Minhacul İ'tidâl fî Nakdi KelamiEhlir-Rafdi vel İ'tizâlEL - MUNTEKA(ŞİİLİK VE MAHİYETİ)Şeyhü'l İslam İbn-i Teymiyye
Mukaddime
“Ey iman edenler! Allah için hakkı ayakta tutan, adaletle şahitlik
eden kimseler olun. Bir topluluğa olan kininiz, sizi adaletsizliğe götürmesin.
Adaletli olun ki, o takvaya daha yakındır. Allah’tan korkun. Şüphesiz ki Allah
yaptıklarınızdan haberdardır.”[1]
İslam dininin doğuşu, insanlık tarihi boyunca ortaya çıkan olayların en
büyüğüdür. İslam, tecelli etmiş ve edecek olan Hakkı ayakta tutmak için
gelmiştir. İnsanların anlaşma ve ihtilaf etmelerinde, davranışlarında, hüküm
vermelerinde, araştırma, ilim tahsili ve teşkilatlarında, iyilik ve menfaatleri
bulunduğu konularda birbirlerine yardım etmelerinde, karşılştıkları bütün haklar,
İslam’dan kaynaklanır. Allah (celle celâlühü) şöyle buyurur:
“Rasulünü hidayet ve hak din ile, bütün dinlere üstün kılmak için
gönderen O’dur; müşrikler hoş görmeseler bile.”[2]
İslam, inananları adalete uygun olan her şeyi yaşamaya, doğru
bildiklerini dile getirmeye, adalet saltanatının çerçevesi içinde hareket
ederek onun bayrağını güçleri yettiği kadar dünyanın her kesimine yaymaya,
kendileri, babaları ve çocukarı aleyhinde de olsa bu adalet ölçüsünden
ayrılmamaya davet eder. Hak ve adaleti ayakta tutmak, onlara göre şehadette
bulunmak; İslam’ın ilk unsuru, en önde gelen ahlakı ve ona inananı başkasından
ayıran en belirgin özelliğidir. Bu özellik hoş görü, sadelik, temiz kalplilik,
Allah’ın (celle celâlühü) razı ve halkında mutmain olduğu şeyleri tercih etmekle
belli olur. İnsanlar arasındaki derecelendirmede ise takva esastır. Takva
ehlini ve ondan sapanları bilen ancak Allah’tır (celle celâlühü). onların
durumunda Allah’a (celle celâlühü) gizli kalan hiçbir şey yoktur.
Rasulullah (salla'llâhü aleyhi ve sellem) ashabını, bütün insanlığı bu
yüce dine davet etmek üzere İslam’ın üstün değerleriyle eğiterek hazırlamıştır.
Allah (celle celâlühü) Rasulullah’ın (salla'llâhü aleyhi ve sellem) ruhunu
teslimetmek üzere iken ashabını Ebu Bekir’in (r.a.) arkasında saf tutmuş
görmekle hoşnut kılmıştır.
Rasulullah (salla'llâhü aleyhi ve sellem) Aişe’nin Mescid-i Nebeviye’ye
bakan hücresinin perdesi arasında,Yüce Dost’a teslim olmak üzere, mubarek
gözlerini yumarken, seçkin ve saf ashabını taşları birbirine kenetlemiş bina
gibi, ibadet ve tatta kalplerini ihlasla Allah’a teslim etmiş kimseler olarak
Ebu Bekir’in arkasında saf tutmuş görmekle, Allah (celle celâlühü) kendisini
hoşnut kılmıştır. Ebu Bekir ve onun öz kardeşi gibi olan Hz. Ömer (radiyallâhü
anh) hakkında, kardeşleri Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) Kufe’de
minberden halka hitap ederken:
“Bu ümmetin en hayırlısı Ebu Bekir, sonra Ömer’dir.”
Demiştir.
Allah katında mahlukatın en yücesi olan Rasulullah’ın (salla'llâhü aleyhi
ve sellem) dünyadan ayrılmasıyla meydana gelen faciaların ardından bu itaatkar
ashabı kiram, bir göz kırpması gibi bir zamanda mübarek yarımadadaki dağınık
müslümanları toparlayarak cihad için saflarını birleştirmişler, Risalet-i
Muhammediyeye’nin emanetini Ebu Bekir’in (r.a.) bayrağı altında Şam ve Irak’a
doğru bütün dünya milletlerine taşımışlardır. Allah onları kısa sürede zaferle
mükafatlandırmıştır. Öyle ki, ilk halifenin Ebu Ubey’de, Halid, Amr b. As ve
Yezid b. Ebi Süfyan isimli komutanlarının, bayraklarıyla yayıldıkları topraklardan
“Kurtuluşa geliniz” sedaları duyumaya başlamıştır. Bu komutnlar, bulundukları
yerlerde Allah’ın (celle celâlühü) mesajını Rasulullah’ın (salla'llâhü aleyhi
ve sellem) öğrettiği gibi tebliğ ederek oradaki insanlara öğretmenlik
yapmışlardır. Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh) Şam’ın bereketli topraklarında ve
Rafizilerin memleketlerinde Allah’ın verdiği zaferle hoşnut olduktan sonra,
Allah onu dünyada olduğu gibi, ahirette de Rasulullah’la komşu olarak katına
almıştır.
İslam gemisinin kaptanlığını Hz. Ömer (radiyallâhü anh) Ebu Bekir’den
sonra ele aldı ki, o Ali’nin (r.a) şehadetinden de bilindiği gibi Ebu Bekir’den
(r.a.) sonra bu ümmetin en hayırlısıdır. Bundan sonra da İslam kafilesi yoluna
devam ederek Nil vadisine, Kuzey Afrika’ya ve kisra imparatorluğunun en ücra
köşesine kadar ilerledi. Bu durum, yahudi ve mecusi’nin Hz. Ömer'in
(radiyallâhü anh), temiz kanını dökmelerine kadar devam etmiştir.
Allah (celle celâlühü) Ömer’e (r.a.) adaletle hükmetmenin en güzel
örneğini nasip ettikten sonra onu iki mübarek arkadaşına komşu kıldı. Ondan
sonra müslümanlar, ahlaken en güzel, kalben en yumşak, Kur’an’ı en güzel
şekilde ezberleyen, zamanın belalarına karşı en çok sabreden ve Rasulullah’ın (salla'llâhü
aleyhi ve sellem) iki kızını almakla ona damat olma şerefini kazanan Hz.
Osman'ı (radiyallâhü anh) halife olarak seçtiler. Allah (celle celâlühü)
cümlesinden razı olsun.
Hz. Osman (radiyallâhü anh), bu seçkin ashaba samimi bir kardeş,
çocuklarına şefkatli bir baba olmuştur. Onun halifeliği süresince İslam ümmeti rahat
ve saadetli bir hayat yaşamıştır. Tabiinden iki büyük alim Hasanı Basri ve İbni
Sirin bunun doğruluğuna şahitlik etmişlerdir. Çünkü Osman’ın (r.a.) cihad
bayrağı kahraman mücahidlerin elinde kafkasyayı yararak ilerliyordu, öyle ki
Kisra’nın askerleri onlara yanaşmaktan bile çekiniyorlardı. İşte doğulu ve
batılı milletler ashabı kiram hakkında şöyle buyurmuştur:
“Nesillerin en hayırlısı zamanımda yaşayanlardır. Sonra -iman
ederek- onları takip edenler ve onları takip edenlerdir.”[3]
Rasulullah’ın (salla'llâhü aleyhi ve sellem) asrı saadette yaşayanları “ümmetimin
en hayırlısı” olarak nitelendirmesi peygamberliğin mucizelerindendir.
Çünkü İslam tarihi, asrı saadet gibi mutlu, izzetli ve hakka doğru yürüyen bir
neslin yaşadığı başka bir zaman daha görmemiştir. Bu dönem, Emevi devletinin
sonundan Abbasi devletinin ilk halifelerine kadar uzanır. El-Hafız İbni Hacer
(r.a.), İslam ümmetinin, tabiine uyan ve sözleri kabul edilenlerin h. 220’ye
kadar yaşamış idareciler olduğu üzerinde ittifak ettiğini, bu tarihlerden sonra
da bid’atların ortaya çıkmasıyla hal ve gidişinde süratli bir şekilde
değiştiğini söylemektedir.[4]
Asr-ı saadet İslam tarihinin altın asrıdır. İslam tarihi o asır kadar
bereketli, Allah yolunda yapılan davetin, yeryüzünün her köşesine yayılmış olduğu
bir asır daha görmemiştir. Bu dönemde hafızlar her tarafa yayılmış, tabiinden
olan yaşayanların güçlü, cihatta samimi insanlardan oluşan genç sahabilerin
bulunduğu yerlere giderek, sünneti kaybolmaktan kurtarmak için hadis
ezberlemiş, onları takip eden diğer gençler de tabiinin ashaptan hadis
nakledenlerine giderek onlardan hadis alıp ezberlemişlerdir. Böylece sünnet
emaneti Malik, Ahmed ve diğer tedvin3 ehli olan kişilere
ulaştırılmıştır. Peygamberliğin mübarek kokusunu yansıtan bu nakiller,
güvenilir hafızlardan diğer güvenilir hafızlara aktarılmış, böylece Allah’ın
kitabından sonra Müslümanların en değerli kültürleri sünnet olmuştur.
Mirasçıların mirasını aldıklarında dünyada kuvvet ve makam sahibi
oldukları gibi, Sünnet’te Müslümanların gücünü arttıran önemli bir miras
olmuştur. Ashab ve tabiinden devraldığımız, İslam’ın bu şerefli mirasına benzer
bir mirası hiçbir ümmette görmüş değiliz. Ebu Bekir (r.a) döneminde Ömer ve
Osman’ın ( radiya'llâhü anhüm.) katkılarıyla Kur’an ayetleri bir araya
toplanarak, kıraati tespit edilip Mushaf haline getirilmiştir. Allah (celle
celâlühü) onlara en iyi mükafaatı versin.
Sahabilerin bu mirası korumadaki gayretlerinden biriside Rasulullah’ın (salla'llâhü
aleyhi ve sellem) hadis, hutbe, emir, yasak ve ikrarı gibi şeriata dair
konuları ezberleyip tabiinden kardeşleri ve çocukları olan zatlara ve
kendilerine iyilikle tabii olanlara aktarmalarıdır. Bu durum hiçbir peygamber
ve sahabileri için bu şekilde olmamıştır. İnsanlığın ahlak ve dini esasları
bildirmek alanındaki en büyük mirasları olan bu miras ümmetleri sınıf, cins,
renk ayrımı yapmaksızın bir araya getirmiştir. Ashabı kiramın insanlık yararına
yapmış oldukları hizmetleri ancak zalimler, hakkı kabul etmeyen gayri müslimler
veya islamın zahiriyle (açık hükümleriyle) değil, batini yönüyle hüküm eden
zındıklar küçümseyebilir. Bu asil neslin bize bıraktığı mirasın diğer bir yanı
da ümmetlere seçkin ahlak ve şefkatli hareketleri sunmalarıdır. İslam’ı
insanlara yaşayarak karakterleriyle örnek olarak sevdirmişlerdir. Onların bu
davranışları en ücra köşelerde yaşayan milletlerin dahi İslam’a girmelerine
vesile olmuştur. Raşit halifelerin valileri, onlardan sonra gelen ve Kureş’ten
olan halifelerin bayrağı altında cihad eden tabiinde ashabı kiramın bu
faziletlerine katılmışlardır. Kureyş’in o halifeleridir ki, Sahihayn’da
yüceliklerine dair işaret bulunmaktadır. Rasulullah’ın (salla'llâhü aleyhi ve
sellem) Kuba’da rüyasında Muaviye’nin deniz seferine çıkacağını, bir başka
rüyasında da İstanbul surlarının Muaviye’nin oğlu tarafından muhasara
edileceğini görmesi de diğer işaretlerdendir.
Sahihayn’da Cabir b. Semure’den (r.a.) haklarında hadis rivayet edilen
Kureyş’in bu halifeleri ve onlarla beraber olanlar, birçok sefere çıkarak cihad
etmiş ve İslam davetini Asya, Afrika ve Avrupa gibi dünyanın çeşitli kıtalarına
götürmüşlerdir. Bundan dolayı onları ne kadar övsek yinede azdır. Ne yazık ki,
İbnul Mutahhar lakabıyla anılan bir zındık ortaya çıkarak “Minhacul Merame” isminde
bir kitabı kaleme almış, onunla bu asil ve şerefli ashab ve tabiin nesline
hücum ederek cihadlarını yermiş, iyiliklerini çirkinleştirmiş, yüce
ahlaklarından dolayı gösterdikleri faziletlerini inkar etmiş, öyle ki, onlarla
savaşanları -mecusi, rum, müslüman olmayan türk ve tatar- dahi hayrete
düşürecek şekilde iyiliklerini kötülüğe çevirmiştir. Bu şaşkın hareket o kadar
ileriye gitmiştir ki Müslümanlar Ispanya’nın idaresini ellerinde tuttukları
sırada, papazlar İbni Hazm ile münakaşa ederlerken Rafizilerin bu hareketlerini
ileri sürerek Kur’an’ın tahrif edildiğini iddia etmeye kalkışmışlardır. Bunun
içindir ki, İbni Hazm onlara: “Papazların; Rafizi’ler Kur’an’ı
değiştirmişlerdir.” Şeklindeki iddialarına gelince, zaten Rafizi’ler müslüman
değildirler. Cevabını vermiştir.[5]
Yine bu eserde hristiyan papazların Müslümanlara rafizi el-Kuleyni’nin “Kitabul-Kafi”
adlı eserindeki yalanlarla delil getirmeye çalıştıkları görülmektedir.
Kitabul-Kafi’de şöyle deniliyor: “Cabir el-Cafi’den Ebu Cafer’in şöyle dediğini
işittim; Kur’an’ın indirildiği gibi toplandığını iddia eden ancak yalancıdır.
Kur’an indirildiği gibi toplayan ve O’nu ezberleyen yalnız Ali ve ondan sonra
gelen imamlardır.”[6]
Ebu Abdullah’ın yanına gittim. Ebu Abdullah:
“Yanımızda
Fatıma’nın mushafı vardır.” deyince;
“Fatıma’nın
mushafı hangisidir?” dedim. Ebu Abdullah şöyle dedi:
“Öyle bir
mushaftır ki, sizin şu mushafınızın üç katı kadardır. Allah’a yemin ederim ki,
içinde mushafınızdan bir tek harf yoktur.”[7]
Şiilerin hadis literatüründe Kuleyni’nin bu tip küfür ve iftira ile dolu
olan “Kitabul-Kafi” adlı eserine Müslümanların Sahihi Buharisi gibi itibar
edilir.
Elinizdeki kitap ile fikirleri red edilen İbnul Mutahhar’a gelince
Şiiler, “Ravdatul Cenne” adlı eserlerinde onu şöyle vasıflandırıyorlar:
“Görüşü kuvvetli alimlerin övünç kaynağı İslam dairesinin merkezi, yeryüzündeki
karanlıkların nuru, fazilet ve yaratılmışların üstadı, ümmet, hakkaniyet ve
dinin güzeli...”
Benim görüşüme göre İbnul Mutahhar’ın “Minhacul Keramesi” ile
Şeyhulislam İbni Teymiyye’nin “Minhacul İtidal ve Minhacul Sunne” adlı
eserin amacı mezhep ihtilafları değildir. Ne İbnul Mutahhar, Müslümanlar Rafizi
ne de Şeyhulislam İbni Teymiyye Müslümanları Rafizi yapmak ister. Her ikisi de
mümkün değildir. Çünkü her iki dinin esasları birbirinden farklıdır. Biz
şari’in bir, masumun bir olduğuna inanıyoruz. O da Rasulullah’tır. Ondan başka
ne şari, ne de masum vardır. Rafiziler ise oniki imamın masum olduklarını iddia
ediyorlar. Biz de diyoruz ki, onların masum (!) olan on birinci imamları
zürriyetsiz olarak ölmüştür. Kardeşi Cafer, ağabeyinin çocuğu olmadığı için
malına ve iddet müddeti içerisinde de hanımlarına ve cariyelerine sahip
çıkmıştır. Hatta kardeşi Cafer ile beraber o zamanın ileri gelenleri nezdinde,
on birinci imam olan Hasan el-Askeri’nin çocuğu olmadığı sabittir. Rafiziler
ise tarihin aksine Hasan el-Askeri’nin bir çocuğu olduğunu, bunun da on beş
asırdan beri bir mağarada saklandığını, halen de hayatta olduğunu, İslam’daki
şari halifenin bu çocuk olup, o zamandan bugüne kadar gelip geçen bütün
idarecilerin zulmen idareci olduklarını, güya bu halifenin hakları olmadığı
halde Müslümanlardan zorla velayet istediklerini iddia ediyorlar. Yine onlar,
Rasulullah’ın (salla'llâhü aleyhi ve sellem) vefatından bu yana gelip geçen
bütün devlet başkanları, imamlar (idareciler) ve halifelerin zorba, alim ve
gayrı meşru idareci olduklarını söyledikten sonra, on ikinci imamlarının bir
müddet sonra geleceğini, Allah’ın da onun için Hz. Ebubekir'i (radiyallâhü anh),
Ömer ve Müslümanların bütün halifelerini dirilteceğini, bu imamın onları
sorguya çekeceğini, söz konusu halifelerin zulmetmeleri, gasbetmeleri, zorba
davranmaları ve haksızlık etmeleri yüzünden onlara kesin cezalar uygulayacağını
iddia ediyorlar. Bizim Ebu Bekir, Ömer, Osman, Hz. Ali (kerrem'allahü veche
radiyallâhü anh) ve diğer sahabeler hakkındaki hükmümüz, insanlık aleminin
bildiği gibi, onların tam bir istikamet ve sadakatle hak yolda yürüyen
rehberler ve eşine rastlanamayacak bir nesil oldukları yönündedir. İnşaallah
okuyucularımız bu durumu kitabın son bölümünde açıkça göreceklerdir.
Biraz önce Rasulullah (salla'llâhü aleyhi ve sellem):
“Asırların en hayırlısı asrimdir. -asrımda yaşayanlardır- Sonra
sırasıyla onları takip edenler ve onları da takip edenlerdir.”
buyurduğunu rivayet etmiştik. Ashab, Kur’an-ı Kerim’i bize nakleden,
şeriatımızın temeli olan sahih hadisleri rivayet eden mübarek şahsiyetlerdir.
Hadiste belirtildiği üzere ashab bu ümmetin en hayırlısıdır. Hz. Ali'nin
(kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) Küfe’de minberin üzerinde dediği gibi,
Ebu Bekir ve Ömer ashabın en yüceleridir. Böyle olunca, biz Müslümanların bu
zatlar hakkındaki inancımızda Allah’ın kitabına, Rasulullah’ın sahih
hadislerine ve tahrif edilmemiş tarihi hadislere uygun olarak onları tanımak ve
tanıtmak olacaktır.
Şiilerle ihtilaf ettiğimiz konulardan birisi hadislerle ilgilidir. Bizce
Kur’an’dan sonra sahih hadisler gelir. Biz bu hadisleri şeriatın temellerinden
biri olarak ve onları, adil, emin ve zabıtça güçlü şahsiyetlerden alırız.
Bunlar öyle adil şahsiyetlerdir ki, rivayet ettikleri hadislerde müsamaha
gösterenlerin rivayetini geçersiz saymış, ravilerin genç ve hafızalarının
kuvvetli olduğu yaşlardaki rivayetleriyle, unutkanlık gibi arızaların, meydana
geldiği yaşlılık devrelerindeki rivayetleri arasında bulunan farklılığı tespit
ederek gerekli olan zabıt, adalet ve benzeri şartların gerçekleşmediği
devrelerde rivayet ettikleri hadisleri almamışlardır. Şiiler ise rivayetle
ilgili emanet, adalet, zabıt ve hıfz gibi esaslara hiç aldırış etmezler.
El-Kafi ve benzeri Şii kitaplarında insanların en yalancısından rivayet edilen
hadislerde bulunur. Çünkü onlara göre hadisin güvenilir olabilmesi için Şiilik
esaslarına uygun olması ve sevdikleri kimseden nakledilmiş olması gerekir. Daha
önce Rafizilerin el-Kafi adlı eserlerinden Kur’an’ın doğruluğuna şüphe götüren
bazı sözlerini rivayet etmiştik. Bunun içindir ki, İbni Hazm, Kur’an’ın
sıhhatine şüphe düşüren Rafizilerin sözleriyle delil getirmeye kalkışan İspanya
papazlarına, “Rafiziler Müslüman değildirler.” demiştir.
Şiilerin durumunu yansıtan delillerden biri de, Ahmed b. Muhammed b.
Süleyman et-Tüsteri’nin Ebu Zur’a er-Razi’den rivayet ettiği şu sözleridir:
“Ashab-ı Kiram’ın kusurlu olduklarını iddia eden birini gördün mü bil ki,
o zındıktır. Çünkü bizim için Rasulullah (salla'llâhü aleyhi ve sellem) haktır,
Kur’an haktır. Kur’an’ı ve sünneti bize nakleden Rasulullah’ın ashabıdır. Bu
zındıklar ise, Kitap ve sünneti [8] iptal etmek için ashab-ı kiramı
cerh ediyorlar.[9] Oysa cerhe müsteak olan
kendileridir. Zira zındıktırlar.”
Rafizilerin Müslümanlardan ayrıldıkları bir başka konu da, İslam’ın
yalnız başına insanlığın dünya ve ahret saadeti için yeterli olamayacağını
iddia etmelidir. Onlara göre, İslam ümmeti kıyamete kadar yetersiz bir idare
ile baş başadır. Ümmet, peygamberden sonra velayet hakkına sahip olan masum
imamların idare ve hükümlerine muhtaçtır. Şüphesiz ki Müslümanlar, İslam
dininin çok üstün, İslamı yaşayan şahsiyetlerin de çok şerefli ve yararlı
olduğuna inanırlar. Rasulullah’a inen islam’ın yüceliğine ve kemaline işaret
eden son ayette Allah (celle celâlühü) şöyle buyuruyor:
“Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim,üzerinizdeki nimeti
tamamladım ve size din olarak İslam’ı seçtim.”[10]
İslam dini, kitabıyla ve Rasulullah’ın sahih olan sünnetiyle kendisine
varılması gereken tek imamdır. Rasulullah’ın yüce dostuna kavuşmasından sonra
da olsa, bu dine uyduktan sonra ümmetin başka bir masum imama uymaya kesinlikle
ihtiyacı yoktur. İşte bu olgun ümmet için masum imamın “Sünnet”i budur. Bunun
içindir ki, tarihin çeşitli devirlerinde hatta şu an da Müslümanların çoğunluğu
“Ehl-i Sünnet” diye bilinmiştir. İslam’a ve ümmete velayet edecek masum imamlar
olmadığı sürece ümmetin aciz, İslam’ın yetersiz olduğunu iddia edenler tarihte
“İmamiyye” olarak bilinirler. Buna rağmen İmamiler: “Bir tek imamdan başka hiç
kimse gerçek imamlık yapmamıştır.” derler. Aslında bahsettikleri imamlarına da
isyan etmişlerdir. Onun içindir ki, Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü
anh) bütün hutbe ve risalelerinde olanlardan şikayet etmiştir. Allah’ın
halifesi ve onların da ikinci masum imam dedikleri imamları, müminlerin bir tek
cemaat oldukları bir devirde Müslümanların imamına biat ettiği için ona isyan
etmişler, kınamışlar ve velayetini reddederek ona itaat etmemişlerdir. Bu çolak
ve başıboş imametleri, on birinci imamların ardından neslini sürdürecek birini
bile bırakmadan ölümü ile sona erince ve onlara gerçekten İmamiyye
denilemeyeceği ortaya çıkınca, “doğmayan ve doğrulmayan imam” safsatasını
ortaya atmışlar, (bu safsatayı ilerde okuyacaksınız) bu imamı bir ilah gibi
kabul ederek halen ölmediğini iddia etmişlerdir. Mezhebin bu fikri ve İslam’ı
yetersiz görerek ümmetin yetersiz bir hüküm altında olduğunu iddia etmeleri,
İslam’a yaptıkları en çirkin iftiralardan biridir.
İşte İbnul Mutahhar el-Hilli’nin kitabı, İslam’a ve Müslümanlara karşı bu
sapık görüşün savunucusu olmuştur. Şeyhulislam İbn-i Teymiyye’nin eseri de
kuvvetli delillerle İslam’ın eksiksiz oluşunu, Müslümanların bu din ile rüşt
ehlinden olduklarını, Müslümanların ve halifelerinin Rasulullah’tan sonra masum
imamlara ihtiyaçları olmadığını ispatlamaktadır. Allahu Teala’nın İslam dinini
maide süresinin üçüncü ayetinde “kemal” sıfatıyla nitelendirmesidir.
Müslümanlara düşen tek görev, Kur’an ve Sünnetten ayrılmadıkları sürece
idarecilerine itaat etmeleridir. Allah’a isyan eden mahlukata itaat yoktur.
Bizimle rafiziler arasında itilaflı meselerlerden biride onların islama
cemaat dini, Müslümanlara da açık bir nassın bulunmadı konularda içtihad ederek
icma ettikleri için icma ehli demeleridir. Evet biz ehli sünnet ve cemaat
olduğumuzu kabul ediyoruz. Fakihlerin icma’ı Allah ve Rasulünün koydukları şeri
ölçüler dahilinde delildir. Rasulullah (salla'llâhü aleyhi ve sellem) şöyle
buyuruyor:
“Kim emirinden hoşlanmayacağı bir şey görürse sabretsin. Çünkü kim
cemaatten bir karış ayrılır da ölürse muhakkak onun ölümü bir cahiliyet
ölümüdür. ”n Allah (celle celâlühü) da müminlerin yoluna
uymayı Rasulüne itaat ile beraber zikrederek şöyle buyuruyor:
“Her kim de, kendisine doğru yol apaçık belli olduktan sonra,
peygambere aykırı harekette bulunur ve müminlerin yolundan başkasına uyar
giderse, onu, döndüğü sapıklıkta bırakırız. Ahrette de kendisini cehenneme
koyarız ki, o ne kötü bir dönüş yeridir.”[11]
[12]
Rasulullah’a aykırı davranmak cezayı gerektirdiği gibi müminlerin
yolundan başka bir yola sapmak da sonuç itibariyle aynı olduğu için, onun da
sonu cezadır. Allah (celle celâlühü) şöyle buyurur:
“(Ey Muhammed Ümmeti) Siz beşeriyet için meydana çıkarılmış en hayırlı
bir ümmetsiniz; iyiliği emreder fenalıktan sakındırırsınız.”[13]
Bu delilerden de anlaşılmış oldu ki, ümmetin tamamı yapılan icma ile
iyiliği emrederler, kötülükten sakındırır, sapıklıkta asla birleşmezle. Allah
ve Rasulü’nün vacip kıldıklarını yerine getirir, haram kıldıklarından da
sakınırlar. Onların haksızlık üzerine suskun olmaları mümkün değildir. Böyle
bir şey söz konusu olursa tam tersine kötülüğü emretmiş ve iyilikten
sakındırmış olurlar ki, buda Kur’an’ın hükmüne açıkça aykırıdır.
Yukarda ki deliller İslam’ın cemaat dini olduğunu isbatlılyor. Bunun
içindir ki, tarihin her devrinde Müslümanların cumhuru “Ehli sünnet vel cemaat”
diye tanınırlar. Ama rafizilere göre ümmetin icma’ı yoktur. Çünkü onlara göre
ümmetin fikri kopmuş, idaresi de ayakta değildir ve ümmetin fikrinin tekrara
dirilip, idare şeklinin de hayata geçebilmesi için de Rasulullah ve onun kamil
şeriatından başka masum bir imamın rehberliği şarttır.
Şiilerle aramızda olan ihtilaflı meselelerden bir başkası da şudur:
Müslümanlar dua ederken, namaz kılarak Allah ile irtibat kurarken kendisine
yöneldikleri bir tek Kabe’leri vardır. Şiilere gelince, onların Alla’ın Kabe’si
dışında daha bir çok Kabecikleri mevcuttur. Bunlardan birisi Muğire b. Şube’nin
kabridir. Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) Küfe Mescidi ile evleri
arasındaki bir yere defnedilmiştir. Onlar bu kabri öyle bir kabe kabul
etmişlerdir ki, onun Şiiler nezdinde ki önemi ancak söylediklerini duymak,
onunla ilgili ve orada yaptıkları hareketleri görmekle anlaşılabilir.
