Ana içeriğe atla

  
 
Print Friendly and PDF

Yahudi Tarihi 3



XXIV

İSLAMİYET

Bu araştırmamızda, İbranilerin Samilerden bazı uygarlık verile­rini aldıklarını, bunların en başında da Filistin’in en eski sahipleri olan Sami Kenanlılardan öğrendikleri dillerinin yer aldığını belirt­miştik. 1 Buna rağmen Sami düşmanlığı veya “antisemitizm” deyi­mi yalnızca Yahudilere düşmanlık olarak yerleşti. Hatta şu veya bu sebeple Araplar Yahudilere düşmanlık sergiledikleri zaman da, kö­ken ve uygarlık itibarıyla sahralı Samiler olmalarına rağmen, Sami düşmanları veya antisemitist olarak nitelendirildiler.

, Britannica Ansiklopedisi’nin en son baskılarındaki antisemitizm maddesine göz attığımızda, bu terimin Yahudi aleyhtarı söz ve fiilleri tanımlamak için kullanıldığını, diaspora Yahudilerinin genel yaşantısının ayrılmaz bir parçası haline geldiğini görüyo­ruz.    Aynı ansiklopedide bu cemaatler arasındaki “ayrışmanın” bu nefrete yol açan unsurlardan biri olduğu belirtilerek şöyle de­niliyor: “Sen, kendinden farklı olan birine kin besliyorsun; kriz­ler sırasında genellikle bir günah keçisi arıyor, bireysel kötülük­leri genelleştirerek, bunu o kötülüğü yapan kişinin mensup oldu­ğu topluluğa maletmeye meylediyorsun.”

En yaygın anlamıyla antisemitizm sebeplerine geçmek için, bu nefretin genelleştirilmesi ve normal karşılanmasıyla ilgili bu gö­rüşü kabul edebiliriz.

Belki de sorulacak ilk soru şu olacaktır: Kim kime düşmanlık besliyor? Düşmanlık sergileyenler kim? Yahudiler mi yoksa Sami olmayanlar mı?

Yahudiler, sürekli olarak tüm dünyada kendilerini düşmanlığa düşmanlıkla karşılık veren kişiler olarak göstermeyi tercih edi­yorlar. Onlara göre antisemitistler bu düşmanlığı başlatan ve ser­gileyen taraftır; onlar Yahudilere kin ve öfkeyle doludurlar. Yahudilerse hep antisemitistlerin tenkil hareketlerine maruz kalmış mazlumlardır.

Tabii Yahudi düşmanları da Yahudilerin her nerede olurlarsa olsunlar adavet unsurlarını beraberinde götürdüklerini, antisemitizmin de Yahudinin yaptıklarına karşı bir tepki olduğunu söylü­yorlar.

Peki bu iki zıt görüşü savunan taraflardan kim doğruyu söy­lüyor?

Sözü, gerçeği dile getiren belgelere, Yahudilerin doğruluğunu tasdik etmekten başka çare bulamadıkları şahitlere bırakalım.

Seçilmiş kutsal halk

Her ne kadar günümüzde bu halkın elitleri olduğunu iddia eden kişiler, seçilmişliğin bir imtiyaz değil bir temeyyüz olduğu yorumunu getirerek, kimliğin bunun üstünde olmadığını belirti­yorlarsa da, bunu, ırkçıların kendilerini savunmaya cesaret edeme­dikleri, aksine zahiren ırkçılığın ortadan kaldırılması gerektiğini savundukları bir çağın ruhuna ters düşmemek için yapmaktadırlar.

Örneğin Herzl'in Yahudilerin seçkinliği konusunda söylediği şu söze bakalım: “Halkımız, her konuda dünyanın diğer halkla­rından daha kabiliyetlidir ve insanların bizden hoşlanmamasının gerçek sebebi de budur. ”           

Acaba gerçekten Yahudiler her konuda diğerlerinden daha mı kabiliyetlidir? Ne yazık ki pek çok kişi bu sözde bir hakikat payı görmektedir. Hatta şu veya bu sebeple kendilerini Yahudi düşma­nı olarak görenler arasında dahi diğer halkların Yahudileri sev­ meme sebeplerinden birisinin onların ticaret ve kapital konusun­da kendilerinden üstün oluşu olduğunu söyleyenler vardır.

Birey veya cemaatin müsait ortamların sağladığı imkanlarla kazandığı kabiliyetle diğer kabiliyeti birbirine karıştırmamak ge­rekir. Bazıları kabiliyetin kişinin veya cemaatin etnik mensubiye­ti sebebiye 'yaratılıştan kesbettiği ayrılmaz bir özellik olduğunu iddia ediyorlar.

Yahudilerse diğer halklara nispeten ırkî özelliklere sahip bir topluluk teşkil etmekten en uzak olan kişilerdir. Doğrudur; özel­likle yapılan son araştırmalardan sonra hiç kimse saf bir ırka mensup olduğunu iddia edemez. Ama etnik kimliği belirlemek için baş vurulan genel yöntemler hâlâ geçerliliğini korumaktadır.

Günümüzde bizzat Yahudiler arasında bazılarının etnik unsuru Yahudileri meydana getiren unsurlardan biri olarak görmekten vazgeçen, onun yerine tek coğrafya ve tek ırk unsurlarından olu­şan inanç ve kültür unsurlarını koymaya çalışan kişiler görüyoruz.

Peki bu nasıl olur? Diyorlar ki: Yahudiler, kutsal kitapları Tev­rat ve Talmud'da temel çerçevesi çizilen inançlarına uygun bir şe­kilde kendilerine özgü bir hayat yaşadıkları gettolarda ömür ge­çirdiler. O halde birbirinden uzak olsa dahi bu mahallelerde ya­şayan Yahudileri bir araya toplayan hafife alınmayacak bir birlik mevcuttu. Onlar, haftada bir gün çalışmıyor, haftada bir gün bel­li yemekleri yemiyor ve senenin belli mevsimlerinde yalnızca bel­li yemekleri yiyorlardı. Nerede olurlarsa olsunlar, bayramlarını hemen hemen aynı şekilde kutluyorlardı. Ancak mürted Yahudiler onlara uymuyorlardı. Gayr-ı Yahudi toplumların bünyesine karışan Yahudi, gettoyla aynı yolda yürümenin ve geleneklerin­den bütünüyle kopmamanın sağlayacağı kişisel çıkarını hesaplar­ken hata etmez.

Günlük hayatımızda kuyumculuk, ticaret, alım-satım ve döviz işlerinde Yahudilerin bariz bir şekilde sağladıkları başarı da bu birlik unsurları arasında ayrı bir yere sahiptir.

Peki acaba Yahudiler yaratılıştan tacir oldukları için mi bu sa­hada öne çıktılar?

Daha önce Yahudilerin ticareti kuzeyde Fenikeliler, güneyde Araplardan öğrendiklerini gördük. Birinci Kudüs Tapınağı'nın yı­ kılmasından sonra büyük bir çoğunluğu Babil ve Mısır'a intikal edince, kendilerinin uluslararası ticarette hayli mesafe katetmiş kişiler olarak diğer halklardan farklı olduklarını gördüler. Ticare­tin yoğun olduğu şehirlerdeki Yahudiler aralarındaki sıkı ilişkile­rin kendilerine bol kazanç sağlarken, birbiriyle ilişkisi bulunma­yan, şehir surlarının dışına çıkmamış, diğer şehirlerdeki tacirler­le ilişki kurmayan, meslektaşlarıyla bilgi alış verişinde bulunma­yan tacirler dağınıklık içerisindeydiler.

Yahudilerin ticaret ve döviz işlerinde başarılı olmalarında önemli bir etken daha vardır ki, o da kendilerinin diğer halklarla benzeri olmayan bir metodla teamülde bulundukları şeklindeki dini inançlarıdır. Onlar seçilmiş halktır; onların dışındaki herkes cevheri olmayan bir hayvan mesabesindedir. Nitekim Talmud'da şöyle denilir: “Allah, gayr-ı Yahudileri Yahudilerin yüzü suyu hürmetine insan suretinde yaratmıştır. Çünkü gayr-ı Yahudiler gece gündüz durup dinlenmeden Yahudilere hizmet etmek için vardırlar. Bir prensin hayvan suratlı bir hizmetkârı olamaz; aksi­ne onun hizmetkârı insan suratlı bir hayvan olmalıdır. "4

Bu sözün üzerine Talmud'da sünnetsizin kanını Yahudiye he­lal kılan sözler aramak yerine, çok uzağa gitmeden, Çıkış kitabın­da Mûsa ve İsrail oğullarına Mısır'dan çıkışları arefesinde halkı aldatarak altın ve gümüşlerini gaspetme icazeti veren sözlere    bakmak yeterlidir. Halbuki aynı İsrail savaş hukuku Kenan elin­de bu işi yapan herkese ölüm cezası kesmektedir.

Mademki sünnetsizin malı ve kanı Yahudiye helaldir, o halde İsrailli kendinden olmayan birini aldatsa, yeminini bozsa, onu fa­iz yükü altında inletip, namusunu kirletse ne lazım gelirdi?

Tüm bunlar İsrailli için helaldir ve hatta Tanrı'nın rızasını ka­zanması için yerine getirmesi gereken bir farzdır. Ancak duruma hakim değilse ve. şartlar elvermiyorsa bunu gizli yopmak zorun­dadır. Çünkü diğer insanları yalanla, hileyle, riyakârlıkla aldatır: ken Yahudi sırrını ortaya çıkarmak “Tanrı'nın kutsal adına sürül­müş bir leke sayılır”  Ama bu sır ortaya çıkmıyorsa, Tanrı'nın adına bir halel gelmiyorsa, Yahudi dinini yüceltmek, ihtişamına ihtişam katmaktır.

Bu rezillikler en eski ve köklü Yahudi gelenekleri olduğu için "oğullar onu atalarından tevarüs etmiş, göğüslerinde taşıdıkları kutsal bir şey gibi nesilden nesile aktarmışlardır."

Sünnetsizin karşısındaki insanın kendisine kurduğu tuzaklar­dan habersiz, örf ve ahlak bağlarıyla eli kolu bağlıyken, Yahu­di'nin her türlü yasak, ahlaki ve sosyal örflerin getirdiği sınırla­malardan azâde olmasına rağmen artık diğer insanlarla ilişkile­rinde başarısız olması ayıp kaçmaz mı?

. Amaç, Yahudi'ye izlenecek yolu helal kılar. Herzl da hatırala­rında "insanın amacına ulaşması için her yolu denemesi gerekir"8 demektedir. Yahudi'nin rüşvet vermesi, amacını gerçekleştirmek için yöneticileri rüşvetle kandırmasında beis yoktur. Yöneticilere faydası değecek her tür hizmetin sunulması, rüşvetin para veya kadın olması farketmez.

Kutsal saydığı şeyleri savunurken Yahudi'nin bir şeyden ka­çınması gerekmez. Daha önce Abram ve Hacer'in önce firavunla, arkasından Abimelik'le olan hikayesini, keza İshak ve karısı Rebeka'yla Abimelik arasında geçen olayı hatırlayalım.. Büyük mad­di çıkarlar sağlayan birbiriyle bağlantılı bu iki hikaye ve benzer­leri, gerçek veya uydurma olsun, Yahudi'nin maddi dünyanın efendisi olan paraya nasıl hükmedeceğini öğrendiği ebedi bir ders değil midir?

Daniel kitabında rivayet edilen hayretâmiz hurafalerden söz edelim: Babil'in bir numaralı adamı ve Kudüs fâtihi olan kral Na­bukadnasar, Yahudi ileri gelenlerinden Daniel önünde yüzüstü ye­re kapanır. Çünkü Daniel yaptığı rüya yorumlarıyla kralları ve ko­mutanları mutlu kılan bir kişidir. "Nakubadnasar onu Babil vilaye­tine vali olarak atadı ve Babil'in tüm bilgelerinin başkanı yaptı."

Nabukadnasar ve Babillilerden sonra Pers Darius tahta çıktı. Aynı Daniel'i devletin erkanı ve saltanatın sütunları olan üç vezir­den birisi olarak atadı. Daha sonra hurafelerle dolu Ester kitabın­da bir kadının cazibesi ve güzelliğini kullanarak ipleri ele geçirip, düşmanlara darbe indirmesiyle ilgili hikayeyi hatırlayacağız. Ar- kasından Tevrat yazarlarının Nehemya'yı hükümdarın sarhoşlu­ğundan faydalanarak lsrail oğullarının gördükleri zulümleri an­lattığını hatırlayalım. Makedonyalı lskender'le olan hikaye, Tanrı'nın onu kendileri üzerinde zulmü kaldırması için gönderdiği vehmine kapılmasını sağlayan ve kutsal kitaba sokulan uyduruk hikayeyi düşünelim.

Bu hikayelerin en tehlikeli yanı, onların kutsal kitaplarında yazılmış ve rivayet edilmiş olduğu inancıdır. Eğer yaptıkları şey­leri kutsallık halesiyle çevrelememiş olsalardı, iş biraz değişirdi. Fakat din adına ve onun gölgesine sığınarak işledikleri cinayetler, yaptıkları pis işler, şiddetli intikama davet eden sapık şeylerdir...

Kin ve tahkir

Sanhedrin'in kuruluşuyla birlikte Tevrat'ın lbranîceden Yunancaya çevirisi (Yetmişler tercümesi) ve İbranîce aslında olma­yan yeni bölümlerin ilavesi sırasında, çağdaş pagan elitler Yahu­di edebiyatı, gelenekleri ve inanç kavramları hakkında bilgi sahi­bi oluyorlardı.

Yetmişler tercümesine istinaden Yahudi'nin günlük hayatını gözlemleyen elitler, Yahudilerin Yahve'nin emir ve kanunlarından yalnızca kendilerine acil maddi çıkar sağlayanları uygulayıp, onun dışındakileri bir hileyle kulak ardı ettiklerini görmüşlerdi.

Kendi gettolarına çekiliyor, kendilerinden olmayanların arala­rında yaşamasına izin vermiyor, ama isterlerse kendileri başkala­rının arasında yaşıyorlardı. Örneğin İskenderiye gibi bir şehirde yalnızca Yahudilerin yaşadığı bir veya iki mahalle vardı, ama bu­nun dışında Mısırlılar ve Makedonlar arasında yaşayan Yahudiler. de mevcuttu.

Bir sünnetsizin böyle bir duruma kızması normaldi. Yahudiler kendilerini soyutluyorlardı, çünkü diğer insanları kendilerine düşman olarak görüyorlar, kendi geleneklerine göre yaşamak is­tiyorlar, ama düşmanlarından bir engelleme görmek istemiyorlar­dı. Peki o halde neden bazı Yahudiler düşmanlarının arasında ya­şayabiliyor ve Yahudi mahallesi kendi geleneklerine karşı çıkan bu insanları boykot etmiyordu?

Bir Yahudi'nin diğer halklar arasında eriyip gitmesi yasakken, kralların saraylarına giren, onlara sakilik, içki arkadaşlığı yapıp, eğlenmelerini sağlayan bu Yahudilere ne demeliydi?

Yahudiler değişik dönemlerde ve değişik münasebetlerle özel imtiyazlar elde ettiler, ama neden vatanlarında yaşadıkları başka halklara tabii haklarından dolayı kin besliyor ve özel durumların­dan dolayı elde ettikleri bu imtiyazlardan taviz vermeden aynı hakları istiyorlardı?

Yahudiler her zaman her şeyi istiyor, hiçbir şeyden de vaz geç­miyorlardı. Örneğin Roma İmparatorluğu sınırları dahilinde ma­halli işlerin idare edildiği meclislere katılmak için yaşadıkları şe­hirlerde vatandaşlık hakkı elde etmeye çalışıyorlardı. Kendilerine özel mahallelerinde kendi işlerinin çekip çevrilmesi konusunda bağımsızdılar, ama bu haklarından vazgeçmeden şehir idare mec­lisinde de bulunmak istiyorlar, elde ettikleri imtiyazlara ilaveten ülkenin yerli halkının haklarından da faydalanmayı arzuluyorlardı. Kendilerine “Tamam, kendinizi yabancı olarak görmekten vaz geçin, hiçbir çekince koymaksızın vatandaşlar arasına katılın; bü­tün haklardan faydalanın ve tüm yükümlülükleri yerine getirin" denildiğinde cevapları şu oluyordu: “Tüm haklara evet, ama tüm ^kümlülüklere hayır!"

---  ----  •

İşin en tuhaf yanı da, dini gelenekler açısından kendilerini düşman toprağında ikamet eden kişiler olarak gördükleri halde, Roma İmparatorluğu sınırları dahilinde vatandaş haklarını talep etmeleriydi. Onların nazarında İsrail toprakları dışındaki her yer “necis"tir, düşman toprağıdır; İsrail halkının dışındaki her halk onların düşmanıdır. “Ama sen, kulum Yakub! Korkma, çünkü ben senin yanındayım. Seni aralarına sürdüğüm ulusların hepsi­ni, tümüyle yok edeceğim. Ama seni asla yok etmeyeceğim.. "

Diğer halkları, özellikle de avam tabakasını, Yahudi'ye kar­şı kin bağlatan hususlardan biri de, her yerde Yahudi'yi devlet adına vergi tahsildarı olarak görmesidir. Kral naipleri ve eyyam­cılar, malları güvence altında olsun diye saldıkları tüm vergilerin zengin kişi veya cemaatler tarafından toplanmasını özellikle isti­yorlardı. Çünkü vergi mültezimi devletin saldığı vergiyi topla­ makta başarısız olması halinde eksik kısmı kendi kasasından kar­şılayabilirdi. Tabii olarak mültezim hükümete taahhüt ettiği ver­giden daha fazlasını toplayabilmek için yine devletin himaye­sinde,her türlü zulmü sergileyebiliyordu. Yahudi vergi tahsil­darlarının yığdıkları muazzam servetler, sahip oldukları geniş yetkiler hakkında hayali hikayeler insanlar arasında kuşaktan ku­şağa aktarılmıştır. Halkı Yahudilere karşı kin beslemeye sevkeden hususlardan biri de, Yahudi mültezimlerin vergi toplama konu: sunda kendi halkına karşı müsamahakâr, diğerlerine karşı ise; gaddar olmasıdır.

Tarihçi G. Downey,  imparator Neron zamanında Roma ver­gi politikasının belirlenmesinde Yahudilerin etkisine işaret ede­rek, köylünün maruz kaldığı zulmün sorumluluğunu onlara yük­lemektedir. Çünkü bu politika tarıma zarar vermiş ve onu zarara uğratan bir uğraşı durumuna getirmiştir ki, sonuçta köylülerin bir çoğu toprağını terkederek karnını doyurmak için hırsızlık ve eşkıyalığa soyunmuştur.

Unutmamak gerekir ki, diaspora Yahudilerinin çok büyük bir kesimi toprak ve ziraatla uğraşmış, bu yüzden Yahudiler tarım alanlarında uygulanan vergi politikasından diğerleri kadar etki­lenmemişlerdir.

Diğer halkların Yahudileri sevmemesi bir su-i zandan veya yanlış anlamadan kaynaklanmış değildir. Aksine halkların Yahu­dileri sevmemeye başlaması, onların geleneksel liderlerinden ve uydurma kitaplarından tüm halklardan nefret etmeyi, onlara düş­man muamelesi yapmayı öğrendikleri kanaatine kesin olarak var­malarından sonradır. Yahudiler iktidarı ele geçirdiklerinde zul­metmiş ve cebberrut davranmış, ama ayaklan kaydığında yeraltı­na çekilip faaliyetlerini karanlıkta sürdürmüşlerdir.

Halkların Yahudileri sevmemesinin bir diğer sebebi de tahkir düşüncesidir. Çünkü Yahudi yaşantısına baktıklarında ondan nefret etmekten ziyade tarihin çarpıtılıp kitaplarına sokulma­sından, düşmanlarına karşı mücadelede her tür asalet duygusun­dan uzaklaşmaya kadar onu tahkire davet eden hususlar bulu­yorlardı. Yahudi, amacına ulaşmak için büyüye başvurmaktan da çekinmemiştir. Bilindiği gibi büyü Îbranîlerin ve daha önceki halkların bildikleri bir sanattır. Tevrat, Yahudileri bu işten menet­miş, tahtı Davud'a bırakan Şaul da bu işle uğraşanları ülkeden kovmuştu.11 Yahudi avam tabakası baş kahinin giydiği ayin elbi­sesinin sihirli bir güce sahip olduğuna inanıyordu    ve dolayısıy­la Romalıların bu merasim elbisesini müsadere etmeleri Yahudi mukaddesatına aleni bir düşmanlık olarak nitelendirilmişti.

Yahudi polemikleri

Antisemitizm konusunda yukarıdakilere ilave olarak diyebili­riz ki, Yahudileri aşağılamayı, onlardan nefret etmeyi başlatanlar Yunanlılar ve diğer halklar değildir. Araştırmacılar, Yunanlıların M.Ö. 111. Yüzyılın son dönemlerine kadar Yahudilere sempati beslediklerini, hatta bazı hallerde hüsn-ü nazarla baktıklarını, ama İskender'in ve Mısır ve Suriye'deki ilk ardıllarının ölümünü müteakip bu balayının sona erdiğini, iki taraf arasında sürtüşme­lerin başladığını belirtmektedirler.

Yunan elitleri, Roma'nın yıldızının parlamasından sonra Yahu­dilerin kendilerine besledikleri dostâne duyguların sahte olduğu­nu, çok geçmeden Yahudilerin kalbindeki Yunan sevgisinin yeri­ni Romalı sevgisine bıraktığını görmüş, böylece onlara kötü göz­le bakmaya başlamışlardı. Gerçekten de Yunan şehirlerinde yaşa­yan Yahudiler, Akdeniz'in doğu havzasında Yunan yıldızının sön­meye, yerine Roma yıldızının parlamaya başladığını hissettikleri an, "hemen yönlerini değiştirip, Romalıların hizmetine girmekte, onların askeri seferlerine iştirak etmekte tereddüt göstermemiş­lerdi. Judaea'da Haşmoneylerin Selevkuslara karşı Roma'dan yar­dım istediklerini, Roma'nın da Yahudileri manevi himayesi altına almaya sıcak baktığını hatırlayalım.

Yukarıda belirtilen diğer nefret ve aşağılama unsurları iyice be­lirginleşince, Yunanlı aydınlar kalemlerini Yahudilerin kötü yön­lerini ortaya koymak, onların nüfuz ve para kazanmak için aşağı­lık yollara başvurduklarını göstermek için oynatmaya başlamış, onların kendi mahallelerine gömülüp kalmalarıyla, orada tuhaf dini gelenek, âdet ve törenlerini uygulamalarıyla alay etmişlerdi.

Hellenik Roma dünyasının tanıdığı en meşhur edebiyatçıların bazıları Yahudilere düşmanca tavır sergileme hareketine katılmış­lardır. Müthiş hatip Apollonius, dilci ve aynı zamanda İskenderi­yeli retorik düşünce ekolünün önderi Apion, meşhur Romalı si­yasetçi Çiçero, hayatını aşağılıklarla mücadeleye adamış Seneca.. bunlar arasındadır.

Antisemitistlerin Yahudilere karşı yönelttikleri suçlamaların hepsinin doğru ve haklı olduğunu söyleyemeyiz. Unutmamak ge­rekir ki, bu antisemitistler putperesttiler ve Yahudileri suçlamala­rının en önemli sebebi _de onların o sıralar devlete ve vatana sa­dakatin yegane sembolü olarak görülen ' imparatora tapmayı red­detmeleriydi. Ama imparatora tapmayı reddetmeleriyle, onun kendilerine karşı âtıfet göstermesini ve hoşnutluğunu kazanmak için yalakalık yapmalarını da te'lif edemeyiz.

Yahudi tarihçi Josephus, Yahudi düşmanlarının ithamlarını çelişkili olarak nitelemekte ve dolayısıyla onların batıl ithamlar olduğu sonucuna ulaşmaktadır. Örneğin Apollonius'a yazdığı reddiyede bu çelişkiye işaretle şöyle demektedir: “Apolonius bizi bir yerde kafir ve insanlık düşmanı olmakla suçluyor, başka bir yerde korkak olarak gösteriyor, ama üçüncü bir yerde hiçbir şeyi takmayan çılgınlık derecesinde tehevvür sergilemekle suçlayarak kendi kendini nakzetmektedir."  

Britannica Ansiklopedisi ise Josephus'un ithamlara karşı ver­diği cevaba şu sözlerle yorum getiriyor: “Bu suçlamalardaki çeliş­ki, her dönemde antisemitist edebiyatın sabit alametidir.”

Ama Yahudi tarihini incelediğimiz zaman asıl çelişkinin onla­rın yaşantılarında olduğunu ve antisemitist dedikleri kişilerin sözlerinin temelsiz bir suçlama olmadığını görürüz.

Gerçi Yahudiler imparatora hiçbir zaman gerçek anlamda iba­det etmediler, ama amaçlarıyla ilgili olduğunda ona bağlılıklarını ispat için herhangi bir bedel ödemekte tereddüt etmiyorlardı. Bu yüzden Apollonius onları aynı anda hem korkaklık, hem de te­ hevvürle suçlar ki, bana göre,haklıydı. Yahudilerin tabiatında­ki bu çelişkiye işaret eden tarihi şahitler çoktur.

Belki de bunu doğrulamak için tarihin sayfalarını didikleme­mize ihtiyaç yoktur. Bu çelişki konusunda bir örnek sunmamız yeterlidir. Korkaklıkları konusunda vereceğimiz örnek Davud'un lsrail oğulları için şekillendirdiği ilk siyasi örgütlenmenin Gatalı Attay'ın yönetimindeki altı yüz Filistinliden oluşan çetenin yardı­mıyla oluştuğudur. Tehevvürlerine gelince, düşmanlarından zayıf olduklarını unutarak onlara vahşice davranmaları çılgınlık nokta­sına varan bir tehevvürün açık belgisidir. Romalılara karşı tapına­ğın ikinci kez yıkılmasına yol açan baş kaldın olaylarında korkak­lık ve tehevvür gibi iki zıt özelliğin bariz örneklerini buluruz.

Uzağa gitmeye gerek yok. Modern İsrail, Yahudi yaşantısında­ki çelişki yumağının en yakın ve en doğru şahididir. Çünkü dört bir yanı Arap ülkeleriyle çevrilmiş Filistin toprağında bir Yahudi devletinin kurulması, özü itibariyle bir çılgın tehevvürüdür. Arap halklarının bugün içinde bulundukları zaaf ve geri kalmışlık du­rumu ne olursa olsun, Sanhedrin'in çevresi kuşatılmış bu gettoda lsrail denilen bir devleti kurdurmakla tüm Yahudilere karşı en çirkin komployu kurma 'suçunu işlediğini tarih ispat edecektir.

Sanhedrin büyük güçlerin ne kadar yardımını alırsa alsın, ne kadar paralı asker kullanırsa kullansın, bu durum asla eşyanın ta­biatını değiştirmeyecek, seyyar tacir asla kahraman bir savaşçıya dönüşmeyecektir. Kutsal kitaplarının ruhuna çirkinlik, hilekârlık ve zifiri karanlıkta dolap çevirme damgasını vurduğu bir halk, korkaklık ve tehevvür arasında bocalayıp kalmaktan kurtulamaz. Bir aykırılıklar kümesi..

Sanhedrin'in İsa'ya karşı tutumu da Yahudi'nin korkaklıkla te­hevvür çelişkisinin bariz bir şahididir. İsa'yı takibata uğratmak, ona düşmanlık peyda ettirmek, Sanhedrin'in ruhundaki açık kor­kaklığa delalet etmektedir. Romalı validen onu tıpkı aşağılık in­sanlar ve hırsızlar gibi asarak öldürmesini istemeleri ise, tehev­vürlerinin ve işin akibetini görebilecek basirete sahip olmadıkla­rının açık bir delilidir. İsa peygamberin Sanhedrin üyelerini içi pislikle dolu, dışı badanalı mezarlar olarak tanımlamaya iten ben­zetmesi oldukça beliğ bir teşbihtir. Hatta Matta İncili'nin 23. ba- hının 13-36 ibareleri, elbette ki iki rezillik arasındaki keskin sı­nırda duran Yahudi'nin çelişkisininin bir delilidir. “Ey kör kıla­vuzlar! Küçük sineği süzer ayırır, ama deveyi yutarsınız!”

Kaydetmek gerekir ki, nasıl faziletler bir kavme vakfedilmemişse, rezillikler de başka bir kavmin sırtına yamanmış değildir. İster köklü, ister geçici olsun, iyi veya kötü sıfatlar, her kavimde şartla­ra bağlı olarak artar veya eksilir. Bu sıfatlar arasında herhangi bir .birey veya cemaatın ırkî özelliğinden kaynaklananı yoktur. Asil iç­güdüler adaptasyon ve eğitime bağlı olduğuna göre, ilk ağızda ka­zanılan özellikler çevre faktörleri ve hümanist kültür verilerinden ciddi ölçüde etkilenir. Ne uyuyan sürekli uyur, ne uyanık kişi sü­rekli uyanık kalır. Ne hastalık daimidir, ne de sıhhat. Ancak, haya­tın şartlan ve tabiatın dengesi değişince, bazen korkaklar öne atı­labilir, çılgınlar kendilerini dengeleyebilirler (. ..)

Yahudiler ve uygarlık

Eski Hellen aydınlarından Yahudi düşmanı olanlar, onları, millet olarak insanlık medeniyetine kayda değer bir şey sunma­mak, uluslararası çapta mümtaz şahsiyetler yetiştirememekle it­ham ettiler. Yahudiler hakkında bu görüşü savunanların en ba­şında eski coğrafyacı Strabon gelmektedir.  

Yahudi aydınlarının kendilerine dokunan bu suçlamalara bir cevap vermeleri gerekirdi. Tarihçiler bu tür Yahudi edebiyatına “polemik edebiyatı" adım verdiler.

Yahudilerin hasımlarına cevap vermede kullandıkları üslup birbirinden farklı oldu. Örneğin İskenderiyeli Yahudi filozof Philo, kendi halkını kayırmacılık ve hamiyet duygularıyla savundu, ama aynı zamanda hikmet ve vakarı da ihmal etmedi. Halbuki ta­rihçi Josephus'da yalanlan gerçeklerle karıştırma eğilimi vardır. Bir grup Yahudi aydını ise aleni çarpıtma ve hurafalere sığınmayı prensip edindi ki, bunların en önemlileri Artabanus, Aristobolus ve Aristeas'dır. Bu müzevvirler ve benzerlerine göre Ibranîlerin büyük atası olan İbrahim, astronominin kurucusu, Yakub oğlu Yusuf geomet­rinin babası ve tarımın mucididir. Mûsa ise Mısır'ı eyaletlere böl­müş, Mısırlılar için hayvanlara tapınma ritüellerini belirlemiştir. Yine onlara göre Yanun filizoflarından Sokrat, Eflatun ve Pisagor, felsefelerinin örneğini var olduğu iddia edilen Mûsa Tevrat'ından almışlardı ve Tevrat'ı avuçlarının içi gibi biliyorlardı.

Polemik edebiyatına sarılan Yahudiler, iddialarını teyit için ma­zideki atalarını ve onların insanlığa sundukları faziletli işleri öven kasideler yazmış, sonra bunları tarihte yaşadığı iddia edilen ama çoğu hayali kişilerden oluşan Yunan şairlerine atfetmişlerdir. Aynı Yahudiler fal ve büyüyle ilgili kitaplar yazarak, bunları eski putpe­rest falcılara atfetmiş, bu falcıların Allah'ın tüm insanları doğru yo­la sevketmesi için Yahu halkını seçtiğini haber verdiklerini ileri sürmüşlerdir. "Mesih, putlara tapmayı terkeder ve diri olan Allah'a hizmet ederlerse, tüm halkları kurtarmak için gelecektir.”16

Polemik edebiyatına sarılan sahtekâr Yahudiler, insanları yan­lış yönlendirmek amacıyla kimliklerini gizlemeyi tercih etmişler­dir. Örneğin Aristeas, kendisinin aslen Yunanlı olduğunu, Yahudiler ve Mûsevilik hakkında yalnızca bir dost olarak kalem oynat­tığını ileri sürmüş, ama daha sonra araştırmacılar onun muahhar Ptolemeler zamanında yaşayan İskenderiyeli bir Yahudi olduğu­nu ortaya çıkarmışlardır.

Yine araştırmacılar polemik edebiyatı yapan Yahudilerin tama­mının Hellenleşmiş diaspora Yahudileri olduğunu, yazdıkları şeylerde Hellen kültüründen ciddi şekilde etkilendiklerini, Mûseviliği ve eski önderlerini savunmaya çalışırken doğrudan Hellen kültürünü övdüklerini tespit etmişlerdir. Örneğin Yunan filo­' zoflarının hikmeti Mûsa'nın Tevrat'ından öğrendikleri iddiası as­lında Yunan filozoflarının üstünlüğünü zımnen itiraftır. Ama po­lemik edebiyatına soyunanlar, gerçekleri çarpıtarak bu üstünlüğü Tevrat'a maletmeye çalışmışlardır. Keza İbranilerin atalarının ka­dim uygarlıkların, astronomi, tarım ve şehircilik vs. nin mucit ve kurucuları oldukları iddiası da, Yahudi aydınlarının yabancı uy­garlıkların temel unsurlarına duyduğu saygının bariz bir göster- gesidir. Çünkü bu temel unsurların intihalinde, haksız yere eski kültürlerine bağlamakta tereddüt etmemişlerdir.

Bu polemik edebiyatı da müdafisiz değildi ve sahtekârlar, ger­çekleri çarpıtanlar suçlayacak birilerini bulmuşlardır. Deniliyor ki,' inançları lehine delil getirmek amacıyla çarpıtma ve tezvire başvu­ran dindar Yahudiler, kesinlikle tezvirin ve çarpıtmanın ne olduğu­nu bilmeden iyi niyet ve hakiki imanla bunu yapmışlardır. Hatta" polemik edebiyatını masum gösterenler daha da ileri giderek, sah­tekârların hile ve yalancılıkla suçlanmasını reddetmiş ve şöyle de­mişlerdir: Sahtekârlar, yaptıkları işten Allah'ın hoşnut olduğuna inanmalarının dışında bir tezvirde bulunmamışlardır, çünkü puta tapmak ve gerçekleri çarpıtmak gibi iki kötü işten birini tercih et­mek zorundaydılar. Laf aramızda, bir kaside yazarak onu geçmişte yaşamış kişilere atfetmek gibi bir çarpıtma, putlara tapmakla kıyas­lanınca ehven-i şerdir. Devasız bir hastayı az zararlı bir bakteri iğ­nesiyle şifaya kavuşturmak da iyi bir iş değil midir?

Polemik edebiyatının olumsuz etkileri

Polemik edebiyatıyla uğraşan Hellenleşmiş Yahudilerin, Mu­sevilik adına bir tebşir görevi yerine getirme gibi dertleri yoktu, aksine onlar, bazen haklı bazen haksız olarak yönetilen suçlama­lar karşısında kendilerini savunuyorlardı.

Sünnetsizlerin tepkilerinin Yahudilere kin kusmaktan, inti­kamda ifrata, ortaya attıkları görüşlerin, savunmaların doğrulu­ğuna inandırmaya ve taraftar toplamaya kadar bir çok sahada ol­ması zaten beklenirdi. Yahudilere âtıfet besleyen sünnetsizlerden işi sonuna kadar götürüp ahir akibette tam anlamıyla Museviliğe geçen, şeriatta belirtilen tüm öğreti ve yükümlülükleri yerine ge­tirenlere, onları İsrail oğullarından ayırt etmek için “mühtedi” adı verildi. Yine sünnetsizler arasında Yahudilere âtıfet beslemek­le birlikte şeriat kurallarını ağır bulan, Yahudi ritüellerini, yasak­larını ve zorunlu uzleti hiçe sayan ve bazı mali yükümlülükleri yerine getirmekten kaçınanlara ise “Allah'tan korkanlar" veya “Tanrı'ya tapanlar" denildi.

Hellenleşmiş Yahudilerden bazılarının, Musevi olmak isteyen sünnetsizlere kolaylık olsun diye sünnet olmak ve cumartesi gü­nü çalışmamak gibi kimi şeriat emirlerinin kaldırılmasını istedik­leri, Yüksek Kurul’un bu talebe onay vermeyi reddetmesine rağ­men, yine de Yahudilere atıfet besleyenlerin hoş karşılanması, onlara hüsn-ü ikbal gösterilmesi ve “Allah’tan korkanlar" veya “Tanrı’ya tapanlar” adının verilmesini olumlu karşıladığını kay­detmek gerekir.

Belki 'de Yüksek Kurul’un bu sahada gösterdiği kolaylık, Yahu­di sempatizanların kendi çıkarlarına hizmet etmesini teşvik et­mek, nüfuzunu artırmak ve düşmanlarına darbe indirmek amacı­na matuftu.                                 '

Bu eski Yahudi metodunu günümüzde uluslararası siyonizmin çalışma şeklinde de görüyoruz. Yahudi olmayan bazı bireyler ve gruplar tüm enerjilerini siyonizmin amaçlarının gerçekleşmesine teksif etmektedirler. Yeri geldiğinde bu konuya tekrar dönülecektir.

Erken Hristiyanlık çağında diaspora Yahudilerin bir arada ya­şadıkları toplulukların ileri gelen kesimi arasından taraftarlar bulmak için çaba sarfettiklerini biliyoruz. Elçilerin İşleri kitabı­nın yazarı Yahudilerin Antakya’daki dostları Tanrı’ya tapanları İsa’nın şakirtlerine ve ondan sonra Hristiyanlığı yaymaya çalışan­lara baskı yaptırmak için nasıl kullandıklarına işaret etmektedir: “Ne var ki Yahudiler, Tanrı’ya tapan saygın kadınlarla kentin ile­ri gelen erkeklerini kışkırttılar. Pavlos’la Barnabas’a karşı bir bas­kı hareketi başlatıp onları bölge sınırlarının dışına attılar. ”

Demek ki Yahudiler aristokrat tabakaya mensup Tanrı’ya ta­panları ve mühtedileri, amaçlarını gerçekleştirmek için nüfuzla­rından faydalanmak maksadıyla seçiyorlardı.

XXV

NERON VE POPPAEA

Bahsettiğimiz çağda Yahudilere yardım eli uzatan sünnetsizlerle ilgili önemli bir hikayeye sahibiz. Belki de bu hikaye, hun­riz Neron'un Roma'yı yaktıkları suçlamasıyla erken Hristiyanlara yaptığı takibatın sebeplerine biraz daha aydınlık kazandırmamı­za yarayacaktır.

Neron, Miladi 37 yılında Domitius'un oğlu olarak dünyaya geldi. Annesi, imparator Claudius'un kızkardeşinin kızı ve aynı zamanda imparatorun dördüncü karısı olan Agrippina idi. Agrippina, devlet idaresinde ipleri ele geçirmek istiyor; kocası ve aynı zamanda dayısı olan Claudius'un ölümünden sonra tahta oğlu Neron'u çıkarmayı amaçlıyordu. Neron'u Claudius'un üçüncü karısı Messalina'dan olan kızı Octavia ile evlendirdi. Claudius, Miladı 54 yılında zehirlenerek öldürüldü. Belki de Agrippina ik­tidara giden yolu kısaltmak istemiştir. Çünkü Claudius'u öldüren zehiri onun hazırladığı söylenir. Böylece Neron henüz 17 yaşın­dayken tahta çıktı.  

Neron, aşırı tedirgin ve çelişkili bir kişiydi. Sanata düşkünlü­ğü sebebiyle Hellenizme aşırı bir sevgisi vardı. Roma'nın mutlu­luk kaynağı olan vahşi oyunları sevmediğini gizlemedi ve hatta gladyatörlerin yırtıcı hayvanlarla boğuşma oyununu kaldırdı. Bu­raya kadar Neron'u temiz ruhlu, şefkatli bir insan olarak görüyo­ ruz. Fakat sonradan ne olduysa, birden yırtıcı bir vahşiye dönüş­tü. Artık insanlıkla bağdaşmayan en çirkin suçları işlemekten çe­kinmiyordu.

Annesinin her işe burnunu sokmasından sıkılıyor ve bir kuk­la değil, imparator olduğunu ispat etmek istiyordu .. lşte tam o günlerde ruhunu, kalbini ve aklını pençeleri arasına alan Poppaea'yla karşılaştı.

Poppaea, son derece şuh ve fettan bir kadındı. Fevkalâde gü­zelliğinin yanı sıra hayli akıllıydı da. Ama kayıtsızdı. Yüksek ide­alleri vardı, sıradan bir hayatı bırakmış, kendini kafasındaki ama­ca hazırlamaya başlamıştı.

Miladi 58 yılında Neron'la karşılaştığında devlet ricalinden bi­riyle evliydi, fakat ona bir oğul verdikten sonra tekmeyi basmış ve Neron'un çok samimi arkadaşı Otto  ile evlenmişti. Neron böylece bu fettan kadım tanımak için yeterli fırsatı yakalamış, aradığı yitik malını onun cazibesinde bulmuş, onun baştan çıkar­tıcı çekiciliğiyle çarpılmış, adeta kara sevdaya tutulmuştu.

Poppaea'yla ilk karşılaşmasını takip eden yıllar zarfında Ne­ron'un hayatındaki en önemli olay bu aşktı. Poppaea'yla başbaşa kalabilmek için ilk önce onun kocası ve aynı zamanda kendisinin samimi arkadaşı olan Otto'yu imparatorluğun bir eyaletine vali olarak atadı. Fakat Poppaea Neron'un sıradan bir odalığı değil, gözdesi ve imparatoriçesi olmak istiyordu. Bir yandan Neron'la annesi, diğer yandan Neron'la karısı arasındaki çekişmeyi farkettikten sonra, taraflar arasındaki bu çatlakta kendi yolunu geniş­letmeye girişti. İşin sonu korkunç şekilde kanlı bitecek ve perde oğlunun kılıcıyla can veren annenin ölümüyle kapanacaktı. Neron, anasını öldürmeden önce olaya takdir-i ilahinin bir tecellisi süsü vermeyi planlamış, adamlarına annesinin tek başına gezin­tiye ' çıktığı tekneyi batırmalarını emretmiş, ne var ki tekne batı­rılmasına rağmen Agrippina yüzerek sahile ulaşmayı ve kurtul­mayı başarmıştı. Ama Neron eli kolu bağlı oturmayı kabul etme­di ve bir hileyle annesini öldürerek, imparator oğlunu öldürme­ye teşebbüs ettikten sonra vicdan azabına dayanamayıp intihar ettiğini duyurdu.

Neron, karısı imparatoriçe Oktavia'dan da zina suçuyla itham edip, öldürtmek suretiyle kurtuldu. Artık Poppaea'nın önünde engel kalmamıştı. Nihayet Miladi 62 yılında imparator onunla evlendi ve böylece bu fettan kadın emeline ulaşmış oldu.

Rivayete göre bir defasında Neron'la Poppaea arasında şiddet­li bir tartışma çıkmış ve Neron hayvani bir öfkeye kapılarak attı­ğı ağır bir tekmeyle karısının işini bitirmiş. N eron sonra çok üzülmüş ve işlediği cinayetin bedelini ödemek istermiş gibi onu doğu kraliçelerine has bir şekilde mumyalatıp, Roma tanrıları arasına koydurmuş.

Neron bu olaydan sonra fazla yaşamadı ve 9 Haziran 68'de • terk-i dünya eyledi.

Peki sonrası? Yahudiler ve erken Hristiyanlardan gelen “mühtediler" ve Tanrı'ya tapanlar bu hikayenin neresindeydiler? Bu dramatik hikayenin bizim konumuzla ve yaptığımız tahlille alâ­kası ne?                                                                     ’

Poppaea, doğu dinlerini tamahkâr kişiliğini oluşturmaya layık bir unsur olarak görüyordu ve diğer dinler Roma'da yasak oldu­ğu için gözüne ilişen tek din Müsevilikti.

Josephus’un büyükelçiliği

Bu Yahudi tarihçi, Kudüs'deki Sanhedrin'in kararıyla Roma' imparatorunu tutuklu bulunan birkaç Yahudi kahinini serbest bı­rakmaya ikna etmek amacıyla başkente gelmişti. Bu kahinler Caesaria'da vali Phelix tarafından tutuklanmış, kimine göre ağır, ki­mine göre önemsiz bir suç işledikleri için yargılanmak üzere ko­rumalarla birlikte Roma'ya gönderilmişti.3

Elimizdeki pek çok kaynaktan hiçbirinde, söz konusu kahin­ler tarafından işlenen ve Roma'ya gönderilmelerine sebep olan bu hafif veya ağır suçun ne olduğu konusunda bilgi bulamadık. Ke­za Sanhedrin'in bizzat ilgilenip, kurtarılmaları içinjosephus'u el­çi olarak gönderdikleri bu kahinlerin önemini de anlayamadık. Josephus'un Roma'ya geliş tarihi konusunda da tarihçiler ara­sında bir söz birliği yok. Kimine göre Filistin'de Miladi 66 yılın­da başlayan Yahudi isyanından önce, kimine göre de 64 yılında Roma'ya gelmiştir.  Britannica Ansiklopedisijosephus'un ziyaret tarihi olarak 64 yılını gösterirken, Yahudi Ansiklopedisi yalnızca Josephus'un Roma'yı ziyaret ettiğinde 26 yaşında olduğuna işaret etmekle yetinmiş.

Yahudi Ansiklopedisi Josephus'un 37138 yılında dünyaya gel­diğini belirttiğine göre bu ziyaretin 63 veya 64 yılında gerçekleş­tiği sonucuna varabiliriz.  Bu durumda rahatlıkla onun 64 yılın­dan önceki bir tarihte bu ülkeyi ziyaret ettiğini söyleyebiliriz.

' Josephus, imparatorluk sarayında bir Yahudiyle karşılaşır.  Bu şahıs onu imparatoriçe Poppaea'ya takdim eder. Yahudi elçinin talebini kabul eden Poppaea, kahinlerin affı konusunda impara­tor nezdinde ricada bulunur. Böylece tutuklular serbest bırakılır vejosephus arkadaşlarıyla birlikte ve değerli hediyelerle Kudüs'e döner. Geri dönüş, tapınağın ikinci kez yıkılmasıyla son bulan is­yan ateşinin yakılmasından önce ve 66 yılında gerçekleşmiştir.

Poppaea ve Yahudiler

Poppaea'nın Yahudiler için yaptıkları yalnızca bu hikayede oy­nadığı rolle sınırlı değildir. Aksine o, Neron'un sarayında Yahudi­lerin sağlam dayanaklarıydı. Yahudi Ansiklopedisi onun Yahudi­ler lehine yaptıklarından övgüyle söz ederek şöyle diyor:

“Festos'un Filistin valiliği yaptığı dönemde (Miladi 60-62) Ku­düs tapınağında görevli kahinlerle iğrenç kral 11. Agrippas arasın­da bir tartışma çıktı. Tartışmanın sebebi Agrippas'ın ikametgahın­ da tapınağa nazır bir bar yaptırmış olmasıydı. Kahinler barın tapı­nağın iç kısmına nazır olmasını binanın kutsiyetinin çiğnenmesi olarak değerlendirdiler ve Agrippas'ın barına takılanların nazarla­düşmesin diye araya bir duvar çektirdiler. Agrippas Roma vali­si Festos'a müracaat ederek kahinleri duvarı yıkmaya zorlamasını istedi. Kahinler valinin talebini reddettiler ve mesele Neron'a arzedildi. Poppaea'nın devreye girmesi ve kahinlerin yanında yer al­ması sebebiyle Neron duvarın yıkılmasına izin vermedi."

Aralarında Taberiye'nin de bulunduğu dört şehri kasabalarıy­la birlikte krallığına kattığı için Neron Il. Agrippas'a ziyadesiyle sempati besliyordu. Buna rağmen Poppaea'nın kahinlerin yanın­da yer alması, Neron'un hem kral Agrippas, hem de imparatorun Filistin'deki vekili olan vali Festos'un arzusunun hilafına karar alması için yeterli olmuştu.

Poppaea'nın Yahudilerin ve özellikle kahinlerin yanında yer almasını sağlayan bu hamasetin sırrı nedir? Yahudiydi desek, do­ğuştan Yahudi olmadığı kesin. Acaba bir “mühtedi" veya Allah'a inanan Yahudilerden miydi yahut Yahudilere arka çıkması kendi­ni beğenmişliğinden mi kaynaklanıyordu?

Tarihçiler Poppaea için şöyle diyorlar: “Poppaea, doğu dinle­rini tamahkâr kişiliğini oluşturmaya layık bir unsur olarak görü­yordu ve diğer dinler Roma'da yasak olduğu için gözüne ilişen tek din Musevilikti.

