce sahil şeridinde iktidarı ele geçirip,
arkasından tüm Mısır'ı kontrol altına aldıklarını hatırlatmakta yarar var. Tüm
bu olaylar Milattan önce ikinci binyılın birinci yarısında olmuştur ki, İbrahim
önderliğindeki birinci İbrani göçü, arkasından Yakub liderliğindeki ikinci göç
de bu dönemde vuku bulmuştur. Her iki olay da Kuzeydoğu Mezopotamya'dan
Mısır'a doğru Kenan eli üzerinden gerçekleşmiştir.
Her iki İbrani
hareketi de Heksos muhacereti dahilinde Hattilerin birbirine yakın zaman dilimlerinde
Anadolu eteklerinden Kuzeydoğu Mezopotamya'ya ve genel olarak Suriye'nin kuzey
şeridine aktıkları döneme rastlamış, bu durum daha önce Kenan eline gelip
İbranilerle birlikte yaşayan kabilelerin değişik adlarla anılmalarına yol
açmıştır ki, Tevrat sifirlerini yazanların etnik gruplarla ilgili isimleri
birbirine karıştırmış olmasının sebebi de budur.
Milattan önceki
ikinci bin yılın birinci yarımında bölgeyi ele geçiren bu insan toplulukları
arasındaki anlaşma kolaylığına gelince, bunlar Abrani veya Habiru, Hurri,
Haytas yahut Hattilerdi ve hepsine toptan Heksos deniliyordu. Dil yönünden
birbirleriyle kolayca anlaşmaları, M.Ö. IV Binyıl ortalarında Akkadların
Mezopotamya'ya yerleşmelerinden itibaren Sami dillerinin Bereketli Hilal'de
yayılmasına yol açtı. Sami dilli halklar her ne kadar hayatlarının ilk
dönemlerinde uygarlıktan fazla nasibini almamışlarsa da, dilleri yavaş yavaş
eski dilleri bastırmaya başlamıştır. Dolayısıyla bölgeye birden çıkıp gelen bu
insanların muhaceretleri sırasında bölgede hakim olan Sami dilleriyle
konuşmalarında şaşılacak bir şey yoktur ve belki de Heksosların Sami asıllı
oldukları ve hatta Araplarla Fenikelilerin karımışından teşekkül ettikleri
şeklindeki yanlış kanaatin sırrı da buradadır. Özellikle Hurrilerin ve diğer
ağırlıklı grupların Hint-Iran asıllı oldukları kesinlik kazanmakla birlikte,
değişik dil ve kökene mensup bu topluluklar arasında ortak bir anlaşma dilinin
yani Samicenin yayılmasında birbirleriyle yoğun kaynaşmaları ağırlıklı rol
oynamıştır. M. Ö. Il. Binyıl ortalarında Mitanni Devleti denilen güçlü bir
devlet kuran Hurrilerin Mezopotamya'nın doğusunda uluslararası alanda önemli
rol oynamalarına, daha sonra Suriye'ye yayılmalarına ve Mısırlıların Kenan
eline onlara nisbet ederek Khuru adını vermelerine rağmen, bunlar çok geçmeden
Sami potasında erimiş, Doğu Suriye'de Aramiler, diğer yerlerde ise
Kenanlı/Fenikeliler tarafından yutulmuşlardır. Dolayısıyla kavisli burun gibi
Sami fizyonomik özellikleri arasında gösterilen özellikler de aslında Hatti-Hurri
özellikleridir ve Samilerle ilgisi yoktur.
lnsan ırklarının
tanımlanması konusunda en veciz ve değerli sözü filozof tarihçi Wells
söylemiştir: “lnsan ırklarının bir bütün halinde birbiriyle son derece serbest
bir şekilde karışıp, türediğini, birbirinden ayrıldığını, birbiriyle
kaynaştığını, sonra tıpkı gökyüzündeki bulutlar gibi tekrar birleştiğini
hatırlamalıyız. Irklar, birbirinden ayrılıp, bir daha bir araya gelmeyen ağaç
dalları gibi değildir. Gerçekte her fırsatta sözü edilen bu tekrarlanabilir
karışım aklımızdan çıkarmamız gereken bir uyuşumdur. Bu vakıayı göz önünde
bulundurduğumuz sürece yanlış yola sapmaz, sıkıçı tarafgirliklere düşmeyiz.
İnsanlar, mensup oldukları milliyeti gururla telaffuz eder, akıl ve mantığa
ters düşen her tür aşırı öğretiyi ona yüklerler. Bir “İngiliz" ırkından
veya Avrupa! ırktan söz ederler, ama gerçekte Avrupa halklarının neredeyse
tamamı es mer, koyu beyaz, beyaz ve mongoloid unsurların zorunlu birleşimlerinden
oluşmuştur. ”
Sara'nın tek oğlu
ve İbrahim'in tek varisidir. Tevrat bölümlerini yazanlar böyle belirtiyorlar.
Tevrat'a göre M. Ö. 1897 yılında dünyaya gelmiş, yüz seksen yıl yaşamış ve M.
Ö. 1716 yılında ölmüştür. İbrahim'in kardeşlerinden Nahor oğlu Tav'il oğlu
Laban'ın kızkardeşinden olma Esav ve Yakub adında ikiz oğulları vardı.
Tevrat'ın
anlattığına göre İshak'ın hayatında kayda değer önemli şeyler olmamıştır. O,
İbrani tarihinde İbrahim ve Yakub gibi iki parlak yıldız arasında yer almayı
başarmış bir insandı.
Onun bu yarıştaki
şansı zayıftı. Göründüğü kadarıyla İshak'ın doğum öncesi ve doğum sırasındaki
şartlar, anne babasından aldığı terbiye ona özel bir durum kazandırmıştı.
Kendisine bakan annesi de babası da yaşlıydı. Babası yüz, annesi doksan veya
doksan bir yaşındaydı. Annesi artık bir daha çocuk doğuramayacağı için üzerine
aşırı titremiş, bu da onun kişiliğini zayıflatmış, başkalarının
yönlendirmesine açık hale getirmişti.
İbrahim'in İshak'a
kendi aşiretinden bir gelin getirmesi için Eliazer adlı bir uşağını Fırat
civarına göndermek suretiyle işlerini çekip çevirmesi amacıyla başkalarını
görevlendirmesi de bu teslimiyetçiliğin açık bir delilidir. Eliazer, denilen
yere gidip İshak'ın içten bir saygıyla 'karşıladığı bir gelinle geri dönmüştür.
Kurban hikayesini
ise Tevrat İshak'ın kısmeti olarak gösterir ve Tanrı'nın İbrahim'in soyuna
Kenan elini verme vaadini aşırı bir şekilde ön plana çıkarır. Tevrat geleneğine
göre İbrahim'in soyu İshak, sonra Yakub, sonra Yakub'un oğullarıdır.
İbrahim'in bü. yük oğlu İsmail, Keddura'dan olan oğulları ve Yakub'un kardeşi
Esav söz dışıdır ve mirastan hakları yoktur. Çünkü bu miras Tanrı'nın seçkin
halkı İsrail oğullarının kutsal nasibidir. Kurban hikayesinde İshak çekilip
götürülmüştür ve kendi isteğiyle oynadığı bir rol yoktur. Babası onu tıpkı bir
koyun götürür gibi çekip götürmüştür. “Birlikte giderlerken İshak lbrahim'e
‘Baba” dedi. İbrahim, 'Evet, oğlum!' diye yanıtladı. İshak, ‘Ateşle odun
burada, ama yakmalık sunu kuzusu nerede?' diye sordu. İbrahim, ‘Oğlum,
yakmalık sunu için kuzuyu Tanrı kendisi sağlayacak' dedi.”51
Gidecekleri yere
vardıklarında İbrahim oğlunun elini ve ayaklarını bağlayarak sunakta odun
üzerine 'koydu. Tam o sırada Tanrı'nın meleği kurbanlık için bir koç getirdi.
Eğer İbrahim oğlunu
Tanrı'nın emrettiği gibi kurban etmeyi . tamamlamış ve çocuk da itaat ve
sabırla babasına “Sana emredileni yerine getir, baba!" demiş olsaydı, bu
hikaye, bir babanın hikmetle doğru yolda yürüyüşü, çocuğun rıza ve inançla
itaat edişi açısından mükemmel bir hikaye olurdu. Ama (Yahudiler) İshak'a bu
saygıyı çok görerek ona bir suçtan dolayı idam mahkumu gömleği
giydirmişlerdir.
Yaratılış kitabı
aynı şekilde İshak'a olumsuz bir rol yüklemekte ve Yakub hikayesinde
göreceğimiz gibi, kendi kendini aldatarak mirası bir diğerine devredileceği
düşüncesiyle oğullarından birine aktarmaktadır.
Göründüğü kadarıyla
İbrahim Sara'nın ölümünden ve Keddura'yla evlendikten sonra hayatının kalan
kısmını oğlu İshak'dan uzak bir yerde geçirmiştir. Bu sürenin İbrahim'in
hayatında otuz sekiz yıllık bir dilimi kapladığı tahmin edilmektedir. Bu süre
zarfında Esav ve Yakub dünyaya gelir ve her ikisi de on beş yaşına
geldiklerinde dedeleri İbrahim ölür. Ama Yaratılış kitabı bunu görmezden
gelerek ikiz Esav ve Yakub'un İshak'ın Rebeka ile izdivacından yirmi yıl sonra
dünyaya gelmesine rağmen sanki baba ile oğulu ve çocukları arasındaki bağ hiç
kommadan devam etmiş gibi, bunu vaadedilen toprakların İbrahim soyunun mirası
olarak görülmesinde önemli bir bağ şeklinde takdim etmektedir. Halbuki normalde
İbrahim'in oğlu İshak'la birlikte ikizlerin sünnet düğününde bulunması
gerekirdi. Kaldı ki o dönemin önemli bir işareti olan sünnet dahi bütünüyle
gözden kaçırılmıştır. Bölgede kıtlık baş gösterince İshak Filistinlilerin kralı
Ebimalik'e, Gerar'a gider. Orada karşısına Tanrı çıkar ve Mısır'a gitmemesini
söyler. “'Sana söyleyeceğim ülkeye yerleş. Orada bir süre kal. Ben seninle
olacak, senri kutsayacağım. Bütün bu toprakları sana ve soyuna vereceğim. Baban
İbrahim'e ant içerek verdiğim sözü yerine getireceğim. Soyunu gökteki yıldızlar
kadar çoğaltacağım. Bu ülkelerin tümünü onlara vereceğim. Yeryüzündeki bütün
uluslar senin soyun aracılığıyla kutsanacak. Çünkü İbrahim sözümü dinledi.
Uyarılarıma, buyruklarıma, kurallarıma ve yasalarıma bağlı kaldı.' Böylece
İshak Gerar'da kaldı. ”
Bu, Yaratılış
kitabı yazarlarının bölgede meydana gelen kıtlık dolayısıyla ikinci kez
tekrarladıkları hikayedir. Mısır'dan altın, gümüş, sığır, davar ve uşaklarla
dönen İbrahim'e konulmazken İshak'a oraya gitme yasağının konulmasındaki gizli
maksat ise ancak verilen sözün tekrarlanmasına hazırlık amacına matuf olabilir.
Söz konusu tekrar
burada İbrahim'in Rab'binin emirlerine, yasak ve kurallarına uymuş olması
mazeretine bağlanıyor ve bunun dışında Yaratılış kitabı sünnet ve hiç
kurulmayan ve daha çamuru kurumadan kurban sunma işinin yapıldığı
sunaklardan başka bu emir ve kuralların neler olduğundan hiç bahsetmiyor.
Tevrat tarihine
göre söz konusu kıtlık M. Ö. 1804'de meydana gelir. İshak da daha sonraki
yılları kral Ebimalik'le iyi komşuluk anlaşması yaparak Filistinlilerle
birlikte su kuyularının yakınında geçirir.
Anlaşmanın
yapıldığı gün İshak'ın uşağı efendisine yeni bir kuyu açmayı başardıkları ve su
buldukları müjdesini verir. İshak kuyuya “Şeba” (ant) adının verir. Böylece
şehrin adı günümüze kadar “Bi'r Seb'a” (Ant Kuyusu) olarak kalır.
Eserin yazılışı
sırasında bu konuda da bir karışıklık olmuştur. Şehrin adının bu yüzden “Bi'r
Seb'a” olduğu söyleniyor. Eğer birazcık geriye gidersek aynı ismin benzeri bir
anlaşmanın İbrahim'le Ebimalik arasında yapılması üzerine bu şehre verildiğini
görüyoruz. Hatta İbrahim burada Ebimalik'e yedi kuzu verir ve bu yüzden şehre
“Bi'r Seb'a” adı verilir.54 Bu durumda acaba şehre “Bi'r Seb'a” adını veren
kim? İbrahim mi, İshak mı?
v
Yaratılış kitabı
bize Yakub'u henüz doğmadan hilekar bir cenin olarak takdim ediyor. Güya Yakub
anasının karnından kardeşinden önce çıkmaya çalışır, fakat Esav önce çıkmayı
başarınca Yakub hemen onun topuğundan tutunarak arkasından dünyaya gelir ve bu
yüzden “Yakub” adı verilir.1 Doğumundan sonra ve tüm hayatı boyunca
Yakub hilekar, kurnaz ve cin fikirli birisi olarak takdim edilir. Hilede,
nifakta ve ikiyüzlülükte üstüne yoktur.
Peygamber Yakub
aleyhisselama bu asılsız sıfatları yamamaktan maksat, Yahudi toplumuna
nesilden nesile başkalarına karşı davranışlarında ancak mükemmelen yerine
getirmeleri halinde başarılı olabilecekleri duygularını aşılamaktır.
Tevrat'a göre Yakub
ve Esav M. Ö. 1836'da veya bir sonraki yıl dünyaya geldiler. Merhum Arap
tarihçisi Selim Hasen'e göre Yakub'a bu adın veriliş sebebi, ismin Heksoslarda
“hür” ve “efendi” anlamına geliyor olmasıdır. Bu, İbranilerin aslında Habiru topluluğu
olması hasebiyle onlarla Heksoslar arasındaki yakın ilişki konusunda yeni bir
delildir.
Yaratılış kitabına
göre Esav ve Yakub büyürler. İshak, usta bir avcı olduğu için Esav'ı sever.
Rebeka da İshak'a aşık olur.
Fakat Yakub Esav'ın
kendisinden önce doğmuş olmasını bir türlü kabullenemez. Bir gün Yakub çorpa
pişirirken Esav avdan döner. Aç ve yorgundur. Yakub'a 'Şu kızıl çorbadan biraz
ver de içeyim, aç ve yorgunum' der. Fakat Yakub ona ‘ilk oğulluk hakkını'
kendisine vermesini şart koşar. Esav açlıktan ölmek üzere olduğu için ‘ilk
oğulluk hakkından' vazgeçmeyi kabul eder. Yakub yine de ondan bunun için yemin
etmesini ister ve yemin ettikten sonra biraz ekmek ve bir kase çorba verir.
Hikayenin akışı
içinde Esav'ın ilk küçük düşürülüşü böyle olur. Çünkü İbranilerde ‘ilk oğul'
oluş saygı vesilesidir. Ayrıca ilk oğul mirastan iki pay alır; İbraniler ve
civar halklarda ilk oğul diğer oğullara nispetle önceliklidir. Esav gibi avcı
bir çöl adamının avdan eli boş olarak dönmüş olması inanılacak bir şey değil.
En doğrusu Esav'ın annesi Rebeka'dan yemek istemiş olmasıdır. Yoksa Rebeka o
gün yemek pişirmeyip, oğlu Yakub'u fırsattan faydalanarak ‘ilk oğulluk
hakkını' bir kase çorba karşılığında kardeşinden satın alması için bizzat
yemek yapmaya mı teşvik etmiştir? Esav'ı babasının evinde hakkından mahrum
etmek ve sözde Tann vaadini Yakub ve oğullarına müyesser kılmak için
uydurulmuş bir hikaye. Hatırlanacak olursa daha önce de aynı yolla Lut Kenan
elinden uzaklaştırılmış, İsmail baba evinden kovulmuştu.
“Esav kırk yaşında
Hattili Beeri'nin kızı Yudit ve Hattili Elon'un kızı Basemat'la evlendi. Bu
kadınlar İshak'la Rebeka'nın başına dert oldular...” Görüldüğü gibi burada da Esav Hattili iki
kadınla evlenmek suretiyle anne babasına sıkıntı kaynağı oluyor ve İbrahim
soyundan olmayan iki kadınla evlenmesi onun neslinden uzaklaşmasına zemin
hazırlıyor.
Yakub bir kase
çorba karşılığında Esav'dan 'ilk oğulluk hakkı'nı satın alarak aşağılık bir
anlaşma yapmakla yetinmez ve gözleri iyi görmeyen yaşlı babasını da aldatır.
Bir defasında İshak Esav'dan kendisine av eti getirmesini, bundan yemek
yapmasını ister ve bunun için kendisini kutsayacağını belirtir. Rebeka İshak'ın
oğluna söylediklerini duyar ve hemen Yakub ve hanımına konuyu açarak
kardeşinden önce davranmasını, babasına yemek hazırlayarak, ondan hayır duasını
almasını ister. Yakub da annesinin isteğini yerine getirir ve kardeşinin
elbisesini giyer. “Elleri nin üstünü, ensesinin kılsız yerini oğlak derisiyle
kapladı. Yaptığı güzel yemekle ekmeği Yakub'un eline verdi.” Rebeka ve Yakub tüm bunları yemeği getirenin
aşırı kıllı Esav olduğunu sanması için yaparlar. Yakub'un ellerinin üzerinin
ve ensesinin üst kısmının oğlak derisiyle kaplanmasının sebebi de budur.
Neticede İshak bu
hileyi yutar ve oğlu Yakub'u kutsar.
Esav iş işten
geçtikten sonra çölden döner ve kardeşi Yakub'u öldürmeyi kafasına koyar.
Yaratılış kitabı Rebeka'nın Esav'ın bu niyetini nasıl öğrendiğini belirtmiyor.
Her ne ise, Rebeka Esav'ın niyetini öğrenir ve Yakub'la hanımını dayısı
Laban'ın yaşadığı Harran'a kaçıp gitmeleri konusunda uyarır. Ayrıca kocasından
Yakub'u Kenanlı bir kadınla evlenmemesi, aksine dayısının kızlarından birini
alması konusunda uyarmasını ister. Böylece Yakub dayısı Laban'ın yaşadığı
Feddan-ı Aram'da bulunan Harran'a göç eder.
Tevrat, Yakub'un
Fırat boylarındaki aşiret topraklarına göç tarihini M. Ö. 1760 olarak vermektedir
ki, buna göre Yakub o sıralar 77 yaşında olmalıdır. Yakub orada yedi yıl sonra
yani 84 yaşındayken Lea ile evlenir. Daha sonra Rahel'le izdivaç eder ve iki
hanımın iki cariyesini de eş edinir. Yakub'un bunca uzun yıl bekar olarak
kalıp kalamayacağını bilmiyoruz. Ancak bedevi görenekleri, ' Tevrat'ın kaydına
göre yaşı bir buçuk asır veya daha fazlasına ulaşan yaşlı birinin evlenmesini
hayli yadırgar. Özellikle İbrahim, İshak ve Yakub'un evlilik yaşlarını. Yine de
Tevrat İbrahim'i yüz, hanımı Sara'yı doksan yaşında gösterir..
Neredeyse seksen
yaşına gelen Yakub'u yarım yüzyıldan daha uzun bir süre evlilikten alıkoyan
neydi, bunu ancak Allah bilir vesselam.
Yakub'un çekip
gitmesinden sonra Esav amcası İsmail'in yanına gider ve karılarının üzerine
amcasının kızı Mahalat'la evlenir.
Yaratılış kitabının
sayfalarını çevirerek 36. bölüme gelince bakın neyle karşılaşıyoruz. Esav
karılarını Kenan elinden seçer. Hattili Elon'un kızı Ada, Hivli Sivon'un
torunu, Ana'nîn kızı Oholivama, Nevayot'un kızkardeşi, İsmail'in kızı Basemat.
Bir yerde bakıyoruz Beeri'nin kızı
Yadit, Elon'un kızı Basemat ve İsmail'in kızı Mahalat'la evleniyor, bir yerde
ise isimler değişiyor: Elon'un kızı Ada, Ana'nın kızı Oholivama ve İsmail'in
kızı Basemat. Sanırım burada Tanrı Yakub'a oğlu Yahuda'yı ihsan etmeden önce
adından Yahudi olduğu anlaşılan Yudit ismi uygun bulunmamış. Peki bu Yudit
ismi nereden geldi? Olsa olsa Musa vasıtasıyla Tanrı'nın Yahve ismiyle
bilinmesinden yüzlerce yıl önce Kenanlıların kullandığı isimlerden Yahuda
adının Yakub tarafından oğluna verilmiş olması söz konusudur. Acaba Yahudiler
Yahuda adını Musa'nın tanımladığı tanrılarının adı Yahve'ye nisbeten mi
vermişlerdir? Yahut Yudit ve Yahuda adının Yahve'yle herhangi bir bağlantısı
yok mudur?
Mahalat, bir yerde
İsmail'in kızının adı olarak geçiyor, sonra aynı isim Hattili Elon'ın kızı için
kullanılıyor, sonra adı İsmail'in kızı Basemat oluyor, Hattili Elon'un kızının
ismi de Basemat yerine Ada'ya çevriliyor.. Sadece Yudit değil, babasının adı
da ortadan kayboluyor. Çünkü ilk hanımın adı Hattili Beeri'nin kızı Yudit
iken, birden bire Hivli Sivon kızı Ana'nın kızı Oholivama olarak
zikrediliyor...
Yakub’u Feddan-ı
Aram yolunda bırakmıştık. Yakub rüyasında Tanrı'yı görür. Tanrı kendisini ona
tanıttıktan sonra “Atan İbrahim'in, İshak'ın Tanrısı Rab benim' dedi ve malum
vaadi tekrar etti: “Üzerinde yattığın toprakları sana ve soyuna vereceğim.”8
Yakub Harran'a
vasıl oldu ve dayısı Laban'a yedi yıl hizmet ettikten sonra güzel kızı Rahel
ile evlenme konusunda bir anlaşma yaptı.
Aradan yedi yıl
geçtikten sonra Laban zifaf gecesinde yeğenini aldattı ve gece karanlığında
ona Rahel'in yerine gözleri pek iyi görmeyen diğer kızı Lea'yı verdi. “Sabah
olunca Yakub bir de baktı ki, yanındaki Leal Laban'a, 'Nedir bana bu yaptığın?'
dedi. 'Ben Rahel için yanında çalışmadım mı? Niçin beni aldattın?' Laban,
'Bizim buralarda adettir. Büyük kız dururken küçük kız evlendirilmez'
dedi." Yakub sonra bir yedi yıl daha hizmet ederek Rahel'i de aldı. Laban
ayrıca Lea'nın cariyesi Zilfa ve Rahel'in cariyesi Bilha'yı da Yakub'a verdi.
Yakub'un iki hanımı ve cariyesinden on iki erkek çocuğu ve bir de Dina adında
kız çocuğu oldu. Yaratılış kitabının otuzuncu bölümü Yakub'un dayısının sahip
olduklarını ele geçirmek için ona karşı kötü bir hile yaptığını hikaye
etmektedir. Hikaye aslında hayli uzun, ama kısaca şöyle: Yakub evine dönmek
ister ve karıları ve çocuklarını da beraberinde götürmek niyetindedir. Fakat
Laban ondan memnundur ve ödüllendirmek ister. Yakub ödül kabul etmez, sadece
sürülerden bir kısmını, noktalı ve benekli olanların kendisine verilmesini
talep eder ve ileride dayısının kendisini denetlemek istemesi halinde, noktalı
ve benekli olanların dışındakilerin ona ait olacağını belirtir. Böyle
anlaşırlar. Fakat Yakub aselbent, badem, çınar ağaçlarından taze dallar keser.
Dalları soyarak beyaz çentikler açar. Sonra bu çubukları koyunların su
içtikleri yalaklara koyar. Koyunlar bu çubukların önünde çiftleşince benekli,
çizgili ve noktalı yavrular doğuruyorlardı. Yakub dayısının hissesi olan
hayvanları böylece bir kenara ayırır ve onları yalakların önünde çiftleştirir.
Böylece kendi sürüsü artarken, dayısının sürüsü azalır ve o zenginleşirken,
dayısı fakirleşir. Artık çok sayıda sürüsü, erkek ve kadın kölesi, deve ve eşekleri
vardır ... Sonra Tanrı rüyasında Yakub'a görünür ve sahip olduğu şeylerle
birlikte doğduğu topraklara dönmesini emreder. Bu konuda karılarına danışır.
Onlar: “‘Babamızın evinde hâlâ payımız, mirasımız var mı?' dediler. ‘Onun
gözünde artık yabancı değil miyiz? Çünkü bizi sattı. Bizim için ödenen bedelin
hepsini yedi. Tanrı'nın babamızdan aldığı varlığın tümü bize ve çocuklarımıza
aittir. Tanrı sana ne dediyse öyle yap.”'
Yakub çocuklarını
ve karılarını develere bindirip, sürülerini ve topladığı tüm malları alarak
Kenan eline doğru yola koyulur. Üçüncü gün dayısı Laban onun kaçtığını anlar ve
hemen arkasından yola çıkarak yedi gün sonra yetişir. “O gece Tanrı Aramlı
Laban'ın düşüne girerek ona, ‘Dikkatli ol!' dedi. ‘Yakub'a ne iyi, ne de kötü
bir şey söyle”'.
Laban yeğeni ve
damadı Yakub'a kendisini aldattığı için hafifçe serzenişte bulundu. Çünkü
Tanrı kendisini uyardığı için bir cezaya çarptırılmaktan korkuyordu. Sadece
“Ama ilahlarımı niçin çaldın?" dedi.11
Laban'ın sözünü
ettiği ilahlar, tapmakta olduğu putlardı. Rahel babasının evde olmadığı bir
sırada onun putlarını çalmıştı ve Yakub'un bundan haberi yoktu. Bu yüzden
dayısının ithamını şiddetle reddetti.
Laban, Yakub, Lea
ve diğer iki cariyenin çadırlarında putlarını aradıysa da bir şey bulamadı.
Sonra Rahel'in çadırına girdi ve öylesine aradı. Rahel putları devenin semerine
koymuş, üzerine oturmuştu. Babasına ‘“Efendim bana kızmasın, ama adet görmekteyim,
kalkamam' dedi. Laban etrafı didik didik etti, ama putlarını bulamadı."'
12
Laban putlarını
bulamayınca bu defa Yakub, yavuz hırsız ev sahibini bastırır hesabı, ona
sitemler etmeye başladı. Bu defa Laban onun gönlünü almak zorunda kaldı. “Gel
anlaşalım; aramıza tanık koyalım". Yakub bir taş alıp onu anıt olarak
dikti. Yakınlarına taş toplayın dedi. Adamlar topladıkları taşları bir yere
yığdılar. Orada yığının yanında yemek yediler. Laban taş yığınına Yegar
Sahaduta, Yakub ise Galet adını verdi.13 Yegar Sahaduta, Tevrat'ta
geçen nadir Aramice kelimelerdendir ve ‘anıt taşı' anlamındadır.
Yarumcular ve
araştırmacılar Rahel'in yaptığının doğru olup olmadığı konusunda görüş
ayrılığına düşmüşlerdir. Acaba babasının putlarını niçin çalmıştı? Kimileri,
kendisi hâlâ putperest olduğu için, Kenan eline vardıktan sonra tapınmak
amacıyla çaldığını ileri sürüyorlar. Kimileri ise babasının Yakub ve
beraberindekilerin Feddan-ı Aram'dan kaçıp Kenan eline giderken takip ettiği
güzergahı öğrenemesin diye bu yola başvurduğunu belirtiyorlar. Üçüncü bir
görüş, Rahel'in bu putların ait olduğu haneye şans getireceğine inandığı,
babasına ve eski evinden ziyade yeni hanesine bereket getirmesi dileğiyle
çaldığı şeklinde.
Her üç görüş de,
Yakub'a bağlanmasına ve bunca yıl onunla bir yastığa baş koymasına rağmen
Rahel'in putperestlikten tam olarak vaz geçmediğini göstermektedir.
Rahel'in babasını
artık putlara tapmaktan vaz geçirmek amacıyla bu işi yaptığı şeklinde bir
görüş de var, ama bu makbul bir görüş değil. Çünkü Yaratılış kitabı Yakub,
babası ve dedesini, kimseyi kendilerine özgü olan İbrani tanrısına
tapınmaya yönlendirme gayreti içinde bulunmadıklarını, kendilerinden başka
kimsenin bu tanrıyla tanışmasını istemediklerini göstermektedir ki, bu durumda
Rahel'in babasını putlara tapmaktan vaz geçirmeye çalıştığı düşünülemez.
Ayrıca Yaratılış kitabına göre Rahel babasına ve ailesine karşı herhangi bir
sempati duymuyordu ve aksine o ve kız kardeşi Lea Yakub'u aldatılmış gafil
babanın sürülerini ele geçirmesi için teşvik etmişlerdi.
Geriye tek bir
ihtimal kalıyor ki, o da Rahel’in para edecek değerli şeyleri çalma arzusuyla
putları aşırdığıdır. Çünkü putlar altın veya gümüşten yapılıyordu ve muhtemelen
bu hırsızlık Yakub'un uzun yıllar dayısı yanında verdiği hizmetlerin ufak bir
karşılığıydı ve belli ki alınan sürüler verilen hizmetleri karşılamıyordu.
Bu son görüş,
İsrail oğullarının en yakınlarına dahi uyguladıkları muamelelerle tamamıyla
örtüşmektedir.
Yakub, yirmi yıl
önce kendisinden intikam almasından korktuğu için kaçtığı kardeşi Esav'ın
obalarına yaklaşmıştı. Ondan çok çekiniyordu ve onu hediye kabilinden verdiği
rüşvetlerle kandırma niyetindeydi. Burada 'rüşvet' kelimesini mecazi değil,
gerçek anlamında kullandık. Çünkü hediye, birine karşı duyulan sempatiden
dolayı ve hatır gönül için verilir. Yakub'da ise bu tür duygular yoktu ve
kardeşinden aşırı şekilde çekiniyor bu yüzden Tanrısına “Yalvarırım, beni
ağabeyim Esav'dan koru. Gelip bana, çocuklarla annelerine saldırmasından
korkuyorum” diye dua
ediyordu. Yakub ağabeyi Esav'a önden adamlar gönderip gelişini duyurdu. Gönderdiği
mesaj kendisini aşağılayacak cinstensti: “Ağabeyim Esav'la karşılaştığınızda
'kulun Yakub arkamızdan geliyor, diyeceksiniz.” Bir kardeş ağabeyine ancak kendisini ona karşı
borçlu hissediyor ve aşırı şekilde korkuyorsa bu şekilde hitap edebilir.
Yakub, ağabeyine
rüşvet olarak iki yüz koyun, yermi koç, yavrularıyla birlikte otuz dişi deve,
kırk inek, on boğa, yirmi dişi, on erkek eşek ayırdı ve onları gruplar halinde
ayırdı ki, ağabeyi görünce çok zannetsin ve kendisinden memnun kalsın.
Yaratılış kitabı bize Yakub'un Yabbuk ırmağının sığ bir yerinde insan suretine
bürünmüş tanrıyla karşı karşıya geldiğini anlatıyor. Rivayete göre Yakub orada
sabaha kadar bu insanla güreş tutar. Yakub'u yenemeyeceğini anlayınca onun
uyluk kemiğinin başına çarpar. Yakub'un uyluk kemiği çıkar. “Adam 'Bırak beni,
gün ağarıyor' dedi. Yakub 'Beni kutsamadıkça seni bırakmam' diye yanıtladı.
Adam, 'Adın ne?' diye sordu.Yakub. Adam 'Artık sana Yakub değil İsrail denecek'
dedi. 'Çünkü sen Tanrıyla, insanlarla güreşip yendin.' Yakub 'Lütfen adını
bağışlar mısın?' diye sordu. Ama adam 'Neden adımı soruyorsun?' dedi. Sonra
Yakub'u kutsadı. Yakub 'Tanrı'yla yüzyüze görüştüm, ama canım bağışlandı'
diyerek oraya Peniel adını verdi." 16
Bu güreş üzerinde
biraz duralım. Yakub'un güreştiği insanla açıkça Tanrı kastedilmiştir ve bu
güreşten murat İsrail oğullarını o güne kadar ve o günden sonra hiç kimsenin
sahip olmadığı özel bir ayrıcalığa kavuşturmaktır. Tanrı Tevrat'da adları geçen
kişilerden birçoğuyla yüz yüze karşılaşmıştır ve bunların çoğu Yakub'a kötülük
etmemesi konusunda uyarılan Laban hikayesinde olduğu gibi tanımadıkları ve
inanmadıkları Tanrı'yı rüyalarında görmüşlerdir. Ama insanlar arasında
Allah'la güreşme ayrıcalığı yal. nızca Yakub'a nasip olmuştur. Ve bu güreşte
Tanrı Yakub'u yenmekten aciz kalınca Japon güreş oyunlarından birine başvurup,
uyluğuna bir darbe indirmiş, sonra da ona İsrail yani Allah'la, insanlarla ve
kaderle mücadele eden gizli güç sahibi insan adını vermiştir. Tövbe tövbe!
Belki de bu güreş
hikayesini anlatanların daha başka bir maksadı vardı. Hiçbir tanrının
kendisiyle kuvvet yönünden boy ölçüşemediği İbrani tanrısı, İsrail oğullarının
farklılıkları ortadan kaldırmak, tanrılarıyla kendileri arasındaki engelleri
yok etmek istedikleri bir ayrıcalığa sahip olmasın. Öyle ki, onunla yüz yüze
gelebilsinler, onunla mücadele edip güreşebilsinler ve şayet onu alt
edemezlerse, o da onları alt edemesin.. Nitekim yalnızca Yakub tanrıyla,
insanlarla ve kaderle mücadele etmeyi başarmıştır ve Yaratılış kitabına göre İsrail
oğullarıyla tanrıları arasında bir mesafe varsa da, bu, önderlerinin
aşabilecekleri, gücü ve sıfatları konusunda tanrıya ortak olabilecekleri kısa
bir mesafedir. Bu söyledi ğimiz şey mübalağa değildir. Bir biri ardına
nakledeceğimiz rivayetler de İsrail oğullarının kendileriyle Tanrıları
arasındaki ilişkiyi bu şekilde gördüklerini gözler önüne serecektir ki,
şüphesiz yan yana yaşadıkları diğer putperest halkların inançlarından etkilenmiş
olmalarının bariz bir delilidir.
Hikayeye göre Tanrı
güreş sonunda İsrail adını verdiği Yakub'un kalbindeki manevi ruhu alt
etmekten ümidini kesmiş ve yüz yüze gelmekten çekindiği ağabeyi Esav'la
buluşsun diye onu bırakıp gitmiştir.
Yakub, ağabeyi
Esav'ın kendisine doğru geldiğini görünce yedi kere yere kapanarak ona
yaklaştı. Esav, Yakub'un beklediğinin aksine kendisine cömert davrandı ve
ancak "Eğer sevgini kazandımsa, lütfen armağanımı kabul et. Senin yüzünü
görmek Tanrı'nın yüzünü görmek gibi. Çünkü beni kabul ettin" diyerek
ısrarlı davranmasından sonra onun hediye ve rüşvetini kabul etti.17
Yaratılış kitabında
kaydedildiği gibi Esav'ın yüzünü görmekle ölümün soğuk çehresini görmeyi bir
tutan Yakub'un iki yüzlülüğünün İsrail oğullarına yansımasının tipik bir
örneği. Verilen hediye ve rüşvetin yanı sıra 'seni görmek Tanrı'yı görmek
gibidir' şeklindeki sözü ise, ancak şerrinden ve intikamından çekindiği
ağabeyinin hışmından kurtulma gayretidir.
Yakub, Tanrı'nın
kendisine verdiği yeni lâkabdan dolayı sevinçten çamurlar içinde yuvarlanır.
Bu yeni lâkabın anlamlarının sağladığı erkeklik, şeref, güç ve ihtişam nerede,
kendisinin, iki hanımının, cariyelerinin ve evlatlarının Esav'ın karşısında
yedi defa yeri öpmeleri nerede?
Esav kardeşi
Yakub'a yola birlikte devam etmelerini teklif eder, ama Yakub ağabeyiyle birlikte
gitmeme konusunda ikna edici özürler beyan ederek bu yolculukten çekinir ve onu
bırakıp gider.
Yaratılış kitabını
yazanlar, İshak'ın dilinden Yakub'a “Anneyin oğulları sana secde etsin!"
ve Esav'a ise “Kardeşine hizmet edeceksin" dedirttiği halde yere
kapanının ve köle rolünü oynayanın kim olduğunu görmezden geliyorlar. Bunun
Yakub olduğu açık, ama Yaratılış kitabını yazanlar ve yorumlayanlar Yakub ve
Esav'ı iki ayrı kişilik olarak gösteriyorlar..
Yakub çadırını
Şekem yakınına kurarak, bölge reisinden yerleşebileceği bir miktar toprak
satın alır. “Orada bir sunak yapıp, ona el-Elohe İsrail adını verir.”18
Şekem'de İsrail
oğullarının hayatında ve onların başkalarıyla olan münasebetlerinde oldukça
önemli rol oynayan büyük bir olay vukû bulur.
Otuz dördüncü bapta
anlatıldığına göre Yakub'un kızı Dina ci. vardaki kızları görmek için dışarı
çıkar. O bölgenin beyi Hivli Hamor'un oğlu Şekem Dina'yı görür; onu yakalar,
onunla yatar ve aşağılar. Fakat gönlünü ona kaptırır ve babası Hamor'dan onu
kendisine eş olarak almasını ister. “Yakub kızının namusunun kirletildiğini
işitti.” Bu ifade, Yakub'un olayı kızından duymadığını göstermektedir.
Anlaşıldığı kadarıyla Şekem zor kullanarak kıza sahip olmuş, fakat onu sevmiş
ve iyi davranmıştır. “Aşağıladı” ibaresi ise ancak gelenek halini alan evlilik
törenini yapmadığı anlamına gelebilir.
Bir başka delil,
Dina'nın babasının evine dönmeyip, yiğidi Şekem'in evinde kalmayı kabul etmekle
olan bitenden memnun olduğudur ki, bu, onun Şekem'le daha önce sözleşerek
evden ayrıldığını gösterir... Hamor, Yakub'un evine giderek Dina'yı oğluna ister.
Mihir miktarını tespit etmeyi Yakub'a bırakır ve ona iki ailenin kendisinin
sahip olduğu bölgede birlikte yaşamasını teklif eder.
Yakub ve oğulları
bu cömert teklifi doğrudan reddetmezler. Yaratılış kitabı Yakub'un oğullarının
yapılan tekliften dolayı duydukları memnuniyeti görmezden gelerek, İbranilerin
sünnetsizlerle evlenmemeleri dolayısıyla Hamor'un kabilesindeki tüm erkeklerin
sünnet olmalarını şart koştuklarını kaydetmektedir. Hamor'un adamları ve Şekem
henüz sünnetin acısını çekerken Yakub'un oğulları kılıçlarını çekip kuşku
uyandırmadan kente girer ve bütün erkekleri kılıçtan geçirirler. Hamor'la oğlu
Şekem'i de öldürürler. Arkasından Dina'yı Şekem'in evinden alıp çıkarlar.
“Sonra Yakub'un bütün oğulları cesetleri soyup kenti yağmaladılar. Çünkü
kızkardeşlerini kirletmişlerdi. Kentteki ve kırdaki davarları, sığırları,
eşekleri ele geçirdiler. Bütün mallarını, çocuklarını, kadınlarını aldılar;
evlerindeki her şeyi yağmaladılar." .
Yakub, oğulları
Şimon ve Levi'ye “Bu ülkede yaşayan Kenanhlarla Ferizlileri bana düşman
ettiniz, başımı belaya soktunuz" dedi. “Sayıca azız. Eğer birleşir, bana
saldırırlarsa, ailemle birlikte yok olurum.” Şimon'la Levi “Kızkardeşimize bir
fahişe gibi mi davranmalıydı?" diye karşılık verdiler.19 •
İsrail oğulları
reislerini yakıp kavuran bu kıskançlık ateşi de neyin nesi? Sara'yla firavun ve
Ebimalik, ayrıca Rebeka'yla Ebimalik ve diğer hikayeler unutuldu mu? Hayır,
unutulmadı; yalnızca yeri geldiğinde İsrail oğullarının kullanması için rafa
kaldırıldı. Bir yanda şerefi iki paralık olmuşluk, diğer yanda tuhaf bir namus
zaferi. Önceki hikayelerde hem İbrahim'in, hem de İshak'ın rızasıyla bir
evlilik olayı, şimdiyse Yakub ve oğullarının şerefinin iki paralık oluşu..
Burada
İsraillilerin zihinlerine kazıyıp, birbirlerine miras bırakacakları bir ders
var. Hamor ve Şekem olayında olduğu gibi fırsat elverdiğinde İsrailliler bir
kavme zulmedebilir, zenginliklerini yağmalar ve kızkardeşlerine yapılanı sineye
çekmedikleri için yapmacık erkekliklerini sergileyebilirler; yaptıklarını veya
yaptıkları iddia edileni yaparlar. İbrahim'le İshak karılarıyla firavun ve
Ebimalik arasından çekilirken, karılarının hanımları değil kızkardeşleri
olduğunu söylerken bu erkeklik gururları neredeydibilmiyoruz!
Aradan çok geçmeden
bu defa da bizzat Yakub'un yatağında çok çirkin bir zina fiili gerçekleşti.
Olayın kahramanları Yakub'un Lea'dan olma kızı Ruhen ve ikinci hanımı Rahel'in
hediye ettiği babasının cariyesi Bilha idi. Anlatıldığına göre İsrail o bölgede
yaşarken Ruhen babasının cariyesi Bilha'yla yattı. İsrail bunu duydu, fakat
Bilha'nın Yakub'a Dan ve Neftali adlı iki çocuk doğurduğunu bilmesine rağmen
bir şey yapmadı. Bu iki kardeş söz konusu olaydan etkilenmediği gibi, Ruben'in
annelerine yaptıklarına da hiç kızmadılar.
Olayların
seyrinden anladığımız kadarıyla yaptığı kötü işten dolayı büyük oğulluk hakkı
Ruben'den alınıp Yusuf'a isnat edilmiştir. Yusuf'un oğulları Efrayim ve
Manasse'nin diğer on bir amcaları gibi İsrail'in mirasından tam hisse hakları
vardı. Esasen Ya- kub'un on iki oğlu olduğu için hisselerin on üç olması
gerekirdi, ama Yakub'un Lea'dan olan üçüncü oğlu Levi ve oğulları İsrail'in
mirasından mahrum edilmiş ve Levililerin nasibini Tanrı'dan almaları
kararlaştırılmıştı. Bu yüzden Tanrı'nın emriyle kahinlik işi kıyamete kadar
onlara verilmiş ve Musa ve Harun'dan itibaren İsrail oğullarının manevi
liderleri onlar olmuştur. .
Yaratılış kitabının
naklettiği bir diğer olay ise Yakub'un Lea'dan olan dördüncü oğlu Yahuda ile
ilgilidir. Yakub'un bu oğlunun özel bir yeri vardır. Çünkü Tevrat'ın kavline
göre ilk İsrailli kral Davud onun soyundan gelmiş ve İsrail'in bütün torunlarını
itaat altına almıştır.
Yaratılış kitabının
38. bölümünde Yahuda'nın kardeşlerinden ayrılarak ülke halkıyla komşu olduğu,
kendisine Er, Onan ve Şela adında üç oğul doğuran Kenanlı bir kadınla evlendiği
belirtilmektedir. Sonuncusu doğduğunda Yahuda Kezib'deydi. Yahuda büyük oğlu Er'i muhtemelen Kenanlı bir
kız olan Tamar'la evlendirdi. Bir süre sonra Er ölünce dul karısı Tamar'la
kardeşi Onan evlendi. Çok geçmeden o da ölünce Yahuda kızı babasının evine
gönderdi ve oğlu Şela evlenme çağına gelince onunla evlendireceği vaadinde
bulundu.
Tamar
kayınpederinin sözünü tutmak istemediğini anladı ve bir fahişe kıyafetiyle
karşısına çıkarak onunla yattı. Tamar hamile kaldı ve Fares ve Zerah adında
ikiz çocuk doğurdu. Bu hikaye yalnızca İsrail soyunun Kenanlı soyuyla
karıştığına değil, aynı zamanda Yahuda'nın soyunun kendi geliniyle olan yasak
bir ilişkiden türediğini gösteriyor. Nitekim Tamar'ın hamile olduğu anlaşılınca
Yahuda onun yakılmasını istemiş, fakat kendisinden hamile kaldığını anlayınca
fikrini değiştirmiştir.
Ortada garip bir
durum var. Yahuda, Tamar'ı büyük oğluna alıyor. O ölünce ikinci oğluna alıyor.
O da ölünce üçüncüsü büyüyünce onunla evlendireceği sözü veriyor. Sonra
nedense fikrini değiştiriyor ve yüzünü peçeyle örtüp fahişe kılığına bürünen
Tamar'la yatıyor. Bunun için de ona ücret olarak bir oğlak gönde receğini
söylüyor, fakat oğlağı gönderinceye kadar mührünü, kaytanını ve asasını rehin
bırakıyor.' Acaba Yahuda gelini Tamar’ı başka bir alametinden değilse bile
sesinden de mi tanımadı?
Hikaye binbir gece
masallarını andırıyorsa da Yahuda’nın gelinini tanımamış olmasına inanmak zor.
Tamar’ın ikiz doğurma hikayesi de daha önceki ikiz Yakub ve Esav’ın doğuş
hikayesini andırıyor. Doğum yaparken ikizlerden biri elini dışarı çıkarıyor.
Ebe çocuğun elini yakalayıp bileğine kırmızı bir iplik bağlıyor ve “bu önce
doğdu" diyor. Fakat ne işse çocuk elini geri çekiyor ve o sırada kardeşi
doğuyor. Ebe ‘kendine böyle mi gedik açtın?’ diyor ve bu yüzden çocuğa “Fares”
adı veriliyor. Rivayete göre de kral Davud bu Fares’in soyundan gelmektedir.
Olayların daha öncesine gider ve Mûsa’nın şeriatına dönersek, orada şu hükmü
buluruz: “Zinadan doğan bir çocuk Rab’bin topluluğuna girmeyecek. Onun
soyundan gelenler de onuncu kuşağa kadar Rab’bin topluluğuna girmeyecektir.”
Eğer onuncu kuşağa
kadar ibaresinin üzerinde duracak olursak, Müsa’nın şeriatının kral Süleyman’ı
da Rab’bin cemaati arasından çıkardığı sonucuna ulaşırız. Çünkü Fares onuncu
kuşaktan Süleyman’ın babasıdır. Ama biz Süleyman peygamberi Tevrat
sifirlerinin bu karalamasından tenzih ederiz.
Yahuda ve Tamar
hikayesinin ve Mûsa şeriatında bulduğumuz bu hükmün bizi götürdüğü böyle bir
sonuca yapılacak tek itiraz, Mûsa şeriatının geriye dönük işletileceğinin
belirtilmemesidir, fakat yapılacak bir kıyaslama bize ulaştığımız sonucu
teyide imkan tanımaktadır.
Mûsa’nın şeriatında
şöyle deniliyor: “Ammonlu ya da Moabh biri Rab’bin topluluğuna girmeyecek.
Onların soyundan gelenler de onuncu kuşağa dek asla Rab’bin topluluğuna
girmeyecek. Mısır’dan çıktığınızda yolda sizi ekmek ve suyla
karşılamadılar.”22
Halbuki burada
geriye dönük bir uygulama söz konusu. Çünkü İsraillileri karşılamadılar diye
Ammonlu ve Moabhların Tanrı’nın topluluğuna alınmayacağı belirtiliyor. Belgeler
bu kötü muamelenin şeriatın konuluşundan önce yapıldığını gösteriyor ki, bu da
Musa şeriatının bir kanun konulmadan önce işlenilen bir suçun geriye dönük
olarak cezalandırılması şeklinde uygulandığına işaret etmektedir.
Buna göre
peygamberlerden herhangi biri de Tanrı'nın topluluğuna girmesi yasaklanan
gayr-ı meşru evlatlar zümresine dahil edilmektedir.
Davud'un üçüncü
kuşaktan dedesi olan Boaz'ın anası olarak adı geçen Rahab ki adı Yeşu kitabında
zaniye Rahab şeklinde zikredilmektedir, Eriha sakinleri olan Kenanlı bir
cariyedir. Rivayete göre evinde İsrailli casusları gizlemiş ve onların Eriha
kralının askerlerinin elinden kurtulmasına yardımcı olmuştur. Yine rivayete
göre Nun oğlu Yeşu bu yardımından dolayı onu ödüllendirerek evlenmiş. Bu
evlilikten şu sekiz peygamberi doğuran kızlar dünyaya gelmiştir: Ermiya,
Halkiya, Haasiya, Hanameel, Şalom, Baruh, Hazkiyal ve Huldab adında bir kadın
peygamber. Matta lncili'nde belirtildiğine göre Selmon'dan olma Boaz’ı doğuran
da bu Rahab'dır. Selmon'un Rahab'la Yeşu'nun ölümünden sonra evlenip
evlenmediği meselesine girerek konumuzdan uzaklaşmak istemiyoruz. Belki daha
sonraki araştırmalar bu Rahab'ın başına gelen olaylara ulaştıracak ve hakkında
bildiğimizden daha fazlasını öğreneceğiz. Fakat daha önce adı geçen Rahut, Musa
şeriatının Tanrı'nın topluluğuna girmesini yasakladığı Moablı bir kadındır ve
dul bir kadın olarak Boaz'la evlenerek doğrudan Davud'un dedesi olan Obed'i
doğurmuştur..
Bu arada dostumuz
Yakub'dan epey uzaklaştık ve onun hilekarlıklarının, dalaverelerinin
hikayelerini özledik.
Yakub'un oğullarını
yapacaklarını yaptıktan sonra Tanrı Yakub'a bulunduğu yerden kaçmasını
emreder. “Yakub ailesine ve yanındakilere, 'Yabancı ilahlarınızı atın' dedi.
'Kendinizi arındırıp giysilerinizi değiştirin. Beytel'e gidelim. Sıkıntı
çektiğim günlerde yakarışımı duyan, gittiğim her yerde benimle birlikte olan
Tann'ya orada bir sunak yapacağım.' Böylece herkes yabancı ilahlarını,
kulaklarındaki küpeleri Yakub'a verdi. Yakub bunları Şekem yakınlarında bir
yabanıl fıstık ağacının altına gömdü. ”23
Tevrat'ı yazanların
Yakub'a yakıştırdıkları bunca rezillik yetmedi de bir de Tanrı'ya şirk koşma
ayıbını yakıştırmaları biraz tuhaf değil mi? Anladığımız kadarıyla o ve ailesi
Feddan-ı Aram'daki dayısı Laban'ın yanına giderken yabancı tanrılara tapıyor ve
Allah'ın hukukunu gözeteceğini belirterek şöyle diyor: “Sonra bir adak adayarak
şöyle dedi: 'Eğer Tanrı benimle olur, gittiğim yolda beni korur, bana yiyecek,
giyecek sağlarsa, babamın evine esinlik içinde dönersem, Rab benim Tanrım
olacak. Anıt olarak diktiğim bu taş Tanrı'nın evi olacak. Bana vereceğin her
şeyin onda birini sana vereceğim.”24
Tanrıyla yapılan
anlaşma nerde, bu adak ve verilenlerin onda birinin Tanrı'ya iadesi sözü nerde?
Herhalde Tevrat'ı yazanlar Yakub'un Tanrı'yla tutuştuğu güreşten sonra ikisi
arasındaki sınırı ona unutturmuş ve artık sözleşme, adak ve öşürlere ihtiyacı
kalmadığı kanaatine varmışlar.
Sanırım Tevrat
yazarları vaat edilen topraklarla ilgili sözlerin arasının açıldığını
düşünerek, Yakub'un İsrail lakabını unuttuğunu, bunu tekrar hatırlatmak
gerektiği düşüncesiyle, Tanrı'nın vaktiyle İbrahim ve İshak'a verdiği
toprakları bu defa Yakub'a verdiğini, onun da Feddan-ı Aram'da Harran'a
giderken oraya bir taş dikerek Beytel adını taktığını belirtmişler. Herhalde
Tanrı Yakub ve oğullarının Şekem'de yaptıklarını, sonra yabancı ilahları
kaldırıp atmalarını ödüllendirmek için böyle yapmıştır.
Yakub 14 7 yaşında
öldü. Ölmeden önce ataları İbrahim, Sara, İshak ve Rebeka'nın yanına, Hattili
Efron'un tarlasındaki mağaraya defnedilmesini vasiyet etti. Incil'deki bir
kayda göre ise Yakub Şekem'e defnedildi. Çünkü Mısır'a gitmiş, orada vefat
etmiş ve cenazesi Şekem'e nakledilmiştir.
Yaratılış kitabında
anlatıldığına göre Şekem Yakub tarafından Hamur'dan satın alınmış, Yakub oraya
putlarını gömmüş, olaydan sonra bir daha adı geçmeyen kızı Dina'nın başına
gelenlerden dolayı alınan intikamdan sonra karılarını bu toprakların dışına
çıkarmıştır ve İbrahim'in satın aldığı mağarada da buradadır.
Yakub veya İsrail,
İsrail oğullarının ilk ata olarak kabul ettikleri kişilerin üçüncüsüdür. Diğer
ikisi İbrahim ve İshak'dır. Belki de Yakub onlar nezdinde gerçek Israilli olmak
isteyen kişi için ideal örnektir. Yaratılış kitabını yazanların biyografisiyle
ilgili rivayette inandırıcı bir açıklama bulamadığımız saygıdeğerlik sıfatları
yamadıkları bir kişidir o: “Rab 'sizi sevdim' diyor. Oysa siz 'bizi nasıl
sevdin?' diye soruyorsunuz. Rab, 'Esav Yakub'un ağabeyi değil mi?' diye
karşılık veriyor, 'Ben Yakub'u sevdim. Esav'dan ise nefret ettim. Dağlarını
viraneye çevirdim. Yurdunu kır çakallarına verdim.” ,
Yaratılış kitabı
bize Tanrı'nın Yakub'u sevip, Esav'dan niçin nefret ettiğini gösterebilir mi?
Tanrı iftiraya
uğramış bir mazlumu bırakıp, müfteri bir zalimi sevebilir mi?
Yakub ki, daha
anasının karnındayken ilk oğul olma hakkını kazanmak için Esav'dan önce çıkmaya
çalışmış, fakat bunu başaramayınca daha sonra bir kase çorba karşılığında söz
konusu hakkı hileyle ele geçirmiş, bunun için annesini babasını aldatmış,
kardeşini boş ellerle evden uzaklaştırmıştır. Esav ise öfkeyle onu öldüreceğini
söylemiş fakat yapmamış, aksine o Harran'dan dönerken sevgi ve muhabbetle
karşılamış, bir arada yaşamak amacıyla yeni bir sayfa açmak istediğini
belirtmiş, ama Yakub egoist duygularına mağlup olarak uzatılan eli geri
çevirmiştir.
Bu sıfatları
yüzünden mi Tanrı'nın Yakub'u sevip Esav'dan nefret ettiğini söylüyorlar?
Kötülük, hilekârlık, korkaklık, ikiyüzlülük, bolluk zamanında Tanrı'yı unutup,
ancak başı zorda kalınca hatırlamak aşağılık sıfatlar değil midir?
Malaki kitabına
göre Tanrı Edomlu olduğu için Esav'a gazaplanmıştır: “Edomlular 'Biz ezildik,
ama yıkıntıları yeniden kuracağız' deseler de, her şeye egemen Rab şu
karşılığı verecek: 'Onlar kurabilirler, ama ben yıkacağım!'”26
Acaba İsraillilerin
Tanrısı durup dururken yakıp yıkmayı seviyor muydu yoksa yakıp yıkmak işlenen
bir suçtan dolayı mıydı?
Yaratılış kitabı ve
Tevrat'da yer alan diğer kitaplar bize Tanrı'nın Esav'a iman etmesini, buna
rağmen onun isyan-ettiğini be lirtmiyor. İsrail oğullarının diğer halklara
reva gördükleri tarumar da bunların emredilmelerine rağmen Tanrı'ya isyan
etmelerinden dolayı değil. Aksine İsraillilerin Tanrısı yalnızca onlara özgüdür
ve başkaları ona tapamaz. Gerçekte ise bu kuralı bozup başka tanrılara tapanlar
kendileridir.
Bu büyük günahı
işleyenlerin başında Yakub geliyordu, ama Tevrat yazarlarına göre o, yani ■ İsrail 'büyük oğul'du. Esasen onlar bu sıfatla sadece Yakub'u değil, onun soyundan gelenlerin tamamını kastediyorlar ki, haksız yere sözü döndürüp dolaştırıp kendilerine getiriyorlar.
Tevrat'ın Yakub'u
eğer saygıdeğer bir neslin atası olmuş olsaydı, yakınlarına sevgi, muhabbet ve
mertlik dolu davranışlar sergilerdi. Halbuki Tevrat'a göre Yakub babasına,
anasına, dayısına yalan söyleyen, onları aldatan, kardeşine kin besleyen ve
Tanrı'sına şirk koşan biridir.
Hatta Yakub kendi
oğullarına karşı sergilediği davranışlarında dahi insaflı değildir. Çünkü
Tevrat'a göre Yakub oğlu Yusuf'u diğer kardeşlerinden daha çok seviyordu. Eğer
bu sevgi Yusuf'un dürüstlüğüne, iyi kalpliliğine ve mertliğine bağlanmış olsaydı,
elbette böyle bir şey hoş karşılanır, onun kazandibi olması dolayısıyla bir
sevgiyi hak ettiği söylenebilirdi.
Ama acaba Yakub ve
diğer İsrail oğulları ecdadının böyle aşağılık sıfatlarla tasvir edilmesinin
sırrı nedir? Acaba bu güvenilir bir tarihçiliğin sergilemesi mi? Daha önce de
belirttiğimiz ve bundan sonra da göstereceğimiz gibi hakikatlerin bu şekilde
çarpıtılması, Tevrat yazarlarının tarihi saptırma, temiz önderlerin hayat
hikayelerini bulanıklaştırma gayretinden başka bir şey değil.
Tevrat kitaplarını
yazanlar Tanrı'nın. Musa'yla birlikte isminin Yahve'yle iyi bir şöhrete
kavuştuğu, tanrılar tanrısı olduğu ve kendisine tapınmak için sadece İsrail
oğullarını seçtiği şeklinde-. ki bir fikr-i sabiteden yola çıkmışlardır.
insanoğlu hata etmekten salim olmadığı için kendi ata ve önderlerini ilk
günahkar kişiler olarak nitelemiş ve onların torunlarının günaha batmış olsalar
bile babalarını taklit etmekten dolayı masum olduklarını vurgulamak
istemişlerdir... Doğru; Yahve İsrail oğullarına işledikleri suçlardan dolayı
kızabilir, ama eğer onlar pişmanlıklarını belirtir‘ lerse Tanrıları hemen
onları affeder ve şefkatli kolları
İşte
Tevrat yazarları bu noktadan hareketle peygamberlere olur olmadık suçlar isnat
etmişler, Tanrı'yı yanılabilir, yaptıklarından dolayı pişmanlık duyan, yiyip
içen, keyfi davranışlar sergileyen bir kişiliğe dönüştürmüşlerdir. Kendilerine
göre Tanrı daima onları sever ve ne hata işlerlerse işlesinler, affeder,
bağrına basar. Dolayısıyla lsrail oğullarıyla diğer insanlar arasında bir
tercih farkı vardır ve bu tercih onlara lsa'nın zuhuruyla birlikte diğer insanlara
karşı kin ve intikam duygularıyla davranmalarına zemin hazırlamıştır. VI
Yakub/lsrail'in
diğer oğulları için geçerli olmayan sebeplerden dolayı Yusuf olayını özel bir
bölümde ele almayı uygun gördük.