Kabe olarak kabul ettikleri kabirden birisi de, Hüseyin’e (r.a.) nispet
ettikleri kabirdir. Kerbela’da bulunan bu kabir hakkında (ileride de
okuyacağınız gibi) Şii şairlerden biri şöyle diyor:
Yetecek kadar tavaf et, Mekke onun kadar manalı değildir.
Yerdir fakat yedi ona yanaşmıştır,
En yüce noktası (göklerin) onun en alçak yerine inmiştir.
Bu kör küfür şekli ömrünün son günlerinde Rasulullah’ın söylemiş olduğu
aşağıdaki hadisi şerifin işaret ettiği husustan başka bir şey değildir.
Rasulullah (salla'llâhü aleyhi ve sellem) şöyle buyuruyor:
“Allah, yahudi ve hristiyanlara lanet etsin. Onlar peygamberlerinin
kabrini mescit yaptılar.”11. Diğer bir hadislerinde:
“Allah’ım! Kabrimi kendisine ibadet edilen put yapma. Allah’ın
gazabı peygamberlerinin kabirlerini mescit edinen milletin üzerine
şiddetlendir.”[14]
[15]
buyururlar.
Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) de Ebul Heyyac b. Huseyn
el-Esedi’ye şöyle diyor:
“Rasulullah’ın beni gönderdiği bir işe ben de seni göndereyim mi?
Darmadağın etmediğin bir heykel ve düz etmediğin yüksek bir kabir
bırakmayasın.”[16]
Bunlar Muhammedi iseler işte onlara rasullerin sonuncusu Muhammed’in en
sahih hadislerini rivayet ettik. İmami iseler işte Ali’nin Rasulullah’ın emrine
olan bağlılığını ve adamlarına o emir doğrultusunda emir verdiğini açıkça
ortaya koyduk. Yok eğer yahudi ve hristiyanların peygamberlerine ve büyük şahsiyetlerin
kabrine karşı yaptıkları gibi yapıyorlarsa, yaptıkları yanlarında dursun. Kişi,
kendisini sevdiği kişilerle görmek ister.
Bundan sonra kitap hakkında bir
açıklama yapacağız. Elinizdeki “el- Munteka” adlı kitap, Şeyhulislam
İbn-i Teymiyye’nin “Minhacul İ’tidal fi Nakdi Kelami Ehlir-Rafdi vel İtidal”
adlı büyük eserinin Hafız Zehebi tarafından kısaltılmış şeklidir.
Şeyhulislam İbni Teymiyye’nin zikredilen eseri H. 1321-1322 tarihlerinde Bulak
matbaasında dört cilt halinde ve “Minhacus’s-Sünneti’n- Nebeviyye fi Nakdi
Kelamiş-Şiati ve Kaderiyye” adı ile basılmıştır. “el- Munteka” adlı
kaybolduğu zannedilen eserlerden idi. Ancak H. 1373 yılında selef kültürünü
araştıran hicazlı büyük alim ve aynı zamanda arkadaşım olan Şeyh Muhammed NasifŞam
diyarına giderken Halep’te bulunan Osmanlı kütüphanesinde bu eseri bulmaya muvaffak
olmuştur.[17] “İslami Vakıflar Kütüphaneleri” ile
birleştirilen bu kütüpanedeki “el-Munteka”nın numarası 579 dur. Bu nüsha Yusuf
eş-Şafii tarafından kaleme alınarak Cumadel ula ayının sonlarında ve H. 824
tarihlerinde (yani Zehebi’nin vefatından 76 sene sonra) bitirilmiştir. Nüshanın
aslından nakledildiği fakat bunu yapanın Arap dili ve ilimlerinde uzman
olmadığı anlaşılmaktadır. Biz, “el-Munteka”yı Bulak’ta basılan asıl nüshası ile
karşılaştırarak ondan yararlandık. Allah’a hamdolsun ki, bu sefer elimizde
doğru ve eksiksiz olarak ulaşmıştır.
Bahsettiğimiz eseri asıl olan nüshası ile karşılaştırdığımızda söylemeden
geçemeyeceğimiz ve “el-Münteka” için yararlı olacağını zannettiğimiz
cümle ve kelimeleri köşeli parantez içinde gösterdik. Hafız ez-Zehebi’nin de
bunu istediğini sanıyoruz. Bunu yapmanın, okuyucuya iki faydası oldu. Birinci
eserin aslını sunarak sınırını belirtmiş, ikinci de bu ilavelerle anlatılmak
istenenin anlaşılması için yardımcı olmuş olduk.
Eserin aslına ait iki sahifesinin fotokopisini mukaddimeden sonra
göreceksiniz. Eseri yayınlarken bazı yerlerine eklemeler yapmayı uygun gördüm.
Bunların okuyucuya, kolaylık ve açıklık sağlayacağına inanıyorum. Çünkü Şii ve
Rafiziler son zamanlarda yazdıkları eserlerle Ehli Sünnet Vel Cemaate
saldırmaya başlamışlardır. Onlara cevap verilmeyince de bu durum Hakkın
yenilgisi olarak kabul edilmiştir. Bu nedenle Allah’ın verdiği güç nispetinde
konuya açıklama getirmeye çalıştım.
Hamd yalnız Allah’a mahsustur. Salat ve Selam Rasulullah’a, aline,
ashabına, ezvacına ve zürriyetine olsun.
“İzzet sahibi Rabbin, onların (uygunsuz) vasıflamalarından
münezzehtir. Bütün peygamberlere selam olsun. Alemlerin Rabbi olan Allah’a
hamdolsun.”[18]
Muhibuddin
el-Hatib ŞabanH. 1374
Şia'ya (Şîî
İbnü'l Mutahhar'a Karşı Olan) Reddiyye
Dalaletten (Sapıklıktan) kurtaran Hakka çağıran, dilediğini doğru yoluna
kavuşturan Allah'a hamdolsun.
Bu faydalı ve nefis hakikatleri “Minhacül-İ'tidal fi Nakdi Kelâmi Ehli
er- Rafdi vel İ'tizal[19]” adlı eserden seçtim.
Kitabın müellifi Şeyhü'l İslâm İbn-i Teymiyye'dir. Allah Ona rahmet
etsin.
Müellif, eserini kendi zamanında İbnül Mutahhar1 namında bir
râfizînin, ilmî ve dinî açıdan câhil olan İmamiyye mezhebi ve kurucularına
davet edici nitelikte olan bir kitabının kendisine getirilmesi üzerine O'na bir
reddiye olarak te'lif etmiştir.
Rasûlullah (s.a.v)’ın sünnetine - O sünnet ki, ashab tarafından
zaptedilerek tâbiin'e onlar da daha sonra gelenlere tevdi etmişlerdir. Allah
cümlesinden razı olsun - aykırı olan her iş cahiliyye işlerindendir. Çünkü, her
zaman ve mekânda bulunan bütün sistemler ikiye ayrılırlar:
-
Ashabtan aldığımız
sünnetler, hükümler ve bütün Muhammedi mesajlar, İslâmî;
-
Onlara aykırı olanlar da
nerede ve hangi zamanda olursa olsun ve kimin tarafından uydurulmuşsa
uydurulsun câhilidir).
İbnul Mutahhar Cengiz Han'ın torunlarından Hudâbende[20]
isminde bir sultana takdim etmişti. Eserdeki deliller nakli ve aklidir.
Rafizîler haber nakletmede insanların en yalancısı, aklî delillerde de en
cahilleridir.[21]
Bunlar gerçek âlimler indinde cahil zümre olarak addedilir. Bunlar
vasıtasıyla dine sokulan batıl inançları ancak Allah (celle celâlühü) bilir.
Nusayrîler, İsmâilîler, Batiniler kapılarından geçerek, İslam beldelerini
istila etmiş ve Harem-i Şerifte kan akıtmışlardır.
İbnül Mutahhar, eserine “Minhacül Kerame fi ma'rifetil imame” adını
verdi.
Kötülük yapmada yahudilere, aşırılık ve cehalette hıristiyanlara benzeyen
rafiziler selefleri olan İbnül Mutahhar'ın yolunu takip etmişlerdir. İbnül
Mutahhar'ın, selefleri olan:
İbn-i Nu'man El-Müfid [22]
El-Karacukî[23] Ebulkasım El-Mûsevi[24] ve Et-Tûsî nin[25] yollarını izlediği gibi.
Aslında rafiziler münazarada, delilleri açıklamada ve bunların gerektirdiği
metodlarla uygulamada ehil değildir. Nakli delillerde de câhil oldukları gibi.
Onların dayanakları isnadi kesilmiş tarihi olaylardır. Bu tarihi olayların çoğu
da yalancılar tarafından uydurulmuştur. Lut b. Yahya25 [26], Hişam b. El-Kelbî[27] gibi kimselerin haberlerine de
itimad ederler.
Yunus b. Abdil A'la, Eşheb'in şöyle dediğini rivayet ediyor :
Rafizilerin durumuyla ilgili olarak İmam Malik'e bir soru sorulması
üzerine; Onları konuşturmayın, haberlerine inanmayın, onlar yalancıdırlar,
cevabını verdi.
Harmele[28] İmam-ı Şafiînin: “Râfizîler
kadar yalan şahitliği yapanı görmedim” dediğini, işittim diyor.
Müemmil b. İhâb[29]
Yezid b. Harun[30]: “Râfizîler hariç bir
bid'atçıdan nakiller yapılabilir. Çünkü, onlar yalancıdırlar.” dediğini
işittim, der.
Muhammed b. Said el-İsfahanî[31]
,
Şüreyk [32] in:
“Rafizilerden başka ilmi istediğinden al. Onlar hadis uydurur.
Uydurduklarını da din telakki ederler.” dediğini işittim der.
Ebu Muaviye[33], El-A'meş34'in:
“Bütün insanları anladım. Yalancıları hariç” dediğini işittim. Bu
yalancılarla da Râfizî Muğire b. Said ve etrafındakilerini kastediyordu.
Tabii ki, yalancının şahitliği ittifakla reddedilir.
Cerh ve ta'dil kitapları tetkik edildiği takdirde, rafizilerin diğer
bütün zümrelerden daha çok yalancı oldukları görülür. Hâriciler dinden
uzaklaşmalarına rağmen insanların doğru olanlarındandır. Hatta rivayet
ettikleri hadislerin en sahih hadislerden olduğu söylenmiştir.
Rafiziler ise “Dinimiz Takiyyedir” demekle yalancı olduklarını itiraf
etmektedirler. İşte münafıklık budur. Üstelik, ancak kendilerinin mü'min
olduklarını iddia ederek, geçmişleri mürtedlik ve münafıklıkla itham ediyorlar.
Onlar şu veciz sözün tam aynasıdırlar.
“Beni derdiyle hastalandırdı, sonra o da vereme tutuldu.”
Rafizilerin bugünkü aklî dayanıkları Mu'tezile kitaplarıdır. Kader ve
Allah'ın sıfatlarını inkâr etmede onlarla hemfikirdirler. Halbuki, Mutezile,
Ebu Bekir ve Ömer (R. Anhuma) in halifeliklerine hakaret etmedikleri gibi,
onların büyük bir bölümü mezkûr hâlifeleri yüceltip, onları tercih ederler.
Şiilerin kelamcılarından Hişam b. Hakem, Hişam el-Ceavlikî, Yunus b.
Abdurrahman el- Kummî ve benzerleri Allah'ın sıfatlarını maddeleştirmeğe kadar
götürüyorlar.
Rafizi müellif İbnül Mutahhar şöyle diyor:
“Bundan sonra bilinmelidir ki, bu şerefli bir risale, güzel bir
makaledir. Dini hükümleri ve müslümanların en şerefli konularından önemli
olanları kapsar. Bunlardan biri İmamet konusudur ki, onun anlaşılmasıyla yüce
makamlara erişilir. O imanın bir şartıdır ki, imanla ancak ebedî cennetlere hak
kazanılır. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) “Kim ki, zamanının imamını
bilmediği halde ölürse, cahiliyye ölümü üzerine ölür.” buyurur. Bu eserle yüce
sultana hizmet ettim. O sultan ki, arap ve acem sultanlarının sultanıdır...
Eseri bölümlere ayırdım.
Birincisi: Mezheplerin bu konudaki nakilleri,
İkincisi: İmamiyye mezhebine uymanın vâcipliği,
Üçüncüsü: Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh)
imametine dair deliller,
Dördüncüsü: Oniki imam,
Beşincisi: Ebu Bekir, Ömer ve Osman'ın halifeliklerinin
geçersizliği hakkındadır.”
Yukarıdaki
İddialara Birkaç Yönden Bakacağız
“İmamet meselesi en önemli konudur” iddiası,
icma ile yalandır. Çünkü iman daha önemlidir. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve
sellem) zamanında kâfirler müslüman olduklarında haklarında İslâmi hükümlerin
icra edildiği, onlara
34
Süleyman b. Mihran
el-Kûfî'dir. (64-148). Kıraat ilmi ve hadis hafızlarının ileri gelen
âlimlerindendir. Süfyan b. Uyeyne onun hakkında: “Kur'ân-ı en iyi okuyan,
ezberleyen ve mânâsını bilen bir zat idi.” der. Bunun üzerine kendisine “El
Mushaf” deniliyordu imametin hatırlatılmadığı bilinmektedir. O halde imamet nasıl
en önemli mesele olur?
Veya dörtyüzaltmış küsur seneden beri bilahere çıkmak üzere Samarrada
sirdab (mağara)a gizlenen Muhammed b. Hasan el-Muntazar'ın imametine inanmak
Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine ve cemâlinin müşahede
edileceğine inanmaktan nasıl daha önemli olur?
Ey Rafiziler! Şayet elinizdekiler dini yönden yeterli ise, Muntazar'a
ihtiyaç yoktur. Yok yeterli değilse eksikliğinize ve bedbahtlığınıza
hükmetmişsiniz. Çünkü, saadetiniz ne emrettiğini bilmediğiniz bir âmirin
emirlerine bağlıdır.
İbnul ûd el-Hillî şöyle der:
“İmamiyye ihtilaf ettiğinde iki görüşe ayrılırlar. Birincisinin kime ait
olduğu bilinmektedir. İkincisinin ise kime ait olduğu belli değildir. İşte
Muntazar ikinci guruptan olduğu için, ikinci görüş haktır.”
Bu cehalete bakınız ki, Muntazar'ın şu sözü söylediği bilinmemesine ve
hiç kimse o sözü kendisinden nakletmemesine rağmen onun kendisine ait olduğunu
nereden bileceğiz. İşte bunların dini meçhuller ve yokluklar üzerine
kurulmuştur. Kendilerince imamdan maksat emrine itaattir. Emrini bilmeye gerek
yoktur. Bunda da aklen ve naklen de fayda yoktur. Muntazar'ın varlığına ve onun
günahsız olduğuna inanmayı vacip kılarak dediler ki:
Din ve dünya maslahatı ancak onunla hâsıl olmuştur. Halbuki, Muntazar'la
onlara hiç bir maslahat sağlanmış değildir. Onu inkâr edenlerden de ne din ve
ne de dünya ile ilgili hiçbir maslahat kaçmış değildir. Allah'a hamd olsun.
“Muntazar'a imanımız diğer iyi kullara olan inancımız gibidir. İlyas,
Hızır, Kutb gibi varlıkları, emir ve yasakları bilinsin veya bilinmesin.”
diyecek olursanız, size şöyle deriz:
Bunların varlıklarına iman, hiçbir âlimin görüşünde vacip değildir.
Onlara iman etmenin vâcipliğini iddia edenlerin sözleri sizin sözleriniz gibi
merduttur. Zahidin bunlar hakkındaki fikrinin gayesi, varlıklarını kabullenenin
onları inkar edenden daha faziletli olmasıdır. İnsanları hidayete eriştiren,
onları zafere kavuşturan veya onları rızıklandıranın Kutub veya Gavs olduğunu
iddia eden ve bu işlerin ancak onların vasıtasıyla insanlara tevdi edildiğine
inanan sapıktır. Onun bu sözleri hıristiyanların bu konuda söylediklerine
benzer. Bu durum bazı cahillerin “Rasulullah ((sallallahu aleyhi ve sellem)) ve
kendi şeyhlerinin Allah'ın bildiklerini bilebileceklerini, gücünün yettiğine
onların da güç yettirebildiklerini” iddia etmeleri gibidir.
İmamiyye mezhebine mensub birisi kendisiyle konuşmamı istedi. Ben de
kendisine onlara ait aşağıdaki sözleri naklettim. Şöyle ki:
“Allah'ın insanlara emir ve yasakları vardır. Onlara iyiyi yapması Allah
için vaciptir. İmam da onlar için iyi bir şeydir. Çünkü, insanların kendilerine
iyiliği emredecek kötülükten alıkoyacak bir imamları olması, onların iyiliği
yapmalarına daha yakındır. Şu halde, onlar için imamın bulunması vaciptir.
Bunun da günahsız olması şarttır ki, onunla gaye tahakkuk etsin. Günahsızlık
ise Rasulullah'tan sonra Ali'den başkasına kalmış değildir. Bu hüküm icma ile
sabittir. Ali Hasan'ı, O da Hüseyn'i imamete tayin etmiştir. Sıra Muntazar'a
gelinceye kadar bu böyle olmuştur.”
İmamî olan bu kişi nakillerimizin çok doğru olduklarını itiraf etti. Ben
de devamla ona şöyle dedim:
İkimiz ilme, hakka ve doğruya talibiz. Halbuki, İmamiler “Muntazar'a
inanmayan kâfirdir.” diyorlar.
-
Onu gören birisiyle
karşılaştın mı?
-
Hakkında bizzat bir şey
işittin mi?
-
Veya konuştuklarından bir
şey biliyor musun?
Hayır dedi.
-
Şu halde ona iman etmemizin
faydası nedir?
-
Allah c.c. ne emrettiğini
ve ne yasakladığını bilmediğimiz bir şahsa iman etmekle bizi nasıl mükellef
kılar?
-
Bunu bilmemiz için de
hiçbir yol yoktur. Halbuki, İmamîler gücün yetmiyeceği şeylerin emredilmesine
diğer insanlardan daha çok karşıdırlar. Acaba gücün yetmiyeceği işlerin en açık
misali bu değil midir?
Muhatap şöyle dedi:
Bunun isbatı biraz önce bana naklettiğiniz bizim o güzel (!)
fikirlerimizledir. Dedim ki; Gaye o fikirlerden bizi ilgilendirenlerdir.
Bizimle İlgili emir ve yasak olmadığı için yukarıdaki fikirler bize hüccet
olamaz. O iddialar hakkında konuşmamız bize bir fayda sağlamıyacağına göre,
Muntazara iman etmenin maslahat ve iyilik babından değil, cehaletten geldiğini
biliniz.
İmamiyyeye göre Muntazar'ın babalarından nakledilenler doğru ise ve
saadeti gerektiriyorsa, Muntazar'ı beklemeye gerek yoktur. Ama Muntazar'ın dedelerinden
nakledilenler kurtuluşa ve saadete vesile olmayacaksa, Muntazar'ın hiç bir
faydası olmayacaktır. Üstelik emirlerini yapıp, yasaklarından kaçınmadan
mücerred olarak zamanındaki imamı tanıyıp veya görmek insana bir yücelik
bahşetmez. Bu imamın Rasulullah'tan daha iyi olması da mümkün değildir. Kaldı
ki, İmamı bilip de farzları yapmayan, aksine yasakları işleyen bir kimsenin
hali çok vahim olur. Halbuki onlar Hz. Ali'yi sevmek kendisine günahın zararı
dokunmadığı bir iyiliktir, derler. Şayet Ali'yi sevmekle günah işlemenin zararı
yoksa, masum imama da ihtiyaç yoktur.
“İmamet imanın şartlarındandır” sözünüz tam bir cehalet ve iftiradır.
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) imanı tarif ederken şartlarını
da zikretmiştir. Fakat imameti imanın şartları arasında saymamıştır. Kur'anda
da böyle bir âyet yoktur. Aksine Allah (celle celâlühü) şöyle buyurur :
“Müminler, ancak o kimselerdir ki: (yanlarında) Allah anıldığı
zaman kalbleri korkar ürperir; onlara Allah’ın ayetleri okunduğu zaman,
imanlarını arttırır; ve onlar yalnız Rablerine tevekkül ederler (O’na
dayanıp güvenirler). Mü'minler o kimselerdir ki, namazı gereği üzere
kılarlar, kendilerine rızık olarak verdiklerimizden infak ederler. (Hak
yolunda harcarlar.) İşte bunlar gerçek mü'minlerdir.” [34]
“Mü'minler o kimselerdir ki, Allah'a ve Peygamberine iman etmişlerdir;
sonra (imanlarında) şüpheye düşmemişler ve Allah yolunda mallarıyla,
canlarıyla savaşmışlardır. İşte böyle kimseler, imanlarında sadık olanlardır.” [35],
“Yüzlerinizi doğu veya batı yönüne çevirmeniz birr değildir. Birr;
Allah'a, ahiret gününe, meleklere, kitaplara ve nebilere iman etmek, sevilen
mallardan akrabalara, yetimlere, miskinlere, yolda kalanlara, dilencilere, köle
(ve esir) lere vermek, namazı ikame etmek, zekatı vermek, söz verdiğinde
sözünde durmak, fakirlikte, kıtlıkta, hastalıkta ve savaşta sabretmektir. İşte (sözlerinde)
doğru olanlar bunlardır. Muttaki olanlar da bunlardır.” [36]
Görülüyor ki, Allah c.c. imameti zikretmemiştir. İslâmın şartlarından da
değildir.
“Kim ölür de zamanının imamını tanımazsa câhiliye ölümü üzerine
ölür” mealinde olan hadis hakkında da sana şu soruları tevcih edeceğiz:
Bu hadisi kim rivayet etmiştir? Senedi nerededir? Vallahi Rasulullah
(sallallahu aleyhi ve sellem) hadisi bu şekilde buyurmamıştır. Bilinen şu ki,
Müslimin rivayet ettiği bir hadisle, Harre mevkiinde cereyan eden bir hadise
üzerine İbn-i Ömer, Abdullah b. Mutin'e geldiğinde; Ebu Abdurrahman (İbn-i
Ömer)’a bir döşek seriniz otursun; demesi üzerine İbn-i Ömer: “size oturmağa
değil, bir hadisi nakletmeğe geldim. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve
sellem)’in şöyle buyurduğunu işittim:
“Her kim itaatten bir el kadar ayrılırsa, kıyamet gününde Allah 'a
fiili hususunda lehine hiç bir hücceti olmayarak kavuşacaktır. Her kim de
boynunda (emire) biati olmayarak ölürse cahiliyyet ölümü ile
ölür:” [37]
Bu hadisi İbn-i Ömer, zamanın emiri Yezid'in hal edildiği bir zamanda
nakletmiştir. Hadis, Ulûlemre itaat etmeyenin, onlara karşı kılıçla çıkanların
cahiliyye ölümü üzerine ölecekleri hükmünü ifade eder. Bu ise râfizilerin
durumuna taban tabana zıttır. Olar âmirlere uymayan veya istemeyerek uyan
insanlardır.
Bu hadis, ırkçılık uğruna savaşanları -ki râfizîler bunların başında
gelir- içine alır. Fakat bu yolda savaşan bir müslümanı tekfir etmeyiz, her ne
kadar itaattan çıkmış ise de, öldüğünde kâfir değil, cahiliyye bir ölüm ile
ölür, hükmünün çıktığı bir başka yorumda ifade edilmektedir.
Cündüb b. Abdullah el Beceli'nin rivayet ettiği diğer bir hadiste
de Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurur:
“Her kim, hak ve bâtıl olduğu bilinmeyen karanlık bir davanın
bayrağı altında kavmiyet ve asabiyete çağırarak, yahut kavmiyet ve asabiyete
yardım ederek öldürülürse onun bu ölümü tam bir câhiliye ölümü olur” [38].
Ebu Hureyre (r.a.) den:
“Emire itaattan çıkıp, cemaatten ayrılan ve sonra ölen kimse
cahiliyye ölümü ile ölür.”[39]
Rafiziler çoktan beri itaatten çıkmış ve cemaatten ayrılmışlardır. İbn-i
Abbas'tan rivayet edildiğine göre Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)
şöyle buyurur:
“Kim ki, emirinde sevmediği bir hareketi görürse sabretsin.
Muhakkak ki cemaatten bir karış uzaklaşıp da ölen, cahiliyye ölümü ile ölür.”[40]
[41]
Ey Rafizi! Naklettiğin hadis sahih olsa bile aleyhinizdedir. Sizden
hanginiz zamanındaki imamını görmüştür? Hanginiz Onu tanımış veya onu göreni görmüş,
veya ondan bir mesele nakletmiştir? Aksine siz, henüz üç beş yıllık iken sîrdab
(mağara)a giren ve dört-yüz seneden beri eseri görülmeyen bir çocuğun imametine
çağırıyorsunuz. Halbuki biz var olan, bilinen ve güçlü olan imamlara kötülükte
değil, iyilikte uymaya emredilmişizdir.
Avf b. Mâlik'in rivayetine göre Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)
şöyle buyurur:
“Amirlerinizin en iyileri sizin onları, onların da sizi sevdiği,
sizin onlara onların da size dua edenlerdir. Âmirlerinizin en kötüleri sizin
onlara onların da size buğzettiği, sizin onlara onların da size lanet
edenleridir.”
“Yâ Resulullah:
(Bu kötü hallerinden dolayı) onlarla bozuşmayalım mı?” dememiz üzerine
şöyle buyurdu:
“Namazı kıldıkları müddetçe hayır, namazı kıldıkları müddetçe hayır.
Şunu iyi biliniz ki, kime bir vali tayin edilir de, kendisinden Allah'a isyan
nitelikte bir fiil meydana geldiğini görürse, bu işi yaptığı müddetçe, yaptığı
işi kınasın. Fakat bir el kadar da olsa itaatten ayrılmasın.” 42Bu konuda imamların masum
olmadıklarına dair bir çok hadisler vardır.
Ayrıca İmamiyye mensupları imametin aslî değil fer'î konularda gerekli
olduğuna inanıyorlar. Halbuki mühim olan aslî konulardır. Böylece zamanın
imamıyla hiçbir maslahatın elde edilmediğini itiraf ediyorlar. Birinin uzun bir
yorgunluk ve çokça dedikodu ettikten sonra, müslüman cemaatten ayrılmasından,
geçmişlere lanet ederek kafir ve münafıklara yardımcı olmasından, çeşitli
hilelere baş vurarak en sapık yolda yürümesinden, yalancı şahitliğine güvenerek
arkasından gelenleri aldatıcı iplerle kuyuya indirmesinden daha sapık bir işi
olur mu?
Bununla beraber bu sapık kişi gayesinin kendisini Allah'ın hükümlerine
davet edecek bir imam olduğunu iddia ediyor. Oysa ki, bu hareketinden dolayı
bir menfaat ve maslahattan ziyade kendisine ancak hasretler, hatalara sapmalar,
mağaraya giripte -Râfizinin inancına göre- ne işi ve ne de konuşması olmayan
birisi için Muhammed ümmetine düşmanlıklar kalır. Muntazardan bir fayda
geleceği inanılır bir şey olsaydı, bu ümmetin akıllıları nasıl olurda
râfizîlere kalacak tek şeyin, iflâs olduğunu söylerlerdi. Zaten Muhammed b.
Cerir et-Taberî[42] , Abdulbaki b. Kani
ve diğer neseb âlimlerinin ifadelerine göre Hasan b. Ali el- Askeri'nin çocuğu
da yoktu.
Bütün bunlardan başka rafizilere göre bu imam sîrdab'a (mağara) girerken
iki, üç veya beş yaşında idi. Böyle bir çocuk Kur'ânın nassı ile yetim hükmünde
olup, bakılması ve malının korunması gerekir. Yedi yaşına gelince namaz, ile
emredilir. Abdest almayan, namaz kılmayan bir kimse nasıl yeryüzünün imamı olur?
Ve nasıl; uzun zaman boyunca imamet maslahatı yok edilir?
Birinci Bölüm
Râfizî'nin
“Allah (c.c) Âleme Lütfundan Hissesiz Bırakmaması İçin
Günahsız (Masum) İmamlar Tayin Etmiştir.” Sözüne Cevap
Rafizi müellif şöyle diyor:
“İmamiyye mezhebi Allah (celle celâlühü)'ın âdil, İşlerinde hikmetli
olduğuna, kötü bir şey yapmadığına, zulmetmediğine, insanlara karşı merhametli
olup, onlara faydalı olanı yarattığına inanır...
Sonra Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'in vefatıyla peygamberliği
imametle devam ettirdi. Böylece hata ve unutkanlıklarından emin olmaları için
insanlara ma'sum imamlar tayin etti. Tâ ki, Allah (celle celâlühü) âlemi lütuf
ve merhametinden paysız bırakmasın.
