Ana içeriğe atla

  
 
Print Friendly and PDF

EL - MUNTEKA (ŞİİLİK VE MAHİYETİ) Şeyhü'l İslam İbn-i Teymiyye 1

 

Minhacul İ'tidâl fî Nakdi Kelami
Ehlir-Rafdi vel İ'tizâl
EL - MUNTEKA
(ŞİİLİK VE MAHİYETİ)
Şeyhü'l İslam İbn-i Teymiyye

Mukaddime

“Ey iman edenler! Allah için hakkı ayakta tutan, adaletle şahitlik eden kimseler olun. Bir topluluğa olan kininiz, sizi adaletsizliğe götürmesin. Adaletli olun ki, o takvaya daha yakındır. Allah’tan korkun. Şüphesiz ki Allah yaptıklarınızdan haberdardır.”[1]

İslam dininin doğuşu, insanlık tarihi boyunca ortaya çıkan olayların en büyüğüdür. İslam, tecelli etmiş ve edecek olan Hakkı ayakta tutmak için gelmiştir. İnsanların anlaşma ve ihtilaf etmelerinde, davranışlarında, hüküm vermelerinde, araştırma, ilim tahsili ve teşkilatlarında, iyilik ve menfaatleri bulunduğu konularda birbirlerine yardım etmelerinde, karşılştıkları bütün haklar, İslam’dan kaynaklanır. Allah (celle celâlühü) şöyle buyurur:

“Rasulünü hidayet ve hak din ile, bütün dinlere üstün kılmak için gönderen O’dur; müşrikler hoş görmeseler bile.”[2]

İslam, inananları adalete uygun olan her şeyi yaşamaya, doğru bildiklerini dile getirmeye, adalet saltanatının çerçevesi içinde hareket ederek onun bayrağını güçleri yettiği kadar dünyanın her kesimine yaymaya, kendileri, babaları ve çocukarı aleyhinde de olsa bu adalet ölçüsünden ayrılmamaya davet eder. Hak ve adaleti ayakta tutmak, onlara göre şehadette bulunmak; İslam’ın ilk unsuru, en önde gelen ahlakı ve ona inananı başkasından ayıran en belirgin özelliğidir. Bu özellik hoş görü, sadelik, temiz kalplilik, Allah’ın (celle celâlühü) razı ve halkında mutmain olduğu şeyleri tercih etmekle belli olur. İnsanlar arasındaki derecelendirmede ise takva esastır. Takva ehlini ve ondan sapanları bilen ancak Allah’tır (celle celâlühü). onların durumunda Allah’a (celle celâlühü) gizli kalan hiçbir şey yoktur.

Rasulullah (salla'llâhü aleyhi ve sellem) ashabını, bütün insanlığı bu yüce dine davet etmek üzere İslam’ın üstün değerleriyle eğiterek hazırlamıştır. Allah (celle celâlühü) Rasulullah’ın (salla'llâhü aleyhi ve sellem) ruhunu teslimetmek üzere iken ashabını Ebu Bekir’in (r.a.) arkasında saf tutmuş görmekle hoşnut kılmıştır.

Rasulullah (salla'llâhü aleyhi ve sellem) Aişe’nin Mescid-i Nebeviye’ye bakan hücresinin perdesi arasında,Yüce Dost’a teslim olmak üzere, mubarek gözlerini yumarken, seçkin ve saf ashabını taşları birbirine kenetlemiş bina gibi, ibadet ve tatta kalplerini ihlasla Allah’a teslim etmiş kimseler olarak Ebu Bekir’in arkasında saf tutmuş görmekle, Allah (celle celâlühü) kendisini hoşnut kılmıştır. Ebu Bekir ve onun öz kardeşi gibi olan Hz. Ömer (radiyallâhü anh) hakkında, kardeşleri Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) Kufe’de minberden halka hitap ederken:

“Bu ümmetin en hayırlısı Ebu Bekir, sonra Ömer’dir.” Demiştir.

Allah katında mahlukatın en yücesi olan Rasulullah’ın (salla'llâhü aleyhi ve sellem) dünyadan ayrılmasıyla meydana gelen faciaların ardından bu itaatkar ashabı kiram, bir göz kırpması gibi bir zamanda mübarek yarımadadaki dağınık müslümanları toparlayarak cihad için saflarını birleştirmişler, Risalet-i Muhammediyeye’nin emanetini Ebu Bekir’in (r.a.) bayrağı altında Şam ve Irak’a doğru bütün dünya milletlerine taşımışlardır. Allah onları kısa sürede zaferle mükafatlandırmıştır. Öyle ki, ilk halifenin Ebu Ubey’de, Halid, Amr b. As ve Yezid b. Ebi Süfyan isimli komutanlarının, bayraklarıyla yayıldıkları topraklardan “Kurtuluşa geliniz” sedaları duyumaya başlamıştır. Bu komutnlar, bulundukları yerlerde Allah’ın (celle celâlühü) mesajını Rasulullah’ın (salla'llâhü aleyhi ve sellem) öğrettiği gibi tebliğ ederek oradaki insanlara öğretmenlik yapmışlardır. Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh) Şam’ın bereketli topraklarında ve Rafizilerin memleketlerinde Allah’ın verdiği zaferle hoşnut olduktan sonra, Allah onu dünyada olduğu gibi, ahirette de Rasulullah’la komşu olarak katına almıştır.

İslam gemisinin kaptanlığını Hz. Ömer (radiyallâhü anh) Ebu Bekir’den sonra ele aldı ki, o Ali’nin (r.a) şehadetinden de bilindiği gibi Ebu Bekir’den (r.a.) sonra bu ümmetin en hayırlısıdır. Bundan sonra da İslam kafilesi yoluna devam ederek Nil vadisine, Kuzey Afrika’ya ve kisra imparatorluğunun en ücra köşesine kadar ilerledi. Bu durum, yahudi ve mecusi’nin Hz. Ömer'in (radiyallâhü anh), temiz kanını dökmelerine kadar devam etmiştir.

Allah (celle celâlühü) Ömer’e (r.a.) adaletle hükmetmenin en güzel örneğini nasip ettikten sonra onu iki mübarek arkadaşına komşu kıldı. Ondan sonra müslümanlar, ahlaken en güzel, kalben en yumşak, Kur’an’ı en güzel şekilde ezberleyen, zamanın belalarına karşı en çok sabreden ve Rasulullah’ın (salla'llâhü aleyhi ve sellem) iki kızını almakla ona damat olma şerefini kazanan Hz. Osman'ı (radiyallâhü anh) halife olarak seçtiler. Allah (celle celâlühü) cümlesinden razı olsun.

Hz. Osman (radiyallâhü anh), bu seçkin ashaba samimi bir kardeş, çocuklarına şefkatli bir baba olmuştur. Onun halifeliği süresince İslam ümmeti rahat ve saadetli bir hayat yaşamıştır. Tabiinden iki büyük alim Hasanı Basri ve İbni Sirin bunun doğruluğuna şahitlik etmişlerdir. Çünkü Osman’ın (r.a.) cihad bayrağı kahraman mücahidlerin elinde kafkasyayı yararak ilerliyordu, öyle ki Kisra’nın askerleri onlara yanaşmaktan bile çekiniyorlardı. İşte doğulu ve batılı milletler ashabı kiram hakkında şöyle buyurmuştur:

“Nesillerin en hayırlısı zamanımda yaşayanlardır. Sonra -iman ederek- onları takip edenler ve onları takip edenlerdir.”[3]

Rasulullah’ın (salla'llâhü aleyhi ve sellem) asrı saadette yaşayanları “ümmetimin en hayırlısı” olarak nitelendirmesi peygamberliğin mucizelerindendir. Çünkü İslam tarihi, asrı saadet gibi mutlu, izzetli ve hakka doğru yürüyen bir neslin yaşadığı başka bir zaman daha görmemiştir. Bu dönem, Emevi devletinin sonundan Abbasi devletinin ilk halifelerine kadar uzanır. El-Hafız İbni Hacer (r.a.), İslam ümmetinin, tabiine uyan ve sözleri kabul edilenlerin h. 220’ye kadar yaşamış idareciler olduğu üzerinde ittifak ettiğini, bu tarihlerden sonra da bid’atların ortaya çıkmasıyla hal ve gidişinde süratli bir şekilde değiştiğini söylemektedir.[4]

Asr-ı saadet İslam tarihinin altın asrıdır. İslam tarihi o asır kadar bereketli, Allah yolunda yapılan davetin, yeryüzünün her köşesine yayılmış olduğu bir asır daha görmemiştir. Bu dönemde hafızlar her tarafa yayılmış, tabiinden olan yaşayanların güçlü, cihatta samimi insanlardan oluşan genç sahabilerin bulunduğu yerlere giderek, sünneti kaybolmaktan kurtarmak için hadis ezberlemiş, onları takip eden diğer gençler de tabiinin ashaptan hadis nakledenlerine giderek onlardan hadis alıp ezberlemişlerdir. Böylece sünnet emaneti Malik, Ahmed ve diğer tedvin3 ehli olan kişilere ulaştırılmıştır. Peygamberliğin mübarek kokusunu yansıtan bu nakiller, güvenilir hafızlardan diğer güvenilir hafızlara aktarılmış, böylece Allah’ın kitabından sonra Müslümanların en değerli kültürleri sünnet olmuştur.

Mirasçıların mirasını aldıklarında dünyada kuvvet ve makam sahibi oldukları gibi, Sünnet’te Müslümanların gücünü arttıran önemli bir miras olmuştur. Ashab ve tabiinden devraldığımız, İslam’ın bu şerefli mirasına benzer bir mirası hiçbir ümmette görmüş değiliz. Ebu Bekir (r.a) döneminde Ömer ve Osman’ın ( radiya'llâhü anhüm.) katkılarıyla Kur’an ayetleri bir araya toplanarak, kıraati tespit edilip Mushaf haline getirilmiştir. Allah (celle celâlühü) onlara en iyi mükafaatı versin.

Sahabilerin bu mirası korumadaki gayretlerinden biriside Rasulullah’ın (salla'llâhü aleyhi ve sellem) hadis, hutbe, emir, yasak ve ikrarı gibi şeriata dair konuları ezberleyip tabiinden kardeşleri ve çocukları olan zatlara ve kendilerine iyilikle tabii olanlara aktarmalarıdır. Bu durum hiçbir peygamber ve sahabileri için bu şekilde olmamıştır. İnsanlığın ahlak ve dini esasları bildirmek alanındaki en büyük mirasları olan bu miras ümmetleri sınıf, cins, renk ayrımı yapmaksızın bir araya getirmiştir. Ashabı kiramın insanlık yararına yapmış oldukları hizmetleri ancak zalimler, hakkı kabul etmeyen gayri müslimler veya islamın zahiriyle (açık hükümleriyle) değil, batini yönüyle hüküm eden zındıklar küçümseyebilir. Bu asil neslin bize bıraktığı mirasın diğer bir yanı da ümmetlere seçkin ahlak ve şefkatli hareketleri sunmalarıdır. İslam’ı insanlara yaşayarak karakterleriyle örnek olarak sevdirmişlerdir. Onların bu davranışları en ücra köşelerde yaşayan milletlerin dahi İslam’a girmelerine vesile olmuştur. Raşit halifelerin valileri, onlardan sonra gelen ve Kureş’ten olan halifelerin bayrağı altında cihad eden tabiinde ashabı kiramın bu faziletlerine katılmışlardır. Kureyş’in o halifeleridir ki, Sahihayn’da yüceliklerine dair işaret bulunmaktadır. Rasulullah’ın (salla'llâhü aleyhi ve sellem) Kuba’da rüyasında Muaviye’nin deniz seferine çıkacağını, bir başka rüyasında da İstanbul surlarının Muaviye’nin oğlu tarafından muhasara edileceğini görmesi de diğer işaretlerdendir.

Sahihayn’da Cabir b. Semure’den (r.a.) haklarında hadis rivayet edilen Kureyş’in bu halifeleri ve onlarla beraber olanlar, birçok sefere çıkarak cihad etmiş ve İslam davetini Asya, Afrika ve Avrupa gibi dünyanın çeşitli kıtalarına götürmüşlerdir. Bundan dolayı onları ne kadar övsek yinede azdır. Ne yazık ki, İbnul Mutahhar lakabıyla anılan bir zındık ortaya çıkarak “Minhacul Merame” isminde bir kitabı kaleme almış, onunla bu asil ve şerefli ashab ve tabiin nesline hücum ederek cihadlarını yermiş, iyiliklerini çirkinleştirmiş, yüce ahlaklarından dolayı gösterdikleri faziletlerini inkar etmiş, öyle ki, onlarla savaşanları -mecusi, rum, müslüman olmayan türk ve tatar- dahi hayrete düşürecek şekilde iyiliklerini kötülüğe çevirmiştir. Bu şaşkın hareket o kadar ileriye gitmiştir ki Müslümanlar Ispanya’nın idaresini ellerinde tuttukları sırada, papazlar İbni Hazm ile münakaşa ederlerken Rafizilerin bu hareketlerini ileri sürerek Kur’an’ın tahrif edildiğini iddia etmeye kalkışmışlardır. Bunun içindir ki, İbni Hazm onlara: “Papazların; Rafizi’ler Kur’an’ı değiştirmişlerdir.” Şeklindeki iddialarına gelince, zaten Rafizi’ler müslüman değildirler. Cevabını vermiştir.[5]

Yine bu eserde hristiyan papazların Müslümanlara rafizi el-Kuleyni’nin “Kitabul-Kafi” adlı eserindeki yalanlarla delil getirmeye çalıştıkları görülmektedir. Kitabul-Kafi’de şöyle deniliyor: “Cabir el-Cafi’den Ebu Cafer’in şöyle dediğini işittim; Kur’an’ın indirildiği gibi toplandığını iddia eden ancak yalancıdır. Kur’an indirildiği gibi toplayan ve O’nu ezberleyen yalnız Ali ve ondan sonra gelen imamlardır.”[6]

Ebu Abdullah’ın yanına gittim. Ebu Abdullah:

“Yanımızda Fatıma’nın mushafı vardır.” deyince;

“Fatıma’nın mushafı hangisidir?” dedim. Ebu Abdullah şöyle dedi:

“Öyle bir mushaftır ki, sizin şu mushafınızın üç katı kadardır. Allah’a yemin ederim ki, içinde mushafınızdan bir tek harf yoktur.”[7]

Şiilerin hadis literatüründe Kuleyni’nin bu tip küfür ve iftira ile dolu olan “Kitabul-Kafi” adlı eserine Müslümanların Sahihi Buharisi gibi itibar edilir.

Elinizdeki kitap ile fikirleri red edilen İbnul Mutahhar’a gelince Şiiler, “Ravdatul Cenne” adlı eserlerinde onu şöyle vasıflandırıyorlar: “Görüşü kuvvetli alimlerin övünç kaynağı İslam dairesinin merkezi, yeryüzündeki karanlıkların nuru, fazilet ve yaratılmışların üstadı, ümmet, hakkaniyet ve dinin güzeli...”

Benim görüşüme göre İbnul Mutahhar’ın “Minhacul Keramesi” ile Şeyhulislam İbni Teymiyye’nin “Minhacul İtidal ve Minhacul Sunne” adlı eserin amacı mezhep ihtilafları değildir. Ne İbnul Mutahhar, Müslümanlar Rafizi ne de Şeyhulislam İbni Teymiyye Müslümanları Rafizi yapmak ister. Her ikisi de mümkün değildir. Çünkü her iki dinin esasları birbirinden farklıdır. Biz şari’in bir, masumun bir olduğuna inanıyoruz. O da Rasulullah’tır. Ondan başka ne şari, ne de masum vardır. Rafiziler ise oniki imamın masum olduklarını iddia ediyorlar. Biz de diyoruz ki, onların masum (!) olan on birinci imamları zürriyetsiz olarak ölmüştür. Kardeşi Cafer, ağabeyinin çocuğu olmadığı için malına ve iddet müddeti içerisinde de hanımlarına ve cariyelerine sahip çıkmıştır. Hatta kardeşi Cafer ile beraber o zamanın ileri gelenleri nezdinde, on birinci imam olan Hasan el-Askeri’nin çocuğu olmadığı sabittir. Rafiziler ise tarihin aksine Hasan el-Askeri’nin bir çocuğu olduğunu, bunun da on beş asırdan beri bir mağarada saklandığını, halen de hayatta olduğunu, İslam’daki şari halifenin bu çocuk olup, o zamandan bugüne kadar gelip geçen bütün idarecilerin zulmen idareci olduklarını, güya bu halifenin hakları olmadığı halde Müslümanlardan zorla velayet istediklerini iddia ediyorlar. Yine onlar, Rasulullah’ın (salla'llâhü aleyhi ve sellem) vefatından bu yana gelip geçen bütün devlet başkanları, imamlar (idareciler) ve halifelerin zorba, alim ve gayrı meşru idareci olduklarını söyledikten sonra, on ikinci imamlarının bir müddet sonra geleceğini, Allah’ın da onun için Hz. Ebubekir'i (radiyallâhü anh), Ömer ve Müslümanların bütün halifelerini dirilteceğini, bu imamın onları sorguya çekeceğini, söz konusu halifelerin zulmetmeleri, gasbetmeleri, zorba davranmaları ve haksızlık etmeleri yüzünden onlara kesin cezalar uygulayacağını iddia ediyorlar. Bizim Ebu Bekir, Ömer, Osman, Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) ve diğer sahabeler hakkındaki hükmümüz, insanlık aleminin bildiği gibi, onların tam bir istikamet ve sadakatle hak yolda yürüyen rehberler ve eşine rastlanamayacak bir nesil oldukları yönündedir. İnşaallah okuyucularımız bu durumu kitabın son bölümünde açıkça göreceklerdir.

Biraz önce Rasulullah (salla'llâhü aleyhi ve sellem):

“Asırların en hayırlısı asrimdir. -asrımda yaşayanlardır- Sonra sırasıyla onları takip edenler ve onları da takip edenlerdir.” buyurduğunu rivayet etmiştik. Ashab, Kur’an-ı Kerim’i bize nakleden, şeriatımızın temeli olan sahih hadisleri rivayet eden mübarek şahsiyetlerdir. Hadiste belirtildiği üzere ashab bu ümmetin en hayırlısıdır. Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) Küfe’de minberin üzerinde dediği gibi, Ebu Bekir ve Ömer ashabın en yüceleridir. Böyle olunca, biz Müslümanların bu zatlar hakkındaki inancımızda Allah’ın kitabına, Rasulullah’ın sahih hadislerine ve tahrif edilmemiş tarihi hadislere uygun olarak onları tanımak ve tanıtmak olacaktır.

Şiilerle ihtilaf ettiğimiz konulardan birisi hadislerle ilgilidir. Bizce Kur’an’dan sonra sahih hadisler gelir. Biz bu hadisleri şeriatın temellerinden biri olarak ve onları, adil, emin ve zabıtça güçlü şahsiyetlerden alırız. Bunlar öyle adil şahsiyetlerdir ki, rivayet ettikleri hadislerde müsamaha gösterenlerin rivayetini geçersiz saymış, ravilerin genç ve hafızalarının kuvvetli olduğu yaşlardaki rivayetleriyle, unutkanlık gibi arızaların, meydana geldiği yaşlılık devrelerindeki rivayetleri arasında bulunan farklılığı tespit ederek gerekli olan zabıt, adalet ve benzeri şartların gerçekleşmediği devrelerde rivayet ettikleri hadisleri almamışlardır. Şiiler ise rivayetle ilgili emanet, adalet, zabıt ve hıfz gibi esaslara hiç aldırış etmezler. El-Kafi ve benzeri Şii kitaplarında insanların en yalancısından rivayet edilen hadislerde bulunur. Çünkü onlara göre hadisin güvenilir olabilmesi için Şiilik esaslarına uygun olması ve sevdikleri kimseden nakledilmiş olması gerekir. Daha önce Rafizilerin el-Kafi adlı eserlerinden Kur’an’ın doğruluğuna şüphe götüren bazı sözlerini rivayet etmiştik. Bunun içindir ki, İbni Hazm, Kur’an’ın sıhhatine şüphe düşüren Rafizilerin sözleriyle delil getirmeye kalkışan İspanya papazlarına, “Rafiziler Müslüman değildirler.” demiştir.

Şiilerin durumunu yansıtan delillerden biri de, Ahmed b. Muhammed b. Süleyman et-Tüsteri’nin Ebu Zur’a er-Razi’den rivayet ettiği şu sözleridir:

“Ashab-ı Kiram’ın kusurlu olduklarını iddia eden birini gördün mü bil ki, o zındıktır. Çünkü bizim için Rasulullah (salla'llâhü aleyhi ve sellem) haktır, Kur’an haktır. Kur’an’ı ve sünneti bize nakleden Rasulullah’ın ashabıdır. Bu zındıklar ise, Kitap ve sünneti [8] iptal etmek için ashab-ı kiramı cerh ediyorlar.[9] Oysa cerhe müsteak olan kendileridir. Zira zındıktırlar.”

Rafizilerin Müslümanlardan ayrıldıkları bir başka konu da, İslam’ın yalnız başına insanlığın dünya ve ahret saadeti için yeterli olamayacağını iddia etmelidir. Onlara göre, İslam ümmeti kıyamete kadar yetersiz bir idare ile baş başadır. Ümmet, peygamberden sonra velayet hakkına sahip olan masum imamların idare ve hükümlerine muhtaçtır. Şüphesiz ki Müslümanlar, İslam dininin çok üstün, İslamı yaşayan şahsiyetlerin de çok şerefli ve yararlı olduğuna inanırlar. Rasulullah’a inen islam’ın yüceliğine ve kemaline işaret eden son ayette Allah (celle celâlühü) şöyle buyuruyor:

“Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim,üzerinizdeki nimeti tamamladım ve size din olarak İslam’ı seçtim.”[10]

İslam dini, kitabıyla ve Rasulullah’ın sahih olan sünnetiyle kendisine varılması gereken tek imamdır. Rasulullah’ın yüce dostuna kavuşmasından sonra da olsa, bu dine uyduktan sonra ümmetin başka bir masum imama uymaya kesinlikle ihtiyacı yoktur. İşte bu olgun ümmet için masum imamın “Sünnet”i budur. Bunun içindir ki, tarihin çeşitli devirlerinde hatta şu an da Müslümanların çoğunluğu “Ehl-i Sünnet” diye bilinmiştir. İslam’a ve ümmete velayet edecek masum imamlar olmadığı sürece ümmetin aciz, İslam’ın yetersiz olduğunu iddia edenler tarihte “İmamiyye” olarak bilinirler. Buna rağmen İmamiler: “Bir tek imamdan başka hiç kimse gerçek imamlık yapmamıştır.” derler. Aslında bahsettikleri imamlarına da isyan etmişlerdir. Onun içindir ki, Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) bütün hutbe ve risalelerinde olanlardan şikayet etmiştir. Allah’ın halifesi ve onların da ikinci masum imam dedikleri imamları, müminlerin bir tek cemaat oldukları bir devirde Müslümanların imamına biat ettiği için ona isyan etmişler, kınamışlar ve velayetini reddederek ona itaat etmemişlerdir. Bu çolak ve başıboş imametleri, on birinci imamların ardından neslini sürdürecek birini bile bırakmadan ölümü ile sona erince ve onlara gerçekten İmamiyye denilemeyeceği ortaya çıkınca, “doğmayan ve doğrulmayan imam” safsatasını ortaya atmışlar, (bu safsatayı ilerde okuyacaksınız) bu imamı bir ilah gibi kabul ederek halen ölmediğini iddia etmişlerdir. Mezhebin bu fikri ve İslam’ı yetersiz görerek ümmetin yetersiz bir hüküm altında olduğunu iddia etmeleri, İslam’a yaptıkları en çirkin iftiralardan biridir.

İşte İbnul Mutahhar el-Hilli’nin kitabı, İslam’a ve Müslümanlara karşı bu sapık görüşün savunucusu olmuştur. Şeyhulislam İbn-i Teymiyye’nin eseri de kuvvetli delillerle İslam’ın eksiksiz oluşunu, Müslümanların bu din ile rüşt ehlinden olduklarını, Müslümanların ve halifelerinin Rasulullah’tan sonra masum imamlara ihtiyaçları olmadığını ispatlamaktadır. Allahu Teala’nın İslam dinini maide süresinin üçüncü ayetinde “kemal” sıfatıyla nitelendirmesidir. Müslümanlara düşen tek görev, Kur’an ve Sünnetten ayrılmadıkları sürece idarecilerine itaat etmeleridir. Allah’a isyan eden mahlukata itaat yoktur.

Bizimle rafiziler arasında itilaflı meselerlerden biride onların islama cemaat dini, Müslümanlara da açık bir nassın bulunmadı konularda içtihad ederek icma ettikleri için icma ehli demeleridir. Evet biz ehli sünnet ve cemaat olduğumuzu kabul ediyoruz. Fakihlerin icma’ı Allah ve Rasulünün koydukları şeri ölçüler dahilinde delildir. Rasulullah (salla'llâhü aleyhi ve sellem) şöyle buyuruyor:

“Kim emirinden hoşlanmayacağı bir şey görürse sabretsin. Çünkü kim cemaatten bir karış ayrılır da ölürse muhakkak onun ölümü bir cahiliyet ölümüdür. ”n Allah (celle celâlühü) da müminlerin yoluna uymayı Rasulüne itaat ile beraber zikrederek şöyle buyuruyor:

“Her kim de, kendisine doğru yol apaçık belli olduktan sonra, peygambere aykırı harekette bulunur ve müminlerin yolundan başkasına uyar giderse, onu, döndüğü sapıklıkta bırakırız. Ahrette de kendisini cehenneme koyarız ki, o ne kötü bir dönüş yeridir.”[11] [12]

Rasulullah’a aykırı davranmak cezayı gerektirdiği gibi müminlerin yolundan başka bir yola sapmak da sonuç itibariyle aynı olduğu için, onun da sonu cezadır. Allah (celle celâlühü) şöyle buyurur:

“(Ey Muhammed Ümmeti) Siz beşeriyet için meydana çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz; iyiliği emreder fenalıktan sakındırırsınız.”[13]

Bu delilerden de anlaşılmış oldu ki, ümmetin tamamı yapılan icma ile iyiliği emrederler, kötülükten sakındırır, sapıklıkta asla birleşmezle. Allah ve Rasulü’nün vacip kıldıklarını yerine getirir, haram kıldıklarından da sakınırlar. Onların haksızlık üzerine suskun olmaları mümkün değildir. Böyle bir şey söz konusu olursa tam tersine kötülüğü emretmiş ve iyilikten sakındırmış olurlar ki, buda Kur’an’ın hükmüne açıkça aykırıdır.

Yukarda ki deliller İslam’ın cemaat dini olduğunu isbatlılyor. Bunun içindir ki, tarihin her devrinde Müslümanların cumhuru “Ehli sünnet vel cemaat” diye tanınırlar. Ama rafizilere göre ümmetin icma’ı yoktur. Çünkü onlara göre ümmetin fikri kopmuş, idaresi de ayakta değildir ve ümmetin fikrinin tekrara dirilip, idare şeklinin de hayata geçebilmesi için de Rasulullah ve onun kamil şeriatından başka masum bir imamın rehberliği şarttır.

Şiilerle aramızda olan ihtilaflı meselelerden bir başkası da şudur: Müslümanlar dua ederken, namaz kılarak Allah ile irtibat kurarken kendisine yöneldikleri bir tek Kabe’leri vardır. Şiilere gelince, onların Alla’ın Kabe’si dışında daha bir çok Kabecikleri mevcuttur. Bunlardan birisi Muğire b. Şube’nin kabridir. Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) Küfe Mescidi ile evleri arasındaki bir yere defnedilmiştir. Onlar bu kabri öyle bir kabe kabul etmişlerdir ki, onun Şiiler nezdinde ki önemi ancak söylediklerini duymak, onunla ilgili ve orada yaptıkları hareketleri görmekle anlaşılabilir.

Kabe olarak kabul ettikleri kabirden birisi de, Hüseyin’e (r.a.) nispet ettikleri kabirdir. Kerbela’da bulunan bu kabir hakkında (ileride de okuyacağınız gibi) Şii şairlerden biri şöyle diyor:

Yetecek kadar tavaf et, Mekke onun kadar manalı değildir.

Yerdir fakat yedi ona yanaşmıştır,

En yüce noktası (göklerin) onun en alçak yerine inmiştir.

Bu kör küfür şekli ömrünün son günlerinde Rasulullah’ın söylemiş olduğu aşağıdaki hadisi şerifin işaret ettiği husustan başka bir şey değildir. Rasulullah (salla'llâhü aleyhi ve sellem) şöyle buyuruyor:

“Allah, yahudi ve hristiyanlara lanet etsin. Onlar peygamberlerinin kabrini mescit yaptılar.”11. Diğer bir hadislerinde:

“Allah’ım! Kabrimi kendisine ibadet edilen put yapma. Allah’ın gazabı peygamberlerinin kabirlerini mescit edinen milletin üzerine şiddetlendir.”[14] [15] buyururlar.

Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) de Ebul Heyyac b. Huseyn el-Esedi’ye şöyle diyor:

“Rasulullah’ın beni gönderdiği bir işe ben de seni göndereyim mi? Darmadağın etmediğin bir heykel ve düz etmediğin yüksek bir kabir bırakmayasın.”[16]

Bunlar Muhammedi iseler işte onlara rasullerin sonuncusu Muhammed’in en sahih hadislerini rivayet ettik. İmami iseler işte Ali’nin Rasulullah’ın emrine olan bağlılığını ve adamlarına o emir doğrultusunda emir verdiğini açıkça ortaya koyduk. Yok eğer yahudi ve hristiyanların peygamberlerine ve büyük şahsiyetlerin kabrine karşı yaptıkları gibi yapıyorlarsa, yaptıkları yanlarında dursun. Kişi, kendisini sevdiği kişilerle görmek ister.

Bundan sonra kitap hakkında bir açıklama yapacağız. Elinizdeki “el- Munteka” adlı kitap, Şeyhulislam İbn-i Teymiyye’nin “Minhacul İ’tidal fi Nakdi Kelami Ehlir-Rafdi vel İtidal” adlı büyük eserinin Hafız Zehebi tarafından kısaltılmış şeklidir. Şeyhulislam İbni Teymiyye’nin zikredilen eseri H. 1321-1322 tarihlerinde Bulak matbaasında dört cilt halinde ve “Minhacus’s-Sünneti’n- Nebeviyye fi Nakdi Kelamiş-Şiati ve Kaderiyye” adı ile basılmıştır. “el- Munteka” adlı kaybolduğu zannedilen eserlerden idi. Ancak H. 1373 yılında selef kültürünü araştıran hicazlı büyük alim ve aynı zamanda arkadaşım olan Şeyh Muhammed NasifŞam diyarına giderken Halep’te bulunan Osmanlı kütüphanesinde bu eseri bulmaya muvaffak olmuştur.[17]  “İslami Vakıflar Kütüphaneleri” ile birleştirilen bu kütüpanedeki “el-Munteka”nın numarası 579 dur. Bu nüsha Yusuf eş-Şafii tarafından kaleme alınarak Cumadel ula ayının sonlarında ve H. 824 tarihlerinde (yani Zehebi’nin vefatından 76 sene sonra) bitirilmiştir. Nüshanın aslından nakledildiği fakat bunu yapanın Arap dili ve ilimlerinde uzman olmadığı anlaşılmaktadır. Biz, “el-Munteka”yı Bulak’ta basılan asıl nüshası ile karşılaştırarak ondan yararlandık. Allah’a hamdolsun ki, bu sefer elimizde doğru ve eksiksiz olarak ulaşmıştır.

Bahsettiğimiz eseri asıl olan nüshası ile karşılaştırdığımızda söylemeden geçemeyeceğimiz ve “el-Münteka” için yararlı olacağını zannettiğimiz cümle ve kelimeleri köşeli parantez içinde gösterdik. Hafız ez-Zehebi’nin de bunu istediğini sanıyoruz. Bunu yapmanın, okuyucuya iki faydası oldu. Birinci eserin aslını sunarak sınırını belirtmiş, ikinci de bu ilavelerle anlatılmak istenenin anlaşılması için yardımcı olmuş olduk.

Eserin aslına ait iki sahifesinin fotokopisini mukaddimeden sonra göreceksiniz. Eseri yayınlarken bazı yerlerine eklemeler yapmayı uygun gördüm. Bunların okuyucuya, kolaylık ve açıklık sağlayacağına inanıyorum. Çünkü Şii ve Rafiziler son zamanlarda yazdıkları eserlerle Ehli Sünnet Vel Cemaate saldırmaya başlamışlardır. Onlara cevap verilmeyince de bu durum Hakkın yenilgisi olarak kabul edilmiştir. Bu nedenle Allah’ın verdiği güç nispetinde konuya açıklama getirmeye çalıştım.

Hamd yalnız Allah’a mahsustur. Salat ve Selam Rasulullah’a, aline, ashabına, ezvacına ve zürriyetine olsun.

“İzzet sahibi Rabbin, onların (uygunsuz) vasıflamalarından münezzehtir. Bütün peygamberlere selam olsun. Alemlerin Rabbi olan Allah’a hamdolsun.”[18]

Muhibuddin el-Hatib ŞabanH. 1374

Giriş

Şia'ya (Şîî İbnü'l Mutahhar'a Karşı Olan) Reddiyye

Dalaletten (Sapıklıktan) kurtaran Hakka çağıran, dilediğini doğru yoluna kavuşturan Allah'a hamdolsun.

Bu faydalı ve nefis hakikatleri “Minhacül-İ'tidal fi Nakdi Kelâmi Ehli er- Rafdi vel İ'tizal[19]” adlı eserden seçtim.

Kitabın müellifi Şeyhü'l İslâm İbn-i Teymiyye'dir. Allah Ona rahmet etsin.

Müellif, eserini kendi zamanında İbnül Mutahhar1 namında bir râfizînin, ilmî ve dinî açıdan câhil olan İmamiyye mezhebi ve kurucularına davet edici nitelikte olan bir kitabının kendisine getirilmesi üzerine O'na bir reddiye olarak te'lif etmiştir.

Rasûlullah (s.a.v)’ın sünnetine - O sünnet ki, ashab tarafından zaptedilerek tâbiin'e onlar da daha sonra gelenlere tevdi etmişlerdir. Allah cümlesinden razı olsun - aykırı olan her iş cahiliyye işlerindendir. Çünkü, her zaman ve mekânda bulunan bütün sistemler ikiye ayrılırlar:

-     İslâmî ve

-     Câhilî.

-    Ashabtan aldığımız sünnetler, hükümler ve bütün Muhammedi mesajlar, İslâmî;

-    Onlara aykırı olanlar da nerede ve hangi zamanda olursa olsun ve kimin tarafından uydurulmuşsa uydurulsun câhilidir).

İbnul Mutahhar Cengiz Han'ın torunlarından Hudâbende[20] isminde bir sultana takdim etmişti. Eserdeki deliller nakli ve aklidir.

Rafizîler haber nakletmede insanların en yalancısı, aklî delillerde de en cahilleridir.[21]

Bunlar gerçek âlimler indinde cahil zümre olarak addedilir. Bunlar vasıtasıyla dine sokulan batıl inançları ancak Allah (celle celâlühü) bilir. Nusayrîler, İsmâilîler, Batiniler kapılarından geçerek, İslam beldelerini istila etmiş ve Harem-i Şerifte kan akıtmışlardır.

İbnül Mutahhar, eserine “Minhacül Kerame fi ma'rifetil imame” adını verdi.

Kötülük yapmada yahudilere, aşırılık ve cehalette hıristiyanlara benzeyen rafiziler selefleri olan İbnül Mutahhar'ın yolunu takip etmişlerdir. İbnül Mutahhar'ın, selefleri olan:

İbn-i Nu'man El-Müfid [22]

El-Karacukî[23] Ebulkasım El-Mûsevi[24] ve Et-Tûsî nin[25] yollarını izlediği gibi. Aslında rafiziler münazarada, delilleri açıklamada ve bunların gerektirdiği metodlarla uygulamada ehil değildir. Nakli delillerde de câhil oldukları gibi. Onların dayanakları isnadi kesilmiş tarihi olaylardır. Bu tarihi olayların çoğu da yalancılar tarafından uydurulmuştur. Lut b. Yahya25 [26], Hişam b. El-Kelbî[27] gibi kimselerin haberlerine de itimad ederler.

Yunus b. Abdil A'la, Eşheb'in şöyle dediğini rivayet ediyor :

Rafizilerin durumuyla ilgili olarak İmam Malik'e bir soru sorulması üzerine; Onları konuşturmayın, haberlerine inanmayın, onlar yalancıdırlar, cevabını verdi.

Harmele[28] İmam-ı Şafiînin: “Râfizîler kadar yalan şahitliği yapanı görmedim” dediğini, işittim diyor.

Müemmil b. İhâb[29]

Yezid b. Harun[30]: “Râfizîler hariç bir bid'atçıdan nakiller yapılabilir. Çünkü, onlar yalancıdırlar.” dediğini işittim, der.

Muhammed b. Said el-İsfahanî[31] ,

Şüreyk [32] in:

“Rafizilerden başka ilmi istediğinden al. Onlar hadis uydurur. Uydurduklarını da din telakki ederler.” dediğini işittim der.

Ebu Muaviye[33], El-A'meş34'in:

“Bütün insanları anladım. Yalancıları hariç” dediğini işittim. Bu yalancılarla da Râfizî Muğire b. Said ve etrafındakilerini kastediyordu.

Tabii ki, yalancının şahitliği ittifakla reddedilir.

Cerh ve ta'dil kitapları tetkik edildiği takdirde, rafizilerin diğer bütün zümrelerden daha çok yalancı oldukları görülür. Hâriciler dinden uzaklaşmalarına rağmen insanların doğru olanlarındandır. Hatta rivayet ettikleri hadislerin en sahih hadislerden olduğu söylenmiştir.

Rafiziler ise “Dinimiz Takiyyedir” demekle yalancı olduklarını itiraf etmektedirler. İşte münafıklık budur. Üstelik, ancak kendilerinin mü'min olduklarını iddia ederek, geçmişleri mürtedlik ve münafıklıkla itham ediyorlar. Onlar şu veciz sözün tam aynasıdırlar.

“Beni derdiyle hastalandırdı, sonra o da vereme tutuldu.”

Rafizilerin bugünkü aklî dayanıkları Mu'tezile kitaplarıdır. Kader ve Allah'ın sıfatlarını inkâr etmede onlarla hemfikirdirler. Halbuki, Mutezile, Ebu Bekir ve Ömer (R. Anhuma) in halifeliklerine hakaret etmedikleri gibi, onların büyük bir bölümü mezkûr hâlifeleri yüceltip, onları tercih ederler. Şiilerin kelamcılarından Hişam b. Hakem, Hişam el-Ceavlikî, Yunus b. Abdurrahman el- Kummî ve benzerleri Allah'ın sıfatlarını maddeleştirmeğe kadar götürüyorlar.

Rafizi müellif İbnül Mutahhar şöyle diyor:

“Bundan sonra bilinmelidir ki, bu şerefli bir risale, güzel bir makaledir. Dini hükümleri ve müslümanların en şerefli konularından önemli olanları kapsar. Bunlardan biri İmamet konusudur ki, onun anlaşılmasıyla yüce makamlara erişilir. O imanın bir şartıdır ki, imanla ancak ebedî cennetlere hak kazanılır. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) “Kim ki, zamanının imamını bilmediği halde ölürse, cahiliyye ölümü üzerine ölür.” buyurur. Bu eserle yüce sultana hizmet ettim. O sultan ki, arap ve acem sultanlarının sultanıdır...

Eseri bölümlere ayırdım.

Birincisi: Mezheplerin bu konudaki nakilleri,

İkincisi: İmamiyye mezhebine uymanın vâcipliği,

Üçüncüsü: Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) imametine dair deliller,

Dördüncüsü: Oniki imam,

Beşincisi: Ebu Bekir, Ömer ve Osman'ın halifeliklerinin geçersizliği hakkındadır.”