Yusuf, Yakub'un
büyük oğlu değil, yalnızca sevgilisi Rahel'den doğan büyük oğluydu, ama Israil
oğullarının Mısır'a muhaceret hikayesinin kahramanıdır. Mısır'da firavundan
sonra iktidardaki en güçlü ikinci adamdı ve İsrail oğulları tarihinde hiçbir
yerde ve zamanda Davud ve Süleyman'ın bile erişemediği önemli bir mevkiye
yükselmişti. Çünkü Davud ve Süleyman dahi bu geniş coğrafyada onun ulaştığı
yüceliğe ulaşamamıştı. Yusuf'un firavuna vezirlik yaptığı dönem, yönetimin
Heksosların eline geçtiği dönemdi.
Yaratılış kitabına
göre Yakub Mısır'a muhaceret ettiği sırada yüz otuz yaşındaydı. Güvenilir
kaynaklara binaen İbrahim'in doğum tarihi M. Ö. 1996 olduğuna göre, Yakub ve
oğullarının Mısır'a M. Ö. l 706'da göç etmiş olmaları gerekir ve bu tarihler
ittifaken kabul edilen tarihi olaylarla itiraza mahal bırakacak şekilde ters
düşmediğine göre, hiç tereddütsüz nirengi noktası olarak alınabilir.
Daha önce M. Ö.
Yirminci yüzyılın bitiminden önce Heksosların sessizce Mısır'a doğru
ilerlediklerini ve XVIII-XVII.
Yüzyıl
ortalarından itibaren Mısır'da iktidarı ele geçirdiklerini, bu tarihlerde
İsrail oğullarının Yusuf'un daveti ve firavunun onayı üzerine -Tevrat'a göre,
Mısır'a göç ettiklerini belirtmiştik.
Bilindiği gibi
Heksoslar geldikleri topraklardan sökülüp atılmamışlar ve Mısır'a doğru
ilerlerken yol üzerindeki topraklara saçılmışlardı. Heksosların Mısır'da
iktidarı ele geçirdikten sonra hakimiyet altına aldıkları toprakların mesahası
konusunda bir fikir yürütmek zor. Çünkü o dönemde Mısır Kenan eli dediğimiz
güney bölgeleri başta olmak üzere Suriye topraklarını içine alıyordu.
Dolayısıyla kesin olmamakla birlikte, firavun ve veziri Yusuf'un hakimiyet
alanı İsraillilerin Mısır'a muhacereti esnasında Kenan elini de kapsıyordu.
İsrailliler, ancak belli bir dil grubu oluşturmayan veya milli bağlarla
birbirine bağlanmamış topluluklardan oluşan yabancı istilacı Heksosların
Mısır'ı tamamen hakimiyet altına aldıklarından emin olduktan sonra buraya
intikal etmişlerdir. Bu durum, daha önce belirttiğimiz gibi, Heksosların bir
kolunu oluşturan Habirularla lbranilerin aynı insanlar oldukları düşüncesini
güçlendirmektedir. Bu, özellikle Mısır'a Abram veya Ibrahim önderliğindeki ilk
muhaceret için geçerlidir.
Yusuf'un Mısır'a
nasıl vardığı konusunda Yaratılış kitabında iki rivayet kaydedilmektedir.
Anlatıldığına göre
Yakub Yusufu diğer oğullarından daha fazla seviyordu; çünkü Yusuf
kazandibiydi. O yüzden ona renkli bir gömlek hazırlamıştı. Kardeşleri babalarının
onu diğerlerinden daha fazla sevdiğini anlayınca, kıskançlıklarından onunla
selamı sabahı kestiler. 1
Yusuf'un kazandibi
olduğu şeklindeki rivayet, onun küçük kardeşi Benyamin'in en son evlat olduğu
rivayetiyle örtüşmemektedir. Çünkü eğer Yakub oğullarından birini daha çok
sevecekse, doğumu sırasında annesi vefat eden, bu yüzden dünyaya geldiği andan
itibaren ana kucağına hasret kalan Benyamin bu sevgiye daha çok layıktı.
Yaratılış kitabı,
Yusuf'un kardeşlerinin ona kin beslemelerinin sebebi olarak, sözü edilen
bölümde Yusuf'un gördüğü bir rüyayı kardeşlerine anlatması olayını
göstermektedir: “'Dinleyin, bir düş daha gördüm. 'Güneş, ay ve on bir yıldız
önümde eğildiler' dedi. Yusuf babasıyla kardeşlerine bu düşü anlatınca, babası
onu azarladı: 'Ne biçim düş bu?' dedi. ‘Ben,annen, kardeşlerin gelip önünde
yere mi eğileceğiz yani?' Kardeşleri Yusuf'u kıskanıyordu, ama bu olay
babasının aklına takıldı.”2
Yusuf'un rüyasının
yorumu ne olursa olsun, demek istediği şey onun büyük bir adam olacağı idi.
Kardeşleri onun
hakkında kötü şeyler düşünmeye başladılar. Kimileri öldürülmesini teklif etti,
ama bazıları buna itirazda bulundu ve itiraz edenlerin başında da Ruhen
geliyordu. Bazen Yahuda da itirazda bulunuyordu. Değişik rivayetlere göre
Yusuf'un kardeşleri Doğu Ürdün'de Gilat'dan Mısır'a giden İsmail oğullarına
ait bir kervan gördüler ve kardeşlerini Ismailîlere satmayı düşündüler. Fakat burada daj ve E
nüshaları arasında bir anlaşmazlık söz konusu. Çünkü E rivayetine göre Yusuf
köle tabakasına mensup olmamalıydı. Yani kardeşleri doğrudan onu satmamalıydı.
Bu yüzden E rivayeti Yusuf'u Midyanlı tacirlere bir kuyuda buldurtur ve onu
Ismaililere yirmi gümüş dirheme sattırır. Kısacası E nüshası Yusuf'u köle
tabakasına mensup olmaktan kurtarma gayreti içindedir. Kardeşleri de onu
doğrudan Ismaililere satmamışlar ve kaderiyle baş başa bırakmışlardır. Bu
durumda onu kuyuda bulan ve Ismailîlere satanlar Midyanilerdir ki, tam bir
hırsızlık suçu işlemişlerdir.
Böylece Yusuf köle
tabakasına mensup olmaktan kurtarıldı.
Yusuf'un
anlattığına göre kendisi sakaların reisine “Ben Kenan elinden çalındım"
diyerek firavuna kendisini zindandan serbest bırakmasını hatırlatması ricasında
bulunmuş. Bu ibare E nüshasının ilave ettiği bir varyasyon olabilir, ama o,
alışıldığı şekilde Kenan eli sözcüğünü kullanıyor ve Yusufun geride bıraktığı
İbranîlerin sayısının azalması söz konusu olduğunda bu ibareyi zikrediyor.
Yaratılış kitabının rivayetine göre Yusuf'un geride bıraktıklarının sayısı
yetmiş beş kişiden fazla değil ve bu kadarcık insana istinaden Kenan elini
İbranî yurdu olarak gösteriyor. Bu ibare İbranî sözcüğünün yalnızca İsrail
oğullarını değil, onlarla birlikte Esav'ın oğulları Edomîler ve Yaratılış
kitabının Kenan eline gitmek için amcası İbrahim'le birlikte Fırat'ı geçen
Lut'a nisbet ettiği Moablılar ve Ammonlular yahut muğlak anlamıyla Habiruları
da kastetmiş olabilir.
Göründüğü kadarıyla
doğrudan satış olayı ve Yusuf'un köle tabakası içinde gösterilmesi, genel
anlamda Tevrat kitaplarını yazanlar nezdinde oldukça akla yakın bir husustu.
Yaratılış kitabını birkaç sayfa daha çevirdiğimizde Yusuf'un kendi dilinden
bizzat kardeşleri tarafından Midyanilere satıldığını teyit eden ifadeler
buluyoruz: “'Ben Mısır'a sattığınız kardeşiniz Yusuf'um' dedi. ‘Üzülmeyin,
çünkü beni buraya siz sattınız.”'3
Yusuf, firavunun
yakın adamlarının başkanına çalındığını, kardeşlerine ise onlar tarafından
Mısır'a satıldığını söylüyor..
Ben elimden
geldiğince bu araştırmada kişişel kanaatimi yansıtmamaya çalışıyorum, o yüzden
de Yusuf'un kardeşlerinin Allah'ın adına yemin ederek onu tacirlere satmış
olmaları ihtimalini uzak görüyorum. “Bir kafile geldi. Sucularını gönderdiler.
O kovasını kuyuya daldırdı. Sonra ‘Müjde! Bu bir çocuk' dedi.." Bu ifade
kardeşlerinin Yusuf'u tacirlere sattığı şeklindeki iftiranın asılsız olduğunu,
tacirlerin onu kuyudan çıkarıp kayıp bir mal bulmuş olmaktan sevinerek Mısır'a
sattıklarını açıkta ortaya koymaktadır.
Yusuf'un satılış
hikayesindeki tenakuzlardan biri de Yaratılış kitabında Ruben'in kuyuya geri dönüp
onu bulamadığını nakletmesidir. “Ruhen, Yusuf'u orada bulamayınca üzüntüden
giysilerini yırttı. Kardeşlerinin yanına gidip ‘Çocuk orada yok' dedi. ‘Ne
yapacağım ben şimdi?”'
Babasının
cariyesine tecavüz eden, Yusuf'un itilip kakılması konusunda kardeşlerine suç
ortaklığı yapan, onlara onu kuyuya atmalarını söyleyen Ruhen nerde, sonra güya
onu onların elinden kurtarıp babasına geri götürmek isteyen Ruhen nerde? Bir
ağabeyin ölüm tehlikesiyle burun buruna gelmiş küçük kardeşine davranışı
böyle mi olur? Önce ortadan kayboluyor, sonra iş işten geçince ortaya çıkıp
üstünü başını parçalıyor ve 'ben şimdi ne yapacağım?' diyor.. Bu acı ve
tenakuz konusundaki tek rivayet, E nüshasının Midyanileri Yusuf'u kuyudan
çalmakla suçlayan rivayetidir. Yani E nüshasına göre kardeşleri Yusuf'u kuyuya
atıp çekip gittiler, sonra Midyaniler gelip, onu bularak Ismailîle-re sattılar
ki, Ruben'in üstünü başını parçalaması da bunun delilidir.
E nüshası Ruben'i
tamamen masum göstermekte, onun Yusuf'un kuyuya atılması olayında kardeşlerine
yardım etmediğini belirtmekte ve çocuğu ortadan kurtarma konusunda samimi olduğunu
ileri sürmektedir.
J nüshası ise
Yusuf'a şefkatli davranan, kardeşlerine onu öldürmelerini yasaklayan, aksine
Ismailîlere satmaları tavsiyesinde bulunan kişi olarak Yahuda'yı gösterir.
Kudüs'de hüküm süren, Davud, Süleyman ve daha sonraki kralları çıkaran
sülalenin kurucusunun da bu Yahuda olduğunu kaydetmeliyiz. Samaria'nın düşüşünden
sonra da Lekan'ın Yahuda soyundan gelen kralların gölgesinde yaşadığını,
dolayısıyla Yahuda'yı övmesinde, en azından kardeşlerine Yusuf'u öldürmeyip
Ismailîlere satmaları tavsiyesinde bulunduğunu belirtmesinin normal olduğunu
belirtmek gerekir.
Fakat Yusuf daha
sonra İsrail oğullarını kurtarma görevini yerine getirmek için birkaç kuruşa
satılan bir köle olmalıdır. Böyle bir varyant öldürülmesinden veya kuyuya
atılıp kaderine terk edilmesinden daha iyidir.
Yusuf'un Mısır'da
başından geçenleri burada anlatmamıza gerek yok. Şüphesiz o nefsine ve
arzularına karşı büyük bir mücadele vermiş, Heksoslardan bir kral zamanında
ülkede yönetimin başına geçmiş ve Yaratılış kitabının tam tasvir edemediği
ideal ahlak davranışları sergileyerek en büyük mertebeye ulaşmıştır. Buna
rağmen Yaratılış kitabı daha önce İbrahim, İshak ve Yakub'a yakıştırdığı kötü
amelleri Yusuf'a da yakıştırmıştır.
Burada Mısır'dayken
Yusuf'un yanına varan kişilerin kimliği konusunda tartışmayacağız. Onların
tamamı İsrail oğullarından mıydı, yoksa bir kısmı mı onlardandı, tarih İsrail
oğullarından bir gurubun Mısır'a muhaceret edip Goşen bölgesine yerleştiklerini
inkar etmediğine göre, bu konuyu burada ele almamız amacımızı etkilemez.
Bunların yalnızca Rahel'in göç eden oğulları olması da bir şey değiştirmez.
Yaratılış kitabına göre Yusuf'un kardeşlerine ilk öğüdü sözünden çıkmamaları
olmuştur.
Yusuf, kardeşlerine
firavunun kendilerine ne iş yaptıklarını sorması halinde 'koyun çobanı'
olduklarını söylemelerini, böylece onları Mısırlılardan ayırarak ayrı bir yerde
yaşamalarını sağlayacağını öğütlüyor. Çünkü Mısırlılar koyun çobanlarından
iğrenirlerdi.
Kısa bir süre
soluklanarak Yaratılış kitabının Yusuf'un ağzından söylemek istediği konu
üzerinde birazcık duralım. Yaratılış kitabı burada Yahudi probleminin
oluşmasında ve asırlar boyunca gelişmesinde gerçekten çok tehlikeli bir rol
oynayan Yahudi gettosunun ilk çekirdeğini atmaktadır. Yaratılış kitabı Yusuf'un
ağzından lsrail oğullarına diğer insanlardan ayrılmaları tavsiyesinde
bulunmaktadır. Aslında onlar isterlerse Mısırlılarla birlikte yaşamak için bu
ülkeye gelmişlerdi. Firavun dahi Yusuf'a “Mısır ülkesi senin sayılır. Onları
ülkenin en iyi yerine yerleştir" der.
Fakat onlar daha önce Nil deltasının doğusundaki Goşen'de herkesten
ayrı bir yere yerleşme konusunda kendi aralarında yine kendi istekleriyle
anlaşmışlardı. Kısacası kimse onları tecrit etmemiş, aksine tecrit edilmeyi
bizzat kendileri istemişlerdir.
Yaratılış kitabı
kıtlık yıllarında Mısır'ı etkisi altına alan açlıkla mücadele konusunda vezir
Yusuf'un uyguladığı bir sistemden söz etmektedir. Bu, ibret alınacak, dersler
çıkarılacak zengin bir rivayettir.
Kıtlık öncesi
yıllarda Yusuf gıda maddelerini toplayarak, “denizin kum taneleri kadar çok
miktarda buğday stok etti; öyle ki ölçmekten vazgeçti, çünkü buğday ölçülemeyecek
kadar çoktu"; sonra “Yusuf babasına, kardeşlerine ve ailesindeki herkese
evlatların sayısına göre bedava yiyecek temin etti."
Tevrat'ın
Yusuf'unun babası ve kardeşlerine devletin kesesinden bedava buğday verdiği
anlaşılıyor. Halbuki aynı buğdayı Mısırlılara parayla satıyordu.
“Yusuf sattığı
buğdaya karşılık Mısır ve Kenan'daki bütün paraları toplayıp firavunun
sarayına götürdü. Mısır ve Kenan'da para tükenince Mısırlılar Yusuf'a gelerek,
'Bize yiyecek ver' dediler. 'Gözünün önünde ölelim mi? Paramız bitti'. Yusuf
'Paranız bittiyse, davarlarınızı getirin' dedi. 'Onlara karşılık size yiyecek
vereyim'. Böylece davarlarını Yusuf'a getirdiler. Yusuf atlara, davar ve sığır
sürülerine, eşeklere karşılık onlara yiyecek verdi. Bir yıl boyunca hayvanlarına
karşılık onlara yiyecek sağladı.
“O yıl geçince
ikinci yıl yine geldiler. Yusuf'a 'Efendim, gerçeği senden saklayacak değiliz'
dediler, 'Paramız tükendi, davarlarımızı da sana verdik. Canımızdan ve
toprağımızdan başka verecek bir şeyimiz kalmadı. Gözünün önünde ölelim mi?
Toprağımız çöle mi dönsün? Canımıza ve toprağımıza karşılık bize yiyecek sat.
Toprağımızla birlikte firavunun kölesi olalım. Bize tohum ver ki ölmeyelim,
yaşayalım; toprak da çöle dönmesin.'
“Böylece Yusuf
Mısır'daki bütün toprakları firavun için satın aldı. Mısırlıların hepsi
tarlalarını sattılar, çünkü kıtlık onları buna zorluyordu. Toprakların tümü
firavunun oldu. Yusuf Mısır'ın bir ucundan öbür ucuna kadar bütün halkı
köleleştirdi. Yalnız kâhinlerin toprağını satın almadı. Çünkü onlar firavundan
aylık alıyor, firavunun bağladığı aylıkla geçiniyorlardı. Bu yüzden topraklarını
satmadılar.
“Yusuf halka, 'Sizi
de toprağınızı da firavun için satın aldım' dedi. 'İşte size tohum, toprağı
ekin. Ürün devşirdiğinizde beşte birini firavuna vereceksiniz. Beşte dördünü
ise tohumluk olarak kullanacak ve ailelerinizle, çocuklarınızla yiyeceksiniz.'
'"Canımızı
kurtardın' diye karşılık verdiler, 'Efendimizin gözünde lütuf bulalım.
Firavunun kölesi oluruz.'
“Yusuf ürünün beşte
birinin firavuna verilmesini Mısır'da toprak yasası yaptı. Bu yasa bugün de
yürürlüktedir. Yalnız kâhinlerin toprağı firavuna verilmedi.
“İsrail Mısır'a
Goşen bölgesine yerleşti. Orada mülk sahibi oldular, çoğalıp arttılar. ”6
Mahsustan tamamını
naklettiğimiz bu metin, -Tevrat'ın istediği gibi,Yusuf'un uzun yıllar devam
eden kıtlık sırasında fırsatçılık yaparak merkezi bir karaborsa yarattığını ve
muhacir Heksos kralı için Mısırlıları köle yapmayı amaçladığını göstermektedir.
Yine metinden
Mısırlıların karınlarını doyuracak ekmek için önce paralarını, sürülerini,
ardından topraklarını ve kişisel hürriyetlerini verdikleri bir sırada, İsrail
oğullarının Goşen bölgesinde refah içinde yaşadıkları, mülk edinip,
çoğaldıklarını anlıyoruz. Tüm bunlar Yaratılış kitabının Heksos kralının
lutfederek köleliğe kabul etmesinden mutlu olduklarını belirttiği Mısırlıların
hesabına yapılmıştır.
Fakat gerçek bunun
tam aksini söylüyor. Çünkü Mısırlılar silkinip kendilerine gelmiş, Heksosları
ve İsrail oğullarını halkı köleleştirip varını yoğunu elinden alarak refah
içinde yaşamalarına' izin vermemiş ve güneyde iyi kalpli kumandanların
liderliğinde örgütlenerek ayaklanmışlardır.
Ülkeyi zorbaların
elinden kurtarmak için başlatılan ve 150 yıl süren bu mücadeleye 1. Ahmes
omuzlamış, Heksosları mağlup ederek, Filistin sınırlarına kadar sürmüş ve yeni
imparatorluk adıyla bilinen üçüncü imparatorluk döneminde muhteşem bir
medeniyetin temelini atmıştır.
Atı Mısır'a
Heksoslar getirmişler ve Mısırlılar onlardan o dönemin en modern savaş
tekniklerini ve büyük ordular donatma usullerini öğrenmişlerdir.
İsrail oğullarının
daha sonra baskı, istibdat ve kötü muameleye maruz kalması şaşılacak bir şey
değil. İsrail oğulları zorba Heksos istilacıların hemen akabinde Mısır'a
gelmişlerdi. Yaratılış kitabının apaçık belirttiği gibi içeride dostları ve
yardımcıları vardı.
Çıkış kitabında bu
konuya işaretle şöyle deniliyor:
“Sonra Yusuf
hakkında bilgisi olmayan yeni bir kral Mısır'da tahta çıktı. Halkına, 'Bakın,
İsrailliler sayıca bizden daha çok' dedi. 'Gelin, onlara karşı aklımızı
kullanalım, yoksa daha da çoğalırlar, bir savaş çıkarsa düşmanlarımıza katılıp
bize karşı savaşır, ülkeyi terk ederler.
“Böylece Mısırlılar
İsraillilerin başına onları ağır işlere koşacak angaryacılar atadılar.
İsrailliler firavun için Pitom ve Romses adında ambarlı kentler yaptılar. Ama
Mısırlılar baskı yaptıkça İsrailliler daha da çoğalarak bölgeye yayıldılar.
Mısırlılar korkuya kapılarak, İsraillileri amansızca çalıştırdılar. Her türlü
tarla işi, harç ve kerpiç yapımı gibi ağır işlerle yaşamı onlara zehir ettiler.
Bütün işlerinde onları amansızca kullandılar. ”
Mısırlıların
Heksoslar ve İsrailli yandaşlarının elinden çektikleri azabı, dûçar kaldıkları
aşağılanmayı unutmaları kolay değildi. Ayrıca İbraniler saldırganla işbirliği
yapmakla suçlanmaktaydılar. Yeni gelmiş biri Mısır'a düşmanlık sergiliyordu.
Hollanda'daki bir
müzede saklanan 19. sülale krallarından IH. Ramses döneminde yani M. Ö. 13.
Yüzyılda yazılmış iki papirus yaprağında şunlar yazılıdır:
1)
Kuwer adlı katibin Beknetfah adlı başkana yazdığı
mektupta şöyle deniliyor: Askerlere ve adalet sever kral Ramses Maryanan'ın
evi için taş taşıyan ve polis müdürü Aynman'ın sorumluluğunda bulunan
(ağabeyrulara) da erzaklarını ver şeklindeki buyruğunu yerine getirdiğim
efendim için onu hoşnut etti. Ben de onların iaşelerini temin ettim...
2)
İkinci mektup da mana ve muhteva açısından
birincisinden pek farklı değil. İkincisinde sadece Ramses Meriman'ın Manaf'ın
güneyinde yapımını emrettiği güneş tapınağına taş götüren Abirulardan söz
edilmektedir.
Yukarıdan beri
anlatılanlardan İsrail oğullarının Mısır'daki varlığının Yusuf'un kendilerine
hazırladığı refah ve istikrara bağlı olduğu görülmektedir. Tevrat'da birçok
yerde Yusuf'un İsrail oğullarının kendilerini bağladıkları Yakub'un mertebesine
yükseltilmektedir. Nitekim Mezmurlar'da şöyle deniliyor: “Güçlü bileğinle
kendi halkını, Yakub ve Yusuf oğullarını kurtardın. Sela" ; “Kulak ver ey İsrail'in çobanı, ey
Yusuf'u bir sürü gibi güden.”11 Bu metinler ve benzerleri bazı
tarihçiler tarafından Rahel'in oğullarının Mısır'da uzun yıllar boyunca tecrit
halinde yaşadıklarını ve ülkeden Musa önderliğinde çıkarken de yalnız oldukları
konusunda güçlü delil olarak kabul edilmektedir.
vıı
Firavun, Îbranîler
arasında dünyaya gelen tüm erkek çocukların öldürülmesini emretmişti. Mûsa,
lsrail oğullarından Levililerden1 bir anne babanın çocuğu olarak
dünyaya gelmişti. Çocuğun anne babası endişeye kapılarak onu bir sepetin içine
koyup nehre bıraktılar. Hikayenin bundan sonrası özellikle din kitapları olmak
üzere pek çok kaynakta mevcuttur.
Firavunun kızının
evlatlık edindiği çocuk büyüyünce ona Mûsa adını koydular. Böylece Mûsa
firavunun sarayında gençlik çağına ulaşarak sarayda terbiye gördü.
Mûsa bir Mısırlıyı
öldürdüğü için ülkeden kaçarak Medyen’e sığındı. Burada şehrin Tevrat'da adı
Yisron olarak geçen Arap kahini ona kucak açtı. Mûsa on'un kızı Saffora ile
evlendi ve ondan Gerşom adını verdikleri bir oğlu dünyaya geldi.
Çıkış kitabına göre
Tanrı Mûsa'ya göründü ve aralarında İsrail oğullarıyla dedeleri İbrahim, İshak
ve Yakub'un yapageldikleri Allah'a tapınma bağının kesildiği konusunda bir
konuşma geçti. “Ve Mûsa Allah'a dedi: İşte, ben İsrail oğullarına geldiğim
zaman, onlara atalarımızın Allah'ı beni size gönderdi dersem ve onlar bana,
onun ismi nedir derlerse, onlara ne diyeyim? Ve Allah Mûsa'ya dedi: Ben
Ehye'yim. .İsrail oğullarına böyle
diyeceksin: Be ni
size Ehye gönderdi ve yine Allah Mûsa’ya dedi: İsrail oğullarına böyle
diyeceksin. 'Atalarımızın Allah’ı, İbrahim'in Allah'ı, İshak'ın Allah'ı,
Yakub’un Allah'ı Yehova beni size gönderdi; ebediyen ismim bu ve devirden
devire anılmam budur. Git ve İsrail ihtiyarlarını topla. Onlara de ki:
Atalarımızın Allah'ı, İbrahim'in, İshak'ın ve Yakub'un Allah'ı Yehova bana
göründü ve dedi: Gerçekten sizi ziyaret ettim ve Mısır'da size yapılanı gördüm
ve dedim: Sizi Mısır'ın sıkıntısından, Kenanlı ve Hatti ve Amori ve Perizzi ve
Hivi ve Yebusilerin diyarına, süt ve bal akan diyara çıkaracağım'. Senin
sözünü dinleyecekler; sen ve İsrail ihtiyarları Mısır kralına gideceksiniz ve
ona diyeceksiniz: İbranllerin Allah'ı Yehova bize rast geldi ve şimdi rica
ederiz, çölde üç günlük yol gidelim, ta ki, Allah'ımız Yehova'ya kurban
keselim”
Yalan ve tahrifat
Bu
metin Tanrı'ya önce Ehye sonra Yahve şeklinde yeni bir isim vermekte,
arkasından onu İbranîlerin Tanrı'sı olarak göstermekte ve İbranîlerin
Tanrı'sının Mûsa'ya firavuna yalan söylemesini emrettiğini, böylece onun da
firavuna vararak “İsrail oğullarının bizimle birlikte gitmesine izin. Üç
günlük mesafede bir yerde Tanrı'ya ibadet edip geri döneceğiz" dediğini
iddia etmektedir. Hatta Tevrat'a göre Tanrı'nın emri bu kadarla bitmemekte
vdona Mısırlıları dolandırmasını emrettiği ileri sürülmektedir: “Ve
Mısırlıların
nezdinde bu kavme lutuf vereceğim. Oradan çıkıp giderken eliniz boş
gitmeyeceksiniz. Her kadın komşusundan ve evinde olan misafirden gümüş şeyler,
altın eşyalar ve giysiler isteyecek; oğullarınızı ve kızlarınızı onlarla
süsleyeceksiniz ve Mısırlıları soyacaksınız. "
Metnin
akışı içinde İsrail oğullarının Mısırlılara sadece birkaç günlüğüne çölde
ibadet etmeye gittikleri, bu kısa yolculukları esnasında, bayram için altın,
gümüş ve giysiye ihtiyaçları olduğunu söyledikleri okuyoruz. Tabii ki
Mısırlılar da bu ricaya inanarak, “ma dem birkaç günlüğüne istiyorlar, bir
mahzuru yok" diye istediklerini vermişler, ama hiç birinin aklına
İbranilerin kendilerini dolandırdıkları, bu konuda Tanrı’dan bir emir
aldıkları şeklinde bir kuşku düşmemiştir. Allah elbette onların bu
iftiralarından beridir.
Çıkış
kitabına göre Müsa ile İbranilerin Tanrı'sı arasında şiddetli bir tartışma
olur. Müsa verilen görevi reddeder ve Rab’bine şöyle der: "Ey Efendim,
bana bir yardımcı gönder! Tanrı Müsa'ya öfkelendi. "Levili Harun senin
kardeşin değil mi? Onun iyi konuştuğunu bilirim. O seni karşılamaya çıkacak ve
seni gördüğünde sevinecek."
Çıkış
kitabı burada daha önce hiç sözünü etmediği birini, Müsa’nın kardeşi Harun’u
ilk defa devreye sokuyor. Eğer annesi bir sepete koyup nehre bırakmamış
olsaydı, Müsa'nın başına gelecek felaketten Harun'un nasıl kurtulduğunu
bilmiyoruz. Acaba annesi Müsa için yaptığını Harun için de yapmış mıdır? Bu,
çok uzak bir ihtimal gibi görünüyor. Çok büyük ihtimalle firavunun İsrail
oğullarından dünyaya gelen tüm erkek çocukların boğazlanması yönünde verdiği
emir sembolik bir emirdi ve sanırım üstünkörü bir şekilde uygulanmıştır. Öbür
türlü olsaydı Müsa'dan itibaren bir Yahudi nesli daha gelmezdi. Çünkü daha
sonra bazı Yahudi gençlerin Mısırlı gençlerle kavga ettiklerini ve Müsa'nın bu
kavgaya müdahale ederken bir Mısırlıyı öldürüp Medyen'deki Arap kahine
sığındığını biliyoruz.
Daha
sonra Müsa kayınpederi Yisron’dan Mısır’a dönmek için izin istiyor. Çünkü
Rab’binin haber verdiğine göre "onun peşinde olanların hepsi
ölmüştür." Ve "böylece Müsa karısını ve çocuklarım alıp bir eşeğe
bindirerek, elinde Allah'ın asasıyla Mısır’a döndü."
Harun,
kardeşi Müsa'yı çölde karşılıyor. Burada İsrail oğullarının yaşlılarıyla bir
toplantı yapılıyor ve Harun Tanrı'nın Mü- sa'ya ilettiği bir mesajı naklediyor.
“Onlar Tanrı'nın İsrail oğullarını gözettiğini, içinde bulundukları acınacak
durumu gördüğünü duyunca hemen secdeye kapandılar."
Sonra
bir yanda Mûsa ve Harun, diğer yanda Mısır firavunu arasında şiddetli bir
çekişme başlıyor. Daha sonra firavunun Müsa'nın isteklerini yerine getirmesine
sebep olan mucizeler sergileniyor. Müsa'nın firavundan istediği şey ise,
ibadet yapıp geri dönmek şartıyla çölde üç gün uzaklıktaki bir yere
gitmelerine izin verilmesidir. •
“Ve halk
hamurlarını, daha mayası tutmamış hamur teknelerini omuzları üzerinde
elbiselerine sarılmış .vaziyette taşıdılar. İsrail oğulları Müsa'nın sözüne
göre Mısırlılardan gümüş ve altın takılar ve giysiler istediler. Tanrı
Mısırlılara bu insanları hoş gösterdiği için istediklerini verdiler ve böyİece
Mısırlıları soydular. İsrail oğulları, çocuklardan başka, altı yüz bin kadar
yaya erkek olarak Ramses'den Sukkot'a göç ettiler. Koyun, sığır ve pek çok
hayvanla birlikte birçok insan da onlarla birlikte çıktı. "
“Onların kaçtığını
öğrenince firavunun ve kullarının kalbi bu halka karşı değişti. ‘Nasıl ettik de
İsrail'i hizmetimizden kaçırdık?' dediler. (Firavun) savaş arabasını hazırladı
ve kavmini yanına aldı.”
Acaba firavun kendi
hizmetinde olan İsrail oğullarının ibadet etmek amacıyla çöle gitmelerine neden
izin vermek istemiyordu? Yoksa iddia edildiği gibi köle olmaları dini
vazifelerini yerine getirmelerine izin verilmesine engel mi teşkil ediyordu?
Gerçekte firavun
İsrail oğullarının bağlılığından şüphe ediyordu ve bu şüphe yüzünden onlara
karşı oldukça katı davranıyordu. Nitekim Çıkış kitabında Yusuf'dan
bahsedilirken bunu teyit eden noktalara değinmiştik. Firavun Kenan elindeki
kargaşadan haberdardı ve İsrail oğullarının elinden kurtulup oraya vararak
akraba kabilelerle buluşmaları halinde bu huzursuzluğun daha da artacağını,
ayrıca Mısır'dan kovulan Heksosların bir kısmının yerli halkla anlaşarak Kenan
eline yerleşmelerinden ve orada yeniden siyasi ve askeri bir güç
oluşturmalarından korkuyordu.
Onlar her halükârda
düşmandılar ve düşman da fırsat bulduğunda isyan etmek için zorluklardan
yılmazdı.
Dolayısıyla firavun
ibadet amacıyla da olsa İsraillileri bırakmaktan çekiniyordu. Müsa'nın ısrar
ettiği bu talep zekice bir bahaneydi ve firavunun bu bahaneye ebediyen
kulaklarını tıkaması zordu.
İsrail oğullarının
Mısır'dan çıkış tarihini ele alan bazı araştırmacılar, tarih olarak M. Ö. 1541
yılını gösteriyorlar. Bu tarihi Tevrat'a dayandıranların olayları derinlemesine
incelemedikleri, gerçekleri ve gerçeğe benzeyenleri birbirinden ayırt etmeye
çalışmadıkları açık. •
. Heksos yönetimi
Mısırlılarda derin yaralar açmıştı. Bu yüzden . onların . günlerini hatırlatan
her türlü olayı, hadise ve izi silmeye çalışıyorlardı ve öfkeliydiler.
Dolayısıyla Mısır'da bir Heksos tarihinden . bahsetmek 'fazla önemli ve
ciddiye alınacak bir konu değildir: Yalnızca . şunu kaydedebiliriz ki,
Heksosların Mısır'ı terk etmeleri M. Ö. 1580'lerde ülkeyi yönetmeye başlayan
18. sülanenin kurucusu 1. Ahmes zamanında tamamlanmıştır.
M. Ö. 1541 yılı 1.
Amenhotep'in tahtını 1540 yılında 1. Tohatmes'e bırakarak terk-i dünya eylediği
yıla rastlamaktadır. 1. Tohatmes Mezopotamya'daki savaşları sürdürerek yolu
üzerinde Şam topraklarının tümünü ele geçirmiş ve M. Ö. XVI. Yüzyılın
geri kalan bölümünün tamamını yani İsrail oğullarının Sina çölünde
geçirdikleri kırk yıllık zaman dilimini kapsayan tarihlerde iktidarda
kalmıştır.
1. Tohatmes döneminden bahsederken M.Ö. 1479-1459
yıllan arasında Asya'ya tam on yedi sefer düzenleyen III. Tohatmes'den
bahsetmemek olmaz. Hatta Müsa'nın da firavunu olan ve İsrail oğullarının onun
döneminde Mısır'ı terk ettikleri söylenen II. Ramses günlerine gelinceye kadar
geçen diğer firavunlardan da bahsetmek gerekir.
Rahbot |
Edom |
Eğer Tevrat'da verilen bazı tarihleri muteber
kabul eder de Yakub ve oğullarının Mısır'a tahminen 1 706'da muhaceret ettiklerini,
orada 430 yıl kaldıklarını esas
alırsak, İsrail oğullarının Mısır'dan çıkışının M. Ö. 1276 yılında
gerçekleştiği ve bunun da
1292-1225 yılları arasında hükmeden il. Ramses zamanına rastladığı sonucuna
ulaşırız.
İsrail oğullarının
Mısır'dan çıkışlarının, iktidar günlerinde Asya'ya yaptığı seferleri on yedi
yıl süren ve en sonunda Hattilerle bir barış anlaşması imzalayan, anlaşmadan
sonra 1250'de Hatti kralı tarafından Mısır'da ziyaret edilen ve hediye olarak
kızlarından birini krala zevce olarak veren il. Ramses döneminde gerçekleştiğini
kestirip atmak zordur.
Burada Gustave le
Bon'un'un il. Ramses hakkında söylediği şu sözleri nakletmekte fayda vardır:
“Bu hükümdarın iktidar yıllarının uzunluğuna rağmen, onun döneminde bir süre
sonra Mısır'ın çöküşe geçmesine yol açan sebeplerin başlangıcına şahit oluyoruz.
Halk, uzun yıllar devam eden savaşların ve kurulan muhteşem binaların
külfetiyle bitip tükenmişti. Mütevazi zaferlerin sevinci yerini isyanlara
bırakmış; köleler aşırı çalıştırılmaktan ve ezilmekten öfke yumağına dönmüş,
İsrail oğulları için en zor günler başlamış ve bize kutsal kitaplarında çektikleri
acıları anlatan tasvirler bırakarak bu büyük kralın hatırasına bol bol
lanetler yağdırmışlardır. ”
Belki de İsrail
oğullarının Mısır'dan çıkışı konusunda en uygun tarih Minfatah b. Ramses ve
il. Siti adlı kralların iktidar günlerine tekabül eden 1225-1209 yıllarıdır.
Gustave le Bon'u
dinleyelim:
“Minfatah veya
Aminofes döneminde, en muteber rivayetlere göre, İbranîler Musa’nın
önderliğinde Mısır'dan çıkmışlardır. Eğer ülke bir kargaşa içinde olmasaydı
İsrail oğullarından belli bir kısmı cezalandırılmakdan korkmadan kölelik
ettikleri toprakları terk etmeye cesaret edemezdi."
Eğer Aminofes’in
ülkesini korumak için bir çok savaşa girdiğini, Batıdan ve Akdeniz adalarından
gelen saldırılara karşı zaferkazandıktan sonra Şam topraklarında başlayan isyanı
bastırdığını göz önünde bulundurursak, İbranilerin de o dönemde Mısır’dan
kaçarak kölelik zincirinden kurtulmaya cesaret edebileceklerine ihtimal
veremeyiz.
Belki de il.
Siti’nin iktidar dönemi İbranilerin Mısır’dan çıkışı konusunda en doğru tarihtir.
Çünkü bu firavun döneminde iktidar zaafa uğramış, ondan sonra kimin tahta
geçeceği konusunda şiddetli bir çekişme başlamış; devlet büyükleri ve vergi
memurları iktidarı aralarında bölüşmüş; ülke kaosun ve açlığın kollarına
itilmiş ve bu durum yabancı istilacıların iştihanı kabartırken, sınır
bölgelerinde yaşayanları belirsizliğe ve anarşi ortamına itmiştir.
Mısır'dan ayrılan İbranilerin
sayısı
İsrail oğullarının
Mısır’dan ne zaman ayrıldıkları o kadar da önemli değil. Buna karşılık bütün
Yahudilerin ülkeyi terk edip etmedikleri konusunda pek çok görüş vardır ve
araştırmacı güvenilir bir belge bulup onun peşinden giderken olasılıkları ardı
ardına sıralayan başka belgeler ortaya çıkmaktadır.
Müsa ile birlikte
Mısır’dan ayrılanların sayısı konusunda pek çok zorluk karşımıza çıkmaktadır.
Çıkış kitabında
şöyle deniliyor: “İsrail oğulları çocuklardan başka altı yüz bin kadar yaya
erkek olarak Ramses’den Sukkot’a göç etti..” Tevrat’ın verdiği rakam takribi. Demek ki
ortada kesin bir rakam yok. Erkeklerden bahsediyor, ama çocukları dahil
etmiyor. Peki çocukların sayısı ne kadar? Ayrıca kadınlar nerede? Çölde Sayım
kitabı şöyle diyor: “İsrail oğullarından atalarının ev lerine göre bütün
sayılanlar, yirmi yaşında ve ondan yukarı Israilde cenge çıkan her adam, bütün
sayılanlar altı yüz üç bin beş yüz kişi idiler.”11 Ve ayrıca şu
satırları okuyoruz: “Rab’bin emri ile Müsa ve Harun'un aşiretlerine göre
saydıkları Levililerden bütün sayılanlar, bir aylık ve ondan yukarı bütün
erkekler yirmi iki bin kişi idi.” 12 Bir başka yerde ise şöyle deniliyor: “Ve
Müsa dedi: Aralarında bulunduğum kavim altı yüz bin piyadedir.. ” 1 Son metin Tanrı'yla konuşan ve bu insanların
iaşe meselesini gündeme getiren Müsa'nın dilinden söylenmiş.
Peki Müsa ile
birlikte Mısır'dan ayrılanlar bu kadar büyük rakamda mıydı? Mısır'dan
kaçanların peşinden gelen bir firavun ordusunun olduğunu hesaba katmasak bile,
çocuklar ve kadınlar hariç altı yüz bin kişilik bir yaya grubunun ülkeden bir
defada çıkıp, yanlarında sürüleri ve eşyalarıyla birlikte su ve meraların bulunmadığı
bir çölde yol almış olmalarının imkansız olduğunu görürüz.
Kızıl Deniz'in
yarılmasıyla ilgili anlatıyı
okuduğumuzda lsraillilerin denizi bir gecede geçtiklerini ve denizin sabahleyin
eski haline geldiğini görüyoruz. Eğer çocukları ve kadınları da hesaba
katarsak en az bir milyon civarındaki insanın herhangi bir noktayı bir gecede
geçtiğine inanmamız mı isteniyor?
Bu konu, ancak
vaktiyle Mısır'a göç eden ve oradan ayrılanların Yusuf ve Benyamin'in
çocuklarıyla, onlardan çoğalanların sayısının yedi bini geçmediği var
sayımıyla halledilebilir.
Denizin yarılması
olayına gelince, bilim adamları bir tabiat olayı olarak böyle bir şeyin mümkün
olabileceğini belirtiyorlar. Söylendiğine göre İsrailliler Mısır istihkamları
ve Nil'in doğu tarafıyla Kızıl Deniz'in kuzeybatı tarafındaki bataklıklar
arasına geldiklerinde yani Feytum civarında Mısır ordusuyla karşılaştıkları
sırada artık kurtulmalarının imkansız olduğunu düşünmüşlerdi.
Yalnızca
Musa soğukkanlılığını muhafaza ederek İsraillileri doğrudan körfez sahiline
doğru yönlendirdi. Çünkü burada güçlü esen doğu rüzgarı körfez tarafındaki suyu
itmişti. Mûsa, halkına suyun çekildiği yatakta ilerlemesini emretti ve böylece
güvenlik içinde batı yakasına ulaştılar. Peşlerinden gelen Mısırlıların savaş
arabalarının tekerlekleri çamura saplanıp kaldı. Sabahleyin sular eski yerine
dönünce iki taraf arasında bir engel oluşmuş oldu.
Tarih,
bize bu olayı teyit eden başka bir örnek daha sunmaktadır. 1738’de Kırım’da vukû bulan Türk-Rus savaşının
ilk günlerinde rüzgarlar Azak Denizi’nin kuzeybatı köşesindeki suları itmiş,
böylece Rus birlikleri yarımadanın girişindeki müstahkem Türk mevzilerinin
arkasında bitmeyi başarmışlardır.
Aynı
kaynak bir askerin Menzile Gölü sahilinde bizzat şahit olduğu bir olayı da
nakletmektedir. Askerin anlattığına göre Süveyş Kanalı'nın girişinde Menzile
Gölü'nün suları rüzgar vasıtasıyla yedi mil itilmiştir.
Yukarıda
Mısır’dan çıkan İsrail oğullarının kadın ve çocuklar hariç altı yüz bin gibi
büyük bir rakamda olmasının imkansızlığını gösteren bazı akli deliller
sunmuştuk. Aynı şekilde Çıkış kitabında da bu altı yüz bin rakamının hiçbir
tarihi değeri olmayan uydurma bir rakam olduğunu gösteren gizli işaretler
mevcuttur.
Örneğin
Çıkış'da şöyle deniliyor: “Firavun kavmi bıraktığında Allah onları yakın
olmasına rağmen Filistinlilerin yurduna giden yoldan götürmedi. Çünkü Allah
kavmin bir savaşla karşı karşıya kalıp pişman olarak Mısır’a dönmesini
istemedi. Aksine onları Kızıl Deniz çölü yolundan dolaştırdı." 19
Metinde
sözü edilen Filistin toprakları Gazze ile Yafa arasında kalan yerlerdir.
Metinde geçen İsraillilerin Mısır’dan çıkışı sırasında orada bulunan
Filistinliler ise Girit ve Ege adalarından bilinmeyen bir sebeple sürüldükten
sonra Suriye'de yurt tutmak için mücadele vermekteydiler.
il. Ramses'in
arşivine göre Filistinliler M. Ö. 1269'da varılan Kadeş Anlaşması'ndan önce
1286'da vuku bulan savaşta Hattilerle birlikte Mısır ordusuna karşı
savaşmışlardır. Keza 111. Ramses’in arşiv kayıtları da M. Ö. 1190'da Mısır
hakimiyetinin Suriye'de Asi nehrine ve Fenike sahillerine kadar yayıldığını
göstermektedir ki, muhtemelen Filistinliler bu dönemde firavuna bağlılıkları
sebebiyle daha sonra kendi adlarıyla anılan sahil şeridine yerleşmeyi başarmışlardı.
Filistinlilerin
vatan edindikleri şehirlerin Gazze, Askalan, Asdud, Akron ve Gat gibi bir elin
parmak sayısını geçmeyecek kadar mahdut bir bölge oluşturduğunu göz önünde
bulundurursak, o dönemde nüfuslarının günümüzde bir şehrin nüfusunu dahi , geçmeyecek
düzeyde olduğu şeklindeki bir tahmin mübalağa sayılmaz. Örneğin Sümerler
zamanında en parlak dönemini yaşadıx ğı günlerde dahi Lagaş şehri
sakinlerinin nüfusunun otuz beş bini geçmediği belirtilmektedir. Durum
böyleyken Mısır ve Mezopotamya gibi refah ve bolluk nimetleriyle bezeli
ülkelerin şehirlerinin nüfusuyla kıyaslandığında fakir bir ülkenin
şehirlerinin nüfusunun ne kadar olduğunu tahmin etmek zor değildir. Buna göre
İsraillilerin fetih döneminde Kenan elinin toplam nüfusunun yarım milyon
civarında olduğunu söyleyebiliriz. Tevrat'ın abartılarını ise fazla kale
almamak gerekir. Çünkü İsrailliler Filistinlilerle ve Kızıl Deniz yolu
üzerindeki devriyelerle çatışmaktan kaçındıklarına göre sayılarının Tevrat'ın
verdiği rakamdan yüz kere daha az olması gerekir.
Eski tarihçilerden
hiç biri, tüm abartmalarına rağmen, eski ordulardan hiçbirinin savaşçı
sayısının dört yüz seksen bini geçtiğini söyleme cesaretini gösterememiştir,
ama Yahudi tarihçi Josephus Heksosların başkenti Avaris'i kuşatıp ele geçiren
ve buradan 240 bin Heksos'u süren Mısır ordusunun bu rakamda olduğunu
söylemektedir. Hatta Josephus bununla da yetinmeyerek İbranilerin ve
İsraillilerin iki değişik ad taşıyan tek halk olduğunu ileri sürmektedir,
fakat biz İbranîler veya Habiruların Heksoslara iltihak eden bir grup olduğunu
kabul ediyoruz.
Yine de Josephus
dahi İsrailli olduklarını iddia ettiği grubun 240 binden fazla olmadığını
belirtmektedir, ama Tevrat bu rakamı tastamam 603 bin 550 kişiye
çıkarmaktadır.
Çıkış kitabı güya Tanrı'nın
İsraillilere hitaben şöyle dediğini kaydediyor: “Senin önünden eşek arılarını
göndereceğim. Hivlileri, Kenanlıları ve Hattileri senin önünden kovacaklar.
Ülke harap olmasın ve vahşi hayvanlar karşınızda çoğalmasın diye onları senin
önünden bir yıl içinde kovacağım. Sen çoğalıp ülkeye sahip oluncaya kadar.
..”20
Eğer Mısır'dan
çıkan İsrail oğulları Çıkış ve Çölde Sayım kitaplarının belirttiği gibi
böylesine kalabalık bir rakamda iseler, o zaman bu metinde geçen “yerli halkın
hır yıl yavaş yavaş kovulması" mealindeki sözlere ne gerek vardı? Demek
ki İsrail oğullarının sayısı yerli halkı kovmaya yetecek miktarda değildi ve
yıllar içinde yavaş yavaş çoğalmaları gerekiyordu.
İsrail oğullarının
yanlarında yeterli yiyecek malzemesi olmadan açlık ve susuzluk tehlikesinin
kol gezdiği Sina çölünü geçmeleri kolay değildi. Susuzlukları gidermeleri ve
aç karınlarını doyurmaları ancak Allah'ın bazı mucizeleriyle mümkündü. “İsrail
oğullarına mensup her cemaat Müsa ve Harun'a çölde sitemler etti. İsrail
oğulları onlara şöyle dedi: Keşke Mısır'da Tanrının elinden ölseydik. Oradayken
et kazanlarının başında oturuyor, doyuncaya kadar ekmek yiyorduk. Siz ikiniz
ise bizi, bütün bu kalabalığı açlıktan öldürmek için bu çöle çıkardınız. Ve Rab
Müsa'ya dedi: İsrail oğullarının söylenmelerini işittim, onlara söyle: Akşam
üstü et yiyeceksiniz ve sabahleyin ekmekle doyacaksınız ve bileceksiniz ki
Allah'ınız Rab benim. ”21
Burada geçen et,
bıldırcın kuşu, ekmek ise mann'dır.22
Bir defasında '
Musa sinirlerine . hakim olamaz. “Niye ' bu kuluna kötülük ettin? . Niye .
bana " lutufta' .bulunmadın datüm bu ■ halkın yükünü omzuma yükledin? Tüm. bu insanlara 'ben mi"' hami-
22
Mann: Çığ damlacıklarından çıkan tatlı bir madde. Günümüzde Irak'da
helva yapımında kullanılan ve bol miktarda bulunan bir maddedir.
le kaldım, ben mi
doğurdum ki bana, tıpkı bir dadının emzikli çocuğu taşıdığı gibi atalarına and
içtiğim diyara kucağında onları taşı, diyorsun? Bütün bu insanlara verecek eti
nerden bulayım? Çünkü bana ‘Bize et ver de yiyelim' diyerek ağlaşıyorlar. Tüm
bu kavmi ben yalnız taşıyamam, çünkü benim için çok ağır. Yalvarıyorum, eğer
bana bu şekilde davranacaksan, eğer nezdinde bir değerim olmayacaksa, beni
hemen öldür ki sefaletimi görmeyeyim. ”23
Mısır'dayken rahat
ve bolluk içinde yaşadıklarını, şimdi ise bıldırcın ve mann'dan bıktıklarını
belirterek serzenişlerde bulunan ve balık yemek istediklerini belirten bir
halkın şikayetleri karşısında Müsa'nın kalp sektesinden gitmesinde şaşılacak
bir şey yok. “Mısır'dayken parasız yediğimiz balığı, hıyarları, karpuzları,
pırasaları, soğanları ve sarımsakları hatırlıyoruz.. ”24
Anlamıyorum,
İsraillilerin Mısır'dan beraberlerinde sürüp götürdükleri onca davar bitmiş
miydi? Hepsini yemişler miydi? Halbuki şeriatlarına uygun olarak koyun kurban
ediyorlardı. Yoksa sahip
oldukları hayvanlara kıyamıyorlar veya Tevrat'da belirtildiği gibi
Mısır'dayken beleşe yedikleri şeyleri mi istiyorlardı?
Tevrat
İsraillilerle Amalika arasında geçen erken bir çatışma hikayesinden bahseder.
Amalikalarla savaştıkları bölge Sin çölünün kuzey kesimine düşmektedir.
Burasının tam olarak nereye düştüğünü bilmiyoruz, ama muhtemelen çatışma,
Akdeniz'in orta sahil şeridiyle Araba Vadisi üzerinden geçerek Kenan eline varmak
amacıyla bölgeye girdiklerinde olmuştur. Ancak, İsrailliler bu teşebbüslerinde
başarısız olunca güneye yönelerek Müsa'nın on iki emrin yazılı olduğu levhaları
Tanrı'dan aldığı Sina dağına vasıl olmuşlardır.
Çıkış kitabında
şöyle deniliyor: “Mûsa elini kaldırınca İsrail galip geliyor, indirince Amalika
galip geliyordu. Müsa'nın iki ko lu da yorulunca bir taş getirip altına
koydular. Musa taşın üstüne oturdu. Harun ve Horid, biri bir elini, öteki diğer
elini alıp güneş batıncaya kadar sabit olarak tuttular. Böylece Yeşu, Amalik ve
kavmini kılıçla yendi. ”
Bu
rivayetten anladığımız, Müsa'nın her elini kaldırışında İsrail'in galip
geldiği, indirdiği zaman da mağlup olduğu; daha sonra askeri bir plan kurarak
Amalikalara ezici bir yenilgi tattırdıklarıdır. Buna göre Harun Müsa'nın elini
kaldırarak öylece tutuyor, Horid de diğer elini kaldırıp sabitliyor, güneş
batıncaya kadar bu şekilde tutuyorlar ve Yeşu Amalikaları kılıçtan geçiriyor.
Burada
İsraillilerin muhteşem bir zaferiyle sonuçlanan çarpışma, bir başka yerde
okuyucuyu İsraillilerin mağlup olduğu hissini veren bir tarzda -anlatılıyor
yahut zor zamanda İsraillilere olumlu bir rol yükleyen tek yanlı bir operasyon
gibi gösteriliyor.
Örneğin
Samuel kitabında onun Şaul'a söylediği sözlerle ilgili olarak şunlar yazılıdır:
"Ve Samuel Şaul'a dedi: Rab, kavmi üzerine, İsrail üzerine kral olarak
seni meshetmek için beni gönderdi. Şimdi Rab'bin sözlerini dinle. Orduların
Rab'bi şöyle diyor: Amalik'in İsrail'e yaptığını, Mısır'dan çıktığında yolda
ona karşı nasıl durduğunu arıyacağım. Şimdi git, Amalik'i vur ve onların her şeyini
tamamıyla yok et. Onlara acıma. Erkek, kadın ve emzikli çocuk demeden, koyuna,
deveden eşeğe kadar hepsini öldür. ”
Yehova'nın
Şaul'a verdiği bu acımasız kan dökme emri, İsraillilerin ruhunda kin, öfke ve
doymak bilmez bir intikam alma duygusu yaratmış olmalı. Burada bir savaş olmuş
olsa bile, bunun Yeşu'nun Amalikaları kılıçtan geçirdiği bir üstünlükle
sonuçlanacak boyutlarda olduğu düşünülemez.
Diğer
yandan, eğer İsrailliler gerçekten savaşı kazanmışlarsa onları düşmanı takip
etmekten ve hayali zaferi doruğuna çıkarmaktan alıkoyan neydi?
Eğer
gerçekten İsraillilerle Amalika arasında bir çatışma olmuş olsaydı, o takdirde
daha sonra Amalikaları gözlerken duyulan korku ve endişeden söz edilmesine
gerek kalmazdı. Çünkü onları gözetlemek için gönderilen casuslar Mûsa ve
İsraillilere şöyle diyorlar: "Güney taraflarında Amalikler yaşıyorlar;
dağlık bölgede Hattiler, Yebuslular ve Amorîler oturuyorlar. Deniz sahilinde
ve Ürdün kıyısı boyunca Kenanlılar yaşıyorlar.. Gördüğümüz insanların hepsi
uzun boyludur. Orada dev adamlardan Anak oğullarını, dev adamları gördük ve
kendimizi çekirge gibi hissettik, onların gözüne de çekirge gibi göründük. ”
İsrailliler,
casusların getirdikleri bilgileri işitince ağlamaya başladılar. Mûsa ile Harun
onları cesaretlendirmeye çalışırken de onları taşladılar ve eğer ilahi bir
müdahale olmasa belki de olay bir faciayla sonuçlanacaktı. Ve Tanrı Amalikaları
gözetlemeyle geçen günlerin sayısına uygun olarak kesintisiz kırk yıl boyunca
İsrail oğullarının çölde gezinmelerini kararlaştırdı. Bu hükümden amaç, Kenan
eline girmeden önce yaşı yirminin üzerinde olan İsraillilerin ölüp
gitmeleriydi.
İsraillilerin
maneviyatını bozan ve onların kalbine korku salan casusları ise Tanrı veba
hastalığıyla öldürdü. Yalnızca Nun oğlu Yeşu ve Bafna oğlu Kalib'e dokunmadı.
Çünkü onlar yola devam edilmesini belirtmiş, diğerlerine karşı çıkmışlardı.
Casusların
sundukları rapordan şunu anlıyoruz: İsrailliler daha önce Amalikaları
görmemişler ve onlarla zaferle sonuçlanan bir çatışmaya girmemişlerdir. Bu
tespit yüzlerce yıl köle olarak aşağılanmış bir hayat süren halkın ruhuna
savaşma azmi üflemek amacıyla uydurulan diğer hayali hikayeler gibi böyle bir
uydurma çatışmanın kesinlikle vuku bulmadığını göstermektedir.
Sina
çölünde geçen bu gezinme yılları boyunca İsrail oğulları Yahudi dininin
esasları ve detaylarını öğrenmiş; Mûsa da onları Tanrı'nın vahyettiği ilahi
emir ve tavsiyelerle donatmıştır.
İsrailliler
güneydeki kısa yoldan Kenan eline giremeyince Ölü Deniz'in güney tarafından
dolaşarak kuzeye yönelmeye mecbur kaldılar. Ürdün'ün batısında yer alan Eriha
şehrinin karşısındaki Şeria nehrinin doğusuna yönelmeden önce ise bazı
çatışmalar vukû buldu.
İsraillilerin Ölü
Deniz'in ve Şeria nehrinin doğusunda ayak bastıkları toprakları işgal
etmelerinin en kestirme sahil yoluyla veya Ölü Deniz'le Şeria nehrinin
batısında yer alan nispeten kısa başka bir yoldan Kenan eline girmelerinden
daha kolay olduğu açık.
Bir kere Ölü Deniz
ve Şeria nehrinin doğu kesimine giden yol üzerinde Lut peygamberin soyundan
gelen akraba aşiretler yaşıyorlardı. Bunlar Moablılar ve Ammonlulardı. Ayrıca
Yakub'un kardeşi Esav'ın soyundan gelen Edomlular da vardı. Bu aşiretlerin
gerçekten Lut veya Esav'ın soyundan gelip gelmedikleri bizi fazla
ilgilendirmiyor. Çünkü işin bu kısmı biraz efsanevi bir hikaye. Ama Tevrat
yazarları İsraillilerle adı geçen aşiretler arasında yakın bir akrabalık bağı
bulunduğundan emindiler ve bu yüzden Edomluların Esav'ın, Moablılar ve
Ammonluların Lut'un soyundan geldiği yolunda bir rivayet uydurdular.
Dolayısıyla biz
Çölde Sayım kitabında (20/14-21) Edomluların İsraillilerin sınırlarından geçip
gitmelerini engellemeleri şeklindeki kaydı önemli bulmuyoruz; çünkü Yasanın
Tekrarı kitabında (2/1-25) Edomluların, Moabların ve Ammonluların, İsrail
oğullarının kralları Sihon'un önderliğinde Amorîleri yenerek Haşbun31 şehrini
ele geçirdikleri ilk savaşa girmeleri için sınırlarından geçip gitmelerine
izin verdikleri kaydını okuyoruz. Her ne kadar Tevrat İsraillilerle Başan
(Havran) kralı Og arasında ikinci tarafından tamamen imha edilmesine kadar
çarpışmaların sürdüğünü belirtiyorsa da, muhtemelen Amorîlerle yapılan bu
savaş Mûsa'nın ölümünden önce Ürdün'ün doğusunda vukû bulan tek
önemli savaştı.
Çünkü Sihon’la' ilgili savaş rivayetiyle kıyas edildiğinde Og’la yapıldığı
kaydedilen bu savaş hikayesi araştırmacılar tarafından ciddiye alınmamaktadır.
Harun’un ölümünün
ardından lsrailliler Şeria nehrini aşıp batı yakasına geçmeden önce Mûsa da
hayata gözlerini yumdu. İsraillilerin yönetimini ise Mûsa’nın hizmetkârı ve
yol arkadaşı Nun oğlu Yeşu üstlendi.
Mûsa’nın İsrail
oğullarıyla birlikte geçirdiği günler baştan sona acı ve kederle doluydu.
Mûsa’nın kendileri için firavunun sarayındaki lüks hayatı tepip çıktığı bu
görgüsüz halk, son derece nankördü; ona hayatını zehir etmiş ve ölümünden sonra
da bütünüyle unutmuştu.
