XVI
Bu
bölümde Yahudiler'in Babil'e sürgün ediliş döneminden, büyük bir kısmının
Mısır'a kaçışından, üçüncü bir grubun ise Filistin'de kaldığından
bahsedeceğiz.
Esasen,
Yahudilerin sürgün hayatıyla ilgili güvenilir kaynaklardaki bilgiler zayıftır
ve bunlara dayanarak onların oraya buraya dağıldıkları dönemin başlangıcında
maruz kaldıkları etkileri detaylı olarak ortaya koymak zordur.
Her
halükarda, ister 722'de düşen Samaria krallığının halkı olsun, isterse M. Ö.
586'da yıkılan Kudüs krallığının halkı olsun, Babil'e sürgün edilenler veya
kendi istekleriyle oraya gidenler, yeni yerleşim yerlerine eski çelişkilerini
de beraberlerinde götürdüler.
Babil'e
gidenlerin bir kısmı kaderine boyun eğip Babil halkıyla bir arada yaşamayı
öğrenmiş, fakat bunlar bir süre sonra büyük bir ihtimalle inanç ve hayat tarzı
bakımından yeni toplum içinde eriyip gitmiş; behre-i nasibesi Tanrı tarafından
yeterli nimetlerle doldurulmayanlar ise, şiirle uğraşmaya, Kudüs'le ilgili
hatıralarını yadetmeye bolca vakit bulmuş, "Babil ırmakları kıyısında oturup,
Siyon'u andıkça ağlamış’Tır.
Dünya
nimetlerinden pek nasibi olmayan bu kişiler arasında Yahudilerin sürgündeki
yazıcıları da [peruşim] vardı ve bunların başında da Hezekiyel geliyordu. Bu
salih kişiler Yahudilere tek bir şey telkin ediyorlardı ki, o da başlarına
gelen belaların Tanrı'ya karşı iş- !edikleri günahlar yüzünden olduğu idi.
Onlar Tanrı'nın emirlerine • karşı gelip cezayı hakettikçe Tanrı da onları
çeşitli ülkelere dağıtmış, Süleyman'ın kendisi için kurduğu meskeni olan
tapınağı ve diğer şehirler arasından seçip beğendiği Kudüs'ü yıkmıştı.
Tevrat
kitaplarında Il.
Babil Devleti'nin
-Keldanilerinyıkılıp, Perslerin ülkeyi ele geçirecekleri konusunda işaretler
vardır.
Rivayete
göre Babil kralı Belşasar büyük bir şölen tertipler. O sırada bir insan parmağı
zuhur eder ve sarayın duvarı üzerine şu yazıyı yazar: “Mene, mene, tekel ve
parsin. ” Anlatıldığına göre
kral bu sözcüklerin ne anlama geldiğini bilmediği için sihirbaz ve falcıları
çağırıp bunları yorumlamalarını ister.. Fakat yalnızca Babil'in yaşlı
kişilerinden Daniel peygamber bu sözcüklerin ne anlama geldiğini açıklar.
"Mene: Tanrı senin krallığının günlerini saydı ve ona son verdi; Tekel:
Terazide tartıldın ve eksik bulundun; Peres: Krallığın ikiye bölünerek
Medlerle Perslere verildi. ”
Tevrat'da
belirtildiğine göre kral Belşasar'ın emriyle Daniel'e ergüvani bir hil'at
giydirilip, boynuna altın zincir takılır “ve ülkede üçüncü önder ilan edilir. " Aynı gece Keldani kralı Belşasar öldürülür ve
ülkesi atmış iki yaşındaki Darius'un eline geçer.
Bu
rivayetin tarihi arka planında Babil'in son hükümdarı Nabunidus'un tebaası olan
değişik toplulukları kazanmak amacıyla dini bir siyaset güderek Babillilerin en
büyük tanrısı Marduk'un yanına diğer halkların tüm putlarını koyması üzerine,
tapınak . kahinlerinin buna kızarak yıldızı yeni parlayan Pers krallığıyla
ilişkiye geçip, sürgündeki Yahudi liderleriyle yardımlaşmaları bu•
lunabilir.
Hâlâ
tam olarak bilinmeyen sebeplere binaen Nabunidus, iktidarı, kendisini ülke
meseleleriyle uğraşmaktan alıkoyan eğlence ve lükse dalan zayıf karakterli
oğlu Belşasar'a devrettikten son ra, başkenti Babil'i terkederek uzun bir süre
Arabistan'ın kuzeyindeki Teyma'da yaşadı. Belşasar'ın bu ihmalkârlığı Marduk
tapınağı kahinlerini ve yandaşları Yahudi önderlerini ihanetin kucağına itti.
Böylece zayıf veliahdı öldürüp ülkenin yönetimini Perslere teslim ettiler.
Belki
de bu tarihi arka plan Pers kralı Cyrus'u Filistin'e gitmeye pek hevesli olan
Yahudilere geri dönüş yolunu tekrar açmaya sevketmiştir. Çünkü Cyrus, Zerdüşt
dinine bağlıydı ve dolayısıyla diğer dinlere karşı müsamahakârdı. Başka
dinlere karşı düşmanlık beslemiyor ve aksine Yahudileri Kudüs'deki
tapınaklarını yeniden kurmaya teşvik ettiği gibi, diğer dinlerin saliklerini de
arzu ettikleri şekilde yaşamaya cesaretlendiriyordu. Nitekim bu müsamahakâr
davranışından ötürü Tevrat kitaplarında "Rab'bin mesihi" lakâbıyla
anılmıştır. Cyrus'un Yahudilerin kendisine taktıkları övgü lakâbına pek
aldırdığını söylemeye gerek yok. Belki de imparatorlukta durumunu biraz daha
güçlendirdiği için bu tür bir lakâbı sempatik bulmuştur. Esasen o, Yahudilerin
Kudüs'e geri dönüşüne izin vermekle, imparatorluğunun sürekli değişikliklere
maruz kalan bir köşesini kontrol altında tutabileceğini ümit ediyordu. Çünkü
Filistin Mısır'la hemhuduttu ve Mısır, gerek ^çlü
döneminde ve gerekse zayıf günlerinde Yakın Şark'ın siyaset sahnesinde arz-ı
endam eden yeni bir gücün ilgi odağı idi.
Diğer
yandan Mısır'ı istila etmenin her zaman zor bir iş olduğunu düşünen Cyrus,
elinden geldiğince iyi hazırlanmalıydı. Bu yüzden Yahudilerin Filistin'e
dönmesine ve orada tapınaklarını yeniden kurmalarına izin verirken, onları
Mısır sınırına yakın bir bölgede borçlu bir müttefik olarak düşünüyordu.
Yahudilerin ellerinden gelen yardımı yapacağından emindi ve ayrıca Samaria ve
Kudüs krallıklarının yıkılmasından sonra Mısır'a giden Yahudilerin bulunduğu
meçhulü değildi. Onlar da .Mısır'a düzenlenecek saldırı sırasında yollara
barikat kurmak, rehberlik ve casusluk yapmak suretiyle önemli bir rol
oynayabilirlerdi.
Cyrus'un
oğlu Cambyses'in Mısır'a düzenlediği başarılı sefer sırasında. Yahudilerin
oynadığı rolün saklanmaya çalışılmasına rağmen, Yukarı Mısır'da ilk defa M. Ö.
494'de l. Darius zamanında sözü geçen
bir Yahudi yerleşim biriminin bulunduğunu, Pers subayların yönettiği Yahudi
paralı askerlerden oluşan bir garnizo nun merkezinin mevcut olduğunu
şaşkınlıkla öğreniyoruz. Sözü edilen yerleşim birimi Nil üzerinde, Asuan'ın
karşısında File (Elephantine) denilen küçük bir adaydı.
Doğrudan
Daniel'in kitabına müracaatla başladığımız bu bölümü küçük alıntılarla
sürdürersek, bu sifiri yazanların uydurdukları tarihi mugalatalara iştirak
etmiş oluruz.
Daniel
kitabı Belşasar'ı Babillilerin (Keldanilerin) kralı Nabu.kadnasar'ın oğlu
olarak gösteriyorsa da, gerçek öyle değildir. Ayrıca hiçbir zaman kral da
olmamıştır ve yalnızca kral vekili olarak devlet işlerini çekip çeviren bir
veliaht prensti. Gerçek tarihi tespitlere göre son Keldani kralı, Belşasar'ın
M. Ö. 556-539 yıllar arasında hüküm süren Nabunidus'tur ve ne o ne de oğlu
Nabukadnasar'ın soyundandır. Yalnızca en büyük hükümdarı Nabukadnasar olan
aynı hanedana mensupturlar.
Yine
Deniel kitabına göre Med kralı Darius, Belşasar'ın öldürülmesinden sonra
krallığı fethetmiştir. Kesin tarihi bilgilere göre Pers kralları listesinde
Büyük Dara lakabıyla bilinen ve M. Ö. 512-486 yıllan arasında hüküm süren l. Darius'tan önce adı Darius olan herhangi bir kral
yoktur. Babil'i zapteden (M. Ö. 539/38'de) kişi ise Medlerin değil 559'da yani
Keldani krallığının' yıkılışından yirmi yıl önce tahta çıkarak, 530'da vefat
eden Pers ve Medlerin kralı 11.
Cyrus'dur. Bu
arada kaydetmek gerekir ki, Medler Perslerin amcaoğullandır ve M. Ö. Vll. Yüzyılda onlarla birleştikten sonra, III. Darius'un M. Ö. 330'da ölümü üzerine Makedonyalı
İskender'in eline geçinceye kadar imparatorluk yönetiminde tali derecede
kalmakla yetinmişlerdir.
Med
kralı Darius'a gelince, Daniel kitabında Belşasar'ın öldürülmesinden sonra
Babil Krallığı'nı zaptettiği kaydedilen Pers kralı değil, aksine hem Daniel hem
de Pers İmparatorluğu döneminde yaşamayan, o dönemin olaylarını bizzat
görmeyen ve işitmeyen Tevrat yazarlarının uydurduğu hayali bir kişidir.
Çok
güçlü delillere karşın Daniel kitabının düştüğü bu bariz tarihi hatalar, bilim
adamlarını, çok uzun bir süre boyunca pey gamber Daniel'in kendisine nisbet
edilen kitabın yazarı olduğu şeklindeki eski inanışı reddetmek zorunda
bırakmıştır ve bu görüşü henüz lll.
Yüzyıl gibi çok
erken bir dönemde bizzat Platon'un reddetmiş olması da dikkate sezâvardır.
Daniel
kitabının M. Ö.
11. Yüzyıldan önce
yazılmadığı, tarih tenkit metodu sayesinde artık tarihçiler ve araştırmacılar
arasında kesinlik kazanmış durumdadır. Bu kitabı yazan kişinin amacı, M. Ö. 167 yılında Kudüs tapınağını yerle bir eden ve
Yahudileri dini takibat altına alan Selevkus kralı İV. Antiochus Epiphanes zamanında maruz kaldıkları
tehlikeler konusunda ırkdaşlarını uyarmaktı. (Onların krallığının sonu yaklaşıp
yapılan kötülükler doruğa varınca, sert yüzlü ve aldatmada usta bir kral ortaya
çıkacak. Kendisinden gelmeyen büyük bir güce kavuşacak. Şaşırtıcı yıkımlar
yapacak, el attığı her işte başarılı olacak. Güçlüleri ve kutsal halkı yok
edecek.)
Bilim
adamlarının Daniel kitabının yazımının M. Ö.
11. Yüzyılda
tamamlandığı sonucuna ancak uzun araştırmalar ve kıyaslamalar neticesinde ulaştıklarını
söylemeye gerek yok. Yine bu bilim adamlarına göre kitabın yazarı Daniel'in
yaşadığı dönemdeki tarihi olaylar hakkında pek az bilgi sahibiydi ve bu yüzden
de yaptığı rivayetlerde ve özellikle detaylarda olayı bizzat gördüğü izlenimi
vermekten kurtulmak için kehanetlerde bulunmuş, bazen de Daniel'i rüyasında
gördüğünü yahut onu rüyasında görenlerden işittiğini belirten kayıtlar
düşmüştür ki, bunların itimada şayan bir tarafı yoktur.
Diğer
yandan Daniel kitabında kullanılan İbranice, Babil'e sürgün gidenlerin
konuştukları İbraniceye göre daha modem olduğu, edebi imaların M. Ö. VI. Yüzyılda değil, II. Yüzyılda kullanılan üslubu anımsattığı d;ı tespit
edilmiştir.
Bu
kitabın Daniel'e ait olmadığını ispat eden bu kısa tenkitlerle yetinerek, daha
fazla deliller sürmek suretiyle okuyucuyu sıkmak istemiyoruz. Araştırmacıların
müttefiken ortaya koydukları tespitlerin doğruluğunu görmek isteyen okuyucu,
bizzat Daniel kitabını okuyarak daha fazla delile ulaşabilir. Belki de Daniel
ki tabının birinci babındaki “Yahuda kralı Yehoyakin'in krallığının üçüncü
yılında Babil kralı Nabukadnasar Kudüs üzerine yürüyüp kenti kuşattı"
şeklinde yer alan cümle bile tarihin ters yüz edildiğinin bir kanıtıdır. Çünkü
Nabukadnasar Kudüs'ü Yehoyakin'in krallığının on birinci yılında kuşatmıştır
ki, Yahudi kralın iktidarının üçüncü yılına değil, M. Ö. 597 yılına tekabül
etmektedir. İhtimaldir ki bu
cümle kitabın işaret ettiği olayların önemli bir çağdaşına nisbet edilen tarihi
bir belge olarak değerinin daha yolun başında kaybolmasına sebep olmuştur.
Daniel
kitabını okuyan kişi, daha ilk başlarda Daniel hikayesiyle Yusuf hikayesi
arasında büyük benzerlikler olduğunu farkedecektir. Nasıl Yusuf firavunun
rüyasını yorumlamak suretiyle iktidarda çok önemli bir mevkiye gelmişse, Daniel
de muhayyel Babil kralı Belşasar zamanında "krallığın üçüncü kişisi"
statüsüne yükselmiştir. Uydurma rivayetlerde bir kadın unsurun bulunması
âdettendir ve burada da kraliçe hükümdarın dikkatini Daniel üzerine çekmekte
ve "Atan kral Nabukadnasar onu sihirbazların, müneccimlerin, falcıların
başkanlığına atadı" demektedir.
Daniel
kitabında sözü edilen ve Belşasar'ın krallığını zapteden hayali kral Darius'a
gelince, Daniel onun iktidarını ve nüfuzunu kabul ettiği gibi, hükumetini
güçlendirmesine de yardımcı olur.
Genelde
insanlar Yahudileri ulaştıkları yüksek mevkilerden, hükümdarların takdirini
kazanmalarından dolayı kıskanırlarmış. Hayali kral Darius'un çevresindekiler
de Daniel'e komplo kurarak, kralın gazabını onun üzerine çevirmeyi başarırlar.
Neticede kral onu aslanların bulunduğu bir çukura atttırır, fakat aslanlar ona
dokunmazlar. Kral bu durum karşısında onu daha çok takdir eder ve "onun
emriyle Daniel'i haksız yere suçlayan adamları, karıları ve çocuklarıyla birlikte
getirilip aslan çukuru na atılır. Daha çukurun dibine varmadan arslanlar
onları kapıp kemiklerini kırarlar. ”
İşte
Yahudilerin mutlu günleri burada sona erer. İnsanlar onları kıskanır ve
başlarına felaketler getirmeye çalışırlar, ama Yahve duruma müdahale ederek,
onları tehlikelerden kurtarır, tüm düşmanlarını, çocuklarını ve kadınlarını
helak eder. Hatta kemiklerini bile ufalar..
Ester
kitabı Yahudiler nazarında en hatırlı, en sevimli kitaptır. Ester kitabı,
hayali Pers kralı Ahaşveroş zamanında aldıgı akıllı tedbirler sayesinde
başbakanlık mevkisine yükselen amcası Mordekay'ın yardımıyla Perslerin
kraliçesi olmayı başaran Yahudi bir prensesin, Benyamin'in soyundan gelen Ester'in hikayesini anlatmaktadır.
Yahudiler
nazarında Ester'in değeri, onları imparatorluğun dört bir yanına sürmek isteyen
Haman adlı bir başbakanın tezgahladığı bir oyunu boşa çıkarmak için kendisini
tehlikeye atmasından ileri gelmektedir.
Ester
ve amcası Mordekay en tehlikeli komployu ortaya çıkararak, kral Ahaşveroş'u
ülkede başta başbakan Haman ve on oğlu olmak üzere Yahudilerin düşmanı olan
herkesin öldürülmesini emreden bir krallık fermanı almayı başarırlar.
İşte bu
yüzdendir ki Yahudiler her İbrani yılının Mart ayında, on dört ve on beşinci
güne tekabül eden tarihte Pers imparatorluğunda on binlerce Yahudi düşmanının
yok edilişini kutlarlar. [Purim Bayramı].
Tarihi
açıdan baktığımızda Ester hikayesinin tarihi gerçeklerle en ufak bir ilgisinin
olmadığını görüyoruz. Yazarının olaylara gerçek süsü vermeye çalışmasına
rağmen, baştan sona hayali bir hikayeden ibaret. Kitab-ı Mukaddes Ansiklopedisi
Arap edebiyatından bir örnek sunarak, Binbir Gece Masalları'ndaki Harun Re'
şid ve diğer tarihi şahısların hiç kimseyi burada anlatılan olayların
gerçekliği konusunda ikna edememiştir, demektedir. Tıpkı bunun gibi Ester
hikayesinde kral Ahaşveroş'un adının geçmesi ve bir takım tarihi olaylarda rol
alması da söz konusu hikayeyi muhayyeleden vakıaya dönüştüremez.
Kitab-ı
Mukaddes Ansiklopedisi şöyle devam ediyor: “Eğer bu kitap Yahudilerin ve hatta
Hristiyanların kutsal kitaplarının bir bölümü olmasaydı, kimse onu gayr-ı
tarihi madde olarak reddedemezdi.. "
11
Tarih
tenkitçileri bu hikayede en önemli unsurun kraliçe ve Ahaşveroş'un sarhoşların
huzuruna çıkmayı reddeden karısı olduğunu kaydediyorlar. “Yedinci gün, şarabın
etkisiyle keyiflenen kral Ahaşveroş, hizmetindeki yedi haremağasına Kraliçe
Vaşti'yi başında tacıyla huzuruna getirmelerini buyurdu... Kraliçe, kralın
emrine rağmen gelmeyi reddetti. Kral çok öfkelendi.”
Ester'in
kraliçe olmak için başvurduğu yola gelince, yazar o konuda Yahudilerin nüfuz ve
güç elde etmek istedikleri her zaman müracaat ettikleri bir metoda işaret
etmektedir.
Kral
iktidara geldikten ve yönetimi tümüyle ele geçirdikten sonra adamlarına kraliçe
olarak seçebileceği değme güzelleri kendisine getirmelerini emreder.
Benyamin'in
soyundan gelen Mordekay'ın bu emri nasıl işittiği, anne babasının ölümünden
sonra kendi terbiyesine aldığı, güzelliğiyle dillere destan yeğeni Hedese'yi
(Ester) elinden tutup saraya getirdiği ve saray hadımına teslim ettiğini
bilmiyoruz. Ama sonucta Ester sınavları tek tek atlar ve kraliçe olur.
Ester'in
kimliğini saray halkından gizlediği bir vakıa. “Ester, hangi halka mensup
olduğunu ve soyunu söylemedi. Çünkü Mordekay ona kimseye bunlardan
bahsetmemesini öğütlemişti.” Pek çok bilinmeyenleri beraberinde taşıyan
Ester'in yeni bir sırrı daha. Yahudilerin veya Yahudiliğin çevresindeki şartlar
Yahudi kimliğini gizlemeyi gerekli kılmıştı ki, bu araştırmamızda bunun bir
çok örneklerini göreceğiz.
Kitabın
yazarının Yahudilere vermek istediği mesajlardan birisi de, fırsatını kollayıp
gerektiğinde onu yerinde ve zamanında değerlendirmektir. “Mordekay kralın kapı
görevlisiyken, kapı nöbetçilerinden ikisi, Bigtan ve Tereş, Kral Ahaşveroş'a
öfkelendiler; onu öldürmek için fırsat kolllamaya başladılar. Durumu öğrenen
Mordekay bunu kraliçe Ester'e iletti. O da Mordekay adına krala bildirdi. Durum
araştırıldı; doğru olduğu anlaşılıncı iki adam darağacında asıldı..”i4
Mordekay
marifetlerinin ücretini hemen istemedi ve bunu münasip bir zamana bıraktı.
Başbakan Haman, diğerleri gibi kendisine itaat etmesi isteğini reddeden
Mordekay'dan intikam almak amacıyla efendisi Ahaşveroş'dan imparatorluk sınırlan
içindeki tüm Yahudileri katlettirmek için izin istediğinde beklediği o münasip
zaman gelmişti.
Tesadüfen
“bir gece kralın uykusu kaçtı; tarih kayıtlarının getirilip kendisine
okunmasını emretti.” Kayıtlarda krala karşı suikast tertipleyen Bigtan
ve Tereş'den söz ediliyor, Mordekay'ın kralı bu komplodan kurtardığı
belirtiliyordu. Mordekay'ın bu iyiliğini hatırlayan kral ona bir jest yapmak
istedi .. Sonuçta başbakan görevinden azledildi ve Mordekay ile gizlediği
Yahudi kimliğini açıklamak için uygun fırsatı bulan yeğeni Ester gözde haline
geldi.
“Yahudiler
bütün düşmanlarını kılıçtan geçirdiler, öldürdüler, yok ettiler. Kendilerinden
nefret edenlere dilediklerini yaptılar. Sus kalesinde beş yüz kişiyi öldürüp
yok ettiler.”16 Bu olay Mart ayının on üçüncü günü olmuştu. Ertesi
gün başkent Şuşan'da üç yüz kişi daha katlettiler. Ülkenin diğer şehirlerinde
de Yahudi düşmanı olanlardan yetmiş beş bin kişi katledildi.17
Ester
kitabı Yahudiler nazarında yüksek bir yere sahiptir ve bunun sebebi de kitabın
kendilerine intikam yollarını, gerektiğinde amaca ulaşmak için kadını bir
vasıta olarak kullanmayı, nüfuz elde
etmek için en aşağılık metodlara başvurmayı, iktidardaki kişinin gözüne girmek
için başkaları aleyhine casusluk yapmayı ve dini açıklamayı münasip bir zamana
bırakmayı öğretmiş olmasıdır.
Yahudiler
için Ester kitabı öylesine değerlidir ki, bu kitapta geçen konuları, verdiği
dersleri içeren bir başka kitapla da onu desteklemiş ve Üçüncü Makkabi Kitabı.
adını vermişlerdir.18
Tarihi
gerçekleri gözden geçirerek bu kitabın yazıldığı dönemi tespit etmek mümkündür:
1Yazar, imparatorlukta olup
bitenleri geçmişte olup bitmiş gibi göstermiş ve bir tür romantizm havası
vermiştir. Yazar, Pers krallarının Agaklı Haman ve Yahudi Mordekay gibi
yabancıları vezir olarak görevlendirmeyecek, kimliği bilinmeyen bir kadını
kraliçe olarak yanlarına oturtmayacak kadar kökenlerine düşkün olduklarını
unutmuş. Örneğin I.
Darius büyük bir
gururla “Ben Fars oğlu Farsım, Ari kökenden gelen bir Ariyim" derdi.19
Buradan kitabın yazarının büyük bir ihtimalle Makedonyalı Isken der'den sonra, belki M. Ö. III. Yüzyılda veya
en iyimser tahminle
II. Yüzyılda
yaşadığı anlaşılıyor.
1-
Ester'in muhtevasından Yahudilerin dört bir yana
dağıtılmalarından sonra belli zaman geçtiği anlaşılıyor. "Krallığının bütün
illerinde, öbür halkların arasına dağıtılmış, onlardan ayrı yaşayan bir halk
var.” Bu dağıtılmışlık durumu Yunan uygarlığı
bünyesinde çeşitli yerlerde Yahudi yerleşim birimlerinin kurulduğu döneme işaret
etmektedir.
2-
Çok sayıda insanın Yahudi olmasından bahsedilmesi
(Ülkedeki halklardan çok sayıda kişi Yahudi oldu; çünkü Yahudi korkusu
hepsini sarmıştı)21 bu olayın ancak İskender'in fetihlerinin akabinde başlayan
Yunan uygarlığı çağında geçtiğini göstermektedir.
3-
En önemlisi de sosyal ve dini yönden içine kapalı
olan dağınık Yahudi cemaatlerine karşı beslenen kin ve Yahudilerin bu kine
karşı aynıyla karşılık vermesi, özellikle Hellen çağının sonuçlarındandı. Bu
karşılıklı düşmanlık, ki onu Yahudilerle Filistin ve komşu halklar arasındaki
kadim düşmanlıkla karıştırmamak gerekir, Ester kitabının ana konusunu
oluşturmaktadır.
Bir
diğer yandan kitapta kullanılan üslup da M. Ö. Il. Yüzyıla ait gibi görünüyor. Yazarın Aramice
düşündüğü ve konuştuğu, ancak İbraniceyi sonradan öğrendiği gibi bir izlenim
var. Bu yüzden ifade akıcılığı yok. Yazar Tevrat'ın diğer bölümlerinin içeriğini
gayet iyi biliyordu ve dolayısıyla eski efsanelerden yararlandığı gibi, dilin
zaman içinde gelişmesi sebebiyle eskimiş olan bazı deyişleri kullanmıştır.
Bilim
adamları Ester kitabında geçen isimlere ilgi göstermeden edememişlerdir.
Örneğin
Ester'i kendisine karı olarak alan kral Ahaşveroş adı üzerinde durmuşlar ve
onun M. Ö. 486-465 yılları arasında hüküm süren I. Xerxes olabileceğini kaydetmişlerdir. Bu kralın ha
tununun adı da Amestris idi. Bazı araştırmacılar bu kraliçenin adını oluşturan
harflerin Ester'in adında da bulunduğunu farketmişlerdir, ama asıl mesele
Nabukadnasar'ın esir alarak kralları Yehoyakin'le birlikte 597 yılında Babil'e
sürdüğü esirlerden olan ve Ester kitabında adı geçen Mordekay ile 486-465
yılları arasında hüküm süren Pers kralının çağdaşı Mordekay'ı birbiriyle nasıl
uzlaştırılacağıdır. Ester'de şöyle deniliyor: “Sus Kalesi'nde Mordekay adında
bir Yahudi vardı. Benyamin oymağından olan Mordekay, Kiş oğlu Şimi oğlu
Yair'in oğluydu. Kiş, Babil kralı Nabukadnasar'ın Yahudi kralı Yehoyakin ile
birlikte Kudüs'den sürgün ettiği kişilerden biriydi. ”22 Mordekay sürgün
edildiğinde kaç yaşındaydı? Eğer bir yaşında olduğunu düşünürsek, Xerxes'e
tekabül eden Ahaşveroş'un krallığının ilk yılında 112 yaşında olması gerekir. Ben burada başka bir
itiraz daha bulunuyorum ki, o da Ahaşveroş'la 1. Xerxes'in özdeşleştirilmesidir.
Tarih
kitapları l.
Xerxes'in Pers
kraliyet sarayında sık sık sahnelenen suikastlerden birinde öldürüldüğünü,
katilinin de meşru veliaht prensi saf dışı bırakarak kralın oğullarından
1. Artaxerxes'i tahta geçirmek
isteyen hassa birlikleri komutanı Otabanos olduğunu belirtmektedir. Kraliçe
ananın da kocasının ölümüyle sonuçlanan bu suikastle ilgili olmadığını
düşünemeyiz. Çünkü daha sonra oğlu Artaxerxes'i kontrol altında tuttuğunu ve
pis emellerini gerçekleştirmek için onu kullandığını biliyoruz. 1
Eğer
Ahaşveroş'la özdeşleştirilen Xerxes Yahudilerin tarafını tutan, çevresine
Mordekay ve Ester'i alarak onları tüm düşmanlarını öldürme konusunda resmi
fermanla destekleyen kişi ise, onun ardılı olan ve annesi Amestris'in etkisinde
kalan 1. Artaxerxes'in, babası Xerxes'in
veya hayali Ahaşveroş'un güvendiği, içlerinden kendisine zevce ve Morkeday gibi
bir vezir edindiği Yahudilere düşman olması gerekirdi. Yine tabii olarak
Yahudilerin 1.
Artaxerxes
zamanında Ahaşveroş'un yahut Xerxes'in boşadığı, yerine Ester'i aldığı kraliçe
anasının intikamına maruz kalmaları beklenirdi.
Ama
böyle bir şey olmadığı gibi, tam aksi gerçekleşti. 1. Artaxerxes zamanında Ezra ve Nehemya saraydan
Kudüs'e dönüş izni almayı başardıkları gibi, Babil'de sürgün bulunan diğer
Yahudileri de Kudüs'e götürerek halkı yeniden şekillendirdiler.
Şu
halde hayali Ahaşveroş, Xerxes olamaz. Tarihin tanıdığı başka bir kral da
olamaz. Ahaşveroş'la Babil sürgün günlerinin başladığı tarihten imparatorluğun
yıkıldığı tarihe kadar geçen süre içinde hüküm süren başka bir Pers hükümdarı
arasındaki zaman dilimini göz önünde bulundurursak, I. Xerxes'le ilgili olarak ulaştığımız aynı sonuca
ulaşırız ki, bu, bilim adamlarının Ester hikayesinin tamamıyla uydurma ve
gerçek dışı olduğu yolundaki kanaatlerini destekleyen bir diğer hükümdür.
Ester
adına gelince, bazıları onunla Samilerin tanrısı Aşere veya lştar yahut
Aştarot arasında bir bağlantı kurdukları gibi, Mordekay adıyla Samilerin Babil
tanrısı Murdok arasında da bağlantı kurmaktadırlar. Haman adı ise Elam tanrısı
Humman'ın bozulmuş şeklidir. Kral Ahaşveroş'un karısı kraliçe Vaşti de yine
Elam tanrısı Maşti'dir. lşte, bilim adamları, bu noktalardan hareketle Ester
kitabının Babil ve Elam tanrıları arasındaki çatışmayı konu alan düzmeye bir
tarih piyesinden başka bir şey olmadığı sonucuna varmaktadırlar.
Tüm
bunlardan yani Ester kitabının yazılışından amaç, Yahudileri Purim bayramına
ilgi göstermeye teşviktir. Uydurma hikaye ise yalnızca bu amacın gerçekleşmesi
için bir vesiledir. Yahudi önderlerinin Yahudilerin düşmanlarını yok ettikleri
bu hayali katliamların anıldığı bayrama ilgili göstermesi, hem Yahudi ruhunda
kendisinden olmayan herkese karşı kahredici kin duygusunu yenileme, hem de ona
ırkı bir gurur kazandırma amacına matuftur. Bu kitap, Mordekay ve Ester adlı
iki Yahudinin üstün yetenekleriyle Yahudileri hedef alan bir faciayı
düşmanlarından korkunç bir intikam alarak büyük bir bayrama dönüştürdükleri
hikayesinden ibarettir.
“Mordekay
bu olayları kayda geçirdi. Ardından kral Ahaşveroş'un uzak yakın bütün
illerinde yaşayan Yahudilere mektuplar gönderdi. Her yıl Adar (Mart) ayının on
dördüncü ve on beşinci günlerini kutlamalarını buyurdu. Çünkü o günler,
Yahudilerin düşmanlarından kurtulduğu günlerdir. O ay, kederlerinin sevince,
yaslarının mutluluğa dönüştüğü aydır. Mordekay, o günlerde şölenler düzenleyip
eğlenmelerini, birbirlerine yemek sunmalarını, yoksullara arrmağanlar
vermelerini buyurdu. Böylece Yahudiler, Mordekay'ın buyruğunu kabul ederek
başlattıkları kutlamaları sürdürdüler.”
Göründüğü
kadarıyla bu Yahudi bayramına verilen önem, Ester'deki şu sözlerden
kaynaklanıyor: “Böylece bu günler her ilde, her kentte ve her ailede kuşaktan
kuşağa anımsanacak ve kutlanacaktı. Purim günleri Yahudiler için son
bulmayacak ve bu günlerin anısı kuşaklar boyu sürecekti. ”26
Ester
kitabının yazarının Purim sözcüğünü nereden aldığını da belirtmemiz gerekiyor.
Eserin yazan şöyle diyor: “Çünkü bütün Yahudilerin düşmanı Agaklı Hammedata
oğlu Haman onları yok etmek için düzen kurmuştu. Onları ezip yok etmek için
pur, yani kura çekmişti. ”27 Yazar Pur kelimesini kura olarak yorumlamış.
Araştırmacı Jensen, Pur veya Bur sözcüğünün Asuri dilinde taş anlamına gelen
eski bir kelime olduğunu belirtiyor
Britannica Ansiklopedisi
ise, Jensen'in teklifinden yetmiş yıl sonra bu sözcüğün Farsça olduğunu ve
insanın bahtını öğrenmek amacıyla kura çekmesi anlamına geldiğini
belirtmektedir. Özel şekilde hazırlanan küçük taşlar fal bakmada
kullanılıyordu. Her ne olursa olsun Purim bayramı aslı ve kökü olmayan bir Yahudi
bayramıdır. Tarihi gerçeklerle ilgisi yoktur ve tamamıyla hurafe bir olayın
hatırasıdır.
Yahudi gelenekleri ve gelişimi
“Orada,
Babil'de İbrani halkı tarihini bir araya toplayarak, geleneklerini geliştirip,
yaydı.”29 Tıpkı atalan Kenan medeniyetin-
den
faydalandıkları gibi, sürgün giden Yahudilerin de yüksek Babil uygarlığından
çok şey öğrendikleri muhakkak. Ugarit tabletlerinin de gösterdiği gibi, Tevrat
edebiyatına Kenan edebiyatından pek çok şey kattıklarını daha önce
belirtmiştik.
Yahudilerin
Babil sürgün günlerinin başlangıcında, yani M. Ö. Vll. Yüzyıl sonları ile VI. Yüzyıl başlarında, eski Iran inançlarını ,
düzeltme görevini omuzlanan Zerdüşt ortaya çıkmıştır. Zerdüşt'ün . öğretisine
göre aydınlığı temsil eden iyi ruh ve karanlığı temsil eden kötü ruh vardı.
Araştırmacılar Yahudilerin ruh, melek, şeytan ve ahiretle ilgili geleneksel
inançlarının temelde Zerdüştî felsefeden büyük ölçüde etkilendiğini
belirtmektedirler ki, 1955'de Ölü Deniz'e yakın bir yerde ortaya çıkarılan
Kumran yazıtlarının üzerindeki örtü kaldırılınca bu hakikat daha da gün yüzüne
çıktı.
Yahudi
inançlarının Zerdüştizmden hangi konularda ne kadar etkilendiği hususu bu
araştırmanın sahası değilse de, tarihçi Toynbee'nin de kaydettiği gibi, Zerdüşt
akidesi ile Yahudi din ve kavmiyetçiliği arasındaki benzerliklere şöyle bir
bakmak yeterli olacaktır.
Toynbee,
Musevilik, Hinduizm ve Zerdüştizmden bahsederken, her üçünün de cihanşümul bir
din olma yolunda kaydettiği gelişim esnasında yalnızca belli bir cemaatin veya
halkın dini olarak kaldığını belirtmektedir. Örneğin Yahudiler henüz Allah'ı
kainatın her yerde mevcut olan Efendisi olarak vasfederken, bir cemaatin
tapındığı bölgesel bir Tanrı olduğu düşüncesinden vazgeçememiş, bu da
Hristiyan ve Müslümanların onları çelişkili olarak görmelerine yol açmıştır.
Toynbee'ye
göre herhangi bir kişi Yahudi, Zerdüşti veya Hind toplumunun milli bir üyesi
olmadan bu üç dinden birine mensup •
olamaz.
Esasen
araştırmamızda bu konuya ileriki bölümlerde daha fazla yer vermemiz gerekecek.
Burada yaptığımız kısa giriş yalnızca Museviliğin Zerdüştizmden
etkilenmesinin, onu cihanşümul bir din olmaktan mahrum bırakarak geliştirilmiş
bir kavmiyetçiliğin tutsağı yaptığını gösterme amacına matuftur.
Burada
kendiliğinden bir soru ortaya çıkıyor. Daha önce belirttiğimiz gibi lbraniler
Tanrı'yı başlangıçta yalnızca bir kabilenin tanrısı olarak tasavvur ettiler.
Tıpkı diğer tanrıların başka kabileler için yaptığı gibi, bu tanrı da o kabile
için savaşıyor, onun diğer işleriyle uğraşıyordu..
O halde Zerdüştizmin bu konuda nasıl bir etkisi olmuş olabilir? Kanaatimizce
Yahudilerin ilk önceleri Allah'ı alemlerin her yerde mevcut Tanrısı olarak
düşünmeleri Babil sürgününün güzel yanlarından biriydi ve belki de Yahudi
yazıcılar [peruşim], Allah'ı hem alemlerin her yerde mevcut Tanrısı, hem de
gücünü kudretini Yahudi halkının çıkarlarına hasretmiş, düşmanlarını kahretmek
için kullanmış Israil halkına özgü bir tanrı olabileceği görüşünden hareketle
Zerdüştizmden etkilenmemiş olsalardı, Tanrı kavramı o dar ve kavmiyetçi kavram
çerçevesinde kalmayacaktı.
Biraz
sonra Babil sürgünleriyle birlikte Filistin'e döndüğümüzde Yahudi yazıcıların
koydukları yeni kanunlar mucibinde onların başka halklara karşı besledikleri
adavetin nasıl yükseldiğini ve bu öfkenin Samarialı İsraillileri de
kapsadığını göreceğiz. XVII
Ezra
kitabına göre Cyrus'un serbest bırakmasından sonra önderleri Şeşbasar ve
Zerubbabil'in sevk ve idaresi altında Babil'den dönenlerin sayısı 42360'dtr ve
7337 erkek ve kadın köle bu rakama dahil değildir.1 Aynı kitabın
başka yerlerinde bu konuda verilen diğer ihtilaflı rakamları bir yana
bırakırsak, araştırmacılar bu rakamın kesinlikle aşırı abartılı olduğununu
belirtmektedirler.
Kudüs
ve Samiriye [Samaria] bölgesinden sürgün edilenlerin toplam sayısı en iyimser
takdirle elli binden fazla değildir. Yahudilerin vaktiyle Filistin'in yerli
halkıyla kaynaşmış olması sebebiyle onların bu ülkeyi bütünüyle
boşalttıklarını düşünmek yanlış olur. Kendi istekleriyle ülkeden ayrılan ve
yeni yerleştikleri topraklarda hayatlarından memnun olanların herhangi bir
şekilde Filistin'e dönmeyi düşündükleri söylenemez.
Her ne
kadar Yahudi din alimlerinin söylediklerine ilaveten Perslerin izin vermesi
üzerine Filistin'e dönme konusunda farklı görüşlere sahip iseler de, dindar
Yahudilerin bir kısmı, dini bir vecibe olarak dönüş işinin sürgüne son veren
Tanrı'nın bir müdahelesiyle olması gerektiği ve O'nun İsrail'in yüceltilişinin
başladığı işaretini vermesi lazım geldiği görüşündeydi.
Göründüğü
gibi Filistin'e dönüşü teşvik eden etkenler Babil sürgünleri arasında fazla
güçlü değildi. Dini meselelerle fazla ilgi lenmeyen bir grup sürgün hayatında
aradığı rahat ve istikrarı bulmuştu. Dini meselelerle ziyadesiyle ilgilenen
grup ise, dünya nimetlerinden fazla behremend olmayanlardı. lşte bunlardan
bazıları şansını bir kez daha denemek için Filistin'e dönmüştü. . Cyrus'un
dönüş iznini vermesini Tanrı'nın ilahi bir işareti olarak gören grup, insanları
dönmeye davet ediyordu. Bir başka dindar grup ise Cyrus'un izninde ilahi bir
işaret görmüyordu. Yeri gelmişken dindarlardan bu sürgünü eski günahların bir
cezası olarak görenler, Tanrı'nın hoşnutluğunu kazanmanın gerektiğini
belirterek, Filistin'de kalanları da Mısır yerine Babil'e gitmeye teşvik ediyorlardı.
Babil sürgününün ilk günlerinde bazı inatçı isyankârlar günahların bedeli
olarak düşünülen bu sürgüne taraftar olmamış, bu yüzden “çürük incir"
olarak nitelendirilmişlerdir.
Dolayısıyla
araştırmacılar, Ezra kitabında verilen rakamın hayli abartılı olduğu, Şeşbasar
ve Zerubbabil'le birlikte vaktiyle Nabukadnasar'ın Süleyman Tapınağı'ndan alıp
getirdiklerini yanlarına alarak Babil'den Kudüs'e dönen ailelerin fazla
olmadığı görüşünde birleşmektedirler.
Davud
soyundan veya Zerubbabil'in dayılarından olan Yahudi asıllı Şeşbasar'ın
Kudüs'ün yöneticisi olarak seçilmesinden Süleyman Tapınağı'nın yeniden
inşaasının amaçlandığı açıktır. Onun ve Zerubbabil'in görevinin kolay olmadığı
da açıktır. Çünkü tapınağın yeniden inşa edilmesi konusunda bir hayli güçlükler
mevcuttu.
Bir
kere, Kudüslü yöneticilerin bu işe karışmalarını reddetmeleri sebebiyle
Samiriye [Samaria] eşrafı tapınağın yeniden yapılmasına an fazla karşı çıkan
kesimdi. “Yahudalılarla Benyaminlilerin düşmanları, sürgünden dönenlerin
İsrail'in Tanrı Rab için bir tapınak yaptığını duyunca, Zerubbabil'in ve boy
başlarının yanına vardılar. 'Tapınağı sizinle birlikte kuralım' dediler,
'çünkü biz de sizin Tanrı'nıza tapıyoruz; bizi buraya getiren Asur kralı
Esarhaddon'un döneminden bu yana sizin Tanrınıza kurban sunuyoruz.' Ne var ki
Zerubbabil, Yeşu ve İsrail'in öteki boy başları, 'Tan- rımıza bir tapınak
kurmak size düşmez' diye karşılık verdiler, ‘Pers kralı Koreş'in (Cyrus)
buyruğu uyarınca lsrail'in Tanrısı Rab için tapınağı yalnız biz yapacağız. ”
Bu
metin, Asurilerin kral II.
Sargon tarafından
M. Ö. 722'de ele geçirilen Samiriye bölgesine iskan'ettikleri grupların ülkeyi
terketmeyenlerle kaynaşarak onların inançlarını benimsediklerini; ancak
Şeşbasar, Zerubbabil ve onlarla birlikte Babil'den dönenlerin tapınağın
yeniden inşasının sadece sürgünden dönenlere tanınmış bir imtiyaz olduğunu
düşündüklerini, orada yerleşip kalanların ve özellikle de Samiriye [Samaria]
halkının bu işe karışamayacakları görüşünü savunduklarını gösteriyor.
Zerubbabil,
Samiriye halkının aynı Tanrı'ya taptıkları, emirlerine uydukları şeklindeki
sözlerine itibar etmemiş, hempalarıyla birlikte tapınağı yeniden inşası işini,
onun sağlayacağı siyasi ve dini otoriteyi tekeline almayı düşünmüş, Perslerin
sürgünden dönme ve tapınağı yeniden kurma iznini de istismar etmiştir.
Diğer
yandan bizzat Kudüs Yahudilerinden bir kısmı da tapınağın yeniden yapımına
karşıydı. Sürgündekilerin bir kısmının Kudüs'e dönüşün Tanrı'nın ilahi
tecellisi olarak yapılması için yine Tanrı'nın müdahelesiyle olması
gerektiğini düşündüğünü biraz önce belirtmiştik. Tıpkı bunlar gibi Kudüs'de de
tapınağın yapımı konusunda benzer görüşte olanlar vardı. Ama bunlar binanın
yeniden yapımı konusunda Yahudi bir önderden teşvik gören diğer grup karşısında
fazla bir direnç sergileyememişti. "Kral Darius'un karallığının ikinci
yılında, altıncı ayın birinci günü Rab, peygamber Hagay aracılığıyla
Şealtiel'in torunu Yahuda Uudaea] valisi Zerubbabil ve Yehosadak oğlu başkahin
Yeşu'ya seslendi: Her şeye egemen Rab diyor ki, bu halk, Rab'bin tapınağını
yeniden kurmak için vakit daha gelmedi diyor. Sonra Rab, peygamber Hagay
aracılığıyla şöyle seslendi: Bu tapınak yıkık durumdayken, sizin ağaç kaplamalı
evlerinizde oturmanızın sırası mı?”
Dindar
Yahudilerden bir kısmının takındığı tavır, Yahudilerin Tanrı'nın zatıyla ilgili
düşüncesindeki bu büyük gelişime işaret eden bir tavırdır. Bu Yahudiler,
Tanrı'nın zaman ve mekan sınır- larma bağlı insanlar gibi yaratılmış sıfatlara
sahip bir varlık gibi görmekten vazgeçmişler; O'nun zaman ve mekanla ilgisi
olmadığını, Kendisi için yapılacak tapınağın mesahası büyük olsa bile,Allah'ın
azametini yansıtmak için çok küçük olacağını düşünüyorlardı. Nitekim bu
düşünce Kral Süleyman'ın dilinden söyletilen şu sözlerde de görülmektedir:
“Tanrı gerçekten yeryüzünde yaşar mı? Sen göklere, göklerin göklerine bile
sığmazsın. Benim yaptığım bu tapmak ne ki! "6 Bu düşüncenin, Suriye, Mısır ve
Irak'da yaşayan eski toplumların çoğunda görülen yanlış kültlerden uzak,
gerçek din konusunda vicdani şuura dayalı bir tavır olduğu muhakkak.