Yukarıdaki İddialara Birkaç Yönden Bakacağız

“İmamet meselesi en önemli konudur” iddiası, icma ile yalandır. Çünkü iman daha önemlidir. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) zamanında kâfirler müslüman olduklarında haklarında İslâmi hükümlerin icra edildiği, onlara

34     Süleyman b. Mihran el-Kûfî'dir. (64-148). Kıraat ilmi ve hadis hafızlarının ileri gelen âlimlerindendir. Süfyan b. Uyeyne onun hakkında: “Kur'ân-ı en iyi okuyan, ezberleyen ve mânâsını bilen bir zat idi.” der. Bunun üzerine kendisine “El Mushaf” deniliyordu imametin hatırlatılmadığı bilinmektedir. O halde imamet nasıl en önemli mesele olur?

Veya dörtyüzaltmış küsur seneden beri bilahere çıkmak üzere Samarrada sirdab (mağara)a gizlenen Muhammed b. Hasan el-Muntazar'ın imametine inanmak Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine ve cemâlinin müşahede edileceğine inanmaktan nasıl daha önemli olur?

Ey Rafiziler! Şayet elinizdekiler dini yönden yeterli ise, Muntazar'a ihtiyaç yoktur. Yok yeterli değilse eksikliğinize ve bedbahtlığınıza hükmetmişsiniz. Çünkü, saadetiniz ne emrettiğini bilmediğiniz bir âmirin emirlerine bağlıdır.

İbnul ûd el-Hillî şöyle der:

“İmamiyye ihtilaf ettiğinde iki görüşe ayrılırlar. Birincisinin kime ait olduğu bilinmektedir. İkincisinin ise kime ait olduğu belli değildir. İşte Muntazar ikinci guruptan olduğu için, ikinci görüş haktır.”

Bu cehalete bakınız ki, Muntazar'ın şu sözü söylediği bilinmemesine ve hiç kimse o sözü kendisinden nakletmemesine rağmen onun kendisine ait olduğunu nereden bileceğiz. İşte bunların dini meçhuller ve yokluklar üzerine kurulmuştur. Kendilerince imamdan maksat emrine itaattir. Emrini bilmeye gerek yoktur. Bunda da aklen ve naklen de fayda yoktur. Muntazar'ın varlığına ve onun günahsız olduğuna inanmayı vacip kılarak dediler ki:

Din ve dünya maslahatı ancak onunla hâsıl olmuştur. Halbuki, Muntazar'la onlara hiç bir maslahat sağlanmış değildir. Onu inkâr edenlerden de ne din ve ne de dünya ile ilgili hiçbir maslahat kaçmış değildir. Allah'a hamd olsun.

“Muntazar'a imanımız diğer iyi kullara olan inancımız gibidir. İlyas, Hızır, Kutb gibi varlıkları, emir ve yasakları bilinsin veya bilinmesin.” diyecek olursanız, size şöyle deriz:

Bunların varlıklarına iman, hiçbir âlimin görüşünde vacip değildir. Onlara iman etmenin vâcipliğini iddia edenlerin sözleri sizin sözleriniz gibi merduttur. Zahidin bunlar hakkındaki fikrinin gayesi, varlıklarını kabullenenin onları inkar edenden daha faziletli olmasıdır. İnsanları hidayete eriştiren, onları zafere kavuşturan veya onları rızıklandıranın Kutub veya Gavs olduğunu iddia eden ve bu işlerin ancak onların vasıtasıyla insanlara tevdi edildiğine inanan sapıktır. Onun bu sözleri hıristiyanların bu konuda söylediklerine benzer. Bu durum bazı cahillerin “Rasulullah ((sallallahu aleyhi ve sellem)) ve kendi şeyhlerinin Allah'ın bildiklerini bilebileceklerini, gücünün yettiğine onların da güç yettirebildiklerini” iddia etmeleri gibidir.

İmamiyye mezhebine mensub birisi kendisiyle konuşmamı istedi. Ben de kendisine onlara ait aşağıdaki sözleri naklettim. Şöyle ki:

“Allah'ın insanlara emir ve yasakları vardır. Onlara iyiyi yapması Allah için vaciptir. İmam da onlar için iyi bir şeydir. Çünkü, insanların kendilerine iyiliği emredecek kötülükten alıkoyacak bir imamları olması, onların iyiliği yapmalarına daha yakındır. Şu halde, onlar için imamın bulunması vaciptir. Bunun da günahsız olması şarttır ki, onunla gaye tahakkuk etsin. Günahsızlık ise Rasulullah'tan sonra Ali'den başkasına kalmış değildir. Bu hüküm icma ile sabittir. Ali Hasan'ı, O da Hüseyn'i imamete tayin etmiştir. Sıra Muntazar'a gelinceye kadar bu böyle olmuştur.”

İmamî olan bu kişi nakillerimizin çok doğru olduklarını itiraf etti. Ben de devamla ona şöyle dedim:

İkimiz ilme, hakka ve doğruya talibiz. Halbuki, İmamiler “Muntazar'a inanmayan kâfirdir.” diyorlar.

-    Acaba sen onu gördün mü?

-    Onu gören birisiyle karşılaştın mı?

-    Hakkında bizzat bir şey işittin mi?

-    Veya konuştuklarından bir şey biliyor musun?

Hayır dedi.

-    Şu halde ona iman etmemizin faydası nedir?

-    Allah c.c. ne emrettiğini ve ne yasakladığını bilmediğimiz bir şahsa iman etmekle bizi nasıl mükellef kılar?

-    Bunu bilmemiz için de hiçbir yol yoktur. Halbuki, İmamîler gücün yetmiyeceği şeylerin emredilmesine diğer insanlardan daha çok karşıdırlar. Acaba gücün yetmiyeceği işlerin en açık misali bu değil midir?

Muhatap şöyle dedi:

Bunun isbatı biraz önce bana naklettiğiniz bizim o güzel (!) fikirlerimizledir. Dedim ki; Gaye o fikirlerden bizi ilgilendirenlerdir. Bizimle İlgili emir ve yasak olmadığı için yukarıdaki fikirler bize hüccet olamaz. O iddialar hakkında konuşmamız bize bir fayda sağlamıyacağına göre, Muntazara iman etmenin maslahat ve iyilik babından değil, cehaletten geldiğini biliniz.

İmamiyyeye göre Muntazar'ın babalarından nakledilenler doğru ise ve saadeti gerektiriyorsa, Muntazar'ı beklemeye gerek yoktur. Ama Muntazar'ın dedelerinden nakledilenler kurtuluşa ve saadete vesile olmayacaksa, Muntazar'ın hiç bir faydası olmayacaktır. Üstelik emirlerini yapıp, yasaklarından kaçınmadan mücerred olarak zamanındaki imamı tanıyıp veya görmek insana bir yücelik bahşetmez. Bu imamın Rasulullah'tan daha iyi olması da mümkün değildir. Kaldı ki, İmamı bilip de farzları yapmayan, aksine yasakları işleyen bir kimsenin hali çok vahim olur. Halbuki onlar Hz. Ali'yi sevmek kendisine günahın zararı dokunmadığı bir iyiliktir, derler. Şayet Ali'yi sevmekle günah işlemenin zararı yoksa, masum imama da ihtiyaç yoktur.

“İmamet imanın şartlarındandır” sözünüz tam bir cehalet ve iftiradır.

Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) imanı tarif ederken şartlarını da zikretmiştir. Fakat imameti imanın şartları arasında saymamıştır. Kur'anda da böyle bir âyet yoktur. Aksine Allah (celle celâlühü) şöyle buyurur :

“Müminler, ancak o kimselerdir ki: (yanlarında) Allah anıldığı zaman kalbleri korkar ürperir; onlara Allah’ın ayetleri okunduğu zaman, imanlarını arttırır; ve onlar yalnız Rablerine tevekkül ederler (O’na dayanıp güvenirler). Mü'minler o kimselerdir ki, namazı gereği üzere kılarlar, kendilerine rızık olarak verdiklerimizden infak ederler. (Hak yolunda harcarlar.) İşte bunlar gerçek mü'minlerdir.” [34]

“Mü'minler o kimselerdir ki, Allah'a ve Peygamberine iman etmişlerdir; sonra (imanlarında) şüpheye düşmemişler ve Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla savaşmışlardır. İşte böyle kimseler, imanlarında sadık olanlardır.” [35],

“Yüzlerinizi doğu veya batı yönüne çevirmeniz birr değildir. Birr; Allah'a, ahiret gününe, meleklere, kitaplara ve nebilere iman etmek, sevilen mallardan akrabalara, yetimlere, miskinlere, yolda kalanlara, dilencilere, köle (ve esir) lere vermek, namazı ikame etmek, zekatı vermek, söz verdiğinde sözünde durmak, fakirlikte, kıtlıkta, hastalıkta ve savaşta sabretmektir. İşte (sözlerinde) doğru olanlar bunlardır. Muttaki olanlar da bunlardır.” [36]

Görülüyor ki, Allah c.c. imameti zikretmemiştir. İslâmın şartlarından da değildir.

“Kim ölür de zamanının imamını tanımazsa câhiliye ölümü üzerine ölür” mealinde olan hadis hakkında da sana şu soruları tevcih edeceğiz:

Bu hadisi kim rivayet etmiştir? Senedi nerededir? Vallahi Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) hadisi bu şekilde buyurmamıştır. Bilinen şu ki, Müslimin rivayet ettiği bir hadisle, Harre mevkiinde cereyan eden bir hadise üzerine İbn-i Ömer, Abdullah b. Mutin'e geldiğinde; Ebu Abdurrahman (İbn-i Ömer)’a bir döşek seriniz otursun; demesi üzerine İbn-i Ömer: “size oturmağa değil, bir hadisi nakletmeğe geldim. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’in şöyle buyurduğunu işittim:

“Her kim itaatten bir el kadar ayrılırsa, kıyamet gününde Allah 'a fiili hususunda lehine hiç bir hücceti olmayarak kavuşacaktır. Her kim de boynunda (emire) biati olmayarak ölürse cahiliyyet ölümü ile ölür:” [37]

Bu hadisi İbn-i Ömer, zamanın emiri Yezid'in hal edildiği bir zamanda nakletmiştir. Hadis, Ulûlemre itaat etmeyenin, onlara karşı kılıçla çıkanların cahiliyye ölümü üzerine ölecekleri hükmünü ifade eder. Bu ise râfizilerin durumuna taban tabana zıttır. Olar âmirlere uymayan veya istemeyerek uyan insanlardır.

Bu hadis, ırkçılık uğruna savaşanları -ki râfizîler bunların başında gelir- içine alır. Fakat bu yolda savaşan bir müslümanı tekfir etmeyiz, her ne kadar itaattan çıkmış ise de, öldüğünde kâfir değil, cahiliyye bir ölüm ile ölür, hükmünün çıktığı bir başka yorumda ifade edilmektedir.

Cündüb b. Abdullah el Beceli'nin rivayet ettiği diğer bir hadiste de Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurur:

“Her kim, hak ve bâtıl olduğu bilinmeyen karanlık bir davanın bayrağı altında kavmiyet ve asabiyete çağırarak, yahut kavmiyet ve asabiyete yardım ederek öldürülürse onun bu ölümü tam bir câhiliye ölümü olur” [38].

Ebu Hureyre (r.a.) den:

“Emire itaattan çıkıp, cemaatten ayrılan ve sonra ölen kimse cahiliyye ölümü ile ölür.”[39] Rafiziler çoktan beri itaatten çıkmış ve cemaatten ayrılmışlardır. İbn-i Abbas'tan rivayet edildiğine göre Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurur:

“Kim ki, emirinde sevmediği bir hareketi görürse sabretsin. Muhakkak ki cemaatten bir karış uzaklaşıp da ölen, cahiliyye ölümü ile ölür.”[40] [41]

Ey Rafizi! Naklettiğin hadis sahih olsa bile aleyhinizdedir. Sizden hanginiz zamanındaki imamını görmüştür? Hanginiz Onu tanımış veya onu göreni görmüş, veya ondan bir mesele nakletmiştir? Aksine siz, henüz üç beş yıllık iken sîrdab (mağara)a giren ve dört-yüz seneden beri eseri görülmeyen bir çocuğun imametine çağırıyorsunuz. Halbuki biz var olan, bilinen ve güçlü olan imamlara kötülükte değil, iyilikte uymaya emredilmişizdir.

Avf b. Mâlik'in rivayetine göre Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurur:

“Amirlerinizin en iyileri sizin onları, onların da sizi sevdiği, sizin onlara onların da size dua edenlerdir. Âmirlerinizin en kötüleri sizin onlara onların da size buğzettiği, sizin onlara onların da size lanet edenleridir.”

“Yâ Resulullah:

(Bu kötü hallerinden dolayı) onlarla bozuşmayalım mı?” dememiz üzerine şöyle buyurdu:

“Namazı kıldıkları müddetçe hayır, namazı kıldıkları müddetçe hayır. Şunu iyi biliniz ki, kime bir vali tayin edilir de, kendisinden Allah'a isyan nitelikte bir fiil meydana geldiğini görürse, bu işi yaptığı müddetçe, yaptığı işi kınasın. Fakat bir el kadar da olsa itaatten ayrılmasın.” 42Bu konuda imamların masum olmadıklarına dair bir çok hadisler vardır.

Ayrıca İmamiyye mensupları imametin aslî değil fer'î konularda gerekli olduğuna inanıyorlar. Halbuki mühim olan aslî konulardır. Böylece zamanın imamıyla hiçbir maslahatın elde edilmediğini itiraf ediyorlar. Birinin uzun bir yorgunluk ve çokça dedikodu ettikten sonra, müslüman cemaatten ayrılmasından, geçmişlere lanet ederek kafir ve münafıklara yardımcı olmasından, çeşitli hilelere baş vurarak en sapık yolda yürümesinden, yalancı şahitliğine güvenerek arkasından gelenleri aldatıcı iplerle kuyuya indirmesinden daha sapık bir işi olur mu?

Bununla beraber bu sapık kişi gayesinin kendisini Allah'ın hükümlerine davet edecek bir imam olduğunu iddia ediyor. Oysa ki, bu hareketinden dolayı bir menfaat ve maslahattan ziyade kendisine ancak hasretler, hatalara sapmalar, mağaraya giripte -Râfizinin inancına göre- ne işi ve ne de konuşması olmayan birisi için Muhammed ümmetine düşmanlıklar kalır. Muntazardan bir fayda geleceği inanılır bir şey olsaydı, bu ümmetin akıllıları nasıl olurda râfizîlere kalacak tek şeyin, iflâs olduğunu söylerlerdi. Zaten Muhammed b. Cerir et-Taberî[42] , Abdulbaki b. Kani ve diğer neseb âlimlerinin ifadelerine göre Hasan b. Ali el- Askeri'nin çocuğu da yoktu.

Bütün bunlardan başka rafizilere göre bu imam sîrdab'a (mağara) girerken iki, üç veya beş yaşında idi. Böyle bir çocuk Kur'ânın nassı ile yetim hükmünde olup, bakılması ve malının korunması gerekir. Yedi yaşına gelince namaz, ile emredilir. Abdest almayan, namaz kılmayan bir kimse nasıl yeryüzünün imamı olur? Ve nasıl; uzun zaman boyunca imamet maslahatı yok edilir?

Birinci Bölüm

Râfizî'nin “Allah (c.c) Âleme Lütfundan Hissesiz Bırakmaması İçin
Günahsız (Masum) İmamlar Tayin Etmiştir.” Sözüne Cevap

Rafizi müellif şöyle diyor:

“İmamiyye mezhebi Allah (celle celâlühü)'ın âdil, İşlerinde hikmetli olduğuna, kötü bir şey yapmadığına, zulmetmediğine, insanlara karşı merhametli olup, onlara faydalı olanı yarattığına inanır...

Sonra Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'in vefatıyla peygamberliği imametle devam ettirdi. Böylece hata ve unutkanlıklarından emin olmaları için insanlara ma'sum imamlar tayin etti. Tâ ki, Allah (celle celâlühü) âlemi lütuf ve merhametinden paysız bırakmasın.

Rasulullah'ı risaletle görevlendirince Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) da o ağır vazifeyi yerine getirdi. Kendisinden sonra halifenin Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh), sonra sırasıyla oğlu Hasan, Hüseyin, Hasanın oğlu Ali, Muhammed, Ca'fer, Musa b. Ca'fer, Ali b. Musa, Muhammed b. Ali el-Cevad, Ali b. Muhamed el-Hâdi, Hasan b. Ali el-Askeri ve Muhammed b. el-Askeri olduğuna hükmetti. Aynı zamanda Rasulullah vefat etmeden önce imamet için vasiyyet etti.

Ehl-i Sünnet ise bütün bunların aksini iddia ederek şöyle diyorlar:

Allah (celle celâlühü)'ın fiillerinde adalet ve hikmet aranmaz. O'nun kötülüğü işlemesinin caiz olduğunu, işlerinin bir hikmete mebni olmadığını, zulüm edebileceğini, kularına yararlı olanı değil de hakikatte bozuk olanı -âsîlik ve küfür gibi- yaratmasının caiz olduğunu söylediler.

Ehl-i Sünnet devamla; Âlemde meydana gelen bütün bozuklukların kaynağı (haşa!) Odur. İtaatkâr sevaba müstahak olmadığı gibi, isyankâr da mutlak olarak cezaya müstahak değildir. Peygamberi ta'zib eder, firavunu mükafatlandırır. Peygamberler ma'sum değildir. Onlardan hata, isyan ve yalan sâdır olabilir. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) imam tayin etmeden vefat etmiştir. Ondan sonra Hz. Ömer'in (radiyallâhü anh) biatıyla ve Ebu Ubeyde, Salim mevla Ebi Huzeyfe, Useyd b. Hudayr ve Bişr b. Sa'd'ın rızasıyla halife Ebu Bekir'dir. Ondan sonra Ebu Bekir'in (r.a.) hükmüyle Ömer'dir. Sonra Hz. Ömer'in (radiyallâhü anh) emriyle seçilen ve aralarında Osman'ın da bulunduğu altı kişinin -bazılarının muhalefetine rağmen- hükmüyle Hz. Osman (radiyallâhü anh), sonra halkın biatıyla Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh)'dir. [43]

Sonra ihtilafa düşerek bazıları imamın Hasan , bazıları da Muaviye olduğunu sözlerine ekledikten sonra, imameti ümeyye oğullarına tevdi ettiler ki, böylece kan dökülmeye başladı.”

Ey Râfizî!

Ehl-i Sünnet ve râfizîlere nisbet ettiğin bu nakiller yalan ve tahrifle doludur.

Adalet ve kader konusunu bu mevzulara sokmak, hem ehl-i sünnet hem de râfizîler açısından da doğru değildir. Çünkü bu mevzuda her iki gurubun bazı kimseleri ileri geri konuşmuşlardır. Şiilerden bazısı kadere inanır fakat adalet ve kudretini inkar ederler. Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh), Hz. Ömer (radiyallâhü anh) ve Osmanın (r.a.) halifeliklerini kabul eden şiilerden bazısı Allah (celle celâlühü)'ın adalet ve kudretini de kabul ediyorlar. Bu ihtilafın kaynağı Mu'teziledir. Rafizilerin Mufid, Musevî, Tûsî, Karacikî gibi üstadları bu fikirleri mu'tezileden almışlardır. Halbuki ilk Şiilerin bu hususta fikirleri yoktur. Bundan dolayı müellifin kader konusunu imametle beraber zikretmesi doğru değildir. İmamiyyeden naklettiklerini de açıklamamıştır. Halbuki imâmiler şöyle diyor:

Allah (celle celâlühü) canlıların hiçbir fiilini yaratmamıştır. Onların fiilleri Allah (celle celâlühü)'ın kudreti ve yaratması dışındadır. Allah (celle celâlühü) bir sapığı hidayete erdiremez. Hidayete ermiş birisini de zorla saptırmaz. İnsanlardan hiçbirisi Allah (celle celâlühü)'ın hidayetine muhtaç değildir. Belki Allah (celle celâlühü) -onlara iyiliği ve kötülüğü göstermekle- insanlara rehberlik etmiştir. İnsan Allah (celle celâlühü)'ın yardımıyla değil kendi arzusuyla hidayeti bulur...

Allah (celle celâlühü)'ın hidayeti mümin ve kafirlere karşı eşittir. Dini açıdan müminlerin kafirlere karşı daha fazla bir nimetleri yoktur. Ebu Cehl'e verdiği hidayetle Ali'yi (r.a.) hidayete erdirmiştir. Bir babanın iki çocuğuna para verip bunlardan birinin payını hayra, diğerinin de şerre harcaması gibi... Allah (celle celâlühü)'ın dilediği halde olmayan, dilemediği halde olan şeyler vardır.

Böylece Allah (celle celâlühü) için mutlak irade ve kudreti, her şeyi içine alan yaratmayı kabul etmezler. Bunlar da mutezile görüşlerinin temelidir. Bundan dolayı şiiler bu hususta iki ayrı görüş ileri sürerek ihtilafa düşmüşlerdir.

Râfizinin;

“Allah âlemi lütfundan hissesiz bırakmaması için günahsız imamlar tayin etmiştir.” sözüne gelince, yine onlar diyorlar ki:

Ma'sum imamlar yenilgiye uğramışlar. Mazlum ve âciz kalmış, güç ve kuvvetleri bitmiştir. Aynı şeyi Peygamberin vefatından sonra halife seçilinceye kadar Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) için de söylüyorlar. Allah (celle celâlühü)'ın, imamlarını güçlü kılmadığını böylece itiraf ediyorlar. Allah (celle celâlühü) şöyle buyuruyor:

“Oysa biz İbrahim ailesine kitab ve hikmeti vermiştik. (Bunlardan başka) onlara büyük bir hükümranlık da bahşettik." [44]

Denilse ki: İmamları tayin etmekten maksat insanların kendilerine itaat etmelerini vacip kılmaktır. İnsanlar onlara itaat ettikleri takdirde hidayete kavuşurlar. Fakat onlara isyan ettiler.

Denilir ki: Mücerred tayin ile âleme bir lütuf ve rahmet inmemiştir. Üstelik insanlar Onları yalanladılar ve onlara isyan ettiler. Muntazar'dan ne ona inanan ve ne de onu inkâr edene bir fayda gelmiştir. Hz. Ali'den (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) başka On iki İmamdan geri kalanlara gelince Onlardan edinilen istifade diğer din âlimlerinden edinilen istifade gibidir. Ulu'l-Emr'den beklenen menfaat yalnız onlarla elde edilmiş değildir. Böylece “Lütuf” diye bahsettiğin şeyin şüphe ve yalandan ibaret olduğu anlaşılmış oldu.

Râfizi'nin

“Ehl-i Sünnet Allah (celle celâlühü)'ın adalet ve hikmetine inanmadılar” sözü, Ehli- Sünnetten nakledilen bâtıl bir iddia olduğu iki yönden, anlaşılmaktadır.

Birincisi, Nazariyecilerin bir çoğu Nassı inkâr etmelerine rağmen Allah (celle celâlühü)'ın adaletli ve işlerinin bir hikmete mebnî olduğuna inanmalarıdır.

İkincisi, Bütün Ehl-i Sünnet arasında “Allah hikmetli iş yapmaz, kötü iş de işler” diyen yoktur. Müslümanlar arasında böyle bir iddiada bulunanın cezası ancak ölümdür.

Haddi zatında kader meselesinin temelinde ihtilaf vardır. Mutezilenin kabul ettiği görüşler üzerinde imamiyyenin son imamları, sahabe tabiîn ve Ehl -i beytin bir çokları ihtilaf etmemişler, Allah (celle celâlühü)'ın adaleti ve hikmetinin tefsirinde ve tenzih edilmesi gereken zulüm konusunda münakaşa etmişlerdir. Allah (celle celâlühü)'ın fiil ve hükümleri konusunda bazıları şöyle derler:

Allah (celle celâlühü) zulmetmez. Zâtı için zulüm, zıd iki şeyin bir araya gelmesi gibi muhaldir. Olması mümkün olan bir şeyin yapılması zulüm değildir. Bunlara göre Allah (celle celâlühü) itaat edenleri cezalandırır, âsileri de mükafatlandırırsa bu zulüm değildir. Çünkü zulüm bir kimsenin sahip olmadığı şeyde tasarruf etmesidir. Halbuki her şey Allah (celle celâlühü)'ındır. Yukarıdaki görüşler kadere inanan bir çok kelamcılar ile bir kısım fakihlerindir.

Bazıları da şöyle diyor:

Allah (celle celâlühü)'ın zulmetmesi mümkündür. Fakat âdil olduğu için zulmetmez. Adaleti ile zatını övmüştür.

Allah (celle celâlühü) şöyle buyurur:

“Şüphesiz ki Allah, insanlara hiç bir şekilde zulmetmez. Fakat insanlar kendi kendilerine zulmederler.” [45]Şüphesiz ki övgü yapılabilen bir kötülüğün ve fakat yapılmayıp terkedilmesine karşı yapılır Bunlar:

“Her kim de mü'min olarak salih ameller işlerse artık o, ne bir zulümden korkar ne çiğnenmeden (Hakkının zayi olmasından)[46]

“...Kullar arasında adaletle hüküm verilmektedir, hem onlara asla zulmedilmez.”47 [47] [48]

“Benim katımda söz değiştirilmez ve ben bunlara zulmeden değilim.” 49

Âyetlerini delil getirerek Allah (celle celâlühü)'ın olması mümkün olmayan değil, mümkün olan bir işten dolayı zatını övdüğünü söylüyorlar. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) den bir rivayetle Cenâb-ı Allah bir Hadisi Kudsîde de şöyle buyuruyor:

“Ey kullarım ben zulmü zâtıma haram kıldım.” [49]

Allah (celle celâlühü) zulmü zâtına haram kılarken rahmeti de vacip kılmıştır.

“...O, kendi üstüne rahmeti yazdı...[50]buyuruyor.

Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurur:

“Allah mahlûkâtı yarattıktan sonra, yanında ve arşın üstünde bulunan bir kitapta şöyle yazdı: “Muhakkak rahmetim, gazabımı kuşatmıştır.” [51] Dolayısıyla Allah (celle celâlühü), nefsine vacip veya haram kıldığı şeyi yapar. Yapmıyacağı bir şeyi de kendisine ne vacip ne de haram kılar. Bu görüş de ehl-i sünetin cumhuru ile kaderi isbat eden hadis, fıkıh, kelam ve tasavvuf ehlinin görüşüdür. Bunların görüşlerinden de anlaşıldığı gibi Allah (celle celâlühü)'ın adalet ve ihsanını kabul edenler tâ kendileridir. Kaderiyeciler gibi; Kebire işleyenin imanı gitmiştir, demezler. Aslında bu, Allah (celle celâlühü)'ın kendisinden tenzih ettiği zulmü O'na isnad eden kaderiyenin görüşüdür.

Allah (celle celâlühü) şöyle buyurur:

“Kim de zerre miktarı bir kötülük işlerse onun cezasını görecektir.” [52]

Kim ki: “Allah (celle celâlühü)'ın hidayeti kâfire değil yalnız mü'mine tahsis etmesi zulümdür.” diye inanırsa bu itikad iki açıdan yanlıştır.

Birincisi: bu bir tercihtir. Çünkü Allah şöyle buyurur :

“Eğer (imanınızda) sâdık kimseler iseniz sizi imana hidayet ettiği için Allah sizi (kendisine) minnetkar kılar." [53]

“Peygamberleri onlara dediler ki: Evet, biz de sizin gibi ancak bir insanız; fakat Allah, Peygamberlik nimetini kullarından dilediği kimseye ihsan eder. Allah'ın izni olmadıkça da (isteğiniz üzere) size bir mucize getirecek değiliz. Ve mü'minler ancak Allah'a tevekkül etmelidirler.” [54]

İkincisi: Allah (celle celâlühü) cezayı ancak mustahakkına (hak edene) verir. Hiçbir zaman iyi adamı cezalandırmaz. Onun için O'ndan gelen bir nimet O'nun iyiliğinden; gelen her belâ da adaletinin tecellisindendir, denilir. Yine bunun içindir ki Allah (celle celâlühü) insanları günahlarıyla cezalandıracağını, onlara verdiği nimetlerin kendisinden bir iyilik olduğunu haber veriyor.

Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurur:

“Kimin başına bir iyilik gelirse Allah 'a hamd etsin, kim de bir kötülüğe duçar olursa nefsinden başkasını kınamasın.” [55]

Allah c.c. şöyle buyurur:

“Sana gelen her iyilik Allah'ın lütfudur.” [56]Yani kavuştuğun iyilikler, zaferler, rızıklar; bunlar, Allahın sana bahşettiği nimetlerdir. Sevmediğin şeylerin başına gelmesi de işlediğin günahların neticesidir. Burada söz konusu olan iyilik ve kötülükler, nimetler ve belâlardır.

Allah (celle celâlühü) şöyle buyurur:

“... Onları hem nimetle, hem de musibetle imtihan ettik ki, gerçeğe dönsünler.” [57]

“Sana bir iyilik (ganimet ve zafer) gelirse fenalarını gider...”[58],

“Size bir iyilik dokunursa onları üzer ve kederlendirir. Başınıza bir felaket gelirse, onunla ferahlanır ve sevinç duyarlar...” [59]

Müslümanlar Allah (celle celâlühü)'ın hikmet sahibi olduğu konusunda ittifak etmişlerdir. Bir kısmı bunun manası Allah (celle celâlühü)'ın kullarının neyi ve ne şekilde yapacaklarını bilmesi ve istediği istikamette yapılmasını istemesidir, diyorlar. Ehli Sünnetin Cumhuruna göre bunun mânâsı, Allah (celle celâlühü)'ın yarattıkları şeyleri bir hikmete mebnî (dayalı) olarak yaratmış olmasıdır. Çünkü Hikmet, mutlak dilemekten ibaret değildir. Böyle olsaydı dileyebilen herkesin Hakim olması gerekirdi. Bilindiği gibi irade iyi ve kötü olmak üzere ikiye ayrılır. Hikmet ise Allah (celle celâlühü)'ın yaratmasındaki neticenin medhe medar olmasıdır.Tabiî ki, bu meselenin imametle hiçbir ilgisi yoktur.

Ehli sünnetin cumhuru Allah (celle celâlühü)'ın işlerinin hikmetli ve bir sebebe mebnî (binaen) olduğuna inanırlar. Ehli sünnetten bunu kabul etmeyenler ise iki delil ile davalarını ispat etmeye çalışırlar.

Birincisi: İllet kabul edilirse bu durum teselsülü (peşpeşelik) gerektirir. Çünkü Allah (celle celâlühü) işi bir sebebe binaen yaptığını farzedersek, o sebep de hadis olup bir başka sebebe muhtaç olur. Eğer her hadis için illet kabul edilecekse, hadis olan Allah (celle celâlühü)'ın işleri için illete gerek yoktur.

İkincisi: Kim ki, bir sebebe binaen bir iş yaparsa o sebebe muhtaç olur. Çünkü sebebin varlığı yokluğundan daha iyi olmasaydı sebep olmazdı. Başkalarıyla tamamlanan ise bizâtihî noksandır. Bu da Allah (celle celâlühü) için câiz değildir.

İlletin gerekli olduğunu iddia edenler de kendi aralarında ihtilaf ediyorlar.Onlar şöyle diyorlar:

Allah (celle celâlühü) sever ve rıza gösterir. Bu umûmî olan mutlak dilemekten daha hastır.

Mutezile ve Eş'ârilerin çoğu ise: Sevgi rıza ve irade aynı mânâya gelir diyorlar.

Ehli sünnetin Cumhuru da şöyle diyorlar: Allah (celle celâlühü) küfrü sevmediği gibi ona rıza da göstermez. Ancak diğer yaratılmışların bir hikmete mebni olarak Allah (celle celâlühü)'ın iradesi çerçevesinde olduğu gibi küfür de O'nun yaratmasıyla olur. Allah (celle celâlühü)'ın hoşuna gitmese de küfür hikmetten hali değildir. Aksine yarattıkları şeylerde Allah (celle celâlühü) için bizce bilinmeyen bir çok hikmetler mevcuttur.

“Allah (celle celâlühü)'ın yarattığı her işte sebep olursa teselsül meydana gelir” diyenlere de Ehli sünnetin Cumhuru iki cevap veriyor.

Birincisi: Bu teselsül geçmişte değil istikbalde, yapılacak işlerde oluyor. Binaenaleyh Allah (celle celâlühü) bir işi yarattıktan sonra o işin hikmeti anlaşılmış olur. Bu hikmetten başka hikmet aranırsa istikbalde teselsül meydana gelir ki, bu da Cumhura göre caizdir. Çünkü cennetin nimeti ve cehennemin azabı içlerinde cereyan eden yeni yeni hâdiseler olmasına rağmen devamlıdır. Fakat Cehm b. Safvan[60] bunu inkar ederek, cennet ve cehennemin ebedi olmadıklarını ileri sürüyor.

Aynı ekolden olan Ebul Huzeyl el-Allâf da[61] cennet ve cehennem ehlinin hareketleri kesilerek durgun bir halde yaşarlar. Onlara göre mazideki hadiselerde de teselsül mümkün değildir.

Bu hususta da müslümanların iki görüşü vardır. Bazıları, Ondan başka her şey sonradan olmakla beraber Allah (celle celâlühü), istediği zaman konuşur ve yaratır. Alemde Ondan başka ezeli bir şey yoktur. Filozofların dediği gibi, felekler de ezelî değildir. Hem de Filozoflara göre Allah (celle celâlühü) feleklerin varlığı için tam bir illettir. Bu ise tamamen sapıklıktır.

İbn-i Teymiyye, reddiyesine devam ederek Râfizîye şöyle diyor:

“(Ehl-i Sünnet) Allah (celle celâlühü)'ın kötüyü işleyip, vacip olanı ihmal etmesini caiz gördüler.” sözüne gelince:

Hiçbir Müslüman Allah (celle celâlühü) kötüyü işler, gerekli olanı da ihmal eder demez. Fakat siz kaderi inkâr edenler, kullara vacip olanı Allah (celle celâlühü) için de vacip görüyorsunuz. Kullara haram olanı da Allah (celle celâlühü)'a haram kılıyorsunuz. Allah (celle celâlühü)'ı kullarına mukayese ediyorsunuz. O'nun işlerini de başkasının işine benzetiyorsunuz. Halbuki, kadere inanan Ehli Sünet ve Şiilerin bir kısmı Allah (celle celâlühü), zâtında bize mukayese edilemiyeceği gibi işleri de işlerimize mukayese edilemez. Bize vacip veya haram olan Ona haram ve vacip değildir. Bizce kötü görünen Onun için de kötü olmayabilir. Ayrıca Va'dettiği bir şeyi yerine getirmesi yine Va'dinin hükmüyle vâcibtir...

Allah c.c. şöyle buyurur:

“Şüphesiz Allah va'dinden dönmez.” [62]

Binaenaleyh Peygamberlerini ve velilerini cezalandırmaz, belki onları haber verdiği gibi cennetine koyar.” hükümlerinde müttefiktirler. Fakat iki meselede ihtilaf etmişlerdir.

Birinci mesele: İnsanlar akıllarıyla bazı işlerin doğruluğunu, Allah (celle celâlühü)'ın fiil sıfatıyla muttasıf olup olmadığını, bazı fiillerin kötülüğünü ve Allah (celle celâlühü)'ın o fiillerden münezzeh olduğunu bitebilip bilmeme meselesidir. Bunda da iki görüş vardır.

Birinci görüşe göre: Akılla iyilik ve kötülük bilinmez. Bu durum Allah (celle celâlühü) için söz konusu ise zaten kötülük O'nun zatına mümteni'dir. Yani uygun değildir. İnsanlar için söz konusu ise bir şeyin iyi veya kötülüğü ancak dini bir delil ile bilinir. Bu görüşü Eş'arîler ve bir kısım fakihler, ileriye sürüyorlar. Bunlar bir şeyin dini bir delil ile iyi veya kötü bir sıfatla nitelendirildikten sonra, ancak akıl onun iyiliğini veya kötülüğünü bilir, diyorlar. Binaenaleyh hüsün ve kubuh akılla bilinip bilinmediği hususunda münakaşa etmezler.

İkinci görüşe göre: Akıl ister kullardan, ister Allah (celle celâlühü)'tan sadr olsun, bütün fiillerin iyi veya kötülüğünü bilir. Bu görüş Mutezilenin görüşü olduğu gibi, Keramiyenin, Hanefilerin bir çoğu, Mâlikî olan Ebu Bekr el-Ebheri, Hanbelilerden Ebul Hasan et-Temîmî ile Ebul Hattab'ın da görüşüdür

İkinci Mesele: Allah (celle celâlühü) bir şeyi nefsine vacip veya haram kılar mı, kılmaz mı meselesidir.

Bir gurup: Allah (celle celâlühü)'a vacip veya haram olan bir şey yoktur derken, diğer bir gurup da Allah(celle celâlühü)'a vacip veya haram olan bir şey varsa yine kendisi o hükmü vermiştir.

Allah (celle celâlühü) şöyle buyurur:

“Rabiniz size, rahmet ve merhamet vaad buyurdu.”[63],

“Mü'minlere yardım etmek üzerimize bir hak oldu.” [64]

Kudsî hadiste de:

“Ey kullarım! Ben zulmü kendime haram kıldım. ” [65]buyuruyor.

Ama biz ona herhangi bir şeyi vacip veya haram kılmayız. Allah (celle celâlühü) için vacip veya haram olan bir şey yoktur,diyenlerin indinde Allah (celle celâlühü)'ın kötüyü işlemesi veya bir şeyi ihlal etmesi mümteni olduğu gibi, Allah (celle celâlühü)'ın bizzat koyduğu hükümle onun için vacip ve haram vardır diyenlerin indinde de Allah, kendisi için vacip kıldığını ihlal etmez. Dolayısıyla her iki gurup da Allah (celle celâlühü)'ın va'dettiğini bozmayacağında, ittifak etmişlerdir.

Fakat sen ey Rafizi, arkadaşların gibi bir şeyi zorla iddia edercesine anlatıyorsun. Ehli sünnetin demediklerini demiş gibi kabul ediyorsun. Ehli sünnetin “Allah (celle celâlühü)'ın zâtına bir şey vacip değildir. Ondan kötü bir şey meydana gelmez” sözlerinden yukarıdaki iddialarını çıkarıyorsun. Yani Allah (celle celâlühü) (hâşâ!) sence kötü olanı işler.

Yine ehli sünnet kaderin hak olduğuna inanarak onu “Allah (celle celâlühü)'ın dilediği olur, dilemediği de olmaz.” şeklinde tarif ederek hidayetin Allah'tan bir nimet olduğunu açıkça söylüyorlar.

Siz ise zannınızca Allah (celle celâlühü) kendisine vacip olanı her kul için yaratması vaciptir, bunun zıddı Onun için haramdır diyorsunuz. Allah (celle celâlühü)'ın zatına vacip veya haram kılmadığı veya serî bir delille bilinmeyen bazı şeyleri Allah (celle celâlühü)'a vacip veya haram kılıyorsunuz. Dediklerinizi kabul etmeyenler için de; Onlar “Allah vacibi yerine getirmez” dediklerini iddia ederek, konuyu karıştırıyorsunuz.

Ey Râfizî!

Ehli sünnet'in "Allah zulmü ve kötülüğü işler” dediklerini iddia ediyorsun.

Bunu hiçbir Müslüman söylemez. Allah bundan yüce ve münezzehtir. Ehli sünnet Allah (celle celâlühü) kullarının fiillerini yaratır diyorlar.

Allah (celle celâlühü) şöyle buyuruyor:

“O, her şeyin yaratıcısıdır.” [66]

Yaratılan şey zulüm ise yaratanın değil onu işleyenin zulmüdür. Allah (celle celâlühü) kullarının ibadetini, haclarını, oruçlarını yaratıyorsa, haccı yapan, orucu tutan o değildir. Aynı şekilde Allah (celle celâlühü) kulların açlığını yaratıyorsa Ona aç denmez. Allah (celle celâlühü) bir yerde bir fiil yaratırsa onunla nitelendirilmez. Böyle olsaydı yarattığı her şeyle nitelendirilecekti.