Mûsa haksızlığa
uğrayan bir İbranî’yi kayırmak istemiş, ona zulmeden Mısır’lıyı öldürmüştü. Bir
defasında da bir İbranî’ye kötülük eden başka bir İbranî’ye karşı çıktığında, o
İbranî Mûsa’yı ifşa etme tehdidinde bulunmuş, o da Mısır’dan kaçarak Medyen’e
sığınmış, orada Bedrun’la tanışarak kızıyla evlenmişti.
Tanrı Mûsa’ya
İsraillileri Mısır’dan çıkarmasını emrettiğinde Çıkış kitabını yazanlar onu
hırsızlar çetesinin lideri olarak lanse ettiler. Çünkü İsrailliler dini bir
töreni yerine getirmek amacıyla Mısırlılardan emanet aldıkları altın ve
gümüşleri geri vermemişlerdi. Tevrat ayrıca bu konunun Mûsa ile firavun
arasında konuşulduğunu da belirtir. Keşke Tevrat yazarları yalnızca Mûsa’yı
hırsızlar çetesinin reisi olmakla itham etmekle yetinselerdi. Çünkü Tevrat’a
göre İsraillilerin Mısırlılardan altın ve gümüşleri ödünç alıp geri vermemesini
Mûsa’ya bizzat Allah emretmiştir!
Mısır’dan çıkış
hikayesinde Tevrat İsraillilerin kendilerini kölelikten kurtaran Müsa’yı
protesto ettikleri birçok durumdan bahsetmektedir ki, Yahudilerin geri dönüş
düşüncesinden söz ederken bu konu üzerinde detaylı olarak duracağız.
Çölde Sayım kitabı
ise Levililer ve Ruben’in oğullarının Mûsa ve Harun’a karşı başlattıkları bir
başkaldırıdan söz etmektedirler ki, rivayete göre isyan ancak yerin yarılarak
elebaşlarını yutmasından ve bir veba salgınından sonra bastırılır. Olay
sonunda isyancılardan ölenlerin sayısı 14700’e ulaşır.33
Burada Elçilerin
İşleri'nde Musa’nın hayatının zehir edilmesi ve iyiliklerinin nankörce
karşılanması konusunda İsrail oğullarının yaptıklarıyla ilgili anlatılanlardan
bazı alıntılar vermekte yarar görüyoruz: "Ey boyunları sert, yürekleri ve
kulakları sünnetsiz adamlar! Siz daima Ruhulkudüs’e karşı duruyorsunuz, atalarınızın
yaptığını siz de yapıyorsunuz. ”34
Burada Harun ve
buzağı meselesi üzerinde birazcık durmamız gerekiyor. Elçilerin İşleri kitabı
Harun’u İsrail oğullarının rezil taleplerini yerine getirmediğini kaydetmekte
ve İsraillilerin “Harun’dan tapınacakları bir buzağı yapmasını istediklerini”
belirtmektedir, ama Harun’un buzağıyı yapıp yapmadığına işaret etmeden
yalnızca "bir buzağı yaptılar” demektedir.
Burada “faalü”
fiilindeki çoğul vav’ı Harun’u değil, İsrail oğullarını işaret etmektedir.
Çünkü buzağıyı yapan Harun değil, onlardan bir gruptu.
Şimdi de Çıkış
kitabında yazılanları okuyalım: "Müsa’nın dağdan inmekte geciktiğini
görünce, Harun’un yanında toplanarak şöyle dediler: ‘Kalk, bizim için tanrı
yap, önümüzden gitsinler; çünkü Müsa’ya, bizi Mısır’dan çıkaran bu adama ne
olduğunu bilmiyoruz.’ Harun onlara şu cevabı verdi: Karılarınızın, oğullarınızın
ve kızlarınızın kulaklarındaki altın küpeleri kırıp çıkarın ve onları bana
getirin. Herkes kulaklarındaki altın küpeleri çıkarıp Harun’a getirdi. Harun
onları ellerinden alıp oymacı aleti ile biçim verdi ve dökme bir buzağı yaptı.
Ve dediler: Ey İsrail, seni Mısır diyarından çıkaran ilahların bunlardır. Harun
onu gördü ve onun önüne bir sunak yaptı. ‘Yarın Rab’be ibadet edeceğiz’ dedi.
Ertesi gün erkenden kalktılar ve yakılan sunularını arz ettiler ve selamet sunularını
getirdiler. Yemek ve içmek için oturdular ve oynamak için kalktılar.”
Bu esnada Mûsa
Tur-ı Sina’da Rab’binin emirlerini telakki etmekle meşguldü. "Tanrı
Müsa’ya ‘Aşağı in!” dedi. “Çünkü Mısır’dan çıkarıp yücelttiğin halkın senin
gösterdiğin yoldan hızlı bir şekilde saptılar ve kendilerine dökme bir buzağı
yaparak, ona secde edip, kurban kestiler. ”
Harun'un kardeşi
Müsa ile birlikte İsrail oğullarını Mısır'da ezilmekten kurtarmak için verdiği
mücadele, bu halkın kadir kıymetini bilmesi gereken bir davranıştı, ama onlar
onun temiz ismini lekelediler ve bir peygamber şöyle dursun, normal bir
insanın dahi kendisine yakıştıramadığı aşağılık bir mertebeye indirdiler.
Çıkış kitabı,
firavuna karşı çıkan, onu zalimlik ve despotlukla suçlayan, öfkesinden ve
gazabından çekinmeden ona tehditler savuran, buna karşılık firavunun gazabını
üzerine çeken bir peygamberi lsrail oğullarının tapması için altın bir buzağı
yapmakla suçlamakta; hatta bununla da yetinmeyip buzağının döküm işi
•tamamlandıktan sonra icra edilen tapınma merasimini yönettiği şeklinde bir
töhmet de yakıştırmaktadır.
Tüm bunların birer
iftira olduğunu söyleyerek Harun'u müdafaa etmek amacında değiliz.. Çünkü o da
bu halkın ahmaklığı karşısında âciz kalmış, firavunun huzurunda kardeşi Müsa
ile birlikte verdiği mücadelede takındığı tavrı takınamamış, aksine İsrail
oğullarını istediklerini yapmakta serbest bırakmış ve put. yapmalarına seyirci
kalmıştır.
Müsa, üzgün ve
öfkeli bir şekilde halkına dönünce onları fena şekilde azarlamış, elindeki
levhaları atarak kardeşinin ensesinden tutup “Bu halk sana ne yaptı ki, onlara
bu büyük suçu işlettin? dedi. Harun cevap verdi: Efendimin öfkesi artmasın, bu
halkı sen bilirsin, kötülüğe amadedir. Beni zayıf buldular, neredeyse öldüreceklerdi,
bana düşmanmışım gibi davranma ve beni zalimler zümresine dahil etme."
Esasen Harun'un
işlenen bu günahı engelleme konusunda yapabileceği fazla bir şey yoktu. İnsanî
bir zaaf sergilemiş, canına zarar gelmesinden korkarak halkın altın buzağı
dökmesine seyirci kalmıştır. Öbür türlü “İşte istediğiniz gibi bir buzağı
yaptım, yarın da açılış töreni düzenleyelim" demek ancak boğazına kadar
günaha batmış bir sapığın yapacağı iştir.
Çıkış kitabını
yazanların bu hikayeyi uydurmaktan amaçları, zihinlerde İsrail oğullarının ve
özellikle de haham tabakasının tüm günahlarının, hatta bunlar dini temelden
sarsan büyük günahlar olsa bile, affedildiği düşüncesini yerleştirmektir.
Bilindiği gibi Harun da Tanrı'nın emriyle bütün İsrailli hahamların babasıdır.
Yahudiler, Yakub'a
yabancı tanrılara tapınma iftirasını attıkları yetmiyormuş gibi, Harun'a da
benzeri bir iftira yakıştırdılar. Onlar daha önce Süleyman'a ve dinleri ve
inançları, Allah yolunda verdikleri mücadeleleri konusunda en ufak bir şüphe
bulunmayan temiz mü'minlere de buna benzer iftiralarda bulunmuşlardı.
Çölde Sayım kitabı
peygamberleri aşağılık ve aptal insanlar seviyesine indiren bir başka olay
daha anlatır. Müsa'nın Habeşli bir kadınla evlendiğini belirtir, fakat onun
kardeşi Harun ye kız kardeşi Meryem'in neden kızdıklarım anlatmaksızın
yalnızca bu ikisinin Müsa'nın aleyhinde "Tanrı yalnızca Müsa ile mi
konuştu, bizimle de konuşmaz mı?.. ” dediklerini belirtir.
Tevrat'a göre Tanrı
Müsa'ya yardım etmiş, fakat Harun'a dokunmayarak Meryem'i cezalandırmıştır.
Bunun sebebini bilmiyoruz. • Meryem konuyu alevlendirdiği için yalnızca onun
cüzamla cezalandırılmış, Harun kardeşi Müsa'yla birlikte araya girmiş, Müsa
"Rabbım ona şifa ver!” diye bağırmış, böylece Meryem mahalle dışında bir hafta
geçirdikten sonra sağlığına kavuşmuştur.
Gustave le Bon şu
sözleri söylerken son derece haklıydı: "Mısırlıların elinde yetişen Müsa,
bir araya toplayarak Yahudi halkım meydana getirdiği bu köleler güruhuna ancak
kıt akıllarının alabileceği şeyler söyleyebilirdi. Göçebe hayata ve vahşi bir
yaşama dönen bu köleler için Mısır'ın mükemmel sistemleri bir şey ifade
edemezdi. Eğer Müsa bu sistemleri onlara kabul ettirmeye kalksaydı, onlar zaten
Müsa'dan önce ortadan kalkmış, tarihte de izleri kalmamış olurdu.”38
Tevrat yazarları
Müsa'nın hayatını tarihten silmişler veya çıkarıp atmaya çalışmışlardır. Çünkü
Tevrat bölümlerinde ondan nadiren söz edilmektedir. Hatta onun getirdiği
levhalar bile Israillilerce ortadan kaldırılmış ve zamanın kucağında tozlanmaya
bırakılmıştır. Tarihçi ve araştırmacıların kelimenin tam anlamıyla Müsa'ya
indirilen şeriat olarak Tevrat'ın yalnızca ilk beş kitabını dahi şüpheyle
karşılamalarının sebebi de budur.
Musa İsrail dininin
kurucusu ve Yehova'nın savaşlarının kumandanıydı. Kurduğu tapınağın baş kahini
ve yargıçların önderiydi. Ölümünden bir süre sonra da peygamber olarak kaldı.
Ama kelimenin bildiğimiz anlamıyla şeriat koyan, ilk beş kitabı yazan, bir
hükümet teşkil eden kişi kesinlikle Mûsa değildi.
Kısacık bir ilave
daha yapalım: Mûsa'nın yüksek Mısır medeniyetinden, Medyen kahini Yisron'dan
çok şeyler öğrendiği muhakkak. Fakat bu iki gerçeğin ve buna benzer diğer
olguların ortaya çıkardığı en büyük hakikat, Mûsa'nın bildiğimiz anlamda
“Kelimullah” olduğu, öğrendiği şeyleri vahy-i ilahi yoluyla telakki ettiği,
Mûsa'nın ve İsrail oğullarının diğer peygamberlerinin öğretilerinin başına
gelen tahrifat ve ortadan kaldırılma gibi hallerin onların taşıdıkları yüce
mesajın şanını düşürmediği, aksine bu ilahi mesajı kavrayamayan Yahudilerin
şanını küçülttüğüdür.
Fenikeli Kenanlılar
M.Ö. III. Binyılın ortalarında Arap Yarımadası'nın bir yerinden, muhtemelen
Arap Körfezi sahillerinden muhaceret ederek Suriye'nin güneyine yani Filistin'e
ve ülkenin güney deniz sahili boylarına yerleşmeye başladılar.
Kenan/Fenikelilerin
alfabeyi icat ederek onu tüm eski dünyaya yayma başarılarına rağmen,
yaşadıkları coğrafya onlara fazla merhametli davranmadı ve Nil, Fırat, Dicle
nehirleri arasında güçlü devletler kuran diğer halklar gibi birleşik ve güçlü
bir devlet kurmayı başaramadılar. Fenikeliler kaderlerine boyun büküp kendi
şehir ve köylerinde yaşamayı kabullendiler ve bir güne bir gün büyük
hülyaların peşinde koşmadılar. Ama bu topraklar Mısır ve Babil gibi iki güçlü
devlet arasında kalınca, Kenan eli hem birbiriyle savaşan komşuların geçip
gittikleri bir köprü, hem de kara ve deniz yoluyla yapılan dünya ticaretinin
merkezi durumuna geldi.
Kenanlılar ve
Akkadlar, Amorîler, Babilliler, Aramîler, Asuriler ve Kuzey Afrika'da yerleşen
diğer halklar gibi Arap Yarımadası'ndan çıktıkları kesinlik kazanan diğer
kabilelerin gerek orijin ve gerekse ortak dil açısından Sami halklar oldukları
konusunda şüphe yok.
Tevrat yazarları
ise Kenanlılar konusunda çeşitli amaçlarla olmadık hikayeler, en başta da hakkında
bilgi edindikleri vahşeti masum gösterme masalları uydurmuşlar, İsrailli
saldırganların bu ülke halkına karşı uyguladıkları savaş yöntemleriyle ilgili
hayali şeyler ilave etmişlerdir. Örneğin İsrailliler Kenan eline yerleşip yerli
halkla kaynaşmaya başladıktan sonra, onlarla evliliklerin sürmesi, günlük
yaşantı tarzı ve ibadetlerde Kenanlılara benzemenin devam ettirilmesi halinde
ilahi cezalara çarptırılacakları konusunda uyarılmışlardır.
Yaratılış kitabına
göre Kenan, Ham b. Nuh'un oğludur. “Ham'dan Kuş, Mısrayim, Fut ve Kenan dünyaya
geldi. Kenan'dan Sydon, Hatta, Yebusi, Amori, Girgaşi, Huyi, Iraki, Sini
dünyaya geldi." Bu isimlerdeki karışıklık ve hatalara rağmen maksadımıza
ulaşmak için onlardan hızlı bir şekilde bahsedebiliriz.
Yaratılış kitabı
Nuh'un şarap içtiğinden bahseder. "Ve Nuh sarhoş oldu. Çadırının içinde
çırılçıplak soyundu. Kenan'ın atası olan Ham, babasının çıplak olduğunu görünce
dışarıdaki iki kardeşine haber verdi. Sam ile Yafet bir elbise alıp onun iki
omuzu üzerine örttüler. Sonra geri geri çekilerek babalarının çıplak yerini
örttüler. Yüzleri geri çevrili olduğu için babalarının çıplak yerini
görmediler. Nuh kendisine gelince küçük oğlunun kendisine yaptığını anladı.
Kenan lanetli olsun, dedi. 'Kardeşlerine kölelerin kölesi olacaktır. Sam'ın
Allahı Rab mübarek olsun ve Kenan ona kul olsun. Allah Yafet'e bolluk versin,
Sam'ın çadırlarında otursun ve Kenan onlara kul olsun."
Yaratılış kitabı
Nuh aleyhissdam gibi saygıdeğer bir peygamberi kendinden geçinceye kadar içen,
sonra ayıp yerlerini açan bir ayyaş yapmıştır. Ancak kitabın yazarları iki
önemli noktada dalgınlık göstermektedir:
Bu aşağılık
hikayeye Kenan'ın adı neden girdirilmiştir? Babasının ayıp yerini açarak
kardeşlerinin önünde babasını alay konusu yapmak suretiyle günah işleyen Ham
olduğu halde neden Nuh peygamber Ham'a değil de Kenan'a lanetler yağdırıyor?
Eğer lanetten maksat günahkar Ham'ın nesliyse, bu büyük lanetin Kenan'a
çevrilerek kardeşlerinin kölelerinin kölesi olması temennisinin anlamı nedir?
Burada zavallı
Kenan'ın başını hedef alan başka bir lanet daha var. Haham literatüründe
Kenan'ın putperestler için put yapan yedi günahkârın ilki olduğu belirtilir ve
bu işin Nuh'un gemisinde doğmuş olması hasebiyle daha önce diğerleriyle
birlikte işlediği bir günahtan dolayı lanetlendiği söylenir.. Halbuki Nuh'un
gemisinde cinsi temas yasaktı. Demek ki Ham nefsine hakim olamadı ve lanet de
oğlu Kenan'ın başına yapıldı.
Suçu işleyen
babası, günümüzde dahi lanetten kurtulamayan ise zavallı Kenan..
Araştırmacılar
Kenan'a yağdırılan bu lanetleri, İsrail'in hakimiyeti altında yaşayan
Kenanlıların geçirdikleri kölelik hayatını haklı göstermek için takdir
edildiğini belirtiyorlar. Kimilerine göre bu hayali lsrail hakimiyeti, Tevrat
yazarlarının, bugünkü siyonist yazarların ve uşaklarının İsrail tarihini
yazarken onun Kenan elinde hakimiyet kurduğu düşüncesini aşılama amacıyla
kaleme alınmıştır. Daha sonraki kısımlarda Kenanlıların kendi istekleriyle
İsraillilere katıldıklarını, onları kendi gelenekleri, uygarlıkları, yaşam
tarzları ve ibadet şekillerini kabule teşvik ettiklerini, İsraillilerin de
iktidarlarının en parlak döneminde hakimiyet altında tuttukları topraklarda
yönetimi onlarla paylaşmak zorunda kaldıklarını göreceğiz.
“Savaşmak amacıyla
bir şehre vardığında, onu [şehir halkını] barışa davet et. Eğer barışı kabul
eder ve sana kapılarını açarlarsa, tüm şehir sakinleri hizmetine girip, kulun
olmayı kabul edeceklerdir. Eğer barışa yanaşmaz da seninle savaşmayı tercih
ederlerse, o zaman onu kuşatma altına al. Allah o şehri senin eline teslim
ettiğinde, oradaki her erkeği kılıçtan geçireceksin; ancak, kadınları,
çocukları, hayvanları ve şehirde bulunan her şeyi, bütün malını kendin için
yağmalayacaksın. Tanrı Rab'bin sana verdiği düşmanlarının malını yiyeceksin.
Bu millete ait olmayan ve senden çok uzakta bulunan tüm şehirlere böyle
yapacaksın. Ancak, Tanrı Rab'bin miras olarak sana verdiği bu kavimlerin şehirlerinde
nefes alan kimseyi sağ bırakmayacaksın; onları, Hattileri, Amorîleri, Kenanlıları,
Ferizileri, Hivileri ve Yebusileri, Tanrı Rab'bin sana emrettiği
gibi tamamen yok edeceksin. "3
Burada verilen
talimatlar son derece açık. İsrail savaş hukuku İsrail'in düşmanlarını ki
Yahudilerin nazarında tüm insanlık İsrail'in düşmanıdır, iki gruba ayırır:
Dünyanın öbür ucunda da olsa uzakta yaşayan düşman. Bunlar barışa davet
edilecek; İsrail'in hiz, metine girmek şartıyla barış yaparlarsa mesele yok,
aksi halde onlarla savaşılacak ve zafer kazanılması halinde erkekleri kılıçtan
geçirilecek, kadın ve çocukları esir edilerek, istenilen her türlü muamele
yapılacaktır. İkinci gurup ise Tanrı'nın “hayırlı miras" olarak İsrail'e
verdiği topraklarda yaşayan yakın düşmandır. Bunların statüleri farklıdır.
Bunlara barış teklif edilmez, barış teklifleri reddedilir, kılıç çekmeseler,
sözlü itirazda bulunmamış olsalar dahi hepsi kılıçtan geçirilir. Erkek, kadın,
çoluk-çocuk ayrımı yapılmaz.
Milattan önce
yedinci yüzyılda veya bir süre sonrasında yazılan Yasanın Tekrarı kitabında
geçen bu sözleri okurken, İsrail oğullarının nerede olurlarsa olsunlar
insanlığa karşı besledikleri bu kin ve öfkenin boyutunu kestiremiyoruz. Gerek
Yasanın Tekrarı ve gerekse daha sonra yazılan Tevrat bölümlerinin samimi
olarak veya tahrif ederek naklettikleri olaylar, Kenan eline saldıran
İsraillilerin kitaplarında yazılanları aynen uyguladıklarını, insanlık
değerlerini hiçe sayarak hamile kadınların karınlarını deşip, çocukların
başlarını dışarı çıkardıklarını göstermektedir. Bu hayvanlığı sergilemelerinin
sebebi “Öyle ki, kendi tanrıları için yaptıkları mekruh şeyleri yapmayı size de
öğretmesinler, yoksa Tanrınız Rab'be karşı suç işlersiniz" buyruğudur. Haktan, adalet ve insanlıktan
nasibini almamış bir illet..
Mûsa, Yasanın
Tekrarı kitabının dördüncü babında İsrail oğullarını Kenan elinde komşuları
olan halkların takdir ve saygısını kazanmak için putlara tapınmamaktan uzak
durma konusunda uyarmakta ve şeriata uymayı teşvik etmektedir. “Çünkü kendisine
her yakarışınızda Tanrımız Rab'bin bize yakın olduğu gibi, kendisine böyle
yakın Tanrısı olan hangi büyük millet vardır?" Zaten Yehova da diğer çağdaş
putperestlerin tasavvur ettikleri kabile tanrıları gibi bir tanrıydı. İbrahim,
İshak, Yakub ve Mûsa gibi peygamberin tanıttıkları yüce Allah ise Tevrat
hikayelerinde geçen ‘mitolojik bir kahraman değildir. Fakat İsrailliler onu bu
mitolojik kahramanlara benzetmiş, daha doğrusu kısır akıllarıyla ancak böyle
kavramış ve üstelik de daha Musa aleyhisselam aralarındayken putlara tapmaya
başlamışlardır.
Tevrat,
İsraillileri aykırı bir şekilde yetiştirdi ve bu aykırılık her yer ve zamanda
onların ruhlarına damgasını vurdu. Gittikleri Mısır'da köle hayatı yaşadılar..
Daha önce ise Kenan elinde hükümranlık ve hürriyet konusunda kendilerinden
daha güçlü halklar arasında yabancı olarak hayat sürdüler. Nesilden nesile
aktarılan bu ezilmişlik duygusu Tevrat yazarlarını İsrail savaş hukukunu
koyarak onu İsraillilerin Kenan eline yürüdükleri bir dönemde ortaya
sürmeleriyle kanlı bir yasa halini aldı. Sanki İsrailliler ezilmişliğin intikamını
almayı düşünüyorlardı.
Tevrat'ın
İsraillileri katliam yasasına sarılmaya itmesinin sebebi olarak onların
putperestliğe kayışlarını göstermek de mümkün. Putlara tapınma korkusu hiçbir
şekilde ve en azından çocukların katledilmesini masum gösteremez. Çünkü
çocuklar İsraillilerin Allah'a tapınmaktan vazgeçmelerinin sebebi olamaz.
Çocuk ise bilindiği gibi bir fıtrat üzerine yaratılır ve onu ailesi belli bir
yola yönlendirir. Yehova'nın İsrail oğullarının dinlerine fitne sokacağı
korkusuyla Kenanlı çocukları öldürmelerini emretmesi abestir.
Ancak, bir amaçla
konulan İsrail katliam yasasının hedefi, İsrailli olmayan halkların onlar
arasında insanca bir hayat sürmesini engellemek ve gerektiğinde bunu katliamla
halletmektir.
İsrail oğullarının
Mısır'dan çıkışı konusunda iki husus belirsizliğini korumaktadır: Birincisi
İsrail oğullarından kimlerin Mısır’a muhaceret edip, kimlerin oradan
ayrıldığı; ikincisi ise çıkışın ne zaman ve nasıl gerçekleştiği, arkasından
Kenan eline nasıl gelindiğidir.
Araştırmacıların
büyük çoğunluğu İsrail oğullarından yalnızCt belli bir kesimin Mısır'a
göç ederek oraya yerleştiği, bunların Ja Yusuf ve Benyamin'in çocukları olduğu
konusunda hem fikir dir. Diğerleri ise muhtemelen Mısır'a girip çıkıyorlardı. Fakat
oraya giden ve oradan ayrılanların durumunu bir göç hareketi olarak görmemek
gerekir. Çünkü bunlar geçici hareketlerdi ve lsraillilerin pek çoğu bunu
yapıyordu.
Eğer tüm
İsraillilerin Müsa'yla birlikte Mısır'dan çıktığı konusu şüpheli ise, tüm
Yahudilerin Yeşu önderliğinde oraya girdikleri konusu daha da şüphelidir ve
tercih edilmesi gereken görüş de budur. Araştırmacılar, Mısır'dan çıkanların
iki gruba ayrıldığını, bir grubun Berşaba yoluyla Kenan eline yöneldiğini
belirtmektedirler. Bunlar daha önce Kenan elinin güney kesimini yurt edinen
akrabalarıyla karşılaşmışlardır ki, en önemlileri de Israil'in dördüncü oğlu
Yahuda'nın soyundan gelenlerdir. Daha önce İsrail'in Kenanlılara damat olduğunu
belirtmiştik. İkinci grup, Ölü Deniz'i soluna alarak kuzeydoğu istikametinde
ilerlemiş, bunların bir kolu Batı Şeria'yı yurt edinmiş, diğer kolu ise Şeria
nehrini geçerek Kenan eline doğru ilerlemiştir. Bu sonuncusu Rahel'in
oğullarıydı. Manasse oğulları veya onların bir kısmı, ve Yusuf'un oğullarından
Efrayim'in oğulları ile kardeşi Benyamin'in oğulları’ise Rahel'in oğullarından
Yeşu'nun önderliğinde hareket ediyorlardı.
“Halk Şeria nehrini
geçmek üzere konakladığı yerden yola çıktı. Ahit Sandığı'nı taşıyan kahinler
önden gidiyorlardı. Sandığı taşıyan kahinler ırmağın kıyısına varıp suya ayak
bastıklarında, Şeria nehri ekin biçme zamanında kabardı, kıyılarını bastı, ta
yukarıdan gelen sular durdu, çok uzaklarda Saretan yakınında bulunan Adam
kentinde bir yığın halinde yükselmeye başladı... Halk Eriha'nın karşısından
ırmağı geçti. "
Yeşu kitabını
yazanlar burada Ahit Sandığı'nı taşıyan kahinlerin ayağının değdiği suların
akışının durdurulması, nehir yatağının kurutulması gibi mucizelerin
gösterildiğini vurgulamak istiyorlar.
Allah'a ve
kudretine inanan kişi her şeyin onun "kün feyekûn" emriyle olduğuna
inanmak zorundadır. Keza biliyoruz ki, Allah'ın peygamberler, resuller ve
evliyalar vasıtasıyla kullarına gösterdiği ayetlerin en büyük amacı insanoğlunu
imana davet ve bu ayeti gösteren kişinin doğruluğundan şüphesi olanları ikna
etmektir. Mucizenin gösterilmesinden sonra insanların yalanlama ve inkarda
ısrar etmeleri helak olmalarına zemin hazırlar. Dolayısıyla tabiat kanunlarına
aykırı bir şekilde gösterilen mucize ve harikulade haller, aklın insanları
hidayete erdiren yegane güç olması için alemlere bir gazap olarak değil, rahmet
olarak gönderilmiştir.
Israillilere göre
ise mucizeleri yalnızca Israil'in Tanrısı gösterir ve bunu insanların
kendisinin bir olduğu konusunda inançlarım güçlendirmek için değil, tapınmanın
bir bedeli olarak sunar.
Israil oğullarının
Mısır'dan çıkış sebebi, ülkenin içinde bulunduğu kaos ortamı veya devletin
batıdan gelen saldırılan püskürtmekle uğraşması yahut iç kargaşaları önlemeye
yönelik faaliyetleri değil, firavunun ve ordusunun İbranilere indirdiği
darbelerdir.
İsrailliler Sina'da
birbirine tutunamamış, Müsa'nın önderliğine güvenmemiş oldukları dönemde
Tann'nın mucizeleri devreye girmiştir. Denizin yarılması, üzerlerine mann ve
bıldırcın yağdırılması, geceleri bir ateşin, gündüzleri bir bulutun önlerinde
yürümesi, Şeria nehrinin sularının tutulması, bir süre sonra boynuzdan
üflenen kuvvetli bir sesle Eriha surlarının yıkılması gibi..
Yahudilere göre, o
tarihte Kenan elinde çok güçlü kabileler yaşadığı için kendilerine bir yer
bulamadıkları sırada, Tanrı onlar adına savaştığından muvaffak olmuşlardır.
Bir bölgeye
yerleşip nimetlerinden faydalanamadıkları zaman başka bir tapınma yolu
seçmişler; en iyi koyunlarım, en güzel ürünlerini sunak taşında Tann'ya kurban
olarak sunmuşlardır.
Söylendiğine göre
Levili kahinlerin topladıkları öşür vergisi, Israillilerin Tanrılarının
kendilerine hediye ettiği, ama mecazi anlamda sahibi oldukları için
temlik ve satma haklarının bulun- matlığı toprağın kira bedeliydi. Tevrat yazarlarının üzerine yoğunlaştıkları
ve İsrail oğullarının Kenan elinde yapmayı başardıkları her şeyi
ilişkilendirdikleri pek çok mucizenin arkasındaki sır budur. Bununla saldırı
operasyonuna ve ona iliştirmeyi düşündükleri kanlı vahşete kutsal bir görünüm
kazandırmak, buna bağlı olarak da İsraillilerin zihninde bir şeyler verenin
karşılığını alacağı, Tanrı'nın dedeleriyle yaptığı anlaşmanın bir takım şartlara
bağlı olduğu düşüncesini yerleştirme amacı güdüyorlardı. Burada vermekten maksat
itaattir. Anlaşmanın üzerine bina edildiği şart ihlal edildiğinde iptal
edilmesi icap eder. Böylece İsrailliler Tanrı'larını terk edip, O'nun tüm
emirlerine isyan ederek, her türlü günahı işleyip putlara taptıklarında
Tanrı'nın verdiği sözü yerine getirmesi gerekirdi.
“Bak, bugün senin
önüne hayatla iyiliği, ölümle kötülüğü koydum. Çünkü bugün sana Allah'ın Rab'bi
sevmeyi, onun yolunda yürümeyi, onun emirlerini ve kanunlarını, hükümlerini
tutmayı emrediyorum. Böylece yaşayacak, çoğalacak ve mülk edinmek için gitmekte
olduğun diyarda Allah'ın Rab seni mübarek kılacak. Ama eğer kalbin döner ve
itaat etmezsen, kapılıp başka ilahlara secde ederken, onlara kulluk ederken,
bugün size bildiriyorum ki, mutlaka yok olacaksınız; Erden [Ürdün] den geçip
mülk edinmek için gitmekte olduğunuz diyarda ömrünüz uzun olmayacak.”
Bu açık uyarıya
damgasını vuran atıfet ateşinin Yasanın Tekrarı kitabını yazan kişinin “vaat
edilmiş toprak” ideasının çöktüğü bir dönemde (M. Ö. VII. Yüzyıl) kaleme almış
olmasından kaynaklandığını; İsrail krallığının tamamıyla ortadan kaldırılıp,
halkın Asurilerce esir edildiğini ve maneviyatı tekrar kazanma ümidinin geri
dönmemek üzere kaybolduğunu göz önünde bulundurmak gerekir.
Yukarıda verdiğimiz
alıntıda kahinlerin Ürdün nehrini geçmek için ayaklarını suya soktukları yerle
ilgili verilen isimlerde bir karışıklık olduğu görülüyor. Önce suların Adam'dan
Saretan tarafına doğru uzak bir yerde olduğu söyleniyor, ardından halkın nehri
Eriha'nın karşısında bir yerden geçtiği belirtiliyor. Burada geçen Adam'la
bugün Damiye sığlığı adıyla bilinen yer kastedilmektedir. Vadi-i Zerka
kıvrımıyla Ürdün nehri üzerindeki Yebuk'u birbirine bağlayan Damiye Köprüsü
kuzeyde Eriha'dan 16 mil uzaklıktadır ki, bu, Yeşu kitabını yazanların J, E, D
ve P nüshalarında Damiye bölgesiyle Eriha'nın birbirine karıştırdıkları-
■ nı11 fark etmediklerini
göstermektedir.
“Önemli değil,
Tevrat yazarları hataya düşmüş olabilirler" diyenler çıkabilir. “Ama
neticede geçiş işi Damiye sığlığından yapılmış, sonra savaşçılar güneye
yönelerek Eriha'yı kuşatmış, ellerindeki boynuzdan yapılmış borazanlarla
surlara doğru üflemişler ve Tanrı'nın kudretiyle o anda surlar yıkılıvermiştir.
“Ve halk yüksek sesle bağırdı ve duvar olduğu yere çöktü: Halk şehre
girdi."
Bu noktada da pek
çok soru işareti var.
Kitab-ı Mukaddes
Ansiklopedisi, Eriha adının Tel Amarna tabletlerinde geçmediğini
kaydetmektedir. O şehrin bir kralı, surları ve kapıları olduğu sözü şüpheli bir
sözdür. Nitekim bu görüşün tespitinden yarım yüzyıl sonra yapılan kazılar
konuya başka bir açıklık getirmiştir. 1952'de Engiliz Arkeoloji Enstitüsü'nün
denetiminde Eriha bölgesinde yapılan kazılar, Kitab-ı Mukaddes
Ansiklopedisi'nin ileri sürdüğü görüşü doğrudan destekleyen veriler ortaya
çıkarmıştır.
Kazı ekibinin en
önemli amaçlarından biri, İsraillilerin Eriha’yı yerle bir ettikleri şeklindeki
tarihi vakıayı ortaya çıkarmaktı ve ilk başlarda bu amaca ulaşıldığı
zannedildi, ama daha sonra ileri sürülen kanaatlerin yanlış bilgiden
kaynaklandığı, M. Ö. 1500-1300 yılları arasında burada bir şehir veya hüküm
süren bir krallık bulunduğuyla ilgili görüşlerin zayıflığı anlaşıldı.
Kısacası Milattan
önce XIII. Yüzyılda Eriha bölgesinde bir şehir bulunduğu görüşü, herhangi bir
belgeye dayanmamaktadır ve tüm deliller, tüm surlar ortadan kaybolmuştur.
Yapılan arkeolojik
araştırmalar Tevrat'da anlatılan Eriha'nın işgal edilmesiyle ilgili rivayetin
daha önceki iki yüz yıl başlarında geçen olaylarla ilgili olduğunu, sözü
edilen savaşçıların da Yeşu komutasındaki İsraillileri değil, Habiruları
gösterdiğini ortaya koymuştur ki, tarihen de Yeşu ve beraberindeki
İsraillilerin Habirulardan daha sonra ortaya çıktıkları bilinmektedir.
Yeşu kitabında bir
de Ay (ki harabe anlamındadır) adı geçmektedir. Tevrat yazarları İsraillilerin
burada yaşayan halkı mağlup ve şehri istila ettiklerini belirtmektedirler.
Halbuki yapılan arkeolojik kazılar sonunda Ay'ın erken bronz çağında yani M.Ö.
2200'lerden X. Yüzyıla kadar terkedilmiş bir harabe olduğu ortaya çıkmış
bulunmaktadır.
Araştırmacılar,
Tevrat yazarlarının Ay ile onun kuzeybatı taraflarına düşen Beyt İbil'i
birbirine karıştırdıklarını belirterek, İsraillilerin eline geçen Beyt İbil'in
düşüşü ile çok uzun zamandır harabe halde bulunan Ay'ın yıkılışı arasındaki
zaman dilimini ortaya koymuşlardır.
Tevrat'ta İsrail
oğullarının Mısır vadisinden Fırat'a kadar uzanan bölgeyi ele geçirip, Kenan
elini yağmalayarak, Yahudi savaş yasalarında belirtildiği şekilde buralarda
yaşayan halkın tamamen kılıçtan geçirildiği var sayımına gelince, gerçekte
İsrailliler toprak edinip ve ahalinin kılıçtan geçirilmesi planının
uygulanmasını asla başaramamış ve hiçbir dönemde istisnası olmamak üzere,bu
topraklara sahip olamamışlardır. Daha zaptedilmesi tamamlanmadan bölgenin
İsrail boyları arasında taksim edilmesine ve İsraillilerin yerleştikleri
topraklarla ilgili olarak Tevrat bölümlerinde aktarılan rivayetlerdeki aşırı
muğlaklığa rağmen, gerçek, İsrail oğullarının Kenan elinde hakimiyeti hiçbir
zaman ele geçiremedikleridir ve Tevrat yazarlarının bölgedeki İsrail varlığını
abartmaları da iyi bir araştırma sonucunda hemen anlaşılmaktadır.
Bir kere Nun oğlu
Yeşu komutasında Kenan elini işgal etmek için harekete geçen Israil oğulları
arasında bir birlik yoktu ve bu, Tevrat'ın tetkikinden de hemen
anlaşılmaktadır. Yahuda oğulları yanlarında küçük gruplarla birlikte Kudüs ve
Hebron civarındaki dağlık bölgeye yönelmiştir. Hakimler kitabının I. babında
Yahuda oğullarının Kudüs'ü işgal ettikleri belirtilmesine rağmen, şehrin asli
sakinleri olan Yebusîler saldırganları püskürtmüş ve düşmandan Dünya tepesine
yerleşenleri itaat altına almışlardır.
Göründüğü kadarıyla
İsrailliler kısa süre sonra Kudüs'den çekilmişlerdir. "Onlar Yebus
yakınlarındayken gün iyice ilerlemişti. Uşak efendisine şöyle dedi: ‘Lütfen,
gelin Yebusîlerin bu şehrine sapalım ve orada geceleyelim.' Efendisi ona şu
cevabı verdi: İsrail oğullarının olmayan yabancının şehrine sapmayacağız ve
Gibea'ya geçeceğiz.”14 Kudüs İsraillilerin eline ancak peygamber
Davud zamanında geçecektir.
Rahel oğullarına
gelince, onlar da Megiddo ovasını işgal etmeye çalıştılar, fakat Kenanlılar
ilk şaşkınlığı üzerlerinden attıktan sonra onlara ağır bir darbe indirerek
Şekem (Nablus) ve güney kesiminde yer alan ortadaki tepeyle yetinmek zorunda
bıraktılar. Hakimler kitabının birinci babında şu satırları buluyoruz:
"Manasse Beytşan (Bisan) halkını ve köylerini, Taanak halkını ve
köylerini, Dor ahalisini ve köylerini, İbleam ahalisini ve köylerini, Megiddo
halkını ve köylerini kovmadı. Böylece Kenanlılar bu bölgede oturmak için
direndiler... Zebulun Kitron halkını, Nanalol (Bin Amir ovası) sakinlerini
kovmadı; Aşer Akko sakinlerini kovmadı. Eşiriler (Eşir b. Yakub'un oğulları)
bölge halkı arasına yerleştiler. Çünkü onları kovmadılar. Naftali Betşamas
halkını ve Betanat halkını kovmadı, aksine bölge sakinleri olan Kenanlılar
arasına yerleşti. Amoriler Dan oğullarını dağa sürdüler. Çünkü onlar öbürlerini
ovaya inmeye bırakmıyorlardı.”
Bu şehirlerin işgal
edilişi, buralarda oturan insanların kılıçtan geçirilişi, arkasından aynı
şehirlerin ve ahalisinin tekrar ortaya çıkışı konusunda Yeşu kitabı ile
Hakimler kitabı arasındaki akıl almaz çelişki üzerinde tek tek durmaya
kitabımızın hacmi yeterli değil. Biz, yalnızca Tevrat bölümlerinin gerçekleri
yazmayı beceremediği, pek çoğu tarihi vakıalarla ilgisi olmayan hayal ürünü
rivayetlere dayalı farklı görüşleri yansıttığını belirtmekle yetindik.
Tevrat'da söz
Müsa'ya atfedilen beş kitapta olduğuna göre, diğer kitaplara herhangi bir
hüküm çıkarılması için kaynak olarak itibar edilmesi gerekmez. Tevrat
yazarlarının eski Kenan edebiyatına sığınıp, oradan intihal yaptıkları
konusunda Rasşamra bulguları en güçlü belgedir ve bunlar Tevrat'ın içeriğinin
güvenilir bir kaynak olarak kullanılamayacağını ortaya koymaktadır.
Gustave le Bon,
İsrail savaş dönemini anlatırken şöyle diyor: “İsrail oğulları, bir millet
değildi. Kanun tanımaz çetelerin karışımıydılar. Özünü bedeviliğin oluşturduğu
küçük Sami kabilelerinden oluşmuş insicamsız bir topluluktular. Bu kabilelerin
hayatı küçük köylere saldırıp, ele geçirme ve yağmalayarak birkaç günlük
maişet çıkarma temeli üzerine kurulmuştu. Birkaç gün sonrası yine labirent ve
sefalet hayatına dönüştü.”16
İbranîerin
Habirular olduğu, Habirularınsa ırkî bir grup değil sosyal bir tabaka
oluşturdukları görüşü tercih edildiğine göre, eğer yukarıdaki geçen “küçük Sami
kabileleri” ifadesinden “Sami” sözcüğünü çıkarırsak, bu anlatımın Hakimler
dönemi denilen ve M. Ö. XII. Yüzyılın son çeyreğinden Xl. Yüzyılın ilk üç
çeyreğini kapsayan o devirdeki İsrail oğullarının durumuyla tamamıyla
örtüştüğünü görürüz.
İsraillilerin vahid
bir topluluk oluşturacak şekilde sosyal bir aşamaya gelmelerinin ancak
Kenanlılardan önemli ölçüde etki- lenmelerinden sonra mümkün olduğunu göz
önünde bulundurmak gerekir. Hatta Davud'un kurduğu krallığın saf bir İsrail
krallığı olduğunu söylemek zordur ve belki de en doğrusu başında Yahuda
soyundan gelen bir peygamberin bulunduğu Kenan/lsrail devleti olduğudur.
İstilacılar, çoğunluğunu
Kenanlıların oluşturduğu bir topluma karışmışlar ve imkan dahilinde onların
uygarlıklarını özümsemeye başlamışlar; onlardan tarım, ticaret, çömlekçilik ve
benzeri mahalli zanaatları öğrenmiş, hatta Kenanlıların dilini ve alfabesini
almışlardır.
İsrailliler, koyun
çobanlığından tarıma geçerken Kenanlıların bereket tanrılarına saygı duymaya
itildiler. Böylece bir süre sonra Kenan tanrılarına kurban sunmaya başladılar.
Bazıları işi kendi tanrıları Yahve'ye [Yehova'ya] hakarete kadar vardırdılar ve
Kenanlıların bereket tanrıları Baal ve Aştarot'a taptılar. Bazıları ise,
münafıkların her yerde ve her devirde yaptıkları gibi, sopanın ortasından
tutarak, hem halkın koruyucusu olarak Yahve'ye, hem de ekin ve koyunların
koruyucusu olarak Baal'a taptılar.
“İsrail oğulları
Kenanlılar, Hattiler, Amorîler, Ferisîler, Hivliler ve Yebuslular arasında
oturdular. Karı olarak onlardan kız aldılar, kızlarını onların oğullarına
verdiler ve onların tanrılarına taptılar. İsrail oğulları Rab'bin gözünde kötü
olanı yaptılar ve kendi Tanrıları Rab'bi unuttular. Baallara ve Aşerlere
kulluk ettiler. Rab'bin öfkesi İsrail'e karşı alevlendi ve onları Mezopotamya
kralı Kuşanrişatayim'e sattı ve İsrail oğulları Kuşan-rişatayim'e sekiz yıl kulluk
ettiler." 17
Böylece kozmopolit
nesil arasında zaman zaman hakimlerin çıkması için uygun dini ve siyasi zemin
oluştu. Ve ortaya çıkan hakim, kendilerini Mısır'da kölelik hayatından kurtaran
ve kendisine tapmaları ve ibadetlerinde ihlaslı olmaları için bu toprakları
bağışlayan Tanrı'nın nimetlerine karşı nankörlük ve küfre gösterilen aleni
tepkinin sembolü haline geldi.
Tanrı İsrail'e
kızdığına göre, onların köleliğe mahkum olması gerekiyordu ve gerçekten daha
sonraki günlerde İsrailliler sekiz yıl boyunca siyasi yönden Aramılere
bağlandılar. Dini reformlar ve siyasi devrimlerin sembolü olarak ortaya çıkan
bu hakimlerin çevrelerindeki putperestlikten etkilenmediklerini zannetmiyoruz.
Örneğin Hakimler kitabında hakkında “Tanrı’nın ruhu Yiftah’la birlikteydi"
denilen ve hakimlerin en önde gelenlerinden sayılan Yiftah Gileadi onlardandır.
Gilead, Ammonlularla yaptığı bir savaştan sağ salim döndükten sonra evinden
kendisini karşılamaya çıkacak ilk kişiyi Tanrı'ya kurban edeceği vaadinde
bulunmuştu. Fakat kendisini ilk karşılamaya çıkan kızıydı ve o da sözünü yerine
getirerek kızını kurban etmiştir. Peki bu insan kurban edilmesini yasaklayan
bir şeriattan aleni bir sapma, kendi oğul ve kızlarını tanrı Baal’a kurban
eden yerli halkın putperest adetlerini benimseme değil midir?
İsrail hakimleri
arasında gelecekten haber veren Debora adında bir kadın vardı. Keni Heber’in
karısı Yael adlı bir şarkıcının sergilediği vefasızlığı anlatan bir şarkı ona
atfedilir. Keniler Musa’nın kaynatası Hobab’ın oğullarının soyundandır.
Anlatıldığına göre
Kenanlı kral Hasor’un kumandanı Sisera ile İsrailliler arasında Megiddo
ovasında bir savaş olur. O sıralar Sisera ile Keniler arasında sulh vardı.
Kenilerin lideri Yael'in kocası Heber’di. Sisera savaşta yenildi ve
Kenanlılarla Keniler arasındaki sulh anlaşmasına dayanarak Yael’in çadırına
sığındı. Özellikle Yael kendisini karşılamak için çıktığında artık
kurtulduğundan emindi. Yael ona “Gel yanıma efendim, gel, korkma!" dedi.
Sisera onun yanına yaklaştı. Yael onun üzerine bir yorgan örttü. 19
Arkasından da onun dalgınlığından istifade ederek öldürdü. Bir başka
rivayette ona vurarak ayaklarının dibine yıktığı anlatılıyor, ama iki değişik
rivayet arasındaki bu çelişki bizi fazla ilgilendirmiyor. Ne de olsa Tevrat
kitaplarında aynı olayla ilgili değişik rivayetler arasındaki çelişkilere
alışmış durumdayız. Ama bizi ilgilendiren şey Tevrat’ın Yael’in yaptığı bu
iğrenç işi övmesi. Sisera’nın Kenilerin çadırında öldürülmesi yalnızca barış
halinde bulunan iki taraf arasındaki anlaşmayı bozmuyor, ayrıca eski bedevi
toplumunun var gücüyle korumaya çalıştığı bir geleneği yıkmış oluyordu ki, eski
toplum yarı göçebe döneme girdikten ve yerleşik düzene geçtikten sonra dahi bu
geleneği unutmamıştır.
Daha da kötüsü,
rivayete seksi bir görünüm kazandırarak, Yael’e Sisera’yı yanına çağırıp “Gel
bana efendim, korkma gel!" dedirtmeleridir. İş bu kadarla da bitmiyor ve
bir de Debora’nın kasidesinde Sisera’nın anasıyla gösterdiği analık
şefkatinden dolayı alay edilerek “Sisera’nın anası kafesin arkasından,
pencereden baktı ve bağırdı: 'Niçin onun cenk arabası bu kadar ağır geliyor?’”20
Anlaşmaları ve
yürürlükteki gelenekleri bozmak, maksada erişmek için cinsi cazibeyi kullanmak,
arkasından da insanı hayvandan ayıran tüm asil âtıfet duygularıyla alay etmek..
bu olaydan çıkarılacak derstir.
Bu eski ders,
İsraillilere şöyle diyor: Başka halklarla yaptığınız anlaşmalara, ancak
çıkarlarınız doğrultusunda sadık kalın ve milletlerin değerli geleneklerini
görmezden gelin. Çıkarlarınızın gerektirdiği anda yaptığınız anlaşmaları
bozmakta tereddüt etmeyin. Amacınıza ulaşmak için her türlü yola başvurun,
düşmanları avlamak için kadını kullanmaktan çekinmeyin.
Şu ana kadar Tevrat
bölümlerinde geçen kabile ve halk isimleri konusundaki uzun tartışmaya girmekten
kaçındık ve kaçınacağız, ama konumuzun gerektirdiği kadar bu meseleye
eğileceğiz. Esasen Kenan elinde yaşayan halkların isimlerinin bu kadar çok
gösterilmesinden amaç İsraillilerin ülkede sağladıkları başarıları abartmaktır.
Kenanlılar, Amorîler, Hattiler, Feriziler, Girgaşiler, Yebusîler, Horlular,
Hoblular vs. vs. Bu kadar çok ismin sayılması kazanılan zaferleri çok büyük
zaferlermiş gibi göstermektir. Biz bu kabilelerin kökenleri ve Kenan elindeki
mevcudiyet sebepleri üzerinde detaylı olarak duracak değiliz. Filistinlilere
gelince, onları Sami Kenanlılarla ilişkisi bulunmayan, birden ortaya çıkmış,
bu topraklara yerleşmiş ve orada önemli faaliyetlerde bulunmuş sıradan bir halk
olarak göremeyiz.
Filistinliler
Yaratılış kitabında lbrahim ve lshak döneminden beri Kenan elinin güneybatı
sahilinde yaşayan bir kavim olarak gösterilmektedir. Daha önce de belirttiğimiz
gibi bu bilgi gerçeği yansıtmamaktadır. Çünkü Suriye topraklarının tamamında
Filistinlilerden ancak Milattan önce ikinci bin yılın ikinci yarısında söz
edilmektedir ki, bu tarih, lbrahim peygamber döneminden sonraki birkaç yüzyıla
tekabül etmektedir.
III. Ramses'in (M. Ö. 1198-1167)
tabletlerinde Akdeniz adalarının nasıl sallandığı, buralarda yaşayan halkın
Girit ve Sicilya'dan Mısır ve Şam topraklarına geldikleri, kendisinin onlara
saldırıp mağlup ettiği ve vergiye bağladığı anlatılmaktadır.
Filistinlilerin
Suriye sahillerine yerleşmek amacıyla geldikleri muhakkak. Çünkü öbür türlü
kadınlarını, çocuklarını ve eşyalarını öküzlerin çektiği arabalara doldurup
gelmezlerdi. Onların hızlı bir şekilde Kenan dilini öğrenmiş olmaları, bir çok
araştırmacıyı bu halkın kökenini belli bir yere bağlama konusunda tereddüde
düşürmüştür. Kaldı ki, Kenan eli sahilindeki Filistin şehir adlarından başka,
krallarının büyük kısmının adları da Samicedir.
H. J. Wells, deniz
sakinlerin soy ve dil yönünden batıda Bask, güneyde Berberîlerle bağlantısı
bulunan halklara mensup olduklarını belirtmektedir. Girit'de yapılan Knossos
kazıları M. Ö. 2500'lerde medeniyetin zirvesine ulaşan çok eski bir Ege uygarlığını
ortaya çıkarmıştır. Fakat bu uygarlık M. Ö. 1400'lerde tarihin derinliklerine
gömülmüş ve muhtemelen şiddetli bir deprem Knossos'u haritadan silmiş,
depremden kurtulanların işini de daha sonra Yunanlı işgalciler bitirmiştir.
Hakimler ve I.
Samuel kitaplarında İsraillilerle Filistinliler arasındaki savaşlarla ilgili
anlatılanları ciddiye alacak olursak tarihi gerçeklerden ciddi şekilde
uzaklaşmış oluruz. Çünkü bu iki kitapda on binlerce Filistinlinin lsraillilerin
kılıçlarıyla can verdikleri hikaye edilmekte, fakat sonra nedense bu mağlup
insan lar birden canlanarak düşmanlarını mağlup etmektedir. Sebebi malum..
İsrailliler Tanrı'nın nazarında bir günah işlemişlerdir. Ama tövbe edip
Tanrı'ya dönünce mucizeler ve düşlerle azgın Filistinlilerin işlerini
bitirmişlerdir.
Örneğin Hakimler
kitabında Şimşon'un bir eşeğin çene kemiğiyle bin kişiyi öldürdüğü hikaye
edilir. İsraillilerin tarihine ağır bir utanç damgası vuran bu mübalağalı
hikayede Filistinlilerin Şimşon'u yakalamak istedikleri, Yahuda'ya gelerek
halktan onu kendilerine teslim etmelerini istedikleri, fakat halkın reddettiği
anlatılır. Yine içlerinden üç bin kişi Şimşon'un peşine düşer ve Filistinlilerin
gelip teslim alması için onu yakalayarak bağlarlar.
Rivayete göre
Tanrı'nın ruhu Şimşon'a hülul eder ve böylece Şimşon iplerini parçalayarak bir
eşeğin çene kemiğini eline alıp bin kişiyi öbür dünyaya gönderir.
Bu efsane, hurafe
olmakla birlikte, İsraillilerin Davud'dan önceki dönemlerde kendileri üzerinde
fiili hakimiyet kuranlardan ziyadesiyle korktuklarını göstermektedir.
Kitab-ı Mukaddes
Ansiklopedisi Samuel'in Filistinlilere karşı zafer kazandığını anlatan
hikayenin (bkz. l. Samuel, 7/5-14) o dönemle ilgili tüm tarihi gerçeklere ters
düşen sıradan bir efsane olduğunu belirtmektedir.2 Filistinlilerin hakimiyet döneminde bazı
İsraillilerin kendi kanından olanlara karşı Filistin saflarında savaştıkları bu
efsanede anlatılmaktadır.
Filistinliler
ülkenin her yanına hakimiyeti ele geçirmişlerdi. Filistinli subaylar
İsraillilerden vergi topluyor ve tıpkı Tel Amarna kitabelerinde belirtildiği
üzere 111. ve İV. Amenhotep zamanındaki Mısırlı memurlar gibi asayişi
sağlıyorlardı.
İsraillilerin
Filistinliler karşısında aşağılandıklarının en bariz delillerinden birisi,
ikincilerin Ahit Sandığı'na el koyarak, onu Eştot’a nakletmiş olmalarıdır. l.
Samuel kitabında anlatıldığına göre bu tabut İsraillilere herhangi bir savaş
neticesinde. iade edilmemiş, aksine İsrail'in tanrısı basur hastalığı
gönderdiği için Filistinliler sandıktan vazgeçmek zorunda kalmışlardır. Bir
araştırmacı Ahit Sandığı'nın Filistinlilerin elinde Samuel kitabının iddia
ettiği gibi yedi ay değil, çok uzun bir süre kaldığını kaydetmektedir. Bu
sandık Davud peygamber zamanında Filistinlilerle yapılan bir anlaşma gereğince
İsraillilere iade edilmiştir.
Diğer yandan l.
Samuel kitabında anlatıldığı şekilde kral Şaul'un ölümü de İsraillilerin
Filistinlilerin katı boyunduruğu altında oldukları görüşünü doğrulamaktadır. Şaul,
İsraillilerin manen çöktüklerini görmüştü. Ürdün nehrinin ötesinde
İsraillilerin kaçışmalarına ve Şaul ile oğlunun ölümüne şahit olan
İsrailliler, bulundukları şehirleri terk ederek kaçmış, Filistinliler de gelip
oralara yerleşmişlerdir.26
İsraillilerin
Filistinlilere itaat arzetmeleri eşyanın tabiatına aykın bir şey
değildi. İsrailliler Kenan eline girmeye hazırlandıkları zaman yalnızca bir
zamanlar İbrahim ve Yakub'la birlikte Fırat havzasından göç ederek barışçı
amaçlarla geldiklerinde kendilerini gı.ller yüzle karşılamış olan
barışsever Kenanlılarla karşılaşacaklarını zannediyorlardı. Aynı günlerde
ellerinde çelik kılıçlar^7 Kenan eli sahillerini yurt tutmak için
gelen beklenmedik misafir savaşçıların yolda olabileceği onların aklının
ucundan bile geçmiyordu. O güne kadar bu bölgede demir bilinmiyor veya en
azından silah yapımında kullanılmıyordu ve Suriye'nin kuzey kesimine birbiri
ardınca sahip olan Anadolulu Haniler ve Filistinliler ise demiri tanı
yorlardı. Fakat onlar demircilik sanatını bir sır gibi saklıyorlardı ve ancak
dış baskılar sonucunda bu sanatı başkalarına öğretmeye mecbur kalmışlardı. Bunu
1. Samuel kitabında geçen şu sözlerden de anlayabiliriz: “Ve bütün Israil
diyarında demirci bulunmuyordu; çünkü Filistinliler İbraniler kılıç yahut
mızrak yapmasınlar demişlerdi. Bütün İsrailliler, herkes çapasını, sapan
demirini, baltasını ve kazmasını bilemek için Filistinlilerin yanma inerlerdi.
” Tevrat'daki bu kayıtta
İsraillilerle Filistinliler arasında çatışma çıktığında Yahudilerin kılıç ve
mızrağı bulunmadığını gösteriyor, fakat yalnızca Şaul ve oğlu Jonathan’m
silahlı olduğunu, ama buna karşılık silahsız olarak düşmanı hezimete
uğrattıkları anlatılıyor.
Araştırmacılar,
yukarıda belirtilen tüm gerçeklere istinaden, Şaul'un Filistinlilere bağlı bir
kral olduğu, iki taraf arasında geçen olayların, metbünun boyunduruktan
kurtulmak için çabalayan bir tabiyi cezalandırma hareketinden ibaret bulunduğu
kanaatindedirler.
Davud ise Şaul'un
kendisini öldürmek için peşine adam taktığı bir sırada Filistin kralı Akiş'e
sığınmıştır ki, bu davranış Filistinlilerin Davud'un iktidarı ele geçirmesini
hoş karşıladıklarını ve Şaul oğlu İşbaal'ı babasının tahtından mahrum etmek
istediklerini göstermektedir. l. Samuel kitabında Filistin kralı Akiş'in ağzından
aktarılan şu söz de buna delalet etmektedir: “Akiş, 'Halkı İsrail'in nezdinde
tamamıyla kötülendi, bu yüzden ebediyen benim kulum olacaktır' diyerek Davud'a
inandı. "
II. Samuel'de ise
Şaul'un ordusunun başkomutanı Nerin oğlu Abner'in ve amcaoğlunun İşbaal için
Filistinlilerden Eryaim tepelerini ele geçirdikleri ve onu Gilead, Aşuriler,
Yizreel, Efraim, Benyamin ve bütün İsrail'in kralı yaptıkları"
anlatılmaktadır; ama bunun
tarihi gerçeklerle bir ilgisi yoktur. Genel görüş İşbaal'm Menahem'de, Davud'un
ise Hebron'da Filistinlilere tâbi olarak yaşadıklarıdır.
Filistinliler,
ancak tüm “lsrail"i içine alan bağımsız bir krallık kurma arzusunu
göstermesi üzerine Davud’a karşı düşmanlık sergilediler ve Refaim deresinde
onunla karşı karşıya geldiler. Burada
Davud'la Filistinliler arasında ilk büyük savaş vuku buldu, fakat savaş
barışla sonuçlandı ve böylece Yahudiler Ahit Sandığı'na tekrar kavuştular.
Araştırmacıların
genel kanaati, İsraillilerin Filistin boyunduruğundan kurtuluşunun kendi
çabalarıyla değil, dışarıdan alınan bir destekle gerçekleştiği ve bu rolün
Mısır tarafından oynandığı şeklindedir. Çünkü Mısır o sıralar Suriye'deki eski
topraklarını yeniden kazanarak, hakimiyet tesis etmek istiyordu ve tabii
olarak ilk ağızda Filistin sahilleri hedef seçilmişti. Gerçi bu konuda elimizde
doğrudan bilgiler yok, ama olanlar da inandırıcı makul delillerdir.
