XXIV
Bu araştırmamızda,
İbranilerin Samilerden bazı uygarlık verilerini aldıklarını, bunların en
başında da Filistin’in en eski sahipleri olan Sami Kenanlılardan öğrendikleri
dillerinin yer aldığını belirtmiştik. 1 Buna rağmen Sami düşmanlığı
veya “antisemitizm” deyimi yalnızca Yahudilere düşmanlık olarak yerleşti.
Hatta şu veya bu sebeple Araplar Yahudilere düşmanlık sergiledikleri zaman da,
köken ve uygarlık itibarıyla sahralı Samiler olmalarına rağmen, Sami
düşmanları veya antisemitist olarak nitelendirildiler.
, Britannica
Ansiklopedisi’nin en son baskılarındaki antisemitizm maddesine göz attığımızda,
bu terimin Yahudi aleyhtarı söz ve fiilleri tanımlamak için kullanıldığını,
diaspora Yahudilerinin genel yaşantısının ayrılmaz bir parçası haline geldiğini
görüyoruz. Aynı ansiklopedide bu cemaatler arasındaki
“ayrışmanın” bu nefrete yol açan unsurlardan biri olduğu belirtilerek şöyle deniliyor:
“Sen, kendinden farklı olan birine kin besliyorsun; krizler sırasında
genellikle bir günah keçisi arıyor, bireysel kötülükleri genelleştirerek, bunu
o kötülüğü yapan kişinin mensup olduğu topluluğa maletmeye meylediyorsun.”
En yaygın anlamıyla
antisemitizm sebeplerine geçmek için, bu nefretin genelleştirilmesi ve normal
karşılanmasıyla ilgili bu görüşü kabul edebiliriz.
Belki de sorulacak
ilk soru şu olacaktır: Kim kime düşmanlık besliyor? Düşmanlık sergileyenler
kim? Yahudiler mi yoksa Sami olmayanlar mı?
Yahudiler, sürekli
olarak tüm dünyada kendilerini düşmanlığa düşmanlıkla karşılık veren kişiler
olarak göstermeyi tercih ediyorlar. Onlara göre antisemitistler bu düşmanlığı
başlatan ve sergileyen taraftır; onlar Yahudilere kin ve öfkeyle doludurlar.
Yahudilerse hep antisemitistlerin tenkil hareketlerine maruz kalmış
mazlumlardır.
Tabii Yahudi
düşmanları da Yahudilerin her nerede olurlarsa olsunlar adavet unsurlarını
beraberinde götürdüklerini, antisemitizmin de Yahudinin yaptıklarına karşı bir
tepki olduğunu söylüyorlar.
Peki bu iki zıt
görüşü savunan taraflardan kim doğruyu söylüyor?
Sözü, gerçeği dile
getiren belgelere, Yahudilerin doğruluğunu tasdik etmekten başka çare
bulamadıkları şahitlere bırakalım.
Seçilmiş kutsal
halk
Her ne kadar
günümüzde bu halkın elitleri olduğunu iddia eden kişiler, seçilmişliğin bir
imtiyaz değil bir temeyyüz olduğu yorumunu getirerek, kimliğin bunun üstünde
olmadığını belirtiyorlarsa da, bunu, ırkçıların kendilerini savunmaya cesaret
edemedikleri, aksine zahiren ırkçılığın ortadan kaldırılması gerektiğini
savundukları bir çağın ruhuna ters düşmemek için yapmaktadırlar.
Örneğin
Herzl'in Yahudilerin seçkinliği konusunda söylediği şu söze bakalım: “Halkımız,
her konuda dünyanın diğer halklarından daha kabiliyetlidir ve insanların
bizden hoşlanmamasının gerçek sebebi de budur. ” ■
Acaba gerçekten
Yahudiler her konuda diğerlerinden daha mı kabiliyetlidir? Ne yazık ki pek çok
kişi bu sözde bir hakikat payı görmektedir. Hatta şu veya bu sebeple
kendilerini Yahudi düşmanı olarak görenler arasında dahi diğer halkların
Yahudileri sev meme sebeplerinden birisinin onların ticaret ve kapital konusunda
kendilerinden üstün oluşu olduğunu söyleyenler vardır.
Birey veya cemaatin
müsait ortamların sağladığı imkanlarla kazandığı kabiliyetle diğer kabiliyeti
birbirine karıştırmamak gerekir. Bazıları kabiliyetin kişinin veya cemaatin
etnik mensubiyeti sebebiye 'yaratılıştan kesbettiği ayrılmaz bir özellik
olduğunu iddia ediyorlar.
Yahudilerse diğer
halklara nispeten ırkî özelliklere sahip bir topluluk teşkil etmekten en uzak
olan kişilerdir. Doğrudur; özellikle yapılan son araştırmalardan sonra hiç
kimse saf bir ırka mensup olduğunu iddia edemez. Ama etnik kimliği belirlemek
için baş vurulan genel yöntemler hâlâ geçerliliğini korumaktadır.
Günümüzde bizzat
Yahudiler arasında bazılarının etnik unsuru Yahudileri meydana getiren
unsurlardan biri olarak görmekten vazgeçen, onun yerine tek coğrafya ve tek ırk
unsurlarından oluşan inanç ve kültür unsurlarını koymaya çalışan kişiler
görüyoruz.
Peki bu nasıl olur?
Diyorlar ki: Yahudiler, kutsal kitapları Tevrat ve Talmud'da temel çerçevesi
çizilen inançlarına uygun bir şekilde kendilerine özgü bir hayat yaşadıkları
gettolarda ömür geçirdiler. O halde birbirinden uzak olsa dahi bu mahallelerde
yaşayan Yahudileri bir araya toplayan hafife alınmayacak bir birlik mevcuttu.
Onlar, haftada bir gün çalışmıyor, haftada bir gün belli yemekleri yemiyor ve
senenin belli mevsimlerinde yalnızca belli yemekleri yiyorlardı. Nerede
olurlarsa olsunlar, bayramlarını hemen hemen aynı şekilde kutluyorlardı. Ancak mürted
Yahudiler onlara uymuyorlardı. Gayr-ı Yahudi toplumların bünyesine karışan
Yahudi, gettoyla aynı yolda yürümenin ve geleneklerinden bütünüyle kopmamanın
sağlayacağı kişisel çıkarını hesaplarken hata etmez.
Günlük hayatımızda
kuyumculuk, ticaret, alım-satım ve döviz işlerinde Yahudilerin bariz bir
şekilde sağladıkları başarı da bu birlik unsurları arasında ayrı bir yere
sahiptir.
Peki acaba
Yahudiler yaratılıştan tacir oldukları için mi bu sahada öne çıktılar?
Daha önce
Yahudilerin ticareti kuzeyde Fenikeliler, güneyde Araplardan öğrendiklerini
gördük. Birinci Kudüs Tapınağı'nın yı kılmasından sonra büyük bir çoğunluğu
Babil ve Mısır'a intikal edince, kendilerinin uluslararası ticarette hayli
mesafe katetmiş kişiler olarak diğer halklardan farklı olduklarını gördüler.
Ticaretin yoğun olduğu şehirlerdeki Yahudiler aralarındaki sıkı ilişkilerin
kendilerine bol kazanç sağlarken, birbiriyle ilişkisi bulunmayan, şehir
surlarının dışına çıkmamış, diğer şehirlerdeki tacirlerle ilişki kurmayan,
meslektaşlarıyla bilgi alış verişinde bulunmayan tacirler dağınıklık
içerisindeydiler.
Yahudilerin ticaret
ve döviz işlerinde başarılı olmalarında önemli bir etken daha vardır ki, o da
kendilerinin diğer halklarla benzeri olmayan bir metodla teamülde bulundukları
şeklindeki dini inançlarıdır. Onlar seçilmiş halktır; onların dışındaki herkes
cevheri olmayan bir hayvan mesabesindedir. Nitekim Talmud'da şöyle denilir:
“Allah, gayr-ı Yahudileri Yahudilerin yüzü suyu hürmetine insan suretinde
yaratmıştır. Çünkü gayr-ı Yahudiler gece gündüz durup dinlenmeden Yahudilere
hizmet etmek için vardırlar. Bir prensin hayvan suratlı bir hizmetkârı olamaz;
aksine onun hizmetkârı insan suratlı bir hayvan olmalıdır. "4
Bu sözün üzerine
Talmud'da sünnetsizin kanını Yahudiye helal kılan sözler aramak yerine, çok
uzağa gitmeden, Çıkış kitabında Mûsa ve İsrail oğullarına Mısır'dan çıkışları
arefesinde halkı aldatarak altın ve gümüşlerini gaspetme icazeti veren sözlere bakmak yeterlidir. Halbuki aynı
İsrail savaş hukuku Kenan elinde bu işi yapan herkese ölüm cezası kesmektedir.
Mademki sünnetsizin
malı ve kanı Yahudiye helaldir, o halde İsrailli kendinden olmayan birini
aldatsa, yeminini bozsa, onu faiz yükü altında inletip, namusunu kirletse ne
lazım gelirdi?
Tüm bunlar İsrailli
için helaldir ve hatta Tanrı'nın rızasını kazanması için yerine getirmesi
gereken bir farzdır. Ancak duruma hakim değilse ve. şartlar elvermiyorsa bunu
gizli yopmak zorundadır. Çünkü diğer insanları yalanla, hileyle, riyakârlıkla
aldatır: ken Yahudi sırrını ortaya çıkarmak “Tanrı'nın kutsal adına sürülmüş
bir leke sayılır” Ama bu sır
ortaya çıkmıyorsa, Tanrı'nın adına bir halel gelmiyorsa, Yahudi dinini
yüceltmek, ihtişamına ihtişam katmaktır.
Bu rezillikler en
eski ve köklü Yahudi gelenekleri olduğu için "oğullar onu atalarından
tevarüs etmiş, göğüslerinde taşıdıkları kutsal bir şey gibi nesilden nesile
aktarmışlardır."
Sünnetsizin
karşısındaki insanın kendisine kurduğu tuzaklardan habersiz, örf ve ahlak
bağlarıyla eli kolu bağlıyken, Yahudi'nin her türlü yasak, ahlaki ve sosyal
örflerin getirdiği sınırlamalardan azâde olmasına rağmen artık diğer
insanlarla ilişkilerinde başarısız olması ayıp kaçmaz mı?
. Amaç, Yahudi'ye
izlenecek yolu helal kılar. Herzl da hatıralarında "insanın amacına
ulaşması için her yolu denemesi gerekir"8 demektedir.
Yahudi'nin rüşvet vermesi, amacını gerçekleştirmek için yöneticileri rüşvetle
kandırmasında beis yoktur. Yöneticilere faydası değecek her tür hizmetin
sunulması, rüşvetin para veya kadın olması farketmez.
Kutsal saydığı
şeyleri savunurken Yahudi'nin bir şeyden kaçınması gerekmez. Daha önce Abram
ve Hacer'in önce firavunla, arkasından Abimelik'le olan hikayesini, keza İshak
ve karısı Rebeka'yla Abimelik arasında geçen olayı hatırlayalım.. Büyük maddi
çıkarlar sağlayan birbiriyle bağlantılı bu iki hikaye ve benzerleri, gerçek
veya uydurma olsun, Yahudi'nin maddi dünyanın efendisi olan paraya nasıl
hükmedeceğini öğrendiği ebedi bir ders değil midir?
Daniel kitabında
rivayet edilen hayretâmiz hurafalerden söz edelim: Babil'in bir numaralı adamı
ve Kudüs fâtihi olan kral Nabukadnasar, Yahudi ileri gelenlerinden Daniel
önünde yüzüstü yere kapanır. Çünkü Daniel yaptığı rüya yorumlarıyla kralları
ve komutanları mutlu kılan bir kişidir. "Nakubadnasar onu Babil vilayetine
vali olarak atadı ve Babil'in tüm bilgelerinin başkanı yaptı."
Nabukadnasar ve
Babillilerden sonra Pers Darius tahta çıktı. Aynı Daniel'i devletin erkanı ve
saltanatın sütunları olan üç vezirden birisi olarak atadı. Daha sonra
hurafelerle dolu Ester kitabında bir kadının cazibesi ve güzelliğini
kullanarak ipleri ele geçirip, düşmanlara darbe indirmesiyle ilgili hikayeyi
hatırlayacağız. Ar- kasından Tevrat yazarlarının Nehemya'yı hükümdarın sarhoşluğundan
faydalanarak lsrail oğullarının gördükleri zulümleri anlattığını hatırlayalım.
Makedonyalı lskender'le olan hikaye, Tanrı'nın onu kendileri üzerinde zulmü
kaldırması için gönderdiği vehmine kapılmasını sağlayan ve kutsal kitaba
sokulan uyduruk hikayeyi düşünelim.
Bu hikayelerin en
tehlikeli yanı, onların kutsal kitaplarında yazılmış ve rivayet edilmiş olduğu
inancıdır. Eğer yaptıkları şeyleri kutsallık halesiyle çevrelememiş olsalardı,
iş biraz değişirdi. Fakat din adına ve onun gölgesine sığınarak işledikleri
cinayetler, yaptıkları pis işler, şiddetli intikama davet eden sapık
şeylerdir...
Kin ve tahkir
Sanhedrin'in
kuruluşuyla birlikte Tevrat'ın lbranîceden Yunancaya çevirisi (Yetmişler
tercümesi) ve İbranîce aslında olmayan yeni bölümlerin ilavesi sırasında,
çağdaş pagan elitler Yahudi edebiyatı, gelenekleri ve inanç kavramları
hakkında bilgi sahibi oluyorlardı.
Yetmişler
tercümesine istinaden Yahudi'nin günlük hayatını gözlemleyen elitler,
Yahudilerin Yahve'nin emir ve kanunlarından yalnızca kendilerine acil maddi
çıkar sağlayanları uygulayıp, onun dışındakileri bir hileyle kulak ardı
ettiklerini görmüşlerdi.
Kendi gettolarına
çekiliyor, kendilerinden olmayanların aralarında yaşamasına izin vermiyor, ama
isterlerse kendileri başkalarının arasında yaşıyorlardı. Örneğin İskenderiye
gibi bir şehirde yalnızca Yahudilerin yaşadığı bir veya iki mahalle vardı, ama
bunun dışında Mısırlılar ve Makedonlar arasında yaşayan Yahudiler. de
mevcuttu.
Bir sünnetsizin
böyle bir duruma kızması normaldi. Yahudiler kendilerini soyutluyorlardı, çünkü
diğer insanları kendilerine düşman olarak görüyorlar, kendi geleneklerine göre
yaşamak istiyorlar, ama düşmanlarından bir engelleme görmek istemiyorlardı.
Peki o halde neden bazı Yahudiler düşmanlarının arasında yaşayabiliyor ve
Yahudi mahallesi kendi geleneklerine karşı çıkan bu insanları boykot etmiyordu?
Bir Yahudi'nin
diğer halklar arasında eriyip gitmesi yasakken, kralların saraylarına giren,
onlara sakilik, içki arkadaşlığı yapıp, eğlenmelerini sağlayan bu Yahudilere ne
demeliydi?
Yahudiler değişik
dönemlerde ve değişik münasebetlerle özel imtiyazlar elde ettiler, ama neden
vatanlarında yaşadıkları başka halklara tabii haklarından dolayı kin besliyor
ve özel durumlarından dolayı elde ettikleri bu imtiyazlardan taviz vermeden
aynı hakları istiyorlardı?
Yahudiler her zaman
her şeyi istiyor, hiçbir şeyden de vaz geçmiyorlardı. Örneğin Roma
İmparatorluğu sınırları dahilinde mahalli işlerin idare edildiği meclislere
katılmak için yaşadıkları şehirlerde vatandaşlık hakkı elde etmeye
çalışıyorlardı. Kendilerine özel mahallelerinde kendi işlerinin çekip
çevrilmesi konusunda bağımsızdılar, ama bu haklarından vazgeçmeden şehir idare
meclisinde de bulunmak istiyorlar, elde ettikleri imtiyazlara ilaveten ülkenin
yerli halkının haklarından da faydalanmayı arzuluyorlardı. Kendilerine “Tamam,
kendinizi yabancı olarak görmekten vaz geçin, hiçbir çekince koymaksızın
vatandaşlar arasına katılın; bütün haklardan faydalanın ve tüm yükümlülükleri
yerine getirin" denildiğinde cevapları şu oluyordu: “Tüm haklara evet, ama
tüm ^kümlülüklere hayır!"
--- ---- •
İşin en tuhaf yanı
da, dini gelenekler açısından kendilerini düşman toprağında ikamet eden kişiler
olarak gördükleri halde, Roma İmparatorluğu sınırları dahilinde vatandaş
haklarını talep etmeleriydi. Onların nazarında İsrail toprakları dışındaki her
yer “necis"tir, düşman toprağıdır; İsrail halkının dışındaki her halk
onların düşmanıdır. “Ama sen, kulum Yakub! Korkma, çünkü ben senin yanındayım.
Seni aralarına sürdüğüm ulusların hepsini, tümüyle yok edeceğim. Ama seni asla
yok etmeyeceğim.. "
Diğer halkları,
özellikle de avam tabakasını, Yahudi'ye karşı kin bağlatan hususlardan biri
de, her yerde Yahudi'yi devlet adına vergi tahsildarı olarak görmesidir. Kral
naipleri ve eyyamcılar, malları güvence altında olsun diye saldıkları tüm
vergilerin zengin kişi veya cemaatler tarafından toplanmasını özellikle istiyorlardı.
Çünkü vergi mültezimi devletin saldığı vergiyi topla makta başarısız olması
halinde eksik kısmı kendi kasasından karşılayabilirdi. Tabii olarak mültezim
hükümete taahhüt ettiği vergiden daha fazlasını toplayabilmek için yine
devletin himayesinde,her türlü zulmü sergileyebiliyordu. Yahudi vergi tahsildarlarının
yığdıkları muazzam servetler, sahip oldukları geniş yetkiler hakkında hayali
hikayeler insanlar arasında kuşaktan kuşağa aktarılmıştır. Halkı Yahudilere
karşı kin beslemeye sevkeden hususlardan biri de, Yahudi mültezimlerin vergi
toplama konu: sunda kendi halkına karşı müsamahakâr, diğerlerine
karşı ise; gaddar olmasıdır.
Tarihçi G. Downey,
imparator Neron zamanında Roma vergi
politikasının belirlenmesinde Yahudilerin etkisine işaret ederek, köylünün
maruz kaldığı zulmün sorumluluğunu onlara yüklemektedir. Çünkü bu politika
tarıma zarar vermiş ve onu zarara uğratan bir uğraşı durumuna getirmiştir ki,
sonuçta köylülerin bir çoğu toprağını terkederek karnını doyurmak için
hırsızlık ve eşkıyalığa soyunmuştur.
Unutmamak gerekir
ki, diaspora Yahudilerinin çok büyük bir kesimi toprak ve ziraatla uğraşmış, bu
yüzden Yahudiler tarım alanlarında uygulanan vergi politikasından diğerleri
kadar etkilenmemişlerdir.
Diğer halkların
Yahudileri sevmemesi bir su-i zandan veya yanlış anlamadan kaynaklanmış
değildir. Aksine halkların Yahudileri sevmemeye başlaması, onların geleneksel
liderlerinden ve uydurma kitaplarından tüm halklardan nefret etmeyi, onlara düşman
muamelesi yapmayı öğrendikleri kanaatine kesin olarak varmalarından sonradır.
Yahudiler iktidarı ele geçirdiklerinde zulmetmiş ve cebberrut davranmış, ama
ayaklan kaydığında yeraltına çekilip faaliyetlerini karanlıkta
sürdürmüşlerdir.
Halkların
Yahudileri sevmemesinin bir diğer sebebi de tahkir düşüncesidir. Çünkü Yahudi
yaşantısına baktıklarında ondan nefret etmekten ziyade tarihin çarpıtılıp
kitaplarına sokulmasından, düşmanlarına karşı mücadelede her tür asalet
duygusundan uzaklaşmaya kadar onu tahkire davet eden hususlar buluyorlardı.
Yahudi, amacına ulaşmak için büyüye başvurmaktan da çekinmemiştir. Bilindiği
gibi büyü Îbranîlerin ve daha önceki halkların bildikleri bir sanattır. Tevrat,
Yahudileri bu işten menetmiş, tahtı Davud'a bırakan Şaul da bu işle
uğraşanları ülkeden kovmuştu.11 Yahudi avam tabakası baş kahinin
giydiği ayin elbisesinin sihirli bir güce sahip olduğuna inanıyordu ve dolayısıyla Romalıların bu merasim
elbisesini müsadere etmeleri Yahudi mukaddesatına aleni bir düşmanlık olarak
nitelendirilmişti.
Yahudi polemikleri
Antisemitizm
konusunda yukarıdakilere ilave olarak diyebiliriz ki, Yahudileri aşağılamayı,
onlardan nefret etmeyi başlatanlar Yunanlılar ve diğer halklar değildir. Araştırmacılar,
Yunanlıların M.Ö. 111. Yüzyılın son dönemlerine kadar Yahudilere sempati
beslediklerini, hatta bazı hallerde hüsn-ü nazarla baktıklarını, ama
İskender'in ve Mısır ve Suriye'deki ilk ardıllarının ölümünü müteakip bu
balayının sona erdiğini, iki taraf arasında sürtüşmelerin başladığını
belirtmektedirler.
Yunan elitleri,
Roma'nın yıldızının parlamasından sonra Yahudilerin kendilerine besledikleri
dostâne duyguların sahte olduğunu, çok geçmeden Yahudilerin kalbindeki Yunan
sevgisinin yerini Romalı sevgisine bıraktığını görmüş, böylece onlara kötü gözle
bakmaya başlamışlardı. Gerçekten de Yunan şehirlerinde yaşayan Yahudiler,
Akdeniz'in doğu havzasında Yunan yıldızının sönmeye, yerine Roma yıldızının
parlamaya başladığını hissettikleri an, "hemen yönlerini değiştirip,
Romalıların hizmetine girmekte, onların askeri seferlerine iştirak etmekte
tereddüt göstermemişlerdi. Judaea'da Haşmoneylerin Selevkuslara karşı Roma'dan
yardım istediklerini, Roma'nın da Yahudileri manevi himayesi altına almaya sıcak
baktığını hatırlayalım.
Yukarıda belirtilen
diğer nefret ve aşağılama unsurları iyice belirginleşince, Yunanlı aydınlar
kalemlerini Yahudilerin kötü yönlerini ortaya koymak, onların nüfuz ve para
kazanmak için aşağılık yollara başvurduklarını göstermek için oynatmaya
başlamış, onların kendi mahallelerine gömülüp kalmalarıyla, orada tuhaf dini
gelenek, âdet ve törenlerini uygulamalarıyla alay etmişlerdi.
Hellenik Roma
dünyasının tanıdığı en meşhur edebiyatçıların bazıları Yahudilere düşmanca
tavır sergileme hareketine katılmışlardır. Müthiş hatip Apollonius, dilci ve
aynı zamanda İskenderiyeli retorik düşünce ekolünün önderi Apion, meşhur
Romalı siyasetçi Çiçero, hayatını aşağılıklarla mücadeleye adamış Seneca..
bunlar arasındadır.
Antisemitistlerin
Yahudilere karşı yönelttikleri suçlamaların hepsinin doğru ve haklı olduğunu
söyleyemeyiz. Unutmamak gerekir ki, bu antisemitistler putperesttiler ve
Yahudileri suçlamalarının en önemli sebebi _de onların o sıralar devlete ve
vatana sadakatin yegane sembolü olarak görülen ' imparatora tapmayı reddetmeleriydi.
Ama imparatora tapmayı reddetmeleriyle, onun kendilerine karşı âtıfet
göstermesini ve hoşnutluğunu kazanmak için yalakalık yapmalarını da te'lif
edemeyiz.
Yahudi tarihçi
Josephus, Yahudi düşmanlarının ithamlarını çelişkili olarak nitelemekte ve
dolayısıyla onların batıl ithamlar olduğu sonucuna ulaşmaktadır. Örneğin
Apollonius'a yazdığı reddiyede bu çelişkiye işaretle şöyle demektedir:
“Apolonius bizi bir yerde kafir ve insanlık düşmanı olmakla suçluyor, başka bir
yerde korkak olarak gösteriyor, ama üçüncü bir yerde hiçbir şeyi takmayan
çılgınlık derecesinde tehevvür sergilemekle suçlayarak kendi kendini
nakzetmektedir."
Britannica
Ansiklopedisi ise Josephus'un ithamlara karşı verdiği cevaba şu sözlerle yorum
getiriyor: “Bu suçlamalardaki çelişki, her dönemde antisemitist edebiyatın
sabit alametidir.”
Ama Yahudi tarihini
incelediğimiz zaman asıl çelişkinin onların yaşantılarında olduğunu ve
antisemitist dedikleri kişilerin sözlerinin temelsiz bir suçlama olmadığını
görürüz.
Gerçi Yahudiler
imparatora hiçbir zaman gerçek anlamda ibadet etmediler, ama amaçlarıyla
ilgili olduğunda ona bağlılıklarını ispat için herhangi bir bedel ödemekte
tereddüt etmiyorlardı. Bu yüzden Apollonius onları aynı anda hem korkaklık, hem
de te hevvürle suçlar ki, bana göre,haklıydı. Yahudilerin tabiatındaki bu
çelişkiye işaret eden tarihi şahitler çoktur.
Belki de bunu
doğrulamak için tarihin sayfalarını didiklememize ihtiyaç yoktur. Bu çelişki
konusunda bir örnek sunmamız yeterlidir. Korkaklıkları konusunda vereceğimiz
örnek Davud'un lsrail oğulları için şekillendirdiği ilk siyasi örgütlenmenin
Gatalı Attay'ın yönetimindeki altı yüz Filistinliden oluşan çetenin yardımıyla
oluştuğudur. Tehevvürlerine gelince, düşmanlarından zayıf olduklarını unutarak
onlara vahşice davranmaları çılgınlık noktasına varan bir tehevvürün açık
belgisidir. Romalılara karşı tapınağın ikinci kez yıkılmasına yol açan baş
kaldın olaylarında korkaklık ve tehevvür gibi iki zıt özelliğin bariz
örneklerini buluruz.
Uzağa gitmeye gerek
yok. Modern İsrail, Yahudi yaşantısındaki çelişki yumağının en yakın ve en
doğru şahididir. Çünkü dört bir yanı Arap ülkeleriyle çevrilmiş Filistin
toprağında bir Yahudi devletinin kurulması, özü itibariyle bir çılgın
tehevvürüdür. Arap halklarının bugün içinde bulundukları zaaf ve geri kalmışlık
durumu ne olursa olsun, Sanhedrin'in çevresi kuşatılmış bu gettoda lsrail
denilen bir devleti kurdurmakla tüm Yahudilere karşı en çirkin komployu kurma
'suçunu işlediğini tarih ispat edecektir.
Sanhedrin büyük
güçlerin ne kadar yardımını alırsa alsın, ne kadar paralı asker kullanırsa
kullansın, bu durum asla eşyanın tabiatını değiştirmeyecek, seyyar tacir asla
kahraman bir savaşçıya dönüşmeyecektir. Kutsal kitaplarının ruhuna çirkinlik,
hilekârlık ve zifiri karanlıkta dolap çevirme damgasını vurduğu bir halk,
korkaklık ve tehevvür arasında bocalayıp kalmaktan kurtulamaz. Bir aykırılıklar
kümesi..
Sanhedrin'in İsa'ya
karşı tutumu da Yahudi'nin korkaklıkla tehevvür çelişkisinin bariz bir
şahididir. İsa'yı takibata uğratmak, ona düşmanlık peyda ettirmek, Sanhedrin'in
ruhundaki açık korkaklığa delalet etmektedir. Romalı validen onu tıpkı
aşağılık insanlar ve hırsızlar gibi asarak öldürmesini istemeleri ise, tehevvürlerinin
ve işin akibetini görebilecek basirete sahip olmadıklarının açık bir
delilidir. İsa peygamberin Sanhedrin üyelerini içi pislikle dolu, dışı badanalı
mezarlar olarak tanımlamaya iten benzetmesi oldukça beliğ bir teşbihtir. Hatta
Matta İncili'nin 23. ba- hının 13-36 ibareleri, elbette ki iki rezillik
arasındaki keskin sınırda duran Yahudi'nin çelişkisininin bir delilidir. “Ey
kör kılavuzlar! Küçük sineği süzer ayırır, ama deveyi yutarsınız!”
Kaydetmek gerekir
ki, nasıl faziletler bir kavme vakfedilmemişse, rezillikler de başka bir kavmin
sırtına yamanmış değildir. İster köklü, ister geçici olsun, iyi veya kötü
sıfatlar, her kavimde şartlara bağlı olarak artar veya eksilir. Bu sıfatlar
arasında herhangi bir .birey veya cemaatın ırkî özelliğinden kaynaklananı
yoktur. Asil içgüdüler adaptasyon ve eğitime bağlı olduğuna göre, ilk ağızda
kazanılan özellikler çevre faktörleri ve hümanist kültür verilerinden ciddi
ölçüde etkilenir. Ne uyuyan sürekli uyur, ne uyanık kişi sürekli uyanık kalır.
Ne hastalık daimidir, ne de sıhhat. Ancak, hayatın şartlan ve tabiatın dengesi
değişince, bazen korkaklar öne atılabilir, çılgınlar kendilerini
dengeleyebilirler (. ..)
Yahudiler ve
uygarlık
Eski Hellen
aydınlarından Yahudi düşmanı olanlar, onları, millet olarak insanlık
medeniyetine kayda değer bir şey sunmamak, uluslararası çapta mümtaz
şahsiyetler yetiştirememekle itham ettiler. Yahudiler hakkında bu görüşü
savunanların en başında eski coğrafyacı Strabon gelmektedir.
Yahudi aydınlarının
kendilerine dokunan bu suçlamalara bir cevap vermeleri gerekirdi. Tarihçiler bu
tür Yahudi edebiyatına “polemik edebiyatı" adım verdiler.
Yahudilerin
hasımlarına cevap vermede kullandıkları üslup birbirinden farklı oldu. Örneğin
İskenderiyeli Yahudi filozof Philo, kendi halkını kayırmacılık ve hamiyet
duygularıyla savundu, ama aynı zamanda hikmet ve vakarı da ihmal etmedi.
Halbuki tarihçi Josephus'da yalanlan gerçeklerle karıştırma eğilimi vardır.
Bir grup Yahudi aydını ise aleni çarpıtma ve hurafalere sığınmayı prensip
edindi ki, bunların en önemlileri Artabanus, Aristobolus ve Aristeas'dır. Bu
müzevvirler ve benzerlerine göre Ibranîlerin büyük atası olan İbrahim,
astronominin kurucusu, Yakub oğlu Yusuf geometrinin babası ve tarımın
mucididir. Mûsa ise Mısır'ı eyaletlere bölmüş, Mısırlılar için hayvanlara
tapınma ritüellerini belirlemiştir. Yine onlara göre Yanun filizoflarından
Sokrat, Eflatun ve Pisagor, felsefelerinin örneğini var olduğu iddia edilen
Mûsa Tevrat'ından almışlardı ve Tevrat'ı avuçlarının içi gibi biliyorlardı.
Polemik edebiyatına
sarılan Yahudiler, iddialarını teyit için mazideki atalarını ve onların
insanlığa sundukları faziletli işleri öven kasideler yazmış, sonra bunları
tarihte yaşadığı iddia edilen ama çoğu hayali kişilerden oluşan Yunan
şairlerine atfetmişlerdir. Aynı Yahudiler fal ve büyüyle ilgili kitaplar
yazarak, bunları eski putperest falcılara atfetmiş, bu falcıların Allah'ın tüm
insanları doğru yola sevketmesi için Yahu halkını seçtiğini haber verdiklerini
ileri sürmüşlerdir. "Mesih, putlara tapmayı terkeder ve diri olan Allah'a
hizmet ederlerse, tüm halkları kurtarmak için gelecektir.”16
Polemik edebiyatına
sarılan sahtekâr Yahudiler, insanları yanlış yönlendirmek amacıyla
kimliklerini gizlemeyi tercih etmişlerdir. Örneğin Aristeas, kendisinin aslen
Yunanlı olduğunu, Yahudiler ve Mûsevilik hakkında yalnızca bir dost olarak
kalem oynattığını ileri sürmüş, ama daha sonra araştırmacılar onun muahhar
Ptolemeler zamanında yaşayan İskenderiyeli bir Yahudi olduğunu ortaya
çıkarmışlardır.
Yine araştırmacılar
polemik edebiyatı yapan Yahudilerin tamamının Hellenleşmiş diaspora Yahudileri
olduğunu, yazdıkları şeylerde Hellen kültüründen ciddi şekilde
etkilendiklerini, Mûseviliği ve eski önderlerini savunmaya çalışırken doğrudan
Hellen kültürünü övdüklerini tespit etmişlerdir. Örneğin Yunan filo'
zoflarının hikmeti Mûsa'nın Tevrat'ından öğrendikleri iddiası aslında Yunan
filozoflarının üstünlüğünü zımnen itiraftır. Ama polemik edebiyatına
soyunanlar, gerçekleri çarpıtarak bu üstünlüğü Tevrat'a maletmeye çalışmışlardır.
Keza İbranilerin atalarının kadim uygarlıkların, astronomi, tarım ve
şehircilik vs. nin mucit ve kurucuları oldukları iddiası da, Yahudi
aydınlarının yabancı uygarlıkların temel unsurlarına duyduğu saygının bariz
bir göster- gesidir. Çünkü bu temel unsurların intihalinde, haksız yere eski
kültürlerine bağlamakta tereddüt etmemişlerdir.
Bu polemik
edebiyatı da müdafisiz değildi ve sahtekârlar, gerçekleri çarpıtanlar
suçlayacak birilerini bulmuşlardır. Deniliyor ki,' inançları lehine delil getirmek
amacıyla çarpıtma ve tezvire başvuran dindar Yahudiler, kesinlikle tezvirin ve
çarpıtmanın ne olduğunu bilmeden iyi niyet ve hakiki imanla bunu yapmışlardır.
Hatta" polemik edebiyatını masum gösterenler daha da ileri giderek, sahtekârların
hile ve yalancılıkla suçlanmasını reddetmiş ve şöyle demişlerdir: Sahtekârlar,
yaptıkları işten Allah'ın hoşnut olduğuna inanmalarının dışında bir tezvirde
bulunmamışlardır, çünkü puta tapmak ve gerçekleri çarpıtmak gibi iki kötü işten
birini tercih etmek zorundaydılar. Laf aramızda, bir kaside yazarak onu
geçmişte yaşamış kişilere atfetmek gibi bir çarpıtma, putlara tapmakla kıyaslanınca
ehven-i şerdir. Devasız bir hastayı az zararlı bir bakteri iğnesiyle şifaya
kavuşturmak da iyi bir iş değil midir?
Polemik
edebiyatının olumsuz etkileri
Polemik
edebiyatıyla uğraşan Hellenleşmiş Yahudilerin, Musevilik adına bir tebşir
görevi yerine getirme gibi dertleri yoktu, aksine onlar, bazen haklı bazen
haksız olarak yönetilen suçlamalar karşısında kendilerini savunuyorlardı.
Sünnetsizlerin
tepkilerinin Yahudilere kin kusmaktan, intikamda ifrata, ortaya attıkları
görüşlerin, savunmaların doğruluğuna inandırmaya ve taraftar toplamaya kadar
bir çok sahada olması zaten beklenirdi. Yahudilere âtıfet besleyen sünnetsizlerden
işi sonuna kadar götürüp ahir akibette tam anlamıyla Museviliğe geçen, şeriatta
belirtilen tüm öğreti ve yükümlülükleri yerine getirenlere, onları İsrail
oğullarından ayırt etmek için “mühtedi” adı verildi. Yine sünnetsizler arasında
Yahudilere âtıfet beslemekle birlikte şeriat kurallarını ağır bulan, Yahudi
ritüellerini, yasaklarını ve zorunlu uzleti hiçe sayan ve bazı mali
yükümlülükleri yerine getirmekten kaçınanlara ise “Allah'tan korkanlar"
veya “Tanrı'ya tapanlar" denildi.
Hellenleşmiş Yahudilerden
bazılarının, Musevi olmak isteyen sünnetsizlere kolaylık olsun diye sünnet
olmak ve cumartesi günü çalışmamak gibi kimi şeriat emirlerinin kaldırılmasını
istedikleri, Yüksek Kurul’un bu talebe onay vermeyi reddetmesine rağmen, yine
de Yahudilere atıfet besleyenlerin hoş karşılanması, onlara hüsn-ü ikbal
gösterilmesi ve “Allah’tan korkanlar" veya “Tanrı’ya tapanlar” adının
verilmesini olumlu karşıladığını kaydetmek gerekir.
Belki
'de Yüksek Kurul’un bu sahada gösterdiği kolaylık, Yahudi sempatizanların
kendi çıkarlarına hizmet etmesini teşvik etmek, nüfuzunu artırmak ve
düşmanlarına darbe indirmek amacına matuftu. '
Bu eski Yahudi
metodunu günümüzde uluslararası siyonizmin çalışma şeklinde de görüyoruz.
Yahudi olmayan bazı bireyler ve gruplar tüm enerjilerini siyonizmin amaçlarının
gerçekleşmesine teksif etmektedirler. Yeri geldiğinde bu konuya tekrar
dönülecektir.
Erken Hristiyanlık
çağında diaspora Yahudilerin bir arada yaşadıkları toplulukların ileri gelen
kesimi arasından taraftarlar bulmak için çaba sarfettiklerini biliyoruz.
Elçilerin İşleri kitabının yazarı Yahudilerin Antakya’daki dostları Tanrı’ya
tapanları İsa’nın şakirtlerine ve ondan sonra Hristiyanlığı yaymaya çalışanlara
baskı yaptırmak için nasıl kullandıklarına işaret etmektedir: “Ne var ki
Yahudiler, Tanrı’ya tapan saygın kadınlarla kentin ileri gelen erkeklerini
kışkırttılar. Pavlos’la Barnabas’a karşı bir baskı hareketi başlatıp onları
bölge sınırlarının dışına attılar. ”
Demek ki Yahudiler
aristokrat tabakaya mensup Tanrı’ya tapanları ve mühtedileri, amaçlarını
gerçekleştirmek için nüfuzlarından faydalanmak maksadıyla seçiyorlardı.
XXV
Bahsettiğimiz çağda
Yahudilere yardım eli uzatan sünnetsizlerle ilgili önemli bir hikayeye sahibiz.
Belki de bu hikaye, hunriz Neron'un Roma'yı yaktıkları suçlamasıyla erken
Hristiyanlara yaptığı takibatın sebeplerine biraz daha aydınlık kazandırmamıza
yarayacaktır.
Neron, Miladi 37
yılında Domitius'un oğlu olarak dünyaya geldi. Annesi, imparator Claudius'un
kızkardeşinin kızı ve aynı zamanda imparatorun dördüncü karısı olan Agrippina
idi. Agrippina, devlet idaresinde ipleri ele geçirmek istiyor; kocası ve aynı
zamanda dayısı olan Claudius'un ölümünden sonra tahta oğlu Neron'u çıkarmayı
amaçlıyordu. Neron'u Claudius'un üçüncü karısı Messalina'dan olan kızı Octavia
ile evlendirdi. Claudius, Miladı 54 yılında zehirlenerek öldürüldü.
Belki de Agrippina iktidara giden yolu kısaltmak istemiştir. Çünkü Claudius'u
öldüren zehiri onun hazırladığı söylenir. Böylece Neron henüz 17 yaşındayken
tahta çıktı.
Neron, aşırı
tedirgin ve çelişkili bir kişiydi. Sanata düşkünlüğü sebebiyle Hellenizme
aşırı bir sevgisi vardı. Roma'nın mutluluk kaynağı olan vahşi oyunları
sevmediğini gizlemedi ve hatta gladyatörlerin yırtıcı hayvanlarla boğuşma
oyununu kaldırdı. Buraya kadar Neron'u temiz ruhlu, şefkatli bir insan olarak
görüyo ruz. Fakat sonradan ne olduysa, birden yırtıcı bir vahşiye dönüştü.
Artık insanlıkla bağdaşmayan en çirkin suçları işlemekten çekinmiyordu.
Annesinin her işe
burnunu sokmasından sıkılıyor ve bir kukla değil, imparator olduğunu ispat
etmek istiyordu .. lşte tam o günlerde ruhunu, kalbini ve aklını pençeleri
arasına alan Poppaea'yla karşılaştı.
Poppaea, son derece
şuh ve fettan bir kadındı. Fevkalâde güzelliğinin yanı sıra hayli akıllıydı
da. Ama kayıtsızdı. Yüksek idealleri vardı, sıradan bir hayatı bırakmış,
kendini kafasındaki amaca hazırlamaya başlamıştı.
Miladi 58 yılında
Neron'la karşılaştığında devlet ricalinden biriyle evliydi, fakat ona bir oğul
verdikten sonra tekmeyi basmış ve Neron'un çok samimi arkadaşı Otto ile evlenmişti. Neron böylece bu fettan kadım
tanımak için yeterli fırsatı yakalamış, aradığı yitik malını onun cazibesinde
bulmuş, onun baştan çıkartıcı çekiciliğiyle çarpılmış, adeta kara sevdaya
tutulmuştu.
Poppaea'yla ilk
karşılaşmasını takip eden yıllar zarfında Neron'un hayatındaki en önemli olay
bu aşktı. Poppaea'yla başbaşa kalabilmek için ilk önce onun kocası ve aynı
zamanda kendisinin samimi arkadaşı olan Otto'yu imparatorluğun bir eyaletine
vali olarak atadı. Fakat Poppaea Neron'un sıradan bir odalığı değil, gözdesi ve
imparatoriçesi olmak istiyordu. Bir yandan Neron'la annesi, diğer yandan
Neron'la karısı arasındaki çekişmeyi farkettikten sonra, taraflar arasındaki bu
çatlakta kendi yolunu genişletmeye girişti. İşin sonu korkunç şekilde kanlı
bitecek ve perde oğlunun kılıcıyla can veren annenin ölümüyle kapanacaktı.
Neron, anasını öldürmeden önce olaya takdir-i ilahinin bir tecellisi süsü
vermeyi planlamış, adamlarına annesinin tek başına gezintiye ' çıktığı tekneyi
batırmalarını emretmiş, ne var ki tekne batırılmasına rağmen Agrippina yüzerek
sahile ulaşmayı ve kurtulmayı başarmıştı. Ama Neron eli kolu bağlı oturmayı
kabul etmedi ve bir hileyle annesini öldürerek, imparator oğlunu öldürmeye
teşebbüs ettikten sonra vicdan azabına dayanamayıp intihar ettiğini duyurdu.
Neron, karısı
imparatoriçe Oktavia'dan da zina suçuyla itham edip, öldürtmek suretiyle
kurtuldu. Artık Poppaea'nın önünde engel kalmamıştı. Nihayet Miladi 62 yılında imparator
onunla evlendi ve böylece bu fettan kadın emeline ulaşmış oldu.
Rivayete göre bir
defasında Neron'la Poppaea arasında şiddetli bir tartışma çıkmış ve Neron
hayvani bir öfkeye kapılarak attığı ağır bir tekmeyle karısının işini
bitirmiş. N eron sonra çok üzülmüş ve işlediği cinayetin bedelini ödemek
istermiş gibi onu doğu kraliçelerine has bir şekilde mumyalatıp, Roma tanrıları
arasına koydurmuş.
Neron bu olaydan
sonra fazla yaşamadı ve 9 Haziran 68'de • terk-i dünya eyledi.
Peki
sonrası? Yahudiler ve erken Hristiyanlardan gelen “mühtediler" ve Tanrı'ya
tapanlar bu hikayenin neresindeydiler? Bu dramatik hikayenin bizim konumuzla ve
yaptığımız tahlille alâkası ne? ’
Poppaea, doğu
dinlerini tamahkâr kişiliğini oluşturmaya layık bir unsur olarak görüyordu ve
diğer dinler Roma'da yasak olduğu için gözüne ilişen tek din Müsevilikti.
Josephus’un
büyükelçiliği
Bu
Yahudi tarihçi, Kudüs'deki Sanhedrin'in kararıyla Roma' imparatorunu tutuklu
bulunan birkaç Yahudi kahinini serbest bırakmaya ikna etmek amacıyla başkente
gelmişti. Bu kahinler Caesaria'da vali Phelix tarafından tutuklanmış, kimine
göre ağır, kimine göre önemsiz bir suç işledikleri için yargılanmak üzere korumalarla
birlikte Roma'ya gönderilmişti.3
Elimizdeki pek çok
kaynaktan hiçbirinde, söz konusu kahinler tarafından işlenen ve Roma'ya
gönderilmelerine sebep olan bu hafif veya ağır suçun ne olduğu konusunda bilgi
bulamadık. Keza Sanhedrin'in bizzat ilgilenip, kurtarılmaları içinjosephus'u
elçi olarak gönderdikleri bu kahinlerin önemini de anlayamadık. Josephus'un
Roma'ya geliş tarihi konusunda da tarihçiler arasında bir söz birliği yok.
Kimine göre Filistin'de Miladi 66 yılında başlayan Yahudi isyanından önce,
kimine göre de 64 yılında Roma'ya gelmiştir. Britannica Ansiklopedisijosephus'un ziyaret
tarihi olarak 64 yılını gösterirken, Yahudi Ansiklopedisi yalnızca Josephus'un
Roma'yı ziyaret ettiğinde 26 yaşında olduğuna işaret etmekle yetinmiş.
Yahudi
Ansiklopedisi Josephus'un 37138 yılında dünyaya geldiğini belirttiğine göre bu
ziyaretin 63 veya 64 yılında gerçekleştiği sonucuna varabiliriz. Bu durumda rahatlıkla onun 64 yılından önceki
bir tarihte bu ülkeyi ziyaret ettiğini söyleyebiliriz.
' Josephus,
imparatorluk sarayında bir Yahudiyle karşılaşır. Bu şahıs onu imparatoriçe Poppaea'ya takdim
eder. Yahudi elçinin talebini kabul eden Poppaea, kahinlerin affı konusunda
imparator nezdinde ricada bulunur. Böylece tutuklular serbest bırakılır
vejosephus arkadaşlarıyla birlikte ve değerli hediyelerle Kudüs'e döner. Geri
dönüş, tapınağın ikinci kez yıkılmasıyla son bulan isyan ateşinin
yakılmasından önce ve 66 yılında gerçekleşmiştir.
Poppaea ve
Yahudiler
Poppaea'nın
Yahudiler için yaptıkları yalnızca bu hikayede oynadığı rolle sınırlı
değildir. Aksine o, Neron'un sarayında Yahudilerin sağlam dayanaklarıydı.
Yahudi Ansiklopedisi onun Yahudiler lehine yaptıklarından övgüyle söz ederek
şöyle diyor:
“Festos'un Filistin
valiliği yaptığı dönemde (Miladi 60-62) Kudüs tapınağında görevli kahinlerle
iğrenç kral 11. Agrippas arasında bir tartışma çıktı. Tartışmanın sebebi
Agrippas'ın ikametgahın da tapınağa nazır bir bar yaptırmış olmasıydı.
Kahinler barın tapınağın iç kısmına nazır olmasını binanın kutsiyetinin
çiğnenmesi olarak değerlendirdiler ve Agrippas'ın barına takılanların nazarları
düşmesin diye araya bir duvar çektirdiler. Agrippas Roma valisi Festos'a
müracaat ederek kahinleri duvarı yıkmaya zorlamasını istedi. Kahinler valinin
talebini reddettiler ve mesele Neron'a arzedildi. Poppaea'nın devreye girmesi
ve kahinlerin yanında yer alması sebebiyle Neron duvarın yıkılmasına izin
vermedi."
Aralarında
Taberiye'nin de bulunduğu dört şehri kasabalarıyla birlikte krallığına kattığı
için Neron Il. Agrippas'a ziyadesiyle sempati besliyordu. Buna rağmen
Poppaea'nın kahinlerin yanında yer alması, Neron'un hem kral Agrippas, hem de
imparatorun Filistin'deki vekili olan vali Festos'un arzusunun hilafına karar
alması için yeterli olmuştu.
Poppaea'nın
Yahudilerin ve özellikle kahinlerin yanında yer almasını sağlayan bu hamasetin
sırrı nedir? Yahudiydi desek, doğuştan Yahudi olmadığı kesin. Acaba bir
“mühtedi" veya Allah'a inanan Yahudilerden miydi yahut Yahudilere arka
çıkması kendini beğenmişliğinden mi kaynaklanıyordu?