Burada
M. Ö. VII. Yüzyıl başlarında gerçekleşen
Babil sürgü. nü döneminde oluşan bu yeni düşüncelerle, ondan dört yüz yıl önce
Süleyman'ın dilinden söylenen bu sözler arasında ne gibi bir ilişki vardır diye
sorulabilir. Bu durumda Tevrat'ın bazı sifirlerinin M. Ö. IX. Yüzyıldan itibaren yazılmaya başlandığını, ancak
tamamının M. Ö. II.
Yüzyılda şimdiki
şeklini aldığını hatırlatmamız gerekiyor.
Kudüs'deki
Yahudi önderleri Tevrat'ın bazı bölümlerini daha sonra yeniden yapılandırmaya
sevketme konusunda sürgündeki Yahudilerin önemli rolü olmuştur. Bu Yahudiler,
siyasetten ve getirdiği yükümlülüklerden uzak kalmanın sağladığı imkanlar ölçüsünde,
yüksek Keldani kültürünün önlerine serdiği geniş ufuklar sayesinde akli ve
vicdani düşüncelerini geliştirmek için yeterli vakit bulmuşlardı.
Böylece
kültürlü Yahudiler, tüm vakitlerini önlerindeki meseleyi hallettikten sonra
tarihlerini ve soylarını kayıt altına almak ve Tevrat'ın sifirlerine yeni
düşünceler dercetmek için harcadılar. Neticede Kudüs'e dönenler yanlarında
Tevrat'ın ilk beş bölümünü de götürdüler. Pentateuch denilen bu beş bölümün
tamamı Babil sürgün günlerinde yazılmış, daha sonra Kudüs'de tekemmül
ettirilmiştir.
Dolayısıyla
Süleyman peygamberin ağzından dinlediğimiz sözler ve eski sifirlerde yer alan
buna benzer metinler, kültürlü Yahudi'nin Tanrı'nın zatına bakışının yüceldiği,
O'nu mahluk sı- fatlardan arındırıp, zaman ve mekan bağından uzaklaştıran özelliklerle
bezediği ve tevhit dinini kirleten bir takım hurafe ve ritüellerin temizlendiği
o çağın ürünleri olarak kabul edilebilir.
Sürgündeki
Yahudinin ilim ve kültür öğrenimi konusunda kaydettiği gelişme, Kudüs'deki yeni
toplumda sıradan Yahudi ile haham arasındaki ilişki için tehlikeliydi.
Okuma-yazmanın yaygınlaşması haham tabakasını dini nüfuz ve siyasi otoriteyi
temsil etme imtiyazından mahrum bırakmıştı. Şeriat ve uygulanışı hahamın
inhisarındaydı. lşleri istediği gibi yürütüyordu. Sıradan vatandaşlar,
karşılaştıkları problemlerin halli konusunda mutlaka hahama müracaat ediyor;
onun yardımını istiyor; koyduğu yasaklara ve direktiflere uyuyordu. Ancak,
Babil sürgünü döneminde ve sonrasında okuma-yazma gelişince, maharetli
yazıcılar [peruşim] mütevazi öğüt verici görevini bir yana bırakarak daha
tamahkar bir görev üstlendiler ve halka şeriatı öğretmeye ve onu tüm gruplar
arasında yaymaya giriştiler. Böylece Tanrı adına konuştuğunu iddia etmeseler
bile eski peygamberlerin yerini aldılar ve mevcut şeriata sıkı sıkıya
bağlandılar.
Örneğin
Nehemya kitabının sekizinci ayetinde kahin Ezra ve beraberindeki kültürlü
kişilerin “.. ayakta duran halka yasayı anlattıkları; Tanrı'nın Yasa Kitabı'nı
okuyup açıkladıklarını, herke sin anlamasını sağlayacak biçimde
yorumladıkları" belirtilmektedir. Topluluklar arasında din
kültürünün yayılması yönündeki bu gayret, öğretilenlerin Müsa'ya atfedilmesi
konusunda bir kutsiyeti hakedecek türdendi.. Nitekim Yasanın Tekrarı kitabında
dini kültürün mümkün olduğunca yayılmasını emreden açık bir kanun vardır:
"Halkı, erkekleri, kadınları, çocukları ve kentlerinizde yaşayan
yabancıları toplayın. öyle ki, herkes duyup öğrensin. Tanrınız Rab'den
korksun. Bu yasanın bütün sözlerine uymaya dikkat etsin. Yasayı bilmeyen çocuklar
da duysunlar, mülk edinmek için Şeria nehrinden geçip gideceğiniz ülkede
yaşadığı
nız
sürece Tanrınız Rab'den korkmayı öğrensinler."
Şeriatın
öğrenilmesinin halk arasında yayılmasının kahinler sınıfını ciddi endişelere
şevketmiş olması tabiidir. Artık yazıcının görevi bir öncekinden devralması
için Levililerden veya kahinlerin varislerinden olması şart değildi. Örneğin
Ezra hem yazıcı, hem de kahindi; ama herkes Ezra gibi bu iki görevi aynı anda
ifa edemiyebiliyordu. Bu durum, kahinler sınıfını çevreleyen kutsiyet
duvarının yıkılmasından sonra önderlik konusunda çatışmalara yol açan
tehlikeli bir unsurun ortaya çıkmasına sebep oldu.
Haham
sınıfının bu değişim rüzgarına karşı direnmesi doğrudan mümkün değildi; bu
yüzden cemaatler arasında dini kültürün yayılmasına apaçık bir şekilde karşı
çıkmaktansa, şu iki yolla mevkilerini muhafaza etmeyi başardılar:
1.
Tevrat sifirlerindeki belirsizlik ve tenakuzlardan
kurtulmak, bu sifirlerde bir dizi ayıklama yapmakla mümkündü. Halbuki bilindiği
gibi tenakuz ve belirsizliklerin olduğu gibi bırakılması kahinlerin işine
geliyordu ve ısrarla halk nazarında bu kapalı kapıları açacak anahtarların
ancak onların ellerinde olduğu; sıradan insanların Tevrat’daki bu hata, tenakuz
ve belirsizlikleri çözebilecek durumda olmadıkları savunuluyordu.
2.
Yahudiler katı bir şekilde dini ritüelleri yerine
getirmekle mükellef tutuluyor ve bunların ancak kahin sınıfının yardım ve yol
göstermesiyle ifa edilebileceği belirtiliyordu. Zaten şeriatın kendisi de
Yahudi ile Yahve arasındaki ilişkiyi ancak tapınak ve ' Levili hizmetkârları
vasıtasıyla düzenlenebilecek şekilde tek yetkiyi Levili kahinin eline
vermişti. Nitekim Çölde Sayım kitabın-
• da
sıradan İsrailliler Tanrı’nın eviyle ilgili gizemi öğrenmeye çalışmaktan
şiddetle menedilmektedir: "İsrailliler Müsa’ya ‘Yok olacağız! Öleceğiz!
Hepimiz yok olacağız!’ dediler. Rab’bin Konutu’na her yaklaşan ölüyor. Hepimiz
mi yok alacağız?”
Bu iki
yolla ve benzeri detaylar vasıtasıyla kahinler nüfuzlarını korumayı ve
artırmayı başardılar. Hatta baş kahinin mevkisi öyle yükseldi ki, insanlar o
makamı elde etmek için birbirlerini harcamakta hiç tereddüt etmediler.
Tüm
bunlara ve kahin sınıfının düşmanlarına karşı birbirlerine kenetlenmelerine
rağmen Vl. Yüzyılda esen değişim rüzgarı-
mn Yahudi'nin ruhunda yeni bir dalgalanma meydana getirdiğini kabul etmek
gerekir. Bu önemli vakıanın tüm Yahudi tarihi boyunca yaptığı etkilere,
özellikle mezhep ve cemaatlerin oluşumuna, onların birbirlerinden
ayrılmalarına nasıl yol açtığına ilerleyen sayfalarda değineceğiz.
lşte
Zerubbabil, böylesine puslu bir atmosferin sağladığı avantaj ve fikri
çalkantılar ortasında, daha sonra kendi adıyla anılacak olan tapınağı yeniden
inşaa etmeye muvaffak oldu. Bu olay, kral Cyrus'un tapınağın yeniden inşaası
emriyle Şeşbasar ve Zerubbabil'in Kudüs'e dönüşünden yirmi iki yıl sonra, M. Ö.
516'da gerçekleşmişti.
Pers
kralı l. Artaxerxes döneminde (M. Ö.
465-424) biri Nehemya, diğeri Ezra'nın önderliğinde olmak üzere Babil sürgünü
Yahudilerden iki grup daha Kudüs'e dönmüştü.
Kudüs'de
yeni ortaya çıkan Yahudi yaşantısını tanzim konusunda bu iki grubun amacının
aynı olduğu söylenebilir.
Nehemya,
Babil sürgünü sırasında kralın sarayına girmeyi ve orada kral sâkiliği vazifesini elde etmeyi başarmıştı. Hadım olduğu
sanılıyordu.11 Nehemya, krala olan bu yakınlığından faydalanarak,
sarhoş olduğu bir sırada kendisini Kudüs valisi olarak tayin ettirmeyi başardı.
M. Ö. 445 yılında Kudüs'e vasıl olduğunda yapmayı tasarlığı ilk iş,
Babillilerin yıktığı şehir duvarlarını yeniden inşaa etmekti.
Surların
yapımı da, tapınak meselesi de zor işlerdi. “Horonlu Sanballat, Ammonlu
görevlilerden Toviya, Arap Geşem yapacaklarımızı duyunca, bizi küçümseyip alay
ettiler. ‘Ne yapıyorsunuz? Krala baş mı kaldırıyorsunuz?' dediler. "
Nehemya
kitabı, Yahudilerin komşularının Kudüs surlarının onarılmasına şiddetle karşı
çıkarak işi silahlı çatışmaya kadar gö türdüklerini
ileri sürmektedir: “Sanballat, Toviya, Araplar, Ammonlular ve Aşdotlular Kudüs
surlarındaki onarımın ilerlediğini, gediklerin kapanmaya başladığını duyunca
çok öfkelendiler. Hepsi bir araya gelerek Kudüs'e karşı savaşmak ve kentte
karışıklık çıkarmak için düzen kurdular.” Ancak, Nehemya'nın belirttiğine göre,
Yahudiler surları onarıp, gedikleri kapatmayı başarmışlardır: “Bir elleriyle
iş yapıyor, diğer elleriyle silah tutuyorlardı.’^ Fakat acaba bu başarı yalnızca Kudüslü
Yahudilerin şahsi gayretinin ürünü müydü, yoksa doğrudan bir Pers askeri
müdahelesinden mi kaynaklanıyordu? Bir kere Yahudiler komşuları arasında
azınlıktandılar. Nehemya da bunu kabul etmekte ve şöyle demektedir: “Kudüs
enine boyuna büyük bir şehir, halk ise onun ortasında az sayıdaydı.’45
Öfkeli komşuların şevkini bu küçük azınlık mı kırmıştır? Bu sorunun cevabını
Kudüs'e dönüş hikayesini anlatırken bizzat Nehemya veriyor: “Fırat'ın batı
yakasındaki valilere gidip kralın mektuplarını verdim. Kral, benimle birlikte
komutanlar ve atlılar göndermişti.”
Yahudiler böylece
daha önce tapınağı yeniden yaptıkları gibi Kudüs duvarlarını onarmayı da
başardılar. Tabi ki bu işi yaparken hemen yanı başlarında elde silahla onlara
korumalık yapan Pers atlılarından yardım aldılar. Ne var ki, Yahudiler, her
zamanki gibi burada da yapılan başarılı bir işi yalnızca kendilerine maletmek
amacıyla aldıkları dış yardımı gizlemek için ellerinden geleni
sergilemektedirler. Yapılan işlerin Tanrı'nın medet ve yardımıyla olduğunu
belirterek, insanları ona itaat ve teslime teşvik ediyorlar; fakat yabancı bir
güçten alınan yardımın gizlenmesinin mümkün olmadığı yerlerde bunun Tanrı'nın
kullandığı ve hizmetlerine sunduğu bir vasıta olduğunu ileri sürüyorlar.
Onların Cyrus'u “mesih” olarak nitelediklerini yani Yahudi sürgünleri Kudüs'e
iade etmesi için Tanrı tarafından kral nasbedildiğini belirttiklerini
hatırlayalım.
Nehemya, M. Ö. 445-433
yılları arasında Kudüs halkını ve komşularını Perslerin sağladığı destek
sayesinde yönetti. Nehem- ya'nın valiliği konusunda söylenecek şeyler, haham ve
yazıcı Ezra hakkında söyleneceklerle yakından alâkalıdır. Çünkü kral
Artaxerxes Nehemya'yı vali tayin ederken, ülkenin din işlerini çekip çevirme
görevini de Ezra'ya vermiştir: “Krallığımda yaşayan ‘ İsrail halkından,
kahinlerden ve Levililerden Kudüs'e gitmek isteyen herkesin seninle
gidebilmesi için buyruk veriyorum. Elindeki Tanrı'nın Yasası'nın uygulanıp
uygulanmadığı konusunda Yahuda Uudaea] ve Kudüs'de araştırma yapman için, ben
ve yedi danışmanım seni görevlendirdik."
Ezra, kraldan sözü
edilen fermanı alır almaz, Nehemya'ya Yahuda valisi olarak atanmasını
sağlayacak başka bir ferman daha çıkarılmasını beklemeden Kudüs'e hareket etti.
Her ne kadar M. Ö. 430'da olan bir olayın kesin rakamını çıkarmak zor ise de,
büyük bir ihtimalle Ezra Babil sürgünlerinden 1800 kadar erkek veya 5500-6000
civarında insanı Yahuda'ya alıp götürmüştür. Öyle veya böyle, bu iki kişinin yaptığı
işleri aralarında bir fark olmadığı cihetle, burada kısaca anlatmamız kitabın
konusuyla tezat teşkil etmez. Zaten incelediğimiz kaynakların çoğu da Nehemya
ile Ezra'yı bir bütün olarak görür ve hangisinin önce veya sonra olduğu konusu
üzerinde fazla durmazlar.
Nehemya ve Ezra,
Yahudi yazıcıların da belirttikleri gibi, var güçleriyle vaktiyle İsrail oğullarının
hafife aldıkları için belalara dûçar kalmaları sebebiyle Müsa'nın şeriatına
uymayı sağlamaya giriştiler.
Ezra'nın yüksek
kültürü, Yahudiler nezdinde dini nüfuzunu güçlendiren köşe taşı durumundaydı.
Böylece dini yaşantılarını düzenleyen yeni bir anayasanın hazırlanması
konusunda görüş birliğine vardılar.. “Tanrı'nın kulu Mûsa aracılığıyla verdiği
yasaya göre yaşamak, Egemenimiz Rab'bin bütün buyruklarına, ilkelerine,
kurallarına uymak üzere ant içtiler, uymayacaklara lanet okudular. Çevremizdeki
halklara kız verip almayacağız. Çevre halklardan Şabat Günü ya da kutsal bir
gün eşya veya tahıl satmak isteyen olursa almayacağız. Yedi yılda bir toprağı
sürmeyeceğiz ve bütün alacaklarımızı sileceğiz.”
Bu metinden ve
takip eden satırlardan, Yahudi Babil sürgününün en önemli işlerinden beş
kitabın oluşturduğu Tevrat'a sıkı sıkıya bağlılık konusunda kararlı
olduklarını, sözü edilen Yahudi kongresinde bunun teyit edilmesinin bu halkın
tarihinde önemli bir dönem noktası teşkil ettiğini anlıyoruz.
Yahudilerin Kenan
elinde geçirdikleri yıllar zarfında hiçbir zaman Müsa'nın şeriatına tam olarak
bağlanmadıklarını daha önce belirtmiştik. Örneğin yetmiş yıl olduğu ileri
sürülen esaret süresini, İsrailliler toprağın altı yıl ekilip yedinci yıl
nadasa bırakılacağını emreden Mûsa şeriana ait kanunu bir yana bıraktıktan
sonra, toprağın nadasa bırakılmasının sembolü haline getirdiler. Esareti sembolize
eden yetmiş yılı da İsraillilerin Kenan eline yerleşmelerinden sonraki 490
yılına bağlayarak o yıl toprağın sürülmesini yasakladılar. Yani ikamet
yıllarından her yedi yılı bir esaret yılı olarak kabul ettiler. Halbuki esaret
süresinin hiçbir halde yetmiş yıl olmadığını söylemeye gerek bile yok. Çünkü
esaret bir yılda sona ermemiştir. Samiriye esaretini görmezden gelip M. Ö. 597,
586 ve 582 yıllarında üç defa gerçekleşen ve ancak Cyrus'un emriyle Babil
sürgünün resmen sona erdiği 538 yılında bittiği kabul edilen Yahuda esaret
yıllarını kabul etsek bile durumda bir değişiklik olmaz.
Burada
İsraillilerin baallara ibadet ettiklerini, Kenan eline geldikten sonra bir
kısmının Babil'e sürgün edildiği, büyük bir kesiminin Mısır'a gittiği döneme
kadar çeşitli dini inançlarında Kenan akidelerini taklit ettiklerini bir kez
daha tekrar etmemize gerek yok.
Tarihleri boyunca
Yahudilerin kalplerini ve akıllarını esir alan hangi şaraitte olursa olsun
dünya halklarından ayrı durması gereken seçilmiş bir halk olduğu şeklindeki o
katı düşünce olmasaydı.. Yahudi önderleri Nehemya ve Ezra'nın davetine uyarak
Müsa'nın şeriatını uygulamaya azmettiklerinde ve emirleri yenileyerek
uygulamaya koyduklarında, Babil sürgününden sonraki Yahudi hayatında köklü bir
değişiklik beklememiz gerekirdi.. Biraz önce verdiğimiz metinden de
anlaşılacağı gibi, Yahudi önderlerin üzerinde anlaştıkları ilk nokta sosyal
yönden diğerlerinden ayrışmak, başkalarıyla kız alıp vermemekti ve belki de yeni
Yahudi anayasasının bu maddesi Ezra ve Nehemya'nın kafasını en fazla meşgul
eden husustu. Karma evlilik konusunda ne düşündüğünü Nehemya'nın kendi
hatıratından okuyalım: “Adamları azarladım, lanet okudum. Bazılarını dövüp
saçlarını yoldum. Tanrı'nın adıyla onlara ant içirdim ve ‘Yabancılara kız verip
kız almayacaksınız' dedim.”20 Hatta Nehemya Samiriye önderi Horonlu
Sanballat'ın damadı olan baş kahini kovmakta bile terüddüt etmemiştir. Onun
Kudüs duvarlarının onarılması konusunda Nehemya'yla tartıştığını biliyoruz.
Yabancılarla evlenme konusunda Ezra da oldukça katıydı. Hatta yabancı'
kadınlarla evli Yahudilere onları boşamalarını, onlardan olan çocuklarını
gayr-ı meşru ilan etmelerini emrediyordu.21
Yabancılarla
evliliğin yasaklanması, başkalarıyla karışıp kaynaşma, Şabat gününün ve
tarlaların yedi yılda bir nadasa bırakılması, Yahudi kardeşlerin borçlarının
silinmesi geleneğinin tesisinden sonra yaşı yirmiyi geçen her Yahudi erkekten
tapınak vergisi alınmasına sıra gelmişti.
Yeni yasa, toplumla
ilgili kuralların tesbitini gerektiren hallerde Yahudi bireyi teşrinin ana
hedefi haline getirmişti. Ne var ki konulan kurallar umulan neticeleri
sağlamadı. Toplumun, Tanrı'nın adil cezasını hakedecek günahlar işlemesi
sebebiyle acılar yaşamasına yol açan ortak günahın itirafının yanı sıra, her
bireyin de işlediği suçlarla ilahi kısası gerektiren ortak günahtaki rolünü
itiraf etmesi gerekiyordu.
Burada Yahudi
bireyin kabile düşüncesinden kabileler topluluğu düşüncesine bağlılık
konusunda bir değişim geçirdiğini görüyoruz. Asırlar boyunca on iki boyun rol
aldığı görülürken, bilinmeyen bir nedenle artık sadece Yahuda, Benyamin ve
Levililerden söz edilmeye başlanmış, sonra bazen kimi küçük boyların, bazen
sürgün öncesinde Yahudilerin yaşadıkları şehir ve köylerin isimleri, bazen de
sürgündeki Yahudilerin oturdukları yer adları zikredilmiştir. Nehemya ve
Ezra'nın yeni yasada bireyi göz önünde bulundurmasının onu kabile reislerinin
sömürüsünden kurtarma amacına matuf olduğunu düşünmemek gerekir. Aksine yeni
yasa Yahudi bireyi bu sömürüden kurtarmış, ama kabile reislerinin sömürüsünün
yerini bu defa Nehemya kitabının on ikinci ibaresinde sözü edilen kongrede ilk
defa oluşturulan yeni Yahudi liderliğinin yarattığı sömürü düzeni almıştır. Bu
kongre Yahudi önderlere Tanrı ve şeriat adına resmen konuşma hakkı vermiştir.
Bu konuda
yaptığımız ilk tespit, Nehemya ve Ezra'nın Kudüs'e siyasi bağımsızlık
kazandırma çabasından zımnen vazgeçtikleridir. Aksine onlar, önderlerin
ümitlerini ve yeni lsrail'i müjdeledikleri prensipleri boşa çıkarıcı bir tavır
takınmışlardı.
Burada Nehemya ve
Ezra'nın Kudüs'de Yahudiler için siyasi bağımsızlık sancağını yükseltmekten
vazgeçmelerinin, bağımsızlık düşüncesini bir yana bırakmaları anlamına
gelmediğini, aksine uygun bir zemin için fırsat kollamaya çalıştıklarını
söylemeye gerek yok. Çünkü tapınağın yeniden inşaası, duvarların onarılması ve
Yahudi cemaatinin yeniden tanzimi, atılacak yeni adımların zeminini oluşturmak
içindi.
Bazı tarihçiler
Yahudilerin Nehemya ve Ezra zamanında Pers yönetiminin gölgesinde bir tür
otonomi elde ettiklerini belirtirlerse de, bu nisbeten farklı bir otonomiydi.
Pers imparatorluğu,
o sıralar tarihin şahit olduğu en büyük imparatorluktu. Doğuda Hindistan,
batıda Yunanistan ve Libya'ya kadar uzanan çok geniş bir alanı hakimiyet
altında bulunduruyordu. Bu geniş imparatorluk bünyesinde Kudüs'ün işgal ettiği
mesahayı tahayyül edebilmek için, Suriye, Fenike ve Filistin'den ibaret • olan
nehir (Fırat) boyu bölgesinin imparatorluğun kontrolündeki yirmi küsur
eyaletten sadece birini teşkil ettiğini ve Kudüs'ün bu üç parçadan birinde yer
aldığını belirtmemiz yeterlidir. O sıralar Filistin Samiriye, Kudüs, Filistin
ovası (Aşdot ve civarından ibaret sahil şeridi)nden ibaretti. Kudüs valisi
eğer varsa,Perslerin tayin ettiği Samiriye satrabına bağlıydı. Eğer Kudüs'ün
kendisin den çıkan bir valisi örneğin Nehemya, yoksa, o zaman şehir doğrudan Samiriye'den
yönetiliyordu. Yani Pers satrap Kudüs'den seçtiği danışmanlar vasıtasıyla idare
ediyordu. “Yahuda oğlu Zerah’ın soyundan Meşezavel oğlu Petahya İsrail halkının
genel temsilcisi olarak Pers kralına yardımcı oluyordu.”
Burada geçen kral
kelimesini görmezlikten gelebiliriz. Çünkü Tevrat yazarları kaybolan
azametlerini Yahudilerin başkalarıyla olan ilişkilerini yücelterek telafi
etmeye çalışıyorlardı. Halbuki, örneğin Yahudi önderlerin halkın her türlü işi
konusunda danıştıkları mahalli Pers satrabı, başkent Susa'da oturan Pers
meliki değildi. Aynı şekilde Nehemya'ya atfedilen şu sözde anlatılanları da
görmezlikten gelebiliriz: “Çevremizdeki uluslardan bize gelenlerin dışında
Yahudilerden ve valilerden yüz elli kişi soframa otururdu.”23 Çünkü burada sözü
edilen valiler, Pers satrabının izniyle tayin edildikleri mütevazi
mevkilerinden dolayı şükran duyguları besleyen ve Kudüs civarında yer alan
komşu şehirlerin şeyhleriydi
Vakıa orada
gerçekten otonom bölgeler de vardı. Çünkü Persler mahalli bölge yöneticilerini
eski unvanlarından ve geleneksel yetkilerinden mahrum etmemişlerdi. Örneğin
Kilikya, Cebele, Sydon ve Ketom (Kıbrıs'da) yöneticileri kral unvanı
taşıyorlardı. Babil'i ise Cyrus Mardok'un lutfuyla “Babil kralı” unvanı almak
suretiyle kendine ayırmıştı. Çünkü Babil kralları halkın işlerinin çekip
çevrilmesi konusunda tanrıları Mardok'un naibi ve vekili sıfatıyla
iktidarlarına meşruluk kazandırırlardı. Bu yüzden Cyrus da Babil'e silah
zoruyla değil Mardok'un lutfuyla kral olmasını şenliklerle kutlardı ve Mısır
Cyrus'u müteakiben Pers İmparatorluğu’nun hakimiyetine girdikten sonra bu
taltiften mahrum bırakılmamış, 'Pers kralı Mısır firavunu lakabını da
almıştır. Fakat Mısır, Babil, Suriye ve Fenike'de başlayan bağımsızlık
ayaklanmaları, Pers kralını daha önce taşınan taltif unvanlarını bırakmaya, bu
ülkelerdeki dini inançlara saygısızlığı terketmeye zorlamıştır.
Bu bilgileri
vermekten maksadımız, Kudüs'ün küçük mesahasının muazzam bir imparatorluk
sınırları içinde çok önemsiz bir yer işgal ettiğini ve burada Ezra ve Nehemya
zamanında sağlandığı ileri sürülen otonominin kayda değer bir özelliği
olmadığını göstermekti.
Bizim burada
kaydetmek istediğimiz husus, Nehemya ve Ezra'nın Kudüs'de bir Yahudi cemaatı
düzenleme ameliyesine zemin hazırlayan Yahudi kongresinin bu halkın geleceği
konusunda tehlikeli bir etkide bulunduğudur ki, o da Kudüs'de Yahudi olmayan
geçici bir iktidarın varlığının tanınmasıdır. Her ne kadar daha önce İsrail
krallığının başında bulunan yöneticiler şu veya bu şekilde özellikle Mısır ve
Mezopotamya devletleri başta olmak üzere komşu krallıkların tebaalığını tanımış
olsalar da, geçmişte böyle bir şey varit olmamıştı.
Konumuzun akışı
içinde şöyle bir baktığımızda Tevrat'da İbranilerin kendilerinden olmayan
birini başlarına yönetici tayin etmelerini yasaklayan sarih emirler olduğunu
görüyoruz: “Atayacağınız kral kendi kardeşlerinizden biri olmalı.
Soydaşlarınızdan olmayan birini, bir yabancıyı kral seçmeyeceksiniz.” Yahudiler Babil sürgünü günlerinde bu sarih
kanunu bilmiyor olsalar bile, Kudüs'e döndükten sonra da bilmemekte ısrarcı
olmuşlardır. Çünkü bu kanunun uygulanması için yegane şart, “Tanrınız Rab'bin
size vereceği ülkeye girip orayı mülk edinerek yerleştiğinizde .. "26
hükmünün yerine gelmiş olmasıdır. Gerçi bu metin Yahudilere başlarına illa da
bir kral seçmelerini emretmiyor, ama şayet bir kral seçilecekse bunun mutlaka
Yahudi olmasını şart koşuyor. Belki de Cyrus'a “Tanrının mesihi" lakabının
'verilmesinde, peygamberlerinden birinin deyişiyle lakâbı Tanrı'nın verdiği
düşüncesinden hareketle kanunun bir tür yorumu rol oynamıştır. Yani
istediklerinde bir yabancıyı “seçilmiş halk"ın asil bir üyesi olarak
kabul ediyor, Samiriye [Samaria] halkından olan İsraillilere yaptıkları gibi
de aslen İsrailli olan birini üyelikten çıkartabiliyorlar.
Nehemya ve Ezra,
Yahudi ortamına, onu çevreleyen şartlara bakışlarında gerçekçiydiler.
Geleneksel Yahudi liderlik seyrine uygun olarak hareket ediyorlardı. Yahudi
peygamberlerin çizdikleri pembe tablolar onları etkilememişti. Eğer yeni
anayasa seçil miş halk ve seçilmiş toprak düşüncesinde katı olmamış olsaydı,
Yahudiler de diğer halklar gibi tarihî kaderlerini yaşar, onunla çatışmaya
girmez ve bu yüzden büyük acılar yaşamazlardı.
Nehemya ve Ezra,
siyasi bağımsızlığı stratejik değil bir taktik gereği olarak görüyorlar, Pers
nüfuzunun gölgesinde Yahudi toplumu için yapılacak yeni düzenlemeleri muhafaza
etmeyi düşünüyorlardı. Kudüs'e komşu olan toplulukların yaptıkları suçlamaları
da göz ardı etmemişlerdi. Örneğin Nehemya kitabında şöyle deniliyor:
"Sanballat, beşinci kez aynı öneriyle habercisini gönderdi. Habercinin
elinde açık bir mektup vardı. İçinde şunlar yazılıydı: 'Çevredeki uluslar
arasında Geşem'in de doğruladığı bir söylenti var. Sen ve Yahudiler ayaklanmayı
düşündüğünüz için surları onarıyormuşsunuz. Anlatılanlara göre kral olmak
üzeresin. Yahuda kralı olduğunu Kudüs'e duyurmak için peygamberler bile atamışsın.
Bütün bunlar kralın kulağına gidecek..” Halbuki Nehemya ve Ezra, Pers kralının
hoşnutluğunu muhafaza etmek için oldukça çaba gösteriyorlardı. Tabii bunu
Persleri sevdiklerinden değil, bir kurtuluş fırsatı çıkıncaya kadar Yahudilerin
ayaklarının Kudüs'e sağlam basmasını sağlamak için yapıyorlardı. Belki de
Yahudilerin Suriye ve Mısır'da Perslere karşı yapılan ayaklanmalara
katılmaları, baş kaldın için uygun vaktin geldiği zannından kaynaklanmıştı. Bu
olay M. Ö. IV Yüzyılda lll. Artaxerxes zamanında olmuş, neticede isyancılar
şiddetli şekilde cezalandırılmış ve Kudüs Yahudilerinden bir kısmı Babil ve
Hirkanya'ya sürgün edilmişti. Belki de sırf bu yüzden
Nehemya ve Ezra'nın siyasi bağımsızlıktan vaz geçmiş gözükmeleri yalnızca bir
taktikti.
Samiriye'deki Pers
satrabının doğrudan yüklendiği vergi ve askeri hizmet görevleri dışında,
topluluğun sivil işlerini Kudüs'deki Yahudi reisleri yürütüyorlardı. “Halkın
önderleri Kudüs'e yerleşti. Geri kalanlar aralarında kura çektiler. Her on
kişiden biri kutsal kente, Kudüs'e yerleşecek, öteki dokuz kişiyse kendi kentlerinde
kalacaklardı. Halk Kudüs'de yaşamaya gönüllü olanların hepsini kutladı."29
Anlaşıldığı kadarıyla M. Ö. 11. Yüzyıl başların da Hellen çağında yeterince
açık bir şekilde tebellür etmeyen Yahudi ihtiyarlar meclisinin nüvesi de bu
insanlardan çıkmıştı.
Nehemya'nın
anılarında geçen veya geçtiği iddia edilen “ihtiyarlar meclisindeki temsilin
demokratik bir halk temsili olduğu düşünmemek gerekir. Çünkü sıradan insanlar
daha sonra genel kabul gören ve Yahudi Yüksek Kurulu [Sanhedrin] haline gelen
bu meclise giremiyorlardı.
Babil sürgününden dönen
Yahudiler Kudüs çevresinde kalan ve sürgünden sonra evlerini terketmeyen
Yahudilere oldukça tepeden bakıyorlardı. Çünkü kendilerini yüksek Keldani
uygarlığının nimetlerinden yararlanmış kişiler olarak görüyorlardı. Eğer
vaktiyle Babil'e sürgün edilenlerin toplumun önde gelen kişileri olduğunu
düşünürsek, Kudüs'e yeniden dönüp gelen bu insanların kendilerinde bir
üstünlük görmeleri normaldir. Çünkü bunların bir kısmı aslen aristokrat kesime
mensuptu. Diğer bir kısmı ise Keldani uygarlığından çok şeyler öğrendiğini
düşünüyordu. Bu iki gruptan birinin varlığı Yahudi halkının yakınmalarının artması
için yeterliydi. İkisi ise zaten çekilmez bir şey olurdu. “Bir süre sonra
kadınlı erkekli halk Yahudi kardeşlerinden şiddetle yakınmaya başladı.” “Çünkü halk ağır yük altındaydı.” Yahudi ileri gelenlerinden böylesine ağır
muamelelere maruz kalan halka ihtiyarlar meclisinde büyük ölçüde temsil
hakkının verilebileceğini zannetmiyoruz.
Yahudi ihtiyarlar
meclisinin ihdasından sonra, başa geçen kişinin Davud soyundan gelenleri bile
hiçe sayayabildiği yeni bir mevki daha icat edilmişti: Baş kahin. Bu baş kahin,
tapınağın ve ona bağlı birimlerin işlerini çekip çeviriyor, dini vergilerden ve
kurbanlardan gelen gelirleri kontrol ediyordu. Kısa süre zarfında bu mevki
kutsal bir vazifeye dönüştü ve sahip olduğu mali imkanlar sebebiyle
aşgözlülerin de ele geçirmeye çalıştığı bir ödül halini aldı. Öyle ki sonunda o
mevkiyi ele geçirmek için akıl almaz entrikalar ve cinayetler bile
tertiplendi..
Josephus'a göre
Kudüs'deki azınlık aristokrat kesimin yönetimine rağmen, ona bağlı
şehirlerdeki kabile reisleri mahalli ikti darlarını sürdürüyorlar;
Samiriye'deki Pers satrabı veya varsa Kudüs'deki mahalli yöneticileri de bu
reis ve yargıçları [hakim] ta■
yin ediyorlardı. Pers kralının Ezra için çıkardığı ferman da bunu göstermektedir: “Sana gelince,
Ezra, sendeki Tanrı bilgeliği uyarınca yargıçlar ata. Bunlar Fırat'ın batı
yakasındaki bölgede yaşayan bütün halka, Tanrı'nın yasalarını bilenlerin
hepsine adalet sağlasınlar.. Yasayı bilmeyenlere de siz öğreteceksiniz.
Tanrı'nın yasasına ve kralın buyruğuna uymayanlar ya ölümle, ya sürgünle, ya
mallarına el konularak, ya da hapsedilerek cezalandırılsın.” Kabile reisleri ve yargıçların seçiminde ise
geleneksel kabile yapısı kuralları göz önünde bulunduruluyor ve Pers
satrabının onayı alınıyordu.
Cyrus
Yahudi tarihçi
Josephus'un yazdığına göre il. Cyrus'un (M. Ö. 559-530) Yahudilere gösterdiği
atıfetin sebebi, Yeşaya'nın kehanetleri ve bunların Pers kralının üzerinde
yaptığı etkilerdir. 33 Burada sözü edilen Yeşaya, M. Ö. Vlll. Yüzyılda yaşamış
olan peygamber Yeşaya değil, kim olduğu bilinmeyen başka biridir. Araştırmacılar
ondan M. Ö. VI. Yüzyılda Babil sürgünü zamanında yaşayan 11. Yeşaya diye
bahsediyor ki, Yeşaya kitabının 40. bülümünden 55.ci bölümüne kadar olan kısmı
da ona atfedilmektedir.
il. Yeşaya,
Cyrus'la ilgili olarak şöyle der: “Tanrı, mesihine, sağ elinden tuttuğu Koreş'e
sesleniyor. Uluslara onun önünde baş eğdirecek; kralları silahsızlandıracak;
bir daha kapanmayacak kapılar açacak. Ona şöyle diyor: 'Senin önün sıra gidip
dağları düzleyecek, tunç kapıları kırıp demir sürgülerini parçalayacağım. Seni
adınla çağıranın ben Rab, İsrail'in Tanrısı olduğumu anlayasın diye karanlıkta
kalmış hazineleri, gizli yerlerde saklı zenginlikleri sana vereceğim. Sen beni
tanımadığın halde kulum Yakub so yu ve seçtiğim İsrail uğruna seni adınla
çağırıp onurlu bir unvan vereceğim. Rab benim, başkası yok; benden başka Tanrı
yok; beni tanımadığın halde seni güçlü kılacağım. Öyle ki, doğudan batıya dek
Ben'den başkası olmadığını herkes bilsin. Rab benim, başkası yok. Işığı
biçimlendiren, karanlığı yapan, esenliği ve felaketi yaratan, bütün bunları
yapan Rab benim... Koreş'i doğrulukla harekete geçirecek, yollarını
düzleyeceğim; kentimi o onaracak, sürgünlerimi ücret ya da ödül almadan o
özgür kılacak. Böyle diyor her şeye egemen Rab. ”
Evet..
Yahudi akıl hocaları sürgünleri Kudüs'e iade etmesi, Kudüs'ün ve tapınağın
tamiri için Tanrı tarafından gönderildiğini Cyrus'un kulağına fısıldadılar,
ama bu iş ll. Yeşaya'nın iddia et. tiği gibi bedelsiz veya hediyesiz olmadı.
Bilindiği gibi Yahudi önderler Babil veliahdı Belşasar'ın öldürülmesinden
sonra Pers savaşçılarının başkenti istilasını kolaylaştırmak için Mardok kahinleriyle
işbirliği etmişlerdir. Bu konuya daha önce değindiğimiz için tekrar
dönmeyeceğiz. ?
Josephus'un
Yeşaya'nın kehanetleri ve bunların Cyrus üzerinde Yahudilere karşı âtıfet
beslemesiyle ilgili etkileri konusunda söylediklerine gelince, onun bu
sözlerinden maksat, uluslararası tarihin tamamıyla İsrail'i yüceltmek için
ilahi bir tedbirden ibaret olduğu düşüncesini aşılamaktır. Yahudi tarihçi, her
vesileyle bu duruşunda ısrar etmektedir. Bu münafık Yahudi tarihçisi, Tanrı'nın Kudüs'ü yerle bir eden Romalıların
yanında olduğunu da söylemişti. Çünkü ona göre tahrip, Yahudilerin işledikleri
günahların bedeliydi. Esasen Josephus bu konuda Hezkiya ve Yeremya gibi Yahudi
akıl hocalarının Tanrı'nın Sargon, Sennaherib ve Nabukadnasar'ı yalnızca
lanetlenmiş İsrail'e darbe indirmek için bir vasıta olarak seçtiği yolundaki
sözlerini tekrarlamaktadır.
Yahudiler,
başkalarına karşı besledikleri intikam duygularını . tatmin etmek için Cyrus'u
bir vasıta olarak görüyorlardı. En başta da kendi tapınaklarını onarırken onun
Babil tanrılarını tahkir ederek, tapınaklarını yıkmalarını sağlayacaklarını
umuyorlardı.
Tabii bunu tevhit
ruhuna bağlı oldukları için yapmış değillerdi. Zaten Cyrus da tek Tanrı'ya
inananlardan değildi. Buna rağmen ona Tanrı'nın mesihi lakabını verdiler. Ama
Cyrus'un Babillilere saygı duyduğunu, kendisini Mardok'un himmetiyle tahta
oturan Babil kralı olarak ilan ettiğini görünce, bütün ümitleri yıkıldıysa da,
içten pazarlıklı oldukları için duygularını belli etmemeye özen gösterdiler.
1.
Darius
Adı Tevrat'da
geçmediği veya açık bir şekilde zikredilmediği yahut muadili bir isimle
kaydedilmediği için Cyrus'oğlu Cambyses üzerinde durmayacağız. Kaynaklarda
Cambyses'in File adasındaki Yahudi kolonisine özel bir ilgi gösterdiği şeklindeki
bilgi, Darius kitabelerinde verilen malumata dayanmaktadır ki, bu kral
döneminden önce söz konusu koloniden bahsedilmemektedir.
Kaynaklar,
Cyrus'un damadı Darius'un Pers tahtını gasp yoluyla ele geçirdiğini, olayın
kendi kitabelerinde bahsettiği şekilde olmadığını belirtmektedir. Bir kere Pers
kralları listesinde kendi_ • _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _
sinden önce Gaumata
adında bir kral olduğu kaydedilmektedir. Bu kral Cambyses'in haksızlığa uğrayan
kardeşi Smerdis adını almış, M. Ö. 522 yılında bir sene kadar hükmetmiş. Belki
de bu kral tahtı zorbalıkla ele geçirmişti ve Darius da Cambiyses'in öldüğü
yıl iktidarı onun elinden yolup almıştı.
Bu zorbalık olayı
duyulunca Pers lmparatorluğu'nun birçok yerinde isyanlar çıkmış, muhtemelen
Perslerin amca oğulları olan Medler, Darius'un krallığını tanımayı reddetmiş ve
bu isyan, ortalığı sakinleştirinceye kadar Darius'un iki yılını almıştır.
Mısır, Suriye ve
Irak Perslere baş kaldırmış ve. bu da Darius'u onları tekrar itaat altına almak
için sefere çıkmaya zorlamıştır. Yahudilerin bu isyana katıldıklarını gösteren
herhangi bir kayıt yok. Bazı tarihçiler Darius'a karşı başlatılan genel
başkaldırı sırasında Yahudilerin Zerubbabil, peygamberlerden Zekeriyya ve Hagay
önderliğinde bir şeyler yapmaya çalıştıklarını, ancak Darius'un Mısır'ı tekrar
fethetmek için giderken 519/518 yılında Filistin'e şöyle bir uğramasının
ortalığı yatıştırmak için kafi geldiğini be lirtmektedirler. Bazı tarihçiler ise genel isyan sırasında
Yahudilere sessiz kalmalarının ödülü olarak dahili ve harici zorluklara, komşu
halkların karşı çıkmalarına rağmen, Kudüs'e dönmeleri, orada tapınağı yeniden
yapmaları için Pers kralı tarafından izin verildiğini kaydetmektedirler
Bizzat Ezra kitabı
Darius'la Yahudiler arasındaki ilişkilerin gerildiği konusunda en ufak bir
telmihte bulunmadığına ve hatta aksine Cyrus'un tapınağın yeniden inşaası
konusunda kararını desteklediği için Darius'a övgüler yağdırdığına göre, ikinci
görüşü tercih etmemiz için bir neden yok. Ezra kitabında şöyle deniliyor:
"... Tann'nın tapınağının yapım işlerine karışmayın. Bırakın Yahudilerin
valisiyle ileri gelenleri Tann'nın tapınağını eski yerinde yeniden kursunlar
... Bundan başka buyuruyorum ki, bu karan değiştirenin evinden bir kiriş
çıkarılacak ve o kişi kirişin üzerine asılacak. Evi de bu suçtan ötürü çöplüğe
çevrilecek...’^8
1.
Artaxerxes
Ezra kitabı, Pers
krallarından Cyrus, Ahaşveroş ve Artaxer• xes'ın adlarını zikrettikten sonra
doğrudan l. Darius'a geçmektedir. Fakat tarih, Cyrus ile Darius arasında
yalnızca Mısır fatihi Cambyses'i ve Gaumata isimli zorba bir kralı
zikretmektedir.
Darius'dan önce
geçen Ahoşveroş ve Artaxerxes'in isimlerine denk düşen bir Pers kralının ismi
tarih kayıtlarında geçmemektedir. Tüm bunlara rağmen Ezra kitabında şu
satırlara rastlıyoruz: "Bu olaylardan sonra, Pers kralı Artahşasta'nın
krallığı döneminde... Seraya oğlu Ezra adında biri Babil'den geldi. ..
"39
Tarihin l.
Artaxerxes adıyla bildiği M. Ö. 456-424
yıllan arasında
hüküm süren Artaxerxes, Ezra'ya Kudüs'e dönmesi için izin veren ve Nehemya'yı
Kudüs valisi tayin eden kraldır. Daha önce Artaxerxes hakkında verdiğimiz
bilgilerin bir daha gözden geçirilmesinde fayda olacağı düşüncesindeyiz.
İsimlerin özdeş leştirilmesi konusu ise bir sonraki bölümde ele alınacaktır.
Bilindiği gibi Artaxerxes, hassa birlikleri komutanı olan ve Artaxerxes'in
babasını katleden, tahtın meşru varisini atlayarak kendisini tahta çıkaran
Artabonus'un yardımıyla iktidara gelmiştir. Sahip olduğu iğrenç nüfuza rağmen
Artaxerxes'in kraliçe annesi Amestris'in adı da komplocular listesine dahil
edilmiş, asıl elebaşı olan Artabonus ise kraliyet sarayında yapılan bir düello
sonucunda Artaxerxes tarafından öldürülmüştür.
Kralın intikamı
Bactria valisi olan kardeşi
tarafından alınmış, ihtilal bastırılmış; bu defa Atina'dan yardım alan
Mısırlılar ondan intikam almışlar, fakat ayaklanma kralın isyancıların elebaşısı
Anaros'a af vaadetmesiyle sona ermiştir. Vakıa daha sonra kral, annesinin
teşvikiyle isyancıların elebaşını katlettirmiştir.
Ezra ve Nehemya kitabında
bu Pers kralını iyi kalpli, güzel ahlaklı birisi olarak görüyoruz. Hatta
Nehemya ondan “dünya durdukça yaşasın" diye söz etmektedir.
Nehemya'nın hadım
olduğunu ve kralın sâkiliğini yaptığını belirtmiştik. Bu durumda onun da saray
darbecilerinin sahnelediği oyunda rol almış olma ihtimalini nazardan uzak
tutmamak gerekir. Tabii muhtemelen Nehemya'nın güvenini kazanarak komployla
ilgili önceden muvafakatını aldığı, Yahudilerin Kudüs'le ilgili projelerine
sıcak bakmasını sağladıkları kraliçe ana d;onlarla birlikteydi.
111.