Josephus imparatoriçe Poppaea'dan bahsederken onu “mühtediler" (proselytes) listesine dahil etme cesaretini gösteremiş ve yal­nızca “Yüce Tanrı'ya inanan bir kadındı" demekle yetinmiştir."

Yahudi Ansiklopedisi, Poppaea'nın Roma'nın yüksek aileleri­ne mensup kadınlara yaraşır bir davranış sergilediğini ve Musevi­liğe meylettiğini belirterek, ölünce Yahudi âdetlerine göre defne­dilmesini vasiyet ettiğini, ama Neron'un bunu yerine getirmedi­ğini belirtmektedir.  

Bu konuda bir tahlil yapmadan önce Yahudi Ansiklopedisi'nin Roma'nın yüksek sosyetesine mensup kadınlarının Museviliğe meyletmesiyle övünmesi üzerinde biraz dursak iyi olur.

Tarihin erken Hristiyanlık çağındaki sosyal durumlarla ilgili rivayetleri, o sıradaki Roma yüksek sosyetesine mensup kadınla­rın birinci derecede ilgi odağı olan Müsevik konusunda oldukça kötüdür. O sıralar zaten toplum ahlaki çöküntü halindeydi. Roma'nın yüksek sosyetesinin birinci meşgalesi olan komplo ve de­siselerle ilgili bazı örnekler vermiştik.

Roma toplumunun skandallar ve iğrençliklerle kirlenmesinde en büyük rolü kadınlar oynuyordu. “Augustus'un zinayı suç ka­bul eden bir kanun çıkarmasına rağmen, Caligula gibi uçkur düş­künleri, bizzat Augustus'un kızı Julia ve lll. Claudius'un hatunu Messalina gibi imparatorluk ailesine mensup kadınlar, iğrenç seks günahlarının tiksindirici örnekleridir. ”

Müseviliği korumanın ve ona inananları çoğaltmanın hiçbir zaman Sanhedrin'in hedefi olmadığını biliyoruz. O, taraftarları ve mühtedileri (proselytes) cezbetmekle uğraşıyordu ve en büyük, belki de tek düşüncesi Yahudilere ve Müseviliğe faydası dokuna­cak en nüfuzlu ve otoriter kişileri dünyevi çıkarlarına hizmet için kullanmaktı.

Isa peygamberin din bilginleri ve Ferisllere hitap ederken kul­landığı şu sözler bizi bu satırları yazmaya zorlamaktadır: “Yazık­lar olsun size, ey din bilginleri ve Ferisîler, iki yüzlüler! Tek bir kişiyi dininize döndürmek için denizleri, kıtaları dolaşırsınız. Di­ninize döneni de kendinizden iki kat cehennemlik yaparsınız.”

Her halükârda Poppaea, fitnesine ortak olan Neron nezdindeki nüfuzunu özel hallerde Yüksek Kurul ve genel olarak Roma Yahudileri için sonuna kadar kullanmıştır. Tarihçilerin Romalı Yahudilerin Neron zamanında hiç de mütevazi olmayan bir nüfu­za sahip oldukları şeklindeki sözleri aynıyla hakikattir.

Hristiyanlara takibat

64 yılında Haziran ayının bir gecesi Roma'yı yakıp kavuran meşhur yangın birden başladı. Tam yedi gece devam eden yangın başkentin yarısından fazlasını kül etti.

Bugüne kadar yapılan araştırmalar gerçek faili tam olarak or­taya çıkarabilmiş değil. En ağır itham altında kalan kişi Neron'du. Rivayete göre Neron eski Yunan edebiyatına âşıktı. Efsa­nevi Yunan ozanı Homeros'un Truva'nın yakılışı destanını ezbere bilir ve hep bu yangın manzarasını gözünde canlandırmaya çalı­şırdı. Nihayet hayalini gerçekleştirmek istedi ve Roma'yı yakarak, korkunç alevlerin orayı burayı yalamasını zevkle seyrederken, bir yandan da Homeros'un Truva yangınıyla ilgili destanını enstrü­manıyla çalıp terennüm ediyordu. Başka bir rivayete göre ise Neron dünyanın en büyük başkentini yeniden kurdururken güzelli­ğin asil zevkini tatmak amacıyla sara nöbetlerinden birinde Roma'yı yakmıştır.

Ne var ki Neron'un yangını çıkartan kişi olarak suçlanmasıy­la ilgili bilgilerin hiçbirisi kesin bir delile istinat etmemektedir.

Roma başkentinde yaşayanlar Hristiyanları hedef alan her tür­lü iftirayı tastik etmeye hazırdılar. Onların her türlü kötülüğü ya­pabilecek tiynette kişiler olduğu şeklinde propagandalar yürütü­lüyordu. Böylece imparator ve çevresindekiler parmaklarıyla Hristiyanları göstermeye başladılar. Kasıtlı olarak yangın çıkart­manın cezası diri diri yakılmak olduğu için, bu kanun Hristiyanlara darbe indirmek amacıyla kullanıldı. Sonuçta kimisi yakıldı, kimisi asıldı, kimisi çılgın köpeklere yem olması için hayvan postları içine sokuldu.

Gerçek nerede?

Gerçeği bulmamız için olayların bir tahlilini yapmamız gereki­yor. Karşımızdaki sahnede üç gruba ayırabileceğimiz aktörler var:

a)             Saray yani Neron ve karısı Poppaea;

b)             Josephus'un temsil ettiği Sanhedrin;

c)             Roma'da başlarında Papa Pavlos'un bulunduğu Hristiyanlar.

Şimdi olayların seyrine bir bakalım.

Kudüs'deki Sanhedrin, çok geniş bilgisi, aşırı zekası ve enerji­siyle Yüksek Kurul'un çıkarlarına zarar verecek şekilde Hristiyanlık propagandası yapan Aziz Pavlos'dan kurtulmaya karar ver-

miş ve onun Miladi 58 yılında Kudüs'e gerçekleştirdiği beşinci ve son ziyareti sırasında tasfiye edilmesi için elinden geleni yapmış­tı, ama Lisias adında Romalı bir subay onu katillerin elinden kur­tarıp korumalar eşliğinde Caesaria valisi Felix'e teslim etmişti. Pavlos burada iki yıl hapis yattıktan sonra, yeni vali Festos dava­sını imparatorun huzurunda anlatması için onu Roma'ya gönder­mekten başka bir yol bulamamıştı. Pavlos, Roma vatandaşı hak­larına sahipti ve kendi durumuyla ilgili son merci olarak derdini imparatora arzetme hakkı vardı.11

Devlet ricali arasında da Hristiyanlığı kabul eden veya ona atı­fet besleyenler vardı. Bunu Pavlos'un Filipililere gönderdiği mek­tuptan da anlıyoruz: “Bütün kutsallar, özellikle Sezar'ın ev hal­kından olanlar size selam ederler.’^2

Kaydetmek gerekir ki, Neron'un saltanatı sırasında 62 yılın­dan önceki dönemde fiili nüfuz filozof Seneca ve praefectus Paros'un elindeydi.13 O sıralarda Yahudilerin durumu pek de iç açı­cı değildi ve rüzgarın onlardan yana esmesi ancak Miladi 62'de Seneca ve Paros'un sahneden çekilip, aynı yıl Poppaea'nın imparatoriçe ilan edilmesiyle birlikte başlamıştır.

Bu durum bize, Aziz Pavlos'un Miladi 61 yılı Martında Roma'ya gelişinden sonra iyi muamele görmesinin ve tekrar hapse gönderilmeyerek dini faaliyetlerini sürdürmesine imkan tanıya­cak şekilde sabit bir adreste kalmaya zorlanışının sebebini önem­li ölçüde izah etmektedir. “Pavlos tam iki yıl kendi kiraladığı ev­. de kaldı ve ziyaretine gelen herkesi kabul etti. Hiçbir engelle kar­şılaşmadan Tanrı'nın egemenliğini tam bir cesaretle duyuruyor, Rab İse Mesih'le ilgili gerçekleri öğretiyordu. ”14         

Aziz Lukas'ın Elçilerin İşleri adlı kitabının en son cümlesi böyle. Ondan sonra Aziz Pavlos'la ilgili yazılanlar genelde birbi­rini tutmaz. Onun hakkında söylenenlerden tercihe şayan olanı, diktatör Neron zamanının son günlerinde başının kılıçla vurula­rak Roma'da öldürüldüğüdür. Acaba Neron iki yıllık zorunlu ika­metin ardından Pavlos'u serbest bırakmış mıydı?

Araştırmacıların bir kısmı bu görüşte ise de, benim olayların seyrinden çıkardığım mütevazi sonuç tamamıyla başkadır.

Benim kanaatime göre Aziz Pavlos, muhtemelen Hristiyanlığı kabul eden korumalarının yardımıyla zorunlu ikamet ettiği yere sığınmak zorunda kalmıştır. Niçin gizlendiği meselesine gelince, imparatorluk sarayında Yahudilerin nüfuzunun güçlenmesine yol açan şartlar, olaylan net bir şekilde görmemize imkan tanı­maktadır.

Seneca ve Paros sahneden çekilmiş, Neron 62 yılında Poppaea'yla resmen evlendiğini ilan etmişti. Bu olay, Yahudi nüfuzunun imparator sarayına girişi, önce imparatoriçe, arkasından impara­torla olan ilişkilerinde gizlilik ve çekingenliği gerektiren tüm en­gellerin ortadan kalkması demekti.

Kudüs'deki Yüksek Kurul'un olayların bu şekilde gelişmesini sabırla beklediği muhakkak. Nitekim bu gelişmelerle ilgili haber­ler Kudüs'e ulaşınca Yüksek Kurul hemen fırsatı değerlendirmek amacıyla Miladi 63 veya 64'de Josephus'u Roma'ya elçi olarak göndermiştir.

Kanaatimizce josephus'un Roma'ya elçi olarak gelişi, basit ve­ya ağır bir suçtan dolayı hapse atılan birkaç Yahudi kahininin ser­best bırakılması için aracılık etmekten çok daha başka bir amaca matuftu. Belgeler bu Yahudi kahinlerin Roma'ya vali Felix zama• nında sevkedildiklerini gösteriyor.  Felix ise Caesaria'da Miladi 52-60 yıllan arasında görev yapmıştır. İyi ama Kudüs'deki Yük­sek Kurul hapsedilen kahinlerinin serbest bırakılmasını sağlamak amacıyla bir elçi göndermek için neden bu kadar uzun süre bek­ledi? Felix'in bu kahinleri görev süresinin en son günlerinde tu­tuklatıp Roma'ya sevkettiğini kabul etsek bile, o tarihten Josephus'un elçi olarak geldiği tarihe kadar geçen süre kesinlikle üç yıldan daha az değildir.

Şu halde hapsedilen Yahudi kahinler hikayesi, Josephus'un Ro­ma'ya asıl geliş sebebini gizlemek için başvurulan bir kamuflajdı.

Roma sarayındaki bariz Yahudi düşmanlarının ve özellikle Seneca ve Paros'un sahneden çekilmesinden sonra başkentte Hristiyanlığın tasfiyesi için uygun zaman gelmişti. Tapınak duvarı meselesinde Yüksek Kurul'un sevgisini kazanmak için aşırı gay­retini ispat etmiş olan “Yüce Tanrı'ya inanan" Poppaea, nihayet iktidarın en tepesine ulaşmıştı ve dolayısıyla şartlar değişmeden ve fırsat elden kaçmadan hızlı davranmak gerekiyordu.

Romalı Hristiyanların ve özellikle de Aziz Pavlos'un olup bi­tenlerden bihaber olmadıkları, rüzgarın Yahudi gemisinin yel­kenlerini şişirmekte olduğunu gördükleri şüphesiz. Temkinli ha­reket etmek zorundaydılar ve bu yüzden Pavlos, zorunlu ikame­te tâbi tutulduğu evden gizlice İtalya'da bilinmeyen başka bir ye­re geçmiş ve orada “İbranilere Mektub"u yazmıştı.

Pavlos'un Roma'dan kaçıp gizlendiği bir sırada Josephus ora­ya çıkıp geliyordu (Miladi 63 sonları ve 64 başı arasında).

Yüksek Kurul'un Neron'un hücrelerine nüfuz etmiş çılgınlık­la Homeros'un Truva destanından esinlenerek şehri yakıp sonra yeniden kurmanın zevkini yaşamak için böyle bir deliliği yapma­yı hayallediğini yakinen bilmesi şaşırtıcı olmaz. Çünkü kralların şah damarından girmeyi fettan bir maşuka veya sevgili bir eş ya­hut zeki bir nedimden başkası biraz zor başarır ki, biz, Neron'un sarayında neticede Yahudi olan Poppaea ve bir şaklabanın kişili­ğinde bunlardan ikisiyle tanışmıştık.

Neticede o meşhur yangından sonra Hristiyanlara karşı şid­detli bir takibat başlatıldı.

Bu işten kimin çıkan var?

Roma'nın yakılışını müteakiben Hristiyanlara karşı başlatılan şiddetli takibat münasebetiyle o klasik soruyu soralım: Bu işten kimin çıkarı vardı?

Acaba bu kişi Neropolis adını vereceği yeni bir başkent kur­mak suretiyle hayalini gerçekleştirmek isteyen Neron muydu?

Yoksa Roma'nın tahrip edilişinin başta Yahudiler olmak üzere ta­cir ve stokçulara şehrin yeniden imarının sağlayacağı ticari fayda­ların yanı sıra, Roma ve diğer şehirlerde Hristiyanların kökünü kazınmasını kendileri için büyük bir zafer olarak gören Yüksek Kurul muydu?

Eğer bu yangını çıkarma düşüncesi Neron'un kendi düşünce­si idiyse, onu kraliçesi Poppaea'dan gizlemesi pek mantıklı gö­rünmüyor. Çünkü Neron'un annesinin öldürülmesinde ve arka­sından çalışma hürriyetlerini sınırlayan tüm unsurları ortadan kaldırmak için işledikleri cinayetlerde suç ortağı idiler.

Hatta Yüksek Kurul'un böyle bir yangın çıkarmayı aklından dahi geçirmediğini farzetsek bile, attığı her adımı amaç ve arzu­larını gerçekleştirmeye yönelik olan Poppaea'nın böyle bir komp­loyu saklayarak Yüksek Kurul'dan gizlemesi akla yatkın görün­müyor. Çünkü çıkarılacak yangının sağlayacağı kazançtan payını garanti altına almak için, böyle bir plandan haberleri olmasa da­hi, Yahudi müttefiklerini bilgilendirmesi gerekirdi..

Böyle bir çıkar hesabı olmasa dahi, Yüksek Kurul'un Neron ve devletin sırlarına vakıf olmaları Roma'daki Yahudilerin Kudüs'deki önderliklerine karşı bağlılık vazifesini yerine getirdikle­rini göstermektedir. Poppaea da bir Yahudiydi ve Yahudiliğinin üçüncü dereceden yani mühtedi ve Tanrı'dan korkanlar grubun­dan olması bağlılığını azaltmazdı.

Olayların seyri ve yürütülen mantık, onun Roma'nın yakılışındaki sorumluluğu bulunduğuna şüphe bırakmıyor. Roma'yı yakan veya Neron'a yakması telkininde bulunan bizzat Yüksek Kurul olmasa bile, Neron'u eğer suçlu o ise, korumuş, suçlu­nun yakalanması için sarfedilen tüm çabaları boşa çıkarmak ama­cıyla onun çevresini sisle kaplamıştır. Eğer Yüksek Kurul Roma yangınında suç izlerini ortadan kaldırabilmiş olsaydı, yangının çıkış sebebini şüpheli hale getiremez ve suçu takibata maruz ka­lan Hristiyanlar üzerine yıkamazdı.

Roma Hristiyanları, işin sorumluluğunu Hristiyanların üzeri­ne yıkmaktan başka bir şey düşünmeyenlerin işledikleri bir su­çun masum kurbanları olmuşlardır.

Hristiyanlar Roma'yı niçin yaksınlar ki? İsa'nın müjdelediği sevgi ve barış prensipleri inanan kişilerin kalplerindeydi ve can­lılığını koruyordu: “Düşmanlarınızı sevin, size zulmedenler için dua edin."        

Erken Hristiyanlar İsa'nın yeryüzüne hızlı bir şekilde döneceğini umuyorlardı. Hayatta iken onun döneceğini ümit eden Aziz Pavlos'un şu sözleri de bunu göstermektedir: “Rab'bin sözüne dayana­rak size diyoruz ki, biz yaşamakta olanlar, Rab'bin gelişinde hayatta olanlar, gözlerini yaşama kapayanların önüne asla geçmeyeceğiz.’47

Dolayısıyla bu mü'minleri dünyanın sonunun geldiği, kıyame­tin kopmasının an meselesi olduğu şeklinde bir inanca kapılma­ya sevk eden bir itki bulmak hayli zor. Nitekim Aziz Pavlos ve ’ Petrus'un Hristiyanları iyi veya kötü olmalarına bakmaksızın baş­taki yöneticilere itaate davet eden şeyler yazmaları da bu konuda teyit edici başka bir delildir: “Herkes, baştaki yönetime bağlı ol­sun. Çünkü Tanrı'dan olmayan yönetim yoktur.. Yönetime karşı direnen Tanrı buyruğuna karşı gelmiş olur.’48 ; “Sevgili kardeş­ler, size yalvarırım, cana karşı savaşan benliğin tutkularından ka­çının. Çünkü bu dünyada yabancı ve konuksunuz .. İnanmayan­lar arasında olumlu bir yaşam sürün. Öyle ki, kötülük yapanlar­mışsınız gibi size iftira etseler de, iyi işlerinizi görerek Tanrı'yı, kendilerine yaklaştığı gün yüceltsinler.’49 Petrus, Hristiyanları hükümdar ve valilere itaata davet ederek sözlerini şöyle sürdürü­yor: “Herkese saygılı davranın. Kardeşleri sevin. Allah'dan kor­kun, hükümdara saygılı olun."

Böyle prensipleri olan bir cemaatin, en korkunç suçlardan biri­ni işleme fiiliyle itham edilmesi bariz bir çelişki değil midir? Yahut Neron'un Roma'nın yakılışından sonraki hayatı boyunca en şiddet­li takibata uğrattığı Hristiyanların başında bu prensipleri koyan iki öğretmenin bulunması şaşırtıcı bir farklılık değil midir?

Josephus'un 66 yılında beraberinde değerli hediyelerle Roma'dan Filistin'e dönüşüyle ilgili olarak yazdıklarını hatırlayalım. Yüksek Kurul nezdinde Roma'dayken Hristiyanlara yapılan me­zalimin bizzat şahidi olan Josephus'un verdiği bol bilgiden daha değerli bir hediye olur mu?

Evet, Josephus, Sanhedrin'in elde ettiği kara zaferden mutlu bir şekilde dönmüştü.

***

Hristiyanlığın önde gelen kişileri zalim Neron'un elinden öyle ağır yaralar almışlardı ki, sonunda onun öldükten sonra “antichrist" yani Deccal Mesih sıfatıyla bir daha geleceğine inanmışlardı.

Yahudilerse Neron'u ödülsüz bırakmadılar. Talmud'da onun ömrünün son günlerinde hidayeti bularak Yahudi dinine geçtiği, mezarı ziyaret edilen Yahudi rabbilerden Mayer'in      onun soyun­dan gelen bir rabbi olduğu belirtilmektedir.

Yahudi efsaneleri nasıl Makedonyalı İskender ve diğer hü­kümdarı Kudüs'e getirmişse, Neron'u da Filistin'e getirmiştir. Güya Neron burada bir Yahudi çocuğun Hezekiyal kitabından okuduğu “Edom'da öcümü halkım İsrail'in eliyle alacağım. Öfke­mi ve gazabımı Edom'da gösterecekler. İntikamımı tadacaklar. Efendi Tanrı böyle diyor"21 sözleri dinliyormuş. Çocuk bu sözle­ri okuyunca Neron şöyle demiş: “Tanrı ellerini yıkamak ve suçu bana yıkmak istiyor. Beni araç olarak kullanacak, sonra da beni cezalandıracak. "22

Yahudiler ve yakılan şehirler

Roma'yı Yahudilerin yakmış olabileceği görüşü, bir peşin hü­küm veya kasıtlı davranış değildir. Çünkü bizzat Neron zamanın­da imparatorluğun diğer şehirlerinde de buna benzer olaylarda şüpheler onlar üzerinde yoğunlaşmıştır.

Miladi 66-67 yılları arasında Antakya'da Antiochus adında bir Yahudi mürted zuhur etmişti. Antakya'daki baş kahinin büyük. oğluydu. Şehir tiyatrosuna girerek herkesin önünde Yahudilerin tüm şehri bir gece yakmayı planladığını açık açık söyledi.  Son­ra halka şehre gelen birkaç Yahudi yabancıyı göstererek yakma işini bunların gerçekleştireceğini bildirdi. Halk bu yabancıları ya­kalayıp yaktı, arkasından şehirdeki Yahudilere saldırdılar. Birço­ğunu öldürüp, yağmaladılar ve evlerini yaktılar.

Kudüs tapınağının Miladi 70'de ikinci defa yıkılmasından sonra Antakya'da büyük bir yangın çıktı. Devlet kütüphanesi ve mahkeme binası yandı. İtfaiyeciler yangını ancak birçok bina yandıktan ve binlerce resmi evrak kül olduktan sonra söndürebildi. Bu defa da o mürted Antiochus Yahudileri suçladı.

•Her iki olayda da Antiochus'un suçlamaları temelsiz miydi? Yahudi baş kahinin büyük oğlu kendi ırkdaşlarına karşı cinayet işliyor, töhmetleriyle onlara kin ve düşmanlık mı sergiliyordu?

Şimdi soralım: Önemli bir Yahudi aileden gelmiş olması hase­biyle Yahudilerin pek çok sırlarını bilmesi mümkün olan Antiochus, kendi dininden neden dönmüştü? Antiochus, konumu itiba­riyle Antakya Yahudileri arasında önemli bir mevkiye gelebilirdi. Muhtemelen başka bir sebepten dolayı karşı tarafın safında yer almıştı ve belki de Roma'nın yakılışının onuh kendi ırkdaşlarına bu iki suçlamayı yöneltmesinde önemli'bir rol oynamıştır.

Tarihçi Josephus yangınla ilgili olarak Yahudileri savunmakta ve onlara yönetilen suçlamaları redderek şöyle demektedir: Ge­neral Titüs'ün Antakya yangınıyla ilgili yaptığı soruşturma sonu­cunda, mali kriz içinde bulunan bazı vatandaşların borçlarından kurtulmak için resmi evrakları yaktıkları anlaşılmıştır.

Örgütlü olmayan birilerinin planladıkları şeyin icraat safhası­na dökülmeden önce yakalanmadan şer fiillerini görçekleştirebilmeleri hayli zordur. Titüs'ün yaptığı soruşturma ise esasen suçla­mayı Yahudiler üzerinden başka bir yöne çekmeye matuftu. Nite­kim tapınağın yıkılışından bahsederken bu Romalı generalin is­yan halindeki Yahudilerle işbirliği etmeye çalıştığını göreceğiz. Babası Vespasianus imparator olduğu için (M. 69) Titüs olaylara yüksek sorumluluk mevkisinden bakmak zorundaydı. Eğer tapı­nağın taşları savrulmuş, keresteleri ve duvarları yanmışsa, bunun izlerinin imparatorluğun ve imparatorun başına büyük problem­ler açacak şekilde tüm diaspora Yahudilerine yansıyacak kadar büyümemesi gerekirdi. Çünkü diaspora Yahudileri Roma yöne­timine göre, imparatorluğun şu veya bu bölgesinde çıkan halk ayaklanmalarını bastırmak için rahatlıkla kullanılabilecek yahut devletin çıkarları uğruna devreye sokulabilecek fiili bir güçtü.

Bu yüzden Titüs'ün Antakya Yahudilerine karşı davranışı mü­samahakardı. Şehir sakinleri tapınağın yıkılışından sonra oradaki Yahudilerin kovulmasını talep ettiklerinde, Titüs, tapınakları yı­kıldıktan sonra onların gidecek yeri olmadığını, gittikleri yerler­de de kimsenin kabul etmeyeceğini belirterek mazur görülmeleri gerektiğini kaydetti. Bunun üzerine şehir sakinleri hiç olmazsa Yahudilere tanınan imtiyazların kaldırılması talebinde bulundu­lar. Titüs bunu da kabul etmedi, ama Kudüs'den ve tapınaktan getirilen ganimetlerden bir miktarını şehir halkına dağıttı.

Miladi 70 yılında tapınağı yıktıktan sonra Filistin'de Yahudile­ri tasfiye eden muzaffer bir kumandan olmasına rağmen Titüs'ü onlara karşı atıfet beslemeye iten bir faktörden burada bahsetme­miz gerekir ki, o da kral Il. Agrippas'ın önceki sevgilisi Berneki ile Titüs arasındaki aşk ilişkisiydi.

Esasen yukarıda bahsettiğimiz Antakya yangını olayı Titüs için adlî bir soruşturmadan ziyade siyasi bir soruşturma için yeterli bir delil olabilirdi. Özellikle Kudüs ve tapınağın tahribini müteakiben insanların Yahudilere Tanrı'nın şiddetli intikam aldığı bir topluluk gözüyle bakmaya başlamasından sonra, şehirde çıkan yangınla il­gili resmi tahkikat neticesinde alenen onların suçlu olduğu sonu­cuna varmış olsa dahi, Titüs'ü Yahudilerin başındaki belayı hafif­letmeye, Antakya ve diğer şehirlerde maruz kaldıkları davranışlar­dan korumaya iten şartlar hakkında yeterli bilgiye sahibiz.

Tarihçi Gibbon'un görüşü

Roma yangını meselesini kapattıktan sonra artık XVIll. Yüzyı­lın meşhur tarihçisi Edward Gibbon'un “Roma İmparatorluğu'nun Gerileyiş ve Çöküşü" adlı eserinde serdettiği görüşlere yer verebiliriz. Yazarın eserinin Arapça çevirisinin 427-428. sayfala­rında belirttiği görüşü harfi harfine aktarıyorum:

“Tacitus, çoğu zaman düşüncelerine ve bu ara hal ve koşulları­na göre eksiğin tamamlanmasını okuyucunun merakına ya da de­rin kavrayışına bırakarak, kendi düşüncesini açıklamamaktadır. Şu halde basitlikleri ve sessizlikleriyle onun nefretine değmemesi ve gözüne bile çarpmaması gereken Hristiyanlara karşı Neron'un öf­kesini uyandıran bir nedenin varlığını düşünmemiz olasıdır. Ken­di yurtlarında ezilmiş olan Yahudiler, başkentin içerisinde kalaba­lık bir grup oluşturuyorlar, imparatorun ve öbür halkın kuşkuları­na daha. açık bir hedef durumunda bulunuyorlardı. Roma boyun­duruğuna karşı şiddetli tiksintisiyle tanınmış yenik bir ulusun, başkentteki bu durumu sanki yatışma bilmez öcünü gidermek amacıyla bu canavarca araca başvurması gibiydi. Ama Yahudilerin sarayda ve zalim hükümdarın yüreğinde bile güçlü savunucuları vardı. Neron'un karısı ve her sözünü dinleticisi olan Poppaea ile, hükümdarın gözüne girmiş olan İbrahim oğullarından bir şakla­ban, zulüm görmüş Yahudiler için şefaatte bulunmaktaydılar. On­ların yerine başka kurbanlar sunmak gerekiyordu. Bu nedenle Ro­ma yangınını Yahudilere değil, her türlü ve en korkunç suçları iş­leyebilecek olan Galilelilerin yeni ve tehlikeli dinine inananlara yüklemelidir. Birbirinden tamamıyla. ayn, gelenekleri ve ilkeleri bakımından taban tabana zıt iki insan sınıfı Galileli adı altında ad­landırılıyordu. Bunlar, Nasıriye'deki İsa'nın dinini benimsemiş olan inananlar ve Galilelijuda'nın sancağını izleyenlerdi. Birinciler insanlara dosttu, ikinciler ise düşman.. Aralarında bir benzerlik de vardı ve bu değişmez bir inatçılıktı ki her ikisini de inançları söz konusu olunca, işkencelere ve ölüme karşı duyarsız kılıyordu. Yol­daşları arasında başkaldırma ateşini körüklemiş olan Juda yanlıla­rı kısa bir süre sonra Kudüs'ün yıkıntıları içerisine gömüldüler; İsa'nın izinden gidenlerse daha ünlü olarak Hristiyan adını aldık­tan sonra, imparatorluğun her yanına yayıldılar.

“Tacitus'un Hadrianus döneminde, büyük bir dürüstlük ve ada­let duygusuyla, adları neredeyse öfkeyle anılan bir topluluğa yama­yacağı suç ve günahları Hristiyanlara maletmesi ne kadar tabii idi."

Gibbon'dan yaptığımız alıntı burada bitti. Ancak bu konuda gözden geçirilmeye değer başka çalışmalar bulursak, meseleye yeni bir şeyler ilave edebiliriz.

xxvı

POLEMİK SİYASETİNİN

OLUMSUZ SONUÇLARI

“Putperest halklar, inanç konusunda taassuptan uzak durmala­rına rağmen, aynı kuralı Yahudi,dini söz konusu olduğunda göz ar­dı etmektedirler. Putperestler, tanrılarına aşırı hakaretin her türlü­sünü yapan, onların nazarında kutsal olan her şeye küfreden bu halka karşı duydukları öfkeyle temeyyüz ediyorlardı. Bu öfkeyi en fazla duyan putperest halk da Mısır halkıydı. Çünkü Yetmişler Ter­cümesi sayesinde Yahudi halkının doğuşunu takip eden dönemde atalarının gözünden kaçan çirkin manzarayla tanışmışlardı.”

Yahudi Ansiklopedisi'nin yukarıda verilen konu başlığıyla il­gili görüşü böyle. Bu, ele aldığımız dönemde ve onu takip eden yüzyıllarda diaspora Yahudilerine uygulanan baskıların sebebi konusunda dikkatle ele almamız ve göz önünde bulundurmamız gereken bir düşünce şekli.

Elinizdeki eserin daha önceki bölümlerinde Tevrat yazarları­nın Yahudilerin ruhuna gayr-ı Yahudilere karşı zerkettikleri nef­ret faktörü, Yahudilerin diğer insanlara karşı sergiledikleri davra­nışların ana ve hatta tek çıkış noktasıydı.

Yahudi Ansiklopedisi'nin Yahudilerin sünnetsizlerin mukadde­satını tahkir ve tanrılarına sövmede ısrarcı tutumu konusundaki iti­rafta, diaspora Yahudileriyle diğer insanlar arasında zaman zaman alevlenen itişip kakışmaların gerisindeki bazı sırlan bulabiliriz.

Yahudi, başkalarının mukaddesatına hakaret ediyor, ama ken­di mukaddesatına hakaret edilmesine razı olmuyordu. Halbuki bir insan ancak başkalarına kötülükten kaçındığı zaman kendisi­ne kötülük yapılmamasını bekleyebilir.

Yahudi’nin ruhuna kök salan gurur, kendisini diğerlerini basit görmeye iten “seçilmiş halk" olma hurafesinin bir sonucuydu. Di­ğer insanlar bu basit görmeye misliyle karşılık verdiklerinde, Yahu­di hemen protesto ediyor, bağırıp çağırıyordu. Putperestlerin dini duygularının tahrik edilmesinin yanı sıra, Yahudinin yaşadığı hayat tarzı da bu öfke ve fitnenin yaratılmasında önemli rol oynuyordu.

Şimdi, diaspora Yahudilerinin tapınağın ikinci defa yıkılma­sından önce maruz kaldıkları baskının yalnızca onların önceki davranışlarına karşı bir tepki eylemi olduğunu gösteren bazı ör­nekler vereceğiz.

İskenderiye fitnesi (Miladi 38)

Caligula, Miladi 37’de Roma İmparatorluğu t;:lhtına çıktı. İn­san haklarına saygı göstermeyen, şiddet yanlısı, zalim ve kötü ahlakli bir kişiydi. 1. Herod’un torunu (I.) Agrippas, Caligula tahta çıkmadan önce Roma’da hapis yatmaktaydı. Halk, Agrippas’a ya­pılanların da etkisiyle Caligula’dan zulüm ve despotizmin üstadı diye bahsediyordu.  

Agrippas, Miladi 38 yılında samimi arkadaşı Caligula’nın tek­lifiyle Roma’nın kokuşmuşluğunu ve rezilliklerini bırakarak Fi­listin’in bir kısmının kralı olarak bölgeye doğru yola çıktı.

Iskenderiye halkı daha önceki ziyaretinden Agrippas’ı tanıyor­du. Bu ziyaret onun için hiç de olumlu geçmemişti, çünkü o şe­hirde bazılarına büyük miktarda borcu vardı ve gizlice İtalya’ya kaçmıştı.  İskenderiyeli Yahudiler, Caligula’nın arkadaşı ve nedi­ mi olan Yahudi kral Agrippas'ı karşılamaya hazırlanmış, gerçi Agrippas bu izzat ikramı reddetmişse de, onlar ısrar ederek şaşaalı bir karşılama töreni düzenlemişlerdi.

lskenderiye halkının ve özellikle de Yunanlıların, tahrik ol­mak için böyle bir meydan okumaya ihtiyaçları yoktu. Çünkü Iskenderiye'deki Yunanlıların Roma'nın Mısır ve Suriye'yi işgal ederek Makedonyalı Iskender'in halefleri olan Ptoleme ve Selev­kus devletlerini tasfiye etmesinden sonra milli bir davaları vardı.

Yunanlıların Iskenderiye'nin kuruluşundan itibaren kucak açıp bağırlarına bastıkları Yahudiler ise, Roma'nın Mısır'ı işgalin­den itibaren onları Yunanlılara karşı kışkırtmak için hiçbir fırsatı kaçırmıyorlardı: Yunanlılar Iskenderiye'de Julius Caesar'ın kuv­vetlerine karşı taşkınlık yaptıklarında Yahudiler Romalılara yar­dım etmiş, onlar da bu eylemi vatana ihanet olarak değerlendir­mişlerdi.

Yahudiler, Romalıların himayesi ve atıfeti altında olduklarını âşikârane göstermek için şımarık davranışlar sergiliyorlardı ve Iskenderiye'den bir üç kağıtçı, hilekâr ve müflis olarak kaçıp giden atanmış Yahudi kralı karşılamaya çıkmak gibi ahmakça bir dav­ranışla bir arada yaşadıkları insanları kasıtlı olarak öfkelendir­mişlerdi.

Yunanlılar, Yahudilerin karşılamaya çıktığı Agrippas'a karşı bir nümayiş düzenleyerek, ona benzettikleri elbise giydirilmiş sakat bir yaratığı Iskenderiye sokaklarında gezdirerek alay ettiler. Tabii olarak Yahudiler bunu imparatorun samimi arkadaşı Agrippas'a yapılmış bir hakaret olarak değerlendirdiler.

Yunanlılar, imparatorun gazabını Yahudilere tevcih etmek amacıyla Gaius'un heykelinin tüm Yahudi sinagoglarına dikilme­si konusunda daha önce çıkardığı fermanın uygulanması gerekti­ğini bağıra bağıra anlatmaya başladılar. Yahudiler bu fermanın uygulanmasını reddedince, Roma legatı bir bildiri yayınlayarak Yahudileri yabancı ve sığıntı olarak gösterdi. Yunanlı kalabalığı Yahudilere saldırtmak için bu kadarı yeterliydi. Göstericiler Ya­hudi sinagoglarına zorla girerek Caligula'nın heykellerini dikti­ler. Ayrıca bazı sinagogları ve Yahudi evlerini yağmalayarak, bir­çoğunu da boğazladılar.

Roma legatı, bu fitnenin çıkışına Yahudilerin sebep olduğunu göstermek amacıyla lskenderiye Yahudi lhtiyarlar Heyeti'nin ba­zı üyelerini halkın gözü önünde kırbaçlattı. Ayrıca Yahudi dini törenlerinin yapılmasını durdurdu ve sinagogu kapattı.

lskenderiyeli Yahudiler, diğer diaspora Yahudileriyle ve Filistin’dekilerle sıkı ilişki içindeydiler. Bu yüzden lskenderiye fitne­sinin belaları, Yahudilere yapılanlardan sıkıldıklarını göstermek istercesine daha büyük dalgalar halinde diğer yerlere de sıçradı. Suriye ve Filistin'deki bazı şehirlerden başka, Antakya, Caesaria ve Yobna'da imparatorun özel mülkü,karışıklıklar çıktı, ama bunlar Gaius’u heykellerinin Kudüs tapınağına konulması konu­. sunda kati ferman çıkarmasından başka bir sonuç getirmedi. Eğer Gaius düşmanlarının hançer darbeleriyle M. 41 yılının Ocak ayında ölmemiş olsaydı, herhalde kopacak kasırga Kudüs’de ve Filistin’in diğer şehirlerinde taş üstünde taş bırakmayacaktı.

Claudius tahta çıkınca lskenderiye Yahudileri düşmanların­dan intikam alma saatinin geldiği zannına kapıldılar. Claudius'la (I.) Agrippas arasındaki dostluğa güveniyorlardı. Tıpkı daha ön­ce Gaius ( Caligula) ile Agrippas arasındaki samimiyete güven­dikleri gibi..

Fakat Claudius durum ve mevkileri ne olursa olsun fitneyi çı­karanların kellelerinin alınması için kati ferman çıkardı. Böylece ortalık yatıştı ve fitne ateşi söndü.

Claudius, selefinin lskenderiye ve diğer imparatorluk şehirle­rindeki Yahudilerden geri aldığı imtiyazları tekrar verdiyse de, kendilerine sağlanan atıfetin kadrini bildiklerini bariz bir şekilde göstermelerini emrettikten başka, lskenderiye Yahudilerinden Mısır'ın diğer şehirlerinden veya Suriye ve Filistin'den daha baş­ka Yahudileri oraya çağırmamaları konusunda uyararak, aksi hal­de kendilerini tüm dünyaya veba yayma suçuyla itham edip ceza­landıracağını bildirdi.

Hristiyanlık ve olumsuzluklar

Sanhedrin, erken Hristiyanlığın Yahudi diniyle alâkalı kusur ve şaibeleri ayıklamak için üstlendiği rolü akim bırakmak ama­cıyla tüm imkanlarını devreye sokmaya çalışıyordu.

Hristiyanlıktan önce Museviliğe yönelen saldırılar iki kaynak­tan geliyordu: Taptığı putu aşağılayan Yahudiye karşı bir aşağıla­ma ile cevap veren putperest ve dininin kendisini zorladığı getto hayatından ve ağır boyunduruktan sıkılan Hellenleşmiş Yahudi. Gerçi Sanhedrin’in bu iki düşmanla başetmesi kolay değildi, ama her iki hasmın da tevarüs ettikleri dar inanç kalıpları içindeki et­kileri sınırlıydı. Çünkü her ikisi de inanan kişinin vicdanının ka­bul edebileceği yeni bir alternatif sunmaktan âcizdi.

Fakat Hristiyanlık öyle değildi. Çünkü Hristiyanlık Museviliği reddetmiyor, aksine en azından ilk bakışta iki din arasında bir ayı­rım olmadığı intibaını veriyordu ve esasen Museviliğin bir kolu olarak doğmuş gibi görünüyordu. Hristiyanlar, Yahudiliğin yal­nızcabir şubesi gibiydiler ve İsa'nın bu ülkede bulunduğu dö­nemde klise ve müdavimlerinin Mesih'e intisap etmemiş olmaları • da bunun bir delilidir. Hristiyan (Christ) adını da zaten I. Asrın kırklı yıllarında Antakya’da almışlardı. “Şakirtlere ilk önce Antak­ya’da Hristiyan (Christ) denildi.”  Çünkü onlara daha önce İsa'nın doğum yeri olan Nasıra şehrine nispeten Nasıralılar deniliyordu.

Her ne kadar Sanhedrin İsa ve taraftarları için “mürted Yahudiler” hükmünü vermişse de,. herhangi bir konuda yorum veya tefsir yapacak, içtihatta bulunacak oldukları zaman klasik Muse­vilik mefhumlarından fazlasıyla uzaklaşmış olmakla birlikte, elle­rindeki Tevrat sifirlerine iman ettiklerini belirten Hristiyanlar, bu acımasız hükme pek aldırış etmiyorlardı. Seçilmiş halk olmanın ırkî mensubiyetle değil, inanç ve amelle bağlantılı olduğunu ka­bul ediyorlardı. Sünneti kaldırmış, Cumartesi günü çalışma yasa­ğını dinlemez olmuş, maddi anlamdaki temizlik ve pislik kav­ramlarını reddetmişlerdi vs..

Belki de Yahudilerle putperestler arasında süregelen çekiş­mede Hristiyanlığın üstlendiği en tehlikeli rol, dinin Yahudilerin seçilmiş halk olma inancından kaynaklanan tecrit hayatı dü­şüncesini çürütmesi ve Yahudinin diğer insanların yaratıldığı çamurdan daha üstün bir çamurdan yaratılmış olduğunu ileri süren geleneği tenkit etmesiydi. “Yoksa Allah yalnızca Yahudilerin mi? Diğer halkların da Tanrısı değil mi? Tabii diğer halk-

P O L E M 1 K S 1 YASE T 1 N 1 N O L U M SUZ S O N U Ç LA R I 463 ların da Tanrısı”  ; “Artık bu Yahudi, bu Yunanlı; bu köle, bu hür; bu kadın, bu erkek diye bir şey yok. Çünkü hepiniz İsa Mesih'de birsiniz. Eğer Mesih'e aitseniz, İbrahim'in soyundansınız ve vaade göre de mirasçısınız.”

Kültürlü putperestleri en çok sinirlendiren şey, Yahudilerin imtiyazlı halk oldukları iddiası ve kendilerinin tahammül etmek­te bir anlam bulamadıkları ağır şeriat yasalarının boyunduruğu­na baş eğmeleriydi. Halbuki erken Hristiyanlık kültürlü putpe­reste şöyle sesleniyordu: Bense insanın seçilmiş olma iddiasını ta­mamıyla kaldırdım ve şeriat boyunduruğunu fırlatıp attım. Bu yüzden gelin hepiniz tek olan Allah'a imanda birleşin... Elbetteki putperestin bu çağrıya cevap vermesi kolay değildi ve hemen ola­mazdı. Çünkü Yahudilerle bir arada yaşamaktan ve onların Yahu­diliğinden doğan su-i zanların kalıntıları ruhlarında yer etmişti. Belki de bu davette reddedilmesi gereken yeni bir Yahudi hilesi vardır diye düşünüyorlardı. Bu yüzden Hristiyanlığı, ancak onu Yahudilikten ve şark zihniyetinden tamamen soyutladıktan son­ra kabul ettiler.

Çağdaş Yahudilerden M. E. Rafah adlı bir yazarın bu konuda Batılı Hristiyanlara hitaben yazdığı açık mektupda söyledikleri, gerçekten çirkin şeylerdi: “Siz ey Hristiyanlar! Mesih'i astılar, da­ha doğrusu yücelttiler diye Yahudilere kin beslemeyin. Siz ey Hristiyanlar, bizi, Yahudi Pavlos'un Roma'da yaktığı devrim ateşi denizinde bir damla mesabesindeki Bolşevik ihtilalinin ateşini yakmakla suçluyorsunuz.”

Aslında Hristiyanlığın sancakdarı olan Pavlos ve arkadaşları­nın Roma, Antakya, İskenderun'da ve diğer Roma İmparatorluğu'nda yaktıkları devrim ateşi, insanlığa aydınlık yolu gösteren barış, sevgi ve selamet ateşiydi. Yahudilerse Mesih'in öldürülme­si konusunda gözünü kırpmayan, ondan sonra şakirtlerini orta­dan kaldırmak için çalışan Sanhedrin'in açtığı kanlı şiddet yolu­na sapmışlardır. Milletler arasında Hristiyanlık Pavlos, Barnabas ve benzerlerinin gayretleriyle yayılınca Sanhedrin bir kez daha onları ateş, kan ve teşhir çukuruna atmaktan çekinmedi.

Kısacası Hristiyanlık, Yahudiliğin insanlık ruhuna ister Ya­hudi ister sünnetsiz olsun,ekmeyi başaramadığı hayır tohum­larını ekmiş, ama Yahudi Yüksek Konseyi bu hayırlı faaliyete ateşle karşılık vermiş, Yahudi ruhunda çöküp kalan insanlık düşmanı adavet ve kötülük teressübatıyla erken Hristiyanlığın karşısına dikilmiştir. 465

XXXVII

TAPINAĞIN İKİNCİ YIKILIŞI

1.           Herod’dan söz ederken iktidarını sağlamlaştırmak için sırtı­nı Roma’ya dayadığını ve onu memnun edecek bir siyaset uygu­ladığını belirtmiştik. Fakat onu görevinden aldırmaya çalışan Ya­hudilerin tüm gayretleri boşa gitmiş, ölümünden sonra ise varis­lerinden kurtulma ümitleri yenilenmişti. Bu yüzden Yahudi seke­nenin çoğunluğunu teşkil eden Ferisîler, imparator Augustus’a aşağıdaki önemli başlıkları içeren bir dilekçe sunmuşlardı:

1.           1. Herod'un atadığı baş kahinin görevinden alınması;

2.           Kudüs’de doğrudan Roma himayesinde olacak bir Yahudi kahin hükumetinin yeniden tesisi;

3.            Bütün yabancıların (sünnetsizlerin) Kudüs’den çıkarılması.

Babasından sonra Yahudiye Judaea] bölgesinde hüküm süren Archelaus, bu isteklerin arkasından başlayan karışıklıkları bastır­mak için ordusunu göndermekte tereddüt göstermedi. Bu defa krallığın kaldırılmasını talep eden elli kişilik bir Yahudi elçilik heyeti Roma’ya doğru yola çıktı.

Archelaus da Roma’ya gitti ve imparatordan yerinde bırakıl­ması talebinde bulundu. Augustus, Archelaus’u hayal kırıklığına uğratmadı ve krallık sınırlarınıjudaea, Samaria, Edom [Idumea], Caesaria ve Yafa olarak belirledi; Gazze’yi ise Suriye eyaleti sınır­larına kattı. Fakat kral unvanını doğrudan kendisi tevcih etmedi ve bu işi bölgedeki eyalet valilerine bıraktı.

Archelaus, hükmettiği bölgede dokuz yıllık bir tecrübeden sonra başarısız bulundu. Basiretsiz ve hayal gücü zayıf biriydi. Ancak zorbalık ve baskıyla iktidarda kalabileceğini sanıyordu. Bu yüzden Samaria vejudaea eşrafı imparatorun müdahelede bulun­masını talep ettiler. Augustus bu defa onların taleplerini yerine getirdi ve Archelaus'u Gallia'ya sürgün etti.

lmparator l. Octavius Augustus, devlet işlerini adaletle yürütme konusunda dikkatliydi. Vergilerin dikkatle hazırlanmış nüfus sa­yımlarına göre belirlenmesi halinde imparatorluk tebaasına adil bir şekilde yükleneceğini düşünüyordu. Bu yüzden tüm imparatorluk­ta tarım alanları, akarlar ve diğer servetlerin mülkiyetini de içine alan periyodik istatistikler hazırlanmasını emretti. Böylece bu pe­riyodik istatistikler sayesinde adil bir vergi zemini hazırlandı.

Kabile hayatı yaşayan toplumların medeni toplumlara göre, tü­rü ne olursa olsun, nüfus sayım çalışmalarına karşı çıkmaya, baş kaldırmaya daha meyyal oldukları tarihen sabittir. Örneğin kabile hayatı yaşayan Gallia halkları Octavius'un istatistik politikasına meydan okumuş ve bu işe nefret dolu nazarla bakmışlardır.

Filistin’deki tepki

Archelaus'un Filistin'de güvenliği sağlayamaması ve Avrupa’ya sürgün edilmesinden sonra Judaea'yı Miladi 6 yılından itibaren Incil'in tabiriyle “vali” denilen imparator naipleri yönetmeye baş­ladı. Biz yine de belirlenen görevleri imparator naipliği ise de (Procurator), asıl görevi imparatorluk hazinesine mültezimler vasıtasıyla vergi toplamak olduğu için bunları “vali” olarak ad­landıracağız. İmparator naibi veya vali, ayrıyeten mahalli bir as­keri gücün de komutanıydı. Muhtemelen bu, klasik askeri bir güçten ziyade kolluk kuvvetiydi. Asıl askeri güçlerin komutası ise Filistin valisinin doğrudan bağlı olduğu Suriye genel valisinin yetkisi dahilindeydi.