Bu konuda da anlaşıldığı gibi, Allah (celle celâlühü)'ın başkasında yarattığı kelamdan başka bizzat kelâm sıfatı yoktur ve kendisinden ayrı olan fiilinden başka da fiili yoktur diyen mutezile ve tâbîleri bu konuda hataya düşmüşlerdir. Onlar, Allah (celle celâlühü)'ın zatında kaim olan kelam ve fiil sıfatını kabul etmiyorlar. Onlar Allah (celle celâlühü)'ın melekleriyle ve peygamberleriyle olan kelamını peygamberlerine kitaplar halinde indirdiği kelamın başkalarında yarattığı bir kelam olduğunu iddia ediyorlar. (Yani onlara göre Kur'an mahlûktur.) Onlara da şöyle diyoruz:

“Sıfat nerede tahakkuk eder(gerçekleşir)se, o yerin sıfatı olur. Allah (celle celâlühü) bir yerde hareketi yaratırsa, hareketlilik Allah (celle celâlühü)'ın değil onu işleyenin sıfatı olur.

Aynı şekilde Allah (celle celâlühü) bir koku, renk veya bir kişide ilmi yaratırsa o yer kokulu, renkli veya o kişi âlim olur. Şu halde Allah (celle celâlühü) bir yerde kelâmı yaratırsa mütekellim orası olur.”

Ey Rafızi!

Ehl-i sünnetin; “Allah (celle celâlühü) kullarına mutlaka faydalı olanı değil, zararlı olanı da yapıyor. Çeşitli masiyetler ve küfür gibi. Bunların kaynağı Allah (celle celâlühü)'tır” dediklerini iddia ediyorsun.

Bu sözüne cevap olarak şöyle diyoruz:

Evet bu söz bir kısım ehli sünnet ve şiilere aittir. Ama Ehli sünnetin cumhuru bu sözü kabul etmezler.

Aksine Ehl-i sünnetin cumhuru şunu diyorlar:

“Allah (celle celâlühü) her şeyin yaratıcısı, mürebbisi (terbiyecisi) ve şahididir. Dolayısıyla kullarının fiillerini, ibadetlerini yaratan, iradelerini gerçekleştiren Odur. ”

Kaderiyye mezhebi mensupları ise:

Allah (celle celâlühü)'ın mülkünde olan bütün varlıkların serbest olmadıklarını söylüyorlar. Peygamberlerin, meleklerin ve salih kullarının itaati gibi. Onlara göre bunların bu iyiliklerini Allah (celle celâlühü) yaratmamıştır. Allah (celle celâlühü) onları iyilikte istihdam edemediği gibi iyiliği de onlara ilham etmez. Onları zorla da hidayet etmeye muktedir değildir. Bunların görüşlerini de şu âyetler çürütüyor.

Allah (celle celâlühü) şöyle buyurur :

(İbrahim ve İsmail dualarına şöyle devam ediyorlar): “Ey Rabbimiz! Bizi (senin emirlerine zahiren ve batınen boyun eğen) müslümanlar kıl ve bizim neslimizden de sana teslim olan kimseler çıkar (ki onlar da senin emirlerine zahiren ve batınen boyun eğsinler). Bize nasıl ibadet edeceğimizi göster ve tevbelerimizi kabul et. Çünkü sen Tevvab'sın, Rahim'sin.”[67]

“Rabbim, beni ve soyumdan gelecekleri namazı dosdoğru kılanlardan eyle! Duamı kabul et." [68]

Allah (celle celâlühü) insanlara mutlaka iyi olanı yaratmaz” sözüne gelince:

Kaderiyyenin bir gurubu bunu iddia etmektedir. Onlara göre, Allah (celle celâlühü)'ın yaratması yalnız dilemekten ibaret olup bir maslahata mebni değildir.

Cumhur ise: Allah (celle celâlühü) kullarına maslahatlı olan işleri emretmiş, zararlısından da nehyetmiştir, diyorlar. Peygamberleri umumî maslahat için göndermiştir. Bunda bazı insanlar için zarar varsa bu bir hikmete mebnîdir. Bu fikir aynı zamanda çoğunlukta olan fakih, muhaddis, mutasavvıf ve keramiyeye aittir.

Kaderiyyeciler: Allah (celle celâlühü)'ın yarattığı bazı şeylerde zarar varsa -günahlar gibi- mutlaka bunda bir hikmet ve maslahat vardır, sözünü de fikirlerine ekliyorlar.

Ey Râfizî!:

Ehl-i sünnetin “İtaatkâr, sevaba müstahak olmadığı gibi, isyankar da cezaya müstahak değildir. Allah peygamberi cezalandırıp iblisi de mükâfatlandırır” dediklerini iddia ediyorsun.

Bu sözlerin de Ehl-i sünnete yaptığın açık bir iftiradır. Ehl-i sünetten hiç birisi Allah (celle celâlühü), peygamberi cezalandırıp iblisi de mükafatlandırır demez. Ehl-i Sünnet:

“Allah (celle celâlühü)'ın günah işleyeni affetmesi, büyük günah işleyenleri cehennemden çıkararak tevhid ehlinden hiçbirisini orada ebediyyen bırakmaması caizdir” diyorlar.

Müstahak olup olmaması meselesine gelince, Ehl-i sünnetin dediği şudur:

“Kulun hiçbir zaman Allah (celle celâlühü)'tan isteyecek bir hakkı olmaz. Ama itaatkârı da mükafaatlandırır, çünkü Allah (celle celâlühü) va'dini bozmaz.”

“Bu mükafaatlandırma Allah (celle celâlühü)'a vacib midir? Bu akılla biliniyor mu?” Meselesinde ihtilaf vardır.

Fakat Allah (celle celâlühü), dilediği kimseyi -İtaatkâr veya isyankâr- dilediği şekide mükafaat veya cezaya tabi tutarsa kim ne diyebilir?

Alah (celle celâlühü) şöyle buyurur:

“De ki: Eğer Allah, meryemin oğlu Mesih'i, anasını ve arzda bulunanların hepsini yok etmek isterse, Ondan kim bir şey kurtarabilir?”[69]

Elbette Allah (celle celâlühü) ile hesaplaşmaya kalkışanı Allah (celle celâlühü) kolayca ta'zib (azab) eder.

Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurur:

“Hesabı soran Allah ile hesaplaşmaya kalkışan cezalandırılır”,

Başka bir rivayette de şöyle buyurulur:

“Sizden hiç biriniz mutlak ameliyle cennete giremez.”

Sen de mi ya Rasulullah? diye sorulması üzerine:

“Evet ben de. Ancak Cenabı Allah Rahmetiyle beni gark ederse” (yani bana kendinden bir rahmet ulaştırır) buyurdu. [70] Muhakkak ki, Allah (celle celâlühü) bir kimseyi cezalandırırsa günahlarıyla cezalandırır. Muhakkak o zulümden uzaktır.

Ey Râfizî!

Ehl-i sünnetin “Peygamberler, masum değildir” dediklerini iddia ediyorsun. Bu sözün tek kelime ile iftiradır.

Ehl-i sünnet, Peygamberlerin tebliğ ettiği risalet konusunda masum olduklarında ittifak etmişlerdir. Diğer konularda kendilerinde hatacıklar sâdır olabilir. Fakat onlar asla o hataya ve herhangi bir zelleye devam etmezler. Peygamberliğe zarar getirecek her şeyden uzaktırlar.

“Peygamberlerden zelleler -küçük hata- meydana gelebilir” diyenlerin umumu onların bu hatacıklara devam etmediklerinde müttefiktirler. Hiç şüphesiz ki, Davud (a.s).ın istiğfardan önceki hali, sonraki hali kadar faziletliydi.

Fakat Rafiziler hıristiyanlara benzediler. Cenab-ı Allah (celle celâlühü), emredildikleri ve haber verdiği hususlarda Peygamberlere itaat ve onları tasdik etmek için emir buyurdu. Fakat hırıstiyanlar o kadar aşırı gitti ki, İsa'yı (a.s.) Allah (celle celâlühü)'a ortak koştular, dinini değiştirerek Ona isyan ettiler. Bu aşırılıklarıyla dinden de çıktılar. Aynı şekilde Râfizîler de Peygamberler ve imamlar hakkında aşırı gittiler. Öyle ki onları Allah (celle celâlühü)'tan başka rablar edindiler. Peygamberlerin tevbe ve istiğfarlarını haber veren nassı yalanladılar. Bir de bakarsın ki mescidlerde Cuma ve cemaate engel olup, kabirlerin başında büyük topluluklar meydana getirerek Onları yüceltirler, hacceder gibi yaparlar. Hatta bazıları daha aşırı giderek o kabirleri tavaf etmenin daha büyük bir ibadet olduğunu iddia ettiler.

Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurur :

“Allah, yahudi ve hıristiyanlara lânet etti. Onlar Peygamberlerinin kabirlerini mescidlere çevirdiler. Allah Onların yaptıklarını yasaklıyor. ” [71]

“İnsanların en şerlileri hayatta iken kıyameti görenlerle, kabirleri mescid yapanlardır,” [72]

“Ya Rabbi Kabrimi tapılan bir put yapma, Allanın gazabı peygamberlerinin kabirlerini mescid yapan kavime karşı şiddetlendi.” [73]

Ey Râfizî!, Üstadınız el-Müfîd “Meşhedlerin haccı[74]” adındaki bir kitap te'lif ederek, mahlûkatın kabirlerinin kâbe gibi haccedilebileceğini iddia ediyor.

Ey Râfizî!

Ehl-i sünnetin “Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) kimsenin halifeliği hakkında hüküm vermemiştir. O, vasiyet etmeden vefat etmiştir.” dediklerini iddia ediyorsun.

Bu söz, bütün ehli sünnetini sözü değildir. Bazılarına göre Ebu Bekir'in (r.a.) hilafeti nass ile sabittir diyorlar. Bu hususta da Ebu Ya'lâ, İmam Ahmed bu iki rivayeti naklediyor.

Birincisi, Ebu Bekir'in (r.a.) hilafeti seçimle tahakkuk etmiştir.

İkincisi, gizli bir nass ve işaret ile sabit olmuştur. Hasan el Basrî ve bazı haricîler ikinci görüştedirler.

İbn-i Hamid diyor ki:

Ebubekr'in (r.a.) halifeliğini isbatlayan nass Buharinin Cübeyr bin Mut'imden rivayet ettiği hadistir. Cübeyr bin mut'im şöyle diyor:

“Kadının biri Rasulullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem) geldi. O da tekrar kendisine gelmesini emretti, kadın, bir daha geldiğimde sizi bulamazsam -vefatını kastediyor- demesi üzerine Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu:

“Beni bulamazsan Ebu Bekir'e git” [75]

İbn-i Hamid bir kaç hadis daha zikrederek bunların Ebu Bekr'in (r.a.) hilafetine nass teşkil ettiklerini söylüyor. Huzeyfe (r.a.) den gelen hadiste Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) :

“Benden sonra gelecek iki kişiye yani Ebu Bekir ve Ömer'e uyunuz” buyuruyor[76]

Ali bin Zeyd bin Cud'â'nın Abdurahman bin Ebi Bekre'den O da babasından rivayet ettiği hadiste de Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) bîr gün: “Hanginiz rüya gördü?” (Buyurması üzerine Ebu Bekre ben gördüm ya Rasulallah!) diyerek rüyasını şöyle anlatır:

“Gördüm ki, gökten bir terazi sarkıtıldı. Ebu Bekir'le tartıldınız, Ebubekir'e karşı ağır geldiniz. Sonra Ebubekir'le Ömer karşılıklı tartıldılar. Ebubekir ağır geldi. Sonra Ömer ve Osman tartıldılar. Ömer ağır geldi. Sonra da terazi kaldırıldı.” buyurdu. [77]

Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) buyuruyor ki:

“Hilafet nübüvvettir -yani nübüvvetin işlerindendir, bu da kalkınca- sonra Allah mülkü dilediğine verir. [78]

Ebu Davud, Câbir (r.a.) den şu hadisi nakleder:

“Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu:

“Bu gece sâlih bir zât rüyasında Ebubekir'in Rasûlullah'a, Ömer'in Ebubekir'e, Osmanın da Ömer'e bağlandığını gördü.” [79]

Câbir dedi ki:

Rasûlullahın yanından kalkacağımızda şöyle dedik:

“Salih kişi Rasûlullahtır. (Bu zâtların) birbirlerine bağlanmalarının manâsı ise Allah (celle celâlühü)'ın Onunla Peygamberini gönderdiği İslâmı tatbik için onların mü'minlere imam olacaklarını ifade ediyor.”

Bu rivayetlerin bir benzeri de Salih bin Keysân'ın, Zuhrî'den, o da Urve'den, O da Aişe (r.a.)'den rivayet ettiği bir hadistir ki, bu hadiste Aişe (r.a.) şöyle diyor:

Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'ın hastalandığı günde Onu ziyaret ettim. Bana şunu söyledi:

“Bana babanı ve kardeşini çağır ki, Ebubekir'e bir mektup yazayım.”

Sonra şunu buyurdu:

“Allah ve müslümanlar Ebubekir'den başkasını reddederler[80]'”

İbn-i Ebî Müleyke, Aişe'nin (r.a.) şöyle buyurduğunu rivayet ediyor:

Rasûluluh (sallallahu aleyhi ve sellem)in hastalığı ağırlaşınca şöyle buyurdu:

“Ebubekir'in oğlu Abdurrahman'ı bana çağırınız. Ebubekir'e öyle bir mektup yaz ki, Onun üzerine ihtilaf etmiyecekler.”

Devamla şöyle buyurdu:

“Mü'minlerin Ebubekir'de ihtilafa düşmelerinden Allah'a sığınırım.” [81]

İbn-i Hamid, Rasûlullah'ın Ebubekir'i (r.a.) namaza imam tayin etmesiyle ilgili hadisler yanında, dereceleri sıhhate varmayan daha birçok hadis rivayet etmiştir.

İbn-i Hazm diyor ki:

“Alimler imamet konusunda ihtilaf ettiler. Bir kısmı; Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) imam tayin etmemiştir, bir kısmı; Ebubekir'i namaza imam tayin edince imamet ve hilafete en lâyık olanın kendisi olduğuna delildir. Diğer bir kısmı, fazilet bakımından en üstünleri olduğu için Onu öne geçirdiler. Diğer bir kısım âlimler de, Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) kendisinden sonra halifenin Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh) olacağını açık bir nassla ifade etmiştir, dediler. Biz de bu son görüşteyiz. Delillerimiz de şunlardır:

Birincisi: Halifeliğinde icma edilmesidir. İcma edenler hakkında Allah (celle celâlühü) :

“Onlar sâdıklardır[82]buyuruyor.

Sadakatla isimlendirilen bu mü'minler, Ebubekr'e (r.a.) “Allah Rasûlünün halifesi” ismini vermekte ittifak etmişlerdir.

Halifenin lügattaki manâsı: kişinin tayin ederek geride bıraktığı kimsedir. Tayin etmeden yalnız geride bıraktığı kimse anlamında değildir. Lügatte bu manadan başkası caiz değildir. Falan adam, falanı tayin etti. Yani Onu yerine geçirdi, denilir. Tayinsiz olursa, buna o kişinin halifesi değil halefi denir. Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) henüz hayatta iken Ebubekir'e (r.a.) namaz kıldırdığı için Rasûlullah'ın halefi demek muhaldir. Ancak Rasûlullah'ın tayin ettiği kimse denilir. Bundan da anlaşılıyor ki Rasûlullah'ın Ebubekir'i (r.a.) tayini namazın dışında bir istihlâf, (tayin)dir.

İkincisi: Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) in bütün tayinleri; Tebukte Ali'yi (r.a.) Hendek'te İbn-i Ümmü Mektûm'u, Zâturrika'da Osmanı (r.a.) ve diğerleri için yaptığı bu tür tayinler şümullü ve mutlak tayin değildir. Bundan da anlaşılıyor ki, Rasûlullahtan sonraki hilafet ümmetin uhdesindedir. Rasûlullah Ebubekr'i (r.a.) nass ile tayin etmeseydi ümmetin Ebubekr'in (r.a.) hilafeti üzerine icma etmeleri muhal olurdu. Bunun gibi sahih rivayette kadın:

Geri gelip de seni görmezsem? -vefatını kastediyordu- dediğinde Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem):

“Ebubekr'e git” buyurdular[83]

İbn-i Hazm, devamla şöyle diyor:

“Aşağıdaki hadis de Ebubekr'in (r.a.) halife olarak tayin edildiğine açık bir nasstır. Sahih rivayette sabittir ki, Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) son hastalığında Aişe'ye (r.a.) şöyle buyurdu:

“İçimden şu geliyor, babanı ve kardeşini çağırayım, bir mektup yazayım, bir de yemin vereyim ki, biri kalkıp da ben daha lâyıkım demesin, diğer birisi de bir temennide bulunmasın. Allah ve mü'minler Ebubekir'den başkasını reddederler.[84]

Yukarıdaki hadis, Rasûlullah'ın kendisinden sonra Ebubekr'i (r.a.) ümmete halife olarak tayin ettiğinin açık bir delilidir.

İbn-i Teymiyye de şöyle diyor:

Bu nass Rasûlullahın Ebubekir'i (r.a.) ümmete halife olarak tayin ettiğine delil değil de, belki Rasûlullahın halife olması için Ona rıza gösterdiğine ve ümmetin onun üzerine ittifak edeceklerine bir delildir. Allah (celle celâlühü)'ın bu ümmeti Hz. Ebubekir'in (radiyallâhü anh) hilafeti üzerine birleştireceğini bildiği için, bununla iktifa ederek açık bir nass söylememiştir.

İbn-i Hazm devamla şöyle diyor:

Rasûlullah, “ Ebubekr'i (r.a.) tayin etmemiştir.” Diyenlerin delilleri (r.a.) Ömer'in:

“Tayin edersem benden hayırlı olanı - Ebubekir'i (r.a.) kastederek- tayin etmiştir. Tayin etmezsem, yine benden hayırlı olan -Rasûlullahı kastederek- tayini terketmiştir.” sözleridir.

Diğer delilleri de: Aişe'ye (r.a.),Rasûlullah halife tayin etseydi kimi ederdi? sorusuna karşı Aişe'nin (r.a.) Ebubekir'i tayin edecekti, şeklindeki cevabıdır.[85]

İbn-i Hazm dedi ki;

“Hz. Ömer (radiyallâhü anh) ve Aişe'nin (r.a.) sözleri yukarıda zikrettiğimiz iki hadis ve sahabenin icma'ı ile mütenakız değildirler. Hz. Ömer (radiyallâhü anh) ve Aişe'ye (r.a.) bu durum kapalı kalmış olabilir. O ikisi tayinin yazılı bir fermanla olmasını istiyorlardı.”

Şeyhimiz İbn-i Teymiyye diyor ki:

“Şia'nın, Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) tayini nassla sabittir, şeklindeki iddialarını te'yid edecek hiçbir delilleri yoktur. Râvendiyye'nin hilafet nass ile Abbas'a (r.a.) aittir demeleri gibi.”

Kadı Ebu Ya'la da şöyle diyor:

“Râvendiyye'den bir gurup:

Rasûlullah Abbas'ı (r.a.) bizzat halife olarak tayin etmiş ve tayinini de ilan etmiştir. Ümmet ise bu nassı inkar ile irtidat etmiş ve inadına devam etmiştir, derken diğer bir gurubu da:

Rasûlullah hilafeti Abbas'a (r.a.) ve kıyamet kopuncaya kadar çocuklarına vermiştir” diyorlar.

İbn-i Batte, Müberake bin Fudale'den rivayet ettiğine göre İbn-i Fudâle şöyle diyor:

Hasan'ın yemin ederek Rasûlullah'ın Ebubekiri halife olarak tayin etti, dediğini işittim.

Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh) açık nassla halife tayin edilmiştir, diyenlerin dayanakları sahabelerin onu “Rasûlullah'ın halifesi” şeklinde tesmiye etmelerindendir. Bu tesmiye de ancak başkası tarafından tayin edilen kimse için yapılır. Bu da mutlak olarak böyle değildir. Çünkü başkalarının tayin ettiği kimseye “Filanın halifesi” denildiği gibi, başkasına vekil olana da aynı tabir kulanılır.

Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurur:

“Allah yolunda cihad edecek olanı techiz edecek kimse, bizzat gaza etmiş gibidir. Gazaya giden kimsenin ailesini görüp gözeten kimse de bizzat gaza etmiş gibi sevaba erişir.[86]

“Ya Rabbi sen seferde arkadaşım, ehlimde vekilimsin.”

Allah (celle celâlühü) şöyle buyurur:

“Allah, O'dur ki, sizi arzın halifeleri yaptı.[87]

“Sonra, onların arkasından sizi arzda halifeler yaptık.[88]

“Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım.[89]

“Ey Davud! Biz seni yeryüzünde halife kıldık.[90]

Yani insanlar arasında hak ve adaletle hükmetmek, insanları Allah (celle celâlühü)'ın yolundan başkasına saptırmamak için seni halife tayin ettik. Mülhidlerin[91] dediği gibi Davud (a.s.), mutlaka Allah (celle celâlühü)'ın yerinde değildir.

Onlar'a göre Davud (a.s.) Allah (celle celâlühü)'a nisbetle, gözün insana nisbet edilmesi gibidir. Daha ileriye giderek Davud'un esma-i hüsnası olduğunu (Hâşâ!) iddia ettikten sonra;

“Allah Adem'e bütün isimleri öğretti[92] [93] [94]âyetini de delil olarak getirirler.

Böylece o halifenin Allah (celle celâlühü) gibi olduğunu saçmalıyorlar. Şüphesiz ki Allah (celle celâlühü) benzerlikten ve başkasının kendisine halef olmaktan münezzehtir. Çünkü hilafet kaybolmuş, birisi adına yapılır. Allah (celle celâlühü) ise her zaman hazırdır, kulların işlerini görür ve halkı idare eder. O, ehlinden ayrı kaldığı zaman kulunun halifesi olur.

Yine rivayet edilir ki, Ebubekir'e (r.a.):

“Ey Allah (celle celâlühü)'ın halifesi” denildiğinde O “Ben Rasûlullah'ın halifesiyim. Bu bana kâfidir” buyurmuştur.

Hz. Ebubekir'in (radiyallâhü anh) hilafeti gizli bir nass ile sabittir diyenlerin dedikleri şunlardır:

Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurur :

(Rüyamda) gördüm ki, kuyu başındayım. Ondan su çekiyorum. Ebu Kuhâfe'nin oğlu kovayı alarak bir veya iki kova su çekti. Yalnız suyu çekmekte metanet gösterdi. Allah onu bağışlasın. Sonra İbnül Hattab, kovayı aldı. Fakat kovayı sertçe çekince, su etrafa saçılmaya başladı. Onun yaptığını gerçekleştirecek bir kimse dâhi görmedim. Ve etraftakiler kenara çekildiler[95]”.

Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurur:

“Ebubekr'e söyleyin namazı kıldırsın.”[96] Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh) Rasûlullah'ın hastalığı boyunca namazı kıldırdı. Hatta vefaat edeceği gün kapının perdesini aralıyarak cemaata baktı. Ashabın Ebubekir'in arkasında namazı kıldıklarını görünce buna çok sevindi.

Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu:

“Eğer yeryüzünde halil (samimi bir dost) edinseydim, Ebubekir'i edinirdim. Ebubekir'in penceresinden başka mescide bakan açık pencere kalmasın. Hepsi kapatılsın.”

Ebu Davud'un Süneninde ve Ebi Bekre'den rivayet edilen bir hadiste, Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) bir gün şöyle buyurdu:

“Sizden hanginiz rüya görmüştür?”

Ashabtan biri gördüğü rüyayı anlatmaya başladı:

“Semadan indirilen bir terazi gördüm. Siz ve Ebubekir karşılıklı tartıldınız ve siz ağır geldiniz. Sonra Ebubekir ve Ömer tartıldılar, Ebubekir ağır geldi...”

Aynı hadisi Ebu Davud Hammad b. Seleme, O da İbn-i Cüd'â'dan, O'da Abdurrahman İbn-i Ebi Bekre'den, O'da babasından aynısını rivayet etmiştir. Bu hadiste:

“Hilafet nübüvvetin bir parçasıdır. Sonra Allah -Hilafet kalkınca- mülkü, gücü, saltanatı, dilediğine verir.” ibaresi de vardı.

Yine Ebu Davud'un Zuhri'den, O'da Amr b. Ebân'dan, O'da Câbir'den rivayet ettiği hadiste Cabir (r.a.), Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'in şöyle dediğini naklediyor:

“Bu gece sâlih bir kişiye rüyada Ebubekir'in Rasulullah'a, Ömer'in Ebu Bekr'e, Osman'ın da Ömer'e bağlandığı gösterildi.”

Cabir dedi ki, Rasûlüllahın huzurundan ayrılırken şöyle dedik:

“Sâlih zat, Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) dır. Diğer üç zâtın birbirlerine bağlanması ise Allah (celle celâlühü)'ın Peygamberini gönderdiği hususlarda Onların mü'minlere imam olacaklarına işarettir.”

Yine Ebu Davud Hammed b. Seleme'den, O'da Eş'as b. Abdurrahman'dan, O da babasından, O'da Semure'den rivayet ettiğine göre, bir zât. Yâ Rasûlallah şu rüyayı gördüm:

Gökten bir kova su indirilmiş, Ebubekir gelerek kovanın kulpçuklarından tutup biraz içti. Sonra Ömer gelerek kulplarından tutup kana kana içti. Sonra Osman gelerek kulaklarından tutup kana kana içti. Sonra Ali gelerek kulplarından tuttu ve kulpları koptu. Üzerine biraz da su döküldü.”

Şüphesiz ki yukarıda saydığımız Ehl-i sünnetin görüşleri, hilafet hakkı Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) veya Abbas'a ait olduğu nass ile sabittir diyenlerin görüşlerinden daha isabetlidir. Bunların bilinen yalanlarından başka hiçbir delilleri yoktur. Elbette ki bu iddiaları tamamen bâtıldır. İslâm tarihini ve Rasûlullah'ın yaşadığı günleri bilen bunu pek iyi bilir. Delilleri olsa da delâleti kâfi olmayan bazı hadislerdir. Tebük seferinde Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) Medine'ye vekil tayin edilmesi gibi.

Gerçek olan Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'ın doğrudan halife tayin etmeyip, bir çok işlerde Müslümanları Ebubekir'e (r.a.) yönelmelerini istemesi, Ona rıza göstermesi, halife tayin edilmesi için bir vasiyyeti yazmak için azmetmesi, sonra müslümanların Hz. Ebubekir'in (radiyallâhü anh) hilafeti üzerine ittifak edeceklerini bilmesi, Onun halifeliğini istediğine bir işarettir.

Rasulullah, arzu ettiklerinin ümmet içinde ihtilâfa yol açacağından şüphe etseydi, bunu bertaraf etmek için o hükmü kesin bir şekilde açıklayacaktı. “Allah ve Mü'minler Ebu Bekir'den başkasını reddederler” gibi sözleri Ümmetin Rasûlullah'ın rızasına uygun olarak ittifak edeceklerini gösteriyor. Bu da vasiyyetten daha açıktır.

Ey Râfizî!

Ehl-i sünnet “Rasûlullah'tan sonra imam, Ömer'in biati ve dört kişinin rızası ile Ebubekir'dir.” dediklerini iddia ediyorsun. Deriz ki:

Hiç de senin iddia ettiğin gibi değildir. İnadına Hz. Ebubekir'in (radiyallâhü anh) imameti müslümanların icmâı ve rızası ile tahakkuk etmiştir. Halbuki, Ali'ye (r.a.) sahabi ve tabiînden sayılarını Allah (celle celâlühü)'tan başka kimsenin bilemediği birçok kimseler biat etmemiştir. Bu da hilafetinde mütecaviz midir? (Hâşâ!) Ehl-i sünnete göre imametin gayesi tahakkuk etmesi için güçlü kişilerin muvafakati gerekir. Bunun için de şöyle diyorlar:

“İdareciliğin gayesini gerçekleştirebilecek güçlü ve kuvvetli kişiler; kendilerine itaatle emrolunan Âmirlerin en lâyık olanlarıdır. Bu kişiler Allah (celle celâlühü)'a isyan teşkil edecek bir şeyi emretmedikleri müddetçe itaat edilirler. İmamet hükümdarlık ve kuvvettir. İmam, ister âdil ister fâcir olsun üç veya dört kişinin muvafakati ile hükümdar olamaz. Bunun içindir ki, Ali'ye (r.a.) biat edilince kendisinde bir güç meydana geldi ve imam oldu.

İmam Ahmed bin Hanbel, Abdus el-Attar'a yazdığı mektubda şöyle diyor:

“İnsanların ittifakı ve rızasıyla veya kılıç ile halife olup, emirül mü'minin adını taşıyan kimse ister itaatkâr, ister asî olsun zekâtın kendisine verilmesi caizdir.”

Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'in:

“Kim (bir imama) biatsiz ölürse, câhiliyyet ölümü üzerine ölür.” mealindeki hadisin açıklaması Ahmed bin Hanbel'e sorulduğunda şu cevabı verdi:

“İmamın kim olduğunu bilir misin? İmam, imametinde bütün müslümanların ittifak ettiği kimsedir.”

Binaenaleyh Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh) es-Sıddîk müslümanların icma'ı ile imamete müstehaktır. İmamete Allah ve Rasûlünün rıza gösterdiği cinstendir. Sonra güçlü ve kuvvetlilerin biatıyla imam olmuştur.

Aynı şekilde Hz. Ömer (radiyallâhü anh) müslümanların biat ve itaati ile imam olmuştur. Müslümanlar Hz. Ebubekir'in (radiyallâhü anh) Hz. Ömer (radiyallâhü anh) hakkındaki vasiyetini yerine getirmediklerini farzedersek, Hz. Ömer (radiyallâhü anh) imam olmayacaktı. Bunun caiz olup olmaması ayrı meseledir. Çünkü helâl ve haramlılık, fiillere bağlı bir şeydir. Ama velayet güç ve kuvvetle tahakkuk eder. O da Allah ve Rasûlünün sevdiği bir yöntem ile tahakkuk eder. Dört râşid halifenin hilafetleri gibi. Bazen bunun dışındaki bir yöntemle de tahakkuku mümkündür ki, zâlimlerin saltanatları gibi.

Ebu Bekir'e, (r.a.) Hz. Ömer (radiyallâhü anh) ve bir gurup müslümanlar biat etmiştir, diye farzedilirse bununla imam olmaması gerekirdi. Durum hiç de böyle değildir. Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh) cumhurun biatıyla imam olmuştur. Bu biatta Hz. Ömer'in (radiyallâhü anh) acele ettiği deniyorsa, şüphesiz ki, her biatta önde olan biri olacaktır. Eğer bazıları bu biati istemeyerek yaptıklarını iddia ediliyorsa bu da imamete zarar vermez. Çünkü imamete müstehak olduğu şer'î delillerle sabit olmuştur.

Hz. Ebubekir'in (radiyallâhü anh) Hz. Ömer (radiyallâhü anh) hakkındaki vasiyeti ise Hz. Ebubekir'in (radiyallâhü anh) vefatından sonra müslümanların Ömer'e (r.a.) biat etmeleri ile gerçekleşmiş, böylece Hz. Ömer (radiyallâhü anh) imam olmuştur.

Ey Râfizi!

“Sonra bazıları Osman'ı seçtiler” sözüne karşı şunu söylüyoruz:

Söylediğinin tam aksine Osman'ın (r.a.) hilâfetinde hepsi ittifak etmiş, hiç birisi ihtilaf etmemiştir.

Ahmed b. Hanbel, Hamdan b. Ali'nin “Osman'ın (r.a.) imameti kadar sağlam bir imamet yoktur. O'nun imameti cümlesinin ittifakı ile gerçekleşmiştir.” dediğini rivayet ediyor.

Ahmed ne doğru söylemiştir. Abdurrahman O'na biat etmiş, fakat Ali, Talha, Zübeyr ve diğer güçlü şahsiyetler O'na biat etmemiştir, diye farzedilirse o zaman imam olamazdı. Çünkü Hz. Ömer (radiyallâhü anh), imametle ilgili işi altı kişilik bir şûra meclisine havale etmiştir. Sonra Talha, Zübeyr ve Sâd istekleriyle çekilince, Osman, Ali ve Abdurrahman b. Avf kaldı. Bunlar da kendi aralarında Abdurrahman'ın halife olamıyacağı, Halifenin geri kalan bu iki zâttan birisi olacağı üzerine ittifak ettiler. Bilahare Abdurrahman yemin ederek, üç gündür uyumadığını, Ensar ve Muhacirlerle istişaresi neticesinde Osman'ın (r.a.) imamete gösterildiğini ifade etti. Bunun üzerine Osman'a (r.a.) biat ettiler. Bu biat ne bir mükafat ve ne de bir korku neticesinden olmuştur.

Ey Râfizi!

“Sonra bütün halkın bîatıyle Ali İmam oldu.” Sözün, mühassısı olmayan bir tahsistir.

Çünkü ondan önceki üç halife için cereyan eden biat ona yapılan biattan çok daha üstündür. Osman'ın (r.a.) şehid edilmesinden sonra henüz kalpler üzgün iken birlik ve beraberlik yokken Ali'ye (r.a.) biat edilmişti. Hatta Talha'yı zorla getirip Aliye (r.a.) bîat için mecbur ettiler. Fitneyi çıkaranlar ise Medine'de henüz güçlü ve kuvvetli idiler. Bununla beraber birçok sahabi Ali'ye (r.a.) biat etmemişti. İbn-i Ömer bunlardan birisidir.

Hal böyle iken ey Râfizî!

Nasıl olur da (r.a.) Ali için “Bütün halk biat etmiştir” diyorsun ve fakat bu sözün aynısını ondan önceki üç kişi hakkında söylemiyorsun? Üstelik ) Ali'ye (r.a. biat edenlerin bir bölümü onunla bozuştular, bir bölümü de Ona karşı harp ilân ettiler. Şam ehli de Osman'ın (r.a.) öcünü alıncaya kadar biat etmediler. Hatta bazıları Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) ve Muaviye'nin (r.a.) beraberce halifeliklerinin sıhhatine kail oldular.

Diğer bir gurup da o zaman müslümanların umumî bir imamlarının olmadığını, belki o zamanın bir fitne zamanı olduğunun görüşünde idiler. Bu görüş bir kısım Basra ehli muhaddislerinindir.

Üçüncü bir gurup da mutlaka (r.a.) Ali'nin halife olduğunu, Talha ve Zübeyr gibi O'na karşı gelenlerle savaşmada isabet ettiğini söylüyorlardı. Halbuki Talha ve Zübeyr de isabet edenlerdendir. Ebu'l-Huzeyl, Cübbâî, O'nun oğlu, İbnü'l Bâkillânî[97] ve Eşarîlerin bir kısmı bu görüştedirler. Bunlar aynı zamanda (r.a.) Muaviye'yi de isabet eden bir müctehid kabul ederler.

Dördüncü bir gurup da Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) imam ve içtihadında isabetli, onunla savaşanın hata etmiş müctehid olduğunu söylediler. Bu görüş de Hanefi, Maliki, Şafii ve Hanbeiîlerden bir bölümünün görüşüdür.

Beşinci bir gurup da şöyle diyor:

Halife (r.a.) Ali'dir. (r.a.) Muaviye'den çok hakka yakındır. Her ikisinden de ayrılıp savaşa katılmamak daha hayırlıdır. Çünkü Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyuruyor:

“Öyle bir fitne olacak ki, O'na karışmayan karışandan daha

hayırlıdır. ”[98]

Hasan (r.a.) hakkında da şöyle buyuruyor:

“Benim şu oğlum Seyyiddir. Allah (celle celâlühü) Onunla iki büyük müslüman gurubun arasını Islâh edecektir.”[99]

Bu hadis ile O'na “Islah = Sulh” sıfatını vermiştir. Kitâl vacip veya müstehap olsaydı. Rasullullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Onu terkedeni methetmezdi. Bunlar devama şöyle dediler:

“Allah (celle celâlühü) saldırgana karşı hemen savaşı emretmemiştir. Hem de her sadırganla da değil. Allah (celle celâlühü) şöyle buyuruyor:

“Eğer mü'minlerden iki birlik çarpışırlarsa, hemen aralarını düzelterek barıştırın. Eğer Onlardan biri tecavüz ediyorsa, o vakit tecavüz edenle Allah (celle celâlühü)'ın emrine dönünceye kadar savaşın.”[100]

Cenab-ı Allah önce barıştırmayı emretmiştir. Onlardan biri tecavüze devam ederse, Allah (celle celâlühü)'ın emrine dönünceye kadar Onunla savaşılır. Bunun için her iki birliğin de savaşması maslahat değildir. Allah (celle celâlühü)'ın emrettiği ve mütecavize karşı olan savaş da şüphesiz ki mefsedete tercih edilen bir maslahattır. (O da fitneyi ortadan kaldırmaktır.)

İbn-i Sîrin, fitneye düşüp de akibetinden korkmayan bir kişi varsa, o da Muhammed b. Mesleme'dir. Çünkü Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) in O'nun hakkında “Fitne ona zarar veremez” buyurduğunu işittim.

Şû'be, Eş'as b. Süleym'den, O'da Ebu Bürde'den, O'da Sa'lebe b. Dabi'â'nın şöyle dediğini rivayet ediyor:

Huzeyfe'nin yanına gittim. O da şöyle dedi:

“Ben öyle bir adam bilirim ki fitne Ona hiç zarar vermez.” sonra çıktığımızda içinde Muhammed b. Meslemenin tek başına bulunduğu bir çadırı gördük. O'na bu durumu sorduk. O da “Olan oluncaya, herşey açığa çıkıncaya kadar, şehirlerinden hiçbir yerin beni içine almasını istemiyorum.” dedi.

İbn-i Mesleme, hiç savaşa iştirak etmemiş, Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) in haber verdiği gibi fitne de O'na zarar verememiştir.

İbn-i Mesleme gibi Sa'd bin Ebi Vakkas, Usâme b. Zeyd, İbn-i Amr, Ebubekr'e, İmran b. Husayn ve daha bir çok ileri gelen sahabi Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) ve Muaviye'nin karşılıklı savaşlarına katılmamışlardır. Bu durum bir tarafı tutup savaşmanın ne vacip ve ne de müstehap olduğunu gösteriyor.

İşte bu son görüş ehl-i sünnetin cumhuru, hadis ehli, Mâlik, Süfyan es- Sevri, Ahmed b. Hanbel ve daha birçoklarının görüşüdür.

Bütün bu görüşlerden başka Hz. Osman (radiyallâhü anh), Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) ve taraftarlarını tekfir eden haricîlerin görüşü, Râfizilerin Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) ile savaşanlarla bir çok sahabeyi fâsık ve kâfir kılan görüşleri,Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) ve taraftarlarını fâsık ve zâlim kabul eden Nasîbî ve Emevîlerin iddiaları vardır. Mutezilenin bir bölümü ise Cemel vakasının karşı guruplarından birini -ismini vermeden- fasıklıkla nitelendiriyorlar.

Binaenaleyh ey Râfizî!

Ali'ye (r.a.) yapılan biat ondan öncekilere yapılan biattan daha umumi olduğunu nasıl iddia edebiliyorsun?! Kaldı ki sen, Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) imameti nass ile sabit olduğunu iddia ediyordun. Şimdi ise halkın çoğunluğu ile tahakkuk ettiğini söylüyorsun. Bu nasıl olur?!

Ey Râfizî!

Ehl-i sünnetin “Sonra imamette ihtilafa düştüler. Bazısı Ali'den sonra imam Hasan'dır. Bazısı da Muâviye'dir” dediklerini iddia ediyorsun.

Bu sözüne cevabımız da şudur:

Ehl-i sünnet bu konuda hiç ihtilaf etmemiştir. Onlar şunu iyi biliyorlar ki Irak ehli babasının yerine geçmek üzere Hasan'a (r.a.) biat etmişler, fakat Hasan (r.a.) imameti gönül rızasıyla Muaviye'ye teslim etmiştir.[101]

Ey Râfizî!

Ehl-i sünnetin “Sonra imameti Ümeyye oğullarına verdiler” dediklerini iddia ediyorsun. Buna da cevabımız şudur :

Ehli sünnet kesin olarak imamet şunun ve bunun olması vacib olup, ona her işte itaat gereklidir, dememiştir. Belki durum böyle tecelli etti. Ama ehl-i sünnet şunu da ilave etmekten geri kalmamıştır. Diyorlar ki:

“Emeviler işbaşına geçtiler, aynı zamanda güçlü idiler. Onların sayesinde işler rayına oturdu. İmametin gayesi olan cihad, hac, cuma, bayram ve yol emniyeti gibi iş ve ibadetleri gerçekleştirdiler. Fakat Allah'a isyan ettikleri hususlarda Onlara itaat yoktur. Buna rağmen kötülüklerde ve düşmanlıklarda değil, iyilik ve takva hususunda onlara yardım edilebilir.”