Rasulullah'ı risaletle görevlendirince Rasulullah (sallallahu aleyhi ve
sellem) da o ağır vazifeyi yerine getirdi. Kendisinden sonra halifenin Hz. Ali
(kerrem'allahü veche radiyallâhü anh), sonra sırasıyla oğlu Hasan, Hüseyin,
Hasanın oğlu Ali, Muhammed, Ca'fer, Musa b. Ca'fer, Ali b. Musa, Muhammed b.
Ali el-Cevad, Ali b. Muhamed el-Hâdi, Hasan b. Ali el-Askeri ve Muhammed b.
el-Askeri olduğuna hükmetti. Aynı zamanda Rasulullah vefat etmeden önce imamet
için vasiyyet etti.
Ehl-i Sünnet ise bütün bunların aksini iddia ederek şöyle diyorlar:
Allah (celle celâlühü)'ın fiillerinde adalet ve hikmet aranmaz. O'nun
kötülüğü işlemesinin caiz olduğunu, işlerinin bir hikmete mebni olmadığını,
zulüm edebileceğini, kularına yararlı olanı değil de hakikatte bozuk olanı
-âsîlik ve küfür gibi- yaratmasının caiz olduğunu söylediler.
Ehl-i Sünnet devamla; Âlemde meydana gelen bütün bozuklukların kaynağı
(haşa!) Odur. İtaatkâr sevaba müstahak olmadığı gibi, isyankâr da mutlak olarak
cezaya müstahak değildir. Peygamberi ta'zib eder, firavunu mükafatlandırır.
Peygamberler ma'sum değildir. Onlardan hata, isyan ve yalan sâdır olabilir.
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) imam tayin etmeden vefat etmiştir.
Ondan sonra Hz. Ömer'in (radiyallâhü anh) biatıyla ve Ebu Ubeyde, Salim mevla
Ebi Huzeyfe, Useyd b. Hudayr ve Bişr b. Sa'd'ın rızasıyla halife Ebu Bekir'dir.
Ondan sonra Ebu Bekir'in (r.a.) hükmüyle Ömer'dir. Sonra Hz. Ömer'in
(radiyallâhü anh) emriyle seçilen ve aralarında Osman'ın da bulunduğu altı
kişinin -bazılarının muhalefetine rağmen- hükmüyle Hz. Osman (radiyallâhü anh),
sonra halkın biatıyla Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh)'dir. [43]
Sonra ihtilafa düşerek bazıları imamın Hasan , bazıları da Muaviye
olduğunu sözlerine ekledikten sonra, imameti ümeyye oğullarına tevdi ettiler
ki, böylece kan dökülmeye başladı.”
Ey Râfizî!
Ehl-i Sünnet ve râfizîlere nisbet ettiğin bu nakiller yalan ve tahrifle
doludur.
Adalet ve kader konusunu bu mevzulara sokmak, hem ehl-i sünnet hem de
râfizîler açısından da doğru değildir. Çünkü bu mevzuda her iki gurubun bazı
kimseleri ileri geri konuşmuşlardır. Şiilerden bazısı kadere inanır fakat
adalet ve kudretini inkar ederler. Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh), Hz. Ömer
(radiyallâhü anh) ve Osmanın (r.a.) halifeliklerini kabul eden şiilerden bazısı
Allah (celle celâlühü)'ın adalet ve kudretini de kabul ediyorlar. Bu ihtilafın
kaynağı Mu'teziledir. Rafizilerin Mufid, Musevî, Tûsî, Karacikî gibi üstadları
bu fikirleri mu'tezileden almışlardır. Halbuki ilk Şiilerin bu hususta
fikirleri yoktur. Bundan dolayı müellifin kader konusunu imametle beraber
zikretmesi doğru değildir. İmamiyyeden naklettiklerini de açıklamamıştır.
Halbuki imâmiler şöyle diyor:
“Allah (celle celâlühü) canlıların hiçbir fiilini yaratmamıştır.
Onların fiilleri Allah (celle celâlühü)'ın kudreti ve yaratması dışındadır.
Allah (celle celâlühü) bir sapığı hidayete erdiremez. Hidayete ermiş birisini
de zorla saptırmaz. İnsanlardan hiçbirisi Allah (celle celâlühü)'ın hidayetine
muhtaç değildir. Belki Allah (celle celâlühü) -onlara iyiliği ve kötülüğü
göstermekle- insanlara rehberlik etmiştir. İnsan Allah (celle celâlühü)'ın
yardımıyla değil kendi arzusuyla hidayeti bulur...
Allah (celle celâlühü)'ın hidayeti mümin ve kafirlere karşı eşittir. Dini
açıdan müminlerin kafirlere karşı daha fazla bir nimetleri yoktur. Ebu Cehl'e
verdiği hidayetle Ali'yi (r.a.) hidayete erdirmiştir. Bir babanın iki çocuğuna
para verip bunlardan birinin payını hayra, diğerinin de şerre harcaması gibi...
Allah (celle celâlühü)'ın dilediği halde olmayan, dilemediği halde olan şeyler
vardır.”
Böylece Allah (celle celâlühü) için mutlak irade ve kudreti, her şeyi
içine alan yaratmayı kabul etmezler. Bunlar da mutezile görüşlerinin temelidir.
Bundan dolayı şiiler bu hususta iki ayrı görüş ileri sürerek ihtilafa
düşmüşlerdir.
Râfizinin;
“Allah âlemi lütfundan hissesiz bırakmaması için günahsız imamlar tayin
etmiştir.” sözüne gelince, yine onlar diyorlar ki:
Ma'sum imamlar yenilgiye uğramışlar. Mazlum ve âciz kalmış, güç ve
kuvvetleri bitmiştir. Aynı şeyi Peygamberin vefatından sonra halife seçilinceye
kadar Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) için de söylüyorlar. Allah (celle
celâlühü)'ın, imamlarını güçlü kılmadığını böylece itiraf ediyorlar. Allah (celle
celâlühü) şöyle buyuruyor:
“Oysa biz İbrahim ailesine kitab ve hikmeti vermiştik. (Bunlardan
başka) onlara büyük bir hükümranlık da bahşettik." [44]
Denilse ki: İmamları tayin etmekten maksat insanların kendilerine itaat
etmelerini vacip kılmaktır. İnsanlar onlara itaat ettikleri takdirde hidayete
kavuşurlar. Fakat onlara isyan ettiler.
Denilir ki: Mücerred tayin ile âleme bir lütuf ve rahmet inmemiştir.
Üstelik insanlar Onları yalanladılar ve onlara isyan ettiler. Muntazar'dan ne
ona inanan ve ne de onu inkâr edene bir fayda gelmiştir. Hz. Ali'den
(kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) başka On iki İmamdan geri kalanlara
gelince Onlardan edinilen istifade diğer din âlimlerinden edinilen istifade
gibidir. Ulu'l-Emr'den beklenen menfaat yalnız onlarla elde edilmiş değildir.
Böylece “Lütuf” diye bahsettiğin şeyin şüphe ve yalandan ibaret olduğu
anlaşılmış oldu.
Râfizi'nin
“Ehl-i Sünnet Allah (celle celâlühü)'ın adalet ve hikmetine inanmadılar”
sözü, Ehli- Sünnetten nakledilen bâtıl bir iddia olduğu iki yönden,
anlaşılmaktadır.
Birincisi, Nazariyecilerin bir çoğu Nassı inkâr etmelerine rağmen
Allah (celle celâlühü)'ın adaletli ve işlerinin bir hikmete mebnî olduğuna
inanmalarıdır.
İkincisi, Bütün Ehl-i Sünnet arasında “Allah hikmetli iş yapmaz, kötü iş
de işler” diyen yoktur. Müslümanlar arasında böyle bir iddiada bulunanın cezası
ancak ölümdür.
Haddi zatında kader meselesinin temelinde ihtilaf vardır. Mutezilenin
kabul ettiği görüşler üzerinde imamiyyenin son imamları, sahabe tabiîn ve Ehl
-i beytin bir çokları ihtilaf etmemişler, Allah (celle celâlühü)'ın adaleti ve
hikmetinin tefsirinde ve tenzih edilmesi gereken zulüm konusunda münakaşa etmişlerdir.
Allah (celle celâlühü)'ın fiil ve hükümleri konusunda bazıları şöyle derler:
Allah (celle celâlühü) zulmetmez. Zâtı için zulüm, zıd iki şeyin bir
araya gelmesi gibi muhaldir. Olması mümkün olan bir şeyin yapılması zulüm
değildir. Bunlara göre Allah (celle celâlühü) itaat edenleri cezalandırır,
âsileri de mükafatlandırırsa bu zulüm değildir. Çünkü zulüm bir kimsenin sahip
olmadığı şeyde tasarruf etmesidir. Halbuki her şey Allah (celle celâlühü)'ındır.
Yukarıdaki görüşler kadere inanan bir çok kelamcılar ile bir kısım
fakihlerindir.
Bazıları da şöyle diyor:
Allah (celle celâlühü)'ın zulmetmesi mümkündür. Fakat âdil olduğu için
zulmetmez. Adaleti ile zatını övmüştür.
Allah (celle celâlühü) şöyle buyurur:
“Şüphesiz ki Allah, insanlara hiç bir şekilde zulmetmez. Fakat
insanlar kendi kendilerine zulmederler.” [45]Şüphesiz
ki övgü yapılabilen bir kötülüğün ve fakat yapılmayıp terkedilmesine karşı
yapılır Bunlar:
“Her kim de mü'min olarak salih ameller işlerse artık o, ne bir
zulümden korkar ne çiğnenmeden (Hakkının zayi olmasından)”[46]
“...Kullar arasında adaletle hüküm verilmektedir, hem onlara asla
zulmedilmez.”47 [47] [48]
“Benim katımda söz değiştirilmez ve ben bunlara zulmeden değilim.” 49
Âyetlerini delil getirerek Allah (celle celâlühü)'ın olması mümkün olmayan
değil, mümkün olan bir işten dolayı zatını övdüğünü söylüyorlar. Rasulullah
(sallallahu aleyhi ve sellem) den bir rivayetle Cenâb-ı Allah bir Hadisi
Kudsîde de şöyle buyuruyor:
“Ey kullarım ben zulmü zâtıma haram kıldım.” [49]
Allah (celle celâlühü) zulmü zâtına haram kılarken rahmeti de vacip
kılmıştır.
“...O, kendi üstüne rahmeti yazdı...” [50]buyuruyor.
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurur:
“Allah mahlûkâtı yarattıktan sonra, yanında ve arşın üstünde
bulunan bir kitapta şöyle yazdı: “Muhakkak rahmetim, gazabımı kuşatmıştır.”
[51] Dolayısıyla Allah (celle
celâlühü), nefsine vacip veya haram kıldığı şeyi yapar. Yapmıyacağı bir şeyi de
kendisine ne vacip ne de haram kılar. Bu görüş de ehl-i sünetin cumhuru ile
kaderi isbat eden hadis, fıkıh, kelam ve tasavvuf ehlinin görüşüdür. Bunların
görüşlerinden de anlaşıldığı gibi Allah (celle celâlühü)'ın adalet ve ihsanını
kabul edenler tâ kendileridir. Kaderiyeciler gibi; Kebire işleyenin imanı
gitmiştir, demezler. Aslında bu, Allah (celle celâlühü)'ın kendisinden tenzih
ettiği zulmü O'na isnad eden kaderiyenin görüşüdür.
Allah (celle celâlühü) şöyle buyurur:
“Kim de zerre miktarı bir kötülük işlerse onun cezasını görecektir.” [52]
Kim ki: “Allah (celle celâlühü)'ın hidayeti kâfire değil yalnız mü'mine
tahsis etmesi zulümdür.” diye inanırsa bu itikad iki açıdan yanlıştır.
Birincisi: bu bir tercihtir. Çünkü Allah şöyle buyurur :
“Eğer (imanınızda) sâdık kimseler iseniz sizi imana hidayet
ettiği için Allah sizi (kendisine) minnetkar kılar." [53]
“Peygamberleri onlara dediler ki: Evet, biz de sizin gibi ancak bir
insanız; fakat Allah, Peygamberlik nimetini kullarından dilediği kimseye ihsan
eder. Allah'ın izni olmadıkça da (isteğiniz üzere) size bir mucize
getirecek değiliz. Ve mü'minler ancak Allah'a tevekkül etmelidirler.” [54]
İkincisi: Allah (celle celâlühü) cezayı
ancak mustahakkına (hak edene) verir. Hiçbir zaman iyi adamı cezalandırmaz.
Onun için O'ndan gelen bir nimet O'nun iyiliğinden; gelen her belâ da
adaletinin tecellisindendir, denilir. Yine bunun içindir ki Allah (celle
celâlühü) insanları günahlarıyla cezalandıracağını, onlara verdiği nimetlerin
kendisinden bir iyilik olduğunu haber veriyor.
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurur:
“Kimin başına bir iyilik gelirse Allah 'a hamd etsin, kim de bir
kötülüğe duçar olursa nefsinden başkasını kınamasın.” [55]
Allah c.c. şöyle buyurur:
“Sana gelen her iyilik Allah'ın lütfudur.” [56]Yani
kavuştuğun iyilikler, zaferler, rızıklar; bunlar, Allahın sana bahşettiği
nimetlerdir. Sevmediğin şeylerin başına gelmesi de işlediğin günahların
neticesidir. Burada söz konusu olan iyilik ve kötülükler, nimetler ve
belâlardır.
Allah (celle celâlühü) şöyle buyurur:
“... Onları hem nimetle, hem de musibetle imtihan ettik ki, gerçeğe
dönsünler.” [57]
“Sana bir iyilik (ganimet ve zafer) gelirse fenalarını
gider...”[58],
“Size bir iyilik dokunursa onları üzer ve kederlendirir. Başınıza bir
felaket gelirse, onunla ferahlanır ve sevinç duyarlar...” [59]
Müslümanlar Allah (celle celâlühü)'ın hikmet sahibi olduğu konusunda
ittifak etmişlerdir. Bir kısmı bunun manası Allah (celle celâlühü)'ın
kullarının neyi ve ne şekilde yapacaklarını bilmesi ve istediği istikamette
yapılmasını istemesidir, diyorlar. Ehli Sünnetin Cumhuruna göre bunun mânâsı,
Allah (celle celâlühü)'ın yarattıkları şeyleri bir hikmete mebnî (dayalı)
olarak yaratmış olmasıdır. Çünkü Hikmet, mutlak dilemekten ibaret değildir.
Böyle olsaydı dileyebilen herkesin Hakim olması gerekirdi. Bilindiği gibi irade
iyi ve kötü olmak üzere ikiye ayrılır. Hikmet ise Allah (celle celâlühü)'ın yaratmasındaki
neticenin medhe medar olmasıdır.Tabiî ki, bu meselenin imametle hiçbir ilgisi
yoktur.
Ehli sünnetin cumhuru Allah (celle celâlühü)'ın işlerinin hikmetli ve bir
sebebe mebnî (binaen) olduğuna inanırlar. Ehli sünnetten bunu kabul etmeyenler
ise iki delil ile davalarını ispat etmeye çalışırlar.
Birincisi: İllet kabul edilirse bu durum teselsülü (peşpeşelik)
gerektirir. Çünkü Allah (celle celâlühü) işi bir sebebe binaen yaptığını
farzedersek, o sebep de hadis olup bir başka sebebe muhtaç olur. Eğer her hadis
için illet kabul edilecekse, hadis olan Allah (celle celâlühü)'ın işleri için
illete gerek yoktur.
İkincisi: Kim ki, bir sebebe binaen bir iş yaparsa o sebebe muhtaç
olur. Çünkü sebebin varlığı yokluğundan daha iyi olmasaydı sebep olmazdı. Başkalarıyla
tamamlanan ise bizâtihî noksandır. Bu da Allah (celle celâlühü) için câiz
değildir.
İlletin gerekli olduğunu iddia edenler de kendi aralarında ihtilaf
ediyorlar.Onlar şöyle diyorlar:
Allah (celle celâlühü) sever ve rıza gösterir. Bu umûmî olan mutlak
dilemekten daha hastır.
Mutezile ve Eş'ârilerin çoğu ise: Sevgi rıza ve irade aynı mânâya gelir
diyorlar.
Ehli sünnetin Cumhuru da şöyle diyorlar: Allah (celle celâlühü) küfrü
sevmediği gibi ona rıza da göstermez. Ancak diğer yaratılmışların bir hikmete
mebni olarak Allah (celle celâlühü)'ın iradesi çerçevesinde olduğu gibi küfür
de O'nun yaratmasıyla olur. Allah (celle celâlühü)'ın hoşuna gitmese de küfür
hikmetten hali değildir. Aksine yarattıkları şeylerde Allah (celle celâlühü)
için bizce bilinmeyen bir çok hikmetler mevcuttur.
“Allah (celle celâlühü)'ın yarattığı her işte sebep olursa teselsül
meydana gelir” diyenlere de Ehli sünnetin Cumhuru iki cevap veriyor.
Birincisi: Bu teselsül geçmişte değil istikbalde, yapılacak
işlerde oluyor. Binaenaleyh Allah (celle celâlühü) bir işi yarattıktan sonra o
işin hikmeti anlaşılmış olur. Bu hikmetten başka hikmet aranırsa istikbalde
teselsül meydana gelir ki, bu da Cumhura göre caizdir. Çünkü cennetin nimeti ve
cehennemin azabı içlerinde cereyan eden yeni yeni hâdiseler olmasına rağmen
devamlıdır. Fakat Cehm b. Safvan[60] bunu inkar ederek, cennet ve
cehennemin ebedi olmadıklarını ileri sürüyor.
Aynı ekolden olan Ebul Huzeyl el-Allâf da[61]
cennet ve cehennem ehlinin hareketleri kesilerek durgun bir halde yaşarlar. Onlara
göre mazideki hadiselerde de teselsül mümkün değildir.
Bu hususta da müslümanların iki görüşü vardır. Bazıları, Ondan başka her
şey sonradan olmakla beraber Allah (celle celâlühü), istediği zaman konuşur ve
yaratır. Alemde Ondan başka ezeli bir şey yoktur. Filozofların dediği gibi,
felekler de ezelî değildir. Hem de Filozoflara göre Allah (celle celâlühü)
feleklerin varlığı için tam bir illettir. Bu ise tamamen sapıklıktır.
İbn-i Teymiyye, reddiyesine devam ederek Râfizîye şöyle diyor:
“(Ehl-i Sünnet) Allah (celle celâlühü)'ın kötüyü işleyip, vacip olanı
ihmal etmesini caiz gördüler.” sözüne gelince:
Hiçbir Müslüman Allah (celle celâlühü) kötüyü işler, gerekli olanı da
ihmal eder demez. Fakat siz kaderi inkâr edenler, kullara vacip olanı Allah (celle
celâlühü) için de vacip görüyorsunuz. Kullara haram olanı da Allah (celle
celâlühü)'a haram kılıyorsunuz. Allah (celle celâlühü)'ı kullarına mukayese
ediyorsunuz. O'nun işlerini de başkasının işine benzetiyorsunuz. Halbuki,
kadere inanan Ehli Sünet ve Şiilerin bir kısmı Allah (celle celâlühü), zâtında
bize mukayese edilemiyeceği gibi işleri de işlerimize mukayese edilemez. Bize
vacip veya haram olan Ona haram ve vacip değildir. Bizce kötü görünen Onun için
de kötü olmayabilir. Ayrıca Va'dettiği bir şeyi yerine getirmesi yine Va'dinin
hükmüyle vâcibtir...
Allah c.c. şöyle buyurur:
“Şüphesiz Allah va'dinden dönmez.” [62]
Binaenaleyh Peygamberlerini ve velilerini cezalandırmaz, belki onları
haber verdiği gibi cennetine koyar.” hükümlerinde müttefiktirler. Fakat iki meselede
ihtilaf etmişlerdir.
Birinci mesele: İnsanlar akıllarıyla bazı işlerin doğruluğunu,
Allah (celle celâlühü)'ın fiil sıfatıyla muttasıf olup olmadığını, bazı
fiillerin kötülüğünü ve Allah (celle celâlühü)'ın o fiillerden münezzeh
olduğunu bitebilip bilmeme meselesidir. Bunda da iki görüş vardır.
Birinci görüşe göre: Akılla iyilik ve kötülük bilinmez. Bu durum Allah (celle
celâlühü) için söz konusu ise zaten kötülük O'nun zatına mümteni'dir. Yani
uygun değildir. İnsanlar için söz konusu ise bir şeyin iyi veya kötülüğü ancak
dini bir delil ile bilinir. Bu görüşü Eş'arîler ve bir kısım fakihler, ileriye
sürüyorlar. Bunlar bir şeyin dini bir delil ile iyi veya kötü bir sıfatla
nitelendirildikten sonra, ancak akıl onun iyiliğini veya kötülüğünü bilir, diyorlar.
Binaenaleyh hüsün ve kubuh akılla bilinip bilinmediği hususunda münakaşa
etmezler.
İkinci görüşe göre: Akıl ister kullardan, ister Allah (celle celâlühü)'tan
sadr olsun, bütün fiillerin iyi veya kötülüğünü bilir. Bu görüş Mutezilenin
görüşü olduğu gibi, Keramiyenin, Hanefilerin bir çoğu, Mâlikî olan Ebu Bekr
el-Ebheri, Hanbelilerden Ebul Hasan et-Temîmî ile Ebul Hattab'ın da görüşüdür
İkinci Mesele: Allah (celle celâlühü) bir şeyi nefsine vacip veya
haram kılar mı, kılmaz mı meselesidir.
Bir gurup: Allah (celle celâlühü)'a vacip veya haram olan bir şey yoktur
derken, diğer bir gurup da Allah(celle celâlühü)'a vacip veya haram olan bir
şey varsa yine kendisi o hükmü vermiştir.
Allah (celle celâlühü) şöyle buyurur:
“Rabiniz size, rahmet ve merhamet vaad buyurdu.”[63],
“Mü'minlere yardım etmek üzerimize bir hak oldu.” [64]
Kudsî hadiste de:
“Ey kullarım! Ben zulmü kendime haram kıldım. ” [65]buyuruyor.
Ama biz ona herhangi bir şeyi vacip veya haram kılmayız. Allah (celle
celâlühü) için vacip veya haram olan bir şey yoktur,diyenlerin indinde Allah (celle
celâlühü)'ın kötüyü işlemesi veya bir şeyi ihlal etmesi mümteni olduğu gibi,
Allah (celle celâlühü)'ın bizzat koyduğu hükümle onun için vacip ve haram
vardır diyenlerin indinde de Allah, kendisi için vacip kıldığını ihlal etmez.
Dolayısıyla her iki gurup da Allah (celle celâlühü)'ın va'dettiğini
bozmayacağında, ittifak etmişlerdir.
Fakat sen ey Rafizi, arkadaşların gibi bir şeyi zorla iddia edercesine
anlatıyorsun. Ehli sünnetin demediklerini demiş gibi kabul ediyorsun. Ehli
sünnetin “Allah (celle celâlühü)'ın zâtına bir şey vacip değildir. Ondan kötü
bir şey meydana gelmez” sözlerinden yukarıdaki iddialarını çıkarıyorsun. Yani
Allah (celle celâlühü) (hâşâ!) sence kötü olanı işler.
Yine ehli sünnet kaderin hak olduğuna inanarak onu “Allah (celle
celâlühü)'ın dilediği olur, dilemediği de olmaz.” şeklinde tarif ederek
hidayetin Allah'tan bir nimet olduğunu açıkça söylüyorlar.
Siz ise zannınızca Allah (celle celâlühü) kendisine vacip olanı her kul
için yaratması vaciptir, bunun zıddı Onun için haramdır diyorsunuz. Allah (celle
celâlühü)'ın zatına vacip veya haram kılmadığı veya serî bir delille bilinmeyen
bazı şeyleri Allah (celle celâlühü)'a vacip veya haram kılıyorsunuz.
Dediklerinizi kabul etmeyenler için de; Onlar “Allah vacibi yerine getirmez”
dediklerini iddia ederek, konuyu karıştırıyorsunuz.
Ey Râfizî!
Ehli sünnet'in "Allah zulmü ve kötülüğü işler” dediklerini iddia
ediyorsun.
Bunu hiçbir Müslüman söylemez. Allah bundan yüce ve münezzehtir. Ehli
sünnet Allah (celle celâlühü) kullarının fiillerini yaratır diyorlar.
Allah (celle celâlühü) şöyle buyuruyor:
“O, her şeyin yaratıcısıdır.” [66]
Yaratılan şey zulüm ise yaratanın değil onu işleyenin zulmüdür. Allah (celle
celâlühü) kullarının ibadetini, haclarını, oruçlarını yaratıyorsa, haccı yapan,
orucu tutan o değildir. Aynı şekilde Allah (celle celâlühü) kulların açlığını
yaratıyorsa Ona aç denmez. Allah (celle celâlühü) bir yerde bir fiil yaratırsa
onunla nitelendirilmez. Böyle olsaydı yarattığı her şeyle nitelendirilecekti.
Bu konuda da anlaşıldığı gibi, Allah (celle celâlühü)'ın başkasında
yarattığı kelamdan başka bizzat kelâm sıfatı yoktur ve kendisinden ayrı olan
fiilinden başka da fiili yoktur diyen mutezile ve tâbîleri bu konuda hataya
düşmüşlerdir. Onlar, Allah (celle celâlühü)'ın zatında kaim olan kelam ve fiil
sıfatını kabul etmiyorlar. Onlar Allah (celle celâlühü)'ın melekleriyle ve
peygamberleriyle olan kelamını peygamberlerine kitaplar halinde indirdiği
kelamın başkalarında yarattığı bir kelam olduğunu iddia ediyorlar. (Yani onlara
göre Kur'an mahlûktur.) Onlara da şöyle diyoruz:
“Sıfat nerede tahakkuk eder(gerçekleşir)se, o yerin sıfatı olur. Allah (celle
celâlühü) bir yerde hareketi yaratırsa, hareketlilik Allah (celle celâlühü)'ın
değil onu işleyenin sıfatı olur.
Aynı şekilde Allah (celle celâlühü) bir koku, renk veya bir kişide ilmi
yaratırsa o yer kokulu, renkli veya o kişi âlim olur. Şu halde Allah (celle
celâlühü) bir yerde kelâmı yaratırsa mütekellim orası olur.”
Ey Rafızi!
Ehl-i sünnetin; “Allah (celle celâlühü) kullarına mutlaka faydalı olanı
değil, zararlı olanı da yapıyor. Çeşitli masiyetler ve küfür gibi. Bunların
kaynağı Allah (celle celâlühü)'tır” dediklerini iddia ediyorsun.
Bu sözüne cevap olarak şöyle diyoruz:
Evet bu söz bir kısım ehli sünnet ve şiilere aittir. Ama Ehli sünnetin
cumhuru bu sözü kabul etmezler.
Aksine Ehl-i sünnetin cumhuru şunu diyorlar:
“Allah (celle celâlühü) her şeyin yaratıcısı, mürebbisi (terbiyecisi) ve
şahididir. Dolayısıyla kullarının fiillerini, ibadetlerini yaratan, iradelerini
gerçekleştiren Odur. ”
Kaderiyye mezhebi mensupları ise:
Allah (celle celâlühü)'ın mülkünde olan bütün varlıkların serbest
olmadıklarını söylüyorlar. Peygamberlerin, meleklerin ve salih kullarının
itaati gibi. Onlara göre bunların bu iyiliklerini Allah (celle celâlühü)
yaratmamıştır. Allah (celle celâlühü) onları iyilikte istihdam edemediği gibi
iyiliği de onlara ilham etmez. Onları zorla da hidayet etmeye muktedir
değildir. Bunların görüşlerini de şu âyetler çürütüyor.
Allah (celle celâlühü) şöyle buyurur :
“(İbrahim ve İsmail dualarına şöyle devam ediyorlar): “Ey
Rabbimiz! Bizi (senin emirlerine zahiren ve batınen boyun eğen) müslümanlar
kıl ve bizim neslimizden de sana teslim olan kimseler çıkar (ki onlar da
senin emirlerine zahiren ve batınen boyun eğsinler). Bize nasıl ibadet
edeceğimizi göster ve tevbelerimizi kabul et. Çünkü sen Tevvab'sın, Rahim'sin.”[67]
“Rabbim, beni ve soyumdan gelecekleri namazı dosdoğru kılanlardan
eyle! Duamı kabul et." [68]
Allah (celle celâlühü) insanlara mutlaka iyi olanı yaratmaz” sözüne
gelince:
Kaderiyyenin bir gurubu bunu iddia etmektedir. Onlara göre, Allah (celle
celâlühü)'ın yaratması yalnız dilemekten ibaret olup bir maslahata mebni
değildir.