İmparator Augustus, Filistin'deki Yahudilerin taleplerinin ço­ğunu yerine getirmişti. Önemli sayılacak ölçüde otonomi hakkı tanımış, şeriatlarını ve göreneklerini uygulamaları konusunda daha fazla özgürlük vermişti. Böylece başında baş kahinin bulun­ duğu bu aristokratik kurum, Sanhedrin'de yeniden varlığına ka­vuşmuştu. O sırada Sanhedrin'de Sadukîlerden oluşan aristokrat tabaka temsilcilerinin yanı sıra Ferisî cemaatinin temsilcileri de bulunuyordu.

Yahudiler imparatora tapma  mecburiyetinden affedilmiş ve dini duygularına hürmeten putperestlik sembollerini yansıtan imparatorluk arma (Roma kartalı) ve sancaklarının Kudüs'e so­kulması yasaklanmıştı, ama baş kahini tayin hakkı yine Roma valisinindi. Atanan baş kahinler imparatora sadakat yemini etmek zorundaydılar. Ayrıca her gün iki defa Kudüs tapınağında impa­rator adına iki kurban sunuluyor, Romalı memurlar belli ölçüde tapınak işlerine nezaret ediyorlardı.

İşte Filistin'de istatistik çalışmaları yapılması konusunda fer­man çıkartıldığında yani Miladi 6 yılında durum bu merkezde idi.

O dönemin tarihi olaylarından anladığımız kadarıyla bu fer­mana karşı doğrudan tepki eylemine Kannaılerden (Zealots) Judas isimli Galile'li [El-Celil] bir Yahudi elebaşılık ediyordu. Kannaîler veya Zealotlar, Roma'nın nüfus sayım siyasetine boyun eğ­meyi bir tür kölelik olarak görmüşler, bu yüzden Judaea'nın Ro­ma'ya itaatini kabulünün Tanrı'ya ibadette samimiyetle tezat teş­kil ettiğini haykırarak, Kudüs'de tapınağın kutsiyetini bozmaya cür'et eden her Romalıyı boğazlama haklarının bulunduğu kara­almış ve vergi ödemeyi reddetmişlerdi.

O günkü sosyal şartlar komuoyunu Kannaîlerin başlattığı hareket lehinde tavır takınmaya teşvik etmekteydi. Yahudi aris­tokrat tabakaya mensup olanlar, serveti, kahinlik makamını ve diğer gözde mevkileri ellerine geçirmişlerdi ve tabii olarak du­rumlarını korumak için Roma'nın himayesine sığınıyorlardı. El­bette bunun için kendi din kardeşlerinin aleyhine olarak Roma­lı memurlara bir bedel ödüyor, onların bir dediklerini iki etmi­yor ve yönetimdeki işlerini kolaylaştırıyorlardı. Halbuki aşağı tabakadan olan kendi kardeşleri arazi dağıtımının Tevrat'da be­lirtildiği şekilde ve Musa aleyhisselam döneminde olduğu gibi yeniden tanzim edilmesini istiyorlardı. Daha önce işaret edildi­ği gibi, Essenîlerin ebedileşmesinde de muhtemelen bu düşün­celer rol oynamıştır.

İstatistik çalışmalarıyla Kannaîler ve düşmanları arasındaki çatışmalarla geçen sürede  bazen kıtlık derecesine varan ekono­mik krizlerin  hiç eksik olmadığı göz önünde bulundurulursa, Kannaîlerin Yahudiler üzerindeki nüfuzunun artmasına yol açan sebeplerden birini anlamış oluruz. İsyan dalgasının genişlemesin­de putperest Romalılara karşı dini tutuculuktan, her şeye sahip aristokrat kesime duyulan sosyal öfkeye kadar pek çok faktör rol oynamıştır. Bu arada bazı Romalı valilerin ahmakça davranışları kadar, diaspora Yahudileriyle ve Roma İmparatorluğu’nun deği­şik yerlerinde yaşayan diğerleri arasındaki sürtüşmelerin de bu arbedede rolü olmuştur. Çünkü bu sürtüşmeler Filistin’deki Ya­hudilerin birbirleriyle ve Romalı efendileriyle olan ilişkilerine de doğrudan veya dolaylı yoldan tesir ediyordu. Nitekim Miladi 37 yılında İskenderiye’de vukû bulan olayların nasıl aksettiğini, An­takya, Caesaria ve diğer şehirlerde kargaşalara yol açtığını, hatta imparator Gaius'un kafasına göre hareket edip heykellerinin Ku­düs tapınağına konulmasını emrettiğinde Judaea'da şiddetli bir ayaklanmanın çıkmasına ramak kaldığını görmüştük...

Beklenen Mesih avuntusu

Saf insanları oyalayan, kalplerini esir alan ve onları zaman zamantüm sözü evirip çevirenlerin elinde oyuncak haline geti­ren en büyük yalan, beklenen Mesih'in ortaya çıkacağı, kendisiy­le birlikte olan Yahudilerle beraber tüm dünyaya hakim olacağı­dır. Sözünü ettiğimiz o yüzyılda bir dizi kehanet iddiaları ortaya atılmış, Essenîler ve benzerlerinin beklenen Mesih’in gelişinin yakın olduğu şeklindeki inançları bu kehanetlerin zuhuruna ze­min hazırlamıştır.

İncillerin değişik yerlerinde Isa peygamberin bu konuyla ilgi­li sözleri vardır: “Birçokları 'Ben O'yum' diyerek benim adımla gelip birçok kişiyi saptıracaklar. ”

Nitekim Isa peygamber göğe uruc ettikten hemen sonra Theudas isimli bir sahtekâr zuhur ederek (Miladi 44) Mesih olduğu nu ileri sürdü ve Yahudileri isyana teşvik etmeye başladı. Romalı vali onu öldürüp kellesini Kudüs'e göndermekten başka çare bu­lamadı.  Keza Miladi 66 yılı başlarında Menahem ben Ya'ir isim­li başka bir yalancı ortaya çıktı.  Bazen alayişlerle, bazen tehdit­lerle kendisinin Mesih olduğunu iddia ediyordu. Başına Mesih'in tacını koymak için tapınağa doğru giderken sabık müridlerinden biri tarafından öldürüldü.

Tehe^vvürle korkaklık arasında

O dönemde Mesih'in gelişinin yakın olduğu inancının, Yahu­di avam tabakasından pek çok kişiyi Romalılara karşı saldırgan ve mütecaviz bir tavır takınmaya, zaferden sonra dünya hakimiye­tinde Mesih'e ortak olmak için birden tekrar dirilecekleri ümidiy­le ölümü hiçe saymaya ittiği muhakkak.

Bu insanlar, rüzgar kendilerinden yana eserken son derece yüksek moralliydiler, fakat rüzgar tersten estiğinde tüm manevi­yatlarını yitiriyorlar, ölümle burun buruna gelmiş, canını kurta­racak yer arayan kalabalığa dönüşüyorlardı. Romalılarla Yahudiler arasındaki çarpışmaların umumi manzarası böyleydi. Zaferin kesin olduğu müjdesini aldıklarında coşuyor, yenileceklerini an­ladıkların moralleri bozuluyor, Romalılar karşısında kanalizas­yonlarda ve yeraltı geçitlerinde gizleniyorlardı.

Kitab-ı Mukaddes Ansiklopedisi, Kudüs'de şehrin yukarı kesi­mini koruyan surun yıkıldığı sırada çarpışmanın son aşamasını şu sözlerle anlatıyor: "Şu anda anlaşıldı ki, kuşatmacılara karşı direnenlerin gücü en sonunda kırıldı. Sur yıkılınca onların önde gelen savaşçıları aciz ve korkak bir şekilde yer altındaki geçitler­de gizlenecek yer aramaya başladılar. 8

En ateşli savaşçıların böylesine acz ve korkaklık duygusuna kapılmaları ancak Mesih'in gelişinden ve mutlu hayata hızlı dö­nüşten ümit kesildiği zaman olabilir diye düşünüyoruz.

Romalılar bir çarpışmadan sonra yeraltı geçitlerinde Yah .di savaşçıların elebaşlarındanjohn of Gishalu ve Simon bar Giora'yı ele geçirmişler; birini müebbet hapse mahkum etmiş, diğerini bu tür zaferlerden sonra başkentte düzenlenen şenlikleri seyretmesi için Roma'ya göndermiş, şenlikten sonra da Capitol duvarı yakı­nında öldürmüşlerdir.

Massada kalesinde

Massada kalesinin harabeleri, denizin batı kesiminde, 1500 kadem yükseklikteki bir dağın tepesindedir ve daha sonraları Essenî parşömenlerinin bulunduğu Kumran harabelerinin 51 km. güneyindedir.

Miladi 66 yılına kadar bu müstahkem kalede bir Roma garni­zonu kalıyordu. Kudüs'de sözde beklenen Mesih Menahem'in öl­dürülmesinden sonra başta onun akrabası Eliazer ben Ya'ir olmak üzere yardımcıları güney istikametinde kaçarak Massada kalesine ulaştılar. Kaleyi işgal ederek Roma garnizonundan olanların ta­mamını katlettiler.

Kale, Kudüs'ün düşüp tapınağın yıkılmasından sonra da Eli­azer ve çetesinin elinde kaldı. 73 yılında bir Roma birliği Filis­tin'in güney sınırı üzerindeki son Yahudi direniş noktası olan

Massada kalesinin üzerine yürüdü ve kaleyi ele geçirdi.

Tarihçilerin anlattıklarına göre Eliazer artık her şeyin bittiğini anlayınca, adamlarının gözünü kırpmadan yerine getirdikleri çıl­gınca bir karar aldı. Kaledeki eli silah tutmayan tüm Yahudileri katlettikten, arkasından çoluk çocuklarını da kılıçtan geçirdikten sonra kendi kendilerini ortadan kaldırdılar. Romalılar kaleye gir­diklerinde içeride canlı kalmamıştı.

Tarihçilerin anlattıkları böyle. Modern tarihçiler ise olayın so­rumluluğunu, vatanseverlik duyguları en yüksek grup olarak ni­teledikleri Kannal (Zealot)lere yüklemektedirler. Bu tarihçiler onları josephus'un yalnızca kendi şahsi çıkarları için hareket eden komplocu ve fırsat düşkünleri olarak nitelemesinin aksine, davaları uğruna fedakârlığın, sebat ve kendini kurban etmenin en parlak örneklerini sunan savaşçı grup olarak görmektedirler.

Günümüz Yahudileri Massada kalesi olayına özel bir önem vermekte ve burada geçen hadiseyi yarı gerçek yarı hayali man­zaralarla süsleyerek, Eliazer ve adamlarının yaptıklarının bir ben­zerini ancak Yahudilerin yapabileceklerini söylemektedirler.

Öncülüğünü General Yigael Yadin’in  yaptığı arkeoloji ve ka­zı ekipleri, muhtemelen kale ankazı altında Massada'daki Yahudilerin sonuyla ilgili rivayetlerin doğruluğunu ispat edecek mad­di bir delil bulmak için yoğun faaliyetlerde bulundular.

Aşağıda bu heyetlerin ulaştığı sonuçların özetini bulacaksınız:

Haber ajanslarının 3/4/1965'de geçtikleri haber şöyle: İsra­il'deki Massada heyeti on bir ay devam eden kazılardan sonra ça­lışmalarını durdurdu. Heyette otuz ülkeden gönüllüler yer al­maktaydı. Kazı çalışmaları Londra’da yayınlanan Observer gaze­tesinin yanı sıra özel şirketlerce finanse edildi. Kapanış töreninde cumhurbaşkanı vekili Abba Eban ve Observer yazarı David Store hazır bulundu. Kazı ekibi Miladi 73 yılında Massada kalesinde Roma ordularına karşı savaşan Yahudi cemaatı hakkında yazılı bir kayda rastlayamadı. Yalnızca bir sinagog kalıntısı, seramik kap kacaklar ve oyma havuzlar bulundu. Haber ajanslarının bil- dirdiğine göre çalışmaların ikinci aşaması gelecek Aralık ayında başlayacak. Çalışmaların iki yıl sürmesi bekleniyor.    

Bundan dört buçuk yıl sonra, 25/10/1969 tarihinde New York Üniversitesi’ne bağlı lbrani Araştırmalar Enstitüsü'nde görevli bir kadın profesör şu açıklamayı yaptı: “M.Ö. l. Yüzyılda yaşayan Ya­hudi tarihçisi Josephus Flavius'un Miladi 73’de vuku bulduğunu söylediği toplu Yahudi intiharının tarihî bir dayanağı yoktur. Jo­sephus, otuz dokuz vatandaşının intihara sevkettikten sonra gü­nah işlediği düşüncesinden kurtulmak için bu rivayeti uydur­muş, daha sonra Romalıların saflarına katılmıştır." Aynı kadın ta­rihçi, intiharla ilgili tarihi belgeler olduğu konusundaki iddialar için ise şöyle dedi: “Yahudi müdafiler çarpışarak ölmüş veya Massada kalesinin düşmesinden sonra ülkeden kaçmışlardır.. ”n

Josephus: Tarihçi ve general

Adı bu rivayette sık sık geçen Josephus konuya yabancı değil­di. Biz onu tarafgir bir tarihçi oluşundan çok, hem Yahudilere hem de başkalarına insaflı davranan gerçeğe tutunmak yerine kendi ırkdaşlarını yüceltmek için tarihi çarpıtan yönüyle tanımış­tık. Şimdiyse başka bir yönüyle tanıyacağız.

Hatırlarsanız, daha önce onun Roma’ya elçi olarak geldiğini, orada hapisteki Yahudi kahinlerin serbest bırakılması amacıyla Poppaea’dan imparator nezdinde şefaatçi olmasını talep ettiğini, arkasından yanında değerli hediyelerle ve mutlu bir şekilde Filis­tin'e döndüğünü belirtmiştik. Geri dönüş tarihi sonun başlangıç yılı yani Yahudilerle Romalılar arasında ilk çatışmaların başladığı 66 senesiydi.

Öncelikle kaydetmek gerekir ki, biz, Yahudi-Romalı çatışma­ları derken, tüm Yahudilerin değil, içlerinden yalnızca belli bir kesiminin katıldığı çatışmaları kastediyoruz. Çünkü çatışmaları bir grup başlattıktan sonra diğerleri de kendilerini bu silahlı sa­vaşın ortasında bulurlar. Savaş taraftarları geleneksel Yüksek Kurul'u bu işin içinde yer almaya ve savaş meydanlarında komuta sorumluluğunu yüklenmeye icbar etmek için maddi ve manevi baskı uygulamaktan kaçınmamıştır. Yüksek Kurul, kumanda so­rumluluğunu reddetmesi halinde iki seçenekle karşı karşıya gele­ceğini gayet iyi biliyordu. Yani ya Filistin dışına kaçarak canları­nı kurtaracaklar, ya da pelerininin altına hançer gizleyerek yanla­rına yaklaşan birinin saldırısına maruz kalacaklardı.

Yüksek Kurul böylece ülkenin savunma sorumluluğunu üze­rine aldı ve Yahudilerin yaşadığı bölgeyi Filistin’den ayırdı. Bu bölgenin batı sınırını Lydda, doğu sınırını Ürdün'ün doğusunda yer alan Tiberias çiziyordu. Güneyi Idumea, güneyi ise Galile idi. Ayrıca bölgeyi yedi sancağa bölmüşlerdi ve her bir sancağın ba­şında kendi komutanı bulunuyordu.

Galile sancağının kumandası Josephus'daydı. Tarihçiler Josep­hus’un büyük komutanlardan biri olarak atanmasını Yüksek Kurul’un Roma'yla girilen çatışma konusunda ciddi olmamasından kaynaklandığını, savaşın sevk ve idare sorumluluğunu kabul etmesininse savaş taraftarı partinin iradesine boyun eğmekten baş­ka çaresinin olmadığı şeklinde yorumluyorlar. Nitekim ilk fırsat­ta Yüksek Kurul geri çekilmiş ve teroristlerin aleyhine dönmüştür.

Gerçekten de araştırmacı genel durumu değerlendiğinde, Yüksek Kurul’un Roma’ya karşı düşmanca tavır takınmasının ke­sinlikle çıkarına olmadığını, çünkü üyelerinin büyük çoğunluğu­nun yaşadığı rahat hayatı Romalılara borçlu olan aristokrat ke­simden geldiğini kolayca farkedecektir. İşte Josephus’un bu oyu­na katılması da, Yüksek Kurul’un sadakatini pekiştirmesi ve uz­laşmaya, uygun zaman gelince de Kannaîlere ve müttefikleri aley­hine dönmeye hazır olduğunu göstermesi yönündeki iradesinin gizli bir işaretiydi.

Josephus “Yahudi Savaşları" Qewish Wars) adlı eserinde,Sanhedrin’in Galile sancağı komutanlığını kendisine havale ettiğini belirterek, isyanın orada fazla yaygın olmadığını, kendisinden is­teneninse halkı  isyana en meyyal kişiler olan Samaria’da Roma’ya sadakati muhafaza ederek olayların fazla yayılmasını önle­mek olduğunu kaydetmektedir. Yahudi Ansiklopedisi, güya halkın tamamının Roma'ya baş­kaldırmaya istekliği olduğunu vurgulamak istercesine bizzat Jo­sephus'un söylediklerini reddederek şöyle diyor: "Josephus'un söyledikleri gerçeklerin basit bir çarpıtılmasıdır." 13

Yahudi Ansiklopedisi Josephus'un söylediklerinin neden ger­çeklerin tahrifi olduğununu açıklamamış, ama muhtemelen an­siklopediye göre bunun sebebi Josephus'un eserlerini Roma'ya yerleştikten sonra yazması ve Kudüs'ün düşüp, tapınağın yıkılışı­nın ardından Yahudilerle Romalılar arasındaki ilişkilerin düzeltil­mesini arzu etmiş olması olabilir. Aynı kaynağa göre Josephus Roma İmparatorluğu ile Yahudiler arasında ortak çıkarlar oldu­ğunu göstermek istiyordu. Josephus'un bazı eserlerini önce Aramice olarak yazıp, sonra Yunancaya tercüme ettiği; Aramice yaz­dıklarının imparatorluğun doğu sınırlarında tebaaya yönelik pro­paganda niteliği taşıdığı; halka Roma ordularının mağlup edile­mez büyüklükte olduğunu hatırlatarak, Roma'ya karşı isyana ni­yetlenmemelerini, aksi takdirde akibetlerinin Yahudi isyancılarınki gibi olacağını belirttiği söylenmektedir.

Her ne olursa olsunjosephus'un tarihi gerçekleri çarpıttığı sö­zü doğrudur ve bunun ispata ihtiyacı da yoktur. Çünkü bir yan­dan Roma'ya yağ çekmek istiyor, diğer yandan da yaşadığı çağda Yahudilerin maruz kaldıkları aşağılanma dalgası karşısında onla­rı masum göstererek, saygı ve takdire layık bir halk olduklarını göstermeyi amaçlıyordu.

Geleneksel Yüksek Kurul'un Roma'ya karşı düşmanca tavır ta­kınma konusunda ciddi şekilde zorlandığı da doğrudur ve güneş ışıklarını engellemek nasıl mümkün değilse Yahudi Ansiklopedi­si de bu gerçeği inkar edemez.

Şimdi de josephus'un Romalılara karşı katıldığı askeri operas­yonlara bir göz atalım.

İmparator Neron Filistin'deki kargaşaya son vermek istediğin­de, tecrübeli generali Flavius Vespasianus'u görevlendirdi. Vespasianus ve oğlu Titüs Akka'da buluşmak üzere sözleştiler. Roma kuvvetleri Galile'deki Yahudi ordusuyla hesaplaşmak üzere hare­ket etti. Yahudi Ansiklopedisi, Josephus'un emrindeki ordunun yüz bin piyade, beş bin atlıdan oluştuğunu; bizzat josephus'un hassa birliğinin sayısının ise beş yüz olduğunu kaydetmektedir. Buna karşılık Roma kuvvetleri 50-60 bin kadar savaşçıdan oluşuyordu ve bunun üç bölüğü Romalı, kalanları ise Yahudi kral II. Agrip•pa, Anadolu genel valilerinden Antiochus ve İmisia hakimi kral Sumes'in hazırladığı yardımcı milis kuvvetleriydi.  

Josphus, savaş daha başlamadan önce sanki mağlup olacağını biliyormuş gibi, Kudüs'deki genel karargaha önceden bir mektup göndererek ordusunun kötü durumunu rapor etmiştir.

Josephus, ordusunun vurucu gücünü Safforia şehrinin iki bu­çuk mil açığına mevzilendirmişti. Vespasianus daha ordusundan altı bin kişiyi Safforia'ya mevzilendirmeden Josephus'un yüz bin kişilik ordusu hiçbir çatışmaya girmeden erimiş, askerleri gerilla savaşı sürdürmek amacıyla müstahkem şehirlere sığınmışlardır. Josephus’un kendisi de Jotapata kalesine bekinmiştir.15 Burada Vespasianus'un kuşatmasına ancak kırk yedi gün direnmiş ve Miladi 67 yılının Temmuzunda Romalı komutana teslim olarak onun ve oğlu Titüs'ün Roma tahtına çıkacakları kehanetinde bulunmuştur.

josephus'un kendi ifadesine göre bu kehanetinden dolayı iyi muamele görmüş ve Vespasianus'un tahta çıkmasından sonra (Miladi 69) serbest bırakılarak Filistin operasyonlarının 70 yı­lında son bulmasına kadar Titüs'e danışman yapılmış ve onun­la birlikte Roma'ya dönüp 100 yılında vefat edinceye kadar ora­da yaşamıştır..

Şimdi tekrar Massada kalesine dönüp, kalıntıları üzerinde bir­kaç dakika duralım.

Ateşli siyonistlerin tarihçilerin Massada kalesine sığınan Ya­hudi çete üyelerinin birbirlerini öldürerek intihar ettikleri yolun­daki rivayetlerini ispat için sarfettikleri gayretlerin boşa çıkartılı• şını görmüştük.

Bayan tarihçi Dr. T. Rosemarine, Yahudi çete üyelerinin Mas­sada kalesine girip oradaki Romalıları katlettiklerini, sonra ülke­den kaçtıklarını veya Roma ordusu tarafından kuşatılarak dört bir yana dağılmak zorunda kaldıklarını belirtmektedir. Rosemari­ne ayrıca,Josephus’un kaydının ve ona dayanan diğer tarihçilerin, bu grubun intihar ettiği veya birbirini öldürdüğü şeklindeki söz­lerinin gerçeği yansıtmadığını, Josephus’un otuz dokuz vatanda­şını intihara sevkettikten sonra günah işlediği düşüncesinden kurtulmak için bu rivayeti uydurduğunu, daha sonra Romalıların saflarına katıldığını yazmaktadır.

Fakat ben, Massada hikayesiyle Josephus’un kendisiyle ilgili naklettiği hikaye arasında bir karşılaştırma yaptığımda onun vic­dan azabı çektiği kanaatine varamadım.

Josephus’un kendisiyle ilgili naklettiği hikayeye göre kendisi Jotapata kalesine sığınmış, orada kırk beş gün direnmiş; kale Ro­malıların eline geçince otuz dokuz  adamıyla birlikte yeraltındaki bir mahzene saklanmış, kırk kişi burada yaygın geleneğe uya­rak düşmanın eline düşmektense birbirlerini öldürme konusun­da anlaşmış; sonra ikisi hariç kalanları birbirini öldürmüş. Bun­lardan birisi olan Josephus, kader arkadaşını Romalılara teslim olmak suretiyle katliamdan kurtulmaya ikna etmiş.

Dr. Rosemarine'nin Josephus’un mahzene sığınan kişilerin birbirlerini öldürdükleri hikayesine inanırken, Massada kalesine sığınanların intihar etmiş olmasını neden reddettiğini anlayabil­miş değilim. Sanırım her iki rivayeti de reddetmek daha doğru­dur. Yani ne Jotapata’da birbirini öldürme veya intihar var, ne de Massada kalesinde. Josephus her halükârda bir yalancıdır ve tek düşüncesi halkının hiç kimsenin olmadığı kadar şerefli bir halk olduğu izlenimi vermektir. Bir kere Massada çetesindekiler kendilerinin suç işlemiş hançerli katiller olduklarını, kaleye kapanmadan önce bağışlanmaya­cak cinayetler işlediklerini gayet iyi biliyorlardı. Taşıdıkları han­çerler bedelini ödeyen kişinin mülküydü. Bu hançerleri çok tehli­keli bir silah olarak kullanmakta tereddüt göstermiyorlardı. Baş kahin Jonathan'a suikast tertiplemeleri bunun en iyi delillerindendir. Hem de kimin hesabına? Putperest Roma valisi Felix’in!17

Roma devleti bu çetenin Massada kalesine kapanmadan önce­ki suçlarını affetse bile, kaleyi ele geçirdikten sonra içerideki Ro­malıları katletmesini asla affetmezdi. Etme bulma dünyası bu.. Onların Massada kalesinde yaptıklarının Romalıların Yahudilere yaptıklarının bir karşılığı olması tabiidir.

Terör ve şiddete bulaşmış bir çete üyelerinin, bir gün gelip aralarında ihtilaf çıkınca birbirlerinin gırtlağını kesmeleri eşya­nın tabiatındandır. Ölen ölmüş, kaçan kaçmıştır ve Romalılar gel­diğinde her şeyin bitmiş olduğunu görmüşlerdir.

Olaylar zinciri

Roma valisinin Judaea'da yapılmasını istediği nüfus sayımı Miladi 6 yılında Galileli Judas'ın yakışıklı olduğundan dolayı Judas deniliyordu,önderliğinde başlayan Zealots isyanının doğ­rudan sebebiydi. Şiarları, Romanın sayım talebinin kabul edilme­sinin köleliği kabul etmek, judaea'nın Roma'ya bağlılığını itira­fınsa Allah'a karşı samimiyetsizlik olduğu idi.

Nüfus sayım emri verildiği günden sonra Kannaîler, vergi öde­meyi reddettikleri gibi, her vesileyle Roma yönetimini rahatsız et­mekte tereddüt göstermediler. Filistin'de sosyo-ekonomik durum ziyadesiyle kötü olduğu için, Kannaîler, hayatlarının her sahasını etkileyen kötülüklerden kurtaracak kral Mesih'in geleceğine ina­nan avam tabakası arasında taraftar ve sempatizanlar bulmakta güçlük çekmiyorlardı.

Romalıların kötü yönetimi de çoğu kez halk arasında gruplaş­maların artmasında önemli rol oynuyordu. Kaydetmek gerekir ki, Romalılar da çoğu kez Yahudilerin ne istediğini tam olarak anla­yamıyorlardı. I. Herod zamanında doğrudan Roma mandasını is­temişler ve judaea'da krallığın ilgasını talep etmişlerdi. Romalılar eyalet sistemi getirip procuratorlar tayin edince, bu defa da ona karşı çıkmışlar ve içlerinden bir grup krallığın tekrar konulması­nı ve Herod ailesinin dönmesini istemişti.

Romalar Sadukîleri memnun edince Ferisîler karşı çıkıyor, hem Ferisîleri, hem de Sadukîleri benimseyince bu defa Sicarii [Zealots] denilen Kannaîler onlara ateş püskürüyorlardı.

Sonunda Claudius, Herod hanedanından I. Agrippa'nın yetki­lerini genişleterek 41 yılında procuratorluğu kaldırdı.

I.Agrippa, hilekâr ve aşağılık birisi olduğu için Hristiyanları takibat altına almak suretiyle Yahudilerin desteğini kazanmayı başardı ve böylece İsa'nın şakirtlerinden Aziz Butros'u hapseder­ken Aziz Yakub'u katlettirdi. Fakat Roma'nın procurators sistemi­ni başlattığını görecek kadar yaşamadı ve 44 yılında öldü. Onun ölümünden hemen sonrajudaea'da Theudas adında sahte bir Me­sih ortaya çıktı. Halkı Romalılara karşı savaşmaya ve kutsaljudaea krallığını tesise davet etti. Kısa süre sonra görevinden alınan vali Phatos tarafından öldürüldü.

Roma, atadığı yeni valiyi mürted Yahudiler arasından seçmek­le hata etti. Tibarius Alexandre isimli bu mürted Yahudi, İsken­deriye asıllıydı. İleride olacak olaylarda gerekjudaea'da ve gerek­se İskenderiye'de Yahudilere karşı son derece zalimce muamele ettiğini göreceğiz. Ondan sonra 48-66 yıllan arasında beş vali da­ha görev yaptı. Bunların bazıları Yahudilere zulmetti, bazıları ise mutedil bir yol seçti.

Sonuncu vali Florius zamanı sonun başlangıcıydı.

Yahudiler ödemeleri gereken vergiyi eksik ödemiş, bunun üzerine Florius tapınağın bazı mallarını müsadere etmişti. Yahudiler buna şiddetle karşı çıktılar. Kudüs'de durum iyice gerildi. Florius, Kudüs'un yukarı kesiminin kamilen kılıçtan geçirilmesi­ ni emretti. Roma vatandaşlığını elde etmiş kişiler de asılarak öl­dürülen ahali arasındaydı.

Bu olaydan sonra şiddet yanlısı Yahudiler, kendilerinden ol­mayan kişilerin tapınakta kurban sunmasına izin vermeme kara­rı aldılar. Yani artık Roma imparatoru adına tapınakta günlük kurban takdim edilmeyecekti.

Sanhedrin'in durumu

Bu şiddet yanlısı karar Yahudi Yüksek Kurulu'nu oldukça zor durumda bıraktı ve henüz uygulama aşamasına geçilmeden önce kararı bertaraf etmek için ümitsiz bir gayret sarfetti. Fakat vali Florius Sanhedrin'e karşı olumsuz bir tavır sergiledi ve hiçbir yardım vermedi. Yahudi kralı II. Agrippa^ ise üç bin süvariyle Sanhedrin'i takviye etti. Sanhedrin bu askerlerin yardımıyla tapı­nağı işgal eden isyancılara karşı dört hafta direnmeyi başardı. Fa­kat isyancılar Sanhedrin'in direnişini kırarak borçlarla ve kuru­lun alacaklarıyla ilgili evrakları yaktılar. Arkasından Antonia ka­lesini ele geçirerek düşmanlarını kral sarayında kuşatma altına al­dılar. Roma askerlerinden ve yerli milislerden oluşan garnizon si­lah bırakıp geri çekileceğini duyurdu. Savaş komitesi yerli milis­lerin Agrippa'nın göstermelik askerleri dahil,çekip gitmesine izin verdi, ama yemin edilerek söz verilmesine rağmen komutan­ları hariç Roma askerlerinin tamamını kılıçtan geçirdi.

Sünnetsizlerin tepkisi

Yahudi zulmünün hemen akabinde diğer şehirlerdeki sünnetsizler öfkeden küplere bindiler. Sünnetsizler, Caesaria şehrinde aynı gün harekete geçerek buldukları Yahudileri kılıçtan geçirdi­ler, hayatta kalanları da hapse attılar. Yahudi isyancılar, Caesaria katliamına tepki olarak gerilla teşkilatları kurarak, ellerindeki tüm imkanlarla sünnetsizlerin şehirlerini basıp bulduklarını kı­lıçtan geçirdiler.

19                 Claudius, babası L Agrippa 44 yılında ölünce oğlu il. Agrippa'yı henüz 17 yaşında olmasına rağmen kral unvanıyla ödüllendirdi.

Sünnetsizler olayları çaresizce seyretmeyi kabullenmediler ve Ya­hudilere karşı bir tenkil hareketine giriştiler. Sur şehrinin sahil şeri­diyle Askalan'a kadar olan bölgeyi ele geçirdiler. Ilk başta Yahudi is­yankârların Romalı askerlere yaptıkları zulme tepki olarak başlayan bu fırtınadan kendilerini korumayı başaran İskenderiye Yahudileri dahi bu tenkil ve boğazlama hareketinden nasiplerini aldılar.

Florius şehrinde düzeni sağlamaktan âciz kalınca Suriye genel valisi Annius Gallus'dan yardım istedi, fakat o da nizamı tesis et­mekte başarılı olamadı. Gallus'un başarısızlığı Yahudileri daha da şımarttı ve bunu rüyalarının gerçekleşmesinin yakınlaştığı yolun­da atılmış büyük bir adım olarak değerlendirdiler.

Artık Roma'nın işi ciddiye almaktan başka çaresi kalmamıştı. Vespasianus, Neron'dan isyanın tamamıyla bastırılıp Filistin'de düzenin yeniden sağlanması konusunda aldığı kesin talimatla ha­rekete geçti.

Josephus'un kumandasındaki Yahudi ordularının Miladi 67 Haziranında Galile'de darmadağın olmasından ve savaşçıların bölgedeki ana şehirlere yığılmasından sonra Vespasianus bunları tek tek isyancılardan temizlemeye başladı.

Vespasianus, o kışı Caesaria'da geçirdikten sonra Kudüs'ü ku­şatma altına alıp, Samaria, İdumea [Edom] ve Beriyye'yi işgal et­ti. Yahudilerin elinde başkent dışında üç kale kaldı. Bunlardan bi­risi de sözünü ettiğimiz Massada idi.

Neron'un 68 Haziranında intiharı Yahudilere nefes alma ve düşünme fırsatı verdi. Vespaisianus'un yürüttüğü _ askeri operas­yonlar yeni imparatordan emir gelinceye kadar durmuştu.

Kudüs'de iç çatışma

Roma'nın askeri operasyonları sırasında Kudüs civarındaki tüm isyancı güçler ve taraflar başkente yığılmış; zıt görüşler birbiriyle çatışmaya, her kafadan bir ses çıkmaya, Yahudileri gurur­la ahmaklığın sınırında tutan ateşli görüşler birbirine karışmaya başlamıştı.

Sicariler, Zealotlar ve eşkıyalar Romalıların önünden kaçarak Sanhedrin üyelerinden Sadukîler, Ferisîler, tacirler ve tapınak do-

layısıyla maddi ve sosyal çıkarlar sağlayan meslek erbabıyla bu­luşmak üzere Kudüs'e gelmişlerdi. Yahudiler için Kudüs'e haccet­mek farzdı ve yılın bir mevsiminde tapınağı ziyaret etmek için her yerden gelirlerdi. Dış dünyadan bu kutsal şehre getirilen mal­lar gümrük vergilerinden muaf tutuluyordu. Tapınağı bünyesin­de bulunduran Kudüs'ün düşman Roma ordusunun kışlası hali­ne gelmesi, belki de kaybedecek hiçbir şeyi olmayanların dışında, kimsenin hoşuna gitmiyordu.

Giskala'lı Yohanna'nın önderliğinde Galile'den ' kaçan Zealotlann Kudüs'e gelişiyle birlikte başkentteki kuvvetler' dengesi değişti. Yahudilerin Filistin'in her yerinde Romalılar karşısında dayanamaması, direnişçilerin sesini kesmiş ve ufukta düşmanla uzlaşma ih­timali gözükmüştü. Yohanna ve çetesinin Kudüs'e gelişi, sönmek­te olan ateşi yeniden körükledi ve tahripkâr gücünü iade etti.

Yakılan ateşin kıvılcımları kahinler ve aristokratların, özellik­le de Sanhedrin üyelerinin üzerine sıçradı. Savaş taraftarı olanlar, kendilerine katılmayan herkesi Roma yanlısı ve kutsal dava düş­manı ilan ederek, geleneksel Yahudi liderlerinden yakalayabildiklerini tutukladılar. Bu tutuklananlara herhangi bir mahkeme hu­zurunda kendilerini savunma hakkı verilmedi. Kendilerini halkı hainlerin elinden kurtarıcı olarak niteleyen bu kişiler, tutukluların boyunlarını vurdular.

Zeolotlar, kendi adamlarını rahat korumak için tüm yüksek makamları uhdelerine aldılar. Baş kahinin belli haham ailelerin­den seçilmesi geleneğini kaldırarak, kura yoluyla seçimi öngören eski usulü canlandırdılar.

Fakat aristokrat tabakası yelkenleri hemen suya indirmek ni­yetinde değildi. Kanuna karşı çıkanlardan yaka silken kesimi ha­rekete geçirerek, tapınağın dış revaklarını Zealotlardan temizle­yip, orta avluya ittiler.

Durum Zealotların kontrolünden çıkmak üzereydi ki, Giska­la'lı Yohanna Edomlulardan yardım istemelerini önerdi. Kudüs surları dışında savaşmaya susamış yirmi bin Edomlu vardı. Edomlular geleneksel Yüksek Kurul'a karşı öfkeliydiler. Ondan tiksiniyor ve başlarına gelen belanın sorumluluğunu ona yüklü­yorlardı.

Bir gece zifiri karanlıktan faydalanarak tapınaktan dışarı çık­mayı başaran bir grup Zealot, Edomlularla geri döndü. Şehir hal-. kını uykuda bastıran Edomlular, Zealotların düşmanlarını orta­dan kaldırdılar.

Zealotlar, yetmiş kişilik yeni bir Yüksek Kurul oluşturdular, ama herhangi bir kanuni kurumun yönetim konusunda onların canice metodlarıyla örtüşmediğini görerek çok kısa süre sonra kurulu dağıttılar.

"ldumealılar bir süre sonra ne için kendilerinden yardım is­tendiğini anladılar ve kana bulanmış şehri utanç içinde terkettiler. Şehir, sadakatinden şüphelendikleri herkesi kılıç altına yatı­ran Zeolotlara kaldı. Böylece tüm Kudüs mahvolmuş, aciz ve pe­rişan bir kitleye dönüştü.”

Yahudiler arasındaki iç savaş, onların Romalılar karşısında uğ­radıkları askeri yenilginin yol açtığından daha beter sonuçları be­raberinde getirdi.21

Neron'un intiharıyla birlikte askeri operasyonların durması­nın sağladığı fırsattan yararlanıp saflarını yeni bir savaş için tak­viye etmek veya onurlu bir barış anlaşması yapmak yerine, birbir­lerinin gırtlağını kesmeye başladılar ve bu durum tarafgirlik, ha­set ve kötü niyetlerin parçaladığı saflarının daha da zayıflaması­na yol açtı.22

İç savaşta yeni bir partner

Vespasianus, Kudüs ve civarındaki olup bitenleri soğukkanlı­lık ve sessizlik içinde gözlüyordu. Meyveyi henüz olgunlaşmadan toplamak istemiyordu ve Yahudilerin ahmakça tutumları sebe­biyle kendisini fazla yormaya gerek bırakmayacak bir ziyafet ha­zırladıklarını anlamıştı.

Hırsızlar ve eşkıyalar, Neron'un intiharı üzerine askeri operas­yonların durmasından faydalanarak, Roma ordusunun ulaşama-. dığı yerlerde soygun yapmaya, adam kaçırmaya ve faaliyet alanı Massada kalesiyle Ayn Gedi arasında sınırlı kalan Eliazer ben Ya'ir yönetimindeki Massada kalesi çetesinden güvenlikte olanla­rı dehşete salmaya başlamışlardı.

Bu eşkıyaların en dikkat çeken lideri Şemon Bargiora (Şemon ibn ed-Dahil) idi. Öyle ki çetesini güçlendirerek Hebron şehrini işgal etmiş, oradan topladığı ganimetlerle gücünü daha da artıra­rak kendisini Idumea’nın efendisi ilan etmişti.

Ne var ki Kudüs'de Gisgala'lı Yohanna ile kendisine iltihak eden Idumea'lı savaşçılar arasında anlaşmazlık çıkınca, Idumealılar Şemon'dan Yohanna'ya karşı kendilerine yardımcı olmasını is­tediler. Şemon'un hızlı bir şekilde Kudüs'e gelmesi üzerine Yo­hanna ve beraberindeki Zeolatlar tapınağın yukarı kısmına çekil­diler. (Miladi 69 Nisanı).

Aynı yılın Haziran ayında Vespasianus Kudüs'ün çevresindeki çemberi daraltmaya başladı ve Idumea'yı tekrar işgal etti. Böyle­' ce Kudüs yolu açıldı, ama Vespasianus bir kez daha Roma'daki kargaşalar sebebiyle operasyonları durdurmak zorunda kaldı.

Artık Kudüs'un kuşatma işi oğlu Titüs'un sorumluluğuna tevdi edilmişti, fakat o sıralar İskenderiye'de bulunan Titüs'un operasyon bölgesine gelmesi ancak 70 yılının Nisan ayında gerçekleşebildi.

Kudüs'ün muhasarası

Titüs çadırını Kudüs'e bir buçuk saat uzaklıkta bir yere diktiğin­de, kutsal şehir Pesah (hamursuz) bayramını kutlamak amacıyla dünyanın dört bir yanından gelen Yahudi hacılarla doluydu.

Zealotların estirdiği terör Romalılarla barış yapılmasını iste­yenlerin nefesini kesmişti. Savaş partisi liderleri aralarındaki ih­tilaflara rağmen,Titüs'ün Vespasianus'un imparator olduktan sonra hapisten çıkarıp serbest bıraktığıjosephus aracılığıyla gön­derdiği barış teklifine olumlu cevap vermediler. Bu arada 48 yı­ lından önce Filistin’de valilik yapan Tibarius Alexandre isimli mürted Yahudi, Titüs savaş meclisinin başkanıydı ve Titüs İsken­deriye’den dönerken tecrübelerinden yararlanmak amacıyla onu da beraberinde getirmişti.

O sırada meşhur Ferisi din adamı Yohanna ben Zakkay, kuşat­ma altındaki şehirden şakirtlerinin Zeolatlar tarafından tanınma­ması için kefene sararak dışarı çıkarmaları sayesinde kurtulmuş ve Roma askeri karargahına gelmişti.  

Kudüs’ün çevresi kuşatma altına alınmış olmasına rağmen, içeride Yahudiler arasında çatışmalar artarak devam etti ve hatta Eliazer b. Şemon önderliğinde yerli Zealotlardan üçüncü bir par­tinin kurulmasıyla şiddetini daha da artırdı. Böylece birbiriyle çarpışan parti sayısı üçe çıktı: Gisgala’lı Yohanna’nın partisi, Şe­mon Bargiora’nın partisi ve Eliazer b. Şemon’un partisi.

Gisgala’lı Yohanna Eliazer’i saf dışı bırakarak tapınağın avlu­sundan kovunca meydan iki rakip partiye kaldı. Gisgala’lı Yohanna’nın sekiz, Şemon Bargiora’nın on beş bin adamı vardı.

Her iki lider de muhasara altındaki şehrin savunmasını güç­lendirmek için kaçınılmaz olan milli birlik sloganıyla işin sonu­nu düşünmeden birbirini tasfiye etmeye çalışıyordu. Fakat Roma ordusunun mancınıklarla attığı taşlar şehrin dış surlarını dövme­ye başlayınca, Yohanna ve Şemon yaklaşan tehlike karşısında güçlerini birleştirmenin kaçınılmaz olduğunu anladılar.

Savaşın Roma lehine gelişmeye başlaması üzerine Titüs bir kez daha Josephus’u Yahudilere göndererek teslim olmaları çağ­rısında bulundu. Titüs, hac için Kudüs’de yığılan halkın ve yerli ahalinin veba salgınından kırılmaya başladığını, şehir içinde bir­birini asıp kesen partiler yüzünden gıda stoklarının tükenip açlık başgösterdiğini biliyordu.25 Titüs’ün amacı şehri ve özellikle ta­pınağı tahribattan kurtarmaktı. Ama parti liderleri teslimiyet gö­rüşmelerine yanaşmayı reddettiler ve tapınağın ve Allah’ın üstün gücünün zaferin teminatı olduğunu açıkladılar. Anlaşılan Zeolatların ve eşkıyaların liderleri işledikleri cinayetlerle Allah’ın adalet ve iyilik emirlerini çiğnediklerini unutmuşlardı.

Terörist liderlerin tavrı böyle olmakla birlikte halk başka bir yöne meyletmişti ve bir fırsatını bulan kaçıp Romalıların himaye­sine sığınıyordu. Parti önderleri bu tehlikeli durum karşısında el­leri bağlı beklemektense, kuşatma altında şehirden dışarı çıkışı önlemek için ağır tedbirler aldılar. Halk arasında terör estirmeye, milletin erzakını müsadere edip savaşçılara dağıtmaya başladılar.

Titüs, kazandığı yeni başarılardan sonra josephus'u üçüncü defa elçi olarak gönderdi. Arkasından şahsi bir gayretle hiç ol­mazsa Kudüs'ü bekleyen feci akibetten tapınağın kurtulması için teröristlerden orasını boşaltmalarını istedi. Teröristler üçüncü ba. rış teklifini de reddettikleri gibi, Antonia kalesiyle tapınağın iç avlusunun surları arasında kalan binaları kendi elleriyle ateşe verdiler.      Artık her şey beklenen akibete doğru yaklaşıyordu.

Tapınağın yan duvarlarını yalamaya başlayan alevler iç revak­lara doğru uzanmıştı. Halk, korku ve dehşet içinde alevlerin tapı­nağın bölümlerini yiyip bitirişini seyrediyordu. Titüs de hayatın­da ilk defa en kutsal tapınağın kapısının çılgın alevlerin darbele­riyle acı içinde kıvrandığını müşahede ediyordu.

Böylesi bir dehşet anında ortaya fırlayan bir falcı, insanları kurtuluş işaretlerinin nihai gerçekleşmesini gözleriyle görmeleri için tapınağa doğru gitmeye çağırdı. Ama çılgın alevlerin dilleri, korkudan ödleri patlayan savaşçılar, ölüler ve inleyen yaralılar, tüm bunlar kurtuluş dilinden, kurtuluş işaretlerinden, Mesih ve kurtarışlarından farklı bir dille konuşuyordu. Adil bir hükümdü bu. Vaftizci Yohanna27 ve Nasıralı jesus'un28 söyledikleri doğru çıkmıştı. (9 Ağustos 70)

Binlerce kişi tapınak yangınında helak olmuştu. Gisgala'lı Yo­hanna ve bazı Zedatlar şehrin yukarı kesimine sığınarak kurtul­manın yollarını aradılar. Bu arada Romalılar sunakta sancaklarını dikmişler, önünde kurbanlar kesmişlerdi ve muzaffer komutan Titüs'ü selamlıyorlardı.

Yapılan uzun görüşmelerden sonra çete reisleri serbestçe çe­kip gitmelerine izin verilmesi şartıyla şehri teslim edeceklerini açıkladılar, ama Titüs şehrin yakılmasını emretti. 70 yılının Eylül ayı sonun sonuydu.

Her ne kadar Kudüs ve tapınağın tahribi konusundaki rivayet­ler ve tarihi kayıtlar arasında farklılıklar ve şüpheli versiyonlar varsa da, üzerinde görüş birliği sağlanan olayların özeti bundan ibarettir (. ..)

Yahudilerin genel olarak Romalılardan çektikleri, önce ve son­ra olan olaylar, sıradan Yahudilerin canlarının Yüksek Kurul'un ar­zularının gerçekleşmesi yolunda hiçbir değeri olmadığını apaçık bir şekilde göstermektedir. Yahudi önderlerinden beklenen Mesih olduğunu iddia eden herkes, koyu bir yalancı olduğunu kesinlikle biliyordu, ama yine de hiçbiri yakılan fitne ateşinin odunu olarak sıradan Yahudileri kullanmakta tereddüt etmemiştir.

Yıkımdan sonra

Bir yandan birbirini yiyen Yahudi grupları, diğer yandan Ya­hudilerle Romalılar arasındaki çatışmaların maddi ve edebi güç alanlarında korkunç tahribatlar yapması tabii idi.

Yahudilere göre Babil sürgününden kurtulmalarıyla birlikte ikinci kez inşa edilen tapınak, gelenek ve şiarlarını temelleri üze­rinde geliştirdikleri en büyük dini payandalarıydı. Vespasianus'un bastırmasından sonra Galile'den kaçarak Kudüs'ü ele ge­çiren Zealotların reis ve üyelerini ortadan kaldırdıkları Sanhedrin da artık yoktu. Bu durumda Filistin Yahudileri ibadet ve yaşam tarzlarında diaspora Yahudileriyle aynı çizgide buluşmak zorun­daydılar. Sadukîler varlıklarını tapınak, Kudüs ve devletin varlı­ğına bağlamışlardı, ama bunlar ortadan kalkınca cemaat olarak varlıkları sona erdi. Yohanna b. Zakkay'ın önderliğindeki Ferisîler Yabne'yi  kendilerine merkez edinerek, Yahudi yaşantısı için yeni prensipler koymaya başladılar. Yahudiler arasında çıkan ih­tilaflara bakan yetmiş iki üyeli bir mahkeme teşkil etmek suretiy­le Sanhedrin'i dirilttiler. Judaea bölgesinde Romalıların bu mah­kemeyi tanımadıkları konusunda herhangi bir kayıt yok, ama di- aspora Yahudilerinin buradan çıkan kararları kanun mesabesinde görmesinden ne kadar önemli olduğu anlaşılıyor.

