Ana içeriğe atla

  
 
Print Friendly and PDF

Yahudi Tarihi 1

 

YAHUDİ TARİHİ…MAHMUT NANA

Arapçadan Çeviren
D. Ahsen BATUR

Bugüne kadar ülkemizde Yahudi tarihi konusunda bazı kitap­lar çıkmıştır. Bunların çoğunun yazarı ya doğrudan Yahudi'dir, ya da Yahudi sempatizanı kişilerdir. Dolayısıyla bakış açıları da garazkâr ve sübjektiftir. Elinizdeki eser ise, yazarının Arap olması dolayısıyla, elbette objektif kabul edilemez. Ama konuyla ilgili Yahudi yazarların kitaplarını okuyanların, söylenenlerin doğru veya yanlış olduğunu anlamak için karşı tezleri de okumaları ge­rekir. Öbür türlü eksik bilgi ve yanlış kanaate ulaşmamız kaçınıl­maz olur ki, bilim adına tehlikeli bir gelişmedir.

Yahudi tarihi konusunda yalnızca Arap tarihçilerin yazdıkla­rıyla yetinilmesi de doğru değildir. Fakat Rus tarihçisi L. N. Gumilev'in dediği gibi, bir milletin tarihini biraz da onların düşman­larının yazdıklarına bakarak öğrenmek gerekir.

Kitabın yazarının Arap olması hasebiyle yer yer aşırı hissi dav­randığı zamanlar olmuştur. Biz, aşırı akademik bir çalışma olma­makla birlikte, çevirdiğimiz ve yayınladığımız kitapta, başka bir halkın aleyhine haklı veya haksız hissi yakıştırmalara prensip olarak yer vermeyiz. Bu yüzden nadiren de olsa (...) işareti koya­rak, yazarın konunun dışına çıkıp, aralarında husumet bulunan bir halk hakkında sarf ettiği bazı paragrafları atladık.

Her şeye rağmen bir noktaya dikkat çekmeden edemeyeceğiz. Tevrat'ı incelediğimiz zaman Yahudilerin tanrısı Yahve'nin tıpkı Yunan ve Roma tanrılarının veya cahilliye dönemi putlarının se­viyesine indirildiğini görüyoruz. Örneğin Yahudi tanrısı, Yahudiler arasına karışıp düşmanlarına karşı savaşır, onlar adına düşma­ nı öldürür; serin yerlerde dolaşmayı sever, pişmiş et kokusundan hoşlanır, kuytu yerlerde gezmekten korkar; insanla güreşir; hatta doğurur, çocuk sahibi olur; bazen kendi halkına kızar, onu ceza­landırır, ödüllendirir, oturup onunla anlaşma imzalar vs... Böyle bir tanrının lslam anlayışıyla bağdaşır bir tarafı olmadığı gibi, Hint ve Tibet tanrılarından, eski Yunan ve Roma putlarından ne gibi bir farkı olduğunu doğrusu anlayamadık. Ama daha da tuha­fı, bu apaçık şirke rağmen, Kur'an'ın Yahudileri ehl-i kitap arasın­da göstermiş olmasıdır. Çünkü bugünkü Yahudi itikatlarıyla Kur'an’ın indiği dönemdeki Yahudi inançları arasında bir fark mevcut değildir.

Her halükârda elinizdeki bu eser, daha önce bazı Yahudi ya­zarların yayınlanmış tarih kitaplarıyla kıyas edilerek doğru hük­me varılmasına mutlaka katkıda bulunacaktır. Ancak, şunun bi­linmesinde fayda vardır: Biz, bu kitabı çevirip yayınlarken kesin­likle Yahudileri aşağılamak, Arapları yüceltmek gibi bir amaç güt­medik. Çünkü iki halk arasındaki husumet başka şey, tarihi ger­çekler daha başka bir şeydir.

D. Ahsen Batur

 

FİLİSTİN’E DAİR

Tarihte Filistin adını ilk kullanan yazar, tarihin babası sayılan Herodot'dur. Herodot, bu ülkeye Syria paleatina adını vermiştir. Ayrıca Aşağı Suriye (Lower Syria) adıyla da biliniyordu. Tevrat'ın “Çıkış” kitabında da Musa'nın Filistin adım kullandığı biliniyor: “Uluslar duyup titreyecekler; Filistin halkını dehşet saracak! 1,1 Bu söz, kurulacak olan Filistin göz önünde tutularak söylenmiş­tir. Çünkü Musa bu sözü İsrail oğullarının Filistin'e girişinden kırk yıl önce söylemiş olmalıdır ve Filistinliler o sıralar Filistin sahiline doğru akarak, orada yerleşme mücadelesi veriyorlardı. Dolayısıyla bir halkın henüz ele geçirip yerleşmediği bir toprak parçasına kendi adını vermesi mantıklı değil. Nitekim Musa, sö­zünün devamında Kenan halkını kastederek “Kenan'da yaşayan­ların tümü korkudan eriyecek” demektedir.

İbrahim'den bahsederken onun yakınma yerleştiği Filistinli­lerden söz ettiğini göreceğiz, ama elbette İbrahim'in sözünü etti­ği Filistinlilerin Girit Yarımadası'ndan ve Ege adalarından Filistin sahiline gelerek M. Ö. 111. Yüzyılda yani İbrahim döneminden en az altı yüzyıl sonra Gazze ile Yafa arasına yerleşen sahil halkıyla herhangi bir ilişkileri yoktur.

Filistin adı Davud'a atfedilen 60. Mezmur'da da geçer: “Filis­tin’e zaferle haykıracağım!”    Aynı şekilde 87. ve 108. Mezmurla Yeşaya [İşaya] kitabında geçen sözler, Filistin bölgesiyle kastedi­len toprakların Filistin’in güney sahili olduğunu göstermektedir.

Bazı tarihçiler, Filistin adının 'çobanın ülkesi’ anlamına gelen eski Süryanice Palishan kelimesinden geldiğini ileri sürmektedir­ler ki, fazla itimada şayan bir görüş değildir.

Araştırmacıların büyük çoğunluğu Filistin’in adını deniz ke­narında yaşayan Hint-Avrupaî Filistinlilerden veya Phlistinea’dan aldığı konusunda hemfikirdirler. Başlangıçta onların yerleştikleri sahil şeridine, daha sonra ise tüm Güney Suriye’ye Filistin adı ve­rilmiştir ki, küçük bir bölgenin adının bütün bir bölgeye verilme­sinden başka bir şey değildir.

Daha fazla detaya girmeden modern Filistin’in İngiliz manda­sı dönemindeki coğrafi konumuyla' konuyu kapatalım. İngiliz mandası dönemindeki Filistin, Ekvator’un kuzey kesiminde 29.3 ve 23.15 enlemiyle Greenwich’in 34.15 ve 35.4 doğu boylamı arasında kalan 27 000 km2’lik toprak parçasıdır ...

Kenan eli

Kenan eli denilen bölge, Sami Kenan kabilelerini barındıran, bugünkü Filistin bölgesiyle Akdeniz üzerinde Lübnan ve Suriye sahillerini içeren topraklardır. Burası, Kenanlıların büyük ticaret şehirlerini kurdukları sahil kesimidir. Örneğin M. Ö. 1450-1195 yılları arasında altın çağını yaşayan Bogarith şehri bunlardandır ki, izleri Lazkiye şehrinin kuzeyindeki Rasşamra’da 1929 yılında ortaya çıkarılmıştır. Trablusşam’la Beyrut arasındaki Cübeyl (Biblos/Byblos) şehri ile Sayda (Sydon) şehri de Kenanlıların kurduk­ları şehirlerdendir. Bu şehirler arasında en ünlüsü, sahilden yarım mil açıktaki bir ada üzerinde .kurulan Sur şehridir. Şehrin yüzöl­çümü 130 İngiliz feddanıydı (Bir İngiliz Feddanı 4000 m2’dir).

Sözü edilen şehirler ve bunların kurulduğu bölge Fenike ola­rak bilinir. Fenikeliler ise Kenanlılardan başkası değildir. Onlara Fenikeli adını Yunanlılar vermiştir. Çünkü Kenanlılar solmaz er­guvan renkli göz alıcı kumaşlar dokumakla şöhret yapmışlardı. Yunancada “Fenike” kelimesi kızıl renkli anlamındadır.

Filistin topraklarına yerleşen diğer Kenan kabileleri ise Kenanlı adını muhafaza etmişlerdir. Bu sözcüğün “eğilmek, bükül­mek, alçalmak" anlamına gelen “kena”’ kelimesinden geldiği sa­nılmaktadır. Onlar, yüksek Lübnan dağlarıyla kıyaslandığında basık bir bölgede yerleşmişlerdi ki, bu adlandırma Filistin’e veri­len “Aşağı Suriye" adıyla da örtüşmektedir.

Bugünkü sınırlarıyla Filistin diye nitelediğimiz Kenan eli, üze­rinde yaşayan halkın tarih boyunca çeşitli olaylara şahit olduğu oldukça önemli bir coğrafyadır. Asya ile Afrika kıtasının kesişme noktasında yer alan Kenan eli, bir yandan Akdeniz’in güneydoğu sahiline, diğer yandansa Kızıldeniz’e bitişik Akabe Körfezi’ne bakmaktadır. Bölgenin güneybatı kesimi çok eski dönemlerde çe­şitli yönlere göç eden kabilelerin buluşma noktası ve aynı zaman­da büyük göç dalgalarının hedefi haline gelen Bereketli Hilal’ın bir kısmını teşkil eder.

Asya’nın uzak bölgelerinden gelip Batı Asya, Kuzey Afrika ve Orta Akdeniz limanlarının bulunduğu medeni bölgelere giden ti­caret kervanları Kenan elinden geçerdi. Yine Mısır, Asur ve Babil ordularının savaş alanına dönen Kenan eli, önce Yermuk ve Ecnadeyn’de Araplarla Bizanslılar, arkasından Hattin ve Beyt el-Mukaddes’de Araplarla Haçlılar ve en son olarak Ayn Calut’da Arap­larla Tatarlar arasında nihai savaşlara sahne olmuştur.

Vahşi tarihî çatışmaların en sonuncusuna ise bu topraklarda Araplarla uluslararası siyonizmin temsilcisi yeni Haçlılar arasın­da şahit oluyoruz.

Filistin toprakları, tarihin hiçbir döneminde açgözlülerin he­defi olmaktan kurtulamamış, aksine sürekli olarak daha uzak he­. deflere zemin hazırlayan bir ara hedef olmuştur. Çünkü Ameri­ka’nın, Avusturalya’nın ve Yeni Zelanda’nın keşfinden önce XV. Yüzyıl sonlarına kadar üç kıtanın yani tüm dünyanın buluşma ve yol ayrım noktası bu topraklardı. Siyaset ve ekonomi sahasında kadim dünyayı elde tutmak isteyen her gücün bakışlarının odak­landığı noktanın Filistin olmasında şaşılacak bir şey yok.

Eğer Filistin’le İbranilerin çıkıp geldikleri Arap Yarımadası toprakları (Irak ve Suriye) ve bilâhare Mısır’ı birbirine kıyaslar­sak, Mısır ve Irak’daki iki kadim medeniyete mensup halkların faydalandıkları nimetlerin Filistin'e nisbetle çok çok fazla oldu­ğunu görürüz.

Bu arada lbranilerin büyük göçleri esnasında faydalandıkları nimetlerin kaynağının da Filistin'den uzakta bulunduğunu be­lirtmek gerekir.

Birinci göç sırasında Abram'ın Filistin'e eli boş gelmediğini görüyoruz. (Abram, bu yolculuk sırasında hanımı Saray, yeğeni Lut, Harran'dan Kenan eline giderken sahip oldukları mal mülk ve hizmetkârlarla birlikteydi.)

İkinci yolculukta Abram'ı bal ve süt ülkesinde açlığa maruz kalmış vaziyette görüyoruz. (Ülkedeki şiddetli kıtlık yüzünden Avram geçici bir süre için Mısır'a gitti.)

Üçüncü yolculukta Abram'ın tekrar Mısır'dan çıktığını görüyo­ruz. (Abram çok zengindi. Sürüleri, altınları, gümüşleri vardı.)

Dördüncü yolculuk sırasında İshak'ın da tıpkı babası gibi kıt­lıktan mutazarrır olduğunu görüyoruz. Eğer Tanrı'nın emri ol­masaydı lshak muhakkak Mısır'a giderdi, fakat bu defa çözüm yaklaşık olarak bölgeseldi. (lbrahim'in yaşadığı dönemdeki kıt­lıktan başka ülkede bir kıtlık daha oldu. İshak Gerar'a, Filist kra­lı Ebimalik'in yanına gitti. Rab İshak'a görünerek, “Mısır'a gitme" dedi. “Sana söyleyeceğim ülkeye yerleş. Orada bir süre kal..")

Beşinci göç sırasında Yakub Harran'a heybesi boş gitti ve iki hanımı Lea ve Rahel'in mehir parasını kazanmak için on dört yıl dayısı Laban'ın yanında çalıştı. Daha sonra Kenan eline büyük bir servetle dönmek için altı yıl daha çalıştı. Yaratılış kitabında anla­tıldığına göre Yakub'un kardeşi Esav'ı razı etmek için verdiği rüş­vet kabilinden hediyeleri sunacak kadar zengindi. “Yakub geceyi orada geçirdi. Birlikte getirdiği hayvanlardan ağabeyi Esav'a ar­mağan olarak iki yüz keçi, yirmi teke, iki yüz koyun, yirmi koç, yavrularıyla birlikte otuz dişi deve, kırk inek, on boğa, yirmi di­şi, on erkek eşek ayırdı."  

Altıncı yolculuk sırasında genel bir kıtlık vardı. Yakub ve oğulla­n Mısır'a gitmişti. Yusuf da bunlar arasındaydı. Orada bir süre ika­met ettiler. Sonra lsrail* Mısır'dan göç etti. “Daha pek çok kişi de on­larla birlikte gitti. Yanlarında çok sayıda davar ve sığır vardı.”

İbraniler, her yolculukta Filistin'e bol servetle giriyor, sonra oradan aç ve meteliksiz olarak çıkıyorlardı.

Belki de İbranilerin tarihinde en yeni göç günümüzdeki göç­tür ve Filistin'in süt ve balının hiç de kolay elde edilen bir şey ve sözü edilen balın bildiğimiz bal olmadığını bariz bir şekilde gös­termektedir ve üstelik bu bal da ebedi değildir. Günümüz İsra­il'ine para ve yardım yağmur gibi yağmaktadır, ama her geçen gün, Filistin'in bugünkü sınırlarıyla yeterli bir süt ve bal kaynağı olmadığını göstermektedir.

Geçmişte Kenanlılar Mısır, Babil ve Kuzey Suriye'de refah ko­nusunda komşularından daha az şanslıydılar ve bu durum Suri­ye sahilindeki Kenanlıyı yani Fenikelileri denize yönelmeye, dal­galar arasında tacirleri ve uygarlık elçilerini taşımaya sevketmiş; iç bölgedeki Kenanlılar ise mütevazi durumlarıyla yetinmişlerdir.

Pek tabiidir ki bugünkü İsrail yöneticileri bu tarihi-coğrafi gerçeği göz ardı etmemiş ve varlıklarını sürdürmelerinin iki yol­dan biriyle, daha doğrusu her ikisiyle birden mümkün olabilece­ğini anlamışlardır. Bunlardan biri, imkanlar dahilinde gasp edilen toprakları genişletmektir ki, bölgesel aktivite bu yöndedir; ikin­cisi ise büyük bir deniz ticaret filosu kurmak ve kadim Fenikeli Kenanlıların üç bin yıl önce oynadıkları rolü tekrarlamak suretiy­le uluslararası alanda faaliyet göstermektir.

Tevrat'ın bölümlerinde sözü edilen süt ve bala gelince, Filis­tin'e işaret eden bu sözler geç dönem yazarlar tarafından Yahudilerin ruhunda küllenen duyguları uyandırmak ve tarihte ataları­nı Filistin'e çektiğini iddia ettikleri maddi dürtüleri kutsallaştır­maya sevketmek için uydurulmuş bir rivayettir. Daha ileride maddi dürtülerin her tür Yahudi hareketini tek tek ve bir bütün halinde yönlendiren sabit kutup olduğunu göreceğiz.

Gerçekte hiçbir normal insan vatanını süt ve bal fışkırdığı için değil, vatanı olduğu için sever. Nitekim bir çocuk da annesini gü­zel veya zengin olduğu için değil, annesi olduğu için sever. An­nesi güzel ve zengin olabilir de olmayabilir de; ama onu aylarca karnında taşıyıp, doğum öncesi ve sonrasında itina göstermesi sevmek için yeterli bir sebeptir. Annelerimizi ve ülkelerimizi sev­memizin sebebi budur. Dolayısıyla kısır bir anne kendisini horla­yacak çocuklar doğurmayacağı gibi, kısır bir toprak da bir halkı bağrına basmaz, vatan olarak da asla kabul edilmez.

Biz, Filistin'i bal ve süt fışkırdığı için değil, aksine vatanımız ol­duğu için seviyor, . hanceremiz yırtılırcasına ve samimi bir kalple hür­riyet, şeref ve fazilet için haykırıyoruz fa, bu, milli bir haykırıştır.

Eski kervan yollan

Filistin kuzey ve doğudan güney ve batıya veya aksi istikame­te doğru uzanan uluslararası bir geçit olduğu için Mısır, Arap ül­keleri, Babil ve Hindistan arasında ticari malların nakledildiği kervan yollarıyla örülmüştür. Tabi ki bu yollar aynı zamanda Mı­sır, Babil ve Pers ordularının sürekli kullandıkları güzergahlardı.  Biz, bu çalışmamızda önemli mevkilerin adları üzerinde özellikle duracağız.

Bazıları hâlâ günümüz Filistin'inde ana yolları teşkil eden önemli ticaret güzergahları şunlardır:

Mısır'dan başlayan sahil yolu Ariş üzerinden Rafah'a (Raphia), oradan Gazze'ye ulaşarak daha sonra Lakiş  üzerinden Beyt Cibrin'e ve ondan sonra da el-Cebel üzerinden Urşelim [Kudüs]e ulaşmaktadır. Gazze'den kuzey istikametinde ilerleyen bir yol Fi­listin vadisinde sahilden biraz uzaklaşarak Askalan yakınlarında­ki Mecdel (yani Burç) üzerinden Aşdod'a varmaktadır. Aynı yol Aşdod'dan sonra Akır'a (eski Akron), sonra Ramla ve Lidda'ya ulaşır. Aynı şekilde en önemlisi Beyt Havrun, Amvas ve Vadi-i Ali olan yollarla da Kudüs'e ulaşılır. FİLİSTİN’E DAİR


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 Yafa'dan başlayan sahil yolu kuzey yönüne uzanarak Arsuf üzerinden Sezar Harabeleri'ne, oradan Tantura (Saray Harabeleri) üzerinden Atleet'e, oradan Hayfa'ya ulaşır ve tarihte önemli bir yeri olan Akka'ya vasıl olur.

Lidda'dan kuzeye yönelen başka bir yol Kafr Saba (veya Ras el-ayn) üzerinden Kakun'a ulaşarak Han el-Lecun'da son bulur.11

Megiddo vadisi içten sahile doğru açılan aşılması en kolay ge­çitlere sahiptir. Bu geçitler sayesinde bir taraftan Akka'ya, diğer taraftan ise güneybatıda Cenin'e (El-Gunaim) ulaşılır. Akka'dan sahil boyunca kuzeyden Ez-Zeyt (Akzib)e ulaşan yol, daha sonra Ras en-Nafura ve Ras el-Ebyaz üzerinden Sur'a gider.

Mısır'a tekrar dönüp başka bir yolla Filistin'e gitmek istersek, sahrayı kateden Süveyş Berzahı üzerinden er-Rahibi'ye (Rahbut'a), arkasından Hallasa (Ellusa), sonra Birşeba üzerinden ku­zeye yönelerek ez-Zahiriye'ye, oradan el-Halil'e (Hebron) varırız. Buradan başka bir yolla el-Halil'e varıp, Vadi-i Araba'da ilerleye­rek Sufa geçidi    üzerinden el-Halil'e ulaşmak mümkün.

Önemli ve zor bir yol, dağlık bölgeden geçerek en önemli merkez ve iç şehirlere ulaştıktan sonra Habron'dan Ramme'ye, oradan Beyyar Vadisi üzerinden Halhul'a ulaşır. Oradan da Beytlehem'i sağına alarak Urşelim'e yönelir.

Urşelim (Kudüs)den başlayan bir yol doğuya doğru uzanarak Eriha'ya varır. Yine Urşelim'den kuzey yönünde uzanan başka bir yol Ram veya Rama üzerinden Şa'fat'a, oradan Bi're'ye (Beeroth), oradan Ayn el-Haramiye'ye uğrayarak, sırasıyla Sencel, Han elLeben ve Nablus'a (Şekem) varır.

Nablus'dan başlayan bir yol Şeria nehrini aşarak Salt'a  ula­şır. Yine Nablus'dan çıkan başka bir yol, Tobas Sabas'a (Thebes) uğrayarak Ürdün Vadisi boyunca kuzeydoğuya yönelerek Bisan'a varır.  Yine Nablus'dan yüksek bölgelerden geçerek Sebastia (Samaria) yakınından doğuya kıvrılıp Cenin'e, oradan kuzey istika­metinde lbni Amir merasının (Yizrael) doğu tarafını dolaşarak Nasıra'ya ulaşır. Nasıra'dan Akka'ya uzanan bir geçit vardır.

Cenin-Nasıra yolunu takip eden kervan güzergahı El-Afula merkezinde çatallaşır. Birisi el-Afula'dan kuzeydoğu yönüne uza­narak Tur dağı  (Tabur) üzerinden Han et-Tuccar'a varıp çeşitli kollara ayrılır. Bunlardan biri Mecdel yakınında Taberiye gölüne (Kegirt veya Kennara) varır ve buradan Taberiye şehrinin hafif ku­zeyinden geçer.  Göl sahilini yalayarak ilerleyen yol, Küçük Ke­girt vadisini geçtikten sonra gölün karşısındaki dağları aşarak Cöb Yusuf hanına ulaşır, oradan tekrar kuzey Ürdün vadisine yönelerek Benat Yakub Köprüsü vasıtasıyla nehri geçip Şam'a vasıl olur.

Ürdün Çukuru'ndan geçen bir kervan yolu daha vardır. Bu yol, kuzeyde Eriha-Bisan arasında uzanır. Bisan'dan başlayıp Mecami' Köprüsü vasıtasıyla Ürdün içinden geçip giden yol, kuzeydoğu yö­nünde Fayk’a, daha sonra Havran'a uğrayarak Dımaşk'a ulaşır.

Ürdün'ün doğu kesiminden geçen büyük bir kervan yolu da­ha vardır ki, güneyde Petra'dan başlayarak Karak (Kir Moab) üze­rinden Ar ve lyr karşısındaki Rabbe'ye (Rabbath Moab) uzanır ve El-Mevceb (Arnun) nehrini geçerek kuzey istikametinde tepeleri aştıktan sonra Hasban (Haşbun)a, oradan da Amman (Rabat Ammun)a varır.

Batı Şeria'da Eriha'dan başlayan başka bir yol Salt'a uğradıktan sonra kuzey istikametinde Babuk (Mavi) nehri geçerek Cereş'e ula­şır. Aynı yol Cereş'den sonra kuzeybatı istikametinde Tibne'ye, sonra Makis (Gadara), daha sonra Ürdün Vadisi'ne ulaşır. Oradan da kuzeydoğu istikametine yönelerek Zevmel ve Havran'a, sonra oldukça incelerek Busra'ya ve oradan da Dımaşk'a varır.

Ahali

Araştırmacı için en zor konu, pek çok orijinal kaynağa müra­caat etse dahi, tarih boyunca Filistin'e yerleşen halkların kimliği ve miktarı hususunda kesin bir karara varmaktır. Çünkü kaynak­lar oldukça karmaşıktır ve bu yüzden güvenilir bir sonuca ulaş­mak zordur. Susuzluğumuza deva olmayacak bir serabın arkasın­dan koşmayı bir yana bırakarak ilk basit bilgilere müracaat et­mek, alınacak en kolay tavırdır.

Sami dilini konuşan insanların Filistin'e damgalarını vurduk­ları muhakkak.

M. Ö. III. Binyıldan itibaren Filistin'i yurt tutan Amorîler, bu­rada şehirler ve kaleler kurmuş; Filistin'e, Suriye ve Irak'a siyasî ve askeri yönden hâkim olmuşlardır. Amorîlerin başkenti Mari şehri  güzel kadınlarıyla meşhurdu.

Filistin'de Amorîlerle birlikte veya onlardan sonra Sami Ke­nanlılar yaşadılar. Muhtemelen Kenanlı göç dalgası çok güçlüydü ki, bölge onların adıyla Kenan eli olarak anılmaya başlamıştır.

Daha sonra Heksosların belli bir süre Suriye ve Mısır toprak­larındaki katı hakimiyeti sırasında Hurriler, Habirular ve Hattiler buraya yerleşmiş veya buradan göç edip gitmişlerdir. Arkasından, M. Ö. Il. Binyıl ortalarında Sami Aramller tarih sahnesine çıka­rak, yoğun bir şekilde orta Fırat, Dımaşk, Havran ve Beka vadisi­ne yerleştiler.

İbranîlerin Kenan eli kapılarını çalmaya başladıkları dönem­de, yani XIII. Yüzyıl sonlarında Hint-Avrupaî bir halk, Kenan eli sahillerine saldırarak Yafa ile Gazze arasında kalan kırk mil uzun­luğundaki şeride yerleştiler. Bunlar, daha sonraları tüm Filistin'e adlarını. verecek olan Filistîlerdi.

En yaygın görüşe göre asıl ülkeleri Girit ve Ege adaları olan Filistîler, memleketlerinin deprem ve Afrikadan gelen göç dalga­ sıyla harabe haline dönmesinden sonra bazen kara yoluyla Küçük Asya'yı aşarak, bazen deniz yoluyla Suriye'ye gelip Filistin sahi­linde karar kılmışlardır.

Her ne kadar Araplar bu eski dönemlerde Filistin ahalisinin oluşmasına büyük ölçüde katkıda bulunmamışlarsa da, önemli bir ağırlıkları vardı ve güney taraftan Filistin sınırlarına sokul­muşlardı. Nitekim M. Ö. VI. Yüzyıldan itibaren ilerlemelerini sürdürerek Sina'nın kuzeydoğu kesiminde Arap Nabat devletini kurmuş ve başkentleri Petra Romalılar döneminde yüksek bir medeniyet seviyesine ulaşmıştır. .

Arap Yanmadası'na münhasıran Arap topraklan denmeye baş­landıktan sonra Ürdün'ün doğusundaki toprakların tamamına da bu ad verilmiş ve Romalılar çıkıp gelince Ürdün'ün doğusuna resmen Arap yurdu adım vermişlerdir. lslamî fetihlerden sonra ise Filistin ve diğer Arap bölgeleri koyu bir Arap kimliğine bü­rünmüştür. Ürdün nehrinin iki yakasına saçılan Filistin ahalisi, şehirlisi, köylüsü ve vahalısıyla aslen Arap kabilelerine mensup olmakla övünürler.

Akka, Hayfa, Nasıra ve aynca el-Celil [Galile] metropoliti Matran Gregorius Haccar'ın, İngiltere hükümetinin Arap ihtilalinin sebeplerini araştırmak için 1937'de Filistin'e gönderdiği Kraliyet Komisyonu'na söylediği şu sözlere kulak verelim:

“Filistinli Arapların bu ülkeyi Yahudilerden binlerce yıl önce vatan edinen asıl Filistin yerlilerinin soyundan geldiklerini unut­mayın. Yahudiler onları kovmaya muvaffak olamadılar ve ülke şu ana kadar onların adıyla kaldı. Yahudiler ülkenin ancak bir kıs­mını birkaç asır boyunca ellerinde tutabildiler. Sonra Filistin'de Hristiyanlık ortaya çıktı. Semavî kitaplara göre onların tamamı, aynca Yahudilerin bir kısmı Hristiyan oldu. Hristiyanlara yapılan baskılara rağmen Filistin Hristiyanlaştı. Tarihçilerin bir çoğu bu desiselere Yahudilerin sebep olduklarım kaydetmektedirler. Şu anda bu konuya girmek istemiyorum. Filistin, Hristiyan kilisele­riyle doldu. Arkasından İslami fetihler başladı. İslam kutsal şey­ lere saygılı davrandı. Çünkü bizzat kendisi İsa'yı yüceltiyordu. Ama Hristiyanların büyük kısmı İslam dinini kabul etti ve Arap­ça yayılarak tüm ülkeyi sardı.

İslamî Arap fetihlerinin en iyi yanlarından biri, fatihlerin fet­hettikleri ülke halklarıyla kaynaşıp, onları kendilerine dönüştür­meleridir. Üstelik de çok az bir ordu ve görevli bırakarak. Hristiyanların bir kısmı kendi dinlerini muhafaza ettiler, ama bu, iki ta­raf arasında köken birliğine ve kan bağına zarar vermedi.”

Filistin'in eski sakinlerinin kimliği hakkındaki bu sözlerden sonra bunların arasında Samilerin diğer unsurlar, kabileler ve gruplara baskın çıkarak, onları yanlarına çekip kendilerine ben­zettiklerini rahatlıkla söyleyebiliriz.

Bazı Yahudi kaynaklan Davud peygamber zamanında Yahudi nüfusunu iki buçuk milyona veya biraz daha fazlasına çıkarırken, başka kaynaklar İsrail oğullarının Mısır'dan çıktıktan sonra Filis­tin'e saldırdıkları sırada nüfuslarının çeyrek milyon civarında ol­duğunu kaydetmektedir. Araştırmacı tarihçiler Çölde Sayım kita­bının verdiği rakamı ihtiyatla kabul etmek gerektiği  ve detayla­rın çok ciddi şüpheler taşıdığı konusunda bizleri uyarmaktadır­lar. İsrail oğullarının Kenan elindeki savaşlarından bahsederken gerçekten akıl almaz abartılarla karşılaşacağız.

Kısacası dağlık bölgelerde ve sahra kesiminde yaşayan insan­ların dağınık ve az oldukları, en kalabalık Filistin kentinin el-Celil [Galile) olduğu söylenebilir. Ürdün'ün doğu kesimi ise Filis­tin'in daha tenha bölgesiydi. Bu yüzden ve başka bir sebepten do­layı Edom [Idumea], Moab ve Ammon kabilelerinin İbrahim'in önderliğinde birinci İbrani göçünün bir parçası olarak Doğu Ür­dün'e yerleşmeleri mümkün olmuş, böylece İsrail oğullarının Ür­dün nehrini geçip batıya doğru ilerlemeden önce buraya ayak basmaları kolaylaşmıştır.

Il
ESKİ İNANÇLAR

Mısır, Suriye ve Irak’da yaşayan eski toplulukların dini inanç­ları ve görenekleri arasında benzerlikler vardı.

Her şehrin tapındığı ve kurbanlar sunduğu kendi özel tanrısı vardı. Belki de bu ülkelerde herkesin ibadet ettiği tek ortak tanrı, güneş tanrısıydı.

Mısır’daki güneş tanrısının en çok yaygın olan adları Ra, Amon ve Pitah’dı. Karanlıkları kovan ve hafif gemisiyle tek başı­na ebedi günlük gezisini yapan o idi.

Eski inançların tamamında ışık iyiliğin, karanlık da kötülü­ğün sembolüydü. Sümerlerin ay tanrısının adı Nanna, güneş tan­rısının adı Utu idi. Bu ikisi, karanlık tarafından temsil edilen kö­tülüğü kovarlardı. Sümerlerde ayın başka bir görevi daha vardı ki, o da gizli geleceği okumak, insanların akibetlerini bilmekti. Güney tanrısının işi ise gerçek iyi ve salih kişileri keşfetmekti.

Mısırlılarda güneş tanrısının annesinin adı Nut, Sümerlerde Ninhursag’dı.

Amorîlerin ateş, Mısırlıların kötülük tanrısı olarak bildikleri bir diğer ortak tanrı da Şis’di. Hatta bugün bazı Arap ülkelerinde kendisine yaranmak ve şerrinden emin olmak için Şeytana tapan gruplar belki de eski Şis’e tapanlarbulunmaktadır. Söylendiği­ne göre bu kötülük tanrısı Şis’i veya Şeytanı Amorîlerden alarak meşhur göçleri sırasında Mısır’a taşıyan ve yerli halka hediye edenler Heksoslardır.

Mısır'da yılan kötülüğün tam tecessüm etmiş sembolü olarak görülür. Resimlerde tanrıların ayakları altında çiğnenen sefil bir yaratık olarak gösterildiği için “ubab" (serap) adı verilir. Yılan, Kenanlılarda da kötülük sembolüydü. Ona “livyatan" diyorlardı. lbraniler bu kötü sembolü cismiyle birlikte aldılar. Adı Tevrat sifirlerinde geçmektedir. Tevrat'da Rab'bin acımasız, kocaman, kes­kin kılıcıyla denizdeki canavarı cezalandırıp öldürdüğü o gün kıvrıla kıvrıla kaçan Livyatan tasvir edilmektedir.1 (Livyatanın başlarını ezdin; çölde yaşayanlara onu yem ettin.)    Göründüğü kadarıyla burada 'çöl halkı'ndan maksat engerek yılanlarını yiyen yıldırım ordularıdır. Burada ibare bir öncekine nisbetle objenin Kenanî orijinli olduğunu göstermektedir. Çünkü metinde baş ke­limesi çoğul olarak kullanılmıştır ki, sözü edilen Livyatan'ın bir­den çok başı olduğuna işaret etmektedir. Kenanlıların taptıkları canavar birkaç başlıydı. Bu çok başlı yılan motifi Yunan literatü­rüne de girmiştir. Yunanlılar efsanevi kahraman Herkül'e saldıran yılana Hydra diyorlardı.

Mısır'ın Oziris, İzis ve Horus yani baba, anne ve oğul üçlü mi­tolojisinde Kenanlıların Tammuz efsanesine aşırı bir benzerlik görülmektedir.

Mısır'da yer ve gök tanrıları kan-koca idiler. Erkek tanrıdan Oziris ve Set, kadın tanrıçadan İzis ve Neftis dünyaya gelmiştir. Oziris kızkardeşi İzis'le evlenince kötü kardeşi Set yani Amorî dostumuz ona kin bağlar ve öldürür. Sonra cesedini Akdeniz'e atar. Dalgalar cesedi Fenike sahillerine sürükler. Karısı İzis koca­sının cesedini aramaya çıkar, bulur ve defneder. Fakat şanssızlı­ğından Set onu bulur, parça parça eder ve her bir parçasını Mı­sır'ın bir tarafına fırlatır.

Oziris ve İzis'in oğlu Horus büyür ve babasının intikamını ala­rak kötülük tanrısı Set'e karşı ezici bir zafer kazanır.

Kenan edebiyatında Tammuz avlanmak için Lübnan ormanla­rına çıkar. Orada bir domuzun saldırısına uğrar ve ölümcül bir yara alır. Tammuz sevgilisi İştar'ın önüne getirilir ve orada ölür. O andan itibaren Tammuz'un göz yaşlarının karıştığı İbrahim nehrinin suları ilkbahar mevsiminde kızıla boyanır.

Son zamanlarda uzay gemileriyle ayın çehresini bize çirkin gösteren bilim adamlarının meslektaşları olan arkeologlar, bu gü­zel hikayeyi çirkinleştirerek, ilkbaharda lbrahim nehrinin taşıdı­ğı kızıl toprağın kan rengiyle boyandığını iddia ettiler. Keşke de­dikleri gibi olsaydı..

Burada Oziris'in bedeninin parçalanması ve parçaların Mısır'ın dört bir yanına fırlatılması olayı üzerinde kısaca duralım. Her şeh­rin başında diğer şehirlerle çekişip duran bir prensin bulunduğu eski Mısır'daki feodal yönetim döneminin bir sembolü müdür bu? Bununla Tevrat sifirlerinde anlatılanlar arasında bir bağlantı kur­mak içimden gelmiyor. Örneğin orada anlatıldığı kadarıyla Şilolu Ahiya Süleyman'ın ölümünden sonra Şekem'i yöneten peygamber Yeroboam'la karşılaşınca, onun yeni elbisesini alıp lsrail oymakla­rının sayısına uygun olarak on iki parçaya ayırır. Sonra Yarovam'a on parçasını kendisine alıp bir parçayı Şekem'de on lsrail boyunu yönetmenin sembolü olarak bırakmasını emreder. Süleyman oğlu Rehoboam Kudüs'de Yahuda Oudah] boyunu yönetir.

Tabut hikayesi ve tabutun denize bırakılışı Irak topraklarında­ki büyük Sami krallarının ilki Sargon'la ilgili olarak da anlatılır.. Nitekim Sargan (M. Ö. 1371-1316) kendisinden bahsederken ikinci annesinin muhtemelen mürebbiyesinin kendisini bir sandığın içine saklayıp nehre bıraktığını belirtir. Fakat nehir onu yutmaz ve aksine doğruca Eki'ye götürür. Eki onu evlat edinerek bahçevan olarak yanına.alır. (Bahçevanlık yaptığım günlerde Aştar bana âşık oldu.. dört yıl ... daha .. kraldım.)

Aştar'ın Sargon'u sevdiği gibi firavunun kızı da annesi tarafın­dan bir sandığa konularak nehre bırakılan Musa'yı sever.

Böylece hikayenin iki defa Mısır'da, bir defa Irak'da olmak üzere üç defa tekrarlandığını görüyoruz.

Kralları tanrıların seçerek, yönlendirdikleri, kralın birinci va­zifesinin tanrıya hizmet etmek ve onun için tapınaklar kurmak olduğu inancı eski uygarlıkların ortak yönlerindendir.

Kahinlerin Mısır ve Irak'da oynadıkları roller de örtüşmektedir. Onlar, zayıf krallar döneminde duruma hakim oluyorlardı. Örneğin Mısır'da firavuna hizmet etmeleri ve aynı zamanda doğ­rudan otoritelerini kullanmaktan âciz oldukları dönemlerde fira­vun aleyhine casusluk yapmaları için oğullarını ve öğrencilerini feda ediyorlardı.

Her Mısır başkentinde vakıf mallarının çekip çevrilmesi işine nezaret eden, gelirleri olan ve onu âyinlerin icrası için harcayan baş kahinin yönettiği bir kahinlik okulu vardı. Rütbece baş ka­hinden hemen sonra gelen kişiler sırasıyla tapınak babaları, te­mizleyiciler, musikişinaslar, ilahi korosunda bulunanlar ve buhur taşıyıcılardı..

İbraniler bu konuda pek çok şeyi kendilerine örnek almışlar­dır. “Atayacağınız kral, Tanrınız Rab'bin seçtiği kişi olmalıdır.”    Kahinlere gelince, onların seçiminde Tevrat sifirleri [kitapları] ol­dukça sıkıdır. Kahinler, ancak Levililerden seçilebilirdi. Görevle­ri ölünceğe kad:.ı levam eder, bir başkasına devredilemez ve ku­şaklar boyu sürer.0 Bunlar askerlik gc revinden muaftılar. Ülkenin başına gelecek bir felaketten nasiplerini almazlardı. Buna karşılık sifirlerde onlara siyasi, dini ve medeni haklar konusunda sürekli artan imtiyazlar tanınmıştır.

Mısırlı kahinler keten elbise giyerlerdi. Levililer oymağından gelen İsrailli kahinler de keten elbise giymek zorundaydılar. İle­ride bu konuya tekrar döneceğiz.

Tevrat sifirlerinin bir çok yerinde İsrail oğullarının Yahve'ye tap­maktan yüz çevirdikleri, Kenanhların ve onların çağdaşı veya onlar­dan önce bu ülkeye yerleşen Sami kardeşlerinin gelenek ve göre­neklerini uyguladıkları, onların tanrıların: taptıkları anlatılmakta­dır ki, böylece Kenanhların veya onlardan önce yaşayan halkların inançları hakkında da genel bir bilgi sahibi olabilmekteyiz.

Sümerlerde ay, adı İbrahim'in doğduğu yer olarak Yaratılış ki­tabında da geçen Ur şehrinin koruyucu tanrısıydı. Sümerliler ona Nanna diyorlardı. Samiler Irak topraklarına gelince aya tapındı­lar ve ona Sin adını verdiler.

Onun oğlu güneş tanrısı Utu ise Sümerlerin Sippar ve Larsa şehirlerinin koruyucusuydu. Samiler onu da tanrı olarak benim­seyerek Şamas adını verdiler.   

Sümer savaş tanrısının adı Ninurta idi. Amorîler de onu savaş tanrısı olarak benimsediler ve Samice bir kelime olmadığını bile bile Amuru adını verdiler. Çünkü bu kelime, Sümerlerin batıdan gelen Samilere verdikleri isimdi. Muhtemelen Muru batıyla bağ­lantılı bir kelimedir. Eğer bu isimle orta çağlarda Kuzey Afrika halkına verilen Moors adı arasında bir bağlantı olduğu ortaya çı­karsa bunu yadırgamayız. Çünkü onlar, aralarında Yunanca ve Latince gibi Ari dilleri konuşan halkların da bulunması sebebiy­le Orta Akdeniz'in doğu havzası ahalisine kıyasla batılıdırlar.

Sümerler büyük aşk ve bereket tanrıçasına lnanna diyorlardı. Samiler onu benimsediler ve Amorîler de savaş tanrısına arkadaş yaparak Aşirat adını verdiler. Aşirat eğlenceyi ve hareketliliği se­verdi. Babilliler ve Asuriler de aynı tanrıyı alıp Iştar adını verdi­ler. Aynı tanrının Kenanlılardaki adı Aştart, Tevrat'daki adı ise Aştarot'dur.

İnanna/lştar'ın kocasının adı Sümerlerde Dumuzi, Kenanlılarda Tammuz'du. Ona ayrıca Adon lâkabı verilmişti ki, Kenancada anlamı “efendi/tanrı” demekti. Yunanlılar onu alarak Adonis -adı­nı verdiler ve Mısır tanrısı Oziris'le özdeşleştirdiler.

Yahudiler, Tevrat'ın Arapça çevirisinde Yahve'yi “Tanrı RAB” adıyla zikretmektedirler ki, lbranice Adon kelimesinin Arapça karşılığıdır. İbranice derken Kenancayı kastediyoruz. Çünkü 1braniler Kenancayı öğrenmiş, böylece bilâhare bu dil onlara atfedilmiştir.

Her şehrin koruyucu bir tanrısı olduğu gibi, her halkın da mil­li bir tanrısı vardı. Sümerlerin milli tanrısı Enlil'di. Yani göğün gücü ve krallar kralı. Gökle yeryüzünü birbirinden ayıran ve kâ­inatı yaratan o idi. Enlil'in kelime anlamı gök tanrısı demekti. Sü­mer krallarını seçen, onaylayan, başlarına kutsal tac koyan da o idi. Babilliler gelince, büyük gücü Enlil'den alarak, bu sıfatı en büyük tanrıları Marduk'a verdiler.

Amorîler Sümerlerin gök tanrısı Enlil'i alıp Hadad adını verdi­ler. Arâmîler de aynı adı kullandılar. Onlarda en önemli ve en güçlü tanrı Hadad'dı. Bulutları yönlendirir, yağmur yağdırır ve toprağa yeniden hayat verirdi.

Kenanlıların hava tanrısının adı Ebil'di ve en büyük tanrıları bu idi. lbranilerde de en büyük tanrı o idi. Ugarit Kenanlıları ona M. Ö. II. Binyılın ilk yarısında 11 diyorlardı ki, lbrani Yakub'un di­ğer adı lsrail ismi de büyük Kenan tanrısının adından alınmıştır.

Kenanlılar da, Amorı kardeşleri ve onlardan önceki Mısırlılar ve Sümerler gibi tapınaklar kurmuşlardı. Tapınakları yapmaktan asıl amaç, tanrıya kalacak bir yer temin etmekti. Onlara göre tan­rı da tıpkı bir insanın evde yaşaması gibi tapınakda yaşardı. Tapı­nak sayesinde insan tanrısıyla ilişki kurar, onunla tanışır ve tav­siyeler alırdı.

Tapınakların en önemli özelliği, herhangi bir aletle dokunarak kirletilmeyen kireç taşından yapılmış bir sunakın mutlaka bulunmasıydı.  Ayrıca kabilenin erkek tanrısını remzeden bir kutsal anıt, yine kutsal bir sütun veya mukaddes bir ağaç bulunmalıydı. Bunun dışında sunağın, sütunun veya anıtın altında kahinlerin verdikleri haberleri aldıkları odalar yapılırdı. Bir de tapınakların yan taraflarında ibadet edenlerin duadan önce ayaklarını yıkama­ları için sekiler bulunurdu.

Eski insanlar tapınak yapımı ve tarım sezonunun açılması münasebetiyle çocuklarını kurban ederlerdi. Amorîler ve Kenan­lılar da bu dini geleneği sürdürmüşlerdir. Tapınak meydanının orta yerinde bir insan kurban sunulurdu.

Kenanlılar, şehirdeki tapınakların dışında dağ tepelerinde ve yüksek yerlerdeki açık havada da tanrılarına taparlardı. Önemli Kenan şehirlerinden Gezer'in  harabeleri yakınında küpler için­de tanrılara sunulan kurbanlara örnek teşkil eden çocukların ke­mikleri bulunmuştur.

Tevrat'ı incelediğimizde lbranilerin putperestlik gelenek ve göreneklerinin pek çoğunu benimsediklerini görüyoruz. Bir kere Müsa döneminden tanıdığımız 11 veya Yahve [Yehova], onların,

ama yalnızca onların milli tanrısı idi. İbrahim'in, İshak'ın, Yakubİsrail'in ve İbranilerin tanrısı o idi. “Sizi kendi halkım yapacak ve tanrınız olacağım. ”  Zamanın ve dönemin şartları ne olursa ol­sun, diğer halkların da savaş ve barış zamanlarında, hasat ve ekin zamanında taptıkları kendi özel tanrıları vardı. “Bütün halklar ilahlarının izinden gitse bile, biz sonsuza dek Tanrımız Rab'bin izinden gideceğiz."  

Bölümlerinde birçok yerde tüm insanlığın tek bir tanrısı oldu­ğu ısrarla vurgulanmış olmakla birlikte, Tevrat, İbranilerin dışın­daki eski medeniyetlere mensup halkların tek tanrı düşünceleri seviyesine ulaşamamıştır.

Gerçi Gustave Le Bon11 Mısırlıların tek tanrı inancına sahip olduklarını inkâr etmemektedir, ama kaynaklarda anlatılanların çoğu Le Bon'un kanaatini paylaşmamaktadır. Fransız bilim ada­mı Maspero “Mısırlıların tanrısı, mükemmel tek bir varlıktı, her şeyi bilir ve görür, ama görülmezdi" diyerek onun kendi başına var ve diri, göklerin ve iki yer yüzünün efendisi; babaların baba­sı, anaların anası olduğu görüşüne varmıştır. Ona göre Mısırlıla­rın tanrısı yok ve gaip olmaz; dünyayı doldururdu. Benzeri yok­tu ve her yerdeydi.  

İleriki sayfalarda İbranilerin yüce sıfatlardan soyutladıkları, bazen de yüce tanrı bir yana dürüst bir insanın kendisine yakış­tıramadığı özellikleri yamadıklarını Tevrat bölümlerinden örnek­lerle göreceğiz.

İbraniler, Kenanlılardan tanrılarının yaşaması için bir tapmak yapma fikrini almış; Müsa'nm oradan oraya nakledilen bedevi tanrısınki gibi Rab'bin meskeni haline getirdiği toplantı çadırın­dan sonra Kenan eline yerleşmesini müteakib tanrı için bir ev yapma talebi kendini göstermiştir. “Kral Davud ayağa kalkıp on­lara şöyle dedi: ‘Ey kardeşlerim ve halkım, beni dinleyin! Rab'bin Ahit Sandığı, Tanrımızın ayak basamağı için kalıcı bir yer yap­mak istedim. Konutun yapımı için hazırlık yaptım.”43 Ama Tan­ rı onu bu işten menetti ve binanın yapım işini oğlu Süleyman’a bırakmasını söyledi. “Rab bana şöyle dedi: 'Tapınağımı ve avlula­rımı yapacak olan oğlun Süleyman’dır. Onu kendime oğul seçtim. Ben de ona baba olacağım. Bugün yaptığı gibi buyruklarıma, ilke­lerime dikkatle uyarsa, krallığını sonsuza dek sürdüreceğim.”’

“Halkım İsrail arasında yaşayıp, onları hiç terketmeyeceğim.”1    Ve Süleyman tapınağı yaptı. “O zaman Süleyman şöyle dedi: 'Ya Rab, karanlık bulutlarda otururum demiştin. Senin için görkemli bir tapınak, sonsuza dek yaşayacağın bir konut yaptım.”16

il. Tarihler kitabını yazanlar herhalde vicdanlarının sesini din­leyerek Tanrı’nın bir evde oturamayacak kadar büyük olduğunu düşünüp Süleyman’ın dilinden şöyle dediler: “Tanrı gerçekten yeryüzünde, insanlar arasında yaşar mı? Sen göklere, göklerin göklerine bile sığmazsın. Benim yaptığım bu tapınak ne ki!”

Tevrat bölümlerini yazanların Kenanlılar hakkında naklettik­leri göreneklerden biri de sunağın yapımında âlet kullanılması­nın yasaklanmasıdır. Yahve’nin Müsa’ya seslenerek şöyle dediğini yazdılar: “Eğer bana taş sunak yaparsanız, yontma taş kullanma­yın. Çünkü kullanacağınız âlet sunağın kutsallığını bozar.” 1  Ar­kasından Süleyman Tanrı’nın evini yapınca şöyle dediler: “Tapı­nağın yapımında kullanılan taşlar taş ocaklarında yontulmuştu. Onun için yapım halindeki tapınakta çekiç ve balta dahil hiçbir demir aletin sesi duyulmadı.” 1

Eski medeniyet abidelerini taclandıran parlak edebi gelenekler ve üstün faziletleri anlatan bazı örnekler vermeden kadim inançlar bölümünü kapatmak doğru olmaz. Örneğin eski Mısırlıların Ölü­ler Kitabı’nda ruhun arındırılışı konusunda şöyle deniliyor:

“Ey gerçeğin efendileri! Ben gerçeği taşıyorum.. Hiç kimseye zulüm ve ihanet etmedim. Yakınlarıma hiç cefa kılmadım. Gerçe­ği açıklarken hiç alçalmadım. Kötülükle hiç işim olmadı. Aile re­ isi olarak gücümü aşan hiç bir işe niyetlenmedim, hiçbir zarar vermedim. Yaptığım işle kimseyi korkutmadım, bir fakire zarar vermedim, kimseye acı çektirmedim. Tanrıların hoşlanmadığı bir şey yapmadım. Kimseyi aç bırakmaya veya ağlatmaya çalışma­dım. Kesinlikle öldürmedim; hainlikle herhangi bir cinayet işle­medim. Kimseye yalan söylemedim. Kesinlikle bir kulun yiyece­ğine el uzatmadım. Birine tahsis edilen gıdayı eksiltmedim. Yüz kızartıcı bir iş yapmadım. Tapınaklarda rahiplerle utanç verici bir fiilde bulunmadım ... Ben temizim, temizim ben!.."

Fransız bilim adamı Champollion Mısır medeniyetinin İbraniler üzerindeki tesirleri konusunda şöyle der: “Yahudiler de Mısır­lılara borçludurlar. Mısır göreneklerini öğrenenen en gözde tale­belerden birisi de Müsa’dır. ”

Gustave le Bon, eski Mısır medeniyetinden İbranilerin zihin­lerinde kalan şeyler konusunda şöyle der: “Yahudilere gelince, bazı maddi uygarlık nimetlerinin çoğunu alıyorlardı. Mısırlıların elinde yetişen Mûsa ise bir araya toplayarak Yahudi halkını mey­dana getirdiği bu köle insanlara ancak donmuş akıllarının alabil­diğini kabul ettirebilirdi. Göçebe hayata, oradan oraya gitmeye ve vahşi yaşama alışan bu kölelere şaşaalı Mısır sistemlerini kabul ettirmiş olsaydı, bunlar tarihteki ömürlerinden daha kısa ömürlü olurdu.”  

Le Bon ayrıca Tevrat sifirlerini yazanların diliyle Müsa’nın Si­na’da Tanrı’dan aldığı şeriatı korumaktan âciz kaldıklarını, hatı­ralarını yaşatamadıklarını ve rotasından çıkararak putlara tapma­ya başladıklarını kaydetmektedir. Örneğin 1. Krallar kitabında İs­rail kralı Ahab zamanında (M. Ö. IX. Yüzyıl) İsrail oğullarından puta tapmayan sadece yedi bin kişi kaldığı belirtilmektedir: “An­cak İsrail’de Baal’ın önünde diz çöküp onu öpmemiş yedi bin ki­şiyi sağ bırakacağım.”23 Krallar kitabının söylediği böyle, ama ve­rilen rakam biraz şüpheli. Çünkü Tevrat sifirlerinde, Tanrı’nın za­manı geldiğinde seçilmiş halkına yardımını yeniden başlatması için İsraillilerle tanrıları arasındaki bağın nihai olarak kopmama­sına gayret sarfedilmektedir. Örneğin İlyas peygamber Tanrı’sına hitap ederek İsrail oğulları “Senin anlaşmanı reddetti, sunakları­nı yıktı ve peygamberlerini kılıçtan geçirdi. Yalnız ben kaldım. Beni de öldürmeye çalışıyorlar" demektedir.  Sonunda İlyas ka­çarak Sina'nın güneyinde ücra bir yerdeki Hureyb'e sığınır ve ora­da son nefesini verir. Eğer çevresinde E :ıl'a secde etmeyen, gön­lünü ona teslim etmeyen sadık yedi bin inanmış kişi olsaydı, 11yas kaçmaya bu kadar heveslenir miydi? Eğer Asur kralı Salmanasar'a İsrail kralı Ahab'ın ordularıyla birlikte saldıran Suriye krallarının tünı piyade askerlerinin sayısının atmış veya atmış üç binden fazla olmadığı göz önünde bulundurulursa, bu yedi bin inançlı insanın bir peygamberi korumak için hiç de küçük bir ra­kam olmadığı ortaya çıkacaktır.

Eski dini inançlar konusunda bu kısa bölümde anlattıklarımı­zın, bizi maksudumuza eriştirdiğini iddia etmek güç, ama bilin­melidir ki eski dinî inançların İbraniler ve Tevrat sifirleri üzerin­deki etkisi burada kısaca göstermeye çalıştığımızdan çok daha . fazla olmuştur. Burada anlatmaya fırsat bulamadığımız hususları da sonraki bölümlerde ele alacağız.

III

İBRANİLER

“Yazarın okuyucusunu uyarması ve İsrail’in başlangıcıyla ilgi­li kesin ve somut sonuçlara ulaşmanın imkansızlığını unutmama­sı gerekir. Bu karanlık konuda yapılabileceklerin tamamı ancak bir deneme niteliğindedir." 1

Sözü edilen kaynağın İsrail’in veya daha doğru bir deyişle ta­rihlerinin ilk aşamasında İbranîler denilen halkın ortaya çıkışıy­la ilgili söylediği söz bu.

Eğer Avrupa’nın karanlık orta çağlarını yaşadığı günlerde bi­risi böyle bir görüş belirtmiş olsaydı, kesinlikle hiç de imrenil­meyecek bir akibete maruz kalırdı. Avrupa aydınlanma çağına girinceye kadar Batılılar Tevrat’da anlatılanların doğruluğundan zerrece şüphe etmemişlerdir. Hatta dünya XIX. Yüzyıla girdiğin­de dahi Batılılar eski inançlarını sürdürmüşlerdir. Yalnızca ilk beş kitabın (Pentateuch)    Mûsa aleyhisselam tarafından getiril­diğini söyleyen az sayıdaki ilim adamı bundan istisnadır. Onlar, Pentateuch’in The Sacred Historian (Kutsal Tarihçi) olduğuna inanıyorlardı.

Arkeologların XIX. Yüzyılda yaptıkları çalışmalar, eski tarihî rivayetleri akılcı ve bilimsel mercek altına yatırma kararı alan ta­rihçilerin çalışmalarıyla birleşince, iyi bir sonuç olarak Tevrat’ın sifirlerinde anlatılan şeylerin bir kısmının kabul diğerlerinse red­dedilmesi gerektiği neticesi hasıl oldu.

Tevrat'ın arkeolojik bulgular ve modern bilimin tenkidine tâ­bi tutulması, şüphesiz tabii bir şeydir. Bunun sebebi, yeryüzünün karnı arkeologlar tarafından deşilip kayalar ve topraklar arasın­daki sırlar açığa çıkarılıncaya, eski doğunun krallarının zaferleri, hezimetleri, barış ve savaş zamanındaki işlerinin kazındığı tablet­ler gün ışığına kavuşuncaya kadar eski tarihin koyu bir karanlık içinde kalmış olmasıdır...

Tevrat ne zaman ve nasıl yazıldı?

Bilim adamları Tevrat sifirlerinin pek çok çelişki içerdiğini, kullanılan yazı üslubunda bir sifirden diğerine, hatta bir bölüm­den' ötekine, hatta ve hatta aynı "bölümün paragrafları arasında . bariz uyuşmazlıklar bulunduğunu farketmişlerdir.

Diğer yandan gereksiz yerde ince detaylara inilirken, en gerek­li hallerde umumi bir bilgi verilmekle yetinildiği dikkat çekmek:tedir. Anlaşıldığı kadarıyla Tevrat sifirlerini yazanlar tarihle efsa­neyi, akla yatkın ve asla yatkın olmayanı birbirinden ayırt etmek­ten âcizdiler.

Bilindiği gibi tarihî bir olayın yazılmadan önce vukû bulması gerekir. Tarih, önemli bir olay vukû bulduğunda yazacak kimse olduğu zaman yazılır. Vukû bulan olayın kayıt altına alınmasını, olaya sebep olan şeraitin ve olayın yol açtığı sonuçların incelenmesjni engelleyen en güçlü faktör dürtüdür.

Kral Davud döneminden önce İsrail oğulları kendi bireyleri nezdinde dahi önemsiz bir topluluk olduğu için, bu dönem ön­cesinde böyle bir dürtü ve teşvik yoktu; bu yüzden bazı araştır­macılar İsrail tarihinin yazımının Süleyman dönemiyle (M. Ö. X. Yüzyıl ortaları) başlatılmasını tercih etmişlerdir. En eski İbranî tarihçileri sözü edilen yüzyılın yarısını kapsayan büyük olaylarla ilgili şeyler yazmışlardır ki, bu konuda bizzat yazılan maddeyi göstermekte ve 11. Samuel ve 1. Krallar kitabının siyasî meselele­re vakıf olmayan ama Davud hanedanı ve sarayındaki günlük ha­ yatı en ince detaylarına kadar bilen bir tarihçi tarafından kaleme alındığını görmektedirler.

Davud'dan önceki dönemlere gittiğimizde, burada hayalle ger­çeğin yavaş yavaş birbirine karıştığını görürüz. Hatta yürümeyi sürdürdükçe şatafatlı ve şaşaalı efsaneler dünyasında yaşadığımı­zı, ama dişe dokunacak hiçbir bilginin bulunmadığını anlarız.

Geçtiğimiz yüzyılın sonlarından günümüze kadar Tevrat bö­lümlerinin yazılışının başlangıcıyla ilgili önemli bir anlaşmazlık olmamıştır. Biraz önce yazım işinin Milattan önceki onuncu yüz­yıl ortalarında başladığı  şeklinde bir görüş olduğunu belirtmiş­tik, ama bu işin dokuzuncu yüzyıl ortalarında başladığı; ancak, o tarihten itibaren eserin hacminin artırıldığı, bazen eksiltildiği, bir bölümün başka bir bölüme dahil edildiği, daha sonra tekrar ayık­lamalar yapıldığı ve nihayet M. Ö. II. Yüzyıl sonlarında Tevrat'ın bugünkü şeklini aldığı şeklinde bir görüş de var.

Tevrat'ın yazımı konusuna girmeden önce telif, tedvin, toplama ve düzenleme kelimelerinin manaları arasındaki ince farkları etraf­lıca anlatmamız gerekiyor. Telif, bir iş veya konu üzerinde otorite (authorit) sahibi olarak yazmak (authoraship) anlamındadır. Dola­yısıyla müellif (author) bir şeyi icad, yahut hüküm çıkarma veya bir sonuca ulaşma konusunda bir şey üreten kişidir. Halbuki top­layan (cami'), düzenleyen veya tedvin eden kişi, herhangi bir ko­nuda otoriter olmadığı, yeni bir fikir ve hüküm getirme durumun­da bulunmadığı halde belli sınırlar dahilinde bir iş yapar.

Tarih yazımcılığı, kaydedilen olaylar tarihin konusu olmakla birlikte, biraz önce sözünü ettiğimiz türlerden herhangi birine gi­rer. Öbür türlü herhangi bir tarih hocası rastgele bir okula kuru­lurdu. Örneğin tarihçi Arnold Toynbee tarih yazımcılığı konusun­da bu fikirdedir. Tarih yazarları arasında bir hüküm ortaya koyan müellifler olduğu gibi, bir araya toplayan, düzenleyen tarihçiler de vardır ki, yaptıkları işte gerçeği arama konusunun dışında bir özel­likleri yoktur. Eğer bu özellikten uzaklaşırlarsa yavaş yavaş sapıt­maya başlar ve lanet okunan kişiler durumuna düşerler.

Bu yüzdendir ki tenkitçiler Tevrat yazarlarına (authors/müellifler) değil (compilers/derleyenler) demişlerdir. Çünkü sifirlerde anlatılan şey ancak bu gruba girmektedir.

Alman bilim adamı P. Wellhausen Tevrat'la ilgili bir dizi araş­tırma ve çalışmalarını 1876-1901 yılları arasında yayınladığı ta­rihten itibaren Tevrat sifirlerini beş kitabı derleyenlerin grup­landırması, araştırmacıların ittifak ettikleri veya hemen hemen ittifaken kabullendikleri bir ekol haline gelmiştir.

Bunlar, en eski derlemecileri J ve E harfiyle gruplandırmışlardır. Birincisi Almanca Jahwist veya Jehovist kelimesinin baş har­fidir ki “Çıkış” kitabında Musa'nın tarif ettiği Tanrı'nın adı Yehova Üehovah) kelimesiyle bağlantılıdır. Yahuda ile ilişkilendirenler de vardır. Her iki kelimenin de Y veya J harfiyle başlaması ve kelimeler arasındaki yakınlıktan beş kitaptan 'Yaratılış, Çıkış ve Çölde Sayım'ın Milattan önce dokuzuncu yüzyıl ortalarında ya­zıldığı sonucu çıkarılmıştır.

İkinci rumuz olan E harfi ise İbranî kahinlerin veya daha ön­ce Kenanlıların en büyük tanrılarını tarif ederken kullandıkları tanrı Elohim veya El'le bağlantılı Elohist kelimesinin baş harfidir. Aynı harfin Efrayim'le bağlantılı olduğunu söyleyenler de var. Bu durumda gerek Elohim veya gerekse Efrayim E harfiyle başladığı için, beş kitabdan (Pentateuch) 'Yaratılış, Çıkış ve Çölde Sayım'ın M. Ö. VIII. Yüzyılda yazıldığı, daha sonra bu iki çalışmanın yani J ve E'nin JE çalışması adı altında birleştirildiği ve bunun Yahuda hanedanı nezaretinde yapıldığı söylenmektedir.

Tesniye (Yasa'nın Tekrarı/Deuternomy) kitabının yazarını ise D harfiyle göstererek D'nin bu kitabı M. Ö. VII. Yüzyılda yazdığı sonucuna ulaştılar.

Yasa'nın Tekrarı kitabı konusunda pek çok soru işareti var. Tevrat sifirleriyle ilgili bir hikaye bu kitabın Süleyman Tapınağı'nda nasıl ele geçirildiğini anlatmaktadır. Il. Krallar ve keza II. Tarihler kitabına göre Yahuda kralı Yaşua (Yeşu) zamanında (M. Ö. 637-608) kahin Halkiya Tanrı'nın evinde Yasa kitabını bulur ve görevi icabı durumdan kralı haberdar eden saray katibi Şafan'a bildirir. Kral, Yasa kitabı sözünü işitince şaşkınlığa kapılır ve kay­bolan şeriat ve bundan gafil kalan halk için duyduğu üzüntüyle giysilerini parçalar.

Bir başka görüş ise orijinal Tesniye'yi Yahuda kralı Manasse dö­neminde (M.Ö. 686-642) yaşayan bir kişi veya grup yazmıştır. Pey­gamberlerin baskı ve tenkil hareketlerine maruz kaldıkları dönem­de din de ciddi bir çöküş devresine girmişti. Kahinlerin kurallarıy­la peygamberlerin kurallarını birbiriyle uyuşturmak için Tesniye kitabı oluşturulmuş ve uygun bir zamanda ortaya çıkarılmak üze­re bir kenara bırakılmıştır. lşte ortaya çıkarılması için uygun za­man Yoşea'nın saltanatının on sekizinci yılında gelmişti.

Ancak, bu heykelin tapınağa konulup gerçekten tesadüfen mi bulunduğu yoksa bilerek oraya bırakılıp uygun bir zamanda ka­sıtlı olarak mı ortaya çıkarıldığı konusunda kesin bir görüş belirt­mek zor.

Tesniye kitabı konusundaki başka bir görüş ise, onun Yahuda kralı Hizkiya (M. Ö. 715-686) zamanında ortaya çıktığı şeklinde. Bu görüş bir seramik parçasından elde edilen bilgiye ve orada ve­rilen bazı dini reformlarla ilgili malumata dayanmaktadır. Tahmi­ne göre kitap bu kral zamanında ortaya konulmuştur veya onun tecrübesi daha sonra böyle bir kitabın ortaya konulması için itici bir unsur olmuştur.

Levililer kitabı İsrailli kahinlerin meselelerini, görevlerini ve hukukunu belirlediği için, onun yazarını P rumuzu ile gösterip, kendisine kahin yazar (Priestly writer), ortaya koyduğu esere de kahinlikle ilgili belge (Priesty document) adını vererek, P'nin M. Ö. V. Yüzyılda Yaratılış, Çıkış ve Çölde Sayım kitaplarının yazı­mına iştirak etmenin dışında bu işi de yaptığı kararına vardılar.

Tevrat'ı veya bugün elimizde bulunan Ahd-i Kadim'in ilk beş kitabını teşkil için tüm bu işler yaklaşık M. Ö. 400 yılında tamam­landı.  Araştırmacıların daha önce belirtilen asıl yazarlara atfedilmesini şaçmalık olarak gördüklerini belirtmek maksadıyla diğer yazarlar için kullanılan ikincil rumuzlar da var. Bunlar, herhangi bir karışıklığı önlemek için başka yazarlara atfedilen kitapları J ve E2 rumuzlarıyla göstermeyi tercih etmişlerdir. Araştırmacı ve ten­kitçilerin kesinlikle sağlam temellere dayandıklarını gösteren bir­çok başka delilleri de bu araştırmamızda ortaya koyacağız.

Tevrat sifirlerinin yazımında kullanılan dil İbranicedir. İbranice derken kelimenin tam anlamıyla Kenan dilini kastediyoruz. Çünkü İsrailliler, en eski zamanlardan beri Irak ve Suriye'de yer­leştikten sonra dilleriyle bölgedeki Sami ve gayr-ı Sami halkları etkiledikten başka, Kenan ilinde yerleşip o dilin hemen hemen aynısı olan Sami dilini konuşmaya başlamışlardı. Sami dilinin ha­kim dil oluşu bölgede ortaya çıkan halkların orijinlerinin belir­lenmesinde zorluklara yol açmıştır. Örneğin Heksosların Sami mi, yoksa başka bir millet mi olduklarını belirlemek araştırmacı­lar için zorlaşmıştır. Çünkü Sami dili onların eski dillerini bastır­mıştır, ama onların Hint-Avrupai veya Hint-lranî bir halk olduk­ları neredeyse kesinleşmiştir.

Ancak bir şey kesindir: İsrailliler Kenan elini yurt tuttuktan sonra ülkenin eski sakinlerinin dilini almış ve kültür ve medeni­yet unsurlarından özümseyip öğrendiklerine ilaveten onu da öğ­renmişlerdir.

Nitekim Yeşaya kitabında İsraillilerin Kenan elinde konuştuk­ları dilin Kenanca olduğu, o sıralar Mısırda beş şehrin bu dili kul­landığı, bunlardan birinin adının da eş-Şems olduğu belirtilmek­tedir.

M. Ö. I. Binyıl ortalarına varmadan önce Aramîce Bereketli Hi­lal bölgesinde konuşulan diğer dilleri bastırmaya başlamıştı. M. Ö. 715-686 yılları arasında Yahuda kralı Hezkiya döneminde Aramîcenin uluslararası diplomasi dili koltuğuna kurulduğunu gö­rüyoruz. “Elyakim, Şevna ve Yoah 'Lütfen bizimle Aramîce ko­nuş' diye karşılık verdiler. 'Çünkü biz bu dili anlarız. Yahudice konuşma. Surların üzerindeki halk bizi dinliyor.”  Göründüğü kadarıyla Samaria'nın düşüşü (M. Ö. 722), Yahudilerin oradan sürülüşü ve yerlerini Aramîlerin alışı, ikinci defa M. Ö. 685 yılın­da düşüşünden önce komşu Yahuda krallığında Aramîcenin etki alanını genişletmiş; bu durum konuşma dili olarak İbranice-Kenancanın çöküşünü hızlandırmıştır, ama sürgündeki İsrailliler bu lisanı yazı ve ibadet dili olarak korumuşlardır. Daha sonraki Ya­hudiler ise, Babil esaretinden kurtulduktan sonra ve İsa’nın zu­hurundan uzunca bir vakit önce Kenan elinin mahalli Yahudi di­li haline gelen putperest Aramı diline nisbetle ona kutsal dil adı­nı vermişlerdir.

Bu olayın, sadece Aramîce kelimeler değil, Aramı diline ait deal   lal        lalla     1          1.. '                 T r 1 lala -T->

yiş ve ibareleri de yazı dillerine alan geç dönem Yahudilerin Tev­rat’ının üslubuna etki etmesi kaçınılmazdı.  

İbranîler eski Kenan (Fenike) alfabesini kullanıyorlardı. M.Ö. VI-IV. Yüzyıllar arasında ise Aramı alfabesini kullanmaya başladı­lar ki, Aramîler tarafından geliştirildikten sonra Arap Yarımadası’ndan Çin’e kadar bir çok Asya ülkesinde kullanılan alfabe, es­ki Fenike alfabesinden başka bir şey değildir.

İbranî adı ve ortaya çıkışı

Bilim adamları ve araştırmacılar Tevrat sifirlerini gözden geçi­rip, eski İbranî tarihinin araştırılmasında ana kaynak olması ha­sebiyle muhtevasını akıl ve mantık terazisine vurduktan sonra, burada anlatılanların ve ileri sürülen görüşlerin tarih araştırmacı­sı nezdinde kabul edilebilir olması için kelimenin tam anlamıyla rivayetin doğruluğunun tespiti gerekir. Öbür türlü çarpıtılmış ri­vayetler kabul edilir ve bir kenara atılır.

İbranî adı konusunda pek çok şey söylenmiştir. Bir kısmına göre Yaratılış kitabında geçtiği gibi, İbranî adı İbranîler sülalesin­den gelmedir. Yaratılış kitabında şu nesep zinciri gösterilmekte­dir: Abram b. Taralı b. Nahur b. Suruc b. Raav b. Ahir b. Falic b. Erpakşad b. Sam b. Nuh. Görüldüğü gibi Ahir burada Abram’ın beşinci dedesidir. Buna göre Abir’den inenlerin hepsi İbranî’dir ve ancak Abram’ın veya İsrail’in oğulları bu cihetten söz konusu isimle anılabilir.

Dikkatle incelenince Yaratılış kitabının    Sam’ı tüm Ahir oğul­larının babası saydığı görülüyor. Neden Ahir adı seçildi de Sam tüm filanların veya oğullarından yahut torunlarından birinin ba­bası sayılmadı? Bu tercih yahut Abir oğullarının bizzat seçilmesi, bizi Tevrat sifirlerini yahut bu ibareyi yazan kişilerin özellikle on­lardan olduğunu ve birçok sebepten dolayı zihinlerde İsrail oğul­larının Sam sülalesinden Abir’in oğullarından geldiği düşüncesi­ni yerleştirmeyi amaçladıkları inancına sevketmektedir.

Başka bir grup tarihçi ise İbranî adının Kenan eline gelmek için nehri geçmelerinden dolayı “abere” (nehri geçmek) kelimesinden alınarak verildiği görüşünü tercih ediyor. Peki kastedilen nehir hangisidir? Rivayete göre Abram Kenan eline Harran’dan gelmiştir ve bu da Fırat ve Ürdün üzerinden mümkündür. Yine rivayete gö­re Abram’ın torunu Yakub Fırat ve Ürdün üzerinden gelmiş ve onun aşiretinden bilahare oymak denilecek olan oğullarını doğu­ran karılar aldıktan sonra geri dönmüştür.. Mûsa önderliğinde Mı­sır’dan çıkıp Tevrat’a göre kırk yıl Sina’da kaybolduktan sonra Yeşu b. Nun İsrail oğullarıyla birlikte tamamıyla veya bir kısmıyla doğudan batıya doğru Ürdün nehrini geçerek gitmiştir.

İbranîlerin bu adı almalarının sebebi Yeşu’yla birlikte Kenan eline gitmek için Ürdün nehrini geçmeleri olsaydı, İsrail oğulla­rının tamamı veya bir kısmı bu adı benimserdi. Eğer Mısır’dan çı­kışlarından önce İbranî adıyla tanındıklarını, çalışmamızın akışı içinde kesinleştirirsek, bu sebep bütünüyle ortadan kalkacaktır.

Bu adın Yakub’un Fırat ve Ürdün nehirlerini geçmesinden do­layı verildiği düşünüldüğünde de durumda fazla bir değişiklik ol­maz, çünkü İsrail oğulları diğer adı İsrail olan Yakub’un oğulları­ dır. Şayet bu adın Abram'ın Fırat ve Ürdün nehirlerini yahut her­hangi birini geçtiği, için verildiği kabul edilirse, o takdirde lbranî adı Abram ve yeğeni Lut'un soyundan gelenlerin tamamını kapsar.

Çünkü Lut, Aram en-nehreyn'deki10 Harran'dan Kenan eline yapılan göç sırasında amcası Abram'a refakat etmişti. Keza Tevrat'da Lut soyundan geldikleri belirtilen Moablar ve Ammonlarla, yine Tevrat'da Yakub'un kardeşi Esav'ın sulbünden gelen Edomlular da lbranî sayılırlar.

İbranîler Aramı mi?

Tevrat, İbranilerin aslının Aramî olduğuna işaret etmektedir. Abram yanında çalışan uşaklarından en büyüğünü İshak'a Kenanlılardan kız almasını yasaklar: "Oğlum İshak'a kız almak için benim ülkeme, akrabalarımın yanına gideceksin.”11 Ve uşak efendisi İbrahim'in emrini yerine getirerek "Aram en-nehreyn'e, Nahur'a gitti.”i2

İshak da oğlu Yakub'a aynı şekilde emretti: "İshak, Yakub'u çağırdı. Onu kutsayarak, "Kenanlı kızlarla evlenme” diye buyur­du. Hemen Feddan-ı Aram'a, annenin babası Betuel'in evine git. Orada dayın Laban'ın kızlarından biriyle evlen... Böylece Yakub Bi'r Seb'a'dan çıkıp Harran'a doğru gitti.”

Yaratılış kitabı burada Aramîlerin topraklarının, aşiretin ve ya­kınların toprakları olduğunu belirtmektedir.

Daha sonra ise Yasanın Tekrarı kitabında şöyle deniliyor: ".. babam göçebe bir Aramlıydı. Sayıca az kişiyle Mısır'a gidip orada yaşamaya başladı. Orda büyük, güçlü, kalabalık bir ulus oldu.”13

Yaratılış kitabında anlatılan soy ağacı hikayesi lbranîlerin Aramî asıllı olduğu konusunda daha önce anlatılanlarla ters düşmek­tedir. Çünkü Abram'ın soyu Erpakşad b. Sam'a dayanıyor, ama Abram'la Sam arasında Aram adlı bir ced yok. Aram, Yaratılış ki­tabının onuncu babında Sam oğlu Erpakşad'ın kardeşi olarak gö      rünmektedir ki, bu durumda Aramîler Îbranîlerin uzak amcaoğullarıdır. Şu halde, İbrahim'in Kenan eline gittiği Harran şehri­nin bulunduğu Aram en-nehreyn veya Fedan-ı Aram olarak bili­nen bölgede Abram ve İshak'ın yakınlarının yaşamış olmaları iti­bariyle, Îbranîlerin Aramîlere nispet edilmesi ancak kaçınılmaz bir hatanın aşırı şekilde hoşgörülmesiyle mümkündür.

. Tarih biliminde Aramîlerin ancak M. Ö. 1500-1220 yılları ara­sında Suriye'deki olaylarda kendilerini gösterdikleri kabul gör­müştür, ama bu bile İbranîlerin Aramî asıllı oldukları iddiası için iyi bir delil teşkil etmez. Çünkü Abram (İhrahim)in daha önce sözü edilen çağa yetişemediğini söyleyen tarihçi yok. Aksine İb­rahim'in gerçek bir tarihî kişilik olduğunu reddetmeyen tüm ta­rihçiler, küçük tarih ihtilaflarına rağmen onun M. Ö. il. Binyılın birinci çeyreğinde, ama bu çağda yaşadığını belirtiyorlar.

Tevrat bölümlerini yazanların Amorîlerle Aramîleri birbirine karıştırmaları konusu ise tamamıyla başka bir şeydir ve Amorîlerin Yarımadaya (Irak ve Suriye'ye) M. Ö. ili. Binyıl ortalarında göç ettikleri, Hammurabi'nin (M.Ö. 1792-1750) bilâhare mahvederek imparatorluğuna katmakla övündüğü halkın da Amorîler olduğu düşünülürse, bu karıştırma nazar-ı itibare alınabilir. Kelimelerin birbirine yakın harfler içermesi, dahası Amorîlerle Aramîlerin ay­nı Sami köke mensubiyetleri göz önünde bulundurulursa, bunla­rın birbirine karıştırılmaları pek de tuhaf karşılanamaz.

Aralarında Julius ve Lahausen'in de bulunduğu bazı güvenilir tarihçiler, Tevrat bölümlerini yazanların, Mısır'da köle olarak ya­şayan ve aşağılanan bir grubu itibarlı ve şerefli geçmişi olan bir halka akraba yapmak suretiyle bilâhare Suriye topraklarında par­lak bir medeniyete imza atmış bir hanedanın şanından nasiplen­meyi amaçlayarak İbranî atalarını Aramîlere bağlamayı düşün­müş olma ihtimalini göz artı etmemektedirler.

Habiru: Bazı araştırmacılar İbranî (Hebrew) sözcüğünün Habiro (Khabiro) veya Aperu yahut Habiru kelimesinin hızlı bir tahrifi olduğu görüşündeler. Habiru, aralarında ırkî yakınlık bu­lunmayan insanların bir araya gelmesinden oluşan topluluğa ve­rilen isimdir. Bunlar bir halk veya kabile değil, vatanlarından kopmuş (displaced persons), benzer şartların ve ortak amaçların bir araya getirdiği bir zümre veya gruptular. M. Ö. lll. Binyıl son­larında Irak topraklarında ortaya çıkmış kanun kaçakları, âsi ve hırsızlardan oluşmuş çetelerdi. Daha sonra tarihe Heksoslar adıy­la geçen topluluklardan birini oluşturdular. Habiru adı Hatti kra­lı Murşili (M. Ö. Il. Binyıl ortaları) ile birlikte geçmektedir. Ayrı­ca bazı Tel Amarna tabletlerinde de adları zikredilmektedir.   Bu­rada Akhenaton'un Urşelim valisi Abd Hayba'nın âsilerden yar­dım alarak Şekem'e hakim olan Habiruların tehdidine karşı efen­disinden yardım istediğini okuyoruz.

M. Ö. XX. Yüzyılın sonlarında sızmaya başlayan Heksosların kökeni ve etnik mensubiyeti bilinmediği için, tarihçiler, onların Mısır ve Şam'da bıraktıkları eserlerden, Hatti, Hurri ve Habiru gi­bi değişik kökenlere mensup toplulukları da bünyelerine aldıklan sonucunu çıkarmaktadırlar. Ayrıca eski ve yeni tarihçilerden hiçbiri, bilâhare Heksoslar denilen bu gruplarla İbrahim'in Mı­sır'a göçü arasında bir ilişki bulunduğunu göz ardı etmemektedir.

Yahudi asıllı Yunanlı tarihçi Flavius Josephus (M. S. l. Yüzyıl) Heksoslarla İbranîler arasında güçlü bir ilişki bulunduğunu savu­nan en eski tarihçilerdendi.