Cumhur ise: Allah (celle celâlühü) kullarına maslahatlı olan
işleri emretmiş, zararlısından da nehyetmiştir, diyorlar. Peygamberleri umumî
maslahat için göndermiştir. Bunda bazı insanlar için zarar varsa bu bir hikmete
mebnîdir. Bu fikir aynı zamanda çoğunlukta olan fakih, muhaddis, mutasavvıf ve
keramiyeye aittir.
Kaderiyyeciler: Allah (celle celâlühü)'ın yarattığı bazı şeylerde zarar
varsa -günahlar gibi- mutlaka bunda bir hikmet ve maslahat vardır, sözünü de
fikirlerine ekliyorlar.
Ey Râfizî!:
Ehl-i sünnetin “İtaatkâr, sevaba müstahak olmadığı gibi, isyankar da
cezaya müstahak değildir. Allah peygamberi cezalandırıp iblisi de
mükâfatlandırır” dediklerini iddia ediyorsun.
Bu sözlerin de Ehl-i sünnete yaptığın açık bir iftiradır. Ehl-i sünetten
hiç birisi Allah (celle celâlühü), peygamberi cezalandırıp iblisi de
mükafatlandırır demez. Ehl-i Sünnet:
“Allah (celle celâlühü)'ın günah işleyeni affetmesi, büyük günah
işleyenleri cehennemden çıkararak tevhid ehlinden hiçbirisini orada ebediyyen
bırakmaması caizdir” diyorlar.
Müstahak olup olmaması meselesine gelince, Ehl-i sünnetin dediği şudur:
“Kulun hiçbir zaman Allah (celle celâlühü)'tan isteyecek bir hakkı olmaz.
Ama itaatkârı da mükafaatlandırır, çünkü Allah (celle celâlühü) va'dini
bozmaz.”
“Bu mükafaatlandırma Allah (celle celâlühü)'a vacib midir? Bu akılla
biliniyor mu?” Meselesinde ihtilaf vardır.
Fakat Allah (celle celâlühü), dilediği kimseyi -İtaatkâr veya isyankâr-
dilediği şekide mükafaat veya cezaya tabi tutarsa kim ne diyebilir?
Alah (celle celâlühü) şöyle buyurur:
“De ki: Eğer Allah, meryemin oğlu Mesih'i, anasını ve arzda bulunanların
hepsini yok etmek isterse, Ondan kim bir şey kurtarabilir?”[69]
Elbette Allah (celle celâlühü) ile hesaplaşmaya kalkışanı Allah (celle
celâlühü) kolayca ta'zib (azab) eder.
Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurur:
“Hesabı soran Allah ile hesaplaşmaya kalkışan cezalandırılır”,
Başka bir rivayette de şöyle buyurulur:
“Sizden hiç biriniz mutlak ameliyle cennete giremez.”
Sen de mi ya Rasulullah? diye sorulması üzerine:
“Evet ben de. Ancak Cenabı Allah Rahmetiyle beni gark ederse”
(yani bana kendinden bir rahmet ulaştırır) buyurdu. [70]
Muhakkak ki, Allah (celle celâlühü) bir kimseyi cezalandırırsa günahlarıyla
cezalandırır. Muhakkak o zulümden uzaktır.
Ey Râfizî!
Ehl-i sünnetin “Peygamberler, masum değildir” dediklerini iddia
ediyorsun. Bu sözün tek kelime ile iftiradır.
Ehl-i sünnet, Peygamberlerin tebliğ ettiği risalet konusunda masum
olduklarında ittifak etmişlerdir. Diğer konularda kendilerinde hatacıklar sâdır
olabilir. Fakat onlar asla o hataya ve herhangi bir zelleye devam etmezler. Peygamberliğe
zarar getirecek her şeyden uzaktırlar.
“Peygamberlerden zelleler -küçük hata- meydana gelebilir” diyenlerin
umumu onların bu hatacıklara devam etmediklerinde müttefiktirler. Hiç şüphesiz
ki, Davud (a.s).ın istiğfardan önceki hali, sonraki hali kadar faziletliydi.
Fakat Rafiziler hıristiyanlara benzediler. Cenab-ı Allah (celle celâlühü),
emredildikleri ve haber verdiği hususlarda Peygamberlere itaat ve onları tasdik
etmek için emir buyurdu. Fakat hırıstiyanlar o kadar aşırı gitti ki, İsa'yı
(a.s.) Allah (celle celâlühü)'a ortak koştular, dinini değiştirerek Ona isyan
ettiler. Bu aşırılıklarıyla dinden de çıktılar. Aynı şekilde Râfizîler de
Peygamberler ve imamlar hakkında aşırı gittiler. Öyle ki onları Allah (celle
celâlühü)'tan başka rablar edindiler. Peygamberlerin tevbe ve istiğfarlarını
haber veren nassı yalanladılar. Bir de bakarsın ki mescidlerde Cuma ve cemaate
engel olup, kabirlerin başında büyük topluluklar meydana getirerek Onları
yüceltirler, hacceder gibi yaparlar. Hatta bazıları daha aşırı giderek o
kabirleri tavaf etmenin daha büyük bir ibadet olduğunu iddia ettiler.
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurur :
“Allah, yahudi ve hıristiyanlara lânet etti. Onlar Peygamberlerinin
kabirlerini mescidlere çevirdiler. Allah Onların yaptıklarını yasaklıyor. ”
[71]
“İnsanların en şerlileri hayatta iken kıyameti görenlerle,
kabirleri mescid yapanlardır,” [72]
“Ya Rabbi Kabrimi tapılan bir put yapma, Allanın gazabı
peygamberlerinin kabirlerini mescid yapan kavime karşı şiddetlendi.” [73]
Ey Râfizî!, Üstadınız el-Müfîd “Meşhedlerin haccı[74]”
adındaki bir kitap te'lif ederek, mahlûkatın kabirlerinin kâbe gibi
haccedilebileceğini iddia ediyor.
Ey Râfizî!
Ehl-i sünnetin “Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) kimsenin
halifeliği hakkında hüküm vermemiştir. O, vasiyet etmeden vefat etmiştir.”
dediklerini iddia ediyorsun.
Bu söz, bütün ehli sünnetini sözü değildir. Bazılarına göre Ebu Bekir'in
(r.a.) hilafeti nass ile sabittir diyorlar. Bu hususta da Ebu Ya'lâ, İmam Ahmed
bu iki rivayeti naklediyor.
Birincisi, Ebu Bekir'in (r.a.) hilafeti seçimle tahakkuk etmiştir.
İkincisi, gizli bir nass ve işaret ile sabit olmuştur. Hasan el
Basrî ve bazı haricîler ikinci görüştedirler.
İbn-i Hamid diyor ki:
Ebubekr'in (r.a.) halifeliğini isbatlayan nass Buharinin Cübeyr bin
Mut'imden rivayet ettiği hadistir. Cübeyr bin mut'im şöyle diyor:
“Kadının biri Rasulullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem) geldi. O da
tekrar kendisine gelmesini emretti, kadın, bir daha geldiğimde sizi bulamazsam
-vefatını kastediyor- demesi üzerine Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)
şöyle buyurdu:
“Beni bulamazsan Ebu Bekir'e git” [75]
İbn-i Hamid bir kaç hadis daha zikrederek bunların Ebu Bekr'in (r.a.)
hilafetine nass teşkil ettiklerini söylüyor. Huzeyfe (r.a.) den gelen hadiste
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) :
“Benden sonra gelecek iki kişiye yani Ebu Bekir ve Ömer'e uyunuz” buyuruyor[76]
Ali bin Zeyd bin Cud'â'nın Abdurahman bin Ebi Bekre'den O da babasından
rivayet ettiği hadiste de Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) bîr gün: “Hanginiz
rüya gördü?” (Buyurması üzerine Ebu Bekre ben gördüm ya Rasulallah!) diyerek
rüyasını şöyle anlatır:
“Gördüm ki, gökten bir terazi sarkıtıldı. Ebu Bekir'le tartıldınız,
Ebubekir'e karşı ağır geldiniz. Sonra Ebubekir'le Ömer karşılıklı tartıldılar.
Ebubekir ağır geldi. Sonra Ömer ve Osman tartıldılar. Ömer ağır geldi. Sonra da
terazi kaldırıldı.” buyurdu. [77]
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) buyuruyor ki:
“Hilafet nübüvvettir -yani nübüvvetin işlerindendir, bu da
kalkınca- sonra Allah mülkü dilediğine verir.” [78]
Ebu Davud, Câbir (r.a.) den şu hadisi nakleder:
“Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu:
“Bu gece sâlih bir zât rüyasında Ebubekir'in Rasûlullah'a, Ömer'in
Ebubekir'e, Osmanın da Ömer'e bağlandığını gördü.” [79]
Câbir dedi ki:
Rasûlullahın yanından kalkacağımızda şöyle dedik:
“Salih kişi Rasûlullahtır. (Bu zâtların) birbirlerine bağlanmalarının
manâsı ise Allah (celle celâlühü)'ın Onunla Peygamberini gönderdiği İslâmı
tatbik için onların mü'minlere imam olacaklarını ifade ediyor.”
Bu rivayetlerin bir benzeri de Salih bin Keysân'ın, Zuhrî'den, o da
Urve'den, O da Aişe (r.a.)'den rivayet ettiği bir hadistir ki, bu hadiste Aişe
(r.a.) şöyle diyor:
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'ın hastalandığı günde Onu
ziyaret ettim. Bana şunu söyledi:
“Bana babanı ve kardeşini çağır ki, Ebubekir'e bir mektup yazayım.”
Sonra şunu buyurdu:
“Allah ve müslümanlar Ebubekir'den başkasını reddederler[80]'”
İbn-i Ebî Müleyke, Aişe'nin (r.a.) şöyle buyurduğunu rivayet ediyor:
Rasûluluh (sallallahu aleyhi ve sellem)in hastalığı ağırlaşınca şöyle
buyurdu:
“Ebubekir'in oğlu Abdurrahman'ı bana çağırınız. Ebubekir'e öyle bir
mektup yaz ki, Onun üzerine ihtilaf etmiyecekler.”
Devamla şöyle buyurdu:
“Mü'minlerin Ebubekir'de ihtilafa düşmelerinden Allah'a sığınırım.”
[81]
İbn-i Hamid, Rasûlullah'ın Ebubekir'i (r.a.) namaza imam tayin
etmesiyle ilgili hadisler yanında, dereceleri sıhhate varmayan daha birçok
hadis rivayet etmiştir.
İbn-i Hazm diyor ki:
“Alimler imamet konusunda ihtilaf ettiler. Bir kısmı; Rasulullah
(sallallahu aleyhi ve sellem) imam tayin etmemiştir, bir kısmı; Ebubekir'i
namaza imam tayin edince imamet ve hilafete en lâyık olanın kendisi olduğuna
delildir. Diğer bir kısmı, fazilet bakımından en üstünleri olduğu için Onu öne
geçirdiler. Diğer bir kısım âlimler de, Rasulullah (sallallahu aleyhi ve
sellem) kendisinden sonra halifenin Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh) olacağını
açık bir nassla ifade etmiştir, dediler. Biz de bu son görüşteyiz. Delillerimiz
de şunlardır:
Birincisi: Halifeliğinde icma edilmesidir. İcma edenler hakkında
Allah (celle celâlühü) :
“Onlar sâdıklardır[82]” buyuruyor.
Sadakatla isimlendirilen bu mü'minler, Ebubekr'e (r.a.) “Allah Rasûlünün
halifesi” ismini vermekte ittifak etmişlerdir.
Halifenin lügattaki manâsı: kişinin tayin ederek geride bıraktığı
kimsedir. Tayin etmeden yalnız geride bıraktığı kimse anlamında değildir.
Lügatte bu manadan başkası caiz değildir. Falan adam, falanı tayin etti. Yani
Onu yerine geçirdi, denilir. Tayinsiz olursa, buna o kişinin halifesi değil
halefi denir. Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) henüz hayatta iken
Ebubekir'e (r.a.) namaz kıldırdığı için Rasûlullah'ın halefi demek muhaldir.
Ancak Rasûlullah'ın tayin ettiği kimse denilir. Bundan da anlaşılıyor ki
Rasûlullah'ın Ebubekir'i (r.a.) tayini namazın dışında bir istihlâf, (tayin)dir.
İkincisi: Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) in bütün
tayinleri; Tebukte Ali'yi (r.a.) Hendek'te İbn-i Ümmü Mektûm'u, Zâturrika'da
Osmanı (r.a.) ve diğerleri için yaptığı bu tür tayinler şümullü ve mutlak tayin
değildir. Bundan da anlaşılıyor ki, Rasûlullahtan sonraki hilafet ümmetin
uhdesindedir. Rasûlullah Ebubekr'i (r.a.) nass ile tayin etmeseydi ümmetin
Ebubekr'in (r.a.) hilafeti üzerine icma etmeleri muhal olurdu. Bunun gibi sahih
rivayette kadın:
Geri gelip de seni görmezsem? -vefatını kastediyordu- dediğinde
Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem):
“Ebubekr'e git” buyurdular[83]
İbn-i Hazm, devamla şöyle diyor:
“Aşağıdaki hadis de Ebubekr'in (r.a.) halife olarak tayin edildiğine açık
bir nasstır. Sahih rivayette sabittir ki, Rasulullah (sallallahu aleyhi ve
sellem) son hastalığında Aişe'ye (r.a.) şöyle buyurdu:
“İçimden şu geliyor, babanı ve kardeşini çağırayım, bir mektup
yazayım, bir de yemin vereyim ki, biri kalkıp da ben daha lâyıkım demesin,
diğer birisi de bir temennide bulunmasın. Allah ve mü'minler Ebubekir'den
başkasını reddederler.[84]”
Yukarıdaki hadis, Rasûlullah'ın kendisinden sonra Ebubekr'i (r.a.) ümmete
halife olarak tayin ettiğinin açık bir delilidir.
İbn-i Teymiyye de şöyle diyor:
Bu nass Rasûlullahın Ebubekir'i (r.a.) ümmete halife olarak tayin
ettiğine delil değil de, belki Rasûlullahın halife olması için Ona rıza
gösterdiğine ve ümmetin onun üzerine ittifak edeceklerine bir delildir. Allah (celle
celâlühü)'ın bu ümmeti Hz. Ebubekir'in (radiyallâhü anh) hilafeti üzerine
birleştireceğini bildiği için, bununla iktifa ederek açık bir nass
söylememiştir.
İbn-i Hazm devamla şöyle diyor:
Rasûlullah, “ Ebubekr'i (r.a.) tayin etmemiştir.” Diyenlerin delilleri
(r.a.) Ömer'in:
“Tayin edersem benden hayırlı olanı - Ebubekir'i (r.a.) kastederek- tayin
etmiştir. Tayin etmezsem, yine benden hayırlı olan -Rasûlullahı kastederek-
tayini terketmiştir.” sözleridir.
Diğer delilleri de: Aişe'ye (r.a.),Rasûlullah halife tayin etseydi kimi
ederdi? sorusuna karşı Aişe'nin (r.a.) Ebubekir'i tayin edecekti, şeklindeki
cevabıdır.[85]
İbn-i Hazm dedi ki;
“Hz. Ömer (radiyallâhü anh) ve Aişe'nin (r.a.) sözleri yukarıda
zikrettiğimiz iki hadis ve sahabenin icma'ı ile mütenakız değildirler. Hz. Ömer
(radiyallâhü anh) ve Aişe'ye (r.a.) bu durum kapalı kalmış olabilir. O ikisi
tayinin yazılı bir fermanla olmasını istiyorlardı.”
Şeyhimiz İbn-i Teymiyye diyor ki:
“Şia'nın, Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) tayini nassla
sabittir, şeklindeki iddialarını te'yid edecek hiçbir delilleri yoktur.
Râvendiyye'nin hilafet nass ile Abbas'a (r.a.) aittir demeleri gibi.”
Kadı Ebu Ya'la da şöyle diyor:
“Râvendiyye'den bir gurup:
Rasûlullah Abbas'ı (r.a.) bizzat halife olarak tayin etmiş ve tayinini de
ilan etmiştir. Ümmet ise bu nassı inkar ile irtidat etmiş ve inadına devam
etmiştir, derken diğer bir gurubu da:
Rasûlullah hilafeti Abbas'a (r.a.) ve kıyamet kopuncaya kadar çocuklarına
vermiştir” diyorlar.
İbn-i Batte, Müberake bin Fudale'den rivayet ettiğine göre İbn-i Fudâle
şöyle diyor:
Hasan'ın yemin ederek Rasûlullah'ın Ebubekiri halife olarak tayin etti,
dediğini işittim.
Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh) açık nassla halife tayin edilmiştir,
diyenlerin dayanakları sahabelerin onu “Rasûlullah'ın halifesi” şeklinde
tesmiye etmelerindendir. Bu tesmiye de ancak başkası tarafından tayin edilen
kimse için yapılır. Bu da mutlak olarak böyle değildir. Çünkü başkalarının
tayin ettiği kimseye “Filanın halifesi” denildiği gibi, başkasına vekil olana
da aynı tabir kulanılır.
Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurur:
“Allah yolunda cihad edecek olanı techiz edecek kimse, bizzat gaza
etmiş gibidir. Gazaya giden kimsenin ailesini görüp gözeten kimse de bizzat
gaza etmiş gibi sevaba erişir.[86]”
“Ya Rabbi sen seferde arkadaşım, ehlimde vekilimsin.”
Allah (celle celâlühü) şöyle buyurur:
“Allah, O'dur ki, sizi arzın halifeleri yaptı.[87]”
“Sonra, onların arkasından sizi arzda halifeler yaptık.[88]”
“Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım.[89]”
“Ey Davud! Biz seni yeryüzünde halife kıldık.[90]”
Yani insanlar arasında hak ve adaletle hükmetmek, insanları Allah (celle
celâlühü)'ın yolundan başkasına saptırmamak için seni halife tayin ettik.
Mülhidlerin[91] dediği gibi Davud (a.s.),
mutlaka Allah (celle celâlühü)'ın yerinde değildir.
Onlar'a göre Davud (a.s.) Allah (celle celâlühü)'a nisbetle, gözün insana
nisbet edilmesi gibidir. Daha ileriye giderek Davud'un esma-i hüsnası olduğunu
(Hâşâ!) iddia ettikten sonra;
“Allah Adem'e bütün isimleri öğretti[92]
[93] [94]”
âyetini de delil olarak getirirler.
Böylece o halifenin Allah (celle celâlühü) gibi olduğunu saçmalıyorlar.
Şüphesiz ki Allah (celle celâlühü) benzerlikten ve başkasının kendisine halef
olmaktan münezzehtir. Çünkü hilafet kaybolmuş, birisi adına yapılır. Allah (celle
celâlühü) ise her zaman hazırdır, kulların işlerini görür ve halkı idare eder.
O, ehlinden ayrı kaldığı zaman kulunun halifesi olur.
Yine rivayet edilir ki, Ebubekir'e (r.a.):
“Ey Allah (celle celâlühü)'ın halifesi” denildiğinde O “Ben Rasûlullah'ın
halifesiyim. Bu bana kâfidir” buyurmuştur.
Hz. Ebubekir'in (radiyallâhü anh) hilafeti gizli bir nass ile sabittir
diyenlerin dedikleri şunlardır:
Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurur :
“(Rüyamda) gördüm ki, kuyu başındayım. Ondan su çekiyorum.
Ebu Kuhâfe'nin oğlu kovayı alarak bir veya iki kova su çekti. Yalnız suyu
çekmekte metanet gösterdi. Allah onu bağışlasın. Sonra İbnül Hattab, kovayı
aldı. Fakat kovayı sertçe çekince, su etrafa saçılmaya başladı. Onun yaptığını
gerçekleştirecek bir kimse dâhi görmedim. Ve etraftakiler kenara çekildiler[95]”.
Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurur:
“Ebubekr'e söyleyin namazı kıldırsın.”[96] Hz. Ebubekir
(radiyallâhü anh) Rasûlullah'ın hastalığı boyunca namazı kıldırdı. Hatta vefaat
edeceği gün kapının perdesini aralıyarak cemaata baktı. Ashabın Ebubekir'in
arkasında namazı kıldıklarını görünce buna çok sevindi.
Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu:
“Eğer yeryüzünde halil (samimi bir dost) edinseydim,
Ebubekir'i edinirdim. Ebubekir'in penceresinden başka mescide bakan açık pencere
kalmasın. Hepsi kapatılsın.”
Ebu Davud'un Süneninde ve Ebi Bekre'den rivayet edilen bir hadiste,
Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) bir gün şöyle buyurdu:
“Sizden hanginiz rüya görmüştür?”
Ashabtan biri gördüğü rüyayı anlatmaya başladı:
“Semadan indirilen bir terazi gördüm. Siz ve Ebubekir karşılıklı
tartıldınız ve siz ağır geldiniz. Sonra Ebubekir ve Ömer tartıldılar, Ebubekir
ağır geldi...”
Aynı hadisi Ebu Davud Hammad b. Seleme, O da İbn-i Cüd'â'dan, O'da
Abdurrahman İbn-i Ebi Bekre'den, O'da babasından aynısını rivayet etmiştir. Bu
hadiste:
“Hilafet nübüvvetin bir parçasıdır. Sonra Allah -Hilafet kalkınca-
mülkü, gücü, saltanatı, dilediğine verir.” ibaresi de vardı.
Yine Ebu Davud'un Zuhri'den, O'da Amr b. Ebân'dan, O'da Câbir'den rivayet
ettiği hadiste Cabir (r.a.), Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'in şöyle
dediğini naklediyor:
“Bu gece sâlih bir kişiye rüyada Ebubekir'in Rasulullah'a, Ömer'in
Ebu Bekr'e, Osman'ın da Ömer'e bağlandığı gösterildi.”
Cabir dedi ki, Rasûlüllahın huzurundan ayrılırken şöyle dedik:
“Sâlih zat, Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) dır. Diğer üç zâtın
birbirlerine bağlanması ise Allah (celle celâlühü)'ın Peygamberini gönderdiği
hususlarda Onların mü'minlere imam olacaklarına işarettir.”
Yine Ebu Davud Hammed b. Seleme'den, O'da Eş'as b. Abdurrahman'dan, O da
babasından, O'da Semure'den rivayet ettiğine göre, bir zât. Yâ Rasûlallah şu
rüyayı gördüm:
Gökten bir kova su indirilmiş, Ebubekir gelerek kovanın kulpçuklarından
tutup biraz içti. Sonra Ömer gelerek kulplarından tutup kana kana içti. Sonra
Osman gelerek kulaklarından tutup kana kana içti. Sonra Ali gelerek
kulplarından tuttu ve kulpları koptu. Üzerine biraz da su döküldü.”
Şüphesiz ki yukarıda saydığımız Ehl-i sünnetin görüşleri, hilafet hakkı Hz.
Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) veya Abbas'a ait olduğu nass ile
sabittir diyenlerin görüşlerinden daha isabetlidir. Bunların bilinen
yalanlarından başka hiçbir delilleri yoktur. Elbette ki bu iddiaları tamamen
bâtıldır. İslâm tarihini ve Rasûlullah'ın yaşadığı günleri bilen bunu pek iyi
bilir. Delilleri olsa da delâleti kâfi olmayan bazı hadislerdir. Tebük
seferinde Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) Medine'ye vekil
tayin edilmesi gibi.
Gerçek olan Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'ın doğrudan halife
tayin etmeyip, bir çok işlerde Müslümanları Ebubekir'e (r.a.) yönelmelerini
istemesi, Ona rıza göstermesi, halife tayin edilmesi için bir vasiyyeti yazmak
için azmetmesi, sonra müslümanların Hz. Ebubekir'in (radiyallâhü anh) hilafeti
üzerine ittifak edeceklerini bilmesi, Onun halifeliğini istediğine bir
işarettir.
Rasulullah, arzu ettiklerinin ümmet içinde ihtilâfa yol açacağından şüphe
etseydi, bunu bertaraf etmek için o hükmü kesin bir şekilde açıklayacaktı.
“Allah ve Mü'minler Ebu Bekir'den başkasını reddederler” gibi sözleri Ümmetin
Rasûlullah'ın rızasına uygun olarak ittifak edeceklerini gösteriyor. Bu da
vasiyyetten daha açıktır.
Ey Râfizî!
Ehl-i sünnet “Rasûlullah'tan sonra imam, Ömer'in biati ve dört kişinin
rızası ile Ebubekir'dir.” dediklerini iddia ediyorsun. Deriz ki:
Hiç de senin iddia ettiğin gibi değildir. İnadına Hz. Ebubekir'in
(radiyallâhü anh) imameti müslümanların icmâı ve rızası ile tahakkuk etmiştir.
Halbuki, Ali'ye (r.a.) sahabi ve tabiînden sayılarını Allah (celle celâlühü)'tan
başka kimsenin bilemediği birçok kimseler biat etmemiştir. Bu da hilafetinde
mütecaviz midir? (Hâşâ!) Ehl-i sünnete göre imametin gayesi tahakkuk etmesi
için güçlü kişilerin muvafakati gerekir. Bunun için de şöyle diyorlar:
“İdareciliğin gayesini gerçekleştirebilecek güçlü ve kuvvetli kişiler;
kendilerine itaatle emrolunan Âmirlerin en lâyık olanlarıdır. Bu kişiler Allah (celle
celâlühü)'a isyan teşkil edecek bir şeyi emretmedikleri müddetçe itaat
edilirler. İmamet hükümdarlık ve kuvvettir. İmam, ister âdil ister fâcir olsun
üç veya dört kişinin muvafakati ile hükümdar olamaz. Bunun içindir ki, Ali'ye
(r.a.) biat edilince kendisinde bir güç meydana geldi ve imam oldu.
İmam Ahmed bin Hanbel, Abdus el-Attar'a yazdığı mektubda şöyle diyor:
“İnsanların ittifakı ve rızasıyla veya kılıç ile halife olup, emirül
mü'minin adını taşıyan kimse ister itaatkâr, ister asî olsun zekâtın kendisine
verilmesi caizdir.”
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'in:
“Kim (bir imama) biatsiz ölürse, câhiliyyet ölümü
üzerine ölür.” mealindeki hadisin açıklaması Ahmed bin Hanbel'e
sorulduğunda şu cevabı verdi:
“İmamın kim olduğunu bilir misin? İmam, imametinde bütün müslümanların
ittifak ettiği kimsedir.”
Binaenaleyh Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh) es-Sıddîk müslümanların icma'ı
ile imamete müstehaktır. İmamete Allah ve Rasûlünün rıza gösterdiği cinstendir.
Sonra güçlü ve kuvvetlilerin biatıyla imam olmuştur.
Aynı şekilde Hz. Ömer (radiyallâhü anh) müslümanların biat ve itaati ile
imam olmuştur. Müslümanlar Hz. Ebubekir'in (radiyallâhü anh) Hz. Ömer
(radiyallâhü anh) hakkındaki vasiyetini yerine getirmediklerini farzedersek, Hz.
Ömer (radiyallâhü anh) imam olmayacaktı. Bunun caiz olup olmaması ayrı
meseledir. Çünkü helâl ve haramlılık, fiillere bağlı bir şeydir. Ama velayet
güç ve kuvvetle tahakkuk eder. O da Allah ve Rasûlünün sevdiği bir yöntem ile
tahakkuk eder. Dört râşid halifenin hilafetleri gibi. Bazen bunun dışındaki bir
yöntemle de tahakkuku mümkündür ki, zâlimlerin saltanatları gibi.
Ebu Bekir'e, (r.a.) Hz. Ömer (radiyallâhü anh) ve bir gurup müslümanlar
biat etmiştir, diye farzedilirse bununla imam olmaması gerekirdi. Durum hiç de
böyle değildir. Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh) cumhurun biatıyla imam olmuştur.
Bu biatta Hz. Ömer'in (radiyallâhü anh) acele ettiği deniyorsa, şüphesiz ki,
her biatta önde olan biri olacaktır. Eğer bazıları bu biati istemeyerek
yaptıklarını iddia ediliyorsa bu da imamete zarar vermez. Çünkü imamete
müstehak olduğu şer'î delillerle sabit olmuştur.
Hz. Ebubekir'in (radiyallâhü anh) Hz. Ömer (radiyallâhü anh) hakkındaki
vasiyeti ise Hz. Ebubekir'in (radiyallâhü anh) vefatından sonra müslümanların
Ömer'e (r.a.) biat etmeleri ile gerçekleşmiş, böylece Hz. Ömer (radiyallâhü
anh) imam olmuştur.
Ey Râfizi!