Hatta diaspora Yahudilerinin daha sonra Jüpiter Capitulinos tapınağına yönlendirilen ve vaktiyle tapınak için ödemiş oldukla­' rı iki dirhemlik vergi yerine güvenilir adamları  vasıtasıyla Sanhedrin'e ödedikleri başka bir vergi koydular.

Filistin Yahudileri yeni duruma kısa zamanda adapte oldular ki, muhtemelen Kudüs'ün muhasarası ve tapınağın tahrip edilişi sırasında yaşadıkları kötü günlerden kurtulup fazla istikrarlı ve müreffeh olmasa da değişik bir ortamda mutluluğu bulmalarının . bunda önemli rolü olmuştur.

Tüm bunlara rağmen Yahudi yazıcıları (peruşim) Allah'ın Yahudilerin başına saldığı bu korkunç beladan hiç ders almamışlar­dı ve yine dindaşlarını dünyaya hakim olarak ve Allah'ın emriyle hükmedecek beklenen Mesiya'nın gelişiyle ilgili kehanetlerle beslemeye devam ettiler. Gelişiyle birlikte kurtuluş saatinin çala­cağı söylenen beklenen Mesiya [Mesih] rivayetleri, Yahudilerin eşi benzeri olmayan zor günler yaşamaya başladıkları dönemde yaygınlık kazanmaktaydı.

Fakat beklenen Mesiya'nın insanların müdahalesi olmadan Allah'ın bir işi olarak gerçekleşeceği inancına rağmen Yahudiler her yeni bir felaket anında Mesiya'yı bir an önce getiriyorlardı ve bu defaki Mesiya Bar Kohba isyanında tecessüm edecekti.

Tapınağın yıkılışı ve diaspoya Yahudileri

Kudüs'de kuşatma altına alınan Yahudiler, diaspora Yahudilerini Romalılara karşı ayaklandırmaya çalıştılar. Sicariler, Zealotlar ve eşkıyalar Filistin'de sıradan Yahudilerin başına gelen felaketle­ri engelleyememişler; şimdi Roma dünyasında tüm Yahudileri im­paratorluğa karşı ayaklandırmanın yollarını aramaya başlamışlar­dı. Fakat çatışmaların ilk aşamalarında katılım çok az olmuş, so­nuçlar ortaya çıkmaya başladıktan sonra da ortadan kalkmıştır.

Daha önce Antakyalı mürted Yahudi Antiochus’un, Antakya’yı yakma planlarını ortaya çıkarıp, iddiasını ispat için bazı yabancı Yahudileri topluluğa hedef gösterdiğini, ama bunu Vespasianus’un imparatorun emriyle Filistin’de askeri operasyonlar yap­mak amacıyla İskenderiye’den hareket eden oğlu Titüs’le buluş­mak üzere Akka’ya giderken Antakya’ya uğraması sırasında yap­tığını okumuştuk.

Bu olay üzerine Antakya’daki Yahudiler ağır baskılara maruz kalmışlardı ve Filistin’deki askeri operasyonların diaspora Yahudileriyle sünnetsizler arasında sürtüşmelere yol açması normaldi. Nitekim Yahudilerin kuşatma altına alınan Roma garnizonu ko­nusunda verdikleri sözü tutmayarak silahsızlandırdıktan sonra hepsini kılıçtan geçirmelerine sünnetsizlerin nasıl bir tepki gös­terdiklerini görmüştük.

Kudüs ve tapınağın yıkılışını müteakiben gösterilen şiddetli tepkiler birden fazla yerde ortaya çıkmıştı.

Titüs’un Antakya’ya doğru yola çıkmadan önce Beyrut’da ko­nakladığı sırada Antakya’da yangın çıkmış, bu şehirdeki baş ka­hinin büyük oğlu mürted Antiochus yangını Yahudilerin çıkardı­ğını duyurmuştu. Ahali söylenenlere bu defa daha fazla inanmış ve her yerde Yahudilere saldırmaya başlamıştı. Eğer vali vekili olaya müdahalede bulunmasaydı, Yahudi tarihinde başka bir ka­ra gün daha yaşanmış olacaktı.

Yahudi-Romalı çatışmasının akisleri İskenderiye’de beklenen­den erken görüldü. Sünnetsizler, Roma’da imparator Neron’a bir elçilik heyeti gönderilmesini tartıştıkları bir toplantı düzenledi­ler, fakat toplantı onlarla Yahudiler arasında bir çatışmayla so­nuçlandı. İskenderiye’nin mürted Yahudi valisi Tibarius Alexandre kendi kabiledaşlarına yaptıkları işin nasıl bir ahmaklık olduğu­nu göstermek istediyse de, Yahudi fitnesini bastırmak için elinin altında bulunan garnizona ilaveten Syrine’den yeni gelen ordula­rı da devreye sokmaya mecbur kaldı. Josephus, ortalık sakinleşin­ceye kadar elli bin Yahudi’nin öldüğünü kaydetmektedir. Ondan sonra Kudüs düşünceye kadar bölgede başka bir olay olmadı. Ama Kudüs’ün düşmesiyle birlikte Filistin’den kaçan bazı aşırılık yanlısı Zealotlar, şehir Yahudilerini Romalılara karşı isyan etme­ye kışkırttılar. İmparator Vespasianus, İskenderiye’de çıkan karı­ şıklıklar üzerine, vaktiyle Selevkuslarla Hoşmoneyler arasında vukü bulan çatışmalar arefesinde Filistinden kaçarak Mısır'a ge­len Onias'ın Leontopolis'de kurduğu Yahudi tapınağının yıkılma­sını emretti. Böylece kurulduğundan 243 yıl sonra bu tapınakta yapılan Yahudi ibadetleri sona erdi.

İmparator Trajan

Bu imparatorun döneminde (M. 98-117) imparatorluğun Irak'dan Barka'ya kadar uzanan değişik bölgelerinde Yahudilerin çıkardığı çok sert karışıklıklar yaşandı.

Trajan'ın karısı Plotina'nın Yahudilere atıfet beslediği, kocası­nın kalbini onlar lehine çelmeye çalıştığını belirtmek gerekir. Putperest şehitlerin işleri adı verilen    kasidelerden birinde bu konuya açıkça değinilmektedir.

110 veya 113 yılında Yahudilerle Yunanlılar arasındaki gelenek­. sel çatışma mevsimlerinden bir yenisinin girmekte olduğunu hatır­latan karanlık bulutlar Mısır semalarında yığılmaya başlamıştı.

Bir defasında Yunanlıların önderlerinden Hermiskos, impara­torun karısının tesiriyle Yahudilere meylettiğini hatırlatarak Trajan'a meclisin Yahudilerle dolu olduğunu söyler. Trajan öfkele­nirse de Hermiskos bunu görmezden gelerek konuşmasını sürdü­rür: Anlaşılan Yahudileri hatırlatmam canını sıkıyor.. Madem öy­le, senin de kendi halkının çocuklarına yardım etmen, kafir Yahudileri savunmaya yeltenmemen gerekir.32

Birbirine benzer iki durum arasında bir bağlantı kurabilir miyiz?

Neron'un hanımı Poppaea'nın Yahudilere atıfet beslemesi ve Yahudilerin bunu istismar ederek 70 yılında tapınağın yıkılma­sıyla son bulan bir isyanı başlatmaları ile Trajan'ın karısı Ploti­na'nın gösterdiği atıfeti istismar eden Yahudilerin nihayet 135 yı'. lında Filistin'den köklerinin kazınmasına yol açan isyana giriş­, meleri. İki durum arasında bir karşılaştırma yaparken gözden ka­çırılmaması gereken bir hakikat vardır ki, o da Trajan ve Ploti- na'nın, tarihi kayıtların da gösterdiği gibi, Neron ve Poppaea'ya nispetle daha faziletli olduklarıdır.

Trajan ve Partlar

113 yılında Part kralı, Neron zamanından beri Roma ile Part-. ya arasında yürürlükte olan anlaşmayı bozunca, meseleyi kesin bir çözüme kavuşturmak isteyen Trajan, Roma'dan doğuya doğ­ru harekete geçti. 114 yılını ilk baharında Ermenistan'a saldıran Trajan, arkasından Mezopotamya'ya doğru ilerleyip 115/116 kışı­nı geçirmek üzere Antakya'ya döndü.

Antakya şehri 13 Aralık l 15'de sabah saatlerinde başlayan bir depremle sarsıldı ve günlerce süren sarsıntılar sonrasında şehir tam bir harabeye döndü. Kışı burada geçiren Trajan 116 yılı ilk­baharında doğu yolculuğunu başlatarak Medain'i [ Ctesiphon] iş­gal edip, Basra Körfezi'ne ulaştı. Trajan'ın işgal ettiği bölgelerde düzeni sağlamakla uğraştığı günlerde Partlar saflarını yeniden düzenlemiş, Romalılara karşı saldırıya geçmiş ve böylece Mezo­potamya'da yeni bir isyan patlak vermişti.

Yahudiler, kendileri için uygun saatin geldiği zannına kapıl­mışlardı, ama kendilerine karşı âtıfet besleyen Trajan’ın orduları­na karşı Partların saflarında yer aldılar. Çarpışmalar Irak'dan Su­riye, Filistin, Kıbrıs, Mısır ve Barka'ya sıçradı. Yahudiler kendile­rini oldukça güçlü gördüklerinden Barka ve Kıbrıs'da sergiledik­lerinden daha vahşi davranışlar sergilediler.

Örneğin Kıbrıs'ın başkenti Salamis'de Yahudi olmayan ahaliyi diğerlerinden ayırdılar. Onların Kıbrıs'da sergiledikleri vahşetin ne boyutlara ulaştığını, Roma imparatorunun adada düzeni sağ­ladıktan sonra Yahudilerin buraya adım atmalarını yasaklamasın-. dan ve bu fermana aykırı hareket edenlerin öldürüleceğine hük­metmesinden anlıyoruz.

Sirene (Barka) şehrinde ise Yahudiler Andrew  isimli birinin önderliğinde epey zamandır kusmak istedikleri kini aleniyete dökmek için duruma hakim oldular. Tarifi imkansız vahşi yön­temlerle 220 bin sünnetsizi katlettiler. Kurbanlarının derilerini soyup pardesü gibi kullandıktan başka cesetlerini küçük parçala­ra ayırıyorlardı. Kurbanlarının etlerini yemekten, kafataslarını cilalamaktan ve Tevrat yazarlarının öğütlerini uygulamaktan çekin­miyorlardı.  Düşmanlarını testerelerle ikiye . böldüler, etlerini vahşi hayvanlara attılar ve bazen de ölünceye kadar birbirleriyle vuruşmaya zorladılar  

Bu Yahudi fitnelerini bastırmak için bazen düzenli ordular, ba­zen de genel valilerin yerli sekeneden oluşturdukları milis kuvvet­leri devreye sokuldu. Pek çok şehir neredeyse yerle bir oldu. Pek çok tarım arazisi ıslah edilemez şekilde çöle dönüştü. Kısacası Ro­ma İmparatorluğu'nun bir çok bölgesinde ekonomik hayat tama­mıyla felç oldu.36 Öyle ki, Trajan'ın halefi Hadrianus, devlete ait tarım alanlarının bir kısmını Yahudi fitnesinin yol açtığı zararları ıslah çalışma tedbirleri kabilinden satmak zorunda kaldı.

Belki de Trajan'ın ömrünün son iki yılını (115-117) alan bu Ya­hudi fitnesinden çıkarılması gereken en önemli ders, diaspora Ya­hudilerinin birbirinden uzaklaşma yerine birbirlerine kenetlendi­ğidir ve muhtemelen diaspora Yahudilerinin yaşantılarına damga­sını vuran amillerden birisi bu sağlam organizasyondu. Öbür türlü gizli milis güçleri hazırlayarak, yeri ve zamanı geldiğinde devreye sokmak üzere yeraltı savaşçı örgütlenme olmadan ve böylesine mükemmel bir organizasyon gerçekleştirilmeden birçok yerde düşmanlara karşı yürüme ve duruma hızlı bir şekilde hakim olma­nın sebebi açıklanamaz. İskender'in ardıllarının iktidarlarından be­ri, Makkabi kitabının da belirttiği gibi, Yahudi cemaatleri arasında güçlü bir ilişki vardı. Hatta denilebilir ki, Kudüs'ün düşüşü ve ta­pınağın ikinci kez yıkılışı felaketi, diasporadaki her Yahudi'yi işit­tiğinde Filistin'de yıkılan devletin alternatifi olabilecek yeni bir aktiviteye çağıran güçlü bir borazan sesiydi.

Yahudi yaşantısının bir parçası olan gelişmelerin .şekli ne olur­sa olsun, imparatorluk boyutunda yol açtığı vahim sonuçlar, Yahu- dinin başkalarıyla olan ilişkilerindeki ana çıkış noktasının, kendi­lerinin dışındaki herkesten şiddetli nefrete sevk eden bir aşırılık, hem de boyutlarını düşmanlarına uyguladıkları vahşetlerde gördü­ğümüz tarifi imkansız bir aşırılık olduğunu göstermektedir.

Belki de giriştikleri vahşi eylemlerin sonuçlarını görmelerini engelleyen bu aşırı nefret, Yahudilerin çevrelerindeki dairenin nasıl daralacağını, nasıl bir tenkile tabi tutulacaklarını düşünme­lerini engelliyordu. Ama onlar için en önemli olanı, ruhlarının derinlerine kök salan nefret hastalığını yatıştırmak için önlerine çıkan her fırsatı sonuna kadar değerlendirmekti..

Bar Kohba

Hadrianus, amcası Trajan'ın 117’de ölümünü metaakiben tah­ta çıktı. Tarihçiler, onun iyi bir insan olduğunu, ama imparator­luğun çıkarları tehlikeye maruz kaldığında bir yırtıcı kesildiğini kaydetmektedirler. Yine tarihçilere göre Hadrianus, sadece amca­sı Trajan'ın zaferleriyle en geniş sınırlarına kavuşan imparatorlu­ğun selametini savunmak için savaşmıştır.

Hadrianus'un üzerinde en çok kafa yorduğu konu, Britanya'da ve Avrupa'da Pax Romana'yı korumak amacıyla kuzeyli barbarlara karşı surları sağlamlaştırmaktı ve bu yüzden amcasının başlattığı bazı imar işlerini askıya almıştı. Yine de Kudüs'ün harap ve perişan vaziyette kalmasının bu uygarlık çizgisi içinde anlamsız olduğunu görmüş, şehrin yeniden imarını kararlaştırarak, ona Roma koloni­si sıfatı vermek suretiyle bir saygınlık kazandırmıştı.

Yahudiler, imparatorun bu kararından hiç memnun olmadılar ve onu kötülüklerin zirvesi olarak kabul ettiler. Çünkü onlara gö­re Kudüs'ün koloni ilan edilmesi sünnetsizlerin buraya dolması, şehrin kâfirler şehri haline gelmesi demekti. Üstüne üstlük Hadrianus'un sünneti yasaklaması ve sünnet olanları iğdişlerle aynı gruba sokması, kararın özellikle Yahudileri hedef almamasına rağmen, bardağı taşıran son damla mesabesindeydi.  

Yahudiler Roma'nın bu politikasına karşı sert bir başkaldırı olarak silaha sarıldılar. Mevcut bilgiler, Yahudilerin bu defa geril­la taktiklerine başvurduklarını, dağlarda, mağaralarda ve kuytu yerlerde gizlenerek Romalılara karşı vur-kaç uygulamalarına baş­ladıklarını göstermektedir.  Yahudiler arasında Davud soyundan gelen Bar Kohba (Yıldızın oğlu) adında bir komutan ortaya çık­mış ve kendisinin beklenen Mesih olduğunu iddia etmişti. Riva­yete göre Bar Kohba'yı kendisinin yenilmez Mesih olduğu vehmi­ne salan haham Akiba onu bu sıfatı kullanmaya teşvik etmiştir. Balı Kohba, Akiba'nın yardımıyla Yahudileri bir sancak altında toplayıp, Romalıların ilk başlarda fazla ehemmiyet vermedikleri bir direnişe sevketmeyi başarmıştır. Romalıların düşmanı fazla önemsememesi, onlara Kudüs'ü işgal edip, yeni hükumetin mer­kezi yapma imkanı tanımıştır. Balı Kohba, Kudüs'de bir de sikke kestirerek üzerine şu yazıyı yazdırmıştır: “Şemon, İsrail emîri”.

Yahudiler, Mesihle kurtuluş vaktinin geldiği hülyasına kapıl­mışlardı. Diaspora Yahudileri de Judaea'daki kardeşlerinin çağ­rısına katılarak Bar Kohba hareketine destek verme yarışına gir­mişlerdi.

Işler iyice çığırından çıkıp, iş ciddiye binince Hadrianus 134 yılı 'yazında bizzat operasyon bölgesine gelmek zorunda kaldı. Arkasından Britanya'daki tecrübeli komutanı Julius Severus'u ça­ğırıp Yahudilere karşı savaşı yönetmesini emretti.

Nihai savaşta yalnızca kahramanca bir direniş sergileyen Ku­düs kalesi düşmekle kalmadı, Bar Kohba da savaş meydanında öl­dü ve ondan sonraki adı da Yıldızın oğlu değil, Barkozba yani “yalancının oğlu” oldu.

Savaş sonunda 985 köy, 50 müstahkem dağ kalesi yerle bir edilmiş, 580 bin Yahudi katledilmişti. Açlık, yangın ve veba yü­zünden ölen Yahudilerin sayısı bilinmiyordu.    Roma'nın kayıp­ları da ağırdı, ama mevcut kaynaklar bu konuda rakam verme­mektedir.

İmparator Hadrianus Kudüs'ü sünnetsizlerin şehri olarak onartıp Aelia Capitolina adını verdi.4° Romalılar Zerubbabil Tapınağı'nın yerine Jupiter Capitolinus'un bir heykelini diktiler. İmparatorluk ayrıca Yahudilerin şehir çevresine yaklaşmalarını yasaklayan bir ferman yayınladı.

Bar Kohba intifadasının akibeti de böyle oldu ve direniş son nefesini verdi.

xxvııı

TALMUD

Giriş

Talmud alimleri, Müsa'nun ömrünün son kırk iki yılı boyun­ca Tanrı'dan on emir de dahil olmak üzere altıyüz on üç kanun telakki ettiğini ileri sürüyorlar. Bu kanunların ve amaçlarının hal­kın anlayabileceği şekilde yorumu yeterlidir. Yine aynı iddiaya göre bizzat kanunlar parşömen varak levhalar üzerine yazılmıştı ve yorum da sözlü şeriatın temelidir.

Talmud alimleri, sözlü şeriatın doğruluğunu ispat etmek ve tenkitlerden korumak için Müsa'nın önce kardeşi Harun'u çadı­rına çağırdığını ve Tanrı'dan telakki ettiklerini ona aktardığını, daha sonra Harun'un oğullarını çadıra alıp babalarının dinle­diklerini onlara da dinlettirdiğini; arkasından İsrail'in yetmiş yaşlı kişisini Allah'ın vasiyet ve öğretilerini Müsa'dan dinleme­leri için çadıra çağırdığını ve en son olarak halktan dileyenin içeri girerek Müsa'nın ağızından sözleri bizzat dinlemeye izin verildiğini ileri sürüyorlar.

Böylece kanunları Harun dört, oğulları üç, yaşlılar iki ve halk da bir defa doğrudan Müsa'nın ağzından dinlemişlerdir.

Talimin bu ilk aşamasından sonra Musa, Harun'dan öğrendik­lerini tekrar etmesini ister. Arkasından oğulları dinlediklerini tekrar ederler, daha sonra yaşlı yetmişler sözlü ve yazılı şeriatı birbirlerine öğretmelerine izin verilen halkın zihnine yerleşmesi için tekrar ederler.  

Talmudcuların sözlü şeriat dedikleri bu takdim, sözlü şeriatı kabul etmeyen bazı Yahudi cemaatleri tarafından reddedilmiştir. Daha önce Sadukîerin sözlü şeriatı kesinlikle kabul etmedikleri belirtilmişti. Keza Samirîler (Samarialılar) de yazılı Musa Tevratı olarak ancak ilk beş kitabı kutsal kabul ederler.

Biz burada Talmud üzerinde detaylı bir şekilde duracak ve onu tartışacak değiliz. Talmud'un İngilizce ve Arapçaya yapılan güzel çevirilerinin ışığında konuya detaylı bir şekilde girmek mümkün ise de, bu, elinizdeki kitabın sınırlarını aşar.

Dolayısıyla Musa'ya ait olduğu söylenen sözlü şeriatın, Tal­mud alimlerinin İsa'dan önce I. Yüzyıldan beri Mişna'yı yani Tev­rat'ın tekrarını üzerine bina ettikleri temel olduğunu söylemekle yetinelim. Mişna, Miladi lll. Yüzyılın birinci çeyreğinde yani ta­pınağın ikinci yıkılışından yüz elli yıl sonra Yahuda HaNasi tara­fından kaleme alınmıştır.

Nasıl yazılı şeriat Tevrat'ın tefsir ve yorumu olarak Mişna doğ­muşsa, sözlü şeriat Mişna'dan da Gmara denilen yorumlar ve tef­sirler doğmuştur. Gmara'nın nihai şeklini Miladi l. Binyılın birin­ci yarısında aldığı söylenmektedir.

Mişna ve Gmara genel olarak Talmud denilen kitabı oluşturur. O da ikiye ayrılır: Halfa kanunlar ve farzlar; Hagara Kıssalar, efsaneler, örnekler, hikmetli sözler vs.

Babil ve Kudüs Talmudu, Mişna ve Gmara'da kullanılan dün­ya dilleri, Talmud'un yaşayan dillere çevirisi, tercüme ve basımla­rından sonraki gelişmeler bu kitabın konusu değildir. Çünkü bu konulardan birine daldığımızda asıl üzerinde durmamız gereken noktalara yeterince eğilmemiz zorlaşır.

Araplar ve Talmud

Çağdaş Arap okuyucunun Talmud hakkındaki genel görüşü, Ortodoks Yahudinin bu kitaba yüklediği kutsiyetin Tevrat'a yük­lenen kutsiyetten daha az olmadığıdır. Günümüz okuyucusunun Talmud'u kötü bir kitap olarak görmesi normaldir. Talmud ve içeriğiyle ilgili bilgilere sahip olsaydı, onun tüm çağlarda insan­lık düşmanı fikirlerin en tehlikelisi olduğu hükmüne varırdı.

Filistin Kurtuluş Örgütü'ne bağlı Etüdler Merkezi'nin Dr. Esad Razuk'un “Talmud ve Siyonizm" adlı çalışmasını 1970 yılın­da yayınlamasına kadar herhangi bir Arap yazarın Talmud'la ilgi­li umumi görüşü yadırgadığına şahit olmadık. Dr. Esad Razuk, Filistin meselesiyle ilgilenen okuyucuya yabancı biri değildir. Onun 1968 yılında aynı merkezin yayınladığı Büyük İsrail" adlı değerli çalışmasını da unutamayız.

Ama galiba Dr. Razuk “Talmud ve Siyonizm" adlı eserini ya­zarken ruhi, psikolojik ve fikri yönden pek iyi durumda değildi ve sanırım Etüdler Merkezi de bu çalışmayı yayınlamakla ondan pek iyi durumda olmadığını ortaya koymuştur. Şahsen biz, Dr. Razuk'a bu eserde sergilediği basiretsizliği yakıştıramadığımız gi­bi, onun daha önceki takdire şayan çalışmalarındaki bilimsel so­rumluğu taşımadığını gördük.

Dr. Razuk, Talmud'u görmeyen Arap yazarlara hücum ederek şöyle diyor: “Böyle tehlikeli bir konuyla uğraşmak büyük bir so­rumluluk ister. Araştırmacıların inceleme ve doğruluğunu araş­tırma zahmetine katlanmadan nakledilegelen görüşleri papagan gibi tekrarlamaya devam etmeleri bunaklıktır." (s. 14); “Neden cehalette ısrar edip, araştırmadan kaçınarak düşmanımızı bize çevireceği ve bizi dünya kamuoyunda başarısız gösterme çalışma­larında kullanacağı silahlarla daha fazla techiz ediyoruz?.. Ne za­mana kadar kendimizin en inatçı düşmanı olarak kalacağız? Da­vamızın haklılığını görmezden gelmeyi sürdürüyor, onun insanı ruhunu yok ediyor, sonra da dünyadan yanımızda yer almasını ve davamızı desteklemesini istiyoruz?" (s. 15).

Dr. Razuk sözlerini şöyle sürdürüyor: “Arapların Talmud hakkındaki genel kanaati, onun geçtiğimiz yüzyılın son çeyreğinde Avrupa'daki benzerlerinden nakledilen bir geleneğin doğurduğu çocuk olduğu, gerçekte bize hiçbir fayda sağlamayan siyasi ve ır­kı fazlalıklar gibi antisemitist hareket tarafından sürümü yapıla­rak tarih meyanında bir belge haline geldiği şeklindedir." (s. 26) ; “Bu üç bölümde, Arapların Talmud hakkındaki görüşlerinin da­yandığı Avrupai kökleri incelemeye çalıştık. Verilen bazı örnek-' lerden Avrupa patentli bu görüş ve tutumların bize nasıl sızdığı ve arkasından Arapların siyasi siyonizm karşısında sergilemesi gereken asıl duruştan ayrı olarak bereketli bir toprak bulduğunu; Talmud ve öğretileriyle ilgili sathi görüşlerin tüm hata ve önyar­gılarıyla birlikte nakledilerek genelleştirilmesi üzerine kurulu antisemitist Avrupa dalgasının arkasında bazı dini etkenlerin siyonizmin gelişmesine -nasıl yardımcı olduğunu gördük." (s. 105)

Dr. Razuk, kitabının sonlarına doğru sesini biraz daha yüksel­terek şöyle diyor: "Neden davanın özünden uzaklaşarak çözüntünün dış kısımlarıyla oyalanıyoruz? Talmudî Yahudi veya Talmuda göre Yahudi'den bahsetmemiz bir saçmalıktır ve hiçbir fayda­sı yoktur. Çünkü Talmudî Yahudi topraklarımızdaki bu açgözlü siyonist kadar bizim düşmanımız değildir.. " (s. 302) (...)

Gördüğümüz gibi Dr. Razuk muarızlarını, daha doğrusu ken­disinden önce bu konuda kalem oynatan Arap yazarları bunaklık, cehalet, basiretsizlik, papağanlık ve kendisinin Miladi il. Binyılda Avrupa ve Doğuda Talmud kurbanları hakkında yazarların ve araştırmacıların naklettiklerine duyduğu öfkeyi duyma sorumlu­luğundan kaçmakla suçlamaktadır.

Yahudilerin Hristiyan veya gayr-ı Yahudinin canlı bedeninden kan alarak Nisan ayının (İbrani yılının başlangıcı) üçüncü hafta­sı boyunca hamursuz orucunda yedikleri ekmek gibi bazı dini ritüellerinde kullandıkları görüşü insanlar arasında yaygındır.

Dımaşk olayı (1840)

5 Şubat 1840 tarihinde, Dımaşk şehrinde Papaz Thomas elKebuşi birden esrarengiz bir şekilde ortadan kayboldu. Arkasın­dan yardımcısı İbrahim Ammara da sırra kadem bastı. Şehirdeki Hristiyanlar bazı deliller topladıktan sonra Yahudileri suçladılar.

Söylediklerine göre Papaz Thomas en son olarak Yahudi mahal­lesine girerken görülmüş. Mesele Dımaşk'daki Fransız konsolos­luğuna iletildikten sonra Papaz Thomas ve yardımcısını öldür­mekle suçlanan bir grup Yahudi hakkında tahkikat başlatıldı. *          .

Yahudilere isnat edilen suç Papaz Thomas'ı Fısıh kuzusu kur­ban etmek yerine mayasız ekmek (mazzot) yapmak için insan kurban kanı kullanmak amacıyla öldürüp kanını almak ve dinî ritüel amaçlı işletmekti. Dr. Razuk, Dımaşk olayını böyle basit sözlerle anlatarak  şu yorumlarda bulunmaktadır:

1.           Talmudî Yahudiler mayasız ekmek yapmak için insan kanı akıtma suçlamasıyla zulme uğratılmışlardır;

2.           Olay ve onu müteakiben başlatılan tahkikat Osmanlı top­raklarındaki yabancı nüfuzunu harekete geçirmiştir;

3.           Yabancı konsolosluklar iki kısma ayrılmışlar; bir kısmı  Ya­hudi aleyhtarı bir tavır takınmış, diğeri ise (İngiltere ve Rusya) Yahudileri savunarak, masum olduklarını belirtmişlerdir.

4.           Yahudi önderlerinden ve mütefekkirlerinden bir grup, Ya­hudi dayanışması çağrısında bulunmuş ve her yerde maruz kal­dıkları baskı ve problemlerden kurtuluş için siyasi siyonist çözü­me davetiye çıkarmışlardır. '

Yazar, Dımaşk olayında Yahudilerin masum olduğuna, Sultan Abdülmecid’in çıkardığı bir fermanla Yahudileri yöneltilen suçla­malardan akladığını delil olarak göstermektedir.

Bilimsel sorumluluk Dr. Razuk’un Sultan’ı bu fermanı çıkarma­ya zorlayan şartları araştırmasını gerektirirdi. Çünkü yapılan tah­kikat Papaz Thomas ve yardımcısını kaçıranlara isnat edilen suçun sübutunu ortaya koymuş ve faillerine idam cezası verilmiştir.

Yahudi asıllı İngiliz maslahatgüzarı Moses Montefiore ve yine Yahudi asıllı Fransız avukat Adolphe Cremieux başkanlığında bir Avrupa heyeti Mısır’a gelerek meseleyi Mehmet Ali Paşa’ya arzetmişlerdir.   Heyetin amacı Yahudi katillerin affedilmesini sağla­maktı. Fakat Cremieux, onların affının kabulünü reddederek, suçsuzluklarının ilanıyla birlikte kayıtsız şartsız serbest bırakıl­maları talebinde bulunmuştur.  Olayın bu şekilde sonuçlanması, her ne kadar emperyalist Yahudi gücünün Osmanlı topraklarında ziyadesiyle güçlendiğini gösterirse de, Papaz Thomas'ın katilleri­nin masum olduğu anlamına gelmez.

“Talmud ve Siyonizm"in yazarının iddia ettiği gibi olayın Os­manlı topraklarındaki ecnebi nüfuzu harekete geçirmesi mesele­si aleni bir çarpıtmadır. Çünkü Babıali'deki ecnebi nüfuzu “hasta adam" çağında tartışma konusu bile değildir. Olayın yabancı tem­silcilikleri ikiye böldüğü iddiasına gelince, bu kabul edilebilir bir şey değildir. Çünkü güçlü Avrupa ülkelerinin hasta adamın mira­sı üzerindeki çekişmeleri XIX. Yüzyılın tartışma kabul etmez ger­çeklerindendir.

Gelelim yazarın bu olayın Yahudi dayanışmasına ve siyonizmin faaliyetinin yoğunlaşmasına yol açtığı iddiasına. Bu konuda Dr. Esad Razuk'a “Büyük İsrail" adlı kitabında siyonizm düşün­cesinin diriltilmesinde emperyalizmin rolü hakkında yazdıkları­nı hatırlatmamız yeterlidir.

Papalık ve kan iftirası

“Talmud ve Siyonizm"in yazarı sünnetsizlerin kanının dökül­mesi iftirası konusunda Talmud ve Yahudileri müdafaa babında Papa IV İnnocent'in yayınladığı 5/7/1247 tarihli tebliğini şahit olarak göstermektedir.

“Almanya Yahudilerinden üzücü bir şikayet aldık. Şikayette şöyle deniliyor: 'Şehir ve kasabalarınızdaki önemli zevattan ve baronlardan başka, klise adamlarından ve laiklerden bazı prens­ler, bizlere karşı kötü tuzaklar kurmakta, mallarımızı zorla eli­mizden almak amacıyla çeşitli bahaneler uydurmaktadırlar. On­lar bunu Mesihi iman esaslarının Yahudi inancının temelini oluşturduğunu yani deyim yerindeyse Kitab-ı Mukaddes'in şeri­at tavsiyesiyle konuştuğunu, onun diğer tavsiyelerin bir cümle­sini bile ortadan kaldırmadığını, kısacası Yahudilere hamursuz bayramı törenlerinde bir ölünün cesedine dahi dokunmayı ya­ sakladığını akledip düşünmediklerinden yapıyorlar. Ne var ki Yahudiler, haksız yere, bu öfke arasında, boğazlanmış bir çocu­ğun kalbiyle ayin yapmakla suçlanıyorlar. Suçlamayı yapanlar, bunu Yahudilere şeriatın emrettiğini ileri sürüyorlar. Halbuki şeriat böyle bir ameli yasaklamaktadır. Bundan başka her nere­de ölü bir adam cesedi bulunsa, iğrenç bir şekilde ölüm sebebi Yahudilerden bilinmektedir. ”

Bilimsel bir araştırmada, araştırmacının elindeki metnin hangi şartlarda hazırlandığını göz önünde bulundurmadan onu ele aldığı konuda belge olarak kullanması doğru olmaz. Bilimsel araştırmada amaç, bir futbol maçında bacak arasından gol atmak değildir.

Papalık sözü edilen yüzyılda (Xlll. Yüzyıl) tüm kıtada Avrupa krallıklarıyla amansız bir iktidar mücadelesine girmişti. Tek başı­na bu keyfiyet dahi, dinle uzaktan yakından ilişkisi olmayan kol­tuk sevdalısı bir sorumlunun yaptığı dini içtihadın sıhhatinden şüphe etmek için yeterlidir.

Papa IV. İnnocent'in sözü edilen bu duyuruyu yayınladığı dö­nemde papalık Almanya, Sicilya ve Güney İtalya imparatoru il. Frederich'le amansız bir savaş halindeydi. Frederich, 1244'de bir grup Müslümanı Güney İtalya'ya iskan etmiş, bunlar Frederich'in işaretiyle papalık topraklarına saldırmış, bunun üzerine Papa IV İnnocent Roma'dan Cenova'ya, oradan da Fransa'ya kaçmak zo­runda kalmıştı.  

Papa Fransa'nın Lion şehrinde düzenlediği bir konsilde (1245)

il.  Frederich'i görevinden azlettiğini bildiren bir karar yayınlamış, arkasından din adamlarından başka baronları ve halkı imparatora karşı kışkırtmak amacıyla Almanya'ya hareket etmişti.

İşte papalık böyle bir ahvalde Yahudileri himaye altına alan, onları sünnetsizlerin kanını dökme iftirasından aklayan menşu­runu yayınlamıştı. Kararın Almanya'daki Yahudilerin şikayeti üzerine alındığını göz önünde bulundurursak, sebebi de kendili­ğinden ortaya çıkmış olacaktır. Kısacası papa, II. Frederich'le tu­tuştuğu savaşta Almanların ve Alman olmayanların desteğini sağ­ lamak zorundaydı. Ayrıca Yahudilerin çekişen iki taraftan birinin yanında yer almasının, kuvvetler dengesini, özellikle de maddi alanda o tarafın lehine değiştireceğini unutmamak gerekir.

Papa IV. lnnocent ve Yahudiler konusunda sözü daha fazla uzatmak niyetinde değiliz. Yahudi zenginlerin, genellikle kendi ırkdaşlarını da vahşi hedefler halinegetiren Haçlı Seferleri’ni fi­nanse ettikleri tarihen sabittir. Dolayısıyla Papa IV. lnnocent ve diğer yetkili kişilerin amaçlarını gerçekleştirmek için Yahudilerin mallarını kullanmak maksadıyla sempatilerini kazanmaya çalış­maları tabiidir. Yüksek faiz garanti olduktan, menkul ve gayr-ı menkul teminatlar cazipken, Yahudi zenginleri mallarıyla iktidar sahiplerini avlamaktan ne menedebilir ki?

“Ortaçağda Yahudiler Avrupa'da ve Doğu'da kapitalist kesimi temsil ediyorlardı. Aslında çok geniş bir coğrafyaya yayılmışlardı, ama para, din ve kan bağları onları birbirine bağlıyordu. Böylece hem ticari faaliyetlerle, hem büyük projelerini gerçekleştirmek isteyen kiliselere borç vererek ve Haçlı projelerini uygulamak is­teyen prens ve şovalyelere krediler açmak suretiyle çok büyük servetler yığdılar. Kilisenin kendi cemaatine faiz yemeyi yasakla­masını fırsat bilerek aşırı kârlar sağladılar. ”

Kısacası Papa IV. Innocent'in Yahudiler konusunda aldığı ka­rar, karşılıklı çıkar ilişkisi bazında yapılmış bir ticari anlaşma ni­teliğindedir. Yahudilerin sünnetsiz kanını dökme iftirasından arındırılması konusunda bundan daha öte bir delil olamaz.

Talmud’un batıniyeti

Dr. Razuk, sözü edilen eserinin 12. sayfasında “Talmud batını kitaplardan değildir veya çevresi gizlilik, gizem ve garabet hale­siyle çevrili bir kitap da değildir. Aksine isteyen herkesin ulaşabi­leceği, araştırmacıya açık, birinci el güvenilir bir kaynaktır” de­mek suretiyle apaçık bir hataya daha düşmüştür.

Yahudi din kitapları bir takım gizli sembol ve işaretlere ziyade­siyle dayanmaktadır ve Tevrat da bu semboller konusunda istisna teşkil etmez. Kullanılan rakam ve sözcüklerin lafzı sınırlarla bağ­lı olmayan anlamları vardır ve bu konu üzerinde biraz detaylı dur­maya kalkarsak onlarca ve belki yüzlerce sayfa karalamamız gere­kecektir, ama biz yalnızca birkaç örnek vermekle yetineceğiz.

Örneğin Çıkış kitabında (12/40) şöyle deniliyor: “İsrailliler Mısır'da dört yüz otuz yıl yaşadılar." Normal olarak bu sözde yo­ruma veya te'vile gerek yok, ama Talmud onu verildiği şekliyle kabul etmiyor ve İsraillilerin Mısır'da yalnızca iki yüz on yıl ya­şadıklarını ileri sürüyor. Talmud'a göre 430 yıl, Tanrı'nın “barış ahdi" denilen rüyada İbrahim'e görünüşü ile Musa önderliğinde gerçekleşen fiilî çıkış arasındaki zaman diliminin tamamıdır.      

Yine aynı Çıkış kitabında (17/11) şöyle deniliyor: “Musa elini kaldırdıkça İsrailliler, indirdikçe Amalekliler kazanıyordu." Bu sözler Tevrat yazarlarının İsraillilerle Amalekliler [Amalika] ara­sında geçen bir savaşı anlatıyor. Çıkış kitabındaki cümle böyle, ama Talmud başka bir şey diyor: Musa'nın eli savaşı etkiler, onu alevlendirir veya yatıştırır mı? Hayır.. Ama İsrail oğulları huşu dolu kalplerle bakışlarını göğe çevirip oradaki büyük Baba'ya ba­karlarsa kötülük onlara asla yaklaşmayacaktır.11 Görüldüğü gibi burada Talmud'un söyledikleri Çıkış kitabındaki sözlerin lafzı sı­nırları dahilinde yapılmış bir yorum değil. Aksine burada yorum­cu veya te'vilcilerin Çıkış kitabındaki ibareye yüklemek istedik­leri bir sembol söz konusudur.

Yine Çıkış yolculuğu sırasında İsrail oğulları yılanlar tarafın­dan ısırıldıkları için Musa'ya şikayette bulunurlar. “Rab, Musa'ya 'Bir yılan yap ve onu bir direğin üzerine koy. Isırılan herkes ona bakınca yaşayacaktır' dedi. Böylece Musa tunç bir yılan yaparak direğin üzerine koydu. Yılan tarafından ısırılan kişiler tunç yılana bakınca yaşadı." 12 Talmud yorumcuları bu sözü bir sembol kabul ederek şöyle diyorlar: Tunçdan yapılmış bir yılanın hayatı olumlu ,veya olumsuz etkileme gücü var mı? Hayır. Ama İsrailliler yuka­rıya, gökteki büyük Baba'ya bakarlarsa, hayat veren O'dur.13 Talmud'un Tevrat sifirlerine sembol ekollerinin aklına yatan ve yatmayan anlamlar yüklediklerini göstermek için bu kadar ör­nek yeter. Demek ki Talmud, herhangi bir araştırmacının kapağı­nı açabileceği kitaplar listesinden çıkartılacak kadar sembollere yüklenmiş ve batını kitaplar arasına girmiştir.

Uzağa gitmeye gerek yok. Talmud yorumcularının övüp göklere çıkardıkları apokrif kitapları Tevrat'a alınmamıştır. Talmud yorum­cuları Tevrat'ı yazan meslektaşlarıyla alay etmiş ve yeni bir apokrif doğurmuşlardır ki, tıpkı seleflerinin Tevrat apokrifini tekellerine al­dıkları gibi hahamlar da onu tekellerinde tutmaktadırlar.

Belki de Dr. Razuk'un eserinin 182-185. sayfasında 12. sayfada söylediği "isteyen her araştırmacının ulaşabileceği bir kitaptır" şeklindeki sözlerini nakzeder tarzda kaleme aldığı şu sözler Talmud'un batını bir kitap olduğunun başka bir delilidir.. İsteyenler s. 185'de Tevrat'da Talmud'un 248 emir ve 365 yasak tespit ettiğini ve bunları insan vücudunun organlarıyla örtüştürdüğünü belirten satırları okuyabilir. Dr. Razuk şöyle diyor: "Talmudçular ve İşrakiler cümlelerin hesabını Taryag lafzıyla sembolize etmişlerdir: T=400+r=200+y=l0+g=2 612." Bu semboller herkesin ulaşabile­ceği, araştırmacıların kavrayabileceği bir şey midir? Bu soruya evet cevabının verilebileceğini hiç sanmıyorum. Normal insan aklı Tev­rat yazarları ve ardılları Talmudçular arasında asırlar boyuncabir anlaşma olduğu ve her harfin gizli bir anlamı bulunduğu sonucu­na varır. Üstelik yalnız geleneksel Yüksek Kurul üyelerinin bildiği bu sırrı diğer insanlar gibi sıradan Yahudiler de bilmezler.

Kan ve Hamursuz Bayramı

Çıkış kitabında Hamursuz Bayramı'yla ilgili ibareleri gözden geçirdiğimize göre Talmudçuların metodunu ödünç almamızda bir sakınca yoktur.

İlk dikkatimizi çeken şey, bu bayramla kan arasındaki sıkı ilişki­dir. Fısıh koyunu kesilir ve kanı kapının yan ve üst sövelerine sürü­lür. Neden? Tanrı Mısırlıları vurmak için geldiğinde, yan ve üst ve sövelerdeki kan işaretini görecek ve orasının bir İsrailliye ait oldu­ğunu anlayıp geçip gidecek ve içeridekileri helak etmeyecek.14 Burada kısa bir kenar notu koyuyoruz: Talmud bu hikayede Tevrat'a ters düşmekte ve bazı Mısırlıların o gece İsraillilerin ev­lerine sığındıklarını, ama bunun onların hayatlarını kurtarmadı­ğını anlatmaktadır. Bu yüzden İsrailli Mısır'dan çıkış için uyandı­ğında çevresinde bir Mısırlının cesedini buluyordu.  

Koyunun yani Fısıh koyununun kesilip kanının kapılara sü­rülmesinden sonra, Mısır topraklarında su gibi kan aktı. “Çünkü ölü olmayan ev yoktu.”

Tevrat'ın Arapça çevirisinde öldürmeden bahsedilirken “eçtaze” kelimesinin kullanılması dikkat çekmektedir. Yani Tanrı “Mı­sırlıları vurmak için aşıp geldi”      ve keza “Bu gece Mısır toprak­larına geçip, orada ilk doğan bütün hayvan ve insanları öldüreceğim”18 diyor. Fakat İsraillilerin olduğu tarafa geçmek söz konu­su olunca “abere” fiili kullanılıyor. “Kan sizin bulunduğunuz ev­leri gösteren işaret olacak. Ben kanı görünce oradan geçip gidece­ğim.”; “Bu Rab'bin Fısıh kurbanıdır diyeceksiniz; çünkü Rab Mı­sırlıları öldürürken evlerimizin üzerinden geçip bizi bağışladı. ”19

Tevrat'ın İngilizce çevirisinde de geçip gitmek anlamında “pass over" fiili kullanılmıştır ki, Pesah [Fısıh] bayramı da yine İngilizcede “Passover” kelimesiyle karşılanmaktadır. Bu isimlen­dirme her iki metinde de geçen “yectazu” kelimesiyle bağlantılı katl olayı ile bayram anlamında kullanılan “passover” kelimesi arasında bir bağ olduğunu göstermektedir. İngilizcede her iki an­lam için kullanılan kelimeler arasındaki ilişki ve benzerlik, bu bayram için Arapçada kullanılan “Fısıh” sözcüğüyle “yectazu” arasında bulunmaması sebebiyle üzerinde durmuyoruz. Eğer İbranice bilip de kelime türetim kurallarına vakıf olsaydım, sanırım bu kelimenin İbranicesi üzerinde durmak daha cazip olurdu.

Her ne ise, İngilizce Tevrat'da “pass over” sözcüğü hem bay­ram hem de Tanrı'nın Mısırlıları katletmek için “geçip gitmesi” için kullanılmıştır. Talmud'un Sinnaherib'in ordularının Hezkiya zamanında Kudüs önlerinde kırılmasından bahsederken “pass over" kelimesini kullanması de dikkat çekicidir ve ayrıca Talmud'un tam bir örtüşme sağlamak amacıyla İsraillilerin Mısır'ın çıkış tarihi olduğu iddia edilen 15 Nisanı Sinnaherib'in ordusu• nun kırılma tarihi olarak göstermesi de göz önünde bulundurul­malıdır. Talmud'da şöyle deniliyor: “Tanrı, kendi halkı için bir kez daha geçti ve saldırgan ordu askeri kampında öldü." Burada “pass over" kelimesi italik olarak yazılmıştır ki, “passover” söz­cünün özelliği ve Fısıh bayramının kanla olan ilişkisi konusunda başka bir delildir.

Kurban edilen ilkler

“Rab, size ve atalarınıza ant içerek söz verdiği gibi, sizi Kenan eline getirecektir. Orayı size verdiği zaman, ilk doğan erkek ço­cuklarınızın ve hayvanlarınızın hepsini Rab'be adayacaksınız. Çünkü bunlar Rab'be aittir. İlk doğan her sıpanın bedelini bir ku­zuyla ödeyin. Bedelini ödemezseniz, boynunu kırın. Bütün ilk doğan erkek çocuklarınızın bedelini ödemelisiniz.

“İleride oğullarınız size 'Bunun anlamı ne?' diye sordukların­da, 'Rab bizi güçlü eliyle Mısır'dan, köle olduğumuz ülkeden çı­kardı' diye yanıtlarsınız. Firavun bizi salıvermemekte diretince, Rab Mısır'da insanların ve hayvanların bütün ilk doğanlarını öl­dürdü. İşte bunun için hayvanların doğan erkek yavrularını Rab'be kurban ediyoruz. İlk doğan erkek çocuklarımızın bedeli­ni ise bir hayvanla ödüyoruz. Bu uygulama elinizde bir belirti ve alnınızda bir anma işareti olacak; Rab'bın bizi Mısır'dan güçlü eliyle çıkardığını anımsatacak. "20

Bu metni dikkatle incelediğimiz zaman, kolayca şu sonuçlara ulaşabiliriz:

1.           Çıkış, Tanrı'nın Mısır'daki ilk doğan çocukların ve hayvan­ların tamamını öldürdükten sonra olmuştur;

2.            Tanrı, bu olayın hatırlanması için İsrailliye 'her çocuğun ve hayvanın ilk doğanım Tanrı'ya adayacaksın. Erkek olanlar Tanrı'ya aittir' demektedir;

3.           Ey İsrailli, her doğan ilk erkek hayvanı Rab'bine kurban olarak sun; erkek çocuğunu ise Rab'be ada!;

4.           İsraillilerin erkek çocuklarının yerine bir hayvan kurban edilmesi gerektiği belirtilirken, İsrailli olmayanların ilk erkek ço­cukları bu farizadan istisna edilmemiştir;

5.           Eğer bu fariza ilk doğan hayvanlar için konulmuş olsaydı, metinde iki defa geçen genelleştirme ifadesinden sonra İsrail ço­cuklarından her ilk doğanın feda edilmesi emrinin tekrarına ge­rek kalmazdı: “Her ilk doğanı Rab'be sunacaksın"; “Her ilk doğa­nın erkeğini Rabbe kurban et.” Burada “ilk doğan" (rahimden ilk çıkan) ibaresi hem insan hem de hayvan için kullanılmıştır.