Tarihçiler Poppaea
için şöyle diyorlar: “Poppaea, doğu dinlerini tamahkâr kişiliğini oluşturmaya
layık bir unsur olarak görüyordu ve diğer dinler Roma'da yasak olduğu için
gözüne ilişen tek din Musevilikti.
Josephus
imparatoriçe Poppaea'dan bahsederken onu “mühtediler" (proselytes)
listesine dahil etme cesaretini gösteremiş ve yalnızca “Yüce Tanrı'ya inanan
bir kadındı" demekle yetinmiştir."
Yahudi
Ansiklopedisi, Poppaea'nın Roma'nın yüksek ailelerine mensup kadınlara yaraşır
bir davranış sergilediğini ve Museviliğe meylettiğini belirterek, ölünce
Yahudi âdetlerine göre defnedilmesini vasiyet ettiğini, ama Neron'un bunu
yerine getirmediğini belirtmektedir.
Bu konuda bir
tahlil yapmadan önce Yahudi Ansiklopedisi'nin Roma'nın yüksek sosyetesine
mensup kadınlarının Museviliğe meyletmesiyle övünmesi üzerinde biraz dursak iyi
olur.
Tarihin erken
Hristiyanlık çağındaki sosyal durumlarla ilgili rivayetleri, o sıradaki Roma
yüksek sosyetesine mensup kadınların birinci derecede ilgi odağı olan Müsevik
konusunda oldukça kötüdür. O sıralar zaten toplum ahlaki çöküntü halindeydi. Roma'nın
yüksek sosyetesinin birinci meşgalesi olan komplo ve desiselerle ilgili bazı
örnekler vermiştik.
Roma toplumunun
skandallar ve iğrençliklerle kirlenmesinde en büyük rolü kadınlar oynuyordu.
“Augustus'un zinayı suç kabul eden bir kanun çıkarmasına rağmen, Caligula gibi
uçkur düşkünleri, bizzat Augustus'un kızı Julia ve lll. Claudius'un hatunu
Messalina gibi imparatorluk ailesine mensup kadınlar, iğrenç seks günahlarının
tiksindirici örnekleridir. ”
Müseviliği
korumanın ve ona inananları çoğaltmanın hiçbir zaman Sanhedrin'in hedefi
olmadığını biliyoruz. O, taraftarları ve mühtedileri (proselytes) cezbetmekle
uğraşıyordu ve en büyük, belki de tek düşüncesi Yahudilere ve Müseviliğe
faydası dokunacak en nüfuzlu ve otoriter kişileri dünyevi çıkarlarına hizmet
için kullanmaktı.
Isa peygamberin din
bilginleri ve Ferisllere hitap ederken kullandığı şu sözler bizi bu satırları
yazmaya zorlamaktadır: “Yazıklar olsun size, ey din bilginleri ve Ferisîler,
iki yüzlüler! Tek bir kişiyi dininize döndürmek için denizleri, kıtaları
dolaşırsınız. Dininize döneni de kendinizden iki kat cehennemlik yaparsınız.”
Her halükârda
Poppaea, fitnesine ortak olan Neron nezdindeki nüfuzunu özel hallerde Yüksek
Kurul ve genel olarak Roma Yahudileri için sonuna kadar kullanmıştır.
Tarihçilerin Romalı Yahudilerin Neron zamanında hiç de mütevazi olmayan bir
nüfuza sahip oldukları şeklindeki sözleri aynıyla hakikattir.
Hristiyanlara
takibat
64 yılında Haziran
ayının bir gecesi Roma'yı yakıp kavuran meşhur yangın birden başladı. Tam yedi
gece devam eden yangın başkentin yarısından fazlasını kül etti.
Bugüne kadar
yapılan araştırmalar gerçek faili tam olarak ortaya çıkarabilmiş değil. En
ağır itham altında kalan kişi Neron'du. Rivayete göre Neron eski Yunan
edebiyatına âşıktı. Efsanevi Yunan ozanı Homeros'un Truva'nın yakılışı
destanını ezbere bilir ve hep bu yangın manzarasını gözünde canlandırmaya çalışırdı.
Nihayet hayalini gerçekleştirmek istedi ve Roma'yı yakarak, korkunç alevlerin
orayı burayı yalamasını zevkle seyrederken, bir yandan da Homeros'un Truva
yangınıyla ilgili destanını enstrümanıyla çalıp terennüm ediyordu. Başka bir
rivayete göre ise Neron dünyanın en büyük başkentini yeniden kurdururken
güzelliğin asil zevkini tatmak amacıyla sara nöbetlerinden birinde Roma'yı
yakmıştır.
Ne var ki Neron'un
yangını çıkartan kişi olarak suçlanmasıyla ilgili bilgilerin hiçbirisi kesin
bir delile istinat etmemektedir.
Roma başkentinde
yaşayanlar Hristiyanları hedef alan her türlü iftirayı tastik etmeye
hazırdılar. Onların her türlü kötülüğü yapabilecek tiynette kişiler olduğu
şeklinde propagandalar yürütülüyordu. Böylece imparator ve çevresindekiler
parmaklarıyla Hristiyanları göstermeye başladılar. Kasıtlı olarak yangın çıkartmanın
cezası diri diri yakılmak olduğu için, bu kanun Hristiyanlara darbe indirmek
amacıyla kullanıldı. Sonuçta kimisi yakıldı, kimisi asıldı, kimisi çılgın
köpeklere yem olması için hayvan postları içine sokuldu.
Gerçek nerede?
Gerçeği bulmamız
için olayların bir tahlilini yapmamız gerekiyor. Karşımızdaki sahnede üç gruba
ayırabileceğimiz aktörler var:
a)
Saray yani Neron ve karısı Poppaea;
b)
Josephus'un temsil ettiği Sanhedrin;
c)
Roma'da başlarında Papa Pavlos'un bulunduğu
Hristiyanlar.
Şimdi olayların
seyrine bir bakalım.
Kudüs'deki
Sanhedrin, çok geniş bilgisi, aşırı zekası ve enerjisiyle Yüksek Kurul'un
çıkarlarına zarar verecek şekilde Hristiyanlık propagandası yapan Aziz
Pavlos'dan kurtulmaya karar ver-
miş ve onun Miladi
58 yılında Kudüs'e gerçekleştirdiği beşinci ve son ziyareti sırasında tasfiye
edilmesi için elinden geleni yapmıştı, ama Lisias adında Romalı bir subay onu
katillerin elinden kurtarıp korumalar eşliğinde Caesaria valisi Felix'e teslim
etmişti. Pavlos burada iki yıl hapis yattıktan sonra, yeni vali Festos davasını
imparatorun huzurunda anlatması için onu Roma'ya göndermekten başka bir yol
bulamamıştı. Pavlos, Roma vatandaşı haklarına sahipti ve kendi durumuyla
ilgili son merci olarak derdini imparatora arzetme hakkı vardı.11
Devlet ricali
arasında da Hristiyanlığı kabul eden veya ona atıfet besleyenler vardı. Bunu
Pavlos'un Filipililere gönderdiği mektuptan da anlıyoruz: “Bütün kutsallar,
özellikle Sezar'ın ev halkından olanlar size selam ederler.’^2
Kaydetmek gerekir
ki, Neron'un saltanatı sırasında 62 yılından önceki dönemde fiili nüfuz
filozof Seneca ve praefectus Paros'un elindeydi.13 O sıralarda
Yahudilerin durumu pek de iç açıcı değildi ve rüzgarın onlardan yana esmesi
ancak Miladi 62'de Seneca ve Paros'un sahneden çekilip, aynı yıl Poppaea'nın
imparatoriçe ilan edilmesiyle birlikte başlamıştır.
Bu durum bize, Aziz
Pavlos'un Miladi 61 yılı Martında Roma'ya gelişinden sonra iyi muamele
görmesinin ve tekrar hapse gönderilmeyerek dini faaliyetlerini sürdürmesine
imkan tanıyacak şekilde sabit bir adreste kalmaya zorlanışının sebebini önemli
ölçüde izah etmektedir. “Pavlos tam iki yıl kendi kiraladığı ev. de kaldı ve
ziyaretine gelen herkesi kabul etti. Hiçbir engelle karşılaşmadan Tanrı'nın
egemenliğini tam bir cesaretle duyuruyor, Rab İse Mesih'le ilgili gerçekleri
öğretiyordu. ”14
Aziz Lukas'ın
Elçilerin İşleri adlı kitabının en son cümlesi böyle. Ondan sonra Aziz
Pavlos'la ilgili yazılanlar genelde birbirini tutmaz. Onun hakkında
söylenenlerden tercihe şayan olanı, diktatör Neron zamanının son günlerinde
başının kılıçla vurularak Roma'da öldürüldüğüdür. Acaba Neron iki yıllık
zorunlu ikametin ardından Pavlos'u serbest bırakmış mıydı?
Araştırmacıların
bir kısmı bu görüşte ise de, benim olayların seyrinden çıkardığım mütevazi
sonuç tamamıyla başkadır.
Benim kanaatime
göre Aziz Pavlos, muhtemelen Hristiyanlığı kabul eden korumalarının yardımıyla
zorunlu ikamet ettiği yere sığınmak zorunda kalmıştır. Niçin gizlendiği
meselesine gelince, imparatorluk sarayında Yahudilerin nüfuzunun güçlenmesine
yol açan şartlar, olaylan net bir şekilde görmemize imkan tanımaktadır.
Seneca ve Paros
sahneden çekilmiş, Neron 62 yılında Poppaea'yla resmen evlendiğini ilan
etmişti. Bu olay, Yahudi nüfuzunun imparator sarayına girişi, önce
imparatoriçe, arkasından imparatorla olan ilişkilerinde gizlilik ve
çekingenliği gerektiren tüm engellerin ortadan kalkması demekti.
Kudüs'deki Yüksek
Kurul'un olayların bu şekilde gelişmesini sabırla beklediği muhakkak. Nitekim
bu gelişmelerle ilgili haberler Kudüs'e ulaşınca Yüksek Kurul hemen fırsatı değerlendirmek
amacıyla Miladi 63 veya 64'de Josephus'u Roma'ya elçi olarak göndermiştir.
Kanaatimizce
josephus'un Roma'ya elçi olarak gelişi, basit veya ağır bir suçtan dolayı
hapse atılan birkaç Yahudi kahininin serbest bırakılması için aracılık etmekten
çok daha başka bir amaca matuftu. Belgeler bu Yahudi kahinlerin Roma'ya vali
Felix zama• nında sevkedildiklerini gösteriyor. Felix ise Caesaria'da Miladi 52-60 yıllan
arasında görev yapmıştır. İyi ama Kudüs'deki Yüksek Kurul hapsedilen
kahinlerinin serbest bırakılmasını sağlamak amacıyla bir elçi göndermek için
neden bu kadar uzun süre bekledi? Felix'in bu kahinleri görev süresinin en son
günlerinde tutuklatıp Roma'ya sevkettiğini kabul etsek bile, o tarihten
Josephus'un elçi olarak geldiği tarihe kadar geçen süre kesinlikle üç yıldan
daha az değildir.
Şu halde hapsedilen
Yahudi kahinler hikayesi, Josephus'un Roma'ya asıl geliş sebebini gizlemek
için başvurulan bir kamuflajdı.
Roma sarayındaki
bariz Yahudi düşmanlarının ve özellikle Seneca ve Paros'un sahneden
çekilmesinden sonra başkentte Hristiyanlığın tasfiyesi için uygun zaman
gelmişti. Tapınak duvarı meselesinde Yüksek Kurul'un sevgisini kazanmak için
aşırı gayretini ispat etmiş olan “Yüce Tanrı'ya inanan" Poppaea, nihayet
iktidarın en tepesine ulaşmıştı ve dolayısıyla şartlar değişmeden ve fırsat
elden kaçmadan hızlı davranmak gerekiyordu.
Romalı
Hristiyanların ve özellikle de Aziz Pavlos'un olup bitenlerden bihaber
olmadıkları, rüzgarın Yahudi gemisinin yelkenlerini şişirmekte olduğunu gördükleri
şüphesiz. Temkinli hareket etmek zorundaydılar ve bu yüzden Pavlos, zorunlu
ikamete tâbi tutulduğu evden gizlice İtalya'da bilinmeyen başka bir yere
geçmiş ve orada “İbranilere Mektub"u yazmıştı.
Pavlos'un Roma'dan
kaçıp gizlendiği bir sırada Josephus oraya çıkıp geliyordu (Miladi 63 sonları
ve 64 başı arasında).
Yüksek Kurul'un
Neron'un hücrelerine nüfuz etmiş çılgınlıkla Homeros'un Truva destanından
esinlenerek şehri yakıp sonra yeniden kurmanın zevkini yaşamak için böyle bir
deliliği yapmayı hayallediğini yakinen bilmesi şaşırtıcı olmaz. Çünkü
kralların şah damarından girmeyi fettan bir maşuka veya sevgili bir eş yahut
zeki bir nedimden başkası biraz zor başarır ki, biz, Neron'un sarayında
neticede Yahudi olan Poppaea ve bir şaklabanın kişiliğinde bunlardan ikisiyle
tanışmıştık.
Neticede o meşhur
yangından sonra Hristiyanlara karşı şiddetli bir takibat başlatıldı.
Bu işten kimin
çıkan var?
Roma'nın yakılışını
müteakiben Hristiyanlara karşı başlatılan şiddetli takibat münasebetiyle o
klasik soruyu soralım: Bu işten kimin çıkarı vardı?
Acaba bu kişi
Neropolis adını vereceği yeni bir başkent kurmak suretiyle hayalini
gerçekleştirmek isteyen Neron muydu?
Yoksa Roma'nın
tahrip edilişinin başta Yahudiler olmak üzere tacir ve stokçulara şehrin yeniden
imarının sağlayacağı ticari faydaların yanı sıra, Roma ve diğer şehirlerde
Hristiyanların kökünü kazınmasını kendileri için büyük bir zafer olarak gören
Yüksek Kurul muydu?
Eğer bu yangını
çıkarma düşüncesi Neron'un kendi düşüncesi idiyse, onu kraliçesi Poppaea'dan
gizlemesi pek mantıklı görünmüyor. Çünkü Neron'un annesinin öldürülmesinde ve
arkasından çalışma hürriyetlerini sınırlayan tüm unsurları ortadan kaldırmak
için işledikleri cinayetlerde suç ortağı idiler.
Hatta Yüksek
Kurul'un böyle bir yangın çıkarmayı aklından dahi geçirmediğini farzetsek bile,
attığı her adımı amaç ve arzularını gerçekleştirmeye yönelik olan Poppaea'nın
böyle bir komployu saklayarak Yüksek Kurul'dan gizlemesi akla yatkın görünmüyor.
Çünkü çıkarılacak yangının sağlayacağı kazançtan payını garanti altına almak
için, böyle bir plandan haberleri olmasa dahi, Yahudi müttefiklerini
bilgilendirmesi gerekirdi..
Böyle bir çıkar
hesabı olmasa dahi, Yüksek Kurul'un Neron ve devletin sırlarına vakıf olmaları
Roma'daki Yahudilerin Kudüs'deki önderliklerine karşı bağlılık vazifesini
yerine getirdiklerini göstermektedir. Poppaea da bir Yahudiydi ve
Yahudiliğinin üçüncü dereceden yani mühtedi ve Tanrı'dan korkanlar grubundan
olması bağlılığını azaltmazdı.
Olayların seyri ve
yürütülen mantık, onun Roma'nın yakılışındaki sorumluluğu bulunduğuna şüphe
bırakmıyor. Roma'yı yakan veya Neron'a yakması telkininde bulunan bizzat Yüksek
Kurul olmasa bile, Neron'u eğer suçlu o ise, korumuş, suçlunun yakalanması
için sarfedilen tüm çabaları boşa çıkarmak amacıyla onun çevresini sisle
kaplamıştır. Eğer Yüksek Kurul Roma yangınında suç izlerini ortadan
kaldırabilmiş olsaydı, yangının çıkış sebebini şüpheli hale getiremez ve suçu
takibata maruz kalan Hristiyanlar üzerine yıkamazdı.
Roma Hristiyanları,
işin sorumluluğunu Hristiyanların üzerine yıkmaktan başka bir şey
düşünmeyenlerin işledikleri bir suçun masum kurbanları olmuşlardır.
Hristiyanlar
Roma'yı niçin yaksınlar ki? İsa'nın müjdelediği sevgi ve barış prensipleri
inanan kişilerin kalplerindeydi ve canlılığını koruyordu: “Düşmanlarınızı
sevin, size zulmedenler için dua edin."
Erken Hristiyanlar
İsa'nın yeryüzüne hızlı bir şekilde döneceğini umuyorlardı. Hayatta iken onun
döneceğini ümit eden Aziz Pavlos'un şu sözleri de bunu göstermektedir: “Rab'bin
sözüne dayanarak size diyoruz ki, biz yaşamakta olanlar, Rab'bin gelişinde
hayatta olanlar, gözlerini yaşama kapayanların önüne asla geçmeyeceğiz.’47
Dolayısıyla bu
mü'minleri dünyanın sonunun geldiği, kıyametin kopmasının an meselesi olduğu
şeklinde bir inanca kapılmaya sevk eden bir itki bulmak hayli zor. Nitekim
Aziz Pavlos ve ’ Petrus'un Hristiyanları iyi veya kötü olmalarına bakmaksızın
baştaki yöneticilere itaate davet eden şeyler yazmaları da bu konuda teyit
edici başka bir delildir: “Herkes, baştaki yönetime bağlı olsun. Çünkü
Tanrı'dan olmayan yönetim yoktur.. Yönetime karşı direnen Tanrı buyruğuna karşı
gelmiş olur.’48 ; “Sevgili kardeşler, size yalvarırım, cana karşı
savaşan benliğin tutkularından kaçının. Çünkü bu dünyada yabancı ve konuksunuz
.. İnanmayanlar arasında olumlu bir yaşam sürün. Öyle ki, kötülük yapanlarmışsınız
gibi size iftira etseler de, iyi işlerinizi görerek Tanrı'yı, kendilerine
yaklaştığı gün yüceltsinler.’49 Petrus, Hristiyanları hükümdar ve
valilere itaata davet ederek sözlerini şöyle sürdürüyor: “Herkese saygılı
davranın. Kardeşleri sevin. Allah'dan korkun, hükümdara saygılı olun."
Böyle prensipleri
olan bir cemaatin, en korkunç suçlardan birini işleme fiiliyle itham edilmesi
bariz bir çelişki değil midir? Yahut Neron'un Roma'nın yakılışından sonraki
hayatı boyunca en şiddetli takibata uğrattığı Hristiyanların başında bu
prensipleri koyan iki öğretmenin bulunması şaşırtıcı bir farklılık değil midir?
Josephus'un 66
yılında beraberinde değerli hediyelerle Roma'dan Filistin'e dönüşüyle ilgili
olarak yazdıklarını hatırlayalım. Yüksek Kurul nezdinde Roma'dayken
Hristiyanlara yapılan mezalimin bizzat şahidi olan Josephus'un verdiği bol
bilgiden daha değerli bir hediye olur mu?
Evet, Josephus,
Sanhedrin'in elde ettiği kara zaferden mutlu bir şekilde dönmüştü.
***
Hristiyanlığın önde
gelen kişileri zalim Neron'un elinden öyle ağır yaralar almışlardı ki, sonunda
onun öldükten sonra “antichrist" yani Deccal Mesih sıfatıyla bir daha
geleceğine inanmışlardı.
Yahudilerse Neron'u
ödülsüz bırakmadılar. Talmud'da onun ömrünün son günlerinde hidayeti bularak
Yahudi dinine geçtiği, mezarı ziyaret edilen Yahudi rabbilerden Mayer'in onun soyundan gelen bir rabbi olduğu
belirtilmektedir.
Yahudi efsaneleri
nasıl Makedonyalı İskender ve diğer hükümdarı Kudüs'e getirmişse, Neron'u da
Filistin'e getirmiştir. Güya Neron burada bir Yahudi çocuğun Hezekiyal
kitabından okuduğu “Edom'da öcümü halkım İsrail'in eliyle alacağım. Öfkemi ve
gazabımı Edom'da gösterecekler. İntikamımı tadacaklar. Efendi Tanrı böyle
diyor"21 sözleri dinliyormuş. Çocuk bu sözleri okuyunca Neron şöyle
demiş: “Tanrı ellerini yıkamak ve suçu bana yıkmak istiyor. Beni araç olarak
kullanacak, sonra da beni cezalandıracak. "22
Yahudiler ve
yakılan şehirler
Roma'yı Yahudilerin
yakmış olabileceği görüşü, bir peşin hüküm veya kasıtlı davranış değildir.
Çünkü bizzat Neron zamanında imparatorluğun diğer şehirlerinde de buna benzer
olaylarda şüpheler onlar üzerinde yoğunlaşmıştır.
Miladi 66-67
yılları arasında Antakya'da Antiochus adında bir Yahudi mürted zuhur etmişti.
Antakya'daki baş kahinin büyük. oğluydu. Şehir tiyatrosuna girerek herkesin
önünde Yahudilerin tüm şehri bir gece yakmayı planladığını açık açık söyledi.
Sonra halka şehre gelen birkaç Yahudi
yabancıyı göstererek yakma işini bunların gerçekleştireceğini bildirdi. Halk bu
yabancıları yakalayıp yaktı, arkasından şehirdeki Yahudilere saldırdılar.
Birçoğunu öldürüp, yağmaladılar ve evlerini yaktılar.
Kudüs tapınağının
Miladi 70'de ikinci defa yıkılmasından sonra Antakya'da büyük bir yangın çıktı.
Devlet kütüphanesi ve mahkeme binası yandı. İtfaiyeciler yangını ancak birçok
bina yandıktan ve binlerce resmi evrak kül olduktan sonra söndürebildi. Bu defa
da o mürted Antiochus Yahudileri suçladı.
•Her iki olayda da
Antiochus'un suçlamaları temelsiz miydi? Yahudi baş kahinin büyük oğlu kendi
ırkdaşlarına karşı cinayet işliyor, töhmetleriyle onlara kin ve düşmanlık mı
sergiliyordu?
Şimdi soralım:
Önemli bir Yahudi aileden gelmiş olması hasebiyle Yahudilerin pek çok
sırlarını bilmesi mümkün olan Antiochus, kendi dininden neden dönmüştü?
Antiochus, konumu itibariyle Antakya Yahudileri arasında önemli bir mevkiye
gelebilirdi. Muhtemelen başka bir sebepten dolayı karşı tarafın safında yer
almıştı ve belki de Roma'nın yakılışının onuh kendi ırkdaşlarına bu iki
suçlamayı yöneltmesinde önemli'bir rol oynamıştır.
Tarihçi Josephus
yangınla ilgili olarak Yahudileri savunmakta ve onlara yönetilen suçlamaları
redderek şöyle demektedir: General Titüs'ün Antakya yangınıyla ilgili yaptığı
soruşturma sonucunda, mali kriz içinde bulunan bazı vatandaşların borçlarından
kurtulmak için resmi evrakları yaktıkları anlaşılmıştır.
Örgütlü olmayan
birilerinin planladıkları şeyin icraat safhasına dökülmeden önce yakalanmadan
şer fiillerini görçekleştirebilmeleri hayli zordur. Titüs'ün yaptığı soruşturma
ise esasen suçlamayı Yahudiler üzerinden başka bir yöne çekmeye matuftu. Nitekim
tapınağın yıkılışından bahsederken bu Romalı generalin isyan halindeki
Yahudilerle işbirliği etmeye çalıştığını göreceğiz. Babası Vespasianus
imparator olduğu için (M. 69) Titüs olaylara yüksek sorumluluk mevkisinden
bakmak zorundaydı. Eğer tapınağın taşları savrulmuş, keresteleri ve duvarları
yanmışsa, bunun izlerinin imparatorluğun ve imparatorun başına büyük problemler
açacak şekilde tüm diaspora Yahudilerine yansıyacak kadar büyümemesi gerekirdi.
Çünkü diaspora Yahudileri Roma yönetimine göre, imparatorluğun şu veya bu
bölgesinde çıkan halk ayaklanmalarını bastırmak için rahatlıkla kullanılabilecek
yahut devletin çıkarları uğruna devreye sokulabilecek fiili bir güçtü.
Bu yüzden Titüs'ün
Antakya Yahudilerine karşı davranışı müsamahakardı. Şehir sakinleri tapınağın
yıkılışından sonra oradaki Yahudilerin kovulmasını talep ettiklerinde, Titüs,
tapınakları yıkıldıktan sonra onların gidecek yeri olmadığını, gittikleri
yerlerde de kimsenin kabul etmeyeceğini belirterek mazur görülmeleri
gerektiğini kaydetti. Bunun üzerine şehir sakinleri hiç olmazsa Yahudilere
tanınan imtiyazların kaldırılması talebinde bulundular. Titüs bunu da kabul
etmedi, ama Kudüs'den ve tapınaktan getirilen ganimetlerden bir miktarını şehir
halkına dağıttı.
Miladi 70 yılında
tapınağı yıktıktan sonra Filistin'de Yahudileri tasfiye eden muzaffer bir
kumandan olmasına rağmen Titüs'ü onlara karşı atıfet beslemeye iten bir
faktörden burada bahsetmemiz gerekir ki, o da kral Il. Agrippas'ın önceki
sevgilisi Berneki ile Titüs arasındaki aşk ilişkisiydi.
Esasen yukarıda
bahsettiğimiz Antakya yangını olayı Titüs için adlî bir soruşturmadan ziyade
siyasi bir soruşturma için yeterli bir delil olabilirdi. Özellikle Kudüs ve
tapınağın tahribini müteakiben insanların Yahudilere Tanrı'nın şiddetli intikam
aldığı bir topluluk gözüyle bakmaya başlamasından sonra, şehirde çıkan yangınla
ilgili resmi tahkikat neticesinde alenen onların suçlu olduğu sonucuna varmış
olsa dahi, Titüs'ü Yahudilerin başındaki belayı hafifletmeye, Antakya ve diğer
şehirlerde maruz kaldıkları davranışlardan korumaya iten şartlar hakkında
yeterli bilgiye sahibiz.
Tarihçi Gibbon'un
görüşü
Roma yangını
meselesini kapattıktan sonra artık XVIll. Yüzyılın meşhur tarihçisi Edward
Gibbon'un “Roma İmparatorluğu'nun Gerileyiş ve Çöküşü" adlı eserinde
serdettiği görüşlere yer verebiliriz. Yazarın eserinin Arapça çevirisinin
427-428. sayfalarında belirttiği görüşü harfi harfine aktarıyorum:
“Tacitus, çoğu
zaman düşüncelerine ve bu ara hal ve koşullarına göre eksiğin tamamlanmasını
okuyucunun merakına ya da derin kavrayışına bırakarak, kendi düşüncesini
açıklamamaktadır. Şu halde basitlikleri ve sessizlikleriyle onun nefretine
değmemesi ve gözüne bile çarpmaması gereken Hristiyanlara karşı Neron'un öfkesini
uyandıran bir nedenin varlığını düşünmemiz olasıdır. Kendi yurtlarında ezilmiş
olan Yahudiler, başkentin içerisinde kalabalık bir grup oluşturuyorlar,
imparatorun ve öbür halkın kuşkularına daha. açık bir hedef durumunda
bulunuyorlardı. Roma boyunduruğuna karşı şiddetli tiksintisiyle tanınmış yenik
bir ulusun, başkentteki bu durumu sanki yatışma bilmez öcünü gidermek amacıyla
bu canavarca araca başvurması gibiydi. Ama Yahudilerin sarayda ve zalim
hükümdarın yüreğinde bile güçlü savunucuları vardı. Neron'un karısı ve her
sözünü dinleticisi olan Poppaea ile, hükümdarın gözüne girmiş olan İbrahim
oğullarından bir şaklaban, zulüm görmüş Yahudiler için şefaatte
bulunmaktaydılar. Onların yerine başka kurbanlar sunmak gerekiyordu. Bu
nedenle Roma yangınını Yahudilere değil, her türlü ve en korkunç suçları işleyebilecek
olan Galilelilerin yeni ve tehlikeli dinine inananlara yüklemelidir.
Birbirinden tamamıyla. ayn, gelenekleri ve ilkeleri bakımından taban tabana zıt
iki insan sınıfı Galileli adı altında adlandırılıyordu. Bunlar, Nasıriye'deki
İsa'nın dinini benimsemiş olan inananlar ve Galilelijuda'nın sancağını izleyenlerdi.
Birinciler insanlara dosttu, ikinciler ise düşman.. Aralarında bir benzerlik de
vardı ve bu değişmez bir inatçılıktı ki her ikisini de inançları söz konusu
olunca, işkencelere ve ölüme karşı duyarsız kılıyordu. Yoldaşları arasında
başkaldırma ateşini körüklemiş olan Juda yanlıları kısa bir süre sonra
Kudüs'ün yıkıntıları içerisine gömüldüler; İsa'nın izinden gidenlerse daha ünlü
olarak Hristiyan adını aldıktan sonra, imparatorluğun her yanına yayıldılar.
“Tacitus'un
Hadrianus döneminde, büyük bir dürüstlük ve adalet duygusuyla, adları
neredeyse öfkeyle anılan bir topluluğa yamayacağı suç ve günahları
Hristiyanlara maletmesi ne kadar tabii idi."
Gibbon'dan
yaptığımız alıntı burada bitti. Ancak bu konuda gözden geçirilmeye değer başka
çalışmalar bulursak, meseleye yeni bir şeyler ilave edebiliriz.
xxvı
“Putperest halklar,
inanç konusunda taassuptan uzak durmalarına rağmen, aynı kuralı Yahudi,dini
söz konusu olduğunda göz ardı etmektedirler. Putperestler, tanrılarına aşırı
hakaretin her türlüsünü yapan, onların nazarında kutsal olan her şeye küfreden
bu halka karşı duydukları öfkeyle temeyyüz ediyorlardı. Bu öfkeyi en fazla
duyan putperest halk da Mısır halkıydı. Çünkü Yetmişler Tercümesi sayesinde
Yahudi halkının doğuşunu takip eden dönemde atalarının gözünden kaçan çirkin
manzarayla tanışmışlardı.”
Yahudi
Ansiklopedisi'nin yukarıda verilen konu başlığıyla ilgili görüşü böyle. Bu,
ele aldığımız dönemde ve onu takip eden yüzyıllarda diaspora Yahudilerine uygulanan
baskıların sebebi konusunda dikkatle ele almamız ve göz önünde bulundurmamız
gereken bir düşünce şekli.
Elinizdeki eserin
daha önceki bölümlerinde Tevrat yazarlarının Yahudilerin ruhuna gayr-ı
Yahudilere karşı zerkettikleri nefret faktörü, Yahudilerin diğer insanlara
karşı sergiledikleri davranışların ana ve hatta tek çıkış noktasıydı.
Yahudi
Ansiklopedisi'nin Yahudilerin sünnetsizlerin mukaddesatını tahkir ve
tanrılarına sövmede ısrarcı tutumu konusundaki itirafta, diaspora
Yahudileriyle diğer insanlar arasında zaman zaman alevlenen itişip kakışmaların
gerisindeki bazı sırlan bulabiliriz.
Yahudi,
başkalarının mukaddesatına hakaret ediyor, ama kendi mukaddesatına hakaret
edilmesine razı olmuyordu. Halbuki bir insan ancak başkalarına kötülükten kaçındığı
zaman kendisine kötülük yapılmamasını bekleyebilir.
Yahudi’nin ruhuna
kök salan gurur, kendisini diğerlerini basit görmeye iten “seçilmiş halk"
olma hurafesinin bir sonucuydu. Diğer insanlar bu basit görmeye misliyle
karşılık verdiklerinde, Yahudi hemen protesto ediyor, bağırıp çağırıyordu.
Putperestlerin dini duygularının tahrik edilmesinin yanı sıra, Yahudinin
yaşadığı hayat tarzı da bu öfke ve fitnenin yaratılmasında önemli rol
oynuyordu.
Şimdi, diaspora
Yahudilerinin tapınağın ikinci defa yıkılmasından önce maruz kaldıkları
baskının yalnızca onların önceki davranışlarına karşı bir tepki eylemi olduğunu
gösteren bazı örnekler vereceğiz.
İskenderiye fitnesi
(Miladi 38)
Caligula, Miladi
37’de Roma İmparatorluğu t;:lhtına çıktı. İnsan haklarına saygı göstermeyen,
şiddet yanlısı, zalim ve kötü ahlakli bir kişiydi. 1. Herod’un torunu (I.)
Agrippas, Caligula tahta çıkmadan önce Roma’da hapis yatmaktaydı. Halk,
Agrippas’a yapılanların da etkisiyle Caligula’dan zulüm ve despotizmin üstadı
diye bahsediyordu.
Agrippas, Miladi 38
yılında samimi arkadaşı Caligula’nın teklifiyle Roma’nın kokuşmuşluğunu ve
rezilliklerini bırakarak Filistin’in bir kısmının kralı olarak bölgeye doğru
yola çıktı.
Iskenderiye halkı
daha önceki ziyaretinden Agrippas’ı tanıyordu. Bu ziyaret onun için hiç de
olumlu geçmemişti, çünkü o şehirde bazılarına büyük miktarda borcu vardı ve
gizlice İtalya’ya kaçmıştı. İskenderiyeli Yahudiler, Caligula’nın arkadaşı
ve nedi mi olan Yahudi kral Agrippas'ı karşılamaya hazırlanmış, gerçi Agrippas
bu izzat ikramı reddetmişse de, onlar ısrar ederek şaşaalı bir karşılama töreni
düzenlemişlerdi.
lskenderiye
halkının ve özellikle de Yunanlıların, tahrik olmak için böyle bir meydan
okumaya ihtiyaçları yoktu. Çünkü Iskenderiye'deki Yunanlıların Roma'nın Mısır
ve Suriye'yi işgal ederek Makedonyalı Iskender'in halefleri olan Ptoleme ve
Selevkus devletlerini tasfiye etmesinden sonra milli bir davaları vardı.
Yunanlıların
Iskenderiye'nin kuruluşundan itibaren kucak açıp bağırlarına bastıkları Yahudiler
ise, Roma'nın Mısır'ı işgalinden itibaren onları Yunanlılara karşı kışkırtmak
için hiçbir fırsatı kaçırmıyorlardı: Yunanlılar Iskenderiye'de Julius Caesar'ın
kuvvetlerine karşı taşkınlık yaptıklarında Yahudiler Romalılara yardım etmiş,
onlar da bu eylemi vatana ihanet olarak değerlendirmişlerdi.
Yahudiler,
Romalıların himayesi ve atıfeti altında olduklarını âşikârane göstermek için
şımarık davranışlar sergiliyorlardı ve Iskenderiye'den bir üç kağıtçı, hilekâr
ve müflis olarak kaçıp giden atanmış Yahudi kralı karşılamaya çıkmak gibi
ahmakça bir davranışla bir arada yaşadıkları insanları kasıtlı olarak
öfkelendirmişlerdi.
Yunanlılar,
Yahudilerin karşılamaya çıktığı Agrippas'a karşı bir nümayiş düzenleyerek, ona
benzettikleri elbise giydirilmiş sakat bir yaratığı Iskenderiye sokaklarında
gezdirerek alay ettiler. Tabii olarak Yahudiler bunu imparatorun samimi
arkadaşı Agrippas'a yapılmış bir hakaret olarak değerlendirdiler.
Yunanlılar,
imparatorun gazabını Yahudilere tevcih etmek amacıyla Gaius'un heykelinin tüm
Yahudi sinagoglarına dikilmesi konusunda daha önce çıkardığı fermanın
uygulanması gerektiğini bağıra bağıra anlatmaya başladılar. Yahudiler bu
fermanın uygulanmasını reddedince, Roma legatı bir bildiri yayınlayarak
Yahudileri yabancı ve sığıntı olarak gösterdi. Yunanlı kalabalığı Yahudilere
saldırtmak için bu kadarı yeterliydi. Göstericiler Yahudi sinagoglarına zorla
girerek Caligula'nın heykellerini diktiler. Ayrıca bazı sinagogları ve Yahudi
evlerini yağmalayarak, birçoğunu da boğazladılar.
Roma legatı, bu
fitnenin çıkışına Yahudilerin sebep olduğunu göstermek amacıyla lskenderiye
Yahudi lhtiyarlar Heyeti'nin bazı üyelerini halkın gözü önünde kırbaçlattı.
Ayrıca Yahudi dini törenlerinin yapılmasını durdurdu ve sinagogu kapattı.
lskenderiyeli
Yahudiler, diğer diaspora Yahudileriyle ve Filistin’dekilerle sıkı ilişki
içindeydiler. Bu yüzden lskenderiye fitnesinin belaları, Yahudilere
yapılanlardan sıkıldıklarını göstermek istercesine daha büyük dalgalar halinde
diğer yerlere de sıçradı. Suriye ve Filistin'deki bazı şehirlerden başka,
Antakya, Caesaria ve Yobna'da imparatorun özel mülkü,karışıklıklar çıktı, ama
bunlar Gaius’u heykellerinin Kudüs tapınağına konulması konu. sunda kati
ferman çıkarmasından başka bir sonuç getirmedi. Eğer Gaius düşmanlarının hançer
darbeleriyle M. 41 yılının Ocak ayında ölmemiş olsaydı, herhalde kopacak
kasırga Kudüs’de ve Filistin’in diğer şehirlerinde taş üstünde taş
bırakmayacaktı.
Claudius tahta
çıkınca lskenderiye Yahudileri düşmanlarından intikam alma saatinin geldiği
zannına kapıldılar. Claudius'la (I.) Agrippas arasındaki dostluğa
güveniyorlardı. Tıpkı daha önce Gaius ( Caligula) ile Agrippas arasındaki
samimiyete güvendikleri gibi..
Fakat Claudius
durum ve mevkileri ne olursa olsun fitneyi çıkaranların kellelerinin alınması
için kati ferman çıkardı. Böylece ortalık yatıştı ve fitne ateşi söndü.
Claudius, selefinin
lskenderiye ve diğer imparatorluk şehirlerindeki Yahudilerden geri aldığı
imtiyazları tekrar verdiyse de, kendilerine sağlanan atıfetin kadrini
bildiklerini bariz bir şekilde göstermelerini emrettikten başka, lskenderiye
Yahudilerinden Mısır'ın diğer şehirlerinden veya Suriye ve Filistin'den daha
başka Yahudileri oraya çağırmamaları konusunda uyararak, aksi halde
kendilerini tüm dünyaya veba yayma suçuyla itham edip cezalandıracağını
bildirdi.
Hristiyanlık ve
olumsuzluklar
Sanhedrin, erken
Hristiyanlığın Yahudi diniyle alâkalı kusur ve şaibeleri ayıklamak için
üstlendiği rolü akim bırakmak amacıyla tüm imkanlarını devreye sokmaya çalışıyordu.
Hristiyanlıktan
önce Museviliğe yönelen saldırılar iki kaynaktan geliyordu: Taptığı putu
aşağılayan Yahudiye karşı bir aşağılama ile cevap veren putperest ve dininin
kendisini zorladığı getto hayatından ve ağır boyunduruktan sıkılan Hellenleşmiş
Yahudi. Gerçi Sanhedrin’in bu iki düşmanla başetmesi kolay değildi, ama her iki
hasmın da tevarüs ettikleri dar inanç kalıpları içindeki etkileri sınırlıydı.
Çünkü her ikisi de inanan kişinin vicdanının kabul edebileceği yeni bir
alternatif sunmaktan âcizdi.
Fakat Hristiyanlık
öyle değildi. Çünkü Hristiyanlık Museviliği reddetmiyor, aksine en azından ilk
bakışta iki din arasında bir ayırım olmadığı intibaını veriyordu ve esasen
Museviliğin bir kolu olarak doğmuş gibi görünüyordu. Hristiyanlar, Yahudiliğin
yalnızcabir şubesi gibiydiler ve İsa'nın bu ülkede bulunduğu dönemde klise ve
müdavimlerinin Mesih'e intisap etmemiş olmaları • da bunun bir delilidir.
Hristiyan (Christ) adını da zaten I. Asrın kırklı yıllarında Antakya’da
almışlardı. “Şakirtlere ilk önce Antakya’da Hristiyan (Christ) denildi.” Çünkü onlara daha önce İsa'nın doğum yeri olan
Nasıra şehrine nispeten Nasıralılar deniliyordu.
Her ne kadar
Sanhedrin İsa ve taraftarları için “mürted Yahudiler” hükmünü vermişse de,.
herhangi bir konuda yorum veya tefsir yapacak, içtihatta bulunacak oldukları
zaman klasik Musevilik mefhumlarından fazlasıyla uzaklaşmış olmakla birlikte,
ellerindeki Tevrat sifirlerine iman ettiklerini belirten Hristiyanlar, bu
acımasız hükme pek aldırış etmiyorlardı. Seçilmiş halk olmanın ırkî
mensubiyetle değil, inanç ve amelle bağlantılı olduğunu kabul ediyorlardı.
Sünneti kaldırmış, Cumartesi günü çalışma yasağını dinlemez olmuş, maddi
anlamdaki temizlik ve pislik kavramlarını reddetmişlerdi vs..
Belki de
Yahudilerle putperestler arasında süregelen çekişmede Hristiyanlığın
üstlendiği en tehlikeli rol, dinin Yahudilerin seçilmiş halk olma inancından
kaynaklanan tecrit hayatı düşüncesini çürütmesi ve Yahudinin diğer insanların
yaratıldığı çamurdan daha üstün bir çamurdan yaratılmış olduğunu ileri süren
geleneği tenkit etmesiydi. “Yoksa Allah yalnızca Yahudilerin mi? Diğer
halkların da Tanrısı değil mi? Tabii diğer halk-
P O L E M 1 K S 1
YASE T 1 N 1 N O L U M SUZ S O N U Ç LA R I 463 ların da Tanrısı” ; “Artık bu Yahudi, bu Yunanlı; bu köle, bu
hür; bu kadın, bu erkek diye bir şey yok. Çünkü hepiniz İsa Mesih'de birsiniz.
Eğer Mesih'e aitseniz, İbrahim'in soyundansınız ve vaade göre de mirasçısınız.”
Kültürlü
putperestleri en çok sinirlendiren şey, Yahudilerin imtiyazlı halk oldukları
iddiası ve kendilerinin tahammül etmekte bir anlam bulamadıkları ağır şeriat
yasalarının boyunduruğuna baş eğmeleriydi. Halbuki erken Hristiyanlık kültürlü
putpereste şöyle sesleniyordu: Bense insanın seçilmiş olma iddiasını tamamıyla
kaldırdım ve şeriat boyunduruğunu fırlatıp attım. Bu yüzden gelin hepiniz tek
olan Allah'a imanda birleşin... Elbetteki putperestin bu çağrıya cevap vermesi
kolay değildi ve hemen olamazdı. Çünkü Yahudilerle bir arada yaşamaktan ve
onların Yahudiliğinden doğan su-i zanların kalıntıları ruhlarında yer etmişti.
Belki de bu davette reddedilmesi gereken yeni bir Yahudi hilesi vardır diye
düşünüyorlardı. Bu yüzden Hristiyanlığı, ancak onu Yahudilikten ve şark
zihniyetinden tamamen soyutladıktan sonra kabul ettiler.
Çağdaş Yahudilerden
M. E. Rafah adlı bir yazarın bu konuda Batılı Hristiyanlara hitaben yazdığı
açık mektupda söyledikleri, gerçekten çirkin şeylerdi: “Siz ey Hristiyanlar!
Mesih'i astılar, daha doğrusu yücelttiler diye Yahudilere kin beslemeyin. Siz
ey Hristiyanlar, bizi, Yahudi Pavlos'un Roma'da yaktığı devrim ateşi denizinde
bir damla mesabesindeki Bolşevik ihtilalinin ateşini yakmakla suçluyorsunuz.”
Aslında
Hristiyanlığın sancakdarı olan Pavlos ve arkadaşlarının Roma, Antakya,
İskenderun'da ve diğer Roma İmparatorluğu'nda yaktıkları devrim ateşi,
insanlığa aydınlık yolu gösteren barış, sevgi ve selamet ateşiydi. Yahudilerse
Mesih'in öldürülmesi konusunda gözünü kırpmayan, ondan sonra şakirtlerini ortadan
kaldırmak için çalışan Sanhedrin'in açtığı kanlı şiddet yoluna sapmışlardır.
Milletler arasında Hristiyanlık Pavlos, Barnabas ve benzerlerinin gayretleriyle
yayılınca Sanhedrin bir kez daha onları ateş, kan ve teşhir çukuruna atmaktan
çekinmedi.
Kısacası
Hristiyanlık, Yahudiliğin insanlık ruhuna ister Yahudi ister sünnetsiz
olsun,ekmeyi başaramadığı hayır tohumlarını ekmiş, ama Yahudi Yüksek Konseyi
bu hayırlı faaliyete ateşle karşılık vermiş, Yahudi ruhunda çöküp kalan
insanlık düşmanı adavet ve kötülük teressübatıyla erken Hristiyanlığın karşısına
dikilmiştir. 465
1.
Herod’dan söz ederken iktidarını sağlamlaştırmak
için sırtını Roma’ya dayadığını ve onu memnun edecek bir siyaset uyguladığını
belirtmiştik. Fakat onu görevinden aldırmaya çalışan Yahudilerin tüm
gayretleri boşa gitmiş, ölümünden sonra ise varislerinden kurtulma ümitleri
yenilenmişti. Bu yüzden Yahudi sekenenin çoğunluğunu teşkil eden Ferisîler,
imparator Augustus’a aşağıdaki önemli başlıkları içeren bir dilekçe
sunmuşlardı:
1.
1. Herod'un atadığı baş kahinin görevinden
alınması;
2.
Kudüs’de doğrudan Roma himayesinde olacak bir
Yahudi kahin hükumetinin yeniden tesisi;
3.
Bütün yabancıların (sünnetsizlerin) Kudüs’den
çıkarılması.
Babasından sonra
Yahudiye Judaea] bölgesinde hüküm süren Archelaus, bu isteklerin arkasından
başlayan karışıklıkları bastırmak için ordusunu göndermekte tereddüt
göstermedi. Bu defa krallığın kaldırılmasını talep eden elli kişilik bir Yahudi
elçilik heyeti Roma’ya doğru yola çıktı.
Archelaus da
Roma’ya gitti ve imparatordan yerinde bırakılması talebinde bulundu. Augustus,
Archelaus’u hayal kırıklığına uğratmadı ve krallık sınırlarınıjudaea, Samaria,
Edom [Idumea], Caesaria ve Yafa olarak belirledi; Gazze’yi ise Suriye eyaleti
sınırlarına kattı. Fakat kral unvanını doğrudan kendisi tevcih etmedi ve bu
işi bölgedeki eyalet valilerine bıraktı.
Archelaus,
hükmettiği bölgede dokuz yıllık bir tecrübeden sonra başarısız bulundu.
Basiretsiz ve hayal gücü zayıf biriydi. Ancak zorbalık ve baskıyla iktidarda
kalabileceğini sanıyordu. Bu yüzden Samaria vejudaea eşrafı imparatorun
müdahelede bulunmasını talep ettiler. Augustus bu defa onların taleplerini
yerine getirdi ve Archelaus'u Gallia'ya sürgün etti.
lmparator l.
Octavius Augustus, devlet işlerini adaletle yürütme konusunda dikkatliydi.
Vergilerin dikkatle hazırlanmış nüfus sayımlarına göre belirlenmesi halinde
imparatorluk tebaasına adil bir şekilde yükleneceğini düşünüyordu. Bu yüzden
tüm imparatorlukta tarım alanları, akarlar ve diğer servetlerin mülkiyetini de
içine alan periyodik istatistikler hazırlanmasını emretti. Böylece bu periyodik
istatistikler sayesinde adil bir vergi zemini hazırlandı.
Kabile hayatı
yaşayan toplumların medeni toplumlara göre, türü ne olursa olsun, nüfus sayım
çalışmalarına karşı çıkmaya, baş kaldırmaya daha meyyal oldukları tarihen
sabittir. Örneğin kabile hayatı yaşayan Gallia halkları Octavius'un istatistik
politikasına meydan okumuş ve bu işe nefret dolu nazarla bakmışlardır.