“Sonra bazıları Osman'ı seçtiler” sözüne karşı şunu söylüyoruz:
Söylediğinin tam aksine Osman'ın (r.a.) hilâfetinde hepsi ittifak etmiş,
hiç birisi ihtilaf etmemiştir.
Ahmed b. Hanbel, Hamdan b. Ali'nin “Osman'ın (r.a.) imameti kadar sağlam
bir imamet yoktur. O'nun imameti cümlesinin ittifakı ile gerçekleşmiştir.”
dediğini rivayet ediyor.
Ahmed ne doğru söylemiştir. Abdurrahman O'na biat etmiş, fakat Ali,
Talha, Zübeyr ve diğer güçlü şahsiyetler O'na biat etmemiştir, diye
farzedilirse o zaman imam olamazdı. Çünkü Hz. Ömer (radiyallâhü anh), imametle
ilgili işi altı kişilik bir şûra meclisine havale etmiştir. Sonra Talha, Zübeyr
ve Sâd istekleriyle çekilince, Osman, Ali ve Abdurrahman b. Avf kaldı. Bunlar
da kendi aralarında Abdurrahman'ın halife olamıyacağı, Halifenin geri kalan bu
iki zâttan birisi olacağı üzerine ittifak ettiler. Bilahare Abdurrahman yemin
ederek, üç gündür uyumadığını, Ensar ve Muhacirlerle istişaresi neticesinde
Osman'ın (r.a.) imamete gösterildiğini ifade etti. Bunun üzerine Osman'a (r.a.)
biat ettiler. Bu biat ne bir mükafat ve ne de bir korku neticesinden olmuştur.
Ey Râfizi!
“Sonra bütün halkın bîatıyle Ali İmam oldu.” Sözün, mühassısı olmayan bir
tahsistir.
Çünkü ondan önceki üç halife için cereyan eden biat ona yapılan biattan
çok daha üstündür. Osman'ın (r.a.) şehid edilmesinden sonra henüz kalpler üzgün
iken birlik ve beraberlik yokken Ali'ye (r.a.) biat edilmişti. Hatta Talha'yı
zorla getirip Aliye (r.a.) bîat için mecbur ettiler. Fitneyi çıkaranlar ise
Medine'de henüz güçlü ve kuvvetli idiler. Bununla beraber birçok sahabi Ali'ye
(r.a.) biat etmemişti. İbn-i Ömer bunlardan birisidir.
Hal böyle iken ey Râfizî!
Nasıl olur da (r.a.) Ali için “Bütün halk biat etmiştir” diyorsun ve
fakat bu sözün aynısını ondan önceki üç kişi hakkında söylemiyorsun? Üstelik )
Ali'ye (r.a. biat edenlerin bir bölümü onunla bozuştular, bir bölümü de Ona
karşı harp ilân ettiler. Şam ehli de Osman'ın (r.a.) öcünü alıncaya kadar biat
etmediler. Hatta bazıları Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) ve
Muaviye'nin (r.a.) beraberce halifeliklerinin sıhhatine kail oldular.
Diğer bir gurup da o zaman müslümanların umumî bir imamlarının
olmadığını, belki o zamanın bir fitne zamanı olduğunun görüşünde idiler. Bu
görüş bir kısım Basra ehli muhaddislerinindir.
Üçüncü bir gurup da mutlaka (r.a.) Ali'nin halife olduğunu, Talha ve
Zübeyr gibi O'na karşı gelenlerle savaşmada isabet ettiğini söylüyorlardı.
Halbuki Talha ve Zübeyr de isabet edenlerdendir. Ebu'l-Huzeyl, Cübbâî, O'nun
oğlu, İbnü'l Bâkillânî[97] ve Eşarîlerin bir kısmı bu
görüştedirler. Bunlar aynı zamanda (r.a.) Muaviye'yi de isabet eden bir
müctehid kabul ederler.
Dördüncü bir gurup da Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh)
imam ve içtihadında isabetli, onunla savaşanın hata etmiş müctehid olduğunu
söylediler. Bu görüş de Hanefi, Maliki, Şafii ve Hanbeiîlerden bir bölümünün
görüşüdür.
Beşinci bir gurup da şöyle diyor:
Halife (r.a.) Ali'dir. (r.a.) Muaviye'den çok hakka yakındır. Her
ikisinden de ayrılıp savaşa katılmamak daha hayırlıdır. Çünkü Rasûlullah
(sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyuruyor:
“Öyle bir fitne olacak ki, O'na karışmayan
karışandan daha
hayırlıdır. ”[98]
Hasan (r.a.) hakkında da şöyle buyuruyor:
“Benim şu oğlum Seyyiddir. Allah (celle celâlühü) Onunla iki büyük
müslüman gurubun arasını Islâh edecektir.”[99]
Bu hadis ile O'na “Islah = Sulh” sıfatını vermiştir. Kitâl vacip veya
müstehap olsaydı. Rasullullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Onu terkedeni
methetmezdi. Bunlar devama şöyle dediler:
“Allah (celle celâlühü) saldırgana karşı hemen savaşı emretmemiştir. Hem
de her sadırganla da değil. Allah (celle celâlühü) şöyle buyuruyor:
“Eğer mü'minlerden iki birlik çarpışırlarsa, hemen aralarını
düzelterek barıştırın. Eğer Onlardan biri tecavüz ediyorsa, o vakit tecavüz
edenle Allah (celle celâlühü)'ın emrine dönünceye kadar savaşın.”[100]
Cenab-ı Allah önce barıştırmayı emretmiştir. Onlardan biri tecavüze devam
ederse, Allah (celle celâlühü)'ın emrine dönünceye kadar Onunla savaşılır.
Bunun için her iki birliğin de savaşması maslahat değildir. Allah (celle
celâlühü)'ın emrettiği ve mütecavize karşı olan savaş da şüphesiz ki mefsedete
tercih edilen bir maslahattır. (O da fitneyi ortadan kaldırmaktır.)
İbn-i Sîrin, fitneye düşüp de akibetinden korkmayan bir kişi
varsa, o da Muhammed b. Mesleme'dir. Çünkü Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)
in O'nun hakkında “Fitne ona zarar veremez” buyurduğunu işittim.
Şû'be, Eş'as b. Süleym'den, O'da Ebu Bürde'den, O'da Sa'lebe b.
Dabi'â'nın şöyle dediğini rivayet ediyor:
Huzeyfe'nin yanına gittim. O da şöyle dedi:
“Ben öyle bir adam bilirim ki fitne Ona hiç zarar vermez.” sonra
çıktığımızda içinde Muhammed b. Meslemenin tek başına bulunduğu bir çadırı
gördük. O'na bu durumu sorduk. O da “Olan oluncaya, herşey açığa çıkıncaya
kadar, şehirlerinden hiçbir yerin beni içine almasını istemiyorum.” dedi.
İbn-i Mesleme, hiç savaşa iştirak etmemiş, Rasûlullah (sallallahu aleyhi
ve sellem) in haber verdiği gibi fitne de O'na zarar verememiştir.
İbn-i Mesleme gibi Sa'd bin Ebi Vakkas, Usâme b. Zeyd, İbn-i Amr,
Ebubekr'e, İmran b. Husayn ve daha bir çok ileri gelen sahabi Hz. Ali
(kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) ve Muaviye'nin karşılıklı savaşlarına
katılmamışlardır. Bu durum bir tarafı tutup savaşmanın ne vacip ve ne de
müstehap olduğunu gösteriyor.
İşte bu son görüş ehl-i sünnetin cumhuru, hadis ehli, Mâlik, Süfyan es-
Sevri, Ahmed b. Hanbel ve daha birçoklarının görüşüdür.
Bütün bu görüşlerden başka Hz. Osman (radiyallâhü anh), Hz. Ali
(kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) ve taraftarlarını tekfir eden haricîlerin
görüşü, Râfizilerin Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) ile
savaşanlarla bir çok sahabeyi fâsık ve kâfir kılan görüşleri,Hz. Ali
(kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) ve taraftarlarını fâsık ve zâlim kabul
eden Nasîbî ve Emevîlerin iddiaları vardır. Mutezilenin bir bölümü ise Cemel
vakasının karşı guruplarından birini -ismini vermeden- fasıklıkla
nitelendiriyorlar.
Binaenaleyh ey Râfizî!
Ali'ye (r.a.) yapılan biat ondan öncekilere yapılan biattan daha umumi
olduğunu nasıl iddia edebiliyorsun?! Kaldı ki sen, Hz. Ali'nin (kerrem'allahü
veche radiyallâhü anh) imameti nass ile sabit olduğunu iddia ediyordun. Şimdi
ise halkın çoğunluğu ile tahakkuk ettiğini söylüyorsun. Bu nasıl olur?!
Ey Râfizî!
Ehl-i sünnetin “Sonra imamette ihtilafa düştüler. Bazısı Ali'den sonra
imam Hasan'dır. Bazısı da Muâviye'dir” dediklerini iddia ediyorsun.
Bu sözüne cevabımız da şudur:
Ehl-i sünnet bu konuda hiç ihtilaf etmemiştir. Onlar şunu iyi biliyorlar
ki Irak ehli babasının yerine geçmek üzere Hasan'a (r.a.) biat etmişler, fakat
Hasan (r.a.) imameti gönül rızasıyla Muaviye'ye teslim etmiştir.[101]
Ey Râfizî!
Ehl-i sünnetin “Sonra imameti Ümeyye oğullarına verdiler” dediklerini
iddia ediyorsun. Buna da cevabımız şudur :
Ehli sünnet kesin olarak imamet şunun ve bunun olması vacib olup, ona her
işte itaat gereklidir, dememiştir. Belki durum böyle tecelli etti. Ama ehl-i
sünnet şunu da ilave etmekten geri kalmamıştır. Diyorlar ki:
“Emeviler işbaşına geçtiler, aynı zamanda güçlü idiler. Onların sayesinde
işler rayına oturdu. İmametin gayesi olan cihad, hac, cuma, bayram ve yol
emniyeti gibi iş ve ibadetleri gerçekleştirdiler. Fakat Allah'a isyan ettikleri
hususlarda Onlara itaat yoktur. Buna rağmen kötülüklerde ve düşmanlıklarda
değil, iyilik ve takva hususunda onlara yardım edilebilir.”
Bilinen bir gerçektir ki, insanlar ancak idarecilerle İslah
edilebilirler. Zalim idarecinin varlığı yokluğundan hayırlıdır.
Hatta Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh):
“İnsanlara mutlaka bir idare(ci) gereklidir, bu idare ister iyi ister
kötü olsun” buyurması üzerine Ona şu soruyu sordular:
İyi idareye diyeceğimiz yoktur, fakat kötü idareye nasıl evet denilsin? Hz.
Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh)şu cevabı verdi:
“Kötü idare olsa da yollar onunla emniyette olur. Cezalar onunla tatbik
edilir, onunla düşmana karşı cihad edilir, onunla haraç ve ganimetler
paylaştırılır.”
Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) bu sözünü Ali b. Ma'bed
“Et-Taatü ve'l-Ma'siyetü” adlı eserinde zikrediyor. (Bu zat Bağdat
Şiîlerindendir. Abbasi halifeleri Memun ve Mu'tasım zamanında yaşamıştır.)
Durum ne olursa olsun, işbaşına gelen emir, senelerden beri beklemekte
olduğunuz muntazar imamınızdan daha hayırlıdır. Siz de yalan söyleyip beklemeye
devam ediniz. Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) den başka, bütün
cedlerinin de bu işi gerçekleştirecek güç ve kuvvetleri yoktu. Onlar imametten
de âciz idiler. Ehl-i hâil ve akd da değildiler. Allah (celle celâlühü)
cümlesinden razı olsun. Onlarla imametin gayesi de tahakkuk edemezdi.
İbn-i Abbas (r.a.) dan, Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle
buyurur:
“Kim ki, emirinde hoşlanmadığı bir şey görürse sabretsin. Emirin
-hakka uygun- emirlerinden bir karış uzaklaşıp ölen, cahiliyye ölümü ile ölür”[102]
Ebu Hureyre (r.a.) den rivayet edildiğine göre Rasûlullah (sallallahu
aleyhi ve sellem) bir başka hadislerinde şöyle buyururlar:
“Emîre itaattan çıkıp, cemaattan ayrılan ve sonra ölen kimse,
cahiliyyet ölümü ile ölür. Kim ki Hak ve bâtıl olduğu bilinmeyen karanlık bir
davanın bayrağı altında kavmiyyet ve asabiyete yardım ederek öldürülürse onun
bu ölümü tam bir cahiliyyet ölümü olur.”[103]
İbn-i Hz. Ömer (radiyallâhü anh)'ın rivayet ettiğine göre Rasûlullah
(sallallahu aleyhi ve sellem) bir başka hadisinde şöyle buyuruyor:
“Her kim itaattan bir el kadar ayrılırsa, kıyamet gününde Allah'a
karşı kendisini onunla müdafa edecek lehine hiçbir hücceti olmayacaktır. Her
kim de boynunda (emire) beyatı olmayarak ölürse cahiliyyet ölümü ile ölür.”[104]
Başka bir hadis de Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem):
“Allah'a isyan eden hiç kimseye itaat yoktur. İtaat iyiliktedir.”[105]
buyururlar.
Diğer bir başka hadisinde de (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle
buyururlar:
“Ma'siyetle emrolunmadıkça hoş görsün veya görmesin, rnü'minin her
hususta Ulûl emri dinlemesi ve itaat etmesi lâzımdır. Ma'siyetle emrolunduğu
zamanda dinlemez ve itaat etmez.”[106]
Uyulması
Vacip Olan Mezhep Hakkında
Reddiyyeyi kendisine yazdığımız İbnul Mutahhar şöyle diyor :
“İmâmiyye Mezhebi kendisine uyulması vacip olan mezheptir.
Çünkü o, mezheplerin hak ve doğruya en yakın olanıdır, İmamîler akaidde
bütün fırkalardan ayrılmış ve kesin olarak kurtuluşa ermişlerdir. Çünkü onlar
dinlerini masum imamlarından almışlardır. Diğer mezhepler ise ihtilafa
düştüler, görüşleri çoğaldı. Onlardan biri hakketmeden halifeliğe talib
çıkarken diğerleri dünya menfaati için ona biat ettiler. Bunlardan birisi Ömer
b. Sa'd b. Mâlik'tir ki, emirlik ile Hüseyin'e (r.a.) karşı çarpışma arasında
muhayyer bırakıldığı zaman, Hüseyin'i (r.a.) öldürecek olanın cehenneme
gireceğini bilmesine rağmen şöyle demiştir:
“Vallahi doğru söylüyorum. Bu işte düşünemiyorum. İki tehlikeli durum
arasında şaşırıp kaldım. Rey mülkünü mü terkedeyim? Hüseyin'i (r.a.) öldürme
günahını mı yükleneyim? Onu öldürsem doğrudan cehenneme gireceğim. Fakat Rey'de
de gözüm vardır. Bazılarına durum karışık geldi, dünyayı tercih ettiler ve ona
uydular. Yanlış düşündüler de hakkı bulamadılar ve Allah onları muaheze etti.
Bir başkaları yanlış anlayışa saplanarak, çoğunluğu orada gördükleri için
onlara biat ettiler. Hakkın çoğunlukta olduğunu zannettiler de, Allah (celle
celâlühü)'ın:
“Doğrusu ortakların çoğu birbirine haksızlık ederler; ancak iman edip
de sâlih amel işleyenler müstesnadır. Bunlar da ne kadar az.”[107]
Ayetinden de gafil kaldılar. Bir başkası da, hakkıyla halifeliği istedi.
Ancak dünya zînetine düşkün olmayan ve kurtuluşa eren azınlık ona biat ettiler.
O azınlık kendilerine emredileni yerine getirdiler. O emir de, hilafete
öncelikle lâyık olana itaat etmektir. Durum böyle olunca hakkı aramak ve görüş
sahiplerinin neye dayandıklarını öğrenmek gerekir. Ta ki hak yerini bulsun.
Allah (celle celâlühü) şöyle buyuruyor:
“Haberiniz olsun, Allah'ın laneti zalimlerin üzerinedir.”[108]
İbnul Mutahhar, Rasûlullah'dan (sallallahu aleyhi ve sellem) sonra
müslümanları dört guruba ayırıyor.
Bu tamamen yanlıştır. Zira ashab-ı Kiramdan hiçbiri bu saydığı sınıflara
dâhil değildir. İddiasınca haksız olarak hilafeti isteyen Ebubekir'dir (r.a.).
Halifeliği haklı olarak isteyen de Ali'dir (r.a.). Bu iddiası her ikisine de
yaptığı bir iftiradır. Ne Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) ve ne
de Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh) halifeliğe talip çıkmıştır.
Râfizî İbnul Mutahhar, diğer iki gurubu dünyaya ve kendi yanlış
fikirlerine körü körüne bağlı olmakla suçlamıştır.
Gerçekten insanın hakkı öğrenmesi ve Ona uyması şarttır. Çünkü Yahudîler
hakkı öğrendikten sonra ona uymadıkları için kendilerine gazab inmiştir.
Hıristiyanlar da hakkı öğrenmek istemedikleri için sapıtmışlardır. Bu ümmet ise
bütün ümmetlerin en hayırlısıdır. Allah (celle celâlühü) bu ümmet hakkında:
“(Ey Muhammed Aleyhisselâm ümmeti) Siz beşeriyet için meydana
çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz”[109]
buyuruyor.
Bu ümmetin en hayırlı olanları da Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve
sellem)'ın muasırları, Ondan sonra sırasıyla onları takip edenlerdir.
Bu hususta Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurur:
“İnsanların en hayırlıları benim asrımda yaşayanlar, (İman
ederek Rasulullah'ı görenlerdir.) Sonra Onları takip edenlerdir.”[110]
Ama Râfizîler, bunlar hakkında yukarıda naklettiklerimizi iddia ediyorlar.
Onları ilim bakımından insanların en câhili, hevâ ve hevesine en çok düşkün
olanı kabul ediyorlar. Râfizîlere göre bu ümmetin Rasûlullah'tan sonra sapıtmış
olması gerekiyor.
Ey Râfizi! Bu anlattıkların sence Peygamberden sonra vuku bulmuşsa,
ileride nakledeceklerin ve onları delil olarak getirmeye çalışacağın diğer
hususlar kim bilir nasıl olacaktır?!
Ashab-ı Kiram hakkında söylediğin, “Görüşleri, kötü arzuları adedince
teaddüt etmiştir. (çoğalmıştır)” şeklindeki iddiandan, Onlar çok çok
uzaktırlar.
Ey sapık! Bu sözle kimleri kasdettiğini biliyor musun? Bu sözünle Allah (celle
celâlühü)'ın haklarında:
“(İslâm'a ve dolayısıyla cennete girişte) ileri geçerek
birinciliği kazanan Muhacirler ve Ensar, bir de güzel amellerle onların izinde
giden mü'minler (var ya), Allah onlardan razı olmuştur. Onlar da
Allah'tan razı olmuşlardır.”[111]
“Muhammed (a.s.) Allah'ın Rasûlüdür. O'nun beraberinde
bulunanlar (Ashab-ı Kiram) kâfirlere karşı çok şiddetli, kendi
aralarında gayet merhametlidirler.”[112]
“Onlardan (Muhacir ve Ensardan) sonra gelenler şöyle derler:
“Ey Rabbimiz! Bizi ve iman ile bizden evvel geçmiş olan kardeşlerimizi bağışla”[113] buyurduğu
kimseleri kasdediyorsun.
Ensar ve Muhacirden sonra gelenler, ashab için kalblerine bir kin
bırakmamak için Allah (celle celâlühü)'tan niyaz ederken, râfizîler O hayırlı
ümmete -Ashabı Kiram- af dilemedikleri gibi onlar için kalblerinde kin
besliyorlar.[114]
Hasan b. İmâre, Hakem'den, O'da Muksim'den, O'da İbn-i Abbas'tan rivayet
ettiğine göre İbn-i Abbas şöyle diyor:
“Allah (celle celâlühü) Rasûlullah'ın arkadaşlarına -Ashab-ı Kiram- af
dilemeyi emretmiştir. Bunların savaşacaklarını da biliyordu.”
Urve (r.a.) Âişe'nin şöyle buyurduğunu rivayet ediyor:
“(Mü'minler) Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem)'in ashabına af
dilemekle emredildiler, Onlar (Şiîler) ise onlara küfrettiler.”
Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurur:
“Ashabıma sövmeyiniz. Allah (celle celâlühü)'a kasem ederim ki
herhangi biriniz Uhud dağı kadar altın infak etse, onlardan (Ashabımdan)
birinin bir avuç, hatta yarım avuç sadakasına (sevabta) yetişemez”113
[115].
Câbir'den (r.a.):
Âişe'ye (r.a.):
“Bazı insanlar Rasûlullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem )ashabına dil
uzatıyorlar. Hatta bu dil uzatmaları Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh) ve Ömer'e
(r.a.) varmıştır” denilince:
“Bunda hayret edilecek bir şey yoktur, diyerek devamla şöyle buyurdu:
Ebubekir ( r.a.) ve Hz. Ömer'in (radiyallâhü anh) amelleri kesilince
Allah (celle celâlühü) sevaplarının kesilmemesini istedi. Diye rivayet
edilmiştir.
Sevrî, Nusayr b. Zu'lûk'tan, O'da İbn-i Ömer'in şöyle dediğini rivayet
ediyor:
“Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem)'in ashabına sebbetmeyiniz
(sövmeyiniz). Onlardan birinin Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ile bir
saat sohbetleri, sizden birinizin yapacağı kırk yıllık ibadetinden daha
hayırlıdır.”
Allah (celle celâlühü) bu zatlar hakkında şöyle buyuruyor:
“Hakikaten Allah, (Hudeybiye'de) ağacın altında sana biat
etmekte oldukları vakit, o mü'minlerden razı oldu. Böylece kalblerinde olan
sadâkati bildi de, üzerlerine sekinet (manevî huzuru) indirdi.
Kendilerine de yakın bir zafer (Hayber'in Fethini) verdi.”[116]
Allah (celle celâlühü) bu Ayet-i Kerime ile onlardan razı olduğunu ve
kalplerinde olanı bildiğini beyan ediyor. Bunlar Bindörtyüz kişi olup
Ebubekir'e (r.a.) de biat edenlerdir.
Câbir b. Abdullah'ın rivayet ettiğine göre Rasûlullah (sallallahu aleyhi
ve sellem) bir hadislerinde şöyle buyuruyorlar:
“Hudeybiyede ağacın altında -Rasulullah'a- biat edenlerden
hiçbirisi cehenneme girmeyecektir. ”[117]
Allah (celle celâlühü) Ensar ve Muhacir olan ashab hakkında şöyle
buyuruyor:
“Andolsun ki Allah Peygambere ve güçlük saatinde (Tebûk savaşında
çekilen sıkıntı ve mahrumiyet günlerinde) Ona uyan Muhacirlerle Ensara
lütfetti. (tevbelerini kabul etti)”[118]
“Sizin veliniz ve yardımcınız ancak Allah'la Onun Peygamberidir; bir
de iman edenlerdir.”[119] “Erkek ve kadın bütün
mü'minler, birbirlerinin velileridirler. (yardımcıları ve dostlarıdır.) ”[120]
Böylece Allah (celle celâlühü) bu zatlara (ashab) tabî olmayı emrederken,
râfizîler onlardan uzaklaşıyorlar. Bazı câhiller Mâide sûresinin ellibeşinci
ayetinin devamı olan:
“... ki, Onlar, Allahın emirlerine boyun eğerek namaza devam ederler
ve zekat verirler” bölümü, Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü
anh) namazda iken yüzüğünü tasadduk etmesi üzerine indiğini iddia ederek, bu
hususta mevzu hadis de rivayet etmişlerdir. Hayır! Bu hiç de böyle değildir.
Birincisi, âyet cemi sığasıyla kullanılmıştır. Ali ise müfreddir.
“Vehum râki'ûn” daki “Vav” hal bildiren “vav” değildir. Eğer durum bildiren hal
vavı olsaydı zekâtın namazda ve rükû halinde verilmesi gerekecekti.
İkincisi, burda bir medih vardır. Medih ise vacip veya müstehap
olan bir işten dolayı yapılır. Namaz kılarken zekatı vermek ise ittifak ile
namazda bir meşguliyet olduğu için ne vacip ne müstehaptır. Övgüye de lâyık
değildir.
Üçüncüsü, Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) zamanında Hz.
Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) verecek zekâtı ve yüzüğü de
yoktu. Farzedelim yüzüğü varmış peki yüzük neyin zekâtıdır! Fakihlerin çoğu da
yüzüğün zekata tabi olmadığını söylüyorlar Şiilere göre yüzüğü dilenciye
vermiştir. Medih ise zekatın hemen verilmesi üzerine yapılmıştır.
Dördüncüsü, Ayetin akışından kâfirlerle dost olmaktan nehiy
mü'minlerle de dost olma hususunda emir vardır. Râfizîler ise, gördüğümüz gibi
mü'minlere düşmanlık edip, münafık ve Tatar müşriklerinin arkasından
gidiyorlar. Allah (celle celâlühü):
“O'dur ki, seni yardımıyla ve mü'minlerle te'yid etti ve kalblerinin
arasını sevgi ile birleştirdi.”[121]
buyururken, râfizîler ümmetin en seçkinlerinin arasını yalan ve iftiralarla
bozmak istiyorlar. Allah (celle celâlühü) şöyle buyurur:
“Artık o kimseden daha zâlim kim olabilir ki, Allah'a karşı yalan
söylemiş; doğruyu (Kur'anı) da, kendisine geldiği vakit yalanlamıştır.
Kâfirlerin yeri cehennemde değil midir? Doğruyu / gerçeği (Kur'ânı) getiren
(Rasûlullah) ve Onu tasdik eden (Mü'minler) ise, işte bunlar
takva sahibi kimselerdir. Onlara, Rableri katında, ne dilerlerse var. İşte bu,
güzel ve iyi iş görenlerin mükafatıdır. Çünkü Allah, Onların daha önce
işledikleri amelin en kötüsünü bile örtüp bağışlayacak ve yapmakta oldukları
güzel amellerin en güzeli ile mükâfatlarını kendilerine verecektir.”[122]
Binaenaleyh (bundan dolayı) Ashab, ümmetin en üstünüdür. Allah (celle
celâlühü) Onlara, en kötü amellerini bile bağışlayacağını va'dediyor. Halbuki
Ali(r.a.), onlara -râfizîlere- göre günahsızdır. Şimdi söyleyin bakalım Hz. Ali
(kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) niçin ayetin şümulüne girmiştir?
Allah (celle celâlühü):
“Allah, aranızdaki iman edip iyi ameller işleyenlere, kendilerini
tıpkı daha önceki mü'minler gibi yeryüzünde egemen kılacağım, kendileri için
seçtiği dinlerini sarsılmaz temellere oturtacağını ve korkularını güvene
dönüştüreceğini vadetti. Çünkü onlar bana kulluk ederler, hiçbir şeyi bana
ortak koşmazlar. Bu a,amadan sonra kâfir olanlara gelince, onlar yoldan
çıkmışların ta kendileridirler.”[123]
Buyurarak onlara hükümranlığı va'dediyor, onlardan hoşnut olduğunu,
onların takva sahibi olduklarını, onlara yardım gönderdiğini beyan ediyor.
Bütün bu sıfatlar Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh) ve Ömer'e (r.a.) biat eden
Ashab-ı Kiram içindir. Daha o zamandan beri hükümran olmuşlar, dini hâkim
kılmışlardır. Ondan sonra da Fars ve Rumlara galebe çalarak Şam, Irak, Mısır,
Mağrib, Horasan, Azerbaycan ve benzeri ülkeleri fethettiler. Hz. Ömer
(radiyallâhü anh) şehid edilip, fitneler alevlenince hiçbir yeri fethedemediler
Üstelik Rumlar ve diğer milletler topraklarına göz dikmeye başladılar.
Bid'atlar; haricilerden, rafizilerden ve nâsibilerden türemeğe, kanlar akmağa
başladı. Vefatından: sonraki durum ile önceki durum nerede?
Râfizîler,
“Münafıklar da görünüşte müslüman idiler” deyip itirazlarına devam
ederlerse, onlara şu cevabı veririz:
O bahsettiğiniz münafıklar hayırla nitelendirilmiş olmadıkları gibi,
Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ve mü'minlerle beraber değildirler.