Tüm bunlardan sonra Talmud yorumcusunun içtihatta bulu­narak sünnetsizin kanının dökülmesini ve bu kanın Fısıh hamu­runda ve Purim (Ester) bayramı gibi diğer bayramlarda kullanıl­masını Yahudinin elindeki bir belirti ve alnındaki işaret olarak değerlendirmesi caiz olmaz mı?

Hristiyan kam

Yüzyıllar boyunca Yahudi'ye yamanan bu iftirada genel ola­rak sünnetsiz ve özel olarak Hristiyan kanı arasında neden bir tercih vardı?

İsa Mesih, Yahudiler nazarında mürted bir Yahudi idi ve mürtedin cezası da ölümdü. Daha önce Yüksek Kurul'un Hristiyanlığı henüz yatağındayken boğmayı başaramadığı için duyduğu öl­dürücü intikam duygusunun ruhlarının derinliklerine nüfuz etti­ği belirtilmişti. Bu arada Mişna'nın da ancak lll. Yüzyılda yazıldı­ğını hatırlatmış olalım.

Yahudileri Hristiyan kanı akıtmakla suçlayanlar onların Roma valisi Pilates huzurunda söyledikleri “O'nun kanının sorumlulu­ğu bize ve çocuklarımıza aittir"21 sözünü delil olarak sunuyorlar. Bu sözün anlamı Mesih İsa'nın öldürülmesinin sorumluluğu ne­siller boyunca Yahudilerin boynundadır demektir.

Ama Talmud yorumcusu bu söze olmadık, akıl almadık bir te'vil getirmekte ve “Eğer bu ibarede 'fiilen' kelimesini kullanmış olsalardı, o zaman "Mesih'in kanı" sözcüğünü harfiyen kabul edebilirdik."

Ama acaba Talmudçuların "O'nun kanının sorumluluğu bize ve çocuklarımıza aittir" ibaresinden herhangi bir Hristiyanın ka­nının helal olduğu anlamı çıkarmaları için Isa Mesih’in kanı on­dan sonra herhangi bir Hristiyanın kanında temsil edilir mi? On­lar, bir genelleştirme yaparak her Hristiyanı aslen Yahudi olma­yıp Hristiyanlığı kabul etse dahi, veya heretik yahut putperesti mürted kabul ediyorlar ki, onlara göre Yahudi olmayan herkes heretik veya putperesttir.

Daha önce kimsenin ileri sürmediği bir görüşü burada nasıl kaydedeceğimi ben de bilmiyorum.

Matta Incili'nde şöyle deniliyor: "Yemek sırasında Isa eline ek­mek aldı, şükredip ekmeği böldü ve öğrencilerine verdi. ‘Alın, yi­yin' dedi, ‘Bu benim bedenimdir.' Sonra bir kâse alıp şükretti ve bunu öğrencilerine vererek, 'Hepiniz bundan için' dedi. ‘Çünkü bu benim kanımdır, günahların bağışlanması için birçokları uğ­runa akıtılan antlaşma kanıdır.'"22

Bu dini vazifeyi yerine getiren Hristiyan İsa'nın bedeninin ve kanının kendisinde temsil edildiğine inanmaktadır ki, bu, Yahu­di Yüksek Kurul'una ve Ahd-i Cedid'le neshedilen Ahd-i Kadim için büyük bir meydan okumadır. Belki de yalnızca bu keyfiyet, bir Hristiyanın aza-i bedeninin İsa'nın bedeni ve kanından oldu­ğunu itiraf edip, bunda ısrar ettiği sürece Talmudçunun onun ka­nını helal görmesi için yeterlidir.

Yabancıların en değerli olanlarını öldürün

Dr. Esad Razuk, Talmud'u sünnetsiz kanının akıtılması iftira­sından kurtarabilmek amacıyla hayli gayret sarfettikten sonra, Talmud'da geçen şu sözleri yazmak zorunda kalmış: "Yabancıla­rın en değerli olanlarını öldürün ve başını en güzel engerekler arasında ezin!"

Bu Talmudi sözün ağırlığını hafifletmek için bayağı terlediği için, doğrusunu söylemek gerekirse, Dr. Razuk'a üzülüyorum. Belki de Dr. Razuk bu ibarenin çok ağır kaçtığını görerek, bazıla­rının yaptığı gibi, bir ilavede bulunmuş: "Savaş sırasında.. ”

Görüyorsunuz ki, cümleye "savaş sırasında" ibaresini ekle­mek timsahın göz yaşlarını andırıyor. Bir Yahudi’nin savaş sıra­sında yabancıların en değerlilerinin öldürülmesi tavsiyesinde bu­lunacak birine ihtiyacı mı var? Savaş sırasında değerli olan da öl­dürülür, değersiz olan da. Savaşın genel kuralı budur ve üstelik bu kural İsrail oğullarında en acımasız olanıdır. Çünkü onların savaş kanunu Kenan şehirlerinin ele geçirilmesi için verilen mü­cadele sırasında erkek, kadın ve çocuk ayırımı yapmadan herke­sin öldürülmesini emrediyordu ve amaç da yalnızca kendilerinin yaşayacağı büyük bir getto yaratmaktı. Halbuki İsrail savaş kanu­nu diğer şehirlere müsamahakâr davranmakta ve yalnızca tüm er­keklerin kılıçtan geçirilmesini emretmekteydi.23

Talmud’daki "Yabancıların en değerli olanları öldürün .. savaş sırasında" sözü, ancak araştırmacının bunun Tevrat’ın hükmünü iptal ettiği ve savaş halindeki İsrailliye düşmanın en önemli ve en cesurlarını öldürüp, aşağılık ve korkakları sağ bırakmakla yetin­mesi emrettiği şeklinde bir anlam çıkardığında geçersizdir.

Peki, Yahudiler nezdinde savaş durumuyla barış durumunu nasıl birbirinden ayırt edebilir, aralarına bir sınır çekebiliriz? Çünkü Talmud yazıldığında Yahudilerin savaş veya barış ilan edebilecek bir devleti yoktu. Olan devleti, kendi adamlarına giz­li talimatlar gönderen yeraltına çekilmiş gizli bir devletti. Yahut Talmud’un iki kapağı arasındaki kanun ve kurallar ancak daha sonra bir devlet kurulduğunda tatbik edilmek üzere vazedilmişti.

Her halukârda, Miladi 70 yılında tapınağın ikinci kez yıkılı­şından sonra Yüksek Kurul’un zaman zaman orada burada çıkar­ları doğrulduğunda bazı faaliyetlerde bulunsa bile, dünyaya düş­manca meydan okuyacak durumda olmadığını göz önünde bu­lundurmak gerekir. Ve belki de Yahudi hayatına damga vuran get­to yaşantısı, Yüksek Kurul'un diğer halklarla uyuşmayı reddet­mesi ve dünya ile ilan edilmiş veya edilmemiş bir savaşta ısrarı­nın en bariz delilidir. Şu halde “Yabancıların en değerlilerini öldürün" şeklindeki emrin yalnızca savaş durumunda geçerli bir emir mi, yoksa genel bir uygulama mı olduğu şeklindeki tartışma şeklî bir tartışmadır ve boşuna zaman kaybetmekten başka bir şey değildir.

Öldürmeyeceksin!

“Öldürmeyeceksin!" emri, on emir arasındadır ve Yüksek Ku­rul bunu tüm insanlığı değil yalnızca dar bir Yahudi toplumuyla sınırlı özel bir kanun olarak algılamıştır. Keza “Zina etmeyecek, çalmayacaksın" emri de “öldürmeyeceksin" emrinden sonra gel­miştir. Onu “Komşuna karşı yalan yere şahitlik etmeyeceksin" emri, onu da şu emirler takip etmiştir: “Komşunun evine, karısı­na, erkek ve kadın kölesine, öküzüne, eşeğine, hiçbir şeyine göz dikmeyeceksin."  

“Allah'ın ilk oğlu", seçilen, kutsal ve hatta ilah25 olduğu dü­şüncesi ruhuna yerleşen Yahudi'yi bu emirlerin tüm insanlığı teş­mil ettiğine ve yakınının (yani komşusunun) İsrail oğullarından olmayan birinin olabileceğine hiçbir şey ikna edemez.

Bu yüzdendir ki Talmud, “öldürmeyeceksin" emrinin İsrailli ol­mayan birini teşmil edebileceğini bütünüyle inkâr ve reddederek, o emri yok sayarak “yabancıların en iyilerini öldürün" demiştir.

Bu yüzdendir ki Talmud “Bir putperest bir Yahudi'yi öldürür­se, ölümü haketmiştir"26 demiş ve Mûsa'nın vaktiyle bir İsrailli­yi döven Mısır'lıyı öldürmesini mesnet kabul etmiş ve hatta bu emirle de yetinmeyip “Kim hür bir İsrailliye vurursa, kutsal bir kişiye saldırmış gibidir" demiştir.

“Çalmayacaksın" emrine rağmen Talmud Yahudiye bir putpe­resti talan etme ve çaldığı tartışma kabul etmez bir hak olarak saklama izni vermiştir.27

Talmudî içtihat Yahudi'ye yabancıyı öldürme izni verdikten sonra, artık onun yabancı aleyhine yalan yere şahitlik etmesine, yabancının evine, karısına veya kölesine veya öküzüne yahut eşeğine ve sahip olduğu herhangi bir şeye göz dikmesine kimse mani olamaz.

Kanın haram kılınması

Bir sünnetsizin ve' Hristiyanın kanının akıtılması konusunda Talmudçuları savunanlar, bu konuda Talmud metinlerinin açık bir tutum sergilemediğini ileri sürerek Papa X. Gregory'nin şu sözleri­ni tekrar ediyorlar: “Yahudi şeriatı Yahudilere kan akıtmayı veya yemeyi yahut içmeyi yasakladığını bilmemize rağmen...”  

Yahudilerde kanın yasaklanması Yasanın Tekrarı kitabının 12. babında geçmektedir ve ceylan veya geyik gibi eti helal kılınan bazı hayvanların yenilmesine verilen izinden hemen sonra yer al­maktadır. Yine aynı babın 23.cü ibaresinde ceylan ve geyik eti he­lal kılınmakta, ama kanın yenilmesi (yani içilmesi) yasaklanmak­tadır. “Çünkü kan candır, canı etle birlikte yeme."

Kesilen hayvanların kanlarını içmemek kaydıyla yenilmesi he­lal etler sıralanırken ve dini ayinlerde kurban sunulacak hayvan­lar anlatılırken kanın haram kılındığından bahsedilmesi, genel olarak hayvanlarla ilgilidir ve dolayısıyla bu yasak Çölde Sayım kitabını yazanların Tanrı'nın dilinden şu sözleri söylemelerini en­gellememiştir: “İşte halk bir dişi aslan gibi uyanıyor. Avını yiyip bitirmedikçe, öldürülenlerin kanını içmedikçe rahat etmeyen as­lan gibi kalkıyor.”29 Bir halkın düşmanlarından öldürdüklerinin kanını içmesi galiba bir Sami menkıbesi. Bu sözden anladığımız kadarıyla Çölde Sayım kitabını yazanlar, İsrail oğullarına düş­manlarının kanını içmeyi helal kılmaktadırlar. Tabiatıyla bu du­rum bizi hamura sünnetsiz kanı katma, bu kanı Purim bayramı ayinlerinde veya benzeri ritüellerde kullanma konusunda söyle­nenleri şiddetle reddetmenin pek de doğru olmadığı kanaatine sevketmektedir. Yahudi'ye düşman olan sünnetsizlerden nefret etmeyi kışkırtarak Yahudilerin uzletini güçlendirmek isteyen Talmud yorumcusunun bu tür Tevrat metinlerini veya eski sözlü ge­lenekleri göz önünde bulundurmadığını düşünemeyiz.

Dr. Hasen Zaza'nın söylediği şu sözlerle yönelttiği soruyu ay­nen biz de soruyoruz: “Ortaçağın tamamında ve yeniçağın önem­li bir diliminde ağırlığını koruyan bu tür ithamlar karşısında in­san şu soruyu soruyor: Tüm bunlar söylenti mi? Onlarca nesil boyunca tüm dünyaya yayılan bunca söylenti, iftira ve alna çalı­nan lekenin gerçekle hiçbir ilgisi olmayan bir utanç seli olması mümkün mü?”  

Söylenti mi gerçek mi?

Yahudilerin gizlice sünnetsizlerin kanını akıttığı veya öldür­düğü suçlamasında bulunan ilk kişinin daha önce sözü edilen İs­kenderiyeli dilbilimci Apion [Appianes] olduğu söylenmektedir. Bu yazar Yahudileri şu sözlerle suçluyordu: “Onlar, bilâhare kur­ban etmek amacıyla tapınakta her yıl bir Yunanlı çocuğu bilerek semirtiyorlar. ”3!

Burada şu noktaya da dikkat çekmemiz gerekiyor: Yahudi Yüksek Kurulu [Sanhedrin] tapınağın en kutsal özel bölümünü yalnızca kendine ayırmakta, oraya bakmayı yasaklamakta ve biz­zat sıradan Yahudilerin girmesine dahi ısrarla izin vermemekte­dir. Bu durum başkalarını Yahudi dininin yalnızca Sanhedrin üyelerinin tekelinde bulunan sırlar silsilesi olduğu düşüncesine sevketmiştir. Nitekim Çölde Sayım kitabı Yahudi avam tabakası­nın Tanrı'nın evi aleyhinde konuşmasını şu şekilde nitelendir­mektedir: “İsrail oğullan Müsa'ya şöyle dediler: 'Mahvolduk, he­lak olduk. Hepimiz helak olduk. Tanrı'nın evine yaklaşan herkes ölüyor. Hepimiz tamamıyla yok olacağız.”

Eğer tapınağın tüm kısımlar umuma açık olsaydı, o zaman Yahudileri masum olabilecekleri bir konuda suçlamak zorlaşır; Apion veya bir başkası zalimce de olsa Yahudilere böyle bir ayıp . yakıştıramazlardı. Tapınağın en kutsal kısmının yalnızca Yahu­di ileri gelenlerine açık, diğer Yahudilere ve gayr-ı Yahudilere kapalı olmasının onlara karşı bazı şüphelerin doğmasına, haklı haksız bir takım suçlamaların yöneltilmesine zemin hazırlama­sı kaçınılmazdı.

Apion'u Yahudilere bu özel suçlamayı yöneltmesinin sebebi,

IV.  Antiochus Epiphanes'in Kudüs tapınağının en kutsal bölümü­ne zorla girip orada kahinlerin dini törenlerden birinde kurban sunmak için hazırladığı o Yunanlıyı görmüş olmasıdır.

2130 yıl öncesini geride bırakarak Londra'da yayınlanan siyonistJewish Cronicle gazetesinin 17/5/1963 tarihli nüshasında ya­yınlanan şu habere bir göz atalım:

“Litvanya'nın başkenti Vilna'dan da başka kan alma haberleri geldi. Nikolay J. Bumezi adında bir Yahudi, sekiz yaşındaki oğ­luyla oynamak için evine gelen Jeya adlı altı yaşındaki bir çocu­ğun yüzünden ve boynundan kan almakla suçlanmıştır. Yine id­diaya göre Bumezi aldığı kanı komşu bir kasabada bir sinagoga mayasız hamurunda kullanılmak üzere satmıştır. Ancak, suçla­nan kişinin oğlu yapılan soruşturma babası aleyhine şahitlik ya­parak, isnadın doğru olduğunu ve çocuğun boynundan kan alın­dığını doğrulamıştır." Jewish Cronicle, haberi şu cümle ile sonlandırıyor: “Bu, bu yıl Sovyetler Birliği'nde meydana gelen dör­düncü olaydır.”

Aynı tarihlerde haber ajansları şu haberi geçmiştir: “Nikolay T. adlı Yahudi, Sovyetler Birliği'nin Cuziniye bölgesinde bir Hris­tiyan çocuğu öldürerek, kanını Fısıh bayramından önce Lotakis şehri sinagogunda hamursuz ekmek yapımında kullanmıştır. Sovyet yetkilileri suçluyu yakalayarak mahkeme sevketmiştir. Yetkili merciler, halkı yatıştırmak için fevkalade gayret göstermiş ve Yahudilerden intikam almaya yönelik fiillerde bulunmalarını engellemiştir.”

Günümüzde İsrail kuruluşunun Yahudilere canlarının istediği gibi Arap kanı dökme imkanı sunmuştur. Bu vakıayı Allah'a ve tarihe havale ediyor, gözümle gördüğüm, kulağımla duyduğum olayları inkâra yeltenenlere meydan okuyorum.

1962 yılında yani yaklaşık bundan kırk iki yıl önce, Beyrut'un Mazraa semtindeki el-Huluv kampına Nasıra şehrinden Edvar Nassar adında Filistinli bir genç getirildi. Lübnan'la işgal altında­ki Filistin arasındaki sınırdan gizlice girmişti. O da birçok Filis­tinli genç gibi, Arap ülkelerinde, gaspedilen Filistin toprakların­da buraların asıl sahipleri olan Arap azınlığın hâlâ maruz kaldığı tenkilden kurtulacağı bir yer bulma ümidindeydi. Fakat Arap ül­keleri bir çok sebepden dolayı ki bu sebeplerin ürkütücü ve cid­di olduğunda şüphe yoktur, bu gençleri reddediyor (çok nadir haller dışında) ve yapılan tahkikattan sonra işgal altındaki Filis­tin'e geri gönderiyorlardı.

Edvar Nassar, Huluv kampında sorgulanmak üzere tecrit oda­sına alındı ve bir süre sonra birden Edvar'ın korkunç bir acıyla çığlıklar attığı duyuldu. Hemen içeriye dalan askerler zavallı de• likanlıyı yerde kendinden geçmiş vaziyette buldular. Alelacele ça­ğırılan doktor,' delikanlının ambulansla hastaneye kaldırılmasını emretti. Yapılan tıbbı muayene sonunda delikanlının bayılma se­bebinin aşırı şekilde kansız kalması olduğu anlaşıldı. Delikanlı kendine geldikten sonra İsrailli yetkililerin Arap mahkumların ki o da onlardan biriydi,beyinlerinden bol miktarda kan alarak İsrail Kan Bankası'na gönderdiklerini anlattı. Yine anlattığına gö­re İsrail hapishanelerine düşen her Arap'dan belirli aralıklarla ölümüne yol açacak ölçüde kan alınmaktaydı. Bu mahkumun ha­pisten çıktıktan sonra kansızlıktan dolayı ölmesi veya daimi bir hastalığa yakalanması İsraillileri ilgilendirmiyordu.

M. Ö. II. Yüzyılda IV Antiochus döneminden XX. Yüzyıla ka­dar sünnetsizlerin katledilip kanlarının Yahudi hamursuz bayra­mında kullanılması konusunda pek çok olay tespit edilmiştir. Konumuzun akışı içinde gerektiğinde bunlardan bazılarını nak­ledeceğiz. Öbür türlü Arap yazarların eserlerinde daha önce ya­zılmış olanları burada tekrar etmeyi gerekli görmedik.

Yahudi mantığının tutarsızlığı

Her ne kadar Talmudçular Talmud'da anlatılanların alay ko­nusu edilmesinin önünü almak amacıyla bazı yorumlarda bulu­nuyorlarsa da, bu efsanevi hikayelerin saçmalıklarını tartışma ko­nusu yapmayacağız.

Talmud'da dünyanın yaratılışı, Allah'ın Adem'i yarattığı çamu­run çeşitli yerlerden toplanışı, örneğin başının miad dünyası ça­murundan yaratıldığı, Müsa'nın asasının Adem'in asası olduğu vs.. gibi hurafeler üzerinde asla durmayacağız. Burada yalnızca Müsa'nın Etyopya'yı ele geçirişi, isyan eden Asurllerin kökünü kazıyarak, itâat altına alışı ve Etyopyalılara vergi vermek zorun­da bırakışını 'anlatan hurafeden    söz etmek dahi yeterlidir.

Talmud'daki teşri esaslarına geçtiğimizde, saçmalığın Talmud'un yazılışxsebebi olan delil gösterme temeli üzerine kurul­duğunu görüyoruz.

l.              Talmudçular, Hillel HaNasi ile bir öğrencisi arasında med­resede geçen bu konuşmayı naklediyorlar:

2.             Talmud, Hillel HaNasi'nin, Tevrat'ın borcu silme kanunu­na getirdiği değişikliği büyük takdirle kaydediyor. Bu kanun, bir Yahudinin yedinci yılın girişiyle birlikte başka bir Yahudi- den alacağı varsa onu affetmesini emretmektedir.    Talmud’un bu kanunu servetler arasındaki dengesizliği düzeltmek için bel­li şartlarda uygulanabilirdi, ama Herod döneminde büyük acıla­ra sebep oldu. Zenginler, yedinci yılın girişiyle birlikte malları­nı kaybedecekleri düşüncesiyle ihtiyacı olanlara borç vermek­ten kaçınmaya başladılar.

Işte Hillel HaNasi, alacaklının münasip gördüğü herhangi bir zamanda alacaklarını tahsil etmesine imkan sağlayan kanuni bir salahiyet elde etme hakkının olduğunu belirterek bu şer işin ça­resini bulmuştur.35

Talmudcuların Hillel HaNasi'nin fetvasına onay veren tutum­larına, Herod dönemindeki şartların ve para ilişkilerinin değiş­mesinden ve Hillel'in yedinci yıl kanununu doğrudan değiştirme­den “bu belanın çaresini" bulduğundan bahsetmelerine rağmen, biz onun eskiden beri yürürlükte olan bir kanunu bir kalemde çi­zip attığını, yerine yeni bir kanun kayduğunu ve onun da o gün­den itibaren uygulanageldiğini söyleyebiliriz.

Talmud'da rastladığımız bir çok hususun mantık saçmalığı ya­ni Yahudi veya gayr-ı Yahudi bir araştırmacının eksiklerini farkettiği mantıkla ilgili verdiğimiz örnekler dahilinde bu değişikliğe itiraz etmiyoruz, ama pek çok insan ve hatta çıplak kralın giydi­ği göz alıcı elbiseyi begendiğini fısıldayan cumhur dahi böyle bir uygulama içindedir..

Mesih'in asılması üzerine

Dr. Razuk (s. 67) bir hahamın dini konularda kültürlü bir Hristiyana İsa peygamberin asılma hikayesiyle ilgili olarak yö­nelttiği bir soruyu sormaktadır. Hahamın sorusu şöyle: “Eğer kurtarıcınızın asılması dünyanın yaratılışından beri inayet-i ilahî­nin bir takdiri ise, nasıl olur da Yahudileri bundan sorumlu tutar ve onların bu işi yaptıklarını iddia edersiniz veya hatta onlar bu işte kudret-i ilahinin zorladığı mücerret bir vasıta iken nasıl gü­nahkâr olarak görürsünüz?”

Dr. Razuk'un Yahudi meselesinin tartışılmasında önemli bir örnek olarak gördüğü bu soru, Yahudinin yönelttiği sorunun yal­nızca özüdür.

Dini işlerde bilgi sahibi olduğu söylenen Hristiyanın bu soru­ya nasıl bir cevap verdiğini bilmiyoruz, ama Tevrat'ın sayfalarını karıştırarak gerekli cevabı biz verebiliriz. Örneğin Yeremya kita­bında (25/8-14) Tanrı'nın Babil kralı ve aynı zamanda kulu Nabukadnasar'ı Filistin'deki İsraillilerin yerleşim birimlerine nasıl gönderdiğini, “bütün ülkenin virane ve dehşet verici bir yer hali­ne geldiğini" görüyoruz. Halbuki daha sonra aynı Tanrı Babil kra­lını ve halkını işledikleri günahlardan dolayı cezalandırarak ülke­lerini “ebedi harabe"ye çeviriyor.

Peki Tanrı, yalnızca irade-i ilahiyeyi yerine getirme aracı olan Ba­bil kralını neden cezalandırıyor? Bu kralın yaptığı tek şey Tanrı'nın işledikleri günahlar yüzünden Nabukadnasar aracılığıyla İsraillileri cezalandırma iradesinin yerine getirilmesinde rol oynamaktan iba­retse, Allah neden Babil kralını günahkâr olarak görüyor?

Hahamın kültürlü Hristiyana sorduğu yukarıda belirtilerı-sorunun Yahudi meselesinin tartışılmasında emsalsiz bir örnek olmaya­cağı anlaşılmaktadır. Çünkü Yahudi'nin bu anlayışı, bizzat Yeremya kitabında geçen kısas ve karşı kısas olayına ters düşmektedir. Yahudiler kendileriyle ilgili hükümlerin diğer milletlerle ilgili hü­kümler için bir ölçü olmadığını söyleyebilir ki, bu, onlara yabancı bir anlayış değildir. Çünkü onlara göre Tevrat diğer insanlara de­ğil, İsrail oğulları göz önünde bulundurularak indirilmiştir.

Biz ve Batı antisemitizmi

Dr. Razuk'un “Talmud ve Siyonizm” adlı eserinde verdiği Tal­mud metinlerinden, onun Yahudi'nin dünyanın diğer halklarına beslediği şiddetli kinin vahşi bir yansıtıcısı olduğunu gösteren ör­nekler sunmuştuk. Dr. Razuk, Talmud düşmanlarını zalimlik ve taassupla suçlamakta ve bunu antisemitizme bağlamaktadır. Doktorumuz, Araplardan siyonizme karşı mücadelelerinde Batılı antisemitist yazarların basiretsizce yürüttükleri bir geleneğin zin­cirini boyunlarından çıkarıp atmalarını istemektedir. Hemen be­ lirtelim ki, Arap siyasi ve düşünürleri arasında da Dr. Razuk'u bu konuda destekleyen ve Yahudilikle siyonizmi, keza Yahudilerle siyonistleri birbirinden ayırt edenler vardır. Bunlara göre eğer Ya­hudilikle siyonizmi birbirine karıştırır, Yahudilerle siyonistleri' birbirinden ayırt etmezsek, Avrupa'nın bugün dahi muzdarip ol­duğu antisemitizm damgasını kendi alnımıza vurmuş olurmuşuz. Yine onlara göre Yahudileri bir dinin salikleri, siyonistleri ise si­yasi bir hareketin militanları olarak görürsek, dünya kamuoyun_ da antisemitist olarak değil kurtuluş savaşçıları olarak sempati toplarmışız ve güya Filistin direnişi böyle bir tutum sergilediği için, pek çok solcuyu ve bu arada bazı Yahudileri ve hatta gasp edilen Filistin'e yerleşen Yahudileri yanlarına çekmişmiş.

Anlaşılan bizi Avrupa’nın modası geçmiş antisemitizm halka­sından kurtulmaya davet edenler, yine Batının modern solunun zincirini boynumuza takmamızda ısrar ediyorlar. Sanki kader bize sürekli Batı kabusu altında bocalayıp durmamızı, onun aklıyla dü­şünüp, onun direktifiyle hareket etmemizi ferman buyurmuş!

Yahudilerle siyonistler arasında fark görenler, aldıkları bu ka­rarla mantık münafığı olduklarını gayet iyi biliyorlar. Ama bizim bu dünyada ilericilerin dümen suyunduğu gitmemiz lazım gelir ve tabii olarak solun yönettiği dünya kurtuluş hareketinin bir parçası olduğumuza göre onun hoşnut olacağı başka bir dil kul­lanmamız gerekir! Ve sol cephede Yahudiler de bulunduğuna gö­re siyonist kişiliğin yaratılmasında Yahudi din kitaplarının oyna­dığı rolü görmezden gelmemiz, Yahudi soluyla dünya solunu in­citmememiz lazım gelir!! .. XXIX

ARAP YARIMADASINDAKİ YAHUDİLER

Ebu'l Farac el-Isfahanı “El-Egânî” adlı eserinde şöyle diyor: "Musa aleyhisselam Amaliklere karşı bir ordu sevketmişti. Ol­dukça ileri gitmişler ve Suriye'ye kadar gelmişlerdi. Musa, ordu­suna onları yenerlerse hepsini kılıçtan geçirmelerini emretti. Gerçekten de onları mağlup edip kralın oğlu hariç hepsini öldür­düler. Çok güzel bir çocuktu; ona acıyıp dokunmadılar. Mûsa'nın vefatından sonra Suriye'ye gelerek İsrail oğullarına yaptıklarını anlatınca, halk onlara “Sizler asisiniz! Asla buraya, yanımıza gel­meyin!” diye karşılık verip, kovdu.

Kendi aralarında "Halkını yenip katlettiğimiz ülkeden bize ha­yır yok” diyerek Medine'ye döndüler ve oraya yerleştiler. Bu olay Yemen'de Arim selinin taşması üzerine Evs ve Hazrec kabileleri­nin gelişinden önce idi. Bu Yahudilerden Kurayza, Nadır,' Beni Kaynaka ve diğerlerinin kaydedebileceğim bir nesebi yok. Çünkü Arap değiller. Çünkü Araplar şecerelerini yazarlar. Araplar.yalnızca onların halefleridir.”

Eski tarihçilerden bir çoğu El-Isfahanl'nin görüşünü takip ederek, Musa ve Amalikler hikayesinden Yahudilerin aslen Arap Yarımadası'ndan oldukları sonucuna ulaşmışlardır. Biz, daha ön­ceki bölümlerde Musa ve Amalikler arasında geçen çarpışmalar hakkında Tevrat'da yazılanları naklettiğimiz için, el-Isfahanî'nin Yahudilerin yarımadanın asli sakinleri olduğu şeklindeki rivaye­tinin ilmi bir değeri yoktur.

Bununla birlikte eski İbranilerin İbrahim peygamberden itiba­ren Arap Yarımadası ve kuzey bölgeleriyle olan ilişkisi doğrudur. Yahudilerin, Davud ve Süleyman'ın Sur kralı Hiram'la kurdukla­rı temastan sonra ticarette maharet sahibi olmaları, eski doğunun ticaret hayatında uzun bir geçmişi olan yarımada sakinleriyle da­ha fazla iç içe geçmelerini sağlamıştır.

Eğer Isfahanı'nin İsrail kabilelerinin Medine şehrine yerleşme­leri hikayesi bir uydurma ise, o takdirde tapınağın Nabukadnasar tarafından ilk yıkılışından sonra bazı Yahudilerin Arap Yarımadası'na sığındıkları gözardı edilmesi gereken bir husustur. Çünkü bu Babil kralının tüm Filistin Yahudilerini Irak'a sürmediğini, bü­yük bir kesiminin Mısır'a muhaceret ettiğini biliyoruz. Elbette o dönemde Arap Yarımadası da Filistin'den yapılan bu göçlerden birazcık nasibini almıştır. Ama tapınağın ikinci kez Titüs tarafın­dan yıkılmasından sonra bazı Filistinli Yahudilerin yarımadaya muhaceret ettikleri neredeyse kesindir.

Her halükârda El-Eganı'nin yazarının rivayeti bize iki gerçeği özetleme imkanı sağlamaktadır ki, birincisi Medine'de Yahudi varlığının daha eski oluşu, ikincisi ise bunların aslen Arap asıllı olması ihtimalinin reddi. 1

Bazı tarihçiler, yarımada Yahudilerin Arap orijinli olduklarını ileri sürerek, bunların Arap isimleri taşımalarının İsrail oğulların­dan değil Arap veya muhaceret eden Aramılerden olduklarını gösterdiğini teyit etmektedirler.    Ancak, bu tarihçiler sanırım Yahudilerin bir arada yaşadıkları insanların isimlerini hızlı bir şekil­de aldıklarını unutmaktadırlar. Nitekim bunun örnekleri Make­donyalı İskender'in fetihlerinden hemen sonra başlayan Hellen çağından itibaren Yahudiler arasında bariz bir şekilde görmüştük.

Arap nesepçileri (soy kütüğü uzmanları) Arap kabilelerinin soy kütüklerini çıkarmakta çok titizdiler ve dolayısıyla Yemen ve Suriye'de Museviliği veya Hristiyanlığı kabul eden Arap kabilele­rinin soy kütüklerini çıkarmışlardı. Medine ve Hicaz'ın diğer böl­gelerindeki Yahudilere gelince, nesepçiler onların Arap olmadık­larını, yarımadaya muhaceret ederek çıkıp geldiklerini bildikleri için soy kütükleriyle ilgilenmemişlerdir.

Hicaz Yahudilerinin Arap kökenli olmadıkları konusundaki başka bir delil ise, onların yaşam ve muamele tarzlarıyla diğer ül­kelerdeki diaspora Yahudileri arasındaki hayat tarzı arasındaki ba­riz benzerliktir. Örneğin başkalarından ayrı olarak yaşamak, kom­şularına fahiş faiz uygulamak gibi özellikler nerede bulunurlarsa bulunsunlar hemen tüm Yahudilerin ortak özellikleri arasındadır.

Yemen Yahudileri

Arap kabileleriyle ilgili haber nakledenler, Yahudiliğin Yemen'e girişiyle ilgili olarak gerçek tarihten ziyade hurafeye yakın bir olay anlatırlar. Rivayete göre Himyeri kralı Habeşli savaşçıla­rın önünden kaçarak Medine'ye gelir.  (M.S. IV. Yüzyıl). Bu Himyeri kralı beraberindeki Habeşlilerle birlikte Yemen'e dönerken iki Yahudi din adamını da yanında götürür. Bunlar ona Musevili­ği anlatırlar. Kral onları dinledikten sonra Museviliği kabul eder ve halkına da bu yönde telkinde bulunur. Fakat halkı kralın iste­ğini kabul etmez ve iş ateşle muhakeme edilmeye kadar gelir. Ateş, Yahudiliği kabul etmeye yanaşmayanı yakar; iki Yahudi din alimi ise kitaplarıyla birlikte ateşten hiç etkilenmeden çıkarlar.

Talmut'da benzerlerine sık rastladığımız bu rivayetin doğru­luk derecesi ne olursa olsun, gerçek olan bir şey var ki, o da Ya­hudilerin zaman zaman Filistin'den gerçekleştirdikleri muhace­retlerle Hicaz'a yerleştikleri gibi Yemen'e de yerleştikleridir. Aynı kaynaklara göre Yahudileşen son Yemen kral Zünnüvas'dı, fakat Yemen birinci Habeş istilası sırasında Hristiyanlıkla tanıştı ve Hristiyan rahiplerden birisi bu işgal arefesinde Necran'da bir ki­lise kurmayı başardı.

Ashab-ı Uhdüd

Arap Yarımadası’nda Yahudilikle Hristiyanlık arasındaki en meşhur olay Uhdüd vakıası adıyla bilinir ki, Kur'an'da şu şekilde anlatılır: “Hazırladıkları hendekleri tutuşturulmuş ateşle doldu­rup çevresinde oturarak iman eden kimselere, dinlerinden dön­meleri için yaptıkları işkenceleri seyredenlere lanet edilmiştir. Bu inkarcıların, iman edenleri ateş azabına uğratmaları, onların sa­dece, göklerin ve yerin hükümranlığı kendisinde bulunan, Aziz ve Hamid olan Allah'a iman etmiş olmalarındandır."

Bazı tarihçiler Himyeri kralı Zünnüvas'a atfedilen Uhdüd (çu­kur) katliamını anlatırken, vatan duygusunun Zünnüvas’ı Necranlı Hristiyanları tenkil edip ateş çukurlarında yakmaya sevkettiğini belirtmektedirler.

Bu Hristiyanlar din kardeşleri Habeşlilere, dolayısıyla da Bi­zanslılara yakınlık duyuyorlardı. Çünkü Bizans’ın Hristiyanlığı sayesinde Arap Yarımadası'nın güneyinde siyasi hakimiyeti elle­rinde tutuyorlardı. Bu tarihçilerin yorumuna göre Zünnüvas’ın Yemen Hristiyanlarına indirdiği darbe, yabancı ihtiraslarına karşı ülkenin ve krallığın bir tür savunmasıydı. Ne var ki onun Necran Hristiyanlarına karşı uyguladığı vahşet, Habeşlileri din kardeşle­rinin bir an önce intikamını almaya sevketti. Böylece Himyeri devleti yıkılırken Yemen Miladi 525 yılında bir kez daha Habeşlilerin nüfuzu altına girdi.

Zünnüvas, Yemen’den Hristiyanlığı uzaklaştırmaya karar ve­rince, çukurlar açtırarak içini ateşle doldurdu. Hristiyanlara ya kralın dinine geçmek ya da kendini ateşe atmak arasında bir ter­cih hakkı bırakılmıştı. (Eylül 523). İbni Kesîr Zünnüvas’ın şehit ettiği Hristiyanların sayısının yirmi bin civarında olduğunu kay­detmektedir.  

Tabii olarak bu korkunç olay Habeş necaşisi ile Bizans kralı­nın kulağına ulaşmıştı. Bu iki hükümdardan hangisinin önce ha­rekete geçtiği bizi burada ilgilendirmiyor. Rivayete göre Habeş necaşisi Bizans kralından harekete geçmek için izin istemiş veya Bizans kralı necaşiden doğrudan Yemen üzerine yürümesi tale­ binde bulunmuştur. Sonuçta Habeş necaşisi 70 bin kişilik bir or­du hazırlayarak kumandan Arbat'ın emrinde Yemen'e sevketmiştir. (Zünnüvas ise halkının başına gelenleri görünce atını denize sürmüş, sığ sularda batıncaya kadar ilerlemiş ve orada son nefe­sini vermiştir).

Zünnüvas putperest miydi?

Zünnüvas’ın Yahudi dinini kabul etmiş bir Himyeri kralı, Ya­hudilerin de Allah'ın Kur'an'daki “Ashab-ı uhdüdu öldürdüler"

• buyruğunun doğrudan muhatapları olduğu söylenir. Bazı mo­dern tarihçiler şu görüşü savunuyorlar: “Zünnüvas, bir putpe­restti ve ravilerin anlattıkları gibi Yahudi değildi. Yahudiler gel­meden önce Hristiyanlara karşı tahammüllüydü, çünkü ülkesin­de Hristiyanlığın yayılışı ile, Bizans ve Habeş nüfuzunun güçlenişi arasında sıkışıp kalmıştı. Himyerilerin büyük çoğunluğu put­perestti ve imparator Konstantin'in Yemen'de Hristiyanlığı yay­ması için gönderdiği rahip Theophilos'u reddetmişlerdi. Himyeri Hristiyanlar ise Habeş rivayetine göre, necaşiye hediyeler'gönderiyor, vergilerini ona ödüyorlardı. Tabi ki Himyer kralı böyle bir müdaheleye sessiz kalamazdı."

Bu görüşü savunanlar şu ayeti delil gösteriyorlar: “Aziz ve Hamid olan Allah'a inandıkları için onlardan intikam alındı.” Bir mü'minden imanından dolayı intikam alan Yahudi değil, putpe­resttir. Çünkü tevhit mesajına inanan Yahudi, bu mesajdan dola­yı kendi milletinden olmayan bir mü’minden intikam almaz.

Esasen biz bu ayetin Hristiyanlara baskı yapanların putperest­ler olduğu görüşünün teyidi için kullanılmasını doğru bulmuyo­ruz. Çünkü Yahudilerin tek Allah'a iman eden mü'minlere azap ettikleri kesinkes doğrudur. Kendilerini tevhit mesajına bağlanan diğer insanlardan üstün gören Yahudiler, tek Allah'a inananların yalnızca kendileri olduğuna, kendilerine katılan ve tabi olanlar dışında kimsenin bu imana ortak olma hakkının bulunmadığına sarsılmaz bir şekilde inanıyorlardı.

Yahudilik ve Hristiyanlığın Kur'an inmeden önce semavi din­lerden olduğu, birinin diğerine tercih edilmeyeceğini söyleyerek, dolayısıyla "ashab-ı uhdûd”un Yahudi değil putperst olduğu so­nucunu çıkarmak, tenkit edilmeye dahi değmez bir teşebbüstür.

Her iki dinin de eşit seviyede tevhit akidesine sahip olduğunu farzetsek bile, Hristiyanlığın Yahudiliğe tercih edilmesi gerekir. Çünkü Meryem oğlu lsa'nın reddi, Yahudilerin iman eksikliğindendir, bunun günah ve sorumluluğu da kendilerine aittir. Nite­kim Kur'an bunu açık bir şekilde ortaya koymaktadır. “Meryem oğlu İsa havarilere 'Allah yolunda kimler bana yardımcıdır?' de­diğinde, havariler 'bizler Allah'ın yardımcılarıyız' dediler. Yahudilerden bir kısmı buna inandı, bir kısmı inkâr etti. Biz de inanan­ları düşmanlarına karşı destekledik. Böylece üstün geldiler.”

Demek ki muvahhid Hristiyan, Hz. Muhammed gönderilme­den önce gerçek imanla inanan kişidir. İsa'yı reddeden kişi ise, muvaahhid dahi olsa, onun mesajını inkâr etmiş demektir.

Kur'an metninden Zünnüvas'ın tepelediği Hristiyanların tev­hit mesajına tam olarak inandıkları anlaşılıyor. Öbür türlü olsay­dı Kur'an onlardan 'Aziz ve Hamid olan Allah'a inananlar' diye bahsetmezdi. Dolayısıyla Kur'an'daki “ashab-ı uhdûd" âyeti, Necran Hristiyanlarının putperestliğe dönmeyi reddettikleri için te­pelendikleri şeklinde yorumlanmaya müsait değildir. Tenkilin se­bebi belki budur, ama başka bir sebep de olabilir ki, o da Mûseviliğin reddedilmesi, tek Tanrı'ya iman çizgisinden sapmaları dü­zeltmek için gelen Mesih! mesajın inkârını kabul etmemeleridir.

Yahudilerin sorumluluğu

Bu sözle Zünnüvas'ın ve taraftarlarının Yahudi olduklarını söyleyenlere karşı çıktığımız sanılmasın. Bir insanın Yahudi oldu­ğunu reddetmek veya ispat etmek gibi bir derdimiz de yok. Bizim demek istediğimiz, Kur'an'daki 'ashab-ı uhdûd' âyetinin Zünnüvas'ın putperestliği konusunda delil olarak gösterilmesinin te­melsiz bir isnat olduğudur.

Zünnüvas ister putperest olsun, ister Yahudi, ama Yahudilerin 'ashab-ı uhdûd' olayındaki sorumluluğu inkâr veya örtbas edile-

ARAP YARIMADA 5I'NDAK1 YAHUD 1 LER 525 mez. Taberi'nin olayla ilgili rivayetine göre, Yahudi'nin biri Hristiyanların haksız yere iki oğlunu öldürdükleri iddiasıyla Zünnüvas'ı onlara karşı tahrik eder, o da Hristiyanları tenkil için bunu bir fırsat sayar.

Taberl'nin rivayetinde cahiliyye geleneklerine ters düşen tuhaf bir durum söz konusu. Eğer Zünnüvas'ı tahrik eden Yahudi nese­bi bilinen bir Arap olsaydı, maruz kaldığı zulmü Zünnüvas'a mı şikayet eder yoksa cahilliye kabile geleneklerine göre kutsal sayı­lan bir görevi bizzat yerine getiremeyecekse kabilesine varıp ka­tilden intikam alınmasını mı isterdi?

Günümüzde Arap köylerinde ve hatta vadilerde yaşayanların bir cinayeti gizlediklerini, hükumetin olayı öğrenip genel düzeni korumak adına katili bizzat cezalandırmasını istemediklerini gö­rüyoruz. Maksatları ise, katilden intikamı bizzat kendilerinin ve­ya aşiretlerinin almasıdır. Günümüzde böyle olursa, cahiliye dö­nemindeki bir Arab'ın hükümdara şikayette bulunarak, ömür bo­yu kendini ve soyunu utanç içinde bırakıp, kendisini de aşiretini de düşmandan kısas almaktan nasıl mahrum edebilir? Eski Yemen'in ulaştığı medeni seviyeye rağmen, cahiliye geleneğine kar­şı çıkmak basit bir şey değildi. Çünkü böyle bir kıyaslama yap­mak bizi yanıltacağı gibi, o günkü hükümdarın günümüzdeki hükumetler gibi kabileler üzerinde hakimiyet tesis ettiği şeklinde yanlış bir zanna kapılmamıza da yol açar.

Tüm bunlardan şu sonucu çıkarabiliriz: Zünnüvas'ı Hristiyanlar üzerine saldırtan kişi, Arap asıllı bir Yahudi değil, dışarıdan Yemen'e muhaceret eden bir lsrailliydi.

Aklımızdayken meşhur bir Yahudi geleneğine de işaret ede­lim. Yahudiler, eğer bir hükümdar düşman veya hasmının inan­cına uzaksa, onun düşmanlarından intikam almasına yardım ederler. Örneğin kendilerini ve Hristiyanları putperestlere karşı aynı inancın bir safta toplaması gerektiğini göz önünde dahi bu­lundurmadan, erken Hristiyanlar döneminde, onlara karşı putpe­restlerle kol kola yürüdüklerini biliyoruz. Peygamberimiz döne­minde Yahudilerden bahsederken, Yahudilerin tarihin tanıdığı en temiz tevhit inancına sahip Müslümanlara karşı düşmanca bir ta­vır sergilemekte ısrar ettiklerini göreceğiz. Kur'an'da şöyle huyu- rulur: "Kendilerine Kitap'dan nasip verilenleri görmedin mi? Putlara ve batıla (tanrılara) iman ederler, ama kafirler için de 'Bunlar Allah'ı iman edenlerden daha doğru yoldadır' derler. On­lar Allah'ın lanet ettiği kişilerdir. Allah'ın lanet ettiği kişinin ise yardımcısı yoktur." (Nisa/51-52)

Yahudiler Peygamber efendimizin getirdiği tevhit mesajıyla ki hala öyledir,boy ölçüşecek başka bir mesaj olmadığını bili­yorlardı, ama yine Kureyşli kafirler onlara 'Bizim dinimiz mi üs­tündür, yoksa bu adamın (Muhammed'in) ki mi?' diye sordukla­rında, hiç utanıp sıkılmadan Kureyş putperestliğinin Muham­med'in dininden üstün olduğunu söylüyorlardı ki, bu yüzden Al­lah onlara lanet etmiş ve nusretinden mahrum bırakmıştır.

Yahudi tarihçi lsrael Welfenson bu konuyla ilgili olarak şöyle diyor: "Bu Yahudilerin böyle fahiş bir hataya düşmemeleri ve va­ziyet kafirlerin isteklerini yerine getirmeye uygun olmasa dahi, Kureyş eşrafı önünde putlara tapmanın lslam dininden daha iyi olduğunu alenen söylememeleri gerekirdi. (Onların istekleri Yahudilerin, Kureyş müşriklerinin ve diğer kabilelerin birleşerek Hendek savaşında Müslümanlara saldırmasıydı.) Çünkü asırlar­dır atalar adına putperest halklar arasında tevhit sancağını taşı­yan, tarihin değişik dönemlerinde tek bir Tanrı'ya iman etmele­rinden dolayı takibat altına alınan ve pek çok darbe yiyen lsrail oğullarının ve aralarındaki tüm azizlerin yalnızca putlara taptık­ları için değil, kendileriyle kavga ettikleri ve putperestlerden nef­ret etmeyi, onlara adavet sergilemeyi emreden Tevrat'ın öğretile­rine karşı çıkan müşriklerin mağlup edilmesi konusunda hayat­larını feda etmeleri gerekirdi. "

Welfenson'u çok sıkı takip etmek gerekiyor: Yahudilerin tari­hin çeşitli dönemlerinde tek Tanrı'ya iman ettikleri için pek çok takibat ve tenkile uğradıkları iddiası doğru değildir. Doğru olan, tüm delil ve burhanların gösterdiği gibi, Yahudilerin tek Tanrı'ya iman etmelerinden dolayı dini takibata nadiren uğradıkları, fakat maruz kaldıkları baskı ve takibatın çoğunun bu olayla hemen he­men ilgisi bulunmayan başka işlerine karşı duyulan tepkilerden kaynaklandığıdır.

Ashab-ı uhdüd olayında çizdiğimiz tablo, Yahudilerin baskısı­nın başkalarının İsraillilere yaptıkları fiile karşı duyulan bir tepki olduğunu gösteren yüzlerce olaya ilave edilecek yeni bir tablodur.