Josephus, eski Mısırlı tarihçi Manithon'a (M. Ö. lll. Yüzyıl) dayanarak şöyle der: “Manithon bizim (yani Yahudilerin) hak­kında aşağıdaki satırları yazmıştır ki, ben onun yazdıklarını bir şahit olarak aynen aktaracağım: Thotmes zamanında Tanrının ga­zap yıldırımının neden başımıza düştüğünü bilmiyorum. Doğu­dan gelen aşağılık bir halk ülkemize saldırmaya cesaret etti. Ge­lişleri hiç beklenmedik bir şeydi. Hiçbir direnişle karşılaşmadan, hiç bir savaş yapmadan kuvvetleriyle topraklarımıza tebelleş ol­dular. Komutanlarımı mağlup ettikten sonra şehirleri vahşice yaktılar, tanrıların tapınaklarını temelinden yok ettiler; halka son derece katı davrandılar; ahalinin bir kısmını öldürdüler; kadınla­rı, çoğukları ve bir miktar insanı esir ettiler. En sonunda içlerin­den Salanis adlı birini kral seçtiler."

josephus daha sonra bir yorum yaparak şöyle diyor: “Arkasın­dan iyi hükümdarlar ve Mısır'ın diğer halkları bu çobanlara kar­şı ayaklandılar. Büyük bir savaş çıktı ve hayli uzadı. Çobanlar, başkentleri Urayis'i 480 bin kişilik orduyla kuşatan Thomusis'e teslim oldular. O, onlardan Mısır topraklarını boşaltıp, istedikle­ri yere çekip gitmelerini emretti. Bu şartlar gereğince 240 binden daha fazla esir mallarını yüklenerek çöl üzerinden Suriye'ye git­mek üzere Mısır'ı terketti. O sıralar Asya'da hakimiyeti ellerinde tutan Asurîlerin savlet ve celadetlerinden korktukları için judaea [Yahudiye] denilen, hepsini alabilecek yüksek bir yere bir şehir kurdular ve ona Urşelim adını verdiler." Josephus'un sözü bitti.

Yukarıdaki sözleri kendisinden alıntı yaptığımız Mısırlı tarih­çi Selim Hasan şöyle der: "I. Josehpus'un Manithon'dan yaptığı rivayet öncelikle Yunanlı yazarların hakir gördükleri ve küçüm­sedikleri Yahudi kavminin itibarını yükseltme amacına yönelik­tir. Dolayısıyla josephus, Yahudilerle Heksosların tek bir unsur teşkil ettiklerini, Yunanlı ozan Homeros'un Ilyada'da bahsettiği Truva savaşlarından yaklaşık bin yıl önce Mısır'dan çıktıklarını herkese ispat etmeye çalışmaktadır.”  

Yunanlı Yahudi tarihçi Josephus'un rivayetinde ilk üzerinde durulması gereken husus, onun Yahudi veya Heksosların Urşelim'i kuran insanlar oldukları şeklindeki iddiasıdır.

Kenanlılar, ki hepsi Sami oldukları için kardeşleri Yebusîleri de onlara dahil etmemizde sakınca yoktur, bu eski şehri kuran ve ona Yaruşalem yani (bırak Selam (barış) yerleşsin) adını veren halktır. Şalem, Kenanlıların barış (selam) tanrısıydı. Bu isim Uga­rit (Ras Şamra) tabletlerinden birinde geçmektedir. Fenikeli-Kenanlıların barışsever bir halk olduğu bilinmektedir.

Josephus'un Heksoslarla Yahudilerin aynı halk olduğu iddiası­na gelince, bu kısmen doğru, kısmen yanlış bir savdır. İbranîler veya Habirular ne derseniz deyin, Heksos denilen bu müphem konglomeranın bir kolu olabilir, ama Heksosların İbranîler oldu­ğu şeklindeki söz gerçekten uzaklaşmaktır.

Çünkü tarihçimiz Selim Hasan'ın değerli araştırmasına istina­den Habiruların kesinlikle İbranîler olduğu görülmektedir. Selim Hasan şöyle diyor: “Görülüyor ki Heksoslardan bir kısmını bün­yesinde taşıyan başka bir halk daha var ve bu halk şu ana kadar incelediğimiz diğer halklardan belirgin şekilde ayrıldığı için ayrı­ca incelenmelidir. Bu, Habiru halkıdır. Habirular ilk defa M. Ö. lll. Binyıl sonlarında Mezopotamya’da tarih sahnesine çıkmışlar­dır. Daha sonraki yüzyıllarda Horanilerle  güçlü ilişkileri vardı. Habirular kendilerine özgü dilleri veya özel etnik yapıları olan bir halk değildiler ve aksine anlaşıldığı kadarıyla değişik kavimlerden oluşmuşlardı. Çoğunluğu Sami isimleri taşıyordu, ama ba­zen isimlerinin başka dillere ait olduğunu da ileri sürüyorlardı."

Metinlerdeki Habiru isimleri gözden geçirildiğinde bunların tamamıyla Habiru adları olduğu görüşü çürümektedir. Buna göre bu halk, belli bir özelliği olan etnik bir grup değildir. Dolayısıyla bunların bilâhare Yahudilere mensup etnik bir grup oluş süreci gözden geçirilmeden kimlikleri konusunda kesin bir şey söyle­mek zordur. Arkeolog Chiera ve Speiser, Nuzi tabletlerinin ince­lenmesi sonucunda tamamı Habirular için kullanılan özel tabir­ler bulmuşlardır: Yabancı, köle, saldırgan, başı boş dolaşan, biga­ne ve tehlikeli.

Britannica Ansiklopedisi’nin en yeni baskılarında şu sözleri buluyoruz: Abraham, muhtemelen Habiro denilen social stratuma mensup yarı göçebe biriydi ve muhtemelen Hebrew (İbranî) sözcüğü de bu kelimeden gelmektedir.

Habiruları incelerken onlara neden bu ismin verildiği konusu üzerinde durdum. Hayber, bilindiği gibi Hz. Peygamber’in kurdu­ğu genç İslam devletinin ilk döneminde İslam tarihiyle olan iliş­kisiyle meşhur olmuştur. Burası, Medine ile Suriye toprakları ara­sında Medine’den yüz mil uzaklıkta bir vadidir. İslam Ansiklopedisi’nde Yakut’a istinaden Hayber sözcüğünün İbranice kale anla­mında olduğu belirtilmektedir.  Sehl b. Muhammed el-Hatib, Hayber adının buraya ilk yerleşen Hayber b. Maiyye bin Mehlail adından geldiğini kaydetmektedir.

Demek ki Hayber sözcüğü en azından eski Yahudilerin tanığı bir yer veya insan ismiydi ve Arapça kelime türetme kurallarına uygun olarak harflerin yer değiştirmesi veya bazı harflerin atıl­ması yoluyla oluşan eski Habiru adıyla bir ilişkisi olabilir.

Bundan başka Pakistan'la Afganistan arasındaki Hayber Geçi­di hakkında da kafa yordum. Acaba onun Yahudilerle veya eski Habirularla bir ilişkisi var mıydı? Hayber Geçidi, Orta Asya'nın önemli ticaret yollarından biridir. Yahudilerse ticaretin incelikle­rini Aramî ve Fenikelilerden öğrenmişler, özellikle de Kenan elin­deki yurtları yıkıldıktan sonra ticareti uzun süre 'ellerinde tut­muşlardır. Acaba bu meşhur ticari geçidin adıyla onlar arasında bir ilişki olabilir mi?

Hayber Geçidi'ni arkamıza alıp Kuzeydoğu Asya'ya doğru iler­lersek, Sibirya'da Yahudilerin oturduğu Khabarovsk adında bir şehre ulaşırız. Vakıa Rusya'nın diğer yerlerinden gelen Rus göç­menler sebebiyle Yahudiler bu bölgede azınlık durumuna düş­müşlerdir.

Amerikan Ansiklopedisi'nde Khabarovsk'un 1858 yılında bir Rus kalesi olarak kurulduğu; deniz, kara, nehir ve hava ulaşımla­rında önemli bir merkez rolü oynadığı ve Yerofie Khabaro adlı bir Rum tacirin adına binaen bu ismin verildiği belirtilmektedir. An­siklopedide bu tacirin etnik mensubiyeti belirtilmiyor, ama önce­likle gezgin bir tacir, sonra bölge ve şehir halkının aslen Yahudi olması dolayısıyla onun Yahudi olduğu kanaatindeyim.

Şu halde biri Arap Yarımadası'nda Hayber, diğeri Sibirya'da Khabarovsk olmak üzere Yahudi adına atfen isimlendirilmiş iki yer mevcut.

Dikkatimi çeken bir diğer önemli husus ise, Tevrat sifirlerinde her fırsatta kabilelerin, toplulukların ve halkların isimleri zikredilirken Habiru adının kesinlikle atlanmış olmasıdır. Üstelik de çoğu kez hiç gereksiz olduğu ve kesinlikle konuyla bir alâkası bulunmamakla beraber, bıkkınlık verecek derecede bu kabilele­rin adları zikredilirken.. Dahası, Tevrat bölümlerini yazanlar ço­ğu kez bariz tarih hataları yapmakta, örneğin İbrahim dönemin­de Kenan elinde hiç bulunmadıkları bir çağda Filistinlilerden bahsedilmesi gibi, anılan tarihlerde hiç olmayan halklardan söz etmektedirler.

M. Ö. lll. Binyıl sonlarından yine M. Ö. XIV. Yüzyıla ait Tel Amarna tabletlerinin yazıldığı çağa kadar Bereketli Hilal toprak­larında oradan oraya dolaşan Habirular, âsilerle, oraya buraya sal­dıranlarla ve fitne çıkaranlarla birlikteydiler. Tevrat sifirleri ise, sanki Habirular asla yokmuş gibi onlardan hiç söz etmemektedir ki, hayli düşündürücü bir husustur. Negatif de olsa bu husus Habiruların İbranîler olduğuna işaret eden deliller arasına alınabilir.

Yukarıdan beri anlatılan kesin ve ihtimali bilgilerden mutma­in bir şekilde İbrani ve Habiruların aynı topluluk olduğu sonucu­nu çıkarabiliriz.

Bu sonuç, Tevrat'ın ısrarla ön plana çıkardığı saf ırkı savuna­rak, onun için başka halklarla kaynaşmayı ilahi intikamı gerekti­ren kötü bir fiil olarak gören İsrail oğullarının tarihlerini üzerine kurdukları kolonlardan birçoğunu çökertmektedir.

Ancak, kaydetmek gerekir ki İsraillilerin saf bir ırka sahip ola­mayışları, tahkir ve küçük düşürülmeyi gerektiren bir kusur de­ğildir. Bizler, Allah'ın insanları birbirleriyle tanışsınlar diye halk­lar ve kabileler halinde yarattığını, Ademoğullarının tamamının aynı çamurdan yaratıldığını ve ancak iyi ve hayırlı işlerle birbir­lerinden üstün olabileceklerini kabul ediyoruz. İnsanlar birbirleriyle kaynaştıkları, yardımlaştıkları ve savaştıklarına göre saf bir ırkın olabileceğini söylemek saçmalıktır. Düşmanlık ve husumet de insanların karışıp kaynaşmalarına geniş imkanlar hazırlar. Hiç kimseye karışmadan tam tecrit halinde yaşayan halklar gerçekten çok nadirdir. Dolayısıyla saf ırktan bahsetmek çok anlamsız bir sözdür ve özellikle İsrail oğulları yahut Yahudiler veya İbranîler gibi geçmişte ve günümüzde dahi çok dolaşan, başkalarıyla aşırı kaynaşan bir halk için böyle bir şey düşünülemez bile.

Acaba Yahudi öğretilerinin İsrail halkına kutsal halk, İsrail'in de Tanrı'nın büyük oğlu olduğu vehmini perçinlemeye yönelik olması, Habiru topluluğunun, fitne çıkarmak, güvenlik ve barışı bozmak için tutulmuş eşkıya kölelerin yanında olmaktan duyu­lan aşağılık duygusundan mı kaynaklanmıştır?

Habiruların İbranîler olduğu sonucu, Mısır'a göç edenlerin İs­rail oğullarının tamamı değil bir kısmı olduğu, dolayısıyla oradan Müsa'nın yönetiminde çıkanların bu halkın yalnızca bir kısmını teşkil ettiği, diğerlerinin Kenan elinde ve Doğu Ürdün'de kaldık­ları, Mısır'a göç edip oradan ayrılan kesimin Yusuf ve Benyamin'in ardılları Rahel ve Yakub'un oğulları olduğu görüşünü şid­detle desteklemektedir.

Bu da araştırmacıların düşündükleri şekilleri ortadan kaldır­maktadır. Çünkü onlar Kenan elindeki Ibranîler, Habirular veya Israil oğullarını Y-sir ile zikretmekte,20 ayrıca Mısır'da veya Sina çölünde onlarca yıl geçirdikten sonra Kenan eline gelen Ibranîlerden veya daha ince bir deyişle Rahel oğullarından önce Kenan elinden söz-etmektedirler. IV
ATALAR

Taralı

Tevrat'da zikredilen silsileye göre İbrahim'in babası Tarah'a kadar olan atalarını sayarken küçük bir problemle karşı karşıya geliyoruz. Basit hesapla Tarah'ın M. Ö. 2124'de doğduğunu, yet­miş yıl yaşadığını, İbrahim, Nahur ve Haran'ın babası olduğunu söyleyebiliriz.                                         .

Yaratılış kitabı, Sam'ın çocuklarıyla ilgili verdiği bilgilerde, bir babanın iki veya üç oğlundan değil, her babanın bir oğlundan söz etmekte, daha sonra bu ifadeyi yumşatarak (oğul ve kız çocukla­rın doğduğu)ndan bahsetmekte, fakat Tarah'ı anlatırken erkek mi kız mı olduğuna işaret etmeden bir defada üç evladından söz aç­maktadır. Yukarıda sözü edilen üç evlattan birincisi M. Ö. 2054'de dünyaya gelmiş. Tevrat'a göre ise İbrahim'in doğum tari­hi M. Ö. 1996. Buna göre oğlu İbrahim doğduğunda Taralı 128 yaşındaydı. Böyle bir şey kesinlikle kural dışıdır. Yaşça büyük oluşu değilse bile İbrahim'in Tevrat'da zikredilen atalarından Erpakşad'dan Nahur'a ve Tarah'a kadar geçenler 29-35 yaş arasında çocuk sahibi olurken, neden Tevrat'ın rivayetine göre Taralı aykı­rı bir şekilde yetmiş yaşındayken çocuk sahibi oluyor ve 128 ya­şına geldiğinde de İbrahim doğuyor?

Gördüğüm kadarıyla ve elimdeki mevcut kaynaklarda hiç bir araştırmacı lbrahim'in doğumuyla ilgili bu tutarsızlığa dikkat et­memiş ve bunu Tevrat'da özellikle sayılarla ilgili rivayetlerde rast­lanan şeklî bir durum olarak değerlendirmişlerdir. Araştırmacıla­rın tek ilgilendikleri şey Tarah adlı birinin ismen ve kişilik olarak mevcut bulunduğu ve İbrahim'in babası olduğudur.

Wenkler'e göre Terah sözcüğü dolunay anlamına gelen Yerah sözcüğünün kasıtlı olarak tahrif edilmiş bir şeklidir. Yine ona ve aynı görüşü paylaşanlara göre ay, Keldani şehri Ur ve Harran'ın tanrısıydı. Birincisi İbrahim'in atalarının yurdu, ikincisi ise İbra­him'in Kenan eline göç etmeden önce bir süre yaşadığı şehirdir.

Tarah adıyla Kuzey Suriye'deki Hatti özel isimlerini karşılaştı­ran Gensen, bu sözcüğün tanrıların adıyla bağlantılı olduğunu ileri sürmektedir.

Wenkler, Stoken ve Gensen, Tarah sözcüğünden tanrıların ko­kusunun geldiği konusunda hemfikirdir.

Kimi araştırmacılar ise bu sözcüğün Tevrat'da Güney Filis­tin'de yaşayan bir kabile olarak adı geçen Yerhameel kabilesinin isminden geldiğini ileri sürerek, Yerah/Jarah ile tahrif edilmiş Ta­ralı adı arasında bağlantı kurmaktadırlar. Onlara göre Yerhameeller eskiden Harran'da yaşıyorlardı; dolayısıyla şehir ismi Har­ran'la babasının adı Nahur olduğu için İbrahim'den başka iki oğ­lundan birine Nahur diğerine Haran adını veren Tarah arasında bir bağlantı olması muhtemeldir. Gerçekten de bu isimler arasın­da güçlü bir ilişki var. Örneğin Tarah, baba Nahur ile oğul Nahur arasına düşmektedir; Haran ise Harran şehrinin adına çok yakın­dır ve ayrıca Tarah babası ve oğlu Nahur adından uzak değildir.

Aşırıya kaçan kimi araştırmacılara bakılırsa, bunlar, erkek ve kadın tanrılardan, onların birbirleriyle ve insanlarla yaptıkları ev­liliklerden, Tammuz, Horus ve Herkül gibi efsanevi kahraman çocuklar dünyaya getirmelerinden bahseden eski efsanelere gön­derme yapan şehir adlarıdır.

Tevrat sifirlerini yazanların bu tür efsanelerden esinlenmiş ol­malarını yadırgamıyoruz. Örneğin Yaratılış kitabının altıncı bölü­ münde benzeri bir efsane nakletmektedirler ki, buna göre ilahi varlıklar insan kızlarıyla evlenip çocuk sahibi oldukları günlerde, eski çağın ünlü kahramanları olan devler vardı.

Kitab-ı Mukaddes Ansiklopedisi, lbrahim'in Yerhameel kabile­sinin kahramanı olduğunu düşünmek için güçlü bir sebep bulun­duğu, tekrar edilen Harran, Haran ve Nahur isimlerinin birbirine benzediği, bu isimlerin Tarah'la olan güçlü bağlantısının Tarah ve lbrahim'i metal bir paranın iki yüzü  haline getirdiği, Tarah söz­cüğünün ancak Yerhameel kabilesinin adının bütünüyle bozul­muş bir şekli olduğu görüşündedir. Bazıları ise, bizzat lbrahim adının dahi kelimeye yüklenen her türlü anlam bir yana, bu ka­bile adıyla yakından bağlantılı olduğu kanaatindedir. lbrahim, "Ah rahim" veya "Ah rahm" yani şefkatli baba anlamındadır, ama buradaki "Ah/eh" kelimesi Allah'ın ismine işaret etmektedir. Aynı şekilde Yerhameel de "yerham" ve "il" kelimelerinden oluşmakta­dır ki, "il/el" Kenanlılarda, daha sonra İsraillilerde Allah'ın adıdır.

Eski lbranilerin ataları arasında tarihi kişiliklerden çok sem­bolik kişilikler görenler, lbrahim'in Saray ile evlenmesini Yerhameel kabilesiyle lsrail kabilesi arasında bir kaynaşmayı sağlama amacına matuf olarak düşünmektedirler ki, bu durumda Hacer'le olan evliliği de kendi kabilesiyle Mısırlı Araplar arasında yakın­laşma sağlama amacını, keza Keddura'yla evliliği dahi kendi ka­bilesiyle Medyen kabilesinin de aralarında bulunduğu Arap kabi­leleri arasında uzlaşma sağlamayı hedefliyordu..

Tarah, tarihî veya efsanevi bir kişi yahut lbrahim'in atası ve­yahut onun bir kopyası olabilir, ama her halükârda lbrahim ger­çek bir tarihi kişiliktir ve peygamberlerin babası sayılan kişinin çevresini hurafe, bulanıklık ve şüphelerle çeviren, onu tenkide maruz bırakan, varlığını mutlak inkâr noktasına getiren Tev­rat'ın sifirleridir.

Abram

Yahudilerin tüm aşiretlerin babası durumuna getirdikleri kişi odur. Bizler ise peygamberlerin babası İbrahim aleyhisselamla, daha sonra Tevrat'ın insanlığa takdim etmek istediği İbrahim ara­sında ayırım yapmıyoruz. Yani ortada aynı ismi taşıyan iki deği­şik insan yok; Yahudi Abramllbrahim, sıfatları ve hayat hikaye­siyle, bildiğimiz peygamberlerin babası İbrahim arasında bir bağ mevcut. Yahudilerin bildikleri İbrahim'den söz ettiğimizde, ko­nuyu ciddi bir tenkide tâbi tutmamız kaçınılmaz, çünkü önsözde belirttiğimiz gibi bu kitabın konusu Yahudi meselesini enine bo­yuna ele almaktır ...

Yaratılış kitabında Abram'ın Keldanîlerin Ur şehrinde dünya­ya geldiği belirtilmektedir. Bizim bildiğimiz Ur, Fırat havzasının en güney ucundadır. İbrahim'in doğum tarihi konusunda hâlâ bazı karanlık noktalar var ve geçtiğimiz yüzyılda bazıları İbra­him'in gerçekten var olup olmadığıyla ilgili şüpheli görüşler be­lirtmişlerse de, Tel el-Harirî'de (Mari) ele geçirilen arkeolojik bul­gular onun aya tabanlarının  ve keza İbrahim'in babası ve ailesi­nin taptığı putun bulunduğu ana merkez durumundaki Ur'da doğduğunu detaylı şekilde ortaya koymuştur.

Mari ve Nuzi kazıları, Tevrat'da bahsedilen İbrahim hikayesi­nin yaklaşık olarak M. Ö. XVII ve XVIII. Yüzyıllar arasındaki dö­nemin durumunu yansıtmaktadır; ancak, her yüzyıldaki rivayetçilerde olduğu gibi burada da dini ve sosyal durumlarla ilgili söz­lü rivayetler göz önünde bulundurulmuştur.

Tevrat kaynakları İbrahim'in doğum tarihi olarak M. Ö. 1996 yılını göstermektedir ki, Tufan'dan yaklaşık 350 yıl sonrasına te­kabül etmektedir. Buna karşılık Tevrat, İbrahim'in putlara tapın­mayı reddetmesinden önce geçen olaylar, babası, karısı Saray ve yeğeni Lut'la birlikte Harran şehrine  muhacereti konusunda susmaktadır.

İbrahim, Tarah'ın ölümünden sonra Rab'binin emriyle hanı­mı, yeğeni ve hizmetkârlarıyla birlikte Harran'dan çıkarak Ke­ nan eline yöneldi. O sıralar yetmiş beş yaşındaydı. İbrahim'in Kenan eline muhacereti Tevrat'da Rab'binin emrine uygun ola­rak yapılmıştı: “ .. sana göstereceğim ülkeye git; seni büyük bir ulus yapacağım, seni kutsayacak, sana ün kazandıracağım. Be­reket kaynağı olacaksın. Seni kutsayanları kutsayacak, seni lanetleyeni lanetleyeceğim. Yeryüzündeki bütün halklar senin aracılığınla kutsanacak. "

Abram Şekem'e (Nablus) varınca, Yaratılış kitabında sözü edi­len ilk toprak vaadini aldı. Sonra orada bir kıtlık yaşandı ve Ab­ram Mısır'a gitti. “Mısır'a yaklaştıklarında karısı Saray'a 'Güzel bir kadın olduğunu biliyorum' dedi. 'Olur ki Mısırlılar seni görüp, bu onun karısı diyerek beni öldürür, seni sağ bırakırlar. Lütfen, onun kız kardeşiyim de ki, senin hatırın için bana iyi davransın­lar, canıma dokunmasınlar.'"

Gerçekten de Abram Mısır'a girdiğinde Mısırlılar kadının çok güzel olduğunu gördüler. Firavunun yakın adımları da onu gö­rüp firavuna söz ettiler. Nhicede kadın firavunun sarayına alındı ve onun hatırı için İbrahfuı'e iyi davranıldı. Böylece İbrahim ko­yun, sığır, eşek, kote, "katır, deve vs. sahibi oldu. Tanrı Abram'ın karısı Saray yüzünden firavun ve ailesine ağır darbeler indirdi. Fi­ravun Abram'ı çağırarak 'Nedir bana bu yaptığın?' dedi. 'Neden Saray'ın karın olduğunu söylemedin? Niçin Saray kız kardeşim­dir diyerek onunla evlenmeme izin verdin? Al karını, git!' Fira­vun Abram için adamlarına buyruk verdi. Böylece Abram ve ka­rısını sahip olduğu her şeyle birlikte gönderdiler.

Rivayet açık ve her ne kadar uzun bir yoruma ihtiyaç varsa da, herhangi bir izahata gerek yok.

Abram henüz Mısır'a varmadan önce sanki evvelden hazırla­dığı bir planı uyguluyormuş gibi hanımına kız kardeşi olduğunu söylemesini emreder. (Senin hatırın için bana iyi davransınlar; canıma dokunmasınlar). Böyle bir davranışı beklemesi, henüz gerçekleşmeden önce olmasını istediğini gösterir. Ancak, hayrı istemek başka, beladan çekinmek daha başka bir şey

Olayı hikaye eden kişi, metni okuyanın Abram'ın firavunun Kenan elindeki kıtlıktan kaçarak ülkesine yabancı birinin geldi­ğini ve yanında firavunun haremine alınmaya layık çok güzel bir kadın bulunduğunu işitmesini sağlayabilmek için bir durum ayarlaması yaptığı hissine kapılmasını istiyor.

Firavun birinin hakkını gasbetmediği ve zulmetmediği için büyük belalara maruz kalacak bir günah işlemedi, aksine kimse­nin nikahında olmayan güzel bir kadını aldı ve onun hatırına sözde kardeşi Abram'a ihsanlarda bulundu. Abram da bu lutufları kabul etti. Peki o halde bu büyük belalar niye..?

Burada haklı olarak bazı sorular yöneltmeliyiz: Mısır firavunu sırf güzel oldukları için kadınları evlerinden, otağlarından zorla çekip alacan vahşi biri miydi? Ve Abram, ilk defa girdiği Mısır'da olmasını istediği bir şeye istinaden arzusuna nasıl nail olabildi?

Abram, El-Cezire'den Kenan eline, oradan Mısır'a M. Ö. XX­XVII. Yüzyıllar arasında muhaceret etti. O sıralar Irak ve Mısır halkı oldukça rahat ve bolluk içinde yaşıyordu. Medeni seviyele­ri de hayli yüksekti. Onların bu yukarı uygarlık seviyesine bir ge­cede ulaşmadıkları, aksine bunun için aradan nesillerin geçtiğini söylemeye lüzum yoktur.

Abram'ın El-Cezire'den ayrıldığı sırada ülkede kanunlar nere­deyse oluşmuştu ve Hammurabi'nin güneş tanrısından aldığı bu ilahi emirler ki öyle tasvir ediliyor, bir araya getirilmeye hazır­dı. Örneğin bu kanunlara göre zina suçu işleyen karı kocanın el ve ayakları bağlanarak boğularak ölmesi için nehre atılır; ancak, kocanın davasından vazgeçmesi halinde yalnızca kadın kötü fiili­nin cezasına çarptırılırdı.  

Mısır'da ise zorla hür bir kadının namusunu kirleten kişi ku­yuya atılırdı. Suçun karşılıklı rıza ile işlenmesi halinde, erkeğe bin sopa vurulur, kadınınsa karşısındakini suça tahrik etmesine yol açan güzelliğinden mahrum kalması için burnu kesilirdi.11

Firavun dahi cezasından çekindiği için tanrının koyduğu ka­nunları bozmaya gücü yetmezdi. Özellikle Mısırlı kahinlerin elle­ rinden geldiğince kanunların uygulanmasını sağlamak için hü­kümdarın hizmetine verdikleri oğulları ve bağlıları vasıtasıyla onu sıkı denetim altında tuttukları göz önünde bulundurulmalıdır.

Diğer yandan, M. Ö. 1996'da doğmuş olması hasebiyle Abram'ın Mısır'da bulunduğu dönem, eski Mısır tarihinin en parlak dönemi olan on ikinci hanedanın iş başında olduğu devirdi. O dönemdeki hükümdarlar ülkenin ve devletin birliği, içte ve dışta huzurun sağlanması, ülkenin kalkınması konusunda oldukça ti­tizdiler. Vaktini güzel kadınlarla geçirmek isteyen bir firavunun o dönemde iş başında bulunması zordu.

Tartışmacı bir kişi tüm bu hususları bilmeden Abram'ın Mı­sır'da bir gariban olduğunu zannedebilir. Kanunlar, ülke vatan­daşlarını himaye ederler, ama söz konusu bir yabancı olduğunda daha etkilidir.

Firavunun kanunun yabancılara uygulanışı konusunu göz önünde bulundurmaması için aşırı tahrik edilmiş olması gerekir. . Kocası Abram'la birlikte Mısır'a vardığında atmış beş yaşını devir­miş bir Saray'ın bu yaşında Mısır firavununu tahrik edemeyeceği ve genç olsa bile o yaştaki birini arzulamayacağı ortadadır. Daha­sı haremine aldığı kadının bir kocası olduğunu bilerek yürürlük­teki kanunları bozmayı göze almaz.

Yaratılış kitabında anlatılanlarda yukarıda üzerinde durulan hususlardan başka zayıf bir nokta daha vardır ki, o da Abram'ın bazı hükümdarlarının çağdaşı olabileceği tahmin edilen on ikin­ci sülalenin Menfis'in yirmi beş mil güneyindeki Leşt'de yaşadığı­dır. Kenan elindeki kıtlıktan kaçan Abram Süveyş kıstağı boyun­ca yolu üzerindeki tüm gelişmiş şehirlerden bihaber doğrudan yeni başkente mi yönelmiştir? Olayı nakleden kişi [Tevrat yazarı] neden Abram'ı doğrudan kral şehrine yönlendiriyor? Hikayeyi detaylarıyla anlatması gerekmez miydi? Abram'ın güzergahı üze­rinde pek çok refah içinde şehir vardı ve her şehrin başında Yara­tılış kitabında anlatılan hikayenin kahramanı olabilecek bir fe­odal bulunuyordu; ama efsane yalnızca firavunu kahraman ola­rak seçiyor ve ondan başka kimse yokmuş gibi gösteriyor.

Abram, aynı olayı bir kez de Gerar şehrinde Ebimalik'le yaşa­mak için Kenan eline dönüyor. Ebimalik'e Saray'ın kız kardeşi ol- duğunu söylüyor; arkasından tanrı gece rüyasında Ebimalik'e gö­rünüyor ve ona "Bu kadını aldığın için öleceksin, çünkü o evli bir kadındır" diyor. “Ebimalik henüz Saray'a dokunmamıştı. 'Ya Rab' dedi. 'Suçsuz bir ulusu mu yok edeceksin?' lbrahim'in kendisi ba­na 'Bu kadın kızkardeşimdir' demedi mi? Kadın da lbrahim için 'O kardeşimdir' dedi. Ben temiz vicdanla, suçsuz ellerimle yaptım bu­nu.' Tanrı düşünde ona 'Bunu temiz vicdanla yaptığını biliyorum' diye yanıtladı. 'Ben de seni bu yüzden bana karşı günah işlemek­ten alıkoydum, kadına dokunmana izin vermedim. Şimdi kadını kocasına geri ver. Çünkü o bir peygamberdir. Ama kadını geri ver­mezsen, sen de sana ait olan herkes de ölecek, bilesin. Ebimalik sa­bah erkenden kalktı, bütün adamlarını çağırarak olup biteni anlat­tı. Adamlar dehşete düştü. Ebimalik lbrahim'i çağırarak 'Ne yaptın bize?' dedi. 'Sana ne haksızlık ettim ki, beni ve krallığımı bu büyük günaha sürükledin? Bana bu yaptığın yapılacak iş değil.' Sonra 'Amacın neydi, niçin yaptın bunu?' diye sordu. lbrahim, 'Çünkü burada hiç Tanrı korkusu yok' diye yanıtladı 'Karım yüzünden be­ni öldürebilirler diye düşündüm. Üstelik Sara gerçekten kızkardeşimdir. Babamız bir, annemiz ayrıdır. Onunla evlendim. Tanrı beni babamın evinden gurbete gönderdiği zaman karıma 'Bana sevgini şöyle göstereceksin: Gideceğimiz her yerde kardeşin olduğumu söyle' dedim. Ebimalik, lbrahim'e karısı Sara'yı geri verdi. Bunun yanısıra ona davar, sığır, köleler, cariyeler de verdi. lbrahim'e 'lşte ülkem önünde, nereye istersen oraya yerleş' dedi. Sara'ya da 'Kar­deşine bin parça gümüş veriyorum' dedi.12

Bu defa da Sara'yı yaklaşık doksan yaşında buluyoruz. Mısır fi­ravunuyla Sara arasında geçen olayla ilgili yorumu tekrarlamaya­cağız, ama acûze Sara ile güzel Sara arasındaki bu tenakuz konu­sunda kullanılan üsluptan dolayı Yaratılış kitabını yazanları in­saflı bulmuyoruz. Sara'nın yaşıyla ilgili söylenenleri verirken kar­şılaştığımız zorluk P belgesinde gösterilen yaşla, İbrahim ve ya­kınlarının Mısır'a ziyaretini anlatan J belgesi arasındaki farktan kaynaklanıyor. Belge Sara'yı hâlâ genç bir kadın olarak tasvir et­mektedir.

Kısacası Yaratılış kitabında anlatılan Sara-firavun-Ebimalik hi­kayesi iki değişik rivayetin birbirine katılmasından başka bir şey değil. J rivayeti Abram ve karısının Mısır'a gurbete gitmesinden bahsediyor; Sara'yı genç ve cazibeli bir kadın olarak tahayyül edi­yor ve kurguyu bu güzellik üzerine oturtuyor. P rivayeti ise bu hi­kayeyi ve Sara'nın yaşını görmezden gelerek, aradaki tezata yani güzelliğin zirvesindeki bir kadınla, eli yüzü kırış kırış olmuş bir kadın arasındaki farka dikkat etmeden iki rivayet arasındaki Ya­ratılış kitabını bir araya topluyor.

Kitabı Mukaddes Sözlüğü'nün işaret ettiği bu tenakuzun me­seleyi çözüp çözmediğini yahut daha karmaşık hale getirip getir­mediğini bilmiyoruz.

lbrahim'in özür dileyip yaptığı işi masum göstermeye çalışma­sı üzerinde kısaca duralım. Ibrahim, Sara'nın karısı olduğunu söylemesi halinde kendisini öldürmelerinden korktuğu için onu kızkardeşi olarak takdim ediyor.

Acaba Sara baba tarafından lbrahim'in kızkardeşi miydi? Yara­tılış kitabı lbrahim hikayesini anlatırken başta böyle bir şey söy­lemiyor. Tevrat'a göre Sara, Tarah'ın gelini ve oğlu Abram'ın ha­nımıdır. Eğer kızı birinci dereceden akrabası olsaydı, gelinlik ba­ğından daha yakın olan bu ilişkiye işaret edilmesi gerekirdi. Ama Tevrat yazarları sürükleyici olması açısından bunu gizlemeyi ve ancak yeri geldiğinde bahsetmeyi uygun görmüşlerse böyle bir şey mümkün.

Eğer Sara baba tarafından Ibrahim'in kızkardeşi ise, o takdir­de böyle bir durum onunla karısı olarak yakınlığını gizleyerek ar­kasına sığınacacağı bir özür olamaz. Onun kızkardeşi olduğunu söylemesi, aralarında evlilik bağı gibi bir yakınlığın bulunduğu konusunda suskun kalması da ahlakı yönden affedilemez. Haya­tından endişe ederek, başına bir bela gelmesinden korkarak bü­yük bir gerçeği gizleyen kişi Tanrının mesajını iletme görevi ko­nusunda nasıl güvenilir olabilir ki?

Sara'nın firavun ve Ebimalik'le olan iki hikayesi değişik dö­nemlerde yazarlar arasında uzun tartışmalara sebep olmuş, ama Yaratılış kitabında anlatıldığı şekilde kimse lbrahim'in tutumunu savunmamıştır; sadece bazıları bu iki olayın yani Sara ile firavun ve Ebimalik arasında geçenlerin onun ve kocasının çıkarına oldu-. ğunu söylemişlerdir.1  Şu halde burada bir sır var.. İbrahim ve Sara'nın her iki olay sonunda elde ettikleri çıkar nedir? Sığır, koyun, gümüş, altın ve Gerar civarında İbrahim'in ve ailesinin yaşamak için seçeceği ge­niş bir toprak parçası.

Bu olumlu ders olmamış olsaydı, rivayet üçüncü kez tekrar­lanmazdı. Bu defa kadın kahraman, Sara'nın gelini ve oğlu İshak'ın karısı Rebeka'dır. Rivayetin erkek kahramanı ise Gerar kralı Ebimalik'dir, fakat daha önce Sara'nın efendisi olan Ebimalik'le aynı kişi değildir. Çünkü nasıl firavun Mısır hükümdarının lâkabı ise, Ebimalik de Gerar kralının lâkabıdır.

“Yöre halkı karısıyla ilgili soru sorunca, 'Kızkardeşimdir' di­yordu. Çünkü 'Karımdır' demekten korkuyordu. Rebeka yüzün­den yöre halkı beni öldürebilir diye düşünüyordu. Çünkü Rebe­ka güzeldi. İshak orada uzun zaman kaldı. Bir gün Filistin kralı Ebimalik, pencereden dışarı bakarken, İshak'ın karısı Rebeka'yı okşadığını gördü. İshak'ı çağırtarak, 'Bu kadın gerçekte senin ka­rın!' dedi. 'Neden kızkardeşin olduğunu söyledin?' İshak, 'Çünkü onun yüzünden canımdan olurum diye düşündüm' dedi. Ebimalik 'Nedir bize bu yaptığın?' dedi. 'Az kaldı halkımdan biri karın­la yatacaktı. Bize suç işletecektin.' Sonra bütün halka, 'Kim bu adama ya da karısına dokunursa, kesinlikle öldürülecek' diye buyruk verdi."

“İshak o ülkede ekin ekti ve o yıl bire yüz mahsul aldı. Rab onu kutsamıştı. İshak bolluğa kavuştu. Varlığı gittikçe büyüyor­du. Çok zengin oldu. Sürülerle davar, sığır ve birçok uşak sahibi oldu. Filistinliler onu kıskanmaya başladılar. Babası İbrahim ya­şarken kölelerinin kazmış olduğu bütün kuyuları toprakla doldu­rup kapadılar. Ebimalik İshak'a, 'Ülkemizden git' dedi. 'Çünkü gücün bizim gücümüzü aştı.” İshak oradan ayrıldı. Gerar vadi­sinde çadır kurup oraya yerleşti..”14

Üç defa tekrarlanan bu hikaye daha sonraları Yahudilere hiç unutmayacakları bir şey öğretti: Eğil yalan söyle, kalk yalan söy­le. Eğer bir çıkarın.. toprak, emlak, gümüş ve altın gibi bir men- faatin olacaksa, yabancıların karını koyunlarına almaları, yalanın namusuna zarar vermesi önemli değil!

İkinci büyük ders ise şu: Ey Yahudi! Sahip olduğun mal mülk­ten dolayı sana haset ediliyor. Bu senin kaderin. Dört bir yanını kıskanç insanlar çevirmiş. Bu dünyada kimsenin sana iyi gözle baktığını zannetme. Sen onların gözünde büyüksün ve ulusun. Dolayısıyla bu kin tuzağına karşı kendini korumalısın. Sana kin besleyenin gözlerini çıkar, sana öfkelenenlerin azı dişlerini sök. Öyle ki azametine göz dikmesinler, alın terini heba etmesinler.

Yaratılış kitabının fazla üzerinde durmamasına rağmen Filis­tinlilerin15 İshak’a haset edip, tüm kuyularını kapatmalarına ge­lince, muhtemelen Filistinliler yabancı birinin kendi topraklarını ve meralarını kullanarak aşırı şekilde zenginleştiğini görüp, diğer meralar ve su kaynakları kuruduktan sonra onu aralarında gör­mek istememişlerdir ...

Abram Mısır'dan yanında Lut ve taşıyabildikleri kadar servet­le döndü. Yaratılış kitabının Abram’ın yeğeni Lut’u çevresinden uzaklaştırmasına bahane olarak gösterebileceği yapmacık bir düşmanlık yaratması lazımdı. Böylece Abram’ın çobanlarıyla Lut'un çobanları arasında kavga çıktı. O sıralar Kenanlılar ve Feriziler de orada yaşıyorlardı. Abram Lut’a 'Biz akrabayız’ dedi. 'Bu yüzden aramızda da çobanlarımız arasında da kavga çıkmasın. Bütün topraklar senin önünde. Gel, ayrılalım. Sen sola gidersen, ben sağa gideceğim. Sen sağa gidersen, ben sola gideceğim.”'

Lut, doğuya yönelip Sodom ve Gomorra topraklarına gitti. Böylece Abram'a ikinci vaad vakti geldi. “Lut Abram'dan ayrıldık­tan sonra Rab Avram'a 'Bulunduğun yerden kuzeye, güneye, do­ğuya, batıya dikkatle bak' dedi. 'Gördüğün bütün toprakları son­suza dek sana ve soyuna vereceğim. Soyunu toprağın tozu kadar çoğaltacağım. Öyle ki, biri çıkıp da toprağın tozunu sayabilirse, senin soyunu da sayabilecek. Kalk sana vereceğim toprakları boy­dan boya dolaş.' Abram çadırını söktü, gidip Hebron'daki Mamre meşeliğine yerleşti. Orada Rab'be bir sunak yaptı.”

Lut'un Kenan elinden kovuluşu, diğerine daha fazla toprak verme amacına matuftu. Böylece Lut'un soyu vaadedilen toprak­larda hak iddia etmeyecekti.

Bundan sonra Abram'ın hikayesinde hayatında hiç yapmadığı bir olaya şahit oluyoruz. Çünkü ilk defa savaşacaktı.

Tekvin kitabının on dördüncü bölümünde anlatıldığına göre Lut gölü çevresinde yaşayan Sodom, Gomorra, Adına ve Semoyim kralları Elam  kralı Kedorlaomer'e bağlıydılar ve ona vergi ödü­yorlardı. On iki yıl vergi ödedikten sonra on dördüncü yıl isyan bayrağı açtılar. Elam kralı, Şingarl  diğer ülke krallarından dört müttefikiyle birlikte onların üzerine yürüdü. Hepsini mağlup ede­rek şehirlerini ele geçirdi. Lut ve hizmetkârları da esir alınanlar arasındaydı. O sırada Abram Hebron yakınlarında oturuyordu. Kurtulanlardan biri gelerek olup biteni anlattı. Abram Lut'un esir alındığını duyunca, evinde doğup yetişmiş üç yüz on sekiz adamı­nı yanına alarak dört kralı Dan'a    kadar kovaladı. Adamlarını gruplara ayırdı, gece saldırıp onları bozguna uğratarak Şam'ın ku­zeyindeki Hoba'ya21 kadar kovaladı. Yağmalanan bütün malı, ye­ğeni Lut'la mallarını, kadınları ve halkı geri getirdi.

Yaratılış kitabının olayın vuku bulduğunu ileri sürdüğü za­man dilimine ve duruma göz atmak için biraz duralım.

Sözü edilen olayın vukü bulduğu gün Abram'ın Tevrat'ın kay­dettiği gibi 83 yaşında olduğunu farzetmek için onun M. Ö. 1996 yılında doğmuş olduğunu kayd-ı itiraz ile bir kez daha kabul ede­lim. Bu tarihe, onun Mısır'da yirmi yıl kaldığını belirten bazı Ya­hudi tarihçilerin söylediklerini de katmıyoruz.    Eğer aynı dö­nemde Irak'ın tarihinde M. Ö. 1913 yılına dönersek Elamlıları o sıralar bu ülkede olup bitenlerden tamamıyla uzakta buluruz.

Irak'da yapılan arkeolojik kazılar Elam kralı Kedorlacmer'in yaklaşık M. Ö. 2150 yılında savaşmaya başladığı, bu tarihle Tev­rat'da İbrahim'in onunla ilk savaşa girdiği tarih arasında 237 yıl fark olduğunu görürüz. Mari ve Nuzi kazılarında İbrahim'le ilgi­li işaretleri tarihlersek, bunlar bize M. Ö. 18. Yüzyıla götürecek­tir ki, bu durum onunla Kedorlaomer arasındaki çağ farkını daha da artırmaktadır.

Ur devleti M. Ö. IIl. Binyıl sonlarında çökmeye başladı ve 2006 yılında Elamlılar bir kez daha bu ülkeye sahip olarak, şehir­lerini tahrip edip, krallarını ele geçirdiler ve yakıp yıktıkları şe­hirde küçük bir temsilci bıraktılar. Fakat aradan çok geçmeden Amorîler Elamlıları Ur'dan kovarak, Irak'daki hakimiyetlerine son verdiler. Elamlılar, M. Ö. XIII. Yüzyıl sonları ile XllI. Yüzyıl başları arasında nisbeten varlık gösterebildikleri Zagros dağlarıy­la Şatt el-Arab arasına çekildiler.

Eğer Abram'la Kedorlaomer arasında vukü bulan olayı doğru ka­bul edersek, bu durumda üç dört asır geriye giderek Abram'ın zuhu­ruyla İsrailoğullannın Nun oğlu Yeşu komutasında Kenan eline gi­rişine ulaşmamız gerekir ki, bu durum bütün tarihi altüst eder.

Britannica Ansiklopedesi bu rivayetle ilgili şöyle bir yorumda bulunuyor: “Nakilci Yahudi büyüklerini pohpohlayan bu yegane rivayetin küçük bir dikkafalılık olduğu açık."23 Kitab-ı Mukad­des Ansikpoledisi, hikayenin Yahudi büyüklerini temize çıkar­mak ve maneviyatlarını yüceltmek amacıyla Babil esaretinden sonra Yahudi alimlerinin işi olduğunu belirterek işin içinden çık­maya çalışıyor.

Biritannica Ansiklopedisi ise, Yaratılış kitabında Abram'la Kedorlaomer arasındaki çatışmayla ilgili olarak anlatılanları yorum­larken, Elamlıların devletleri yıkıldıktan sonra Babil ve Asuri or­dularında paralı askerler olarak görev yaptıklarını, bu yüzden uzaklara giderek, Suriye'de Haleb'e, Filistin'de Hasur'a kadar ya­yıldıklarını anlatmakta, ama Kedorlaomer'den bir kelime ile dahi söz etmeden "Bu gerçek Yaratılış kitabının 14. babında anlatılan­ların açıklamasına yardımcı olmaktadır” demektedir.

Abram, Kedorlaomer'le onu destekleyen kralları bozguna uğ­ratıp dönünce, Sodom kralı onu karşılamak için Kral Vadisi olan Şave Vadisi'ne gitti. Yüce tanrının kâhini olan Şalem kralı Melkisadık ekmek ve şarap getirdi. Abram'ı kutsayarak şöyle dedi: 'Ye­ri göğü yaratan yüce Tanrı Abram'ı kutsasın. Düşmanlarını onun eline teslim eden yüce Tanrı'ya hamdolsun.' Bunun üzerine Ab­ram her şeyin onda birini Melkisadık'a verdi.

Yüce Tanrı'nın kâhini olan bu Şalem kralı Melkisadık kimdir? Biraz önce söylenenlerden onun Abram'dan büyük olduğu anla­şılıyor. Bu görüşün oluşmasının sebebi bazılarının zannettiği gibi ancak büyüğün küçüğü kutsayabileceği olgusu değildir. Çünkü bu görüşe istinaden Melkisadık Allah adıyla kutsarken Allah'tan büyük değildir. Zira kutsayan Allah'dır. Anladığımız kadarıyla büyük küçüğü kutsadığı gibi, küçük de büyüğü kutsayabilir. Ak­sine Melkisadık'ın Abram'dan mevki olarak büyük oluşunun de­lili, Abram'ın ona malının onda birini vermesidir. Onda bir ise ancak daha büyük olana verilir.

Muhtemelen burada Mesihi inancın Melkisadık'la ilgili tarifi­ni vermemizde fayda var: O, iyilik meleğidir; anasız, atasız, ço­cuksuz, başlangıcı ve sonu olmayan ‘barış meleği'dir

Ancak bu tanımlama Talmutçuların hoşuna gitmemiştir. Çün­kü böyle bir tanımlama Meryem oğlu İsa'nın babasız dünyaya ge­lişi inancını teyit etmektedir ki, Yahudi kahinler buna şiddetle karşı çıkarlar. Dolayısıyla Talmutçular Melkisadık'ın ancak Nuh oğlu Sam olabileceği görüşünde ısrar etmişlerdir.

Melkisadık'la ilgili Mesihi tanımlamayı reddeden Talmutçulann amacı, lbrahim'in soyundan gelenlerin kutsiyet ve üstünlüğü­nü bir kenara atan her türlü yorumu geçersiz kılmaktır. Çünkü onlar insan neslini lbrahim'le sınırlar ve diğer insanların değil, yalnızca lsrailoğulları'nın ondan türediğini ileri sürerler. Dolayı­sıyla birbiriyle ilgisi olmayan, atasız, anasız ve çocuksuz birinin mevkisinin lbrahim'in mevkisinden daha yüce olduğunu kabul etmeyi aşırı tehlikeli olarak görürler. Ama nesebi kendilerinden olmayan birisi lbrahim'den öşür almış ve kutsamıştır.27

Nuh oğlu Sam lbrahim'in soyundan gelmemekle, aksine onun sekizinci kuşaktan atası olmakla birlikte, lsrail oğullarının yüce­liğini, seçkin ve üstün halk olduğu görüşünü kabul ettiği için, Melkisadık'ın Sam olduğu tanımlaması Talmutçular nezdinde makbul bir görüştür. Yahudi tarihçiler ve onların ileri sürdükleri görüşleri hiçbir tenkide tâbi tutmadan kabul edenler, Yaratılış ki­tabında anlatılanları gerçek olarak kabul etmektedirler.

Eğer Yaratılış kitabının on birinci babına bakar ve İbrahim'in doğum tarihinin basit bir hesabını yaparsak, ortaya atılan iddi­anın hiçbir şekilde kabul edilemez olduğunu görürüz.

Yaratılış kitabına göre Nuh oğlu Sam Tufan'dan iki yıl sonra dünyaya gelmiş ve Erpakşad'ın doğumundan sonra beş yüz yıl yaşamıştır. lbrahim'in hayatını yazanlar onun doğum tarihini M. Ö. 1996'ya yani Tufan'dan 350 yıl sonrasına bağlarlar.    Buna gö­re Nuh oğlu Sam ömrünün 23 yılı hariç geri kalan kısmını İbra­him'le aynı yıllarda yaşamıştır. lbrahim ise büyük dedesi Sam'ın ölümünden sonra 23 yıl hayat sürmüştür.

Kitab-ı Mukaddes Ansiklopedisi'ni yazanlar buna dayanarak, baba Sam'ın lbrahim davet edildiği sırada hayatta olduğunu belir­tiyorlar. Sam'ın Şalem kralı Melkisadık olduğu tanımlaması ise birçok müfessir tarafından teyit edilmiştir. “Bu yüce insan Kenan'ı ziyaret ettiğinde, onun soyundan gelen ardıllarını da ziyaret etti. Çünkü âdil bir kral ve yüce Tanrı'nın kahini oluşu sebebiyle ken­disini izzet-ikramla karşılayacaklarından son derece emindi. ”

Her halükârda Yaratılış kitabının on birinci babı ile, dünyanın yaratılışı, insanlığın ırklara ayrılışı tarihiyle ilgili anlatılanlar, bizi, daha önceki iki yüz yıl boyunca ve halen Yakın Doğuda yapılan ka­zıların ortaya çıkardığı tüm gerçekleri yalanlamaya zorluyor.

Tufanın Milattan önce 2346 yılında olduğu şeklinde verilen tarih son derece saçmadır. Çünkü bu tarihten önce uygarlığın ge­lişimiyle dolu geçen yüzyıllar, olayın İsa'nın doğumundan en az yedi bin yıl önce meydana geldiği savını yalanlamaktadır.

Tevrat'a göre Nuh aleyhisselamın doğum tarihi M. Ö. 2949'dur. Buna göre kral Menes, birleşik Mısır'ın yönetimini de­desi Nuh'un dünyaya gelişinden en az 4,5 asır önce devralmış, kral Sargon ise birleşik Irak'ı Nuh tufanından 22 yıl önce yönet­miştir.. Bir düşünün..

Tarih, hiç bir şekilde tufanın bilinen uygarlıklardan önce ger­çekleştiğini inkâr etmiyor. Örneğin İngiliz bilim adamı George Smith (1872), British Museum'daki Assurpanipal kütüphanesin­de Yaratılış kitabında okuduğumuza benzer bir tufan raporu keş­fettiğini, yine Yaratılış kitabındaki Nuh'un Asuri kayıtlarındaki Ut Napishtim olduğunu belirterek herkesi hayrete salmıştı. Ben­zeri buluşlar daha sonra birbirini takip etti.

Tabii bilimlere gelince, İngiliz bilim adamı L. Woolly bu konu­da 1929-34 yılları arasında Güney Irak'da ilk araştırmaları yaptık­tan sonra "Tufanın geçmişte Irak'ın bilinen tarihinde bu bölgeyi sular altına aldığını, tufandan etkilenen bölgenin en az 300 mil uzunluğunda, 100 mil genişliğinde olduğunu ve suların da yine en az 25 kadem yüksekliğine ulaştığını” belirtti. Woolly'e göre bu tu­fanla Tevrat'da anlatılan tufan arasında çok sıkı bir ilişki vardı.

Woolly'nin sözünü ettiği tufan Nuh tufanı olsun veya olmasın, Irak halkı İbrahim döneminde soğuk gecelerde bu hikayeyi Kel- dani halk hikayelerinden birisi olarak birbirine anlatıyordu. Do­layısıyla İbrahim'in bu büyük tufan hikayesini Kenan eline taşı­masında şaşılacak bir şey yok.    

Muhtemelen burada söylenebilecek en iyi şey, Hak Teala'nın dünyayı başıboş bırakmadığı, yüce zatıyla yaratılanlar arasında peygamber ve resuller vasıtasıyla bir irtibat halkası koyduğudur. Nitekim.ayette “Uyarıcı göndermediğimiz bir halk yoktur" buyurulmaktadır. Erken çağlarda insanoğlu tek tanrıcılığı kavrayama­mış, bu yüzden kendince tanrılar ve ilahlar yaratarak, yaratılış hi­kayeleri, tufan kıssaları ve benzeri olayları bunlara bağlamış; kendi hayalinde bunları süsleyerek, habbeyle kubbeyi birbirine karıştırmış ve böylece gerçekler hurafe sisleri arasında kaybolup ' gitmiştir. Yaratılış kitabında geçen yaratılış hikayesinin eski Keldani hikayelerinden esinlenmesinin sebebi de budur.

Abram, sözde Elam kralı Kedorlaomer ve müttfeklerinden al­dığı ganimeti paylaştırdıktan ve Şalem kralı Melkisadık tarafın­dan kutsandıktan sonra, Yaratılış kitabı babının Abram'a Kenan elini vadetmesini tekrarlayarak, soyunun bu ülkede yabancı ola­cağını ve Amorîlerin Filistin'de işledikleri suçlar tamamlanıncaya kadar dört yüz yıl boyunca buradan uzaklaşacaklarını, daha son­ra Amorîlerden intikam almak için Abram'ın soyunun geri döne­ceğini hikaye ediyor.31 Bu hikayede Yakub ve oğullarının Mısır'a gelip orada yaklaşık dört asır kaldıktan sonra Müsa'nın önderli­ğinde bu ülkeyi terkedeceklerine de işaret edilmektedir.

“O gün Rab Avram'la anlaşarak ona şöyle dedi: 'Mısır ırmağın­dan büyük Fırat nehrine kadar uzanan bu topraklan Ken, Keniz, Kadmon, Hatti, Peris, Refa, Amor, Kenan, Girgaş ve Yebus topraklarını senin soyuna vereceğim"'.32

Her ne kadar ahitleşen taraflardan İbrahim soyu henüz ışığı görmediği için hayali bir vaat olarak kalmışsa da, bu, anlaşmanın etkinliğini belirlemenin yanı sıra, vaadedilen toprak konusunda açık bir işarettir.

Sara, cariyesi Hacer'i hamile kalması için Abram'a sunuyor. O da İsmail'e hamile kalıyor, ama Sara şiddetli kıskançlık hastalığı­ na tutularak onu Abram'a şikayet ediyor ve ona 'Tanrı, seninle benim aramda hüküm versin' diyor.

Abram, karısı Sara'yı istediğini yapmakta serbest bırakınca, o da Hacer'i çöle gitmeye zorluyor. Belki de Mısır'a dönmeye teşvik etmiştir. Çölde ona Tanrı'nın melekleri görünüyor. Hacer, daha sonra Sara'nın belirttiği gibi Tanrı'nın kendisiyle konuşmayacağı alt tabakadan bir insandır. Melekler ona “soyunun daha da çoğa­lacağını" müjdeliyor ve doğuracağı oğluna İsmail adını vermesi­ni emrediyor. “Çünkü Rab, sıkıntı içindeki yakarışını işitti. Oğ­lun, yaban eşeğine benzer bir adam olacak; o herkese, herkes de ona karşı çıkacak..”  

İşte bu noktada Tevrat yorumcuları alkışı basıp, birbirlerine fısıldaşıyorlar.. Rabbin meleklerinin haber kehanetlerinin nasıl gerçekleştiğine bir bakın.. İsmail'in nesli kim? Araplar değil mi? Arap dediğin insanlık düşmanı vahşi biri değil mi.. Tıpkı Tanrı'nın meleklerinin belirttiği gibi. O herkese düşman, herkes ona düşman?!..    

İsmail ve onun neslinden gelenler, İbranilerin Tanrısının İbranilere vaadettiği tüm ayrıcalıklardan ve vaadetlerden vareste tu­tulmalı. Kim onun soyundan gelmişse, barbarlık alnına bir kün­ye olarak vurulmalı ve herkesle kavgalı olmalı.

İsmail, babası seksen altı yaşındayken dünyaya geldi. Doğu­mundan on üç yıl sonra vaat bir kez daha tekrarlandı. Bu defa Tanrı, kendisiyle Abram ve soyundan gelenler arasına yeni bir işaret koydu: Sünnet. Abram, o gün kendisi sünnet oldu.34 Oğlu İsmail ve Abram ailesinden gelen tüm erkekler de sünnet oldular.

Yine o gün Tanrı Abram'a İbrahim, Saray'a Sara adını verdi. Abram'ın cedd-i âli anlamına geldiğini söylediler. O, artık İbra­him olduktan sonra herkesin büyük ecdadı oldu. Saray'ın ise 'prensesim' anlamında olduğunu, Sara olduktan sonra herhangi bir prenses anlamına geldiğini bildirdiler. Yani yalnızca onun prensesiydi, sonra herkesin prensesi oldu. İbrahim ve Sara adla­rının ne anlama geldiği konusundaki diğer ihtimali anlamları da­ha önce kısaca vermiştik ki, zaten çok önemli bir şey değil.

İbrahim, Rab'binden İsmail'e bakmasını istiyor, fakat Tanrı "Ka­rın Sara sana bir oğul doğuracak, adını İshak koyacaksın. Onunla ve soyuyla anlaşmamı sonsuza dek sürdüreceğim" dedi.

Bu, Yaratılış kitabının dahna önce Lut'u Kenan eline yerleşim hakkından mahrum ettiği gibi, İsmail'i de İbrahim'in büyük ve tek oğlu olma özelliğinden soyutlama konusunda attığı başka bir adımdır. Tüm bunlar, Vaadedilmiş Toprakları yalnızca İsrail oğul­larına hasretmeye hazırlıktır.

Şimdi hızlı bir şekilde Mamra geçidinde (Hebron'da) Tanrı'nın yanında iki melekle birlikte insan suretinde gizlice İbrahim'e gö­rünme olayına geçelim.. Onlar Sodom ve Gomorra'yı yerle bir et­meye giderken, İbrahim bu üç misafiri için sıradan bir buzağı kurban keser, onlara yağ ve süt ikram eder    Tanrı ve arkadaşla­rı afiyetle ikram edilenleri yerler, sonra da İbrahim'i tekrar Sara'nın bile inanası gelmediği bir çocukla müjdelerler: "Sara, 'Bu yaştan sonra bu sevinci tadabilir miyim?' diye içinden güldü, 'Üs­telik efendim de yaşlı.' 'Rab için olanaksız bir şey var mı? Belirle­nen vakitte, gelecek bu yıl bu zaman yanına döndüğümde Sara'nın bir oğlu olacak.' Sara korktu, 'Gülmedim' diyerek yalan söyledi. Rab, 'Hayır, güldün' dedi.”37

Sonra üç adam işlerini bitirmek için kalktılar. İbrahim onların nereye gideceklerini bilmiyordu. Rab düşünmeye başladı. Maksa­dınıİbrahim'e söylese miydi, yoksa susmalı mıydı? İbrahim bü­yük bir ümmet olacak, tüm halklar ona saygı duyacaksa nasıl su­sardı? Rab Tanrı istiharede bulundu. Tevekkül edip, amacını an­lattı ve İbrahim'e büyük günahlar işleyip işlemediklerinden emin olmak için Sodom ve Gomorra'ya gittiğini, sonra duruma göre onları helak edeceğini bildirdi.

Bu hikayenin yorumuna girmeyeceğiz. Çünkü hâşâ lillah, Al­lah Teala insan suretine bürünmez, yiyip içmez; Sara'yla sohbet edip, ona 'hayır, güldün” demez.

Sodam ve Gomorra'nın yerle bir edilmesinden sonra İbrahim Gerar'a sığınır. Tevrat'ın naklettiğine göre Sara burada Ebimalik'in haremine girer ve daha sonra onun tarafından boşanır..

Arkasından İshak'ı doğurur. Kendisi doksan, İbrahim ise yüz yaşındadır.

Çocuk büyüyüp memeden kesildikten sonra, Sara, Mısırlı Hacer'in İbrahim'e doğurduğu çocuğun alay etmeye başladığını görün­ce İbrahim'den bu cariyeyi ve oğlunu kovmasını, ister ve bir cariyenin oğlunun oğlu İshak'la birlikte miras sahibi olamayacağını belirtir.38

İbrahim bu sözlerden üzülürse de, Tanrı devreye girer ve ona Sara'nın söylediğini yapmasını bildirir.

Burada Yaratılış kitabı İbrahim'le büyük oğlu arasına ince bir duvar çekiyor ve bunun Tanrı'nın apaçık bir emri olduğunu kay­dediyor.

Yaratılış kitabında bu anlatılanları okuyan kişinin kafasında bir­çok .soru işareti oluşur. İsmail'in adını bütünüyle görmezden gele­rek, ondan bir yerde Mısırlı Hacer'in oğlu, bir yerde cariyenin oğ­lu, bir . diğer yerde “çocuk” diye bahsedilmesinin sırrı nedir? Ayrı­ca Sara.’nın.bthane ' göstererek İbrahim'den çocuğu ve anasını kov­masını istemcine. yol açan bu alay da nedir? Yaratılış kitabını ya­zanlar İshak'm doğduğu sırada İsmail'in on dört yaşında olduğu­nu, kovma . olayının İshak'ın büyüyüp memeden kesilmesinden sonra gerçekleştiğini, bu durumda İsmail'in on altı yaşından daha küçük olmadığını acaba gözden kaçırdılar mı? Eğer kaçırmadılarsa o takdirde nasıl olur da güya kucakta taşınan, bir kenara konu­lup içmesi için su taşınılan, kırbadaki su tükenince bi.r ağacın altı­na bırakılan bir çocuktan bahsederler? Daha sonra Tanrı'nın me­lekleri gelir ve Hacer'e “Kalk, oğlunu kaldır, elini tut; onu büyük bir ulus yapacağım” diyor. “Sonra Tanrı Hacer'in gözlerini açtı. Hacer bir kuyu gördü. Gidip tulumunu doldurdu, oğluna içirdi.”  

Acaba çocuk mecazi anlamda mı bir ağacın altına bırakıldı? Yoksa Tanrı'nın meleğinin 'çocuğu kaldır' sözü de mecazi anlam­ da mı? Örneğin yolda giden iki arkadaştan birinin diğerine “Sen mi beni taşırsın, ben mi seni taşıyayım?" şeklindeki sözünün 'be­nimle konuş ve bana yol azabını unuttur" anlamında olduğu gibi mi? Bizce ne o ne de öbürü. Büyük ihtimalle J ve P nüshalarından biri hikayenin romantik yönüyle, diğeri ise hikayedeki kahraman­ların yaşlarıyla ilgileniyor ve tıpkı güzel Sara, ak saçlı Sara'da ol­duğu gibi bu iki unsuru birbirine karıştırma işi tekrarlanıyor.

Eğer burada anlatılanların birinci kısmına bakarsak şu satırı buluruz: “İbrahim sabah erkenden kalktı, biraz yiyecek, bir tu­lum da su hazırlayıp Hacer'in omuzuna attı, çocuğunu da verip onu gönderdi. "40

Tevrat'daki bu ibarenin Arapça çevirisinden kesinlikle İbra­him'in ekmek, su kırbası ve çocuğu Hacer'in omuzuna veya omuzlarına yüklediği anlaşılıyor. Bir kadının omuzunda on sekiz yaşında bir çocukla    çöle dalması, çocuk kendi oğlu da olsa,mantıklı değil. Zaten Tevrat da Hacer'in Herkül gibi güçlü oldu­ğunu söylemiyor. Ayrıca İsmail'in anasının omuzunda taşınmaya muhtaç felçli birisi olduğunu da belirtmiyor; aksine çocuk anne­siyle aynı boyda veya ondan daha boyluydu. Hacer'in “Oğlumun ölümünü görmeyeyim.. ”  şeklindeki sözü, yukarıdakilere ilave­ten Tevrat yazarlarının kovulan delikanlının yaşını gerçekten gözden kaçırdıklarının bir başka delili. Öbür türlü, nasıl olur da çocuk susuzluktan ölüm noktasına gelirken, anası ölmüyor? Sonra nasıl oluyor da İsmail çölün zorluklarına göğüs geremeyip, bir süre anasının kucağında taşınıyor, sonra eski bir hırka gibi kaldırılıp bir kenara atılıyor, melek gelip “kalk ve oğlunu kaldır" diyor? Daha önce “Oğlun yaban eşeğine benzer bir adam olacak; o herkese, herkes de ona karşı çıkacak" diye vasfedilen ve ok ata­cak kadar büyüdüğü belirtilen İsmail nasıl böyle bir duruma dü­şer? Elamlı Kedorlaomer başta olmak üzere beş kıralı mağlup et­tiği söylenen, çölü övucunun içi gibi bilen bir bedevinin on sekiz yaşındaki oğlu nasıl olur da anasının omuzunda gezer, sonra bir ağacın altına atılır ve hem kendisi, hem de anası için su aramak­tan âciz hale gelebilir? Tuhaf bir hikaye vesselam..

Kısacası Yaratılış kitabı İsmail'i gözden çıkarıp, İshak'ı İbra­him'in biricik oğlu gibi göstermeyi başarmıştır. Ona göre İbrahim İshak'sız bir lokma bile yemez. Cariyenin oğlunun ise işi bitmiş­tir ve adı ancak gerekli olduğu zaman geçer.

Yaratılış kitabı daha sonra İbrahim'in Ebimalik'le iyi komşuluk üzerine bir anlaşma yaptığını nakletmektedir: "Daha sonra İbraim koyun ve sığır ayırarak Ebimalik'e verdi. Böylece ikisi bir anlaşma yaptı." İbrahim yedi dişi kuzu vererek pekiştirdiği bir anlaşma ya­par ve bunu ‘açtığı kuyunun kanıtı olması için verdiğini" belirtir. Sonra oraya Bi'r Seb'a (Yedi Kuyu) [Berşeba] adı verilir.

Yaratılış kitabında anlatıldığına göre bu bölgenin yani Gazze'ye yakın Gerar'ın sahibi yanında ordu kumandanıyla birlikte İbrahim'e geldiği için onu böyle bir anlaşmaya zorlar. Burada ve diğer yerlerde Filistinlilerden söz edilmesine gelince, bunun se­bebi onların henüz M. Ö. Xlll. Yüzyılda ülkenin güney sahiline yerleşmiş olmalarıdır.

Sonra Sara ölür ve İbrahim onu defnetmek için Makfela mağa­rasını satın alır. Hem de Hattili sahibi Efron'un kesin şekilde red­detmesine rağmen dört yüz gümüş şekel  ödeyerek.

Yaratılış kitabı İbrahim'in meydan okurcasına para teklif et­mesine ve anlaşmayı sağlamlaştırmasına hayli önem veriyor. Çünkü bu olay İbrahim'in Filistin'de bir toprak parçası edinme­siyle ilgili ilk vesiledir ve Ebimalik'le yaptığı anlaşmadan kısa sü­re önce mekansız dolaştığı ülkede sahiplerinin rızasıyla bir top­rak edinmiştir. Böylece Tevrat Makfela mağarasını İbrahim'e satın aldırarak ayaklarını muhkem şekilde Filistin'e bastırır. Tanrı'nın veya Balfour Deklerasyonu'nun vaatleri, her ne pahasına olursa olsun, altın, gümüş veya gasp yoluyla bir parça toprak alınmasıy­la gerçekleşebilirdi.

İbrahim, kölesi ve kahyası durumundaki kişiyi oğlu İshak'a kendi aşiretinden bir gelin getirmesi için Aram-ı Nehreyn'de  yer alan Harran'a gönderir. Köle, İbrahim'in kardeşlerinden Nahor'un kız torunuyla birlikte geri döner ve İshak onunla evlenir.

Daha sonra İbrahim kendisine altı oğul veren Keddura adında başka bir kadınla evlenir. Yaratılış kitabı burada da odalıkların  oğulları olan bu kardeşleri İshak'dan ayırır; İbrahim onlara hedi­yeler vererek, “henüz hayattayken onları oğlu İshak'dan ayırıp doğuya" uzaklaştırır.    

İbrahim 175 yaşında vefat etti. “Oğulları İshak'la İsmail onu Hattili Sohar oğlu Efron'un tarlasında Mamre'ye yakın Makfela ma­ğarasına gömdüler. İbrahim o tarlayı Hattilerden satın almıştı.”47 Tarlanın satın alındığının tekrar hatırlatılması, bu durumu kimse­nin unutmaması içindir. Bu hatırlatma İbranilerin yararınadır.

İbrahim konusunu kapatmadan önce, Yaratılış kitabında bir kez geçen bir söze işaret etmeliyiz, o da Gerar kralı Ebimalik'in Sara'yı haremine alması dolayısıyla İbrahim'in peygamber oldu­ğunun belirtilmesidir. Tevrat'a göre ona karısını İbrahim'e geri vermesini Tanrı emretmiştir: “Şimdi kadını kocasına geri ver. Çünkü o bir peygamberdir. Senin için dua eder, ölmezsin.”48 Bu satırları yazdığım ana kadar İbrahim'in peygamberlik görevlerini yerine getirdiğini gösteren herhangi bir kayda rastlamadım.

Yaratılış kitabından okuduğumuza göre İbrahim bir gelenek olarak kendisi sünnet olmuş, oğlu İsmail'i, ailesindendeki tüm erkekleri, bilahare sekiz gün sonra oğlu İshak'ı sünnet ettirmiştir. Tabii İsmail'i ve anasını kovduktan sonra. Arkasından Rab'binin emrine uyarak oğlu İshak'ı kurban etmeye yeltenmiş, neyse ki Tanrı bir koç göndererek çocuğu kurtarmıştır.

İbrahim'in Elam kralı Kedorlaomer ve müttefiklerine karşı sa­vaştığı şeklindeki iddiaya gelince, Yaratılış kitabına göre bunun sebebi Kedorlaomer'in yeğeni Lut'u esir alıp, mallarına ey koyma­sıdır. İbrahim olayı öğrenince kölelerini yanına alır, saldırganlara yetişir; Mamra, Aşkol ve Afer'deki Amorî komşuları da kendisin yardımcı olur. O da savaştan sonra alınan ganimetleri taksim edeı

İbrahim'in Tanrı için şurada burada kurduğu iddia edilen su naklara gelince, eğer bir sunak yapılıyor ve sonra bırakılıp gidili yorsa, daha sonra onunla ilgili bir haber çıkmalıydı.

Tevrat sifirlerini yazanlar arasında İbrahim, İshak, Yakub v< İsrail oğulları içinde onları takip eden peygamberlerin getirdikle ri tevhit mesajının cihanşümul olduğuna işaret ederek her tü: gayreti gizleme hırsına bağlılık konusunda apaçık bir ittifak var dır. Çünkü onlara göre Tanrı yalnızca İbranilerin milli tanrısıydı Dolayısıyla her biri kendi putlarına sahip diğer putperest komşu­larının ona tapınmasını istemiyorlardı. O sıralar her şehrin kend tanrısı vardı. Tevrat bölümlerini yazanlar da bu geleneği sürdüre­rek, taptıkları tanrının yalnızca ataları İbranilerin tapınageldikleri milli bir tanrı olduğu vehmine kapıldılar ve dolayısıyla diğeı halklarla birlikte tek bir tanrıya taparlarsa seçilmiş bir millet ola­rak onların seviyesine düşeceklerini ileri sürdüler.

İbrahim'in Keldani şehri Ur'dan muhacereti konusuna gelin­ce, bunun manevi bir teklifle herhangi bir ilgisinin olmadığını kaydetmek gerekir. Çünkü İbrahim Ur'dan babası, Sara ve Lut'la birlikte çıkmıştır. Yaratılış kitabı ise İbrahim'in babası Tarah'ın oğlu, gelini ve torunuyla birlikte Kenan eline gitme niyetinde ol­duğunu ileri sürmektedir.

İbrahim'in putlara tapan bir putperest olduğu konusunda eli­mizde herhangi bir kayıt yok. Onun put yapıp sattığı söylenir. Bu durum İbrahim'in Ur'dan Harran'a, oradan Kenan eline göç etme­sini kesinlikle gerektirmez. Göçün tevhit göreviyle veya ibadet konusuyla da uzaktan yakından bir ilgisi yok. Eğer öyle olsaydı Yaratılış kitabı Tarah'ın Kenan eline doğru muhaceret niyetini mutlaka görmezden gelirdi.

Ayrıca İbrahim'in Kenan elinde yalnız olmadığını, yanında tıpkı kendisi gibi Allah'a iman etmiş, varlığa yokluğa birlikte kat­lanmış yardımcıları vardı. Peki bu yol arkadaşları nereye gitti? Onlardan yalnızca Kedorlaomer'le yapılan savaş sırasında söz edildiğini görüyoruz. Sanırım Tevrat yazarları böyle bir savaşta İbrahim'i tek başına göstermeyi göze alamamışlar ve o yüzden sa­yıları üç yüz on sekizi bulan eğitilmiş uşaklarını ve ev horantası­nı yanına katmışlardır.

Sınırlı bir rakama çakılıp kalmayalım, ama bir peygamber ve resul olarak İbrahim'e, onu gönderen Allah'a, getirdiği mesaja ve tevhit görevine inanmış silah arkadaşlarının varlığını görmezden gelemeyiz. Ne var ki Tevrat yazarları böyle bir imanlı grubun var­lığını görmezden gelmişlerdir. Onlara göre yalnızca İsrail oğulla­n Allah'ı tanımaya ehildir ve sadece onlar O'na ibaret edebilir. Keşke öyle olsaydılar!

Tevrat yazarlarının ön plana çıkarmaya gayret ettikleri bir di­ğer husus da İbrahim'e bazı kusurlar atfedip, arkasından Tanrı'nın bu kusurlar sebebiyle ona kızmadığı, aksine İbrahim'e olan sevgi­sinin hiç değişmediği noktasıdır. Bundan maksatları Yahudilere, Allah'a şirk koşmak da dahil oİmak üzere işledikleri günahlar ne olursa olsun, Tanrı'nın kendilerine birazcık kızmış olsa bile, bu öfkenin ebedi olmadığını, ilahi cezayı göz önünde bulundurup tövbe etmeleri halinde Tanrı'nın onları affedeceğini ve önlerinde bembeyaz bir sayfanın yeniden açılacağı düşüncesini zerketmektir. Tevrat'da da belirtildiği gibi, Yahudi tarihinde bu amacın doğ­ruluğunu gözler önüne seren pek çok örnekler görüyoruz..

Hayal gücünün rolü

İbrahim hakkında çok şeyler söylendi ve söyledik.

Peygamberlerin babası İbrahim aleyhisselamın hayatıyla ilgili uydurulan efsanelerin yanı sıra Tevrat'da anlatılan ve kendisine yakıştırılan aşağılık sıfatlardan şüphesiz ki çok yüce ve asildir.

Hanımıyla ilgili yakıştırmalar bir yana, onu, sırf otlaklar ve kuyularda kendisine ortak olmaması için öz yeğenini yanından uzaklaştırdığı, sırf karısı Sara istemedi diye oğlu İsmail'i ve anası Hacer'i kovduğu şeklinde bir erkeğe yakışmayan davranışlardan da tenzih ederiz.

Öncelikle kaydetmek gerekir ki, önceki yazarlar Yahudi nesil­lerine başta Tanrı'nın Yahudi tanrısı olduğu şeklinde kutsal ko­nularda çarpıtılmış bilgiler bırakmışlar, İbrahim, İshak ve Yakub başta olmak üzere geçmişte yaşamış büyük şahsiyetleri ilk ata olarak göstermeyi yeğlemişlerdir.

İbrahim'den sonra gelen atalar ve özellikle de Yakub hakkın­da anlatılan hikayelerde akla hayale sığmayan uydurmalar ve yapmacık anlatımlara başvurulmuştur ki, bunlar, radyo ve tele­vizyonun olmadığı dönemlerde ninelerin torunlarına soğuk kış gecelerinde anlattıkları masalları andırmaktadır.

Belki de Yunan medeniyeti döneminde yaşayan Yahudi tarih­çileri, kendilerinden öncekilerin İbrani tarihi ve özellikle Yahudilere saygınlık kazandırma amacına matuf önemli kişilerin biyoğrafilerini özelliştirmeyle ilgili yazdıklarını görmüş, bunları gerçek zannederek olmuş olaylar gibi uydurmuş ve eski İbranilerin ön­de gelen kişilerine maletmişlerdir.

Onlara inanacak olursak İbrahim Gerar'dan bir orduyla Dımaşk'a gelmiş, orayı istila ederek hükmetmiş, sonra Kenan eline yerleşmiştir. Yine onlara göre İbrahim Mısır'da misafir olarak kal­dığı yıllarda onlardan matematik ve astronomi öğrenmiş, alfabe­yi ve İbrani dilini icat etmiştir.

Belki de Kitab-ı Mukaddes Ansiklopedisi'nden aşağıda Arapçaya çevirerek vereceğimiz metin, Yahudilerin tarihi çarpıtma ve kendi çıkarları doğrultusunda kullanma konusunda oynadıkları rolün çok eski ve önemli bir rol olduğunu, bunun, tarihi olayları kendi çı­karlarına hizmet edecek şekilde zorla değiştirmeye kalkışan mo­dern siyonizmin uydurmalarından olmadığını gösterecektir.

Artabanos: Yahudilerin İbrahim'in Mısır'a gelişiyle bilahere Yusuf'un oraya gelişi ve yine buna uygun olarak Mûsa, onun ora­dan çıkışı hikayesiyle Mısır tarihi arasında bir bağlantı noktası aramaya çalışmaları normaldir. Yahudilerin bu olaylara kendi mühürlerini vurmaları için başka bir sebep daha vardır. Mısırlı vatanperver yazarlar, Yahudiler ve onların Mısır'dan çıkışlarını, Mısır'a göç ettirilen ve oradan zorla kovulan kabilelerin hareketi olarak göstermişler, bu rivayetler okuyucular tarafından genellik­le doğru ve güvenilir kabul edilmemiş, ama aklı başında tarihçi­ler nezdinde kabul görmüştür.

"Yahudi yazarların bilgi edinmek için orijinal kaynaklara ulaş­ma imkanları yoktu. Çoğu kez yaptıkları tek şey, aracı Yunanlı ya­zarların beş Tevrat kitabında bol bol rastlanan nakillerle ilgili bil­dikleri Mısır efsaneleri veya Mısır tarihinden alınmış olayları ve isimleri ayırım gözetmeden birbirine karıştırmaktan ibaretti. Böylece örülen yeni bir kumaş yeni bir geleceğin temelini oluşturdu.

“Bu şekilde Artabanos adıyla elimize ulaşmış bilgi kırıntıları bir hayli fazla. Bu da böyle bir ismin uydurma bir isim olduğu ko­nusunda şüphelenmemiz için makul bir sebep oluşturuyor. Eğer bağımsız yabancı birinin topladığı bilgileri en güvenilir resmi kaynaklardan toplamış olduğu, Artabanos'un kitabının Mısır kaynaklarından ve Hellen kültürünün üst seviyesinden gerçek bilgiler topladığı kabul edilmiş olsaydı, Yahudilerin övünmeleri gerçekten haklı olurdu.

“Kitabın tüm Yahudi atalarını övüp yüceltmeye hasredilmiş olduğu ve onların güya Mısır medeniyetini kuran kişiler olarak gösterilmesini amaçladığı kolayca anlaşılıyor.

“Örneğin İbrahim yirmili yıllarda Mısırlılara astronomiyi öğ­retti.

“Tarlaların ölçülmesini ve sınırlarının belirlenmesini ilk ola­rak emreden kişi Yusuf'dur; ekilip biçilmeyen pek çok araziyi su­layarak ıslah çalışmalarını o başlatmıştır; kahinlere belli araziler tahsis etmiş, ölçü, tartı ve kontrol aletlerini ilk o icat etmiştir.

“Daha sonra Yusuf'un yanına gelen akrabaları ise Asos ve Heliopolis'de tapınaklar kurmuşlardır.