Bilinen bir gerçektir ki, insanlar ancak idarecilerle İslah edilebilirler. Zalim idarecinin varlığı yokluğundan hayırlıdır.

Hatta Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh):

“İnsanlara mutlaka bir idare(ci) gereklidir, bu idare ister iyi ister kötü olsun” buyurması üzerine Ona şu soruyu sordular:

İyi idareye diyeceğimiz yoktur, fakat kötü idareye nasıl evet denilsin? Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh)şu cevabı verdi:

“Kötü idare olsa da yollar onunla emniyette olur. Cezalar onunla tatbik edilir, onunla düşmana karşı cihad edilir, onunla haraç ve ganimetler paylaştırılır.”

Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) bu sözünü Ali b. Ma'bed “Et-Taatü ve'l-Ma'siyetü” adlı eserinde zikrediyor. (Bu zat Bağdat Şiîlerindendir. Abbasi halifeleri Memun ve Mu'tasım zamanında yaşamıştır.)

Durum ne olursa olsun, işbaşına gelen emir, senelerden beri beklemekte olduğunuz muntazar imamınızdan daha hayırlıdır. Siz de yalan söyleyip beklemeye devam ediniz. Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) den başka, bütün cedlerinin de bu işi gerçekleştirecek güç ve kuvvetleri yoktu. Onlar imametten de âciz idiler. Ehl-i hâil ve akd da değildiler. Allah (celle celâlühü) cümlesinden razı olsun. Onlarla imametin gayesi de tahakkuk edemezdi.

İbn-i Abbas (r.a.) dan, Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurur:

“Kim ki, emirinde hoşlanmadığı bir şey görürse sabretsin. Emirin -hakka uygun- emirlerinden bir karış uzaklaşıp ölen, cahiliyye ölümü ile ölür”[102]

Ebu Hureyre (r.a.) den rivayet edildiğine göre Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) bir başka hadislerinde şöyle buyururlar:

“Emîre itaattan çıkıp, cemaattan ayrılan ve sonra ölen kimse, cahiliyyet ölümü ile ölür. Kim ki Hak ve bâtıl olduğu bilinmeyen karanlık bir davanın bayrağı altında kavmiyyet ve asabiyete yardım ederek öldürülürse onun bu ölümü tam bir cahiliyyet ölümü olur.”[103]

İbn-i Hz. Ömer (radiyallâhü anh)'ın rivayet ettiğine göre Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) bir başka hadisinde şöyle buyuruyor:

“Her kim itaattan bir el kadar ayrılırsa, kıyamet gününde Allah'a karşı kendisini onunla müdafa edecek lehine hiçbir hücceti olmayacaktır. Her kim de boynunda (emire) beyatı olmayarak ölürse cahiliyyet ölümü ile ölür.”[104]

Başka bir hadis de Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem):

“Allah'a isyan eden hiç kimseye itaat yoktur. İtaat iyiliktedir.”[105] buyururlar.

Diğer bir başka hadisinde de (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyururlar:

“Ma'siyetle emrolunmadıkça hoş görsün veya görmesin, rnü'minin her hususta Ulûl emri dinlemesi ve itaat etmesi lâzımdır. Ma'siyetle emrolunduğu zamanda dinlemez ve itaat etmez.”[106]

İkinci Bölüm

Uyulması Vacip Olan Mezhep Hakkında

Reddiyyeyi kendisine yazdığımız İbnul Mutahhar şöyle diyor :

“İmâmiyye Mezhebi kendisine uyulması vacip olan mezheptir.

Çünkü o, mezheplerin hak ve doğruya en yakın olanıdır, İmamîler akaidde bütün fırkalardan ayrılmış ve kesin olarak kurtuluşa ermişlerdir. Çünkü onlar dinlerini masum imamlarından almışlardır. Diğer mezhepler ise ihtilafa düştüler, görüşleri çoğaldı. Onlardan biri hakketmeden halifeliğe talib çıkarken diğerleri dünya menfaati için ona biat ettiler. Bunlardan birisi Ömer b. Sa'd b. Mâlik'tir ki, emirlik ile Hüseyin'e (r.a.) karşı çarpışma arasında muhayyer bırakıldığı zaman, Hüseyin'i (r.a.) öldürecek olanın cehenneme gireceğini bilmesine rağmen şöyle demiştir:

“Vallahi doğru söylüyorum. Bu işte düşünemiyorum. İki tehlikeli durum arasında şaşırıp kaldım. Rey mülkünü mü terkedeyim? Hüseyin'i (r.a.) öldürme günahını mı yükleneyim? Onu öldürsem doğrudan cehenneme gireceğim. Fakat Rey'de de gözüm vardır. Bazılarına durum karışık geldi, dünyayı tercih ettiler ve ona uydular. Yanlış düşündüler de hakkı bulamadılar ve Allah onları muaheze etti. Bir başkaları yanlış anlayışa saplanarak, çoğunluğu orada gördükleri için onlara biat ettiler. Hakkın çoğunlukta olduğunu zannettiler de, Allah (celle celâlühü)'ın:

“Doğrusu ortakların çoğu birbirine haksızlık ederler; ancak iman edip de sâlih amel işleyenler müstesnadır. Bunlar da ne kadar az.”[107]

Ayetinden de gafil kaldılar. Bir başkası da, hakkıyla halifeliği istedi. Ancak dünya zînetine düşkün olmayan ve kurtuluşa eren azınlık ona biat ettiler. O azınlık kendilerine emredileni yerine getirdiler. O emir de, hilafete öncelikle lâyık olana itaat etmektir. Durum böyle olunca hakkı aramak ve görüş sahiplerinin neye dayandıklarını öğrenmek gerekir. Ta ki hak yerini bulsun.

Allah (celle celâlühü) şöyle buyuruyor:

“Haberiniz olsun, Allah'ın laneti zalimlerin üzerinedir.”[108]

İbnul Mutahhar, Rasûlullah'dan (sallallahu aleyhi ve sellem) sonra müslümanları dört guruba ayırıyor.

Bu tamamen yanlıştır. Zira ashab-ı Kiramdan hiçbiri bu saydığı sınıflara dâhil değildir. İddiasınca haksız olarak hilafeti isteyen Ebubekir'dir (r.a.). Halifeliği haklı olarak isteyen de Ali'dir (r.a.). Bu iddiası her ikisine de yaptığı bir iftiradır. Ne Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) ve ne de Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh) halifeliğe talip çıkmıştır.

Râfizî İbnul Mutahhar, diğer iki gurubu dünyaya ve kendi yanlış fikirlerine körü körüne bağlı olmakla suçlamıştır.

Gerçekten insanın hakkı öğrenmesi ve Ona uyması şarttır. Çünkü Yahudîler hakkı öğrendikten sonra ona uymadıkları için kendilerine gazab inmiştir. Hıristiyanlar da hakkı öğrenmek istemedikleri için sapıtmışlardır. Bu ümmet ise bütün ümmetlerin en hayırlısıdır. Allah (celle celâlühü) bu ümmet hakkında:

(Ey Muhammed Aleyhisselâm ümmeti) Siz beşeriyet için meydana çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz”[109] buyuruyor.

Bu ümmetin en hayırlı olanları da Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'ın muasırları, Ondan sonra sırasıyla onları takip edenlerdir.

Bu hususta Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurur:

“İnsanların en hayırlıları benim asrımda yaşayanlar, (İman ederek Rasulullah'ı görenlerdir.) Sonra Onları takip edenlerdir.”[110] Ama Râfizîler, bunlar hakkında yukarıda naklettiklerimizi iddia ediyorlar. Onları ilim bakımından insanların en câhili, hevâ ve hevesine en çok düşkün olanı kabul ediyorlar. Râfizîlere göre bu ümmetin Rasûlullah'tan sonra sapıtmış olması gerekiyor.

Ey Râfizi! Bu anlattıkların sence Peygamberden sonra vuku bulmuşsa, ileride nakledeceklerin ve onları delil olarak getirmeye çalışacağın diğer hususlar kim bilir nasıl olacaktır?!

Ashab-ı Kiram hakkında söylediğin, “Görüşleri, kötü arzuları adedince teaddüt etmiştir. (çoğalmıştır)” şeklindeki iddiandan, Onlar çok çok uzaktırlar.

Ey sapık! Bu sözle kimleri kasdettiğini biliyor musun? Bu sözünle Allah (celle celâlühü)'ın haklarında:

(İslâm'a ve dolayısıyla cennete girişte) ileri geçerek birinciliği kazanan Muhacirler ve Ensar, bir de güzel amellerle onların izinde giden mü'minler (var ya), Allah onlardan razı olmuştur. Onlar da Allah'tan razı olmuşlardır.”[111]

“Muhammed (a.s.) Allah'ın Rasûlüdür. O'nun beraberinde bulunanlar (Ashab-ı Kiram) kâfirlere karşı çok şiddetli, kendi aralarında gayet merhametlidirler.”[112]

“Onlardan (Muhacir ve Ensardan) sonra gelenler şöyle derler: “Ey Rabbimiz! Bizi ve iman ile bizden evvel geçmiş olan kardeşlerimizi bağışla”[113] buyurduğu kimseleri kasdediyorsun.

Ensar ve Muhacirden sonra gelenler, ashab için kalblerine bir kin bırakmamak için Allah (celle celâlühü)'tan niyaz ederken, râfizîler O hayırlı ümmete -Ashabı Kiram- af dilemedikleri gibi onlar için kalblerinde kin besliyorlar.[114]

Hasan b. İmâre, Hakem'den, O'da Muksim'den, O'da İbn-i Abbas'tan rivayet ettiğine göre İbn-i Abbas şöyle diyor:

“Allah (celle celâlühü) Rasûlullah'ın arkadaşlarına -Ashab-ı Kiram- af dilemeyi emretmiştir. Bunların savaşacaklarını da biliyordu.”

Urve (r.a.) Âişe'nin şöyle buyurduğunu rivayet ediyor:

“(Mü'minler) Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem)'in ashabına af dilemekle emredildiler, Onlar (Şiîler) ise onlara küfrettiler.”

Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurur:

“Ashabıma sövmeyiniz. Allah (celle celâlühü)'a kasem ederim ki herhangi biriniz Uhud dağı kadar altın infak etse, onlardan (Ashabımdan) birinin bir avuç, hatta yarım avuç sadakasına (sevabta) yetişemez”113 [115]. Câbir'den (r.a.):

Âişe'ye (r.a.):

“Bazı insanlar Rasûlullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem )ashabına dil uzatıyorlar. Hatta bu dil uzatmaları Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh) ve Ömer'e (r.a.) varmıştır” denilince:

“Bunda hayret edilecek bir şey yoktur, diyerek devamla şöyle buyurdu:

Ebubekir ( r.a.) ve Hz. Ömer'in (radiyallâhü anh) amelleri kesilince Allah (celle celâlühü) sevaplarının kesilmemesini istedi. Diye rivayet edilmiştir.

Sevrî, Nusayr b. Zu'lûk'tan, O'da İbn-i Ömer'in şöyle dediğini rivayet ediyor:

“Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem)'in ashabına sebbetmeyiniz (sövmeyiniz). Onlardan birinin Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ile bir saat sohbetleri, sizden birinizin yapacağı kırk yıllık ibadetinden daha hayırlıdır.”

Allah (celle celâlühü) bu zatlar hakkında şöyle buyuruyor:

“Hakikaten Allah, (Hudeybiye'de) ağacın altında sana biat etmekte oldukları vakit, o mü'minlerden razı oldu. Böylece kalblerinde olan sadâkati bildi de, üzerlerine sekinet (manevî huzuru) indirdi. Kendilerine de yakın bir zafer (Hayber'in Fethini) verdi.”[116]

Allah (celle celâlühü) bu Ayet-i Kerime ile onlardan razı olduğunu ve kalplerinde olanı bildiğini beyan ediyor. Bunlar Bindörtyüz kişi olup Ebubekir'e (r.a.) de biat edenlerdir.

Câbir b. Abdullah'ın rivayet ettiğine göre Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) bir hadislerinde şöyle buyuruyorlar:

“Hudeybiyede ağacın altında -Rasulullah'a- biat edenlerden hiçbirisi cehenneme girmeyecektir. ”[117]

Allah (celle celâlühü) Ensar ve Muhacir olan ashab hakkında şöyle buyuruyor:

“Andolsun ki Allah Peygambere ve güçlük saatinde (Tebûk savaşında çekilen sıkıntı ve mahrumiyet günlerinde) Ona uyan Muhacirlerle Ensara lütfetti. (tevbelerini kabul etti)[118]

“Sizin veliniz ve yardımcınız ancak Allah'la Onun Peygamberidir; bir de iman edenlerdir.”[119] “Erkek ve kadın bütün mü'minler, birbirlerinin velileridirler. (yardımcıları ve dostlarıdır.) [120]

Böylece Allah (celle celâlühü) bu zatlara (ashab) tabî olmayı emrederken, râfizîler onlardan uzaklaşıyorlar. Bazı câhiller Mâide sûresinin ellibeşinci ayetinin devamı olan:

“... ki, Onlar, Allahın emirlerine boyun eğerek namaza devam ederler ve zekat verirler” bölümü, Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) namazda iken yüzüğünü tasadduk etmesi üzerine indiğini iddia ederek, bu hususta mevzu hadis de rivayet etmişlerdir. Hayır! Bu hiç de böyle değildir.

Birincisi, âyet cemi sığasıyla kullanılmıştır. Ali ise müfreddir. “Vehum râki'ûn” daki “Vav” hal bildiren “vav” değildir. Eğer durum bildiren hal vavı olsaydı zekâtın namazda ve rükû halinde verilmesi gerekecekti.

İkincisi, burda bir medih vardır. Medih ise vacip veya müstehap olan bir işten dolayı yapılır. Namaz kılarken zekatı vermek ise ittifak ile namazda bir meşguliyet olduğu için ne vacip ne müstehaptır. Övgüye de lâyık değildir.

Üçüncüsü, Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) zamanında Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) verecek zekâtı ve yüzüğü de yoktu. Farzedelim yüzüğü varmış peki yüzük neyin zekâtıdır! Fakihlerin çoğu da yüzüğün zekata tabi olmadığını söylüyorlar Şiilere göre yüzüğü dilenciye vermiştir. Medih ise zekatın hemen verilmesi üzerine yapılmıştır.

Dördüncüsü, Ayetin akışından kâfirlerle dost olmaktan nehiy mü'minlerle de dost olma hususunda emir vardır. Râfizîler ise, gördüğümüz gibi mü'minlere düşmanlık edip, münafık ve Tatar müşriklerinin arkasından gidiyorlar. Allah (celle celâlühü):

“O'dur ki, seni yardımıyla ve mü'minlerle te'yid etti ve kalblerinin arasını sevgi ile birleştirdi.”[121] buyururken, râfizîler ümmetin en seçkinlerinin arasını yalan ve iftiralarla bozmak istiyorlar. Allah (celle celâlühü) şöyle buyurur:

“Artık o kimseden daha zâlim kim olabilir ki, Allah'a karşı yalan söylemiş; doğruyu (Kur'anı) da, kendisine geldiği vakit yalanlamıştır. Kâfirlerin yeri cehennemde değil midir? Doğruyu / gerçeği (Kur'ânı) getiren (Rasûlullah) ve Onu tasdik eden (Mü'minler) ise, işte bunlar takva sahibi kimselerdir. Onlara, Rableri katında, ne dilerlerse var. İşte bu, güzel ve iyi iş görenlerin mükafatıdır. Çünkü Allah, Onların daha önce işledikleri amelin en kötüsünü bile örtüp bağışlayacak ve yapmakta oldukları güzel amellerin en güzeli ile mükâfatlarını kendilerine verecektir.”[122]

Binaenaleyh (bundan dolayı) Ashab, ümmetin en üstünüdür. Allah (celle celâlühü) Onlara, en kötü amellerini bile bağışlayacağını va'dediyor. Halbuki Ali(r.a.), onlara -râfizîlere- göre günahsızdır. Şimdi söyleyin bakalım Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) niçin ayetin şümulüne girmiştir?

Allah (celle celâlühü):

“Allah, aranızdaki iman edip iyi ameller işleyenlere, kendilerini tıpkı daha önceki mü'minler gibi yeryüzünde egemen kılacağım, kendileri için seçtiği dinlerini sarsılmaz temellere oturtacağını ve korkularını güvene dönüştüreceğini vadetti. Çünkü onlar bana kulluk ederler, hiçbir şeyi bana ortak koşmazlar. Bu a,amadan sonra kâfir olanlara gelince, onlar yoldan çıkmışların ta kendileridirler.”[123]

Buyurarak onlara hükümranlığı va'dediyor, onlardan hoşnut olduğunu, onların takva sahibi olduklarını, onlara yardım gönderdiğini beyan ediyor. Bütün bu sıfatlar Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh) ve Ömer'e (r.a.) biat eden Ashab-ı Kiram içindir. Daha o zamandan beri hükümran olmuşlar, dini hâkim kılmışlardır. Ondan sonra da Fars ve Rumlara galebe çalarak Şam, Irak, Mısır, Mağrib, Horasan, Azerbaycan ve benzeri ülkeleri fethettiler. Hz. Ömer (radiyallâhü anh) şehid edilip, fitneler alevlenince hiçbir yeri fethedemediler Üstelik Rumlar ve diğer milletler topraklarına göz dikmeye başladılar. Bid'atlar; haricilerden, rafizilerden ve nâsibilerden türemeğe, kanlar akmağa başladı. Vefatından: sonraki durum ile önceki durum nerede?

Râfizîler,

“Münafıklar da görünüşte müslüman idiler” deyip itirazlarına devam ederlerse, onlara şu cevabı veririz:

O bahsettiğiniz münafıklar hayırla nitelendirilmiş olmadıkları gibi, Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ve mü'minlerle beraber değildirler.

Allah (celle celâlühü) şöyle buyurur:

“Muhakkak ki, Rabbinden (Mü'minlere) bir zafer gelirse, onlar (o münafıklar, mü'minlere) şöyle diyecekler: “- Doğrusu biz de sizinle beraberdik.” “Allah, alemlerin kalblerinde olanı (İman ve nifakı) en iyi bilen değil midir?”[124]

(Münafıklar) sizden olduklarına dair kesin olarak Allah'a yemin de ederler. Halbuki onlar, sizden değildirler. Fakat onlar, kâfirlere yapılan muamelenin kendilerine de yapılmasından korkarlar, sırf görünüşte müslüman olan bir kavimdirler”[125]

“Muhakkak ki münafıklar cehennemin en aşağı tabakasındadırlar.”[126]

Allah (celle celâlühü) münafıkların mü'minlerden olmadıklarını, ne bunlardan ne şunlardan olmayıp ortada kaldıklarını beyan ediyor. Gördüğün gibi râfiziler de aynı karakterdedirler.

Allah (celle celâlühü) buyuruyor ki:

“Andolsunki, eğer münafıklarla kalblerinde şehvet hastalığı bulunanlar ve şehirde (mü'minlerin ayıblarını arayıp) kötü haber yayanlar, (fenalıklarından) vazgeçmezlerse, muhakkak seni onlara musallat ederiz. Sonra seninle o şehirde (Medine'de) az bir zamandan fazla kalamazlar (komşu olamazlar.)[127]

Allah (celle celâlühü) Rasûlünü onlara karşı hiddete getirmeyip, onlarla çarpıştırmayınca, münafıklar, müslümanların bu işten vazgeçtiklerini zannettiler. Zaten ağaç altındaki biatta Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ile beraber münafıklardan yalnız El-Ced b. Kays vardı. O da devesinin arkasında saklanmıştı. Hülâsa olarak münafıklar sahabe arasında gizli ve âciz idiler. Özellikle bu durum Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)ın son günlerinde ve Tebuk seferinden sonra kendini açıkça gösteriyordu. Çünkü Allah (celle celâlühü) şöyle buyurmuştur:

(Münafıklar) diyorlar ki, (eğer bu savaştan) Medine'ye bir dönersek kuvvet ve şerefi çok olan (bizler), zayıf ve düşük olanı (Mü'minler topluluğunu) oradan çıkaracaktır. Halbuki kuvvet ve üstünlük Allah'ın, Rasûlünün ve mü'minlerindir; fakat münafıklar bilmezler.”[128] Artık üstünlüğün yalnız Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem)'in ashabına ait olduğu, münafıkların da onların arasında zilletle yaşadıkları anlaşılmıştır.

Allah (celle celâlühü) şöyle buyuruyor:

(Ey mü'minler, münafıklar) size (gelip) rızanızı kazanmak için; (“Biz münafık değiliz” diye) Allah'a yemin ederler”[129]

“Kendilerinden razı olasınız diye, size yemin edecekler, fakat siz, onlardan razı olsanız da asla Allah o fâsıklar topluluğundan razı olmaz”[130]

“Sizden olduklarına dair kesin olarak Allah'a yemin de ederler. Halbuki onlar, sizden değildirler. Fakat onlar, kâfirlere yapılan muamelenin kendilerine de yapılmasından korkmakla, sırf görünüşte müslüman olan bir kavimdirler.”129 [131]

İşte münafıkların sıfatları bu zelil sıfatlardır. Ama Muhacir ve Ensâr peygamberlerinin vefatından önce üstün ve şerefli oldukları gibi vefatından sonra da aynı şerefe sahip olmuşlardır. Nesiller de onları böyle anacaklardır. Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'ın aziz sahabilerinin münafık veya zelil olmaları kesinlikle mümkün değildir. Aksine münafıklık, râfizî'lerin sıfatıdır. Onların nişanesi zillettir. Kaftanları nifak ve takiyye -gerçek durumu gizlemek-, sermayeleri yalan ve yalan yemindir. Daha da aşırı giderek, zındıklığa sapıyor ve kalben inanmadıklarını dille söylüyorlar. Hatta Cafer Sadık'a iftira ederek,onun:

“Takıyye benim ve ecdadımın dinidir” dediğini iddia ediyorlar. Allah (celle celâlühü) ehli beyti bu iddialarından tenzih etmiş, onları takiyyeye muhtaç etmemiştir. Ehli beyt, insanların en sâdıklarından, iman yönünden en büyüklerinden idiler. Onların dini, takiyye değil takvadır.

Mü'minler mü'minleri bırakıp da kafirleri veliler edinmesinler. Kim böyle yaparsa Allah'la arasında bir bağlantısı kalmamıştır. Ancak onlara (karşı) takiyye uygulamanız müstesnadır. Allah kendisine karşı (gelmekten) sizi sakındırıyor. Dönüş Allah'adır.”[132]

Ayet-i Kerimesine gelince, bu kâfirlerden korunmayı gerektiren bir emirdir. İddia ettikleri gibi yalan ve takiyyeyi emretmemiştir. Evet Allah (celle celâlühü) küfre zorlayan kimseye, onu hissettirecek bir kelimeyi telaffuz etmesine ruhsat vermiştir ama, Ehli beyti, hiç kimse hiçbir şeye icbar etmemiştir. Hatta Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh) onlardan hiçbirini kendisine biat etmeleri için zorlamamıştır. Aksine isteyerek ona biat etmişlerdir. Ne Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) ve ne de başka biri diğerinden korktuğu için sahabeyi övmüş değildir. Onları buna da zorlayan bir kimsenin olmadığı ittifakla sabittir. Emevî ve Abbasîler devrinde iman ve takva bakımından Hz. Ali'den (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) çok daha aşağı insanlar vardı ki, bunlar halifelerde olan bazı şeyleri kerih gördükleri için onları medhetmiyor ve sevmiyorlardı. O halifeler de onları, kınamıyorlardı. Kaldı ki Râşid halifeler insanları zulüm ve itaata icbar hususunda Emevî ve Abbasî halifelerine hiç de benzemiyorlardı. Hıristiyanların elinde esir ve azınlık hükmünde olan müslümanlar dinlerini açıkça yaşadıkları halde, Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) ve torunlarının esirlerden ve zâlim idarecilerin maiyetinde olanlardan daha güçsüz olduklarını kim iddia edebilir?

Tevâtüren biliyoruz ki, Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) ve torunlarını diğer üç halifenin faziletlerinden bahsetmeye hiç kimse zorlamamıştır. Buna rağmen, onlar, o büyük halifelerin faziletini anlatıyor ve onlara karşı insaflı davranıyorlardı.

Ey Râfizî!

“Onlardan birisi haksız olarak hilâfeti istedi. Müslümanların çoğu da dünya menfaati için ona biat ettiler.” sözünle Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh)'i kastediyorsun.

Ebûbekir'in (r.a.), hilâfeti kendisine istemediği malumdur. Hatta Ebubekir şöyle demiştir:

“Ben sizin için Ömer'i, Abdurrahman'ı veya Ebû Ubeyde'yi tavsiye ediyorum.”

Bunun üzerine Hz. Ömer (radiyallâhü anh):

“Vallahi boynumun vurulması; içinde Ebûbekir'in bulunduğu bir millete emirlik etmekten, benim için daha sevimlidir” dedi.

Gerçekten Ebubekir'i (r.a.), Ömer, Ebû Ubeyde ve diğer müslümanlar seçerek ona biat ettiler. Şüphesiz ki, Onlar Ebubekir'i kendilerinden hayırlı biliyorlardı. Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) onun hakkında :

“Allah ve mü'minler, Ebûbekir'den başkasını reddeder”[133] buyurmuştur.

Farzet ki Ebubekir hilafeti istemiş, onlar da biat etmişlerdir.

“Hilafet istemiş, onlar da ona dünya menfaati için biat etmişlerdir” sözün açık bir iftiradır.

Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh), onlara dünyalık bir şey vermemiştir. O, Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'ın zamanında elinde kalan az bir maldan başka bütün malını infak etmiştir. Ona biat edenler ise dünyadaki insanların en zahidleridir. Yakın, uzak herkes Ömer, Ebu Ubeyde, Usayd b. Hudayr ve emsallerinin zühdünü çok iyi bilir.

Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'in vefatından sonra onlara verilecek beytülmal de yoktu. Hz. Ebubekir'in (radiyallâhü anh) yolu ve karakteri gelirleri taksim etmede eşitlik prensibine uymak idi. Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) karakteri de böyleydi. Eğer Ali'ye (r.a.) biat etselerdi, O da Ebubekir'in verdiğini verecekti. Çünkü Onun kabilesi Teym kabilesinden daha üstün, akraba ve amcazadeleri nesebce Ashabın en yüceleri - Abbas (r.a.), Ebu Süfyan, Zübeyr ve Osman (halasının oğlu) gibi- idi. Hatta Ebu Süfyan halifelik konusunda üstünlüğünü ileri sürerek Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) ile konuşunca, Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) Ebubekir'in ilim ve takvasından dolayı ona cevap vermemiştir. Ümmetin cumhuru Ebubekir'e (r.a.) biat etmekle hangi dünyevî menfaati elde etmişlerdir?

Bilhassa Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh) büyük sahabilerle diğer müslümanlar arasında gelirleri taksim etmede eşitlik ilkesine dikkat ederek şöyle buyururdu:

“Allah için müslüman oldular, mükâfaatları da Allah'a aittir. Bu mükafaat da yeterlidir.”

Sünni'nin râfizîlere karşı durumu, müslümanların hıristiyanlara karşı olan durumuna benzer.

Şöyle ki:

Müslümanlar İsa'nın (a.s.) peygamberliğine inanırlar. O'nda aşırılığa gitmedikleri gibi Yahudilerin O'na hakaret ettikleri gibi kesinlikle hakaret etmezler. Hıristiyanlar ise İsa (a.s.)'da o kadar aşırı gidiyorlar ki, O'nu peygamberimizden üstün kılıyor, hatta ilâhlaştırıyorlar. Aynı zamanda hıristiyanlar havarileri de bütün peygamberlere üstün tutuyorlar.

Bunun gibi râfizîler de Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) ile aynı safta çarpışanları -Ester ve Muhammed b. Ebubekir gibi- Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh), Hz. Ömer (radiyallâhü anh)ve diğer sahabîlerden üstün tutuyorlar. Müslüman, hıristiyanlarla münakaşaya tutuşacak olursa, Onun İsa (a.s.) hakkında hak olandan başkasını söylemesi mümkün değildir. Ama hıristiyanlar öyle değildir. Hele yahudinin hıristiyanla olan münakaşasını bir kenara bırak. Çünkü hıristiyan, şüpheciliğinden dolayı yahudiye müslümanın Ona verdiği cevabtan başkasını veremez, kesilir. Hıristiyan, Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem)'e iman etmekle emrolunduğunda, O da bir sebeple peygamberliğini zemmederse, hıristiyanın Rasûlullah hakkında söyliyeceği bir şey yoktur ki, yahudi İsa (a.s.) hakkında onun büyüğünü ve beterini söylemesin. Kaldı ki Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'ın peygamberliğini ispat eden deliller, İsa'nın (a.s.) peygamberliğine işaret eden delillerden daha büyüktür.

İşte Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh) ve Hz. Ömer (radiyallâhü anh) hususunda râfizînin Sünni'ye karşı olan tutumu da böyledir. Râfizî, Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh) ve Hz. Ömer'in (radiyallâhü anh) imanlarına, adaletlerine ve cenete gireceklerine inanmıyorsa, aynı durum Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) hakkında da vakîdir.

Bunların yalnız Ali'ye (r.a.) ait olduklarını isbatlamaya kalkışırsa deliller onu yardımcısız bırakır. Peygamberliğin yalnız İsa'ya (a.s.) ait olduğunu iddia eden hıristiyana delillerin yardım etmedikleri gibi.

Ali'yi (r.a.) tekfir eden Haricilerle, onu fasık kabul eden Nâsibiler, Râfizîye:

“(Hâşâ!) Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) zâlim idi, dünya menfaatini ve hilafeti istiyordu, onun için de kılıca sarıldı, binlerce müslümanı öldürdü, hatta tek başına halifeliği de beceremedi, üstelik taraftarları ondan ayrılarak onu tekfir ettiler, Nehrevan'da ona karşı çarpıştılar” demişlerse, aslında bu sözler râfizîlerin Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh) ve Hz. Ömer (radiyallâhü anh) hakkında söyledikleri sözler gibi tamamen fâsiddir. Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh)ve Hz. Ömer (radiyallâhü anh)hakkında söylenen sözler gerçekten onlara yönelik ise Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) hakkında söylenen yukarıdaki sözler de bunun gibidir.

Şurada bir hâdiseyi zikretmekte fayda vardır. O da şudur:

Müslümanlar bir mevzu için Ebubekir el-Bakıllanî'yi Kostantiniyye'deki (İstanbul) hıristiyan imparatorluğuna gönderdiklerinde hıristiyanlar onu çok iyi karşıladılar. Fakat imparatora secde etmiyeceğinden korktukları için eğilerek imparatorun huzuruna girsin diye onu küçük bir kapıdan içeriye aldılar. El - Bakıllânî bunu anladı ve zorla da olsa gerisin geriye imparatorun huzuruna çıktı. İmparator müslümanlara hakaret olsun diye Ona:

“Peygamberinizin hanımı hakkında ne deniliyor?” -bununla ifk hâdisesini kastediyor- sorusunu sordu. Ebubekir el-Bakıllânî şu cevabı verdi:

“Evet yalan ve iftira ile zina ettikleri iddia edilen iki kadın vardır, bunlar Meryem (r.a.) ve Aişe (r.a.)'dir. Meryem bekâr olduğu halde doğum yapmıştır. Aişe (r.a.) evli olduğu halde çocuk getirmemiştir.”

Bunun üzerine hıristiyan imparator şaşakaldı. Böylece Âişe (r.a.)'nin beraeti -suçsuzluğu- Meryem'in (r.a.)[134] beraetinden daha açık ortaya konulmuş oldu.

(Kafasız bir hıristiyan imparatoru Kostantiniyye'de Aişe'yi (r.a.) tezyif etmek (küçük düşürmek) için Ebubekir el-Bakıllânî'ye bir soru tevcih edip ve neticede bunun da hıristiyanların aleyhine çıktığı gibi, bu ahmak Şiilerin iddiaları da neticede kâmil müslüman ve dördüncü halife olan Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) aleyhine çıkmasına sebep olacaktır. Bu sapıklar yüceltme ve karşılaştırma hususunda da çok aşırı gidiyorlar. Hatta bu kötülüklerini öğrenmek isteyenleri ortadan kaldırmağa çalışıyorlar. Aslında Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh)ve ahfadı ehl-i sünnet indinde çok yücedir. Bu hususta, mecûsîlerin çabasına ihtiyaç yoktur. Biz, peygamberler hakkında Allah (celle celâlühü)'ın, söylediğinin aynısını söyleriz ki o da şudur: “Resulleri arasında hiçbir ayrıcalık yapmayız.” (Bakara: 2/285)

Ey Râfizî!

“Sahabilerin istekleriyle ve kılıçsız, sopasız Kendisine biat etmeleri, işlerin onunla düzene girmeleri, akrabalarından hiç kimseyi tayin etmemesi, vârislerine hiçbir mal bırakmaması, Allah yolunda çokça mal infak etmesi, geri kalan malını da Beytülmâle verilmesi için vasiyet etmesi, hatta onun hakkında:

“Allah seni rahmetiyle kuşatsın,” denilmesine rağmen, “Ebubekir ve ona biat edenler halifelerine ve dünya menfaatine zorla talib çıkmışlardır” diyecek olursan, bu sözünle ondan sonra gelecek halifeleri de zor duruma bırakmış olursun.

Şunu iyi bil ki;

Hz. Ebubekir'in (radiyallâhü anh) hilafetinden dolayı bir tek müslüman öldürülmemiştir. Aksine o müslümanlarla beraber mürted ve kâfirlere karşı savaşmıştır Hastalanınca da ümmetin işlerine güvenilir, güçlü, faziletli ve dâhi olan Ömer'i (r.a.) tayin etti. Bu tayini de ne akrabalık ve ne de dünya menfaati için yapmıştır. Muhakkak O müslümanlar için yaptığı isabetli bîr ictihadla onu tayin etmiştir. Bu firâset ve isabetli görüşü, müslümanlar tarafından övülmüştür.

Hz. Ömer (radiyallâhü anh) ise devletler fethetmiş, divanlar kurmuş, beytülmâli -hazine- doldurmuş, insanlığı adaletle kuşatmıştır. Sade yaşamış ve yalnız akrabalarını idareye yerleştirmemiştir. Arkadaşı Hz. Ebubekir'in (radiyallâhü anh) yolunu takib etmiştir. Neticede Cenabı Allah ona şehâdeti nasib etmekle hayatına son vermiştir.

Râfizî;

“Bütün bunlar, riyaset ve dünya menfaatini istemekten ibarettir” demekten çekinmiyorsa, Ali'ye (r.a.) karşı gelen Nâsibî'nin de Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) hakkında:

“O da riyaset ve dünya menfaatini taleb etti, halifelik için müslümanlarla çarpıştı, ne kâfirlerle çarpıştı ve ne de bir şehri fethetti” demesi kolay olur.

(Yüce halîfe Ömer'e (r.a.) Güvenilir, güçlü” sıfatını veren Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh)dir.Hz. Ömer (radiyallâhü anh) güneş altında beytülmâlin develeri başında iken,Hz. Osman (radiyallâhü anh) ve Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) de ona yardım ederlerken, Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) “Çünkü tuttuğum ücretlilerin en hayırlısı o, güvenilir, güçlü kimsedir.”[135] Ayet-i kerimesini okuyarak Osman'a (r.a.) “Güvenilir, güçlü” diye Ömer'i (r.a.) işaret etmiş ve ona bu sıfatı vermiştir. Allah cümlesinden razı olsun.

Kâmil bir müslüman, her dört halifeye ve Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) bu dördünün dördüncüsü olduğuna inanır. Şiîler her ne kadar yalnız Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) halifeliğini kabul ediyorlarsa, biz ehl-i sünnet, başta râşid halifeler olmak üzere bütün sahabiler hakkında böyle düşünürüz.)

Ey Râfizî!

Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) Allah rızasını dilediğini, Allah (celle celâlühü)'ın emirlerini tatbik etmede taviz vermediğini, içtihadında isabetli olduğunu, diğerlerinin ise hatalı olduklarını söyleyecek olursan;

Sana şu cevabı veririz:

Hz. Ali'den (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) öncekiler de riyaseti talep etmekte ondan daha uzak idiler.

Ebu Musa el-Eş'arî ile Amr b. As'ın aldıkları karar ile Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) ve Muaviye'yi azlederek işi şûraya havale ettiklerinde şüphe var mıdır?

Bunun gibi Abdullah b. Sebe' ve arkadaşlarının Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) günahsızlığını ve hatta ilahlığını iddia etmelerinde de hiç şüphe yoktur.

Bütün bunlar râfizînin Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) imanlı ve âdil olup diğerlerinin olmadıklarını ispatlayamadığını gösteriyor.

Râfizî, Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) tevatür derecesinde bilinen ilk müslümanlardan oluşunu, İslâm uğruna hicret ve cihad edişini, delil olarak getiriyorsa, aynı şeyler, Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh) hakkında da tevatür derecesine varan haberlerle sabittir.

Ey Râfizî!

“Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh) ve Ömer (Hâşâ!) Münafık, Rasûlullah'a gizliden düşman, imkânları nisbetinde dini bozan kişiler idi,” deme cür'etini göstermeye kalkışırsan;

Bir başkası da (Hâşâ!) Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) hakkında “O, amcasının oğlunu (Rasûlullah) kıskanırdı, zaten düşmanlık akrabalar arasında olur, O Rasûlullah'ın dinini bozmak isterdi, eline imkân geçince kan akıttı, takiyye ve münafıklık yolunu takip etti,” deme cür'etini gösterecektir.

Zaten Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) taraftarlarından bâtınîler Onun hakkında öyle şeyler söylemişlerdir ki, Allah (celle celâlühü) Onu o söylediklerinden korumuştur. Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh) ve Ömer'i (r.a.) koruduğu gibi.

Râfizilerin Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) hakkında iddia ettikleri hiçbir sıfat yok ki, O'nun arkadaşları olan şeyheynde -Ebubekir ve Ömer- olmasın İsbat etme kapısı açıktır. Eğer Rafizîler Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) üstünlüğünü hadislerle iddia ediyorlarsa şeyheynin üstünlüğünü bildiren hadisler daha çok ve daha sahihtir. Aslında râfizîlerin iddiası İbn-i Abbas'ın fakihliğini reddeden veya Hz. Ömer'in (radiyallâhü anh) fakihliğini isbat edip, İbn-i Mesudun fakihliğini inkâr etmek isteyenin iddiasına benzer. (Hepsi de fakih idiler. Allah Onlardan razı olsun.) Böyle bir kimsenin yolu zulüm ve cehaletten başka bir yol değildir. Râfizîlerin yolu gibi.

Ey Râfizî,

Ebubekir, Ömer ve Hz. Osman (radiyallâhü anh)'ın durumlarını Ömer b. Sa'd'ın durumuna benzetmen çok çirkindir. Çünkü Ömer b. Sa'd gereçekten emirliği istiyor, hududu tecavüz ediyor ve bununla biliniyordu. Rasûlullah'ın üç halifesinin Onun gibi olmaları mümkün müdür?

Ömer b. Sa'd'ın babası, yani Sa'd b. Ebi Vakkas (r.a.) Allah (celle celâlühü)'ın lütfuyla bir çok memleketleri fethetmesine rağmen insanların emirliğini, saltanatını istemiyordu ve her şeyde insanların en zahidi idi. Hilafetle ilgili fitne meydana gelince Akik vadisindeki köşküne çekilerek insanlardan ayrı yaşamaya başladı. Bunun üzerine oğlu Ömer b. Sa'd Ona gelerek bu hareketinden dolayı Onu kınayarak şöyle dedi:

“Müslümanlar halifenin kim olacağı hakkında çekişiyorlar, Sen de burada oturuyorsun.”

Babası Sa'd b. Ebi Vakkas Ona şu cevabı verdi:

“Uzaklaş şuradan! Ben Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğunu işittim:

“Allah Takiyy, -Allahın sevmediğinden korunan-, Hafiyy -İnsanların bilmediği yere çekilen-, Ganiyy -Kanaat ederek insanların elindekine düşkün olmayan- kulunu sever.”