Yahudilerin Necran Hristiyanlarına yaptıkları şey, tevhit inan­cısını savunmak için yapılan bir eylem midir? Asla.. Buradaki Hristiyanların Habeş hükümdarına ’ veya Bizans imparatoruna di­ni yönden bağlılık gösterdikleri iddiası doğru olsa bile, kesinlik­le Yahudi inancı aleyhine bir tehlike teşkil etmiyorlardı. Onlar Zünnüvas’ın himayesi altındaydılar ve Zünnüvas da Yahudi değil­se bile, bu korkunç olayı yapacak kadar Yahudilere yakın ve müt­tefik bir putperestti. Bu gerçek, yabancı müdahelesinin ve Habeşlerin Yemen’i işgalinin sorumluluğunu Yahudilerin omuzuna yüklemektedir. Çünkü Hristiyanlara karşı sergilenen vahşi baskı, Habeş hükümdarına Yemen’i işgal etmek ve Zünnüvas’ın çukur­larda yaktığı yirmi bin Hristiyanın intikamını hem Yahudi ve hem de putperestlerden almak için yeterli bahane yaratmıştı.

Kâbe’nin tarihi boyunca Habeş kralı tarafından 570 yılında ilk saldırıya maruz kaldığını göz önünde bulundursak, Yahudilerin Yemen'in Habeşliler tarafından işgalindeki doğrudan sorumlu-, luklarının ağırlığını, Mekke’yi işgal ettirerek bilahâre Arap Yarımadası’nın diğer kesimlerini hakimiyet alma gayretlerini, Bizans­lılarla Farslar arasındaki uluslalarası nüfuz savaşı alanını Arap ül­keleri sınırlarından, Suriye ve Irak civarından daha derin ve yeni bölgelere kaydırma emellerini anlayabiliriz.

Hicaz Yahudileri

Filistin’den Hicaz yöresine muhaceret eden Yahudiler tarıma elverişli olan veya Şam’la Yemen arasındaki kervan yolu üzerinde bulunan toprakları yurt edindiler. Ayrıca Yahudiler Medine’nin dışında Vadi’il Kura, Hayber, Fedek, Cerba ve Teyma’yı da yurt edinmişlerdi.

Yesrib (Medine) tartışmasız Yahudi nüfuz bölgesi sayılıyordu. Bu durum Arim selleri sebebiyle Ezd boyuna mensup Yemen ka­bilelerinin Yesrib’e gelip yerleşmelerine kadar devam etti. Bunla­rın en meşhurları Evs ve Hazreç kabileleridir. Evs ve Hazreç, Ha­ rise b. Sağlebe b. Amr b. Harise el-Gıtrif'in iki oğlunun adıdır. Gassanîlerin soyu Evs ve Hazreç'le birlikte bu Harise'de birleş­mektedir. Gassan1ler, Amr b. Amir b. Harise el-Gıtrif'in çocukla­rıdır. Gassanî adı ise Hassan b. Sabit'in şiirinde geçen Gassan su­yundan gelmektedir.

Sordun, söyleyeyim: Ezd'in bir koluyuz biz, Ve de Gassan suyundan gelir bizim adımız.

Evs kabilesi Yesrib'in güney ve doğu kesimlerine, Hazreç ise batı kesimine, Yahudi Beni Kaynaka kabilesine komşu olarak yer­leşti. Bu Araplar Yahudilerle komşu ve müttefik olarak bir anlaş­ma yaptılar ki, bu da Yahudilerin Yesrib'deki merkezini güçlen­dirdi. Ne de olsa Evs ve Hazreç oğulları onların hükmü altında yaşıyor, köklü Yemen uygarlığının verilerini onların hizmetine sunuyorlardı.

Yahudiler, Evs ve Hazreç kabilesi üzerinde tahakküm kurarak, onları ağır biçimde sömürdüler. Hatta “Ahbar” kitaplarında anla­tılan bir efsaneye göre, Feton adlı bir Yahudi kralı Evs ve Hazreç kabilesine mensup kadınların namuslarını kirletirmiş. Sonunda Malik b. Aclan adında gözüpek ve atılgan bir genç bu ırz düşma­nı kralı öldürmüş.  Yine rivayete göre Beni Kayla kabilesinin sab­rı taşınca reisleri Malik b. Aclan, Miladi V. Yüzyılda Şam diyarın­daki kardeşleri Gassanîlere müracaat etmiş. Gassanî emirlerinden Ebu Cübeyle, Malik'in şikayetini ve Yahudilerin zulüm hikayesi­ni dinledikten sonra şöyle demiş: “Vallahi, bizden bir aşiret bir yere konduğunda oradaki halka baskın çıkar. Siz niye öyle yap­madınız? ”  Sonra Ebu Cübeyle bir orduyla yola çıkmış ve sanki Yemen'e gidiyormuş süsü vermiş. Yesrib'e yaklaşınca Evs ve Hazreç halkını çağırtmış. Onlar çıkıp gelince bir yere götürmüş. Son­ra Yahudilere haber gönderip hemen kendisini karşılamaya gel­melerini istemiş. Kalelerine bekinirlerse kuşatma uzar, kendileri­ ne güvenlerini kırma planlarım suya düşer korkusuyla böyle yap­mış. Yahudiler, kendisine yemek çıkarmalarını emreden Cübeyle'yi karşılamaya çıkmışlar. O da çevresinde toplandıklarında hepsini öldürtmüş. Sonra da Evs ve Hazreç halkına şöyle demiş: Biz bunları öldürdükten sonra siz geri kalan Yahudileri mağlup edemezseniz, sizi yakarım!

Sonra Ebû Cübeyle Şam'a dönmüş. Evs ve Hazreç, Yahudilerin üzerine çullanarak, onları Yesrib'de iki paralık etmişler.

Hicretten önce Medine toplumu

Beni Kayla (Evs ve Hazreç ana tarafından onlara bağlanır) Yes­rib'de Yahudilere baskın çıkınca, şehir halkı arasındaki sosyal ilişkiler özel bir şekle büründü. Bu iki Arap kabilesi birbirleriyle pek de iyi geçinemiyordu. Medine Yahudileri ise Evs'le Hazreç arasında zaman zaman çıkan anlaşmazlıklardan uzak durmuyor­lardı. Çünkü Yahudiler arasında da buna benzer anlaşmazlıklar vardı. Beni Kurayza, Beni Nadir ve Beni Kaynaka adlı bu üç Ya­hudi kabilesi Evs ve Hazreç arasında çıkan çekişmelerden veya aralarındaki iyi komşuluk ilişkilerinden ciddi şekilde etkileniyor­lardı. Bu yüzden Yahudi kabilelerinden herhangi birisi tarafsız kalsa, bir diğeri Arap kabileleriyle kısa veya uzun ömürlü bir it­tifak sağlıyordu.

Ebû Cübeyle'nin seferinden sonra siyasi hakimiyet Yahudilerden çıkıp Beni Kayla'ya geçmesine rağmen, ekonomik hakimiyet Yahudilerin elindeydi. Zenaat işleri onların tekelindeydi ve özel­likle silah yapımcılığı kendilerini Davud peygamberin şakirtleri olarak gören Beni Kaynaka'nın uhdesindeydi.  Keza takı sanatı da aynı kabilenin tekelindeydi.

Şehirde yaşayan Araplarsa genellikle çiftçilikle uğraşıyorlardı. Yahudiler hem şehir içindeki dahili ticareti, hem de Mekke ve Taif başta olmak üzere diğer Hicaz şehirleriyle yapılan alış verişi kontrol altında tutuyorlar; silah, takı ve hurma şarabı satıyor, al­tın ve gümüş alım-satımıyla uğraşıyor, çevrelerinde ticaret ve pa­ ra işinden anlamayanların cehaletinden faydalanarak fahiş tefeci­lik yapıyorlardı. •

Medine'deki küçük Arap çiftçilerini en çok ezen şey Yahudi­lerle yaptıkları muzabene ve muhakale10 anlaşmalarıydı. Çünkü çiftçilerin krediye ihtiyaçları vardı ve bu yüzden böyle anlaşma­lar yapmaya mecbur kalıyorlardı. Yahudi tacirler bu fırsatı iyi de­ğerlendiriyor ve fiyatları istedikleri gibi ayarlıyorlardı. Buna bir de fahiş faizi eklediğimizde alınan krediler ödenemez hale geli­yor, bu da Medine'nin küçük çiftçilerini ezim ezim eziyor; pek çoğu tarla ve bostanlarını ağır borçlarına karşılık alacaklıya ver­mek zorunda kalıyordu.

Tilkilerle komşuluk

Arap tarihçiler “Bias günü"    olaylarını anlatırken önemli bir noktaya dikkat çekmektedirler.

“Bias Günü" Hicretten beş yıl önce Evs'le Hazreç arasında vukû bulan kanlı bir çekişmeden bahseder. Evs kabilesi o gün Hazreç kabilesine üstün gelir ve adamakıllı hırpalar. Evs eşrafı çarpış­maların devam etmesi halinde Hazreçli kardeşlerinin kırılacağını anlar ve içlerinden biri şöyle bağırır: “Evs halkı! Aklınızı başını­za alın ve kardeşlerinizi yok etmeyin! Onların komşuluğu tilkile­rin komşuluğundan iyidir!" Böylece Evs kabilesi sakinleşir de, çarpışmalar ve yağmalamalar son bulur.

Burada geçen 'tilkiler'den murat Yahudilerdir. Yahudiler de o Bi­as Günü'nde yer alan taraflardan biriydi. Beni Kurayza ve Beni Na­dir Evslerin, Beni Kaynaka da Hazreç'in yanında yer almıştı. Evs'in yanında yer alan Yahudiler Hazreç'in müttefiki olan kendi Yahudi ARAP YA RIM A D A SI' N D A K l YAHUDİLER 531 kardeşlerini de yağmalıyorlardı. Ancak bu bilgiler ışığı altında ba­rış günlerinde Yahudilerle muamelede bulunmalarından dolayı Evs ve Hazreç halkının ruhunda iz bırakan yaranın derinliğini an­layabiliriz. Bu yara, Kurazya ve Nadir oğullarının Bias gününde Evs'le müttefik olmalarının dahi iyi edemediği derin bir yaradır.

Belki de Evs eşrafı Bias gününde, akıllarını başlarına devşire­rek, Yahudilerin kendileriyle Hazreçli kardeşleri arasına serptik­leri nifak tohumlarını, Yahudilerin gerçek çehresini hatırlayabil­miş; Hazreçli kardeşlerini kırarak, Gassanî Ebu Cübeyle'nin kur­tarmak için gelişine kadar kendilerini ekonomik yönden ezen, onlara köle muamelesi yapan Yahudiler/tilkiler karşısında tek başlarına kalmaktan kurtulabilmişlerdir.

Yahudi kitaplarında Araplar

Yahudi din kitaplarında Tevrat veya TalmudArapların nasıl anlatıldığını merak eden kişi, önde gelen Yahudi yazar ve yorum­cuların ilk atalarına bağladıkları bu millete karşı gizli bir kin bes­lediklerini farkedecektir.

Talmud'da anlatılan bazı hurafelere göre, İsmail oğullarından Müsa şeriatını kabul etmelerini istendi.11 İsmail oğulları şeriatta ne söylendiğini sordular. Cevap “Çalmayacaksın!” şeklindeydi. Onlar şöyle dediler: Büyük atamıza (İsmail) Tanrı tarafından 'senin elin her insanın üzerinde olacak' demişken biz bu şeriatı nasıl kabul edebiliriz?    Sonra Esav'ın (Yakub'un kardeşi) oğullarından şeriatı kabul etmeleri istendi. Onlar şeriatta ne bulunduğunu sordular. “Öldürmeyeceksin” yazılı cevabı verildi. “Bunu kabul edemeyiz, çünük babamız İshak'a “kılıç gücüyle yaşayacaksınız” denildi ce­vabını verdiler. İsrail oğullarından şeriatı kabul etmeleri istendi­ğinde 'Kabul ve itaat ediyoruz” cevabını verdiler.

Bu Talmudî hurafeden, Yahudi Yüksek Kurulu'nun Arapları Yahudilere nasıl tanıtmak istediğini görüyoruz. Bu hurafenin ya­zılışından amaç, Arapların “hırsız” [sarık] olarak tanıtılmasıdır. Talmud'a göre Allah Arapların kaderini daha ilk günden böyle yazmıştır. Muhtemelen bu tanımlama Yahudiler vasıtasıyla Yu­nanlılara ve Romalılara geçmiş ve Araplardan uzun yıllar boyun­ca yazışmalarda ve kitaplarda “Saracens” olarak söz edilmiştir ki, kimilerine göre “hırsızlar” (sarrakin) anlamındadır. Kimileri de bu kelimenin “sare” ve “kın” yani Sara'nın kölesi anlamına gelen iki sözcükten oluştuğunu, İbrahim'in hanımı Hacer'in ilk hanımı Sara'nın halayığı olmasına işaret edildiğini belirtmektedirler. Üçüncü bir ihtimal ise, kelimenin coğrafyacı Ptoleme'nin Sarkanu  adıyla verdiği bir Arap bölgesinin adından gelmiş olmasıdır. Fakat bize göre Batılı yazarların taassubu, Araplara ve İslama kar­şı kalplerinde besledikleri kini ifade etmek amacıyla tahkir edici hırsızlık ve kölelik anlamı yükledikleri Saracens adını kullanma­yı cazip hale getirmiştir.       .

Talmudcuların bir başka iddiası şöyle: “Dört şey vardır ki, bir olan şanı yüce Allah onları yarattığına pişman olmuştur: Sürgün, Keldaniler, İsmailîliler ve kötülük eğilimi.”  Talmud yorumcusu İsmailî kelimesiyle tüm hayatlarını çadır altında geçiren Arapla­rın kastedildiğini belirterek Eyup kitabında geçen bu sözlerden muradın Araplar olduğunu söylemektedir: “Soyguncuların çadır­larında rahatlık var; Tanrı'yı gazaba getirenler güvenlik içinde; Tanrı'ya değil, kendi bileklerine güveniyorlar.” (Eyüp, 1216) Yo­rumcunun bu sözlerle Arapların kastedildiği hükmüne nasıl var­dığını bilmiyoruz. Bu, olsa olsa Talmud'un öncelikle Araplara karşı yükselttiği nefret dalgasından kaynaklanmıştır. Ama Arap­lara karşı nefret duygularını yaymaya ilk başlayanlar Talmudcular değildir. Tevrat yazarları bu konuda onlardan öncedir: “Yeruşalim halkı Yehoram'ın en küçük oğlu Ahazya'yı babasının yerine kral yaptı. Çünkü Araplarla ordugaha gelen akıncılar büyük kar­deşlerinin hepsini öldürmüştü.”15 ; “Filistlilere, Gur-Baal’da ya­şayan Araplara ve Meunlulara karşı Tanrı ona yardım etti.”16 Tevrat yazarları Ezra ve Nehemya döneminde Kudüs surları­nın onarılmasına ve Zerubbabil tarafından tapınağın yeniden in­şasına Arap reislerinin şiddetle karşı çıktığını belirterek, onlara duydukları öfkeyi saklamıyorlar. Dahası, Mezmurlarda da (83. Mezmur) Araplara ve komşularına bedduada bulunulmaktadır: “Onlara Midyan'a, Kişon vadisinde Sisera'ya ve Yavin'e yaptığını yap; onlar Eyn-Dar'da yok oldular, toprak için gübreye döndüler; onların soylularına Orev ve Zeev'e yaptığını, beylerine Zevah ve Salmunna'ya yaptığını yap.. Ey Tanrım, savrulan toza, rüzgarın sürüklediği saman çöpüne çevir onları! Orman yangını gibi, dağ­ları tutuşturan alev gibi, fırtınanla kovala, kasırganla dehşete dü­şür onları! Utançla kapla yüzlerini.. Sonsuza dek utanç ve dehşet içinde kalsınlar, rezil olup yok olsunlar".

Bu öfke selinin, bu zelzelenin sebebi nedir? İsrailliler bu insan­lardan Allah'a iman etmelerini istediler de onlar yok mu dediler ki Tevrat yazarları onlara ateş püskürüyor ve bedduada bulunuyor­lar? Sebep bu değil.. Aksine onlara göre Edomlu, Ismaili, Moablı, Haceri, dağlı, Ammonlu, Amalekli, Filistinli, Surlu, Asuri ve Lut oğulları.. evet onlara göre tüm bu topluluklar İsrail oğullarına kar­şı ittifak yapmışlardır: “Senin halkına karşı kurnazlık peşindeler; koruduğun insanlara dolap çeviriyorlar. 'Gelin bu ulusun kökünü kazıyalım; İsrail'in adı bir daha anılmasın' diyorlar."

Bu uluslararası büyük komplo ne zaman düzenlendi, tüm bu kavimler nasıl bir araya gelip ittifak sağladılar? Bunu yalnızca 83. cü Mezmuru yazanlar biliyorlar! Ama Yahudilerin nefretini kaza­nanlar yalnızca Araplar değildir ve başka halklar da bu nefretten nasiplerini almışlardır.

İsrail'de yayınlanan HaAretz gazetesi yazı işleri müdürü olan si­yonist bir yazar klasik Yahudi nefreti konusunda şöyle diyor: “Şah­si kanaatimi açıklamak istiyorum. Ben, dünyada Yahudileri seven bir halkın bulunduğuna kesinlikle inanmıyorum. Keza Yahudi hal­kının da örneğin Mandalıları, Portekizlileri sevdiğine inanmıyo­rum, ama İzlandalıları ve Portekizlileri bizi sevmeye iten bir sebep de göremiyorum." HaAretz gazetesi yazarı doğru söylüyor, ama bir eksikle. O da geleneksel Yüksek Kurul'un kalbinde yeşerttiği bu nefretin tüm Yahudilerin kalbinde yer ettiğidir..

xx.

İSLAM VE YAHUDİLER

Cahiliyye döneminde Musevilik ve Hristiyanlığı bilmelerine rağmen Arabistan halkının çoğu putperestti.

Arabistan'la dış dünyanın ilişkisinin kesilerek Arapların bu iki dinden bihaber kalmalarına izin verilmesi mümkün olmadığı gibi, onların sahrada içlerine kapanarak yabancıların maddi ve manevi akınlarına maruz kalmamaları da mümkün değildi. Öbür türlü ol­muş olsaydı, komşu ülkelerdeki kadim medeniyetleri kuranların tanıştığı putperest inançlarla Arap Yarımadası halkının putperest inançları arasında güçlü benzerlikler söz konusu olamazdı.

Arap putperestler aya, güneşe ve Venüs (Çolpan) yıldızına ta­parlardı. Sonuncusuna yarımadanın güneyinde Aştar, kuzeyinde Uzza deniliyordu ki, Kenan edebiyatında Aştar ve Amor1 edebi­yatında eski Sümerlerde İnanda denilen Aşera ile aynı idi.   Keza güneşe hem Mısırlılar, hem de eski Irak ve Suriyeliler tapıyorlar­dı. Cahiliye Arapları da güneşe taparlardı. Yemen putperestleri­nin en büyük tanrısı aydı ve güneş de onun karısıydı. Güneş ay için Aştar'ı doğuran Lat'dı. Böylece Araplarda güneş, ay, Aştar üç­lü inanç sistemi tamamlanırken, eski Mısır'da da Oziris, lzis ve Hor üçlüsü tamamlanmıştı.

Tanrı'nın Yakub'un İsrael (veya İsrail) adında bulunan adı “el” (veya il) ise eski Kenan edebiyatında en büyük tanrıdır. El, Arap Yarımadası'na da yolculuk etmiş ve orada Hübel adını almıştır. Burada bu tanrıların kökenleri, isimlerinin türevleri ve onları ilk önce kimin icat edip başkalarına transfer ettikleri tartışmasına gi­recek değiliz. Aksine bizi burada ilgilendiren husus, cahiliye Araplarının eski inançlardan bihaber olmadıkları; ad ve sayıları değişik olsa da Mısır, Suriye ve Irak'daki komşularının taptıkları tanrılarla tanıştıklarıdır. Cahiliye Arapları bundan başka bazı hay­vanları ve ağaçları da kutsal kabul ediyorlardı, ama onların put tanrılara tapınmaları sathi bir tapınma idi ve kalplerinin derinlik­lerine inmemişti. Örneğin gerektiğinde yenilebilecek tanrılarını yiyorlardı. Başka bir örnek verelim. Meşhur Arap şairi lmr'ul Kays, babası Beni Esed tarafından öldürülünce onun intikamını almak üzere Arap adeti gereği taptığı put'la istişare ederek, ne yap­ması gerektiğini öğrenmek ister. Eline üç ok alır. Bunlardan biri­nin üzerinde “evet”, diğerinde “hayır”, öbüründe ise tekrar istişa­re etmesi gerektiği yazılıydı. İlkin bir ok seçer, “hayır” çıkar. Ama babasının acısı yüreğini yakıyordu. Tekrar denemek ister yine ha­yır çıkar. Son bir şans diyerek üçüncü defa ok seçer. Ama nafile, cevap yine “hayır” dır. Bunun üzerine çok hiddetlenen şair oku alıp tanrısının yüzüne fırlatarak haykırır: “Alçak! Öldürülen ken­di baban olsaydı, intikamını almaktan beni alıkoymazdın.”

Bu ve benzeri örnekler Arapların putlarını pek de önemseme­diklerini, bilge kişilerinin daha üstün bir din arayışı içinde ol­duklarını göstermektedir. Halbuki daha üstün bir din arayanların önünde yalnızca iki seçenek vardı: Musevilik veya Hristiyanlık.

Hristiyanlık, İslamdan önce Roma İmparatorluğu'nun resmi dini olmuştu ve bu dinin salikleri şu veya bu şekilde,farklı mezheplere intisap etmelerine bakılmaksızın imparatora siyasi bağlılıklarını göstermek zorundaydılar. Fakat Araplar hürriyetle­' rine çok düşkün halklardan oldukları için başka birinin tebaası

olmalarını gerektiren bir dini şiddetle reddettiler.

Hürriyetlerine aşırı düşkünlükleri yüzünden Hristiyanlığı red­deden Araplar, bu defa da kendilerini aşırı beğenmiş olmanın ver­diği gururla Museviliği putperestliğin yerine ikame etmeyi red­dettiler. Kendilerini Allah'ın en sevgili ve en temiz kulları olarak gören, başka halkları merdivenin en alt basamağına yerleştiren bu Yahudiler de kim oluyordu? Eğer putperestlikten vazgeçip Museviliği kabul ederse kendisini bekleyen akibet ne idi? İsrail oğullarının asil Yahudileri yanında sığıntı bir Yahudi veya eski bir Arap deyişiyle velaketen Yahudi olacaktı ki, kabile sınırlarını dünyanın sınırları sanan Arap için bu daha da ağırdı.

Sanırım yukarıda söylediklerimizden Musevilik ve Hristiyanlığın İslamdan önce Arap Yarımadası'nda neden bocaladığı, Arap bilgelerin diğer inançlara karşı haniflik  denilen tevhit inancını tercih etmelerinin sebebi anlaşılmıştır.

(...)

İslamın gelişinden ve kıblenin Beyt el-Mukaddes'den Kabe'ye çevrilişinden sonra, halledilmesi gereken temel meselelerden biri­si olarak Yahudi problemi kalmıştı. Esasen Yahudilerin diğer halk­lar ve milletlerle olan ilişkilerinin bilimsel bir anlayışla tahlili, bu meselenin ve tarihi dönem içindeki gelişmelerin anlaşılması için geniş bir giriş sayılır. Yahudilerin Araplarla olan ilişkileri, onların bugün ve gelecekteki durumlarında en önemli yeri işgal edeceği için üzerinde önemle durulması gereken konulardandır.

lslam düşmanları tarih boyunca Peygamber efendimiz ve üm­meti hakkında olmadık iftiralara başvurdukları için, kıblenin de­ğiştirilmesiyle onlara iyi bir darbe indirilmişti. Çünkü kıble de­ğiştirilmeden önce Peygamber efendimizin Beni İsrail peygam­berlerinden birisi olduğu söyleniyordu.

Bazı Yahudi tarihçileri şöyle diyorlardı: “Hristiyanlık gibi Muhammed'in yedinci yüzyılda getirdiği İslam dini de, Yahudilik ağacının bir dalıydı. Isa ne ise Muhammed de o idi. Esasen Muhammed yeni bir din getirme düşüncesinde değildi ve aslında kendisini bir Yahudi peygamberi olarak tanıtmıştı. Mescid de ki­lise gibi toplayıcı özelliğe sahipti. Namaz konusunda, haram yi­yeceklerin tanımlamasında, sünnette, sağlık öğütlerinde, evlilik, boşanma ve Kitab-ı Mukaddes'in tetkiki konusunda Muhammed ve arkadaşları Yahudi metodlarını aynen uygulamışlardır. ”4

Yahudi yazar, gerçekleri bariz bir şekilde çarpıttıktan sonra te­melsiz bir sonuca varmaktadır: “Bu, Arap ve Yahudi kültürleri arasındaki yakınlığın sırrını ve yine bu iki kültürün İspanya ve Kuzey Afrika'da aynı paralelde bir gelişme göstermesinin sebebi­ni kısmen açıklamaktadır.”

Hristiyanlığın doğuşu sırasında Yahudilerin İsa peygamber ve keza bilâhare Peygamberimiz Muhammed için “Bu iki adam risaleti kabul ettiler, resulü reddettiler yani onlar Yahudilerin dinini kabul ettiler, ama bu dinin sahibi Yahudileri reddettiler” dedikle•

rini anlatmıştık.

Bizim bu söze vereceğimiz cevap şudur: Yahudiler dinlerinin tamamının kendi düşüncelerinin ürünü olduğuna, dolayısıyla Hristiyanlık ve İslam'ın onunla örtüşen kısımlarının kendilerin­den veya dinlerinden alıntılandığına inanıyorlar. Halbuki o örtüşen kısımlar Allah katından gelmiştir ve peygamberlerini gönde­ren Allah, elbette dilediği peygamberi dilediği halka göndermeye kâdirdir.

Bir kere onlar şayet dinlerinin kendi düşüncelerinin ürünü ol­duğunu söylüyorlarsa, zaten o dini semavi dinler arasından çıka­rıyorlar demektir. Eğer dinlerinin Allah katından olduğunu söllüyor da Allah'dap peygamberlik ve risalet imtiyazları aldıklarını ilave ediyorlarsa, insanlık dairesinin dışına çıkıyorlar demektir. Çünkü insanlık, kulluk yalnızca Yahudiler için takdir edilemeye­cek kadar Allah katında değerlidir.

Bir diğer yandan Peygamber efendimizin mesajının neredesinde Yahudilik var? Bir kere tanrıları pek çok halkın sayılamayacak kadar çok tanrıları arasında yalnızca bir tanesidir. Her halkın, her şehrin ayrı ayrı tanrıları vardı ve İbranîlerin tanrısı da bunlar ara­sındaydı. Onlar tanrılığı eski çağlarda -böyle anlıyorlardı ve bu yüzden “Var mı senin gibisi ilahlar arasında, ya Rab?”    diyorlar­dı. Bir yerde Müsa'nın Harun'un tanrısı (Sen de onun için tanrı gibi olacaksın)  bir başka yerde Musa’nın firavunun tanrısı (Ben seni firavun için tanrı yaptım)  demek için “ilah” (tanrı) sözcü­ğünü kullanıyorlardı. Hatta kendilerinin tanrılar olduğuna işaret etmek amacıyla da (Siz ilahlarsınız diyorum, yüceler yücesinin oğullarısınız hepiniz!)  kullanıyorlardı bu sözcüğü. Yahudilerden ve Hristiyanlığın zuhurundan söz ederken “tanrı” (ilah) kelime­sinin ayağa düşmesinden Tevrat yazarlarının sorumlu oldukları­nı, halkın ona kendilerinden biriymiş gibi davranmalarına yol aç­tıklarını belirtmiştik. Çünkü bu tanrı çocuklar edinir, krallar do­ğurur. “Bana sen oğlumsun dedi. Bugün seni doğurdum!”

Bu kadarla bitse iyi de, Talmud hâşâ lillah Allah’ın vücut öl­çülerini bile verir. Talmud’a göre Allah’ın yalnızca alnının geniş­liği beş bin zirâdır; tacında bin kantar    altın vardır; güneş ve yıl­dızlar parıltılarını parmağındaki yüzükten alırlar.11 Yahudilerin iddiasına göre, tanrılarına kulluktan dolayı “refaha erecekleri” için, tacın hizmetkarı olan ve Sandenfun denilen bir meleğe za­man zaman tapmalarının sebebi, belki de Yahve’nin tacındaki bin kantar altındır. Herhalde bu meleğin taşıdığı altına tapıyorlardır!

Böyle bir tanrı tasviri ile Islamın tarif ettiği Allah Teala’yı birbiriyle mukayese etmek bayağılık olmaz mı? Onların uydurma Tevrat'larında anlatılan babaları Yahudi İbrahim, İshak ve Yakub nerde, Kur’an’ın anlattığı İbrahim, İshak ve Yakub nerde? Tevrat’a göre bu peygamberler yalan söylerler, münafıklık ederler, aldatır­lar, korkudan tir tir titrerler. Neyse ki İslam dini geldi de onları Yahudilerin insafından kurtarıp yüceltti.

Atalarla ilgili söylenenler Tevrat sifirlerinde en aşağılık ayıplar yakıştırılan, pis ameller ve hatta Süleyman’da olduğu gibi Allah’a şirk koşma suçlarıyla damgalanan on iki kabile, Müsa, Davud, Süleyman ve diğerleri için de söylenmiştir.

Yahudilerin reddettikleri, ismetine dil uzattıkları ve pislik at­tıkları İsa'yı peygamber olarak kabul eden İslamiyet nasıl olur da Yahudiliğin bir kolu olabilir ki?

Yahudilerin bugün sahip oldukları inanç ve görenekleri ken­dilerinden önceki halklardan ödünç almadıklarını kim söyleyebi­lir? Çünkü gerçekte onlar, komşularında buldukları iyi kötü ne varsa pek çok ödünçleme yapmışlardır. Halbuki lslam bu konu­da bariz bir üstünlüğe sahiptir. Çünkü o, öncekilerin güzel gele­neklerini kesinlikle kabul etmiş, ama tevhid temizliğini, sadeliği­ni ve fıtratını kirletecek olanları bir kenara itmiştir.

Yahudilik Yahudileri kahinlere kölelik etmeye sevkederken, Talmud'da gördüğümüz gibi, İslam insanı ruhuna ve vicdanına ters düşen, kendisini Allah Teala'ya mutlak bağlanmaktan uzak­laştıran her türlü zincirden kurtarmıştır.

lsrail insanına Yahudiliği kabul etse dahi,İsraillinin büyülü kölesi gözüyle bakan Yahudilikle kendisinden daha aşağıda ola­nın zimmetini büyüğünün omuzuna yükleyerek mü'minleri kar­deş yapan lslam arasında dağlar kadar fark vardır.

Allah rahmet eylesin, Dr. Ahmed Emin bilmiyorum şu sözü nerden bulmuş: “Yahudilerde kölelik vardı. Yahudi dini de köle­lere iyi davranılmasını emretmiş, kölelik süresini yedi yıl olarak belirlemişti. Köle, yedi yıldan sonra azat edilirdi. Fakat Yahudi dininin bu emirleri yalnızca lbrani köleler için geçerliydi. Yedi yıl köle olarak çalıştırıldıktan sonra serbest bırakılacak olan sadece İbrani köleydi. Eğer köle İbrani değilse, köleliği ölene kadar de­vam ederdi. Yahudi dini, İbrani olmayan kölelere asla iyi muame­le edilmesi tavsiyesinde bulunmamıştır.”

Halbuki İslam kölelerin azat edilmesini teşvik ederken Müslü­man ve Müslüman olmayan diye bir ayırım yapmamış, mümkün olduğunça kısa sürede azat edilmeleri tavsiyesinde bulunmuştur.

İslamın gelişinden sonra Arap Yarımadası halkı arasında köle­liğin kalmadığı bir vakıadır. Çünkü artık Arap insanı ya Müslü­man olmak zorundaydı, ya da hakkı kılıçtı. Yahudilik, İbraninin yedi yıl köle olarak kullanılıp sonra serbest bırakılmasını, İbrani olmayanın ölene kadar köle olarak kalmasını emrederken, İslam Arap insanının köle edilmesini yasaklamış, Müslüman olsun ve­ya olmasın kölelerin azat edilmesi için fırsatlar sunmuştur.

Burada Islamın gelişinden sonra Arap insanının köle edilmesi­nin yasaklanışının ırkî bir imtiyaz gibi algılanmaması gerekir. Eğer öyle olsaydı Islamı kabul etmekle kılıç arasında bir tercihte bulunmak zorunda bırakılmazdı. Dolayısıyla tercihte devletin bir çıkarı vardı. Çünkü Arap Yarımadası’nda her yönüyle birleşmiş tek bir ümmet mevcuttu. İbni Abbas’dan nakledilen bir hadisde Peygamberimiz “Yeryüzünde iki kıble olmaz, Müslümana da ciz­ye yüklenmez" buyurmuştur.    Yani aynı toprağın insanların bağ­lılığının değişik inançlar arasında taksim edilmesi doğru değildir.

Eğer Yahudi yazarlarda ve hempalarında zerrece haya olsaydı, Yahudi ve Arap kültürünün Endülüs’de aynı paralel üzerinde ilerlediğini söylemezlerdi. Yahudilerin tarihlerinin bütün safhala­rında diğer uygarlıklara parazit oldukları bir vakıadır. Örneğin eski Filistin’de Kenanlıların kültürünü ödünç almış, onların uy­garlıklarını uygulamışlar; sürgünden sonra ise Babil’de Perslerden ve Zerdüştizmden bazı şeyler alarak akidelerine ilave etmiş, daha sonraları da Hellen kültüründen etkilenmişlerdir.

Araplar kendi uygarlıklarını kurduklarında Yahudiler Bağdat, Kurtuba ve diğer Arap ve İslam başkentlerine dağılarak, İslaml düşüncelerden, görenek ve ritüellerden hoşlarına gidenleri kendi akidelerine sokmuşlardır. Bunun en bariz örneği Anan b. Davud adlı bir Yahudi’nin Irak’da kurduğu Karaî mezhebidir. 14 Bu mez­hepten başka mezhepler de türemiş ve hepsi de günümüze kadar Talmud’a karşı çıkmışlardır. Karaîliği incelediğimiz zaman bunun Islami mezheplerden Mutezile’den etkilendiğini görüyoruz. Bi­lindiği gibi Mutezile de teşri usullerinin yalnızca Kur’an’dan is­tihraç edilmesini savunarak, Allah’ın “Biz ise bir kitapta her şeyi sayıp yazmışızdır" âyetini delil gösterdiler. Peygamberin hadisle­rinin kullanılmasını yasaklayarak, O’nun daha sonra ikinci bir Kur’an olmaması için sözlerinin yazılmasını yasaklamasını delil olarak ortaya sürdüler. Belki de Mutezile, siyasilerin veya din adamlarının sıkıştıkça durumu kurtarmak için Peygamberimizin hadislerine sığındıklarını, O'nun söylemediklerini söylenmiş gibi gösterdiklerini görmüştü. Yahudilerin daha önce başka akideleri tahrip ettikleri gibi lslamı da eğer Allah'ın lutfu olmamış, din alimleri uyanık davranmamış olsalardı,tahrip etmek amacıyla lsrailiyyat denilen uydurmaların çıkışında nasıl bir rol oynadık­larım unutmuş değiliz.

Mutezile nasıl aklın ön plana çıkarılmasını ve yalnızca Al­lah'ın kitabının esas alınmasını istemişse, Anan b. Davud sadece aklın ön plana çıkarılmasını ve yalnızca Tevrat'ın ilk beş kitabı­nın esas alınmasını savunuyor, Talmud'u ise kesinlikle reddedi­yordu. Eğer Anan b. Davud ve ondan sonra gelenler lslami huccetlerden ve Müslüman kelam bilgilerinin görüşlerinden yarar­lanmamış olsalardı, Talmudculann . karşısında tutunamaz, varlık­larını günümüze kadar sürdüremezlerdi.

Yahudilerin daha önce Tanrı'yı nasıl tasavvur ettiklerini bili­yoruz. Endülüslü Mûsa b. Meymun bu tasavvuru reddetmiş ve lslamın tanımlamasına çok yakın bir tasavvur getirmiştir. lbni Meymun'a göre Allah tekdir, eşi benzeri, bedeni yoktur ve beden arazlarından kesinle münezzehtir; her şeyi yaratan, her işi tedbir eden, ezelden var olan, hazırda mevcut olandır; ilk ve son O'dur.

Bununla birlikte biz kesinlikle Islamın daha önceki uygarlık­lardan etkilenmediğini söylemiyoruz. Çünkü insanlığın yarattığı uygarlık, ademoğlunun yeryüzüne indiği günden bu yana oluştu­rulan halkalardan ibaret bir zincirdir. Bu zincirin halkaları kıya­mete kadar da birbirine ulanmaya devam edecektir. Ayrıca Allah, aklı yalnızca bir millete verip, öbürlerini ondan mahrum bırak­mamıştır. Ne Arap aklı hiç kimsede olmayan özelliklere sahiptir, ne da şark aklı bu özelliklerden mahrumdur. Keza herkesin hay­ranlıkla seyrettiği Yunan uygarlığı da yoktan varolmuş değildir ve aksine köklerini daha önce Mısır, Irak ve Suriye yeşeren uygarlık­lardan almıştır..

Yahudi tahribatları                                                              *

Medine'de Islamla Yahudilik arasına bir çizgi çekilme vaktinin uzaması beklenmiyordu. Islamın, fakirin zayıfı, zenginin fakiri ezmesinin önüne bir set çekmesi tabiatındandı. Kureyş müşrikle­ri Islamın devrimci öğretilerinden teşvişlenmeye başlamışlardı. Gerçi hicretten sonra Medine’deki Yahudilerle münafıklar da ay­nı endişeleri taşıyorlardı, ama diğerlerine nisbetle Arapları ticari, ekonomik ve sosyal yönden sömürüleri fazla olduğu için Yahudi­lerin korkuları daha da fazlaydı.

Allah, Müslümanlara anlaşmalarına ve sözleşmelerine sadık kalmalarını emretmişti, ama Yahudiler kendilerinin dışındaki in­sanlarla yaptıkları anlaşmalara sadık kalmamayı kendilerine caiz görüyorlardı. Daha önce bu rezaleti işledikleri bir bayramları ol­duğundan söz etmiştik.

Adamın birisi İbni Abbas’a bir defasında şöyle der: “Biz ehl-i zimmetin tavuğunu ve koyununu aşırıyoruz ve bunu yapmamız­da bir sakınca yok diyoruz." İbni Abbas şu cevabı verir: Bu yap­tığınız ehl-i kitabın “ümmilere yaptıklarımız için kimse bizi kınayamaz" demesi gibidir. Onlar vergilerini ödedikleri sürece malla­rını ancak gönül rızasıyla alabilirsiniz."

Kurtubi, “Ehl-i kitaptan öylesi vardır ki, ona yüklerle mal emanet bıraksan, onu sana noksansız iade eder. Fakat onlardan öylesi de vardır ki, ona bir dinar emanet bıraksan, tepesine diki­lip durmazsan onu sana iade etmez. Bu da onların, 'Ümmilere karşı yaptıklarımızdan dolayı bize vebal yoktur’ demelerindendir. Allah adına bile bile yalan söylüyorlar" ayetini yorumlarken şöy­le der: “Söylendiğine göre Yahudiler Araplardan borç almışlardı. Mesele mahkemeye intikal edince Yahudiler, 'bizim size borcu­muz yok, çünkü siz dininizi terk ettiniz, bizim de size olan bor­cumuz düştü' dediler ve bunun Tevrat’ın hükmü olduğunu iddia ettiler. Bunun üzerine Allah onlara şu ayetle cevap verdi: “Ümmilere karşı yaptıklarımızdan dolayı bize vebal yoktur." Aksine. Ya­ni dediğiniz gibi değildir. Sonra şu sözlerle devam etti: “Kim Allah’dan korkup anlaşmasına sadık kalırsa, bilesiniz ki Allah müttakileri sever." Eş’as b. Kays’dan rivayet edilmiştir. “Bir Yahudiyle aramda bir toprak parçası vardı. Yahudi bunu inkar etti. Mese­leyi Peygamber (s.a.v)e intikal ettirdim. Allah'ın Resulü bana “Delilin var mı?" dedi. “Yok" dedim. Yahudi’ye dönüp “Yemin et" dedi. Bense “Tabii ki yemin eder ve malımı alıp götürür" dedim. Bunun üzerine Allah şu âyeti indirdi: “Allah'a verdikleri sözü ve imanlarını az bir pahaya satanlar rezildir ve ahirette de kıyamet günü Allah onlarla konuşmaz, onların yüzüne bakmaz, onları te­mize çıkarmaz. Onlar için şiddetli bir azap vardır."

Ümmilerle veya sünnetsizlerle bir iş yaptığı sürece Yahudi'nin anlaşmayı bozması, yalan yere yemin etmesi, çalması ve her tür­lü haramı kendine helal saymasında bir tuhaflık yok. Nitekim Tevrat'da Abram'ı firavuna yalan söyleten, Yakub'a dayısı ve kay­nanası Laban'ın koyunlarını çaldırtan, kardeşi Esav'ın hakkını yi­yerek babasının gözüne girmek için İshak'a aldattıran onlar değil midir? Mısır'dan çıkarken Mısır halkına yalan söyleyerek altınla­rını alıp götürmediler mi? Yahudi olmayan herkese yüksek faizle borç vermelerini helal kılan kendi kitapları Tevrat değil mi? Tev­rat'ı yazanlar doğruyla doğru eğriyle eğri olmayı kendilerine caiz görmediler mi? Yahudiler nazarında kötü olan kişi gayr-ı Yahudilerin tümü değil mi?

Dolayısıyla ekonomik, sosyal ve siyasi sebeplere binaen Medi­ne'de Müslümanlarla Yahudiler arasında sürtüşmelerin çıkması kaçınılmazdı. Kur'an âyetleri de iki taraf arasındaki sürtüşmelere zaten işaret etmektedir.

Bedir savaşından sonra

Göründüğü kadarıyla Yahudiler, Müslümanların Bedir'de yan­kısı bütün yarıdamayı sarsan ezici zaferine kadar genç İslam da­vasının boyutunu anlayamamışlardı. Allah'ın Kur'an'da “Furkan günü" dediği o gün Kureyş kabilesi Ebu Cehil, Ümeyye b. Halaf, Ebu Süfyan'ın hanımı Hind'in kardeşi Velid b. Atebe, Ümmü Muaviye, babası Atebe b. Rebia ve amcası Veşibe b. Rebia gibi önde gelen kişilerini kaybetmişti. Yahudi Ka'b b. Eşref de Peygamberi­mizle alay ediyor ve Müslümanların mağlup olacağını sanıyordu. Fakat Bedir'de Müslümanların zafer kazandığı haberi Medine'ye gelince, “Doğru mu?" dedi. “Ne yani Muhammed şu iki adamın  bahsettiği kişileri öldürdü mü? Onlar ki Arapların en şereflisi, in­sanların efendisidir. Vallahi eğer Muhammed bu adamları öldür­müşse, yaşanmaz artık bu dünyada!"

• Sonra alelacele Mekke'ye giderek Bedir'de öldürülen Kureyş eşrafı için göz yaşı döküp şiirler söyledi ve Müşrikleri Muham­med efendimize karşı kışkırtmaya başladı. Medine'ye döndükten sonra ileri geri konuşmasını sürdürdü. Bunun üzerine bazı Müslümanlar Peygamber efendimizden onu öldürmek için izin istedi­ler. O da izin verdi ve Ka'b ortadan kaldırıldı.

Peygamberimizi hicveden, lslam düşmanlarını Müslümanlara karşı kışkırtan Ebû Afik adında başka bir Yahudi daha vardı. O da Peygamberimizle Medine Yahudileri arasında yapılan anlaşmaya ihanet etmede Ka'b b. Eşref'in yolundan gidiyordu. Bu yüzden onun da akibeti Ka'b'ınki gibi oldu ve Salim b. Umeyr adlı bir Müslüman tarafından katledildi.

Beni Kaynaka'nın kovulması

Kaynaka oğulları, Müslümanlarla birlikte Medine'de yaşayan Yahudilerdi. Bedir savaşından sonra müşriklerle Müslümanlar arasındaki mücadele kızışınca henüz kurulan lslam Devleti'nin güvenliği Müslümanları tedbirli olmaya, şüphelilere karşı daha katı davranmaya zorluyordu.

Siret kitaplarında bahsedildiğine göre bir defasında Kaynaka oğullarına mensup bir Yahudi kuyumcunun dükkanında Müslü­man bir kadının edep yerini açıp alay etmişler ve bu olay Müslü­manları ciddi şekilde öfkelendirmişti. Peygamberimiz Kaynaka oğullarını ihanet etmemeleri ve devlete karşı komplo kurmaya kalkışmamaları konusunda uyardıysa da bu sözlerinin bir fayda­sı olmadığı gibi Yahudiler daha da şımardılar ve “Bedir'de kazan­dığın zaferle fazla gururlanma ya Muhammed!" dediler. “Savaş nedir bilmeyen insanlarla karşılaştın da bir fırsat yakaladın. Eğer biz seninle savaşırsak, o zaman görürsün savaşçı neymiş! "

Bu aleni meydan okumadan sonra Medine'nin o dik kafalılar­dan temizlenmesi şart olmuştu. Dolayısıyla Peygamberimiz de

onları şehirden kovdu; mallarını, ağırlıklarını ve hafif silahlarını almalarına izin verdi. Bir kısmı Hayber tarafına doğru giderken, diğer bir kısmı kuzeye yönelip Suriye taraflarına gitti.

Nadîr oğullarının kovuluşu

Bedir savaşının üzerinden henüz bir ay geçmemişken Ebû Süfyan, Kureyş kabilesinin savaşta kaybettiği itibarını tekrar kazan­dırmak amacıyla Mekke'den iki yüz savaşçıyla birlikte karşı tara­fı umursamaz havasıyla Medine yakınlarına geldi ve Nadır oğul­ları kalesine misafir oldu. Kabile reisi Selam b. Mişkem onları ga­yet iyi karşıladı, yiyecek yardımında bulundu ve Medine'deki Müslümanlar aleyhine casusluk yapmaya başladı. Ebü Süfyan şehrin kenar mahallelerinden El-Arid'e saldırarak, Ansar'dan bir kişiyi ve dostunu öldürdü. Ayrıca iki evi ve bir hurmalığı yakıp hızlı bir şekilde Mekke'ye doğru tekrar yola koyuldu. Peygambe­rimiz hemen arkalarından bir müfreze çıkardıysa da, kaçar gibi hızlı giden müşriklerin arkasından yetişemediler.

Uhud savaşından sonra Yahudiler, Müslümanların işinin bittiği hülyasına kapılarak onlara karşı bir takım hareketlere girişmeme­leri konusundaki uyarılara kulak asmadılar. Hatta Peygamberimizi öldürmek için bir suikast dahi tertiplediler. Komplo Mekkeli müş­riklere yardım eden Nadir oğulları mahallesinde düzenlendiği için derhal Müslümanlar tarafından kuşatma altına alınarak, silahları­na ve taşınmaz mallarına el konulduktan sonra taşınabilir malla­rıyla birlikte şehirden çıkıp gitmek mecburiyetinde bırakıldılar.

Hendek savaşında

Nadir oğulları Medine'den kovulduktan sonra Hayber'e yer­leştiler ve oradaki Yahudileri, önlerine gelen Arapları Müslümanlara karşı kışkırtmak için tahrik etmeye başladılar. Nadir oğulla­rı reisi Hayy b. Ahtab, Hayber'deki Yahudi eşrafını Arap kabilele­riyle ortak bir cephe oluşturarak Medine üzerine yürüyüp, çiçeği burnundaki İslam Devleti'ni ortadan kaldırma konusunda ikna etti. Daha sonra Hayy başkanlığında bir heyet planı uygulamak üzere Mekke'ye doğru yola koyuldu. Heyette Selam b. Ebi Hakin ve kardeşi Kinane de vardı. Kureyşliler Hayy b. Ahtab'a kabilesi Beni Nadîr'in nerde olduğunu sordu. “Onları Hayber'le Medine arasında bıraktım, sizin iltihakınızdan sonra hep birlikte Mu­hammed ve arkadaşlarının üzerine yürümek için bekliyorlar" ce­vabını verdi. Kurayza oğullarının nerede olduğu sorusuna ise “Onlar, hile yapmak için Medine'de kaldılar. Siz gelince sizin sa­fınıza geçecekler” diye karşılık verdi.