“Müsa hikayesinde ise Artabanos kalemini alabildiğince öz­gürleştirerek, hayalinin zirvesine ulaşmıştır. Örneğin Mısırlıların Hermes, Yunanlıların Mosius dedikleri Müsa, Firavun Hanferis'in kısır karısı, kraliçe Merbes'in evlat edindiği bir çocuktu. Tekne­nin mucidi, sulama ve savaş amaçlı olarak taş kaldıran aletleri icat eden Müsa idi. Ülkeyi otuz iki nom'a bölen, her noma orada yaşayan halkın tapındığı bir tanrı belgileyen de Müsa'dır. Felsefe­nin kurucusu ve kahinlerin kullandıkları hiyeroglif yazısını -icat eden de odur.

“Sadece bu kadar da değil. Müsa büyük bir komutandı. Köylü ordusunun başına geçerek Etiyopyalılara boyun eğdirmiştir. Hermopolis şehrini o kurmuştur vs..

“İşte bu yüzden Hanferis Müsa'yı kıskanmaya başladı ve onu ülkeden kaçmaya zorladı. Mûsa yolda giderken kendisini öldür­mek için gözleyen Mısırlı bir subayı öldürdü."

“Bu son örnekte tarihçinin tarihî olayları işine uygun geldiği şekilde nasıl çarpıttığını görüyoruz." Ansiklopediden alıntımız burada bitti.

Görüldüğü gibi değişen bir şey yok. Biz modern siyonizmin hayali isimler uydurduğunu zannederdik. Bu isimleri ilave ede­rek çarpıtılmış tarih yazmak, modern Yahudilerin yazdıklarının salt gerçekler olduğu vehmine kapılmalarını sağlamaya yönelik olarak zihinleri karıştırma gayesi gütmektedir. Gerçekten de dünyanın pek çok gazete ve matbuatında neşredilen makaleler, yazılan kitaplar, gayr-ı Yahudi kişiler tarafından yazılmış görün­mekle birlikte, ya siyonizm tarafından satın alınan kişilerce kale­me alınmıştır, ya da tamamıyla hayali isimlerdir.

Modern siyonistler bu metodu kendileri icat etmiş değiller; aksine eski Yahudi yazarlar bu konuda onların piridirler.

Eski İbrani göçleri

Yaratılış kitabının İbrahim'den bahseden kısımları, gerçekte onun tevhit itikadını yayma konusunda yaptıklarını küçük gös­termek amacıyla oldukça mütevazi davranmış, hatta onun oyna­dığı rolün önemini küçültmeye çalışmıştır.

İbrahim'in İbrani göçleriyle olan bağlantısına gelince, Batılı araştırmacılar bunu hülasa halinde vermişlerdir. Buna göre İbra­him göçebe İbrani hareketinin lideriydi. İbraniler Mezopotam­ya'dan Kenan eline göç etmiş, bazıları yoluna devam ederek Mı­sır'a ulaşmış, fakat çoğu Güney Kenan'da, Hebron'da ve Bi'r Seba'da kalarak bölge halkıyla kaynaşmışlardır.

“Lut hikayesi Ammon ve Moab halklarının aslen İbrahim'in önderlik ettiği İbrani göçüyle bağlantılı olduğunu, fakat onların yoldaşlarından ayrılarak Refah, Emim ve Zamzumlu topraklarını işgal ettiklerini göstermektedir. "

Bu verdiğimiz metin Maob ve Ammonluların Refah, Emim ve Zamzumlulara ait üç bölgeyi işgal ettiklerini gösteriyor. Yasanın Tekrarı kitabında (2110-12) yazar Refah, Emim ve Zamzumlu adının bir adın üç değişik söylenişi olduğunu kesin bir dille be­lirtiyor ki, buna göre Emimler Refahlardır; Moablılar onlara Emim diyorlar. Zamzumlular da Refahlardır ve Ammonlular on­lara Zamzum adını vermişlerdir.

İbrahim'in önderlik ettiği İbrani göçünün Mozopotamya'dan Kenan'a gerçekleştirilen tek göç olmadığını, aksine Irak'ın kuzey­doğu kesiminde bilinmeyen yörelerden gelen Heksosların daha geniş göç dalgasının bir parçasını oluşturduğunu; bunların tüm Şam topraklarına yayıldıktan sonra barışçı bir görünümle Mısır'a sokuldukları, fakat orada güçlendikten sonra önce sahil şeridinde iktidarı ele geçirip, arkasından tüm Mısır'ı kontrol altına aldıkla­rını hatırlatmakta yarar var. Tüm bu olaylar Milattan önce ikinci binyılın birinci yarısında olmuştur ki, İbrahim önderliğindeki bi­rinci İbrani göçü, arkasından Yakub liderliğindeki ikinci göç de bu dönemde vuku bulmuştur. Her iki olay da Kuzeydoğu Mezo­potamya'dan Mısır'a doğru Kenan eli üzerinden gerçekleşmiştir.

Her iki İbrani hareketi de Heksos muhacereti dahilinde Hattilerin birbirine yakın zaman dilimlerinde Anadolu eteklerinden Ku­zeydoğu Mezopotamya'ya ve genel olarak Suriye'nin kuzey şeridi­ne aktıkları döneme rastlamış, bu durum daha önce Kenan eline gelip İbranilerle birlikte yaşayan kabilelerin değişik adlarla anılma­larına yol açmıştır ki, Tevrat sifirlerini yazanların etnik gruplarla il­gili isimleri birbirine karıştırmış olmasının sebebi de budur.

Milattan önceki ikinci bin yılın birinci yarımında bölgeyi ele geçiren bu insan toplulukları arasındaki anlaşma kolaylığına ge­lince, bunlar Abrani veya Habiru, Hurri, Haytas yahut Hattilerdi ve hepsine toptan Heksos deniliyordu. Dil yönünden birbirleriyle kolayca anlaşmaları, M.Ö. IV Binyıl ortalarında Akkadların Mezopotamya'ya yerleşmelerinden itibaren Sami dillerinin Bere­ketli Hilal'de yayılmasına yol açtı. Sami dilli halklar her ne kadar hayatlarının ilk dönemlerinde uygarlıktan fazla nasibini alma­mışlarsa da, dilleri yavaş yavaş eski dilleri bastırmaya başlamıştır. Dolayısıyla bölgeye birden çıkıp gelen bu insanların muhaceret­leri sırasında bölgede hakim olan Sami dilleriyle konuşmalarında şaşılacak bir şey yoktur ve belki de Heksosların Sami asıllı olduk­ları ve hatta Araplarla Fenikelilerin karımışından teşekkül ettik­leri şeklindeki yanlış kanaatin sırrı da buradadır. Özellikle Hurrilerin ve diğer ağırlıklı grupların Hint-Iran asıllı oldukları kesin­lik kazanmakla birlikte, değişik dil ve kökene mensup bu toplu­luklar arasında ortak bir anlaşma dilinin yani Samicenin yayılma­sında birbirleriyle yoğun kaynaşmaları ağırlıklı rol oynamıştır. M. Ö. Il. Binyıl ortalarında Mitanni Devleti denilen güçlü bir devlet kuran Hurrilerin Mezopotamya'nın doğusunda uluslararası alan­da önemli rol oynamalarına, daha sonra Suriye'ye yayılmalarına ve Mısırlıların Kenan eline onlara nisbet ederek Khuru adını ver­melerine rağmen, bunlar çok geçmeden Sami potasında erimiş, Doğu Suriye'de Aramiler, diğer yerlerde ise Kenanlı/Fenikeliler tarafından yutulmuşlardır. Dolayısıyla kavisli burun gibi Sami fizyonomik özellikleri arasında gösterilen özellikler de aslında Hatti-Hurri özellikleridir ve Samilerle ilgisi yoktur.

lnsan ırklarının tanımlanması konusunda en veciz ve değerli sözü filozof tarihçi Wells söylemiştir: “lnsan ırklarının bir bütün halinde birbiriyle son derece serbest bir şekilde karışıp, türediği­ni, birbirinden ayrıldığını, birbiriyle kaynaştığını, sonra tıpkı gökyüzündeki bulutlar gibi tekrar birleştiğini hatırlamalıyız. Irk­lar, birbirinden ayrılıp, bir daha bir araya gelmeyen ağaç dalları gibi değildir. Gerçekte her fırsatta sözü edilen bu tekrarlanabilir karışım aklımızdan çıkarmamız gereken bir uyuşumdur. Bu vakı­ayı göz önünde bulundurduğumuz sürece yanlış yola sapmaz, sıkıçı tarafgirliklere düşmeyiz. İnsanlar, mensup oldukları milliye­ti gururla telaffuz eder, akıl ve mantığa ters düşen her tür aşırı öğ­retiyi ona yüklerler. Bir “İngiliz" ırkından veya Avrupa! ırktan söz ederler, ama gerçekte Avrupa halklarının neredeyse tamamı es­ mer, koyu beyaz, beyaz ve mongoloid unsurların zorunlu birle­şimlerinden oluşmuştur. ”

ishak

Sara'nın tek oğlu ve İbrahim'in tek varisidir. Tevrat bölümlerini yazanlar böyle belirtiyorlar. Tevrat'a göre M. Ö. 1897 yılında dün­yaya gelmiş, yüz seksen yıl yaşamış ve M. Ö. 1716 yılında ölmüş­tür. İbrahim'in kardeşlerinden Nahor oğlu Tav'il oğlu Laban'ın kızkardeşinden olma Esav ve Yakub adında ikiz oğulları vardı.

Tevrat'ın anlattığına göre İshak'ın hayatında kayda değer önemli şeyler olmamıştır. O, İbrani tarihinde İbrahim ve Yakub gibi iki parlak yıldız arasında yer almayı başarmış bir insandı.

Esav

Onun bu yarıştaki şansı zayıftı. Göründüğü kadarıyla İshak'ın doğum öncesi ve doğum sırasındaki şartlar, anne babasından al­dığı terbiye ona özel bir durum kazandırmıştı. Kendisine bakan annesi de babası da yaşlıydı. Babası yüz, annesi doksan veya dok­san bir yaşındaydı. Annesi artık bir daha çocuk doğuramayacağı için üzerine aşırı titremiş, bu da onun kişiliğini zayıflatmış, baş­kalarının yönlendirmesine açık hale getirmişti.

İbrahim'in İshak'a kendi aşiretinden bir gelin getirmesi için Eliazer adlı bir uşağını Fırat civarına göndermek suretiyle işleri­ni çekip çevirmesi amacıyla başkalarını görevlendirmesi de bu teslimiyetçiliğin açık bir delilidir. Eliazer, denilen yere gidip İshak'ın içten bir saygıyla 'karşıladığı bir gelinle geri dönmüştür.

Kurban hikayesini ise Tevrat İshak'ın kısmeti olarak gösterir ve Tanrı'nın İbrahim'in soyuna Kenan elini verme vaadini aşırı bir şekilde ön plana çıkarır. Tevrat geleneğine göre İbrahim'in so­yu İshak, sonra Yakub, sonra Yakub'un oğullarıdır. İbrahim'in bü. yük oğlu İsmail, Keddura'dan olan oğulları ve Yakub'un kardeşi Esav söz dışıdır ve mirastan hakları yoktur. Çünkü bu miras Tanrı'nın seçkin halkı İsrail oğullarının kutsal nasibidir. Kurban hikayesinde İshak çekilip götürülmüştür ve kendi is­teğiyle oynadığı bir rol yoktur. Babası onu tıpkı bir koyun götü­rür gibi çekip götürmüştür. “Birlikte giderlerken İshak lbrahim'e ‘Baba” dedi. İbrahim, 'Evet, oğlum!' diye yanıtladı. İshak, ‘Ateşle odun burada, ama yakmalık sunu kuzusu nerede?' diye sordu. İb­rahim, ‘Oğlum, yakmalık sunu için kuzuyu Tanrı kendisi sağla­yacak' dedi.”51

Gidecekleri yere vardıklarında İbrahim oğlunun elini ve ayak­larını bağlayarak sunakta odun üzerine 'koydu. Tam o sırada Tanrı'nın meleği kurbanlık için bir koç getirdi.

Eğer İbrahim oğlunu Tanrı'nın emrettiği gibi kurban etmeyi . tamamlamış ve çocuk da itaat ve sabırla babasına “Sana emredi­leni yerine getir, baba!" demiş olsaydı, bu hikaye, bir babanın hikmetle doğru yolda yürüyüşü, çocuğun rıza ve inançla itaat edişi açısından mükemmel bir hikaye olurdu. Ama (Yahudiler) İshak'a bu saygıyı çok görerek ona bir suçtan dolayı idam mah­kumu gömleği giydirmişlerdir.

Yaratılış kitabı aynı şekilde İshak'a olumsuz bir rol yüklemek­te ve Yakub hikayesinde göreceğimiz gibi, kendi kendini aldata­rak mirası bir diğerine devredileceği düşüncesiyle oğullarından birine aktarmaktadır.

Göründüğü kadarıyla İbrahim Sara'nın ölümünden ve Keddura'yla evlendikten sonra hayatının kalan kısmını oğlu İshak'dan uzak bir yerde geçirmiştir. Bu sürenin İbrahim'in hayatında otuz sekiz yıllık bir dilimi kapladığı tahmin edilmektedir. Bu süre zar­fında Esav ve Yakub dünyaya gelir ve her ikisi de on beş yaşına geldiklerinde dedeleri İbrahim ölür. Ama Yaratılış kitabı bunu görmezden gelerek ikiz Esav ve Yakub'un İshak'ın Rebeka ile iz­divacından yirmi yıl sonra dünyaya gelmesine rağmen sanki ba­ba ile oğulu ve çocukları arasındaki bağ hiç kommadan devam et­miş gibi, bunu vaadedilen toprakların İbrahim soyunun mirası olarak görülmesinde önemli bir bağ şeklinde takdim etmektedir. Halbuki normalde İbrahim'in oğlu İshak'la birlikte ikizlerin sün­net düğününde bulunması gerekirdi. Kaldı ki o dönemin önemli bir işareti olan sünnet dahi bütünüyle gözden kaçırılmıştır. Bölgede kıtlık baş gösterince İshak Filistinlilerin kralı Ebimalik'e, Gerar'a gider. Orada karşısına Tanrı çıkar ve Mısır'a gitme­mesini söyler. “'Sana söyleyeceğim ülkeye yerleş. Orada bir süre kal. Ben seninle olacak, senri kutsayacağım. Bütün bu toprakları sana ve soyuna vereceğim. Baban İbrahim'e ant içerek verdiğim sözü yerine getireceğim. Soyunu gökteki yıldızlar kadar çoğalta­cağım. Bu ülkelerin tümünü onlara vereceğim. Yeryüzündeki bü­tün uluslar senin soyun aracılığıyla kutsanacak. Çünkü İbrahim sözümü dinledi. Uyarılarıma, buyruklarıma, kurallarıma ve yasa­larıma bağlı kaldı.' Böylece İshak Gerar'da kaldı. ”

Bu, Yaratılış kitabı yazarlarının bölgede meydana gelen kıtlık dolayısıyla ikinci kez tekrarladıkları hikayedir. Mısır'dan altın, gü­müş, sığır, davar ve uşaklarla dönen İbrahim'e konulmazken İshak'a oraya gitme yasağının konulmasındaki gizli maksat ise ancak verilen sözün tekrarlanmasına hazırlık amacına matuf olabilir.

Söz konusu tekrar burada İbrahim'in Rab'binin emirlerine, ya­sak ve kurallarına uymuş olması mazeretine bağlanıyor ve bunun dışında Yaratılış kitabı sünnet ve hiç kurulmayan ve daha çamu­ru kurumadan kurban sunma işinin yapıldığı sunaklardan başka bu emir ve kuralların neler olduğundan hiç bahsetmiyor.

Tevrat tarihine göre söz konusu kıtlık M. Ö. 1804'de meydana ge­lir. İshak da daha sonraki yılları kral Ebimalik'le iyi komşuluk anlaş­ması yaparak Filistinlilerle birlikte su kuyularının yakınında geçirir.

Anlaşmanın yapıldığı gün İshak'ın uşağı efendisine yeni bir kuyu açmayı başardıkları ve su buldukları müjdesini verir. İshak kuyuya “Şeba” (ant) adının verir. Böylece şehrin adı günümüze kadar “Bi'r Seb'a” (Ant Kuyusu) olarak kalır.  

Eserin yazılışı sırasında bu konuda da bir karışıklık olmuştur. Şehrin adının bu yüzden “Bi'r Seb'a” olduğu söyleniyor. Eğer bi­razcık geriye gidersek aynı ismin benzeri bir anlaşmanın İbra­him'le Ebimalik arasında yapılması üzerine bu şehre verildiğini görüyoruz. Hatta İbrahim burada Ebimalik'e yedi kuzu verir ve bu yüzden şehre “Bi'r Seb'a” adı verilir.54 Bu durumda acaba şeh­re “Bi'r Seb'a” adını veren kim? İbrahim mi, İshak mı?

v

YAKUB!iSRAİL

Yaratılış kitabı bize Yakub'u henüz doğmadan hilekar bir ce­nin olarak takdim ediyor. Güya Yakub anasının karnından karde­şinden önce çıkmaya çalışır, fakat Esav önce çıkmayı başarınca Yakub hemen onun topuğundan tutunarak arkasından dünyaya gelir ve bu yüzden “Yakub” adı verilir.1 Doğumundan sonra ve tüm hayatı boyunca Yakub hilekar, kurnaz ve cin fikirli birisi ola­rak takdim edilir. Hilede, nifakta ve ikiyüzlülükte üstüne yoktur.

Peygamber Yakub aleyhisselama bu asılsız sıfatları yamamak­tan maksat, Yahudi toplumuna nesilden nesile başkalarına karşı davranışlarında ancak mükemmelen yerine getirmeleri halinde başarılı olabilecekleri duygularını aşılamaktır.

Tevrat'a göre Yakub ve Esav M. Ö. 1836'da veya bir sonraki yıl dünyaya geldiler. Merhum Arap tarihçisi Selim Hasen'e göre Yakub'a bu adın veriliş sebebi, ismin Heksoslarda “hür” ve “efendi” anlamına geliyor olmasıdır.    Bu, İbranilerin aslında Habiru top­luluğu olması hasebiyle onlarla Heksoslar arasındaki yakın ilişki konusunda yeni bir delildir.

Yaratılış kitabına göre Esav ve Yakub büyürler. İshak, usta bir avcı olduğu için Esav'ı sever. Rebeka da İshak'a aşık olur.

Fakat Yakub Esav'ın kendisinden önce doğmuş olmasını bir türlü kabullenemez. Bir gün Yakub çorpa pişirirken Esav avdan döner. Aç ve yorgundur. Yakub'a 'Şu kızıl çorbadan biraz ver de içeyim, aç ve yorgunum' der. Fakat Yakub ona ‘ilk oğulluk hakkı­nı' kendisine vermesini şart koşar. Esav açlıktan ölmek üzere ol­duğu için ‘ilk oğulluk hakkından' vazgeçmeyi kabul eder. Yakub yine de ondan bunun için yemin etmesini ister ve yemin ettikten sonra biraz ekmek ve bir kase çorba verir.

Hikayenin akışı içinde Esav'ın ilk küçük düşürülüşü böyle olur. Çünkü İbranilerde ‘ilk oğul' oluş saygı vesilesidir. Ayrıca ilk oğul mirastan iki pay alır; İbraniler ve civar halklarda ilk oğul di­ğer oğullara nispetle önceliklidir. Esav gibi avcı bir çöl adamının avdan eli boş olarak dönmüş olması inanılacak bir şey değil. En doğrusu Esav'ın annesi Rebeka'dan yemek istemiş olmasıdır. Yok­sa Rebeka o gün yemek pişirmeyip, oğlu Yakub'u fırsattan fayda­lanarak ‘ilk oğulluk hakkını' bir kase çorba karşılığında kardeşin­den satın alması için bizzat yemek yapmaya mı teşvik etmiştir? Esav'ı babasının evinde hakkından mahrum etmek ve sözde Tann vaadini Yakub ve oğullarına müyesser kılmak için uydurulmuş bir hikaye. Hatırlanacak olursa daha önce de aynı yolla Lut Ke­nan elinden uzaklaştırılmış, İsmail baba evinden kovulmuştu.

“Esav kırk yaşında Hattili Beeri'nin kızı Yudit ve Hattili Elon'un kızı Basemat'la evlendi. Bu kadınlar İshak'la Rebeka'nın başına dert oldular...”  Görüldüğü gibi burada da Esav Hattili iki kadınla evlenmek suretiyle anne babasına sıkıntı kaynağı oluyor ve İbrahim soyundan olmayan iki kadınla evlenmesi onun nes­linden uzaklaşmasına zemin hazırlıyor.

Yakub bir kase çorba karşılığında Esav'dan 'ilk oğulluk hakkı'nı satın alarak aşağılık bir anlaşma yapmakla yetinmez ve göz­leri iyi görmeyen yaşlı babasını da aldatır. Bir defasında İshak Esav'dan kendisine av eti getirmesini, bundan yemek yapmasını ister ve bunun için kendisini kutsayacağını belirtir. Rebeka İshak'ın oğluna söylediklerini duyar ve hemen Yakub ve hanımına konuyu açarak kardeşinden önce davranmasını, babasına yemek hazırlayarak, ondan hayır duasını almasını ister. Yakub da anne­sinin isteğini yerine getirir ve kardeşinin elbisesini giyer. “Elleri­ nin üstünü, ensesinin kılsız yerini oğlak derisiyle kapladı. Yaptı­ğı güzel yemekle ekmeği Yakub'un eline verdi.”  Rebeka ve Ya­kub tüm bunları yemeği getirenin aşırı kıllı Esav olduğunu san­ması için yaparlar. Yakub'un ellerinin üzerinin ve ensesinin üst kısmının oğlak derisiyle kaplanmasının sebebi de budur.

Neticede İshak bu hileyi yutar ve oğlu Yakub'u kutsar.

Esav iş işten geçtikten sonra çölden döner ve kardeşi Yakub'u öldürmeyi kafasına koyar. Yaratılış kitabı Rebeka'nın Esav'ın bu ni­yetini nasıl öğrendiğini belirtmiyor. Her ne ise, Rebeka Esav'ın ni­yetini öğrenir ve Yakub'la hanımını dayısı Laban'ın yaşadığı Har­ran'a kaçıp gitmeleri konusunda uyarır. Ayrıca kocasından Yakub'u Kenanlı bir kadınla evlenmemesi, aksine dayısının kızlarından bi­rini alması konusunda uyarmasını ister. Böylece Yakub dayısı Laban'ın yaşadığı Feddan-ı Aram'da bulunan Harran'a göç eder.

Tevrat, Yakub'un Fırat boylarındaki aşiret topraklarına göç ta­rihini M. Ö. 1760 olarak vermektedir ki, buna göre Yakub o sıra­lar 77 yaşında olmalıdır. Yakub orada yedi yıl sonra yani 84 ya­şındayken Lea ile evlenir. Daha sonra Rahel'le izdivaç eder ve iki hanımın iki cariyesini de eş edinir. Yakub'un bunca uzun yıl be­kar olarak kalıp kalamayacağını bilmiyoruz. Ancak bedevi göre­nekleri, ' Tevrat'ın kaydına göre yaşı bir buçuk asır veya daha faz­lasına ulaşan yaşlı birinin evlenmesini hayli yadırgar. Özellikle İbrahim, İshak ve Yakub'un evlilik yaşlarını. Yine de Tevrat İbra­him'i yüz, hanımı Sara'yı doksan yaşında gösterir..

Neredeyse seksen yaşına gelen Yakub'u yarım yüzyıldan daha uzun bir süre evlilikten alıkoyan neydi, bunu ancak Allah bilir vesselam.

Yakub'un çekip gitmesinden sonra Esav amcası İsmail'in yanı­na gider ve karılarının üzerine amcasının kızı Mahalat'la evlenir.

Yaratılış kitabının sayfalarını çevirerek 36. bölüme gelince ba­kın neyle karşılaşıyoruz. Esav karılarını Kenan elinden seçer. Hattili Elon'un kızı Ada, Hivli Sivon'un torunu, Ana'nîn kızı Oholivama, Nevayot'un kızkardeşi, İsmail'in kızı Basemat.  Bir yerde bakıyoruz Beeri'nin kızı Yadit, Elon'un kızı Basemat ve İs­mail'in kızı Mahalat'la evleniyor, bir yerde ise isimler değişiyor: Elon'un kızı Ada, Ana'nın kızı Oholivama ve İsmail'in kızı Base­mat. Sanırım burada Tanrı Yakub'a oğlu Yahuda'yı ihsan etmeden önce adından Yahudi olduğu anlaşılan Yudit ismi uygun bulun­mamış. Peki bu Yudit ismi nereden geldi? Olsa olsa Musa vasıta­sıyla Tanrı'nın Yahve ismiyle bilinmesinden yüzlerce yıl önce Kenanlıların kullandığı isimlerden Yahuda adının Yakub tarafından oğluna verilmiş olması söz konusudur. Acaba Yahudiler Yahuda adını Musa'nın tanımladığı tanrılarının adı Yahve'ye nisbeten mi vermişlerdir? Yahut Yudit ve Yahuda adının Yahve'yle herhangi bir bağlantısı yok mudur?

Mahalat, bir yerde İsmail'in kızının adı olarak geçiyor, sonra aynı isim Hattili Elon'ın kızı için kullanılıyor, sonra adı İsmail'in kızı Basemat oluyor, Hattili Elon'un kızının ismi de Basemat ye­rine Ada'ya çevriliyor.. Sadece Yudit değil, babasının adı da orta­dan kayboluyor. Çünkü ilk hanımın adı Hattili Beeri'nin kızı Yudit iken, birden bire Hivli Sivon kızı Ana'nın kızı Oholivama ola­rak zikrediliyor...

Yakub’u Feddan-ı Aram yolunda bırakmıştık. Yakub rüyasın­da Tanrı'yı görür. Tanrı kendisini ona tanıttıktan sonra “Atan İb­rahim'in, İshak'ın Tanrısı Rab benim' dedi ve malum vaadi tekrar etti: “Üzerinde yattığın toprakları sana ve soyuna vereceğim.”8

Yakub Harran'a vasıl oldu ve dayısı Laban'a yedi yıl hizmet ettik­ten sonra güzel kızı Rahel ile evlenme konusunda bir anlaşma yaptı.

Aradan yedi yıl geçtikten sonra Laban zifaf gecesinde yeğeni­ni aldattı ve gece karanlığında ona Rahel'in yerine gözleri pek iyi görmeyen diğer kızı Lea'yı verdi. “Sabah olunca Yakub bir de baktı ki, yanındaki Leal Laban'a, 'Nedir bana bu yaptığın?' dedi. 'Ben Rahel için yanında çalışmadım mı? Niçin beni aldattın?' La­ban, 'Bizim buralarda adettir. Büyük kız dururken küçük kız ev­lendirilmez' dedi." Yakub sonra bir yedi yıl daha hizmet ederek Rahel'i de aldı. Laban ayrıca Lea'nın cariyesi Zilfa ve Rahel'in cariyesi Bilha'yı da Yakub'a verdi. Yakub'un iki hanımı ve cariyesinden on iki erkek çocuğu ve bir de Dina adında kız çocuğu oldu. Yaratılış kitabının otuzuncu bölümü Yakub'un dayısının sahip olduklarını ele geçirmek için ona karşı kötü bir hile yaptığını hi­kaye etmektedir. Hikaye aslında hayli uzun, ama kısaca şöyle: Ya­kub evine dönmek ister ve karıları ve çocuklarını da beraberinde götürmek niyetindedir. Fakat Laban ondan memnundur ve ödül­lendirmek ister. Yakub ödül kabul etmez, sadece sürülerden bir kısmını, noktalı ve benekli olanların kendisine verilmesini talep eder ve ileride dayısının kendisini denetlemek istemesi halinde, noktalı ve benekli olanların dışındakilerin ona ait olacağını belir­tir. Böyle anlaşırlar. Fakat Yakub aselbent, badem, çınar ağaçların­dan taze dallar keser. Dalları soyarak beyaz çentikler açar. Sonra bu çubukları koyunların su içtikleri yalaklara koyar. Koyunlar bu çubukların önünde çiftleşince benekli, çizgili ve noktalı yavrular doğuruyorlardı. Yakub dayısının hissesi olan hayvanları böylece bir kenara ayırır ve onları yalakların önünde çiftleştirir. Böylece kendi sürüsü artarken, dayısının sürüsü azalır ve o zenginleşir­ken, dayısı fakirleşir. Artık çok sayıda sürüsü, erkek ve kadın kö­lesi, deve ve eşekleri vardır ... Sonra Tanrı rüyasında Yakub'a gö­rünür ve sahip olduğu şeylerle birlikte doğduğu topraklara dön­mesini emreder. Bu konuda karılarına danışır. Onlar: “‘Babamızın evinde hâlâ payımız, mirasımız var mı?' dediler. ‘Onun gözünde artık yabancı değil miyiz? Çünkü bizi sattı. Bizim için ödenen be­delin hepsini yedi. Tanrı'nın babamızdan aldığı varlığın tümü bi­ze ve çocuklarımıza aittir. Tanrı sana ne dediyse öyle yap.”'

Yakub çocuklarını ve karılarını develere bindirip, sürülerini ve topladığı tüm malları alarak Kenan eline doğru yola koyulur. Üçüncü gün dayısı Laban onun kaçtığını anlar ve hemen arkasın­dan yola çıkarak yedi gün sonra yetişir. “O gece Tanrı Aramlı Laban'ın düşüne girerek ona, ‘Dikkatli ol!' dedi. ‘Yakub'a ne iyi, ne de kötü bir şey söyle”'.    

Laban yeğeni ve damadı Yakub'a kendisini aldattığı için hafif­çe serzenişte bulundu. Çünkü Tanrı kendisini uyardığı için bir cezaya çarptırılmaktan korkuyordu. Sadece “Ama ilahlarımı ni­çin çaldın?" dedi.11

Laban'ın sözünü ettiği ilahlar, tapmakta olduğu putlardı. Rahel babasının evde olmadığı bir sırada onun putlarını çalmıştı ve Yakub'un bundan haberi yoktu. Bu yüzden dayısının ithamını şiddetle reddetti.

Laban, Yakub, Lea ve diğer iki cariyenin çadırlarında putları­nı aradıysa da bir şey bulamadı. Sonra Rahel'in çadırına girdi ve öylesine aradı. Rahel putları devenin semerine koymuş, üzerine oturmuştu. Babasına ‘“Efendim bana kızmasın, ama adet görmek­teyim, kalkamam' dedi. Laban etrafı didik didik etti, ama putları­nı bulamadı."' 12

Laban putlarını bulamayınca bu defa Yakub, yavuz hırsız ev sa­hibini bastırır hesabı, ona sitemler etmeye başladı. Bu defa Laban onun gönlünü almak zorunda kaldı. “Gel anlaşalım; aramıza tanık koyalım". Yakub bir taş alıp onu anıt olarak dikti. Yakınlarına taş toplayın dedi. Adamlar topladıkları taşları bir yere yığdılar. Orada yığının yanında yemek yediler. Laban taş yığınına Yegar Sahaduta, Yakub ise Galet adını verdi.13 Yegar Sahaduta, Tevrat'ta geçen nadir Aramice kelimelerdendir ve ‘anıt taşı' anlamındadır.

Yarumcular ve araştırmacılar Rahel'in yaptığının doğru olup olmadığı konusunda görüş ayrılığına düşmüşlerdir. Acaba baba­sının putlarını niçin çalmıştı? Kimileri, kendisi hâlâ putperest ol­duğu için, Kenan eline vardıktan sonra tapınmak amacıyla çaldı­ğını ileri sürüyorlar. Kimileri ise babasının Yakub ve beraberinde­kilerin Feddan-ı Aram'dan kaçıp Kenan eline giderken takip etti­ği güzergahı öğrenemesin diye bu yola başvurduğunu belirtiyor­lar. Üçüncü bir görüş, Rahel'in bu putların ait olduğu haneye şans getireceğine inandığı, babasına ve eski evinden ziyade yeni hanesine bereket getirmesi dileğiyle çaldığı şeklinde.

Her üç görüş de, Yakub'a bağlanmasına ve bunca yıl onunla bir yastığa baş koymasına rağmen Rahel'in putperestlikten tam olarak vaz geçmediğini göstermektedir.

Rahel'in babasını artık putlara tapmaktan vaz geçirmek ama­cıyla bu işi yaptığı şeklinde bir görüş de var, ama bu makbul bir görüş değil. Çünkü Yaratılış kitabı Yakub, babası ve dedesini,     kimseyi kendilerine özgü olan İbrani tanrısına tapınmaya yön­lendirme gayreti içinde bulunmadıklarını, kendilerinden başka kimsenin bu tanrıyla tanışmasını istemediklerini göstermektedir ki, bu durumda Rahel'in babasını putlara tapmaktan vaz geçirme­ye çalıştığı düşünülemez. Ayrıca Yaratılış kitabına göre Rahel ba­basına ve ailesine karşı herhangi bir sempati duymuyordu ve ak­sine o ve kız kardeşi Lea Yakub'u aldatılmış gafil babanın sürüle­rini ele geçirmesi için teşvik etmişlerdi.

Geriye tek bir ihtimal kalıyor ki, o da Rahel’in para edecek de­ğerli şeyleri çalma arzusuyla putları aşırdığıdır. Çünkü putlar altın veya gümüşten yapılıyordu ve muhtemelen bu hırsızlık Yakub'un uzun yıllar dayısı yanında verdiği hizmetlerin ufak bir karşılığıydı ve belli ki alınan sürüler verilen hizmetleri karşılamıyordu.

Bu son görüş, İsrail oğullarının en yakınlarına dahi uyguladık­ları muamelelerle tamamıyla örtüşmektedir.

Yakub, yirmi yıl önce kendisinden intikam almasından korktu­ğu için kaçtığı kardeşi Esav'ın obalarına yaklaşmıştı. Ondan çok çekiniyordu ve onu hediye kabilinden verdiği rüşvetlerle kandırma niyetindeydi. Burada 'rüşvet' kelimesini mecazi değil, gerçek anla­mında kullandık. Çünkü hediye, birine karşı duyulan sempatiden dolayı ve hatır gönül için verilir. Yakub'da ise bu tür duygular yok­tu ve kardeşinden aşırı şekilde çekiniyor bu yüzden Tanrısına “Yal­varırım, beni ağabeyim Esav'dan koru. Gelip bana, çocuklarla an­nelerine saldırmasından korkuyorum”  diye dua ediyordu. Yakub ağabeyi Esav'a önden adamlar gönderip gelişini duyurdu. Gönder­diği mesaj kendisini aşağılayacak cinstensti: “Ağabeyim Esav'la karşılaştığınızda 'kulun Yakub arkamızdan geliyor, diyeceksi­niz.”  Bir kardeş ağabeyine ancak kendisini ona karşı borçlu his­sediyor ve aşırı şekilde korkuyorsa bu şekilde hitap edebilir.

Yakub, ağabeyine rüşvet olarak iki yüz koyun, yermi koç, yav­rularıyla birlikte otuz dişi deve, kırk inek, on boğa, yirmi dişi, on erkek eşek ayırdı ve onları gruplar halinde ayırdı ki, ağabeyi gö­rünce çok zannetsin ve kendisinden memnun kalsın. Yaratılış kitabı bize Yakub'un Yabbuk ırmağının sığ bir yerin­de insan suretine bürünmüş tanrıyla karşı karşıya geldiğini anla­tıyor. Rivayete göre Yakub orada sabaha kadar bu insanla güreş tutar. Yakub'u yenemeyeceğini anlayınca onun uyluk kemiğinin başına çarpar. Yakub'un uyluk kemiği çıkar. “Adam 'Bırak beni, gün ağarıyor' dedi. Yakub 'Beni kutsamadıkça seni bırakmam' di­ye yanıtladı. Adam, 'Adın ne?' diye sordu.Yakub. Adam 'Artık sana Yakub değil İsrail denecek' dedi. 'Çünkü sen Tanrıyla, insan­larla güreşip yendin.' Yakub 'Lütfen adını bağışlar mısın?' diye sordu. Ama adam 'Neden adımı soruyorsun?' dedi. Sonra Yakub'u kutsadı. Yakub 'Tanrı'yla yüzyüze görüştüm, ama canım bağışlan­dı' diyerek oraya Peniel adını verdi." 16

Bu güreş üzerinde biraz duralım. Yakub'un güreştiği insanla açıkça Tanrı kastedilmiştir ve bu güreşten murat İsrail oğullarını o güne kadar ve o günden sonra hiç kimsenin sahip olmadığı özel bir ayrıcalığa kavuşturmaktır. Tanrı Tevrat'da adları geçen kişiler­den birçoğuyla yüz yüze karşılaşmıştır ve bunların çoğu Yakub'a kötülük etmemesi konusunda uyarılan Laban hikayesinde oldu­ğu gibi tanımadıkları ve inanmadıkları Tanrı'yı rüyalarında gör­müşlerdir. Ama insanlar arasında Allah'la güreşme ayrıcalığı yal­. nızca Yakub'a nasip olmuştur. Ve bu güreşte Tanrı Yakub'u yen­mekten aciz kalınca Japon güreş oyunlarından birine başvurup, uyluğuna bir darbe indirmiş, sonra da ona İsrail yani Allah'la, in­sanlarla ve kaderle mücadele eden gizli güç sahibi insan adını vermiştir. Tövbe tövbe!

Belki de bu güreş hikayesini anlatanların daha başka bir mak­sadı vardı. Hiçbir tanrının kendisiyle kuvvet yönünden boy ölçüşemediği İbrani tanrısı, İsrail oğullarının farklılıkları ortadan kal­dırmak, tanrılarıyla kendileri arasındaki engelleri yok etmek iste­dikleri bir ayrıcalığa sahip olmasın. Öyle ki, onunla yüz yüze ge­lebilsinler, onunla mücadele edip güreşebilsinler ve şayet onu alt edemezlerse, o da onları alt edemesin.. Nitekim yalnızca Yakub tanrıyla, insanlarla ve kaderle mücadele etmeyi başarmıştır ve Ya­ratılış kitabına göre İsrail oğullarıyla tanrıları arasında bir mesafe varsa da, bu, önderlerinin aşabilecekleri, gücü ve sıfatları konu­sunda tanrıya ortak olabilecekleri kısa bir mesafedir. Bu söyledi­ ğimiz şey mübalağa değildir. Bir biri ardına nakledeceğimiz riva­yetler de İsrail oğullarının kendileriyle Tanrıları arasındaki ilişki­yi bu şekilde gördüklerini gözler önüne serecektir ki, şüphesiz yan yana yaşadıkları diğer putperest halkların inançlarından etki­lenmiş olmalarının bariz bir delilidir.

Hikayeye göre Tanrı güreş sonunda İsrail adını verdiği Ya­kub'un kalbindeki manevi ruhu alt etmekten ümidini kesmiş ve yüz yüze gelmekten çekindiği ağabeyi Esav'la buluşsun diye onu bırakıp gitmiştir.

Yakub, ağabeyi Esav'ın kendisine doğru geldiğini görünce yedi kere yere kapanarak ona yaklaştı. Esav, Yakub'un beklediğinin ak­sine kendisine cömert davrandı ve ancak "Eğer sevgini kazandım­sa, lütfen armağanımı kabul et. Senin yüzünü görmek Tanrı'nın yüzünü görmek gibi. Çünkü beni kabul ettin" diyerek ısrarlı dav­ranmasından sonra onun hediye ve rüşvetini kabul etti.17

Yaratılış kitabında kaydedildiği gibi Esav'ın yüzünü görmekle ölümün soğuk çehresini görmeyi bir tutan Yakub'un iki yüzlülü­ğünün İsrail oğullarına yansımasının tipik bir örneği. Verilen he­diye ve rüşvetin yanı sıra 'seni görmek Tanrı'yı görmek gibidir' şeklindeki sözü ise, ancak şerrinden ve intikamından çekindiği ağabeyinin hışmından kurtulma gayretidir.

Yakub, Tanrı'nın kendisine verdiği yeni lâkabdan dolayı se­vinçten çamurlar içinde yuvarlanır. Bu yeni lâkabın anlamlarının sağladığı erkeklik, şeref, güç ve ihtişam nerede, kendisinin, iki hanımının, cariyelerinin ve evlatlarının Esav'ın karşısında yedi defa yeri öpmeleri nerede?

Esav kardeşi Yakub'a yola birlikte devam etmelerini teklif eder, ama Yakub ağabeyiyle birlikte gitmeme konusunda ikna edici özürler beyan ederek bu yolculukten çekinir ve onu bırakıp gider.

Yaratılış kitabını yazanlar, İshak'ın dilinden Yakub'a “Anneyin oğulları sana secde etsin!" ve Esav'a ise “Kardeşine hizmet ede­ceksin" dedirttiği halde yere kapanının ve köle rolünü oynayanın kim olduğunu görmezden geliyorlar. Bunun Yakub olduğu açık, ama Yaratılış kitabını yazanlar ve yorumlayanlar Yakub ve Esav'ı iki ayrı kişilik olarak gösteriyorlar..

Yakub çadırını Şekem yakınına kurarak, bölge reisinden yer­leşebileceği bir miktar toprak satın alır. “Orada bir sunak yapıp, ona el-Elohe İsrail adını verir.”18

Şekem'de İsrail oğullarının hayatında ve onların başkalarıyla olan münasebetlerinde oldukça önemli rol oynayan büyük bir olay vukû bulur.

Otuz dördüncü bapta anlatıldığına göre Yakub'un kızı Dina ci­. vardaki kızları görmek için dışarı çıkar. O bölgenin beyi Hivli Hamor'un oğlu Şekem Dina'yı görür; onu yakalar, onunla yatar ve aşağılar. Fakat gönlünü ona kaptırır ve babası Hamor'dan onu kendisine eş olarak almasını ister. “Yakub kızının namusunun kirletildiğini işitti.” Bu ifade, Yakub'un olayı kızından duymadı­ğını göstermektedir. Anlaşıldığı kadarıyla Şekem zor kullanarak kıza sahip olmuş, fakat onu sevmiş ve iyi davranmıştır. “Aşağıla­dı” ibaresi ise ancak gelenek halini alan evlilik törenini yapmadı­ğı anlamına gelebilir.

Bir başka delil, Dina'nın babasının evine dönmeyip, yiğidi Şekem'in evinde kalmayı kabul etmekle olan bitenden memnun ol­duğudur ki, bu, onun Şekem'le daha önce sözleşerek evden ayrıl­dığını gösterir... Hamor, Yakub'un evine giderek Dina'yı oğluna is­ter. Mihir miktarını tespit etmeyi Yakub'a bırakır ve ona iki ailenin kendisinin sahip olduğu bölgede birlikte yaşamasını teklif eder.

Yakub ve oğulları bu cömert teklifi doğrudan reddetmezler. Yaratılış kitabı Yakub'un oğullarının yapılan tekliften dolayı duy­dukları memnuniyeti görmezden gelerek, İbranilerin sünnetsizlerle evlenmemeleri dolayısıyla Hamor'un kabilesindeki tüm er­keklerin sünnet olmalarını şart koştuklarını kaydetmektedir. Hamor'un adamları ve Şekem henüz sünnetin acısını çekerken Yakub'un oğulları kılıçlarını çekip kuşku uyandırmadan kente girer ve bütün erkekleri kılıçtan geçirirler. Hamor'la oğlu Şekem'i de öldürürler. Arkasından Dina'yı Şekem'in evinden alıp çıkarlar. “Sonra Yakub'un bütün oğulları cesetleri soyup kenti yağmaladı­lar. Çünkü kızkardeşlerini kirletmişlerdi. Kentteki ve kırdaki da­varları, sığırları, eşekleri ele geçirdiler. Bütün mallarını, çocukla­rını, kadınlarını aldılar; evlerindeki her şeyi yağmaladılar." .

Yakub, oğulları Şimon ve Levi'ye “Bu ülkede yaşayan Kenanhlarla Ferizlileri bana düşman ettiniz, başımı belaya soktunuz" de­di. “Sayıca azız. Eğer birleşir, bana saldırırlarsa, ailemle birlikte yok olurum.” Şimon'la Levi “Kızkardeşimize bir fahişe gibi mi davranmalıydı?" diye karşılık verdiler.19

İsrail oğulları reislerini yakıp kavuran bu kıskançlık ateşi de neyin nesi? Sara'yla firavun ve Ebimalik, ayrıca Rebeka'yla Ebi­malik ve diğer hikayeler unutuldu mu? Hayır, unutulmadı; yal­nızca yeri geldiğinde İsrail oğullarının kullanması için rafa kaldı­rıldı. Bir yanda şerefi iki paralık olmuşluk, diğer yanda tuhaf bir namus zaferi. Önceki hikayelerde hem İbrahim'in, hem de İshak'ın rızasıyla bir evlilik olayı, şimdiyse Yakub ve oğullarının şe­refinin iki paralık oluşu..

Burada İsraillilerin zihinlerine kazıyıp, birbirlerine miras bıra­kacakları bir ders var. Hamor ve Şekem olayında olduğu gibi fır­sat elverdiğinde İsrailliler bir kavme zulmedebilir, zenginliklerini yağmalar ve kızkardeşlerine yapılanı sineye çekmedikleri için yapmacık erkekliklerini sergileyebilirler; yaptıklarını veya yap­tıkları iddia edileni yaparlar. İbrahim'le İshak karılarıyla firavun ve Ebimalik arasından çekilirken, karılarının hanımları değil kızkardeşleri olduğunu söylerken bu erkeklik gururları neredeydibilmiyoruz!

Aradan çok geçmeden bu defa da bizzat Yakub'un yatağında çok çirkin bir zina fiili gerçekleşti. Olayın kahramanları Yakub'un Lea'dan olma kızı Ruhen ve ikinci hanımı Rahel'in hediye ettiği babasının cariyesi Bilha idi. Anlatıldığına göre İsrail o bölgede ya­şarken Ruhen babasının cariyesi Bilha'yla yattı. İsrail bunu duy­du, fakat Bilha'nın Yakub'a Dan ve Neftali adlı iki çocuk doğur­duğunu bilmesine rağmen bir şey yapmadı. Bu iki kardeş söz ko­nusu olaydan etkilenmediği gibi, Ruben'in annelerine yaptıkları­na da hiç kızmadılar.

Olayların seyrinden anladığımız kadarıyla yaptığı kötü işten dolayı büyük oğulluk hakkı Ruben'den alınıp Yusuf'a isnat edil­miştir. Yusuf'un oğulları Efrayim ve Manasse'nin diğer on bir am­caları gibi İsrail'in mirasından tam hisse hakları vardı. Esasen Ya- kub'un on iki oğlu olduğu için hisselerin on üç olması gerekirdi, ama Yakub'un Lea'dan olan üçüncü oğlu Levi ve oğulları İsrail'in mirasından mahrum edilmiş ve Levililerin nasibini Tanrı'dan al­maları kararlaştırılmıştı. Bu yüzden Tanrı'nın emriyle kahinlik işi kıyamete kadar onlara verilmiş ve Musa ve Harun'dan itibaren İs­rail oğullarının manevi liderleri onlar olmuştur.                                                                                              .

Yaratılış kitabının naklettiği bir diğer olay ise Yakub'un Lea'dan olan dördüncü oğlu Yahuda ile ilgilidir. Yakub'un bu oğ­lunun özel bir yeri vardır. Çünkü Tevrat'ın kavline göre ilk İsra­illi kral Davud onun soyundan gelmiş ve İsrail'in bütün torunla­rını itaat altına almıştır.

Yaratılış kitabının 38. bölümünde Yahuda'nın kardeşlerinden ayrılarak ülke halkıyla komşu olduğu, kendisine Er, Onan ve Şela adında üç oğul doğuran Kenanlı bir kadınla evlendiği belirtil­mektedir. Sonuncusu doğduğunda Yahuda Kezib'deydi.  Yahuda büyük oğlu Er'i muhtemelen Kenanlı bir kız olan Tamar'la evlen­dirdi. Bir süre sonra Er ölünce dul karısı Tamar'la kardeşi Onan evlendi. Çok geçmeden o da ölünce Yahuda kızı babasının evine gönderdi ve oğlu Şela evlenme çağına gelince onunla evlendire­ceği vaadinde bulundu.

Tamar kayınpederinin sözünü tutmak istemediğini anladı ve bir fahişe kıyafetiyle karşısına çıkarak onunla yattı. Tamar hami­le kaldı ve Fares ve Zerah adında ikiz çocuk doğurdu. Bu hikaye yalnızca İsrail soyunun Kenanlı soyuyla karıştığına değil, aynı za­manda Yahuda'nın soyunun kendi geliniyle olan yasak bir ilişki­den türediğini gösteriyor. Nitekim Tamar'ın hamile olduğu anla­şılınca Yahuda onun yakılmasını istemiş, fakat kendisinden ha­mile kaldığını anlayınca fikrini değiştirmiştir.

Ortada garip bir durum var. Yahuda, Tamar'ı büyük oğluna alıyor. O ölünce ikinci oğluna alıyor. O da ölünce üçüncüsü bü­yüyünce onunla evlendireceği sözü veriyor. Sonra nedense fikri­ni değiştiriyor ve yüzünü peçeyle örtüp fahişe kılığına bürünen Tamar'la yatıyor. Bunun için de ona ücret olarak bir oğlak gönde­ receğini söylüyor, fakat oğlağı gönderinceye kadar mührünü, kaytanını ve asasını rehin bırakıyor.' Acaba Yahuda gelini Tamar’ı başka bir alametinden değilse bile sesinden de mi tanımadı?

Hikaye binbir gece masallarını andırıyorsa da Yahuda’nın ge­linini tanımamış olmasına inanmak zor. Tamar’ın ikiz doğurma hikayesi de daha önceki ikiz Yakub ve Esav’ın doğuş hikayesini andırıyor. Doğum yaparken ikizlerden biri elini dışarı çıkarıyor. Ebe çocuğun elini yakalayıp bileğine kırmızı bir iplik bağlıyor ve “bu önce doğdu" diyor. Fakat ne işse çocuk elini geri çekiyor ve o sırada kardeşi doğuyor. Ebe ‘kendine böyle mi gedik açtın?’ di­yor ve bu yüzden çocuğa “Fares” adı veriliyor. Rivayete göre de kral Davud bu Fares’in soyundan gelmektedir. Olayların daha ön­cesine gider ve Mûsa’nın şeriatına dönersek, orada şu hükmü bu­luruz: “Zinadan doğan bir çocuk Rab’bin topluluğuna girmeye­cek. Onun soyundan gelenler de onuncu kuşağa kadar Rab’bin topluluğuna girmeyecektir.”  

Eğer onuncu kuşağa kadar ibaresinin üzerinde duracak olur­sak, Müsa’nın şeriatının kral Süleyman’ı da Rab’bin cemaati ara­sından çıkardığı sonucuna ulaşırız. Çünkü Fares onuncu kuşak­tan Süleyman’ın babasıdır. Ama biz Süleyman peygamberi Tevrat sifirlerinin bu karalamasından tenzih ederiz.

Yahuda ve Tamar hikayesinin ve Mûsa şeriatında bulduğumuz bu hükmün bizi götürdüğü böyle bir sonuca yapılacak tek itiraz, Mûsa şeriatının geriye dönük işletileceğinin belirtilmemesidir, fa­kat yapılacak bir kıyaslama bize ulaştığımız sonucu teyide imkan tanımaktadır.

Mûsa’nın şeriatında şöyle deniliyor: “Ammonlu ya da Moabh biri Rab’bin topluluğuna girmeyecek. Onların soyundan gelenler de onuncu kuşağa dek asla Rab’bin topluluğuna girmeyecek. Mı­sır’dan çıktığınızda yolda sizi ekmek ve suyla karşılamadılar.”22

Halbuki burada geriye dönük bir uygulama söz konusu. Çün­kü İsraillileri karşılamadılar diye Ammonlu ve Moabhların Tanrı’nın topluluğuna alınmayacağı belirtiliyor. Belgeler bu kötü mu­amelenin şeriatın konuluşundan önce yapıldığını gösteriyor ki, bu da Musa şeriatının bir kanun konulmadan önce işlenilen bir suçun geriye dönük olarak cezalandırılması şeklinde uygulandı­ğına işaret etmektedir.

Buna göre peygamberlerden herhangi biri de Tanrı'nın toplu­luğuna girmesi yasaklanan gayr-ı meşru evlatlar zümresine dahil edilmektedir.

Davud'un üçüncü kuşaktan dedesi olan Boaz'ın anası olarak adı geçen Rahab ki adı Yeşu kitabında zaniye Rahab şeklinde zikredilmektedir, Eriha sakinleri olan Kenanlı bir cariyedir. Ri­vayete göre evinde İsrailli casusları gizlemiş ve onların Eriha kra­lının askerlerinin elinden kurtulmasına yardımcı olmuştur. Yine rivayete göre Nun oğlu Yeşu bu yardımından dolayı onu ödüllen­direrek evlenmiş. Bu evlilikten şu sekiz peygamberi doğuran kız­lar dünyaya gelmiştir: Ermiya, Halkiya, Haasiya, Hanameel, Şalom, Baruh, Hazkiyal ve Huldab adında bir kadın peygamber. Matta lncili'nde belirtildiğine göre Selmon'dan olma Boaz’ı doğu­ran da bu Rahab'dır. Selmon'un Rahab'la Yeşu'nun ölümünden sonra evlenip evlenmediği meselesine girerek konumuzdan uzak­laşmak istemiyoruz. Belki daha sonraki araştırmalar bu Rahab'ın başına gelen olaylara ulaştıracak ve hakkında bildiğimizden daha fazlasını öğreneceğiz. Fakat daha önce adı geçen Rahut, Musa şe­riatının Tanrı'nın topluluğuna girmesini yasakladığı Moablı bir kadındır ve dul bir kadın olarak Boaz'la evlenerek doğrudan Da­vud'un dedesi olan Obed'i doğurmuştur..

Bu arada dostumuz Yakub'dan epey uzaklaştık ve onun hile­karlıklarının, dalaverelerinin hikayelerini özledik.

Yakub'un oğullarını yapacaklarını yaptıktan sonra Tanrı Ya­kub'a bulunduğu yerden kaçmasını emreder. “Yakub ailesine ve yanındakilere, 'Yabancı ilahlarınızı atın' dedi. 'Kendinizi arındırıp giysilerinizi değiştirin. Beytel'e gidelim. Sıkıntı çektiğim günlerde yakarışımı duyan, gittiğim her yerde benimle birlikte olan Tann'ya orada bir sunak yapacağım.' Böylece herkes yabancı ilahları­nı, kulaklarındaki küpeleri Yakub'a verdi. Yakub bunları Şekem yakınlarında bir yabanıl fıstık ağacının altına gömdü. ”23

Tevrat'ı yazanların Yakub'a yakıştırdıkları bunca rezillik yet­medi de bir de Tanrı'ya şirk koşma ayıbını yakıştırmaları biraz tu­haf değil mi? Anladığımız kadarıyla o ve ailesi Feddan-ı Aram'daki dayısı Laban'ın yanına giderken yabancı tanrılara tapıyor ve Allah'ın hukukunu gözeteceğini belirterek şöyle diyor: “Sonra bir adak adayarak şöyle dedi: 'Eğer Tanrı benimle olur, gittiğim yol­da beni korur, bana yiyecek, giyecek sağlarsa, babamın evine esinlik içinde dönersem, Rab benim Tanrım olacak. Anıt olarak diktiğim bu taş Tanrı'nın evi olacak. Bana vereceğin her şeyin on­da birini sana vereceğim.”24

Tanrıyla yapılan anlaşma nerde, bu adak ve verilenlerin onda birinin Tanrı'ya iadesi sözü nerde? Herhalde Tevrat'ı yazanlar Ya­kub'un Tanrı'yla tutuştuğu güreşten sonra ikisi arasındaki sınırı ona unutturmuş ve artık sözleşme, adak ve öşürlere ihtiyacı kal­madığı kanaatine varmışlar.

Sanırım Tevrat yazarları vaat edilen topraklarla ilgili sözlerin arasının açıldığını düşünerek, Yakub'un İsrail lakabını unuttuğu­nu, bunu tekrar hatırlatmak gerektiği düşüncesiyle, Tanrı'nın vaktiyle İbrahim ve İshak'a verdiği toprakları bu defa Yakub'a verdiğini, onun da Feddan-ı Aram'da Harran'a giderken oraya bir taş dikerek Beytel adını taktığını belirtmişler. Herhalde Tanrı Yakub ve oğullarının Şekem'de yaptıklarını, sonra yabancı ilahları kaldırıp atmalarını ödüllendirmek için böyle yapmıştır.

Yakub 14 7 yaşında öldü. Ölmeden önce ataları İbrahim, Sara, İshak ve Rebeka'nın yanına, Hattili Efron'un tarlasındaki mağara­ya defnedilmesini vasiyet etti. Incil'deki bir kayda göre ise Yakub Şekem'e defnedildi. Çünkü Mısır'a gitmiş, orada vefat etmiş ve cenazesi Şekem'e nakledilmiştir.

Yaratılış kitabında anlatıldığına göre Şekem Yakub tarafından Hamur'dan satın alınmış, Yakub oraya putlarını gömmüş, olay­dan sonra bir daha adı geçmeyen kızı Dina'nın başına gelenlerden dolayı alınan intikamdan sonra karılarını bu toprakların dışına çıkarmıştır ve İbrahim'in satın aldığı mağarada da buradadır.

Yakub veya İsrail, İsrail oğullarının ilk ata olarak kabul ettik­leri kişilerin üçüncüsüdür. Diğer ikisi İbrahim ve İshak'dır. Belki de Yakub onlar nezdinde gerçek Israilli olmak isteyen kişi için ideal örnektir. Yaratılış kitabını yazanların biyografisiyle ilgili ri­vayette inandırıcı bir açıklama bulamadığımız saygıdeğerlik sıfat­ları yamadıkları bir kişidir o: “Rab 'sizi sevdim' diyor. Oysa siz 'bi­zi nasıl sevdin?' diye soruyorsunuz. Rab, 'Esav Yakub'un ağabeyi değil mi?' diye karşılık veriyor, 'Ben Yakub'u sevdim. Esav'dan ise nefret ettim. Dağlarını viraneye çevirdim. Yurdunu kır çakalları­na verdim.”    ,

Yaratılış kitabı bize Tanrı'nın Yakub'u sevip, Esav'dan niçin nefret ettiğini gösterebilir mi?

Tanrı iftiraya uğramış bir mazlumu bırakıp, müfteri bir zalimi sevebilir mi?

Yakub ki, daha anasının karnındayken ilk oğul olma hakkını kazanmak için Esav'dan önce çıkmaya çalışmış, fakat bunu başa­ramayınca daha sonra bir kase çorba karşılığında söz konusu hakkı hileyle ele geçirmiş, bunun için annesini babasını aldatmış, kardeşini boş ellerle evden uzaklaştırmıştır. Esav ise öfkeyle onu öldüreceğini söylemiş fakat yapmamış, aksine o Harran'dan dö­nerken sevgi ve muhabbetle karşılamış, bir arada yaşamak ama­cıyla yeni bir sayfa açmak istediğini belirtmiş, ama Yakub egoist duygularına mağlup olarak uzatılan eli geri çevirmiştir.

Bu sıfatları yüzünden mi Tanrı'nın Yakub'u sevip Esav'dan nefret ettiğini söylüyorlar? Kötülük, hilekârlık, korkaklık, iki­yüzlülük, bolluk zamanında Tanrı'yı unutup, ancak başı zorda kalınca hatırlamak aşağılık sıfatlar değil midir?

Malaki kitabına göre Tanrı Edomlu olduğu için Esav'a gazaplanmıştır: “Edomlular 'Biz ezildik, ama yıkıntıları yeniden kura­cağız' deseler de, her şeye egemen Rab şu karşılığı verecek: 'On­lar kurabilirler, ama ben yıkacağım!'”26

Acaba İsraillilerin Tanrısı durup dururken yakıp yıkmayı sevi­yor muydu yoksa yakıp yıkmak işlenen bir suçtan dolayı mıydı?

Yaratılış kitabı ve Tevrat'da yer alan diğer kitaplar bize Tanrı'nın Esav'a iman etmesini, buna rağmen onun isyan-ettiğini be­ lirtmiyor. İsrail oğullarının diğer halklara reva gördükleri taru­mar da bunların emredilmelerine rağmen Tanrı'ya isyan etmele­rinden dolayı değil. Aksine İsraillilerin Tanrısı yalnızca onlara öz­güdür ve başkaları ona tapamaz. Gerçekte ise bu kuralı bozup başka tanrılara tapanlar kendileridir.

Bu büyük günahı işleyenlerin başında Yakub geliyordu, ama Tevrat yazarlarına göre o, yani İsrail 'büyük oğul'du. Esasen on­lar bu sıfatla sadece Yakub'u değil, onun soyundan gelenlerin ta­mamını kastediyorlar ki, haksız yere sözü döndürüp dolaştırıp kendilerine getiriyorlar.

Tevrat'ın Yakub'u eğer saygıdeğer bir neslin atası olmuş olsay­dı, yakınlarına sevgi, muhabbet ve mertlik dolu davranışlar sergi­lerdi. Halbuki Tevrat'a göre Yakub babasına, anasına, dayısına ya­lan söyleyen, onları aldatan, kardeşine kin besleyen ve Tanrı'sına şirk koşan biridir.

Hatta Yakub kendi oğullarına karşı sergilediği davranışlarında dahi insaflı değildir. Çünkü Tevrat'a göre Yakub oğlu Yusuf'u di­ğer kardeşlerinden daha çok seviyordu. Eğer bu sevgi Yusuf'un dürüstlüğüne, iyi kalpliliğine ve mertliğine bağlanmış olsaydı, el­bette böyle bir şey hoş karşılanır, onun kazandibi olması dolayı­sıyla bir sevgiyi hak ettiği söylenebilirdi.

Ama acaba Yakub ve diğer İsrail oğulları ecdadının böyle aşa­ğılık sıfatlarla tasvir edilmesinin sırrı nedir? Acaba bu güvenilir bir tarihçiliğin sergilemesi mi? Daha önce de belirttiğimiz ve bun­dan sonra da göstereceğimiz gibi hakikatlerin bu şekilde çarpıtıl­ması, Tevrat yazarlarının tarihi saptırma, temiz önderlerin hayat hikayelerini bulanıklaştırma gayretinden başka bir şey değil.

Tevrat kitaplarını yazanlar Tanrı'nın. Musa'yla birlikte isminin Yahve'yle iyi bir şöhrete kavuştuğu, tanrılar tanrısı olduğu ve kendisine tapınmak için sadece İsrail oğullarını seçtiği şeklinde-. ki bir fikr-i sabiteden yola çıkmışlardır. insanoğlu hata etmekten salim olmadığı için kendi ata ve önderlerini ilk günahkar kişiler olarak nitelemiş ve onların torunlarının günaha batmış olsalar bi­le babalarını taklit etmekten dolayı masum olduklarını vurgula­mak istemişlerdir... Doğru; Yahve İsrail oğullarına işledikleri suçlardan dolayı kızabilir, ama eğer onlar pişmanlıklarını belirtir‘ lerse Tanrıları hemen onları affeder ve şefkatli kolları

İşte Tevrat yazarları bu noktadan hareketle peygamberlere olur olmadık suçlar isnat etmişler, Tanrı'yı yanılabilir, yaptıklarından dolayı pişmanlık duyan, yiyip içen, keyfi davranışlar sergileyen bir kişiliğe dönüştürmüşlerdir. Kendilerine göre Tanrı daima on­ları sever ve ne hata işlerlerse işlesinler, affeder, bağrına basar. Dolayısıyla lsrail oğullarıyla diğer insanlar arasında bir tercih far­kı vardır ve bu tercih onlara lsa'nın zuhuruyla birlikte diğer in­sanlara karşı kin ve intikam duygularıyla davranmalarına zemin hazırlamıştır. VI

YUSUF

Yakub/lsrail'in diğer oğulları için geçerli olmayan sebeplerden dolayı Yusuf olayını özel bir bölümde ele almayı uygun gördük.

Yusuf, Yakub'un büyük oğlu değil, yalnızca sevgilisi Rahel'den doğan büyük oğluydu, ama Israil oğullarının Mısır'a muhaceret hi­kayesinin kahramanıdır. Mısır'da firavundan sonra iktidardaki en güçlü ikinci adamdı ve İsrail oğulları tarihinde hiçbir yerde ve za­manda Davud ve Süleyman'ın bile erişemediği önemli bir mevkiye yükselmişti. Çünkü Davud ve Süleyman dahi bu geniş coğrafyada onun ulaştığı yüceliğe ulaşamamıştı. Yusuf'un firavuna vezirlik yaptığı dönem, yönetimin Heksosların eline geçtiği dönemdi.

Yaratılış kitabına göre Yakub Mısır'a muhaceret ettiği sırada yüz otuz yaşındaydı. Güvenilir kaynaklara binaen İbrahim'in doğum tarihi M. Ö. 1996 olduğuna göre, Yakub ve oğullarının Mısır'a M. Ö. l 706'da göç etmiş olmaları gerekir ve bu tarihler ittifaken kabul edilen tarihi olaylarla itiraza mahal bırakacak şekilde ters düşme­diğine göre, hiç tereddütsüz nirengi noktası olarak alınabilir.

Daha önce M. Ö. Yirminci yüzyılın bitiminden önce Heksosların sessizce Mısır'a doğru ilerlediklerini ve XVIII-XVII. Yüzyıl ortalarından itibaren Mısır'da iktidarı ele geçirdiklerini, bu tarih­lerde İsrail oğullarının Yusuf'un daveti ve firavunun onayı üzeri­ne -Tevrat'a göre, Mısır'a göç ettiklerini belirtmiştik.

Bilindiği gibi Heksoslar geldikleri topraklardan sökülüp atıl­mamışlar ve Mısır'a doğru ilerlerken yol üzerindeki topraklara saçılmışlardı. Heksosların Mısır'da iktidarı ele geçirdikten sonra hakimiyet altına aldıkları toprakların mesahası konusunda bir fi­kir yürütmek zor. Çünkü o dönemde Mısır Kenan eli dediğimiz güney bölgeleri başta olmak üzere Suriye topraklarını içine alı­yordu. Dolayısıyla kesin olmamakla birlikte, firavun ve veziri Yusuf'un hakimiyet alanı İsraillilerin Mısır'a muhacereti esnasın­da Kenan elini de kapsıyordu. İsrailliler, ancak belli bir dil grubu oluşturmayan veya milli bağlarla birbirine bağlanmamış toplu­luklardan oluşan yabancı istilacı Heksosların Mısır'ı tamamen ha­kimiyet altına aldıklarından emin olduktan sonra buraya intikal etmişlerdir. Bu durum, daha önce belirttiğimiz gibi, Heksosların bir kolunu oluşturan Habirularla lbranilerin aynı insanlar olduk­ları düşüncesini güçlendirmektedir. Bu, özellikle Mısır'a Abram veya Ibrahim önderliğindeki ilk muhaceret için geçerlidir.

Yusuf satıldı mı?

Yusuf'un Mısır'a nasıl vardığı konusunda Yaratılış kitabında iki rivayet kaydedilmektedir.

Anlatıldığına göre Yakub Yusufu diğer oğullarından daha faz­la seviyordu; çünkü Yusuf kazandibiydi. O yüzden ona renkli bir gömlek hazırlamıştı. Kardeşleri babalarının onu diğerlerinden daha fazla sevdiğini anlayınca, kıskançlıklarından onunla selamı sabahı kestiler. 1

Yusuf'un kazandibi olduğu şeklindeki rivayet, onun küçük kardeşi Benyamin'in en son evlat olduğu rivayetiyle örtüşmemektedir. Çünkü eğer Yakub oğullarından birini daha çok sevecekse, doğumu sırasında annesi vefat eden, bu yüzden dünyaya geldiği andan itibaren ana kucağına hasret kalan Benyamin bu sevgiye daha çok layıktı.

Yaratılış kitabı, Yusuf'un kardeşlerinin ona kin beslemelerinin sebebi olarak, sözü edilen bölümde Yusuf'un gördüğü bir rüyayı kardeşlerine anlatması olayını göstermektedir: “'Dinleyin, bir düş daha gördüm. 'Güneş, ay ve on bir yıldız önümde eğildiler' dedi. Yusuf babasıyla kardeşlerine bu düşü anlatınca, babası onu azar­ladı: 'Ne biçim düş bu?' dedi. ‘Ben,annen, kardeşlerin gelip önünde yere mi eğileceğiz yani?' Kardeşleri Yusuf'u kıskanıyor­du, ama bu olay babasının aklına takıldı.”2

Yusuf'un rüyasının yorumu ne olursa olsun, demek istediği şey onun büyük bir adam olacağı idi.

Kardeşleri onun hakkında kötü şeyler düşünmeye başladılar. Kimileri öldürülmesini teklif etti, ama bazıları buna itirazda bu­lundu ve itiraz edenlerin başında da Ruhen geliyordu. Bazen Ya­huda da itirazda bulunuyordu. Değişik rivayetlere göre Yusuf'un kardeşleri Doğu Ürdün'de Gilat'dan Mısır'a giden İsmail oğulları­na ait bir kervan gördüler ve kardeşlerini Ismailîlere    satmayı dü­şündüler. Fakat burada daj ve E nüshaları arasında bir anlaşmaz­lık söz konusu. Çünkü E rivayetine göre Yusuf köle tabakasına mensup olmamalıydı. Yani kardeşleri doğrudan onu satmamalıydı. Bu yüzden E rivayeti Yusuf'u Midyanlı tacirlere bir kuyuda buldurtur ve onu Ismaililere yirmi gümüş dirheme sattırır. Kısa­cası E nüshası Yusuf'u köle tabakasına mensup olmaktan kurtar­ma gayreti içindedir. Kardeşleri de onu doğrudan Ismaililere sat­mamışlar ve kaderiyle baş başa bırakmışlardır. Bu durumda onu kuyuda bulan ve Ismailîlere satanlar Midyanilerdir ki, tam bir hırsızlık suçu işlemişlerdir.

Böylece Yusuf köle tabakasına mensup olmaktan kurtarıldı.

Yusuf'un anlattığına göre kendisi sakaların reisine “Ben Kenan elinden çalındım" diyerek firavuna kendisini zindandan serbest bırakmasını hatırlatması ricasında bulunmuş. Bu ibare E nüsha­sının ilave ettiği bir varyasyon olabilir, ama o, alışıldığı şekilde Kenan eli sözcüğünü kullanıyor ve Yusufun geride bıraktığı İbranîlerin sayısının azalması söz konusu olduğunda bu ibareyi zikrediyor. Yaratılış kitabının rivayetine göre Yusuf'un geride bı­raktıklarının sayısı yetmiş beş kişiden fazla değil ve bu kadarcık insana istinaden Kenan elini İbranî yurdu olarak gösteriyor. Bu ibare İbranî sözcüğünün yalnızca İsrail oğullarını değil, onlarla birlikte Esav'ın oğulları Edomîler ve Yaratılış kitabının Kenan eli­ne gitmek için amcası İbrahim'le birlikte Fırat'ı geçen Lut'a nisbet ettiği Moablılar ve Ammonlular yahut muğlak anlamıyla Habiruları da kastetmiş olabilir.

Göründüğü kadarıyla doğrudan satış olayı ve Yusuf'un köle tabakası içinde gösterilmesi, genel anlamda Tevrat kitaplarını ya­zanlar nezdinde oldukça akla yakın bir husustu. Yaratılış kitabı­nı birkaç sayfa daha çevirdiğimizde Yusuf'un kendi dilinden biz­zat kardeşleri tarafından Midyanilere satıldığını teyit eden ifade­ler buluyoruz: “'Ben Mısır'a sattığınız kardeşiniz Yusuf'um' dedi. ‘Üzülmeyin, çünkü beni buraya siz sattınız.”'3

Yusuf, firavunun yakın adamlarının başkanına çalındığını, kardeşlerine ise onlar tarafından Mısır'a satıldığını söylüyor..

Ben elimden geldiğince bu araştırmada kişişel kanaatimi yan­sıtmamaya çalışıyorum, o yüzden de Yusuf'un kardeşlerinin Al­lah'ın adına yemin ederek onu tacirlere satmış olmaları ihtimali­ni uzak görüyorum. “Bir kafile geldi. Sucularını gönderdiler. O kovasını kuyuya daldırdı. Sonra ‘Müjde! Bu bir çocuk' dedi.." Bu ifade kardeşlerinin Yusuf'u tacirlere sattığı şeklindeki iftiranın asılsız olduğunu, tacirlerin onu kuyudan çıkarıp kayıp bir mal bulmuş olmaktan sevinerek Mısır'a sattıklarını açıkta ortaya koy­maktadır.

Yusuf'un satılış hikayesindeki tenakuzlardan biri de Yaratılış kitabında Ruben'in kuyuya geri dönüp onu bulamadığını naklet­mesidir. “Ruhen, Yusuf'u orada bulamayınca üzüntüden giysileri­ni yırttı. Kardeşlerinin yanına gidip ‘Çocuk orada yok' dedi. ‘Ne yapacağım ben şimdi?”'

Babasının cariyesine tecavüz eden, Yusuf'un itilip kakılması konusunda kardeşlerine suç ortaklığı yapan, onlara onu kuyuya atmalarını söyleyen Ruhen nerde, sonra güya onu onların elinden kurtarıp babasına geri götürmek isteyen Ruhen nerde? Bir ağabe­yin ölüm tehlikesiyle burun buruna gelmiş küçük kardeşine dav­ranışı böyle mi olur? Önce ortadan kayboluyor, sonra iş işten ge­çince ortaya çıkıp üstünü başını parçalıyor ve 'ben şimdi ne yapa­cağım?' diyor.. Bu acı ve tenakuz konusundaki tek rivayet, E nüshasının Midyanileri Yusuf'u kuyudan çalmakla suçlayan rivayetidir. Yani E nüshasına göre kardeşleri Yusuf'u kuyuya atıp çekip gittiler, son­ra Midyaniler gelip, onu bularak Ismailîle-re sattılar ki, Ruben'in üstünü başını parçalaması da bunun delilidir.

E nüshası Ruben'i tamamen masum göstermekte, onun Yu­suf'un kuyuya atılması olayında kardeşlerine yardım etmediğini belirtmekte ve çocuğu ortadan kurtarma konusunda samimi ol­duğunu ileri sürmektedir.

J nüshası ise Yusuf'a şefkatli davranan, kardeşlerine onu öldür­melerini yasaklayan, aksine Ismailîlere satmaları tavsiyesinde bu­lunan kişi olarak Yahuda'yı gösterir. Kudüs'de hüküm süren, Davud, Süleyman ve daha sonraki kralları çıkaran sülalenin kurucu­sunun da bu Yahuda olduğunu kaydetmeliyiz. Samaria'nın düşü­şünden sonra da Lekan'ın Yahuda soyundan gelen kralların gölge­sinde yaşadığını, dolayısıyla Yahuda'yı övmesinde, en azından kar­deşlerine Yusuf'u öldürmeyip Ismailîlere satmaları tavsiyesinde bulunduğunu belirtmesinin normal olduğunu belirtmek gerekir.

Fakat Yusuf daha sonra İsrail oğullarını kurtarma görevini ye­rine getirmek için birkaç kuruşa satılan bir köle olmalıdır. Böyle bir varyant öldürülmesinden veya kuyuya atılıp kaderine terk edilmesinden daha iyidir.

Yusuf'un Mısır'da başından geçenleri burada anlatmamıza ge­rek yok. Şüphesiz o nefsine ve arzularına karşı büyük bir müca­dele vermiş, Heksoslardan bir kral zamanında ülkede yönetimin başına geçmiş ve Yaratılış kitabının tam tasvir edemediği ideal ah­lak davranışları sergileyerek en büyük mertebeye ulaşmıştır. Bu­na rağmen Yaratılış kitabı daha önce İbrahim, İshak ve Yakub'a yakıştırdığı kötü amelleri Yusuf'a da yakıştırmıştır.

Burada Mısır'dayken Yusuf'un yanına varan kişilerin kimliği konusunda tartışmayacağız. Onların tamamı İsrail oğullarından mıydı, yoksa bir kısmı mı onlardandı, tarih İsrail oğullarından bir gurubun Mısır'a muhaceret edip Goşen bölgesine yerleştiklerini inkar etmediğine göre, bu konuyu burada ele almamız amacımı­zı etkilemez. Bunların yalnızca Rahel'in göç eden oğulları olması da bir şey değiştirmez. Yaratılış kitabına göre Yusuf'un kardeşle­rine ilk öğüdü sözünden çıkmamaları olmuştur.

Getto’nun kökeni

Yusuf, kardeşlerine firavunun kendilerine ne iş yaptıklarını sorması halinde 'koyun çobanı' olduklarını söylemelerini, böylece onları Mısırlılardan ayırarak ayrı bir yerde yaşamalarını sağla­yacağını öğütlüyor. Çünkü Mısırlılar koyun çobanlarından iğrenirlerdi.

Kısa bir süre soluklanarak Yaratılış kitabının Yusuf'un ağzın­dan söylemek istediği konu üzerinde birazcık duralım. Yaratılış kitabı burada Yahudi probleminin oluşmasında ve asırlar boyun­ca gelişmesinde gerçekten çok tehlikeli bir rol oynayan Yahudi gettosunun ilk çekirdeğini atmaktadır. Yaratılış kitabı Yusuf'un ağzından lsrail oğullarına diğer insanlardan ayrılmaları tavsiye­sinde bulunmaktadır. Aslında onlar isterlerse Mısırlılarla birlikte yaşamak için bu ülkeye gelmişlerdi. Firavun dahi Yusuf'a “Mısır ülkesi senin sayılır. Onları ülkenin en iyi yerine yerleştir" der.  Fakat onlar daha önce Nil deltasının doğusundaki Goşen'de her­kesten ayrı bir yere yerleşme konusunda kendi aralarında yine kendi istekleriyle anlaşmışlardı. Kısacası kimse onları tecrit et­memiş, aksine tecrit edilmeyi bizzat kendileri istemişlerdir.

İbrani Vezir

Yaratılış kitabı kıtlık yıllarında Mısır'ı etkisi altına alan açlıkla mücadele konusunda vezir Yusuf'un uyguladığı bir sistemden söz etmektedir. Bu, ibret alınacak, dersler çıkarılacak zengin bir riva­yettir.

Kıtlık öncesi yıllarda Yusuf gıda maddelerini toplayarak, “de­nizin kum taneleri kadar çok miktarda buğday stok etti; öyle ki ölçmekten vazgeçti, çünkü buğday ölçülemeyecek kadar çoktu"; sonra “Yusuf babasına, kardeşlerine ve ailesindeki herkese evlat­ların sayısına göre bedava yiyecek temin etti."

Tevrat'ın Yusuf'unun babası ve kardeşlerine devletin kesesin­den bedava buğday verdiği anlaşılıyor. Halbuki aynı buğdayı Mı­sırlılara parayla satıyordu.

“Yusuf sattığı buğdaya karşılık Mısır ve Kenan'daki bütün pa­raları toplayıp firavunun sarayına götürdü. Mısır ve Kenan'da pa­ra tükenince Mısırlılar Yusuf'a gelerek, 'Bize yiyecek ver' dediler. 'Gözünün önünde ölelim mi? Paramız bitti'. Yusuf 'Paranız bittiyse, davarlarınızı getirin' dedi. 'Onlara karşılık size yiyecek vere­yim'. Böylece davarlarını Yusuf'a getirdiler. Yusuf atlara, davar ve sığır sürülerine, eşeklere karşılık onlara yiyecek verdi. Bir yıl bo­yunca hayvanlarına karşılık onlara yiyecek sağladı.

“O yıl geçince ikinci yıl yine geldiler. Yusuf'a 'Efendim, gerçe­ği senden saklayacak değiliz' dediler, 'Paramız tükendi, davarları­mızı da sana verdik. Canımızdan ve toprağımızdan başka verecek bir şeyimiz kalmadı. Gözünün önünde ölelim mi? Toprağımız çö­le mi dönsün? Canımıza ve toprağımıza karşılık bize yiyecek sat. Toprağımızla birlikte firavunun kölesi olalım. Bize tohum ver ki ölmeyelim, yaşayalım; toprak da çöle dönmesin.'

“Böylece Yusuf Mısır'daki bütün toprakları firavun için satın aldı. Mısırlıların hepsi tarlalarını sattılar, çünkü kıtlık onları bu­na zorluyordu. Toprakların tümü firavunun oldu. Yusuf Mısır'ın bir ucundan öbür ucuna kadar bütün halkı köleleştirdi. Yalnız kâhinlerin toprağını satın almadı. Çünkü onlar firavundan aylık alıyor, firavunun bağladığı aylıkla geçiniyorlardı. Bu yüzden top­raklarını satmadılar.

“Yusuf halka, 'Sizi de toprağınızı da firavun için satın aldım' dedi. 'İşte size tohum, toprağı ekin. Ürün devşirdiğinizde beşte birini firavuna vereceksiniz. Beşte dördünü ise tohumluk olarak kullanacak ve ailelerinizle, çocuklarınızla yiyeceksiniz.'

'"Canımızı kurtardın' diye karşılık verdiler, 'Efendimizin gö­zünde lütuf bulalım. Firavunun kölesi oluruz.'

“Yusuf ürünün beşte birinin firavuna verilmesini Mısır'da top­rak yasası yaptı. Bu yasa bugün de yürürlüktedir. Yalnız kâhinle­rin toprağı firavuna verilmedi.

“İsrail Mısır'a Goşen bölgesine yerleşti. Orada mülk sahibi ol­dular, çoğalıp arttılar. ”6

Mahsustan tamamını naklettiğimiz bu metin, -Tevrat'ın istedi­ği gibi,Yusuf'un uzun yıllar devam eden kıtlık sırasında fırsatçı­lık yaparak merkezi bir karaborsa yarattığını ve muhacir Heksos kralı için Mısırlıları köle yapmayı amaçladığını göstermektedir.