Artaxerxes
_ ll. Artaxerxes,
ll. Darius ve ll. Xerxes'den hiç bahsetmeden kısaca M. Ö. 358-337 yılları
arasında hüküm süren lll. Artaxerxes üzerinde durmamızda bir sakınca yok. Çünkü
bu üç hükümdar hakkında kayda değer bir bilgiye sahip değiliz.
111.
Artaxerxes'in dikkat çeken işlerinden birisi,
saray entrikalarından korktuğu için kendini korumak amacıyla yakınlarını öl-
dürtmesi, belalarından uzak durmak için emri altındaki valilelere paralı
askerlerini terhis etmeleri yönünde ferman vermiş olmasıdır.
Mısır
M. Ö. 404'den itibaren Pers hakimiyetinden çıkmıştı.
lll. Artaxerxes 35l'de bu ülkeyi tekrar hakimiyet
altına almayı denediyse de, bir sonuç alamadı. Onun bu başarısızlığı muhtemelen
bağımsızlık peşinde koşan Fenike şehirlerini ayaklanmaya sevketmiştir.
Artaxerxes, kendisine isyan eden Sydon [Sayda] şehri hakimini cezalandırmak
amacıyla büyük bir ordu topladı. Sydonlular saldırıyı durduramayınca toplu
intihar eylemine giriştiler ve hem şehirlerini, hem de kendilerini yaktılar.
Pers kralının Mısır üzerine yürüyüp 343'de onu mağlup etmesinden sonra dört bin
yıl boyunca Nil vadisinde hüküm süren firavunlar sülalesi sona ermiş oldu.
Anlaşıldığı
kadarıyla bu dönemde Kudüs Yahudileri bazı amaçlarını gerçekleştirecek güçte
oldukları düşüncesine kapılmış olsalar gerek ki, Perslere baş kaldıran
Fenikelileri kendilerine örnek aldılar veya en azından takındıkları tavır
Perslerin hoşuna gitmedi. Bu yüzden onlar da cezalandırıldılar ve Kudüs
Yahudilerinden bir kısmı Babil ve Hirkanya'ya (Horasan'a) sürüldü.
Kudüs Yahudilerinin
lll. Artaxerxes'a karşı düzenlenen isyana katıldıklarının bir delili de,
bizzat onun tarafından cezalandırılmış olmalarıdır. Eğer başkaldırıya
katılmaları kesin ve etkin olmuş olsaydı, sürgün yalnızca bir kısmının Filistin
dışında gönderilmesiyle sınırlı kalmazdı. Eski Yahudi tarihinden öğrendiğimiz
kadarıyla Yahudilerin bir kısmı Filistin'den kendi istekleriyle göç etmiştir.
Pers kralı Artaxerxes'in kendisine sadık olmadığından şüphelendiği kişileri
cezalandırma konusundaki katı tutum ve acımasızlığını göz önünde
bulundurursak, Yahudilerin işledikleri suçlar yüzünden değil de tahtının
selameti için bir tedbir olarak akrabalarından pek çoğunu öldürten bir krala
kar-. şı düzenlenen başkaldırıdaki rollerinden söz edebiliriz. Sydonlular bile
Artaxerxes tarafından acımasızca cezalandırılacaklarından emin oldukları için
kendilerini yakmak ■■
suretiyle toplu intiharı tercih etmişlerdir.
Elimizdeki
kaynaklardan hiçbirinde Kudüs Yahudilerinin, bir grubun Babil ve Hirkanya'ya
sürgün edildiği şeklindeki belirsiz ifadenin dışında, başka bir cezaya
çarptırıldıklarına işaret edilme mektedir. Zerubbabil Tapınağı hikayesinde
Artaxerxes döneminde tapınakla ilgili bir tecavüz olayı olup olmadığını
araştırdığımızda olumlu bir sonuca varamadık. Aksine Zerubbabil Tapınağı'na
yapılan ilk dini tecavüz M. Ö. Il. Yüzyılda Selevkus kralı Antiochus Epiphanes
zamanında olmuştur.
Şu halde Kudüs
Yahudileri III. Artaxerxes zamanında şiddetli bir cezalandırmaya maruz
kalmamışlardır ki, bu da onların Fenikelilerin Perslere karşı düzenledikleri
başkaldırıya fazla iştirak etmediklerini gösterir. Bu isyana bir şekilde
karışmışlarsa da, bu, İsraillilerle Fenikeliler arasında Davud ve Süleyman
döneminde başlayan ve Yahudilerin zaman zaman dostlarına karşı gösterdikleri
vefasızlıklar sebebiyle ufak tefek yaralar alsa bile düşmanlık derecesine
varmayan geleneksel dostluktan kaynaklanmışdır. Dolayısıyla Fenikelilere darbe
indirmeye niyetlenen birinin Yahudilerin onlara karşı besledikleri dostâne duygulardan
şüphelenmesini garipsememek gerekir ki, Ill. Artaxerxes'in Sydon isyanının ilk
günlerinde böyle bir şüpheye kapılması, bu yüzden içlerinden bir grubu
cezalandırmak amacıyla Filistin dışına sürmesi normaldir.
IlI. Artaxerxes'den
Pers İmparatorluğu'nun Makedonyalı Iskender tarafından yıkılmasına kadar geçen
süre içinde iki hükümdar daha tahta çıkmıştır. Bunlardan ikincisi M. Ö. 330
yılında savaş meydanında İskender'den kaçarken terk-i dünya eyleyen III.
Darius'dur.
Her ne kadar bazı
tarihçiler, Tevrat'ın bazı sifirlerinde Yahudi cemaatinin Perslerden zulüm
gördüğüne işaret edildiği kanaatinde iseler de, bu dönemde Kudüs Yahudilerinin
durumlarıyla ilgili bir kayıt bulamadık. Bu dönemde Perslerden zulüm gördüklerine
işaret edilmesinin sebebi de “kurtulmaları için ilahi inayetin gönderdiği”
yeni güç Makedonyalı İskender'i
sevgiyle karşılamış olmalarıdır.
Yahudilerin hızlı
renk değiştirmeleri ve bozgunda önde gitmelerine okuyucunun dikkatini çekmek
isterim. Dün Nabukadnasar'ı İsrail oğullarına kötülük yapanları cezalandırması
için Tanrı'nın seçtiği kılıç olarak niteliyorlardı: “Tanrı diyor ki, ... ben de
kuzeydeki bütün halkları ve kulum Babil kralı Nabukadnasar'ı çağırtacağım. ”43
; “Hangi ulus ya da krallık Babil kralı Nabukadnasar'a kulluk edip
boyunduruğuna girmezse, o ulusu onun eline teslim edene dek kılıçla, kıtlıkla,
salgın hastalıkla cezalandıracağım.”44; “Sizi sürmüş olduğum kentin esenliği
için uğraşın. O kent için Rab'be dua edin. Çünkü esenliğiniz onunkine
bağlıdır.”45; “Babil kralının iki elini güçlendireceğim, kılıcımı
eline vereceğim.”46; “Gümüşe değer vermeyen, altını sevmeyen Medleri onlara
karşı harekete geçireceğim. Oklarıyla gençleri parçalayarak, bebeklere
acımayarak, çocukları esirgemeyecekler. Ben Tanrı, Sodom ve Gomorra'yı nasıl
yerle bir ettimse, Keldanilerin yüce gururu ve krallıkların en güzeli olan
Babil'i de yerle bir edeceğim. Orada bir daha kimse yaşamayacak, kuşaklar boyu
kimse oturmayacak.. ”47 Tanrıları önce gitmelerini, esenliği için
çalışmalarını emrettikten sonra Babil'e karşı bu öfke niye? Çünkü “Babil kralı
Nabukadnasar yuttu bizi, ezdi; boş bir kaba çevirdi. Canavar gibi yuttu bizi,
güzel yemeklerimizle karnını doyurdu; sonra bizi kustu. Bize ve yurttaşlarımıza
yapılan zorbalık Babil'in başına gelsin, diyor Siyon halkı. .. Bunun için Rab
diyor ki, ‘İşte davanızı ben savunacağım, öcünüzü ben alacağım; onun ırmağını
kurutacak, kaynağını keseceğim, Babil taş yığınına, çakal yuvasına dönecek;
dehşet ve alay konusu olacak. Kimse yaşamayacak orada.”48
Halbuki
Nabukadnasar Yahudilere bir şey yapmışsa, onlar “Tanrı'nın nazarında günah
işledikleri” için Rab'bin kulu ve kılıcı sıfatıyla yapmıştı. Nabukadnasar'ın
Kudüs'e zulmettiğini ve zulmünden sonra bizzat Tanrı'nın Yahudilerden Babil'in
esenliği temennisinde bulunmalarını ve bu esenlik için dua etmelerini talep
ettiğini düşünürsek, Nabukadnasar'ın sürgün işleminin tamamlanması, Kudüs
tapınak ve surlarının yıkılmasından sQJıra Yahudilere zulmettiği konusunda
herhangi bir söz söylenmemesi gerekirdi.
Bu durumda
Nabukadnasar ve Babil'e lanetler yağdırılmasının sebebi nedir? Bunun sebebi
yeni bir gücün ortaya çıkışıdır. Çünkü Persler yeni bir güç olarak ortaya
çıkmış, Pers kralı Cyrus da Tanrı'nın hakkında “lşte kendisine destek olduğum,
günlümün hoşnut olduğu seçtiğim kulum! Ruhumu onun üzerine koydum. Adaleti
uluslara ulaştıracak” dediği
Allah'a inanan bir insan olmuştur. Hatta Cyrus “Tanrı, göklerin hakimi Rab
yeryüzünün tüm krallıklarını bana verdi ve bana Yahuda'daki Kudüs'de bir tapınak
yapmamı öğütledi” dediği için Tanrı'nın gerçek mesihidir.
Fakat Pers krallığı
Yahudilerin ümitlerini boşa çıkarıp, Babil'i onlar için “bir harabeye,
çakalların inine” çevirmeyerek, tüm düşmanlarından intikam almayınca, ortaya
Makedonyalı İskender çıkmış, Yahudiler de eski güçlüleri unutup yenilerine.
kucak açmışlardır.
Yahudiler bu tarihi
dersi hiç unutmadılar ve yakın geçmişte de tarihten öğrendiklerini gayet güzel
tekrarladılar. Herzl zamanında önce ■
Osmanlı
sultanı
Abdülhamid'i
Tanrı'nın mesihi olarak gördüler. Ondan istediklerini
alamayınca, Almanya kralına, onda da aradıklarını bulumayınca Rus çarına
yöneldiler.. arkasından İngiliz kralına yöneldiler. Şimdi ise ABD başkanını
Tanrı'nın mesihi olarak görüyorlar. Belki de yarın meçhul bir dinsizi Tanrı ordularının
mesihi ilan edecekler ve böylece her zaman yeni güçlerin yanında yer
alacaklardır.
XVIII
Yahudi
Ansiklopedisi MakedonyalI İskender için şöyle der: “Hellen uygarlığını Suriye
ve Mısır'a sokan İskender, Yahudi inançlarının gelişmesinde muhtemelen Yahudi
ırkının dışında • . kimsenin yapamayacağı bir etkide bulundu.”1
İskender (MÖ. 356-323) Yahudi literatüründe efsanevi bir kahraman olduğu
için, tarihin en önemli kişilerinden birisi olan bu şahısla Kudüs'deki ve 1ll.
Darius'un ölümü üzerine İskender'in hakimiyetine geçen Pers İmparatorluğu'nun dört bir yanındaki Yahudiler
arasındaki ilişlere biraz değinmemizde fayda vardır.
İskender, Asos
savaşında Persleri yendikten sonra
yedi aylık bir kuşatmanın ardından ele geçirdiği Sydon'a yöneldi. Arkasından
Gazze'ye yöneldi ve iki aylık bir muhasaradan sonra orasını da ele geçirip,
Kudüs üzerine yürüdü.
Kaynaklarda
belirtildiğine göre İskender Sydon'u kuşatırken Kudüs Yahudilerine adam
göndererek kendisine bağlılıklarını bildirmelerini, kuşatmayı sürdürmek için
gerekli lojistik desteği vermelerini istedi, fakat baş kahin Pers kralı
Darius'a bağlılığından ötürü bu talebi geri çevirdi.
İskender Gazze'nin
fethinden sonra Kudüs üzerine yürüyünce, baş kahin Perslere bağlılığını bir
daha gözden geçirmek zo runda kaldı. Bunun için bir rüya görmesi yeterli
olmuştu. Baş kahin Yedu, gördüğü rüyadan hemen sonra sırtında erguvani bir pelerin,
başında üzerinde Allah adı yazılı altın şeritli bölgesel tacıyla şehir
meydanına ilerledi. Çevresinde de keten elbiseler giymiş diğer hahamlar ve
şehir eşrafı vardı.
lskender şehre
gelince baş kahinin önünde saygıyla eğildi. Bu sırada Yahudiler de koro halinde
lskender'e tezahürat yapıyor, öncü birliğini selamlıyorlardı. lskender'in
yakın çevresindekiler ve askerler, kralların önünde eğildikleri muzaffer bir kumandanın sergilediği bu anormal
davranışa bir anlam verememişlerdi. Kurmaylarından Barminu İskender'e bunun
sebebini sorunca şu cevabı verdi: “Ben ona değil, kendisini bu en büyük kutsi
mevkiyle şereflendiren Tanrı'ya secde ediyorum. Makedonya'dayken Asya'yı
istila konusunda en uygun planlar üzerinde bocalayıp durduğum günlerde, rüyamda
işte bu adamı gördüm. Beni Asya'yı istilada acele etmem konusunda teşvik
ediyor, denizi tereddüt etmeden geçmemi öğütlüyor, orduma sefer sırasında yol
göstereceğini ve bana Perslere karşı üstünlük vereceğini vaadediyordu.”
Daha sonra İskender
sağ elini baş kahine uzatarak onun talimatlarıyla Yahve'ye kurban sunduğu
tapınağa kadar eşlik etti. Baş kahin arkasından İskender'e Deniel'in kitabında
bizzat kendisini ilgilendiren işaretler hakkında bilgi verdi. İskender, Deniel
kitabında geçen “Teke Grek kralıdır; gözleri arasında gördüğün büyük boynuz
birinci kraldır” sözlerini
duyunca son derece mutlu oldu.
lskender, ertesi
günü Kudüs Yahudilerine ne istekleri olduğunu sordu ve baş kahinin talebi
üzerine onlara dini vecibelerini tam serbesti ile ifa etmelerine izin verdi;
onları yedinci yıl Sabat yılı vergisinden muaf tuttu ve bu imtiyazları
imparatorluğu sınırları dahilindeki tüm Yahudilere tanıdı.
Bu efsanenin
içerikleri itibariyle tarihle hiçbir ilgisi olmadığını söylemeye gerek yok.
Çünkü en az üç noktada intihal olduğu kesin:
c)
Daniel kitabının özellikle kendisine işaret eden
sözlerinin Iskender'e gösterilmesi.
Birinci ve ikinci
şık üzerinde durmayacağız, çünkü tarih rüyalar üzerine kurulmaz.
Özellikle de bu
rüyalar İskender ve arkadaşı Yedu'ya atfedilen şekliyle olursa..
Daniyel kitabına
gelince, onun M. Ö. Il. Yüzyılda, yani lskender döneminden daha sonraki bir
dönemde yazıldığı konusunda daha önce bilgi verildiği için, tekrar aynı konuya
dönmeyeceğiz.
Yahudi
Ansiklopedisi dahi bu hikayenin tarihi kronolojisinin pek çok bilim adamı
tarafından şüpheli bulunduğunu kaydetmektedir. Kitab-ı Mukaddes Sözlüğü'nde
ise şöyle deniliyor: “Bu hikayenin ne kadarının hayali olduğunu kestirmek
mümkün değil.. Talmud'da ve Josephus'da geçmektedir. Plutarkhos, Cornius ve
benzerleri gibi klasik tarihçilerin bu konudaki suskunluğu hikayenin uydurma
olduğu hususunda yeterli bir argüman değildir. Zaten bu tarihçiler Yahudilerle
ilgili her konuda genellikle susarlar. Hikayede hayali unsurlar bulunduğu ise
kesin bir olgudur.”
Britannica
Ansiklopedisi'nde de şöyle deniliyor: “Büyük ihtimalle bu efsanenin gerçek
nüvesi, baş kahinin İskender'in kendisini Filistin'in güneyindeki Yahudi
cemaatinin önderi ve yeni efendinin temsilcisi olarak tanıması mukabilinde ona
karşı hüsn-ü niyet işaretlerini sunmasıdır. Böylece baş kahin Pers hakimiyet
döneminde olduğu gibi başka bir memur veya valiye değil, doğrudan İskender'e
bağlı olacaktır.”
İskender bu şekilde
Kudüs'ü ziyaret etmiş ve onun bu çekişmeden kazanan taraf olarak çıkacağını
gören Yahudilerin bağlılık tezahürleriyle karşılaşmış olabilir. Ayrıca
İskender'in geleneksel olarak hep aynı aileden seçilen baş kahinin önderliğinde
Kudüs Yahudilerine sınırlı bir otonomi vermiş olması da muhtemeldir..
Yahudilerin imparatorluğun dört bir yanına dağıtılmış olması keyfiyetinin de
İskender'in atıfetine yol açmış olduğu nazardan uzak tutulmamalıdır ve
muhtemelen bu âtıfet duygusu, onu, amaçları uğrunda hizmetlerinden yararlanmak
istediği Yahudilere karşı sempati beslemeye sevketmiştir.
İskender'in
askerlerine Makedonya'dayken gördüğü bir rüyadan bahsetmesi, acaba henüz Asya
üzerine yürümeyi planladığı günlerde kendisiyle bazı Yahudiler arasındaki sabık
bir ilişkiyi mi sembolize ediyordu? Kıyas yoluyla böyle bir şeyin olmuş olmasını
uzak bir ihtimal olarak görmüyorsak da, bu anlatılanlardan hissi bir delil
çıkaramayız. Ancak, şu kadarını söyleyebiliriz ki, Babil sürgünü sonrasında
Yahudiler dağıtılmışlığın yaşantılarına girdirdiği değişikliklere binaen,
sürgün öncesinde olduğu gibi, diğer Yahudilerle tedrici ilişkiler içine girmişler
ve aradaki büyük mesafelere rağmen tek bir topluluk oldukları duygusunu güçlendirmişlerdir.
İlk günlerden itibaren oraya buraya dağıtılmış olma durumunun ortak çıkarlar
söz konusu olduğunda Yahudilerin aynı tavrı sergilemelerini ve birbirleriyle
temasta bulunmalarını engellemediği konusunda pek çok veri mevcuttur. Yeni
yerleşim yerlerinde Yahudiler. arasındaki yazışma faaliyetiyle ilgili en iyi
örnek, Makkabî hanedanı elçileriyle Kudüs Yahudilerinden Mısır'daki
Yahudilere iki mektup göndererek büyük Yahudi bayramlarını kendileriyle
birlikte kutlama konusunda teşvik etmeleridir.
Vakıa herhangi bir
devletin çökmeye başladığını gösteren alametler, durumu değerlendiren
kişilerin olayları yeniden ve daha akıllı bir şekilde gözden geçirmesini engellemez.
Babil Yahudileri de Keldani devletinin çöküşünü, Perslerin yıldızının parlamaya
başladığını görüp yarışı kazanacak at durumundaki Cyrus'a oynamışlarsa, Yunan
topraklarını İskender'in babası Makedonyalı Philippe'in sancağı altında
birleştirecek bu yeni gücü farketmiş ve onun cihan hakimiyet sancağını
Perslerden teslim alacağı vaktin geldiğini sezerek içlerinden bazılarına bu
yükselen yeni güçle
temasa
geçmek için yola çıkmalarını söylemiş olmaları uzak bir ihtimal değildir. Her
musibet bir nimeti de beraberinde getirir. Yahudiler de vaktiyle Kudüs'de
krallarının gelişmeleri yakından takip etmeyip yanlış ata oynamaları yüzünden
çektikleri acılardan gerekli tecrübeleri edinmişlerdi. Şimdi ise daha fazla
hareket serbestisine, niyetlerini daha fazla gizleme ve rolleri dağıtma imkanına
sahiplerdi. -
Yedu'nun lll.
Darius'a ettiği bağlılık yemini sebebiyle baş kahinin Sydon'u kuşatan
Iskender'e Yahudilerin bağlılık göstermesini reddettiğini belirttiğini
belirtmemek yanlış olur. Rüyalar, yapılan anlaşmaların bozulmasına sebep
teşkil etmez; ama bağlılık sözünü veren Yahudi ise o zaman rüyalar bir mesnet
durumuna geçebilir. Nitekim daha önce de sünnetsizlerle yaptıkları anlaşmaları
bazı çıkarlar için bozmuşlardı.
Yahudilerin, yeni
bir güç olarak lskender'in eteğine yapışmalarını ve Perslerden yüz
çevirmelerini haklı göstermek için genç Makedonyalı kralı peygamberler
mertebesine yükseltecek bir kutsiyet çemberiyle çevirmeleri gerekiyordu.
lskender'in Kudüs ziyareti hikayesini okuyan bir kişinin, onun ziyaret
sırasında sağ elini baş kahine uzatıp onunla birlikte tapınağa girmesi ve baş
kahin Yedu'nun açıkladığı seramoni kurallarına uygun olarak kurban sunması
sebebiyle Yahudi tarihçilerin kralın Müseviliğe geçtiği şeklindeki telmihlerine
inanması beklenemez.
Bir kere
Iskender'in ahlakı ve siyasi kültürü, Kudüs tapınağında yaptıklarına engel
teşkil etmez. Çünkü lskender ileri görüşlü, zeki biriydi. Babası onu
ideallerini gerçekleştirmesi için oldukça iyi eğitmişti. Yahudilere iltifat göstermek
ve dini inançlarına saygılı olmakla sağlayacağı çıkarların farkındaydı.
Nitekim baş kahinin önünde saygıyla eğilirken, bunu ona duyduğu saygıdan dolayı
değil, onu yüksek makama getirerek onurlandıran Tanrı'ya saygısından yaptığını
belirtmiştir.
Fakat Yahudilerin
Tann'sını kabul eden aynı Iskender, bir başka defa da Mısırlıların tanrısı Amon
Ra'yı kabul ettiğini belirtmiştir. İskender'in Mısır'ı fethettikten sonra
ülkede hakimiyetini pekiştirmek için en çok ihtimam gösterdiği konulardan
biri, gidişgelişte bin kilometreden daha fazla bir yol katetmesine rağmen,
tanrı Amon Ra'yı ziyaret etmek ve Mısır baş kahininin eliyle takdis edilmek
için Siva vadisine kadar yorucu bir yolculuğa çıkmakta tereddüt etmemesiydi.
Burada baş kahin, İskender'in huzurunda yaptığı bir konuşmada “Gel, Ra'nın
babalığını ve Hor'un mülkünü verebilecek kadar sevdiğim öz oğlum!”10
Böylece baş kahin
İskender'i tanrı Amon Ra'nın oğlu olarak Mısır'ın meşru kralı ilan etmiştir ki,
onun Kudüs'deki davranışıyla Siva'daki davranışı arasında önemli bir fark
yoktur. Her ikisinde de fetih gücünü manevi güçle takviye etmeyi amaçlamıştır.
Belki de tek fark Kudüs'de Yahve'ye, Mısır'da tanrı Amon Ra'ya sözde iman etmiş
olmasıdır. Aslında her iki durumda da Tanrı adına hükümdarlık yaptığını halka
gösterme amacı vardır. Böyle durumlarda tanrıların sayısının uğranılan
başkentlerin sayısıyla orantılı bir şekilde artmasında sakınca yoktur. Esasen
mağlup halkların kalbini kazanma yolunda ilk adımı Pers kralı Cyrus atmış,
İskender de onun yolundan devam etmiştir. Dolayısıyla mağlup halkların fatih
kralların mahalli davranışlarına bakarak onların kendi dinlerini ve tanrılarını
benimsedikleri düşüncesi ancak aldatıcı bir vehimdir. Çünkü fatih krallar
yalnızca kendi çıkarlarının koruyucusudurlar.
İskender'in mağluplara davranışı
Araştırmacılar ve
güvenilir tarihçiler, İskender'in hayatında giriştiği en zor iki askeri
operasyonun Fenikelilerin Sydon şehriyle Filistin'deki Gazze'nin kuşatılması
olduğu konusunda hemfikirdirler.
Sydon, sahile yarım
mil uzaklıkta müstahkem bir ada şehirdi. İskender Asos savaşından sonra buraya
gelince, şehri fethetmekte zorlandı ve kuşatma altına alarak mancınıklarla
surları dövmeye başladı. Müdafiler surlarda açılan delikleri hemen tamir
ediyorlar ve Kartacahlardan11 herhangi bir yardım istemiyorlardı.
Muhtemelen Kartacalılar da ana şehir Sydon'un rahatlıkla direnebileceğine
inanıyorlardı.. Fakat yedi ay süren şiddetli bir kuşatmadan sonra şehir düştü
ve halk pazarda köle olarak satıldı. Daha sonra güneye yönelen lskender, kayda
değer bir direnişle karşılaşmadan Gaz■
ze'ye geldi. İskender ordusunu Gazze çevresine yığdı. Gazze'nin
Sydon'un başına gelenlerden yeterli dersi aldığını, direnme göstermeksizin
kapılarını açacağını zannediyordu. Fakat suküt-u hayale uğradı. Gazze, son
ferdine kadar sert bir direnme kararı aldı. Fakat bu konuda söylenmiş bir sözü
veya belirlenmiş bir sloganı yoktu. Güçlü surları, kendisini koruyacak bir
donanması olmamasına rağmen tam iki ay boyunca işgalcilere karşı direndi. Bu
iki ay boyunca İskender'in yüreği ağzına gelip gelip gitti. Gücü, vatan müdafaasının
gerekliliği konusunda kamil bir inancı olmayan küçük bir şehir, saldırganlara
karşı ölümüne direniyordu .. Hatta İskender, daha göreceği günler olmamış
olsaydı, bir Arabın hançeriyle ağır şekilde yaralanmış ve ölmesine ramak
kalmıştı. 12 Nihayet kahramanca direnen şehir düşmüş, işgalciler nefes alan
bir canlının kalıp kalmadığını araştırmaya başlamışlardı. Buldukları tek canlı
savaşçı şahir valisi Batis'di ve o da ağır yaralıydı. Eğer İskender mertlik
ve insanlık sıfatlarından arınmamış olsaydı, şehrini müdafaa eden bu kahraman
insana gerekli saygıyı göstermelerini emrederdi. Fakat İskender'in askerleri
adamın üzerine çullandılar. İskender zaten yaşayan ölü durumundaki bu kahramanı
sakat bırakmalarını emretti. İki ayağını yakarak kızgın bakır halkalar
geçirdiler. Sonra sürükleyerek İskender'in savaş arabasının önüne getirdiler.
İskender arabasını hızla sürüp azgın ve sarhoş askerlerin alaylı kahkahaları
arasında adamı parçaladı.
Böylece kahraman
Gazze düşmüş; erkekleri şehit olmuş, kadınlar ve çocuklar esir pazarında haraç
mezat satılmış, evleri ise gasıpların istirahatgahına dönüşmüştü. Sydon ve
Gazze'nin düşmesiyle birlikte İskender'in hayatında şahit olduğu an sıkıcı
savaş günleri sona ermişti.13
Yunanistan'dan
başlayarak Hint topraklarında biten fetih günleri boyunca kazandığı zaferlerin
en zorunu lskender Araplara karşı kazanmış, onların dışında bütün halklar ona
saygı ve bağlılık göstermişlerdir. Üstelik onlar Gazzeli de değillerdi ve
yalnızca düşman lskender'e karşı kahramanca direniş gösteren bir şehre
yardıma gelmişlerdi. Şehrin direnişi lskender'i çok öfkelendirmişti; Arap
Yarımadası'nı fethetmeyi denediyse de ümitsizlik ve yenilgi nasibi oldu.
Burada anlatılanlar,
lskender'i günümüzde süpermen dediğimiz türden efsanevi ve dahi bir kahraman
olarak tanıyan bazı okuyuculara tuhaf gelebilir. Doğrudur; çocukluğumuzda bize
okutulan ve hâlâ da okutulmaya devam eden sıradan tarih kitaplarında, tüm
düzeltme teşebbüslerine rağmen, bize böyle anlatıldı. Sanki bu kitaplar
düşmanlarımıza karşı verdiğimiz amansız mücadele konusunda ihtiyaç duyduğumuz
duyguların tam aksini öğretmek, gerçek tarihi çarpıtmak için yazılmıştı. Belki
de Yahudi tarihini anlatırken ilk defa lskender meselesinde asıl konumuzdan
bu kadar uzaklaşmamızın sebebi de budur. Ama bu gerekliydi ve Yahudilerin
tarihin bundan sonraki dönemlerinde nasıl insanlarla işbirliği yaptıkları,
tarihi nasıl çarpıtıp değiştirdikleri konusuna yeni bir veche getirecektir.
Onların bu çarpıtmaları yüzündendir ki, aslında tufeyli ve kaba saba kişiler
olan bu insanlar dünya halklarının nazarında mükemmelliğin ve büyüklüğün
timsali haline gelmişlerdir.
Filizof tarihçi
Wells “İnsanlık Tarihinin Ana Hatları" isimli kitabında “Gerçekten
lskender büyük müydü?" diye sorduğu soruya kendisine yakışan insani bir
üslupla cevap veriyor. Wells bize lskender'in gençliğini ve çirkef anası
yüzünden babasının başına gelen felaketi anlattıktan sonra Philippe'i büyük bir
piyes yazan dahi bir yazara, lskender'i ise sahnede rol olan bir aktöre benzeterek
şöyle demektedir: “Eseri yazan kişi ne kadar büyük olursa olsun, karanlıkta ve
perde gerisindedir. Tüm ışıklar aktörün üzerine çevrilmiştir.. lşte baba ile
oğulun durumu böyledir. Philippe, tüm askeri dehasını sergileyerek oğlu
lskender'e düzenli ve eğitimli bir ordu hazırlamıştır ki, bu ordunun
disiplinsiz ve içi geç' miş Pers ordusuna galip gelmesi gerekirdi."
Daha sonra İskender
Pers İmparatorluğu'na tam altı yıl boyunca hükmetti. Hiç kimse ona karşı
çıkmadı. Otuz bir yaşına gelmişti ve bununla birlikte bu yıllar zarfında
yönetim konusunda kayda değer hiçbir şey yapmadı ve her şeyi nasıl bulmuşsa öyle
bıraktı. Yeni şehirler kurmayı planladığı doğrudur, ama güllük gülistanlık şehirleri
yerle bir ettiği de doğrudur.
Onun için doğunun
Hellen’i diyorlar. Halbuki Mısır ve Babil İskender döneminden çok önceleri
Yunan uygarlığından çok ilerideydi ve onun tarafından örnek alınmıştı.
Yunanistan'ın altın
çağının, kendisiyle İskender dönemi arasında fazla uzun bir mesafe bulunmayan
Perikles döneminin filozoflarının öğrettikleri gibi, Asya'ya Avrupa'yı
birleştirmenin yolu, güvenli kara ve deniz yolları açmaktı. İskender'in hocası
ve yol göstericisi, aynı zamanda siyasi ve askeri bir önder olan Aristo'dan da
Asyalılarla Avrupalıların kaynaşması konusunda davetten daha fazlası
istenmişti. Belki de Pers devletinin yıkılmasından sonra Aristo'nun çevresinde
yapılan evlilik törenleri, genelde bir devlet yıkıldıktan sonra galiplerin
mağlup tarafın kadınlarını keyiflerinin istedikleri gibi alıp satmaları
şeklindeki geleneğin yaygın ve metazori bir uygulamasıydı. Eğer İskender Asya
ile Avrupa'yı birleştirme yolunda sağlam adımlar atmak istiyorsa, Makedonyalı
kadınların Asyalılarla evlenmesine izin vermeliydi. Bunu yapmadığı sürece
hikaye galibin mağluba yaptığı muameleden öte gitmeyecekti.
İskender, savaş
meydanlarında gösterdiği kabiliyeti ve idarecilik vasıflarını insanların
gücünden faydalanmakta gösterememişti. Bu mağrur genç, sahip olduğu o geniş
imparatorluğun geleceğini düşünmekten kaçıyor ve Wells'in dediği gibi
kendisinden sonra dünyada hayatın biteceğini sanıyordu. Belki de bu yüzden dört
bir yana yayılan bu devâsâ imparatorluk onun ölümünden sonra çökmüş ve en yakın
arkadaşları arasında taksim ettiği ülkeler birbirinden kopmuştur.
İşte Yahudilerin
eteğine yapıştıkları, önünde pervane oldukları, hakkında onu ismet sahibi
peygamberler mertebesine yükselten yalan yanlış şeyler uydurdukları yeni
kuvvetin temsilcisi İskender böyle biriydi. Bazı Arapça eserlerde İskender'le
ilgili olarak Islama ve Müslümanlara yakıştırılan bazı iftiralara bir göz
atmadan bu konuyu noktalamak doğru olmaz. Çünkü bu İskender, Yahudiler nazarında
beklenen mesih, Habeşli Hristiyanlar nazarında bir Hristiyan aziz, Müslümanlar
nazarında ise bir İslam kahramanı olmuştur. İslamı İskender konusunda
israiliyatın yamadığı şeylerden temizlemek burada bizim işimiz değildir. Kehf
suresinde Zü'l Karneyn adlı salih bir kişiden söz edilmektedir. Allah Kur'an'da
bu konuda şöyle buyurur: “Sana Zü'l Karneyn'i soruyorlar. Size ondan biraz
bahsedeceğim de! Biz onu yeryüzünde güçlü bir iktidar sahibi yaptık ve ona her
konuda bir yol gösterdik. O da gösterilen yolda yürüdü."
Bazı müfessirler
Yahudilerin Makedonyalı İskender hakkındaki rivayetlerin tesirinde kalarak
hataya düştüler ve Kur'an'da sözü edilen Zü'l Karneyn'in İskender olduğu
zannına kapıldılar. İbni Kesir, tefsirinde Zü'l Karneyn'in Makedonyalı İskender
olduğu şeklindeki sözlerle ilgili olarak “Ebu Zer'at er-Razi gibi büyük bir
müfessirin bile onda peygamberlik alametlerini görmesi şaşılacak bir şey"
demektedir. Halbuki İbni Kesir el-Ezraki ve diğer fakihlere istinaden Kur'an'da
sözü edilen Zü'l Karneyn'in Hz. İbrahim'in çağdaşı olduğunu; ona inanıp
peşinden gittiğini ve onunla birlikte Mekke'de Kabe'yi ilk kurduğunda binayı
tavaf ettiğini kaydetmektedir.15
Mukadenyalı
İskender'in Kur'an'daki Zü'l Karneyn olduğunu belirten kayıtların asılsız bir
iftira olduğunu ve İslama sokulmuş israiliyat arasında yer aldığını göstermek
için sanırım bu kadar bilgi yeterlidir.
XIX
İskender'in
ölümünün hemen ardından Mısır'daki Ptolemelerle Suriye'deki Selevkuslar
arasında acımasız bir çekişme başladı. Bu çekişmenin sebebi, her iki tarafın da
birbirinin elindekine göz dikmiş olmasıydı. Mısır ve Suriye tek bir güç
tarafından yönetilmediğine göre, küçücük Filistin'in bu iki ülkeyi yönetenler
arasında coğrafi açıdan bir niza konusu olması kaçınılmazdı.
İskender'in
ölümünden üç yıl kadar sonra ve tam olarak M. Ö. 220'de Mısır imparatoru
Ptoleme Filistin'in üzerine yürüyüp Yahudi başkenti Kudüs'ü işgal etti. Kudüs,
Selevkus kralı ili. Antiochus Epiphanes 198 yılında Ptoleme'nin ordusunu
Suriye'nin Banyas kasabası açıklarında mağlup etmesiyle Selevkusların hakimiyetine
geçinceye kadar bir o yana bir bu yana gitti geldi.
Ptolemeler de
Selevkuslar da putperest Makedonyalılardı, ama her iki ülke yöneticilerinin
yönetim anlayışı ve şekilleri birbirinden farklıydı. Her ikisi de
hakimiyetleri altındaki toprakları Hellenleştirmeye çalışıyordu. Sadece
yöntemleri değişikti. Ptolemeler bu işi sükunet ve suhuletle yapmaya
çalışırken, Selevkuslar Hellen kültürünü cebir ve şiddetle kabul ettirme
gayretindeydiler.
Muhafazakâr
Yahudilerin Ptolemeler döneminde alışmadıkları bir tarzda Hellen kültürünün
Selevkuslar tarafından zorla be- nimsetilmeye çalışılmasından rahatsızlık
duymamaları mümkün değildi. Çünkü Ptolemeler, Yahudilerin üst tabakasını
pohpohlarken, Hellen kültürünü orta kesime öfkelendirmeden yavaş yavaş şırınga
ediyorlardı.
Selevkus tahtına
Antakya'da IV Antiochus Epiphanes (M. Ö. 175-164) geçmişti. Muhtemelen Atina
doğumlu olan bu kral, Hellen kültürü konusunda aşırı tutucuydu. Hiçbir istisna
tanımadan bu kültürün devletin tüm reayasına kabul ettirilmesi konusunda
acele davranıyordu. Kaderin ellerine teslim ettiği topluluklardan hiçbirinin
sırtını Hellen kültürüne dönmesine tahammülü yoktu ve bunu kökünden kazınması
gereken bir tür barbarlık1 olarak görüyordu.
Filistin Mısır'ın
hakimiyetindeyken Selevkuslar devletlerinin Mısır'a karşı güvenlik içinde
olması için burasının sınırlarına katılması gereken topraklar arasında olduğu
kanaatindeydiler. Muhtemelen Yahudilerin Ptolemelere sempatik nazarla baktıklarından
şüphe ediyorlardı. Ptolemeler döneminde Yahudilere yapılan iyi muamele
sebebiyle olsa gerek, Mısır'daki kolonilerde yaşayan fakat Kudüs'le ilişkisi hiç
kesilmeyen kalabalık Yahudi kitlelerinden başka Selevkuslar da bu ülkeye
girmişlerdi ve şüphelerinde hiç de haksız olmadıklarını göreceklerdi.
lll. Onias, kardeşi
Yoşua'nın Antiochus Epiphanes'den onun yerine tayin edilmeyi rica etmek
amacıyla Antakya'ya gittiği sırada Kudüs'ün baş kahiniydi. Onun bu isteği
Selevkus kralının kafasına yattı ve hatta belki de onu Antakya'da huzuruna
gelmesi için bizzat kendisi çağırmıştı. Antiochus, Yahudiler arasında Hellenleştirme
siyasetini yürütmek için aradığı en uygun kişinin Yoşua olduğunu farketmişti.
Yoşua da zaten dobra dobra biriydi , ve bölgedeki Hellen partisinin lideriydi ve
aynı zamanda geleneksel olarak baş kahinin üyeleri arasından seçildiği aileye
mensuptu. Kralı halka daha ağır vergiler yüklemeye teşvik eden de o idi.
Yoşua, Hellen kültürüne bağlılığını ispat etmek amacıyla bir adım daha atarak,
adını bir Yunanlı adıyla değiştirdi ve böylece Jason adını aldı. Hatta
İsrail'in tanrısı Yahve'nin adını da Yunanlıların en büyük tanrısı Zeus olarak
değiştirmekte bir beis görmedi.
Anlaşma
tamamlanmıştı. Antiochus Epiphanes, Jason'u baş kahin olarak atadı. Filistin'de
baş kahin dini otoritenin yanında mahalli yöneticilik yetkisine de sahipti ki,
Ezra ve Nehemya'nın Babil sürgününden sonra yaptıkları anayasadan bahsederken
bu konuya birazcık değinmiştik.
Jason,
kralın gücüyle ağabeyinin elinden makamını aldığını • müjdelemek için Kudüs'e
döndü ve böylece Yahudiler arasında Hellenleşme dalgası yükseldi. Putperestlik
akımları ortaya çıktı. Kudüs'de tapınağın yakınlarına oyun sahaları kuruldu ve
hatta tapınak kahinleri bu oyunlara katılmak için kürsülerini oraya taşıdılar.
Fakat Jason,
kardeşi için kazdığı kuyuya kendisi düştü. Çünkü Antakya'daki kral, Kudüs
kahininin yaptığı vaatlerden daha fazlasını teklif eden birini, Benyamin'in
torunlarından Menelaus'u bulmuştu. Bu zındık, baş kahin olarak tayin edilmesi
halinde Hellenleştirme yolunda daha büyük adımlar atmanın dışında Yahudilere
yüklenen vergilerden daha yüksek miktarda vergi toplayacağı sözünü verdi.
Tabii Antiochus da onu Kudüs'ün baş kahini olarak tayin etmekte hiç tereddüt
göstermedi.
Sözünü ettiğimiz dönemde
Yahudi toplumunda tevhit inancını savunmak için kendilerini feda eden temiz
mü'minler hiç eksik olmamıştır. Bü imanlı kişiler yolunu sapıtmış putperestler
karşısında inançlarını savunma konusunda asla korkakça davranmadılar. Bunlara
ki en önde gelenleri Hasidimlerdi,şariat kahramanları lakâbı takılmıştı. Belki
de Antiochus'un mürted ve zındık Yahudilerden oluşan grubun bu şeriat
kahramanlarının karşısına çıkardığı en yırtıcı tehlike Menelaus’du. Çünkü o,
daha önce faziletli bir kişi olarak Yahudileri Hasidimlerin davetine katılmaya
cesaretlendiriyordu ve Yahudi akidesindeki bu korkunç çöküntüye bir set çekmiş,
sapıkların ne kadar tekrarlanırsa tekrarlansın geçmişten ders almadıklarını
belirtmişti. Belki de kader, sapıkların kurbanlarına hazırladıkları azabın
gölgesinde birbirini takip ederken gözlerini kapamıştı.
Her ne ise,
Menelaus’un tayin edilmesinden sonra bir gürültü kopunca, satkın baş kahin,
ortalığı sakinleştirmek için Antakya’daki efendisine müracaat edip, silahlı
kuvvetler gönderilmesi talebinde bulundu. Sabık kahinjason, halk arasında
kendini gösteren hizipleşmeden faydalanarak, bir grup Yahudi’nin başına geçip
Kudüs’e saldırdı. Menelaus şehir kalesine kapanmak zorunda kaldı.
Antiochus, Kudüs’de
olanları ciddi bir isyan olarak algıladı ve Kudüs’e doğru yola koyuldu (M. Ö. 170). Onun
gelişi fırsatçı jason’un kaçması için yeterli oldu ve ortalık sakinleşti.
Selevkus kralı bu kaçışı yeterli gördü ve hizipleşmenin sebeplerini ortadan
kaldıracak veya en azından derinleşmesini engelleyecek akıllı bir çözüm yolu
arama zahmetine katlanmadı. Aksine doğruca tapınağa yönelerek, saygısız
davranışlarda bulundu. İçerdeki eşyaları ve erzakı yağmalayıp, birçok insanın
kellesinin uçurulmasını emretti. Sonra halkı Selevkus kralına itaatkâr olmaya
sevkedecek, Yahudi cemaatini rahatlatacak planın uygulanmasında Menelaus’a
yardım edecek Philip el-Frenci adında sivil bir yargıç atadı.
İki yıl sonra
Selevkus kralı komutanlarından Apollinus’u gönderdi. Bir kez daha Kudüs’ü
kılıçtan geçiren Apollinus, karargahını tapınağa bakan Akra kalesine kurdu.
Yaptığı ilk iş Yahudi ayinlerini yasaklamak, onun yerine putperest ritüellerin
uygulanmasını emretmek oldu. Karşı çıkmanın cezası ölünceye kadar işkence
edilmekti. Ayrıca bir de tapınağın içine Jupiter'i temsil eden bir put-dikti.
Artık kurbanlar bu putperest tanrısına sunuluyordu. Yahudi şeriatını uygulamak
isteyenler takibata alınıyor ve ortadan kaldırılıyordu. Eğer biri çocuğunu
sünnet etmeye kal kışırsa, annesi de çocuğu da şehir surlarından aşağı
atılıyordu. IV. Antiochus Epiphanes'in amacına ulaşmaktan ümidini kesince
büsbütün azıttığı şeklindeki sözler tamamıyla doğrudur. Çünkü sergilediği bu
aşırılıklarla yalnızca dinine bağlı samimi Yahudilerin düşmanlığını
celbetmemiş, aynı zamanda Hellenleşmeyi teşvik eden zındık ve mürtedlerin
partisine mütamayil olan pek çok kişiyi de karşısına almıştı. Kprktuğu için ve
canını kurtarmak amacıyla itaat ediyormuş gibi gözüken Yahudiler de vardı, ama
diğerleri ölümü sapığa itaat etmeye tercih etmişlerdi. Kısacası Filistin'de
durum tamamen değişmiş ve samimi Yahudilerin inançları uğruna ölümü göze
aldıkları anlaşılmıştı.
Baskı köylere kadar
yayılmıştı. Modin köyünde yaşayan yaşlı bir haham da despotun bir
subayı tarafından putlara kurban sunmaya zorlanmıştı. Mattathias Hasmon
(Haşmon) ismi böyleydi,bu isteğe şiddetle karşı çıktı. Bir Yahudi bu pis işi
Mattathias'ın gözleri önünde yapmaya kalkışınca, yaşlı haham onu da Selevkuslu
subayı da öbür dünyaya gönderdi. Putperest sunağını yıktı ve Yohanna, Şemon,
Yahuda, Eliazer ve Jonathan adlı beş oğluyla birlikte dağa çıkıp kahramanca bir
isyan başlattı.
Yaşlı Mattathias,
M. Ö. 167'da çok da etkili olmayan
bazı eylemlerden sonra vekaleti gözde oğlu Yahuda'ya vererek terk-i dünya
eyledi. Yahuda'nın lakâbı Makkabi idi. Çekiç anlamına gelen bu lakâp, Haşmoney
ailesinin resmi adı haline geldi ve Makkabiler olarak tarihe geçtiler.