O zaman Sa'd b. Ebi Vakkas ve Hz. Ali'den (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) başka İslâm şûrası üyesi de kalmamıştı. (Allah her ikisinden razı olsun)

Sa'd b. Ebi Vakkas, Irak'ı fetheden, Kisra ordusuna boyun eğdiren ve cennetle müjdelenen on zâtın, en son vefat edenidir. Bundan dolayı Ömer b. Sa'd'ın hiçbir zaman babası Sa'd b. Ebi Vakkas. Ebubekir, Ömer ve Osman'a benzetilmesi doğru değildir.

Râfizîler Muhammed b. Ebibekir Essiddîk'i babasına benzetmedikleri gibi, aksine Onlar Osman'a (r.a.) eziyet verdiği ve Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) de üvey oğlu (Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh) vefat ettikten sonra Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh), Muhammed b. Ebubekir'in annesi olan Ebubekirin (r.a.) zevcesini almıştır) olduğu için Muhammed b. Ebibekr'i çok büyük görüyorlar. Bununla beraber babası olan Ebu Bekir’e (r.a.) lanet okuyorlar.

Ehli beytin aleyhinde olan Nâsibiler, sizin yaptığınız gibi Osman'ın (r.a.) taraftarlarından olduğu ve Hüseyn'i (r.a.) öldürdüğü için Ömer b. Sa'd'i över, buna karşılık Muaviye ile Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) arasındaki savaşa katılmadığı için de babası olan Sa'd b. Ebi Vakkas'a küfrederlerse, bunlar sizin gibi râfizî olmazlar mı? Elbette olurlar. Fakat muhakkak ki râfizîler onlardan da daha kötüdür. Çünkü Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh), Sa'd b. Ebi Vakkas'tan üstündür.Hz. Osman (radiyallâhü anh) da öldürülmekten elbette Hüseyin'den (r.a.) daha uzaktır. Bununla beraber her ikisi de mazlum ve şehittirler. Allah her ikisinden de razı olsun.

İşte bunun içindir ki, Osman'ın (r.a.) öldürülmesiyle ümmet arasında doğan fesat ve düşmanlık, Hüseyin'in (r.a.) öldürülmesiyle ümmette meydana gelen fesat ve düşmanlıktan daha büyüktür. Hem de Hz. Osman (radiyallâhü anh) ilk müslümanlardan olan, haksız olarak halifelikten alınması istenen ve bu haksızlığı kabul etmeyen mazlum bir halifedir. Aynı zamanda nefsi için çarpışmaya girişmeyen ve şehid edilinceye kadar sabreden bir zâttır.

Hüseyin (r.a.) ise halife değildi. O başta halifeliğe talip idi. Bilahare bu talebini uygun görmedi. Ancak Yezid'e götürülmek üzere teslim olması istenince, bu isteği reddederek şehid edilinceye kadar çarpışmıştır.

Bütün bunlara rağmen Osman'a (r.a.) yapılan zulüm Hüseyin'e (r.a.) yapılan zulümden büyük idi. Sabrı ve yumuşaklığı daha mükemmeldi. Yine de her ikisi mazlum birer şehittirler.

Birisi kalkıp da Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) ve Hüseyin'in (r.a.) halifeliği istemelerini İsmailîlerin talebine benzeterek:

“(El-Hakim ve Übeyd oğullarının diğer reisleri gibi), Ali ve Hüseyin'in haksız olarak halifeliğe talip çıkan iki zâlimdir.” diyecek olursa, Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) ve Hüseyin'in (r.a.) sağlam din ve imanlarına, diğerlerinin de dinsizlik ve münafıklıklarına binaen yukardaki sözleri söyleyen kimse, sözlerinde yalancı olmaz mı?

Onları doğuda veya batıda, Hicaz'da veya başka bir yerde haksız olarak halifeliği isteyip halka zulmedenlere benzetmek tam bir iftira ve zulüm olmaz mı?

Elbette ki bu kimse müfteri ve zâlim olacaktır. İşte Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh) ve Ömer'i (r.a.) Hüseyin'in (r.a.) öldürülmesine sebep olan Ömer b. Sa'd'a benzeten de en büyük müfteri ve zâlimdir.

Üstelik Ömer b. Sa'd hayırdan uzak olmakla beraber günahının büyüklüğünü itiraf etmiştir. O, Cibril bana vahiy getiriyor, diyerek, Hüseyin'e (r.a.) sözde yardım ettiğini iddia eden ve onun katillerini araştırmaya kalkışan yalancı Şîîden daha iyidir. Bu Şiî, Ömer b. Sa'd ve zâlim Haccac'dan daha kötüdür. Çünkü Şiî, Allah ve Rasûlüne iftira etmiştir.

Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) de:

“Sakıf kabilesinden biri yalancı, biri de kan dökücü olmak üzere iki kişi çıkacaktır.”[136] buyurmuşlardır.

İşte yalancı olan el-Muhtar b. Ebî Ubeyd, kan döken de Yusuf oğlu Haccac'dır.

İkisi de Sakif kabilesindendir. Evet Ömer b. Sa'd Hüseyin'i (r.a.) öldüren birliğin komutanı idi. Ama zulme ve dinden fazla dünyaya düşkün olmasına rağmen günahta el-Muhtar b. Ebî Ubeydullah'ın günahına yetişmemiştir.

El-Muhtar, fikrince Hüseyin'e (r.a.) taraftar çıkarak katilini öldürmüştür! Bu adam yalan ve masiyette Ömer b. Sa'd'i geçmişti. Bu yalancı Şiî, Haccac'tan da kötüydü.

Evet haccac Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'in isimlendirdiği gibi haksız olarak kan döküyordu.

El-Muhtar ise Cibrilin kendisine gelerek vahiy getirdiğini iddia eden bir yalancı idi.

El-Muhtar'ın bu yalan iddiası ise elbette ki insanları öldürmekten de daha büyüktü. Çünkü vahyi iddia etmek küfürdür. Bu iddiasından vazgeçmediyse mürted gitmiştir. Şüphesiz ki küfür kan akıtmaktan daha büyüktür. Bu sonu gelmeyen bir konudur.

Çünkü haklı veya haksız olarak Şiilerin zemmettikleri hiçbir kimse yok ki ondan daha berbat olanı aralarında olmasın.

Yine Şiilerin medhettikleri bir kimse olursa, mutlaka haricîlerin medhettikleri ondan daha hayırlı olur.

Râfizîler, ehl-i beyte düşmanlık eden Nevâsıbdan daha kötü olmakla beraber, râfizîlerin kâfir veya fâsık dedikleri kimseler, nevâsıbın kâfir veya fasık dedikleri kimselerden daha üstündürler.

Ehl-i sünnete gelince:

Onlar bütün mü'minlerin dostudurlar. Bilerek ve adaletli konuşurlar. Allah (celle celâlühü)'ın ehl-i beyte nasîb ettiği hukuklarına riayet ederler. Hiçbir zaman El-Muhtar ve Onun gibi yalancıların yaptıklarını yapmadıkları gibi, Haccac ve Onun gibi zâlimlerin yaptığını da yapmazlar.

Bütün bunlardan sonra İslâmı ilk olarak kabul eden sahabilerin derecesini de takdir ederler. Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh) ve Hz. Ömer'in (radiyallâhü anh) fazilette hiç bir sahabinin ulaşamadığı makama sahip olduklarını bilirler. Bunlar gibi Osman'la (r.a.) Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) de. Allah cümlesinden razı olsun.

Bu derecelendirme asr-ı saadette, kenarda kalmış birkaç kişi hariç herkesçe kabul ediliyordu. Hatta o zaman Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) arkadaşı olan sahabiler de Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh) ve Hz. Ömer'in (radiyallâhü anh) Ondan üstün olduklarında şüphe etmiyorlardı. Üstelik mütevâtir bir şekilde Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh):

“Bu ümmetin peygamberinden sonra en faziletlisi Ebubekir ve Ömer'dir” dediği rivayet edilmiştir.

Fakat Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) bazı arkadaşları O'nu Osman'a (r.a.) üstün tutuyorlardı.

Bundan dolayı ehli sünnet; Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh) ve Hz. Ömer'in (radiyallâhü anh) önüne geçilmez haklara sahip oldukları hususunda ittifak halindedir. Ebu Hanife, Şafiî, Mâlik, Ahmed b. Hanbel, Sevrî, Evzaî ve Leys b. Sa'd' in mezhepleri ile ümmetin fıkıh, hadis, tefsir ve Zühd ehlinin mütekaddimin ve müteahhirîn âlimleri de bu görüştedirler.

Hz. Osman (radiyallâhü anh) ve Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) durumuna gelince; Medineli bir gurup müslüman hangisinin üstün olduğu hususunda susuyorlardı. Malikten bir rivayet de aynı istikamettedir. Kûfelilerden bir gurup müslüman ise Ali'yi (r.a.) ön planda tutuyorlardı. Süfyanı Sevri'den gelen bir rivayet de bu istikamettedir. Fakat Eyyûb Es-Sehteyânî ile buluştukları bir sırada Süfyan'ın bu görüşünden vaz geçerek :

“Ali'yi Osman'dan üstün tutan kimse muhacir ve ensarın kıymetini bilmemiştir.” dediği rivayet edilmektedir.

Diğer bütün imamlar Osman'ı (r.a.) üstün tutmuşlardır. Hadis ehlinin cumhuru da bu görüştedir. Nass buna delâlet ettiği gibi icma'da bu istikamettedir.

Mütekaddimînin Ca'fer veya Talha'yı (Allah her ikisinden razı olsun) tercih ettikleri hususundaki rivayetler ise, bu tercihin umumi değil bazı hususlarda olduğu hakkındadır. Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) hakkında onlardan rivayet edilen de böyledir

Râfizînin bir iddiası da şudur:

“Hilafet meselesi bazısına karmaşık geldi. Dünyayı isteyene, biat ederek ona uydular, görüşlerinde acze düştüler de hakkı bulamadılar. Hakkı sahibine vermemekle Allah (celle celâlühü)'ın cezasına duçar kaldılar. Bazısı meseleyi kavrıyamadığı için biat ettiler. Onlar çoğunluğu görünce onlara tabî oldular. Çokluğun doğruyu gerektirdiğini vehmine kapıldılar da Allah (celle celâlühü)'ın:

“Onlar da ne kadar azdır!”[137]

“Kullarım içerde şükredenler azdır.”[138] Âyetlerini unuttular.”

Bu yalancı râfizî, Ebubekir'e (r.a.) biat eden sahabileri üç kısma ayırıyor. Bir kısmı dünya menfaatini istedikleri, diğer bir kısmı meseleyi kavrıyamıyarak görüş beyan etme aczine düştükleri, diğer bir kısmı da Ebubekir'e karşı güçte âciz kaldıkları için biat ettiklerini iddia ediyor.

Hadd-ı zatında kötülük ya kasıtlı ya da bilmiyerek yapılır.

Bilmiyerek yapılan kötülük, ya fikrî aşırılık veya maddî güçsüzlükten kaynaklanır.

Râfizî, sahabe arasında fikir yürütmeden Ebubekir'e biat edenler olduğunu, bunlar dikkat etselerdi hakkı bulabileceklerini hatırlatarak, bu dikkatsizliklerinden dolayı sorumlu olacaklarını saçmalıyor.

Râfizî, Ebubekir'e yapılan biatin sebeplerinden birisinin de çokluğa kanarak fikir yürütme aczine düşenlerin sahabe arasında bulunmalarından kaynaklandığını iddia ediyor.

Yukarıdaki iddiaları yapan râfizîye verilecek cevap şudur:

Senin bu iddiaların herkesin bildiği gibi yalandır. Zaten râfizîler yalancı bir kavimdir. Bu râfizîden delil istenecek olursa, buna hiçbir delil getiremiyecektir.

Allah (c.c), bilmeden konuşmayı haram kılmıştır. Şu halde nasıl olurda doğru olan Allah (celle celâlühü)'ın dediğinin zıddı olur?!

Sahabe-i Kiramın durumunu bilmeden, bilmediğimiz hususlarda Onların aleyhinde şehadette bulunmamız doğru değildir. Bilerek veya bilmiyerek kötülük işlediklerini iddia etmek gibi.

Allah (celle celâlühü) şöyle buyuruyor:

“Hakkında bilgi sahibi olmadığın bir şeyin ardınca gitme, çünkü kulak, göz ve kalp, bunların hepsi ondan sorumludur”[139]

“İşte siz, O kimselersiniz ki, hakkında biraz bilgi sahibi-olduğunuz şeyde münakaşa ettiniz; ya hiçbir bilginiz olmayan şeyde niçin münakaşa edersiniz?”[140]

Kaldı ki, biz kesin olarak biliyoruz ki; Sahabe-i Kiram akıl, ilim ve din hususunda da bu ümmetin en kâmil insanlarıdır.

İbn-i Mesûd (r.a.) şöyle diyor:

“Allah (celle celâlühü) insanların kalbine baktı. Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem) kalbini bütün insanların kalbinden temiz buldu. O'nu kendine dost edindi. Sonra insanların kalbine bir daha baktı Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem)'in Ashabının kalblerini geri kalanların en temizi olarak buldu. Onları da peygamberinin dîni uğrunda çarpışan arkadaşları kıldı. Müslümanların güzel gördükleri şey Allah indinde güzeldir, çirkin gördükleri şey de Allah nazarında çirkindir. Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem) ashabı ise Ebubekir'i halife yapmayı güzel görmüşlerdir.”

Başka bir sözlerinde İbn-i Mesûd şöyle buyurur:

“Sizden biri kendisine rehber edinecek birisini istiyorsa vefat edeni edinsin. (sizden her kim bir yol tutacaksa, ölmüş olanların yolunu tutsun) Çünkü hayatta olan fitnelerden emin değildir. Allah (celle celâlühü)'a yemin ederim ki Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem)'in ashabı bu ümmetin en üstünü, kalbleri en şefkatli, ilimleri en derin ve lüzumsuz şeylere hiç karışmayanları idi. Bunlar peygamberleri ile sohbet için Allah (celle celâlühü)'ın seçtiği bir kavimdir. Üstünlüklerini idrak ediniz, gittikleri yolu izleyiniz. Elinizden geldiği kadar ahlâklarına ve dînî yaşayışlarına yapışınız. Muhakkak onlar doğru yolda idiler.”

İbn-i Batte Katade'den O da başkası ile beraber bu sözü Zer b. Hübeyş'ten rivayet etmişlerdir.

Bu sözler, Râfizî câhilin sahabe hakkında dünya sevgisi, cehalet, acz ve tefrit gibi iddia ettiği sapık düşüncelerinin zıddıdır.

Ashâb, tam bir ilim ve hâlis niyet sahibidirler. Onlar nesillerin en hayırlısıdır.

Rafızilik bütün kötü gurupların sığınağıdır. Nusayrîler, İsmaîliler ve Karamitalar gibi. Bütün bunlarla ilim arasında hiçbir bağlantı yoktur.

İbn-i Kâsım[141] şöyle diyor:

“Mâlik b. Enes'ten Ebubekir ve Ömer'in durumu sorulunca şöyle buyurdu:

“Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem)'e uyan bir kimsenin Ebubekir ve Ömer'in üstünlüğünde şüphe ettiğini görmedim.”

Ey Râfizî! “Bazısı - Ali'yi (r.a.) kasdederek - hakkıyla hilafete tâlib oldu. Fakat azınlık ona biat etti.” diyorsun.

Şüphesiz bu sözlerin bâtıldır. Ehl-i sünnet ve şiiler Osman'ın (r.a.) vefatından sonra Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) biat istediği üzerine ittifak etmişlerdir. O zamandan başka hiç kimse Ali'ye (r.a.) biat etmemiştir. Bunun aksini söyleyenler azınlıktadır

Râfizî şöyle diyor:

“Mezhebimize uymanın vacip oluşu, mezheplerin en haklısı, doğrusu, bâtıl inançlardan ârî olanı, Allah (celle celâlühü)'ı, Rasûlü'nü ve kendilerini tavsiye ettiği kimselerin şanını en çok yücelten bir mezhep olmasındandır. Biz Allah (celle celâlühü)'ın Ezeli olduğuna, cisim olmadığına, hiçbir mekânda bulunmadığına -mekânı olsaydı sonradan olması gerekirdi - inanırız.”

Râfizî bir müddet devam ettikten sonra:

“Allah (celle celâlühü) ne hisle müşahede edilir ve ne de bir yerdedir. Emir ve nehiyleri sonradan olmadır. Çünkü ma'dumun emir ve nehiy ile teklifi mümkün değildir. İmamlar -Şiilerin on iki imamı - peygamberler gibi küçük ve büyük günahlardan ma'sumdurlar. Onlar şeriatı cedleri olan Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'dan alarak, indî görüşlere, kıyas ve istihsana iltifat etmemişlerdir.” diyor.

Ey Râfizî!

Senin bu anlattıklarının imametle hiçbir alakası yoktur. İmamiyyeden olup da bu iddianı inkar eden de vardır. Çünkü bu iddiana göre imamın tayini aklen olması gerekir. Halbuki sizce imamın tayini naklî delillere göre yapılır. Sonra bu sözlerindeki hak olanı ehl-i sünnet zaten kabul ediyor. Batıl olan da haliyle merdûttur.

Aslında sözlerinin ekserisi Cehmiyye ve Mu'tezile mezhebinin görüşleridir.

Sözlerinden Allah (celle celâlühü)'ın ilim, kudret, hayat ve kelam sıfatlarının olmadığını, birşeye razı olma veya olmama durumunda olmayıp bir şeyi sevmediği gibi ona buğz da etmediği anlaşılmaktadır.

Ehl-i Sünnet ise:

Allah (celle celâlühü)'ın bizzat kendi zâtı için sıfat isbat ettiğini kabul edip, O'nun hiçbir yaratılmışa benzemediğine inanırlar.

Allah (celle celâlühü) şöyle buyurur:

“O'nun misli gibi (O'na benzer) hiçbir şey yoktur. O, Semî' dir. -Bütün söylenenleri işitir, Basîr'dir -Bütün yapılanları görür.”[142] Bu âyet-i kerîme, Allah (celle celâlühü)'ı yaratıklara benzeten Müşebbihe ve işitme, görme gibi sıfatları olmadığını iddia eden Muattıla'ya reddir.

Evet, Allah (celle celâlühü) sıfatlarıyla kullara benzemekten münezzehtir. Eğer Cenâb-ı Allah (celle celâlühü)'ın Müsemmâsında vücud, ilim ve kudret sıfatları birleşiyorsa bundan zihnî bir vücud meydana gelir. Yoksa iddia edildiği gibi hâriçte görünen bir vücud meydana gelmez. Bazı insanlar vardır ki, bu sayılan sıfatların bir Müsemmâda -ismin delalet ettiği varlık- toplanmasıyla Allah için meydana gelecek vücudun insanın vücuduna benzeyeceği vehmine kapılıyorlar. Ve zannediyorlar ki, “Vücud” lâfzı iştirak içindir. Bunlar akıllı olduklarını da iddia ediyorlar. Hadd-i zâtında bu isimler umumî manâya geldikleri için kısımlara ayrılırlar. “Vücud” da böyledir. Vâcib, mümkün, ezelî ve fânî vücudlar vardır.

Müşterek lâfız “El-Müşteri” lafzı gibidir. Bu lâfızla hem yıldız, hem de müşteri (alıcı) anlaşılır. Ama “Müşterî” lâfzı açıklanmak istenildiğinde “Şu” veya “Bu” kastedilir denilmesi gerekir.

Bazıları da “Vücud” lâfzını - Mümkün ve vacip varlıklara delâlet etmesi bakımından- kat'î değil, şüphe üzerine varlıklara verilecek olursa bu çelişkiden kurtulacaklarını zannediyorlar. Hiç de böyle değildir. Çünkü “Vücud” isminin birbirinden ayrı olan iki varlığa ad olarak verilmesi bu iki varlığın aynı olmasını gerektirmez. “Vücud” lâfzı, hem Halika hem de Mahlûka şâmil olan şümullü bir lâfızdır, diyenler; Hâlik'ın vücudu, hakikatından ayrı bir şey olduğunu kastediyorlar. Hâlik'ın hakikati vücudunun kendisidir diyenlere göre “Vücud” lâfzı başkasına da delalet eden müşterek bir lâfızdır. Çoğu insanların hataya düştükleri nokta şudur:

Onlara göre umuma şâmil olan lâfızların delâlet ettiği varlıklar mutlaka gözle görülür olması gerekir. Aslında bu doğru değildir. Çünkü bazı varlıklar bu kapsamın dışındadır.

Nitekim Allah (celle celâlühü) bu lafızlarla tesmiye edildiğinde O'nun müsemması O'na yani Allah (celle celâlühü)'a mahsus olur. Ama aynı lâfızlar kula verilmişse yalnız kula mahsus olur.

“Vücud” lâfzı ile Allah ve kul müşterek olarak isimlendirildiği için bunların birini diğerinden kendilerine özel hususiyetlerle yani mâhiyet ve hakikat yönünden belirtilmesi gerekir, deniliyorsa, buna da şu cevap verilir:

Halik ve mahlûka verilen ve müşterek isim olan “Vücud”, varlığın hakikatinden, mâhiyetinden ve zâtından değil, zihinde tasarlanan bir kelime iştirakinden ibarettir. Esasen yanlışlık “Vücud” kelimesinin mutlak, hakikatinin ise özel olarak alınmasından kaynaklanır. Halbuki “Vücud” ve “Hakikat” herbirini ayrı ayrı özel ve genel olarak almak mümkündür. Mutlak olarak alındığında mutlak varlığa, özel olarak alındığında da özel varlığa delâlet etmiş olur. İsimlendirme aynı olmasına rağmen isimlendirilen şey muhtelif olabilir.

Kastedilen durum şudur:

Allah (celle celâlühü)'a İsim ve sıfat isbat (isim ve sıfatları kabul etmek) etmek, Halik'ın yarattıklarının aynısı veya benzeri olmasını gerektirmez. Allah (celle celâlühü) zâtına gerekli olan kâmil sıfatlarla muttasıftır. O sıfatlar da ezelî ve ebedîdir, yine bu sıfatlar Muttasıfın varlık ve ezeliyeti ile vardır. Bu haktır. Bunda hiçbir sakınca yoktur.

Allah (celle celâlühü)'ın isimlerini kabul edip sıfatlarını kabullenmemek sofastaîlerin ve sözün yalnız bâtınî manâsını alan bâtınîlerin işidir.

Cumhuru ulema; bu bölmenin tamamen yanlış ve bidat olduğuna inanır. Ehl-i Sünnetin hak olan görüşüne göre Allah (celle celâlühü)'ın madde ile sıfatlandırılmamasıdır.

Hatta ne câhiliyye ve ne de İslâmdan sonraki araplar Allah (celle celâlühü)'ın cisim olduğunu kesinlikle söylememişlerdir. Allah (celle celâlühü) bu söylentilerden münezzehtir.

(Sofist ekolü felsefî bir görüş sisteminin adıdır. Yunan çevrelerinde doğmuş olan bu ekol sahiplerine “Sofastaiyye” denilir. Konuların ince noktalarına dalarak aşırı yanılmalara saparlar. İbn-i Teymiyye'nin bunlar hakkında açıklamaları vardır.

“Karamita” mezhebi İse İsmailî ve Şiî çevrelerinde meydana gelen bir sapık ekoldür. Mensuplarına “Karamita” denir ki, aslında bunlar İsmaili ve Şiîdirler. Nasların açık olan mânâlarını reddederek onlara batınî manâlar verirler.)

Ey Râfizî!

“Allah cisim değildir” sözüne karşı şöyle deriz:

Cisim kelimesinde icmâlî bir mâna vardır. Bazan cisim kelimesiyle parçaları dağınık olup sonradan toplanan veya bölünme ve toplanmayı kabul eden veya madde ve şekilden meydana gelen mürekkep anlaşılır. Allah (celle celâlühü) ise bütün bunlardan münezzehtir. Bazen de cisim kelimesiyle kendisine işaret edilen, görülmesi mümkün olan veya sıfatlarını kendisinde kâim olduğu varlık anlaşılır. Allah (celle celâlühü) ise duada kastedilir, ahiretde gözle görülür, sıfatları da zâtıyla kâimdir.

Eğer sen Ey Râfizî, “O cisim değildir” cümlesiyle bu ikinci maninin nefyini, -yokluğunu- kastediyorsan, bu verdiğimiz mânâ sahih nakil ve salim akılla sabittir. Üstelik sen bunun aleyhine bir delil getirebilmiş değilsin.

Bütün bunlara rağmen cisim” lâfzını Allah için kullanmak veya kullanmamak bidattir.

Çünkü vârid olan nasslarda ve Selefin sözlerinde bu hususta hiçbir açıklama yoktur. Allah (celle celâlühü)'a “Cevher” veya “Cihet” nisbet etmek de görülmüş değildir.[143]

“Hiçbir mekânda değildir” şeklindeki sözün de böyledir.

Çünkü Mekân ile;

-    bir şeyi içine alan, onu çevreleyen ve kendisine ihtiyaç duyulan yer anlaşıldığı gibi,

-    varlığı olsa dahi âlemin üstünde ve ötesinde bir varlık da anlaşılır.

İşte Allah (celle celâlühü) birinci manâdan münezzehtir. İkinci manâya ise evet, diyoruz. Çünkü Allah yaratıklarının üstündedir.

Hiçbir Hâlık ve Mahlûk yoktur ki, Hâlık, Mahlûktan üstün olup bu üstünlüğü de apaçık olmasın.

O zahirdir. O'nun üstünde hiçbir varlık yoktur. O arşına istivada bulunmuştur. Yarattıklarından ayrıdır. Arşa istiva ettiği kitap ve sünnet ile sabit olup bu hususta müslüman ümmeti ittifak halindedir.

İnsanlara gerekli olan Allah'a ve Rasûlüne iman ile Onu tasdik ve itaattir. İşte bu durum bütün saadetin kaynağıdır.

Allah (celle celâlühü) şöyle buyurmuştur.

“Elif, Lâm, Ra. Bu Kur'an öyle büyük bir kitaptır ki, insanları Rab'lerinin izniyle karanlıklardan aydınlığa, herşeye galip ve hamde layık olan Allah'ın yoluna çıkarman için Onu sana indirdik.”[144]

Allah (c.c) mukaddes isim ve sıfatlarını tam ve tafsilatlı olarak açıklamaları, icmalen de Allah (celle celâlühü)'ın hiçbir noksan sıfata sahip olmadığını, bir şeye benzemediğini bildirmek üzere Peygamberlerini göndermiştir.

Allah (celle celâlühü) sonu olmayan, kemal sıfatlarıyla muttasıf, her yönden de noksan sıfatlardan münezzehtir. Kemâl sıfatlarda da ona benzer olması mümkün değildir.

Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurur:

“Cennette kimsenin hatırına gelmiyecek nimetler vardır.”[145] Mahlûklarda durum böyle olunca, acaba Allah (celle celâlühü) hakkında nasıl olacaktır?

İbn-i Abbas:

“Dünyada cennet nimetlerinin ancak isimleri vardır.” buyuruyor.

Bu iki yaratık, yani dünya ve ahirette isimleri aynı olup, fakat hakikatte tamamen ayrı olan ve dünyada iken ahirettekinin hakikati kavranamıyorsa, -ki böyledir- Allah (celle celâlühü)'ın muttasîf olduğu kemâl sıfatlarının kulun sıfatlarından daha üstün ve onlardan tamamen ayrı olmaları elbette kesin olacaktır. Fakat hakikatlerini idrak etmek mümkün değildir.

İbn-i Teymiyye devamla şöyle diyor:

Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'dan sahih olarak gelen haberlerin muhtevasına inanmak farzdır. Rasûlullah'tan gelmeyen haberler hakkında ise mütekellim'in kastettiği şeyin ne olduğu bilinmediği müddetçe müsbet veya menfi hüküm vermek ve inanmak farz değildir. Tafsilatını bilmeden mücmel kelimeler hakkında müsbet veya menfi hüküm vermek, insanı cehalete, sapıklığa ve dedikoduya sevkeder. Akılcıların en çok ihtilaf ettikleri konunun, isimlerdeki müştereklik olduğu söylenmiştir.

Allah (celle celâlühü)'ın (celle celâlühü) cisim olduğunu ortaya atanlar Şiîler olmuştur. Cisim lâfzını ilk ortaya atan Râfizîlerin kelâmcısı sayılan Hişam bin El-Hakem'dir. İbn-i Hazm da böyle nakletmektedir.

Eş'arî Makâlât el-İslâmiyyîn” adlı eserinde tecsim -Allah (celle celâlühü)'ı cisim kabul etme - konusunda râfizîleri altı guruba ayırıyor.

1   - Hişâmiyye: Bunlar Hişam bin el-Hakem'in taraftarlarıdır. Onlara göre ma'butları cisim olup, O cismin de en ve boy gibi sınırı vardır. O gümüş parçası gibi etrafa ışık yayar. Yuvarlak inci tanesi gibi parlar. Rengi, tadı ve kokusu vardır.

2   - Bu fırka, Allah (celle celâlühü)'ın ne şekil ve ne de cisimden ibaret olduğunu söylüyorlar. “O cisimdir” sözünden, O'nun var olduğunu, parçalardan mürekkep olmadığını anlıyorlar. Aynı zamanda Onun hissedilmez ve keyfiyetsiz olarak arşı kuşattığını ifade ediyorlar.

3   - Bu guruptakiler Allah (celle celâlühü)'ın insan suretinde olup fakat cisim olmadığını iddia ediyorlar.

4   - Bu gurup da Hişam bin Salim el-Cevâlikî'nin taraftarlarıdır. Allah (celle celâlühü)'ın insan suretinde olup fakat et ve kandan mürekkep olmadığını, ancak O parlayan bir nur ve beş duyuya sahip el, ayak, burun, ağız, göz ve daha başka organları olduğunu iddia etmektedirler.

Ebu İsâ el-Verrâk (Hâşâ!) Allah (celle celâlühü)'ın uzun ve siyah bir saçı olduğunu ve bu saçın siyah bir nur saçtığını iddia etmektedir. (Şiî kelamcılarındandır. Esas ismi Muhammed bin Harun'dur. Mutezile âlimleri Onu tenkid ederler. Kesin olmamakla beraber Harun Reşid zamanında yaşadığı tahmin edilir. Ebu'l-Hasan el- Eşarî küfründen bahseder. Râfizîler bunu inkar edemezler. Kendileri dahi bunu itiraf etmektedirler.)

5    - Bu fırka Allah (celle celâlühü)'ın lambanın ışığı gibi saf bir ışığa sahip olduğunu söylerler. Öyle ki, nereden gelirsen gel O, seni hemen görür. Şekli olmadığı gibi, mürekkep de değildir.

6    - Râfizîlerin bu fırkası da Allah (celle celâlühü)'ın cisim ve şekilden ibaret olmadığını, ne durgun ne de hareket halinde olduğunu, elle hissedilmediğini söylemektedirler. Bunlar Tevhidi Mu'tezile gibi anlarlar.

İmam El-Eş'arî bu son fırka hakkında:

“Bunlar Râfizîlerin son zamanlarındaki fırkalarıdır.” demektedir. Halbuki ilk zamanlarda ki Râfizîler yukarıda anlattığımız gibi maddeye benzetirler.

Râfizî'nin

“Muhakkak Peygamberler ömürlerinin evvelinden sonuna kadar hatadan, unutkanlıktan, küçük günâhlardan ma'sumdurlar.” sözüne gelince:

İmamiyye bu konuda ihtilaf etmişlerdir. İmam El-Eş'ari El-Makâlât” adlı eserinde:

“Peygamberin günah işlemesi caiz olup olmadığı hususunda Râfizîler ihtilafa düştüler. Bir kısmı bu caizdir diyerek Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'ın Bedir muharebesinde esirlerden kurtuluş akçesini aldığını misal gösterdiler.” der.

“Peygamberlerin Allah (celle celâlühü)'a isyan etmeleri caizdir.” diyen Râfizîler, bağlı bulundukları imamların günah işlemeleri caiz olmadığım iddia ederler.[146]

Onlara göre peygamber günah işlediğinde kendisine vahiy gelir gelmez pişmanlık duyar. Ama imamlara vahiy gelmediğine göre onlardan kötülük veya yanlışlık meydana gelmesi caiz değildir. Bu saçmalıkları Hişam bin el -Hakem söylemektedir. Bu durum karşısında bizim söyleyeceğimiz şudur:

Bütün müslümanlar peygamberlerin tebliğde kusur etmedikleri hususunda ittifak halindedirler. Vahiy hususunda onlardan bir unutkanlık meydana gelmesi söz konusu değildir. Peygamberliğin gayesi ancak bu şekilde tahakkuk eder. “Bir peygamberin peygamberlikten önce günah veya hata işlemesi caiz değildir.” Hükmü ise, peygamberlikte bunun böyle olmasını gerektiren bir şey yoktur.

Bir insan; hiçbir zaman kâfir olmamış, adam öldürmemiş bir kimsenin, küfründen sonra îman ederek hidâyete nail olan ve günâhlarından tevbe eden bir başkasından mutlaka daha üstündür, diye inanırsa bu inanış zaruri olarak bilinen dinî esaslara aykırıdır.

Şu bilinen bir gerçektir ki, sonradan iman etmiş sahabe-i Kiram İslâm döneminde doğmuş çocuklarından üstündürler. Hiçbir akıllı, Muhacir ve Ensarı çocuklarına benzetir mi?!

Küfürden sonra îmana, kötülükten sonra iyiliğe, aklıyla, düşüncesiyle, sabır ve tevbesiyle İslâmdan önceki âdet ve arkadaşlarını terkederek İslama girmiş olan bir kimsenin durumu nerede?

Ebeveynini, akrabalarını, şehir halkını müslüman olarak görmüş ve İslâm terbiyesiyle güzelce büyümüş bir başkasının durumu nerede?

Hz. Ömer (radiyallâhü anh) şöyle der:

“Câhiliyye devrini bilmeyen İslâm zincirinin halkalarını koparmıştır.”

Kaldı ki Cenab-ı Allah, insanı helak eden şeylerden vazgeçerek, iman edip sâlih amel işleyenlere günahlarını sevaba tebdil edeceğini va'detmiştir.

Cumhur-u Ulemâ peygamberlerin -zelle dediğimiz- küçük günah işleyebileceklerini fakat onda ısrar etmediklerini söylemektedirler. Böyle günahlardan tevbe etmeleri, derecelerinin yükselmesine vesile olur. Âyetler, hadisler ve Selefin çoğu, Cumhurun görüşünü te'yid eder. Bunu inkâr edenler Kur'an'ı da tahrif ediyorlar; Allah (celle celâlühü)'ın:

“Öyle ki (bu yüzden) Allah, senin geçmiş ve gelecek günâhını bağışlayacaktır...”[147] buyurduğu âyetteki (Senin geçmiş günâhın) dan murat Adem'in (a.s.), (gelecek günahın) dan da murad ümmetinin günahı olduğunu iddia etmektedirler. Halbuki Adem (a.s.) yüce bir peygamberdir. Böylece kabul etmediklerini yine kendileri iddia ediyorlar. Peygamberimizden günâhı kaldırıp Adem'e yapıştırıyorlar. Kaldı ki Allah (c.c), Adem'i (a.s.) yere inmeden atfetmiştir. Hem de Nuh (a.s.) ve İbrahim (a.s.) doğmadan önce.

Allah (c.c), En'âm: 164, İsrâ: 15, Fâtır 18, Zümer: 7, Necm: 38 de şöyle buyuruyor:

“Hiçbir günahkâr başkasının günahını çekmez.” Şu halde bunun günahı nasıl şuna yüklenir? Sonra,

“Öyle ki, (bu yüzden) Allah, senin geçmiş ve gelecek günahını bağışlayacaktır.”[148] âyet-i kerimesi inince, Ashab-ı Kiram:

Yâ Rasûlallah bu senin içindir. Acaba bize ne olacak? dediler. Bunun üzerine Allah (celle celâlühü) şu ayet-i kerimeyi indirdi:

“Allah O'dur ki, îmanları üstüne iman artırsınlar diye, mü'minlerin kalbine manevî huzuru indirdi.”[149]

Böyle olunca aklı kâmil olan:

“Allah (celle celâlühü) Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'ın bütün ümmetini atfetmiştir.” diyebilir mi? Halbuki o biliyor ki, ümmetten bazısı günahları sebebiyle cehenneme gireceklerdir. Affetme nerede kaldı?

Ey Râfizî!

“Bu durum -peygamberlerin küçük günâh işlemeleri ve ondan tevbe etmeleri - peygamberlere güveni sarstığı gibi onlardan nefret etmeyi gerektiriyor.” sözün ise doğru değildir.

Aksine büyük bir zâtın yaptığı bir kusuru itiraf ederek tevbe etmesi ve Allah (celle celâlühü)'ın affına muhtaç olduğunu itiraf etmesi, o zâtın alçak gönüllülüğüne, kibir ve yalandan uzak olduğuna delâlet eder.

“Benden sudur eden hiçbir şey beni tevbe ve affa muhtaç kılmaz.” diyen bir kişinin tam aksine. Böyle sözleri söyleyen kimseyi insanlar kibirli, cahil ve yalancı olarak addederler.

Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyuruyor:

“Sizden hiçbiriniz ameliyle cennete giremiyecektir. ”

Ashab: Sen de mi giremiyeceksin ya Rasûlallah? dediler.

“Ben de. Ancak Allah fazlından beni rahmetiyle kuşatsa.”[150] Başka bir hadiste:

“Allahım! Hatamdan, bilmemezlikten, işlerimde düştüğüm gafletten, senin benden daha iyi bildiğin işlerde yaptığım kusurdan dolayı beni bağışla. Allahım! Şaka ve ciddiyetimden, bilerek veya bilmiyerek işlediğim şeylerden ve benden südûr eden her hatalı şeyden dolayı beni affet.”[151] Diğer bir başka Hadis-i Şerifte şöyle buyururlar:

“Bütün Ademoğulları hata işlerler. Hatâ işleyenlerin en hayırlısı, - işledikleri hatadan dolayı - tevbe edenlerdir.”

Ey Râfizî!

Senin bahsettiğin güvensizlik ve nefret etme, ancak hatada ısrar etmek ve onu çoğaltmaktan dolayı olabilir. Çok nadir hata eden ve çokça tevbe eden için bu söylediklerin söz konusu değildir. Peki hiç hata etmiyen kimseyi Allah (celle celâlühü)'a ve O'na tevbe ve istiğfar etmeye muhtaç kılan sebep nedir?

Aslında biz, İsrailoğulları dahi herhangi bir hatadan dolayı tevbe eden peygamberlerden birini zemmeden bir kavim bilmiyoruz. (Siz ise onları bile geçmişsiniz.)

Râfizîler ve bütün Şiîler

“Nübüvvet öncesi ve sonrası peygamberlerden hata ve küçük günah meydana gelmez.” Şeklindeki fikirleriyle bütün ümmetten ayrı kalmışlardır.

Davud (a.s.)'un tevbe ettikten sonraki hali tevbe etmeden önceki halinden daha hayırlı idi. Bazı zâtlar şöyle demişler:

Eğer tevbe en sevimli şey olmasaydı, Allah (celle celâlühü) Rasûlünü küçük günahlarla imtihan etmezdi.

Bundan dolayıdır ki, gerçekten tevbe eden, itaâta bağlılık ve günahlardan sakınma hususunda günahlara mübtela olmamış kişilerden daha dikkatli olduğunu görürsün.

Binaenaleyh kim, Allah (celle celâlühü)'ın seçtiği ve hidayete erdirdiği tevbekarı eksik bir kişi kabul ederse o mutlaka câhildir.

Ey Râfizî!

“İmamlar peygamberler gibi günahsızdırlar” şeklindeki sözün yalnız râfizîlere ve imamiyyeye has bir özelliktir.

Bu sözlerine ancak onlardan daha kötü olanlar katılmışlardır. İsmailîler gibi. İsmailîler Muhammed b. İsmail'in Cafere mensup olan Beni Ubeydleri masum kabul ederler. Onlara göre Cafer'den sonra imamet Musa b. Ca'fer'in değil, Muhammed b. İsmail'indir. Onlar mülhid ve zındıktırlar.

Ey Râfizî!

“Peygamberler hakkında unutkanlık caiz değildir.” sözünü senden başkasının söylediğini bilmiyorum.