Yine metinden Mısırlıların karınlarını doyuracak ekmek için önce paralarını, sürülerini, ardından topraklarını ve kişisel hürri­yetlerini verdikleri bir sırada, İsrail oğullarının Goşen bölgesinde refah içinde yaşadıkları, mülk edinip, çoğaldıklarını anlıyoruz. Tüm bunlar Yaratılış kitabının Heksos kralının lutfederek köleli­ğe kabul etmesinden mutlu olduklarını belirttiği Mısırlıların he­sabına yapılmıştır.

Fakat gerçek bunun tam aksini söylüyor. Çünkü Mısırlılar sil­kinip kendilerine gelmiş, Heksosları ve İsrail oğullarını halkı kö­leleştirip varını yoğunu elinden alarak refah içinde yaşamalarına' izin vermemiş ve güneyde iyi kalpli kumandanların liderliğinde örgütlenerek ayaklanmışlardır.

Ülkeyi zorbaların elinden kurtarmak için başlatılan ve 150 yıl süren bu mücadeleye 1. Ahmes omuzlamış, Heksosları mağlup ederek, Filistin sınırlarına kadar sürmüş ve yeni imparatorluk adıyla bilinen üçüncü imparatorluk döneminde muhteşem bir medeniyetin temelini atmıştır.

Atı Mısır'a Heksoslar getirmişler ve Mısırlılar onlardan o dö­nemin en modern savaş tekniklerini ve büyük ordular donatma usullerini öğrenmişlerdir.

ilk baskı

İsrail oğullarının daha sonra baskı, istibdat ve kötü muameleye maruz kalması şaşılacak bir şey değil. İsrail oğulları zorba Heksos istilacıların hemen akabinde Mısır'a gelmişlerdi. Yaratılış kitabının apaçık belirttiği gibi içeride dostları ve yardımcıları vardı.

Çıkış kitabında bu konuya işaretle şöyle deniliyor:

“Sonra Yusuf hakkında bilgisi olmayan yeni bir kral Mısır'da tahta çıktı. Halkına, 'Bakın, İsrailliler sayıca bizden daha çok' de­di. 'Gelin, onlara karşı aklımızı kullanalım, yoksa daha da çoğa­lırlar, bir savaş çıkarsa düşmanlarımıza katılıp bize karşı savaşır, ülkeyi terk ederler.

“Böylece Mısırlılar İsraillilerin başına onları ağır işlere koşa­cak angaryacılar atadılar. İsrailliler firavun için Pitom ve Romses adında ambarlı kentler yaptılar. Ama Mısırlılar baskı yaptıkça İs­railliler daha da çoğalarak bölgeye yayıldılar. Mısırlılar korkuya kapılarak, İsraillileri amansızca çalıştırdılar. Her türlü tarla işi, harç ve kerpiç yapımı gibi ağır işlerle yaşamı onlara zehir ettiler. Bütün işlerinde onları amansızca kullandılar. ”

Mısırlıların Heksoslar ve İsrailli yandaşlarının elinden çektik­leri azabı, dûçar kaldıkları aşağılanmayı unutmaları kolay değil­di. Ayrıca İbraniler saldırganla işbirliği yapmakla suçlanmaktay­dılar. Yeni gelmiş biri Mısır'a düşmanlık sergiliyordu.

Hollanda'daki bir müzede saklanan 19. sülale krallarından IH. Ramses döneminde yani M. Ö. 13. Yüzyılda yazılmış iki papirus yaprağında şunlar yazılıdır:

1)            Kuwer adlı katibin Beknetfah adlı başkana yazdığı mektup­ta şöyle deniliyor: Askerlere ve adalet sever kral Ramses Maryanan'ın evi için taş taşıyan ve polis müdürü Aynman'ın sorumlu­luğunda bulunan (ağabeyrulara) da erzaklarını ver şeklindeki buyruğunu yerine getirdiğim efendim için onu hoşnut etti. Ben de onların iaşelerini temin ettim...

2)            İkinci mektup da mana ve muhteva açısından birincisinden pek farklı değil. İkincisinde sadece Ramses Meriman'ın Manaf'ın güneyinde yapımını emrettiği güneş tapınağına taş götüren Abirulardan söz edilmektedir.

Yukarıdan beri anlatılanlardan İsrail oğullarının Mısır'daki varlığının Yusuf'un kendilerine hazırladığı refah ve istikrara bağ­lı olduğu görülmektedir. Tevrat'da birçok yerde Yusuf'un İsrail oğullarının kendilerini bağladıkları Yakub'un mertebesine yük­seltilmektedir. Nitekim Mezmurlar'da şöyle deniliyor: “Güçlü bi­leğinle kendi halkını, Yakub ve Yusuf oğullarını kurtardın. Sela"    ; “Kulak ver ey İsrail'in çobanı, ey Yusuf'u bir sürü gibi gü­den.”11 Bu metinler ve benzerleri bazı tarihçiler tarafından Rahel'in oğullarının Mısır'da uzun yıllar boyunca tecrit halinde ya­şadıklarını ve ülkeden Musa önderliğinde çıkarken de yalnız ol­dukları konusunda güçlü delil olarak kabul edilmektedir.

vıı

MÜSA

Firavun, Îbranîler arasında dünyaya gelen tüm erkek çocukla­rın öldürülmesini emretmişti. Mûsa, lsrail oğullarından Levililerden1 bir anne babanın çocuğu olarak dünyaya gelmişti. Çocuğun anne babası endişeye kapılarak onu bir sepetin içine koyup neh­re bıraktılar. Hikayenin bundan sonrası özellikle din kitapları ol­mak üzere pek çok kaynakta mevcuttur.

Firavunun kızının evlatlık edindiği çocuk büyüyünce ona Mûsa adını koydular. Böylece Mûsa firavunun sarayında gençlik çağına ulaşarak sarayda terbiye gördü.

Mûsa bir Mısırlıyı öldürdüğü için ülkeden kaçarak Medyen’e sığındı. Burada şehrin Tevrat'da adı Yisron olarak geçen Arap ka­hini ona kucak açtı. Mûsa on'un kızı Saffora ile evlendi ve ondan Gerşom adını verdikleri bir oğlu dünyaya geldi.

Çıkış kitabına göre Tanrı Mûsa'ya göründü ve aralarında İsra­il oğullarıyla dedeleri İbrahim, İshak ve Yakub'un yapageldikleri Allah'a tapınma bağının kesildiği konusunda bir konuşma geçti. “Ve Mûsa Allah'a dedi: İşte, ben İsrail oğullarına geldiğim zaman, onlara atalarımızın Allah'ı beni size gönderdi dersem ve onlar ba­na, onun ismi nedir derlerse, onlara ne diyeyim? Ve Allah Mû­sa'ya dedi: Ben Ehye'yim.     .İsrail oğullarına böyle diyeceksin: Be­ ni size Ehye gönderdi ve yine Allah Mûsa’ya dedi: İsrail oğulları­na böyle diyeceksin. 'Atalarımızın Allah’ı, İbrahim'in Allah'ı, İshak'ın Allah'ı, Yakub’un Allah'ı Yehova beni size gönderdi; ebedi­yen ismim bu ve devirden devire anılmam budur. Git ve İsrail ih­tiyarlarını topla. Onlara de ki: Atalarımızın Allah'ı, İbrahim'in, İshak'ın ve Yakub'un Allah'ı Yehova bana göründü ve dedi: Gerçek­ten sizi ziyaret ettim ve Mısır'da size yapılanı gördüm ve dedim: Sizi Mısır'ın sıkıntısından, Kenanlı ve Hatti ve Amori ve Perizzi ve Hivi ve Yebusilerin diyarına, süt ve bal akan diyara çıkaraca­ğım'. Senin sözünü dinleyecekler; sen ve İsrail ihtiyarları Mısır kralına gideceksiniz ve ona diyeceksiniz: İbranllerin Allah'ı Yeho­va bize rast geldi ve şimdi rica ederiz, çölde üç günlük yol gide­lim, ta ki, Allah'ımız Yehova'ya kurban keselim”  

Yalan ve tahrifat

Bu metin Tanrı'ya önce Ehye sonra Yahve şeklinde yeni bir isim vermekte, arkasından onu İbranîlerin Tanrı'sı olarak göster­mekte ve İbranîlerin Tanrı'sının Mûsa'ya firavuna yalan söyleme­sini emrettiğini, böylece onun da firavuna vararak “İsrail oğulla­rının bizimle birlikte gitmesine izin. Üç günlük mesafede bir yer­de Tanrı'ya ibadet edip geri döneceğiz" dediğini iddia etmektedir. Hatta Tevrat'a göre Tanrı'nın emri bu kadarla bitmemekte vdona Mısırlıları dolandırmasını emrettiği ileri sürülmektedir: “Ve Mı­sırlıların nezdinde bu kavme lutuf vereceğim. Oradan çıkıp gi­derken eliniz boş gitmeyeceksiniz. Her kadın komşusundan ve evinde olan misafirden gümüş şeyler, altın eşyalar ve giysiler is­teyecek; oğullarınızı ve kızlarınızı onlarla süsleyeceksiniz ve Mı­sırlıları soyacaksınız. "

Metnin akışı içinde İsrail oğullarının Mısırlılara sadece birkaç günlüğüne çölde ibadet etmeye gittikleri, bu kısa yolculukları esna­sında, bayram için altın, gümüş ve giysiye ihtiyaçları olduğunu söy­ledikleri okuyoruz. Tabii ki Mısırlılar da bu ricaya inanarak, “ma­ dem birkaç günlüğüne istiyorlar, bir mahzuru yok" diye istedikle­rini vermişler, ama hiç birinin aklına İbranilerin kendilerini dolan­dırdıkları, bu konuda Tanrı’dan bir emir aldıkları şeklinde bir kuş­ku düşmemiştir. Allah elbette onların bu iftiralarından beridir.

Çıkış kitabına göre Müsa ile İbranilerin Tanrı'sı arasında şid­detli bir tartışma olur. Müsa verilen görevi reddeder ve Rab’bine şöyle der: "Ey Efendim, bana bir yardımcı gönder! Tanrı Müsa'ya öfkelendi. "Levili Harun senin kardeşin değil mi? Onun iyi ko­nuştuğunu bilirim. O seni karşılamaya çıkacak ve seni gördüğün­de sevinecek."

Çıkış kitabı burada daha önce hiç sözünü etmediği birini, Müsa’nın kardeşi Harun’u ilk defa devreye sokuyor. Eğer annesi bir sepete koyup nehre bırakmamış olsaydı, Müsa'nın başına gelecek felaketten Harun'un nasıl kurtulduğunu bilmiyoruz. Acaba anne­si Müsa için yaptığını Harun için de yapmış mıdır? Bu, çok uzak bir ihtimal gibi görünüyor. Çok büyük ihtimalle firavunun İsrail oğullarından dünyaya gelen tüm erkek çocukların boğazlanması yönünde verdiği emir sembolik bir emirdi ve sanırım üstünkörü bir şekilde uygulanmıştır. Öbür türlü olsaydı Müsa'dan itibaren bir Yahudi nesli daha gelmezdi. Çünkü daha sonra bazı Yahudi gençlerin Mısırlı gençlerle kavga ettiklerini ve Müsa'nın bu kav­gaya müdahale ederken bir Mısırlıyı öldürüp Medyen'deki Arap kahine sığındığını biliyoruz.

Daha sonra Müsa kayınpederi Yisron’dan Mısır’a dönmek için izin istiyor. Çünkü Rab’binin haber verdiğine göre "onun peşin­de olanların hepsi ölmüştür." Ve "böylece Müsa karısını ve ço­cuklarım alıp bir eşeğe bindirerek, elinde Allah'ın asasıyla Mısır’a döndü."

Harun, kardeşi Müsa'yı çölde karşılıyor. Burada İsrail oğulla­rının yaşlılarıyla bir toplantı yapılıyor ve Harun Tanrı'nın Mü- sa'ya ilettiği bir mesajı naklediyor. “Onlar Tanrı'nın İsrail oğulla­rını gözettiğini, içinde bulundukları acınacak durumu gördüğü­nü duyunca hemen secdeye kapandılar."

Sonra bir yanda Mûsa ve Harun, diğer yanda Mısır firavunu arasında şiddetli bir çekişme başlıyor. Daha sonra firavunun Müsa'nın isteklerini yerine getirmesine sebep olan mucizeler sergile­niyor. Müsa'nın firavundan istediği şey ise, ibadet yapıp geri dön­mek şartıyla çölde üç gün uzaklıktaki bir yere gitmelerine izin ve­rilmesidir.   

“Ve halk hamurlarını, daha mayası tutmamış hamur teknele­rini omuzları üzerinde elbiselerine sarılmış .vaziyette taşıdılar. İs­rail oğulları Müsa'nın sözüne göre Mısırlılardan gümüş ve altın takılar ve giysiler istediler. Tanrı Mısırlılara bu insanları hoş gös­terdiği için istediklerini verdiler ve böyİece Mısırlıları soydular. İsrail oğulları, çocuklardan başka, altı yüz bin kadar yaya erkek olarak Ramses'den Sukkot'a göç ettiler. Koyun, sığır ve pek çok hayvanla birlikte birçok insan da onlarla birlikte çıktı. "

“Onların kaçtığını öğrenince firavunun ve kullarının kalbi bu halka karşı değişti. ‘Nasıl ettik de İsrail'i hizmetimizden kaçır­dık?' dediler. (Firavun) savaş arabasını hazırladı ve kavmini yanı­na aldı.”

Acaba firavun kendi hizmetinde olan İsrail oğullarının ibadet etmek amacıyla çöle gitmelerine neden izin vermek istemiyordu? Yoksa iddia edildiği gibi köle olmaları dini vazifelerini yerine ge­tirmelerine izin verilmesine engel mi teşkil ediyordu?

Gerçekte firavun İsrail oğullarının bağlılığından şüphe ediyor­du ve bu şüphe yüzünden onlara karşı oldukça katı davranıyor­du. Nitekim Çıkış kitabında Yusuf'dan bahsedilirken bunu teyit eden noktalara değinmiştik. Firavun Kenan elindeki kargaşadan haberdardı ve İsrail oğullarının elinden kurtulup oraya vararak akraba kabilelerle buluşmaları halinde bu huzursuzluğun daha da artacağını, ayrıca Mısır'dan kovulan Heksosların bir kısmının yerli halkla anlaşarak Kenan eline yerleşmelerinden ve orada ye­niden siyasi ve askeri bir güç oluşturmalarından korkuyordu.

Onlar her halükârda düşmandılar ve düşman da fırsat buldu­ğunda isyan etmek için zorluklardan yılmazdı.

Dolayısıyla firavun ibadet amacıyla da olsa İsraillileri bırak­maktan çekiniyordu. Müsa'nın ısrar ettiği bu talep zekice bir ba­haneydi ve firavunun bu bahaneye ebediyen kulaklarını tıkaması zordu.

Ne zaman çıktılar?

İsrail oğullarının Mısır'dan çıkış tarihini ele alan bazı araştır­macılar, tarih olarak M. Ö. 1541 yılını gösteriyorlar. Bu tarihi Tevrat'a dayandıranların olayları derinlemesine incelemedikleri, gerçekleri ve gerçeğe benzeyenleri birbirinden ayırt etmeye çalış­madıkları açık. •

. Heksos yönetimi Mısırlılarda derin yaralar açmıştı. Bu yüzden . onların . günlerini hatırlatan her türlü olayı, hadise ve izi silmeye çalışıyorlardı ve öfkeliydiler. Dolayısıyla Mısır'da bir Heksos tari­hinden . bahsetmek 'fazla önemli ve ciddiye alınacak bir konu de­ğildir: Yalnızca . şunu kaydedebiliriz ki, Heksosların Mısır'ı terk etmeleri M. Ö. 1580'lerde ülkeyi yönetmeye başlayan 18. sülanenin kurucusu 1. Ahmes zamanında tamamlanmıştır.

M. Ö. 1541 yılı 1. Amenhotep'in tahtını 1540 yılında 1. Tohatmes'e bırakarak terk-i dünya eylediği yıla rastlamaktadır. 1. Tohatmes Mezopotamya'daki savaşları sürdürerek yolu üzerinde Şam topraklarının tümünü ele geçirmiş ve M. Ö. XVI. Yüzyılın geri kalan bölümünün tamamını yani İsrail oğullarının Sina çö­lünde geçirdikleri kırk yıllık zaman dilimini kapsayan tarihlerde iktidarda kalmıştır.

1. Tohatmes döneminden bahsederken M.Ö. 1479-1459 yılla­n arasında Asya'ya tam on yedi sefer düzenleyen III. Tohatmes'den bahsetmemek olmaz. Hatta Müsa'nın da firavunu olan ve İsrail oğullarının onun döneminde Mısır'ı terk ettikleri söyle­nen II. Ramses günlerine gelinceye kadar geçen diğer firavunlar­dan da bahsetmek gerekir.

 

 Rahbot


Edom


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 Eğer Tevrat'da verilen bazı tarihleri muteber kabul eder de Yakub ve oğullarının Mısır'a tahminen 1 706'da muhaceret ettik­lerini, orada 430 yıl kaldıklarını   esas alırsak, İsrail oğullarının Mısır'dan çıkışının M. Ö. 1276 yılında gerçekleştiği  ve bunun da 1292-1225 yılları arasında hükmeden il. Ramses zamanına rast­ladığı sonucuna ulaşırız.

İsrail oğullarının Mısır'dan çıkışlarının, iktidar günlerinde As­ya'ya yaptığı seferleri on yedi yıl süren ve en sonunda Hattilerle bir barış anlaşması imzalayan, anlaşmadan sonra 1250'de Hatti kralı tarafından Mısır'da ziyaret edilen ve hediye olarak kızların­dan birini krala zevce olarak veren il. Ramses döneminde gerçek­leştiğini kestirip atmak zordur.

Burada Gustave le Bon'un'un il. Ramses hakkında söylediği şu sözleri nakletmekte fayda vardır: “Bu hükümdarın iktidar yılları­nın uzunluğuna rağmen, onun döneminde bir süre sonra Mısır'ın çöküşe geçmesine yol açan sebeplerin başlangıcına şahit oluyo­ruz. Halk, uzun yıllar devam eden savaşların ve kurulan muhte­şem binaların külfetiyle bitip tükenmişti. Mütevazi zaferlerin se­vinci yerini isyanlara bırakmış; köleler aşırı çalıştırılmaktan ve ezilmekten öfke yumağına dönmüş, İsrail oğulları için en zor günler başlamış ve bize kutsal kitaplarında çektikleri acıları anla­tan tasvirler bırakarak bu büyük kralın hatırasına bol bol lanetler yağdırmışlardır. ”

Belki de İsrail oğullarının Mısır'dan çıkışı konusunda en uy­gun tarih Minfatah b. Ramses ve il. Siti adlı kralların iktidar gün­lerine tekabül eden 1225-1209 yıllarıdır.

Gustave le Bon'u dinleyelim:

“Minfatah veya Aminofes döneminde, en muteber rivayetlere göre, İbranîler Musa’nın önderliğinde Mısır'dan çıkmışlardır. Eğer ülke bir kargaşa içinde olmasaydı İsrail oğullarından belli bir kısmı cezalandırılmakdan korkmadan kölelik ettikleri toprak­ları terk etmeye cesaret edemezdi."

Eğer Aminofes’in ülkesini korumak için bir çok savaşa girdi­ğini, Batıdan ve Akdeniz adalarından gelen saldırılara karşı zaferkazandıktan sonra Şam topraklarında başlayan isyanı bastırdığını göz önünde bulundurursak, İbranilerin de o dönemde Mısır’dan kaçarak kölelik zincirinden kurtulmaya cesaret edebileceklerine ihtimal veremeyiz.

Belki de il. Siti’nin iktidar dönemi İbranilerin Mısır’dan çıkışı konusunda en doğru tarihtir. Çünkü bu firavun döneminde ikti­dar zaafa uğramış, ondan sonra kimin tahta geçeceği konusunda şiddetli bir çekişme başlamış; devlet büyükleri ve vergi memurla­rı iktidarı aralarında bölüşmüş; ülke kaosun ve açlığın kollarına itilmiş ve bu durum yabancı istilacıların iştihanı kabartırken, sınır bölgelerinde yaşayanları belirsizliğe ve anarşi ortamına itmiştir.

Mısır'dan ayrılan İbranilerin sayısı

İsrail oğullarının Mısır’dan ne zaman ayrıldıkları o kadar da önemli değil. Buna karşılık bütün Yahudilerin ülkeyi terk edip et­medikleri konusunda pek çok görüş vardır ve araştırmacı güve­nilir bir belge bulup onun peşinden giderken olasılıkları ardı ar­dına sıralayan başka belgeler ortaya çıkmaktadır.

Müsa ile birlikte Mısır’dan ayrılanların sayısı konusunda pek çok zorluk karşımıza çıkmaktadır.

Çıkış kitabında şöyle deniliyor: “İsrail oğulları çocuklardan başka altı yüz bin kadar yaya erkek olarak Ramses’den Sukkot’a göç etti..”  Tevrat’ın verdiği rakam takribi. Demek ki ortada ke­sin bir rakam yok. Erkeklerden bahsediyor, ama çocukları dahil etmiyor. Peki çocukların sayısı ne kadar? Ayrıca kadınlar nerede? Çölde Sayım kitabı şöyle diyor: “İsrail oğullarından atalarının ev­ lerine göre bütün sayılanlar, yirmi yaşında ve ondan yukarı Israilde cenge çıkan her adam, bütün sayılanlar altı yüz üç bin beş yüz kişi idiler.”11 Ve ayrıca şu satırları okuyoruz: “Rab’bin emri ile Müsa ve Harun'un aşiretlerine göre saydıkları Levililerden bü­tün sayılanlar, bir aylık ve ondan yukarı bütün erkekler yirmi iki bin kişi idi.” 12 Bir başka yerde ise şöyle deniliyor: “Ve Müsa de­di: Aralarında bulunduğum kavim altı yüz bin piyadedir.. ” 1      Son metin Tanrı'yla konuşan ve bu insanların iaşe meselesini günde­me getiren Müsa'nın dilinden söylenmiş.

Peki Müsa ile birlikte Mısır'dan ayrılanlar bu kadar büyük ra­kamda mıydı? Mısır'dan kaçanların peşinden gelen bir firavun ordusunun olduğunu hesaba katmasak bile, çocuklar ve kadınlar hariç altı yüz bin kişilik bir yaya grubunun ülkeden bir defada çı­kıp, yanlarında sürüleri ve eşyalarıyla birlikte su ve meraların bu­lunmadığı bir çölde yol almış olmalarının imkansız olduğunu gö­rürüz.

Kızıl Deniz'in  yarılmasıyla ilgili anlatıyı okuduğumuzda lsraillilerin denizi bir gecede geçtiklerini ve denizin sabahleyin es­ki haline geldiğini görüyoruz. Eğer çocukları ve kadınları da he­saba katarsak en az bir milyon civarındaki insanın herhangi bir noktayı bir gecede geçtiğine inanmamız mı isteniyor?

Bu konu, ancak vaktiyle Mısır'a göç eden ve oradan ayrılanların Yusuf ve Benyamin'in çocuklarıyla, onlardan çoğalanların sa­yısının yedi bini geçmediği var sayımıyla halledilebilir.  

Denizin yarılması olayına gelince, bilim adamları bir tabiat ola­yı olarak böyle bir şeyin mümkün olabileceğini belirtiyorlar. Söy­lendiğine göre İsrailliler Mısır istihkamları ve Nil'in doğu tarafıyla Kızıl Deniz'in kuzeybatı tarafındaki bataklıklar arasına geldiklerin­de yani Feytum civarında Mısır ordusuyla karşılaştıkları sırada ar­tık kurtulmalarının imkansız olduğunu düşünmüşlerdi.

Yalnızca Musa soğukkanlılığını muhafaza ederek İsraillileri doğrudan körfez sahiline doğru yönlendirdi. Çünkü burada güçlü esen doğu rüzgarı körfez tarafındaki suyu itmişti. Mûsa, halkına suyun çekildiği yatakta ilerlemesini emretti ve böylece güvenlik içinde batı yakasına ulaştılar. Peşlerinden gelen Mısırlıların savaş arabalarının tekerlekleri çamura saplanıp kaldı. Sabahleyin sular eski yerine dönünce iki taraf arasında bir engel oluşmuş oldu.

Tarih, bize bu olayı teyit eden başka bir örnek daha sunmak­tadır.  1738’de Kırım’da vukû bulan Türk-Rus savaşının ilk gün­lerinde rüzgarlar Azak Denizi’nin kuzeybatı köşesindeki suları it­miş, böylece Rus birlikleri yarımadanın girişindeki müstahkem Türk mevzilerinin arkasında bitmeyi başarmışlardır.

Aynı kaynak bir askerin Menzile Gölü sahilinde bizzat şahit olduğu bir olayı da nakletmektedir. Askerin anlattığına göre Sü­veyş Kanalı'nın girişinde Menzile Gölü'nün suları rüzgar vasıta­sıyla yedi mil itilmiştir.  

Yukarıda Mısır’dan çıkan İsrail oğullarının kadın ve çocuklar hariç altı yüz bin gibi büyük bir rakamda olmasının imkansızlı­ğını gösteren bazı akli deliller sunmuştuk. Aynı şekilde Çıkış ki­tabında da bu altı yüz bin rakamının hiçbir tarihi değeri olmayan uydurma bir rakam olduğunu gösteren gizli işaretler mevcuttur.

Örneğin Çıkış'da şöyle deniliyor: “Firavun kavmi bıraktığında Allah onları yakın olmasına rağmen Filistinlilerin yurduna giden yoldan götürmedi. Çünkü Allah kavmin bir savaşla karşı karşıya kalıp pişman olarak Mısır’a dönmesini istemedi. Aksine onları Kızıl Deniz çölü yolundan dolaştırdı." 19

Metinde sözü edilen Filistin toprakları Gazze ile Yafa arasında kalan yerlerdir. Metinde geçen İsraillilerin Mısır’dan çıkışı sıra­sında orada bulunan Filistinliler ise Girit ve Ege adalarından bi­linmeyen bir sebeple sürüldükten sonra Suriye'de yurt tutmak için mücadele vermekteydiler.

il. Ramses'in arşivine göre Filistinliler M. Ö. 1269'da varılan Kadeş Anlaşması'ndan önce 1286'da vuku bulan savaşta Hattilerle birlikte Mısır ordusuna karşı savaşmışlardır. Keza 111. Ramses’in arşiv kayıtları da M. Ö. 1190'da Mısır hakimiyetinin Suri­ye'de Asi nehrine ve Fenike sahillerine kadar yayıldığını göster­mektedir ki, muhtemelen Filistinliler bu dönemde firavuna bağ­lılıkları sebebiyle daha sonra kendi adlarıyla anılan sahil şeridine yerleşmeyi başarmışlardı.

Filistinlilerin vatan edindikleri şehirlerin Gazze, Askalan, Asdud, Akron ve Gat gibi bir elin parmak sayısını geçmeyecek ka­dar mahdut bir bölge oluşturduğunu göz önünde bulundurursak, o dönemde nüfuslarının günümüzde bir şehrin nüfusunu dahi , geçmeyecek düzeyde olduğu şeklindeki bir tahmin mübalağa sa­yılmaz. Örneğin Sümerler zamanında en parlak dönemini yaşadıx ğı günlerde dahi Lagaş şehri sakinlerinin nüfusunun otuz beş bi­ni geçmediği belirtilmektedir. Durum böyleyken Mısır ve Mezo­potamya gibi refah ve bolluk nimetleriyle bezeli ülkelerin şehir­lerinin nüfusuyla kıyaslandığında fakir bir ülkenin şehirlerinin nüfusunun ne kadar olduğunu tahmin etmek zor değildir. Buna göre İsraillilerin fetih döneminde Kenan elinin toplam nüfusu­nun yarım milyon civarında olduğunu söyleyebiliriz. Tevrat'ın abartılarını ise fazla kale almamak gerekir. Çünkü İsrailliler Filis­tinlilerle ve Kızıl Deniz yolu üzerindeki devriyelerle çatışmaktan kaçındıklarına göre sayılarının Tevrat'ın verdiği rakamdan yüz kere daha az olması gerekir.

Eski tarihçilerden hiç biri, tüm abartmalarına rağmen, eski ordulardan hiçbirinin savaşçı sayısının dört yüz seksen bini geç­tiğini söyleme cesaretini gösterememiştir, ama Yahudi tarihçi Josephus Heksosların başkenti Avaris'i kuşatıp ele geçiren ve bura­dan 240 bin Heksos'u süren Mısır ordusunun bu rakamda oldu­ğunu söylemektedir. Hatta Josephus bununla da yetinmeyerek İbranilerin ve İsraillilerin iki değişik ad taşıyan tek halk olduğu­nu ileri sürmektedir, fakat biz İbranîler veya Habiruların Heksoslara iltihak eden bir grup olduğunu kabul ediyoruz.

Yine de Josephus dahi İsrailli olduklarını iddia ettiği grubun 240 binden fazla olmadığını belirtmektedir, ama Tevrat bu raka­mı tastamam 603 bin 550 kişiye çıkarmaktadır.

Çıkış kitabı güya Tanrı'nın İsraillilere hitaben şöyle dediğini kaydediyor: “Senin önünden eşek arılarını göndereceğim. Hivlileri, Kenanlıları ve Hattileri senin önünden kovacaklar. Ülke ha­rap olmasın ve vahşi hayvanlar karşınızda çoğalmasın diye onla­rı senin önünden bir yıl içinde kovacağım. Sen çoğalıp ülkeye sa­hip oluncaya kadar. ..”20

Eğer Mısır'dan çıkan İsrail oğulları Çıkış ve Çölde Sayım ki­taplarının belirttiği gibi böylesine kalabalık bir rakamda iseler, o zaman bu metinde geçen “yerli halkın hır yıl yavaş yavaş kovul­ması" mealindeki sözlere ne gerek vardı? Demek ki İsrail oğulla­rının sayısı yerli halkı kovmaya yetecek miktarda değildi ve yıllar içinde yavaş yavaş çoğalmaları gerekiyordu.

Yiyecekleri

İsrail oğullarının yanlarında yeterli yiyecek malzemesi olma­dan açlık ve susuzluk tehlikesinin kol gezdiği Sina çölünü geç­meleri kolay değildi. Susuzlukları gidermeleri ve aç karınlarını doyurmaları ancak Allah'ın bazı mucizeleriyle mümkündü. “İsra­il oğullarına mensup her cemaat Müsa ve Harun'a çölde sitemler etti. İsrail oğulları onlara şöyle dedi: Keşke Mısır'da Tanrının elinden ölseydik. Oradayken et kazanlarının başında oturuyor, doyuncaya kadar ekmek yiyorduk. Siz ikiniz ise bizi, bütün bu kalabalığı açlıktan öldürmek için bu çöle çıkardınız. Ve Rab Müsa'ya dedi: İsrail oğullarının söylenmelerini işittim, onlara söyle: Akşam üstü et yiyeceksiniz ve sabahleyin ekmekle doyacaksınız ve bileceksiniz ki Allah'ınız Rab benim. ”21

Burada geçen et, bıldırcın kuşu, ekmek ise mann'dır.22

Bir defasında ' Musa sinirlerine . hakim olamaz. “Niye ' bu kulu­na kötülük ettin? . Niye . bana " lutufta' .bulunmadın datüm bu hal­kın yükünü omzuma yükledin? Tüm. bu insanlara 'ben mi"' hami-

20                ' Çıkış, 23/28-30.                        /                               

21                Çıkış, 16/3, 12. "

22                Mann: Çığ damlacıklarından çıkan tatlı bir madde. Günümüzde Irak'da helva yapımında kullanılan ve bol miktarda bulunan bir maddedir.

le kaldım, ben mi doğurdum ki bana, tıpkı bir dadının emzikli çocuğu taşıdığı gibi atalarına and içtiğim diyara kucağında onla­rı taşı, diyorsun? Bütün bu insanlara verecek eti nerden bulayım? Çünkü bana ‘Bize et ver de yiyelim' diyerek ağlaşıyorlar. Tüm bu kavmi ben yalnız taşıyamam, çünkü benim için çok ağır. Yalvarı­yorum, eğer bana bu şekilde davranacaksan, eğer nezdinde bir değerim olmayacaksa, beni hemen öldür ki sefaletimi görmeye­yim. ”23

Mısır'dayken rahat ve bolluk içinde yaşadıklarını, şimdi ise bıldırcın ve mann'dan bıktıklarını belirterek serzenişlerde bulu­nan ve balık yemek istediklerini belirten bir halkın şikayetleri karşısında Müsa'nın kalp sektesinden gitmesinde şaşılacak bir şey yok. “Mısır'dayken parasız yediğimiz balığı, hıyarları, kar­puzları, pırasaları, soğanları ve sarımsakları hatırlıyoruz.. ”24

Anlamıyorum, İsraillilerin Mısır'dan beraberlerinde sürüp gö­türdükleri onca davar bitmiş miydi? Hepsini yemişler miydi? Halbuki şeriatlarına uygun olarak koyun kurban ediyorlardı.      Yoksa sahip oldukları hayvanlara kıyamıyorlar veya Tevrat'da be­lirtildiği gibi Mısır'dayken beleşe yedikleri şeyleri mi istiyorlardı?

Amalikalarla savaş

Tevrat İsraillilerle Amalika arasında geçen erken bir çatışma hikayesinden bahseder. Amalikalarla savaştıkları bölge Sin çölü­nün kuzey kesimine düşmektedir. Burasının tam olarak nereye düştüğünü bilmiyoruz, ama muhtemelen çatışma, Akdeniz'in or­ta sahil şeridiyle Araba Vadisi üzerinden geçerek Kenan eline var­mak amacıyla bölgeye girdiklerinde olmuştur. Ancak, İsrailliler bu teşebbüslerinde başarısız olunca güneye yönelerek Müsa'nın on iki emrin yazılı olduğu levhaları Tanrı'dan aldığı Sina dağına vasıl olmuşlardır.

Çıkış kitabında şöyle deniliyor: “Mûsa elini kaldırınca İsrail galip geliyor, indirince Amalika galip geliyordu. Müsa'nın iki ko­ lu da yorulunca bir taş getirip altına koydular. Musa taşın üstüne oturdu. Harun ve Horid, biri bir elini, öteki diğer elini alıp güneş batıncaya kadar sabit olarak tuttular. Böylece Yeşu, Amalik ve kavmini kılıçla yendi.

Bu rivayetten anladığımız, Müsa'nın her elini kaldırışında İs­rail'in galip geldiği, indirdiği zaman da mağlup olduğu; daha son­ra askeri bir plan kurarak Amalikalara ezici bir yenilgi tattırdıklarıdır. Buna göre Harun Müsa'nın elini kaldırarak öylece tutuyor, Horid de diğer elini kaldırıp sabitliyor, güneş batıncaya kadar bu şekilde tutuyorlar ve Yeşu Amalikaları kılıçtan geçiriyor.

Burada İsraillilerin muhteşem bir zaferiyle sonuçlanan çarpış­ma, bir başka yerde okuyucuyu İsraillilerin mağlup olduğu hissi­ni veren bir tarzda -anlatılıyor yahut zor zamanda İsraillilere olumlu bir rol yükleyen tek yanlı bir operasyon gibi gösteriliyor.

Örneğin Samuel kitabında onun Şaul'a söylediği sözlerle ilgili olarak şunlar yazılıdır: "Ve Samuel Şaul'a dedi: Rab, kavmi üzeri­ne, İsrail üzerine kral olarak seni meshetmek için beni gönderdi. Şimdi Rab'bin sözlerini dinle. Orduların Rab'bi şöyle diyor: Amalik'in İsrail'e yaptığını, Mısır'dan çıktığında yolda ona karşı nasıl durduğunu arıyacağım. Şimdi git, Amalik'i vur ve onların her şe­yini tamamıyla yok et. Onlara acıma. Erkek, kadın ve emzikli ço­cuk demeden, koyuna, deveden eşeğe kadar hepsini öldür.

Yehova'nın Şaul'a verdiği bu acımasız kan dökme emri, İsrail­lilerin ruhunda kin, öfke ve doymak bilmez bir intikam alma duygusu yaratmış olmalı. Burada bir savaş olmuş olsa bile, bunun Yeşu'nun Amalikaları kılıçtan geçirdiği bir üstünlükle sonuçlana­cak boyutlarda olduğu düşünülemez.

Diğer yandan, eğer İsrailliler gerçekten savaşı kazanmışlarsa onları düşmanı takip etmekten ve hayali zaferi doruğuna çıkar­maktan alıkoyan neydi?

Eğer gerçekten İsraillilerle Amalika arasında bir çatışma ol­muş olsaydı, o takdirde daha sonra Amalikaları gözlerken duyu­lan korku ve endişeden söz edilmesine gerek kalmazdı. Çünkü onları gözetlemek için gönderilen casuslar Mûsa ve İsraillilere şöyle diyorlar: "Güney taraflarında Amalikler yaşıyorlar; dağlık bölgede Hattiler, Yebuslular ve Amorîler oturuyorlar. Deniz sahi­linde ve Ürdün kıyısı boyunca Kenanlılar yaşıyorlar.. Gördüğü­müz insanların hepsi uzun boyludur. Orada dev adamlardan Anak oğullarını, dev adamları gördük ve kendimizi çekirge gibi hissettik, onların gözüne de çekirge gibi göründük. ”

Labirentte geçen yıllar

İsrailliler, casusların getirdikleri bilgileri işitince ağlamaya başladılar. Mûsa ile Harun onları cesaretlendirmeye çalışırken de onları taşladılar ve eğer ilahi bir müdahale olmasa belki de olay bir faciayla sonuçlanacaktı. Ve Tanrı Amalikaları gözetlemeyle geçen günlerin sayısına uygun olarak kesintisiz kırk yıl boyunca İsrail oğullarının çölde gezinmelerini kararlaştırdı. Bu hükümden amaç, Kenan eline girmeden önce yaşı yirminin üzerinde olan İs­raillilerin ölüp gitmeleriydi.

İsraillilerin maneviyatını bozan ve onların kalbine korku salan casusları ise Tanrı veba hastalığıyla öldürdü. Yalnızca Nun oğlu Yeşu ve Bafna oğlu Kalib'e dokunmadı. Çünkü onlar yola devam edilmesini belirtmiş, diğerlerine karşı çıkmışlardı.

Casusların sundukları rapordan şunu anlıyoruz: İsrailliler da­ha önce Amalikaları görmemişler ve onlarla zaferle sonuçlanan bir çatışmaya girmemişlerdir. Bu tespit yüzlerce yıl köle olarak aşağılanmış bir hayat süren halkın ruhuna savaşma azmi üflemek amacıyla uydurulan diğer hayali hikayeler gibi böyle bir uydur­ma çatışmanın kesinlikle vuku bulmadığını göstermektedir.

Sina çölünde geçen bu gezinme yılları boyunca İsrail oğulları Yahudi dininin esasları ve detaylarını öğrenmiş; Mûsa da onları Tanrı'nın vahyettiği ilahi emir ve tavsiyelerle donatmıştır.  

Ürdün'ün doğu kesiminde

İsrailliler güneydeki kısa yoldan Kenan eline giremeyince Ölü Deniz'in güney tarafından dolaşarak kuzeye yönelmeye mecbur kaldılar. Ürdün'ün batısında yer alan Eriha şehrinin karşısındaki Şeria nehrinin doğusuna yönelmeden önce ise ba­zı çatışmalar vukû buldu.

İsraillilerin Ölü Deniz'in ve Şeria nehrinin doğusunda ayak bas­tıkları toprakları işgal etmelerinin en kestirme sahil yoluyla veya Ölü Deniz'le Şeria nehrinin batısında yer alan nispeten kısa başka bir yoldan Kenan eline girmelerinden daha kolay olduğu açık.

Bir kere Ölü Deniz ve Şeria nehrinin doğu kesimine giden yol üzerinde Lut peygamberin soyundan gelen akraba aşiretler yaşı­yorlardı. Bunlar Moablılar ve Ammonlulardı. Ayrıca Yakub'un kardeşi Esav'ın soyundan gelen Edomlular da vardı. Bu aşiretle­rin gerçekten Lut veya Esav'ın soyundan gelip gelmedikleri bizi fazla ilgilendirmiyor. Çünkü işin bu kısmı biraz efsanevi bir hika­ye. Ama Tevrat yazarları İsraillilerle adı geçen aşiretler arasında yakın bir akrabalık bağı bulunduğundan emindiler ve bu yüzden Edomluların Esav'ın, Moablılar ve Ammonluların Lut'un soyun­dan geldiği yolunda bir rivayet uydurdular.  

Dolayısıyla biz Çölde Sayım kitabında (20/14-21) Edomluların İsraillilerin sınırlarından geçip gitmelerini engellemeleri şek­lindeki kaydı önemli bulmuyoruz; çünkü Yasanın Tekrarı kita­bında (2/1-25) Edomluların, Moabların ve Ammonluların, İsrail oğullarının kralları Sihon'un önderliğinde Amorîleri yenerek Haşbun31 şehrini ele geçirdikleri ilk savaşa girmeleri için sınırla­rından geçip gitmelerine izin verdikleri kaydını okuyoruz. Her ne kadar Tevrat İsraillilerle Başan (Havran) kralı Og arasında ikinci tarafından tamamen imha edilmesine kadar çarpışmaların sürdü­ğünü belirtiyorsa da, muhtemelen Amorîlerle yapılan bu savaş Mûsa'nın ölümünden önce Ürdün'ün doğusunda vukû bulan tek

önemli savaştı. Çünkü Sihon’la' ilgili savaş rivayetiyle kıyas edil­diğinde Og’la yapıldığı kaydedilen bu savaş hikayesi araştırmacı­lar tarafından ciddiye alınmamaktadır.

Harun’un ölümünün ardından lsrailliler Şeria nehrini aşıp ba­tı yakasına geçmeden önce Mûsa da hayata gözlerini yumdu. İs­raillilerin yönetimini ise Mûsa’nın hizmetkârı ve yol arkadaşı Nun oğlu Yeşu üstlendi.

Mûsa’nın İsrail oğullarıyla birlikte geçirdiği günler baştan so­na acı ve kederle doluydu. Mûsa’nın kendileri için firavunun sa­rayındaki lüks hayatı tepip çıktığı bu görgüsüz halk, son derece nankördü; ona hayatını zehir etmiş ve ölümünden sonra da bü­tünüyle unutmuştu.

Mûsa haksızlığa uğrayan bir İbranî’yi kayırmak istemiş, ona zulmeden Mısır’lıyı öldürmüştü. Bir defasında da bir İbranî’ye kötülük eden başka bir İbranî’ye karşı çıktığında, o İbranî Mûsa’yı ifşa etme tehdidinde bulunmuş, o da Mısır’dan kaçarak Medyen’e sığınmış, orada Bedrun’la tanışarak kızıyla evlenmişti.

Tanrı Mûsa’ya İsraillileri Mısır’dan çıkarmasını emrettiğinde Çıkış kitabını yazanlar onu hırsızlar çetesinin lideri olarak lanse ettiler. Çünkü İsrailliler dini bir töreni yerine getirmek amacıyla Mısırlılardan emanet aldıkları altın ve gümüşleri geri vermemiş­lerdi. Tevrat ayrıca bu konunun Mûsa ile firavun arasında konu­şulduğunu da belirtir. Keşke Tevrat yazarları yalnızca Mûsa’yı hırsızlar çetesinin reisi olmakla itham etmekle yetinselerdi. Çün­kü Tevrat’a göre İsraillilerin Mısırlılardan altın ve gümüşleri ödünç alıp geri vermemesini Mûsa’ya bizzat Allah emretmiştir!  

Mısır’dan çıkış hikayesinde Tevrat İsraillilerin kendilerini kö­lelikten kurtaran Müsa’yı protesto ettikleri birçok durumdan bahsetmektedir ki, Yahudilerin geri dönüş düşüncesinden söz ederken bu konu üzerinde detaylı olarak duracağız.

Çölde Sayım kitabı ise Levililer ve Ruben’in oğullarının Mûsa ve Harun’a karşı başlattıkları bir başkaldırıdan söz etmektedirler ki, rivayete göre isyan ancak yerin yarılarak elebaşlarını yutma­sından ve bir veba salgınından sonra bastırılır. Olay sonunda is­yancılardan ölenlerin sayısı 14700’e ulaşır.33

Burada Elçilerin İşleri'nde Musa’nın hayatının zehir edilmesi ve iyiliklerinin nankörce karşılanması konusunda İsrail oğulları­nın yaptıklarıyla ilgili anlatılanlardan bazı alıntılar vermekte ya­rar görüyoruz: "Ey boyunları sert, yürekleri ve kulakları sünnetsiz adamlar! Siz daima Ruhulkudüs’e karşı duruyorsunuz, atala­rınızın yaptığını siz de yapıyorsunuz. ”34

Burada Harun ve buzağı meselesi üzerinde birazcık durmamız gerekiyor. Elçilerin İşleri kitabı Harun’u İsrail oğullarının rezil ta­leplerini yerine getirmediğini kaydetmekte ve İsraillilerin “Ha­run’dan tapınacakları bir buzağı yapmasını istediklerini” belirt­mektedir, ama Harun’un buzağıyı yapıp yapmadığına işaret etme­den yalnızca "bir buzağı yaptılar” demektedir.

Burada “faalü” fiilindeki çoğul vav’ı Harun’u değil, İsrail oğul­larını işaret etmektedir. Çünkü buzağıyı yapan Harun değil, on­lardan bir gruptu.

Şimdi de Çıkış kitabında yazılanları okuyalım: "Müsa’nın dağ­dan inmekte geciktiğini görünce, Harun’un yanında toplanarak şöyle dediler: ‘Kalk, bizim için tanrı yap, önümüzden gitsinler; çünkü Müsa’ya, bizi Mısır’dan çıkaran bu adama ne olduğunu bilmiyoruz.’ Harun onlara şu cevabı verdi: Karılarınızın, oğulları­nızın ve kızlarınızın kulaklarındaki altın küpeleri kırıp çıkarın ve onları bana getirin. Herkes kulaklarındaki altın küpeleri çıkarıp Harun’a getirdi. Harun onları ellerinden alıp oymacı aleti ile bi­çim verdi ve dökme bir buzağı yaptı. Ve dediler: Ey İsrail, seni Mısır diyarından çıkaran ilahların bunlardır. Harun onu gördü ve onun önüne bir sunak yaptı. ‘Yarın Rab’be ibadet edeceğiz’ dedi. Ertesi gün erkenden kalktılar ve yakılan sunularını arz ettiler ve selamet sunularını getirdiler. Yemek ve içmek için oturdular ve oynamak için kalktılar.”  

Bu esnada Mûsa Tur-ı Sina’da Rab’binin emirlerini telakki et­mekle meşguldü. "Tanrı Müsa’ya ‘Aşağı in!” dedi. “Çünkü Mı­sır’dan çıkarıp yücelttiğin halkın senin gösterdiğin yoldan hızlı bir şekilde saptılar ve kendilerine dökme bir buzağı yaparak, ona secde edip, kurban kestiler. ”

Harun'un kardeşi Müsa ile birlikte İsrail oğullarını Mısır'da ezil­mekten kurtarmak için verdiği mücadele, bu halkın kadir kıymeti­ni bilmesi gereken bir davranıştı, ama onlar onun temiz ismini le­kelediler ve bir peygamber şöyle dursun, normal bir insanın dahi kendisine yakıştıramadığı aşağılık bir mertebeye indirdiler.

Çıkış kitabı, firavuna karşı çıkan, onu zalimlik ve despotlukla suçlayan, öfkesinden ve gazabından çekinmeden ona tehditler sa­vuran, buna karşılık firavunun gazabını üzerine çeken bir pey­gamberi lsrail oğullarının tapması için altın bir buzağı yapmakla suçlamakta; hatta bununla da yetinmeyip buzağının döküm işi •tamamlandıktan sonra icra edilen tapınma merasimini yönettiği şeklinde bir töhmet de yakıştırmaktadır.

Tüm bunların birer iftira olduğunu söyleyerek Harun'u müda­faa etmek amacında değiliz.. Çünkü o da bu halkın ahmaklığı karşısında âciz kalmış, firavunun huzurunda kardeşi Müsa ile birlikte verdiği mücadelede takındığı tavrı takınamamış, aksine İsrail oğullarını istediklerini yapmakta serbest bırakmış ve put. yapmalarına seyirci kalmıştır.

Müsa, üzgün ve öfkeli bir şekilde halkına dönünce onları fena şekilde azarlamış, elindeki levhaları atarak kardeşinin ensesinden tutup “Bu halk sana ne yaptı ki, onlara bu büyük suçu işlettin? dedi. Harun cevap verdi: Efendimin öfkesi artmasın, bu halkı sen bilirsin, kötülüğe amadedir. Beni zayıf buldular, neredeyse öldü­receklerdi, bana düşmanmışım gibi davranma ve beni zalimler zümresine dahil etme."

Esasen Harun'un işlenen bu günahı engelleme konusunda ya­pabileceği fazla bir şey yoktu. İnsanî bir zaaf sergilemiş, canına zarar gelmesinden korkarak halkın altın buzağı dökmesine seyir­ci kalmıştır. Öbür türlü “İşte istediğiniz gibi bir buzağı yaptım, yarın da açılış töreni düzenleyelim" demek ancak boğazına kadar günaha batmış bir sapığın yapacağı iştir.

Çıkış kitabını yazanların bu hikayeyi uydurmaktan amaçları, zihinlerde İsrail oğullarının ve özellikle de haham tabakasının tüm günahlarının, hatta bunlar dini temelden sarsan büyük günahlar olsa bile, affedildiği düşüncesini yerleştirmektir. Bilindiği gibi Ha­run da Tanrı'nın emriyle bütün İsrailli hahamların babasıdır.

Yahudiler, Yakub'a yabancı tanrılara tapınma iftirasını attıkları yetmiyormuş gibi, Harun'a da benzeri bir iftira yakıştırdılar. Onlar daha önce Süleyman'a ve dinleri ve inançları, Allah yolunda ver­dikleri mücadeleleri konusunda en ufak bir şüphe bulunmayan te­miz mü'minlere de buna benzer iftiralarda bulunmuşlardı.

Çölde Sayım kitabı peygamberleri aşağılık ve aptal insanlar se­viyesine indiren bir başka olay daha anlatır. Müsa'nın Habeşli bir kadınla evlendiğini belirtir, fakat onun kardeşi Harun ye kız kar­deşi Meryem'in neden kızdıklarım anlatmaksızın yalnızca bu iki­sinin Müsa'nın aleyhinde "Tanrı yalnızca Müsa ile mi konuştu, bizimle de konuşmaz mı?.. ”  dediklerini belirtir.

Tevrat'a göre Tanrı Müsa'ya yardım etmiş, fakat Harun'a dokun­mayarak Meryem'i cezalandırmıştır. Bunun sebebini bilmiyoruz. • Meryem konuyu alevlendirdiği için yalnızca onun cüzamla ceza­landırılmış, Harun kardeşi Müsa'yla birlikte araya girmiş, Müsa "Rabbım ona şifa ver!” diye bağırmış,    böylece Meryem mahalle dışında bir hafta geçirdikten sonra sağlığına kavuşmuştur.

Gustave le Bon şu sözleri söylerken son derece haklıydı: "Mı­sırlıların elinde yetişen Müsa, bir araya toplayarak Yahudi halkı­m meydana getirdiği bu köleler güruhuna ancak kıt akıllarının alabileceği şeyler söyleyebilirdi. Göçebe hayata ve vahşi bir yaşa­ma dönen bu köleler için Mısır'ın mükemmel sistemleri bir şey ifade edemezdi. Eğer Müsa bu sistemleri onlara kabul ettirmeye kalksaydı, onlar zaten Müsa'dan önce ortadan kalkmış, tarihte de izleri kalmamış olurdu.”38

Tevrat yazarları Müsa'nın hayatını tarihten silmişler veya çıka­rıp atmaya çalışmışlardır. Çünkü Tevrat bölümlerinde ondan na­diren söz edilmektedir. Hatta onun getirdiği levhalar bile Israillilerce ortadan kaldırılmış ve zamanın kucağında tozlanmaya bıra­kılmıştır. Tarihçi ve araştırmacıların kelimenin tam anlamıyla Müsa'ya indirilen şeriat olarak Tevrat'ın yalnızca ilk beş kitabını dahi şüpheyle karşılamalarının sebebi de budur.

Musa İsrail dininin kurucusu ve Yehova'nın savaşlarının ku­mandanıydı. Kurduğu tapınağın baş kahini ve yargıçların önde­riydi. Ölümünden bir süre sonra da peygamber olarak kaldı. Ama kelimenin bildiğimiz anlamıyla şeriat koyan, ilk beş kitabı yazan, bir hükümet teşkil eden kişi kesinlikle Mûsa değildi.

Kısacık bir ilave daha yapalım: Mûsa'nın yüksek Mısır mede­niyetinden, Medyen kahini Yisron'dan çok şeyler öğrendiği mu­hakkak. Fakat bu iki gerçeğin ve buna benzer diğer olguların or­taya çıkardığı en büyük hakikat, Mûsa'nın bildiğimiz anlamda “Kelimullah” olduğu, öğrendiği şeyleri vahy-i ilahi yoluyla telak­ki ettiği, Mûsa'nın ve İsrail oğullarının diğer peygamberlerinin öğretilerinin başına gelen tahrifat ve ortadan kaldırılma gibi hal­lerin onların taşıdıkları yüce mesajın şanını düşürmediği, aksine bu ilahi mesajı kavrayamayan Yahudilerin şanını küçülttüğüdür.

VIII

KENAN ELİNDE

Fenikeli Kenanlılar M.Ö. III. Binyılın ortalarında Arap Yarımadası'nın bir yerinden, muhtemelen Arap Körfezi sahillerinden muhaceret ederek Suriye'nin güneyine yani Filistin'e ve ülkenin güney deniz sahili boylarına yerleşmeye başladılar.

Kenan/Fenikelilerin alfabeyi icat ederek onu tüm eski dünyaya yayma başarılarına rağmen, yaşadıkları coğrafya onlara fazla mer­hametli davranmadı ve Nil, Fırat, Dicle nehirleri arasında güçlü devletler kuran diğer halklar gibi birleşik ve güçlü bir devlet kur­mayı başaramadılar. Fenikeliler kaderlerine boyun büküp kendi şehir ve köylerinde yaşamayı kabullendiler ve bir güne bir gün bü­yük hülyaların peşinde koşmadılar. Ama bu topraklar Mısır ve Babil gibi iki güçlü devlet arasında kalınca, Kenan eli hem birbiriyle savaşan komşuların geçip gittikleri bir köprü, hem de kara ve de­niz yoluyla yapılan dünya ticaretinin merkezi durumuna geldi.

Kenanlılar ve Akkadlar, Amorîler, Babilliler, Aramîler, Asuriler ve Kuzey Afrika'da yerleşen diğer halklar gibi Arap Yarımadası'ndan çıktıkları kesinlik kazanan diğer kabilelerin gerek ori­jin ve gerekse ortak dil açısından Sami halklar oldukları konu­sunda şüphe yok.

Tevrat yazarları ise Kenanlılar konusunda çeşitli amaçlarla ol­madık hikayeler, en başta da hakkında bilgi edindikleri vahşeti masum gösterme masalları uydurmuşlar, İsrailli saldırganların bu ülke halkına karşı uyguladıkları savaş yöntemleriyle ilgili hayali şeyler ilave etmişlerdir. Örneğin İsrailliler Kenan eline yerleşip yerli halkla kaynaşmaya başladıktan sonra, onlarla evliliklerin sürmesi, günlük yaşantı tarzı ve ibadetlerde Kenanlılara benze­menin devam ettirilmesi halinde ilahi cezalara çarptırılacakları konusunda uyarılmışlardır.

Yaratılış kitabına göre Kenan, Ham b. Nuh'un oğludur. “Ham'dan Kuş, Mısrayim, Fut ve Kenan dünyaya geldi. Kenan'dan Sydon, Hatta, Yebusi, Amori, Girgaşi, Huyi, Iraki, Sini dünyaya gel­di." Bu isimlerdeki karışıklık ve hatalara rağmen maksadımıza ulaşmak için onlardan hızlı bir şekilde bahsedebiliriz.

Yaratılış kitabı Nuh'un şarap içtiğinden bahseder. "Ve Nuh sarhoş oldu. Çadırının içinde çırılçıplak soyundu. Kenan'ın atası olan Ham, babasının çıplak olduğunu görünce dışarıdaki iki kar­deşine haber verdi. Sam ile Yafet bir elbise alıp onun iki omuzu üzerine örttüler. Sonra geri geri çekilerek babalarının çıplak yeri­ni örttüler. Yüzleri geri çevrili olduğu için babalarının çıplak ye­rini görmediler. Nuh kendisine gelince küçük oğlunun kendisine yaptığını anladı. Kenan lanetli olsun, dedi. 'Kardeşlerine kölele­rin kölesi olacaktır. Sam'ın Allahı Rab mübarek olsun ve Kenan ona kul olsun. Allah Yafet'e bolluk versin, Sam'ın çadırlarında otursun ve Kenan onlara kul olsun."  

Yaratılış kitabı Nuh aleyhissdam gibi saygıdeğer bir peygam­beri kendinden geçinceye kadar içen, sonra ayıp yerlerini açan bir ayyaş yapmıştır. Ancak kitabın yazarları iki önemli noktada dalgınlık göstermektedir:

Bu aşağılık hikayeye Kenan'ın adı neden girdirilmiştir? Baba­sının ayıp yerini açarak kardeşlerinin önünde babasını alay konu­su yapmak suretiyle günah işleyen Ham olduğu halde neden Nuh peygamber Ham'a değil de Kenan'a lanetler yağdırıyor? Eğer la­netten maksat günahkar Ham'ın nesliyse, bu büyük lanetin Ke­nan'a çevrilerek kardeşlerinin kölelerinin kölesi olması temenni­sinin anlamı nedir?

Burada zavallı Kenan'ın başını hedef alan başka bir lanet daha var. Haham literatüründe Kenan'ın putperestler için put yapan yedi günahkârın ilki olduğu belirtilir ve bu işin Nuh'un gemisin­de doğmuş olması hasebiyle daha önce diğerleriyle birlikte işle­diği bir günahtan dolayı lanetlendiği söylenir.. Halbuki Nuh'un gemisinde cinsi temas yasaktı.  Demek ki Ham nefsine hakim olamadı ve lanet de oğlu Kenan'ın başına yapıldı.

Suçu işleyen babası, günümüzde dahi lanetten kurtulamayan ise zavallı Kenan..

Araştırmacılar Kenan'a yağdırılan bu lanetleri, İsrail'in haki­miyeti altında yaşayan Kenanlıların geçirdikleri kölelik hayatını haklı göstermek için takdir edildiğini belirtiyorlar. Kimilerine gö­re bu hayali lsrail hakimiyeti, Tevrat yazarlarının, bugünkü siyo­nist yazarların ve uşaklarının İsrail tarihini yazarken onun Kenan elinde hakimiyet kurduğu düşüncesini aşılama amacıyla kaleme alınmıştır. Daha sonraki kısımlarda Kenanlıların kendi istekleriy­le İsraillilere katıldıklarını, onları kendi gelenekleri, uygarlıkları, yaşam tarzları ve ibadet şekillerini kabule teşvik ettiklerini, İsra­illilerin de iktidarlarının en parlak döneminde hakimiyet altında tuttukları topraklarda yönetimi onlarla paylaşmak zorunda kal­dıklarını göreceğiz.

Savaş hukuku

“Savaşmak amacıyla bir şehre vardığında, onu [şehir halkını] barışa davet et. Eğer barışı kabul eder ve sana kapılarını açarlar­sa, tüm şehir sakinleri hizmetine girip, kulun olmayı kabul ede­ceklerdir. Eğer barışa yanaşmaz da seninle savaşmayı tercih eder­lerse, o zaman onu kuşatma altına al. Allah o şehri senin eline teslim ettiğinde, oradaki her erkeği kılıçtan geçireceksin; ancak, kadınları, çocukları, hayvanları ve şehirde bulunan her şeyi, bü­tün malını kendin için yağmalayacaksın. Tanrı Rab'bin sana ver­diği düşmanlarının malını yiyeceksin. Bu millete ait olmayan ve senden çok uzakta bulunan tüm şehirlere böyle yapacaksın. An­cak, Tanrı Rab'bin miras olarak sana verdiği bu kavimlerin şehir­lerinde nefes alan kimseyi sağ bırakmayacaksın; onları, Hattileri, Amorîleri, Kenanlıları, Ferizileri, Hivileri ve Yebusileri, Tanrı Rab'bin sana emrettiği gibi tamamen yok edeceksin. "3

Burada verilen talimatlar son derece açık. İsrail savaş hukuku İsrail'in düşmanlarını ki Yahudilerin nazarında tüm insanlık İsra­il'in düşmanıdır, iki gruba ayırır: Dünyanın öbür ucunda da olsa uzakta yaşayan düşman. Bunlar barışa davet edilecek; İsrail'in hiz, metine girmek şartıyla barış yaparlarsa mesele yok, aksi halde on­larla savaşılacak ve zafer kazanılması halinde erkekleri kılıçtan ge­çirilecek, kadın ve çocukları esir edilerek, istenilen her türlü mu­amele yapılacaktır. İkinci gurup ise Tanrı'nın “hayırlı miras" olarak İsrail'e verdiği topraklarda yaşayan yakın düşmandır. Bunların sta­tüleri farklıdır. Bunlara barış teklif edilmez, barış teklifleri reddedi­lir, kılıç çekmeseler, sözlü itirazda bulunmamış olsalar dahi hepsi kılıçtan geçirilir. Erkek, kadın, çoluk-çocuk ayrımı yapılmaz.

Milattan önce yedinci yüzyılda veya bir süre sonrasında yazı­lan Yasanın Tekrarı kitabında geçen bu sözleri okurken, İsrail oğullarının nerede olurlarsa olsunlar insanlığa karşı besledikleri bu kin ve öfkenin boyutunu kestiremiyoruz. Gerek Yasanın Tek­rarı ve gerekse daha sonra yazılan Tevrat bölümlerinin samimi olarak veya tahrif ederek naklettikleri olaylar, Kenan eline saldı­ran İsraillilerin kitaplarında yazılanları aynen uyguladıklarını, in­sanlık değerlerini hiçe sayarak hamile kadınların karınlarını de­şip, çocukların başlarını dışarı çıkardıklarını göstermektedir. Bu hayvanlığı sergilemelerinin sebebi “Öyle ki, kendi tanrıları için yaptıkları mekruh şeyleri yapmayı size de öğretmesinler, yoksa Tanrınız Rab'be karşı suç işlersiniz"    buyruğudur. Haktan, adalet ve insanlıktan nasibini almamış bir illet..

Mûsa, Yasanın Tekrarı kitabının dördüncü babında İsrail oğul­larını Kenan elinde komşuları olan halkların takdir ve saygısını kazanmak için putlara tapınmamaktan uzak durma konusunda uyarmakta ve şeriata uymayı teşvik etmektedir. “Çünkü kendisi­ne her yakarışınızda Tanrımız Rab'bin bize yakın olduğu gibi, kendisine böyle yakın Tanrısı olan hangi büyük millet vardır?"  Zaten Yehova da diğer çağdaş putperestlerin tasavvur ettikleri ka­bile tanrıları gibi bir tanrıydı. İbrahim, İshak, Yakub ve Mûsa gi­bi peygamberin tanıttıkları yüce Allah ise Tevrat hikayelerinde geçen ‘mitolojik bir kahraman değildir. Fakat İsrailliler onu bu mitolojik kahramanlara benzetmiş, daha doğrusu kısır akıllarıyla ancak böyle kavramış ve üstelik de daha Musa aleyhisselam aralarındayken putlara tapmaya başlamışlardır.

Tevrat, İsraillileri aykırı bir şekilde yetiştirdi ve bu aykırılık her yer ve zamanda onların ruhlarına damgasını vurdu. Gittikle­ri Mısır'da köle hayatı yaşadılar.. Daha önce ise Kenan elinde hü­kümranlık ve hürriyet konusunda kendilerinden daha güçlü halklar arasında yabancı olarak hayat sürdüler. Nesilden nesile aktarılan bu ezilmişlik duygusu Tevrat yazarlarını İsrail savaş hu­kukunu koyarak onu İsraillilerin Kenan eline yürüdükleri bir dö­nemde ortaya sürmeleriyle kanlı bir yasa halini aldı. Sanki İsrail­liler ezilmişliğin intikamını almayı düşünüyorlardı.

Tevrat'ın İsraillileri katliam yasasına sarılmaya itmesinin sebe­bi olarak onların putperestliğe kayışlarını göstermek de müm­kün. Putlara tapınma korkusu hiçbir şekilde ve en azından ço­cukların katledilmesini masum gösteremez. Çünkü çocuklar İs­raillilerin Allah'a tapınmaktan vazgeçmelerinin sebebi olamaz. Çocuk ise bilindiği gibi bir fıtrat üzerine yaratılır ve onu ailesi belli bir yola yönlendirir. Yehova'nın İsrail oğullarının dinlerine fitne sokacağı korkusuyla Kenanlı çocukları öldürmelerini em­retmesi abestir.

Ancak, bir amaçla konulan İsrail katliam yasasının hedefi, İs­railli olmayan halkların onlar arasında insanca bir hayat sürmesi­ni engellemek ve gerektiğinde bunu katliamla halletmektir.

Ürdün'e geçiş

İsrail oğullarının Mısır'dan çıkışı konusunda iki husus belir­sizliğini korumaktadır: Birincisi İsrail oğullarından kimlerin Mı­sır’a muhaceret edip, kimlerin oradan ayrıldığı; ikincisi ise çıkı­şın ne zaman ve nasıl gerçekleştiği, arkasından Kenan eline nasıl gelindiğidir.

Araştırmacıların büyük çoğunluğu İsrail oğullarından yalnızCt belli bir kesimin Mısır'a göç ederek oraya yerleştiği, bunların Ja Yusuf ve Benyamin'in çocukları olduğu konusunda hem fikir­ dir. Diğerleri ise muhtemelen Mısır'a girip çıkıyorlardı. Fakat oraya giden ve oradan ayrılanların durumunu bir göç hareketi olarak görmemek gerekir. Çünkü bunlar geçici hareketlerdi ve lsraillilerin pek çoğu bunu yapıyordu.

Eğer tüm İsraillilerin Müsa'yla birlikte Mısır'dan çıktığı konusu şüpheli ise, tüm Yahudilerin Yeşu önderliğinde oraya girdikleri ko­nusu daha da şüphelidir ve tercih edilmesi gereken görüş de budur. Araştırmacılar, Mısır'dan çıkanların iki gruba ayrıldığını, bir gru­bun Berşaba yoluyla Kenan eline yöneldiğini belirtmektedirler. Bunlar daha önce Kenan elinin güney kesimini yurt edinen akra­balarıyla karşılaşmışlardır ki, en önemlileri de Israil'in dördüncü oğlu Yahuda'nın soyundan gelenlerdir. Daha önce İsrail'in Kenanlılara damat olduğunu belirtmiştik. İkinci grup, Ölü Deniz'i solu­na alarak kuzeydoğu istikametinde ilerlemiş, bunların bir kolu Ba­tı Şeria'yı yurt edinmiş, diğer kolu ise Şeria nehrini geçerek Kenan eline doğru ilerlemiştir. Bu sonuncusu Rahel'in oğullarıydı. Manasse oğulları veya onların bir kısmı, ve Yusuf'un oğullarından Efrayim'in oğulları ile kardeşi Benyamin'in oğulları’ise Rahel'in oğul­larından Yeşu'nun önderliğinde hareket ediyorlardı.

“Halk Şeria nehrini geçmek üzere konakladığı yerden yola çıktı. Ahit Sandığı'nı taşıyan kahinler önden gidiyorlardı. Sandığı taşıyan kahinler ırmağın kıyısına varıp suya ayak bastıklarında, Şeria nehri ekin biçme zamanında kabardı, kıyılarını bastı, ta yu­karıdan gelen sular durdu, çok uzaklarda Saretan yakınında bu­lunan Adam kentinde bir yığın halinde yükselmeye başladı... Halk Eriha'nın karşısından ırmağı geçti. "

Yeşu kitabını yazanlar burada Ahit Sandığı'nı taşıyan kahinlerin ayağının değdiği suların akışının durdurulması, nehir yatağının kurutulması gibi mucizelerin gösterildiğini vurgulamak istiyorlar.

İsraillilere göre mucize

Allah'a ve kudretine inanan kişi her şeyin onun "kün feyekûn" emriyle olduğuna inanmak zorundadır. Keza biliyoruz ki, Allah'ın peygamberler, resuller ve evliyalar vasıtasıyla kullarına gösterdiği ayetlerin en büyük amacı insanoğlunu imana davet ve bu ayeti gösteren kişinin doğruluğundan şüphesi olanları ikna etmektir. Mucizenin gösterilmesinden sonra insanların yalanlama ve inkar­da ısrar etmeleri helak olmalarına zemin hazırlar. Dolayısıyla ta­biat kanunlarına aykırı bir şekilde gösterilen mucize ve harikula­de haller, aklın insanları hidayete erdiren yegane güç olması için alemlere bir gazap olarak değil, rahmet olarak gönderilmiştir.

Israillilere göre ise mucizeleri yalnızca Israil'in Tanrısı gösterir ve bunu insanların kendisinin bir olduğu konusunda inançlarım güçlendirmek için değil, tapınmanın bir bedeli olarak sunar.

Israil oğullarının Mısır'dan çıkış sebebi, ülkenin içinde bulun­duğu kaos ortamı veya devletin batıdan gelen saldırılan püskürt­mekle uğraşması yahut iç kargaşaları önlemeye yönelik faaliyetleri değil, firavunun ve ordusunun İbranilere indirdiği darbelerdir.

İsrailliler Sina'da birbirine tutunamamış, Müsa'nın önderliği­ne güvenmemiş oldukları dönemde Tann'nın mucizeleri devreye girmiştir. Denizin yarılması, üzerlerine mann ve bıldırcın yağdı­rılması, geceleri bir ateşin, gündüzleri bir bulutun önlerinde yü­rümesi, Şeria nehrinin sularının tutulması, bir süre sonra boy­nuzdan üflenen kuvvetli bir sesle Eriha surlarının yıkılması gibi..

Yahudilere göre, o tarihte Kenan elinde çok güçlü kabileler ya­şadığı için kendilerine bir yer bulamadıkları sırada, Tanrı onlar adına savaştığından muvaffak olmuşlardır.

Bir bölgeye yerleşip nimetlerinden faydalanamadıkları zaman başka bir tapınma yolu seçmişler; en iyi koyunlarım, en güzel ürünlerini sunak taşında Tann'ya kurban olarak sunmuşlardır.

Söylendiğine göre Levili kahinlerin topladıkları öşür vergisi, Israillilerin Tanrılarının kendilerine hediye ettiği,  ama mecazi anlamda sahibi oldukları için temlik ve satma haklarının bulun- matlığı toprağın kira bedeliydi.  Tevrat yazarlarının üzerine yo­ğunlaştıkları ve İsrail oğullarının Kenan elinde yapmayı başardık­ları her şeyi ilişkilendirdikleri pek çok mucizenin arkasındaki sır budur. Bununla saldırı operasyonuna ve ona iliştirmeyi düşün­dükleri kanlı vahşete kutsal bir görünüm kazandırmak, buna bağlı olarak da İsraillilerin zihninde bir şeyler verenin karşılığını alacağı, Tanrı'nın dedeleriyle yaptığı anlaşmanın bir takım şartla­ra bağlı olduğu düşüncesini yerleştirme amacı güdüyorlardı. Bu­rada vermekten maksat itaattir. Anlaşmanın üzerine bina edildiği şart ihlal edildiğinde iptal edilmesi icap eder. Böylece İsrailliler Tanrı'larını terk edip, O'nun tüm emirlerine isyan ederek, her türlü günahı işleyip putlara taptıklarında Tanrı'nın verdiği sözü yerine getirmesi gerekirdi.

“Bak, bugün senin önüne hayatla iyiliği, ölümle kötülüğü koydum. Çünkü bugün sana Allah'ın Rab'bi sevmeyi, onun yo­lunda yürümeyi, onun emirlerini ve kanunlarını, hükümlerini tutmayı emrediyorum. Böylece yaşayacak, çoğalacak ve mülk edinmek için gitmekte olduğun diyarda Allah'ın Rab seni müba­rek kılacak. Ama eğer kalbin döner ve itaat etmezsen, kapılıp başka ilahlara secde ederken, onlara kulluk ederken, bugün si­ze bildiriyorum ki, mutlaka yok olacaksınız; Erden [Ürdün] den geçip mülk edinmek için gitmekte olduğunuz diyarda ömrünüz uzun olmayacak.”

Bu açık uyarıya damgasını vuran atıfet ateşinin Yasanın Tek­rarı kitabını yazan kişinin “vaat edilmiş toprak” ideasının çök­tüğü bir dönemde (M. Ö. VII. Yüzyıl) kaleme almış olmasından kaynaklandığını; İsrail krallığının tamamıyla ortadan kaldırılıp, halkın Asurilerce esir edildiğini ve maneviyatı tekrar kazanma ümidinin geri dönmemek üzere kaybolduğunu göz önünde bu­lundurmak gerekir.

Metinde zorlama

Yukarıda verdiğimiz alıntıda kahinlerin Ürdün nehrini geç­mek için ayaklarını suya soktukları yerle ilgili verilen isimlerde bir karışıklık olduğu görülüyor. Önce suların Adam'dan Saretan tarafına doğru uzak bir yerde olduğu söyleniyor, ardından halkın nehri Eriha'nın karşısında bir yerden geçtiği belirtiliyor. Burada geçen Adam'la bugün Damiye sığlığı adıyla bilinen yer kastedil­mektedir. Vadi-i Zerka kıvrımıyla Ürdün nehri üzerindeki Yebuk'u birbirine bağlayan Damiye Köprüsü kuzeyde Eriha'dan 16 mil uzaklıktadır ki, bu, Yeşu kitabını yazanların J, E, D ve P nüs­halarında Damiye bölgesiyle Eriha'nın birbirine karıştırdıkları-

nı11 fark etmediklerini göstermektedir.

“Önemli değil, Tevrat yazarları hataya düşmüş olabilirler" di­yenler çıkabilir. “Ama neticede geçiş işi Damiye sığlığından yapıl­mış, sonra savaşçılar güneye yönelerek Eriha'yı kuşatmış, ellerin­deki boynuzdan yapılmış borazanlarla surlara doğru üflemişler ve Tanrı'nın kudretiyle o anda surlar yıkılıvermiştir. “Ve halk yüksek sesle bağırdı ve duvar olduğu yere çöktü: Halk şehre girdi."  

Bu noktada da pek çok soru işareti var.

Kitab-ı Mukaddes Ansiklopedisi, Eriha adının Tel Amarna tabletlerinde geçmediğini kaydetmektedir. O şehrin bir kralı, surları ve kapıları olduğu sözü şüpheli bir sözdür. Nitekim bu görüşün tespitinden yarım yüzyıl sonra yapılan kazılar konuya başka bir açıklık getirmiştir. 1952'de Engiliz Arkeoloji Enstitüsü'nün denetiminde Eriha bölgesinde yapılan kazılar, Kitab-ı Mukaddes Ansiklopedisi'nin ileri sürdüğü görüşü doğrudan destekleyen veriler ortaya çıkarmıştır.

Kazı ekibinin en önemli amaçlarından biri, İsraillilerin Eriha’yı yerle bir ettikleri şeklindeki tarihi vakıayı ortaya çıkarmak­tı ve ilk başlarda bu amaca ulaşıldığı zannedildi, ama daha sonra ileri sürülen kanaatlerin yanlış bilgiden kaynaklandığı, M. Ö. 1500-1300 yılları arasında burada bir şehir veya hüküm süren bir krallık bulunduğuyla ilgili görüşlerin zayıflığı anlaşıldı.

Kısacası Milattan önce XIII. Yüzyılda Eriha bölgesinde bir şe­hir bulunduğu görüşü, herhangi bir belgeye dayanmamaktadır ve tüm deliller, tüm surlar ortadan kaybolmuştur.

Yapılan arkeolojik araştırmalar Tevrat'da anlatılan Eriha'nın işgal edilmesiyle ilgili rivayetin daha önceki iki yüz yıl başların­da geçen olaylarla ilgili olduğunu, sözü edilen savaşçıların da Ye­şu komutasındaki İsraillileri değil, Habiruları gösterdiğini ortaya koymuştur ki, tarihen de Yeşu ve beraberindeki İsraillilerin Habirulardan daha sonra ortaya çıktıkları bilinmektedir.

Ay

Yeşu kitabında bir de Ay (ki harabe anlamındadır) adı geç­mektedir. Tevrat yazarları İsraillilerin burada yaşayan halkı mağ­lup ve şehri istila ettiklerini belirtmektedirler. Halbuki yapılan arkeolojik kazılar sonunda Ay'ın erken bronz çağında yani M.Ö. 2200'lerden X. Yüzyıla kadar terkedilmiş bir harabe olduğu orta­ya çıkmış bulunmaktadır.

Araştırmacılar, Tevrat yazarlarının Ay ile onun kuzeybatı taraf­larına düşen Beyt İbil'i birbirine karıştırdıklarını belirterek, İsra­illilerin eline geçen Beyt İbil'in düşüşü ile çok uzun zamandır ha­rabe halde bulunan Ay'ın yıkılışı arasındaki zaman dilimini orta­ya koymuşlardır.

Planın başarısızlığı

Tevrat'ta İsrail oğullarının Mısır vadisinden Fırat'a kadar uza­nan bölgeyi ele geçirip, Kenan elini yağmalayarak, Yahudi savaş yasalarında belirtildiği şekilde buralarda yaşayan halkın tamamen kılıçtan geçirildiği var sayımına gelince, gerçekte İsrailliler top­rak edinip ve ahalinin kılıçtan geçirilmesi planının uygulanması­nı asla başaramamış ve hiçbir dönemde istisnası olmamak üze­re,bu topraklara sahip olamamışlardır. Daha zaptedilmesi tamamlanmadan bölgenin İsrail boyları arasında taksim edilmesine ve İsraillilerin yerleştikleri topraklar­la ilgili olarak Tevrat bölümlerinde aktarılan rivayetlerdeki aşırı muğlaklığa rağmen, gerçek, İsrail oğullarının Kenan elinde haki­miyeti hiçbir zaman ele geçiremedikleridir ve Tevrat yazarlarının bölgedeki İsrail varlığını abartmaları da iyi bir araştırma sonu­cunda hemen anlaşılmaktadır.

Bir kere Nun oğlu Yeşu komutasında Kenan elini işgal etmek için harekete geçen Israil oğulları arasında bir birlik yoktu ve bu, Tevrat'ın tetkikinden de hemen anlaşılmaktadır. Yahuda oğulları yanlarında küçük gruplarla birlikte Kudüs ve Hebron civarında­ki dağlık bölgeye yönelmiştir. Hakimler kitabının I. babında Ya­huda oğullarının Kudüs'ü işgal ettikleri belirtilmesine rağmen, şehrin asli sakinleri olan Yebusîler saldırganları püskürtmüş ve düşmandan Dünya tepesine yerleşenleri itaat altına almışlardır.

Göründüğü kadarıyla İsrailliler kısa süre sonra Kudüs'den çe­kilmişlerdir. "Onlar Yebus yakınlarındayken gün iyice ilerlemişti. Uşak efendisine şöyle dedi: ‘Lütfen, gelin Yebusîlerin bu şehrine sapalım ve orada geceleyelim.' Efendisi ona şu cevabı verdi: İsra­il oğullarının olmayan yabancının şehrine sapmayacağız ve Gibea'ya geçeceğiz.”14 Kudüs İsraillilerin eline ancak peygamber Davud zamanında geçecektir.

Rahel oğullarına gelince, onlar da Megiddo ovasını işgal etme­ye çalıştılar, fakat Kenanlılar ilk şaşkınlığı üzerlerinden attıktan sonra onlara ağır bir darbe indirerek Şekem (Nablus) ve güney kesiminde yer alan ortadaki tepeyle yetinmek zorunda bıraktılar. Hakimler kitabının birinci babında şu satırları buluyoruz: "Manasse Beytşan (Bisan) halkını ve köylerini, Taanak halkını ve köylerini, Dor ahalisini ve köylerini, İbleam ahalisini ve köyleri­ni, Megiddo halkını ve köylerini kovmadı. Böylece Kenanlılar bu bölgede oturmak için direndiler... Zebulun Kitron halkını, Nanalol (Bin Amir ovası) sakinlerini kovmadı; Aşer Akko sakinlerini kovmadı. Eşiriler (Eşir b. Yakub'un oğulları) bölge halkı arasına yerleştiler. Çünkü onları kovmadılar. Naftali Betşamas halkını ve Betanat halkını kovmadı, aksine bölge sakinleri olan Kenanlılar arasına yerleşti. Amoriler Dan oğullarını dağa sürdüler. Çünkü onlar öbürlerini ovaya inmeye bırakmıyorlardı.”  

Bu şehirlerin işgal edilişi, buralarda oturan insanların kılıçtan geçirilişi, arkasından aynı şehirlerin ve ahalisinin tekrar ortaya çı­kışı konusunda Yeşu kitabı ile Hakimler kitabı arasındaki akıl al­maz çelişki üzerinde tek tek durmaya kitabımızın hacmi yeterli de­ğil. Biz, yalnızca Tevrat bölümlerinin gerçekleri yazmayı becereme­diği, pek çoğu tarihi vakıalarla ilgisi olmayan hayal ürünü rivayet­lere dayalı farklı görüşleri yansıttığını belirtmekle yetindik.