Kral Süleyman
zamanında “Mısır firavunu Gezer'i ele geçirerek ateşe verdikten sonra
şehirdeki Kenanlı ahaliyi katledip burasını Süleyman'ın karısı olan kızına
çeyiz olarak verdi."32
Bu rivayetin doğru
olduğunu kabul edelim, ama acaba Mısırlılar takriben Yafa yolu üzerindeki
Gezer'e gitmek için hangi yolu kullandılar? Saldıran tarafından doğudan
Kudüs’ün nazır olduğu el-Halil dağlarına yönelmesi mantıklı gözükmüyor. Öbür
türlü en azından firavunun Kudüs'de damadı Süleyman’ın yanında konaklaması
gerekirdi. Demek ki firavun Gezer’e ulaşmak için sahil yolunu kullanmıştır ve
oraya varması için de havadan uçamayacağına göre, beş Filistin şehrini veya
bazılarını geçmesi gerekiyordu ve herhalde bunun için Filistinlilerden izin
istememiştir. Bu duruma göre Filistinliler Davud’la çatışmaya girmeden önce
Mısırlılar tarafından ezilmiş ve zayıf düşürülmüşlerdi.
Diğer dolaylı
delillere gelince, Mısır’ın Libyalı kralı Şeşnak’ın kuzeyin güney kesiminden
ayrılmasından sonra Kenan eline düzenlediği seferler sırasında Filistin
şehirlerinden hiçbirinin adı geçmemektedir ki, bunun tek makul izahı söz konusu
şehirlerin Şeşnak’ın seferinden önce düşmüş olduğudur.
Bu iki hususu göz
önünde bulundurduğumuzda Filistinlilerin neden lsrailin gırtlağını sıkmayı
bırakıp yeni ve daha güçlü bir düşmanla uğraşmaya yöneldiklerini, bunun da
Davud'a Filistinlilerin ciddi bir baskısıyla karşılaşmadan krallığını
müstahkem hale getirme imkanı sağladığını anlayabiliyoruz.
Tarihçi H. J.
Breasted bu konuda şöyle diyor: “Beni İsrail kabileleri Filistin'de
kendilerine bir vatan yarattılar. Şu an için bu işin o yöredeki sahil şeridinde
yaşayan düşmanlarını boyun eğdirmek isteyen Mısırlıların yardımıyla olup
olmadığından emin değiliz. Bunun sebebi Mısır'ın o sıralar Asya'ya yönelik
politikasıyla ilgili tarihi bilgilerin azlığıdır.
“Belki de
Fenikeliler Filistin tehlikesinin azalmasını fırsat bilerek, İsraillilerin
büyük İbni Amir ovasındaki şehirleri (Yezrail veya Megiddo) Filistinlilerden
miras olarak aldıkları bir sırada Dor (Tantura) şehrini istirdat etmişler;
Filistinlilerse Yafa ile Gazze arasındaki sahil ovasının yarısıyla
yetinmişlerdir. ”
Kitab-ı Mukaddes
Ansiklopedisi, bazılarının “Süleyman, nehirden Filistin topraklarına ve Mısır
sınırına kadar olan tüm bölgeye hakimdi” ifadesini yanlış anladıklarına işaretle, sahil
şehrinin bu bölgesinin hiçbir zaman Süleyman'ın krallık sınırları içinde
olmadığını ilave etmektedir.
“Kral Süleyman
Filistinlilerin sahil şeridini sınırlarına kattı” ifadesi son derece açık ve
yoruma müsait değilken, bunu nasıl anlamak gerektiğini gerçekten bilmiyorum.
“Nehirden Filistin topraklarına.. ” ifadesi Süleyman'ın krallık sınırının
doğuda Şeria nehrinden başlayıp Filistinlilerin hududunda son bulduğu anlamındadır
ve Filistin topraklarını kesinlikle içine almıyordu.
ıx
Davud'un İsrail
oğullarının ilk krallığının tahtına çıkışı İsrail tarihinde yeni bir olay
olarak kabul edilir ve olayın önemi de Davud'un Yahuda ailesinden gelmiş
olmasındandır. Bu aile o güne kadar Kenan elindeki İsrail olaylarının
yönlendirilmesine katılmamış; Yahuda oğullarından hiçbiri genellikle İsrail
yönetiminde söz almamıştı. Şimdiyse Yahuda oğullarından birisinin değişik
boylardan teşekkül eden tüm İsraillilerin başına kral olarak geçmesi için
uygun fırsat gelmişti.
• Davud’un soyu
Tevrat'ın
belirttiğine göre Davud'un soy kütüğü şöyledir: Yakub oğlu Yahuda oğlu Farıs
oğlu Hestron oğlu Ardam oğlu Amminadab oğlu Nahşon oğlu Salmon oğlu Boaz oğlu
Obed oğlu Yesse oğlu Davud. .
Yahuda'dan Davud'un
öz babası Yesse'ye kadar olan soy kütüğü zincirini takip ettiğimizde, Davud'un
Tevrat'ın iddia ettiği anlamda İsrailli olmadığı, İsraillilerin Kenan elinin
asli unsurları olan halklarla, özellikle de Kenanlılarla herhangi bir
bağlarının bulunmadığı görülüyor. Ama bu bilgilere ters düşen her şeye şiddetle
karşı çıkılmasına rağmen, İsraillilerle Kenan eli ahalisi ara sında bir bağ
kurulmaya çalışılıyor. Öyle ki Davud'un yönettiği halkın saf kan İsrailli mi,
yoksa en tehlikeli sosyal oluşumları reddeden ırkî asabiyete doğru hızlı bir
kayış olmasaydı, Davud'un sağlam bir topluluk yaratmak amacıyla temellerini
atmaya çalıştığı kaynaşmanın ürününü temsil eden bir tebaa mı olduğunu
söylemek zorlaşmaktadır. Yahudi asabiyeti, toplumun temellerini sarsan bu
hayvanca çekişmeyi tekrar zirveye taşımış ve zamanla İsraillilerin veya
Yahudilerin Babil sürgününden önce, sürgün esnasında ve sonrasında tanıdıkları
başkalarını küçük görme olgusunun bir tepkisi olarak bu temelsiz ayrıcalık
düşüncesi gelişmiştir.
Davud bu yeni
Kenanlı-İsrailli toplumun temsilcisidir. Büyük dedesi Yahuda'nın soyunun
Adlamlı bir Kenanlı olan Tamar'la
kurduğu gayr-ı meşru ilişkinin ürünü olduğu açıktır. Bu gayr-ı meşru ilişkiden
Yahuda'nın Farıs ve Zarih adlı ikiz oğulları dünyaya gelmiştir. Matta
İncili'nde Salmon'un Boaz b. Rahab'ın oğlu olduğu belirtilmektedir. Tevrat tarihçileri, Nun oğlu Yeşu'nun zâniye
Rahab adıyla meşhur olan Rahab'la evli olduğunu kaydetmektedirler. Yeşu
kitabında anlatıldığına göre Yeşu'nun hücum etmeden önce bilgi toplamak
amacıyla gönderdiği casusları saklayan bu kadın Kenanlıydı. Bu kadın Yeşu'ya
İsrail oğullarının sekiz peygamberini doğuran kızları dünyaya getirdikten sonra Salmon'la
evlendi ve ondan da Davud'un ikinci dedesi Boaz'ı dünyaya getirdi. Boaz, Rut
adında Moablı bir dul kadınla evlendi. Bu birliktelikten Davud'un dedesi Obed
dünyaya geldi. Gördüğümüz gibi Kitab-ı Mukaddes'de belirtilen üç halde de
Davud'un nesebinde bir eksiklik vardır. O halde önemli görülmediği için
belirtilmeyen başka durumların varlığını kabul edeceğiz.
Demek ki, Davud
katıksız bir İsrailli değildi. Dahası, İsrail ırkçılığını bir yana bırakırsak,
Süleyman onun oğluydu. Süleyman Davud'un Hattili Uriya'nın dul karısıyla olan
kaçamağından dünyaya geldi. Büyük ihtimalle bu kadın İsrailli değildi.
Davud'un onunla evlenmesi bana göre asil bir sebebe dayanıyordu. Bu kadının
eski kocası Davud'un iyi ve kötü günlerinde yanında olan savaşçılardan biriydi.
Bir çarpışma sırasında ölmüş; Davud da ona saygısından ve tebaasıyla, özellikle
de yerli halkla bağlarını güçlendirmek amacıyla kadını haremine almıştır.
Tevrat'ın
naklettiği kaçamak hikayesine
göre bir defasında Davud kadını banyo yaparken görür ve vücudunu çok beğenir.
Onu çağırttırır ve yatar. Kadının kocası cephede çarpışmaktadır. Kadın hamile
kalır. Davud hemen zahiri kurtarmak ümidiyle kocasını geri çağırtır. Fakat
adam evine gidip karısıyla yatmak istemez. Bu defa Davud onu sarhoş edip evine
göndermek ister, ama adam gitmemekte direnir. Bunun üzerine Davud komutanını çağırıp
bu adama savaşta tehlikeli bir görev vermesini söyler. Neticede adam çarpışma
sırasında ölür ve Davud da onun dul karısıyla evlenir. Allah'ın bir
peygamberine Tevrat'da yapılan bu iftira da daha önce örneklerini verdiğimiz
iftiralardan biridir şüphesiz.
Bu efsaneye bir
başka hikaye daha ekleniyor. Buna göre Tanrı, Davud'a Natan adında birini
gönderir. Natan, Davud'a bir anekdot anlatır. Güya çok zengin, kalabalık
sürüleri olan bir adam varmış, ama son derece cimriymiş. Misafirlerine hiçbir
şey ikram etmek istemezmiş. Bir defasında bir misafiri gelmiş. Zengin cimri
koyun ve kuzularına kıyamamış. Zavallı birinin tek bir kuzusu varmış. Onunla
yatar onunla kalkarmış. Tutmuş misafirine o za• vallının kuzusunu kesip ikram
etmiş. Davud hikayeyi dinleyince, cimri zenginin öldürülmesi gerektiğine
hükmetmiş. Natan ona “Ama o adam sensin!" demiş ve başlamış yaptıklarından
dolayı acı acı tenkit etmeye. Tanrı'nın kendisinden intikam alacağını,
karılarını gözünün önünde alıp yakınlarına vereceğini ve onların karılarıyla el
alemin gözü önünde yatacaklarını belirtmiş..
Kitab-ı Mukaddes
Ansiklopedisi Davud'un kaçamağından ve onu takip eden hikayeden bahsederken şu
yorumu yapmaktadır: “Kesin olan şu ki, il. Samuel'in 11. ve 12. bablarında
anlatılan efsane sonradan uydurulmuştur ve büyük ihtimalle katiplerden birinin
muhayyelesidir ve bu katibin vermek istediği mesaj Davud'un bu olaydan sonra
kutsal bir kişiye dönüştüğüdür. Daha sonraki nesiller Davud'un Uriya ve
karısına yaptığı olaydan İsrail halkının Tanrı tarafından terbiye edildiği ve
Rab'bin onları ah lak ve iyi davranışların en büyük timsali yaptığı sonucuna
ulaşmışlardır. "
Bu yorumdan iki
sonuç çıkarılabilir: Birincisi Tevrat'da anlatılan efsane ve ona iliştirilen
hikayenin reddedildiği, ikincisi ise lsrailli alimlerin Allah'ın peygamberleri
ve değerli insanların şerefiyle oynamak için uydurdukları hurafelerin masum
gösterildiğidir. Bu efsane ve benzerlerinin lsraillileri ahlakın ve adabın en
büyük üstadları haline getirdiği iddiası ise, onların uzun tarihlerinin
ahlakın nasıl kötü bir dereceye indirildiğini gösteren tahriflere en güzel
örnektir.
Tevrat'ın
Davud'unun bizim bildiğimiz peygamber Davud'dan pek çok konuda farklı olduğunu
söylemeye gerek yoktur. Konumuz bir noktada kutsal tarih denilen Tevrat'da
belirtilen Yahudi tarihinin problemlerine parmak basmak olduğuna göre, meseleyi
her yönden, özellikle Tevrat bölümleri açısından araştırmak, arkasından
ulaşabileceğimiz sonuçları tenkit süzgecinden geçirmemiz bir zarurettir.
Araştırmacılar,
baba Yakub'un hikayesinin hilekârlık, kurnazlık ve düzenbazlık sahneleriyle
dolu oluşunu Yahudi tabiatının bazı unsurlarının yansıması olduğunu, bu
özelliklerden bazılarının Davud'un hayat hikayesinde de sürekli ve vazıh bir
şekilde işlendiğini belirtiyorlar. Acaba araştırmacılar bu görüşlerini hangi
gerçeklere dayandırıyorlar?
Davud'un tarih sahnesine
önemli bir kişilik olarak çıkışı, Filistinlilerin dev yapılı Golyat'ını attığı
bir sapan taşıyla alnından vurması, sonra üzerine çıkıp kellesini kesmesiyle
başlar. O andan itibaren de kral Şaul'un kalbine haset tohumları ekilir ve
özellikle kadınlar Davud'un kahramanlığıyla, erlik meydanında verdiği sınavla
ilgili şarkılar söylemeye başladıklarında bu haset ateşi daha da şiddetlenir.
Sonunda Davud'u öldürmeye karar verir. Davud'la Şaul'un oğlu Jonathan arasında
samimi bir dostluk olduğu için Davud arkadaşı sayesinde babasının kendisi
hakkındaki niyetlerini öğrenir. Jonathan da babasının kötü planlarını bozma
konusunda Davud'a yardımcı olur.
Sonunda Davud,
Filistinli Gat kralı Akiş'e sığınır, fakat Akiş'in dostları onu Davud'a karşı
doldururlar ve yanına sığınmasına izin vermemesi konusunda uyarırlar. Davud
tehlikeyi sezer ve “onların önünde tavrını değiştirir; yanlarında deli
numarası yapar, kapının kanatlarını tırmalar ve salyasını sakalına akıtır. ”
Böylece Şaul'dan sonra
Filistinlilerin şerrinden de kurtulmayı başarır.
Daha sonraki
günlerde Davud değişik inanç ve halklara mensup çaresiz insanları çevresine
toplar; ailesini Moab kralının himayesine bıraktıktan sonra Şaul'a açıkça
meydan okuyarak er meydanına davet eder. Rivayete göre onu yeke yek dövüşte alt
eder, ama makamına duyduğu saygı ve bağlılık sebebiyle öldürmek istemez. Çünkü
Akiş onun nazarında Tanrı'nın seçtiği bir kral veya kendi tabiriyle Rab'bin
mesihidir.
Kanaatime göre
Tevrat'da belirtildiği gibi, Davud'un çarpışmada mağlup ettiği sırada Şaul'u
öldürmemesi yalnızca makamına duyduğu saygıdan kaynaklanmamıştır. ' Çünkü
Davud, Samuel onu Tanrı'nın emriyle meshettikten sonra zaten kendisini geleceğin kralı vqa
“veliahdı” olarak görüyordu. Muhtemelen Şaul'u öldürmekten kaçınmasının sebebi
de bu düşüncedir. Öbür türlü eğer öldürmüş olsaydı, bizzat kendisi bir yıl
zarfında tahtın ikinci kurbanı olurdu. Dolayısıyla Davud hikmetli bir davranış
sergilemiş ve bir gün kendisinin oturacağı krallık tahtına bir kutsiyet
kazandırmıştır.
Davud daha sonra
Gat kralı Akiş'e sığınır. Göründüğü kadarıyla Akiş onu ve beraberindeki altı
yüz adamını İsraillilere karşı kullanmak ister. Davud da kendisine bağlı
adamların kralın düşmanının belası olacağı intibaını verir ve böylece Akiş,
Davud ve adamlarının Sikla'da yaşamalarına izin verir. Davud, İsrailli düşmanlara
akınlar tertipler ve güya bu amaçla çıktığı zannına kapılan Akiş'e sırrını
ulaştırabilecek kişileri ortadan kaldırırdı. Samuel kitabında belirtildiğine
göre Akiş, Davud'un hilesini yutmuş, kendisine getirilen haberlere inanmış ve
onun “ebediyen kendisine kul” olacağı kanaatine varmıştır.
Bir defasında
Davud, Akiş'in yanında İsraillileri karşılamaya çıkmak ister, fakat Filistinli
komutanlar Akiş'i savaş sırasında Filistinlileri arkadan vurabileceği
endişesiyle Davud'u Sikla'ya geri göndermesi konusunda teşvik ederler. Samuel
kitabında Davud'un niyeti konusunda bir hangi bir söz yok. Gerçekten
Yahudilere karşı Filistinlilerin safında çarpışmak mı istiyordu, yoksa önceden
beri yapageldiği gibi Filistinlileri aldatma niyetinde miydi? Her halükârda bu
savaş Şaul ve krallığı için bir dönüm noktasıydı. Nitekim kendisi savaşta
düştü, intihar etti veya öldürüldü; amacesedi Bisan sokaklarında sürüklendi ve
Filistinliler Kenan elinde hakimiyeti ele aldılar.
Davud daha sonra
Yahudalıların kendisini kral olarak nasbettikleri Hebron'a geçti. Bu sırada
Şaul'un başkumandanı tahta ölen kralın zayıf karakterli oğlunu ge’çirmeye
çalışıyordu, ama planları boşa çıktı. Şaul'un başkumandanını Ebner, hem
Davud'un başkumandanı, hem de kız kardeşi Saruba'nın oğlu Yoab tarafından hazırlıksız
olduğu bir sırada öldürüldü. Davud olaya çok sinirlendi, Ebner için üzüldü ve
katiline lanetler yağdırdı. Ama bir yandan da onun zayıf, öldüren kişinin ondan
daha güçlü olduğunu belirterek, Tanrı'ya katili hak ettiği şekilde
cezalandırması için dua etti.
Aynı şekilde
Şaul'un tahta geçen zayıf karakterli oğlu İşbaal da yatağında öldürüldü. Onu
öldüren iki kişi kellesini Davud'a getirdiklerinde, Davud hemen onların öldürülmesini
emretti. Daha önce Şaul'un ölüm haberini getiren kişinin öldürülmesini emret-
• miş, böylece çoğunluğun sempatisini kazanmayı
amaçlamıştı.
Davud'un
İsraillilerin kalbini kazanmak için yaptıkları sadece bununla sınırlı kalmadı.
Aksine il. Samuel kitabından öğrendiğimize göre Gibeonluların da kalplerini
fethetmeye çalışmıştır.
Gibeon, Bire ve
gayr-ı Sami azınlıklardan bir grubun temsilcisi Hivlilere komşu bazı şehirlerin sakinleri Kudüs ile
Şekem arasındaki bölgede yaşıyorlardı. Bunlar İsraillilerle barış anlaşması
yapmış, Yeşu da onları dış tehlikelerden koruyacağı taahhüdünde bulunmuştu.
Onlardan bahseden iki yerde anlatılanlardan Mûseviliği kabul ettikleri
anlaşılıyor. Ama Şaul anlaşmayı bozmuş ve onlara ağır bir darbe indirmişti.
Davud zamanında ortaya çıkan
kıtlık ise üç yıl
sürmüş, Davud Tanrı'ya bu kıtlığın sebebini sorduğunda Tanrı ona “bunun
Şaul'un Gibeonlulara yaptıklarının bir cezası" olduğunu söylemiş.
Davud eline geçen
fırsatı kaçırmak istemedi ve Gibeon eşrafını çağırarakTanrı'nın öfkesini nasıl
yatıştıracakları konusunda fikirlerini aldı. Bunlar, Şaul'un soyundan yedi
kişinin asılmasını istediler. Davud bu fikri kabul etti ve yedi kişiyi dağda
asılmak üzere Gibeonlulara teslim etti.
Bu hikaye Davud'u
bizi deha sahibi, uzak görüşlü bir kişi olarak takdim ediyor. Hatta hikayede
anlatıldığından öte Davud anlaşma ve taahhütlere sadık adil bir yönetici
görünümü sergiliyor ve iktidarı kaybetme korkusuyla değil, fazilete sahip çıkma
adına ülke halkından bir grubun kalbini kazanmak için yaptığı işler anlatılıyor.
Çünkü o, halka düşmanlarından intikam alma imkanı sağlamıştır. Şerefi için
intikam alan insandan daha mutlu kim vardır? Ömrünü intikamını almış olmanın
hazzını yaşamaya adamış bir bedevi veya yarı bedeviden mutlu insan olur mu?
Gibeonlular azınlık
da olsa, yapılan iş, yöneticinin azınlıklara karşı himayesini sağlamak, onların
şahsına mutlak bağlılıklarını temin etmekten ibarettir.
Tarihten biliyoruz
ki azınlıklar diğer halklara göre baştaki yöneticiye daha bağlı ve daha
itaatkârdırlar. Tarihte müstebit yöneticiler ve emperyalistler ya bu
azınlıkları istismar etmişler, ya da onlar yüzünden mağlup halkları
vurmuşlardır.
Davud'un bu işi
yapmaktan bir başka amacı da, kendisini iktidarı gasp eden bir zorba olarak
gören Şaul hanedanına ağır bir darbe indirerek Gibeonluları hoşnut tutmaktı.
Çünkü Şaul'un akrabaları bir fırsat çıktığında Davud'un işini bitirip, kendi
hakları olduğuna inandıkları tahtı ele geçirmekte tereddüt etmezlerdi.
Milattan önceki X. Yüzyıla
gelmemize ve sahip olduğumuz bilgilerin doğruluğundan, bu olaylara dayanarak
ulaşacağımız sonuçların güvenilirliğinden tam -emin olmamıza rağmen, Da- vud,
Süleyman ve onların dönemleri üzerinde söz söylemenin kolay olmadığı bir vakıa.
Bu bölümün başında
Davud’un lsrail krallığının tahtına çıkan ilk kral olduğunu söylemiştik ki,
doğruluğu konusunda ayrıca bir delile ihtiyaç yoktur. Çünkü Şaul ilk kral
olarak adlandırılmış ve Samuel de Tanrı'nın emri üzerine yağla onu meshetmişse
de, bu, krallardan çok valilere
yapılan bir işlemdir ve belki de Şaul dönemini valiler devrinden krallar
devrine geçiş dönemi olarak adlandırmak daha doğrudur.
Tevrat, Şaul’un
Bisan'da Filistinliler tarafından öldürülmesini M. Ö. 1056, Davud’un Yahuda
hanedanının başına Hebron'da kral olarak atanmasını 1048 ve Davud’un ölümünden
sonra Süleyman'ın tahta çıkışını 1015 yılına bağlamaktadır. Bu tarihlere göre
Davud, Tevrat'ın belirttiği gibi Davud ve Süleyman’la irtibat halinde bulunan
Sur kralı Hiram'ın çağdaşı olamaz. Çünkü Hiram M.Ö. 980-936 yılları arasında
krallık yapmıştır. Ayrıca, Tevrat'ı esas alsak bile, pek çok olay da bu
tarihlerle örtüşmemektedir. Bu yüzden tarihçiler Davud dönemini M. Ö. 1005-936,
Süleyman dönemini ise 955-935 yılları olarak kabul etmektedirler. Kimi tarihçiler
de krallığın Süleyman’dan sonra ikiye bölünmesini M. Ö. 922 yılına
bağlamaktadırlar.
Ancak, biz,
zikredeceğimiz bazı olaylarda Tevrat'ın verdiği ta-. rihleri kullanmaya zaman
zaman mecbur kalacağız.-
Davud Hebron'da
geçirdiği 7,5 yıldan sonra Şaul hanedanı ve Şaul’un başkumandanı Ebner'le
kendisi arasında vukû • bulan olaylar sebebiyle rahat yüzü göremeyince, o güne
kadar tüm işgal teşebbüslerine karşı direnen ve Yebusluların hakimiyetinde
kalan Kudüs'ü işgal etmek için harekete geçti. Sonunda Davud Kudüs’ü işgal etti
ve burasını kendisine başkent edinerek, hiçbir boyun önderlik mevkiine
yükselemediği İsraillileri tek safta toplamak için faaliyetlere girişti. Yahuda
oğulları Hebron ve güney bölge- sindeydiler. Dolayısıyla gerek Yahuda
oğullarının ve krallarının ve gerekse diğer Yahudi aşiretlerinin hakim
olmadıkları bir şehrin başkent seçilmesi, birbiriyle çekişen tüm aşiretleri
tek çatı altında toplayabilecek isabetli bir davranıştı. Çünkü barışı sembolize
eden ve eskiden beri adı barışla özdeşleşen tek bağımsız şehir Kudüs'dü.
Başkentle ilgili
durum budur. Davud'un oluşturduğu siyasi oluşumun boyutları ise daha da
karmaşıktır.
Filistinliler:
İsraillilerin Dor'un güneyinden deniz sahiline ve Ariş Vadisi'ne kadar
ulaşamadıkları, Davud'un tüm yaptıklarının İsraillileri Filistinlilerin
boyunduruğundan kurtarıp, bir grup Filistinlinin yardımını alarak diğer
savaşlarda onlardan faydalandığı kesinlik kazanmıştır. Samuel kitabında
belirtildiğine göre Filistin' lilerin kuyuları Davud'un başkenti Kudüs'e 14
km. uzaklıktaki Beytlehem'de idi: “Davud o sırada hisarda, Filistin askerleri
de Beytlehem'de idi. Davud iç geçirerek “Hani idi Beytlehem'de kapının
yanındaki kuyudan bir su getirseler de içseydim!" dedi. Bu üç yiğit
Filistin saflarını yararak kapı yanındaki Beytlehem kuyusundan su çekip
Davud'a getirdiler. Fakat Davud o suyu içmek istemedi ve ona Rab'be takdime
olarak döküp şöyle dedi: 'Tövbeler olsun ya Rabbi! Canlarını tehlikeye eden
adamların kanını mı içeyim?”11
Tevrat'ın verdiği
tarihlere bakacak olursak bu olay Davud’un ölümünden yalnızca üç yıl önce vuku
bulmuştur. Demek ki Filistinlilerin İsrail devleti sınırları dahilinde
Yahudilerin hakimiyet sağlayamadığı muhkem üsleri vardı. Onların bulunduğu
semte Filistinliler semti deniliyordu ve Davud Beytlehem kuyusundan ,
bir maşrapa su içmek için kendi adamlarının hayatını tehlikeye atmış, o olaydan
sonra da Filistinlilerle hiç takışmamıştır. 11. Samuel kitabının 21. babında
sözü edilen Davud'un Filistinlilere karşı kazandığı zafere gelince, bu, sonu
zaferle biten mukatelelerden yalnızca biridir. Bu rivayette İsraillilerin savaş
meydanlarında mevzileri ele geçirdiklerinden söz edilmiyor. Tevrat, çarpışmanın
Yafa yakınındaki Gob'da meydana geldiğini^ belirtiyor, ama Yafa'nın Yahudilerin eline geçtiğini ve ayrıca
Beytlehem'deki Filistin semtinin düştüğünü kaydetmiyor.
Beytlehem'de
Filistin kuvvetleri bulunduğuna göre, demek ki onların Filistin'in güney
sahilindeki Filistinlilerle lojistik bağları vardı. Öbür türlü aradaki irtibat
kopukluğu bu kuvvetlerin sonu demekti. Şu halde İsrailliler başkente yakınlığı
dolayısıyla büyük öneme sahip olduğu için burada ancak ülkenin stratejik bir
kesimini ele geçirebilmişlerdi.
Davud'un yaşadığı
dönem, Tevrat bölümlerinin, özellikle de onun ve oğlu Süleyman'ın tarihini
anlatan bu bölümün yazıldığı dönemden uzak değildi, ama yine de olayların
anlatımında açık ve ciddi bir tahrifat, bir karışıklık göze çarpmaktadır. Bunun
ya-. nında 1. ve 11. Tarihler kitapları pek çok cihetten kronolojik tertip
konusunda daha dikkatlidir.
Tarihler 'kitabında
Davud'un Gat ve köylerini Filistinlilerden zapt ettiği belirtiliyor. Aynı yerde
Davud'un Hama'daki Tsoba kralı
Hadadazar'a da bir darbe indirdiği kaydediliyor. Halbuki 11. Samuel'in 18.
babında geçen üç ibarenin bahsettiği bu olaydan sonra aynı kitabın 20. babında
şu cümleyi okuyoruz: “Sonra Gat'da bir savaş daha oldu." Demek ki Gat
birinci çarpışmada Davud'un eline geçmemişti. Sonra Samuel kitabını
yazanlardan birisi Davud'un ağzından Abşolom'dan kaçışı sırasında kendisiyle
beraber gelmek isteyen Gatlı Ittay ve adamlarına hitaben şöyle diyor: “Neden
sen de bizimle birlikte gidiyorsun? Dön ve kralla beraber kal; çünkü sen
yabancısın, yurdundan sürülmüş bir adamsın" (11. Samuel, 15/19). Böyle
bir söz ancak Gatlılar İsrail devletinden kurtuluş beklediği zaman söylenir.
Bu metinden anlaşılan şudur: Gat'ın Filistinli halkı, İttay ve beraberindeki
paralı askerleri vatandaşlıktan çıkarmış, kendi halklarını yadırgayıp Davud'a
ve İsraillilere bağlandıkları için tüm haklarından mahrumedilmişlerdir.
Yine 11. Samuel
kitabında Huşalı Sibbekay'ın Gob (Yafa)da Filistinli Saf'ı öldürdüğü (21/18)
belirtilmektedir. Halbuki 1. Tarih ler'de Saf'ı öldüren Hoşalı Sibbekay'ı bu
defa Gezerli Sifay olarak görüyoruz.14 Tüm bu hikayelerde hep Israillilerin
zafer kazandığına işaret edilmektedir, ama yine Tevrat'ın kendi ifadesiyle Gezer
Hz. Süleyman döneminde firavunun eline geçmiştir. Tevrat o dönemde burada
Kenanlıların yaşadığını belirtmekte, şimdi ise halkının Filistinli olduğunu
kaydetmektedir.
M.Ö. 11. Binyılın
ortalarından itibaren Arap Yarımadası'nın bir yerlerinden gelen üçüncü Sami göç
dalgası Suriye kapılarını dövmeye başlamıştı. Bunlar, Asuri yıllıklarında
Ahlamu adıyla geçen Aramîlerdi. Örneğin Asuri kralı 1. Tiglatpleser'in (M. Ö. 1
1151077) yıllıklarında bu şekilde geçer. Daha sonra bu isim hızlı bir şekilde
ortadan kayboldu. Bu halk, kitabî Arapçaya yakın bir Sami dili konuşuyordu.
Dilleri bölgedeki diğer Sami ve gayr-ı Sami dillerini zaman içinde bastırdı. Isa'nın
konuştuğu dil bu idi ve Suriye'ye atfen de Süryanice adıyla anılmaya başladı.
Aramîler yavaş
yavaş Suriye topraklarında siyasi varlıklarını hissettirmeye başladılar.
Antakya ve Karkaş ovaları hariç Kuzey . Suriye'den Hattileri kovdular. Hama,
Tel Bersib, Tel Ahmer ve Arbad'da (Haleb'in kuzey taraflarında) kendi
krallıklarını kurdular. Daha sonra Fırat havzasının bir kısmını ele geçirdiler.
Bilâhare burası Aram en-Nehreyn adıyla anılmaya başladı. Arkasından hakimiyet
alanlarını güneyde bizi en çok ilgilendiren bölgeye doğru genişletti’ıer ve
burada Dımaşk ve günümüzde Mecdel Ancer adıyla bildiğimiz Beka vadisine düşen
Tsoba'da bir krallık kurdular.
Burada bir hususu
aydınlığa kavuşturmamızda fayda var. Eski tarihte krallık veya kral kelimeleri
geçtiği zaman bunu bugünkü anlamıyla düşünmek yanlış olur. O dönemlerde kral
demek, sahip olduğu belli miktarda bir toprağı veya bölgesi olan kişi demekti.
Tevrat'da bu unvanların siyasi yönden bağımsız veya tebaa olmasına
bakılmaksızın büyüklü küçüklü şehir emirleri için dahi kullanıldığını
görüyoruz.
Kader, takriben 12.
ve 11. yüzyıllarda Suriye topraklarına yerleşmek, buraları yurt edinmek
isteyen, gerektiğinde didişmekten kaçınmamaya kararlı üç halkı aynı anda bir
araya getirdi. Bunlar Aramîler, Filistinliler ve lbranîlerdi.
Filistinlilerle
İbranîler arasında çıkan ve sonunda Filistinlilerin Yafa’dan Gazze’ye kadar
uzanan bitişik sahil şeridine yerleşmesiyle sonuçlanan sürtüşmelerden yeteri
kadar bahsetmiştik. Filistinlilerin buraya yerleşmeleri İsraillilerin Kenan
elinin güneybatı bölgesini tam olarak kontrol altına almalarını engellemiştir.
Tevrat bize
Aramîlerle İsrailliler arasında vuku bulan bir dizi savaştan bahsetmekte ve her
zaman olduğu gibi İsrail zaferlerini abartmakta, elinden geldiğince de maruz
kaldıkları yenilgileri ve bunların yol açtığı sonuçları gizlemektedir.
Tevrat’ın bu konudaki tutumu, günümüzdeki savaşlarda devletlerin resmi
tutumlarını anımsatmaktadır ki, bu resmi beyanların içinde yalnızca savaşın
bittiğini duyuran beyanlar doğrudur. Tevrat da bu konuda farklı davranmamıştır:
“Ve Davud Şam Suriyesi’ne asker yerleştirdi; Aramîlerse Davud’a hediyeler
sunan kullar haline geldiler.”
Hediye sunma
ifadesi pek çok vesilelerle yaygın olarak kullanılan. bir ifadedir. Bir kere
hediye sunmak illa da baş eğmek anlamına gelmez, dostluk kurmak amacıyla
verilebildiği gibi, savaş belasını defetmek için de verilebilir. Hama kralı
Togo, kral Davud’a bu türden bir hediye vermiştir. Doğrudur; Togo Aramî idi,
ama o sırada kendisi yine bir Aramî olan Tsoba kralı Hadadazar’la . savaş
halindeydi. Hadadazar’ın Davud karşısında mağlup olması Hama kralı için bir
kazançtı. O da savaştan sonra hemen oğlunu bazı hediyelerle Davud’a gönderdi.
Tevrat yazarları bu olayı Davud’un hakimiyet alanına Hama’yı da kattığı
şeklinde sunuyorlar ki, tarihî gerçeğe aykırıdır.
Tarihten bildiğimiz
kadarıyla Asuri kralı Tiglatpleser yaklaşık M.Ö. 1100 yılında Mısır sınırına
doğru ilerler. Nesi Panibdad adlı Veceh el-Bahri kralı onu hediyelerle
karşılayarak ülkeye saldırmaktan vazgeçirmeye çalışır. Hiç kimse çıkıp da
Tiglatpleser’in nüfuzunu Mısır’a kadar yaydığını iddia etmemiştir.
Yine kadim tarihten
biliyoruz ki, Mısır’da XII. sülale kralları (M. Ö. 2000-1788) hem kendi
yanlarına çekmek hem de Kuzey Suriye'de güçlenen Hurrilerle Mısır arasındaki
güç dengesini sağlamak için : Kenan, Amor, Ugarit vs. prenslerine
hediyeler gönderiyorlardı. Eğer birisi çıkıp da XII. sülalenin Kenanlılarm ve
Amorilerin hegemonyası altına girdiğini söylerse, herhalde ciddi bir alay konusu
olur. Anlattığımız bu iki vakıa yalnızca birer örnektir.
Konuyu şu şekilde
toparlayabiliriz: Elbette Davud âlihimmet, fakat tamahkâr bir kraldı. Basireti
sayesinde İsrail'in bölgedeki durumunu güçlendirmek için şartların uygun
olduğunu görmüş, bu yüzden de önüne çıkan fırsatları değerlendirmeye
girişmişti. Örneğin Davud Ammonluları krallığına katmak için uygun bir fırsat
yakalamıştı. Ammonlular o sırada kurdukları krallıklarda kendilerini
sağlamlaştırmadan önce Bır yerleşme süreci geçiren Aramîlerden yardım
istediler. Aramı Tsoba kralı Hadadazar Ammonluların yardımına koştu. Suriye
(Şam) kralı da Aram en-Nehreyn'den topladığı kuvvetlerle ona yardıma geldi.
Fakat “Abid Hadadazar İsrail karşısında ordusunun kırıldığını görünce Davud'a
barış teklifinde bulundu ve hizmetine girdi. Bir daha da Ammon oğullarına
yardım etmek istemedi."16
Bu olaydan sonra
Ammonluların direniş gücü kırıldı ve Aramîlerle ilişkilerini kestiler. Davud'un
bu Aramî-Ammonlu ittifakı karşısında prestijini artırdığı, kendisiyle barış
akteden veya tamamıyla hakimiyet altına alman Aramîlerin Tsoba'daki
topraklarında, Doğu Ürdün'deki Ammon, Moab ve Edomluların yurtlarındaki
madeni servetleri tasarrufu altına aldığını söylemeye lüzum yoktur. Keza bu
zafer Davud'a Şam civarındaki bazı bölgeleri işgal etme, bazı askeri
birlikleri oraya yerleştirme imkanı da sağlamıştır; ama İsrail garnizonları
burada uzun süre kalamamış, aksine Tsoba kralı Hadadazar'ın ordularını yeniden
tanzim ederek Şam'ı ele geçiren Elyada oğlu Razon adında çetin bir subay karşılarına
yeni bir rakip olarak dikilmiştir. “..ve Hadad'ın yaptığı kötülükten başka,
Süleyman'm saltanatı sırasında da İsrail'e düşman oldu; İsrail'den nefret etti
ve Aram'da hükümdarlık yaptı.”
Davud'un krallık
sınırlarının Fırat'a kadar ulaştığı iddiası, belgeli tarihte tutunamayacak
çürük bir iddiadır.
Örneğin il. Samuel
kitabının sekizinci babının 15-19. ibareleriyle, 10. babı okuyanlar, bariz bir
çarpıtma suçunun işlendiği bu iki metin arasında boğulup kalacaktır. “Davud,
iktidarını Fırat nehrine kadar genişletmeye gittiğinde Tsoba kralı Hadadazar'ı
vurdu." Burada anlaşılmayan husus hükümdarlık sınırını Fırat kıyılarına
kadar genişletmeye gidenin kim olduğudur: Davud mu, kral Hadadazar mı?
“Hükümdarlık sınırını Fırat kıyılarına kadar genişletmek için" ifadesiyle
kastedilen nedir? Burada Fırat nehrinden bahsedilmesine yol açan, arkasından
Davud'un Fırat sahiline gelişi, Fırat'tan günümüzde Ariş vadisi Nil nehri
değildiye bilinen Mısır nehrine kadar uzanan bölgeyi krallığına katmasına
sebep olan tahrik, yanılgı ve iddia nedir? Fırat nehri ile “On sekiz bin
Suriyeli askeri tepelediği" Tuz Deresi bizzat 8: babda,arasındaki ilişki
nedir? Bunlar, biri Fırat sahillerinde diğeri Tuz Deresi'nde, denizin güney
kesiminde vukû bulmuş ayrı ayrı savaşlar mıdır?
Kitab-ı Mukaddes
Ansiklopedisi, bu iki bölümle ilgili bir yorumda bulanarak şöyle diyor: Bu
yazar ve ekolü keyfi bir karışım yaparak buna Davud İmparatorluğu adını
verdiler ve onu uluslararası güçler arasına girebilecek çapta bir kuvvet
olarak gösterdiler. “Bu nazariye ki onu bu şekilde adlandırmamız gerekiyor,
bilâhare Davud'u yüceltme ve Davud tarzı bir Great Messianic Kingdom (Büyük
Mesihi Krallık) inşası
fikrinde etkili oldu." Bu,
Amos'un Tanrı'nın ağzından söylettiği şu cümlede açık şekilde görülmektedir:
“Davud'un düşmüş olan çadırını o gün dikeceğim ve onun gediklerini
kapayacağını, yıkılmış yerlerini dikececeğinı ve onu eski günlerde olduğu gibi
yapacağını. "
Rason'dan
'İsrail'den nefret ederdi" diye bahsedilmesi İsraillilerin eski
savaşlarında başvurdukları vahşi üslubun değişmediğini gösteriyor. Tevrat'ın
rivayetine göre Davud Ammonluları mağlup edip başkentleri Rabbet Ammon
(Amman)ı işgal ettikten sonra “halkı dışarı çıkarıp testereler, demir tırmıklar
ve demir baltalar altına koyarak, tuğla fırınında çalıştırdı. Ammon oğullarının
tüm şehirlerinde böyle yaptı. Sonra Davud ve bütün halk Urşelim'e döndüler.”
Mağlupların maruz kaldıkları bu muamele Davud'un karakterine uysun veya
uymasın, Tevrat'ı yazanların
böyle bir vurgudan amaçları İsraillilerin düşmanlarına karşı besledikleri kinin
boyutunu göstermek ve aynı zamanda bilâhare İsrail oğullarının gördükleri ve
görecekleri zulüm ve işkencelerin bir karşılığı olduğunu savunmaktır.
Davud'un döneminde
onun yönetimine karşı direnenler, tahtına göz dikenler ve bağımsızlığını
kazanmak isteyenler hiç eksik olmamıştır. Bunların en tehlikesi de kendi oğlu
Abşalom'du.
İşin tuhaf tarafı.
Tevrat yazarlarının rivayet ettikleri olayların çoğunda seksi ön plana
çıkarmalarıdır. Daha önce anlatılanlara ilaveten, kaydetmek gerekir ki,
Tevrat'ı yazanlar Şaul'un başkumandanı Ebner ile Şaul'un ölümünden sonra oğlu
Ebner arasında çıkan ihtilafın kral İşbaal'ın ki Şaul'un amca oğludur,başkumandanını.
babasının bir odalığına sulanmakla suçlamasından kaynaklandığını
belirtmektedirler.
Aynı şekilde
Abşalom'un üvey kardeşi Amnon'a diklenmesinin sebebi olarak, onun kız kardeşi
Tamar'a sarkıntılık etmesi, namusunu kirletip, bekaretini bozması
gösterilmektedir. Neticede Aşbalom bir fırsatını bulum kardeşi Amnon'u öldürür
ve Başan (Havranda Aramı Ceşur kralı olan dedesine sığınır. Tevrat'ın rivayetine
göre Abşalom dedesinin yanında dört yıl kadar kalır. Babası daha sonra onu
affeder ve Urşelim (Kudüs)de kalmasına izin verir, ama iki yıl süreyle sarayına
gelmesini yasaklar. lddiaya göre Davud'un hanesinde vuku bulan bu iğrenç olay
yani Davud'un oğlu Amnon'un yine Davud'un kızı -ve Aşbalom'un öz kız kardeşi
Tamar'ı kirletmesi, vaktiyle Davud'un Hattili Uriya ve kocasına yaptığı iğrenç
muamele sebebiyle Tanrı'nın verdiği ilahi bir cezadır.
Il. Samuel'de
(16/20-22) ayrıca Abşalom'un danışmanı Akitofel'in nasihatiyle babasının
oğlunun yanından kaçarken Kudüs'de karargahta bıraktığı odalıklarına tecavüz
ettiği belirtilmektedir. Bu sözde nasihatten amacın, babasının odalıklarına
düşman olan halkı onunla oğlunun arasını daha fazla açmak için Abşalom'un
çevresinde kenetlenmeye teşviktir.. Asi evladın başarısızlığından sonra bu
kadınlar Davud tarafından müebbet hapisle cezalandırılmıştır.
Abşalom'u babasına
kafa tutmaya iteleyen gerçek sebeplerin en önemlisi belki de başta teyzesinin
oğlu ve aynı zamanda babasının başkumandanı Yoab b. Saruba olmak üzere
Davud'un en ya-' kın dostlarının tahrikleridir. Çünkü Abşalom daha önce Yoab'm
arpa tarlasını yaktırarak ilk inatlaşma adımını attığı için bunlar tarafından
saraydan uzaklaştırılmak isteniyordu. Savaşta mağlup olan Abşalom'a refakat
etmesini isteyen Davud'un emrini hiçe sayan Yoab tarafından öldürülüşü
Abşalom'un hazin sonu olacaktır. Yoab, çatışmadan sonra ormanda kaçarken başı
meşe ağaçlarının arasına sıkışıp havada asılı kaldığı bir sırada Aşbalom'u
mızrakla vurarak öldürdü.
Davud'u Hebron'da
iktidara getirmek için destekleyen Yahuda aşireti, diğer aşiretlere nazaran
verdiği bu desteğin meyvesini toplamak istiyordu, ama kendisi de Yahuda
aşiretinden olan Davud onlardan çekinerek diğer aşiretler nazarında kendi
aşiretine bağlı olmak istemedi. Bu yüzden canı sıkılan aşireti babasına isyan
eden dik kafalı oğlunun çevresinde kenetlendi.
Göründüğü kadarıyla
Davud dik kafalı oğlunu bastırınca Yahuda aşireti ona yaklaşmaya başladı. Bu
yaklaşma, Israil'de on kabilenin kinini artırmak ve Şaul ailesinden yedi
kişinin kellesini vurduran Davud'dan intikam almak isteyenlerin ateşini körüklemek
için yeterli olmuştur. Peki bu kan dökme işi kimin vasıtasıyla
gerçekleşmiştir? Israil'le akrabalığı bulunmayan Gibeonlular.. Fakat bu olay
biraz sonra üzerinde duracağımız Benyaminli Şeba b. Bikri'nin isyanına yol
açmıştır.
Abşalom, başlattığı
isyan hareketinde rüzgarın kendinden yana estiği kanaatine vardıktan sonra
kral gibi davranmaya başladı. Hatta babası oğluyla girdiği bir cenkte başkenti
Kudüs'ü terk edip kaçmış, Doğu Ürdün'ü sığınıp yeniden durumunu kuvvetlendirmiş
ve Galile'de ipleri tekrar ele almıştı. Davud'un yaptığı akıllıca işlerden
birisi Kudüs'den kaçarken Ahit Sandığı'nı yanına almamak olmuş, baş kahin
Saduk'la Ebitar'a ve onlarla birlikte olan Levililere sandığın Kudüs'ten
çıkarılmasının doğru olmayacağını belirterek yerine iade edilmesini emretmişti.
Sandığın ve hizmetkârlarının geri gönderilmesinden amaç, Davud'a sadık
olanların başkentte kalması, dik kafalı oğlu Abşalom'un yakınında bulunarak
olup bitenleri kendisine ulaştırmaları, geri dönüş ve isyanı bastırma vaktinin
gelip gelmediği konusunda görüş bildirmelerini sağlamaktı.
Davud'un sandığı
geri göndermesinde onun gölgesinde ve himayesinde hareket edenleri koruduğu
yolundaki inancının zayıflamasına sebep olan acı tecrübeler yaşamış olmasının
rol oynadığı söylenmektedir. Gerçekten de Israillilerle Filistinliler arasında
çıkan savaşlardan birinde bu sandık ordunun önünde taşınmış, fakat Israilliler ciddi bir kırgın
yemiş, sandığı göz kulak olmakla görevli iki kahin öldürülmüş, Filistinliler
sandığı ele geçirerek kendi tapınaklarından birine götürmüş ve putlarından
birinin yanına koymuşlardı. Dala sonra Davud sandığı istirdat edip Kudüs'e
getirince, onun Tanrı'yı esaretten kurtarıp başkentteki yeni yerine naklettiği
söylenmişti. Hatta Davud Kudüs'ü Yebusluların elinden
aldıktan sonra orada yeni binalar kurmuş ve tann Yehova ve kutsal sandığı
ağırlamaya layık bir bina yaptırmıştı. İsraillilerin Ahit Sandığı hakkındaki
görüşü sandığın Filistinlilerin eline geçmesinden sonra bir gelişme kaydederek
yavaş yavaş Tanrı ve eviyle ilgili görüşün değişmesine yol açmıştır ki, Tevrat
yazarlarının Süleyman'ın ağzından söylettikleri şu sözler de bunu
göstermektedir: “Tanrı kendisinin koyu karanlıkta oturduğunu söyledi. Oturman
için sana bir ev, ebediyen mesken tutacağın bir yer yaptım.”27 Ve arkasından
söylenen şu söze ne demeli: “Gerçekten Allah yerde yaşar mı?”28 Anlaşıldığı
kadarıyla İsrailliler ilk başlarda Müsa'nın tanıdığı Yehova'nın Sina dağında
yaşadığına inanıyorlardı ve Sina'nın güneyindeki Horeb'den Filistin sınırlarına
göç etmelerini ancak Yehova'nın gündüzleri bir bulut kümesi, geceleri ise bir
ateş sütunu halinde kendileriyle birlikte göç etmesiyle bir çözüm bulmuşlar,
akıllarınca Yehova'nın çöldeki önceki meskeninden vazgeçerek kendileriyle
birlikte gelmeyi kabul ettiği kanaatine varmışlardır.
Davud'un dik kafalı
oğlunu gözlemesi için gönderdiği casusların, elde ettikleri bilgilerin krala
ulaştırılmasında önemli bir rolleri vardı. Bu casuslar, Abşalom'u
yakmarkadaşlarının etkisinden bir noktaya kadar uzaklaştırmış ve kendi sözlerini
dinletir olmuşlardı. Abşalom'un boyundan büyük işe kalkışarak, asıl görevini
ihmal etmesi ve babasıyla arasında vukû bulan çarpışmada hayatını kaybetmesine
de bu tavsiyeler yol açmış, ama neticede Davud'a karşı başlatılan bir isyan
faslı sona ermiştir.
Ne var ki
başkaldırının birinci etabı biter bitmez, sanki onun devamıymış gibi bir diğeri
başlamış, buna da Davud'un Yahuda aşiretine diğerlerinden daha fazla meyletmesi
yol açmıştır. Kuzeyde Benyamin ailesinden Şaul'un mensup olduğu aşirettenBikri
oğlu Şeba isyan bayrağı açarak “çevresine tüm İsrail erkeklerini toplamış,
fakat Yahudalılar krallarına sadık kalmışlardı.” Şeba'nın isyanı da başarılı
olmadı ve Beyt-maaka'nın Abel şehrinde kuşatıldı. Şehir halkı teslim olmayı
tercih etti ve Şeba'yı öldürüp başını keserek Davud'un komutanına gönderdiler.
O da bunu yeterli görerek Kudüs'e döndü.
Davud zamanında bir
yandan uluslararası şartlar, diğer yandan Davud'un şahsi kabiliyetleri, Kenan
elinde sağlam temeller üzerine oturtulmuş bir devlet kurmak için büyük bir
imkan sağlamıştı. O sıralar Mısır ve Mezopotamya çöküş dönemi geçiriyorlardı
ve Suriye'de olup bitenlerle uğraşacak durumda değillerdi. Aramîler ise henüz
gelişim aşamasındaydılar.
Gerçi eski Mısır
İsraillilerin devletlerini kurmaya çalıştıkları Suriye topraklarının güney
kesimindeki hükümranlık siyasetinden asla vazgeçmiş değildi; ama bu
hükümranlık, Mısır'ın bir yandan birbiriyle çekişen prensler, diğer yandan
Libya'nın batısından veya Kuzey Nubiya'dan saldırıya geçen düşmanlar sebebiyle
bölünüp parçalandığı dönemlerde ancak sembolik bir hükümranlıktı.
Filistinlilerden
söz ederken araştırmacıların Filistin'in İsrailliler üzerindeki boyunduruğunu
gevşetmeyi sağlayacak bir takım sınırlı hareketlerde bulunduğu şeklindeki
görüşlerine değinmiştik. Gerçekten de Mısır'ın bu tür hareketleri Davud'un
ellerini Filistinliler karşısında daha fazla serbest bırakmıştı. Her ne kadar
Davud bir yandan kendi şahsi kabiliyetleri, diğer yandan ordusu saflarında
çarpışan paralı askerlerin destekleri sayesinde ispat-ı vücut etmeyi başarmışsa
da, bu, biraz da Mısır'ın daha az faal olmasından kaynaklanmış, ama yine de
Davud Mısır'a kendini fazla bağımlı hissetmemiştir. Ancak, Davud'u kötü sondan
kurtaran şans, Mısır'ın Kenan elindeki hakimiyetini tekrar diklemeye girişen
1. Şeşnak gibi tamahkâr bir firavun döneminde yaşayan oğlu Süleyman'a
gülmemiştir. Eğer bir gün arkeoloji bilimi Mısır tarafından veya Babil ve
Asuriler'den İsraillilerin Süleyman'dan ön cekrallıklarını kurmaları konusunda
doğrudan yardım aldıklarını ispat ederse, Davud'un krallığının fiilen
bağımsızlığıyla ilgili kanaat değişecektir, ama yine de Davud'un Tevrat'ın
abarttığı kadar büyük ölçekte değilse bile, Kenan elinde ilk küçük lsrail krallığının
kurucusu olduğu görüşü sabit kalacaktır.
llk lbrani
krallığı, nisbı bir bağımsızlık ve fazla önemli olmayan uluslararası bir
şöhret kazandığı bir altın çağın mutluluğunu tatmışsa da, bu dönemin Davud'un
hayatının Tevrat'a göre M. Ö. 1048'da Hebron'da krala biat edip, yine aynı
kaynağa göre 1015'de ölümüne kadar geçen çeyrek asırlık bir dönemini kapsayan
küçük kırılmalarla dolu bir dönem olduğu görülecektir.
Devletlerin 'yaşı
içte ve dıştaki istikrar, huzur, sükun ve barış yıllarıyla hesaplanırsa,
rakamlarla tespit edilmiş olsa bile, bunların gerçeği yansıtmadığı suçlamasında
bulunamam. Dolayısıyla burada Tevrat'ın verdiği tarihleri kaydederek, takdiri
okuyucuya bırakacağım. Ancak, bu tarihlerin doğru olmamasının yanı sıra kronolojiyi
de doğru yansıtmadığını bir not olarak belirtmek isterim.
1048* : Davud'un
taç giyişi; Yebuslular ve Filistinlilerle savaş.
1043 : Sur kralı
Hiram'ın Davud'la muhaveresi.
1042 :
Filistinlilerle savaş ve Ahit Sandığı'nın Kudüs'e nakli.
1040 :
Filistinliler, Moablılar, Aramîler ve Ammonlularla savaş. '
1035: Amman'da
(Rabbet Ammon) Ammonlularla savaşın arefesinde Hattili Uriya ile kaçamak
hikayesi.
1030 : Abşalom'un,
kardeşi Amnon'u kızkardeşi Tamar'ı kirlettiği için öldürmesi.
1024 : Abşalom'un
isyanı.
1023 : Asi
Abşalom'la savaş. Abşalom'un öldürülüşü. .
1022 : Benyamin
ailesinden Bikri oğlu Şeba'nın isyanı.
1018 :
Filistinlilerle savaş.
1015 : Davud'un
ölümü.31
Bu verilen
rakamlardan sonra hâlâ Davud’un krallığının bir altın çağı yaşadığı
söylenebilir mi? İşin en üzücü yanı ise bazı gözde Arap tarihçilerinin
hakikati ve tarihi çarpıtma adına Yahudilere âtıfet besleyen, Davud'un kurduğu
krallığa gerçeklerle örtüşmeyen özellikler ve menkıbeler yükleyen bir Batılı
tarihçinin arkasına takılıp gitmeleridir. Belki de onlar (yani bazı Arap
tarihçiler) bu davranışlarıyla tarih olduğunu ileri sürdükleri konulara şahsi
duygularını karıştırmayan bağımsız araştırmacılar görüntüsü vermeye
çalışmaktadırlar.
Bazıları şöyle
diyorlar: “Gerçekte Davud’un kurduğu krallık, Filistin’de bir benzeri kurulmamış
en güçlü milli devletti. Bu devletin sahil şeridinin tamamını sınırları içine
almamış olması, G. A. Smith'in 'Filistin, tarihinin hiçbir döneminde tek bir
milletin malı olmamıştır ve muhtemelen de olmayacaktır' cümlesinin birinci
kısmının değerini azaltmaz."
Biz bu sözleri
buraya koymaktan çekinmiyoruz, çünkü saçma olduğundan eminiz. Yalnızca kültürlü
okuyucuya bazı Batılı tarihçilerin gönlünden geçirdikleriyle ters düştüğü
zaman gerçeklere ne kadar tahammülsüz olduklarını göstermek istedik. 'Filistin,
tarihinin hiçbir döneminde tek bir milletin malı olmamıştır' sözü, en basit
tarihi gerçeklerle örtüşmeyen bir ifadedir. Aksine Filistin şu ana kadar Arap
demekten kaçındığımız Amorîler, Kenanlılar ve Yebuslular gibi eski Arapların
mülküydü. Bu isimlendirmeyi zikretmekten kaçınmamızın sebebi ise, tarihçilerin
ittifakla kabul ettikleri bir şeye karşı ters bir tavır sergilememe prensibine
bağlı olmamızdır. Çünkü bu tarihçiler, isimlerini verdiğimiz halkların Sami
oldukları, asıl vatanlarının da Arap Yarımadası olduğu konusunda
hemfikirdirler. Bu halklar saf Arap değillerse bile, İslamın gelişine kadar
süren cahiliye döneminde tanıdığımız saf kan Arapların türedikleri eski
sülalelerden geldiklerinde şüphe yoktur.
Filistin halkı,
Arap fethinden önce bu ülkeye yabancıunsurlardan arındırılmış bir mülk olarak
sahip olmamışlarsa bile, ondan sonraki Osmanlı İmparatorluğu dönemi de dahil
olmak üzere, on dört asır boyunca oranın sahibidirler. Ve onlar bu ön dört
asır boyunca, imparatorluğun sınırları içinde başta Araplar olmak üzere,kendi
topraklarının idaresinde o günün vatandaşlık hukuku anlayışının izin verdiği
ölçüde tüm haklarını kullanan vatandaştılar. Diğer Arap ülkeleri ve özellikle
Şam bölgesiyle birlikte Filistin'in de bu idari taksimatta yer alması söz
konusu gerçeğin değerini küçültmez. Birinci Dünya Savaşı komploları arasında
yer alan Sykes-Picot anlaşmasının çizdiği sınırlar ise, Osmanlı İmparatorluğu
sınırları dahilinde kendi büyük vatan toprakları üzerinde bulundukları için
Arap vatandaşı nezdinde herhangi bir önemi haiz değildir.
Yukarıda sözünü
ettiğimiz on dört asırlık dönemi sekteye uğratan yalnızca iki dönem vardır.
Biri Milattan sonraki ikinci binin birinci çeyreğindeki kara Haçlı Seferleri
çağı, ikincisi ise XIX. Yüzyıl başlarında 1948'de İsrail'in kuruluşuyla
meyvesini veren Siyonist Haçlı Seferi çağıdır.
G. A. Smith'in
sözünün 'Filistin, asla tek bir halkın mülkü olmayacak' şeklindeki ikinci
kısmına gelince, bunu ancak önümüzdeki günler gösterecektir. Çünkü Filistin,
yüz milyondan fazla Arabı barındıran Arap topraklarının tam ortasındadır ve
Araplar her ne kadar bugün geri kalmış bir halk iseler de, şuurludurlar ve
uyanmaları onları sevmeyen, onlara kin besleyenlerin umduklarından daha
yakındır ...
Hislerime kapılıp
konudan uzaklaştığım için okuyucudan özür dilerim. Biz yine konumuza dönelim.
Sur kralı Hiram'ın
Davud'la başlattığı muhavere, İsraillilerin hayatında önemli bir dönüm
noktasıydı. Hatta muhtemelen bu Fenikeli-İsrailli ilişkisi, iki kral arasındaki
ilişkiler istikbale yönelik neticeler doğurduğu için, İsrail oğulları
tarihinde içlerinden bir kralın başardığı en büyük işti.
İsrailliler
denizden çekiniyorlardı. Onlara göre denize çıkmak Tanrıya lanet okumanın, kafa
tutmanın sembolüydü. “Ah! Kalabalık halklar denizler gibi gürlüyorlar.” Yehova'dan kaçanın sığındığı yer denizdi,
“Gözümün önünden uzak, denizin dibinde saklansalar da, oradan yılana
emredeceğim ve onları sokacak. ”33 Dolayısıyla İsraillilerin denizden
faydalanmaları Batının ufkuyla tanışmaları sayesindedir. "
“Karada İsraillinin
en büyük emeli asmasının veya zeytin ağacının altına uzanıp yatmaktı.
Tembeldiler ve çalışmayı sevmiyorlardı." Tüm İsrail'de bir tek İsrailli
demirci yoktu; çünkü Filistinliler İbranîler kılıç yahut mızrak yapmasınlar demişlerdi.
Ve bütün İsrailliler, herkes çapasını, sapan demirini, baltasını ve kazmasını
bilemek için Filistinlilerin yanına giderlerdi. ..Sonunda savaş gününde
Şaul'la birlikte olan halkın elinde kılıç ve mızrak yoktu."