Filistin’deki tepki
Archelaus'un
Filistin'de güvenliği sağlayamaması ve Avrupa’ya sürgün edilmesinden sonra
Judaea'yı Miladi 6 yılından itibaren Incil'in tabiriyle “vali” denilen
imparator naipleri yönetmeye başladı. Biz yine de belirlenen görevleri
imparator naipliği ise de (Procurator), asıl görevi imparatorluk hazinesine
mültezimler vasıtasıyla vergi toplamak olduğu için bunları “vali” olarak adlandıracağız.
İmparator naibi veya vali, ayrıyeten mahalli bir askeri gücün de komutanıydı.
Muhtemelen bu, klasik askeri bir güçten ziyade kolluk kuvvetiydi. Asıl askeri
güçlerin komutası ise Filistin valisinin doğrudan bağlı olduğu Suriye genel
valisinin yetkisi dahilindeydi.
İmparator Augustus,
Filistin'deki Yahudilerin taleplerinin çoğunu yerine getirmişti. Önemli
sayılacak ölçüde otonomi hakkı tanımış, şeriatlarını ve göreneklerini
uygulamaları konusunda daha fazla özgürlük vermişti. Böylece başında baş
kahinin bulun duğu bu aristokratik kurum, Sanhedrin'de yeniden varlığına kavuşmuştu.
O sırada Sanhedrin'de Sadukîlerden oluşan aristokrat tabaka temsilcilerinin
yanı sıra Ferisî cemaatinin temsilcileri de bulunuyordu.
Yahudiler
imparatora tapma mecburiyetinden affedilmiş ve dini duygularına
hürmeten putperestlik sembollerini yansıtan imparatorluk arma (Roma kartalı) ve
sancaklarının Kudüs'e sokulması yasaklanmıştı, ama baş kahini tayin hakkı yine
Roma valisinindi. Atanan baş kahinler imparatora sadakat yemini etmek
zorundaydılar. Ayrıca her gün iki defa Kudüs tapınağında imparator adına iki
kurban sunuluyor, Romalı memurlar belli ölçüde tapınak işlerine nezaret
ediyorlardı.
İşte Filistin'de
istatistik çalışmaları yapılması konusunda ferman çıkartıldığında yani Miladi
6 yılında durum bu merkezde idi.
O dönemin tarihi
olaylarından anladığımız kadarıyla bu fermana karşı doğrudan tepki eylemine
Kannaılerden (Zealots) Judas isimli Galile'li [El-Celil] bir Yahudi elebaşılık
ediyordu. Kannaîler veya Zealotlar, Roma'nın nüfus sayım siyasetine boyun eğmeyi
bir tür kölelik olarak görmüşler, bu yüzden Judaea'nın Roma'ya itaatini
kabulünün Tanrı'ya ibadette samimiyetle tezat teşkil ettiğini haykırarak,
Kudüs'de tapınağın kutsiyetini bozmaya cür'et eden her Romalıyı boğazlama
haklarının bulunduğu kararı almış ve vergi ödemeyi reddetmişlerdi.
O günkü sosyal
şartlar komuoyunu Kannaîlerin başlattığı hareket lehinde tavır takınmaya teşvik
etmekteydi. Yahudi aristokrat tabakaya mensup olanlar, serveti, kahinlik
makamını ve diğer gözde mevkileri ellerine geçirmişlerdi ve tabii olarak durumlarını
korumak için Roma'nın himayesine sığınıyorlardı. Elbette bunun için kendi din
kardeşlerinin aleyhine olarak Romalı memurlara bir bedel ödüyor, onların bir
dediklerini iki etmiyor ve yönetimdeki işlerini kolaylaştırıyorlardı. Halbuki
aşağı tabakadan olan kendi kardeşleri arazi dağıtımının Tevrat'da belirtildiği
şekilde ve Musa aleyhisselam döneminde olduğu gibi yeniden tanzim edilmesini
istiyorlardı. Daha önce işaret edildiği gibi, Essenîlerin ebedileşmesinde de
muhtemelen bu düşünceler rol oynamıştır.
İstatistik
çalışmalarıyla Kannaîler ve düşmanları arasındaki çatışmalarla geçen sürede
bazen kıtlık derecesine varan
ekonomik krizlerin hiç eksik
olmadığı göz önünde bulundurulursa, Kannaîlerin Yahudiler üzerindeki nüfuzunun
artmasına yol açan sebeplerden birini anlamış oluruz. İsyan dalgasının
genişlemesinde putperest Romalılara karşı dini tutuculuktan, her şeye sahip
aristokrat kesime duyulan sosyal öfkeye kadar pek çok faktör rol oynamıştır. Bu
arada bazı Romalı valilerin ahmakça davranışları kadar, diaspora Yahudileriyle
ve Roma İmparatorluğu’nun değişik yerlerinde yaşayan diğerleri arasındaki sürtüşmelerin
de bu arbedede rolü olmuştur. Çünkü bu sürtüşmeler Filistin’deki Yahudilerin
birbirleriyle ve Romalı efendileriyle olan ilişkilerine de doğrudan veya
dolaylı yoldan tesir ediyordu. Nitekim Miladi 37 yılında İskenderiye’de vukû
bulan olayların nasıl aksettiğini, Antakya, Caesaria ve diğer şehirlerde
kargaşalara yol açtığını, hatta imparator Gaius'un kafasına göre hareket edip
heykellerinin Kudüs tapınağına konulmasını emrettiğinde Judaea'da şiddetli bir
ayaklanmanın çıkmasına ramak kaldığını görmüştük...
Beklenen Mesih
avuntusu
Saf insanları
oyalayan, kalplerini esir alan ve onları zaman zamantüm sözü evirip
çevirenlerin elinde oyuncak haline getiren en büyük yalan, beklenen Mesih'in
ortaya çıkacağı, kendisiyle birlikte olan Yahudilerle beraber tüm dünyaya
hakim olacağıdır. Sözünü ettiğimiz o yüzyılda bir dizi kehanet iddiaları
ortaya atılmış, Essenîler ve benzerlerinin beklenen Mesih’in gelişinin yakın
olduğu şeklindeki inançları bu kehanetlerin zuhuruna zemin hazırlamıştır.
İncillerin değişik
yerlerinde Isa peygamberin bu konuyla ilgili sözleri vardır: “Birçokları 'Ben
O'yum' diyerek benim adımla gelip birçok kişiyi saptıracaklar. ”4
Nitekim Isa
peygamber göğe uruc ettikten hemen sonra Theudas isimli bir sahtekâr zuhur
ederek (Miladi 44) Mesih olduğu■
nu ileri sürdü
ve Yahudileri isyana teşvik etmeye başladı. Romalı vali onu öldürüp kellesini
Kudüs'e göndermekten başka çare bulamadı. Keza Miladi 66 yılı başlarında Menahem ben
Ya'ir isimli başka bir yalancı ortaya çıktı. Bazen alayişlerle, bazen tehditlerle
kendisinin Mesih olduğunu iddia ediyordu. Başına Mesih'in tacını koymak için
tapınağa doğru giderken sabık müridlerinden biri tarafından öldürüldü.
Tehe^vvürle
korkaklık arasında
O dönemde Mesih'in
gelişinin yakın olduğu inancının, Yahudi avam tabakasından pek çok kişiyi
Romalılara karşı saldırgan ve mütecaviz bir tavır takınmaya, zaferden sonra
dünya hakimiyetinde Mesih'e ortak olmak için birden tekrar dirilecekleri
ümidiyle ölümü hiçe saymaya ittiği muhakkak.
Bu insanlar, rüzgar
kendilerinden yana eserken son derece yüksek moralliydiler, fakat rüzgar
tersten estiğinde tüm maneviyatlarını yitiriyorlar, ölümle burun buruna
gelmiş, canını kurtaracak yer arayan kalabalığa dönüşüyorlardı. Romalılarla
Yahudiler arasındaki çarpışmaların umumi manzarası böyleydi. Zaferin kesin
olduğu müjdesini aldıklarında coşuyor, yenileceklerini anladıkların moralleri
bozuluyor, Romalılar karşısında kanalizasyonlarda ve yeraltı geçitlerinde
gizleniyorlardı.
Kitab-ı Mukaddes
Ansiklopedisi, Kudüs'de şehrin yukarı kesimini koruyan surun yıkıldığı sırada
çarpışmanın son aşamasını şu sözlerle anlatıyor: "Şu anda anlaşıldı ki,
kuşatmacılara karşı direnenlerin gücü en sonunda kırıldı. Sur yıkılınca onların
önde gelen savaşçıları aciz ve korkak bir şekilde yer altındaki geçitlerde
gizlenecek yer aramaya başladılar. ”8
En ateşli
savaşçıların böylesine acz ve korkaklık duygusuna kapılmaları ancak Mesih'in
gelişinden ve mutlu hayata hızlı dönüşten ümit kesildiği zaman olabilir diye
düşünüyoruz.
Romalılar bir
çarpışmadan sonra yeraltı geçitlerinde Yah ■ .di savaşçıların elebaşlarındanjohn of Gishalu ve Simon bar Giora'yı ele geçirmişler; birini müebbet hapse mahkum etmiş, diğerini bu tür zaferlerden sonra başkentte düzenlenen şenlikleri seyretmesi için Roma'ya göndermiş, şenlikten
sonra da Capitol duvarı yakınında öldürmüşlerdir.
Massada kalesinde
Massada kalesinin
harabeleri, denizin batı kesiminde, 1500 kadem yükseklikteki bir dağın
tepesindedir ve daha sonraları Essenî parşömenlerinin bulunduğu Kumran harabelerinin
51 km. güneyindedir.
Miladi 66 yılına
kadar bu müstahkem kalede bir Roma garnizonu kalıyordu. Kudüs'de sözde
beklenen Mesih Menahem'in öldürülmesinden sonra başta onun akrabası Eliazer
ben Ya'ir olmak üzere yardımcıları güney istikametinde kaçarak Massada kalesine
ulaştılar. Kaleyi işgal ederek Roma garnizonundan olanların tamamını
katlettiler.
Kale, Kudüs'ün
düşüp tapınağın yıkılmasından sonra da Eliazer ve çetesinin elinde kaldı. 73
yılında bir Roma birliği Filistin'in güney sınırı üzerindeki son Yahudi
direniş noktası olan
•
Massada kalesinin
üzerine yürüdü ve kaleyi ele geçirdi.
Tarihçilerin
anlattıklarına göre Eliazer artık her şeyin bittiğini anlayınca, adamlarının
gözünü kırpmadan yerine getirdikleri çılgınca bir karar aldı. Kaledeki eli
silah tutmayan tüm Yahudileri katlettikten, arkasından çoluk çocuklarını da
kılıçtan geçirdikten sonra kendi kendilerini ortadan kaldırdılar. Romalılar
kaleye girdiklerinde içeride canlı kalmamıştı.
Tarihçilerin
anlattıkları böyle. Modern tarihçiler ise olayın sorumluluğunu, vatanseverlik
duyguları en yüksek grup olarak niteledikleri Kannal (Zealot)lere
yüklemektedirler. Bu tarihçiler onları josephus'un yalnızca kendi şahsi
çıkarları için hareket eden komplocu ve fırsat düşkünleri olarak nitelemesinin
aksine, davaları uğruna fedakârlığın, sebat ve kendini kurban etmenin en parlak
örneklerini sunan savaşçı grup olarak görmektedirler.
Günümüz Yahudileri
Massada kalesi olayına özel bir önem vermekte ve burada geçen hadiseyi yarı
gerçek yarı hayali manzaralarla süsleyerek, Eliazer ve adamlarının
yaptıklarının bir benzerini ancak Yahudilerin yapabileceklerini
söylemektedirler.
Öncülüğünü General
Yigael Yadin’in yaptığı
arkeoloji ve kazı ekipleri, muhtemelen kale ankazı altında Massada'daki
Yahudilerin sonuyla ilgili rivayetlerin doğruluğunu ispat edecek maddi bir
delil bulmak için yoğun faaliyetlerde bulundular.
Aşağıda bu
heyetlerin ulaştığı sonuçların özetini bulacaksınız:
Haber ajanslarının
3/4/1965'de geçtikleri haber şöyle: İsrail'deki Massada heyeti on bir ay devam
eden kazılardan sonra çalışmalarını durdurdu. Heyette otuz ülkeden gönüllüler
yer almaktaydı. Kazı çalışmaları Londra’da yayınlanan Observer gazetesinin
yanı sıra özel şirketlerce finanse edildi. Kapanış töreninde cumhurbaşkanı
vekili Abba Eban ve Observer yazarı David Store hazır bulundu. Kazı ekibi
Miladi 73 yılında Massada kalesinde Roma ordularına karşı savaşan Yahudi
cemaatı hakkında yazılı bir kayda rastlayamadı. Yalnızca bir sinagog kalıntısı,
seramik kap kacaklar ve oyma havuzlar bulundu. Haber ajanslarının bil-
dirdiğine göre çalışmaların ikinci aşaması gelecek Aralık ayında başlayacak.
Çalışmaların iki yıl sürmesi bekleniyor.
Bundan dört buçuk
yıl sonra, 25/10/1969 tarihinde New York Üniversitesi’ne bağlı lbrani Araştırmalar
Enstitüsü'nde görevli bir kadın profesör şu açıklamayı yaptı: “M.Ö. l. Yüzyılda
yaşayan Yahudi tarihçisi Josephus Flavius'un Miladi 73’de vuku bulduğunu
söylediği toplu Yahudi intiharının tarihî bir dayanağı yoktur. Josephus, otuz
dokuz vatandaşının intihara sevkettikten sonra günah işlediği düşüncesinden
kurtulmak için bu rivayeti uydurmuş, daha sonra Romalıların saflarına
katılmıştır." Aynı kadın tarihçi, intiharla ilgili tarihi belgeler olduğu
konusundaki iddialar için ise şöyle dedi: “Yahudi müdafiler çarpışarak ölmüş
veya Massada kalesinin düşmesinden sonra ülkeden kaçmışlardır.. ”n
Josephus: Tarihçi
ve general
Adı bu rivayette
sık sık geçen Josephus konuya yabancı değildi. Biz onu tarafgir bir tarihçi
oluşundan çok, hem Yahudilere hem de başkalarına insaflı davranan gerçeğe
tutunmak yerine kendi ırkdaşlarını yüceltmek için tarihi çarpıtan yönüyle
tanımıştık. Şimdiyse başka bir yönüyle tanıyacağız.
Hatırlarsanız, daha
önce onun Roma’ya elçi olarak geldiğini, orada hapisteki Yahudi kahinlerin serbest
bırakılması amacıyla Poppaea’dan imparator nezdinde şefaatçi olmasını talep
ettiğini, arkasından yanında değerli hediyelerle ve mutlu bir şekilde Filistin'e
döndüğünü belirtmiştik. Geri dönüş tarihi sonun başlangıç yılı yani Yahudilerle
Romalılar arasında ilk çatışmaların başladığı 66 senesiydi.
Öncelikle kaydetmek
gerekir ki, biz, Yahudi-Romalı çatışmaları derken, tüm Yahudilerin değil,
içlerinden yalnızca belli bir kesiminin katıldığı çatışmaları kastediyoruz.
Çünkü çatışmaları bir grup başlattıktan sonra diğerleri de kendilerini bu
silahlı savaşın ortasında bulurlar. Savaş taraftarları geleneksel Yüksek
Kurul'u bu işin içinde yer almaya ve savaş meydanlarında komuta sorumluluğunu
yüklenmeye icbar etmek için maddi ve manevi baskı uygulamaktan kaçınmamıştır.
Yüksek Kurul, kumanda sorumluluğunu reddetmesi halinde iki seçenekle karşı
karşıya geleceğini gayet iyi biliyordu. Yani ya Filistin dışına kaçarak
canlarını kurtaracaklar, ya da pelerininin altına hançer gizleyerek yanlarına
yaklaşan birinin saldırısına maruz kalacaklardı.
Yüksek Kurul
böylece ülkenin savunma sorumluluğunu üzerine aldı ve Yahudilerin yaşadığı
bölgeyi Filistin’den ayırdı. Bu bölgenin batı sınırını Lydda, doğu sınırını
Ürdün'ün doğusunda yer alan Tiberias çiziyordu. Güneyi Idumea, güneyi ise
Galile idi. Ayrıca bölgeyi yedi sancağa bölmüşlerdi ve her bir sancağın başında
kendi komutanı bulunuyordu.
Galile sancağının
kumandası Josephus'daydı. Tarihçiler Josephus’un büyük komutanlardan biri
olarak atanmasını Yüksek Kurul’un Roma'yla girilen çatışma konusunda ciddi
olmamasından kaynaklandığını, savaşın sevk ve idare sorumluluğunu kabul
etmesininse savaş taraftarı partinin iradesine boyun eğmekten başka çaresinin
olmadığı şeklinde yorumluyorlar. Nitekim ilk fırsatta Yüksek Kurul geri
çekilmiş ve teroristlerin aleyhine dönmüştür.
Gerçekten de
araştırmacı genel durumu değerlendiğinde, Yüksek Kurul’un Roma’ya karşı
düşmanca tavır takınmasının kesinlikle çıkarına olmadığını, çünkü üyelerinin
büyük çoğunluğunun yaşadığı rahat hayatı Romalılara borçlu olan aristokrat kesimden
geldiğini kolayca farkedecektir. İşte Josephus’un bu oyuna katılması da,
Yüksek Kurul’un sadakatini pekiştirmesi ve uzlaşmaya, uygun zaman gelince de
Kannaîlere ve müttefikleri aleyhine dönmeye hazır olduğunu göstermesi
yönündeki iradesinin gizli bir işaretiydi.
Josephus “Yahudi
Savaşları" Qewish Wars) adlı eserinde,Sanhedrin’in Galile sancağı
komutanlığını kendisine havale ettiğini belirterek, isyanın orada fazla yaygın
olmadığını, kendisinden isteneninse halkı isyana en meyyal kişiler olan Samaria’da
Roma’ya sadakati muhafaza ederek olayların fazla yayılmasını önlemek olduğunu
kaydetmektedir. Yahudi Ansiklopedisi, güya halkın tamamının Roma'ya başkaldırmaya
istekliği olduğunu vurgulamak istercesine bizzat Josephus'un söylediklerini
reddederek şöyle diyor: "Josephus'un söyledikleri gerçeklerin basit bir
çarpıtılmasıdır." 13
Yahudi
Ansiklopedisi Josephus'un söylediklerinin neden gerçeklerin tahrifi olduğununu
açıklamamış, ama muhtemelen ansiklopediye göre bunun sebebi Josephus'un
eserlerini Roma'ya yerleştikten sonra yazması ve Kudüs'ün düşüp, tapınağın
yıkılışının ardından Yahudilerle Romalılar arasındaki ilişkilerin düzeltilmesini
arzu etmiş olması olabilir. Aynı kaynağa göre Josephus Roma İmparatorluğu ile
Yahudiler arasında ortak çıkarlar olduğunu göstermek istiyordu. Josephus'un
bazı eserlerini önce Aramice olarak yazıp, sonra Yunancaya tercüme ettiği;
Aramice yazdıklarının imparatorluğun doğu sınırlarında tebaaya yönelik propaganda
niteliği taşıdığı; halka Roma ordularının mağlup edilemez büyüklükte olduğunu
hatırlatarak, Roma'ya karşı isyana niyetlenmemelerini, aksi takdirde
akibetlerinin Yahudi isyancılarınki gibi olacağını belirttiği söylenmektedir.
Her ne olursa
olsunjosephus'un tarihi gerçekleri çarpıttığı sözü doğrudur ve bunun ispata
ihtiyacı da yoktur. Çünkü bir yandan Roma'ya yağ çekmek istiyor, diğer yandan
da yaşadığı çağda Yahudilerin maruz kaldıkları aşağılanma dalgası karşısında
onları masum göstererek, saygı ve takdire layık bir halk olduklarını
göstermeyi amaçlıyordu.
Geleneksel Yüksek
Kurul'un Roma'ya karşı düşmanca tavır takınma konusunda ciddi şekilde
zorlandığı da doğrudur ve güneş ışıklarını engellemek nasıl mümkün değilse
Yahudi Ansiklopedisi de bu gerçeği inkar edemez.
Şimdi de
josephus'un Romalılara karşı katıldığı askeri operasyonlara bir göz atalım.
İmparator Neron
Filistin'deki kargaşaya son vermek istediğinde, tecrübeli generali Flavius
Vespasianus'u görevlendirdi. Vespasianus ve oğlu Titüs Akka'da buluşmak üzere sözleştiler.
Roma kuvvetleri Galile'deki Yahudi ordusuyla hesaplaşmak üzere hareket etti.
Yahudi Ansiklopedisi, Josephus'un emrindeki ordunun yüz bin piyade, beş bin
atlıdan oluştuğunu; bizzat josephus'un hassa birliğinin sayısının ise beş yüz
olduğunu kaydetmektedir. Buna karşılık Roma kuvvetleri 50-60 bin kadar
savaşçıdan oluşuyordu ve bunun üç bölüğü Romalı, kalanları ise Yahudi kral II.
Agrip•pa, Anadolu genel valilerinden Antiochus ve İmisia hakimi kral Sumes'in
hazırladığı yardımcı milis kuvvetleriydi.
Josphus, savaş daha
başlamadan önce sanki mağlup olacağını biliyormuş gibi, Kudüs'deki genel
karargaha önceden bir mektup göndererek ordusunun kötü durumunu rapor etmiştir.
Josephus, ordusunun
vurucu gücünü Safforia şehrinin iki buçuk mil açığına mevzilendirmişti.
Vespasianus daha ordusundan altı bin kişiyi Safforia'ya mevzilendirmeden
Josephus'un yüz bin kişilik ordusu hiçbir çatışmaya girmeden erimiş, askerleri
gerilla savaşı sürdürmek amacıyla müstahkem şehirlere sığınmışlardır.
Josephus’un kendisi de Jotapata kalesine bekinmiştir.15 Burada
Vespasianus'un kuşatmasına ancak kırk yedi gün direnmiş ve Miladi 67 yılının
Temmuzunda Romalı komutana teslim olarak onun ve oğlu Titüs'ün Roma tahtına
çıkacakları kehanetinde bulunmuştur.
josephus'un kendi
ifadesine göre bu kehanetinden dolayı iyi muamele görmüş ve Vespasianus'un
tahta çıkmasından sonra (Miladi 69) serbest bırakılarak Filistin
operasyonlarının 70 yılında son bulmasına kadar Titüs'e danışman yapılmış ve
onunla birlikte Roma'ya dönüp 100 yılında vefat edinceye kadar orada
yaşamıştır..
Şimdi tekrar
Massada kalesine dönüp, kalıntıları üzerinde birkaç dakika duralım.
Ateşli
siyonistlerin tarihçilerin Massada kalesine sığınan Yahudi çete üyelerinin
birbirlerini öldürerek intihar ettikleri yolundaki rivayetlerini ispat için
sarfettikleri gayretlerin boşa çıkartılı• şını görmüştük.
Bayan tarihçi Dr.
T. Rosemarine, Yahudi çete üyelerinin Massada kalesine girip oradaki
Romalıları katlettiklerini, sonra ülkeden kaçtıklarını veya Roma ordusu
tarafından kuşatılarak dört bir yana dağılmak zorunda kaldıklarını
belirtmektedir. Rosemarine ayrıca,Josephus’un kaydının ve ona dayanan diğer
tarihçilerin, bu grubun intihar ettiği veya birbirini öldürdüğü şeklindeki sözlerinin
gerçeği yansıtmadığını, Josephus’un otuz dokuz vatandaşını intihara
sevkettikten sonra günah işlediği düşüncesinden kurtulmak için bu rivayeti
uydurduğunu, daha sonra Romalıların saflarına katıldığını yazmaktadır.
Fakat ben, Massada
hikayesiyle Josephus’un kendisiyle ilgili naklettiği hikaye arasında bir
karşılaştırma yaptığımda onun vicdan azabı çektiği kanaatine varamadım.
Josephus’un
kendisiyle ilgili naklettiği hikayeye göre kendisi Jotapata kalesine sığınmış,
orada kırk beş gün direnmiş; kale Romalıların eline geçince otuz dokuz adamıyla birlikte yeraltındaki bir mahzene
saklanmış, kırk kişi burada yaygın geleneğe uyarak düşmanın eline düşmektense
birbirlerini öldürme konusunda anlaşmış; sonra ikisi hariç kalanları birbirini
öldürmüş. Bunlardan birisi olan Josephus, kader arkadaşını Romalılara teslim
olmak suretiyle katliamdan kurtulmaya ikna etmiş.
Dr. Rosemarine'nin
Josephus’un mahzene sığınan kişilerin birbirlerini öldürdükleri hikayesine
inanırken, Massada kalesine sığınanların intihar etmiş olmasını neden
reddettiğini anlayabilmiş değilim. Sanırım her iki rivayeti de reddetmek daha
doğrudur. Yani ne Jotapata’da birbirini öldürme veya intihar var, ne de
Massada kalesinde. Josephus her halükârda bir yalancıdır ve tek düşüncesi
halkının hiç kimsenin olmadığı kadar şerefli bir halk olduğu izlenimi
vermektir. Bir kere Massada çetesindekiler kendilerinin suç işlemiş hançerli
katiller olduklarını, kaleye kapanmadan önce bağışlanmayacak cinayetler
işlediklerini gayet iyi biliyorlardı. Taşıdıkları hançerler bedelini ödeyen
kişinin mülküydü. Bu hançerleri çok tehlikeli bir silah olarak kullanmakta
tereddüt göstermiyorlardı. Baş kahin Jonathan'a suikast tertiplemeleri bunun en
iyi delillerindendir. Hem de kimin hesabına? Putperest Roma valisi Felix’in!17
Roma devleti bu
çetenin Massada kalesine kapanmadan önceki suçlarını affetse bile, kaleyi ele
geçirdikten sonra içerideki Romalıları katletmesini asla affetmezdi. Etme
bulma dünyası bu.. Onların Massada kalesinde yaptıklarının Romalıların
Yahudilere yaptıklarının bir karşılığı olması tabiidir.
Terör ve şiddete
bulaşmış bir çete üyelerinin, bir gün gelip aralarında ihtilaf çıkınca
birbirlerinin gırtlağını kesmeleri eşyanın tabiatındandır. Ölen ölmüş, kaçan
kaçmıştır ve Romalılar geldiğinde her şeyin bitmiş olduğunu görmüşlerdir.
Olaylar zinciri
Roma valisinin
Judaea'da yapılmasını istediği nüfus sayımı Miladi 6 yılında Galileli Judas'ın
yakışıklı olduğundan dolayı Judas deniliyordu,önderliğinde başlayan Zealots
isyanının doğrudan sebebiydi. Şiarları, Romanın sayım talebinin kabul edilmesinin
köleliği kabul etmek, judaea'nın Roma'ya bağlılığını itirafınsa Allah'a karşı
samimiyetsizlik olduğu idi.
Nüfus sayım emri
verildiği günden sonra Kannaîler, vergi ödemeyi reddettikleri gibi, her
vesileyle Roma yönetimini rahatsız etmekte tereddüt göstermediler. Filistin'de
sosyo-ekonomik durum ziyadesiyle kötü olduğu için, Kannaîler, hayatlarının her
sahasını etkileyen kötülüklerden kurtaracak kral Mesih'in geleceğine inanan
avam tabakası arasında taraftar ve sempatizanlar bulmakta güçlük çekmiyorlardı.
Romalıların kötü
yönetimi de çoğu kez halk arasında gruplaşmaların artmasında önemli rol
oynuyordu. Kaydetmek gerekir ki, Romalılar da çoğu kez Yahudilerin ne
istediğini tam olarak anlayamıyorlardı. I. Herod zamanında doğrudan Roma
mandasını istemişler ve judaea'da krallığın ilgasını talep etmişlerdi.
Romalılar eyalet sistemi getirip procuratorlar tayin edince, bu defa da ona
karşı çıkmışlar ve içlerinden bir grup krallığın tekrar konulmasını ve Herod
ailesinin dönmesini istemişti.
Romalar Sadukîleri
memnun edince Ferisîler karşı çıkıyor, hem Ferisîleri, hem de Sadukîleri
benimseyince bu defa Sicarii [Zealots] denilen Kannaîler onlara ateş
püskürüyorlardı.
Sonunda Claudius,
Herod hanedanından I. Agrippa'nın yetkilerini genişleterek 41 yılında
procuratorluğu kaldırdı.
I.Agrippa, hilekâr
ve aşağılık birisi olduğu için Hristiyanları takibat altına almak suretiyle
Yahudilerin desteğini kazanmayı başardı ve böylece İsa'nın şakirtlerinden Aziz
Butros'u hapsederken Aziz Yakub'u katlettirdi. Fakat Roma'nın procurators
sistemini başlattığını görecek kadar yaşamadı ve 44 yılında öldü. Onun
ölümünden hemen sonrajudaea'da Theudas adında sahte bir Mesih ortaya çıktı.
Halkı Romalılara karşı savaşmaya ve kutsaljudaea krallığını tesise davet etti.
Kısa süre sonra görevinden alınan vali Phatos tarafından öldürüldü.
Roma, atadığı yeni
valiyi mürted Yahudiler arasından seçmekle hata etti. Tibarius Alexandre
isimli bu mürted Yahudi, İskenderiye asıllıydı. İleride olacak olaylarda
gerekjudaea'da ve gerekse İskenderiye'de Yahudilere karşı son derece zalimce
muamele ettiğini göreceğiz. Ondan sonra 48-66 yıllan arasında beş vali daha
görev yaptı. Bunların bazıları Yahudilere zulmetti, bazıları ise mutedil bir
yol seçti.
Sonuncu vali
Florius zamanı sonun başlangıcıydı.
Yahudiler ödemeleri
gereken vergiyi eksik ödemiş, bunun üzerine Florius tapınağın bazı mallarını
müsadere etmişti. Yahudiler buna şiddetle karşı çıktılar. Kudüs'de durum iyice
gerildi. Florius, Kudüs'un yukarı kesiminin kamilen kılıçtan geçirilmesi ni
emretti. Roma vatandaşlığını elde etmiş kişiler de asılarak öldürülen ahali
arasındaydı.
Bu olaydan sonra
şiddet yanlısı Yahudiler, kendilerinden olmayan kişilerin tapınakta kurban
sunmasına izin vermeme kararı aldılar. Yani artık Roma imparatoru adına
tapınakta günlük kurban takdim edilmeyecekti.
Sanhedrin'in durumu
Bu şiddet yanlısı
karar Yahudi Yüksek Kurulu'nu oldukça zor ■ durumda bıraktı ve henüz uygulama aşamasına geçilmeden önce kararı bertaraf etmek için ümitsiz bir gayret sarfetti.
Fakat vali Florius Sanhedrin'e karşı olumsuz bir tavır sergiledi ve hiçbir yardım vermedi. Yahudi kralı II.
Agrippa^ ise üç bin süvariyle Sanhedrin'i takviye etti. Sanhedrin bu askerlerin
yardımıyla tapınağı işgal eden isyancılara karşı dört hafta direnmeyi başardı.
Fakat isyancılar Sanhedrin'in direnişini kırarak borçlarla ve kurulun
alacaklarıyla ilgili evrakları yaktılar. Arkasından Antonia kalesini ele
geçirerek düşmanlarını kral sarayında kuşatma altına aldılar. Roma
askerlerinden ve yerli milislerden oluşan garnizon silah bırakıp geri
çekileceğini duyurdu. Savaş komitesi yerli milislerin Agrippa'nın göstermelik
askerleri dahil,çekip gitmesine izin verdi, ama yemin edilerek söz verilmesine
rağmen komutanları hariç Roma askerlerinin tamamını kılıçtan geçirdi.
Sünnetsizlerin
tepkisi
Yahudi zulmünün
hemen akabinde diğer şehirlerdeki sünnetsizler öfkeden küplere bindiler.
Sünnetsizler, Caesaria şehrinde aynı gün harekete geçerek buldukları Yahudileri
kılıçtan geçirdiler, hayatta kalanları da hapse attılar. Yahudi isyancılar,
Caesaria katliamına tepki olarak gerilla teşkilatları kurarak, ellerindeki tüm
imkanlarla sünnetsizlerin şehirlerini basıp bulduklarını kılıçtan geçirdiler.
19
Claudius, babası L Agrippa
44 yılında ölünce oğlu il. Agrippa'yı henüz 17 yaşında olmasına rağmen kral
unvanıyla ödüllendirdi.
Sünnetsizler
olayları çaresizce seyretmeyi kabullenmediler ve Yahudilere karşı bir tenkil
hareketine giriştiler. Sur şehrinin sahil şeridiyle Askalan'a kadar olan
bölgeyi ele geçirdiler. Ilk başta Yahudi isyankârların Romalı askerlere
yaptıkları zulme tepki olarak başlayan bu fırtınadan kendilerini korumayı
başaran İskenderiye Yahudileri dahi bu tenkil ve boğazlama hareketinden
nasiplerini aldılar.
Florius şehrinde
düzeni sağlamaktan âciz kalınca Suriye genel valisi Annius Gallus'dan yardım
istedi, fakat o da nizamı tesis etmekte başarılı olamadı. Gallus'un
başarısızlığı Yahudileri daha da şımarttı ve bunu rüyalarının gerçekleşmesinin
yakınlaştığı yolunda atılmış büyük bir adım olarak değerlendirdiler.
Artık Roma'nın işi
ciddiye almaktan başka çaresi kalmamıştı. Vespasianus, Neron'dan isyanın
tamamıyla bastırılıp Filistin'de düzenin yeniden sağlanması konusunda aldığı
kesin talimatla harekete geçti.
Josephus'un
kumandasındaki Yahudi ordularının Miladi 67 Haziranında Galile'de darmadağın
olmasından ve savaşçıların bölgedeki ana şehirlere yığılmasından sonra
Vespasianus bunları ■
tek tek isyancılardan temizlemeye başladı.
Vespasianus, o kışı
Caesaria'da geçirdikten sonra Kudüs'ü kuşatma altına alıp, Samaria, İdumea
[Edom] ve Beriyye'yi işgal etti. Yahudilerin elinde başkent dışında üç kale
kaldı. Bunlardan birisi de sözünü ettiğimiz Massada idi.
Neron'un 68
Haziranında intiharı Yahudilere nefes alma ve düşünme fırsatı verdi.
Vespaisianus'un yürüttüğü _ askeri operasyonlar yeni imparatordan emir
gelinceye kadar durmuştu.
Kudüs'de iç çatışma
Roma'nın askeri
operasyonları sırasında Kudüs civarındaki tüm isyancı güçler ve taraflar
başkente yığılmış; zıt görüşler birbiriyle çatışmaya, her kafadan bir ses çıkmaya,
Yahudileri gururla ahmaklığın sınırında tutan ateşli görüşler birbirine
karışmaya başlamıştı.
Sicariler,
Zealotlar ve eşkıyalar Romalıların önünden kaçarak Sanhedrin üyelerinden
Sadukîler, Ferisîler, tacirler ve tapınak do-
layısıyla maddi ve
sosyal çıkarlar sağlayan meslek erbabıyla buluşmak üzere Kudüs'e gelmişlerdi.
Yahudiler için Kudüs'e haccetmek farzdı ve yılın bir mevsiminde tapınağı
ziyaret etmek için her yerden gelirlerdi. Dış dünyadan bu kutsal şehre
getirilen mallar gümrük vergilerinden muaf tutuluyordu. Tapınağı bünyesinde
bulunduran Kudüs'ün düşman Roma ordusunun kışlası haline gelmesi, belki de
kaybedecek hiçbir şeyi olmayanların dışında, kimsenin hoşuna gitmiyordu.
Giskala'lı
Yohanna'nın önderliğinde Galile'den ' kaçan Zealotlann Kudüs'e gelişiyle
birlikte başkentteki kuvvetler' dengesi değişti. Yahudilerin Filistin'in her
yerinde Romalılar karşısında dayanamaması, direnişçilerin sesini kesmiş ve
ufukta düşmanla uzlaşma ihtimali gözükmüştü. Yohanna ve çetesinin Kudüs'e
gelişi, sönmekte olan ateşi yeniden körükledi ve tahripkâr gücünü iade etti.
Yakılan ateşin
kıvılcımları kahinler ve aristokratların, özellikle de Sanhedrin üyelerinin
üzerine sıçradı. Savaş taraftarı olanlar, kendilerine katılmayan herkesi Roma
yanlısı ve kutsal dava düşmanı ilan ederek, geleneksel Yahudi liderlerinden
yakalayabildiklerini tutukladılar. Bu tutuklananlara herhangi bir mahkeme huzurunda
kendilerini savunma hakkı verilmedi. Kendilerini halkı hainlerin elinden
kurtarıcı olarak niteleyen bu kişiler, tutukluların boyunlarını vurdular.
Zeolotlar, kendi
adamlarını rahat korumak için tüm yüksek makamları uhdelerine aldılar. Baş
kahinin belli haham ailelerinden seçilmesi geleneğini kaldırarak, kura yoluyla
seçimi öngören eski usulü canlandırdılar.
Fakat aristokrat
tabakası yelkenleri hemen suya indirmek niyetinde değildi. Kanuna karşı
çıkanlardan yaka silken kesimi harekete geçirerek, tapınağın dış revaklarını
Zealotlardan temizleyip, orta avluya ittiler.
Durum Zealotların
kontrolünden çıkmak üzereydi ki, Giskala'lı Yohanna Edomlulardan yardım
istemelerini önerdi. Kudüs surları dışında savaşmaya susamış yirmi bin Edomlu
vardı. Edomlular geleneksel Yüksek Kurul'a karşı öfkeliydiler. Ondan tiksiniyor
ve başlarına gelen belanın sorumluluğunu ona yüklüyorlardı.
Bir gece zifiri
karanlıktan faydalanarak tapınaktan dışarı çıkmayı başaran bir grup Zealot,
Edomlularla geri döndü. Şehir hal-. kını uykuda bastıran Edomlular, Zealotların
düşmanlarını ortadan kaldırdılar.
Zealotlar, yetmiş
kişilik yeni bir Yüksek Kurul oluşturdular, ama herhangi bir kanuni kurumun
yönetim konusunda onların canice metodlarıyla örtüşmediğini görerek çok kısa
süre sonra kurulu dağıttılar.
"ldumealılar
bir süre sonra ne için kendilerinden yardım istendiğini anladılar ve kana
bulanmış şehri utanç içinde terkettiler. Şehir, sadakatinden şüphelendikleri
herkesi kılıç altına yatıran Zeolotlara kaldı. Böylece tüm Kudüs mahvolmuş,
aciz ve perişan bir kitleye dönüştü.”
Yahudiler
arasındaki iç savaş, onların Romalılar karşısında uğradıkları askeri
yenilginin yol açtığından daha beter sonuçları beraberinde getirdi.21
Neron'un
intiharıyla birlikte askeri operasyonların durmasının sağladığı fırsattan
yararlanıp saflarını yeni bir savaş için takviye etmek veya onurlu bir barış
anlaşması yapmak yerine, birbirlerinin gırtlağını kesmeye başladılar ve bu
durum tarafgirlik, haset ve kötü niyetlerin parçaladığı saflarının daha da
zayıflamasına yol açtı.22
İç savaşta yeni bir
partner
Vespasianus, Kudüs
ve civarındaki olup bitenleri soğukkanlılık ve sessizlik içinde gözlüyordu.
Meyveyi henüz olgunlaşmadan toplamak istemiyordu ve Yahudilerin ahmakça
tutumları sebebiyle kendisini fazla yormaya gerek bırakmayacak bir ziyafet hazırladıklarını
anlamıştı.
Hırsızlar ve
eşkıyalar, Neron'un intiharı üzerine askeri operasyonların durmasından
faydalanarak, Roma ordusunun ulaşama-. dığı yerlerde soygun yapmaya, adam
kaçırmaya ve faaliyet alanı Massada kalesiyle Ayn Gedi arasında sınırlı kalan
Eliazer ben Ya'ir yönetimindeki Massada kalesi çetesinden güvenlikte olanları
dehşete salmaya başlamışlardı.
Bu eşkıyaların en
dikkat çeken lideri Şemon Bargiora (Şemon ibn ed-Dahil) idi. Öyle ki çetesini
güçlendirerek Hebron şehrini işgal etmiş, oradan topladığı ganimetlerle gücünü
daha da artırarak kendisini Idumea’nın efendisi ilan etmişti.
Ne var ki Kudüs'de
Gisgala'lı Yohanna ile kendisine iltihak eden Idumea'lı savaşçılar arasında
anlaşmazlık çıkınca, Idumealılar Şemon'dan Yohanna'ya karşı kendilerine
yardımcı olmasını istediler. Şemon'un hızlı bir şekilde Kudüs'e gelmesi
üzerine Yohanna ve beraberindeki Zeolatlar tapınağın yukarı kısmına çekildiler.
(Miladi 69 Nisanı).
Aynı yılın Haziran
ayında Vespasianus Kudüs'ün çevresindeki çemberi daraltmaya başladı ve
Idumea'yı tekrar işgal etti. Böyle' ce Kudüs yolu açıldı, ama Vespasianus bir
kez daha Roma'daki kargaşalar sebebiyle operasyonları durdurmak zorunda kaldı.
Artık Kudüs'un
kuşatma işi oğlu Titüs'un sorumluluğuna tevdi edilmişti, fakat o sıralar
İskenderiye'de bulunan Titüs'un operasyon bölgesine gelmesi ancak 70 yılının
Nisan ayında gerçekleşebildi.
Kudüs'ün muhasarası
Titüs çadırını
Kudüs'e bir buçuk saat uzaklıkta bir yere diktiğinde, kutsal şehir Pesah
(hamursuz) bayramını kutlamak amacıyla dünyanın dört bir yanından gelen Yahudi
hacılarla doluydu.
Zealotların
estirdiği terör Romalılarla barış yapılmasını isteyenlerin nefesini kesmişti.
Savaş partisi liderleri aralarındaki ihtilaflara rağmen,Titüs'ün
Vespasianus'un imparator olduktan sonra hapisten çıkarıp serbest
bıraktığıjosephus aracılığıyla gönderdiği barış teklifine olumlu cevap
vermediler. Bu arada 48 yı lından önce Filistin’de valilik yapan Tibarius
Alexandre isimli mürted Yahudi, Titüs savaş meclisinin başkanıydı ve Titüs
İskenderiye’den dönerken tecrübelerinden yararlanmak amacıyla onu da beraberinde
getirmişti.
O sırada meşhur
Ferisi din adamı Yohanna ben Zakkay, kuşatma altındaki şehirden şakirtlerinin
Zeolatlar tarafından tanınmaması için kefene sararak dışarı çıkarmaları
sayesinde kurtulmuş ve Roma askeri karargahına gelmişti.
Kudüs’ün çevresi
kuşatma altına alınmış olmasına rağmen, içeride Yahudiler arasında çatışmalar
artarak devam etti ve hatta Eliazer b. Şemon önderliğinde yerli Zealotlardan
üçüncü bir partinin kurulmasıyla şiddetini daha da artırdı. Böylece birbiriyle
çarpışan parti sayısı üçe çıktı: Gisgala’lı Yohanna’nın partisi, Şemon
Bargiora’nın partisi ve Eliazer b. Şemon’un partisi.
Gisgala’lı Yohanna
Eliazer’i saf dışı bırakarak tapınağın avlusundan kovunca meydan iki rakip
partiye kaldı. Gisgala’lı Yohanna’nın sekiz, Şemon Bargiora’nın on beş bin
adamı vardı.
Her iki lider de
muhasara altındaki şehrin savunmasını güçlendirmek için kaçınılmaz olan milli
birlik sloganıyla işin sonunu düşünmeden birbirini tasfiye etmeye çalışıyordu.
Fakat Roma ordusunun mancınıklarla attığı taşlar şehrin dış surlarını dövmeye
başlayınca, Yohanna ve Şemon yaklaşan tehlike karşısında güçlerini
birleştirmenin kaçınılmaz olduğunu anladılar.
Savaşın Roma lehine
gelişmeye başlaması üzerine Titüs bir kez daha Josephus’u Yahudilere göndererek
teslim olmaları çağrısında bulundu. Titüs, hac için Kudüs’de yığılan halkın ve
yerli ahalinin veba salgınından kırılmaya başladığını, şehir içinde birbirini
asıp kesen partiler yüzünden gıda stoklarının tükenip açlık başgösterdiğini
biliyordu.25 Titüs’ün amacı şehri ve özellikle tapınağı tahribattan
kurtarmaktı. Ama parti liderleri teslimiyet görüşmelerine yanaşmayı
reddettiler ve tapınağın ve Allah’ın üstün gücünün zaferin teminatı olduğunu
açıkladılar. Anlaşılan Zeolatların ve eşkıyaların liderleri işledikleri
cinayetlerle Allah’ın adalet ve iyilik emirlerini çiğnediklerini unutmuşlardı.
Terörist liderlerin
tavrı böyle olmakla birlikte halk başka bir yöne meyletmişti ve bir fırsatını
bulan kaçıp Romalıların himayesine sığınıyordu. Parti önderleri bu tehlikeli
durum karşısında elleri bağlı beklemektense, kuşatma altında şehirden dışarı
çıkışı önlemek için ağır tedbirler aldılar. Halk arasında terör estirmeye,
milletin erzakını müsadere edip savaşçılara dağıtmaya başladılar.
Titüs, kazandığı
yeni başarılardan sonra josephus'u üçüncü defa elçi olarak gönderdi. Arkasından
şahsi bir gayretle hiç olmazsa Kudüs'ü bekleyen feci akibetten tapınağın
kurtulması için teröristlerden orasını boşaltmalarını istedi. Teröristler
üçüncü ba. rış teklifini de reddettikleri gibi, Antonia kalesiyle tapınağın iç
avlusunun surları arasında kalan binaları kendi elleriyle ateşe verdiler. Artık her şey beklenen akibete doğru
yaklaşıyordu.
Tapınağın yan
duvarlarını yalamaya başlayan alevler iç revaklara doğru uzanmıştı. Halk,
korku ve dehşet içinde alevlerin tapınağın bölümlerini yiyip bitirişini
seyrediyordu. Titüs de hayatında ilk defa en kutsal tapınağın kapısının çılgın
alevlerin darbeleriyle acı içinde kıvrandığını müşahede ediyordu.
Böylesi bir dehşet
anında ortaya fırlayan bir falcı, insanları kurtuluş işaretlerinin nihai
gerçekleşmesini gözleriyle görmeleri için tapınağa doğru gitmeye çağırdı. Ama
çılgın alevlerin dilleri, korkudan ödleri patlayan savaşçılar, ölüler ve
inleyen yaralılar, tüm bunlar kurtuluş dilinden, kurtuluş işaretlerinden, Mesih
ve kurtarışlarından farklı bir dille konuşuyordu. Adil bir hükümdü bu. Vaftizci
Yohanna27 ve Nasıralı jesus'un28 söyledikleri doğru çıkmıştı. (9
Ağustos 70)
Binlerce kişi
tapınak yangınında helak olmuştu. Gisgala'lı Yohanna ve bazı Zedatlar şehrin
yukarı kesimine sığınarak kurtulmanın yollarını aradılar. Bu arada Romalılar
sunakta sancaklarını dikmişler, önünde kurbanlar kesmişlerdi ve muzaffer
komutan Titüs'ü selamlıyorlardı.
Yapılan uzun
görüşmelerden sonra çete reisleri serbestçe çekip gitmelerine izin verilmesi
şartıyla şehri teslim edeceklerini açıkladılar, ama Titüs şehrin yakılmasını
emretti. 70 yılının Eylül ayı sonun sonuydu.
Her ne kadar Kudüs
ve tapınağın tahribi konusundaki rivayetler ve tarihi kayıtlar arasında
farklılıklar ve şüpheli versiyonlar varsa da, üzerinde görüş birliği sağlanan
olayların özeti bundan ibarettir (. ..)
Yahudilerin genel
olarak Romalılardan çektikleri, önce ve sonra olan olaylar, sıradan
Yahudilerin canlarının Yüksek Kurul'un arzularının gerçekleşmesi yolunda
hiçbir değeri olmadığını apaçık bir şekilde göstermektedir. Yahudi
önderlerinden beklenen Mesih olduğunu iddia eden herkes, koyu bir yalancı
olduğunu kesinlikle biliyordu, ama yine de hiçbiri yakılan fitne ateşinin odunu
olarak sıradan Yahudileri kullanmakta tereddüt etmemiştir.
Yıkımdan sonra
Bir yandan
birbirini yiyen Yahudi grupları, diğer yandan Yahudilerle Romalılar arasındaki
çatışmaların maddi ve edebi güç alanlarında korkunç tahribatlar yapması tabii
idi.