Allah (celle celâlühü) şöyle buyurur:
“Muhakkak ki, Rabbinden (Mü'minlere) bir zafer gelirse, onlar (o
münafıklar, mü'minlere) şöyle diyecekler: “- Doğrusu biz de sizinle
beraberdik.” “Allah, alemlerin kalblerinde olanı (İman ve nifakı) en iyi
bilen değil midir?”[124]
“(Münafıklar) sizden olduklarına dair kesin olarak Allah'a
yemin de ederler. Halbuki onlar, sizden değildirler. Fakat onlar, kâfirlere
yapılan muamelenin kendilerine de yapılmasından korkarlar, sırf görünüşte
müslüman olan bir kavimdirler”[125]
“Muhakkak ki münafıklar cehennemin en aşağı tabakasındadırlar.”[126]
Allah (celle celâlühü) münafıkların mü'minlerden olmadıklarını, ne
bunlardan ne şunlardan olmayıp ortada kaldıklarını beyan ediyor. Gördüğün gibi
râfiziler de aynı karakterdedirler.
Allah (celle celâlühü) buyuruyor ki:
“Andolsunki, eğer münafıklarla kalblerinde şehvet hastalığı bulunanlar
ve şehirde (mü'minlerin ayıblarını arayıp) kötü haber yayanlar, (fenalıklarından)
vazgeçmezlerse, muhakkak seni onlara musallat ederiz. Sonra seninle o
şehirde (Medine'de) az bir zamandan fazla kalamazlar (komşu
olamazlar.)”[127]
Allah (celle celâlühü) Rasûlünü onlara karşı hiddete getirmeyip, onlarla
çarpıştırmayınca, münafıklar, müslümanların bu işten vazgeçtiklerini
zannettiler. Zaten ağaç altındaki biatta Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve
sellem) ile beraber münafıklardan yalnız El-Ced b. Kays vardı. O da devesinin
arkasında saklanmıştı. Hülâsa olarak münafıklar sahabe arasında gizli ve âciz
idiler. Özellikle bu durum Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)ın son
günlerinde ve Tebuk seferinden sonra kendini açıkça gösteriyordu. Çünkü Allah (celle
celâlühü) şöyle buyurmuştur:
“(Münafıklar) diyorlar ki, (eğer bu savaştan) Medine'ye
bir dönersek kuvvet ve şerefi çok olan (bizler), zayıf ve düşük olanı (Mü'minler
topluluğunu) oradan çıkaracaktır. Halbuki kuvvet ve üstünlük Allah'ın,
Rasûlünün ve mü'minlerindir; fakat münafıklar bilmezler.”[128] Artık üstünlüğün yalnız
Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem)'in ashabına ait olduğu, münafıkların da
onların arasında zilletle yaşadıkları anlaşılmıştır.
Allah (celle celâlühü) şöyle buyuruyor:
“(Ey mü'minler, münafıklar) size (gelip) rızanızı
kazanmak için; (“Biz münafık değiliz” diye) Allah'a yemin ederler”[129]
“Kendilerinden razı olasınız diye, size yemin edecekler, fakat siz,
onlardan razı olsanız da asla Allah o fâsıklar topluluğundan razı olmaz”[130]
“Sizden olduklarına dair kesin olarak Allah'a yemin de ederler.
Halbuki onlar, sizden değildirler. Fakat onlar, kâfirlere yapılan muamelenin
kendilerine de yapılmasından korkmakla, sırf görünüşte müslüman olan bir
kavimdirler.”129 [131]
İşte münafıkların sıfatları bu zelil sıfatlardır. Ama Muhacir ve Ensâr
peygamberlerinin vefatından önce üstün ve şerefli oldukları gibi vefatından
sonra da aynı şerefe sahip olmuşlardır. Nesiller de onları böyle anacaklardır.
Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'ın aziz sahabilerinin münafık veya
zelil olmaları kesinlikle mümkün değildir. Aksine münafıklık, râfizî'lerin sıfatıdır.
Onların nişanesi zillettir. Kaftanları nifak ve takiyye -gerçek durumu
gizlemek-, sermayeleri yalan ve yalan yemindir. Daha da aşırı giderek,
zındıklığa sapıyor ve kalben inanmadıklarını dille söylüyorlar. Hatta Cafer
Sadık'a iftira ederek,onun:
“Takıyye benim ve ecdadımın dinidir” dediğini iddia ediyorlar. Allah (celle
celâlühü) ehli beyti bu iddialarından tenzih etmiş, onları takiyyeye muhtaç
etmemiştir. Ehli beyt, insanların en sâdıklarından, iman yönünden en
büyüklerinden idiler. Onların dini, takiyye değil takvadır.
Mü'minler mü'minleri bırakıp da kafirleri veliler edinmesinler. Kim
böyle yaparsa Allah'la arasında bir bağlantısı kalmamıştır. Ancak onlara (karşı)
takiyye uygulamanız müstesnadır. Allah kendisine karşı (gelmekten) sizi
sakındırıyor. Dönüş Allah'adır.”[132]
Ayet-i Kerimesine gelince, bu kâfirlerden korunmayı gerektiren bir
emirdir. İddia ettikleri gibi yalan ve takiyyeyi emretmemiştir. Evet Allah (celle
celâlühü) küfre zorlayan kimseye, onu hissettirecek bir kelimeyi telaffuz
etmesine ruhsat vermiştir ama, Ehli beyti, hiç kimse hiçbir şeye icbar
etmemiştir. Hatta Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh) onlardan hiçbirini kendisine
biat etmeleri için zorlamamıştır. Aksine isteyerek ona biat etmişlerdir. Ne Hz.
Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) ve ne de başka biri diğerinden
korktuğu için sahabeyi övmüş değildir. Onları buna da zorlayan bir kimsenin
olmadığı ittifakla sabittir. Emevî ve Abbasîler devrinde iman ve takva
bakımından Hz. Ali'den (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) çok daha aşağı insanlar
vardı ki, bunlar halifelerde olan bazı şeyleri kerih gördükleri için onları
medhetmiyor ve sevmiyorlardı. O halifeler de onları, kınamıyorlardı. Kaldı ki
Râşid halifeler insanları zulüm ve itaata icbar hususunda Emevî ve Abbasî
halifelerine hiç de benzemiyorlardı. Hıristiyanların elinde esir ve azınlık
hükmünde olan müslümanlar dinlerini açıkça yaşadıkları halde, Hz. Ali
(kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) ve torunlarının esirlerden ve zâlim
idarecilerin maiyetinde olanlardan daha güçsüz olduklarını kim iddia edebilir?
Tevâtüren biliyoruz ki, Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) ve
torunlarını diğer üç halifenin faziletlerinden bahsetmeye hiç kimse
zorlamamıştır. Buna rağmen, onlar, o büyük halifelerin faziletini anlatıyor ve
onlara karşı insaflı davranıyorlardı.
Ey Râfizî!
“Onlardan birisi haksız olarak hilâfeti istedi. Müslümanların çoğu da
dünya menfaati için ona biat ettiler.” sözünle Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh)'i
kastediyorsun.
Ebûbekir'in (r.a.), hilâfeti kendisine istemediği malumdur. Hatta
Ebubekir şöyle demiştir:
“Ben sizin için Ömer'i, Abdurrahman'ı veya Ebû Ubeyde'yi tavsiye
ediyorum.”
Bunun üzerine Hz. Ömer (radiyallâhü anh):
“Vallahi boynumun vurulması; içinde Ebûbekir'in bulunduğu bir millete
emirlik etmekten, benim için daha sevimlidir” dedi.
Gerçekten Ebubekir'i (r.a.), Ömer, Ebû Ubeyde ve diğer müslümanlar
seçerek ona biat ettiler. Şüphesiz ki, Onlar Ebubekir'i kendilerinden hayırlı
biliyorlardı. Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) onun hakkında :
“Allah ve mü'minler, Ebûbekir'den başkasını reddeder”[133]
buyurmuştur.
Farzet ki Ebubekir hilafeti istemiş, onlar da biat etmişlerdir.
“Hilafet istemiş, onlar da ona dünya menfaati için biat etmişlerdir”
sözün açık bir iftiradır.
Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh), onlara dünyalık bir şey vermemiştir. O,
Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'ın zamanında elinde kalan az bir
maldan başka bütün malını infak etmiştir. Ona biat edenler ise dünyadaki
insanların en zahidleridir. Yakın, uzak herkes Ömer, Ebu Ubeyde, Usayd b.
Hudayr ve emsallerinin zühdünü çok iyi bilir.
Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'in vefatından sonra onlara
verilecek beytülmal de yoktu. Hz. Ebubekir'in (radiyallâhü anh) yolu ve
karakteri gelirleri taksim etmede eşitlik prensibine uymak idi. Hz. Ali'nin
(kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) karakteri de böyleydi. Eğer Ali'ye (r.a.)
biat etselerdi, O da Ebubekir'in verdiğini verecekti. Çünkü Onun kabilesi Teym
kabilesinden daha üstün, akraba ve amcazadeleri nesebce Ashabın en yüceleri -
Abbas (r.a.), Ebu Süfyan, Zübeyr ve Osman (halasının oğlu) gibi- idi. Hatta Ebu
Süfyan halifelik konusunda üstünlüğünü ileri sürerek Hz. Ali (kerrem'allahü
veche radiyallâhü anh) ile konuşunca, Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü
anh) Ebubekir'in ilim ve takvasından dolayı ona cevap vermemiştir. Ümmetin
cumhuru Ebubekir'e (r.a.) biat etmekle hangi dünyevî menfaati elde etmişlerdir?
Bilhassa Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh) büyük sahabilerle diğer
müslümanlar arasında gelirleri taksim etmede eşitlik ilkesine dikkat ederek
şöyle buyururdu:
“Allah için müslüman oldular, mükâfaatları da Allah'a aittir. Bu mükafaat
da yeterlidir.”
Sünni'nin râfizîlere karşı durumu, müslümanların
hıristiyanlara karşı olan durumuna benzer.
Şöyle ki:
Müslümanlar İsa'nın (a.s.) peygamberliğine inanırlar. O'nda aşırılığa
gitmedikleri gibi Yahudilerin O'na hakaret ettikleri gibi kesinlikle hakaret
etmezler. Hıristiyanlar ise İsa (a.s.)'da o kadar aşırı gidiyorlar ki, O'nu
peygamberimizden üstün kılıyor, hatta ilâhlaştırıyorlar. Aynı zamanda
hıristiyanlar havarileri de bütün peygamberlere üstün tutuyorlar.
Bunun gibi râfizîler de Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) ile
aynı safta çarpışanları -Ester ve Muhammed b. Ebubekir gibi- Hz. Ebubekir
(radiyallâhü anh), Hz. Ömer (radiyallâhü anh)ve diğer sahabîlerden üstün
tutuyorlar. Müslüman, hıristiyanlarla münakaşaya tutuşacak olursa, Onun İsa
(a.s.) hakkında hak olandan başkasını söylemesi mümkün değildir. Ama
hıristiyanlar öyle değildir. Hele yahudinin hıristiyanla olan münakaşasını bir
kenara bırak. Çünkü hıristiyan, şüpheciliğinden dolayı yahudiye müslümanın Ona
verdiği cevabtan başkasını veremez, kesilir. Hıristiyan, Muhammed (sallallahu
aleyhi ve sellem)'e iman etmekle emrolunduğunda, O da bir sebeple
peygamberliğini zemmederse, hıristiyanın Rasûlullah hakkında söyliyeceği bir
şey yoktur ki, yahudi İsa (a.s.) hakkında onun büyüğünü ve beterini söylemesin.
Kaldı ki Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'ın peygamberliğini ispat eden
deliller, İsa'nın (a.s.) peygamberliğine işaret eden delillerden daha büyüktür.
İşte Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh) ve Hz. Ömer (radiyallâhü anh)
hususunda râfizînin Sünni'ye karşı olan tutumu da böyledir. Râfizî, Hz.
Ebubekir (radiyallâhü anh) ve Hz. Ömer'in (radiyallâhü anh) imanlarına,
adaletlerine ve cenete gireceklerine inanmıyorsa, aynı durum Hz. Ali
(kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) hakkında da vakîdir.
Bunların yalnız Ali'ye (r.a.) ait olduklarını isbatlamaya kalkışırsa
deliller onu yardımcısız bırakır. Peygamberliğin yalnız İsa'ya (a.s.) ait
olduğunu iddia eden hıristiyana delillerin yardım etmedikleri gibi.
Ali'yi (r.a.) tekfir eden Haricilerle, onu fasık kabul eden Nâsibiler,
Râfizîye:
“(Hâşâ!) Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) zâlim idi, dünya
menfaatini ve hilafeti istiyordu, onun için de kılıca sarıldı, binlerce
müslümanı öldürdü, hatta tek başına halifeliği de beceremedi, üstelik
taraftarları ondan ayrılarak onu tekfir ettiler, Nehrevan'da ona karşı
çarpıştılar” demişlerse, aslında bu sözler râfizîlerin Hz. Ebubekir
(radiyallâhü anh) ve Hz. Ömer (radiyallâhü anh) hakkında söyledikleri sözler
gibi tamamen fâsiddir. Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh)ve Hz. Ömer (radiyallâhü
anh)hakkında söylenen sözler gerçekten onlara yönelik ise Hz. Ali
(kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) hakkında söylenen yukarıdaki sözler de
bunun gibidir.
Şurada bir hâdiseyi zikretmekte fayda vardır. O da şudur:
Müslümanlar bir mevzu için Ebubekir el-Bakıllanî'yi Kostantiniyye'deki
(İstanbul) hıristiyan imparatorluğuna gönderdiklerinde hıristiyanlar onu çok
iyi karşıladılar. Fakat imparatora secde etmiyeceğinden korktukları için
eğilerek imparatorun huzuruna girsin diye onu küçük bir kapıdan içeriye
aldılar. El - Bakıllânî bunu anladı ve zorla da olsa gerisin geriye imparatorun
huzuruna çıktı. İmparator müslümanlara hakaret olsun diye Ona:
“Peygamberinizin hanımı hakkında ne deniliyor?” -bununla ifk hâdisesini
kastediyor- sorusunu sordu. Ebubekir el-Bakıllânî şu cevabı verdi:
“Evet yalan ve iftira ile zina ettikleri iddia edilen iki kadın vardır,
bunlar Meryem (r.a.) ve Aişe (r.a.)'dir. Meryem bekâr olduğu halde doğum
yapmıştır. Aişe (r.a.) evli olduğu halde çocuk getirmemiştir.”
Bunun üzerine hıristiyan imparator şaşakaldı. Böylece Âişe (r.a.)'nin
beraeti -suçsuzluğu- Meryem'in (r.a.)[134]
beraetinden daha açık ortaya konulmuş oldu.
(Kafasız bir hıristiyan imparatoru Kostantiniyye'de Aişe'yi (r.a.) tezyif
etmek (küçük düşürmek) için Ebubekir el-Bakıllânî'ye bir soru tevcih edip ve
neticede bunun da hıristiyanların aleyhine çıktığı gibi, bu ahmak Şiilerin
iddiaları da neticede kâmil müslüman ve dördüncü halife olan Hz. Ali'nin
(kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) aleyhine çıkmasına sebep olacaktır. Bu
sapıklar yüceltme ve karşılaştırma hususunda da çok aşırı gidiyorlar. Hatta bu
kötülüklerini öğrenmek isteyenleri ortadan kaldırmağa çalışıyorlar. Aslında Hz.
Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh)ve ahfadı ehl-i sünnet indinde çok
yücedir. Bu hususta, mecûsîlerin çabasına ihtiyaç yoktur. Biz, peygamberler
hakkında Allah (celle celâlühü)'ın, söylediğinin aynısını söyleriz ki o da
şudur: “Resulleri arasında hiçbir ayrıcalık yapmayız.” (Bakara: 2/285)
Ey Râfizî!
“Sahabilerin istekleriyle ve kılıçsız, sopasız Kendisine biat etmeleri,
işlerin onunla düzene girmeleri, akrabalarından hiç kimseyi tayin etmemesi,
vârislerine hiçbir mal bırakmaması, Allah yolunda çokça mal infak etmesi, geri
kalan malını da Beytülmâle verilmesi için vasiyet etmesi, hatta onun hakkında:
“Allah seni rahmetiyle kuşatsın,” denilmesine rağmen, “Ebubekir ve ona
biat edenler halifelerine ve dünya menfaatine zorla talib çıkmışlardır” diyecek
olursan, bu sözünle ondan sonra gelecek halifeleri de zor duruma bırakmış
olursun.
Şunu iyi bil ki;
Hz. Ebubekir'in (radiyallâhü anh) hilafetinden dolayı bir tek müslüman
öldürülmemiştir. Aksine o müslümanlarla beraber mürted ve kâfirlere karşı
savaşmıştır Hastalanınca da ümmetin işlerine güvenilir, güçlü, faziletli ve
dâhi olan Ömer'i (r.a.) tayin etti. Bu tayini de ne akrabalık ve ne de dünya
menfaati için yapmıştır. Muhakkak O müslümanlar için yaptığı isabetli bîr
ictihadla onu tayin etmiştir. Bu firâset ve isabetli görüşü, müslümanlar
tarafından övülmüştür.
Hz. Ömer (radiyallâhü anh) ise devletler fethetmiş, divanlar kurmuş,
beytülmâli -hazine- doldurmuş, insanlığı adaletle kuşatmıştır. Sade yaşamış ve
yalnız akrabalarını idareye yerleştirmemiştir. Arkadaşı Hz. Ebubekir'in
(radiyallâhü anh) yolunu takib etmiştir. Neticede Cenabı Allah ona şehâdeti
nasib etmekle hayatına son vermiştir.
Râfizî;
“Bütün bunlar, riyaset ve dünya menfaatini istemekten ibarettir” demekten
çekinmiyorsa, Ali'ye (r.a.) karşı gelen Nâsibî'nin de Hz. Ali (kerrem'allahü
veche radiyallâhü anh) hakkında:
“O da riyaset ve dünya menfaatini taleb etti, halifelik için
müslümanlarla çarpıştı, ne kâfirlerle çarpıştı ve ne de bir şehri fethetti”
demesi kolay olur.
(Yüce halîfe Ömer'e (r.a.) “Güvenilir, güçlü” sıfatını veren Hz.
Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh)dir.Hz. Ömer (radiyallâhü anh) güneş
altında beytülmâlin develeri başında iken,Hz. Osman (radiyallâhü anh) ve Hz.
Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) de ona yardım ederlerken, Hz. Ali
(kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) “Çünkü tuttuğum ücretlilerin en
hayırlısı o, güvenilir, güçlü kimsedir.”[135]
Ayet-i kerimesini okuyarak Osman'a (r.a.) “Güvenilir, güçlü” diye Ömer'i (r.a.)
işaret etmiş ve ona bu sıfatı vermiştir. Allah cümlesinden razı olsun.
Kâmil bir müslüman, her dört halifeye ve Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche
radiyallâhü anh) bu dördünün dördüncüsü olduğuna inanır. Şiîler her ne kadar
yalnız Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) halifeliğini kabul
ediyorlarsa, biz ehl-i sünnet, başta râşid halifeler olmak üzere bütün
sahabiler hakkında böyle düşünürüz.)
Ey Râfizî!
Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) Allah rızasını
dilediğini, Allah (celle celâlühü)'ın emirlerini tatbik etmede taviz
vermediğini, içtihadında isabetli olduğunu, diğerlerinin ise hatalı olduklarını
söyleyecek olursan;
Sana şu cevabı veririz:
Hz. Ali'den (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) öncekiler de riyaseti
talep etmekte ondan daha uzak idiler.
Ebu Musa el-Eş'arî ile Amr b. As'ın aldıkları karar ile Hz. Ali
(kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) ve Muaviye'yi azlederek işi şûraya havale
ettiklerinde şüphe var mıdır?
Bunun gibi Abdullah b. Sebe' ve arkadaşlarının Hz. Ali'nin (kerrem'allahü
veche radiyallâhü anh) günahsızlığını ve hatta ilahlığını iddia etmelerinde de
hiç şüphe yoktur.
Bütün bunlar râfizînin Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh)
imanlı ve âdil olup diğerlerinin olmadıklarını ispatlayamadığını gösteriyor.
Râfizî, Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) tevatür
derecesinde bilinen ilk müslümanlardan oluşunu, İslâm uğruna hicret ve cihad
edişini, delil olarak getiriyorsa, aynı şeyler, Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh)
hakkında da tevatür derecesine varan haberlerle sabittir.
Ey Râfizî!
“Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh) ve Ömer (Hâşâ!) Münafık, Rasûlullah'a
gizliden düşman, imkânları nisbetinde dini bozan kişiler idi,” deme cür'etini
göstermeye kalkışırsan;
Bir başkası da (Hâşâ!) Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh)
hakkında “O, amcasının oğlunu (Rasûlullah) kıskanırdı, zaten düşmanlık
akrabalar arasında olur, O Rasûlullah'ın dinini bozmak isterdi, eline imkân
geçince kan akıttı, takiyye ve münafıklık yolunu takip etti,” deme cür'etini
gösterecektir.
Zaten Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) taraftarlarından
bâtınîler Onun hakkında öyle şeyler söylemişlerdir ki, Allah (celle celâlühü)
Onu o söylediklerinden korumuştur. Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh) ve Ömer'i
(r.a.) koruduğu gibi.
Râfizilerin Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) hakkında iddia
ettikleri hiçbir sıfat yok ki, O'nun arkadaşları olan şeyheynde -Ebubekir ve
Ömer- olmasın İsbat etme kapısı açıktır. Eğer Rafizîler Hz. Ali'nin
(kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) üstünlüğünü hadislerle iddia ediyorlarsa
şeyheynin üstünlüğünü bildiren hadisler daha çok ve daha sahihtir. Aslında
râfizîlerin iddiası İbn-i Abbas'ın fakihliğini reddeden veya Hz. Ömer'in
(radiyallâhü anh) fakihliğini isbat edip, İbn-i Mesudun fakihliğini inkâr etmek
isteyenin iddiasına benzer. (Hepsi de fakih idiler. Allah Onlardan razı olsun.)
Böyle bir kimsenin yolu zulüm ve cehaletten başka bir yol değildir. Râfizîlerin
yolu gibi.
Ey Râfizî,
Ebubekir, Ömer ve Hz. Osman (radiyallâhü anh)'ın durumlarını Ömer b.
Sa'd'ın durumuna benzetmen çok çirkindir. Çünkü Ömer b. Sa'd gereçekten
emirliği istiyor, hududu tecavüz ediyor ve bununla biliniyordu. Rasûlullah'ın
üç halifesinin Onun gibi olmaları mümkün müdür?
Ömer b. Sa'd'ın babası, yani Sa'd b. Ebi Vakkas (r.a.) Allah (celle
celâlühü)'ın lütfuyla bir çok memleketleri fethetmesine rağmen insanların
emirliğini, saltanatını istemiyordu ve her şeyde insanların en zahidi idi.
Hilafetle ilgili fitne meydana gelince Akik vadisindeki köşküne çekilerek
insanlardan ayrı yaşamaya başladı. Bunun üzerine oğlu Ömer b. Sa'd Ona gelerek
bu hareketinden dolayı Onu kınayarak şöyle dedi:
“Müslümanlar halifenin kim olacağı hakkında çekişiyorlar, Sen de burada
oturuyorsun.”
Babası Sa'd b. Ebi Vakkas Ona şu cevabı verdi:
“Uzaklaş şuradan! Ben Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'ın şöyle
buyurduğunu işittim:
“Allah Takiyy, -Allahın sevmediğinden korunan-, Hafiyy -İnsanların
bilmediği yere çekilen-, Ganiyy -Kanaat ederek insanların elindekine düşkün
olmayan- kulunu sever.”
O zaman Sa'd b. Ebi Vakkas ve Hz. Ali'den (kerrem'allahü veche
radiyallâhü anh) başka İslâm şûrası üyesi de kalmamıştı. (Allah her ikisinden
razı olsun)
Sa'd b. Ebi Vakkas, Irak'ı fetheden, Kisra ordusuna boyun eğdiren ve
cennetle müjdelenen on zâtın, en son vefat edenidir. Bundan dolayı Ömer b.
Sa'd'ın hiçbir zaman babası Sa'd b. Ebi Vakkas. Ebubekir, Ömer ve Osman'a
benzetilmesi doğru değildir.
Râfizîler Muhammed b. Ebibekir Essiddîk'i babasına benzetmedikleri gibi,
aksine Onlar Osman'a (r.a.) eziyet verdiği ve Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche
radiyallâhü anh) de üvey oğlu (Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh) vefat ettikten
sonra Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh), Muhammed b. Ebubekir'in
annesi olan Ebubekirin (r.a.) zevcesini almıştır) olduğu için Muhammed b.
Ebibekr'i çok büyük görüyorlar. Bununla beraber babası olan Ebu Bekir’e (r.a.)
lanet okuyorlar.
Ehli beytin aleyhinde olan Nâsibiler, sizin yaptığınız gibi Osman'ın
(r.a.) taraftarlarından olduğu ve Hüseyn'i (r.a.) öldürdüğü için Ömer b. Sa'd'i
över, buna karşılık Muaviye ile Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh)
arasındaki savaşa katılmadığı için de babası olan Sa'd b. Ebi Vakkas'a
küfrederlerse, bunlar sizin gibi râfizî olmazlar mı? Elbette olurlar. Fakat
muhakkak ki râfizîler onlardan da daha kötüdür. Çünkü Hz. Ebubekir (radiyallâhü
anh), Sa'd b. Ebi Vakkas'tan üstündür.Hz. Osman (radiyallâhü anh) da
öldürülmekten elbette Hüseyin'den (r.a.) daha uzaktır. Bununla beraber her
ikisi de mazlum ve şehittirler. Allah her ikisinden de razı olsun.
İşte bunun içindir ki, Osman'ın (r.a.) öldürülmesiyle ümmet arasında
doğan fesat ve düşmanlık, Hüseyin'in (r.a.) öldürülmesiyle ümmette meydana
gelen fesat ve düşmanlıktan daha büyüktür. Hem de Hz. Osman (radiyallâhü anh)
ilk müslümanlardan olan, haksız olarak halifelikten alınması istenen ve bu haksızlığı
kabul etmeyen mazlum bir halifedir. Aynı zamanda nefsi için çarpışmaya
girişmeyen ve şehid edilinceye kadar sabreden bir zâttır.
Hüseyin (r.a.) ise halife değildi. O başta halifeliğe talip idi. Bilahare
bu talebini uygun görmedi. Ancak Yezid'e götürülmek üzere teslim olması
istenince, bu isteği reddederek şehid edilinceye kadar çarpışmıştır.
Bütün bunlara rağmen Osman'a (r.a.) yapılan zulüm Hüseyin'e (r.a.)
yapılan zulümden büyük idi. Sabrı ve yumuşaklığı daha mükemmeldi. Yine de her
ikisi mazlum birer şehittirler.
Birisi kalkıp da Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) ve
Hüseyin'in (r.a.) halifeliği istemelerini İsmailîlerin talebine benzeterek:
“(El-Hakim ve Übeyd oğullarının diğer reisleri gibi), Ali ve Hüseyin'in
haksız olarak halifeliğe talip çıkan iki zâlimdir.” diyecek olursa, Hz. Ali
(kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) ve Hüseyin'in (r.a.) sağlam din ve
imanlarına, diğerlerinin de dinsizlik ve münafıklıklarına binaen yukardaki
sözleri söyleyen kimse, sözlerinde yalancı olmaz mı?
Onları doğuda veya batıda, Hicaz'da veya başka bir yerde haksız olarak
halifeliği isteyip halka zulmedenlere benzetmek tam bir iftira ve zulüm olmaz
mı?
Elbette ki bu kimse müfteri ve zâlim olacaktır. İşte Hz. Ebubekir
(radiyallâhü anh) ve Ömer'i (r.a.) Hüseyin'in (r.a.) öldürülmesine sebep olan
Ömer b. Sa'd'a benzeten de en büyük müfteri ve zâlimdir.
Üstelik Ömer b. Sa'd hayırdan uzak olmakla beraber günahının büyüklüğünü
itiraf etmiştir. O, Cibril bana vahiy getiriyor, diyerek, Hüseyin'e (r.a.)
sözde yardım ettiğini iddia eden ve onun katillerini araştırmaya kalkışan
yalancı Şîîden daha iyidir. Bu Şiî, Ömer b. Sa'd ve zâlim Haccac'dan daha
kötüdür. Çünkü Şiî, Allah ve Rasûlüne iftira etmiştir.
Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) de:
“Sakıf kabilesinden biri yalancı, biri de kan dökücü olmak üzere
iki kişi çıkacaktır.”[136]
buyurmuşlardır.
İşte yalancı olan el-Muhtar b. Ebî Ubeyd, kan döken de Yusuf oğlu
Haccac'dır.
İkisi de Sakif kabilesindendir. Evet Ömer b. Sa'd Hüseyin'i (r.a.)
öldüren birliğin komutanı idi. Ama zulme ve dinden fazla dünyaya düşkün
olmasına rağmen günahta el-Muhtar b. Ebî Ubeydullah'ın günahına yetişmemiştir.
