Ana içeriğe atla

  
 
Print Friendly and PDF

Yahudi Tarihi 2

 

XVI

BABİLDE

Bu bölümde Yahudiler'in Babil'e sürgün ediliş döneminden, büyük bir kısmının Mısır'a kaçışından, üçüncü bir grubun ise Fi­listin'de kaldığından bahsedeceğiz.

Esasen, Yahudilerin sürgün hayatıyla ilgili güvenilir kaynak­lardaki bilgiler zayıftır ve bunlara dayanarak onların oraya bura­ya dağıldıkları dönemin başlangıcında maruz kaldıkları etkileri detaylı olarak ortaya koymak zordur.

Her halükarda, ister 722'de düşen Samaria krallığının halkı ol­sun, isterse M. Ö. 586'da yıkılan Kudüs krallığının halkı olsun, Babil'e sürgün edilenler veya kendi istekleriyle oraya gidenler, yeni yerleşim yerlerine eski çelişkilerini de beraberlerinde götürdüler.

Babil'e gidenlerin bir kısmı kaderine boyun eğip Babil halkıy­la bir arada yaşamayı öğrenmiş, fakat bunlar bir süre sonra büyük bir ihtimalle inanç ve hayat tarzı bakımından yeni toplum içinde eriyip gitmiş; behre-i nasibesi Tanrı tarafından yeterli nimetlerle doldurulmayanlar ise, şiirle uğraşmaya, Kudüs'le ilgili hatıraları­nı yadetmeye bolca vakit bulmuş, "Babil ırmakları kıyısında otu­rup, Siyon'u andıkça ağlamış’Tır.

Dünya nimetlerinden pek nasibi olmayan bu kişiler arasında Ya­hudilerin sürgündeki yazıcıları da [peruşim] vardı ve bunların ba­şında da Hezekiyel geliyordu. Bu salih kişiler Yahudilere tek bir şey telkin ediyorlardı ki, o da başlarına gelen belaların Tanrı'ya karşı iş- !edikleri günahlar yüzünden olduğu idi. Onlar Tanrı'nın emirlerine • karşı gelip cezayı hakettikçe Tanrı da onları çeşitli ülkelere dağıt­mış, Süleyman'ın kendisi için kurduğu meskeni olan tapınağı ve di­ğer şehirler arasından seçip beğendiği Kudüs'ü yıkmıştı.

Perslerle ittifak

Tevrat kitaplarında Il. Babil Devleti'nin -Keldanilerinyıkılıp, Perslerin ülkeyi ele geçirecekleri konusunda işaretler vardır.

Rivayete göre Babil kralı Belşasar büyük bir şölen tertipler. O sırada bir insan parmağı zuhur eder ve sarayın duvarı üzerine şu yazıyı yazar: “Mene, mene, tekel ve parsin. ”  Anlatıldığına göre kral bu sözcüklerin ne anlama geldiğini bilmediği için sihirbaz ve falcıları çağırıp bunları yorumlamalarını ister.. Fakat yalnızca Babil'in yaşlı kişilerinden Daniel peygamber bu sözcüklerin ne an­lama geldiğini açıklar. "Mene: Tanrı senin krallığının günlerini saydı ve ona son verdi; Tekel: Terazide tartıldın ve eksik bulun­dun; Peres: Krallığın ikiye bölünerek Medlerle Perslere verildi. ”

Tevrat'da belirtildiğine göre kral Belşasar'ın emriyle Daniel'e ergüvani bir hil'at giydirilip, boynuna altın zincir takılır “ve ülke­de üçüncü önder ilan edilir. "  Aynı gece Keldani kralı Belşasar öl­dürülür ve ülkesi atmış iki yaşındaki Darius'un eline geçer.

Bu rivayetin tarihi arka planında Babil'in son hükümdarı Nabunidus'un tebaası olan değişik toplulukları kazanmak amacıyla dini bir siyaset güderek Babillilerin en büyük tanrısı Marduk'un yanına diğer halkların tüm putlarını koyması üzerine, tapınak . kahinlerinin buna kızarak yıldızı yeni parlayan Pers krallığıyla ilişkiye geçip, sürgündeki Yahudi liderleriyle yardımlaşmaları bu

lunabilir.

Hâlâ tam olarak bilinmeyen sebeplere binaen Nabunidus, ik­tidarı, kendisini ülke meseleleriyle uğraşmaktan alıkoyan eğlen­ce ve lükse dalan zayıf karakterli oğlu Belşasar'a devrettikten son­ ra, başkenti Babil'i terkederek uzun bir süre Arabistan'ın kuze­yindeki Teyma'da yaşadı. Belşasar'ın bu ihmalkârlığı Marduk ta­pınağı kahinlerini ve yandaşları Yahudi önderlerini ihanetin ku­cağına itti. Böylece zayıf veliahdı öldürüp ülkenin yönetimini Perslere teslim ettiler.

Belki de bu tarihi arka plan Pers kralı Cyrus'u Filistin'e gitme­ye pek hevesli olan Yahudilere geri dönüş yolunu tekrar açmaya sevketmiştir. Çünkü Cyrus, Zerdüşt dinine bağlıydı ve dolayısıy­la diğer dinlere karşı müsamahakârdı. Başka dinlere karşı düş­manlık beslemiyor ve aksine Yahudileri Kudüs'deki tapınaklarını yeniden kurmaya teşvik ettiği gibi, diğer dinlerin saliklerini de arzu ettikleri şekilde yaşamaya cesaretlendiriyordu. Nitekim bu müsamahakâr davranışından ötürü Tevrat kitaplarında "Rab'bin mesihi" lakâbıyla anılmıştır. Cyrus'un Yahudilerin kendisine tak­tıkları övgü lakâbına pek aldırdığını söylemeye gerek yok. Belki de imparatorlukta durumunu biraz daha güçlendirdiği için bu tür bir lakâbı sempatik bulmuştur. Esasen o, Yahudilerin Kudüs'e ge­ri dönüşüne izin vermekle, imparatorluğunun sürekli değişiklik­lere maruz kalan bir köşesini kontrol altında tutabileceğini ümit ediyordu. Çünkü Filistin Mısır'la hemhuduttu ve Mısır, gerek ^çlü döneminde ve gerekse zayıf günlerinde Yakın Şark'ın siya­set sahnesinde arz-ı endam eden yeni bir gücün ilgi odağı idi.

Diğer yandan Mısır'ı istila etmenin her zaman zor bir iş oldu­ğunu düşünen Cyrus, elinden geldiğince iyi hazırlanmalıydı. Bu yüzden Yahudilerin Filistin'e dönmesine ve orada tapınaklarını yeniden kurmalarına izin verirken, onları Mısır sınırına yakın bir bölgede borçlu bir müttefik olarak düşünüyordu. Yahudilerin el­lerinden gelen yardımı yapacağından emindi ve ayrıca Samaria ve Kudüs krallıklarının yıkılmasından sonra Mısır'a giden Yahudilerin bulunduğu meçhulü değildi. Onlar da .Mısır'a düzenlenecek saldırı sırasında yollara barikat kurmak, rehberlik ve casusluk yapmak suretiyle önemli bir rol oynayabilirlerdi.

Cyrus'un oğlu Cambyses'in Mısır'a düzenlediği başarılı sefer sırasında. Yahudilerin oynadığı rolün saklanmaya çalışılmasına rağmen, Yukarı Mısır'da ilk defa M. Ö. 494'de l. Darius zamanın­da sözü geçen bir Yahudi yerleşim biriminin bulunduğunu, Pers subayların yönettiği Yahudi paralı askerlerden oluşan bir garnizo­ nun merkezinin mevcut olduğunu şaşkınlıkla öğreniyoruz. Sözü edilen yerleşim birimi Nil üzerinde, Asuan'ın karşısında File (Elephantine) denilen küçük bir adaydı.

Daniel'in seferi ve gerçek

Doğrudan Daniel'in kitabına müracaatla başladığımız bu bö­lümü küçük alıntılarla sürdürersek, bu sifiri yazanların uydur­dukları tarihi mugalatalara iştirak etmiş oluruz.

Daniel kitabı Belşasar'ı Babillilerin (Keldanilerin) kralı Nabu.kadnasar'ın oğlu olarak gösteriyorsa da, gerçek öyle değildir. Ay­rıca hiçbir zaman kral da olmamıştır ve yalnızca kral vekili ola­rak devlet işlerini çekip çeviren bir veliaht prensti. Gerçek tarihi tespitlere göre son Keldani kralı, Belşasar'ın M. Ö. 556-539 yılla­r arasında hüküm süren Nabunidus'tur ve ne o ne de oğlu Nabukadnasar'ın soyundandır. Yalnızca en büyük hükümdarı Nabu­kadnasar olan aynı hanedana mensupturlar.

Yine Deniel kitabına göre Med kralı Darius, Belşasar'ın öldü­rülmesinden sonra krallığı fethetmiştir. Kesin tarihi bilgilere gö­re Pers kralları listesinde Büyük Dara lakabıyla bilinen ve M. Ö. 512-486 yıllan arasında hüküm süren l. Darius'tan önce adı Da­rius olan herhangi bir kral yoktur. Babil'i zapteden (M. Ö. 539/38'de) kişi ise Medlerin değil 559'da yani Keldani krallığının' yıkılışından yirmi yıl önce tahta çıkarak, 530'da vefat eden Pers ve Medlerin kralı 11. Cyrus'dur. Bu arada kaydetmek gerekir ki, Medler Perslerin amcaoğullandır ve M. Ö. Vll. Yüzyılda onlarla birleştikten sonra, III. Darius'un M. Ö. 330'da ölümü üzerine Ma­kedonyalı İskender'in eline geçinceye kadar imparatorluk yöneti­minde tali derecede kalmakla yetinmişlerdir.

Med kralı Darius'a gelince, Daniel kitabında Belşasar'ın öldü­rülmesinden sonra Babil Krallığı'nı zaptettiği kaydedilen Pers kralı değil, aksine hem Daniel hem de Pers İmparatorluğu döne­minde yaşamayan, o dönemin olaylarını bizzat görmeyen ve işit­meyen Tevrat yazarlarının uydurduğu hayali bir kişidir.

Çok güçlü delillere karşın Daniel kitabının düştüğü bu bariz tarihi hatalar, bilim adamlarını, çok uzun bir süre boyunca pey­ gamber Daniel'in kendisine nisbet edilen kitabın yazarı olduğu şeklindeki eski inanışı reddetmek zorunda bırakmıştır ve bu gö­rüşü henüz lll. Yüzyıl gibi çok erken bir dönemde bizzat Platon'un reddetmiş olması da dikkate sezâvardır.

Daniel kitabının M. Ö. 11. Yüzyıldan önce yazılmadığı, tarih tenkit metodu sayesinde artık tarihçiler ve araştırmacılar arasın­da kesinlik kazanmış durumdadır. Bu kitabı yazan kişinin amacı, M. Ö. 167 yılında Kudüs tapınağını yerle bir eden ve Yahudileri dini takibat altına alan Selevkus kralı İV. Antiochus Epiphanes zamanında maruz kaldıkları tehlikeler konusunda ırkdaşlarını uyarmaktı. (Onların krallığının sonu yaklaşıp yapılan kötülükler doruğa varınca, sert yüzlü ve aldatmada usta bir kral ortaya çıka­cak. Kendisinden gelmeyen büyük bir güce kavuşacak. Şaşırtıcı yıkımlar yapacak, el attığı her işte başarılı olacak. Güçlüleri ve kutsal halkı yok edecek.)

Bilim adamlarının Daniel kitabının yazımının M. Ö. 11. Yüzyıl­da tamamlandığı sonucuna ancak uzun araştırmalar ve kıyasla­malar neticesinde ulaştıklarını söylemeye gerek yok. Yine bu bi­lim adamlarına göre kitabın yazarı Daniel'in yaşadığı dönemdeki tarihi olaylar hakkında pek az bilgi sahibiydi ve bu yüzden de yaptığı rivayetlerde ve özellikle detaylarda olayı bizzat gördüğü izlenimi vermekten kurtulmak için kehanetlerde bulunmuş, ba­zen de Daniel'i rüyasında gördüğünü yahut onu rüyasında gören­lerden işittiğini belirten kayıtlar düşmüştür ki, bunların itimada şayan bir tarafı yoktur.

Diğer yandan Daniel kitabında kullanılan İbranice, Babil'e sürgün gidenlerin konuştukları İbraniceye göre daha modem ol­duğu, edebi imaların M. Ö. VI. Yüzyılda değil, II. Yüzyılda kulla­nılan üslubu anımsattığı d;ı tespit edilmiştir.

Bu kitabın Daniel'e ait olmadığını ispat eden bu kısa tenkitler­le yetinerek, daha fazla deliller sürmek suretiyle okuyucuyu sık­mak istemiyoruz. Araştırmacıların müttefiken ortaya koydukları tespitlerin doğruluğunu görmek isteyen okuyucu, bizzat Daniel kitabını okuyarak daha fazla delile ulaşabilir. Belki de Daniel ki­ tabının birinci babındaki “Yahuda kralı Yehoyakin'in krallığının üçüncü yılında Babil kralı Nabukadnasar Kudüs üzerine yürüyüp kenti kuşattı" şeklinde yer alan cümle bile tarihin ters yüz edildi­ğinin bir kanıtıdır. Çünkü Nabukadnasar Kudüs'ü Yehoyakin'in krallığının on birinci yılında kuşatmıştır ki, Yahudi kralın iktida­rının üçüncü yılına değil, M. Ö. 597 yılına tekabül etmektedir.  İhtimaldir ki bu cümle kitabın işaret ettiği olayların önemli bir çağdaşına nisbet edilen tarihi bir belge olarak değerinin daha yo­lun başında kaybolmasına sebep olmuştur.

Daniel ve Yusuf

Daniel kitabını okuyan kişi, daha ilk başlarda Daniel hikaye­siyle Yusuf hikayesi arasında büyük benzerlikler olduğunu farkedecektir. Nasıl Yusuf firavunun rüyasını yorumlamak suretiyle iktidarda çok önemli bir mevkiye gelmişse, Daniel de muhayyel Babil kralı Belşasar zamanında "krallığın üçüncü kişisi" statüsü­ne yükselmiştir. Uydurma rivayetlerde bir kadın unsurun bulun­ması âdettendir ve burada da kraliçe hükümdarın dikkatini Dani­el üzerine çekmekte ve "Atan kral Nabukadnasar onu sihirbazla­rın, müneccimlerin, falcıların başkanlığına atadı"  demektedir.

Daniel kitabında sözü edilen ve Belşasar'ın krallığını zapteden hayali kral Darius'a gelince, Daniel onun iktidarını ve nüfuzunu kabul ettiği gibi, hükumetini güçlendirmesine de yardımcı olur.

Genelde insanlar Yahudileri ulaştıkları yüksek mevkilerden, hükümdarların takdirini kazanmalarından dolayı kıskanırlar­mış. Hayali kral Darius'un çevresindekiler de Daniel'e komplo kurarak, kralın gazabını onun üzerine çevirmeyi başarırlar. Ne­ticede kral onu aslanların bulunduğu bir çukura atttırır, fakat aslanlar ona dokunmazlar. Kral bu durum karşısında onu daha çok takdir eder ve "onun emriyle Daniel'i haksız yere suçlayan adamları, karıları ve çocuklarıyla birlikte getirilip aslan çukuru­ na atılır. Daha çukurun dibine varmadan arslanlar onları kapıp kemiklerini kırarlar.

İşte Yahudilerin mutlu günleri burada sona erer. İnsanlar on­ları kıskanır ve başlarına felaketler getirmeye çalışırlar, ama Yahve duruma müdahale ederek, onları tehlikelerden kurtarır, tüm düşmanlarını, çocuklarını ve kadınlarını helak eder. Hatta ke­miklerini bile ufalar..

Ester kitabı

Ester kitabı Yahudiler nazarında en hatırlı, en sevimli kitaptır. Ester kitabı, hayali Pers kralı Ahaşveroş zamanında aldıgı akıllı tedbirler sayesinde başbakanlık mevkisine yükselen amcası Mordekay'ın yardımıyla Perslerin kraliçesi olmayı başaran Yahudi bir prensesin, Benyamin'in soyundan   gelen Ester'in hikayesini an­latmaktadır.

Yahudiler nazarında Ester'in değeri, onları imparatorluğun dört bir yanına sürmek isteyen Haman adlı bir başbakanın tez­gahladığı bir oyunu boşa çıkarmak için kendisini tehlikeye atma­sından ileri gelmektedir.

Ester ve amcası Mordekay en tehlikeli komployu ortaya çıka­rarak, kral Ahaşveroş'u ülkede başta başbakan Haman ve on oğ­lu olmak üzere Yahudilerin düşmanı olan herkesin öldürülmesi­ni emreden bir krallık fermanı almayı başarırlar.

İşte bu yüzdendir ki Yahudiler her İbrani yılının Mart ayında, on dört ve on beşinci güne tekabül eden tarihte Pers imparator­luğunda on binlerce Yahudi düşmanının yok edilişini kutlarlar. [Purim Bayramı].

Tarihi açıdan baktığımızda Ester hikayesinin tarihi gerçekler­le en ufak bir ilgisinin olmadığını görüyoruz. Yazarının olaylara gerçek süsü vermeye çalışmasına rağmen, baştan sona hayali bir hikayeden ibaret. Kitab-ı Mukaddes Ansiklopedisi Arap edebiya­tından bir örnek sunarak, Binbir Gece Masalları'ndaki Harun Re' şid ve diğer tarihi şahısların hiç kimseyi burada anlatılan olayla­rın gerçekliği konusunda ikna edememiştir, demektedir. Tıpkı bunun gibi Ester hikayesinde kral Ahaşveroş'un adının geçmesi ve bir takım tarihi olaylarda rol alması da söz konusu hikayeyi muhayyeleden vakıaya dönüştüremez.

Kitab-ı Mukaddes Ansiklopedisi şöyle devam ediyor: “Eğer bu kitap Yahudilerin ve hatta Hristiyanların kutsal kitaplarının bir bölümü olmasaydı, kimse onu gayr-ı tarihi madde olarak reddedemezdi.. " 11

Yahudi kadın ve diğer dersler

Tarih tenkitçileri bu hikayede en önemli unsurun kraliçe ve Ahaşveroş'un sarhoşların huzuruna çıkmayı reddeden karısı ol­duğunu kaydediyorlar. “Yedinci gün, şarabın etkisiyle keyiflenen kral Ahaşveroş, hizmetindeki yedi haremağasına Kraliçe Vaşti'yi başında tacıyla huzuruna getirmelerini buyurdu... Kraliçe, kralın emrine rağmen gelmeyi reddetti. Kral çok öfkelendi.”  

Ester'in kraliçe olmak için başvurduğu yola gelince, yazar o konuda Yahudilerin nüfuz ve güç elde etmek istedikleri her za­man müracaat ettikleri bir metoda işaret etmektedir.

Kral iktidara geldikten ve yönetimi tümüyle ele geçirdikten sonra adamlarına kraliçe olarak seçebileceği değme güzelleri ken­disine getirmelerini emreder.

Benyamin'in soyundan gelen Mordekay'ın bu emri nasıl işitti­ği, anne babasının ölümünden sonra kendi terbiyesine aldığı, gü­zelliğiyle dillere destan yeğeni Hedese'yi (Ester) elinden tutup sa­raya getirdiği ve saray hadımına teslim ettiğini bilmiyoruz. Ama sonucta Ester sınavları tek tek atlar ve kraliçe olur.

Ester'in kimliğini saray halkından gizlediği bir vakıa. “Ester, hangi halka mensup olduğunu ve soyunu söylemedi. Çünkü Mordekay ona kimseye bunlardan bahsetmemesini öğütlemişti.”    Pek çok bilinmeyenleri beraberinde taşıyan Ester'in yeni bir sırrı daha. Yahudilerin veya Yahudiliğin çevresindeki şartlar Ya­hudi kimliğini gizlemeyi gerekli kılmıştı ki, bu araştırmamızda bunun bir çok örneklerini göreceğiz.

Kitabın yazarının Yahudilere vermek istediği mesajlardan biri­si de, fırsatını kollayıp gerektiğinde onu yerinde ve zamanında değerlendirmektir. “Mordekay kralın kapı görevlisiyken, kapı nö­betçilerinden ikisi, Bigtan ve Tereş, Kral Ahaşveroş'a öfkelendiler; onu öldürmek için fırsat kolllamaya başladılar. Durumu öğrenen Mordekay bunu kraliçe Ester'e iletti. O da Mordekay adına krala bildirdi. Durum araştırıldı; doğru olduğu anlaşılıncı iki adam da­rağacında asıldı..”i4

Mordekay marifetlerinin ücretini hemen istemedi ve bunu münasip bir zamana bıraktı. Başbakan Haman, diğerleri gibi ken­disine itaat etmesi isteğini reddeden Mordekay'dan intikam al­mak amacıyla efendisi Ahaşveroş'dan imparatorluk sınırlan için­deki tüm Yahudileri katlettirmek için izin istediğinde beklediği o münasip zaman gelmişti.

Tesadüfen “bir gece kralın uykusu kaçtı; tarih kayıtlarının geti­rilip kendisine okunmasını emretti.”      Kayıtlarda krala karşı su­ikast tertipleyen Bigtan ve Tereş'den söz ediliyor, Mordekay'ın kra­lı bu komplodan kurtardığı belirtiliyordu. Mordekay'ın bu iyiliğini hatırlayan kral ona bir jest yapmak istedi .. Sonuçta başbakan göre­vinden azledildi ve Mordekay ile gizlediği Yahudi kimliğini açıkla­mak için uygun fırsatı bulan yeğeni Ester gözde haline geldi.

“Yahudiler bütün düşmanlarını kılıçtan geçirdiler, öldürdüler, yok ettiler. Kendilerinden nefret edenlere dilediklerini yaptılar. Sus kalesinde beş yüz kişiyi öldürüp yok ettiler.”16 Bu olay Mart ayının on üçüncü günü olmuştu. Ertesi gün başkent Şuşan'da üç yüz kişi daha katlettiler. Ülkenin diğer şehirlerinde de Yahudi düşmanı olanlardan yetmiş beş bin kişi katledildi.17

Ester kitabı Yahudiler nazarında yüksek bir yere sahiptir ve bunun sebebi de kitabın kendilerine intikam yollarını, gerekti­ğinde amaca ulaşmak için kadını bir vasıta olarak kullanmayı,  nüfuz elde etmek için en aşağılık metodlara başvurmayı, iktidar­daki kişinin gözüne girmek için başkaları aleyhine casusluk yap­mayı ve dini açıklamayı münasip bir zamana bırakmayı öğretmiş olmasıdır.

Yahudiler için Ester kitabı öylesine değerlidir ki, bu kitapta geçen konuları, verdiği dersleri içeren bir başka kitapla da onu desteklemiş ve Üçüncü Makkabi Kitabı. adını vermişlerdir.18

Kitabın yazıldığı dönem

Tarihi gerçekleri gözden geçirerek bu kitabın yazıldığı dönemi tespit etmek mümkündür:

1Yazar, imparatorlukta olup bitenleri geçmişte olup bitmiş gibi göstermiş ve bir tür romantizm havası vermiştir. Yazar, Pers krallarının Agaklı Haman ve Yahudi Mordekay gibi yabancıları vezir olarak görevlendirmeyecek, kimliği bilinmeyen bir kadını kraliçe olarak yanlarına oturtmayacak kadar kökenlerine düşkün olduklarını unutmuş. Örneğin I. Darius büyük bir gururla “Ben Fars oğlu Farsım, Ari kökenden gelen bir Ariyim" derdi.19 Bura­dan kitabın yazarının büyük bir ihtimalle Makedonyalı Isken­ der'den sonra, belki M. Ö. III. Yüzyılda veya en iyimser tahminle

II.     Yüzyılda yaşadığı anlaşılıyor.

1-            Ester'in muhtevasından Yahudilerin dört bir yana dağıtıl­malarından sonra belli zaman geçtiği anlaşılıyor. "Krallığının bü­tün illerinde, öbür halkların arasına dağıtılmış, onlardan ayrı ya­şayan bir halk var.”    Bu dağıtılmışlık durumu Yunan uygarlığı bünyesinde çeşitli yerlerde Yahudi yerleşim birimlerinin kurul­duğu döneme işaret etmektedir.

2-            Çok sayıda insanın Yahudi olmasından bahsedilmesi (Ülke­deki halklardan çok sayıda kişi Yahudi oldu; çünkü Yahudi korku­su hepsini sarmıştı)21 bu olayın ancak İskender'in fetihlerinin aka­binde başlayan Yunan uygarlığı çağında geçtiğini göstermektedir.

3-            En önemlisi de sosyal ve dini yönden içine kapalı olan da­ğınık Yahudi cemaatlerine karşı beslenen kin ve Yahudilerin bu kine karşı aynıyla karşılık vermesi, özellikle Hellen çağının sonuçlarındandı. Bu karşılıklı düşmanlık, ki onu Yahudilerle Fi­listin ve komşu halklar arasındaki kadim düşmanlıkla karıştırma­mak gerekir, Ester kitabının ana konusunu oluşturmaktadır.

Bir diğer yandan kitapta kullanılan üslup da M. Ö. Il. Yüzyıla ait gibi görünüyor. Yazarın Aramice düşündüğü ve konuştuğu, ancak İbraniceyi sonradan öğrendiği gibi bir izlenim var. Bu yüz­den ifade akıcılığı yok. Yazar Tevrat'ın diğer bölümlerinin içeriği­ni gayet iyi biliyordu ve dolayısıyla eski efsanelerden yararlandı­ğı gibi, dilin zaman içinde gelişmesi sebebiyle eskimiş olan bazı deyişleri kullanmıştır.

İsimlerin özdeşleştirilmesi

Bilim adamları Ester kitabında geçen isimlere ilgi gösterme­den edememişlerdir.

Örneğin Ester'i kendisine karı olarak alan kral Ahaşveroş adı üzerinde durmuşlar ve onun M. Ö. 486-465 yılları arasında hü­küm süren I. Xerxes olabileceğini kaydetmişlerdir. Bu kralın ha­ tununun adı da Amestris idi. Bazı araştırmacılar bu kraliçenin adını oluşturan harflerin Ester'in adında da bulunduğunu farketmişlerdir, ama asıl mesele Nabukadnasar'ın esir alarak kralları Yehoyakin'le birlikte 597 yılında Babil'e sürdüğü esirlerden olan ve Ester kitabında adı geçen Mordekay ile 486-465 yılları arasında hüküm süren Pers kralının çağdaşı Mordekay'ı birbiriyle nasıl uzlaştırılacağıdır. Ester'de şöyle deniliyor: “Sus Kalesi'nde Morde­kay adında bir Yahudi vardı. Benyamin oymağından olan Morde­kay, Kiş oğlu Şimi oğlu Yair'in oğluydu. Kiş, Babil kralı Nabukadnasar'ın Yahudi kralı Yehoyakin ile birlikte Kudüs'den sürgün et­tiği kişilerden biriydi. ”22 Mordekay sürgün edildiğinde kaç yaşın­daydı? Eğer bir yaşında olduğunu düşünürsek, Xerxes'e tekabül eden Ahaşveroş'un krallığının ilk yılında 112 yaşında olması ge­rekir. Ben burada başka bir itiraz daha bulunuyorum ki, o da Ahaşveroş'la 1. Xerxes'in özdeşleştirilmesidir.

Tarih kitapları l. Xerxes'in Pers kraliyet sarayında sık sık sahne­lenen suikastlerden birinde öldürüldüğünü, katilinin de meşru ve­liaht prensi saf dışı bırakarak kralın oğullarından 1. Artaxerxes'i tahta geçirmek isteyen hassa birlikleri komutanı Otabanos olduğu­nu belirtmektedir. Kraliçe ananın da kocasının ölümüyle sonuçla­nan bu suikastle ilgili olmadığını düşünemeyiz. Çünkü daha son­ra oğlu Artaxerxes'i kontrol altında tuttuğunu ve pis emellerini gerçekleştirmek için onu kullandığını biliyoruz.    1

Eğer Ahaşveroş'la özdeşleştirilen Xerxes Yahudilerin tarafını tutan, çevresine Mordekay ve Ester'i alarak onları tüm düşmanla­rını öldürme konusunda resmi fermanla destekleyen kişi ise, onun ardılı olan ve annesi Amestris'in etkisinde kalan 1. Artaxerxes'in, babası Xerxes'in veya hayali Ahaşveroş'un güvendiği, içlerinden kendisine zevce ve Morkeday gibi bir vezir edindiği Yahudilere düşman olması gerekirdi. Yine tabii olarak Yahudilerin 1. Artaxerxes zamanında Ahaşveroş'un yahut Xerxes'in boşa­dığı, yerine Ester'i aldığı kraliçe anasının intikamına maruz kal­maları beklenirdi.

Ama böyle bir şey olmadığı gibi, tam aksi gerçekleşti. 1. Artaxerxes zamanında Ezra ve Nehemya saraydan Kudüs'e dönüş izni almayı başardıkları gibi, Babil'de sürgün bulunan diğer Yahudileri de Kudüs'e götürerek halkı yeniden şekillendirdiler.

Şu halde hayali Ahaşveroş, Xerxes olamaz. Tarihin tanıdığı başka bir kral da olamaz. Ahaşveroş'la Babil sürgün günlerinin başladığı tarihten imparatorluğun yıkıldığı tarihe kadar geçen sü­re içinde hüküm süren başka bir Pers hükümdarı arasındaki za­man dilimini göz önünde bulundurursak, I. Xerxes'le ilgili olarak ulaştığımız aynı sonuca ulaşırız ki, bu, bilim adamlarının Ester hikayesinin tamamıyla uydurma ve gerçek dışı olduğu yolundaki kanaatlerini destekleyen bir diğer hükümdür.

Ester adına gelince, bazıları onunla Samilerin tanrısı Aşere ve­ya lştar yahut Aştarot arasında bir bağlantı kurdukları gibi, Mordekay adıyla Samilerin Babil tanrısı Murdok arasında da bağlantı kurmaktadırlar. Haman adı ise Elam tanrısı Humman'ın bozul­muş şeklidir. Kral Ahaşveroş'un karısı kraliçe Vaşti de yine Elam tanrısı Maşti'dir. lşte, bilim adamları, bu noktalardan hareketle Ester kitabının Babil ve Elam tanrıları arasındaki çatışmayı konu alan düzmeye bir tarih piyesinden başka bir şey olmadığı sonu­cuna varmaktadırlar.  

Amaç

Tüm bunlardan yani Ester kitabının yazılışından amaç, Yahudileri Purim bayramına ilgi göstermeye teşviktir. Uydurma hika­ye ise yalnızca bu amacın gerçekleşmesi için bir vesiledir. Yahudi önderlerinin Yahudilerin düşmanlarını yok ettikleri bu hayali katliamların anıldığı bayrama ilgili göstermesi, hem Yahudi ru­hunda kendisinden olmayan herkese karşı kahredici kin duygu­sunu yenileme, hem de ona ırkı bir gurur kazandırma amacına matuftur. Bu kitap, Mordekay ve Ester adlı iki Yahudinin üstün yetenekleriyle Yahudileri hedef alan bir faciayı düşmanlarından korkunç bir intikam alarak büyük bir bayrama dönüştürdükleri hikayesinden ibarettir.

“Mordekay bu olayları kayda geçirdi. Ardından kral Ahaşve­roş'un uzak yakın bütün illerinde yaşayan Yahudilere mektuplar gönderdi. Her yıl Adar (Mart) ayının on dördüncü ve on beşinci günlerini kutlamalarını buyurdu. Çünkü o günler, Yahudilerin düşmanlarından kurtulduğu günlerdir. O ay, kederlerinin sevin­ce, yaslarının mutluluğa dönüştüğü aydır. Mordekay, o günlerde şölenler düzenleyip eğlenmelerini, birbirlerine yemek sunmaları­nı, yoksullara arrmağanlar vermelerini buyurdu. Böylece Yahudi­ler, Mordekay'ın buyruğunu kabul ederek başlattıkları kutlamala­rı sürdürdüler.”    

Göründüğü kadarıyla bu Yahudi bayramına verilen önem, Ester'deki şu sözlerden kaynaklanıyor: “Böylece bu günler her ilde, her kentte ve her ailede kuşaktan kuşağa anımsanacak ve kutla­nacaktı. Purim günleri Yahudiler için son bulmayacak ve bu gün­lerin anısı kuşaklar boyu sürecekti. ”26

Ester kitabının yazarının Purim sözcüğünü nereden aldığını da belirtmemiz gerekiyor. Eserin yazan şöyle diyor: “Çünkü bütün Yahudilerin düşmanı Agaklı Hammedata oğlu Haman onları yok etmek için düzen kurmuştu. Onları ezip yok etmek için pur, yani kura çekmişti. ”27 Yazar Pur kelimesini kura olarak yorumlamış. Araştırmacı Jensen, Pur veya Bur sözcüğünün Asuri dilinde taş an­lamına gelen eski bir kelime olduğunu belirtiyor    Britannica An­siklopedisi ise, Jensen'in teklifinden yetmiş yıl sonra bu sözcüğün Farsça olduğunu ve insanın bahtını öğrenmek amacıyla kura çek­mesi anlamına geldiğini belirtmektedir. Özel şekilde hazırlanan küçük taşlar fal bakmada kullanılıyordu. Her ne olursa olsun Pu­rim bayramı aslı ve kökü olmayan bir Yahudi bayramıdır. Tarihi gerçeklerle ilgisi yoktur ve tamamıyla hurafe bir olayın hatırasıdır.

Yahudi gelenekleri ve gelişimi

“Orada, Babil'de İbrani halkı tarihini bir araya toplayarak, ge­leneklerini geliştirip, yaydı.”29 Tıpkı atalan Kenan medeniyetin-

den faydalandıkları gibi, sürgün giden Yahudilerin de yüksek Ba­bil uygarlığından çok şey öğrendikleri muhakkak. Ugarit tablet­lerinin de gösterdiği gibi, Tevrat edebiyatına Kenan edebiyatın­dan pek çok şey kattıklarını daha önce belirtmiştik.

Yahudilerin Babil sürgün günlerinin başlangıcında, yani M. Ö. Vll. Yüzyıl sonları ile VI. Yüzyıl başlarında, eski Iran inançlarını , düzeltme görevini omuzlanan Zerdüşt ortaya çıkmıştır. Zerdüşt'ün . öğretisine göre aydınlığı temsil eden iyi ruh ve karanlığı temsil eden kötü ruh vardı. Araştırmacılar Yahudilerin ruh, melek, şeytan ve ahiretle ilgili geleneksel inançlarının temelde Zerdüştî felsefe­den büyük ölçüde etkilendiğini belirtmektedirler ki, 1955'de Ölü Deniz'e yakın bir yerde ortaya çıkarılan Kumran yazıtlarının üze­rindeki örtü kaldırılınca bu hakikat daha da gün yüzüne çıktı.

Yahudi inançlarının Zerdüştizmden hangi konularda ne kadar etkilendiği hususu bu araştırmanın sahası değilse de, tarihçi Toynbee'nin de kaydettiği gibi, Zerdüşt akidesi ile Yahudi din ve kavmiyetçiliği arasındaki benzerliklere şöyle bir bakmak yeterli olacaktır.

Toynbee, Musevilik, Hinduizm ve Zerdüştizmden bahseder­ken, her üçünün de cihanşümul bir din olma yolunda kaydettiği gelişim esnasında yalnızca belli bir cemaatin veya halkın dini ola­rak kaldığını belirtmektedir. Örneğin Yahudiler henüz Allah'ı ka­inatın her yerde mevcut olan Efendisi olarak vasfederken, bir ce­maatin tapındığı bölgesel bir Tanrı olduğu düşüncesinden vazge­çememiş, bu da Hristiyan ve Müslümanların onları çelişkili ola­rak görmelerine yol açmıştır.  

Toynbee'ye göre herhangi bir kişi Yahudi, Zerdüşti veya Hind toplumunun milli bir üyesi olmadan bu üç dinden birine mensup

olamaz.

Esasen araştırmamızda bu konuya ileriki bölümlerde daha fazla yer vermemiz gerekecek. Burada yaptığımız kısa giriş yal­nızca Museviliğin Zerdüştizmden etkilenmesinin, onu cihanşü­mul bir din olmaktan mahrum bırakarak geliştirilmiş bir kavmi­yetçiliğin tutsağı yaptığını gösterme amacına matuftur.

Burada kendiliğinden bir soru ortaya çıkıyor. Daha önce be­lirttiğimiz gibi lbraniler Tanrı'yı başlangıçta yalnızca bir kabile­nin tanrısı olarak tasavvur ettiler. Tıpkı diğer tanrıların başka ka­bileler için yaptığı gibi, bu tanrı da o kabile için savaşıyor, onun diğer işleriyle uğraşıyordu.. O halde Zerdüştizmin bu konuda na­sıl bir etkisi olmuş olabilir? Kanaatimizce Yahudilerin ilk öncele­ri Allah'ı alemlerin her yerde mevcut Tanrısı olarak düşünmeleri Babil sürgününün güzel yanlarından biriydi ve belki de Yahudi yazıcılar [peruşim], Allah'ı hem alemlerin her yerde mevcut Tan­rısı, hem de gücünü kudretini Yahudi halkının çıkarlarına hasret­miş, düşmanlarını kahretmek için kullanmış Israil halkına özgü bir tanrı olabileceği görüşünden hareketle Zerdüştizmden etki­lenmemiş olsalardı, Tanrı kavramı o dar ve kavmiyetçi kavram çerçevesinde kalmayacaktı.

Biraz sonra Babil sürgünleriyle birlikte Filistin'e döndüğü­müzde Yahudi yazıcıların koydukları yeni kanunlar mucibinde onların başka halklara karşı besledikleri adavetin nasıl yükseldi­ğini ve bu öfkenin Samarialı İsraillileri de kapsadığını göreceğiz. XVII

YENİDEN FİLİSTİN’DE

Ezra kitabına göre Cyrus'un serbest bırakmasından sonra ön­derleri Şeşbasar ve Zerubbabil'in sevk ve idaresi altında Babil'den dönenlerin sayısı 42360'dtr ve 7337 erkek ve kadın köle bu raka­ma dahil değildir.1 Aynı kitabın başka yerlerinde bu konuda veri­len diğer ihtilaflı rakamları bir yana bırakırsak, araştırmacılar bu rakamın kesinlikle aşırı abartılı olduğununu belirtmektedirler.

Kudüs ve Samiriye [Samaria] bölgesinden sürgün edilenlerin toplam sayısı en iyimser takdirle elli binden fazla değildir. Yahu­dilerin vaktiyle Filistin'in yerli halkıyla kaynaşmış olması sebe­biyle onların bu ülkeyi bütünüyle boşalttıklarını düşünmek yan­lış olur. Kendi istekleriyle ülkeden ayrılan ve yeni yerleştikleri topraklarda hayatlarından memnun olanların herhangi bir şekil­de Filistin'e dönmeyi düşündükleri söylenemez.

Her ne kadar Yahudi din alimlerinin söylediklerine ilaveten Perslerin izin vermesi üzerine Filistin'e dönme konusunda farklı görüşlere sahip iseler de, dindar Yahudilerin bir kısmı, dini bir vecibe olarak dönüş işinin sürgüne son veren Tanrı'nın bir müdahelesiyle olması gerektiği ve O'nun İsrail'in yüceltilişinin başladı­ğı işaretini vermesi lazım geldiği görüşündeydi.  

Göründüğü gibi Filistin'e dönüşü teşvik eden etkenler Babil sürgünleri arasında fazla güçlü değildi. Dini meselelerle fazla ilgi­ lenmeyen bir grup sürgün hayatında aradığı rahat ve istikrarı bul­muştu. Dini meselelerle ziyadesiyle ilgilenen grup ise, dünya ni­metlerinden fazla behremend olmayanlardı. lşte bunlardan bazıla­rı şansını bir kez daha denemek için Filistin'e dönmüştü. . Cyrus'un dönüş iznini vermesini Tanrı'nın ilahi bir işareti olarak gören grup, insanları dönmeye davet ediyordu. Bir başka dindar grup ise Cyrus'un izninde ilahi bir işaret görmüyordu. Yeri gelmiş­ken dindarlardan bu sürgünü eski günahların bir cezası olarak gö­renler, Tanrı'nın hoşnutluğunu kazanmanın gerektiğini belirterek, Filistin'de kalanları da Mısır yerine Babil'e gitmeye teşvik ediyor­lardı. Babil sürgününün ilk günlerinde bazı inatçı isyankârlar gü­nahların bedeli olarak düşünülen bu sürgüne taraftar olmamış, bu yüzden “çürük incir" olarak nitelendirilmişlerdir.

Dolayısıyla araştırmacılar, Ezra kitabında verilen rakamın hayli abartılı olduğu, Şeşbasar ve Zerubbabil'le birlikte vaktiyle Nabukadnasar'ın Süleyman Tapınağı'ndan alıp getirdiklerini yan­larına alarak Babil'den Kudüs'e dönen ailelerin fazla olmadığı gö­rüşünde birleşmektedirler.

Tapınağın yeniden inşası

Davud soyundan veya Zerubbabil'in dayılarından olan Yahudi asıllı Şeşbasar'ın Kudüs'ün yöneticisi olarak seçilmesinden Süley­man Tapınağı'nın yeniden inşaasının amaçlandığı açıktır. Onun ve Zerubbabil'in görevinin kolay olmadığı da açıktır. Çünkü tapınağın yeniden inşa edilmesi konusunda bir hayli güçlükler mevcuttu.

Bir kere, Kudüslü yöneticilerin bu işe karışmalarını reddetme­leri sebebiyle Samiriye [Samaria] eşrafı tapınağın yeniden yapıl­masına an fazla karşı çıkan kesimdi. “Yahudalılarla Benyaminlilerin düşmanları, sürgünden dönenlerin İsrail'in Tanrı Rab için bir tapınak yaptığını duyunca, Zerubbabil'in ve boy başlarının yanı­na vardılar. 'Tapınağı sizinle birlikte kuralım' dediler, 'çünkü biz de sizin Tanrı'nıza tapıyoruz; bizi buraya getiren Asur kralı Esarhaddon'un döneminden bu yana sizin Tanrınıza kurban sunuyo­ruz.' Ne var ki Zerubbabil, Yeşu ve İsrail'in öteki boy başları, 'Tan- rımıza bir tapınak kurmak size düşmez' diye karşılık verdiler, ‘Pers kralı Koreş'in (Cyrus) buyruğu uyarınca lsrail'in Tanrısı Rab için tapınağı yalnız biz yapacağız. ”

Bu metin, Asurilerin kral II. Sargon tarafından M. Ö. 722'de ele geçirilen Samiriye bölgesine iskan'ettikleri grupların ülkeyi terketmeyenlerle kaynaşarak onların inançlarını benimsedikleri­ni; ancak Şeşbasar, Zerubbabil ve onlarla birlikte Babil'den dö­nenlerin tapınağın yeniden inşasının sadece sürgünden dönenle­re tanınmış bir imtiyaz olduğunu düşündüklerini, orada yerleşip kalanların ve özellikle de Samiriye [Samaria] halkının bu işe karışamayacakları görüşünü savunduklarını gösteriyor.

Zerubbabil, Samiriye halkının aynı Tanrı'ya taptıkları, emirle­rine uydukları şeklindeki sözlerine itibar etmemiş, hempalarıyla birlikte tapınağı yeniden inşası işini, onun sağlayacağı siyasi ve dini otoriteyi tekeline almayı düşünmüş, Perslerin sürgünden dönme ve tapınağı yeniden kurma iznini de istismar etmiştir.

Diğer yandan bizzat Kudüs Yahudilerinden bir kısmı da tapı­nağın yeniden yapımına karşıydı. Sürgündekilerin bir kısmının Kudüs'e dönüşün Tanrı'nın ilahi tecellisi olarak yapılması için yi­ne Tanrı'nın müdahelesiyle olması gerektiğini düşündüğünü bi­raz önce belirtmiştik. Tıpkı bunlar gibi Kudüs'de de tapınağın ya­pımı konusunda benzer görüşte olanlar vardı. Ama bunlar bina­nın yeniden yapımı konusunda Yahudi bir önderden teşvik gören diğer grup karşısında fazla bir direnç sergileyememişti. "Kral Darius'un karallığının ikinci yılında, altıncı ayın birinci günü Rab, peygamber Hagay aracılığıyla Şealtiel'in torunu Yahuda Uudaea] valisi Zerubbabil ve Yehosadak oğlu başkahin Yeşu'ya seslendi: Her şeye egemen Rab diyor ki, bu halk, Rab'bin tapınağını yeni­den kurmak için vakit daha gelmedi diyor. Sonra Rab, peygamber Hagay aracılığıyla şöyle seslendi: Bu tapınak yıkık durumdayken, sizin ağaç kaplamalı evlerinizde oturmanızın sırası mı?”

Dindar Yahudilerden bir kısmının takındığı tavır, Yahudilerin Tanrı'nın zatıyla ilgili düşüncesindeki bu büyük gelişime işaret eden bir tavırdır. Bu Yahudiler, Tanrı'nın zaman ve mekan sınır- larma bağlı insanlar gibi yaratılmış sıfatlara sahip bir varlık gibi görmekten vazgeçmişler; O'nun zaman ve mekanla ilgisi olmadı­ğını, Kendisi için yapılacak tapınağın mesahası büyük olsa bi­le,Allah'ın azametini yansıtmak için çok küçük olacağını düşü­nüyorlardı. Nitekim bu düşünce Kral Süleyman'ın dilinden söy­letilen şu sözlerde de görülmektedir: “Tanrı gerçekten yeryüzün­de yaşar mı? Sen göklere, göklerin göklerine bile sığmazsın. Be­nim yaptığım bu tapmak ne ki! "6 Bu düşüncenin, Suriye, Mısır ve Irak'da yaşayan eski toplumların çoğunda görülen yanlış kültler­den uzak, gerçek din konusunda vicdani şuura dayalı bir tavır ol­duğu muhakkak.

Burada M. Ö. VII. Yüzyıl başlarında gerçekleşen Babil sürgü­. nü döneminde oluşan bu yeni düşüncelerle, ondan dört yüz yıl önce Süleyman'ın dilinden söylenen bu sözler arasında ne gibi bir ilişki vardır diye sorulabilir. Bu durumda Tevrat'ın bazı sifirlerinin M. Ö. IX. Yüzyıldan itibaren yazılmaya başlandığını, ancak tamamının M. Ö. II. Yüzyılda şimdiki şeklini aldığını hatırlatma­mız gerekiyor.