Filistinliler demir
işçiliğini tekellerinde tutuyor ve Hattilerin Anadolu'da yaptıkları gibi onlar
da kendi bölgelerinde bu işin sırrını kimseye vermemeye gayret
gösteriyorlardı. Ama bu böyle sürüp gidemezdi. Davud Filistinlilerle temas
kurmuş, onlara sığınmıştı ve muhtemelen bu arada bilgileri dahilinde değilse
bile gizlice demirciliği de öğrenmişti. Davud gibi hile yollarını gayet iyi
bilen ve Şaul'la bozuştuktan sonra Filistin'e sığınan birinin çevresinde
çetesini oluşturan bazı Filistinliler toplanmış olmalıydı ve demirciliği öğretenler
de onlar olmuştu. Çünkü Davud demir madenleri yönünden zengin olan Moab
topraklarını ele geçirdiğinde bu konudaki bilgisini devreye sokacaktı.
Her ne kadar
Hakimler döneminde demir Filistinlilerin tekelindeyse de, altın ve bakır böyle
değildi. Ama İsrailliler böyle gelişmiş zanaatlarda hüner sahibi değillerdi.
Hakimler kitabında komşu Arap kabilelerinin madenciliği bildiklerini gösteren
bir rivayet yer almaktadır: “Çünkü onlar İsmail! oldukları için altın
halkaları vardı. .. Onun istediği altın halkaların ağırlığı bin yedi yüz şekel
altındı. Hilaller, küpeler ve Midyan kralları üzerindeki erguvani esvaplar ve
develerinin boynundaki zincirler buna dahil değildi. "35 İsrailliler,
metal eşyalarını Arap ticaret kervanlarından satın alıyor ve karşılığını yağ,
üzüm, kuru incir ve bazen de şarapla ödüyorlardı.
Göründüğü kadarıyla
Fenikenin tacir kralı Hiram, Kenan' elindeki gelişmeleri yakından takip ediyor
ve özellikle Davud'un Edomluların, Ammonluların ve Moablıların Şeria'nın
doğusuna kadar uzanan topraklarıyla, Ölü Deniz'in doğu ve güney kesimindeki
arazileri ele geçirip, Orta Suriye ile Arap Yarımadası arasın daki kervan
yolunu hakimiyet altına alarak ispat-ı vücut ettikten sonra İsraillilerle
ticari alanda işbirliği imkanlarını araştırıyordu.
Mısır'da geçmişteki
olaylar sebebiyle ortamın karışık olması da Hiram'la Davud arasındaki bu
işbirliğini teşvik ediyordu. İsrailliler güney ve doğudaki Arap komşularıyla
Sur'daki Fenikeli müttefiklerinden ticareti ve inceliklerini öğrenmişlerdi.
Dolayısıyla ticaretin kelimenin düz anlamıyla Davud'un saltanat yıllarının
başlarında İsrailliler arasında yayılmaya başladığını rahatlıkla
söyleyebiliriz.
Tarihçi H. G.
Wells, bu noktadan hareketle Hiram'la Davud arasındaki ilişkiler konusunda
ticari unsurun Davud ve krallığını Sur kralına bağlayan unsurlardan birisi
olabileceği sonucuna varmaktadır. Wells'in işaret ettiği tehlikeli ilişki ise
şu sözünde belirginleşiyor: “Öyle anlaşılıyor ki o (Davud), kendini Sur kralının
himayesine terk etmiştir.”
Bu demektir ki,
Davud'un krallığı hükümran bir devlet değil, bir gümeşte idi ve dolayısıyla
Yahudilerin Yahudi tarihinin medar-ı iftiharı, çevresine dehşet saçan muhteşem
krallık olarak göstermeleri bir aldatmacadır ve aynı krallığın Süleyman döneminde
hızlı bir şekilde Mısır firavununun himayesine girmesi de bunu göstermektedir.
Davud, İsrail
krallığında yeni gelenekler ihdas etmek istiyordu ve şüphesiz eski çetesine
mensup silah arkadaşlarının yardımıyla tahta çıkmasına zemin hazırlayan
şartlardan yararlanmış; bir hassa birliği teşkil etmiş, saray işlerini ileri
gelen dostlarına ve danışmanlarına havale etmiştir. Bu danışmanlardan birisi de
kimliği belirtilmeden il. Samuel kitabının sekizinci babının sonunda
zikredilen Asuri katibi Seraya idi.37 Davud'un hükumet kurma ve idaresi
konusunda köklü bir uygarlığa sahip Mezopotamya ülkelerinden birine mensup
olan bu katibin tecrübelerinden faydalanmamış olması mümkün değildir. Davud,
hakimiyeti altında bulunan bölgelerde nüfus sayımı yaptırmışsa da, Tevrat
sifirleri bu sayım sonuçları konusunda ittifak halinde değildir. Örneğin 11.
Samuel kitabına göre İsrail'in nüfusu sekiz yüz bin, Yahuda'nın nüfusu beş yüz
bin kişiydi ve toplam 1 300 000 eli silah tutan insan vardı. 1. Tarihler
kitabı ise İsrail'in bir milyon yüz bin, Yahuda'nın dört yüz yetmiş bin olmak
üzere toplam 1 570 000 kişi olduğunu belirtmekte ve bunların “eli silah
tutan" kişiler olduğunu kaydetmektedir. İki kitabın verdiği rakamlar
arasında ise 270 bin kişilik bir fark vardır. İki kitaptaki rakamların
birbirini tutmaması dahi bu istatistiki bilginin suni olduğunu göstermektedir.
Ayrıca Tevrat yazarlarının özellikle Yahuda'nın nüfusunu şişirdikleri görünüp
durmaktadır. Çünkü daha önce de belirtildiği gibi Tevrat sifirlerinin Babil
sürgününden sonra nihai gözden geçirilme merkezi Yahuda idi ve
dolayısıyla onların küçük Yahuda aşiretinin nüfusunu abartmalarında bir
garabet yoktur ki, amaçları da Yahuda aşiretini İsrail toplumunu teşkil eden on
kabile arasında yüksek bir yere koymaktı.
Halk bu nüfus sayımından
memnun değildi ve Davud'un bu işle görevlendirdiği yardımcıları da halkın
cehaletinden yaka silkiyordu. Bunu, Tevrat yazarlarının halkı kendi
dönemlerinde yapılan sayımlardan kaçınmaya teşvik etmelerinden, Davud'un yaptırdığı
sayımı şeytani bir iş olarak nitelemelerinden anlıyoruz: "Şeytan İsrail'e
karşı çıktı ve Davud'u İsrail'i saymaya tahrik etti." Arkasından da şu
iddiada bulunuyorlar: “Bu iş Tanrı'nın hoşuna gitmedi. İsrail'i vurdu. "38
Konuyla ilgili
yapılan yorumlarda halkın bu nüfus sayımını, hürriyetinin kısıtlanması ve yeni
devletin kendilerine ağır yükümlülükler yüklemesinin uğursuz bir başlangıcı
olarak değerlendirip, hoşlanmadığı kaydedilmektedir.
Kısacası Davud'un
devlet kurmadaki başarısı sınırlı bir başarıydı. Bu, onun başarılı bir
yönetici olmamasından değil, aksine halkın bu kural dışı liderin icraatlarını
anlayacak kapasitede olmayışından kaynaklanıyordu. Çünkü iç ve dış tehlikelere
karşı dayanabilecek'sağlam bir toplum bina etmede köşe taşı rolü üstlenen
uyumdan tamamen uzak bir topluluktu. Onlar, Kenanlılar üzerine gelen
İbranîlerdi. Vahid bir toplum oluşturmak için ge- rekli kaynaşma
tamamlanmamıştı. Kuzey ve batıda Filistin ve Aramı, güney ve doğuda da Arap
topluluklar bu iki grup arasında bir engel olarak duruyorlardı. Dahası,
lbranîler birbirini çekemeyen haset ve kindar insanlardı.
Gerçi Davud iyi bir
silahşor olarak şahsi kabiliyetleriyle ve başarılı bir idareci sıfatıyla bu
zayıf devleti ayakta tutmayı başarmıştı, ama vefatından sonra yerine geçen
oğlu Süleyman yalnızca sırtını Mısır firavununa dayayarak ayakta durabilmiş, o
yüzden zaten beklenilen bölünme kimseyi şaşırtmamıştı.
Tevrat'da Davud'a
atfedilen Mezmurlardan burada söz etmeyeceğiz. Çünkü bizden önce pekçok bilim
adamı bunların Davud'a ait olduğu konusunda ciddi şüpheleri olduğunu
belirttiler. “Bu konu üzerinde akli bir delille ittifak sağlanmadığı sürece, Davud'un
Mezmurların yazarı olduğunu söylemek zordur. Mezmurlarda geçen pek çok ifade ve
düşüncenin Samuel ve Tarihler kitaplarında da yer alması, Mezmurların bu
kitaplardan alıntı olduğu şüphesi doğurmaktadır.”
1. Samuel kitabında
okuduğum ve görmezden gelemeyeceğim bir cümleye burada işaret etmeden konuyu
kapatmayacağım. Çünkü Tevrat yazarları Davud'un tevhit inancının doğruluğuna
hiç değinmezken, bir çok yerde onun seks hayatından ve özellikle Hattili
Uriya'nın karısıyla olan kaçamağından bahsetmeyi tercih etmişlerdir. l.
Samuel'de dikkatimi çeken cümle şu: “Mikal, Terafim'i alıp yatağa koydu,
başının altına keçi postu koyup, üzerini elbiseyle örttü.” Bu ifade Şaul'un kızı Mikal'ın kocası Davud'u
öldürmek için peşinden gelen babasından kaçırmak ve onun adamlarına Davud'un
hâlâ yatakta uyumakta olduğu izlenimi vermek için yerini Terafim'in yattığı
yere serdiği olay anlatılırken geçmektedir. Bilindiği gibi Terafim
putperestlerin taptığı bir puttu ve bu put bize Yakub'un karısı Rahel'in babası
Laban'ın evinden çaldığı putları hatırlatmaktadır. Fakat bu Terafim bir devenin
hörgücü arasında saklanabilecek kadar küçüktü, burada ise bir adam büyüklüğünde
tasvir edilmektedir.
Terafim'i Davud'un
evine getirten nedir? Yoksa onlar bununla Davud'un putlara tapmaktan hâlâ
tamamıyla kurtulmadığını mı ima etmek istiyorlar? Bu konuya ileride tekrar
döneceğiz?
x
Davud oğlu
Süleyman, babasının M. Ö. 974-962 yılları arasında tam tespit edilemeyen bir
yılda ölümünden sonra tahta geçti. Tevrat'a göre tahta çıktığında küçük
yaştaydı, ama biyografisine baktığımızda bu ifadenin doğru olmadığı görülüyor.
I. Krallar
kitabında, Süleyman'ın krallık döneminin birinci kısmı bize lüks, ihtişam,
barış ve zaferlerle dolu yıllar olarak gösterilir ve sıkıntılı dönemin onun
yaşlılık günlerinde başladığı belirtilir.
Süleyman'ın
babasının tahta çıkışı sakin bir ortamda gerçekleşmedi. Davud, oğlu Süleyman'a
küçük yaşta ve çömez olduğu için onu bertaraf etmesinden korktuğu bazı kişileri
saf dışı bırakmasını öğütlemişti. Bunların başında da oğlu Abşalom'u öldüren
başkumandanı Yoab b. Samba vardı. Gerçekten de bu Yoab, Tevrat'ın verdiği
bilgilere göre, bazı hallerde dayısı ve efendisi Davud'a . karşı dikleniyordu
ve şayet Davud'un beraberinde getirdiği kendisine sadık altı yüz Filistinlinin
yardımları olmasaydı, ne tahtında rahat oturabilir, ne de hayatından emin
olabilirdi. Bu yüzden Davud'un Süleyman'a vasiyetinin ilk maddesi teyze oğlunun
öldürülmesiydi.
Davud'un son
günlerinde ve vefatından önce Süleyman'ın üvey kardeşi Adonya tahta geçmeye
teşebbüs etmiş, kahin Ebit- har ve Samba oğlu Yoab da ona desteklemiş, fakat
Filistinli silahşorlardan oluşan hassa askerleri, Davud'un gönlünün Süleyman'dan
yana olduğunu bildikleri için bu teşebbüsü akim bırakmışlardı.
Davud vefat
ettikten sonra Süleyman'ın ilk işi iktidar heveslilerini ve şüphelileri
ortadan kaldırmaktı. Bu yüzden Süleyman, önce üvey kardeşi Adonya ve
teyzesinin oğlu Yoab'ın kellerini vurdurup, kahin Ebithar'ı saraydan kovarak
evinde göz hapsine aldırdı.
Tevrat, iktidar
heveslilerinin ve şüphelilerin öldürülmesinden sonra Süleyman saltanatının
alayiş ve debdebesini anlatmaya geçmektedir. Buna göre Süleyman Mısır
hükümdarının damadı olmuş, firavun Gezer'i işgal ederek Süleyman'la
evlendirdiği kızının çeyizi olarak damadına hediye etmiştir.
Yine Tevrat'a göre
Süleyman'ın toprakları da genişlemiştir: “Ve Süleyman ırmaktan
Filistinlilerin diyarına ve Mısır sınırına kadar bütün ülkeler üzerinde
saltanat sürdü. Onlar vergiler sundular ve hayatta olduğu sürece Süleyman'a
kulluk ettiler. "l
Tevrat'da,
Süleyman'la Sur'un Fenikeli kralı Hiram arasındaki ilişkilerin güçlendiğinden
de bahsedilmektedir. Bilindiği gibi bu' ilişkiler babası Davud zamanında
başlatılmış, Süleyman zamanında zirveye ulaşmıştır. Bu ilişki, Kudüs kralını
tüm hayatı boyunca en fazla meşgul eden faaliyetler arasındadır.
Süleyman,
tapınağını ve sarayını Fenike kralı Hiram'ın verdiği teknik yardım ve
gönderdiği kereste ile kurmuştur. Daha sonraları ise Süleyman İsrail'in (kuzey
kesimimin) on iki sancağa ayrılması projesini gerçekleştirmiş; her bir
sancağın başına yılın bir ayı boyunca ihtiyacı olan erzak ve diğer malzemeyi
teminle mükellef bir naip koymuştur.
l. Krallar
kitabında Süleyman “Edom'da Kızıl Deniz sahilinde Elot'un yan tarafında yer
alan Etsyon-geber'de gemiler yaptırdı. Hi-
ram, denizciliği
bilen kullarını Süleyman'ın köleleriyle birlikte gemilerde gönderdi. Bunlar
Ofir'e gelip oradan dört yüz yirmi talant altın aldılar ve onu kral Süleyman'a
getirdiler” denilmektedir.
Bu ticari faaliyet
kervan yollarının tanzimini, ithalat ve ihracat kervanlarının korunmasını,
güzergahlar üzerinde ticaret istasyonları kurulmasını gerektirdi. Bu yüzden
Süleyman, “Gezer, Aşağı Beyt-Horon, Baalat'ı, ülkenin çöl kesiminde yer alan
Tedmür'ü, Süleyman'ın depolarının bulunduğu bütün şehirleri, savaş arabalarının
bulunduğu şehirleri, sipahilerin yaşadıkları şehirleri, ayrıca Kudüs'de,
Lübnan'da ve hükümran olduğu tüm topraklarda yapmayı arzuladığı şeyleri yaptı.
”
l. Krallar
kitabıyla Il. Tarihler kitabı karşılaştırıldığında, ikincisini yazanların
Süleyman döneminin debdebesini gösterip, ölümünden sonra krallığın ikiye
ayrılmasına yol açan kötü yönleri görmezden gelmeye özen gösterdikleri
anlaşılmaktadır.
I. Krallar
kitabında şöyle deniliyor: “Süleyman Tanrı'nın iki evini, kral sarayını
yaptıktan yirmi yıl sonra Sur kralı Hiram Süleyman'a erz ağacı ve kavak
kerestesi ve ihtiyacı kadar altın yardımı yapmıştı. O zaman kral Süleyman
Hiram'a Galile'de yirmi şehir verdi. Hiram, Süleyman'ın kendisine verdiği
şehirleri görmek için Sur'dan çıktı. Şehirler hoşuna gitmedi. 'Kardeşim, bana
verdiğin şehirler ne biçim şehir böyle?' dedi. Oralara bugüne kadar Kabul
diyarı denildi. Hiram krala yüz yirmi talant altın gönderdi. ”4
Halbuki II.
Tarihler kitabında aynı konuyla ilgili olarak şu satırları görüyoruz:
“Süleyman Tanrı'nın evini ve kendi evini yirmi yılda kurduktan sonra, Huram'ın
Süleyman'a vermiş olduğu şehirleri Süleyman yaptı ve İsrail oğullarını oralara
iskan etti. Sü leyman Hama-Tsoba'ya gitti ve onu yendi. Çölde Tedmür'ü ve
Hama'da kurduğu depo şehirlerin tamamını bina ettirdi.”
Veren kim, alan
kim? Birinde Hiram'ın şehirler aldığı, diğerinde aynı Hiram'ın o şehirleri
verdiği söyleniyor. Aynı hikayeyle ilgili iki metin arasındaki bu korkunç
tezat, Tevrat'ın ciddi bir süzgeçten ve tenkitten geçirilmeden kaynak olarak
kullanılmasının ilmi hafife almak ve gerçeği önemsememek olduğunun bariz bir
delilidir.
Birilerine göre
Süleyman Hiram'a yirmi şehir vermiş ve bunların bedeli yüz yirmi talant altın
olarak ödendikten başka, Hiram Süleyman'a borç olarak istediği altın ve inşaat
malzemesi de göndermiş. 1. Krallar kitabından açık seçik anladığımız bu. Ama
ne işse Il. Tarihler kitabını yazanlar bu hikayeyi beğenmemişler ve olayı ters
yüz ettikleri gibi, bir de o şehirlere İsrail oğullarını yerleştirmişler..
Araştırmacılar Tarihler
kitabında yazılanlara zerrece önem vermemişlerdir. Örneğin Kitab-ı Mukaddes
Ansiklopedisi'nde şöyle deniliyor: “Fenike'den ithal edilen kerestenin bedeli
olarak ödenen tahıl, yağ ve muhtemelen yün yeterli olmadığı için Süleyman
borcunu toprak vererek kapattı.” Britannica Ansiklopedisi ise şöyle diyor:
“Süleyman Sur kralı Hiram'a olan borcunu kapatmak için Galile bölgesinden vaz
geçmek zorundaydı.”
Yukarıda sözü
edilen her iki kitapta da Tedmür'ü Süleyman'ın kurduğu belirtilmektedir.
Tedınür, Şam ovasında Humus'un 125 km. doğusunda yer almaktadır. Tevrat
yazarları burada zihinleri bulandırmak suretiyle Yahudilere kral Süleyman'ın
Fırat nehrine kadar vardığını ifade etmek istiyorlar. Bununla birlikte
sınırları çizerken “nehirden Filistinlilerin yurduna kadar” ifadesini kullanarak,
zaman ve mekana göre isteyenin istediği biçimde yorumlaması için nehrin hangi
nehir olduğunu belirtmiyorlar. Burada sözü edilen nehir Şeria nehri olabileceği
gibi, Fırat nehri olarak düşünülmesi de mümkün. Bu bulanıklık bazı aykırı
düşünürleri ve tezvircileri vehme sevk etmiş, böylece Süleyman'ın imparatorluğunun
sınırının doğuda Arap Körfezi'ne dayandığı, Tevrat'da sözü edilen Hama şehri
girişinin Toros dağlarının eteklerinde bulunduğu hayaline kapılmalarına yol
açmıştır.
Tedmür'e dönelim.
Tedmür'ü Süleyman'ın kurduğunu söylüyorlar. Nerede? Çölde.. ve “topraklarda”,
ama hangi çöl, hangi topraklar? Nasıl anlamak istersen, öyle anla! ,
Bu İsrail iddiasına
kızanlar ise Tedmür'ün Süleyman doğmadan bin yıl önce kurulduğunu ve adının
Fırat nehri üzerinde bulunan eski Amori başkenti Mari kazılarında ortaya
çıkarılan eski metinlerde geçtiğini belirtiyorlar. 8
Kanaatimce bu
kadarcık bir belgeyle yetinmek önemli bir boşluk bırakmak olur. Metinde geçen
“kurdu” veya “bina etti” sözcüğü temelden kurmak anlamına gelmez. Örneğin
Süleyman'ın Gezer'i kurmadığını, yalnızca şehri onararak ana ticaret merkezlerinden
biri haline getirdiğini bildikleri halde “Süleyman Gezer'i kurdu” diyorlar.
Dolayısıyla “Tedmür'ü kurdu” ifadesi de bu anlamda kullanılabilir. Bunun
anlamı, Süleyman onu temelden kurmadı, yalnızca Suriye çölünden geçen kervan
yolu üzerindeki ana ticaret merkezlerinden birisi haline getirdi demektir.
Fakat gerçekleri
çarpıtanlara ağır bir darbe Kitab-ı Mukaddes Ansiklopedi'nden gelmektedir. Bu
ansiklopedide Tevrat yazarlarının şehrin adını yanlış yazdıkları, doğrusunun
ki şüphesiz öyledir, Revised Version (Gözden Geçirilmiş Nüsha) da geçen
Tamar olduğu belirtilmektedir. Aynı
kaynak İsrail sınırının hiçbir zaman kuzeyde Tedmür'e dayanmadığını, böyle bir
şey düşünmek için hiçbir sebebin bulunmadığını kaydetmektedir ki, zaten Tedmür
de Tevrat'da bu münasebetle zikredilmez.
Şu halde
Süleyman'ın kurduğu şehir Tedmür değil, Tamar'dır. Tamar veya Tamar kaleleri ise
bugün Ölü Deniz'in batı sahilinin ortalarında yer alan Ayn Gedi'ye düşmektedir.
Şunu da kaydetmek gerekir ki, bugün Arapların oturduğu Taamure, güneydeki
Beytlehem'le Ölü Deniz arasındaki bölgede yer almaktadır. Tamar, Taammur ve
Taamure arasında kolayca bir benzerlik kurulabilir, ama her halükârda tam yeri
neresi olursa olsun Tamar,Judaea bölgesinin güney sınırları dışında asla yer
almamıştır. Bunu, Tevrat metnindeki Tamar'ın Gezer, Aşağı Beyt-Horon, Baalat'la
birlikte zikredildiği ve hepsinin Kudüs sınırları dahilinde veya yakınında
bulunduğu kaydından da çıkarabiliriz. Tedmür'ün bu şehirler arasına nereden
girdirildiğini ise anlayabilmiş değiliz. Bu, olsa olsa, Tevrat yazarlarının,
yukarıda belirttiğimiz gibi, zihinleri bulandırma gayretinden kaynaklanmıştır.
II. Tarihler
kitabında şöyle deniliyor: “Süleyman Hama-Tsoba'ya gitti ve onu yendi."
Acaba hangi Tsoba ve hangi Hama'yı kastediyorlar?
1. Samuel kitabında
“Şaul İsrail'de krallığı ele aldı. Çevredeki tüm düşmanlarına karşı, Moab'a,
Ammon oğullarına, Edom'a ve Tsoba krallarına ve Filistinlilere karşı savaştı.
Nereye gittiyse galip geldi”9 deniliyor. Bu metnin ne kadar doğru
olduğu tartışmasına girmeyeceğiz, ama Şaul'un hayatını Bisan sokaklarından birinde
asılmış olarak noktaladığını biliyoruz. Ancak burada sözü edilen Tsoba'nın
nerede yer aldığını bilmek istiyoruz. Metinde Moabhlar, Ammonlular ve
Edomlularla birlikte Tsoba krallarından bir kral değil,söz edilmesi, bu
Tsoba'nın Hama'dan veya Tsoba-Hama'dan veya Hama-Tsoba'dan uzakta bir yerlerde
olduğu düşüncesini akla getiriyor. Ama nerede? Sözü edilen Tsoba'nın nereye
düştüğünü araştırmak için Şaul hakkındaki rivayeti doğru kabul etmek
zorundayız.
Davud'dan söz
edilirken Hama'da bir Tsoba adı geçmektedir. Bu mübalağacı Tevrat yazarlarını
takip etmemiz gerekir mi, gerekirse nereye kadar takip etmeliyiz, onu da
bilmiyorum. Süleyman'ın savaş ve savaşçılıkla ilgisi olmadığı bilinir.
Tsoba'nın adının geçmesi, Süleyman'ın oraya giderek, onu yendiği şeklindeki
sözün hiçbir değeri yok. Belki de Tsoba Negev'de bir şehirdir veya Kudüs'e
bağlı köylerden birinin adıdır. Kudüs'ün nahiyelerinden Kaster civarında
günümüzde Tsoba ve Ktoyra adıyla bilinen bir köy vardır. Bunlar Mecdel, Bala,
Caba, Ekzib, Vafik vs. gibi eski yer adlarıdır.
Atların geldiği yer
Krallar kitabında
Süleyman'ın ticari işlerinden bahsedilirken şöyle deniliyor: “Süleyman'ın
atları Mısır'dan getirilirdi. Kralın tüccar takımı onları sürü halinde belli
bir paraya satın alırlardı. Bir savaş arabası altı yüz şekel gümüşe, bir at yüz
elli şekele Mısır'dan getirilirdi. Tüm Hatti kralları ve Suriye krallarının
savaş arabaları da onlar vasıtasıyla getirilirdi.” Burada Tevrat kitaplarında Mısır'dan bahseden
tüm metinleri bulanıklaştıran bir noktaya ulaşıyoruz.
Metinde Süleyman'ın
hem yerli tüketim, hem de Hatti ve Aramı krallarına satmak amacıyla Mısır'dan
at ithal ettiği açık bir biçimde anlatılmaktadır. Araştırmacılarınsa görüşü
şöyle: “Süleyman'ın Mısır'dan at ithal etmesi mantıklı değil. Çünkü Mısır, geniş
meraları olmaması sebebiyle, tarihinin hiçbir döneminde at yetiştirip dışarı
satmakla şöhret yapmış ülkelerden olmamıştır.
“Buna karşılık
dışarı satmak amacıyla at yetiştirmesi mümkün olan ülkeler Anadolu'nun dağlık
yöreleri, oralara yakın olan Küçük Asya ülkeleri ve Kuzey Suriye olabilir.
Örneğin Hezekiel kitabında (27/24) Sur halkının atlarını Küçük Asya'daki
Togarma'dan getirdiklerini belirtmektedir. Keza Herodot da Kilikya'nın
yetiştirdiği atlarıyla ünlü olduğunu kaydetmektedir.” 11 lyi de, Tevrat
yazarlarını bu hataya düşüren ve Süleyman'ın Mısır'dan at ithal ettiğini
söylemeye sevk eden nedir? Galiba Mısır'la Musri'yi birbirine karıştırmışlar.
Musri ■
Asuri krallarından
I. Salmanasar (takriben M. Ö. 1300) ve I. Tiglatpleser (M. Ö. 1100 civarı)
kitabelerinde Kuzey Suriye'de Toros dağlarının güneyine doğru uzanan ve Kubad,
Kiya, Kataonia ve Kilikya'yı içine alan, güneyde ise yaklaşık Asi nehri sahillerine
dayanan Musri adında bir devletten bahsedilmektedir. Aynı devlet ismi Musri'yi
III. Salmanasar (M. Ö. 858-824) zamanında 853 yılında vuku bulan Karkar
savaşında Asurilere karşı Suriye koalisyonunda yer alanküçük bir devlet olarak
görüyoruz. Muhtemelen iki isim arasındaki bu sıkı benzerlik, Prestead gibi bazı
büyük tarihçileri Mısır'ın Karkar savaşında Asurilere karşı oluşturulan Suriye
cephesinde yer aldığını söyleme yanılgısına düşürmüştür ve belki de hem Mısır,
hem de Musri bu ortak cephede yer almışlardır.
Yeroboam b. Ahab
zamanında Kuzey İsrail Krallığı'nın başkenti Samaria'nın Aramıler tarafından
kuşatılmasıyla ilgili olarak Tevrat'da şöyle denilir: “Çünkü Tanrı Aramı
ordusuna araba gürültüsü, at kişnemesi ve büyük ordunun gürültüsünü işittirdi.
Bunun üzerine onlar birbirlerine şöyle dediler: İşte, İsrail kralı Hatti
krallarını ve Mısır krallarını üzerimize yürümek için bize karşı kiralamış.”
Araştırmacılar, bu
metinde geçen Mısır kralları ibaresiyle Mısır'a değil, Suriye'nin kuzeyine
düşen bölgeye işaret edildiğini ileri sürmektedirler. Öbür türlü bu ibare,
ancak Mısır krallarının paralı askerlerden oluşan çete reisleri gibi
İsraillilerin hizmetinde çalışmayı kabul edecek kadar basitleştiklerini farz
ettiğimiz zaman geçerlidir.
Bu Musri'den başka
Arap Yanmadası'nın kuzey taraflarında da başka bir Musri vardır. Tam olarak Ölü
Deniz'in kuzey tarafında yer alan Moab sınırı üzerindedir. Araştırmacı Wincaart
bu bölgeyle ilgili olarak İbrani tarihini Mısır'la ilişkilendiren birçok tarihi
olaydan bahseder.13 Örneğin Hacer Mısırlı değil Musri'li; İbrahim'in
karısı Faron Sara, Musrili Bargu veya Fargu idi; İbrahim kurban sunacağı gün
Tevrat'da geçtiği gibi Kudüs'deki değil Musri yakınındaki Merya dağına kadar
eşlik etmiş; Tiglatpleser Edbagal adındaki adamını bir Mısır eyaletine değil,
Arap Yarımadası'nın kuzeyindeki Musri eyaletine vali tayin etmişti; Musri kralı
Farav, kızını Süleyman'la evlendirmiş, Gezer'i işgal edip düğün hediyesi olarak
kızına vermişti. Sözü edilen Farav ise Mısır firavunu değil, Edomlu Hadad'ın,
arkasından Efraimli Yeroboam'ın kendisine sığındığı kraldı.
Her ne olursa
olsun, Mısır'la Musri arasındaki benzerlik konusunda verdiğimiz bu bilgiler,
lsrail oğullarının ve onların komşu devlet ve halklarla olan ilişkilerinin
karmaşık yönlerine ışık tutan bilgilerden yalnızca küçük bir kırıntıdır. Çünkü
Tevrat'ın verdiği bilgiler mercek altına alındıkça ve arkeolojik veriler ortaya
çıkarıldıkça geçtiğimiz yüzyıl başlarından itibaren,Yahudilerin kutsal
kitaplarındaki tutarsızlıklar bir bir gün ışığına kavuşmaktadır. Zaten bir
kişi veya kaynakla ilgili güven bir kez sarsıldı mı, artık onun söylediği her
şey ihtiyatla karşılanır..
Birinci Krallar
kitabı Süleyman'ın tapınağı, sarayını, şehir ve kalelerini yaparken ülke
halkını çalıştırdığını ileri sürmektedir: “lsrail oğullarından olmayan Amori,
Hatti, Perizzi, Hivi ve Yebusilerden artakalan bütün halklara gelince, onlardan
sonra memlekette kalan, lsrail oğullarının büsbütün yok edemedikleri çocuklarından,
bugün de olduğu gibi, Süleyman angaryacı kullar topladı. Fakat Süleyman İsrail
oğullarını kul olarak kullanmadı, çünkü onlar savaşçıydılar. ." 14
Araştırmacı ve
bilim adamlarının bu metni reddetmelerini ve yalnızca İsrail oğulları dışındaki
halkların köle olarak çalıştırılmadığını, Judaea halkı hariç yerli İsrailliler
de dahil olmak üzere ülkede yaşayan her kesimden insanın bu işlerde hizmet
verdiğini belirtmelerini tuhaf karşılamıyoruz.
Bilim adamları,
Davud'un tarafsızlık konusunda ısrar eden oğlu Abşalom'un ayaklanmasını
bastırdıktan sonra Yahuda'yı kayır- mak suretiyle on Yahudi boyuna kötü
davrandığını, aynı kayırmacılığı oğlu Süleyman'a bırakmakla ona kötü örnek
olduğunu; Süleyman'ın da babasının izinden giderek ülkeyi on iki sancağa bölüp
Yahuda boyu dışındakilere vergi ve angarya yüklediğini belirtmektedirler.
Aynı bilim adamları
yukarıda metnin muhtevasına karşı çıkarken Süleyman'a kafa tutan Yeroboam b.
Nabat el-Efraimi'nin Mısır'a kaçıp kral Şişank'a [Şoşenk]sığınmasını delil
olarak gösteriyorlar.
Yeroboam, Yusuf
hanesinde Süleyman'ın işçi
toplama işlerinden sorumlu memurdu. Oldukça katı ve disiplinliydi. Süleyman
tarafından kölelerin başına reis atandıktan sonra Yusuf hanesinin tüm işlerine
nezaret etme görevini üstlendi.
Yeroboam, kendi boy
mensuplarının vergi yükü ve angarya utancı altında ezilmesine dayanamayarak
Süleyman'a baş kaldırdı. Durumun ümitsiz olduğunu görünce Mısır'a veya
Musri'ye kaçtı. Burada bir yandan geri dönmek için Süleyman'ın ölümünü
beklerken, bir yandan da kuzeydeki ayrılıkçı isyanı yönetiyor ve Kuzey lsrail
krallığı tahtına çıkmaya hazırlanıyordu.
Durum bu iken neden
her iki kitabın yazarları angaryanın lsrailliler dışında ülkenin tüm yerli
halklarına yükletildiği iddiasını ileri sürdüler? Bunun sebebi, olsa olsa,
Tevrat yazarlarının tarihi tarih için değil, hem o günün, hem de geleceğin
olaylarını keyiflerine göre yönlendirmek maksadıyla istedikleri şekilde yazmış
olmalarıdır.
“Tevrat yazarları
geçmişle ilgili uydurma bir tarih sunma amacında değillerdi, ama geçmişe
yönelişlerinde, kullandıkları veya gözden geçirdikleri rivayetlerde dini,
siyasi vb. amaçlarını ortaya koymuşlardır. Dolayısıyla rivayetleri gerçek
tarihî olaylarla ilgili olsa da, bahsettikleri döneme ışık tutmamışlardır.”^
Yaptığımız bu
alıntının doğruluğu konusunda ilk akla gelen örneklerden birisi, Krallar ve
Tarihler adlı kitaplarda geçen bu metindir. Kitapları yazanlar lsrail
oğullarını angaryadan muaf göstermelerinin gerçekle örtüşmediğini gayet iyi
biliyorlardı, ama 'keşke Süleyman onları bu angaryadan muaf tutsaydı, o zaman
onların başkaldırarak kuzeyde judaea'dan ayrılıp bağımsız bir krallık
kurmalarına gerek kalmazdı' demek istiyorlardı ki, güdülen amaç lsrail
oğulları boyları arasındaki bölünme ve ayrılıkların önünü almaktı.
Yahuda'nın on
Yahudi boyuna uyguladığı baskının izlerinin kaldırılmasının başka bir sebebi de
olabilir. Bu iki kitabı yazanlar, kuzey halkını sevmiyorlardı ve aksine Yahuda
boyuna sempati besliyor, onun yücelmesini istiyorlardı. Bu yüzden kuzeylilerin
isyan ve ayrılma faaliyetini haksız bir davranış olarak göstermekle
ilgileniyorlardı. Vakıa Tevrat yazarları on boyun maruz kaldığı baskıyı görmezden
gelme konusunda söz birliği etmiş olsalar da, Samaria halkının başlattığı
isyana hak vermişlerdir ( ...)
Angarya yüklenen
halklar arasında Amoriler, Hattîler vs.nin adının zikredilmesine gelince,
bunlar İsrail oğullarının ortadan kaldıramadıkları insanlardı. Her iki kitabın
yazarları bu ifadeyle İsraillilere uygun olmayan bir zamanda yapamadıklarını,
uygun bir zamanda yapmaları tavsiyesinde bulunmaktadırlar.
İsrailliler ele
geçirdikleri topraklarda yaşayanların tamamını bir şekilde ortadan
kaldıramadıklarına göre, ilk fırsatta bunu yapmaları ve ele geçecek fırsatı
kaçırmamaları gerekirdi. Eğer ülkenin yerli halkının kökü kurutulamıyorsa, en
azından İsrail'in hizmetindeki köleler haline getirilmeliydi.
Davud'dan
bahsederken Tevrat'ın naklettiği gibi karısı Mikal ki Şaul'un kızıdır,babasının
ordularını aldatıp kocasını kaçırdığını, onun yatağına putu koyduğunu
görmüştük. Davud'un evinde bir putun ne aradığını eğer bu putun varlığı bazı
görenek ve inançlarında Kenanlılara katıldığına bir delil izlenimi vermek amacı
gütmüyorsa, elbette sormak gerekir.
Süleyman'a gelince,
Krallar kitabında hareminde bin kadın bulunduğu yetmiyormuş gibi bir de
Tanrı'ya şirk koştuğu açık açık anlatılmaktadır. “Kral kızlarından yedi yüz
karısı, üç yüz de cariyesi vardı. Karıları onun kalbini saptırdılar. Yaşlı
Süleyman'ın karıları onun yüreğini başka ilahlara meylettirdiler ve babası Davud'un
yüreği Tanrı Rab ile bütün olduğu halde onunki bütün değildi. Süleyman'ın
Saydalıların tanrısı Aştarot'un ve Ammonluların mekruh şeyi Milkom'un ardından
gitti. Süleyman Tanrı'nın nazarında kötü olan şeyi yaptı ve tamamıyla Rab'bin
yolunda giden babası Davud gibi olmadı. Süleyman Yerusalem'in önünde bulunan
dağında, Moab'ın mekruh şeyi Kemoş ve Ammon oğullarının mekruh şeyi Molek için
yüksek bir yer yaptı. Kendi ilahlarına buhur yakan ve kurbanlar kesen bütün
ecnebi karıları için böyle yaptı. Böylece Tanrı Süleyman'a öfkelendi. Ona iki
defa görünen ve 'Başka ilahların ardından gitme,' diye emreden Israil'ın
Tanrısı Rab'den yüreği saptı ve Rab'bin emrettiği şeyi tutmadı. Ve Rab
Süleyman'a dedi: 'Mademki bunu sen yaptın ve sana emrettiğim ahdimi ve
kanunlarımı bozdun, mutlaka krallığı senin elinden çekip alacağım ve onu senin
kölene vereceğim. Ancak, baban Davud'un hatırı için bunu senin sağlığında
yapmayacağım, fakat kulum Davud'un hatırı için ve seçmiş olduğum Yerusalem'den
ötürü bir boyu senin oğluna vereceğim.”
Her ne kadar Tevrat
Süleyman'ın cezasının tehir edildiğini, ancak ömrünün son demlerinde işlediği
günah sebebiyle krallığının parçalanmasına hükmedildiğini belirtiyorsa da,
metin dikkatli incelendiğinde zihinlere perçinlenmek istenen bir mübalağa olduğu
göze çarpmaktadır.
Yukarıda alıntısını
verdiğimiz metinden sonra Tevrat Tanrı'nın Süleyman'ın karşısına Edomlu Hadad'ı
düşman olarak çıkardığını, bunu da yaşlılığında doğru yoldan saparak
başka tanrılara meyletmesinin bir cezası olarak yaptığını kaydetmektedir.
Kral soyundan gelen
Edomlu Hadad denilen kişi, Davud'un komutanlarından Samba oğlu Yoab'ın Edom'da
yaptığı katliamdan kurtularak, babasının adamlarının yardımıyla Mısır veya
Musri'ye kaçıp orada firavun yahut farav'ın misafiri olarak kalmıştır.
Davud'un ölümünü müteakiben Moab'ın Süleyman tarafından öldürülmesi üzerine
Hadad Edom'a dönerek onu Süleyman'ın boyunduruğundan kurtarır. Tevrat,
Hadad'ın Davud'un ve Yoab'ın ölümünden sonra dönüşünü biraz önce alıntı
yaptığımız aynı metin içinde vermektedir. Tevrat yazarları, Tanrı'nın yaşlılığında
işlediği günahlar sebebiyle kendisini cezalandırmak için Hadad'ı düşman olarak
karşısına dikmesiyle, aynı Hadad'ın Davud ve Moab'ın ölümünden sonra dönüşü
arasındaki tezadı nasıl fark etmediler bilmiyorum. Çünkü Tevrat'a göre Hadad
Süleyman'ın tahta geçtiği ilk yıl geri dönmüş ve aynı babın 25. cümlesinde belirtildiği
gibi yalnızca Süleyman'ın son günlerinde değil, bütün saltanatı boyunca
lsrail'in amansız düşmanı olmuştur.
Britannica
Ansiklopedisi Süleyman'ın Siyon dağında yaptığı Süleyman Tapınağı denilen
tapınaktan başka, aynı dağın doğu tarafında uzanan Zeytun dağında en azından
başka bir tapınak daha yaptığını ve onu putperest tapınmalara tahsis ettiğini
belirtmekle doğruya işaret etmektedir. Halbuki Tevrat bu tapınağı “yüksek bir
yer" olarak göstermiştir. Yine Tevrat'dan öğrendiğimize göre Süleyman,
Tanrı'nın İsrail oğullarına “onlar sizin aranıza girmesin, siz de onların
arasına girmeyin, çünkü onlar kalplerini kendi tanrılarına
meylettirirler" dediği firavun kızından, Moablı, Ammonlu, Edomlu, Saydalı
ve Hattili. .. hanımlarının itikatlarına göre pek çok tapınak yaptırmıştır.21
Tevrat
yazarlarının, İsrail oğullarının başına gelen her felaketi onların işledikleri
günahlar dolayısıyla Tanrı'nın gazabına bağlamayı amaçladıkları bilinmektedir.
Ama bunu yaparken geçmişte olan olayları gelecekte olacakmış gibi gösterme
hatasına düşmektedirler.
Örneğin Tanrı'nın
ağzından Süleyman'a krallığını parçalayıp, kölelerinden birine vereceğini
söyletiyorlar, ama bunun Süleyman'ın sağlığında değil, oğlunun hükümdarlık
günlerinde olacağını belirtiyorlar. Çünkü Tevrat yazarları Süleyman'ın
ölümünün ardından krallığının parçalandığını, yanında çalışan ve metne göre
Süleyman'ın kullarından olan Yeroboam adlı birinin krallığın kuzey
bölgesini ele geçirdiğini biliyorlardı. Dolayısıyla onu Tanrı'nın ağzından
söyleterek, güya işlediği bir günahın cezası olduğunu kaydediyorlar, bunu da
ustalıkla yapıyorlar: Onu parçalayacağım.. ama şimdi değil...onu
parçalayacağım, ama tamamını değil.. aksine bir boyu oğluna vereceğim.. gibi.
Aynı üslup Tevrat'ın tamamında Tanrı'nın lsrail oğullarına öfkelenmesinden söz
edilen tüm metinlerde görülmektedir. Yani Tanrı öfkeleniyor, tehdit ediyor,
vuruyor.. ama ebediyete kadar değil, bütünüyle değil. Rivayetin tamamlanması
için öfkenin belli bir zamanla sınırlı ve belli ölçüde etkili olması gerekiyor
ki, Tanrı onlarla veya onlardan geride kalanlarla daha önce yaptığı anlaşmayı
tamamlayabilsin..
Ayrıca..
Tanrı Süleyman'ı günahından dolayı cezalandırırken bunun iyiliğin
yaygınlaştığı, tevhit mesajı prensiplerinin diriltildiği kısa fasılalarla
peyderpey olması makuldür. Çünkü o zaman ilahi cezanın bir anlamı, mesajı ve
hedefi olur.. Ama görüyoruz veya göreceğiz ki, Süleyman'dan sonra tevhit
inancının imtihandan geçirildiği kırılma dönemi, Süleyman'ın hayatından
yaşananlardan çok daha kötüdür. Çünkü Yeroboam kuzey topraklarında
Süleyman'dan sonra iki altın buzağı yapmış ve İsrail'e "işte seni
Mısır'dan çıkaran ilahların bunlar! ’’22
demiş, arkasından
halkına Süleyman Tapınağı'ndan yüz çevirip saf putperest ibadetini icra etmek
için yüzlerini Beyt El ve Dan'a çevirmeleri gerektiğini söylemiş. Eğer
Tanrı'nın verdiği ceza tövbe ve takvaya götürmüyorsa krallığın bu şekilde
parçalanmasından, böyle bir ceza kesilmesinin ne önemi kaldı ki? Tevrat'a göre
Tanrı Davud ve döneminden öyle memnundur ki, onun hatırına Süleyman'ın
krallığının o henüz hayattayken parçalanmasına ve Yahuda Uudah] oğullarının
her şeyi kaybetmesine gönlü razı olmuyor. lyi de, acaba Tevrat yazarları
Tanrı'nın işlediği cinayetler sebebiyle elleri kanlı olduğu için Davud'u
tapınağı inşa etmekten menettiğini unuttular mı? Nasıl oluyorsa Tanrı birden
Davud'un işlediği tüm günahları unutuyor ve beklenmedik bir şekilde ondan
hoşnut olduğunu bildiriyor!!..
Ne
mutlu Tevrat'ın Davud'una! Eğer Tanrı'sına kendisinden hoşnut olunmamış
vaziyette mülaki olmuşsa, suçları bağışlanacak, öfkelenilmeyecek ve
mahvedilmeyecek. Eğer günahlarından tövbe etmeyi unutmuşsa, önemli değil, nasıl
olsa Tevrat yazarları onun günahlarından daha sonra tövbe edip arınması için
her şeyi ayarlamışlardır ve dolayısıyla Tanrı nezdinde Süleyman için de şefaat
eyler ve bütün suç “tüm bunları bana unutturan lanetli şeytana” yüklenir.
Yine de
Tevrat yazarlarının geçmişte vukü bulan malum olayları bilinmeyen gelecek
sigasıyla konuşmacıların ağzından verme konusunda hayli başarılı oldukları
söylenebilir.
Süleyman’ın devletinin yıkılışı
mantıkî bir sonuçtur
Bazı
tarihçiler Süleyman'ın “hikmetin babası” lakabını almayı hak edecek kadar
hikmetli sözler söylediğini, ama hikmet sahibi bir yönetici olmadığını, aksine
babasının biriktirdiklerini tüketip, kazandıklarını kaybetmiş olduğunu
belirtiyorlar.
Süleyman'ın
bu mevkie yüceltilmesinde bir gerçek payı varsa da, Tevrat'ın tanıttığı
Süleyman hakkında böyle kesin bir hüküm yürütülmesini görmezden gelemeyiz.
Süleyman'ın
lüks ve gösteriş düşkünlüğü, büyük hükümdarlara özenmesi doğru olabilir, ama
tüm bunlar serzeniş ve şikayette bulunmaya sevk edecek kadar halkına ağır
yükümlülükler yüklemesine yol açmıştır.
Yahuda
Uudah] oğullarını bu yükümlülüklerden istisna tutması diğer on boyu
kendilerini Yahuda'yla hak ve yükümlülüklerde eşit olmadıkları, kuzeyliler
genel nüfusun çoğunluğunu teşkil ediyor olmalarına rağmen güneyli kardeşleri
lehine baskı altına alındıkları ve mahkum durumunda bulundukları, kral ve Ya-
huda'dan olan aşiretinin Kudüs'de bu nimetlerden yararlanma konusunda öncelikli
ve hatta yegane zümre olduklarını düşünmeleri noktasında ikna etmiş olabilir.
Tüm
bunlar doğru olabilir, ama krallığın yıkılışında ilk ve son günah keçisi olarak
Süleyman'ın gösterilmesi hakkını vermez. Çünkü zaten krallık çürük temeller
üzerine kurulmuş ve henüz binası tamamlanmadan duvarlarında çatlaklar
oluşmuştu.
Süleyman'ın
yaptıkları veya döneminde olan şeyler yeni değildi. Yahuda Uudah] boyu lehine
tavır sergileme konusunda Davud oğlu Süleyman'dan önce hareket etmiş, onun bu
davranışı Bikri oğlu Şeba'yı isyan ettirerek şu sözleri söyletmişti: “Bizim
Davud'da bir nasibimiz yok;Yesse'nin oğlunda da bir nasibimiz yok. Herkes kendi
çadırına, ey İsrail! ” Her ne
kadar Şeba başlattığı isyanda başarılı olamamışsa da, daha sonra Süleyman'a
başkaldıran ve onun ölümünden sonra kuzey krallığının tahtına geçen Yeroboam'a
bir noktada öncülük etmiştir.
Tapınak
ve Süleyman köşkünün temelleri zaten ta Davud.zamanında Sur kralı Hiram'ın
gönderdiği keresteler, duvar ustaları ve marangozların yardımıyla kurulan genel
karargahta atılmıştı. Eğer Tanrı Davud'a tapınağı yapmayı yasaklamamış olsaydı,
Süleyman döneminde olan babasının zamanında olacaktı.
Süleyman
döneminde artan ticari faaliyetler babası Davud tarafından başlatılmış, oğlu
babasının izinden gitmiş; ama bu faaliyetlerin nimetinden kendisi faydalanmış,
zahmetini halkı çekmiştir. Bu zahmete katılmayan kesim yalnızca Yahuda .
Uudah] oğullarıydı. “Kral, gümüşü Kudüs'de çakıl taşları, çam kerestesini de
vadideki firavun incirleri kadar bollaştırmıştı. ” Şunu da kaydetmek gerekir ki, tek tacir kralın
kendisiydi ve bu ticari işlerde ona yardım edenler ücretleri kral tarafından
belirlenen memurlardı. Bunlara Krallar kitabında “kralın tacirleri” denilmektedir.
Yahudiler henüz ticareti, ticari muamelatı ve gelenekleri iyi bilmedikleri için
bu tacirlerin çoğu yabancıydı.
Şunu
rahatlıkla söyleyebiliriz ki, Fenikelilerin ortağı ve aynı zamanda tartışmasız
o dönemin en büyük taciri olan Süleyman'ın ticari
faaliyetleri arttıkça ordusundaki paralı askerlerin sayısı da artmıştır.
Bunların birinci görevi kervan yolunun ve mola yerlerinin güvenliğini
sağlamaktı. Fakat yabancı paralı asker kullanmak da Süleyman'ın icat ettiği
bir şey değildi ve bu işi daha önce başlatan babası Davud'du. Ayrıca paralı
asker kullanma geleneği o dönemde oldukça yaygındı ve yalnızca Davud ve
Süleyman'ın ■yaptığı bir şey değildi. Örneğin Fenikeliler ticari
faaliyetlerinin yoğunluğu sebebiyle önemli sayıda paralı asker kullanıyorlardı.
Yine aynı dönemde Mısır'da paralı askerler yönetim kademelerini tırmanıp,
devleti yöneten aileler arasına girebiliyorlardı. Örneğin Libyalı paralı
askerlerin komutanı Şişak veya I. Şişank [Şoşenk] 22. hanedanı kurmuş ve
Mısır'ı M. Ö. 850'den 745'e kadar yaklaşık iki yüzyıl yönetmiştir.
Paralı asker
kullanmanın yerli halkın ve tebaanın savaşçılık ruhunu zayıflatmak, onları
çevresinde kendilerini ilgilendiren olaylara kayıtsız kalmaya sevk etmek gibi
tehlikeli bir yönünün olduğu bilinmektedir. Devletin başında bulunan kişinin bu
paralı askerleri kendi halkını tazyik etmek ve hoşuna gitmeyecek şeyleri
yapmaya zorlamak için kullanması halinde, bireyleri devlete bağlayan duygular
kaybolacağı gibi, devlet de varlık binasının temelini oluşturan kendi halkının
sadakatini kaybeder.
Nitekim Süleyman'ın
ölümünden sonra başlayan parçalanmanın sorumluluğunu Süleyman'a yüklemenin,
onun babasının biriktirdiğini harcadığını, yine babasının kazandığını
kaybettiğini söylemenin doğru olmadığı kanaatindeyiz.
Davud ve
Süleyman'ın krallığının başına gelen parçalanmada başka faktörlerin olduğu
muhakkak. Bu faktörlerden bahsetmeyi ileriye atmak kesinlikle onları küçümsemek
anlamına gelmez. Bu faktörler arasında, bir iç unsur olarak birlik unsurlarının
zayıflaması ve Kenan elindeki İsrail varlığını etkileyen uluslar arası durumları
ve yansımaları sayılabilir.
İsraillilerin
Kenan eline yöneldikleri ilk andan itibaren, Tevrat'ın belirttiğinin aksine
birbirine kenetlenmiş bir kitle oluştur- madıkları bilinmektedir. Bir kere
Mısır'a toplu muhaceret etmedikleri gibi, oradan da hep birlikte çıkmış
değiller. Ayrıca Yeşu önderliğinde Şeria nehrini geçerek Kenan eline gelenler
de Yahudi boylarının tamamı değildi. Bu konuya daha önce yeterince değinmiştik.
Gerek
hakimler [valiler] dönemi ve gerekse Davud ve Süleyman dönemi, İsraillinin
kendi boyuna olan bağlılığını halkın tamamını kucaklayan bir devlete bağlılığa
dönüştürmeyi başaramadı. Israil boyları arasında birbirine karşı kıskançlık ve
nefret tohumları çok önceleri atılmıştı.
Tevrat
yazarları, M. Ö.
IX. Yüzyıl ve daha
öncesinden itibaren Tevrat'ı yazmaya başladıktan sonra çevrelerinde olup
bitenlerin yoğun etkisinde olmakla birlikte, maziden bahsettikleri için, gözleri
ve kulakları o maziye yönelikti. Çocuklar arasında ayırım yapmak lbraniler
arasında uygulanagelen eski bir gelenekti ve Tevrat yazarları tarihi çarpıtarak
Israil boylarını birleştirmeyi amaçlamalarına rağmen kesinlikle bu gelenekten
haberdardılar. Çünkü bizzat kendileri bu ayırım yapma geleneğinin ipiyle sımsıkı
bağlanmışlardı.
Biraz
geriye dönerek Tevrat yazarlarının ölüm döşeğindeki Yakub'un son sözleri
hakkında yazdıklarına bir bakalım. Ancak, Yakub'un oğullarının ikisi hür
kadınlardan ve aynı zamanda Yakub'un dayısı Rahel'in kızları olan Lea ve
Rahel'in, ikisinin ise cariyelerden olduğunu belirtmemizde yarar vardır. Yine
Lea'nın babası tarafından Yakub'a sevdiği ve nişanlandığı kız olarak kakalandığını,
keza Tevrat yazarlarının önde gelenlerinin Yahuda Uudah] ve Efrayim'in soyundan
olduklarını, sonuncusunun da Yusuf'un oğlu olduğunu hatırlayalım. .
Yakub,
en büyük oğlu Ruben'den yirmi üç kelimeyle bahsetmiş ve onun belinden düşen
ilk çocuk olduğunu, ama babasının yatağına çıkarak onu kirlettiğini
belirtmiştir.26 Şimon ve Levi'den otuz beş kelimeyle bahsetmiş,
zorbalığın onların kılıçları olduğunu belirterek, “onların meclislerine girme;
çünkü onların öfkeleri lanetlidir" demiş;' Yahuda'dan altmış iki
kelimeyle söz etmiş, övüp göklere çıkarmış; oğullarının ona secde ettiğini
söylemiş; Zebulun'un sahil şeridinde ve Sidon [Sayda] yakınlarında yaşayacağını
söylemiş, hakkında on iki kelime sarfetmiş; lssakar'ın iri gövdeli bir eşek
olduğunu, yük altında ezildiğini belirtmiştir vs...
Dina
hakkında ise bir çift söz edilmemiş. Çünkü Tevrat yazarları onun akibetini
bilmedikleri için üzerinde durmamışlar. Bunların tamamı aşağılık Lea'dan olan
çocuklarıdır ve Yakub onlar arasında yalnızca Yahuda'yı övüp göklere çıkarmış,
geleceğinde saltanat vaat etmiştir.
Yusuf'a
gelince, babasının son sözlerinden aslan payı alan Yusuf hakkında sarf edilen
kelime sayısı yetmiş altı ve hepsi de övgü dolu. Yusuf'un kan kardeşi ve
sevgili hanımı Rahel'den olan Benyamin için on bir kelime sarf edilmiş ve
yırtıcı bir kurt olduğu belirtilmiş.
Dan,
Gad, Neftali ve Aşer ise cariyelerden doğan oğullardır. Yakub onlarla ilgili
birkaç kelimeyle yetinmiştir. Dan, yol üzerindeki bir engerek yılanı, Neftali
Lut'la kavgaya sebep olmuş başıboş bir geyik, Gad çetenin baskınını yemiş bir
kişi, Aşer ise ekmeği semiz bir insandır.
Yakub'un
üzerinde çok dikkatli durulması ve düşünülmesi gereken bu sözleri, bir
hakikatten ziyade Tevrat yazarlarının o dönemdeki görüşlerini yansıtmaktadır.
Ama bir şeye çok iyi işaret etmektedir ki, o da lsrail boyları arasında görmezden
gelinemeyecek ve bastırılamayacak bir ayrılık olduğudur. Yakub'un oğulları arasında
yaptığı bu ayrımı, lbrahim'in oğulları lsmail ve lshak ve keza Ishak'ın
oğulları Esav ve Yakub arasında da görüyoruz.
Çocuklar
arasında ayrım yapmak, hiç de yaşatılması gereken ahlaki bir davranış değildir.
Gördüğümüz
kadarıyla Yahudi tarihinde bazı boy isimleri ortadan kaldırılmakta ve
Davud'dan önceki bazı isimler ki aşağı yukari tamamı Yusuf'un soyundan
gelenlerdir,tekrar tekrar ön plana çıkarılmaktadır. Yusuf'un soyundan
gelenlerden de özellikle oğlu Efrayim ve kan kardeşi Benyamin'dir. Davud'la
birlikte Yahuda adı diğer isimleri bastırmaktadır, ama lsrail tarihinden biliyoruz
ki Yahuda, efsanevi kahraman Şimşon'u ki Yakub'un cariye hanımından olan oğlu
Dan'ın soyundan gelmedir,prangaya vurulmuş vaziyette Filistinlilere teslim
ettikleri için utançla anılır.
Levili
adı İsrail tarihinin tüm aşamalarına damgasını vurmuştur. Çünkü Levililer
Tanrı'nın seçkin kahinleri ve “Kelimullah” olan Müsa'nın şahsında büyük kahramanlarıdır.
On boya
mensup olanların Davud'un asmaları için Şaul'un ailesinden yedi kişiyi
Gibeonlulara teslim ettiğini, yeğeni ve başkumandanı Samba oğlu Yoab'ın başta
Şaul'un kumandanı Ebner ve oğlu Eşbaal ve Davud'a başkaldıran Şeba b. Bikri
olmak üzere onlardan birçok kişiyi katlettiğini, Şaul'un kendisine uykudayken
tuzak kuran birinin suikastına kurban gittiğini unuttuklarını düşünmek zor.
Tüm bunlar, her ne kadar zaman zaman Judaealı taraftarlarının tasarruflarının
intikamını alıyor gözükse de, Davud'un gölge ve himayesinde oluyordu. Bu
tasarrufları yeni bir devleti ayakta tutmanın gereği olarak yorumlamak mümkün
değildi ve gerek Davud'un, gerekse Süleyman ve yardımcılarının pek çok
tasarrufunu kabile taassubu yönlendiriyordu.
Süleyman'ın
Sur kralı Hiram'a peşkeş çektiği bölgenin Nun oğlu Yeşu'nun eski taksimatında
Aşer oymağına veya cariye Lea'nın oğlu Aşer b. Akub-a ait olması sıradan bir
tesadüf müydü bilmiyorum.
Bu
münasebetle Tevrat yazarlarının ' Müsa'ya atfettikleri bir şerî kanunu hatırlatalım:
“İsrail oğullarının mirası bir boydan diğerine geçmeyecek; çünkü İsrail
oğulları, her biri atalarının boyunun mirasına bağlı kalacak ve İsrail
oğulları boylarından mirasa malik olan her kız, İsrail oğulları, her biri
atalarının mirasına malik olsunlar diye, kendi babasının boyunun
aşiretlerinden olan birine varacaktır. "
Bu kanunun kabileciliği güçlendirdiğini ve İsrail
oğullarını birlik ve beraberliğe teşvik eden tüm gayret ve kuralları hiçe
saydığını görüyoruz.