El-Muhtar, fikrince Hüseyin'e (r.a.) taraftar çıkarak katilini
öldürmüştür! Bu adam yalan ve masiyette Ömer b. Sa'd'i geçmişti. Bu yalancı
Şiî, Haccac'tan da kötüydü.
Evet haccac Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'in isimlendirdiği
gibi haksız olarak kan döküyordu.
El-Muhtar ise Cibrilin kendisine gelerek vahiy getirdiğini iddia eden bir
yalancı idi.
El-Muhtar'ın bu yalan iddiası ise elbette ki insanları öldürmekten de
daha büyüktü. Çünkü vahyi iddia etmek küfürdür. Bu iddiasından vazgeçmediyse
mürted gitmiştir. Şüphesiz ki küfür kan akıtmaktan daha büyüktür. Bu sonu
gelmeyen bir konudur.
Çünkü haklı veya haksız olarak Şiilerin zemmettikleri hiçbir kimse yok ki
ondan daha berbat olanı aralarında olmasın.
Yine Şiilerin medhettikleri bir kimse olursa, mutlaka haricîlerin
medhettikleri ondan daha hayırlı olur.
Râfizîler, ehl-i beyte düşmanlık eden Nevâsıbdan daha kötü olmakla
beraber, râfizîlerin kâfir veya fâsık dedikleri kimseler, nevâsıbın kâfir veya
fasık dedikleri kimselerden daha üstündürler.
Ehl-i sünnete gelince:
Onlar bütün mü'minlerin dostudurlar. Bilerek ve adaletli konuşurlar.
Allah (celle celâlühü)'ın ehl-i beyte nasîb ettiği hukuklarına riayet ederler.
Hiçbir zaman El-Muhtar ve Onun gibi yalancıların yaptıklarını yapmadıkları
gibi, Haccac ve Onun gibi zâlimlerin yaptığını da yapmazlar.
Bütün bunlardan sonra İslâmı ilk olarak kabul eden sahabilerin derecesini
de takdir ederler. Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh) ve Hz. Ömer'in (radiyallâhü
anh) fazilette hiç bir sahabinin ulaşamadığı makama sahip olduklarını bilirler.
Bunlar gibi Osman'la (r.a.) Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh)
de. Allah cümlesinden razı olsun.
Bu derecelendirme asr-ı saadette, kenarda kalmış birkaç kişi hariç
herkesçe kabul ediliyordu. Hatta o zaman Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche
radiyallâhü anh) arkadaşı olan sahabiler de Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh) ve Hz.
Ömer'in (radiyallâhü anh) Ondan üstün olduklarında şüphe etmiyorlardı. Üstelik
mütevâtir bir şekilde Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh):
“Bu ümmetin peygamberinden sonra en faziletlisi Ebubekir ve Ömer'dir”
dediği rivayet edilmiştir.
Fakat Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) bazı arkadaşları
O'nu Osman'a (r.a.) üstün tutuyorlardı.
Bundan dolayı ehli sünnet; Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh) ve Hz. Ömer'in
(radiyallâhü anh) önüne geçilmez haklara sahip oldukları hususunda ittifak
halindedir. Ebu Hanife, Şafiî, Mâlik, Ahmed b. Hanbel, Sevrî, Evzaî ve Leys b.
Sa'd' in mezhepleri ile ümmetin fıkıh, hadis, tefsir ve Zühd ehlinin
mütekaddimin ve müteahhirîn âlimleri de bu görüştedirler.
Hz. Osman (radiyallâhü anh) ve Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche
radiyallâhü anh) durumuna gelince; Medineli bir gurup müslüman hangisinin üstün
olduğu hususunda susuyorlardı. Malikten bir rivayet de aynı istikamettedir.
Kûfelilerden bir gurup müslüman ise Ali'yi (r.a.) ön planda tutuyorlardı.
Süfyanı Sevri'den gelen bir rivayet de bu istikamettedir. Fakat Eyyûb
Es-Sehteyânî ile buluştukları bir sırada Süfyan'ın bu görüşünden vaz geçerek :
“Ali'yi Osman'dan üstün tutan kimse muhacir ve ensarın kıymetini
bilmemiştir.” dediği rivayet edilmektedir.
Diğer bütün imamlar Osman'ı (r.a.) üstün tutmuşlardır. Hadis ehlinin
cumhuru da bu görüştedir. Nass buna delâlet ettiği gibi icma'da bu
istikamettedir.
Mütekaddimînin Ca'fer veya Talha'yı (Allah her ikisinden razı olsun)
tercih ettikleri hususundaki rivayetler ise, bu tercihin umumi değil bazı
hususlarda olduğu hakkındadır. Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh)
hakkında onlardan rivayet edilen de böyledir
Râfizînin bir iddiası da şudur:
“Hilafet meselesi bazısına karmaşık geldi. Dünyayı isteyene, biat ederek
ona uydular, görüşlerinde acze düştüler de hakkı bulamadılar. Hakkı sahibine
vermemekle Allah (celle celâlühü)'ın cezasına duçar kaldılar. Bazısı meseleyi
kavrıyamadığı için biat ettiler. Onlar çoğunluğu görünce onlara tabî oldular.
Çokluğun doğruyu gerektirdiğini vehmine kapıldılar da Allah (celle celâlühü)'ın:
“Onlar da ne kadar azdır!”[137]
“Kullarım içerde şükredenler azdır.”[138]
Âyetlerini unuttular.”
Bu yalancı râfizî, Ebubekir'e (r.a.) biat eden sahabileri üç kısma
ayırıyor. Bir kısmı dünya menfaatini istedikleri, diğer bir kısmı meseleyi kavrıyamıyarak
görüş beyan etme aczine düştükleri, diğer bir kısmı da Ebubekir'e karşı güçte
âciz kaldıkları için biat ettiklerini iddia ediyor.
Hadd-ı zatında kötülük ya kasıtlı ya da bilmiyerek yapılır.
Bilmiyerek yapılan kötülük, ya fikrî aşırılık veya maddî güçsüzlükten
kaynaklanır.
Râfizî, sahabe arasında fikir yürütmeden Ebubekir'e biat edenler
olduğunu, bunlar dikkat etselerdi hakkı bulabileceklerini hatırlatarak, bu
dikkatsizliklerinden dolayı sorumlu olacaklarını saçmalıyor.
Râfizî, Ebubekir'e yapılan biatin sebeplerinden birisinin de çokluğa
kanarak fikir yürütme aczine düşenlerin sahabe arasında bulunmalarından
kaynaklandığını iddia ediyor.
Yukarıdaki iddiaları yapan râfizîye verilecek cevap şudur:
Senin bu iddiaların herkesin bildiği gibi yalandır. Zaten râfizîler
yalancı bir kavimdir. Bu râfizîden delil istenecek olursa, buna hiçbir delil
getiremiyecektir.
Allah (c.c), bilmeden konuşmayı haram kılmıştır. Şu halde nasıl olurda
doğru olan Allah (celle celâlühü)'ın dediğinin zıddı olur?!
Sahabe-i Kiramın durumunu bilmeden, bilmediğimiz hususlarda Onların
aleyhinde şehadette bulunmamız doğru değildir. Bilerek veya bilmiyerek kötülük
işlediklerini iddia etmek gibi.
Allah (celle celâlühü) şöyle buyuruyor:
“Hakkında bilgi sahibi olmadığın bir şeyin ardınca gitme, çünkü kulak,
göz ve kalp, bunların hepsi ondan sorumludur”[139]
“İşte siz, O kimselersiniz ki, hakkında biraz bilgi sahibi-olduğunuz
şeyde münakaşa ettiniz; ya hiçbir bilginiz olmayan şeyde niçin münakaşa
edersiniz?”[140]
Kaldı ki, biz kesin olarak biliyoruz ki; Sahabe-i Kiram akıl, ilim ve din
hususunda da bu ümmetin en kâmil insanlarıdır.
İbn-i Mesûd (r.a.) şöyle diyor:
“Allah (celle celâlühü) insanların kalbine baktı. Muhammed (sallallahu
aleyhi ve sellem) kalbini bütün insanların kalbinden temiz buldu. O'nu kendine
dost edindi. Sonra insanların kalbine bir daha baktı Muhammed (sallallahu
aleyhi ve sellem)'in Ashabının kalblerini geri kalanların en temizi olarak
buldu. Onları da peygamberinin dîni uğrunda çarpışan arkadaşları kıldı.
Müslümanların güzel gördükleri şey Allah indinde güzeldir, çirkin gördükleri
şey de Allah nazarında çirkindir. Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem) ashabı
ise Ebubekir'i halife yapmayı güzel görmüşlerdir.”
Başka bir sözlerinde İbn-i Mesûd şöyle buyurur:
“Sizden biri kendisine rehber edinecek birisini istiyorsa vefat edeni
edinsin. (sizden her kim bir yol tutacaksa, ölmüş olanların yolunu tutsun)
Çünkü hayatta olan fitnelerden emin değildir. Allah (celle celâlühü)'a yemin
ederim ki Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem)'in ashabı bu ümmetin en
üstünü, kalbleri en şefkatli, ilimleri en derin ve lüzumsuz şeylere hiç
karışmayanları idi. Bunlar peygamberleri ile sohbet için Allah (celle celâlühü)'ın
seçtiği bir kavimdir. Üstünlüklerini idrak ediniz, gittikleri yolu izleyiniz.
Elinizden geldiği kadar ahlâklarına ve dînî yaşayışlarına yapışınız. Muhakkak
onlar doğru yolda idiler.”
İbn-i Batte Katade'den O da başkası ile beraber bu sözü Zer b. Hübeyş'ten
rivayet etmişlerdir.
Bu sözler, Râfizî câhilin sahabe hakkında dünya sevgisi, cehalet, acz ve
tefrit gibi iddia ettiği sapık düşüncelerinin zıddıdır.
Ashâb, tam bir ilim ve hâlis niyet sahibidirler. Onlar nesillerin en
hayırlısıdır.
Rafızilik bütün kötü gurupların sığınağıdır. Nusayrîler, İsmaîliler ve
Karamitalar gibi. Bütün bunlarla ilim arasında hiçbir bağlantı yoktur.
İbn-i Kâsım[141] şöyle diyor:
“Mâlik b. Enes'ten Ebubekir ve Ömer'in durumu sorulunca şöyle buyurdu:
“Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem)'e uyan bir kimsenin Ebubekir ve
Ömer'in üstünlüğünde şüphe ettiğini görmedim.”
Ey Râfizî! “Bazısı - Ali'yi (r.a.) kasdederek - hakkıyla hilafete tâlib
oldu. Fakat azınlık ona biat etti.” diyorsun.
Şüphesiz bu sözlerin bâtıldır. Ehl-i sünnet ve şiiler Osman'ın (r.a.)
vefatından sonra Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) biat istediği
üzerine ittifak etmişlerdir. O zamandan başka hiç kimse Ali'ye (r.a.) biat
etmemiştir. Bunun aksini söyleyenler azınlıktadır
Râfizî şöyle diyor:
“Mezhebimize uymanın vacip oluşu, mezheplerin en haklısı, doğrusu, bâtıl
inançlardan ârî olanı, Allah (celle celâlühü)'ı, Rasûlü'nü ve kendilerini
tavsiye ettiği kimselerin şanını en çok yücelten bir mezhep olmasındandır. Biz
Allah (celle celâlühü)'ın Ezeli olduğuna, cisim olmadığına, hiçbir mekânda
bulunmadığına -mekânı olsaydı sonradan olması gerekirdi - inanırız.”
Râfizî bir müddet devam ettikten sonra:
“Allah (celle celâlühü) ne hisle müşahede edilir ve ne de bir yerdedir.
Emir ve nehiyleri sonradan olmadır. Çünkü ma'dumun emir ve nehiy ile teklifi
mümkün değildir. İmamlar -Şiilerin on iki imamı - peygamberler gibi küçük ve
büyük günahlardan ma'sumdurlar. Onlar şeriatı cedleri olan Rasulullah
(sallallahu aleyhi ve sellem)'dan alarak, indî görüşlere, kıyas ve istihsana
iltifat etmemişlerdir.” diyor.
Ey Râfizî!
Senin bu anlattıklarının imametle hiçbir alakası yoktur. İmamiyyeden olup
da bu iddianı inkar eden de vardır. Çünkü bu iddiana göre imamın tayini aklen
olması gerekir. Halbuki sizce imamın tayini naklî delillere göre yapılır. Sonra
bu sözlerindeki hak olanı ehl-i sünnet zaten kabul ediyor. Batıl olan da
haliyle merdûttur.
Aslında sözlerinin ekserisi Cehmiyye ve Mu'tezile mezhebinin
görüşleridir.
Sözlerinden Allah (celle celâlühü)'ın ilim, kudret, hayat ve kelam
sıfatlarının olmadığını, birşeye razı olma veya olmama durumunda olmayıp bir
şeyi sevmediği gibi ona buğz da etmediği anlaşılmaktadır.
Ehl-i Sünnet ise:
Allah (celle celâlühü)'ın bizzat kendi zâtı için sıfat isbat ettiğini
kabul edip, O'nun hiçbir yaratılmışa benzemediğine inanırlar.
Allah (celle celâlühü) şöyle buyurur:
“O'nun misli gibi (O'na benzer) hiçbir şey yoktur. O, Semî'
dir. -Bütün söylenenleri işitir, Basîr'dir -Bütün yapılanları görür.”[142] Bu âyet-i kerîme, Allah (celle
celâlühü)'ı yaratıklara benzeten Müşebbihe ve işitme, görme gibi sıfatları
olmadığını iddia eden Muattıla'ya reddir.
Evet, Allah (celle celâlühü) sıfatlarıyla kullara benzemekten
münezzehtir. Eğer Cenâb-ı Allah (celle celâlühü)'ın Müsemmâsında vücud, ilim ve
kudret sıfatları birleşiyorsa bundan zihnî bir vücud meydana gelir. Yoksa iddia
edildiği gibi hâriçte görünen bir vücud meydana gelmez. Bazı insanlar vardır
ki, bu sayılan sıfatların bir Müsemmâda -ismin delalet ettiği varlık-
toplanmasıyla Allah için meydana gelecek vücudun insanın vücuduna benzeyeceği
vehmine kapılıyorlar. Ve zannediyorlar ki, “Vücud” lâfzı iştirak içindir.
Bunlar akıllı olduklarını da iddia ediyorlar. Hadd-i zâtında bu isimler umumî
manâya geldikleri için kısımlara ayrılırlar. “Vücud” da böyledir. Vâcib,
mümkün, ezelî ve fânî vücudlar vardır.
Müşterek lâfız “El-Müşteri” lafzı gibidir. Bu lâfızla hem yıldız, hem de
müşteri (alıcı) anlaşılır. Ama “Müşterî” lâfzı açıklanmak istenildiğinde “Şu”
veya “Bu” kastedilir denilmesi gerekir.
Bazıları da “Vücud” lâfzını - Mümkün ve vacip varlıklara delâlet etmesi
bakımından- kat'î değil, şüphe üzerine varlıklara verilecek olursa bu
çelişkiden kurtulacaklarını zannediyorlar. Hiç de böyle değildir. Çünkü “Vücud”
isminin birbirinden ayrı olan iki varlığa ad olarak verilmesi bu iki varlığın
aynı olmasını gerektirmez. “Vücud” lâfzı, hem Halika hem de Mahlûka şâmil olan şümullü
bir lâfızdır, diyenler; Hâlik'ın vücudu, hakikatından ayrı bir şey olduğunu
kastediyorlar. Hâlik'ın hakikati vücudunun kendisidir diyenlere göre “Vücud”
lâfzı başkasına da delalet eden müşterek bir lâfızdır. Çoğu insanların hataya
düştükleri nokta şudur:
Onlara göre umuma şâmil olan lâfızların delâlet ettiği varlıklar mutlaka
gözle görülür olması gerekir. Aslında bu doğru değildir. Çünkü bazı varlıklar
bu kapsamın dışındadır.
Nitekim Allah (celle celâlühü) bu lafızlarla tesmiye edildiğinde O'nun
müsemması O'na yani Allah (celle celâlühü)'a mahsus olur. Ama aynı lâfızlar
kula verilmişse yalnız kula mahsus olur.
“Vücud” lâfzı ile Allah ve kul müşterek olarak isimlendirildiği için
bunların birini diğerinden kendilerine özel hususiyetlerle yani mâhiyet ve
hakikat yönünden belirtilmesi gerekir, deniliyorsa, buna da şu cevap verilir:
Halik ve mahlûka verilen ve müşterek isim olan “Vücud”, varlığın
hakikatinden, mâhiyetinden ve zâtından değil, zihinde tasarlanan bir kelime
iştirakinden ibarettir. Esasen yanlışlık “Vücud” kelimesinin mutlak,
hakikatinin ise özel olarak alınmasından kaynaklanır. Halbuki “Vücud” ve
“Hakikat” herbirini ayrı ayrı özel ve genel olarak almak mümkündür. Mutlak
olarak alındığında mutlak varlığa, özel olarak alındığında da özel varlığa
delâlet etmiş olur. İsimlendirme aynı olmasına rağmen isimlendirilen şey
muhtelif olabilir.
Kastedilen durum şudur:
Allah (celle celâlühü)'a İsim ve sıfat isbat (isim ve sıfatları kabul
etmek) etmek, Halik'ın yarattıklarının aynısı veya benzeri olmasını gerektirmez.
Allah (celle celâlühü) zâtına gerekli olan kâmil sıfatlarla muttasıftır. O
sıfatlar da ezelî ve ebedîdir, yine bu sıfatlar Muttasıfın varlık ve ezeliyeti
ile vardır. Bu haktır. Bunda hiçbir sakınca yoktur.
Allah (celle celâlühü)'ın isimlerini kabul edip sıfatlarını kabullenmemek
sofastaîlerin ve sözün yalnız bâtınî manâsını alan bâtınîlerin işidir.
Cumhuru ulema; bu bölmenin tamamen yanlış ve bidat olduğuna inanır. Ehl-i
Sünnetin hak olan görüşüne göre Allah (celle celâlühü)'ın madde ile sıfatlandırılmamasıdır.
Hatta ne câhiliyye ve ne de İslâmdan sonraki araplar Allah (celle
celâlühü)'ın cisim olduğunu kesinlikle söylememişlerdir. Allah (celle celâlühü)
bu söylentilerden münezzehtir.
(Sofist ekolü felsefî bir görüş sisteminin adıdır. Yunan çevrelerinde
doğmuş olan bu ekol sahiplerine “Sofastaiyye” denilir. Konuların ince
noktalarına dalarak aşırı yanılmalara saparlar. İbn-i Teymiyye'nin bunlar
hakkında açıklamaları vardır.
“Karamita” mezhebi İse İsmailî ve Şiî çevrelerinde meydana gelen bir
sapık ekoldür. Mensuplarına “Karamita” denir ki, aslında bunlar İsmaili ve
Şiîdirler. Nasların açık olan mânâlarını reddederek onlara batınî manâlar
verirler.)
Ey Râfizî!
“Allah cisim değildir” sözüne karşı şöyle deriz:
Cisim kelimesinde icmâlî bir mâna vardır. Bazan cisim kelimesiyle
parçaları dağınık olup sonradan toplanan veya bölünme ve toplanmayı kabul eden
veya madde ve şekilden meydana gelen mürekkep anlaşılır. Allah (celle celâlühü)
ise bütün bunlardan münezzehtir. Bazen de cisim kelimesiyle kendisine işaret
edilen, görülmesi mümkün olan veya sıfatlarını kendisinde kâim olduğu varlık
anlaşılır. Allah (celle celâlühü) ise duada kastedilir, ahiretde gözle görülür,
sıfatları da zâtıyla kâimdir.
Eğer sen Ey Râfizî, “O cisim değildir” cümlesiyle bu ikinci maninin
nefyini, -yokluğunu- kastediyorsan, bu verdiğimiz mânâ sahih nakil ve salim
akılla sabittir. Üstelik sen bunun aleyhine bir delil getirebilmiş değilsin.
Bütün bunlara rağmen “cisim” lâfzını Allah için kullanmak veya
kullanmamak bidattir.
Çünkü vârid olan nasslarda ve Selefin sözlerinde bu hususta hiçbir
açıklama yoktur. Allah (celle celâlühü)'a “Cevher” veya “Cihet” nisbet etmek de
görülmüş değildir.[143]
“Hiçbir mekânda değildir” şeklindeki sözün de böyledir.
Çünkü Mekân ile;
-
bir şeyi içine alan, onu
çevreleyen ve kendisine ihtiyaç duyulan yer anlaşıldığı gibi,
-
varlığı olsa dahi âlemin
üstünde ve ötesinde bir varlık da anlaşılır.
İşte Allah (celle celâlühü) birinci manâdan münezzehtir. İkinci manâya
ise evet, diyoruz. Çünkü Allah yaratıklarının üstündedir.
Hiçbir Hâlık ve Mahlûk yoktur ki, Hâlık, Mahlûktan üstün olup bu
üstünlüğü de apaçık olmasın.
O zahirdir. O'nun üstünde hiçbir varlık yoktur. O arşına istivada
bulunmuştur. Yarattıklarından ayrıdır. Arşa istiva ettiği kitap ve sünnet ile
sabit olup bu hususta müslüman ümmeti ittifak halindedir.
İnsanlara gerekli olan Allah'a ve Rasûlüne iman ile Onu tasdik ve
itaattir. İşte bu durum bütün saadetin kaynağıdır.
Allah (celle celâlühü) şöyle buyurmuştur.
“Elif, Lâm, Ra. Bu Kur'an öyle büyük bir kitaptır ki, insanları
Rab'lerinin izniyle karanlıklardan aydınlığa, herşeye galip ve hamde layık olan
Allah'ın yoluna çıkarman için Onu sana indirdik.”[144]
Allah (c.c) mukaddes isim ve sıfatlarını tam ve tafsilatlı olarak
açıklamaları, icmalen de Allah (celle celâlühü)'ın hiçbir noksan sıfata sahip
olmadığını, bir şeye benzemediğini bildirmek üzere Peygamberlerini
göndermiştir.
Allah (celle celâlühü) sonu olmayan, kemal sıfatlarıyla muttasıf, her
yönden de noksan sıfatlardan münezzehtir. Kemâl sıfatlarda da ona benzer olması
mümkün değildir.
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurur:
“Cennette kimsenin hatırına gelmiyecek nimetler vardır.”[145] Mahlûklarda durum
böyle olunca, acaba Allah (celle celâlühü) hakkında nasıl olacaktır?
İbn-i Abbas:
“Dünyada cennet nimetlerinin ancak isimleri vardır.” buyuruyor.
Bu iki yaratık, yani dünya ve ahirette isimleri aynı olup, fakat
hakikatte tamamen ayrı olan ve dünyada iken ahirettekinin hakikati
kavranamıyorsa, -ki böyledir- Allah (celle celâlühü)'ın muttasîf olduğu kemâl
sıfatlarının kulun sıfatlarından daha üstün ve onlardan tamamen ayrı olmaları
elbette kesin olacaktır. Fakat hakikatlerini idrak etmek mümkün değildir.
İbn-i Teymiyye devamla şöyle diyor:
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'dan sahih olarak gelen
haberlerin muhtevasına inanmak farzdır. Rasûlullah'tan gelmeyen haberler
hakkında ise mütekellim'in kastettiği şeyin ne olduğu bilinmediği müddetçe
müsbet veya menfi hüküm vermek ve inanmak farz değildir. Tafsilatını bilmeden
mücmel kelimeler hakkında müsbet veya menfi hüküm vermek, insanı cehalete,
sapıklığa ve dedikoduya sevkeder. Akılcıların en çok ihtilaf ettikleri konunun,
isimlerdeki müştereklik olduğu söylenmiştir.
Allah (celle celâlühü)'ın (celle celâlühü) cisim olduğunu ortaya atanlar
Şiîler olmuştur. Cisim lâfzını ilk ortaya atan Râfizîlerin kelâmcısı sayılan
Hişam bin El-Hakem'dir. İbn-i Hazm da böyle nakletmektedir.
Eş'arî “Makâlât el-İslâmiyyîn” adlı eserinde tecsim -Allah (celle
celâlühü)'ı cisim kabul etme - konusunda râfizîleri altı guruba ayırıyor.
1
- Hişâmiyye:
Bunlar Hişam bin el-Hakem'in taraftarlarıdır. Onlara göre ma'butları cisim
olup, O cismin de en ve boy gibi sınırı vardır. O gümüş parçası gibi etrafa
ışık yayar. Yuvarlak inci tanesi gibi parlar. Rengi, tadı ve kokusu vardır.
2
- Bu fırka,
Allah (celle celâlühü)'ın ne şekil ve ne de cisimden ibaret olduğunu
söylüyorlar. “O cisimdir” sözünden, O'nun var olduğunu, parçalardan mürekkep
olmadığını anlıyorlar. Aynı zamanda Onun hissedilmez ve keyfiyetsiz olarak arşı
kuşattığını ifade ediyorlar.
3
- Bu guruptakiler
Allah (celle celâlühü)'ın insan suretinde olup fakat cisim olmadığını iddia
ediyorlar.
4
- Bu gurup da
Hişam bin Salim el-Cevâlikî'nin taraftarlarıdır. Allah (celle celâlühü)'ın
insan suretinde olup fakat et ve kandan mürekkep olmadığını, ancak O parlayan
bir nur ve beş duyuya sahip el, ayak, burun, ağız, göz ve daha başka organları
olduğunu iddia etmektedirler.
Ebu İsâ el-Verrâk (Hâşâ!) Allah (celle celâlühü)'ın uzun ve siyah bir
saçı olduğunu ve bu saçın siyah bir nur saçtığını iddia etmektedir. (Şiî
kelamcılarındandır. Esas ismi Muhammed bin Harun'dur. Mutezile âlimleri Onu
tenkid ederler. Kesin olmamakla beraber Harun Reşid zamanında yaşadığı tahmin
edilir. Ebu'l-Hasan el- Eşarî küfründen bahseder. Râfizîler bunu inkar
edemezler. Kendileri dahi bunu itiraf etmektedirler.)
5
- Bu fırka Allah
(celle celâlühü)'ın lambanın ışığı gibi saf bir ışığa sahip olduğunu söylerler.
Öyle ki, nereden gelirsen gel O, seni hemen görür. Şekli olmadığı gibi,
mürekkep de değildir.
6
- Râfizîlerin bu
fırkası da Allah (celle celâlühü)'ın cisim ve şekilden ibaret olmadığını, ne
durgun ne de hareket halinde olduğunu, elle hissedilmediğini söylemektedirler.
Bunlar Tevhidi Mu'tezile gibi anlarlar.
İmam El-Eş'arî bu son fırka hakkında:
“Bunlar Râfizîlerin son zamanlarındaki fırkalarıdır.” demektedir. Halbuki
ilk zamanlarda ki Râfizîler yukarıda anlattığımız gibi maddeye benzetirler.
Râfizî'nin
“Muhakkak Peygamberler ömürlerinin evvelinden sonuna kadar hatadan,
unutkanlıktan, küçük günâhlardan ma'sumdurlar.” sözüne gelince:
İmamiyye bu konuda ihtilaf etmişlerdir. İmam El-Eş'ari “El-Makâlât”
adlı eserinde:
“Peygamberin günah işlemesi caiz olup olmadığı hususunda Râfizîler
ihtilafa düştüler. Bir kısmı bu caizdir diyerek Rasûlullah (sallallahu aleyhi
ve sellem)'ın Bedir muharebesinde esirlerden kurtuluş akçesini aldığını misal
gösterdiler.” der.
“Peygamberlerin Allah (celle celâlühü)'a isyan etmeleri caizdir.” diyen
Râfizîler, bağlı bulundukları imamların günah işlemeleri caiz olmadığım iddia
ederler.[146]
Onlara göre peygamber günah işlediğinde kendisine vahiy gelir gelmez
pişmanlık duyar. Ama imamlara vahiy gelmediğine göre onlardan kötülük veya
yanlışlık meydana gelmesi caiz değildir. Bu saçmalıkları Hişam bin el -Hakem
söylemektedir. Bu durum karşısında bizim söyleyeceğimiz şudur:
Bütün müslümanlar peygamberlerin tebliğde kusur etmedikleri hususunda
ittifak halindedirler. Vahiy hususunda onlardan bir unutkanlık meydana gelmesi
söz konusu değildir. Peygamberliğin gayesi ancak bu şekilde tahakkuk eder. “Bir
peygamberin peygamberlikten önce günah veya hata işlemesi caiz değildir.” Hükmü
ise, peygamberlikte bunun böyle olmasını gerektiren bir şey yoktur.