İsyancılarla
Selevkuslar arasında şiddetli çarpışmalar oldu. Her ne kadar Yahuda Kudüs
tapınağını istirdat etmeyi başardıysa da, Akra kalesindeki Selevkus garnizonu
ele geçiremedi. Yine de tapınağın geri alınması Makkabiler için büyük bir zafer
sayılırdı. Yahuda, üç yıl boyunca putperestlerin yaptıkları bütün pislikleri
tapınaktan temizledi. O günden beri Yahudiler her yıl 25 Kasım günü Hanukka
bayramı olarak kutlamaktadırlar.
Başlatılan isyanın
amacı dini müdafaa etmekti, ama tapınak tamamen ele geçirildikten sonra bu
hedeften sapmalar başladı. Antiochus'un M. Ö. 164'de ölmesi üzerine, hareket
yeni bir kisveye bürünerek Yahudilerin Filistin'de mümkün olduğunda daha geniş
topraklarda hakimiyet sağlamasını amaçlayan siyasi bir harekete dönüştü.
Yahuda'nın
saldırıları şiddetini artırarak devam etti ve Akra kalesinde Selevkus garnizonu
ciddi şekilde zorlanmaya başladı.
IV. Antiochus'dan
sonra tahtın naibi olan Lysias isyanın üzerine daha sıkı gitmeye karar verdi.
Genç kralla birlikte isyancılara adam akıllı bir darbe indirmek için harekete
geçti ve onlara Kudüs'de Beyt Zekeriya denilen yerde çok ağır bir hezimet
tattırdı. Beş Haşmon kardeşlerden Eliazer bu çarpışmada hayatını kaybetti.
Fakat kader Lysias'a zaferinin meyvelerini toplama şansı tanımadı ve M. Ö.
164'de isyancılarla bir anlaşma yaparak onların dini ibadetlerini istedikleri
şekilde yerine getirme taleplerini kabul etmek zorunda kaldı. Ayrıca artık
Yahudilerin hizipleşmelerine yol açan sebepleri de ortadan kaldıracaktı.
Lysias, bu anlaşma gereğince zındık baş kahin Menelaus'u azledip yerine Kimos
veya lbranice adıyla el-Yakim adında başka bir kahin atadı.' El-Yakim, selefi
gibi Kudüslüler nazarında sicili bozuk biri değildi, ama siyasi ilişkileri
açısından halk tarafından fazla tutulmuyordu. Nitekim bir süre sonra
Antakya'ya çekilip genç kral ve naibinin savaş meydanında ölmesi üzerine
Selevkus tahtına çıkan I. Demetrius'dan destek istedi.
Demetrius, baş
kahin el-Yakim'in yardım talebine olumlu karşılık verdi ve baş kumandanını
Filistin'de düzeni yeniden sağlaması için bir orduyla yola çıkardı. Nikitas
isimli bu kumandan, ülkede düzeni yeniden sağlama konusunda fazla zorlanmadı, ama
o geri çekildikten sonra çatışmalar yeniden başladı ve Makkabi ailesinden
Yahuda, Selevkusların File tümeni komutanı Nicanor'u mağlup edip, başını ve
ayaklarını kesip Kudüs'de tapınağın kapılarından birinin önüne astı. Yahudiler
bu güne Nicanor günü adını vererek ebedileştirdiler.
Makkabiler henüz
zaferlerinin tadını çıkarmadan Nikidas büyük bir orduyla tekrar geldi ve
isyancı güçlere ağır bir darbe indirdi. İsyancıların lideri Yahuda da ölenler
arasındaydı. (M. Ö. 61).
Selevkuslar düzeni
yeniden sağladılar, fakat Yahudileri de dini ibadetlerini istedikleri gibi
yapmakta serbest bıraktılar ve başlarına dert açan geçmiş hatalarını
tekrarlamadılar. Ne var ki isyancı gruplar tüm uzlaşma kapılarını
kapatmışlardı. Haşmoneylerin en küçüğüjonathan'ın önderliğinde Ürdün'ün doğu
kesimine çekilerek burayı yeni saldırılar için üs haline getirdiler.
Daha sonra I.
Demetrius düzeni korumak amacıylajonathan'a bazı haklar tanıyarak ona ve silah
arkadaşlarına Yahuda'ya geri dönme izni verdi ve böylece bir süre için
çatışmalar durdu.
Bu arada Suriye'de
Selevkus tahtına yeni bir talipli ortaya çıkmıştı. Soyu pek belli olmamakla
birlikte kendisinin IV. Antiochus Epiphanes'in oğlu olduğunu iddia eden
Alexander Balas adlı bu talipli ile I. Demetrius arasında çıkan savaşta
Jonathan taraflardan birinin yanında yer almak zorundaydı. Alexander bu
savaşta Jonathan'a Demetrius'dan daha fazla vaatte bulundu. Böylece Jonathan
onun safında yer aldı.
Alexandre Balas,
Demetrius'la girdiği savaşta onu mağlup ve katlederek M. Ö. 150-145 yılları
arasında ülkenin yeni hakimi oldu. Jonathan'ı baş kahin tayin ederek, erguvani
bir pelerinle altın bir tac hediye ettikten başka, “kralın sadık adamı"
unvanını tevdi etti. Ayrıca savaş sırasındaki başarılarını ödüllendirmek amacıyla
ona Filistin vadisinde bazı iktalar verdi.
Jonathan, daha önce
1. Demetrius ile Alexander Balas arasında nasıl zikzaklar çizdiyse, bu defa da
ölen kralın oğlu İl. Demetrius ile Balas'ın oğlu VI. Antiochus arasında
bocaladı ve kısa bir tereddütten sonra Balas'ın oğlunun safında yer alarak
Gazze'yi kuşatıp, teslim olmak zorunda bıraktı. (M.Ö. 145-143).
Fakat Selevkus
yöneticileri ve çevresindekiler az şeytan değillerdi. Alexander Balas'ın oğlu
Antiochus'un kumandanı Tryphon, Akra'da bir tuzak kurarak jonathan'ı,
arkasından da kendi kralını öldürüp (M. Ö. 143) iktidarı ele aldı. Fakat dört
yıl sonra 11. Demetrius tarafından çevresindeki çember daraltılınca intihar
etti.
Jonathan'ın
öldürülmesinden sonra isyancıların başına kardeşi Şeman geçti. Şeman, il. Demetrius'a
sadıktı. Yine de ondan fazla bir şeyler koparacağını ummuyordu, çünkü ortada
iki kral vardı ve her ikisi de Selevkus tahtının sahibi olduğunu iddia ediyordu.
M.Ö. 141 yılında Akra kalesindeki Selevkus garnizonu boşaltıldı, bir sonraki
yılın sonbaharında ise Yahudi cemaatı Kudüs'e resmen yerleşti. Şeman, hem baş
kahin, hem de baş komutandı.
Şeman yeni statüye
bağımsızlık işaretlerini ilave etmeyi unutmadı. Yahudi tarihinde ilk defa bir
Yahudi yönetici kendi sikkesini bastırıyordu ve Şeman bunu halkının
bağımsızlığının önemli bir işareti olarak görüyordu. Hatta halka yönelik bazı
talimatlar koyuyor, bir takım merasimler icat ediyordu ki, bunlar da bağımsızlığın
önemli simgeleriydi.
Ne var ki Şemon'un
hayatı bir ihanetle noktalanacaktı. Ptoleme adındaki Eriha valisi olan damadı,
Ayn-ı Deyuk denilen yerde verdiği bir davet sırasında, iktidarı ele geçirmek
amacıyla kayınpederine bir suikast tertipledi. Suikastte Şemon'dan başka
Mattathias ve Ovadas adındaki iki oğlu da hayatını kaybetti. Şeman öldürüldükten
sonra bu komplodan sağ kurtulan ve daha sonra 1. Hirkan diye bilinen tek oğlu
Kudüs'ün yöneticisi oldu (M.Ö. 135-104).
Şemon'un ölümüyle
birlikte dinlerini çevresini saran tehlikeden korumak için inançları uğruna
isyan eden Haşmoneylerin birinci devresi kapanmış oldu. Bu hareket zaten
neredeyse ölü doğmuştu. Mattathias ve beş oğlu aşağılanmaya, küçük düşürülmeye
karşı isyan bayrağı açıp, şerefli insanların yapması gerekeni yaptıktan sonra
ya savaş meydanlarında ya da ihanetler sonucunda hayatlarını kaybetmişlerdi.
Makkabi isyanının tarihin nazarındaki değeri ne olursa olsun, biz, inançları
uğruna hayatlarını ortaya koyan insanların değerini takdir ederiz.. Hele hele
bu, o dönemin en asil inançlarından ise..
Araştırmacıların
büyük bir çoğunluğunun Makkabi isyanı konusunda müttefiken kabul ettikleri ana
hatlar bunlardan ibaret tir. Şimdi de olayları hakkında bilgi verdiğimiz bu
isyanın tam olarak ne zaman gerçekleştiği konusunu netleştirelim. Çünkü bu
araştırmamızın amacı Yahudi meselesinin gerçekleriyle yüzleşmektir ki, bu da
ancak Yahudilerin leh ve aleyhlerinde olanları bilmekle mümkündür.
Yahudiler, Makkabi
isyanını dünya tarihindeki milli kurtuluş hareketlerinin öncüsûolarak kabul
ederler; ama onların kendi çıkarları için olayları çarpıttıklarını biz zaten
biliyoruz. Dolayısıyla onların Makkabi isyanını inanç yolunda ölümü göze
almanın ve cesaretin en mümtaz örneği olarak görmelerinde şaşılacak bir durum
yok.
Günümüzde lsrail'de
askeri öğrenciler Makkabilerin Selevkuslara karşı giriştikleri bu savaşları
ders olarak okumaktadırlar. Birinci Makkabi seferi Makkabi isyanıyla ilgili
olayları kapsayan tarihi dönemin (M. Ö. 175-135) ana kaynağı olarak
gösterildiğine göre, bu isyanın gerçekleştirdiği askeri başarılar konusuna
şüpheli nazarlarla bakma hakkımız vardır. Yahudi yazarların tarihi kendi
amaçlarına alet etmeye pek meyilli olduklarını, zaferlerini aşırı abartmaya,
liderlerini methetme konusunda aşırıya kaçmaya bayıldıklarını aklımızdan
çıkarmamamız gerekir.
Muhtemelen Makkabi
isyanının ana stratejisi düşmanı Yahudilerin dini ibadetlerini serbestçe yerine
getirme hakları olduğunu kabul ettirip, Yahudi dinini yıkmaya yönelik
putperest saldırılara bir son verdirmeye yönelikti. Sınırları batıda
Akdeniz'e, doğuda Hindistan'a dayanan devâsâ Selevkus İmparatorluğu dahi-'
linde küçük bir ülke durumundaki Yahudi topraklarında sınırlı güce sahip bir
topluluk olarak yaşayan Yahudilerin bu stratejisi daha ileri bir hedefe
yönelemezdi.
Küçük hacimli bu
büyük stratejiden ancak yan stratejiler ve daha küçük taktikler çıkabilirdi.
Dolayısıyla Makkabiler de ani baskınlarla düşman kuvvetlerini çökertmeyi
ummuyorlardı ve yapılan ani gece baskınları ancak karşı tarafı hafifçe
hırpalayıp küçük zararlar verebiliyor, ama ana bünye bunlardan etkilenmi
yordu. Belki de isyancıların Bet Horon Geçidi'nde öldürdükleri Selevkusların File tümeni
komutanı Nicanor'un ölüm yıldönümünü her yıl kutlamaları, Makkabilerin
Selevkuslara indirdikleri ağır zayiatın en parlak tablosudur.
Makkabi isyanının
çok da güçlü bir isyan olmadığını gösteren en iyi delillerden birisi,
isyancıların Akra'daki Selevkus garnizonunu tamamıyla temizlemekten âciz
kalmış olmalarıdır. Selevkuslar bu kaleye M. Ö. 168'de yerleşmiş, Makkabi
isyanı dönemi boyunca da garnizon olarak kullanılmış ve ancak 14l'de
Selevkusların iki kral tarafından yönetildiği günlerde boşaltılmıştır.
Makkabilerin Yafa,
Gazze ve bazı sahil şehirlerini işgal ederek deniz yönünde genişleme
başarılarının sebebi, isyan sırasında kendini gösteren çok tehlikeli
uluslararası faktörlerin yanı sıra, Selevkuslarda çıkan iç kargaşa yüzünden
imparatorluğun askeri gücünün çok büyük bir kısmını bu dahili çatışmalara
ayırmış olmasıdır. Örneğin Yahuda komutasındaki Makkabi isyancıların sayısı
on bir bine ulaşmıştı. Bunların sekiz bin gibi büyük bir kısmı Ürdün'ün
doğusundaki Gilead dağını üs olarak kullanıyordu. Diğerleri ise operasyonlar
için Filistin dağlarını kendilerine üs edinmişlerdi.
Verilen bu
bilgilerden Makkabi isyanının askeri öneminin Yahudilerin anlattıklarından
daha az olduğu anlaşılıyor. Savaşçılar, çoğu kez gerilla taktiğiyle savaşıyor;
vur-kaç operasyonları düzenliyor ve dağlık kesimleri belli aralıklarla kontrol
altında tutabiliyorlardı. Onların sahil kesimini istila edip, İsrail oğulları
tarihinde ilk defa Akdeniz şeridini kontrol altına alırken Antakya'daki
iktidar kavgalarından faydalandıkları şüphesiz.
Makkabi isyanı,
Babil sürgününden beri halkın düşünce yapısında oluşan bu tehlikeli gelişmeden
sonra, inançlı Yahudilerin
özledikleri
yeni bir ruha kavuştuklarının göstergesidir. Bu isyan, insanoğlunun kadim
zamanlarda inancını ve vicdan hürriyetini savunmak için giriştiği savaşların en
başında yer almaya layıktır. Bu isyanda Makkabilerin en büyük manevi desteğinin
tevhit inancı olduğu, dinlerini kısmen geri getirerek ona bir devamlılık
sağladıkları söylenebilir. .
Makkabi isyanından
önce Yahudi dininin sapık IV. Antiochus Epiphanes'in yok etme kararı aldıktan
sonra can cekişmeye başladığı, altı Makkabi'nin kahin baba ve beş oğlununölümü
göze alarak dinlerini dirilttikleri, savaşarak tekrar tevhit inancını
getirdikleri açıktır.
Makkabi zafer veya
yenilgilerinin Yahve mucizelerine bağlanması, ki benzeri anlatım tarzını
geçmiş dönemlerde de görmüştük, bu isyan sırasındaki hadiselerin bir hikaye
olduğunu göstermektedir. Burada zafer veya yenilginin sebepleri manevi bir
ruha bağlanmakta ve savaşta her ikisine de hazır olunması gerektiği
vurgulanmaktadır.
Makkabi isyanı
Yahudileri Musa şeriatının bazı hükümlerini tekrar gözden geçirmeye
zorlamıştır.. Örneğin Sabat [Şahat/Cumartesi] gününde Yahudilerin herhangi bir
iş yapması yasaktı. Saldırıya uğrayıp, düşmana hedef olsalar dahi o gün
savaşmaları mümkün değildi. Yahudi liderler düşmanın bu yasaktan faydalanarak
Sabat günlerinde kendilerine saldırmaları yüzünden zor durumda kaldıklarını
farketmişlerdi. l. Ptoleme, Kudüs'ü M. Ö. 320'de bir Sabat günü fethetmiş,
Yahudiler de o gün her türlü iş yasak olduğu için mukavemet göstermemişlerdi.
Makkabi isyanı sırasında da Kudüs'ün Sabat günü işgal edilme denemelerinin
artmasından başka, Musa şeriatının kanunlarına karşı çıkmamış olmak için sabır
gösterip hiçbir direniş sergilemeyen bin kadar direnişçinin de yine bir Sabat
günü öldürüldüğü söylenmektedir.
Yahudi liderler,
tabii hayatın akışına uygun olarak bu kuralı tadil etmekte hiçbir tereddüt
göstermediler ve nefsi müdafa durumunda Sabat günleri silah taşıma ve savaşma
kararı aldılar. Eğer Yahudiler kendi kanunlarını insanlık toplumuyla müspet
yönde bir kaynaşma sergilemelerini sağlayacak şekilde geliştirmek isterlerse,
isyan günlerinde yapılan bu değişiklik örnek alı-
• nabilecek bir
davranıştır.
. Sabat günü
çalışmanın yasaklandığı konusundaki hükümler son derece sarihtir ve bu kuralı
bozana ölüm cezası konulmuştur. “ ... Sabat gününü tutmalısınız, çünkü sizin
için kutsaldır. Kim onun kutsallığını bozarsa, kesinlikle öldürülmeli... O gün
çalışan herkes kesinlikle öldürülmelidir ... ebedi bir anlaşma .. ve ebedi bir
işarettir. ” Çölde Sayım
kitabında ise Sabat günü çalışan bir adamın ölüm cezasına çarptırıldığı
anlatılmaktadır: “İsrailliler çöldeyken Sabat günü odun toplayan birini
buldular.. Onu Müsa’nın huzuruna getirdiler. Adama ne yapılacağı
belirlenmediğinden onu gözaltında tuttular. Derken Rab Müsa’ya 'O adam
öldürülmeli; bütün topluluk adamı ordugahın dışında onu taşa tutsun’ dedi.. Ve
Rab’bin Müsa’ya buyurduğu gibi onu taşlayarak öldürdüler.”
Makkabiler, dinî
emrin kesinliğinin tüm açıklığına rağmen, bu kuralı tadil ettiler ki, Yahudi
toplumunun dini önderlerinin herhangi bir günah işlemiş olma korkusuna
kapılmadan kanunlarını çağın idrakine uygun bir şekilde geliştirebileceklerinin
açık bir delilidir. Makkabilerden sonra gelen hiçbir dini lider, dinleri
uğruna canlarını esirgemeyen Mattathias Haşmoni ve oğullarından daha temiz bir
Yahudi olduğunu iddia edemez. Kısacası Makkabiler, Yahudi kanun koyuculara
Musa şeriatını geliştirip, demiri cevher durumundan işlenmiş demir haline
getirme yolunu açmışlardır.
Makkabi isyanı
arefesinde Selevkusları sarsan kargaşa ve acıların ana hatlarını hızlı bir
şekilde gözden geçirdik. Hoşmoney ayaklanmasının kronolojisini tamamlamak
amacıyla bu ana hatların bazı çizgileri üzerinde durmamızda fayda vardır.
İsyan, IV Antiochus
Epiphanes'in Kudüs'e girip, tapınağın kutsiyetini ayaklar altına aldıktan-ve
Yahudilere dini takibat başlattıktan sonra Mısır'a düzenlediği başarısız
seferden dönerken patlak verdi.
Yahuda'nın isyan
hareketinin liderliğini yaşlı babasından devralmasının hamen akabinde
Antiochus Epiphanes, İran'da 1. Mitrydathes adıyla kendini kral ilan bir
önderin Partya'da başlattığı daha şiddetli bir isyanla sarsıldı. Epiphanes,
Makkabi isyanını bastırmak üzere güneye yönelmeye hazırlanırken, birden bozulan
düzeni yeniden sağlamak amacıyla doğuya hareket etmenin gerekli olduğu
kanaatine vararak, Haşmoneylerle uğraşma işini naibi Lysias'a bıraktı ve bu da
Yahudiler için ayrı bir şans oldu.
Lysias, Haşmoney
kardeşlerden birinin öldüğü Beyt Zekeriya olayının ardından Makkabi isyanını
tasfiye etmeye giderken, Epiphanes'in ölümü üzerine Selevkus tahtının vasisi
olduğu bir anda, Antiochus'un süt kardeşi Philip'in tahtta hak iddia etmesi
üzerine, çıkan kargaşayı bastırmak amacıyla alelacele Antakya'ya dönmeye mecbur
kaldı ve bu durum daha önce belirtildiği gibi Yahudilere soluklanma imkanı
sağladı.
Antakya'da naib
Lysias'la genç kral V. Antiochus'un öldürülmesi üzerine tahta 1. Demetrius
adında bir kral geçti. Ardından IV. Antiochus Epiphanes'in oğlu olduğunu iddia
eden Alexandre Balas taht kavgasına girişti. Onu, babası Alexandre Balas'ın
yerine tahta çıkan VI. Antiochus'a karşı iktidar mücadelesine girişen 1.
Demetrius'un oğlu ll. Demetrius ortaya çıkışı izledi. (M. Ö. 145)
Selevkus tahtı için
başlayan bu şiddetli iktidar mücadelesinin ortaya çıkardığı nimetlerden en çok
yararlananlar Makkabilerdi. Makkabiler, bir yandan bu nimetleri toplarken, bir
yandan da Selevkuslar arasındaki taht kavgalarında taraf olarak yer aldılar ve
1. Demetrius'a karşı Alexandre Balas'ı desteklediler. Bir süre sonra ise VI.
Antiochus'a karşı Il. Demetrius'un yanında yer aldılar ki, bu durum
Makkabilerin savaşçılık kabiliyetlerinin yanı sıra kıvrak bir diplomasi
sergilediklerini göstermektedir. Burada ahlakın, verilen sözlerin ve yapılan
anlaşmaların hiçbir kıymeti yoktu. Yahudiler, Yahudi olmayan herkesi
kendilerinin düşmanı olarak görüyorlardı. Çıkarları uğruna bir tarafla bazen
dost, bazen düşman olabiliyorlardı ve Haşmoneyler de bu konuda bir istisna
değildi. Çünkü onlar da güçlü bir imana sahip olmalarına rağmen
Yahudiliklerinden uzaklaşmamışlardı. Özellikle isyan hareketi inanç uğruna
mücadele amacından uzaklaşıp siyasi bir harekete dönüştükten sonra, yüksek
idealler ortadan kaybolmuş, pazarlıklar ve ayak oyunları devreye girmişti.
Bu tarihî olaylar
cereyan ederken, bir süre sonra dünyanın liderlik sancağını eline alacak olan
Roma'nın yıldızı hızlı bir şekilde parlamaya başlamıştı.
Ilk bakışta
Roma'nın Doğu'dan uzak olduğu zannedilir, ama gerçek hiç de göründüğü gibi
değildir. Çünkü Roma'nın Doğu hadiseleriyle ilgilenmesi, Mısır kralı Il.
Ptoleme'nin (M. Ö. 285247) dostâne ilişkiler kurmak amacıyla bu ülkeye bir
elçi göndermesiyle birlikte başlar. Roma, uzatılan bu dostluk elini geri çevirmez
ve bu ilişkiden faydalanarak Doğu'da nüfuzunu güçlendirmeye girişir. 11.
Ptoleme döneminde Filistin'in Mısır'ın hakimiyetinde olduğunu, dolayısıyla
Yahudilerin iki ülke arasındaki dostâne münasebetlerin devam ettiği günlerde
rahat bir hayat sürdüğünü ve bu durumun lll. Antiochus'un M. Ö. 198'de
burasını işgal etmesiyle birlikte Ptolemelerin Filistin'den çekilmesine kadar
devam ettiğini unutmamak gerekir.
lll. Antiochus'un
Filistin'i istila etmesinden üç yıl önce, yani M. Ö. 20l'de Roma ile Kartaca
arasındaki 2. Pön savaşı şiddetlenmiş
ve Fenikeli büyük komutan Hanibal savaştan sonra Suriye'ye sığınarak lll.
Antiochus'u Küçük Asya'daki topraklarına göz diken Roma ordularını defetme
konusunda ikna etmişti. Böylece Selevkus ordularıyla Roma ordusu fiili bir
çatışmaya girdiler, fakat M. Ö. 19l'de Romalılar karşısında bozguna uğrayan
Selevkus kralı Toros dağlarının ötesindeki tüm toprakları Roma'ya bırakarak
büyük bir savaş tazminatı ödemeyi kabul etti.
Roma devleti,
Ptoleme ordusunun Ferma (Pelesium) savaşında Selevkus kralı IV. Antiochus'a
yenilmesi ve Ptoleme hükümda rı Flomator'un esir düşmesi üzerine olaylara
seyirci kalmaz ve onun müdahelesi sebebiyle selefi gibi savaş tazminatı
taksitlerini muntazaman olarak ödeyen IV. Antiochus Mısır’dan mağlup olarak
ayrılır. •
Kanaatimce bu ön
bilgi, Yahudilerle Romalılar arasındaki erken ilişkilerin boyutunu göstermek
için yeterlidir. Yahudiler Hellen kültürünün yayılması konusunda kendilerine
müsamahakâr davranan Ptoleme yönetiminden memnundular, fakat yükselen yeni
gücün temsilcileri olan Romalılara daha fazla sempati besliyorlardı.
Daha önce de
belirttiğimiz gibi Yahudiler her yükselen yeni ' gücün eteğine yapışmaya pek
düşkündüler. Hellen kültürünü yayma konusunda oldukça katı davranan ve
Romalılar tarafından hiç sevilmeyen Selevkus hakimiyeti zamanında, öfkeli efendilerine
diş gıcırdatmaya ve ondan kurtulmanın yollarını aramaya başladılar. IV.
Antiochus'un putperest ritüellerinin uygulanmasını emretmesi üzerinde Haşmoney
veya Makkabi isyanının başlamasıyla birlikte Yahudiler aradıkları fırsatı
yakalamış oldular.
M.Ö. 161 yılı
civarında Makkabi Yahuda ile Roma arasında açıktan açığa diplomatik temaslar
başlamıştı. Yahuda Selevkus baskının giderek ağırlaştığını, kendisininse bu
güce karşı isyanı devam ettiremeyeceğini anlamış; Roma'ya bir elçi göndererek
himaye talebinde bulunmuş, Roma'nın hakimiyetini kabul edeceğini bildirmiş ve
bu sayede Yahudilerin boynundaki Selevkus zincirini kıracağını düşünmüştü.
Gerçekten de bu diplomatik girişim semeresini vermiş, Yahuda henüz Roma'nın
yardımı yoldayken hayatını noktalamış, ama onun ölümünden sonra yerine geçen
Jonathan zamanında Roma ile Makkabiler arasında bir ittifak sağlanmıştı.
Jonathan'ın l.
Demetrius'a karşı yanında yer almasını isteyen Alexandre Balas'ın gayr-ı meşru
taht talebinde Roma'nın ve Mısır’daki Ptoleme kralının desteğini almak
istemesi, Hoşmoneylerle birlikte Roma'yı Selevkuslara karşı kışkırttıklarını
gösteren önemli bir olaydır. Mısır kralı Vl. Ptoleme, Alexander Balas'a Antakya
tahtına çıkması için yardım vermekle kalmamış, bir de aralarındaki anlaşmayı
pekiştirmek için kızı Kleopatra'yla evlendirmiştir. Josephus’un anlattığına
göre Akka şehrindeki düğünde Ptoleme, Balas ve jonathan bir araya gelerek, Roma
öncülüğünde üçlü bir anlaşma yapmışlardır.
jonathan'dan sonra
başa geçen kardeşi ve halefi Şemon, Roma'ya yeni bir elçi gönderdi. Yahudi elçi
Nomenius görevini başarıyla tamamlayarak^ tüm Doğu halkına Roma'nın
Yahudilerle dostluk anlaşması yaptığı müjdesini getirdi.
Şemon'un
öldürülmesinden sonra baş kahinlik ve prenslik makamına büyük oğlu Hirkan geçti
(M.Ö. 135-104). Fakat bu arada VII. Antiochus Kudüs'ü bir yıldan daha uzun bir
süre kuşatma altında tutarak Selevkusların Yahudiler üzerindeki hakimiyetini
yeniledi. Hirkan, yüksek bir savaş ganimeti ödemeyi ve Yahudiye Uudaea] dışında
Makkabilerin işgal ettikleri tüm şehirlerde Yahudilere yüklenen vergileri
tediye etmeyi kabul etti.
Hirkan,
bu ağır yükten kurtulmak için Roma'ya bir elçi göndererek, kendisine yardım
edilmesi talebinde bulundu. Roma Senatosu'nun takip ettiği şark politikasına
uygun olarak başkentte elçinin Yahudilere yapılan zulümler konusunda
anlattıkları ve talepleri dikkatli bir şekilde dinlendi. Sonra Selevkuslara
hitaben bir ferman yazılarak Yahudilerden vergi alınmasının durdurulması
istendi. Ayrıca Antiochus'un Yahudi prensine karşı yaptığı uygulamaların
Roma konsülünün aldığı önceki kararlara ters düştüğü ve geçersiz sayıldığı
bildirildi. 14 ’
Tarihçi justin,
Roma'nın Yahudileri desteklemesi konusunda şöyle der: “O sıralar Romalılar
kendilerinin olmayan bir şeyi kolaylıkla hediye ediyorlardı.” Bize göre de tarih tekerrür etmektedir.
Örneğin Ingiltere modern çağda Balfour Deklerasyonu'nu yayınlayarak kendisine
ait olmayan bir şeyi kolaylıkla hediye etmiştir.
Britannica
Ansiklopedisi'ne göre Hoşmoney kardeşlerin başarılarında üç amil temel rol
oynamıştır:
(1)
Askeri kabiliyetleri ve diplomatik becerileri;
(2)
Selevkus devletinin dört bir yanına sıçrayan iç
savaş ve kargaşa;
(3)
Yıldızı parlayan Roma lmparatorluğu'nun
Haşmoneylere sağladığı destek ve Selevkusları tarihten silmek amacıyla şark politikası
gereğince çevirdiği siyasi entrikalar.
Bağımsızlık ve tebaalık arasında
Yahudilerin
Makkabilerin Filistin'de ikame ettikleri devletin bağımsızlığını şüpheli duruma
düşürecek herhangi bir kaydı ortadan kaldırmaya yönelik gayretlerinde
şaşılacak bir şey yok. Bu devletin tarihinin yazılmasında kullanılan kaynaklar
Yahudi kaynaklarıdır. Birinci Makkabiler kitabı veya josephus'.un tarihi yahut
bu ikisi dışında kalan kaynaklarda anlatılanları olduğu gibi doğru kabul etmek
bir gaflettir. Tevrat yazarları da dahil olmak üzere Yahudi kaynaklarının
tamamı, tarihi kendi çıkarları yönüne çevirmiştir ve bunun tekrar ispata
ihtiyacı yoktur. Nitekim biraz önce Roma'nın Yahudi varlığının yarı bağımsız
bir devlet statüsü kazanmasında oynadığı rolü gördük. Bu sayededir ki Haşmoney
ailesinin bireyleri sözü edilen mirası devralmış ve Filistin'de iktidar Roma
hakimiyeti sayesinde Herod ailesine geçinceye kadar durum bu şekilde devam
etmiştir.
Makkabilerin
Selevkusların elinin kolunun bağlanmasında Roma'nın rolünü itiraf eden Yahudi
kaynaklarının belirttiği anlamda tam manasıyla bağımsız olmadığını söylemek
kesinlikle bir ön yargı değildir. Nitekim aynı Yahudi kaynakları Roma'nın
Yahudileri tedip etmeye çalıştığını ve itaat altına aldığını da kaydetmektedir.
Kısacası Yahudilerin sahip oldukları gücün Roma'dan izinsiz herhangi bir şey
yapmaya yeterli olmadığı sonucunu çıkarmak için fazla kafa yormaya gerek yok.
Bildiğimiz gibi
isyancıların ilk başlardaki talebi ibadet serbestisi idi, ama Makkabiler
Roma'nın nüfuzundan faydalanma imkanı olduğunu anlayınca, bu amaç dini
müsamaha talebinin âtıfet- le karşılanması isteğinden siyasi isteklere dönüştü.
Böylece Makkabiler hem Roma'nın nüfuzundan, hem de Selevkuslar arasındaki taht
kavgalarının hazırladığı fırsatlardan yararlanmakta tereddüt etmediler ve
başta Filistinliler, Samirîler [Samarialılar] ve Edomlular olmak üzere ülkedeki
diğer gruplar aleyhine genişleme yolunda hızlı adımlarla ilerlemeye
başladılar.
Ne var ki yabancı
efendilere vergi ödemek suretiyle siyasi varlığı sürdürmenin zevk veren bir
yanı yoktu. Konumuzun başlarında Yahudilerin Selevkuslara vergi ödemekten
nefret ettiklerini ve bu boyunduruktan kurtulmak için Romalıların yardımını sağlamaya
tevessül ettiklerini belirtmiştik, fakat Yahudi siyasi oluşumunun Selevkuslara
vergi ödemeyi kestikleri dönemlerin tam tarihini vermemiz mümkün değil.
Yahudi siyasi
olumuşunun başında bulunan kişinin Selevkusların hakimiyetindeyken taşıdığı
lâkap ethnarch yani vassal prensti ve bu durum Haşmoneylerden Şemon'un Yahudi
tarihinde ilk defa bir Yahudi sikkesi kestirmesine engel değildi. Bu durum
dahi Yahudi siyasi oluşumunun bağımsız olmadığını yeterince göstermektedir.
Şunu da kaydetmek gerekir ki, Yahudiler Selevkuslara istemeyerek boyun eğerek
hürriyetlerini teslim etmişler, ama onlardan kurtulmak için yardım ve nüfuzuna
sığındıkları Romalılara kendi istekleriyle tâbi olmuşlardır.
Eğer Yahudiler
Makkabi siyasi oluşumunun bağımsızlığı konusuna bir ihtişam yüklememiş ve
isyanı övüp göklere çıkarmamış olsalardı, biz bu konuya hiç girmeyecektik. Ama
biz yine de Selevkuslara kafa tuttukları için Makkabileri tenkit etmiyoruz.
Çünkü eğer onlar inançları uğruna isyan etmemiş olsalardı, akidelerini feda
ederek dünya zevk ve nimetleri peşinde koşmayı tercih eden diğer insanlardan
bir farkları olmazdı. Keza Selevkus devletinin içinde bulunduğu durumdan
faydalanarak isyan ettikleri için de Makkabileri kınamıyoruz. Çünkü
ideallerden ve prensiplerden taviz vermemek şartıyla, durumu değerlendirmek ve
fırsatlardan yararlanmak faziletli hedeflere varmak için olumlu bir
davranıştır. Hatta bu amaçlarını gerçekleştirmek için Makkabileri uluslararası
fırsatlardan yararlanarak Romalılara sırtlarını dayadıkları için de
çekiştirmiyoruz.
Ancak tenkit
etmekten kaçınmamız, Makkabi isyanının kazandırdığı bağımsızlığın boyutlarını
değerlendirmememizi gerektirmez. Kullanılan unvanları, uygulanan merasimleri
ve sikke darbedilmesini bir yana bırakırsak, sözü edilen bağımsızlığın ancak Yahudilerin
Selevkuslara vergi vermeyi reddettikleri dönemde bir boyut kazandığı
söylenebilir. Ancak, Haşmoney siyasi oluşumunun Antakya'ya vergi göndermeyi
kesmesi, Yahudi halkın yükünü hafifletmekten ziyade
yönetici kesimi beslemek amacına yönelikti. Çünkü vergiler herhalükarda toplanıyordu,
fakat zaman zaman Antakya'ya gönderilmeyip prens/baş kahinin kazasına aktarılıyor,
o da bunları paralı askerler beslemek ve bağımsız olmanın gerektirdiği diğer
mali giderleri karşılamak için kullanıyordu.
Yahudi tarihinin en
dikkat çekici yönlerinden biri, kendileriyle yurt edindikleri toprak
arasındaki aykırı ilişkidir. Çünkü onlar, Filistin hariç, her yerde birlikte
yaşadığı toplumla kaynaşmayı istemeyen, ama buna rağmen o ülkenin kendi
insanlarına sağladıkları tüm nimetlerden yararlanmakta ısrar eden gariban
rolünü oynamışlardır. Nimetlerin bölüşülmesine katılmak, ama külfetlere
katlanmak istemiyorlardı; haklar istiyorlar, fakat yükümlülüklerden
kaçıyorlardı. Eğer ortada bölüşülecek bir nimet varsa vatandaştılar; ama ülke
bir felakete maruz kalmışsa yabancıydılar ve tek dertleri yeni bir vatan
aramaktı. Yahudiler vatan konusundaki bu bakış açılarından hareketle, şahsi
çıkarlarının gerektirdiği her dönemde bağrında yaşadıkları ülkeyi terketmı;.kte
veya ona karşı entrikalar çevirmekte bir sakınca görmemişlerdir. İçlerinden bu
aykırı düşünceye karşı çıkarak bağrında yaşadığı toplumla bütünleşmek
isteyenlerse, daima geleneksel Yüksek Kurul'un çeşitli ayıplamalarına ve hatta
cezalandırmalarına maruz kalmışlardır.
Biraz önce
“Filistin hariç" dedim, ama bu istisna ile Yahudinin Filistin'i vatan
olarak görme duygusunun, ufuklarının ve idrakları- nın gelişmesine paralel
olarak ahlak duygularının geliştiği gibi zaman içinde tekamül etmiş tabii bir
duygu olduğunu kastetmedim.
lbraniler Filistine
başka halklar gibi gelmediler veya başkaları gibi geldiler ama geleneksel
liderleri ki Tevrat yazarları da bu liderliğin üyeleri arasındadır,Filistin'e
olan bu yönelişi çarpıtarak, ona olmadık boyutlar kazandırdılar. Filistin'e
lbranilerden başka yabancılar hiç gelmemiştir demiyoruz. Çünkü dünya dahi
tamamen ıssızken üzerinde insanlar dolaşmaya başlamıştır. Keza Kenanlıların
Filistin'de beş veya on bin yıl önce yaşıyor olduklarını da asla söyleyemeyiz.
Ayrıca Kenanlılar Filistin'i yurt edinen tek halk değildi. Aksine Sami
akrabalarından veya Araplardan yahut başka halklardan yerleşenler de vardı.
Bunlar oraya savaş veya barış yoluyla gelmiş, sonra da birbirleriyle
kaynaşarak zaman içinde bütünleşmişlerdir.
Demek istediğimiz,
dünyada hiçbir halk Yahudiler kadar yaşadıkları toprakları ilk yurt edinen
halk olduğunu iddia etmemiştir. Yahudilere kalırsa Filistin Yahve'nin yalnızca
kendilerine mülk edinme ve üzerindeki halkı imha etme hakkı verdiği bir
topraktır. Bu, ebediyen değişmez ve sonu gelmez bir ahittir. Eğer Yahudiler
oradan ayrılmış ve sürgüne gönderilmişlerse, Filistin de onlarla birlikte
sürgüne gitmiştir. Filistin dışında tüm topraklar pistir. Eğer Yahudiler bir ülkede yaşıyorlarsa pis
olmuşlardır; Filistin'de yaşayan gayr-ı Yahudiler de orayı pis etmişlerdir.
lşte modern siyonistler Yahudi ile Filistin arasındaki bu hayali ilişkiye
mükemmel Yahudiliğin ancak gölgesinde gerçekleşeceği “temel birlik"
demektedirler.19
Bir şehre kutsiyet
izafe ederek, orada yaşayanların akidelerine inanmayanların bir takım şüphelere
binaen şehre girmelerinin yasaklanması kabul edilebilir; ama bu ülkenin
ebediyen tek bir ırkî topluluğun mülkü olması için çevresinin dikenli tellerle
çevrilmesi eşyanın tabiatına ve hayatın kanunlarına aykırı bir düşüncedir.
İşin tuhaf tarafı
Yahudiler de böyle bir düşünceyi ciddi bulmuyorlar, ama söz konusu Filistin
olunca durum bütünüyle değişiyor. Ne var ki gerçek hiç de öyle değildir ve
Filistin, Yahudilerin Babil sürgününden dönüşlerinden günümüze kadar hiçbir
zaman Yahudilerle mamurlaşmış bir ülke olmamıştır. Aksine daha sonra da
göreceğimiz gibi Yahudiler Filistin'deki ikametlerine uzun asırlar boyunca ve
özellikle lslami dönemde ara vermiş, ama bunu unutmuş gibi dünyevi sebepleri
diğer sebeplerin önüne geçirerek orada yaşamışlardır.
Yahudilerin
tapınağın Nabukadnasar tarafından yıkılmasından sonra Filistin'de kalan
hemcinslerini ayıplamayı bazı peygamberlerine atfettiklerini, içlerinden
Mısır'a gidenleri tenkit ettiklerini biliyoruz. Onlara göre Babil'e sürgün
edilen veya kendi isteğiyle sürgün gidenler iyi insanlardır. Halbuki onların Filistin'e dönmeleri için
kölelik şartlarından ne değişmiştir? Babilliler yani Keldaniler gitmiş,
yerlerine Persler gelmiş; Persler gitmiş Büyük lskender ve Yunanlılar gelmiş,
Yunanlılar gitmiş Romalılar gelmiş, Romalıları da Araplar takip etmiştir.
Tarihin hangi döneminde Tanrı'nın tecellileri Yahudileri Filistin'e
çağırmıştır?
Filistin ovası
genel olarak Selevkusların Yahudiye dağlarında Makkabilere karşı operasyonlar
düzenledikleri bir üs durumundaydı. Gerek savaşçı Filistinliler ve gerekse
diğer topluluklar Makkabilere karşı ilkSelevkusların saflarında savaşıyor,
bazıları da onların eline düşen Yahudi esirleri satın almakla ilgileniyorlardı.
Bu, o dönemin âdetlerine göre sıradan bir şeydi.
Saldırılardan
birisi sırasında Makkabi Yahuda Filistin ovasında Aşdod şehrini ele geçirip,
yağmalayarak tapınaklardaki putları kırmayı başarmıştı. Daha sonra Jonathan
aynı şehre bir saldırı düzenlemiş, baştan sona yakmış ve en büyük tanrı
Dagon'un da bulunduğu tapınağı ateşe vermişti.
Jonathan'dan sonra
Makkabilerin başına geçen Şemon ise Yafa'yı zaptetti ve halkı şehirden kovarak
onların yerine Yahudileri yerleştirdi. Gazze'nin yakılarak yerle bir edilmesi
ise (M. Ö. 96) bilâhare kral unvanı alan Haşmoneyler zamanında gerçekleşti.
Demek ki
Haşmoneyler isyandan önce tattıkları acılardan, ateşiyle yanıp kavruldukları
korkunç zulmün sonuçlarından hiç ders almamışlardı. Yahudiler hep böyledir.. Başkalarına
kötülük ederken başlarına gelen felaketlerin vaktiyle yaptıkları zulmün bir
sonucu olduğunu unuttular. Kendilerine de zulmedilebileceğini akıllarına
getirmedikleri için, hiç düşünmeden başkalarına zulmettiler ve böylece
tarihleri yaptıkları zulümlerin acılarını tada tada geçti.
Edomlulann Yahudileşmeye
zorlanışı
Edomlular Tevrat'da
Edom da denilen Yakub oğlu Esav'ın torunlarıdır ve dolayısıyla komşu halklar
arasında Yahudilere en yakın olanlar onlardır. Tanrı İsrail oğullarını
Mısır'dan çıkış sırasında Filistin'in güneyinde yaşayan Edomluların
topraklarına saldırmalarını yasaklamıştır, ama bu iki halk arasındaki ilişkiler her zaman
istenildiği gibi olmamıştır. Kudüs'ün düşüşünden (M.Ö. 586) sonra Edomlular
Yahudiye topraklarından bir kısmını sınırlarına kattılar, fakat Makkabiler
onlara düşman muamelesi yaptılar. Yahuda onlarla savaştı. Hirkan ise
Edomlulara Yahudiler gibi sünnet olmayı emredip, Yahudileşmeye zorladı. M. Ö.
Il. Yüzyılın sonlarından itibaren Edomluların adı Yahudiler arasında eriyip
gitti. İleride bu dini zorlamanın Yahudilere neye malolduğunu göreceğiz. Çünkü
Edomlu Herod Roma çağının başlarında Yahudiye'de ve Filistin'in diğer
yerlerinde krallığı ele geçirerek Yahudileri bir dehşet denizinin içinde
boğdu.22
Bu araştırmamızın
akışı içinde Kuzeyli İsrailliler Samarialılar ile Yahuda'nın torunu arasında
Kudüs'de vuku bulan bir dizi çatışmaya rastladık. Bu çatışmalar Samaria ve
Kudüs krallıklarının düşmesi ve her ikisinin Babil'e sürgün edilmesine rağmen
durmadı. Şeşbasar ve Zerubbabil'in dönüşünden sonra Samirîler [Samarialılar]
Yahudilere Kudüs Tapınağı'nın yapımında yardımcı olmak istediler, ama
Yahudiler onların bu işe karışmalarına şiddetle karşı çıktılar. İki taraf
arasındaki adavet Ezra ve Nehemya zamanında daha da şiddetlendi. Irkî ayrım ve
Yahudi • olmayan ailelerden kız almanın yasaklanması bu dönemde bariz bir
şekil aldı.
Baş kahinin torunu
Kudüs'de bir cesaret sergileyerek Samirîlerin lideri Sanballat'ın kızıyla
evlenmişti. Nehemya bu konuda hatıralarında şöyle der: “Başkahin Elyaşiv oğlu
Yoyada'nın oğullarından biri Horonlu Sanballat'ın kızıyla evliydi. Bu yüzden
onu yanımdan kovdum.” Göründüğü kadarıyla Samirîler bu sürgünü
bağırlarına basıp başkahin yaparlar ve Gerzim dağında kendilerine özgü bir
tapınak inşa ederler. Sonra da şeriatlarının tek kitabı olarak Tevrat'P4
kabul ederler. O sıralar Tevrat'ın tüm bölümlerinin yazımı henüz tamamlanmış
değildi.
Gerzim Tapınağı'nın
inşaası M. Ö. V. Yüzyılın son çeyreğinde tamamlanmış, Tevrat'ın ilk beş kitabı
da Samirîlerle Yahudiler arasındaki nihai inanç ayrılığının temelini atmıştır.
Yine de bu ayrılık IV. Antiochus Epiphanes'i Kudüs Yahudilerine karşı başlattığı
katı istipdat siyaseti çerçevesinde Samirîlere ayrıcalıklı davranmaya hem de
Gerzim Tapınağı'nda Zeüs'ün bir heykelini koymayı kabul etmelerine rağmen,
sevketmemiş, Makkabi isyanına karışmamalarına rağmen hem Selevkuslardan zulüm
görmüş, hem de sabık din kardeşlerinin intikamcı davranışlarına maruz
kalmışlardır.