İsrail
oğullarındaki geleneklere dayalı bölünmeden söz ederken, onların Levili
kardeşlerine tanınan ve korunması kendilerine bir çıkar sağlayamayan
imtiyazları kaldırmajarı doğruydu. Çünkü Harun'un ve Musa'nın babası Levili
Umran'ın soyundan gelmelerinin kendilerine sağladığı en ufak bir üstünlük
yoktu. Belki de Benyamin'in soyundan gelen kral Şaul'un taraftarlarına keten
efod giyen seksen beş kişiyi öldürmelerini emretmesi Levililere duyulan kinin
bir dışa vurumuydu. "Ve kahinlerin şehri olan Nob' u kılıçtan
geçirdi, erkekten kadına kadar, çocuklardan emzikli olanlara kadar ve öküzleri
ve eşekleri ve koyunları da kılıçtan geçirdi."
Hakimler
kitabının Levililerle diğer boy mensupları arasındaki ilişkiler hakkında
verdiği bilgi dikkat çekicidir: Bir İsrailli Levili birine rastladığında onu
kendisine baba veya kohen olarak kiralardı. Bir defasında Dan oğullarından bir
grup Efraim oğullarından Mika adında birinin evine gelir ve onun put
odasındaki putları soyarlar. Mika'nın evinde kendisi ve hanesi için kohen olması
amacıyla kiraladığı Levili bir gulam vardır. "Dan oğullarının •putları
soyduklarını gördü. Onlara ne yaptıklarını sorunca, ‘elinle ağzını kapat ve
bizimle birlikte gel' dediler. 'Babamız ve kohenimiz ol. Bir adamın mı yoksa
İsrail'de bir boy veya aşiretin koheni olmak mı daha iyi?".
Bunlar
putlara tapıyor, kendilerine Levi oğullarından bir kohen arıyorlardı. Onunla
karşılaştıklarında azarlayarak 'sus!' işareti yapıyorlar. Arkasından
kendilerine kohen ve baba olmalarını istiyorlar. Aman ne güzel! Bir yanda
putlara hizmet eden bir baba-kohen, hemen yanı başında ona ‘sus”' diyen
cemaati!
Biz,
İsrail boyları arasında silaha ve vahşi mukateleye dayanmayan bir kardeşlik
bağı bulamadık. Belki de İsraillinin silahla bir diğer İsraillide açtığı yara
başkalarının açtığı yaradan daha derin, döktüğü kan da daha fazladır. Benyamin
oğullarıyla diğer İsrail boyları arasında çıkan iç çatışmayla ilgili bir
örnek, bu konu■ da yeterli olacaktır. Hakimler kitabında Benyamin oğullarının bir günde diğer İsrail oğullarından 22 bin kişiyi öldürdükleri, başka bir gün ise
kendilerinin 25
bin yüz kişi
kaybettikleri anlatılmaktadır.31 Tevrat'ın verdiği bu rakamlarda bir abartı
olduğunu kabul etmek zorundayız, ama öyle de olsa bu rivayet Yahudi boyları
arasındaki kanlı çatışmalar konusunda bir şahittir.
Davud
ve Süleyman dönemi Israilliler arasındaki bu kabile taassubunu ortadan
kaldıramadığı gibi, Israilliler de bu iki kralın Yahuda Qudah] oğullarına
meyletmelerini bir devletçilik anlayışıyla bağdaştıramamış, onların diğer
Israil boylarına galip ve mağlup yahut efendi köle muamelesi yapmasını
anlayamamışlardır. Özellikle de Süleyman döneminde bu kayırmacılık had safhaya
ulaşmış ve devletin parçalanma vaadi ufukta belirmiştir.
lsrail
oğullarının kendi aralarında iç çatışmalar olduğu gibi, komşu halklarla olan
ilişkiler bundan daha da kötüydü.
Israilliler
veya ilk adlarıyla lbraniler, etnik kökenleri bilinmeyen bir topluluktur.
Muhtemelen Heksosların bünyesinde Habiru adıyla oluşmuştur. Daha sonra onları
Mısır'da köle olarak görüyoruz ve özellikle de Mısırlıların Heksoslara
indirdiği darbeden sonra sırtını onlara dayayan köleleri daha da ezmişlerdir.
Israilli
yazarlar öncelikli vazifelerinin, halkın alnındaki kölelik işaretini silerek
onu anlı şanlı milletler arasına katacak yeni bir ruh kazandırmak olduğunu
anlamışlar; onlara El'in yalnızca lbranilerin tanrısı ve başkalarının
taptıkları tanrılardan daha büyük olduğunu söylemişlerdir.
Bu
yazarlar, Israil oğullarına ayrıca Tanrı'nın babaları lbrahim, İshak ve
Yakub'la bir anlaşma yaptığını ve o anlaşmaya uygun olarak Kenan elini
kendilerine verdiğini, kendilerini denizin kumları kadar çoğaltacağını ve diğer
halkların onlar sayesinde yükseleceğini belirtmişlerde. Onlara göre Yahve
-Musa döneminden beri Tanrı'nın adı,İsrail'i ilk oğlu, İsrail halkını da kendi
halkı olarak görmektedir. Yahve Mısır topraklarının karanlıkta kalmasını
emrettiğinde yalnızca İsrail oğullarının evlerinde ışık kalacaktır.32
Yine
onlara göre Yahve Israil oğullarının bir kahinler krallığı olacağı, sözünü
dinleyip, anlaşmasına uyduklarında kutsal bir halk olup, yeryüzündeki tüm
milletlerden üstün olacakları vaadinde bulunmuştur.
Kendi
aralarında faizi yasaklamış, ama başkalarıyla olan ilişkilerinde serbest
bırakmıştır. lbrani kardeşlerini, kendi istekleri dışında, ebediyen köle
olarak kullanmalarını yasaklamış, diğer halklara mensup olanların köle edilmesi
helal kılınmıştır. Başka halklara mensup olanlardan kız alıp vermeyi
yasaklamışlardır. Meşhur önderlerinden Ezra'nın bu konudaki sözleri şöyle:
"Bu işler bitince, reisler yanıma yaklaşıp dediler: ‘lsrail halkı, kahinler
ve Levililer, ülkede yaşayan halklardan Kenanlıların, Hattilerin, Perizzilerin,
Yebusluların, Ammonluların ve Moabların, Mısırlıların ve Amorîlerin mekruh
şeylerini yaparak kendilerini onlardan ayırmadılar. Çünkü kendilerine ve
oğullarına onlardan kız aldılar. Mukaddes zürriyet ülke halklarıyla karıştı.
Reisleri ve hükümdarları bu hainlikte başı çektiler.”33
Ne var
ki başkalarıyla kız alıp verme işleri yasağa rağmen durmadı, fakat Tanrı'nın
kendilerine verdiği topraklarda yaşayan diğer halkların katline sebep oldu.
Bununla ilgili Tevrat kurallarını, İbrani savaş hukuku konusunda Yasanın
Tekrarı kitabında geçen sözleri nakletmiştik.
Vakıa
İsrailliler peygamberlerinin öğretilerine uymadılar ve yerli halkla kaynaşarak
onların görenek ve uygarlıklarını aldılar. Onların tanrılarına tapıp, putlarına
benzer putlar yaptılar. Tüm bunlar yerli halkı sürgün ve öldürüp yok etmekten
aciz kaldıklarını anladıktan sonra gelişti. Fakat burada bariz bir tezat var.
İsrailliler, Tanrılarının emrine aykırı hareket ettiklerini bilmekle birlikte,
diğer halklarla bir arada yaşamanın dinin öğretilerine uygun olduğundan
emindiler. İsrailliler Kenanlıların uygarlıktaki ileri seviyelerini gördükçe
kendilerinin ne kadar geri kaldıklarını fark ediyorlardı. Gerçi Kenanlılara
İbrani tanrısını tanıtmışlardı, ama onları ona ibarete teşvik etmemişlerdi.
Çünkü o, yalnızca kendilerinin tanrısıydı. Elinden gelen iyilik onlara, yine
elinden gelen kötülük başkalarınaydı. Saldırdıkları ülkelerdeki halklara,
kendilerine kucak açıp ellerindeki nimetleri bölüşmelerine rağmen olumlu
hiçbir şey sunmadılar. Çünkü kavuştukları tüm nimetler yalnızca Yahve'nin
kendilerine birer ikramıydı. İsrailliler, taşımakla yükümlü tutuldukları ama
asla taşımadıkları tevhit mesajını Kenanlılara ulaştırmadıkları gibi, onların
putlarına ve baallarına da taptılar. Acaba neden? Daha önce bunun bazı
sebeplerini anlatmıştık. Çünkü böyle yapmakla önlerine sunulan nimetlerin
hepsine konmak, ama kendilerinin olan bir şeyi kimseyle bölüşmemek
istiyorlardı. Kenanlıların tanrılarına da taparlarsa, bunun bereket, bol ürün
ve yağmur getireceğini zannediyorlardı. Yahve'ye tapmaları ise kendilerine
esenlik ve özel bir sevgi kazandıracaktı. Diğer halklar Yahve'nin yalnızca
kendi kullarına bahşettiği ayrıcalıklardan behremend olmasınlar diye onları
doğru yola sevk etmemeleri gerekirdi..
Kızını
Süleyman'la evlendiren firavunun kim olduğu tam olarak bilinmiyor. Tevrat onun
adını belirtmemiş ve yalnızca daha sonra Yeroboam'ın Süleyman'a isyan ettikten
sonra sığındığı firavunun Şişank [Şoşenk] olduğunu kaydetmekle yetinmiştir.
Rivayete
göre Gezer'i hakimiyet altına alan firavunun adı Basbaha' Anniyut idi. Arapça
yazılan bazı tarih kitapları firavunun Gezer'i Süleyman'la evlendirdiği kızına
çeyiz. olarak vermesinin İsraillilerin kralına bir sevgi gösterisinden ibaret
olduğunu belirtmektedirler.
Bu
Mısır firavunu ister şimdi adını verdiğimiz kişi olsun, isterse başka birisi,
Filistin'e gelerek Gezer'i hakimiyet altına aldığında bunu kesinlikle
Süleyman'a sevgisinden yapmamış, Tevrat'ın dediği ve bazı tarihçilerin de
tasdik ettiği gibi, Gezer'i kızma çeyiz olarak da vermemiştir. Kitaplardan
öğrendiğimize göre, tam aksine Mısırlı kadın bu şehri kocasından çeyiz olarak
almıştır. Bu mehir kocanın mülkü üzerindeki daimi bir ipotek olarak kalıyordu.
Eğer
bu doğruysa ki bence öyledir,durum şöyledir: Firavun kızını Süleyman'la
evlendirmiş, buna karşılık Süleyman Mısır'm İsrail üzerindeki hakimiyetini
tanımış; ancak ondan sonra firavun şehri onarıp Fırat havzasına giden
kervanların hizmetine sunması şartıyla Gezer'i Süleyman'a vermiştir. Süleyman
da Mı sır'ın İsrail üzerindeki • hakimiyetini tanıdığı için firavun şehrin
anahtarını teslim etmekte bir sakınca görmemiştir.
O
dönemde geçerli gelenekleri göz önünde bulundurduğumuzda, firavunun kızını
Süleyman'la evlendirmesinin sebebini anlayabiliriz. Mısır Uygarlığı adlı eserin
yazarı Gustave le Bon'un anlattığına göre firavunlar devletin çıkarı ve ülkenin
güvenliği için gerektiğinde, elde edilecek bilgiler için ödenecek bedel ne
olursa olsun, kızlarını yabancı ülkelere göndermeyi gelenek haline
getirmişlerdi. Hal böyle iken firavun neden kızını Süleyman'ın sarayında bir
casus ve kocasını Mısır'a bağlı tutacak bir eş olarak göndermeyecekti?
Kitab-ı
Mukaddes Ansiklopedisi yeni kral Süleyman'ın Mısır ve Sur'la olan ilişkileri
konusunda şöyle diyor: Mısır'a gelince, bu ilişkiler fiilen Süleyman'a belli
oranda bir yükümlülük getiriyordu. Firavun bizzat Filistin'e gelerek Mısır'la
Fırat havzası arasındaki kervan yolu üzerinde bulunan Gezer şehrini işgal
etti. Arkasından kızını Süleyman'la evlendirdi ve işgal ettiği şehri çeyiz olarak
verdi (I. Krallar, 9/10) Tevrat, Süleyman'ın Mısır'a karşı yerine
getirmeye söz verdiği taahhütlerin ne olduğunu açıklamıyor. Muhtemelen bunlar
kervan yolunun güvenliğinin sağlanması ve İsrail askerlerinin Mısır ordusunda
görev yapmasıydı. Tek kelimeyle Mısır hükümranlığının tanınmasıydı.
Kitab-ı
Mukaddes Ansiklopedisi, Yasanın Tekrarı kitabında geçen (16/17) şu sözlere atıfta bulunmaktadır: “.. fakat onun
için [firavun için] atlar çoğaltılmayacak, halk at çoğaltması için Mısır'a
gönderilmeyecek. Rab onlara ‘artık bir daha bu yoldan dönmeyeceksiniz'
dedi." Bu ifade, İsrail oğullarına yabancı birini başlarına kral
seçmelerinin yasaklanmasından sonra gelmektedir. Kitab-ı Mukaddes Ansiklopedisi
Mısır için at yetiştirilmemesi ve halkın Mısır'a götürülmemesi ifadelerinden
Mısırlıların İsraillilere bir takım görevler yükledikleri sonucuna varmaktadır
ki, Israillilerin Mısır ordusuna asker vermesi de bunlar arasındadır. Süleyman'ın
Mısır'a karşı yaptığı taahhütlerin aydınlığa kavuşturulması konusunda Yasanın
Tekrarı kitabından faydalanmamızda bir sakınca yok. Çünkü bu kitap, her ne
kadar Musa'nın ağzından çıkan sözleri içeriyorsa da, daha önce belirtildiği
gibi, M. Ö. VII.
Yüzyıldan daha
önce yazılmamıştır. Aynı kitapta Müsa'nın
vefatından
söz edilmektedir. Halbuki bugüne kadar birinin Yasanın Tekrarı'ndaki Müsa'nın dışında,ölmeden
önce kendi ölümünden bahsettiğini hiç görmedik. ■
Süleyman'la
Mısır firavunu arasındaki ilişki konusunda Prof. J. H. Breasted şöyle diyor: "Anlaşılan, o
sıralar Süleyman Mısır hakimiyeti altında bulunan bir valiydi ve muhtemelen
Gezer şehrini sınırlarına katmak suretiyle kontrolü altındaki bölgeyi genişleten
firavunun kızıyla evlenmişti. Üzerinde durduğumuz yüzyıldan yaklaşık 300 sene önce kral Menfatah'dan bahsederken bu
şehirden söz etmiştik. O zaman Israil bu şehri itaat altına alamamış, ama
Kenanlı komutanı 1.
Şişank'a [Şoşenk]
isyan ederek, şehri kuvvet zoruyla almış ve yakıp yıktıktan sonra onu yeniden
imar eden Süleyman'a hediye etmiştir. Böyle bir işin yirmi birinci -sülalenin
zayıf krallarına atfedilmesi mümkün değildir. Aksine Filistin'de Gezer gibi
büyük bir şehri ele geçirerek yakıp yıkan kişi, galip bir
ihtimalle büyük ve cesur bir hükümdardır ki, bu, o dönemde 1. Şişank'tan başkası olamaz. "36
Filizof
tarihçi Wells ise aynı konuda şöyle diyor: “Meselelerin kişilere göre
değerlendirildiğini göz önünde bulundurmamızda fayda var. Süleyman küçük bir
şehri elinde bulunduran bir gümeşte idi ve saltanatının zirvesinde de değildi.
Devleti yıkılmanın eşiğindeydi ve nitekim ölümünden birkaç yıl sonra yirmi
ikinci sülale krallarından 1.
Şişank [Şoşenk]
Kudüs'e ele geçirerek hazinelerini yağmaladı. Zaten pek çok araştırmacı da
Krallar ve Tarihler kitabının Süleyman'ın haşmetiyle ilgili olarak
naklettiklerini şüpheyle karşılamaktadır. Onlara göre sonraki yazarların milli
gururu, bu hikayeye bir şeyler ilave edip, mübalağa yapmaya sevk
etmiştir."37
Yaptığımız
alıntılardan tarihçi Breasted'in Gezer'i işgal eden kralın 1. Şişank olduğu hükmüne vardığı ve bunu kendisine
göre vazıh delile dayandırdığını görüyoruz. Süleyman'ın bağımsız bir kral mı,
yoksa başkasına bağlı bir gümeşte mi olduğu söz konusu olunca, hepsi de bizi
aynı sonuca götürdüğü için, şu veya bu görüşe fazla bel bağlamıyoruz. Ortak
görüş, Süleyman’ın bağımsız bir kral değil, onu kızıyla evlendiren, Gezer’i
işgal ederek kervan yolunun hizmetine sunması şartıyla Süleyman’a veren Mısır
firavununa bağlı bir gümeşte olduğudur.
Mısır
firavununun Filistin’de ve Gezer surları önünde görünmesi, yalnızca İsrail
krallığı hükümranlığının fiilen sona ermesinin bir delili değil, aynı zamanda
bu krallığın parçalanmaya başladığının ön habercisi idi. Nitekim Süleyman
öldükten hemen sonra kuzeyde on Yahudi boyu Yeroboam önderliğinde ayaklanmış
ve Süleyman’ın oğlu Rehoboam’ı reddederek, birincisini başlarına kral
seçmişlerdir.
Yukarıda
Tevrat’ın Süleyman hakkında anlattıklarıyla, yine Tevrat’a dayanarak yapılan
iki bilimsel tenkidi ve ayrıca onun İsraillilerle ilişkisinin fazla olmadığını
gösteren arkeolojik bulguları sunduk. Bizim tanıdığımız peygamber Süleyman ise
yukarıdan beri anlatılanla hiç benzemeyen başka biridir. Davud hakkında
anlatılan peygamberlere yakışmayan halleri nasıl reddediyorsak, Süleyman’a
yakıştırılan putperestlik ve şehvetperestliği de aynı şekilde reddediyoruz.
Bizim
için esas olan Kur’an’ın “Sad” suresinde Süleyman ve krallığı hakkında
anlatılmış olanlardır: “(Süleyman) dedi: Rabbim, beni bağışla ve benden sonra
hiç kimseye nasip olmayan bir mülkü bana hediye et. Sen, elbette karşılıksız
armağan edersin. Böylece rüzgarı onun buyruğu altına verdik. Onun emriyle dilediği
yöne yumuşakça eserdi. Şeytanları da, her bina ustasını ve dalgıç olanı,
(kötülük yapmamaları için) sağlam kementlerle birbirine bağlanmış diğerlerini
(verdik). İşte bizim ihsanımız böyledir. (Ey Süleyman) Artık sen de hesaba
vurmaksızın, ver ya da verme. Şüphesiz katımızda onun için bir yakınlık ve
dönüp geleceği güzel bir yer vardır.”
Bu
ayetler, Allah’ın Süleyman’a verdiği bu geniş mülkün, dünyevi ve maddi bir
mülk olmadığını göstermektedir. Eğer öyle ol saydı, dar sınırlı bir krallık ve
yine sınırlı bir güç olmazdı. Çünkü Süleyman'ın krallığı o dönemin küçük ve
önemsiz bir krallığı olduğu gibi, bağımsız değil tabi bir ülkeydi. Süleyman'ın
Allah'dan kendisinden sonra kimsede olmayacak bir krallık istemesi, Allah'ın
varlığının belgesi olacak eşsiz özelliklere sahip bir krallık istediği
anlamındadır.
Allah
Teala şöyle buyurur: “Yemin olsun, biz, Davud'a da Süleyman'a da bir ilim
verdik. Onlar şöyle dediler: ‘Bizi, mümin kullarının bir çoğundan üstün kılan
Allah'a hamd olsun.' Süleyman, Davud'a mirasçı oldu ve şöyle dedi: ‘Ey
insanlar, bize kuşların dili öğretildi ve bize her şeyden biraz verildi.
Elbette bu, apaçık bir lutuftur." Bu ayette Davud ve Süleyman'a verilen
ilimler kıyaslamakta ve onlar arasında Allah'ın irade buyurduğu tercihe vurgu
yapılmaktadır. Yoksa Allah'ın mü'min kullarının çoğuna bahşettiği dünya malı
kastedilmemektedir. Keza Süleyman'ın ağzından söyletilen apaçık lutuf da kuş
dili ve diğer ilim ve bilgiler gibi ilmî bir lutuftur. Süleyman Allah'dan
korkan bir kuldu ve kendisine verilen bu benzersiz özellikleri istismar etme-'
miş; Allah'ın bahşettiği ilim ve hikmeti babasından devraldığı tevhit mesajını
yayma yolunda kullanmıştır. Örneğin Saba melikesi kendisine getirilmiş, fakat
melike onun vasıtasıyla iman ederek hidayete ermiştir. Allah Kur'an'da şöyle
buyurur: “Kim yalnız dünya hayatını ve onun ziynetini isterse, biz onlara
yaptıklarının karşılığını orada tastamam öderiz. Orada onlar bir eksikliğe uğratılmazlar.
İşte onlar, kendileri için ahirette ateşten başka bir şey olmayan kimselerdir.
(Dünyada) yaptıkları şeyler, orada boşa gitmiştir. Zaten bütün yapmakta
oldukları da boş şeylerdir."
İsa
peygamber de bu konuda şöyle der: “Göklerin melekütuna zengin adam zor girer. ’’ “Yeryüzünde
kendinize hazineler biriktirmeyin. Onları güve ve pas yiyip bozar. Hırsızlar
delip girerler ve çalarlar. Aksine kendinize gökte hazineler biriktirin. Orada
ne güve vardır, ne de pas. Hırsızlar da delip çalamazlar. ’’
Bizim
Süleyman'ın büyüklüğü, sarsılmaz imanı, derin hikmeti hakkında anladığımız
budur. Tevrat yazarlarının bir yandan ha remi ağzına kadar kadın dolu olarak
gösterdiği Süleyman'la, Meseller kitabında şu sözleri söyleyen Süleyman'ı
nasıl örtüştüklerini anlayabilmiş değiliz: "Hikmeti bulan adama ve
anlayışa erişen adama ne mutlu! Çünkü gümüş kazanmaktansa onu kazanmak iyidir;
ve onun karı halis altından daha iyidir. Yakutlardan daha değerlidir ve
hoşlandığın hiçbir şey ona denk olamaz... Tanrı dünyayı hikmetle kurdu; gökleri
anlayışla pekiştirdi.”
XI
Davud
ve Süleyman çağını Tevrat'ın ve tarihçi araştırmacıların verdikleri bilgiler
ışığında ele aldık ve öyle de yapmamız gerekiyordu. Kesin veya tercih edilen
tarihi bilgilerin titiz bir tetkiki, bize, Davud ve Süleyman'ın hüküm sürdüğü
bu ülkenin, modern siyonizmin Yahudilerin Filistin'de tarihi haklarının
bulunduğu iddiasına dayanak olmak için ziyadesiyle zayıf ve temelsiz olduğunu
ispat etmektedir. Çünkü bu topraklar, üzerinde yaşamış olmalarının dışında,
İsraillilerin değildi. Onlar, Kenan eline yerleştikten sonra kendi
problemlerinin halli konusunda ülkenin yerli halklarından yardım istemiş, yeni
toplumlarının kuruluşu hususunda imkanları dahilinde onlardan bir şeyler
öğrenmiş ve İsrailli olmayanlardan paralı asker tutmakta tereddüt
etmemişlerdir. Hatta Davud'un İsraillileri dize getirip, hakimiyet kurmasını
sağlayan ordunun çekirdeğini oluşturan altı yüz kişilik çetenin tamamı Gatlı
Filistinlilerdi. Eğer bu altı yüz kişi ve diğer Kenanlılar olmasaydı,
İsraillilerin uzun soluklu ve sağlam bir devlet kurmak şöyle dursun, Davud'un
çevresinde kenetlenmeleri bile çok zor olurdu.
Tevrat
yazarları birçok konuda ihtilaf halindedirler, ama bir tek noktada
hemfikirdirler ki, o da ülkenin yerli halklarının veya diğer komşu milletlerin
İsraillilerin kültür seviyelerinin yükselişinde ve vahşi hayattan kurtularak
kral asasının nimetlerinden yararlanacak noktaya gelmelerini sağlayan
uygarlaşmalarında oynadıkları rolü sis perdesiyle karartmaktır.
Kendilerinin
lbrahim, lshak ve Yakub gibi büyük ataların soyundan geldiklerini söylüyorlar,
ama bilim adamları bu iddiaya şüpheyle yaklaşmaktalar. Hatta bazıları, onların
aslında kendi toplumlarından kovulmuş kanun kaçağı hırsız ve eşkıya sürüsünün
oluşturduğu, bilahare Habiru adını almış bir topluluk olduklarını ileri
sürmektedirler. Tevrat'da bu isme rastlayamayız ve büyük ihtimalle bu
suskunluğun sebebi, Habirularla lbraniler arasındaki organik bağın varlığını
inkar etmekten kaynaklanmaktadır.
Din
önderlerinin ve yazarlarının (peruşim) başkalarıyla evliliği ve kaynaşmayı
ısrarla reddetmelerine rağmen, Tevrat kitapları Tanrı'nın uyuyan gazabının
başka halklarla kaynaşan lsraillilerin üzerine çevrilmesinin sebeplerini sayıp
dökerken bu yabancı evliliklere değinmektedir.
Yakub'un
on iki erkek çocuğu ve bir de Şekem katliamından sonra hakkında haber
alınamayan Dina adında bir kızı oldu. Bugüne kadar kimse bu on iki oğulun
lbrahim, Yakub ve lshak'ın yaptığı gibi Feddan-ı Aram'dan kız aldığını
kaydetmiyor. Peki öyleyse hanımlarını nereden aldılar? Tevrat, Yahuda'yla
ilgili olarak onun Kenanlı bir kadınla evlendiğini ve soyunun Tamar'la olan
gayr-ı meşru ilişkisinden devam ettiğini belirtmektedir. Yaratılış kitabı
Yakub'un ikinci oğlu Şimon'un Kenanlı bir kadınla evlendiğinden üstün körü
bahsetmekte, Seyyare'nin genç yaşta Mısır'a götürdüğü Yusuf'un dışındaki
kardeşlerinden hiç bahsetmemektedir. Tevrat, bu kardeşlerin evlendikleri kadınların
kim olduğundan söz etmiyor. Onlar kesinlikle lsrail oğullarından değillerdi.
Çünkü lsrail'in (Yakub'un) yalnızca Dina adında bir kızı vardı ve Tevrat
yazarlarından hiçbiri kardeşlerinden herhangi birinin onunla evlendiğini
belirtmemektedir. Zaten lsraiVYakub'un oğullarının da o bölgedeki kadınlarla evlenmekten
başka çareleri yoktu. Öbür türlü çoğalarak yetmiş kişi olmaları mümkün
değildi. Bir tek Yusuf Tevrat'a göre Mısır'lı kahinin kızıyla evlenmiştir.
Bilindiği gibi Yahudilerde nesep için anne yani tarla esastır. Eğer bu kuralı
Yakub'un çocukları için uygularsak, bunlar Tevratı anlamda lsrailli bir
kadından doğmadığından hiçbiri İsrailli kimliğine sahip değildir. Bundan başka
biraz önce işaret ettiğimiz gibi yetmiş kişinin Mısır'a muhaceret ettiği
yalandır: “Yakub hanesinden Mısır'a gelenlerin tamamı, Yakub oğullarının
hanımlarının dışında, onun soyundandır. Acaba Yakub'un oğulları hanımları
geride, Kenan elinde mi bıraktılar, yoksa beraberlerinde mi götürdüler? Her halükârda
Kenan elinde ve Mısır'da aldıkları hanımlar İsrailli değil, Kenanlı veya
Mısırlıdır."
İsrail
oğullarının Mısır'da kalışlarıyla ilgili pek çok olaya değinildi. Şimdi
gelelim Müsa'ya. Tevrat'a göre Mûsa Midyan'ın Arap kahini Yisron'un kızı
Saffora ile evlenmiştir. Arkasından Kuşlu bir kadınla evlenmiş, kardeşi Harun
ve kız kardeşi Meryem onu çekiştirdikleri için Allah tarafından cüzzamla
cezalandırılmıştır.
Müsa'dan
sonra Nun oğlu Yeşu Eriha'nın efsanevi kadın kahramanı Kenanlı Rahab'la
evlenmiştir. Söylendiğine göre bu Rahab İsrail oğullarının bir çok peygamber ve
krallarının dünyaya gelmesinde önemli katkı sağlamıştır, ama her halükârda o
da İsrailli değildir.
Israil
oğulları ifadesinin, tarihin hiçbir döneminde siyonistlerin Yahudi halkı
dedikleri etnik grubun saf ırkî özelliğini oluşturduğu iddiasında
kullanılabilecek etnik bir kavram olmadığını ispat için daha fazla örnekler
göstermeye yerimiz yeterli değildir.
Elbette
ki İsrailliler sadece dışardan kız almadılar, aksine İsrailli kadınlar da
gayr-ı İsraillilerin hanelerine gelin gitmişlerdir, ama bunlar Tevrat
yazarlarının Tanrı'nın ağzından Müsa'ya söylediğini iddia ettikleri sözlerin
koyduğu kati yasakların henüz bilinmediği dönemde olmuştur: “Bu diyarda (Kenan
elinde) oturanlarla anlaşma yapmayasın. Onların ilahlarına uyup secde etmesinler;
onların ilahlarına kurban kesmesinler; biri seni davet etmesin ve sen de
onların kurbanından yemeyesin, onların kızlarını oğullarına almayasın ve
onların kızları kendi ilahlarına tabi olup zina etmekle, senin oğullarını kendi
ilahlarına tabi kılarak zina ettirmesinler."1 Bu açık emirler
ne anlama geliyor? “İsrail oğulları Kenanlılar, Hattiler, Amorîler, Perizziler,
Hivliler ve Yebuslular arasında oturdular ve kendilerine karı olarak onların
kızlarını aldılar ve kendi kızlarını onların oğullarına verdiler ve onların
ilahlarına kulluk ettiler. İsrail oğulları Rab'bin nazarında kötü olanı
yaptılar ve kendilerinin Allah'ı Rab'bi unuttular ve Ballara ve Aşerlere
kulluk ettiler.”
İşte bu
insanların karışımından olan topluluk kendilerinin İsrail kabileleri olduğunu
iddia ediyorlar, ama aslında iddialarının asılsız ve batıl olduğunu, bu
konudaki ısrarlarının içi boş bir kör taassuptan kaynaklandığını kendileri çok
iyi biliyorlar.
Meseleye
nesepleri açısından bakıldığında manzara böyle. İşin inanç yönüne gelince,
İsraillilerin tevhit mesajını anlamaktan ve onu layık-ı veçhiyle taşımaktan ne
kadar aciz olduklarını daha önce gördük. ,
Yahudilerde tevhidin başlangıcı
Tarihçi
ve araştırmacıların İsrail tarihinde dirayetli muallimlerin M.Ö. VIII. Yüzyıldan önce mevcut olmadığı konusundaki ittifakı
üzerinde düşünmeye değer. Örneğin Naku' köyünde dünyaya gelen Amos, bazı tarihçiler
tarafından tarihin ilk muvahhidi (tek Tanrı inancına çağıran kişi) olarak
gösterilmektedir. Amos da bu yöndeki tebliğini ancak M. Ö. VIll. Yüzyıl ortalarında yapmıştır. Ancak, biz,. bu tür
sınırlamalara meyledecek değiliz. Adem'den Hz. Muhammed'e kadar yeryüzünün
ilahı tebliğden hiç hali kalmadığını biliyoruz elbette, ama Amos, Yeşaya,
Ermiya ve benzerleri gibi göç dönem muallimlerin M. Ö. VIII. Yüzyıl ve Aalıa _ sonrasında ortaya çıkmalarından
önce Tevrat'ın tevhit mesajına sadık kalınmasını sağlama konusundaki
başarısızlığını gördükten sonra, tarihçilerin Amos'u İsrail oğulları tarihinin
ilk büyük ve önde gelen muvahhidleri arasında göstermeleri rastgele bir hüküm
değildir.
Daha
önce Yakub'un Feddan-ı Aram'dan dönerken karısı Rahel'in yükü arasında
babasının evinden çaldığı putların bulunduğunu, Yakub'un Şekem yakınındaki
Batama'da yabancı putları toprak altına gömdüğünü görmüştük. Yine rivayete göre
Musa Si^J-
na
dağında Tanrı'sından şeriat yasalarını alırken Harun İsrail oğullarına put
döküp vermiştir. Demek ki, İsrailliler Müsa'nın kendilerine öğrettiği şeriattan
ve yaptığı Ahit Sandığı'ndan sonra dahi putlara tapmaktan vazgeçmemişler;
aksine Kenan eline yer!eşmelerinden sonra putperestlikleri daha da artmış ve
nitekim Tevrat yazarları Davud'un hanımının kocasının yatağına bir put
koyduğunu, Süleyman'ın kalbinin döndüğünü ve hanımlarının putlarına taptığını
gayet emin bir şekilde söylemekten çekinmemişlerdir.
Israil
oğulları için geriye ne kaldı ki? Tek bir babaya ve tek bir aşirete mensup
olmaları yalnızca şekil itibariyledir ve gerçekle ilgisi yoktur. Babil
sürgününden önce çok nadiren putlarından ayrılmadıklarını itiraf etmeleri ise
tevhit sancağı altında toplanma faziletini ellerinden çekip almaktadır.
Eğer
ortada tarihi bir hak varsa, bu İsraillilere değil, nesilsen nesile Davud ve
Süleyman'ın mirasını taşıyan Filistin halkına aittir. XII
Tevrat'ın
Süleyman dönemi için çizdiği tablonun hayali bir tablo olduğunu gördük. Ne o
hür insanlardan oluşmuş bir halkı yöneten bağımsız bir kraldı, ne de
"Yahuda ve lsrail nüfus olarak denizdeki kumlar kadar çoktu; yiyip, içip,
keyif sürerlerdi." 1 Tevrat'ın
Süleyman'ı diğer Yahudi boylarına nazaran Yahuda Qudah) boyunu yüceltmiş, ezici
çoğunluğu teşkil eden tebaasını angarya ve vergilerle ezmiştir.
Süleyman'ın
terk-i dünya etmesinden hemen sonra ona yani Yusuf hanesinin reisine karşı
isyan bayrağı açan, ama henüz onunla baş edecek durumda olmadığını anlayınca
Mısır'a sığınan Yeroboam b. Nabat geri dönmüştü. Göründüğü kadarıyla Süleyman'ın
oğlu Rehoboam basiretsiz biriydi. Hisleri zayıftı ve küllerin altındaki ateşi
hissedemezdi. On boy reisinin kendisini kral olarak kotaracakları Şekem'e ki on
boyun güç merkeziydi,gittiğinde, bu reisler biat etmekte tereddüt göstermişler
ve kendisinden daha önce babasının kuzey halkına yüklediği yükleri kaldırmasını,
kendi boyu Yahuda ile diğer boylar arasındaki ayırıma son vermesini talep
etmişlerdi. .
Fakat
Rehoboam akıllı danışmanlarıyla arasına bir set çekerek gururlu arkadaşlarının
söylediklerine kulak salmış ve boy reislerine şu karşılığı vermişti:
"Benim küçük parmağım babamın belinden daha kalındır. Ve şimdi babam
üzerine ağır bo- yunduruk yükletti ise, ben boyunduruğunuzun üzerine katacağım,
babam sizi kamçılarla tedip etti, fakat ben sizi akreplerle tedip edeceğim. ”
Bu
ahmakça cevap bardağı taşıran son damla olmuştu. “Tüm İsrail halkı kralın
kendilerini dinlemediğini görünce, halk şu cevabı verdi: Ne Davud'da nasibimiz
var, na de Yesse'nin oğlunda! Çadırlarınıza (dönün) İsrail (oğulları)!.. Şonra
kral Rehoboam angarya işlerine nezaret eden Adoram'ı gönderdi. İsrailliler onu
taşlayarak öldürdüler. Kral Rehoboam Kudüs'e kaçmak için hemen savaş arabasına
bindi. Böylece İsrail, Davud hanesine karşı bugüne kadar asi oldu. Tüm İsrail
Yeroboam'ın döndüğünü duyunca, adam gönderip yanlarına çağırdılar ve onu tüm
İsrail halkının kralı ilan ettiler. Davud hanesinin ardından gidenler yalnızca
Yahuda oğullarıydı. "
Şüleyman
oğlu Rehoboam, kuzeyin krallıktan kopmasını kabul etmedi ve hem bölgeyi tekrar
sınırlarına katmak, hem de infirak yanlılarını tepelemek için bir ordu
toplamaya çalıştıysa da başaramadı. Krallar kitabı onun başarısızlığını,
Tanrı'nın kendisine kuzeyli kardeşlerine karşı savaşmayı yasaklamasına
bağlamaktadır, ama Rehoboam Tanrı'nın bu emrine fazla kulak asmadı ve iki
taraf arasındaki savaş durumunu muhafaza etti. “Rehoboam'la Yeroboam arasında
her gün savaş oluyordu. ”
Rehoboam'ın
İsrail boylarına karşı bu düşmanca tavrı sürdürmesi tabii idi. Çünkü Kudüs'ün
refahı iki şeye bağlıydı:
Birincisi,
Davud ve Süleyman'ın Sur kralı Hiram'la kurduğu ticari ilişkiler sebebiyle,
transit ticaretten sağlanan gümrük gelirlerinden başka, sair gelirler de
Yahuda_oğullarının cebine giriyordu. Hiram'ın M. Ö. 936'da ölümü, birkaç yıl
sonra Süleyman'ın terk-i dünya eylemesi üzerine Yahuda oğulları bu tür
gelirlerden mahrum kaldılar. Çöküş dönemlerinde genelde böyle olur. Yahu- da
oğullarının bir diğer gelir kaynağı, devlete hiç de sadık olmayan ve ilk
fırsatta boynundaki yabancı boyunduruğunu söküp atmayı düşünen bir halkın
sömürülmesinden elde edilen gelirlerdi. Nitekim krallığın ikiye ayrılmasından
sonra Ammonlular, Moablılar ve Edomlular (ldumealılar) Ürdün'ün doğusunda ve
Ölü Deniz'in güneyinde hareketlenerek kervan yolları üzerindeki stratejik
noktaların işletmesini kendi hesaplarına yapmaya başladılar.
İkincisi:
Yahuda boyunun bir devletin kendi vatandaşlarına yüklediği yükümlülükleri
yapmaktan kaçınmayı alışkanlık haline getirmesidir. Angarya ve vergiler
kuzeyli lsraillilerin omzuna yüklenmişti. Halbuki onlar nüfusun ezici
çoğunluğunu oluşturuyor ve daha geniş toprakları ellerinde bulunduruyorlardı.
Ama Süleyman'ın tapınağını ziyaret eden hacıların bıraktıkları gelirler, Yahuda
boyuna refah sağlıyordu. Bu durum karşısında kuzey kralı Yeroboam on İsrail
boyuna Kudüs yolunu tıkadı. Onlara iki altın buzağı yaparak “Artık Kudüs'e
gitmeye paydos. İşte sizi Mısır'dan çıkaran tanrılarınız bunlar ey İsrail!
dedi ve putlardan birini Beyt El'e, diğeri Dan'a koydu. "5
Yahuda
Uudah] oğulları için ne kalmıştı? Yalnızca halkı koyun yetiştirmekle uğraşan
dağlık bir bölge. Halbuki tarımla uğraşan kuzeyli lsrail boyları boyunduruktan
kurtulmuş, yerli sahiplerinden gasp ettikleri üzüm, zeytin, incir ve tahıl
yönünden zengin tarım arazilerini işletmeye başlamışlardı. Bu durumda Yahuda
Uudah] oğullarının dış ticaret gelirleri ve İsrail oğulları o günlerde Beyt
El, Dan ve diğer şehirlerde kendi buzağılarına tapmaya başlayınca turizm
girdileri ortadan kalkmıştı. Yahuda Uudah] oğulları artık kutsiyeti bozulan
Süleyman Tapınağı'nın yüzüne bakmıyorlardı ve başka tapınaklar kurarak, her
tepede, her yeşil ağacın altında kurban sunuyorlardı. Kısacası tapınağın koruyucuları
kendi tapınaklarını aşağılamanın, şanını küçültmenin en kötü örneğini
vermişlerdi.
Judah
oğullarının elinde yalnızca Kudüs tepesi, el-Halil [Hebron] dağı ve Birşeba
çölü kalmıştı. Rehoboam'ın tahkim ettiği şehirlerden ve II. Tarihler kitabının on birinci babında verilen bilgilerden
Judaea'nın sınırlarını şu şekilde çizebiliriz: Kudüs'ün kuzeybatı ucunda Elon
(Kudüs sancağındaki Yalo köyü) şehri vardı. Bu şehir Rehoboam tarafından tahkim
edilmişti ve Kudüs'e yalnızca 14 km. uzaklıktaydı. Güney yönündeki en uç nokta
ise Soko idi. Eğer güneyde en uç nokta olarak Soko'yu kabul edersek, günümüzde
Şuvayka harabesi denilen ve Hebron şehrinin 16 km. güneybatısına düşen Soko'dan
daha uzak bir nokta bulamayız. Judea, batı tarafından kesinlikle denize ulaşmıyordu.
Çünkü o bölgede Filistinliler vardı. Filistinlilerle Judaea arasında ise diğer
adı Ebyed olduğu zannedilen Şimon boyu oturuyordu ve bunlar o çevreye saçılmışlardı.
Aynı kaynağın verdiği bilgiye göre Judaea'nın yüzölçümü 1300 miP'den veya 3327
km2'den fazla değildi ve onun da yarısı çöl, diğer yarısı su
kaynaklarından yoksun dağlarla kaplıydı. Yani hayat, işi azıttıklarında
Rab'bin kesmekle tehdit ettiği yağmur suyuna dayalıydı.
Judaea
ve İsrail bölgesinin işgal ettiği sahanın belirlenmesinin, bizim buraları her
biri hükümran devlet olarak kurulmuş iki ayrı devletin toprakları olarak
gördüğümüz anlamına gelmez. Daha önce de belirtildiği gibi, bölgede klasik
büyük devletlerin özellikle Mısır ve Mezopotamya'dakilerindoldurduğu zafiyet
dönemleri, her ne kadar önce Filistinlilerin, arkasından Surluların
boyunduruğundan kurtulamamışsa da, Davud'un vasallıktan kurtulmasına imkan
tanımıştır. Keza Breasted'in görüşüne göre Süleyman ve ondan sonra güney ve
kuzeydeki halefleri bu aşikar vasallığın yükünü hissetmeye devam etmiştir.
Güçlü komşulara vergi ödemek, her iki İbrani devleti krallarının alıştıkları
sıradan bir gelenekti. Herhangi birisi bu vergiyi ödemekten yan çizerse,
cezasını ağır biçimde ödüyordu. Bu bağımlılık ve vergi ödeme işi, M. Ö. 722'de
Asur kralı Il.
Sargon'un İsrail'e
indirdiği ağır darbe neticesinde küllerini diğer halklar arasına savurmasına,
arkasından yine M.Ö. 586'da Babil kralı Nabukadnasar'ın Judaea'ya indirdiği
darbeye kadar devam etmiştir.
Gezer'i
fethedip anahtarlarını Süleyman'a teslim eden komutanın kimliği konusunda
tarihçiler arasında bazı görüş ayrılıkları bulunduğuna daha önce işaret
etmiştik. Tarihçiler bu olayı, firavunun Süleyman'a verdiği kızının düğün
hediyesi şeklinde yorumluyorlar. Krallar kitabının Rehoboam'ın krallığının
beşinci yılında vuku bulduğunu belirttiği Mısır seferi ise, şüphesiz M. Ö. 950-745 yılları arasında Mısır'da hükmeden ve
yirmi ikinci hanedanın kurucusu olan 1.
Şişank [Şoşenk]
Tevrat'da Şişaktarafından düzenlenmiştir.
Tevrat'da
bahsedildiğinin aksine 1.
Şişank yalnızca
Kudüs ve Judaea'ya sefer düzenlememiş, İsrail bölgesindeki bazı şehirleri de
hedef seçmiştir. Her ne kadar Şişank'ın Karnak duvarındaki kitabelerinde
söylenenlerde ve özellikle firavunun Mitannilerin (Hurrilerin Kuzeydoğu
Mezopotamya'daki arazileri) topraklarına kadar geldiği ifadesinde biraz
mübalağa varsa ise de, Kenan eli şehirlerinin isimlerinin detaylı olarak
verilmesi Şişank'ın Megiddo bozkırını (İbni Amir veya Yezrael ovası) geçerek
Ürdün düzlüğündeki Taberiye, Bisan vs. gibi Kenan ve İsrail şehirlerini zapt
ettiğini göstermektedir.
Şişank'ın
bu seferi neden düzenlediği konusunda ise yalnızca Breasted'in görüşlerini
nakletmekle yetineceğim: "Şişank, Süleyman'ın halefi Rehoboam zamanında
Yahudi krallığının ikiye bölündüğünü görünce, tüm Filistin'i hakimiyet altına
alma vaktinin geldiğini anladı. Bu arada Rehoboam'ın kuzeyli düşmanı Yeroboam,
Şişank'a müracaatta bulunarak korunma talep etti. Bunun üzerine Şişank M. Ö.
926 civarında Rehoboam'ın saltanatının beşinci yılında Filistin'e bir sefer
düzenledi. Eğer
burada yazarını ve eserinin adını açıklamayacağım Arapça bir kitaptaki hatalara
gözüm takılmamış olsaydı, konuyu burada kapatabilirdim. Üstelik bu yazarımız
eserini bundan iki yüz yıl önce yazmış olsaydı yine mazur görürdük, ama henüz
1968 yılında kaleme aldığı eserinde söylediği şu sözler bizi gerçekten
üzmüştür: “İlk bakışta Mısır'da işlerin iyi gitmemesi üzerine 1. Şişank'ın takip ettiği dış politika önemli bir
tutumdu. Onun tahta çıktığı günler de Süleyman henüz Filistin'in tamamına
hükmediyordu ve peygamber Yeşaya, Süleyman'dan sonra tahta çıkacak olan
İsrailli prenslerden Yeroboam'a İsrail'e hükmedeceğini haber vermişti.
Yeroboam, Süleyman'ın kendisine saldırmak için harekete geçince, Mısır'a
kaçarak Mısırlıların güçlü İbranî krallarıyla iyi ilişkiler içinde bulunmaya
gayret göstermelerine rağmen, Şişank'a sığındı (Krallar kitabı, 11/40). Yine
de Mısırlılar İbranilerin zaafından faydalanmak istediler ve yeniden bölgede
hakimiyet sağlamak ümidiyle Filistin'in iç işlerine müdahalede bulunmaktan
kaçınmadılar. Şişank'ın Filistin'e saldırı hazırlığı sırasında kızıyla
evlenmeyi düşünen Yeroboam'ın tavsiyelerine kulak astığı görülüyor. İbranîler
de zaten yaşı ilerlemiş olan ve kendilerini ağır vergi yükü altında ezen
Süleyman'dan sıkılmışlardı. Süleyman'ın ölmesiyle birlikte kendi aralarında
bölündüler. Şişank, onların birbirine düşman iki devlete bölünmüş olmalarını
fırsat bildi ve Süleyman oğlu Rehoboam'ın yönettiği Judaea krallığı üzerine
yürüyerek Kudüs tapınağındaki hazineleri ele geçirdi. Belki de Rehoboam'ın ve
Mısırlıların müttefiki Yeroboam'ın Şişank'a karşı çıkmamalarının sebebi,
peygamber Yeşaya'nın (ikinci defa) İbranî krallığının parçalanacağı ve
Yeroboam'ın on iki boydan onuna hükmedeceği kehanetinde bulunmuş olmasıydı.
Şişank, yürüyüşünü sürdürerek Filistin'de bazı şehirleri kısa bir süre için
ele geçirdi ve arkasından Mısır'a döndü." Yazardan yaptığımız alıntı
burada bitiyor. Okuyucunun bu alıntıdaki hata ve affedilmez gafları hemen fark
ettiği ümidindeyim.
Yazarın
burada Yeşaya'yı nereden getirdiğini ve Yeroboam için bulunduğu kehaneti nasıl
uydurduğunu bilmiyoruz. Çünkü ne Tevrat'da böyle bir kayıt var, ne de güvenilir
herhangi bir tarihçide. Bir kere Yeşaya kesinlikle M. Ö. Vlll. Yüzyıldan önce dünyaya gelmiş değildir. Şişank ve
İsrailliler hikayesi ise Milattan önce X.
Yüzyılda
geçmiştir. Sanırım yazar Yeşaya ile Tevrat'ın I. Krallar kitabında (11/29) geçen Şilolu Ahiya'yı
birbirine karıştırmıştır. Çünkü Yeroboam'a yılışan ve kral olacağını söyleyen
Ahiya'dır. Eğer yazar Yeşaya adını ikinci kez kullanmamış olsaydı, birincisi
için dizgi hatası diyebilirdik.
Anlayamadığımız
bir diğer husus, yazarın Mısır halkının güçlü İbranî krallarıyla iyi geçinmeye
gayret ettikleri hükmüdür. Bir kere İbranî kralları Mısırlıları kendileriyle
iyi geçinmeye zorlayacak kadar hiçbir zaman güçlü olmamışlardır. Davud'u güçlü
bir kral olarak kabul etsek bile, onun gücü o sıralar Mısır, Babil ve Asurî
devletinin aynı dönemde geçirdiği sarsıntının getirdiği şanstan kaynaklanan
nisbi bir güçtü. Kaldı ki Davud, bir İbranî lideri olarak ortaya çıktığı ilk
dönemde, onun selefi ve düşmanı Şaul'u öldüren Filistinlilerin gölgesine
sığınmıştı ve onlar Davud'un İbranîlerin başına geçmesini kendi çıkarlarına
uygun bir iş olarak görüyorlardı. Fakat Davud'un kendilerine dirsek çevirdiğini
fark edince İbranîler için baş ağrısı kesildiler. Sur kralı Hiram'ın Davud
üzerindeki nüfuzu ne olursa olsun, o, Davud'un krallığındaki hakimiyetine hiç
güvenmiyor ve bu krallığa şüpheli nazarlarla bakıyordu.
Davud'dan
hemen sonra ise Süleyman, tarihçi Wells ve Breasted'in dediği gibi, küçük bir
vasal krala dönüştü. Süleyman'ın kendi boyunu vergilerden muaf tutması ve
angaryaları diğer İsrail boylarına yüklemesi krallığın ikiye ayrılmasında çok
önemli bir rol oynamıştır. Eğer angarya ve vergi yükü tüm vatandaşlara eşit
şekilde bölüştürülmüş olsaydı ve eğer İsrailliler kabile taassubunu terk etmiş
bulunsalardı, başlatılan isyan genel bir isyana dönüşür, Rehoboam'ın tahttan
indirilip yerine tüm İsraillilerin kralı olacak başka biri getirilirdi.
Daha da
tuhafı, yazarın Yeşaya veya başka bir peygamberin yaptığı uyarıya istinaden
“Rehoboam'ın Şişank ve müttefiki Yeroboam'a direnmeyişi"ni reddetmesidir.
Yeroboam'a gelecekle ilgili kehanette bulunanın Yeşaya değil Şilolu Ahiya
olduğunu belirtmiştik. Belki de yazar şöyle demek istiyordu: Rehoboam, eğer bu
kehanet olmasaydı karşı koyabilecek güçteydi. Esasen Rehoboam yalnızca Şişank'a
karşı koymaktan aciz değildi ve keza daha önce ayrılıkçı kuzeylilerle savaşa
girmekten de kaçınmıştı. Eğer bariz bir şekilde acz içinde olmasaydı, onları
kuvvet zoruyla aynı çatı altında birleşmeye zorlardı. Şişank, düzenlediği seferle kuzey ve güneydeki
önemli İbranî yerleşim birimlerinin çoğunu vurduğuna göre, Yeroboam’ın Mısır
firavununun müttefiki olduğunu söylemek doğru olmaz. Çünkü Rehoboam’ın
şehirleri kadar Yeroboam’ın şehirleri de Mısırlılar tarafından vurulmuştur.
Dolayısıyla İsrail kralı ile Mısır firavunu arasındaki ilişkinin müttefik
ilişkisi olduğunu söyleyemeyiz ve muhtemelen Şişank’ın bu seferi düzenlemekten
amacı, bölünmüşlükten yararlanarak her iki krallığı Mısır’ın hakimiyetini kabul
etmeye zorlamaktı.
Diğer
yandan Yeroboam İsrail prenslerinden değildi. Çünkü İsrailliler sadece
tarihlerinin en eski döneminde değil, bugün dahi prens yani “emir” unvanını
bilmezlerdi. Yeroboam ise Tevrat’ın anlattığına göre isyan etmeden önce Yusuf
hanesinden gelenlerin angarya işlerinde çalıştırılmasına nezaret ederdi ve zeki
olduğunu fark eden Süleyman tarafından bu göreve atanmıştı. ..
Aramîlerle
İsrailliler arasındaki ilk çatışma Dımaşk’ın Aramı kralı Il. Benhadad (M. Ö. 879-843) zamanında olmuştur. Çatışma,
İsrail kralı Baaşa’nın güneyli rakibi Judaea kralını sıkıştırıp, kuzeyle olan
irtibatını kesmeye çalıştığında, Judaea kralı Asa’nın ki Rehoboam’ın
torunudur,Dımaşk kralından yardım istemesi üzerine çıkmıştır. Tevrat, Asa’nın
şu sözlerle yardım talebinde bulunduğunu hikaye etmektedir: “Babanla babam
arasında olduğu gibi, ikimiz arasında da bir ahit vardır. Sana gümüş ve altın
gönderdim. Gidip İsrail kralı Baaşa ile olan ahdini boz ki, üzerimden gitsin.
Benhadad, kral Asa’nın sözünü dinledi ve ordu komutanlarını lsrail şehirleri
üzerine gönderdi. ”9
Judaea
kralının Dımaşk kralından yardım istemesi üzerine Aramî kralı İsrail
krallığının Galile ve Doğu Ürdün’deki bazı bölgelerini işgal etti. Benhadad’ın
halefi Hazael, Kuzey İsrail Krallığı’nı Doğu Ürdün’deki şehirlerinden tecrit
etmeyi başardı. “Rab o günlerde İsrail’i yontmaya başladı. Hazael bütün İsrail
sınırlarında onları vurdu. Ürdün’den öte şarka doğru bütün Gilead diyarı- nı,
Gadlıları, Rubenileri ve Manassîleri, Arnon vadisi kenarındaki Aroerden öte
Gilead'ı, Başan'ı da.” Bunlar Doğu Ürdün'de olanlardı. Batı Ürdün'e
gelince, Dımaşk kralı Hazael, Filistinlilerin sahil şeridindeki şehirlerine
geldi ve Gat'ı işgal ettikten sonra Kudüs üzerine yürüdü: “Yahuda kralı Yehoaş,
ataları olan Yahuda kralları Yehoşafat'ın ve Yehoram'ın ve Ahazya'nın takdis
etmiş oldukları bütün mukaddes şeyleri ve kendisinin takdis ettiği şeyleri ve
Rab evinin ve kral evinin hazinelerinde bulunan tüm altını aldı ve Suriye
kralı Hazael'e gönderdi; o da Yeruşalim'den uzaklaştı.” 11
Dımaşk
[Suriye] kralı Hazael daha sonra kuzey krallığı üzerine yürüyerek, onun tüm
güç kaynaklarına el koydu. “Çünkü Yehoahaz'ın elinde yalnızca elli süvari, on
savaş arabası ve on bin piyade kalmıştı. Zira Suriye kralı onları yok etmiş ve
döven tozu haline getirmişti.”
Fakat
Aramîlerin Kenan eli üzerindeki hakimiyeti fazla uzun sürmedi. Çünkü gittikçe
güçlenen Asurîler tarafından tazyik edilmeye başlanmışlardı ve nihayet M. Ö.
722'de Asuri kralı 111.
Tiglatpleser
tarafından tüm Aramı toprakları işgal edildi.
Aşarilerle yan yana
Asurîlerin
Suriye'yi istila etmesinden önce bazı olaylar olmuştu ki, bunların ön önemlisi
başta Dımaşk kralı Benhadad ve İsrail kralı Ahab b. Omri olmak üzere orta ve
güney Suriye krallarından çoğunun Asurilere karşı ortak cephe oluşturduğu
Karkar savaşıdır (M. Ö. 853)J3 Suriye koalisyon ordusunun 62 bin
piyadesi, 19 bin süvarisi, 3900 savaş arabası ve 1000 devesi vardı. Develeri
Gindibo isimli bir Arap reisi göndermişti. Bu gücün önemli bir kısmı Dımaşk
kralı Benhadad'a aitti: 20 bin piyade, 1200 süvari ve 1200 savaş arabası.
Bundan başka Hama ve Fenike şehirlerinin kralları da koalisyonda yer
almışlardı. Mısır'ın sembolik bir kuvvetle katıldığı rivayet edilmektedir.
Çünkü her ne kadar fiilen bu koalisyonda yer almamışsa da, müttefiklerinin
gittikçe büyüyen Asurî tehlikesini uzaklaştırmasını istiyordu.
Gerçi
Asurî kralı lll.
Salmanasar kesin
bir zafer kazanamamıştı ama, ardı ardına düzenlediği saldırılarla Suriye'yi
bunaltarak bazı şehirlerini vergi ödemek mecburiyetinde bırakmıştı. Nitekim M.
Ö. 842 yılına ait tabletlerinde şöyle denilmektedir: "Krallığımın on
beşinci yılında Fırat'ı on altıncı defa geçtim. Aram [Suriye] kralı Hazael
ordularına güveniyordu, ama onu alaşağı ettim ... Yine o dönemde Surlulardan,
Saydalılardan ve Yaho b. Omri'den haraç aldım.”
Aradan
bir süre geçtikten sonra Asurîler derin bir uykuya daldılar ve ancak lll. Tiglatpleser tarafından uyandırıldılar.
Tiglatpleser, İsrail'e saldırarak kuzeydoğu sınırlarını ve Galile'yi işgal etti.
Neftali boyunu esir alıp Asur'a götürdü. Göründüğü kadarıyla Samaria kralı,
Tiglatpleser'e şu mesajı gönderen Ahaz adlı Judaea kralını tuzağa düşürmek için
Dımaşk kralıyla işbirliği yapmıştır: “Ben senin kölen ve oğlunum. Gel ve beni
üzerime yürüyen İsrail ve Aram kralının elinden kurtar.” 1
Daha
önce işaret edildiği gibi, Tiglatpleser bu daveti alır almaz Dımaşk [Suriye]
üzerine yürüyerek işgal etti. Judaea kralı, efendisi Tiglatpleser'i kazandığı
zaferden dolayı tebrik etmek, kulluk görevlerini yerine getirmek ve bağlılığını
sunmak amacıyla hemen Dımaşk'a gitti. Sonra baş kahini Ahaz'a putperest Dımaşk
tapınağını örnek alarak Süleyman Tapınağı'nda bazı değişiklikler yapmasını
emretti. “Ve Şabat günü için evde yapmış oldukları kapalı yolu ve kralın
dışardan gireceği yeri Asur kralı yüzünden Rab'bin evine çevirdi.”
Böylece
her iki İbranî krallığı Asurîlerin hakimiyetine girdi. Kudüs ve Samaria
kralları Asurî başkenti Ninova'ya bağlı küçük
birer
vali durumuna düştüler. Krallar kitabı tarihi gerçeği ters yüz ederek, Hoşea b.
Ela adlı birinin Samaria kralına karşı askeri bir darbe yaparak, onu öldürüp
tahtını ele geçirdiğini ileri sürmekte dir. Halbuki bilim adamları Hoşea'nın Kudüs ve
Samaria'da süregelen şiddetli bir hizip çatışması neticesinde tahtı ele
geçirdiğini kaydetmektedirler. Judaea kralı Ahaz, Dımaşk ve Samaria'dan
kendisine yönelen tehditlere karşı tek garanti olarak gördüğü Asurîlere
hasmane tavır sergileyenlere karşıydı. Çünkü kendisini tahttan indirmek ve
Kudüs'de hakimiyeti elinde tutan Davud ailesinin işini bitirmek isteyen
komplolar hazırlanıyordu. Bu durumda Ahaz'ın Asurîlerden yardım istemekten
başka yapacağı bir şey yoktu ve nitekim lll.