Yahudilerin Kureyş'i Peygamberimize karşı kışkırtmaları, şe­refini küçük düşürücü sözler sarf etmeleri onların bu koalisyon­da yer almaları için yeterli oldu. Heyet, Mekke'de işini bitirdikten sonra civardaki Arap kabilelerinden Müslümanlarla görülecek hesabı olanlarla da temasa geçti. Yahudi Heyet'i, cahiliye döne­minden beri Hayber'in müttefiki olan Gaftan kabilesine uğradı. Heyette bulunan Hayber eşrafı, şehir bağlarındaki bir yıllık ürü­nün Gaftan oğullarına verileceği taahhüdünde bulundu. Gaftan oğullarının ikna edilmesinden sonra sırasıyla Mürre, Fezare, Eşca', Süleym ve Benî Sa'd kabilelerine uğrayarak hepsinden Müs­lümanların üzerine yürüme konusunda söz aldılar.

Daha sonra Hayy b. Ahtab Kurayza oğulları reisi Ka'b b. Esed'le görüşerek, onu Müslümanlarla yaptığı anlaşmayı bozma­ya ve şehre saldıracak koalisyona katılmaya ikna etmeye çalıştı. Kurayza oğulları reisi durumunun nazik olduğunun farkındaydı. Şehir çevresine savunma amaçlı hendek kazan Müslümanlar Kurayza oğullarının kendilerini arkadan vurabileceğini hesaba kat­mamış ve onların evlerinin ve kalelerinin bulunduğu kısma hen­dek kazmamışlardı. Ancak Müslümanların galip gelmesi halinde, onlarla baş başa kaldıklarında ahvalleri ne olacaktı? Bu yüzden Kurayza oğullan reisi Hayy b. Ahtab'ın teklifini kabul etmekte uzunca bir tereddüt geçirdi. Hayy b. Ahtab, ona bunun bir Yahu­di davası olduğunu, saldırının başarısız olması halinde halkıyla birlikte kalesine sığınabileceğini bildirerek ikna etmeyi başardı. Zaten kimse de o dönemin en mükemmel silahlarıyla teçhiz edil­miş yaklaşık on bin kişilik Yahudi-putperest koalisyonuna karşı Müslümanlara bir şans vermiyordu.

Ama Allah hakkı galip getirdi, batılı yerle bir etti ve Yahudi­lerle müşriklerin planlarını boşa çıkardı. Koalisyon yenilmiş ve zafer Müslümanlarda kalmıştı. Tabii olarak ihanet edenlerden, anlaşmayı bozanlardan hesap sorma vakti de gelmişti. Peygambe­rimiz onları kalelerinde kuşatma altına aldı. Yahudiler Evs kabi­lesi reisi Sa'd b. Muaz'ınhaklarında hüküm vermesini istediler.

Hicret arefesinde Kurayza oğulları ile Nadir oğullarının Evs'in yanında yer aldıklarını, Kaynaka oğullarınınsa Hazreç kabilesinin müttefiki olduğunu daha önce görmüştük. Hazreç kabilesinin münafık reisi Abdullah hafifletici bir karar çıkmasında önemli rol oynamış ve böylece Kaynaka oğulları hafif silahları ve taşınabilir mallarıyla birlikte Medine'den çıkıp gitmişlerdi. Evs kabilesinden bazıları da reisleri Sa’d'a gelerek tıpkı Hazreç reisinin Kaynaka oğullarına yaptığı gibi kendi tebaasını kayırması ricasında bulun­dular. Sa'd onlara şu cevabı verdi: “Sa'd'ın Allah için kimsenin ayıplamasından korkmayacağı an geldi!" Sa'd'ın kararı, erkekle­rin öldürülmesi, kadınların ve çocukların esir edilmesi ve malla­rının bölüşülmesi şeklinde oldu. Öldürülen erkekler  arasında Kurayza oğulları reisinin kalesine sığınan ve onunla aynı kaderi paylaşan Beni Nadir reisi Hayy b. Ahtab da vardı.

Hayber'in düşüşü ve boşaltılması

Yahudiler, koalisyon güçlerinin Hendek savaşında uğradıkları yenilgiden gerekli dersi almamışlardı ve Hayber, Teyma, Vadi'l Kura'daki Yahudilerden başka başta Gaftan oğulları olmak üzere bazı Arap kabileleriyle muhavereye devam ediyorlardı. Merkezle­ri Hayber'di.

Peygamberimiz Hicretin altıncı yılında Mekke'yi ziyaret ede­rek Umre yapmaya karar verdi. Kureyş kabilesi Müslümanların Mekke'ye girişini önlemeye kalkıştılar ve mesele Hudeybiye an­laşmasıyla tatlıya bağlandı. Peygamberimiz Hudeybiye anlaşma­sından sonra vakit kaybeden Yahudilerin planlarını boşa çıkar­mak amacıyla Hayber üzerine yürüdü.

Peygamberimiz şehre saldırmadan önce bazı Müslümanlara özel bir görev verdi. Abdullah b. Atik komutasında dört kişilik bir grubu Hayber'in reisi Selam b. Ebi'l Hukayl'ı öldürmesi için gönderdi. Bir başka grup da Selam'dan sonra Hayber'in reisliğini üstlenen Esir b. Zarim'i öldürmek için yola çıktı. Her iki grup da vazifesini başarıyla tamamladı.

Müslümanlar 1400 kişilik bir güçle Hayber'e doğru akmaya başladılar. Medine ile Hayber arasını üç günde kat ederek hiçbir şeyden haberi olmayan Yahudilerin kalesi önünde bittiler. Yahu­dilerin kahramanca direnmesine rağmen kale şiddetli bir çatış­madan sonra düştü ve böylece Yahudilerin galip geleceğini ümit eden Kureyşlilerin de ümitleri boşa çıkmış oldu. Artık bütün ya­rımada Hudeybiye anlaşmasından ve Hayber'in düşüşünden son­ra, lslam sancağının her yerde dalgalanmasının önlenemeyeceği­ni anlamıştı.

Peygamberimiz Hayber Yahudilerini evlerinden ve tarlaların­dan atmadı. Yalnızca savaş suçluları hakkında ölüm veya sürgün kararı verdi. Fakat isteyenlere tarlalarını ekerek, mahsulü Müslü­manlarla bölüşme yolunu açık bıraktı.

Hayber'in düşüşünden sonra Fedek, el-Cerba ve Vadi'l Feres Yahudileri kendi istekleriyle silah bıraktılar. Teyma Yahudileri de direnmekten vazgeçerek vergi vermeyi kabul ettiler. Fakat Halife Ömer zamanında Hayber Yahudileri yine uslu durmayacak ve Arap Yarımadası'ndan nihai olarak sürüleceklerdir.

Abdullah b. Ömer'den  nakledilmiştir: Ben, Zübeyr ve Mikdad b. Esved, anlaşmamız gereği Hayber'deki mallarımızın başı­na gitmek üzere yola çıktık ve oraya varınca herkes kendi tarlası­na gitti. Gece uyurken birileri üzerime çullanıp bileğimi kırdılar. Sabahleyin acı içinde arkadaşlarıma seslendim. Bana bunu kimin yaptığını sordular, bilmediğimi söyledim. Kırık kolumu sardıktan sonra beni Ömer'e götürdüler. Ömer “Yahudilerin işi bu!" dedi ve ayağa kalkarak çevresindekilere şöyle ' hitap etti: “Arkadaşlar! Peygamberimiz (s.a.v) Hayber Yahudilerine istediğimiz zaman onları kovma hakkımız bulunduğu bildirmişti. Abdullah b. Ömer'e saldırmış ve gördüğünüz gibi kolunu kırmışlardır. Daha önce de Ansar'a böyle bir düşmanlık sergilemişlerdi. Bu işi ya­panların onların arkadaşları olduğu muhakkak. Burada onlardan başka düşmanımız yok. Kimin Hayber'de malı varsa malının ba­şında bulunsun. Çünkü Yahudileri oradan kovacağım."

lşte hicaz Yahudilerinin Peygamberimize karşı sergiledikleri tavırlar ve işte getirdiği mesajdan emin, devletinin çıkarına düş­kün Muhammed (s.a.v)in tahammülü imkansız bu davranışlara karşı usulet ve suhuletle sergilediği tavırlar. Yahudi tarihçilerin ve onların yalan bilgilerle donattıkları Batılı müsteşrik dostlarının gerçekleri anlatmayacaklarından eminiz, ama gözler kör olmasa da kalpler körleşir. .XXI

İSLAM ÜLKELERİNDEKİ YAHUDİLER

Yükselen İslam devletlerinin Arap Yarımadasını hakimiyet al­tına almasından, Asya ve Afrika'da büyük fetihler gerçekleştirme­sinden sonra Yahudiler düşmanca hareketlerini alenen sürdüre­meyeceklerini ve ancak amaçlarını yer altına çekilerek gerçekleş­tirebileceklerini çok iyi anlamışlardı.

Yahudiler daha önce Hristiyanlığa sızmadıkları ve başına bela olmadıkları kadar İslama sızıp, dini ve inançları tahrip etmek için çirkin yöntemlere başvurdular.

İsrailiyyat

Ebü Hureyre'nin şöyle dediği rivayet edilir: "Yahudilerin İsla­ma ve Müslümanlar arasına soktukları şeyler, tarihi çarpıtmış, din bilginleri ve hadis ravilerini yormuştur."

Burada Yahudilerin kimlerin Müslüman olduğu, kimlerin iyi, kimlerin kötü niyetli olduğunu tasnif edecek değiliz. Ama hiç çe­kinmeden şunu söyleyebiliriz: İslama samimi ve gayr-ı samimi olarak giren bir Yahudi'nin geçmişinden tamamıyla soyutlanması beklenemeyeceği gibi, önceki inancını bütünüyle bir kenara atıp yeni bir inancı sindirmesi de mümkün değildir.

Bu realite, İslam alimlerini daha önce Musevi olan Müslüman­ların rivayet ettiklerini, özellikle de şeri hükümler ve benzerleriy­le ilgili nakillerini alırken sıkıntıya sokmuştur. Geçmişle ilgili bil­ giler konusunda ise lslam bilginleri Müslüman olan Yahudilerden nakiller alırken aşırı bir sıkıntı yaşamamışlardır, ama bu yüz­den Kur'an yorumlarına bol miktarda Tevrat ve Talmud rivayet­leri girmiştir. Çok üzücüdür ki, günümüzde dahi bazı cami imamlarından vaaz ve hutbelerinde lbrahim'le Sara'nın firavunla olan hikayelerini, Davud ve doksan dokuz koyun kıssasını, dev­ler ve dişlerinden yapılan yataklarla ilgili ninnileri dinliyoruz.1

1 Yazarın Arap olması hasebiyle bu konuda yalnızca Arap ülkelerin­deki camilerde olup bitenlerden bahsetmesi normaldir. Halbuki Türkler, Pakistanlılar, Persler vs. gibi tercüme Müslümanı olan ül­kelerdeki durum çok daha vahimdir. Bilgili, modern din adamları­nı elbette tenzih ederiz, ama Diyanet lşleri Başkanlığı bünyesinde görev yaptığı halde lslam adına, Allah adına akıl almaz cinayetler işleyen din adamlarını maalesef gördük. Bunlar cehaletleri yüzün­den Allah'ı Yahudilerin Yahve'siyle özdeşleştirdiklerinin farkında bile değillerdir. Burada küçük bir hatıramı anlatmama izin verin. Yetmişli yıllarda İstanbul Erenköy camiine Cuma namazı için git­miştim. Diyanetin görevlendirdiği vaiz efendi, mutad veçhile yine bir kıyamet sahnesini tasvir ediyordu. Cennetlik olanlarla cehen­nemliklerin ayrılıp herkesin gideceği yere giderken sanki oraday­mış, olayı bizzat görmüş gibi bir hadise naklediyordu. Güya cehen­nemlik olan bir kişi zebaniler arasında cehenneme doğru ağır adımlarla yol alırken, her dokuz on metrede durup arkasına bir ba­karmış. Bu sırada hâşâ lillahAllah da cennetin balkonundan on­ları seyredermiş. Bu geriye dönüp dönüp bakma işi beş on defa tek­rarlandıktan sonra, Allah meleklere sormuş, “Gidin sorun bakalım, şu kulum niye ikide birde dönüp dönüp arkasına bakıyor?" Melek­ler varıp sormuşlar, adam şu cevabı vermiş: “Allah'dan yalnız kafir­ler ümit keserler, ben ise kafir değilim. Acaba Allah beni affeder mi ümidiyle dönüp dönüp bakıyordum." Melekler gelip adamın sözle­rini Allah'a aktarmışlar. Allah “Sen ne iyi kulummuşsun, son anda dahi benden ümidini kesmedin, affettim seni" buyurmuş. Ben da­yanamayıp ayağa fırladım ve vaiz efendiye, “Sen ne yaptığını sanı­yorsun? Şu sözlerinde cinayet işliyorsun! Biz Allah'ı zamandan me­kandan münezzeh biliriz, sen tuttun O'nu balkona oturttun. Yahudilerin Yahve'si de böyle. Biz Allah'ın kalplerden geçenleri dahi bil­diğine inanırız, sen O'nu bu adamın kalbinden geçenleri bilmeyen Tanrı mesabesine indirip, işi meleklere havale ettirdin! Üçüncüsü de burada farkında olmadan Müslümanlara günah pasaportu çıka­rıyorsun. Yani istediğiniz günahı işleyin, kıyamet günü böyle ya­parsanız cennete girersiniz demek istiyorsun" diye bağırdım. Eğer

İslam dünyası bugün tüm gelecekleri halline bağlı olan çok bü­yük bir kriz yaşamaktadırlar. Müslümanların günümüzde bir fa­tihin elinden çekmediği bu acıları yaşamaları günah değil midir?

İbni Sevdâ

Islama tahribat ve yıkıcı faaliyetlerde bulunma amacıyla giren en tehlikeli Yahudi, İbni Sevdâ da denilen Abdullah ibni Sebe’dir. Yemen'in Sana şehrinden olan bu iğrenç adam, Hz. Osman'ın hi­lafetinin yedinci yılında Müslüman olmuş ve ilk günden itibaren de dini konularda aşırı tutucu bir davranış sergilemiştir.

Müslümanlar Hz. Osman zamanında fetihlerin genişlemesi ve ganimet bolluğu sebebiyle lükse saplanmaya başlamışlardı ve çok değerli bazı sahabenin halkın bu lüks düşkünlüğünü tenkit etme­leri tabii idi. Bu lüks ve savurganlığa karşı çıkanların başında sa­habe Ebû Zer el-Gıfarl geliyordu. İbni Sebe, fitne ateşini onun va­sıtasıyla tutuşturmak için Ebü Zer'e yaklaştı. Bu iğrenç adamın, Islamın ve Müslümanların çıkarı için çırpınıp duran bu değerli sahabede yitik malını bulduğu şüphesiz.

İbni Sevda, Ebû Zer'in arkasına sığınarak Islama zehirlerini bulaştırmaya ve Müslümanları zehirli hançerleriyle vurmaya baş­ladı. Abdullah ibni Sebe'yi maddi ve fikri yönden destekleyen, Müslümanların devletini yıkmayı, ülkelerini parçalamayı sağla­yacak her türlü silahla donatanın geleneksel Yüksek Kurul oldu­ğunu söylersek mübalağa etmiş sayılmayız.

birkaç hamiyetli Müslümanın müdahalesi olmasaydı o cahil cema­at tarafından ya linç edilmiştim, ya da öldürülmüştüm. Daha sonra gelip olayı İstanbul Müftülüğü’ne anlattım. Yetkili kişi, ellerini ça­resizlik içinde iki yana sallamaktan başka bir şey yapamadı. Bilmi­yorum, burada kime kızmak lazım? Diyanet İşleri Başkanlıgı’na mı, o eçhel-i cühela vaize mi, yoksa Yahudilere veya o vaizi koyun gibi dinleyen hayatında eline kitap almamış, kitaba düşman o cemaate mi? (çev.)

Osman'ın öldürülüşü

İbni Sebe, halkı üçüncü halife Osman'a karşı kışkırtmak için İslam başkentleri arasında dolaşmaya başlamıştı. Küfe, Basra, Dı­maşk ve Mısır'a uğramış, buralarda vakti zamanı geldiğinde hare­kete geçmeye hazır örgütlü gizli hücreler oluşturmuştu. Sebeciler halkın Medine üzerine yürümesini isteyen Ali ve Aişe dilinden yazılmış sahte mektuplar yayınlıyorlardı.

Sebeci isyan hareketi giderek güçlenmeye başlamıştı. Nihayet H. 35 yılında komplocular kendi aralarında yazışmaya başladılar ve halife Osman'ı öldürmek amacıyla Medine'de buluşmak üzere anlaştılar. Sonunda Peygamber'in şehrine fesat, soygun ve cina­yetleri sirayet ettirmişlerdi.

Hz. Aişe'nin şöyle dediği naklolunmaktadır: “Şehir ve köyler­de yaşayan avam tabakası, Medine'deki köleler bir araya toplana­rak haram kan döktüler, ülkede haramı helal yaptılar, haram ayı helal aya çevirdiler ve haram mal topladılar."

Ali ibni Ebi Talib, kendisine biat edildikten sonra bedevilerin şehirden çıkarılmasını emrederek, kölelere azat edildiklerini bil­dirdi.  Ama İbni Sebe ve taraftarları halkı sınıflara ayırmaya de­vam etti; köleleri ve bedevileri emîrulmü'mininin talebine olum­lu cevap vermemeye çağırdı. Böylece şehir isyancıların kontro­lünde kaldı; soygun, talan ve eşkıyalığın haddi hesabı yoktu.

Dini tahribat

Abdullah ibni Sebe'nin fitilini ateşlediği Yahudi fitnesi Hz. Os­man'ın öldürülmesinden sonra ümmetin siyasi varlığını parçala­yan bu tehlikeli çizgide durmadı. Aksine dini inançlarda kirlen­me, yozlaşma ve fesat başladı. Eğer İslamın üzerine bina edildiği Kur'an ve Peygamberin sünnet ve hadisleri olmamış olsaydı, şüp­hesiz İslamın akibeti de Yahudiler tarafından bozulan diğer sema­vi dinlerin sonu gibi olurdu.

Dr. Hasen İbrahim Hasen şöyle der: “O (Abdullah ibni Sebe) İslam'da şianın kurucusu değilse bile, kesinlikle bu mezhebin inanç prensiplerini koyan kişidir. Rec'a mezhebini  kurdu ve 'İsa'nın geri döneceğini söyleyip de Muhammed'in geri dönece­ğinden bahsetmeyen kişiye şaşıyorum diyerek 'Kur'an'ı sana farz eden, elbette seni geri dönülecek yere döndürecektir' (Kasas/85) âyetini delil gösterirdi.

İbni Sebe, bazı Islami fırkaların inanç sistemlerine tenasuh (reenkarnasyon) fikrini sokarak, Vasaye  mezhebini ve hilafette hakk-ı ilahi görüşünü soktu.  İbni Sebe bu kadarla da yetinmedi ve Hz. Ali'ye vesayet, ismet ve rec'a sıfatlarından başka tapılması gereken Tanrı sıfatını da yakıştırdı. Müfrit Şia'nın bazı mensupla­rı İbni Sevda'nın Hz. Ali'ye yakıştırdığı bu iftiraların peşine takı­larak, onun Tanrı olduğunu söylediler ve hatta akla hayale gel­medik tabiatüstü güçler izafe ettiler. Örneğin şimşek onun sesi, yıldırım tebessümüdür vs...

Yahudiler Ali'nin Tanrılığı iddiasını yaymakla kalmadılar, İs­lam ümmetinin parçalanması için ne lazım geliyorsa yaptılar. Ni­tekim Müslümanlar arasından Hariciler denilen bir grup çıkmış; bunlar ilk önceleri yalnızca Hz. Ali'ye muhalefet etmiş, arkasın­dan da tüm Müslümanlara adavet sergilemişlerdir. Bu Yahudi mezhebini benimseyen bir Acem lslam dinine girerek, Müslü­manlara karşı en iyi şekilde mücadele etmek için Arapçayı, ede­biyatı ve Arap kabileleriyle ilgili bilgileri mükemmelen öğrenmiş­tir ki, Abbasîler döneminde pek çok eser vermesiyle tanınan bu kişi Ebu Ubeyde Muammer ibn'el Müsenna'dır. Dr. Ahmed Emin, ondan bahsederken ‘Araplardan nefret eder ve onları küçük dü­şürmek için kitaplar yazardı' demektedir.

Ehl-i Zimmet

Ehl-i zimmet, lslam hakimiyeti altındaki topraklarda yaşayan­lardan Müslümanların zimmetine (sorumluluğuna) giren kişiler­dir. Bu terim ilk önceleri ehl-i kitaptan Yahudi ve Hristiyanlar, bir de Sabiler için kullanılmış, daha sonra kapsamı genişleyerek dev­letin reayasının büyük bir çoğunluğunu teşmil etmiştir.  

Tarihçi Philip Hitti şöyle diyor: “İslam'da ehl-i zimmet, vergi ve haracını ödediği sürece oldukça geniş bir hürriyete sahiptir. Onların dini ve cinai davalarına kendi din adamları bakar. Ancak dava Müslümanlarla alâkalı ise durum değişir."

İslam devletinde ehl-i zimmete yapılacak muamelenin esasla­rı Peygamberimizin talimatlarıyla belirlenmiştir ve usulet, suhu­let ve adalet esastır. Nitekim Peygamberimiz şöyle buyurur: “Zımmîye azap eden bana azap etmiş sayılır; bana azap eden de Allah'a azap etmiş demektir.” Hz. Ali ise onlar hakkında şöyle der: “Onlar vergiyi, malları kendi malımız, kanları kendi kanımız gibi olsun diye ödüyorlar.”

Dr. Hitti,ehl-i zimmetin Abbasîler döneminde gördüğü iyi muamele konusunda şöyle diyor: “Halifeler dönemindeki Hristiyanlık hayatında dikkat çeken en güzel olaylardan birisi de Hristiyanlığın genişleme ve yayılma imkanı bulması, hatta Hindistan ve Çin'e kadar uzanarak misyonerlik merkezleri açmasıdır.”  

Yahudilerin durumları

Dr. Hitti sözlerini şöyle sürdürüyor: “Yahudiler, bazı Kur'an âyetlerinde tenkit edilmelerine rağmen Hristiyanlara nispetle da­ha iyi muamele gördüler. Bunun sebebi sayılarının az olması idi. Kimse kötü muamele görme endişesi taşımazdı. Mukaddesi, Su­riye'deki kuyumcu ve bankerlerin Yahudi, katiplerin ve doktorla­rın çoğunun Hristiyan olduğunu kaydetmektedir. Bazı halifeler döneminde ve özellikle de Mu'tazıd devrinde (Miladi 892-902)' Yahudilerin devlet içinde önemli merkezleri olduğunu görüyo­ruz. Örneğin Bağdat'da şehrin yıkılışına kadar sürekli gelişen bir Yahudi kolonisi mevcuttu. Todelolu Benyamin (Endülüslü Yahu­di seyyah) 1169 civarında bu koloniyi ziyaret etmiş ve orada on haham okulu, birisi ana sinagog olmak üzere lüks mermerle kap.:. lı, gümüş ve altınla bezeli on üç sinagog görmüştür. Koloni reisi, tüm Hristiyanların başındaki katolikos gibi kendi halkı için ka­nunlar koyma yetkisine sahipti.

“Cemaatin temsilcisi halifenin huzuruna çıktığında zerduz ipek elbiseler giyer, başına mücevherlerle süslü beyaz bir sarık geçirir; süvarilerin arasında ilerler ve önden giden bir kişi yüksek sesle 'Davud oğlu efendimiz için yol açın!' diye bağırırdı.

Dr. Hitti, sayıca az olmalarına ve halkın onlara kötü davranma­sının yasaklanmasına rağmen, Yahudilere Hristiyanlardan daha iyi muamele edildiğini sebepleriyle izah etmiştir. Hitti ve ondan ön­ce bu konuyla ilgilenen tarihçiler, İslam devletinin Bizans'la savaş halinde bulunmasına, zaferin münavebeli olarak gidip gelmesine ve üstelik Bizans'ın bir Hristiyan devleti olmasına rağmen, İslam topraklarındaki hiçbir Hristiyanın mezhep farklılıklarına rağ­men,sadakati bir yana bırakmadığını ittifaken kaydetmektedir­ler. Yahudilere gelince, devlet onların sadakatinden hiç şüphe et­miyordu ve bunda sayılarının az olmasının da rolü vardı.

Fakat biz, İslam devletinin diğerlerine nispetle Yahudilere da­ha iyi davrandığı vakıasını kabul etsek bile, bu konuda farklı dü­şünüyoruz. Çünkü baştaki yöneticinin atıfetini kazanma ve sem­patisine mazhar olma konusunda takip ettiği klasik metod, aynı anda hem iyi hem kötü bir metoddur ki, her yerde ve her zaman bunun pek çok örnekleri görülmüştür. Ester kitabında Yahudile- rin baştaki hükümdar ve valilerle olan münasebetlerinde tavırla­rının daima yeni güçten yana olduğunu görmüştük. Onların Araplar veya diğer halkların hükümdarlarıyla olan ilişkilerinde de aynı yolu takip ettikleri muhakkak.

Çağdaş Yahudi yazar Goitein, Islam fetihlerinin özellikle Ya­hudilerin değişik hususlarda durumlarının iyi yönde düzelmesi­ne büyük ölçüde katkısı olduğunu belirterek, onların kilisenin baskısına maruz bir grup olmaktan çıkıp özel statüye sahip reaya arasına girdiklerini; Islam şeriatının Hristiyanla Yahudi arasında bir ayırım yapmadığını ve Islam kanunlarının genel olarak Roma kanunlarına nispetle Yahudiler üzerinde daha az baskı uyguladı­ğını kaydetmektedir.

Goitein, polemiklerine şöyle devam ediyor: “Son olarak, bir zamanların ünlü Sâsânî ve Bizans imparatorluklarının düşüşüyle neticelenen değişimle, özellikle de Yahudi halkının Mesihi resto­rasyonu için yeni ümitler doğmuştu.. Dolayısıyla her yerde ve özellikle Filistin, Suriye ve Endülüs'de Yahudileri kendilerine müttefik olarak gören Müslüman fatihlerin mücadelesinde geniş çaplı bir Yahudi faaliyeti görmek bizi şaşırtmıyor.”  

Goitein'in Yahudilere hak ettiklerinden daha fazlasını verme gayretini bir yana bırakırsak, onun Yahudileri büyük Islamî fe­tihlerin şerefine ortak etmeye çalıştığını görürüz. Ama bizim için önemli olan nokta, onun Yahudilerin bu defa yeni güç ola­rak yükselen Arapların eteğine yapışma gayreti içinde oldukla­rını vurgulamasıdır. Yahudiler, önemli tarihi değişimleri büyük inkılabların doğurduğu istikrarsızlıktan faydalanmak ve du­rumların değişmesine binaen nüfuz alanlarını yenilemek, zen­ginliklerden pay almak için bir fırsat olarak görüyorlardı. Yahu­dilerin Mesiya [Mesih] önderliğinde Filistine dönme ve tüm dünyada Yahudi hakimiyetinin zirveye çıkışının yenilenmesi anlamına gelen Mesihi restorasyonu, belki de geleneksel siyonizmin bizzat Yahudi'yi aldatmak, asırlar boyunca bu hamutu Yahudilerin boynunda tutarak, onları kendi çıkarları uğrunda kullanmak için elde tuttuğu bir araçtı.

Dünyada çıkan büyük savaşlar, Sanhedrin için Mesiya fikrinin gerçekleşmesi yolunda yeni bir ümitti. Ne zaman Yahudiler vah­şi bir takibata maruz kalsalar, bu, hemen beklenen Mesih'in zu­hurunun yakınlaştığının büyük işareti olarak görülüyor ve hatta Yahudilerin büyük nimetlere konmaları, huzur ve barışa kavuş­maları da yine aynı makam tarafından beklenen Mesih'in gelişi­nin bariz bir öncüsü olarak değerlendiriliyordu.

Burada, birbirini nakzeden bir takım faraziyeler üzerine bir sonuç bina etmekte herhangi bir sakınca görmeyen geleneksel Yahudi düşüncesindeki büyük tehlike kendini göstermektedir ki, o da savaşlar ve büyük fitneler çıkarmak, barışa davet etmek ya­hut baskılara sabretmeye teşvik etmek veya kendilerini bekleyen ferah günleri terennüm etmek suretiyle, tüm bu kargaşalardan Mesihi düşüncenin restorasyonunu gerçekleştirmektir. Sanhedrin bu düşüncenin uydurma ve hurafeden ibaret olduğunu ken­disi çok iyi bilmektedir, ama her zaman ve mekanda Yahudi avam tabakasıyla yaptığı en kârlı ticaret budur.

Mesih örnekleri

Biraz önce söylediklerimizi teyit eden bazı Mesih örnekleri şunlardır:

1.            Theudas (Miladi 44 civarı). İskenderiye'de (Miladi 38) ve diğer Roma İmparatorluğu şehirlerinde çıkan Yahudi katliamları ve genel kargaşalar sırasında zuhur etti.

2.            Menahem b. Ba'ir (veya Galileli Judas). Filistin'de Yahudi kıyamı arefesinde Miladi 66 yılında Mesihliğini ilan etti.

3.            Bar Kohba. Miladi 130-135 yılları arasında faaliyet gösterdi ve o günkü büyük Talmud bilgini rabbi Akiba'dan destek gördü. Bar Kohba'nın imparator Hadrianus'a karşı kıyamı Filistin'deki Yahudi varlığı için sonun sonu oldu.

İslam devleti ortaya çıkıncaya kadar uzun bir sessizlik dönemi yaşandı. İslam ülkelerinde bolluk, refah ve dini serbesti nimetle­rinden faydalanan Yahudilerde beklenen Mesih düşüncesi yeni­den hortladı. Bunlardan en önemlileri şunlardır:

a)           Ebu İsa el-Isfahanî. Emevî halifesi Abdülmelik b. Mervan (M. 685-705) döneminde ortaya çıktı.

b)            Yuğdaıi. Ebu İsa el-Isfahanî’nin öğrencisi. Yuğdan’ın ardın­dan gidenler İsseviye adıyla anılan bir mezheb kurdular.

c)            Serenus. Halife Ömer b. Abdülaziz döneminde (717-720) ortaya çıktı ve isyan çıkarmak ve Talmud hükümlerinin iptal edilmesi için faaliyetlerde bulundu.  

Ömer ibni Abdülaziz ve Yahudiler

Tarihçi Hitti, ehl-i zimmetin Arap veya İslam hakimiyet tari­hinin belli dönemlerinde bazı özgürlük sınırlamalarına tâbi tu­tulduklarını kaydetmekle birlikte, bu sınırlamaları gerektiren şe­raite değinmekten kaçınmaktadır. Örneğin Ömer ibni Abdülaziz’in Hristiyan ve Yahudilerle ilgili sert fermanlar yayınladığını belirttikten sonra, bunu Harun Reşid, arkasından Mütevekkil, Fatimî halifeleri, Memluklar ve diğerleri dönemindeki uygulama­ların takip ettiğini ileri sürmekte, ama ehl-i zimmetin özgürlüğü­nü sınırlayan yöneticilerin isimlerini herhangi bir açıklama yap­madan sıralamaktadır. Bu yüzden konuya biraz eğilme gereklili­ğini duyduk.

Örneğin adil halife Ömer ibni Abdülaziz, yönetimi altında bu­lunan ülke halkından herhangi bir grubu bir diğerine tercih etme konusunda hiçbir kayd-ı şart altında kalmamıştır. Kendisine biat edildiğinde İslam ümmeti çöküş ve gerileme aşamasındaydı. İşle.: ri kontrol altında tutmak, durumları düzeltmek için halife olma­dan önceki lüks yaşantısını bir yana bıraktı. Kendisine karşı an­cak büyük adamların takdir edebileceği bir tarzda çok katı dav­randı. Bu raşit Emevî halifesi hakkında tarih, edebiyat ve fıkıh ki­taplarıyla, halifelerin biyografilerini anlatan eserlerde yazılanları nakletmeye yerimiz müsait değil.

Şu halde önce kendini zapt-u rapt altına almakla, arzularına ket vurmakla işe başlayan Ömer ibni Abdülaziz’in Emevî emirle­rini imtiyazlarından soyutlayarak onları diğer Müslümanlarla ay­ nı seviyeye indirmesinde şaşılacak bir şey yok. Ömer ibni Abdülaziz, halkların mahvına yol açan lükse karşı bütün gücüyle savaş açtığı gibi, ümmeti güç ve şeref basamaklarında yükselten asli prensiplerin tatbikinde de son derece sıkı davranmıştır.

Ömer ibni Abdülaziz dedesi lbni Hattab'ın kendisine gayr-ı Müslimlerden yazı yazma konusunda becerikli birini getirdikle­rinde “Mü'minlerden başkasını çevreme almam" diyerek sözleri­ni şöyle sürdürdüğünü biliyordu: “Ehl-i kitabı kullanmayın. Çünkü onlar rüşvet (veya faiz)i helal sayarlar. İşlerinizin veya koyunlarınızın başına Allah Teala'dan korkanları getirin." Bu yüz­dendir ki Ömer ibni Abdülaziz devletin idari mercilerinin gayr-ı müslimlerin eline verilmemesini emretmiştir.

Eğer servetin İslam ordularının peşine takılan ve onlardan ga­nimet almakla uğraşan mevali ve ehl-i zimmetin elinde toplan­maya başladığını bilmiş olsaydı, o zaman Ömer ibni Abdülaziz'in kendinden önceki Emevî halifeleri zamanında ehl-i zimmetin faydalandığı özgürlüğe bazı sınırlamalar getirmesindeki hikmeti anlayabilirdik.

Yahudi yazar Goitein, Emevî saltanatının yıkılışında Yahudi sermayesinin oynadığı role işaret ederek şöyle diyor: “Sermaye çoğu kez bu mevalinin veya fetih ordusunu müteakip yüklü ga­nimetlerin Müslümanların ellerinden çıkarılmasına aracılık eden Yahudi ve Hristiyanların eline geçiyordu. Yeni bir kapitalist sını­fın doğuşunun ilk işareti, 750 yılında Emevî idaresinin devrilmesiydi ki, bu devrim çoğunlukla Emevîlere karşı propagandayı yönlendiren kapitalist-sermayedarlar tarafından planlanıp tertip edilmişti."

Yukarıda verilen tarihlerden, Ömer ibni Abdülaziz'in saltanat devrinin tamamlanmasından Emevî devletinin yıkılışına kadar geçen sürenin 30 yıl gibi çok kısa bir süre olduğu görülecektir ki, bu basiretli ve adil halifenin ehl-i zimmet ve özellikle de Yahudi­. lere karşı kontrollü davranılması konusunda yaptığı icraatların ne kadar haklı olduğunu göstermek için yeterlidir.

Harun Reşid

Abbasî halifesi Harun Reşid'in de ehli zimmet konusunda ka­tı kararlar aldığı söylenmektedir.

Tarih biliminin de büyük tarihçilerin de insaflı olması, doğru­ların bazılarını görüp bazılarını görmezden gelmemesi gerekir. Gerek Emevîler ve gerekse Abbasîler döneminde Araplarla Bizans arasında sınır çatışmaları bir duruyor, bir başlıyordu. Dr. Hitti, Abbasî halifesi Harun Reşid'in lslam ordularının fethinden sonra ehl-i zimmetin sınır boylarındaki tapınaklarıyla şehirlerde kur­dukları tapınakların yıkılmasıyla ilgili verdiği emrin tarihini kay­detmektedir. Hitti, bu tarihin Miladi 807 olduğunu belirtiyor.  

O dönemin olaylarına bir göz atalım:

709'da Hazar hakanı Arapların hakimiyeti altındaki Ermenis­tan'a saldırdı. Orada bir sürü kargaşa yaşandıktan sonra Harun Reşid tarafından geri atıldı. Hazarların bu saldırısı, Kafkasların güney sınırlarına yapılan son saldırıdır.14 Harun Reşid, Hazarları Erme­nistan'dan kovduğu aynı yılda Bizans imparatoriçesi lrene'yle barış anlaşması yaparak, ona yıllık bir vergi yükledi. 803'de İrene'nin ye­rine geçen Phocas, anlaşmayı bozarak vergi ödemeyi kesti. Bunun üzerine Harun Reşid 804'de Bizans'a bir sefer düzenledi ve Phocas'ı itaat altına alarak, tekrar vergi ödemesini sağladı, fakat Phocas 805'de halifenin Fars bölgesindeki iç karışıklıkları önlemekle meş­gul olmasını fırsat bilerek anlaşmayı tekrar bozdu. Harun Reşid'in 806'da bir kez daha Bizans sınırlarında gövde gösterisi yapmak zo­runda kalması, Phocas ve veliahdını Abbasî hakimiyetini tanımaya mecbur etti. Bizans imparatoru önceki vergiden başka yeni yıllık vergisini de ödedi ve ayrıca bir daha Arap ordularının yıktıkları ka­leleri tekrar yapmayacağı taahhüdünde bulundu. Ama yine sözü­nü tutmayacak ve Harun Reşid üçüncü bir tedip seferi düzenlemek zorunda kalacaktı. İşte Arap tarihinin bu döneminde ve Arap yur­dunun bu bölgesindeki ahval o sıralar böyleydi.

Araplar, ordunun Arap toplumunun yaşadığı problemlerden uzak kalması için, sınır karakolları ve şehirler kurmuşlardı. İşte bu karakollar ve şehirler ehli zimmete mensup tacirler için cazi­be merkezleri haline gelmişti. Buralara akın eden tacirler, askerle sıkı fıkı olup, onların ihtiyaçlarım karşılıyor, oralara yerleşiyor, sonra kendilerine Pazar yerleri, dükkanlar ve tapınaklar kuruyor­lardı. Bu insanların Arap ordularının peşine takılıp gitmelerini, onlar aleyhine casusluk yapmalarını, düşmana bilgi sızdırmaları­nı önleyecek herhangi bir tedbir de yoktu.

Böyle bir durumda Harun Reşid'in düşman sının üzerindeki kuvvetlerini korumak için bir takım tedbirler almasını zulüm ve haksızlık olarak niteleyenler müfteridir, çılgındır. Halife, yapılan tüm anlaşmaları bozan, verdiği sözü tutmayan, Hristiyan iman ve haysiyetini iki paralık eden Bizans'a ve onlarla aynı dinden olan ehl-i zimmete bu durumda nasıl güvenebilirdi ki? Demek ki Ha­run Reşid, Bizans imparatoru gibi kendisine saygısı olmayan, sö­züne güvenilmeyen birinin sergilediği en iğrenç davranışlar kar­şısında aldığı bu tedbirden dolayı suçlanamaz.

Harun Reşid'in kamu ortak çıkarları için tehlike yaratmayacak konulardaki ahlaki davranış örneğini, Beyt el-Mukaddes'in en kutsal kesiminin anahtarlarını Şarlman'a hediye etmesinde bula­biliriz. Halifenin bu kutsal hediyeyi vermesinin arkasındaki uzak siyasetle ilgili söylenebilecek şey ise, onun uzak görüşlü, ifrata kaçmadan taşı gediğine koymasını bildiği şeklinde olabilir. .

Tacirlerin orduların peşine takılmalarından bahsederken, Ya­hudilerin en önde koştuklarını mutlaka belirtmeliyiz. Yahudile­rin Harun Reşid dönemiyle bir başka şekilde bağlantısı olan hika­yesi de vardır.

Hazar melikinin Yahudiliği

Hazar meliki ve mevkebinin Harun Reşid zamanında Yahudileştiği söylenmektedir. Hazarlar, İtil nehrinin güney havzasına yerleşen ve Miladi V1I-1X. Yüzyıllar arasında güçlü bir imparator­luk kurmuş bir halktır. Perslere karşı Bizans'ın geleneksel mütte­fikiydiler. Sâsânî devletinin Araplar tarafından yıkılmasından sonra ise Bizans'la olan ittifaklarını Araplara karşı sürdürdüler. Hazarlarla Arapların ilk sürtüşmeleri Halife Osman zamanında olmuş ve ondan da devam edip gitmiştir.

Miladi 732 yılında Bizans imparatoru lll. Leo, on beş yaşında­ki oğlu Konstantin'i Hazar hakanının daha sonra Hristiyanlığı ka­bul ederek lrene adını alan kızıyla evlendirmişti. 750 yılında ise bu kraliçe Bizans tahtına çıkan ve Hazar Leo lâkabı verilen impa­ratorun anası olacaktı.

Hazarlar genellikle pagandı. Arapların 690'de Derbend'de in­dirdiği darbeden sonra içlerinden bazıları Müslüman olmuş, kü­çük bir grup ise Hristiyan misyonerlerin propagandası sonucun­da Hristiyanlığı kabul etmiştir.

Hazarlar, Miladi VII. ve VIII. Yüzyıllarda vaktiyle Kırım Yarımadası'na ve Kafkaslara yerleşmiş bulunan Yahudilerle tanıştılar. Ha­zar melikinin ve çevresindekilerin Yahudiliği kabul edişleriyle ilgi­li efsanevi olayları burada anlatacak değiliz. Rivayete göre Hazar meliki bazı din adamları arasında yapılan bir tartışmadan sonra Mûseviliği kabul etmiştir. Onun Museviliği kabul etmesinin Bizans veya halifenin kanatları altında kalmaktan kurtulmak arzusundan kaynaklandığı söyleniyorsa, o zaman Hristiyanlık veya lslamı seçseydi ya şeklindeki bir söz okuyucuyu daha fazla ikna eder.

Camridge'in yayınladığı tarih serisinde Hazarlara ayrılan özel bölümde, onların dini grupları arasındaki yaşantı tarzından bah­sedilerek, tam bir dinî tolerans olduğundan söz edilmektedir: Barbarlıkla nitelediğimiz bu devlet, ortaçağ ve hatta yeniçağ Avrupasındaki Hristiyan devletlerin çoğunun dahi boy ölçüşemeyeceği ve örnek alabilecekleri bir örnek oluşturabilirdi.

Bu sözleri yazan tarihçi, dini hoşgörü konusunda şöyle diyor: Hazar başkenti İtil'de ki Arap tarihçiler ona el-Beyda diyorlar,yer alan mahkemede yedi kadı bulunurdu. (Dokuz diyenler de vardır). Bunlardan ikisi Müslümanların, ikisi Hristiyanların, ikisi Yahudilerin ve bir tanesi de paganların davalarına bakardı. Dava­cıların birinin istinaf davası açmak istemesi halinde dava lslam mahkemesine götürülürdü. Çünkü o dönemde İslamî mahkeme en mükemmel sisteme sahipti.

Aynı tarihçi sözlerini şöyle sürdürüyor: Ama Hazar devletin­deki çok dinlilik, devleti tehlikeli bir şekilde geriye doğru götür­müştür. Genel kanaat, devletin muzdarip olduğu kargaşaların melik ve mevkebinin Mûseviliği seçmiş olmasından kaynaklandı­ğı şeklindedir.

Tüm tebaayı bir potada eritip, vahit bir etnos yaratamayan Ha­zar devleti, çürük temeller üzerine kurulmuş, dinlerin karışımın­dan oluşmuş bir toplum olduğu için fazla uzun ömürlü olamadı ve Miladi X. Yüzyılda hızlı bir şekilde yıkılıp gitti.

Yahudilerin Hazar melikinin çevresini sarmaları

Hazar hakanı Yahudiliği kabul eder etmez, Yahudiler onun din değiştirme haberini yaymaya başladılar ve bunu büyük bir aşama­nın başlangıcı kabul ederek, yine tarih boyunca yaptıkları gibi ken­dilerine iyilik edenlere karşı nankörlüklerini sergilediler. Tarihin bu diliminde lslam ve Hristiyan ülkelerinden Hazarya'ya doğru bir Yahudi hareketi başladı. Yahudi yazarlar ve hempaları, bunu Yahudilerin maruz kaldıkları takibatın bir sonucu gibi gördüler.

Onlara göre, daha önce belirtildiği gibi, Harun Reşid Yahudi özgürlüklerine sınırlama getirmiş, Abbasî halifesi Mütevekkil, 850 ve 854 yıllarında ağır baskılar uygulamıştır. Bu dönem, Ha­zar melikinin Yahudiliği kabulünden sonra Yahudi saldırganlığı­nın ivme kazandığı, melik ve mevkebinin kendi dinlerini kabul ettiği bir devletin gölgesinde daha fazla kazanımlar elde etme gayretlerinin arttığı bir dönemdir.

Bizans'da imparator Romanus Lekapinos (919-944) iktidarının son dönemlerinde Yahudileri takibat altına aldırdı ve Hristiyanlığa geçmeye zorladı. Hristiyanlığı kabul etmek istemeyen Yahudiler, renkli rüyalarını süsleyen devletin hızlı bir şekilde çöküşüyle hül­yalarının yıkılışına bizzat şahit olmak için Hazarya'ya kaçtılar.

Tarih boyunca Yahudilerin maruz kaldıkları baskılara tama­mı değilse bile, zemin hazırlayan şartların, doğrudan Yahudilerin davranışlarından kaynaklandığı ve kimsenin bunu önleyecek durumda olmadığını gözler önüne serecek yüzlerce delil ileri sü­rebiliriz.

Yahudi yazarlar ve hempâları, Hazar devletinin Doğu Avru­pa’da, Frankların Batı Avrupa’da oynadığı rolü oynadıklarını ileri sürüyorlar. Örneğin D. M. Dunlop, Hazar Yahudi Tarihi adlı ese­rinde şöyle der: "Islamın ilk zamanlarında Kafkaslardaki duru­mu, daha sonra bir biçimde Müslüman ordularının ulaşmış oldu­ ğu Pirenelerdeki duruma benziyor. Hazarlar da Franklar gibi, is­tilacıların gücünü kontrol altında tutabilecek kadar güçlüydüler. Doğuda Hazarlarla olan mücadele henüz bir sonuca bağlanma­mışken, batıda vukû bulan büyük bir savaş (732), sonucu itiba­riyle karar noktasına gelinmesini sağlamıştır."

Olayın askeri boyutunu, kimin ne yaptığını tartışacak durum­da değiliz, ama okuyucu bu karşılaştırmadaki hile unsurunu fark edebilir. Çünkü Yahudiler Doğudan Batıyı sıkıştıracak bir durum söz konusuyken kendilerinin güya Araplarla Batı arasına girdik­lerini ileri sürerek Avrupalıları büyük bir minnet altına itmek is­temektedirler.

Biraz önce Hazarların Hazarya'daki nüfusunu ve buna rağmen melik ve mevkebini Yahudileştirerek devletin yapısını kötü yön­de etkilediklerini belirtmiştik. Bir an için Hazarların Doğuda oy­nadıkları rolün Batıda Frankların oynadıkları role benzediğini kabul etsek bile, Yahudilerin ve Museviliğin bu olayda herhangi bir olumlu katkısının bulunmadığı kesin bir vakıadır.

Yaptığı karşılaştırmanın ilhamıyla Yahudilere yapmadıkları bir şey için teşekkür eden Dunlop, yine de Museviliğin Hazarlar üze­rindeki menfi etkisini gizlemeyi başaramamış: "Yahudilerin Ha­zarlara en azından bir kısmına,resmi baskı uygulamamasının sebebi, onların Yahudi ibadet ve dini vecibelerini hafife almala­rından kaynaklanmıştır." Demek ki iddia edildiği gibi Hazar me­liki ve mevkebinin Yahudiliği tercihi, Bizans'ın veya Bağdat'ın baskısı altına yaşamaktan kurtulma amacına matuf değilmiş. Muhtemelen Hazar meliki Yahudilik sayesinde çevresindeki iki büyük güç arasında bağımsız olacağı zannına kapılmıştır.

Yahudilerin Hazarlara dini konuda resmen baskı yapmadıkla­rı meselesine gelince, bunun sebebi Hazarların Yahudi itikat ve dini vecibelerini hafife almaları değil, aksine Yahudi'nin Hazar devletinin çöküşüne sebep olması ve Yahudiliği kuvvetle yayılamayacağının anlaşılmasıdır. Sonuçta Yahudiler Hazar devletinden ellerini çekmiş, Hazarlara sırtlarını dönmüş ve yeni bir av aramak için çevrelerine bakınmaya başlamışlardır.

Fatımiler arasında (969-1171)

Yakub b. Killis: Fatımî halife El-Muizz Lidinillah üzerine ol­dukça nüfuz sahibi bir Yahudi’ydi. 969’da Muizz'i Mısır'ı fethet­meye ikna etmiştir. Yahudilerin fatih ordularının peşine takılarak ne büyük ticari faydalar sağladıklarını biliyoruz. Yakub, daha sonra Muizz’in oğlu Aziz Billah’a da vezirlik etmiş ve büyük ve­zirleri arasına girmeyi başarmıştır.