Kudüs'deki Yahudi önderleri Tevrat'ın bazı bölümlerini daha sonra yeniden yapılandırmaya sevketme konusunda sürgündeki Yahudilerin önemli rolü olmuştur. Bu Yahudiler, siyasetten ve ge­tirdiği yükümlülüklerden uzak kalmanın sağladığı imkanlar öl­çüsünde, yüksek Keldani kültürünün önlerine serdiği geniş ufuklar sayesinde akli ve vicdani düşüncelerini geliştirmek için yeterli vakit bulmuşlardı.

Böylece kültürlü Yahudiler, tüm vakitlerini önlerindeki mese­leyi hallettikten sonra tarihlerini ve soylarını kayıt altına almak ve Tevrat'ın sifirlerine yeni düşünceler dercetmek için harcadılar. Neticede Kudüs'e dönenler yanlarında Tevrat'ın ilk beş bölümü­nü de götürdüler. Pentateuch denilen bu beş bölümün tamamı Babil sürgün günlerinde yazılmış, daha sonra Kudüs'de tekem­mül ettirilmiştir.

Dolayısıyla Süleyman peygamberin ağzından dinlediğimiz sözler ve eski sifirlerde yer alan buna benzer metinler, kültürlü Yahudi'nin Tanrı'nın zatına bakışının yüceldiği, O'nu mahluk sı- fatlardan arındırıp, zaman ve mekan bağından uzaklaştıran özel­liklerle bezediği ve tevhit dinini kirleten bir takım hurafe ve ritüellerin temizlendiği o çağın ürünleri olarak kabul edilebilir.

Babil kültürün izleri

Sürgündeki Yahudinin ilim ve kültür öğrenimi konusunda kaydettiği gelişme, Kudüs'deki yeni toplumda sıradan Yahudi ile haham arasındaki ilişki için tehlikeliydi. Okuma-yazmanın yay­gınlaşması haham tabakasını dini nüfuz ve siyasi otoriteyi temsil etme imtiyazından mahrum bırakmıştı. Şeriat ve uygulanışı ha­hamın inhisarındaydı. lşleri istediği gibi yürütüyordu. Sıradan vatandaşlar, karşılaştıkları problemlerin halli konusunda mutlaka hahama müracaat ediyor; onun yardımını istiyor; koyduğu ya­saklara ve direktiflere uyuyordu. Ancak, Babil sürgünü dönemin­de ve sonrasında okuma-yazma gelişince, maharetli yazıcılar [peruşim] mütevazi öğüt verici görevini bir yana bırakarak daha tamahkar bir görev üstlendiler ve halka şeriatı öğretmeye ve onu tüm gruplar arasında yaymaya giriştiler. Böylece Tanrı adına ko­nuştuğunu iddia etmeseler bile eski peygamberlerin yerini aldılar ve mevcut şeriata sıkı sıkıya bağlandılar.

Örneğin Nehemya kitabının sekizinci ayetinde kahin Ezra ve beraberindeki kültürlü kişilerin “.. ayakta duran halka yasayı an­lattıkları; Tanrı'nın Yasa Kitabı'nı okuyup açıkladıklarını, herke sin anlamasını sağlayacak biçimde yorumladıkları" belirtilmekte­dir.   Topluluklar arasında din kültürünün yayılması yönündeki bu gayret, öğretilenlerin Müsa'ya atfedilmesi konusunda bir kut­siyeti hakedecek türdendi.. Nitekim Yasanın Tekrarı kitabında di­ni kültürün mümkün olduğunca yayılmasını emreden açık bir kanun vardır: "Halkı, erkekleri, kadınları, çocukları ve kentleri­nizde yaşayan yabancıları toplayın. öyle ki, herkes duyup öğren­sin. Tanrınız Rab'den korksun. Bu yasanın bütün sözlerine uyma­ya dikkat etsin. Yasayı bilmeyen çocuklar da duysunlar, mülk edinmek için Şeria nehrinden geçip gideceğiniz ülkede yaşadığı­

nız sürece Tanrınız Rab'den korkmayı öğrensinler."  

Şeriatın öğrenilmesinin halk arasında yayılmasının kahinler sınıfını ciddi endişelere şevketmiş olması tabiidir. Artık yazıcının görevi bir öncekinden devralması için Levililerden veya kahinle­rin varislerinden olması şart değildi. Örneğin Ezra hem yazıcı, hem de kahindi; ama herkes Ezra gibi bu iki görevi aynı anda ifa edemiyebiliyordu. Bu durum, kahinler sınıfını çevreleyen kutsi­yet duvarının yıkılmasından sonra önderlik konusunda çatışma­lara yol açan tehlikeli bir unsurun ortaya çıkmasına sebep oldu.

Haham sınıfının bu değişim rüzgarına karşı direnmesi doğru­dan mümkün değildi; bu yüzden cemaatler arasında dini kültü­rün yayılmasına apaçık bir şekilde karşı çıkmaktansa, şu iki yol­la mevkilerini muhafaza etmeyi başardılar:

1.    Tevrat sifirlerindeki belirsizlik ve tenakuzlardan kurtulmak, bu sifirlerde bir dizi ayıklama yapmakla mümkündü. Halbuki bi­lindiği gibi tenakuz ve belirsizliklerin olduğu gibi bırakılması ka­hinlerin işine geliyordu ve ısrarla halk nazarında bu kapalı kapı­ları açacak anahtarların ancak onların ellerinde olduğu; sıradan insanların Tevrat’daki bu hata, tenakuz ve belirsizlikleri çözebile­cek durumda olmadıkları savunuluyordu.

2.    Yahudiler katı bir şekilde dini ritüelleri yerine getirmekle mükellef tutuluyor ve bunların ancak kahin sınıfının yardım ve yol göstermesiyle ifa edilebileceği belirtiliyordu. Zaten şeriatın kendisi de Yahudi ile Yahve arasındaki ilişkiyi ancak tapınak ve ' Levili hizmetkârları vasıtasıyla düzenlenebilecek şekilde tek yet­kiyi Levili kahinin eline vermişti. Nitekim Çölde Sayım kitabın-

• da sıradan İsrailliler Tanrı’nın eviyle ilgili gizemi öğrenmeye ça­lışmaktan şiddetle menedilmektedir: "İsrailliler Müsa’ya ‘Yok ola­cağız! Öleceğiz! Hepimiz yok olacağız!’ dediler. Rab’bin Konutu’na her yaklaşan ölüyor. Hepimiz mi yok alacağız?”

Bu iki yolla ve benzeri detaylar vasıtasıyla kahinler nüfuzları­nı korumayı ve artırmayı başardılar. Hatta baş kahinin mevkisi öyle yükseldi ki, insanlar o makamı elde etmek için birbirlerini harcamakta hiç tereddüt etmediler.

Tüm bunlara ve kahin sınıfının düşmanlarına karşı birbirleri­ne kenetlenmelerine rağmen Vl. Yüzyılda esen değişim rüzgarı- mn Yahudi'nin ruhunda yeni bir dalgalanma meydana getirdiğini kabul etmek gerekir. Bu önemli vakıanın tüm Yahudi tarihi bo­yunca yaptığı etkilere, özellikle mezhep ve cemaatlerin oluşumu­na, onların birbirlerinden ayrılmalarına nasıl yol açtığına ilerle­yen sayfalarda değineceğiz.

lşte Zerubbabil, böylesine puslu bir atmosferin sağladığı avan­taj ve fikri çalkantılar ortasında, daha sonra kendi adıyla anılacak olan tapınağı yeniden inşaa etmeye muvaffak oldu. Bu olay, kral Cyrus'un tapınağın yeniden inşaası emriyle Şeşbasar ve Zerubbabil'in Kudüs'e dönüşünden yirmi iki yıl sonra, M. Ö. 516'da ger­çekleşmişti.

Yeni toplumun kuralları

Pers kralı l. Artaxerxes döneminde (M. Ö. 465-424) biri Nehemya, diğeri Ezra'nın önderliğinde olmak üzere Babil sürgünü Yahudilerden iki grup daha Kudüs'e dönmüştü.

Kudüs'de yeni ortaya çıkan Yahudi yaşantısını tanzim konu­sunda bu iki grubun amacının aynı olduğu söylenebilir.

Nehemya, Babil sürgünü sırasında kralın sarayına girmeyi ve orada kral sâkiliği    vazifesini elde etmeyi başarmıştı. Hadım ol­duğu sanılıyordu.11 Nehemya, krala olan bu yakınlığından fayda­lanarak, sarhoş olduğu bir sırada kendisini Kudüs valisi olarak tayin ettirmeyi başardı. M. Ö. 445 yılında Kudüs'e vasıl olduğun­da yapmayı tasarlığı ilk iş, Babillilerin yıktığı şehir duvarlarını ye­niden inşaa etmekti.

Surların yapımı da, tapınak meselesi de zor işlerdi. “Horonlu Sanballat, Ammonlu görevlilerden Toviya, Arap Geşem yapacak­larımızı duyunca, bizi küçümseyip alay ettiler. ‘Ne yapıyorsunuz? Krala baş mı kaldırıyorsunuz?' dediler. "

Nehemya kitabı, Yahudilerin komşularının Kudüs surlarının onarılmasına şiddetle karşı çıkarak işi silahlı çatışmaya kadar gö­ türdüklerini ileri sürmektedir: “Sanballat, Toviya, Araplar, Ammonlular ve Aşdotlular Kudüs surlarındaki onarımın ilerlediğini, gediklerin kapanmaya başladığını duyunca çok öfkelendiler. Hepsi bir araya gelerek Kudüs'e karşı savaşmak ve kentte karışık­lık çıkarmak için düzen kurdular.”  Ancak, Nehemya'nın belirt­tiğine göre, Yahudiler surları onarıp, gedikleri kapatmayı başar­mışlardır: “Bir elleriyle iş yapıyor, diğer elleriyle silah tutuyorlar­dı.’^    Fakat acaba bu başarı yalnızca Kudüslü Yahudilerin şahsi gayretinin ürünü müydü, yoksa doğrudan bir Pers askeri müdahelesinden mi kaynaklanıyordu? Bir kere Yahudiler komşuları arasında azınlıktandılar. Nehemya da bunu kabul etmekte ve şöy­le demektedir: “Kudüs enine boyuna büyük bir şehir, halk ise onun ortasında az sayıdaydı.’45 Öfkeli komşuların şevkini bu kü­çük azınlık mı kırmıştır? Bu sorunun cevabını Kudüs'e dönüş hi­kayesini anlatırken bizzat Nehemya veriyor: “Fırat'ın batı yaka­sındaki valilere gidip kralın mektuplarını verdim. Kral, benimle birlikte komutanlar ve atlılar göndermişti.”

Yahudiler böylece daha önce tapınağı yeniden yaptıkları gibi Kudüs duvarlarını onarmayı da başardılar. Tabi ki bu işi yaparken hemen yanı başlarında elde silahla onlara korumalık yapan Pers atlılarından yardım aldılar. Ne var ki, Yahudiler, her zamanki gi­bi burada da yapılan başarılı bir işi yalnızca kendilerine maletmek amacıyla aldıkları dış yardımı gizlemek için ellerinden gele­ni sergilemektedirler. Yapılan işlerin Tanrı'nın medet ve yardı­mıyla olduğunu belirterek, insanları ona itaat ve teslime teşvik ediyorlar; fakat yabancı bir güçten alınan yardımın gizlenmesinin mümkün olmadığı yerlerde bunun Tanrı'nın kullandığı ve hiz­metlerine sunduğu bir vasıta olduğunu ileri sürüyorlar. Onların Cyrus'u “mesih” olarak nitelediklerini yani Yahudi sürgünleri Kudüs'e iade etmesi için Tanrı tarafından kral nasbedildiğini be­lirttiklerini hatırlayalım.

Nehemya, M. Ö. 445-433 yılları arasında Kudüs halkını ve komşularını Perslerin sağladığı destek sayesinde yönetti. Nehem- ya'nın valiliği konusunda söylenecek şeyler, haham ve yazıcı Ez­ra hakkında söyleneceklerle yakından alâkalıdır. Çünkü kral Artaxerxes Nehemya'yı vali tayin ederken, ülkenin din işlerini çe­kip çevirme görevini de Ezra'ya vermiştir: “Krallığımda yaşayan ‘ İsrail halkından, kahinlerden ve Levililerden Kudüs'e gitmek is­teyen herkesin seninle gidebilmesi için buyruk veriyorum. Elin­deki Tanrı'nın Yasası'nın uygulanıp uygulanmadığı konusunda Yahuda Uudaea] ve Kudüs'de araştırma yapman için, ben ve yedi danışmanım seni görevlendirdik."  

Ezra, kraldan sözü edilen fermanı alır almaz, Nehemya'ya Ya­huda valisi olarak atanmasını sağlayacak başka bir ferman daha çıkarılmasını beklemeden Kudüs'e hareket etti. Her ne kadar M. Ö. 430'da olan bir olayın kesin rakamını çıkarmak zor ise de, bü­yük bir ihtimalle Ezra Babil sürgünlerinden 1800 kadar erkek ve­ya 5500-6000 civarında insanı Yahuda'ya alıp götürmüştür.   Öy­le veya böyle, bu iki kişinin yaptığı işleri aralarında bir fark ol­madığı cihetle, burada kısaca anlatmamız kitabın konusuyla te­zat teşkil etmez. Zaten incelediğimiz kaynakların çoğu da Nehemya ile Ezra'yı bir bütün olarak görür ve hangisinin önce veya sonra olduğu konusu üzerinde fazla durmazlar.

Dini konularda

Nehemya ve Ezra, Yahudi yazıcıların da belirttikleri gibi, var güçleriyle vaktiyle İsrail oğullarının hafife aldıkları için bela­lara dûçar kalmaları sebebiyle Müsa'nın şeriatına uymayı sağla­maya giriştiler.

Ezra'nın yüksek kültürü, Yahudiler nezdinde dini nüfuzunu güçlendiren köşe taşı durumundaydı. Böylece dini yaşantılarını düzenleyen yeni bir anayasanın hazırlanması konusunda görüş birliğine vardılar.. “Tanrı'nın kulu Mûsa aracılığıyla verdiği yasa­ya göre yaşamak, Egemenimiz Rab'bin bütün buyruklarına, ilke­lerine, kurallarına uymak üzere ant içtiler, uymayacaklara lanet okudular. Çevremizdeki halklara kız verip almayacağız. Çevre halklardan Şabat Günü ya da kutsal bir gün eşya veya tahıl sat­mak isteyen olursa almayacağız. Yedi yılda bir toprağı sürmeye­ceğiz ve bütün alacaklarımızı sileceğiz.”  

Bu metinden ve takip eden satırlardan, Yahudi Babil sürgünü­nün en önemli işlerinden beş kitabın oluşturduğu Tevrat'a sıkı sı­kıya bağlılık konusunda kararlı olduklarını, sözü edilen Yahudi kongresinde bunun teyit edilmesinin bu halkın tarihinde önemli bir dönem noktası teşkil ettiğini anlıyoruz.

Yahudilerin Kenan elinde geçirdikleri yıllar zarfında hiçbir za­man Müsa'nın şeriatına tam olarak bağlanmadıklarını daha önce belirtmiştik. Örneğin yetmiş yıl olduğu ileri sürülen esaret süresini, İsrailliler toprağın altı yıl ekilip yedinci yıl nadasa bırakılacağını emreden Mûsa şeriana ait kanunu bir yana bıraktıktan sonra, top­rağın nadasa bırakılmasının sembolü haline getirdiler. Esareti sem­bolize eden yetmiş yılı da İsraillilerin Kenan eline yerleşmelerinden sonraki 490 yılına bağlayarak o yıl toprağın sürülmesini yasakladı­lar. Yani ikamet yıllarından her yedi yılı bir esaret yılı olarak kabul ettiler. Halbuki esaret süresinin hiçbir halde yetmiş yıl olmadığını söylemeye gerek bile yok. Çünkü esaret bir yılda sona ermemiştir. Samiriye esaretini görmezden gelip M. Ö. 597, 586 ve 582 yılların­da üç defa gerçekleşen ve ancak Cyrus'un emriyle Babil sürgünün resmen sona erdiği 538 yılında bittiği kabul edilen Yahuda esaret yıllarını kabul etsek bile durumda bir değişiklik olmaz.

Burada İsraillilerin baallara ibadet ettiklerini, Kenan eline gel­dikten sonra bir kısmının Babil'e sürgün edildiği, büyük bir kesimi­nin Mısır'a gittiği döneme kadar çeşitli dini inançlarında Kenan aki­delerini taklit ettiklerini bir kez daha tekrar etmemize gerek yok.

Tarihleri boyunca Yahudilerin kalplerini ve akıllarını esir alan hangi şaraitte olursa olsun dünya halklarından ayrı durması ge­reken seçilmiş bir halk olduğu şeklindeki o katı düşünce olma­saydı.. Yahudi önderleri Nehemya ve Ezra'nın davetine uyarak Müsa'nın şeriatını uygulamaya azmettiklerinde ve emirleri yeni­leyerek uygulamaya koyduklarında, Babil sürgününden sonraki Yahudi hayatında köklü bir değişiklik beklememiz gerekirdi.. Biraz önce verdiğimiz metinden de anlaşılacağı gibi, Yahudi önderlerin üzerinde anlaştıkları ilk nokta sosyal yönden diğerle­rinden ayrışmak, başkalarıyla kız alıp vermemekti ve belki de ye­ni Yahudi anayasasının bu maddesi Ezra ve Nehemya'nın kafası­nı en fazla meşgul eden husustu. Karma evlilik konusunda ne dü­şündüğünü Nehemya'nın kendi hatıratından okuyalım: “Adamla­rı azarladım, lanet okudum. Bazılarını dövüp saçlarını yoldum. Tanrı'nın adıyla onlara ant içirdim ve ‘Yabancılara kız verip kız al­mayacaksınız' dedim.”20 Hatta Nehemya Samiriye önderi Horonlu Sanballat'ın damadı olan baş kahini kovmakta bile terüddüt et­memiştir. Onun Kudüs duvarlarının onarılması konusunda Nehemya'yla tartıştığını biliyoruz. Yabancılarla evlenme konusunda Ezra da oldukça katıydı. Hatta yabancı' kadınlarla evli Yahudilere onları boşamalarını, onlardan olan çocuklarını gayr-ı meşru ilan etmelerini emrediyordu.21

Yabancılarla evliliğin yasaklanması, başkalarıyla karışıp kay­naşma, Şabat gününün ve tarlaların yedi yılda bir nadasa bırakıl­ması, Yahudi kardeşlerin borçlarının silinmesi geleneğinin tesi­sinden sonra yaşı yirmiyi geçen her Yahudi erkekten tapınak ver­gisi alınmasına sıra gelmişti.

Yeni yasa, toplumla ilgili kuralların tesbitini gerektiren haller­de Yahudi bireyi teşrinin ana hedefi haline getirmişti. Ne var ki konulan kurallar umulan neticeleri sağlamadı. Toplumun, Tanrı'nın adil cezasını hakedecek günahlar işlemesi sebebiyle acılar yaşamasına yol açan ortak günahın itirafının yanı sıra, her bire­yin de işlediği suçlarla ilahi kısası gerektiren ortak günahtaki ro­lünü itiraf etmesi gerekiyordu.

Burada Yahudi bireyin kabile düşüncesinden kabileler toplu­luğu düşüncesine bağlılık konusunda bir değişim geçirdiğini gö­rüyoruz. Asırlar boyunca on iki boyun rol aldığı görülürken, bi­linmeyen bir nedenle artık sadece Yahuda, Benyamin ve Levililerden söz edilmeye başlanmış, sonra bazen kimi küçük boyların, bazen sürgün öncesinde Yahudilerin yaşadıkları şehir ve köylerin isimleri, bazen de sürgündeki Yahudilerin oturdukları yer adları zikredilmiştir. Nehemya ve Ezra'nın yeni yasada bireyi göz önünde bulun­durmasının onu kabile reislerinin sömürüsünden kurtarma ama­cına matuf olduğunu düşünmemek gerekir. Aksine yeni yasa Ya­hudi bireyi bu sömürüden kurtarmış, ama kabile reislerinin sö­mürüsünün yerini bu defa Nehemya kitabının on ikinci ibaresin­de sözü edilen kongrede ilk defa oluşturulan yeni Yahudi liderli­ğinin yarattığı sömürü düzeni almıştır. Bu kongre Yahudi önder­lere Tanrı ve şeriat adına resmen konuşma hakkı vermiştir.

Siyasi konularda

Bu konuda yaptığımız ilk tespit, Nehemya ve Ezra'nın Ku­düs'e siyasi bağımsızlık kazandırma çabasından zımnen vazgeç­tikleridir. Aksine onlar, önderlerin ümitlerini ve yeni lsrail'i müj­deledikleri prensipleri boşa çıkarıcı bir tavır takınmışlardı.

Burada Nehemya ve Ezra'nın Kudüs'de Yahudiler için siyasi bağımsızlık sancağını yükseltmekten vazgeçmelerinin, bağımsız­lık düşüncesini bir yana bırakmaları anlamına gelmediğini, aksi­ne uygun bir zemin için fırsat kollamaya çalıştıklarını söylemeye gerek yok. Çünkü tapınağın yeniden inşaası, duvarların onarıl­ması ve Yahudi cemaatinin yeniden tanzimi, atılacak yeni adım­ların zeminini oluşturmak içindi.

Bazı tarihçiler Yahudilerin Nehemya ve Ezra zamanında Pers yönetiminin gölgesinde bir tür otonomi elde ettiklerini belirtir­lerse de, bu nisbeten farklı bir otonomiydi.

Pers imparatorluğu, o sıralar tarihin şahit olduğu en büyük im­paratorluktu. Doğuda Hindistan, batıda Yunanistan ve Libya'ya kadar uzanan çok geniş bir alanı hakimiyet altında bulunduruyor­du. Bu geniş imparatorluk bünyesinde Kudüs'ün işgal ettiği mesa­hayı tahayyül edebilmek için, Suriye, Fenike ve Filistin'den ibaret • olan nehir (Fırat) boyu bölgesinin imparatorluğun kontrolündeki yirmi küsur eyaletten sadece birini teşkil ettiğini ve Kudüs'ün bu üç parçadan birinde yer aldığını belirtmemiz yeterlidir. O sıralar Filistin Samiriye, Kudüs, Filistin ovası (Aşdot ve civarından iba­ret sahil şeridi)nden ibaretti. Kudüs valisi eğer varsa,Perslerin tayin ettiği Samiriye satrabına bağlıydı. Eğer Kudüs'ün kendisin­ den çıkan bir valisi örneğin Nehemya, yoksa, o zaman şehir doğrudan Samiriye'den yönetiliyordu. Yani Pers satrap Kudüs'den seçtiği danışmanlar vasıtasıyla idare ediyordu. “Yahuda oğlu Zerah’ın soyundan Meşezavel oğlu Petahya İsrail halkının genel temsilcisi olarak Pers kralına yardımcı oluyordu.”  

Burada geçen kral kelimesini görmezlikten gelebiliriz. Çünkü Tevrat yazarları kaybolan azametlerini Yahudilerin başkalarıyla olan ilişkilerini yücelterek telafi etmeye çalışıyorlardı. Halbuki, ör­neğin Yahudi önderlerin halkın her türlü işi konusunda danıştık­ları mahalli Pers satrabı, başkent Susa'da oturan Pers meliki değil­di. Aynı şekilde Nehemya'ya atfedilen şu sözde anlatılanları da gör­mezlikten gelebiliriz: “Çevremizdeki uluslardan bize gelenlerin dı­şında Yahudilerden ve valilerden yüz elli kişi soframa otururdu.”23 Çünkü burada sözü edilen valiler, Pers satrabının izniyle tayin edildikleri mütevazi mevkilerinden dolayı şükran duyguları besle­yen ve Kudüs civarında yer alan komşu şehirlerin şeyhleriydi

Vakıa orada gerçekten otonom bölgeler de vardı. Çünkü Persler mahalli bölge yöneticilerini eski unvanlarından ve geleneksel yetkilerinden mahrum etmemişlerdi. Örneğin Kilikya, Cebele, Sydon ve Ketom (Kıbrıs'da) yöneticileri kral unvanı taşıyorlardı. Babil'i ise Cyrus Mardok'un lutfuyla “Babil kralı” unvanı almak suretiyle kendine ayırmıştı. Çünkü Babil kralları halkın işlerinin çekip çevrilmesi konusunda tanrıları Mardok'un naibi ve vekili sıfatıyla iktidarlarına meşruluk kazandırırlardı. Bu yüzden Cyrus da Babil'e silah zoruyla değil Mardok'un lutfuyla kral olmasını şenliklerle kutlardı ve Mısır Cyrus'u müteakiben Pers İmparatorluğu’nun hakimiyetine girdikten sonra bu taltiften mahrum bıra­kılmamış, 'Pers kralı Mısır firavunu lakabını da almıştır. Fakat Mısır, Babil, Suriye ve Fenike'de başlayan bağımsızlık ayaklanma­ları, Pers kralını daha önce taşınan taltif unvanlarını bırakmaya, bu ülkelerdeki dini inançlara saygısızlığı terketmeye zorlamıştır.

Bu bilgileri vermekten maksadımız, Kudüs'ün küçük mesaha­sının muazzam bir imparatorluk sınırları içinde çok önemsiz bir yer işgal ettiğini ve burada Ezra ve Nehemya zamanında sağlan­dığı ileri sürülen otonominin kayda değer bir özelliği olmadığını göstermekti.

Bizim burada kaydetmek istediğimiz husus, Nehemya ve Ez­ra'nın Kudüs'de bir Yahudi cemaatı düzenleme ameliyesine ze­min hazırlayan Yahudi kongresinin bu halkın geleceği konusun­da tehlikeli bir etkide bulunduğudur ki, o da Kudüs'de Yahudi ol­mayan geçici bir iktidarın varlığının tanınmasıdır. Her ne kadar daha önce İsrail krallığının başında bulunan yöneticiler şu veya bu şekilde özellikle Mısır ve Mezopotamya devletleri başta olmak üzere komşu krallıkların tebaalığını tanımış olsalar da, geçmişte böyle bir şey varit olmamıştı.

Konumuzun akışı içinde şöyle bir baktığımızda Tevrat'da İbranilerin kendilerinden olmayan birini başlarına yönetici tayin etme­lerini yasaklayan sarih emirler olduğunu görüyoruz: “Atayacağınız kral kendi kardeşlerinizden biri olmalı. Soydaşlarınızdan olmayan birini, bir yabancıyı kral seçmeyeceksiniz.”    Yahudiler Babil sür­günü günlerinde bu sarih kanunu bilmiyor olsalar bile, Kudüs'e döndükten sonra da bilmemekte ısrarcı olmuşlardır. Çünkü bu ka­nunun uygulanması için yegane şart, “Tanrınız Rab'bin size vere­ceği ülkeye girip orayı mülk edinerek yerleştiğinizde .. "26 hükmü­nün yerine gelmiş olmasıdır. Gerçi bu metin Yahudilere başlarına illa da bir kral seçmelerini emretmiyor, ama şayet bir kral seçile­cekse bunun mutlaka Yahudi olmasını şart koşuyor. Belki de Cyrus'a “Tanrının mesihi" lakabının 'verilmesinde, peygamberle­rinden birinin deyişiyle lakâbı Tanrı'nın verdiği düşüncesinden ha­reketle kanunun bir tür yorumu rol oynamıştır. Yani istediklerin­de bir yabancıyı “seçilmiş halk"ın asil bir üyesi olarak kabul edi­yor, Samiriye [Samaria] halkından olan İsraillilere yaptıkları gibi de aslen İsrailli olan birini üyelikten çıkartabiliyorlar.

Nehemya ve Ezra, Yahudi ortamına, onu çevreleyen şartlara bakışlarında gerçekçiydiler. Geleneksel Yahudi liderlik seyrine uygun olarak hareket ediyorlardı. Yahudi peygamberlerin çizdik­leri pembe tablolar onları etkilememişti. Eğer yeni anayasa seçil­ miş halk ve seçilmiş toprak düşüncesinde katı olmamış olsaydı, Yahudiler de diğer halklar gibi tarihî kaderlerini yaşar, onunla ça­tışmaya girmez ve bu yüzden büyük acılar yaşamazlardı.

Nehemya ve Ezra, siyasi bağımsızlığı stratejik değil bir taktik gereği olarak görüyorlar, Pers nüfuzunun gölgesinde Yahudi top­lumu için yapılacak yeni düzenlemeleri muhafaza etmeyi düşünü­yorlardı. Kudüs'e komşu olan toplulukların yaptıkları suçlamala­rı da göz ardı etmemişlerdi. Örneğin Nehemya kitabında şöyle de­niliyor: "Sanballat, beşinci kez aynı öneriyle habercisini gönderdi. Habercinin elinde açık bir mektup vardı. İçinde şunlar yazılıydı: 'Çevredeki uluslar arasında Geşem'in de doğruladığı bir söylenti var. Sen ve Yahudiler ayaklanmayı düşündüğünüz için surları onarıyormuşsunuz. Anlatılanlara göre kral olmak üzeresin. Yahuda kralı olduğunu Kudüs'e duyurmak için peygamberler bile ata­mışsın. Bütün bunlar kralın kulağına gidecek..”  Halbuki Ne­hemya ve Ezra, Pers kralının hoşnutluğunu muhafaza etmek için oldukça çaba gösteriyorlardı. Tabii bunu Persleri sevdiklerinden değil, bir kurtuluş fırsatı çıkıncaya kadar Yahudilerin ayaklarının Kudüs'e sağlam basmasını sağlamak için yapıyorlardı. Belki de Yahudilerin Suriye ve Mısır'da Perslere karşı yapılan ayaklanmalara katılmaları, baş kaldın için uygun vaktin geldiği zannından kay­naklanmıştı. Bu olay M. Ö. IV Yüzyılda lll. Artaxerxes zamanın­da olmuş, neticede isyancılar şiddetli şekilde cezalandırılmış ve Kudüs Yahudilerinden bir kısmı Babil ve Hirkanya'ya    sürgün edilmişti. Belki de sırf bu yüzden Nehemya ve Ezra'nın siyasi ba­ğımsızlıktan vaz geçmiş gözükmeleri yalnızca bir taktikti.

Samiriye'deki Pers satrabının doğrudan yüklendiği vergi ve as­keri hizmet görevleri dışında, topluluğun sivil işlerini Kudüs'deki Yahudi reisleri yürütüyorlardı. “Halkın önderleri Kudüs'e yer­leşti. Geri kalanlar aralarında kura çektiler. Her on kişiden biri kutsal kente, Kudüs'e yerleşecek, öteki dokuz kişiyse kendi kent­lerinde kalacaklardı. Halk Kudüs'de yaşamaya gönüllü olanların hepsini kutladı."29 Anlaşıldığı kadarıyla M. Ö. 11. Yüzyıl başların­ da Hellen çağında yeterince açık bir şekilde tebellür etmeyen Ya­hudi ihtiyarlar meclisinin nüvesi de bu insanlardan çıkmıştı.

Nehemya'nın anılarında geçen veya geçtiği iddia edilen “ihti­yarlar meclisindeki temsilin demokratik bir halk temsili olduğu düşünmemek gerekir. Çünkü sıradan insanlar daha sonra genel kabul gören ve Yahudi Yüksek Kurulu [Sanhedrin] haline gelen bu meclise giremiyorlardı.

Babil sürgününden dönen Yahudiler Kudüs çevresinde kalan ve sürgünden sonra evlerini terketmeyen Yahudilere oldukça te­peden bakıyorlardı. Çünkü kendilerini yüksek Keldani uygarlığı­nın nimetlerinden yararlanmış kişiler olarak görüyorlardı. Eğer vaktiyle Babil'e sürgün edilenlerin toplumun önde gelen kişileri olduğunu düşünürsek, Kudüs'e yeniden dönüp gelen bu insanla­rın kendilerinde bir üstünlük görmeleri normaldir. Çünkü bun­ların bir kısmı aslen aristokrat kesime mensuptu. Diğer bir kısmı ise Keldani uygarlığından çok şeyler öğrendiğini düşünüyordu. Bu iki gruptan birinin varlığı Yahudi halkının yakınmalarının art­ması için yeterliydi. İkisi ise zaten çekilmez bir şey olurdu. “Bir süre sonra kadınlı erkekli halk Yahudi kardeşlerinden şiddetle yakınmaya başladı.”  “Çünkü halk ağır yük altındaydı.”  Yahu­di ileri gelenlerinden böylesine ağır muamelelere maruz kalan halka ihtiyarlar meclisinde büyük ölçüde temsil hakkının verile­bileceğini zannetmiyoruz.

Yahudi ihtiyarlar meclisinin ihdasından sonra, başa geçen ki­şinin Davud soyundan gelenleri bile hiçe sayayabildiği yeni bir mevki daha icat edilmişti: Baş kahin. Bu baş kahin, tapınağın ve ona bağlı birimlerin işlerini çekip çeviriyor, dini vergilerden ve kurbanlardan gelen gelirleri kontrol ediyordu. Kısa süre zarfında bu mevki kutsal bir vazifeye dönüştü ve sahip olduğu mali im­kanlar sebebiyle aşgözlülerin de ele geçirmeye çalıştığı bir ödül halini aldı. Öyle ki sonunda o mevkiyi ele geçirmek için akıl al­maz entrikalar ve cinayetler bile tertiplendi..

Josephus'a göre Kudüs'deki azınlık aristokrat kesimin yöneti­mine rağmen, ona bağlı şehirlerdeki kabile reisleri mahalli ikti­ darlarını sürdürüyorlar; Samiriye'deki Pers satrabı veya varsa Kudüs'deki mahalli yöneticileri de bu reis ve yargıçları [hakim] ta yin ediyorlardı. Pers kralının Ezra için çıkardığı ferman da bunu göstermektedir: “Sana gelince, Ezra, sendeki Tanrı bilgeliği uya­rınca yargıçlar ata. Bunlar Fırat'ın batı yakasındaki bölgede yaşa­yan bütün halka, Tanrı'nın yasalarını bilenlerin hepsine adalet sağlasınlar.. Yasayı bilmeyenlere de siz öğreteceksiniz. Tanrı'nın yasasına ve kralın buyruğuna uymayanlar ya ölümle, ya sürgün­le, ya mallarına el konularak, ya da hapsedilerek cezalandırılsın.”    Kabile reisleri ve yargıçların seçiminde ise geleneksel ka­bile yapısı kuralları göz önünde bulunduruluyor ve Pers satrabının onayı alınıyordu.

Yahudiler ve ^ Pers kralları

Cyrus

Yahudi tarihçi Josephus'un yazdığına göre il. Cyrus'un (M. Ö. 559-530) Yahudilere gösterdiği atıfetin sebebi, Yeşaya'nın keha­netleri ve bunların Pers kralının üzerinde yaptığı etkilerdir. 33 Bu­rada sözü edilen Yeşaya, M. Ö. Vlll. Yüzyılda yaşamış olan pey­gamber Yeşaya değil, kim olduğu bilinmeyen başka biridir. Araş­tırmacılar ondan M. Ö. VI. Yüzyılda Babil sürgünü zamanında ya­şayan 11. Yeşaya diye bahsediyor ki, Yeşaya kitabının 40. bülümünden 55.ci bölümüne kadar olan kısmı da ona atfedilmektedir.

il. Yeşaya, Cyrus'la ilgili olarak şöyle der: “Tanrı, mesihine, sağ elinden tuttuğu Koreş'e sesleniyor. Uluslara onun önünde baş eğdirecek; kralları silahsızlandıracak; bir daha kapanmayacak ka­pılar açacak. Ona şöyle diyor: 'Senin önün sıra gidip dağları düz­leyecek, tunç kapıları kırıp demir sürgülerini parçalayacağım. Se­ni adınla çağıranın ben Rab, İsrail'in Tanrısı olduğumu anlayasın diye karanlıkta kalmış hazineleri, gizli yerlerde saklı zenginlikle­ri sana vereceğim. Sen beni tanımadığın halde kulum Yakub so­ yu ve seçtiğim İsrail uğruna seni adınla çağırıp onurlu bir unvan vereceğim. Rab benim, başkası yok; benden başka Tanrı yok; be­ni tanımadığın halde seni güçlü kılacağım. Öyle ki, doğudan ba­tıya dek Ben'den başkası olmadığını herkes bilsin. Rab benim, başkası yok. Işığı biçimlendiren, karanlığı yapan, esenliği ve fela­keti yaratan, bütün bunları yapan Rab benim... Koreş'i doğruluk­la harekete geçirecek, yollarını düzleyeceğim; kentimi o onara­cak, sürgünlerimi ücret ya da ödül almadan o özgür kılacak. Böy­le diyor her şeye egemen Rab. ”

Evet.. Yahudi akıl hocaları sürgünleri Kudüs'e iade etmesi, Kudüs'ün ve tapınağın tamiri için Tanrı tarafından gönderildiği­ni Cyrus'un kulağına fısıldadılar, ama bu iş ll. Yeşaya'nın iddia et­. tiği gibi bedelsiz veya hediyesiz olmadı. Bilindiği gibi Yahudi ön­derler Babil veliahdı Belşasar'ın öldürülmesinden sonra Pers sa­vaşçılarının başkenti istilasını kolaylaştırmak için Mardok kahin­leriyle işbirliği etmişlerdir. Bu konuya daha önce değindiğimiz için tekrar dönmeyeceğiz.                                     ?

Josephus'un Yeşaya'nın kehanetleri ve bunların Cyrus üzerin­de Yahudilere karşı âtıfet beslemesiyle ilgili etkileri konusunda söylediklerine gelince, onun bu sözlerinden maksat, uluslararası tarihin tamamıyla İsrail'i yüceltmek için ilahi bir tedbirden ibaret olduğu düşüncesini aşılamaktır. Yahudi tarihçi, her vesileyle bu duruşunda ısrar etmektedir. Bu münafık Yahudi tarihçisi,  Tanrı'nın Kudüs'ü yerle bir eden Romalıların yanında olduğunu da söylemişti. Çünkü ona göre tahrip, Yahudilerin işledikleri günah­ların bedeliydi. Esasen Josephus bu konuda Hezkiya ve Yeremya gibi Yahudi akıl hocalarının Tanrı'nın Sargon, Sennaherib ve Nabukadnasar'ı yalnızca lanetlenmiş İsrail'e darbe indirmek için bir vasıta olarak seçtiği yolundaki sözlerini tekrarlamaktadır.

Yahudiler, başkalarına karşı besledikleri intikam duygularını . tatmin etmek için Cyrus'u bir vasıta olarak görüyorlardı. En baş­ta da kendi tapınaklarını onarırken onun Babil tanrılarını tahkir ederek, tapınaklarını yıkmalarını sağlayacaklarını umuyorlardı.

Tabii bunu tevhit ruhuna bağlı oldukları için yapmış değillerdi. Zaten Cyrus da tek Tanrı'ya inananlardan değildi. Buna rağmen ona Tanrı'nın mesihi lakabını verdiler. Ama Cyrus'un Babillilere saygı duyduğunu, kendisini Mardok'un himmetiyle tahta oturan Babil kralı olarak ilan ettiğini görünce, bütün ümitleri yıkıldıysa da, içten pazarlıklı oldukları için duygularını belli etmemeye özen gösterdiler.

1. Darius

Adı Tevrat'da geçmediği veya açık bir şekilde zikredilmediği yahut muadili bir isimle kaydedilmediği için Cyrus'oğlu Cambyses üzerinde durmayacağız. Kaynaklarda Cambyses'in File ada­sındaki Yahudi kolonisine özel bir ilgi gösterdiği şeklindeki bilgi, Darius kitabelerinde verilen malumata dayanmaktadır ki, bu kral döneminden önce söz konusu koloniden bahsedilmemektedir.

Kaynaklar, Cyrus'un damadı Darius'un Pers tahtını gasp yo­luyla ele geçirdiğini, olayın kendi kitabelerinde bahsettiği şekilde olmadığını belirtmektedir. Bir kere Pers kralları listesinde kendi_                                         _ _ _ _ _ _ _     _ _ _ _ _ _

sinden önce Gaumata adında bir kral olduğu kaydedilmektedir. Bu kral Cambyses'in haksızlığa uğrayan kardeşi Smerdis adını al­mış, M. Ö. 522 yılında bir sene kadar hükmetmiş. Belki de bu kral tahtı zorbalıkla ele geçirmişti ve Darius da Cambiyses'in öl­düğü yıl iktidarı onun elinden yolup almıştı.

Bu zorbalık olayı duyulunca Pers lmparatorluğu'nun birçok yerinde isyanlar çıkmış, muhtemelen Perslerin amca oğulları olan Medler, Darius'un krallığını tanımayı reddetmiş ve bu isyan, ortalığı sakinleştirinceye kadar Darius'un iki yılını almıştır.

Mısır, Suriye ve Irak Perslere baş kaldırmış ve. bu da Darius'u onları tekrar itaat altına almak için sefere çıkmaya zorlamıştır. Yahudilerin bu isyana katıldıklarını gösteren herhangi bir kayıt yok. Bazı tarihçiler Darius'a karşı başlatılan genel başkaldırı sırasında Yahudilerin Zerubbabil, peygamberlerden Zekeriyya ve Hagay önderliğinde bir şeyler yapmaya çalıştıklarını, ancak Darius'un Mısır'ı tekrar fethetmek için giderken 519/518 yılında Filistin'e şöyle bir uğramasının ortalığı yatıştırmak için kafi geldiğini be­ lirtmektedirler.  Bazı tarihçiler ise genel isyan sırasında Yahudilere sessiz kalmalarının ödülü olarak dahili ve harici zorluklara, komşu halkların karşı çıkmalarına rağmen, Kudüs'e dönmeleri, orada tapınağı yeniden yapmaları için Pers kralı tarafından izin verildiğini kaydetmektedirler    

Bizzat Ezra kitabı Darius'la Yahudiler arasındaki ilişkilerin gerildiği konusunda en ufak bir telmihte bulunmadığına ve hatta aksine Cyrus'un tapınağın yeniden inşaası konusunda kararını desteklediği için Darius'a övgüler yağdırdığına göre, ikinci görü­şü tercih etmemiz için bir neden yok. Ezra kitabında şöyle deni­liyor: "... Tann'nın tapınağının yapım işlerine karışmayın. Bırakın Yahudilerin valisiyle ileri gelenleri Tann'nın tapınağını eski ye­rinde yeniden kursunlar ... Bundan başka buyuruyorum ki, bu karan değiştirenin evinden bir kiriş çıkarılacak ve o kişi kirişin üzerine asılacak. Evi de bu suçtan ötürü çöplüğe çevrilecek...’^8

1. Artaxerxes

Ezra kitabı, Pers krallarından Cyrus, Ahaşveroş ve Artaxer• xes'ın adlarını zikrettikten sonra doğrudan l. Darius'a geçmekte­dir. Fakat tarih, Cyrus ile Darius arasında yalnızca Mısır fatihi Cambyses'i ve Gaumata isimli zorba bir kralı zikretmektedir.

Darius'dan önce geçen Ahoşveroş ve Artaxerxes'in isimlerine denk düşen bir Pers kralının ismi tarih kayıtlarında geçmemekte­dir. Tüm bunlara rağmen Ezra kitabında şu satırlara rastlıyoruz: "Bu olaylardan sonra, Pers kralı Artahşasta'nın krallığı dönemin­de... Seraya oğlu Ezra adında biri Babil'den geldi. .. "39

Tarihin l. Artaxerxes adıyla bildiği M. Ö. 456-424 yıllan ara­sında hüküm süren Artaxerxes, Ezra'ya Kudüs'e dönmesi için izin veren ve Nehemya'yı Kudüs valisi tayin eden kraldır. Daha önce Artaxerxes hakkında verdiğimiz bilgilerin bir daha gözden geçirilmesinde fayda olacağı düşüncesindeyiz. İsimlerin özdeş­ leştirilmesi konusu ise bir sonraki bölümde ele alınacaktır. Bilin­diği gibi Artaxerxes, hassa birlikleri komutanı olan ve Artaxerxes'in babasını katleden, tahtın meşru varisini atlayarak kendisi­ni tahta çıkaran Artabonus'un yardımıyla iktidara gelmiştir. Sahip olduğu iğrenç nüfuza rağmen Artaxerxes'in kraliçe annesi Amestris'in adı da komplocular listesine dahil edilmiş, asıl elebaşı olan Artabonus ise kraliyet sarayında yapılan bir düello sonucunda Artaxerxes tarafından öldürülmüştür.

Kralın intikamı Bactria  valisi olan kardeşi tarafından alın­mış, ihtilal bastırılmış; bu defa Atina'dan yardım alan Mısırlılar ondan intikam almışlar, fakat ayaklanma kralın isyancıların ele­başısı Anaros'a af vaadetmesiyle sona ermiştir. Vakıa daha sonra kral, annesinin teşvikiyle isyancıların elebaşını katlettirmiştir.

Ezra ve Nehemya kitabında bu Pers kralını iyi kalpli, güzel ah­laklı birisi olarak görüyoruz. Hatta Nehemya ondan “dünya dur­dukça yaşasın" diye söz etmektedir.

Nehemya'nın hadım olduğunu ve kralın sâkiliğini yaptığını belirtmiştik. Bu durumda onun da saray darbecilerinin sahnele­diği oyunda rol almış olma ihtimalini nazardan uzak tutmamak gerekir. Tabii muhtemelen Nehemya'nın güvenini kazanarak komployla ilgili önceden muvafakatını aldığı, Yahudilerin Ku­düs'le ilgili projelerine sıcak bakmasını sağladıkları kraliçe ana d;onlarla birlikteydi.

111. Artaxerxes

_ ll. Artaxerxes, ll. Darius ve ll. Xerxes'den hiç bahsetmeden kı­saca M. Ö. 358-337 yılları arasında hüküm süren lll. Artaxerxes üzerinde durmamızda bir sakınca yok. Çünkü bu üç hükümdar hakkında kayda değer bir bilgiye sahip değiliz.

111.         Artaxerxes'in dikkat çeken işlerinden birisi, saray entrikala­rından korktuğu için kendini korumak amacıyla yakınlarını öl- dürtmesi, belalarından uzak durmak için emri altındaki valilelere paralı askerlerini terhis etmeleri yönünde ferman vermiş olmasıdır.