Samaria şehirleri
Makkabilerin saldırılarına maruz kalmış, yakılıp yıkılmış, yağmalanmış ve
Gerzim Tapınağı da bu tahribattan nasibini almıştır.
Samirîler, orta
çağlarda Kahire, Şam ve Gazze bir yükseliş dönemi yaşadıktan sonra baht
onlardan yüz çevirmiştir ve günümüzde sayıları iki yüzü geçmeyen küçük bir
topluluk halinde hayatlarını Nablus’da sürdürmektedirler. Bilindiği gibi
Nablus veya diğer adıyla Şekem, Süleyman’a isyan bayrağı açarak oğlu Rehoboam
zamanında onun krallığından ayrılan ve on boya krallık eden Yeroboam’ın ilk
başkentidir.
Yahudilerin tamamı
Makkabi isyanına katılmadı ve bir kısmı Yahudiye’deki istikrarsız durumdan
sıkılarak yeni bir vatan aramak için ülkeyi terketti. Muhtemelen bu kaçan
Yahudilerin bir kısmı Makkabilerin siyasi düşmanlarıydılar. Araştırmacılar, Roma
konsülünün Mısır kralı Vlll. Ptoleme’ye gönderdiği bir mektupta, ülkesine
kaçan Yahudi siyasi suçlulardan bir kısmının Kudüs’deki Makkabi Şemon’a iade
etmesi talebinde bulunduğunu kaydetmektedirler. Bu durum Makkabilerin iktidara geldikten sonra
Yahudi ve gayr-ı Yahudilerden düşmanları olan kişilere karşı aşırı katı
davrandıklarını göstermektedir.
Tarihçi Toynbee,
Makkabiler ve giriştikleri isyanla ilgili olarak şöyle diyor: “Bir zulmün
kurbanı olan bu insanların gösterdikleri reaksiyonu araştırdığımızda, onların
kendilerine yapılan zulmü kat kat aşan vahşi bir davranışı soğukkanlılıkla
sergilediklerini görmek bizi şaşırtmıyor. ”26
Bölge halkları
arasında Makkabi isyanına sempatik nazarla bakanların yalnızca Arap asıllı
Nabatlar olması şayan-ı dikkattir. Bilindiği gibi Nabatlar M. Ö. V. Yüzyıldan
itibaren Ölü Deniz’in güney ve doğu kesimlerinde kendi devletlerini tesis
etmişlerdir.
Nabatlar27
Romalılara sadıktı. Romalıların Suriye’de Selevkus devletini zayıflatabilecek
her gücü desteklemiş olmaları bu Yahudi ve Nabat sadakatinin sebebini izah
etmektedir. Diğer yandan Makkabilerin Nabatlara iyi davranarak atıfetlerini
kazanmalarının kendi çıkarlarına olduğu konusunda ikna edilmelerinin bir sebebi
de, Nabatların bölgede önemli bir güç oluşturmaları ve güneyde Akabe
Körfezi'nden kuzeyde Şam da dahil olmak üzere Suriye'nin ortalarına kadar
uzanan bölgeyi hakimiyetleri altında tutmalarıydı.
xx
Makkabi veya
Haşmoney isyanından bahsederken, bunun, akabinde hızlı bir şekilde bir yığın
felakete maruz kalmış olmalarına rağmen, Yahudilerin övündükleri bir devletin
kuruluşuna yol açtığını belirtmemek olmaz.
Haşmoney Şemon'un
Eriha valisi damadının bir suikastına kurban gitmesinden sonra Yahudiye'de
Uudaea'da] baş kahinlik ve prenslik makamına oğlu Yohanna Hirkan geçti (M.Ö.
134-104).
Bu Yahudi prensi
gerçi kendisine kral unvanı almak istiyordu, ama bu unvan Yahudilerin alıştığı
geleneklere ters atılmış bir adımdan daha şumullüydü. Çünkü Yahudilerin babadan
oğula intikal eden inançlarında krallık yalnızca Davud hanesine özgüydü ve
başka bir aşiretin isterse Haşmoneylerin mensup oldukları Levililer olsun, bu
makama uzanması kolay değildi. Bu yüzden Hirkan, kral unvanı almasını tehlikeli
addeden mer'i gelenekleri bozmadan bir kral gibi tasarrufta bulunuyordu.
Hirkan, Selevkus
devletinin varlığını tehdit eden genel kargaşada küçük adımlar atmakla
kalmayıp, krallığının sınırlarını güney, kuzey ve doğu yönünde genişletmeye
çalıştı. Fakat Vll. Antiochus zamanında Hirkan'ın faaliyetleri başarılı
değildi. Çünkü Antiochus Hirkan'ın tüm emellerinin önüne bir set çekti ve şayet
Roma tarafından önü kesilmemiş olsaydı onu tamamıyla tasfiye edebilecek
durumdaydı. Hirkan'ın bahtına Antiochus Partlarla girdiği savaşlardan birinde
öldürüldü (M. Ö. 128).
Böylece Yahudi
baş kahinin eli serbest kaldı ve hemen genişleme çalışmalarına başladı. Bazı
kaynaklarda onun Yafa ve Gezer'i işgal ettiği belirtilmektedir.1
Halbuki bildiğimiz kadarıyla Yafa ve Gezer daha önce Hoşmeney Şemon tarafından
işgal edilmiş, bu iki şehirdeki yerli halk dışarı atılarak
Yahudiler yerleştirilmişti. Anlaşıldığı kadarıyla VII. Antiochus bu şehirleri
Yahudilerden istirdat etmiş, fakat Roma'nın emriyle Hirkan'a iade etmiş veya
Hirkan Antiochus'un ölümünden sonra istirdat etmiştir.
Hirkan, sınırlarını
doğuda da Ürdün'ün doğu kesimlerine kadar genişletmiş, fakat güneyde '
'Edomluları kılıç zoruyla itaat altına alarak zorla Yahudiliğe geçirmiştir ki,
bildiğimiz kadarıyla Yahudiler tarihleri boyunca ilk defa bir halkı bu tarihte
zorla Yahudi yapmışlardır. Halbuki Yahudilerin Yahve'ye İsrail oğullarından
başkasının tapmasını istemedikleri söylenir. Bu konuya tekrar döneceğiz.
İlerlemesini kuzey
yönünde sürdüren Hirkan, Samaria'yı ele geçirerek Samirîlerin Gerzim dağında
bulunan ve Kudüs tapınağının dengi olan tapınaklarını yıktı. Samaria o sıralar
Samirîlerin çoğunlukta oldukları bir şehir değildi. Şehirde ve çevredeki küçük
köylerde etnik kimliklerini muhafaza eden Yunanlılar da azınlık halde
yaşıyorlardı. Buna rağmen Hirkan, şehrin yıkılmasını emretti ve sel sularını
şehir harabeleri üzerine çevirterek tüm izleri ortadan kaldırdı.
Babası Hirkan'ın
yerine baş kahin ve Kudüs valisi olan Aristobul, en zalim yöneticilerin
temsilcilerinden kabul edilir. Yahudi tarihçijosephus'un kaydına göre Aristobul
tahtı ele geçirmek için üç kardeşini hapsetmiş, birini öldürmüş; annesini ise
aç bırakmak suretiyle katletmiştir.
Bazı
araştırmacılar, Aristobul hakkındaki bu büyük suçlamayı şüpheyle karşılamakta
ve onu Ferisîler cemaatine intisap ettirmektedirler. Bu despot Yahudi kahinin
iktidarı uzun sürmedi ve babasının ölümünden bir yıl sonra kendisi de helak
oldu, ama bu süre zarfında Galile bölgesinde oturan Iturenleri itaat altına alarak
toprakları kuzey yönünde genişletti. O da tıpkı babasının Edomlulara yaptığının
bir benzerini yaparak Iturenleri Museviliği kabul etmeye zorladı. Dolayısıyla
İsa peygamber zamanında Galile'de yaşayan halk İsrail oğulları değil, putperest
ataların torunlarıydılar.
Bazı araştırmacılar
bu kahinin kendisine kral unvanı aldığını kaydederlerse de, duvarın yüzeyine
Yahuda'nın saltanat asasını ve Davud'un soy kütüğünü nakşettiren kardeşi
Alexandre Yuna'nın Uannaes'in] kral unvanı alan ilk kişi olduğu kesin.
Bu Yahudi kralı
zamanında Haşmoney ailesi kahinliği elinde tutan bir aileden krallığı elinde
tutan bir aileye dönüşmüştür.
Bilindiği kadarıyla
bu Haşmoney kral, hayatının büyük bir kısmını içte ve dışta şiddetli savaşlarla
geçirmiştir. İlk önce Akka şehrine saldırmakla işe başladı. Akka, o sıralar
Mısır'daki Ptoleme hanedanının üçüncü kraliçesi Kleopatra'nın oğlu 9. Ptoleme
Lasirus'a bağlıydı. Lasirus, M. Ö. 108-88 yılları arasında annesinden bağımsız
olarak Kıbrıs'ı yönetiyordu. Alexandre Yuna Akka'ya geldiğinde Lasirus
tarafından ağır bir yenilgiye uğratıldı. Bunun üzerine annesi lll. Kleopatra
Judaea kralının yenilmesinden sonra oğlu ve rakibi Lasirus'u durdurmak için
Mısır'dan bir ordu gönderdi.
Kleopatra
Filistin’i sınırlarına katmak istiyordu fakat tarihçi Josephus’un anlattığına
göre onun Yahudi kumandanı Ananias,
Mısır Yahudilerinin kendilerine düşmanlık etme tehlikesini ileri
sürerek kraliçeyi Filistin’i ilhak düşüncesinden vazgeçirmiştir.
Gerek
Josephus’un anlattığını ve gerekse ondan naklederek alıntı yapan Yahudi
Ansiklopesi’nin yazdıklarını doğru kabul etmek için açık bir sebep
göremiyorum. Yahudilerin kendi çıkarları doğrultusunda tarihi çarpıtma
ihtimallerini ispat için yeni delillere de ihtiyacımız yok. Josephus, VI. Ptoleme Philomator ve karısı Kleopatra’nın
Yahudiye Uudaea] kralını kendi ülkesini yönetmesi konusunda tamamen serbest
bıraktıklarını, Mısır ordusunda Onias’dan Dosithius dönemine kadar Yahudiler
bulunmadığını belirtmekte; fakat arkasından Filistin’i ilhak etmek isteyen ama
ülkedeki Yahudilerin ayaklanma tehlikesini ileri süren ordu komutanının
görüşüyle bu fikrinden vazgeçen ili.
Kleopatra zamanında
Mısır ordusunda Ananias ve Halkias adında iki Yahudi generalden bahsetmektedir.
O
sıralar Mısır’da vukü bulan siyasi olayların ışığı altında Yahudileri kendi
yönetimi altında tutmak istiyen tarafın Roma olduğu kanaatindeyim. Çünkü Roma,
Filistin’i ilhak eden Ptolemelerin bu avantajdan faydalanarak Selevkusların
yıldızının bariz bir şekilde sönmeye başladığı bir sırada tüm Suriye’yi ele
geçirmesinden korkuyordu.
O dönemde Roma
hızlı bir şekilde yükseliyor ve yeni toprakları sınırlarına katıyordu, ama
esasen bu ilhaklara ihtiyacı yoktu, çünkü toplanan vergiler Roma'nın kasasına
girmiyor, aksine gümeştelerinin cebine akıyordu. O güne kadar Roma ordusunda görev
yapan askerler yalnızca Romalı köylülerdi ve onların müstemleke
garnizonlarında görevlendirilmesi devletin ekonomisine zarar veriyordu. Bu
yüzden Roma, Balkan Yarımadası ve Küçük Asya'da Iskender'in ardıllarına kalan
toprakların yanı sıra Kartaca'nın düşüşünden sonraki Fenike topraklarını
sınırlarına katmakta oldukça müteredditti.
Makkabi isyanından
bahsederken Selevkus devletinin Suriye'de maruz kaldığı çöküntünün boyutunu
ele almış olduk. Bu gerçeği göz önünde bulundurarak Roma'nın o sıralar yeni
iklimleri sınırlarına katmakta neden gönülsüz davrandığını anlamış oluruz ve
böylece Roma'nın bir yandan Selevkusların çöküşünden istifade ederek Suriye'yi,
diğer yandan Ptolemelerin zaafından faydalanarak Mısır'ı ele geçirmekten
kaçınmasının sebebini, Nabat devleti, Yahudi Haşmoney prensliği gibi Mısır ve
Suriye'de ortaya çıkan kargaşanın gölgesinde teşekkül eden bağımsız veya yarı
bağımsız küçük prensliklerin doğuşunu hazırlayan şartları da kavrarız.
Roma'nın esasen siyasi nüfuzunu yaymak istemesine rağmen Mısır ve Suriye'de
çöken iki devleti tekrar güçlendirmesinin, III. Kleopatra'nın Mısır'a, 9.
Ptoleme Lasirus'un Kıbrıs'a geri dönmesinin, Kudüs'ün Yahudi kralı Alexandre
Yuna'yı Roma'nın izin verdiği ölçüde sınırlarını genişletmeye bırakmalarının
sırrını da bu çekingen davranıştan çıkarmak mümkün. Elbette Roma'nın
Selevkuslardan ve Mısır'dan çekindiği kadar Yahudi devletinin veya bölgedeki
diğer küçük krallıkların gücünden çekinmediğini söylemeye gerek yoktur. Çünkü
bu küçük devletçiklerin hareket sahaları oldukça dar olduğu için sahip
oldukları güç, hiçbir zaman Roma'nın siyasi çıkarlarını tehdit edecek boyuta
ulaşamazdı.
Ill. Kleopatra'nın
Filistin'den çekilişi gerçekten Yahudi kumandanı Ananias'nın tavsiyesiyle
olmuş olsa bile, oğlu ve aynı zamanda rakibi olan Lasirus'u annesinin Mısır'a
çekilişinden sonra Alexandre Yuna'ya tekrar saldırmaktan alıkoyan
herhangi bir sebep yoktu. Lasirus'un Yahudilerle takışmaktan kaçınmasının asıl
sebebi, büyük ihtimalle Roma'nın bölgede çekişen güçler ara sında kendisine
rakip olanın yanında yer alacağı düşünce ve endişesiydi. Roma'ya lazım olan şey
nüfuz ve otoriteydi, ama bunu kimin lehine kullanacağını tarafların diplomatik
atakları belirleyecekti ki, hile ve rüşvetçilikte rakipleri Yahudilerin eline
su bile dökemezlerdi.
Yahudi
Ansiklopedisi'ninjosephus'a dayandırarak Yahudilerin Mısır'daki nüfuz ve
ülkenin güçler dengesindeki ağırlığından söz etmesine gelince, diasporadan söz
ederken bu konu üzerinde ayrıca duracağız.
Her ne ise, Yahudi
kralı Alexandre Yuna yakaladığı fırsatı değerlendirerek Filistin'in sahil
şerini işgal etti ve bir yıl kadar süren bir kuşatmadan sonra bir ihanetle
Gazze'nin tamamını ele geçirip yaktı. Arkasından Ürdün'ün doğusuna yönelerek
Um Kays yani Gadara'yı ve Golan tepelerindeki bazı bölgeleri işgal etti.
Fakat onun Ürdün'ün
doğu kesiminde genişlemesi Nabat kralı 1. Ubeyde'nin hoşuna gitmedi. Ubeyde,
Yahudilere saldırarak ağır bir darbe indirdi. Alexandre Yuna, ordusundan arta
kalanlarla perişan ve bitkin bir vaziyette Kudüs'e döndü (M.Ö. 90 civarı).
Bu yenilginin
Kudüs'deki etkisi büyük oldu. Halk Ferisîlerin önderliğinde ayaklandı ve
Alexandre Yuna belli şartlarda tahttan çekilebileceğini açıkladı. Fakat halk
onun kellesini istiyordu. Böylece isyancılar karargahını Şam'a kurmuş olan
Selevkus prensi Demetrius Enkairus'u davet ettiler ve onun yardımlarıyla
Yuna'yı devirdiler. Ancak, isyancılar bu noktada düşünmeye başladılar..
Demetrius Enkairus'u yardıma çağırmakla, Yahudilerin en katı düşmanı olan IV.
Antiochus Epiphanes'in oğullarından birine istikballerini teslim etmişlerdi.
Bu düşüncelerle birden düşman aileye karşı tavırlarını değiştirip, saflarını
dağıttılar ve bu da Kudüs kralına uğradığı yenilgiyi zafere çevirme imkanı
sağladı.
Yuna'nın asilerden
intikamı korkunçtu. Kitab-ı Mukaddes An' siklopedisi 'bu insanlık dışı baş
kahini barışa razı etmek için Kudüs'de nehir gibi kan aktı' derken, bir başka kaynak daha fazla detay
vererek şöyle diyor: “Alexandre Yuna, Yahudi isyancıları ayakları altında ezdi.
Sekiz yüz tanesini Kudüs'deki sarayının balkonundan görebileceği ve
iniltilerini işitebileceği şekilde sıra ha linde çarmıha gerdirdi. Bu arada
kendisi şarap içiyor ve haremindeki cariyelerle oynaşıyordu. ”
Altı yıl süren bu
iç savaşın ardından Alexandre Yuna, Arap Nabat kralı III. Haris'in şiddetli bir
saldırısıyla karşı karşıya kaldı. (Takriben M. Ö. 85). Nabat kralı, Yahudi
hasmına acı bir yenilgi tattırdıktan sonra, başkenti Petra'ya çekilmeden önce
bazı imtiyazlar kopardı. En sonunda bu kana susamış vahşi kral Alexandre Yuna,
Ürdün'ün doğusundaki bazı Yunan şehirlerine düzenlediği bir saldırı sırasında
terk-i dünya eyledi. Bu zalim müstebit zamanında gelişmiş şehirler harabeye
dönerken, aynı zamanda hırsızların ve eşkıyaların cirit attığı yerler haline
geldi.
Bir kraliçenin
Judaea devletinde tahta çıkışı Yahudi tarih akışına aykırı bir olay kabul
edilir. Kraliçe Alexandra Salome, elinde Yahuda'nın asasını tutan ve Ahab'ın
kızı Aseliye'den sonra Kudüs tahtına oturan ikinci Yahudi kadın olarak görülür.
Salome, devleti kocası Alexandre Yuna'dan devraldığı şekilde ayakta tutmayı başarmıştır
ki, Haşmoney hanedanının ulaştığı bu zirve, Davud döneminde Israil devletinin
yükselişte ulaştığı zirveye yakındır.
Alexandra Salome,
bir kadın olarak baş kahinlik makamını işgal edemeyeceğini belirtince, bu
göreve aciz, tembel ve sefih bir kişiliğe sahip olan büyük oğlu Hirkan atandı.
Fakat sarayda her türlü yetkiden arındırdığı küçük oğlu Aristobolus kendisine
reva görülen bu davranışa boyun eğmeyerek annesinin yaşadığı sürece muhalif
kütlenin liderliğini üstlendi. Anne Salome ölünce oğulları Hirkan ve
Aristobolus arasında taht kavgaları başladı ki, bu iç savaş aynı zamanda
Haşmoney krallığının sonunun başlangıcıydı.
Hirkan'la
Aristobolus arasındaki taht kavasında ibre ikincisinden yana ağmaya
başlayınca, ağabeyi Hirkan hem krallık hem de baş kahinlik mevkiinden kardeşi
lehine feragat etti.
Bu sırada çekişme
sahnesine Edomlu bir lider de katıldı. Antipas veya Antipater adındaki bu lider
I. Hirkan zamanında zorla Ya hudi dinine geçenlerdendi. Nabat devletiyle ve
Nabat kralı III. Haris'le yakın ilişki içindeydi. Antipater, Nabat kralını
şaşkın ördeğe dönen kral II. Hirkan lehine devreye girmeye ikna etmeyi başardı ve Aristobolus'un yenilmesine zemin
hazırladı. Yahudiler vaktiyle Alexandre Yuna'nın Nabat kralından yediği acı
darbeden sonra kendilerinin bu Arap kralının karşısında duracak güçte olmadıklarını
biliyorlardı. Bu yüzden Aristobolus Kudüs Tapınağı'na çekilip bekindi ve Nabat
saldırısını püskürtmeye hazırlandı.
I. Pompey'in
kumandanı Sakarus'un komutasındaki Roma kuvvetleri Şam'a geldiğinde Kudüs'de
kuşatma altındaki Yahudi savaşçıları neredeyse kral Haris'e teslim olmak
üzereydiler (M. Ö. 65). Romalıların müttefikleri
Haris'e bir işaretleri kuşatmanın kaldırılması için yeterli oldu ve Haris
meseleyi M. Ö. 63 yılında Şam'a gelen Romalı kumandana bırakarak başkenti
Petra'ya çekildi.
Hirkan ve
Aristobolus kardeşler birbirlerini tasfiye etmek amacıyla aynı anda Pompey'in
desteğini kazanmak için harekete geçtiler. Bu arada Yahudi halkını temsilen bir
heyet de Pompey'e müracaatta bulunarak Hoşmoney krallık nizamının kaldırılmasını
ve yalnızca dini işlerini çekip çevirmesi için bir baş kahin atanılmasıyla
yetinilmesini talep etti.
Pompey Kudüs'e
yaklaşınca Aristobulus Romalı generalin kendisine karşı olduğunu öğrenmek için
fazla kafa yormaya gerek görmedi ve kendisine yardım eden, kaderlerini ona
bağlayanları yüzüstü bırakarak teslimiyeti direnmeye tercih etti.' Bunun
üzerine adamları Kudüs Tapınağı'na bekinerek Romalıların oraya ulaşmasını
engellemek amacıyla binanın şehirle bağlantısını sağlayan köprüyü yıktılar.11
Direnişçilerin ezilmesi tam üç ay vakit aldı. Onların tepelenmesinden sonra Pompey
daha önce Antiochus Epiphanes'in yaptığı gibi tapınağın en kutsal kısmına girmekte
ısrar etti, fakat içerideki hazineye zarar vermeden yalnızca mekanı gezmekle
yetindi.
Pompey,
Hirkan'ınjudaea'nın baş kahinlik makamında kalmasını uygun buldu, fakat devlet
idaresinde Roma'nın Suriye valisine bağlı olmak şartıyla ethinarch unvanını
iptal etti. Aristobolus'a gelince, binlerce Yahudi esirle birlikte Roma'ya
götürüldü ve orada generallerin her muzaffer dönüşünden sonra başkent ahalisinin
seyretmeye alıştığı mağlup milletlere mensup esirlerin gösterilerinde yer
almaları emredildi.
Pompey, Yafa,
Aşdod, Gazze ve diğer şehir ve köylerden kovulan Filistinlileri tekrar
yerlerine iade etti ve idari yönden Roma'nın Suriye Valisine bağladı. Samaria
şehirlerini de aynı muameleye tâbi tuttu, fakat Edom [Iduamea], Galile ve
Perae'yi Yahudiye devletinin tasarrufuna bıraktı. Pompey'in bu davranışı kesinlikle
Kudüs Yahudilerinin ve baş kahinleri Hirkan'ın isteğinden değil, büyük
ihtimalle artık Roma'nın desteğiyle Judaea'nın fiili hakimi olan Edomlu lider
Antipas'ın ve onun dostu olan Nabat kralı III. Haris'in ricasından
kaynaklanmıştı. Böylece Kudüs'de Hoşmoney krallığı resmen sona erdi.
Bahsettiğimiz
dönemde Yahudiler arasında kendisini gösteren iç ve dış çekişmeler sonucunda
ortaya çıkan partiler konusu, Yahudi tarihi yazılı bir döneme girmiş olmasına
rağmen kolaylıkla içinden çıkılacak bir konu değildir.
Nehemya ve Ezra
döneminin Yahudi şeriatının öğrenilmesi ve öğretilmesi kapısını sonuna kadar
açtıktan, din ve ibadetle ilgili konularda rabbilerin saltanatını yıktıktan
sonra kendini gösteren katipler (Soferim) grubunun zuhurundan daha önce
bahsetmiştik.
Nüfuzlarını ve
maddi çıkarlarını tehdit eden bu tehlike, rabbilerin gözünden kaçmamıştı ve bu
yüzden halkın tapınağa ve orada yapılan dini ayinlerle olan bağlantısını daha
da güçlendirmek için ellerinden geleni yapmaya başlamışlardı; ama beklenmedik
şekilde ortaya çıkan şartlar soferim grubuna gelişmek ve büyümek için büyük
fırsatlar sunuyordu.
Nehemya ve Ezra'nın
Kudüs'de temellerini attıkları sosyal sistemin sağladığı şartlar
sayesindejudaea bölgesi dışındaki Yahudi- lerin çoğalması, onların liderlerini
Kudüs'deki Zerubbabil Tapınağı'ndan uzakta yapılacak ibadet merasimleri için
yeni bir yol icat etmeye sevketti.
M. Ö. 722 ve 586 yıllarında
Samaria ve Kudüs'ün düşmesinden sonra Yahudiler o tarafa bu tarafa dağılınca,
Babil sürgünü peygamberleri Yahudi kitleleri kendi kehanetleri ve düşleriyle
oyaladılar, ama harabe haldeki Kudüs Tapınağı bu kehanet ve hülyaların odak
noktasıydı. Yine de 516 yılında tapınağın yeniden
yapılması Yahudileri bir araya getiremediği gibi, dağınık vaziyette yaşamaları
devam etti. Bu durumda Yahudi kitlelerin başlarında bulunan kişiler,
bulundukları her yerde ibadet konusunu halletmek için bir yol icat etmek
zorunda kaldılar. Belki de Mısır'a kaçan baş kahin Onias'ın M.Ö. l 73'de
Heliopolis'de Kudüs tapınağının bir benzerini yaptırması ilk icraattı ve
Kudüs'dekilerin tepkisini çekmemişti. Halbuki bundan üç asır önce Gerzim
dağında Samirîler bir tapmak yaptırdıklarında kıyameti koparmışlardı. Üstelik
de Sanıirîler bu tapınağı Kudüs'dekilerin Zerubbabil Tapınağı'nın yapımına
iştirak etmelerine onların İsrail oğullarına mensup olmadıkları bahanesiyle
şiddetle itirazda bulunmalarından sonra bina etmişlerdi.
Filistin'deki
Judaea topluluğunu ve diğerlerini çevreleyen şartların değişmesi, Yahudi
alimlerini dini kavranılan geliştirmeye zorluyordu ki, bu da ancak Tevrat
bölümlerinin çağın ruhuna uygun bir biçimde yeniden yorumlanıp arındırılması
suretiyle yapılabilirdi. Şartların zorlamasıyla birlikte soferim halkın ilgi
odağı haline geldi. Soferim çevresinde toplanan halk onu kendisine önder
olarak seçti. Böylece soferinı, anıştırma, inceleme, içtihat ve yorumlama işleriyle
uğraşmaya başladı. Yeni nazariyeler geliştererek, Yahudi cemaatlerinin
bulundukları değişik merkezlerde fikir medreseleri açtı. Soferimin rolünün
gittikçe önem kazanmasıyla birlikte, Romalılar tarafından tamamıyla yerle bir
edilmesinden sonra Kudüs Tapmağı'nın yerini alan bu kurum Kenesseth veya
Sinagog halini aldı ve
günümüze kadar da Yahudilerin bekasında en önemli rolü oynadı.
Esasen Kenesseth'in
biri dar, diğeri geniş olmak üzere iki anlamı vardır. Dar anlamıyla dini
ibadetlerin, dinî ve dinle ilgisi ol mayan toplantıların yapıldığı, Yahudileri
ilgilendiren konuların ele alınıp incelendiği bina demektir. Geniş anlamı ise
her türlü dini ve sosyal faaliyetleriyle birlikte mahalli cemaat demektir.
Gaspedilen Filistin'deki Israil parlamentosuna da bu isim verilmektedir ve
modern siyonizmin gelenekle çağın ruhu arasındaki koordinasyon aracıdır.
■
Dış
etkiler üzerinde
durmaya kalktığımızda, diaspora Yahudilerinin durumlarına değinmemiz için biraz daha beklememiz gerektiği endişesindeyim. ,
Kenesseth veya
Sinagogun anlamının izahı, bana, Perikles döneminde (M. Ö. 480-430) ortaya çıkan Yunan kurumu Eclesia'yı (Klise)
hatırlattı. Eclesia Atina'da umumi toplantılara tahsis edilmiş bir binadır.
Halk burada genel meseleleri ele alırdı. Perikles, ülkenin işlerinin çekip
çevrilmesine iştirak etmelerini teşvik etmek, halkın sosyal, kültürel ve fikri
seviyesini yükseltmek amacıyla bu toplantılara katılanlara ödül verirdi.
Yahudilerin Kenesseth fikrini Yunanlıların Eclesia'sından almış olmaları uzak
bir ihtimal değildir. Nitekim lsa'nın gelişinden iki yüzyıl önce de dinî
literatürlerinde
yeni fikirlerin etkileri görülmektedir.
Nehemya ve yoldaşı
Ezra'nın çağdaşı olan Perikles'in döneminin ulaştığı parlak medeniyetin
detaylarına girecek değiliz. Ancak felsefi görüşleriyle dünyaya ışık tutan
Sokrat, şakirdi Eflatun ve değerli sekreteri Sofokles'in bu dönemde yaşadığını,
onları siyaset ilminin babası sayılan Aristo'nun takip ettiğini söylememiz
yeterlidir..
Dindar Yahudiler
bir takım yeni fikirlerin Yahudiler arasında yayılmaya başlamasını hiç de hoş
karşılamadılar. Bunlar, Yahudi şeriatının hamilerini dini yeni tehlikelere
karşı korumaya yoğunlaşmaya iteliyorlardı. IV. Antiochus zamanında
Hellenleştirme faaliyetlerinin zirveye çıktığı günlerde kendilerine Hasidim
denilen bu dindar Yahudiler, Haşmoney devriminin bel kemiğini
oluşturuyorlardı. I. Makkabi kitabı (2/42)
onları İsrail'de
Musa şeriatı yolunda canlarını feda eden güçlü savaşçılar olarak takdim
etmektedir.
Makkabi isyanı asıl
amacına ulaşıp Yahudiler dini özgürlüklerine kavuşunda, Hasidimler
mücadelelerini durdurdular; fakat bu defa da Makkabi hareketi dinle ilgisi
olmayan, hatta dindar ve dine lâkaydî rakipleri ezmeye yönelik siyasi bir
harekete dönüştüğü için Hasidimlerle Makkabiler arasında soğuk rüzgarlar esmeye
başladı.
Hasidimlerle
Makkabiler arasındaki çatlağın ikincilerin nefsi müdafaa amacıyla Sabat günü
savaşmaya cevaz vermelerinden kaynaklandığı söylenmektedir. Halbuki Hasidimler
böyle bir cevazı reddediyor ve şiddetle karşı çıkıyorlardı. Bir diğer sebep
ise Harun'un soyundan gelenlerin tekelinde bulunan baş kahinliğin Makkabilerin
tekeline geçmesi idi. Daha
önce de gördüğümüz gibi Mattathias Selevkuslara karşı isyan bayrağı açmadan
önce kahinlik yapmaktaydı ve kahinlik Harun soyundan sıradan bir kahinle baş
kahinin eşit olduğu Levililerin tekelindeydi.
Araştırmacılar,
Ferisîlerin Hasidimlerden çıktığı görüşündeler. Öbür türlü, daha önceden
kitlesel kökleri olmadan Ferisîlerin Yohanna Hirkan zamanında (M. Ö. 134-104) Sanhedrin'de
güçlü bir grup olarak ortaya çıkmış olması ihtimal dışıdır.
Ferisîler, şeriat mirasını savunma bayrağını ellerine aldıkları için,
Hasidimlerin ana varisleri sayılmışlardır.
Ferisîlerle onların
şakirtleri olarak kabul edilen Hirkan arasındaki ihtilafın sebebinin,
Hoşmeneylerden gelen bu baş kahinin bir defasında Sanhedrin üyelerine
yönelttiği şu soru olduğu söylenmektedir: "Bana yakıştıramadığınız şeriat
dışı tarafım nedir?" Ferisîlerden birisi, hiç tereddüt etmeden şu cevabı
verir: "Senin derhal baş kahinlik makamından çekilmen gerekir. Çünkü senin
annen halkımızın Antiochus Epiphanes zamanında duçar kaldığı bir felaketin
müsebbibidir." Hirkan, bu Ferisîyi yalancılık ve iftiracılıkla
suçladıktan sonra Sanhedrin'den bu şahsın bir müfteriye verilecek ceza ile
cezalandırılması talebinde bulundu. Ferisîlerin ittifaken o şahsın sopa ile
dövülüp hapsedilmesi kararı alması, bir ölüm cezası verilmesini bekleyen
Hirkan'ı öfkeden küplere bindirdi. Böylece bu olay Hirkan'ı Ferisîlerin
düşmanı ve onların rakipleri olan Sadukîlerin dostu olmaya sevketti.
Rivayete göre
Ferisîler "Ferisi" adını bu olaydan sonra almışlardır. Çünkü
rakipleri olan Sadukîler onları Yahudi Yüksek Kurul'u Sanhedrin'den kovduktan
sonra bu ismi vermiş, fakat Ferisîler de "dışlanıp kovulan"
anlamındaki bu adı kendilerine şöhret kazandırdığı düşüncesiyle bir tür
yüceltme sıfatı olarak kabul edip benimsemişlerdir.
Tarihçi Josephus
tarafından nakledilen bu olay Talmud'da da geçmekte, fakat orada olayın kahramanı
olarak Hirkan'ın oğlu Alexandre Yuna gösterilmektedir. 15
Eğer rivayet
doğruysa, burada sözü edilen ve M. Ö. 164 veya 163'de hayatını kaybeden
Antiochus Epiphanes'le ilintili felakete sebep olmakla suçlanan kadının
Alexandre Yuna'nın anası değil, Hirkan'ın anası olduğu görüşünü tercih
edebiliriz. Çünkü suçlama konusu edilen kadının o sıralar çocukluk çağından
çıkıp gençlik çağına girmiş olması gerekir. Hirkan'ın iktidara gelmeden önce
otuz yaşında bir kadınla evlenmiş olması pek muhtemel değildir ve dolayısıyla
kadının kocası Yuna değil, Hirkan'dır.
Anlatılan hikayede
Hirkan'ın nesebinin söz konusu edildiği anlaşılıyor. Çünkü Hirkan'ın baş
kahinlik makamından çekilmesini isteyen Ferisî, baş kahinin Levililer soyundan
olması gerektiğini, Hirkan'ın annesinin ise esir düştüğünü ileri sürmüştür. Josephus
ve daha sonra Talmud’un naklettiklerinin bir tenkit süzgecinden geçirilmeden
fazla kabul edilebilir bir tarafı yok. Çünkü her iki kaynak da Ferisîlere
sempati ile bakmakta, onların rakiplerine ise aleni bir düşmanlık
sergilemektedir. Diğer yandan Talmut'un yazılışında Ferisîlerin önemli bir rol
oynadıklarını, Jo- sephus’un ise içinde yaşadığı yüzyılda Yunanlı ve Romalı okuyucularını hoşnut etmek,
onların Yahudilere sempati beslemelerini sağlamak amacıyla yazdığını da göz
önünde bulundurmak gerekir. Çünkü hem Josephus’un kendisi Ferisîlerdendi, hem
de Zerubbabil Tapınağı’nın yıkılmasından sonraki diaspora döneminde Yahudi
meseleleriyle yalnızca Ferisîler ilgileniyorlardı.
Bu hikayeden
çıkarabileceğimiz dersler, onun doğru olup olmamasından daha önemlidir. Bir
kere Ferisîler, kelimesi kelimesine şeriata bağlanmak yerine onun yorumunda
içtihat kapısını aralamışlardır. Örneğin Hirkan’ın müfteriye ölüm cezası
beklediği olayda, Ferisîler suçlunun sopa ile dövülüp hapsedilmesi cezası
vermişlerdir. Halbuki şeriata sıkı sıkıya bağlı olan Hirkan, böyle bir suçun
cezasının idam olduğuna inanıyordu. Yahudi şeriatında bu olay halktan birinin
baştaki yöneticiye karşı bir tel’ini olarak görülüyordu. Lanet (veya tel’in)
ise sözlük anlamıyla kişinin rahmetten mahrum edilmesi anlamındadır. Hangi
ceza Yahudilerin hem yöneticisi, hem de baş kahini olan Hirkan’ın makamından
tardedilmesinden daha büyüktür? Belki de Hirkan o şahsın cezalandırılmasını
isterken Tanrı’nın ve halkın yöneticisi olan kişinin aşağılanmasını yasaklayan
"Allah’a küfretme, halkından olan bir yöneticiyi lanetleme! ” buyruğuna sığınmıştı. Tevrat'ın hükmüne göre
Allah’a küfreden kişi taşla vurularak (recmedilerek) öldürülürdü. Hirkan, Tanrı’ya küfreden birinin ölümle cezalandırılmasıyla
yöneticinin lanetlenmesinin yasaklanması hükmünü birbirine kıyaslayarak,
müfterinin ölüm cezasına çarptırılmamasına ciddi şekilde öfkelendi ve yalnızca
dayak ve hapis cezası veren Ferisîleri suçluya kol kanat germekle suçladı.
Anlaşıldığı
kadarıyla Ferisîler, Musa şeriatının "göze göz, dişe diş” kuralına pek de
sadık değillerdi. Onlara göre Tanrı bu kuralın harfi harfine uygulanmasını
kastetmiş olamazdı. Dolayısıyla düşman da olsa veya düşmandan intikam amacıyla
yahut kısas olarak da olsa birinin gözünün çıkarılması şer bir fiildi. Tanrı
ise şerri (kötülüğü) hem emretmez, hem de teşvik etmezdi. Bu yüzden bir para
cezası 'göze göz, dişe diş' hükmü için yeterliydi. Buna göre Ferisîler hükmün
zahiri anlamıyla • değil, ruhuyla ilgileniyorlardı ve tabi ki hükmün şer'i
anlamı göz önüne alındığında Ferisîler Müsa şeriatına alenen karşı çıkmış
oluyorlardı. Çünkü şeriatın hükmü son derece açıktı: “Kim komşusunu yaralarsa,
kendisine de aynı şey yapılacaktır. Kırığa karşılık kırık, göze göz, dişe diş
olmak üzere, ona ne yaptıysa kendisine de aynı şey yapılacaktır.” Varılan içtihatla hükmün icabı yerine
getirildiği kanaatinde değiliz. Çünkü gözü çıkarılacak bir insana maddi bir
ceza verdiğiniz zaman, hem göze göz olmaz, hem de Ferisîlerin hükmüne göre
kendisine karşı bu tür bir eylemin yapıldığı kişinin kaybı telafi edilemez.
Dolayısıyla onların yaptıkları bu yorum Müsa şeriatının apaçık bir ihlaliydi
ve şeriatın ruhuna ters düşüyordu.
Eğer Ferisîler
hakkında söylenenlerle onların yaptıkları arasındaki tenakuzlar üzerinde
durmaya kalkarsak konumuzdan biraz uzaklaşmış oluruz. Söylendiğine göre
Ferisîler, İsrail'in dünya üzerindeki hakimiyetinin ancak gökten gelen
doğrudan ilahi bir teşübbüsle gerçekleşeceği, bunun dışında insanların bu yönde
girişecekleri her tür eylemin başarısızlıkla sonuçlanacağı düşüncesindeydiler. Bu yüzden onlar yabancı boyunduğurunu önce
Yunan (Selevkus), arkasından Roma,Tanrı'nın iradesine muhalif bir hareket
olarak değerlendiriyor, ama yine de yabancı bir yönetimi, râvîlerin kalplerinde
muhafaza edilen veya yazıya geçirilmiş olan Musa şeriatının kanunlarını
gözetmeyen milli bir hükumetten daha fazla tahammül edilebilir olarak
görüyorlardı.
Alexandre Yuna'nın
M. Ö. 76'da ölümüne kadar Haşmoney yönetimi Ferisîler nazarında gayr-ı makbul
bir yönetim olarak kalmış, fakat hem Ferisîlere hem de Sadukîlere karşı
tutumunu değiştiren dul kraliçe Salome Alexandra döneminde hükumete ideal bir
yönetim gözüyle bakmışlardır.
Nitekim Talmud'da
Alexandra döneminde ülkede huzurun sağlandığı; bir buğday danesinin bezelye
danesi kadar büyüdüğü, bir arpa danesinin zeytin büyüklüğüne eriştiği ve
Judaea'da hiçbir evde gamdan kederden iz kalmadığı belirtilmektedir. Peki bunun
sırrı neydi? Salome'nin krallığı Tanrı'nın yeryüzüne hakim olması için eliyle
kondurduğu bir krallığa mı dönüşmüştü? Ferisîlere göre İsrail'in insanların
elleriyle yaratılmış olması bir yüzsüzlük değil miydi? Kesinlikle böyle bir
şey söz konusu değildi ve tarihçilerin aciz, basiretsiz ve zayıf karakterli
olduğunu ittifaken belirttikleri Alexandre oğlu II. Hirkan'ın baş kahinlik makamına
getirilmesi bunun en bariz delillerindendi. Doğru, Ferisîler bu gölge kahinin
zamanında keyiflerine göre hareket ediyorlardı ve Talmud'a göre ülke bin yıllık
mutluluğu tadıyordu. Bu ise,
Salome'den öncekiler döneminde olduğu kadar Selevkuslar döneminde de şiddet ve
vahşi takibata tâbi tutulan Ferisîlere ve dindar Yahudilere karşı kraliçenin
tutumunun değişmesinden kaynaklanıyordu^3 Kraliçe Salome'nin Ferisîlere
karşı tutumumun değişmesi ise kocası Alexandre Yuna'nın ölmeden önce karısına
yaptığı hayali bir vasiyetten kaynaklanmış. Söylendiğine göre aşırı
dindarlardan tuhaf bir şekilde çekinen Alexandra, Ferisîlere sempati, onların
rakipleri Sadukîlere ise düşmanca bir tavır sergilemek zorunda kalmış.
Burada Ferisîlerin
açıklanan prensipleriyle, onların kaleminden çıktığı söylenen Talmuo metinleri
arasında başka bir çelişki göze çarpmaktadır. Söylendiğine göre Ferisîler
Sadukîlerin aksine Allah'ı yalnızca İsrail'in milli bir tanrısı olarak değil,
alemlerin Rabbi olarak kabul ediyorlardı. Ayrıca Ferisîler Tanrı'nın zaman ve
mekanla mukayyed olduğu, insanların amel ve sözlerine müdahelede bulunduğu
görüşünü de kabul etmiyorlardı. 24 Halbuki Talmud Tanrı'ya insanlara mahsus
sıfatları atfetmekte ve Tanrı'nın alın genişliğinin beş bin zirâ olduğunu iddia
etmektedir.25
Yahudilere atıfet
besleyen bazı tarihçiler, Ferisîlerin kötü kişiler olarak nitelenmesinin
onların İsa’ya karşı takındıkları tavır yüzünden Incil’de riyakar, fasık ve
nifakçı şeklinde nitelendirilmesinden kaynaklandığı görüşündeler. Örneğin
Incil’de Vaftizci Yohanna tüm Ferisi ve Sadukîlere şu sözlerle hitap
etmektedir: “Ne var ki, birçok Ferisiyle Sadukînin vaftiz olmak için kendisine
geldiğini gören Yahya onlara şöyle seslendi: 'Ey engerekler soyu! Gelecek
gazaptan kaçmak için sizi kim uyardı?’”
Ferisîlerin iyi
veya kötü oldukları konusunda araştırmacı ve tarihciler birbiriyle ters düşmüş
olsalar da, Talmud’un yazılışından ve tapınağın yakılışından sonraki yirmi
yüzyıl boyunca Yahudilerin değişik yerleşim birimlerindeki davranışlarında en
büyük rolü oynamaktan sorumlu olanlar onlardır. Böyle bir cemaatin
davranışlarıyla daha fazla ilgilenmek bizim konumuzun dışında kalmaktadır.
Bu cemaate
Sadukîler denmesinin sebebinin onların Davud aleyhisselamın kahini Saduk’a
intisap etmelerinden kaynaklandığı. söylenmektedir. Onların Milattan iki
yüzyıl önce veya Miladi üçüncü yüzyılda yaşayan Saduk adında başka bir kahine
intisap ettikleri söyleniyorsa da, bu konu bizi fazla ilgilendirmiyor.
Daha önce soferim
tabakasının ortaya çıkışından, bunu müteakiben nüfuzlarını korumak isteyen
rabbilerle çevrelerine toplanan Yahudi kitlelerini kutuplara ayırmaya başlayan
yeni tabaka arasındaki çekişmeden bahsetmiştik. Dindarlık ve şeriat hamiliği
sıfatları kazanan cemaatlerden nasıl Ferisîler partisi ortaya çıkmışsa,
Sadukîler denilen bir diğer parti de kahinlerin, büyük tacirlerin ve
aristokrat ailelerin oluşturduğu topluluk arasından çıkmıştır.
Yahudilerin
Ferisîler ve Sadukîler olarak bölünmesine yol açan gerçek sebepler üzerinde de
mutlaka durmamız gerekir. Esasen ortada birçok sebep ve görüş vardı. Musa
şeriatına bağlı lık konusunda her iki parti de karşı tarafın görüşlerine ters
düşen deliller ileri sürüyordu.
Bazı
araştırmacılar, Tevrat hamileri rabbiler lakabını almalarına yol açan şeriatı
müdafaa sancağını yükseltenlerin Ferisîler olduklarını ileri sürüyorlar.
Talmud da Sadukîlere epükürizm ve heretizm damgası vurarak, onları şeriat
öğretilerinden ve farzlardan uzaklaşmakla suçlamaktadır. Eğer iki grup
arasındaki ihtilafın aslına bakacak olursak Sadukîlerin Tevrat'a Ferisîlerden
daha bağlı olduklarını görürüz.
Sadukîlerin
ölümden sonra dirilişe inanmadıkları, ebedi hayatın varlığını kabul
etmedikleri; melek ve şeytanların, kaza ve kaderin varlığını reddettikleri
söylenmektedir. Onlara göre insan kendi fiillerinin sahibidir.. Tüm bu
konularda Sadukîler Ferisîlerle taban tabana zıt bir görüşe sahiptiler.