Ma'sum imamların hadisleri cedlerinden aldıklarını iddia ediyorsun. Buna da şöyle cevap verilir:

Birincisi, bu ma'sum imam dedikleriniz, hadisi Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'den âlimler vasıtasıyla öğrenmişlerdir. Bu da tevatüren sabittir. Meselâ Hüseyn'in (r.a.) oğlu Ali, hadisi Esan b. Osman'dan, Usame b. Zeyd'den; Muhammed b. Ali ise Câbir ve başkasından rivayet ediyorlar.

İkincisi, bu saydığınız imamlardan Rasûlullâh'ı görenler yalnız Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) ve iki çocuğudur. İşte bu Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh)'dir ki şöyle buyuruyor:

“Vallahi size Rasulullah'tan haber verirken gökten düşüp de ölmem O'na yalan isnad etmekten benim için sevimlidir. Benimle sizin aranızda olan hususta konuştuğum zaman biliniz ki harp hiledir.”

İşte böyle, Râfizî bir söz söylüyor ve ondan tekrar vaz geçiyor.

Şiilerin bütün kitapları da ümmetin rivayetlerine ters düşen rivayetlerle doludur.

Ey Râfizî!

İddianıza göre ma'sum bir imama varıncaya kadar rivayeti birbirinizden naklediyorsun. Eğer senin dediğin doğru ise bir tek ma'sumdan rivayet kâfidir. Her zaman bir ma'sumun bulunmasına ne hacet vardır? Eğer ma'sumdan rivayet kâfi ve mevcud ise, kendisinden bir tek kelime dahi nakledilmeyen Muntazardan ne fayda gelecektir?

Yok eğer yaptığınız nakiller, kâfi değilse 460 seneden beri eksiklik ve cehalettesiniz.[152] Ondan sonra râfizîlerin bu ma'sum imamlara ettikleri iftira zaten haddi aşmıştır. Bilhassa Ca'fer es-Sâdık hakkında yapılan iftiralar oldukça çoktur. Onun harflerden hesap çıkarma ve hüvviyeti belirleme, azaların hareketi, şimşeklerin hükmü, Kur'an'ın faydaları gibi eserler yazdığını iddia ediyorlar. Bu kitaplar onların maişetine kaynak olmuştur. Habercinin doğruluğu, senedinin durumu bilinmeyen ve kendilerinden çokça yalan südûr eden Şiîlere nasıl güvenilebilir?

Şiilerin bu şerleri Küfe ve Irak ehline bile sirayet etmiştir. Öyleki, Medine ehli onların hadislerinden sakınıyorlardı.

Hatta İmam Mâlik (r.a.):

“Irak ehlinin hadislerini ehli kitabın haberleriyle denk tutunuz. Onları ne tasdik ediniz ve ne de yalanlayınız.” demiştir.

Abdurrahman b. Mehdi[153] İmamı Mâlik'e şöyle dedi:

“Beldenizde - Medine'de- kırk günde dörtyüz hadis dinledim. Irak'ta ise birtek günde bu kadarını dinliyoruz.” bunun üzerine İmam Malik şöyle cevab verdi:

“Ey Abdurrahman, sizin darbhaneniz gibi bizim nereden darbhanemiz olacak? Öyle bir darbhaneniz var ki, gece basıyor, gündüz dağıtıyorsunuz.”

Halbuki, Kûfe'de güvenilir büyük muhaddisler vardı. Abdurrahman b. Mehdi de bunlardandır. Şiilerden meydana gelen bu mübalağalı yalandan dolayı artık iş o kadar karmaşık oldu ki, hak bâtıldan ayırt edilemez hale geldi. Onun için tenkid ve temyiz kabiliyeti olmayanın, içinde yalan rivayetler, sapık görüşler bulunan bid'at kitaplarını mütalaa etmesi uygun görülmemiştir. Aynı şekilde naklettikleri haberlerde çok yalan söyledikleri için, bazı konularda doğru olsalar dahi, ilmi habercilerden almak da uygun görülmemiştir. Rivayetçilerin durumunu bilen âlimler, râfizîlerin bütün fırkalardan daha yalancı olduklarını ittifakla kabul etmişlerdir.

Ey Râfizî

“(Oniki imam) görüş ve içtihada iltifat etmezler, kıyası da haram kılmışlardır.” diyorsun.

Şiîler bu hususta ehl-i sünnetten kıyası uygun görmeyen bazı kimseler gibidir. Tabii ki ictihad ve kıyası kabul edenler çoğunluktadır. Bağdat ekolü mu'tezililer de kıyası kabul etmezler. Bazı muhaddisler de kıyası zemmederler. Buna rağmen kıyas ve ictihadla amel etmek, yalancı birisinin ma'sum diye iddia ettiği kimselerden naklettiği sözlerle amel etmekten çok daha iyidir.

Şüphesiz ki, büyük imamların yaptığı ve hükümler taalluk eden ictihadlara sarılmak, râfizîlerin Hasan El-Askeri ve Mevhum oğlundan yapılan nakillere bağlanmaktan daha çok isabetlidir. Şu kesin bir gerçektir ki Mâlik, El-Leys, El- Evzaî, Es-Sevrî, Ebu Hanife, Eş-Şafiî, Ahmed ve benzerleri (Allah Onlardan razı olsun) Allah (celle celâlühü)'ın dinini râfizilerin bağlandıkları Hasan El-Askeri ve oğlundan daha iyi bilirler. Hasan el Askeri ve Oğlu, bu zatların birinden ilmi öğrenmeleri şarttır.

Bilinen şu ki, Ali b. El-Hasan, Ebu Ca'fer b. Muhammed üstün âlimlerden olmalarına rağmen, zamanın âlimlerinden öğrenim görüyorlar ve bazı konularda onların ilmine müracaat ediyorlardı.

Râfizînin iddialarından biri de şudur:

“(Şiîlerin dışında) Geri kalan müslümanlar çeşitli mezheblere ayrıldılar. Bazıları -ki bunlar eş'arîlerden bir cemaattır- Allah ile birlikte ezeli olan şeyler çoktur, diyerek bu ezeli olanların hariçte sabit olan Allah (celle celâlühü)'ın sıfatları olduğunu söylüyorlar. Kudret, İlim vb. sıfatları gibi. Bunlar zâtında âlim olan Allah (celle celâlühü)'ı manâya yani kudrete muhtaç kılmışlardır. Allah (celle celâlühü)'ı zâtıyla Kadir, Alim ve Hayy kabul etmiyorlar. Üstelik onlar Allah (celle celâlühü)'ı ezeli manalara ve bu sıfatlara muhtaç kılıyorlar. Hatta Üstadları olan Fahruddin Er-Razi bu konuda onlara itiraz ederken :

“Hıristiyanlar ezeli varlıklar üç tanedir demekle kâfir oldular, Eş'arîler ise bunları dokuza çıkarttılar” demiştir.”

Râfizînin bu iddialarına bir kaç yönden cevap verilmesi gerekir:

Birincisi: Herşeyden önce bu iddia Eş'arîlere yöneltilmiş bir iftiradır. Onlardan hiçbiri Allah (celle celâlühü)'ın başka şeyle kemâle erdiğini söylemez. Senin zikrettiğini de Râzi o şekilde söylememiştir. Aksine Razi isimlerini anmaktan haya duyduğu ve Allah (celle celâlühü)'ın sıfatlarını inkâr eden cehmiyye mezhebi mensupları için bu itirazı yöneltmiştir, İmam Ahmed de, Cehmiyye'nin fikirlerini reddederken aynı şeyi zikretmiştir.

Bu arada Ahmed b. Hanbel şöyle diyor:

“Biz Allah “ezelidir, kudreti de ezelidir; Allah ezelidir, Nuru da ezelidir; demeyiz. Belki biz “Allah kudretiyle, Nuruyla ezelidir” deriz. Ne zaman ve nasıl kudreti olduğundan da söz etmeyiz.”

Râfizîler, “Allah var iken, başka bir şey yoktu” demediğiniz müddetçe Allah (celle celâlühü)'ın bir olduğuna inanmış sayılmazsınız, demişlerdir.

Evet biz de diyoruz ki, Allah var iken, başka bir şey yoktu. Lâkin Allah sıfatlarıyla ezelidir dediğimizde bir tek ilâhı, sıfatlarıyle tavsif etmiş sayılmaz mıyız? -Elbette ki sayılırız- Bu hususta onlara misal de veririz. Şöyle ki:

“Söyleyin bakalım, bu hurmanın gövdesi, dalları, lifleri, yaprakları ve özü yok mudur? Bütün bunlarla beraber buna bir tek isimle Hurma Ağacı” denmemiş midir?

İşte Allah (celle celâlühü) da (Ki O teşbihten münezzehtir) bütün sıfatlarıyle bir tek İlah'tır. Hiçbir surette Allah bir zamanlar kudretli değildi de sonra kudreti yarattı. Alim değildi de sonra kendine ilmi yarattı demeyiz. Çünkü kudret ve ilmi olmayan, âciz ve câhildir. Allah (celle celâlühü) bu durumdan münezzehtir. Fakat tekrar diyoruz ki Allah ezelden beri kudretli ve âlimdir, ama zaman ve keyfiyetten bahsetmeyiz.

İkincisi: Zikredilen bu görüş bütün Eş'arilere mâl edilemez. Ancak keyfiyetten bahsedenlerin işidir. Bunlar “Bilmeyi” “ilme” bağlı ayrı bir durum telakki ederler. Buna da “Alim” lik diyorlar. Bu görüş Bakillâni, Ebu Ya'lâ ve Ebu'l Meâlî'nin görüşüdür. Sıfatların sübutuna inanan Eş'arilerin cumhuru ise şöyle diyorlar:

İlim, Cenâb-ı Allah (celle celâlühü)'ın âlim olması demektir. İlimsiz Âlim, kudretsiz Kadir, Hayatsız Hayy olması caiz değildir.

Masdarsız ismi failin mevcudiyeti mümkün değildir. Namaz kılana namazsız, oruç tutana oruçsuz, konuşana kelamsız denilemiyeceği gibi.

Ama namaz kılana -musalli- denilebilir, diyorsak burada istenilen üç şeyin tahakkuk etmiş olması içindir. Birisi namazın kendisi,ikincisi namazın edasına bağlı olan haldir. İşte o zaman Musalliye namaz hasıl olur. Aslında Eş'arîler “Allah Hayy'dır, hayatı yoktur, âlimdir, ilmi yoktur, kadirdir kudreti yoktur” diyerek sıfatları inkâr edenleri reddetmişlerdir.

Kim ki Allah zatıyla Hayy, Âlim ve Kadirdir diyerek, bununla da Zatının hayatı, ilmi ve kudreti gerektirdiğini kasdederse, Allah (celle celâlühü)'ı başka şeye (Haşa) muhtaç kılmış sayılmaz. Bunların söylediklerini iyice düşünen bir kimse, sıfatları isbat (kabul) ettiklerini görmüş olur. Bunların sözleriyle gerçekten Allah (celle celâlühü)'ın sıfatlarını isbat edenlerin sözleri arasında gerçek bir ayrılık bulmak mümkün değildir. Çünkü onlar da Allah (celle celâlühü)'ın zatıyla âlim, hayy ve kadir olduğunu isbat etmişlerdir. Yoksa Allah ayrı, âlim, hayy ve kadir sıfatları ayrıdır demezler Onlar ancak zâtının sıfatlarına mücerred mânâlar isbat etmişlerdir.

Ey Râfizî!

“(Eş'arîler) Ezelî birçok şeyleri isbat (kabul) etmişlerdir.” sözün mücmeldir.

Bu sözünden onların ezelde Allah (celle celâlühü)'tan başka ilâhlar kabul ettikleri tevekküm edilir. Bu ise onlara yapılan büyük bir iftiradır. Aslında Eş'arîler ezelî olan Allah (celle celâlühü)'a zatıyla kâim olan sıfatlar isbat etmişlerdir. Bunu akılsız ve alçak olan birisinden başka kim inkâr edebilir? “Allah” ismi, sıfatlarla muttasıf olan zâta delalet eder. Mücerred -sıfatsız- bir zâta isim değildir.

Ey Râfizî!

“Allah (celle celâlühü)'ı zatıyla âlim ve kadir kılmıyorlar” diyorsun.

Eğer sen bu sözünle Allah (celle celâlühü)'ı ilim ve kudretten âri mücerred bir varlık olmadığını kasdettiklerini söylüyorsan bu haktır ve doğrudur. Sıfatları inkar edenlerin dediği gibi Allah, sıfatsız mücerred bir varlık olamaz. Çünkü ilim ve kudretten yoksun olan mücerred bir varlığın hariçte hiçbir tesiri olmaz. Böyle bir varlık Allah değildir.

Ama bu sözünle Eş'arîlerin Allah (celle celâlühü)'ın zatıyla ilmi ve kudreti gerektiren Âlim ve Kadir sıfatlarının bulunmadığını iddia ettiklerini söylüyorsan bu tamamen onlara isnad edilen büyük bir yalandır. Aksine onlara göre ilmi ve kudreti gerektiren Allah (celle celâlühü)'ın Zatı yine Âlim ve Kadir olmasını gerektirmiştir. Bütün bunlar birbirlerini gerektiren şeylerdir.

Ey Râfizî!

“Allah (celle celâlühü)'ı bizatihi noksan, başkasına muhtaç ve başka şeylerle O'nu kâmil kıldılar” diyorsun.

Bu sözün de tamamen bâtıldır. Allah (celle celâlühü) öyle sıfatlarla muttasıftır ki, o sıfatlar da kendilerine gerekli olanı gerektirirler. Sıfatsız hiçbir varlık yoktur. Allah (celle celâlühü)'ın sıfatları da kendinden başka değildir.

“Hıristiyanlar ezelîler üçtür demekle kafir oldular. Eş'arîler ise ezelî varlıkları dokuza çıkarttılar.” (Reddiyenin kendisine yazıldığı Rafızî İbnu'l- Mutahhar'a göre bu söz Fahreddin Er-Râzi'nin Eş'arîler hakkında söylediği söz olduğunu iddia ediyorsa da bu yalandır. Er-Râzi bu sözü sıfatları inkar eden Cehmiyye hakkında söylemiştir.) sözüne gelince şöyle deriz:

Hıristiyanlar Ezelîler üçtür” demekle kâfir olmamışlar, belki onlar:

“Allah üç ilâhtan üçüncüsüdür diyenler elbette kâfir olmuşlardır. Halbuki bir tek ilâhtan başka hiçbir ilâh yoktur.”[154]

Âyet-i Kerimesinde beyan edildiği gibi, Onlar Allah (celle celâlühü)'ın üç ilâhın, üçüncüsü olduğunu söylemekle kâfir olmuşlardır. Halbuki Allah, “Bir tek ezeliden başka hiçbir ezeli yoktur.” dememiştir.

Bir başka âyetle diğer ikisinin halini de beyan ediyor ve şöyle buyuruyor:

“Meryem oğlu Mesih ancak bir peygamberdir. O'ndan önce birçok peygamberler geçti. Anası çok doğru bir kadındı, ikisi de yemek yerlerdi.”[155]

Halbuki ilâh, yiyen değil yedirendir. Başka bir âyette Allah (celle celâlühü) şöyle buyurur:

“Hatırla ki kıyamet gününde Allah şöyle buyuracak: “-Ey Meryem oğlu İsâ, Allah'ı bırakıp da beni ve anamı iki ilâh edinin, diye insanlara sen mi söyledin?” İsâ “- Seni tenzih ederim...”[156]

Görülüyor ki kitap ve sünnette Kıdem = ezel” lâfzı manâsı doğru olmasına rağmen Allah (celle celâlühü)'ın isimleri arasında zikredilmiş değildir.

Kaldı ki hıristiyanlar Meryem ile İsa'nın doğduklarını itiraf etmişlerdir. Nasıl onlara Kadîm = Ezelî, diyebilirler?!

Sıfatların Allah (celle celâlühü)'ın zâtında kâim olduklarını söyleyenler “Allah ezeli olan dokuz şeyin dokuzuncusudur? dememişlerdir. Belki onlara göre Allah (celle celâlühü)'ın ismi zât ve sıfatlarına şâmildir. Onlara göre Allah (celle celâlühü)'ın sıfatları ondan ayrı değildir. Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurur:

“Kim Allah'tan başka bir şey ile yemin ederse Allah'a ortak koşmuştur”[157]. Buhârî ve Müslim'de Allah (celle celâlühü)'ın izzetiyle yemin etmenin Allah (celle celâlühü)'tan başkasıyla yemin edilmiş sayılmıyacağı sabit olmuştur. Doğru olan yalnız sekiz sıfat olmadığı -bazı Eş'ârilerin dediği gibi- belki sayı ile sınırlanmamasıdır.

Hıristiyanlar üç esas tesbit ederek bunların cevher olduklarını ve bir cevherde toplandıklarını ve bu cevherlerin herbiri (Hâşâ!) İlâh olduğunu, bu ilâhın da yaratıp rızıklandırdığını iddia ediyorlar. Yine onlara göre Mesih'e bağlı olan diğer iki esas:

Kelime ve İlimdir. Bu durum tezat teşkil eder. Çünkü Mesih'te birleşen şey sıfat ise sıfat hiçbir zaman yaratmaz, rızık vermez ve mevsuftan da ayrılamaz. Sıfat mevsufun kendisi ise Mesih tek cevherdir. O da babadır. Mesih de O'na göre baba olur. İddiaları ise bu değildir.

Hıristiyanların bu sözleri ile:

“Allah birdir O'nun güzel isimleri vardır. O güzel isimler yüce sıfatlarına delalet ederler, O'ndan başka yaratıcı ve kendisinden başka ibadet edilecek kimse yoktur.” diyenlerin sözleri bir midir? Elbette ki değildir.

Ali bin Kullab[158] Cehmiyyeye reddiye olarak çeşitli eserler te'lif edince, kız kardeşi adına bir hikâye uydurarak ona iftira ettilerHikâye de şudur:

“Kız kardeşi hıristiyanmış, İbni Kullab müslüman olunca kız kardeşi O'ndan alâkayı kesmiş. Bunun üzerine İbni Kullab kız kardeşine:

Kız kardeşim! Ben İslâm dinini bozmak istiyorum.” demiş. Bu sözden dolayı da kız kardeşi O'nunla barışmış.

İftira edenin bu hikâyeden maksadı sıfatların isbatı hıristiyanların işi olduğunu isbatlamaktır.[159]

Halbuki hıristiyanların iddiası ile Allah (celle celâlühü)'ın sıfatlarını zâtında isbat edenlerin görüşleri arasındaki fark ayak ile saç ayrımı -halk tabiriyle dağlar kadar- arasındaki fark kadardır

Rafızî şöyle diyor:

“Allah (celle celâlühü)'ı insana benzeten Haşviyyeciler[160] dediler ki:

“Allah cisimdir. Yüksekliği, genişliği ve derinliği vardır. O'nunla musâfaha (el sıkışma) caizdir. Salih kişiler O'nu dünyada görüyorlar.”

Râfizi devam ederek tecsîmi iddia eden Davud El-Cevarîbi'nin şöyle dediğini naklediyor:

“Bana ferc ve sakal hariç istediğiniz her şeyden sorabilirsiniz. Şunu biliniz ki, Ma'budum cisimdir. Eti, kanı ve organları vardır. Hatta başkaları, O'nun gözleri ağrıdığını melekler de bundan dolayı O'nu ziyaret ettiklerini, Nuh tufanı için gözleri ağrıyıncaya kadar ağladığını söylemişlerdir.” diyor.

Yukarıdaki nakiller kendisine reddiyye yazdığımız Râfizî İbnu'I-Mutahhar tarafından yapılmıştır.

Bu Râfizîye verilecek cevap şudur:

Bu senin naklettiklerin daha önce de belirttiğimiz gibi râfizî Hişam b. El - Hakemin sözlerinin aynısıdır. Bu sözlerin aynısını nakleden Şiîlerden Ebu İsa El- Varrak, Zurkan, İbnül Nevbahtî, zahirîlerden İbn-i Hazm, Ehl-i Sünnetten Ebu Musa el-Eş'arî, Şafiî şehristânî ve diğerleri Allah (celle celâlühü)'ın cisim olduğunu ilk söyleyenin Hişam b. El-Hakem olduğunu söylemişlerdir.

Azılı Şiîlerden ve Emevî devleti zamanında İslama büyük düşmanları olan Beyan İbn-i Sem'ân Et-Temîmî:

“Allah insan suretine benzer. Yüzünden başka herşeyi helak olacaktır.” demesi üzerine Halid b. Abdullah el-Kuserî onu öldürmüştür.

Başka bir azılı Şiî olan Muğîre b. Said'in:

Ma'budum nurdan olup, başında nurdan bir taç bulunan ve insan gibi organları, karnı ve kalbi olup, organları da ebced harfleri kadar olan bir insan gibidir, diye iddia ettiği nakledilmiştir. Yine bu azılı Şiî ölüleri dirilttiğini iddia ettiği için taraftarları onun peygamberliğini iddia etmişlerdir. Bunun üzerine onu da Halid b. Abdullah öldürmüştür.

Azılı Şiilerden bir tanesi de Kûfeli Ebu Mansur El-Aclî'dir. Taraftarlarına Mansûriyye deniliyor. Ebu Mansur, Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh), Hasan, Hüseyin, Ali b. Hüseyn ve Muhammed'in peygamber olduklarını söyledikten sonra, kendisinin göklere yükseltildiğini, ma'budunun başını meshederek kendisine “Git emir ve yasakları beyan et” dediğini iddia etmiştir.

Şiî Ebu Mansur'un taraftarları olan Mansûrilerin yeminleri her zaman “La vel Kelime” (Yani Allah (celle celâlühü)'ın kelimesi olan İsa'ya yemin ederim)dir. Ebu Mansûr'a göre Allah (celle celâlühü)'ın ilk yarattığı varlık İsa (a.s.), ondan sonra da Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh)'dir. Peygamberlerin hiç kesilmeyeceğini, cennet ve cehennemin iki insan ismi olduğunu iddia etmektedir. Haramları, kanı, deri ve şarabı mubah kıldıktan sonra, bunların birer kavim ismi olduklarını ve Allah (celle celâlühü)'ın bu -kavimlere başkanlığı haram kıldığını söylemektedir. Farzları da kaldırarak farz denilen şey reislikleri vacip olan insanların ismi olduğunu iddia etmektedir. Bu sözleri üzerine onu da Yusuf b. Ömer öldürtmüştür.

Bir nevî Şiî olan Nusayrîler[161] de Mansûrîlere benzerler.

Şiilerin bir çeşidi de Hitabiyye'dir. Ebu'l-Hitab b. Ebî Zeyneb'in taraftarıdırlar. Bunlar da 12 imamın peygamber olduklarını, onlardan iki kişinin peygamberliklerinin devam ettiğini, birisini konuşmakta, diğerinin de susmakta olduğunu, konuşanın Muhammed (a.s.), susanın da Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) olduğunu iddia ediyorlar. Bunlar Ebu'l-Hitab'a ibadet edercesine bağlıdırlar. Ebu'l-Hitab, Mansûrîlerin lideri Ebu Mansur el-Aclî'nin yanına giderken Kûfe'de İsa b. Musa tarafından öldürülmüştür. Bunlar fikirlerine muvafakat edenleri yalandan överler.

Şiilerin bir bölümü de Deziiyye'dir[162] Beziiyyeler (Hâşâ!)

Ca'fer b. Muhammed'in Allah olduğunu ve her mü'mine vahiy gelebileceğini iddia ediyorlar.

Ebu Hasan el-Eş'arî, bazı Şiîlerin Selman el-Fârisî'nin uluhiyetini iddia ettiklerini söylemektedir. Bazı sapık sûfîler de hoşlarına giden bir şey gördüklerinde “Olabilir ki Allah buna hulul etmiştir” diyorlar. Daha ileri giderek mabuduna erişen bir sûfîden dinî vecibelerin düşebileceğini de söylüyorlar.

Ebu Hasan el-Eş'arî sapık Şiîlerin bir başka bölümü de rûh'ul Kudüs'ün Allah olduğunu sonra peygambere, akabinde Ali'ye (r.a.) O'nun akabinde de Hasan'a (r.a.) bu şekilde “el-Muntazar”a gelinceye kadar peyder pey şahıslara hulul ettiğini iddia ediyorlar. Bunlara göre oniki imam ilâh mesabesindedir. Çünkü Rûhu'l-Kudüs Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh)'nin (Hâşâ!) Allah olduğunu iddia eden diğer bir Şiî fırkası peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem)e küfrediyorlar. İddialarına göre Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh),emirlerini tebliğ etmek isterken Rasûlullah'ı memur olarak göndermiştir. Fakat O peygamberliğin kendisine ait olduğunu iddia etmiştir.

Başka bir sapık şiî fırkası da Allah (celle celâlühü)'ın beş kişiye hulul ettiğini, bu beş kişinin de Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem), Ali, Hasan, Hüseyin ve Fâtıma olduğunu söylüyorlar. Bu fırkanın beş düşmanı vardır. Onlar da:

Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh), Ömer, Osman, Muaviye ve Amr b. el-As'tır.

Başka bir sapık şiî fırkası Sebeiyyedir. Abdullah b. Sebe'e bağlıdırlar. Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh)'nin ölmediğini iddia ederler. Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh)'nin dünyaya dönüp yeri adaletle dolduracağını söylerler.

Bir başka sapık şiî kolu da Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'ın Allah tarafından dünya işleri ile görevlendirildiğini, O da dünyayı yaratıp idare ettiğini iddia ediyorlar. Bunların bir başka fikri de imamların gerektiğinde şeratı hükümsüz kılabileceklerini ve meleklerin onlara vahiy getirdiklerini söylüyorlar.

Bazı şîler de bulut geçtiğinde Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) bu bulutta olduğunu söylerler.

El-Eş'arî, Nusayrîylerin ve İsmailîlerin bile söyliyemedikleri şeyleri dahi söyleyen daha bir çok şiî fırkaları zikretmiştir. (Bu her iki ekol de davalarını gizlice yürüterek Muhammed b. Nusary en-Numeyrî yolunu takib ediyorlar. Bu da Hasan el-Askerî zamanında yaşamıştır. İsmaililerin ilk kurucusu Ebu'l Hattab b. Ebi Zeynebtir. Kendisi Ca'fer-i Sâdık'ın arkadaşlarından idi.)

Nusayrîlerin kötü sözlerinden biri aşağıdaki şiirdir.

Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh)'den başka ilâh olmadığına şehadet ederim.

Onun örtüsü sâdik'ul-emîn Muhammed'dir.

Ona varmanın tek yolu Selmân'ın yoludur.

Nusayri'ler “Ramazan” otuz adamın ismi olduğunu iddia ediyorlar. Maalesef bütün musibetlerin başlangıcı râfizîliktir.

Ey Râfizî!

Senin naklettiklerinin hiç birisi ehl-i Sünnetten fakih, muhaddis ve müfessirlerine aid değildir. Ehl-i Sünetten Allah (celle celâlühü)'ın cisim olduğunu söyleyen olmamıştır. Allah (celle celâlühü)'ın dünyada değil ancak ahirette görülebileceği üzerine ittifak etmişlerdir. Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) sahih hadiste şöyle buyurur:

“Biliniz ki, sizden hiç biriniz ölmedikçe Allah ’ı göremiyecektir. ”[163]

Râfizîye şunu da hatırlatmak istiyoruz. Bir kimse veya bir guruptan herhangi birşey nakledecekse, o sözü kim söylemişse adını söylesin yoksa yalan olur.

Daha önce bahis konusu olan “Haşviyye” ye gelince, bunlarla kim kastedildiği kesin değildir. Ama daha önce belirtildiği gibi Haşviyye'den hadis ehlini kastediyorsan -ki öyle diyen râfizîler vardır- şunu iyi bil ki onların akidesi hadisin özüdür. Allah (celle celâlühü)'a hamd olsun ki senin iddia ettiğin gibi söyleyen yoktur.

Ey Râfizî!

“Müşebbihe” lâfzına gelince, kimin hakkında kullanmak istersen kullan.

Şüphesiz ki Ehl-i Sünnet Allah (celle celâlühü)'ı yaratıklara benzemekten tenzih ediyorlar.

Müşebbihe, Allah (celle celâlühü)'ın sıfatlarını yarattıklarının sıfatlarına benzetirler.

Ehl-i Sünnet ise; Allah (celle celâlühü)'ı kendisinin veya Rasûlu'nun tavsif ettiği gibi tavsif ederler. (vasıflandırırlar). Onlar bu tavsifi yaparken tahrif yapmadıkları gibi, te'vile giderek sıfatları ta'til etmezler. Keyfiyete ve benzetmeye yanaşmazlar. Belki temsilsiz ve ta'tilsiz isbat ederler.

Allah (c.c):

“Onun misli gibi (ona benzer) hiçbir şey yoktur, O Semî'dir. Basîr'dir”[164]

Ayetiyle Allah (celle celâlühü)'ı yaratıklara benzetmeye ve sıfatlarını ta'til etmeye kakışanları reddetmiştir.

Ehl-i sünnet; Allah (celle celâlühü)'ı mutlak olarak yatma, uyuklama, unutma, acizlik ve bilmemezlik gibi noksan sıfatlardan tenzih ederler. O'nu kitap ve sünnette sabit olan kemâl sıfatlarla tavsif ederler.

Ne var ki sıfatları inkâr edenler, sıfatları isbat edenleri “Müşebbihe” ye benzetmekle itham ediyorlar.

Hatta Bâtınîler daha aşırı giderek Allah (celle celâlühü)'ı güzel isimleriyle temsiye eden herkesi Müşebbihe'den sayarak şöyle derler:

“Kim Allah (celle celâlühü)'a Hayy, Alim derse O'nu canlı ve âlim varlıklara, kim Semi', Basir derse O'nu insana, kim Rauf, Rahim derse O'nu peygambere benzetmiştir.”

Daha ileri giden bâtınîler:

Biz Allah (celle celâlühü)'a “El-Mevcud” demeyiz. Bunu dersek O'nu varolma açısından diğer varlıklara benzetmiş oluruz, diyorlar. Yine bunlar Allah (celle celâlühü)'a ma'dum, Hayy ve Meyyit de demediklerini ayrıca ifade ediyorlar.

Batınîlere şu cevap verilir:

Siz Allah (celle celâlühü)'ı varlığı mümkün olmayan bir şeye benzetiyorsunuz. Hatta yokluğunu iddia ediyorsunuz, iki zıddın bir araya gelmesi mümkün olmadığı gibi, ikisini de inkâr etmek mümkün değildir. Böylelikle “Vâcib'ul Vücud” u, “Mumteniu'l-Vücuda” dönüştürmüş oluyorsunuz.

“Biz ne şunu deriz ve ne de bunu” diyenlere deriz ki:

Sizin bu hakikat dışı iddialarınız gerçekleri iptal edemez. Belki sizin bu iddialarınız bir nevi safsatadır. “Ne mevcuddur” ne “Ma'dum” dur. diyenler safsatanın kendisini iddia etmişlerdir.

Safsata üç çeşittir.

-    Birincisi hakikatleri inkâr,

-    İkincisi onun hakkında fikir beyanında bulunmama,

-    Üçüncüsü onları insanların zanlarına terketmektir.

Bazıları da dördüncü safsata çeşidinin, âlemin durmadan hakikatini değiştirdiğini iddia etmektir, demişlerdir.

Allah (celle celâlühü)'ın sıfatlarını isbat edenleri “Müşebbihe” diye onanların sapıklığı şuradan gelir:

“Teşbih” lâfzı şümullü bir kelimedir. İki şey yoktur ki aralarında müşterek bir özellik olmasın. Bu müşterek özellik zihinde olduğu takdirde mutlaka görünüşte de olması şart değildir. Ekser itibariyle eşyada olan bu benzerliğin az çok farklı olmasıdır. Denilse ki yaratıklarda şöyle canlı, şöyle bilgili kimseler vardır. Bunların bu durumu:

Hayat ve ilimde birbirlerinin aynısı veya birinin hayat ve ilmi öbürünün hayat ve ilminin aynısı olmasını gerektirmez. Hayat ve ilme sahip olan bu iki varlığın gözler önünde aynı şekilde müşterek olmaları da şart değildir.

Cebriyeci olan Cehm b. Safvan Allah (celle celâlühü)'ı kullarının sahip olduğu hiçbir sıfatla tavsif etmemiştir. Ancak Allah (celle celâlühü)'a Kadir ve Halik ismini vermesi cebriyeci olmasındandır. Çünkü o kul için hiçbir kudret kabul etmiyordu.

Bu konunun tetkik edilebilmesi için “Teşbih” ve “Temsil” kelimelerinin mânası üzerinde durmak gerekir. Kur'an-ı Kerim birçok yerlerde teşbih ve temsili reddetmiştir.

Allah (celle celâlühü) şöyle buyurur :

“O'nun misli gibi (benzeri) hiçbir şey yoktur.”[165]

“Allah'ın ismini taşıyan başka birini bilir misin?”[166]

“Hiçbir şey de, O'na denk olmamıştır”165 [167]

“Artık siz de Allah'ın eş ve benzeri olmadığını bildiğiniz halde, Allah'a eşler koşmayınız.”[168]

“Artık Allah'a ortaklar koşmayın.”[169]

“Cisim”, “cevher”, “Tehayyuz = Bir yer tutma”, “cihet” kelimelerine gelince, Kitap, Sünnet, Sahabe ve Tabiîn; isbatı ve reddi hakkında konuşmamalarıdır. Bu kelimelerin mânâsını isbat ve red hususunda ilk konuşanlar Cehmiyye, Mu'tezile, Mücessime, Râfiziyye ve Mubtedi'e'dir.

Yukarıdaki kelimeleri reddedenler bu arada Allah ve Rasûlunun isbat ettikleri İlim, Kudret, İrade gibi sıfatları ile bir şeyi sevmesini, ona rıza göstermesini ve yaratıklara nazaran yüksekliğini de inkâr etmişlerdir. Bunlara göre Allah ne görülür, ne Kur'ân ve ne de başka bir şeyle konuşur.

Yukarıdaki kelimeleri isbat edenler ise; Allah ve Rasûlü'nün reddettikleri şeyleri de isbat etmeye kalkışarak, Allah (celle celâlühü)'ın dünyada göz ile görülebileceğini, onunla musâfaha ve muânaka edilebileceğini, Arefe gecesi bir deveye binerek indiğini iddia ediyorlar. Bunlardan bazıları Allah (celle celâlühü)'ın pişmanlık duyduğunu, ağlayıp üzüldüğünü de söylüyorlar. Bu nitelendirme ise Allah (celle celâlühü)'ı kullara mahsus sıfatlarla nitelendirme demektir ki, kula has olan her sıfat noksandır.

Allah (celle celâlühü) onlardan münezzehtir. O Ahaddır -Birdir. Sameddir - Eksiksizdir.

-    Ahadiyetle benzerliği reddederken,

-    Samediyyetle de kemal sıfatlarla muttasıf olduğunu gösteriyor.

“Cisim” kelimesine gelince, lügatte cisim; Asmaî, Ebu Zeyd ve başkalarının zikrettiği gibi “beden” mânâsına gelir.

Allah (celle celâlühü) şöyle buyurur:

“Sen o münafıkları gördüğün zaman, kalıpları hoşuna gider”[170]

“Allah ona bilgi ile vücud kuvveti bakımından bir üstünlük vermiştir”[171]

“Tûr'a çıkan Musa' nın arkasından, geride kalan kavmi süs eşyalarından bir buzağı heykeli yapıp onu ilah edindiler”.[172]

Bineanaleyh cisimle kesafet, cüsse anlaşılmış oluyor. Bu şundan daha cüsselidir denilir. Ancak zamanla kelâm âlimleri İstılahında cismin mânâsı umumîleşerek -Araplar cisim dememelerine rağmen- onlar havaya da cisim adını verdiler. Akabinde bunlar arasında neye cisim denilebileceği hususunda ihtilaflar meydana geldi.

Kimine göre cisim sonu olan cevherlerden mürekkep bir şeydir. Çoğunluk bunu söylüyor. Buna Cevher-i Ferd de denir.

Kimine göre madde ve şekilden meydana gelmiştir. Felsefecilerin bazısı buna kaildir.

Kimine göre ne bundan ne de ondan mürekkeptir. Hişâmiyye, Neccâriyye, Kerrâmiyye v.b. dedikleri gibi.

Bunların bu fikirlerinin bir çok kitaplarda yeri yoktur. Doğrusu cisim Cenab-ı Allah (celle celâlühü)'ın yarattığı hayvanat, nebatat, maden gibi gözle görülen şeylere itlâk olunur ki cisme, cevher-i ferd diyenlerin görüşü bu istikamettedir.

İkinci görüşe göre cevher sabit olup ancak şekil ve sıfatları değişir. Bunlara göre bir hakikat başka bir hakikata dönüşmediği gibi bir cins başka bir cinse de dönüşmez. Belki cevher olduğu gibi kalır. Fakat Allah (c. c.) o cevherin şeklini değiştiriyor. Bir çokları da cisimlerin ayrı bir cisme veya bir cinsin başka bir cinse dönüşmesi mümkün değildir, derler. Bu da fakih ve tabiblerin görüşüdür.

Yukarıda beyan ettiğim görüşlere sahip olanların -bildiğim kadariyle- ittifak ettikleri bir nokta vardır. O da cismin kendisine işaret edilebilen bir şey olmasıdır.

Akılcılar da, kendi nefsiyle kaim, kendisine işaret edilemeyen ve görünmeyen bir mevcudun varlığı hususunda üç görüşe ayrılarak ihtilafa düştüler.

Birinci görüşe göre; böyle bir varlık mümkün değildir.

İkincisine göre varlığı ve yokluğu mümkün olan yaratıklar için bu mümkün değildir.

Üçüncü görüşte olanlar, bu durum mümkün ve vacip olan her iki varlık hakkında da söz konusudur derler. Bu görüş de bazı felsefecilerin görüşüdür. Bu görüşü iddia edenler, görüşlerine:

“El-Mucerredat Ve'l-Mufârakat” adını vermişlerdir. Akılcıların çoğunluğu şunu demektedir:

Bizatihi var olan kendisine işaret edilemeyen ve görünmesi mümkün olmayan varlığın mevcudiyeti gözler önünde açık değil de zihinlerde vardır. Bunun delili de insanın vücudundan ayrılan ruhudur.

Felsefecilere göre melekler mücerred akıl ve ruhlardır. Onlar aklî cevherlerdir.

Müslümanlar ve dinler tarihiyle ilgilenen birçoklarına göre melekler nurdan yaratılmışlardır. Sahih Hadiste de bu şekilde sabittir. Allah (celle celâlühü) melekler hakkında şöyle buyurur:

“Dediler ki: “Rahman olan Allah” çocuk edindi (melekler Allah (celle celâlühü)'ın kızlarıdır), dendi” Allah bundan münezzehtir. Doğrusu melekler ikram olunmuş kullardır”[173]

Allah (celle celâlühü), daha birçok yerde meleklerden bahsederken bu felsefeciler; Cibril (a.s.)'in akl-ı faal veya peygamberin nefsinde hayâl ettiği bir şekildir, dedikten sonra, Allah (celle celâlühü)'ın kelamı da uykuda iken insanın nefsinde doğan bir şey olduğunu sözlerine ilave ederler. Tabiî ki Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'ın getirdiğini (Kur'an-ı Kerim ve Hadisler) bilen kimse, bunların sapıklığını ve müşriklerden daha fazla imandan uzak olduklarını anlar.

Düşünürlerin “cism”in hakikati hakkındaki münakaşaları bilindikten sonra şüphesiz olarak Allah Teâlâ'nın mürekkep, madde veya şekil olmadığı, bölünüp parçalanmayı kabul etmediği, daha önce ayrı ayrı olup sonradan toplanmış olmadığı, aksine O Ahad = Bir, Samed = Noksansız, olduğu kesin olarak bilinmiş oldu. Mürekkeblikten anlaşılan bütün aklî manâlar Allah (celle celâlühü)'ın varlığına münâfîdir. Fakat felsefeciler daha ileri giderek, mademki Allah (celle celâlühü)'ın sıfatları vardır şu halde mürekkebtir, eğer hakikati varsa o hakikat mücerred varlık değil belki mürekkebtir diyorlar.