Mısır M. Ö. 404'den itibaren Pers hakimiyetinden çıkmıştı.

lll.   Artaxerxes 35l'de bu ülkeyi tekrar hakimiyet altına almayı denediyse de, bir sonuç alamadı. Onun bu başarısızlığı muhteme­len bağımsızlık peşinde koşan Fenike şehirlerini ayaklanmaya sevketmiştir. Artaxerxes, kendisine isyan eden Sydon [Sayda] şehri hakimini cezalandırmak amacıyla büyük bir ordu topladı. Sydonlular saldırıyı durduramayınca toplu intihar eylemine giriş­tiler ve hem şehirlerini, hem de kendilerini yaktılar. Pers kralının Mısır üzerine yürüyüp 343'de onu mağlup etmesinden sonra dört bin yıl boyunca Nil vadisinde hüküm süren firavunlar sülalesi so­na ermiş oldu.

Anlaşıldığı kadarıyla bu dönemde Kudüs Yahudileri bazı amaçlarını gerçekleştirecek güçte oldukları düşüncesine kapılmış olsalar gerek ki, Perslere baş kaldıran Fenikelileri kendilerine ör­nek aldılar veya en azından takındıkları tavır Perslerin hoşuna gitmedi. Bu yüzden onlar da cezalandırıldılar ve Kudüs Yahudilerinden bir kısmı Babil ve Hirkanya'ya (Horasan'a) sürüldü.

Kudüs Yahudilerinin lll. Artaxerxes'a karşı düzenlenen isya­na katıldıklarının bir delili de, bizzat onun tarafından cezalandı­rılmış olmalarıdır. Eğer başkaldırıya katılmaları kesin ve etkin olmuş olsaydı, sürgün yalnızca bir kısmının Filistin dışında gön­derilmesiyle sınırlı kalmazdı. Eski Yahudi tarihinden öğrendiği­miz kadarıyla Yahudilerin bir kısmı Filistin'den kendi istekleriy­le göç etmiştir. Pers kralı Artaxerxes'in kendisine sadık olmadı­ğından şüphelendiği kişileri cezalandırma konusundaki katı tu­tum ve acımasızlığını göz önünde bulundurursak, Yahudilerin işledikleri suçlar yüzünden değil de tahtının selameti için bir tedbir olarak akrabalarından pek çoğunu öldürten bir krala kar-. şı düzenlenen başkaldırıdaki rollerinden söz edebiliriz. Sydonlu­lar bile Artaxerxes tarafından acımasızca cezalandırılacakların­dan emin oldukları için kendilerini yakmak ■■ suretiyle toplu inti­harı tercih etmişlerdir.

Elimizdeki kaynaklardan hiçbirinde Kudüs Yahudilerinin, bir grubun Babil ve Hirkanya'ya sürgün edildiği şeklindeki belirsiz ifadenin dışında, başka bir cezaya çarptırıldıklarına işaret edilme­ mektedir. Zerubbabil Tapınağı hikayesinde Artaxerxes dönemin­de tapınakla ilgili bir tecavüz olayı olup olmadığını araştırdığı­mızda olumlu bir sonuca varamadık. Aksine Zerubbabil Tapınağı'na yapılan ilk dini tecavüz M. Ö. Il. Yüzyılda Selevkus kralı Antiochus Epiphanes zamanında olmuştur.

Şu halde Kudüs Yahudileri III. Artaxerxes zamanında şiddetli bir cezalandırmaya maruz kalmamışlardır ki, bu da onların Feni­kelilerin Perslere karşı düzenledikleri başkaldırıya fazla iştirak et­mediklerini gösterir. Bu isyana bir şekilde karışmışlarsa da, bu, İs­raillilerle Fenikeliler arasında Davud ve Süleyman döneminde baş­layan ve Yahudilerin zaman zaman dostlarına karşı gösterdikleri vefasızlıklar sebebiyle ufak tefek yaralar alsa bile düşmanlık dere­cesine varmayan geleneksel dostluktan kaynaklanmışdır. Dolayı­sıyla Fenikelilere darbe indirmeye niyetlenen birinin Yahudilerin onlara karşı besledikleri dostâne duygulardan şüphelenmesini ga­ripsememek gerekir ki, Ill. Artaxerxes'in Sydon isyanının ilk gün­lerinde böyle bir şüpheye kapılması, bu yüzden içlerinden bir gru­bu cezalandırmak amacıyla Filistin dışına sürmesi normaldir.

IlI. Artaxerxes'den Pers İmparatorluğu'nun Makedonyalı Iskender tarafından yıkılmasına kadar geçen süre içinde iki hü­kümdar daha tahta çıkmıştır. Bunlardan ikincisi M. Ö. 330 yılın­da savaş meydanında İskender'den kaçarken terk-i dünya eyleyen III. Darius'dur.

Her ne kadar bazı tarihçiler, Tevrat'ın bazı sifirlerinde Yahudi cemaatinin Perslerden zulüm gördüğüne işaret edildiği kanaatin­de iseler de, bu dönemde Kudüs Yahudilerinin durumlarıyla ilgi­li bir kayıt bulamadık. Bu dönemde Perslerden zulüm gördükle­rine işaret edilmesinin sebebi de “kurtulmaları için ilahi inayetin gönderdiği”  yeni güç Makedonyalı İskender'i sevgiyle karşıla­mış olmalarıdır.

Yahudilerin hızlı renk değiştirmeleri ve bozgunda önde git­melerine okuyucunun dikkatini çekmek isterim. Dün Nabukadnasar'ı İsrail oğullarına kötülük yapanları cezalandırması için Tanrı'nın seçtiği kılıç olarak niteliyorlardı: “Tanrı diyor ki, ... ben de kuzeydeki bütün halkları ve kulum Babil kralı Nabukadnasar'ı çağırtacağım. ”43 ; “Hangi ulus ya da krallık Babil kra­lı Nabukadnasar'a kulluk edip boyunduruğuna girmezse, o ulu­su onun eline teslim edene dek kılıçla, kıtlıkla, salgın hastalık­la cezalandıracağım.”44; “Sizi sürmüş olduğum kentin esenliği için uğraşın. O kent için Rab'be dua edin. Çünkü esenliğiniz onunkine bağlıdır.”45; “Babil kralının iki elini güçlendireceğim, kılıcımı eline vereceğim.”46; “Gümüşe değer vermeyen, altını sevmeyen Medleri onlara karşı harekete geçireceğim. Oklarıyla gençleri parçalayarak, bebeklere acımayarak, çocukları esirge­meyecekler. Ben Tanrı, Sodom ve Gomorra'yı nasıl yerle bir et­timse, Keldanilerin yüce gururu ve krallıkların en güzeli olan Babil'i de yerle bir edeceğim. Orada bir daha kimse yaşamaya­cak, kuşaklar boyu kimse oturmayacak.. ”47 Tanrıları önce git­melerini, esenliği için çalışmalarını emrettikten sonra Babil'e karşı bu öfke niye? Çünkü “Babil kralı Nabukadnasar yuttu bi­zi, ezdi; boş bir kaba çevirdi. Canavar gibi yuttu bizi, güzel ye­meklerimizle karnını doyurdu; sonra bizi kustu. Bize ve yurttaş­larımıza yapılan zorbalık Babil'in başına gelsin, diyor Siyon hal­kı. .. Bunun için Rab diyor ki, ‘İşte davanızı ben savunacağım, öcünüzü ben alacağım; onun ırmağını kurutacak, kaynağını ke­seceğim, Babil taş yığınına, çakal yuvasına dönecek; dehşet ve alay konusu olacak. Kimse yaşamayacak orada.”48

Halbuki Nabukadnasar Yahudilere bir şey yapmışsa, onlar “Tanrı'nın nazarında günah işledikleri” için Rab'bin kulu ve kılıcı sıfatıyla yapmıştı. Nabukadnasar'ın Kudüs'e zulmettiğini ve zul­münden sonra bizzat Tanrı'nın Yahudilerden Babil'in esenliği te­mennisinde bulunmalarını ve bu esenlik için dua etmelerini talep ettiğini düşünürsek, Nabukadnasar'ın sürgün işleminin tamamlan­ması, Kudüs tapınak ve surlarının yıkılmasından sQJıra Yahudilere zulmettiği konusunda herhangi bir söz söylenmemesi gerekirdi.     

Bu durumda Nabukadnasar ve Babil'e lanetler yağdırılmasının sebebi nedir? Bunun sebebi yeni bir gücün ortaya çıkışıdır. Çün­kü Persler yeni bir güç olarak ortaya çıkmış, Pers kralı Cyrus da Tanrı'nın hakkında “lşte kendisine destek olduğum, günlümün hoşnut olduğu seçtiğim kulum! Ruhumu onun üzerine koydum. Adaleti uluslara ulaştıracak”  dediği Allah'a inanan bir insan ol­muştur. Hatta Cyrus “Tanrı, göklerin hakimi Rab yeryüzünün tüm krallıklarını bana verdi ve bana Yahuda'daki Kudüs'de bir ta­pınak yapmamı öğütledi” dediği için Tanrı'nın gerçek mesihidir.

Fakat Pers krallığı Yahudilerin ümitlerini boşa çıkarıp, Babil'i onlar için “bir harabeye, çakalların inine” çevirmeyerek, tüm düşmanlarından intikam almayınca, ortaya Makedonyalı İsken­der çıkmış, Yahudiler de eski güçlüleri unutup yenilerine. kucak açmışlardır.

Yahudiler bu tarihi dersi hiç unutmadılar ve yakın geçmişte de tarihten öğrendiklerini gayet güzel tekrarladılar. Herzl zamanın­da önce Osmanlı sultanı Abdülhamid'i Tanrı'nın mesihi olarak gördüler. Ondan istediklerini alamayınca, Almanya kralına, onda da aradıklarını bulumayınca Rus çarına yöneldiler.. arkasından İngiliz kralına yöneldiler. Şimdi ise ABD başkanını Tanrı'nın me­sihi olarak görüyorlar. Belki de yarın meçhul bir dinsizi Tanrı or­dularının mesihi ilan edecekler ve böylece her zaman yeni güçle­rin yanında yer alacaklardır.

XVIII

İSKENDER VE YAHUDİLER

Yahudi Ansiklopedisi MakedonyalI İskender için şöyle der: “Hellen uygarlığını Suriye ve Mısır'a sokan İskender, Yahudi inançlarının gelişmesinde muhtemelen Yahudi ırkının dışında • . kimsenin yapamayacağı bir etkide bulundu.”1

İskender (MÖ. 356-323) Yahudi literatüründe efsanevi bir kah­raman olduğu için, tarihin en önemli kişilerinden birisi olan bu şa­hısla Kudüs'deki ve 1ll. Darius'un ölümü üzerine İskender'in haki­miyetine geçen    Pers İmparatorluğu'nun dört bir yanındaki Yahu­diler arasındaki ilişlere biraz değinmemizde fayda vardır.

İskender, Asos  savaşında Persleri yendikten sonra yedi aylık bir kuşatmanın ardından ele geçirdiği Sydon'a yöneldi. Arkasın­dan Gazze'ye yöneldi ve iki aylık bir muhasaradan sonra orasını da ele geçirip,  Kudüs üzerine yürüdü.

Kaynaklarda belirtildiğine göre İskender Sydon'u kuşatırken Kudüs Yahudilerine adam göndererek kendisine bağlılıklarını bildirmelerini, kuşatmayı sürdürmek için gerekli lojistik desteği vermelerini istedi, fakat baş kahin Pers kralı Darius'a bağlılığın­dan ötürü bu talebi geri çevirdi.

İskender Gazze'nin fethinden sonra Kudüs üzerine yürüyün­ce, baş kahin Perslere bağlılığını bir daha gözden geçirmek zo­ runda kaldı. Bunun için bir rüya görmesi yeterli olmuştu. Baş ka­hin Yedu, gördüğü rüyadan hemen sonra sırtında erguvani bir pe­lerin, başında üzerinde Allah adı yazılı altın şeritli bölgesel tacıy­la şehir meydanına ilerledi. Çevresinde de keten elbiseler giymiş diğer hahamlar ve şehir eşrafı vardı.

lskender şehre gelince baş kahinin önünde saygıyla eğildi. Bu sırada Yahudiler de koro halinde lskender'e tezahürat yapıyor, ön­cü birliğini selamlıyorlardı. lskender'in yakın çevresindekiler ve askerler, kralların önünde eğildikleri  muzaffer bir kumandanın sergilediği bu anormal davranışa bir anlam verememişlerdi. Kur­maylarından Barminu İskender'e bunun sebebini sorunca şu ceva­bı verdi: “Ben ona değil, kendisini bu en büyük kutsi mevkiyle şe­reflendiren Tanrı'ya secde ediyorum. Makedonya'dayken Asya'yı istila konusunda en uygun planlar üzerinde bocalayıp durduğum günlerde, rüyamda işte bu adamı gördüm. Beni Asya'yı istilada ace­le etmem konusunda teşvik ediyor, denizi tereddüt etmeden geç­memi öğütlüyor, orduma sefer sırasında yol göstereceğini ve bana Perslere karşı üstünlük vereceğini vaadediyordu.”

Daha sonra İskender sağ elini baş kahine uzatarak onun tali­matlarıyla Yahve'ye kurban sunduğu tapınağa kadar eşlik etti. Baş kahin arkasından İskender'e Deniel'in kitabında bizzat kendisini ilgilendiren işaretler hakkında bilgi verdi. İskender, Deniel kitabın­da geçen “Teke Grek kralıdır; gözleri arasında gördüğün büyük boynuz birinci kraldır”  sözlerini duyunca son derece mutlu oldu.

lskender, ertesi günü Kudüs Yahudilerine ne istekleri olduğu­nu sordu ve baş kahinin talebi üzerine onlara dini vecibelerini tam serbesti ile ifa etmelerine izin verdi; onları yedinci yıl Sabat yılı vergisinden muaf tuttu ve bu imtiyazları imparatorluğu sı­nırları dahilindeki tüm Yahudilere tanıdı.

Efsanenin kronolojisi

Bu efsanenin içerikleri itibariyle tarihle hiçbir ilgisi olmadığı­nı söylemeye gerek yok. Çünkü en az üç noktada intihal olduğu kesin:

a)              Baş kahin Yedu'nun rüyası;

b)              lskender'in rüyası;

c)            Daniel kitabının özellikle kendisine işaret eden sözlerinin Iskender'e gösterilmesi.

Birinci ve ikinci şık üzerinde durmayacağız, çünkü tarih rüya­lar üzerine kurulmaz.

Özellikle de bu rüyalar İskender ve arkadaşı Yedu'ya atfedilen şekliyle olursa..

Daniyel kitabına gelince, onun M. Ö. Il. Yüzyılda, yani lskender döneminden daha sonraki bir dönemde yazıldığı konusunda daha önce bilgi verildiği için, tekrar aynı konuya dönmeyeceğiz.

Yahudi Ansiklopedisi dahi bu hikayenin tarihi kronolojisinin pek çok bilim adamı tarafından şüpheli bulunduğunu kaydet­mektedir. Kitab-ı Mukaddes Sözlüğü'nde ise şöyle deniliyor: “Bu hikayenin ne kadarının hayali olduğunu kestirmek mümkün de­ğil.. Talmud'da ve Josephus'da geçmektedir. Plutarkhos, Cornius ve benzerleri gibi klasik tarihçilerin bu konudaki suskunluğu hi­kayenin uydurma olduğu hususunda yeterli bir argüman değildir. Zaten bu tarihçiler Yahudilerle ilgili her konuda genellikle susar­lar. Hikayede hayali unsurlar bulunduğu ise kesin bir olgudur.”

Britannica Ansiklopedisi'nde de şöyle deniliyor: “Büyük ihti­malle bu efsanenin gerçek nüvesi, baş kahinin İskender'in kendisi­ni Filistin'in güneyindeki Yahudi cemaatinin önderi ve yeni efen­dinin temsilcisi olarak tanıması mukabilinde ona karşı hüsn-ü ni­yet işaretlerini sunmasıdır. Böylece baş kahin Pers hakimiyet döne­minde olduğu gibi başka bir memur veya valiye değil, doğrudan İs­kender'e bağlı olacaktır.”  

İskender bu şekilde Kudüs'ü ziyaret etmiş ve onun bu çekiş­meden kazanan taraf olarak çıkacağını gören Yahudilerin bağlılık tezahürleriyle karşılaşmış olabilir. Ayrıca İskender'in geleneksel olarak hep aynı aileden seçilen baş kahinin önderliğinde Kudüs Yahudilerine sınırlı bir otonomi vermiş olması da muhtemeldir.. Yahudilerin imparatorluğun dört bir yanına dağıtılmış olması keyfiyetinin de İskender'in atıfetine yol açmış olduğu nazardan uzak tutulmamalıdır ve muhtemelen bu âtıfet duygusu, onu, amaçları uğrunda hizmetlerinden yararlanmak istediği Yahudilere karşı sempati beslemeye sevketmiştir.

İskender'in askerlerine Makedonya'dayken gördüğü bir rüya­dan bahsetmesi, acaba henüz Asya üzerine yürümeyi planladığı günlerde kendisiyle bazı Yahudiler arasındaki sabık bir ilişkiyi mi sembolize ediyordu? Kıyas yoluyla böyle bir şeyin olmuş olması­nı uzak bir ihtimal olarak görmüyorsak da, bu anlatılanlardan his­si bir delil çıkaramayız. Ancak, şu kadarını söyleyebiliriz ki, Babil sürgünü sonrasında Yahudiler dağıtılmışlığın yaşantılarına gir­dirdiği değişikliklere binaen, sürgün öncesinde olduğu gibi, di­ğer Yahudilerle tedrici ilişkiler içine girmişler ve aradaki büyük mesafelere rağmen tek bir topluluk oldukları duygusunu güçlen­dirmişlerdir. İlk günlerden itibaren oraya buraya dağıtılmış olma durumunun ortak çıkarlar söz konusu olduğunda Yahudilerin ay­nı tavrı sergilemelerini ve birbirleriyle temasta bulunmalarını en­gellemediği konusunda pek çok veri mevcuttur. Yeni yerleşim yer­lerinde Yahudiler. arasındaki yazışma faaliyetiyle ilgili en iyi ör­nek, Makkabî hanedanı elçileriyle Kudüs Yahudilerinden Mı­sır'daki Yahudilere iki mektup göndererek büyük Yahudi bayram­larını kendileriyle birlikte kutlama konusunda teşvik etmeleridir.

Vakıa herhangi bir devletin çökmeye başladığını gösteren ala­metler, durumu değerlendiren kişilerin olayları yeniden ve daha akıllı bir şekilde gözden geçirmesini engellemez. Babil Yahudileri de Keldani devletinin çöküşünü, Perslerin yıldızının parlama­ya başladığını görüp yarışı kazanacak at durumundaki Cyrus'a oynamışlarsa, Yunan topraklarını İskender'in babası Makedonya­lı Philippe'in sancağı altında birleştirecek bu yeni gücü farketmiş ve onun cihan hakimiyet sancağını Perslerden teslim alacağı vak­tin geldiğini sezerek içlerinden bazılarına bu yükselen yeni güçle

temasa geçmek için yola çıkmalarını söylemiş olmaları uzak bir ihtimal değildir. Her musibet bir nimeti de beraberinde getirir. Yahudiler de vaktiyle Kudüs'de krallarının gelişmeleri yakından takip etmeyip yanlış ata oynamaları yüzünden çektikleri acılar­dan gerekli tecrübeleri edinmişlerdi. Şimdi ise daha fazla hareket serbestisine, niyetlerini daha fazla gizleme ve rolleri dağıtma im­kanına sahiplerdi.         -

Yedu'nun lll. Darius'a ettiği bağlılık yemini sebebiyle baş ka­hinin Sydon'u kuşatan Iskender'e Yahudilerin bağlılık gösterme­sini reddettiğini belirttiğini belirtmemek yanlış olur. Rüyalar, ya­pılan anlaşmaların bozulmasına sebep teşkil etmez; ama bağlılık sözünü veren Yahudi ise o zaman rüyalar bir mesnet durumuna geçebilir. Nitekim daha önce de sünnetsizlerle yaptıkları anlaş­maları bazı çıkarlar için bozmuşlardı.

iskender'in ahlakı

Yahudilerin, yeni bir güç olarak lskender'in eteğine yapışma­larını ve Perslerden yüz çevirmelerini haklı göstermek için genç Makedonyalı kralı peygamberler mertebesine yükseltecek bir kutsiyet çemberiyle çevirmeleri gerekiyordu. lskender'in Kudüs ziyareti hikayesini okuyan bir kişinin, onun ziyaret sırasında sağ elini baş kahine uzatıp onunla birlikte tapınağa girmesi ve baş ka­hin Yedu'nun açıkladığı seramoni kurallarına uygun olarak kur­ban sunması sebebiyle Yahudi tarihçilerin kralın Müseviliğe geç­tiği şeklindeki telmihlerine inanması beklenemez.

Bir kere Iskender'in ahlakı ve siyasi kültürü, Kudüs tapınağın­da yaptıklarına engel teşkil etmez. Çünkü lskender ileri görüşlü, zeki biriydi. Babası onu ideallerini gerçekleştirmesi için oldukça iyi eğitmişti. Yahudilere iltifat göstermek ve dini inançlarına say­gılı olmakla sağlayacağı çıkarların farkındaydı. Nitekim baş kahi­nin önünde saygıyla eğilirken, bunu ona duyduğu saygıdan dola­yı değil, onu yüksek makama getirerek onurlandıran Tanrı'ya saygısından yaptığını belirtmiştir.

Fakat Yahudilerin Tann'sını kabul eden aynı Iskender, bir başka defa da Mısırlıların tanrısı Amon Ra'yı kabul ettiğini belirtmiştir. İskender'in Mısır'ı fethettikten sonra ülkede hakimiyetini pe­kiştirmek için en çok ihtimam gösterdiği konulardan biri, gidişgelişte bin kilometreden daha fazla bir yol katetmesine rağmen, tanrı Amon Ra'yı ziyaret etmek ve Mısır baş kahininin eliyle tak­dis edilmek için Siva vadisine kadar yorucu bir yolculuğa çık­makta tereddüt etmemesiydi. Burada baş kahin, İskender'in hu­zurunda yaptığı bir konuşmada “Gel, Ra'nın babalığını ve Hor'un mülkünü verebilecek kadar sevdiğim öz oğlum!”10

Böylece baş kahin İskender'i tanrı Amon Ra'nın oğlu olarak Mısır'ın meşru kralı ilan etmiştir ki, onun Kudüs'deki davranışıy­la Siva'daki davranışı arasında önemli bir fark yoktur. Her ikisin­de de fetih gücünü manevi güçle takviye etmeyi amaçlamıştır. Belki de tek fark Kudüs'de Yahve'ye, Mısır'da tanrı Amon Ra'ya sözde iman etmiş olmasıdır. Aslında her iki durumda da Tanrı adına hükümdarlık yaptığını halka gösterme amacı vardır. Böyle durumlarda tanrıların sayısının uğranılan başkentlerin sayısıyla orantılı bir şekilde artmasında sakınca yoktur. Esasen mağlup halkların kalbini kazanma yolunda ilk adımı Pers kralı Cyrus at­mış, İskender de onun yolundan devam etmiştir. Dolayısıyla mağlup halkların fatih kralların mahalli davranışlarına bakarak onların kendi dinlerini ve tanrılarını benimsedikleri düşüncesi ancak aldatıcı bir vehimdir. Çünkü fatih krallar yalnızca kendi çı­karlarının koruyucusudurlar.

İskender'in mağluplara davranışı

Araştırmacılar ve güvenilir tarihçiler, İskender'in hayatında giriştiği en zor iki askeri operasyonun Fenikelilerin Sydon şeh­riyle Filistin'deki Gazze'nin kuşatılması olduğu konusunda hem­fikirdirler.

Sydon, sahile yarım mil uzaklıkta müstahkem bir ada şehirdi. İskender Asos savaşından sonra buraya gelince, şehri fethetmekte zorlandı ve kuşatma altına alarak mancınıklarla surları dövmeye başladı. Müdafiler surlarda açılan delikleri hemen tamir ediyorlar ve Kartacahlardan11 herhangi bir yardım istemiyorlardı. Muhteme­len Kartacalılar da ana şehir Sydon'un rahatlıkla direnebileceğine inanıyorlardı.. Fakat yedi ay süren şiddetli bir kuşatmadan sonra şehir düştü ve halk pazarda köle olarak satıldı. Daha sonra güneye yönelen lskender, kayda değer bir direnişle karşılaşmadan Gaz ze'ye geldi. İskender ordusunu Gazze çevresine yığdı. Gazze'nin Sydon'un başına gelenlerden yeterli dersi aldığını, direnme göster­meksizin kapılarını açacağını zannediyordu. Fakat suküt-u hayale uğradı. Gazze, son ferdine kadar sert bir direnme kararı aldı. Fakat bu konuda söylenmiş bir sözü veya belirlenmiş bir sloganı yoktu. Güçlü surları, kendisini koruyacak bir donanması olmamasına rağmen tam iki ay boyunca işgalcilere karşı direndi. Bu iki ay bo­yunca İskender'in yüreği ağzına gelip gelip gitti. Gücü, vatan mü­dafaasının gerekliliği konusunda kamil bir inancı olmayan küçük bir şehir, saldırganlara karşı ölümüne direniyordu .. Hatta İskender, daha göreceği günler olmamış olsaydı, bir Arabın hançeriyle ağır şekilde yaralanmış ve ölmesine ramak kalmıştı. 12 Nihayet kahra­manca direnen şehir düşmüş, işgalciler nefes alan bir canlının ka­lıp kalmadığını araştırmaya başlamışlardı. Buldukları tek canlı sa­vaşçı şahir valisi Batis'di ve o da ağır yaralıydı. Eğer İskender mert­lik ve insanlık sıfatlarından arınmamış olsaydı, şehrini müdafaa eden bu kahraman insana gerekli saygıyı göstermelerini emreder­di. Fakat İskender'in askerleri adamın üzerine çullandılar. İsken­der zaten yaşayan ölü durumundaki bu kahramanı sakat bırakma­larını emretti. İki ayağını yakarak kızgın bakır halkalar geçirdiler. Sonra sürükleyerek İskender'in savaş arabasının önüne getirdiler. İskender arabasını hızla sürüp azgın ve sarhoş askerlerin alaylı kahkahaları arasında adamı parçaladı.

Böylece kahraman Gazze düşmüş; erkekleri şehit olmuş, ka­dınlar ve çocuklar esir pazarında haraç mezat satılmış, evleri ise gasıpların istirahatgahına dönüşmüştü. Sydon ve Gazze'nin düş­mesiyle birlikte İskender'in hayatında şahit olduğu an sıkıcı savaş günleri sona ermişti.13       

Yunanistan'dan başlayarak Hint topraklarında biten fetih gün­leri boyunca kazandığı zaferlerin en zorunu lskender Araplara karşı kazanmış, onların dışında bütün halklar ona saygı ve bağlı­lık göstermişlerdir. Üstelik onlar Gazzeli de değillerdi ve yalnız­ca düşman lskender'e karşı kahramanca direniş gösteren bir şeh­re yardıma gelmişlerdi. Şehrin direnişi lskender'i çok öfkelendir­mişti; Arap Yarımadası'nı fethetmeyi denediyse de ümitsizlik ve yenilgi nasibi oldu.

Burada anlatılanlar, lskender'i günümüzde süpermen dediği­miz türden efsanevi ve dahi bir kahraman olarak tanıyan bazı okuyuculara tuhaf gelebilir. Doğrudur; çocukluğumuzda bize okutulan ve hâlâ da okutulmaya devam eden sıradan tarih kitap­larında, tüm düzeltme teşebbüslerine rağmen, bize böyle anla­tıldı. Sanki bu kitaplar düşmanlarımıza karşı verdiğimiz amansız mücadele konusunda ihtiyaç duyduğumuz duyguların tam aksi­ni öğretmek, gerçek tarihi çarpıtmak için yazılmıştı. Belki de Ya­hudi tarihini anlatırken ilk defa lskender meselesinde asıl konu­muzdan bu kadar uzaklaşmamızın sebebi de budur. Ama bu ge­rekliydi ve Yahudilerin tarihin bundan sonraki dönemlerinde na­sıl insanlarla işbirliği yaptıkları, tarihi nasıl çarpıtıp değiştirdikle­ri konusuna yeni bir veche getirecektir. Onların bu çarpıtmaları yüzündendir ki, aslında tufeyli ve kaba saba kişiler olan bu insan­lar dünya halklarının nazarında mükemmelliğin ve büyüklüğün timsali haline gelmişlerdir.

Filizof tarihçi Wells “İnsanlık Tarihinin Ana Hatları" isimli ki­tabında “Gerçekten lskender büyük müydü?" diye sorduğu soru­ya kendisine yakışan insani bir üslupla cevap veriyor. Wells bize lskender'in gençliğini ve çirkef anası yüzünden babasının başına gelen felaketi anlattıktan sonra Philippe'i büyük bir piyes yazan dahi bir yazara, lskender'i ise sahnede rol olan bir aktöre benze­terek şöyle demektedir: “Eseri yazan kişi ne kadar büyük olursa olsun, karanlıkta ve perde gerisindedir. Tüm ışıklar aktörün üze­rine çevrilmiştir.. lşte baba ile oğulun durumu böyledir. Philippe, tüm askeri dehasını sergileyerek oğlu lskender'e düzenli ve eği­timli bir ordu hazırlamıştır ki, bu ordunun disiplinsiz ve içi geç­' miş Pers ordusuna galip gelmesi gerekirdi."

Daha sonra İskender Pers İmparatorluğu'na tam altı yıl bo­yunca hükmetti. Hiç kimse ona karşı çıkmadı. Otuz bir yaşına gelmişti ve bununla birlikte bu yıllar zarfında yönetim konusun­da kayda değer hiçbir şey yapmadı ve her şeyi nasıl bulmuşsa öy­le bıraktı. Yeni şehirler kurmayı planladığı doğrudur, ama güllük gülistanlık şehirleri yerle bir ettiği de doğrudur.

Onun için doğunun Hellen’i diyorlar. Halbuki Mısır ve Babil İskender döneminden çok önceleri Yunan uygarlığından çok ile­rideydi ve onun tarafından örnek alınmıştı.

Yunanistan'ın altın çağının, kendisiyle İskender dönemi ara­sında fazla uzun bir mesafe bulunmayan Perikles döneminin filo­zoflarının öğrettikleri gibi, Asya'ya Avrupa'yı birleştirmenin yolu, güvenli kara ve deniz yolları açmaktı. İskender'in hocası ve yol göstericisi, aynı zamanda siyasi ve askeri bir önder olan Aris­to'dan da Asyalılarla Avrupalıların kaynaşması konusunda davet­ten daha fazlası istenmişti. Belki de Pers devletinin yıkılmasından sonra Aristo'nun çevresinde yapılan evlilik törenleri, genelde bir devlet yıkıldıktan sonra galiplerin mağlup tarafın kadınlarını ke­yiflerinin istedikleri gibi alıp satmaları şeklindeki geleneğin yay­gın ve metazori bir uygulamasıydı. Eğer İskender Asya ile Avru­pa'yı birleştirme yolunda sağlam adımlar atmak istiyorsa, Make­donyalı kadınların Asyalılarla evlenmesine izin vermeliydi. Bunu yapmadığı sürece hikaye galibin mağluba yaptığı muameleden öte gitmeyecekti.

İskender, savaş meydanlarında gösterdiği kabiliyeti ve idareci­lik vasıflarını insanların gücünden faydalanmakta gösterememiş­ti. Bu mağrur genç, sahip olduğu o geniş imparatorluğun gelece­ğini düşünmekten kaçıyor ve Wells'in dediği gibi kendisinden sonra dünyada hayatın biteceğini sanıyordu. Belki de bu yüzden dört bir yana yayılan bu devâsâ imparatorluk onun ölümünden sonra çökmüş ve en yakın arkadaşları arasında taksim ettiği ülke­ler birbirinden kopmuştur.

İşte Yahudilerin eteğine yapıştıkları, önünde pervane oldukla­rı, hakkında onu ismet sahibi peygamberler mertebesine yüksel­ten yalan yanlış şeyler uydurdukları yeni kuvvetin temsilcisi İs­kender böyle biriydi. Bazı Arapça eserlerde İskender'le ilgili olarak Islama ve Müslümanlara yakıştırılan bazı iftiralara bir göz atmadan bu konuyu noktalamak doğru olmaz. Çünkü bu İskender, Yahudiler nazarın­da beklenen mesih, Habeşli Hristiyanlar nazarında bir Hristiyan aziz, Müslümanlar nazarında ise bir İslam kahramanı olmuştur. İslamı İskender konusunda israiliyatın yamadığı şeylerden temiz­lemek burada bizim işimiz değildir. Kehf suresinde Zü'l Karneyn adlı salih bir kişiden söz edilmektedir. Allah Kur'an'da bu konu­da şöyle buyurur: “Sana Zü'l Karneyn'i soruyorlar. Size ondan bi­raz bahsedeceğim de! Biz onu yeryüzünde güçlü bir iktidar sahi­bi yaptık ve ona her konuda bir yol gösterdik. O da gösterilen yolda yürüdü."

Bazı müfessirler Yahudilerin Makedonyalı İskender hakkındaki rivayetlerin tesirinde kalarak hataya düştüler ve Kur'an'da sö­zü edilen Zü'l Karneyn'in İskender olduğu zannına kapıldılar. İbni Kesir, tefsirinde Zü'l Karneyn'in Makedonyalı İskender olduğu şeklindeki sözlerle ilgili olarak “Ebu Zer'at er-Razi gibi büyük bir müfessirin bile onda peygamberlik alametlerini görmesi şaşılacak bir şey" demektedir. Halbuki İbni Kesir el-Ezraki ve diğer fakihlere istinaden Kur'an'da sözü edilen Zü'l Karneyn'in Hz. İbra­him'in çağdaşı olduğunu; ona inanıp peşinden gittiğini ve onun­la birlikte Mekke'de Kabe'yi ilk kurduğunda binayı tavaf ettiğini kaydetmektedir.15

Mukadenyalı İskender'in Kur'an'daki Zü'l Karneyn olduğunu belirten kayıtların asılsız bir iftira olduğunu ve İslama sokulmuş israiliyat arasında yer aldığını göstermek için sanırım bu kadar bilgi yeterlidir.

XIX

MAKKABİ İSYANI

İskender'in ölümünün hemen ardından Mısır'daki Ptolemelerle Suriye'deki Selevkuslar arasında acımasız bir çekişme başladı. Bu çekişmenin sebebi, her iki tarafın da birbirinin elindekine göz dikmiş olmasıydı. Mısır ve Suriye tek bir güç tarafından yönetil­mediğine göre, küçücük Filistin'in bu iki ülkeyi yönetenler ara­sında coğrafi açıdan bir niza konusu olması kaçınılmazdı.

İskender'in ölümünden üç yıl kadar sonra ve tam olarak M. Ö. 220'de Mısır imparatoru Ptoleme Filistin'in üzerine yürüyüp Ya­hudi başkenti Kudüs'ü işgal etti. Kudüs, Selevkus kralı ili. Antiochus Epiphanes 198 yılında Ptoleme'nin ordusunu Suriye'nin Banyas kasabası açıklarında mağlup etmesiyle Selevkusların ha­kimiyetine geçinceye kadar bir o yana bir bu yana gitti geldi.

Dolaylı sebepler

Ptolemeler de Selevkuslar da putperest Makedonyalılardı, ama her iki ülke yöneticilerinin yönetim anlayışı ve şekilleri birbirin­den farklıydı. Her ikisi de hakimiyetleri altındaki toprakları Hellenleştirmeye çalışıyordu. Sadece yöntemleri değişikti. Ptolemeler bu işi sükunet ve suhuletle yapmaya çalışırken, Selevkuslar Hellen kültürünü cebir ve şiddetle kabul ettirme gayretindeydiler.

Muhafazakâr Yahudilerin Ptolemeler döneminde alışmadıkla­rı bir tarzda Hellen kültürünün Selevkuslar tarafından zorla be- nimsetilmeye çalışılmasından rahatsızlık duymamaları mümkün değildi. Çünkü Ptolemeler, Yahudilerin üst tabakasını pohpohlar­ken, Hellen kültürünü orta kesime öfkelendirmeden yavaş yavaş şırınga ediyorlardı.

Selevkus tahtına Antakya'da IV Antiochus Epiphanes (M. Ö. 175-164) geçmişti. Muhtemelen Atina doğumlu olan bu kral, Hellen kültürü konusunda aşırı tutucuydu. Hiçbir istisna tanıma­dan bu kültürün devletin tüm reayasına kabul ettirilmesi konu­sunda acele davranıyordu. Kaderin ellerine teslim ettiği topluluk­lardan hiçbirinin sırtını Hellen kültürüne dönmesine tahammülü yoktu ve bunu kökünden kazınması gereken bir tür barbarlık1 olarak görüyordu.

Filistin Mısır'ın hakimiyetindeyken Selevkuslar devletlerinin Mısır'a karşı güvenlik içinde olması için burasının sınırlarına ka­tılması gereken topraklar arasında olduğu kanaatindeydiler. Muhtemelen Yahudilerin Ptolemelere sempatik nazarla baktıkla­rından şüphe ediyorlardı. Ptolemeler döneminde Yahudilere ya­pılan iyi muamele sebebiyle olsa gerek, Mısır'daki kolonilerde    yaşayan fakat Kudüs'le ilişkisi hiç kesilmeyen kalabalık Yahudi kitlelerinden başka Selevkuslar da bu ülkeye girmişlerdi ve şüp­helerinde hiç de haksız olmadıklarını göreceklerdi.

Kahin makamı için yarış

lll. Onias, kardeşi Yoşua'nın Antiochus Epiphanes'den onun yerine tayin edilmeyi rica etmek amacıyla Antakya'ya gittiği sıra­da Kudüs'ün baş kahiniydi. Onun bu isteği Selevkus kralının ka­fasına yattı ve hatta belki de onu Antakya'da huzuruna gelmesi için bizzat kendisi çağırmıştı.  Antiochus, Yahudiler arasında Hellenleştirme siyasetini yürütmek için aradığı en uygun kişinin Yoşua olduğunu farketmişti. Yoşua da zaten dobra dobra biriydi , ve bölgedeki Hellen partisinin lideriydi ve aynı zamanda gelenek­sel olarak baş kahinin üyeleri arasından seçildiği aileye mensup­tu. Kralı halka daha ağır vergiler yüklemeye teşvik eden de o idi. Yoşua, Hellen kültürüne bağlılığını ispat etmek amacıyla bir adım daha atarak, adını bir Yunanlı adıyla değiştirdi ve böylece Jason adını aldı. Hatta İsrail'in tanrısı Yahve'nin adını da Yunanlıların en büyük tanrısı Zeus olarak değiştirmekte bir beis görmedi.

Anlaşma tamamlanmıştı. Antiochus Epiphanes, Jason'u baş kahin olarak atadı. Filistin'de baş kahin dini otoritenin yanında mahalli yöneticilik yetkisine de sahipti ki, Ezra ve Nehemya'nın Babil sürgününden sonra yaptıkları anayasadan bahsederken bu konuya birazcık değinmiştik.

Jason, kralın gücüyle ağabeyinin elinden makamını aldığını • müjdelemek için Kudüs'e döndü ve böylece Yahudiler arasında Hellenleşme dalgası yükseldi. Putperestlik akımları ortaya çıktı. Kudüs'de tapınağın yakınlarına oyun sahaları kuruldu ve hatta tapınak kahinleri bu oyunlara katılmak için kürsülerini oraya ta­şıdılar.

Fakat Jason, kardeşi için kazdığı kuyuya kendisi düştü. Çün­kü Antakya'daki kral, Kudüs kahininin yaptığı vaatlerden daha fazlasını teklif eden birini, Benyamin'in torunlarından Menelaus'u bulmuştu. Bu zındık, baş kahin olarak tayin edilmesi halin­de Hellenleştirme yolunda daha büyük adımlar atmanın dışında Yahudilere yüklenen vergilerden daha yüksek miktarda vergi top­layacağı sözünü verdi. Tabii Antiochus da onu Kudüs'ün baş ka­hini olarak tayin etmekte hiç tereddüt göstermedi.

isyan işaretleri

Sözünü ettiğimiz dönemde Yahudi toplumunda tevhit inancı­nı savunmak için kendilerini feda eden temiz mü'minler hiç ek­sik olmamıştır. Bü imanlı kişiler yolunu sapıtmış putperestler karşısında inançlarını savunma konusunda asla korkakça dav­ranmadılar. Bunlara ki en önde gelenleri Hasidimlerdi,şariat kahramanları lakâbı takılmıştı. Belki de Antiochus'un mürted ve zındık Yahudilerden oluşan grubun bu şeriat kahramanlarının karşısına çıkardığı en yırtıcı tehlike Menelaus’du. Çünkü o, daha önce faziletli bir kişi olarak Yahudileri Hasidimlerin davetine ka­tılmaya cesaretlendiriyordu ve Yahudi akidesindeki bu korkunç çöküntüye bir set çekmiş, sapıkların ne kadar tekrarlanırsa tek­rarlansın geçmişten ders almadıklarını belirtmişti. Belki de kader, sapıkların kurbanlarına hazırladıkları azabın gölgesinde birbirini takip ederken gözlerini kapamıştı.

Her ne ise, Menelaus’un tayin edilmesinden sonra bir gürültü kopunca, satkın baş kahin, ortalığı sakinleştirmek için Antakya’da­ki efendisine müracaat edip, silahlı kuvvetler gönderilmesi talebin­de bulundu. Sabık kahinjason, halk arasında kendini gösteren hi­zipleşmeden faydalanarak, bir grup Yahudi’nin başına geçip Ku­düs’e saldırdı. Menelaus şehir kalesine kapanmak zorunda kaldı.

Antiochus, Kudüs’de olanları ciddi bir isyan olarak algıladı ve Kudüs’e doğru yola koyuldu (M. Ö. 170). Onun gelişi fırsatçı jason’un kaçması için yeterli oldu ve ortalık sakinleşti. Selevkus kralı bu kaçışı yeterli gördü ve hizipleşmenin sebeplerini ortadan kaldıracak veya en azından derinleşmesini engelleyecek akıllı bir çözüm yolu arama zahmetine katlanmadı. Aksine doğruca tapı­nağa yönelerek, saygısız davranışlarda bulundu. İçerdeki eşyaları ve erzakı yağmalayıp, birçok insanın kellesinin uçurulmasını em­retti. Sonra halkı Selevkus kralına itaatkâr olmaya sevkedecek, Yahudi cemaatini rahatlatacak planın uygulanmasında Menelaus’a yardım edecek Philip el-Frenci adında sivil bir yargıç atadı.

İki yıl sonra Selevkus kralı komutanlarından Apollinus’u gön­derdi. Bir kez daha Kudüs’ü kılıçtan geçiren Apollinus, kararga­hını tapınağa bakan Akra kalesine kurdu. Yaptığı ilk iş Yahudi ayinlerini yasaklamak, onun yerine putperest ritüellerin uygulan­masını emretmek oldu. Karşı çıkmanın cezası ölünceye kadar iş­kence edilmekti. Ayrıca bir de tapınağın içine Jupiter'i temsil eden bir put-dikti. Artık kurbanlar bu putperest tanrısına sunu­luyordu. Yahudi şeriatını uygulamak isteyenler takibata alınıyor ve ortadan kaldırılıyordu. Eğer biri çocuğunu sünnet etmeye kal­ kışırsa, annesi de çocuğu da şehir surlarından aşağı atılıyordu. IV. Antiochus Epiphanes'in amacına ulaşmaktan ümidini kesince büsbütün azıttığı şeklindeki sözler tamamıyla doğrudur. Çünkü sergilediği bu aşırılıklarla yalnızca dinine bağlı samimi Yahudile­rin düşmanlığını celbetmemiş, aynı zamanda Hellenleşmeyi teş­vik eden zındık ve mürtedlerin partisine mütamayil olan pek çok kişiyi de karşısına almıştı. Kprktuğu için ve canını kurtarmak amacıyla itaat ediyormuş gibi gözüken Yahudiler de vardı, ama diğerleri ölümü sapığa itaat etmeye tercih etmişlerdi. Kısacası Fi­listin'de durum tamamen değişmiş ve samimi Yahudilerin inanç­ları uğruna ölümü göze aldıkları anlaşılmıştı.

Baskı köylere kadar yayılmıştı. Modin köyünde  yaşayan yaş­lı bir haham da despotun bir subayı tarafından putlara kurban sunmaya zorlanmıştı. Mattathias Hasmon (Haşmon) ismi böyleydi,bu isteğe şiddetle karşı çıktı. Bir Yahudi bu pis işi Mattathias'ın gözleri önünde yapmaya kalkışınca, yaşlı haham onu da Selevkuslu subayı da öbür dünyaya gönderdi. Putperest sunağını yıktı ve Yohanna, Şemon, Yahuda, Eliazer ve Jonathan adlı beş oğluyla birlikte dağa çıkıp kahramanca bir isyan başlattı.

İsyan olaylan

Yaşlı Mattathias, M. Ö. 167'da çok da etkili olmayan bazı ey­lemlerden sonra vekaleti gözde oğlu Yahuda'ya vererek terk-i dünya eyledi. Yahuda'nın lakâbı Makkabi idi. Çekiç anlamına ge­len bu lakâp, Haşmoney ailesinin resmi adı haline geldi ve Makkabiler olarak tarihe geçtiler.

İsyancılarla Selevkuslar arasında şiddetli çarpışmalar oldu. Her ne kadar Yahuda Kudüs tapınağını istirdat etmeyi başardıysa da, Akra kalesindeki Selevkus garnizonu ele geçiremedi. Yine de tapınağın geri alınması Makkabiler için büyük bir zafer sayılırdı. Yahuda, üç yıl boyunca putperestlerin yaptıkları bütün pislikleri tapınaktan temizledi. O günden beri Yahudiler her yıl 25 Kasım günü Hanukka bayramı olarak kutlamaktadırlar.

Başlatılan isyanın amacı dini müdafaa etmekti, ama tapınak tamamen ele geçirildikten sonra bu hedeften sapmalar başladı. Antiochus'un M. Ö. 164'de ölmesi üzerine, hareket yeni bir kis­veye bürünerek Yahudilerin Filistin'de mümkün olduğunda daha geniş topraklarda hakimiyet sağlamasını amaçlayan siyasi bir ha­rekete dönüştü.

Yahuda'nın saldırıları şiddetini artırarak devam etti ve Akra kalesinde Selevkus garnizonu ciddi şekilde zorlanmaya başladı.