Yahudilere göre Babil
sürgününden kurtulmalarıyla birlikte ikinci kez inşa edilen tapınak, gelenek ve
şiarlarını temelleri üzerinde geliştirdikleri en büyük dini payandalarıydı.
Vespasianus'un bastırmasından sonra Galile'den kaçarak Kudüs'ü ele geçiren
Zealotların reis ve üyelerini ortadan kaldırdıkları Sanhedrin da artık yoktu.
Bu durumda Filistin Yahudileri ibadet ve yaşam tarzlarında diaspora
Yahudileriyle aynı çizgide buluşmak zorundaydılar. Sadukîler varlıklarını
tapınak, Kudüs ve devletin varlığına bağlamışlardı, ama bunlar ortadan
kalkınca cemaat olarak varlıkları sona erdi. Yohanna b. Zakkay'ın
önderliğindeki Ferisîler Yabne'yi kendilerine merkez edinerek, Yahudi yaşantısı
için yeni prensipler koymaya başladılar. Yahudiler arasında çıkan ihtilaflara
bakan yetmiş iki üyeli bir mahkeme teşkil etmek suretiyle Sanhedrin'i
dirilttiler. Judaea bölgesinde Romalıların bu mahkemeyi tanımadıkları
konusunda herhangi bir kayıt yok, ama di- aspora Yahudilerinin buradan çıkan
kararları kanun mesabesinde görmesinden ne kadar önemli olduğu anlaşılıyor.
Hatta diaspora
Yahudilerinin daha sonra Jüpiter Capitulinos tapınağına yönlendirilen ve
vaktiyle tapınak için ödemiş oldukla' rı iki dirhemlik vergi yerine güvenilir
adamları vasıtasıyla
Sanhedrin'e ödedikleri başka bir vergi koydular.
Filistin Yahudileri
yeni duruma kısa zamanda adapte oldular ki, muhtemelen Kudüs'ün muhasarası ve
tapınağın tahrip edilişi sırasında yaşadıkları kötü günlerden kurtulup fazla
istikrarlı ve müreffeh olmasa da değişik bir ortamda mutluluğu bulmalarının .
bunda önemli rolü olmuştur.
Tüm bunlara rağmen
Yahudi yazıcıları (peruşim) Allah'ın Yahudilerin başına saldığı bu korkunç
beladan hiç ders almamışlardı ve yine dindaşlarını dünyaya hakim olarak ve
Allah'ın emriyle hükmedecek beklenen Mesiya'nın gelişiyle ilgili kehanetlerle
beslemeye devam ettiler. Gelişiyle birlikte kurtuluş saatinin çalacağı
söylenen beklenen Mesiya [Mesih] rivayetleri, Yahudilerin eşi benzeri olmayan
zor günler yaşamaya başladıkları dönemde yaygınlık kazanmaktaydı.
Fakat beklenen
Mesiya'nın insanların müdahalesi olmadan Allah'ın bir işi olarak gerçekleşeceği
inancına rağmen Yahudiler her yeni bir felaket anında Mesiya'yı bir an önce
getiriyorlardı ve bu defaki Mesiya Bar Kohba isyanında tecessüm edecekti.
Tapınağın yıkılışı
ve diaspoya Yahudileri
Kudüs'de kuşatma
altına alınan Yahudiler, diaspora Yahudilerini Romalılara karşı ayaklandırmaya
çalıştılar. Sicariler, Zealotlar ve eşkıyalar Filistin'de sıradan Yahudilerin
başına gelen felaketleri engelleyememişler; şimdi Roma dünyasında tüm
Yahudileri imparatorluğa karşı ayaklandırmanın yollarını aramaya başlamışlardı.
Fakat çatışmaların ilk aşamalarında katılım çok az olmuş, sonuçlar ortaya
çıkmaya başladıktan sonra da ortadan kalkmıştır.
Daha önce Antakyalı
mürted Yahudi Antiochus’un, Antakya’yı yakma planlarını ortaya çıkarıp,
iddiasını ispat için bazı yabancı Yahudileri topluluğa hedef gösterdiğini, ama
bunu Vespasianus’un imparatorun emriyle Filistin’de askeri operasyonlar yapmak
amacıyla İskenderiye’den hareket eden oğlu Titüs’le buluşmak üzere Akka’ya
giderken Antakya’ya uğraması sırasında yaptığını okumuştuk.
Bu olay üzerine
Antakya’daki Yahudiler ağır baskılara maruz kalmışlardı ve Filistin’deki askeri
operasyonların diaspora Yahudileriyle sünnetsizler arasında sürtüşmelere yol
açması normaldi. Nitekim Yahudilerin kuşatma altına alınan Roma garnizonu konusunda
verdikleri sözü tutmayarak silahsızlandırdıktan sonra hepsini kılıçtan
geçirmelerine sünnetsizlerin nasıl bir tepki gösterdiklerini görmüştük.
Kudüs ve tapınağın
yıkılışını müteakiben gösterilen şiddetli tepkiler birden fazla yerde ortaya
çıkmıştı.
Titüs’un Antakya’ya
doğru yola çıkmadan önce Beyrut’da konakladığı sırada Antakya’da yangın
çıkmış, bu şehirdeki baş kahinin büyük oğlu mürted Antiochus yangını Yahudilerin
çıkardığını duyurmuştu. Ahali söylenenlere bu defa daha fazla inanmış ve her
yerde Yahudilere saldırmaya başlamıştı. Eğer vali vekili olaya müdahalede
bulunmasaydı, Yahudi tarihinde başka bir kara gün daha yaşanmış olacaktı.
Yahudi-Romalı
çatışmasının akisleri İskenderiye’de beklenenden erken görüldü. Sünnetsizler,
Roma’da imparator Neron’a bir elçilik heyeti gönderilmesini tartıştıkları bir
toplantı düzenlediler, fakat toplantı onlarla Yahudiler arasında bir
çatışmayla sonuçlandı. İskenderiye’nin mürted Yahudi valisi Tibarius Alexandre
kendi kabiledaşlarına yaptıkları işin nasıl bir ahmaklık olduğunu göstermek
istediyse de, Yahudi fitnesini bastırmak için elinin altında bulunan garnizona
ilaveten Syrine’den yeni gelen orduları da devreye sokmaya mecbur kaldı.
Josephus, ortalık sakinleşinceye kadar elli bin Yahudi’nin öldüğünü
kaydetmektedir. Ondan sonra Kudüs düşünceye kadar bölgede başka bir olay
olmadı. Ama Kudüs’ün düşmesiyle birlikte Filistin’den kaçan bazı aşırılık
yanlısı Zealotlar, şehir Yahudilerini Romalılara karşı isyan etmeye
kışkırttılar. İmparator Vespasianus, İskenderiye’de çıkan karı şıklıklar
üzerine, vaktiyle Selevkuslarla Hoşmoneyler arasında vukü bulan çatışmalar
arefesinde Filistinden kaçarak Mısır'a gelen Onias'ın Leontopolis'de kurduğu
Yahudi tapınağının yıkılmasını emretti. Böylece kurulduğundan 243 yıl sonra bu
tapınakta yapılan Yahudi ibadetleri sona erdi.
İmparator Trajan
Bu imparatorun
döneminde (M. 98-117) imparatorluğun Irak'dan Barka'ya kadar uzanan değişik
bölgelerinde Yahudilerin çıkardığı çok sert karışıklıklar yaşandı.
Trajan'ın karısı
Plotina'nın Yahudilere atıfet beslediği, kocasının kalbini onlar lehine
çelmeye çalıştığını belirtmek gerekir. Putperest şehitlerin işleri adı verilen kasidelerden birinde bu konuya açıkça
değinilmektedir.
110 veya 113
yılında Yahudilerle Yunanlılar arasındaki gelenek. sel çatışma mevsimlerinden
bir yenisinin girmekte olduğunu hatırlatan karanlık bulutlar Mısır semalarında
yığılmaya başlamıştı. ■
Bir defasında
Yunanlıların önderlerinden Hermiskos, imparatorun karısının tesiriyle
Yahudilere meylettiğini hatırlatarak Trajan'a meclisin Yahudilerle dolu
olduğunu söyler. Trajan öfkelenirse de Hermiskos bunu görmezden gelerek
konuşmasını sürdürür: Anlaşılan Yahudileri hatırlatmam canını sıkıyor.. Madem
öyle, senin de kendi halkının çocuklarına yardım etmen, kafir Yahudileri
savunmaya yeltenmemen gerekir.32
Birbirine benzer
iki durum arasında bir bağlantı kurabilir miyiz?
Neron'un hanımı
Poppaea'nın Yahudilere atıfet beslemesi ve Yahudilerin bunu istismar ederek 70
yılında tapınağın yıkılmasıyla son bulan bir isyanı başlatmaları ile Trajan'ın
karısı Plotina'nın gösterdiği atıfeti istismar eden Yahudilerin nihayet 135
yı'. lında Filistin'den köklerinin kazınmasına yol açan isyana giriş, meleri.
İki durum arasında bir karşılaştırma yaparken gözden kaçırılmaması gereken bir
hakikat vardır ki, o da Trajan ve Ploti- na'nın, tarihi kayıtların da
gösterdiği gibi, Neron ve Poppaea'ya nispetle daha faziletli olduklarıdır.
Trajan ve Partlar
113 yılında Part
kralı, Neron zamanından beri Roma ile Part-. ya arasında yürürlükte olan
anlaşmayı bozunca, meseleyi kesin bir çözüme kavuşturmak isteyen Trajan,
Roma'dan doğuya doğru harekete geçti. 114 yılını ilk baharında Ermenistan'a
saldıran Trajan, arkasından Mezopotamya'ya doğru ilerleyip 115/116 kışını
geçirmek üzere Antakya'ya döndü.
Antakya şehri 13
Aralık l 15'de sabah saatlerinde başlayan bir depremle sarsıldı ve günlerce
süren sarsıntılar sonrasında şehir tam bir harabeye döndü. Kışı burada geçiren
Trajan 116 yılı ilkbaharında doğu yolculuğunu başlatarak Medain'i [ Ctesiphon]
işgal edip, Basra Körfezi'ne ulaştı. Trajan'ın işgal ettiği bölgelerde düzeni
sağlamakla uğraştığı günlerde Partlar saflarını yeniden düzenlemiş, Romalılara
karşı saldırıya geçmiş ve böylece Mezopotamya'da yeni bir isyan patlak
vermişti.
Yahudiler,
kendileri için uygun saatin geldiği zannına kapılmışlardı, ama kendilerine
karşı âtıfet besleyen Trajan’ın ordularına karşı Partların saflarında yer
aldılar. Çarpışmalar Irak'dan Suriye, Filistin, Kıbrıs, Mısır ve Barka'ya
sıçradı. Yahudiler kendilerini oldukça güçlü gördüklerinden Barka ve Kıbrıs'da
sergilediklerinden daha vahşi davranışlar sergilediler.
Örneğin Kıbrıs'ın
başkenti Salamis'de Yahudi olmayan ahaliyi diğerlerinden ayırdılar. Onların
Kıbrıs'da sergiledikleri vahşetin ne boyutlara ulaştığını, Roma imparatorunun
adada düzeni sağladıktan sonra Yahudilerin buraya adım atmalarını
yasaklamasın-. dan ve bu fermana aykırı hareket edenlerin öldürüleceğine hükmetmesinden
anlıyoruz.
Sirene (Barka)
şehrinde ise Yahudiler Andrew isimli birinin önderliğinde epey zamandır
kusmak istedikleri kini aleniyete dökmek için duruma hakim oldular. Tarifi
imkansız vahşi yöntemlerle 220 bin sünnetsizi katlettiler. Kurbanlarının
derilerini soyup pardesü gibi kullandıktan başka cesetlerini küçük parçalara
ayırıyorlardı. Kurbanlarının etlerini yemekten, kafataslarını cilalamaktan ve
Tevrat yazarlarının öğütlerini uygulamaktan çekinmiyorlardı. Düşmanlarını testerelerle ikiye . böldüler,
etlerini vahşi hayvanlara attılar ve bazen de ölünceye kadar birbirleriyle
vuruşmaya zorladılar
Bu Yahudi
fitnelerini bastırmak için bazen düzenli ordular, bazen de genel valilerin
yerli sekeneden oluşturdukları milis kuvvetleri devreye sokuldu. Pek çok şehir
neredeyse yerle bir oldu. Pek çok tarım arazisi ıslah edilemez şekilde çöle
dönüştü. Kısacası Roma İmparatorluğu'nun bir çok bölgesinde ekonomik hayat
tamamıyla felç oldu.36 Öyle ki, Trajan'ın halefi Hadrianus, devlete ait tarım
alanlarının bir kısmını Yahudi fitnesinin yol açtığı zararları ıslah çalışma
tedbirleri kabilinden satmak zorunda kaldı.
Belki de Trajan'ın
ömrünün son iki yılını (115-117) alan bu Yahudi fitnesinden çıkarılması
gereken en önemli ders, diaspora Yahudilerinin birbirinden uzaklaşma yerine
birbirlerine kenetlendiğidir ve muhtemelen diaspora Yahudilerinin
yaşantılarına damgasını vuran amillerden birisi bu sağlam organizasyondu. Öbür
türlü gizli milis güçleri hazırlayarak, yeri ve zamanı geldiğinde devreye
sokmak üzere yeraltı savaşçı örgütlenme olmadan ve böylesine mükemmel bir
organizasyon gerçekleştirilmeden birçok yerde düşmanlara karşı yürüme ve duruma
hızlı bir şekilde hakim olmanın sebebi açıklanamaz. İskender'in ardıllarının
iktidarlarından beri, Makkabi kitabının da belirttiği gibi, Yahudi cemaatleri
arasında güçlü bir ilişki vardı. Hatta denilebilir ki, Kudüs'ün düşüşü ve tapınağın
ikinci kez yıkılışı felaketi, diasporadaki her Yahudi'yi işittiğinde
Filistin'de yıkılan devletin alternatifi olabilecek yeni bir aktiviteye çağıran
güçlü bir borazan sesiydi.
Yahudi yaşantısının
bir parçası olan gelişmelerin .şekli ne olursa olsun, imparatorluk boyutunda
yol açtığı vahim sonuçlar, Yahu- dinin başkalarıyla olan ilişkilerindeki ana
çıkış noktasının, kendilerinin dışındaki herkesten şiddetli nefrete sevk eden
bir aşırılık, hem de boyutlarını düşmanlarına uyguladıkları vahşetlerde gördüğümüz
tarifi imkansız bir aşırılık olduğunu göstermektedir.
Belki de
giriştikleri vahşi eylemlerin sonuçlarını görmelerini engelleyen bu aşırı
nefret, Yahudilerin çevrelerindeki dairenin nasıl daralacağını, nasıl bir
tenkile tabi tutulacaklarını düşünmelerini engelliyordu. Ama onlar için en
önemli olanı, ruhlarının derinlerine kök salan nefret hastalığını yatıştırmak
için önlerine çıkan her fırsatı sonuna kadar değerlendirmekti..
Bar Kohba
Hadrianus, amcası
Trajan'ın 117’de ölümünü metaakiben tahta çıktı. Tarihçiler, onun iyi bir
insan olduğunu, ama imparatorluğun çıkarları tehlikeye maruz kaldığında bir
yırtıcı kesildiğini kaydetmektedirler. Yine tarihçilere göre Hadrianus, sadece
amcası Trajan'ın zaferleriyle en geniş sınırlarına kavuşan imparatorluğun
selametini savunmak için savaşmıştır.
Hadrianus'un
üzerinde en çok kafa yorduğu konu, Britanya'da ve Avrupa'da Pax Romana'yı korumak
amacıyla kuzeyli barbarlara karşı surları sağlamlaştırmaktı ve bu yüzden
amcasının başlattığı bazı imar işlerini askıya almıştı. Yine de Kudüs'ün harap
ve perişan vaziyette kalmasının bu uygarlık çizgisi içinde anlamsız olduğunu
görmüş, şehrin yeniden imarını kararlaştırarak, ona Roma kolonisi sıfatı
vermek suretiyle bir saygınlık kazandırmıştı.
Yahudiler,
imparatorun bu kararından hiç memnun olmadılar ve onu kötülüklerin zirvesi
olarak kabul ettiler. Çünkü onlara göre Kudüs'ün koloni ilan edilmesi
sünnetsizlerin buraya dolması, şehrin kâfirler şehri haline gelmesi demekti.
Üstüne üstlük Hadrianus'un sünneti yasaklaması ve sünnet olanları iğdişlerle
aynı gruba sokması, kararın özellikle Yahudileri hedef almamasına rağmen,
bardağı taşıran son damla mesabesindeydi.
Yahudiler Roma'nın
bu politikasına karşı sert bir başkaldırı olarak silaha sarıldılar. Mevcut
bilgiler, Yahudilerin bu defa gerilla taktiklerine başvurduklarını, dağlarda,
mağaralarda ve kuytu yerlerde gizlenerek Romalılara karşı vur-kaç uygulamalarına
başladıklarını göstermektedir. Yahudiler arasında Davud soyundan gelen Bar
Kohba (Yıldızın oğlu) adında bir komutan ortaya çıkmış ve kendisinin beklenen
Mesih olduğunu iddia etmişti. Rivayete göre Bar Kohba'yı kendisinin yenilmez
Mesih olduğu vehmine salan haham Akiba onu bu sıfatı kullanmaya teşvik
etmiştir. Balı Kohba, Akiba'nın yardımıyla Yahudileri bir sancak altında
toplayıp, Romalıların ilk başlarda fazla ehemmiyet vermedikleri bir direnişe
sevketmeyi başarmıştır. Romalıların düşmanı fazla önemsememesi, onlara Kudüs'ü
işgal edip, yeni hükumetin merkezi yapma imkanı tanımıştır. Balı Kohba,
Kudüs'de bir de sikke kestirerek üzerine şu yazıyı yazdırmıştır: “Şemon, İsrail
emîri”.
Yahudiler, Mesihle
kurtuluş vaktinin geldiği hülyasına kapılmışlardı. Diaspora Yahudileri de
Judaea'daki kardeşlerinin çağrısına katılarak Bar Kohba hareketine destek
verme yarışına girmişlerdi.
Işler iyice
çığırından çıkıp, iş ciddiye binince Hadrianus 134 yılı 'yazında bizzat
operasyon bölgesine gelmek zorunda kaldı. Arkasından Britanya'daki tecrübeli
komutanı Julius Severus'u çağırıp Yahudilere karşı savaşı yönetmesini emretti.
Nihai savaşta
yalnızca kahramanca bir direniş sergileyen Kudüs kalesi düşmekle kalmadı, Bar
Kohba da savaş meydanında öldü ve ondan sonraki adı da Yıldızın oğlu değil,
Barkozba yani “yalancının oğlu” oldu.
Savaş sonunda 985
köy, 50 müstahkem dağ kalesi yerle bir edilmiş, 580 bin Yahudi katledilmişti.
Açlık, yangın ve veba yüzünden ölen Yahudilerin sayısı bilinmiyordu. Roma'nın kayıpları da ağırdı, ama mevcut
kaynaklar bu konuda rakam vermemektedir.
İmparator Hadrianus
Kudüs'ü sünnetsizlerin şehri olarak onartıp Aelia Capitolina adını verdi.4°
Romalılar Zerubbabil Tapınağı'nın yerine Jupiter Capitolinus'un bir heykelini
diktiler. İmparatorluk ayrıca Yahudilerin şehir çevresine yaklaşmalarını
yasaklayan bir ferman yayınladı.
Bar Kohba
intifadasının akibeti de böyle oldu ve direniş son nefesini verdi.
xxvııı
Giriş
Talmud alimleri,
Müsa'nun ömrünün son kırk iki yılı boyunca Tanrı'dan on emir de dahil olmak
üzere altıyüz on üç kanun telakki ettiğini ileri sürüyorlar. Bu kanunların ve
amaçlarının halkın anlayabileceği şekilde yorumu yeterlidir. Yine aynı iddiaya
göre bizzat kanunlar parşömen varak levhalar üzerine yazılmıştı ve yorum da
sözlü şeriatın temelidir.
Talmud alimleri,
sözlü şeriatın doğruluğunu ispat etmek ve tenkitlerden korumak için Müsa'nın
önce kardeşi Harun'u çadırına çağırdığını ve Tanrı'dan telakki ettiklerini ona
aktardığını, daha sonra Harun'un oğullarını çadıra alıp babalarının dinlediklerini
onlara da dinlettirdiğini; arkasından İsrail'in yetmiş yaşlı kişisini Allah'ın
vasiyet ve öğretilerini Müsa'dan dinlemeleri için çadıra çağırdığını ve en son
olarak halktan dileyenin içeri girerek Müsa'nın ağızından sözleri bizzat
dinlemeye izin verildiğini ileri sürüyorlar.
Böylece kanunları
Harun dört, oğulları üç, yaşlılar iki ve halk da bir defa doğrudan Müsa'nın
ağzından dinlemişlerdir.
Talimin bu ilk
aşamasından sonra Musa, Harun'dan öğrendiklerini tekrar etmesini ister.
Arkasından oğulları dinlediklerini tekrar ederler, daha sonra yaşlı yetmişler
sözlü ve yazılı şeriatı birbirlerine öğretmelerine izin verilen halkın zihnine
yerleşmesi için tekrar ederler.
Talmudcuların sözlü
şeriat dedikleri bu takdim, sözlü şeriatı kabul etmeyen bazı Yahudi cemaatleri
tarafından reddedilmiştir. Daha önce Sadukîerin sözlü şeriatı kesinlikle kabul
etmedikleri belirtilmişti. Keza Samirîler (Samarialılar) de yazılı Musa Tevratı
olarak ancak ilk beş kitabı kutsal kabul ederler.
Biz burada Talmud
üzerinde detaylı bir şekilde duracak ve onu tartışacak değiliz. Talmud'un
İngilizce ve Arapçaya yapılan güzel çevirilerinin ışığında konuya detaylı bir
şekilde girmek mümkün ise de, bu, elinizdeki kitabın sınırlarını aşar.
Dolayısıyla Musa'ya
ait olduğu söylenen sözlü şeriatın, Talmud alimlerinin İsa'dan önce I.
Yüzyıldan beri Mişna'yı yani Tevrat'ın tekrarını üzerine bina ettikleri temel
olduğunu söylemekle yetinelim. Mişna, Miladi lll. Yüzyılın birinci çeyreğinde
yani tapınağın ikinci yıkılışından yüz elli yıl sonra Yahuda HaNasi tarafından
kaleme alınmıştır.
Nasıl yazılı şeriat
Tevrat'ın tefsir ve yorumu olarak Mişna doğmuşsa, sözlü şeriat Mişna'dan da
Gmara denilen yorumlar ve tefsirler doğmuştur. Gmara'nın nihai şeklini Miladi
l. Binyılın birinci yarısında aldığı söylenmektedir.
Mişna ve Gmara
genel olarak Talmud denilen kitabı oluşturur. O da ikiye ayrılır: Halfa
kanunlar ve farzlar; Hagara Kıssalar, efsaneler, örnekler, hikmetli sözler vs.
Babil ve Kudüs
Talmudu, Mişna ve Gmara'da kullanılan dünya dilleri, Talmud'un yaşayan dillere
çevirisi, tercüme ve basımlarından sonraki gelişmeler bu kitabın konusu
değildir. Çünkü bu konulardan birine daldığımızda asıl üzerinde durmamız
gereken noktalara yeterince eğilmemiz zorlaşır.
Araplar ve Talmud
Çağdaş Arap
okuyucunun Talmud hakkındaki genel görüşü, ■ Ortodoks Yahudinin bu kitaba yüklediği kutsiyetin Tevrat'a yüklenen kutsiyetten daha az
olmadığıdır. Günümüz okuyucusunun Talmud'u kötü bir kitap olarak görmesi normaldir. Talmud ve
içeriğiyle ilgili bilgilere sahip olsaydı, onun tüm çağlarda insanlık düşmanı
fikirlerin en tehlikelisi olduğu hükmüne varırdı.
Filistin Kurtuluş
Örgütü'ne bağlı Etüdler Merkezi'nin Dr. Esad Razuk'un “Talmud ve Siyonizm"
adlı çalışmasını 1970 yılında ■
yayınlamasına kadar herhangi bir Arap
yazarın
Talmud'la ilgili umumi görüşü yadırgadığına şahit olmadık. Dr. Esad Razuk, Filistin meselesiyle ilgilenen
okuyucuya yabancı biri değildir. Onun 1968 yılında aynı merkezin yayınladığı “Büyük İsrail" adlı değerli
çalışmasını da unutamayız.
Ama galiba Dr.
Razuk “Talmud ve Siyonizm" adlı eserini yazarken ruhi, psikolojik ve
fikri yönden pek iyi durumda değildi ve sanırım Etüdler Merkezi de bu çalışmayı
yayınlamakla ondan pek iyi durumda olmadığını ortaya koymuştur. Şahsen biz, Dr.
Razuk'a bu eserde sergilediği basiretsizliği yakıştıramadığımız gibi, onun
daha önceki takdire şayan çalışmalarındaki bilimsel sorumluğu taşımadığını
gördük.
Dr. Razuk, Talmud'u
görmeyen Arap yazarlara hücum ederek şöyle diyor: “Böyle tehlikeli bir konuyla
uğraşmak büyük bir sorumluluk ister. Araştırmacıların inceleme ve doğruluğunu
araştırma zahmetine katlanmadan nakledilegelen görüşleri papagan gibi
tekrarlamaya devam etmeleri bunaklıktır." (s. 14); “Neden cehalette ısrar
edip, araştırmadan kaçınarak düşmanımızı bize çevireceği ve bizi dünya
kamuoyunda başarısız gösterme çalışmalarında kullanacağı silahlarla daha fazla
techiz ediyoruz?.. Ne zamana kadar kendimizin en inatçı düşmanı olarak
kalacağız? Davamızın haklılığını görmezden gelmeyi sürdürüyor, onun insanı
ruhunu yok ediyor, sonra da dünyadan yanımızda yer almasını ve davamızı
desteklemesini istiyoruz?" (s. 15).
Dr. Razuk sözlerini
şöyle sürdürüyor: “Arapların Talmud hakkındaki genel kanaati, onun geçtiğimiz
yüzyılın son çeyreğinde Avrupa'daki benzerlerinden nakledilen bir geleneğin
doğurduğu çocuk olduğu, gerçekte bize hiçbir fayda sağlamayan siyasi ve ırkı
fazlalıklar gibi antisemitist hareket tarafından sürümü yapılarak tarih
meyanında bir belge haline geldiği şeklindedir." (s. 26) ; “Bu üç bölümde,
Arapların Talmud hakkındaki görüşlerinin dayandığı Avrupai kökleri incelemeye
çalıştık. Verilen bazı örnek-' lerden Avrupa patentli bu görüş ve tutumların
bize nasıl sızdığı ve arkasından Arapların siyasi siyonizm karşısında sergilemesi
gereken asıl duruştan ayrı olarak bereketli bir toprak bulduğunu; Talmud ve
öğretileriyle ilgili sathi görüşlerin tüm hata ve önyargılarıyla birlikte
nakledilerek genelleştirilmesi üzerine kurulu antisemitist Avrupa dalgasının
arkasında bazı dini etkenlerin siyonizmin gelişmesine -nasıl yardımcı olduğunu
gördük." (s. 105)
Dr. Razuk,
kitabının sonlarına doğru sesini biraz daha yükselterek şöyle diyor:
"Neden davanın özünden uzaklaşarak çözüntünün dış kısımlarıyla
oyalanıyoruz? Talmudî Yahudi veya Talmuda göre Yahudi'den bahsetmemiz bir
saçmalıktır ve hiçbir faydası yoktur. Çünkü Talmudî Yahudi topraklarımızdaki
bu açgözlü siyonist kadar bizim düşmanımız değildir.. " (s. 302) (...)
Gördüğümüz gibi Dr.
Razuk muarızlarını, daha doğrusu kendisinden önce bu konuda kalem oynatan Arap
yazarları bunaklık, cehalet, basiretsizlik, papağanlık ve kendisinin Miladi il.
Binyılda Avrupa ve Doğuda Talmud kurbanları hakkında yazarların ve
araştırmacıların naklettiklerine duyduğu öfkeyi duyma sorumluluğundan kaçmakla
suçlamaktadır.
Yahudilerin
Hristiyan veya gayr-ı Yahudinin canlı bedeninden kan alarak Nisan ayının
(İbrani yılının başlangıcı) üçüncü haftası boyunca hamursuz orucunda yedikleri
ekmek gibi bazı dini ritüellerinde kullandıkları görüşü insanlar arasında
yaygındır.
Dımaşk olayı (1840)
5 Şubat 1840
tarihinde, Dımaşk şehrinde Papaz Thomas elKebuşi birden esrarengiz bir şekilde
ortadan kayboldu. Arkasından yardımcısı İbrahim Ammara da sırra kadem bastı.
Şehirdeki Hristiyanlar bazı deliller topladıktan sonra Yahudileri suçladılar.
Söylediklerine
göre Papaz Thomas en son olarak Yahudi mahallesine girerken görülmüş. Mesele
Dımaşk'daki Fransız konsolosluğuna iletildikten sonra Papaz Thomas ve
yardımcısını öldürmekle suçlanan bir grup Yahudi hakkında tahkikat başlatıldı.
* .
Yahudilere isnat
edilen suç Papaz Thomas'ı Fısıh kuzusu kurban etmek yerine mayasız ekmek
(mazzot) yapmak için insan kurban kanı kullanmak amacıyla öldürüp kanını almak
ve dinî ritüel amaçlı işletmekti. Dr. Razuk, Dımaşk olayını böyle basit
sözlerle anlatarak şu
yorumlarda bulunmaktadır:
1.
Talmudî Yahudiler mayasız ekmek yapmak için insan
kanı akıtma suçlamasıyla zulme uğratılmışlardır;
2.
Olay ve onu müteakiben başlatılan tahkikat Osmanlı
topraklarındaki yabancı nüfuzunu harekete geçirmiştir;
3.
Yabancı konsolosluklar iki kısma ayrılmışlar; bir
kısmı Yahudi aleyhtarı bir
tavır takınmış, diğeri ise (İngiltere ve Rusya) Yahudileri savunarak, masum
olduklarını belirtmişlerdir.
4.
Yahudi önderlerinden ve mütefekkirlerinden bir
grup, Yahudi dayanışması çağrısında bulunmuş ve her yerde maruz kaldıkları
baskı ve problemlerden kurtuluş için siyasi siyonist çözüme davetiye
çıkarmışlardır. '
Yazar, Dımaşk
olayında Yahudilerin masum olduğuna, Sultan Abdülmecid’in çıkardığı bir
fermanla Yahudileri yöneltilen suçlamalardan akladığını delil olarak
göstermektedir.
Bilimsel sorumluluk
Dr. Razuk’un Sultan’ı bu fermanı çıkarmaya zorlayan şartları araştırmasını
gerektirirdi. Çünkü yapılan tahkikat Papaz Thomas ve yardımcısını kaçıranlara
isnat edilen suçun sübutunu ortaya koymuş ve faillerine idam cezası
verilmiştir.
Yahudi asıllı
İngiliz maslahatgüzarı Moses Montefiore ve yine Yahudi asıllı Fransız avukat
Adolphe Cremieux başkanlığında bir Avrupa heyeti Mısır’a gelerek meseleyi
Mehmet Ali Paşa’ya arzetmişlerdir. Heyetin amacı Yahudi katillerin affedilmesini
sağlamaktı. Fakat Cremieux, onların affının kabulünü reddederek,
suçsuzluklarının ilanıyla birlikte kayıtsız şartsız serbest bırakılmaları
talebinde bulunmuştur. Olayın
bu şekilde sonuçlanması, her ne kadar emperyalist Yahudi gücünün Osmanlı
topraklarında ziyadesiyle güçlendiğini gösterirse de, Papaz Thomas'ın katillerinin
masum olduğu anlamına gelmez.
“Talmud ve
Siyonizm"in yazarının iddia ettiği gibi olayın Osmanlı topraklarındaki
ecnebi nüfuzu harekete geçirmesi meselesi aleni bir çarpıtmadır. Çünkü
Babıali'deki ecnebi nüfuzu “hasta adam" çağında tartışma konusu bile
değildir. Olayın yabancı temsilcilikleri ikiye böldüğü iddiasına gelince, bu
kabul edilebilir bir şey değildir. Çünkü güçlü Avrupa ülkelerinin hasta adamın
mirası üzerindeki çekişmeleri XIX. Yüzyılın tartışma kabul etmez gerçeklerindendir.
Gelelim yazarın bu
olayın Yahudi dayanışmasına ve siyonizmin faaliyetinin yoğunlaşmasına yol
açtığı iddiasına. Bu konuda Dr. Esad Razuk'a “Büyük İsrail" adlı kitabında
siyonizm düşüncesinin diriltilmesinde emperyalizmin rolü hakkında yazdıklarını
hatırlatmamız yeterlidir.
Papalık ve kan
iftirası
“Talmud ve
Siyonizm"in yazarı sünnetsizlerin kanının dökülmesi iftirası konusunda
Talmud ve Yahudileri müdafaa babında Papa IV İnnocent'in yayınladığı 5/7/1247
tarihli tebliğini şahit olarak göstermektedir.
“Almanya
Yahudilerinden üzücü bir şikayet aldık. Şikayette şöyle deniliyor: 'Şehir ve
kasabalarınızdaki önemli zevattan ve baronlardan başka, klise adamlarından ve
laiklerden bazı prensler, bizlere karşı kötü tuzaklar kurmakta, mallarımızı
zorla elimizden almak amacıyla çeşitli bahaneler uydurmaktadırlar. Onlar bunu
Mesihi iman esaslarının Yahudi inancının temelini oluşturduğunu yani deyim
yerindeyse Kitab-ı Mukaddes'in şeriat tavsiyesiyle konuştuğunu, onun diğer
tavsiyelerin bir cümlesini bile ortadan kaldırmadığını, kısacası Yahudilere
hamursuz bayramı törenlerinde bir ölünün cesedine dahi dokunmayı ya
sakladığını akledip düşünmediklerinden yapıyorlar. Ne var ki Yahudiler, haksız
yere, bu öfke arasında, boğazlanmış bir çocuğun kalbiyle ayin yapmakla
suçlanıyorlar. Suçlamayı yapanlar, bunu Yahudilere şeriatın emrettiğini ileri
sürüyorlar. Halbuki şeriat böyle bir ameli yasaklamaktadır. Bundan başka her
nerede ölü bir adam cesedi bulunsa, iğrenç bir şekilde ölüm sebebi
Yahudilerden bilinmektedir. ”
Bilimsel bir
araştırmada, araştırmacının elindeki metnin hangi şartlarda hazırlandığını göz
önünde bulundurmadan onu ele aldığı konuda belge olarak kullanması doğru olmaz.
Bilimsel araştırmada amaç, bir futbol maçında bacak arasından gol atmak
değildir.
Papalık sözü edilen
yüzyılda (Xlll. Yüzyıl) tüm kıtada Avrupa krallıklarıyla amansız bir iktidar
mücadelesine girmişti. Tek başına bu keyfiyet dahi, dinle uzaktan yakından
ilişkisi olmayan koltuk sevdalısı bir sorumlunun yaptığı dini içtihadın
sıhhatinden şüphe etmek için yeterlidir.
Papa IV.
İnnocent'in sözü edilen bu duyuruyu yayınladığı dönemde papalık Almanya,
Sicilya ve Güney İtalya imparatoru il. Frederich'le amansız bir savaş
halindeydi. Frederich, 1244'de bir grup Müslümanı Güney İtalya'ya iskan etmiş,
bunlar Frederich'in işaretiyle papalık topraklarına saldırmış, bunun üzerine
Papa IV İnnocent Roma'dan Cenova'ya, oradan da Fransa'ya kaçmak zorunda
kalmıştı.
Papa
Fransa'nın Lion şehrinde düzenlediği bir konsilde (1245)
il. Frederich'i görevinden azlettiğini bildiren
bir karar yayınlamış, arkasından din adamlarından başka baronları ve halkı
imparatora karşı kışkırtmak amacıyla Almanya'ya hareket etmişti.
İşte papalık böyle
bir ahvalde Yahudileri himaye altına alan, onları sünnetsizlerin kanını dökme
iftirasından aklayan menşurunu yayınlamıştı. Kararın Almanya'daki Yahudilerin
şikayeti üzerine alındığını göz önünde bulundurursak, sebebi de kendiliğinden
ortaya çıkmış olacaktır. Kısacası papa, II. Frederich'le tutuştuğu savaşta
Almanların ve Alman olmayanların desteğini sağ lamak zorundaydı. Ayrıca
Yahudilerin çekişen iki taraftan birinin yanında yer almasının, kuvvetler
dengesini, özellikle de maddi alanda o tarafın lehine değiştireceğini unutmamak
gerekir.
Papa IV. lnnocent
ve Yahudiler konusunda sözü daha fazla uzatmak niyetinde değiliz. Yahudi
zenginlerin, genellikle kendi ırkdaşlarını da vahşi hedefler halinegetiren
Haçlı Seferleri’ni finanse ettikleri tarihen sabittir. Dolayısıyla Papa IV.
lnnocent ve diğer yetkili kişilerin amaçlarını gerçekleştirmek için Yahudilerin
mallarını kullanmak maksadıyla sempatilerini kazanmaya çalışmaları tabiidir.
Yüksek faiz garanti olduktan, menkul ve gayr-ı menkul teminatlar cazipken,
Yahudi zenginleri mallarıyla iktidar sahiplerini avlamaktan ne menedebilir ki?
“Ortaçağda
Yahudiler Avrupa'da ve Doğu'da kapitalist kesimi temsil ediyorlardı. Aslında
çok geniş bir coğrafyaya yayılmışlardı, ama para, din ve kan bağları onları
birbirine bağlıyordu. Böylece hem ticari faaliyetlerle, hem büyük projelerini
gerçekleştirmek isteyen kiliselere borç vererek ve Haçlı projelerini uygulamak
isteyen prens ve şovalyelere krediler açmak suretiyle çok büyük servetler
yığdılar. Kilisenin kendi cemaatine faiz yemeyi yasaklamasını fırsat bilerek
aşırı kârlar sağladılar. ”
Kısacası Papa IV.
Innocent'in Yahudiler konusunda aldığı karar, karşılıklı çıkar ilişkisi
bazında yapılmış bir ticari anlaşma niteliğindedir. Yahudilerin sünnetsiz
kanını dökme iftirasından arındırılması konusunda bundan daha öte bir delil
olamaz.
Talmud’un
batıniyeti
Dr. Razuk, sözü edilen eserinin 12. sayfasında
“Talmud batını kitaplardan değildir veya çevresi gizlilik, gizem ve garabet
halesiyle çevrili bir kitap da değildir. Aksine isteyen herkesin ulaşabileceği,
araştırmacıya açık, birinci el güvenilir bir kaynaktır” demek suretiyle apaçık
bir hataya daha düşmüştür.
Yahudi din
kitapları bir takım gizli sembol ve işaretlere ziyadesiyle dayanmaktadır ve
Tevrat da bu semboller konusunda istisna teşkil etmez. Kullanılan rakam ve
sözcüklerin lafzı sınırlarla bağlı olmayan anlamları vardır ve bu konu
üzerinde biraz detaylı durmaya kalkarsak onlarca ve belki yüzlerce sayfa
karalamamız gerekecektir, ama biz yalnızca birkaç örnek vermekle yetineceğiz.
Örneğin Çıkış
kitabında (12/40) şöyle deniliyor: “İsrailliler Mısır'da dört yüz otuz yıl
yaşadılar." Normal olarak bu sözde yoruma veya te'vile gerek yok, ama
Talmud onu verildiği şekliyle kabul etmiyor ve İsraillilerin Mısır'da yalnızca
iki yüz on yıl yaşadıklarını ileri sürüyor. Talmud'a göre 430 yıl, Tanrı'nın
“barış ahdi" denilen rüyada İbrahim'e görünüşü ile Musa önderliğinde
gerçekleşen fiilî çıkış arasındaki zaman diliminin tamamıdır.
Yine aynı Çıkış
kitabında (17/11) şöyle deniliyor: “Musa elini kaldırdıkça İsrailliler,
indirdikçe Amalekliler kazanıyordu." Bu sözler Tevrat yazarlarının
İsraillilerle Amalekliler [Amalika] arasında geçen bir savaşı anlatıyor. Çıkış
kitabındaki cümle böyle, ama Talmud başka bir şey diyor: Musa'nın eli savaşı
etkiler, onu alevlendirir veya yatıştırır mı? Hayır.. Ama İsrail oğulları huşu
dolu kalplerle bakışlarını göğe çevirip oradaki büyük Baba'ya bakarlarsa
kötülük onlara asla yaklaşmayacaktır.11 Görüldüğü gibi burada
Talmud'un söyledikleri Çıkış kitabındaki sözlerin lafzı sınırları dahilinde
yapılmış bir yorum değil. Aksine burada yorumcu veya te'vilcilerin Çıkış
kitabındaki ibareye yüklemek istedikleri bir sembol söz konusudur.
Yine Çıkış
yolculuğu sırasında İsrail oğulları yılanlar tarafından ısırıldıkları için
Musa'ya şikayette bulunurlar. “Rab, Musa'ya 'Bir yılan yap ve onu bir direğin
üzerine koy. Isırılan herkes ona bakınca yaşayacaktır' dedi. Böylece Musa tunç
bir yılan yaparak direğin üzerine koydu. Yılan tarafından ısırılan kişiler tunç
yılana bakınca yaşadı." 12 Talmud yorumcuları bu sözü bir sembol kabul
ederek şöyle diyorlar: Tunçdan yapılmış bir yılanın hayatı olumlu ,veya olumsuz
etkileme gücü var mı? Hayır. Ama İsrailliler yukarıya, gökteki büyük Baba'ya
bakarlarsa, hayat veren O'dur.13 Talmud'un Tevrat sifirlerine sembol
ekollerinin aklına yatan ve yatmayan anlamlar yüklediklerini göstermek için bu
kadar örnek yeter. Demek ki Talmud, herhangi bir araştırmacının kapağını
açabileceği kitaplar listesinden çıkartılacak kadar sembollere yüklenmiş ve
batını kitaplar arasına girmiştir.
Uzağa gitmeye gerek
yok. Talmud yorumcularının övüp göklere çıkardıkları apokrif kitapları Tevrat'a
alınmamıştır. Talmud yorumcuları Tevrat'ı yazan meslektaşlarıyla alay etmiş ve
yeni bir apokrif doğurmuşlardır ki, tıpkı seleflerinin Tevrat apokrifini
tekellerine aldıkları gibi hahamlar da onu tekellerinde tutmaktadırlar.
Belki de Dr.
Razuk'un eserinin 182-185. sayfasında 12. sayfada söylediği "isteyen her
araştırmacının ulaşabileceği bir kitaptır" şeklindeki sözlerini nakzeder
tarzda kaleme aldığı şu sözler Talmud'un batını bir kitap olduğunun başka bir
delilidir.. İsteyenler s. 185'de Tevrat'da Talmud'un 248 emir ve 365 yasak
tespit ettiğini ve bunları insan vücudunun organlarıyla örtüştürdüğünü belirten
satırları okuyabilir. Dr. Razuk şöyle diyor: "Talmudçular ve İşrakiler
cümlelerin hesabını Taryag lafzıyla sembolize etmişlerdir: T=400+r=200+y=l0+g=2
612." Bu semboller herkesin ulaşabileceği, araştırmacıların kavrayabileceği
bir şey midir? Bu soruya evet cevabının verilebileceğini hiç sanmıyorum. Normal
insan aklı Tevrat yazarları ve ardılları Talmudçular arasında asırlar
boyuncabir anlaşma olduğu ve her harfin gizli bir anlamı bulunduğu sonucuna
varır. Üstelik yalnız geleneksel Yüksek Kurul üyelerinin bildiği bu sırrı diğer
insanlar gibi sıradan Yahudiler de bilmezler.
Kan ve Hamursuz Bayramı
Çıkış kitabında
Hamursuz Bayramı'yla ilgili ibareleri gözden geçirdiğimize göre Talmudçuların
metodunu ödünç almamızda bir sakınca yoktur.
İlk dikkatimizi
çeken şey, bu bayramla kan arasındaki sıkı ilişkidir. Fısıh koyunu kesilir ve
kanı kapının yan ve üst sövelerine sürülür. Neden? Tanrı Mısırlıları vurmak
için geldiğinde, yan ve üst ve sövelerdeki kan işaretini görecek ve orasının
bir İsrailliye ait olduğunu anlayıp geçip gidecek ve içeridekileri helak
etmeyecek.14 Burada kısa bir kenar notu koyuyoruz: Talmud bu
hikayede Tevrat'a ters düşmekte ve bazı Mısırlıların o gece İsraillilerin evlerine
sığındıklarını, ama bunun onların hayatlarını kurtarmadığını anlatmaktadır. Bu
yüzden İsrailli Mısır'dan çıkış için uyandığında çevresinde bir Mısırlının
cesedini buluyordu.
Koyunun yani Fısıh
koyununun kesilip kanının kapılara sürülmesinden sonra, Mısır topraklarında su
gibi kan aktı. “Çünkü ölü olmayan ev yoktu.”
Tevrat'ın Arapça
çevirisinde öldürmeden bahsedilirken “eçtaze” kelimesinin kullanılması dikkat
çekmektedir. Yani Tanrı “Mısırlıları vurmak için aşıp geldi” ve keza “Bu gece Mısır topraklarına geçip,
orada ilk doğan bütün hayvan ve insanları öldüreceğim”18 diyor.
Fakat İsraillilerin olduğu tarafa geçmek söz konusu olunca “abere” fiili
kullanılıyor. “Kan sizin bulunduğunuz evleri gösteren işaret olacak. Ben kanı
görünce oradan geçip gideceğim.”; “Bu Rab'bin Fısıh kurbanıdır diyeceksiniz;
çünkü Rab Mısırlıları öldürürken evlerimizin üzerinden geçip bizi bağışladı.
”19
Tevrat'ın İngilizce
çevirisinde de geçip gitmek anlamında “pass over" fiili kullanılmıştır ki,
Pesah [Fısıh] bayramı da yine İngilizcede “Passover” kelimesiyle
karşılanmaktadır. Bu isimlendirme her iki metinde de geçen “yectazu”
kelimesiyle bağlantılı katl olayı ile bayram anlamında kullanılan “passover”
kelimesi arasında bir bağ olduğunu göstermektedir. İngilizcede her iki anlam
için kullanılan kelimeler arasındaki ilişki ve benzerlik, bu bayram için
Arapçada kullanılan “Fısıh” sözcüğüyle “yectazu” arasında bulunmaması sebebiyle
üzerinde durmuyoruz. Eğer İbranice bilip de kelime türetim kurallarına vakıf
olsaydım, sanırım bu kelimenin İbranicesi üzerinde durmak daha cazip olurdu.
Her ne ise,
İngilizce Tevrat'da “pass over” sözcüğü hem bayram hem de Tanrı'nın
Mısırlıları katletmek için “geçip gitmesi” için kullanılmıştır. Talmud'un
Sinnaherib'in ordularının Hezkiya zamanında Kudüs önlerinde kırılmasından
bahsederken “pass over" kelimesini kullanması de dikkat çekicidir ve
ayrıca Talmud'un tam bir örtüşme sağlamak amacıyla İsraillilerin Mısır'ın çıkış
tarihi olduğu iddia edilen 15 Nisanı Sinnaherib'in ordusu• nun kırılma tarihi
olarak göstermesi de göz önünde bulundurulmalıdır. Talmud'da şöyle deniliyor:
“Tanrı, kendi halkı için bir kez daha geçti ve saldırgan ordu askeri kampında
öldü." Burada “pass over" kelimesi italik olarak yazılmıştır ki,
“passover” sözcünün özelliği ve Fısıh bayramının kanla olan ilişkisi konusunda
başka bir delildir.
Kurban edilen
ilkler
“Rab, size ve
atalarınıza ant içerek söz verdiği gibi, sizi Kenan eline getirecektir. Orayı
size verdiği zaman, ilk doğan erkek çocuklarınızın ve hayvanlarınızın hepsini
Rab'be adayacaksınız. Çünkü bunlar Rab'be aittir. İlk doğan her sıpanın
bedelini bir kuzuyla ödeyin. Bedelini ödemezseniz, boynunu kırın. Bütün ilk
doğan erkek çocuklarınızın bedelini ödemelisiniz.