Tevrat'da söz Müsa'ya atfedilen beş kitapta olduğuna göre, di­ğer kitaplara herhangi bir hüküm çıkarılması için kaynak olarak itibar edilmesi gerekmez. Tevrat yazarlarının eski Kenan edebiya­tına sığınıp, oradan intihal yaptıkları konusunda Rasşamra bul­guları en güçlü belgedir ve bunlar Tevrat'ın içeriğinin güvenilir bir kaynak olarak kullanılamayacağını ortaya koymaktadır.

Etkileşim nesli

Gustave le Bon, İsrail savaş dönemini anlatırken şöyle diyor: “İsrail oğulları, bir millet değildi. Kanun tanımaz çetelerin karışı­mıydılar. Özünü bedeviliğin oluşturduğu küçük Sami kabilele­rinden oluşmuş insicamsız bir topluluktular. Bu kabilelerin haya­tı küçük köylere saldırıp, ele geçirme ve yağmalayarak birkaç günlük maişet çıkarma temeli üzerine kurulmuştu. Birkaç gün sonrası yine labirent ve sefalet hayatına dönüştü.”16

İbranîerin Habirular olduğu, Habirularınsa ırkî bir grup değil sosyal bir tabaka oluşturdukları görüşü tercih edildiğine göre, eğer yukarıdaki geçen “küçük Sami kabileleri” ifadesinden “Sa­mi” sözcüğünü çıkarırsak, bu anlatımın Hakimler dönemi deni­len ve M. Ö. XII. Yüzyılın son çeyreğinden Xl. Yüzyılın ilk üç çeyreğini kapsayan o devirdeki İsrail oğullarının durumuyla ta­mamıyla örtüştüğünü görürüz.

İsraillilerin vahid bir topluluk oluşturacak şekilde sosyal bir aşamaya gelmelerinin ancak Kenanlılardan önemli ölçüde etki- lenmelerinden sonra mümkün olduğunu göz önünde bulundur­mak gerekir. Hatta Davud'un kurduğu krallığın saf bir İsrail kral­lığı olduğunu söylemek zordur ve belki de en doğrusu başında Yahuda soyundan gelen bir peygamberin bulunduğu Kenan/lsrail devleti olduğudur.

İstilacılar, çoğunluğunu Kenanlıların oluşturduğu bir topluma karışmışlar ve imkan dahilinde onların uygarlıklarını özümseme­ye başlamışlar; onlardan tarım, ticaret, çömlekçilik ve benzeri mahalli zanaatları öğrenmiş, hatta Kenanlıların dilini ve alfabesi­ni almışlardır.

İsrailliler, koyun çobanlığından tarıma geçerken Kenanlıların bereket tanrılarına saygı duymaya itildiler. Böylece bir süre sonra Kenan tanrılarına kurban sunmaya başladılar. Bazıları işi kendi tanrıları Yahve'ye [Yehova'ya] hakarete kadar vardırdılar ve Kenanlıların bereket tanrıları Baal ve Aştarot'a taptılar. Bazıları ise, münafıkların her yerde ve her devirde yaptıkları gibi, sopanın ortasından tutarak, hem halkın koruyucusu olarak Yahve'ye, hem de ekin ve koyunların koruyucusu olarak Baal'a taptılar.

“İsrail oğulları Kenanlılar, Hattiler, Amorîler, Ferisîler, Hivliler ve Yebuslular arasında oturdular. Karı olarak onlardan kız aldılar, kızlarını onların oğullarına verdiler ve onların tanrılarına taptılar. İsrail oğulları Rab'bin gözünde kötü olanı yaptılar ve kendi Tan­rıları Rab'bi unuttular. Baallara ve Aşerlere kulluk ettiler. Rab'bin öfkesi İsrail'e karşı alevlendi ve onları Mezopotamya kralı Kuşanrişatayim'e sattı ve İsrail oğulları Kuşan-rişatayim'e sekiz yıl kul­luk ettiler." 17

Böylece kozmopolit nesil arasında zaman zaman hakimlerin çıkması için uygun dini ve siyasi zemin oluştu. Ve ortaya çıkan hakim, kendilerini Mısır'da kölelik hayatından kurtaran ve ken­disine tapmaları ve ibadetlerinde ihlaslı olmaları için bu toprak­ları bağışlayan Tanrı'nın nimetlerine karşı nankörlük ve küfre gösterilen aleni tepkinin sembolü haline geldi.

Tanrı İsrail'e kızdığına göre, onların köleliğe mahkum olması gerekiyordu ve gerçekten daha sonraki günlerde İsrailliler sekiz yıl boyunca siyasi yönden Aramılere bağlandılar. Dini reformlar ve siyasi devrimlerin sembolü olarak ortaya çı­kan bu hakimlerin çevrelerindeki putperestlikten etkilenmedik­lerini zannetmiyoruz. Örneğin Hakimler kitabında hakkında “Tanrı’nın ruhu Yiftah’la birlikteydi" denilen ve hakimlerin en önde gelenlerinden sayılan Yiftah Gileadi onlardandır. Gilead, Ammonlularla yaptığı bir savaştan sağ salim döndükten sonra evinden kendisini karşılamaya çıkacak ilk kişiyi Tanrı'ya kurban edeceği vaadinde bulunmuştu. Fakat kendisini ilk karşılamaya çıkan kızıydı ve o da sözünü yerine getirerek kızını kurban etmiş­tir. Peki bu insan kurban edilmesini yasaklayan bir şeriattan ale­ni bir sapma, kendi oğul ve kızlarını tanrı Baal’a kurban eden yer­li halkın putperest adetlerini benimseme değil midir?

Vefasızlık dersi

İsrail hakimleri arasında gelecekten haber veren Debora adın­da bir kadın vardı. Keni Heber’in karısı Yael adlı bir şarkıcının sergilediği vefasızlığı anlatan bir şarkı ona atfedilir. Keniler Mu­sa’nın kaynatası Hobab’ın    oğullarının soyundandır.

Anlatıldığına göre Kenanlı kral Hasor’un kumandanı Sisera ile İsrailliler arasında Megiddo ovasında bir savaş olur. O sıralar Si­sera ile Keniler arasında sulh vardı. Kenilerin lideri Yael'in koca­sı Heber’di. Sisera savaşta yenildi ve Kenanlılarla Keniler arasın­daki sulh anlaşmasına dayanarak Yael’in çadırına sığındı. Özellik­le Yael kendisini karşılamak için çıktığında artık kurtulduğundan emindi. Yael ona “Gel yanıma efendim, gel, korkma!" dedi. Sise­ra onun yanına yaklaştı. Yael onun üzerine bir yorgan örttü. 19 Ar­kasından da onun dalgınlığından istifade ederek öldürdü. Bir baş­ka rivayette ona vurarak ayaklarının dibine yıktığı anlatılıyor, ama iki değişik rivayet arasındaki bu çelişki bizi fazla ilgilendir­miyor. Ne de olsa Tevrat kitaplarında aynı olayla ilgili değişik ri­vayetler arasındaki çelişkilere alışmış durumdayız. Ama bizi ilgi­lendiren şey Tevrat’ın Yael’in yaptığı bu iğrenç işi övmesi. Sisera’nın Kenilerin çadırında öldürülmesi yalnızca barış halin­de bulunan iki taraf arasındaki anlaşmayı bozmuyor, ayrıca eski bedevi toplumunun var gücüyle korumaya çalıştığı bir geleneği yıkmış oluyordu ki, eski toplum yarı göçebe döneme girdikten ve yerleşik düzene geçtikten sonra dahi bu geleneği unutmamıştır.

Daha da kötüsü, rivayete seksi bir görünüm kazandırarak, Yael’e Sisera’yı yanına çağırıp “Gel bana efendim, korkma gel!" de­dirtmeleridir. İş bu kadarla da bitmiyor ve bir de Debora’nın kasi­desinde Sisera’nın anasıyla gösterdiği analık şefkatinden dolayı alay edilerek “Sisera’nın anası kafesin arkasından, pencereden bak­tı ve bağırdı: 'Niçin onun cenk arabası bu kadar ağır geliyor?’”20

Anlaşmaları ve yürürlükteki gelenekleri bozmak, maksada erişmek için cinsi cazibeyi kullanmak, arkasından da insanı hay­vandan ayıran tüm asil âtıfet duygularıyla alay etmek.. bu olay­dan çıkarılacak derstir.

Bu eski ders, İsraillilere şöyle diyor: Başka halklarla yaptığınız anlaşmalara, ancak çıkarlarınız doğrultusunda sadık kalın ve mil­letlerin değerli geleneklerini görmezden gelin. Çıkarlarınızın ge­rektirdiği anda yaptığınız anlaşmaları bozmakta tereddüt etme­yin. Amacınıza ulaşmak için her türlü yola başvurun, düşmanla­rı avlamak için kadını kullanmaktan çekinmeyin.

Filistinliler

Şu ana kadar Tevrat bölümlerinde geçen kabile ve halk isimle­ri konusundaki uzun tartışmaya girmekten kaçındık ve kaçınaca­ğız, ama konumuzun gerektirdiği kadar bu meseleye eğileceğiz. Esasen Kenan elinde yaşayan halkların isimlerinin bu kadar çok gösterilmesinden amaç İsraillilerin ülkede sağladıkları başarıları abartmaktır. Kenanlılar, Amorîler, Hattiler, Feriziler, Girgaşiler, Yebusîler, Horlular, Hoblular vs. vs. Bu kadar çok ismin sayılma­sı kazanılan zaferleri çok büyük zaferlermiş gibi göstermektir. Biz bu kabilelerin kökenleri ve Kenan elindeki mevcudiyet sebepleri üzerinde detaylı olarak duracak değiliz. Filistinlilere gelince, onları Sami Kenanlılarla ilişkisi bulun­mayan, birden ortaya çıkmış, bu topraklara yerleşmiş ve orada önemli faaliyetlerde bulunmuş sıradan bir halk olarak göremeyiz.

Filistinliler Yaratılış kitabında lbrahim ve lshak döneminden beri Kenan elinin güneybatı sahilinde yaşayan bir kavim olarak gösterilmektedir. Daha önce de belirttiğimiz gibi bu bilgi gerçeği yansıtmamaktadır. Çünkü Suriye topraklarının tamamında Filis­tinlilerden ancak Milattan önce ikinci bin yılın ikinci yarısında söz edilmektedir ki, bu tarih, lbrahim peygamber döneminden sonraki birkaç yüzyıla tekabül etmektedir.

III. Ramses'in (M. Ö. 1198-1167) tabletlerinde Akdeniz adala­rının nasıl sallandığı, buralarda yaşayan halkın Girit ve Sicil­ya'dan Mısır ve Şam topraklarına geldikleri, kendisinin onlara saldırıp mağlup ettiği ve vergiye bağladığı anlatılmaktadır.

Filistinlilerin Suriye sahillerine yerleşmek amacıyla geldikleri muhakkak. Çünkü öbür türlü kadınlarını, çocuklarını ve eşyaları­nı öküzlerin çektiği arabalara doldurup gelmezlerdi. Onların hızlı bir şekilde Kenan dilini öğrenmiş olmaları, bir çok araştırmacıyı bu halkın kökenini belli bir yere bağlama konusunda tereddüde düşürmüştür. Kaldı ki, Kenan eli sahilindeki Filistin şehir adların­dan başka, krallarının büyük kısmının adları da Samicedir.

H. J. Wells, deniz sakinlerin soy ve dil yönünden batıda Bask, güneyde Berberîlerle bağlantısı bulunan halklara mensup olduk­larını belirtmektedir. Girit'de yapılan Knossos kazıları M. Ö. 2500'lerde medeniyetin zirvesine ulaşan çok eski bir Ege uygarlı­ğını ortaya çıkarmıştır. Fakat bu uygarlık M. Ö. 1400'lerde tari­hin derinliklerine gömülmüş ve muhtemelen şiddetli bir deprem Knossos'u haritadan silmiş, depremden kurtulanların işini de da­ha sonra Yunanlı işgalciler bitirmiştir.

Hakimler ve I. Samuel kitaplarında İsraillilerle Filistinliler arasındaki savaşlarla ilgili anlatılanları ciddiye alacak olursak ta­rihi gerçeklerden ciddi şekilde uzaklaşmış oluruz. Çünkü bu iki kitapda on binlerce Filistinlinin lsraillilerin kılıçlarıyla can ver­dikleri hikaye edilmekte, fakat sonra nedense bu mağlup insan­ lar birden canlanarak düşmanlarını mağlup etmektedir. Sebebi malum.. İsrailliler Tanrı'nın nazarında bir günah işlemişlerdir. Ama tövbe edip Tanrı'ya dönünce mucizeler ve düşlerle azgın Fi­listinlilerin işlerini bitirmişlerdir.

Örneğin Hakimler kitabında Şimşon'un bir eşeğin çene kemi­ğiyle bin kişiyi öldürdüğü hikaye edilir. İsraillilerin tarihine ağır bir utanç damgası vuran bu mübalağalı hikayede Filistinlilerin Şimşon'u yakalamak istedikleri, Yahuda'ya gelerek halktan onu kendilerine teslim etmelerini istedikleri, fakat halkın reddettiği anlatılır. Yine içlerinden üç bin kişi Şimşon'un peşine düşer ve Fi­listinlilerin gelip teslim alması için onu yakalayarak bağlarlar.

Rivayete göre Tanrı'nın ruhu Şimşon'a hülul eder ve böylece Şimşon iplerini parçalayarak bir eşeğin çene kemiğini eline alıp bin kişiyi öbür dünyaya gönderir.

Bu efsane, hurafe olmakla birlikte, İsraillilerin Davud'dan ön­ceki dönemlerde kendileri üzerinde fiili hakimiyet kuranlardan ziyadesiyle korktuklarını göstermektedir.

Üstünlük kimde?

Kitab-ı Mukaddes Ansiklopedisi Samuel'in Filistinlilere karşı zafer kazandığını anlatan hikayenin (bkz. l. Samuel, 7/5-14) o dönemle ilgili tüm tarihi gerçeklere ters düşen sıradan bir efsane olduğunu belirtmektedir.2  Filistinlilerin hakimiyet döneminde bazı İsraillilerin kendi kanından olanlara karşı Filistin saflarında savaştıkları bu efsanede anlatılmaktadır.

Filistinliler ülkenin her yanına hakimiyeti ele geçirmişlerdi. Filistinli subaylar İsraillilerden vergi topluyor ve tıpkı Tel Amarna kitabelerinde belirtildiği üzere 111. ve İV. Amenhotep zamanın­daki Mısırlı memurlar gibi asayişi sağlıyorlardı.

İsraillilerin Filistinliler karşısında aşağılandıklarının en bariz delillerinden birisi, ikincilerin Ahit Sandığı'na el koyarak, onu Eştot’a nakletmiş olmalarıdır. l. Samuel kitabında anlatıldığına göre bu tabut İsraillilere herhangi bir savaş neticesinde. iade edil­memiş, aksine İsrail'in tanrısı basur hastalığı gönderdiği için Fi­listinliler sandıktan vazgeçmek zorunda kalmışlardır. Bir araştır­macı Ahit Sandığı'nın Filistinlilerin elinde Samuel kitabının iddia ettiği gibi yedi ay değil, çok uzun bir süre kaldığını kaydetmek­tedir. Bu sandık Davud peygamber zamanında Filistinlilerle yapı­lan bir anlaşma gereğince İsraillilere iade edilmiştir.    

Diğer yandan l. Samuel kitabında anlatıldığı şekilde kral Şaul'un ölümü de İsraillilerin Filistinlilerin katı boyunduruğu altın­da oldukları görüşünü doğrulamaktadır. Şaul, İsraillilerin manen çöktüklerini görmüştü. Ürdün nehrinin ötesinde İsraillilerin ka­çışmalarına ve Şaul ile oğlunun ölümüne şahit olan İsrailliler, bu­lundukları şehirleri terk ederek kaçmış, Filistinliler de gelip ora­lara yerleşmişlerdir.26

Demirde tekel

İsraillilerin Filistinlilere itaat arzetmeleri eşyanın tabiatına aykın bir şey değildi. İsrailliler Kenan eline girmeye hazırlandıkları za­man yalnızca bir zamanlar İbrahim ve Yakub'la birlikte Fırat hav­zasından göç ederek barışçı amaçlarla geldiklerinde kendilerini gı.ller yüzle karşılamış olan barışsever Kenanlılarla karşılaşacaklarını zannediyorlardı. Aynı günlerde ellerinde çelik kılıçlar^7 Kenan eli sahillerini yurt tutmak için gelen beklenmedik misafir savaşçı­ların yolda olabileceği onların aklının ucundan bile geçmiyordu. O güne kadar bu bölgede demir bilinmiyor veya en azından silah ya­pımında kullanılmıyordu ve Suriye'nin kuzey kesimine birbiri ar­dınca sahip olan Anadolulu Haniler ve Filistinliler ise demiri tanı­ yorlardı. Fakat onlar demircilik sanatını bir sır gibi saklıyorlardı ve ancak dış baskılar sonucunda bu sanatı başkalarına öğretmeye mecbur kalmışlardı. Bunu 1. Samuel kitabında geçen şu sözlerden de anlayabiliriz: “Ve bütün Israil diyarında demirci bulunmuyor­du; çünkü Filistinliler İbraniler kılıç yahut mızrak yapmasınlar de­mişlerdi. Bütün İsrailliler, herkes çapasını, sapan demirini, baltası­nı ve kazmasını bilemek için Filistinlilerin yanma inerlerdi. ”  Tevrat'daki bu kayıtta İsraillilerle Filistinliler arasında çatışma çık­tığında Yahudilerin kılıç ve mızrağı bulunmadığını gösteriyor, fa­kat yalnızca Şaul ve oğlu Jonathan’m silahlı olduğunu, ama buna karşılık silahsız olarak düşmanı hezimete uğrattıkları anlatılıyor.

Boyunduruk altındaki krallar

Araştırmacılar, yukarıda belirtilen tüm gerçeklere istinaden, Şaul'un Filistinlilere bağlı bir kral olduğu, iki taraf arasında geçen olayların, metbünun boyunduruktan kurtulmak için çabalayan bir tabiyi cezalandırma hareketinden ibaret bulunduğu kanaatindedirler.

Davud ise Şaul'un kendisini öldürmek için peşine adam taktı­ğı bir sırada Filistin kralı Akiş'e sığınmıştır ki, bu davranış Filis­tinlilerin Davud'un iktidarı ele geçirmesini hoş karşıladıklarını ve Şaul oğlu İşbaal'ı babasının tahtından mahrum etmek istedikleri­ni göstermektedir. l. Samuel kitabında Filistin kralı Akiş'in ağzın­dan aktarılan şu söz de buna delalet etmektedir: “Akiş, 'Halkı İs­rail'in nezdinde tamamıyla kötülendi, bu yüzden ebediyen benim kulum olacaktır' diyerek Davud'a inandı. "

II. Samuel'de ise Şaul'un ordusunun başkomutanı Nerin oğlu Abner'in ve amcaoğlunun İşbaal için Filistinlilerden Eryaim tepe­lerini ele geçirdikleri ve onu Gilead, Aşuriler, Yizreel, Efraim, Benyamin ve bütün İsrail'in kralı yaptıkları" anlatılmaktadır;  ama bunun tarihi gerçeklerle bir ilgisi yoktur. Genel görüş İşbaal'm Menahem'de, Davud'un ise Hebron'da Filistinlilere tâbi ola­rak yaşadıklarıdır.

Filistinliler, ancak tüm “lsrail"i içine alan bağımsız bir krallık kurma arzusunu göstermesi üzerine Davud’a karşı düşmanlık sergilediler ve Refaim deresinde onunla karşı karşıya geldiler.    Burada Davud'la Filistinliler arasında ilk büyük savaş vuku bul­du, fakat savaş barışla sonuçlandı ve böylece Yahudiler Ahit Sandığı'na tekrar kavuştular.

Dış etkenler

Araştırmacıların genel kanaati, İsraillilerin Filistin boyunduru­ğundan kurtuluşunun kendi çabalarıyla değil, dışarıdan alınan bir destekle gerçekleştiği ve bu rolün Mısır tarafından oynandığı şek­lindedir. Çünkü Mısır o sıralar Suriye'deki eski topraklarını yeni­den kazanarak, hakimiyet tesis etmek istiyordu ve tabii olarak ilk ağızda Filistin sahilleri hedef seçilmişti. Gerçi bu konuda elimizde doğrudan bilgiler yok, ama olanlar da inandırıcı makul delillerdir.

Kral Süleyman zamanında “Mısır firavunu Gezer'i ele geçire­rek ateşe verdikten sonra şehirdeki Kenanlı ahaliyi katledip bura­sını Süleyman'ın karısı olan kızına çeyiz olarak verdi."32

Bu rivayetin doğru olduğunu kabul edelim, ama acaba Mısır­lılar takriben Yafa yolu üzerindeki Gezer'e gitmek için hangi yo­lu kullandılar? Saldıran tarafından doğudan Kudüs’ün nazır ol­duğu el-Halil dağlarına yönelmesi mantıklı gözükmüyor. Öbür türlü en azından firavunun Kudüs'de damadı Süleyman’ın yanın­da konaklaması gerekirdi. Demek ki firavun Gezer’e ulaşmak için sahil yolunu kullanmıştır ve oraya varması için de havadan uça­mayacağına göre, beş Filistin şehrini veya bazılarını geçmesi ge­rekiyordu ve herhalde bunun için Filistinlilerden izin istememiş­tir. Bu duruma göre Filistinliler Davud’la çatışmaya girmeden ön­ce Mısırlılar tarafından ezilmiş ve zayıf düşürülmüşlerdi.

Diğer dolaylı delillere gelince, Mısır’ın Libyalı kralı Şeşnak’ın kuzeyin güney kesiminden ayrılmasından sonra Kenan eline dü­zenlediği seferler sırasında Filistin şehirlerinden hiçbirinin adı geçmemektedir ki, bunun tek makul izahı söz konusu şehirlerin Şeşnak’ın seferinden önce düşmüş olduğudur.

Bu iki hususu göz önünde bulundurduğumuzda Filistinlilerin neden lsrailin gırtlağını sıkmayı bırakıp yeni ve daha güçlü bir düşmanla uğraşmaya yöneldiklerini, bunun da Davud'a Filistinli­lerin ciddi bir baskısıyla karşılaşmadan krallığını müstahkem ha­le getirme imkanı sağladığını anlayabiliyoruz.

Tarihçi H. J. Breasted bu konuda şöyle diyor: “Beni İsrail ka­bileleri Filistin'de kendilerine bir vatan yarattılar. Şu an için bu işin o yöredeki sahil şeridinde yaşayan düşmanlarını boyun eğ­dirmek isteyen Mısırlıların yardımıyla olup olmadığından emin değiliz. Bunun sebebi Mısır'ın o sıralar Asya'ya yönelik politika­sıyla ilgili tarihi bilgilerin azlığıdır.

“Belki de Fenikeliler Filistin tehlikesinin azalmasını fırsat bi­lerek, İsraillilerin büyük İbni Amir ovasındaki şehirleri (Yezrail veya Megiddo) Filistinlilerden miras olarak aldıkları bir sırada Dor (Tantura) şehrini istirdat etmişler; Filistinlilerse Yafa ile Gazze arasındaki sahil ovasının yarısıyla yetinmişlerdir. ”

Kitab-ı Mukaddes Ansiklopedisi, bazılarının “Süleyman, ne­hirden Filistin topraklarına ve Mısır sınırına kadar olan tüm böl­geye hakimdi”  ifadesini yanlış anladıklarına işaretle, sahil şeh­rinin bu bölgesinin hiçbir zaman Süleyman'ın krallık sınırları içinde olmadığını ilave etmektedir.

“Kral Süleyman Filistinlilerin sahil şeridini sınırlarına kattı” ifadesi son derece açık ve yoruma müsait değilken, bunu nasıl an­lamak gerektiğini gerçekten bilmiyorum. “Nehirden Filistin top­raklarına.. ” ifadesi Süleyman'ın krallık sınırının doğuda Şeria nehrinden başlayıp Filistinlilerin hududunda son bulduğu anla­mındadır ve Filistin topraklarını kesinlikle içine almıyordu.

ıx

DAVUD

Davud'un İsrail oğullarının ilk krallığının tahtına çıkışı İsrail tarihinde yeni bir olay olarak kabul edilir ve olayın önemi de Da­vud'un Yahuda ailesinden gelmiş olmasındandır. Bu aile o güne kadar Kenan elindeki İsrail olaylarının yönlendirilmesine katıl­mamış; Yahuda oğullarından hiçbiri genellikle İsrail yönetiminde söz almamıştı.   Şimdiyse Yahuda oğullarından birisinin değişik boylardan teşekkül eden tüm İsraillilerin başına kral olarak geç­mesi için uygun fırsat gelmişti.

Davud’un soyu

Tevrat'ın belirttiğine göre Davud'un soy kütüğü şöyledir: Ya­kub oğlu Yahuda oğlu Farıs oğlu Hestron oğlu Ardam oğlu Amminadab oğlu Nahşon oğlu Salmon oğlu Boaz oğlu Obed oğlu Yesse oğlu Davud.          .

Yahuda'dan Davud'un öz babası Yesse'ye kadar olan soy kütü­ğü zincirini takip ettiğimizde, Davud'un Tevrat'ın iddia ettiği an­lamda İsrailli olmadığı, İsraillilerin Kenan elinin asli unsurları olan halklarla, özellikle de Kenanlılarla herhangi bir bağlarının bulunmadığı görülüyor. Ama bu bilgilere ters düşen her şeye şid­detle karşı çıkılmasına rağmen, İsraillilerle Kenan eli ahalisi ara­ sında bir bağ kurulmaya çalışılıyor. Öyle ki Davud'un yönettiği halkın saf kan İsrailli mi, yoksa en tehlikeli sosyal oluşumları reddeden ırkî asabiyete doğru hızlı bir kayış olmasaydı, Da­vud'un sağlam bir topluluk yaratmak amacıyla temellerini atma­ya çalıştığı kaynaşmanın ürününü temsil eden bir tebaa mı oldu­ğunu söylemek zorlaşmaktadır. Yahudi asabiyeti, toplumun te­mellerini sarsan bu hayvanca çekişmeyi tekrar zirveye taşımış ve zamanla İsraillilerin veya Yahudilerin Babil sürgününden önce, sürgün esnasında ve sonrasında tanıdıkları başkalarını küçük görme olgusunun bir tepkisi olarak bu temelsiz ayrıcalık düşün­cesi gelişmiştir.

Davud bu yeni Kenanlı-İsrailli toplumun temsilcisidir. Büyük dedesi Yahuda'nın soyunun Adlamlı  bir Kenanlı olan Tamar'la kurduğu gayr-ı meşru ilişkinin ürünü olduğu açıktır. Bu gayr-ı meşru ilişkiden Yahuda'nın Farıs ve Zarih adlı ikiz oğulları dün­yaya gelmiştir. Matta İncili'nde Salmon'un Boaz b. Rahab'ın oğlu olduğu belirtilmektedir.  Tevrat tarihçileri, Nun oğlu Yeşu'nun zâniye Rahab adıyla meşhur olan Rahab'la evli olduğunu kaydet­mektedirler. Yeşu kitabında anlatıldığına göre Yeşu'nun hücum etmeden önce bilgi toplamak amacıyla gönderdiği casusları sak­layan bu kadın Kenanlıydı. Bu kadın Yeşu'ya İsrail oğullarının se­kiz peygamberini doğuran  kızları dünyaya getirdikten sonra Salmon'la evlendi ve ondan da Davud'un ikinci dedesi Boaz'ı dünya­ya getirdi. Boaz, Rut adında Moablı bir dul kadınla evlendi. Bu birliktelikten Davud'un dedesi Obed dünyaya geldi. Gördüğü­müz gibi Kitab-ı Mukaddes'de belirtilen üç halde de Davud'un nesebinde bir eksiklik vardır. O halde önemli görülmediği için belirtilmeyen başka durumların varlığını kabul edeceğiz.

Demek ki, Davud katıksız bir İsrailli değildi. Dahası, İsrail ırk­çılığını bir yana bırakırsak, Süleyman onun oğluydu. Süleyman Davud'un Hattili Uriya'nın dul karısıyla olan kaçamağından dün­yaya geldi. Büyük ihtimalle bu kadın İsrailli değildi. Davud'un onunla evlenmesi bana göre asil bir sebebe dayanıyordu. Bu ka­dının eski kocası Davud'un iyi ve kötü günlerinde yanında olan savaşçılardan biriydi. Bir çarpışma sırasında ölmüş; Davud da ona saygısından ve tebaasıyla, özellikle de yerli halkla bağlarını güç­lendirmek amacıyla kadını haremine almıştır.

Tevrat'ın naklettiği kaçamak  hikayesine göre bir defasında Davud kadını banyo yaparken görür ve vücudunu çok beğenir. Onu çağırttırır ve yatar. Kadının kocası cephede çarpışmaktadır. Kadın hamile kalır. Davud hemen zahiri kurtarmak ümidiyle ko­casını geri çağırtır. Fakat adam evine gidip karısıyla yatmak iste­mez. Bu defa Davud onu sarhoş edip evine göndermek ister, ama adam gitmemekte direnir. Bunun üzerine Davud komutanını ça­ğırıp bu adama savaşta tehlikeli bir görev vermesini söyler. Neti­cede adam çarpışma sırasında ölür ve Davud da onun dul karısıy­la evlenir. Allah'ın bir peygamberine Tevrat'da yapılan bu iftira da daha önce örneklerini verdiğimiz iftiralardan biridir şüphesiz.

Bu efsaneye bir başka hikaye daha ekleniyor. Buna göre Tanrı, Davud'a Natan adında birini gönderir. Natan, Davud'a bir anek­dot anlatır. Güya çok zengin, kalabalık sürüleri olan bir adam varmış, ama son derece cimriymiş. Misafirlerine hiçbir şey ikram etmek istemezmiş. Bir defasında bir misafiri gelmiş. Zengin cim­ri koyun ve kuzularına kıyamamış. Zavallı birinin tek bir kuzusu varmış. Onunla yatar onunla kalkarmış. Tutmuş misafirine o za• vallının kuzusunu kesip ikram etmiş. Davud hikayeyi dinleyince, cimri zenginin öldürülmesi gerektiğine hükmetmiş. Natan ona “Ama o adam sensin!" demiş ve başlamış yaptıklarından dolayı acı acı tenkit etmeye. Tanrı'nın kendisinden intikam alacağını, karılarını gözünün önünde alıp yakınlarına vereceğini ve onların karılarıyla el alemin gözü önünde yatacaklarını belirtmiş..

Kitab-ı Mukaddes Ansiklopedisi Davud'un kaçamağından ve onu takip eden hikayeden bahsederken şu yorumu yapmaktadır: “Kesin olan şu ki, il. Samuel'in 11. ve 12. bablarında anlatılan ef­sane sonradan uydurulmuştur ve büyük ihtimalle katiplerden bi­rinin muhayyelesidir ve bu katibin vermek istediği mesaj Da­vud'un bu olaydan sonra kutsal bir kişiye dönüştüğüdür. Daha sonraki nesiller Davud'un Uriya ve karısına yaptığı olaydan İsra­il halkının Tanrı tarafından terbiye edildiği ve Rab'bin onları ah­ lak ve iyi davranışların en büyük timsali yaptığı sonucuna ulaş­mışlardır. "

Bu yorumdan iki sonuç çıkarılabilir: Birincisi Tevrat'da anlatı­lan efsane ve ona iliştirilen hikayenin reddedildiği, ikincisi ise lsrailli alimlerin Allah'ın peygamberleri ve değerli insanların şere­fiyle oynamak için uydurdukları hurafelerin masum gösterildiği­dir. Bu efsane ve benzerlerinin lsraillileri ahlakın ve adabın en büyük üstadları haline getirdiği iddiası ise, onların uzun tarihle­rinin ahlakın nasıl kötü bir dereceye indirildiğini gösteren tahrif­lere en güzel örnektir.

Davud'un ahlalu ve siyaseti

Tevrat'ın Davud'unun bizim bildiğimiz peygamber Davud'dan pek çok konuda farklı olduğunu söylemeye gerek yoktur. Konu­muz bir noktada kutsal tarih denilen Tevrat'da belirtilen Yahudi tarihinin problemlerine parmak basmak olduğuna göre, meseleyi her yönden, özellikle Tevrat bölümleri açısından araştırmak, ar­kasından ulaşabileceğimiz sonuçları tenkit süzgecinden geçirme­miz bir zarurettir.

Araştırmacılar, baba Yakub'un hikayesinin hilekârlık, kurnaz­lık ve düzenbazlık sahneleriyle dolu oluşunu Yahudi tabiatının bazı unsurlarının yansıması olduğunu, bu özelliklerden bazıları­nın Davud'un hayat hikayesinde de sürekli ve vazıh bir şekilde iş­lendiğini belirtiyorlar. Acaba araştırmacılar bu görüşlerini hangi gerçeklere dayandırıyorlar?

Davud'un tarih sahnesine önemli bir kişilik olarak çıkışı, Fi­listinlilerin dev yapılı Golyat'ını attığı bir sapan taşıyla alnından vurması, sonra üzerine çıkıp kellesini kesmesiyle başlar. O andan itibaren de kral Şaul'un kalbine haset tohumları ekilir ve özellik­le kadınlar Davud'un kahramanlığıyla, erlik meydanında verdiği sınavla ilgili şarkılar söylemeye başladıklarında bu haset ateşi da­ha da şiddetlenir. Sonunda Davud'u öldürmeye karar verir. Da­vud'la Şaul'un oğlu Jonathan arasında samimi bir dostluk olduğu için Davud arkadaşı sayesinde babasının kendisi hakkındaki ni­yetlerini öğrenir. Jonathan da babasının kötü planlarını bozma konusunda Davud'a yardımcı olur.

Sonunda Davud, Filistinli Gat kralı Akiş'e sığınır, fakat Akiş'in dostları onu Davud'a karşı doldururlar ve yanına sığınmasına izin vermemesi konusunda uyarırlar. Davud tehlikeyi sezer ve “onla­rın önünde tavrını değiştirir; yanlarında deli numarası yapar, ka­pının kanatlarını tırmalar ve salyasını sakalına akıtır. ”  Böylece Şaul'dan sonra Filistinlilerin şerrinden de kurtulmayı başarır.

Daha sonraki günlerde Davud değişik inanç ve halklara men­sup çaresiz insanları çevresine toplar; ailesini Moab kralının hi­mayesine bıraktıktan sonra Şaul'a açıkça meydan okuyarak er meydanına davet eder. Rivayete göre onu yeke yek dövüşte alt eder, ama makamına duyduğu saygı ve bağlılık sebebiyle öldür­mek istemez. Çünkü Akiş onun nazarında Tanrı'nın seçtiği bir kral veya kendi tabiriyle Rab'bin mesihidir.

Kanaatime göre Tevrat'da belirtildiği gibi, Davud'un çarpışma­da mağlup ettiği sırada Şaul'u öldürmemesi yalnızca makamına duyduğu saygıdan kaynaklanmamıştır. ' Çünkü Davud, Samuel onu Tanrı'nın emriyle meshettikten sonra  zaten kendisini gele­ceğin kralı vqa “veliahdı” olarak görüyordu. Muhtemelen Şaul'u öldürmekten kaçınmasının sebebi de bu düşüncedir. Öbür türlü eğer öldürmüş olsaydı, bizzat kendisi bir yıl zarfında tahtın ikin­ci kurbanı olurdu. Dolayısıyla Davud hikmetli bir davranış sergi­lemiş ve bir gün kendisinin oturacağı krallık tahtına bir kutsiyet kazandırmıştır.

Davud daha sonra Gat kralı Akiş'e sığınır. Göründüğü kada­rıyla Akiş onu ve beraberindeki altı yüz adamını İsraillilere karşı kullanmak ister. Davud da kendisine bağlı adamların kralın düş­manının belası olacağı intibaını verir ve böylece Akiş, Davud ve adamlarının Sikla'da  yaşamalarına izin verir. Davud, İsrailli düş­manlara akınlar tertipler ve güya bu amaçla çıktığı zannına kapı­lan Akiş'e sırrını ulaştırabilecek kişileri ortadan kaldırırdı. Samuel kitabında belirtildiğine göre Akiş, Davud'un hilesini yutmuş, kendisine getirilen haberlere inanmış ve onun “ebediyen kendisi­ne kul” olacağı kanaatine varmıştır.

Bir defasında Davud, Akiş'in yanında İsraillileri karşılamaya çıkmak ister, fakat Filistinli komutanlar Akiş'i savaş sırasında Fi­listinlileri arkadan vurabileceği endişesiyle Davud'u Sikla'ya geri göndermesi konusunda teşvik ederler. Samuel kitabında Da­vud'un niyeti konusunda bir hangi bir söz yok. Gerçekten Yahudilere karşı Filistinlilerin safında çarpışmak mı istiyordu, yoksa önceden beri yapageldiği gibi Filistinlileri aldatma niyetinde miy­di? Her halükârda bu savaş Şaul ve krallığı için bir dönüm nok­tasıydı. Nitekim kendisi savaşta düştü, intihar etti veya öldürül­dü; amacesedi Bisan sokaklarında sürüklendi ve Filistinliler Ke­nan elinde hakimiyeti ele aldılar.

Davud daha sonra Yahudalıların kendisini kral olarak nasbettikleri Hebron'a geçti. Bu sırada Şaul'un başkumandanı tahta ölen kralın zayıf karakterli oğlunu ge’çirmeye çalışıyordu, ama planları boşa çıktı. Şaul'un başkumandanını Ebner, hem Davud'un başku­mandanı, hem de kız kardeşi Saruba'nın oğlu Yoab tarafından ha­zırlıksız olduğu bir sırada öldürüldü. Davud olaya çok sinirlendi, Ebner için üzüldü ve katiline lanetler yağdırdı. Ama bir yandan da onun zayıf, öldüren kişinin ondan daha güçlü olduğunu belirterek, Tanrı'ya katili hak ettiği şekilde cezalandırması için dua etti.

Aynı şekilde Şaul'un tahta geçen zayıf karakterli oğlu İşbaal da yatağında öldürüldü. Onu öldüren iki kişi kellesini Davud'a ge­tirdiklerinde, Davud hemen onların öldürülmesini emretti. Daha önce Şaul'un ölüm haberini getiren kişinin öldürülmesini emret-

• miş, böylece çoğunluğun sempatisini kazanmayı amaçlamıştı.

Davud'un İsraillilerin kalbini kazanmak için yaptıkları sadece bununla sınırlı kalmadı. Aksine il. Samuel kitabından öğrendiği­mize göre Gibeonluların da kalplerini fethetmeye çalışmıştır.

Gibeon, Bire ve gayr-ı Sami azınlıklardan bir grubun temsilci­si Hivlilere  komşu bazı şehirlerin sakinleri Kudüs ile Şekem ara­sındaki bölgede yaşıyorlardı. Bunlar İsraillilerle barış anlaşması yapmış, Yeşu da onları dış tehlikelerden koruyacağı taahhüdünde bulunmuştu. Onlardan bahseden iki yerde anlatılanlardan Mûseviliği kabul ettikleri anlaşılıyor. Ama Şaul anlaşmayı bozmuş ve onlara ağır bir darbe indirmişti. Davud zamanında ortaya çıkan

kıtlık ise üç yıl sürmüş, Davud Tanrı'ya bu kıtlığın sebebini sor­duğunda Tanrı ona “bunun Şaul'un Gibeonlulara yaptıklarının bir cezası" olduğunu söylemiş.

Davud eline geçen fırsatı kaçırmak istemedi ve Gibeon eşrafı­nı çağırarakTanrı'nın öfkesini nasıl yatıştıracakları konusunda fi­kirlerini aldı. Bunlar, Şaul'un soyundan yedi kişinin asılmasını is­tediler. Davud bu fikri kabul etti ve yedi kişiyi dağda asılmak üze­re Gibeonlulara teslim etti.

Bu hikaye Davud'u bizi deha sahibi, uzak görüşlü bir kişi ola­rak takdim ediyor. Hatta hikayede anlatıldığından öte Davud an­laşma ve taahhütlere sadık adil bir yönetici görünümü sergiliyor ve iktidarı kaybetme korkusuyla değil, fazilete sahip çıkma adına ülke halkından bir grubun kalbini kazanmak için yaptığı işler an­latılıyor. Çünkü o, halka düşmanlarından intikam alma imkanı sağlamıştır. Şerefi için intikam alan insandan daha mutlu kim vardır? Ömrünü intikamını almış olmanın hazzını yaşamaya ada­mış bir bedevi veya yarı bedeviden mutlu insan olur mu?

Gibeonlular azınlık da olsa, yapılan iş, yöneticinin azınlıklara karşı himayesini sağlamak, onların şahsına mutlak bağlılıklarını temin etmekten ibarettir.

Tarihten biliyoruz ki azınlıklar diğer halklara göre baştaki yö­neticiye daha bağlı ve daha itaatkârdırlar. Tarihte müstebit yöne­ticiler ve emperyalistler ya bu azınlıkları istismar etmişler, ya da onlar yüzünden mağlup halkları vurmuşlardır.

Davud'un bu işi yapmaktan bir başka amacı da, kendisini ik­tidarı gasp eden bir zorba olarak gören Şaul hanedanına ağır bir darbe indirerek Gibeonluları hoşnut tutmaktı. Çünkü Şaul'un ak­rabaları bir fırsat çıktığında Davud'un işini bitirip, kendi hakları olduğuna inandıkları tahtı ele geçirmekte tereddüt etmezlerdi.

Siyasi oluşum

Milattan önceki X. Yüzyıla gelmemize ve sahip olduğumuz bilgilerin doğruluğundan, bu olaylara dayanarak ulaşacağımız sonuçların güvenilirliğinden tam -emin olmamıza rağmen, Da- vud, Süleyman ve onların dönemleri üzerinde söz söylemenin kolay olmadığı bir vakıa.

Bu bölümün başında Davud’un lsrail krallığının tahtına çıkan ilk kral olduğunu söylemiştik ki, doğruluğu konusunda ayrıca bir delile ihtiyaç yoktur. Çünkü Şaul ilk kral olarak adlandırılmış ve Samuel de Tanrı'nın emri üzerine yağla onu meshetmişse de,  bu, krallardan çok valilere yapılan bir işlemdir ve belki de Şaul dönemini valiler devrinden krallar devrine geçiş dönemi olarak adlandırmak daha doğrudur.

Tevrat, Şaul’un Bisan'da Filistinliler tarafından öldürülmesini M. Ö. 1056, Davud’un Yahuda hanedanının başına Hebron'da kral olarak atanmasını 1048 ve Davud’un ölümünden sonra Sü­leyman'ın tahta çıkışını 1015 yılına bağlamaktadır. Bu tarihlere göre Davud, Tevrat'ın belirttiği gibi Davud ve Süleyman’la irtibat halinde bulunan Sur kralı Hiram'ın çağdaşı olamaz. Çünkü Hiram M.Ö. 980-936 yılları arasında krallık yapmıştır. Ayrıca, Tev­rat'ı esas alsak bile, pek çok olay da bu tarihlerle örtüşmemektedir. Bu yüzden tarihçiler Davud dönemini M. Ö. 1005-936, Süley­man dönemini ise 955-935 yılları olarak kabul etmektedirler. Ki­mi tarihçiler de krallığın Süleyman’dan sonra ikiye bölünmesini M. Ö. 922 yılına bağlamaktadırlar.

Ancak, biz, zikredeceğimiz bazı olaylarda Tevrat'ın verdiği ta-. rihleri kullanmaya zaman zaman mecbur kalacağız.-

Davud Hebron'da geçirdiği 7,5 yıldan sonra Şaul hanedanı ve Şaul’un başkumandanı Ebner'le kendisi arasında vukû • bulan olaylar sebebiyle rahat yüzü göremeyince, o güne kadar tüm işgal teşebbüslerine karşı direnen ve Yebusluların hakimiyetinde kalan Kudüs'ü işgal etmek için harekete geçti. Sonunda Davud Kudüs’ü işgal etti ve burasını kendisine başkent edinerek, hiçbir boyun önderlik mevkiine yükselemediği İsraillileri tek safta toplamak için faaliyetlere girişti. Yahuda oğulları Hebron ve güney bölge- sindeydiler. Dolayısıyla gerek Yahuda oğullarının ve krallarının ve gerekse diğer Yahudi aşiretlerinin hakim olmadıkları bir şeh­rin başkent seçilmesi, birbiriyle çekişen tüm aşiretleri tek çatı al­tında toplayabilecek isabetli bir davranıştı. Çünkü barışı sembo­lize eden ve eskiden beri adı barışla özdeşleşen tek bağımsız şe­hir Kudüs'dü.

Başkentle ilgili durum budur. Davud'un oluşturduğu siyasi oluşumun boyutları ise daha da karmaşıktır.

Filistinliler: İsraillilerin Dor'un güneyinden deniz sahiline ve Ariş Vadisi'ne kadar ulaşamadıkları, Davud'un tüm yaptıklarının İsraillileri Filistinlilerin boyunduruğundan kurtarıp, bir grup Filis­tinlinin yardımını alarak diğer savaşlarda onlardan faydalandığı kesinlik kazanmıştır. Samuel kitabında belirtildiğine göre Filistin­' lilerin kuyuları Davud'un başkenti Kudüs'e 14 km. uzaklıktaki Beytlehem'de idi: “Davud o sırada hisarda, Filistin askerleri de Beytlehem'de idi. Davud iç geçirerek “Hani idi Beytlehem'de kapı­nın yanındaki kuyudan bir su getirseler de içseydim!" dedi. Bu üç yiğit Filistin saflarını yararak kapı yanındaki Beytlehem kuyusun­dan su çekip Davud'a getirdiler. Fakat Davud o suyu içmek isteme­di ve ona Rab'be takdime olarak döküp şöyle dedi: 'Tövbeler olsun ya Rabbi! Canlarını tehlikeye eden adamların kanını mı içeyim?”11

Tevrat'ın verdiği tarihlere bakacak olursak bu olay Davud’un ölümünden yalnızca üç yıl önce vuku bulmuştur. Demek ki Filis­tinlilerin İsrail devleti sınırları dahilinde Yahudilerin hakimiyet sağlayamadığı muhkem üsleri vardı. Onların bulunduğu semte Filistinliler semti deniliyordu ve Davud Beytlehem kuyusundan , bir maşrapa su içmek için kendi adamlarının hayatını tehlikeye atmış, o olaydan sonra da Filistinlilerle hiç takışmamıştır. 11. Sa­muel kitabının 21. babında sözü edilen Davud'un Filistinlilere karşı kazandığı zafere gelince, bu, sonu zaferle biten mukatelelerden yalnızca biridir. Bu rivayette İsraillilerin savaş meydanların­da mevzileri ele geçirdiklerinden söz edilmiyor. Tevrat, çarpışma­nın Yafa yakınındaki Gob'da meydana geldiğini^ belirtiyor, ama     Yafa'nın Yahudilerin eline geçtiğini ve ayrıca Beytlehem'deki Fi­listin semtinin düştüğünü kaydetmiyor.

Beytlehem'de Filistin kuvvetleri bulunduğuna göre, demek ki onların Filistin'in güney sahilindeki Filistinlilerle lojistik bağları vardı. Öbür türlü aradaki irtibat kopukluğu bu kuvvetlerin sonu demekti. Şu halde İsrailliler başkente yakınlığı dolayısıyla büyük öneme sahip olduğu için burada ancak ülkenin stratejik bir kesi­mini ele geçirebilmişlerdi.

Davud'un yaşadığı dönem, Tevrat bölümlerinin, özellikle de onun ve oğlu Süleyman'ın tarihini anlatan bu bölümün yazıldığı dönemden uzak değildi, ama yine de olayların anlatımında açık ve ciddi bir tahrifat, bir karışıklık göze çarpmaktadır. Bunun ya-. nında 1. ve 11. Tarihler kitapları pek çok cihetten kronolojik ter­tip konusunda daha dikkatlidir.

Tarihler 'kitabında Davud'un Gat ve köylerini Filistinlilerden zapt ettiği belirtiliyor. Aynı yerde Davud'un Hama'daki Tsoba  kralı Hadadazar'a da bir darbe indirdiği kaydediliyor. Halbuki 11. Samuel'in 18. babında geçen üç ibarenin bahsettiği bu olaydan sonra aynı kitabın 20. babında şu cümleyi okuyoruz: “Sonra Gat'da bir savaş daha oldu." Demek ki Gat birinci çarpışmada Da­vud'un eline geçmemişti. Sonra Samuel kitabını yazanlardan biri­si Davud'un ağzından Abşolom'dan kaçışı sırasında kendisiyle beraber gelmek isteyen Gatlı Ittay ve adamlarına hitaben şöyle di­yor: “Neden sen de bizimle birlikte gidiyorsun? Dön ve kralla be­raber kal; çünkü sen yabancısın, yurdundan sürülmüş bir adam­sın" (11. Samuel, 15/19). Böyle bir söz ancak Gatlılar İsrail devle­tinden kurtuluş beklediği zaman söylenir. Bu metinden anlaşılan şudur: Gat'ın Filistinli halkı, İttay ve beraberindeki paralı asker­leri vatandaşlıktan çıkarmış, kendi halklarını yadırgayıp Davud'a ve İsraillilere bağlandıkları için tüm haklarından mahrumedil­mişlerdir.

Yine 11. Samuel kitabında Huşalı Sibbekay'ın Gob (Yafa)da Fi­listinli Saf'ı öldürdüğü (21/18) belirtilmektedir. Halbuki 1. Tarih­ ler'de Saf'ı öldüren Hoşalı Sibbekay'ı bu defa Gezerli Sifay olarak görüyoruz.14 Tüm bu hikayelerde hep Israillilerin zafer kazandı­ğına işaret edilmektedir, ama yine Tevrat'ın kendi ifadesiyle Ge­zer Hz. Süleyman döneminde firavunun eline geçmiştir. Tevrat o dönemde burada Kenanlıların yaşadığını belirtmekte, şimdi ise halkının Filistinli olduğunu kaydetmektedir.

Aramîler sahnede

M.Ö. 11. Binyılın ortalarından itibaren Arap Yarımadası'nın bir yerlerinden gelen üçüncü Sami göç dalgası Suriye kapılarını döv­meye başlamıştı. Bunlar, Asuri yıllıklarında Ahlamu adıyla geçen Aramîlerdi. Örneğin Asuri kralı 1. Tiglatpleser'in (M. Ö. 1 115­1077) yıllıklarında bu şekilde geçer. Daha sonra bu isim hızlı bir şekilde ortadan kayboldu. Bu halk, kitabî Arapçaya yakın bir Sa­mi dili konuşuyordu. Dilleri bölgedeki diğer Sami ve gayr-ı Sami dillerini zaman içinde bastırdı. Isa'nın konuştuğu dil bu idi ve Su­riye'ye atfen de Süryanice adıyla anılmaya başladı.

Aramîler yavaş yavaş Suriye topraklarında siyasi varlıklarını hissettirmeye başladılar. Antakya ve Karkaş ovaları hariç Kuzey . Suriye'den Hattileri kovdular. Hama, Tel Bersib, Tel Ahmer ve Arbad'da (Haleb'in kuzey taraflarında) kendi krallıklarını kurdular. Daha sonra Fırat havzasının bir kısmını ele geçirdiler. Bilâhare bu­rası Aram en-Nehreyn adıyla anılmaya başladı. Arkasından haki­miyet alanlarını güneyde bizi en çok ilgilendiren bölgeye doğru genişletti’ıer ve burada Dımaşk ve günümüzde Mecdel Ancer adıy­la bildiğimiz Beka vadisine düşen Tsoba'da bir krallık kurdular.

Burada bir hususu aydınlığa kavuşturmamızda fayda var. Eski tarihte krallık veya kral kelimeleri geçtiği zaman bunu bugünkü anlamıyla düşünmek yanlış olur. O dönemlerde kral demek, sa­hip olduğu belli miktarda bir toprağı veya bölgesi olan kişi de­mekti. Tevrat'da bu unvanların siyasi yönden bağımsız veya tebaa olmasına bakılmaksızın büyüklü küçüklü şehir emirleri için da­hi kullanıldığını görüyoruz.   

Kader, takriben 12. ve 11. yüzyıllarda Suriye topraklarına yer­leşmek, buraları yurt edinmek isteyen, gerektiğinde didişmekten kaçınmamaya kararlı üç halkı aynı anda bir araya getirdi. Bunlar Aramîler, Filistinliler ve lbranîlerdi.

Filistinlilerle İbranîler arasında çıkan ve sonunda Filistinlilerin Yafa’dan Gazze’ye kadar uzanan bitişik sahil şeridine yerleşmesiy­le sonuçlanan sürtüşmelerden yeteri kadar bahsetmiştik. Filistinli­lerin buraya yerleşmeleri İsraillilerin Kenan elinin güneybatı böl­gesini tam olarak kontrol altına almalarını engellemiştir.

Tevrat bize Aramîlerle İsrailliler arasında vuku bulan bir dizi savaştan bahsetmekte ve her zaman olduğu gibi İsrail zaferlerini abartmakta, elinden geldiğince de maruz kaldıkları yenilgileri ve bunların yol açtığı sonuçları gizlemektedir. Tevrat’ın bu konuda­ki tutumu, günümüzdeki savaşlarda devletlerin resmi tutumları­nı anımsatmaktadır ki, bu resmi beyanların içinde yalnızca sava­şın bittiğini duyuran beyanlar doğrudur. Tevrat da bu konuda farklı davranmamıştır: “Ve Davud Şam Suriyesi’ne asker yerleştir­di; Aramîlerse Davud’a hediyeler sunan kullar haline geldiler.”

Hediye sunma ifadesi pek çok vesilelerle yaygın olarak kulla­nılan. bir ifadedir. Bir kere hediye sunmak illa da baş eğmek anla­mına gelmez, dostluk kurmak amacıyla verilebildiği gibi, savaş belasını defetmek için de verilebilir. Hama kralı Togo, kral Da­vud’a bu türden bir hediye vermiştir. Doğrudur; Togo Aramî idi, ama o sırada kendisi yine bir Aramî olan Tsoba kralı Hadadazar’la . savaş halindeydi. Hadadazar’ın Davud karşısında mağlup olması Hama kralı için bir kazançtı. O da savaştan sonra hemen oğlunu bazı hediyelerle Davud’a gönderdi. Tevrat yazarları bu olayı Da­vud’un hakimiyet alanına Hama’yı da kattığı şeklinde sunuyorlar ki, tarihî gerçeğe aykırıdır.

Tarihten bildiğimiz kadarıyla Asuri kralı Tiglatpleser yaklaşık M.Ö. 1100 yılında Mısır sınırına doğru ilerler. Nesi Panibdad ad­lı Veceh el-Bahri kralı onu hediyelerle karşılayarak ülkeye saldır­maktan vazgeçirmeye çalışır. Hiç kimse çıkıp da Tiglatpleser’in nüfuzunu Mısır’a kadar yaydığını iddia etmemiştir.

Yine kadim tarihten biliyoruz ki, Mısır’da XII. sülale kralları (M. Ö. 2000-1788) hem kendi yanlarına çekmek hem de Kuzey Suriye'de güçlenen Hurrilerle Mısır arasındaki güç dengesini sağ­lamak için : Kenan, Amor, Ugarit vs. prenslerine hediyeler gönderi­yorlardı. Eğer birisi çıkıp da XII. sülalenin Kenanlılarm ve Amorilerin hegemonyası altına girdiğini söylerse, herhalde ciddi bir alay konusu olur. Anlattığımız bu iki vakıa yalnızca birer örnektir.

Konuyu şu şekilde toparlayabiliriz: Elbette Davud âlihimmet, fakat tamahkâr bir kraldı. Basireti sayesinde İsrail'in bölgedeki durumunu güçlendirmek için şartların uygun olduğunu görmüş, bu yüzden de önüne çıkan fırsatları değerlendirmeye girişmişti. Örneğin Davud Ammonluları krallığına katmak için uygun bir fırsat yakalamıştı. Ammonlular o sırada kurdukları krallıklarda kendilerini sağlamlaştırmadan önce Bır yerleşme süreci geçiren Aramîlerden yardım istediler. Aramı Tsoba kralı Hadadazar Ammonluların yardımına koştu. Suriye (Şam) kralı da Aram en-Nehreyn'den topladığı kuvvetlerle ona yardıma geldi. Fakat “Abid Hadadazar İsrail karşısında ordusunun kırıldığını görünce Da­vud'a barış teklifinde bulundu ve hizmetine girdi. Bir daha da Ammon oğullarına yardım etmek istemedi."16

Bu olaydan sonra Ammonluların direniş gücü kırıldı ve Aramîlerle ilişkilerini kestiler. Davud'un bu Aramî-Ammonlu ittifakı karşısında prestijini artırdığı, kendisiyle barış akteden veya tama­mıyla hakimiyet altına alman Aramîlerin Tsoba'daki toprakların­da, Doğu Ürdün'deki Ammon, Moab ve Edomluların yurtlarında­ki madeni servetleri tasarrufu altına aldığını söylemeye lüzum yoktur. Keza bu zafer Davud'a Şam civarındaki bazı bölgeleri iş­gal etme, bazı askeri birlikleri oraya yerleştirme imkanı da sağla­mıştır; ama İsrail garnizonları burada uzun süre kalamamış, aksi­ne Tsoba kralı Hadadazar'ın ordularını yeniden tanzim ederek Şam'ı ele geçiren Elyada oğlu Razon adında çetin bir subay karşı­larına yeni bir rakip olarak dikilmiştir. “..ve Hadad'ın yaptığı kö­tülükten başka, Süleyman'm saltanatı sırasında da İsrail'e düş­man oldu; İsrail'den nefret etti ve Aram'da hükümdarlık yaptı.”    

Davud'un krallık sınırlarının Fırat'a kadar ulaştığı iddiası, bel­geli tarihte tutunamayacak çürük bir iddiadır.

Örneğin il. Samuel kitabının sekizinci babının 15-19. ibarele­riyle, 10. babı okuyanlar, bariz bir çarpıtma suçunun işlendiği bu iki metin arasında boğulup kalacaktır. “Davud, iktidarını Fırat nehrine kadar genişletmeye gittiğinde Tsoba kralı Hadadazar'ı vurdu." Burada anlaşılmayan husus hükümdarlık sınırını Fırat kıyılarına kadar genişletmeye gidenin kim olduğudur: Davud mu, kral Hadadazar mı? “Hükümdarlık sınırını Fırat kıyılarına kadar genişletmek için" ifadesiyle kastedilen nedir? Burada Fırat nehrinden bahsedilmesine yol açan, arkasından Davud'un Fırat sahiline gelişi, Fırat'tan günümüzde Ariş vadisi Nil nehri değildiye bilinen Mısır nehrine kadar uzanan bölgeyi krallığına kat­masına sebep olan tahrik, yanılgı ve iddia nedir? Fırat nehri ile “On sekiz bin Suriyeli askeri tepelediği" Tuz Deresi bizzat 8: babda,arasındaki ilişki nedir? Bunlar, biri Fırat sahillerinde di­ğeri Tuz Deresi'nde, denizin güney kesiminde vukû bulmuş ayrı ayrı savaşlar mıdır?

Kitab-ı Mukaddes Ansiklopedisi, bu iki bölümle ilgili bir yo­rumda bulanarak şöyle diyor: Bu yazar ve ekolü keyfi bir karışım yaparak buna Davud İmparatorluğu adını verdiler ve onu ulusla­rarası güçler arasına girebilecek çapta bir kuvvet olarak gösterdi­ler. “Bu nazariye ki onu bu şekilde adlandırmamız gerekiyor, bilâhare Davud'u yüceltme ve Davud tarzı bir Great Messianic Kingdom (Büyük Mesihi Krallık)  inşası fikrinde etkili oldu."  Bu, Amos'un Tanrı'nın ağzından söylettiği şu cümlede açık şekil­de görülmektedir: “Davud'un düşmüş olan çadırını o gün dikece­ğim ve onun gediklerini kapayacağını, yıkılmış yerlerini dikececeğinı ve onu eski günlerde olduğu gibi yapacağını. "

Rason'dan 'İsrail'den nefret ederdi" diye bahsedilmesi İsrailli­lerin eski savaşlarında başvurdukları vahşi üslubun değişmediği­ni gösteriyor. Tevrat'ın rivayetine göre Davud Ammonluları mağ­lup edip başkentleri Rabbet Ammon (Amman)ı işgal ettikten sonra “halkı dışarı çıkarıp testereler, demir tırmıklar ve demir baltalar altına koyarak, tuğla fırınında çalıştırdı. Ammon oğulla­rının tüm şehirlerinde böyle yaptı. Sonra Davud ve bütün halk Urşelim'e döndüler.” Mağlupların maruz kaldıkları bu muame­le Davud'un karakterine uysun veya uymasın,  Tevrat'ı yazanla­rın böyle bir vurgudan amaçları İsraillilerin düşmanlarına karşı besledikleri kinin boyutunu göstermek ve aynı zamanda bilâhare İsrail oğullarının gördükleri ve görecekleri zulüm ve işkencelerin bir karşılığı olduğunu savunmaktır.

Direnenler

Davud'un döneminde onun yönetimine karşı direnenler, tah­tına göz dikenler ve bağımsızlığını kazanmak isteyenler hiç eksik olmamıştır. Bunların en tehlikesi de kendi oğlu Abşalom'du.

İşin tuhaf tarafı. Tevrat yazarlarının rivayet ettikleri olayların çoğunda seksi ön plana çıkarmalarıdır. Daha önce anlatılanlara ilaveten, kaydetmek gerekir ki, Tevrat'ı yazanlar Şaul'un başku­mandanı Ebner ile Şaul'un ölümünden sonra oğlu Ebner arasın­da çıkan ihtilafın kral İşbaal'ın ki Şaul'un amca oğludur,baş­kumandanını. babasının bir odalığına sulanmakla suçlamasından kaynaklandığını belirtmektedirler.

Aynı şekilde Abşalom'un üvey kardeşi Amnon'a diklenmesinin sebebi olarak, onun kız kardeşi Tamar'a sarkıntılık etmesi, namu­sunu kirletip, bekaretini bozması gösterilmektedir. Neticede Aşbalom bir fırsatını bulum kardeşi Amnon'u öldürür ve Başan (Hav­randa Aramı Ceşur kralı olan dedesine sığınır. Tevrat'ın rivayeti­ne göre Abşalom dedesinin yanında dört yıl kadar kalır. Babası da­ha sonra onu affeder ve Urşelim (Kudüs)de kalmasına izin verir, ama iki yıl süreyle sarayına gelmesini yasaklar. lddiaya göre Da­vud'un hanesinde vuku bulan bu iğrenç olay yani Davud'un oğlu Amnon'un yine Davud'un kızı -ve Aşbalom'un öz kız kardeşi Tamar'ı kirletmesi, vaktiyle Davud'un Hattili Uriya ve kocasına yap­tığı iğrenç muamele sebebiyle Tanrı'nın verdiği ilahi bir cezadır.

Il. Samuel'de (16/20-22) ayrıca Abşalom'un danışmanı Akitofel'in nasihatiyle babasının oğlunun yanından kaçarken Kudüs'de karargahta bıraktığı odalıklarına tecavüz ettiği belirtilmektedir. Bu sözde nasihatten amacın, babasının odalıklarına düşman olan halkı onunla oğlunun arasını daha fazla açmak için Abşalom'un çevresin­de kenetlenmeye teşviktir.. Asi evladın başarısızlığından sonra bu kadınlar Davud tarafından müebbet hapisle cezalandırılmıştır.

Abşalom'u babasına kafa tutmaya iteleyen gerçek sebeplerin en önemlisi belki de başta teyzesinin oğlu ve aynı zamanda baba­sının başkumandanı Yoab b. Saruba olmak üzere Davud'un en ya-' kın dostlarının tahrikleridir. Çünkü Abşalom daha önce Yoab'm arpa tarlasını yaktırarak ilk inatlaşma adımını attığı için bunlar tarafından saraydan uzaklaştırılmak isteniyordu. Savaşta mağlup olan Abşalom'a refakat etmesini isteyen Davud'un emrini hiçe sa­yan Yoab tarafından öldürülüşü Abşalom'un hazin sonu olacak­tır. Yoab, çatışmadan sonra ormanda kaçarken başı meşe ağaçla­rının arasına sıkışıp havada asılı kaldığı bir sırada Aşbalom'u mızrakla vurarak öldürdü.

Davud'u Hebron'da iktidara getirmek için destekleyen Yahuda aşireti, diğer aşiretlere nazaran verdiği bu desteğin meyvesini top­lamak istiyordu, ama kendisi de Yahuda aşiretinden olan Davud onlardan çekinerek diğer aşiretler nazarında kendi aşiretine bağ­lı olmak istemedi. Bu yüzden canı sıkılan aşireti babasına isyan eden dik kafalı oğlunun çevresinde kenetlendi.

Göründüğü kadarıyla Davud dik kafalı oğlunu bastırınca Ya­huda aşireti ona yaklaşmaya başladı. Bu yaklaşma, Israil'de on ka­bilenin  kinini artırmak ve Şaul ailesinden yedi kişinin kellesini vurduran Davud'dan intikam almak isteyenlerin ateşini körükle­mek için yeterli olmuştur. Peki bu kan dökme işi kimin vasıtasıy­la gerçekleşmiştir? Israil'le akrabalığı bulunmayan Gibeonlular.. Fakat bu olay biraz sonra üzerinde duracağımız Benyaminli Şeba b. Bikri'nin isyanına yol açmıştır.

Abşalom, başlattığı isyan hareketinde rüzgarın kendinden ya­na estiği kanaatine vardıktan sonra kral gibi davranmaya başladı. Hatta babası oğluyla girdiği bir cenkte başkenti Kudüs'ü terk edip kaçmış, Doğu Ürdün'ü sığınıp yeniden durumunu kuvvetlendir­miş ve Galile'de ipleri tekrar ele almıştı. Davud'un yaptığı akıllı­ca işlerden birisi Kudüs'den kaçarken Ahit Sandığı'nı yanına al­mamak olmuş, baş kahin Saduk'la Ebitar'a ve onlarla birlikte olan Levililere sandığın Kudüs'ten çıkarılmasının doğru olmayacağını belirterek yerine iade edilmesini emretmişti. Sandığın ve hizmet­kârlarının geri gönderilmesinden amaç, Davud'a sadık olanların başkentte kalması, dik kafalı oğlu Abşalom'un yakınında buluna­rak olup bitenleri kendisine ulaştırmaları, geri dönüş ve isyanı bastırma vaktinin gelip gelmediği konusunda görüş bildirmeleri­ni sağlamaktı.

Davud'un sandığı geri göndermesinde onun gölgesinde ve hi­mayesinde hareket edenleri koruduğu yolundaki inancının zayıf­lamasına sebep olan acı tecrübeler yaşamış olmasının rol oynadı­ğı söylenmektedir. Gerçekten de Israillilerle Filistinliler arasında çıkan savaşlardan birinde bu sandık ordunun önünde taşınmış,  fakat Israilliler ciddi bir kırgın yemiş, sandığı göz kulak olmakla görevli iki kahin öldürülmüş, Filistinliler sandığı ele geçirerek kendi tapınaklarından birine götürmüş ve putlarından birinin ya­nına koymuşlardı. Dala sonra Davud sandığı istirdat edip Ku­düs'e getirince, onun Tanrı'yı esaretten kurtarıp başkentteki yeni yerine naklettiği söylenmişti.      Hatta Davud Kudüs'ü Yebusluların elinden aldıktan sonra orada yeni binalar kurmuş ve tann Ye­hova ve kutsal sandığı ağırlamaya layık bir bina yaptırmıştı. İsra­illilerin Ahit Sandığı hakkındaki görüşü sandığın Filistinlilerin eline geçmesinden sonra bir gelişme kaydederek yavaş yavaş Tan­rı ve eviyle ilgili görüşün değişmesine yol açmıştır ki, Tevrat ya­zarlarının Süleyman'ın ağzından söylettikleri şu sözler de bunu göstermektedir: “Tanrı kendisinin koyu karanlıkta oturduğunu söyledi. Oturman için sana bir ev, ebediyen mesken tutacağın bir yer yaptım.”27 Ve arkasından söylenen şu söze ne demeli: “Ger­çekten Allah yerde yaşar mı?”28 Anlaşıldığı kadarıyla İsrailliler ilk başlarda Müsa'nın tanıdığı Yehova'nın Sina dağında yaşadığı­na inanıyorlardı ve Sina'nın güneyindeki Horeb'den Filistin sınır­larına göç etmelerini ancak Yehova'nın gündüzleri bir bulut kü­mesi, geceleri ise bir ateş sütunu halinde kendileriyle birlikte göç etmesiyle bir çözüm bulmuşlar, akıllarınca Yehova'nın çöldeki önceki meskeninden vazgeçerek kendileriyle birlikte gelmeyi ka­bul ettiği kanaatine varmışlardır.

Davud'un dik kafalı oğlunu gözlemesi için gönderdiği casus­ların, elde ettikleri bilgilerin krala ulaştırılmasında önemli bir rolleri vardı. Bu casuslar, Abşalom'u yakmarkadaşlarının etkisin­den bir noktaya kadar uzaklaştırmış ve kendi sözlerini dinletir ol­muşlardı. Abşalom'un boyundan büyük işe kalkışarak, asıl göre­vini ihmal etmesi ve babasıyla arasında vukû bulan çarpışmada hayatını kaybetmesine de bu tavsiyeler yol açmış, ama neticede Davud'a karşı başlatılan bir isyan faslı sona ermiştir.

Ne var ki başkaldırının birinci etabı biter bitmez, sanki onun devamıymış gibi bir diğeri başlamış, buna da Davud'un Yahuda aşiretine diğerlerinden daha fazla meyletmesi yol açmıştır. Ku­zeyde Benyamin ailesinden Şaul'un mensup olduğu aşirettenBikri oğlu Şeba isyan bayrağı açarak “çevresine tüm İsrail erkek­lerini toplamış, fakat Yahudalılar krallarına sadık kalmışlardı.” Şeba'nın isyanı da başarılı olmadı ve Beyt-maaka'nın Abel  şeh­rinde kuşatıldı. Şehir halkı teslim olmayı tercih etti ve Şeba'yı öl­dürüp başını keserek Davud'un komutanına gönderdiler. O da bunu yeterli görerek Kudüs'e döndü.

Davud’un yaptığı işler

Davud zamanında bir yandan uluslararası şartlar, diğer yan­dan Davud'un şahsi kabiliyetleri, Kenan elinde sağlam temeller üzerine oturtulmuş bir devlet kurmak için büyük bir imkan sağ­lamıştı. O sıralar Mısır ve Mezopotamya çöküş dönemi geçiriyor­lardı ve Suriye'de olup bitenlerle uğraşacak durumda değillerdi. Aramîler ise henüz gelişim aşamasındaydılar.

Gerçi eski Mısır İsraillilerin devletlerini kurmaya çalıştıkları Suriye topraklarının güney kesimindeki hükümranlık siyasetin­den asla vazgeçmiş değildi; ama bu hükümranlık, Mısır'ın bir yandan birbiriyle çekişen prensler, diğer yandan Libya'nın batı­sından veya Kuzey Nubiya'dan saldırıya geçen düşmanlar sebe­biyle bölünüp parçalandığı dönemlerde ancak sembolik bir hü­kümranlıktı.

Filistinlilerden söz ederken araştırmacıların Filistin'in İsrailli­ler üzerindeki boyunduruğunu gevşetmeyi sağlayacak bir takım sınırlı hareketlerde bulunduğu şeklindeki görüşlerine değinmiş­tik. Gerçekten de Mısır'ın bu tür hareketleri Davud'un ellerini Fi­listinliler karşısında daha fazla serbest bırakmıştı. Her ne kadar Davud bir yandan kendi şahsi kabiliyetleri, diğer yandan ordusu saflarında çarpışan paralı askerlerin destekleri sayesinde ispat-ı vücut etmeyi başarmışsa da, bu, biraz da Mısır'ın daha az faal ol­masından kaynaklanmış, ama yine de Davud Mısır'a kendini faz­la bağımlı hissetmemiştir. Ancak, Davud'u kötü sondan kurtaran şans, Mısır'ın Kenan elindeki hakimiyetini tekrar diklemeye giri­şen 1. Şeşnak gibi tamahkâr bir firavun döneminde yaşayan oğlu Süleyman'a gülmemiştir. Eğer bir gün arkeoloji bilimi Mısır tara­fından veya Babil ve Asuriler'den İsraillilerin Süleyman'dan ön­ cekrallıklarını kurmaları konusunda doğrudan yardım aldıkla­rını ispat ederse, Davud'un krallığının fiilen bağımsızlığıyla ilgili kanaat değişecektir, ama yine de Davud'un Tevrat'ın abarttığı ka­dar büyük ölçekte değilse bile, Kenan elinde ilk küçük lsrail kral­lığının kurucusu olduğu görüşü sabit kalacaktır.

llk lbrani krallığı, nisbı bir bağımsızlık ve fazla önemli olma­yan uluslararası bir şöhret kazandığı bir altın çağın mutluluğunu tatmışsa da, bu dönemin Davud'un hayatının Tevrat'a göre M. Ö. 1048'da Hebron'da krala biat edip, yine aynı kaynağa göre 1015'de ölümüne kadar geçen çeyrek asırlık bir dönemini kapsa­yan küçük kırılmalarla dolu bir dönem olduğu görülecektir.

Devletlerin 'yaşı içte ve dıştaki istikrar, huzur, sükun ve barış yıllarıyla hesaplanırsa, rakamlarla tespit edilmiş olsa bile, bunların gerçeği yansıtmadığı suçlamasında bulunamam. Dolayısıyla bura­da Tevrat'ın verdiği tarihleri kaydederek, takdiri okuyucuya bıra­kacağım. Ancak, bu tarihlerin doğru olmamasının yanı sıra krono­lojiyi de doğru yansıtmadığını bir not olarak belirtmek isterim.

1048* : Davud'un taç giyişi; Yebuslular ve Filistinlilerle savaş.

1043 : Sur kralı Hiram'ın Davud'la muhaveresi.  

1042 : Filistinlilerle savaş ve Ahit Sandığı'nın Kudüs'e nakli.

1040 : Filistinliler, Moablılar, Aramîler ve Ammonlularla sa­vaş. '

1035: Amman'da (Rabbet Ammon) Ammonlularla savaşın arefesinde Hattili Uriya ile kaçamak hikayesi.

1030 : Abşalom'un, kardeşi Amnon'u kızkardeşi Tamar'ı kir­lettiği için öldürmesi.

1024 : Abşalom'un isyanı.

1023 : Asi Abşalom'la savaş. Abşalom'un öldürülüşü. .

1022 : Benyamin ailesinden Bikri oğlu Şeba'nın isyanı.

1018 : Filistinlilerle savaş.

1015 : Davud'un ölümü.31

Bu verilen rakamlardan sonra hâlâ Davud’un krallığının bir al­tın çağı yaşadığı söylenebilir mi? İşin en üzücü yanı ise bazı göz­de Arap tarihçilerinin hakikati ve tarihi çarpıtma adına Yahudilere âtıfet besleyen, Davud'un kurduğu krallığa gerçeklerle örtüşmeyen özellikler ve menkıbeler yükleyen bir Batılı tarihçinin ar­kasına takılıp gitmeleridir. Belki de onlar (yani bazı Arap tarihçi­ler) bu davranışlarıyla tarih olduğunu ileri sürdükleri konulara şahsi duygularını karıştırmayan bağımsız araştırmacılar görüntü­sü vermeye çalışmaktadırlar.

Bazıları şöyle diyorlar: “Gerçekte Davud’un kurduğu krallık, Filistin’de bir benzeri kurulmamış en güçlü milli devletti. Bu dev­letin sahil şeridinin tamamını sınırları içine almamış olması, G. A. Smith'in 'Filistin, tarihinin hiçbir döneminde tek bir milletin malı olmamıştır ve muhtemelen de olmayacaktır' cümlesinin bi­rinci kısmının değerini azaltmaz."

Biz bu sözleri buraya koymaktan çekinmiyoruz, çünkü saçma olduğundan eminiz. Yalnızca kültürlü okuyucuya bazı Batılı ta­rihçilerin gönlünden geçirdikleriyle ters düştüğü zaman gerçek­lere ne kadar tahammülsüz olduklarını göstermek istedik. 'Filis­tin, tarihinin hiçbir döneminde tek bir milletin malı olmamıştır' sözü, en basit tarihi gerçeklerle örtüşmeyen bir ifadedir. Aksine Filistin şu ana kadar Arap demekten kaçındığımız Amorîler, Kenanlılar ve Yebuslular gibi eski Arapların mülküydü. Bu isimlen­dirmeyi zikretmekten kaçınmamızın sebebi ise, tarihçilerin itti­fakla kabul ettikleri bir şeye karşı ters bir tavır sergilememe pren­sibine bağlı olmamızdır. Çünkü bu tarihçiler, isimlerini verdiği­miz halkların Sami oldukları, asıl vatanlarının da Arap Yarımada­sı olduğu konusunda hemfikirdirler. Bu halklar saf Arap değiller­se bile, İslamın gelişine kadar süren cahiliye döneminde tanıdığı­mız saf kan Arapların türedikleri eski sülalelerden geldiklerinde şüphe yoktur.

Filistin halkı, Arap fethinden önce bu ülkeye yabancıunsur­lardan arındırılmış bir mülk olarak sahip olmamışlarsa bile, on­dan sonraki Osmanlı İmparatorluğu dönemi de dahil olmak üze­re, on dört asır boyunca oranın sahibidirler. Ve onlar bu ön dört asır boyunca, imparatorluğun sınırları içinde başta Araplar ol­mak üzere,kendi topraklarının idaresinde o günün vatandaşlık hukuku anlayışının izin verdiği ölçüde tüm haklarını kullanan vatandaştılar. Diğer Arap ülkeleri ve özellikle Şam bölgesiyle bir­likte Filistin'in de bu idari taksimatta yer alması söz konusu ger­çeğin değerini küçültmez. Birinci Dünya Savaşı komploları ara­sında yer alan Sykes-Picot anlaşmasının çizdiği sınırlar ise, Os­manlı İmparatorluğu sınırları dahilinde kendi büyük vatan top­rakları üzerinde bulundukları için Arap vatandaşı nezdinde her­hangi bir önemi haiz değildir.

Yukarıda sözünü ettiğimiz on dört asırlık dönemi sekteye uğ­ratan yalnızca iki dönem vardır. Biri Milattan sonraki ikinci binin birinci çeyreğindeki kara Haçlı Seferleri çağı, ikincisi ise XIX. Yüzyıl başlarında 1948'de İsrail'in kuruluşuyla meyvesini veren Siyonist Haçlı Seferi çağıdır.

G. A. Smith'in sözünün 'Filistin, asla tek bir halkın mülkü ol­mayacak' şeklindeki ikinci kısmına gelince, bunu ancak önümüz­deki günler gösterecektir. Çünkü Filistin, yüz milyondan fazla Arabı barındıran Arap topraklarının tam ortasındadır ve Araplar her ne kadar bugün geri kalmış bir halk iseler de, şuurludurlar ve uyanmaları onları sevmeyen, onlara kin besleyenlerin umdukla­rından daha yakındır ...

Hislerime kapılıp konudan uzaklaştığım için okuyucudan özür dilerim. Biz yine konumuza dönelim.

Sur kralı Hiram'ın Davud'la başlattığı muhavere, İsraillilerin hayatında önemli bir dönüm noktasıydı. Hatta muhtemelen bu Fenikeli-İsrailli ilişkisi, iki kral arasındaki ilişkiler istikbale yöne­lik neticeler doğurduğu için, İsrail oğulları tarihinde içlerinden bir kralın başardığı en büyük işti.

İsrailliler denizden çekiniyorlardı. Onlara göre denize çıkmak Tanrıya lanet okumanın, kafa tutmanın sembolüydü. “Ah! Kala­balık halklar denizler gibi gürlüyorlar.”    Yehova'dan kaçanın sı­ğındığı yer denizdi, “Gözümün önünden uzak, denizin dibinde saklansalar da, oradan yılana emredeceğim ve onları sokacak. ”33 Dolayısıyla İsraillilerin denizden faydalanmaları Batının ufkuyla tanışmaları sayesindedir.   "

“Karada İsraillinin en büyük emeli asmasının veya zeytin ağacının altına uzanıp yatmaktı. Tembeldiler ve çalışmayı sev­miyorlardı." Tüm İsrail'de bir tek İsrailli demirci yoktu; çünkü Filistinliler İbranîler kılıç yahut mızrak yapmasınlar demişlerdi. Ve bütün İsrailliler, herkes çapasını, sapan demirini, baltasını ve kazmasını bilemek için Filistinlilerin yanına giderlerdi. ..So­nunda savaş gününde Şaul'la birlikte olan halkın elinde kılıç ve mızrak yoktu."  