IV.   Antiochus'dan sonra tahtın naibi olan Lysias isyanın üzerine daha sıkı gitmeye karar verdi. Genç kralla birlikte isyancılara adam akıllı bir darbe indirmek için harekete geçti ve onlara Kudüs'de Beyt Zekeriya denilen yerde çok ağır bir hezimet tattırdı. Beş Haşmon kardeşlerden Eliazer bu çarpışmada hayatını kaybet­ti. Fakat kader Lysias'a zaferinin meyvelerini toplama şansı tanı­madı ve M. Ö. 164'de isyancılarla bir anlaşma yaparak onların di­ni ibadetlerini istedikleri şekilde yerine getirme taleplerini kabul etmek zorunda kaldı. Ayrıca artık Yahudilerin hizipleşmelerine yol açan sebepleri de ortadan kaldıracaktı. Lysias, bu anlaşma ge­reğince zındık baş kahin Menelaus'u azledip yerine Kimos veya lbranice adıyla el-Yakim adında başka bir kahin atadı.' El-Yakim, selefi gibi Kudüslüler nazarında sicili bozuk biri değildi, ama si­yasi ilişkileri açısından halk tarafından fazla tutulmuyordu. Nite­kim bir süre sonra Antakya'ya çekilip genç kral ve naibinin savaş meydanında ölmesi üzerine Selevkus tahtına çıkan I. Demetrius'dan destek istedi.

Demetrius, baş kahin el-Yakim'in yardım talebine olumlu kar­şılık verdi ve baş kumandanını Filistin'de düzeni yeniden sağla­ması için bir orduyla yola çıkardı. Nikitas isimli bu kumandan, ülkede düzeni yeniden sağlama konusunda fazla zorlanmadı, ama o geri çekildikten sonra çatışmalar yeniden başladı ve Makkabi ailesinden Yahuda, Selevkusların File tümeni komutanı Nicanor'u mağlup edip, başını ve ayaklarını kesip Kudüs'de tapına­ğın kapılarından birinin önüne astı. Yahudiler bu güne Nicanor günü adını vererek ebedileştirdiler.   

Makkabiler henüz zaferlerinin tadını çıkarmadan Nikidas bü­yük bir orduyla tekrar geldi ve isyancı güçlere ağır bir darbe indir­di. İsyancıların lideri Yahuda da ölenler arasındaydı. (M. Ö. 61).

Selevkuslar düzeni yeniden sağladılar, fakat Yahudileri de di­ni ibadetlerini istedikleri gibi yapmakta serbest bıraktılar ve baş­larına dert açan geçmiş hatalarını tekrarlamadılar. Ne var ki is­yancı gruplar tüm uzlaşma kapılarını kapatmışlardı. Haşmoneylerin en küçüğüjonathan'ın önderliğinde Ürdün'ün doğu kesimi­ne çekilerek burayı yeni saldırılar için üs haline getirdiler.

Daha sonra I. Demetrius düzeni korumak amacıylajonathan'a bazı haklar tanıyarak ona ve silah arkadaşlarına Yahuda'ya geri dönme izni verdi ve böylece bir süre için çatışmalar durdu.

Bu arada Suriye'de Selevkus tahtına yeni bir talipli ortaya çık­mıştı. Soyu pek belli olmamakla birlikte kendisinin IV. Antiochus Epiphanes'in oğlu olduğunu iddia eden Alexander Balas adlı bu talipli ile I. Demetrius arasında çıkan savaşta Jonathan taraflar­dan birinin yanında yer almak zorundaydı. Alexander bu savaşta Jonathan'a Demetrius'dan daha fazla vaatte bulundu. Böylece Jonathan onun safında yer aldı.

Alexandre Balas, Demetrius'la girdiği savaşta onu mağlup ve katlederek M. Ö. 150-145 yılları arasında ülkenin yeni hakimi ol­du. Jonathan'ı baş kahin tayin ederek, erguvani bir pelerinle altın bir tac hediye ettikten başka, “kralın sadık adamı" unvanını tev­di etti. Ayrıca savaş sırasındaki başarılarını ödüllendirmek ama­cıyla ona Filistin vadisinde bazı iktalar verdi.

Jonathan, daha önce 1. Demetrius ile Alexander Balas arasında nasıl zikzaklar çizdiyse, bu defa da ölen kralın oğlu İl. Demetri­us ile Balas'ın oğlu VI. Antiochus arasında bocaladı ve kısa bir te­reddütten sonra Balas'ın oğlunun safında yer alarak Gazze'yi ku­şatıp, teslim olmak zorunda bıraktı. (M.Ö. 145-143).

Fakat Selevkus yöneticileri ve çevresindekiler az şeytan değil­lerdi. Alexander Balas'ın oğlu Antiochus'un kumandanı Tryphon, Akra'da bir tuzak kurarak jonathan'ı, arkasından da kendi kralını öldürüp (M. Ö. 143) iktidarı ele aldı. Fakat dört yıl sonra 11. Demetrius tarafından çevresindeki çember daraltılınca intihar etti.

Jonathan'ın öldürülmesinden sonra isyancıların başına karde­şi Şeman geçti. Şeman, il. Demetrius'a sadıktı. Yine de ondan faz­la bir şeyler koparacağını ummuyordu, çünkü ortada iki kral var­dı ve her ikisi de Selevkus tahtının sahibi olduğunu iddia ediyor­du. M.Ö. 141 yılında Akra kalesindeki Selevkus garnizonu boşal­tıldı, bir sonraki yılın sonbaharında ise Yahudi cemaatı Kudüs'e resmen yerleşti. Şeman, hem baş kahin, hem de baş komutandı.

Şeman yeni statüye bağımsızlık işaretlerini ilave etmeyi unut­madı. Yahudi tarihinde ilk defa bir Yahudi yönetici kendi sikke­sini bastırıyordu ve Şeman bunu halkının bağımsızlığının önem­li bir işareti olarak görüyordu. Hatta halka yönelik bazı talimatlar koyuyor, bir takım merasimler icat ediyordu ki, bunlar da bağım­sızlığın önemli simgeleriydi.

Ne var ki Şemon'un hayatı bir ihanetle noktalanacaktı. Ptoleme adındaki Eriha valisi olan damadı, Ayn-ı Deyuk denilen yerde ver­diği bir davet sırasında, iktidarı ele geçirmek amacıyla kayınpede­rine bir suikast tertipledi. Suikastte Şemon'dan başka Mattathias ve Ovadas adındaki iki oğlu da hayatını kaybetti. Şeman öldürüldük­ten sonra bu komplodan sağ kurtulan ve daha sonra 1. Hirkan di­ye bilinen tek oğlu Kudüs'ün yöneticisi oldu (M.Ö. 135-104).

Şemon'un ölümüyle birlikte dinlerini çevresini saran tehlike­den korumak için inançları uğruna isyan eden Haşmoneylerin bi­rinci devresi kapanmış oldu. Bu hareket zaten neredeyse ölü doğ­muştu. Mattathias ve beş oğlu aşağılanmaya, küçük düşürülmeye karşı isyan bayrağı açıp, şerefli insanların yapması gerekeni yap­tıktan sonra ya savaş meydanlarında ya da ihanetler sonucunda hayatlarını kaybetmişlerdi. Makkabi isyanının tarihin nazarında­ki değeri ne olursa olsun, biz, inançları uğruna hayatlarını ortaya koyan insanların değerini takdir ederiz.. Hele hele bu, o dönemin en asil inançlarından ise..

Araştırmacıların büyük bir çoğunluğunun Makkabi isyanı ko­nusunda müttefiken kabul ettikleri ana hatlar bunlardan ibaret­ tir. Şimdi de olayları hakkında bilgi verdiğimiz bu isyanın tam olarak ne zaman gerçekleştiği konusunu netleştirelim. Çünkü bu araştırmamızın amacı Yahudi meselesinin gerçekleriyle yüzleş­mektir ki, bu da ancak Yahudilerin leh ve aleyhlerinde olanları bilmekle mümkündür.

Yahudiler, Makkabi isyanını dünya tarihindeki milli kurtuluş hareketlerinin öncüsûolarak kabul ederler; ama onların kendi çı­karları için olayları çarpıttıklarını biz zaten biliyoruz. Dolayısıy­la onların Makkabi isyanını inanç yolunda ölümü göze almanın ve cesaretin en mümtaz örneği olarak görmelerinde şaşılacak bir durum yok.

Olayın askeri yönü

Günümüzde lsrail'de askeri öğrenciler Makkabilerin Selevkuslara karşı giriştikleri bu savaşları ders olarak okumaktadırlar. Birinci Makkabi seferi Makkabi isyanıyla ilgili olayları kapsayan tarihi dönemin (M. Ö. 175-135) ana kaynağı olarak gösterildiği­ne göre, bu isyanın gerçekleştirdiği askeri başarılar konusuna şüpheli nazarlarla bakma hakkımız vardır. Yahudi yazarların tari­hi kendi amaçlarına alet etmeye pek meyilli olduklarını, zaferle­rini aşırı abartmaya, liderlerini methetme konusunda aşırıya kaç­maya bayıldıklarını aklımızdan çıkarmamamız gerekir.

Muhtemelen Makkabi isyanının ana stratejisi düşmanı Yahudilerin dini ibadetlerini serbestçe yerine getirme hakları olduğu­nu kabul ettirip, Yahudi dinini yıkmaya yönelik putperest saldı­rılara bir son verdirmeye yönelikti. Sınırları batıda Akdeniz'e, do­ğuda Hindistan'a dayanan devâsâ Selevkus İmparatorluğu dahi-' linde küçük bir ülke durumundaki Yahudi topraklarında sınırlı güce sahip bir topluluk olarak yaşayan Yahudilerin bu stratejisi daha ileri bir hedefe yönelemezdi.

Küçük hacimli bu büyük stratejiden ancak yan stratejiler ve daha küçük taktikler çıkabilirdi. Dolayısıyla Makkabiler de ani baskınlarla düşman kuvvetlerini çökertmeyi ummuyorlardı ve yapılan ani gece baskınları ancak karşı tarafı hafifçe hırpalayıp küçük zararlar verebiliyor, ama ana bünye bunlardan etkilenmi­ yordu. Belki de isyancıların Bet Horon Geçidi'nde  öldürdükleri Selevkusların File tümeni komutanı Nicanor'un ölüm yıldönü­münü her yıl kutlamaları, Makkabilerin Selevkuslara indirdikleri ağır zayiatın en parlak tablosudur.

Makkabi isyanının çok da güçlü bir isyan olmadığını gösteren en iyi delillerden birisi, isyancıların Akra'daki Selevkus garnizo­nunu tamamıyla temizlemekten âciz kalmış olmalarıdır. Selev­kuslar bu kaleye M. Ö. 168'de yerleşmiş, Makkabi isyanı dönemi boyunca da garnizon olarak kullanılmış ve ancak 14l'de Selevkusların iki kral tarafından yönetildiği günlerde boşaltılmıştır.

Makkabilerin Yafa, Gazze ve bazı sahil şehirlerini işgal ederek deniz yönünde genişleme başarılarının sebebi, isyan sırasında kendini gösteren çok tehlikeli uluslararası faktörlerin yanı sıra, Selevkuslarda çıkan iç kargaşa yüzünden imparatorluğun askeri gücünün çok büyük bir kısmını bu dahili çatışmalara ayırmış ol­masıdır. Örneğin Yahuda komutasındaki Makkabi isyancıların sa­yısı on bir bine ulaşmıştı. Bunların sekiz bin gibi büyük bir kıs­mı Ürdün'ün doğusundaki Gilead dağını üs olarak kullanıyordu. Diğerleri ise operasyonlar için Filistin dağlarını kendilerine üs edinmişlerdi.

Verilen bu bilgilerden Makkabi isyanının askeri öneminin Ya­hudilerin anlattıklarından daha az olduğu anlaşılıyor. Savaşçılar, çoğu kez gerilla taktiğiyle savaşıyor; vur-kaç operasyonları dü­zenliyor ve dağlık kesimleri belli aralıklarla kontrol altında tuta­biliyorlardı. Onların sahil kesimini istila edip, İsrail oğulları tari­hinde ilk defa Akdeniz şeridini kontrol altına alırken Antakya'da­ki iktidar kavgalarından faydalandıkları şüphesiz.

Psikolojik yönü

Makkabi isyanı, Babil sürgününden beri halkın düşünce yapı­sında oluşan bu tehlikeli gelişmeden sonra, inançlı Yahudilerin

özledikleri yeni bir ruha kavuştuklarının göstergesidir. Bu isyan, insanoğlunun kadim zamanlarda inancını ve vicdan hürriyetini savunmak için giriştiği savaşların en başında yer almaya layıktır. Bu isyanda Makkabilerin en büyük manevi desteğinin tevhit inancı olduğu, dinlerini kısmen geri getirerek ona bir devamlılık sağladıkları söylenebilir.          .

Makkabi isyanından önce Yahudi dininin sapık IV. Antiochus Epiphanes'in yok etme kararı aldıktan sonra can cekişmeye baş­ladığı, altı Makkabi'nin kahin baba ve beş oğlununölümü gö­ze alarak dinlerini dirilttikleri, savaşarak tekrar tevhit inancını getirdikleri açıktır.

Makkabi zafer veya yenilgilerinin Yahve mucizelerine bağlan­ması, ki benzeri anlatım tarzını geçmiş dönemlerde de görmüş­tük,  bu isyan sırasındaki hadiselerin bir hikaye olduğunu gös­termektedir. Burada zafer veya yenilginin sebepleri manevi bir ruha bağlanmakta ve savaşta her ikisine de hazır olunması gerek­tiği vurgulanmaktadır.

Makkabi isyanı Yahudileri Musa şeriatının bazı hükümlerini tekrar gözden geçirmeye zorlamıştır.. Örneğin Sabat [Şahat/Cumartesi] gününde Yahudilerin herhangi bir iş yapması yasaktı. Saldırıya uğrayıp, düşmana hedef olsalar dahi o gün savaşmaları mümkün değildi. Yahudi liderler düşmanın bu yasaktan faydala­narak Sabat günlerinde kendilerine saldırmaları yüzünden zor durumda kaldıklarını farketmişlerdi. l. Ptoleme, Kudüs'ü M. Ö. 320'de bir Sabat günü fethetmiş, Yahudiler de o gün her türlü iş yasak olduğu için mukavemet göstermemişlerdi. Makkabi isyanı sırasında da Kudüs'ün Sabat günü işgal edilme denemelerinin artmasından başka, Musa şeriatının kanunlarına karşı çıkmamış olmak için sabır gösterip hiçbir direniş sergilemeyen bin kadar direnişçinin de yine bir Sabat günü öldürüldüğü söylenmektedir.

Yahudi liderler, tabii hayatın akışına uygun olarak bu kuralı tadil etmekte hiçbir tereddüt göstermediler ve nefsi müdafa du­rumunda Sabat günleri silah taşıma ve savaşma kararı aldılar. Eğer Yahudiler kendi kanunlarını insanlık toplumuyla müspet yönde bir kaynaşma sergilemelerini sağlayacak şekilde geliştir­mek isterlerse, isyan günlerinde yapılan bu değişiklik örnek alı-

• nabilecek bir davranıştır.

. Sabat günü çalışmanın yasaklandığı konusundaki hükümler son derece sarihtir ve bu kuralı bozana ölüm cezası konulmuştur. “ ... Sabat gününü tutmalısınız, çünkü sizin için kutsaldır. Kim onun kutsallığını bozarsa, kesinlikle öldürülmeli... O gün çalışan herkes kesinlikle öldürülmelidir ... ebedi bir anlaşma .. ve ebedi bir işarettir. ”  Çölde Sayım kitabında ise Sabat günü çalışan bir ada­mın ölüm cezasına çarptırıldığı anlatılmaktadır: “İsrailliler çöldey­ken Sabat günü odun toplayan birini buldular.. Onu Müsa’nın hu­zuruna getirdiler. Adama ne yapılacağı belirlenmediğinden onu gözaltında tuttular. Derken Rab Müsa’ya 'O adam öldürülmeli; bü­tün topluluk adamı ordugahın dışında onu taşa tutsun’ dedi.. Ve Rab’bin Müsa’ya buyurduğu gibi onu taşlayarak öldürdüler.”

Makkabiler, dinî emrin kesinliğinin tüm açıklığına rağmen, bu kuralı tadil ettiler ki, Yahudi toplumunun dini önderlerinin her­hangi bir günah işlemiş olma korkusuna kapılmadan kanunlarını çağın idrakine uygun bir şekilde geliştirebileceklerinin açık bir de­lilidir. Makkabilerden sonra gelen hiçbir dini lider, dinleri uğruna canlarını esirgemeyen Mattathias Haşmoni ve oğullarından daha temiz bir Yahudi olduğunu iddia edemez. Kısacası Makkabiler, Ya­hudi kanun koyuculara Musa şeriatını geliştirip, demiri cevher du­rumundan işlenmiş demir haline getirme yolunu açmışlardır.

Selevkuslann durumu

Makkabi isyanı arefesinde Selevkusları sarsan kargaşa ve acı­ların ana hatlarını hızlı bir şekilde gözden geçirdik. Hoşmoney ayaklanmasının kronolojisini tamamlamak amacıyla bu ana hat­ların bazı çizgileri üzerinde durmamızda fayda vardır.

İsyan, IV Antiochus Epiphanes'in Kudüs'e girip, tapınağın kutsiyetini ayaklar altına aldıktan-ve Yahudilere dini takibat baş­lattıktan sonra Mısır'a düzenlediği başarısız seferden dönerken patlak verdi.

Yahuda'nın isyan hareketinin liderliğini yaşlı babasından dev­ralmasının hamen akabinde Antiochus Epiphanes, İran'da 1. Mitrydathes adıyla kendini kral ilan bir önderin Partya'da başlattığı daha şiddetli bir isyanla sarsıldı. Epiphanes, Makkabi isyanını bastırmak üzere güneye yönelmeye hazırlanırken, birden bozu­lan düzeni yeniden sağlamak amacıyla doğuya hareket etmenin gerekli olduğu kanaatine vararak, Haşmoneylerle uğraşma işini naibi Lysias'a bıraktı ve bu da Yahudiler için ayrı bir şans oldu.

Lysias, Haşmoney kardeşlerden birinin öldüğü Beyt Zekeriya olayının ardından Makkabi isyanını tasfiye etmeye giderken, Epiphanes'in ölümü üzerine Selevkus tahtının vasisi olduğu bir anda, Antiochus'un süt kardeşi Philip'in tahtta hak iddia etmesi üzerine, çıkan kargaşayı bastırmak amacıyla alelacele Antakya'ya dönmeye mecbur kaldı ve bu durum daha önce belirtildiği gibi Yahudilere soluklanma imkanı sağladı.

Antakya'da naib Lysias'la genç kral V. Antiochus'un öldürülme­si üzerine tahta 1. Demetrius adında bir kral geçti. Ardından IV. Antiochus Epiphanes'in oğlu olduğunu iddia eden Alexandre Ba­las taht kavgasına girişti. Onu, babası Alexandre Balas'ın yerine tahta çıkan VI. Antiochus'a karşı iktidar mücadelesine girişen 1. Demetrius'un oğlu ll. Demetrius ortaya çıkışı izledi. (M. Ö. 145)

Selevkus tahtı için başlayan bu şiddetli iktidar mücadelesinin ortaya çıkardığı nimetlerden en çok yararlananlar Makkabilerdi. Makkabiler, bir yandan bu nimetleri toplarken, bir yandan da Selevkuslar arasındaki taht kavgalarında taraf olarak yer aldılar ve 1. Demetrius'a karşı Alexandre Balas'ı desteklediler. Bir süre son­ra ise VI. Antiochus'a karşı Il. Demetrius'un yanında yer aldılar ki, bu durum Makkabilerin savaşçılık kabiliyetlerinin yanı sıra kıvrak bir diplomasi sergilediklerini göstermektedir. Burada ahla­kın, verilen sözlerin ve yapılan anlaşmaların hiçbir kıymeti yok­tu. Yahudiler, Yahudi olmayan herkesi kendilerinin düşmanı ola­rak görüyorlardı. Çıkarları uğruna bir tarafla bazen dost, bazen düşman olabiliyorlardı ve Haşmoneyler de bu konuda bir istisna değildi. Çünkü onlar da güçlü bir imana sahip olmalarına rağmen Yahudiliklerinden uzaklaşmamışlardı. Özellikle isyan hareketi inanç uğruna mücadele amacından uzaklaşıp siyasi bir harekete dönüştükten sonra, yüksek idealler ortadan kaybolmuş, pazarlık­lar ve ayak oyunları devreye girmişti.

Tehlikeli partner Roma

Bu tarihî olaylar cereyan ederken, bir süre sonra dünyanın li­derlik sancağını eline alacak olan Roma'nın yıldızı hızlı bir şekil­de parlamaya başlamıştı.

Ilk bakışta Roma'nın Doğu'dan uzak olduğu zannedilir, ama gerçek hiç de göründüğü gibi değildir. Çünkü Roma'nın Doğu hadiseleriyle ilgilenmesi, Mısır kralı Il. Ptoleme'nin (M. Ö. 285­247) dostâne ilişkiler kurmak amacıyla bu ülkeye bir elçi gönder­mesiyle birlikte başlar. Roma, uzatılan bu dostluk elini geri çevir­mez ve bu ilişkiden faydalanarak Doğu'da nüfuzunu güçlendir­meye girişir. 11. Ptoleme döneminde Filistin'in Mısır'ın hakimiye­tinde olduğunu, dolayısıyla Yahudilerin iki ülke arasındaki dos­tâne münasebetlerin devam ettiği günlerde rahat bir hayat sürdü­ğünü ve bu durumun lll. Antiochus'un M. Ö. 198'de burasını iş­gal etmesiyle birlikte Ptolemelerin Filistin'den çekilmesine kadar devam ettiğini unutmamak gerekir.

lll. Antiochus'un Filistin'i istila etmesinden üç yıl önce, yani M. Ö. 20l'de Roma ile Kartaca  arasındaki 2. Pön savaşı şiddet­lenmiş ve Fenikeli büyük komutan Hanibal savaştan sonra Suri­ye'ye sığınarak lll. Antiochus'u Küçük Asya'daki topraklarına göz diken Roma ordularını defetme konusunda ikna etmişti. Böylece Selevkus ordularıyla Roma ordusu fiili bir çatışmaya girdiler, fa­kat M. Ö. 19l'de Romalılar karşısında bozguna uğrayan Selevkus kralı Toros dağlarının ötesindeki tüm toprakları Roma'ya bıraka­rak büyük bir savaş tazminatı ödemeyi kabul etti.

Roma devleti, Ptoleme ordusunun Ferma (Pelesium) savaşın­da Selevkus kralı IV. Antiochus'a yenilmesi ve Ptoleme hükümda­ rı Flomator'un esir düşmesi üzerine olaylara seyirci kalmaz ve onun müdahelesi sebebiyle selefi gibi savaş tazminatı taksitlerini muntazaman olarak ödeyen IV. Antiochus Mısır’dan mağlup ola­rak ayrılır. •

Kanaatimce bu ön bilgi, Yahudilerle Romalılar arasındaki er­ken ilişkilerin boyutunu göstermek için yeterlidir. Yahudiler Hellen kültürünün yayılması konusunda kendilerine müsamahakâr davranan Ptoleme yönetiminden memnundular, fakat yükselen yeni gücün temsilcileri olan Romalılara daha fazla sempati besli­yorlardı.

Daha önce de belirttiğimiz gibi Yahudiler her yükselen yeni ' gücün eteğine yapışmaya pek düşkündüler. Hellen kültürünü yayma konusunda oldukça katı davranan ve Romalılar tarafından hiç sevilmeyen Selevkus hakimiyeti zamanında, öfkeli efendileri­ne diş gıcırdatmaya ve ondan kurtulmanın yollarını aramaya baş­ladılar. IV. Antiochus'un putperest ritüellerinin uygulanmasını emretmesi üzerinde Haşmoney veya Makkabi isyanının başlama­sıyla birlikte Yahudiler aradıkları fırsatı yakalamış oldular.

M.Ö. 161 yılı civarında Makkabi Yahuda ile Roma arasında açıktan açığa diplomatik temaslar başlamıştı. Yahuda Selevkus baskının giderek ağırlaştığını, kendisininse bu güce karşı isyanı devam ettiremeyeceğini anlamış; Roma'ya bir elçi göndererek hi­maye talebinde bulunmuş, Roma'nın hakimiyetini kabul edeceği­ni bildirmiş ve bu sayede Yahudilerin boynundaki Selevkus zin­cirini kıracağını düşünmüştü. Gerçekten de bu diplomatik giri­şim semeresini vermiş, Yahuda henüz Roma'nın yardımı yolday­ken hayatını noktalamış, ama onun ölümünden sonra yerine ge­çen Jonathan zamanında Roma ile Makkabiler arasında bir ittifak sağlanmıştı.

Jonathan'ın l. Demetrius'a karşı yanında yer almasını isteyen Alexandre Balas'ın gayr-ı meşru taht talebinde Roma'nın ve Mı­sır’daki Ptoleme kralının desteğini almak istemesi, Hoşmoneylerle birlikte Roma'yı Selevkuslara karşı kışkırttıklarını gösteren önemli bir olaydır. Mısır kralı Vl. Ptoleme, Alexander Balas'a An­takya tahtına çıkması için yardım vermekle kalmamış, bir de ara­larındaki anlaşmayı pekiştirmek için kızı Kleopatra'yla evlendirmiştir. Josephus’un anlattığına göre Akka şehrindeki düğünde Ptoleme, Balas ve jonathan bir araya gelerek, Roma öncülüğünde üçlü bir anlaşma yapmışlardır.

jonathan'dan sonra başa geçen kardeşi ve halefi Şemon, Roma'ya yeni bir elçi gönderdi. Yahudi elçi Nomenius görevini ba­şarıyla tamamlayarak^ tüm Doğu halkına Roma'nın Yahudilerle dostluk anlaşması yaptığı müjdesini getirdi.

Şemon'un öldürülmesinden sonra baş kahinlik ve prenslik makamına büyük oğlu Hirkan geçti (M.Ö. 135-104). Fakat bu arada VII. Antiochus Kudüs'ü bir yıldan daha uzun bir süre ku­şatma altında tutarak Selevkusların Yahudiler üzerindeki hakimi­yetini yeniledi. Hirkan, yüksek bir savaş ganimeti ödemeyi ve Yahudiye Uudaea] dışında Makkabilerin işgal ettikleri tüm şehirler­de Yahudilere yüklenen vergileri tediye etmeyi kabul etti.

Hirkan, bu ağır yükten kurtulmak için Roma'ya bir elçi gön­dererek, kendisine yardım edilmesi talebinde bulundu. Roma Senatosu'nun takip ettiği şark politikasına uygun olarak başkentte elçinin Yahudilere yapılan zulümler konusunda anlattıkları ve ta­lepleri dikkatli bir şekilde dinlendi. Sonra Selevkuslara hitaben bir ferman yazılarak Yahudilerden vergi alınmasının durdurulma­sı istendi. Ayrıca Antiochus'un      Yahudi prensine karşı yaptığı uygulamaların Roma konsülünün aldığı önceki kararlara ters düştüğü ve geçersiz sayıldığı bildirildi. 14                                                            

Tarihçi justin, Roma'nın Yahudileri desteklemesi konusunda şöyle der: “O sıralar Romalılar kendilerinin olmayan bir şeyi ko­laylıkla hediye ediyorlardı.”   Bize göre de tarih tekerrür etmek­tedir. Örneğin Ingiltere modern çağda Balfour Deklerasyonu'nu yayınlayarak kendisine ait olmayan bir şeyi kolaylıkla hediye et­miştir.

Britannica Ansiklopedisi'ne göre Hoşmoney kardeşlerin başa­rılarında üç amil temel rol oynamıştır:

(1)             Askeri kabiliyetleri ve diplomatik becerileri;

(2)            Selevkus devletinin dört bir yanına sıçrayan iç savaş ve kargaşa;

(3)            Yıldızı parlayan Roma lmparatorluğu'nun Haşmoneylere sağladığı destek ve Selevkusları tarihten silmek amacıyla şark po­litikası gereğince çevirdiği siyasi entrikalar.  

Bağımsızlık ve tebaalık arasında

Yahudilerin Makkabilerin Filistin'de ikame ettikleri devletin bağımsızlığını şüpheli duruma düşürecek herhangi bir kaydı or­tadan kaldırmaya yönelik gayretlerinde şaşılacak bir şey yok. Bu devletin tarihinin yazılmasında kullanılan kaynaklar Yahudi kay­naklarıdır. Birinci Makkabiler kitabı veya josephus'.un tarihi ya­hut bu ikisi dışında kalan kaynaklarda anlatılanları olduğu gibi doğru kabul etmek bir gaflettir. Tevrat yazarları da dahil olmak üzere Yahudi kaynaklarının tamamı, tarihi kendi çıkarları yönü­ne çevirmiştir ve bunun tekrar ispata ihtiyacı yoktur. Nitekim bi­raz önce Roma'nın Yahudi varlığının yarı bağımsız bir devlet sta­tüsü kazanmasında oynadığı rolü gördük. Bu sayededir ki Haşmoney ailesinin bireyleri sözü edilen mirası devralmış ve Filis­tin'de iktidar Roma hakimiyeti sayesinde Herod ailesine geçince­ye kadar durum bu şekilde devam etmiştir.

Makkabilerin Selevkusların elinin kolunun bağlanmasında Roma'nın rolünü itiraf eden Yahudi kaynaklarının belirttiği an­lamda tam manasıyla bağımsız olmadığını söylemek kesinlikle bir ön yargı değildir. Nitekim aynı Yahudi kaynakları Roma'nın Yahudileri tedip etmeye çalıştığını ve itaat altına aldığını da kay­detmektedir. Kısacası Yahudilerin sahip oldukları gücün Roma'dan izinsiz herhangi bir şey yapmaya yeterli olmadığı sonucu­nu çıkarmak için fazla kafa yormaya gerek yok.

Bildiğimiz gibi isyancıların ilk başlardaki talebi ibadet serbestisi idi, ama Makkabiler Roma'nın nüfuzundan faydalanma imka­nı olduğunu anlayınca, bu amaç dini müsamaha talebinin âtıfet- le karşılanması isteğinden siyasi isteklere dönüştü. Böylece Makkabiler hem Roma'nın nüfuzundan, hem de Selevkuslar arasında­ki taht kavgalarının hazırladığı fırsatlardan yararlanmakta tered­düt etmediler ve başta Filistinliler, Samirîler [Samarialılar] ve Edomlular olmak üzere ülkedeki diğer gruplar aleyhine genişle­me yolunda hızlı adımlarla ilerlemeye başladılar.

Ne var ki yabancı efendilere vergi ödemek suretiyle siyasi var­lığı sürdürmenin zevk veren bir yanı yoktu. Konumuzun başla­rında Yahudilerin Selevkuslara vergi ödemekten nefret ettiklerini ve bu boyunduruktan kurtulmak için Romalıların yardımını sağ­lamaya tevessül ettiklerini belirtmiştik, fakat Yahudi siyasi oluşu­munun Selevkuslara vergi ödemeyi kestikleri dönemlerin tam ta­rihini vermemiz mümkün değil.

Yahudi siyasi olumuşunun başında bulunan kişinin Selevkusların hakimiyetindeyken taşıdığı lâkap ethnarch yani vassal prensti ve bu durum Haşmoneylerden Şemon'un Yahudi tarihin­de ilk defa bir Yahudi sikkesi kestirmesine engel değildi. Bu du­rum dahi Yahudi siyasi oluşumunun bağımsız olmadığını yete­rince göstermektedir. Şunu da kaydetmek gerekir ki, Yahudiler Selevkuslara istemeyerek boyun eğerek hürriyetlerini teslim et­mişler, ama onlardan kurtulmak için yardım ve nüfuzuna sığın­dıkları Romalılara kendi istekleriyle tâbi olmuşlardır.

Eğer Yahudiler Makkabi siyasi oluşumunun bağımsızlığı ko­nusuna bir ihtişam yüklememiş ve isyanı övüp göklere çıkarma­mış olsalardı, biz bu konuya hiç girmeyecektik. Ama biz yine de Selevkuslara kafa tuttukları için Makkabileri tenkit etmiyoruz. Çünkü eğer onlar inançları uğruna isyan etmemiş olsalardı, aki­delerini feda ederek dünya zevk ve nimetleri peşinde koşmayı tercih eden diğer insanlardan bir farkları olmazdı. Keza Selevkus devletinin içinde bulunduğu durumdan faydalanarak isyan ettik­leri için de Makkabileri kınamıyoruz. Çünkü ideallerden ve pren­siplerden taviz vermemek şartıyla, durumu değerlendirmek ve fırsatlardan yararlanmak faziletli hedeflere varmak için olumlu bir davranıştır. Hatta bu amaçlarını gerçekleştirmek için Makka­bileri uluslararası fırsatlardan yararlanarak Romalılara sırtlarını dayadıkları için de çekiştirmiyoruz.

Ancak tenkit etmekten kaçınmamız, Makkabi isyanının kazan­dırdığı bağımsızlığın boyutlarını değerlendirmememizi gerektir­mez. Kullanılan unvanları, uygulanan merasimleri ve sikke darbedilmesini bir yana bırakırsak, sözü edilen bağımsızlığın ancak Ya­hudilerin Selevkuslara vergi vermeyi reddettikleri dönemde bir boyut kazandığı söylenebilir. Ancak, Haşmoney siyasi oluşumu­nun Antakya'ya vergi göndermeyi kesmesi, Yahudi halkın yükünü hafifletmekten  ziyade yönetici kesimi beslemek amacına yöne­likti. Çünkü vergiler herhalükarda toplanıyordu, fakat zaman za­man Antakya'ya gönderilmeyip prens/baş kahinin kazasına aktarı­lıyor, o da bunları paralı askerler beslemek ve bağımsız olmanın gerektirdiği diğer mali giderleri karşılamak için kullanıyordu.

Makkabi isyanının eksileri

Yahudi tarihinin en dikkat çekici yönlerinden biri, kendileriy­le yurt edindikleri toprak arasındaki aykırı ilişkidir. Çünkü onlar, Filistin hariç, her yerde birlikte yaşadığı toplumla kaynaşmayı is­temeyen, ama buna rağmen o ülkenin kendi insanlarına sağladık­ları tüm nimetlerden yararlanmakta ısrar eden gariban rolünü oy­namışlardır. Nimetlerin bölüşülmesine katılmak, ama külfetlere katlanmak istemiyorlardı; haklar istiyorlar, fakat yükümlülükler­den kaçıyorlardı. Eğer ortada bölüşülecek bir nimet varsa vatan­daştılar; ama ülke bir felakete maruz kalmışsa yabancıydılar ve tek dertleri yeni bir vatan aramaktı. Yahudiler vatan konusundaki bu bakış açılarından hareketle, şahsi çıkarlarının gerektirdiği her dönemde bağrında yaşadıkları ülkeyi terketmı;.kte veya ona karşı entrikalar çevirmekte bir sakınca görmemişlerdir. İçlerinden bu aykırı düşünceye karşı çıkarak bağrında yaşadığı toplumla bütün­leşmek isteyenlerse, daima geleneksel Yüksek Kurul'un çeşitli ayıplamalarına ve hatta cezalandırmalarına maruz kalmışlardır.

Biraz önce “Filistin hariç" dedim, ama bu istisna ile Yahudinin Filistin'i vatan olarak görme duygusunun, ufuklarının ve idrakları- nın gelişmesine paralel olarak ahlak duygularının geliştiği gibi za­man içinde tekamül etmiş tabii bir duygu olduğunu kastetmedim.

lbraniler Filistine başka halklar gibi gelmediler veya başkaları gibi geldiler ama geleneksel liderleri ki Tevrat yazarları da bu li­derliğin üyeleri arasındadır,Filistin'e olan bu yönelişi çarpıta­rak, ona olmadık boyutlar kazandırdılar. Filistin'e lbranilerden başka yabancılar hiç gelmemiştir demiyoruz. Çünkü dünya dahi tamamen ıssızken üzerinde insanlar dolaşmaya başlamıştır. Keza Kenanlıların Filistin'de beş veya on bin yıl önce yaşıyor oldukla­rını da asla söyleyemeyiz. Ayrıca Kenanlılar Filistin'i yurt edinen tek halk değildi. Aksine Sami akrabalarından veya Araplardan ya­hut başka halklardan yerleşenler de vardı. Bunlar oraya savaş ve­ya barış yoluyla gelmiş, sonra da birbirleriyle kaynaşarak zaman içinde bütünleşmişlerdir.

Demek istediğimiz, dünyada hiçbir halk Yahudiler kadar yaşa­dıkları toprakları ilk yurt edinen halk olduğunu iddia etmemiş­tir. Yahudilere kalırsa Filistin Yahve'nin yalnızca kendilerine mülk edinme ve üzerindeki halkı imha etme hakkı verdiği bir topraktır. Bu, ebediyen değişmez ve sonu gelmez bir ahittir. Eğer Yahudiler oradan ayrılmış ve sürgüne gönderilmişlerse, Filistin de onlarla birlikte sürgüne gitmiştir. Filistin dışında tüm toprak­lar pistir.    Eğer Yahudiler bir ülkede yaşıyorlarsa pis olmuşlar­dır; Filistin'de yaşayan gayr-ı Yahudiler de orayı pis etmişlerdir. lşte modern siyonistler Yahudi ile Filistin arasındaki bu hayali ilişkiye mükemmel Yahudiliğin ancak gölgesinde gerçekleşeceği “temel birlik" demektedirler.19

Bir şehre kutsiyet izafe ederek, orada yaşayanların akidelerine inanmayanların bir takım şüphelere binaen şehre girmelerinin ya­saklanması kabul edilebilir; ama bu ülkenin ebediyen tek bir ırkî topluluğun mülkü olması için çevresinin dikenli tellerle çevrilme­si eşyanın tabiatına ve hayatın kanunlarına aykırı bir düşüncedir.

İşin tuhaf tarafı Yahudiler de böyle bir düşünceyi ciddi bulmu­yorlar, ama söz konusu Filistin olunca durum bütünüyle değişi­yor. Ne var ki gerçek hiç de öyle değildir ve Filistin, Yahudilerin Babil sürgününden dönüşlerinden günümüze kadar hiçbir zaman Yahudilerle mamurlaşmış bir ülke olmamıştır. Aksine daha sonra da göreceğimiz gibi Yahudiler Filistin'deki ikametlerine uzun asırlar boyunca ve özellikle lslami dönemde ara vermiş, ama bu­nu unutmuş gibi dünyevi sebepleri diğer sebeplerin önüne geçi­rerek orada yaşamışlardır.

Yahudilerin tapınağın Nabukadnasar tarafından yıkılmasın­dan sonra Filistin'de kalan hemcinslerini ayıplamayı bazı pey­gamberlerine atfettiklerini, içlerinden Mısır'a gidenleri tenkit et­tiklerini biliyoruz. Onlara göre Babil'e sürgün edilen veya kendi isteğiyle sürgün gidenler iyi insanlardır.  Halbuki onların Filis­tin'e dönmeleri için kölelik şartlarından ne değişmiştir? Babilliler yani Keldaniler gitmiş, yerlerine Persler gelmiş; Persler gitmiş Büyük lskender ve Yunanlılar gelmiş, Yunanlılar gitmiş Romalılar gelmiş, Romalıları da Araplar takip etmiştir. Tarihin hangi döne­minde Tanrı'nın tecellileri Yahudileri Filistin'e çağırmıştır?

Makkabiler ve Filistinliler

Filistin ovası genel olarak Selevkusların Yahudiye dağlarında Makkabilere karşı operasyonlar düzenledikleri bir üs durumun­daydı. Gerek savaşçı Filistinliler ve gerekse diğer topluluklar Makkabilere karşı ilkSelevkusların saflarında savaşıyor, bazıları da onların eline düşen Yahudi esirleri satın almakla ilgileniyorlar­dı. Bu, o dönemin âdetlerine göre sıradan bir şeydi.

Saldırılardan birisi sırasında Makkabi Yahuda Filistin ovasın­da Aşdod şehrini ele geçirip, yağmalayarak tapınaklardaki putla­rı kırmayı başarmıştı. Daha sonra Jonathan aynı şehre bir saldırı düzenlemiş, baştan sona yakmış ve en büyük tanrı Dagon'un da bulunduğu tapınağı ateşe vermişti.

Jonathan'dan sonra Makkabilerin başına geçen Şemon ise Yafa'yı zaptetti ve halkı şehirden kovarak onların yerine Yahudileri yerleştirdi. Gazze'nin yakılarak yerle bir edilmesi ise (M. Ö. 96) bilâhare kral unvanı alan Haşmoneyler zamanında gerçekleşti.

Demek ki Haşmoneyler isyandan önce tattıkları acılardan, ate­şiyle yanıp kavruldukları korkunç zulmün sonuçlarından hiç ders almamışlardı. Yahudiler hep böyledir.. Başkalarına kötülük ederken başlarına gelen felaketlerin vaktiyle yaptıkları zulmün bir sonucu olduğunu unuttular. Kendilerine de zulmedilebileceğini akıllarına getirmedikleri için, hiç düşünmeden başkalarına zulmettiler ve böylece tarihleri yaptıkları zulümlerin acılarını ta­da tada geçti.

Edomlulann Yahudileşmeye zorlanışı

Edomlular Tevrat'da Edom da denilen Yakub oğlu Esav'ın to­runlarıdır ve dolayısıyla komşu halklar arasında Yahudilere en yakın olanlar onlardır. Tanrı İsrail oğullarını Mısır'dan çıkış sıra­sında Filistin'in güneyinde yaşayan Edomluların topraklarına sal­dırmalarını yasaklamıştır,    ama bu iki halk arasındaki ilişkiler her zaman istenildiği gibi olmamıştır. Kudüs'ün düşüşünden (M.Ö. 586) sonra Edomlular Yahudiye topraklarından bir kısmı­nı sınırlarına kattılar, fakat Makkabiler onlara düşman muamele­si yaptılar. Yahuda onlarla savaştı. Hirkan ise Edomlulara Yahudi­ler gibi sünnet olmayı emredip, Yahudileşmeye zorladı. M. Ö. Il. Yüzyılın sonlarından itibaren Edomluların adı Yahudiler arasında eriyip gitti. İleride bu dini zorlamanın Yahudilere neye malolduğunu göreceğiz. Çünkü Edomlu Herod Roma çağının başlarında Yahudiye'de ve Filistin'in diğer yerlerinde krallığı ele geçirerek Yahudileri bir dehşet denizinin içinde boğdu.22

Gerzim tapınığının yıkılışı

Bu araştırmamızın akışı içinde Kuzeyli İsrailliler Samarialılar ile Yahuda'nın torunu arasında Kudüs'de vuku bulan bir dizi ça­tışmaya rastladık. Bu çatışmalar Samaria ve Kudüs krallıklarının düşmesi ve her ikisinin Babil'e sürgün edilmesine rağmen durma­dı. Şeşbasar ve Zerubbabil'in dönüşünden sonra Samirîler [Sama­rialılar] Yahudilere Kudüs Tapınağı'nın yapımında yardımcı ol­mak istediler, ama Yahudiler onların bu işe karışmalarına şiddet­le karşı çıktılar. İki taraf arasındaki adavet Ezra ve Nehemya za­manında daha da şiddetlendi. Irkî ayrım ve Yahudi • olmayan aile­lerden kız almanın yasaklanması bu dönemde bariz bir şekil aldı.

Baş kahinin torunu Kudüs'de bir cesaret sergileyerek Samirîlerin lideri Sanballat'ın kızıyla evlenmişti. Nehemya bu konuda ha­tıralarında şöyle der: “Başkahin Elyaşiv oğlu Yoyada'nın oğulla­rından biri Horonlu Sanballat'ın kızıyla evliydi. Bu yüzden onu yanımdan kovdum.”    Göründüğü kadarıyla Samirîler bu sürgü­nü bağırlarına basıp başkahin yaparlar ve Gerzim dağında kendi­lerine özgü bir tapınak inşa ederler. Sonra da şeriatlarının tek ki­tabı olarak Tevrat'P4 kabul ederler. O sıralar Tevrat'ın tüm bö­lümlerinin yazımı henüz tamamlanmış değildi.

Gerzim Tapınağı'nın inşaası M. Ö. V. Yüzyılın son çeyreğinde tamamlanmış, Tevrat'ın ilk beş kitabı da Samirîlerle Yahudiler arasındaki nihai inanç ayrılığının temelini atmıştır. Yine de bu ay­rılık IV. Antiochus Epiphanes'i Kudüs Yahudilerine karşı başlattı­ğı katı istipdat siyaseti çerçevesinde Samirîlere ayrıcalıklı davran­maya hem de Gerzim Tapınağı'nda Zeüs'ün bir heykelini koy­mayı kabul etmelerine rağmen, sevketmemiş, Makkabi isyanına karışmamalarına rağmen hem Selevkuslardan zulüm görmüş, hem de sabık din kardeşlerinin intikamcı davranışlarına maruz kalmışlardır.

Samaria şehirleri Makkabilerin saldırılarına maruz kalmış, ya­kılıp yıkılmış, yağmalanmış ve Gerzim Tapınağı da bu tahribat­tan nasibini almıştır.

Samirîler, orta çağlarda Kahire, Şam ve Gazze bir yükseliş dö­nemi yaşadıktan sonra baht onlardan yüz çevirmiştir ve günü­müzde sayıları iki yüzü geçmeyen küçük bir topluluk halinde ha­yatlarını Nablus’da sürdürmektedirler. Bilindiği gibi Nablus veya diğer adıyla Şekem, Süleyman’a isyan bayrağı açarak oğlu Rehoboam zamanında onun krallığından ayrılan ve on boya krallık eden Yeroboam’ın ilk başkentidir.

Yahudilerin Mısır’a kaçışı

Yahudilerin tamamı Makkabi isyanına katılmadı ve bir kısmı Yahudiye’deki istikrarsız durumdan sıkılarak yeni bir vatan ara­mak için ülkeyi terketti. Muhtemelen bu kaçan Yahudilerin bir kısmı Makkabilerin siyasi düşmanlarıydılar. Araştırmacılar, Ro­ma konsülünün Mısır kralı Vlll. Ptoleme’ye gönderdiği bir mek­tupta, ülkesine kaçan Yahudi siyasi suçlulardan bir kısmının Kudüs’deki Makkabi Şemon’a iade etmesi talebinde bulunduğunu kaydetmektedirler.  Bu durum Makkabilerin iktidara geldikten sonra Yahudi ve gayr-ı Yahudilerden düşmanları olan kişilere kar­şı aşırı katı davrandıklarını göstermektedir.