“İleride
oğullarınız size 'Bunun anlamı ne?' diye sorduklarında, 'Rab bizi güçlü eliyle
Mısır'dan, köle olduğumuz ülkeden çıkardı' diye yanıtlarsınız. Firavun bizi
salıvermemekte diretince, Rab Mısır'da insanların ve hayvanların bütün ilk
doğanlarını öldürdü. İşte bunun için hayvanların doğan erkek yavrularını
Rab'be kurban ediyoruz. İlk doğan erkek çocuklarımızın bedelini ise bir
hayvanla ödüyoruz. Bu uygulama elinizde bir belirti ve alnınızda bir anma
işareti olacak; Rab'bın bizi Mısır'dan güçlü eliyle çıkardığını anımsatacak.
"20
Bu metni dikkatle
incelediğimiz zaman, kolayca şu sonuçlara ulaşabiliriz:
1.
Çıkış, Tanrı'nın Mısır'daki ilk doğan çocukların
ve hayvanların tamamını öldürdükten sonra olmuştur;
2.
Tanrı, bu olayın hatırlanması için İsrailliye 'her
çocuğun ve hayvanın ilk doğanım Tanrı'ya adayacaksın. Erkek olanlar Tanrı'ya aittir'
demektedir;
3.
Ey İsrailli, her doğan ilk erkek hayvanı Rab'bine
kurban olarak sun; erkek çocuğunu ise Rab'be ada!;
4.
İsraillilerin erkek çocuklarının yerine bir hayvan
kurban edilmesi gerektiği belirtilirken, İsrailli olmayanların ilk erkek çocukları
bu farizadan istisna edilmemiştir;
5.
Eğer bu fariza ilk doğan hayvanlar için konulmuş
olsaydı, metinde iki defa geçen genelleştirme ifadesinden sonra İsrail çocuklarından
her ilk doğanın feda edilmesi emrinin tekrarına gerek kalmazdı: “Her ilk
doğanı Rab'be sunacaksın"; “Her ilk doğanın erkeğini Rabbe kurban et.”
Burada “ilk doğan" (rahimden ilk çıkan) ibaresi hem insan hem de hayvan
için kullanılmıştır.
Tüm bunlardan sonra
Talmud yorumcusunun içtihatta bulunarak sünnetsizin kanının dökülmesini ve bu
kanın Fısıh hamurunda ve Purim (Ester) bayramı gibi diğer bayramlarda kullanılmasını
Yahudinin elindeki bir belirti ve alnındaki işaret olarak değerlendirmesi caiz
olmaz mı?
Hristiyan kam
Yüzyıllar boyunca
Yahudi'ye yamanan bu iftirada genel olarak sünnetsiz ve özel olarak Hristiyan
kanı arasında neden bir tercih vardı?
İsa Mesih,
Yahudiler nazarında mürted bir Yahudi idi ve mürtedin cezası da ölümdü. Daha
önce Yüksek Kurul'un Hristiyanlığı henüz yatağındayken boğmayı başaramadığı
için duyduğu öldürücü intikam duygusunun ruhlarının derinliklerine nüfuz ettiği
belirtilmişti. Bu arada Mişna'nın da ancak lll. Yüzyılda yazıldığını
hatırlatmış olalım.
Yahudileri
Hristiyan kanı akıtmakla suçlayanlar onların Roma valisi Pilates huzurunda
söyledikleri “O'nun kanının sorumluluğu bize ve çocuklarımıza aittir"21
sözünü delil olarak sunuyorlar. Bu sözün anlamı Mesih İsa'nın öldürülmesinin
sorumluluğu nesiller boyunca Yahudilerin boynundadır demektir.
Ama Talmud
yorumcusu bu söze olmadık, akıl almadık bir te'vil getirmekte ve “Eğer bu
ibarede 'fiilen' kelimesini kullanmış olsalardı, o zaman "Mesih'in
kanı" sözcüğünü harfiyen kabul edebilirdik."
Ama acaba
Talmudçuların "O'nun kanının sorumluluğu bize ve çocuklarımıza
aittir" ibaresinden herhangi bir Hristiyanın kanının helal olduğu anlamı
çıkarmaları için Isa Mesih’in kanı ondan sonra herhangi bir Hristiyanın
kanında temsil edilir mi? Onlar, bir genelleştirme yaparak her Hristiyanı
aslen Yahudi olmayıp Hristiyanlığı kabul etse dahi, veya heretik yahut
putperesti mürted kabul ediyorlar ki, onlara göre Yahudi olmayan herkes heretik
veya putperesttir.
Daha önce kimsenin
ileri sürmediği bir görüşü burada nasıl kaydedeceğimi ben de bilmiyorum.
Matta Incili'nde
şöyle deniliyor: "Yemek sırasında Isa eline ekmek aldı, şükredip ekmeği
böldü ve öğrencilerine verdi. ‘Alın, yiyin' dedi, ‘Bu benim bedenimdir.' Sonra
bir kâse alıp şükretti ve bunu öğrencilerine vererek, 'Hepiniz bundan için'
dedi. ‘Çünkü bu benim kanımdır, günahların bağışlanması için birçokları uğruna
akıtılan antlaşma kanıdır.'"22
Bu dini vazifeyi
yerine getiren Hristiyan İsa'nın bedeninin ve kanının kendisinde temsil
edildiğine inanmaktadır ki, bu, Yahudi Yüksek Kurul'una ve Ahd-i Cedid'le
neshedilen Ahd-i Kadim için büyük bir meydan okumadır. Belki de yalnızca bu
keyfiyet, bir Hristiyanın aza-i bedeninin İsa'nın bedeni ve kanından olduğunu
itiraf edip, bunda ısrar ettiği sürece Talmudçunun onun kanını helal görmesi
için yeterlidir.
Yabancıların en
değerli olanlarını öldürün
Dr. Esad Razuk,
Talmud'u sünnetsiz kanının akıtılması iftirasından kurtarabilmek amacıyla
hayli gayret sarfettikten sonra, Talmud'da geçen şu sözleri yazmak zorunda
kalmış: "Yabancıların en değerli olanlarını öldürün ve başını en güzel
engerekler arasında ezin!"
Bu Talmudi sözün
ağırlığını hafifletmek için bayağı terlediği için, doğrusunu söylemek
gerekirse, Dr. Razuk'a üzülüyorum. Belki de Dr. Razuk bu ibarenin çok ağır
kaçtığını görerek, bazılarının yaptığı gibi, bir ilavede bulunmuş: "Savaş
sırasında.. ”
Görüyorsunuz ki,
cümleye "savaş sırasında" ibaresini eklemek timsahın göz yaşlarını
andırıyor. Bir Yahudi’nin savaş sırasında yabancıların en değerlilerinin
öldürülmesi tavsiyesinde bulunacak birine ihtiyacı mı var? Savaş sırasında
değerli olan da öldürülür, değersiz olan da. Savaşın genel kuralı budur ve
üstelik bu kural İsrail oğullarında en acımasız olanıdır. Çünkü onların savaş
kanunu Kenan şehirlerinin ele geçirilmesi için verilen mücadele sırasında
erkek, kadın ve çocuk ayırımı yapmadan herkesin öldürülmesini emrediyordu ve amaç
da yalnızca kendilerinin yaşayacağı büyük bir getto yaratmaktı. Halbuki İsrail
savaş kanunu diğer şehirlere müsamahakâr davranmakta ve yalnızca tüm erkeklerin
kılıçtan geçirilmesini emretmekteydi.23
Talmud’daki
"Yabancıların en değerli olanları öldürün .. savaş sırasında" sözü,
ancak araştırmacının bunun Tevrat’ın hükmünü iptal ettiği ve savaş halindeki
İsrailliye düşmanın en önemli ve en cesurlarını öldürüp, aşağılık ve korkakları
sağ bırakmakla yetinmesi emrettiği şeklinde bir anlam çıkardığında geçersizdir.
Peki, Yahudiler
nezdinde savaş durumuyla barış durumunu nasıl birbirinden ayırt edebilir,
aralarına bir sınır çekebiliriz? Çünkü Talmud yazıldığında Yahudilerin savaş
veya barış ilan edebilecek bir devleti yoktu. Olan devleti, kendi adamlarına gizli
talimatlar gönderen yeraltına çekilmiş gizli bir devletti. Yahut Talmud’un iki
kapağı arasındaki kanun ve kurallar ancak daha sonra bir devlet kurulduğunda
tatbik edilmek üzere vazedilmişti.
Her halukârda,
Miladi 70 yılında tapınağın ikinci kez yıkılışından sonra Yüksek Kurul’un
zaman zaman orada burada çıkarları doğrulduğunda bazı faaliyetlerde bulunsa
bile, dünyaya düşmanca meydan okuyacak durumda olmadığını göz önünde bulundurmak
gerekir. Ve belki de Yahudi hayatına damga vuran getto yaşantısı, Yüksek
Kurul'un diğer halklarla uyuşmayı reddetmesi ve dünya ile ilan edilmiş veya
edilmemiş bir savaşta ısrarının en bariz delilidir. Şu halde “Yabancıların en
değerlilerini öldürün" şeklindeki emrin yalnızca savaş durumunda geçerli
bir emir mi, yoksa genel bir uygulama mı olduğu şeklindeki tartışma şeklî bir
tartışmadır ve boşuna zaman kaybetmekten başka bir şey değildir.
Öldürmeyeceksin!
“Öldürmeyeceksin!"
emri, on emir arasındadır ve Yüksek Kurul bunu tüm insanlığı değil yalnızca
dar bir Yahudi toplumuyla sınırlı özel bir kanun olarak algılamıştır. Keza
“Zina etmeyecek, çalmayacaksın" emri de “öldürmeyeceksin" emrinden
sonra gelmiştir. Onu “Komşuna karşı yalan yere şahitlik etmeyeceksin"
emri, onu da şu emirler takip etmiştir: “Komşunun evine, karısına, erkek ve
kadın kölesine, öküzüne, eşeğine, hiçbir şeyine göz dikmeyeceksin."
“Allah'ın ilk
oğlu", seçilen, kutsal ve hatta ilah25 olduğu düşüncesi ruhuna
yerleşen Yahudi'yi bu emirlerin tüm insanlığı teşmil ettiğine ve yakınının
(yani komşusunun) İsrail oğullarından olmayan birinin olabileceğine hiçbir şey
ikna edemez.
Bu yüzdendir ki
Talmud, “öldürmeyeceksin" emrinin İsrailli olmayan birini teşmil
edebileceğini bütünüyle inkâr ve reddederek, o emri yok sayarak “yabancıların
en iyilerini öldürün" demiştir.
Bu yüzdendir ki
Talmud “Bir putperest bir Yahudi'yi öldürürse, ölümü haketmiştir"26 demiş
ve Mûsa'nın vaktiyle bir İsrailliyi döven Mısır'lıyı öldürmesini mesnet kabul
etmiş ve hatta bu emirle de yetinmeyip “Kim hür bir İsrailliye vurursa, kutsal
bir kişiye saldırmış gibidir" demiştir.
“Çalmayacaksın"
emrine rağmen Talmud Yahudiye bir putperesti talan etme ve çaldığı tartışma
kabul etmez bir hak olarak saklama izni vermiştir.27
Talmudî içtihat
Yahudi'ye yabancıyı öldürme izni verdikten sonra, artık onun yabancı aleyhine
yalan yere şahitlik etmesine, yabancının evine, karısına veya kölesine veya
öküzüne yahut eşeğine ve sahip olduğu herhangi bir şeye göz dikmesine kimse
mani olamaz.
Kanın haram
kılınması
Bir sünnetsizin ve'
Hristiyanın kanının akıtılması konusunda Talmudçuları savunanlar, bu konuda
Talmud metinlerinin açık bir tutum sergilemediğini ileri sürerek Papa X.
Gregory'nin şu sözlerini tekrar ediyorlar: “Yahudi şeriatı Yahudilere kan
akıtmayı veya yemeyi yahut içmeyi yasakladığını bilmemize rağmen...”
Yahudilerde kanın
yasaklanması Yasanın Tekrarı kitabının 12. babında geçmektedir ve ceylan veya
geyik gibi eti helal kılınan bazı hayvanların yenilmesine verilen izinden hemen
sonra yer almaktadır. Yine aynı babın 23.cü ibaresinde ceylan ve geyik eti helal
kılınmakta, ama kanın yenilmesi (yani içilmesi) yasaklanmaktadır. “Çünkü kan
candır, canı etle birlikte yeme."
Kesilen hayvanların
kanlarını içmemek kaydıyla yenilmesi helal etler sıralanırken ve dini
ayinlerde kurban sunulacak hayvanlar anlatılırken kanın haram kılındığından
bahsedilmesi, genel olarak hayvanlarla ilgilidir ve dolayısıyla bu yasak Çölde
Sayım kitabını yazanların Tanrı'nın dilinden şu sözleri söylemelerini engellememiştir:
“İşte halk bir dişi aslan gibi uyanıyor. Avını yiyip bitirmedikçe,
öldürülenlerin kanını içmedikçe rahat etmeyen aslan gibi kalkıyor.”29 Bir
halkın düşmanlarından öldürdüklerinin kanını içmesi galiba bir Sami menkıbesi.
Bu sözden anladığımız kadarıyla Çölde Sayım kitabını yazanlar, İsrail oğullarına
düşmanlarının kanını içmeyi helal kılmaktadırlar. Tabiatıyla bu durum bizi
hamura sünnetsiz kanı katma, bu kanı Purim bayramı ayinlerinde veya benzeri
ritüellerde kullanma konusunda söylenenleri şiddetle reddetmenin pek de doğru
olmadığı kanaatine sevketmektedir. Yahudi'ye düşman olan sünnetsizlerden nefret
etmeyi kışkırtarak Yahudilerin uzletini güçlendirmek isteyen Talmud
yorumcusunun bu tür Tevrat metinlerini veya eski sözlü gelenekleri göz önünde
bulundurmadığını düşünemeyiz.
Dr. Hasen Zaza'nın
söylediği şu sözlerle yönelttiği soruyu aynen biz de soruyoruz: “Ortaçağın
tamamında ve yeniçağın önemli bir diliminde ağırlığını koruyan bu tür ithamlar
karşısında insan şu soruyu soruyor: Tüm bunlar söylenti mi? Onlarca nesil
boyunca tüm dünyaya yayılan bunca söylenti, iftira ve alna çalınan lekenin
gerçekle hiçbir ilgisi olmayan bir utanç seli olması mümkün mü?”
Söylenti mi gerçek
mi?
Yahudilerin gizlice
sünnetsizlerin kanını akıttığı veya öldürdüğü suçlamasında bulunan ilk kişinin
daha önce sözü edilen İskenderiyeli dilbilimci Apion [Appianes] olduğu
söylenmektedir. Bu yazar Yahudileri şu sözlerle suçluyordu: “Onlar, bilâhare
kurban etmek amacıyla tapınakta her yıl bir Yunanlı çocuğu bilerek
semirtiyorlar. ”3!
Burada şu noktaya
da dikkat çekmemiz gerekiyor: Yahudi Yüksek Kurulu [Sanhedrin] tapınağın en
kutsal özel bölümünü yalnızca kendine ayırmakta, oraya bakmayı yasaklamakta ve
bizzat sıradan Yahudilerin girmesine dahi ısrarla izin vermemektedir. Bu
durum başkalarını Yahudi dininin yalnızca Sanhedrin üyelerinin tekelinde
bulunan sırlar silsilesi olduğu düşüncesine sevketmiştir. Nitekim Çölde Sayım
kitabı Yahudi avam tabakasının Tanrı'nın evi aleyhinde konuşmasını şu şekilde
nitelendirmektedir: “İsrail oğullan Müsa'ya şöyle dediler: 'Mahvolduk, helak
olduk. Hepimiz helak olduk. Tanrı'nın evine yaklaşan herkes ölüyor. Hepimiz
tamamıyla yok olacağız.”
Eğer tapınağın tüm
kısımlar umuma açık olsaydı, o zaman Yahudileri masum olabilecekleri bir konuda
suçlamak zorlaşır; Apion veya bir başkası zalimce de olsa Yahudilere böyle bir
ayıp . yakıştıramazlardı. Tapınağın en kutsal kısmının yalnızca Yahudi ileri
gelenlerine açık, diğer Yahudilere ve gayr-ı Yahudilere kapalı olmasının onlara
karşı bazı şüphelerin doğmasına, haklı haksız bir takım suçlamaların
yöneltilmesine zemin hazırlaması kaçınılmazdı.
Apion'u
Yahudilere bu özel suçlamayı yöneltmesinin sebebi,
IV. Antiochus
Epiphanes'in Kudüs tapınağının en kutsal bölümüne zorla girip orada kahinlerin
dini törenlerden birinde kurban sunmak için hazırladığı o Yunanlıyı görmüş
olmasıdır.
2130 yıl öncesini
geride bırakarak Londra'da yayınlanan siyonistJewish Cronicle gazetesinin
17/5/1963 tarihli nüshasında yayınlanan şu habere bir göz atalım:
“Litvanya'nın
başkenti Vilna'dan da başka kan alma haberleri geldi. Nikolay J. Bumezi adında
bir Yahudi, sekiz yaşındaki oğluyla oynamak için evine gelen Jeya adlı altı
yaşındaki bir çocuğun yüzünden ve boynundan kan almakla suçlanmıştır. Yine iddiaya
göre Bumezi aldığı kanı komşu bir kasabada bir sinagoga mayasız hamurunda
kullanılmak üzere satmıştır. Ancak, suçlanan kişinin oğlu yapılan soruşturma
babası aleyhine şahitlik yaparak, isnadın doğru olduğunu ve çocuğun boynundan
kan alındığını doğrulamıştır." Jewish Cronicle, haberi şu cümle ile
sonlandırıyor: “Bu, bu yıl Sovyetler Birliği'nde meydana gelen dördüncü
olaydır.”
Aynı tarihlerde
haber ajansları şu haberi geçmiştir: “Nikolay T. adlı Yahudi, Sovyetler
Birliği'nin Cuziniye bölgesinde bir Hristiyan çocuğu öldürerek, kanını Fısıh
bayramından önce Lotakis şehri sinagogunda hamursuz ekmek yapımında
kullanmıştır. Sovyet yetkilileri suçluyu yakalayarak mahkeme sevketmiştir.
Yetkili merciler, halkı yatıştırmak için fevkalade gayret göstermiş ve
Yahudilerden intikam almaya yönelik fiillerde bulunmalarını engellemiştir.”
Günümüzde İsrail
kuruluşunun Yahudilere canlarının istediği gibi Arap kanı dökme imkanı
sunmuştur. Bu vakıayı Allah'a ve tarihe havale ediyor, gözümle gördüğüm,
kulağımla duyduğum olayları inkâra yeltenenlere meydan okuyorum.
1962 yılında yani
yaklaşık bundan kırk iki yıl önce, Beyrut'un Mazraa semtindeki el-Huluv kampına
Nasıra şehrinden Edvar Nassar adında Filistinli bir genç getirildi. Lübnan'la
işgal altındaki Filistin arasındaki sınırdan gizlice girmişti. O da birçok
Filistinli genç gibi, Arap ülkelerinde, gaspedilen Filistin topraklarında
buraların asıl sahipleri olan Arap azınlığın hâlâ maruz kaldığı tenkilden
kurtulacağı bir yer bulma ümidindeydi. Fakat Arap ülkeleri bir çok sebepden
dolayı ki bu sebeplerin ürkütücü ve ciddi olduğunda şüphe yoktur, bu gençleri
reddediyor (çok nadir haller dışında) ve yapılan tahkikattan sonra işgal
altındaki Filistin'e geri gönderiyorlardı.
Edvar Nassar, Huluv
kampında sorgulanmak üzere tecrit odasına alındı ve bir süre sonra birden
Edvar'ın korkunç bir acıyla çığlıklar attığı duyuldu. Hemen içeriye dalan
askerler zavallı de• likanlıyı yerde kendinden geçmiş vaziyette buldular.
Alelacele çağırılan doktor,' delikanlının ambulansla hastaneye kaldırılmasını
emretti. Yapılan tıbbı muayene sonunda delikanlının bayılma sebebinin aşırı
şekilde kansız kalması olduğu anlaşıldı. Delikanlı kendine geldikten sonra
İsrailli yetkililerin Arap mahkumların ki o da onlardan biriydi,beyinlerinden
bol miktarda kan alarak İsrail Kan Bankası'na gönderdiklerini anlattı. Yine
anlattığına göre İsrail hapishanelerine düşen her Arap'dan belirli aralıklarla
ölümüne yol açacak ölçüde kan alınmaktaydı. Bu mahkumun hapisten çıktıktan
sonra kansızlıktan dolayı ölmesi veya daimi bir hastalığa yakalanması
İsraillileri ilgilendirmiyordu.
M. Ö. II. Yüzyılda
IV Antiochus döneminden XX. Yüzyıla kadar sünnetsizlerin katledilip kanlarının
Yahudi hamursuz bayramında kullanılması konusunda pek çok olay tespit
edilmiştir. Konumuzun akışı içinde gerektiğinde bunlardan bazılarını nakledeceğiz.
Öbür türlü Arap yazarların eserlerinde daha önce yazılmış olanları burada
tekrar etmeyi gerekli görmedik.
Yahudi mantığının
tutarsızlığı
Her ne kadar
Talmudçular Talmud'da anlatılanların alay konusu edilmesinin önünü almak
amacıyla bazı yorumlarda bulunuyorlarsa da, bu efsanevi hikayelerin
saçmalıklarını tartışma konusu yapmayacağız.
Talmud'da dünyanın
yaratılışı, Allah'ın Adem'i yarattığı çamurun çeşitli yerlerden toplanışı,
örneğin başının miad dünyası çamurundan yaratıldığı, Müsa'nın asasının Adem'in
asası olduğu vs.. gibi hurafeler üzerinde asla durmayacağız. Burada yalnızca
Müsa'nın Etyopya'yı ele geçirişi, isyan eden Asurllerin kökünü kazıyarak, itâat
altına alışı ve Etyopyalılara vergi vermek zorunda bırakışını 'anlatan
hurafeden söz etmek dahi yeterlidir.
Talmud'daki teşri
esaslarına geçtiğimizde, saçmalığın Talmud'un yazılışxsebebi olan
delil gösterme temeli üzerine kurulduğunu görüyoruz.
l.
Talmudçular, Hillel HaNasi ile bir öğrencisi
arasında medresede geçen bu konuşmayı naklediyorlar:
2.
Talmud, Hillel HaNasi'nin, Tevrat'ın borcu silme
kanununa getirdiği değişikliği büyük takdirle kaydediyor. Bu kanun, bir
Yahudinin yedinci yılın girişiyle birlikte başka bir Yahudi- den alacağı varsa
onu affetmesini emretmektedir. Talmud’un bu kanunu servetler arasındaki
dengesizliği düzeltmek için belli şartlarda uygulanabilirdi, ama Herod
döneminde büyük acılara sebep oldu. Zenginler, yedinci yılın girişiyle
birlikte mallarını kaybedecekleri düşüncesiyle ihtiyacı olanlara borç vermekten
kaçınmaya başladılar.
Işte Hillel HaNasi,
alacaklının münasip gördüğü herhangi bir zamanda alacaklarını tahsil etmesine
imkan sağlayan kanuni bir salahiyet elde etme hakkının olduğunu belirterek bu
şer işin çaresini bulmuştur.35
Talmudcuların
Hillel HaNasi'nin fetvasına onay veren tutumlarına, Herod dönemindeki
şartların ve para ilişkilerinin değişmesinden ve Hillel'in yedinci yıl
kanununu doğrudan değiştirmeden “bu belanın çaresini" bulduğundan
bahsetmelerine rağmen, biz onun eskiden beri yürürlükte olan bir kanunu bir
kalemde çizip attığını, yerine yeni bir kanun kayduğunu ve onun da o günden
itibaren uygulanageldiğini söyleyebiliriz.
Talmud'da
rastladığımız bir çok hususun mantık saçmalığı yani Yahudi veya gayr-ı Yahudi
bir araştırmacının eksiklerini farkettiği mantıkla ilgili verdiğimiz örnekler
dahilinde bu değişikliğe itiraz etmiyoruz, ama pek çok insan ve hatta çıplak
kralın giydiği göz alıcı elbiseyi begendiğini fısıldayan cumhur dahi böyle bir
uygulama içindedir..
Dr. Razuk (s. 67)
bir hahamın dini konularda kültürlü bir Hristiyana İsa peygamberin asılma
hikayesiyle ilgili olarak yönelttiği bir soruyu sormaktadır. Hahamın sorusu şöyle:
“Eğer kurtarıcınızın asılması dünyanın yaratılışından beri inayet-i ilahînin
bir takdiri ise, nasıl olur da Yahudileri bundan sorumlu tutar ve onların bu
işi yaptıklarını iddia edersiniz veya hatta onlar bu işte kudret-i ilahinin
zorladığı mücerret bir vasıta iken nasıl günahkâr olarak görürsünüz?”
Dr. Razuk'un Yahudi
meselesinin tartışılmasında önemli bir örnek olarak gördüğü bu soru, Yahudinin
yönelttiği sorunun yalnızca özüdür.
Dini işlerde bilgi
sahibi olduğu söylenen Hristiyanın bu soruya nasıl bir cevap verdiğini
bilmiyoruz, ama Tevrat'ın sayfalarını karıştırarak gerekli cevabı biz
verebiliriz. Örneğin Yeremya kitabında (25/8-14) Tanrı'nın Babil kralı ve aynı
zamanda kulu Nabukadnasar'ı Filistin'deki İsraillilerin yerleşim birimlerine
nasıl gönderdiğini, “bütün ülkenin virane ve dehşet verici bir yer haline
geldiğini" görüyoruz. Halbuki daha sonra aynı Tanrı Babil kralını ve
halkını işledikleri günahlardan dolayı cezalandırarak ülkelerini “ebedi
harabe"ye çeviriyor.
Peki Tanrı,
yalnızca irade-i ilahiyeyi yerine getirme aracı olan Babil kralını neden
cezalandırıyor? Bu kralın yaptığı tek şey Tanrı'nın işledikleri günahlar
yüzünden Nabukadnasar aracılığıyla İsraillileri cezalandırma iradesinin yerine
getirilmesinde rol oynamaktan ibaretse, Allah neden Babil kralını günahkâr
olarak görüyor?
Hahamın kültürlü
Hristiyana sorduğu yukarıda belirtilerı-sorunun Yahudi meselesinin
tartışılmasında emsalsiz bir örnek olmayacağı anlaşılmaktadır. Çünkü
Yahudi'nin bu anlayışı, bizzat Yeremya kitabında geçen kısas ve karşı kısas
olayına ters düşmektedir. Yahudiler kendileriyle ilgili hükümlerin diğer
milletlerle ilgili hükümler için bir ölçü olmadığını söyleyebilir ki, bu,
onlara yabancı bir anlayış değildir. Çünkü onlara göre Tevrat diğer insanlara
değil, İsrail oğulları göz önünde bulundurularak indirilmiştir.
Biz ve Batı
antisemitizmi
Dr. Razuk'un
“Talmud ve Siyonizm” adlı eserinde verdiği Talmud metinlerinden, onun
Yahudi'nin dünyanın diğer halklarına beslediği şiddetli kinin vahşi bir
yansıtıcısı olduğunu gösteren örnekler sunmuştuk. Dr. Razuk, Talmud
düşmanlarını zalimlik ve taassupla suçlamakta ve bunu antisemitizme
bağlamaktadır. Doktorumuz, Araplardan siyonizme karşı mücadelelerinde Batılı
antisemitist yazarların basiretsizce yürüttükleri bir geleneğin zincirini
boyunlarından çıkarıp atmalarını istemektedir. Hemen be lirtelim ki, Arap
siyasi ve düşünürleri arasında da Dr. Razuk'u bu konuda destekleyen ve
Yahudilikle siyonizmi, keza Yahudilerle siyonistleri birbirinden ayırt edenler
vardır. Bunlara göre eğer Yahudilikle siyonizmi birbirine karıştırır,
Yahudilerle siyonistleri' birbirinden ayırt etmezsek, Avrupa'nın bugün dahi
muzdarip olduğu antisemitizm damgasını kendi alnımıza vurmuş olurmuşuz. Yine
onlara göre Yahudileri bir dinin salikleri, siyonistleri ise siyasi bir
hareketin militanları olarak görürsek, dünya kamuoyun_ da antisemitist olarak
değil kurtuluş savaşçıları olarak sempati toplarmışız ve güya Filistin direnişi
böyle bir tutum sergilediği için, pek çok solcuyu ve bu arada bazı Yahudileri
ve hatta gasp edilen Filistin'e yerleşen Yahudileri yanlarına çekmişmiş.
Anlaşılan bizi
Avrupa’nın modası geçmiş antisemitizm halkasından kurtulmaya davet edenler,
yine Batının modern solunun zincirini boynumuza takmamızda ısrar ediyorlar.
Sanki kader bize sürekli Batı kabusu altında bocalayıp durmamızı, onun aklıyla
düşünüp, onun direktifiyle hareket etmemizi ferman buyurmuş!
Yahudilerle
siyonistler arasında fark görenler, aldıkları bu kararla mantık münafığı
olduklarını gayet iyi biliyorlar. Ama bizim bu dünyada ilericilerin dümen
suyunduğu gitmemiz lazım gelir ve tabii olarak solun yönettiği dünya kurtuluş
hareketinin bir parçası olduğumuza göre onun hoşnut olacağı başka bir dil kullanmamız
gerekir! Ve sol cephede Yahudiler de bulunduğuna göre siyonist kişiliğin
yaratılmasında Yahudi din kitaplarının oynadığı rolü görmezden gelmemiz,
Yahudi soluyla dünya solunu incitmememiz lazım gelir!! .. XXIX
ARAP
YARIMADASINDAKİ YAHUDİLER
Ebu'l Farac
el-Isfahanı “El-Egânî” adlı eserinde şöyle diyor: "Musa aleyhisselam
Amaliklere karşı bir ordu sevketmişti. Oldukça ileri gitmişler ve Suriye'ye
kadar gelmişlerdi. Musa, ordusuna onları yenerlerse hepsini kılıçtan
geçirmelerini emretti. Gerçekten de onları mağlup edip kralın oğlu hariç
hepsini öldürdüler. Çok güzel bir çocuktu; ona acıyıp dokunmadılar. Mûsa'nın
vefatından sonra Suriye'ye gelerek İsrail oğullarına yaptıklarını anlatınca,
halk onlara “Sizler asisiniz! Asla buraya, yanımıza gelmeyin!” diye karşılık
verip, kovdu.
Kendi aralarında
"Halkını yenip katlettiğimiz ülkeden bize hayır yok” diyerek Medine'ye
döndüler ve oraya yerleştiler. Bu olay Yemen'de Arim selinin taşması üzerine
Evs ve Hazrec kabilelerinin gelişinden önce idi. Bu Yahudilerden Kurayza,
Nadır,' Beni Kaynaka ve diğerlerinin kaydedebileceğim bir nesebi yok. Çünkü
Arap değiller. Çünkü Araplar şecerelerini yazarlar. Araplar.yalnızca onların
halefleridir.”
Eski tarihçilerden
bir çoğu El-Isfahanl'nin görüşünü takip ederek, Musa ve Amalikler hikayesinden
Yahudilerin aslen Arap Yarımadası'ndan oldukları sonucuna ulaşmışlardır. Biz,
daha önceki bölümlerde Musa ve Amalikler arasında geçen çarpışmalar hakkında
Tevrat'da yazılanları naklettiğimiz için, el-Isfahanî'nin Yahudilerin
yarımadanın asli sakinleri olduğu şeklindeki rivayetinin ilmi bir değeri
yoktur.
Bununla birlikte
eski İbranilerin İbrahim peygamberden itibaren Arap Yarımadası ve kuzey
bölgeleriyle olan ilişkisi doğrudur. Yahudilerin, Davud ve Süleyman'ın Sur
kralı Hiram'la kurdukları temastan sonra ticarette maharet sahibi olmaları,
eski doğunun ticaret hayatında uzun bir geçmişi olan yarımada sakinleriyle daha
fazla iç içe geçmelerini sağlamıştır.
Eğer Isfahanı'nin
İsrail kabilelerinin Medine şehrine yerleşmeleri hikayesi bir uydurma ise, o
takdirde tapınağın Nabukadnasar tarafından ilk yıkılışından sonra bazı
Yahudilerin Arap Yarımadası'na sığındıkları gözardı edilmesi gereken bir
husustur. Çünkü bu Babil kralının tüm Filistin Yahudilerini Irak'a sürmediğini,
büyük bir kesiminin Mısır'a muhaceret ettiğini biliyoruz. Elbette o dönemde
Arap Yarımadası da Filistin'den yapılan bu göçlerden birazcık nasibini
almıştır. Ama tapınağın ikinci kez Titüs tarafından yıkılmasından sonra bazı
Filistinli Yahudilerin yarımadaya muhaceret ettikleri neredeyse kesindir.
Her halükârda
El-Eganı'nin yazarının rivayeti bize iki gerçeği özetleme imkanı sağlamaktadır
ki, birincisi Medine'de Yahudi varlığının daha eski oluşu, ikincisi ise
bunların aslen Arap asıllı olması ihtimalinin reddi. 1
Bazı tarihçiler,
yarımada Yahudilerin Arap orijinli olduklarını ileri sürerek, bunların Arap
isimleri taşımalarının İsrail oğullarından değil Arap veya muhaceret eden
Aramılerden olduklarını gösterdiğini teyit etmektedirler. Ancak, bu tarihçiler sanırım Yahudilerin bir
arada yaşadıkları insanların isimlerini hızlı bir şekilde aldıklarını
unutmaktadırlar. Nitekim bunun örnekleri Makedonyalı İskender'in fetihlerinden
hemen sonra başlayan Hellen çağından itibaren Yahudiler arasında bariz bir
şekilde görmüştük.
Arap nesepçileri
(soy kütüğü uzmanları) Arap kabilelerinin soy kütüklerini çıkarmakta çok
titizdiler ve dolayısıyla Yemen ve Suriye'de Museviliği veya Hristiyanlığı
kabul eden Arap kabilelerinin soy kütüklerini çıkarmışlardı. Medine ve
Hicaz'ın diğer bölgelerindeki Yahudilere gelince, nesepçiler onların Arap
olmadıklarını, yarımadaya muhaceret ederek çıkıp geldiklerini bildikleri için
soy kütükleriyle ilgilenmemişlerdir.
Hicaz Yahudilerinin
Arap kökenli olmadıkları konusundaki başka bir delil ise, onların yaşam ve
muamele tarzlarıyla diğer ülkelerdeki diaspora Yahudileri arasındaki hayat
tarzı arasındaki bariz benzerliktir. Örneğin başkalarından ayrı olarak
yaşamak, komşularına fahiş faiz uygulamak gibi özellikler nerede bulunurlarsa
bulunsunlar hemen tüm Yahudilerin ortak özellikleri arasındadır.
Yemen Yahudileri
Arap kabileleriyle
ilgili haber nakledenler, Yahudiliğin Yemen'e girişiyle ilgili olarak gerçek
tarihten ziyade hurafeye yakın bir olay anlatırlar. Rivayete göre Himyeri kralı
Habeşli savaşçıların önünden kaçarak Medine'ye gelir. (M.S. IV. Yüzyıl). Bu Himyeri kralı
beraberindeki Habeşlilerle birlikte Yemen'e dönerken iki Yahudi din adamını da
yanında götürür. Bunlar ona Museviliği anlatırlar. Kral onları dinledikten
sonra Museviliği kabul eder ve halkına da bu yönde telkinde bulunur. Fakat halkı
kralın isteğini kabul etmez ve iş ateşle muhakeme edilmeye kadar gelir. Ateş,
Yahudiliği kabul etmeye yanaşmayanı yakar; iki Yahudi din alimi ise
kitaplarıyla birlikte ateşten hiç etkilenmeden çıkarlar.
Talmut'da
benzerlerine sık rastladığımız bu rivayetin doğruluk derecesi ne olursa olsun,
gerçek olan bir şey var ki, o da Yahudilerin zaman zaman Filistin'den
gerçekleştirdikleri muhaceretlerle Hicaz'a yerleştikleri gibi Yemen'e de
yerleştikleridir. Aynı kaynaklara göre Yahudileşen son Yemen kral Zünnüvas'dı,
fakat Yemen birinci Habeş istilası sırasında Hristiyanlıkla tanıştı ve
Hristiyan rahiplerden birisi bu işgal arefesinde Necran'da bir kilise kurmayı
başardı.
Ashab-ı Uhdüd
Arap Yarımadası’nda
Yahudilikle Hristiyanlık arasındaki en meşhur olay Uhdüd vakıası adıyla bilinir
ki, Kur'an'da şu şekilde anlatılır: “Hazırladıkları hendekleri tutuşturulmuş
ateşle doldurup çevresinde oturarak iman eden kimselere, dinlerinden dönmeleri
için yaptıkları işkenceleri seyredenlere lanet edilmiştir. Bu inkarcıların,
iman edenleri ateş azabına uğratmaları, onların sadece, göklerin ve yerin
hükümranlığı kendisinde bulunan, Aziz ve Hamid olan Allah'a iman etmiş
olmalarındandır."
Bazı tarihçiler
Himyeri kralı Zünnüvas'a atfedilen Uhdüd (çukur) katliamını anlatırken, vatan
duygusunun Zünnüvas’ı Necranlı Hristiyanları tenkil edip ateş çukurlarında
yakmaya sevkettiğini belirtmektedirler.
Bu Hristiyanlar din
kardeşleri Habeşlilere, dolayısıyla da Bizanslılara yakınlık duyuyorlardı.
Çünkü Bizans’ın Hristiyanlığı sayesinde Arap Yarımadası'nın güneyinde siyasi
hakimiyeti ellerinde tutuyorlardı. Bu tarihçilerin yorumuna göre Zünnüvas’ın
Yemen Hristiyanlarına indirdiği darbe, yabancı ihtiraslarına karşı ülkenin ve
krallığın bir tür savunmasıydı. Ne var ki onun Necran Hristiyanlarına karşı
uyguladığı vahşet, Habeşlileri din kardeşlerinin bir an önce intikamını almaya
sevketti. Böylece Himyeri devleti yıkılırken Yemen Miladi 525 yılında bir kez
daha Habeşlilerin nüfuzu altına girdi.
Zünnüvas, Yemen’den
Hristiyanlığı uzaklaştırmaya karar verince, çukurlar açtırarak içini ateşle
doldurdu. Hristiyanlara ya kralın dinine geçmek ya da kendini ateşe atmak
arasında bir tercih hakkı bırakılmıştı. (Eylül 523). İbni Kesîr Zünnüvas’ın
şehit ettiği Hristiyanların sayısının yirmi bin civarında olduğunu kaydetmektedir.
Tabii olarak bu
korkunç olay Habeş necaşisi ile Bizans kralının kulağına ulaşmıştı. Bu iki
hükümdardan hangisinin önce harekete geçtiği bizi burada ilgilendirmiyor.
Rivayete göre Habeş necaşisi Bizans kralından harekete geçmek için izin istemiş
veya Bizans kralı necaşiden doğrudan Yemen üzerine yürümesi tale binde
bulunmuştur. Sonuçta Habeş necaşisi 70 bin kişilik bir ordu hazırlayarak
kumandan Arbat'ın emrinde Yemen'e sevketmiştir. (Zünnüvas ise halkının başına
gelenleri görünce atını denize sürmüş, sığ sularda batıncaya kadar ilerlemiş ve
orada son nefesini vermiştir).
Zünnüvas putperest
miydi?
Zünnüvas’ın Yahudi
dinini kabul etmiş bir Himyeri kralı, Yahudilerin de Allah'ın Kur'an'daki
“Ashab-ı uhdüdu öldürdüler"
• buyruğunun
doğrudan muhatapları olduğu söylenir. Bazı modern tarihçiler şu görüşü
savunuyorlar: “Zünnüvas, bir putperestti ve ravilerin anlattıkları gibi Yahudi
değildi. Yahudiler gelmeden önce Hristiyanlara karşı tahammüllüydü, çünkü
ülkesinde Hristiyanlığın yayılışı ile, Bizans ve Habeş nüfuzunun güçlenişi
arasında sıkışıp kalmıştı. Himyerilerin büyük çoğunluğu putperestti ve
imparator Konstantin'in Yemen'de Hristiyanlığı yayması için gönderdiği rahip
Theophilos'u reddetmişlerdi. Himyeri Hristiyanlar ise Habeş rivayetine göre,
necaşiye hediyeler'gönderiyor, vergilerini ona ödüyorlardı. Tabi ki Himyer
kralı böyle bir müdaheleye sessiz kalamazdı."
Bu görüşü
savunanlar şu ayeti delil gösteriyorlar: “Aziz ve Hamid olan Allah'a
inandıkları için onlardan intikam alındı.” Bir mü'minden imanından dolayı
intikam alan Yahudi değil, putperesttir. Çünkü tevhit mesajına inanan Yahudi,
bu mesajdan dolayı kendi milletinden olmayan bir mü’minden intikam almaz.
Esasen biz bu
ayetin Hristiyanlara baskı yapanların putperestler olduğu görüşünün teyidi
için kullanılmasını doğru bulmuyoruz. Çünkü Yahudilerin tek Allah'a iman eden
mü'minlere azap ettikleri kesinkes doğrudur. Kendilerini tevhit mesajına
bağlanan diğer insanlardan üstün gören Yahudiler, tek Allah'a inananların
yalnızca kendileri olduğuna, kendilerine katılan ve tabi olanlar dışında
kimsenin bu imana ortak olma hakkının bulunmadığına sarsılmaz bir şekilde
inanıyorlardı.
Yahudilik ve
Hristiyanlığın Kur'an inmeden önce semavi dinlerden olduğu, birinin diğerine
tercih edilmeyeceğini söyleyerek, dolayısıyla "ashab-ı uhdûd”un Yahudi
değil putperst olduğu sonucunu çıkarmak, tenkit edilmeye dahi değmez bir
teşebbüstür.
Her iki dinin de
eşit seviyede tevhit akidesine sahip olduğunu farzetsek bile, Hristiyanlığın
Yahudiliğe tercih edilmesi gerekir. Çünkü Meryem oğlu lsa'nın reddi,
Yahudilerin iman eksikliğindendir, bunun günah ve sorumluluğu da kendilerine
aittir. Nitekim Kur'an bunu açık bir şekilde ortaya koymaktadır. “Meryem oğlu
İsa havarilere 'Allah yolunda kimler bana yardımcıdır?' dediğinde, havariler
'bizler Allah'ın yardımcılarıyız' dediler. Yahudilerden bir kısmı buna inandı,
bir kısmı inkâr etti. Biz de inananları düşmanlarına karşı destekledik.
Böylece üstün geldiler.”
Demek ki muvahhid
Hristiyan, Hz. Muhammed gönderilmeden önce gerçek imanla inanan kişidir.
İsa'yı reddeden kişi ise, muvaahhid dahi olsa, onun mesajını inkâr etmiş
demektir.
Kur'an metninden
Zünnüvas'ın tepelediği Hristiyanların tevhit mesajına tam olarak inandıkları
anlaşılıyor. Öbür türlü olsaydı Kur'an onlardan 'Aziz ve Hamid olan Allah'a
inananlar' diye bahsetmezdi. Dolayısıyla Kur'an'daki “ashab-ı uhdûd"
âyeti, Necran Hristiyanlarının putperestliğe dönmeyi reddettikleri için tepelendikleri
şeklinde yorumlanmaya müsait değildir. Tenkilin sebebi belki budur, ama başka
bir sebep de olabilir ki, o da Mûseviliğin reddedilmesi, tek Tanrı'ya iman
çizgisinden sapmaları düzeltmek için gelen Mesih! mesajın inkârını kabul
etmemeleridir.
Yahudilerin
sorumluluğu
Bu sözle
Zünnüvas'ın ve taraftarlarının Yahudi olduklarını söyleyenlere karşı çıktığımız
sanılmasın. Bir insanın Yahudi olduğunu reddetmek veya ispat etmek gibi bir
derdimiz de yok. Bizim demek istediğimiz, Kur'an'daki 'ashab-ı uhdûd' âyetinin
Zünnüvas'ın putperestliği konusunda delil olarak gösterilmesinin temelsiz bir
isnat olduğudur.
Zünnüvas ister
putperest olsun, ister Yahudi, ama Yahudilerin 'ashab-ı uhdûd' olayındaki
sorumluluğu inkâr veya örtbas edile-
ARAP YARIMADA
5I'NDAK1 YAHUD 1 LER 525 mez. Taberi'nin olayla ilgili rivayetine göre,
Yahudi'nin biri Hristiyanların haksız yere iki oğlunu öldürdükleri iddiasıyla
Zünnüvas'ı onlara karşı tahrik eder, o da Hristiyanları tenkil için bunu bir
fırsat sayar.
Taberl'nin
rivayetinde cahiliyye geleneklerine ters düşen tuhaf bir durum söz konusu. Eğer
Zünnüvas'ı tahrik eden Yahudi nesebi bilinen bir Arap olsaydı, maruz kaldığı
zulmü Zünnüvas'a mı şikayet eder yoksa cahilliye kabile geleneklerine göre
kutsal sayılan bir görevi bizzat yerine getiremeyecekse kabilesine varıp katilden
intikam alınmasını mı isterdi?
Günümüzde Arap
köylerinde ve hatta vadilerde yaşayanların bir cinayeti gizlediklerini,
hükumetin olayı öğrenip genel düzeni korumak adına katili bizzat
cezalandırmasını istemediklerini görüyoruz. Maksatları ise, katilden intikamı
bizzat kendilerinin veya aşiretlerinin almasıdır. Günümüzde böyle olursa,
cahiliye dönemindeki bir Arab'ın hükümdara şikayette bulunarak, ömür boyu
kendini ve soyunu utanç içinde bırakıp, kendisini de aşiretini de düşmandan
kısas almaktan nasıl mahrum edebilir? Eski Yemen'in ulaştığı medeni seviyeye
rağmen, cahiliye geleneğine karşı çıkmak basit bir şey değildi. Çünkü böyle
bir kıyaslama yapmak bizi yanıltacağı gibi, o günkü hükümdarın günümüzdeki
hükumetler gibi kabileler üzerinde hakimiyet tesis ettiği şeklinde yanlış bir
zanna kapılmamıza da yol açar.
Tüm bunlardan şu
sonucu çıkarabiliriz: Zünnüvas'ı Hristiyanlar üzerine saldırtan kişi, Arap
asıllı bir Yahudi değil, dışarıdan Yemen'e muhaceret eden bir lsrailliydi.
Aklımızdayken
meşhur bir Yahudi geleneğine de işaret edelim. Yahudiler, eğer bir hükümdar
düşman veya hasmının inancına uzaksa, onun düşmanlarından intikam almasına
yardım ederler. Örneğin kendilerini ve Hristiyanları putperestlere karşı aynı
inancın bir safta toplaması gerektiğini göz önünde dahi bulundurmadan, erken
Hristiyanlar döneminde, onlara karşı putperestlerle kol kola yürüdüklerini
biliyoruz. Peygamberimiz döneminde Yahudilerden bahsederken, Yahudilerin
tarihin tanıdığı en temiz tevhit inancına sahip Müslümanlara karşı düşmanca bir
tavır sergilemekte ısrar ettiklerini göreceğiz. Kur'an'da şöyle huyu- rulur:
"Kendilerine Kitap'dan nasip verilenleri görmedin mi? Putlara ve batıla
(tanrılara) iman ederler, ama kafirler için de 'Bunlar Allah'ı iman edenlerden
daha doğru yoldadır' derler. Onlar Allah'ın lanet ettiği kişilerdir. Allah'ın
lanet ettiği kişinin ise yardımcısı yoktur." (Nisa/51-52)
Yahudiler Peygamber
efendimizin getirdiği tevhit mesajıyla ki hala öyledir,boy ölçüşecek başka bir
mesaj olmadığını biliyorlardı, ama yine Kureyşli kafirler onlara 'Bizim
dinimiz mi üstündür, yoksa bu adamın (Muhammed'in) ki mi?' diye sorduklarında,
hiç utanıp sıkılmadan Kureyş putperestliğinin Muhammed'in dininden üstün
olduğunu söylüyorlardı ki, bu yüzden Allah onlara lanet etmiş ve nusretinden
mahrum bırakmıştır.