Allah (celle celâlühü)'ın sıfatlarını isbat eden müslümanlar, felsefecilere şu cevabı veriyorlar:

Münakaşa “Mürekkeb” lâfzında değildir. Bu “mürekkeb” lâfzı Allah (celle celâlühü)'ın başkası tarafından terkib edildiğini gerektirir. Halbu ki, hiçbir akıllı Allah (celle celâlühü)'ın mürekkeb olduğunu söylemez.

Zatının ilim, kudret, hayat gibi kemal sıfatlarını iktiza etmesine gelince; bildiğimiz kadarıyla bundan dolayı ona mürekkeb denmez. Lügatta da böyle bir şey yoktur.

Mürekkeb; parçaları ayrı ayrı olup sonradan tamamen veya kısmen birbirine girercesine toplanarak meydana gelen bir şeydir. Yiyecek, içecek, ilâç, bina, elbise ve süs eşyaları gibi.

Ondan sonra bütün akılcılar Allah (celle celâlühü) için çeşitli mânâlar isbat etmek mecburiyetinde kalıyorlar. Mu'tezile, Allah (celle celâlühü)'ın Hayy ve Kadir olduğunu kabul ediyor. Halbu ki O'nun Hayy olmasıyla Kadir olması ayrı ayrı şeylerdir. Filozoflar ise Allah (celle celâlühü)'ın âkil = idrak eder, Makul - idrak edilir ve akil - idrak olduğunu söylüyorlar.

Mulhidlerden Nusayr et-Tûsî “Şerhul İşârât” adlı eserinde “İlim: ma'lum olandır” der.

Bu nazariyesinin bâtıl ve mücerret tasvirinden ibaret olduğu seraheten bilinmektedir. Onların kaçamak yolu yalnız terkib lâfzının manâsındadır.

Mürekkebin mutlaka onların dediği manâda olmasını gerektiren bir delilleri yoktur. Onların dayanağı, mürekkebin kendi parçalarına muhtaç olması ve parçalarının ondan başka bir şey olmasıdır. Buna göre başkasına muhtaç olan varlık da kendi zâtiyle var olamaz; aksine illetli bir varlık olur. Aslında ileriye sürdükleri bütün bu deliller illetlidir...

Çünkü “El-Vâcib” lafzıyla, bir varlığın başkası tarafından değil veya bir illetten dolayı olmayıp, bizzat kendisiyle var olması anlaşılır. Yine bu lafızla Allah (celle celâlühü)'ın hiçbir şeye muhtaç olmadığı ve bizzat kendi nefsiyle kaim olduğu anlaşılmaktadır. Birinci ve ikinci görüşe göre sıfatlar Vâcibul Vücuddur.

Üçüncü görüşe göre ise, nitelenen zâtın kendisi Vâcibul Vücuddur. Sıfata Vâcibul Vücud denemez. Sıfat zâtın kendisinden de ayrılamaz.

Râfizîlerin:

“Allah (celle celâlühü)'ın ayrı ayrı zât ve sıfatları varsa, mürekkeb olur... Mürekkeb de parçalara muhtaçtır. Parçaları da ondan başka şeylerdir.” demelerine gelince, şöyle diyoruz:

“Başkası” lâfzı mücmel olup açıklanması gerekir. “İki ayrı şey” denildiğinde iki mâna anlaşılır.

Birincisi, ayrı ayrı olan iki şeyin zaman ve mekanla birbirlerinden ayrılmaları veya birleşmeleri mümkün olmasıdır.

İkincisi, bu iki şeyden herbirisinin diğerinden ayrı başka bir şey olmaması veya birini bilmemenin yanında yalnız diğerinin bilinmesidir. Bu görüşler en çok mutezile ve benzerlerinin görüşleridir.

Selef ise -İmam Ahmed ve başkası gibiler- “Başkası” lafzıyla her ikisi de anlaşılır, dedikleri için, bu manâları mutlak olarak kabul etmiyerek, “Allah (celle celâlühü)'ın ilmi Ondan başkasıdır veya Allah, ilminden ayrıdır”, fikrine kapılmazlar.

Binaenaleyh Selef; Allah ilimdir veya ilim Allah (celle celâlühü)'tan başka bir şeydir, demezler. Çünkü, Cehmiye (fırkası) Allah (celle celâlühü)'tan başka her şey mahlûktur. Kelamı da Ondan başkası olduğuna göre O da mahluktur, derler. Halbuki Hadiste, Allah (celle celâlühü)'ın izzet ve azameti gibi sıfatlarıyla da yemin etmenin caiz olduğu sabit olmuştur.

Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem):

“Allah'tan başkasıyla yemin eden, Allah'a ortak koşmuştur.”[174] buyurmuştur ki bundan da sıfatların Allah (celle celâlühü)'tan başkasının ismi altına giremiyeceği kesinlikle anlaşılmaktadır.

“Başkası” lafzıyla O şeyin bizzat kendisi olmadığı isteniyorsa, şüphesiz ki ilim Âlimin, kelâm da, Mütekellimin kendisi değildir. Böylece mürekkebin kapsadığı çeşitli manâlar anlaşılmış olduktan sonra, “Âlim varsa, zât ve ilimden mürekkebtir” denilse, bu sözden zat ve ilm'in ayrı iki şey olup sonradan birleştikleri anlaşılmadığı gibi, birinin diğerinden ayrılmasının caiz olduğu da anlaşılmaz...

Belki bu sözden âlim varsa, orada birbirinden ayrılmayan zat ve ilim vardır, anlaşılır.

Yaratıcının kendi sıfatlarını gerektirmesi hiçbir müsbet delili ortadan kaldırmadığı gibi, bu gerektirme, muhtaçlık olarak da isimlendirilemez.

Aynı şekilde mevsufun sıfatları ondan “cüz” olarak isimlendirilmesi lügatlarda dahi yoktur. Bu isimlendirme iddiacıların istilahında vardır. Felsefecilerin ve onlara uyanların korkutmalarına hayret edilecek bir durum yoktur.

Çokluk olmasın diye Allah (celle celâlühü)'ın eşyaya ve değişkenlik olmasın diye Allah (celle celâlühü)'ın cüziyata taalluk eden ilmini inkâr edenler, “Teksir” (Çoğaltma) ve “Teğayyür” (Başkalaşma, değişme) lâfızlarıyla muhatabı korkutuyorlar. Evet bu iki lâfız mücmel ve nekra oldukları için ilâhın bir kaç tane olması ve insanın değişmesi ile güneşin sarararak renk değiştirmesi gibi, Rabb'in de değişebileceği şüphesini veriyorlar. Muhatab, felsefecilerin Allah (celle celâlühü) bir şeyi yarattığında, kulunun duasına icabet ettiğinde, yarattığı bir şeyi gördüğünde ve Musa (a.s.) ile konuştuğunda O'nun değiştiğini iddia ettiklerini de bilemez. Allah (celle celâlühü)'ın sıfatlarını inkâr eden bu fırkalar, başkalarının da itiraf ettiği gibi hiçbir delile dayanmadan inkâr ediyorlar. Halbuki şer'î ve aklî deliller bu sıfatların varlığını gerektirirler.

Râfizînin

“Kendisine işaret edilen mürekkeb cisimdir” diye lügat mânâsına dayanması da doğru değildir.

Evet müslümanların cumhuru Allah (celle celâlühü)'ın cisim olmadığı üzerinde ittifak etmişlerdir. Onlar şöyle diyorlar:

“Allah cisimdir” deyip onunla zâtıyla kaim olduğunu, veya “cevherdir” deyip yine onun zâtiyle kaim olduğunu kasteden kimse lâfızda hata etmiş ise de kastettiği manâdan dolayı hata etmemiştir.

Fakat Münferid cevherlerden mürekkebtir derse küfründe tereddüt vardır. Sonra cisim mürekkeb cevherlerden meydana gelmiştir diyenler O'nu isimlendirmede, ihtilafa düştüler. Bazıları bu cevher, başkasının inzimamı ile cisim olur. İbnu'l-Bakillânî ve Ebu Ya'lanın dediği de budur.

Kimine göre iki, kimine göre üç, dört, altı, sekiz, onaltı, kimine göre de otuzüç cevherin inzimamıyla cisim teşekkül eder. Binaenaleyh bu cevher lâfzında luğavî, istilahî, aklî ve şer'î münakaşanın bulunduğu açıkça ortaya çıkmış olunca vacip olanın kitap ve sünnete uymak olduğu kesinlikle anlaşılmış oldu.

Allah (celle celâlühü) şöyle buyurur:

“Allah'ın ipine sımsıkı sarılınız, tefrikaya düşmeyiniz.”[175] “Rabbinizden size indirilen Kur'ân'a uyun”[176]

“Onlara, Allah'ın indirdiği Kur'âna ve peygamberin hükmüne gelin denildiği zaman münafıkları görürsün ki senden düşmana bir dönüşle yüz çevirirler.”[177]

İbn-i Abbas (r.a.):

“Kur'ani okuyup onunla amel edenin dünyada dalâlete düşmeyeceği, ahirette de bedbaht olmayacağı hususunda Allah Ona kefil olmuştur.” buyurduktan sonra:

“Her kim de benim zikrimden (Kur'andan) yüz çevirirse, ona dar bir geçim vardır ve onu, kıyamet günü kör olarak haşrederiz”[178] âyetini okudu.

Onun için biz, Allah ve Resulünün söz konusu ettikleri sıfatları kabul eder, yokluğundan bahsettiklerini de inkâr ederiz. İsbat ve inkâr hususunda da lâfzen ve manen naslara bağlıyız.

Münakaşa mevzuu olan lafızlara -Cisim, cevher, bir yer tutma, cihet, terkib ve ta'yin- gelince onları dile getirenin kasdettiği mâna anlaşılmadıkça isbat veya inkâr mânâsı verilmez.

Bu lâfızları kullanan kimse isbat ve inkârda nasslara uygun sahih bir mânâ kasdetmişse, lâfızda kasdettiği sahih manâdan dolayı sevaba nail, mücmel lâfız kullandığı için de bid'at işlemiş olur ki, azarlanmayı hakketmiş olur. Hasımla yapılan münakaşada kullanılan lâfızların durumu müstesnadır. Orada da lâfizların esas manâsına delâlet edecek karineler kullanılmalıdır. Eğer bu lafızlarla batıl mana kasdediliyorsa, hatta hak ve batıl mânâ kasdedilip bu iki mânâyı muhataba açıklamak gayesi ile söylemişse bu kullanış da bâtıldır. İki kişi bir lâfzın manâsı üzerine ittifak eder deliller üzerine münakaşa edecek olurlarsa bunlardan sevaba en yakın olanı ma'ruf olan lügate en yakın olanıdır.

“El - Muteheyyiz” lafzına gelince, bunun lügatteki manâsı:

Başkasının tarafına geçmektir. Allah (celle celâlühü) şöyle buyurur:

“... Veya başka birliğe katılıp savaşmak...”[179]

Bu mânâda kullanıldığı takdirde “Mutehayyiz” in bir sınırla çevrilmiş olması şarttır. Allah (celle celâlühü)'ı ise yaratıklarından hiçbir şey çevreleyemez. Binaenaleyh bu kelimenin lügat manasını Allah (celle celâlühü) için kullanmak doğru değildir. Kelamcıların istilahındaki “Mutehayyiz” kelimesinin mânâsı ise daha kapsamlıdır. Onlar her cismi mutehayyiz kabul ederler. Cisim ise onlara göre kendisine işaret edilen her varlıktır.

Gökler, arz ve içindekiler istilahlarına göre lügatte Mutehayyiz” sayılırlar. Onlar bazen “Mutehayyiz” ile ma'dum olan birşeyi kastediyorlar. Mekân ise mevcut bir şey olup ma'dum mutehayyiz'in dışında kalır. Bütün cisimler mevcut bir şeyde değildir. Allah (c.c), yukarıdaki manadan da anlaşıldığı gibi mutehayyiz bir yerde değildir.

Fahretidin er-Razi “Hayyiz”i = (Bir yerde mekan tutan) bazan mevcud bazan da ma'dum kabul eder. Akıl ve nakille biliniyor ki, Allah (celle celâlühü) yaratıklarından ayrıdır. Çünkü O göklerin ve yerin, yaratılışından önce de vardı. Onları yarattıktan sonra, onlara dahil olmuş veya onlar varlığına dahil olmuşlardır, denilemez. Her iki hal de de Allah için bu durum caiz değildir. Böylece Allah (celle celâlühü)'ın yaratıklardan ayrı olduğu belirlenmiş oldu.

Sıfatları kabul etmeyenler, Allah (celle celâlühü)'ın yaratıklarından ayrı olmayıp onların dahilinde de değildir diyorlar. Bu da aklen mümkün değildir. Öte yandan da bu hüküm aklî değil vehmî olduğunu iddia ediyorlar. Ondan sonra da tenakuza düşerek şöyle söylüyorlar:

Allah arşın üstüne olsaydı cisim olması gerekirdi. Çünkü Arştan ayrı olması şarttır. Onlara şöyle cevap verilir:

Aklın gereği olarak bilinir ki, mevcud âlemin dışında olan ve cisim olmayan bir varlığı isbat etmek, kendi zâtıyla kaim olan bir varlığın yarattığı alemin içinde veya dışında olmadığını isbat etmekten daha kolaydır.

“Cihet” lâfzından da yüce âlemler gibi mevcud bir şey kasdedilir. Felekler gibi Alemin ötesi gibi gayr-ı mevcud olan bir şey de kasdedilir. İkinci mânâ kasdedildiği zaman her cisim bir cihettedir denilebilir. Birinci mânâ kasdedildiğinde bir cismin bir başka cisimde olması mümteni' olur. Kim ki “Allah bir cihettedir” deyip bununla mevcud olanı kasdederse, Allah (celle celâlühü)'tan başkası onun yarattığı olup ve bir cihette = yerde olduğu için, bu sözü söyleyen hata işlemiştir. Yok eğer bu sözüyle alemin ötesini kasdedip, “Allah, âlemin üstündedir” derse isabet etmiştir. Âlemin üstünde Allah (celle celâlühü)'tan başka mevcud olmadığına göre Allah (celle celâlühü) mevcudların hiç birisinde yer almamış demektir.

Kelamcılar Allah (celle celâlühü)'a verilen isimlerle kulların isimlendirilmesi hususunda münakaşa ettiler. Mevcud, Hayy, Alîm, Kadîr, gibi. Kelamcıların bazısı bu isimlendirmenin lâfzî olduğunu, aralarında bulunan bir benzerlikten dolayı olmadığını söylüyorlar. Bu lafzı isimlendirme meselâ “Vücud” kelimesinde yapılacak olursa mümkün ve Vâcibül Vücud olan varlıkları başka sıfatlarla birbirinden ayırmak şarttır. Böylece Vücud ismi için kullanılışına göre “Vacibül Vücud” ve “Mümkînül Vücud” şeklinde mürekkeb bir ifade şekli ortaya çıkmış olur. Bu görüş Şehristanî, Razî ve Âmidi gibi müteahhir kelamcıların görüşüdür. Aynı görüşün Eş'arî ve Ebu'l-Hüseyin el-Basriye ait olduğu söylenmiş ise de bu iddia yanlıştır. Çünkü bunlar, bir şeyin vücudu o şeyin hakikatidir. Halleri değil demek suretiyle vücud kelimesi Allah hakkında kullanılınca Vacibül Vücud'a yaratıklar hakkında kullanılınca da Mümkinül Vücud'a işaret ettiğini ifade etmişlerdir.

Şiî Ebu Hâşim ve tabileri olan Mu'tezile ise Allah (celle celâlühü)'ın “Vücud” u hakikatine ziyade edilmiş bir şey olduğunu söylüyorlar.

Batınîlerden bazısı ile Cehmiyyenin aşırı gidenleri Allah (celle celâlühü)'a nisbet edilen isimlerin mecazi, kullarda ise hakiki olduklarını iddia ediyor ve “Hayy” sıfatının da bu kabilden olduğunu söylüyorlar. Ebu'l -Abbas Ennâşii ise bunun aksini ileri sürmüştür.

İbn-i Hazm ise isimlerin mânâ ifade etmediğini iddia ederek mesela “Alîm” ilme, “Kadîr” kudrete delâlet etmez dedikten sonra, bu kelimelerin mücerred alem olduklarını ileri sürüyor. Güya teşbihi ortadan kaldırmak için ileri sürülen bu aşırı fikirler, hadd-i zâtında Allah (celle celâlühü)'ın sıfatları inkâr etmekten başka birşey değildir. Râzî de aynı şekilde yanılmıştır. Zira o şöyle diyor:

Allah (celle celâlühü)'a mevcud, mahlûka da mevcud diyecek olursak aralarında müşterek olan ve hariçte bulunan bir vücud olması gerekir. Çünkü vücud kelimesi her ikisine de şâmildir. O zaman ikisini birbirinden ayıracak bir özellik bulunması şarttır. Bu özellik de hakikatin tâ kendisidir. Dolayısı ile müşterek bir vücud ve onları birbirinden ayıran ıbir hakikat vardır. Aslında bunlar çelişki içindedirler. Çünkü “Vücud”u vacib ve “mümkün” olmak üzere ikiye ayırıyorlar. Umumî, küllî isimlerin kısımlara ayrılması, müşterek lâfızların kısımlara ayrılmasına benzemez. “Süheyl” lâfzının bir yıldıza ve İbn-i Amr'a delalet ettiği gibi. Çünkü müşterek lâfızlara şu ve bu kısma ayrılır denmez. Ancak bu müşterek lâfız şu ve bu mânalara şamil olur denir. Bu durum lügatin gereği olup aklî bir taksim değildir. Aklî taksim ise, umumî lâfzın ifade ettiği mânânın kısımlara ayrılmasıdır.

Râfizî ve benzerleri “Müşebbihenin sözü” nden Allah (celle celâlühü)'ın kullara verilen isimlerle isimlendirmek teşbih sayıldığını kasdediyorlarsa, kendisi -Yani Râfizî İbn'ul-Mutahhar- ve bütün insanlar Müşebbihedir. Yok eğer Râfizî ve tabileri Allah (celle celâlühü)'ın sıfatlarını kulların sıfatlarına benzetiyorlarsa bununla hem sıfatları inkâr ediyorlar, hem de sapıtıyorlar. Bu sapıklık herkesten daha çok kendilerinde mevcuttur.

Sen ey Râfizî!

Mânâlarını bilmediğin ve kullanılacak yerlerini tayin etmediğin lâfızlarla konuşuyorsun. Sen kendi kendine bir şeyler uydurarak müşebbiheden -Allahu âlem- başkasını değil Bağdad ve Irak'ta bulunan Hanbelileri kasdediyorsun. Bu da cahilliğinden kaynaklanır.

Çünkü Hanbelilerin Ehl-i Sünet ve'l-Cemaattan ayrı, başlı başına iddia ettikleri bir fikirleri yoktur.

Onların bütün dedikleri sair ehl-i sünnet ve'l-Cemaatın dedikleridir.

Ehl-i Sünnet vel-Cemaatın mezhebi; bilinen eski bir mezheb olup; Ebu Hanife, Mâlik, Şafiî ve Ahmed b. Hanbel -Allah onlardan razı olsun- yaratılmadan önce vardı.

Bu sahabelerin Allah Rasulü'nden almış oldukları mezheptir.

Bu mezhebe aykırı hareket eden ehi-i sünnet ve'l Cemaat yanında bid'atçıdır. (ehl-i bid'atten sayılır)

Ehl-i Sünnet sahabe icmâının hüccet (hak) olduğu üzerinde ittifak etmişlerdir. Ama onlardan sonra gelenlerin icmaları hususunda ihtilaf etmişlerdir. (sonrakilerin icmaının tartışılabileceği görüşündedirler.)

İmam Ahmed bin Hanbel sünnette imam olması ve zorluklara tahammülü hususunda meşhur olmuşsa bu onun başlı başına bir fikri ortaya koymasından değildir. Aksine sünnete sarılması, müslümanları ona davet etmesi ve sünnetten ayrılmamak için uğradığı zorluklara tahammül etmesindendir. Daha önceki imamlar ise bu fitneler doğmadan önce vefat etmişlerdi.

Hicri üçüncü asrın başlarında Halife Me'mun ve kardeşi Mu'tasım ve daha sonra gelen El-Vâsık zamanında sıfatları inkâr eden Cehmiyye fitnesi zuhur edip, bu sapık mezhep mensupları insanları Allah (celle celâlühü)'ın sıfatlarını inkâr etmeye çağırınca -ki bu mezhep sonradan râfizîlerin mezhebi olmuştur- ve bu mezhebe bazı Âmirleri de sokunca Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat bu durumlarını nazarı dikkate alarak onlara muvafakat etmemişlerdir. Hatta bunun üzerine ehl-i sünet âlimlerini ölümle tehdit etmişlerdir. Bazılarını tehdit ederken, fitne çıkarmak için diğer bazılarına mükafaat vadetmişlerdir. Ahmed b. Hanbel bütün bu musibetlere sabretmiştir. Hatta bir müddet onu hapsetmişler, sonra onu âlimleriyle münazaraya çağırmışlar, bunun neticesinde de âlimleri günbegün yenilgiye uğrayarak ondan kaçmışlardır. Onu ilzam edecek deliller getiremeyince ve İmam Ahmed de onların hatalarını birer birer ortaya koyunca, Basra ve diğer şehirlerden Ebu İsa Muhammed b. İsa ve benzerleri olan kelâmcıları çağırdılar. Münazara yalnız mutezilelerle değil, Cehmiyyenin cinsinden olan Neccariyye, Darariyye ve Murcienin her çeşidiyle yapılıyordu. Her Mutezile Cehmîdir, fakat her Cehmî, Mutezilî değildir. Ama Cehmîler daha inkarcıdır. Çünkü isim ve sıfatları da inkâr ediyorlar. Mutezile ise yalnız sıfatları kabul etmiyorlar. Bişr'ul Müreysî Cehmîlerin büyüklerinden ve Murcieden sayılırdı. Bununla beraber Mutezilî değildi.

İmam Ahmed b. Hanbel'in başına gelen bu musibetlerle ilgili olarak bir çok tedkik ve araştırmalar yapılmıştır. Allah (celle celâlühü) Ahmed (r.a.) ve tabîlerinin şerefini yüceltsin.

Ama Râfizî kanaatince onları usûl ve fürûdan çıkaracak şekilde her guruba saldırarak, yalnız kendi gurubunun hatadan âri olduğunu iddia ediyor. Akıllı olan bütün müslümanlar, râfizînın gurubundan daha cahil, sapık, yalancı, bidatçı, her türlü kötülüğe yakın ve her türlü iyilikten de uzak hiçbir gurup olmadığı hususunda ittifak etmişlerdir. Bunun içindir ki El-Eş'arî “El-Mekalat” adlı eserini te'lif ederken önce bu sapıkların iddialarını zikretmiş, sonra ehl-i sünnet ve hadis alimlerinin sözleriyle kitabını bitirmiştir. En sonra da El-Eş' arî; fikrinin ehl-i sünnet ve hadisin fikri olduğunu ayrıca belirtmiştir.

Râfizînin “Eser”[180] ehlini ve Allah (celle celâlühü)'ın sıfatlarını isbat edenleri “Müşebbihe” diye isimlendirmesi, yine onların ilk üç halifenin hilafetini kabul edeni “Nasibidiye isimlendirmeleri gibidir.

Yine râfizîlerin itikadına göre Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) ilk üç halifeden alâkasını tamamen kesmediği müddetçe velayet hakkına sahip değildir. Nâsibilik de ehl-i beyte düşmanlık etmektir.[181]

Kitap ve sünnette ne “Nasibe”, ne “Müşebbihe”, ne “Haşviyye” ve ne de “Râfizî” kelimeleri vardır. Biz “Râfizîler” diyorsak bu ismi ta'rif için kullanıyoruz. Nass ile zemmedilen her şeyin bu ismin kapsamına girdiğini belirtmek için.

Böylece “Rafızîlik” kelimesi doğruluk ve iyiliği idam eden bu câhillerin işareti olmuş oldu.

Ey Râfizî! “Davud et-Tâî” diye bahsettiğin kimse, aslında bu zât değildir. Belki “Davud el-Cevâribî”dir.

El-Eş'arî şöyle diyor :

Davud el-Cevâribî ve Mukâtil b. Süleyman:

Allah (celle celâlühü) için, O cisimdir, cüssedir, uzuvları vardır, insan sûretindedir, et, kan ve kemikten ibarettir. O -bütün bunlara rağmen- hiçbir şeye benzemez, dediler. Hişam b. Salim el-Cevâlikî de: ( Şiî âlim ve liderlerindendir. Daha önce hakkında bilgi verilmiştir.)

Allah (celle celâlühü) (Hâşâ!) İnsan sûretindedir, diyor. Ama et ve kandan olmasını reddederek, onun parlayan bir nur ve beş duyu organına sahip olduğunu iddia ediyor. İşitmesi görmesinden ayrıdır. Diğer organları da böyledir. El, ayak, göz, ağız, burun ve uzunca bir saçı vardır, diyor.

Dedim ki: (Ş. İslâm İbn-i Teymiye)

Ey Râfizî!

Eş'arî bu sözleri Mu'tezile kitaplarından naklediyor. Sözlerinde Mukatil bin Süleyman'a nisbet edilenler vardır. Bu sözlerde ziyadelikler olduğu kabul edilebilir. Mukatilin bu dereceye varmasını zannetmiyorum.

Çünkü, İmam-ı Şafiî şöyle diyor:

Tefsir yapmak isteyen Mukatil bir Süleyman'a, fıkhı isteyen Ebu Hanife'ye muhtaçtır.

Davud et-Tâî[182] ise fakiri, zâhid, âbid idi. O, bu sapık sözlerden bir şey söylememiş ve bu sapıklığa girmemiştir.

Râfizî şöyle diyor:

“Ehl-i Sünnetten bazısı; Allah, her Cuma gecesinde henüz tüyü bitmemiş bir genç gibi ve bir merkebe binmiş olarak iner. Öyle ki O âlimlerden bazısı Bağdat'ta her cuma gecesi damlar üzerine içine arpa koyduğu bir yemlik koyar. Böylece merkep dam üzerinde arpa yemekle meşgul olurken, Allah (celle celâlühü) da, “Tevbe eden yok mu?” nidalarıyla meşgul oluyor” diyor.

Ey Râfizî!

Bu ve benzen sözler ya tamamen bir iftira, veya bir zır câhilin iddiasıdır.[183]

Bu sözler bilinen bir âlimin olamaz. Allah (celle celâlühü) ehl-i sünnetin âlimlerini, belki bütün ehl-i süneti, çocuklardan bile sudûru mümkün olmayan böyle iftiralardan korumuştur.

Sonra ne yalan ve ne de zaif bir isnadla böyle bir söz rivayet edilmiş değildir. Hiç kimse, Allah cuma gecesi iniyor ve henüz sakalı bitmemiş bir genç sûretindedir, dememiştir. Bu haber Cemel el-Evrak'ın “Allah arefe gecesinde iner, yayalara sarılır, binitlerle de toka yapar” uydurma hadisine benzer.

Allah (celle celâlühü) bu haberi uyduranın yüzünü karartsın. Âlemde daha nice yalanlar vardır, fakat bu yalanların onda dokuzu, belki daha fazlası râfizîlerin elindedir.

Allah (celle celâlühü)'ın dünya semasına inmesi ile ilgili olan hadisler mutevatirdir. Arefe gecesinde yaklaşması ile ilgili hadis de Müslim tarafından tahric edilmiştir. Fakat Allah (celle celâlühü)'ın nüzul ve istivasının keyfiyetini bilmiyoruz.

Râfizi İbnu'l-Mutahhar şöyle diyor:

“Kerramiyye, Allah yüksek bir yerdedir diyorlar. Bir cihette olan bir şeyin sonradan olup ve o cihete muhtaç olduğunu bilmiyorlar.”

Evet, bu söz Kerramiyye ve ilk büyük şiîlerin mezhebine aittir. Sen de bunun batıl olduğuna dair bir delil zikretmemişsin. Bütün mü'minler “Cihet” lafzından bahsetmeseler de Allah (celle celâlühü)'ın âlemin fevkinde olduğunu kabul ederler. Evet onlar ma'budlarının alemin üstünde olduğu inancı ile yoğrulmuşlardır.

Ebu Ca'fer el-Hemedanî[184] Ebul Meâliye şu soruyu soruyor:

İstivanın nasslara dayanmayan, semaî bir yorum ile bilindiğinin manası nedir? Halbuki istiva ile ilgili rivayet olmasaydı onu bilemezdik. Sen de bunu te'vil etmeye kalkışıyorsun. Bu iddianı terket. Kalbimizde ve zarurî olarak hissettiğimiz şeyden bahset. O da şudur:

Şunu kesinlikle biliyoruz ki, her “Ya Allah!” diyen kimse diliyle bu kelimeyi telaffuz etmeden mutlaka kalbinde yüksekliği kasdeden bir mana hisseder. Sağa -sola dönüp başka bir manayı kasdetmeye yeltenmez. Bu hissi kalbimizden söküp atacak bir yol gösterebilir misin?

Bunun üzerine muhatab sarığıyla oynayarak:

Hemedanî beni şaşırttı dedi. İşte bununla Allah (celle celâlühü)'ın âlemin üstünde olduğunu nefyeden delilin nazari olduğu anlaşılmış oldu. Bu nazarı delil de hiçbir zaman fıtratın zaruretini değiştiremez. Hele mütevatir nassları asla ortadan kaldıramaz.

Zaruri olan bir şeyi nazari iddialarla ortadan kaldırmak mümkün değildir.

Aslında böyle bir yola tevessül edilmesi halinde nazari deliller de temelden sarsılmış olur. Çünkü böyle bir yol aslın ferini çürütmek olur ki, neticede nazari ve zaruri bütün deliller hükümsüz kalır.

İşte Kerramiler akli delillerle Allah (celle celâlühü)'ın yukarı cihette olduğunu kabul ediyorlar. Onlara göre iki şey varsa bunlar ya girift veya ayrıdırlar. Bunun böyle olmasını da zaruri görerek, mevcut olup da kendisine işaret edilemeyen bir şeyin varlığını kabul etmek aklı ve hissi zorlamak olur.

İşte Kur'an-ı Kerim bir çok yerlerde Allah (celle celâlühü)'ın yüksekte olduğunu açıklamaktadır. Hatta bu yerlerin üçyüz kadar olduğunu söylemişlerdir. Sünnet ise bununla doludur. Selefin sözleri Onların bu hususta ittifak ettiklerini göstermektedir. Bunun zıddını iddia edenlerin delil getirmeleri gerekir.

Râfizînin “Herhangi bir yerde olan her şeyin hadis ve o cihete muhtaç olması gerekir” sözü, şu iki şartın tahakkuku halinde doğrudur.

Birincisi, cihetin maddeten mevcut olması ve kendisine bizzat işaret edilebilmesi,

İkincisi, o varlıktan ayrılmamasıdır.

Şüphesiz ki Halikın bir cihet (yer) içinde olduğunu ve o cihete ihtiyacı bulunduğunu söyleyen kimse Allah (celle celâlühü)'ı mekana muhtaç kılmıştır. Bunu kimse iddia etmemiştir. Çünkü Arşı O yaratmıştır. Dolayısıyla Ona muhtaç olmadığı kesindir.

Allah (celle celâlühü)'ın arşın üstünde olması hiçbir zaman O'nun arşa muhtaç olduğunu gerektirmez. Kaldı ki Allah (celle celâlühü) âlemi tabaka tabaka yaratmasına rağmen yüksektekini alttakine muhtaç kılmamıştır. Yerin üstünde boşluk, onu da bulut, gökler ve arş takib eder ki, biz bütün bu varlıklar karşısında mutlak kuvvetin Allah'ta olduğuna inanıyoruz. Arşın meleklerini ve güçlerini yine Allah (celle celâlühü) yaratmıştır.

Ey Râfizî!

Senin selefin olan El-Kummi Er-Râfizî “Arş Allah (celle celâlühü)'ı taşıyor” derse ona nasıl cevab verebilirsin? Veremezsin. İstivayı kabul edenler şöyle diyor:

“Allah arşa muhtaç değildir. Allah her şeye kadirdir. Allah (celle celâlühü)'ın kendisini taşıyacak bir varlığı yaratmaya kadir olması, O'nun yüceliğine delâlet ediyor. Hiçbir zaman O'na muhtaçtır, denilemez.”

Daha önce “Cihet” lafzıyla biri yaratılmış mevcud, diğeri ma'dum olan iki şey kasdedilir, demiştik. “Allah âlemin üstündedir” diyenlerin tümü Onun yaratılmış ve mevcut olan bir yerde olduğunu söylemezler. Ancak “cihetten” arş-ı a'lâ kasdedilirse elbette ki, Allah arşın üstündedir. Semanın üstündedir, diye hadislerde beyan edildiği gibi.

Râfizîier ise “Cihet” lafzını genel manasıyla olarak Allah (celle celâlühü)'ın bir cihette olduğunu kabul etmek, O'nun o cihetin (yer) içinde olmasını kabul etmek gibidir, şüphesini ortaya koydular. İnsanın evinde olduğu gibi. Buna dayanarak, böyle olması halinde Allah başkasına muhtaç olur, dediler. Aslında bütün bunlar tutarsız iddialardır.

Rafizîler devamla şöyle dediler:

“Allah bir cihette olsaydı, cisim olması gerekirdi. Her cisim de sonradan yaratılmıştır. Çünkü cisim değişikliklerden kurtulamadığı için sonradan olmadır.”

Evet bu iddialar da münakaşa konusudurlar. Hatta bazı âlimler:

Cisim olmayan bir şey cihette olabilir, demişlerdir. Bu âlimlerin sözlerine itiraz edilerek:

Bu fikriniz akla aykırıdır, denilecek olursa; bizim fikrimiz, alemin içinde ve dışında olmayan bir mevcudu kabul etmekten akla daha çok yakındır, diyeceklerdir. Bazıları da, ner cismin hâis -sonradan olma- olduğunu kabul etmezler. Kerramiyye ve ilk şiiler gibi. Bunlar “cisim hadislerden kurtulmaz” fikrini de kabul etmezler. Hadîs, Kelam ve felsefecilerin bir çoğu da “havadisle - sonradan yaratılanlar- ilgisi olan herşey hadistir” sözünde münakaşa etmişlerdir.


 



[1] (Maide: 5/8)

[2] (Tevbe: 9/33)

[3]  (Ahmed: 3594)

[4]  (Fethul-Bari: 7/4)

[5] (el-Fisal: 2/78)

[6] (Kitabul-Kafi s.:45,h.:1278 de basılmıştır.)

[7]  (A.g.e.s.:57)

8  (Buhari Şehadet: 9, Ebu Davud Sünnet: 8, Tirmizi Fiten: 48, Ahmed: 5/44, 50, 404.)

[9] (Ravide adalet ve zapt sıfatlarından birinin veya ikisinin eksikliğini ortaya koyarak, onun zayıf olduğunu belirtmek)

[10] (Maide: 5/3)

[11] (Buhari Ahkam: 4, Fiten: 2, Müslim İmaret: 38)

[12]  (Nisa: 4/115)

[13] (Ali-İmran 3/110)

[14] (Buhari Salat: 48, Cenaiz: 62, Müslim Mesacid: 19, Ahmed: 1/218)

[15] (Muvatta Sefer: 85, Ahmed: 2/246)

[16] (Müslim Cenaiz: 93)

[17]  (El yazması olan eser on ikinci asrın ortalarında Devrek asıllı ve Halep’te yaşamış olan Osman Paşa tarafından H. 1160 yılında vakfedilmiştir. Osman Paşa H. 1107’de vefat eden Abdurrahman Paşa’nın oğludur.)

(Saffat: 37/180)

[19]  (Eser 1321 de Mısırda, El-Emiriyyetül-Kürâ adlı matbaada “Minhacüs-Sünnetin-Nebeviyye fi nakdi kelamiş-Şîati vel-Kaderiyye” nâmı ile basılmıştır. Şeyhül İslâm İbn-i Teymiyyenin eserlerine isim verdiği az görülmüştür. Eserlerini süratle yazarken, senet ve kaynaklarıyla beraber nassları, imamların sözlerini ve tarihi hadiseleri sağlam bir şekilde ezberleyen güçlü ve benzeri olmayan hafızasına güveniyordu. Sonra âlimler ve talebeleri bu eserleri ondan alıyor ve behemahal onları İslâm âlemine neşrediyorlardı. Eserleri okuyanlar mevzularına uygun bir isimle isimlendiriyorlardı. Bu sebepten dolayı bir eserinin birkaç ismi bulunabiliyordu. Hafız Zehebî Şeyhülislâmın özel talebelerinden olunca Onun isimlendirmesine itimad ettik. Bu kitabın başkaları yanında meşhur olan diğer bir ismi de “Minhacüs-Sünne” dir. Böylece kitabı adlandırırken ikinci ismine de işaret ettik)

[20]  (“Huda”, farsçada Allah, “Bende”; Kul anlamındadır. Hudâbende; Allah'ın kulu manasına gelir. Hudâbende İlhanlıların sekizinci, Cengiz hanın altıncı torunlarındandır. Asıl ismi Olcaytu'dur. Olcaytu (680-716) Ergu'nun (-, 690), O da Abğa (-, 681) nın, O da Hulagu'nun (-, 663), O da Toli'nin (-, 628), O da saffâh olan Cengiz Han'ın (549-624) oğludur. Cengiz'in bir başka lâkabı da İlhan'dır. Devletlerine de İlhanlılar deniliyor. Hudâbendenin babası Ergun putperest idi. Ergun Horasan'da amcası sultan Tokodar'a isyan ederek siyasi maslahatı İslama girmekte bulmuş ve ismini Ahmed Tokodar olarak değiştirmiştir. Hudâbendenin babası Ergun daha sonra tekrar Tokodar'a hücum ederek altıyüzseksen üçte öldürmüş ve memleketini istila etmiştir. Ergun babası olan Abğanın veziri Şemseddin el-Muhammediy'ye iftira ederek babasını zehirlemiş iddiasıyla öldürmüştür. Onunla beraber dört oğlunu da öldüren Ergun, daha sonra şehevî arzularının peşine düşerek idarî mekanizmayı doktoru ve yahudi asıllı olan Sa'd ed-Devle'ye bırakmıştır. Yahudi tabip idareyi kötüye kullanıp, fesad çıkarmaya başlayınca, devlet adamları ve memurlar ona karşı ayaklanarak onu öldürmüşlerdir. Daha sonra Ergun kahrından öldü. (690).

Ergun'un Olcaytu (Hudâbende) ve Gâzân adında iki oğlu vardı. Her ikisi de siyasi maslahatı, İslama girip idare ettikleri milletlere karşı iyi muamele etmekte buldular. Gâzân Ehl-i Sünnet mezhebini seçti. Kardeşi Hudâbende 703 de idareyi ele geçirince bir gurup şii ona yardımcı oldu. Rivayet edildiğine göre Hudâbende bir gün hanımına kızarak onu üç talakla boşamıştır. Sonra onu tekrar himayesine almak isteyince ehl-i sünnet fakihleri bu durumun mümkün olamıyacağını, ancak bir başka erkeğe nikahlandıktan ve ondan da boşandıktan sonra mümkün olacağını söyleyince, durum kendisine zor geldi. Bunun üzerine yardımcıları olan şiiler, Hille alimlerinden İbnül Mutahhar adındaki zâtı meseleyi çözmek için çağırmasını istediler. İşte Şeyhülislam İbn-i Teymiyye’nin kendisine reddiye yazdığı adam budur. İbnul Mutahhar sultanın huzuruna gelince ona: Zevceni âdil iki şahidin huzurunda mı boşadın? diye sorması üzerine Sultan; hayır dedi. İbnül Mutahhar: Zevceni iki âdil şahidin huzurunda boşamadığın için talak vaki olmamıştır. Dilediğin gibi zevcenle muamelede bulunabilirsin; fetvasını verdi.

Hudâbende fetvayı alınca çok sevindi. İbnül Mutahharı özel ve yakın adamlarından yaptı. İbnül Mutahharın bu şeytanî hareketinden dolayı, Hudâbende bütün valilerine emirler göndererek, bundan böyle hutbelerin on iki imam adına okumalarını, isimlerini mescitlerin duvarlarına yazmalarını istedi. İbnül Mutahhar'ın verdiği bu bâtıl fetva ile Hüdâbende'nin devleti şiileşmiş oldu. İşte İran ve Horasan devletinin resmen şiileştiği ilk merhale budur. Bu hadisenin 707 de olduğu rivayet edilmektedir.