Tarihçi Toynbee, Makkabiler ve giriştikleri isyanla ilgili olarak şöyle diyor: “Bir zulmün kurbanı olan bu insanların gösterdikle­ri reaksiyonu araştırdığımızda, onların kendilerine yapılan zulmü kat kat aşan vahşi bir davranışı soğukkanlılıkla sergilediklerini görmek bizi şaşırtmıyor. ”26

Bölge halkları arasında Makkabi isyanına sempatik nazarla ba­kanların yalnızca Arap asıllı Nabatlar olması şayan-ı dikkattir. Bi­lindiği gibi Nabatlar M. Ö. V. Yüzyıldan itibaren Ölü Deniz’in gü­ney ve doğu kesimlerinde kendi devletlerini tesis etmişlerdir.

Nabatlar27 Romalılara sadıktı. Romalıların Suriye’de Selevkus devletini zayıflatabilecek her gücü desteklemiş olmaları bu Yahu­di ve Nabat sadakatinin sebebini izah etmektedir. Diğer yandan Makkabilerin Nabatlara iyi davranarak atıfetlerini kazanmaları­nın kendi çıkarlarına olduğu konusunda ikna edilmelerinin bir sebebi de, Nabatların bölgede önemli bir güç oluşturmaları ve gü­neyde Akabe Körfezi'nden kuzeyde Şam da dahil olmak üzere Su­riye'nin ortalarına kadar uzanan bölgeyi hakimiyetleri altında tutmalarıydı.

xx

HAŞMONEY KRALLIĞI

Makkabi veya Haşmoney isyanından bahsederken, bunun, akabinde hızlı bir şekilde bir yığın felakete maruz kalmış olmala­rına rağmen, Yahudilerin övündükleri bir devletin kuruluşuna yol açtığını belirtmemek olmaz.

Hirkan

Haşmoney Şemon'un Eriha valisi damadının bir suikastına kur­ban gitmesinden sonra Yahudiye'de Uudaea'da] baş kahinlik ve prenslik makamına oğlu Yohanna Hirkan geçti (M.Ö. 134-104).

Bu Yahudi prensi gerçi kendisine kral unvanı almak istiyordu, ama bu unvan Yahudilerin alıştığı geleneklere ters atılmış bir adımdan daha şumullüydü. Çünkü Yahudilerin babadan oğula intikal eden inançlarında krallık yalnızca Davud hanesine özgüy­dü ve başka bir aşiretin isterse Haşmoneylerin mensup oldukla­rı Levililer olsun, bu makama uzanması kolay değildi. Bu yüz­den Hirkan, kral unvanı almasını tehlikeli addeden mer'i gele­nekleri bozmadan bir kral gibi tasarrufta bulunuyordu.

Hirkan, Selevkus devletinin varlığını tehdit eden genel karga­şada küçük adımlar atmakla kalmayıp, krallığının sınırlarını gü­ney, kuzey ve doğu yönünde genişletmeye çalıştı. Fakat Vll. An­tiochus zamanında Hirkan'ın faaliyetleri başarılı değildi. Çünkü Antiochus Hirkan'ın tüm emellerinin önüne bir set çekti ve şayet Roma tarafından önü kesilmemiş olsaydı onu tamamıyla tasfiye edebilecek durumdaydı. Hirkan'ın bahtına Antiochus Partlarla girdiği savaşlardan birinde öldürüldü (M. Ö. 128). Böylece Yahu­di baş kahinin eli serbest kaldı ve hemen genişleme çalışmalarına başladı. Bazı kaynaklarda onun Yafa ve Gezer'i işgal ettiği belirtil­mektedir.1 Halbuki bildiğimiz kadarıyla Yafa ve Gezer daha önce Hoşmeney Şemon tarafından işgal edilmiş,    bu iki şehirdeki yer­li halk dışarı atılarak Yahudiler yerleştirilmişti. Anlaşıldığı kada­rıyla VII. Antiochus bu şehirleri Yahudilerden istirdat etmiş, fa­kat Roma'nın emriyle Hirkan'a iade etmiş veya Hirkan Antiochus'un ölümünden sonra istirdat etmiştir.

Hirkan, sınırlarını doğuda da Ürdün'ün doğu kesimlerine ka­dar genişletmiş, fakat güneyde ' 'Edomluları kılıç zoruyla itaat altı­na alarak zorla Yahudiliğe geçirmiştir ki, bildiğimiz kadarıyla Ya­hudiler tarihleri boyunca ilk defa bir halkı bu tarihte zorla Yahu­di yapmışlardır. Halbuki Yahudilerin Yahve'ye İsrail oğullarından başkasının tapmasını istemedikleri söylenir. Bu konuya tekrar döneceğiz.

İlerlemesini kuzey yönünde sürdüren Hirkan, Samaria'yı ele geçirerek Samirîlerin Gerzim dağında bulunan ve Kudüs tapına­ğının dengi olan tapınaklarını yıktı. Samaria o sıralar Samirîlerin çoğunlukta oldukları bir şehir değildi. Şehirde ve çevredeki kü­çük köylerde etnik kimliklerini muhafaza eden Yunanlılar da azınlık halde yaşıyorlardı. Buna rağmen Hirkan, şehrin yıkılma­sını emretti ve sel sularını şehir harabeleri üzerine çevirterek tüm izleri ortadan kaldırdı.

Aristobul                        .

Babası Hirkan'ın yerine baş kahin ve Kudüs valisi olan Aristobul, en zalim yöneticilerin temsilcilerinden kabul edilir. Yahudi tarihçijosephus'un kaydına göre Aristobul tahtı ele geçirmek için üç kardeşini hapsetmiş, birini öldürmüş; annesini ise aç bırak­mak suretiyle katletmiştir.  

Bazı araştırmacılar, Aristobul hakkındaki bu büyük suçlamayı şüpheyle karşılamakta ve onu Ferisîler cemaatine intisap ettir­mektedirler. Bu despot Yahudi kahinin iktidarı uzun sürmedi ve babasının ölümünden bir yıl sonra kendisi de helak oldu, ama bu süre zarfında Galile bölgesinde oturan Iturenleri itaat altına ala­rak toprakları kuzey yönünde genişletti. O da tıpkı babasının Edomlulara yaptığının bir benzerini yaparak Iturenleri Musevili­ği kabul etmeye zorladı. Dolayısıyla İsa peygamber zamanında Galile'de yaşayan halk İsrail oğulları değil, putperest ataların to­runlarıydılar.

Bazı araştırmacılar bu kahinin kendisine kral unvanı aldığını kaydederlerse de, duvarın yüzeyine Yahuda'nın saltanat asasını ve Davud'un soy kütüğünü nakşettiren kardeşi Alexandre Yuna'nın Uannaes'in] kral unvanı alan ilk kişi olduğu kesin.

Alexander Yuna

Bu Yahudi kralı zamanında Haşmoney ailesi kahinliği elinde tutan bir aileden krallığı elinde tutan bir aileye dönüşmüştür.

Bilindiği kadarıyla bu Haşmoney kral, hayatının büyük bir kısmını içte ve dışta şiddetli savaşlarla geçirmiştir. İlk önce Akka şehrine saldırmakla işe başladı. Akka, o sıralar Mısır'daki Ptole­me hanedanının üçüncü kraliçesi Kleopatra'nın oğlu 9. Ptoleme Lasirus'a bağlıydı. Lasirus, M. Ö. 108-88 yılları arasında annesin­den bağımsız olarak Kıbrıs'ı yönetiyordu. Alexandre Yuna Akka'ya geldiğinde Lasirus tarafından ağır bir yenilgiye uğratıldı. Bunun üzerine annesi lll. Kleopatra Judaea kralının yenilmesin­den sonra oğlu ve rakibi Lasirus'u durdurmak için Mısır'dan bir ordu gönderdi.  

Kleopatra Filistin’i sınırlarına katmak istiyordu fakat tarihçi Josephus’un anlattığına göre onun Yahudi kumandanı Ananias,  Mısır Yahudilerinin kendilerine düşmanlık etme tehlikesini ileri sürerek kraliçeyi Filistin’i ilhak düşüncesinden vazgeçirmiştir.

Gerek Josephus’un anlattığını ve gerekse ondan naklederek alıntı yapan Yahudi Ansiklopesi’nin yazdıklarını doğru kabul et­mek için açık bir sebep göremiyorum. Yahudilerin kendi çıkarla­rı doğrultusunda tarihi çarpıtma ihtimallerini ispat için yeni de­lillere de ihtiyacımız yok. Josephus, VI. Ptoleme Philomator ve karısı Kleopatra’nın Yahudiye Uudaea] kralını kendi ülkesini yö­netmesi konusunda tamamen serbest bıraktıklarını, Mısır ordu­sunda Onias’dan Dosithius dönemine kadar Yahudiler bulunma­dığını belirtmekte; fakat arkasından Filistin’i ilhak etmek isteyen ama ülkedeki Yahudilerin ayaklanma tehlikesini ileri süren ordu komutanının görüşüyle bu fikrinden vazgeçen ili. Kleopatra za­manında Mısır ordusunda Ananias ve Halkias adında iki Yahudi generalden bahsetmektedir.

O sıralar Mısır’da vukü bulan siyasi olayların ışığı altında Ya­hudileri kendi yönetimi altında tutmak istiyen tarafın Roma ol­duğu kanaatindeyim. Çünkü Roma, Filistin’i ilhak eden Ptolemelerin bu avantajdan faydalanarak Selevkusların yıldızının bariz bir şekilde sönmeye başladığı bir sırada tüm Suriye’yi ele geçir­mesinden korkuyordu.

O dönemde Roma hızlı bir şekilde yükseliyor ve yeni toprak­ları sınırlarına katıyordu, ama esasen bu ilhaklara ihtiyacı yoktu, çünkü toplanan vergiler Roma'nın kasasına girmiyor, aksine gümeştelerinin cebine akıyordu. O güne kadar Roma ordusunda gö­rev yapan askerler yalnızca Romalı köylülerdi ve onların müs­temleke garnizonlarında görevlendirilmesi devletin ekonomisine zarar veriyordu. Bu yüzden Roma, Balkan Yarımadası ve Küçük Asya'da Iskender'in ardıllarına kalan toprakların yanı sıra Kartaca'nın düşüşünden sonraki Fenike topraklarını sınırlarına kat­makta oldukça müteredditti.

Makkabi isyanından bahsederken Selevkus devletinin Suri­ye'de maruz kaldığı çöküntünün boyutunu ele almış olduk. Bu gerçeği göz önünde bulundurarak Roma'nın o sıralar yeni iklim­leri sınırlarına katmakta neden gönülsüz davrandığını anlamış oluruz ve böylece Roma'nın bir yandan Selevkusların çöküşünden istifade ederek Suriye'yi, diğer yandan Ptolemelerin zaafından fay­dalanarak Mısır'ı ele geçirmekten kaçınmasının sebebini, Nabat devleti, Yahudi Haşmoney prensliği gibi Mısır ve Suriye'de ortaya çıkan kargaşanın gölgesinde teşekkül eden bağımsız veya yarı ba­ğımsız küçük prensliklerin doğuşunu hazırlayan şartları da kavra­rız. Roma'nın esasen siyasi nüfuzunu yaymak istemesine rağmen Mısır ve Suriye'de çöken iki devleti tekrar güçlendirmesinin, III. Kleopatra'nın Mısır'a, 9. Ptoleme Lasirus'un Kıbrıs'a geri dönme­sinin, Kudüs'ün Yahudi kralı Alexandre Yuna'yı Roma'nın izin verdiği ölçüde sınırlarını genişletmeye bırakmalarının sırrını da bu çekingen davranıştan çıkarmak mümkün. Elbette Roma'nın Selevkuslardan ve Mısır'dan çekindiği kadar Yahudi devletinin ve­ya bölgedeki diğer küçük krallıkların gücünden çekinmediğini söylemeye gerek yoktur. Çünkü bu küçük devletçiklerin hareket sahaları oldukça dar olduğu için sahip oldukları güç, hiçbir za­man Roma'nın siyasi çıkarlarını tehdit edecek boyuta ulaşamazdı.

Ill. Kleopatra'nın Filistin'den çekilişi gerçekten Yahudi ku­mandanı Ananias'nın tavsiyesiyle olmuş olsa bile, oğlu ve aynı zamanda rakibi olan Lasirus'u annesinin Mısır'a çekilişinden son­ra Alexandre Yuna'ya tekrar saldırmaktan alıkoyan herhangi bir sebep yoktu. Lasirus'un Yahudilerle takışmaktan kaçınmasının asıl sebebi, büyük ihtimalle Roma'nın bölgede çekişen güçler ara­ sında kendisine rakip olanın yanında yer alacağı düşünce ve endişesiydi. Roma'ya lazım olan şey nüfuz ve otoriteydi, ama bunu kimin lehine kullanacağını tarafların diplomatik atakları belirle­yecekti ki, hile ve rüşvetçilikte rakipleri Yahudilerin eline su bile dökemezlerdi.

Yahudi Ansiklopedisi'ninjosephus'a dayandırarak Yahudilerin Mısır'daki nüfuz ve ülkenin güçler dengesindeki ağırlığından söz etmesine gelince, diasporadan söz ederken bu konu üzerinde ay­rıca duracağız.

Her ne ise, Yahudi kralı Alexandre Yuna yakaladığı fırsatı de­ğerlendirerek Filistin'in sahil şerini işgal etti ve bir yıl kadar sü­ren bir kuşatmadan sonra bir ihanetle Gazze'nin tamamını ele ge­çirip yaktı. Arkasından Ürdün'ün doğusuna yönelerek Um Kays yani Gadara'yı ve Golan tepelerindeki bazı bölgeleri işgal etti.

Fakat onun Ürdün'ün doğu kesiminde genişlemesi Nabat kra­lı 1. Ubeyde'nin hoşuna gitmedi. Ubeyde, Yahudilere saldırarak ağır bir darbe indirdi. Alexandre Yuna, ordusundan arta kalanlar­la perişan ve bitkin bir vaziyette Kudüs'e döndü (M.Ö. 90 civarı).

Bu yenilginin Kudüs'deki etkisi büyük oldu. Halk Ferisîlerin önderliğinde ayaklandı ve Alexandre Yuna belli şartlarda tahttan çekilebileceğini açıkladı. Fakat halk onun kellesini istiyordu. Böylece isyancılar karargahını Şam'a kurmuş olan Selevkus pren­si Demetrius Enkairus'u davet ettiler ve onun yardımlarıyla Yuna'yı devirdiler. Ancak, isyancılar bu noktada düşünmeye başla­dılar.. Demetrius Enkairus'u yardıma çağırmakla, Yahudilerin en katı düşmanı olan IV. Antiochus Epiphanes'in oğullarından biri­ne istikballerini teslim etmişlerdi. Bu düşüncelerle birden düş­man aileye karşı tavırlarını değiştirip, saflarını dağıttılar ve bu da Kudüs kralına uğradığı yenilgiyi zafere çevirme imkanı sağladı.

Yuna'nın asilerden intikamı korkunçtu. Kitab-ı Mukaddes An' siklopedisi 'bu insanlık dışı baş kahini barışa razı etmek için Kudüs'de nehir gibi kan aktı'  derken, bir başka kaynak daha fazla detay vererek şöyle diyor: “Alexandre Yuna, Yahudi isyancıları ayakları altında ezdi. Sekiz yüz tanesini Kudüs'deki sarayının bal­konundan görebileceği ve iniltilerini işitebileceği şekilde sıra ha­ linde çarmıha gerdirdi. Bu arada kendisi şarap içiyor ve haremin­deki cariyelerle oynaşıyordu. ”

Altı yıl süren bu iç savaşın ardından Alexandre Yuna, Arap Nabat kralı III. Haris'in şiddetli bir saldırısıyla karşı karşıya kaldı. (Takriben M. Ö. 85). Nabat kralı, Yahudi hasmına acı bir yenilgi tattırdıktan sonra, başkenti Petra'ya çekilmeden önce bazı imti­yazlar kopardı. En sonunda bu kana susamış vahşi kral Alexandre Yuna, Ürdün'ün doğusundaki bazı Yunan şehirlerine düzenle­diği bir saldırı sırasında terk-i dünya eyledi. Bu zalim müstebit zamanında gelişmiş şehirler harabeye dönerken, aynı zamanda hırsızların ve eşkıyaların cirit attığı yerler haline geldi.

Kraliçe Alexandra

Bir kraliçenin Judaea devletinde tahta çıkışı Yahudi tarih akışı­na aykırı bir olay kabul edilir. Kraliçe Alexandra Salome, elinde Yahuda'nın asasını tutan ve Ahab'ın kızı Aseliye'den sonra Kudüs tahtına oturan ikinci Yahudi kadın olarak görülür. Salome, devleti kocası Alexandre Yuna'dan devraldığı şekilde ayakta tutmayı ba­şarmıştır ki, Haşmoney hanedanının ulaştığı bu zirve, Davud dö­neminde Israil devletinin yükselişte ulaştığı zirveye yakındır.

Alexandra Salome, bir kadın olarak baş kahinlik makamını iş­gal edemeyeceğini belirtince, bu göreve aciz, tembel ve sefih bir ki­şiliğe sahip olan büyük oğlu Hirkan atandı. Fakat sarayda her tür­lü yetkiden arındırdığı küçük oğlu Aristobolus kendisine reva gö­rülen bu davranışa boyun eğmeyerek annesinin yaşadığı sürece muhalif kütlenin liderliğini üstlendi. Anne Salome ölünce oğulları Hirkan ve Aristobolus arasında taht kavgaları başladı ki, bu iç sa­vaş aynı zamanda Haşmoney krallığının sonunun başlangıcıydı.

Hirkan'la Aristobolus arasındaki taht kavasında ibre ikincisin­den yana ağmaya başlayınca, ağabeyi Hirkan hem krallık hem de baş kahinlik mevkiinden kardeşi lehine feragat etti.

Bu sırada çekişme sahnesine Edomlu bir lider de katıldı. Antipas veya Antipater adındaki bu lider I. Hirkan zamanında zorla Ya­ hudi dinine geçenlerdendi. Nabat devletiyle ve Nabat kralı III. Haris'le yakın ilişki içindeydi. Antipater, Nabat kralını şaşkın ördeğe dönen kral II. Hirkan lehine devreye girmeye ikna etmeyi başardı  ve Aristobolus'un yenilmesine zemin hazırladı. Yahudiler vaktiyle Alexandre Yuna'nın Nabat kralından yediği acı darbeden sonra kendilerinin bu Arap kralının karşısında duracak güçte olmadıkla­rını biliyorlardı. Bu yüzden Aristobolus Kudüs Tapınağı'na çekilip bekindi ve Nabat saldırısını püskürtmeye hazırlandı.

I. Pompey'in kumandanı Sakarus'un komutasındaki Roma kuv­vetleri Şam'a geldiğinde Kudüs'de kuşatma altındaki Yahudi savaş­çıları neredeyse kral Haris'e teslim olmak üzereydiler (M. Ö. 65). Romalıların müttefikleri Haris'e bir işaretleri kuşatmanın kaldırıl­ması için yeterli oldu ve Haris meseleyi M. Ö. 63 yılında Şam'a ge­len Romalı kumandana bırakarak başkenti Petra'ya çekildi.

Hirkan ve Aristobolus kardeşler birbirlerini tasfiye etmek amacıyla aynı anda Pompey'in desteğini kazanmak için harekete geçtiler. Bu arada Yahudi halkını temsilen bir heyet de Pompey'e müracaatta bulunarak Hoşmoney krallık nizamının kaldırılması­nı ve yalnızca dini işlerini çekip çevirmesi için bir baş kahin atanılmasıyla yetinilmesini talep etti.  

Pompey Kudüs'e yaklaşınca Aristobulus Romalı generalin kendisine karşı olduğunu öğrenmek için fazla kafa yormaya ge­rek görmedi ve kendisine yardım eden, kaderlerini ona bağlayan­ları yüzüstü bırakarak teslimiyeti direnmeye tercih etti.' Bunun üzerine adamları Kudüs Tapınağı'na bekinerek Romalıların oraya ulaşmasını engellemek amacıyla binanın şehirle bağlantısını sağ­layan köprüyü yıktılar.11 Direnişçilerin ezilmesi tam üç ay vakit aldı. Onların tepelenmesinden sonra Pompey daha önce Antioc­hus Epiphanes'in yaptığı gibi tapınağın en kutsal kısmına gir­mekte ısrar etti, fakat içerideki hazineye zarar vermeden yalnızca mekanı gezmekle yetindi.

Pompey, Hirkan'ınjudaea'nın baş kahinlik makamında kalma­sını uygun buldu, fakat devlet idaresinde Roma'nın Suriye valisi­ne bağlı olmak şartıyla ethinarch unvanını iptal etti. Aristobolus'a gelince, binlerce Yahudi esirle birlikte Roma'ya götürüldü ve ora­da generallerin her muzaffer dönüşünden sonra başkent ahalisi­nin seyretmeye alıştığı mağlup milletlere mensup esirlerin göste­rilerinde yer almaları emredildi.

Pompey, Yafa, Aşdod, Gazze ve diğer şehir ve köylerden kovu­lan Filistinlileri tekrar yerlerine iade etti ve idari yönden Roma'nın Suriye Valisine bağladı. Samaria şehirlerini de aynı mu­ameleye tâbi tuttu, fakat Edom [Iduamea], Galile ve Perae'yi Yahudiye devletinin tasarrufuna bıraktı. Pompey'in bu davranışı ke­sinlikle Kudüs Yahudilerinin ve baş kahinleri Hirkan'ın isteğin­den değil, büyük ihtimalle artık Roma'nın desteğiyle Judaea'nın fiili hakimi olan Edomlu lider Antipas'ın ve onun dostu olan Nabat kralı III. Haris'in ricasından kaynaklanmıştı. Böylece Kudüs'de Hoşmoney krallığı resmen sona erdi.

Yahudi partileri

Bahsettiğimiz dönemde Yahudiler arasında kendisini gösteren iç ve dış çekişmeler sonucunda ortaya çıkan partiler konusu, Ya­hudi tarihi yazılı bir döneme girmiş olmasına rağmen kolaylıkla içinden çıkılacak bir konu değildir.

Nehemya ve Ezra döneminin Yahudi şeriatının öğrenilmesi ve öğretilmesi kapısını sonuna kadar açtıktan, din ve ibadetle ilgili konularda rabbilerin saltanatını yıktıktan sonra kendini gösteren katipler (Soferim) grubunun zuhurundan daha önce bahsetmiştik.

Nüfuzlarını ve maddi çıkarlarını tehdit eden bu tehlike, rabbilerin gözünden kaçmamıştı ve bu yüzden halkın tapınağa ve ora­da yapılan dini ayinlerle olan bağlantısını daha da güçlendirmek için ellerinden geleni yapmaya başlamışlardı; ama beklenmedik şekilde ortaya çıkan şartlar soferim grubuna gelişmek ve büyü­mek için büyük fırsatlar sunuyordu.

Nehemya ve Ezra'nın Kudüs'de temellerini attıkları sosyal sis­temin sağladığı şartlar sayesindejudaea bölgesi dışındaki Yahudi- lerin çoğalması, onların liderlerini Kudüs'deki Zerubbabil Tapınağı'ndan uzakta yapılacak ibadet merasimleri için yeni bir yol icat etmeye sevketti.

M. Ö. 722 ve 586 yıllarında Samaria ve Kudüs'ün düşmesin­den sonra Yahudiler o tarafa bu tarafa dağılınca, Babil sürgünü peygamberleri Yahudi kitleleri kendi kehanetleri ve düşleriyle oyaladılar, ama harabe haldeki Kudüs Tapınağı bu kehanet ve hülyaların odak noktasıydı. Yine de 516 yılında tapınağın yeni­den yapılması Yahudileri bir araya getiremediği gibi, dağınık va­ziyette yaşamaları devam etti. Bu durumda Yahudi kitlelerin baş­larında bulunan kişiler, bulundukları her yerde ibadet konusunu halletmek için bir yol icat etmek zorunda kaldılar. Belki de Mı­sır'a kaçan baş kahin Onias'ın M.Ö. l 73'de Heliopolis'de Kudüs tapınağının bir benzerini yaptırması ilk icraattı ve Kudüs'dekilerin tepkisini çekmemişti. Halbuki bundan üç asır önce Gerzim dağında Samirîler bir tapmak yaptırdıklarında kıyameti kopar­mışlardı. Üstelik de Sanıirîler bu tapınağı Kudüs'dekilerin Zerub­babil Tapınağı'nın yapımına iştirak etmelerine onların İsrail oğul­larına mensup olmadıkları bahanesiyle şiddetle itirazda bulun­malarından sonra bina etmişlerdi.

Filistin'deki Judaea topluluğunu ve diğerlerini çevreleyen şartların değişmesi, Yahudi alimlerini dini kavranılan geliştirme­ye zorluyordu ki, bu da ancak Tevrat bölümlerinin çağın ruhuna uygun bir biçimde yeniden yorumlanıp arındırılması suretiyle yapılabilirdi. Şartların zorlamasıyla birlikte soferim halkın ilgi odağı haline geldi. Soferim çevresinde toplanan halk onu kendi­sine önder olarak seçti. Böylece soferinı, anıştırma, inceleme, iç­tihat ve yorumlama işleriyle uğraşmaya başladı. Yeni nazariyeler geliştererek, Yahudi cemaatlerinin bulundukları değişik merkez­lerde fikir medreseleri açtı. Soferimin rolünün gittikçe önem ka­zanmasıyla birlikte, Romalılar tarafından tamamıyla yerle bir edilmesinden sonra Kudüs Tapmağı'nın yerini alan bu kurum Kenesseth veya Sinagog  halini aldı ve günümüze kadar da Yahudilerin bekasında en önemli rolü oynadı.

Esasen Kenesseth'in biri dar, diğeri geniş olmak üzere iki an­lamı vardır. Dar anlamıyla dini ibadetlerin, dinî ve dinle ilgisi ol­ mayan toplantıların yapıldığı, Yahudileri ilgilendiren konuların ele alınıp incelendiği bina demektir. Geniş anlamı ise her türlü dini ve sosyal faaliyetleriyle birlikte mahalli cemaat demektir. Gaspedilen Filistin'deki Israil parlamentosuna da bu isim veril­mektedir ve modern siyonizmin gelenekle çağın ruhu arasındaki koordinasyon aracıdır.

Dış etkiler

Dış etkiler üzerinde durmaya kalktığımızda, diaspora Yahudi­lerinin durumlarına değinmemiz için biraz daha beklememiz ge­rektiği endişesindeyim.          ,

Kenesseth veya Sinagogun anlamının izahı, bana, Perikles dö­neminde (M. Ö. 480-430) ortaya çıkan Yunan kurumu Eclesia'yı (Klise) hatırlattı. Eclesia Atina'da umumi toplantılara tahsis edil­miş bir binadır. Halk burada genel meseleleri ele alırdı. Perikles, ülkenin işlerinin çekip çevrilmesine iştirak etmelerini teşvik et­mek, halkın sosyal, kültürel ve fikri seviyesini yükseltmek ama­cıyla bu toplantılara katılanlara ödül verirdi. Yahudilerin Kenes­seth fikrini Yunanlıların Eclesia'sından almış olmaları uzak bir ih­timal değildir. Nitekim lsa'nın gelişinden iki yüzyıl önce de dinî

literatürlerinde yeni fikirlerin etkileri görülmektedir.

Nehemya ve yoldaşı Ezra'nın çağdaşı olan Perikles'in dönemi­nin ulaştığı parlak medeniyetin detaylarına girecek değiliz. An­cak felsefi görüşleriyle dünyaya ışık tutan Sokrat, şakirdi Eflatun ve değerli sekreteri Sofokles'in bu dönemde yaşadığını, onları si­yaset ilminin babası sayılan Aristo'nun takip ettiğini söylememiz yeterlidir..

Hasidimler

Dindar Yahudiler bir takım yeni fikirlerin Yahudiler arasında yayılmaya başlamasını hiç de hoş karşılamadılar. Bunlar, Yahu­di şeriatının hamilerini dini yeni tehlikelere karşı korumaya yo­ğunlaşmaya iteliyorlardı. IV. Antiochus zamanında Hellenleştirme faaliyetlerinin zirveye çıktığı günlerde kendilerine Hasidim denilen bu dindar Yahudiler, Haşmoney devriminin bel kemiği­ni oluşturuyorlardı. I. Makkabi kitabı (2/42) onları İsrail'de Mu­sa şeriatı yolunda canlarını feda eden güçlü savaşçılar olarak takdim etmektedir.

Makkabi isyanı asıl amacına ulaşıp Yahudiler dini özgürlükle­rine kavuşunda, Hasidimler mücadelelerini durdurdular; fakat bu defa da Makkabi hareketi dinle ilgisi olmayan, hatta dindar ve dine lâkaydî rakipleri ezmeye yönelik siyasi bir harekete dönüş­tüğü için Hasidimlerle Makkabiler arasında soğuk rüzgarlar es­meye başladı.

Hasidimlerle Makkabiler arasındaki çatlağın ikincilerin nefsi müdafaa amacıyla Sabat günü savaşmaya cevaz vermelerinden kaynaklandığı söylenmektedir. Halbuki Hasidimler böyle bir ce­vazı reddediyor ve şiddetle karşı çıkıyorlardı. Bir diğer sebep ise Harun'un soyundan gelenlerin tekelinde bulunan baş kahinliğin Makkabilerin tekeline geçmesi idi.  Daha önce de gördüğümüz gibi Mattathias Selevkuslara karşı isyan bayrağı açmadan önce kahinlik yapmaktaydı ve kahinlik Harun soyundan sıradan bir kahinle baş kahinin eşit olduğu Levililerin tekelindeydi.

Ferisiler

Araştırmacılar, Ferisîlerin Hasidimlerden çıktığı görüşünde­ler. Öbür türlü, daha önceden kitlesel kökleri olmadan Ferisîle­rin Yohanna Hirkan zamanında (M. Ö. 134-104) Sanhedrin'de  güçlü bir grup olarak ortaya çıkmış olması ihtimal dışıdır. Ferisîler, şeriat mirasını savunma bayrağını ellerine aldıkları için, Hasidimlerin ana varisleri sayılmışlardır.

Ferisîlerle onların şakirtleri olarak kabul edilen Hirkan arasın­daki ihtilafın sebebinin, Hoşmeneylerden gelen bu baş kahinin bir defasında Sanhedrin üyelerine yönelttiği şu soru olduğu söy­lenmektedir: "Bana yakıştıramadığınız şeriat dışı tarafım nedir?" Ferisîlerden birisi, hiç tereddüt etmeden şu cevabı verir: "Senin derhal baş kahinlik makamından çekilmen gerekir. Çünkü senin annen halkımızın Antiochus Epiphanes zamanında duçar kaldığı bir felaketin müsebbibidir." Hirkan, bu Ferisîyi yalancılık ve ifti­racılıkla suçladıktan sonra Sanhedrin'den bu şahsın bir müfteri­ye verilecek ceza ile cezalandırılması talebinde bulundu. Ferisîle­rin ittifaken o şahsın sopa ile dövülüp hapsedilmesi kararı alma­sı, bir ölüm cezası verilmesini bekleyen Hirkan'ı öfkeden küple­re bindirdi. Böylece bu olay Hirkan'ı Ferisîlerin düşmanı ve onla­rın rakipleri olan Sadukîlerin dostu olmaya sevketti.

Rivayete göre Ferisîler "Ferisi" adını bu olaydan sonra almış­lardır. Çünkü rakipleri olan Sadukîler onları Yahudi Yüksek Kurul'u Sanhedrin'den kovduktan sonra bu ismi vermiş, fakat Feri­sîler de "dışlanıp kovulan" anlamındaki bu adı kendilerine şöh­ret kazandırdığı düşüncesiyle bir tür yüceltme sıfatı olarak kabul edip benimsemişlerdir.

Tarihçi Josephus tarafından nakledilen bu olay Talmud'da da geçmekte, fakat orada olayın kahramanı olarak Hirkan'ın oğlu Alexandre Yuna gösterilmektedir. 15

Eğer rivayet doğruysa, burada sözü edilen ve M. Ö. 164 veya 163'de hayatını kaybeden Antiochus Epiphanes'le ilintili felakete sebep olmakla suçlanan kadının Alexandre Yuna'nın anası değil, Hirkan'ın anası olduğu görüşünü tercih edebiliriz. Çünkü suçla­ma konusu edilen kadının o sıralar çocukluk çağından çıkıp gençlik çağına girmiş olması gerekir. Hirkan'ın iktidara gelmeden önce otuz yaşında bir kadınla evlenmiş olması pek muhtemel de­ğildir ve dolayısıyla kadının kocası Yuna değil, Hirkan'dır.

Anlatılan hikayede Hirkan'ın nesebinin söz konusu edildiği anlaşılıyor. Çünkü Hirkan'ın baş kahinlik makamından çekilme­sini isteyen Ferisî, baş kahinin Levililer soyundan olması gerek­tiğini, Hirkan'ın annesinin ise esir düştüğünü ileri sürmüştür. Jo­sephus ve daha sonra Talmud’un naklettiklerinin bir tenkit süz­gecinden geçirilmeden fazla kabul edilebilir bir tarafı yok. Çün­kü her iki kaynak da Ferisîlere sempati ile bakmakta, onların ra­kiplerine ise aleni bir düşmanlık sergilemektedir. Diğer yandan Talmut'un yazılışında Ferisîlerin önemli bir rol oynadıklarını, Jo- sephus’un ise içinde yaşadığı yüzyılda  Yunanlı ve Romalı oku­yucularını hoşnut etmek, onların Yahudilere sempati beslemele­rini sağlamak amacıyla yazdığını da göz önünde bulundurmak gerekir. Çünkü hem Josephus’un kendisi Ferisîlerdendi, hem de Zerubbabil Tapınağı’nın yıkılmasından sonraki diaspora döne­minde Yahudi meseleleriyle yalnızca Ferisîler ilgileniyorlardı.

Bu hikayeden çıkarabileceğimiz dersler, onun doğru olup ol­mamasından daha önemlidir. Bir kere Ferisîler, kelimesi kelime­sine şeriata bağlanmak yerine onun yorumunda içtihat kapısını aralamışlardır. Örneğin Hirkan’ın müfteriye ölüm cezası bekledi­ği olayda, Ferisîler suçlunun sopa ile dövülüp hapsedilmesi ceza­sı vermişlerdir. Halbuki şeriata sıkı sıkıya bağlı olan Hirkan, böy­le bir suçun cezasının idam olduğuna inanıyordu. Yahudi şeri­atında bu olay halktan birinin baştaki yöneticiye karşı bir tel’ini olarak görülüyordu. Lanet (veya tel’in) ise sözlük anlamıyla kişi­nin rahmetten mahrum edilmesi anlamındadır. Hangi ceza Yahudilerin hem yöneticisi, hem de baş kahini olan Hirkan’ın maka­mından tardedilmesinden daha büyüktür? Belki de Hirkan o şah­sın cezalandırılmasını isterken Tanrı’nın ve halkın yöneticisi olan kişinin aşağılanmasını yasaklayan "Allah’a küfretme, halkından olan bir yöneticiyi lanetleme! ”  buyruğuna sığınmıştı. Tevrat'ın hükmüne göre Allah’a küfreden kişi taşla vurularak (recmedilerek) öldürülürdü.  Hirkan, Tanrı’ya küfreden birinin ölümle ce­zalandırılmasıyla yöneticinin lanetlenmesinin yasaklanması hük­münü birbirine kıyaslayarak, müfterinin ölüm cezasına çarptırılmamasına ciddi şekilde öfkelendi ve yalnızca dayak ve hapis ce­zası veren Ferisîleri suçluya kol kanat germekle suçladı.

Anlaşıldığı kadarıyla Ferisîler, Musa şeriatının "göze göz, dişe diş” kuralına pek de sadık değillerdi. Onlara göre Tanrı bu kuralın harfi harfine uygulanmasını kastetmiş olamazdı. Dolayısıyla düş­man da olsa veya düşmandan intikam amacıyla yahut kısas olarak da olsa birinin gözünün çıkarılması şer bir fiildi. Tanrı ise şerri (kötülüğü) hem emretmez, hem de teşvik etmezdi. Bu yüzden bir para cezası 'göze göz, dişe diş' hükmü için yeterliydi. Buna göre Ferisîler hükmün zahiri anlamıyla • değil, ruhuyla ilgileniyorlardı ve tabi ki hükmün şer'i anlamı göz önüne alındığında Ferisîler Müsa şeriatına alenen karşı çıkmış oluyorlardı. Çünkü şeriatın hükmü son derece açıktı: “Kim komşusunu yaralarsa, kendisine de aynı şey yapılacaktır. Kırığa karşılık kırık, göze göz, dişe diş olmak üze­re, ona ne yaptıysa kendisine de aynı şey yapılacaktır.”  Varılan iç­tihatla hükmün icabı yerine getirildiği kanaatinde değiliz. Çünkü gözü çıkarılacak bir insana maddi bir ceza verdiğiniz zaman, hem göze göz olmaz, hem de Ferisîlerin hükmüne göre kendisine karşı bu tür bir eylemin yapıldığı kişinin kaybı telafi edilemez. Dolayı­sıyla onların yaptıkları bu yorum Müsa şeriatının apaçık bir ihla­liydi ve şeriatın ruhuna ters düşüyordu.

Eğer Ferisîler hakkında söylenenlerle onların yaptıkları ara­sındaki tenakuzlar üzerinde durmaya kalkarsak konumuzdan bi­raz uzaklaşmış oluruz. Söylendiğine göre Ferisîler, İsrail'in dün­ya üzerindeki hakimiyetinin ancak gökten gelen doğrudan ilahi bir teşübbüsle gerçekleşeceği, bunun dışında insanların bu yön­de girişecekleri her tür eylemin başarısızlıkla sonuçlanacağı düşüncesindeydiler.   Bu yüzden onlar yabancı boyunduğurunu önce Yunan (Selevkus), arkasından Roma,Tanrı'nın iradesine muhalif bir hareket olarak değerlendiriyor, ama yine de yabancı bir yönetimi, râvîlerin kalplerinde muhafaza edilen veya yazıya geçirilmiş olan Musa şeriatının kanunlarını gözetmeyen milli bir hükumetten daha fazla tahammül edilebilir olarak görüyorlardı.

Alexandre Yuna'nın M. Ö. 76'da ölümüne kadar Haşmoney yönetimi Ferisîler nazarında gayr-ı makbul bir yönetim olarak kalmış, fakat hem Ferisîlere hem de Sadukîlere karşı tutumunu değiştiren dul kraliçe Salome Alexandra döneminde hükumete ideal bir yönetim gözüyle bakmışlardır.

Nitekim Talmud'da Alexandra döneminde ülkede huzurun sağlandığı; bir buğday danesinin bezelye danesi kadar büyüdüğü, bir arpa danesinin zeytin büyüklüğüne eriştiği ve Judaea'da hiç­bir evde gamdan kederden iz kalmadığı belirtilmektedir. Peki bu­nun sırrı neydi? Salome'nin krallığı Tanrı'nın yeryüzüne hakim olması için eliyle kondurduğu bir krallığa mı dönüşmüştü? Ferisîlere göre İsrail'in insanların elleriyle yaratılmış olması bir yüz­süzlük değil miydi? Kesinlikle böyle bir şey söz konusu değildi ve tarihçilerin aciz, basiretsiz ve zayıf karakterli olduğunu ittifaken belirttikleri Alexandre oğlu II. Hirkan'ın baş kahinlik maka­mına getirilmesi bunun en bariz delillerindendi. Doğru, Ferisîler bu gölge kahinin zamanında keyiflerine göre hareket ediyorlardı ve Talmud'a göre ülke bin yıllık mutluluğu tadıyordu.  Bu ise, Salome'den öncekiler döneminde olduğu kadar Selevkuslar dö­neminde de şiddet ve vahşi takibata tâbi tutulan Ferisîlere ve din­dar Yahudilere karşı kraliçenin tutumunun değişmesinden kay­naklanıyordu^3 Kraliçe Salome'nin Ferisîlere karşı tutumumun değişmesi ise kocası Alexandre Yuna'nın ölmeden önce karısına yaptığı hayali bir vasiyetten kaynaklanmış. Söylendiğine göre aşı­rı dindarlardan tuhaf bir şekilde çekinen Alexandra, Ferisîlere sempati, onların rakipleri Sadukîlere ise düşmanca bir tavır ser­gilemek zorunda kalmış.

Burada Ferisîlerin açıklanan prensipleriyle, onların kalemin­den çıktığı söylenen Talmuo metinleri arasında başka bir çelişki göze çarpmaktadır. Söylendiğine göre Ferisîler Sadukîlerin aksi­ne Allah'ı yalnızca İsrail'in milli bir tanrısı olarak değil, alemlerin Rabbi olarak kabul ediyorlardı. Ayrıca Ferisîler Tanrı'nın zaman ve mekanla mukayyed olduğu, insanların amel ve sözlerine müdahelede bulunduğu görüşünü de kabul etmiyorlardı. 24 Halbuki Talmud Tanrı'ya insanlara mahsus sıfatları atfetmekte ve Tanrı'nın alın genişliğinin beş bin zirâ olduğunu iddia etmektedir.25

Yahudilere atıfet besleyen bazı tarihçiler, Ferisîlerin kötü kişi­ler olarak nitelenmesinin onların İsa’ya karşı takındıkları tavır yüzünden Incil’de riyakar, fasık ve nifakçı şeklinde nitelendiril­mesinden kaynaklandığı görüşündeler. Örneğin Incil’de Vaftizci Yohanna tüm Ferisi ve Sadukîlere şu sözlerle hitap etmektedir: “Ne var ki, birçok Ferisiyle Sadukînin vaftiz olmak için kendisi­ne geldiğini gören Yahya onlara şöyle seslendi: 'Ey engerekler so­yu! Gelecek gazaptan kaçmak için sizi kim uyardı?’”

Ferisîlerin iyi veya kötü oldukları konusunda araştırmacı ve tarihciler birbiriyle ters düşmüş olsalar da, Talmud’un yazılışın­dan ve tapınağın yakılışından sonraki yirmi yüzyıl boyunca Yahudilerin değişik yerleşim birimlerindeki davranışlarında en bü­yük rolü oynamaktan sorumlu olanlar onlardır. Böyle bir cema­atin davranışlarıyla daha fazla ilgilenmek bizim konumuzun dı­şında kalmaktadır.

Sadukiler

Bu cemaate Sadukîler denmesinin sebebinin onların Davud aleyhisselamın kahini Saduk’a intisap etmelerinden kaynaklandı­ğı. söylenmektedir. Onların Milattan iki yüzyıl önce veya Miladi üçüncü yüzyılda yaşayan Saduk adında başka bir kahine intisap ettikleri söyleniyorsa da, bu konu bizi fazla ilgilendirmiyor.

Daha önce soferim tabakasının ortaya çıkışından, bunu müte­akiben nüfuzlarını korumak isteyen rabbilerle çevrelerine topla­nan Yahudi kitlelerini kutuplara ayırmaya başlayan yeni tabaka arasındaki çekişmeden bahsetmiştik. Dindarlık ve şeriat hamiliği sıfatları kazanan cemaatlerden nasıl Ferisîler partisi ortaya çık­mışsa, Sadukîler denilen bir diğer parti de kahinlerin, büyük ta­cirlerin ve aristokrat ailelerin oluşturduğu topluluk arasından çıkmıştır.

Yahudilerin Ferisîler ve Sadukîler olarak bölünmesine yol açan gerçek sebepler üzerinde de mutlaka durmamız gerekir. Esasen ortada birçok sebep ve görüş vardı. Musa şeriatına bağlı­ lık konusunda her iki parti de karşı tarafın görüşlerine ters düşen deliller ileri sürüyordu.

Bazı araştırmacılar, Tevrat hamileri rabbiler lakabını almaları­na yol açan şeriatı müdafaa sancağını yükseltenlerin Ferisîler ol­duklarını ileri sürüyorlar. Talmud da Sadukîlere epükürizm ve heretizm damgası vurarak, onları şeriat öğretilerinden ve farzlar­dan uzaklaşmakla suçlamaktadır. Eğer iki grup arasındaki ihtila­fın aslına bakacak olursak Sadukîlerin Tevrat'a Ferisîlerden daha bağlı olduklarını görürüz.

Sadukîlerin ölümden sonra dirilişe inanmadıkları, ebedi haya­tın varlığını kabul etmedikleri; melek ve şeytanların, kaza ve ka­derin varlığını reddettikleri söylenmektedir. Onlara göre insan kendi fiillerinin sahibidir.. Tüm bu konularda Sadukîler Ferisîlerle taban tabana zıt bir görüşe sahiptiler. Sadukîlerin haklı olup ol­madıkları şeklindeki kısır bir tartışmaya girmeyeceğiz, ama on­larla birlikte şu soruyu yönelteceğiz: Kıyametten, cennetten, me.  -                    ------                  .                                  ,

lek ve şeytanlardan, kaza ve kaderden bahseden açık veya gizli [zahiri ve batınî] Tevrat ayetleri nerede? Müsa'ya atfedilen beş Tevrat kitabında bu konularla ilgili herhangi bir işaret yoktur ve yalnızca yeryüzündeki bazı mutlu gezileri sırasında Tanrı'ya refa­kat eden veya kimi acil konularda ona naiplik eden meleklerle il­gili müphem bir atıf bulunmaktadır. Bunun dışında eğer bir İbra­ni günah işlemişse, bu dünyada başına gelen bir felaketle ameli­nin cezasını öder yahut bu felaketlerin tümünün sonucu olarak hayatını noktalar. Dolayısıyla kendisine zulmedilen kişi ,de bu dünyada başına bir felaket gelmiş yahut ömrünün baharında ha­yatını noktalamış kişidir. Ömrü uzatılan kişi ise Rab'binin katın­da bir nimet bulmuş sayılır..

Tevrat bu tehlikeli konuları ancak Babil sürgününü takip eden dönemde ele aldığına göre, ölümden sonra dirilmeye, kıyama, ka' za ve kadere, melek ve şeytanların varlığına inanmayı reddeden Sadukîler suçlanamaz. Sadukîler, bu konuların M. Ö. Vl. Yüzyıl­dan itibaren insan aklının gelişmesinden çıkan meseleler olduğu kanaatine varmak için ziyadesiyle akli bir gayret göstermek zo­runda değillerdi. (Esasen M. Ö. VI. Yüzyıl tarihin insan aklının her yerde yeni bir cür'et sergilediği yüzyıl olarak kabul edilmeye layıktır. ”  Nitekim İran'da Zerdüşt, Hindistan'da Budda, Çin'de Konfüçyüs ve keza Babil'de II. Yeşaya bu yüzyılda ortaya çıkmış­tır. Bu tarihten kısa bir süre sonra Yunan filozofları dünyayı dol­durmaya, düşüncelerinin sonuçlarıyla insanları meşgul etmeye başladılar.. Dolayısıyla Musa şeriatı konusunda uzman olan kişi­lerin ortaya attıkları, haksız yere İsraillilerin geçmişteki atalarına ve peygamberlere yamadıkları yeni fikirleri reddetmelerinden ötürü Sadukîleri suçlamak doğru olmaz. Çünkü bu yeni düşün­celerin dış etkenlerden kaynaklandığı gün gibi aşikardı.