Filistinliler demir işçiliğini tekellerinde tutuyor ve Hattilerin Anadolu'da yaptıkları gibi onlar da kendi bölgelerinde bu işin sır­rını kimseye vermemeye gayret gösteriyorlardı. Ama bu böyle sü­rüp gidemezdi. Davud Filistinlilerle temas kurmuş, onlara sığın­mıştı ve muhtemelen bu arada bilgileri dahilinde değilse bile giz­lice demirciliği de öğrenmişti. Davud gibi hile yollarını gayet iyi bilen ve Şaul'la bozuştuktan sonra Filistin'e sığınan birinin çevre­sinde çetesini oluşturan bazı Filistinliler toplanmış olmalıydı ve demirciliği öğretenler de onlar olmuştu. Çünkü Davud demir madenleri yönünden zengin olan Moab topraklarını ele geçirdi­ğinde bu konudaki bilgisini devreye sokacaktı.

Her ne kadar Hakimler döneminde demir Filistinlilerin teke­lindeyse de, altın ve bakır böyle değildi. Ama İsrailliler böyle ge­lişmiş zanaatlarda hüner sahibi değillerdi. Hakimler kitabında komşu Arap kabilelerinin madenciliği bildiklerini gösteren bir ri­vayet yer almaktadır: “Çünkü onlar İsmail! oldukları için altın halkaları vardı. .. Onun istediği altın halkaların ağırlığı bin yedi yüz şekel altındı. Hilaller, küpeler ve Midyan kralları üzerindeki erguvani esvaplar ve develerinin boynundaki zincirler buna dahil değildi. "35 İsrailliler, metal eşyalarını Arap ticaret kervanlarından satın alıyor ve karşılığını yağ, üzüm, kuru incir ve bazen de şa­rapla ödüyorlardı.

Göründüğü kadarıyla Fenikenin tacir kralı Hiram, Kenan' elindeki gelişmeleri yakından takip ediyor ve özellikle Davud'un Edomluların, Ammonluların ve Moablıların Şeria'nın doğusuna kadar uzanan topraklarıyla, Ölü Deniz'in doğu ve güney kesimin­deki arazileri ele geçirip, Orta Suriye ile Arap Yarımadası arasın­ daki kervan yolunu hakimiyet altına alarak ispat-ı vücut ettikten sonra İsraillilerle ticari alanda işbirliği imkanlarını araştırıyordu.

Mısır'da geçmişteki olaylar sebebiyle ortamın karışık olması da Hiram'la Davud arasındaki bu işbirliğini teşvik ediyordu. İsra­illiler güney ve doğudaki Arap komşularıyla Sur'daki Fenikeli müttefiklerinden ticareti ve inceliklerini öğrenmişlerdi. Dolayı­sıyla ticaretin kelimenin düz anlamıyla Davud'un saltanat yılları­nın başlarında İsrailliler arasında yayılmaya başladığını rahatlık­la söyleyebiliriz.

Tarihçi H. G. Wells, bu noktadan hareketle Hiram'la Davud arasındaki ilişkiler konusunda ticari unsurun Davud ve krallığı­nı Sur kralına bağlayan unsurlardan birisi olabileceği sonucuna varmaktadır. Wells'in işaret ettiği tehlikeli ilişki ise şu sözünde belirginleşiyor: “Öyle anlaşılıyor ki o (Davud), kendini Sur kralı­nın himayesine terk etmiştir.”  

Bu demektir ki, Davud'un krallığı hükümran bir devlet değil, bir gümeşte idi ve dolayısıyla Yahudilerin Yahudi tarihinin medar-ı iftiharı, çevresine dehşet saçan muhteşem krallık olarak göstermeleri bir aldatmacadır ve aynı krallığın Süleyman döne­minde hızlı bir şekilde Mısır firavununun himayesine girmesi de bunu göstermektedir.

Davud, İsrail krallığında yeni gelenekler ihdas etmek istiyor­du ve şüphesiz eski çetesine mensup silah arkadaşlarının yardı­mıyla tahta çıkmasına zemin hazırlayan şartlardan yararlanmış; bir hassa birliği teşkil etmiş, saray işlerini ileri gelen dostlarına ve danışmanlarına havale etmiştir. Bu danışmanlardan birisi de kim­liği belirtilmeden il. Samuel kitabının sekizinci babının sonunda zikredilen Asuri katibi Seraya idi.37 Davud'un hükumet kurma ve idaresi konusunda köklü bir uygarlığa sahip Mezopotamya ülke­lerinden birine mensup olan bu katibin tecrübelerinden fayda­lanmamış olması mümkün değildir. Davud, hakimiyeti altında bulunan bölgelerde nüfus sayımı yaptırmışsa da, Tevrat sifirleri bu sayım sonuçları konusunda itti­fak halinde değildir. Örneğin 11. Samuel kitabına göre İsrail'in nü­fusu sekiz yüz bin, Yahuda'nın nüfusu beş yüz bin kişiydi ve top­lam 1 300 000 eli silah tutan insan vardı. 1. Tarihler kitabı ise İsra­il'in bir milyon yüz bin, Yahuda'nın dört yüz yetmiş bin olmak üze­re toplam 1 570 000 kişi olduğunu belirtmekte ve bunların “eli si­lah tutan" kişiler olduğunu kaydetmektedir. İki kitabın verdiği ra­kamlar arasında ise 270 bin kişilik bir fark vardır. İki kitaptaki ra­kamların birbirini tutmaması dahi bu istatistiki bilginin suni oldu­ğunu göstermektedir. Ayrıca Tevrat yazarlarının özellikle Yahuda'nın nüfusunu şişirdikleri görünüp durmaktadır. Çünkü daha önce de belirtildiği gibi Tevrat sifirlerinin Babil sürgününden son­ra nihai gözden geçirilme merkezi Yahuda idi ve dolayısıyla onla­rın küçük Yahuda aşiretinin nüfusunu abartmalarında bir garabet yoktur ki, amaçları da Yahuda aşiretini İsrail toplumunu teşkil eden on kabile arasında yüksek bir yere koymaktı.

Halk bu nüfus sayımından memnun değildi ve Davud'un bu işle görevlendirdiği yardımcıları da halkın cehaletinden yaka sil­kiyordu. Bunu, Tevrat yazarlarının halkı kendi dönemlerinde ya­pılan sayımlardan kaçınmaya teşvik etmelerinden, Davud'un yap­tırdığı sayımı şeytani bir iş olarak nitelemelerinden anlıyoruz: "Şeytan İsrail'e karşı çıktı ve Davud'u İsrail'i saymaya tahrik etti." Arkasından da şu iddiada bulunuyorlar: “Bu iş Tanrı'nın hoşuna gitmedi. İsrail'i vurdu. "38

Konuyla ilgili yapılan yorumlarda halkın bu nüfus sayımını, hürriyetinin kısıtlanması ve yeni devletin kendilerine ağır yü­kümlülükler yüklemesinin uğursuz bir başlangıcı olarak değer­lendirip, hoşlanmadığı kaydedilmektedir.

Kısacası Davud'un devlet kurmadaki başarısı sınırlı bir başa­rıydı. Bu, onun başarılı bir yönetici olmamasından değil, aksine halkın bu kural dışı liderin icraatlarını anlayacak kapasitede ol­mayışından kaynaklanıyordu. Çünkü iç ve dış tehlikelere karşı dayanabilecek'sağlam bir toplum bina etmede köşe taşı rolü üst­lenen uyumdan tamamen uzak bir topluluktu. Onlar, Kenanlılar üzerine gelen İbranîlerdi. Vahid bir toplum oluşturmak için ge- rekli kaynaşma tamamlanmamıştı. Kuzey ve batıda Filistin ve Aramı, güney ve doğuda da Arap topluluklar bu iki grup arasın­da bir engel olarak duruyorlardı. Dahası, lbranîler birbirini çeke­meyen haset ve kindar insanlardı.

Gerçi Davud iyi bir silahşor olarak şahsi kabiliyetleriyle ve ba­şarılı bir idareci sıfatıyla bu zayıf devleti ayakta tutmayı başarmış­tı, ama vefatından sonra yerine geçen oğlu Süleyman yalnızca sır­tını Mısır firavununa dayayarak ayakta durabilmiş, o yüzden za­ten beklenilen bölünme kimseyi şaşırtmamıştı.

Tevrat'da Davud'a atfedilen Mezmurlardan burada söz etmeye­ceğiz. Çünkü bizden önce pekçok bilim adamı bunların Davud'a ait olduğu konusunda ciddi şüpheleri olduğunu belirttiler. “Bu konu üzerinde akli bir delille ittifak sağlanmadığı sürece, Da­vud'un Mezmurların yazarı olduğunu söylemek zordur. Mezmurlarda geçen pek çok ifade ve düşüncenin Samuel ve Tarihler ki­taplarında da yer alması, Mezmurların bu kitaplardan alıntı oldu­ğu şüphesi doğurmaktadır.”

1. Samuel kitabında okuduğum ve görmezden gelemeyeceğim bir cümleye burada işaret etmeden konuyu kapatmayacağım. Çünkü Tevrat yazarları Davud'un tevhit inancının doğruluğuna hiç değinmezken, bir çok yerde onun seks hayatından ve özellik­le Hattili Uriya'nın karısıyla olan kaçamağından bahsetmeyi ter­cih etmişlerdir. l. Samuel'de dikkatimi çeken cümle şu: “Mikal, Terafim'i alıp yatağa koydu, başının altına keçi postu koyup, üze­rini elbiseyle örttü.”  Bu ifade Şaul'un kızı Mikal'ın kocası Da­vud'u öldürmek için peşinden gelen babasından kaçırmak ve onun adamlarına Davud'un hâlâ yatakta uyumakta olduğu izleni­mi vermek için yerini Terafim'in yattığı yere serdiği olay anlatılır­ken geçmektedir. Bilindiği gibi Terafim putperestlerin taptığı bir puttu ve bu put bize Yakub'un karısı Rahel'in babası Laban'ın evinden çaldığı putları hatırlatmaktadır. Fakat bu Terafim bir de­venin hörgücü arasında saklanabilecek kadar küçüktü, burada ise bir adam büyüklüğünde tasvir edilmektedir.

Terafim'i Davud'un evine getirten nedir? Yoksa onlar bununla Davud'un putlara tapmaktan hâlâ tamamıyla kurtulmadığını mı ima etmek istiyorlar? Bu konuya ileride tekrar döneceğiz?

x

SÜLEYMAN

Davud oğlu Süleyman, babasının M. Ö. 974-962 yılları arasın­da tam tespit edilemeyen bir yılda ölümünden sonra tahta geçti. Tevrat'a göre tahta çıktığında küçük yaştaydı, ama biyografisine baktığımızda bu ifadenin doğru olmadığı görülüyor.

I. Krallar kitabında, Süleyman'ın krallık döneminin birinci kısmı bize lüks, ihtişam, barış ve zaferlerle dolu yıllar olarak gösterilir ve sıkıntılı dönemin onun yaşlılık günlerinde başladığı belirtilir.

Şüphelilerin temizlenmesi

Süleyman'ın babasının tahta çıkışı sakin bir ortamda gerçek­leşmedi. Davud, oğlu Süleyman'a küçük yaşta ve çömez olduğu için onu bertaraf etmesinden korktuğu bazı kişileri saf dışı bırak­masını öğütlemişti. Bunların başında da oğlu Abşalom'u öldüren başkumandanı Yoab b. Samba vardı. Gerçekten de bu Yoab, Tev­rat'ın verdiği bilgilere göre, bazı hallerde dayısı ve efendisi Da­vud'a . karşı dikleniyordu ve şayet Davud'un beraberinde getirdiği kendisine sadık altı yüz Filistinlinin yardımları olmasaydı, ne tahtında rahat oturabilir, ne de hayatından emin olabilirdi. Bu yüzden Davud'un Süleyman'a vasiyetinin ilk maddesi teyze oğlu­nun öldürülmesiydi.

Davud'un son günlerinde ve vefatından önce Süleyman'ın üvey kardeşi Adonya tahta geçmeye teşebbüs etmiş, kahin Ebit- har ve Samba oğlu Yoab da ona desteklemiş, fakat Filistinli silah­şorlardan oluşan hassa askerleri, Davud'un gönlünün Süley­man'dan yana olduğunu bildikleri için bu teşebbüsü akim bırak­mışlardı.

Davud vefat ettikten sonra Süleyman'ın ilk işi iktidar heves­lilerini ve şüphelileri ortadan kaldırmaktı. Bu yüzden Süley­man, önce üvey kardeşi Adonya ve teyzesinin oğlu Yoab'ın kel­lerini vurdurup, kahin Ebithar'ı saraydan kovarak evinde göz hapsine aldırdı.

Alayiş ve debdebe

Tevrat, iktidar heveslilerinin ve şüphelilerin öldürülmesinden sonra Süleyman saltanatının alayiş ve debdebesini anlatmaya geç­mektedir. Buna göre Süleyman Mısır hükümdarının damadı ol­muş, firavun Gezer'i işgal ederek Süleyman'la evlendirdiği kızının çeyizi olarak damadına hediye etmiştir.

Yine Tevrat'a göre Süleyman'ın toprakları da genişlemiştir: “Ve Süleyman ırmaktan Filistinlilerin diyarına ve Mısır sınırına kadar bütün ülkeler üzerinde saltanat sürdü. Onlar vergiler sundular ve hayatta olduğu sürece Süleyman'a kulluk ettiler. "l

Tevrat'da, Süleyman'la Sur'un Fenikeli kralı Hiram arasındaki ilişkilerin güçlendiğinden de bahsedilmektedir. Bilindiği gibi bu' ilişkiler babası Davud zamanında başlatılmış, Süleyman zama­nında zirveye ulaşmıştır. Bu ilişki, Kudüs kralını tüm hayatı bo­yunca en fazla meşgul eden faaliyetler arasındadır.

Süleyman, tapınağını ve sarayını Fenike kralı Hiram'ın verdi­ği teknik yardım ve gönderdiği kereste ile kurmuştur. Daha son­raları ise Süleyman İsrail'in (kuzey kesimimin) on iki sancağa ay­rılması projesini gerçekleştirmiş; her bir sancağın başına yılın bir ayı boyunca ihtiyacı olan erzak ve diğer malzemeyi teminle mü­kellef bir naip koymuştur.

l. Krallar kitabında Süleyman “Edom'da Kızıl Deniz sahilinde Elot'un yan tarafında yer alan Etsyon-geber'de gemiler yaptırdı. Hi-

1                I. Krallar, 4/21.

ram, denizciliği bilen kullarını Süleyman'ın köleleriyle birlikte ge­milerde gönderdi. Bunlar Ofir'e gelip oradan dört yüz yirmi talant altın aldılar ve onu kral Süleyman'a getirdiler”  denilmektedir.

Bu ticari faaliyet kervan yollarının tanzimini, ithalat ve ihracat kervanlarının korunmasını, güzergahlar üzerinde ticaret istas­yonları kurulmasını gerektirdi. Bu yüzden Süleyman, “Gezer, Aşağı Beyt-Horon, Baalat'ı, ülkenin çöl kesiminde yer alan Tedmür'ü, Süleyman'ın depolarının bulunduğu bütün şehirleri, savaş arabalarının bulunduğu şehirleri, sipahilerin yaşadıkları şehirle­ri, ayrıca Kudüs'de, Lübnan'da ve hükümran olduğu tüm toprak­larda yapmayı arzuladığı şeyleri yaptı. ”  

l. Krallar kitabıyla Il. Tarihler kitabı karşılaştırıldığında, ikin­cisini yazanların Süleyman döneminin debdebesini gösterip, ölü­münden sonra krallığın ikiye ayrılmasına yol açan kötü yönleri görmezden gelmeye özen gösterdikleri anlaşılmaktadır.

Kim kime verdi?

I. Krallar kitabında şöyle deniliyor: “Süleyman Tanrı'nın iki evi­ni, kral sarayını yaptıktan yirmi yıl sonra Sur kralı Hiram Süley­man'a erz ağacı ve kavak kerestesi ve ihtiyacı kadar altın yardımı yapmıştı. O zaman kral Süleyman Hiram'a Galile'de yirmi şehir verdi. Hiram, Süleyman'ın kendisine verdiği şehirleri görmek için Sur'dan çıktı. Şehirler hoşuna gitmedi. 'Kardeşim, bana verdiğin şehirler ne biçim şehir böyle?' dedi. Oralara bugüne kadar Kabul diyarı denildi. Hiram krala yüz yirmi talant altın gönderdi. ”4

Halbuki II. Tarihler kitabında aynı konuyla ilgili olarak şu sa­tırları görüyoruz: “Süleyman Tanrı'nın evini ve kendi evini yirmi yılda kurduktan sonra, Huram'ın Süleyman'a vermiş olduğu şe­hirleri Süleyman yaptı ve İsrail oğullarını oralara iskan etti. Sü­ leyman Hama-Tsoba'ya gitti ve onu yendi. Çölde Tedmür'ü ve Hama'da kurduğu depo şehirlerin tamamını bina ettirdi.”

Veren kim, alan kim? Birinde Hiram'ın şehirler aldığı, diğerin­de aynı Hiram'ın o şehirleri verdiği söyleniyor. Aynı hikayeyle il­gili iki metin arasındaki bu korkunç tezat, Tevrat'ın ciddi bir süz­geçten ve tenkitten geçirilmeden kaynak olarak kullanılmasının ilmi hafife almak ve gerçeği önemsememek olduğunun bariz bir delilidir.

Birilerine göre Süleyman Hiram'a yirmi şehir vermiş ve bunla­rın bedeli yüz yirmi talant altın olarak ödendikten başka, Hiram Süleyman'a borç olarak istediği altın ve inşaat malzemesi de gön­dermiş. 1. Krallar kitabından açık seçik anladığımız bu. Ama ne işse Il. Tarihler kitabını yazanlar bu hikayeyi beğenmemişler ve olayı ters yüz ettikleri gibi, bir de o şehirlere İsrail oğullarını yer­leştirmişler..

Araştırmacılar Tarihler kitabında yazılanlara zerrece önem vermemişlerdir. Örneğin Kitab-ı Mukaddes Ansiklopedisi'nde şöyle deniliyor: “Fenike'den ithal edilen kerestenin bedeli olarak ödenen tahıl, yağ ve muhtemelen yün yeterli olmadığı için Süley­man borcunu toprak vererek kapattı.”  Britannica Ansiklopedisi ise şöyle diyor: “Süleyman Sur kralı Hiram'a olan borcunu kapat­mak için Galile bölgesinden vaz geçmek zorundaydı.”

Tedmür (Palmyra)

Yukarıda sözü edilen her iki kitapta da Tedmür'ü Süleyman'ın kurduğu belirtilmektedir. Tedınür, Şam ovasında Humus'un 125 km. doğusunda yer almaktadır. Tevrat yazarları burada zihinleri bulandırmak suretiyle Yahudilere kral Süleyman'ın Fırat nehrine kadar vardığını ifade etmek istiyorlar. Bununla birlikte sınırları çizerken “nehirden Filistinlilerin yurduna kadar” ifadesini kulla­narak, zaman ve mekana göre isteyenin istediği biçimde yorum­laması için nehrin hangi nehir olduğunu belirtmiyorlar. Burada sözü edilen nehir Şeria nehri olabileceği gibi, Fırat nehri olarak düşünülmesi de mümkün. Bu bulanıklık bazı aykırı düşünürleri ve tezvircileri vehme sevk etmiş, böylece Süleyman'ın imparator­luğunun sınırının doğuda Arap Körfezi'ne dayandığı, Tevrat'da sözü edilen Hama şehri girişinin Toros dağlarının eteklerinde bu­lunduğu hayaline kapılmalarına yol açmıştır.

Tedmür'e dönelim. Tedmür'ü Süleyman'ın kurduğunu söylü­yorlar. Nerede? Çölde.. ve “topraklarda”, ama hangi çöl, hangi topraklar? Nasıl anlamak istersen, öyle anla! ,

Bu İsrail iddiasına kızanlar ise Tedmür'ün Süleyman doğma­dan bin yıl önce kurulduğunu ve adının Fırat nehri üzerinde bu­lunan eski Amori başkenti Mari kazılarında ortaya çıkarılan eski metinlerde geçtiğini belirtiyorlar. 8

Kanaatimce bu kadarcık bir belgeyle yetinmek önemli bir boş­luk bırakmak olur. Metinde geçen “kurdu” veya “bina etti” söz­cüğü temelden kurmak anlamına gelmez. Örneğin Süleyman'ın Gezer'i kurmadığını, yalnızca şehri onararak ana ticaret merkez­lerinden biri haline getirdiğini bildikleri halde “Süleyman Gezer'i kurdu” diyorlar. Dolayısıyla “Tedmür'ü kurdu” ifadesi de bu an­lamda kullanılabilir. Bunun anlamı, Süleyman onu temelden kur­madı, yalnızca Suriye çölünden geçen kervan yolu üzerindeki ana ticaret merkezlerinden birisi haline getirdi demektir.

Fakat gerçekleri çarpıtanlara ağır bir darbe Kitab-ı Mukaddes Ansiklopedi'nden gelmektedir. Bu ansiklopedide Tevrat yazarları­nın şehrin adını yanlış yazdıkları, doğrusunun ki şüphesiz öy­ledir, Revised Version (Gözden Geçirilmiş Nüsha) da geçen Tamar    olduğu belirtilmektedir. Aynı kaynak İsrail sınırının hiçbir zaman kuzeyde Tedmür'e dayanmadığını, böyle bir şey düşün­mek için hiçbir sebebin bulunmadığını kaydetmektedir ki, zaten Tedmür de Tevrat'da bu münasebetle zikredilmez.

Şu halde Süleyman'ın kurduğu şehir Tedmür değil, Tamar'dır. Tamar veya Tamar kaleleri ise bugün Ölü Deniz'in batı sahilinin ortalarında yer alan Ayn Gedi'ye düşmektedir. Şunu da kaydet­mek gerekir ki, bugün Arapların oturduğu Taamure, güneydeki Beytlehem'le Ölü Deniz arasındaki bölgede yer almaktadır. Ta­mar, Taammur ve Taamure arasında kolayca bir benzerlik kuru­labilir, ama her halükârda tam yeri neresi olursa olsun Tamar,Judaea bölgesinin güney sınırları dışında asla yer almamıştır. Bunu, Tevrat metnindeki Tamar'ın Gezer, Aşağı Beyt-Horon, Baalat'la birlikte zikredildiği ve hepsinin Kudüs sınırları dahilinde veya yakınında bulunduğu kaydından da çıkarabiliriz. Tedmür'ün bu şehirler arasına nereden girdirildiğini ise anlayabilmiş değiliz. Bu, olsa olsa, Tevrat yazarlarının, yukarıda belirttiğimiz gibi, zihinle­ri bulandırma gayretinden kaynaklanmıştır.

Tsoba

II. Tarihler kitabında şöyle deniliyor: “Süleyman Hama-Tsoba'ya gitti ve onu yendi." Acaba hangi Tsoba ve hangi Hama'yı kastediyorlar?

1. Samuel kitabında “Şaul İsrail'de krallığı ele aldı. Çevredeki tüm düşmanlarına karşı, Moab'a, Ammon oğullarına, Edom'a ve Tsoba krallarına ve Filistinlilere karşı savaştı. Nereye gittiyse ga­lip geldi”9 deniliyor. Bu metnin ne kadar doğru olduğu tartışma­sına girmeyeceğiz, ama Şaul'un hayatını Bisan sokaklarından bi­rinde asılmış olarak noktaladığını biliyoruz. Ancak burada sözü edilen Tsoba'nın nerede yer aldığını bilmek istiyoruz. Metinde Moabhlar, Ammonlular ve Edomlularla birlikte Tsoba kralların­dan bir kral değil,söz edilmesi, bu Tsoba'nın Hama'dan veya Tsoba-Hama'dan veya Hama-Tsoba'dan uzakta bir yerlerde oldu­ğu düşüncesini akla getiriyor. Ama nerede? Sözü edilen Tsoba'nın nereye düştüğünü araştırmak için Şaul hakkındaki rivayeti doğ­ru kabul etmek zorundayız.

Davud'dan söz edilirken Hama'da bir Tsoba adı geçmektedir. Bu mübalağacı Tevrat yazarlarını takip etmemiz gerekir mi, gere­kirse nereye kadar takip etmeliyiz, onu da bilmiyorum. Süleyman'ın savaş ve savaşçılıkla ilgisi olmadığı bilinir. Tsoba'nın adının geçmesi, Süleyman'ın oraya giderek, onu yendiği şeklindeki sözün hiçbir değeri yok. Belki de Tsoba Negev'de bir şehirdir veya Kudüs'e bağlı köylerden birinin adıdır. Kudüs'ün nahiyelerinden Kaster civarında günümüzde Tsoba ve Ktoyra adıyla bilinen bir köy vardır. Bunlar Mecdel, Bala, Caba, Ekzib, Vafik vs. gibi eski yer adlarıdır.

Atların geldiği yer

Krallar kitabında Süleyman'ın ticari işlerinden bahsedilirken şöyle deniliyor: “Süleyman'ın atları Mısır'dan getirilirdi. Kralın tüccar takımı onları sürü halinde belli bir paraya satın alırlardı. Bir savaş arabası altı yüz şekel gümüşe, bir at yüz elli şekele Mı­sır'dan getirilirdi. Tüm Hatti kralları ve Suriye krallarının savaş arabaları da onlar vasıtasıyla getirilirdi.”    Burada Tevrat kitapla­rında Mısır'dan bahseden tüm metinleri bulanıklaştıran bir nok­taya ulaşıyoruz.

Metinde Süleyman'ın hem yerli tüketim, hem de Hatti ve Ara­mı krallarına satmak amacıyla Mısır'dan at ithal ettiği açık bir bi­çimde anlatılmaktadır. Araştırmacılarınsa görüşü şöyle: “Süley­man'ın Mısır'dan at ithal etmesi mantıklı değil. Çünkü Mısır, ge­niş meraları olmaması sebebiyle, tarihinin hiçbir döneminde at yetiştirip dışarı satmakla şöhret yapmış ülkelerden olmamıştır.

“Buna karşılık dışarı satmak amacıyla at yetiştirmesi mümkün olan ülkeler Anadolu'nun dağlık yöreleri, oralara yakın olan Kü­çük Asya ülkeleri ve Kuzey Suriye olabilir. Örneğin Hezekiel ki­tabında (27/24) Sur halkının atlarını Küçük Asya'daki Togarma'dan getirdiklerini belirtmektedir. Keza Herodot da Kilikya'nın yetiştirdiği atlarıyla ünlü olduğunu kaydetmektedir.” 11 lyi de, Tevrat yazarlarını bu hataya düşüren ve Süleyman'ın Mısır'dan at ithal ettiğini söylemeye sevk eden nedir? Galiba Mısır'la Musri'yi birbirine karıştırmışlar.

Musri                                                                                     

Asuri krallarından I. Salmanasar (takriben M. Ö. 1300) ve I. Tiglatpleser (M. Ö. 1100 civarı) kitabelerinde Kuzey Suriye'de Toros dağlarının güneyine doğru uzanan ve Kubad, Kiya, Kataonia ve Kilikya'yı içine alan, güneyde ise yaklaşık Asi nehri sahil­lerine dayanan Musri adında bir devletten bahsedilmektedir. Ay­nı devlet ismi Musri'yi III. Salmanasar (M. Ö. 858-824) zamanın­da 853 yılında vuku bulan Karkar savaşında Asurilere karşı Suri­ye koalisyonunda yer alanküçük bir devlet olarak görüyoruz. Muhtemelen iki isim arasındaki bu sıkı benzerlik, Prestead gibi bazı büyük tarihçileri Mısır'ın Karkar savaşında Asurilere karşı oluşturulan Suriye cephesinde yer aldığını söyleme yanılgısına düşürmüştür ve belki de hem Mısır, hem de Musri bu ortak cep­hede yer almışlardır.

Yeroboam b. Ahab zamanında Kuzey İsrail Krallığı'nın baş­kenti Samaria'nın Aramıler tarafından kuşatılmasıyla ilgili olarak Tevrat'da şöyle denilir: “Çünkü Tanrı Aramı ordusuna araba gü­rültüsü, at kişnemesi ve büyük ordunun gürültüsünü işittirdi. Bunun üzerine onlar birbirlerine şöyle dediler: İşte, İsrail kralı Hatti krallarını ve Mısır krallarını üzerimize yürümek için bize karşı kiralamış.”  

Araştırmacılar, bu metinde geçen Mısır kralları ibaresiyle Mı­sır'a değil, Suriye'nin kuzeyine düşen bölgeye işaret edildiğini ile­ri sürmektedirler. Öbür türlü bu ibare, ancak Mısır krallarının paralı askerlerden oluşan çete reisleri gibi İsraillilerin hizmetinde çalışmayı kabul edecek kadar basitleştiklerini farz ettiğimiz za­man geçerlidir.

Bu Musri'den başka Arap Yanmadası'nın kuzey taraflarında da başka bir Musri vardır. Tam olarak Ölü Deniz'in kuzey tarafında yer alan Moab sınırı üzerindedir. Araştırmacı Wincaart bu böl­geyle ilgili olarak İbrani tarihini Mısır'la ilişkilendiren birçok ta­rihi olaydan bahseder.13 Örneğin Hacer Mısırlı değil Musri'li; İb­rahim'in karısı Faron Sara, Musrili Bargu veya Fargu idi; İbrahim kurban sunacağı gün Tevrat'da geçtiği gibi Kudüs'deki değil Mus­ri yakınındaki Merya dağına kadar eşlik etmiş; Tiglatpleser Edbagal adındaki adamını bir Mısır eyaletine değil, Arap Yarımadası'nın kuzeyindeki Musri eyaletine vali tayin etmişti; Musri kralı Farav, kızını Süleyman'la evlendirmiş, Gezer'i işgal edip düğün hediyesi olarak kızına vermişti. Sözü edilen Farav ise Mısır fira­vunu değil, Edomlu Hadad'ın, arkasından Efraimli Yeroboam'ın kendisine sığındığı kraldı.

Her ne olursa olsun, Mısır'la Musri arasındaki benzerlik konu­sunda verdiğimiz bu bilgiler, lsrail oğullarının ve onların komşu devlet ve halklarla olan ilişkilerinin karmaşık yönlerine ışık tutan bilgilerden yalnızca küçük bir kırıntıdır. Çünkü Tevrat'ın verdiği bilgiler mercek altına alındıkça ve arkeolojik veriler ortaya çıka­rıldıkça geçtiğimiz yüzyıl başlarından itibaren,Yahudilerin kutsal kitaplarındaki tutarsızlıklar bir bir gün ışığına kavuşmak­tadır. Zaten bir kişi veya kaynakla ilgili güven bir kez sarsıldı mı, artık onun söylediği her şey ihtiyatla karşılanır..

Angarya

Birinci Krallar kitabı Süleyman'ın tapınağı, sarayını, şehir ve kalelerini yaparken ülke halkını çalıştırdığını ileri sürmektedir: “lsrail oğullarından olmayan Amori, Hatti, Perizzi, Hivi ve Yebusilerden artakalan bütün halklara gelince, onlardan sonra memle­kette kalan, lsrail oğullarının büsbütün yok edemedikleri çocuk­larından, bugün de olduğu gibi, Süleyman angaryacı kullar top­ladı. Fakat Süleyman İsrail oğullarını kul olarak kullanmadı, çünkü onlar savaşçıydılar. ." 14

Araştırmacı ve bilim adamlarının bu metni reddetmelerini ve yalnızca İsrail oğulları dışındaki halkların köle olarak çalıştırıl­madığını, Judaea halkı hariç yerli İsrailliler de dahil olmak üzere ülkede yaşayan her kesimden insanın bu işlerde hizmet verdiğini belirtmelerini tuhaf karşılamıyoruz.

Bilim adamları, Davud'un tarafsızlık konusunda ısrar eden oğ­lu Abşalom'un ayaklanmasını bastırdıktan sonra Yahuda'yı kayır- mak suretiyle on Yahudi boyuna kötü davrandığını, aynı kayır­macılığı oğlu Süleyman'a bırakmakla ona kötü örnek olduğunu; Süleyman'ın da babasının izinden giderek ülkeyi on iki sancağa bölüp Yahuda boyu dışındakilere vergi ve angarya yüklediğini be­lirtmektedirler.  

Aynı bilim adamları yukarıda metnin muhtevasına karşı çıkar­ken Süleyman'a kafa tutan Yeroboam b. Nabat el-Efraimi'nin Mı­sır'a kaçıp kral Şişank'a [Şoşenk]sığınmasını delil olarak gösteri­yorlar.

Yeroboam, Yusuf hanesinde  Süleyman'ın işçi toplama işle­rinden sorumlu memurdu. Oldukça katı ve disiplinliydi. Süley­man tarafından kölelerin başına reis atandıktan sonra Yusuf ha­nesinin tüm işlerine nezaret etme görevini üstlendi.  

Yeroboam, kendi boy mensuplarının vergi yükü ve angarya utancı altında ezilmesine dayanamayarak Süleyman'a baş kaldır­dı. Durumun ümitsiz olduğunu görünce Mısır'a veya Musri'ye kaçtı. Burada bir yandan geri dönmek için Süleyman'ın ölümünü beklerken, bir yandan da kuzeydeki ayrılıkçı isyanı yönetiyor ve Kuzey lsrail krallığı tahtına çıkmaya hazırlanıyordu.

Durum bu iken neden her iki kitabın yazarları angaryanın lsrailliler dışında ülkenin tüm yerli halklarına yükletildiği iddiası­nı ileri sürdüler? Bunun sebebi, olsa olsa, Tevrat yazarlarının ta­rihi tarih için değil, hem o günün, hem de geleceğin olaylarını ke­yiflerine göre yönlendirmek maksadıyla istedikleri şekilde yaz­mış olmalarıdır.

“Tevrat yazarları geçmişle ilgili uydurma bir tarih sunma ama­cında değillerdi, ama geçmişe yönelişlerinde, kullandıkları veya gözden geçirdikleri rivayetlerde dini, siyasi vb. amaçlarını ortaya koymuşlardır. Dolayısıyla rivayetleri gerçek tarihî olaylarla ilgili olsa da, bahsettikleri döneme ışık tutmamışlardır.”^

Yaptığımız bu alıntının doğruluğu konusunda ilk akla gelen örneklerden birisi, Krallar ve Tarihler adlı kitaplarda geçen bu metindir. Kitapları yazanlar lsrail oğullarını angaryadan muaf göstermelerinin gerçekle örtüşmediğini gayet iyi biliyorlardı, ama 'keşke Süleyman onları bu angaryadan muaf tutsaydı, o zaman onların başkaldırarak kuzeyde judaea'dan ayrılıp bağımsız bir krallık kurmalarına gerek kalmazdı' demek istiyorlardı ki, güdü­len amaç lsrail oğulları boyları arasındaki bölünme ve ayrılıkla­rın önünü almaktı.

Yahuda'nın on Yahudi boyuna uyguladığı baskının izlerinin kaldırılmasının başka bir sebebi de olabilir. Bu iki kitabı yazanlar, kuzey halkını sevmiyorlardı ve aksine Yahuda boyuna sempati besliyor, onun yücelmesini istiyorlardı. Bu yüzden kuzeylilerin isyan ve ayrılma faaliyetini haksız bir davranış olarak göstermek­le ilgileniyorlardı. Vakıa Tevrat yazarları on boyun maruz kaldığı baskıyı görmezden gelme konusunda söz birliği etmiş olsalar da, Samaria halkının başlattığı isyana hak vermişlerdir ( ...)

Angarya yüklenen halklar arasında Amoriler, Hattîler vs.nin adının zikredilmesine gelince, bunlar İsrail oğullarının ortadan kaldıramadıkları insanlardı. Her iki kitabın yazarları bu ifadeyle İsraillilere uygun olmayan bir zamanda yapamadıklarını, uygun bir zamanda yapmaları tavsiyesinde bulunmaktadırlar.

İsrailliler ele geçirdikleri topraklarda yaşayanların tamamını bir şekilde ortadan kaldıramadıklarına göre, ilk fırsatta bunu yap­maları ve ele geçecek fırsatı kaçırmamaları gerekirdi. Eğer ülke­nin yerli halkının kökü kurutulamıyorsa, en azından İsrail'in hiz­metindeki köleler haline getirilmeliydi.

Süleyymıan’ın inancı

Davud'dan bahsederken Tevrat'ın naklettiği gibi karısı Mikal ki Şaul'un kızıdır,babasının ordularını aldatıp kocasını kaçırdı­ğını, onun yatağına putu koyduğunu görmüştük. Davud'un evin­de bir putun ne aradığını eğer bu putun varlığı bazı görenek ve inançlarında Kenanlılara katıldığına bir delil izlenimi vermek amacı gütmüyorsa, elbette sormak gerekir.

Süleyman'a gelince, Krallar kitabında hareminde bin kadın bulunduğu yetmiyormuş gibi bir de Tanrı'ya şirk koştuğu açık açık anlatılmaktadır. “Kral kızlarından yedi yüz karısı, üç yüz de cariyesi vardı. Karıları onun kalbini saptırdılar. Yaşlı Süleyman'ın karıları onun yüreğini başka ilahlara meylettirdiler ve babası Da­vud'un yüreği Tanrı Rab ile bütün olduğu halde onunki bütün değildi. Süleyman'ın Saydalıların tanrısı Aştarot'un ve Ammonluların mekruh şeyi Milkom'un ardından gitti. Süleyman Tanrı'nın nazarında kötü olan şeyi yaptı ve tamamıyla Rab'bin yolunda gi­den babası Davud gibi olmadı. Süleyman Yerusalem'in önünde bulunan dağında, Moab'ın mekruh şeyi Kemoş ve Ammon oğul­larının mekruh şeyi Molek için yüksek bir yer yaptı. Kendi ilah­larına buhur yakan ve kurbanlar kesen bütün ecnebi karıları için böyle yaptı. Böylece Tanrı Süleyman'a öfkelendi. Ona iki defa gö­rünen ve 'Başka ilahların ardından gitme,' diye emreden Israil'ın Tanrısı Rab'den yüreği saptı ve Rab'bin emrettiği şeyi tutmadı. Ve Rab Süleyman'a dedi: 'Mademki bunu sen yaptın ve sana emret­tiğim ahdimi ve kanunlarımı bozdun, mutlaka krallığı senin elin­den çekip alacağım ve onu senin kölene vereceğim. Ancak, baban Davud'un hatırı için bunu senin sağlığında yapmayacağım, fakat kulum Davud'un hatırı için ve seçmiş olduğum Yerusalem'den ötürü bir boyu senin oğluna vereceğim.”

Her ne kadar Tevrat Süleyman'ın cezasının tehir edildiğini, an­cak ömrünün son demlerinde işlediği günah sebebiyle krallığının parçalanmasına hükmedildiğini belirtiyorsa da, metin dikkatli in­celendiğinde zihinlere perçinlenmek istenen bir mübalağa oldu­ğu göze çarpmaktadır.

Yukarıda alıntısını verdiğimiz metinden sonra Tevrat Tanrı'nın Süleyman'ın karşısına Edomlu Hadad'ı düşman olarak çıkardığı­nı,  bunu da yaşlılığında doğru yoldan saparak başka tanrılara meyletmesinin bir cezası olarak yaptığını kaydetmektedir.

Kral soyundan gelen Edomlu Hadad denilen kişi, Davud'un komutanlarından Samba oğlu Yoab'ın Edom'da yaptığı katliam­dan kurtularak, babasının adamlarının yardımıyla Mısır veya Musri'ye kaçıp orada firavun yahut farav'ın misafiri olarak kal­mıştır. Davud'un ölümünü müteakiben Moab'ın Süleyman tara­fından öldürülmesi üzerine Hadad Edom'a dönerek onu Süley­man'ın boyunduruğundan kurtarır. Tevrat, Hadad'ın Davud'un ve Yoab'ın ölümünden sonra dönüşünü biraz önce alıntı yaptığımız aynı metin içinde vermektedir. Tevrat yazarları, Tanrı'nın yaşlılı­ğında işlediği günahlar sebebiyle kendisini cezalandırmak için Hadad'ı düşman olarak karşısına dikmesiyle, aynı Hadad'ın Davud ve Moab'ın ölümünden sonra dönüşü arasındaki tezadı nasıl fark etmediler bilmiyorum. Çünkü Tevrat'a göre Hadad Süley­man'ın tahta geçtiği ilk yıl geri dönmüş ve aynı babın 25. cümle­sinde belirtildiği gibi yalnızca Süleyman'ın son günlerinde değil, bütün saltanatı boyunca lsrail'in amansız düşmanı olmuştur.

Britannica Ansiklopedisi Süleyman'ın Siyon dağında yaptığı Süleyman Tapınağı denilen tapınaktan başka, aynı dağın doğu ta­rafında uzanan Zeytun dağında en azından başka bir tapınak da­ha yaptığını ve onu putperest tapınmalara tahsis ettiğini belirt­mekle doğruya işaret etmektedir. Halbuki Tevrat bu tapınağı “yüksek bir yer" olarak göstermiştir. Yine Tevrat'dan öğrendiği­mize göre Süleyman, Tanrı'nın İsrail oğullarına “onlar sizin ara­nıza girmesin, siz de onların arasına girmeyin, çünkü onlar kalp­lerini kendi tanrılarına meylettirirler" dediği firavun kızından, Moablı, Ammonlu, Edomlu, Saydalı ve Hattili. .. hanımlarının iti­katlarına göre pek çok tapınak yaptırmıştır.21

Tevrat yazarlarının, İsrail oğullarının başına gelen her felaketi onların işledikleri günahlar dolayısıyla Tanrı'nın gazabına bağla­mayı amaçladıkları bilinmektedir. Ama bunu yaparken geçmişte olan olayları gelecekte olacakmış gibi gösterme hatasına düşmek­tedirler.

Örneğin Tanrı'nın ağzından Süleyman'a krallığını parçalayıp, kölelerinden birine vereceğini söyletiyorlar, ama bunun Süley­man'ın sağlığında değil, oğlunun hükümdarlık günlerinde olaca­ğını belirtiyorlar. Çünkü Tevrat yazarları Süleyman'ın ölümünün ardından krallığının parçalandığını, yanında çalışan ve metne gö­re Süleyman'ın kullarından olan Yeroboam adlı birinin krallığın kuzey bölgesini ele geçirdiğini biliyorlardı. Dolayısıyla onu Tanrı'nın ağzından söyleterek, güya işlediği bir günahın cezası oldu­ğunu kaydediyorlar, bunu da ustalıkla yapıyorlar: Onu parçalaya­cağım.. ama şimdi değil...onu parçalayacağım, ama tamamını de­ğil.. aksine bir boyu oğluna vereceğim.. gibi. Aynı üslup Tevrat'ın tamamında Tanrı'nın lsrail oğullarına öfkelenmesinden söz edilen tüm metinlerde görülmektedir. Yani Tanrı öfkeleniyor, tehdit edi­yor, vuruyor.. ama ebediyete kadar değil, bütünüyle değil. Rivaye­tin tamamlanması için öfkenin belli bir zamanla sınırlı ve belli öl­çüde etkili olması gerekiyor ki, Tanrı onlarla veya onlardan geri­de kalanlarla daha önce yaptığı anlaşmayı tamamlayabilsin..

Ayrıca.. Tanrı Süleyman'ı günahından dolayı cezalandırırken bunun iyiliğin yaygınlaştığı, tevhit mesajı prensiplerinin diriltildiği kısa fasılalarla peyderpey olması makuldür. Çünkü o za­man ilahi cezanın bir anlamı, mesajı ve hedefi olur.. Ama görü­yoruz veya göreceğiz ki, Süleyman'dan sonra tevhit inancının imtihandan geçirildiği kırılma dönemi, Süleyman'ın hayatından yaşananlardan çok daha kötüdür. Çünkü Yeroboam kuzey top­raklarında Süleyman'dan sonra iki altın buzağı yapmış ve İsra­il'e "işte seni Mısır'dan çıkaran ilahların bunlar! ’’22 demiş, arka­sından halkına Süleyman Tapınağı'ndan yüz çevirip saf putpe­rest ibadetini icra etmek için yüzlerini Beyt El ve Dan'a çevirme­leri gerektiğini söylemiş. Eğer Tanrı'nın verdiği ceza tövbe ve takvaya götürmüyorsa krallığın bu şekilde parçalanmasından, böyle bir ceza kesilmesinin ne önemi kaldı ki? Tevrat'a göre Tanrı Davud ve döneminden öyle memnundur ki, onun hatırı­na Süleyman'ın krallığının o henüz hayattayken parçalanması­na ve Yahuda Uudah] oğullarının her şeyi kaybetmesine gönlü razı olmuyor. lyi de, acaba Tevrat yazarları Tanrı'nın işlediği ci­nayetler sebebiyle elleri kanlı olduğu için Davud'u tapınağı inşa etmekten menettiğini unuttular mı? Nasıl oluyorsa Tanrı birden Davud'un işlediği tüm günahları unutuyor ve beklenmedik bir şekilde ondan hoşnut olduğunu bildiriyor!!..

Ne mutlu Tevrat'ın Davud'una! Eğer Tanrı'sına kendisinden hoşnut olunmamış vaziyette mülaki olmuşsa, suçları bağışlana­cak, öfkelenilmeyecek ve mahvedilmeyecek. Eğer günahlarından tövbe etmeyi unutmuşsa, önemli değil, nasıl olsa Tevrat yazarları onun günahlarından daha sonra tövbe edip arınması için her şe­yi ayarlamışlardır ve dolayısıyla Tanrı nezdinde Süleyman için de şefaat eyler ve bütün suç “tüm bunları bana unutturan lanetli şeytana”  yüklenir.

Yine de Tevrat yazarlarının geçmişte vukü bulan malum olay­ları bilinmeyen gelecek sigasıyla konuşmacıların ağzından verme konusunda hayli başarılı oldukları söylenebilir.

Süleyman’ın devletinin yıkılışı mantıkî bir sonuçtur

Bazı tarihçiler Süleyman'ın “hikmetin babası” lakabını almayı hak edecek kadar hikmetli sözler söylediğini, ama hikmet sahibi bir yönetici olmadığını, aksine babasının biriktirdiklerini tüketip, kazandıklarını kaybetmiş olduğunu belirtiyorlar.

Süleyman'ın bu mevkie yüceltilmesinde bir gerçek payı varsa da, Tevrat'ın tanıttığı Süleyman hakkında böyle kesin bir hüküm yürütülmesini görmezden gelemeyiz.

Süleyman'ın lüks ve gösteriş düşkünlüğü, büyük hükümdarla­ra özenmesi doğru olabilir, ama tüm bunlar serzeniş ve şikayette bulunmaya sevk edecek kadar halkına ağır yükümlülükler yükle­mesine yol açmıştır.

Yahuda Uudah] oğullarını bu yükümlülüklerden istisna tut­ması diğer on boyu kendilerini Yahuda'yla hak ve yükümlülük­lerde eşit olmadıkları, kuzeyliler genel nüfusun çoğunluğunu teş­kil ediyor olmalarına rağmen güneyli kardeşleri lehine baskı altı­na alındıkları ve mahkum durumunda bulundukları, kral ve Ya- huda'dan olan aşiretinin Kudüs'de bu nimetlerden yararlanma konusunda öncelikli ve hatta yegane zümre olduklarını dü­şünmeleri noktasında ikna etmiş olabilir.

Tüm bunlar doğru olabilir, ama krallığın yıkılışında ilk ve son günah keçisi olarak Süleyman'ın gösterilmesi hakkını vermez. Çünkü zaten krallık çürük temeller üzerine kurulmuş ve henüz binası tamamlanmadan duvarlarında çatlaklar oluşmuştu.

Süleyman'ın yaptıkları veya döneminde olan şeyler yeni değil­di. Yahuda Uudah] boyu lehine tavır sergileme konusunda Davud oğlu Süleyman'dan önce hareket etmiş, onun bu davranışı Bikri oğlu Şeba'yı isyan ettirerek şu sözleri söyletmişti: “Bizim Davud'da bir nasibimiz yok;Yesse'nin oğlunda da bir nasibimiz yok. Herkes kendi çadırına, ey İsrail! ”  Her ne kadar Şeba baş­lattığı isyanda başarılı olamamışsa da, daha sonra Süleyman'a başkaldıran ve onun ölümünden sonra kuzey krallığının tahtına geçen Yeroboam'a bir noktada öncülük etmiştir.

Tapınak ve Süleyman köşkünün temelleri zaten ta Davud.zamanında Sur kralı Hiram'ın gönderdiği keresteler, duvar ustaları ve marangozların yardımıyla kurulan genel karargahta atılmıştı. Eğer Tanrı Davud'a tapınağı yapmayı yasaklamamış olsaydı, Sü­leyman döneminde olan babasının zamanında olacaktı.

Süleyman döneminde artan ticari faaliyetler babası Davud ta­rafından başlatılmış, oğlu babasının izinden gitmiş; ama bu faali­yetlerin nimetinden kendisi faydalanmış, zahmetini halkı çek­miştir. Bu zahmete katılmayan kesim yalnızca Yahuda . Uudah] oğullarıydı. “Kral, gümüşü Kudüs'de çakıl taşları, çam kerestesi­ni de vadideki firavun incirleri kadar bollaştırmıştı. ”  Şunu da kaydetmek gerekir ki, tek tacir kralın kendisiydi ve bu ticari iş­lerde ona yardım edenler ücretleri kral tarafından belirlenen me­murlardı. Bunlara Krallar kitabında “kralın tacirleri” denilmekte­dir. Yahudiler henüz ticareti, ticari muamelatı ve gelenekleri iyi bilmedikleri için bu tacirlerin çoğu yabancıydı.

Şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki, Fenikelilerin ortağı ve aynı zamanda tartışmasız o dönemin en büyük taciri olan Süleyman'ın ticari faaliyetleri arttıkça ordusundaki paralı askerlerin sayısı da artmıştır. Bunların birinci görevi kervan yolunun ve mola yerle­rinin güvenliğini sağlamaktı. Fakat yabancı paralı asker kullan­mak da Süleyman'ın icat ettiği bir şey değildi ve bu işi daha önce başlatan babası Davud'du. Ayrıca paralı asker kullanma geleneği o dönemde oldukça yaygındı ve yalnızca Davud ve Süleyman'ın yaptığı bir şey değildi. Örneğin Fenikeliler ticari faaliyetlerinin yoğunluğu sebebiyle önemli sayıda paralı asker kullanıyorlardı. Yine aynı dönemde Mısır'da paralı askerler yönetim kademeleri­ni tırmanıp, devleti yöneten aileler arasına girebiliyorlardı. Örne­ğin Libyalı paralı askerlerin komutanı Şişak veya I. Şişank [Şoşenk] 22. hanedanı kurmuş ve Mısır'ı M. Ö. 850'den 745'e kadar yaklaşık iki yüzyıl yönetmiştir.

Paralı asker kullanmanın yerli halkın ve tebaanın savaşçılık ruhunu zayıflatmak, onları çevresinde kendilerini ilgilendiren olaylara kayıtsız kalmaya sevk etmek gibi tehlikeli bir yönünün olduğu bilinmektedir. Devletin başında bulunan kişinin bu para­lı askerleri kendi halkını tazyik etmek ve hoşuna gitmeyecek şey­leri yapmaya zorlamak için kullanması halinde, bireyleri devlete bağlayan duygular kaybolacağı gibi, devlet de varlık binasının te­melini oluşturan kendi halkının sadakatini kaybeder.

Nitekim Süleyman'ın ölümünden sonra başlayan parçalanma­nın sorumluluğunu Süleyman'a yüklemenin, onun babasının bi­riktirdiğini harcadığını, yine babasının kazandığını kaybettiğini söylemenin doğru olmadığı kanaatindeyiz.

Davud ve Süleyman'ın krallığının başına gelen parçalanmada başka faktörlerin olduğu muhakkak. Bu faktörlerden bahsetmeyi ileriye atmak kesinlikle onları küçümsemek anlamına gelmez. Bu faktörler arasında, bir iç unsur olarak birlik unsurlarının zayıfla­ması ve Kenan elindeki İsrail varlığını etkileyen uluslar arası du­rumları ve yansımaları sayılabilir.

Hangi birlik unsurları?

İsraillilerin Kenan eline yöneldikleri ilk andan itibaren, Tev­rat'ın belirttiğinin aksine birbirine kenetlenmiş bir kitle oluştur- madıkları bilinmektedir. Bir kere Mısır'a toplu muhaceret etme­dikleri gibi, oradan da hep birlikte çıkmış değiller. Ayrıca Yeşu önderliğinde Şeria nehrini geçerek Kenan eline gelenler de Yahu­di boylarının tamamı değildi. Bu konuya daha önce yeterince de­ğinmiştik.

Gerek hakimler [valiler] dönemi ve gerekse Davud ve Süley­man dönemi, İsraillinin kendi boyuna olan bağlılığını halkın ta­mamını kucaklayan bir devlete bağlılığa dönüştürmeyi başarama­dı. Israil boyları arasında birbirine karşı kıskançlık ve nefret to­humları çok önceleri atılmıştı.

Tevrat yazarları, M. Ö. IX. Yüzyıl ve daha öncesinden itibaren Tevrat'ı yazmaya başladıktan sonra çevrelerinde olup bitenlerin yoğun etkisinde olmakla birlikte, maziden bahsettikleri için, göz­leri ve kulakları o maziye yönelikti. Çocuklar arasında ayırım yapmak lbraniler arasında uygulanagelen eski bir gelenekti ve Tevrat yazarları tarihi çarpıtarak Israil boylarını birleştirmeyi amaçlamalarına rağmen kesinlikle bu gelenekten haberdardılar. Çünkü bizzat kendileri bu ayırım yapma geleneğinin ipiyle sım­sıkı bağlanmışlardı.

Biraz geriye dönerek Tevrat yazarlarının ölüm döşeğindeki Yakub'un son sözleri hakkında yazdıklarına bir bakalım. Ancak, Yakub'un oğullarının ikisi hür kadınlardan ve aynı zamanda Yakub'un dayısı Rahel'in kızları olan Lea ve Rahel'in, ikisinin ise cariyelerden olduğunu belirtmemizde yarar vardır. Yine Lea'nın ba­bası tarafından Yakub'a sevdiği ve nişanlandığı kız olarak kaka­landığını, keza Tevrat yazarlarının önde gelenlerinin Yahuda Uudah] ve Efrayim'in soyundan olduklarını, sonuncusunun da Yu­suf'un oğlu olduğunu hatırlayalım.                                                              .

Yakub, en büyük oğlu Ruben'den yirmi üç kelimeyle bahset­miş ve onun belinden düşen ilk çocuk olduğunu, ama babasının yatağına çıkarak onu kirlettiğini belirtmiştir.26 Şimon ve Levi'den otuz beş kelimeyle bahsetmiş, zorbalığın onların kılıçları olduğu­nu belirterek, “onların meclislerine girme; çünkü onların öfkele­ri lanetlidir" demiş;' Yahuda'dan altmış iki kelimeyle söz etmiş, övüp göklere çıkarmış; oğullarının ona secde ettiğini söylemiş; Zebulun'un sahil şeridinde ve Sidon [Sayda] yakınlarında yaşaya­cağını söylemiş, hakkında on iki kelime sarfetmiş; lssakar'ın iri gövdeli bir eşek olduğunu, yük altında ezildiğini belirtmiştir vs...

Dina hakkında ise bir çift söz edilmemiş. Çünkü Tevrat yazar­ları onun akibetini bilmedikleri için üzerinde durmamışlar. Bun­ların tamamı aşağılık Lea'dan olan çocuklarıdır ve Yakub onlar arasında yalnızca Yahuda'yı övüp göklere çıkarmış, geleceğinde saltanat vaat etmiştir.

Yusuf'a gelince, babasının son sözlerinden aslan payı alan Yu­suf hakkında sarf edilen kelime sayısı yetmiş altı ve hepsi de öv­gü dolu. Yusuf'un kan kardeşi ve sevgili hanımı Rahel'den olan Benyamin için on bir kelime sarf edilmiş ve yırtıcı bir kurt oldu­ğu belirtilmiş.

Dan, Gad, Neftali ve Aşer ise cariyelerden doğan oğullardır. Yakub onlarla ilgili birkaç kelimeyle yetinmiştir. Dan, yol üzerin­deki bir engerek yılanı, Neftali Lut'la kavgaya sebep olmuş başı­boş bir geyik, Gad çetenin baskınını yemiş bir kişi, Aşer ise ek­meği semiz bir insandır.

Yakub'un üzerinde çok dikkatli durulması ve düşünülmesi ge­reken bu sözleri, bir hakikatten ziyade Tevrat yazarlarının o dö­nemdeki görüşlerini yansıtmaktadır. Ama bir şeye çok iyi işaret et­mektedir ki, o da lsrail boyları arasında görmezden gelinemeyecek ve bastırılamayacak bir ayrılık olduğudur. Yakub'un oğulları ara­sında yaptığı bu ayrımı, lbrahim'in oğulları lsmail ve lshak ve ke­za Ishak'ın oğulları Esav ve Yakub arasında da görüyoruz.

Çocuklar arasında ayrım yapmak, hiç de yaşatılması gereken ahlaki bir davranış değildir.

Gördüğümüz kadarıyla Yahudi tarihinde bazı boy isimleri or­tadan kaldırılmakta ve Davud'dan önceki bazı isimler ki aşağı yukari tamamı Yusuf'un soyundan gelenlerdir,tekrar tekrar ön plana çıkarılmaktadır. Yusuf'un soyundan gelenlerden de özellik­le oğlu Efrayim ve kan kardeşi Benyamin'dir. Davud'la birlikte Ya­huda adı diğer isimleri bastırmaktadır, ama lsrail tarihinden bili­yoruz ki Yahuda, efsanevi kahraman Şimşon'u ki Yakub'un cari­ye hanımından olan oğlu Dan'ın soyundan gelmedir,prangaya vurulmuş vaziyette Filistinlilere teslim ettikleri için utançla anılır.

Levili adı İsrail tarihinin tüm aşamalarına damgasını vurmuş­tur. Çünkü Levililer Tanrı'nın seçkin kahinleri ve “Kelimullah” olan Müsa'nın şahsında büyük kahramanlarıdır.

On boya mensup olanların Davud'un asmaları için Şaul'un ai­lesinden yedi kişiyi Gibeonlulara teslim ettiğini, yeğeni ve başku­mandanı Samba oğlu Yoab'ın başta Şaul'un kumandanı Ebner ve oğlu Eşbaal ve Davud'a başkaldıran Şeba b. Bikri olmak üzere on­lardan birçok kişiyi katlettiğini, Şaul'un kendisine uykudayken tuzak kuran birinin suikastına kurban gittiğini unuttuklarını dü­şünmek zor. Tüm bunlar, her ne kadar zaman zaman Judaealı ta­raftarlarının tasarruflarının intikamını alıyor gözükse de, Da­vud'un gölge ve himayesinde oluyordu. Bu tasarrufları yeni bir devleti ayakta tutmanın gereği olarak yorumlamak mümkün de­ğildi ve gerek Davud'un, gerekse Süleyman ve yardımcılarının pek çok tasarrufunu kabile taassubu yönlendiriyordu.

Süleyman'ın Sur kralı Hiram'a peşkeş çektiği bölgenin Nun oğlu Yeşu'nun eski taksimatında Aşer oymağına veya cariye Lea'nın oğlu Aşer b. Akub-a ait olması sıradan bir tesadüf müydü bilmiyorum.

Bu münasebetle Tevrat yazarlarının ' Müsa'ya atfettikleri bir şerî kanunu hatırlatalım: “İsrail oğullarının mirası bir boydan diğe­rine geçmeyecek; çünkü İsrail oğulları, her biri atalarının boyu­nun mirasına bağlı kalacak ve İsrail oğulları boylarından mirasa malik olan her kız, İsrail oğulları, her biri atalarının mirasına ma­lik olsunlar diye, kendi babasının boyunun aşiretlerinden olan birine varacaktır. "  Bu kanunun kabileciliği güçlendirdiğini ve İsrail oğullarını birlik ve beraberliğe teşvik eden tüm gayret ve kuralları hiçe saydığını görüyoruz.

İsrail oğullarındaki geleneklere dayalı bölünmeden söz eder­ken, onların Levili kardeşlerine tanınan ve korunması kendileri­ne bir çıkar sağlayamayan imtiyazları kaldırmajarı doğruydu. Çünkü Harun'un ve Musa'nın babası Levili Umran'ın soyundan gelmelerinin kendilerine sağladığı en ufak bir üstünlük yoktu. Belki de Benyamin'in soyundan gelen kral Şaul'un taraftarlarına keten efod giyen seksen beş kişiyi öldürmelerini emretmesi Levililere duyulan kinin bir dışa vurumuydu. "Ve kahinlerin şehri olan Nob' u kılıçtan geçirdi, erkekten kadına kadar, çocuklar­dan emzikli olanlara kadar ve öküzleri ve eşekleri ve koyunları da kılıçtan geçirdi."

Hakimler kitabının Levililerle diğer boy mensupları arasın­daki ilişkiler hakkında verdiği bilgi dikkat çekicidir: Bir İsrailli Levili birine rastladığında onu kendisine baba veya kohen olarak kiralardı. Bir defasında Dan oğullarından bir grup Efraim oğulla­rından Mika adında birinin evine gelir ve onun put odasındaki putları soyarlar. Mika'nın evinde kendisi ve hanesi için kohen ol­ması amacıyla kiraladığı Levili bir gulam vardır. "Dan oğullarının •putları soyduklarını gördü. Onlara ne yaptıklarını sorunca, ‘elin­le ağzını kapat ve bizimle birlikte gel' dediler. 'Babamız ve kohenimiz ol. Bir adamın mı yoksa İsrail'de bir boy veya aşiretin koheni olmak mı daha iyi?".  

Bunlar putlara tapıyor, kendilerine Levi oğullarından bir kohen arıyorlardı. Onunla karşılaştıklarında azarlayarak 'sus!' işare­ti yapıyorlar. Arkasından kendilerine kohen ve baba olmalarını istiyorlar. Aman ne güzel! Bir yanda putlara hizmet eden bir baba-kohen, hemen yanı başında ona ‘sus”' diyen cemaati!

Biz, İsrail boyları arasında silaha ve vahşi mukateleye dayan­mayan bir kardeşlik bağı bulamadık. Belki de İsraillinin silahla bir diğer İsraillide açtığı yara başkalarının açtığı yaradan daha de­rin, döktüğü kan da daha fazladır. Benyamin oğullarıyla diğer İs­rail boyları arasında çıkan iç çatışmayla ilgili bir örnek, bu konu da yeterli olacaktır. Hakimler kitabında Benyamin oğullarının bir günde diğer İsrail oğullarından 22 bin kişiyi öldürdükleri, başka bir gün ise kendilerinin 25 bin yüz kişi kaybettikleri anlatılmaktadır.31 Tevrat'ın verdiği bu rakamlarda bir abartı olduğunu kabul etmek zorundayız, ama öyle de olsa bu rivayet Yahudi boyları arasındaki kanlı çatışmalar konusunda bir şahittir.

Davud ve Süleyman dönemi Israilliler arasındaki bu kabile ta­assubunu ortadan kaldıramadığı gibi, Israilliler de bu iki kralın Yahuda Qudah] oğullarına meyletmelerini bir devletçilik anlayı­şıyla bağdaştıramamış, onların diğer Israil boylarına galip ve mağlup yahut efendi köle muamelesi yapmasını anlayamamışlar­dır. Özellikle de Süleyman döneminde bu kayırmacılık had safha­ya ulaşmış ve devletin parçalanma vaadi ufukta belirmiştir.

İsraillilerde iç çekişmeler

lsrail oğullarının kendi aralarında iç çatışmalar olduğu gibi, komşu halklarla olan ilişkiler bundan daha da kötüydü.

Israilliler veya ilk adlarıyla lbraniler, etnik kökenleri bilinme­yen bir topluluktur. Muhtemelen Heksosların bünyesinde Habiru adıyla oluşmuştur. Daha sonra onları Mısır'da köle olarak gö­rüyoruz ve özellikle de Mısırlıların Heksoslara indirdiği darbeden sonra sırtını onlara dayayan köleleri daha da ezmişlerdir.

Israilli yazarlar öncelikli vazifelerinin, halkın alnındaki köle­lik işaretini silerek onu anlı şanlı milletler arasına katacak yeni bir ruh kazandırmak olduğunu anlamışlar; onlara El'in yalnızca lbranilerin tanrısı ve başkalarının taptıkları tanrılardan daha bü­yük olduğunu söylemişlerdir.

Bu yazarlar, Israil oğullarına ayrıca Tanrı'nın babaları lbrahim, İshak ve Yakub'la bir anlaşma yaptığını ve o anlaşmaya uygun ola­rak Kenan elini kendilerine verdiğini, kendilerini denizin kumları kadar çoğaltacağını ve diğer halkların onlar sayesinde yükseleceği­ni belirtmişlerde. Onlara göre Yahve -Musa döneminden beri Tanrı'nın adı,İsrail'i ilk oğlu, İsrail halkını da kendi halkı olarak gör­mektedir. Yahve Mısır topraklarının karanlıkta kalmasını emretti­ğinde yalnızca İsrail oğullarının evlerinde ışık kalacaktır.32

Yine onlara göre Yahve Israil oğullarının bir kahinler krallığı olacağı, sözünü dinleyip, anlaşmasına uyduklarında kutsal bir halk olup, yeryüzündeki tüm milletlerden üstün olacakları va­adinde bulunmuştur.

Kendi aralarında faizi yasaklamış, ama başkalarıyla olan ilişki­lerinde serbest bırakmıştır. lbrani kardeşlerini, kendi istekleri dı­şında, ebediyen köle olarak kullanmalarını yasaklamış, diğer halklara mensup olanların köle edilmesi helal kılınmıştır. Başka halklara mensup olanlardan kız alıp vermeyi yasaklamışlardır. Meşhur önderlerinden Ezra'nın bu konudaki sözleri şöyle: "Bu işler bitince, reisler yanıma yaklaşıp dediler: ‘lsrail halkı, kahin­ler ve Levililer, ülkede yaşayan halklardan Kenanlıların, Hattilerin, Perizzilerin, Yebusluların, Ammonluların ve Moabların, Mı­sırlıların ve Amorîlerin mekruh şeylerini yaparak kendilerini on­lardan ayırmadılar. Çünkü kendilerine ve oğullarına onlardan kız aldılar. Mukaddes zürriyet ülke halklarıyla karıştı. Reisleri ve hü­kümdarları bu hainlikte başı çektiler.”33

Ne var ki başkalarıyla kız alıp verme işleri yasağa rağmen dur­madı, fakat Tanrı'nın kendilerine verdiği topraklarda yaşayan di­ğer halkların katline sebep oldu. Bununla ilgili Tevrat kurallarını, İbrani savaş hukuku konusunda Yasanın Tekrarı kitabında geçen sözleri nakletmiştik.

Vakıa İsrailliler peygamberlerinin öğretilerine uymadılar ve yerli halkla kaynaşarak onların görenek ve uygarlıklarını aldılar. Onların tanrılarına tapıp, putlarına benzer putlar yaptılar. Tüm bunlar yerli halkı sürgün ve öldürüp yok etmekten aciz kaldıkla­rını anladıktan sonra gelişti. Fakat burada bariz bir tezat var. İs­railliler, Tanrılarının emrine aykırı hareket ettiklerini bilmekle birlikte, diğer halklarla bir arada yaşamanın dinin öğretilerine uygun olduğundan emindiler. İsrailliler Kenanlıların uygarlıkta­ki ileri seviyelerini gördükçe kendilerinin ne kadar geri kaldıkla­rını fark ediyorlardı. Gerçi Kenanlılara İbrani tanrısını tanıtmış­lardı, ama onları ona ibarete teşvik etmemişlerdi. Çünkü o, yal­nızca kendilerinin tanrısıydı. Elinden gelen iyilik onlara, yine elinden gelen kötülük başkalarınaydı. Saldırdıkları ülkelerdeki halklara, kendilerine kucak açıp ellerindeki nimetleri bölüşmele­rine rağmen olumlu hiçbir şey sunmadılar. Çünkü kavuştukları tüm nimetler yalnızca Yahve'nin kendilerine birer ikramıydı. İsrailliler, taşımakla yükümlü tutuldukları ama asla taşıma­dıkları tevhit mesajını Kenanlılara ulaştırmadıkları gibi, onların putlarına ve baallarına da taptılar. Acaba neden? Daha önce bu­nun bazı sebeplerini anlatmıştık. Çünkü böyle yapmakla önleri­ne sunulan nimetlerin hepsine konmak, ama kendilerinin olan bir şeyi kimseyle bölüşmemek istiyorlardı. Kenanlıların tanrıları­na da taparlarsa, bunun bereket, bol ürün ve yağmur getireceğini zannediyorlardı. Yahve'ye tapmaları ise kendilerine esenlik ve özel bir sevgi kazandıracaktı. Diğer halklar Yahve'nin yalnızca kendi kullarına bahşettiği ayrıcalıklardan behremend olmasınlar diye onları doğru yola sevk etmemeleri gerekirdi..

Süleyman ve firavun

Kızını Süleyman'la evlendiren firavunun kim olduğu tam ola­rak bilinmiyor. Tevrat onun adını belirtmemiş ve yalnızca daha sonra Yeroboam'ın Süleyman'a isyan ettikten sonra sığındığı fira­vunun Şişank [Şoşenk] olduğunu kaydetmekle yetinmiştir.

Rivayete göre Gezer'i hakimiyet altına alan firavunun adı Basbaha' Anniyut idi. Arapça yazılan bazı tarih kitapları firavunun Gezer'i Süleyman'la evlendirdiği kızına çeyiz. olarak vermesinin İsraillilerin kralına bir sevgi gösterisinden ibaret olduğunu belirt­mektedirler.

Bu Mısır firavunu ister şimdi adını verdiğimiz kişi olsun, ister­se başka birisi, Filistin'e gelerek Gezer'i hakimiyet altına aldığın­da bunu kesinlikle Süleyman'a sevgisinden yapmamış, Tevrat'ın dediği ve bazı tarihçilerin de tasdik ettiği gibi, Gezer'i kızma çe­yiz olarak da vermemiştir. Kitaplardan öğrendiğimize göre, tam aksine Mısırlı kadın bu şehri kocasından çeyiz olarak almıştır. Bu mehir kocanın mülkü üzerindeki daimi bir ipotek olarak kalıyor­du.   Eğer bu doğruysa ki bence öyledir,durum şöyledir: Fira­vun kızını Süleyman'la evlendirmiş, buna karşılık Süleyman Mısır'm İsrail üzerindeki hakimiyetini tanımış; ancak ondan sonra firavun şehri onarıp Fırat havzasına giden kervanların hizmetine sunması şartıyla Gezer'i Süleyman'a vermiştir. Süleyman da Mı­ sır'ın İsrail üzerindeki • hakimiyetini tanıdığı için firavun şehrin anahtarını teslim etmekte bir sakınca görmemiştir.

O dönemde geçerli gelenekleri göz önünde bulundurduğu­muzda, firavunun kızını Süleyman'la evlendirmesinin sebebini anlayabiliriz. Mısır Uygarlığı adlı eserin yazarı Gustave le Bon'un anlattığına göre firavunlar devletin çıkarı ve ülkenin güvenliği için gerektiğinde, elde edilecek bilgiler için ödenecek bedel ne olursa olsun, kızlarını yabancı ülkelere göndermeyi gelenek hali­ne getirmişlerdi. Hal böyle iken firavun neden kızını Süleyman'ın sarayında bir casus ve kocasını Mısır'a bağlı tutacak bir eş olarak göndermeyecekti?

Kitab-ı Mukaddes Ansiklopedisi yeni kral Süleyman'ın Mısır ve Sur'la olan ilişkileri konusunda şöyle diyor: Mısır'a gelince, bu ilişkiler fiilen Süleyman'a belli oranda bir yükümlülük getiriyor­du. Firavun bizzat Filistin'e gelerek Mısır'la Fırat havzası arasın­daki kervan yolu üzerinde bulunan Gezer şehrini işgal etti. Arka­sından kızını Süleyman'la evlendirdi ve işgal ettiği şehri çeyiz ola­rak verdi (I. Krallar, 9/10) Tevrat, Süleyman'ın Mısır'a karşı yeri­ne getirmeye söz verdiği taahhütlerin ne olduğunu açıklamıyor. Muhtemelen bunlar kervan yolunun güvenliğinin sağlanması ve İsrail askerlerinin Mısır ordusunda görev yapmasıydı. Tek keli­meyle Mısır hükümranlığının tanınmasıydı.

Kitab-ı Mukaddes Ansiklopedisi, Yasanın Tekrarı kitabında geçen (16/17) şu sözlere atıfta bulunmaktadır: “.. fakat onun için [firavun için] atlar çoğaltılmayacak, halk at çoğaltması için Mı­sır'a gönderilmeyecek. Rab onlara ‘artık bir daha bu yoldan dön­meyeceksiniz' dedi." Bu ifade, İsrail oğullarına yabancı birini baş­larına kral seçmelerinin yasaklanmasından sonra gelmektedir. Kitab-ı Mukaddes Ansiklopedisi Mısır için at yetiştirilmemesi ve halkın Mısır'a götürülmemesi ifadelerinden Mısırlıların İsraillile­re bir takım görevler yükledikleri sonucuna varmaktadır ki, Israillilerin Mısır ordusuna asker vermesi de bunlar arasındadır. Sü­leyman'ın Mısır'a karşı yaptığı taahhütlerin aydınlığa kavuşturul­ması konusunda Yasanın Tekrarı kitabından faydalanmamızda bir sakınca yok. Çünkü bu kitap, her ne kadar Musa'nın ağzın­dan çıkan sözleri içeriyorsa da, daha önce belirtildiği gibi, M. Ö. VII. Yüzyıldan daha önce yazılmamıştır. Aynı kitapta Müsa'nın

vefatından söz edilmektedir. Halbuki bugüne kadar birinin Ya­sanın Tekrarı'ndaki Müsa'nın dışında,ölmeden önce kendi ölü­münden bahsettiğini hiç görmedik.          

Süleyman'la Mısır firavunu arasındaki ilişki konusunda Prof. J. H. Breasted şöyle diyor: "Anlaşılan, o sıralar Süleyman Mısır hakimiyeti altında bulunan bir valiydi ve muhtemelen Gezer şeh­rini sınırlarına katmak suretiyle kontrolü altındaki bölgeyi geniş­leten firavunun kızıyla evlenmişti. Üzerinde durduğumuz yüzyıl­dan yaklaşık 300 sene önce kral Menfatah'dan bahsederken bu şehirden söz etmiştik. O zaman Israil bu şehri itaat altına alama­mış, ama Kenanlı komutanı 1. Şişank'a [Şoşenk] isyan ederek, şehri kuvvet zoruyla almış ve yakıp yıktıktan sonra onu yeniden imar eden Süleyman'a hediye etmiştir. Böyle bir işin yirmi birin­ci -sülalenin zayıf krallarına atfedilmesi mümkün değildir. Aksine Filistin'de Gezer gibi büyük bir şehri ele geçirerek yakıp yıkan ki­şi, galip bir ihtimalle büyük ve cesur bir hükümdardır ki, bu, o dönemde 1. Şişank'tan başkası olamaz. "36

Filizof tarihçi Wells ise aynı konuda şöyle diyor: “Meselelerin kişilere göre değerlendirildiğini göz önünde bulundurmamızda fayda var. Süleyman küçük bir şehri elinde bulunduran bir gümeşte idi ve saltanatının zirvesinde de değildi. Devleti yıkılmanın eşiğindeydi ve nitekim ölümünden birkaç yıl sonra yirmi ikinci sülale krallarından 1. Şişank [Şoşenk] Kudüs'e ele geçirerek hazinelerini yağmaladı. Zaten pek çok araştırmacı da Krallar ve Ta­rihler kitabının Süleyman'ın haşmetiyle ilgili olarak naklettikleri­ni şüpheyle karşılamaktadır. Onlara göre sonraki yazarların milli gururu, bu hikayeye bir şeyler ilave edip, mübalağa yapmaya sevk etmiştir."37

Yaptığımız alıntılardan tarihçi Breasted'in Gezer'i işgal eden kralın 1. Şişank olduğu hükmüne vardığı ve bunu kendisine göre vazıh delile dayandırdığını görüyoruz. Süleyman'ın bağımsız bir kral mı, yoksa başkasına bağlı bir gümeşte mi olduğu söz konu­su olunca, hepsi de bizi aynı sonuca götürdüğü için, şu veya bu görüşe fazla bel bağlamıyoruz. Ortak görüş, Süleyman’ın bağım­sız bir kral değil, onu kızıyla evlendiren, Gezer’i işgal ederek ker­van yolunun hizmetine sunması şartıyla Süleyman’a veren Mısır firavununa bağlı bir gümeşte olduğudur.

Mısır firavununun Filistin’de ve Gezer surları önünde görün­mesi, yalnızca İsrail krallığı hükümranlığının fiilen sona ermesi­nin bir delili değil, aynı zamanda bu krallığın parçalanmaya baş­ladığının ön habercisi idi. Nitekim Süleyman öldükten hemen sonra kuzeyde on Yahudi boyu Yeroboam önderliğinde ayaklan­mış ve Süleyman’ın oğlu Rehoboam’ı reddederek, birincisini baş­larına kral seçmişlerdir.

Süleyman'ın gerçek azameti

Yukarıda Tevrat’ın Süleyman hakkında anlattıklarıyla, yine Tevrat’a dayanarak yapılan iki bilimsel tenkidi ve ayrıca onun İs­raillilerle ilişkisinin fazla olmadığını gösteren arkeolojik bulgula­rı sunduk. Bizim tanıdığımız peygamber Süleyman ise yukarıdan beri anlatılanla hiç benzemeyen başka biridir. Davud hakkında anlatılan peygamberlere yakışmayan halleri nasıl reddediyorsak, Süleyman’a yakıştırılan putperestlik ve şehvetperestliği de aynı şekilde reddediyoruz.

Bizim için esas olan Kur’an’ın “Sad” suresinde Süleyman ve krallığı hakkında anlatılmış olanlardır: “(Süleyman) dedi: Rabbim, beni bağışla ve benden sonra hiç kimseye nasip olmayan bir mülkü bana hediye et. Sen, elbette karşılıksız armağan edersin. Böylece rüzgarı onun buyruğu altına verdik. Onun emriyle dile­diği yöne yumuşakça eserdi. Şeytanları da, her bina ustasını ve dalgıç olanı, (kötülük yapmamaları için) sağlam kementlerle bir­birine bağlanmış diğerlerini (verdik). İşte bizim ihsanımız böyledir. (Ey Süleyman) Artık sen de hesaba vurmaksızın, ver ya da verme. Şüphesiz katımızda onun için bir yakınlık ve dönüp gele­ceği güzel bir yer vardır.”

Bu ayetler, Allah’ın Süleyman’a verdiği bu geniş mülkün, dün­yevi ve maddi bir mülk olmadığını göstermektedir. Eğer öyle ol­ saydı, dar sınırlı bir krallık ve yine sınırlı bir güç olmazdı. Çün­kü Süleyman'ın krallığı o dönemin küçük ve önemsiz bir krallığı olduğu gibi, bağımsız değil tabi bir ülkeydi. Süleyman'ın Allah'dan kendisinden sonra kimsede olmayacak bir krallık isteme­si, Allah'ın varlığının belgesi olacak eşsiz özelliklere sahip bir krallık istediği anlamındadır.

Allah Teala şöyle buyurur: “Yemin olsun, biz, Davud'a da Sü­leyman'a da bir ilim verdik. Onlar şöyle dediler: ‘Bizi, mümin kullarının bir çoğundan üstün kılan Allah'a hamd olsun.' Süley­man, Davud'a mirasçı oldu ve şöyle dedi: ‘Ey insanlar, bize kuş­ların dili öğretildi ve bize her şeyden biraz verildi. Elbette bu, apaçık bir lutuftur." Bu ayette Davud ve Süleyman'a verilen ilim­ler kıyaslamakta ve onlar arasında Allah'ın irade buyurduğu ter­cihe vurgu yapılmaktadır. Yoksa Allah'ın mü'min kullarının ço­ğuna bahşettiği dünya malı kastedilmemektedir. Keza Süley­man'ın ağzından söyletilen apaçık lutuf da kuş dili ve diğer ilim ve bilgiler gibi ilmî bir lutuftur. Süleyman Allah'dan korkan bir kuldu ve kendisine verilen bu benzersiz özellikleri istismar etme-' miş; Allah'ın bahşettiği ilim ve hikmeti babasından devraldığı tevhit mesajını yayma yolunda kullanmıştır. Örneğin Saba meli­kesi kendisine getirilmiş, fakat melike onun vasıtasıyla iman ede­rek hidayete ermiştir. Allah Kur'an'da şöyle buyurur: “Kim yalnız dünya hayatını ve onun ziynetini isterse, biz onlara yaptıklarının karşılığını orada tastamam öderiz. Orada onlar bir eksikliğe uğ­ratılmazlar. İşte onlar, kendileri için ahirette ateşten başka bir şey olmayan kimselerdir. (Dünyada) yaptıkları şeyler, orada boşa git­miştir. Zaten bütün yapmakta oldukları da boş şeylerdir."

İsa peygamber de bu konuda şöyle der: “Göklerin melekütuna zengin adam zor girer. ’’  “Yeryüzünde kendinize hazineler bi­riktirmeyin. Onları güve ve pas yiyip bozar. Hırsızlar delip girer­ler ve çalarlar. Aksine kendinize gökte hazineler biriktirin. Orada ne güve vardır, ne de pas. Hırsızlar da delip çalamazlar. ’’

Bizim Süleyman'ın büyüklüğü, sarsılmaz imanı, derin hikme­ti hakkında anladığımız budur. Tevrat yazarlarının bir yandan ha­ remi ağzına kadar kadın dolu olarak gösterdiği Süleyman'la, Me­seller kitabında şu sözleri söyleyen Süleyman'ı nasıl örtüştüklerini anlayabilmiş değiliz: "Hikmeti bulan adama ve anlayışa erişen adama ne mutlu! Çünkü gümüş kazanmaktansa onu kazanmak iyidir; ve onun karı halis altından daha iyidir. Yakutlardan daha değerlidir ve hoşlandığın hiçbir şey ona denk olamaz... Tanrı dünyayı hikmetle kurdu; gökleri anlayışla pekiştirdi.”  