Yahudi tarihçi
lsrael Welfenson bu konuyla ilgili olarak şöyle diyor: "Bu Yahudilerin
böyle fahiş bir hataya düşmemeleri ve vaziyet kafirlerin isteklerini yerine
getirmeye uygun olmasa dahi, Kureyş eşrafı önünde putlara tapmanın lslam
dininden daha iyi olduğunu alenen söylememeleri gerekirdi. (Onların istekleri
Yahudilerin, Kureyş müşriklerinin ve diğer kabilelerin birleşerek Hendek
savaşında Müslümanlara saldırmasıydı.) Çünkü asırlardır atalar adına putperest
halklar arasında tevhit sancağını taşıyan, tarihin değişik dönemlerinde tek
bir Tanrı'ya iman etmelerinden dolayı takibat altına alınan ve pek çok darbe
yiyen lsrail oğullarının ve aralarındaki tüm azizlerin yalnızca putlara taptıkları
için değil, kendileriyle kavga ettikleri ve putperestlerden nefret etmeyi,
onlara adavet sergilemeyi emreden Tevrat'ın öğretilerine karşı çıkan
müşriklerin mağlup edilmesi konusunda hayatlarını feda etmeleri gerekirdi.
"
Welfenson'u çok
sıkı takip etmek gerekiyor: Yahudilerin tarihin çeşitli dönemlerinde tek
Tanrı'ya iman ettikleri için pek çok takibat ve tenkile uğradıkları iddiası
doğru değildir. Doğru olan, tüm delil ve burhanların gösterdiği gibi,
Yahudilerin tek Tanrı'ya iman etmelerinden dolayı dini takibata nadiren uğradıkları,
fakat maruz kaldıkları baskı ve takibatın çoğunun bu olayla hemen hemen ilgisi
bulunmayan başka işlerine karşı duyulan tepkilerden kaynaklandığıdır.
Ashab-ı uhdüd
olayında çizdiğimiz tablo, Yahudilerin baskısının başkalarının İsraillilere
yaptıkları fiile karşı duyulan bir tepki olduğunu gösteren yüzlerce olaya ilave
edilecek yeni bir tablodur.
Yahudilerin Necran
Hristiyanlarına yaptıkları şey, tevhit inancısını savunmak için yapılan bir
eylem midir? Asla.. Buradaki Hristiyanların Habeş hükümdarına ’ veya Bizans
imparatoruna dini yönden bağlılık gösterdikleri iddiası doğru olsa bile,
kesinlikle Yahudi inancı aleyhine bir tehlike teşkil etmiyorlardı. Onlar
Zünnüvas’ın himayesi altındaydılar ve Zünnüvas da Yahudi değilse bile, bu
korkunç olayı yapacak kadar Yahudilere yakın ve müttefik bir putperestti. Bu
gerçek, yabancı müdahelesinin ve Habeşlerin Yemen’i işgalinin sorumluluğunu
Yahudilerin omuzuna yüklemektedir. Çünkü Hristiyanlara karşı sergilenen vahşi
baskı, Habeş hükümdarına Yemen’i işgal etmek ve Zünnüvas’ın çukurlarda yaktığı
yirmi bin Hristiyanın intikamını hem Yahudi ve hem de putperestlerden almak
için yeterli bahane yaratmıştı.
Kâbe’nin tarihi
boyunca Habeş kralı tarafından 570 yılında ilk saldırıya maruz kaldığını göz
önünde bulundursak, Yahudilerin Yemen'in Habeşliler tarafından işgalindeki
doğrudan sorumlu-, luklarının ağırlığını, Mekke’yi işgal ettirerek bilahâre
Arap Yarımadası’nın diğer kesimlerini hakimiyet alma gayretlerini, Bizanslılarla
Farslar arasındaki uluslalarası nüfuz savaşı alanını Arap ülkeleri
sınırlarından, Suriye ve Irak civarından daha derin ve yeni bölgelere kaydırma
emellerini anlayabiliriz.
Hicaz Yahudileri
Filistin’den Hicaz
yöresine muhaceret eden Yahudiler tarıma elverişli olan veya Şam’la Yemen
arasındaki kervan yolu üzerinde bulunan toprakları yurt edindiler. Ayrıca
Yahudiler Medine’nin dışında Vadi’il Kura, Hayber, Fedek, Cerba ve Teyma’yı da
yurt edinmişlerdi.
Yesrib (Medine)
tartışmasız Yahudi nüfuz bölgesi sayılıyordu. Bu durum Arim selleri sebebiyle Ezd
boyuna mensup Yemen kabilelerinin Yesrib’e gelip yerleşmelerine kadar devam
etti. Bunların en meşhurları Evs ve Hazreç kabileleridir. Evs ve Hazreç, Ha
rise b. Sağlebe b. Amr b. Harise el-Gıtrif'in iki oğlunun adıdır. Gassanîlerin
soyu Evs ve Hazreç'le birlikte bu Harise'de birleşmektedir. Gassan1ler, Amr b.
Amir b. Harise el-Gıtrif'in çocuklarıdır. Gassanî adı ise Hassan b. Sabit'in
şiirinde geçen Gassan suyundan gelmektedir.
Sordun,
söyleyeyim: Ezd'in bir koluyuz biz, Ve
de Gassan suyundan gelir bizim adımız.
Evs kabilesi
Yesrib'in güney ve doğu kesimlerine, Hazreç ise batı kesimine, Yahudi Beni
Kaynaka kabilesine komşu olarak yerleşti. Bu Araplar Yahudilerle komşu ve
müttefik olarak bir anlaşma yaptılar ki, bu da Yahudilerin Yesrib'deki merkezini
güçlendirdi. Ne de olsa Evs ve Hazreç oğulları onların hükmü altında yaşıyor,
köklü Yemen uygarlığının verilerini onların hizmetine sunuyorlardı.
Yahudiler, Evs ve
Hazreç kabilesi üzerinde tahakküm kurarak, onları ağır biçimde sömürdüler.
Hatta “Ahbar” kitaplarında anlatılan bir efsaneye göre, Feton adlı bir Yahudi
kralı Evs ve Hazreç kabilesine mensup kadınların namuslarını kirletirmiş.
Sonunda Malik b. Aclan adında gözüpek ve atılgan bir genç bu ırz düşmanı kralı
öldürmüş. Yine rivayete göre
Beni Kayla kabilesinin sabrı taşınca reisleri Malik b. Aclan, Miladi V.
Yüzyılda Şam diyarındaki kardeşleri Gassanîlere müracaat etmiş. Gassanî
emirlerinden Ebu Cübeyle, Malik'in şikayetini ve Yahudilerin zulüm hikayesini
dinledikten sonra şöyle demiş: “Vallahi, bizden bir aşiret bir yere konduğunda
oradaki halka baskın çıkar. Siz niye öyle yapmadınız? ” Sonra Ebu Cübeyle bir orduyla yola çıkmış ve
sanki Yemen'e gidiyormuş süsü vermiş. Yesrib'e yaklaşınca Evs ve Hazreç halkını
çağırtmış. Onlar çıkıp gelince bir yere götürmüş. Sonra Yahudilere haber
gönderip hemen kendisini karşılamaya gelmelerini istemiş. Kalelerine
bekinirlerse kuşatma uzar, kendileri ne güvenlerini kırma planlarım suya düşer
korkusuyla böyle yapmış. Yahudiler, kendisine yemek çıkarmalarını emreden
Cübeyle'yi karşılamaya çıkmışlar. O da çevresinde toplandıklarında hepsini
öldürtmüş. Sonra da Evs ve Hazreç halkına şöyle demiş: Biz bunları öldürdükten
sonra siz geri kalan Yahudileri mağlup edemezseniz, sizi yakarım!
Sonra Ebû Cübeyle
Şam'a dönmüş. Evs ve Hazreç, Yahudilerin üzerine çullanarak, onları Yesrib'de
iki paralık etmişler.
Hicretten önce
Medine toplumu
Beni Kayla (Evs ve
Hazreç ana tarafından onlara bağlanır) Yesrib'de Yahudilere baskın çıkınca,
şehir halkı arasındaki sosyal ilişkiler özel bir şekle büründü. Bu iki Arap
kabilesi birbirleriyle pek de iyi geçinemiyordu. Medine Yahudileri ise Evs'le
Hazreç arasında zaman zaman çıkan anlaşmazlıklardan uzak durmuyorlardı. Çünkü
Yahudiler arasında da buna benzer anlaşmazlıklar vardı. Beni Kurayza, Beni
Nadir ve Beni Kaynaka adlı bu üç Yahudi kabilesi Evs ve Hazreç arasında çıkan
çekişmelerden veya aralarındaki iyi komşuluk ilişkilerinden ciddi şekilde
etkileniyorlardı. Bu yüzden Yahudi kabilelerinden herhangi birisi tarafsız
kalsa, bir diğeri Arap kabileleriyle kısa veya uzun ömürlü bir ittifak
sağlıyordu.
Ebû Cübeyle'nin
seferinden sonra siyasi hakimiyet Yahudilerden çıkıp Beni Kayla'ya geçmesine
rağmen, ekonomik hakimiyet Yahudilerin elindeydi. Zenaat işleri onların
tekelindeydi ve özellikle silah yapımcılığı kendilerini Davud peygamberin
şakirtleri olarak gören Beni Kaynaka'nın uhdesindeydi. Keza takı sanatı da aynı kabilenin
tekelindeydi.
Şehirde yaşayan
Araplarsa genellikle çiftçilikle uğraşıyorlardı. Yahudiler hem şehir içindeki
dahili ticareti, hem de Mekke ve Taif başta olmak üzere diğer Hicaz
şehirleriyle yapılan alış verişi kontrol altında tutuyorlar; silah, takı ve
hurma şarabı satıyor, altın ve gümüş alım-satımıyla uğraşıyor, çevrelerinde
ticaret ve pa ra işinden anlamayanların cehaletinden faydalanarak fahiş tefecilik
yapıyorlardı. •
Medine'deki küçük
Arap çiftçilerini en çok ezen şey Yahudilerle yaptıkları muzabene ve muhakale10
anlaşmalarıydı. Çünkü çiftçilerin krediye ihtiyaçları vardı ve bu yüzden böyle
anlaşmalar yapmaya mecbur kalıyorlardı. Yahudi tacirler bu fırsatı iyi değerlendiriyor
ve fiyatları istedikleri gibi ayarlıyorlardı. Buna bir de fahiş faizi
eklediğimizde alınan krediler ödenemez hale geliyor, bu da Medine'nin küçük
çiftçilerini ezim ezim eziyor; pek çoğu tarla ve bostanlarını ağır borçlarına
karşılık alacaklıya vermek zorunda kalıyordu.
Tilkilerle komşuluk
Arap tarihçiler
“Bias günü" olaylarını anlatırken
önemli bir noktaya dikkat çekmektedirler.
“Bias Günü"
Hicretten beş yıl önce Evs'le Hazreç arasında vukû bulan kanlı bir çekişmeden
bahseder. Evs kabilesi o gün Hazreç kabilesine üstün gelir ve adamakıllı
hırpalar. Evs eşrafı çarpışmaların devam etmesi halinde Hazreçli kardeşlerinin
kırılacağını anlar ve içlerinden biri şöyle bağırır: “Evs halkı! Aklınızı
başınıza alın ve kardeşlerinizi yok etmeyin! Onların komşuluğu tilkilerin
komşuluğundan iyidir!" Böylece Evs kabilesi sakinleşir de, çarpışmalar ve
yağmalamalar son bulur.
Burada geçen
'tilkiler'den murat Yahudilerdir. Yahudiler de o Bias Günü'nde yer alan
taraflardan biriydi. Beni Kurayza ve Beni Nadir Evslerin, Beni Kaynaka da
Hazreç'in yanında yer almıştı. Evs'in yanında yer alan Yahudiler Hazreç'in
müttefiki olan kendi Yahudi ARAP YA RIM A D A SI' N D A K l YAHUDİLER 531
kardeşlerini de yağmalıyorlardı. Ancak bu bilgiler ışığı altında barış
günlerinde Yahudilerle muamelede bulunmalarından dolayı Evs ve Hazreç halkının
ruhunda iz bırakan yaranın derinliğini anlayabiliriz. Bu yara, Kurazya ve
Nadir oğullarının Bias gününde Evs'le müttefik olmalarının dahi iyi edemediği
derin bir yaradır.
Belki de Evs eşrafı
Bias gününde, akıllarını başlarına devşirerek, Yahudilerin kendileriyle
Hazreçli kardeşleri arasına serptikleri nifak tohumlarını, Yahudilerin gerçek
çehresini hatırlayabilmiş; Hazreçli kardeşlerini kırarak, Gassanî Ebu
Cübeyle'nin kurtarmak için gelişine kadar kendilerini ekonomik yönden ezen,
onlara köle muamelesi yapan Yahudiler/tilkiler karşısında tek başlarına
kalmaktan kurtulabilmişlerdir.
Yahudi kitaplarında
Araplar
Yahudi din
kitaplarında Tevrat veya TalmudArapların nasıl anlatıldığını merak eden kişi,
önde gelen Yahudi yazar ve yorumcuların ilk atalarına bağladıkları bu millete
karşı gizli bir kin beslediklerini farkedecektir.
Talmud'da anlatılan
bazı hurafelere göre, İsmail oğullarından Müsa şeriatını kabul etmelerini
istendi.11 İsmail oğulları şeriatta ne söylendiğini sordular. Cevap
“Çalmayacaksın!” şeklindeydi. Onlar şöyle dediler: Büyük atamıza (İsmail) Tanrı
tarafından 'senin elin her insanın üzerinde olacak' demişken biz bu şeriatı
nasıl kabul edebiliriz? Sonra Esav'ın (Yakub'un kardeşi) oğullarından
şeriatı kabul etmeleri istendi. Onlar şeriatta ne bulunduğunu sordular.
“Öldürmeyeceksin” yazılı cevabı verildi. “Bunu kabul edemeyiz, çünük babamız
İshak'a “kılıç gücüyle yaşayacaksınız” denildi cevabını verdiler. İsrail
oğullarından şeriatı kabul etmeleri istendiğinde 'Kabul ve itaat ediyoruz”
cevabını verdiler.
Bu
Talmudî hurafeden, Yahudi Yüksek Kurulu'nun Arapları Yahudilere nasıl tanıtmak
istediğini görüyoruz. Bu hurafenin yazılışından amaç, Arapların “hırsız”
[sarık] olarak tanıtılmasıdır. Talmud'a göre Allah Arapların kaderini daha ilk
günden böyle yazmıştır. Muhtemelen bu tanımlama Yahudiler vasıtasıyla Yunanlılara
ve Romalılara geçmiş ve Araplardan uzun yıllar boyunca yazışmalarda ve
kitaplarda “Saracens” olarak söz edilmiştir ki, kimilerine göre “hırsızlar”
(sarrakin) anlamındadır. Kimileri de bu kelimenin “sare” ve “kın” yani Sara'nın
kölesi anlamına gelen iki sözcükten oluştuğunu, İbrahim'in hanımı Hacer'in ilk
hanımı Sara'nın halayığı olmasına işaret edildiğini belirtmektedirler. Üçüncü
bir ihtimal ise, kelimenin coğrafyacı Ptoleme'nin Sarkanu adıyla verdiği bir Arap bölgesinin adından
gelmiş olmasıdır. Fakat bize göre Batılı yazarların taassubu, Araplara ve
İslama karşı kalplerinde besledikleri kini ifade etmek amacıyla tahkir edici
hırsızlık ve kölelik anlamı yükledikleri Saracens adını kullanmayı cazip hale
getirmiştir. .
Talmudcuların bir
başka iddiası şöyle: “Dört şey vardır ki, bir olan şanı yüce Allah onları
yarattığına pişman olmuştur: Sürgün, Keldaniler, İsmailîliler ve kötülük
eğilimi.” Talmud yorumcusu
İsmailî kelimesiyle tüm hayatlarını çadır altında geçiren Arapların
kastedildiğini belirterek Eyup kitabında geçen bu sözlerden muradın Araplar
olduğunu söylemektedir: “Soyguncuların çadırlarında rahatlık var; Tanrı'yı
gazaba getirenler güvenlik içinde; Tanrı'ya değil, kendi bileklerine
güveniyorlar.” (Eyüp, 1216) Yorumcunun bu sözlerle Arapların kastedildiği
hükmüne nasıl vardığını bilmiyoruz. Bu, olsa olsa Talmud'un öncelikle Araplara
karşı yükselttiği nefret dalgasından kaynaklanmıştır. Ama Araplara karşı
nefret duygularını yaymaya ilk başlayanlar Talmudcular değildir. Tevrat
yazarları bu konuda onlardan öncedir: “Yeruşalim halkı Yehoram'ın en küçük oğlu
Ahazya'yı babasının yerine kral yaptı. Çünkü Araplarla ordugaha gelen akıncılar
büyük kardeşlerinin hepsini öldürmüştü.”15 ; “Filistlilere,
Gur-Baal’da yaşayan Araplara ve Meunlulara karşı Tanrı ona yardım etti.”16
Tevrat yazarları Ezra ve Nehemya döneminde Kudüs surlarının onarılmasına ve
Zerubbabil tarafından tapınağın yeniden inşasına Arap reislerinin şiddetle
karşı çıktığını belirterek, onlara duydukları öfkeyi saklamıyorlar. Dahası,
Mezmurlarda da (83. Mezmur) Araplara ve komşularına bedduada bulunulmaktadır:
“Onlara Midyan'a, Kişon vadisinde Sisera'ya ve Yavin'e yaptığını yap; onlar
Eyn-Dar'da yok oldular, toprak için gübreye döndüler; onların soylularına Orev
ve Zeev'e yaptığını, beylerine Zevah ve Salmunna'ya yaptığını yap.. Ey Tanrım,
savrulan toza, rüzgarın sürüklediği saman çöpüne çevir onları! Orman yangını
gibi, dağları tutuşturan alev gibi, fırtınanla kovala, kasırganla dehşete düşür
onları! Utançla kapla yüzlerini.. Sonsuza dek utanç ve dehşet içinde kalsınlar,
rezil olup yok olsunlar".
Bu öfke selinin, bu
zelzelenin sebebi nedir? İsrailliler bu insanlardan Allah'a iman etmelerini
istediler de onlar yok mu dediler ki Tevrat yazarları onlara ateş püskürüyor ve
bedduada bulunuyorlar? Sebep bu değil.. Aksine onlara göre Edomlu, Ismaili,
Moablı, Haceri, dağlı, Ammonlu, Amalekli, Filistinli, Surlu, Asuri ve Lut
oğulları.. evet onlara göre tüm bu topluluklar İsrail oğullarına karşı ittifak
yapmışlardır: “Senin halkına karşı kurnazlık peşindeler; koruduğun insanlara
dolap çeviriyorlar. 'Gelin bu ulusun kökünü kazıyalım; İsrail'in adı bir daha
anılmasın' diyorlar."
Bu uluslararası
büyük komplo ne zaman düzenlendi, tüm bu kavimler nasıl bir araya gelip ittifak
sağladılar? Bunu yalnızca 83. cü Mezmuru yazanlar biliyorlar! Ama Yahudilerin
nefretini kazananlar yalnızca Araplar değildir ve başka halklar da bu
nefretten nasiplerini almışlardır.
İsrail'de
yayınlanan HaAretz gazetesi yazı işleri müdürü olan siyonist bir yazar klasik
Yahudi nefreti konusunda şöyle diyor: “Şahsi kanaatimi açıklamak istiyorum.
Ben, dünyada Yahudileri seven bir halkın bulunduğuna kesinlikle inanmıyorum.
Keza Yahudi halkının da örneğin Mandalıları, Portekizlileri sevdiğine inanmıyorum,
ama İzlandalıları ve Portekizlileri bizi sevmeye iten bir sebep de göremiyorum."
HaAretz gazetesi yazarı doğru söylüyor, ama bir eksikle. O da geleneksel Yüksek
Kurul'un kalbinde yeşerttiği bu nefretin tüm Yahudilerin kalbinde yer
ettiğidir..
xx.
Cahiliyye döneminde
Musevilik ve Hristiyanlığı bilmelerine rağmen Arabistan halkının çoğu
putperestti.
Arabistan'la dış
dünyanın ilişkisinin kesilerek Arapların bu iki dinden bihaber kalmalarına izin
verilmesi mümkün olmadığı gibi, onların sahrada içlerine kapanarak yabancıların
maddi ve manevi akınlarına maruz kalmamaları da mümkün değildi. Öbür türlü olmuş
olsaydı, komşu ülkelerdeki kadim medeniyetleri kuranların tanıştığı putperest
inançlarla Arap Yarımadası halkının putperest inançları arasında güçlü
benzerlikler söz konusu olamazdı.
Arap putperestler
aya, güneşe ve Venüs (Çolpan) yıldızına taparlardı. Sonuncusuna yarımadanın
güneyinde Aştar, kuzeyinde Uzza deniliyordu ki, Kenan edebiyatında Aştar ve
Amor1 edebiyatında eski Sümerlerde İnanda denilen Aşera ile aynı idi. Keza güneşe hem Mısırlılar, hem de eski Irak
ve Suriyeliler tapıyorlardı. Cahiliye Arapları da güneşe taparlardı. Yemen
putperestlerinin en büyük tanrısı aydı ve güneş de onun karısıydı. Güneş ay
için Aştar'ı doğuran Lat'dı. Böylece Araplarda güneş, ay, Aştar üçlü inanç
sistemi tamamlanırken, eski Mısır'da da Oziris, lzis ve Hor üçlüsü
tamamlanmıştı.
Tanrı'nın Yakub'un
İsrael (veya İsrail) adında bulunan adı “el” (veya il) ise eski Kenan
edebiyatında en büyük tanrıdır. El, Arap Yarımadası'na da yolculuk etmiş ve
orada Hübel adını almıştır. Burada bu tanrıların kökenleri, isimlerinin
türevleri ve onları ilk önce kimin icat edip başkalarına transfer ettikleri
tartışmasına girecek değiliz. Aksine bizi burada ilgilendiren husus, cahiliye
Araplarının eski inançlardan bihaber olmadıkları; ad ve sayıları değişik olsa
da Mısır, Suriye ve Irak'daki komşularının taptıkları tanrılarla
tanıştıklarıdır. Cahiliye Arapları bundan başka bazı hayvanları ve ağaçları da
kutsal kabul ediyorlardı, ama onların put tanrılara tapınmaları sathi bir
tapınma idi ve kalplerinin derinliklerine inmemişti. Örneğin gerektiğinde
yenilebilecek tanrılarını yiyorlardı. Başka bir örnek verelim. Meşhur Arap
şairi lmr'ul Kays, babası Beni Esed tarafından öldürülünce onun intikamını
almak üzere Arap adeti gereği taptığı put'la istişare ederek, ne yapması
gerektiğini öğrenmek ister. Eline üç ok alır. Bunlardan birinin üzerinde
“evet”, diğerinde “hayır”, öbüründe ise tekrar istişare etmesi gerektiği
yazılıydı. İlkin bir ok seçer, “hayır” çıkar. Ama babasının acısı yüreğini
yakıyordu. Tekrar denemek ister yine hayır çıkar. Son bir şans diyerek üçüncü
defa ok seçer. Ama nafile, cevap yine “hayır” dır. Bunun üzerine çok
hiddetlenen şair oku alıp tanrısının yüzüne fırlatarak haykırır: “Alçak!
Öldürülen kendi baban olsaydı, intikamını almaktan beni alıkoymazdın.”
Bu ve benzeri
örnekler Arapların putlarını pek de önemsemediklerini, bilge kişilerinin daha
üstün bir din arayışı içinde olduklarını göstermektedir. Halbuki daha üstün
bir din arayanların önünde yalnızca iki seçenek vardı: Musevilik veya
Hristiyanlık.
Hristiyanlık,
İslamdan önce Roma İmparatorluğu'nun resmi dini olmuştu ve bu dinin salikleri
şu veya bu şekilde,farklı mezheplere intisap etmelerine bakılmaksızın
imparatora siyasi bağlılıklarını göstermek zorundaydılar. Fakat Araplar
hürriyetle' rine çok düşkün halklardan oldukları için başka birinin tebaası
olmalarını
gerektiren bir dini şiddetle reddettiler.
Hürriyetlerine
aşırı düşkünlükleri yüzünden Hristiyanlığı reddeden Araplar, bu defa da
kendilerini aşırı beğenmiş olmanın verdiği gururla Museviliği putperestliğin
yerine ikame etmeyi reddettiler. Kendilerini Allah'ın en sevgili ve en temiz
kulları olarak gören, başka halkları merdivenin en alt basamağına yerleştiren
bu Yahudiler de kim oluyordu? Eğer putperestlikten vazgeçip Museviliği kabul
ederse kendisini bekleyen akibet ne idi? İsrail oğullarının asil Yahudileri
yanında sığıntı bir Yahudi veya eski bir Arap deyişiyle velaketen Yahudi
olacaktı ki, kabile sınırlarını dünyanın sınırları sanan Arap için bu daha da
ağırdı.
Sanırım yukarıda
söylediklerimizden Musevilik ve Hristiyanlığın İslamdan önce Arap
Yarımadası'nda neden bocaladığı, Arap bilgelerin diğer inançlara karşı haniflik
denilen tevhit inancını tercih
etmelerinin sebebi anlaşılmıştır.
(...)
İslamın gelişinden
ve kıblenin Beyt el-Mukaddes'den Kabe'ye çevrilişinden sonra, halledilmesi
gereken temel meselelerden birisi olarak Yahudi problemi kalmıştı. Esasen
Yahudilerin diğer halklar ve milletlerle olan ilişkilerinin bilimsel bir
anlayışla tahlili, bu meselenin ve tarihi dönem içindeki gelişmelerin
anlaşılması için geniş bir giriş sayılır. Yahudilerin Araplarla olan
ilişkileri, onların bugün ve gelecekteki durumlarında en önemli yeri işgal
edeceği için üzerinde önemle durulması gereken konulardandır.
lslam düşmanları
tarih boyunca Peygamber efendimiz ve ümmeti hakkında olmadık iftiralara
başvurdukları için, kıblenin değiştirilmesiyle onlara iyi bir darbe
indirilmişti. Çünkü kıble değiştirilmeden önce Peygamber efendimizin Beni
İsrail peygamberlerinden birisi olduğu söyleniyordu.
Bazı Yahudi
tarihçileri şöyle diyorlardı: “Hristiyanlık gibi Muhammed'in yedinci yüzyılda
getirdiği İslam dini de, Yahudilik ağacının bir dalıydı. Isa ne ise Muhammed de
o idi. Esasen Muhammed yeni bir din getirme düşüncesinde değildi ve aslında
kendisini bir Yahudi peygamberi olarak tanıtmıştı. Mescid de kilise gibi
toplayıcı özelliğe sahipti. Namaz konusunda, haram yiyeceklerin
tanımlamasında, sünnette, sağlık öğütlerinde, evlilik, boşanma ve Kitab-ı
Mukaddes'in tetkiki konusunda Muhammed ve arkadaşları Yahudi metodlarını aynen
uygulamışlardır. ”4
Yahudi yazar,
gerçekleri bariz bir şekilde çarpıttıktan sonra temelsiz bir sonuca
varmaktadır: “Bu, Arap ve Yahudi kültürleri arasındaki yakınlığın sırrını ve
yine bu iki kültürün İspanya ve Kuzey Afrika'da aynı paralelde bir gelişme
göstermesinin sebebini kısmen açıklamaktadır.”
Hristiyanlığın
doğuşu sırasında Yahudilerin İsa peygamber ve keza bilâhare Peygamberimiz
Muhammed için “Bu iki adam risaleti kabul ettiler, resulü reddettiler yani
onlar Yahudilerin dinini kabul ettiler, ama bu dinin sahibi Yahudileri
reddettiler” dedikle•
rini anlatmıştık.
Bizim bu söze
vereceğimiz cevap şudur: Yahudiler dinlerinin tamamının kendi düşüncelerinin
ürünü olduğuna, dolayısıyla Hristiyanlık ve İslam'ın onunla örtüşen
kısımlarının kendilerinden veya dinlerinden alıntılandığına inanıyorlar.
Halbuki o örtüşen kısımlar Allah katından gelmiştir ve peygamberlerini gönderen
Allah, elbette dilediği peygamberi dilediği halka göndermeye kâdirdir.
Bir kere onlar
şayet dinlerinin kendi düşüncelerinin ürünü olduğunu söylüyorlarsa, zaten o
dini semavi dinler arasından çıkarıyorlar demektir. Eğer dinlerinin Allah
katından olduğunu söllüyor da Allah'dap peygamberlik ve risalet imtiyazları
aldıklarını ilave ediyorlarsa, insanlık dairesinin dışına çıkıyorlar demektir.
Çünkü insanlık, kulluk yalnızca Yahudiler için takdir edilemeyecek kadar Allah
katında değerlidir.
Bir diğer yandan
Peygamber efendimizin mesajının neredesinde Yahudilik var? Bir kere tanrıları
pek çok halkın sayılamayacak kadar çok tanrıları arasında yalnızca bir
tanesidir. Her halkın, her şehrin ayrı ayrı tanrıları vardı ve İbranîlerin
tanrısı da bunlar arasındaydı. Onlar tanrılığı eski çağlarda -böyle
anlıyorlardı ve bu yüzden “Var mı senin gibisi ilahlar arasında, ya Rab?” diyorlardı. Bir yerde Müsa'nın Harun'un
tanrısı (Sen de onun için tanrı gibi olacaksın) bir başka yerde Musa’nın firavunun tanrısı
(Ben seni firavun için tanrı yaptım) demek için “ilah” (tanrı) sözcüğünü
kullanıyorlardı. Hatta kendilerinin tanrılar olduğuna işaret etmek amacıyla da
(Siz ilahlarsınız diyorum, yüceler yücesinin oğullarısınız hepiniz!) kullanıyorlardı bu sözcüğü. Yahudilerden ve
Hristiyanlığın zuhurundan söz ederken “tanrı” (ilah) kelimesinin ayağa
düşmesinden Tevrat yazarlarının sorumlu olduklarını, halkın ona kendilerinden
biriymiş gibi davranmalarına yol açtıklarını belirtmiştik. Çünkü bu tanrı
çocuklar edinir, krallar doğurur. “Bana sen oğlumsun dedi. Bugün seni
doğurdum!”
Bu kadarla bitse
iyi de, Talmud hâşâ lillah Allah’ın vücut ölçülerini bile verir. Talmud’a göre
Allah’ın yalnızca alnının genişliği beş bin zirâdır; tacında bin kantar altın vardır; güneş ve yıldızlar
parıltılarını parmağındaki yüzükten alırlar.11 Yahudilerin iddiasına
göre, tanrılarına kulluktan dolayı “refaha erecekleri” için, tacın hizmetkarı
olan ve Sandenfun denilen bir meleğe zaman zaman tapmalarının sebebi, belki de
Yahve’nin tacındaki bin kantar altındır. Herhalde bu meleğin taşıdığı altına
tapıyorlardır!
Böyle bir tanrı tasviri
ile Islamın tarif ettiği Allah Teala’yı birbiriyle mukayese etmek bayağılık
olmaz mı? Onların uydurma Tevrat'larında anlatılan babaları Yahudi İbrahim,
İshak ve Yakub nerde, Kur’an’ın anlattığı İbrahim, İshak ve Yakub nerde?
Tevrat’a göre bu peygamberler yalan söylerler, münafıklık ederler, aldatırlar,
korkudan tir tir titrerler. Neyse ki İslam dini geldi de onları Yahudilerin
insafından kurtarıp yüceltti.
Atalarla ilgili
söylenenler Tevrat sifirlerinde en aşağılık ayıplar yakıştırılan, pis ameller
ve hatta Süleyman’da olduğu gibi Allah’a şirk koşma suçlarıyla damgalanan on
iki kabile, Müsa, Davud, Süleyman ve diğerleri için de söylenmiştir.
Yahudilerin
reddettikleri, ismetine dil uzattıkları ve pislik attıkları İsa'yı peygamber
olarak kabul eden İslamiyet nasıl olur da Yahudiliğin bir kolu olabilir ki?
Yahudilerin bugün
sahip oldukları inanç ve görenekleri kendilerinden önceki halklardan ödünç
almadıklarını kim söyleyebilir? Çünkü gerçekte onlar, komşularında buldukları
iyi kötü ne varsa pek çok ödünçleme yapmışlardır. Halbuki lslam bu konuda
bariz bir üstünlüğe sahiptir. Çünkü o, öncekilerin güzel geleneklerini
kesinlikle kabul etmiş, ama tevhid temizliğini, sadeliğini ve fıtratını
kirletecek olanları bir kenara itmiştir.
Yahudilik
Yahudileri kahinlere kölelik etmeye sevkederken, Talmud'da gördüğümüz gibi,
İslam insanı ruhuna ve vicdanına ters düşen, kendisini Allah Teala'ya mutlak
bağlanmaktan uzaklaştıran her türlü zincirden kurtarmıştır.
lsrail insanına
Yahudiliği kabul etse dahi,İsraillinin büyülü kölesi gözüyle bakan Yahudilikle
kendisinden daha aşağıda olanın zimmetini büyüğünün omuzuna yükleyerek
mü'minleri kardeş yapan lslam arasında dağlar kadar fark vardır.
Allah rahmet
eylesin, Dr. Ahmed Emin bilmiyorum şu sözü nerden bulmuş: “Yahudilerde kölelik
vardı. Yahudi dini de kölelere iyi davranılmasını emretmiş, kölelik süresini
yedi yıl olarak belirlemişti. Köle, yedi yıldan sonra azat edilirdi. Fakat
Yahudi dininin bu emirleri yalnızca lbrani köleler için geçerliydi. Yedi yıl
köle olarak çalıştırıldıktan sonra serbest bırakılacak olan sadece İbrani
köleydi. Eğer köle İbrani değilse, köleliği ölene kadar devam ederdi. Yahudi
dini, İbrani olmayan kölelere asla iyi muamele edilmesi tavsiyesinde
bulunmamıştır.”
Halbuki İslam
kölelerin azat edilmesini teşvik ederken Müslüman ve Müslüman olmayan diye bir
ayırım yapmamış, mümkün olduğunça kısa sürede azat edilmeleri tavsiyesinde
bulunmuştur.
İslamın gelişinden
sonra Arap Yarımadası halkı arasında köleliğin kalmadığı bir vakıadır. Çünkü
artık Arap insanı ya Müslüman olmak zorundaydı, ya da hakkı kılıçtı.
Yahudilik, İbraninin yedi yıl köle olarak kullanılıp sonra serbest
bırakılmasını, İbrani olmayanın ölene kadar köle olarak kalmasını emrederken,
İslam Arap insanının köle edilmesini yasaklamış, Müslüman olsun veya olmasın
kölelerin azat edilmesi için fırsatlar sunmuştur.
Burada Islamın
gelişinden sonra Arap insanının köle edilmesinin yasaklanışının ırkî bir
imtiyaz gibi algılanmaması gerekir. Eğer öyle olsaydı Islamı kabul etmekle
kılıç arasında bir tercihte bulunmak zorunda bırakılmazdı. Dolayısıyla tercihte
devletin bir çıkarı vardı. Çünkü Arap Yarımadası’nda her yönüyle birleşmiş tek
bir ümmet mevcuttu. İbni Abbas’dan nakledilen bir hadisde Peygamberimiz
“Yeryüzünde iki kıble olmaz, Müslümana da cizye yüklenmez" buyurmuştur. Yani aynı toprağın insanların bağlılığının
değişik inançlar arasında taksim edilmesi doğru değildir.
Eğer Yahudi
yazarlarda ve hempalarında zerrece haya olsaydı, Yahudi ve Arap kültürünün
Endülüs’de aynı paralel üzerinde ilerlediğini söylemezlerdi. Yahudilerin
tarihlerinin bütün safhalarında diğer uygarlıklara parazit oldukları bir
vakıadır. Örneğin eski Filistin’de Kenanlıların kültürünü ödünç almış, onların
uygarlıklarını uygulamışlar; sürgünden sonra ise Babil’de Perslerden ve
Zerdüştizmden bazı şeyler alarak akidelerine ilave etmiş, daha sonraları da
Hellen kültüründen etkilenmişlerdir.
Araplar kendi
uygarlıklarını kurduklarında Yahudiler Bağdat, Kurtuba ve diğer Arap ve İslam
başkentlerine dağılarak, İslaml düşüncelerden, görenek ve ritüellerden
hoşlarına gidenleri kendi akidelerine sokmuşlardır. Bunun en bariz örneği Anan
b. Davud adlı bir Yahudi’nin Irak’da kurduğu Karaî mezhebidir. 14 Bu mezhepten
başka mezhepler de türemiş ve hepsi de günümüze kadar Talmud’a karşı
çıkmışlardır. Karaîliği incelediğimiz zaman bunun Islami mezheplerden
Mutezile’den etkilendiğini görüyoruz. Bilindiği gibi Mutezile de teşri
usullerinin yalnızca Kur’an’dan istihraç edilmesini savunarak, Allah’ın “Biz
ise bir kitapta her şeyi sayıp yazmışızdır" âyetini delil gösterdiler.
Peygamberin hadislerinin kullanılmasını yasaklayarak, O’nun daha sonra ikinci
bir Kur’an olmaması için sözlerinin yazılmasını yasaklamasını delil olarak
ortaya sürdüler. Belki de Mutezile, siyasilerin veya din adamlarının sıkıştıkça
durumu kurtarmak için Peygamberimizin hadislerine sığındıklarını, O'nun
söylemediklerini söylenmiş gibi gösterdiklerini görmüştü. Yahudilerin daha önce
başka akideleri tahrip ettikleri gibi lslamı da eğer Allah'ın lutfu olmamış, din
alimleri uyanık davranmamış olsalardı,tahrip etmek amacıyla lsrailiyyat denilen
uydurmaların çıkışında nasıl bir rol oynadıklarım unutmuş değiliz.
Mutezile nasıl
aklın ön plana çıkarılmasını ve yalnızca Allah'ın kitabının esas alınmasını
istemişse, Anan b. Davud sadece aklın ön plana çıkarılmasını ve yalnızca
Tevrat'ın ilk beş kitabının esas alınmasını savunuyor, Talmud'u ise kesinlikle
reddediyordu. Eğer Anan b. Davud ve ondan sonra gelenler lslami huccetlerden
ve Müslüman kelam bilgilerinin görüşlerinden yararlanmamış olsalardı,
Talmudculann . karşısında tutunamaz, varlıklarını günümüze kadar
sürdüremezlerdi.
Yahudilerin daha
önce Tanrı'yı nasıl tasavvur ettiklerini biliyoruz. Endülüslü Mûsa b. Meymun
bu tasavvuru reddetmiş ve lslamın tanımlamasına çok yakın bir tasavvur
getirmiştir. lbni Meymun'a göre Allah tekdir, eşi benzeri, bedeni yoktur ve
beden arazlarından kesinle münezzehtir; her şeyi yaratan, her işi tedbir eden,
ezelden var olan, hazırda mevcut olandır; ilk ve son O'dur.
Bununla birlikte biz
kesinlikle Islamın daha önceki uygarlıklardan etkilenmediğini söylemiyoruz.
Çünkü insanlığın yarattığı uygarlık, ademoğlunun yeryüzüne indiği günden bu
yana oluşturulan halkalardan ibaret bir zincirdir. Bu zincirin halkaları kıyamete
kadar da birbirine ulanmaya devam edecektir. Ayrıca Allah, aklı yalnızca bir
millete verip, öbürlerini ondan mahrum bırakmamıştır. Ne Arap aklı hiç kimsede
olmayan özelliklere sahiptir, ne da şark aklı bu özelliklerden mahrumdur. Keza
herkesin hayranlıkla seyrettiği Yunan uygarlığı da yoktan varolmuş değildir ve
aksine köklerini daha önce Mısır, Irak ve Suriye yeşeren uygarlıklardan
almıştır..
Yahudi
tahribatları *
Medine'de Islamla
Yahudilik arasına bir çizgi çekilme vaktinin uzaması beklenmiyordu. Islamın,
fakirin zayıfı, zenginin fakiri ezmesinin önüne bir set çekmesi tabiatındandı.
Kureyş müşrikleri Islamın devrimci öğretilerinden teşvişlenmeye başlamışlardı.
Gerçi hicretten sonra Medine’deki Yahudilerle münafıklar da aynı endişeleri
taşıyorlardı, ama diğerlerine nisbetle Arapları ticari, ekonomik ve sosyal
yönden sömürüleri fazla olduğu için Yahudilerin korkuları daha da fazlaydı.
Allah, Müslümanlara
anlaşmalarına ve sözleşmelerine sadık kalmalarını emretmişti, ama Yahudiler
kendilerinin dışındaki insanlarla yaptıkları anlaşmalara sadık kalmamayı
kendilerine caiz görüyorlardı. Daha önce bu rezaleti işledikleri bir bayramları
olduğundan söz etmiştik.
Adamın birisi İbni
Abbas’a bir defasında şöyle der: “Biz ehl-i zimmetin tavuğunu ve koyununu
aşırıyoruz ve bunu yapmamızda bir sakınca yok diyoruz." İbni Abbas şu
cevabı verir: Bu yaptığınız ehl-i kitabın “ümmilere yaptıklarımız için kimse
bizi kınayamaz" demesi gibidir. Onlar vergilerini ödedikleri sürece mallarını
ancak gönül rızasıyla alabilirsiniz."
Kurtubi, “Ehl-i
kitaptan öylesi vardır ki, ona yüklerle mal emanet bıraksan, onu sana noksansız
iade eder. Fakat onlardan öylesi de vardır ki, ona bir dinar emanet bıraksan,
tepesine dikilip durmazsan onu sana iade etmez. Bu da onların, 'Ümmilere karşı
yaptıklarımızdan dolayı bize vebal yoktur’ demelerindendir. Allah adına bile
bile yalan söylüyorlar" ayetini yorumlarken şöyle der: “Söylendiğine göre
Yahudiler Araplardan borç almışlardı. Mesele mahkemeye intikal edince
Yahudiler, 'bizim size borcumuz yok, çünkü siz dininizi terk ettiniz, bizim de
size olan borcumuz düştü' dediler ve bunun Tevrat’ın hükmü olduğunu iddia
ettiler. Bunun üzerine Allah onlara şu ayetle cevap verdi: “Ümmilere karşı
yaptıklarımızdan dolayı bize vebal yoktur." Aksine. Yani dediğiniz gibi
değildir. Sonra şu sözlerle devam etti: “Kim Allah’dan korkup anlaşmasına sadık
kalırsa, bilesiniz ki Allah müttakileri sever." Eş’as b. Kays’dan rivayet
edilmiştir. “Bir Yahudiyle aramda bir toprak parçası vardı. Yahudi bunu inkar
etti. Meseleyi Peygamber (s.a.v)e intikal ettirdim. Allah'ın Resulü bana
“Delilin var mı?" dedi. “Yok" dedim. Yahudi’ye dönüp “Yemin et"
dedi. Bense “Tabii ki yemin eder ve malımı alıp götürür" dedim. Bunun
üzerine Allah şu âyeti indirdi: “Allah'a verdikleri sözü ve imanlarını az bir
pahaya satanlar rezildir ve ahirette de kıyamet günü Allah onlarla konuşmaz,
onların yüzüne bakmaz, onları temize çıkarmaz. Onlar için şiddetli bir azap
vardır."
Ümmilerle veya
sünnetsizlerle bir iş yaptığı sürece Yahudi'nin anlaşmayı bozması, yalan yere
yemin etmesi, çalması ve her türlü haramı kendine helal saymasında bir
tuhaflık yok. Nitekim Tevrat'da Abram'ı firavuna yalan söyleten, Yakub'a dayısı
ve kaynanası Laban'ın koyunlarını çaldırtan, kardeşi Esav'ın hakkını yiyerek
babasının gözüne girmek için İshak'a aldattıran onlar değil midir? Mısır'dan
çıkarken Mısır halkına yalan söyleyerek altınlarını alıp götürmediler mi?
Yahudi olmayan herkese yüksek faizle borç vermelerini helal kılan kendi
kitapları Tevrat değil mi? Tevrat'ı yazanlar doğruyla doğru eğriyle eğri
olmayı kendilerine caiz görmediler mi? Yahudiler nazarında kötü olan kişi
gayr-ı Yahudilerin tümü değil mi?
Dolayısıyla
ekonomik, sosyal ve siyasi sebeplere binaen Medine'de Müslümanlarla Yahudiler
arasında sürtüşmelerin çıkması kaçınılmazdı. Kur'an âyetleri de iki taraf
arasındaki sürtüşmelere zaten işaret etmektedir.
Bedir savaşından
sonra
Göründüğü kadarıyla
Yahudiler, Müslümanların Bedir'de yankısı bütün yarıdamayı sarsan ezici
zaferine kadar genç İslam davasının boyutunu anlayamamışlardı. Allah'ın
Kur'an'da “Furkan günü" dediği o gün Kureyş kabilesi Ebu Cehil, Ümeyye b.
Halaf, Ebu Süfyan'ın hanımı Hind'in kardeşi Velid b. Atebe, Ümmü Muaviye,
babası Atebe b. Rebia ve amcası Veşibe b. Rebia gibi önde gelen kişilerini kaybetmişti.
Yahudi Ka'b b. Eşref de Peygamberimizle alay ediyor ve Müslümanların mağlup
olacağını sanıyordu. Fakat Bedir'de Müslümanların zafer kazandığı haberi
Medine'ye gelince, “Doğru mu?" dedi. “Ne yani Muhammed şu iki adamın bahsettiği kişileri öldürdü mü? Onlar ki
Arapların en şereflisi, insanların efendisidir. Vallahi eğer Muhammed bu
adamları öldürmüşse, yaşanmaz artık bu dünyada!"
• Sonra alelacele
Mekke'ye giderek Bedir'de öldürülen Kureyş eşrafı için göz yaşı döküp şiirler
söyledi ve Müşrikleri Muhammed efendimize karşı kışkırtmaya başladı. Medine'ye
döndükten sonra ileri geri konuşmasını sürdürdü. Bunun üzerine bazı Müslümanlar
Peygamber efendimizden onu öldürmek için izin istediler. O da izin verdi ve
Ka'b ortadan kaldırıldı.
Peygamberimizi
hicveden, lslam düşmanlarını Müslümanlara karşı kışkırtan Ebû Afik adında başka
bir Yahudi daha vardı. O da Peygamberimizle Medine Yahudileri arasında yapılan
anlaşmaya ihanet etmede Ka'b b. Eşref'in yolundan gidiyordu. Bu yüzden onun da
akibeti Ka'b'ınki gibi oldu ve Salim b. Umeyr adlı bir Müslüman tarafından
katledildi.
Beni Kaynaka'nın
kovulması
Kaynaka oğulları,
Müslümanlarla birlikte Medine'de yaşayan Yahudilerdi. Bedir savaşından sonra
müşriklerle Müslümanlar arasındaki mücadele kızışınca henüz kurulan lslam
Devleti'nin güvenliği Müslümanları tedbirli olmaya, şüphelilere karşı daha katı
davranmaya zorluyordu.
Siret kitaplarında
bahsedildiğine göre bir defasında Kaynaka oğullarına mensup bir Yahudi
kuyumcunun dükkanında Müslüman bir kadının edep yerini açıp alay etmişler ve
bu olay Müslümanları ciddi şekilde öfkelendirmişti. Peygamberimiz Kaynaka
oğullarını ihanet etmemeleri ve devlete karşı komplo kurmaya kalkışmamaları
konusunda uyardıysa da bu sözlerinin bir faydası olmadığı gibi Yahudiler daha
da şımardılar ve “Bedir'de kazandığın zaferle fazla gururlanma ya
Muhammed!" dediler. “Savaş nedir bilmeyen insanlarla karşılaştın da bir
fırsat yakaladın. Eğer biz seninle savaşırsak, o zaman görürsün savaşçı neymiş!
"
Bu aleni meydan
okumadan sonra Medine'nin o dik kafalılardan temizlenmesi şart olmuştu.
Dolayısıyla Peygamberimiz de
onları şehirden
kovdu; mallarını, ağırlıklarını ve hafif silahlarını almalarına izin verdi. Bir
kısmı Hayber tarafına doğru giderken, diğer bir kısmı kuzeye yönelip Suriye
taraflarına gitti.