Sadukîlerin haklı olup olmadıkları şeklindeki kısır bir tartışmaya
girmeyeceğiz, ama onlarla birlikte şu soruyu yönelteceğiz: Kıyametten,
cennetten, me. - ------ . ,
lek ve
şeytanlardan, kaza ve kaderden bahseden açık veya gizli [zahiri ve batınî]
Tevrat ayetleri nerede? Müsa'ya atfedilen beş Tevrat kitabında bu konularla
ilgili herhangi bir işaret yoktur ve yalnızca yeryüzündeki bazı mutlu gezileri
sırasında Tanrı'ya refakat eden veya kimi acil konularda ona naiplik eden
meleklerle ilgili müphem bir atıf bulunmaktadır. Bunun dışında eğer bir İbrani
günah işlemişse, bu dünyada başına gelen bir felaketle amelinin cezasını öder
yahut bu felaketlerin tümünün sonucu olarak hayatını noktalar. Dolayısıyla
kendisine zulmedilen kişi ,de bu dünyada başına bir felaket gelmiş yahut
ömrünün baharında hayatını noktalamış kişidir. Ömrü uzatılan kişi ise
Rab'binin katında bir nimet bulmuş sayılır..
Tevrat bu tehlikeli
konuları ancak Babil sürgününü takip eden dönemde ele aldığına göre, ölümden
sonra dirilmeye, kıyama, ka' za ve kadere, melek ve şeytanların varlığına
inanmayı reddeden Sadukîler suçlanamaz. Sadukîler, bu konuların M. Ö. Vl.
Yüzyıldan itibaren insan aklının gelişmesinden çıkan meseleler olduğu
kanaatine varmak için ziyadesiyle akli bir gayret göstermek zorunda
değillerdi. (Esasen M. Ö. VI. Yüzyıl tarihin insan aklının her yerde yeni bir
cür'et sergilediği yüzyıl olarak kabul edilmeye layıktır. ” Nitekim İran'da Zerdüşt, Hindistan'da Budda,
Çin'de Konfüçyüs ve keza Babil'de II. Yeşaya bu yüzyılda ortaya çıkmıştır. Bu
tarihten kısa bir süre sonra Yunan filozofları dünyayı doldurmaya,
düşüncelerinin sonuçlarıyla insanları meşgul etmeye başladılar.. Dolayısıyla
Musa şeriatı konusunda uzman olan kişilerin ortaya attıkları, haksız yere
İsraillilerin geçmişteki atalarına ve peygamberlere yamadıkları yeni fikirleri
reddetmelerinden ötürü Sadukîleri suçlamak doğru olmaz. Çünkü bu yeni düşüncelerin
dış etkenlerden kaynaklandığı gün gibi aşikardı.
Sadukîlerin Tevrat
sifirlerinde özellikle Musa'ya atfedilen sözlü rivayetlere fazla itibar etmemeleri, tabii olarak
Tanrı'nın yalnızca İsraillilerin ilahı olduğu görüşüne takılıp kalacaktı.
Tevrat sifirleri ve özellikle Musa Tevratı diye bilinen ilk beş kitabın kesinlikle
müsamahakar olmayacağı bir nokta idi bu. Yahudilerin Tanrı'nın tüm dünyayı, bütün
yaratılmışları kucaklayan efendisi olduğu düşüncesine ulaşmaları, Daniel kitabı
gibi, ancak M. Ö. III. Yüzyıldan sonra yazılan bölümleriyle mümkün olmuştur.
Araştırmacılar Daniel kitabının M. Ö. 167 yılında yazıldığı konusunda
hemfekirdirler. Çünkü kitapta daha ziyade Yahudilerle IV . Antiochus Epiphanes
arasında geçen olaylar üzerinde durulmaktadır. Biz yalnızca Daniel kitabını
örnek gösterdik, ama başka kitaplar, baplar ve ibarelerin de kutsiyeti
haketmeyecek kadar yeni olduğu Sadukîlerin gözünden kaçmış değildi.
Ferisîler
bünyelerinde daha ziyade soferimlere yer veriyorlardı, ama Sadukîler de onlara
karşı mücadele fikirleriyle kendilerini besleyen bu katiplere safları arasında
yer ayırıyorlardı.
Bazı tarihçiler,
Miladi I. Yüzyılda Judaea bölgesi ve halkının Romalılardan gördüğü zararın
sorumluluğunu Sadukîlere yüklemekte,
onların Yahudilerin siyasi ve milli bağımsızlık fikrine mutaassıp
yaklaşımlarını eleştirmektedirler. Bilindiği gibi siyasi ve milli bağımsızlık
düşüncesi, başından beri Makkabilerin dini amaçlarını gerçekleştirdikten sonra
siyasi bağımsızlığı da elde etmek için Selevkuslarla mücadeleyi sürdürmeye
teşvik eden en tehlikeli faktördü.
Hatta bu taassup
Yohanna Hirkan ve ardıllarını Samirîleri tepelemeye, Gerzim dağındaki
tapınaklarını yıkmaya itmiş, Edomluları ve Eturileri sünnet olmaya, zorla
Yahudiliği kabul etmeye icbara, Yafa, Gazze ve Aşdod gibi sahil şehirlerindeki
halka kötü muamelede bulunmaya sevketmiştir.
Sadukîler
elimizdeki bilgilere göre, kendilerini tapınakla ve Yahudi milli
bağımsızlığıyla sınırladıkları için, tapınağın Miladi 70'de yıkılması, Yahudi
otonomisinin iptali vejudaea bölgesinin Roma'nın Suriye eyaletine bağlanmasıyla
birlikte devirleri dolmuştur.
Essenîlerin ortaya
çıkış tarihini Makkabi isyanı öncesine ve isyan dönemine bağlamak en
doğrusudur. Nasıl aslında Ferisîler Hasidimlerin arasından çıkmışsa, Essenîler
de Hasidimlerden türemişlerdir. Essenîlerle Ferisîler arasındaki fark,
ikincilerin Yohanha Hirkan'dan önce Makkabilerle işbirliğini kabul etmeleri,
Essenîlerinse her hal ve ahvalde böyle bir işbirliğine kesinlikle
yanaşmamalarıdır ki, onların bu tutumu Makkabileri diğerlerine nisbetle daha
erken bir dönemde Essenîlere kötü muamele etmeye sevketmiştir.
Ferisîlere ve en
başta da Sadık Üstad (Righteous Teacher) lakâbı taşıyan önderlerine yapılan
işkenceler Yohanna Hirkan'ın babası Şemon zamanında başlamış, onlar da çöle
çekilerek orada görüşlerini geliştirmeye, nazariyelerini güçlendirmeye
başlamışlardır.
Ölü Deniz yakınında
bulunan Kumran kitabeleri (1947 ve sonrası) bize bu mezheple ilgili bazı
bilgiler edinme imkanı sağlamaktadır. Belki de bu mezhep hakkında endiğimiz bilgiler
arasında en ilginci,' onların çölde ve Essenîzmi kabul eden bazı Yahudi
köylerinde komünist sistemi uygulamış olmalarıdır. Bu küçük topluluğa mensup
olanlar, imkanlar dahilinde kendi kendilerine yetmeye çalışıyor, üretenler
ürettiklerinden yalnızca ihtiyacı olanı alıyorlardı. Bir de aydınlığı temsil
ettiğine inandıkları beyaz elbiseler giyiyorlardı. Essenîler bir yanda doğruluk
ve aydınlık ruhu, gökyüzünden gönderilen melekler, diğer yanda ise karanlık
prensi ve beraberindeki şeytan ruhları arasında kutsal bir savaş olduğuna
inanıyorlardı. Kendilerini yeni .bir çağ, yeni bir Kudüs, yeni bir Davud, yeni
bir dürüst kahin ve çağın ruhuna uygun yeni bir Mûsa yaratmak için verilen
nihai savaşta Allah’ın ve meleklerinin yanında savaşan aydınlık (nur)
çocukları olarak görüyorlardı. Tüm bunlar beklenen Kral Mesiya’nın gölgesinde
oluyordu ve onlara göre yeni çağ kendilerine şah damarlarından daha yakındı..
Araştırmacılar
Essenîlerin lideri Sadık Üstad’la ortaya çıkışı İsa aleyhisselamın müjdelediği
gökyüzü krallığı çağının başlangıcına tekabül eden Vaftizci Yohanna (Zekeriya
oğlu Yahya) ile kıyaslamaktadırlar. Bazı araştırmacılar Essenîlerin ilk
Hristiyanlar üzerindeki etkisini kabul etmektedirler. Bilindiği gibi Essenîler
tıbba özel bir önem vermişlerdi. İsa ve havarileri de hastayı tedavi ederken
insanların yeni inanç çevresinde kutuplaşma âmilini güçlü bir unsur olarak
kullanıyorlardı.
Göründüğü kadarıyla
Essenîler gizli veya yarı gizli bir fırka olarak,akıllarından geçirmedikleri
bir şekilde aniden köklerinin kazınacağını düşünüyorlardı. Bu yüzden onların
akibetinin ne olduğu, (İsa’nın zuhurundan önce) kendileriyle en son kimlerin
temasta bulunduğu konusu meçhuldür. Belki de onlardan bir grup Miladi 70
yılında Romalılar tarafından Kudüs'ün yerle bir edilmesine ve tapınağın
yıkılmasına yol açan isyanı başlatan terorist bir partiye, Kannaîlere [Zealots]
dönüşmüştür.
İbranice Qanneem,
Batı dillerinde Zealots (yurtseverler) denilen bu Yahudi tedhiş örgütünün İsa’nın
zuhurundan önceki son yüzyılda Filistin'de Galile'de ortaya çıktıkları
söylenmektedir. Zealotlar Yahuda kralı 1. Herod zamanında (M. Ö. 37-4) nüfuzlarını
artırmış, sonra etkinliklerini Kudüs'de sürdürmüş ve Miladi 70 yılında tapmak
yıkılıncaya kadar faaliyetlerini devam ettirmişlerdir.
Bazı tarihçiler
Qanneemleri Yahudi dini cemaatler arasından çıkararak, mevcut mezheplere mensup
bireylerin kurduğu tedhişçi bir çete olarak görmeyi tercih etmektedirler.
Örgütü kuranlardan birinin Ferisi bir Saduk, en eski önde gelen liderlerinin
ise genel sayım sebebiyle Romalılara isyan eden Galileli Judas olduğu
söylenmektedir.
Josephus, takip
ettikleri felsefe itibariyle Zealotların Ferisi, Sadukî ve Essenılerden
ayrıldıklarını, en belirgin özelliklerinin ise yabancı hakimiyetini kabul
etmeyi, yabancı valiye, ona yardım eden Yahudilere uymayı reddetmeleridir.
Bunlar, pelerinlerinin altına gizledikleri hançerlerle kendilerini şeriatın ve
Yahudi milli varlığının koruyucuları olarak görmüşlerdir.
Roma işgali
sırasında ve Isa'nm zuhurundan sonra Judaea'da mevcut olan dini ve siyasi
partilerin önemlileri bunlardan ibarettir.
Yahudilerin
kendilerinden kabul etmemeleri sebebiyle Samirîlerden ayrıca bahsedeceğiz ve
haklarında detaylı bilgi sahibi olmak için zaman zaman onlar üzerinde
duracağız.
ROMA
İMPARATORLUĞU VE YAHUDİLER
Artık olayları daha
iyi kavrayabilmek için İsa'dan önceki 1. Yüzyılda Roma'da yönetim ve idare
tarzından hızlı bir şekilde bahsetmemiz gerekiyor.
Bilindiği gibi
Romalılar M. Ö. VI. Yüzyıl sonlarında Etrüsk krallarını kovduktan sonra
cumhuriyet yönetimine geçtiler. O tarihten M. Ö. 1. Yüzyıla kadar geçen
karmaşık olaylar bizim konumuz dışındadır.
Roma'da M. Ö. 1.
Yüzyılda ülke belli bir süre komutanlık yaptıktan sonra konsül seçilen kişiler
tarafından yönetiliyordu. Bu geleneği ilk başlatan, M. Ö. l06'da Afrika'da
zaferler kazandıktan ve kanuni süresini doldurduktan sonra kansül seçilen
Marius'dur. İtalya'da köleler Spartaküs'ün önderliğinde gördükleri şiddetli zulme
karşı isyan ettiklerinde, imparatorluk Lucullus, Pompey, Crassus vejulius
Caesar adındaki dört prensipat tarafından yönetiliyordu. Crassus iki yıl devam
eden bir mücadeleden sonra isyancıları mağlup etmeyi başardı ve Spartaküs'e
bağlı altı bin isyancı Roma'ya giden yol boyunca direklere bağlanarak idam
edildi.
Lucullus Küçük Asya
ve Ermenistan'daki fetihlerinden sonra kendisini emekliye ayırınca, diğer üç
prensipat yani Pompey, Julius Caesar ve Crassus, cumhuriyetin tüm yetkilerini
ellerine alarak Roma'da ilk üçlü yönetimi kurdularsa da, Crassus İran'da düzenlediği
başarısız seferlerinden birinde Partlar tarafından öldürülünce meydan Pompey
ve Caesar'a kaldı.
Roma-Yahudi
dostluğunun kanlı bir çekişmeye dönüşmesi şaşırtıcı bir şey değildir. Daha
önce de Yahudilerin zayıfladıklarını hissettikleri an Persler'i yüzüstü bırakıp
Büyük lskender'e teveccüh ettiklerini, ona methiyeler düzdüklerini, arkasından
Haşmoneylerin liderliğinde ikinci Yahudi communwealth'ini kurmalarına manevi
nüfuzuyla imkan sağlayan Roma'nın uzak ufukta yıldızı parlamaya başlayınca
İskender'in halefleri olan Suriye yöneticileri Selevkusları tanımadıklarını
görmüştük.
Yahudiler galiba
insanların yalnızca onlara hizmet etmek için yaratıldığına kesinkes
inanmışlardı. Bu inançları, yükselen güçlerin kendilerine yaptıkları yardımdaki
hikmeti görmeyecek kadar basiretlerini bağlamıştı ve çaptan düşen güçlerin
kuyruğundan düşmeyi marifet sayıyorlardı. Doğru yoldan ayrılıp rezillik
deryasında yüzdükçe diğer halkların onlara yardım elini uzatmalarını
sağlayanın bizzat Yahve olduğunu zannediyorlar, fakat yapılan yardımın bedeli
talep edilince canları sıkılıyor, nankörlüğü tercih ediyorlardı.
Fakat burada
Yahudilerin Roma'yı reddetmeleriyle ondan önceki yeni güçleri reddetmeleri
arasında bir fark vardı. Diğerlerini şevketleri sönüp, yıldızları solmaya
başladığı sırada terketmişler, ama Roma'ya yıkılmaya başladığı sırada değil,
aksine gücünün zirvesinde olduğu bir anda düşmanlık sergilemeye başlamışlardı.
Şu üç husus göz önünde bulundurulmadan bu vakıayı kavramak zordur:
a)
Yahudilerin Judaea'da Roma'ya karşı başlattığı
isyan geniş çaplı bir isyan olmadığı için sonuçları bölgedeki tüm Yahudileri
etkilememiştir.
b)
Roma kolonilerinin değişik bölgelerinde zaman
zaman kendini gösteren isyan ve karışıklıklar ve sözü edilen Spartaküs başkaldırısı,
gerçekten pek çok benzerlikleri bulunan bir örnekti.
c)
Müttefik Arap prensleriyle birlikte tüm Suriye'yi
ele geçiren Partlar (M. Ö. 40-38), bölgede yeni bir güç olarak zuhur etmiş, Sur
şehri hariç diğerlerinin tamamından Romalıları kovmuşlardı.
Caesar'la Pompey
arasındaki balayı uzun sürmedi. Pompey, cumhuriyet geleneklerine Caesar'dan
daha fazla saygılıydı. Roma senatosu Caesar'ın iktidarı meslektaşı Pompey ile
bölüşmekle hırsının sönmeyeceğini, ikisi arasındaki çekişmenin bir diğer sebebinin
Caesar'ın içgüdülerine çok bağlı olduğunu, Doğu'ya yaptığı ilk ziyarette
Bithynia kralı Nikomedes'le sapık cinsi ilişkiler kurduğu konusundaki
dedikodularla ilgili kesin bir delil olmamakla birlikte, sınır tanımaz bir
şekilde sekse düşkünlüğünü biliyordu. Ne var ki meşhur Roma kralı hakkındaki
bu tür sapık ilişki dedikoduları tekrar tekrar dilden dile dolaşacaktı.
Pompey ile Caesar
arasındaki çekişmenin bir başka sebebi daha vardı. Çıkan dedikodulara göre
Caesar'la Pompey'in karısı Mucia arasında gizli bir ilişki mevcuttu. Pompey,
meslektaşının ahlaksızlıklarını, özellikle kadınların evli olduğuna bakmadan
aşk ve tutku konusundaki tutarsızlıklarını bildiği için, ona karşı dürüst
olmasını gerektiren bir şey olmadığını anlamıştı.
Artık aralarındaki
çekişmeye kılıç hakemlik yapacaktı, fakat Pompey Caesar karşısında yenildi ve
her şeyi ona terkederek Mısır'da son nefesini verdi.
Roma senatosu büyük
kriz anlarında askerlerin en büyüğünü diktatör tayin ederdi. Caesar önce on
yıllığına kendisini diktatör tayin ettirdi, arkasından da ömür boyu Roma
diktatörü oldu. Caesar Mısır'da meşhur Ptoleme prensesi Cleopatra ile
karşılaştı. Caesar, bu fettan kadının hoşlandığı şekilde iltifatlar yapmaya ihtiyaç
duymadı ve daha ilk karşılaşmalarında tutku derecesinde birbirlerine
bağlandılar. Caesar ordusuna ve Roma'ya karşı olan yükümlülüklerini unutmuş,
kendisini şehvetin uçkuruna teslim etmişti. lskenderiye'deki mahalli
kumandanlardan biri ona baş kaldırdı ve nispeten büyük ordunun başına geçip
üzerine yürüdü. Eğer Filistin'den yola çıkan takviye kuvvetler zamanında
yetişmeseydi, Caesar'ın işini neredeyse bitiriyordu, ama takviye kuvvetlerin
gelişi galibiyet ibresinin yönünü değiştirdi.
Caesar Roma'ya
tanrılaştırılmış Mısır kralı fikriyle birlikte döndü. Roma'daki tapınaklardan
birine ornatılan heykelinin üzerine “Alt edilemez tanrıya.." ibaresini
yazdırdı. Uygarlaşmış Roma cumhuriyetinde son defa parlayan bir protesto
ateşinin ortasında kalan Caesar, senatoda hançerlendi ve büyük rakibi
Pompey'in heykelinin ayakları altında can verdi.
Tarihçi Wells,
Caesar'ın şahsiyeti hakkında şöyle der: “Julius Caesar'ın kişiliği, insanın
hayalindeki kişilikle değerler ve gerçek boyutları arasındaki tüm uyuşum
vesilelerini ortadan kaldıran bir sarsıntı yaratmıştır. Caesar, bir sembol
olmuştur. Bence onun önemi, askeri komplocu safhasından Roma'nın genişlemesi
ve ilk imparatorluk olma aşamasının başladığı dördüncü safhanın başlangıcına
geçmesini sağlayan bir uyarıcı olmasından gelmektedir.''
Marshall Montgomery
ise Caesar için şu sözleri sarfetmektedir: “Elde ettiği başarılara rağmen
tenkit konusuydu. Ordusunun yeniden tanzimi konusunda gerekli değişiklikleri
yapmada başarılı olamamış, süvarilerini istenilen seviyeye ulaşacak eğitimden
geçirmemişti. Ordusunda keşif işi son derece kötüydü ve ordunun ulaşım
hatlarını ihmal etmişti. Aykırı bir strateji anlayışı vardı. Bir organizasyon
ve taktik adamı olarak hiçbir buluşu olmamıştır. Siyasetteki metodu da
savaştaki metodu gibiydi. Siyasetin zirvesine çıktığında aldığı kararlar ve
icraatları çok hızlıydı..
“Güce ve sertliğe
inanırdı. Galya'da sergilediği vahşet, intikam ve öldürmeler bunun bir
delilidir. Bunun yanında iç savaşta galip geldiğinde müsamahakârdı;
düşmanlarına karşı lütufkârdı. Dolayısıyla aklını oynatmış olup olmadığı
şüphelidir."
Bunlar, birisi en
gözde tarihçilerden, diğeri ise yirminci yüzyılın en büyük savaş adamlarından
birinin Caesar hakkındaki görüşleridir. Eğer Büyük İskender hakkında
söylediklerimiz hatırlanacak olursa, bu iki insanın kişiliklerinde bariz
benzerlikler bulunacaktır. Bu gerçek, bizi, Yahudilere âtıftt duyguları besleyen
bu iki kişinin çevresine örülen kutsiyet halesinin sırrını sorgulamaya
itmektedir.
Antipas
Kudüs'ü Pompey'in
orayı işgal ettikten sonra il. Hirkan'ı vali ve baş kahin olarak makamında
bıraktığı, perde gerisinde ise Edomlu Antipas'ın küçük geminin dümenini fiilen
idare ettiği ve Judaea'da kendisinin ve ailesinin çıkarları doğrultusunda tasarrufta
bulunduğu bir sırada terketmiştik.
Antipas, daha önce
Pompey'in hoşnutluğunu kazandığı gibi dehası sayesinde Caesar'ın da güvenini
kazanmış; Romalı generalin lskenderiye'de saldırıya uğradığı zaman Caesar'a
sadakatini gösterme fırsatı yakalamıştı. Kleopatra'nın bazı fitne hareketlerini
önceden sezmiş ve lskenderiye'deki Caesar ordusuna yardım için bir grup
Yahudi'yi devreye sokmuştu.
Yahudi tarihçiler
ve hempaları, Yahudilerin lskenderiye'de Caesar'a verdikleri yardımı
abartarak, eğer onların yardımı olmasaydı Caesar'ın işinin bitik olduğu
izlenimi vermekte, buna karşılık Arap Nabat kralı 1. Malik'in Romalı diktatörün
isteği üzerine gönderdiği süvari birliğinin oynadığı rolü önemsiz
göstermektedirler.
Biz, bu olayı Arap
Nabatların Romalılara yardım konusunda oynadıkları rolle iftihar ederek ortaya
atmıyoruz. Zaten bunda övünülecek bir şey de yok, ama tarihe geçmiş bir olayın
aydınlığa kavuşmasına yardımcı olacak bir gerçekten bahsediyoruz.
Her ne kadar Arap
Nabatlar bazı metinlerde Mısırlı olarak gösterilen lskenderiyeli Ptoleme
komutanına karşı Romalı bir saldırgana yardım etmişlerse de, aynı Nabatlar M.
Ö. 24 yılında, kral il. Ubid zamanında, Süveyş limanından hareket eden ve amacı
Roma çıkarına kervan yollarını ve Yemen limanlarını ele geçirmek olan Roma
donanmasına da yardım ettiler, ama donanma ağır bir yenilgi aldı. Filo
komutanının arkadaşı olan tarihçi Strabon donanmanın maruz kaldığı yenilginin
sebebini komutanı yanlış yönlendiren Nabat rehberin ihanetine bağlamaktadır.
Keşke tüm ihanetler böyle olsaydı!
Julius Caesar,
yaptıkları yardımdan dolayı mükafaat olarak Yahudilere vaktiyle Pompey'in
kendilerini uzaklaştırıp Filistinli sa hiplerine iade ettiği Yafa şehrini
verdi. Böylece Kudüs ikinci kez Akdeniz'le bağlantılı hale geldi. Antipas ve
Edomlu taraftarlarına gelince, Roma diktatörü onları da Roma vatandaşlığı ile
ödüllendirip, vergiden muaf tuttu. Caesar oraya buraya dağıtılan Yahudilere atıfetini
hiç esirgemedi ve tıpkı Büyük lskender döneminde olduğu gibi onlara hatırı
sayılır imtiyazlar bahşetti. Rivayete göre Yahudiler, M.Ö. 44 yılında suikasta
kurban gitmesinden sonra Caesar'ın mezarının yeri konusunda Roma'da kendini
gösteren çekişmelere fiilen katılmışlardır.
Caesar'ın
öldürülmesinden sonraki günler Antipas için biraz sıkıntılı oldu. Çünkü
suikasta öncülük edenlerden Cassius, Roma konsülünün naibi olarak Suriye
legatı tayin edilmişti. Antipas bu defa da hile yoluna başvurdu. Hemen çeşitli
yardımlar ve özellikle maddi desteklerle paraya çok ihtiyacı olan bu Romalı
yöneticinin kalbini kazanma yoluna başvurdu.
Antipas, Caesar'ın
katillerinin Makedonya'nın Philby mevkiindeki akibetlerini görecek kadar
yaşamadı, ama oğlu Herod babasının
oyununu sürdürerek M. Ö. 40 yılında Roma'dan Judaea kralı unvanı almayı
başardı.
Ne var ki, başta
Marcus Antonius olmak üzere Romalı generallere takdim ettiği pek çok değerli
hediyeler sayesinde elde ettiği yeni makamında göreve başlamak Herod'a nasip
olmayacaktı. Çünkü daha önce de belirttiğimiz gibi Sur şehri hariç Suriye'nin
tamamını zapt eden Partların istilasıyla yeni bir sahne açılmış, Aristobolus'un
oğlu Antigones Partlarla yaptığı uzun müzakere ve pazarlıklardan sonra baş kahinlik
ve judaea kralı unvanını koparmış, böylece amcası il. Hirkan'ın yerine
geçmişti. (M. Ö. 40-37)
Fakat Partlar
Hirkan'ı Akka'ya bağlı Zeyt köyüne götürerek hapsetmiş, sonra kendi adamları
Antigoiıes'e teslim etmiş, bu Haşmoney kralı da kendisiyle baş kahinlik kürsüsü
arasından nihai olarak çekilmesi için amcasını sakat bırakmıştır.
Rivayete göre
Aristobolus oğlu Antigones halk arasında kök salan nifakı bastırmak maksadıyla
kestirdiği sekkelerin bir yüzüne Yahudi communwealth'ine işaret amacıyla lbrani
harfleriyle Mattathias ve baş kahin, diğer yüzüne ise Yunan harfleriyle yalnızca
“Kral Antigones" yazdırmıştır.
Antigones tahtta
uzun süre oturamadı. Marcus Antonius'un orduları ve yardımcıları Antipas oğlu
kral Herod'un savaşçıları Kudüs'ü isgal ettiler. Antigones kendisini Romalı
general Susius'a teslim etti. O da onu Herod'un isteğine uygun olarak
katledildiği Antakya'ya gönderdi.
Herod, Judaea
tahtına çıkmak için Roma ileri gelenlerini ikna etmek maksadıyla imparatorluğun
başkentine geldi. O sırada Roma'da fiili iktidar Caesar'ın yeğeni ve oğulluğu
Octavius'un, Marcus Antonius ve senatonun elindeydi. Roma senatosu, geçmiş
tecrübelere dayanarak, Yahuda tahtında saf kan bir Yahudinin .oturmasının,
ülkede pek çok Yahudi partisi bulunması ve tüm halkın üzerinde ittifak
sağlayacağı Roma'nın çıkarlarını gözetecek bir liderin olmaması sebebiyle
şiddetli kargaşalara sebep olacağı düşüncesindeydi. Bölge meseleleri konusunda
tecrübeli olan Marcus Antonius, Herod'un saf kan Yahudi olmadığını, dolayısıyla hiçbir mahalli parti veya gücün
ona müzahir olmayacağını, bu yüzden onun tahtta bulunması sayesinde Roma'nın
başının rahat olacağını kaydetti. Dolayısıyla Herod'un becermesi gereken iki
önemli görevi vardı: Biri ne pahasına olursa olsun Roma'nın desteğini muhafaza
etmek, diğeri Haşmoneylerin ve taraftarlarının can damarlarını kesmek.
Herod, Yahudiler
arasında en popüler olan Ferisîlerin güvenini kazanmaya çalıştı ve bunun için
kahinlerin ve aristokrat taba kasının partisi olan Sadukîlerin pençelerini
törpülemekte tereddüt göstermedi. Yine de Ferisîler ona şüpheli nazarlarla
bakmaya devam ettiler ve Josephus’un ifadesiyle bağlılık yemini etmeyi
reddettiler. Essenîlerin de Herod’a karşı tavrı farklı değildi. Çünkü her iki
cemaat de, Yahudileri hoşnut kılmak ve gönüllerini almak için takip edeceği
yol ne olursa olsun, Herod’un yarı Yahudi olduğunu unutmamıştı.
Herod görünüşte
Yahudileri Hellenleştirme niyetinden vazgeçmiş olsa da, bu yolda büyük gayret sarfetmiş, tiyatrolar,
olimpiyat sahaları, lüks saraylar ve muhkem kaleler kurdurmuş, ama Yahudilerin
atıfetini kazanmak, sessizce ve kendisinden bir buçuk asır önce Antiochus
Epiphanes’in yaptığı gibi çevresinde çok fazla toz kaldırmadan gerçekleştirmeye
çalıştığı Hellenleştirme politikasında takiye yapmak için Kudüs tapınağını da
yeniden inşa ettirmişti.
Herod’un Roma’daki
adamı hiç şüphesiz Marcus Antonius’du ve Herod onunla ilişkilerini
olabildiğince güçlendirmek için hiçbir cimrilik göstermemişti. Antonius
Kleopatra ile karşılaşıp da ' aşk ateşine kapılınca, Herod Romalı generalin
himayesinin devamlılığını garantilemek için bu hırslı kraliçenin kaprislerini
alevlendirmeye girişti. Böylece Filistin’deki bazı bölgeler Kleopatra’nın
payına verildi ki, bunlar arasında en meşhuru bereketli tarlaları ve zengin
bağları olan Eriha bölgesiydi.
Octavius’la
Antonius’un arası bozulduğunda, Herod ikincisinin yanında yer aldı, fakat
mücadeleden Octavius zaferle çıkınca, Herod, kalbini kazanamamış olsa da, hiç
olmazsa galibin öfkesini yatıştıracak bir plan yapmaya mecbur kaldı.
Uyguladığı hile
Herod’un imdadına yetişecekti. Il. Hirkan’ın hikayesini anlatırken yeğeni
Antigones’in bir daha baş kahinlik kürsüsüne çıkmaması için onu sakat
bıraktığını yukarıda anlatmıştık. Part birlikleri İran’a dönerken, Antigones’i
Kudüs tahtına çıkarmanın bedeli olarak çekilen peşkeşler arasında bulunan
Hirkan’ı da beraberlerinde götürdüler. Fakat Partlar Babil’deki Yahu- dilerin
isteği doğrultusunda Hirkan'ı serbest bıraktılar ve Herod'un Kudüs tahtına
çıkışını müteakip Babil'den ayrılmasına izin verdiler. Hirkan, Kudüs'de Herod
ailesinin kanatları altına sığındı. Ama artık Azrail kapısını tıklatmıştı.
Herod onu Octavius'a karşı suikast tertiplemekle suçlayarak infaz etti ve
arkasından apar topar Rodos'a gidip Octavius'un ayaklarına kapandı. Sonuç,
Herod'un düşündüğü gibiydi.
Octavius Herod'u tahtında tutmakla kalmadı, bir de
Kleopatra’nın Filistin'deki mülklerini, Marcus Antonius'un bahşettiği
bölgelerden başka Suriye'deki tımarları da onun krallığına kattı. Böylece Herod
M. Ö. 4 yılında ölünceye kadar birinci Roma imparatorunun güvenini kazanmış
oldu. xxıı
1. YÜZYILDA DİASPORA YAHUDİLERİ
Konumuzun akışı
içinde Yahudilerin yeryüzüne yalnızca Kenan elindeki İsrail ve Judaea
krallıklarının yakılışı sebebiyle dağılmadıklarını, aksine onları Kenan
elinden bu iki krallığın düşüşünden önce göçe zorlayan başka sebeplerin
bulunduğunu, bunların başında da Davud’la Sur kralı Hiram arasında başlayan,
daha sonra ise Süleyman’la yine Hiram arasında gelişen geniş ticari
ilişkilerin geldiğini belirtmiştik.
Asya'da
Bilindiği gibi
Persler Babil’i işgal edip, o dönemde dahi tarihin şahit olduğu en büyük
imparatorluğu kurmalarından sonra, özellikle Cyrus’un Babil yolunu açmaları ve
11. Babil devletinin işinin bitirilmesine yardımcı olmaları gibi hizmetlerden
dolayı Yahudileri ödüllendirmekte terüddüt göstermediler.
Akemenid hanedanı
kralları Cyrus ve ardılları Yahudilerin uzlaşma, casusluk ve komplo düzenleme
konularındaki kabiliyetini sezdiklerinden, mağlup milletlerin kontrol altında
tutulmasında kendilerinin gören gözleri, duyan kulakları olmaları için
Filistin dahil olmak üzere fethedilen tüm ülkelerde kapıları onlar için
açtılar. Böylece Yahudiler Babil ve Horasan (Hirkanya) üzerinden Elam, Medya,
Favus, Ermenistan, Kubad, Kiya, Karadeniz sahilleri, ayrıca Küçük Asya ve
Suriye’nin Akdeniz’e bakan kıyılarına saçıldılar.
Yahudiler, Babil
esaretinden çok önceleri Suriye'nin değişik bölgelerine yayılmışlardı.
Dolayısıyla eski lbranileri bilahare Filistin'e yerleşmelerinden önce Irak,
Suriye ve Mısır arasında dolaşıp durmaya sevkeden olaylar üzerinde tekrar
duracak değiliz. Persler döneminde Yahudilerin Suriye'deki nüfusları ne olursa
olsun, bu nüfusun İskender'in fethinden ve Selevkusların bölgedeki
hakimiyetinden sonra daha da arttığı muhakkak.
Selevkuslardan söz
ederken, onların hızla gelişen ve Roma İmparatorluğu döneminde Roma ve
İskenderiye'den sonra dünyanın üçüncü kenti durumuna gelen Akdeniz sahilinde
ve Asi nehri üzerindeki başkentleri Antakya'dan da söz edeceğiz.
Tarihçi Josephus
“Yahudi Tarihi" adlı eserinde daha önce ordusunda paralı asker olarak
görev yapan Yahudileri Antakya'ya iskan eden ilk kralın I. Selevkus olduğunu
kaydetmektedir. Bu Yahudi hücrelerinin Antakya'ya yerleşmesinden sonra diğer Ya'
hudiler de Filistin dahil olmak üzere Selevkus devletinin diğer bölgelerinden
hızla gelişen başkente akın etmeye başladılar. Romalıların ' tüm Suriye'yi ele
geçirmelerinden sonra Şam, Antakya, Hama, Sayda ve Sur gibi önemli şehirlerde
özel Yahudi mahalleleri oluştu ve bunlar gerek Judaea bölgesiyle ilgili siyasi
olaylarda ve gerekse İsa'nın zuhurundan önce vuku bulan dini hadiselerde
etkili oldular. Küçük Asya'ya gelince, muhtemelen Yahudi cemaatleri buradaki
bazı şehirlerde Yunan çağından önce köle olarak satılmışlardı. Hattajosephus,
Selevkus kralı III. Antiochus döneminde iki bin Yahudi ailenin Irak'dan Lydia
ve Frigya'ya götürüldüğünü kaydetmektedir.
Her halükarda
Roma'nın Yunan topraklarını ve Küçük Asya'yı işgali, oraya buraya dağılmış
Yahudiler için önemli bir olaydı. Haşmoneylerin Selevkuslara karşı başkaldırı
sırasında Roma'nın manevi desteğine güvendikleri, hatta bir elçiyle Roma'ya
altın bir zırh hediye gönderdiklerini, bu yüzden senatonun Doğu halklarına
Roma'nın Yahudilerle dostluk ittifakı kurduğu mesajı gönderdiğini biliyoruz.
İşte Yahudiler bu fırsatı değerlendirerek Roma'nın hakim olduğu topraklarda ve
Küçük Asya'daki başkentlere yayılmaya başladılar.
Amerikan
Ansiklopedisi (1965) sözünü ettiğimiz tarihi dönem boyunca diaspora
Yahudilerinin Uzak Doğu'ya gittiklerini gösteren arkeolojik bulguların ortaya
çıkarıldığından söz etmektedir ve belki de bu bulgular modern siyonistleri
Yahudilerle Japonlar arasında yakın bağlar kurmaya sevketmiştir. Güya Japon
imparatoru Davud peygamberin soyundan ve Japonlar da kayıp on Yahudi
kabilesinden birinden türeyen sülaleden imişler..
Arap ülkelerine
dağılan Yahudilere gelince, Yahudilikle İslam arasındaki eski ilişkileri ele
alacağımız bölüme kadar bu konu üzerinde durmayı geriye bırakıyoruz.
Afrika'da
Yahudilere yayıldıkları
Asya sahillerinden başka Afrika’nın Akdeniz'e kıyısı bulunan topraklarda da
rastlıyoruz. Fenikelilerin Kuzey Afrika'da yerleştikleri veya kurdukları
yerleşim birimleriyle ki en önemlisi Kartaca'dır,daha sonra Fenikelilerin
vaktiyle imar edip yerleştikleri Kuzey Afrika, İspanya, Fransa ve özellikle
Akdeniz sahillerindeki şehirlerde tarih sahnesinden çekilişi veya isimlerinin
ortadan kayboluşunu müteakiben, -onların ticari mirasını devralan Yahudilerin
yaşadıkları şehirler haline geldiğini kesin olarak biliyoruz. “Sur ve
Kartaca'nın düşüşünden sonra Fenikelilerin Museviliğe girişi kolay ve cazip
bir şey olarak görmüş olmaları gerekir. Onların diliyle İbranice arasında bir
bağ vardı. Muhtemelen Afrika ve Ispanya'daki Yahudilerin çoğunluğu Fenike
asıllıydı.”
Kuzey Afrika'nın
Mısır'la Kartaca arasında kalan bölgesinde Yunanlılar M. Ö. VI. Yüzyıldan önce
ticaret kolonileri kurmuşlardı ve bunların en önemlisi de Libya'da daha
önceleri Kırnıkiye adıyla bilinen Barka bölgesinin sahil şeridine düşen Cyrene
şehriydi.
M.Ö. 85 yılına
ait belgeler, Yahudilerin Cyrene sakinlerinin önemli bir kesimini
oluşturduklarını ve bu Yunan kolonisinde önemli imtiyazlara sahip
bulunduklarını göstermektedir. Bar-
ka'nın III. Ptoleme
döneminde (M. Ö. 246-222) Mısır'a ilhak edilmesinin Yahudilerin buraya
yerleşmelerine imkan tanıdığını, ilk Ptoleme krallarının himaye ve atıfetinden
yararlandıklarını rahatlıkla söyleyebiliriz.
Mısır'da
Mısır, firavun Neko
zamanında (M. Ö. 609-593) Musa önderliğinde ülkeyi terkeden Yahudilerle ikinci
kez tanıştı. Kral Neko, Judaea kralı Yoşeya'yı öldürmüş ve onun yerine
babasının ölümü üzerine Yahudiler tarafından kral seçilerek Mısır'a gönderilen
Yehoahaz'ı esir edip kardeşi Elyakim'i judaea kralı olarak atamıştı.
Yahudilerin
Mısır'da bulunuşunun, bazı tarihçilere göre Neko'dan daha önce Yahudi paralı
askerleri ordusuna alan babası l. Psammetik zamanında başladığı
belirtilmektedir.
Daha sonrajudaea
düşünce oradan ayrılan Yahudiler aralarında peygamber Yeremya'nın da bulunduğu
büyük bir grup halinde Yohanan b. Karih önderliğinde Mısır'a gittiler. Bunlar
Mısır'da Migdol, Tahpanhes (Tel Defni), Nof (Menfis) ve Patrus (Yukarı Mısır)a
yerleştiler.
Psammetik ve Neko
adındaki firavunları çıkaran 26. sülale döneminde Mûsevilerin Yahudi paralı askerlerin
bulunduğu Asuan karşısındaki File (Elephantine) adasında askeri bir koloni
kurdukları, koloninin gelişerek Mısır'daki Pers satrabı zamanında araziler ve
köleler edindikleri anlaşılıyor.
Her halükarda
Yahudilerin Mısır'a adamakıllı yerleşmeleri İskender'in Mısır'a seferi ve
kendi adıyla anılan şehri kurmasından sonradır. Rivayete göre İskenderiye
şehrine Yahudiler kurulduğu ilk günden itibaren yerleşmişlerdir. Yine de
araştırmacılar bu konuda mütereddit davranmakta ve Yahudilerin İskenderiye'ye
kuruluşundan bir süre sonra yerleştiklerini belirtmeyi tercih etmektedirler.
Ancak başta
Kudüs'den gelenler olmak üzere Yahudilerin İskender'e hizmet sunma yarışına
girmeleri, bizi, onların gittiği her yerde İskender'in peşine takıldıkları
sonucuna götürmektedir. Bi lindiği gibi Yahudiler daha önce fatihlerin ve
ardıllarının peşine takılmışlardır. Örneğin İskender'den önce büyük
imparatorluğu kuran Perslerin peşine takılmışlardı. Eski el yazmalarında Pers
ordularının ve Mısır'a doğru yol alan vergi memurlarının arkasından giden
doğulu tüccar grupları arasında Yahudi isimlerine de rastlanmaktadır.
Yahudiler, Persler
ve Makedonyalı İskender orduları gibi öncü güçlerin peşine takıldıkları kadar,
Avrupa'da Yahudilerin daha önce hiç ayak basmadıkları yeni ülkeler fetheden
Romalıların peşine de takılmışlardır ki, konunun akışı içinde bunun üzerinde
durulacaktır.
İskender'in Mısır'a
gelişinden otuz kuşak kadar önce bu ülkeyi yurt edinen pek çok Yunanlının
bulunduğunu biliyoruz. Bunlar
İskender'in gelişini ve boyunlarındaki Pers zincirinin kırılışını sevinçle
karşılamışlardı. İskender'le Yahudiler arasındaki ilişkiler de dostâne ve
samimi idi. Tüm bu faktörleri göz önünde bulundurduğumuzda, Yahudilerin
Mısır'a ve özellikle İskender'in Doğu Akdeniz havzasının en önemli ticaret
merkezi olması, aynı zamanda gururunu kıran, halkı ezilip köle pazarında
satılmadan önce yedi ay boyunca kendisine karşı kahramanca direniş sergileyen
Sur şehrinin ticari önemini ortadan kaldırmak için planladığı İskenderiye'ye
ayaklarını muhkem basma konusundaki hamasetlerini tasavvur edebiliyoruz.
İskender'in ardılı
olan Ptolemeler döneminde Yahudilerin Mısır'daki nüfuslarının hızla arttığı
görüyoruz. İskender'in Suriye'deki halefleri Selevkuslar zamanında Judaea
bölgesindeki olaylardan bahsederken bu konuya değinmiş, Filistin'den gelen
Onias'ın VI. Ptoleme Philometor'un teşvikiyle kurduğu Yahudi askeri kolonisine
işaret etmiştik.
Romalıların
Mısır'da hakim oldukları süre zarfında Yahudiler kuzeyde denizden güneyde File
adasına veya Yahudi yazar Philo'nun dediği gibi Libya sırtlarından Etyopya
sınırlarına kadar yayılmışlardı. '
Grekya ve İtalya'da
Eğer daha erken
değilse, Yahudiler Grekya'ya ve İtalya'ya M. Ö. IL Yüzyılda gelmişlerdir. Bazı
tarihi kayıtlar Yahudilerle Ispartalıların çok eski dönemlerde tanıştıklarını
gösteriyor. Hatta Makkabi kitaplarından birindeki asılsız bir iddiaya göre
Ispartalılarla Yahudiler arasında ırkî bir yakınlık varmış. Eğer Yahudiler Ispartalılarla ilişki kurmamış
olsalardı, böyle asılsız bir iddia ortaya atmazlardı. Tarih bize Yahudilerin
çıkar sağlayacakları veya menfaatlenecekleri bir halkla hemen bir akrabalık
ihdas ettiklerini göstermektedir ki, bu saçma iddialardan en göze batanı da
kendilerininjaponlarla akraba oldukları ve Japon imparatorunun Davud'un
soyundan geldiği yalanıdır.*
Yahudiler, bu
yalanı, Japonya'nın yirminci yüzyılın ikinci yarısında dünyanın en önde gelen
ekonomik güçlerinden biri haline gelmesinden sonra çıkarları bu ülkeye
yanaşmayı gerektirdiği zaman uydurdular. Londra'da yayınlananjewish Cronicle
gazetesi 23/3/1963 tarihli nüshasında şöyle diyordu: “Japon imparator ailesi
Davud'un soyundan gelmektedir. Japon halkı kayıp on Yahudi kabilesinden
biriyle akrabadır."
Daha önce Romalı
general Pompey'in Kudüs'i işgal ettikten sonra Yahudi esirlerin Roma'ya
götürülmesini emrettiğini, bunların orada çok geçmeden kölelik azabını
tatmadan vatandaşlık hakkı elde ettiklerini belirtmiştik. Demek ki Roma'da bu
esirlerin gelişinden önce bir Yahudi nesli vardı ve onlar bu esirleri parayla
satın alıp kölelikten kurtarmış, vatandaşlık hakkı sağlamışlardı.
Roma'da Yahudi
nüfuzu
Roma'daki Yahudiler
nüfus ve nüfuz yönünden öyle güçlenmişlerdi ki, Çiçeron bile (M. Ö. 59) Yahudilerin Roma'da sem
patisi kazanılması gereken bir güç olduğunu söylemek zorunda kalmıştı.
Yahudilerin Roma'daki nüfuslarına ve diğer halklar arasındaki nüfuzlarına
değinen Çiçeron şöyle diyordu: “İnsanın Roma' da yalnızca yargıçların
işitebileceği şekilde yavaş sesle konuşması gerekir. Çünkü Roma'da Yahudilerin
kışkırtacakları kişiler vardır ve önde gelen devlet adamları onlarla
birliktedir." Çiçeron, ayrıca Yahudilerin gökyüzünün seçkin dostları
oldukları iddiasına değinerek, onların büyük güce sahip olduklarını,
yardımcılar ve taraftarlar bulma konusundaki başarılarından dolayı insanların
kalplerine korku saldıklarını belirtmektedir.