Sadukîlerin Tevrat sifirlerinde özellikle Musa'ya atfedilen söz­lü rivayetlere  fazla itibar etmemeleri, tabii olarak Tanrı'nın yal­nızca İsraillilerin ilahı olduğu görüşüne takılıp kalacaktı. Tevrat sifirleri ve özellikle Musa Tevratı diye bilinen ilk beş kitabın ke­sinlikle müsamahakar olmayacağı bir nokta idi bu. Yahudilerin Tanrı'nın tüm dünyayı, bütün yaratılmışları kucaklayan efendisi olduğu düşüncesine ulaşmaları, Daniel kitabı gibi, ancak M. Ö. III. Yüzyıldan sonra yazılan bölümleriyle mümkün olmuştur. Araştırmacılar Daniel kitabının M. Ö. 167 yılında yazıldığı konu­sunda hemfekirdirler. Çünkü kitapta daha ziyade Yahudilerle IV . Antiochus Epiphanes arasında geçen olaylar üzerinde durulmak­tadır. Biz yalnızca Daniel kitabını örnek gösterdik, ama başka ki­taplar, baplar ve ibarelerin de kutsiyeti haketmeyecek kadar yeni olduğu Sadukîlerin gözünden kaçmış değildi.

Ferisîler bünyelerinde daha ziyade soferimlere yer veriyorlar­dı, ama Sadukîler de onlara karşı mücadele fikirleriyle kendileri­ni besleyen bu katiplere safları arasında yer ayırıyorlardı.

Bazı tarihçiler, Miladi I. Yüzyılda Judaea bölgesi ve halkının Romalılardan gördüğü zararın  sorumluluğunu Sadukîlere yük­lemekte, onların Yahudilerin siyasi ve milli bağımsızlık fikrine mutaassıp yaklaşımlarını eleştirmektedirler. Bilindiği gibi siyasi ve milli bağımsızlık düşüncesi, başından beri Makkabilerin dini amaçlarını gerçekleştirdikten sonra siyasi bağımsızlığı da elde et­mek için Selevkuslarla mücadeleyi sürdürmeye teşvik eden en tehlikeli faktördü.

Hatta bu taassup Yohanna Hirkan ve ardıllarını Samirîleri te­pelemeye, Gerzim dağındaki tapınaklarını yıkmaya itmiş, Edomluları ve Eturileri sünnet olmaya, zorla Yahudiliği kabul etmeye icbara, Yafa, Gazze ve Aşdod gibi sahil şehirlerindeki halka kötü muamelede bulunmaya sevketmiştir.

Sadukîler elimizdeki bilgilere göre, kendilerini tapınakla ve Yahudi milli bağımsızlığıyla sınırladıkları için, tapınağın Miladi 70'de yıkılması, Yahudi otonomisinin iptali vejudaea bölgesinin Roma'nın Suriye eyaletine bağlanmasıyla birlikte devirleri dolmuştur.

Esseniler (Esidim)

Essenîlerin ortaya çıkış tarihini Makkabi isyanı öncesine ve is­yan dönemine bağlamak en doğrusudur. Nasıl aslında Ferisîler Hasidimlerin arasından çıkmışsa, Essenîler de Hasidimlerden tü­remişlerdir. Essenîlerle Ferisîler arasındaki fark, ikincilerin Yohanha Hirkan'dan önce Makkabilerle işbirliğini kabul etmeleri, Essenîlerinse her hal ve ahvalde böyle bir işbirliğine kesinlikle yanaşmamalarıdır ki, onların bu tutumu Makkabileri diğerlerine nisbetle daha erken bir dönemde Essenîlere kötü muamele etme­ye sevketmiştir.

Ferisîlere ve en başta da Sadık Üstad (Righteous Teacher) lakâbı taşıyan önderlerine yapılan işkenceler Yohanna Hirkan'ın babası Şemon zamanında başlamış, onlar da çöle çekilerek orada görüşlerini geliştirmeye, nazariyelerini güçlendirmeye başlamışlardır.

Ölü Deniz yakınında bulunan Kumran kitabeleri (1947 ve sonrası) bize bu mezheple ilgili bazı bilgiler edinme imkanı sağlamaktadır.  Belki de bu mezhep hakkında endiğimiz bilgiler arasında en ilginci,' onların çölde ve Essenîzmi kabul eden bazı Yahudi köylerinde komünist sistemi uygulamış olmalarıdır. Bu küçük topluluğa mensup olanlar, imkanlar dahilinde kendi ken­dilerine yetmeye çalışıyor, üretenler ürettiklerinden yalnızca ihti­yacı olanı alıyorlardı. Bir de aydınlığı temsil ettiğine inandıkları beyaz elbiseler giyiyorlardı. Essenîler bir yanda doğruluk ve ay­dınlık ruhu, gökyüzünden gönderilen melekler, diğer yanda ise karanlık prensi ve beraberindeki şeytan ruhları arasında kutsal bir savaş olduğuna inanıyorlardı. Kendilerini yeni .bir çağ, yeni bir Kudüs, yeni bir Davud, yeni bir dürüst kahin ve çağın ruhu­na uygun yeni bir Mûsa yaratmak için verilen nihai savaşta Al­lah’ın ve meleklerinin yanında savaşan aydınlık (nur) çocukları olarak görüyorlardı. Tüm bunlar beklenen Kral Mesiya’nın gölge­sinde oluyordu ve onlara göre yeni çağ kendilerine şah damarla­rından daha yakındı..

Araştırmacılar Essenîlerin lideri Sadık Üstad’la ortaya çıkışı İsa aleyhisselamın müjdelediği gökyüzü krallığı çağının başlangı­cına tekabül eden Vaftizci Yohanna (Zekeriya oğlu Yahya) ile kı­yaslamaktadırlar. Bazı araştırmacılar Essenîlerin ilk Hristiyanlar üzerindeki etkisini kabul etmektedirler. Bilindiği gibi Essenîler tıbba özel bir önem vermişlerdi. İsa ve havarileri de hastayı teda­vi ederken insanların yeni inanç çevresinde kutuplaşma âmilini güçlü bir unsur olarak kullanıyorlardı.

Göründüğü kadarıyla Essenîler gizli veya yarı gizli bir fırka olarak,akıllarından geçirmedikleri bir şekilde aniden köklerinin kazınacağını düşünüyorlardı. Bu yüzden onların akibetinin ne ol­duğu, (İsa’nın zuhurundan önce) kendileriyle en son kimlerin te­masta bulunduğu konusu meçhuldür. Belki de onlardan bir grup Miladi 70 yılında Romalılar tarafından Kudüs'ün yerle bir edil­mesine ve tapınağın yıkılmasına yol açan isyanı başlatan terorist bir partiye, Kannaîlere [Zealots] dönüşmüştür.

Kannaî’ler

İbranice Qanneem, Batı dillerinde Zealots (yurtseverler)  de­nilen bu Yahudi tedhiş örgütünün İsa’nın zuhurundan önceki son yüzyılda Filistin'de Galile'de ortaya çıktıkları söylenmekte­dir. Zealotlar Yahuda kralı 1. Herod zamanında (M. Ö. 37-4) nü­fuzlarını artırmış, sonra etkinliklerini Kudüs'de sürdürmüş ve Miladi 70 yılında tapmak yıkılıncaya kadar faaliyetlerini devam ettirmişlerdir.

Bazı tarihçiler Qanneemleri Yahudi dini cemaatler arasından çıkararak, mevcut mezheplere mensup bireylerin kurduğu ted­hişçi bir çete olarak görmeyi tercih etmektedirler. Örgütü kuran­lardan birinin Ferisi bir Saduk, en eski önde gelen liderlerinin ise genel sayım sebebiyle Romalılara isyan eden Galileli Judas oldu­ğu söylenmektedir.  

Josephus, takip ettikleri felsefe itibariyle Zealotların Ferisi, Sadukî ve Essenılerden ayrıldıklarını, en belirgin özelliklerinin ise yabancı hakimiyetini kabul etmeyi, yabancı valiye, ona yardım eden Yahudilere uymayı reddetmeleridir. Bunlar, pelerinlerinin altına gizledikleri hançerlerle kendilerini şeriatın ve Yahudi milli varlığının koruyucuları olarak görmüşlerdir.

Roma işgali sırasında ve Isa'nm zuhurundan sonra Judaea'da mevcut olan dini ve siyasi partilerin önemlileri bunlardan ibarettir.

Yahudilerin kendilerinden kabul etmemeleri sebebiyle Samirîlerden ayrıca bahsedeceğiz ve haklarında detaylı bilgi sahibi ol­mak için zaman zaman onlar üzerinde duracağız.

XXI

ROMA İMPARATORLUĞU VE YAHUDİLER

Artık olayları daha iyi kavrayabilmek için İsa'dan önceki 1. Yüzyılda Roma'da yönetim ve idare tarzından hızlı bir şekilde bahsetmemiz gerekiyor.

Bilindiği gibi Romalılar M. Ö. VI. Yüzyıl sonlarında Etrüsk krallarını kovduktan sonra cumhuriyet yönetimine geçtiler. O ta­rihten M. Ö. 1. Yüzyıla kadar geçen karmaşık olaylar bizim konu­muz dışındadır.

Roma'da M. Ö. 1. Yüzyılda ülke belli bir süre komutanlık yap­tıktan sonra konsül seçilen kişiler tarafından yönetiliyordu. Bu ge­leneği ilk başlatan, M. Ö. l06'da Afrika'da zaferler kazandıktan ve kanuni süresini doldurduktan sonra kansül seçilen Marius'dur. İtalya'da köleler Spartaküs'ün önderliğinde gördükleri şiddetli zul­me karşı isyan ettiklerinde, imparatorluk Lucullus, Pompey, Crassus vejulius Caesar adındaki dört prensipat tarafından yönetiliyor­du. Crassus iki yıl devam eden bir mücadeleden sonra isyancıları mağlup etmeyi başardı ve Spartaküs'e bağlı altı bin isyancı Roma'ya giden yol boyunca direklere bağlanarak idam edildi.

Lucullus Küçük Asya ve Ermenistan'daki fetihlerinden sonra kendisini emekliye ayırınca, diğer üç prensipat yani Pompey, Julius Caesar ve Crassus, cumhuriyetin tüm yetkilerini ellerine ala­rak Roma'da ilk üçlü yönetimi kurdularsa da, Crassus İran'da dü­zenlediği başarısız seferlerinden birinde Partlar tarafından öldü­rülünce meydan Pompey ve Caesar'a kaldı.

Roma-Yahudi dostluğunun sonu

Roma-Yahudi dostluğunun kanlı bir çekişmeye dönüşmesi şa­şırtıcı bir şey değildir. Daha önce de Yahudilerin zayıfladıklarını hissettikleri an Persler'i yüzüstü bırakıp Büyük lskender'e tevec­cüh ettiklerini, ona methiyeler düzdüklerini, arkasından Haşmoneylerin liderliğinde ikinci Yahudi communwealth'ini kurmaları­na manevi nüfuzuyla imkan sağlayan Roma'nın uzak ufukta yıl­dızı parlamaya başlayınca İskender'in halefleri olan Suriye yöne­ticileri Selevkusları tanımadıklarını görmüştük.

Yahudiler galiba insanların yalnızca onlara hizmet etmek için ya­ratıldığına kesinkes inanmışlardı. Bu inançları, yükselen güçlerin kendilerine yaptıkları yardımdaki hikmeti görmeyecek kadar basi­retlerini bağlamıştı ve çaptan düşen güçlerin kuyruğundan düşmeyi marifet sayıyorlardı. Doğru yoldan ayrılıp rezillik deryasında yüz­dükçe diğer halkların onlara yardım elini uzatmalarını sağlayanın bizzat Yahve olduğunu zannediyorlar, fakat yapılan yardımın bedeli talep edilince canları sıkılıyor, nankörlüğü tercih ediyorlardı.

Fakat burada Yahudilerin Roma'yı reddetmeleriyle ondan önce­ki yeni güçleri reddetmeleri arasında bir fark vardı. Diğerlerini şev­ketleri sönüp, yıldızları solmaya başladığı sırada terketmişler, ama Roma'ya yıkılmaya başladığı sırada değil, aksine gücünün zirvesin­de olduğu bir anda düşmanlık sergilemeye başlamışlardı. Şu üç hu­sus göz önünde bulundurulmadan bu vakıayı kavramak zordur:

a)            Yahudilerin Judaea'da Roma'ya karşı başlattığı isyan geniş çaplı bir isyan olmadığı için sonuçları bölgedeki tüm Yahudileri etkilememiştir.

b)            Roma kolonilerinin değişik bölgelerinde zaman zaman ken­dini gösteren isyan ve karışıklıklar ve sözü edilen Spartaküs baş­kaldırısı, gerçekten pek çok benzerlikleri bulunan bir örnekti.

c)            Müttefik Arap prensleriyle birlikte tüm Suriye'yi ele geçiren Partlar (M. Ö. 40-38), bölgede yeni bir güç olarak zuhur etmiş, Sur şehri hariç diğerlerinin tamamından Romalıları kovmuşlardı.  

Julius Caesar (M.Ö. 100-44)

Caesar'la Pompey arasındaki balayı uzun sürmedi. Pompey, cumhuriyet geleneklerine Caesar'dan daha fazla saygılıydı. Roma senatosu Caesar'ın iktidarı meslektaşı Pompey ile bölüşmekle hırsının sönmeyeceğini, ikisi arasındaki çekişmenin bir diğer se­bebinin Caesar'ın içgüdülerine çok bağlı olduğunu, Doğu'ya yap­tığı ilk ziyarette Bithynia kralı Nikomedes'le sapık cinsi ilişkiler kurduğu konusundaki dedikodularla ilgili kesin bir delil olma­makla birlikte, sınır tanımaz bir şekilde sekse düşkünlüğünü bi­liyordu. Ne var ki meşhur Roma kralı hakkındaki bu tür sapık ilişki dedikoduları tekrar tekrar dilden dile dolaşacaktı.

Pompey ile Caesar arasındaki çekişmenin bir başka sebebi da­ha vardı. Çıkan dedikodulara göre Caesar'la Pompey'in karısı Mucia arasında gizli bir ilişki mevcuttu. Pompey, meslektaşının ahlaksızlıklarını, özellikle kadınların evli olduğuna bakmadan aşk ve tutku konusundaki tutarsızlıklarını bildiği için, ona karşı dürüst olmasını gerektiren bir şey olmadığını anlamıştı.

Artık aralarındaki çekişmeye kılıç hakemlik yapacaktı, fakat Pompey Caesar karşısında yenildi ve her şeyi ona terkederek Mı­sır'da son nefesini verdi.

Roma senatosu büyük kriz anlarında askerlerin en büyüğünü diktatör tayin ederdi. Caesar önce on yıllığına kendisini diktatör tayin ettirdi, arkasından da ömür boyu Roma diktatörü oldu. Caesar Mısır'da meşhur Ptoleme prensesi Cleopatra ile karşılaştı. Caesar, bu fettan kadının hoşlandığı şekilde iltifatlar yapmaya ih­tiyaç duymadı ve daha ilk karşılaşmalarında tutku derecesinde birbirlerine bağlandılar. Caesar ordusuna ve Roma'ya karşı olan yükümlülüklerini unutmuş, kendisini şehvetin uçkuruna teslim etmişti. lskenderiye'deki mahalli kumandanlardan biri ona baş kaldırdı ve nispeten büyük ordunun başına geçip üzerine yürü­dü. Eğer Filistin'den yola çıkan takviye kuvvetler zamanında yetişmeseydi, Caesar'ın işini neredeyse bitiriyordu, ama takviye kuvvetlerin gelişi galibiyet ibresinin yönünü değiştirdi.

Caesar Roma'ya tanrılaştırılmış Mısır kralı fikriyle birlikte döndü. Roma'daki tapınaklardan birine ornatılan heykelinin üze­rine “Alt edilemez tanrıya.." ibaresini yazdırdı. Uygarlaşmış Ro­ma cumhuriyetinde son defa parlayan bir protesto ateşinin orta­sında kalan Caesar, senatoda hançerlendi ve büyük rakibi Pompey'in heykelinin ayakları altında can verdi.

Tarihçi Wells, Caesar'ın şahsiyeti hakkında şöyle der: “Julius Caesar'ın kişiliği, insanın hayalindeki kişilikle değerler ve gerçek boyutları arasındaki tüm uyuşum vesilelerini ortadan kaldıran bir sarsıntı yaratmıştır. Caesar, bir sembol olmuştur. Bence onun öne­mi, askeri komplocu safhasından Roma'nın genişlemesi ve ilk im­paratorluk olma aşamasının başladığı dördüncü safhanın başlan­gıcına geçmesini sağlayan bir uyarıcı olmasından gelmektedir.''

Marshall Montgomery ise Caesar için şu sözleri sarfetmektedir: “Elde ettiği başarılara rağmen tenkit konusuydu. Ordusunun yeniden tanzimi konusunda gerekli değişiklikleri yapmada başa­rılı olamamış, süvarilerini istenilen seviyeye ulaşacak eğitimden geçirmemişti. Ordusunda keşif işi son derece kötüydü ve ordu­nun ulaşım hatlarını ihmal etmişti. Aykırı bir strateji anlayışı var­dı. Bir organizasyon ve taktik adamı olarak hiçbir buluşu olma­mıştır. Siyasetteki metodu da savaştaki metodu gibiydi. Siyasetin zirvesine çıktığında aldığı kararlar ve icraatları çok hızlıydı..

“Güce ve sertliğe inanırdı. Galya'da sergilediği vahşet, intikam ve öldürmeler bunun bir delilidir. Bunun yanında iç savaşta galip geldiğinde müsamahakârdı; düşmanlarına karşı lütufkârdı. Dola­yısıyla aklını oynatmış olup olmadığı şüphelidir."

Bunlar, birisi en gözde tarihçilerden, diğeri ise yirminci yüzyı­lın en büyük savaş adamlarından birinin Caesar hakkındaki gö­rüşleridir. Eğer Büyük İskender hakkında söylediklerimiz hatırla­nacak olursa, bu iki insanın kişiliklerinde bariz benzerlikler bu­lunacaktır. Bu gerçek, bizi, Yahudilere âtıftt duyguları besleyen bu iki kişinin çevresine örülen kutsiyet halesinin sırrını sorgula­maya itmektedir.

Antipas

Kudüs'ü Pompey'in orayı işgal ettikten sonra il. Hirkan'ı vali ve baş kahin olarak makamında bıraktığı, perde gerisinde ise Edomlu Antipas'ın küçük geminin dümenini fiilen idare ettiği ve Judaea'da kendisinin ve ailesinin çıkarları doğrultusunda tasar­rufta bulunduğu bir sırada terketmiştik.

Antipas, daha önce Pompey'in hoşnutluğunu kazandığı gibi dehası sayesinde Caesar'ın da güvenini kazanmış; Romalı genera­lin lskenderiye'de saldırıya uğradığı zaman Caesar'a sadakatini gösterme fırsatı yakalamıştı. Kleopatra'nın bazı fitne hareketleri­ni önceden sezmiş ve lskenderiye'deki Caesar ordusuna yardım için bir grup Yahudi'yi devreye sokmuştu.

Yahudi tarihçiler ve hempaları, Yahudilerin lskenderiye'de Ca­esar'a verdikleri yardımı abartarak, eğer onların yardımı olmasay­dı Caesar'ın işinin bitik olduğu izlenimi vermekte, buna karşılık Arap Nabat kralı 1. Malik'in Romalı diktatörün isteği üzerine gön­derdiği süvari birliğinin oynadığı rolü önemsiz göstermektedirler.

Biz, bu olayı Arap Nabatların Romalılara yardım konusunda oynadıkları rolle iftihar ederek ortaya atmıyoruz. Zaten bunda övünülecek bir şey de yok, ama tarihe geçmiş bir olayın aydınlı­ğa kavuşmasına yardımcı olacak bir gerçekten bahsediyoruz.

Her ne kadar Arap Nabatlar bazı metinlerde Mısırlı olarak gös­terilen lskenderiyeli Ptoleme komutanına karşı Romalı bir saldır­gana yardım etmişlerse de, aynı Nabatlar M. Ö. 24 yılında, kral il. Ubid zamanında, Süveyş limanından hareket eden ve amacı Ro­ma çıkarına kervan yollarını ve Yemen limanlarını ele geçirmek olan Roma donanmasına da yardım ettiler, ama donanma ağır bir yenilgi aldı. Filo komutanının arkadaşı olan tarihçi Strabon do­nanmanın maruz kaldığı yenilginin sebebini komutanı yanlış yönlendiren Nabat rehberin ihanetine bağlamaktadır.  Keşke tüm ihanetler böyle olsaydı!

Julius Caesar, yaptıkları yardımdan dolayı mükafaat olarak Yahudilere vaktiyle Pompey'in kendilerini uzaklaştırıp Filistinli sa­ hiplerine iade ettiği Yafa şehrini verdi. Böylece Kudüs ikinci kez Akdeniz'le bağlantılı hale geldi. Antipas ve Edomlu taraftarlarına gelince, Roma diktatörü onları da Roma vatandaşlığı ile ödüllen­dirip, vergiden muaf tuttu. Caesar oraya buraya dağıtılan Yahudi­lere atıfetini hiç esirgemedi ve tıpkı Büyük lskender döneminde olduğu gibi onlara hatırı sayılır imtiyazlar bahşetti. Rivayete göre Yahudiler, M.Ö. 44 yılında suikasta kurban gitmesinden sonra Caesar'ın mezarının yeri konusunda Roma'da kendini gösteren çekişmelere fiilen katılmışlardır.

Caesar'ın öldürülmesinden sonraki günler Antipas için biraz sıkıntılı oldu. Çünkü suikasta öncülük edenlerden Cassius, Ro­ma konsülünün naibi olarak Suriye legatı tayin edilmişti. Antipas bu defa da hile yoluna başvurdu. Hemen çeşitli yardımlar ve özel­likle maddi desteklerle paraya çok ihtiyacı olan bu Romalı yöne­ticinin kalbini kazanma yoluna başvurdu.

Antipas, Caesar'ın katillerinin Makedonya'nın Philby mevkiindeki akibetlerini görecek kadar yaşamadı,  ama oğlu Herod ba­basının oyununu sürdürerek M. Ö. 40 yılında Roma'dan Judaea kralı unvanı almayı başardı.

Mattathias -Antigones

Ne var ki, başta Marcus Antonius olmak üzere Romalı general­lere takdim ettiği pek çok değerli hediyeler sayesinde elde ettiği yeni makamında göreve başlamak Herod'a nasip olmayacaktı. Çünkü daha önce de belirttiğimiz gibi Sur şehri hariç Suriye'nin tamamını zapt eden Partların istilasıyla yeni bir sahne açılmış, Aristobolus'un oğlu Antigones Partlarla yaptığı uzun müzakere ve pazarlıklardan sonra baş kahinlik ve judaea kralı unvanını kopar­mış, böylece amcası il. Hirkan'ın yerine geçmişti. (M. Ö. 40-37)

Fakat Partlar Hirkan'ı Akka'ya bağlı Zeyt köyüne götürerek hapsetmiş, sonra kendi adamları Antigoiıes'e teslim etmiş, bu Haşmoney kralı da kendisiyle baş kahinlik kürsüsü arasından ni­hai olarak çekilmesi için amcasını sakat bırakmıştır.   

Rivayete göre Aristobolus oğlu Antigones halk arasında kök salan nifakı bastırmak maksadıyla kestirdiği sekkelerin bir yüzü­ne Yahudi communwealth'ine işaret amacıyla lbrani harfleriyle Mattathias ve baş kahin, diğer yüzüne ise Yunan harfleriyle yal­nızca “Kral Antigones" yazdırmıştır.

Antigones tahtta uzun süre oturamadı. Marcus Antonius'un orduları ve yardımcıları Antipas oğlu kral Herod'un savaşçıları Kudüs'ü isgal ettiler. Antigones kendisini Romalı general Susius'a teslim etti. O da onu Herod'un isteğine uygun olarak katledildiği Antakya'ya gönderdi.

1.           Herod

Herod, Judaea tahtına çıkmak için Roma ileri gelenlerini ikna etmek maksadıyla imparatorluğun başkentine geldi. O sırada Roma'da fiili iktidar Caesar'ın yeğeni ve oğulluğu Octavius'un, Marcus Antonius ve senatonun elindeydi. Roma senatosu, geçmiş tecrübelere dayanarak, Yahuda tahtında saf kan bir Yahudinin .oturmasının, ülkede pek çok Yahudi partisi bulunması ve tüm halkın üzerinde ittifak sağlayacağı Roma'nın çıkarlarını gözete­cek bir liderin olmaması sebebiyle şiddetli kargaşalara sebep ola­cağı düşüncesindeydi. Bölge meseleleri konusunda tecrübeli olan Marcus Antonius, Herod'un saf kan Yahudi olmadığını,  dolayı­sıyla hiçbir mahalli parti veya gücün ona müzahir olmayacağını, bu yüzden onun tahtta bulunması sayesinde Roma'nın başının rahat olacağını kaydetti. Dolayısıyla Herod'un becermesi gereken iki önemli görevi vardı: Biri ne pahasına olursa olsun Roma'nın desteğini muhafaza etmek, diğeri Haşmoneylerin ve taraftarları­nın can damarlarını kesmek.

Herod, Yahudiler arasında en popüler olan Ferisîlerin güveni­ni kazanmaya çalıştı ve bunun için kahinlerin ve aristokrat taba­ kasının partisi olan Sadukîlerin pençelerini törpülemekte tered­düt göstermedi. Yine de Ferisîler ona şüpheli nazarlarla bakmaya devam ettiler ve Josephus’un ifadesiyle bağlılık yemini etmeyi reddettiler. Essenîlerin de Herod’a karşı tavrı farklı değildi. Çün­kü her iki cemaat de, Yahudileri hoşnut kılmak ve gönüllerini al­mak için takip edeceği yol ne olursa olsun, Herod’un yarı Yahudi olduğunu unutmamıştı.

Herod görünüşte Yahudileri Hellenleştirme niyetinden vaz­geçmiş olsa da,  bu yolda büyük gayret sarfetmiş, tiyatrolar, olim­piyat sahaları, lüks saraylar ve muhkem kaleler kurdurmuş, ama Yahudilerin atıfetini kazanmak, sessizce ve kendisinden bir bu­çuk asır önce Antiochus Epiphanes’in yaptığı gibi çevresinde çok fazla toz kaldırmadan gerçekleştirmeye çalıştığı Hellenleştirme politikasında takiye yapmak için Kudüs tapınağını da yeniden in­şa ettirmişti.

Herod’un Roma’daki adamı hiç şüphesiz Marcus Antonius’du ve Herod onunla ilişkilerini olabildiğince güçlendirmek için hiç­bir cimrilik göstermemişti. Antonius Kleopatra ile karşılaşıp da ' aşk ateşine kapılınca, Herod Romalı generalin himayesinin de­vamlılığını garantilemek için bu hırslı kraliçenin kaprislerini alevlendirmeye girişti. Böylece Filistin’deki bazı bölgeler Kleopatra’nın payına verildi ki, bunlar arasında en meşhuru bereket­li tarlaları ve zengin bağları olan Eriha bölgesiydi.

Octavius’la Antonius’un arası bozulduğunda, Herod ikincisi­nin yanında yer aldı, fakat mücadeleden Octavius zaferle çıkınca, Herod, kalbini kazanamamış olsa da, hiç olmazsa galibin öfkesi­ni yatıştıracak bir plan yapmaya mecbur kaldı.

Uyguladığı hile Herod’un imdadına yetişecekti. Il. Hirkan’ın hikayesini anlatırken yeğeni Antigones’in bir daha baş kahinlik kürsüsüne çıkmaması için onu sakat bıraktığını yukarıda anlat­mıştık. Part birlikleri İran’a dönerken, Antigones’i Kudüs tahtına çıkarmanın bedeli olarak çekilen peşkeşler arasında bulunan Hirkan’ı da beraberlerinde götürdüler. Fakat Partlar Babil’deki Yahu- dilerin isteği doğrultusunda Hirkan'ı serbest bıraktılar ve Herod'un Kudüs tahtına çıkışını müteakip Babil'den ayrılmasına izin verdiler. Hirkan, Kudüs'de Herod ailesinin kanatları altına sı­ğındı. Ama artık Azrail kapısını tıklatmıştı. Herod onu Octavius'a karşı suikast tertiplemekle suçlayarak infaz etti ve arkasından apar topar Rodos'a gidip Octavius'un ayaklarına kapandı. Sonuç, Herod'un düşündüğü gibiydi.

Octavius Herod'u tahtında tutmakla kalmadı, bir de Kleopatra’nın Filistin'deki mülklerini, Marcus Antonius'un bahşettiği bölgelerden başka Suriye'deki tımarları da onun krallığına kattı. Böylece Herod M. Ö. 4 yılında ölünceye kadar birinci Roma im­paratorunun güvenini kazanmış oldu. xxıı

1. YÜZYILDA DİASPORA YAHUDİLERİ

Konumuzun akışı içinde Yahudilerin yeryüzüne yalnızca Ke­nan elindeki İsrail ve Judaea krallıklarının yakılışı sebebiyle da­ğılmadıklarını, aksine onları Kenan elinden bu iki krallığın düşü­şünden önce göçe zorlayan başka sebeplerin bulunduğunu, bun­ların başında da Davud’la Sur kralı Hiram arasında başlayan, da­ha sonra ise Süleyman’la yine Hiram arasında gelişen geniş ticari ilişkilerin geldiğini belirtmiştik.

Asya'da

Bilindiği gibi Persler Babil’i işgal edip, o dönemde dahi tarihin şahit olduğu en büyük imparatorluğu kurmalarından sonra, özel­likle Cyrus’un Babil yolunu açmaları ve 11. Babil devletinin işinin bitirilmesine yardımcı olmaları gibi hizmetlerden dolayı Yahudi­leri ödüllendirmekte terüddüt göstermediler.

Akemenid hanedanı kralları Cyrus ve ardılları Yahudilerin uzlaşma, casusluk ve komplo düzenleme konularındaki kabiliye­tini sezdiklerinden, mağlup milletlerin kontrol altında tutulma­sında kendilerinin gören gözleri, duyan kulakları olmaları için Filistin dahil olmak üzere fethedilen tüm ülkelerde kapıları onlar için açtılar. Böylece Yahudiler Babil ve Horasan (Hirkanya) üze­rinden Elam, Medya, Favus, Ermenistan, Kubad, Kiya, Karadeniz sahilleri, ayrıca Küçük Asya ve Suriye’nin Akdeniz’e bakan kıyı­larına saçıldılar.

Yahudiler, Babil esaretinden çok önceleri Suriye'nin değişik bölgelerine yayılmışlardı. Dolayısıyla eski lbranileri bilahare Fi­listin'e yerleşmelerinden önce Irak, Suriye ve Mısır arasında do­laşıp durmaya sevkeden olaylar üzerinde tekrar duracak değiliz. Persler döneminde Yahudilerin Suriye'deki nüfusları ne olursa ol­sun, bu nüfusun İskender'in fethinden ve Selevkusların bölgede­ki hakimiyetinden sonra daha da arttığı muhakkak.

Selevkuslardan söz ederken, onların hızla gelişen ve Roma İm­paratorluğu döneminde Roma ve İskenderiye'den sonra dünya­nın üçüncü kenti durumuna gelen Akdeniz sahilinde ve Asi neh­ri üzerindeki başkentleri Antakya'dan da söz edeceğiz.

Tarihçi Josephus “Yahudi Tarihi" adlı eserinde daha önce or­dusunda paralı asker olarak görev yapan Yahudileri Antakya'ya iskan eden ilk kralın I. Selevkus olduğunu kaydetmektedir. Bu Yahudi hücrelerinin Antakya'ya yerleşmesinden sonra diğer Ya­' hudiler de Filistin dahil olmak üzere Selevkus devletinin diğer bölgelerinden hızla gelişen başkente akın etmeye başladılar. Ro­malıların ' tüm Suriye'yi ele geçirmelerinden sonra Şam, Antakya, Hama, Sayda ve Sur gibi önemli şehirlerde özel Yahudi mahalle­leri oluştu ve bunlar gerek Judaea bölgesiyle ilgili siyasi olaylar­da ve gerekse İsa'nın zuhurundan önce vuku bulan dini hadise­lerde etkili oldular. Küçük Asya'ya gelince, muhtemelen Yahudi cemaatleri buradaki bazı şehirlerde Yunan çağından önce köle olarak satılmışlardı. Hattajosephus, Selevkus kralı III. Antiochus döneminde iki bin Yahudi ailenin Irak'dan Lydia ve Frigya'ya gö­türüldüğünü kaydetmektedir.

Her halükarda Roma'nın Yunan topraklarını ve Küçük Asya'yı işgali, oraya buraya dağılmış Yahudiler için önemli bir olaydı. Haşmoneylerin Selevkuslara karşı başkaldırı sırasında Roma'nın manevi desteğine güvendikleri, hatta bir elçiyle Roma'ya altın bir zırh hediye gönderdiklerini, bu yüzden senatonun Doğu halkla­rına Roma'nın Yahudilerle dostluk ittifakı kurduğu mesajı gön­derdiğini biliyoruz. İşte Yahudiler bu fırsatı değerlendirerek Roma'nın hakim olduğu topraklarda ve Küçük Asya'daki başkentle­re yayılmaya başladılar.

Amerikan Ansiklopedisi (1965) sözünü ettiğimiz tarihi dö­nem boyunca diaspora Yahudilerinin Uzak Doğu'ya gittiklerini gösteren arkeolojik bulguların ortaya çıkarıldığından söz etmek­tedir ve belki de bu bulgular modern siyonistleri Yahudilerle Japonlar arasında yakın bağlar kurmaya sevketmiştir. Güya Japon imparatoru Davud peygamberin soyundan ve Japonlar da kayıp on Yahudi kabilesinden birinden türeyen sülaleden imişler..

Arap ülkelerine dağılan Yahudilere gelince, Yahudilikle İslam arasındaki eski ilişkileri ele alacağımız bölüme kadar bu konu üzerinde durmayı geriye bırakıyoruz.

Afrika'da

Yahudilere yayıldıkları Asya sahillerinden başka Afrika’nın Akdeniz'e kıyısı bulunan topraklarda da rastlıyoruz. Fenikelile­rin Kuzey Afrika'da yerleştikleri veya kurdukları yerleşim bi­rimleriyle ki en önemlisi Kartaca'dır,daha sonra Fenikelilerin vaktiyle imar edip yerleştikleri Kuzey Afrika, İspanya, Fransa ve özellikle Akdeniz sahillerindeki şehirlerde tarih sahnesinden çekilişi veya isimlerinin ortadan kayboluşunu müteakiben, -on­ların ticari mirasını devralan Yahudilerin yaşadıkları şehirler haline geldiğini kesin olarak biliyoruz. “Sur ve Kartaca'nın dü­şüşünden sonra Fenikelilerin Museviliğe girişi kolay ve cazip bir şey olarak görmüş olmaları gerekir. Onların diliyle İbranice arasında bir bağ vardı. Muhtemelen Afrika ve Ispanya'daki Ya­hudilerin çoğunluğu Fenike asıllıydı.”

Kuzey Afrika'nın Mısır'la Kartaca arasında kalan bölgesinde Yu­nanlılar M. Ö. VI. Yüzyıldan önce ticaret kolonileri kurmuşlardı ve bunların en önemlisi de Libya'da daha önceleri Kırnıkiye adıyla bi­linen Barka bölgesinin sahil şeridine düşen Cyrene şehriydi.

M.Ö. 85 yılına ait belgeler, Yahudilerin Cyrene sakinlerinin önemli bir kesimini oluşturduklarını ve bu Yunan kolonisinde önemli imtiyazlara sahip bulunduklarını göstermektedir. Bar-

ka'nın III. Ptoleme döneminde (M. Ö. 246-222) Mısır'a ilhak edilmesinin Yahudilerin buraya yerleşmelerine imkan tanıdığını, ilk Ptoleme krallarının himaye ve atıfetinden yararlandıklarını rahatlıkla söyleyebiliriz.

Mısır'da

Mısır, firavun Neko zamanında (M. Ö. 609-593) Musa önder­liğinde ülkeyi terkeden Yahudilerle ikinci kez tanıştı. Kral Neko, Judaea kralı Yoşeya'yı öldürmüş ve onun yerine babasının ölümü üzerine Yahudiler tarafından kral seçilerek Mısır'a gönderilen Yehoahaz'ı esir edip kardeşi Elyakim'i judaea kralı olarak atamıştı.

Yahudilerin Mısır'da bulunuşunun, bazı tarihçilere göre Neko'dan daha önce Yahudi paralı askerleri ordusuna alan babası l. Psammetik zamanında başladığı belirtilmektedir.

Daha sonrajudaea düşünce oradan ayrılan Yahudiler araların­da peygamber Yeremya'nın da bulunduğu büyük bir grup halin­de Yohanan b. Karih önderliğinde Mısır'a gittiler. Bunlar Mısır'da Migdol, Tahpanhes (Tel Defni), Nof (Menfis) ve Patrus (Yukarı Mısır)a yerleştiler.

Psammetik ve Neko adındaki firavunları çıkaran 26. sülale döneminde Mûsevilerin Yahudi paralı askerlerin bulunduğu Asuan karşısındaki File (Elephantine) adasında askeri bir koloni kurdukları, koloninin gelişerek Mısır'daki Pers satrabı zamanın­da araziler ve köleler edindikleri anlaşılıyor.

Her halükarda Yahudilerin Mısır'a adamakıllı yerleşmeleri İsken­der'in Mısır'a seferi ve kendi adıyla anılan şehri kurmasından sonra­dır. Rivayete göre İskenderiye şehrine Yahudiler kurulduğu ilk gün­den itibaren yerleşmişlerdir. Yine de araştırmacılar bu konuda müte­reddit davranmakta ve Yahudilerin İskenderiye'ye kuruluşundan bir süre sonra yerleştiklerini belirtmeyi tercih etmektedirler.

Ancak başta Kudüs'den gelenler olmak üzere Yahudilerin İs­kender'e hizmet sunma yarışına girmeleri, bizi, onların gittiği her yerde İskender'in peşine takıldıkları sonucuna götürmektedir. Bi­ lindiği gibi Yahudiler daha önce fatihlerin ve ardıllarının peşine takılmışlardır. Örneğin İskender'den önce büyük imparatorluğu kuran Perslerin peşine takılmışlardı. Eski el yazmalarında Pers ordularının ve Mısır'a doğru yol alan vergi memurlarının arkasın­dan giden doğulu tüccar grupları arasında Yahudi isimlerine de rastlanmaktadır.

Yahudiler, Persler ve Makedonyalı İskender orduları gibi öncü güçlerin peşine takıldıkları kadar, Avrupa'da Yahudilerin daha önce hiç ayak basmadıkları yeni ülkeler fetheden Romalıların pe­şine de takılmışlardır ki, konunun akışı içinde bunun üzerinde durulacaktır.

İskender'in Mısır'a gelişinden otuz kuşak kadar önce bu ülke­yi yurt edinen pek çok Yunanlının bulunduğunu biliyoruz.  Bun­lar İskender'in gelişini ve boyunlarındaki Pers zincirinin kırılışı­nı sevinçle karşılamışlardı. İskender'le Yahudiler arasındaki iliş­kiler de dostâne ve samimi idi. Tüm bu faktörleri göz önünde bu­lundurduğumuzda, Yahudilerin Mısır'a ve özellikle İskender'in Doğu Akdeniz havzasının en önemli ticaret merkezi olması, aynı zamanda gururunu kıran, halkı ezilip köle pazarında satılmadan önce yedi ay boyunca kendisine karşı kahramanca direniş sergi­leyen Sur şehrinin ticari önemini ortadan kaldırmak için planla­dığı İskenderiye'ye ayaklarını muhkem basma konusundaki ha­masetlerini tasavvur edebiliyoruz.

İskender'in ardılı olan Ptolemeler döneminde Yahudilerin Mı­sır'daki nüfuslarının hızla arttığı görüyoruz. İskender'in Suri­ye'deki halefleri Selevkuslar zamanında Judaea bölgesindeki olaylardan bahsederken bu konuya değinmiş, Filistin'den gelen Onias'ın VI. Ptoleme Philometor'un teşvikiyle kurduğu Yahudi askeri kolonisine işaret etmiştik.

Romalıların Mısır'da hakim oldukları süre zarfında Yahudiler kuzeyde denizden güneyde File adasına veya Yahudi yazar Philo'nun dediği gibi Libya sırtlarından Etyopya sınırlarına kadar ya­yılmışlardı.                                           '

Grekya ve İtalya'da

Eğer daha erken değilse, Yahudiler Grekya'ya ve İtalya'ya M. Ö. IL Yüzyılda gelmişlerdir. Bazı tarihi kayıtlar Yahudilerle Ispartalıların çok eski dönemlerde tanıştıklarını gösteriyor. Hatta Makkabi kitaplarından birindeki asılsız bir iddiaya göre Ispartalılarla Yahudiler arasında ırkî bir yakınlık varmış.   Eğer Yahudiler Ispartalılarla ilişki kurmamış olsalardı, böyle asılsız bir iddia or­taya atmazlardı. Tarih bize Yahudilerin çıkar sağlayacakları veya menfaatlenecekleri bir halkla hemen bir akrabalık ihdas ettikleri­ni göstermektedir ki, bu saçma iddialardan en göze batanı da kendilerininjaponlarla akraba oldukları ve Japon imparatorunun Davud'un soyundan geldiği yalanıdır.*

Yahudiler, bu yalanı, Japonya'nın yirminci yüzyılın ikinci ya­rısında dünyanın en önde gelen ekonomik güçlerinden biri hali­ne gelmesinden sonra çıkarları bu ülkeye yanaşmayı gerektirdiği zaman uydurdular. Londra'da yayınlananjewish Cronicle gazete­si 23/3/1963 tarihli nüshasında şöyle diyordu: “Japon imparator ailesi Davud'un soyundan gelmektedir. Japon halkı kayıp on Ya­hudi kabilesinden biriyle akrabadır."

Daha önce Romalı general Pompey'in Kudüs'i işgal ettikten sonra Yahudi esirlerin Roma'ya götürülmesini emrettiğini, bunla­rın orada çok geçmeden kölelik azabını tatmadan vatandaşlık hak­kı elde ettiklerini belirtmiştik. Demek ki Roma'da bu esirlerin ge­lişinden önce bir Yahudi nesli vardı ve onlar bu esirleri parayla sa­tın alıp kölelikten kurtarmış, vatandaşlık hakkı sağlamışlardı.

Roma'da Yahudi nüfuzu

Roma'daki Yahudiler nüfus ve nüfuz yönünden öyle güçlen­mişlerdi ki, Çiçeron  bile (M. Ö. 59) Yahudilerin Roma'da sem­ patisi kazanılması gereken bir güç olduğunu söylemek zorunda kalmıştı. Yahudilerin Roma'daki nüfuslarına ve diğer halklar ara­sındaki nüfuzlarına değinen Çiçeron şöyle diyordu: “İnsanın Ro­ma' da yalnızca yargıçların işitebileceği şekilde yavaş sesle konuş­ması gerekir. Çünkü Roma'da Yahudilerin kışkırtacakları kişiler vardır ve önde gelen devlet adamları onlarla birliktedir." Çiçeron, ayrıca Yahudilerin gökyüzünün seçkin dostları oldukları iddiası­na değinerek, onların büyük güce sahip olduklarını, yardımcılar ve taraftarlar bulma konusundaki başarılarından dolayı insanla­rın kalplerine korku saldıklarını belirtmektedir.

Taraftarlardan maksat Yahudiliğe geçen aristokrat kesimdir. Josephus da Hristiyanlığın birinci yüzyılında onlardan söz et­mekte ve geleneksel Yüksek Kurul'un başka halklar arasında Mu­seviliği yayarken nüfuzlu kişileri ve özellikle aristokrat tabakası­na mensup kadınları tercih ettiğini, asıl amacın ise onların koru­yucu gücünden faydalanmak ve Roma kentlerinde Yahudi nüfu­zunu güçlendirmek olduğunu belirtmektedir.

Kitab-ı Mukaddes Sözlüğü de Romalı yöneticilerin hoşlanma­dıkları Yahudilerle takışmaktan kaçındıklarına işaret ederek, Mi­ladi 19 yılında Tiberius'un Roma'da Yahudi nüfuzuna bir sınır ge­tirilmesi gerektiği kanaatine vardığını, bu yüzden Sardinya ada­sında artan hırsızlık olaylarının önünü almak için gönderilen as­keri birliklerde dört bin Yahudinin görev almasını uygun buldu­ğunu, ama asıl amacının Yahudileri Roma'dan uzaklaştırmak ol­duğunu belirtmektedir.

İmparator Claudius, Miladi 49 yılında tüm Yahudilerin Roma'dan sürülmesi konusunda bir ferman çıkarmıştır ki, muhte- melen bunun sebebi Yahudi mübeşşirlerle Hristiyan misyonerler arasındaki din kavgasının Roma'da yol açtığı huzursuzluktur. O sıralar herkes ilk Hristiyanları mevcut Yahudi mezheplerinden türemiş bir grup olarak görüyordu ve bu yüzden imparator baş­kentte huzur ve asayişi sağlamak için böyle bir uygulamayı ge­rekli görmüştü. Fakat bu ferman ciddiye alınmadı ve esasen uy­gulanması da zordu. Çünkü Yahudilerin Roma'da sahip oldukla­büyük sosyo-politik nüfuz böyle bir fermanın uygulanmasını imkansız kılmıyorsa da, hayli zorlaştırıyordu.

Yahudilerin Miladi birinci yüzyılda Roma'da sahip oldukları nüfuz konusunda Caligula, Claudius ve Neron'un çağdaşı olan fi­lozof Seneca'nın yazdıkları da ayrı bir delildir. Yahudilerin Roma­lı vatandaşlar üzerindeki güçlü nüfuzundan sıkıldığını belirten Seneca “Bu mel'un ırkın11 görenekleri şaşkınlık verecek ölçüde yayıldı. Mağluplar galiplere kanunlar koyuyorlar."