Nadîr oğullarının
kovuluşu
Bedir savaşının
üzerinden henüz bir ay geçmemişken Ebû Süfyan, Kureyş kabilesinin savaşta
kaybettiği itibarını tekrar kazandırmak amacıyla Mekke'den iki yüz savaşçıyla
birlikte karşı tarafı umursamaz havasıyla Medine yakınlarına geldi ve Nadır
oğulları kalesine misafir oldu. Kabile reisi Selam b. Mişkem onları gayet iyi
karşıladı, yiyecek yardımında bulundu ve Medine'deki Müslümanlar aleyhine
casusluk yapmaya başladı. Ebü Süfyan şehrin kenar mahallelerinden El-Arid'e
saldırarak, Ansar'dan bir kişiyi ve dostunu öldürdü. Ayrıca iki evi ve bir
hurmalığı yakıp hızlı bir şekilde Mekke'ye doğru tekrar yola koyuldu. Peygamberimiz
hemen arkalarından bir müfreze çıkardıysa da, kaçar gibi hızlı giden
müşriklerin arkasından yetişemediler.
Uhud savaşından
sonra Yahudiler, Müslümanların işinin bittiği hülyasına kapılarak onlara karşı
bir takım hareketlere girişmemeleri konusundaki uyarılara kulak asmadılar.
Hatta Peygamberimizi öldürmek için bir suikast dahi tertiplediler. Komplo
Mekkeli müşriklere yardım eden Nadir oğulları mahallesinde düzenlendiği için
derhal Müslümanlar tarafından kuşatma altına alınarak, silahlarına ve taşınmaz
mallarına el konulduktan sonra taşınabilir mallarıyla birlikte şehirden çıkıp
gitmek mecburiyetinde bırakıldılar.
Hendek savaşında
Nadir oğulları
Medine'den kovulduktan sonra Hayber'e yerleştiler ve oradaki Yahudileri,
önlerine gelen Arapları Müslümanlara karşı kışkırtmak için tahrik etmeye
başladılar. Nadir oğulları reisi Hayy b. Ahtab, Hayber'deki Yahudi eşrafını
Arap kabileleriyle ortak bir cephe oluşturarak Medine üzerine yürüyüp, çiçeği
burnundaki İslam Devleti'ni ortadan kaldırma konusunda ikna etti. Daha sonra
Hayy başkanlığında bir heyet planı uygulamak üzere Mekke'ye doğru yola koyuldu.
Heyette Selam b. Ebi Hakin ve kardeşi Kinane de vardı. Kureyşliler Hayy b.
Ahtab'a kabilesi Beni Nadîr'in nerde olduğunu sordu. “Onları Hayber'le Medine
arasında bıraktım, sizin iltihakınızdan sonra hep birlikte Muhammed ve
arkadaşlarının üzerine yürümek için bekliyorlar" cevabını verdi. Kurayza
oğullarının nerede olduğu sorusuna ise “Onlar, hile yapmak için Medine'de
kaldılar. Siz gelince sizin safınıza geçecekler” diye karşılık verdi.
Yahudilerin
Kureyş'i Peygamberimize karşı kışkırtmaları, şerefini küçük düşürücü sözler
sarf etmeleri onların bu koalisyonda yer almaları için yeterli oldu. Heyet,
Mekke'de işini bitirdikten sonra civardaki Arap kabilelerinden Müslümanlarla
görülecek hesabı olanlarla da temasa geçti. Yahudi Heyet'i, cahiliye döneminden
beri Hayber'in müttefiki olan Gaftan kabilesine uğradı. Heyette bulunan Hayber
eşrafı, şehir bağlarındaki bir yıllık ürünün Gaftan oğullarına verileceği
taahhüdünde bulundu. Gaftan oğullarının ikna edilmesinden sonra sırasıyla
Mürre, Fezare, Eşca', Süleym ve Benî Sa'd kabilelerine uğrayarak hepsinden Müslümanların
üzerine yürüme konusunda söz aldılar.
Daha sonra Hayy b.
Ahtab Kurayza oğulları reisi Ka'b b. Esed'le görüşerek, onu Müslümanlarla
yaptığı anlaşmayı bozmaya ve şehre saldıracak koalisyona katılmaya ikna etmeye
çalıştı. Kurayza oğulları reisi durumunun nazik olduğunun farkındaydı. Şehir
çevresine ■
savunma amaçlı hendek kazan Müslümanlar Kurayza oğullarının
kendilerini arkadan vurabileceğini hesaba katmamış ve onların evlerinin ve
kalelerinin bulunduğu kısma hendek kazmamışlardı. Ancak Müslümanların galip
gelmesi halinde, onlarla baş başa kaldıklarında ahvalleri ne olacaktı? Bu
yüzden Kurayza oğullan reisi Hayy b. Ahtab'ın teklifini kabul etmekte uzunca
bir tereddüt geçirdi. Hayy b. Ahtab, ona bunun bir Yahudi davası olduğunu,
saldırının başarısız olması halinde halkıyla birlikte kalesine sığınabileceğini
bildirerek ikna etmeyi başardı. Zaten kimse de o dönemin en mükemmel
silahlarıyla teçhiz edilmiş yaklaşık on bin kişilik Yahudi-putperest koalisyonuna
karşı Müslümanlara bir şans vermiyordu.
Ama Allah hakkı
galip getirdi, batılı yerle bir etti ve Yahudilerle müşriklerin planlarını
boşa çıkardı. Koalisyon yenilmiş ve zafer Müslümanlarda kalmıştı. Tabii olarak
ihanet edenlerden, anlaşmayı bozanlardan hesap sorma vakti de gelmişti.
Peygamberimiz onları kalelerinde kuşatma altına aldı. Yahudiler Evs kabilesi
reisi Sa'd b. Muaz'ınhaklarında hüküm vermesini istediler.
Hicret arefesinde
Kurayza oğulları ile Nadir oğullarının Evs'in yanında yer aldıklarını, Kaynaka
oğullarınınsa Hazreç kabilesinin müttefiki olduğunu daha önce görmüştük. Hazreç
kabilesinin münafık reisi Abdullah hafifletici bir karar çıkmasında önemli rol
oynamış ve böylece Kaynaka oğulları hafif silahları ve taşınabilir mallarıyla
birlikte Medine'den çıkıp gitmişlerdi. Evs kabilesinden bazıları da reisleri
Sa’d'a gelerek tıpkı Hazreç reisinin Kaynaka oğullarına yaptığı gibi kendi
tebaasını kayırması ricasında bulundular. Sa'd onlara şu cevabı verdi:
“Sa'd'ın Allah için kimsenin ayıplamasından korkmayacağı an geldi!"
Sa'd'ın kararı, erkeklerin öldürülmesi, kadınların ve çocukların esir edilmesi
ve mallarının bölüşülmesi şeklinde oldu. Öldürülen erkekler arasında Kurayza oğulları reisinin kalesine
sığınan ve onunla aynı kaderi paylaşan Beni Nadir reisi Hayy b. Ahtab da vardı.
Hayber'in düşüşü ve
boşaltılması
Yahudiler,
koalisyon güçlerinin Hendek savaşında uğradıkları yenilgiden gerekli dersi
almamışlardı ve Hayber, Teyma, Vadi'l Kura'daki Yahudilerden başka başta Gaftan
oğulları olmak üzere bazı Arap kabileleriyle muhavereye devam ediyorlardı.
Merkezleri Hayber'di.
Peygamberimiz
Hicretin altıncı yılında Mekke'yi ziyaret ederek Umre yapmaya karar verdi.
Kureyş kabilesi Müslümanların Mekke'ye girişini önlemeye kalkıştılar ve mesele
Hudeybiye anlaşmasıyla tatlıya bağlandı. Peygamberimiz Hudeybiye anlaşmasından
sonra vakit kaybeden Yahudilerin planlarını boşa çıkarmak amacıyla Hayber
üzerine yürüdü.
Peygamberimiz şehre
saldırmadan önce bazı Müslümanlara özel bir görev verdi. Abdullah b. Atik
komutasında dört kişilik bir grubu Hayber'in reisi Selam b. Ebi'l Hukayl'ı
öldürmesi için gönderdi. Bir başka grup da Selam'dan sonra Hayber'in reisliğini
üstlenen Esir b. Zarim'i öldürmek için yola çıktı. Her iki grup da vazifesini
başarıyla tamamladı.
Müslümanlar 1400
kişilik bir güçle Hayber'e doğru akmaya başladılar. Medine ile Hayber arasını
üç günde kat ederek hiçbir şeyden haberi olmayan Yahudilerin kalesi önünde
bittiler. Yahudilerin kahramanca direnmesine rağmen kale şiddetli bir çatışmadan
sonra düştü ve böylece Yahudilerin galip geleceğini ümit eden Kureyşlilerin de
ümitleri boşa çıkmış oldu. Artık bütün yarımada Hudeybiye anlaşmasından ve
Hayber'in düşüşünden sonra, lslam sancağının her yerde dalgalanmasının
önlenemeyeceğini anlamıştı.
Peygamberimiz
Hayber Yahudilerini evlerinden ve tarlalarından atmadı. Yalnızca savaş
suçluları hakkında ölüm veya sürgün kararı verdi. Fakat isteyenlere tarlalarını
ekerek, mahsulü Müslümanlarla bölüşme yolunu açık bıraktı.
Hayber'in
düşüşünden sonra Fedek, el-Cerba ve Vadi'l Feres Yahudileri kendi istekleriyle
silah bıraktılar. Teyma Yahudileri de direnmekten vazgeçerek vergi vermeyi
kabul ettiler. Fakat Halife Ömer zamanında Hayber Yahudileri yine uslu
durmayacak ve Arap Yarımadası'ndan nihai olarak sürüleceklerdir.
Abdullah b.
Ömer'den nakledilmiştir: Ben,
Zübeyr ve Mikdad b. Esved, anlaşmamız gereği Hayber'deki mallarımızın başına
gitmek üzere yola çıktık ve oraya varınca herkes kendi tarlasına gitti. Gece
uyurken birileri üzerime çullanıp bileğimi kırdılar. Sabahleyin acı içinde
arkadaşlarıma seslendim. Bana bunu kimin yaptığını sordular, bilmediğimi
söyledim. Kırık kolumu sardıktan sonra beni Ömer'e götürdüler. Ömer
“Yahudilerin işi bu!" dedi ve ayağa kalkarak çevresindekilere şöyle '
hitap etti: “Arkadaşlar! Peygamberimiz (s.a.v) Hayber Yahudilerine istediğimiz
zaman onları kovma hakkımız bulunduğu bildirmişti. Abdullah b. Ömer'e saldırmış
ve gördüğünüz gibi kolunu kırmışlardır. Daha önce de Ansar'a böyle bir
düşmanlık sergilemişlerdi. Bu işi yapanların onların arkadaşları olduğu
muhakkak. Burada onlardan başka düşmanımız yok. Kimin Hayber'de malı varsa
malının başında bulunsun. Çünkü Yahudileri oradan kovacağım."
lşte hicaz Yahudilerinin
Peygamberimize karşı sergiledikleri tavırlar ve işte getirdiği mesajdan emin,
devletinin çıkarına düşkün Muhammed (s.a.v)in tahammülü imkansız bu
davranışlara karşı usulet ve suhuletle sergilediği tavırlar. Yahudi
tarihçilerin ve onların yalan bilgilerle donattıkları Batılı müsteşrik
dostlarının gerçekleri anlatmayacaklarından eminiz, ama gözler kör olmasa da
kalpler körleşir. .XXI
Yükselen İslam
devletlerinin Arap Yarımadasını hakimiyet altına almasından, Asya ve Afrika'da
büyük fetihler gerçekleştirmesinden sonra Yahudiler düşmanca hareketlerini
alenen sürdüremeyeceklerini ve ancak amaçlarını yer altına çekilerek gerçekleştirebileceklerini
çok iyi anlamışlardı.
Yahudiler daha önce
Hristiyanlığa sızmadıkları ve başına bela olmadıkları kadar İslama sızıp, dini
ve inançları tahrip etmek için çirkin yöntemlere başvurdular.
İsrailiyyat
Ebü Hureyre'nin
şöyle dediği rivayet edilir: "Yahudilerin İslama ve Müslümanlar arasına
soktukları şeyler, tarihi çarpıtmış, din bilginleri ve hadis ravilerini
yormuştur."
Burada Yahudilerin
kimlerin Müslüman olduğu, kimlerin iyi, kimlerin kötü niyetli olduğunu tasnif
edecek değiliz. Ama hiç çekinmeden şunu söyleyebiliriz: İslama samimi ve
gayr-ı samimi olarak giren bir Yahudi'nin geçmişinden tamamıyla soyutlanması
beklenemeyeceği gibi, önceki inancını bütünüyle bir kenara atıp yeni bir inancı
sindirmesi de mümkün değildir.
Bu realite, İslam
alimlerini daha önce Musevi olan Müslümanların rivayet ettiklerini, özellikle
de şeri hükümler ve benzerleriyle ilgili nakillerini alırken sıkıntıya
sokmuştur. Geçmişle ilgili bil giler konusunda ise lslam bilginleri Müslüman
olan Yahudilerden nakiller alırken aşırı bir sıkıntı yaşamamışlardır, ama bu
yüzden Kur'an yorumlarına bol miktarda Tevrat ve Talmud rivayetleri
girmiştir. Çok üzücüdür ki, günümüzde dahi bazı cami imamlarından vaaz ve
hutbelerinde lbrahim'le Sara'nın firavunla olan hikayelerini, Davud ve doksan
dokuz koyun kıssasını, devler ve dişlerinden yapılan yataklarla ilgili
ninnileri dinliyoruz.1
1
Yazarın Arap olması hasebiyle bu konuda yalnızca Arap ülkelerindeki camilerde
olup bitenlerden bahsetmesi normaldir. Halbuki Türkler, Pakistanlılar, Persler
vs. gibi tercüme Müslümanı olan ülkelerdeki durum çok daha vahimdir. Bilgili,
modern din adamlarını elbette tenzih ederiz, ama Diyanet lşleri Başkanlığı
bünyesinde görev yaptığı halde lslam adına, Allah adına akıl almaz cinayetler
işleyen din adamlarını maalesef gördük. Bunlar cehaletleri yüzünden Allah'ı
Yahudilerin Yahve'siyle özdeşleştirdiklerinin farkında bile değillerdir. Burada
küçük bir hatıramı anlatmama izin verin. Yetmişli yıllarda İstanbul Erenköy
camiine Cuma namazı için gitmiştim. Diyanetin görevlendirdiği vaiz efendi,
mutad veçhile yine bir kıyamet sahnesini tasvir ediyordu. Cennetlik olanlarla
cehennemliklerin ayrılıp herkesin gideceği yere giderken sanki oradaymış,
olayı bizzat görmüş gibi bir hadise naklediyordu. Güya cehennemlik olan bir
kişi zebaniler arasında cehenneme doğru ağır adımlarla yol alırken, her dokuz
on metrede durup arkasına bir bakarmış. Bu sırada hâşâ lillahAllah da cennetin
balkonundan onları seyredermiş. Bu geriye dönüp dönüp bakma işi beş on defa
tekrarlandıktan sonra, Allah meleklere sormuş, “Gidin sorun bakalım, şu kulum
niye ikide birde dönüp dönüp arkasına bakıyor?" Melekler varıp sormuşlar,
adam şu cevabı vermiş: “Allah'dan yalnız kafirler ümit keserler, ben ise kafir
değilim. Acaba Allah beni affeder mi ümidiyle dönüp dönüp bakıyordum."
Melekler gelip adamın sözlerini Allah'a aktarmışlar. Allah “Sen ne iyi
kulummuşsun, son anda dahi benden ümidini kesmedin, affettim seni"
buyurmuş. Ben dayanamayıp ayağa fırladım ve vaiz efendiye, “Sen ne yaptığını
sanıyorsun? Şu sözlerinde cinayet işliyorsun! Biz Allah'ı zamandan mekandan
münezzeh biliriz, sen tuttun O'nu balkona oturttun. Yahudilerin Yahve'si de böyle.
Biz Allah'ın kalplerden geçenleri dahi bildiğine inanırız, sen O'nu bu adamın
kalbinden geçenleri bilmeyen Tanrı mesabesine indirip, işi meleklere havale
ettirdin! Üçüncüsü de burada farkında olmadan Müslümanlara günah pasaportu çıkarıyorsun.
Yani istediğiniz günahı işleyin, kıyamet günü böyle yaparsanız cennete
girersiniz demek istiyorsun" diye bağırdım. Eğer
İslam dünyası bugün
tüm gelecekleri halline bağlı olan çok büyük bir kriz yaşamaktadırlar.
Müslümanların günümüzde bir fatihin elinden çekmediği bu acıları yaşamaları
günah değil midir?
İbni Sevdâ
Islama tahribat ve
yıkıcı faaliyetlerde bulunma amacıyla giren en tehlikeli Yahudi, İbni Sevdâ da
denilen Abdullah ibni Sebe’dir. Yemen'in Sana şehrinden olan bu iğrenç adam,
Hz. Osman'ın hilafetinin yedinci yılında Müslüman olmuş ve ilk günden itibaren
de dini konularda aşırı tutucu bir davranış sergilemiştir.
Müslümanlar Hz.
Osman zamanında fetihlerin genişlemesi ve ganimet bolluğu sebebiyle lükse
saplanmaya başlamışlardı ve çok değerli bazı sahabenin halkın bu lüks
düşkünlüğünü tenkit etmeleri tabii idi. Bu lüks ve savurganlığa karşı
çıkanların başında sahabe Ebû Zer el-Gıfarl geliyordu. İbni Sebe, fitne
ateşini onun vasıtasıyla tutuşturmak için Ebü Zer'e yaklaştı. Bu iğrenç
adamın, Islamın ve Müslümanların çıkarı için çırpınıp duran bu değerli sahabede
yitik malını bulduğu şüphesiz.
İbni Sevda, Ebû
Zer'in arkasına sığınarak Islama zehirlerini bulaştırmaya ve Müslümanları
zehirli hançerleriyle vurmaya başladı. Abdullah ibni Sebe'yi maddi ve fikri
yönden destekleyen, Müslümanların devletini yıkmayı, ülkelerini parçalamayı
sağlayacak her türlü silahla donatanın geleneksel Yüksek Kurul olduğunu
söylersek mübalağa etmiş sayılmayız.
birkaç
hamiyetli Müslümanın müdahalesi olmasaydı o cahil cemaat tarafından ya linç
edilmiştim, ya da öldürülmüştüm. Daha sonra gelip olayı İstanbul Müftülüğü’ne
anlattım. Yetkili kişi, ellerini çaresizlik içinde iki yana sallamaktan başka
bir şey yapamadı. Bilmiyorum, burada kime kızmak lazım? Diyanet İşleri Başkanlıgı’na
mı, o eçhel-i cühela vaize mi, yoksa Yahudilere veya o vaizi koyun gibi
dinleyen hayatında eline kitap almamış, kitaba düşman o cemaate mi? (çev.)
Osman'ın öldürülüşü
İbni Sebe, halkı
üçüncü halife Osman'a karşı kışkırtmak için İslam başkentleri arasında
dolaşmaya başlamıştı. Küfe, Basra, Dımaşk ve Mısır'a uğramış, buralarda vakti
zamanı geldiğinde harekete geçmeye hazır örgütlü gizli hücreler oluşturmuştu.
Sebeciler halkın Medine üzerine yürümesini isteyen Ali ve Aişe dilinden
yazılmış sahte mektuplar yayınlıyorlardı.
Sebeci isyan
hareketi giderek güçlenmeye başlamıştı. Nihayet H. 35 yılında komplocular kendi
aralarında yazışmaya başladılar ve halife Osman'ı öldürmek amacıyla Medine'de
buluşmak üzere anlaştılar. Sonunda Peygamber'in şehrine fesat, soygun ve cinayetleri
sirayet ettirmişlerdi.
Hz. Aişe'nin şöyle
dediği naklolunmaktadır: “Şehir ve köylerde yaşayan avam tabakası, Medine'deki
köleler bir araya toplanarak haram kan döktüler, ülkede haramı helal yaptılar,
haram ayı helal aya çevirdiler ve haram mal topladılar."
Ali ibni Ebi Talib,
kendisine biat edildikten sonra bedevilerin şehirden çıkarılmasını emrederek,
kölelere azat edildiklerini bildirdi. Ama İbni Sebe ve taraftarları halkı sınıflara
ayırmaya devam etti; köleleri ve bedevileri emîrulmü'mininin talebine olumlu
cevap vermemeye çağırdı. Böylece şehir isyancıların kontrolünde kaldı; soygun,
talan ve eşkıyalığın haddi hesabı yoktu.
Dini tahribat
Abdullah ibni
Sebe'nin fitilini ateşlediği Yahudi fitnesi Hz. Osman'ın öldürülmesinden sonra
ümmetin siyasi varlığını parçalayan bu tehlikeli çizgide durmadı. Aksine dini
inançlarda kirlenme, yozlaşma ve fesat başladı. Eğer İslamın üzerine bina
edildiği Kur'an ve Peygamberin sünnet ve hadisleri olmamış olsaydı, şüphesiz
İslamın akibeti de Yahudiler tarafından bozulan diğer semavi dinlerin sonu
gibi olurdu.
Dr. Hasen İbrahim
Hasen şöyle der: “O (Abdullah ibni Sebe) İslam'da şianın kurucusu değilse bile,
kesinlikle bu mezhebin inanç prensiplerini koyan kişidir. Rec'a mezhebini kurdu ve 'İsa'nın geri döneceğini söyleyip de
Muhammed'in geri döneceğinden bahsetmeyen kişiye şaşıyorum diyerek 'Kur'an'ı
sana farz eden, elbette seni geri dönülecek yere döndürecektir' (Kasas/85)
âyetini delil gösterirdi.
İbni Sebe, bazı
Islami fırkaların inanç sistemlerine tenasuh (reenkarnasyon) fikrini sokarak,
Vasaye mezhebini ve hilafette
hakk-ı ilahi görüşünü soktu. İbni Sebe bu kadarla da yetinmedi ve Hz.
Ali'ye vesayet, ismet ve rec'a sıfatlarından başka tapılması gereken Tanrı
sıfatını da yakıştırdı. Müfrit Şia'nın bazı mensupları İbni Sevda'nın Hz.
Ali'ye yakıştırdığı bu iftiraların peşine takılarak, onun Tanrı olduğunu
söylediler ve hatta akla hayale gelmedik tabiatüstü güçler izafe ettiler.
Örneğin şimşek onun sesi, yıldırım tebessümüdür vs...
Yahudiler Ali'nin
Tanrılığı iddiasını yaymakla kalmadılar, İslam ümmetinin parçalanması için ne
lazım geliyorsa yaptılar. Nitekim Müslümanlar arasından Hariciler denilen bir
grup çıkmış; bunlar ilk önceleri yalnızca Hz. Ali'ye muhalefet etmiş, arkasından
da tüm Müslümanlara adavet sergilemişlerdir. Bu Yahudi mezhebini benimseyen bir
Acem lslam dinine girerek, Müslümanlara karşı en iyi şekilde mücadele etmek
için Arapçayı, edebiyatı ve Arap kabileleriyle ilgili bilgileri mükemmelen
öğrenmiştir ki, Abbasîler döneminde pek çok eser vermesiyle tanınan bu kişi
Ebu Ubeyde Muammer ibn'el Müsenna'dır. Dr. Ahmed Emin, ondan bahsederken
‘Araplardan nefret eder ve onları küçük düşürmek için kitaplar yazardı'
demektedir.
Ehl-i Zimmet
Ehl-i zimmet, lslam
hakimiyeti altındaki topraklarda yaşayanlardan Müslümanların zimmetine
(sorumluluğuna) giren kişilerdir. Bu terim ilk önceleri ehl-i kitaptan Yahudi
ve Hristiyanlar, bir de Sabiler için kullanılmış, daha sonra kapsamı
genişleyerek devletin reayasının büyük bir çoğunluğunu teşmil etmiştir.
Tarihçi Philip
Hitti şöyle diyor: “İslam'da ehl-i zimmet, vergi ve haracını ödediği sürece
oldukça geniş bir hürriyete sahiptir. Onların dini ve cinai davalarına kendi
din adamları bakar. Ancak dava Müslümanlarla alâkalı ise durum değişir."
İslam devletinde
ehl-i zimmete yapılacak muamelenin esasları Peygamberimizin talimatlarıyla
belirlenmiştir ve usulet, suhulet ve adalet esastır. Nitekim Peygamberimiz
şöyle buyurur: “Zımmîye azap eden bana azap etmiş sayılır; bana azap eden de
Allah'a azap etmiş demektir.” Hz. Ali ise onlar hakkında şöyle der: “Onlar
vergiyi, malları kendi malımız, kanları kendi kanımız gibi olsun diye
ödüyorlar.”
Dr. Hitti,ehl-i
zimmetin Abbasîler döneminde gördüğü iyi muamele konusunda şöyle diyor:
“Halifeler dönemindeki Hristiyanlık hayatında dikkat çeken en güzel olaylardan
birisi de Hristiyanlığın genişleme ve yayılma imkanı bulması, hatta Hindistan
ve Çin'e kadar uzanarak misyonerlik merkezleri açmasıdır.”
Yahudilerin
durumları
Dr. Hitti sözlerini
şöyle sürdürüyor: “Yahudiler, bazı Kur'an âyetlerinde tenkit edilmelerine
rağmen Hristiyanlara nispetle daha iyi muamele gördüler. Bunun sebebi
sayılarının az olması idi. Kimse kötü muamele görme endişesi taşımazdı.
Mukaddesi, Suriye'deki kuyumcu ve bankerlerin Yahudi, katiplerin ve doktorların
çoğunun Hristiyan olduğunu kaydetmektedir. Bazı halifeler döneminde ve
özellikle de Mu'tazıd devrinde (Miladi 892-902)' Yahudilerin devlet içinde
önemli merkezleri olduğunu görüyoruz. Örneğin Bağdat'da şehrin yıkılışına
kadar sürekli gelişen bir Yahudi kolonisi mevcuttu. Todelolu Benyamin
(Endülüslü Yahudi seyyah) 1169 civarında bu koloniyi ziyaret etmiş ve orada on
haham okulu, birisi ana sinagog olmak üzere lüks mermerle kap.:. lı, gümüş ve
altınla bezeli on üç sinagog görmüştür. Koloni reisi, tüm Hristiyanların
başındaki katolikos gibi kendi halkı için kanunlar koyma yetkisine sahipti.
“Cemaatin
temsilcisi halifenin huzuruna çıktığında zerduz ipek elbiseler giyer, başına
mücevherlerle süslü beyaz bir sarık geçirir; süvarilerin arasında ilerler ve
önden giden bir kişi yüksek sesle 'Davud oğlu efendimiz için yol açın!' diye
bağırırdı.
Dr. Hitti, sayıca
az olmalarına ve halkın onlara kötü davranmasının yasaklanmasına rağmen,
Yahudilere Hristiyanlardan daha iyi muamele edildiğini sebepleriyle izah
etmiştir. Hitti ve ondan önce bu konuyla ilgilenen tarihçiler, İslam
devletinin Bizans'la savaş halinde bulunmasına, zaferin münavebeli olarak gidip
gelmesine ve üstelik Bizans'ın bir Hristiyan devleti olmasına rağmen, İslam topraklarındaki
hiçbir Hristiyanın mezhep farklılıklarına rağmen,sadakati bir yana
bırakmadığını ittifaken kaydetmektedirler. Yahudilere gelince, devlet onların
sadakatinden hiç şüphe etmiyordu ve bunda sayılarının az olmasının da rolü
vardı.
Fakat biz, İslam
devletinin diğerlerine nispetle Yahudilere daha iyi davrandığı vakıasını kabul
etsek bile, bu konuda farklı düşünüyoruz. Çünkü baştaki yöneticinin atıfetini
kazanma ve sempatisine mazhar olma konusunda takip ettiği klasik metod, aynı
anda hem iyi hem kötü bir metoddur ki, her yerde ve her zaman bunun pek çok
örnekleri görülmüştür. Ester kitabında Yahudile- rin baştaki hükümdar ve
valilerle olan münasebetlerinde tavırlarının daima yeni güçten yana olduğunu
görmüştük. Onların Araplar veya diğer halkların hükümdarlarıyla olan
ilişkilerinde de aynı yolu takip ettikleri muhakkak.
Çağdaş Yahudi yazar
Goitein, Islam fetihlerinin özellikle Yahudilerin değişik hususlarda
durumlarının iyi yönde düzelmesine büyük ölçüde katkısı olduğunu belirterek,
onların kilisenin baskısına maruz bir grup olmaktan çıkıp özel statüye sahip
reaya arasına girdiklerini; Islam şeriatının Hristiyanla Yahudi arasında bir
ayırım yapmadığını ve Islam kanunlarının genel olarak Roma kanunlarına nispetle
Yahudiler üzerinde daha az baskı uyguladığını kaydetmektedir.
Goitein,
polemiklerine şöyle devam ediyor: “Son olarak, bir zamanların ünlü Sâsânî ve
Bizans imparatorluklarının düşüşüyle neticelenen değişimle, özellikle de Yahudi
halkının Mesihi restorasyonu için yeni ümitler doğmuştu.. Dolayısıyla her
yerde ve özellikle Filistin, Suriye ve Endülüs'de Yahudileri kendilerine
müttefik olarak gören Müslüman fatihlerin mücadelesinde geniş çaplı bir Yahudi
faaliyeti görmek bizi şaşırtmıyor.”
Goitein'in
Yahudilere hak ettiklerinden daha fazlasını verme gayretini bir yana
bırakırsak, onun Yahudileri büyük Islamî fetihlerin şerefine ortak etmeye
çalıştığını görürüz. Ama bizim için önemli olan nokta, onun Yahudilerin bu defa
yeni güç olarak yükselen Arapların eteğine yapışma gayreti içinde olduklarını
vurgulamasıdır. Yahudiler, önemli tarihi değişimleri büyük inkılabların
doğurduğu istikrarsızlıktan faydalanmak ve durumların değişmesine binaen nüfuz
alanlarını yenilemek, zenginliklerden pay almak için bir fırsat olarak
görüyorlardı. Yahudilerin Mesiya [Mesih] önderliğinde Filistine dönme ve tüm
dünyada Yahudi hakimiyetinin zirveye çıkışının yenilenmesi anlamına gelen
Mesihi restorasyonu, belki de geleneksel siyonizmin bizzat Yahudi'yi aldatmak,
asırlar boyunca bu hamutu Yahudilerin boynunda tutarak, onları kendi çıkarları
uğrunda kullanmak için elde tuttuğu bir araçtı.
Dünyada çıkan büyük
savaşlar, Sanhedrin için Mesiya fikrinin gerçekleşmesi yolunda yeni bir ümitti.
Ne zaman Yahudiler vahşi bir takibata maruz kalsalar, bu, hemen beklenen
Mesih'in zuhurunun yakınlaştığının büyük işareti olarak görülüyor ve hatta
Yahudilerin büyük nimetlere konmaları, huzur ve barışa kavuşmaları da yine
aynı makam tarafından beklenen Mesih'in gelişinin bariz bir öncüsü olarak
değerlendiriliyordu.
Burada, birbirini
nakzeden bir takım faraziyeler üzerine bir sonuç bina etmekte herhangi bir
sakınca görmeyen geleneksel Yahudi düşüncesindeki büyük tehlike kendini
göstermektedir ki, o da savaşlar ve büyük fitneler çıkarmak, barışa davet etmek
yahut baskılara sabretmeye teşvik etmek veya kendilerini bekleyen ferah
günleri terennüm etmek suretiyle, tüm bu kargaşalardan Mesihi düşüncenin
restorasyonunu gerçekleştirmektir. Sanhedrin bu düşüncenin uydurma ve hurafeden
ibaret olduğunu kendisi çok iyi bilmektedir, ama her zaman ve mekanda Yahudi
avam tabakasıyla yaptığı en kârlı ticaret budur.
Mesih örnekleri
Biraz önce
söylediklerimizi teyit eden bazı Mesih örnekleri şunlardır:
1.
Theudas (Miladi 44 civarı). İskenderiye'de (Miladi
38) ve diğer Roma İmparatorluğu şehirlerinde çıkan Yahudi katliamları ve genel
kargaşalar sırasında zuhur etti.
2.
Menahem b. Ba'ir (veya Galileli Judas).
Filistin'de Yahudi kıyamı arefesinde Miladi 66 yılında Mesihliğini ilan etti.
3.
Bar Kohba. Miladi 130-135 yılları arasında
faaliyet gösterdi ve o günkü büyük Talmud bilgini rabbi Akiba'dan destek gördü.
Bar Kohba'nın imparator Hadrianus'a karşı kıyamı Filistin'deki Yahudi varlığı
için sonun sonu oldu.
İslam devleti
ortaya çıkıncaya kadar uzun bir sessizlik dönemi yaşandı. İslam ülkelerinde
bolluk, refah ve dini serbesti nimetlerinden faydalanan Yahudilerde beklenen
Mesih düşüncesi yeniden hortladı. Bunlardan en önemlileri şunlardır:
a)
Ebu İsa el-Isfahanî. Emevî halifesi Abdülmelik b.
Mervan (M. 685-705) döneminde ortaya çıktı.
b)
Yuğdaıi. Ebu İsa el-Isfahanî’nin öğrencisi.
Yuğdan’ın ardından gidenler İsseviye adıyla anılan bir mezheb kurdular.
c)
Serenus. Halife Ömer b. Abdülaziz döneminde
(717-720) ortaya çıktı ve isyan çıkarmak ve Talmud hükümlerinin iptal edilmesi
için faaliyetlerde bulundu.
Ömer ibni Abdülaziz
ve Yahudiler
Tarihçi Hitti,
ehl-i zimmetin Arap veya İslam hakimiyet tarihinin belli dönemlerinde bazı
özgürlük sınırlamalarına tâbi tutulduklarını kaydetmekle birlikte, bu
sınırlamaları gerektiren şeraite değinmekten kaçınmaktadır. Örneğin Ömer ibni
Abdülaziz’in Hristiyan ve Yahudilerle ilgili sert fermanlar yayınladığını
belirttikten sonra, bunu Harun Reşid, arkasından Mütevekkil, Fatimî halifeleri,
Memluklar ve diğerleri dönemindeki uygulamaların takip ettiğini ileri
sürmekte, ama ehl-i zimmetin özgürlüğünü sınırlayan yöneticilerin isimlerini
herhangi bir açıklama yapmadan sıralamaktadır. Bu yüzden konuya biraz eğilme
gerekliliğini duyduk.
Örneğin adil halife
Ömer ibni Abdülaziz, yönetimi altında bulunan ülke halkından herhangi bir grubu
bir diğerine tercih etme konusunda hiçbir kayd-ı şart altında kalmamıştır.
Kendisine biat edildiğinde İslam ümmeti çöküş ve gerileme aşamasındaydı. İşle.:
ri kontrol altında tutmak, durumları düzeltmek için halife olmadan önceki lüks
yaşantısını bir yana bıraktı. Kendisine karşı ancak büyük adamların takdir
edebileceği bir tarzda çok katı davrandı. Bu raşit Emevî halifesi hakkında
tarih, edebiyat ve fıkıh kitaplarıyla, halifelerin biyografilerini anlatan
eserlerde yazılanları nakletmeye yerimiz müsait değil.
Şu halde önce
kendini zapt-u rapt altına almakla, arzularına ket vurmakla işe başlayan Ömer
ibni Abdülaziz’in Emevî emirlerini imtiyazlarından soyutlayarak onları diğer
Müslümanlarla ay nı seviyeye indirmesinde şaşılacak bir şey yok. Ömer ibni Abdülaziz,
halkların mahvına yol açan lükse karşı bütün gücüyle savaş açtığı gibi, ümmeti
güç ve şeref basamaklarında yükselten asli prensiplerin tatbikinde de son
derece sıkı davranmıştır.
Ömer ibni Abdülaziz
dedesi lbni Hattab'ın kendisine gayr-ı Müslimlerden yazı yazma konusunda
becerikli birini getirdiklerinde “Mü'minlerden başkasını çevreme almam"
diyerek sözlerini şöyle sürdürdüğünü biliyordu: “Ehl-i kitabı kullanmayın.
Çünkü onlar rüşvet (veya faiz)i helal sayarlar. İşlerinizin veya koyunlarınızın
başına Allah Teala'dan korkanları getirin." Bu yüzdendir ki Ömer ibni
Abdülaziz devletin idari mercilerinin gayr-ı müslimlerin eline verilmemesini
emretmiştir.
Eğer servetin İslam
ordularının peşine takılan ve onlardan ganimet almakla uğraşan mevali ve ehl-i
zimmetin elinde toplanmaya başladığını bilmiş olsaydı, o zaman Ömer ibni
Abdülaziz'in kendinden önceki Emevî halifeleri zamanında ehl-i zimmetin
faydalandığı özgürlüğe bazı sınırlamalar getirmesindeki hikmeti anlayabilirdik.
Yahudi yazar
Goitein, Emevî saltanatının yıkılışında Yahudi sermayesinin oynadığı role
işaret ederek şöyle diyor: “Sermaye çoğu kez bu mevalinin veya fetih ordusunu
müteakip yüklü ganimetlerin Müslümanların ellerinden çıkarılmasına aracılık
eden Yahudi ve Hristiyanların eline geçiyordu. Yeni bir kapitalist sınıfın
doğuşunun ilk işareti, 750 yılında Emevî idaresinin devrilmesiydi ki, bu devrim
çoğunlukla Emevîlere karşı propagandayı yönlendiren kapitalist-sermayedarlar
tarafından planlanıp tertip edilmişti."
Yukarıda verilen
tarihlerden, Ömer ibni Abdülaziz'in saltanat devrinin tamamlanmasından Emevî
devletinin yıkılışına kadar geçen sürenin 30 yıl gibi çok kısa bir süre olduğu
görülecektir ki, bu basiretli ve adil halifenin ehl-i zimmet ve özellikle de
Yahudi. lere karşı kontrollü davranılması konusunda yaptığı icraatların ne
kadar haklı olduğunu göstermek için yeterlidir.
Harun Reşid
Abbasî halifesi
Harun Reşid'in de ehli zimmet konusunda katı kararlar aldığı söylenmektedir.
Tarih biliminin de
büyük tarihçilerin de insaflı olması, doğruların bazılarını görüp bazılarını
görmezden gelmemesi gerekir. Gerek Emevîler ve gerekse Abbasîler döneminde
Araplarla Bizans arasında sınır çatışmaları bir duruyor, bir başlıyordu. Dr.
Hitti, Abbasî halifesi Harun Reşid'in lslam ordularının fethinden sonra ehl-i
zimmetin sınır boylarındaki tapınaklarıyla şehirlerde kurdukları tapınakların
yıkılmasıyla ilgili verdiği emrin tarihini kaydetmektedir. Hitti, bu tarihin
Miladi 807 olduğunu belirtiyor.
O dönemin
olaylarına bir göz atalım:
709'da Hazar hakanı
Arapların hakimiyeti altındaki Ermenistan'a saldırdı. Orada bir sürü kargaşa
yaşandıktan sonra Harun Reşid tarafından geri atıldı. Hazarların bu saldırısı,
Kafkasların güney sınırlarına yapılan son saldırıdır.14 Harun Reşid, Hazarları
Ermenistan'dan kovduğu aynı yılda Bizans imparatoriçesi lrene'yle barış
anlaşması yaparak, ona yıllık bir vergi yükledi. 803'de İrene'nin yerine geçen
Phocas, anlaşmayı bozarak vergi ödemeyi kesti. Bunun üzerine Harun Reşid 804'de
Bizans'a bir sefer düzenledi ve Phocas'ı itaat altına alarak, tekrar vergi
ödemesini sağladı, fakat Phocas 805'de halifenin Fars bölgesindeki iç
karışıklıkları önlemekle meşgul olmasını fırsat bilerek anlaşmayı tekrar
bozdu. Harun Reşid'in 806'da bir kez daha Bizans sınırlarında gövde gösterisi
yapmak zorunda kalması, Phocas ve veliahdını Abbasî hakimiyetini tanımaya
mecbur etti. Bizans imparatoru önceki vergiden başka yeni yıllık vergisini de
ödedi ve ayrıca bir daha Arap ordularının yıktıkları kaleleri tekrar
yapmayacağı taahhüdünde bulundu. Ama yine sözünü tutmayacak ve Harun Reşid
üçüncü bir tedip seferi düzenlemek zorunda kalacaktı. İşte Arap tarihinin bu
döneminde ve Arap yurdunun bu bölgesindeki ahval o sıralar böyleydi.
Araplar, ordunun
Arap toplumunun yaşadığı problemlerden uzak kalması için, sınır karakolları ve
şehirler kurmuşlardı. İşte bu karakollar ve şehirler ehli zimmete mensup
tacirler için cazibe merkezleri haline gelmişti. Buralara akın eden tacirler,
askerle sıkı fıkı olup, onların ihtiyaçlarım karşılıyor, oralara yerleşiyor,
sonra kendilerine Pazar yerleri, dükkanlar ve tapınaklar kuruyorlardı. Bu
insanların Arap ordularının peşine takılıp gitmelerini, onlar aleyhine casusluk
yapmalarını, düşmana bilgi sızdırmalarını önleyecek herhangi bir tedbir de
yoktu.
Böyle bir durumda
Harun Reşid'in düşman sının üzerindeki kuvvetlerini korumak için bir takım
tedbirler almasını zulüm ve haksızlık olarak niteleyenler müfteridir,
çılgındır. Halife, yapılan tüm anlaşmaları bozan, verdiği sözü tutmayan,
Hristiyan iman ve haysiyetini iki paralık eden Bizans'a ve onlarla aynı dinden
olan ehl-i zimmete bu durumda nasıl güvenebilirdi ki? Demek ki Harun Reşid,
Bizans imparatoru gibi kendisine saygısı olmayan, sözüne güvenilmeyen birinin
sergilediği en iğrenç davranışlar karşısında aldığı bu tedbirden dolayı
suçlanamaz.
Harun Reşid'in kamu
ortak çıkarları için tehlike yaratmayacak konulardaki ahlaki davranış örneğini,
Beyt el-Mukaddes'in en kutsal kesiminin anahtarlarını Şarlman'a hediye
etmesinde bulabiliriz. Halifenin bu kutsal hediyeyi vermesinin arkasındaki
uzak siyasetle ilgili söylenebilecek şey ise, onun uzak görüşlü, ifrata
kaçmadan taşı gediğine koymasını bildiği şeklinde olabilir. .
Tacirlerin
orduların peşine takılmalarından bahsederken, Yahudilerin en önde koştuklarını
mutlaka belirtmeliyiz. Yahudilerin Harun Reşid dönemiyle bir başka şekilde
bağlantısı olan hikayesi de vardır.
Hazar melikinin
Yahudiliği
Hazar meliki ve
mevkebinin Harun Reşid zamanında Yahudileştiği söylenmektedir. Hazarlar, İtil
nehrinin güney havzasına yerleşen ve Miladi V1I-1X. Yüzyıllar arasında güçlü
bir imparatorluk kurmuş bir halktır. Perslere karşı Bizans'ın geleneksel müttefikiydiler.
Sâsânî devletinin Araplar tarafından yıkılmasından sonra ise Bizans'la olan
ittifaklarını Araplara karşı sürdürdüler. Hazarlarla Arapların ilk sürtüşmeleri
Halife Osman zamanında olmuş ve ondan da devam edip gitmiştir.
Miladi 732 yılında
Bizans imparatoru lll. Leo, on beş yaşındaki oğlu Konstantin'i Hazar hakanının
daha sonra Hristiyanlığı kabul ederek lrene adını alan kızıyla evlendirmişti.
750 yılında ise bu kraliçe Bizans tahtına çıkan ve Hazar Leo lâkabı verilen
imparatorun anası olacaktı.
Hazarlar genellikle
pagandı. Arapların 690'de Derbend'de indirdiği darbeden sonra içlerinden
bazıları Müslüman olmuş, küçük bir grup ise Hristiyan misyonerlerin
propagandası sonucunda Hristiyanlığı kabul etmiştir.
Hazarlar, Miladi
VII. ve VIII. Yüzyıllarda vaktiyle Kırım Yarımadası'na ve Kafkaslara yerleşmiş
bulunan Yahudilerle tanıştılar. Hazar melikinin ve çevresindekilerin
Yahudiliği kabul edişleriyle ilgili efsanevi olayları burada anlatacak
değiliz. Rivayete göre Hazar meliki bazı din adamları arasında yapılan bir
tartışmadan sonra Mûseviliği kabul etmiştir. Onun Museviliği kabul etmesinin
Bizans veya halifenin kanatları altında kalmaktan kurtulmak arzusundan
kaynaklandığı söyleniyorsa, o zaman Hristiyanlık veya lslamı seçseydi ya
şeklindeki bir söz okuyucuyu daha fazla ikna eder.
Camridge'in
yayınladığı tarih serisinde Hazarlara ayrılan özel bölümde, onların dini grupları
arasındaki yaşantı tarzından bahsedilerek, tam bir dinî tolerans olduğundan
söz edilmektedir: Barbarlıkla nitelediğimiz bu devlet, ortaçağ ve hatta yeniçağ
Avrupasındaki Hristiyan devletlerin çoğunun dahi boy ölçüşemeyeceği ve örnek
alabilecekleri bir örnek oluşturabilirdi.
Bu sözleri yazan
tarihçi, dini hoşgörü konusunda şöyle diyor: Hazar başkenti İtil'de ki Arap
tarihçiler ona el-Beyda diyorlar,yer alan mahkemede yedi kadı bulunurdu. (Dokuz
diyenler de vardır). Bunlardan ikisi Müslümanların, ikisi Hristiyanların, ikisi
Yahudilerin ve bir tanesi de paganların davalarına bakardı. Davacıların
birinin istinaf davası açmak istemesi halinde dava lslam mahkemesine
götürülürdü. Çünkü o dönemde İslamî mahkeme en mükemmel sisteme sahipti.
Aynı tarihçi sözlerini
şöyle sürdürüyor: Ama Hazar devletindeki çok dinlilik, devleti tehlikeli bir
şekilde geriye doğru götürmüştür. Genel kanaat, devletin muzdarip olduğu
kargaşaların melik ve mevkebinin Mûseviliği seçmiş olmasından kaynaklandığı
şeklindedir.
Tüm tebaayı bir
potada eritip, vahit bir etnos yaratamayan Hazar devleti, çürük temeller
üzerine kurulmuş, dinlerin karışımından oluşmuş bir toplum olduğu için fazla
uzun ömürlü olamadı ve Miladi X. Yüzyılda hızlı bir şekilde yıkılıp gitti.
Yahudilerin Hazar melikinin
çevresini sarmaları
Hazar hakanı
Yahudiliği kabul eder etmez, Yahudiler onun din değiştirme haberini yaymaya
başladılar ve bunu büyük bir aşamanın başlangıcı kabul ederek, yine tarih
boyunca yaptıkları gibi kendilerine iyilik edenlere karşı nankörlüklerini
sergilediler. Tarihin bu diliminde lslam ve Hristiyan ülkelerinden Hazarya'ya
doğru bir Yahudi hareketi başladı. Yahudi yazarlar ve hempaları, bunu
Yahudilerin maruz kaldıkları takibatın bir sonucu gibi gördüler.
Onlara göre, daha
önce belirtildiği gibi, Harun Reşid Yahudi özgürlüklerine sınırlama getirmiş,
Abbasî halifesi Mütevekkil, 850 ve 854 yıllarında ağır baskılar uygulamıştır.
Bu dönem, Hazar melikinin Yahudiliği kabulünden sonra Yahudi saldırganlığının
ivme kazandığı, melik ve mevkebinin kendi dinlerini kabul ettiği bir devletin
gölgesinde daha fazla kazanımlar elde etme gayretlerinin arttığı bir dönemdir.
Bizans'da imparator
Romanus Lekapinos (919-944) iktidarının son dönemlerinde Yahudileri takibat
altına aldırdı ve Hristiyanlığa geçmeye zorladı. Hristiyanlığı kabul etmek
istemeyen Yahudiler, renkli rüyalarını süsleyen devletin hızlı bir şekilde
çöküşüyle hülyalarının yıkılışına bizzat şahit olmak için Hazarya'ya kaçtılar.
Tarih boyunca
Yahudilerin maruz kaldıkları baskılara tamamı değilse bile, zemin hazırlayan
şartların, doğrudan Yahudilerin davranışlarından kaynaklandığı ve kimsenin bunu
önleyecek durumda olmadığını gözler önüne serecek yüzlerce delil ileri sürebiliriz.