Tiglatpleser
gelerek Aramîlerle işbirliği yapan Samaria kralı Pekah b. Remelya'yı tahttan
indirip kendisine müzahir olan Hoşea b. Ela'yı başa geçirdi.18
Belki
de böylece ilk defa yabancı bir kral, birinin tahta kral olarak iclası için
kahinlerden veya yazıcılardan birinin Tanrı'nın adıyla kutsaması geleneğini
bozarak İsraillilerin başına doğrudan bir yönetici atamış oluyordu. Demek ki
Tevrat Asurî kralının İsrail'e yönetici atanması konusundaki doğrudan
müdahalesini çarpıtarak Hoşea'nın Pekah'ı öldürüp yerine kral olduğunu ileri
sürmektedir.
Asurî
kralı V Salmanasar döneminde (M. Ö.
727-722) İsrail kralı, velinimeti ve aynı zamanda kendisini Samaria tahtına
kotaran kişi olarak güçlü kral 1ll.
Tiglatpleser'in
ölmesiyle birlikte yıllık haraç yükünün de üzerinden kalktığı düşüncesiyle
mutad haracını ödemekten kaçındı. Fakat galiba Asurî kralı, Hoşea'nın bu
davranışını bir tür isyan olarak değerlendirmişti. “.. ve Asur kralı Hoşea'nın
isyan ettiğini gördü; çünkü Mısır kralı Soy’a ulaklar göndermiş ve Asur kralına
yıllık vergisini ödememişti. Asur kralı onu yakalayarak hapse attı. Asur kralı
tüm bölge üzerine yürüdü. Samaria üzerine yürüdü ve üç yıl boyunca kuşattı.
Asur kra lı, Hoşea'nın iktidarının dokuzuncu yılında Samaria'yı aldı, İsrail'i
esir etti ve Asur'a sürdü. Onları Halah'da, Gozan nehri kenarındaki Habur'a ve
Med [Madi] şehirlerine iskan etti.”
Güvenilir
tarih kitapları, İsrail krallığını fetheden Asurî kralının 11. Sargon (M. Ö. 722-705) olduğunu, dolayısıyla V Salmanasar'ın
henüz hayattayken intikamını alamadığını ve Samaria'nın düşüşünden önce
öldüğünü, şehrin halefi Sargon'un iktidarının birinci yılında ele geçirildiği kaydetmektedirler.
Böylece
Samaria, İbranî yönetiminin son gününü ve yaklaşık 27290 kişi olan Kuzey
İsraillinin Babil sürgününe götürülüşüne şahit olmuştur.
Samaria'nın
düşüşü ve halkının önemli kısmının esir edilmesi hikayesinde üzerinde durulması
gereken bazı noktalar var. İsrail kralı Asur kralı tarafından tahta çıkarılmış
ve karşılığında vergi ödemesi kararlaştırılmıştır; fakat İsrail kralı Asur
hükümdarının ölümünü fırsat bilerek yükümlülüklerini yerine getirmekten kaçınmış,
bu yetmiyormuş gibi bir de Tevrat'da Sava adıyla geçen ve Asurîlerin düşmanı olan Mısır
firavunuyla temas kurmuştur.
Bu
birincisi. Diğer yandan İsrail kralını Asurîlerin nezdinde kötü kişi yapan kim?
Judaea [Yahuda] krallığının İsrail krallığı ile muhtemelen Hoşea'nın aynı anda
ilişkiye geçtiği Mısır veya Musri arasında bulunduğunu hatırlayalım. Kılıç
zoruyla Asurîlere bağlanan Judaea kralı Ahaz, muhtemelen kuzeyli komşusunda
olup bitenleri sıkı bir şekilde gözetliyor ve elde ettiği bilgileri Ni-
nova'daki efendisine ulaştırıyordu. Zaten kendisinin lll. Tiglatpleser'in “kölesi ve/oğlu" olduğunu
belirtmişti. Hoşea'nın Tiglatpleser'in halefi olan ve Ninova'da tahta çıkan V. Salmanasar'a vergi ödemeyi kesmesi üzerine onun
ihanet içinde olduğu ve Asurîlerin düşmanlarıyla muhaverede bulunduğu
anlaşılmış; bunun üzerine Asurîler Hoşea'nın defterinin dürülmesine, iç
çalkantıları
ve
düşmanlarıyla yaptığı muhavereleriyle canlarını sıkan İbrani krallığının
ortadan kaldırılmasına karar vermişlerdi. Kudüs kralı Ahaz'ın, on İsrail boyuna
ve can sıkan ülkelerine yaptıkları için Süleyman Tapınağı'nda Taıırı'ya şükran
kurbanları sunduğunu düşünelim.. Hatta Judaea kralı Ahaz'ın, karındaşı İsrail
kralını sevmiyor olsa bile, bundan on yıl önce Aramı Dımaşk kralı Resin ve
Samaria kralı Pekah'a karşı lll.
Tiglatpleser'den
yardım istemesi, Tiglatpleser'i bu işe razı etmek için Tanrı'nın evindeki altın
ve gümüşlerden başka saray hazinesindekileri de hediye olarak göndermesi, 722
yılında İsrail krallığının maruz kaldığı katl, yıkım ve esir edilip Babil'e
götürülmesinde ağır bir sorumluluğu olduğunu göstermektedir. Elbette ki İbrani
tarihinde ilk büyük esaretin doğrudan sorumluları Yahuda oğulları ve en başta
da kralları Ahaz'dır. Eğer Ela oğlu Hoşea'nın Asurîler nezdinde itibardan
düşmesinde Ahaz veya kavminden birinin rol oynadığı kesinse, bu sorumluluk daha
da ağırdır. Asuri kralı İsrail krallığına indirilen darbede yalnızca cezayı
uygulayan bir cellat rolü oynamıştır ve onun sorumluluğu kendisiyle aynı
soydan ve kandan gelen İsrailli kardeşlerine karşı bu tertibi düzenleyen Kudüs
kralının sorumluluğu yanında çok hafiftir.
Tevrat'ın
kuzey krallığının tasfiyesinin Ahaz zamanında değil Hoşea'nın iktidarının
üçüncü yılında babası Ahaz'ın yerine geçen oğlu Hezkiya döneminde gerçekleştiği
şeklindeki kaydının bir önemi yok. Çünkü güvenilir tarihçiler, Hezkiya'nın
Judaea tahtına ancak Samaria'nın 722-721 yılında düşüşünden sonra çıktığını,
ülkeyi yönetmeye ise 720 veya 72l'de
başladığını belirtmektedirler.
Tevrat'ın
gerçekle örtüşmeyen bir başka rivayeti ise M. Ö. 705 yılında il. Sargon'un halefi olarak tahta çıkan Sinnaherib'in
kral Hezkiya'nın iktidarının on dördüncü yılındajudaea'ya saldırdığıdır.
Halbuki tarih, Sinnaherib'in M. Ö.
70l'den önce böyle
bir sefer düzenlemediğini kaydetmektedir. İttifaken kabul edilen bu gerçeğe
göre Hezkiya'nın M. Ö. 715'de tahta çıkması gerekiyordu ki, -Tevrat'ın verdiği
tarihe istinadenSinnaherib bu seferi düzenleyebilmiş olsun. Galiba Tevrat
yazarları Asurîlerin kuzey krallığına saldırısında Ahaz'ın sorumluluğunu gizleyemedikleri
için, bazı ağır suçlamalardan onu kurtarmak amacıyla Samaria'nın düşüşünden
önce öldürmüşler.
Göz
ardı edemeyeceğimiz bir başka gerçek ise, birinci ve hacim olarak daha büyük
olan İsrail esaretiyle ilgilidir. Çünkü Asurîler İsrail oğullarından belli bir
grubu esir alıp götüren ilk halk değildir ve Tevrat'a göre Samaria'nın
düşüşünden önce de İsrail oğulları birbirlerini esir alıp götürme fiillerini
gerçekleştirmişlerdir.
2.
Tarihler kitabında anlatıldığına göre bizzat Ahaz
döneminde ve İsrail kralı Fekah b. Remelya'nın Judaea'yı mağlup ettiği bir savaştan
sonra Tanrı, Ahaz'ı İsrail kralının eline düşürür. Kral ona ağır bir darbe
indirir ve Remelya'nın oğlu Judaea'da bir günde yüz yirmi bin kişiyi katleder.
"Hepsi yiğit adamlardı; çünkü atalarının Allah'ı Rab'bi bırakmışlardı. Ve
Efraimli bir yiğit, Zikri, kralın oğlu Maaseya'yı ve kral evinin reisi
Azrikam'ı ve kraldan sonra ikinci adam olan Elkana'yı öldürdü. İsrail oğulları
kendi kardeşlerinden '
kadınlar,
oğullar, kızlar, iki yüz bin kişi sürdüler ve hem de onlardan çok çapul malı
aldılar ve çapul malını Samaria'ya getirdiler.”
Artık
Tevrat'da rastlamaya alıştığımız abartılara rağmen, prensip olarak İsrail
oğullarının birbirlerine yaptıkları şekilde veya ondan daha katı muameleye
maruz kaldıklarını görüyoruz. Belki de halkın önemli kesiminin çoluk çocuğuyla
birlikte bir ülkeden başka bir ülkeye sürülmesi, onların kadın ve
çocuklarından ayrılarak sürülmesinden, despot hükumetlerin hapishanelerine
doldurulmalarından daha az zalimceydi. 11.
Sargon'un
uygulaması ve İsrail krallığındaki insanları Fırat havzasına ve Med
topraklarına sürmesi, yalnızca Asurî İmparatorluğu'nun güvenliğini sağlama
tedbirlerindendi. Sargon, sadece Babil ve diğer şehirlerden topluluklar getirerek,
onları Samaria'da sürgün edilenlerin yerine iskan etmiş, ama bir halkı asla
kökünden söküp meçhul kaderine terk etmemiştir. Hatta bu icraatını dahi üzücü olsa bile,bir
takım giri şimlerin başarısızlıkla sonuçlanmasından sonra yapmıştır. Judaea
kralının Asurîleri İsrail krallığına karşı kışkırtması muhtemelen Sargon'un
imparatorluğun problemli bir bölgesinde tedip hareketine girişmesinde birinci
dereceden teşvik unsuru olmuştur.
Tarihi
kayıtlara göre 11.
Sargon'un halefi
Sinnaherib, Babilli Marduk'un M. Ö. 703 yılında Elamlıların kışkırtması ve
Aramîlerin yardımıyla giriştiği başarısız isyana iştirak edenleri cezalandırmak
amacıyla 208000 Aramîyi Irak'ın güneyinden kuzeyine sürmüştür ki,23 bu rakam
Samaria'dan Babil'e sürgün edilen İsraillilerin sayısından yedi misli daha
fazladır.
Yakın
Şark'da kralların, özellikle de muzaffer büyük kralların ölümü uluslararası
ilişkileri oldukça fazla etkiliyordu. il.
Sargon M. Ö.
705'de savaş meydanında öldürülünce, Asurî İmparatorluğunun sınırları
dahilinde ve haricinde fırsat gözleyen pek çok kişi renkli rüyalar görmeye
başladılar. Doğu ve güneydoğuda Elamlılar Güney Irak'daki Aramîleri Asurî
boyunduruğundan kurtulmaya teşvik ediyor; batı ve güneybatıda ise Mısırlılar
Suriye'nin orta
kesimlerinde
yaşayan Aramı ve Fenikelileri, Güney Suriye'deki küçük prensleri (prince
eling)24 tahrik ediyorlardı. Bunların amaçları ve özellikle iktisadi
çıkarları, Suriye topraklarından geçen kervan yolu üzerindeki Asurî
hakimiyetini ortadan kaldırmak ve mağlup imparatorluğun zenginliklerini
bölüşmek noktasında birleşiyordu ve bu amaç iç karışıklıklar çıkarmak için
yeterliydi.
Mısırlıların
tahrikleri Sydon [Sayda] kralı Luli'yi, Askalan kralı Sedek'i, Judaea kralı
Hezkiya'yı ve keza Akron halkını Ninova'yla ilişkilerini kesip, Sennaherib'e
karşı isyan bayrağı açmaya sevk etmekte başarılı oldu. Fakat Asurî hükümdarı M.
Ö. 70l'de bölgede kendini gösterince Sydon kralı Kıbrıs'a kaçtı, Askalan kralı
ise prangaya vurularak Asur'a götürüldü. Akron halkı zaten tekrar itaat arzettiği
için sıra Judaea'ya gelmişti.
24
Bir önceki kaynak metinde bu kelimeyi tekil olarak kullanmışsa da,
bunanla Samaria'nın düşüşünden önceki Filistin, Judaea ve İsrail prensleriyle
Edom, Moab ve Ammon-prenslerini kastetmektedir.
“Kral
Hezkiya'nın iktidarının on dördüncü yılında Asur kralı Sinnaherib tüm muhkem
Yahuda şehirlerine saldırıp, ele geçirdi. Yahuda kralı Hezkiya, Lakiş'deki Asur
kralına adam göndererek 'Ben hata ettim, geri çekil; ne vergi yüklersen
ödeyeceğim' dedi. Asur kralı Yahuda kralı Hezkiya'ya üç yüz talant gümüş ve
otuz talant altın vergi kesti. Hezkiya Tanrı'nın evinde ve kral hazinesindeki
bütün gümüşleri verdi. Ve Hezkiya o sıralar Rab'bin tapınağının kapılarında ve
sütunlarında bulunan altın kaplamaları söküp Asur kralına verdi. ”
Sinnaherib
aldığı sonuçtan memnun bir şekilde ülkesine döndü. Suriye topraklarına barış
getirmiş ve şehirlere kendi adamlarını vali olarak atamıştı. Hezkiya'dan
aldığı gecikmiş vergiyle yetinmiş, kralın kızlarını ve karılarını kendisiyle
birlikte Ninova'ya götürmüştü.26 Sinnaherib daha sonra Judaea'yı Filistin
sınırına yakın olan bazı şehirlerden tamamen soyutlayarak, onları bölgeye
atadığı güvenilir valilerin hakimiyet alanına kattı.
İkinci
Krallar kitabında anlatılan Sinnaherib hikayesinin devamını okuduğumuzda,
Sinnaherib ordusunun da bu seferden sonra bir felakete maruz kaldığını
görüyoruz. Fakat Tevrat rivayetinde bariz bir kopukluk var ve Kudüs surları
ile M. Ö. 700 yılında Şabako'nun
ölümünden sonra Mısır'da tahta geçen Tihraka arasında olup bitenlerden söz
edilmemektedir. Krallar kitabı Tihraka'yı Kuş kralı olarak göstermektedir, ama
esasen o, Sinnaherib'in Suriye'ye düzenlediği ilk sefer (M. Ö. 701) sırasında kral değildi. Breasted, Krallar
kitabının Tihraka'yı yanlışlıkla kral olarak tanıttığını, aksine onun
Şabako'nun başkumandanı olduğunu kaydetmektedir. 2 7
Bazı
tarihçiler Sinnaherib'in ordusunun başına gelen felaketin, sözünü ettiğimiz
sefer sırasında değil, ikinci sefer akabinde vukü bulduğunu belirtmektedirler.
Biritannica Ansiklopedisi yazan, birinci seferin başarılı bir şekilde sona
erdiğini ve Sinnaherib'in mutlu ve muzaffer olarak ülkesine döndüğünü
yazmaktadır.
Sinnaherib,
düzenlediği ikinci sefer sırasında Tel el-Irak'a (Süveyş Kanalı'nın otuz km.
doğusunda) kadar gelmiş, fakat burada ordusu saflarında veba salgını çıkmış ve
askerlerinin büyük bir kısmı telef olup gitmiştir. Tevrat'a göre salgın
hastalıktan ölenlerin sayısı 185 bindir. Tevrat, Tanrı'nın meleklerinin
Sinnaherib'in ordusuna bir gecede ağır bir darbe indirdiğini ve sabah uyandıklarında
her yerde cesetlerle karşılaştıklarını kaydetmektedir. Her ne kadar Tevrat bu olayı
Hezkiya'nın ve çağdaşı peygamber Yeşaya'nın dualarına bağlarsa da, Herodot ip
ve deriden yapılan ağırlıklarının tamamıyla, silahlarınsa fareler tarafından
kemirildiğini kaydetmektedir.
Klasik
bir gelenek olan Asurî tabletleri bu olaya hiç değinmemektedir ki,
düzenlendiği iddia edilen bu seferi şüpheli hale sokmaktadır.
Esasen
Sinnaherib'in hayatıyla ilgili kesitler M. Ö. 701 seferi ile felaketle biten bu
sefer arasına bir çizgi çekilmesini gerektiriyor. Çünkü Sinnaherib'in
tabletlerinde birinci seferle ilgili olarak okuduklarımızın, ordusunun mahvına
yol açan büyük felaketin hemen ardından yazılmış olması pek makul gözükmüyor.
Suriye'ye düzenlediği seferde kazandığı zaferden mağrur bir şekilde bahseden
Sinnaherib, şöyle diyor: “Hakimiyetim altına girmeye yanaşmayan Yahudi
Hezkiya'ya gelince, şehirlerinden 46'sını ve civar şehirlerden adedini
bilmediğim kadar çok şehri muhasara altına aldım, zapt ettim, yağmaladım ve
ganimet olarak aldım. O (Hezkiya), Kudüs'deki krallık başkentinde kafesteki
serçe kuşu gibidir. Onu kuşattım ve korkunç krallık heybetim onun işini
bitirdi."29
Eğer
Sinnaherib veba veya başka bir sebeple 185 bin yahut daha fazla askerini
kaybettiği bir seferden dönmüş olsaydı, gerçeği çarpıtma konusunda ne kadar
cüretkar olursa olsun, böyle bir olayı görmezden gelemez; satır aralarında da
olsa kanayan bir yaranın izleri görülürdü.
Diğer
yandan, şayet birinci seferden böyle bir hasarla dönmüş olsaydı, Hezkiya'ya
kızlarını ve bazı karılarını kendisine yani Ninova'ya göndermesini emredemezdi.
Bununla birlikte Asurî Imparatorluğu'nda çıkan bazı kargaşaları fırsat bilen
bir takım güçler, bu felaketten sonra isyan ederek boyunduruktan kurtulmaya
çalışmışlardır; ama biliyoruz ki Sinnaherib ancak M. Ö. 681 yılında yani
Suriye üzerine düzenlediği ilk seferden yirmi yıl sonra oğullarından bazıları
tarafından öldürülmüştür.
Tüm
bunlar, bizi, Sinnaherib'in bu felaket sebebiyle Mısır'ı fethedip, mağlup
Suriye halklarını kendisine karşı kışkırtmaya yönelik siyasi faaliyetlerine
son verme amacıyla düzenleyeceği ikinci seferden vazgeçtiğini düşünmeye
meylettirmektedir.
Öte
taraftan Tevrat yazarlarından alıştığımız üzere, Sinnaherib hikayesinde
birbirini yalanlayan bir sefere rastlıyoruz. 11. Tarihler kitabını yazanlar, II. Krallar kitabında Hezkiya'nın Sinnaherib'e itaat
arzederek, tüm isteklerini kabul ettiğinden hiç söz etmeden, onun başından beri
direndiğini, çarpıştığını, kuyuları kapatıp, surları tahkim ettiğini ve halkı
toplayıp “Kuvvetli ve yürekli olun, Asur kralından ve yanındaki kalabalık
ordusundan korkmayın, yılgınlığa düşmeyin” dediğini kaydederek şu satırları ilave
etmektedirler: “Bu yüzden kral Hezkiya ve Amos'un oğlu peygamber Yeşaya dua
edip, göğe feryat ettiler. Tanrı bir melek gönderdi ve Asur kralının
karargahındaki bütün cesur yiğitleri, beyleri ve kumandanları yok etti..
Böylece.Rab, Hezkiya'yı ve Kudüs'de oturanları Asur kralı Sinnaherib'in elinden
kurtardı ve onları her yönden korudu; Hezkiya bütün milletlerin nazarında itibar
kazandı. ”31
II.
Tarihler kitabı böyle söylüyor, ama tarih hiç de
öyle demiyor. Çünkü Judaea M. Ö. 70l'deki ilk Sinnaherib seferinden sonra
mağlup bir vasal olarak VII.
Yüzyılın birinci
çeyreği boyunca Asurîlere vergi ödemeye devam etmiş; bu tarihten sonra ise mağlup
halklar artık Ninova'nın boyunduruğundan kurtulma vaktinin geldiğine karar
vermiş ve Asurî Imparatorluğu'nun ufkuna kara bulutlar yağılmaya başlamıştır.
Judaea
kralı Yoşeya [JosiahZJosias] zamanında (M. Ö. 637608) Asur krallığı yıkıldı.
Med yani Babil koalisyonuna bağlı kuv vetler Asuri başkenti Ninova'yı ele
geçirerek 612 yılında yaktılar. Böylece yeni Babil krallığı (ll. Krallık) ile Sinnaherib'in gönderdiği elçiyle
yaptıkları müzakerelerde Yahuda'ya nisbetle Yahudi dili kullandıkları söylendiği için artık Yahudi diyebileceğimiz
lbraniler arasında yeni bir sayfa açılmış oldu.
Yahudiler,
Asuri devletinin yıkılışından yüz yıl kadar önce, bölgede hakimiyeti ele
geçirebileceğini ve Asurilerin halefi olabileceğini tahmin ettikleri tüm
güçlerle gizli görüşmelerde bulunuyorlardı. Örneğin Judaea kralı Hezkiya'nın
kendisini Güney Irak kralı ilan eden Babilli asi lideri Merodak Baladan'ı
tebrik etmesi, Baladan'ın hastalanan Hezkiya'yı dertlerinden kurtarması bu ilişkiler
arasında gösterilebilir. Belki de Baladan'la Hezkiya arasındaki bu ilişkiler
Sinnaherib'i henüz Baladan'ın isyanı tam bastırılmadan M. Ö. 701 yılında
Hezkiya'yı tedibe sevk eden sebeplerdendi.
Yahudi
kralı Yoşeya, muhtemelen iktidar asasının Babil kralının eline geçmesini,
yükselen yeni güce bağlanmak suretiyle bölgede aktif nüfuzunu artırmak için
bir fırsat olarak görmüştü ve bu yüzden Suriye topraklarındaki eski
hakimiyetini diklemek için bölgeye saldıran Mısır firavunu il. Neko'ya diklenmişti, ama kader Yoşeya'yı yaptığı
zulümlerin hesabını ödemeye mahkum etmiş olmalı ki, M. Ö. 608'de vuku bulan
savaşta ölümcül bir yara aldı. Bunun üzerine Mısır firavunu Neko, Kudüs'de
kendisine sadık bir kral nasbetmeye muvaffak oldu. Böylece Yoşeya'nın yerine
oğlu Elyakim'i kral atayarak adını Yehoyakim olarak değiştirdi. Yehoyakim
firavuna altın ve gümüş ödedi.33 Judaea artık Mısır'ın hakimiyeti altındaydı
(M. Ö. 607-567).
il.
Babil Devleti'nin
kurucusu Nabupolassar, son günlerinin yaklaştığını hissedince, oğlu ve veliahtı
Nabukadnasar [Buht Nasar]ı devletin ve ordunun başına geçecek şekilde eğitmeye
başladı ve M. Ö. 607 yılında da Suriye'den Mısırlıları kovarak, ülkeyi tekrar
Babil'e bağlaması için gönderdi. Mısır garnizonlarının mevkilerini ölümüne
savunmalarına, kahramanca savaşmalarına, çok kanlı çatışmalara rağmen
Nabukadnasar Mısır hududuna dayanmayı başardı, ama orada babasının ölüm
haberini alınca adeta kanatlanarak yirmi üç günde Babil'e ulaştı ve M. Ö. 23 Eylül 605'de başına krallık tacını koydu.
Babilliler
Suriye'yi fethetmenin onu elde tutmaktan daha zor olduğunu anlamışlardı. Çünkü
ülkenin kuzeyinde bulunan Fenike-' liler, Filistinliler ve Yahudiler genel
olarak Mısır'ın etki sahası içindeydiler ve Asurîlere vergi ödemekten henüz
kurtulmuşken bu defa da Babillilere vergi ödemeyi kolaylıkla kabul edeceğe
benzemiyorlardı. Mısır ise, Suriye üzerindeki nüfuzunu tekrar kazanma ümidini
kaybetmediği için, ayağının altındaki halının çekilmesine seyirce kalıp teslim
bayrağını açacak gibi görünmüyordu. Bu yüzden ateşe durmadan yağ serpiyor,
Nabukadnasar da, tıpkı büyük Asurî savaşçısı Sargon'un bundan bir yüz yıl önce
yaptığı gibi, bir isyanı bastırıp diğerine koşmakla oyalanıyordu. Nabukadnasar,
veliaht olarak Suriye'ye yaptığı ilk seferden on iki yıl sonra Dımaşk, Sayda,
, Sur ve Urşelim [Kudüs]den vergi almak, isyanda direten Askalan'ı yerle bir
etmek için ikinci defa ülkeye geliyordu.
'
Babillilerle Mısırlılar arasında savaş yıllarca devam edecekti. 60l'de iki
taraf arasında çıkan savaş kimseye zafer getirmemişti. Yahudilerin kralı
Yehoyakim, vergisini üç yıl muntazaman ödedikten sonra Mısır-Babil savaşının
ikincisinin aleyhine geliştiğini görünce Nabukadnasar'a kafa tutmayı
kararlaştırdı. Galiba Yehoyakim Mısır'daki gerçek iç vaziyeti
göremeyecek kadar basiretsiz ve acemiydi. Peygamber Yeremya'nın Babil'e
isyandan vazgeçmesi yolundaki uyarılarına rağmen durumunu iyice zora sokmuştu.
Nabukadnasar'ın
intikamı Yehoyakim'in umduğundan da çabuk geldi. Kudüs M. Ö. 597'de işgal
edildi ve Yehoyakim'in yerine bilahare adı Sıdkıya [Sedekiya] olarak değişen
amcası Mattanya vali tayin edildi. 35 Sıdkıya, adı kör gözlüye çıkmadan önce de
basiretsiz biriydi. O da tıpkı Yehoyakim gibi kuvvetler dengesini ölçemedi ve
Nabukadnasar'ın kendisine duyduğu güveni boşa çıkardı.
Bu
esnada Mısırlılar tabletlerde adı Hafrakh olarak geçen lris zamanında Gazze'yi
istirdat etmeyi başarmışlar ve ardından Sur ve Sayda'ya saldırmışlardı. Mısır
ordusunun Filistin'in sahil şeridinde çıkardığı gürültü sanki rüzgar tarafından
Sıdkıya'nın kulağına çalınmış gibi, Babil boyunduruğundan kurtulup lris'in
eteklerine yapışmaya kalkıştı. “Ve o, Allah'ın adı üzerine kendisine yemin
ettirmiş olan kral Nabukadnasar'a karşı isyan etti. İsrail'in Allah'ı Rab'be
dönmemek için ensesini katırdı, yüreğini katılaştırdı. ”
Fakat
Nabukadnasar'ın bu defaki intikamı korkunç olacaktı. Ordusunun bir kısmını
Kudüs'e doğru yola çıkardı ve operasyonu Humus yakınlarındaki Rable'de bulunan
kampından yönetti. Kudüs on sekiz aylık bir kuşatmadan sonra düştü. Kral
Sıdkıya gece karanlığından faydalanıp kaçmayı başardıysa da Eriha ovasında yakalanıp,
elleri ve ayaklarına pranga vurularak Rable'ye getirildi.
Rable'de
muhakeme edilen Sıdkıya ve oğulları hakkında son derece ağır bir karar verildi.
Oğulları gözleri önünde öldürüldü. Hemen akabinde bu olayın dünyada gördüğü son
manzara olarak hafızasında kalması için gözlerine mil çekildi ve prangaya vurulmuş
vaziyette Babil'e gönderildi. Kudüs'e gelince, surları dümdüz edilerek
temellerin üzeri toprakla kapatıldı, Süleyman Tapınağı yıkıldı ve enkazı
üzerinde ateşler yakıldı.
Böylece
M. Ö. 597 yılının Haziran ayında Kenan elindeki Yahudi tarihi kapanmış ve
dünyanın başka ülkelerinde ikinci tarih sahnesi açılmıştı. Kudüs-Samaria arasında
Okuyucu,
Kudüs ve Samaria'nın düşüşünden hemen sonra gerçekleşen bu korkunç olaylara
ibret gözüyle bakmalı. İsimler üzerinde fazla durmamamız ve olayları kısaca
anlatmamız, aralarında 135 yıl fasıla bulunan iki değişik zamanda iki ayrı
olaydan değil, aynı zamanda olan tek bir olaydan bahsetmemizdendir.
Samaria'da
Asurî kralı Tîglatpleser, isyan eden Pekah'ın işini bitirdikten sonra Hoşea b.
Ela'yı tahta çıkarmıştı. Asur kralının Hoşea'ya da normal prosedürü uyguladığı
muhakkak . Onu tahta çıkarırken yemin billahlar ettirip sadık kalacağına dair
söz almıştı; ania Hoşea Tiglatpleser'in ölümünden sonra ipe un sermeye
başlamış ve verdiği sözü
bozarak Mısırlılarla muhavereye girişmiş ve Asurîlere ödediği vergiyi
aksatmıştı. İşte bu yüzden Hoşea tahtından olmuş ve onun düşüşüyle birlikte
İsraillilerin kuzeydeki devleti de resmen son nefesini vermişti.
Babil
kralı Nabukadnasar Kudüs'de sabık asi kral Yehoyakim'i alaşağı ettikten sonra
Sıdkıya'yı tahta çıkarmıştı. Nabukadnasar ona da sadakat yeminleri ettirdi,
söz aldı, fakat bir süre sonra Sıdkıya Mısırlılarla muhavereye başladı ve
Babil'e gönderdiği vergiyi kesti. Sonuçta onun da alaşağı edilişiyle birlikte
güneydeki Judaea devleti son nefesini verdi..
Kudüs'ün
düşmesinden ve kral Sıdkıya'nın prangaya vurulup Rable'ye götürülüşünden,
orada oğullarının gözleri önünde infaz edilmesinden ve arkasından kendi
gözlerine mil çekilmesinden sonra Judaea'nın Babil'e bağlı mamur bir vilayet
olarak kalması mümkündü. Nitekim daha sonra Nabukadnasar komutanlarından
Nabuzaradan'ı idari mekanizmada temizlik yapmak, bağlılıklarından şüphe
edilenleri görevlerinden uzaklaştırmak amacıyla göndermiş, o da atmış küsur
kişiyi tutuklayarak Rable'ye yollamış ve bunlar orada Nabukadnasar tarafından
in- faz edilmişlerdi.38 Nabuzaradan daha sonra bazı toprak sahiplerini
de tutuklayarak Babil'e gönderdi ve onların arazilerini topraksız insanlara
dağıttı.
Babil
kralı Judaea'ya vekil olarak Gedelya adında bir Yahudi atadı. Babillilerin
yapılan bu temizlik hareketinden sonra halkın kalbini ve sadakatini kazanmak
için yumuşak bir politika takip etmek istedikleri açık. Yahudi vali Gedelya da,
işlerinin başına dönmeleri ve düzene saygı duymaları halinde halkı her türlü kötü
muameleden koruyacağı taahhüdünde bulunmuştu. Halk Gedelya'nın çağrısına olumlu
yanıt verdi ve oraya buraya kaçanlar evlerine döndüler. Tekrar çalışıp bol
miktarda şarap ve incir üretmeye başladılar.
lşte
hayatın tam normal seyrine döndüğü, ufukta mutlu bir geleceğin ışıkları
parlamaya başladığı sırada, birileri başkentte ortalığı karıştırmaya, gizli
gizli fitne fesat planlamaya başlamıştı. Tevrat'ın krallar soyundan olduğunu
belirttiği lsmail b. Netenya, Ammonluların kralı Balas'la gizlice temas kurup Gedelya'ya
suikast tertiplenmesi konusunda anlaşmıştı. Gedelya'nın subaylarından birisi
bu komployu bir şekilde öğrenmiş ve efendisini uyarmıştı, ama galiba çok iyi
kalpli olan Nedelya duyduklarına itibar etmemiş ve subayını yalancılıkla itham
edip, gerekli tedbirleri almamış, hatta komplocuların amaçlarını
gerçekleştirmesine yardımcı olacak bir de adım atmıştı. Bir gün Mizpa'daki
sarayında bir şölen düzenleyerek lsmail ve bir grup hempasını davet etmiş,
tabii şölen sırasında komplocular tarafından onun, bazı adamlarının ve hatta
valinin karargahında kalan Babil garnizonundan bazı subayların kelleleri
alınmıştı.
Olayı
duyan ve bu ihanet ve zulmün cezasız kalmayacağını bilen halkın büyük bir
kısmı Mısır'a kaçtı.
Yahudi
diasporası, genellikle tek bir sebebe bağlanır ve bunun kuzey ve güney
krallıklarında yaşayan Yahudilerin Asurî kralı lll. Tiglatpleser zamanından Babil kralı Nabukadnasar
ve yine iki Asuri kralı Sargon ve Sinnaherib devrinden itibaren maruz kaldıkları
sürgün sebebiyle gerçekleştiği sanılır.
Aslında
sürgün yoluyla vatanlarından koparılan Yahudilerin tam rakamını tespit etmek
oldukça zordur. Çünkü Tevrat'da verilen rakamlar bazen sembolik, bazen de
abartılıdır. Bu yüzden araştırmacılar tatminkar bir sonuca varamıyorlar.
Kimileri bir rakam vermekten kaçınıp Babil'e sürülenlerin binlerce kişi
olduğunu söylerken, kimileri cehaletten kaynaklanan rakamlar ortaya atıyorlar.
Philip
Hitti, Judaea'dan sürgün edilenlerin elli bin kişi olduğunu ileri sürmüş, başka bir yazar da onun verdiği
rakamı tekrar etmiştir. Kitab-ı Mukaddes Ansiklopedisi rakamlara kaynak olarak Yeremya kitabındaki şu
sözleri göstermektedir: “Nabukadnasar'ın sürgün ettiği halkın sayısı şudur:
Yedinci yılda üç bin yirmi üç Yahudi. Nabukadnasar (krallığının) on sekizinci
yılında da Yeruşalim'den sekiz yüz otuz iki kişi sürdü. Nabukadnasar'ın
(krallığının) yirmi üçüncü yılında muhafız başkomutanı Nabuzradan yedi yüz kırk
beş kişi sürdü. Böylece sürülenlerin toplamı dört bin yüz dört kişi oldu. ”
Sürgün
işleminin M. Ö. 597,
586 ve 582 yıllarında gerçekleştiği belirtilmektedir. 200150 rakamı ise Sinnaherib'in kitabelerinde kaydettiği
esir Yahudi sayısıdır ki, bu kayıt Sinnaherib'in ele geçirdiği şehir ve
köylerdeki sekeneyi, kendi yerlerinde kalmış olsalar dahi, esir olarak
gördüğünü gösterir. Gedelya'nın öldürülmesinden sonra kendi istekleriyle
Mısır'a kaçanların sayısının ise Babil'e sürgün edilenlerden çok daha fazla
olması mümkündür.
Her ne
olursa olsun, Mezopotamya'ya sürgün olayı, araştırmacılar nazarında Yahudi
diasporasının tek çekirdeği değildir. Çünkü Yahudiler, Davud'la Sur kralı
Hiram arasında başlayan, daha sonra Süleyman zamanında güçlenen ilişkiler
sebebiyle ticarete ciddi şekilde ilgi duymaya başlamışlardı. Süleyman'ın ticari
işlerine bakanlar da ilk önceleri Yahudiler değildi. Ama onlar bu işi
öğrendiler ve bir süre sonra Fenikelilere benzerken, bilahare Fenike adının
tarihten silinmesi üzerine onların yerini aldılar.
Ticari
faaliyetler Yahudileri başka ülkelerde koloniler ve kendi yurtlarından uzakta
Yahudi mahalleleri kurmaya sevk ediyordu ki,
bu durum
Süleyman'ın ölümünü müteakiben devletin ikiye bölünmesi ve bilahare ardı ardına
yıkılmasından sonra daha da hızlanmıştır.
Samaria
ve Kudüs'deki kargaşa ortamından bir an önce kaçıp kurtulmak isteyen
İsraillilerden belli gruplar, şanslarını süt ve bal diyarından başka yerlerde
denemeye karar verdiler. Savaş sırasında düşman eline esir düşen Yahudilere
iki seçenek sunuluyordu: Ya esir olarak kalıp efendisine ve ailesine hizmet
edecek ya da efendisi bağışlayacak veya tarihin en eski çağlarından beri
geçerli olduğu gibi köle olarak satılacaktı. Amos kitabında bu konuda şöyle
deniliyor: “Gazze'nin üç hatta dört kat cinayetinden ötürü cezasını geri
almayacağım; çünkü Edom'a teslim etmek için bütün kavmi sürgün ettiler.. Sur'un
üç, hatta dört kat cinayetinden ötürü cezasını geri almayacağım; çünkü bütün
kavmi Edom'a teslim ettiler ve kardeş ahdini hatırlamadılar.’^3 Eğer
Gazzeliler İsraillileri esir alıp Edomlulara satmışlarsa, Fenikeli Surlular
onların İsraillileri öldürdüklerinden habersizdiler, ama bu durum metinden de
anlaşıldığı gibi, Yahudi esirleri Edomlulara veya parasını ödeyen başkalarına
köle olarak satmalarına engel değildi.
Zorla
sürgün, savaş ve köle ticareti yoluyla köle edilmek, ticari amaçla veya rızk
peşinde koşmak için kendi isteğiyle muhaceret ve fatih ordunun bireysel veya
toplu cezalandırmasına bağlı olarak zorla veya isteyerek kaçmak.. işte tüm
bunlar Yahudilerin Kenan elinden muhaceretine yol açan ana sebeplerdir.
Yahudi
diasporası meselesinde en tehlikeli iddia, onların Kenan elinden zorla
koparıldıkları iddiasıdır. Bir sonraki bölümde Yahudilerin Kenan eline
tutunmaya çalıştıkları şeklindeki hayali iddia üzerinde duracağız. Çünkü bu
konu oldukça şüphelidir ve hiçbir delili yoktur.
Ahit
veya ‘misak’ sözcüğü oldukça yaygın kullanılır ve iki şahıs veya topluluk veya
birden çok insan arasında yapılan sözleşme ve anlaşma anlamına gelir.
Bu
kelimenin bizi burada ilgilendiren anlamı, Tanrı ile İsrail oğulları arasındaki
ilişki manasındaki anlamıdır. Kelimenin İbranice aslı Berith’dir ve Arapaçaya
bazen ‘misak’, bazen de ‘ahit’ şeklinde tercüme edilmiştir. İngilizceye
‘Covenant’ şeklinde tercüme idilmiştir ki, bu, İbranice (Kenan diliyle) Biritu kelimesine yakın olan sözcüğün
karşılığıdır.1 Babilliler ve Asurîler bu kelimeyi bağlanmak, yemin
veya ‘misak’ ve hatta dik durma ve kök salma anlamında kullanmışlardır. Sözcük,
bu anlamlarıyla, iki eşit seviyedeki kişi arasındaki sözleşmeden ziyade,
efendiyle kölesi arasındaki ilişkiyi hatırlatmaktadır.
Ahd-i
Kadim sifirlerinde de bu sözcük Tanrı ile İsrail veya Tanrı'yla diğerleri
arasındaki bir anlaşma anlamının dışına taşarak bazen bireyler veya
topluluklar arasındaki ilişki anlamında kullanılmıştır.
Bu
sözcüğün kişiler arasındaki ilişki şeklini izah için kullanılmasına örnek
olarak Yakub’la dayısı Laban arasında geçen "Gel, şimdi sen ve ben bir söz
keselim” veya Davud’la arkadaşı Jonat- han b. Şaul
arasında "Her ikisi de Tanrı huzurunda söz verdiler” şeklinde geçen sözler gösterilmektedir.
Tanrı
ile kulu arasındaki ilişkiye gelince, bu konuda birinci sözleşme Tufan’dan önce
Allah'la Nuh arasında olmuştur: "Seninle yaptığım antlaşmaya uygun olarak
gemiye gir! ”
Konumuz
olan ahit ise, Tanrı’nın Abram ile yaptığı ahittir: “O gün Rab Abram’la anlaşma
yaparak ona şöyle dedi: 'Mısır ırmağından büyük Fırat ırmağına kadar uzanan bu
toprakları.... senin soyuna vereceğim. ”
Araştırmacılar
'misak’ın İbranice aslını yorumlarken Tanrının bu 'misak’a uymama halinde
kendisine lanet okuduğunu belirtirler. Tanrı’nın
kendisine hangi hakla lanet okuduğunu ve sonucunun ne olacağını bilmiyoruz.
Estaizubillah!
Tevrat
sifirlerini yazanlar bu anlaşmanın İbrahim’den İshak’a, ondan Yakub’a geçerek
Müsa’ya kadar ulaştığını ve Sina’da Tanrı ile “masum oğlu” İsrail arasında
resmi surette tamamlandığını belirtirler. Tanrı, İsraillilerin tanrısı,
İsrailliler ise onun halkıdır. Planın birinci aşaması budur; ikinci aşama ise
Müsa’nııi Sina dağında Tanrı’dan aldığı kanunlar ve nasihatlerin
birleşmesidir: “Müsa Tanrı’nın huzuruna çıktığında Rab dağdan kendisine seslendi:
'Yakub soyuna, İsrail halkına şöyle diyeceksin: Mısırlılara ne yaptığımızı,
sizi nasıl kartal kanatları üzerinde taşıyarak yanıma getirdiğimi gördünüz.
Şimdi sözümü dikketle dinler, anlaşmama uyarsanız, bütün uluslar içinde öz
halkım olursunuz. Çünkü yeryüzünün tümü benimdir. '
Anlaşmaya nasıl sadık kaldılar?
Konunun
akışı içinde Tevrat sifirlerinde geçenlerin çoğunun peygamberin babası İbrahim
aleyhisselamdan başlayarak büyük peygamberlerin taşıdığı emanete yani tevhit
misyonuna ters olduğunu ve bölgede yapılan kazılar sonunda ortaya çıkan tarihi
gerçeklerle tezat teşkil ettiğini yüksek sesle duyuran onlarca delil
gösterdik. Bir bölgedeki gerçeğin üzerini örtmeye cür'et eden kişi, başka
bölgelerde onu ortadan kaldırmak veya deforme etmekten çekinmez...
Yine de
biz anlaşmanın ihtiva ettiği tüm hak ve yükümlülük bentleriyle bir realite
olduğunu varsayalım. Bu haklar lsrail oğullarının seçilmesi, onların Kenan
eline iskanı, oraya muhacaretleri ve yerleşmeleri sırasında korunması;
yükümlülükler ise lsrail oğullarının hiçbir yorum ve kolaylaştırma yapmadan
Tanrı'nın emirlerine uymaları, yasaklarından sakınmalarıdır.
Tevrat
sifirlerinden Tanrı'nın lsrail oğullarına verdiği sözleri yerine getirip,
mucizeleriyle onları Mısır'dan çıkardığını, karaya çıktıktan sonra onları
gözetip beslediği ve Kenan eline iyice yerleşinceye kadar onlar için
savaştığını anlıyoruz.
Peki
acaba onlar da Tanrı'nın hukukunu gözetip, öğütlerine kulak asdılar mı?
lsrail
oğullarının Tanrı'ya verdikleri söze sadık kalacakları konusunda ettikleri
yemine zerrece bağlı kaldıklarını düşünmek akla ziyandır. “O zaman Yeşu, halka
‘Kulluk etmek üzere Rab'bi seçtiğinize siz kendiniz tanıksınız' dedi. ‘Evet,
biz tanığınız' dediler. Yeşu, ‘Öyleyse şimdi aranızdaki yabancı ilahları atın.
Yüreğinizi İsrail'in Tanrısı Rab'be verin' dedi. Halk, 'Tanrımız Rab'be kulluk
edip O'nun sözünü dinleyeceğiz' diye karşılık verdi. "
Peki
tuhaf tanrılarını bir kenara atıp yalnızca Allah'a taptılar mı?
Bu
sorunun cevabını il.
Krallar kitabı
yazarlarının Samaria'nın düşüşü münasebetiyle yazdıklarında arayalım: “Bütün
bunlar kendilerini Mısır firavununun boyunduruğundan kurtarıp Mısır'dan
çıkaran Tanrıları Rab'be karşı günah işledikleri için lsraillilerin başına
geldi. Çünkü başka ilahlara tapmışlar, ‘Rab'bin İsrail halkının önünden kovmuş
olduğu ulusların törelerine ve lsrail krallarının koyduğu kurallara göre
yaşamışlardı. Tanrıları Rab'bin onaylamadığı bu işleri gizlilik içinde yapmışlar,
gözcü kulelerinden surlu kentlere kadar her yerde tapınma yerleri kurmuşlardı.
Her yüksek tepenin üzerine, bol yapraklı her ağacın altına dikili taşlar,
Aşera putları diktiler. Rab'bin onların önünden kovmuş olduğu ulusların yaptığı
gibi bütün tapınma yerlerinde buhur yaktılar. Yaptıkları kötülüklerle Rab'bi
öfkelendirdiler. Rab'bin ‘Bunu yapmayacaksınız' demiş olmasına rağmen putlara
taptılar. Rab, İsrail ve Yahuda halkını bütün heygamberler ve biliciler
aracılığıyla uyarmış, onlara, 'Bu kötü yollarınızdan dönün' demişti.
‘Atalarınıza buyurduğum ve kullarım peygamberler aracılığıyla size gönderdiğim
Kutsal Yasa'nın tümüne uyarak buy, ruklarımı, kurallarımı yerine
getirin." Ama dinlemediler, Tanrıları Rab'be güvenmeyen ataları gibi inat ettiler.
Tanrı'nın kurallarını, uyarılarını ve atalarıyla yaptığı antlaşmayı hiçe
sayarak değersiz putların ardınca gittiler. Böylece kendi değerlerini de
yitirdiler. Çevrelerindeki uluslar gibi yaşamamaları için Rab kendilerine
buyruk verdiği halde, ulusların törelerine göre yaşadılar. Tanrıları Rab'bin
bütün buyruklarını terk ettiler. Tapınmak için kendilerine iki dökme buzağı ve
Aşera putu yaptılar. Gök cisimlerine taptılar. Baal'a kulluk ettiler."9
Bunlar,
İsrail oğullarının Tanrılarıyla yaptıkları anlaşmaya göre yerine getirmeyi
taahhüt ettikleri yükümlülüklerdi, ama kısmî iktibas yaptığımız metinden de
anlaşıldığı üzere, onlar yükümlülüklerini yerine getirmedikleri gibi, en büyük
günahı işlemişlerdir ki, bu, elbette şirk ve putlara tapınmadır. Halbuki zorda
kalan bir halkın kendilerini bu badireden kurtaran Tanrı'ya adam gibi kulluk
etmesi gerekirdi.
Çıkış
kitabında Tanrı'nın İsrail oğullarına kendilerine verdiği topraklardaki halkı
başka bir yere atma mukabilinde bir şart koştuğu anlatılmaktadır: “Gideceğiniz
ülkedeki insanlarla antlaşma yapmaktan kaçın. Çünkü bu senin için bir tuzak
olur. Onların sunaklarını yıkacak, dikili taşlarını parçalayacak, Aşera
putlarını keseceksiniz. Başka ilahlara tapmayacaksınız. Çünkü ben kıskanç bir
Rab, kıskanç bir Tanrı'yım. Ülke halkıyla herhangi bir antlaşma yapmayın. Yoksa
onlar başka ilahlara gönül verir, kur. ban keserken sizi de çağırırlar; siz de
gidersiniz.”
Azra
kitabı bu tavsiyenin İsrail oğulları üzerindeki etkisinden bahsederek şöyle
der: “Bütün bunlardan sonra, önderler yanıma gelerek şöyle dediler: 'İsrail
halkı, kahinlerle Levililer dahil, çevredeki halkların -Kenanlıların,
Hanilerin, Perizlilerin, Yebuslulann, Ammonluların, Moavlıların,
Mısırlıların^ve Amorluların iğrenç alışkanlıklarından kendilerini ayı tutmadı.
Kendilerine ve oğullarına bu halklardan kız aldılar. Böylece kutsal soy
çevredeki halklarla karıştı. Önderlerle görevliler bu hainlikte öncülük
etti.”12
Tanrı,
İsrail oğullarına insan kurban etmeyi yasakladı, I3 ama onlar bu korkunç
günahı işleyerek “oğullarım ve kızlarını ateşe kurban ettiler’’^; “Yahuda halkı
gözümde kötü olanı yaptı, diyor Rab. Bana ait olan bu tapınağa iğrenç putlarını
yerleştirerek onu kirlettiler. Oğullarını, kızlarım ateşte kurban etmek için
Ben-Hinnom Vadisi'nde, Tofet'de puta tapılan yerler kurdular. Böyle bir şeyi ne
buyurdum ne de aklımdan geçirdim.”15
Takriben
M. Ö. 851-841 yıllan arasında hüküm süren İsrail kralı Yoram b. Ahab döneminde
Dımaşk'ın Aramî hükümdarı Benhadad (M. Ö. 879-843) İsrail'in başkenti Samaria
şehrine hücum etmişti. “Samarra'da büyük bir kıtlık oldu. Kuşatma sonunda bir
eşek kellesinin fiyatı seksen şekel gümüşe, dörtte bir kav güvercin gübresinin
fiyatı ise beş şekel gümüşe çıktı ... Kadın şu cevabı verdi: 'Geçen gün şu
kadın bana dedi ki, 'Oğlunu ver, bugün yiyelim, yarın da benim oğlumu yeriz'.
Böylece oğlumu pişi rip yedik. Ertesi gün ona, 'Oğlunu ver de yiyelim' dedim.
Ama o, oğlunu gizledi.'”
lşte
İsrail oğullan Tanrı'nın ahdini bu şekilde anlamış; en kutsal idealler, en
asil duygular çökmüş, anneler öz çocuklarını boğazlayarak etlerini yemekten
kaçınmamışlardır.
Tevrat
sifirlerini yazanlar Urşelim [Kudüs] şehri ve Süleyman'ın kurduğu tapınağa bir
takım kutsiyet sıfatları izafe etmelerine rağmen, hiç kimse bizzat Yahudilerin
kendi başkentleri ve tapınaklarını aşağıladıkları kadar bu şehri ve tapınağı
aşağılamamıştır.
Davud'un
başkent yapmasından sonra Urşelim'e yapılan ilk tecavüz yeğeni Rehoboam
zamanında olmuştur. "Süleyman oğlu Rehoboam Yahuda kralı olduğunda kırk
bir yaşındaydı. Rab'bin adını yerleştirmek için bütün İsrail oymaklarının
yaşadığı kentler arasından seçtiği ■ Yeruşalem kentinde on yedi yıl krallık yaptı. .. Yahudalılar Rab'bin gözünde kötü olanı yaparak, işledikleri günahlarla Tann'yı atalarından
daha çok öfkelendirdiler. Ayrıca kendilerine her yüksek tepenin üstüne ve bol
yapraklı her ağacın altına tapınma yerleri, dikili taşlar ve Aşera putları
yaptılar. Ülkedeki putperest törenlerinde fuhuş yapan kadın ve erkekler
(ma'bun) bile vardı”
İsraillilerin
Tanrı'nın seçtiği kent Kudüs'de işledikleri en şeni amel, kraliçeleri Ahab kızı
Atalya zamanında herkesin gözü önünde erkeklerle kadınların aleni zina
yapmasıydı. Bu Atalya Kudüs'de yedi yıl hüküm sürmüş ve onun zamanında ahlakî
çöküntü devletin bilgisi dahilinde had safhaya çıkmıştır.
Fenikelilerin
Kudüs'de Tanrı'nın meskeni olması için Süleyman'a kurdukları tapınak,
Süleyman'ın kurulmasını emrettiği tek tapınak değildi. Süleyman daha önce de
Malkom, Kamuş ve diğer putperest tanrılarına tapınılması için başka tapınaklar
ve tepeler kurmuştu. Böylece tapınağın yapımcısının koyduğu kutsiyet ilk defa
bozulmuş; Süleyman'ın ölümünden ve kuzeyin ayrılmasından sonra lsrail
oğullarının büyük çoğunluğunu teşkil eden kuzeyliler Süleyman tapınağından yüz
çevirerek başka tapınaklara yönelmiş ve oralarda altın buzağıya tapmak vs. gibi
putperest geleneklerini sürdürmüşlerdi.
Eğer
lsrail oğullarının kuzey kolu Yahudajudaea] nın tapınağı dinle ilişkisi
olmayan amaçları ve Yahve'ye tapınma maksadıyla kullandığına ikna olmamış
olsalardı, Süleyman tapınağını terketmezlerdi.
Krallar
kitabıyla Tarihler kitabını yazanlar, Mısır firavunu Şişank [Şoşenk] ın saldırı
sırasında Kudüs'e ve kutsal tapınağa yaptıklarından yalnızca onun Tanrı'nın
evinden ve kralın hazinesinden çaldığı altın ve mücevharatla ilgili olanları
zikrettiklerini ibretle okuyoruz. “Rehoboam'ın krallığının beşinci yılında
Mısır kralı Şeşnan Yeruşalem'e saldırdı. Süleyman'ın yaptırmış olduğu altın
kalkanlar dahil Rab'bin tapınağının ve sarayın bütün hazinelerini boşaltıp
götürdü."
İçine
Müsa'nın on emrini ve levhaları koydukları ahit sandığının nerede olduğundan
bahsedilmiyor; Şişank'ın onu diğer ganimetlerle birlikte Mısır'a götürüp
götürmediği veya o yahut herhangi bir savaşçı tarafından parçalanıp
parçalanmadığı bilinmiyor. Örneğin Yeremya kitabı uzun bir sessizlikten sonra
şöyle diyor: "Ülkede büyüyüp sayıca çoğaldığınız günlerde' diyor Rab,
‘halk artık 'Rab'bin Ahit Sandığı demeyecek. Sandık bir daha kimsenin aklına
gelmeyecek; anımsanmayacak, özlenmeyecek, bir yenisi de yapılmayacak."
Süleyman
Tapınağı'nı ilk yıkanlar Nabukadnasar'ın Babilli KeldanI askerleri değildir.
Aksine İsrail oğulları onu başkaların- _
dan önce
yıkmışlardır: “Çünkü o kötü kadının, Atalya'nın oğulları, Rab Tanrı'nın
tapınağına zorla girerek bütün adanmış eşyaları Baallar için kullanmışlardı. ”21
Atalya'dan
sonra tapınak tamir edilmiş .. sonra Kudüs kralı Ahaz tapınağın kudsiyetini
bozmuş, Tiglatpleser'in emirlerine uygun olarak sunağa ve diğer kısımlara yeni
düzenlemeler getirmiştir. “Asur kralını hoşnut etmek için Rab'bin tapınağına
konan kral kürsüsünün setini kaldırıp kralın tapınağa girmek için kullandığı
özel kapıyı kapattı.”22 Tapınağın kuruluş amacından büsbütün
uzaklaştırılarak putperestliğin uluslalarası gösteri merkezine dönüştürülmesi
için putların ve heykellerin buraya nasıl sokulduğunu daha önce anlatmıştık.
Böylece
Yahudiler tapınaktaki her şeyi çalarak başka amaçlar peşinde koşmaya
başladılar. Nitekim Yeremya onlara şu şekilde hitap etmiştir: “Rab'bin
tapınağı, Rab'bin tapınağı, Rab'bin tapınağı buradadır.. gibi aldatıçı sözleri
söylemeyin. ”23
Biraz
önce verdiğimiz bilgiler, Kudüs ve tapınağa kutsiyet sıfatlarının
kazandırılmasının geç kalmış, asaletten bütünüyle yoksun bir iş olduğunu ispat
etmek için fazlasıyla yeterlidir. Yahudi liderlerin Babil sürgün günlerinde
kurdukları tapınak da din Mesihlerinin giydirdikleri siyasi siyonizm düşüncesi
temeli üzerine bina edilmiştir.
,
İbraniler, Kenan eli hakkında söylenen “süt ve bal diyarı” söylencesini de
fazla ciddiye almadılar.
Abram,
Tanrı'dan Kenan elini kendi nesline vereceği konusunda söz aldıktan sonra
buraya varmış, fakat fazla kalmadan hızla güneye doğru yoluna devam ederek
Mısır'a girmiştir. Onun orada yirmi yıl kaldığı da yalandır. Her halükarda
Mısır'dan kendi rızasıyla ayrılmamış, aksine Sara'nın kızkardeşi değil hanımı
olduğu
anlaşıldıktan sonra firavunun emriyle ülkeden uzaklaştırılmıştır. “Şimdi o
senin karın, onu al ve git! ”24
Yakub/lsrail'e
gelince, o da Kenan elinden Feddaiı-ı Aram'a göç etmiş ve orada yirmi yıl
yaşamıştır. Sonra o ve oğulları Mısır'a, Yusuf'un yanına gitmiş; dört nesil
boyunca orada yaşayıp çoğalmışlar ve Tevrat'a bakılırsa oradan ancak firavunun
baskılarından kaçarak çıkmışlardır. “Mısırlıların köleleştirdiği İsraillilerin
iniltilerini duydum ve antlaşmamı hep andım.” Sanki Allah vaadini ve sözünü unuturmuş gibi
Tevrat söz verilen toprakla ilgili bu uzun cefayı ora halkının günahkar olması
ve henüz olgunlaşmamış bulunmasıyla yorumlamaktır..
İsrailliler,
Kenan eline doğru giderken yolda bir meşakkatle karşılaşsalar hemen kendilerini
Mısır'dan çıkardığı için Müsa'ya sitem ediyorlarlardı. “Çölde hepsi Müsa'yla
Harun'a yakınmaya başladılar. Keşke Rab bizi Mısır'dayken öldürseydi, dediler.
Hiç değilse orada et kazanlarının başına oturur, doyasıya yerdik. Ama siz bütün
topluluğu açlıktan öldürmek için bizi bu çöle getirdiniz. ”26 ; bir süre
sonra, “Niçin bizi Mısır'dan çıkardın diye Müsa'ya söylendiler. Bizi,
çocuklarımızı, hayvanlarımızı susuzluktan öldürmek için mi?”27 dediler ve çok
geçmeden şu sözleri söylediler: “'Keşke yiyecek biraz et olsaydı!' dediler.
Mısır'da parasız yediğimiz balıklar, salatalıklar, karpuzlar, pırasalar,
soğanlar, sarımsaklar aklımıza düşüyor.”28
Müsa'nın
Kenanlılar hakkında bilgi toplamaları için gönderdiği casuslar geri dönüp de
İsraillileri korkutacak şeyler anlatınca, “O gece bütün topluluk yüksek sesle
bağrışıp ağladı. Bütün İsrail halkı Müsa'yla Harun'a karşı söylenmeye başladı.
Onlara 'Keşke Mısır'da ya da bu çölde ölseydik' dediler. Rab niçin bizi bu ülkeye
götürüyor? Kılıçtan geçirilelim diye mi? Karılarımız, çocuklarımız tutsak
edilecek. Mısır'a dönmek bizim için daha iyi değil mi? Sonra birbirlerine
‘Kendimize bir önder seçip Mısır'a dönelim' dediler.”29
Çölde
Sayım kitabı bir grup Yahudi'nin Musa ve Harun'a karşı başlattıkları şiddetli
isyandan söz etmektedir: “Bizi çölde öldürtmek için süt ve bal akan ülkeden
çıkardın. Bu yetmiyormuş gibi başımıza geçmek istiyorsun. Bizi süt ve bal akan
ülkeye götürmediğin gibi mülk olarak bize tarlalar, bağlar da vermedin. " Ve isyan ancak Tanrı'nın bazı isyan
elebaşlarım yutması için denizi yarıp, diğer isyancıları öldürmek amacıyla
veba hastalığı göndermesinden sonra yatıştı.