XI

TARİHİ HAK HURAFESİ

Davud ve Süleyman çağını Tevrat'ın ve tarihçi araştırmacıların verdikleri bilgiler ışığında ele aldık ve öyle de yapmamız gerekiyor­du. Kesin veya tercih edilen tarihi bilgilerin titiz bir tetkiki, bize, Davud ve Süleyman'ın hüküm sürdüğü bu ülkenin, modern siyonizmin Yahudilerin Filistin'de tarihi haklarının bulunduğu iddiası­na dayanak olmak için ziyadesiyle zayıf ve temelsiz olduğunu ispat etmektedir. Çünkü bu topraklar, üzerinde yaşamış olmalarının dı­şında, İsraillilerin değildi. Onlar, Kenan eline yerleştikten sonra kendi problemlerinin halli konusunda ülkenin yerli halklarından yardım istemiş, yeni toplumlarının kuruluşu hususunda imkanla­rı dahilinde onlardan bir şeyler öğrenmiş ve İsrailli olmayanlardan paralı asker tutmakta tereddüt etmemişlerdir. Hatta Davud'un İsra­illileri dize getirip, hakimiyet kurmasını sağlayan ordunun çekir­değini oluşturan altı yüz kişilik çetenin tamamı Gatlı Filistinliler­di. Eğer bu altı yüz kişi ve diğer Kenanlılar olmasaydı, İsraillilerin uzun soluklu ve sağlam bir devlet kurmak şöyle dursun, Davud'un çevresinde kenetlenmeleri bile çok zor olurdu.

Tevrat yazarları birçok konuda ihtilaf halindedirler, ama bir tek noktada hemfikirdirler ki, o da ülkenin yerli halklarının veya diğer komşu milletlerin İsraillilerin kültür seviyelerinin yükseli­şinde ve vahşi hayattan kurtularak kral asasının nimetlerinden yararlanacak noktaya gelmelerini sağlayan uygarlaşmalarında oy­nadıkları rolü sis perdesiyle karartmaktır.

Kendilerinin lbrahim, lshak ve Yakub gibi büyük ataların so­yundan geldiklerini söylüyorlar, ama bilim adamları bu iddiaya şüpheyle yaklaşmaktalar. Hatta bazıları, onların aslında kendi toplumlarından kovulmuş kanun kaçağı hırsız ve eşkıya sürüsünün oluşturduğu, bilahare Habiru adını almış bir topluluk olduklarını ileri sürmektedirler. Tevrat'da bu isme rastlayamayız ve büyük ih­timalle bu suskunluğun sebebi, Habirularla lbraniler arasındaki organik bağın varlığını inkar etmekten kaynaklanmaktadır.

Din önderlerinin ve yazarlarının (peruşim) başkalarıyla evlili­ği ve kaynaşmayı ısrarla reddetmelerine rağmen, Tevrat kitapları Tanrı'nın uyuyan gazabının başka halklarla kaynaşan lsraillilerin üzerine çevrilmesinin sebeplerini sayıp dökerken bu yabancı ev­liliklere değinmektedir.

Nasıl çoğaldılar?

Yakub'un on iki erkek çocuğu ve bir de Şekem katliamından sonra hakkında haber alınamayan Dina adında bir kızı oldu. Bu­güne kadar kimse bu on iki oğulun lbrahim, Yakub ve lshak'ın yaptığı gibi Feddan-ı Aram'dan kız aldığını kaydetmiyor. Peki öyleyse hanımlarını nereden aldılar? Tevrat, Yahuda'yla ilgili olarak onun Kenanlı bir kadınla evlendiğini ve soyunun Ta­mar'la olan gayr-ı meşru ilişkisinden devam ettiğini belirtmek­tedir. Yaratılış kitabı Yakub'un ikinci oğlu Şimon'un Kenanlı bir kadınla evlendiğinden üstün körü bahsetmekte, Seyyare'nin genç yaşta Mısır'a götürdüğü Yusuf'un dışındaki kardeşlerinden hiç bahsetmemektedir. Tevrat, bu kardeşlerin evlendikleri ka­dınların kim olduğundan söz etmiyor. Onlar kesinlikle lsrail oğullarından değillerdi. Çünkü lsrail'in (Yakub'un) yalnızca Dina adında bir kızı vardı ve Tevrat yazarlarından hiçbiri kardeş­lerinden herhangi birinin onunla evlendiğini belirtmemektedir. Zaten lsraiVYakub'un oğullarının da o bölgedeki kadınlarla ev­lenmekten başka çareleri yoktu. Öbür türlü çoğalarak yetmiş ki­şi olmaları mümkün değildi. Bir tek Yusuf Tevrat'a göre Mısır'lı kahinin kızıyla evlenmiştir. Bilindiği gibi Yahudilerde nesep için anne yani tarla esastır. Eğer bu kuralı Yakub'un çocukları için uygularsak, bunlar Tevratı anlamda lsrailli bir kadından doğma­dığından hiçbiri İsrailli kimliğine sahip değildir. Bundan başka biraz önce işaret ettiğimiz gibi yetmiş kişinin Mısır'a muhaceret ettiği yalandır: “Yakub hanesinden Mısır'a ge­lenlerin tamamı, Yakub oğullarının hanımlarının dışında, onun soyundandır. Acaba Yakub'un oğulları hanımları geride, Kenan elinde mi bıraktılar, yoksa beraberlerinde mi götürdüler? Her ha­lükârda Kenan elinde ve Mısır'da aldıkları hanımlar İsrailli değil, Kenanlı veya Mısırlıdır."

İsrail oğullarının Mısır'da kalışlarıyla ilgili pek çok olaya deği­nildi. Şimdi gelelim Müsa'ya. Tevrat'a göre Mûsa Midyan'ın Arap kahini Yisron'un kızı Saffora ile evlenmiştir. Arkasından Kuşlu bir kadınla evlenmiş, kardeşi Harun ve kız kardeşi Meryem onu çekiştirdikleri için Allah tarafından cüzzamla cezalandırılmıştır.

Müsa'dan sonra Nun oğlu Yeşu Eriha'nın efsanevi kadın kah­ramanı Kenanlı Rahab'la evlenmiştir. Söylendiğine göre bu Rahab İsrail oğullarının bir çok peygamber ve krallarının dünyaya gel­mesinde önemli katkı sağlamıştır, ama her halükârda o da İsrail­li değildir.

Israil oğulları ifadesinin, tarihin hiçbir döneminde siyonistlerin Yahudi halkı dedikleri etnik grubun saf ırkî özelliğini oluştur­duğu iddiasında kullanılabilecek etnik bir kavram olmadığını is­pat için daha fazla örnekler göstermeye yerimiz yeterli değildir.

Elbette ki İsrailliler sadece dışardan kız almadılar, aksine İsra­illi kadınlar da gayr-ı İsraillilerin hanelerine gelin gitmişlerdir, ama bunlar Tevrat yazarlarının Tanrı'nın ağzından Müsa'ya söyle­diğini iddia ettikleri sözlerin koyduğu kati yasakların henüz bi­linmediği dönemde olmuştur: “Bu diyarda (Kenan elinde) otu­ranlarla anlaşma yapmayasın. Onların ilahlarına uyup secde et­mesinler; onların ilahlarına kurban kesmesinler; biri seni davet etmesin ve sen de onların kurbanından yemeyesin, onların kızla­rını oğullarına almayasın ve onların kızları kendi ilahlarına tabi olup zina etmekle, senin oğullarını kendi ilahlarına tabi kılarak zina ettirmesinler."1 Bu açık emirler ne anlama geliyor? “İsrail oğulları Kenanlılar, Hattiler, Amorîler, Perizziler, Hivliler ve Yebuslular arasında oturdular ve kendilerine karı olarak onların kızlarını aldılar ve kendi kızlarını onların oğullarına verdiler ve onların ilahlarına kulluk ettiler. İsrail oğulları Rab'bin nazarında kötü olanı yaptılar ve kendilerinin Allah'ı Rab'bi unuttular ve Bal­lara ve Aşerlere kulluk ettiler.”

İşte bu insanların karışımından olan topluluk kendilerinin İs­rail kabileleri olduğunu iddia ediyorlar, ama aslında iddialarının asılsız ve batıl olduğunu, bu konudaki ısrarlarının içi boş bir kör taassuptan kaynaklandığını kendileri çok iyi biliyorlar.

Meseleye nesepleri açısından bakıldığında manzara böyle. İşin inanç yönüne gelince, İsraillilerin tevhit mesajını anlamaktan ve onu layık-ı veçhiyle taşımaktan ne kadar aciz olduklarını daha önce gördük. ,

Yahudilerde tevhidin başlangıcı

Tarihçi ve araştırmacıların İsrail tarihinde dirayetli muallimle­rin M.Ö. VIII. Yüzyıldan önce mevcut olmadığı konusundaki it­tifakı üzerinde düşünmeye değer. Örneğin Naku'  köyünde dün­yaya gelen Amos, bazı tarihçiler tarafından tarihin ilk muvahhidi (tek Tanrı inancına çağıran kişi) olarak gösterilmektedir. Amos da bu yöndeki tebliğini ancak M. Ö. VIll. Yüzyıl ortalarında yap­mıştır. Ancak, biz,. bu tür sınırlamalara meyledecek değiliz. Adem'den Hz. Muhammed'e kadar yeryüzünün ilahı tebliğden hiç hali kalmadığını biliyoruz elbette, ama Amos, Yeşaya, Ermiya ve benzerleri gibi göç dönem muallimlerin M. Ö. VIII. Yüzyıl ve Aalıa _ sonrasında ortaya çıkmalarından önce Tevrat'ın tevhit me­sajına sadık kalınmasını sağlama konusundaki başarısızlığını gördükten sonra, tarihçilerin Amos'u İsrail oğulları tarihinin ilk büyük ve önde gelen muvahhidleri arasında göstermeleri rastgele bir hüküm değildir.

Daha önce Yakub'un Feddan-ı Aram'dan dönerken karısı Rahel'in yükü arasında babasının evinden çaldığı putların bulundu­ğunu, Yakub'un Şekem yakınındaki Batama'da yabancı putları toprak altına gömdüğünü görmüştük. Yine rivayete göre Musa Si^J-

na dağında Tanrı'sından şeriat yasalarını alırken Harun İsrail oğullarına put döküp vermiştir. Demek ki, İsrailliler Müsa'nın kendilerine öğrettiği şeriattan ve yaptığı Ahit Sandığı'ndan sonra dahi putlara tapmaktan vazgeçmemişler; aksine Kenan eline yer!eşmelerinden sonra putperestlikleri daha da artmış ve nitekim Tevrat yazarları Davud'un hanımının kocasının yatağına bir put koyduğunu, Süleyman'ın kalbinin döndüğünü ve hanımlarının putlarına taptığını gayet emin bir şekilde söylemekten çekinme­mişlerdir.

Israil oğulları için geriye ne kaldı ki? Tek bir babaya ve tek bir aşirete mensup olmaları yalnızca şekil itibariyledir ve gerçekle il­gisi yoktur. Babil sürgününden önce çok nadiren putlarından ay­rılmadıklarını itiraf etmeleri ise tevhit sancağı altında toplanma faziletini ellerinden çekip almaktadır.

Eğer ortada tarihi bir hak varsa, bu İsraillilere değil, nesilsen nesile Davud ve Süleyman'ın mirasını taşıyan Filistin halkına aittir. XII

BÖLÜNME VE PARÇALANMA ÇAĞI

Tevrat'ın Süleyman dönemi için çizdiği tablonun hayali bir tablo olduğunu gördük. Ne o hür insanlardan oluşmuş bir halkı yöneten bağımsız bir kraldı, ne de "Yahuda ve lsrail nüfus olarak denizdeki kumlar kadar çoktu; yiyip, içip, keyif sürerlerdi." 1 Tev­rat'ın Süleyman'ı diğer Yahudi boylarına nazaran Yahuda Qudah) boyunu yüceltmiş, ezici çoğunluğu teşkil eden tebaasını angarya ve vergilerle ezmiştir.

Süleyman'ın terk-i dünya etmesinden hemen sonra ona yani Yusuf hanesinin reisine karşı isyan bayrağı açan, ama henüz onunla baş edecek durumda olmadığını anlayınca Mısır'a sığınan Yeroboam b. Nabat geri dönmüştü. Göründüğü kadarıyla Süley­man'ın oğlu Rehoboam basiretsiz biriydi. Hisleri zayıftı ve külle­rin altındaki ateşi hissedemezdi. On boy reisinin kendisini kral olarak kotaracakları Şekem'e ki on boyun güç merkeziydi,git­tiğinde, bu reisler biat etmekte tereddüt göstermişler ve kendisin­den daha önce babasının kuzey halkına yüklediği yükleri kaldır­masını, kendi boyu Yahuda ile diğer boylar arasındaki ayırıma son vermesini talep etmişlerdi.                                   .

Fakat Rehoboam akıllı danışmanlarıyla arasına bir set çeke­rek gururlu arkadaşlarının söylediklerine kulak salmış ve boy reislerine şu karşılığı vermişti: "Benim küçük parmağım baba­mın belinden daha kalındır. Ve şimdi babam üzerine ağır bo- yunduruk yükletti ise, ben boyunduruğunuzun üzerine kataca­ğım, babam sizi kamçılarla tedip etti, fakat ben sizi akreplerle tedip edeceğim. ”

Bu ahmakça cevap bardağı taşıran son damla olmuştu. “Tüm İsrail halkı kralın kendilerini dinlemediğini görünce, halk şu ce­vabı verdi: Ne Davud'da nasibimiz var, na de Yesse'nin oğlunda! Çadırlarınıza (dönün) İsrail (oğulları)!.. Şonra kral Rehoboam angarya işlerine nezaret eden Adoram'ı gönderdi. İsrailliler onu taşlayarak öldürdüler. Kral Rehoboam Kudüs'e kaçmak için he­men savaş arabasına bindi. Böylece İsrail, Davud hanesine karşı bugüne kadar asi oldu. Tüm İsrail Yeroboam'ın döndüğünü du­yunca, adam gönderip yanlarına çağırdılar ve onu tüm İsrail hal­kının kralı ilan ettiler. Davud hanesinin ardından gidenler yalnız­ca Yahuda oğullarıydı. "

İki krallık arasında savaş

Şüleyman oğlu Rehoboam, kuzeyin krallıktan kopmasını ka­bul etmedi ve hem bölgeyi tekrar sınırlarına katmak, hem de infirak yanlılarını tepelemek için bir ordu toplamaya çalıştıysa da başaramadı. Krallar kitabı onun başarısızlığını, Tanrı'nın kendisi­ne kuzeyli kardeşlerine karşı savaşmayı yasaklamasına bağlamak­tadır, ama Rehoboam Tanrı'nın bu emrine fazla kulak asmadı ve iki taraf arasındaki savaş durumunu muhafaza etti. “Rehoboam'la Yeroboam arasında her gün savaş oluyordu. ”

Rehoboam'ın İsrail boylarına karşı bu düşmanca tavrı sürdür­mesi tabii idi. Çünkü Kudüs'ün refahı iki şeye bağlıydı:

Birincisi, Davud ve Süleyman'ın Sur kralı Hiram'la kurduğu ti­cari ilişkiler sebebiyle, transit ticaretten sağlanan gümrük gelirle­rinden başka, sair gelirler de Yahuda_oğullarının cebine giriyor­du. Hiram'ın M. Ö. 936'da ölümü, birkaç yıl sonra Süleyman'ın terk-i dünya eylemesi üzerine Yahuda oğulları bu tür gelirlerden mahrum kaldılar. Çöküş dönemlerinde genelde böyle olur. Yahu- da oğullarının bir diğer gelir kaynağı, devlete hiç de sadık olma­yan ve ilk fırsatta boynundaki yabancı boyunduruğunu söküp at­mayı düşünen bir halkın sömürülmesinden elde edilen gelirlerdi. Nitekim krallığın ikiye ayrılmasından sonra Ammonlular, Moablılar ve Edomlular (ldumealılar) Ürdün'ün doğusunda ve Ölü Deniz'in güneyinde hareketlenerek kervan yolları üzerindeki strate­jik noktaların işletmesini kendi hesaplarına yapmaya başladılar.

İkincisi: Yahuda boyunun bir devletin kendi vatandaşlarına yüklediği yükümlülükleri yapmaktan kaçınmayı alışkanlık hali­ne getirmesidir. Angarya ve vergiler kuzeyli lsraillilerin omzuna yüklenmişti. Halbuki onlar nüfusun ezici çoğunluğunu oluşturu­yor ve daha geniş toprakları ellerinde bulunduruyorlardı. Ama Süleyman'ın tapınağını ziyaret eden hacıların bıraktıkları gelirler, Yahuda boyuna refah sağlıyordu. Bu durum karşısında kuzey kra­lı Yeroboam on İsrail boyuna Kudüs yolunu tıkadı. Onlara iki al­tın buzağı yaparak “Artık Kudüs'e gitmeye paydos. İşte sizi Mı­sır'dan çıkaran tanrılarınız bunlar ey İsrail! dedi ve putlardan birini Beyt El'e, diğeri Dan'a koydu. "5

Yahuda Uudah] oğulları için ne kalmıştı? Yalnızca halkı ko­yun yetiştirmekle uğraşan dağlık bir bölge. Halbuki tarımla uğra­şan kuzeyli lsrail boyları boyunduruktan kurtulmuş, yerli sahip­lerinden gasp ettikleri üzüm, zeytin, incir ve tahıl yönünden zen­gin tarım arazilerini işletmeye başlamışlardı. Bu durumda Yahuda Uudah] oğullarının dış ticaret gelirleri ve İsrail oğulları o gün­lerde Beyt El, Dan ve diğer şehirlerde kendi buzağılarına tapma­ya başlayınca turizm girdileri ortadan kalkmıştı. Yahuda Uudah] oğulları artık kutsiyeti bozulan Süleyman Tapınağı'nın yüzüne bakmıyorlardı ve başka tapınaklar kurarak, her tepede, her yeşil ağacın altında kurban sunuyorlardı. Kısacası tapınağın koruyu­cuları kendi tapınaklarını aşağılamanın, şanını küçültmenin en kötü örneğini vermişlerdi.

Judaea

Judah oğullarının elinde yalnızca Kudüs tepesi, el-Halil [Hebron] dağı ve Birşeba çölü kalmıştı. Rehoboam'ın tahkim ettiği şe­hirlerden ve II. Tarihler kitabının on birinci babında verilen bil­gilerden Judaea'nın sınırlarını şu şekilde çizebiliriz: Kudüs'ün kuzeybatı ucunda Elon (Kudüs sancağındaki Yalo köyü) şehri vardı. Bu şehir Rehoboam tarafından tahkim edilmişti ve Kudüs'e yalnızca 14 km. uzaklıktaydı. Güney yönündeki en uç nokta ise Soko idi. Eğer güneyde en uç nokta olarak Soko'yu kabul eder­sek, günümüzde Şuvayka harabesi denilen ve Hebron şehrinin 16 km. güneybatısına düşen Soko'dan daha uzak bir nokta bulama­yız. Judea, batı tarafından kesinlikle denize ulaşmıyordu. Çünkü o bölgede Filistinliler vardı. Filistinlilerle Judaea arasında ise di­ğer adı Ebyed olduğu zannedilen Şimon boyu  oturuyordu ve bunlar o çevreye saçılmışlardı. Aynı kaynağın verdiği bilgiye gö­re Judaea'nın yüzölçümü 1300 miP'den veya 3327 km2'den fazla değildi ve onun da yarısı çöl, diğer yarısı su kaynaklarından yok­sun dağlarla kaplıydı. Yani hayat, işi azıttıklarında Rab'bin kes­mekle tehdit ettiği yağmur suyuna dayalıydı.

Judaea ve İsrail bölgesinin işgal ettiği sahanın belirlenmesinin, bizim buraları her biri hükümran devlet olarak kurulmuş iki ay­rı devletin toprakları olarak gördüğümüz anlamına gelmez. Daha önce de belirtildiği gibi, bölgede klasik büyük devletlerin özel­likle Mısır ve Mezopotamya'dakilerindoldurduğu zafiyet dö­nemleri, her ne kadar önce Filistinlilerin, arkasından Surluların boyunduruğundan kurtulamamışsa da, Davud'un vasallıktan kurtulmasına imkan tanımıştır. Keza Breasted'in görüşüne göre Süleyman ve ondan sonra güney ve kuzeydeki halefleri bu aşikar vasallığın yükünü hissetmeye devam etmiştir. Güçlü komşulara vergi ödemek, her iki İbrani devleti krallarının alıştıkları sıradan bir gelenekti. Herhangi birisi bu vergiyi ödemekten yan çizerse, cezasını ağır biçimde ödüyordu. Bu bağımlılık ve vergi ödeme işi, M. Ö. 722'de Asur kralı Il. Sargon'un İsrail'e indirdiği ağır darbe neticesinde küllerini diğer halklar arasına savurmasına, arkasın­dan yine M.Ö. 586'da Babil kralı Nabukadnasar'ın Judaea'ya in­dirdiği darbeye kadar devam etmiştir.

I.             Şişank seferi

Gezer'i fethedip anahtarlarını Süleyman'a teslim eden komu­tanın kimliği konusunda tarihçiler arasında bazı görüş ayrılıkları bulunduğuna daha önce işaret etmiştik. Tarihçiler bu olayı, fira­vunun Süleyman'a verdiği kızının düğün hediyesi şeklinde yo­rumluyorlar. Krallar kitabının Rehoboam'ın krallığının beşinci yılında vuku bulduğunu belirttiği Mısır seferi ise, şüphesiz M. Ö. 950-745 yılları arasında Mısır'da hükmeden ve yirmi ikinci hane­danın kurucusu olan 1. Şişank [Şoşenk] Tevrat'da Şişaktarafın­dan düzenlenmiştir.

Tevrat'da bahsedildiğinin aksine 1. Şişank yalnızca Kudüs ve Judaea'ya sefer düzenlememiş, İsrail bölgesindeki bazı şehirleri de hedef seçmiştir. Her ne kadar Şişank'ın Karnak duvarındaki kitabelerinde söylenenlerde ve özellikle firavunun Mitannilerin (Hurrilerin Kuzeydoğu Mezopotamya'daki arazileri) topraklarına kadar geldiği ifadesinde biraz mübalağa varsa ise de, Kenan eli şe­hirlerinin isimlerinin detaylı olarak verilmesi Şişank'ın Megiddo bozkırını (İbni Amir veya Yezrael ovası) geçerek Ürdün düzlü­ğündeki Taberiye, Bisan vs. gibi Kenan ve İsrail şehirlerini zapt ettiğini göstermektedir.

Şişank'ın bu seferi neden düzenlediği konusunda ise yalnızca Breasted'in görüşlerini nakletmekle yetineceğim: "Şişank, Süley­man'ın halefi Rehoboam zamanında Yahudi krallığının ikiye bö­lündüğünü görünce, tüm Filistin'i hakimiyet altına alma vakti­nin geldiğini anladı. Bu arada Rehoboam'ın kuzeyli düşmanı Yeroboam, Şişank'a müracaatta bulunarak korunma talep etti. Bu­nun üzerine Şişank M. Ö. 926 civarında Rehoboam'ın saltanatı­nın beşinci yılında Filistin'e bir sefer düzenledi.   Eğer burada ya­zarını ve eserinin adını açıklamayacağım Arapça bir kitaptaki ha­talara gözüm takılmamış olsaydı, konuyu burada kapatabilirdim. Üstelik bu yazarımız eserini bundan iki yüz yıl önce yazmış ol­saydı yine mazur görürdük, ama henüz 1968 yılında kaleme al­dığı eserinde söylediği şu sözler bizi gerçekten üzmüştür: “İlk bakışta Mısır'da işlerin iyi gitmemesi üzerine 1. Şişank'ın takip ettiği dış politika önemli bir tutumdu. Onun tahta çıktığı günler­ de Süleyman henüz Filistin'in tamamına hükmediyordu ve pey­gamber Yeşaya, Süleyman'dan sonra tahta çıkacak olan İsrailli prenslerden Yeroboam'a İsrail'e hükmedeceğini haber vermişti. Yeroboam, Süleyman'ın kendisine saldırmak için harekete geçin­ce, Mısır'a kaçarak Mısırlıların güçlü İbranî krallarıyla iyi ilişki­ler içinde bulunmaya gayret göstermelerine rağmen, Şişank'a sı­ğındı (Krallar kitabı, 11/40). Yine de Mısırlılar İbranilerin zaafın­dan faydalanmak istediler ve yeniden bölgede hakimiyet sağla­mak ümidiyle Filistin'in iç işlerine müdahalede bulunmaktan kaçınmadılar. Şişank'ın Filistin'e saldırı hazırlığı sırasında kızıy­la evlenmeyi düşünen Yeroboam'ın tavsiyelerine kulak astığı gö­rülüyor. İbranîler de zaten yaşı ilerlemiş olan ve kendilerini ağır vergi yükü altında ezen Süleyman'dan sıkılmışlardı. Süleyman'ın ölmesiyle birlikte kendi aralarında bölündüler. Şişank, onların birbirine düşman iki devlete bölünmüş olmalarını fırsat bildi ve Süleyman oğlu Rehoboam'ın yönettiği Judaea krallığı üzerine yürüyerek Kudüs tapınağındaki hazineleri ele geçirdi. Belki de Rehoboam'ın ve Mısırlıların müttefiki Yeroboam'ın Şişank'a kar­şı çıkmamalarının sebebi, peygamber Yeşaya'nın (ikinci defa) İb­ranî krallığının parçalanacağı ve Yeroboam'ın on iki boydan onu­na hükmedeceği kehanetinde bulunmuş olmasıydı. Şişank, yü­rüyüşünü sürdürerek Filistin'de bazı şehirleri kısa bir süre için ele geçirdi ve arkasından Mısır'a döndü." Yazardan yaptığımız alıntı burada bitiyor. Okuyucunun bu alıntıdaki hata ve affedil­mez gafları hemen fark ettiği ümidindeyim.

Yazarın burada Yeşaya'yı nereden getirdiğini ve Yeroboam için bulunduğu kehaneti nasıl uydurduğunu bilmiyoruz. Çünkü ne Tevrat'da böyle bir kayıt var, ne de güvenilir herhangi bir tarihçi­de. Bir kere Yeşaya kesinlikle M. Ö. Vlll. Yüzyıldan önce dünya­ya gelmiş değildir. Şişank ve İsrailliler hikayesi ise Milattan önce X. Yüzyılda geçmiştir. Sanırım yazar Yeşaya ile Tevrat'ın I. Krallar kitabında (11/29) geçen Şilolu Ahiya'yı birbirine karıştırmıştır. Çünkü Yeroboam'a yılışan ve kral olacağını söyleyen Ahiya'dır. Eğer yazar Yeşaya adını ikinci kez kullanmamış olsaydı, birincisi için dizgi hatası diyebilirdik.

Anlayamadığımız bir diğer husus, yazarın Mısır halkının güç­lü İbranî krallarıyla iyi geçinmeye gayret ettikleri hükmüdür. Bir kere İbranî kralları Mısırlıları kendileriyle iyi geçinmeye zorlaya­cak kadar hiçbir zaman güçlü olmamışlardır. Davud'u güçlü bir kral olarak kabul etsek bile, onun gücü o sıralar Mısır, Babil ve Asurî devletinin aynı dönemde geçirdiği sarsıntının getirdiği şanstan kaynaklanan nisbi bir güçtü. Kaldı ki Davud, bir İbranî lideri olarak ortaya çıktığı ilk dönemde, onun selefi ve düşmanı Şaul'u öldüren Filistinlilerin gölgesine sığınmıştı ve onlar Da­vud'un İbranîlerin başına geçmesini kendi çıkarlarına uygun bir iş olarak görüyorlardı. Fakat Davud'un kendilerine dirsek çevir­diğini fark edince İbranîler için baş ağrısı kesildiler. Sur kralı Hiram'ın Davud üzerindeki nüfuzu ne olursa olsun, o, Davud'un krallığındaki hakimiyetine hiç güvenmiyor ve bu krallığa şüphe­li nazarlarla bakıyordu.

Davud'dan hemen sonra ise Süleyman, tarihçi Wells ve Breasted'in dediği gibi, küçük bir vasal krala dönüştü. Süleyman'ın kendi boyunu vergilerden muaf tutması ve angaryaları diğer İsra­il boylarına yüklemesi krallığın ikiye ayrılmasında çok önemli bir rol oynamıştır. Eğer angarya ve vergi yükü tüm vatandaşlara eşit şekilde bölüştürülmüş olsaydı ve eğer İsrailliler kabile taassubu­nu terk etmiş bulunsalardı, başlatılan isyan genel bir isyana dö­nüşür, Rehoboam'ın tahttan indirilip yerine tüm İsraillilerin kra­lı olacak başka biri getirilirdi.

Daha da tuhafı, yazarın Yeşaya veya başka bir peygamberin yaptığı uyarıya istinaden “Rehoboam'ın Şişank ve müttefiki Yeroboam'a direnmeyişi"ni reddetmesidir. Yeroboam'a gelecekle ilgili kehanette bulunanın Yeşaya değil Şilolu Ahiya olduğunu belirt­miştik. Belki de yazar şöyle demek istiyordu: Rehoboam, eğer bu kehanet olmasaydı karşı koyabilecek güçteydi. Esasen Rehoboam yalnızca Şişank'a karşı koymaktan aciz değildi ve keza daha önce ayrılıkçı kuzeylilerle savaşa girmekten de kaçınmıştı. Eğer bariz bir şekilde acz içinde olmasaydı, onları kuvvet zoruyla aynı çatı altında birleşmeye zorlardı.   Şişank, düzenlediği seferle kuzey ve güneydeki önemli İbranî yerleşim birimlerinin çoğunu vurduğuna göre, Yeroboam’ın Mısır firavununun müttefiki olduğunu söylemek doğru olmaz. Çünkü Rehoboam’ın şehirleri kadar Yeroboam’ın şehirleri de Mısırlılar tarafından vurulmuştur. Dolayısıyla İsrail kralı ile Mısır firavunu arasındaki ilişkinin müttefik ilişkisi olduğunu söyleyemeyiz ve muhtemelen Şişank’ın bu seferi düzenlemekten amacı, bölün­müşlükten yararlanarak her iki krallığı Mısır’ın hakimiyetini ka­bul etmeye zorlamaktı.

Diğer yandan Yeroboam İsrail prenslerinden değildi. Çünkü İsrailliler sadece tarihlerinin en eski döneminde değil, bugün da­hi prens yani “emir” unvanını bilmezlerdi. Yeroboam ise Tevrat’ın anlattığına göre isyan etmeden önce Yusuf hanesinden gelenlerin angarya işlerinde çalıştırılmasına nezaret ederdi ve zeki olduğu­nu fark eden Süleyman tarafından bu göreve atanmıştı. ..

Aramiler ve parçalanma

Aramîlerle İsrailliler arasındaki ilk çatışma Dımaşk’ın Aramı kralı Il. Benhadad (M. Ö. 879-843) zamanında olmuştur. Çatış­ma, İsrail kralı Baaşa’nın güneyli rakibi Judaea kralını sıkıştırıp, kuzeyle olan irtibatını kesmeye çalıştığında, Judaea kralı Asa’nın ki Rehoboam’ın torunudur,Dımaşk kralından yardım istemesi üzerine çıkmıştır. Tevrat, Asa’nın şu sözlerle yardım talebinde bu­lunduğunu hikaye etmektedir: “Babanla babam arasında olduğu gibi, ikimiz arasında da bir ahit vardır. Sana gümüş ve altın gön­derdim. Gidip İsrail kralı Baaşa ile olan ahdini boz ki, üzerimden gitsin. Benhadad, kral Asa’nın sözünü dinledi ve ordu komutan­larını lsrail şehirleri üzerine gönderdi. 9

Judaea kralının Dımaşk kralından yardım istemesi üzerine Aramî kralı İsrail krallığının Galile ve Doğu Ürdün’deki bazı böl­gelerini işgal etti. Benhadad’ın halefi Hazael, Kuzey İsrail Krallığı’nı Doğu Ürdün’deki şehirlerinden tecrit etmeyi başardı. “Rab o günlerde İsrail’i yontmaya başladı. Hazael bütün İsrail sınırların­da onları vurdu. Ürdün’den öte şarka doğru bütün Gilead diyarı- nı, Gadlıları, Rubenileri ve Manassîleri, Arnon vadisi kenarında­ki Aroerden öte Gilead'ı, Başan'ı da.”    Bunlar Doğu Ürdün'de olanlardı. Batı Ürdün'e gelince, Dımaşk kralı Hazael, Filistinlile­rin sahil şeridindeki şehirlerine geldi ve Gat'ı işgal ettikten sonra Kudüs üzerine yürüdü: “Yahuda kralı Yehoaş, ataları olan Yahu­da kralları Yehoşafat'ın ve Yehoram'ın ve Ahazya'nın takdis etmiş oldukları bütün mukaddes şeyleri ve kendisinin takdis ettiği şey­leri ve Rab evinin ve kral evinin hazinelerinde bulunan tüm altı­nı aldı ve Suriye kralı Hazael'e gönderdi; o da Yeruşalim'den uzaklaştı.” 11

Dımaşk [Suriye] kralı Hazael daha sonra kuzey krallığı üzeri­ne yürüyerek, onun tüm güç kaynaklarına el koydu. “Çünkü Yehoahaz'ın elinde yalnızca elli süvari, on savaş arabası ve on bin piyade kalmıştı. Zira Suriye kralı onları yok etmiş ve döven tozu haline getirmişti.”  

Fakat Aramîlerin Kenan eli üzerindeki hakimiyeti fazla uzun sürmedi. Çünkü gittikçe güçlenen Asurîler tarafından tazyik edil­meye başlanmışlardı ve nihayet M. Ö. 722'de Asuri kralı 111. Tiglatpleser tarafından tüm Aramı toprakları işgal edildi.

Aşarilerle yan yana

Asurîlerin Suriye'yi istila etmesinden önce bazı olaylar olmuş­tu ki, bunların ön önemlisi başta Dımaşk kralı Benhadad ve İsra­il kralı Ahab b. Omri olmak üzere orta ve güney Suriye kralların­dan çoğunun Asurilere karşı ortak cephe oluşturduğu Karkar sa­vaşıdır (M. Ö. 853)J3 Suriye koalisyon ordusunun 62 bin piya­desi, 19 bin süvarisi, 3900 savaş arabası ve 1000 devesi vardı. De­veleri Gindibo isimli bir Arap reisi göndermişti. Bu gücün önem­li bir kısmı Dımaşk kralı Benhadad'a aitti: 20 bin piyade, 1200 sü­vari ve 1200 savaş arabası. Bundan başka Hama ve Fenike şehir­lerinin kralları da koalisyonda yer almışlardı. Mısır'ın sembolik bir kuvvetle katıldığı rivayet edilmektedir. Çünkü her ne kadar fiilen bu koalisyonda yer almamışsa da, müttefiklerinin gittikçe büyüyen Asurî tehlikesini uzaklaştırmasını istiyordu.

Gerçi Asurî kralı lll. Salmanasar kesin bir zafer kazanamamış­tı ama, ardı ardına düzenlediği saldırılarla Suriye'yi bunaltarak bazı şehirlerini vergi ödemek mecburiyetinde bırakmıştı. Nite­kim M. Ö. 842 yılına ait tabletlerinde şöyle denilmektedir: "Kral­lığımın on beşinci yılında Fırat'ı on altıncı defa geçtim. Aram [Suriye] kralı Hazael ordularına güveniyordu, ama onu alaşağı et­tim ... Yine o dönemde Surlulardan, Saydalılardan ve Yaho b. Omri'den haraç aldım.”

Aradan bir süre geçtikten sonra Asurîler derin bir uykuya dal­dılar ve ancak lll. Tiglatpleser tarafından uyandırıldılar. Tiglatpleser, İsrail'e saldırarak kuzeydoğu sınırlarını ve Galile'yi işgal et­ti. Neftali boyunu esir alıp Asur'a götürdü. Göründüğü kadarıyla Samaria kralı, Tiglatpleser'e şu mesajı gönderen Ahaz adlı Judaea kralını tuzağa düşürmek için Dımaşk kralıyla işbirliği yapmıştır: “Ben senin kölen ve oğlunum. Gel ve beni üzerime yürüyen İsra­il ve Aram kralının elinden kurtar.” 1

Daha önce işaret edildiği gibi, Tiglatpleser bu daveti alır almaz Dımaşk [Suriye] üzerine yürüyerek işgal etti. Judaea kralı, efen­disi Tiglatpleser'i kazandığı zaferden dolayı tebrik etmek, kulluk görevlerini yerine getirmek ve bağlılığını sunmak amacıyla he­men Dımaşk'a gitti. Sonra baş kahini Ahaz'a putperest Dımaşk ta­pınağını örnek alarak Süleyman Tapınağı'nda bazı değişiklikler yapmasını emretti. “Ve Şabat günü için evde yapmış oldukları ka­palı yolu ve kralın dışardan gireceği yeri Asur kralı yüzünden Rab'bin evine çevirdi.”

Böylece her iki İbranî krallığı Asurîlerin hakimiyetine girdi. Kudüs ve Samaria kralları Asurî başkenti Ninova'ya bağlı küçük

birer vali durumuna düştüler. Krallar kitabı tarihi gerçeği ters yüz ederek, Hoşea b. Ela adlı birinin Samaria kralına karşı askeri bir darbe yaparak, onu öldürüp tahtını ele geçirdiğini ileri sürmekte dir.    Halbuki bilim adamları Hoşea'nın Kudüs ve Samaria'da sü­regelen şiddetli bir hizip çatışması neticesinde tahtı ele geçirdi­ğini kaydetmektedirler. Judaea kralı Ahaz, Dımaşk ve Samaria'dan kendisine yönelen tehditlere karşı tek garanti olarak gör­düğü Asurîlere hasmane tavır sergileyenlere karşıydı. Çünkü kendisini tahttan indirmek ve Kudüs'de hakimiyeti elinde tutan Davud ailesinin işini bitirmek isteyen komplolar hazırlanıyordu. Bu durumda Ahaz'ın Asurîlerden yardım istemekten başka yapa­cağı bir şey yoktu ve nitekim lll. Tiglatpleser gelerek Aramîlerle işbirliği yapan Samaria kralı Pekah b. Remelya'yı tahttan indirip kendisine müzahir olan Hoşea b. Ela'yı başa geçirdi.18

Belki de böylece ilk defa yabancı bir kral, birinin tahta kral olarak iclası için kahinlerden veya yazıcılardan birinin Tanrı'nın adıyla kutsaması geleneğini bozarak İsraillilerin başına doğrudan bir yönetici atamış oluyordu. Demek ki Tevrat Asurî kralının İs­rail'e yönetici atanması konusundaki doğrudan müdahalesini çarpıtarak Hoşea'nın Pekah'ı öldürüp yerine kral olduğunu ileri sürmektedir.

İsrail'in düşüşü

Asurî kralı V Salmanasar döneminde (M. Ö. 727-722) İsrail kralı, velinimeti ve aynı zamanda kendisini Samaria tahtına kota­ran kişi olarak güçlü kral 1ll. Tiglatpleser'in ölmesiyle birlikte yıl­lık haraç yükünün de üzerinden kalktığı düşüncesiyle mutad ha­racını ödemekten kaçındı. Fakat galiba Asurî kralı, Hoşea'nın bu davranışını bir tür isyan olarak değerlendirmişti. “.. ve Asur kra­lı Hoşea'nın isyan ettiğini gördü; çünkü Mısır kralı Soy’a ulaklar göndermiş ve Asur kralına yıllık vergisini ödememişti. Asur kra­lı onu yakalayarak hapse attı. Asur kralı tüm bölge üzerine yürü­dü. Samaria üzerine yürüdü ve üç yıl boyunca kuşattı. Asur kra­ lı, Hoşea'nın iktidarının dokuzuncu yılında Samaria'yı aldı, İsra­il'i esir etti ve Asur'a sürdü. Onları Halah'da, Gozan nehri kena­rındaki Habur'a ve Med [Madi] şehirlerine iskan etti.”

Güvenilir tarih kitapları, İsrail krallığını fetheden Asurî kralı­nın 11. Sargon (M. Ö. 722-705) olduğunu, dolayısıyla V Salmanasar'ın henüz hayattayken intikamını alamadığını ve Samaria'nın düşüşünden önce öldüğünü, şehrin halefi Sargon'un iktidarının birinci yılında ele geçirildiği kaydetmektedirler.

Böylece Samaria, İbranî yönetiminin son gününü ve yaklaşık 27290 kişi olan Kuzey İsraillinin Babil sürgününe götürülüşüne şahit olmuştur.

Samaria'nın düşüşü ve halkının önemli kısmının esir edilmesi hikayesinde üzerinde durulması gereken bazı noktalar var. İsrail kralı Asur kralı tarafından tahta çıkarılmış ve karşılığında vergi ödemesi kararlaştırılmıştır; fakat İsrail kralı Asur hükümdarının ölümünü fırsat bilerek yükümlülüklerini yerine getirmekten ka­çınmış, bu yetmiyormuş gibi bir de Tevrat'da Sava  adıyla geçen ve Asurîlerin düşmanı olan Mısır firavunuyla temas kurmuştur.

Bu birincisi. Diğer yandan İsrail kralını Asurîlerin nezdinde kötü kişi yapan kim? Judaea [Yahuda] krallığının İsrail krallığı ile muhtemelen Hoşea'nın aynı anda ilişkiye geçtiği Mısır veya Mus­ri arasında bulunduğunu hatırlayalım. Kılıç zoruyla Asurîlere bağlanan Judaea kralı Ahaz, muhtemelen kuzeyli komşusunda olup bitenleri sıkı bir şekilde gözetliyor ve elde ettiği bilgileri Ni- nova'daki efendisine ulaştırıyordu. Zaten kendisinin lll. Tiglatpleser'in “kölesi ve/oğlu" olduğunu belirtmişti. Hoşea'nın Tiglatpleser'in halefi olan ve Ninova'da tahta çıkan V. Salmanasar'a ver­gi ödemeyi kesmesi üzerine onun ihanet içinde olduğu ve Asurîlerin düşmanlarıyla muhaverede bulunduğu anlaşılmış; bunun üzerine Asurîler Hoşea'nın defterinin dürülmesine, iç çalkantıla­ve düşmanlarıyla yaptığı muhavereleriyle canlarını sıkan İbra­ni krallığının ortadan kaldırılmasına karar vermişlerdi. Kudüs kralı Ahaz'ın, on İsrail boyuna ve can sıkan ülkelerine yaptıkları için Süleyman Tapınağı'nda Taıırı'ya şükran kurbanları sunduğu­nu düşünelim.. Hatta Judaea kralı Ahaz'ın, karındaşı İsrail kralı­nı sevmiyor olsa bile, bundan on yıl önce Aramı Dımaşk kralı Re­sin ve Samaria kralı Pekah'a karşı lll. Tiglatpleser'den yardım is­temesi, Tiglatpleser'i bu işe razı etmek için Tanrı'nın evindeki al­tın ve gümüşlerden başka saray hazinesindekileri de hediye ola­rak göndermesi, 722 yılında İsrail krallığının maruz kaldığı katl, yıkım ve esir edilip Babil'e götürülmesinde ağır bir sorumluluğu olduğunu göstermektedir. Elbette ki İbrani tarihinde ilk büyük esaretin doğrudan sorumluları Yahuda oğulları ve en başta da kralları Ahaz'dır. Eğer Ela oğlu Hoşea'nın Asurîler nezdinde iti­bardan düşmesinde Ahaz veya kavminden birinin rol oynadığı kesinse, bu sorumluluk daha da ağırdır. Asuri kralı İsrail krallığı­na indirilen darbede yalnızca cezayı uygulayan bir cellat rolü oy­namıştır ve onun sorumluluğu kendisiyle aynı soydan ve kandan gelen İsrailli kardeşlerine karşı bu tertibi düzenleyen Kudüs kra­lının sorumluluğu yanında çok hafiftir.

Tevrat'ın kuzey krallığının tasfiyesinin Ahaz zamanında değil Hoşea'nın iktidarının üçüncü yılında babası Ahaz'ın yerine geçen oğlu Hezkiya döneminde gerçekleştiği şeklindeki kaydının bir öne­mi yok. Çünkü güvenilir tarihçiler, Hezkiya'nın Judaea tahtına an­cak Samaria'nın 722-721 yılında düşüşünden sonra çıktığını, ülke­yi yönetmeye ise 720 veya 72l'de başladığını belirtmektedirler.

Tevrat'ın gerçekle örtüşmeyen bir başka rivayeti ise M. Ö. 705 yılında il. Sargon'un halefi olarak tahta çıkan Sinnaherib'in kral Hezkiya'nın iktidarının on dördüncü yılındajudaea'ya saldırdığı­dır. Halbuki tarih, Sinnaherib'in M. Ö. 70l'den önce böyle bir se­fer düzenlemediğini kaydetmektedir. İttifaken kabul edilen bu gerçeğe göre Hezkiya'nın M. Ö. 715'de tahta çıkması gerekiyordu ki, -Tevrat'ın verdiği tarihe istinadenSinnaherib bu seferi düzen­leyebilmiş olsun. Galiba Tevrat yazarları Asurîlerin kuzey krallı­ğına saldırısında Ahaz'ın sorumluluğunu gizleyemedikleri için, bazı ağır suçlamalardan onu kurtarmak amacıyla Samaria'nın dü­şüşünden önce öldürmüşler.

Göz ardı edemeyeceğimiz bir başka gerçek ise, birinci ve hacim olarak daha büyük olan İsrail esaretiyle ilgilidir. Çünkü Asurîler İsrail oğullarından belli bir grubu esir alıp götüren ilk halk değil­dir ve Tevrat'a göre Samaria'nın düşüşünden önce de İsrail oğulla­rı birbirlerini esir alıp götürme fiillerini gerçekleştirmişlerdir.

2.            Tarihler kitabında anlatıldığına göre bizzat Ahaz döneminde ve İsrail kralı Fekah b. Remelya'nın Judaea'yı mağlup ettiği bir sa­vaştan sonra Tanrı, Ahaz'ı İsrail kralının eline düşürür. Kral ona ağır bir darbe indirir ve Remelya'nın oğlu Judaea'da bir günde yüz yirmi bin kişiyi katleder. "Hepsi yiğit adamlardı; çünkü atalarının Allah'ı Rab'bi bırakmışlardı. Ve Efraimli bir yiğit, Zikri, kralın oğlu Maaseya'yı ve kral evinin reisi Azrikam'ı ve kraldan sonra ikinci adam olan Elkana'yı öldürdü. İsrail oğulları kendi kardeşlerinden ' kadınlar, oğullar, kızlar, iki yüz bin kişi sürdüler ve hem de onlar­dan çok çapul malı aldılar ve çapul malını Samaria'ya getirdiler.”

Artık Tevrat'da rastlamaya alıştığımız abartılara rağmen, pren­sip olarak İsrail oğullarının birbirlerine yaptıkları şekilde veya on­dan daha katı muameleye maruz kaldıklarını görüyoruz. Belki de halkın önemli kesiminin çoluk çocuğuyla birlikte bir ülkeden baş­ka bir ülkeye sürülmesi, onların kadın ve çocuklarından ayrılarak sürülmesinden, despot hükumetlerin hapishanelerine doldurul­malarından daha az zalimceydi. 11. Sargon'un uygulaması ve İsrail krallığındaki insanları Fırat havzasına ve Med topraklarına sürme­si, yalnızca Asurî İmparatorluğu'nun güvenliğini sağlama tedbirlerindendi. Sargon, sadece Babil ve diğer şehirlerden topluluklar ge­tirerek, onları Samaria'da sürgün edilenlerin yerine iskan etmiş, ama bir halkı asla kökünden söküp meçhul kaderine terk etme­miştir.   Hatta bu icraatını dahi üzücü olsa bile,bir takım giri­ şimlerin başarısızlıkla sonuçlanmasından sonra yapmıştır. Judaea kralının Asurîleri İsrail krallığına karşı kışkırtması muhtemelen Sargon'un imparatorluğun problemli bir bölgesinde tedip hareke­tine girişmesinde birinci dereceden teşvik unsuru olmuştur.

Tarihi kayıtlara göre 11. Sargon'un halefi Sinnaherib, Babilli Marduk'un M. Ö. 703 yılında Elamlıların kışkırtması ve Aramîlerin yardımıyla giriştiği başarısız isyana iştirak edenleri cezalan­dırmak amacıyla 208000 Aramîyi Irak'ın güneyinden kuzeyine sürmüştür ki,23 bu rakam Samaria'dan Babil'e sürgün edilen İsra­illilerin sayısından yedi misli daha fazladır.

Sinnaherib ve Judaea

Yakın Şark'da kralların, özellikle de muzaffer büyük kralların ölümü uluslararası ilişkileri oldukça fazla etkiliyordu. il. Sargon M. Ö. 705'de savaş meydanında öldürülünce, Asurî İmparatorlu­ğunun sınırları dahilinde ve haricinde fırsat gözleyen pek çok ki­şi renkli rüyalar görmeye başladılar. Doğu ve güneydoğuda Elamlılar Güney Irak'daki Aramîleri Asurî boyunduruğundan kurtul­maya teşvik ediyor; batı ve güneybatıda ise Mısırlılar Suriye'nin or­ta kesimlerinde yaşayan Aramı ve Fenikelileri, Güney Suriye'deki küçük prensleri (prince eling)24 tahrik ediyorlardı. Bunların amaç­ları ve özellikle iktisadi çıkarları, Suriye topraklarından geçen ker­van yolu üzerindeki Asurî hakimiyetini ortadan kaldırmak ve mağ­lup imparatorluğun zenginliklerini bölüşmek noktasında birleşiyordu ve bu amaç iç karışıklıklar çıkarmak için yeterliydi.

Mısırlıların tahrikleri Sydon [Sayda] kralı Luli'yi, Askalan kra­lı Sedek'i, Judaea kralı Hezkiya'yı ve keza Akron halkını Ninova'yla ilişkilerini kesip, Sennaherib'e karşı isyan bayrağı açmaya sevk etmekte başarılı oldu. Fakat Asurî hükümdarı M. Ö. 70l'de bölgede kendini gösterince Sydon kralı Kıbrıs'a kaçtı, Askalan kralı ise prangaya vurularak Asur'a götürüldü. Akron halkı zaten tekrar itaat arzettiği için sıra Judaea'ya gelmişti.

23                AN. l.r.

24                Bir önceki kaynak metinde bu kelimeyi tekil olarak kullanmışsa da, bunanla Samaria'nın düşüşünden önceki Filistin, Judaea ve İsrail prensleriyle Edom, Moab ve Ammon-prenslerini kastetmektedir.

“Kral Hezkiya'nın iktidarının on dördüncü yılında Asur kralı Sinnaherib tüm muhkem Yahuda şehirlerine saldırıp, ele geçirdi. Yahuda kralı Hezkiya, Lakiş'deki Asur kralına adam göndererek 'Ben hata ettim, geri çekil; ne vergi yüklersen ödeyeceğim' dedi. Asur kralı Yahuda kralı Hezkiya'ya üç yüz talant gümüş ve otuz talant altın vergi kesti. Hezkiya Tanrı'nın evinde ve kral hazinesindeki bütün gümüşleri verdi. Ve Hezkiya o sıralar Rab'bin tapı­nağının kapılarında ve sütunlarında bulunan altın kaplamaları söküp Asur kralına verdi. ”    

Sinnaherib aldığı sonuçtan memnun bir şekilde ülkesine dön­dü. Suriye topraklarına barış getirmiş ve şehirlere kendi adamla­rını vali olarak atamıştı. Hezkiya'dan aldığı gecikmiş vergiyle ye­tinmiş, kralın kızlarını ve karılarını kendisiyle birlikte Ninova'ya götürmüştü.26 Sinnaherib daha sonra Judaea'yı Filistin sınırına yakın olan bazı şehirlerden tamamen soyutlayarak, onları bölge­ye atadığı güvenilir valilerin hakimiyet alanına kattı.

İkinci Krallar kitabında anlatılan Sinnaherib hikayesinin de­vamını okuduğumuzda, Sinnaherib ordusunun da bu seferden sonra bir felakete maruz kaldığını görüyoruz. Fakat Tevrat riva­yetinde bariz bir kopukluk var ve Kudüs surları ile M. Ö. 700 yı­lında Şabako'nun ölümünden sonra Mısır'da tahta geçen Tihraka arasında olup bitenlerden söz edilmemektedir. Krallar kitabı Tihraka'yı Kuş kralı olarak göstermektedir, ama esasen o, Sinnaherib'in Suriye'ye düzenlediği ilk sefer (M. Ö. 701) sırasında kral değildi. Breasted, Krallar kitabının Tihraka'yı yanlışlıkla kral ola­rak tanıttığını, aksine onun Şabako'nun başkumandanı olduğunu kaydetmektedir. 2 7

Bazı tarihçiler Sinnaherib'in ordusunun başına gelen felaketin, sözünü ettiğimiz sefer sırasında değil, ikinci sefer akabinde vukü bulduğunu belirtmektedirler. Biritannica Ansiklopedisi yazan, birinci seferin başarılı bir şekilde sona erdiğini ve Sinnaherib'in mutlu ve muzaffer olarak ülkesine döndüğünü yazmaktadır.

Sinnaherib, düzenlediği ikinci sefer sırasında Tel el-Irak'a (Sü­veyş Kanalı'nın otuz km. doğusunda) kadar gelmiş, fakat burada ordusu saflarında veba salgını çıkmış ve askerlerinin büyük bir kısmı telef olup gitmiştir. Tevrat'a göre salgın hastalıktan ölenle­rin sayısı 185 bindir. Tevrat, Tanrı'nın meleklerinin Sinnaherib'in ordusuna bir gecede ağır bir darbe indirdiğini ve sabah uyandık­larında her yerde cesetlerle karşılaştıklarını kaydetmektedir.    Her ne kadar Tevrat bu olayı Hezkiya'nın ve çağdaşı peygamber Yeşaya'nın dualarına bağlarsa da, Herodot ip ve deriden yapılan ağırlıklarının tamamıyla, silahlarınsa fareler tarafından kemirildiğini kaydetmektedir.

Klasik bir gelenek olan Asurî tabletleri bu olaya hiç değinme­mektedir ki, düzenlendiği iddia edilen bu seferi şüpheli hale sok­maktadır.

Esasen Sinnaherib'in hayatıyla ilgili kesitler M. Ö. 701 seferi ile felaketle biten bu sefer arasına bir çizgi çekilmesini gerektiriyor. Çünkü Sinnaherib'in tabletlerinde birinci seferle ilgili olarak oku­duklarımızın, ordusunun mahvına yol açan büyük felaketin he­men ardından yazılmış olması pek makul gözükmüyor. Suriye'ye düzenlediği seferde kazandığı zaferden mağrur bir şekilde bahse­den Sinnaherib, şöyle diyor: “Hakimiyetim altına girmeye yanaş­mayan Yahudi Hezkiya'ya gelince, şehirlerinden 46'sını ve civar şehirlerden adedini bilmediğim kadar çok şehri muhasara altına aldım, zapt ettim, yağmaladım ve ganimet olarak aldım. O (Hezkiya), Kudüs'deki krallık başkentinde kafesteki serçe kuşu gibidir. Onu kuşattım ve korkunç krallık heybetim onun işini bitirdi."29

Eğer Sinnaherib veba veya başka bir sebeple 185 bin yahut da­ha fazla askerini kaybettiği bir seferden dönmüş olsaydı, gerçeği çarpıtma konusunda ne kadar cüretkar olursa olsun, böyle bir olayı görmezden gelemez; satır aralarında da olsa kanayan bir ya­ranın izleri görülürdü.

Diğer yandan, şayet birinci seferden böyle bir hasarla dönmüş olsaydı, Hezkiya'ya kızlarını ve bazı karılarını kendisine yani Ninova'ya göndermesini emredemezdi. Bununla birlikte Asurî Imparatorluğu'nda çıkan bazı kargaşaları fırsat bilen bir takım güç­ler, bu felaketten sonra isyan ederek boyunduruktan kurtulmaya çalışmışlardır; ama biliyoruz ki Sinnaherib ancak M. Ö. 681 yılın­da yani Suriye üzerine düzenlediği ilk seferden yirmi yıl sonra oğullarından bazıları tarafından öldürülmüştür.

Tüm bunlar, bizi, Sinnaherib'in bu felaket sebebiyle Mısır'ı fet­hedip, mağlup Suriye halklarını kendisine karşı kışkırtmaya yö­nelik siyasi faaliyetlerine son verme amacıyla düzenleyeceği ikin­ci seferden vazgeçtiğini düşünmeye meylettirmektedir.

Öte taraftan Tevrat yazarlarından alıştığımız üzere, Sinnaherib hikayesinde birbirini yalanlayan bir sefere rastlıyoruz. 11. Tarihler kitabını yazanlar, II. Krallar kitabında Hezkiya'nın Sinnaherib'e itaat arzederek, tüm isteklerini kabul ettiğinden hiç söz etmeden, onun başından beri direndiğini, çarpıştığını, kuyuları kapatıp, surları tahkim ettiğini ve halkı toplayıp “Kuvvetli ve yürekli olun, Asur kralından ve yanındaki kalabalık ordusundan kork­mayın, yılgınlığa düşmeyin”    dediğini kaydederek şu satırları ilave etmektedirler: “Bu yüzden kral Hezkiya ve Amos'un oğlu peygamber Yeşaya dua edip, göğe feryat ettiler. Tanrı bir melek gönderdi ve Asur kralının karargahındaki bütün cesur yiğitleri, beyleri ve kumandanları yok etti.. Böylece.Rab, Hezkiya'yı ve Kudüs'de oturanları Asur kralı Sinnaherib'in elinden kurtardı ve on­ları her yönden korudu; Hezkiya bütün milletlerin nazarında iti­bar kazandı. ”31

II.            Tarihler kitabı böyle söylüyor, ama tarih hiç de öyle demi­yor. Çünkü Judaea M. Ö. 70l'deki ilk Sinnaherib seferinden son­ra mağlup bir vasal olarak VII. Yüzyılın birinci çeyreği boyunca Asurîlere vergi ödemeye devam etmiş; bu tarihten sonra ise mağ­lup halklar artık Ninova'nın boyunduruğundan kurtulma vakti­nin geldiğine karar vermiş ve Asurî Imparatorluğu'nun ufkuna kara bulutlar yağılmaya başlamıştır.

Babillilerle yan yana

Judaea kralı Yoşeya [JosiahZJosias] zamanında (M. Ö. 637­608) Asur krallığı yıkıldı. Med yani Babil koalisyonuna bağlı kuv­ vetler Asuri başkenti Ninova'yı ele geçirerek 612 yılında yaktılar. Böylece yeni Babil krallığı (ll. Krallık) ile Sinnaherib'in gönder­diği elçiyle yaptıkları müzakerelerde Yahuda'ya nisbetle Yahudi dili kullandıkları    söylendiği için artık Yahudi diyebileceğimiz lbraniler arasında yeni bir sayfa açılmış oldu.

Yahudiler, Asuri devletinin yıkılışından yüz yıl kadar önce, bölgede hakimiyeti ele geçirebileceğini ve Asurilerin halefi olabi­leceğini tahmin ettikleri tüm güçlerle gizli görüşmelerde bulunu­yorlardı. Örneğin Judaea kralı Hezkiya'nın kendisini Güney Irak kralı ilan eden Babilli asi lideri Merodak Baladan'ı tebrik etmesi, Baladan'ın hastalanan Hezkiya'yı dertlerinden kurtarması bu iliş­kiler arasında gösterilebilir. Belki de Baladan'la Hezkiya arasında­ki bu ilişkiler Sinnaherib'i henüz Baladan'ın isyanı tam bastırılma­dan M. Ö. 701 yılında Hezkiya'yı tedibe sevk eden sebeplerdendi.

Yahudi kralı Yoşeya, muhtemelen iktidar asasının Babil kralı­nın eline geçmesini, yükselen yeni güce bağlanmak suretiyle böl­gede aktif nüfuzunu artırmak için bir fırsat olarak görmüştü ve bu yüzden Suriye topraklarındaki eski hakimiyetini diklemek için bölgeye saldıran Mısır firavunu il. Neko'ya diklenmişti, ama kader Yoşeya'yı yaptığı zulümlerin hesabını ödemeye mahkum etmiş olmalı ki, M. Ö. 608'de vuku bulan savaşta ölümcül bir ya­ra aldı. Bunun üzerine Mısır firavunu Neko, Kudüs'de kendisine sadık bir kral nasbetmeye muvaffak oldu. Böylece Yoşeya'nın ye­rine oğlu Elyakim'i kral atayarak adını Yehoyakim olarak değiş­tirdi. Yehoyakim firavuna altın ve gümüş ödedi.33 Judaea artık Mısır'ın hakimiyeti altındaydı (M. Ö. 607-567).

Judaea’mn düşüşü

il. Babil Devleti'nin kurucusu Nabupolassar, son günlerinin yaklaştığını hissedince, oğlu ve veliahtı Nabukadnasar [Buht Nasar]ı devletin ve ordunun başına geçecek şekilde eğitmeye başla­dı ve M. Ö. 607 yılında da Suriye'den Mısırlıları kovarak, ülkeyi tekrar Babil'e bağlaması için gönderdi. Mısır garnizonlarının mevkilerini ölümüne savunmalarına, kahramanca savaşmalarına, çok kanlı çatışmalara rağmen Nabukadnasar Mısır hududuna da­yanmayı başardı, ama orada babasının ölüm haberini alınca ade­ta kanatlanarak yirmi üç günde Babil'e ulaştı ve M. Ö. 23 Eylül 605'de başına krallık tacını koydu.

Babilliler Suriye'yi fethetmenin onu elde tutmaktan daha zor ol­duğunu anlamışlardı. Çünkü ülkenin kuzeyinde bulunan Fenike-' liler, Filistinliler ve Yahudiler genel olarak Mısır'ın etki sahası için­deydiler ve Asurîlere vergi ödemekten henüz kurtulmuşken bu de­fa da Babillilere vergi ödemeyi kolaylıkla kabul edeceğe benzemi­yorlardı. Mısır ise, Suriye üzerindeki nüfuzunu tekrar kazanma ümidini kaybetmediği için, ayağının altındaki halının çekilmesine seyirce kalıp teslim bayrağını açacak gibi görünmüyordu. Bu yüz­den ateşe durmadan yağ serpiyor, Nabukadnasar da, tıpkı büyük Asurî savaşçısı Sargon'un bundan bir yüz yıl önce yaptığı gibi, bir isyanı bastırıp diğerine koşmakla oyalanıyordu. Nabukadnasar, ve­liaht olarak Suriye'ye yaptığı ilk seferden on iki yıl sonra Dımaşk, Sayda, , Sur ve Urşelim [Kudüs]den vergi almak, isyanda direten Askalan'ı yerle bir etmek için ikinci defa ülkeye geliyordu.

' Babillilerle Mısırlılar arasında savaş yıllarca devam edecekti. 60l'de iki taraf arasında çıkan savaş kimseye zafer getirmemişti. Yahudilerin kralı Yehoyakim, vergisini üç yıl muntazaman ödedik­ten sonra Mısır-Babil savaşının ikincisinin aleyhine geliştiğini gö­rünce Nabukadnasar'a kafa tutmayı kararlaştırdı.    Galiba Yehoyakim Mısır'daki gerçek iç vaziyeti göremeyecek kadar basiretsiz ve acemiydi. Peygamber Yeremya'nın Babil'e isyandan vazgeçmesi yo­lundaki uyarılarına rağmen durumunu iyice zora sokmuştu.

Nabukadnasar'ın intikamı Yehoyakim'in umduğundan da ça­buk geldi. Kudüs M. Ö. 597'de işgal edildi ve Yehoyakim'in yeri­ne bilahare adı Sıdkıya [Sedekiya] olarak değişen amcası Mattanya vali tayin edildi. 35 Sıdkıya, adı kör gözlüye çıkmadan önce de basiretsiz biriydi. O da tıpkı Yehoyakim gibi kuvvetler dengesini ölçemedi ve Nabukadnasar'ın kendisine duyduğu güveni boşa çıkardı.

Bu esnada Mısırlılar tabletlerde adı Hafrakh olarak geçen lris zamanında Gazze'yi istirdat etmeyi başarmışlar ve ardından Sur ve Sayda'ya saldırmışlardı. Mısır ordusunun Filistin'in sahil şeridinde çıkardığı gürültü sanki rüzgar tarafından Sıdkıya'nın kulağına ça­lınmış gibi, Babil boyunduruğundan kurtulup lris'in eteklerine ya­pışmaya kalkıştı. “Ve o, Allah'ın adı üzerine kendisine yemin ettir­miş olan kral Nabukadnasar'a karşı isyan etti. İsrail'in Allah'ı Rab'be dönmemek için ensesini katırdı, yüreğini katılaştırdı.

Fakat Nabukadnasar'ın bu defaki intikamı korkunç olacaktı. Ordusunun bir kısmını Kudüs'e doğru yola çıkardı ve operasyonu Humus yakınlarındaki Rable'de bulunan kampından yönetti. Ku­düs on sekiz aylık bir kuşatmadan sonra düştü. Kral Sıdkıya gece karanlığından faydalanıp kaçmayı başardıysa da Eriha ovasında ya­kalanıp, elleri ve ayaklarına pranga vurularak Rable'ye getirildi.

Rable'de muhakeme edilen Sıdkıya ve oğulları hakkında son derece ağır bir karar verildi. Oğulları gözleri önünde öldürüldü. Hemen akabinde bu olayın dünyada gördüğü son manzara olarak hafızasında kalması için gözlerine mil çekildi ve prangaya vurul­muş vaziyette Babil'e gönderildi. Kudüs'e gelince, surları dümdüz edilerek temellerin üzeri toprakla kapatıldı, Süleyman Tapınağı yıkıldı ve enkazı üzerinde ateşler yakıldı.

Böylece M. Ö. 597 yılının Haziran ayında Kenan elindeki Ya­hudi tarihi kapanmış ve dünyanın başka ülkelerinde ikinci tarih sahnesi açılmıştı. Kudüs-Samaria arasında

Okuyucu, Kudüs ve Samaria'nın düşüşünden hemen sonra gerçekleşen bu korkunç olaylara ibret gözüyle bakmalı. İsimler üzerinde fazla durmamamız ve olayları kısaca anlatmamız, arala­rında 135 yıl fasıla bulunan iki değişik zamanda iki ayrı olaydan değil, aynı zamanda olan tek bir olaydan bahsetmemizdendir.

Samaria'da Asurî kralı Tîglatpleser, isyan eden Pekah'ın işini bitirdikten sonra Hoşea b. Ela'yı tahta çıkarmıştı. Asur kralının Hoşea'ya da normal prosedürü uyguladığı muhakkak . Onu tah­ta çıkarırken yemin billahlar ettirip sadık kalacağına dair söz al­mıştı; ania Hoşea Tiglatpleser'in ölümünden sonra ipe un serme­ye başlamış ve verdiği sözü bozarak Mısırlılarla muhavereye giriş­miş ve Asurîlere ödediği vergiyi aksatmıştı. İşte bu yüzden Hoşea tahtından olmuş ve onun düşüşüyle birlikte İsraillilerin kuzeyde­ki devleti de resmen son nefesini vermişti.

Babil kralı Nabukadnasar Kudüs'de sabık asi kral Yehoyakim'i alaşağı ettikten sonra Sıdkıya'yı tahta çıkarmıştı.  Nabukadnasar ona da sadakat yeminleri ettirdi, söz aldı, fakat bir süre sonra Sıdkıya Mısırlılarla muhavereye başladı ve Babil'e gönderdiği vergiyi kesti. Sonuçta onun da alaşağı edilişiyle birlikte güneydeki Judaea devleti son nefesini verdi..

Judaea’nın tasfiyesi

Kudüs'ün düşmesinden ve kral Sıdkıya'nın prangaya vuru­lup Rable'ye götürülüşünden, orada oğullarının gözleri önünde infaz edilmesinden ve arkasından kendi gözlerine mil çekilme­sinden sonra Judaea'nın Babil'e bağlı mamur bir vilayet olarak kalması mümkündü. Nitekim daha sonra Nabukadnasar komu­tanlarından Nabuzaradan'ı idari mekanizmada temizlik yap­mak, bağlılıklarından şüphe edilenleri görevlerinden uzaklaştır­mak amacıyla göndermiş, o da atmış küsur kişiyi tutuklayarak Rable'ye yollamış ve bunlar orada Nabukadnasar tarafından in- faz edilmişlerdi.38 Nabuzaradan daha sonra bazı toprak sahiple­rini de tutuklayarak Babil'e gönderdi ve onların arazilerini top­raksız insanlara dağıttı.

Babil kralı Judaea'ya vekil olarak Gedelya adında bir Yahudi atadı. Babillilerin yapılan bu temizlik hareketinden sonra halkın kalbini ve sadakatini kazanmak için yumuşak bir politika takip etmek istedikleri açık. Yahudi vali Gedelya da, işlerinin başına dönmeleri ve düzene saygı duymaları halinde halkı her türlü kö­tü muameleden koruyacağı taahhüdünde bulunmuştu. Halk Gedelya'nın çağrısına olumlu yanıt verdi ve oraya buraya kaçanlar evlerine döndüler. Tekrar çalışıp bol miktarda şarap ve incir üret­meye başladılar.

lşte hayatın tam normal seyrine döndüğü, ufukta mutlu bir geleceğin ışıkları parlamaya başladığı sırada, birileri başkentte or­talığı karıştırmaya, gizli gizli fitne fesat planlamaya başlamıştı. Tevrat'ın krallar soyundan olduğunu belirttiği lsmail b. Netenya, Ammonluların kralı Balas'la gizlice temas kurup Gedelya'ya su­ikast tertiplenmesi konusunda anlaşmıştı. Gedelya'nın subayla­rından birisi bu komployu bir şekilde öğrenmiş ve efendisini uyarmıştı, ama galiba çok iyi kalpli olan Nedelya duyduklarına itibar etmemiş ve subayını yalancılıkla itham edip, gerekli tedbir­leri almamış, hatta komplocuların amaçlarını gerçekleştirmesine yardımcı olacak bir de adım atmıştı. Bir gün Mizpa'daki sarayın­da bir şölen düzenleyerek lsmail ve bir grup hempasını davet et­miş, tabii şölen sırasında komplocular tarafından onun, bazı adamlarının ve hatta valinin karargahında kalan Babil garnizo­nundan bazı subayların kelleleri alınmıştı.

Olayı duyan ve bu ihanet ve zulmün cezasız kalmayacağını bi­len halkın büyük bir kısmı Mısır'a kaçtı.

Yahudi diasporasının aslı

Yahudi diasporası, genellikle tek bir sebebe bağlanır ve bunun kuzey ve güney krallıklarında yaşayan Yahudilerin Asurî kralı lll. Tiglatpleser zamanından Babil kralı Nabukadnasar ve yine iki Asuri kralı Sargon ve Sinnaherib devrinden itibaren maruz kal­dıkları sürgün sebebiyle gerçekleştiği sanılır.

Aslında sürgün yoluyla vatanlarından koparılan Yahudilerin tam rakamını tespit etmek oldukça zordur. Çünkü Tevrat'da verilen ra­kamlar bazen sembolik, bazen de abartılıdır. Bu yüzden araştırma­cılar tatminkar bir sonuca varamıyorlar. Kimileri bir rakam ver­mekten kaçınıp Babil'e sürülenlerin binlerce kişi olduğunu söyler­ken, kimileri cehaletten kaynaklanan rakamlar ortaya atıyorlar.

Philip Hitti, Judaea'dan sürgün edilenlerin elli bin kişi oldu­ğunu  ileri sürmüş, başka bir yazar da onun verdiği rakamı tek­rar etmiştir. Kitab-ı Mukaddes Ansiklopedisi  rakamlara kaynak olarak Yeremya kitabındaki şu sözleri göstermektedir: “Nabukadnasar'ın sürgün ettiği halkın sayısı şudur: Yedinci yılda üç bin yir­mi üç Yahudi. Nabukadnasar (krallığının) on sekizinci yılında da Yeruşalim'den sekiz yüz otuz iki kişi sürdü. Nabukadnasar'ın (krallığının) yirmi üçüncü yılında muhafız başkomutanı Nabuzradan yedi yüz kırk beş kişi sürdü. Böylece sürülenlerin toplamı dört bin yüz dört kişi oldu. ”

Sürgün işleminin M. Ö. 597, 586 ve 582 yıllarında gerçekleş­tiği belirtilmektedir. 200150 rakamı ise Sinnaherib'in kitabelerin­de kaydettiği esir Yahudi sayısıdır ki, bu kayıt Sinnaherib'in ele geçirdiği şehir ve köylerdeki sekeneyi, kendi yerlerinde kalmış olsalar dahi, esir olarak gördüğünü gösterir. Gedelya'nın öldürül­mesinden sonra kendi istekleriyle Mısır'a kaçanların sayısının ise Babil'e sürgün edilenlerden çok daha fazla olması mümkündür.

Her ne olursa olsun, Mezopotamya'ya sürgün olayı, araştırma­cılar nazarında Yahudi diasporasının tek çekirdeği değildir. Çün­kü Yahudiler, Davud'la Sur kralı Hiram arasında başlayan, daha sonra Süleyman zamanında güçlenen ilişkiler sebebiyle ticarete ciddi şekilde ilgi duymaya başlamışlardı. Süleyman'ın ticari işle­rine bakanlar da ilk önceleri Yahudiler değildi. Ama onlar bu işi öğrendiler ve bir süre sonra Fenikelilere benzerken, bilahare Fe­nike adının tarihten silinmesi üzerine onların yerini aldılar.

Ticari faaliyetler Yahudileri başka ülkelerde koloniler ve kendi yurtlarından uzakta Yahudi mahalleleri kurmaya sevk ediyordu ki, bu durum Süleyman'ın ölümünü müteakiben devletin ikiye bölünmesi ve bilahare ardı ardına yıkılmasından sonra daha da hızlanmıştır.

Samaria ve Kudüs'deki kargaşa ortamından bir an önce kaçıp kurtulmak isteyen İsraillilerden belli gruplar, şanslarını süt ve bal diyarından başka yerlerde denemeye karar verdiler. Savaş sırasın­da düşman eline esir düşen Yahudilere iki seçenek sunuluyordu: Ya esir olarak kalıp efendisine ve ailesine hizmet edecek ya da efendisi bağışlayacak veya tarihin en eski çağlarından beri geçerli olduğu gibi köle olarak satılacaktı. Amos kitabında bu konuda şöyle deniliyor: “Gazze'nin üç hatta dört kat cinayetinden ötürü cezasını geri almayacağım; çünkü Edom'a teslim etmek için bütün kavmi sürgün ettiler.. Sur'un üç, hatta dört kat cinayetinden ötü­rü cezasını geri almayacağım; çünkü bütün kavmi Edom'a teslim ettiler ve kardeş ahdini hatırlamadılar.’^3 Eğer Gazzeliler İsrailli­leri esir alıp Edomlulara satmışlarsa, Fenikeli Surlular onların İs­raillileri öldürdüklerinden habersizdiler, ama bu durum metin­den de anlaşıldığı gibi, Yahudi esirleri Edomlulara veya parasını ödeyen başkalarına köle olarak satmalarına engel değildi.

Zorla sürgün, savaş ve köle ticareti yoluyla köle edilmek, tica­ri amaçla veya rızk peşinde koşmak için kendi isteğiyle muhace­ret ve fatih ordunun bireysel veya toplu cezalandırmasına bağlı olarak zorla veya isteyerek kaçmak.. işte tüm bunlar Yahudilerin Kenan elinden muhaceretine yol açan ana sebeplerdir.

Yahudi diasporası meselesinde en tehlikeli iddia, onların Ke­nan elinden zorla koparıldıkları iddiasıdır. Bir sonraki bölümde Yahudilerin Kenan eline tutunmaya çalıştıkları şeklindeki hayali iddia üzerinde duracağız. Çünkü bu konu oldukça şüphelidir ve hiçbir delili yoktur.

XIII        
AHİT

Ahit veya ‘misak’ sözcüğü oldukça yaygın kullanılır ve iki şa­hıs veya topluluk veya birden çok insan arasında yapılan sözleş­me ve anlaşma anlamına gelir.

Bu kelimenin bizi burada ilgilendiren anlamı, Tanrı ile İsrail oğulları arasındaki ilişki manasındaki anlamıdır. Kelimenin İbranice aslı Berith’dir ve Arapaçaya bazen ‘misak’, bazen de ‘ahit’ şek­linde tercüme edilmiştir. İngilizceye ‘Covenant’ şeklinde tercüme idilmiştir ki, bu, İbranice (Kenan diliyle) Biritu kelimesine yakın olan sözcüğün karşılığıdır.1 Babilliler ve Asurîler bu kelimeyi bağlanmak, yemin veya ‘misak’ ve hatta dik durma ve kök salma anlamında kullanmışlardır. Sözcük, bu anlamlarıyla, iki eşit sevi­yedeki kişi arasındaki sözleşmeden ziyade, efendiyle kölesi ara­sındaki ilişkiyi hatırlatmaktadır.

Ahd-i Kadim sifirlerinde de bu sözcük Tanrı ile İsrail veya Tanrı'yla diğerleri arasındaki bir anlaşma anlamının dışına taşa­rak bazen bireyler veya topluluklar arasındaki ilişki anlamında kullanılmıştır.

Bu sözcüğün kişiler arasındaki ilişki şeklini izah için kullanıl­masına örnek olarak Yakub’la dayısı Laban arasında geçen "Gel, şimdi sen ve ben bir söz keselim”    veya Davud’la arkadaşı Jonat- han b. Şaul arasında "Her ikisi de Tanrı huzurunda söz verdiler”  şeklinde geçen sözler gösterilmektedir.

Tanrı ile kulu arasındaki ilişkiye gelince, bu konuda birinci sözleşme Tufan’dan önce Allah'la Nuh arasında olmuştur: "Senin­le yaptığım antlaşmaya uygun olarak gemiye gir! ”

Konumuz olan ahit ise, Tanrı’nın Abram ile yaptığı ahittir: “O gün Rab Abram’la anlaşma yaparak ona şöyle dedi: 'Mısır ırma­ğından büyük Fırat ırmağına kadar uzanan bu toprakları.... senin soyuna vereceğim. ”

Araştırmacılar 'misak’ın İbranice aslını yorumlarken Tanrının bu 'misak’a uymama halinde kendisine lanet okuduğunu belirtir­ler.     Tanrı’nın kendisine hangi hakla lanet okuduğunu ve sonu­cunun ne olacağını bilmiyoruz. Estaizubillah!

Tevrat sifirlerini yazanlar bu anlaşmanın İbrahim’den İshak’a, ondan Yakub’a geçerek Müsa’ya kadar ulaştığını ve Sina’da Tanrı ile “masum oğlu” İsrail arasında resmi surette tamamlandığını belirtirler. Tanrı, İsraillilerin tanrısı, İsrailliler ise onun halkıdır. Planın birinci aşaması budur; ikinci aşama ise Müsa’nııi Sina da­ğında Tanrı’dan aldığı kanunlar ve nasihatlerin birleşmesidir: “Müsa Tanrı’nın huzuruna çıktığında Rab dağdan kendisine ses­lendi: 'Yakub soyuna, İsrail halkına şöyle diyeceksin: Mısırlılara ne yaptığımızı, sizi nasıl kartal kanatları üzerinde taşıyarak yanı­ma getirdiğimi gördünüz. Şimdi sözümü dikketle dinler, anlaş­mama uyarsanız, bütün uluslar içinde öz halkım olursunuz. Çünkü yeryüzünün tümü benimdir. '

Anlaşmaya nasıl sadık kaldılar?

Konunun akışı içinde Tevrat sifirlerinde geçenlerin çoğunun peygamberin babası İbrahim aleyhisselamdan başlayarak büyük peygamberlerin taşıdığı emanete yani tevhit misyonuna ters ol­duğunu ve bölgede yapılan kazılar sonunda ortaya çıkan tarihi gerçeklerle tezat teşkil ettiğini yüksek sesle duyuran onlarca de­lil gösterdik. Bir bölgedeki gerçeğin üzerini örtmeye cür'et eden kişi, başka bölgelerde onu ortadan kaldırmak veya deforme et­mekten çekinmez...

Yine de biz anlaşmanın ihtiva ettiği tüm hak ve yükümlülük bentleriyle bir realite olduğunu varsayalım. Bu haklar lsrail oğul­larının seçilmesi, onların Kenan eline iskanı, oraya muhacaretleri ve yerleşmeleri sırasında korunması; yükümlülükler ise lsrail oğullarının hiçbir yorum ve kolaylaştırma yapmadan Tanrı'nın emirlerine uymaları, yasaklarından sakınmalarıdır.

Tevrat sifirlerinden Tanrı'nın lsrail oğullarına verdiği sözleri yerine getirip, mucizeleriyle onları Mısır'dan çıkardığını, karaya çıktıktan sonra onları gözetip beslediği ve Kenan eline iyice yerleşinceye kadar onlar için savaştığını anlıyoruz.