Josephus, Seneca'nın bu sözleriyle Yahudi geleneklerinin Ro­malılar arasında yayılışına işaret ettiğini belirtiyor. Bu, Neron'un maşukası Poppaea'nın imparator aşıkı üzerindeki etkisine bir işa­rettir. Bilindiği gibi Senaca'nın Neron'la olan ilişkisi, meselelerin özünü bilen birinin ilişkisiydi. Çünkü o, Neron'un hocası ve ço­cukluğundan itibaren lalasıydı. Poppaea'ya gelince, onunla bir daha karşılaşacağız.

***

Grekya ve İtalya dışındaki ülkelere gelince, biraz önce İspan­ya' ve Güney Fransa'nın sahil şehirleri de dahil Akdeniz havzasın­da Fenikelilerin sahneden çekildikleri yerlerde Yahudilerin orta­ya çıktığından bahsetmiştik.

Yahudilerin Akdeniz sahillerinden uzakta kalan Orta Avrupa ülkelerine varışlarının ilk aşamaları hakkında dakik bilgilere sa­hip değiliz. Yalnızca bu ülkelerde onların fatih Roma ordularının peşine takıldıklarını biliyoruz ve dolayısıyla önemli ticaret mer­kezlerine bu şekilde yerleştikleri söylenebilir. Yahudilerin Roma İmparatorluğu'nda devlet hesabına mültezimlik görevini tekelle­rine almalarının onların impatorluğun tabii bir olay haline geldi­ği ülke başkentlerine yayılmalarını sağladığı, kesin bilgiler olma- makla birlikte, ispat için fazla bir çabaya ihtiyaç duymayan hu­suslardandır.

Netice itibariyle Yahudilerin Miladi I. Yüzyılda tüm dünyaya yayıldıklarını, bu çağda yaşayan coğrafyacı Strabon'un şu cümle­sinden çıkarabiliriz: “Yahudiler her devlete nüfuz ettiler. Dünya­da onların olmadığı bir yer bulmamız zor.”

İstatistiki rakamlar

Elimizdeki cılız istatistiki bilgilere dayanarak şu rakamları ve­rebiliriz:

-            Judaea devletinin yıkılışından sonra (M. Ö. 586) Yahudilerin nüfusu 125 bin civarındaydı.

-             Miladi I. Yüzyıldaki nüfusları ise 5 milyon kadardı* ve bu­nun dört milyon kadarı Roma İmparatorluğu sınırları dahilindeydi. Bunun bir milyonu Mısır'daydı ve Mısır'ın o zamanki nüfusu sekiz milyondu (Mısırlılar, Yunanlılar, Yahudiler ve diğerleri).

-             Yalnızca İskenderiye'de yaşayan Yahudilerin sayısı 250 bin, yani toplam nüfusun yaklaşık Yu idi.

-            Romalılar döneminde Antakya'daki Yahudiler toplam nüfu­sun %30'nu oluşturuyorlardı.

-             Yine Romalılar döneminde Yunan şehirlerindeki  Yahudile­rin oranı toplam nüfusun %7'siydi.

-             Roma İmparatorluğu sınırları içinde yaşayan dört milyon Yahudiden yalnızca 700 bini Filistin’de yaşıyordu ki, Antakya ve İs­kenderiye'deki oranlarının yerli halkın nüfusuna kıyaslandığın­da, burada %17,5 gibi önemsiz bir yüzde teşkil etmektedir.

-             Toplam beş milyon Yahudinin bir milyonu ise Roma'ya ba­ğımlı olmayan Asya ülkelerindeydi ki, bunların en önemlisi Fı­rat'ın doğusundaki Part topraklarıydı.

Netice itibariyle Miladi l. Yüzyılda Filistin'deki Yahudilerin nüfusu, tüm dünya Yahudi nüfusunun yalnızca %14'ydü.

Kudüs tapınağının yıkılmasından önce Yahudileri Filistin'den ayrılmaya teşvik eden zorlayıcı sebepleri göz önünde bulundur­duğumuzda, modern siyonizmin Yahudileri tarih boyunca Filis­tin'e bağladığını iddia ettiği tarihi ve dini faktörlerin gerçekçi ol­madığı anlaşılacaktır.

Bir arada, yan yana

Tevrat, Yahudilere içinde yaşadıkları şehir ve köylerde hayat­larına katıldıkları halklardan ayrılmayı zorunlu hale getiren bir hayat tarzı getirmiştir.   .

Konumuzun akışı içinde Tevrat yazarlarının Yusuf'a atfettikle­ri bir vasiyetten söz ettiklerini belirtmiştik. Güya Yusuf, babasın­dan ve kardeşlerinden firavuna müracaat ederek Mısırlılardan ayn yaşayacakları bir arazi tahsis edilmesi talebinde bulunmalarını istemektedir. Keza Tevrat yazarları lsraillilerle Müsa'yla birlikte Mısır'dan kaçarak geldikleri Kenan eli ahalisini birbirinden ayı­ran sağlam bir duvardan söz etmektedirler.

Tevrat bölümleri bu konuda yalnızca emirler ve yasaklar getir.__.-..

mekle yetinmemiş, Yahudi sosyal yaşantısını da fert ve birey bo­yutunda bütünüyle pranga altına almıştır. Bu yasakların bir kıs­mıyla hedeflenen amaç Yahudinin izolasyonunu ağır bir esarete dönüştürmektir.

Beslenme yasakları

Levililer kitabında tarlaya iki çeşit tohum ekilmesinin ve üze­rine iki çeşit iplikle dokunmuş giysi giyilmesinin yasak olduğu belirtilmektedir.   Keza Müsa'ya atfedilen şeriat da Mısır'dan Ke­nan eline gelen Israil oğullarına diktikleri bir ağacın meyvesini ancak ağaç beş yaşına geldikten sonra yemelerini emretmektedir. Güya ağaç ilk yıllarında kabuklu yani sünnetsiz olurmuş ve bu yüzden meyvesi yenilmezmiş. “Dördüncü yıl ağacın bütün mey­vesi şükran sunusu olarak Rab için kutsal sayılacak. Beşinci yıl ağacın meyvesini yiyebilirsiniz."  

Hayvanlardan İsrail oğullarına kuzu, tavşan ve domuz; kuşlar­dan akbaba ve kartal, devekuşu, baykuş, pelikan, papağan, çavuşkuşu, yarasa vb.; balıklardan ise yüzgeçleri ve pulları olmayan türler yasaklanmıştır. Ayrıca oğlağı annesinin sütüyle pişirmek, eti herhangi bir süt ürünüyle terbiyelemek, yahut bunları aynı kapda tutmak da yasaktır. Keza kan Mûsa şeriatında nefsin ken­disi olduğu için haramdır.

Yahudilerde yemeklerin helal olması için bir takım şartlar var­dır. Örneğin inek, koyun veya kuşun kesilebilmesi ve yenilebilmesi için bedeni kusurlardan azade olması gerekir.

Tüm bu yasakların Yahudi'ye günlük hayatı çekilmez ağır bir yük haline getirdiği muhakkak. Eğer buna katlanıyorsa kendisini rahatlatacak bir çıkış bulabilme ümidiyle katlanıyordur. Tüm bu sebepler Yahudi'yi getto hayatı yaşamaya sevketmiştir. Yahudi'yi sürekli zapt-u rapt altında tutmak suretiyle nüfuz kazanan lider kadrosu, onu diğer insanlardan ayrı ve uzak tutmaya gayret et­mek zorundaydı ve bunun için en kestirme yol da Yahudi'nin günlük yaşantı tarzıyla diğerlerinin yaşantı tarzı arasına koyu bir çizgi çekmekti.

Bir sünnetsizin Yahudi'ye haram ve helal edilen yiyeceklerin neden haram veya helal edildiğini anlaması kolay değildi ve onun bunun Yahudilerin Allah'ın seçkin kulları olduğu düşüncesiyle diğer halklardM kendilerini üstün tutma gayretinden kaynaklan­dığı fikrine kapılması tabii idi. Sonuçta bu kanaate varan sünnet­siz, kendisini Yahudi'yi horlama ve tahkir etmeye mecbur hisset­miştir. Çünkü Yahudilerin bireysel ve toplumsal davranışlarında kendilerine karşı saygılı tavır takınmaya davet eden bir şey göremiyordu. Dini törenler

“Adem, karısı Havva ile yattı. Havva hamile kaldı ve Kayin'i doğurdu. ‘Rab'bin yardımıyla bir oğul dünyaya getirdim' dedi. Daha sonra Kayin'in kardeşi Habil'i doğurdu'. Habil çoban oldu. Kayin ise çiftçi. Günler geçti. Bir gün Kayin toprağın ürünlerin­den Rab'be sunu getirdi. Habil de sürüsünde ilk doğan hayvanlar­dan bazılarını, özellikle de yağlarını getirdi...”17                                                            

Eski halklar, mevsimlik dini tören esaslarını bu ilk kültürden almışlardır. Ölümünden sonra toprağın dirilmesini sembolize eden bahar bayramları, hasat bayramları ve hayvan üreme mev­simleriyle ilgili bayramlar vs..

Sunulan kurbanlar yalnızca ürünler veya hayvanların ilk do­ğanlarıyla sınırlı kalmamış; insanoğlu zalim tanrılarına insan da kurban etmeye başlamıştır.

İbranilerin komşu halkların ve özellikle de Kenanlıların putpe­rest görenek ve inançlarının çoğunu ödünç aldıkları için, dini bay­ram ve törenlerinin büyük çoğunluğunu da onlardan almış ve yal­nızca bazı değişiklikler girdirmişlerdir. Bu tören ve göreneklerin kutsal bir kisve kazanmasından ve özellikle Tevrat yazarlarının bunları'Müsa'ya ve onu takip eden İsrail oğulları peygamberlerine gönderilen ilahi vahiylere bağlamasından sonra, onların dar bir çerçeve içine sıkışıp çok az gelişme göstermesi kaçınılmazdı.

Bundan bin yıl önce uygulanan görenek ve geleneklerin günü­müzde kavramlar ve zevkler değişikliklere uğradığı için külliyen veya kısmen uygulanamayacağını söylemeye gerek bile yok.

Gerçek ilahi vahiy insan hayatının ve sosyal ilişkilerin temel kanunlarını koymuştur. İnançlar ve ibadetlerin özünde önde ve­ya arkada yer almayan formaliteler ve ikinci derecedeki kanunlann konulup uygulanması, dünya hayatının izlediği seyre, değişen şartlara ve spontan şekilde ortaya çıkan durumlara göre insanoğ­lunun akıl ve tasarrufuna bırakılmıştır.

Biz, burada Yahudilerle diğer insanlar arasındaki sosyal ilişki­lerde yan yana yaşamanın sosyal etkisi üzerinde duracağız. Sü- rekli olarak Miladi birinci yüzyılda diğer halkların Yahudileri aşa­ğıladığı ve tarafların karşılıklı olarak birbirlerini kötüledikleri söyleniyor. Dolayısıyla burada söz konusu aşağılama ve kötüle­menin suni sebeplerini ortaya koymaya çalışacağız.

Kudüs tapınağının yıkılmasına (Miladi 70) yol açan Yahudi ve gayr-ı Yahudi sürtüşmelere çoğu kez Yahudilerin formalitelerde ısrarcı olmalarının, putperest halkları kendilerini inanç ve dini ritüellerinde katı olmakla suçlamalarının sebep olduğunu görüyo­ruz. Yani eğer Yahudiler önemsiz detaylarda müsamahakar olabil­selerdi, putperestler özellikle Roma lmparatorluğu'nda devlet ta­rafından onaylanan dinler arasında yer alan ve kutsallarına haka­rete ceza kesilen Museviliğe önemli konularda meydan okumaya girişmezlerdi.

Dini törenlerde çatışma

Daha önceki bölümlerde Ester kitabında bütün Yahudilere “kuşaklar boyu sürecek" Purim [veya Furim] i bayram olarak kutlamayı emreden direktifler bulunduğunu belirtmiştik.

Purim bayramı yeme, içme, eğlenme ve bol bol harcama bay­ramıdır. Yahudiler bu bayramda düşmanlarından aldıkları intika­mı ve düşmanlarına karşı besledikleri kini bastırmak için dök­tükleri kanların hatırasına aşırı şekilde itişip kakışırlar.

Bu bayram “yeme içme" bayramı olduğuna göre, herhangi bir şehirde yaşayan ve hayatta olan Yahudiler arasında kutlanması gerekirdi ve diğerlerinin de bu bayramın neden icat edildiği, Yahudileri onu kutlamada taşkınlığa iten sebeplerin neler olduğu­nu bilmeleri tabii idi.  Bu bayramın konulmasına yol açan olay­lar Yahudilerle bir arada yaşayan insanlar nazarında ister gerçek olsun, ister hayali, başka halkların bu şamatalı bayrama göster­dikleri tepki Yahudilerin çıkarına olamaz.

Yahudilerle diğer halklar arasındaki kin ve nefret ateşini kö­rükleyen başka Musevi bayramları da var. Örneğin Keffaret Gü­ nü, Yahudilerin geçmiş günahlarından dolayı pişmanlık ve tövbe günüydü.  Söylendiğine göre Nabukadnasar bir Keffaret Günü'nde (10 Ekim) Kudüs'ü işgal etmiş, bayram da büyük hüzün gününe dönüşmüş. Yahudi din alimleri bu olayın anısına Yahudilere diğer insanlarla yaptıkları anlaşma ve sözleşmeleri dini ko­nulurda olanlar da dahil,bozmalarını emretmişler; Yahudi olma­yanlara borçlu olan Yahudilerin bu borçlarını helal ettirmelerini istemişlerdir. Yüksek Kurul, Yahudi din adamlarını Keffaret Günü'nü anlaşma ve sözleşmelerin bozulması gününe döndürmeye iten sebebin, Yahudilerin dinlerini değiştirmeye zorlanması oldu­ğu iddiasındadır. Yahudi'nin din değiştirmeye zorlanmasıyla ya­pılmış anlaşmayı bozma arasında ne gibi bir ilişki olduğunu ger­çekten bilmiyoruz. Dinde zorlamadan veya bir kişinin yaptığı benzeri bir hata yüzünden kin duyarak bütün insanların hakları nasıl reddedilebilir bilmiyoruz. Halbuki anlaşmaların bozulması ancak bozulmayı gerektiren kesin bir huccet olduğunda müm­kündür. Daha sonra Talmud'dan öğreniyoruz ki, insanlar Yahudiler nazarında yalnızca konuşan birer hayvandırlar ve Yahudi de ancak mecbur kalırsa onlarla insani düzeyde muamelede buluna­bilir. Fakat Yahudi diğer halklarla olan muamelatında sosyal örf­lerin, hukukun ve zorunlulukların icbar etmediği durumlarda bu kuralları hiç tereddüt göstermeden bozabilir.

Siyasi dini bayramlar

Bayramlar, genellikle, saf dini hatıralarla diğer halklarla bir arada yaşayan Yahudi'nin kutlamasının öfke doğurduğu siyasi ha­tıraların karışımıdır.

Biraz önce Yahudilerin Purim kutlamaları üzerinde kısaca durduk ve üçüncü bölümde de M. Ö. 165 yılında Makkabiler ta­rafından Kudüs tapınağının putperest pisliklerden temizlenişinin hatırasını yaşatmak amacıyla düzenlenen Hanukka bayramını an­latırken bunu gözler önüne serdik.

Yahudilerin bulundukları her yerde kutladıkları bu türden bir bayram, onlarla diğer halklar arasında sürtüşme tehlikeleri yarat­ maktadır. Bu bayram, görünüşte tapınağın temizlenip paklanma­sı olayının hatırasını yaşatma şenliğidir, ama gerçekte Haşmoneylerin Selevkuslarla girdikleri sonu gelmez çatışmalardan birinde kazandıkları zaferin kutlanmasıdır. Bilindiği gibi Selevkuslar Yu­nanlıdır; Yahudiler de onların tahakkümü altında bulunduklarını düşününce çevrelerindeki insanların duygularına meydan oku­makta tereddüt göstermiyorlardı. Yunanlılar ve hatta Romalıların, Roma İmparatorluğu sınırları dahilinde bu tür bir Yahudi bayra­mını temaşa ederken bir arada yaşadıkları bu insanlara öfke duy­mamaları, onlarla çekişmeye zorlanmamaları mümkün değildi.

Meseleyi daha da karmaşık hale getiren husus ise, Filistin'de­ki Yüksek Kurul'un gerek Kudüs'de ve gerekse başka yerlerde ya­şayan tüm diaspora Yahudilerinin bu tür kutlamalara katılmaları­nı istemesidir.

Şöyle bir düşünelim: Yahudilerin Selevkuslara karşı kazandık­ları zaferi kutlamaları Romalıları onlara karşı öfkelendirmez ama, Yahudi'nin Romalı general Titüs'ün Miladi 70 yılında Kudüs'e saldırdığı günü oruçlu geçirmesi veya aynı yıl Kudüs Tapınağı'nın ikinci kez yıkılmasının anısını oruçla yadetmesi Romalıla­rı öfkelendirecektir.

O dönemde yaşayan insanların Yahudilerin baştaki yönetim sayesinde kondukları nimetleri gıpta ile seyrederken, aynı Yahudilerin baştaki yönetimin yıkılmasına davetiye çıkaran hatıraları yadetmelerini anlamaları zordur.

Diaspora Yahudileri arasındaki bağların güçlendirilmesi

Diaspora Yahudilerinin karşılaştıkları en büyük güçlük, me­kan ve ibadet arasında tam bir uyum sağlanamamasıydı. Tevrat'da çerçevesi çizilen Yahudi şeriatı, kitabın yazarlarının ki onlar da neticede insandı,belli bir mekanda, belli bir zamanda ve belli şartlar altında yaşayan bir topluluk için düşüncelerini yansıtmak­taydı. Örneğin Filistin şartlarına uyan bir şey Filistin dışında ta­mamen veya kısman geçerli olmayabilirdi; yahut Milattan önce dördüncü yüzyılda geçerli olan bir şey, Milattan sonraki birinci yüzyılda tamamen veya kısmen geçerliliğini kaybedebilirdi. Veya herhangi bir ülkede bir tür otonomi hakkına sahip Yahudilere uy­gun düşen bir şey değişik ülkelerde yaşayan Yahudilere tamamen veya kısmen ters düşebilirdi.

Bu yüzden Yahudi mütefekkirlerin Yahudi toplumunun spontan durumlara ayak uydurmalarını sağlayacak yeni bir düşünce geliştirmeleri gerekliydi. Zaten Yüksek Kurul'un da diaspora şe­hir ve köylerindeki Yahudileri felakete sürükleyecek bir mekan izolasyonuna zorlamaları zordu. Örneğin lskenderiye veya An­takya yahut Roma ve diğer yerlerdeki Yahudilerin bir kısmı getto hayatından sıkılıyordu. Yahudi aristokrat tabakasının çocukları diğer halklara mensup hemcinsleriyle bir arada yaşamak istiyor­lardı. lşte bu durumlar Yahudileri tüm ırkdaşlarını bir çerçeve içinde toplayabilecek sağlam bir bağ yaratma gayretine iteledi.

Bu birlik bağının sağlam olması için bazı unsurlara ihtiyaç var­dı ve Yüksek Kurul diaspora Yahudilerinin hiçbir engelle karşılaş­madan inançlarını korumak ve ibadetlerini yerine getirebilmek amacıyla tek tip hayat tarzına geçmeleri için hazırlıklara başladı.

Yetmişler tercümesi

Babil sürgününden sonra Yahudileri eriyip gitmekten kurtaran en güçlü bağın, özellikle M. Ö. V. Yüzyılın ortalarından itibaren Judaea bölgesinde bir Yahudi toplumu oluşturma konusunda Ez­ra ve Nehemya'nın öncülük ettiği mücadeleden ve Zerubbabil ta­rafından tapınağın yeniden yapılmasından sonra nihai şeklini al­maya başlayan bu büyük edebi ürün (Tevrat sifirleri) olduğunu söylemeye gerek yoktur.

Elimizdeki Tevrat metninin ancak M. Ö. 1. Yüzyılda oturaklı bir şekil aldığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Araştırmacılar aynı me­tinlerin büyük kısmının M.Ö. 134-64 yılları arasında Haşmoney krallığı çağına ait olduğu konusunda tartışmaktadırlar.  

Fakat eski İbranice olan sifirler, sıradan Yahudi’nin anlayacağı dilde değildi. Filistin Yahudileri İbrani dilini bırakıp Aramî diliy­le konuşmaya başlamışlar, diaspora Yahudileri ise bulundukları ülkelerdeki halkın dilini almışlardı. Sözü edilen dönemde yüzyı­lın en yaygın dili Yunanca olduğu için Tevrat’ın Grekçeye tercü­mesi kaçınılmaz olmuştu.

Rivayete göre Mısır hükümdarı II. Ptoleme Philadelph (M. Ö. 285-247) Filistin’den 70 veya 72Yahudi bilgini getirterek on­lardan Tevrat’ı Yunancaya tercüme etmelerini istemiş, çarpık bir çeviri olmasına rağmen, ortaya çıkan esere de “yetmişler tercü­mesi" adı verilmiştir.

Aslında yetmişler tercümesi M. Ö. lll. Yüzyıldan itibaren Ya­hudi din bilginleri tarafından nesilden nesile tamamlanmış bir çeviridir.

Bizi bu çeviride iki nokta ilgilendirmektedir:

1.            Çeviri bazı kitapları kapsamaktadır ve İbranice asıllı Mak­kabi, Tobiya ve benzeri sifirler atlanmıştır. Ester ve Daniel kitap­larına bazı bölümler ilave edilmiş ve eklemeler yapılmıştır ki, bunlara apokrif denilmektedir.

2.            İbranice orijinale ilave edilen bazı bölüm ve sifirler, daha sonra orijinal metinler gibi kutsal kabul edilmiştir. İlave sifirlerin vahyedilmiş ve kutsal olduğunu söyleyenler, bunların içeriğinin sıradan Yahudilerden gizlenmesi gerektiği için Tevrat’a alınmadı­ğını ileri sürmektedirler.

Şunu da kaydetmek gerekir ki, Mısır Yahudileri İskenderiyeli Yahudi filozof Philo zamanında (M. Ö. 20-M. S. 40) yetmişler ter­cümesinin tamamıyla vahyedilmiş olduğuna inanıyorlardı ve bu yüzden çeviriyi orijinaliyle karşılaştırmayı akıllarından bile geçir­mediler. Bu inanç yaklaşık bir yüzyıl boyunca geçerliliğini koru­du, ama sonunda Yahudi rabbiler yetmişler tercümesinin kutsiye­tini reddederek, İbranice aslıyla karşılaştırmaya başladılar. Hristiyan papazlar da bu konuda Yahudi rabbileri takip ettiler ki, Yahu­di ve Hristiyanlar nezdinde hazfedilen bölümlerin kutsallığı (kıs­men veya külliyen) üzerindeki ihtilaf da bu noktada çıkmıştır.  

Her ne olursa olsun, Tevrat'ın Yunancaya daha sonra Latinceyeçevirisi önünde açılan ufkun genişlemesi, diaspora Yahudi­lerinin hayatlarında beklenmedik gelişmelere ve putperest haya­tına büyük dönüşümde çok büyük rol oynamıştır.

Diaspora Yahudilerine gelince, onlar da yetmişler tercümesinde temsil edilen dini Tevrat edebiyatı çerçevesi dahilinde birbirlerine bağlanmalarını sağlayan bağlara kavuşmuşlardı. Bu edebi dini ve fikri akademi, değişik Yahudi grupları arasındaki boşluğu doldur­muş, neşredilen yazılı metin onları varlığa döndüren, onu şekillen­diren ve eriyip yok olmaktan koruyan ortak gıda olmuştur.

Yetmişler tercümesi putperestlere de Museviliğin esasları ve edebiyatı hakkında bilgi sahibi olma imkanı vermiştir. Putperest­lerin o dönemin uluslararası kültür dili olan Yunanca sayesinde tanıştığı bu kültür konusunda farklı görüşlere sahip olmaları nor­maldi. Bazı putperestler Yahudileri ve dinlerini benimsiyor, tek tanrı inancının mümkün olamayacağı görüşünü, insanların dini ye felsefi konulardaki ihtilaflara kesin bir cevap olarak görüyor­lardı. Bazı kültürlü putperestler ise Yahudilere, inançlarına ve bo­yunlarındaki kölelik halkasına savaş açmışlardı.

Belki de böyle bir çatışma Yüksek Kurul tarafından hoş karşı­lanmıştı. Çünkü diaspora Yahudileri arasındaki Hellenleşme akı­mının durdurulması ve onların diğer halklarla kaynaşmasının önlenmesi gerekiyordu. Yetmişler tercümesinde lbranice orijina­le yapılan ilaveler, muhtemelen Yahudileri diğer halklardan tam olarak ayırmak ve onları gelenekçi Yüksek Kurul'un amaçları için birer maşa haline getirmek için Yahudi cemaatleriyle diğerleri arasına düşmanlık tohumları serpme planına matuftu.

, Öbür türlü, örneğin Makkabiler kitabının lbranice orijininde olmadığı halde yetmişler tercümesine ilave edilmesinin hikmeti nedir?

Makkabiler kitabı

Makkabiler kitabı, bir tür yarı tarih kitabıdır. M. Ö. 175-135 yılları arasındaki olayları yani İV. Antiochus Epiphanes'in tahta çıkışından Haşmoney Şemon'un ölümüne kadar geçen zamanda­ ki kırk yıllık hadiseleri konu edinmektedir ve her halükârda o dönemi müteakiben başlayan Makkabi isyanı olaylarını anlatan en temel kaynaktır.. Bu kitabı bir yana bırakırsak;

II. Makkabiler kitabını da, ki o dahi M. Ö. 176-161 yıllarını ihtiva eden yan tarihi bir kitaptır, bir yana bırakırsak.. Çünkü herhalde yalnızca Makkabi Yahuda'nın Selevkus File birlikleri komutanı Nicator'u M. Ö. 16l'de mağlup edip, başını ve ellerini keserek Kudüs tapınağının kapılarından birine asmasını anlat­mak için yazılmıştır.

Evet, bu iki yan tarih kitabını  bir yana bırakıp üçüncü kita­ba gelirsek, baştan sona efsane ve hurafelerle dolu olduğunu gö­rürüz. Çünkü kitabın meçhul yazan yeri geldiğinde Yahudileri düşmanlarından kurtarmak, onların yenilgilerini zafere, ümitsiz­liklerini ümide dönüştürmek için devreye giren tuhaf güçlerden söz etmektedir.

Üçüncü Makkabi kitabında Mısır hükümdarı IV. Ptoleme Philipator'un M. Ö. 217'de Rafya (şimdiki Rafah) savaşında Selevkus kralı Büyük Antiochus'u yendikten sonra Kudüs'de tapınağın en kutsal yerine nasıl çıkmak istediği, ancak buraya yalnızca Yahudi baş kahinleri girebildiğinden boş yere tapınağın kutsiyetini kir­letmemesi için yalvanldığını anlatarak, bu sırada baş kahin Şemon'un heybetli cüssesiyle secdeye varıp hararetli bir şekilde du­alar okuduğu hikaye edilmektedir.

İşte tam o sırada kral Ptoleme felç olur ve kutsal mekandan uzak bir yere götürülür. Fakat Ptoleme Mısır'a dönüp kendisine geldikten sonra Yahudilerden intikam almaya yemin eder. Tüm hıncını İskenderiye Yahudilerine yöneltir. Onları şehrin kurulu­şu sırasında Makedonlarla birlikte elde ettikleri tüm imtiyazlar­dan mahrum bırakır ve putperestliklerinin, tankı Pakos'a tapma­larının belgisi olarak sarmaşık yaprağı takmalarını emreder.

Ptoleme bununla da yetinmez ve Mısır'daki tüm Yahudilerin prangaya vurularak İskenderiye'ye getirilmesini emreder. Arka­ sından beş yüz filin alkolle sarhoş edilerek yarış meydanında top­lanan Yahudiler üzerine salınmasını ister.

Bu arada kralı bir uyku bastırır ve uykuya dalar. Verdiği emrin uygulanma vakti geçip gider. Ertesi gün uyandığında verdiği emirleri unuttuğu gibi, aklında tek kalan şey Yahudilere ve baba­' larına beslediği dostâne duygulardır, ama aynı günün akşamı fil­lerden sorumlu çavuşa Yahudilerle ilgili verdiği emirlerin yerine getirilmesini emreder. Danışmanlarının kendisinin bu mütered­dit durumu karşısında gösterdikleri tepkiye öfkelenerek tüm Ya­hudileri cehenneme göndermeye, Yahudiye’ye saldırıp, tapınağı yıkmaya yemin eder.

Üçüncü gün şafakla birlikte meydana giderek fillerin ayakları altında intikamının kurbanı olan Yahudileri bizzat görmek ister. Yahudiler yüksek sesle Tanrı’ya dua ederek kendilerini rahmet kanatları altına alması niyazında bulunurlar. Kahin Eliazer duası­nı bitirir bitirmez gökten iki heybetli melek iner ve sarhoş filler daha kral ve askerleri ne olduğunu anlayamadan, askerler üzeri­ne saldırarak ayakları altında çiğnerler. Nasıl filler tüm öfkelerini askerlerden almışlarsa, kral da tüm öfkesini danışmanlarından çı­karır. Yahudilerin prangalarının çözülmesini emreder ve sonra masrafları sarayın hazinesinden karşılanmak üzere yedi gün eğ­lenmelerini emreder. Ayrıca Mısır’da daire başkanlıklarına Yahudileri atar ve onlara Yahudileri korumaları talimatını verir.

Bu sahne, kralın Yahudi eşrafına atalarının dininden dönen Yahudileri cezalandırma görevini yüklemesiyle biter. Üç yüz mürted Yahudi öldürülür ve Yahudiler Mısır’da huzur ve güven içinde yaşarlar.

Üçüncü Makkabi kitabında anlatılan hikayenin özeti böyle. Gerçi eserin yazarı inandın olsun diye bazı tarihi olaylara da yer vermiş ama, bir efsane kitabında bu önemsiz bilgileri kaydetme­ye dahi gerek yok. Çünkü onları bile güvenilir olmaktan çıkarıp, düzmece şahitler ve malum tezatlarla süslemiş.

Kısacası kitap, çok iyi bir hurafe ve efsane eseri olduğunu gös­teren yeterli belgiye sahip. Mevcut kaynakların hiçbirinde IV Ptoleme Philipator’un Kudüs’ü ziyaret ettiğini veya Yahudilere ta­kibat yaptırdığını gösteren herhangi bir kayıt mevcut değil. Yal­ nızca Jospehus “Yahudilerin Haberleri" adlı eserinde kahramanı VII. Ptoleme Physcon olan benzer bir hikaye nakletmektedir.

Söylendiğine göre bu kral  Yahudilere kızmış. Çünkü Yahu­diler taht kavasına girdiği kızkardeşi ve aynı zamanda düşmanı olan Kleopatra’nın yanında yer almışlar. Kral, öfkesinden dolayı fillerden sorumlu çavuşa onları hayvanların ayakları altında ez­dirmesini emretmiş.. Hikayenin bundan sonrası III. Makkabi ki­tabının yazarının rivayetiyle aynı. Ancak, Josephus birinci riva­yette olmayan hayli romantik bir unsuru devreye sokmakta ve kraiın gözdesini^  araya girerek Yahudilere yapılan işkencenin durdurulmasını, hepsinin affedilmesini istediğini, onun ricası üzerine kralın kararından vazgeçtiğini ilave etmektedir.

Araştırmacılar, Josephus’un III. Makkabi kitabını görmediği, dolayısıyla her ikisinde anlatılan olayların birbiriyle örtüşmesinin iki yazarın da nesilden nesile aktarılan gayr-ı tarihi bir olayı aynı folklorik kaynaktan almış olabilecekleri kanaatindeler. Jo­sephus’un kralın gözdesinden, onun devreye girerek Yahudileri takibattan kurtarmasından bahsetmesi, Tevrat’da bir kitabın adı olan ve daha önce hikayesinden bahsedilen efsanevi Ester rivaye­tini anımsatmaktadır.

Dr. Selim Hasen, VII. Ptoleme’nin Yahudilere takibat yaptıran bir kişiden onlara atıfet besleyen bir kişi haline dönüşmesi olayı­na ilmi bir yorum getirerek şöyle demektedir: “Bu değişimin se­bebini tahmin etmek güç değil. Il. Eugergetes (VII. Ptoleme) Iskenderiye’yi fethettikten kısa süre sonra kızkardeşi Kleopatra’yla barışarak onunla evlendi. Kral prensesle barışıp evlendiğine göre artık can düşmanının taraftarlarına işkence ettirmesinin ne gere­ği vardı? Muhtemelen kral düğün günü Kleopatra’nın tüm eski dostları için genel af çıkarmıştır. Herhalde Yahudiler böyle bir af­fı ve sonucunu beklemedikleri için olayı bir tür mucize gibi gör­müşlerdir.. Yine tanrıları bizzat devreye girmiş ve kendi halkını önlenmesi imkansız bir felaketten kurtarmıştır. ”

Yetmişler tercümesi ve buna'bağlı olarak özellikle Makkabi si­firleri gibi gizli kitaplarla ilgili bu kadar söz yeterli. Yetmişler ter­ cümesi konusuna biraz fazla yer vermemizin sebebi, onun çeşitli konulardaki etkilerine inanmamızdan kaynaklanmıştır. Bu etki­lerin en önemlileri şunlardır:

1.              Diaspora Yahudileri, kendilerine karşı düşmanca bir tavır sergilendiği ve tanrıları Yahve'nin gerektiğinde kendilerini kur­' tarmak için harikulade fiillerle devreye girdiğine inanmışlardır;

2.           Diaspora Yahudileriyle diğer halklar arasındaki uçurum de­rinleşince, bu cahiller Yahudilere diğer halklara yapılan muame­lelerin yapılamayacağınına, aksine onların arkasında duran ve onları üzenleri üzen korkulu güçlerin varlığına inanmışlardır. Bu aykırı düşünce, Yahudi'yi kendisinin daima haklı, karşısındakininse her zaman haksız olduğu vehmine sevketmiştir.

Yahudi imtiyazları

Tevrat ve yetmişler tercümesiyle temsil edilen eklerinin ortaya koyduğu yaşam kuralları, inanç ve fikir birliğinden sonra diaspora Yahudilerini kucaklayacak ve sağlam bir birlik bağını oluştura­cak unsurlardan biri de, Yahudileri geleneksel Yüksek Kurul'un  çizdiği hayat tarzını uygulamalarını sağlayacak vasıtalardı.

Bunun için öncelikle diaspora Yahudilerin ibadetlerini yapa­bilmelerini ve göreneklerini yaşatabilmelerini sağlayacak kişisel özgürlüğe sahip olmaları gerekirdi. İbadet ve göreneklerden mak­sat, Yahudilerin Namus’dan  uzakta sınırlarını çizmekte zorlan­dıkları sivil hayatla ilgili meselelerdi.

Yahudiler, Pers Akemenid sülalesi döneminde imtiyazlar ve müktesep haklar elde etmeye başlamışlar; Cyrus, onların Filis­tin’e dönmelerini hoş karşılamış, fakat az bir kısmı dönmüştü. Büyük çoğunluğu ise Filistin'den uzakta, Perslerin himayesinde rahat bir hayat sürüyordu. Bu durum baht rüzgarının Pers İmparatorluğu'ndan yüz çevirmesine kadar sürdü. Yahudiler artık baş­larında yeni fatih Makedonyalı İskender'in zafer taclarıyla dolaşı­yorlardı vs.. Yahudilerin Persler, Yunanlılar veya Romalılar döneminde el­de ettikleri imtiyazlar sabit değildi. Bazı dönemlerde neredeyse sıfıra iniyor, bazen de en yüksek seviyesine çıkıyordu.

Sürekli gelişen büyük imparatorluklar kurmayı amaçlayan fa­tih halklar, Yahudileri bu amaçları için yardımcı bir araç olarak görüyorlar; sundukları ve sunacakları hizmetlerin bedeli olarak da onlara bir takım imtiyazlar veriyorlardı. Geçmişte Cyrus, lskender ve Julius Caesar böyle yapmışlar, daha sonrakiler onların izinden gitmişti ve her yeni sömürgeci güç de aynısını yapacaktı.

Örneğin Cyrus Yahudilere Kudüs tapınağını yeniden bina et­melerine izin vermiş; Yahudi eşrafına bu amaç için yardım topla­ma yetkisi bahşetmiş, ayrıca vaktiyle Nabukadnasar'ın el koydu­ğu tapınak hazinelerini iade etmiş, Judaea valisi olarak atanan Şeşbasar da bunları Kudüs'e götürmüştü.

M. Ö. 516'da Zerubbabil'in tapınağı eski temelleri üzerine ye­niden bina etmesiyle Miladi 70'de tapınağın tekrar yıkılmasına kadar Kudüs'de Yahudiler için yeni bir hayat başlamış; Yahudiler bu süre zarfında bugün tanıştığımız inanç ve geleneklerini aşağı yukarı tebellür ettirmişlerdi.

Perslerin Levililer, tapınak kahinleri ve orada çalışanlara sağ­ladıkları ilk imtiyaz vergi muafiyetiydi. Pers imparatoru 1. Artaxerxes'in Zerubbabil tarafından Kudüs'e götürülen fermanı buna açıkça işaret etmektedir.29

Perslerden sonra Makedonyalı lskender de Filistin'de Yahudi­lere imtiyazlar tanıdı. Dini geleneklerini uygulama imkanına ka­vuşan Yahudiler, ayrıca Tevrat'a göre Tanrı'nın toprağın nadasa bırakılmasını emrettiği yedinci yıl olan Şahat yılında vergiden muaf tutuldular. lskender, bu imtiyazların tüm diaspora Yahudileri için de geçerli olmasını istedi.

Josephus'un lskender ve ardıllarının Yahudilere sağladıkları imtiyazlar konusunda anlattıklarında biraz abartı olduğu gibi, Es­ter, Ezra ve Nehemya kitaplarında Pers krallarının Yahudilere mutlak baş eğdikleri şeklindeki hayali mübalağalar da dikkatler­den kaçmamaktadır. Josephus'un da kendinden önceki Yahudi elitleri gibi geçmişi yazarken bakışlarını geleceğe çevirdiği mu­hakkak. Yahudi önderlerinin hülyalarını süsleyen bu temenni ve • rüyaların tarihi birer gerçekmiş gibi satır aralarına serpiştirilmesinden amaç, iktidarı ellerinde tutanların tıpkı kendilerinden ön­cekilerin yaptıkları gibi Yahudilere istedikleri imtiyazlarını ver­meleri temennisidir.

Örneğinjosephus eserinin birçok yerinde Makedonyalı lsken­der'in Yahudilere Makedonların sahip oldukları hakları verdiğini ileri sürmektedir. Bu iddia, bazı tarihçileri, lskenderiyeli Yahudilerin bu şehrin kurulduğu ilk günden itibaren Makedonlar gibi tam vatandaşlık haklarına sahip olduklarını söylemeye sevketmiştir.

Halbuki tarihi araştırmalar josephus ve çağdaşı lskenderiyeli Yahudi filozof Philo'nun eserlerinde bariz abartılar olduğunu or­taya koymuş, ama daha da tuhafı bunların dışında Artapanos, Aristias ve Aristobolus gibi tarihi çarpıtan yazarlar da bu abartı­. • lara itimat etmişlerdir.

Araştırmacılar, lskender’in ardılları Ptolemeler veya Selev­kuslar ve bilahare Romalılar döneminde Yahudilerin tam vatan­daşlık hakkı elde ettikleri hususuyla ilgili söylenenleri redde­derken, tam vatandaşlık hakkının vatandaşın yaşadığı şehrin tanrılarına tapınmayı kabul etme zorunluluğu gibi basit bir ku­rala dayanıyorlar.30 Yahudilerin çoğunluğu tam vatandaşlık haklarından yararlanmak için böyle yüksek bir bedel ödemeyi reddedince, diaspora Yahudilerine verilen özel imtiyazlarla ye­tinmek ve imkanlar ölçüsünde bu imtiyazlardan azami ölçüde yararlanmaktan yana tavır sergilediler. Örneğin Yunan başken­tindeki Yahudiler bu toplum arasında otonomi hakkına yakın bir hakka sahiptiler. Yahudi vatandaşları kendi hakemlerinin karşısına çıkıyor, Mûsevi şeriatının kurallarına göre muhakeme ediliyorlardı. Yahudi toplumunu ve ortak alanları ilgilendiren kanunlar çıkaran kendilerine özel Gerousiai denilen bir konsey­leri de vardı. Kudüs'deki Yüksek Yahudi Kurulu'nun (Sanhedrin'in) çıkardığı dini meselerle ilgili kanunlar hükmi yönden diaspora Yahudileri için de geçerliydi. 5anhedrin’in Judaea bölgesi dışındaki otoritesi konusunda El­çilerin İşleri kitabında Papa PavTos'un söylediği şu sözleri göste­rebiliriz: “Bir keresinde baş kahinlerden aldığım yetki ve görevle Şam'a doğru yola çıkmıştım..”    Pavlos bu sözü söylediğinde Museviydi ve henüz Hristiyan olmamıştı; henüz zulmeden değil, zulmedilendi. Yüksek Kurul'un emriyle Şam'a giderken yüklendiği görev de, burada Hristiyanlığa geçen Yahudileri boğmak ve şehir valisini onların aleyhine kışkırtmaktı.

Paralı Yahudi askerlerin imtiyazları

Diaspora Yahudileri askerlik görevinden muaftılar, ama iste­yenler paralı asker olarak ordu saflarına katılabilirlerdi. Bu asker­lere sağlanan imtiyazlar öylesine cazipti ki, her meşrepten ipi ko­puğu kışlaya çekiyordu.

Bir kere paralı Yahudi asker emekli olduğunda adını vatandaş­lar listesine kaydettirebilirdi. Yani Musevilikten döndüğünü, o şehrin tanrılarına tapmayı kabul ettiğini veya tam vatandaşlık hakkının yüklediği diğer sivil görevleri yapacağını tescilletirdi.

Tarihçilerin Patential Citizenship dedikleri bu vatandaşlık hakları, ancak özel şartlar dahilinde istendiğinde yürürlüğe giri­yordu. Bu durum Josephus'u haksız yere İskenderiye ve Antakya Yahudilerinin tam vatandaşlık haklarından faydalandıkları iddi­asını ileri sürmeye teşvik etmiştir. Halbuki 1924'de bulunan im­parator Claudius'a ait bir mektup32 Josephus'un söylediklerinin doğru olmadığını ortaya .çıkarmıştır.

Paralı askerlerin bedeva veya sembolik bir para karşılığında belli miktarda bir toprak parçası ve ziraat aletleri edinmesi, ken­disine köle ve sığır temin etmesi hakkı eskiden J.;eri .vardı. Perslerin Mısır'a saldırı sırasında File adasında kurulan askeri koloni­deki Yahudi paralı askerlerin yanı sıra, kral VI. Ptoleme Philometor'un Yahudilere ikamet hakkı verdiği Mısır'daki Liontopolis'de ’ kurulan meşhur ikinci askeri kolonisindeki paralı Yahudi asker­ler de bu haktan yararlandılar. .

Selevkus hükümdarı III. Antiochus ise Küçük Asya'da kurdu­ğu Yahudi kolonisinde Yahudi paralı askerlere toprak vermekle yetinmemiş, ayrıca ev, ziraat aletleri ve sığır da vermiştir.

Paralı askerler sembolik bir para karşılığında veya ücretsiz olarak arazi elde ettikten sonra uzayıp kısalabilen süreler zarfın­da bazı vergilerden muaf tutuldukları gibi, hasat sırasında öşür vergisinden de muaftılar. Paralı asker, kendisine verilen araziyi satabilir, ölümü halinde varislerine bırakabilirdi. Varisleri yoksa bu araziler hazineye intikal ederdi. Bununla birlikte Yahudi para­lı askerlere sağlanan imtiyazlar da, duruma göre artabilir, azaltı­labilir veya iptal edilebilirdi. Kudüs'le hükümdar arasındaki iliş­kiler bozulduğu zaman, hükümdar tüm öfkesini diaspora Yahudilerinden alırdı veya aksi. Herhangi bir bölgede yaşayan Yahudi eşrafının hükümdara yaklaşıp, bir şekilde sempatisini kazanma­sının semeresi, hükümdarın imkanları dahilinde o bölgede veya başka bir yerde yaşayan Yahudilere lutuf olarak yansıyordu. llerleyen sayfalarda bu konuda bir çok örnek verilecektir.

Miladi birinci yüzyıl başlarına kadar diaspora Yahudileri ve yaşantıları hakkında verdiğimiz bu kısa bilgi, sanırım daha son­raki olayların aydınlığa kavuşturulmasında bir arka plan vazifesi görebilecektir. XXIII

YAHUDİLER VE İLK HRİSTİYANLAR

Hazreti İsa

Rivayetlerin büyük çoğunluğuna göre Hazreti İsa, I. Roma im­paratoru Augustus zamanında Filistin’de I. Herod’un krallık yap­tığı günlerde Beylehem şehrinde M.Ö. dördüncü yılda1 dünyaya geldi. Öğretilerini henüz otuz yaşındayken Galile [el-Celil] Yahudileri arasında yaymaya başladı.

İsa’nın ve Incil’in üzerinde ittifak ettiği ana prensipler kısaca şu şekildedir:

1.            Allah, İsrail oğullarının değil, alemlerin Rab’bidir. “ ... O, güneşini kötülerin de, iyilerin de üzerine doğdurur; yağmuru iyi kalplilerin de üzerine yağdırır, zalimlerin de.”    Bu kesin hüküm, Tevrat’ı dolduran ve Tanrı’nın yalnızca Yahudilerin Rabbi olduğu­nu, diğer insanları sadece onlara hizmet etsinler diye yarattığını iddia eden eski safsataya son vermiştir.

2.            Tercih edilmiş ve seçilmiş halk kavramı yanlıştır. “Size şu­nu söyleyeyim, doğudan ve batıdan birçok insan gelecek, Gökle­rin Egemenliği’nde İbrahim’le, İshak’la ve Yakub’la birlikte sofra­ya oturacaklar. Ama bu egemenliğin asıl mirasçıları dışarıdaki ka­ ranlığa atılacak. Orada ağlayış ve diş gıcırtısı olacak.”  Bu .hü­küm, İbrahim, İshak ve Yakub'un soyundan gelmiş olmalarının kutsiyet kazanmaları için yeterli sayıldığı ve bunun kendilerine arzu ettikleri her türlü nimeti sağladığı iddiasında olan Yahudilere açık bir reddiyedir.