Yahudi yazarlar ve
hempâları, Hazar devletinin Doğu Avrupa’da, Frankların Batı Avrupa’da oynadığı
rolü oynadıklarını ileri sürüyorlar. Örneğin D. M. Dunlop, Hazar Yahudi Tarihi
adlı eserinde şöyle der: "Islamın ilk zamanlarında Kafkaslardaki durumu,
daha sonra bir biçimde Müslüman ordularının ulaşmış oldu ğu Pirenelerdeki
duruma benziyor. Hazarlar da Franklar gibi, istilacıların gücünü kontrol
altında tutabilecek kadar güçlüydüler. Doğuda Hazarlarla olan mücadele henüz
bir sonuca bağlanmamışken, batıda vukû bulan büyük bir savaş (732), sonucu
itibariyle karar noktasına gelinmesini sağlamıştır."
Olayın askeri
boyutunu, kimin ne yaptığını tartışacak durumda değiliz, ama okuyucu bu
karşılaştırmadaki hile unsurunu fark edebilir. Çünkü Yahudiler Doğudan Batıyı
sıkıştıracak bir durum söz konusuyken kendilerinin güya Araplarla Batı arasına
girdiklerini ileri sürerek Avrupalıları büyük bir minnet altına itmek istemektedirler.
Biraz önce
Hazarların Hazarya'daki nüfusunu ve buna rağmen melik ve mevkebini
Yahudileştirerek devletin yapısını kötü yönde etkilediklerini belirtmiştik.
Bir an için Hazarların Doğuda oynadıkları rolün Batıda Frankların oynadıkları
role benzediğini kabul etsek bile, Yahudilerin ve Museviliğin bu olayda
herhangi bir olumlu katkısının bulunmadığı kesin bir vakıadır.
Yaptığı
karşılaştırmanın ilhamıyla Yahudilere yapmadıkları bir şey için teşekkür eden
Dunlop, yine de Museviliğin Hazarlar üzerindeki menfi etkisini gizlemeyi
başaramamış: "Yahudilerin Hazarlara en azından bir kısmına,resmi baskı
uygulamamasının sebebi, onların Yahudi ibadet ve dini vecibelerini hafife
almalarından kaynaklanmıştır." Demek ki iddia edildiği gibi Hazar meliki
ve mevkebinin Yahudiliği tercihi, Bizans'ın veya Bağdat'ın baskısı altına
yaşamaktan kurtulma amacına matuf değilmiş. Muhtemelen Hazar meliki Yahudilik
sayesinde çevresindeki iki büyük güç arasında bağımsız olacağı zannına
kapılmıştır.
Yahudilerin
Hazarlara dini konuda resmen baskı yapmadıkları meselesine gelince, bunun
sebebi Hazarların Yahudi itikat ve dini vecibelerini hafife almaları değil,
aksine Yahudi'nin Hazar devletinin çöküşüne sebep olması ve Yahudiliği kuvvetle
yayılamayacağının anlaşılmasıdır. Sonuçta Yahudiler Hazar devletinden ellerini
çekmiş, Hazarlara sırtlarını dönmüş ve yeni bir av aramak için çevrelerine
bakınmaya başlamışlardır.
Fatımiler arasında
(969-1171)
Yakub b. Killis: Fatımî halife El-Muizz
Lidinillah üzerine oldukça nüfuz sahibi bir Yahudi’ydi. 969’da Muizz'i Mısır'ı
fethetmeye ikna etmiştir. Yahudilerin fatih ordularının peşine takılarak ne
büyük ticari faydalar sağladıklarını biliyoruz. Yakub, daha sonra Muizz’in oğlu
Aziz Billah’a da vezirlik etmiş ve büyük vezirleri arasına girmeyi
başarmıştır.
Bu Yahudi’nin asıl
önemi Halife Muizz’in Mısır’a gelişinden önce başkumandan Cevher’in yaptırdığı
Ezher Camii’ni laik bir medreseye dönüştürmesinden gelmektedir.
Şam valisi Münşi:
Aziz Billah, Münşi adlı bir Yahudi’yi de Şam valisi olarak atamıştır: Özellikle
yeni kurulan bir devletin ayaklarını yere sağlam basması arefesinde en önemli
ve nüfuzlu iki makamı ele geçiren bu iki Yahudi sayesinde Yahudilerin
nüfuzunun hangi noktaya ulaştığını tasavvur etmek mümkün.
Bu vesileyle Halife
Aziz Billah’a yaklaşan bir kişinin şu satırla başlayan bir . dilekçe sunduğunu
da hatırlatalım: “Yahudileri Münşi, Hristiyanları İsa b. Nestures’le yücelten,
Müslümanları senin vasıtanla zelil kılan kişiye.. ”
İslamla yönetilen
Fatımî devletinde ehl-i zimmetin Müslümanlara ne kadar baskın çıktıklarının
apaçık bir delili. Elbette Müslümanların kendilerine layık görülen bu zulme
karşı isyan etmelerinde şaşılacak bir şey yok. Sonunda Halife Aziz Billah,
Müslümanları yatıştırmak için veziri İsa b. Nestures’i azletmiş, fakat ortalık
yatışınca kızı Sitt’el Mülk’ün araya girmesi sonuca tekrar görevine iade
etmiştir. Çünkü halifenin karısı bir Hristiyandı ve muhtemelen Sitt’el Mülk’ün
annesi de bu kadındı. İsa b. Nestures sonunda Hakim Biemrillah zamanında
katledilmiştir.
Hakim Biemrillah
Fatımî
halifelerinden Hakim Biemrillah’a gelince, biraz kaçıktı ve akl-ı selimle işi
yoktu. Saltanatının bazı dönemlerinde ehl-i sünnet kadar Yahudileri ve
Hristiyanları da baskı altında tuttu. Ebu Bekir ve Ömer'in Medine'deki
kabirlerini soymak istediyse de gizli planını uygulamaya kalkınca, şiddetli
bir fırtına çıktı ve bu işle görevli casus meseleyi Medine valisine anlatıncaya
kadar da dinmedi.
Yahudi
sinagoglarını, Hristiyan kiliselerini yıktıran Hakim Biemrillah, ya Şia
mezhebine girmelerini ya da ülkeyi terk etmelerini bildirdi. Bunun üzerine
Yahudi ve Hristiyanların bazıları lslama girdilerse de, büyük çoğunluğu Bizans,
Nubia ve Habeşistan'a göç etti. Fakat 1021'de ölümünden önce yaptığı baskılara
son vererek, tapınaklarını yeniden yapmalarına izin verdikten başka, mülklerini
de iade etti. Göç edenlerin çoğu geri döndü ve Yahudilerden Müslüman olanların
çoğu da irtida etti. Dr. Hasen lbrahim, 1020 yılının sonlarına doğru yalnızca
bir günde yedi bin Yahudi'nin irtida ederek tekrar Museviliğe döndüğünü
kaydetmektedir.
Hakim Biemrillah'ın
biyografisinde Hristiyan veziri lbni Abdun'un ona Beyt el-Mukaddes'deki Kıyamet
Kilisesi'ni yıkmasını söylediği rivayet edilmektedir. Hakim Biemrillah'ın
saltanat dönemiyle Haçlı Seferleri'nin başladığı dönem arasında seksen yıl
gibi bir zaman dilimi olduğuna göre, Hristiyan veziri hasta akıllı halifeye
böyle bir tavsiyede bulunmaya sevk eden sebebi sorgulamak hakkımızdır. Acaba
yalnızca nifak çıkarmak suretiyle daha fazla kazanç elde etmek mi istiyordu?
Yoksa başka bir mezhebin kontrolündeki kiliseyi yıktırarak mezhep taassubunu mu
sergilemek amacındaydı? Ben, her iki ihtimali de reddediyor ve tarihi bilgime
dayanarak bu vezirin kiliseyi yıktırmak suretiyle Haçlıları daha bir hırs ve
şevkle saldırtmak, bu yolla kutsal toprakları ve kutsal mezarı Müslümanların
elinden kurtarmak, lslam topraklarını Ehl-i Salib'in ayakları altına vermek
amacıyla yanıp tutuşan bir Haçlı casusu olduğunu düşünüyorum. Belki de
konumuzun dışına çıkıyorum, ama maksadım aklıma gelen bir düşünceyi kaydetmekti
ve muhtemelen benim görmediğim bir kaynakta benden önce başka birisi tarafından
bu görüş dile getirilmiştir.
Ebû Said Tüsteri
Bu Yahudi'nin
hikayesi Yahudi gelenekleri içinde orijinal bir yere sahiptir. Ebu Said'in çok
güzel bir cariyesi vardı. Onu Hakim Biemrillah'ın oğlu Zahir'e hediye etti. ■ Cariye, Halife Zahir'e bir oğul doğurdu ve bu oğul 1036'da babasının ölümü
üzerine halife oldu. Böylece Ebu Said'in cariyesi halife anası olmuş oldu. Ebu
Said halifenin anasının özel müşaviri olarak atandı. Mustansır Billah adını
alan halifeye biat edildiğinde henüz yedi yaşındaydı. Artık çocuk halifenin
anasını elinde tutan bu Yahudi'nin nüfuzunun hangi noktaya ulaştığını tasavvur
etmek de bize düşüyor.
Şimdi Ester
hikayesine tekrar dönelim. Bilindiği gbi Ester Mordekay tarafından
yetiştirildikten sonra sürmelenip süslenerek Pers kralı Ahoşveroş'un sarayına
hediye edilmiş; Ester kısa süre içinde kralın hanımı ve kraliçesi olmuş; halkı
Yahudileri vezir Haman'ın komplosundan kurtarmış, krala Yahudilerin tüm
düşmanlarını temizletmiş ve onlara düşmanlarından istediklerini öldürme izni
almıştı. Tamamıyla uydurma bir hurafeden ibaret olan bu masalda Yahudilerin
sünnetsizlere karşı ne yapmaları gerektiğini gösteren dersler yok mudur?
Ebu Said
Tüsterî'nin hikayesi de, bir Yahudi tarafından yetiştirildikten sonra halife
hanımı veya anası olması için hükümdara hediye edilmesi cihetiyle uydurma Ester
hikayesinin fiili bir uygulaması değil midir?
Yahudilerin ve
halifenin özel lalası Tüsteri ve halife anasının nüfuzu artık Mısırlıların ağır
küfürlerini mucip olmuş ve Mısırlı şair İbn el-Bevvab'ın şu dizeleri günümüze
kadar gelmiştir:
Bir devir ki, adı
devr-i Yahudi,
Para onda, şöhret
onda, şan onda;
Vezir de onlardan,
padişah da;
Demedim mi a
Mısırlı ben sana:
Yahudi ol, Yahudi
ol, Yahudi!
Felek bile Yahudi,
görmedin mi?
Tüsteri'nin nüfuzu
öyle arttı, devlet işlerine o kadar çok burnunu sokmaya başladı ki, sonunda
Fatımî veziri Ebu Mansur onu ordunun Türk kumandanının reyhanına zehir
sürmekle itham etti de, üzerine çullanan üç Türk tarafından öldürüldü. Halife
bu defa Tüsteri'nin kardeşi Ebü Nasr'ı özel divan katibi olarak atadı.
Fatımî siyasetinde
Yahudi etkisi
Oleary, “Muhtasar
Fatımî Halifeliği Tarihi" adlı eserinde şöyle der: “Doğu'daki mali sistem
Kıptî ve Yahudilere öyle bir fırsat sundu ki, tüm zalimlik ve hainliklerini
sergilediler. Bir türlü bastıramadıkları duygular, haklarında yapılan
suçlamaların doğruluğunun bir delilidir. Sivil görevlerde Hristiyanların ve
Yahudilerin kullanılması lslam ülkelerinde az veya çok yaygın bir örf olmakla
birlikte, Fatımîler bu konuda daha önce hiç görülmedik bir şekilde aşırıya
kaçtılar."
Müslümanların
Mısır'da Fatımî yönetiminin belli devrelerinde maruz kaldıkları baskılar,
Fatımî ülkesindeki gayr-ı Müslim ve özellikle Yahudi nüfuz sahiplerinin
planladığı ve uyguladığı baskılardı. Örneğin, Dr. Hasen İbrahim Hasen'in de
kaydettiği gibi Hicri 38l'de Mısır halkından birisi yanında Malik b. Enes'in
Muvatta isimli eseri bulunduğu diye dövülerek şehirde sürüklenmiş; cami duvarlarına, dükkanların ve odaların
duvarlarına, mezarlar üzerine parlak harflerle sahabe-i kiram ve özellikle Ebû
Bekir, Ömer ve Osman'a lanetler yağdıran yazılar yazılmıştır. Suriyeli bir
kişi, Hz. Ali'nin üstünlüğünü kabul etmedi diye şehrin Fatımî valisi tarafından
asılarak öldürülmüştür.
Hicri 381 yılında
yanında İmam Malik'in “Muvatta"sı bulunduğu diye adamı sokaklarda
sürükleten halife kimdi? Bu kişi, H. 365-386 yılları arasında hüküm süren Aziz
Billah'dan başkası değildi. Bu büyük halifenin vezir-i azamı, daha önce babası
da vezirlik yapmış olan Yahudi Yakub b. Killis'di. Aynı halife Şam vilayetini
Yahudi Münşi'nin yönetimine vermişti.
Mısır, Kuzey Afrika
ve Suriye'de ehl-i sünnetin maruz kaldığı bu baskının bir ters etkisi
kaçınılmazdı. Nitekim ehl-i sünnetin kendi .mezhebini bırakarak Fatımîlerin
şiasını kabul etmeye zorlanması Kuzey Afrika ve Suriye vilayetlerinin
Fatımîlerin elinden kayıp gitmesine yol açmış, Mısır'da ise pek az sayıda kişi
Sünni mezhebini bırakarak Caferiye mezhebine geçmiştir.
Burada lslam
mezhepleri konusunda bir tartışmaya girmek istemiyorum. Amacım yalnızca
Yahudilerin Müslümanları birbirine kırdırma konusunda oynadıkları role dikkat
çekmektir. Çünkü birinin Yahudi olmadıktan sonra Sünni veya Caferi olması Yahudi'nin
umurunda değildir. Aksine onu ilgilendiren karşısındakilerin birbirlerini
tamamıyla kırıp yok etmesidir.
Yakub b. Killis'in
halife Muizz'e Mısır'ı fethetmesi tavsiyesi üzerinde de durmak gerekir. Çünkü
bu tavsiyenin arkasında Müslümanlar arasında fitne ateşini yakma ve onları
birbirine kırdırma niyeti yatmaktadır. Zira Yahudiler Abbasî Halifeliği'nin
başkenti Bağdat'a, orada parlayan uygarlık ve bilim ışığına karşı büyük kin
besliyorlardı. Irak'da Yahudiler nezdinde Süleyman ve Zerubbabil tapınağının
bulunduğu Beyt el-Mukaddes (Urşelim)'den hemen sonra gelen yüce bir mekan
vardı. Yahudi alimleri Talmud'u Irak'da bulunan Babil'de yazmışlardı.
Abbasîlerin Irak'ı fethedip, Bağdat'ı kurarak orayı ilmin, edebiyatın ve fennin
merkezi haline getirmeleri Yahudi'nin içindeki Babil'e eski haşmetini
kazandırma gayretini yeniden alevlendirmişti.
Vakıa Yahudiler
Dımaşk'da Emevî devletinin yıkılmasına maddi destekleriyle büyük katkı
sağlamışlardı, ama özünde ve ana prensiplerinde bir önceki devletten pek de
farklı olmayan yeni bir devlet yaratmayı da düşünmemişlerdi. Onlar eskinin
yıkılıp yerine yenisi kurulurken sarf ettiklerinin misli mislini kazanmayı,
nüfuz ve itibarlarının öncekinden daha güçlü olmasını amaçlamışlardı. Yeni
güçten ümitleri kesilip, eski de tamamen ortadan kalkınca artık başka bir av
aramaya başlamışlardı.
Yahudi Yüksek
Kurulu, tarihi tecrübesi ve habis zekasıyla Kuzey Afrika'da ortaya çıkan yeni
güç Fatımî devletinin Bağdat'daki eski gücün rakibi olabileceğini anlamıştı.
Onlar, daima yeni güçle birlikteydiler ve bu yeni gücün hakim bir stratejik
pozisyonda durarak eski gücün hiçbir izini taşımaması gerekiyordu. İşte Yakub
b. Killis'in Muizz'e Mısır'ı fethedip, orayı merkez edinmesini tavsiye
etmesinin sebebi bu idi. Mısır'ın uluslar arası kuvvetler dengesinde bariz bir
rol oynayacak pozisyonda olduğu ise herkesin malumuydu.
Yahudiler,
Mustansır Billah zamanında Abbasî Halifeliği'ne iyi bir darbe indirmeyi
başardılar. Artık Irak'ın en ücra köşelerinde Fatımî propagandası yapılıyor,
Bağdat'da yaklaşık kırk camide Fatımî halifesi adına hutbe okutuluyordu ve
Abbasî halifesi kaçıp .. gitmişti. Ama Yahudilerin ve özellikle de Ebu Said
Tüsterî ve kardeşi Ebu Nasr'ın sevinçleri uzun sürmeyecekti. Çünkü Mustansır
zamanında Afrika ve Suriye vilayetleri halifelikten kopmuş, ahalisi de Fatımî
mezhebinden çıkmıştı.
Fatımi akidesinin
zayıflaması
Biraz önce
Yahudilerin İslam itikadını vesayet, rec'a ve Hz. Ali'nin ilahlığı meselesini
ortaya atan Yemenli Yahudi Abdullah ibni Sebe vasıtasıyla tahrip etme konusunda
oynadıkları rolden bahsetmiştik.
Fatımî devletinin
ilk kuruluş yıllarına baktığımızda, devletin kuruluş felsefesinin Peygamber
efendimizden sonra hilafetin Hz. Ali'nin ve Fatıma'dan olan çocuklarının hakkı
olduğunu savunan Caferiye mezhebine dayandığını görürüz. Şii Ebu Abdullah'ın
başlattığı bu Fatımî propagandası Kuzey Afrika'da İmam Cafer es-Sadık'ın
soyundan geldiği söylenen Abeydullah b. Muhammed vasıtasıyla oldukça yayıldı.
Fakat bu dava
saflığını fazla koruyamadı ve bazı müfritler yavaş yavaş organizasyona sızmaya
başladılar. Mutedil Caferi itikadının yoldan saparak İslam dışı batını
fırkalar arasına sokulmasında Yahudi Yüksek Kurulu'nun rolü olmuştur. Mutedil
Caferi mezhebinin Fatımî müfritlerin eline geçmesiyle ortaya çıkqn son nüshası
İsmailiyye fırkasıdır ki, örneğini verdiğimiz Yakub b. Killis, Münşi, Ebu Said
Tüsteri ve kardeşi Ebu Mansur gibi temsilcileri vasıtasıyla Fatımî sarayını
elinde tutan Yahudi Yüksek Kurulu'nun bu işte parmağı olduğu muhakkak.
Hakim Biemrillah'ın
iktidara gelmesinden itibaren Yahudi Yüksek Kurulu (Sanhedrin) ile İslam dışı
kabul edilen batını fırkalar arasındaki ilişkilerin hiç kesilmediğini gösteren
deliller vardır ve bu bağların en tehlikelisi de masonluk vasıtasıyla kurulmuştur.
Meşhur Siyonist
lider Theodor Herzl hatıralarında şöyle deniliyor: “Bombay'dan Hawkin Zaduc'a
Hint prensi Ağa Han'ın Siyonist olduğunu ve konuyla ilgili olarak Sultan'la
görüşmeye hazır bulunduğunu bildirdi.” Bu bilginin doğru olduğu kesin. Herzl bu kaydı
29/4/1898 tarihinde yani Basel'deki siyonist kongresinden birkaç ay önce
düşmüş. Bu kayıt, geleneksel Yahudi Yüksek Kurulu ile hatmi fırkalar arasındaki
ilişkilerin tıpkı geçmişte olduğu gibi hiç kesilmediğini göstermektedir.
Burada sözü edilen Hawkin Bombay şehrinde yaşayan siyonist bir Yahudidir ve
Paris'deki büyük haham Zaduc'a Herzl'in Siyonist olduğunu söylediği Ağa Han'ın
Filistin'de Yahudi davası lehine tavır sergilemesi için Osmanlı Sultanı'yla
Yahudiler arasında arabuluculuk yapmaya hazır olduğunu bildirmektedir.
Ağa Han,
Ismaililerin en büyük liderinin resmi lâkabıdır. Bu bilgi ile masonluk,
siyonizm ve Ismailiyye arasında sağlam bir ilişki olduğu ortaya çıkmaktadır.
Yahudiler ve Haçlı
Seferleri
Daha önce
Yahudilerin asırlar boyunca Emevi devletinin kuruluşundan önce Ebu Bekir, Ömer
ve Osman dönemindeki fütuhatı
takip eden fetih hareketleri sırasında uluslar arası ticaret ve diğer ticari
faaliyetler sayesinde çok önemli miktarda servet topladıklarını belirtmiştik.
Hatta rivayete göre Emevilerin düşmanları Ali taraftarlarıyla lbni Abbas
taraftarlarını finanse etmek amacıyla kapitali devreye sokarak Emevi
Halifeliği'nin yıkılışında rol aldıkları da söylenmektedir.
Zaman içinde
Yahudilerin gerek lslam ülkelerinde ve gerekse Batı Avrupa'daki uluslar arası
ticaret ve mali piyasalardaki payı daha da yükseldi. Değişik ve birbirinden
uzak ülkelerde Talmud sancağı altında kendi aralarında irtibat sağlamaları,
onların mali ve ticari merkezlerini güçlendiren en büyük unsurlardandır.
Döviz işleri,
kuyumculuk, kredi verme, brokerlik vs. faaliyetlerle uğraşan Yahudiler eski
güçlerin yıkılmasında ve yeni güçlerin desteklenmesindeki tarihi rollerini
unutmadılar.
Aslında haçın
gölgesinde ve lsa'nın kabrini Müslümanların elinden kurtarmak amacıyla
düzenlenen Haçlı Seferleri'nin, Filistin'e yürüyen Haçlı prenslerinin
masraflarını finanse etmek maksadıyla kredi musluklarını açan Yahudilerin
atıfetini kazandığını özellikle belirtmek gerekir. Fakat Yahudilerin asıl
amacının Xlll. Yüzyılda %43,5'a varan yüksek faizler1e büyük kârlar sağlamak olduğunu kaydetmeliyiz.
Kaydedilmesi gereken bir diğer husus ise, Haçlılar tarafından orada burada
Yahudilere karşı bazı katliamlar düzenlenmesine rağmen, Yahudi finansörlerin
bu Haçlı Seferleri'nin finanse edilmesini teşvik etmesidir.
Dünya çapında
fırtına koparabilecek yeni bir gücün zuhuru, esasen geleneksel Yüksek Kurul'un
ideallerinden biriydi. Çünkü çıkacak her fırtına, Kudüs'de lsrail'in itibarını
iade edecek beklenen Mesiya'nın zuhurunu gerçekleştirmese bile, en azından pek
çok sünnetsizin kanının dökülmesini sağlayarak Yahudi'ye bir kazanç
sağlayacaktı. Bu arada biraz Yahudi kanı dökülecekse de, onlar kendi milletleri
için yaptıklarından dolayı Yahve'ye şükür kurbanı olacaklardı. Örneğin Papaz
Pierre Hermit tarafından düzenlenen sefer sırasında Macaristan'daki
Yahudilerin maruz kaldığı katliamda öldürülenler gibi. (1096)
Finansmandan sonra
fitne çıkarma
Avrupa'da Haçlı
orduları henüz harekete geçmedenönce bunların finanse edilmesinin ardından,
lslam ülkelerinde de kıpırdanan Yahudiler çeşitli iddialar ve sloganlarla
fitne hareketlerine giriştiler.
1163 yılı civarında
ortaya çıkan Davud b. Süleyman er-Rai (David Alroy) isimli bir kişi kendisinin
Mesiya olduğunu ileri
sürerek, Yahudilerden Kudüs'ü kafirlerin elinden kurtarıp lsrail krallığını
yeniden kurmaya çağırdı. Azerbaycan Yahudilerinden bir grup bu çağrıya karşılık
verdi ve gönüllü bir cemaat oluşturarak, Bağdat ve Musul'daki Yahudilere heyet
gönderip, onları tahribat ve tedhiş eylemlerinde bulunmaya, karışıklıklar
çıkarmaya davet ettiler.
David Alroy,
Müslümanların elinden doğum yeri Amed (Diyarbakır)ı geri almak istediyse de,
başarısızlığa uğradı ve girdiği çatışmada öldü. Bu Mesihi fitnenin bir uzantısı
Abbasi halifesinin Horasan valisinin devlete verdikleri zararlardan ötürü
eyalet sakinlerine yüz talant altın vergi yüklemesi üzerine çıkmıştır. Dr.
Hasen Zaza, adı geçen eserinde “David Alroy Kudüs'e yürüyerek orasının
Arapların elinden kurtarılması çağrısında bulunuyordu” demektedir.
Eğer bu söz doğru
olmuş olsaydı, Yahudi Yüksek Kurulu'nun Kudüs'ü gayr-ı Yahudilerin elinden
kurtarmak için kimisinden bahsettiğimiz, kimisinden ise daha sonra bahsedeceğimiz
bazı gayretlerde bulunmasında bir sakınca olmadığını, eğer şehir Müslümanların
elinde olsaydı, Kudüs'ü istirdat amacıyla her yerde onlarla sürekli artan
çatışmalara girmelerinde şaşılacak bir şey bulunmadığını söylerdik. Fakat
gerçek hiç de öyle değil. Eğer Dr. Zaza'nın David Alroy'un davasının başladığı
tarih olarak gösterdiği 1163 yılı doğru olsaydı, David'in fitnesi konusunda
bütünüyle yeni bir tahlilde bulunabilirdik. Ama Kudüs 1163 yılında Haçlıların
elindeydi. Haçlılar şehri 1098'de işgal etmiş ve 1187'de Salahaddin Eyyubi
tarafından kovuluncaya kadar da ellerinde tutmuşlardır.
Şu halde David
Alroy'un Kudüs'ü Yahudilerin elinden kurtarmak istediği iddiası, şehir
Arapların elinde olmadığı için asılsız bir iddiadır. Burada Haçlılar veya kafirler
yerine yanlışlıkla Araplar diye yazıldığını varsayalım ve Dr. Zaza'nın metnini
“Kudüs'e giderek orasını Yahudi düşmanlarının elinden kurtarma çağrısı
yapıyordu" diye düzeltelim ve tarihi gerçeklere binaen o sırada Kudüs
Hristiyanların elinde bulunduğu için de bu düşman denilen kişiler
“Hristiyanlar” olsun.
Peki Kudüs'ü
Frenklerin elinden kurtarmanın yolu İslam ülkelerinde fitne çıkarmak mıydı?
Hayır.. Aksine
David Alroy'un ve çıkardığı fitnenin amacı, her halükârda dışardan gelecek
düşmanın işine kolaylaştırmak için içeride beşinci tabur rolünü üstlenmekti.
Müslümanlar yavaş
yavaş kendilerine gelmeye başlamışlardı. Örneğin Suriye'de yönetimi elinde
tutan Nureddin Zengi, 1164'de Kudüs'ün Haçlı kralının Askalan'ı ele geçirip
Mısır üzerine yürüme tehdidinde bulunmasından sonra Salahaddin'in amcası
Şirkuh'u bir orduyla Mısır üzerine sevk etmişti.
Bu şartlar altında
Abbasî halifesinin, Bağdat yönetimine destek veren Nureddin'e elinden
geldiğince yardımcı olması gerekirdi. Halbuki o sırada halife güçlerini
Haçlılara karşı savaş meydanına sürmek yerine başka bir yere sevk etmek
mecburiyetindeydi. David Alroy'un Horasan, Kürdistan ve Azerbaycan'da çıkardığı
fitne, tahrip aracı olmanın ötesinde, Müslüman kuvvetlerin Suriye
topraklarından başka bir yöne çekilmesi ve halifenin ordularının İran'daki
olayları bastırmakla uğraşmak suretiyle Mısır ve Suriye'deki ölüm kalım
savaşına iştirak etmesini engelleme amacı taşıyordu.
Bu durum,
Yahudilerin Müslümanlara karşı düşmanca hamlelerini sürdüren Haçlıları Batıda
maddi finans sağlayarak, Doğuda ise fitneler çıkararak desteklediklerini
göstermektedir.
Burada
Maşrık'da (Kuzey afrika'da) İslam topraklarında olan olaylarla Batıda
Endülüs'de cereyan eden hadiseler arasında da bir bağlantı kurmamız
gerekmektedir. '
Miladi 1107'de
Endülüs'de Yahudileri İslam dinine geçmeye zorlayan ilk uygulama başlatıldı.25
Muvahhidler'in Marakeş ve Endülüs'de ortaya çıkışları M. l l 48'de Yahudiler
için bir felaketti. İslamî inançlara sıkı sıkıya bağlı oldukları söylenen
Muvahhidler döneminde Yahudiler dini âyinlerini gizli gizli yapıyorlardı ve bu
durum daha sonra Crypto-judaism yani gizli Yahudiliğin ortaya çıkışına yol
açmıştı. Muvahhidlerin başlattığı dini takibat Musa b. Meymun'un babasını
ailesiyle birlikte Kurtuba'dan Kahire'ye göç etmeye zorlamıştır ki, daha sonra
orada Meymunizm denilen akım başlayacaktır.
Endülüs Yahudileri,
Toulouse savaşında (1212) Muvahhidlerin yenilmesiyle birlikte devletin
yıkılışını bir bela çağının kapanıp kurtuluş devrinin açılışı olarak değerlendirdiler.
Ortaçağ Cambridge Tarihi denilen bir Batı kaynağında böyle söyleniyor. Ama
Endülüs'de Yahudilere karşı başlatılan Arap takibatının doğrudan sebepleri
üzerinde detaylı bir araştırma yaptığımızda şu kısa soruyu sormak zorunda
kalıyoruz: Yahudilerin Haçlı Seferleri'ni finanse etme çalışmalarıyla Endülüs
ve Kuzey Afrika'da onlara karşı başlatılan intikam dalgası arasında bir ilişki
yok mudur?*
Yukarıda belirtilen
tarihleri incelediğimizde Yahudilerin zorla Müslüman olmaya ilk zorlanışının
1107'de yani Haçlıların Kudüs'ü işgalinden dokuz yıl sonra başladığını
görüyoruz. Muvahhidlerin Yahudilere baskı yapma tarihi olarak gösterilen l l
48'de ise Almanya imparatoru Conrad ile Fransa kralı VII. Louis'in başlattıkları
İkinci Haçlı Seferi düzenlenmiş, Haçlılar Dımaşk'ı işgal etmeyi denemişler, ama
geri atılmışlardır.
Ortaya attığımız bu
soruyla ilgili söyleyeceklerimizi, aynı konuya tekrar dönmek üzere şimdilik
burada kesiyoruz.
Yahudiler ve
Moğollar
Moğollar, Hülagu
kumandasında Bağdat'a saldırarak (1258) ele geçirdiler ve Abbasî halifesi
Mutasım ve ailesini öldürdüler.
Tarihçi Wells şöyle
der: “O dönemde Moğollar Islama karşı aşırı bir düşmanlık sergilediler.
Bağdat'ı ele geçirdiklerinde yalnızca şehir halkını kılıçtan geçirmekle
yetinmeyip, Sümerlerden beri El-Cezire'yi abad bir ülke haline getiren eski
sulama sistemini de yıktılar. O tarihten itibaren El-Cezire, harabe ve
kalıntılardan ibaret bir hıyâbâna dönüştü. "
Moğollar burada
devlet işlerinde Abbasî halifeliği zamanında bilgi ve tecrübesinin yanı sıra
devlete mutlak itaat eden kişileri kullandılar. Bu durum Moğolların
dikkatlerini ehl-i zimmetten Hristiyan ve Yahudiler üzerine yoğunlaştırmalarına
yol açtı. Çünkü aradıkları ideal tipler bunlardı.
Haçlı Seferleri
tarihi uzmanı Steven Runciman, meşhur yapıtında şöyle diyor: Yahudi Sa'd
ed-Devle, selefi ve amcası Sultan Ahmed'in (yani Takudar'ın) öldürülmesinden
sonra İran'da tahta çıkan İlhan Argun'un veziriydi.
Sultan Ahmed'in
çocukluğunda Hristiyan Nesturi mezhebine göre yetiştirildiği, ancak bilahare
ömrünün son dönemlerine doğru İslam'a meylettiği hikaye edilmektedir. 1282'de
İlhanlı tahtına çıktığında Müslümanlığı kabul ettiğini açıklamıştır. Runciman,
Sultan Ahmed'in bu kararı Uluğ Hakan Kubilay ve kurultay üyelerinin,
kendisinin bir suikastla öldürülmesini planlamalarına kızmasından sonra
aldığını belirtmektedir. Gerçektende Sultan Ahmed 1284'de bir suikast sonucunda
öldürülmüş ve tahta Argun Han geçmiştir. Yahudi Sa'd ed-Devle de yine en gözde
vezirdir.
Argun Han ki
pagandıısrarla Hristiyan Batıyı Suriye ve Filistin'in işgal edilmesi konusunda
kışkırttı, fakat Batı o sıralar kendi dertleriyle ve iç çatışmalarla meşguldü.
Bu kısa bakış dahi
İran'da İlhanlı tahtına Argun Han'ın çıkışında, iktidara geldikten sonra
İslamı seçen Sultan Ahmed'e komplo düzenlenmesinde rol oynayan Yahudi vezir
Sa'd ed-Devle'nin parmağı bulunduğunu göstermektedir. 'Bu olay, genel olarak
Yahudi avam tabakasının aleyhine de olsa, Yüksek Kurul'un da bu işte parmağı
olduğuna delalet etmektedir.
Suriye topraklarındaki
Yahudi avam tabakasının Haçlı Seferleri'nden ve bu yüzden çıkan savaşlardan
Müslümanlar kadar zarar görmesine rağmen, Batının tahrik edilerek Haçlı
Seferleri'nin başlatılması da ayrı bir delildir. 1099 yılında Haçlıların işgal
ettiği Kudüs'deki tüm Müslümanların yanı sıra Yahudilerin de katledildiğini
unutmamak gerekir.
Dr. Mustafa Şeyba
şöyle der: “Moğollar daha önce Musul pazarında tellallık yapan Sa'd
ed-Devle'yi tababetteki mahareti ve kendi dillerini iyi konuşmasından dolayı
çok beğenerek, onu ve oğlunu ülkelerine getirdiler. Bundan başka 1288 yılında
Tiflis'den bir grup Yahudi'yi Bağdat'a göndererek, onları Müslüman
terekelerinin başına getirdiler.”
Kendisini Sa'd
ed-Devle diye tanıtan bu Yahudi, Moğollar arasında yerini adamakıllı sağlamlaştırdıktan
sonra, 1289'da kendisine ait olduğunu ileri sürdüğü mülkleri geri almak için
Irak'a geldi. Daha sonra Irak'ın işleri ona ve kardeşlerine te^di edildi.
' ' 1
Sa'd ed-Devle'nin
Musa b. Cafer'in kabrine varıp, hakarette bulunması, Müslümanların kutsal
şeylerine dil uzatması, halkın öfkesini mucip oldu. Sa'd ed-Devle ve
kardeşleri, selefinden iki yol sonra ve yaptığı taşkınlıklardan ötürü halk
tarafından öldürüldü. Bu kibirli herifin öldürülmesi, Irak'ın diğer yerlerinde
yaşayan Yahudilere verilmiş bir dersti.
Irak halkının Sa'd
ed-Devle ve benzerlerine baş kaldırmadı; buradaki Yahudilere karşı girişilen ne
ilk ayaklanmaydı, ne de son. Yahudiler zeki olarak bilinmelerine rağmen bazen
son derece basiretsiz ve ahmakça davranışlarda da bulunuyorlardı ve muhtemelen
diğer insanlardan aşırı şekilde nefret etmeleri gözlerini kör etmiş ve bu
dünyayı kendi mülkleri sanmışlardı.
1
Yahudiler,
hükümdarın putperest olmasından yararlanarak İslama karşı saldırılarını
yoğunlaştırmışlardı. İzzuddevle ibni Kemmune adındaki bir Yahudi, yazdığı bir
kitapta Müslüman inançları ve mukaddesatının yanı sıra imamlarıyla da alay
etmiş ve hakaretlerde bulunmuştu. Sonunda halk ayaklandı ve Hille şehrinde
onu yakalayarak öldürdü.
Abbasîlerin İslam
dışına çıkmış batını fırkaların önünü tıkamaları tabii idi. Fakat iktidar
Abbasîlerin elinden çıktıktan sonra Yahudiler bu fırkaların ele başlarıyla
temasa geçerek, pagan Moğolların himayesinde Islamı tahrip etmeyi amaçlayan
fikri ve maddi faaliyetlerini sürdürmeleri konusunda tüm imkanlarını
kullandılar.
Reşidüddin
Fazlullah
Moğol Gazan Han
1295'de Müslüman olunca, ehl-i zimmetten Hristiyan ve Yahudilerin durumunu
Abbasîler dönemindeki duruma döndürdüyse de, geçmişinde Yahudi olan ve
Müslüman geçinen Reşidüddin Fazlullah'ı kendisine vezir yapmayı da ihmal
etmedi. Biraz önce sözünü ettiğimiz Sa'd ed-Devle ve İzzuddevle ibni
Kemmune'nin verdiği ilhamla devlet işlerinde Yahudileri istihdam etmeye
başladı.
Irak'da Şiilerin
lideri Müslümanlara karşı cüretkârlıklarından ve nüfuzlarını kullanarak onları
sömürmelerinden dolayı Yahudilere ziyadesiyle kızgındı. Onlara karşı alenen
meydan okuyarak tapınaklarından birini İslami bir medreseye çevirdi. Reşidüddin
Fazlullah çareyi onu katlettirmekte buldu ama kendisi de Gazan Han'ın yerine gelen
Çoban tarafından öldürüldü ve onun ölümüyle birlikte Yahudilerin nüfuzu da
zayıfladı.
Endülüs'deki
Yahudiler
Müslümanlar
Endülüs'ü 710'da fethettiklerinde buradaki Yahudiler onları sevgiyle
karşıladılar. Her ne kadar Yahudilerin yeni bir gücün eteğine yapışmaları
geleneksel şiarlarından ise de, burada ehl-i zimmeti oluşturan Hristiyanların
ve Yahudilerin yeni fatihlere kucak açmalarında, Müslümanların kendi hemcinslerinden
de olsa sabık yöneticilerden kötü muamele gören insanlara şefkatli davranmaları
önemli rol oynamıştır.
Endülüs Yahudileri,
Arap fatihlerde ne daha önceki gayr-ı Arap yöneticide, ne de vaktiyle
Filistin'de kurdukları yarı devletteki Musevi yöneticilerde görmedikleri bir
muamele ve nimet bulmuşlardı. Üzerlerindeki her türlü baskı kaldırılmış,
Yahudiler hızlı bir yükseliş dönemine girmiş ve kabiliyeti olanlar Kurtuba,
İşbiliye, Gırnata, Sarakuza ve diğer Endülüs şehirlerinde devlet kademelerini
koşar adım tırmanmışlardı. Örneğin bunlardan biri, halife III. Abdurrahman
zamanında saray hekimliği rütbesine yükselen Hasday b. Şafrut'du (915-975).
Samuel b. Nacid, Gırnata valisinin sağ koluydu. Daha sonra oğlu da aynı makama
getirilmiş, ama o, babasının bıraktığı mirasın hakkını verememişti.
Gerçi Endülüs’de
Yahudilerin öncülük ettiği edebiyat akımının güçlenişine girersek söz
uzayacaktır ama, eserlerini Arapça yazan Süleyman Cabirol, Bahiya b. Yahuda,
Yahuda HaLevi ve Mûsa b. Meymun’u zikretmeden geçemeyiz. Bunlar edebiyatta öyle
bir zirveye ulaştılar ki, Babil’de Talmud’un yazılış döneminde yaşayan Yahudi
tarihçiler hariç, hiçbir Yahudi bu seviyeye gelememiştir.
Sanırım o dönemin
Yahudi yazarların bazı sözlerini aktarmamız bizi zorunlu bir uzatmaya sevk
edecektir. Örneğin Siyonist yazar Nesim Rigvan şöyle der: “Ortaçağlar, Yahudi-Müslüman
Arap buluşmasının en yoğun ve faydalı olduğu dönemlerdi. Mesela nesillerdir
Ispanya’da yaşayan Yahudiler daha önceki bazı Hristiyan krallarının elinden çok
zulüm ve kötülükler görmüşlerdi. Müslümanlar bu ülkeye gelince Yahudileri
maruz kaldıkları zulümden kurtarmakla kalmadılar, aynı zamanda zenginlik ve
derinlik yönünden Yahudilerin hiçbir ülke ve çağda ulaşmadıkları kültür
seviyesini yakalamaya teşvik ettiler. ”
Aynı yazar
makalesinin başka bir yerinde şöyle diyor: “Yahudiler, tarihte daha önce bir
benzerini yakalayamadıkları bu ortam sayesinde tıpkı Babil Yahudileri gibi,
büyük projeleri, özellikle de kendi halklarının tarihleriyle ilgili önemli
çalışmaları gerçekleştirme imkanı yakaladılar... ”
Ama Yahudilerin bu
gayretleri tek bir amaca matuftu: Seçkin halk olduklarını göstermek, elde kalan
geleneklerini kurtarmak, onlara bir ümit zerk ederek gelecek çağrıyı beklemek!
Bu ümit ve çağrı, İsrail'in yeniden kuruluşunu ve Yahudilere “Haydi Filistin’e!
" diye fısıldayacak beklenen Mesiya’nın yolunu gözlemek değilse ne idi! !
Ahmed b. Hanbel,
El-Müsned
Ahmed Emin, Fecr
el-lslam, Kahire, 1964.
Ahmed lbrahim
eş-Şerif, Mekke ve'l Medine fi'l cahille ve ahd er-rassul, Kahire, 1965.
Ali Abdülvahid
Vafi, Dr. El-Yahudiyye ve'l Yahud, Kahire.
Bin el-Haris,
el-katiba el-müstaşrika kifah fi'l berriye, tercümet Habib Sadid, Dar e-şark
ve'l garb, Kahire.
Bolus Hana Mesad,
Hemeciyye et-tealim es-sıhyoniyye, takdim Muhammed Halife et-Tunisi, Beyrut, 1969.
Cevad Ali, Dr.,
Tarih el-arab kabl el-islam, Bağdat, 1952.
Ebu'l Ferec, Tarih
muhtasar ed-düvel, Matbaat el-katolikiyye, Beyrut, 1980.
Edouard Gibbon,
lzmihlal el-imparatoruyye er-romaniyye ve sukutuha. Arrabehu Muhammed Ali Ebu
Durre, Muracat Ahmed Necib Haşim, El-cüz el-evvel.
El-Fikr e-Sihyoniy
el-muasır, Makalun benu lsrail ve ard lsrail bi kalem Fir Belofsky.
Esad Razuk, Dr.,
Et-talmud ve's-sıhyoniyye, M. T. E, Merkez el-ebhas, Beyrut, 1970.
Es-Seyyid Abdülaziz
Salim, Tarih el-arab fi asr el-cahiliyye, Beyrut, 1971.
Fieldmarshall
Mongtgomery, el-Harb ibr et-tarih, ta'rib ve ta'lik elAmid Fithi Abdullah
en-Nemir, Kahire, 1972, l.
Gustave le Bon,
El-Hudara el-Mısrıyye, tere. M. Sadık Rüstem, Kahire.
Hasan lbrahim
Hasen, Dr., Tarih ed-devle el-fatımiyye, Kahire, 1964.
Hasen Selim, Dr.,
Mısr el-kadime, Kahire, 1948.
Hasen Zaza, Dr.
el-Fikr id-dini el-israili, atvaruhu ve mezahibu, lskenderiye, 1971.
lbni
Kesir, Es-Sire en-nebeviyye, ll. Cilt, Kahire, 1964.
James H. Breasted,
Kitab tarih Mısır, tere. Hüseyn Kemal, Kahire, 1929.
Kitab-ı
Mukaddes.
Kur'an-ı
Kerim.
Mahmud Na’na’,
Es-Sıhyoniyye fi's-sittinat, el-Fatikan ve'l Yahud, Kahire, 1964.
Muhammed Avez
Muhammed, Dr., El-lsti'mar ve'l mezahib el-isti'mariyye.
Muhammed Ebu'l
Mehasin Usfur, Mealim tarih eşşark el-edna el-kadim, Kahire, 1968.
Muhammed el-Gazali,
Şeyh, et-Taassub ve-t-tesamuh beyn el-mesihiyye ve'l lslam, Kahire, 1965.
Muhammed
lzzet Druze, Tarih el-cins el-arabi, Sayda, 1961.
Mustafa el-lbadi,
Dr., Mısr min lskender el-ekber ila'l feth el-arabi, Kahire, 1966.
Mustafa Kamil
eş-Şeyba, Dr., El-Fikr eş-şii ve'n-nizaat es-sufiyye, Mekt. Nahda, Bağdat,
1966.
"■,.
Mustafa Murad
Debbağ, Biladuna„Filistin, Beyrut, 1966.
Necib Mihael
İbrahim Dr., Mısr ve’ş-şark el-edna el-kadim, Kahire, '
1963.
Papa Şenude,
el-Kenise el-mesihiyye fi asr er-rüsül, Kahire, 1971.
Philip Hitti, Tarih
el-Arab, tere. D. Edvard Corci ve Dr. Cebrail Cebbur, Beyrut, 1958.
Philip Hitti, Tarih
Suriye ve Lübnan ve Filistin, tere. D. Corc Hadda v d. Abdulkerim Rafik ve D.
Cebrail Cebbur, Beyrut, 1958.
Sahih-i
Buhari bi-şerh el-Kirmani
Said Abdülfettah
Aşur, Dr., Avruba fi'l usur el-vusta, el-cüz'ül evvel, Et-tarih es-siyasi,
Kahire, 1966.
Steven
Runciman, el-Hudara el-bizantiyye, trc. Abdülaziz Tevfik Cavid, Kahire, 1961. •
Şerh-u
Zervaki ala Muvatta el-lmam Malik, Kahire, 1936.
Taberi,
Ebu Cafer Muhammed b. Cerir, Tarih e-rusul ve'l müluk.
Tefsir-i
lbni Kesir
Tefsir-i
Kurtubi
Vüzaret el-l'lam,
Hey'e el/isti'lamat melef vesaik ve verak el-kadiyye el-filistiniyye, Kahire.
Wells H. G. Mealim
tarih el-insaniyye, tere. Abdülaziz Tevfik Cavid, Kahire, 1959.
Wells H. G. Mueez
tarih el-alem, tere. Abdülaziz Tevfik Cavid, Kahire, 1967.
Yevmiyyat
el-Filistiniyye, Merkez el-Ebhas, M. T. E, Beyrut.
Yevmiyyat Hertzl,
teer. Helde Şağban Sayı', Merkez el-Ebhas, M. T. E, Beyrut, 1968.
Yabancı kaynaklar
Am.P.
En. The Ameriean Peoples 'Eneyclopaedia
Bie. Bible
Cyclopaedia, by the rev. John P. Lawson, A. Fullarton & eo.,
Edinburgh and London.
En.
Am.Eneyclopaedia Amerieana, New York, 1965.
En. Bib.
Eneyclopaedia Bibliea, by th rev. T. K. Chyrıe and J. Sutherland, Blaek London,
1899.
En.
Brit. Eneyclopedia Britanica U.S. A., 1970.
Even.
Every Man's Eneyclopaedia.
J.
En. Jewish Eneyclopaedia, New York, 1901.
Die. Dietionary of
the Bible, by J. Hasting, Morrison and Gibb Limited, 1906.
Camed.
The Camridge Ancient History, Camridge, 1925-1939.
The
Camridge Medieval History.
Jep/Nath. Ausubel
Nathan, Pietorial History of the Jewish People, New York, 1953.
How. Downey
Glanville, A History of Antioeh in Syria, Prineeton, New Jersey, 1961.
Dun. Dunlop, D. M. The
History of the Jewish Khazars, Prineeten, New Jersey, 1954.
Go. Goitien, S. D.
Jews and Arabs, their Contaets through the Ages, New York, 1955.
H. A. Hitti, Ph.
History of the Arabs, London, 1940.
Pol.
Polano, H., The Talud, London Tamus, 5636.
Run. Runciman
Steven, A History of the Crusades, Camridge 1968.