Peki acaba onlar da Tanrı'nın hukukunu gözetip, öğütlerine kulak asdılar mı?

lsrail oğullarının Tanrı'ya verdikleri söze sadık kalacakları ko­nusunda ettikleri yemine zerrece bağlı kaldıklarını düşünmek ak­la ziyandır. “O zaman Yeşu, halka ‘Kulluk etmek üzere Rab'bi seç­tiğinize siz kendiniz tanıksınız' dedi. ‘Evet, biz tanığınız' dediler. Yeşu, ‘Öyleyse şimdi aranızdaki yabancı ilahları atın. Yüreğinizi İsrail'in Tanrısı Rab'be verin' dedi. Halk, 'Tanrımız Rab'be kulluk edip O'nun sözünü dinleyeceğiz' diye karşılık verdi. "

Peki tuhaf tanrılarını bir kenara atıp yalnızca Allah'a taptılar mı?

Bu sorunun cevabını il. Krallar kitabı yazarlarının Samaria'nın düşüşü münasebetiyle yazdıklarında arayalım: “Bütün bunlar kendilerini Mısır firavununun boyunduruğundan kurtarıp Mı­sır'dan çıkaran Tanrıları Rab'be karşı günah işledikleri için lsraillilerin başına geldi. Çünkü başka ilahlara tapmışlar, ‘Rab'bin İsra­il halkının önünden kovmuş olduğu ulusların törelerine ve lsrail krallarının koyduğu kurallara göre yaşamışlardı. Tanrıları Rab'bin onaylamadığı bu işleri gizlilik içinde yapmışlar, gözcü kulelerinden surlu kentlere kadar her yerde tapınma yerleri kur­muşlardı. Her yüksek tepenin üzerine, bol yapraklı her ağacın al­tına dikili taşlar, Aşera putları diktiler. Rab'bin onların önünden kovmuş olduğu ulusların yaptığı gibi bütün tapınma yerlerinde buhur yaktılar. Yaptıkları kötülüklerle Rab'bi öfkelendirdiler. Rab'bin ‘Bunu yapmayacaksınız' demiş olmasına rağmen putlara taptılar. Rab, İsrail ve Yahuda halkını bütün heygamberler ve bi­liciler aracılığıyla uyarmış, onlara, 'Bu kötü yollarınızdan dönün' demişti. ‘Atalarınıza buyurduğum ve kullarım peygamberler ara­cılığıyla size gönderdiğim Kutsal Yasa'nın tümüne uyarak buy­, ruklarımı, kurallarımı yerine getirin." Ama dinlemediler, Tanrıla­Rab'be güvenmeyen ataları gibi inat ettiler. Tanrı'nın kuralları­nı, uyarılarını ve atalarıyla yaptığı antlaşmayı hiçe sayarak değer­siz putların ardınca gittiler. Böylece kendi değerlerini de yitirdi­ler. Çevrelerindeki uluslar gibi yaşamamaları için Rab kendileri­ne buyruk verdiği halde, ulusların törelerine göre yaşadılar. Tan­rıları Rab'bin bütün buyruklarını terk ettiler. Tapınmak için ken­dilerine iki dökme buzağı ve Aşera putu yaptılar. Gök cisimleri­ne taptılar. Baal'a kulluk ettiler."9

Bunlar, İsrail oğullarının Tanrılarıyla yaptıkları anlaşmaya gö­re yerine getirmeyi taahhüt ettikleri yükümlülüklerdi, ama kısmî iktibas yaptığımız metinden de anlaşıldığı üzere, onlar yükümlü­lüklerini yerine getirmedikleri gibi, en büyük günahı işlemişler­dir ki, bu, elbette şirk ve putlara tapınmadır. Halbuki zorda kalan bir halkın kendilerini bu badireden kurtaran Tanrı'ya adam gibi kulluk etmesi gerekirdi.

Çıkış kitabında Tanrı'nın İsrail oğullarına kendilerine verdiği topraklardaki halkı başka bir yere atma mukabilinde bir şart koş­tuğu anlatılmaktadır: “Gideceğiniz ülkedeki insanlarla antlaşma yapmaktan kaçın. Çünkü bu senin için bir tuzak olur. Onların sunaklarını yıkacak, dikili taşlarını parçalayacak, Aşera putlarını keseceksiniz. Başka ilahlara tapmayacaksınız. Çünkü ben kıs­kanç bir Rab, kıskanç bir Tanrı'yım. Ülke halkıyla herhangi bir antlaşma yapmayın. Yoksa onlar başka ilahlara gönül verir, kur. ban keserken sizi de çağırırlar; siz de gidersiniz.”          

Azra kitabı bu tavsiyenin İsrail oğulları üzerindeki etkisinden bahsederek şöyle der: “Bütün bunlardan sonra, önderler yanıma gelerek şöyle dediler: 'İsrail halkı, kahinlerle Levililer dahil, çevre­deki halkların -Kenanlıların, Hanilerin, Perizlilerin, Yebuslulann, Ammonluların, Moavlıların, Mısırlıların^ve Amorluların iğrenç alışkanlıklarından kendilerini ayı tutmadı. Kendilerine ve oğulla­rına bu halklardan kız aldılar. Böylece kutsal soy çevredeki halk­larla karıştı. Önderlerle görevliler bu hainlikte öncülük etti.”12

Tanrı, İsrail oğullarına insan kurban etmeyi yasakladı, I3 ama onlar bu korkunç günahı işleyerek “oğullarım ve kızlarını ateşe kurban ettiler’’^; “Yahuda halkı gözümde kötü olanı yaptı, diyor Rab. Bana ait olan bu tapınağa iğrenç putlarını yerleştirerek onu kirlettiler. Oğullarını, kızlarım ateşte kurban etmek için Ben-Hinnom Vadisi'nde, Tofet'de puta tapılan yerler kurdular. Böyle bir şeyi ne buyurdum ne de aklımdan geçirdim.”15

Çocukların etini yemek

Takriben M. Ö. 851-841 yıllan arasında hüküm süren İsrail kralı Yoram b. Ahab döneminde Dımaşk'ın Aramî hükümdarı Benhadad (M. Ö. 879-843) İsrail'in başkenti Samaria şehrine hü­cum etmişti. “Samarra'da büyük bir kıtlık oldu. Kuşatma sonun­da bir eşek kellesinin fiyatı seksen şekel gümüşe, dörtte bir kav güvercin gübresinin fiyatı ise beş şekel gümüşe çıktı ... Kadın şu cevabı verdi: 'Geçen gün şu kadın bana dedi ki, 'Oğlunu ver, bu­gün yiyelim, yarın da benim oğlumu yeriz'. Böylece oğlumu pişi­ rip yedik. Ertesi gün ona, 'Oğlunu ver de yiyelim' dedim. Ama o, oğlunu gizledi.'”

lşte İsrail oğullan Tanrı'nın ahdini bu şekilde anlamış; en kut­sal idealler, en asil duygular çökmüş, anneler öz çocuklarını bo­ğazlayarak etlerini yemekten kaçınmamışlardır.

Urşelim ve Tapınak

Tevrat sifirlerini yazanlar Urşelim [Kudüs] şehri ve Süley­man'ın kurduğu tapınağa bir takım kutsiyet sıfatları izafe etme­lerine rağmen, hiç kimse bizzat Yahudilerin kendi başkentleri ve tapınaklarını aşağıladıkları kadar bu şehri ve tapınağı aşağılamamıştır.

Davud'un başkent yapmasından sonra Urşelim'e yapılan ilk tecavüz yeğeni Rehoboam zamanında olmuştur. "Süleyman oğlu Rehoboam Yahuda kralı olduğunda kırk bir yaşındaydı. Rab'bin adını yerleştirmek için bütün İsrail oymaklarının yaşadığı kentler arasından seçtiği Yeruşalem kentinde on yedi yıl krallık yaptı. .. Yahudalılar Rab'bin gözünde kötü olanı yaparak, işledikleri gü­nahlarla Tann'yı atalarından daha çok öfkelendirdiler. Ayrıca kendilerine her yüksek tepenin üstüne ve bol yapraklı her ağacın altına tapınma yerleri, dikili taşlar ve Aşera putları yaptılar. Ülke­deki putperest törenlerinde fuhuş yapan kadın ve erkekler (ma'bun) bile vardı”

İsraillilerin Tanrı'nın seçtiği kent Kudüs'de işledikleri en şeni amel, kraliçeleri Ahab kızı Atalya zamanında herkesin gözü önünde erkeklerle kadınların aleni zina yapmasıydı. Bu Atalya Kudüs'de yedi yıl hüküm sürmüş ve onun zamanında ahlakî çö­küntü devletin bilgisi dahilinde had safhaya çıkmıştır.  

Fenikelilerin Kudüs'de Tanrı'nın meskeni olması için Süley­man'a kurdukları tapınak, Süleyman'ın kurulmasını emrettiği tek tapınak değildi. Süleyman daha önce de Malkom, Kamuş ve diğer putperest tanrılarına tapınılması için başka tapınaklar ve tepeler kurmuştu. Böylece tapınağın yapımcısının koyduğu kutsiyet ilk defa bozulmuş; Süleyman'ın ölümünden ve kuzeyin ayrılmasın­dan sonra lsrail oğullarının büyük çoğunluğunu teşkil eden ku­zeyliler Süleyman tapınağından yüz çevirerek başka tapınaklara yönelmiş ve oralarda altın buzağıya tapmak vs. gibi putperest ge­leneklerini sürdürmüşlerdi.

Eğer lsrail oğullarının kuzey kolu Yahudajudaea] nın tapına­ğı dinle ilişkisi olmayan amaçları ve Yahve'ye tapınma maksadıy­la kullandığına ikna olmamış olsalardı, Süleyman tapınağını terketmezlerdi.

Krallar kitabıyla Tarihler kitabını yazanlar, Mısır firavunu Şişank [Şoşenk] ın saldırı sırasında Kudüs'e ve kutsal tapınağa yap­tıklarından yalnızca onun Tanrı'nın evinden ve kralın hazinesinden çaldığı altın ve mücevharatla ilgili olanları zikrettiklerini ib­retle okuyoruz. “Rehoboam'ın krallığının beşinci yılında Mısır kralı Şeşnan Yeruşalem'e saldırdı. Süleyman'ın yaptırmış olduğu altın kalkanlar dahil Rab'bin tapınağının ve sarayın bütün hazinelerini boşaltıp götürdü."

İçine Müsa'nın on emrini ve levhaları koydukları ahit sandığı­nın nerede olduğundan bahsedilmiyor; Şişank'ın onu diğer gani­metlerle birlikte Mısır'a götürüp götürmediği veya o yahut her­hangi bir savaşçı tarafından parçalanıp parçalanmadığı bilinmi­yor. Örneğin Yeremya kitabı uzun bir sessizlikten sonra şöyle di­yor: "Ülkede büyüyüp sayıca çoğaldığınız günlerde' diyor Rab, ‘halk artık 'Rab'bin Ahit Sandığı demeyecek. Sandık bir daha kim­senin aklına gelmeyecek; anımsanmayacak, özlenmeyecek, bir yenisi de yapılmayacak."

Süleyman Tapınağı'nı ilk yıkanlar Nabukadnasar'ın Babilli KeldanI askerleri değildir. Aksine İsrail oğulları onu başkaların- _ dan önce yıkmışlardır: “Çünkü o kötü kadının, Atalya'nın oğul­ları, Rab Tanrı'nın tapınağına zorla girerek bütün adanmış eşya­ları Baallar için kullanmışlardı. ”21

Atalya'dan sonra tapınak tamir edilmiş .. sonra Kudüs kralı Ahaz tapınağın kudsiyetini bozmuş, Tiglatpleser'in emirlerine uygun olarak sunağa ve diğer kısımlara yeni düzenlemeler getir­miştir. “Asur kralını hoşnut etmek için Rab'bin tapınağına konan kral kürsüsünün setini kaldırıp kralın tapınağa girmek için kul­landığı özel kapıyı kapattı.”22 Tapınağın kuruluş amacından büs­bütün uzaklaştırılarak putperestliğin uluslalarası gösteri merke­zine dönüştürülmesi için putların ve heykellerin buraya nasıl so­kulduğunu daha önce anlatmıştık.

Böylece Yahudiler tapınaktaki her şeyi çalarak başka amaçlar peşinde koşmaya başladılar. Nitekim Yeremya onlara şu şekilde hitap etmiştir: “Rab'bin tapınağı, Rab'bin tapınağı, Rab'bin tapı­nağı buradadır.. gibi aldatıçı sözleri söylemeyin. ”23

Biraz önce verdiğimiz bilgiler, Kudüs ve tapınağa kutsiyet sı­fatlarının kazandırılmasının geç kalmış, asaletten bütünüyle yok­sun bir iş olduğunu ispat etmek için fazlasıyla yeterlidir. Yahudi liderlerin Babil sürgün günlerinde kurdukları tapınak da din Mesihlerinin giydirdikleri siyasi siyonizm düşüncesi temeli üzerine bina edilmiştir.

. Toprağa bağlandılar mı?

, İbraniler, Kenan eli hakkında söylenen “süt ve bal diyarı” söy­lencesini de fazla ciddiye almadılar.

Abram, Tanrı'dan Kenan elini kendi nesline vereceği konu­sunda söz aldıktan sonra buraya varmış, fakat fazla kalmadan hızla güneye doğru yoluna devam ederek Mısır'a girmiştir. Onun orada yirmi yıl kaldığı da yalandır. Her halükarda Mısır'dan ken­di rızasıyla ayrılmamış, aksine Sara'nın kızkardeşi değil hanımı

21                   II.Tarihler, 24/7.

22                    II. Krallar, 16/18.

23                    Yeremya, 7/4.

olduğu anlaşıldıktan sonra firavunun emriyle ülkeden uzaklaştı­rılmıştır. “Şimdi o senin karın, onu al ve git! ”24

Yakub/lsrail'e gelince, o da Kenan elinden Feddaiı-ı Aram'a göç etmiş ve orada yirmi yıl yaşamıştır. Sonra o ve oğulları Mı­sır'a, Yusuf'un yanına gitmiş; dört nesil boyunca orada yaşayıp çoğalmışlar ve Tevrat'a bakılırsa oradan ancak firavunun baskıla­rından kaçarak çıkmışlardır. “Mısırlıların köleleştirdiği İsraillile­rin iniltilerini duydum ve antlaşmamı hep andım.”  Sanki Allah vaadini ve sözünü unuturmuş gibi Tevrat söz verilen toprakla il­gili bu uzun cefayı ora halkının günahkar olması ve henüz olgun­laşmamış bulunmasıyla yorumlamaktır..

İsrailliler, Kenan eline doğru giderken yolda bir meşakkatle karşılaşsalar hemen kendilerini Mısır'dan çıkardığı için Müsa'ya sitem ediyorlarlardı. “Çölde hepsi Müsa'yla Harun'a yakınmaya başladılar. Keşke Rab bizi Mısır'dayken öldürseydi, dediler. Hiç değilse orada et kazanlarının başına oturur, doyasıya yerdik. Ama siz bütün topluluğu açlıktan öldürmek için bizi bu çöle getirdi­niz. ”26 ; bir süre sonra, “Niçin bizi Mısır'dan çıkardın diye Mü­sa'ya söylendiler. Bizi, çocuklarımızı, hayvanlarımızı susuzluktan öldürmek için mi?”27 dediler ve çok geçmeden şu sözleri söyle­diler: “'Keşke yiyecek biraz et olsaydı!' dediler. Mısır'da parasız yediğimiz balıklar, salatalıklar, karpuzlar, pırasalar, soğanlar, sarımsaklar aklımıza düşüyor.”28

Müsa'nın Kenanlılar hakkında bilgi toplamaları için gönderdi­ği casuslar geri dönüp de İsraillileri korkutacak şeyler anlatınca, “O gece bütün topluluk yüksek sesle bağrışıp ağladı. Bütün İsra­il halkı Müsa'yla Harun'a karşı söylenmeye başladı. Onlara 'Keş­ke Mısır'da ya da bu çölde ölseydik' dediler. Rab niçin bizi bu ül­keye götürüyor? Kılıçtan geçirilelim diye mi? Karılarımız, çocuk­larımız tutsak edilecek. Mısır'a dönmek bizim için daha iyi değil mi? Sonra birbirlerine ‘Kendimize bir önder seçip Mısır'a döne­lim' dediler.”29

Çölde Sayım kitabı bir grup Yahudi'nin Musa ve Harun'a kar­şı başlattıkları şiddetli isyandan söz etmektedir: “Bizi çölde öl­dürtmek için süt ve bal akan ülkeden çıkardın. Bu yetmiyormuş gibi başımıza geçmek istiyorsun. Bizi süt ve bal akan ülkeye gö­türmediğin gibi mülk olarak bize tarlalar, bağlar da vermedin. "  Ve isyan ancak Tanrı'nın bazı isyan elebaşlarım yutması için de­nizi yarıp, diğer isyancıları öldürmek amacıyla veba hastalığı göndermesinden sonra yatıştı.  

Kenan elinin bir söz karşılığında tahsisi gerçekleşmemiş, yal­nızca Doğu Ürdün'deki toprakların koyun gütmeye elverişliği ol­duğunu gördükten sonra Ruben'nin torunu, Gad'ın torunu ve Manasse'nin yeğeninin buraya yerleşmeyi kararlaştırması da İsra­illiler tarafından ciddiye alınmamıştır. Bunun üzerine Musa, bu iki toruna ve yeğene buraya yerleşme izni vermiş, çarpışabilecek durumda olan diğerlerine ise Ürdün nehrini geçerek Kenan elini işgal etmelerini ve daha sonra Doğu Ürdün'e geri dönmelerini emretmiştir. Varılan bu anlaşma üzerine “Mûsa Gadhlarla Rubenlilere ve Yusuf oğlu Manasse'nin oymağının yarısına Amorluların kralı Sihon'un ülkesiyle Başan kralı Og'un ülkesini ve çevrelerin­deki topraklarla kentleri verdi.”32

'Arazinin sınırlan

Bu rivayetten, İsraillilerin nehrin batı tarafındaki Kenan elini kendileriyle İbranilerin Tanrısı arasında varıldığı iddia olunan anlaşma gereği verilen toprak gibi görerek alay etmelerininden başka, İsrail oyununun asıl amacının, tıpkı tarih boyunca tüm be­devi topluluk ve kabilelerinin mümkün olduğunca bol otlu ve su­lu topraklar aradıkları gibi, yerleşebilecekleri bir bölge herhan­gi bir bölge aramak olduğunu da anlıyoruz.

İsrail oyununa bir tür kutsiyet kisvesi giydirilmesi ve İsrail oğullarının Mısır'dan Müsa önderliğinde çıkarak Yeşu yönetimin­de Kenan eline girişlerinin tamamıyla Tanrı'nın izniyle gerçekleş­tirilmiş toplu bir plan olduğu şeklindeki iddiaya gelince, bu, Tev­rat'ı yazanların ve baş hahamların daha sonra İsraillilerin düş­manlığının çıkış noktası ve rehberi olması için uydurdukları ya­lan için hazırlanmış bir kılıftır.

Batı Şeria ise Tevrat'ın çizdiği ahit toprakları sınırları dahilinde değildir. Örneğin Çölde Sayım kitabının güya Tanrı'nın Müsa'ya söylediği söze istinaden belirlediği doğu sınırı, Kenare Denizi'nin (Taberi Gölü) kenarından doğuya doğru uzanmakta, sonra Ür­dün'e doğru bir çizgi çekerek Ölü Deniz'e açılmaktadır.  

Esasen Kenan elinin yani ahit topraklarının sınırlarının Tevrat'daki tarife göre çizilmesi, bizi yalnızca, Yahudilerin eski düş­manca niyetlerini gösterme açısından ilgilendirmektedir. Tevrat sifirlerinin, yazımı M. Ö. IX. Yüzyılda başlayan ve ancak M. Ö. Il. Yüzyılda tamamlanan tedvin çağlarında Yahudi bakış açısını yan­sıtan görüşler ve prensiplerle iğrenç bir şekilde bezendiğini ke­sinkes biliyoruz.

Tevrat, sınır bölgelerinin isimlerini bilerek muğlak bırakmış, Yahudilere metinleri şartlara göre yorumlamak için birçok fırsat sunmak amacıyla ortak isimlere de kasten keyfi adlar vermiştir. Biz, daha işin başında, bu kadar ortak ismin araştırmacıyı şüphe­ye sevkedip, bazen kesin bir hükme varmaktan uzaklaştıracağını belirttik.

Batı Şeria'nın Kenan eli sınırları dışında kaldığının en yakın delili, iki torunla yeğenin oraya yerleşmek için izin istediklerin­de Müsa'nın öfkelenmesidir: “Mûsa, 'İsrailli kardeşleriniz savaşa giderken siz burada mı kalacaksınız?' diye karşılık verdi. Rab'bin kendilerine vereceği ülkeye giden İsraillilerin neden cesaretini kı­rıyorsunuz? "34 Bu, hak iddia edilen toprağın Ürdün nehrinin ba­tı tarafını kapsadığı, ama doğu kısmını içine almadığını kesinkes göstermektedir.

Belki de Tevrat sifirlerinde fırsat bulduklarında Yahudileri düşmanlığa teşvik eden en tehlikeli şey, bunları yazanların Tanrı'nın ağzından söyledikleri şu sözlerdir: “Ayak basacağınız her yeri size veriyorum. Sınırlarınız çölden Lübnan'a, büyük Fırat ır­mağından bütün Hatti ülkesi dahil batıdaki Akdeniz'e kadar uza­nacak.”    Çöl, Lübnan, büyük nehir ve zikredilen diğer bölge isimlerinin anılmasında şaşılacak bir şey yok.. Belki Yahudiler çi­zilen bu sınırları bilmiyorlardı, ama Tevrat'ı yazanların Tanrı'nın ağzından Yeşu'ya söylendiğini iddia ettikleri şu “ayak basacağınız her yeri size veriyorum” şeklindeki metne bir slogan gibi sarılma­ları normaldir. Tevrat'ı yazanlar, hayallerinden geçirdikleri her yeri İsrail oğulları için icad edebilirlerdi. Nitekim daha önce de Süleyman'ın kurduğunu iddia ettikleri Tedmür şehrini kastede­rek Ölü Deniz sahilindeki Tamar'ı Şam ovasındaki Tedmür'e dö­nüştürdüklerini okumadık mı? Bu, onlarca, hatta yüzlerce kasıtlı tahrifattan yalnızca bir örnektir.

Kitabımızın ilerleyen bölümlerinde modern siyonizmin Tevrat yazarlarının istediği şekilde bu metni kesinlikle doğru anladığını ve Kuzey Kutbu yakınındaki Grönland'da da olsa Yahudi'nin ayağının değdiği her yeri kendilerinin saymayı hedeflediğini göreceğiz.

Bazı Arap yazarlar İngilizlerin 11. Dünya Savaşı sırasında, Manda yönetimindeki Filistin'e Soleil Bunie şirketinde çalışan bir grup Yahudiyi getirerek, müttefiklerin kullanması amacıyla Fırat nehri üzerinde bir köprü kurmaları için Rakka bölgesine sevkettiklerini; Yahudilerin orada bulunmuş olmayı bir fırsat sayarak köprünün ayağına “Burası İsrail ülkesinin kuzey sınırıdır” sözle­rini yazdıklarını kaydetmektedirler.36 Bu olay modern İsrail'in kurulmasından birkaç yıl önce olmuştu.

Uydurdukları şeylerde zaman zaman pek çok tenakuza düş­meleri Tevrat yazarları için önemli değildir. Örneğin bir yerde ahit toprağının Bütte tabileri -İsrail oğulları için uydurulmuş bir miras ipiiçin olduğunu söylüyorlar, başka bir yerde ise Süley­man'ın Galile bölgesinde Hiram'a sattığı şehirlerin sayısını belirt­mek zorunda kalıyorlar. Hahambaşları ise her mekan ve zaman­ da şartlara göre hükümler icat edebilirler. Yorum yapanların İsra­il oğullarıyla sünnetsizler arasında yapılan hiçbir anlaşmanın İs­railliyi yükümlülük altına sokmadığı söylemesi sıradan bir şey­dir. Çünkü onlar nazarında sünnetsizler hayvandan farksızdır; dolayısıyla Tanrı'nın seçkin kullarıyla hayvanlar arasında sözleş­me ve belge olamaz, “Çünkü sana hizmet etmeyen ulus ya da krallık yok alacak.”

Tevrat sifirlerinin Yahudi liderlerden kendilerini kutsamaları­nı, övüp göklere çıkarmalarını, yazarlarına her türlü kutsiyet sı­fatlarını yakıştırmalarını bekleme hakkı vardır. Çünkü kendileri­ne şu dünyada şartlar ve imkanlar elverdiği ölçüde hükümran ol­maları için tüm kapıları açan bu sifirlerdir.

Aleni küfür

Yahudileri yerleştikleri Filistin'i terketmeye zorlayan şartları detaylarıyla verdik ve zoraki sürgünün bu illetlerden sadece biri olduğunu, pek çok Yahudi'nin Gedelya'nın ölümünden sonra Peygamber Yeremya'nın uyarılarıyla başlarını duvara vurarak ül­keyi kendi isteğiyle terkettiğini açıkladık. “Şimdi Rab'bin sözünü dinleyin, ey Yahuda'dan sağ kalanlar! İsrail'in Tanrısı, her şeye egemen Rab şöyle diyor: 'Eğer Mısır'a gidip orada yerleşmeye ke­sin kararlıysanız, korktuğunuz kılıç size orada yetişecek, tasalan­dığınız kıtlık Mısır'da yakanıza yapılacak, orada öleceksiniz.. "38

Yahudilerin dedeleri de vaktiyle Mısır'dan çıkarken Müsa'nın kendilerini çölde Kenanlıların elinden ölüme terketmekle suçla­dığı gibi, bunlar da Yeremya'yı “bizi Keldanîler ve Babillilerin elinde ölüme ve Babil'de esarete itiyor”39 diye itham etmişlerdi.

Yahudilerin Yahve'yi daha Mısır'dayken inkar ederek koyu putperestliğe döndükleri ortaya çıkmış ve yine oradayken Yeremya'ya şöyle demişlerdi: “Rab'bin adıyla bize söylediklerini dinle­meyeceğiz! Tersine, yapacağımızı söylediğimiz her şeyi kesinlik­le yapacağız: Gök Kraliçesi'ne* buhur yakacak, atalarımızın, kral-

larımızın, önderlerimizin ve kendimizin Yahuda kentlerinde, Yeruşalem sokaklarında yaptığımız gibi ona dökme sunular dökece­ğiz. O zamanlar bol yiyeceğimiz vardı, her işimiz yolundaydı, sı­kıntı çekmiyorduk. Oysa Gök Kraliçesi'ne buhur yakmayı, dök­me sunular dökmeyi bıraktığımız günden bu yana her yönden ’ yokluk çekiyoruz; kılıçtan, kıtlıktan yok oluyoruz."

Göçmenlerin gruplandınlması

Belki de Mısır'a kaçan Yahudilerin tevessül ettikleri bu aleni küfür, Tevrat sifirlerini yazanları Babil'e sürgün edilenleri övme­ye, Tanrı adına onları kutsamaya sevketmiş; M. Ö. 597'deki birin­ci Yahuda Uudaea] esaretini iyi hurmaya, “o günden sonra gözle­ri kör olan kral" Sıdkıya ile kalanları ise pis kokusundan dolayı yenemeyecek durumdaki kötü hurmaya41 benzetmişlerdir. Hal­buki Yeremya Tanrı'nın adına gönderdiği bir mektupla bu sür­günleri bazı şeylere teşvik etmişti: "Evler yapıp içinde oturun, bahçe dikip ürününü yiyin. Evlenin; oğullarınız, kızlarınız olsun; oğullarınızı, kızlarınızı evlendirin... Sizi sürmüş olduğum kentin esenliği için uğraşın. O kent için Rab'be dua edin. Çünkü esenli­ğiniz onunkine bağlıdır."42 Geride kalanları ise Tanrı şiddetli bir azap, ölüm, açlık ve veba ile tehdit etmişti.43

Görüldüğü gibi ahit toprağına bağlanıp kalmak değişik şekil­de yorumlanmaktadır. Bir yerde ödüllendirilmesi gereken kutsal bir görevin ifası, bir yerde ise en şiddetli cezayı gerektiren bir

amel.. Tabii şartlara göre..

Yeri geldiğinde bu çalışmamızda Yahudilerin birinci Babil sür­gün dönemini ele alarak, arkasından Yahudilerin tarih boyunca hayali ahit yurdu olarak Filistin’e ne kadar süre bağlanıp kaldık­larını irdeleyeceğiz ki, hakikat de böylece ortaya çıkacaktır.

Yahudiler nezdinde ahit hiç bozulmaz

Yahudilerin Tanrıyla yaptıkları sözde anlaşmanın şartlarım ye­rine getirmeyişleri, taraflardan birinin eda etmesi gereken yüküm­lülükleri yapmayı reddetmesiyle bozulmuştur. Çünkü eğer İsrail Tanrı'nın seçkin kulu olmuşsa, bu onun Rabbı Tanrı olarak kabul edip, emir ve buyruklarım yerine getirmesine bağlıdır; öbür türlü yeryüzünün varisi olarak seçilmesinin bir anlamı kalmaz.

Ama Tevrat sifirlerini yazanların bu konudaki görüşleri başka. Onlar İsrail oğullarının maruz kaldıkları her türlü tecavüzü red­dedip, işledikleri günahlar sebebiyle Tanrı'nın bir cezası olarak o topraklardan sürüldüklerini kabul ediyor; hiçbir şekilde İsrailli­lerin Tanrı'nın emir ve yasaklarına uymadıklarını saklamıyor ve hatta işlenen suç ve günahları abartmakta bir beis görmüyorlar.

Bununla birlikte, imkanlar elverdiği ölçüde, ahidin ezelden ebede kadar hiç bozulmadığını tekitle, ahidi kanun hükmüne so­kuyorlar. Onlara göre bir kanun tebaanın ihlaliyle bozulmaz, ge­çerliliğini korur ve kanun uygulayıcısı anlaşmayı bozmadan ve il­ga etmeden yalnızca ihlalciyi cezalandırır.  

Tevrat yazarlarına göre İsrail oğullarının başlarına gelenler bir tür cezadır, ama hiçbir ceza kıyamete kadar devam etmez; bir gün gelecek Tanrı vaktiyle İsrail oğullarının ecdatlarıyla yaptığı anlaş­ma konusunda yeni bir sayfa açacaktır. Dünyada bugüne kadar ne halklar gelip geçmiştir. Allah insanları topraktan ve sudan, İs­rail oğullarım ise nur ve ateşten yaratmıştır. Allah bilir ya, aslın­da onlar soyguncu, eşkiya, hilekar ve düzenbazlardan oluşan Ha­biru topluluğudur; günah ve adavetle yardımlaşarak, Heksosların saflarında yer almışlar, onların izlerinden gitmişlerdir. Allah on­lara tevhit görevini verip, onu yeryüzünde yaymalarını istemiş, ama onlar bu emaneti reddederek, kibirlenmiş ve diğer insanları küçümsemişlerdir.

XIV

BİLMEDİKLERİNİZ

Tevrat'ın Yahudilerin kötü terbiye edilmesinin başlangıcı ol­duğunu söylemek iftira olur; aksine Tevrat sifirleri daha sonraki iki cihanşümul dinin yani Hrustiyanlık ve lslamın koyduğu yüce prensipleri içeriyordu. Ne var ki, sifirleri yazanları çevreleyen şartlar, onları, kafaları o anda kendilerine ızdırap veren günün şartlarıyla meşgul bir vaziyetteyken geçmişi yazmaya sevketmiştir. Tevrat sifirlerinin yazımının M. Ö. IX. Yüzyıl ortalarından ön­ce başlamadığını göz önünde bulundurmamız gerekir ki, lsrail oğullarının tevhit görevinde aşırıya kaçıp mübalağalı bir şekilde çevrelerindekini taklit etmeye başladıkları dönemdir. Bu dönem, lsrail oğullarının bozulma dönemidir ve ancak içlerinden bir grup taşıdığı tevhit görevini unutmamıştır..

Yahudilerin Tevrat sifirlerinden öğrendikleri tek şey, "bu dün­ya yalnız ve yalnız ben!" prensibiydi. lşte Ugarit yılanının sayısız başı da bu aşırı “ben"den çıkmıştır.

lbraniler Fırat havzasından Kenan eline muhaceretlerinden beri kendilerini gurbette ve yalnızlık içinde hissediyorlardı. Bu gurbet duygusu, her ne kadar hilekar savaşçı rolünü oynasalar da, dıştan normal görünmelerine rağmen, bu insanlara kendine güven hissini kaybettirmişti.

Heksosların Mısır'dan kovulup, yenilgiye uğrayan orduları ki lbraniler veya Habirular da onlar arasındaydı,Mısır' da yaptık- lan kötülüklerden dolayı intikam ve tenkile maruz kalınca, gur­bet ve yalnızlık duygusu kölelik duygusuyla yer değiştirdi.

Mısır'dan henüz kaçmışlardı ki, bu defa da Müsa onlara yeni bir din, görenek ve yükümlülükler getirdi. Onun yüklediği yü­kümlülükler onları kölelik düşüncesine karşı çıkmaktan aciz bırakıyordu.

Çıkış kitabını yazanların Müsa'nın davet ettiği şeye iman aşa­masının başlangıcı konusunda naklettikleri şeyler, Mısırlılardan duyulan şiddetli korku ve onlardan kaçış sırasında gösterilen mucizelerin etkisiyle bu davete samimi kalple inanmadıklarını göstermektedir. “Rab, o gün Israillileri Mısırlıların elinden kur­tardı. Israilliler deniz kıyısında Mısırlıların ölülerini gördüler. Rab'bin Mısırlılara gösterdiği büyük gücü gören Israil halkı Rab'den korkup O'na ve kulu Müsa'ya güvendi.”

Esasen bu bir iman değil, kendilerini firavunun zulmünden kurtaran kuvvetin yol açtığı işgüdüsel bir teslimiyetti. Çünkü korku sebepleri ortadan kalkınca veya zayıflayınca, tekrar alışmış oldukları görenek ve ibadetlere geri döndüler. ibranilerin Sina çölünde hızlı bir şekilde putlarına geri dönmeleri ve Babil sürgü­nünden önce geçirdikleri uzun süre zarfında tevhitle şirk arasın­da bocalamaları da bunu göstermektedir.

Tercihin anlamı

Tanrının diğer putperestlere karşı İsrail oğullarını üstün tut­masında kötü bir şey yoktur. Esasen asil bir görevin ifası için bir grup insanın seçilmesi onun şereflendirilmesi demektir. Allah, el­leriyle yaptıklarına veya başkalarının elinden çıkanlara bakarak değil, kendilerini ve her şeyi Yaratan'ın kulları olmaları için onla­rı şereflendirmek istemiştir. İnsan basitlik duygusuna kapıldığın­da, kendini yüceltmesi, ruhunu temizlemesi ve düşüncesini ber­raklaştırması için onun gittikçe artan manevi bir güçle takviye edilmeye duyduğu ihtiyaç fazlalaşır. Ancak bu açıdan baktığımız zaman Allah'ın tercih prensibiyle neyi murat ettiğini anlayabiliriz.

Fakat İsrail oğulları bu prensibi aşağılık karakterlerine uygun bir şekilde anladılar. Şirkte aşırı gitmiş ve rezillikte tüm insanla­rı geride bırakmış olsalar da, kendilerinin diğerlerinden kesinlik­le üstün oldukları vehmine kapıldılar.

Liderlerin sorumluluğu

Elbette bunun sorumlusu Tevrat sifirlerini yazan, onlarda tah­rifat ve tadilat yapan ve yaptıklarını da kabul eden Yahudi bilgin­leridir. “.. oysa halkım buyruklarımı bilmez. Nasıl, biz bilge kişi­leriz, Rab'bin yasası bizdedir, diyebiliyorsunuz. İşte, bilginlerin yalancı kalemi yasayı yalana çevirmiş. "

İsrail oğullarının başlarına gelen felaketleri kaydeden bu bil­ginler, tuhaf bir şekilde tek bir prensipte ısrar ettiler: İsrail oğul­ları tüm insanların fevkindedir.

İçinde bulunduğumuz yüzyılda uygarlığın gelişimi ve II. Dün­ya Savaşı'ndan sonra ırkî üstünlüğün şiddetle reddi konusundaki yüzeysel uyuşum karşısında, bazı siyonist düşünürler “seçilmiş halk” kavramına yeni bir yorum getirilmesi çağrısında bulunduk­larında, içlerinden biri şöyle demiştir: “Seçilmişlik kavramını bir ayrıcalık olarak değil, öncelikle temeyyüz olarak anlamak gerekir. Aslında seçilmişlik kavramı Tevrat dilinde günümüz sosyologları­nın “pozitif kişilik" dedikleri şeyin geleneksel bir ifadesidir."

Seçilmişlik kavramına getirilen bu yeni tanımlama, Yahudinin “tercih"le ilgili genel düşüncesine tamamıyla terstir.

Yahudiler “seçilmişliği" bir temeyyüz veya pozitif kişilik ola­rak değil, çılgınlık derecesine varan aşırı bir ayrıcalık olarak an­ladılar. İşte delilleri:

İrkî ayrıcalık:

1-    Tevrat sifirleri, İsrail oğullarının Nuh döneminde insanlığın henüz çocukluk günlerinden itibaren imtiyazlı olduklarını vur­gulamış ve Sam ile Yafes'i Kenan'ın babası Ham'a karşı üstün tut­muştur.

2-    İsmail'in birinci çocuk olarak doğmasına rağmen, cariyenin ikinci çocuğudur diye, İshak'ı ona karşı üştün tutmuştur.

3-     Esav'ın birinci doğmasına ve esasen ikiz olmalarına rağmen Yakub'u Esav'a karşı üstün tutmuştur.

4-    Fiziki olarak daha güzel yaratılmış ve daha doğrusu Yaratı­lış kitabının deyimiyle kazandibi olması hasebiyle Yusuf'u kar­deşlerine karşı üstün tutmuştur.

Bunlar bireyler için olanları; bir de halk için olanlar var:

5-    "Ta ki senin halkın geçinceye kadar ey Tanrım! Ta ki senin seçtiğin halk geçinceye kadar" (Çıkış, 15/16)

6-    "Siz benim için kahinler krallığı, kutsal ulus olacaksınız." (Çıkış, 19/6).

7-     "O zaman ben ve halkın yeryüzünün öteki halklarından ayırt edilebiliriz. " (Çıkış, 33/16)

8-     "İsrail topluluğuna de ki, ‘Kutsal olun, çünkü ben Tanrınız Rab kutsalım."' (Levililer, 19/1).

9-     "Tanrı'nın dilinden: "Kır hayvanları, çakallarla baykuşlar beni yüceltecek. Çünkü seçtiğim halkın içmesi için çölde su, ku­rak yerlerde ırmaklar sağladım. Kendim için biçim verdiğim bu halk, bana ait olan övgüleri ilan edecek." (Yeşaya, 43/20-21). Ya­ni eğer Tanrı İsrail oğullarının su ihtiyacını karşılamak için ne­hirler yaratmamış olsaydı, çöldeki hayvanlar yaşayamazlardı.

10-    "O zaman bir avuç insandınız, sayıca az ve ülkeye yaban­cıydınız. Bir ulustan öbürüne, bir ülkeden ötekine dolaşıp durdu­lar. Rab kimsenin onları ezmesine izin vermedi" (I. Tarihler, 16/19-22) Yani İsrail oğullarının tamamı mesih ve peygamberdir.

11-    "Siz ilahlarsınız diyorum; yüceler yücesinin oğullarısınız hepiniz!" (Mezmurlar, 82/7-6)

Her halde o sıralar tanrıların bol olması sebebiyle İsrail oğul­ları nezdinde Tanrı kelimesinin yücelikten fazla bir nasibi yoktu. Çünkü pek çok tanrının yanında, krallardan da tanrılık iddiasın­da bulunanlar veya tanrının soyundan geldiğini ileri sürenler var­dı. Dolayısıyla İsrail oğulları, yerini yaptıktan sonra kendilerine tanrı demekte tereddüt göstermiyorlardı. "Rab Müsa'ya, ‘Bak seni firavuna karşı Tanrı gibi yaptım' dedi. Ağabeyin Harun senin pey­gamberin olacak. Sana buyurduğum her şeyi ağabeyine anlat. O da firavuna İsraillileri ülkesinden salıvermesini söylesin. "4

İsrail oğullarının tanrısı insanlar has sıfatlardan münezzeh de­ğildi. Bu düşüncelerin arkasında eski putperest tasavvurlar vardı.

Eski Babillilerden dünyanın yaratılış hikayesini kopyalayarak, Adem ile Havva'ya “cennetin ortasındaki ağacın meyvesini" ya­sakladığı için Yaratan'ı yalancılıkla itham etmişlerdi. Çünkü on­ların tanrısı yer, içer, kızarmış et kokusundan hoşlanır; çoğu kez yaptığı kötülükten, bazen de iyilikten dolayı pişman olur; bulut­ların üzerinde gezinir, kerubim    üzerinde oturur, parmaklarıyla Müsa'nın şeriatını yazar ...

Tevrat'ı yazanlar İsrail oğullarını insanlığın en üst basamağına oturttuktan ve peygamberlik rütbesinden sonra bir de tanrılık rütbesi verdikten sonra, evin içine girerek kat üstüne kat çıkma­ya başladılar.

Kutsal sınıf, Levililerdir. “Bana kahin olmaları için Harun'la oğullarını meshedip kutsal kıl" ; Levililer, “Tanrıları için kutsal olacaklar, Tanrılarının adını lekelemeyecekler. Çünkü onlar Tan­rıları Rab'be yakılan sunu ve yiyecek takdimesi sunuyorlar. Kut­sal olmaları gerekir. Kahinler fahişelerle, kirletilmiş kadınlarla, boşanmış kadınlarla evlenmeyecek. Çünkü kahin Tanrı için kut­sal olmalıdır.. "    ; “İşte, İsrailli kadınların doğurduğu ilk erkek ço­cukların yerine İsraillliler arasından Levilileri seçtim. Onlar be­. nim olacaktır."9 Ve Tanrı Levililerle ebedi.... bir anlaşma yapmış­tır ki,   bozulmaz ve zail olmaz.

Daha önceki bölümlerde Levililerin Hakimler döneminde na­sıl paralı askerlere dönüştüklerini, tapınaklarda putlara sunulan yiyecekleri yemek için ne daleveralar çevirdiklerini ve bu yüzden lsrailli kardeşleri tarafından paylandıklarını görmüştük. Belki de Levililerin bu şekilde aşağılanması Tevrat yazarlarını onları yü­celtmeye, Tanrı ve Müsa'ya yakın göstermek suretiyle mevki sa­hibi yapmaya sevketmiştir.

Bu zümrecilik, lsrail kabilelerinden yalnızca birine dayandırı­lan kahinlik vazifesiyle sınırlı kalmamış, aksine hayatın değişik sahalarında da onları diğer kabilelere karşı üstün hale getirmiştir. Başlarında Davud'un bulunduğu Yahuda oğullarının iktidar sahi­bi kişiler olarak diğerlerine tercih edilmesini de burada zikretmek gerekir...

Yahudilerde kral, Tanrı'nın Mesihi ve seçilmiş kuludur, ancak, Tevrat yazarları bu krallık sıfatını Tanrı'nın nezdinde kötülük iş­leyen isyankar krallar için görmezden gelmişlerdir.

Tevrat yazarları insanları liderleri kötülemekten menetmiş ve “Tanrı'ya sövmeyeceksiniz. Halkınızın önderine lanet etmeyecek­siniz” 11 demişlerdir.

Operasyonun içte ve dışta tamamlanması için "Rab Müsa'ya şöyle dedi: 'İsrail halkına de ki, 'Kuşaklar boyunca giysinizin dört yanına püskül dikeceksiniz. Her püskülün üzerine lacivert bir kordon koyacaksınız.. Öyle ki, püskülleri gördükçe Rab'bin buy­ruklarını anımsayasınız.”1    Sonuçta giysilerini dahi diğer insan­lardan farklı ve kendilerine özgü bir şekilde yapmışlar. Benim an­layamadığım, bu işi kendileri başlattığı halde, daha sonraki yüz­yıllarda   onları başka insanlardan ayırt eden belli şeritler takma mecburiyetine tabi tutulmaktan neden şikayetçi olduklarıdır.

Yahudi gettosunun teşviki

Getto kelimesi, modern anlamıyla, bulundukları şehirde yal­nızca Yahudilerin yaşadıkları mahallelere verilen addır. Tüm Ya- hudiler bu tür gettolarda toplanır ve başkalarını aralarına al­mazlardı.

Tevrat sifirlerine göre tecrit edilmiş mahallerde yaşamayı iste­yenler bizzat Yahudilerdi. Yusuf'un koyun çobanlığından başka bir iş bilmedikleri gerekçesiyle firavundan oturacakları özel bir bölge tahsis etmesini istemelerini kardeşlerine açık açık salık ver­diğini, sonuçta Casan bölgesinde belli bir toprağın kendilerine tahsis edildiğini biliyoruz. Daha önce Yusuf'dan bahsederken İs­rail oğullarının o andan itibaren tarihte Yahudi gettosunu kur­duklarını belirtmiştik.

Şu ana kadar anlatılanlardan Yahudilerin Kenan elinde de bir Yahudi gettosu kurup, çevresini mümkün olduğunda yüksek du­varlarla çevirerek diğer insanlardan ayrılmak istediklerini gördük. 'Fakat Yahudilerle diğer yerli halk arasında barış tesis edilip, İsrail­liler komşularıyla kaynaşmaya, kız alıp vermeye başlamışlardı.. Tevrat yazarları bunu Tanrı'nın öfkesini çeken bir iş olarak nitele­yerek, azabı gerektiren bir durum gibi değerlendirmektedirler.

. Tevrat yazarlarının koydukları vahşi savaş kanunu da bu kara Yahudi gettosunun ürkütücü bir teyidinden başka bir amaca ma­tuf değildir. Tevrat yazarları, Israilllilerin yeryüzünde diğer insan­lara karışmadan kalmaları için, onların ruhlarına nefes alan insan veya hayvanı sağ bırakmayı yasaklamış, ama İsrail oğulları bu vahşi görevi yerine getirmekten aciz kalınca, tabii olarak imkan­lar elverdiği ölçüde başkalarıyla karışıp, kaynaşmaktan uzak tu­tulmuşlardır.

Tevrat yazarları, sanki tevhit mesajı serçenin nefesiyle patlaya­cak bir sabun köpüğü imiş gibi, getto fikrine dine bir karışma olur korkusunu kalkan etmişlerdir. Halbuki gerçek bunun aksini gös­termektedir. Eğer Yahudiler tevhit mesajını anlamış olsalardı ve iyice idrak ettikten sonra onu yaymaya girişselerdi, o çağlarda du­rum başka olurdu. Ama Yahudi egosu buna imkan vermemiştir.

Misyonerlik ve Yahudiler

Pek çok tarihçi ve araştırmacı Museviliğin yayılmacı bir din olmadığı görüşünü reddetmektedir.' Kimi tarihçiler de Yahudile- rin tek geleneğe bağlı bir topluluk oluşturmadıkları gerçeğinden hareketle bu görüşe karşı çıkmaktadırlar.

Arap tarihçi Dr. Muhammed Avez Muhammed "Kolonializm ve Kolonialist Mezhebler”  adlı eserinde, özel bir bölüm ayıra­rak konuyu enine boyuna ele almış, Museviliğin yayılmacı bir din olduğuna da onların tıpkı gurbete çıkan birinin öz yurduna dö­nüp gelişi gibi Filistin’e dönmelerini göstermiştir. Yazar ayrıca Museviliğin İsrail oğullarıyla hiçbir bağı bulunmayan halklar ara­sında yayılmasını da delil ve belgeleriyle ortaya koymuştur.

Muhammed Avez, Museviliğin yayılmacı dinlerden olmadığı­nı ileri süren görüşü tuhaf bir hurafe olarak değerlendirmektedir ki, onu bu görüş konusunda öfkelenmeye iten haklı sebepler üze­rinde daha önce durmuştuk.. Bununla birlikte ben, Yahudilerin ilk başlarda tevhit dinini yayma konusunda olumsuz bir tavır ser­gilediklerini, Babil sürgünü öncesi dönemlerde hiçbir Yahudi misyonerlik faaliyetinin sergilenmediğini, eğer bu tür faaliyetler olmuş olsaydı, Yahudi olmayan halkların bu dine geçişler yapma­sına engel bulunmadığını belirtmek zorundayım. Elbette bu ko­nudaki delillerimizi de yine doğrudan Tevrat’dan alınan Yahudi tarihine dayandıracağız.

Babil sürgünü öncesi ve sonrasında Musevilik başka bir yayıl­macı politika takip etmiş olabilir, fakat bu, ne Mûsa döneminde ne de M. Ö. Vl. Yüzyılın başlarına kadar hiçbir dönemde olma­yan ani şartların gerektirdiği bir zorunluluktu.

Tevrat yazarlarının İsrail oğullarına telkin etmek istedikleri şey şu idi: Allah, yalnızca İsrail oğullarının Tanrı’sıdır; o da diğer halkların tanrıları gibi güçlüdür, ama Yahudiler nazarında onlar­dan daha büyüktür. Eğer Tevrat yazarları başka bir şey demek is­temiş olsalardı, firavunu Allah’a ibadet etmeye çağıran Mûsa’nın diliyle konuşurlardı, ama böyle bir şey olmadı. Bütün sifirlerde ve okuduklarımızda bir yandan Mûsa ile Harun ve diğer yanda fira­vun arasında geçen bir çekişme yansıtılır. Bu çekişmenin amacı İsrail oğullarının Mısır’dan çıkarılması ve dini ayinlerini ifa ede­bilmek için çöle gidişten ibarettir. Çöle çıkış, İsrail oğullarının Tanrı'nın emriyle Mısır'dan kaçış provasıdır. Yaptığımız araştırmalara binaen bu çıkış sırasında Yakub veya dedesi lbrahim'le akrabalık bağı bulunmayan kişi veya cemaatle­rin de onlarla birlikte olduğunu daha önce belirtmiştik. lbrahim de Haran'dan ayrıldığında yalnız değildi. Karısı Sara ve yeğeni Lut'dan başka lbrahim'in dinine inandığından emin olduğumuz bir grup da ona eşlik ediyordu. Olayların mantığıyla uyuşmayan bu vakıa Tevrat yazarları tarafından gizlenmiş, lsrail oğullarına Tanrı'nın yalnızca kendilerinin özel tanrısı, şeriatın da yine yal­nızca onların şeriatı olduğu düşüncesini yaratmak için olayın tüm izleri silinmiştir.

Tevrat'da ilk beş kitaptalsrail oğulları dışındakileri Allah'a imana davet eden bir sözcük bulmaya çalışan kişi buruk bir sükut-u hayale uğrar. Üstelik de bu beş kitap Mûsa aleyhisselama atfedilen şeriatın tamamını şamildir. lsrail oğulları dışındakiler­den Allah'a inananlardan “garib” (yabancı) veya “guraba” (ya­bancılar) diye söz edilmektedir. “Rab Müsa'ya şöyle dedi: 'Ha­run'la oğullarına ve bütün lsrail halkına de ki, 'İster İsrailli olsun, ister İsrail'de yaşayan bir yabancı (garib) olsun, biriniz Rab'be di­lek adağı ya da gönülden verilen sunu olarak yakmalık sunu sun­mak istiyorsa... 15 lşte kurban kesen bu garib, Müsa'nın şeriatına göre mü'mindir ve en azından bir şekilde lsrail oğulları gibi iman etmiştir; ama ondan yabancı diye söz ediliyor; onun mü'min ol­duğu, Allah'ın onun da Tanrısı olduğu dile bile alınmıyor. Rab, yalnızca lsrail'in tanrısıdır.

Daha önce lsrail oğullarıyla ülkenin yerli sakinleri Kenanlılar arasında, inanç sistemlerinin gelişmesi sebebiyle bir reaksiyon dönemi yaşandığını, taraflar tek bir inanç çevresinde toplanma­mış olsalar bile, herkesin birbirinin tanrısını karşılıklı olarak ta­nıdığı, inançların birbirine geçtiği bir sulh ve uzlaşma ortamının yaratıldığını belirtmiştik. Tevrat sifirleri, lsrail oğullarının putpe­rest komşularının inançlarından ödünç aldıkları hususlar üzerin­de detaylı olarak dururken, Kenanlıların İsrail oğullarının inanç­larından yaptıkları ödünçlemeyi görmezden gelmiştir ki, amaç, imanın yalnızca lsraillilerin tekelinde kalması ve başkalarının ona iştirakinin önlenmesidir. Hz. Süleyman, tapınağın inşası tamamlandıktan sonra yaptığı şükür duasında şu sözleri telaffuz etmiştir: “Halkın Israil'den ol­mayan, ama senin yüce adını, gücünü, kudretini duyup uzak ül­kelerden gelen yabancılar bu tapınağa gelip dua ederlerse, gökler­den, oturduğun yerden kulak ver, yalvarışlarını yanıtla. Öyle ki dünyanın bütün ulusları, halkın Israil gibi, senin adını bilsin, senden korksun ve yaptırdığım bu tapınağın sana ait olduğunu öğrensin."      Bu sözler, Allah'a imanın Israil oğullarının tekelinde olmadığını, aksine yabancı ve garipleri de teşmil ettiğini açıkça göstermektedir; ama buna rağmen Israil oğulları Tanrı'nın mille­ti olarak kalıyor, İsrailliler dinin yayılması konusunda olumsuz bir tavır sergilemeye devam ediyor, yabancılar ise onların hoşlan­mamasına aldırmadan çıkıp geliyorlar..

Belki de İsraillilerin dışındakilerin Mûseviliğe geçirilişiyle ilgi­li yoruma müsait olmayan ilk açık işaret Ester kitabında geçen şu sözlerdir: .. ülkedeki halklardan çok sayıda kişi Yahudi oldu; çünkü Yahudi korkusu hepsini sarmıştı."17 Yine de o insanlar Yahudiler kendilerine tevhit dinini tebşir ettikleri için değil, onların korkusundan Yahudileştiler.

Yahudilerin tevhit dinini yaymaktan yüz çevirdiklerinin en önemli delili, kendileriyle Isa aleyhisselam arasındaki korkunç mücadeledir. Onların Isa'ya en çok muhalefet ettikleri husus, din konusunda Israillilerle diğer halkların eşit tutulmasıydı. “İnsan­ların bir çoğu Yahudiliği kabul etti; çünkü Yahudi korkusu onla­rı sarmıştı." 18

Yahudilerin tevhit dinini yaymaktan yüz çevirişleri, Tanrı'nın yalnızca Rabbin “büyük oğlu" Israil oğullarının Tanrısı olduğu konusunda ifrat derecedeki “ego"ları üzerine bu kadar söz yeter. Israil oğullarının tek bir ırktan gelmedikleri konusunu ise daha önce pek çok belgeye dayanarak açıklamıştık ki, bunlardan en önemlisi, İbrani Habiruların, bireylerinin birbirine sağlam bağlar­la bağlanmadığı, ancak yol kesmek ve kendilerine meyleden ka­bileleri aldatmak gibi muayyen çıkarların bir araya topladığı sos­yal bir tabaka olduklarıydı.

Tevrat’da köleleştirme konusu

Tevrat yazarları İsrail oğullarına “seçilmiş millet", “imtiyazlı halk" ve “kutsal topluluk" olduğu fikrini aşıladıktan sonra, diğer halkların köleleştirilmesi konusunu işlemeye başladılar. Çünkü on­lara göre bir zaman İsrail oğullan köle idiler, şimdi ise kendilerini köle edenlerden ve tüm halklardan intikam alma vakti gelmişti.

Bireyler bazında İbrani köleliği kendisine yasaklamış, ama İb­rani kardeşini belli bir süre köleliğe mahkum etmiş, belli mev­simlerde serbest bırakmayı uygun görmüştür. İbrani olmayanla­rın kölelik süresi ise belirtilmemiş, aksine kölelik süresinin haya­tı boyunca olacağı konusunda sarih açıklamalar getirilmiştir: “Köleleriniz, cariyeleriniz çevrenizdeki uluslardan olmalı. Onlar­dan uşak ve cariye satın alabilirsiniz. Ayrıca aranızda yaşayan ya­bancıların çocuklarını, ister ülkenizde doğmuş olsun ister olma­sın, satın alıp onlara sahip olabilirsiniz. Onları miras olarak ço­cuklarınıza bırakabilirsiniz. Yaşamları boyunca size kölelik ede­cekler. Ancak bir İsrailli kardeşine efendilik etmeyecek, sert dav­ranmayacaksın."  Bu sözler, İbrani olmayan kişilerin ömürleri­nin sonuna kadar köleliğe mahkum edildiklerini kesinkes ortaya koymaktadır. Onlara kötü muamele konusunda bir açıklık geti­rilmemişse de, İsrailli olmayanların ebedi köleliğe mahkum edil­meleri emrinden hemen sonra İsrailli dosta kötü muamele edil­mesinin yasaklanması, başka ırklara mensup olanlara oldukça katı köle muamele edilmesi gerektiğine gizli bir işarettir.

Halkların köleleştirilmesi konusunda İshak'ın oğlu Yakub'a “Halklar sana kölelik edecek"    şeklindeki sözü ilk metindir.

Davud'un bir tesbihinin şu şekilde olduğu belirtiliyor: “Gilat benimdir, Manasse de benim, Efrayim miğferim, Yahuda asam. Moab yıkanma leğenim, Edom'un üzerinde çarığımı fırlataca­ğım..’^

Tevrat sifirlerinde İsrail'in hükümranlığı ve diğer halkların bu hükümranlığa boyun bükmesi konusunda pek çok hüküm geti-

rilmiş, bunlar zaman zaman tekrar edilmiş; bizim İsrail savaş hu­kuku dediğimiz kısımlarda İsraillilere tavsiye niteliğinde sunula­rak, Kenan elindeki herkesin öldürülmesi vazifesi verilmiş, o di­yardan uzak olanlarla ise sulh yapılması emredilmiştir. “Orada yaşayan bütün uluslar sana boyun eğecek, senin kölen olacak.”22 Kenan eli dışındaki halklar barışı kabul etmez, savaşır ve mağlup olursa, erkekleri kılıçla öldürülecek, diğerleri köle edilecektir. Müşkül durumlarda ne yapılacağı konusunda ise Çölde Sayım ki­tabında “Hepsini yok et ki, yalnızca İsrail güvenlik içinde yaşa­sın. ”    denilmektedir. Bir başka yerde de Tanrı Samuel vasıtasıy­la Saul'a şöyle der: “Şimdi git, Ameliklere saldır. Onlara ait her şe­yi tümüyle yok et, hiçbirine acıma. Kadın erkek, çoluk çocuk, öküz, koyun, deve, eşek hepsini öldür.”  Yahudi gettosu .için tüm bu vahşi cinayetleri işliyorlar, sonra da arzularının hilafına oraya sıkıştırıldıklarını iddia ediyorlar.                                        '

Daima yeni güçlerin arkasında

İsraillilerin sabit özelliklerinden biri de, yükselen yeni güçle­rin peşine takılmak ve onları kendi çıkarları için kullanmaktır. Bunu yaparken imzaladıkları herhangi bir anlaşmaya veya ver­dikleri bir söze sadık kaldıkları görülmemiştir.

Daha önce Heksosların peşine takıldıklarını, onlarla ilgili haber­leri yakından takip ettiklerini ve Heksoslar Mısır’da iktidarı ele ge­çirince, hemen onlara bağlanıp, kendilerini hizmete adadıklarını ve onları Mısırlıları köleleştirmeye teşvik ettiklerini görmüştük.

Yahudiler, bu özelliklerini en çok Süleyman peygamber döne­minde sergilemiş, krallığın bölünmesinden ve bölgedeki büyük güçler arasındaki rekabetin artmasından sonra, sabah Asurılerin, öğleye doğru Mısırlıların, ikindi vaktinde ise Babillilerin yanında yer almışlardır.

İsrail oğullarının peygamberleri de bu meydana. inmiş, bir o yana bir bu yana meyletmiş, bazen de bağımsız kalmışlardır. “Ne­ den boyuna döneklik yapıp duruyorsun? Asur'da düş kırıklığına uğradığın gibi, Mısır'da da düş kırıklığına uğrayacaksın. Oradan da ellerin başında çıkacaksın. ”

Babil yeni bir güç olarak yükseldiğinde Babil hükümdarı Tanrı'nın adamı olmuştur: “Babil kralının kollarını güçlendirip kılı­cımı ona vereceğim. Firavunun ise kollarını kıracağım.”      

Yahudiler henüz Babillileri kendi çıkarları doğrultusunda ye­terince kullanmadan Persler yeni bir güç olarak sahneye çıkınca, “Siyon halkı, 'Babıl kralı Nebukadnasar yuttu bizi, ezdi, boş bir kaba çevirdi.”27 Ve Tanrı'nın cevabı gecikmedi: “Öcünüzü ben alacağım; onun ırmağını kurutacak, kaynağını keseceğim. Babil taş yığınına, çakal yuvasına dönecek.. ”28

Konumuzla yakından ilgili olması ve önemine binaen bu hu­sus tekrar tekrar ele alınacaktır.

Rezillikler zinciri

İsraillilerin ve özellikle de Tevrat yazarlarının ruhuna işleyen çirkin egoizmin sonuçlarından biri de, gentile yani Yahudi baba­dan olmayan kişilerle olan muamelelerinde dürüstlüğe fazla önem vermemeleridir. Yeryüzünde var oldukları en eski çağlar­dan beri bu tür ilişkilerde rezilce bir yol tutmuşlardır.

1-            Sara'ya yumşak davranmak suretiyle yaptıkları gibi çıkar sağlamak amacıyla kadını kullanmak;

. 2Mısırlıların takılarını ödünç alıp, arkasından Tanrı'nın29 emriyle Müsa'yla birlikte çıkarken onları kaçırmaları olayında ol­duğu gibi, başka insanların mallarını kendilerine helal görmek;

3-    Başka halkları horlamak, onlara karşı kin beslemek, onla­rın üstünlüğünü reddetmek. Bu babtaki deliller saymakla bit­mez. Okuyucu isterse Hezekiyel kitabını okuyup, hayretten do­nakalabilir.

4-    Kesilen hayvan ve kuşların kanlarının haram kılınmasına, “ama kan içmekten sakın, çünkü kan candır ve canı etle birlikte yeme” denmesine rağmen, öldürdükleri insanların kanlarını iç­mekle övünmüşlerdir: “İşte halk dişi bir arslan gibi uyanıyor; avı­nı yiyip bitirmedikçe, öldürülenlerin kanını içmedikçe rahat et­meyen arslan gibi kalkıyor. ”

5-     Cimrilik. Sina çölündeyken Mısır'da bedava yedikleri eti özleyip Müsa'dan kendilerine yiyecek bulmasını istemiş; Tanrı'nın gönderdiği bıldırdın ve helvayı yiyip oturmuş, sürüleri de yanlarında olmasına rağmen, sanki etleri acıymış gibi bir süre sonra bu nimetlerden bıkmışlardır.

6-    Bu rezilliklerin tamamını birbir sayıp dökmek için Yakub'un hayatını anlatırken verdiğimiz bilgilere bir kez daha bak­mak yeterlidir. Tevrat yazarlarının Yakub'a yakıştırdıkları yalancı­lık, hilekârlık, zulüm, korkaklık, zillet vs. gibi rezillikler bir mil­letin tamamına tevzi edilmeye yetecek miktardadır. Allah'a dil uzatmaları yetmiyormuş gibi, bir de Yakub'un onunla güreşe tu­tuşup yendiği ve böyle Yakub ismine ilaveten İsrail adını aldığı şeklindeki uydurmaları da cabasıdır.

XV

UGARİT VE SlFlRLER

İsraillilerin M. Ö. Vl. Yüzyılın başlarına kadar hayatlarından kısaca bahsettikten sonra, şimdi de bu yüzyıldan önceki zaman dilimini gözden geçirelim. Tevrat sifirlerinin Babil sürgününden önce yazılıp bir araya getirilme işi tamamlanmadığı için, bazı bö­lümlerin tenkit ve tahlile tabii tutulmasının geçici olarak istisna edilmesi normaldir.

Ugarit kazılarında ortaya çıkarılan şeylerin Tevrat sifirlerinin ortaya çıkışında oynadığı rol üzerinde kısaca durmaya çalışacağız.

İçerik bakımından Tevrat'ı genel olarak üçe bölebiliriz: Tarih bölümü, hukuk bölümü ve literatür bölümü'. Ancak bu taksim, bizi, ilk iki bölümün yani tarih ve hukuk bölümünün sifirlerdeki edebi -temadan ayrı olarak bağımsız bir şekilde meydana getiril­mediği vakıası konusunda yanıltmasın. Gerçekte sifirler tarihi, kelimenin eski ve yeni tüm anlamıyla tarih bilimi olmaktan ziya­de bir tarih literatürüdür.

Bazı bilim adamları beş kitabın^nce manzum şekilde yazıldı­ğını, sonra düz yazıya çevrildiğini ileri sürüyorlar. Eğer bu tah­min kesin olmuş olsaydı, o takdirde yasama kısmı tamamıyla ve­ya tamamına yakın bir kısmıyla özel alanından çıkarak edebi alanda tatminkar bir şekil alırdı.

Bu demek değildir ki, her şiir tarzı manzum söz şiirdir ve her menzum söz de şiir sayılır. Rivayetçilerin gönlünde yer alması is­tenilen her söz şiir tarzında düzenlenebilir.

1 . Yani Tevrat’ın.

Manzum sözün ezberlenmesi, vezinli ve kafiyeli olduğu için düz yazının ezberlenmesinden kolaydır. Hafızadaki bitki isimleri arasında bağlantı kurmanın sebebi de budur. Bağlantı kurulması ise ezber ve nakletmede önemli bir yardımcı fonksiyondur. Örne­ğin gramer kuralları veya coğrafi bilgiler bazen manzum olarak düzenlenir. Eski zamanlarda kitabın ve okuyucunun azlığının, şi­irin üstünlük kurmasının en önemli sebeplerinden olduğunu edebiyat tarihinden biliyoruz.

Tevrat sifirlerinde nakledilen tarih, edebi olduğu kadar tarihi olmadığı için, doğru değildir. Biraz önceki taksimimizi geliştire­rek diyoruz ki, Tevrat genel şekliyle bir literatürdür. Tarih, hukuk ve gerçek anlamıyla edebiyat literatürüdür. Kullanılan dil ise ba­zen manzum, bazen düz yazıdır.

Tarih ve hukuk literatürü açısından

Son iki yüzyıl boyunca günümüzde eski Yakın Doğu'da yapı­lan arkeolojik kazıların sonuçlarının gün ışığına çıkmasıyla bir­likte, bilim adamları, Tevrat sifirlerini yazanların tarih, ve hukuk literatürü konusunda Mısır ve Irak'ın büyük nehirlerinin sahille­rinde yeşeren medeniyetin oluşturduğu eski mirastan alıntılar yaptıklarını tespit etmişlerdir.

Örneğin İsrailli yazarların [sifir yazarlarının] dünyanın yaratı­lışı hikayesini kopya ettikleri asıl belge ile Nuh tufanı hikayesi­nin orijinali Babil'de bulundu. Bu bulgulardan önce bilim adam­ları Tevrat rivayetlerini bu iki hikayede esas kabul ediyor, onun dışındakileri eskilerin uydurması olarak değerlendiriyorlardı.

Yapılan kazılar, Tevrat yazarlarının efsanelere sataşarak, tarihi olayları anlatırken çarpıtmalar yaptıklarını da ortaya çıkarmıştır. Örneğin Eriha'nın Yeşu önderliğinde istila edildiği şeklindeki ri­vayetleri tarihin kirlenmesi ve tahrif edilmesidir. Keza Ay'ın isti­lası da hayalden ibaretti ve gerçekle hiçbir ilgisi yoktu. Mısır'dan çıkış hikayesinde, Mûsa ile birlikte ülkeyi terkedenlerin bir defa­da bir milyon civarında olduğu iddiasından başka, İsrail ordula­rının sayısıyla ilgili olarak çoğunlukla hayali rakamlar verilmek­tedir. Keza İsrailliler tarafından yok edildikten ve yerle yeksan kı­ lındıktan sonra hızlı bir şekilde yeniden türeyen düşmanların ba­şına gelen hurafe türü felaketler de cabası..

Hukuk literatürü konusuna gelince, Müsa'nın Mısır'da ve Midyan'da öğrendiklerinin etkisinde kaldığı son derece sarihtir ki, bu konudan Müsa ile ilgili bölümde bahsetmiştik.

Müsa şeriatının bazı maddelerini hızlı bir şekilde gözden ge­çirdiğimizde, onların kendisinden yüzlerce yıl önce  yazılan Hammurabi kanunlarının bir tür kopyası olduğunu görürüz. Hammurabi kanunlarının İbrani toplumunun sahip olduğu uy­garlıktan daha yüksek bir uygarlığı yansıttığı görülüyor. Hammurabi zamanındaki Babil halkı, zanaat ve ticareti biliyordu ve bu konularla ilgili düzenlemeler getirilmişti. Halbuki İsrail yasaları ziraat ve koyun yetiştirmekle ilgilenen insanların meselelerini halletmek için konulmuştu.

Gerek Hammurabi kanunları ve gerekse Müsa'nın şeriatı, yay­gın örf ve geleneklerin bir kısmını yansıtmış, bazılarını daha kullanılışlı hale getirmiştir. Örneğin “intikam” saygıyla karşılanan bir bedevi geleneğiydi; bir şarta veya kayda bağlı değildi; ama Hammurabi kanunları, arkasından Müsa'nın şeriatı intikam alma konusunda bir takım şartlar getirdiler ve “göze göz, dişe diş" ka­nunu vazettiler vs..

Hammurabi kanunlarına göre köle dördüncü yıl hürriyetine kavuşur; Müsa şeriatında ise yalnızca İbrani köle bu hakka sahip­tir ve yedinci yılda yahut Yubil yılında azat edilir.

Hammurabi kanunlarına göre hırsızlık yapan kişi çaldığını iki veya üç misliyle geri öderken, Müsa şeriatında bu ceza beş veya dört mislidir (Çıkış, 22/1) yahut Örnekler kitabını esas alırsak (6130) yedi mislidir.

Hammurabi kanunlarına göre annesini veya babasını döven kişinin eli kesilir, Müsa şeriatına göre ise bu tür edebsiz evladın cezası ölümdür.

Hammurabi kanunları rüşvet alan kişiyi cezalandırılırken, Müsa şeriatı sadece ayıplamak veya yasaklamakla yetinmiştir. Bu konuda Çıkış ve Yasanın Tekrarı kitabında birbirine benzer iki değişik metin bulunmaktadır: "Rüşvet almayacaksınız. Çünkü rüşvet bilge kişinin gözlerini kör eder, haklıyı haksız çıkarır.

Edebiyat

Edebiyat, ana çizgileri itibariyle edebiyatçının yaşadıklarını veya duygularını anlatım sanatıdır. Bazı edebiyatçı ve tarihçiler, etkilenmiş oldukları Tevrat sifirlerini, özellikle de Mezmurlar ve Eyüp kitabını edebi yönden çok beğendiklerini belirterek, övgü­ler dizmektedirler. Bakalım.

Eyüp Kitabı

Tevrat bölümlerinden birisi de yazım tarihi tam olarak bilin­meyen Eyüp Kitabı'dır. Victor Hugo Eyüp'ü “Arapların ve Edomluların peygamberlerinden birisi olarak" görür ve ondan “Arap patriği" diye bahseder. Hügo'ya göre ilk drama üslubunun mucidi Eyüp'dür. Onun Arapça şiiri kaybolmuş ve Müsa'ya ait İbrani ' tercümesinin dışında hiçbir şey ulaşmamıştır.

Eyüp'ün hikayesi, Allah'ın verdiği nimete şükreden salih bir insanın hikayesidir. Fakat daha sonra Tanrı onu malı, ailesi ve biz­zat kendisiyle ağır bir imtihana tabi tutarsa da, Eyüp hepsine kat­lanır ve başına gelen her bela ancak onun imanını artırır. Sonuç da Allah sabretmesinden ötürü onu iyi bir ödülle ödüllendirir.

Eyüp kitabı, ince anlam, zarif ifade ve düzgün cümlelerle Tev­rat sifirleri arasında bir inci danesidir ve edebi ürün olarak onu öven, ondan bir şeyler iktibas eden kişi yanlış bir şey yapmış sa­yılmaz.

Ugarit kazıları sonucunda elde edilen bulgular hakkı sahibine teslim etmiş; bazen dil ve düşünce yönünden Ugarit metinleriyle Eyüp kitabı arasındaki tıpatıp benzerlik bilim adamlarını olduk­ça şaşırtmıştır. Keza Ugarit metinleriyle Mezmurlar kitabının edebi metinleri arasında da düşünce, edebi üslup, cümle yapısı ve şiir vezinleri açısından tıpatıp bir benzerlik tespit edilmiştir. Bi­lim adamları, Tevrat'daki lbrani şiirinin Ugarit şiirleriyle tam bir paralellik arzetmesi karşısında şaşkına dönmüşlerdir.

Tevrat bölümlerini yazanlar pek çok yerde yalnızca Ugarit me­tinlerinde geçen Baal kelimesini silip yerine Allah yazmakla yetin­mişlerdir. Örneğin Ugarit metinlerinde şimşeğin Baal'ın, Tevrat metninde ise Tanrı'nın sesi olduğu belirtilmektedir. Eyüp kitabın­da (37/2) ve Mezmurlarda (29/3) "Rab'bin sesi şimşek gibi çıkar" denilmektedir. 29. Mezmurun tamamı noktasına virgülüne varın­caya kadar Kenancadan (Ugarit metinlerinden) alınmıştır.

Ugarıt ışıkları

Lazkiye'nin otuz kırk km. kadar kuzeyinde yer alan Ras Şamra'daki suni bir tepede sıradan bir Suriyeli çiftçi, vaktiyle Akde­niz'e nazır olan ve uygarlığın gelişiminde çok önemli roller oyna­yan en büyük Kenan şehrinin ortaya çıkmasına yol açan ilk du­varı bulmuş; 1929 yılında ise bir Fransız arkeoloji ekibi bölgeye gelerek çalışmaya başlamıştı.

Baal tapınağı ile Dacun tapınağı arasındaki büyük kütüphane­yi oluşturan yüzlerce levhadan mürekkep değerli bir hazine bir bir gün ışığına çıkarıldı. Fransız, Alman ve diğer milletlere men­sup bilim adamları yaptıkları araştırmalar neticesinde bu emsal­siz buluşun bilim çevrelerini hayrete düşüren sonuçlarını yayın­lamaya başladılar. Bilim adamları, M. Ö. 1450-1195 yılları arasın­da altın çağını yaşayan bu büyük uygarlığın siyasi, sosyal, ekono­mik ve kültürel alanlardaki faaliyetleriyle ilgili yeni ışıkları orta­ya çıkarmaya hâlâ devam ediyorlar.

Her ne kadar Kenanlıların yaşadığı bir şehirse de, sahip oldu­ğu coğrafi konum itibariyle sadece onlara ait değil, Mısır, Babil, Suriye, Hatti ve Ege uygarlıkları gibi eski doğu uygarlıklarının kesişme noktasıydı.

Ugaritliler, Sami diliyle konuşuyorlardı. Bilim adamları yap­tıkları uzun çalışmalardan sonra, onun fasih Arapçaya en yakın Sami dili olduğunu, başlangıçta yirmi iki harfli olan alfabesinin daha sonra otuz harfli hale geldiğini ortaya koydular. Bu şehrin uluslararası bir şehir olduğu, kütüphanesindeki tabletlerin Sümerce, Akkadca ve Hurrice gibi diğer üç dili de içeriyor olmasın­dan anlaşılıyor.

Ugarit şehrinin gizemleri henüz tamamıyla çözülmüş değildir ve çalışmalar devam etmektedir. Belki de deniz halklarının dü­zenledikleri saldırılar ve tabii felaketler, bu gelişmiş asil medeni­yetin yıkılıp gitmesine yol açmıştır.

Yaptığımız inceleme sonucunda Ugarit bulgularının bazı ger­çekleri kesin bir şekilde ortaya çıkardığını göstermektedir. Bun­ları şu şekilde sıralayabiliriz:

a)    Ugarit metinleri yalnızca yüksek ve köklü bir edebi ürün değildir; aksine bu metinler geçmiş dönemde yaşayan ataların hi­kayesini sözlü rivayet olmaktan çıkarmış ve Kenanca orjinaliyle yazılı kayıt altına almıştır. Ayrıca bu metinler Tevrat'ın değerinin ölçülmesine de zemin hazırlamıştır.

b)    Ugarit tabletleri hamasi ve dini şiir temalarının yanı sıra ti­caret ve teşri konularını da işlemektedir. Bu metinler sayesinde Tevrat'ın arka planını, Tevrat edebiyatını ve dini gözden geçirme imkanı doğmuştur.

c)    Bu metinlerin ortaya çıkışı, bilim adamlarını Sami diliyle il­gili tetkikleri yeniden gözden geçirmeye, Orta Doğu edebiyatıyla ilgili peşin hükümlü  çalışmaları ve özellikle Tevrat araştırmala­rını baştan sona tekrar tahkik etmeye sevketmiştir.


Bu blogdaki popüler yayınlar

TWİTTER'DA DEZENFEKTÖR, 'SAHTE HABER' VE ETKİ KAMPANYALARI

Yazının Kaynağı:tıkla   İçindekiler SAHTE HESAPLAR bibliyografya Notlar TWİTTER'DA DEZENFEKTÖR, 'SAHTE HABER' VE ETKİ KAMPANYALARI İçindekiler Seçim Çekirdek Haritası Seçim Çevre Haritası Seçim Sonrası Haritası Rusya'nın En Tanınmış Trol Çiftliğinden Sahte Hesaplar .... 33 Twitter'da Dezenformasyon Kampanyaları: Kronotoplar......... 34 #NODAPL #Wiki Sızıntıları #RuhPişirme #SuriyeAldatmaca #SethZengin YÖNETİCİ ÖZETİ Bu çalışma, 2016 seçim kampanyası sırasında ve sonrasında sahte haberlerin Twitter'da nasıl yayıldığına dair bugüne kadar yapılmış en büyük analizlerden biridir. Bir sosyal medya istihbarat firması olan Graphika'nın araçlarını ve haritalama yöntemlerini kullanarak, 600'den fazla sahte ve komplo haber kaynağına bağlanan 700.000 Twitter hesabından 10 milyondan fazla tweet'i inceliyoruz. En önemlisi, sahte haber ekosisteminin Kasım 2016'dan bu yana nasıl geliştiğini ölçmemize izin vererek, seçimden önce ve sonra sahte ve komplo haberl

FİRARİ GİBİ SEVİYORUM SENİ

  FİRARİ Sana çirkin dediler, düşmanı oldum güzelin,  Sana kâfir dediler, diş biledim Hakk'a bile. Topladın saçtığı altınları yüzlerce elin,  Kahpelendin de garaz bağladın ahlâka bile... Sana çirkin demedim ben, sana kâfir demedim,  Bence dinin gibi küfrün de mukaddesti senin. Yaşadın beş sene kalbimde, misafir demedim,  Bu firar aklına nerden, ne zaman esti senin? Zülfünün yay gibi kuvvetli çelik tellerine  Takılan gönlüm asırlarca peşinden gidecek. Sen bir âhu gibi dağdan dağa kaçsan da yine  Seni aşkım canavarlar gibi takip edecek!.. Faruk Nafiz Çamlıbel SEVİYORUM SENİ  Seviyorum seni ekmeği tuza batırıp yer gibi  geceleyin ateşler içinde uyanarak ağzımı dayayıp musluğa su içer gibi,  ağır posta paketini, neyin nesi belirsiz, telâşlı, sevinçli, kuşkulu açar gibi,  seviyorum seni denizi ilk defa uçakla geçer gibi  İstanbul'da yumuşacık kararırken ortalık,  içimde kımıldanan bir şeyler gibi, seviyorum seni.  'Yaşıyoruz çok şükür' der gibi.  Nazım Hikmet  

YEZİDİLİĞİN YOKEDİLMESİ ÜZERİNE BİLİMSEL SAHTEKÂRLIK

  Yezidiliği yoketmek için yapılan sinsi uygulama… Yezidilik yerine EZİDİLİK kullanılarak,   bir kelime değil br topluluk   yok edilmeye çalışılıyor. Ortadoğuda geneli Şafii Kürtler arasında   Yezidiler   bir ayrıcalık gösterirken adlarının   “Ezidi” olarak değişimi   -mesnetsiz uydurmalar ile-   bir topluluk tarihinden koparılmak isteniyor. Lawrensin “Kürtleri Türklerden   koparmak için bir yüzyıl gerekir dediği gibi.” Yezidiler içinde   bir elli sene yeter gibi. Çünkü Yezidiler kapalı toplumdan yeni yeni açılım gösteriyorlar. En son İŞİD in terör faaliyetleri ile Yezidiler ağır yara aldılar. Birde bu hain plan ile 20 sene sonraki yeni nesil tarihinden kopacak ve istenilen hedef ne ise [?]  o olacaktır.   YÖK tezlerinde bile son yıllarda     Yezidilik, dipnotlarda   varken, temel metinlerde   Ezidilik   olarak yazılması ilmi ve araştırma kurallarına uygun değilken o tezler nasıl ilmi kurullardan geçmiş hayret ediyorum… İlk çıkışında İslami bir yapıya sahip iken, kapalı bir to