3.           Hazreti İsa, kendisiyle annesi, teyze çocukları arasındaki yakınlığın onları yüksek bir mevkiye getirmeyeceğini belirtmek­le ikinci şıkta belirtilen hususu bir kez daha teyit etmektedir: “İsa'nın annesiyle kardeşleri ona geldiler, ama kalabalıktan ötürü kendisine yaklaşamadılar. İsa'ya 'Annenle kardeşlerin dışarıda duruyor, seni görmek istiyorlar' diye haber verildi. İsa haberi ge­tirenlere şöyle karşılık verdi: 'Annemle kardeşlerim, Tanrı'nın sö­zünü duyup yerine getirenlerdir.”'

4.           Zalimlere itibar edilmemesi, İsa'nın verdiği bir örnekle açık­ça sergilenmiştir. İsa'nın anlattığına göre Kudüs'e giden bir kişi, yolda eşkıyalar tarafından durdurulup soyulur ve dövülüp bir ke­nara atılır. Oradan geçen bir Yahudi papaz adamla ilgilenmemek için yolun öbür tarafına geçer. Bir Levili ise adama aldırmadan yoluna devam eder, fakat bir Samirî adamla ilgilenir. İsa'ya göre Samarialı kişi kahinden ve Leviliden daha hayırlıdır.   İsa'nın han­gi insanlara değer verdiği İncil'in değişik yerlerinde örneklerle açık şekilde belirtilir. Örneğin Yahudiler selam-sabah vermedik­leri halde İsa Samarialı bir kadından içecek su istemekte tereddüt göstermez.  Hatta İsa, vergi memurları ve günahkârlarla birlikte yemek yemekten de çekinmemiştir.  Halbuki Yahudiler böyle şeyleri büyük günah sayarlardı.

5.           İsa aleyhisselam, seçilmiş halk efsanesinin geçersizliğinin yorumlanmasını kabul etmezdi. “Bu nedenle size şunu söyleye­yim, Tanrı'nın egemenliği sizden alınacak ve bunun ürünlerini yetiştiren bir ulusa verilecek.”  

Hatta Isa şakirtlerine tevhit mesajını tüm dünyaya yaymaları­nı emretmişti: “Isa onlara şöyle buyurdu: 'Dünyanın her yerine gidin, Müjde’yi bütün yaratılışa duyurun.”

6.            Hazreti Isa, Yahudilerin parayı taparcasına sevmelerini yer­miş, parayı aşağılamış ve yüksek sesle şöyle buyurmuştur: “Hiç­bir uşak iki ''efendiye kulluk edemez. Hem Allah’a, hem paraya kulluk edemezsiniz.”        

7.            Isa aleyhisselam Kudüs’e geldiğinde “tapınağın avlusuna gi­rerek oradaki bütün alıcı ve satıcıları dışarı kovdu. Para bozanla­rın masalarını, güvercin satanların sehpalarını devirdi. Onlara şöyle dedi: 'Evime dua evi denecek’ diye yazılmıştır. Ama siz onu haydut inine çevirdiniz.”11

8.            Bir önceki prensibe uygun olarak Isa aleyhisselam krallığı­nın bu dünyada olmasını reddetmiş, tüm gücüyle gökyüzü kral­lığı için dua etmiştir: “İblis Isa’yı bu kez çok yüksek bir dağa çı­kardı. O’na bütün görkemiyle dünya ülkelerini göstererek, 'Yere kapanıp bana taparsan, bütün bunları sana vereceğim’ dedi. Isa ona şöyle karşılık verdi: 'Çekil git, Şeytan! Tanrın Rab’be tapacak, yalnız O’na kulluk edeceksin’ diye yazılmıştır.”12

Bir defasında Roma valisi Pilates, Isa’ya iddia edildiği gibi ken­disini gerçekten Yahudilerin hükümdarı olarak görüp görmediği­ni sordu. “Isa ona 'Benim krallığım bu dünyada değildir’ diye kar­şılık verdi. 'Krallığım bu dünyadan olsaydı, yandaşlarım, Yahudi yetkililere teslim edilmemek için savaşırlardı. Oysa benim krallı­ğım buradan değildir.’”13

9.           Isa, ruh ve kalp temizliğine, inanç paklığına oldukça fazla önem vermiş, hiçbir zaman Namus’a yani Müsa’nın şeriatına dil uzatmamış, ama geleneksel Yüksek Kurul’u öz ve cevherle değil, dış görünüş ve kabukla uğraştığı için acı bir dille tenkit etmiştir. Hiçbir zaman Cumartesi gününü istirahat günü olarak görmemiş; yıkan­mamış elle yemek yemenin insanı necis yapmayacağını savunmuş ve peygamberliğine inananları, midesine yemek tıkıştırmaktan çok kalpteki kötü fikirleri çıkarmaya önem vermeye davet etmiş; Müsa şeriatına harfi harfine bağlı kalınmasını isteyip de ruhunu ihmal eden Yahudi rabbileri ‘körün klavuzluk ettiği köre' benzetmiştir.14

10.           İsa aleyhisselam, açıkça dinle devleti birbirinden ayırt etme­ye çalışırdı. Yandaşlarına “Sezar'ın hakkını Sezar'a, Allah'ın hakkı­nı Allah'a" vermelerini emrederdi. Nitekim şakirtleri de ondan sonra bu yoldan yürüyerek Hristiyanlara ırkı, mezhebi ve meşrebi ne olursa olsun baştaki yöneticilere itaati tavsiye etmişlerdir.

Clausner ve Wellhausen gibi Batılı bilim adamları, Yahudilerin İsa'yı reddetmelerini onun öğretisinin kavmiyetçilik üzeri (spraanational) yani tüm insanlığa yönelik olmasına bağlamaktadırlar. Bu görüş, Clausner'i İsa'ya ait olan öğretilerin hahamlar ve Feri­sîlerin edebiyatında da bütün açıklığıyla görüldüğü fikrine kapıl­masını engellememiştir. 15

Haham Agus, bu görüşü çürütmek maksadıyla Yahudilerin İsa'ya karşı çıkmalarının onun Yahudi kavmiyetçiliğini hafife al­masından kaynaklanmadığını, onun diğer halkları küçümseme konusunda söylediği sözlerin Talmud'da dahi bulunmadığını, Yahudilerin onu reddedişlerine çağdaşları olan Ferisîleri kendisinin gerçek Mesih olduğuna ikna edememesinin yol açtığını ileri sürmektedir.16 Agus, ayrıca İsa'nın milliyetçi bir yöneliş izlediği ve öğretilerini halklar arasında yaymaktan vazgeçtiği şeklindeki id­diasını ise Matta İncili'nde geçen bazı sözlere bağlamaktadır. Mat­ta İncili'nde İsa'nın bir defasında on iki şakirdini toplayıp onlara öğretilerini insanlar arasında yaymayı emrederek şöyle dediğini görüyoruz: “Öteki ulusların arasına girmeyin. Samirîlerin kentle­rine de uğramayın. Bunun yerine, İsrail halkının yitik koyunlarına gidin.” 17 İsa peygamber, Sur ve Sayda taraflarına hareket eder­ken de şöyle der: “O yöreden Kenanlı bir kadın İsa'ya gelip, ‘Ey /Efendi, ey Davud oğlu, halime acı! Kızımı cin çarptı, çok kötü         durumda' diye feryat etti. Isa kadına hiçbir karşılık vermedi. Öğ­rencileri yaklaşıp, 'Sal şunu gitsin!' diye rica ettiler. 'Arkanızdan bağırıp duruyor.' Isa 'Ben yalnız Israil halkının kaybolmuş koyunlarına gönderildim' diye yanıtladı. Kadın ise yaklaşıp, 'Ey efendim, bana yardım et!' diyerek onun önünde yere kapandı. Isa ona, 'Çocukların ekmeğini alıp köpeklere atmak doğru değildir' dedi. Kadın, 'Haklısın, efendim' dedi. 'Ama köpekler de efendile­rinin sofrasından düşen kırıntıları yer.' O zaman Isa ona şu kar­şılığı verdi: 'Ey kadın, imanın büyük! Dilediğin gibi olsun.' Ve ka­dının kızı o saatte iyileşti.”  

Haham Agus, bu metne işaretle bizzat Talmud'da dahi başka halkları böylesine aşağılayan bir söz bulunmadığını kaydetmektedir.

Bu kitabın konusu dinler arası diyalog değildir. Yahudilerle di­ğerleri arasındaki mahvedici çatışmanın gerçek sebepleri de esa­sen bizi ilgilendirmiyor. Aksine kitabımızın konusu Yahudi me­selesi, kökenleri ve detaylarıdır.

Haham Agus, Isa'nın kavmiyetçiliğinin delilini Matta Incili'nde geçen 'Israil halkının kaybolmuş koyunlarına gönderildim' sözüne, diğer halkları aşağılamasını ise onları köpeğe benzetme­sine bağlamakta ve Talmud'da dahi bu tür sözlerin yer almadığı­nı belirtmektedir.

Haham Agus, Talmud'da diğer halkların köpeğe benzetilmediği sözüyle bir gerçeğe işaret etmektedir ve zaten günümüzde kimse­nin de Talmud'un Yahudi olmayanları insanın tasavvur edebilece­ği en çirkin sıfatlarla vasfettiği şeklinde bir endişesi yok. Tabi ki Talmud'daki şu sözleri okumamışsa: “Yahudi olmayanların mezar­ları Israil oğullarının kalplerini donduruyor. Çünkü yalnız Yahudiler insandır; diğer halklarsa ancak değişik hayvan türleridir.”i9

Tevrat'ı yorumlayanlar denilen Hahamim, goyim yani Yahudi olmayanları insan sıfatlarından arındırırken adeta kendilerinden geçiyorlar:

“Kutsal bayramlar pisler için değil, sizler için; köpekler için değil, sizler için konulmuştur.”

-           “Yahudi olmayana et verilmesi doğru değildir; eti köpeğe ver, çünkü köpek gayr-ı Yahudiden daha üstündür."

-           “Yalnızca seçilmiş millet ebedi hayata layıktır; diğer halklar ise eşektir.”

-           “Gayr-ı Yahudinin vahşi domuzdan farkı yoktur... Hamam­dan çıkan bir Yahudi kadın, ilk bakışta eğer bir köpek, eşek, mec­nun, gayr-ı Yahudi, kuzu, domuz, at ve abraş görürse tekrar yı­kanmalıdır.”

-           “Allah, gayr-ı Yahudileri Yahudilerin yüzü suyu hürmetine insan suretinde yaratmıştır. Çünkü gayr-ı Yahudiler gece gündüz durup dinlenmeden Yahudilere hizmet etmek için vardırlar. Bir prensin hayvan suratlı bir hizmetkârı olamaz; aksine onun hiz­metkârı insan suratlı bir hayvan olmalıdır.”

Talmut'un diğer halklar veya kendi tabirleriyle goyim hakkındaki görüşü20 budur ki, Matta Incili’nde İsa'nın ağzından söyleti­len o söz bunlar yanında hiç mesabesindedir.

İncillerde durum gerekliliği

Bir Incil'de yer alan bir ibarenin diğer bir Incil'de yer almama­sının gizli sebebini anlayabilmek için dört Incil'in yazılmasında­ki durum gerekliliğini göz önünde bulundurmak gerekir.

Süryani papaz Şenuda şöyle diyor: “Matta Incili'nin Yahudiler ve Hristiyanlaşan Yahudiler için yazıldığı açıktır. Amacı ise Nasıralı Isa'nın, kahinlerin başı ve İsrail'in kralı olan beklenen Mesih olduğunu ispattır. Isa'nın Mûsa ve diğer peygamberlerin şeriatına zarar vermek için gelmediğini, yalnızca İsrail halkının kaybolan koyunları için gönderildiğini belirleyen sözlerini kaydeden tek Incil odur. ”

Matta Incili'nin Yahudiler, Markos Incili'nin Romalılar, Luka Incili'nin diğer halklar ve özellikle Yunanlılar için yazıldığını söy­leyen kişinin istinat ettiği delilleri ortaya koymak gibi bir niyeti­miz yok. Kitabımızın amacı da bu değil. Ancak, filan Incil'in filan topluluk, filan Incil'in tüm insanlık için yazıldığı sözü, şu veya bu Incil'in yazılmasını iktiza eden ahvali anlamamızı sağlamakta­dır. Örneğin Yahudiler ve Hristiyanlığı kabul eden Yahudiler için yazılan İncil, onları Mesih gerçeği konusunda ikna etmek içindir. Bu Incil Yahudilerle Tevrat'da yazılanlar konusunda diyaloga gir­miş, ama onlara düşmanlık sergilememiş veya inançlarına aykırı bir şekilde polemiğe girmemiştir. İncil, kulaklarını tıkamaları, ki­birlenip inatlaşmaları halinde aleyhlerinde delil olması için, im­kan dahilinde durumu düzeltilebileceklerin sevgisini kazanmaya çalışan bir uyarıcı ve reformist görevi üstlenmiştir.

Vakıa, haham Agus'un İsa'nın sadece Israil halkının koybolan koyunlarını doğru yola çekmek için gönderildiği konusunda yal­nızca Matta İncili'nde yazılan sözlerin bazılarını onun ' kavgacı bir ırkçı olduğu hususunda delil olarak göstermeye çalışması, diğer İncillerde Isa'nın şakirtlerine daveti Israil halkıyla sınırlı tutmala­rını belirtmediğine göre, saçma bir çabadır. Hatta bizzat Matta lncili dahi Agus'un Isa'nın yalnızca Israil oğullarına gönderilmiş ırkçı ve kavmiyetçi bir peygamber olduğu şeklindeki zorlama id- diasını çürüten delillerle doludur. Örneğin Matta "İncili'nde Al­lah'ın İbrahim'e taştan evlatlar yaratabileceği, güneşi hem iyiler, hem kötüler için. doğdurduğu, yağmuru salihler ve zalimler üze­rine aynı anda yağdırdığı; doğudan ve batıdan pek çok insanın gelip gökyüzünde İbrahim, İshak ve Yakub'la birlikte koltuklara oturacakları; Allah'ın buyruklarını yerine getirenlerin İsa'nın kar­deşi ve ailesi olduğu manevi yakınlıktan yoksun olan maddi ya­kınlığın bir kıymeti bulunmadığı belirtilmektedir.

Belki de yalnızca Yahudiler ve Hristiyanlığı kabul eden Yahu­diler için yazıldığı söylenen Matta İncili'nin bitiş kısmı İsa'nın . mesajının cihanşümul olduğu ve kavmiyetçi olmadığı konusun­da yukarıdan beri söyleye geldiklerimizin tamamını özetlemekte­dir: “Gidin ve tüm milletleri irşad edin..”22

Haham Agus, Yahudilerin İsa'yı reddetmelerinin sebebinin onun beklenilen Mesih olduğu konusunda halkı ikna edememe­si olduğunu söylüyor. Acaba İsa'nın beklenilen Mesih olduğu ko­nusunda Yahudileri ikna etmesi için ortaya koyması gereken de­liller nedir?

Yeşaya kitabında Yahudilerin beklediği -Mesih şu şekilde be­timlenmektedir. “İşay'ın kütüğünden yeni bir filiz çıkacak, kö­künden bir fidan meyve verecek; öğüt ve güç ruhu, bilgi ve Rab korkusu ruhu onun üzerinde olacak. .. Onun döneminde kurtla kuzu bir arada yaşayacak, parsla oğlak birlikte yatacak.. ”23 Yahu­diler İsa'nın beklenilen Mesih olmadığı konusunda kendilerini ikna edemediğini şu şekilde izah ediyorlar: Meryem'in oğlu bu peygamberlik işini beceremedi; geldi gitti, dünyada çalkalanma bitmedi, barıştan ufukta eser yok. Kurtla birlikte olan kuzu, par­sın yanında yatan oğlak nerde?

Yahudinin her şeye maddi açıdan bakması, saf mü'minlerin kalbinde yaşayan tatlı gerçeği görmesini engellemektedir. Biraz önceki metinde sözü edilen durumun gerçek olduğunu düşüne­lim. Bunun gerçek olduğunu var saymamız İsa'nın peygamberli­ğine halel getirmez. Çünkü burada sözü edilen kurtla kuzunun, parsla oğlakın koyun koyuna yaşaması barış ve huzuru anlatan iki mecazi ifadedir. İnanan kişiyi meleklerin kanatları üzerinde ruha, güzel kokulara ve nimetler cennetine götüren bir barıştan daha sevimlidir? Fakat “Tapınak üzerine yemin edenin yemini sayılmaz, ama tapınağın altını üzerine yemin eden, yemini tut­mak zorundadır.”    diyen bu maddeci halk elbette İsa aleyhisselamın kastettiği barışı anlayamaz.

Beklenen Mesih

Kurtla kuzunun, parsla oğlakın koyun koyuna yaşamasından kastedilen şey mecazi bir barıştır. “İnekle ayı birlikte otlayacak; yavruları bir arada yatacak; aslan sığır gibi saman yiyecek; emzik­teki bebek kobra deliği üzerinde oynayacak. Sütten kesilmiş ço­cuk elini engerek kovuğuna sokacak...”      Yahudiler nazarında bu barış ancak bekledikleri Mesih geldiği zaman gerçekleşecek. “Kral Mesih'in geldiği gün Beyt el-Makdis'in damında durup İs­rail'e şöyle nida edecek: “Ey miskinler! Kurtuluş gününüz yaklaş­tı. Eğer inanıyorsanız üzerinize, yalnız sizin üzerinize doğdurluğum ışığımla sevinin.. Bugün herkes yazıldığı gibi Kral Mesih'in ve İsrail'in ışığına gelecek: Uluslar senin ışığında yürüyecek, kral­lar saçtığın ışıkta yürüyecekler ve yazıldığı gibi Kral Mesih'in ayakları altındaki toprağı öpmek için gelecekler. Herkes gelecek ve Mesih'in ve İsrail'in önünde yüzleri üzeri yere kapanacak ve 'onun ve İsrail'in kulları olacağız' diyecekler ve İsrail'de her bir kişinin 2800 kölesi olacak.”26

Bu, onların Yahudiler için tüm dünya üzerinde egemenlikleri­ni gerçekleştirecek olan beklenilen Mesih hakkındaki tavassurlarıdır. “Çünkü denizin zenginlikleri senin olacak; ulusların serve­ti sana akacak. ”27 Onların bütün düşünceleri denizin zenginlik­lerin, ulusların servetlerinin kendilerine akması ve İsrail'de her bireyin 2800 kölesi olmasıdır.

Tartışmaya girmeden, burada sözü edilen kehanetin Yeşaya'dan çıktığını kabul edersek, kimi alimlere göre bazı Yahudile- rin Babil'den dönüp Zerubbabil önderliğinde tapınağı yeniden kurmalarıyla bu kehanet gerçekleşmiş oluyor. Ama Yahudiler böyle mütevazi bir gerçekleşmeyi kabul etmeyip, Mesih'den arzu ettikleri malum isteklerinin tamamını gerçekleştirme misyonu bekliyorlar.

Meryem oğlu Isa, Yahudi önderlerinin kendisini takip etmele­ri için, Allah'ın hâlâ yalnızca Yahudilerin Tanrısı olduğunu, Tev­rat yazarlarının iddiasına göre Tanrı'nın babaları Abram (İbra­him) ile yaptığı sözleşmenin geçerliliğini koruduğunu, Yahudile­rin Tanrı'nın seçkin milleti olduğunu; kahin ve ilahlara gelince   , diğer ulusların yalnızca Yahudilere hizmet etmek ve onların mut­luluğunu sağlamak için yaratıldığını, bekledikleri Mesihlerinin görevinin bu dünyanın tamamına malik olmak olduğunu; çünkü onun kral, onlarınsa onun vezirleri, müsteşar ve yardımcıları, di­ğer insanların köle oldukları ve var oluşlarının sebebinin de Yahudilere (ilahlara) dünyevi nimetleri sağlamak olduğunu söyle­mek zorundaydı.

Yahudilerin kendisini kabul edip peşinden gitmeleri için Me­sih'in bu özellikleri fazlasıyla kendisinde toplaması gerekiyordu. Öbür türlü zaten her peygamber rezil bir iddiacıdan başka bir şey değildi.

Keşke Yahudiler bu kadarla yetinselerdi. Aksine, eğer Tanrıla­kendilerinin Tevrat'da yazdıklarının dışında bir şey indirseydi, kesinlikle onu inkâr eder, cezalandırır, arzu ve isteklerine sınır koymayan, gönüllerini hoş tutan başka bir tanrı bulurlardı. Bu söylediklerimiz abartı veya ifrat değildir. Bu sözlerimizden şüphe edenler varsa, buyursun Yahudilerin en kutsal kitabı Talmud'a baksın. Orada Tanrı'nın tapınağı yıkmak ve Yahudileri dört bir yana dağıtmakla büyük bir hata işlediği için gece gündüz göz ya­şı döktüğünü, yaralı aslanlar gibi inlediğini görecektir. Mesela bu tanrı şöyle diyor: “Yazıklar olsun bana! Evimin soyulmasına, ta­pınağımın yıkılmasına ve oğullarımın oraya buraya dağıtılmaları­na izin verdim."29 . Bu defa İsrail oğulları şöyle fısıldaşıyorlar: "Kendi evinde tesbih edilen krala ne mutlu!" Ama evlatlarını kö­tü yolda yuvarlanıp gitmeye terkeden bu baba hangi övgüye la­yıktır?

Açıkçası Yahudiler kendilerini kötü yola gitmeye bırakmış ol­sa da, Allah'ın üzerlerindeki hakkına nankörlük ediyorlar. Her türlü ihlal ve kusur, kendilerine göre korkunç kötü dünyaya yu­varlanmalarından dolayı onlara haklar kazandırmıştır. Kabul et­tiklerine göre kendilerini yaratan, onları seçen Tanrı'larına bu şe­kilde davrananların lsa'yı reddedip asılmasını istemelerinde şaşı­lacak bir şey yok. Zaten lsa'dan önce utanmazlıklarını yüzlerine vurmada, sapıklıklarını ortaya çıkarmada onun kadar ileri gitme­yen başka peygamberleri de öldürmüşlerdi.

Yüksek Kurul'un lsa'yı bu şekilde vahşice reddetmesine şaş­mamak gerekir. Eğer Yüksek Kurul lsa'nın insanlık misyonu ka­bul edip, onun gösterdiği doğru yolda yürümeyi, getirdiği mesa­jın gereğini yerine getirmeyi ve dolayısıyla seçilmiş millet olma iddiasından, dünya krallığından, diğer milletlere, inançlarına ve nimetlerine tahakküm etme sevdasından vazgeçmeyi kabullenselerdi, asıl buna şaşmak gerekirdi.

Sezar'ın hakkı Sezar'a

Incil'de Isa'nın devletle olan ilişkisi konusunda verilen ilk metin, Yahudilerin Romalıları ona karşı kışkırtma çabaları dola­yısıyla yer almıştır. "Daha sonra lsa'yı söyleyeceği sözlerle tuza­ğa düşürmek amacıyla Ferisîler'den ve Herod yanlılarından ba­zılarını O'na gönderdiler. Bunlar gelip lsa'ya, 'Üstad' dediler, ‘se­nin dürüst biri olduğunu, kimseyi kayırmadan, insanlar arasın­da ayrım yapmadan Tanrı yolunu dürüstçe öğrettiğini biliyoruz. Sezar'a vergi vermek Kutsal Yasa'ya uygun mu, değil mi? Vere­lim mi, vermeyelim mi?' Onların ikiyüzlülüğünü bilen Isa şöy-' le dedi: 'Beni neden deniyorsunuz? Bana bir dinar getirin baka­yım.' Parayı getirdiler. lsa, 'Bu resim, bu yazı kimin?' diye sor­du. 'Sezar'ın' dediler. Isa da 'Sezar'ın hakkını Sezar'a, Tanrı'nın hakkını Tanrı'ya verin' dedi."30

Bu metni okuyan kişi, ilk bakışta, Yahudilerin ne yapacakları­nı bilemediklerini, Sezar'a itaat edip vergi ödemekle, temerrüt edip ödememe arasında mütereddit kaldıklarını zanneder.

Esasen Yahudiler, kendilerinden olmayan birine samimi kalp­le bağlanmış olsalar, şeriatlarının en basit öğretilerine ters düş­müş olurlardı. Ama bu durum onların karınlarından konuşmala­rına engel değildi. Nitekim kendi kitaplarında bazı putperest kralları ve adamlarını Tanrı'nın mesihleri olarak göstermişlerdi.    Kendileri ve çıkarlarına hizmet ettiği sürece diğer halklara bu şe­kilde davranmaları caizdi.

Hristiyanlığın Filistin'de zuhuru sırasında Yahudiler arasında, Romalılara vergi ödeyip ödememe konusunda çok ciddi tartışma­lar olmuştu. Bu tartışmalar özellikle Kannaîlerle* diğer Yahudi mezhepleri arasında yoğunlaşmıştı. Bu Kannaîler Yahudilerin mali yükümlülüklerin altında ezilen yoksul kesimiydi. Halbuki Yahudi eşrafı devletin atıfet ve .himayesinden faydalanıyorlardı.

Biraz önceki alıntıda Ferisi ve Herod yanlılarının İsa’yı tuzağa düşürme konusunda işbirliği yaptıklarını okurken, amaçlarının İsa'yı devlete âsi durumuna düşürüp Kannaîleri Romalılara düşman­ca davranışlara teşvik etmekle suçlamak olduğunu anlıyoruz?2

Burada Yahudi eylemindeki opportunizmi anlamak pek kolay değil. Çünkü Ferisîler Herod yanlıların düşmanıydılar. Söylendi- ğine göre saf kan Yahudi olmadığı için kral Herod'a bağlılık yemi­ni etmeyi reddetmişler; daha sonra Roma imparatorundan Juda­ea bölgesindeki krallığın ilga edilmesi talebinde bulunmuşlardı. Şimdi ise lsa'ya karşı Herod yanlılarıyla işbirliği yapıyorlardı.

Ne var ki barış peygamberi Yahudilerin kötü niyetlerini anlamış ve planlarını bozmak maksadıyla “Sezar'ın hakkını Sezar'a, Al­lah'ın hakkını Allah'a verin" demiş ve bu sözle misyonun en önem­li amacının kalplerdeki bozukluğu tamir etmek, sağlam bir imana ve tevhit fıtratına dönmesi için nefsi şehvani arzulardan temizle­mek olduğunu göstermiştir. Madem ki dirhem ve dinar bu dünya­ya ait bir maldır, onunla dünya ehli uğraşsın; Sezar kendi hakkı olan dirhem ve dinarı alsın, Allah da hakkı olan ibadet ve itaati..

İsa aleyhinde verilen karar

Sanhedrin, lsa'nın bu açık öğretisini Romalıların Yahudilere düşman edilmesi ve yönetimin kendilerine sağladığı tüm hakların askıya alınmasını teşvik olarak yorumladı. “Bunun üzerine baş ka­hinler ve Ferisîler, Yüksek Kurul'u toplayıp dediler ki, 'Ne yapaca­ğız? Bu adam birçok doğaüstü alamet gerçekleştiriyor. Böyle de­vam etmesine izin verirsek, herkes ona iman edecek. Romalılar da gelip kutsal yerimizi ve ulusumuzu ortadan kaldıracaklar.' İçlerin­den biri, o yıl baş kahin olan Kayaf'a 'Hiçbir şey bilmiyorsunuz' de­di. 'Bütün ulus yok olacağına, halk uğruna bir tek adamın ölmesi sizin için daha uygun. Bunu anlamıyor musunuz?”'33

Böylece İsa hakkında o dönemin en üstün Yahudi icra kurulu olan Sanhedrin yani Yüksek Kurul tarafından ölüm fermanı çı­kartıldı. Bu hükmün verilmesine zemin hazırlayan sebepler ma­lumdu. Bu adam bir çok mucize gösteriyor.. Eğer onu böyle bıra­kırsak herkes ona iman edecek.. Peki bu imanın akibeti ne ola­caktı? İnananlar, çağın Yahudi krallığını kurmak için çalışmaktan vazgeçerek, semavi krallığa bağlanacaklardı. Bu dünyanın geçici nimetleri, yok olup giden dünya malı, sapık ve hilekâr bir yöne­tim, Tanrı'nın sunduğu ebedi hayat ve cennete’ kıyasla bir hiçti. O güne kadar hep yüzüstü sürünen ve yükseğe çıkmaktan aciz ka- lan Sanhedrin'in idealleriyle bu hedefler kesinlikle örtüşmüyordu. Sanhedrin'in lsa hakkında çıkardığı ölüm karan Yüksek Kurul'un düşüncesi ve çalışma metoduna uygundu. “O günden iti­baren onu öldürmek için düzen kurmaya başladılar. ”

Sahte dostluk

Sanhedrin'in İsa hakkında ölüm kararı çıkarttırma çalışmaları­na rağmen, onun öğretilerin Yüksek Kurulu tüm dünyevi yetkiler­den soyutlamaya ve Romalıların bunları tekellerine almaya itme korkusu vardı. Yine de Yüksek Kurul Roma'nın Nabat asıllı valisi Pilates'i İsa'yı asmaya teşvik ediyor; Romalılara, imparatorlarına dostluk gösterilerinde bulunuyor ve bu dostluğun gerektirdiği tüm yükümlülükleri layık-ı veçhile yerine getirmeye çalışıyordu.

Yahudiler İsa'yı vali Pilates'e getirdiklerinde şöyle dediler: "Bu adamın ulusumuzu yoldan saptırdığını gördük. Sezar'a vergi ödenmesine engel oluyor, kendisinin de Mesih yani bir kral oldu­ğunu söylüyor. ”  Fakat Pilates'in İsa'nın asılma konusundaki ıs­rarları karşısında mütereddit kaldığını görünce şöyle dediler: ".. bu adamı salıverirsen Sezar'ın dostu değilsin! Kral olduğunu ile­ri süren herkes Sezar'a karşı gelmiş olur.”  

Burada Yahudilerin valileri düşmanlarına karşı düşmanca ta­vır takınmaya sevkettiklerini, arkasından istediklerini yaptıramamaları halinde tehdide başvurmaları konusundaki klasik metodlarını görüyoruz. Nitekim bu defa da İsa'yı asmaktan vazgeçmesi durumunda imparatora ihanet etmiş olma suçlamasını yönelti­yorlar. Pilates'i bu şekilde tehdit eden Yahudiler aslında kendile­rinin Sezar'a ve Roma'ya hiç de sadık olmadıklarını, İsa'nın Roma İmparatorluğu'yla veya başka bir imparatorlukla boy ölçüşebile­cek bir kral olma gayretinde bulunmadığını gayet iyi biliyorlardı. Yahudi eşrafı Pilates'in huzurunda “Bizim için Sezar'dan başka kral yoktur! ”37 derken bal gibi yalan söylüyorlardı.

İsa’nın şakirtleri ve devlet

Isa’nm şakirtlerinin onun kilise-devlet münasebeti konusun­daki öğretileriyle ilgili düşüncesi, inanan kişiyi var gücüyle dün­yaya tutunup, ebedi hayata hazırlanmak için nefsi temizlemekten uzaklaştıran’Mesihi inançla sıkı bir şekilde örtüşüyordu.

Örneğin Pavlos Roma halkına hitaben yazdığı mektubunda şöyle diyordu: “Herkes, baştaki yönetime bağlı olsun. Çünkü Tanrı’dan olmayan yönetim , yoktur. Var olanlar Tanrı tarafından kurulmuştur. Bu nedenle, yönetime karşı direnen, Tanrı buyru­ğuna karşı gelmiş olur. Karşı gelenler yargılanır. İyilik edenler de­ğil, kötülük edenler yöneticilerden korkmalıdır. Yönetimden korkmamak ister misin, öyleyse iyi olanı yap, yönetimin övgüsü­nü kazanırsın. Çünkü yönetim, senin iyiliğin için Tanrı'ya hizmet etmektedir. Ama kötü olanı yaparsan, kork! Yönetim, kılıcı boş yere taşımıyor; kötülük yapanın üzerine Tanrı'nın gazabını salan öç alıcı olarak Tanrı'ya hizmet ediyor. Bunun için yalnız Tanrı’nın gazabı nenedeniyle değil, vicdan nedeniyle de yönetime bağlı ol­mak gerekir. Vergi ödemenizin nedeni de budur. Çünkü yönetici­ler Tanrı'nın bu amaç için gayretle çalışan hizmetkârlarıdır. Her­kese hakkını verin: Vergi hakkı olana vergi, gümrük hakkı olana gümrük, saygı hakkı olana saygı, onur hakkı olana onur verin.”  

Papa Pavlos burada Mesihi inancın krallara ve yönetime karşı tu­tumunu tanımlıyor. Ona ona krallık makamı “Allah'ın verdiği bir mertebedir”; kim yönetime direnirse Allah'ın tertip ve iradesine kar­şı gelmiş olur ki, karşı gelenlerin ve asilerin cezası ikab-ı ilahidir.

Pavlos, müridi Timoteos'a yazdığı mektupda da şöyle diyor: “Her şeyden önce şunu öğütlerim: Tanrı yoluna tam bir bağlılık ve ağırbaşlılık içinde sakin ve huzurlu bir yaşam sürelim diye, krallarla bütün üst yöneticiler dahil, bütün insanlar için dilekler, dualar, yakarışlar ve şükürler sunulsun. ”39

Pavlos'un meslektaşı Petrus da Hristiyanların samimi bir kalp­le kral ve valilere itaat etmelerini istiyor: “İnsanlar arasında yet­kili kılınmış her kuruma gerek her şeyin üstünde olan krala, ge­ rekse kötülük yapanların cezalandırılması, iyilik edenlerin onurlandırılması için kral tarafından gönderilen valilere Rab adına bağımlı olun. Çünkü Tanrı'nın isteği, iyilik yaparak akılsızların bilgisizliğini susturmanızdır. Özgür insanlar olarak yaşayın, an­cak özgürlüğü kötülük yapmak için bahane olarak kullananlar gibi  kullanmayın. Tanrı'nın kulları olarak yaşayın. Herkese say­gı gösterin. lmanlı kardeşlerinizi sevin, Tanrı'dan korkun, krala saygı gösterin. ”

Tanrı'nın çocukları

Yaptığımız araştırma, Yüksek Kurul'un lsa'yı kabul etmemesi konusuyla ilgili bir nokta üzerinde durmamızı da gerektirmektedir.

Yuhanna Incili'ne göre Yahudiler Allah'ın oğlu olduğunu söy­lediği için lsa'yı recmetmek amacıyla ellerine taş aldıklarını anlat­makta, onun kendisini savunmasını ise şu sözlerle hikaye etmek­tedir: “.. size Baba'dan kaynaklanan birçok iyi işler gösterdim' de­di. ‘Bu işlerden hangisi için beni taşlıyorsunuz?' Yahudiler şöyle yanıt verdiler: 'Seni iyi işlerden ötürü değil, küfür ettiğin için taş­lıyoruz. İnsan olduğun halde Tanrı olduğunu ileri sürüyorsun.' İsa şu karşılığı verdi: 'Yasanızda, siz ilahlarsınız, dedim diye yazı­lı değil mi?”'                                           '

Yuhanna, İsa'nın ağzından Yahudileri protesto ederek, onlara şöyle diyor: Sizler kendinizin Allah'ın oğulları, hepinizin ilah ol­duğuna inandığınız halde, neden beni Allah'ın oğluyum dememi yadırgıyorsunuz?

Yuhanna'nın burada seksen ikinci Mezmur'da Tevrat yazarlannın Tanrı'nın ağzından söylettikleri “Sizler ilahlarsınız, hepiniz Göğün oğullarısınız dedim” sözüne atıfta bulunduğu aşikâr. Ma­dem ki İsrail oğullarının her biri ilahtır ve madem ki hepsi Gö­ğün oğludur da, neden Davud'un soyundan gelen tanıdıkları İsa'ya, kendilerinden birine bunu yakıştıramıyorlardı?

Kitab-ı Mukaddes Ansiklopedisi bu metne işaret ederek, onun Haşmoneyler döneminde yaşayan, onlara alay eden ve ilahlar ve Tanrı'nın oğulları oldukları iddialarını yüzlerine vuran bir Ferisi yazarın sözü olduğunu belirtmektedir. Aynı ansiklopedi sözlerini şöyle sürdürüyor: Eğer Haşmoneyler böyle oldukları iddiasında bulunmamış olsalardı, böyle alaylı bir yüze vurma söz konusu olmayacaktı.    

Tevrat yazarları Yahve ile aralarındaki mesafeyi daraltmışlar ve Tanrı'nın ağzından şu sözü söyletmişlerdir: “İsrail, benim ilk oğlumdur.” Aynı yazarlar Natan'ın oğlu Süleyman'ı kastederek Tanrı'nın Davud'a şu sözlerle hitap ettiği şeklindeki kehanetine de atıfta bulunuyorlar. “Adıma bir tapınak kuracak olan odur. Ben de onun krallığının tahtını sonsuza dek sürdüreceğim. Ben ona baba olacağım, o da bana oğul olacak. "44

Kitab-ı Mukaddes Ansiklopedisi verilen metnin Babil esaretin­den sonra ve tapınağı yeniden inşa eden Zerubbabil döneminde binaya bir tür kutsiyet kazandırmak amacıyla yazılmış olabilece­ğini belirtmektedir.

Yeşaya kitabının dokuzuncu babında Babil sürgünü şairlerin­den birinin kral sülalesinden kudretli tanrı olduğunu iddia ede­cek bir çocuğun doğacağını haber verdiğini görüyoruz: “Çünkü bize bir çocuk doğacak, bize bir oğul verilecek. Yönetim onun . omuzlarında olacak. Onun adı Harika Öğütçü, Güçlü Tanrı, Ebe­di Baba, Esenlik Önderi olacak. "45

Araştırmacılar, bu kehanette Nabukadnasar'ın birinci tapınağı yıkmadan önce Babil'e sürdüğü kral Yahoyakin'in oğlunun doğu­şuna işaret edildiği kanaatindedirler. İşin tuhaf tarafı Harika Öğütçü, Güçlü Tanrı denilecek çocuğun babası olan kralın aynı kitapta “Tanrı'nın nezdinde kötü işler yaptı” diye anlatılması, bu­ na rağmen Yahve'nin onu 'güçlü tanrı' olacak bir çocukla ödül­lendirmesidir.

Kitab-ı Mukaddes Ansiklopedisi, Yahudi krallarının Tevrat'da Tanrı'nın çocukları olarak gösterilirken Beklenen Mesih'e Yahu­dilerin böyle bir sıfat yakıştırmamalarını tuhaf karşılamakta, Hristiyanlık öncesi Yahudi edebiyatında Mesiya'ya kral lâkabı ve­rilmediğini belirtmektedir. Aynı ansiklopedi, Yunan ' felsefe pına­rından su içen Yahudi filozoflardan saydığı İskenderiyeli Philo'nun Allah'ın oğluyla ilgili Mesih inancına giden yolu açtığını kaydederek, onun sözün yani Logos'un “kamil oğul" ve “Allah'ın ilk oğlu" anlamına geldiği görüşünden hareket ettiğini ileri sür­mekte ve şöyle demektedir: “Philo hiçbir zaman Logos'un bir in­san veya uknum olduğunu belirtmemiş, ama “Allah'ın oğlu"nun 'Allah'la kainat arasındaki rabıtayı sağlayan, semavi bir kişilik, buna karşılık kendisine yakıştırılan tüm sıfatlardan doğan tasav­vurdan daha büyük olduğu sonucuna varmıştır ki, onun düşün­celerinin tarihi önemi de bu noktada gizlidir.”

Kitab-ı Mukaddes Ansiklopedisi konuyu şu sözlerle bitiriyor: “İsa, ne İsrail'in başına kral olmak, ne de normal insanın tabiatından ayrılan kendi sıfatlarını ilan etmek amacıyla Allah'ın oğlu lâkabını kullanmış değildir. Aksine “Allah'ın oğulları" tabirini kullanırken, Allah'ın ahlakını taklit eden faziletli insanları kastediyordu."

Yaratılış kitabının ki Tevrat'ın ilk kitabıdır, altıncı babında Allah'ın oğulları ifadesi apaçık bir şekilde zikredilirken, Ahd-i Kadim'in orasını burasını karıştırıp bu konuyla ilgili başka metinler arayacak değiliz: “Yeryüzünde insanlar çoğalmaya başladı, kızlar doğdu. Allah'ın oğulları, insan kızlarının güzelliğini görünce be­ğendikleriyle evlendiler. Rab, 'Ruhun insanda sonsuza dek kalma­yacak, çünkü o ölümlüdür' dedi. İnsanın ömrü yüz yirmi yıl ola­cak. Allah'ın oğullarının insan kızlarıyla evlenip çocuk sahibi ol­dukları günlerde ve daha sonra yeryüzünde Nefiller vardı."

Başka bir deyişle nefiller yani dev adamlar Yahudi geleneğinde Yahve'nin torunlarıdır. Tevrat yazarları inanan insanın vicdanına Allah'ın oğulları olabileceği fikrini kazıdıklarına göre bu ifadeyle meleklerin mi, yoksa başka bir şeyin mi kastedildiği bizi ilgilen­dirmiyor. Nitekim Talmud da Yahudi rabbilerin ve Tevrat yazarla­rının görüşlerini şu şekilde açıklamaktadır: "Yahudilerin ruhları Allah'ın bir parçası olma lutfuna mazhar olmuştur. Onlar Allah'ın cevherinden çıkar. Tıpkı bir çocuğun babasının cevherinden çık­tığı gibi. Diğer insanların ruhları ise şeytandan türemedir..”  

Yukarıdan beri anlattıklarımıza istinaden Yahudilerin Tevrat kitaplarında yazdıklarıyla ve daha sonra onlara yaptıkları şerhler­le, Allah'ı mülkünü ve sıfatlarını bölüşecek, mutlak vahdaniyeti­ni şüphe ve tartışma konusu haline getirecek bir oğuH9 veya or­tak edinmekten tenzih eden ezeli tevhit mesajının tahrifinden doğrudan sorumlu olduklarını rahatlıkla söyleyebiliriz.


Bu blogdaki popüler yayınlar

TWİTTER'DA DEZENFEKTÖR, 'SAHTE HABER' VE ETKİ KAMPANYALARI

Yazının Kaynağı:tıkla   İçindekiler SAHTE HESAPLAR bibliyografya Notlar TWİTTER'DA DEZENFEKTÖR, 'SAHTE HABER' VE ETKİ KAMPANYALARI İçindekiler Seçim Çekirdek Haritası Seçim Çevre Haritası Seçim Sonrası Haritası Rusya'nın En Tanınmış Trol Çiftliğinden Sahte Hesaplar .... 33 Twitter'da Dezenformasyon Kampanyaları: Kronotoplar......... 34 #NODAPL #Wiki Sızıntıları #RuhPişirme #SuriyeAldatmaca #SethZengin YÖNETİCİ ÖZETİ Bu çalışma, 2016 seçim kampanyası sırasında ve sonrasında sahte haberlerin Twitter'da nasıl yayıldığına dair bugüne kadar yapılmış en büyük analizlerden biridir. Bir sosyal medya istihbarat firması olan Graphika'nın araçlarını ve haritalama yöntemlerini kullanarak, 600'den fazla sahte ve komplo haber kaynağına bağlanan 700.000 Twitter hesabından 10 milyondan fazla tweet'i inceliyoruz. En önemlisi, sahte haber ekosisteminin Kasım 2016'dan bu yana nasıl geliştiğini ölçmemize izin vererek, seçimden önce ve sonra sahte ve komplo haberl

FİRARİ GİBİ SEVİYORUM SENİ

  FİRARİ Sana çirkin dediler, düşmanı oldum güzelin,  Sana kâfir dediler, diş biledim Hakk'a bile. Topladın saçtığı altınları yüzlerce elin,  Kahpelendin de garaz bağladın ahlâka bile... Sana çirkin demedim ben, sana kâfir demedim,  Bence dinin gibi küfrün de mukaddesti senin. Yaşadın beş sene kalbimde, misafir demedim,  Bu firar aklına nerden, ne zaman esti senin? Zülfünün yay gibi kuvvetli çelik tellerine  Takılan gönlüm asırlarca peşinden gidecek. Sen bir âhu gibi dağdan dağa kaçsan da yine  Seni aşkım canavarlar gibi takip edecek!.. Faruk Nafiz Çamlıbel SEVİYORUM SENİ  Seviyorum seni ekmeği tuza batırıp yer gibi  geceleyin ateşler içinde uyanarak ağzımı dayayıp musluğa su içer gibi,  ağır posta paketini, neyin nesi belirsiz, telâşlı, sevinçli, kuşkulu açar gibi,  seviyorum seni denizi ilk defa uçakla geçer gibi  İstanbul'da yumuşacık kararırken ortalık,  içimde kımıldanan bir şeyler gibi, seviyorum seni.  'Yaşıyoruz çok şükür' der gibi.  Nazım Hikmet  

YEZİDİLİĞİN YOKEDİLMESİ ÜZERİNE BİLİMSEL SAHTEKÂRLIK

  Yezidiliği yoketmek için yapılan sinsi uygulama… Yezidilik yerine EZİDİLİK kullanılarak,   bir kelime değil br topluluk   yok edilmeye çalışılıyor. Ortadoğuda geneli Şafii Kürtler arasında   Yezidiler   bir ayrıcalık gösterirken adlarının   “Ezidi” olarak değişimi   -mesnetsiz uydurmalar ile-   bir topluluk tarihinden koparılmak isteniyor. Lawrensin “Kürtleri Türklerden   koparmak için bir yüzyıl gerekir dediği gibi.” Yezidiler içinde   bir elli sene yeter gibi. Çünkü Yezidiler kapalı toplumdan yeni yeni açılım gösteriyorlar. En son İŞİD in terör faaliyetleri ile Yezidiler ağır yara aldılar. Birde bu hain plan ile 20 sene sonraki yeni nesil tarihinden kopacak ve istenilen hedef ne ise [?]  o olacaktır.   YÖK tezlerinde bile son yıllarda     Yezidilik, dipnotlarda   varken, temel metinlerde   Ezidilik   olarak yazılması ilmi ve araştırma kurallarına uygun değilken o tezler nasıl ilmi kurullardan geçmiş hayret ediyorum… İlk çıkışında İslami bir yapıya sahip iken, kapalı bir to