Kenan
elinin bir söz karşılığında tahsisi gerçekleşmemiş, yalnızca Doğu Ürdün'deki
toprakların koyun gütmeye elverişliği olduğunu gördükten sonra Ruben'nin
torunu, Gad'ın torunu ve Manasse'nin yeğeninin buraya yerleşmeyi
kararlaştırması da İsrailliler tarafından ciddiye alınmamıştır. Bunun üzerine
Musa, bu iki toruna ve yeğene buraya yerleşme izni vermiş, çarpışabilecek
durumda olan diğerlerine ise Ürdün nehrini geçerek Kenan elini işgal etmelerini
ve daha sonra Doğu Ürdün'e geri dönmelerini emretmiştir. Varılan bu anlaşma
üzerine “Mûsa Gadhlarla Rubenlilere ve Yusuf oğlu Manasse'nin oymağının
yarısına Amorluların kralı Sihon'un ülkesiyle Başan kralı Og'un ülkesini ve
çevrelerindeki topraklarla kentleri verdi.”32
Bu
rivayetten, İsraillilerin nehrin batı tarafındaki Kenan elini kendileriyle
İbranilerin Tanrısı arasında varıldığı iddia olunan anlaşma gereği verilen
toprak gibi görerek alay etmelerininden başka, İsrail oyununun asıl amacının,
tıpkı tarih boyunca tüm bedevi topluluk ve kabilelerinin mümkün olduğunca bol
otlu ve sulu topraklar aradıkları gibi, yerleşebilecekleri bir bölge herhangi
bir bölge aramak olduğunu da anlıyoruz.
İsrail
oyununa bir tür kutsiyet kisvesi giydirilmesi ve İsrail oğullarının Mısır'dan
Müsa önderliğinde çıkarak Yeşu yönetiminde Kenan eline girişlerinin tamamıyla
Tanrı'nın izniyle gerçekleştirilmiş toplu bir plan olduğu şeklindeki iddiaya
gelince, bu, Tevrat'ı yazanların ve baş hahamların daha sonra İsraillilerin
düşmanlığının çıkış noktası ve rehberi olması için uydurdukları yalan için
hazırlanmış bir kılıftır.
Batı
Şeria ise Tevrat'ın çizdiği ahit toprakları sınırları dahilinde değildir.
Örneğin Çölde Sayım kitabının güya Tanrı'nın Müsa'ya söylediği söze istinaden
belirlediği doğu sınırı, Kenare Denizi'nin (Taberi Gölü) kenarından doğuya
doğru uzanmakta, sonra Ürdün'e doğru bir çizgi çekerek Ölü Deniz'e
açılmaktadır.
Esasen
Kenan elinin yani ahit topraklarının sınırlarının Tevrat'daki tarife göre
çizilmesi, bizi yalnızca, Yahudilerin eski düşmanca niyetlerini gösterme
açısından ilgilendirmektedir. Tevrat sifirlerinin, yazımı M. Ö. IX. Yüzyılda başlayan ve ancak M. Ö. Il. Yüzyılda tamamlanan tedvin çağlarında Yahudi bakış
açısını yansıtan görüşler ve prensiplerle iğrenç bir şekilde bezendiğini kesinkes
biliyoruz.
Tevrat,
sınır bölgelerinin isimlerini bilerek muğlak bırakmış, Yahudilere metinleri
şartlara göre yorumlamak için birçok fırsat sunmak amacıyla ortak isimlere de
kasten keyfi adlar vermiştir. Biz, daha işin başında, bu kadar ortak ismin
araştırmacıyı şüpheye sevkedip, bazen kesin bir hükme varmaktan
uzaklaştıracağını belirttik.
Batı
Şeria'nın Kenan eli sınırları dışında kaldığının en yakın delili, iki torunla
yeğenin oraya yerleşmek için izin istediklerinde Müsa'nın öfkelenmesidir:
“Mûsa, 'İsrailli kardeşleriniz savaşa giderken siz burada mı kalacaksınız?'
diye karşılık verdi. Rab'bin kendilerine vereceği ülkeye giden İsraillilerin
neden cesaretini kırıyorsunuz? "34 Bu, hak iddia edilen toprağın Ürdün
nehrinin batı tarafını kapsadığı, ama doğu kısmını içine almadığını kesinkes
göstermektedir.
Belki
de Tevrat sifirlerinde fırsat bulduklarında Yahudileri düşmanlığa teşvik eden
en tehlikeli şey, bunları yazanların Tanrı'nın ağzından söyledikleri şu
sözlerdir: “Ayak basacağınız her yeri size veriyorum. Sınırlarınız çölden
Lübnan'a, büyük Fırat ırmağından bütün Hatti ülkesi dahil batıdaki Akdeniz'e
kadar uzanacak.” Çöl, Lübnan, büyük nehir ve zikredilen diğer
bölge isimlerinin anılmasında şaşılacak bir şey yok.. Belki Yahudiler çizilen
bu sınırları bilmiyorlardı, ama Tevrat'ı yazanların Tanrı'nın ağzından Yeşu'ya
söylendiğini iddia ettikleri şu “ayak basacağınız her yeri size veriyorum”
şeklindeki metne bir slogan gibi sarılmaları normaldir. Tevrat'ı yazanlar,
hayallerinden geçirdikleri her yeri İsrail oğulları için icad edebilirlerdi.
Nitekim daha önce de Süleyman'ın kurduğunu iddia ettikleri Tedmür şehrini
kastederek Ölü Deniz sahilindeki Tamar'ı Şam ovasındaki Tedmür'e dönüştürdüklerini
okumadık mı? Bu, onlarca, hatta yüzlerce kasıtlı tahrifattan yalnızca bir
örnektir.
Kitabımızın
ilerleyen bölümlerinde modern siyonizmin Tevrat yazarlarının istediği şekilde
bu metni kesinlikle doğru anladığını ve Kuzey Kutbu yakınındaki Grönland'da da
olsa Yahudi'nin ayağının değdiği her yeri kendilerinin saymayı hedeflediğini
göreceğiz.
Bazı
Arap yazarlar İngilizlerin 11.
Dünya Savaşı
sırasında, Manda yönetimindeki Filistin'e Soleil Bunie şirketinde çalışan bir
grup Yahudiyi getirerek, müttefiklerin kullanması amacıyla Fırat nehri üzerinde
bir köprü kurmaları için Rakka bölgesine sevkettiklerini; Yahudilerin orada
bulunmuş olmayı bir fırsat sayarak köprünün ayağına “Burası İsrail ülkesinin
kuzey sınırıdır” sözlerini yazdıklarını kaydetmektedirler.36 Bu olay modern
İsrail'in kurulmasından birkaç yıl önce olmuştu.
Uydurdukları
şeylerde zaman zaman pek çok tenakuza düşmeleri Tevrat yazarları için önemli
değildir. Örneğin bir yerde ahit toprağının Bütte tabileri -İsrail oğulları
için uydurulmuş bir miras ipiiçin olduğunu söylüyorlar, başka bir yerde ise
Süleyman'ın Galile bölgesinde Hiram'a sattığı şehirlerin sayısını belirtmek
zorunda kalıyorlar. Hahambaşları ise her mekan ve zaman da şartlara göre
hükümler icat edebilirler. Yorum yapanların İsrail oğullarıyla sünnetsizler
arasında yapılan hiçbir anlaşmanın İsrailliyi yükümlülük altına sokmadığı
söylemesi sıradan bir şeydir. Çünkü onlar nazarında sünnetsizler hayvandan
farksızdır; dolayısıyla Tanrı'nın seçkin kullarıyla hayvanlar arasında sözleşme
ve belge olamaz, “Çünkü sana hizmet etmeyen ulus ya da krallık yok alacak.”
Tevrat
sifirlerinin Yahudi liderlerden kendilerini kutsamalarını, övüp göklere
çıkarmalarını, yazarlarına her türlü kutsiyet sıfatlarını yakıştırmalarını
bekleme hakkı vardır. Çünkü kendilerine şu dünyada şartlar ve imkanlar
elverdiği ölçüde hükümran olmaları için tüm kapıları açan bu sifirlerdir.
Yahudileri
yerleştikleri Filistin'i terketmeye zorlayan şartları detaylarıyla verdik ve
zoraki sürgünün bu illetlerden sadece biri olduğunu, pek çok Yahudi'nin
Gedelya'nın ölümünden sonra Peygamber Yeremya'nın uyarılarıyla başlarını duvara
vurarak ülkeyi kendi isteğiyle terkettiğini açıkladık. “Şimdi Rab'bin sözünü
dinleyin, ey Yahuda'dan sağ kalanlar! İsrail'in Tanrısı, her şeye egemen Rab
şöyle diyor: 'Eğer Mısır'a gidip orada yerleşmeye kesin kararlıysanız,
korktuğunuz kılıç size orada yetişecek, tasalandığınız kıtlık Mısır'da
yakanıza yapılacak, orada öleceksiniz.. "38
Yahudilerin
dedeleri de vaktiyle Mısır'dan çıkarken Müsa'nın kendilerini çölde Kenanlıların
elinden ölüme terketmekle suçladığı gibi, bunlar da Yeremya'yı “bizi
Keldanîler ve Babillilerin elinde ölüme ve Babil'de esarete itiyor”39 diye
itham etmişlerdi.
Yahudilerin
Yahve'yi daha Mısır'dayken inkar ederek koyu putperestliğe döndükleri ortaya
çıkmış ve yine oradayken Yeremya'ya şöyle demişlerdi: “Rab'bin adıyla bize
söylediklerini dinlemeyeceğiz! Tersine, yapacağımızı söylediğimiz her şeyi
kesinlikle yapacağız: Gök Kraliçesi'ne* buhur yakacak, atalarımızın, kral-
larımızın,
önderlerimizin ve kendimizin Yahuda kentlerinde, Yeruşalem sokaklarında
yaptığımız gibi ona dökme sunular dökeceğiz. O zamanlar bol yiyeceğimiz vardı,
her işimiz yolundaydı, sıkıntı çekmiyorduk. Oysa Gök Kraliçesi'ne buhur
yakmayı, dökme sunular dökmeyi bıraktığımız günden bu yana her yönden ’ yokluk
çekiyoruz; kılıçtan, kıtlıktan yok oluyoruz."
Belki
de Mısır'a kaçan Yahudilerin tevessül ettikleri bu aleni küfür, Tevrat
sifirlerini yazanları Babil'e sürgün edilenleri övmeye, Tanrı adına onları
kutsamaya sevketmiş; M. Ö. 597'deki birinci Yahuda Uudaea] esaretini iyi
hurmaya, “o günden sonra gözleri kör olan kral" Sıdkıya ile kalanları ise
pis kokusundan dolayı yenemeyecek durumdaki kötü hurmaya41 benzetmişlerdir. Halbuki
Yeremya Tanrı'nın adına gönderdiği bir mektupla bu sürgünleri bazı şeylere
teşvik etmişti: "Evler yapıp içinde oturun, bahçe dikip ürününü yiyin.
Evlenin; oğullarınız, kızlarınız olsun; oğullarınızı, kızlarınızı evlendirin...
Sizi sürmüş olduğum kentin esenliği için uğraşın. O kent için Rab'be dua edin.
Çünkü esenliğiniz onunkine bağlıdır."42 Geride kalanları ise Tanrı
şiddetli bir azap, ölüm, açlık ve veba ile tehdit etmişti.43
Görüldüğü
gibi ahit toprağına bağlanıp kalmak değişik şekilde yorumlanmaktadır. Bir
yerde ödüllendirilmesi gereken kutsal bir görevin ifası, bir yerde ise en
şiddetli cezayı gerektiren bir •
amel..
Tabii şartlara göre..
Yeri
geldiğinde bu çalışmamızda Yahudilerin birinci Babil sürgün dönemini ele
alarak, arkasından Yahudilerin tarih boyunca hayali ahit yurdu olarak
Filistin’e ne kadar süre bağlanıp kaldıklarını irdeleyeceğiz ki, hakikat de
böylece ortaya çıkacaktır.
Yahudiler nezdinde ahit hiç
bozulmaz
Yahudilerin
Tanrıyla yaptıkları sözde anlaşmanın şartlarım yerine getirmeyişleri,
taraflardan birinin eda etmesi gereken yükümlülükleri yapmayı reddetmesiyle
bozulmuştur. Çünkü eğer İsrail Tanrı'nın seçkin kulu olmuşsa, bu onun Rabbı
Tanrı olarak kabul edip, emir ve buyruklarım yerine getirmesine bağlıdır; öbür
türlü yeryüzünün varisi olarak seçilmesinin bir anlamı kalmaz.
Ama
Tevrat sifirlerini yazanların bu konudaki görüşleri başka. Onlar İsrail
oğullarının maruz kaldıkları her türlü tecavüzü reddedip, işledikleri günahlar
sebebiyle Tanrı'nın bir cezası olarak o topraklardan sürüldüklerini kabul
ediyor; hiçbir şekilde İsraillilerin Tanrı'nın emir ve yasaklarına
uymadıklarını saklamıyor ve hatta işlenen suç ve günahları abartmakta bir beis
görmüyorlar.
Bununla
birlikte, imkanlar elverdiği ölçüde, ahidin ezelden ebede kadar hiç
bozulmadığını tekitle, ahidi kanun hükmüne sokuyorlar. Onlara göre bir kanun
tebaanın ihlaliyle bozulmaz, geçerliliğini korur ve kanun uygulayıcısı
anlaşmayı bozmadan ve ilga etmeden yalnızca ihlalciyi cezalandırır.
Tevrat
yazarlarına göre İsrail oğullarının başlarına gelenler bir tür cezadır, ama
hiçbir ceza kıyamete kadar devam etmez; bir gün gelecek Tanrı vaktiyle İsrail
oğullarının ecdatlarıyla yaptığı anlaşma konusunda yeni bir sayfa açacaktır.
Dünyada bugüne kadar ne halklar gelip geçmiştir. Allah insanları topraktan ve
sudan, İsrail oğullarım ise nur ve ateşten yaratmıştır. Allah bilir ya, aslında
onlar soyguncu, eşkiya, hilekar ve düzenbazlardan oluşan Habiru topluluğudur;
günah ve adavetle yardımlaşarak, Heksosların saflarında yer almışlar, onların
izlerinden gitmişlerdir. Allah onlara tevhit görevini verip, onu yeryüzünde
yaymalarını istemiş, ama onlar bu emaneti reddederek, kibirlenmiş ve diğer
insanları küçümsemişlerdir.
XIV
Tevrat'ın
Yahudilerin kötü terbiye edilmesinin başlangıcı olduğunu söylemek iftira olur;
aksine Tevrat sifirleri daha sonraki iki cihanşümul dinin yani Hrustiyanlık ve
lslamın koyduğu yüce prensipleri içeriyordu. Ne var ki, sifirleri yazanları
çevreleyen şartlar, onları, kafaları o anda kendilerine ızdırap veren günün
şartlarıyla meşgul bir vaziyetteyken geçmişi yazmaya sevketmiştir. Tevrat
sifirlerinin yazımının M. Ö.
IX. Yüzyıl
ortalarından önce başlamadığını göz önünde bulundurmamız gerekir ki, lsrail
oğullarının tevhit görevinde aşırıya kaçıp mübalağalı bir şekilde
çevrelerindekini taklit etmeye başladıkları dönemdir. Bu dönem, lsrail
oğullarının bozulma dönemidir ve ancak içlerinden bir grup taşıdığı tevhit
görevini unutmamıştır..
Yahudilerin
Tevrat sifirlerinden öğrendikleri tek şey, "bu dünya yalnız ve yalnız
ben!" prensibiydi. lşte Ugarit yılanının sayısız başı da bu aşırı
“ben"den çıkmıştır.
lbraniler
Fırat havzasından Kenan eline muhaceretlerinden beri kendilerini gurbette ve
yalnızlık içinde hissediyorlardı. Bu gurbet duygusu, her ne kadar hilekar
savaşçı rolünü oynasalar da, dıştan normal görünmelerine rağmen, bu insanlara
kendine güven hissini kaybettirmişti.
Heksosların
Mısır'dan kovulup, yenilgiye uğrayan orduları ki lbraniler veya Habirular da
onlar arasındaydı,Mısır' da yaptık- lan kötülüklerden dolayı intikam ve tenkile
maruz kalınca, gurbet ve yalnızlık duygusu kölelik duygusuyla yer değiştirdi.
Mısır'dan
henüz kaçmışlardı ki, bu defa da Müsa onlara yeni bir din, görenek ve
yükümlülükler getirdi. Onun yüklediği yükümlülükler onları kölelik düşüncesine
karşı çıkmaktan aciz bırakıyordu.
Çıkış
kitabını yazanların Müsa'nın davet ettiği şeye iman aşamasının başlangıcı
konusunda naklettikleri şeyler, Mısırlılardan duyulan şiddetli korku ve
onlardan kaçış sırasında gösterilen mucizelerin etkisiyle bu davete samimi
kalple inanmadıklarını göstermektedir. “Rab, o gün Israillileri Mısırlıların
elinden kurtardı. Israilliler deniz kıyısında Mısırlıların ölülerini gördüler.
Rab'bin Mısırlılara gösterdiği büyük gücü gören Israil halkı Rab'den korkup
O'na ve kulu Müsa'ya güvendi.”
Esasen
bu bir iman değil, kendilerini firavunun zulmünden kurtaran kuvvetin yol açtığı
işgüdüsel bir teslimiyetti. Çünkü korku sebepleri ortadan kalkınca veya
zayıflayınca, tekrar alışmış oldukları görenek ve ibadetlere geri döndüler.
ibranilerin Sina çölünde hızlı bir şekilde putlarına geri dönmeleri ve Babil
sürgününden önce geçirdikleri uzun süre zarfında tevhitle şirk arasında
bocalamaları da bunu göstermektedir.
Tanrının
diğer putperestlere karşı İsrail oğullarını üstün tutmasında kötü bir şey
yoktur. Esasen asil bir görevin ifası için bir grup insanın seçilmesi onun
şereflendirilmesi demektir. Allah, elleriyle yaptıklarına veya başkalarının
elinden çıkanlara bakarak değil, kendilerini ve her şeyi Yaratan'ın kulları
olmaları için onları şereflendirmek istemiştir. İnsan basitlik duygusuna
kapıldığında, kendini yüceltmesi, ruhunu temizlemesi ve düşüncesini berraklaştırması
için onun gittikçe artan manevi bir güçle takviye edilmeye duyduğu ihtiyaç
fazlalaşır. Ancak bu açıdan baktığımız zaman Allah'ın tercih prensibiyle neyi
murat ettiğini anlayabiliriz.
Fakat
İsrail oğulları bu prensibi aşağılık karakterlerine uygun bir şekilde
anladılar. Şirkte aşırı gitmiş ve rezillikte tüm insanları geride bırakmış
olsalar da, kendilerinin diğerlerinden kesinlikle üstün oldukları vehmine
kapıldılar.
Elbette
bunun sorumlusu Tevrat sifirlerini yazan, onlarda tahrifat ve tadilat yapan ve
yaptıklarını da kabul eden Yahudi bilginleridir. “.. oysa halkım buyruklarımı
bilmez. Nasıl, biz bilge kişileriz, Rab'bin yasası bizdedir, diyebiliyorsunuz.
İşte, bilginlerin yalancı kalemi yasayı yalana çevirmiş. "
İsrail
oğullarının başlarına gelen felaketleri kaydeden bu bilginler, tuhaf bir
şekilde tek bir prensipte ısrar ettiler: İsrail oğulları tüm insanların
fevkindedir.
İçinde
bulunduğumuz yüzyılda uygarlığın gelişimi ve II. Dünya Savaşı'ndan sonra ırkî üstünlüğün şiddetle
reddi konusundaki yüzeysel uyuşum karşısında, bazı siyonist düşünürler
“seçilmiş halk” kavramına yeni bir yorum getirilmesi çağrısında bulunduklarında,
içlerinden biri şöyle demiştir: “Seçilmişlik kavramını bir ayrıcalık olarak
değil, öncelikle temeyyüz olarak anlamak gerekir. Aslında seçilmişlik kavramı
Tevrat dilinde günümüz sosyologlarının “pozitif kişilik" dedikleri şeyin
geleneksel bir ifadesidir."
Seçilmişlik
kavramına getirilen bu yeni tanımlama, Yahudinin “tercih"le ilgili genel
düşüncesine tamamıyla terstir.
Yahudiler
“seçilmişliği" bir temeyyüz veya pozitif kişilik olarak değil, çılgınlık
derecesine varan aşırı bir ayrıcalık olarak anladılar. İşte delilleri:
İrkî
ayrıcalık:
1-
Tevrat sifirleri, İsrail oğullarının Nuh döneminde
insanlığın henüz çocukluk günlerinden itibaren imtiyazlı olduklarını vurgulamış
ve Sam ile Yafes'i Kenan'ın babası Ham'a karşı üstün tutmuştur.
2-
İsmail'in birinci çocuk olarak doğmasına rağmen,
cariyenin ikinci çocuğudur diye, İshak'ı ona karşı üştün tutmuştur.
3-
Esav'ın birinci doğmasına ve esasen ikiz
olmalarına rağmen Yakub'u Esav'a karşı üstün tutmuştur.
4-
Fiziki olarak daha güzel yaratılmış ve daha
doğrusu Yaratılış kitabının deyimiyle kazandibi olması hasebiyle Yusuf'u kardeşlerine
karşı üstün tutmuştur.
Bunlar
bireyler için olanları; bir de halk için olanlar var:
5-
"Ta ki senin halkın geçinceye kadar ey
Tanrım! Ta ki senin seçtiğin halk geçinceye kadar" (Çıkış, 15/16)
6-
"Siz benim için kahinler krallığı, kutsal
ulus olacaksınız." (Çıkış, 19/6).
7-
"O zaman ben ve halkın yeryüzünün öteki halklarından
ayırt edilebiliriz. " (Çıkış, 33/16)
8-
"İsrail topluluğuna de ki, ‘Kutsal olun,
çünkü ben Tanrınız Rab kutsalım."' (Levililer, 19/1).
9-
"Tanrı'nın dilinden: "Kır hayvanları,
çakallarla baykuşlar beni yüceltecek. Çünkü seçtiğim halkın içmesi için çölde
su, kurak yerlerde ırmaklar sağladım. Kendim için biçim verdiğim bu halk, bana
ait olan övgüleri ilan edecek." (Yeşaya, 43/20-21). Yani eğer Tanrı
İsrail oğullarının su ihtiyacını karşılamak için nehirler yaratmamış olsaydı,
çöldeki hayvanlar yaşayamazlardı.
10-
"O zaman bir avuç insandınız, sayıca az ve ülkeye
yabancıydınız. Bir ulustan öbürüne, bir ülkeden ötekine dolaşıp durdular. Rab
kimsenin onları ezmesine izin vermedi" (I. Tarihler, 16/19-22) Yani İsrail oğullarının tamamı
mesih ve peygamberdir.
11-
"Siz ilahlarsınız diyorum; yüceler yücesinin
oğullarısınız hepiniz!" (Mezmurlar, 82/7-6)
Her
halde o sıralar tanrıların bol olması sebebiyle İsrail oğulları nezdinde Tanrı
kelimesinin yücelikten fazla bir nasibi yoktu. Çünkü pek çok tanrının yanında,
krallardan da tanrılık iddiasında bulunanlar veya tanrının soyundan geldiğini
ileri sürenler vardı. Dolayısıyla İsrail oğulları, yerini yaptıktan sonra
kendilerine tanrı demekte tereddüt göstermiyorlardı. "Rab Müsa'ya, ‘Bak
seni firavuna karşı Tanrı gibi yaptım' dedi. Ağabeyin Harun senin peygamberin
olacak. Sana buyurduğum her şeyi ağabeyine anlat. O da firavuna İsraillileri
ülkesinden salıvermesini söylesin. "4
İsrail
oğullarının tanrısı insanlar has sıfatlardan münezzeh değildi. Bu düşüncelerin
arkasında eski putperest tasavvurlar vardı.
Eski
Babillilerden dünyanın yaratılış hikayesini kopyalayarak, Adem ile Havva'ya
“cennetin ortasındaki ağacın meyvesini" yasakladığı için Yaratan'ı
yalancılıkla itham etmişlerdi. Çünkü onların tanrısı yer, içer, kızarmış et
kokusundan hoşlanır; çoğu kez yaptığı kötülükten, bazen de iyilikten dolayı
pişman olur; bulutların üzerinde gezinir, kerubim üzerinde oturur, parmaklarıyla Müsa'nın
şeriatını yazar ...
Tevrat'ı
yazanlar İsrail oğullarını insanlığın en üst basamağına oturttuktan ve
peygamberlik rütbesinden sonra bir de tanrılık rütbesi verdikten sonra, evin
içine girerek kat üstüne kat çıkmaya başladılar.
Kutsal
sınıf, Levililerdir. “Bana kahin olmaları için Harun'la oğullarını meshedip
kutsal kıl" ; Levililer, “Tanrıları için kutsal olacaklar,
Tanrılarının adını lekelemeyecekler. Çünkü onlar Tanrıları Rab'be yakılan sunu
ve yiyecek takdimesi sunuyorlar. Kutsal olmaları gerekir. Kahinler
fahişelerle, kirletilmiş kadınlarla, boşanmış kadınlarla evlenmeyecek. Çünkü
kahin Tanrı için kutsal olmalıdır.. " ; “İşte,
İsrailli kadınların doğurduğu ilk erkek çocukların yerine İsraillliler
arasından Levilileri seçtim. Onlar be. nim olacaktır."9 Ve Tanrı
Levililerle ebedi.... bir anlaşma yapmıştır ki, bozulmaz ve zail olmaz.
Daha
önceki bölümlerde Levililerin Hakimler döneminde nasıl paralı askerlere
dönüştüklerini, tapınaklarda putlara sunulan yiyecekleri yemek için ne
daleveralar çevirdiklerini ve bu yüzden lsrailli kardeşleri tarafından
paylandıklarını görmüştük. Belki de Levililerin bu şekilde aşağılanması Tevrat
yazarlarını onları yüceltmeye, Tanrı ve Müsa'ya yakın göstermek suretiyle
mevki sahibi yapmaya sevketmiştir.
Bu
zümrecilik, lsrail kabilelerinden yalnızca birine dayandırılan kahinlik
vazifesiyle sınırlı kalmamış, aksine hayatın değişik sahalarında da onları
diğer kabilelere karşı üstün hale getirmiştir. Başlarında Davud'un bulunduğu
Yahuda oğullarının iktidar sahibi kişiler olarak diğerlerine tercih edilmesini
de burada zikretmek gerekir...
Yahudilerde
kral, Tanrı'nın Mesihi ve seçilmiş kuludur, ancak, Tevrat yazarları bu krallık
sıfatını Tanrı'nın nezdinde kötülük işleyen isyankar krallar için görmezden
gelmişlerdir.
Tevrat
yazarları insanları liderleri kötülemekten menetmiş ve “Tanrı'ya
sövmeyeceksiniz. Halkınızın önderine lanet etmeyeceksiniz” 11
demişlerdir.
Operasyonun
içte ve dışta tamamlanması için "Rab Müsa'ya şöyle dedi: 'İsrail halkına
de ki, 'Kuşaklar boyunca giysinizin dört yanına püskül dikeceksiniz. Her
püskülün üzerine lacivert bir kordon koyacaksınız.. Öyle ki, püskülleri
gördükçe Rab'bin buyruklarını anımsayasınız.”1 Sonuçta giysilerini dahi diğer insanlardan
farklı ve kendilerine özgü bir şekilde yapmışlar. Benim anlayamadığım, bu işi
kendileri başlattığı halde, daha sonraki yüzyıllarda onları başka insanlardan ayırt
eden belli şeritler takma mecburiyetine tabi tutulmaktan neden şikayetçi
olduklarıdır.
Getto
kelimesi, modern anlamıyla, bulundukları şehirde yalnızca Yahudilerin
yaşadıkları mahallelere verilen addır. Tüm Ya- hudiler bu tür gettolarda
toplanır ve başkalarını aralarına almazlardı.
Tevrat
sifirlerine göre tecrit edilmiş mahallerde yaşamayı isteyenler bizzat
Yahudilerdi. Yusuf'un koyun çobanlığından başka bir iş bilmedikleri
gerekçesiyle firavundan oturacakları özel bir bölge tahsis etmesini
istemelerini kardeşlerine açık açık salık verdiğini, sonuçta Casan bölgesinde
belli bir toprağın kendilerine tahsis edildiğini biliyoruz. Daha önce Yusuf'dan
bahsederken İsrail oğullarının o andan itibaren tarihte Yahudi gettosunu kurduklarını
■ belirtmiştik.
Şu ana
kadar anlatılanlardan Yahudilerin Kenan elinde de bir Yahudi gettosu kurup,
çevresini mümkün olduğunda yüksek duvarlarla çevirerek diğer insanlardan
ayrılmak istediklerini gördük. 'Fakat Yahudilerle diğer yerli halk arasında
barış tesis edilip, İsrailliler komşularıyla kaynaşmaya, kız alıp vermeye
başlamışlardı.. Tevrat yazarları bunu Tanrı'nın öfkesini çeken bir iş olarak
niteleyerek, azabı gerektiren bir durum gibi değerlendirmektedirler.
.
Tevrat yazarlarının koydukları vahşi savaş kanunu da bu kara Yahudi gettosunun
ürkütücü bir teyidinden başka bir amaca matuf değildir. Tevrat yazarları,
Israilllilerin yeryüzünde diğer insanlara karışmadan kalmaları için, onların
ruhlarına nefes alan insan veya hayvanı sağ bırakmayı yasaklamış, ama İsrail
oğulları bu vahşi görevi yerine getirmekten aciz kalınca, tabii olarak imkanlar
elverdiği ölçüde başkalarıyla karışıp, kaynaşmaktan uzak tutulmuşlardır.
Tevrat
yazarları, sanki tevhit mesajı serçenin nefesiyle patlayacak bir sabun köpüğü
imiş gibi, getto fikrine dine bir karışma olur korkusunu kalkan etmişlerdir.
Halbuki gerçek bunun aksini göstermektedir. Eğer Yahudiler tevhit mesajını
anlamış olsalardı ve iyice idrak ettikten sonra onu yaymaya girişselerdi, o
çağlarda durum başka olurdu. Ama Yahudi egosu buna imkan vermemiştir.
Pek çok
tarihçi ve araştırmacı Museviliğin yayılmacı bir din olmadığı görüşünü
reddetmektedir.' Kimi tarihçiler de Yahudile- rin tek geleneğe bağlı bir
topluluk oluşturmadıkları gerçeğinden hareketle bu görüşe karşı çıkmaktadırlar.
Arap
tarihçi Dr. Muhammed Avez Muhammed "Kolonializm ve Kolonialist Mezhebler”
adlı eserinde, özel bir bölüm
ayırarak konuyu enine boyuna ele almış, Museviliğin yayılmacı bir din olduğuna
da onların tıpkı gurbete çıkan birinin öz yurduna dönüp gelişi gibi Filistin’e
dönmelerini göstermiştir. Yazar ayrıca Museviliğin İsrail oğullarıyla hiçbir
bağı bulunmayan halklar arasında yayılmasını da delil ve belgeleriyle ortaya
koymuştur.
Muhammed
Avez, Museviliğin yayılmacı dinlerden olmadığını ileri süren görüşü tuhaf bir
hurafe olarak değerlendirmektedir ki, onu bu görüş konusunda öfkelenmeye iten
haklı sebepler üzerinde daha önce durmuştuk.. Bununla birlikte ben,
Yahudilerin ilk başlarda tevhit dinini yayma konusunda olumsuz bir tavır sergilediklerini,
Babil sürgünü öncesi dönemlerde hiçbir Yahudi misyonerlik faaliyetinin
sergilenmediğini, eğer bu tür faaliyetler olmuş olsaydı, Yahudi olmayan
halkların bu dine geçişler yapmasına engel bulunmadığını belirtmek zorundayım.
Elbette bu konudaki delillerimizi de yine doğrudan Tevrat’dan alınan Yahudi
tarihine dayandıracağız.
Babil
sürgünü öncesi ve sonrasında Musevilik başka bir yayılmacı politika takip
etmiş olabilir, fakat bu, ne Mûsa döneminde ne de M. Ö. Vl. Yüzyılın başlarına kadar hiçbir dönemde olmayan
ani şartların gerektirdiği bir zorunluluktu.
Tevrat
yazarlarının İsrail oğullarına telkin etmek istedikleri şey şu idi: Allah,
yalnızca İsrail oğullarının Tanrı’sıdır; o da diğer halkların tanrıları gibi
güçlüdür, ama Yahudiler nazarında onlardan daha büyüktür. Eğer Tevrat
yazarları başka bir şey demek istemiş olsalardı, firavunu Allah’a ibadet
etmeye çağıran Mûsa’nın diliyle konuşurlardı, ama böyle bir şey olmadı. Bütün
sifirlerde ve okuduklarımızda bir yandan Mûsa ile Harun ve diğer yanda firavun
arasında geçen bir çekişme yansıtılır. Bu çekişmenin amacı İsrail oğullarının
Mısır’dan çıkarılması ve dini ayinlerini ifa edebilmek için çöle gidişten
ibarettir. Çöle çıkış, İsrail oğullarının Tanrı'nın emriyle Mısır'dan kaçış
provasıdır. Yaptığımız araştırmalara binaen bu çıkış sırasında Yakub veya
dedesi lbrahim'le akrabalık bağı bulunmayan kişi veya cemaatlerin de onlarla
birlikte olduğunu daha önce belirtmiştik. lbrahim de Haran'dan ayrıldığında
yalnız değildi. Karısı Sara ve yeğeni Lut'dan başka lbrahim'in dinine
inandığından emin olduğumuz bir grup da ona eşlik ediyordu. Olayların
mantığıyla uyuşmayan bu vakıa Tevrat yazarları tarafından gizlenmiş, lsrail
oğullarına Tanrı'nın yalnızca kendilerinin özel tanrısı, şeriatın da yine yalnızca
onların şeriatı olduğu düşüncesini yaratmak için olayın tüm izleri silinmiştir.
Tevrat'da
ilk beş kitaptalsrail oğulları dışındakileri Allah'a imana davet eden bir
sözcük bulmaya çalışan kişi buruk bir sükut-u hayale uğrar. Üstelik de bu beş
kitap Mûsa aleyhisselama atfedilen şeriatın tamamını şamildir. lsrail oğulları
dışındakilerden Allah'a inananlardan “garib” (yabancı) veya “guraba” (yabancılar)
diye söz edilmektedir. “Rab Müsa'ya şöyle dedi: 'Harun'la oğullarına ve bütün
lsrail halkına de ki, 'İster İsrailli olsun, ister İsrail'de yaşayan bir
yabancı (garib) olsun, biriniz Rab'be dilek adağı ya da gönülden verilen sunu
olarak yakmalık sunu sunmak istiyorsa...
”15
lşte kurban kesen bu garib, Müsa'nın şeriatına göre mü'mindir ve en azından bir
şekilde lsrail oğulları gibi iman etmiştir; ama ondan yabancı diye söz
ediliyor; onun mü'min olduğu, Allah'ın onun da Tanrısı olduğu dile bile
alınmıyor. Rab, yalnızca lsrail'in tanrısıdır.
Daha
önce lsrail oğullarıyla ülkenin yerli sakinleri Kenanlılar arasında, inanç
sistemlerinin gelişmesi sebebiyle bir reaksiyon dönemi yaşandığını, taraflar
tek bir inanç çevresinde toplanmamış olsalar bile, herkesin birbirinin
tanrısını karşılıklı olarak tanıdığı, inançların birbirine geçtiği bir sulh ve
uzlaşma ortamının yaratıldığını belirtmiştik. Tevrat sifirleri, lsrail
oğullarının putperest komşularının inançlarından ödünç aldıkları hususlar
üzerinde detaylı olarak dururken, Kenanlıların İsrail oğullarının inançlarından
yaptıkları ödünçlemeyi görmezden gelmiştir ki, amaç, ’ imanın
yalnızca lsraillilerin tekelinde kalması ve başkalarının ona iştirakinin
önlenmesidir. Hz. Süleyman, tapınağın inşası tamamlandıktan sonra yaptığı şükür
duasında şu sözleri telaffuz etmiştir: “Halkın Israil'den olmayan, ama senin
yüce adını, gücünü, kudretini duyup uzak ülkelerden gelen yabancılar bu
tapınağa gelip dua ederlerse, göklerden, oturduğun yerden kulak ver,
yalvarışlarını yanıtla. Öyle ki dünyanın bütün ulusları, halkın Israil gibi, senin
adını bilsin, senden korksun ve yaptırdığım bu tapınağın sana ait olduğunu
öğrensin." Bu sözler, Allah'a imanın Israil oğullarının
tekelinde olmadığını, aksine yabancı ve garipleri de teşmil ettiğini açıkça
göstermektedir; ama buna rağmen Israil oğulları Tanrı'nın milleti olarak
kalıyor, İsrailliler dinin yayılması konusunda olumsuz bir tavır sergilemeye
devam ediyor, yabancılar ise onların hoşlanmamasına aldırmadan çıkıp
geliyorlar..
Belki ■ de İsraillilerin dışındakilerin Mûseviliğe geçirilişiyle ilgili yoruma müsait olmayan ilk açık işaret Ester kitabında geçen şu sözlerdir: “ .. ülkedeki halklardan çok sayıda kişi Yahudi oldu; çünkü Yahudi korkusu hepsini
sarmıştı."17 Yine de o insanlar Yahudiler kendilerine tevhit
dinini tebşir ettikleri için değil, onların korkusundan Yahudileştiler.
Yahudilerin
tevhit dinini yaymaktan yüz çevirdiklerinin en önemli delili, kendileriyle Isa
aleyhisselam arasındaki korkunç mücadeledir. Onların Isa'ya en çok muhalefet
ettikleri husus, din konusunda Israillilerle diğer halkların
eşit tutulmasıydı. “İnsanların bir çoğu Yahudiliği kabul etti; çünkü Yahudi
korkusu onları sarmıştı." 18
Yahudilerin
tevhit dinini yaymaktan yüz çevirişleri, Tanrı'nın yalnızca Rabbin “büyük
oğlu" Israil oğullarının Tanrısı olduğu konusunda ifrat derecedeki
“ego"ları üzerine bu kadar söz yeter. Israil oğullarının tek bir ırktan
gelmedikleri konusunu ise daha önce pek çok belgeye dayanarak açıklamıştık ki,
bunlardan en önemlisi, İbrani Habiruların, bireylerinin birbirine sağlam bağlarla
bağlanmadığı, ancak yol kesmek ve kendilerine meyleden kabileleri aldatmak
gibi muayyen çıkarların bir araya topladığı sosyal bir tabaka olduklarıydı.
Tevrat
yazarları İsrail oğullarına “seçilmiş millet", “imtiyazlı halk" ve
“kutsal topluluk" olduğu fikrini aşıladıktan sonra, diğer halkların
köleleştirilmesi konusunu işlemeye başladılar. Çünkü onlara göre bir zaman
İsrail oğullan köle idiler, şimdi ise kendilerini köle edenlerden ve tüm
halklardan intikam alma vakti gelmişti.
Bireyler
bazında İbrani köleliği kendisine yasaklamış, ama İbrani kardeşini belli bir
süre köleliğe mahkum etmiş, belli mevsimlerde serbest bırakmayı uygun
görmüştür. İbrani olmayanların kölelik süresi ise belirtilmemiş, aksine
kölelik süresinin hayatı boyunca olacağı konusunda sarih açıklamalar
getirilmiştir: “Köleleriniz, cariyeleriniz çevrenizdeki uluslardan olmalı.
Onlardan uşak ve cariye satın alabilirsiniz. Ayrıca aranızda yaşayan yabancıların
çocuklarını, ister ülkenizde doğmuş olsun ister olmasın, satın alıp onlara
sahip olabilirsiniz. Onları miras olarak çocuklarınıza bırakabilirsiniz.
Yaşamları boyunca size kölelik edecekler. Ancak bir İsrailli kardeşine
efendilik etmeyecek, sert davranmayacaksın." Bu sözler, İbrani olmayan kişilerin ömürlerinin
sonuna kadar köleliğe mahkum edildiklerini kesinkes ortaya koymaktadır. Onlara
kötü muamele konusunda bir açıklık getirilmemişse de, İsrailli olmayanların
ebedi köleliğe mahkum edilmeleri emrinden hemen sonra İsrailli dosta kötü
muamele edilmesinin yasaklanması, başka ırklara mensup olanlara oldukça katı
köle muamele edilmesi gerektiğine gizli bir işarettir.
Halkların
köleleştirilmesi konusunda İshak'ın oğlu Yakub'a “Halklar sana kölelik
edecek" şeklindeki sözü ilk metindir.
Davud'un
bir tesbihinin şu şekilde olduğu belirtiliyor: “Gilat benimdir, Manasse de
benim, Efrayim miğferim, Yahuda asam. Moab yıkanma leğenim, Edom'un üzerinde
çarığımı fırlatacağım..’^
Tevrat
sifirlerinde İsrail'in hükümranlığı ve diğer halkların bu hükümranlığa boyun
bükmesi konusunda pek çok hüküm geti-
rilmiş,
bunlar zaman zaman tekrar edilmiş; bizim İsrail savaş hukuku dediğimiz
kısımlarda İsraillilere tavsiye niteliğinde sunularak, Kenan elindeki herkesin
öldürülmesi vazifesi verilmiş, o diyardan uzak olanlarla ise sulh yapılması
emredilmiştir. “Orada yaşayan bütün uluslar sana boyun eğecek, senin kölen
olacak.”22 Kenan eli dışındaki halklar barışı kabul etmez, savaşır ve mağlup
olursa, erkekleri kılıçla öldürülecek, diğerleri köle edilecektir. Müşkül durumlarda
ne yapılacağı konusunda ise Çölde Sayım kitabında “Hepsini yok et ki, yalnızca
İsrail güvenlik içinde yaşasın. ”
denilmektedir. Bir başka
yerde de Tanrı Samuel vasıtasıyla Saul'a şöyle der: “Şimdi git, Ameliklere
saldır. Onlara ait her şeyi tümüyle yok et, hiçbirine acıma. Kadın erkek,
çoluk çocuk, öküz, koyun, deve, eşek hepsini öldür.” Yahudi gettosu .için tüm bu vahşi cinayetleri
işliyorlar, sonra da arzularının hilafına oraya sıkıştırıldıklarını iddia
ediyorlar. '
İsraillilerin
sabit özelliklerinden biri de, yükselen yeni güçlerin peşine takılmak ve
onları kendi çıkarları için kullanmaktır. Bunu yaparken imzaladıkları herhangi
bir anlaşmaya veya verdikleri bir söze sadık kaldıkları görülmemiştir.
Daha
önce Heksosların peşine takıldıklarını, onlarla ilgili haberleri yakından
takip ettiklerini ve Heksoslar Mısır’da iktidarı ele geçirince, hemen onlara
bağlanıp, kendilerini hizmete adadıklarını ve onları Mısırlıları köleleştirmeye
teşvik ettiklerini görmüştük.
Yahudiler,
bu özelliklerini en çok Süleyman peygamber döneminde sergilemiş, krallığın
bölünmesinden ve bölgedeki büyük güçler arasındaki rekabetin artmasından sonra,
sabah Asurılerin, öğleye doğru Mısırlıların, ikindi vaktinde ise Babillilerin
yanında yer almışlardır.
İsrail
oğullarının peygamberleri de bu meydana. inmiş, bir o yana bir bu yana
meyletmiş, bazen de bağımsız kalmışlardır. “Ne den boyuna döneklik yapıp
duruyorsun? Asur'da düş kırıklığına uğradığın gibi, Mısır'da da düş kırıklığına
uğrayacaksın. Oradan da ellerin başında çıkacaksın. ”
Babil
yeni bir güç olarak yükseldiğinde Babil hükümdarı Tanrı'nın adamı olmuştur:
“Babil kralının kollarını güçlendirip kılıcımı ona vereceğim. Firavunun ise
kollarını kıracağım.”
Yahudiler
henüz Babillileri kendi çıkarları doğrultusunda yeterince kullanmadan Persler
yeni bir güç olarak sahneye çıkınca, “Siyon halkı, 'Babıl kralı Nebukadnasar
yuttu bizi, ezdi, boş bir kaba çevirdi.”27 Ve Tanrı'nın cevabı gecikmedi:
“Öcünüzü ben alacağım; onun ırmağını kurutacak, kaynağını keseceğim. Babil taş
yığınına, çakal yuvasına dönecek.. ”28
Konumuzla
yakından ilgili olması ve önemine binaen bu husus tekrar tekrar ele
alınacaktır.
İsraillilerin
ve özellikle de Tevrat yazarlarının ruhuna işleyen çirkin egoizmin
sonuçlarından biri de, gentile yani Yahudi babadan olmayan kişilerle olan
muamelelerinde dürüstlüğe fazla önem vermemeleridir. Yeryüzünde var oldukları
en eski çağlardan beri bu tür ilişkilerde rezilce bir yol tutmuşlardır.
1-
Sara'ya yumşak davranmak suretiyle yaptıkları gibi
çıkar sağlamak amacıyla kadını kullanmak;
.
2Mısırlıların
takılarını ödünç alıp, arkasından Tanrı'nın29 emriyle Müsa'yla birlikte
çıkarken onları kaçırmaları olayında olduğu gibi, başka insanların mallarını
kendilerine helal görmek;
3-
Başka halkları horlamak, onlara karşı kin
beslemek, onların üstünlüğünü reddetmek. Bu babtaki deliller saymakla bitmez.
Okuyucu isterse Hezekiyel kitabını okuyup, hayretten donakalabilir.
4-
Kesilen hayvan ve kuşların kanlarının haram kılınmasına,
“ama kan içmekten sakın, çünkü kan candır ve canı etle birlikte yeme” denmesine
rağmen, öldürdükleri insanların kanlarını içmekle övünmüşlerdir: “İşte halk
dişi bir arslan gibi uyanıyor; avını yiyip bitirmedikçe, öldürülenlerin kanını
içmedikçe rahat etmeyen arslan gibi kalkıyor. ”
5-
Cimrilik. Sina çölündeyken Mısır'da bedava
yedikleri eti özleyip Müsa'dan kendilerine yiyecek bulmasını istemiş; Tanrı'nın
gönderdiği bıldırdın ve helvayı yiyip oturmuş, sürüleri de yanlarında olmasına
rağmen, sanki etleri acıymış gibi bir süre sonra bu nimetlerden bıkmışlardır.
6-
Bu rezilliklerin tamamını birbir sayıp dökmek için
Yakub'un hayatını anlatırken verdiğimiz bilgilere bir kez daha bakmak
yeterlidir. Tevrat yazarlarının Yakub'a yakıştırdıkları yalancılık, hilekârlık,
zulüm, korkaklık, zillet vs. gibi rezillikler bir milletin tamamına tevzi
edilmeye yetecek miktardadır. Allah'a dil uzatmaları yetmiyormuş gibi, bir de
Yakub'un onunla güreşe tutuşup yendiği ve böyle Yakub ismine ilaveten İsrail
adını aldığı şeklindeki uydurmaları da cabasıdır.
XV
İsraillilerin
M. Ö. Vl. Yüzyılın başlarına kadar
hayatlarından kısaca bahsettikten sonra, şimdi de bu yüzyıldan önceki zaman
dilimini gözden geçirelim. Tevrat sifirlerinin Babil sürgününden önce yazılıp
bir araya getirilme işi tamamlanmadığı için, bazı bölümlerin tenkit ve tahlile
tabii tutulmasının geçici olarak istisna edilmesi normaldir.
Ugarit
kazılarında ortaya çıkarılan şeylerin Tevrat sifirlerinin ortaya çıkışında
oynadığı rol üzerinde kısaca durmaya çalışacağız.
İçerik
bakımından Tevrat'ı genel olarak üçe bölebiliriz: Tarih bölümü, hukuk bölümü ve
literatür bölümü'. Ancak bu taksim, bizi, ilk iki bölümün yani tarih ve hukuk
bölümünün sifirlerdeki edebi -temadan ayrı olarak bağımsız bir şekilde meydana
getirilmediği vakıası konusunda yanıltmasın. Gerçekte sifirler tarihi,
kelimenin eski ve yeni tüm anlamıyla tarih bilimi olmaktan ziyade bir tarih
literatürüdür.
Bazı
bilim adamları beş kitabın^nce manzum şekilde yazıldığını, sonra düz yazıya çevrildiğini
ileri sürüyorlar. Eğer bu tahmin kesin olmuş olsaydı, o takdirde yasama kısmı
tamamıyla veya tamamına yakın bir kısmıyla özel alanından çıkarak edebi alanda
tatminkar bir şekil alırdı.
Bu
demek değildir ki, her şiir tarzı manzum söz şiirdir ve her menzum söz de şiir
sayılır. Rivayetçilerin gönlünde yer alması istenilen her söz şiir tarzında
düzenlenebilir.
1
. Yani Tevrat’ın.
Manzum
sözün ezberlenmesi, vezinli ve kafiyeli olduğu için düz yazının
ezberlenmesinden kolaydır. Hafızadaki bitki isimleri arasında bağlantı kurmanın
sebebi de budur. Bağlantı kurulması ise ezber ve nakletmede önemli bir yardımcı
fonksiyondur. Örneğin gramer kuralları veya coğrafi bilgiler bazen manzum
olarak düzenlenir. Eski zamanlarda kitabın ve okuyucunun azlığının, şiirin
üstünlük kurmasının en önemli sebeplerinden olduğunu edebiyat tarihinden
biliyoruz.
Tevrat
sifirlerinde nakledilen tarih, edebi olduğu kadar tarihi olmadığı için, doğru
değildir. Biraz önceki taksimimizi geliştirerek diyoruz ki, Tevrat genel şekliyle
bir literatürdür. Tarih, hukuk ve gerçek anlamıyla edebiyat literatürüdür.
Kullanılan dil ise bazen manzum, bazen düz yazıdır.
Tarih ve hukuk literatürü
açısından
Son iki
yüzyıl boyunca günümüzde eski Yakın Doğu'da yapılan arkeolojik kazıların sonuçlarının
gün ışığına çıkmasıyla birlikte, bilim adamları, Tevrat sifirlerini yazanların
tarih, ve hukuk literatürü konusunda Mısır ve Irak'ın büyük nehirlerinin
sahillerinde yeşeren medeniyetin oluşturduğu eski mirastan alıntılar
yaptıklarını tespit etmişlerdir.
Örneğin
İsrailli yazarların [sifir yazarlarının] dünyanın yaratılışı hikayesini kopya
ettikleri asıl belge ile Nuh tufanı hikayesinin orijinali Babil'de bulundu. Bu
bulgulardan önce bilim adamları Tevrat rivayetlerini bu iki hikayede esas
kabul ediyor, onun dışındakileri eskilerin uydurması olarak
değerlendiriyorlardı.
Yapılan
kazılar, Tevrat yazarlarının efsanelere sataşarak, tarihi olayları anlatırken
çarpıtmalar yaptıklarını da ortaya çıkarmıştır. Örneğin Eriha'nın Yeşu
önderliğinde istila edildiği şeklindeki rivayetleri tarihin kirlenmesi ve
tahrif edilmesidir. Keza Ay'ın istilası da hayalden ibaretti ve gerçekle
hiçbir ilgisi yoktu. Mısır'dan çıkış hikayesinde, Mûsa ile birlikte ülkeyi
terkedenlerin bir defada bir milyon civarında olduğu iddiasından başka, İsrail
ordularının sayısıyla ilgili olarak çoğunlukla hayali rakamlar verilmektedir.
Keza İsrailliler tarafından yok edildikten ve yerle yeksan kı lındıktan sonra
hızlı bir şekilde yeniden türeyen düşmanların başına gelen hurafe türü
felaketler de cabası..
Hukuk
literatürü konusuna gelince, Müsa'nın Mısır'da ve Midyan'da öğrendiklerinin
etkisinde kaldığı son derece sarihtir ki, bu konudan Müsa ile ilgili bölümde
bahsetmiştik.
Müsa
şeriatının bazı maddelerini hızlı bir şekilde gözden geçirdiğimizde, onların
kendisinden yüzlerce yıl önce yazılan Hammurabi kanunlarının bir tür kopyası
olduğunu görürüz. Hammurabi kanunlarının İbrani toplumunun sahip olduğu uygarlıktan
daha yüksek bir uygarlığı yansıttığı görülüyor. Hammurabi zamanındaki Babil
halkı, zanaat ve ticareti biliyordu ve bu konularla ilgili düzenlemeler
getirilmişti. Halbuki İsrail yasaları ziraat ve koyun yetiştirmekle ilgilenen
insanların meselelerini halletmek için konulmuştu.
Gerek
Hammurabi kanunları ve gerekse Müsa'nın şeriatı, yaygın örf ve geleneklerin
bir kısmını yansıtmış, bazılarını daha kullanılışlı hale getirmiştir. Örneğin
“intikam” saygıyla karşılanan bir bedevi geleneğiydi; bir şarta veya kayda
bağlı değildi; ama Hammurabi kanunları, arkasından Müsa'nın şeriatı intikam
alma konusunda bir takım şartlar getirdiler ve “göze göz, dişe diş" kanunu
vazettiler vs..
Hammurabi
kanunlarına göre köle dördüncü yıl hürriyetine kavuşur; Müsa şeriatında ise
yalnızca İbrani köle bu hakka sahiptir ve yedinci yılda yahut Yubil yılında
azat edilir.
Hammurabi
kanunlarına göre hırsızlık yapan kişi çaldığını iki veya üç misliyle geri
öderken, Müsa şeriatında bu ceza beş veya dört mislidir (Çıkış, 22/1) yahut Örnekler kitabını esas alırsak (6130) yedi
mislidir.
Hammurabi
kanunlarına göre annesini veya babasını döven kişinin eli kesilir, Müsa
şeriatına göre ise bu tür edebsiz evladın cezası ölümdür.
Hammurabi
kanunları rüşvet alan kişiyi cezalandırılırken, Müsa şeriatı sadece ayıplamak
veya yasaklamakla yetinmiştir. Bu konuda Çıkış ve Yasanın Tekrarı kitabında
birbirine benzer iki değişik metin bulunmaktadır: "Rüşvet almayacaksınız.
Çünkü rüşvet bilge kişinin gözlerini kör eder, haklıyı haksız çıkarır. ”
Edebiyat,
ana çizgileri itibariyle edebiyatçının yaşadıklarını veya duygularını anlatım
sanatıdır. Bazı edebiyatçı ve tarihçiler, etkilenmiş oldukları Tevrat
sifirlerini, özellikle de Mezmurlar ve Eyüp kitabını edebi yönden çok
beğendiklerini belirterek, övgüler dizmektedirler. Bakalım.
Tevrat
bölümlerinden birisi de yazım tarihi tam olarak bilinmeyen Eyüp Kitabı'dır.
Victor Hugo Eyüp'ü “Arapların ve Edomluların peygamberlerinden birisi
olarak" görür ve ondan “Arap patriği" diye bahseder. Hügo'ya göre ilk
drama üslubunun mucidi Eyüp'dür. Onun Arapça şiiri kaybolmuş ve Müsa'ya ait
İbrani ' tercümesinin dışında hiçbir şey ulaşmamıştır.
Eyüp'ün
hikayesi, Allah'ın verdiği nimete şükreden salih bir insanın hikayesidir. Fakat
daha sonra Tanrı onu malı, ailesi ve bizzat kendisiyle ağır bir imtihana tabi
tutarsa da, Eyüp hepsine katlanır ve başına gelen her bela ancak onun imanını
artırır. Sonuç da Allah sabretmesinden ötürü onu iyi bir ödülle ödüllendirir.
Eyüp
kitabı, ince anlam, zarif ifade ve düzgün cümlelerle Tevrat sifirleri arasında
bir inci danesidir ve edebi ürün olarak onu öven, ondan bir şeyler iktibas eden
kişi yanlış bir şey yapmış sayılmaz.
Ugarit
kazıları sonucunda elde edilen bulgular hakkı sahibine teslim etmiş; bazen dil
ve düşünce yönünden Ugarit metinleriyle Eyüp kitabı arasındaki tıpatıp
benzerlik bilim adamlarını oldukça şaşırtmıştır. Keza Ugarit metinleriyle
Mezmurlar kitabının edebi metinleri arasında da düşünce, edebi üslup, cümle
yapısı ve şiir vezinleri açısından tıpatıp bir benzerlik tespit edilmiştir. Bilim
adamları, Tevrat'daki lbrani şiirinin Ugarit şiirleriyle tam bir paralellik
arzetmesi karşısında şaşkına dönmüşlerdir.
Tevrat
bölümlerini yazanlar pek çok yerde yalnızca Ugarit metinlerinde geçen Baal
kelimesini silip yerine Allah yazmakla yetinmişlerdir. Örneğin Ugarit
metinlerinde şimşeğin Baal'ın, Tevrat metninde ise Tanrı'nın sesi olduğu
belirtilmektedir. Eyüp kitabında (37/2) ve Mezmurlarda (29/3) "Rab'bin
sesi şimşek gibi çıkar" denilmektedir. 29. Mezmurun tamamı noktasına
virgülüne varıncaya kadar Kenancadan (Ugarit metinlerinden) alınmıştır.
Lazkiye'nin
otuz kırk km. kadar kuzeyinde yer alan Ras Şamra'daki suni bir tepede sıradan
bir Suriyeli çiftçi, vaktiyle Akdeniz'e nazır olan ve uygarlığın gelişiminde
çok önemli roller oynayan en büyük Kenan şehrinin ortaya çıkmasına yol açan
ilk duvarı bulmuş; 1929 yılında ise bir Fransız arkeoloji ekibi bölgeye
gelerek çalışmaya başlamıştı.
Baal
tapınağı ile Dacun tapınağı arasındaki büyük kütüphaneyi oluşturan yüzlerce
levhadan mürekkep değerli bir hazine bir bir gün ışığına çıkarıldı. Fransız,
Alman ve diğer milletlere mensup bilim adamları yaptıkları araştırmalar
neticesinde bu emsalsiz buluşun bilim çevrelerini hayrete düşüren sonuçlarını
yayınlamaya başladılar. Bilim adamları, M. Ö. 1450-1195 yılları arasında altın
çağını yaşayan bu büyük uygarlığın siyasi, sosyal, ekonomik ve kültürel
alanlardaki faaliyetleriyle ilgili yeni ışıkları ortaya çıkarmaya hâlâ devam
ediyorlar.
Her ne
kadar Kenanlıların yaşadığı bir şehirse de, sahip olduğu coğrafi konum
itibariyle sadece onlara ait değil, Mısır, Babil, Suriye, Hatti ve Ege
uygarlıkları gibi eski doğu uygarlıklarının kesişme noktasıydı.
Ugaritliler,
Sami diliyle konuşuyorlardı. Bilim adamları yaptıkları uzun çalışmalardan
sonra, onun fasih Arapçaya en yakın Sami dili olduğunu, başlangıçta yirmi iki
harfli olan alfabesinin daha sonra otuz harfli hale geldiğini ortaya koydular.
Bu şehrin uluslararası bir şehir olduğu, kütüphanesindeki tabletlerin Sümerce,
Akkadca ve Hurrice gibi diğer üç dili de içeriyor olmasından anlaşılıyor.
Ugarit
şehrinin gizemleri henüz tamamıyla çözülmüş değildir ve çalışmalar devam
etmektedir. Belki de deniz halklarının düzenledikleri saldırılar ve tabii
felaketler, bu gelişmiş asil medeniyetin yıkılıp gitmesine yol açmıştır.
Yaptığımız
inceleme sonucunda Ugarit bulgularının bazı gerçekleri kesin bir şekilde
ortaya çıkardığını göstermektedir. Bunları şu şekilde sıralayabiliriz:
a)
Ugarit metinleri yalnızca yüksek ve köklü bir
edebi ürün değildir; aksine bu metinler geçmiş dönemde yaşayan ataların hikayesini
sözlü rivayet olmaktan çıkarmış ve Kenanca orjinaliyle yazılı kayıt altına
almıştır. Ayrıca bu metinler Tevrat'ın değerinin ölçülmesine de zemin
hazırlamıştır.
b)
Ugarit tabletleri hamasi ve dini şiir temalarının
yanı sıra ticaret ve teşri konularını da işlemektedir. Bu metinler sayesinde
Tevrat'ın arka planını, Tevrat edebiyatını ve dini gözden geçirme imkanı
doğmuştur.
c)
Bu metinlerin ortaya çıkışı, bilim adamlarını Sami
diliyle ilgili tetkikleri yeniden gözden geçirmeye, Orta Doğu edebiyatıyla
ilgili peşin hükümlü çalışmaları ve özellikle Tevrat araştırmalarını
baştan sona tekrar tahkik etmeye sevketmiştir.