Bu Yahudi’nin asıl önemi Halife Muizz’in Mısır’a gelişinden önce başkumandan Cevher’in yaptırdığı Ezher Camii’ni laik bir medreseye dönüştürmesinden gelmektedir.

Şam valisi Münşi: Aziz Billah, Münşi adlı bir Yahudi’yi de Şam valisi olarak atamıştır: Özellikle yeni kurulan bir devletin ayakla­rını yere sağlam basması arefesinde en önemli ve nüfuzlu iki ma­kamı ele geçiren bu iki Yahudi sayesinde Yahudilerin nüfuzunun hangi noktaya ulaştığını tasavvur etmek mümkün.

Bu vesileyle Halife Aziz Billah’a yaklaşan bir kişinin şu satırla başlayan bir . dilekçe sunduğunu da hatırlatalım: “Yahudileri Münşi, Hristiyanları İsa b. Nestures’le yücelten, Müslümanları se­nin vasıtanla zelil kılan kişiye..  

İslamla yönetilen Fatımî devletinde ehl-i zimmetin Müslümanlara ne kadar baskın çıktıklarının apaçık bir delili. Elbette Müslümanların kendilerine layık görülen bu zulme karşı isyan etmelerinde şaşılacak bir şey yok. Sonunda Halife Aziz Billah, Müslümanları yatıştırmak için veziri İsa b. Nestures’i azletmiş, fa­kat ortalık yatışınca kızı Sitt’el Mülk’ün araya girmesi sonuca tek­rar görevine iade etmiştir. Çünkü halifenin karısı bir Hristiyandı ve muhtemelen Sitt’el Mülk’ün annesi de bu kadındı. İsa b. Nestures sonunda Hakim Biemrillah zamanında katledilmiştir.

Hakim Biemrillah

Fatımî halifelerinden Hakim Biemrillah’a gelince, biraz ka­çıktı ve akl-ı selimle işi yoktu. Saltanatının bazı dönemlerinde ehl-i sünnet kadar Yahudileri ve Hristiyanları da baskı altında tuttu. Ebu Bekir ve Ömer'in Medine'deki kabirlerini soymak is­tediyse de gizli planını uygulamaya kalkınca, şiddetli bir fırtına çıktı ve bu işle görevli casus meseleyi Medine valisine anlatıncaya kadar da dinmedi.

Yahudi sinagoglarını, Hristiyan kiliselerini yıktıran Hakim Biemrillah, ya Şia mezhebine girmelerini ya da ülkeyi terk etmeleri­ni bildirdi. Bunun üzerine Yahudi ve Hristiyanların bazıları lslama girdilerse de, büyük çoğunluğu Bizans, Nubia ve Habeşistan'a göç etti. Fakat 1021'de ölümünden önce yaptığı baskılara son vererek, tapınaklarını yeniden yapmalarına izin verdikten başka, mülkleri­ni de iade etti. Göç edenlerin çoğu geri döndü ve Yahudilerden Müslüman olanların çoğu da irtida etti. Dr. Hasen lbrahim, 1020 yılının sonlarına doğru yalnızca bir günde yedi bin Yahudi'nin irti­da ederek tekrar Museviliğe döndüğünü kaydetmektedir.

Hakim Biemrillah'ın biyografisinde Hristiyan veziri lbni Abdun'un ona Beyt el-Mukaddes'deki Kıyamet Kilisesi'ni yıkmasını söylediği rivayet edilmektedir. Hakim Biemrillah'ın saltanat dö­nemiyle Haçlı Seferleri'nin başladığı dönem arasında seksen yıl gibi bir zaman dilimi olduğuna göre, Hristiyan veziri hasta akıllı halifeye böyle bir tavsiyede bulunmaya sevk eden sebebi sorgula­mak hakkımızdır. Acaba yalnızca nifak çıkarmak suretiyle daha fazla kazanç elde etmek mi istiyordu? Yoksa başka bir mezhebin kontrolündeki kiliseyi yıktırarak mezhep taassubunu mu sergile­mek amacındaydı? Ben, her iki ihtimali de reddediyor ve tarihi bilgime dayanarak bu vezirin kiliseyi yıktırmak suretiyle Haçlıla­rı daha bir hırs ve şevkle saldırtmak, bu yolla kutsal toprakları ve kutsal mezarı Müslümanların elinden kurtarmak, lslam toprakla­rını Ehl-i Salib'in ayakları altına vermek amacıyla yanıp tutuşan bir Haçlı casusu olduğunu düşünüyorum. Belki de konumuzun dışına çıkıyorum, ama maksadım aklıma gelen bir düşünceyi kaydetmekti ve muhtemelen benim görmediğim bir kaynakta benden önce başka birisi tarafından bu görüş dile getirilmiştir.

Ebû Said Tüsteri

Bu Yahudi'nin hikayesi Yahudi gelenekleri içinde orijinal bir yere sahiptir. Ebu Said'in çok güzel bir cariyesi vardı. Onu Hakim Biemrillah'ın oğlu Zahir'e hediye etti. Cariye, Halife Zahir'e bir oğul doğurdu ve bu oğul 1036'da babasının ölümü üzerine hali­fe oldu. Böylece Ebu Said'in cariyesi halife anası olmuş oldu. Ebu Said halifenin anasının özel müşaviri olarak atandı. Mustansır Billah adını alan halifeye biat edildiğinde henüz yedi yaşındaydı. Artık çocuk halifenin anasını elinde tutan bu Yahudi'nin nüfuzu­nun hangi noktaya ulaştığını tasavvur etmek de bize düşüyor.

Şimdi Ester hikayesine tekrar dönelim. Bilindiği gbi Ester Mordekay tarafından yetiştirildikten sonra sürmelenip süslene­rek Pers kralı Ahoşveroş'un sarayına hediye edilmiş; Ester kısa süre içinde kralın hanımı ve kraliçesi olmuş; halkı Yahudileri ve­zir Haman'ın komplosundan kurtarmış, krala Yahudilerin tüm düşmanlarını temizletmiş ve onlara düşmanlarından istediklerini öldürme izni almıştı. Tamamıyla uydurma bir hurafeden ibaret olan bu masalda Yahudilerin sünnetsizlere karşı ne yapmaları ge­rektiğini gösteren dersler yok mudur?

Ebu Said Tüsterî'nin hikayesi de, bir Yahudi tarafından yetiş­tirildikten sonra halife hanımı veya anası olması için hükümdara hediye edilmesi cihetiyle uydurma Ester hikayesinin fiili bir uy­gulaması değil midir?

Yahudilerin ve halifenin özel lalası Tüsteri ve halife anasının nüfuzu artık Mısırlıların ağır küfürlerini mucip olmuş ve Mısırlı şair İbn el-Bevvab'ın şu dizeleri günümüze kadar gelmiştir:

Bir devir ki, adı devr-i Yahudi,

Para onda, şöhret onda, şan onda;

Vezir de onlardan, padişah da;

Demedim mi a Mısırlı ben sana:

Yahudi ol, Yahudi ol, Yahudi!

Felek bile Yahudi, görmedin mi?

Tüsteri'nin nüfuzu öyle arttı, devlet işlerine o kadar çok burnu­nu sokmaya başladı ki, sonunda Fatımî veziri Ebu Mansur onu or­dunun Türk kumandanının reyhanına zehir sürmekle itham etti de, üzerine çullanan üç Türk tarafından öldürüldü. Halife bu defa Tüsteri'nin kardeşi Ebü Nasr'ı özel divan katibi olarak atadı.

Fatımî siyasetinde Yahudi etkisi

Oleary, “Muhtasar Fatımî Halifeliği Tarihi" adlı eserinde şöyle der: “Doğu'daki mali sistem Kıptî ve Yahudilere öyle bir fırsat sundu ki, tüm zalimlik ve hainliklerini sergilediler. Bir türlü bastıramadıkları duygular, haklarında yapılan suçlamaların doğrulu­ğunun bir delilidir. Sivil görevlerde Hristiyanların ve Yahudilerin kullanılması lslam ülkelerinde az veya çok yaygın bir örf olmak­la birlikte, Fatımîler bu konuda daha önce hiç görülmedik bir şe­kilde aşırıya kaçtılar."

Müslümanların Mısır'da Fatımî yönetiminin belli devrelerinde maruz kaldıkları baskılar, Fatımî ülkesindeki gayr-ı Müslim ve özellikle Yahudi nüfuz sahiplerinin planladığı ve uyguladığı bas­kılardı. Örneğin, Dr. Hasen İbrahim Hasen'in de kaydettiği gibi Hicri 38l'de Mısır halkından birisi yanında Malik b. Enes'in Muvatta isimli eseri bulunduğu diye dövülerek şehirde sürüklen­miş;  cami duvarlarına, dükkanların ve odaların duvarlarına, mezarlar üzerine parlak harflerle sahabe-i kiram ve özellikle Ebû Bekir, Ömer ve Osman'a lanetler yağdıran yazılar yazılmıştır. Su­riyeli bir kişi, Hz. Ali'nin üstünlüğünü kabul etmedi diye şehrin Fatımî valisi tarafından asılarak öldürülmüştür.

Hicri 381 yılında yanında İmam Malik'in “Muvatta"sı bulun­duğu diye adamı sokaklarda sürükleten halife kimdi? Bu kişi, H. 365-386 yılları arasında hüküm süren Aziz Billah'dan başkası de­ğildi. Bu büyük halifenin vezir-i azamı, daha önce babası da ve­zirlik yapmış olan Yahudi Yakub b. Killis'di. Aynı halife Şam vila­yetini Yahudi Münşi'nin yönetimine vermişti.

Mısır, Kuzey Afrika ve Suriye'de ehl-i sünnetin maruz kaldığı bu baskının bir ters etkisi kaçınılmazdı. Nitekim ehl-i sünnetin kendi .mezhebini bırakarak Fatımîlerin şiasını kabul etmeye zor­lanması Kuzey Afrika ve Suriye vilayetlerinin Fatımîlerin elinden kayıp gitmesine yol açmış, Mısır'da ise pek az sayıda kişi Sünni mezhebini bırakarak Caferiye mezhebine geçmiştir.

Burada lslam mezhepleri konusunda bir tartışmaya girmek is­temiyorum. Amacım yalnızca Yahudilerin Müslümanları birbiri­ne kırdırma konusunda oynadıkları role dikkat çekmektir. Çün­kü birinin Yahudi olmadıktan sonra Sünni veya Caferi olması Ya­hudi'nin umurunda değildir. Aksine onu ilgilendiren karşısındakilerin birbirlerini tamamıyla kırıp yok etmesidir.

Yakub b. Killis'in halife Muizz'e Mısır'ı fethetmesi tavsiyesi üzerinde de durmak gerekir. Çünkü bu tavsiyenin arkasında Müslümanlar arasında fitne ateşini yakma ve onları birbirine kır­dırma niyeti yatmaktadır. Zira Yahudiler Abbasî Halifeliği'nin başkenti Bağdat'a, orada parlayan uygarlık ve bilim ışığına karşı büyük kin besliyorlardı. Irak'da Yahudiler nezdinde Süleyman ve Zerubbabil tapınağının bulunduğu Beyt el-Mukaddes (Urşelim)'den hemen sonra gelen yüce bir mekan vardı. Yahudi alim­leri Talmud'u Irak'da bulunan Babil'de yazmışlardı. Abbasîlerin Irak'ı fethedip, Bağdat'ı kurarak orayı ilmin, edebiyatın ve fennin merkezi haline getirmeleri Yahudi'nin içindeki Babil'e eski haş­metini kazandırma gayretini yeniden alevlendirmişti.

Vakıa Yahudiler Dımaşk'da Emevî devletinin yıkılmasına mad­di destekleriyle büyük katkı sağlamışlardı, ama özünde ve ana prensiplerinde bir önceki devletten pek de farklı olmayan yeni bir devlet yaratmayı da düşünmemişlerdi. Onlar eskinin yıkılıp yerine yenisi kurulurken sarf ettiklerinin misli mislini kazanma­yı, nüfuz ve itibarlarının öncekinden daha güçlü olmasını amaç­lamışlardı. Yeni güçten ümitleri kesilip, eski de tamamen ortadan kalkınca artık başka bir av aramaya başlamışlardı.

Yahudi Yüksek Kurulu, tarihi tecrübesi ve habis zekasıyla Ku­zey Afrika'da ortaya çıkan yeni güç Fatımî devletinin Bağdat'daki eski gücün rakibi olabileceğini anlamıştı. Onlar, daima yeni güç­le birlikteydiler ve bu yeni gücün hakim bir stratejik pozisyonda durarak eski gücün hiçbir izini taşımaması gerekiyordu. İşte Ya­kub b. Killis'in Muizz'e Mısır'ı fethedip, orayı merkez edinmesini tavsiye etmesinin sebebi bu idi. Mısır'ın uluslar arası kuvvetler dengesinde bariz bir rol oynayacak pozisyonda olduğu ise herke­sin malumuydu.

Yahudiler, Mustansır Billah zamanında Abbasî Halifeliği'ne iyi bir darbe indirmeyi başardılar. Artık Irak'ın en ücra köşelerinde Fatımî propagandası yapılıyor, Bağdat'da yaklaşık kırk camide Fatımî halifesi adına hutbe okutuluyordu ve Abbasî halifesi kaçıp .. gitmişti. Ama Yahudilerin ve özellikle de Ebu Said Tüsterî ve kar­deşi Ebu Nasr'ın sevinçleri uzun sürmeyecekti. Çünkü Mustansır zamanında Afrika ve Suriye vilayetleri halifelikten kopmuş, aha­lisi de Fatımî mezhebinden çıkmıştı.

Fatımi akidesinin zayıflaması

Biraz önce Yahudilerin İslam itikadını vesayet, rec'a ve Hz. Ali'nin ilahlığı meselesini ortaya atan Yemenli Yahudi Abdullah ibni Sebe vasıtasıyla tahrip etme konusunda oynadıkları rolden bahsetmiştik.

Fatımî devletinin ilk kuruluş yıllarına baktığımızda, devletin kuruluş felsefesinin Peygamber efendimizden sonra hilafetin Hz. Ali'nin ve Fatıma'dan olan çocuklarının hakkı olduğunu savunan Caferiye mezhebine dayandığını görürüz. Şii Ebu Abdullah'ın başlattığı bu Fatımî propagandası Kuzey Afrika'da İmam Cafer es-Sadık'ın soyundan geldiği söylenen Abeydullah b. Muhammed vasıtasıyla oldukça yayıldı.

Fakat bu dava saflığını fazla koruyamadı ve bazı müfritler ya­vaş yavaş organizasyona sızmaya başladılar. Mutedil Caferi itika­dının yoldan saparak İslam dışı batını fırkalar arasına sokulma­sında Yahudi Yüksek Kurulu'nun rolü olmuştur. Mutedil Caferi mezhebinin Fatımî müfritlerin eline geçmesiyle ortaya çıkqn son nüshası İsmailiyye fırkasıdır ki, örneğini verdiğimiz Yakub b. Kil­lis, Münşi, Ebu Said Tüsteri ve kardeşi Ebu Mansur gibi temsilci­leri vasıtasıyla Fatımî sarayını elinde tutan Yahudi Yüksek Kurulu'nun bu işte parmağı olduğu muhakkak.

Hakim Biemrillah'ın iktidara gelmesinden itibaren Yahudi Yüksek Kurulu (Sanhedrin) ile İslam dışı kabul edilen batını fır­kalar arasındaki ilişkilerin hiç kesilmediğini gösteren deliller vardır ve bu bağların en tehlikelisi de masonluk vasıtasıyla ku­rulmuştur.

Meşhur Siyonist lider Theodor Herzl hatıralarında şöyle deni­liyor: “Bombay'dan Hawkin Zaduc'a Hint prensi Ağa Han'ın Siyo­nist olduğunu ve konuyla ilgili olarak Sultan'la görüşmeye hazır bulunduğunu bildirdi.”  Bu bilginin doğru olduğu kesin. Herzl bu kaydı 29/4/1898 tarihinde yani Basel'deki siyonist kongresin­den birkaç ay önce düşmüş. Bu kayıt, geleneksel Yahudi Yüksek Kurulu ile hatmi fırkalar arasındaki ilişkilerin tıpkı geçmişte ol­duğu gibi hiç kesilmediğini göstermektedir. Burada sözü edilen Hawkin Bombay şehrinde yaşayan siyonist bir Yahudidir ve Paris'deki büyük haham Zaduc'a Herzl'in Siyonist olduğunu söyle­diği Ağa Han'ın Filistin'de Yahudi davası lehine tavır sergilemesi için Osmanlı Sultanı'yla Yahudiler arasında arabuluculuk yapma­ya hazır olduğunu bildirmektedir.

Ağa Han, Ismaililerin en büyük liderinin resmi lâkabıdır. Bu bilgi ile masonluk, siyonizm ve Ismailiyye arasında sağlam bir ilişki olduğu ortaya çıkmaktadır.

Yahudiler ve Haçlı Seferleri

Daha önce Yahudilerin asırlar boyunca Emevi devletinin ku­ruluşundan önce Ebu Bekir, Ömer ve Osman  dönemindeki fü­tuhatı takip eden fetih hareketleri sırasında uluslar arası ticaret ve diğer ticari faaliyetler sayesinde çok önemli miktarda servet top­ladıklarını belirtmiştik. Hatta rivayete göre Emevilerin düşmanla­rı Ali taraftarlarıyla lbni Abbas taraftarlarını finanse etmek ama­cıyla kapitali devreye sokarak Emevi Halifeliği'nin yıkılışında rol aldıkları da söylenmektedir.

Zaman içinde Yahudilerin gerek lslam ülkelerinde ve gerekse Batı Avrupa'daki uluslar arası ticaret ve mali piyasalardaki payı daha da yükseldi. Değişik ve birbirinden uzak ülkelerde Talmud sancağı altında kendi aralarında irtibat sağlamaları, onların mali ve ticari merkezlerini güçlendiren en büyük unsurlardandır.

Döviz işleri, kuyumculuk, kredi verme, brokerlik vs. faaliyet­lerle uğraşan Yahudiler eski güçlerin yıkılmasında ve yeni güçle­rin desteklenmesindeki tarihi rollerini unutmadılar.

Aslında haçın gölgesinde ve lsa'nın kabrini Müslümanların elinden kurtarmak amacıyla düzenlenen Haçlı Seferleri'nin, Filis­tin'e yürüyen Haçlı prenslerinin masraflarını finanse etmek mak­sadıyla kredi musluklarını açan Yahudilerin atıfetini kazandığını özellikle belirtmek gerekir. Fakat Yahudilerin asıl amacının Xlll. Yüzyılda %43,5'a varan yüksek faizler1e  büyük kârlar sağlamak olduğunu kaydetmeliyiz. Kaydedilmesi gereken bir diğer husus ise, Haçlılar tarafından orada burada Yahudilere karşı bazı katli­amlar düzenlenmesine rağmen, Yahudi finansörlerin bu Haçlı Se­ferleri'nin finanse edilmesini teşvik etmesidir.

Dünya çapında fırtına koparabilecek yeni bir gücün zuhuru, esasen geleneksel Yüksek Kurul'un ideallerinden biriydi. Çünkü çıkacak her fırtına, Kudüs'de lsrail'in itibarını iade edecek bekle­nen Mesiya'nın zuhurunu gerçekleştirmese bile, en azından pek çok sünnetsizin kanının dökülmesini sağlayarak Yahudi'ye bir kazanç sağlayacaktı. Bu arada biraz Yahudi kanı dökülecekse de, onlar kendi milletleri için yaptıklarından dolayı Yahve'ye şükür kurbanı olacaklardı. Örneğin Papaz Pierre Hermit tarafından dü­zenlenen sefer sırasında Macaristan'daki Yahudilerin maruz kal­dığı katliamda öldürülenler gibi. (1096)

Finansmandan sonra fitne çıkarma

Avrupa'da Haçlı orduları henüz harekete geçmedenönce bunların finanse edilmesinin ardından, lslam ülkelerinde de kı­pırdanan Yahudiler çeşitli iddialar ve sloganlarla fitne hareket­lerine giriştiler.

1163 yılı civarında ortaya çıkan Davud b. Süleyman er-Rai (David Alroy) isimli bir kişi kendisinin Mesiya olduğunu  ileri sürerek, Yahudilerden Kudüs'ü kafirlerin elinden kurtarıp lsrail krallığını yeniden kurmaya çağırdı. Azerbaycan Yahudilerinden bir grup bu çağrıya karşılık verdi ve gönüllü bir cemaat oluştura­rak, Bağdat ve Musul'daki Yahudilere heyet gönderip, onları tah­ribat ve tedhiş eylemlerinde bulunmaya, karışıklıklar çıkarmaya davet ettiler.

David Alroy, Müslümanların elinden doğum yeri Amed (Diyarbakır)ı geri almak istediyse de, başarısızlığa uğradı ve girdiği çatışmada öldü. Bu Mesihi fitnenin bir uzantısı Abbasi halifesinin Horasan valisinin devlete verdikleri zararlardan ötürü eyalet sa­kinlerine yüz talant altın vergi yüklemesi üzerine çıkmıştır. Dr. Hasen Zaza, adı geçen eserinde “David Alroy Kudüs'e yürüyerek orasının Arapların elinden kurtarılması çağrısında bulunuyordu” demektedir.  

Eğer bu söz doğru olmuş olsaydı, Yahudi Yüksek Kurulu'nun Kudüs'ü gayr-ı Yahudilerin elinden kurtarmak için kimisinden bahsettiğimiz, kimisinden ise daha sonra bahsedeceğimiz bazı gayretlerde bulunmasında bir sakınca olmadığını, eğer şehir Müslümanların elinde olsaydı, Kudüs'ü istirdat amacıyla her yer­de onlarla sürekli artan çatışmalara girmelerinde şaşılacak bir şey bulunmadığını söylerdik. Fakat gerçek hiç de öyle değil. Eğer Dr. Zaza'nın David Alroy'un davasının başladığı tarih olarak göster­diği 1163 yılı doğru olsaydı, David'in fitnesi konusunda bütü­nüyle yeni bir tahlilde bulunabilirdik. Ama Kudüs 1163 yılında Haçlıların elindeydi. Haçlılar şehri 1098'de işgal etmiş ve 1187'de Salahaddin Eyyubi tarafından kovuluncaya kadar da ellerinde tutmuşlardır.

Şu halde David Alroy'un Kudüs'ü Yahudilerin elinden kurtar­mak istediği iddiası, şehir Arapların elinde olmadığı için asılsız bir iddiadır. Burada Haçlılar veya kafirler yerine yanlışlıkla Araplar diye yazıldığını varsayalım ve Dr. Zaza'nın metnini “Kudüs'e giderek orasını Yahudi düşmanlarının elinden kurtarma çağrısı yapıyordu" diye düzeltelim ve tarihi gerçeklere binaen o sırada Kudüs Hristiyanların elinde bulunduğu için de bu düşman deni­len kişiler “Hristiyanlar” olsun.

Peki Kudüs'ü Frenklerin elinden kurtarmanın yolu İslam ül­kelerinde fitne çıkarmak mıydı?

Hayır.. Aksine David Alroy'un ve çıkardığı fitnenin amacı, her halükârda dışardan gelecek düşmanın işine kolaylaştırmak için içeride beşinci tabur    rolünü üstlenmekti.

Müslümanlar yavaş yavaş kendilerine gelmeye başlamışlardı. Örneğin Suriye'de yönetimi elinde tutan Nureddin Zengi, 1164'de Kudüs'ün Haçlı kralının Askalan'ı ele geçirip Mısır üze­rine yürüme tehdidinde bulunmasından sonra Salahaddin'in am­cası Şirkuh'u bir orduyla Mısır üzerine sevk etmişti.

Bu şartlar altında Abbasî halifesinin, Bağdat yönetimine des­tek veren Nureddin'e elinden geldiğince yardımcı olması gerekir­di. Halbuki o sırada halife güçlerini Haçlılara karşı savaş meyda­nına sürmek yerine başka bir yere sevk etmek mecburiyetindeydi. David Alroy'un Horasan, Kürdistan ve Azerbaycan'da çıkardı­ğı fitne, tahrip aracı olmanın ötesinde, Müslüman kuvvetlerin Suriye topraklarından başka bir yöne çekilmesi ve halifenin ordu­larının İran'daki olayları bastırmakla uğraşmak suretiyle Mısır ve Suriye'deki ölüm kalım savaşına iştirak etmesini engelleme ama­cı taşıyordu.

Bu durum, Yahudilerin Müslümanlara karşı düşmanca hamle­lerini sürdüren Haçlıları Batıda maddi finans sağlayarak, Doğuda ise fitneler çıkararak desteklediklerini göstermektedir.

Burada Maşrık'da (Kuzey afrika'da) İslam topraklarında olan olaylarla Batıda Endülüs'de cereyan eden hadiseler arasında da bir bağlantı kurmamız gerekmektedir.          '

Miladi 1107'de Endülüs'de Yahudileri İslam dinine geçmeye zorlayan ilk uygulama başlatıldı.25 Muvahhidler'in Marakeş ve Endülüs'de ortaya çıkışları M. l l 48'de Yahudiler için bir felaket­ti. İslamî inançlara sıkı sıkıya bağlı oldukları söylenen Muvahhidler döneminde Yahudiler dini âyinlerini gizli gizli yapıyorlar­dı ve bu durum daha sonra Crypto-judaism yani gizli Yahudiliğin ortaya çıkışına yol açmıştı. Muvahhidlerin başlattığı dini takibat Musa b. Meymun'un babasını ailesiyle birlikte Kurtuba'dan Kahire'ye göç etmeye zorlamıştır ki, daha sonra orada Meymunizm denilen akım başlayacaktır.

Endülüs Yahudileri, Toulouse savaşında (1212) Muvahhidlerin yenilmesiyle birlikte devletin yıkılışını bir bela çağının kapanıp kurtuluş devrinin açılışı olarak değerlendirdiler. Ortaçağ Cambridge Tarihi denilen bir Batı kaynağında böyle söyleniyor. Ama Endülüs'de Yahudilere karşı başlatılan Arap takibatının doğrudan sebepleri üzerinde detaylı bir araştırma yaptığımızda şu kısa soru­yu sormak zorunda kalıyoruz: Yahudilerin Haçlı Seferleri'ni finan­se etme çalışmalarıyla Endülüs ve Kuzey Afrika'da onlara karşı başlatılan intikam dalgası arasında bir ilişki yok mudur?*

Yukarıda belirtilen tarihleri incelediğimizde Yahudilerin zorla Müslüman olmaya ilk zorlanışının 1107'de yani Haçlıların Ku­düs'ü işgalinden dokuz yıl sonra başladığını görüyoruz. Muvah­hidlerin Yahudilere baskı yapma tarihi olarak gösterilen l l 48'de ise Almanya imparatoru Conrad ile Fransa kralı VII. Louis'in baş­lattıkları İkinci Haçlı Seferi düzenlenmiş, Haçlılar Dımaşk'ı işgal etmeyi denemişler, ama geri atılmışlardır.

Ortaya attığımız bu soruyla ilgili söyleyeceklerimizi, aynı ko­nuya tekrar dönmek üzere şimdilik burada kesiyoruz.

Yahudiler ve Moğollar

Moğollar, Hülagu kumandasında Bağdat'a saldırarak (1258) ele geçirdiler ve Abbasî halifesi Mutasım ve ailesini öldürdüler.

Tarihçi Wells şöyle der: “O dönemde Moğollar Islama karşı aşırı bir düşmanlık sergilediler. Bağdat'ı ele geçirdiklerinde yal­nızca şehir halkını kılıçtan geçirmekle yetinmeyip, Sümerlerden beri El-Cezire'yi abad bir ülke haline getiren eski sulama sistemi­ni de yıktılar. O tarihten itibaren El-Cezire, harabe ve kalıntılar­dan ibaret bir hıyâbâna dönüştü. "  

Moğollar burada devlet işlerinde Abbasî halifeliği zamanında bilgi ve tecrübesinin yanı sıra devlete mutlak itaat eden kişileri kullandılar. Bu durum Moğolların dikkatlerini ehl-i zimmetten Hristiyan ve Yahudiler üzerine yoğunlaştırmalarına yol açtı. Çün­kü aradıkları ideal tipler bunlardı.

Haçlı Seferleri tarihi uzmanı Steven Runciman, meşhur yapı­tında şöyle diyor: Yahudi Sa'd ed-Devle, selefi ve amcası Sultan Ahmed'in (yani Takudar'ın) öldürülmesinden sonra İran'da tahta çıkan İlhan Argun'un veziriydi.

Sultan Ahmed'in çocukluğunda Hristiyan Nesturi mezhebine göre yetiştirildiği, ancak bilahare ömrünün son dönemlerine doğ­ru İslam'a meylettiği hikaye edilmektedir. 1282'de İlhanlı tahtına çıktığında Müslümanlığı kabul ettiğini açıklamıştır. Runciman, Sultan Ahmed'in bu kararı Uluğ Hakan Kubilay ve kurultay üye­lerinin, kendisinin bir suikastla öldürülmesini planlamalarına kızmasından sonra aldığını belirtmektedir. Gerçektende Sultan Ahmed 1284'de bir suikast sonucunda öldürülmüş ve tahta Argun Han geçmiştir. Yahudi Sa'd ed-Devle de yine en gözde vezirdir.

Argun Han ki pagandıısrarla Hristiyan Batıyı Suriye ve Fi­listin'in işgal edilmesi konusunda kışkırttı, fakat Batı o sıralar kendi dertleriyle ve iç çatışmalarla meşguldü.

Bu kısa bakış dahi İran'da İlhanlı tahtına Argun Han'ın çıkı­şında, iktidara geldikten sonra İslamı seçen Sultan Ahmed'e komplo düzenlenmesinde rol oynayan Yahudi vezir Sa'd ed-Devle'nin parmağı bulunduğunu göstermektedir. 'Bu olay, genel ola­rak Yahudi avam tabakasının aleyhine de olsa, Yüksek Kurul'un da bu işte parmağı olduğuna delalet etmektedir.

Suriye topraklarındaki Yahudi avam tabakasının Haçlı Seferleri'nden ve bu yüzden çıkan savaşlardan Müslümanlar kadar zarar görmesine rağmen, Batının tahrik edilerek Haçlı Seferleri'nin baş­latılması da ayrı bir delildir. 1099 yılında Haçlıların işgal ettiği Kudüs'deki tüm Müslümanların yanı sıra Yahudilerin de katledil­diğini unutmamak gerekir.

Dr. Mustafa Şeyba şöyle der: “Moğollar daha önce Musul pa­zarında tellallık yapan Sa'd ed-Devle'yi tababetteki mahareti ve kendi dillerini iyi konuşmasından dolayı çok beğenerek, onu ve oğlunu ülkelerine getirdiler. Bundan başka 1288 yılında Tiflis'den bir grup Yahudi'yi Bağdat'a göndererek, onları Müslüman terekelerinin başına getirdiler.”

Kendisini Sa'd ed-Devle diye tanıtan bu Yahudi, Moğollar ara­sında yerini adamakıllı sağlamlaştırdıktan sonra, 1289'da kendi­sine ait olduğunu ileri sürdüğü mülkleri geri almak için Irak'a geldi. Daha sonra Irak'ın işleri ona ve kardeşlerine te^di edildi.

' ' 1

Sa'd ed-Devle'nin Musa b. Cafer'in kabrine varıp, hakarette bulunması, Müslümanların kutsal şeylerine dil uzatması, halkın öfkesini mucip oldu. Sa'd ed-Devle ve kardeşleri, selefinden iki yol sonra ve yaptığı taşkınlıklardan ötürü halk tarafından öldü­rüldü. Bu kibirli herifin öldürülmesi, Irak'ın diğer yerlerinde ya­şayan Yahudilere verilmiş bir dersti.

Irak halkının Sa'd ed-Devle ve benzerlerine baş kaldırmadı; buradaki Yahudilere karşı girişilen ne ilk ayaklanmaydı, ne de son. Yahudiler zeki olarak bilinmelerine rağmen bazen son dere­ce basiretsiz ve ahmakça davranışlarda da bulunuyorlardı ve muhtemelen diğer insanlardan aşırı şekilde nefret etmeleri gözle­rini kör etmiş ve bu dünyayı kendi mülkleri sanmışlardı.

1

Yahudiler, hükümdarın putperest olmasından yararlanarak İs­lama karşı saldırılarını yoğunlaştırmışlardı. İzzuddevle ibni Kemmune adındaki bir Yahudi, yazdığı bir kitapta Müslüman inanç­ları ve mukaddesatının yanı sıra imamlarıyla da alay etmiş ve ha­karetlerde bulunmuştu. Sonunda halk ayaklandı ve Hille şehrin­de onu yakalayarak öldürdü.

Abbasîlerin İslam dışına çıkmış batını fırkaların önünü tıka­maları tabii idi. Fakat iktidar Abbasîlerin elinden çıktıktan sonra Yahudiler bu fırkaların ele başlarıyla temasa geçerek, pagan Mo­ğolların himayesinde Islamı tahrip etmeyi amaçlayan fikri ve maddi faaliyetlerini sürdürmeleri konusunda tüm imkanlarını kullandılar.

Reşidüddin Fazlullah

Moğol Gazan Han 1295'de Müslüman olunca, ehl-i zimmetten Hristiyan ve Yahudilerin durumunu Abbasîler dönemindeki du­ruma döndürdüyse de, geçmişinde Yahudi olan ve Müslüman ge­çinen Reşidüddin Fazlullah'ı kendisine vezir yapmayı da ihmal etmedi. Biraz önce sözünü ettiğimiz Sa'd ed-Devle ve İzzuddevle ibni Kemmune'nin verdiği ilhamla devlet işlerinde Yahudileri is­tihdam etmeye başladı.

Irak'da Şiilerin lideri Müslümanlara karşı cüretkârlıklarından ve nüfuzlarını kullanarak onları sömürmelerinden dolayı Yahudi­lere ziyadesiyle kızgındı. Onlara karşı alenen meydan okuyarak tapınaklarından birini İslami bir medreseye çevirdi. Reşidüddin Fazlullah çareyi onu katlettirmekte buldu ama kendisi de Gazan Han'ın yerine gelen Çoban tarafından öldürüldü ve onun ölü­müyle birlikte Yahudilerin nüfuzu da zayıfladı.

Endülüs'deki Yahudiler

Müslümanlar Endülüs'ü 710'da fethettiklerinde buradaki Yahudiler onları sevgiyle karşıladılar. Her ne kadar Yahudilerin ye­ni bir gücün eteğine yapışmaları geleneksel şiarlarından ise de, burada ehl-i zimmeti oluşturan Hristiyanların ve Yahudilerin ye­ni fatihlere kucak açmalarında, Müslümanların kendi hemcinsle­rinden de olsa sabık yöneticilerden kötü muamele gören insanla­ra şefkatli davranmaları önemli rol oynamıştır.

Endülüs Yahudileri, Arap fatihlerde ne daha önceki gayr-ı Arap yöneticide, ne de vaktiyle Filistin'de kurdukları yarı devlet­teki Musevi yöneticilerde görmedikleri bir muamele ve nimet bulmuşlardı. Üzerlerindeki her türlü baskı kaldırılmış, Yahudiler hızlı bir yükseliş dönemine girmiş ve kabiliyeti olanlar Kurtuba, İşbiliye, Gırnata, Sarakuza ve diğer Endülüs şehirlerinde devlet kademelerini koşar adım tırmanmışlardı. Örneğin bunlardan bi­ri, halife III. Abdurrahman zamanında saray hekimliği rütbesine yükselen Hasday b. Şafrut'du (915-975). Samuel b. Nacid, Gırna­ta valisinin sağ koluydu. Daha sonra oğlu da aynı makama geti­rilmiş, ama o, babasının bıraktığı mirasın hakkını verememişti.

Gerçi Endülüs’de Yahudilerin öncülük ettiği edebiyat akımı­nın güçlenişine girersek söz uzayacaktır ama, eserlerini Arapça yazan Süleyman Cabirol, Bahiya b. Yahuda, Yahuda HaLevi ve Mûsa b. Meymun’u zikretmeden geçemeyiz. Bunlar edebiyatta öyle bir zirveye ulaştılar ki, Babil’de Talmud’un yazılış dönemin­de yaşayan Yahudi tarihçiler hariç, hiçbir Yahudi bu seviyeye ge­lememiştir.

Sanırım o dönemin Yahudi yazarların bazı sözlerini aktarma­mız bizi zorunlu bir uzatmaya sevk edecektir. Örneğin Siyonist yazar Nesim Rigvan şöyle der: “Ortaçağlar, Yahudi-Müslüman Arap buluşmasının en yoğun ve faydalı olduğu dönemlerdi. Me­sela nesillerdir Ispanya’da yaşayan Yahudiler daha önceki bazı Hristiyan krallarının elinden çok zulüm ve kötülükler görmüşler­di. Müslümanlar bu ülkeye gelince Yahudileri maruz kaldıkları zulümden kurtarmakla kalmadılar, aynı zamanda zenginlik ve derinlik yönünden Yahudilerin hiçbir ülke ve çağda ulaşmadıkla­rı kültür seviyesini yakalamaya teşvik ettiler. ”

Aynı yazar makalesinin başka bir yerinde şöyle diyor: “Yahudiler, tarihte daha önce bir benzerini yakalayamadıkları bu ortam sayesinde tıpkı Babil Yahudileri gibi, büyük projeleri, özellik­le de kendi halklarının tarihleriyle ilgili önemli çalışmaları ger­çekleştirme imkanı yakaladılar... ”

Ama Yahudilerin bu gayretleri tek bir amaca matuftu: Seçkin halk olduklarını göstermek, elde kalan geleneklerini kurtarmak, onlara bir ümit zerk ederek gelecek çağrıyı beklemek! Bu ümit ve çağrı, İsrail'in yeniden kuruluşunu ve Yahudilere “Haydi Filis­tin’e! " diye fısıldayacak beklenen Mesiya’nın yolunu gözlemek değilse ne idi! !

KAYNAKÇA

Ahmed b. Hanbel, El-Müsned

Ahmed Emin, Fecr el-lslam, Kahire, 1964.

Ahmed lbrahim eş-Şerif, Mekke ve'l Medine fi'l cahille ve ahd er-rassul, Kahire, 1965.

Ali Abdülvahid Vafi, Dr. El-Yahudiyye ve'l Yahud, Kahire.

Bin el-Haris, el-katiba el-müstaşrika kifah fi'l berriye, tercümet Habib Sadid, Dar e-şark ve'l garb, Kahire.

Bolus Hana Mesad, Hemeciyye et-tealim es-sıhyoniyye, takdim Muhammed Halife et-Tunisi, Beyrut, 1969.

Cevad Ali, Dr., Tarih el-arab kabl el-islam, Bağdat, 1952.

Ebu'l Ferec, Tarih muhtasar ed-düvel, Matbaat el-katolikiyye, Bey­rut, 1980.

Edouard Gibbon, lzmihlal el-imparatoruyye er-romaniyye ve sukutuha. Arrabehu Muhammed Ali Ebu Durre, Muracat Ahmed Necib Haşim, El-cüz el-evvel.

El-Fikr e-Sihyoniy el-muasır, Makalun benu lsrail ve ard lsrail bi ka­lem Fir Belofsky.

Esad Razuk, Dr., Et-talmud ve's-sıhyoniyye, M. T. E, Merkez el-ebhas, Beyrut, 1970.

Es-Seyyid Abdülaziz Salim, Tarih el-arab fi asr el-cahiliyye, Beyrut, 1971.

Fieldmarshall Mongtgomery, el-Harb ibr et-tarih, ta'rib ve ta'lik elAmid Fithi Abdullah en-Nemir, Kahire, 1972, l.

Gustave le Bon, El-Hudara el-Mısrıyye, tere. M. Sadık Rüstem, Kahire.

Hasan lbrahim Hasen, Dr., Tarih ed-devle el-fatımiyye, Kahire, 1964.

Hasen Selim, Dr., Mısr el-kadime, Kahire, 1948.

Hasen Zaza, Dr. el-Fikr id-dini el-israili, atvaruhu ve mezahibu, lskenderiye, 1971.

lbni Kesir, Es-Sire en-nebeviyye, ll. Cilt, Kahire, 1964.

James H. Breasted, Kitab tarih Mısır, tere. Hüseyn Kemal, Kahire, 1929.

Kitab-ı Mukaddes.

Kur'an-ı Kerim.

Mahmud Na’na’, Es-Sıhyoniyye fi's-sittinat, el-Fatikan ve'l Yahud, Kahire, 1964.

Muhammed Avez Muhammed, Dr., El-lsti'mar ve'l mezahib el-isti'mariyye.

Muhammed Ebu'l Mehasin Usfur, Mealim tarih eşşark el-edna el-kadim, Kahire, 1968.

Muhammed el-Gazali, Şeyh, et-Taassub ve-t-tesamuh beyn el-mesihiyye ve'l lslam, Kahire, 1965.

Muhammed lzzet Druze, Tarih el-cins el-arabi, Sayda, 1961.

Mustafa el-lbadi, Dr., Mısr min lskender el-ekber ila'l feth el-arabi, Kahire, 1966.

Mustafa Kamil eş-Şeyba, Dr., El-Fikr eş-şii ve'n-nizaat es-sufiyye, Mekt. Nahda, Bağdat, 1966.

",.

Mustafa Murad Debbağ, Biladuna„Filistin, Beyrut, 1966.

Necib Mihael İbrahim Dr., Mısr ve’ş-şark el-edna el-kadim, Kahire, '

1963.

Papa Şenude, el-Kenise el-mesihiyye fi asr er-rüsül, Kahire, 1971.

Philip Hitti, Tarih el-Arab, tere. D. Edvard Corci ve Dr. Cebrail Cebbur, Beyrut, 1958.

Philip Hitti, Tarih Suriye ve Lübnan ve Filistin, tere. D. Corc Hadda v d. Abdulkerim Rafik ve D. Cebrail Cebbur, Beyrut, 1958.

Sahih-i Buhari bi-şerh el-Kirmani

Said Abdülfettah Aşur, Dr., Avruba fi'l usur el-vusta, el-cüz'ül evvel, Et-tarih es-siyasi, Kahire, 1966.

Steven Runciman, el-Hudara el-bizantiyye, trc. Abdülaziz Tevfik Cavid, Kahire, 1961.   •

Şerh-u Zervaki ala Muvatta el-lmam Malik, Kahire, 1936.

Taberi, Ebu Cafer Muhammed b. Cerir, Tarih e-rusul ve'l müluk.

Tefsir-i lbni Kesir

Tefsir-i Kurtubi

Vüzaret el-l'lam, Hey'e el/isti'lamat melef vesaik ve verak el-kadiyye el-filistiniyye, Kahire.

Wells H. G. Mealim tarih el-insaniyye, tere. Abdülaziz Tevfik Cavid, Kahire, 1959.

Wells H. G. Mueez tarih el-alem, tere. Abdülaziz Tevfik Cavid, Kahi­re, 1967.

Yevmiyyat el-Filistiniyye, Merkez el-Ebhas, M. T. E, Beyrut.

Yevmiyyat Hertzl, teer. Helde Şağban Sayı', Merkez el-Ebhas, M. T. E, Beyrut, 1968.

Yabancı kaynaklar

Am.P. En. The Ameriean Peoples 'Eneyclopaedia

Bie. Bible Cyclopaedia, by the rev. John P. Lawson, A. Fullarton & eo., Edinburgh and London.

En. Am.Eneyclopaedia Amerieana, New York, 1965.

En. Bib. Eneyclopaedia Bibliea, by th rev. T. K. Chyrıe and J. Sutherland, Blaek London, 1899.

En. Brit. Eneyclopedia Britanica U.S. A., 1970.

Even. Every Man's Eneyclopaedia.

J. En. Jewish Eneyclopaedia, New York, 1901.

Die. Dietionary of the Bible, by J. Hasting, Morrison and Gibb Limited, 1906.

Camed. The Camridge Ancient History, Camridge, 1925-1939.

The Camridge Medieval History.

Jep/Nath. Ausubel Nathan, Pietorial History of the Jewish People, New York, 1953.

How. Downey Glanville, A History of Antioeh in Syria, Prineeton, New Jersey, 1961.

Dun. Dunlop, D. M. The History of the Jewish Khazars, Prineeten, New Jersey, 1954.

Go. Goitien, S. D. Jews and Arabs, their Contaets through the Ages, New York, 1955.

H. A. Hitti, Ph. History of the Arabs, London, 1940.

Pol. Polano, H., The Talud, London Tamus, 5636.

Run. Runciman Steven, A History of the Crusades, Camridge 1968.

 

 

Bu blogdaki popüler yayınlar

TWİTTER'DA DEZENFEKTÖR, 'SAHTE HABER' VE ETKİ KAMPANYALARI

Yazının Kaynağı:tıkla   İçindekiler SAHTE HESAPLAR bibliyografya Notlar TWİTTER'DA DEZENFEKTÖR, 'SAHTE HABER' VE ETKİ KAMPANYALARI İçindekiler Seçim Çekirdek Haritası Seçim Çevre Haritası Seçim Sonrası Haritası Rusya'nın En Tanınmış Trol Çiftliğinden Sahte Hesaplar .... 33 Twitter'da Dezenformasyon Kampanyaları: Kronotoplar......... 34 #NODAPL #Wiki Sızıntıları #RuhPişirme #SuriyeAldatmaca #SethZengin YÖNETİCİ ÖZETİ Bu çalışma, 2016 seçim kampanyası sırasında ve sonrasında sahte haberlerin Twitter'da nasıl yayıldığına dair bugüne kadar yapılmış en büyük analizlerden biridir. Bir sosyal medya istihbarat firması olan Graphika'nın araçlarını ve haritalama yöntemlerini kullanarak, 600'den fazla sahte ve komplo haber kaynağına bağlanan 700.000 Twitter hesabından 10 milyondan fazla tweet'i inceliyoruz. En önemlisi, sahte haber ekosisteminin Kasım 2016'dan bu yana nasıl geliştiğini ölçmemize izin vererek, seçimden önce ve sonra sahte ve komplo haberl

FİRARİ GİBİ SEVİYORUM SENİ

  FİRARİ Sana çirkin dediler, düşmanı oldum güzelin,  Sana kâfir dediler, diş biledim Hakk'a bile. Topladın saçtığı altınları yüzlerce elin,  Kahpelendin de garaz bağladın ahlâka bile... Sana çirkin demedim ben, sana kâfir demedim,  Bence dinin gibi küfrün de mukaddesti senin. Yaşadın beş sene kalbimde, misafir demedim,  Bu firar aklına nerden, ne zaman esti senin? Zülfünün yay gibi kuvvetli çelik tellerine  Takılan gönlüm asırlarca peşinden gidecek. Sen bir âhu gibi dağdan dağa kaçsan da yine  Seni aşkım canavarlar gibi takip edecek!.. Faruk Nafiz Çamlıbel SEVİYORUM SENİ  Seviyorum seni ekmeği tuza batırıp yer gibi  geceleyin ateşler içinde uyanarak ağzımı dayayıp musluğa su içer gibi,  ağır posta paketini, neyin nesi belirsiz, telâşlı, sevinçli, kuşkulu açar gibi,  seviyorum seni denizi ilk defa uçakla geçer gibi  İstanbul'da yumuşacık kararırken ortalık,  içimde kımıldanan bir şeyler gibi, seviyorum seni.  'Yaşıyoruz çok şükür' der gibi.  Nazım Hikmet  

YEZİDİLİĞİN YOKEDİLMESİ ÜZERİNE BİLİMSEL SAHTEKÂRLIK

  Yezidiliği yoketmek için yapılan sinsi uygulama… Yezidilik yerine EZİDİLİK kullanılarak,   bir kelime değil br topluluk   yok edilmeye çalışılıyor. Ortadoğuda geneli Şafii Kürtler arasında   Yezidiler   bir ayrıcalık gösterirken adlarının   “Ezidi” olarak değişimi   -mesnetsiz uydurmalar ile-   bir topluluk tarihinden koparılmak isteniyor. Lawrensin “Kürtleri Türklerden   koparmak için bir yüzyıl gerekir dediği gibi.” Yezidiler içinde   bir elli sene yeter gibi. Çünkü Yezidiler kapalı toplumdan yeni yeni açılım gösteriyorlar. En son İŞİD in terör faaliyetleri ile Yezidiler ağır yara aldılar. Birde bu hain plan ile 20 sene sonraki yeni nesil tarihinden kopacak ve istenilen hedef ne ise [?]  o olacaktır.   YÖK tezlerinde bile son yıllarda     Yezidilik, dipnotlarda   varken, temel metinlerde   Ezidilik   olarak yazılması ilmi ve araştırma kurallarına uygun değilken o tezler nasıl ilmi kurullardan geçmiş hayret ediyorum… İlk çıkışında İslami bir yapıya sahip iken, kapalı bir to