Bu tarihten üçyüz sene sonra İran'ı ikinci defa uçuruma götüren hâdise, Safavî devletini kurup ilk şîîler'in “Aşırı” diye bilinen şii akidelerini yaymak olmuştur. Halbuki, daha önce ilk şiilerin rivayetlerini aşırı kabul ederek onları inkar ediyorlardı. Safavî devleti istikrar bulunca bütün şiiler aşırı ve bozuk inançlara kaydılar. Öyle ki, şiilerin bile daha önce aşırı diye nitelendirdikleri görüş ve akideler mezheplerinin zarurî inançlarından oldu. İkinci âlimleri olan El-Mekâni (1290-1351) “Tenkihul Mekal” adlı eserinin bir çok yerinde bunu itiraf etmiştir. Mezkûr kitap, şîîlerin cerh ve tâdil de en büyük kitapları sayılır.)

[21]  (Çünkü, mezheblerinin esasları bâtıl, vehim ve müstahiller üzerine kurulmuştur. Bunları bu kitapta göreceksin. Bunun en açık misali onların: “Bizler imamsız yaşıyoruz” demeleridir. Kendilerinin İmamiyye mezhebinden olup, onların bir imamı olduğunu ve fakat imamlarının bin seneden beri Samarra mağarasına girip çıkmadığını ve halen yaşadığını iddia ederek çıkmasını bekliyorlar. Kitaplarında da Allah'dan bunun çıkışını bir an önce gerçekleştirmesini taleb ediyorlar)

[22]  (Muhammed b. Muhammed b. Nu'man b. Abdusselam El-Bağdâdidir. (336-413) Mezkûr kişi Hille alimlerindendir. İkiyüzden fazla kitap, risale ve makaleyi te'lif ettiği söylenmektedir),

[23] (Muhammed b. Ali b. Osman El-Karacukî (-, 449) olup, Şeyhi Mufîd'in talebesidir),

[24]  (Ebul Kasım Ali b. Hüseyn b. Musa'dır. El-Murtaza (355-436) lakabıyla bilinir. Rıza Muhammed b. Huseyn eş-Şâir'in (359-406) kardeşidir. Bu iki kardeş Hz. Ali'nin hutbelerini tahrif ederek ziyadeleştirmeyi kendilerine vazife bilmişlerdir. Bu hutbelerde uydurulan herşeyin müsebbibi bu ikisi olup, Hz. Ali bu uydurmalardan uzaktır)

[25]  (Et-Tûsî Muhammed b. Muhammed b. Hasan El-Hoce Nasiruddin et-Tûsi (597-672)dir. Putperest Hülagû'nun İslâm başkenti Bağdadi istila ederken (655 H) giriştiği katliâmın müsebbiplerindendir. Çünkü, et-Tûsî, Hülâgû'yu bu işe teşvik etmişti. Daha önce bu hain adam dağlık bölgede bulunan dinsiz İsmailîlerle işbirliği yapıyordu. Tûsî, Nasîrîlerin lideri Nasîruddin adına “El-Ahlâkun-Nasîriyye” adlı bir kitap te'lif etmiştir. Nasîrîler, Kohestan bölgesinde yaşıyorlardı. Tûsî, İsmailîlerin kralı olan Alauddin Muhammed b. Celal Hasanın en berbat adamlarından idi. Bütün bunlarla beraber Tûsi'nin münafıklığını açıkça gösteren delil Onun Abbasi halifesi “El-Mu'tasım” a yazdığı ve onu öven kasidesidir. Şüphesiz ki, Tûsî Bağdad'ı yıkmak, İslâmı ortadan kaldırmak için Hülâgû'yu kışkırtmıştır. Şiiler ise bu vahşice hareketi kendileri için en şerefli bir olay addederler. Şiilerin “Ravdatül Cenne” adlı eserinin 578 ci sahifesinde bu durum açıkça görülmektedir. İslama ve tâbilerine büyük düşmanlığı olan Tûsî'nin diğer hainliklerini Hülâgû da keşfetmişti. Ona ihtiyacı olmasaydı öldürecekti)

[26] a - Lût b. Yahya, şîîlerin en az yalan söyleyenlerindendir. İbn-i Adiyy onun hakkında: “Şîîdir, şîîlerin haberlerini uydurur.”, Hafız ez-Zehebi de “Mizanül İ'tidal” adlı eserinde: “Haberleri uydurma olup, güvenilmez. Ebu Hatim ve başkası haberlerini almamışlardır.” der. 157de ölmüştür.)

[27] b - Hişam b. El-Kelbî 204 te ölmüştür. Hakkında en doğru sözü İmam-ı Ahmed söylemiştir: “Neseb sahibi olduğu için çokça gece toplantıları düzenlerdi. Kendisinden hadis nakledeni görmedim. Dinle alâkası olmayan haberlerin kaynağıdır. Sünnetle ilgili haberlerde müslümanlar ona aldanacak kadar akılsız değildirler.” Hafız b. Asâkir onun hakkında: “Râfizî ve güvensizdir” der

[28] (Harmele b. Yahya et-Tüceybî (V. H 243) olup, Mısır'ın iftihara medar âlimlerinden ve İmam-ı Şafiî'nin talebelerindendir. İmam-ı Mâlik'ten rivayet ettiği yüzbin civarındaki hadisi Mısır'a nakletmiştir),

[29] (Müemmil b. İhâb er-Rub'î (V. 254) olup, Ebu Davud ve Neseî ondan rivayet etmişlerdir)

[30] Yezid b. Harun es-Sülemi el-Vasitî olup, meşhur hadis hafızlarının ileri gelenlerinden ve İmam Ahmed'in üstadlarındandır. Yetmişbin kişi dersini dinlemiştir. Hicri 206 da vefat etmiştir

[31] Muhammed b. Said el-İsfahani, Şüreyk'in talebelerinden olup, Buhari ondan rivayet etmiştir. H. 220 de vefat etmiştir

[32] (Şüreyk b. Abdullah en-Nehâî (95-177) Küfe kadısı olup, Abdullah b. Mübarek ve zamanındaki âlimlerin üstadıdır. Ebu Hanife ve es-Sevrî'nin muâsırlarındandır)

[33] Ebu Muaviye Muhammed b. Hâzim ed-Darir (V. 195) büyük âlimlerden ve el-A'meş'in talebelerindendir

[34] (Enfal: 8/2, 3, 4.)

[35] (Hucurât: 49/15)

[36] (Bakara: 2/177)

[37] (Müslim Kitabül imare 13)

[38] (Müslim Kitabül İmare 13)

[39] (Buhari Ahkam: 4; Müslim İmare: 13,Nesai, Tahrim: 28)

[40] (Buhari Ahkam:4, Fiten: 2, Müslim İmaret: 13)

[41] (Müslim İmare: 17)

[42] (İbn-i Cerir et-Taberi H. 302 yılında meydana gelen bir hadiseyi naklederek şöyle diyor: Adamın biri çeşitli hilelerle halife Muktedirin yanına çıkarak kendisinin Muhammed b. Hasan b. Ali b. Musa b. Ca'fer olduğunu iddia ettikten sonra, Ebu Talip oğullarının huzuruna çağrılması için halifeye emrediyor. Bunun üzerine Ebu Talib oğulları başlarında başkanları Ahmed b. Abdissamed-ki İbn-i Tomar diye tanınıyor- olmak üzere hazır oluyorlar. Ancak İbn-i Tomar, Hasan b. Ali el-Askerinin çocuk bırakmadığını söylemesi üzerine Haşini oğulları bağırarak bu adamın halka teşhir edilerek en ağır cezaya çarptırılmasını istediler. Onu bir deveye bindirip tevriye ve arefe gününde halka teşhir ettikten sonra hapsettiler. Taberi bu hadiseyi Hasan el-Askerî'nin çocuk bırakmadığına delil olarak zikretmektedir.)

[43] (Yani Ali'nin (r.a.) hilafeti nass ile sabit değildir. Çünkü bu hususta nass yoktur. Ali (r.a.), Osman'ın (r.a.) şehid edilmesinin altıncı günü olan Cuma gününde, halka karşı irad ettiği bir hutbede şöyle demiştir:

Ey insanlar! Dikkatle dinleyiniz. Halife tayin etme işi sizin işinizdir. Siz tayin etmediğiniz müddetçe bunda hiç kimsenin hakkı yoktur. Her ne kadar önceleri Osman'ı (r.a.) tayin etmede ihtilafa düşmüş isek de, şu anda dilerseniz bu işi uhdeme alacağım. Aksi halde hiç kimseyi zorlamam...” Bu husustaki uzun bilgiyi Taberi 5/156-157 sahifelerinden almak mümkündür. Emirülmü'minin “Halife tayin etme işi sizin işinizdir, onda kimsenin hakkı yoktur. Ancak tayin ettiğiniz müstesna” sözü şiiler'in on üç asırdan beri bu hususta uydurdukları iddiaları tamamen yok ediyor. Bu iddialarım “El-Avâsım Minel Kavasım” adlı eserin 142-143. sahifelerinde açıkça görmek mümkündür.

[44] (Nisa 4/54)

[45] (Yûnus, 10/44)

[46] (Tâha, 20/112)

[47] (Zümer, 39/69)

[48] (Kaf, 50/29)

[49] Müslîm Birr: 55

[50] (En'am, 6/12)

[51] (Buhari Tevhid: 15, 22, 28, 55, Bedu'l-Hak: 1, Müslim, Tevbe: 14/6, Ahmed: 2/242, 258, 260)

[52] (Zilzâl, 99/8)

[53] (Hucurat: 49/17)

[54] (İbrahim: 11)

[55] (Buhari)

[56] (Nisa: 4/79)

[57] (A'raf: 7/168),

[58] (Tevbe: 9/50)

[59] (Âl-i İmran: 3/120)

[60]   (Cehm b. Safvan Rasib oğullarındandır. Rasib oğulları da Hazrec kabilesindendirler. Küfede büyümüştür. Çok güzel konuşan ve ilimde rakibi olmayan bir âlim idi. Küfede zındıklarla işbirliği yaptı. Allah (c.c.)'ın, sıfatlarını inkâr edecek kadar onu sapıttırdılar. Cehm b. Safvan, insanın işlerinde mecbur olup bu işleri icra etmede hiç bir gücü olmadığını iddia etti. Daha sonra Irak'tan Horasana gidip Haris b. Sureycin yanında Nasr b. Seyar'a karşı mücadele ederek bu sapık fikirlerini etrafa yaymıştır.

İbn-i ebi Hatim, Salih b. Ahmed b. Hanbel'den rivayet ettiğine göre, Ahmed b. Hanbel şöyle demiştir:

“Hişam b. Abdülmelik'in divanında okuduğuma göre, Hişam Nasr b. Seyar'a yazdığı mektupta O'na şöyle diyor: Senin civarında dehrîlerden Cehm isminde bir adam parlamıştır. Gücün yeterse Onu öldür.”

Hadisin taraftarları ile Nasr b. Seyar'm arasında meydana gelen bir savaşta Haris öldürülmüş, Cehm de esir olarak ele geçirilmiş. Nasr, kuvvet komutanı Selem b. Ahvaz'a verdiği emirle Cehm'in öldürülmesini istemiş, O da dinde yaptığı dinsizlik hareketlerinden dolayı Cehm'i 128 de öldürmüştür. Hafız ez-Zehebi “Mi'zânül İ'tidal” adlı eserinde şöyle diyor: Sapık ve bid'atçı Cehm b. Safvan, Cehmiyyenin başıdır. Tabiînin gençleri zamanında helak olmuştur. Hadisten bir şey rivayet ettiğini bilmiyorum. Aksine büyük bir kötülük ektiğini biliyorum)

[61] (Ebul Huzayl Muhammed b. Huzeyl b. Abdullah b. Mekhûl (134-228) dür. Abdülkays oğullarındandır. Basralı mutezilîlerin lideri, mezheblerindeki bidatların mucididir. Ancak bazı görüşlerde mutezileden ayrılmış ve tek başına kalmıştır. Mutezileden el Cubaî, Ca'fer b. Harb ve El-Murdar ona karşı gelmişlerdir. Cennet ve cehennemi inkar ettiği konusunda, Abdülkadir el-Bağdadi'nin “El farku beynel Firak” adlı eserinin 73. sahifesine bakınız. Ebul Huzeyl uzun bir ömür yaşamış, sonunda da kör olmuş ve bunamıştır)

[62] (Âl-i İmran 9)

[63] (En'âm: 6/54)

[64] (En'âm: 6/54)

[65] (Müslim Birr: 55)

[66] (En'âm: 4/102)

[67] (Bakara: 2/128)

[68] (İbrahim: 14/40)

[69] (Maide: 5/7)

[70] (Müslim Sıfati'l-Kıyame: 17)

[71] (Buhari Enbiya: 50, Müslim Mesacid: 22, Nesai, Mesacid: 13)

[72] (Ahmed: 1/435, İbn-i Hibban Mesacid: 340)

[73] (Muvatta Sefer: 85, Ahmed: 2/246, Ebu Nuaym Hilye: 7/317)

[74] (Meşhedlerle (Râfizîlerce mukaddes tanınan kabir ve mekanlar) ilgili olarak büyük üstadları el-Müfid'in te'lif ettiği Menâsik kitabından başka, putlarının te'lif ettikleri daha birçok menâsik kitapları vardır. Bunlar mushaflar gibi elden ele dolaşmaktadır. Bunlar meşhedlerini Mekke, Kâbe ve göklerden de üstün saymaktan çekinmezler. On Muharrem 1366 tarihinde “Perçem-i İslâm” adı altında fakihleri Abdül Kerim Şirâzî'nin İran'da neşrettiği gazetede, Farsça satırlar arasında sardedilmiş bir Arapça şiirinde şöyle dediğini okudum :

O “Tufûf’tur, lâyıkıyla yedi şavt tavaf et,

Onun mânası kadar Mekke'nin mânâsı yoktur,

O bir yerdir, fakat tahkim edilmiş yedi gök Ona eğilmiştir,

Semaların zirvesi O'nun en alçak yerine inmiştir.

Tufuf: “Tuf’un çoğulu olup bu kelime ile Kerbela toprağı kastediliyor. İçinde kesinlikle kime ait olduğu bilinmeyen bir kabir vardır. Bunlar bu kabrin üstüne kubbe inşa ederek bu kabrin Ebi Abdullah el- Hüseyin (r.a.)'e ait olduğunu iddia ederek milyonlarca kişiyi oraya doğru çekiyorlar. Şâir dinleyicisine ve okuyucusuna bu kabre yedi şavt tavafı emretmekle küfrünü ve putperestliğini de aşılıyor. Ayrıca şiirinde müslümanların tavaf ettiği Kabe'nin, içinde bulunan (ve kime ait olduğu bilinmeyen) kabirden dolayı Kerbelâdan manâca daha üstün olmadığını da iddia ediyor. Elleriyle inşa ettikleri bu kabrin bulunduğu Kerbelânın en çirkin yeri göklerin en yüce makamına üstün olduğuna da inanmışlardır. Belki de (Hâşâ!) Allah (c.c.)'ın arşına işaret ediyor. Üstelik hayvanların dahi küfür kabul edecekleri bu şiiri Şîraz fakihi AbdülKerim, emniyet ve ihlasla Farsçaya terceme etmiştir.)

[75] (Müslim Fedail: 10).

[76] (Tirmizi Menakıb: 16, 37, İbni Mace Mukaddime: 11, Ahmed: 5/382, 385).

[77] (Buhari Tefsir Sure: 7/3).

[78] (Ahmed bin Hanbel'in müsnedi)

[79] (Ebu Davud)

[80] (Müslim Fedail: 11).

[81] Müslim Fedail: 11

[82] (Hucurat: 49/15)

[83] (Müslim Fedail: 10)

[84] (Müslim Fedail: 11)

[85] (Müslim Fedail: 8)

[86] (Buhari Cihad; 38, Ebu Davud Cihad: 21)

[87] Enam: 6/165

[88] (Yunus: 10/14)

[89] (Bakara: 2/30)

[90] (Sa'd: 38/26)

[91] (Söz konusu olan Mülhidler, Mümkin-i Vücud (Yani yaratılan varlık) ile vacibul vücud (yani Yaratıcı)un varlığını birleştirenler ve “Vücut birliğini” iddia edenlerdir. Böyle bir Vahdet-i Vücutçuluk Yaratıcı ile

yaratığın vücudu bir olması demektir. Buna göre kainat (Hâşâ!) Allah'tır. Aslında bu itikat Brahma inancının bir gereğidir. Brahmanist Tâğur'un eserleri bu inanç sistemi üzerine kurulmuştur. Bu inancıyla doğu ve batının bütün dinsizlerini etrafına çağırıyor. Bu dinsizlerden en zararsız olanları küfürleri açık olan ve insanları aldatamıyanlardır.)

[93] (Bakara 30)

94  (Buradan işlerinde metanetli ve mü'tedil olan Ebubekir'in (r.a.) hilafete layık olduğu, anlaşılırken, hiç bir

zaman ondan sonra halife olacak Ömer'in (r.a.) bu işi yapamıyacağı anlaşılamaz.) (Mütercim).

[96] (Buhari Ezan: 39, 46, 68, I'tisam: 5, Müslim Salat: 169, Tirmizi Menakıb: 16 )

[97] (Ebubekir Muhammed b. et-Tayyib el-Bakillânîdir. , (v. 403) Mutezileye karşı gelebilmesi için hocası Ebu Hasan el-Eş'arî'nin ilmî dirayetine vâris olmuştur. Mücadele yollarını gayet iyi bilen bilgili bir zât idi. Birçok eserleri olup bazıları basılmıştır. “İ'cazül Kur'ân ve't-Temhid” bunlar arasında sayılır.)

[98] (Müslim Fiten: 3)

[99] (Buhari, Sulh: 9 , Fedail: 22, Fiten: 20, Ebu Davud Sünet: 12, Tirmizi , Menakıb: 30)

[100]           (Hucurat 49/9)

[101] (“El-Avâsım Mine'l-Kevâsım” adlı eserimizin talikinde şöyle demiştik:

Râfizîlerin başta gelen inançlarından biri Hasan'ın (r.a.), babasının, kardeşinin ve kardeşinin soyundan gelen dokuz kişinin masum olduklarına inanmaktır. Onlara göre yukarıda saydıklarımız kişiler asla hata etmezler. Onlardan sâdır olan her şey haktır. Halbuki hak olan şeyler hiçbir zaman mütenakız değildir. Halbuki Hasan (r.a.)'dan sâdır olan en önemli şey Onun kendi isteğiyle babasından sonra ( Ali'nin (r.a.) vefatından sonra) emîru'l mü'minin Muaviye'ye biat etmesi olmuştur. Onların da bu biata iştirak etmeleri hak olduğuna da inanmaları gerekirdi. Çünkü bu biat masum olan bir zâttan sudur etmiştir. Halbuki onlar bu biati inkâr ederek masum olan imamlarına muhalefet ediyorlar. Bu durum ancak iki şekilde izah edilebilir:

a - Ya oniki imamlarının masum olduklarına dair olan iddiaları yalandır. Ki böyle bir iddia ile bütün inançları sarsılmış olur. Çünkü masumiyet onlarda esastır.

b - Veya Hasan'ın (r.a.) masum olduğuna inanıyorlar. Onun biati da masum bir kişinin amelidir. Fakat onlar bunu kabul etmezler. Masumun uygun gördüğüne muhalefet ediyorlar. Bunu da nesilden nesile aşılıyorlar. Şu halde masuma muhalefetleri küfürdür.

Biz de bu iki şıktan hangisinin onlara uygulanacağını bilmiyoruz. Ama üçüncü bir şıkkın olmadığını da kesinlikle biliyoruz.)

[102] (Buhari Ahkam: 4, Fiten: 2, Müslim İmare: 13)

[103] (Müslim-Kitabü'l İmare: 13)

[104] (Müslim, Kitabü'l imâre: 13)

[105] (Müslim, Kitabü'l imâre: 8)

[106] (Buhari, Müslim)

[107] (Sa'd: 38/24)

[108] (Hûd: 11/18)

[109] (Âl-i İmrân, 3/110)

[110] (Buhari Fedail: 1 , Şehadet: 9, Ebu Davud Sünnet: 9, Müslim Fedail: 210-214)

[111] (Tevbe: 9/100)

[112] (Feth: 48/29)

[113] (Haşr: 59/10)

[114] (Ahmahlıktan ve bunaklıktan kurtulmalarına vesile olması gereken ilmî eserlerinde, Ebubekir (r.a.) ve Ömer'e (r.a.) (Haşa!) put diyorlar. Halbuki tarihte açıkça belirtilmiştir ki, Ali (r.a.) küfede, mimberde defalarca ve binlerce kişinin huzurunda ve tevatür derecesine varan binlerce kişinin rivayetiyle şöyle demiştir: “Peygamberinden sonra bu ümmetin en hayırlısı Ebubekir, sonra Ömer'dir.”)

[115] (Buhârî ,Fedail Ashabin Nebi: 5, Müslim Fedailu Sahabe: 221)

[116] (Feth: 48/18)

[117] (Müslim), (Bu hadis Peygamberliğin alâmetlerindendir. Binüçyüzaltmışsekiz sene geçmesine rağmen müslümanlar Rıdvan ağacı altında Rasulul'lah (sallallahu aleyhi ve sellem)'a biat eden Sahabe-i Kiram

hakkındaki şehadetleri Cenab-ı Allah (c.c.)'ın el-Feth sûresinin onsekizinci âyet-i kerimesinde buyurduğu hüküm doğrultusundadır. Ayet de şudur:

“Hakikaten Allah (Hudeybiyede) ağacın altında sana biat etmekte oldukları vakit, O müminlerden razı oldu.”

Sonra ortaya câhil, ahmak, kör ve Rasûlullahm iki arkadaşının - Ebubekir (r.a.) ve Ömer (r.a.)-. imanında şüphe etmekten utanmayan biri çıkıp şöyle demiştir: “Deseler ki, Ebubekir ve Ömer ağacın altında biat eden ve Allah (c.c.)'ın kendilerinden hoşnut olduğu rıdvan ehlindendir. Bu da yukarıdaki âyet ile sabittir. Biz de şöyle deriz: “Allah ayette: “Ağaç altında sana biat edenlerden Allah hoşnut oldu” veya “sana biat edenlere” demiş olsaydı o zaman biat eden herkesten razı olduğu anlaşılmış olurdu. Fakat Allah, “Muhakkak Allah mü'min olup da sana biat edenlerden razı oldu” buyurmuştur ki, bununla ancak iman ehli olup ve biat edenlerden razı olduğu anlaşılır.”

Bu kör ne derse desin haddi zatında Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'m Müslim'de rivayet edilen hadis-i şerifi o körün ağzına basılan bir taşıtır. Hadis şöyledir: “Ağaç altında Rasulullaha biat edenlerden hiçbirisi ateşe girmeyecektir.” Bu âmâ (Şiî) tarafından, Sevr dağında nazil olan ayetin de (r.a.) Ebubekir'in medhine değil Eemmine işaret olduğu iddia edilmektdir. İşte bu âmâ, Şiî'lerin müctehidlerindendir. Artık onlardan ictihad (!) derecesine varmayanların halini siz düşünün!)

117 (Tevbe: 9/117)

118 (Mâide: 5/55)

119 (Tevbe: 9/71)

[121] (Enfâl : 8/62-63)

[122] (Zumer: 39/33-35)

[123] (Nur: 24/55)

[124] (Ankebut: 29/10-11)

[125] (Tevbe: 59/6)

[126] (Nisa: 4/145)

[127] (Ahzab: 33/60)

[128] (Münafıkın: 63/8)

[129] (Tevbe: 9/62)

[130] (Tevbe: 9/96),

[131] (Tevbe: 9/56)

[132] (Âl-i İmran: 3/28)

[133] (Müslim Fedail: 11)

[134] (Tabii ki bu sözden Meryem'in (r.a.) suçlu olduğuna dair hiçbir mâna çıkarılmamalıdır. (Mütercim)

(Kasas: 26)

[136] (Müslim Fedail: 229, Tirmizi Fİten: 44)

[137] (Sad: 38/24),

[138] (Sebe: 34/13)

[139] (İsrâ:17/ 36),

[140] (Âl-i İmran: 66)

[141] (İmam Abdurrahman b. Kâsım'dır. Fustat âlimlerinden ve Malik b. Enes'in talebelerindendir.)

(Şûra: 11)

[143] Gaybı ilgilendiren bütün konularda müslüman nasslarla sabit olduğu şekilde konuşmalıdır. İnkâr etme ve etmeme cihetine fikir yürüterek gitmemelidir. Bu hususta selefin yolunu tutmalıdır. İsim ve sıfatlarda da bu durum böyledir. Mesela “İstiva” vardır. Fakat keyfiyeti meçhuldür. Ona iman etmek de vâciptr. Keyfiyetini araştırmak bid'attır. Şeyhul İslâm İbn-i Teymiyye de bütün kitaplarında Seleften, İmam Mâlik ve başkalarından vârid olan kelimelerin aynısını kullanmıştır.

[144] (İbrahim: 14/1)

[145] (Müslim Cennet: 51)

[146]  (Râfızîlere göre, imamlarının masumiyeti, peygamberlerin masumiyetinden üstündür. Onlara göre peygamber hata işler de vahiy ile o hatası düzeltilir. Aslında bu beyanları işi bulandırmak içindir. Çünkü râfizîlerin ileri gelenlerinden imamlarına vahiy geldiği çokça iddia edilmiştir. Onlara göre “Buharî” hükmünde olan “El-Kâfî” adlı eserinde El-Küleyn; imamların gaybı bildiklerini iddia ediyor. Bugün bütün Şiîler imamlarının kabirlerini vahiy merkezi olarak kabul ederler. Oysa toprak olmuş bu zâtların iddia edildiği gibi kabirleri de doğru tesbit edilmemiştir. Çünkü (r.a.) Ali'nin kabri iddia edildiğine göre Muğîre b. Şube'ye aiddir. Durumları böyle vahim olan Şiilerin peygamberlerle imamlar arasında vahiy konusunda bir farklılık tesbit etmeleri mümkün müdür? Sonra başka bir iddialarına göre peygamberler bi'setten sonra değil ömürlerinin başlangıcından sonuna kadar ma'sumdurlar. Şu halde vahyin rolü nedir?)

[147] (Fetih: 48/2)

[148] (Fetih: 48/2)

[149] (Feth: 48/4)

[150] (Buhari Rikak:18,Müslim Kıyame: 17,İbn Mace Zühd:20)

[151] (Müslim Zikr:70) buyuruyor. (Müttefekun Aleyh)

[152] (Müellif 728 de vefat ettiğine göre bu rakkam 1404 hicrî yılına göre 1134 olur)

[153] (Ebu Said El-Lu'luî el-Masri'dir. Hadiste hafızdır. Mâlik ve Süfyan-ı Sevrînin talebelerindendir. İmam-ı Ahmed ve İbn-i Mübarek Ondan hadis rivayet etmişlerdir. Hadiste insanların en âlimi idi. Her sene Hac eder. İki günde de Kur'an-ı hatmederdi)

[154] (Maide: 5/73)

[155] (Mâide: 75/5)

[156] (Mâide: 5/116)

[157] (Tirmizi Nüzur: 9, Nesai Eyman: 4, İbn Mace Keffaret: 2)

[158]  (Ebu Muhmmed Abdullah b. Said b. Kullab El-Masri'dir. Cehmiyye ve Mutezilelilerin birçok safsatalarını ortaya koyan bir âlimdir. Bu zât İbni Nedim'in Fihristinde bahsettiği şahıs değildir. Eğer İbn-i Nedim bunu kastediyorsa başkaları nasıl bu zât hakkında iftira etmişlerse bu da ona iftira etmiştir. İbn-i Subkî bu zâtın Yahya b. Said El-Kattan'ın kardeşi olduğunu ileri sürüyor ise de bu konu araştırmaya değer bir konudur)

[159] (Allah (c.c.)'ın sıfatlarını inkâr eden Cehmiyyeye reddiyye yazıp Allah (c.c.)'ın sıfatlarını isbatlayınca ve bu fikrî Eş'ariler de savununca, bu zâta hıristiyan diyecekler ki, sıfatların isbatı hıristiyanların işi olduğunu açıkça söyleyebilsinler. (Mütercim.)

[160] (Ş. İslâm İbni Teymiyye şöyle der: Bu kelimeyi ilk kullanan Mutezili Amri İmam Ahmed b. Hanbel sonra her sünniîdir. Aynı şeyi iddia eden râfizîler sahih hadisleri esas alan bu zâtlara bu ismi vermişlerdir)

[161]  (Nusayrîler onbirinci imam Hasan el-Askerî'nin vefatından sonra geride bıraktığı 5 yaşındaki çocuğunun Sîrdab'a (mağara) girip kaybolduğunu ve bunun 12'nci imam olduğuna inanırlar. Bunların bâtıl itikadları arasında en belirgin olanları şunlardır: Derler ki (Haaşâ!) Ali (r.a.), Rab'dır. Muhammed perdedir. Selman-ı Farisi bunlara giden kapıdır. Yeri ve gökleri yaratan Ali (r.a.)'dir. O yerde ve gökte imamdır. Alem onlara göre ezelîdir. Ruhlarda tenasüh vardır. Haşir ve neşir yoktur. Cennet ve cehennem dünyevî iki remzdir. Beş vakit namaz Ali, Hasan, Hüseyin, Muhsin ve Fatımanın isimleridir. 30 gün oruç, 30 kişinin isminden kinâydir. Şarap içmek helâldir. (Hâşâ!) Şeytanların şeytanı Ömer (r.a.)'dir. Sonra Ebu bekir (r.a.) sonra Osman (r.a.)'dır. Onlara göre Ali (r.a.)'nin yeri bulutlardır. Bulut geçerken ona “Esselâmu aleyke yâ ebel Hasan” derler.

Daha birçok sapık iddiaları olan bu Nusayrîlere, Alevî de denilir. En-çok Suriye'nin Lazkiye kentinde bulunurlar.)

[162](Deziiyye, Deziy b. Yunus el-Hâik taraftarlarıdır. Deziy, Ca'fer es-Sâdık zamanında yaşamıştır. Bu adam taraftarlarıyle beraber Cafer es-Sadık'ın evi etrafında durmadan dolaşmasına rağmen İslama olan düşmanlıklarından dolayı Ca'fer es-Sadık ve taraftarlarını lanetliyordu. Deziy' vahyi iddia ederdi. Arıya vahiy caiz ise, bize haydi haydi caizdir derdi. Bu adam öldürüldüğünde Ca'fer es-Sadık (r.a.) “Allah (c.c.)'a hamdolsun, İslâmı değiştirmek isteyen bu kişilere ölümden daha hayırlı bir şey yoktur. Bunlar kıyamete kadar dost edinemezler” demiştir.)

[163] (Müslim Fiten: 95, Tirmizi Fiten: 56)

[164] (Şûra: 26/11)

(Şûra: 26/11),

[166] (Meryem: 19/65)

[167] (İhlâs: 112/4),

[168] (Bakara: 2/22)

[169] (Nahl: 74)

[170] (Münâfıkûn: 63/4)

[171] (Bakara: 2/247)

[172] (A'raf: 7/148)

[173] (Enbiya: 21/26)

[174] (Tirmizi Nüzur: 9,Nesai Eyman: 4,İbn Mace Keffaret: 2)

[175] (Âl-i İmran: 3/103),

[176] (A'raf: 7/3),

[177] (Nisa: 4/61).

[178] (Tâ-ha: 20/124)

(Enfal: 8/16)

[180] (Ehlûl Eser: Eser ehli, yani Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'dan sahih olarak gelen hadislere sımsıkı sarılan kimseler demektir. Çünkü Rasûlullah insanlara iyiliği öğreten öğretmen, Allah tarafından hak din ile gönderilen bir elçidir. Allah (c.c.)'ın sıfatlarını olduğu gibi kabul edenlere de “isbat ehli” denilir. Bunlar ğayb ile ilgili olarak Rasûlullah'tan gelen herşeyi olduğu gibi kabul ederler. Allah (c.c.)'ın sıfatları gibi. Bu sıfatlara nass'da vârid olduğu şekilde inanırlar. Onları te'vil etmezler ve değiştirmezler)

[181]  (Ehl-i beyte en büyük düşmanlık, onlara iftira ederek, cedleri olan Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'in risaletine zıt olan bir mezhebi dinin içine uydurup sokmaktır. Ondan sonra da Muhammed ümmetinden ve onun mümtaz dostları ve Ali'nin (r.a.) kardeşleri olan Ashab-i Kirama küfretmek ve hakaret etmektir. İşte bu nevî zulüm eskiden beri Râfizlerde vardır ve hâlen de devam etmektedir. Zaman geçtikçe de bu yoldaki sapıklıkları artmaktadır. Bütün bunları bu kitapta görmeniz mümkündür. Hatta “Nehcül Belâğa” Ali (r.a.) adına ashaba zem eden sözlerle doludur.)

[182] (Ebu Süleyman Davud b. Nusayr olup 110 da vefat etmiştir. Fakih, âbid, ve zâhid idi. Ebu Hanife, Seyri, Şüreyk ve İbn-i ebî Leylâ'nın muasırıdır. Hepsinden ilim almıştır. Onun hakkında “Eğer bu zat geçmiş ümmetlerden olsaydı Allah ondan bahsedecekti” denilmiştir. Râfizînin Davut et-Tâî'yi, Davud el-Cevâlikî yerine zikretmesi ne büyük bir cehalettir!)

[183] (Şiilerin muhtelif asırlarda Islâm tarihine soktukları ve Rasûlullah’a (sallallahu aleyhi ve sellem), Alî'ye (r.a.) ehl-i beytine isnad ettikleri iftiraları bilen kimse -Seleflerinin merkebleriyle birlikte Sîrdab (Mağara)ın kapısı önünde Muntazar imamlarını bekleyip, Allah (c.c.)'tan Onun bir an önce gönderilmesini istemeleri gibi- şüphesiz ki bu gülünç hurafelerin de onların uydurmalarından olduğunu bilir. Çünkü bütün ana hatlarıyla bu hadise Şiilerin aklına münasibtir. İbnul Mutahhar da Seleflerine Muvafakat ederek bu uydurma haberi kitabına koymuştur. Haşereler canı istedikleri şeylere konarlar.)

[184] (Ebu Ca'fer el-Hemedanî, Muhammed b. Hasan b. Muhammed'dir. Hadiste sağlam hafızdır. Asrında yaşayan Horasan, Irak ve Hicaz'daki hadis hafızlarından rivayet etmiştir. İbnus-Sem'ânî: Asrında ondan daha çok hadis dinleyeni görmedim, diyor. H. 531 de vefat etmiştir. Yalnız yukarda zikredilen Ebul Meâlî'nin İmam'ul Herameyn el-cüveyni olduğunu kabul etmiyoruz. Çünkü imamül Haremeyn “El- Risaletün-Nizamiyye” adlı eserinde alimlerin istiva konusunda muhtelif görüşte olduklarını, bazılarının te'vile giderek bu hususta kitap ve sünetten delil getirdiklerini, bazılarının da -ki bunlar seleftir- te'vile baş vurmadıklarını, Selefin, delillerin zahirine göre hareket ederek manayı Allah (c.c.)'a havale ettiklerini söylüyor. Yine imamül Haremeyn, bu meselede selefe umduklarını, onların icma'i delil teşkil ettiğini, şeriatın dayanağı onlar olduğunu, ayrıca beyan ettikten sonra ashab-i kiramın asrı bu şekilde sona erdiği için istiva hususunda hiçbir te'vile başvurmadan öylece inanılması hak olduğunu söylüyor. Ancak Allah (c.c.)'ı yaratıklara hiçbir surette benzetmemek şarttır. Alah'ın arşa istiva ettiği ve dünya semasına zaman zaman indiğini bildiren ayet ve hadislerin te'viline baş vurmadan mananın aslını Allah (c.c.)'a havale ederek hareket etmek gerekir.)


Bu blogdaki popüler yayınlar

TWİTTER'DA DEZENFEKTÖR, 'SAHTE HABER' VE ETKİ KAMPANYALARI

Yazının Kaynağı:tıkla   İçindekiler SAHTE HESAPLAR bibliyografya Notlar TWİTTER'DA DEZENFEKTÖR, 'SAHTE HABER' VE ETKİ KAMPANYALARI İçindekiler Seçim Çekirdek Haritası Seçim Çevre Haritası Seçim Sonrası Haritası Rusya'nın En Tanınmış Trol Çiftliğinden Sahte Hesaplar .... 33 Twitter'da Dezenformasyon Kampanyaları: Kronotoplar......... 34 #NODAPL #Wiki Sızıntıları #RuhPişirme #SuriyeAldatmaca #SethZengin YÖNETİCİ ÖZETİ Bu çalışma, 2016 seçim kampanyası sırasında ve sonrasında sahte haberlerin Twitter'da nasıl yayıldığına dair bugüne kadar yapılmış en büyük analizlerden biridir. Bir sosyal medya istihbarat firması olan Graphika'nın araçlarını ve haritalama yöntemlerini kullanarak, 600'den fazla sahte ve komplo haber kaynağına bağlanan 700.000 Twitter hesabından 10 milyondan fazla tweet'i inceliyoruz. En önemlisi, sahte haber ekosisteminin Kasım 2016'dan bu yana nasıl geliştiğini ölçmemize izin vererek, seçimden önce ve sonra sahte ve komplo haberl

FİRARİ GİBİ SEVİYORUM SENİ

  FİRARİ Sana çirkin dediler, düşmanı oldum güzelin,  Sana kâfir dediler, diş biledim Hakk'a bile. Topladın saçtığı altınları yüzlerce elin,  Kahpelendin de garaz bağladın ahlâka bile... Sana çirkin demedim ben, sana kâfir demedim,  Bence dinin gibi küfrün de mukaddesti senin. Yaşadın beş sene kalbimde, misafir demedim,  Bu firar aklına nerden, ne zaman esti senin? Zülfünün yay gibi kuvvetli çelik tellerine  Takılan gönlüm asırlarca peşinden gidecek. Sen bir âhu gibi dağdan dağa kaçsan da yine  Seni aşkım canavarlar gibi takip edecek!.. Faruk Nafiz Çamlıbel SEVİYORUM SENİ  Seviyorum seni ekmeği tuza batırıp yer gibi  geceleyin ateşler içinde uyanarak ağzımı dayayıp musluğa su içer gibi,  ağır posta paketini, neyin nesi belirsiz, telâşlı, sevinçli, kuşkulu açar gibi,  seviyorum seni denizi ilk defa uçakla geçer gibi  İstanbul'da yumuşacık kararırken ortalık,  içimde kımıldanan bir şeyler gibi, seviyorum seni.  'Yaşıyoruz çok şükür' der gibi.  Nazım Hikmet  

YEZİDİLİĞİN YOKEDİLMESİ ÜZERİNE BİLİMSEL SAHTEKÂRLIK

  Yezidiliği yoketmek için yapılan sinsi uygulama… Yezidilik yerine EZİDİLİK kullanılarak,   bir kelime değil br topluluk   yok edilmeye çalışılıyor. Ortadoğuda geneli Şafii Kürtler arasında   Yezidiler   bir ayrıcalık gösterirken adlarının   “Ezidi” olarak değişimi   -mesnetsiz uydurmalar ile-   bir topluluk tarihinden koparılmak isteniyor. Lawrensin “Kürtleri Türklerden   koparmak için bir yüzyıl gerekir dediği gibi.” Yezidiler içinde   bir elli sene yeter gibi. Çünkü Yezidiler kapalı toplumdan yeni yeni açılım gösteriyorlar. En son İŞİD in terör faaliyetleri ile Yezidiler ağır yara aldılar. Birde bu hain plan ile 20 sene sonraki yeni nesil tarihinden kopacak ve istenilen hedef ne ise [?]  o olacaktır.   YÖK tezlerinde bile son yıllarda     Yezidilik, dipnotlarda   varken, temel metinlerde   Ezidilik   olarak yazılması ilmi ve araştırma kurallarına uygun değilken o tezler nasıl ilmi kurullardan geçmiş hayret ediyorum… İlk çıkışında İslami bir yapıya sahip iken, kapalı bir to