Taraftarlardan
maksat Yahudiliğe geçen aristokrat kesimdir. Josephus da Hristiyanlığın birinci
yüzyılında onlardan söz etmekte ve geleneksel Yüksek Kurul'un başka halklar
arasında Museviliği yayarken nüfuzlu kişileri ve özellikle aristokrat tabakasına
mensup kadınları tercih ettiğini, asıl amacın ise onların koruyucu gücünden
faydalanmak ve Roma kentlerinde Yahudi nüfuzunu güçlendirmek olduğunu
belirtmektedir.
Kitab-ı Mukaddes
Sözlüğü de Romalı yöneticilerin hoşlanmadıkları Yahudilerle takışmaktan
kaçındıklarına işaret ederek, Miladi 19 yılında Tiberius'un Roma'da Yahudi
nüfuzuna bir sınır getirilmesi gerektiği kanaatine vardığını, bu yüzden
Sardinya adasında artan hırsızlık olaylarının önünü almak için gönderilen askeri
birliklerde dört bin Yahudinin görev almasını uygun bulduğunu, ama asıl
amacının Yahudileri Roma'dan uzaklaştırmak olduğunu belirtmektedir.
İmparator Claudius,
Miladi 49 yılında tüm Yahudilerin Roma'dan sürülmesi konusunda bir ferman
çıkarmıştır ki, muhte- melen bunun sebebi Yahudi mübeşşirlerle Hristiyan
misyonerler arasındaki din kavgasının Roma'da yol açtığı huzursuzluktur. O
sıralar herkes ilk Hristiyanları mevcut Yahudi mezheplerinden türemiş bir grup
olarak görüyordu ve bu yüzden imparator başkentte huzur ve asayişi sağlamak
için böyle bir uygulamayı gerekli görmüştü. Fakat bu ferman ciddiye alınmadı
ve esasen uygulanması da zordu. Çünkü Yahudilerin Roma'da sahip oldukları büyük
sosyo-politik nüfuz böyle bir fermanın uygulanmasını imkansız kılmıyorsa da,
hayli zorlaştırıyordu.
Yahudilerin Miladi
birinci yüzyılda Roma'da sahip oldukları nüfuz konusunda Caligula, Claudius ve
Neron'un çağdaşı olan filozof Seneca'nın yazdıkları da ayrı bir delildir.
Yahudilerin Romalı vatandaşlar üzerindeki güçlü nüfuzundan sıkıldığını
belirten Seneca “Bu mel'un ırkın11 görenekleri şaşkınlık verecek
ölçüde yayıldı. Mağluplar galiplere kanunlar koyuyorlar."
Josephus,
Seneca'nın bu sözleriyle Yahudi geleneklerinin Romalılar arasında yayılışına
işaret ettiğini belirtiyor. Bu, Neron'un maşukası Poppaea'nın imparator aşıkı
üzerindeki etkisine bir işarettir. Bilindiği gibi Senaca'nın Neron'la olan
ilişkisi, meselelerin özünü bilen birinin ilişkisiydi. Çünkü o, Neron'un hocası
ve çocukluğundan itibaren lalasıydı. Poppaea'ya gelince, onunla bir daha
karşılaşacağız.
***
Grekya ve İtalya
dışındaki ülkelere gelince, biraz önce İspanya' ve Güney Fransa'nın sahil
şehirleri de dahil Akdeniz havzasında Fenikelilerin sahneden çekildikleri
yerlerde Yahudilerin ortaya çıktığından bahsetmiştik.
Yahudilerin Akdeniz
sahillerinden uzakta kalan Orta Avrupa ülkelerine varışlarının ilk aşamaları
hakkında dakik bilgilere sahip değiliz. Yalnızca bu ülkelerde onların fatih
Roma ordularının peşine takıldıklarını biliyoruz ve dolayısıyla önemli ticaret
merkezlerine bu şekilde yerleştikleri söylenebilir. Yahudilerin Roma
İmparatorluğu'nda devlet hesabına mültezimlik görevini tekellerine almalarının
onların impatorluğun tabii bir olay haline geldiği ülke başkentlerine
yayılmalarını sağladığı, kesin bilgiler olma- makla birlikte, ispat için fazla
bir çabaya ihtiyaç duymayan hususlardandır.
Netice itibariyle
Yahudilerin Miladi I. Yüzyılda tüm dünyaya yayıldıklarını, bu çağda yaşayan
coğrafyacı Strabon'un şu cümlesinden çıkarabiliriz: “Yahudiler her devlete
nüfuz ettiler. Dünyada onların olmadığı bir yer bulmamız zor.”
İstatistiki
rakamlar
Elimizdeki cılız
istatistiki bilgilere dayanarak şu rakamları verebiliriz:
-
Judaea devletinin yıkılışından sonra (M. Ö. 586)
Yahudilerin nüfusu 125 bin civarındaydı.
-
Miladi I. Yüzyıldaki nüfusları ise 5 milyon
kadardı* ve bunun dört milyon kadarı Roma İmparatorluğu sınırları
dahilindeydi. Bunun bir milyonu Mısır'daydı ve Mısır'ın o zamanki nüfusu sekiz
milyondu (Mısırlılar, Yunanlılar, Yahudiler ve diğerleri).
-
Yalnızca İskenderiye'de yaşayan Yahudilerin sayısı
250 bin, yani toplam nüfusun yaklaşık Yu idi.
-
Romalılar döneminde Antakya'daki Yahudiler toplam
nüfusun %30'nu oluşturuyorlardı.
-
Yine Romalılar döneminde Yunan şehirlerindeki
Yahudilerin oranı toplam nüfusun
%7'siydi.
-
Roma İmparatorluğu sınırları içinde yaşayan dört
milyon Yahudiden yalnızca 700 bini Filistin’de yaşıyordu ki, Antakya ve İskenderiye'deki
oranlarının yerli halkın nüfusuna kıyaslandığında, burada %17,5 gibi önemsiz
bir yüzde teşkil etmektedir.
-
Toplam beş milyon Yahudinin bir milyonu ise
Roma'ya bağımlı olmayan Asya ülkelerindeydi ki, bunların en önemlisi Fırat'ın
doğusundaki Part topraklarıydı.
Netice itibariyle
Miladi l. Yüzyılda Filistin'deki Yahudilerin nüfusu, tüm dünya Yahudi nüfusunun
yalnızca %14'ydü.
Kudüs tapınağının
yıkılmasından önce Yahudileri Filistin'den ayrılmaya teşvik eden zorlayıcı
sebepleri göz önünde bulundurduğumuzda, modern siyonizmin Yahudileri tarih
boyunca Filistin'e bağladığını iddia ettiği tarihi ve dini faktörlerin
gerçekçi olmadığı anlaşılacaktır.
Bir arada, yan yana
Tevrat,
Yahudilere içinde yaşadıkları şehir ve köylerde hayatlarına katıldıkları
halklardan ayrılmayı zorunlu hale getiren bir hayat tarzı getirmiştir. .
Konumuzun akışı
içinde Tevrat yazarlarının Yusuf'a atfettikleri bir vasiyetten söz ettiklerini
belirtmiştik. Güya Yusuf, babasından ve kardeşlerinden firavuna müracaat
ederek Mısırlılardan ayn yaşayacakları bir arazi tahsis edilmesi talebinde
bulunmalarını istemektedir. Keza Tevrat yazarları lsraillilerle Müsa'yla
birlikte Mısır'dan kaçarak geldikleri Kenan eli ahalisini birbirinden ayıran
sağlam bir duvardan söz etmektedirler.
Tevrat bölümleri bu
konuda yalnızca emirler ve yasaklar getir.__.-..
mekle yetinmemiş,
Yahudi sosyal yaşantısını da fert ve birey boyutunda bütünüyle pranga altına
almıştır. Bu yasakların bir kısmıyla hedeflenen amaç Yahudinin izolasyonunu
ağır bir esarete dönüştürmektir.
Beslenme yasakları
Levililer kitabında
tarlaya iki çeşit tohum ekilmesinin ve üzerine iki çeşit iplikle dokunmuş
giysi giyilmesinin yasak olduğu belirtilmektedir. Keza Müsa'ya atfedilen şeriat da Mısır'dan Kenan
eline gelen Israil oğullarına diktikleri bir ağacın meyvesini ancak ağaç beş yaşına
geldikten sonra yemelerini emretmektedir. Güya ağaç ilk yıllarında kabuklu yani
sünnetsiz olurmuş ve bu yüzden meyvesi yenilmezmiş. “Dördüncü yıl ağacın bütün
meyvesi şükran sunusu olarak Rab için kutsal sayılacak. Beşinci yıl ağacın
meyvesini yiyebilirsiniz."
Hayvanlardan İsrail
oğullarına kuzu, tavşan ve domuz; kuşlardan akbaba ve kartal, devekuşu,
baykuş, pelikan, papağan, çavuşkuşu, yarasa vb.; balıklardan ise yüzgeçleri ve
pulları olmayan türler yasaklanmıştır. Ayrıca oğlağı annesinin sütüyle
pişirmek, eti herhangi bir süt ürünüyle terbiyelemek, yahut bunları aynı kapda
tutmak da yasaktır. Keza kan Mûsa şeriatında nefsin kendisi olduğu için
haramdır.
Yahudilerde
yemeklerin helal olması için bir takım şartlar vardır. Örneğin inek, koyun
veya kuşun kesilebilmesi ve yenilebilmesi için bedeni kusurlardan azade olması
gerekir.
Tüm bu yasakların
Yahudi'ye günlük hayatı çekilmez ağır bir yük haline getirdiği muhakkak. Eğer
buna katlanıyorsa kendisini rahatlatacak bir çıkış bulabilme ümidiyle katlanıyordur.
Tüm bu sebepler Yahudi'yi getto hayatı yaşamaya sevketmiştir. Yahudi'yi sürekli
zapt-u rapt altında tutmak suretiyle nüfuz kazanan lider kadrosu, onu diğer
insanlardan ayrı ve uzak tutmaya gayret etmek zorundaydı ve bunun için en
kestirme yol da Yahudi'nin günlük yaşantı tarzıyla diğerlerinin yaşantı tarzı
arasına koyu bir çizgi çekmekti.
Bir sünnetsizin
Yahudi'ye haram ve helal edilen yiyeceklerin neden haram veya helal edildiğini
anlaması kolay değildi ve onun bunun Yahudilerin Allah'ın seçkin kulları olduğu
düşüncesiyle diğer halklardM kendilerini üstün tutma gayretinden kaynaklandığı
fikrine kapılması tabii idi. Sonuçta bu kanaate varan sünnetsiz, kendisini
Yahudi'yi horlama ve tahkir etmeye mecbur hissetmiştir. Çünkü Yahudilerin
bireysel ve toplumsal davranışlarında kendilerine karşı saygılı tavır takınmaya
davet eden bir şey göremiyordu. Dini törenler
“Adem,
karısı Havva ile yattı. Havva hamile kaldı ve Kayin'i doğurdu. ‘Rab'bin
yardımıyla bir oğul dünyaya getirdim' dedi. Daha sonra Kayin'in kardeşi Habil'i
doğurdu'. Habil çoban oldu. Kayin ise çiftçi. Günler geçti. Bir gün Kayin
toprağın ürünlerinden Rab'be sunu getirdi. Habil de sürüsünde ilk doğan
hayvanlardan bazılarını, özellikle de yağlarını getirdi...”17 •
Eski halklar,
mevsimlik dini tören esaslarını bu ilk kültürden almışlardır. Ölümünden sonra
toprağın dirilmesini sembolize eden bahar bayramları, hasat bayramları ve
hayvan üreme mevsimleriyle ilgili bayramlar vs..
Sunulan kurbanlar
yalnızca ürünler veya hayvanların ilk doğanlarıyla sınırlı kalmamış; insanoğlu
zalim tanrılarına insan da kurban etmeye başlamıştır.
İbranilerin komşu
halkların ve özellikle de Kenanlıların putperest görenek ve inançlarının
çoğunu ödünç aldıkları için, dini bayram ve törenlerinin büyük çoğunluğunu da onlardan
almış ve yalnızca bazı değişiklikler girdirmişlerdir. Bu tören ve göreneklerin
kutsal bir kisve kazanmasından ve özellikle Tevrat yazarlarının bunları'Müsa'ya
ve onu takip eden İsrail oğulları peygamberlerine gönderilen ilahi vahiylere
bağlamasından sonra, onların dar bir çerçeve içine sıkışıp çok az gelişme
göstermesi kaçınılmazdı.
Bundan bin yıl önce
uygulanan görenek ve geleneklerin günümüzde kavramlar ve zevkler
değişikliklere uğradığı için külliyen veya kısmen uygulanamayacağını söylemeye
gerek bile yok.
Gerçek ilahi vahiy
insan hayatının ve sosyal ilişkilerin temel kanunlarını koymuştur. İnançlar ve
ibadetlerin özünde önde veya arkada yer almayan formaliteler ve ikinci
derecedeki kanunlann konulup uygulanması, dünya hayatının izlediği seyre,
değişen şartlara ve spontan şekilde ortaya çıkan durumlara göre insanoğlunun
akıl ve tasarrufuna bırakılmıştır.
Biz, burada
Yahudilerle diğer insanlar arasındaki sosyal ilişkilerde yan yana yaşamanın
sosyal etkisi üzerinde duracağız. Sü- rekli olarak Miladi birinci yüzyılda
diğer halkların Yahudileri aşağıladığı ve tarafların karşılıklı olarak
birbirlerini kötüledikleri söyleniyor. Dolayısıyla burada söz konusu aşağılama
ve kötülemenin suni sebeplerini ortaya koymaya çalışacağız.
Kudüs tapınağının
yıkılmasına (Miladi 70) yol açan Yahudi ve gayr-ı Yahudi sürtüşmelere çoğu kez
Yahudilerin formalitelerde ısrarcı olmalarının, putperest halkları kendilerini
inanç ve dini ritüellerinde katı olmakla suçlamalarının sebep olduğunu görüyoruz.
Yani eğer Yahudiler önemsiz detaylarda müsamahakar olabilselerdi, putperestler
özellikle Roma lmparatorluğu'nda devlet tarafından onaylanan dinler arasında
yer alan ve kutsallarına hakarete ceza kesilen Museviliğe önemli konularda
meydan okumaya girişmezlerdi.
Dini törenlerde
çatışma
Daha önceki
bölümlerde Ester kitabında bütün Yahudilere “kuşaklar boyu sürecek" Purim
[veya Furim] i bayram olarak kutlamayı emreden direktifler bulunduğunu
belirtmiştik.
Purim bayramı yeme,
içme, eğlenme ve bol bol harcama bayramıdır. Yahudiler bu bayramda
düşmanlarından aldıkları intikamı ve düşmanlarına karşı besledikleri kini
bastırmak için döktükleri kanların hatırasına aşırı şekilde itişip kakışırlar.
Bu bayram “yeme
içme" bayramı olduğuna göre, herhangi bir şehirde yaşayan ve hayatta olan
Yahudiler arasında kutlanması gerekirdi ve diğerlerinin de bu bayramın neden
icat edildiği, Yahudileri onu kutlamada taşkınlığa iten sebeplerin neler olduğunu
bilmeleri tabii idi. Bu
bayramın konulmasına yol açan olaylar Yahudilerle bir arada yaşayan insanlar
nazarında ister gerçek olsun, ister hayali, başka halkların bu şamatalı bayrama
gösterdikleri tepki Yahudilerin çıkarına olamaz.
Yahudilerle diğer
halklar arasındaki kin ve nefret ateşini körükleyen başka Musevi bayramları da
var. Örneğin Keffaret Gü nü, Yahudilerin geçmiş günahlarından dolayı pişmanlık
ve tövbe günüydü. Söylendiğine göre Nabukadnasar bir Keffaret
Günü'nde (10 Ekim) Kudüs'ü işgal etmiş, bayram da büyük hüzün gününe dönüşmüş.
Yahudi din alimleri bu olayın anısına Yahudilere diğer insanlarla yaptıkları
anlaşma ve sözleşmeleri dini konulurda olanlar da dahil,bozmalarını
emretmişler; Yahudi olmayanlara borçlu olan Yahudilerin bu borçlarını helal
ettirmelerini istemişlerdir. Yüksek Kurul, Yahudi din adamlarını Keffaret
Günü'nü anlaşma ve sözleşmelerin bozulması gününe döndürmeye iten sebebin,
Yahudilerin dinlerini değiştirmeye zorlanması olduğu iddiasındadır. Yahudi'nin
din değiştirmeye zorlanmasıyla yapılmış anlaşmayı bozma arasında ne gibi bir
ilişki olduğunu gerçekten bilmiyoruz. Dinde zorlamadan veya bir kişinin
yaptığı benzeri bir hata yüzünden kin duyarak bütün insanların hakları nasıl
reddedilebilir bilmiyoruz. Halbuki anlaşmaların bozulması ancak bozulmayı
gerektiren kesin bir huccet olduğunda mümkündür. Daha sonra Talmud'dan
öğreniyoruz ki, insanlar Yahudiler nazarında yalnızca konuşan birer
hayvandırlar ve Yahudi de ancak mecbur kalırsa onlarla insani düzeyde muamelede
bulunabilir. Fakat Yahudi diğer halklarla olan muamelatında sosyal örflerin,
hukukun ve zorunlulukların icbar etmediği durumlarda bu kuralları hiç tereddüt
göstermeden bozabilir.
Siyasi dini
bayramlar
Bayramlar,
genellikle, saf dini hatıralarla diğer halklarla bir arada yaşayan Yahudi'nin
kutlamasının öfke doğurduğu siyasi hatıraların karışımıdır.
Biraz önce
Yahudilerin Purim kutlamaları üzerinde kısaca durduk ve üçüncü bölümde de M. Ö.
165 yılında Makkabiler tarafından Kudüs tapınağının putperest pisliklerden
temizlenişinin hatırasını yaşatmak amacıyla düzenlenen Hanukka bayramını anlatırken
bunu gözler önüne serdik.
Yahudilerin
bulundukları her yerde kutladıkları bu türden bir bayram, onlarla diğer halklar
arasında sürtüşme tehlikeleri yarat maktadır. Bu bayram, görünüşte tapınağın
temizlenip paklanması olayının hatırasını yaşatma şenliğidir, ama gerçekte
Haşmoneylerin Selevkuslarla girdikleri sonu gelmez çatışmalardan birinde
kazandıkları zaferin kutlanmasıdır. Bilindiği gibi Selevkuslar Yunanlıdır;
Yahudiler de onların tahakkümü altında bulunduklarını düşününce çevrelerindeki
insanların duygularına meydan okumakta tereddüt göstermiyorlardı. Yunanlılar
ve hatta Romalıların, Roma İmparatorluğu sınırları dahilinde bu tür bir Yahudi
bayramını temaşa ederken bir arada yaşadıkları bu insanlara öfke duymamaları,
onlarla çekişmeye zorlanmamaları mümkün değildi.
Meseleyi daha da
karmaşık hale getiren husus ise, Filistin'deki Yüksek Kurul'un gerek Kudüs'de
ve gerekse başka yerlerde yaşayan tüm diaspora Yahudilerinin bu tür
kutlamalara katılmalarını istemesidir.
Şöyle bir
düşünelim: Yahudilerin Selevkuslara karşı kazandıkları zaferi kutlamaları
Romalıları onlara karşı öfkelendirmez ama, Yahudi'nin Romalı general Titüs'ün
Miladi 70 yılında Kudüs'e saldırdığı günü oruçlu geçirmesi veya aynı yıl Kudüs
Tapınağı'nın ikinci kez yıkılmasının anısını oruçla yadetmesi Romalıları
öfkelendirecektir.
O dönemde yaşayan
insanların Yahudilerin baştaki yönetim sayesinde kondukları nimetleri gıpta ile
seyrederken, aynı Yahudilerin baştaki yönetimin yıkılmasına davetiye çıkaran
hatıraları yadetmelerini anlamaları zordur.
Diaspora Yahudileri
arasındaki bağların güçlendirilmesi
Diaspora
Yahudilerinin karşılaştıkları en büyük güçlük, mekan ve ibadet arasında tam
bir uyum sağlanamamasıydı. Tevrat'da çerçevesi çizilen Yahudi şeriatı, kitabın
yazarlarının ki onlar da neticede insandı,belli bir mekanda, belli bir zamanda
ve belli şartlar altında yaşayan bir topluluk için düşüncelerini yansıtmaktaydı.
Örneğin Filistin şartlarına uyan bir şey Filistin dışında tamamen veya kısman
geçerli olmayabilirdi; yahut Milattan önce dördüncü yüzyılda geçerli olan bir
şey, Milattan sonraki birinci yüzyılda tamamen veya kısmen geçerliliğini
kaybedebilirdi. Veya herhangi bir ülkede bir tür otonomi hakkına sahip
Yahudilere uygun düşen bir şey değişik ülkelerde yaşayan Yahudilere tamamen
veya kısmen ters düşebilirdi.
Bu yüzden Yahudi
mütefekkirlerin Yahudi toplumunun spontan durumlara ayak uydurmalarını
sağlayacak yeni bir düşünce geliştirmeleri gerekliydi. Zaten Yüksek Kurul'un da
diaspora şehir ve köylerindeki Yahudileri felakete sürükleyecek bir mekan
izolasyonuna zorlamaları zordu. Örneğin lskenderiye veya Antakya yahut Roma ve
diğer yerlerdeki Yahudilerin bir kısmı getto hayatından sıkılıyordu. Yahudi
aristokrat tabakasının çocukları diğer halklara mensup hemcinsleriyle bir arada
yaşamak istiyorlardı. lşte bu durumlar Yahudileri tüm ırkdaşlarını bir çerçeve
içinde toplayabilecek sağlam bir bağ yaratma gayretine iteledi.
Bu birlik bağının
sağlam olması için bazı unsurlara ihtiyaç vardı ve Yüksek Kurul diaspora
Yahudilerinin hiçbir engelle karşılaşmadan inançlarını korumak ve ibadetlerini
yerine getirebilmek amacıyla tek tip hayat tarzına geçmeleri için hazırlıklara
başladı.
Yetmişler tercümesi
Babil sürgününden
sonra Yahudileri eriyip gitmekten kurtaran en güçlü bağın, özellikle M. Ö. V.
Yüzyılın ortalarından itibaren Judaea bölgesinde bir Yahudi toplumu oluşturma
konusunda Ezra ve Nehemya'nın öncülük ettiği mücadeleden ve Zerubbabil
tarafından tapınağın yeniden yapılmasından sonra nihai şeklini almaya
başlayan bu büyük edebi ürün (Tevrat sifirleri) olduğunu söylemeye gerek
yoktur.
Elimizdeki Tevrat
metninin ancak M. Ö. 1. Yüzyılda oturaklı bir şekil aldığını rahatlıkla
söyleyebiliriz. Araştırmacılar aynı metinlerin büyük kısmının M.Ö. 134-64
yılları arasında Haşmoney krallığı çağına ait olduğu konusunda
tartışmaktadırlar.
Fakat eski İbranice
olan sifirler, sıradan Yahudi’nin anlayacağı dilde değildi. Filistin Yahudileri
İbrani dilini bırakıp Aramî diliyle konuşmaya başlamışlar, diaspora Yahudileri
ise bulundukları ülkelerdeki halkın dilini almışlardı. Sözü edilen dönemde
yüzyılın en yaygın dili Yunanca olduğu için Tevrat’ın Grekçeye tercümesi
kaçınılmaz olmuştu.
Rivayete göre Mısır
hükümdarı II. Ptoleme Philadelph (M. Ö. 285-247) Filistin’den 70 veya 72Yahudi
bilgini getirterek onlardan Tevrat’ı Yunancaya tercüme etmelerini istemiş,
çarpık bir çeviri olmasına rağmen, ortaya çıkan esere de “yetmişler tercümesi"
adı verilmiştir.
Aslında yetmişler
tercümesi M. Ö. lll. Yüzyıldan itibaren Yahudi din bilginleri tarafından
nesilden nesile tamamlanmış bir çeviridir.
Bizi bu çeviride
iki nokta ilgilendirmektedir:
1.
Çeviri bazı kitapları kapsamaktadır ve İbranice
asıllı Makkabi, Tobiya ve benzeri sifirler atlanmıştır. Ester ve Daniel kitaplarına
bazı bölümler ilave edilmiş ve eklemeler yapılmıştır ki, bunlara apokrif
denilmektedir.
2.
İbranice orijinale ilave edilen bazı bölüm ve
sifirler, daha sonra orijinal metinler gibi kutsal kabul edilmiştir. İlave
sifirlerin vahyedilmiş ve kutsal olduğunu söyleyenler, bunların içeriğinin
sıradan Yahudilerden gizlenmesi gerektiği için Tevrat’a alınmadığını ileri
sürmektedirler.
Şunu da kaydetmek
gerekir ki, Mısır Yahudileri İskenderiyeli Yahudi filozof Philo zamanında (M.
Ö. 20-M. S. 40) yetmişler tercümesinin tamamıyla vahyedilmiş olduğuna
inanıyorlardı ve bu yüzden çeviriyi orijinaliyle karşılaştırmayı akıllarından
bile geçirmediler. Bu inanç yaklaşık bir yüzyıl boyunca geçerliliğini korudu,
ama sonunda Yahudi rabbiler yetmişler tercümesinin kutsiyetini reddederek,
İbranice aslıyla karşılaştırmaya başladılar. Hristiyan papazlar da bu konuda
Yahudi rabbileri takip ettiler ki, Yahudi ve Hristiyanlar nezdinde hazfedilen
bölümlerin kutsallığı (kısmen veya külliyen) üzerindeki ihtilaf da bu noktada
çıkmıştır.
Her ne olursa
olsun, Tevrat'ın Yunancaya daha sonra Latinceyeçevirisi önünde açılan ufkun
genişlemesi, diaspora Yahudilerinin hayatlarında beklenmedik gelişmelere ve
putperest hayatına büyük dönüşümde çok büyük rol oynamıştır.
Diaspora
Yahudilerine gelince, onlar da yetmişler tercümesinde temsil edilen dini Tevrat
edebiyatı çerçevesi dahilinde birbirlerine bağlanmalarını sağlayan bağlara
kavuşmuşlardı. Bu edebi dini ve fikri akademi, değişik Yahudi grupları
arasındaki boşluğu doldurmuş, neşredilen yazılı metin onları varlığa döndüren,
onu şekillendiren ve eriyip yok olmaktan koruyan ortak gıda olmuştur.
Yetmişler tercümesi
putperestlere de Museviliğin esasları ve edebiyatı hakkında bilgi sahibi olma
imkanı vermiştir. Putperestlerin o dönemin uluslararası kültür dili olan
Yunanca sayesinde tanıştığı bu kültür konusunda farklı görüşlere sahip olmaları
normaldi. Bazı putperestler Yahudileri ve dinlerini benimsiyor, tek tanrı
inancının mümkün olamayacağı görüşünü, insanların dini ye felsefi konulardaki
ihtilaflara kesin bir cevap olarak görüyorlardı. Bazı kültürlü putperestler
ise Yahudilere, inançlarına ve boyunlarındaki kölelik halkasına savaş
açmışlardı.
Belki de böyle bir
çatışma Yüksek Kurul tarafından hoş karşılanmıştı. Çünkü diaspora Yahudileri
arasındaki Hellenleşme akımının durdurulması ve onların diğer halklarla
kaynaşmasının önlenmesi gerekiyordu. Yetmişler tercümesinde lbranice orijinale
yapılan ilaveler, muhtemelen Yahudileri diğer halklardan tam olarak ayırmak ve
onları gelenekçi Yüksek Kurul'un amaçları için birer maşa haline getirmek için
Yahudi cemaatleriyle diğerleri arasına düşmanlık tohumları serpme planına
matuftu.
, Öbür türlü,
örneğin Makkabiler kitabının lbranice orijininde olmadığı halde yetmişler
tercümesine ilave edilmesinin hikmeti nedir?
Makkabiler kitabı
Makkabiler kitabı,
bir tür yarı tarih kitabıdır. M. Ö. 175-135 yılları arasındaki olayları yani
İV. Antiochus Epiphanes'in tahta çıkışından Haşmoney Şemon'un ölümüne kadar
geçen zamanda ki kırk yıllık hadiseleri konu edinmektedir ve her halükârda o
dönemi müteakiben başlayan Makkabi isyanı olaylarını anlatan en temel
kaynaktır.. Bu kitabı bir yana bırakırsak;
II. Makkabiler
kitabını da, ki o dahi M. Ö. 176-161 yıllarını ihtiva eden yan tarihi bir
kitaptır, bir yana bırakırsak.. Çünkü herhalde yalnızca Makkabi Yahuda'nın
Selevkus File birlikleri komutanı Nicator'u M. Ö. 16l'de mağlup edip, başını ve
ellerini keserek Kudüs tapınağının kapılarından birine asmasını anlatmak için
yazılmıştır.
Evet, bu iki yan
tarih kitabını bir yana
bırakıp üçüncü kitaba gelirsek, baştan sona efsane ve hurafelerle dolu
olduğunu görürüz. Çünkü kitabın meçhul yazan yeri geldiğinde Yahudileri
düşmanlarından kurtarmak, onların yenilgilerini zafere, ümitsizliklerini ümide
dönüştürmek için devreye giren tuhaf güçlerden söz etmektedir.
Üçüncü Makkabi
kitabında Mısır hükümdarı IV. Ptoleme Philipator'un M. Ö. 217'de Rafya (şimdiki
Rafah) savaşında Selevkus kralı Büyük Antiochus'u yendikten sonra Kudüs'de
tapınağın en kutsal yerine nasıl çıkmak istediği, ancak buraya yalnızca Yahudi
baş kahinleri girebildiğinden boş yere tapınağın kutsiyetini kirletmemesi için
yalvanldığını anlatarak, bu sırada baş kahin Şemon'un heybetli cüssesiyle
secdeye varıp hararetli bir şekilde dualar okuduğu hikaye edilmektedir.
İşte tam o sırada
kral Ptoleme felç olur ve kutsal mekandan uzak bir yere götürülür. Fakat
Ptoleme Mısır'a dönüp kendisine geldikten sonra Yahudilerden intikam almaya
yemin eder. Tüm hıncını İskenderiye Yahudilerine yöneltir. Onları şehrin kuruluşu
sırasında Makedonlarla birlikte elde ettikleri tüm imtiyazlardan mahrum
bırakır ve putperestliklerinin, tankı Pakos'a tapmalarının belgisi olarak
sarmaşık yaprağı takmalarını emreder.
Ptoleme bununla da
yetinmez ve Mısır'daki tüm Yahudilerin prangaya vurularak İskenderiye'ye
getirilmesini emreder. Arka sından beş yüz filin alkolle sarhoş edilerek yarış
meydanında toplanan Yahudiler üzerine salınmasını ister.
Bu arada kralı bir
uyku bastırır ve uykuya dalar. Verdiği emrin uygulanma vakti geçip gider.
Ertesi gün uyandığında verdiği emirleri unuttuğu gibi, aklında tek kalan şey
Yahudilere ve baba' larına beslediği dostâne duygulardır, ama aynı günün
akşamı fillerden sorumlu çavuşa Yahudilerle ilgili verdiği emirlerin yerine
getirilmesini emreder. Danışmanlarının kendisinin bu mütereddit durumu
karşısında gösterdikleri tepkiye öfkelenerek tüm Yahudileri cehenneme
göndermeye, Yahudiye’ye saldırıp, tapınağı yıkmaya yemin eder.
Üçüncü gün şafakla
birlikte meydana giderek fillerin ayakları altında intikamının kurbanı olan
Yahudileri bizzat görmek ister. Yahudiler yüksek sesle Tanrı’ya dua ederek
kendilerini rahmet kanatları altına alması niyazında bulunurlar. Kahin Eliazer
duasını bitirir bitirmez gökten iki heybetli melek iner ve sarhoş filler daha
kral ve askerleri ne olduğunu anlayamadan, askerler üzerine saldırarak
ayakları altında çiğnerler. Nasıl filler tüm öfkelerini askerlerden almışlarsa,
kral da tüm öfkesini danışmanlarından çıkarır. Yahudilerin prangalarının
çözülmesini emreder ve sonra masrafları sarayın hazinesinden karşılanmak üzere
yedi gün eğlenmelerini emreder. Ayrıca Mısır’da daire başkanlıklarına
Yahudileri atar ve onlara Yahudileri korumaları talimatını verir.
Bu sahne, kralın
Yahudi eşrafına atalarının dininden dönen Yahudileri cezalandırma görevini
yüklemesiyle biter. Üç yüz mürted Yahudi öldürülür ve Yahudiler Mısır’da huzur
ve güven içinde yaşarlar.
Üçüncü Makkabi
kitabında anlatılan hikayenin özeti böyle. Gerçi eserin yazarı inandın olsun
diye bazı tarihi olaylara da yer vermiş ama, bir efsane kitabında bu önemsiz
bilgileri kaydetmeye dahi gerek yok. Çünkü onları bile güvenilir olmaktan
çıkarıp, düzmece şahitler ve malum tezatlarla süslemiş.
Kısacası kitap, çok
iyi bir hurafe ve efsane eseri olduğunu gösteren yeterli belgiye sahip. Mevcut
kaynakların hiçbirinde IV Ptoleme Philipator’un Kudüs’ü ziyaret ettiğini veya
Yahudilere takibat yaptırdığını gösteren herhangi bir kayıt mevcut değil. Yal
nızca Jospehus “Yahudilerin Haberleri" adlı eserinde kahramanı VII.
Ptoleme Physcon olan benzer bir hikaye nakletmektedir.
Söylendiğine göre
bu kral Yahudilere kızmış.
Çünkü Yahudiler taht kavasına girdiği kızkardeşi ve aynı zamanda düşmanı olan
Kleopatra’nın yanında yer almışlar. Kral, öfkesinden dolayı fillerden sorumlu
çavuşa onları hayvanların ayakları altında ezdirmesini emretmiş.. Hikayenin
bundan sonrası III. Makkabi kitabının yazarının rivayetiyle aynı. Ancak,
Josephus birinci rivayette olmayan hayli romantik bir unsuru devreye sokmakta
ve kraiın gözdesini^ araya
girerek Yahudilere yapılan işkencenin durdurulmasını, hepsinin affedilmesini
istediğini, onun ricası üzerine kralın kararından vazgeçtiğini ilave
etmektedir.
Araştırmacılar,
Josephus’un III. Makkabi kitabını görmediği, dolayısıyla her ikisinde anlatılan
olayların birbiriyle örtüşmesinin iki yazarın da nesilden nesile aktarılan
gayr-ı tarihi bir olayı aynı folklorik kaynaktan almış olabilecekleri
kanaatindeler. Josephus’un kralın gözdesinden, onun devreye girerek Yahudileri
takibattan kurtarmasından bahsetmesi, Tevrat’da bir kitabın adı olan ve daha
önce hikayesinden bahsedilen efsanevi Ester rivayetini anımsatmaktadır.
Dr. Selim Hasen,
VII. Ptoleme’nin Yahudilere takibat yaptıran bir kişiden onlara atıfet besleyen
bir kişi haline dönüşmesi olayına ilmi bir yorum getirerek şöyle demektedir:
“Bu değişimin sebebini tahmin etmek güç değil. Il. Eugergetes (VII. Ptoleme)
Iskenderiye’yi fethettikten kısa süre sonra kızkardeşi Kleopatra’yla barışarak
onunla evlendi. Kral prensesle barışıp evlendiğine göre artık can düşmanının
taraftarlarına işkence ettirmesinin ne gereği vardı? Muhtemelen kral düğün
günü Kleopatra’nın tüm eski dostları için genel af çıkarmıştır. Herhalde
Yahudiler böyle bir affı ve sonucunu beklemedikleri için olayı bir tür mucize
gibi görmüşlerdir.. Yine tanrıları bizzat devreye girmiş ve kendi halkını
önlenmesi imkansız bir felaketten kurtarmıştır. ”
Yetmişler tercümesi
ve buna'bağlı olarak özellikle Makkabi sifirleri gibi gizli kitaplarla ilgili
bu kadar söz yeterli. Yetmişler ter cümesi konusuna biraz fazla yer vermemizin
sebebi, onun çeşitli konulardaki etkilerine inanmamızdan kaynaklanmıştır. Bu
etkilerin en önemlileri şunlardır:
1.
Diaspora Yahudileri, kendilerine karşı düşmanca
bir tavır sergilendiği ve tanrıları Yahve'nin gerektiğinde kendilerini kur'
tarmak için harikulade fiillerle devreye girdiğine inanmışlardır;
2.
Diaspora Yahudileriyle diğer halklar arasındaki
uçurum derinleşince, bu cahiller Yahudilere diğer halklara yapılan muamelelerin
yapılamayacağınına, aksine onların arkasında duran ve onları üzenleri üzen
korkulu güçlerin varlığına inanmışlardır. Bu aykırı düşünce, Yahudi'yi
kendisinin daima haklı, karşısındakininse her zaman haksız olduğu vehmine
sevketmiştir.
Yahudi imtiyazları
Tevrat ve yetmişler
tercümesiyle temsil edilen eklerinin ortaya koyduğu yaşam kuralları, inanç ve
fikir birliğinden sonra diaspora Yahudilerini kucaklayacak ve sağlam bir birlik
bağını oluşturacak unsurlardan biri de, Yahudileri geleneksel Yüksek Kurul'un çizdiği hayat tarzını uygulamalarını
sağlayacak vasıtalardı.
Bunun için
öncelikle diaspora Yahudilerin ibadetlerini yapabilmelerini ve göreneklerini
yaşatabilmelerini sağlayacak kişisel özgürlüğe sahip olmaları gerekirdi. İbadet
ve göreneklerden maksat, Yahudilerin Namus’dan uzakta sınırlarını çizmekte zorlandıkları
sivil hayatla ilgili meselelerdi.
Yahudiler, Pers
Akemenid sülalesi döneminde imtiyazlar ve müktesep haklar elde etmeye
başlamışlar; Cyrus, onların Filistin’e dönmelerini hoş karşılamış, fakat az
bir kısmı dönmüştü. Büyük çoğunluğu ise Filistin'den uzakta, Perslerin
himayesinde rahat bir hayat sürüyordu. Bu durum baht rüzgarının Pers
İmparatorluğu'ndan yüz çevirmesine kadar sürdü. Yahudiler artık başlarında
yeni fatih Makedonyalı İskender'in zafer taclarıyla dolaşıyorlardı vs..
Yahudilerin Persler, Yunanlılar veya Romalılar döneminde elde ettikleri imtiyazlar
sabit değildi. Bazı dönemlerde neredeyse sıfıra iniyor, bazen de en yüksek
seviyesine çıkıyordu.
Sürekli gelişen
büyük imparatorluklar kurmayı amaçlayan fatih halklar, Yahudileri bu amaçları
için yardımcı bir araç olarak görüyorlar; sundukları ve sunacakları hizmetlerin
bedeli olarak da onlara bir takım imtiyazlar veriyorlardı. Geçmişte Cyrus,
lskender ve Julius Caesar böyle yapmışlar, daha sonrakiler onların izinden
gitmişti ve her yeni sömürgeci güç de aynısını yapacaktı.
Örneğin Cyrus
Yahudilere Kudüs tapınağını yeniden bina etmelerine izin vermiş; Yahudi
eşrafına bu amaç için yardım toplama yetkisi bahşetmiş, ayrıca vaktiyle
Nabukadnasar'ın el koyduğu tapınak hazinelerini iade etmiş, Judaea valisi
olarak atanan Şeşbasar da bunları Kudüs'e götürmüştü.
M. Ö. 516'da
Zerubbabil'in tapınağı eski temelleri üzerine yeniden bina etmesiyle Miladi
70'de tapınağın tekrar yıkılmasına kadar Kudüs'de Yahudiler için yeni bir hayat
başlamış; Yahudiler bu süre zarfında bugün tanıştığımız inanç ve geleneklerini
aşağı yukarı tebellür ettirmişlerdi.
Perslerin
Levililer, tapınak kahinleri ve orada çalışanlara sağladıkları ilk imtiyaz
vergi muafiyetiydi. Pers imparatoru 1. Artaxerxes'in Zerubbabil tarafından
Kudüs'e götürülen fermanı buna açıkça işaret etmektedir.29
Perslerden sonra
Makedonyalı lskender de Filistin'de Yahudilere imtiyazlar tanıdı. Dini
geleneklerini uygulama imkanına kavuşan Yahudiler, ayrıca Tevrat'a göre
Tanrı'nın toprağın nadasa bırakılmasını emrettiği yedinci yıl olan Şahat
yılında vergiden muaf tutuldular. lskender, bu imtiyazların tüm diaspora
Yahudileri için de geçerli olmasını istedi.
Josephus'un
lskender ve ardıllarının Yahudilere sağladıkları imtiyazlar konusunda
anlattıklarında biraz abartı olduğu gibi, Ester, Ezra ve Nehemya kitaplarında
Pers krallarının Yahudilere mutlak baş eğdikleri şeklindeki hayali mübalağalar
da dikkatlerden kaçmamaktadır. Josephus'un da kendinden önceki Yahudi elitleri
gibi geçmişi yazarken bakışlarını geleceğe çevirdiği muhakkak. Yahudi
önderlerinin hülyalarını süsleyen bu temenni ve • rüyaların tarihi birer
gerçekmiş gibi satır aralarına serpiştirilmesinden amaç, iktidarı ellerinde
tutanların tıpkı kendilerinden öncekilerin yaptıkları gibi Yahudilere
istedikleri imtiyazlarını vermeleri temennisidir.
Örneğinjosephus
eserinin birçok yerinde Makedonyalı lskender'in Yahudilere Makedonların sahip
oldukları hakları verdiğini ileri sürmektedir. Bu iddia, bazı tarihçileri,
lskenderiyeli Yahudilerin bu şehrin kurulduğu ilk günden itibaren Makedonlar
gibi tam vatandaşlık haklarına sahip olduklarını söylemeye sevketmiştir.
Halbuki tarihi
araştırmalar josephus ve çağdaşı lskenderiyeli Yahudi filozof Philo'nun
eserlerinde bariz abartılar olduğunu ortaya koymuş, ama daha da tuhafı
bunların dışında Artapanos, Aristias ve Aristobolus gibi tarihi çarpıtan
yazarlar da bu abartı. • lara itimat etmişlerdir.
Araştırmacılar,
lskender’in ardılları Ptolemeler veya Selevkuslar ve bilahare Romalılar
döneminde Yahudilerin tam vatandaşlık hakkı elde ettikleri hususuyla ilgili
söylenenleri reddederken, tam vatandaşlık hakkının vatandaşın yaşadığı şehrin
tanrılarına tapınmayı kabul etme zorunluluğu gibi basit bir kurala
dayanıyorlar.30 Yahudilerin çoğunluğu tam vatandaşlık haklarından
yararlanmak için böyle yüksek bir bedel ödemeyi reddedince, diaspora
Yahudilerine verilen özel imtiyazlarla yetinmek ve imkanlar ölçüsünde bu
imtiyazlardan azami ölçüde yararlanmaktan yana tavır sergilediler. Örneğin
Yunan başkentindeki Yahudiler bu toplum arasında otonomi hakkına yakın bir
hakka sahiptiler. Yahudi vatandaşları kendi hakemlerinin karşısına çıkıyor,
Mûsevi şeriatının kurallarına göre muhakeme ediliyorlardı. Yahudi toplumunu ve
ortak alanları ilgilendiren kanunlar çıkaran kendilerine özel Gerousiai denilen
bir konseyleri de vardı. Kudüs'deki Yüksek Yahudi Kurulu'nun (Sanhedrin'in)
çıkardığı dini meselerle ilgili kanunlar hükmi yönden diaspora Yahudileri için
de geçerliydi. 5anhedrin’in Judaea bölgesi dışındaki otoritesi konusunda Elçilerin
İşleri kitabında Papa PavTos'un söylediği şu sözleri gösterebiliriz: “Bir
keresinde baş kahinlerden aldığım yetki ve görevle Şam'a doğru yola
çıkmıştım..” Pavlos bu sözü söylediğinde Museviydi ve henüz
Hristiyan olmamıştı; henüz zulmeden değil, zulmedilendi. Yüksek Kurul'un
emriyle Şam'a giderken yüklendiği görev de, burada Hristiyanlığa geçen
Yahudileri boğmak ve şehir valisini onların aleyhine kışkırtmaktı.
Paralı Yahudi
askerlerin imtiyazları
Diaspora Yahudileri
askerlik görevinden muaftılar, ama isteyenler paralı asker olarak ordu
saflarına katılabilirlerdi. Bu askerlere sağlanan imtiyazlar öylesine cazipti
ki, her meşrepten ipi kopuğu kışlaya çekiyordu.
Bir kere paralı
Yahudi asker emekli olduğunda adını vatandaşlar listesine kaydettirebilirdi.
Yani Musevilikten döndüğünü, o şehrin tanrılarına tapmayı kabul ettiğini veya
tam vatandaşlık hakkının yüklediği diğer sivil görevleri yapacağını
tescilletirdi.
Tarihçilerin
Patential Citizenship dedikleri bu vatandaşlık hakları, ancak özel şartlar
dahilinde istendiğinde yürürlüğe giriyordu. Bu durum Josephus'u haksız yere
İskenderiye ve Antakya Yahudilerinin tam vatandaşlık haklarından
faydalandıkları iddiasını ileri sürmeye teşvik etmiştir. Halbuki 1924'de
bulunan imparator Claudius'a ait bir mektup32 Josephus'un söylediklerinin
doğru olmadığını ortaya .çıkarmıştır.
Paralı askerlerin
bedeva veya sembolik bir para karşılığında belli miktarda bir toprak parçası ve
ziraat aletleri edinmesi, kendisine köle ve sığır temin etmesi hakkı eskiden
J.;eri .vardı. Perslerin Mısır'a saldırı sırasında File adasında kurulan askeri
kolonideki Yahudi paralı askerlerin yanı sıra, kral VI. Ptoleme Philometor'un
Yahudilere ikamet hakkı verdiği Mısır'daki Liontopolis'de ’ kurulan meşhur
ikinci askeri kolonisindeki paralı Yahudi askerler de bu haktan yararlandılar.
.
Selevkus hükümdarı
III. Antiochus ise Küçük Asya'da kurduğu Yahudi kolonisinde Yahudi paralı
askerlere toprak vermekle yetinmemiş, ayrıca ev, ziraat aletleri ve sığır da
vermiştir.
Paralı askerler
sembolik bir para karşılığında veya ücretsiz olarak arazi elde ettikten sonra
uzayıp kısalabilen süreler zarfında bazı vergilerden muaf tutuldukları gibi,
hasat sırasında öşür vergisinden de muaftılar. Paralı asker, kendisine verilen
araziyi satabilir, ölümü halinde varislerine bırakabilirdi. Varisleri yoksa bu araziler
hazineye intikal ederdi. Bununla birlikte Yahudi paralı askerlere sağlanan
imtiyazlar da, duruma göre artabilir, azaltılabilir veya iptal edilebilirdi.
Kudüs'le hükümdar arasındaki ilişkiler bozulduğu zaman, hükümdar tüm öfkesini
diaspora Yahudilerinden alırdı veya aksi. Herhangi bir bölgede yaşayan Yahudi
eşrafının hükümdara yaklaşıp, bir şekilde sempatisini kazanmasının semeresi,
hükümdarın imkanları dahilinde o bölgede veya başka bir yerde yaşayan
Yahudilere lutuf olarak yansıyordu. llerleyen sayfalarda bu konuda bir çok
örnek verilecektir.
Miladi
birinci yüzyıl başlarına kadar diaspora Yahudileri ve yaşantıları hakkında
verdiğimiz bu kısa bilgi, sanırım daha sonraki olayların aydınlığa
kavuşturulmasında bir arka plan vazifesi görebilecektir. XXIII
Hazreti İsa
Rivayetlerin büyük
çoğunluğuna göre Hazreti İsa, I. Roma imparatoru Augustus zamanında
Filistin’de I. Herod’un krallık yaptığı günlerde Beylehem şehrinde M.Ö.
dördüncü yılda1 dünyaya geldi. Öğretilerini henüz otuz yaşındayken
Galile [el-Celil] Yahudileri arasında yaymaya başladı.
İsa’nın ve Incil’in
üzerinde ittifak ettiği ana prensipler kısaca şu şekildedir:
1.
Allah, İsrail oğullarının değil, alemlerin
Rab’bidir. “ ... O, güneşini kötülerin de, iyilerin de üzerine doğdurur;
yağmuru iyi kalplilerin de üzerine yağdırır, zalimlerin de.” Bu kesin hüküm, Tevrat’ı dolduran ve Tanrı’nın
yalnızca Yahudilerin Rabbi olduğunu, diğer insanları sadece onlara hizmet
etsinler diye yarattığını iddia eden eski safsataya son vermiştir.
2.
Tercih edilmiş ve seçilmiş halk kavramı yanlıştır.
“Size şunu söyleyeyim, doğudan ve batıdan birçok insan gelecek, Göklerin
Egemenliği’nde İbrahim’le, İshak’la ve Yakub’la birlikte sofraya oturacaklar.
Ama bu egemenliğin asıl mirasçıları dışarıdaki ka ranlığa atılacak. Orada
ağlayış ve diş gıcırtısı olacak.” Bu .hüküm, İbrahim, İshak ve Yakub'un
soyundan gelmiş olmalarının kutsiyet kazanmaları için yeterli sayıldığı ve
bunun kendilerine arzu ettikleri her türlü nimeti sağladığı iddiasında olan
Yahudilere açık bir reddiyedir.
3.
Hazreti İsa, kendisiyle annesi, teyze çocukları
arasındaki yakınlığın onları yüksek bir mevkiye getirmeyeceğini belirtmekle
ikinci şıkta belirtilen hususu bir kez daha teyit etmektedir: “İsa'nın
annesiyle kardeşleri ona geldiler, ama kalabalıktan ötürü kendisine
yaklaşamadılar. İsa'ya 'Annenle kardeşlerin dışarıda duruyor, seni görmek
istiyorlar' diye haber verildi. İsa haberi getirenlere şöyle karşılık verdi:
'Annemle kardeşlerim, Tanrı'nın sözünü duyup yerine getirenlerdir.”'
4.
Zalimlere itibar edilmemesi, İsa'nın verdiği bir
örnekle açıkça sergilenmiştir. İsa'nın anlattığına göre Kudüs'e giden bir
kişi, yolda eşkıyalar tarafından durdurulup soyulur ve dövülüp bir kenara
atılır. Oradan geçen bir Yahudi papaz adamla ilgilenmemek için yolun öbür
tarafına geçer. Bir Levili ise adama aldırmadan yoluna devam eder, fakat bir
Samirî adamla ilgilenir. İsa'ya göre Samarialı kişi kahinden ve Leviliden daha
hayırlıdır. İsa'nın hangi insanlara değer verdiği
İncil'in değişik yerlerinde örneklerle açık şekilde belirtilir. Örneğin
Yahudiler selam-sabah vermedikleri halde İsa Samarialı bir kadından içecek su
istemekte tereddüt göstermez. Hatta İsa, vergi memurları ve günahkârlarla
birlikte yemek yemekten de çekinmemiştir. Halbuki Yahudiler böyle şeyleri büyük günah
sayarlardı.
5.
İsa aleyhisselam, seçilmiş halk efsanesinin
geçersizliğinin yorumlanmasını kabul etmezdi. “Bu nedenle size şunu söyleyeyim,
Tanrı'nın egemenliği sizden alınacak ve bunun ürünlerini yetiştiren bir ulusa
verilecek.”
Hatta Isa
şakirtlerine tevhit mesajını tüm dünyaya yaymalarını emretmişti: “Isa onlara
şöyle buyurdu: 'Dünyanın her yerine gidin, Müjde’yi bütün yaratılışa duyurun.”
6.
Hazreti Isa, Yahudilerin parayı taparcasına
sevmelerini yermiş, parayı aşağılamış ve yüksek sesle şöyle buyurmuştur: “Hiçbir
uşak iki ''efendiye kulluk edemez. Hem Allah’a, hem paraya kulluk edemezsiniz.”
7.
Isa aleyhisselam Kudüs’e geldiğinde “tapınağın
avlusuna girerek oradaki bütün alıcı ve satıcıları dışarı kovdu. Para bozanların
masalarını, güvercin satanların sehpalarını devirdi. Onlara şöyle dedi: 'Evime
dua evi denecek’ diye yazılmıştır. Ama siz onu haydut inine çevirdiniz.”11
8.
Bir önceki prensibe uygun olarak Isa aleyhisselam
krallığının bu dünyada olmasını reddetmiş, tüm gücüyle gökyüzü krallığı için
dua etmiştir: “İblis Isa’yı bu kez çok yüksek bir dağa çıkardı. O’na bütün
görkemiyle dünya ülkelerini göstererek, 'Yere kapanıp bana taparsan, bütün
bunları sana vereceğim’ dedi. Isa ona şöyle karşılık verdi: 'Çekil git, Şeytan!
Tanrın Rab’be tapacak, yalnız O’na kulluk edeceksin’ diye yazılmıştır.”12
Bir defasında Roma
valisi Pilates, Isa’ya iddia edildiği gibi kendisini gerçekten Yahudilerin
hükümdarı olarak görüp görmediğini sordu. “Isa ona 'Benim krallığım bu dünyada
değildir’ diye karşılık verdi. 'Krallığım bu dünyadan olsaydı, yandaşlarım,
Yahudi yetkililere teslim edilmemek için savaşırlardı. Oysa benim krallığım
buradan değildir.’”13
9.
Isa, ruh ve kalp temizliğine, inanç paklığına
oldukça fazla önem vermiş, hiçbir zaman Namus’a yani Müsa’nın şeriatına dil
uzatmamış, ama geleneksel Yüksek Kurul’u öz ve cevherle değil, dış görünüş ve
kabukla uğraştığı için acı bir dille tenkit etmiştir. Hiçbir zaman Cumartesi
gününü istirahat günü olarak görmemiş; yıkanmamış elle yemek yemenin insanı
necis yapmayacağını savunmuş ve peygamberliğine inananları, midesine yemek
tıkıştırmaktan çok kalpteki kötü fikirleri çıkarmaya önem vermeye davet etmiş;
Müsa şeriatına harfi harfine bağlı kalınmasını isteyip de ruhunu ihmal eden
Yahudi rabbileri ‘körün klavuzluk ettiği köre' benzetmiştir.14
10.
İsa aleyhisselam, açıkça dinle devleti birbirinden
ayırt etmeye çalışırdı. Yandaşlarına “Sezar'ın hakkını Sezar'a, Allah'ın hakkını
Allah'a" vermelerini emrederdi. Nitekim şakirtleri de ondan sonra bu
yoldan yürüyerek Hristiyanlara ırkı, mezhebi ve meşrebi ne olursa olsun baştaki
yöneticilere itaati tavsiye etmişlerdir.
Clausner ve
Wellhausen gibi Batılı bilim adamları, Yahudilerin İsa'yı reddetmelerini onun
öğretisinin kavmiyetçilik üzeri (spraanational) yani tüm insanlığa yönelik
olmasına bağlamaktadırlar. Bu görüş, Clausner'i İsa'ya ait olan öğretilerin
hahamlar ve Ferisîlerin edebiyatında da bütün açıklığıyla görüldüğü fikrine
kapılmasını engellememiştir. 15
Haham Agus, bu
görüşü çürütmek maksadıyla Yahudilerin İsa'ya karşı çıkmalarının onun Yahudi
kavmiyetçiliğini hafife almasından kaynaklanmadığını, onun diğer halkları
küçümseme konusunda söylediği sözlerin Talmud'da dahi bulunmadığını,
Yahudilerin onu reddedişlerine çağdaşları olan Ferisîleri kendisinin gerçek
Mesih olduğuna ikna edememesinin yol açtığını ileri sürmektedir.16 Agus, ayrıca
İsa'nın milliyetçi bir yöneliş izlediği ve öğretilerini halklar arasında
yaymaktan vazgeçtiği şeklindeki iddiasını ise Matta İncili'nde geçen bazı
sözlere bağlamaktadır. Matta İncili'nde İsa'nın bir defasında on iki şakirdini
toplayıp onlara öğretilerini insanlar arasında yaymayı emrederek şöyle dediğini
görüyoruz: “Öteki ulusların arasına girmeyin. Samirîlerin kentlerine de
uğramayın. Bunun yerine, İsrail halkının yitik koyunlarına gidin.” 17
İsa peygamber, Sur ve Sayda taraflarına hareket ederken de şöyle der: “O
yöreden Kenanlı bir kadın İsa'ya gelip, ‘Ey /Efendi, ey Davud oğlu, halime acı!
Kızımı cin çarptı, çok kötü durumda' diye feryat etti. Isa kadına hiçbir
karşılık vermedi. Öğrencileri yaklaşıp, 'Sal şunu gitsin!' diye rica ettiler.
'Arkanızdan bağırıp duruyor.' Isa 'Ben yalnız Israil halkının kaybolmuş
koyunlarına gönderildim' diye yanıtladı. Kadın ise yaklaşıp, 'Ey efendim, bana
yardım et!' diyerek onun önünde yere kapandı. Isa ona, 'Çocukların ekmeğini
alıp köpeklere atmak doğru değildir' dedi. Kadın, 'Haklısın, efendim' dedi.
'Ama köpekler de efendilerinin sofrasından düşen kırıntıları yer.' O zaman Isa
ona şu karşılığı verdi: 'Ey kadın, imanın büyük! Dilediğin gibi olsun.' Ve kadının
kızı o saatte iyileşti.”
Haham Agus, bu
metne işaretle bizzat Talmud'da dahi başka halkları böylesine aşağılayan bir
söz bulunmadığını kaydetmektedir.
Bu kitabın konusu
dinler arası diyalog değildir. Yahudilerle diğerleri arasındaki mahvedici
çatışmanın gerçek sebepleri de esasen bizi ilgilendirmiyor. Aksine kitabımızın
konusu Yahudi meselesi, kökenleri ve detaylarıdır.
Haham Agus, Isa'nın
kavmiyetçiliğinin delilini Matta Incili'nde geçen 'Israil halkının kaybolmuş
koyunlarına gönderildim' sözüne, diğer halkları aşağılamasını ise onları köpeğe
benzetmesine bağlamakta ve Talmud'da dahi bu tür sözlerin yer almadığını
belirtmektedir.
Haham Agus,
Talmud'da diğer halkların köpeğe benzetilmediği sözüyle bir gerçeğe işaret
etmektedir ve zaten günümüzde kimsenin de Talmud'un Yahudi olmayanları insanın
tasavvur edebileceği en çirkin sıfatlarla vasfettiği şeklinde bir endişesi
yok. Tabi ki Talmud'daki şu sözleri okumamışsa: “Yahudi olmayanların mezarları
Israil oğullarının kalplerini donduruyor. Çünkü yalnız Yahudiler insandır;
diğer halklarsa ancak değişik hayvan türleridir.”i9
Tevrat'ı
yorumlayanlar denilen Hahamim, goyim yani Yahudi olmayanları insan
sıfatlarından arındırırken adeta kendilerinden geçiyorlar:
“Kutsal bayramlar
pisler için değil, sizler için; köpekler için değil, sizler için konulmuştur.”
-
“Yahudi olmayana et verilmesi doğru değildir; eti
köpeğe ver, çünkü köpek gayr-ı Yahudiden daha üstündür."
-
“Yalnızca seçilmiş millet ebedi hayata layıktır;
diğer halklar ise eşektir.”
-
“Gayr-ı Yahudinin vahşi domuzdan farkı yoktur...
Hamamdan çıkan bir Yahudi kadın, ilk bakışta eğer bir köpek, eşek, mecnun,
gayr-ı Yahudi, kuzu, domuz, at ve abraş görürse tekrar yıkanmalıdır.”
-
“Allah, gayr-ı Yahudileri Yahudilerin yüzü suyu
hürmetine insan suretinde yaratmıştır. Çünkü gayr-ı Yahudiler gece gündüz durup
dinlenmeden Yahudilere hizmet etmek için vardırlar. Bir prensin hayvan suratlı
bir hizmetkârı olamaz; aksine onun hizmetkârı insan suratlı bir hayvan
olmalıdır.”
Talmut'un diğer
halklar veya kendi tabirleriyle goyim hakkındaki görüşü20 budur ki,
Matta Incili’nde İsa'nın ağzından söyletilen o söz bunlar yanında hiç
mesabesindedir.
İncillerde durum
gerekliliği
Bir Incil'de yer
alan bir ibarenin diğer bir Incil'de yer almamasının gizli sebebini
anlayabilmek için dört Incil'in yazılmasındaki durum gerekliliğini göz önünde
bulundurmak gerekir.
Süryani papaz
Şenuda şöyle diyor: “Matta Incili'nin Yahudiler ve Hristiyanlaşan Yahudiler
için yazıldığı açıktır. Amacı ise Nasıralı Isa'nın, kahinlerin başı ve
İsrail'in kralı olan beklenen Mesih olduğunu ispattır. Isa'nın Mûsa ve diğer
peygamberlerin şeriatına zarar vermek için gelmediğini, yalnızca İsrail
halkının kaybolan koyunları için gönderildiğini belirleyen sözlerini kaydeden
tek Incil odur. ”
Matta Incili'nin
Yahudiler, Markos Incili'nin Romalılar, Luka Incili'nin diğer halklar ve
özellikle Yunanlılar için yazıldığını söyleyen kişinin istinat ettiği
delilleri ortaya koymak gibi bir niyetimiz yok. Kitabımızın amacı da bu değil.
Ancak, filan Incil'in filan topluluk, filan Incil'in tüm insanlık için
yazıldığı sözü, şu veya bu Incil'in yazılmasını iktiza eden ahvali anlamamızı
sağlamaktadır. Örneğin Yahudiler ve Hristiyanlığı kabul eden Yahudiler için yazılan
İncil, onları Mesih gerçeği konusunda ikna etmek içindir. Bu Incil Yahudilerle
Tevrat'da yazılanlar konusunda diyaloga girmiş, ama onlara düşmanlık
sergilememiş veya inançlarına aykırı bir şekilde polemiğe girmemiştir. İncil,
kulaklarını tıkamaları, kibirlenip inatlaşmaları halinde aleyhlerinde delil
olması için, imkan dahilinde durumu düzeltilebileceklerin sevgisini kazanmaya
çalışan bir uyarıcı ve reformist görevi üstlenmiştir.
Vakıa, haham
Agus'un İsa'nın sadece Israil halkının koybolan koyunlarını doğru yola çekmek
için gönderildiği konusunda yalnızca Matta İncili'nde yazılan sözlerin
bazılarını onun ' kavgacı bir ırkçı olduğu hususunda delil olarak göstermeye
çalışması, diğer İncillerde Isa'nın şakirtlerine daveti Israil halkıyla sınırlı
tutmalarını belirtmediğine göre, saçma bir çabadır. Hatta bizzat Matta lncili
dahi Agus'un Isa'nın yalnızca Israil oğullarına gönderilmiş ırkçı ve kavmiyetçi
bir peygamber olduğu şeklindeki zorlama id- diasını çürüten delillerle doludur.
Örneğin Matta "İncili'nde Allah'ın İbrahim'e taştan evlatlar
yaratabileceği, güneşi hem iyiler, hem kötüler için. doğdurduğu, yağmuru
salihler ve zalimler üzerine aynı anda yağdırdığı; doğudan ve batıdan pek çok
insanın gelip gökyüzünde İbrahim, İshak ve Yakub'la birlikte koltuklara
oturacakları; Allah'ın buyruklarını yerine getirenlerin İsa'nın kardeşi ve
ailesi olduğu manevi yakınlıktan yoksun olan maddi yakınlığın bir kıymeti
bulunmadığı belirtilmektedir.
Belki de yalnızca
Yahudiler ve Hristiyanlığı kabul eden Yahudiler için yazıldığı söylenen Matta
İncili'nin bitiş kısmı İsa'nın . mesajının cihanşümul olduğu ve kavmiyetçi
olmadığı konusunda yukarıdan beri söyleye geldiklerimizin tamamını özetlemektedir:
“Gidin ve tüm milletleri irşad edin..”22
Haham Agus,
Yahudilerin İsa'yı reddetmelerinin sebebinin onun beklenilen Mesih olduğu
konusunda halkı ikna edememesi olduğunu söylüyor. Acaba İsa'nın beklenilen
Mesih olduğu konusunda Yahudileri ikna etmesi için ortaya koyması gereken deliller
nedir?
Yeşaya kitabında
Yahudilerin beklediği -Mesih şu şekilde betimlenmektedir. “İşay'ın kütüğünden
yeni bir filiz çıkacak, kökünden bir fidan meyve verecek; öğüt ve güç ruhu,
bilgi ve Rab korkusu ruhu onun üzerinde olacak. .. Onun döneminde kurtla kuzu
bir arada yaşayacak, parsla oğlak birlikte yatacak.. ”23 Yahudiler İsa'nın
beklenilen Mesih olmadığı konusunda kendilerini ikna edemediğini şu şekilde
izah ediyorlar: Meryem'in oğlu bu peygamberlik işini beceremedi; geldi gitti,
dünyada çalkalanma bitmedi, barıştan ufukta eser yok. Kurtla birlikte olan
kuzu, parsın yanında yatan oğlak nerde?
Yahudinin her şeye
maddi açıdan bakması, saf mü'minlerin kalbinde yaşayan tatlı gerçeği görmesini
engellemektedir. Biraz önceki metinde sözü edilen durumun gerçek olduğunu
düşünelim. Bunun gerçek olduğunu var saymamız İsa'nın peygamberliğine halel
getirmez. Çünkü burada sözü edilen kurtla kuzunun, parsla oğlakın koyun koyuna
yaşaması barış ve huzuru anlatan iki mecazi ifadedir. İnanan kişiyi meleklerin
kanatları üzerinde ruha, güzel kokulara ve nimetler cennetine götüren bir
barıştan daha sevimlidir? Fakat “Tapınak üzerine yemin edenin yemini sayılmaz,
ama tapınağın altını üzerine yemin eden, yemini tutmak zorundadır.” diyen bu maddeci halk elbette İsa
aleyhisselamın kastettiği barışı anlayamaz.
Beklenen Mesih
Kurtla kuzunun,
parsla oğlakın koyun koyuna yaşamasından kastedilen şey mecazi bir barıştır.
“İnekle ayı birlikte otlayacak; yavruları bir arada yatacak; aslan sığır gibi
saman yiyecek; emzikteki bebek kobra deliği üzerinde oynayacak. Sütten
kesilmiş çocuk elini engerek kovuğuna sokacak...” Yahudiler nazarında bu barış ancak
bekledikleri Mesih geldiği zaman gerçekleşecek. “Kral Mesih'in geldiği gün Beyt
el-Makdis'in damında durup İsrail'e şöyle nida edecek: “Ey miskinler! Kurtuluş
gününüz yaklaştı. Eğer inanıyorsanız üzerinize, yalnız sizin üzerinize
doğdurluğum ışığımla sevinin.. Bugün herkes yazıldığı gibi Kral Mesih'in ve
İsrail'in ışığına gelecek: Uluslar senin ışığında yürüyecek, krallar saçtığın
ışıkta yürüyecekler ve yazıldığı gibi Kral Mesih'in ayakları altındaki toprağı
öpmek için gelecekler. Herkes gelecek ve Mesih'in ve İsrail'in önünde yüzleri
üzeri yere kapanacak ve 'onun ve İsrail'in kulları olacağız' diyecekler ve
İsrail'de her bir kişinin 2800 kölesi olacak.”26
Bu, onların
Yahudiler için tüm dünya üzerinde egemenliklerini gerçekleştirecek olan
beklenilen Mesih hakkındaki tavassurlarıdır. “Çünkü denizin zenginlikleri senin
olacak; ulusların serveti sana akacak. ”27 Onların bütün düşünceleri denizin
zenginliklerin, ulusların servetlerinin kendilerine akması ve İsrail'de her
bireyin 2800 kölesi olmasıdır.
Tartışmaya
girmeden, burada sözü edilen kehanetin Yeşaya'dan çıktığını kabul edersek, kimi
alimlere göre bazı Yahudile- rin Babil'den dönüp Zerubbabil önderliğinde tapınağı
yeniden kurmalarıyla bu kehanet gerçekleşmiş oluyor. Ama Yahudiler böyle
mütevazi bir gerçekleşmeyi kabul etmeyip, Mesih'den arzu ettikleri malum
isteklerinin tamamını gerçekleştirme misyonu bekliyorlar.
Meryem oğlu Isa,
Yahudi önderlerinin kendisini takip etmeleri için, Allah'ın hâlâ yalnızca
Yahudilerin Tanrısı olduğunu, Tevrat yazarlarının iddiasına göre Tanrı'nın
babaları Abram (İbrahim) ile yaptığı sözleşmenin geçerliliğini koruduğunu,
Yahudilerin Tanrı'nın seçkin milleti olduğunu; kahin ve ilahlara gelince , diğer ulusların yalnızca Yahudilere
hizmet etmek ve onların mutluluğunu sağlamak için yaratıldığını, bekledikleri
Mesihlerinin görevinin bu dünyanın tamamına malik olmak olduğunu; çünkü onun
kral, onlarınsa onun vezirleri, müsteşar ve yardımcıları, diğer insanların
köle oldukları ve var oluşlarının sebebinin de Yahudilere (ilahlara) dünyevi
nimetleri sağlamak olduğunu söylemek zorundaydı.
Yahudilerin
kendisini kabul edip peşinden gitmeleri için Mesih'in bu özellikleri
fazlasıyla kendisinde toplaması gerekiyordu. Öbür türlü zaten her peygamber
rezil bir iddiacıdan başka bir şey değildi.
Keşke Yahudiler bu
kadarla yetinselerdi. Aksine, eğer Tanrıları kendilerinin Tevrat'da
yazdıklarının dışında bir şey indirseydi, kesinlikle onu inkâr eder,
cezalandırır, arzu ve isteklerine sınır koymayan, gönüllerini hoş tutan başka
bir tanrı bulurlardı. Bu söylediklerimiz abartı veya ifrat değildir. Bu
sözlerimizden şüphe edenler varsa, buyursun Yahudilerin en kutsal kitabı
Talmud'a baksın. Orada Tanrı'nın tapınağı yıkmak ve Yahudileri dört bir yana
dağıtmakla büyük bir hata işlediği için gece gündüz göz yaşı döktüğünü, yaralı
aslanlar gibi inlediğini görecektir. Mesela bu tanrı şöyle diyor: “Yazıklar
olsun bana! Evimin soyulmasına, tapınağımın yıkılmasına ve oğullarımın oraya
buraya dağıtılmalarına izin verdim."29 . Bu defa İsrail oğulları şöyle
fısıldaşıyorlar: "Kendi evinde tesbih edilen krala ne mutlu!" Ama
evlatlarını kötü yolda yuvarlanıp gitmeye terkeden bu baba hangi övgüye layıktır?
Açıkçası Yahudiler
kendilerini kötü yola gitmeye bırakmış olsa da, Allah'ın üzerlerindeki hakkına
nankörlük ediyorlar. Her türlü ihlal ve kusur, kendilerine göre korkunç kötü
dünyaya yuvarlanmalarından dolayı onlara haklar kazandırmıştır. Kabul ettiklerine
göre kendilerini yaratan, onları seçen Tanrı'larına bu şekilde davrananların
lsa'yı reddedip asılmasını istemelerinde şaşılacak bir şey yok. Zaten lsa'dan
önce utanmazlıklarını yüzlerine vurmada, sapıklıklarını ortaya çıkarmada onun
kadar ileri gitmeyen başka peygamberleri de öldürmüşlerdi.
Yüksek Kurul'un
lsa'yı bu şekilde vahşice reddetmesine şaşmamak gerekir. Eğer Yüksek Kurul
lsa'nın insanlık misyonu kabul edip, onun gösterdiği doğru yolda yürümeyi,
getirdiği mesajın gereğini yerine getirmeyi ve dolayısıyla seçilmiş millet
olma iddiasından, dünya krallığından, diğer milletlere, inançlarına ve
nimetlerine tahakküm etme sevdasından vazgeçmeyi kabullenselerdi, asıl buna
şaşmak gerekirdi.
Sezar'ın hakkı
Sezar'a
Incil'de Isa'nın
devletle olan ilişkisi konusunda verilen ilk metin, Yahudilerin Romalıları ona
karşı kışkırtma çabaları dolayısıyla yer almıştır. "Daha sonra lsa'yı
söyleyeceği sözlerle tuzağa düşürmek amacıyla Ferisîler'den ve Herod
yanlılarından bazılarını O'na gönderdiler. Bunlar gelip lsa'ya,
'Üstad' dediler, ‘senin dürüst biri olduğunu, kimseyi kayırmadan, insanlar
arasında ayrım yapmadan Tanrı yolunu dürüstçe öğrettiğini biliyoruz. Sezar'a
vergi vermek Kutsal Yasa'ya uygun mu, değil mi? Verelim mi, vermeyelim mi?'
Onların ikiyüzlülüğünü bilen Isa şöy-' le dedi: 'Beni neden deniyorsunuz? Bana
bir dinar getirin bakayım.' Parayı getirdiler. lsa, 'Bu resim, bu yazı kimin?'
diye sordu. 'Sezar'ın' dediler. Isa da 'Sezar'ın hakkını Sezar'a, Tanrı'nın
hakkını Tanrı'ya verin' dedi."30
Bu metni okuyan
kişi, ilk bakışta, Yahudilerin ne yapacaklarını bilemediklerini, Sezar'a itaat
edip vergi ödemekle, temerrüt edip ödememe arasında mütereddit kaldıklarını
zanneder.
Esasen Yahudiler,
kendilerinden olmayan birine samimi kalple bağlanmış olsalar, şeriatlarının en
basit öğretilerine ters düşmüş olurlardı. Ama bu durum onların karınlarından
konuşmalarına engel değildi. Nitekim kendi kitaplarında bazı putperest
kralları ve adamlarını Tanrı'nın mesihleri olarak göstermişlerdi. Kendileri ve çıkarlarına hizmet
ettiği sürece diğer halklara bu şekilde davranmaları caizdi.
Hristiyanlığın
Filistin'de zuhuru sırasında Yahudiler arasında, Romalılara vergi ödeyip
ödememe konusunda çok ciddi tartışmalar olmuştu. Bu tartışmalar özellikle
Kannaîlerle* diğer Yahudi mezhepleri arasında yoğunlaşmıştı. Bu Kannaîler
Yahudilerin mali yükümlülüklerin altında ezilen yoksul kesimiydi. Halbuki
Yahudi eşrafı devletin atıfet ve .himayesinden faydalanıyorlardı.
Biraz önceki
alıntıda Ferisi ve Herod yanlılarının İsa’yı tuzağa düşürme konusunda işbirliği
yaptıklarını okurken, amaçlarının İsa'yı devlete âsi durumuna düşürüp
Kannaîleri Romalılara düşmanca davranışlara teşvik etmekle suçlamak olduğunu
anlıyoruz?2
Burada Yahudi
eylemindeki opportunizmi anlamak pek kolay değil. Çünkü Ferisîler Herod
yanlıların düşmanıydılar. Söylendi- ğine göre saf kan Yahudi olmadığı için kral
Herod'a bağlılık yemini etmeyi reddetmişler; daha sonra Roma imparatorundan
Judaea bölgesindeki krallığın ilga edilmesi talebinde bulunmuşlardı. Şimdi ise
lsa'ya karşı Herod yanlılarıyla işbirliği yapıyorlardı.
Ne var ki barış
peygamberi Yahudilerin kötü niyetlerini anlamış ve planlarını bozmak maksadıyla
“Sezar'ın hakkını Sezar'a, Allah'ın hakkını Allah'a verin" demiş ve bu
sözle misyonun en önemli amacının kalplerdeki bozukluğu tamir etmek, sağlam
bir imana ve tevhit fıtratına dönmesi için nefsi şehvani arzulardan temizlemek
olduğunu göstermiştir. Madem ki dirhem ve dinar bu dünyaya ait bir maldır,
onunla dünya ehli uğraşsın; Sezar kendi hakkı olan dirhem ve dinarı alsın,
Allah da hakkı olan ibadet ve itaati..
İsa aleyhinde
verilen karar
Sanhedrin, lsa'nın
bu açık öğretisini Romalıların Yahudilere düşman edilmesi ve yönetimin
kendilerine sağladığı tüm hakların askıya alınmasını teşvik olarak yorumladı.
“Bunun üzerine baş kahinler ve Ferisîler, Yüksek Kurul'u toplayıp dediler ki,
'Ne yapacağız? Bu adam birçok doğaüstü alamet gerçekleştiriyor. Böyle devam
etmesine izin verirsek, herkes ona iman edecek. Romalılar da gelip kutsal
yerimizi ve ulusumuzu ortadan kaldıracaklar.' İçlerinden biri, o yıl baş kahin
olan Kayaf'a 'Hiçbir şey bilmiyorsunuz' dedi. 'Bütün ulus yok olacağına, halk
uğruna bir tek adamın ölmesi sizin için daha uygun. Bunu anlamıyor musunuz?”'33
Böylece İsa
hakkında o dönemin en üstün Yahudi icra kurulu olan Sanhedrin yani Yüksek Kurul
tarafından ölüm fermanı çıkartıldı. Bu hükmün verilmesine zemin hazırlayan
sebepler malumdu. Bu adam bir çok mucize gösteriyor.. Eğer onu böyle bırakırsak
herkes ona iman edecek.. Peki bu imanın akibeti ne olacaktı? İnananlar, çağın
Yahudi krallığını kurmak için çalışmaktan vazgeçerek, semavi krallığa
bağlanacaklardı. Bu dünyanın geçici nimetleri, yok olup giden dünya malı, sapık
ve hilekâr bir yönetim, Tanrı'nın sunduğu ebedi hayat ve cennete’ kıyasla bir
hiçti. O güne kadar hep yüzüstü sürünen ve yükseğe çıkmaktan aciz ka- lan
Sanhedrin'in idealleriyle bu hedefler kesinlikle örtüşmüyordu. Sanhedrin'in lsa
hakkında çıkardığı ölüm karan Yüksek Kurul'un düşüncesi ve çalışma metoduna
uygundu. “O günden itibaren onu öldürmek için düzen kurmaya başladılar. ”
Sahte
dostluk
Sanhedrin'in İsa
hakkında ölüm kararı çıkarttırma çalışmalarına rağmen, onun öğretilerin Yüksek
Kurulu tüm dünyevi yetkilerden soyutlamaya ve Romalıların bunları tekellerine
almaya itme korkusu vardı. Yine de Yüksek Kurul Roma'nın Nabat asıllı valisi
Pilates'i İsa'yı asmaya teşvik ediyor; Romalılara, imparatorlarına dostluk
gösterilerinde bulunuyor ve bu dostluğun gerektirdiği tüm yükümlülükleri
layık-ı veçhile yerine getirmeye çalışıyordu.
Yahudiler İsa'yı
vali Pilates'e getirdiklerinde şöyle dediler: "Bu adamın ulusumuzu yoldan
saptırdığını gördük. Sezar'a vergi ödenmesine engel oluyor, kendisinin de Mesih
yani bir kral olduğunu söylüyor. ” Fakat Pilates'in İsa'nın asılma konusundaki ısrarları
karşısında mütereddit kaldığını görünce şöyle dediler: ".. bu adamı
salıverirsen Sezar'ın dostu değilsin! Kral olduğunu ileri süren herkes Sezar'a
karşı gelmiş olur.”
Burada Yahudilerin
valileri düşmanlarına karşı düşmanca tavır takınmaya sevkettiklerini,
arkasından istediklerini yaptıramamaları halinde tehdide başvurmaları
konusundaki klasik metodlarını görüyoruz. Nitekim bu defa da İsa'yı asmaktan
vazgeçmesi durumunda imparatora ihanet etmiş olma suçlamasını yöneltiyorlar.
Pilates'i bu şekilde tehdit eden Yahudiler aslında kendilerinin Sezar'a ve
Roma'ya hiç de sadık olmadıklarını, İsa'nın Roma İmparatorluğu'yla veya başka
bir imparatorlukla boy ölçüşebilecek bir kral olma gayretinde bulunmadığını
gayet iyi biliyorlardı. Yahudi eşrafı Pilates'in huzurunda “Bizim için
Sezar'dan başka kral yoktur! ”37 derken bal gibi yalan söylüyorlardı.
İsa’nın şakirtleri
ve devlet
Isa’nm
şakirtlerinin onun kilise-devlet münasebeti konusundaki öğretileriyle ilgili
düşüncesi, inanan kişiyi var gücüyle dünyaya tutunup, ebedi hayata hazırlanmak
için nefsi temizlemekten uzaklaştıran’Mesihi inançla sıkı bir şekilde
örtüşüyordu.
Örneğin Pavlos Roma
halkına hitaben yazdığı mektubunda şöyle diyordu: “Herkes, baştaki yönetime
bağlı olsun. Çünkü Tanrı’dan olmayan yönetim , yoktur. Var olanlar Tanrı
tarafından kurulmuştur. Bu nedenle, yönetime karşı direnen, Tanrı buyruğuna
karşı gelmiş olur. Karşı gelenler yargılanır. İyilik edenler değil, kötülük
edenler yöneticilerden korkmalıdır. Yönetimden korkmamak ister misin, öyleyse
iyi olanı yap, yönetimin övgüsünü kazanırsın. Çünkü yönetim, senin iyiliğin
için Tanrı'ya hizmet etmektedir. Ama kötü olanı yaparsan, kork! Yönetim, kılıcı
boş yere taşımıyor; kötülük yapanın üzerine Tanrı'nın gazabını salan öç alıcı
olarak Tanrı'ya hizmet ediyor. Bunun için yalnız Tanrı’nın gazabı nenedeniyle
değil, vicdan nedeniyle de yönetime bağlı olmak gerekir. Vergi ödemenizin
nedeni de budur. Çünkü yöneticiler Tanrı'nın bu amaç için gayretle çalışan
hizmetkârlarıdır. Herkese hakkını verin: Vergi hakkı olana vergi, gümrük hakkı
olana gümrük, saygı hakkı olana saygı, onur hakkı olana onur verin.”
Papa Pavlos burada
Mesihi inancın krallara ve yönetime karşı tutumunu tanımlıyor. Ona ona krallık
makamı “Allah'ın verdiği bir mertebedir”; kim yönetime direnirse Allah'ın
tertip ve iradesine karşı gelmiş olur ki, karşı gelenlerin ve asilerin cezası
ikab-ı ilahidir.
Pavlos, müridi
Timoteos'a yazdığı mektupda da şöyle diyor: “Her şeyden önce şunu öğütlerim:
Tanrı yoluna tam bir bağlılık ve ağırbaşlılık içinde sakin ve huzurlu bir yaşam
sürelim diye, krallarla bütün üst yöneticiler dahil, bütün insanlar için
dilekler, dualar, yakarışlar ve şükürler sunulsun. ”39
Pavlos'un
meslektaşı Petrus da Hristiyanların samimi bir kalple kral ve valilere itaat
etmelerini istiyor: “İnsanlar arasında yetkili kılınmış her kuruma gerek her
şeyin üstünde olan krala, ge rekse kötülük yapanların cezalandırılması, iyilik
edenlerin onurlandırılması için kral tarafından gönderilen valilere Rab adına
bağımlı olun. Çünkü Tanrı'nın isteği, iyilik yaparak akılsızların
bilgisizliğini susturmanızdır. Özgür insanlar olarak yaşayın, ancak özgürlüğü
kötülük yapmak için bahane olarak kullananlar gibi kullanmayın. Tanrı'nın kulları olarak yaşayın.
Herkese saygı gösterin. lmanlı kardeşlerinizi sevin, Tanrı'dan korkun, krala
saygı gösterin. ”
Tanrı'nın çocukları
Yaptığımız
araştırma, Yüksek Kurul'un lsa'yı kabul etmemesi konusuyla ilgili bir nokta
üzerinde durmamızı da gerektirmektedir.
Yuhanna
Incili'ne göre Yahudiler Allah'ın oğlu olduğunu söylediği için lsa'yı
recmetmek amacıyla ellerine taş aldıklarını anlatmakta, onun kendisini
savunmasını ise şu sözlerle hikaye etmektedir: “.. size Baba'dan kaynaklanan
birçok iyi işler gösterdim' dedi. ‘Bu işlerden hangisi için beni taşlıyorsunuz?'
Yahudiler şöyle yanıt verdiler: 'Seni iyi işlerden ötürü değil, küfür ettiğin
için taşlıyoruz. İnsan olduğun halde Tanrı olduğunu ileri sürüyorsun.' İsa şu
karşılığı verdi: 'Yasanızda, siz ilahlarsınız, dedim diye yazılı değil mi?”'
'
Yuhanna, İsa'nın
ağzından Yahudileri protesto ederek, onlara şöyle diyor: Sizler kendinizin
Allah'ın oğulları, hepinizin ilah olduğuna inandığınız halde, neden beni
Allah'ın oğluyum dememi yadırgıyorsunuz?
Yuhanna'nın burada
seksen ikinci Mezmur'da Tevrat yazarlannın Tanrı'nın ağzından söylettikleri
“Sizler ilahlarsınız, hepiniz Göğün oğullarısınız dedim” sözüne atıfta
bulunduğu aşikâr. Madem ki İsrail oğullarının her biri ilahtır ve madem ki
hepsi Göğün oğludur da, neden Davud'un soyundan gelen tanıdıkları İsa'ya,
kendilerinden birine bunu yakıştıramıyorlardı?
Kitab-ı Mukaddes
Ansiklopedisi bu metne işaret ederek, onun Haşmoneyler döneminde yaşayan,
onlara alay eden ve ilahlar ve Tanrı'nın oğulları oldukları iddialarını
yüzlerine vuran bir Ferisi yazarın sözü olduğunu belirtmektedir. Aynı
ansiklopedi sözlerini şöyle sürdürüyor: Eğer Haşmoneyler böyle oldukları
iddiasında bulunmamış olsalardı, böyle alaylı bir yüze vurma söz konusu
olmayacaktı.
Tevrat yazarları
Yahve ile aralarındaki mesafeyi daraltmışlar ve Tanrı'nın ağzından şu sözü
söyletmişlerdir: “İsrail, benim ilk oğlumdur.” Aynı yazarlar Natan'ın oğlu
Süleyman'ı kastederek Tanrı'nın Davud'a şu sözlerle hitap ettiği şeklindeki
kehanetine de atıfta bulunuyorlar. “Adıma bir tapınak kuracak olan odur. Ben de
onun krallığının tahtını sonsuza dek sürdüreceğim. Ben ona baba olacağım, o da
bana oğul olacak. "44
Kitab-ı Mukaddes
Ansiklopedisi verilen metnin Babil esaretinden sonra ve tapınağı yeniden inşa
eden Zerubbabil döneminde binaya bir tür kutsiyet kazandırmak amacıyla yazılmış
olabileceğini belirtmektedir.
Yeşaya kitabının
dokuzuncu babında Babil sürgünü şairlerinden birinin kral sülalesinden
kudretli tanrı olduğunu iddia edecek bir çocuğun doğacağını haber verdiğini
görüyoruz: “Çünkü bize bir çocuk doğacak, bize bir oğul verilecek. Yönetim onun
. omuzlarında olacak. Onun adı Harika Öğütçü, Güçlü Tanrı, Ebedi Baba, Esenlik
Önderi olacak. "45
Araştırmacılar, bu
kehanette Nabukadnasar'ın birinci tapınağı yıkmadan önce Babil'e sürdüğü kral
Yahoyakin'in oğlunun doğuşuna işaret edildiği kanaatindedirler. İşin tuhaf
tarafı Harika Öğütçü, Güçlü Tanrı denilecek çocuğun babası olan kralın aynı
kitapta “Tanrı'nın nezdinde kötü işler yaptı” diye anlatılması, bu na rağmen
Yahve'nin onu 'güçlü tanrı' olacak bir çocukla ödüllendirmesidir.
Kitab-ı Mukaddes
Ansiklopedisi, Yahudi krallarının Tevrat'da Tanrı'nın çocukları olarak
gösterilirken Beklenen Mesih'e Yahudilerin böyle bir sıfat yakıştırmamalarını
tuhaf karşılamakta, Hristiyanlık öncesi Yahudi edebiyatında Mesiya'ya kral
lâkabı verilmediğini belirtmektedir. Aynı ansiklopedi, Yunan ' felsefe pınarından
su içen Yahudi filozoflardan saydığı İskenderiyeli Philo'nun Allah'ın oğluyla
ilgili Mesih inancına giden yolu açtığını kaydederek, onun sözün yani Logos'un
“kamil oğul" ve “Allah'ın ilk oğlu" anlamına geldiği görüşünden
hareket ettiğini ileri sürmekte ve şöyle demektedir: “Philo hiçbir zaman
Logos'un bir insan veya uknum olduğunu belirtmemiş, ama “Allah'ın
oğlu"nun 'Allah'la kainat arasındaki rabıtayı sağlayan, semavi bir
kişilik, buna karşılık kendisine yakıştırılan tüm sıfatlardan doğan tasavvurdan
daha büyük olduğu sonucuna varmıştır ki, onun düşüncelerinin tarihi önemi de
bu noktada gizlidir.”
Kitab-ı Mukaddes
Ansiklopedisi konuyu şu sözlerle bitiriyor: “İsa, ne İsrail'in başına kral
olmak, ne de normal insanın tabiatından ayrılan kendi sıfatlarını ilan etmek
amacıyla Allah'ın oğlu lâkabını kullanmış değildir. Aksine “Allah'ın
oğulları" tabirini kullanırken, Allah'ın ahlakını taklit eden faziletli insanları
kastediyordu."
Yaratılış kitabının
ki Tevrat'ın ilk kitabıdır, altıncı babında Allah'ın oğulları ifadesi apaçık
bir şekilde zikredilirken, Ahd-i Kadim'in orasını burasını karıştırıp bu
konuyla ilgili başka metinler arayacak değiliz: “Yeryüzünde insanlar çoğalmaya
başladı, kızlar doğdu. Allah'ın oğulları, insan kızlarının güzelliğini görünce
beğendikleriyle evlendiler. Rab, 'Ruhun insanda sonsuza dek kalmayacak, çünkü
o ölümlüdür' dedi. İnsanın ömrü yüz yirmi yıl olacak. Allah'ın oğullarının
insan kızlarıyla evlenip çocuk sahibi oldukları günlerde ve daha sonra
yeryüzünde Nefiller vardı."
Başka bir deyişle
nefiller yani dev adamlar Yahudi geleneğinde Yahve'nin torunlarıdır. Tevrat
yazarları inanan insanın vicdanına Allah'ın oğulları olabileceği fikrini
kazıdıklarına göre bu ifadeyle meleklerin mi, yoksa başka bir şeyin mi
kastedildiği bizi ilgilendirmiyor. Nitekim Talmud da Yahudi rabbilerin ve
Tevrat yazarlarının görüşlerini şu şekilde açıklamaktadır: "Yahudilerin
ruhları Allah'ın bir parçası olma lutfuna mazhar olmuştur. Onlar Allah'ın
cevherinden çıkar. Tıpkı bir çocuğun babasının cevherinden çıktığı gibi. Diğer
insanların ruhları ise şeytandan türemedir..”
Yukarıdan beri
anlattıklarımıza istinaden Yahudilerin Tevrat kitaplarında yazdıklarıyla ve
daha sonra onlara yaptıkları şerhlerle, Allah'ı mülkünü ve sıfatlarını
bölüşecek, mutlak vahdaniyetini şüphe ve tartışma konusu haline getirecek bir
oğuH9 veya ortak edinmekten tenzih eden ezeli tevhit mesajının
tahrifinden doğrudan sorumlu olduklarını rahatlıkla söyleyebiliriz.