Bir insan; hiçbir zaman kâfir olmamış, adam öldürmemiş bir kimsenin,
küfründen sonra îman ederek hidâyete nail olan ve günâhlarından tevbe eden bir
başkasından mutlaka daha üstündür, diye inanırsa bu inanış zaruri olarak
bilinen dinî esaslara aykırıdır.
Şu bilinen bir gerçektir ki, sonradan iman etmiş sahabe-i Kiram İslâm
döneminde doğmuş çocuklarından üstündürler. Hiçbir akıllı, Muhacir ve Ensarı
çocuklarına benzetir mi?!
Küfürden sonra îmana, kötülükten sonra iyiliğe, aklıyla, düşüncesiyle,
sabır ve tevbesiyle İslâmdan önceki âdet ve arkadaşlarını terkederek İslama
girmiş olan bir kimsenin durumu nerede?
Ebeveynini, akrabalarını, şehir halkını müslüman olarak görmüş ve İslâm
terbiyesiyle güzelce büyümüş bir başkasının durumu nerede?
Hz. Ömer (radiyallâhü anh) şöyle der:
“Câhiliyye devrini bilmeyen İslâm zincirinin halkalarını koparmıştır.”
Kaldı ki Cenab-ı Allah, insanı helak eden şeylerden vazgeçerek, iman edip
sâlih amel işleyenlere günahlarını sevaba tebdil edeceğini va'detmiştir.
Cumhur-u Ulemâ peygamberlerin -zelle dediğimiz- küçük günah
işleyebileceklerini fakat onda ısrar etmediklerini söylemektedirler. Böyle
günahlardan tevbe etmeleri, derecelerinin yükselmesine vesile olur. Âyetler,
hadisler ve Selefin çoğu, Cumhurun görüşünü te'yid eder. Bunu inkâr edenler
Kur'an'ı da tahrif ediyorlar; Allah (celle celâlühü)'ın:
“Öyle ki (bu yüzden) Allah, senin geçmiş ve gelecek günâhını
bağışlayacaktır...”[147] buyurduğu âyetteki (Senin
geçmiş günâhın) dan murat Adem'in (a.s.), (gelecek günahın) dan da murad
ümmetinin günahı olduğunu iddia etmektedirler. Halbuki Adem (a.s.) yüce bir
peygamberdir. Böylece kabul etmediklerini yine kendileri iddia ediyorlar.
Peygamberimizden günâhı kaldırıp Adem'e yapıştırıyorlar. Kaldı ki Allah (c.c),
Adem'i (a.s.) yere inmeden atfetmiştir. Hem de Nuh (a.s.) ve İbrahim (a.s.)
doğmadan önce.
Allah (c.c), En'âm: 164, İsrâ: 15, Fâtır 18, Zümer: 7, Necm: 38 de şöyle
buyuruyor:
“Hiçbir günahkâr başkasının günahını çekmez.” Şu halde bunun
günahı nasıl şuna yüklenir? Sonra,
“Öyle ki, (bu yüzden) Allah, senin geçmiş ve gelecek günahını
bağışlayacaktır.”[148] âyet-i kerimesi inince,
Ashab-ı Kiram:
Yâ Rasûlallah bu senin içindir. Acaba bize ne olacak? dediler. Bunun
üzerine Allah (celle celâlühü) şu ayet-i kerimeyi indirdi:
“Allah O'dur ki, îmanları üstüne iman artırsınlar diye, mü'minlerin
kalbine manevî huzuru indirdi.”[149]
Böyle olunca aklı kâmil olan:
“Allah (celle celâlühü) Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'ın bütün
ümmetini atfetmiştir.” diyebilir mi? Halbuki o biliyor ki, ümmetten bazısı
günahları sebebiyle cehenneme gireceklerdir. Affetme nerede kaldı?
Ey Râfizî!
“Bu durum -peygamberlerin küçük günâh işlemeleri ve ondan tevbe etmeleri
- peygamberlere güveni sarstığı gibi onlardan nefret etmeyi gerektiriyor.”
sözün ise doğru değildir.
Aksine büyük bir zâtın yaptığı bir kusuru itiraf ederek tevbe etmesi ve
Allah (celle celâlühü)'ın affına muhtaç olduğunu itiraf etmesi, o zâtın alçak
gönüllülüğüne, kibir ve yalandan uzak olduğuna delâlet eder.
“Benden sudur eden hiçbir şey beni tevbe ve affa muhtaç kılmaz.” diyen
bir kişinin tam aksine. Böyle sözleri söyleyen kimseyi insanlar kibirli, cahil
ve yalancı olarak addederler.
Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyuruyor:
“Sizden hiçbiriniz ameliyle cennete giremiyecektir. ”
Ashab: Sen de mi giremiyeceksin ya Rasûlallah? dediler.
“Ben de. Ancak Allah fazlından beni rahmetiyle kuşatsa.”[150]
Başka bir hadiste:
“Allahım! Hatamdan, bilmemezlikten, işlerimde düştüğüm gafletten,
senin benden daha iyi bildiğin işlerde yaptığım kusurdan dolayı beni bağışla.
Allahım! Şaka ve ciddiyetimden, bilerek veya bilmiyerek işlediğim şeylerden ve
benden südûr eden her hatalı şeyden dolayı beni affet.”[151] Diğer bir başka
Hadis-i Şerifte şöyle buyururlar:
“Bütün Ademoğulları hata işlerler. Hatâ işleyenlerin en hayırlısı,
- işledikleri hatadan dolayı - tevbe edenlerdir.”
Ey Râfizî!
Senin bahsettiğin güvensizlik ve nefret etme, ancak hatada ısrar etmek ve
onu çoğaltmaktan dolayı olabilir. Çok nadir hata eden ve çokça tevbe eden için
bu söylediklerin söz konusu değildir. Peki hiç hata etmiyen kimseyi Allah (celle
celâlühü)'a ve O'na tevbe ve istiğfar etmeye muhtaç kılan sebep nedir?
Aslında biz, İsrailoğulları dahi herhangi bir hatadan dolayı tevbe eden
peygamberlerden birini zemmeden bir kavim bilmiyoruz. (Siz ise onları bile
geçmişsiniz.)
Râfizîler ve bütün Şiîler
“Nübüvvet öncesi ve sonrası peygamberlerden hata ve küçük günah meydana
gelmez.” Şeklindeki fikirleriyle bütün ümmetten ayrı kalmışlardır.
Davud (a.s.)'un tevbe ettikten sonraki hali tevbe etmeden önceki halinden
daha hayırlı idi. Bazı zâtlar şöyle demişler:
Eğer tevbe en sevimli şey olmasaydı, Allah (celle celâlühü) Rasûlünü
küçük günahlarla imtihan etmezdi.
Bundan dolayıdır ki, gerçekten tevbe eden, itaâta bağlılık ve günahlardan
sakınma hususunda günahlara mübtela olmamış kişilerden daha dikkatli olduğunu
görürsün.
Binaenaleyh kim, Allah (celle celâlühü)'ın seçtiği ve hidayete erdirdiği
tevbekarı eksik bir kişi kabul ederse o mutlaka câhildir.
Ey Râfizî!
“İmamlar peygamberler gibi günahsızdırlar” şeklindeki sözün yalnız
râfizîlere ve imamiyyeye has bir özelliktir.
Bu sözlerine ancak onlardan daha kötü olanlar katılmışlardır. İsmailîler
gibi. İsmailîler Muhammed b. İsmail'in Cafere mensup olan Beni Ubeydleri masum
kabul ederler. Onlara göre Cafer'den sonra imamet Musa b. Ca'fer'in değil,
Muhammed b. İsmail'indir. Onlar mülhid ve zındıktırlar.
Ey Râfizî!
“Peygamberler hakkında unutkanlık caiz değildir.” sözünü senden
başkasının söylediğini bilmiyorum.
Ma'sum imamların hadisleri cedlerinden aldıklarını iddia ediyorsun. Buna
da şöyle cevap verilir:
Birincisi, bu ma'sum imam dedikleriniz, hadisi Rasûlullah
(sallallahu aleyhi ve sellem)'den âlimler vasıtasıyla öğrenmişlerdir. Bu da
tevatüren sabittir. Meselâ Hüseyn'in (r.a.) oğlu Ali, hadisi Esan b. Osman'dan,
Usame b. Zeyd'den; Muhammed b. Ali ise Câbir ve başkasından rivayet ediyorlar.
İkincisi, bu saydığınız imamlardan Rasûlullâh'ı görenler yalnız Hz.
Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) ve iki çocuğudur. İşte bu Hz. Ali
(kerrem'allahü veche radiyallâhü anh)'dir ki şöyle buyuruyor:
“Vallahi size Rasulullah'tan haber verirken gökten düşüp de ölmem O'na
yalan isnad etmekten benim için sevimlidir. Benimle sizin aranızda olan hususta
konuştuğum zaman biliniz ki harp hiledir.”
İşte böyle, Râfizî bir söz söylüyor ve ondan tekrar vaz geçiyor.
Şiilerin bütün kitapları da ümmetin rivayetlerine ters düşen rivayetlerle
doludur.
Ey Râfizî!
İddianıza göre ma'sum bir imama varıncaya kadar rivayeti birbirinizden
naklediyorsun. Eğer senin dediğin doğru ise bir tek ma'sumdan rivayet kâfidir.
Her zaman bir ma'sumun bulunmasına ne hacet vardır? Eğer ma'sumdan rivayet kâfi
ve mevcud ise, kendisinden bir tek kelime dahi nakledilmeyen Muntazardan ne
fayda gelecektir?
Yok eğer yaptığınız nakiller, kâfi değilse 460 seneden beri eksiklik ve
cehalettesiniz.[152] Ondan sonra râfizîlerin bu
ma'sum imamlara ettikleri iftira zaten haddi aşmıştır. Bilhassa Ca'fer es-Sâdık
hakkında yapılan iftiralar oldukça çoktur. Onun harflerden hesap çıkarma ve
hüvviyeti belirleme, azaların hareketi, şimşeklerin hükmü, Kur'an'ın faydaları
gibi eserler yazdığını iddia ediyorlar. Bu kitaplar onların maişetine kaynak
olmuştur. Habercinin doğruluğu, senedinin durumu bilinmeyen ve kendilerinden
çokça yalan südûr eden Şiîlere nasıl güvenilebilir?
Şiilerin bu şerleri Küfe ve Irak ehline bile sirayet etmiştir. Öyleki,
Medine ehli onların hadislerinden sakınıyorlardı.
Hatta İmam Mâlik (r.a.):
“Irak ehlinin hadislerini ehli kitabın haberleriyle denk tutunuz. Onları
ne tasdik ediniz ve ne de yalanlayınız.” demiştir.
Abdurrahman b. Mehdi[153] İmamı Mâlik'e şöyle dedi:
“Beldenizde - Medine'de- kırk günde dörtyüz hadis dinledim. Irak'ta ise
birtek günde bu kadarını dinliyoruz.” bunun üzerine İmam Malik şöyle cevab
verdi:
“Ey Abdurrahman, sizin darbhaneniz gibi bizim nereden darbhanemiz olacak?
Öyle bir darbhaneniz var ki, gece basıyor, gündüz dağıtıyorsunuz.”
Halbuki, Kûfe'de güvenilir büyük muhaddisler vardı. Abdurrahman b. Mehdi
de bunlardandır. Şiilerden meydana gelen bu mübalağalı yalandan dolayı artık iş
o kadar karmaşık oldu ki, hak bâtıldan ayırt edilemez hale geldi. Onun için
tenkid ve temyiz kabiliyeti olmayanın, içinde yalan rivayetler, sapık görüşler
bulunan bid'at kitaplarını mütalaa etmesi uygun görülmemiştir. Aynı şekilde
naklettikleri haberlerde çok yalan söyledikleri için, bazı konularda doğru
olsalar dahi, ilmi habercilerden almak da uygun görülmemiştir. Rivayetçilerin
durumunu bilen âlimler, râfizîlerin bütün fırkalardan daha yalancı olduklarını
ittifakla kabul etmişlerdir.
Ey Râfizî
“(Oniki imam) görüş ve içtihada iltifat etmezler, kıyası da haram
kılmışlardır.” diyorsun.
Şiîler bu hususta ehl-i sünnetten kıyası uygun görmeyen bazı kimseler
gibidir. Tabii ki ictihad ve kıyası kabul edenler çoğunluktadır. Bağdat ekolü
mu'tezililer de kıyası kabul etmezler. Bazı muhaddisler de kıyası zemmederler.
Buna rağmen kıyas ve ictihadla amel etmek, yalancı birisinin ma'sum diye iddia
ettiği kimselerden naklettiği sözlerle amel etmekten çok daha iyidir.
Şüphesiz ki, büyük imamların yaptığı ve hükümler taalluk eden ictihadlara
sarılmak, râfizîlerin Hasan El-Askeri ve Mevhum oğlundan yapılan nakillere
bağlanmaktan daha çok isabetlidir. Şu kesin bir gerçektir ki Mâlik, El-Leys, El-
Evzaî, Es-Sevrî, Ebu Hanife, Eş-Şafiî, Ahmed ve benzerleri (Allah Onlardan razı
olsun) Allah (celle celâlühü)'ın dinini râfizilerin bağlandıkları Hasan
El-Askeri ve oğlundan daha iyi bilirler. Hasan el Askeri ve Oğlu, bu zatların
birinden ilmi öğrenmeleri şarttır.
Bilinen şu ki, Ali b. El-Hasan, Ebu Ca'fer b. Muhammed üstün âlimlerden
olmalarına rağmen, zamanın âlimlerinden öğrenim görüyorlar ve bazı konularda
onların ilmine müracaat ediyorlardı.
Râfizînin iddialarından biri de şudur:
“(Şiîlerin dışında) Geri kalan müslümanlar çeşitli mezheblere ayrıldılar.
Bazıları -ki bunlar eş'arîlerden bir cemaattır- Allah ile birlikte ezeli olan
şeyler çoktur, diyerek bu ezeli olanların hariçte sabit olan Allah (celle
celâlühü)'ın sıfatları olduğunu söylüyorlar. Kudret, İlim vb. sıfatları gibi.
Bunlar zâtında âlim olan Allah (celle celâlühü)'ı manâya yani kudrete muhtaç
kılmışlardır. Allah (celle celâlühü)'ı zâtıyla Kadir, Alim ve Hayy kabul
etmiyorlar. Üstelik onlar Allah (celle celâlühü)'ı ezeli manalara ve bu sıfatlara
muhtaç kılıyorlar. Hatta Üstadları olan Fahruddin Er-Razi bu konuda onlara
itiraz ederken :
“Hıristiyanlar ezeli varlıklar üç tanedir demekle kâfir oldular,
Eş'arîler ise bunları dokuza çıkarttılar” demiştir.”
Râfizînin bu iddialarına bir kaç yönden cevap verilmesi gerekir:
Birincisi: Herşeyden önce bu iddia Eş'arîlere yöneltilmiş bir
iftiradır. Onlardan hiçbiri Allah (celle celâlühü)'ın başka şeyle kemâle
erdiğini söylemez. Senin zikrettiğini de Râzi o şekilde söylememiştir. Aksine
Razi isimlerini anmaktan haya duyduğu ve Allah (celle celâlühü)'ın sıfatlarını
inkâr eden cehmiyye mezhebi mensupları için bu itirazı yöneltmiştir, İmam Ahmed
de, Cehmiyye'nin fikirlerini reddederken aynı şeyi zikretmiştir.
Bu arada Ahmed b. Hanbel şöyle diyor:
“Biz Allah “ezelidir, kudreti de ezelidir; Allah ezelidir, Nuru da
ezelidir; demeyiz. Belki biz “Allah kudretiyle, Nuruyla ezelidir” deriz. Ne
zaman ve nasıl kudreti olduğundan da söz etmeyiz.”
Râfizîler, “Allah var iken, başka bir şey yoktu” demediğiniz müddetçe
Allah (celle celâlühü)'ın bir olduğuna inanmış sayılmazsınız, demişlerdir.
Evet biz de diyoruz ki, Allah var iken, başka bir şey yoktu. Lâkin Allah
sıfatlarıyla ezelidir dediğimizde bir tek ilâhı, sıfatlarıyle tavsif etmiş
sayılmaz mıyız? -Elbette ki sayılırız- Bu hususta onlara misal de veririz.
Şöyle ki:
“Söyleyin bakalım, bu hurmanın gövdesi, dalları, lifleri, yaprakları ve
özü yok mudur? Bütün bunlarla beraber buna bir tek isimle “Hurma Ağacı”
denmemiş midir?
İşte Allah (celle celâlühü) da (Ki O teşbihten münezzehtir) bütün
sıfatlarıyle bir tek İlah'tır. Hiçbir surette Allah bir zamanlar kudretli
değildi de sonra kudreti yarattı. Alim değildi de sonra kendine ilmi yarattı
demeyiz. Çünkü kudret ve ilmi olmayan, âciz ve câhildir. Allah (celle celâlühü)
bu durumdan münezzehtir. Fakat tekrar diyoruz ki Allah ezelden beri kudretli ve
âlimdir, ama zaman ve keyfiyetten bahsetmeyiz.
İkincisi: Zikredilen bu görüş bütün Eş'arilere mâl edilemez. Ancak
keyfiyetten bahsedenlerin işidir. Bunlar “Bilmeyi” “ilme” bağlı ayrı bir durum
telakki ederler. Buna da “Alim” lik diyorlar. Bu görüş Bakillâni, Ebu Ya'lâ ve
Ebu'l Meâlî'nin görüşüdür. Sıfatların sübutuna inanan Eş'arilerin cumhuru ise
şöyle diyorlar:
İlim, Cenâb-ı Allah (celle celâlühü)'ın âlim olması demektir. İlimsiz Âlim,
kudretsiz Kadir, Hayatsız Hayy olması caiz değildir.
Masdarsız ismi failin mevcudiyeti mümkün değildir. Namaz kılana namazsız,
oruç tutana oruçsuz, konuşana kelamsız denilemiyeceği gibi.
Ama namaz kılana -musalli- denilebilir, diyorsak burada istenilen üç
şeyin tahakkuk etmiş olması içindir. Birisi namazın kendisi,ikincisi namazın
edasına bağlı olan haldir. İşte o zaman Musalliye namaz hasıl olur. Aslında
Eş'arîler “Allah Hayy'dır, hayatı yoktur, âlimdir, ilmi yoktur, kadirdir
kudreti yoktur” diyerek sıfatları inkâr edenleri reddetmişlerdir.
Kim ki Allah zatıyla Hayy, Âlim ve Kadirdir diyerek, bununla da Zatının
hayatı, ilmi ve kudreti gerektirdiğini kasdederse, Allah (celle celâlühü)'ı
başka şeye (Haşa) muhtaç kılmış sayılmaz. Bunların söylediklerini iyice düşünen
bir kimse, sıfatları isbat (kabul) ettiklerini görmüş olur. Bunların sözleriyle
gerçekten Allah (celle celâlühü)'ın sıfatlarını isbat edenlerin sözleri
arasında gerçek bir ayrılık bulmak mümkün değildir. Çünkü onlar da Allah (celle
celâlühü)'ın zatıyla âlim, hayy ve kadir olduğunu isbat etmişlerdir. Yoksa
Allah ayrı, âlim, hayy ve kadir sıfatları ayrıdır demezler Onlar ancak zâtının
sıfatlarına mücerred mânâlar isbat etmişlerdir.
Ey Râfizî!
“(Eş'arîler) Ezelî birçok şeyleri isbat (kabul) etmişlerdir.” sözün
mücmeldir.
Bu sözünden onların ezelde Allah (celle celâlühü)'tan başka ilâhlar kabul
ettikleri tevekküm edilir. Bu ise onlara yapılan büyük bir iftiradır. Aslında
Eş'arîler ezelî olan Allah (celle celâlühü)'a zatıyla kâim olan sıfatlar isbat
etmişlerdir. Bunu akılsız ve alçak olan birisinden başka kim inkâr edebilir?
“Allah” ismi, sıfatlarla muttasıf olan zâta delalet eder. Mücerred -sıfatsız-
bir zâta isim değildir.
Ey Râfizî!
“Allah (celle celâlühü)'ı zatıyla âlim ve kadir kılmıyorlar” diyorsun.
Eğer sen bu sözünle Allah (celle celâlühü)'ı ilim ve kudretten âri
mücerred bir varlık olmadığını kasdettiklerini söylüyorsan bu haktır ve
doğrudur. Sıfatları inkar edenlerin dediği gibi Allah, sıfatsız mücerred bir
varlık olamaz. Çünkü ilim ve kudretten yoksun olan mücerred bir varlığın
hariçte hiçbir tesiri olmaz. Böyle bir varlık Allah değildir.
Ama bu sözünle Eş'arîlerin Allah (celle celâlühü)'ın zatıyla ilmi ve
kudreti gerektiren Âlim ve Kadir sıfatlarının bulunmadığını iddia ettiklerini
söylüyorsan bu tamamen onlara isnad edilen büyük bir yalandır. Aksine onlara
göre ilmi ve kudreti gerektiren Allah (celle celâlühü)'ın Zatı yine Âlim ve
Kadir olmasını gerektirmiştir. Bütün bunlar birbirlerini gerektiren şeylerdir.
Ey Râfizî!
“Allah (celle celâlühü)'ı bizatihi noksan, başkasına muhtaç ve başka
şeylerle O'nu kâmil kıldılar” diyorsun.
Bu sözün de tamamen bâtıldır. Allah (celle celâlühü) öyle sıfatlarla
muttasıftır ki, o sıfatlar da kendilerine gerekli olanı gerektirirler. Sıfatsız
hiçbir varlık yoktur. Allah (celle celâlühü)'ın sıfatları da kendinden başka
değildir.
“Hıristiyanlar ezelîler üçtür demekle kafir oldular. Eş'arîler ise ezelî
varlıkları dokuza çıkarttılar.” (Reddiyenin kendisine yazıldığı Rafızî İbnu'l-
Mutahhar'a göre bu söz Fahreddin Er-Râzi'nin Eş'arîler hakkında söylediği söz
olduğunu iddia ediyorsa da bu yalandır. Er-Râzi bu sözü sıfatları inkar eden
Cehmiyye hakkında söylemiştir.) sözüne gelince şöyle deriz:
Hıristiyanlar “Ezelîler üçtür” demekle kâfir olmamışlar, belki
onlar:
“Allah üç ilâhtan üçüncüsüdür diyenler elbette kâfir olmuşlardır.
Halbuki bir tek ilâhtan başka hiçbir ilâh yoktur.”[154]
Âyet-i Kerimesinde beyan edildiği gibi, Onlar Allah (celle celâlühü)'ın
üç ilâhın, üçüncüsü olduğunu söylemekle kâfir olmuşlardır. Halbuki Allah, “Bir
tek ezeliden başka hiçbir ezeli yoktur.” dememiştir.
Bir başka âyetle diğer ikisinin halini de beyan ediyor ve şöyle
buyuruyor:
“Meryem oğlu Mesih ancak bir peygamberdir. O'ndan önce birçok
peygamberler geçti. Anası çok doğru bir kadındı, ikisi de yemek yerlerdi.”[155]
Halbuki ilâh, yiyen değil yedirendir. Başka bir âyette Allah (celle
celâlühü) şöyle buyurur:
“Hatırla ki kıyamet gününde Allah şöyle buyuracak: “-Ey Meryem oğlu
İsâ, Allah'ı bırakıp da beni ve anamı iki ilâh edinin, diye insanlara sen mi
söyledin?” İsâ “- Seni tenzih ederim...”[156]
Görülüyor ki kitap ve sünnette “Kıdem = ezel” lâfzı manâsı doğru
olmasına rağmen Allah (celle celâlühü)'ın isimleri arasında zikredilmiş
değildir.
Kaldı ki hıristiyanlar Meryem ile İsa'nın doğduklarını itiraf etmişlerdir.
Nasıl onlara Kadîm = Ezelî, diyebilirler?!
Sıfatların Allah (celle celâlühü)'ın zâtında kâim olduklarını söyleyenler
“Allah ezeli olan dokuz şeyin dokuzuncusudur? dememişlerdir. Belki onlara göre
Allah (celle celâlühü)'ın ismi zât ve sıfatlarına şâmildir. Onlara göre Allah (celle
celâlühü)'ın sıfatları ondan ayrı değildir. Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve
sellem) şöyle buyurur:
“Kim Allah'tan başka bir şey ile yemin ederse Allah'a ortak
koşmuştur”[157].
Buhârî ve Müslim'de Allah (celle celâlühü)'ın izzetiyle yemin etmenin Allah (celle
celâlühü)'tan başkasıyla yemin edilmiş sayılmıyacağı sabit olmuştur. Doğru olan
yalnız sekiz sıfat olmadığı -bazı Eş'ârilerin dediği gibi- belki sayı ile
sınırlanmamasıdır.
Hıristiyanlar üç esas tesbit ederek bunların cevher olduklarını ve bir
cevherde toplandıklarını ve bu cevherlerin herbiri (Hâşâ!) İlâh olduğunu, bu
ilâhın da yaratıp rızıklandırdığını iddia ediyorlar. Yine onlara göre Mesih'e
bağlı olan diğer iki esas:
Kelime ve İlimdir. Bu durum tezat teşkil eder. Çünkü Mesih'te birleşen
şey sıfat ise sıfat hiçbir zaman yaratmaz, rızık vermez ve mevsuftan da
ayrılamaz. Sıfat mevsufun kendisi ise Mesih tek cevherdir. O da babadır. Mesih
de O'na göre baba olur. İddiaları ise bu değildir.
Hıristiyanların bu sözleri ile:
“Allah birdir O'nun güzel isimleri vardır. O güzel isimler yüce
sıfatlarına delalet ederler, O'ndan başka yaratıcı ve kendisinden başka ibadet
edilecek kimse yoktur.” diyenlerin sözleri bir midir? Elbette ki değildir.
Ali bin Kullab[158] Cehmiyyeye reddiye olarak
çeşitli eserler te'lif edince, kız kardeşi adına bir hikâye uydurarak ona
iftira ettilerHikâye de şudur:
“Kız kardeşi hıristiyanmış, İbni Kullab müslüman olunca kız kardeşi
O'ndan alâkayı kesmiş. Bunun üzerine İbni Kullab kız kardeşine:
Kız kardeşim! Ben İslâm dinini bozmak istiyorum.” demiş. Bu sözden dolayı
da kız kardeşi O'nunla barışmış.
İftira edenin bu hikâyeden maksadı sıfatların isbatı hıristiyanların işi
olduğunu isbatlamaktır.[159]
Halbuki hıristiyanların iddiası ile Allah (celle celâlühü)'ın sıfatlarını
zâtında isbat edenlerin görüşleri arasındaki fark ayak ile saç ayrımı -halk
tabiriyle dağlar kadar- arasındaki fark kadardır
Rafızî şöyle diyor:
“Allah (celle celâlühü)'ı insana benzeten Haşviyyeciler[160] dediler ki:
“Allah cisimdir. Yüksekliği, genişliği ve derinliği vardır. O'nunla
musâfaha (el sıkışma) caizdir. Salih kişiler O'nu dünyada görüyorlar.”
Râfizi devam ederek tecsîmi iddia eden Davud El-Cevarîbi'nin şöyle
dediğini naklediyor:
“Bana ferc ve sakal hariç istediğiniz her şeyden sorabilirsiniz. Şunu biliniz
ki, Ma'budum cisimdir. Eti, kanı ve organları vardır. Hatta başkaları, O'nun
gözleri ağrıdığını melekler de bundan dolayı O'nu ziyaret ettiklerini, Nuh
tufanı için gözleri ağrıyıncaya kadar ağladığını söylemişlerdir.” diyor.
Yukarıdaki nakiller kendisine reddiyye yazdığımız Râfizî İbnu'I-Mutahhar
tarafından yapılmıştır.
Bu Râfizîye verilecek cevap şudur:
Bu senin naklettiklerin daha önce de belirttiğimiz gibi râfizî Hişam b.
El - Hakemin sözlerinin aynısıdır. Bu sözlerin aynısını nakleden Şiîlerden Ebu
İsa El- Varrak, Zurkan, İbnül Nevbahtî, zahirîlerden İbn-i Hazm, Ehl-i
Sünnetten Ebu Musa el-Eş'arî, Şafiî şehristânî ve diğerleri Allah (celle
celâlühü)'ın cisim olduğunu ilk söyleyenin Hişam b. El-Hakem olduğunu
söylemişlerdir.
Azılı Şiîlerden ve Emevî devleti zamanında İslama büyük düşmanları olan
Beyan İbn-i Sem'ân Et-Temîmî:
“Allah insan suretine benzer. Yüzünden başka herşeyi helak olacaktır.”
demesi üzerine Halid b. Abdullah el-Kuserî onu öldürmüştür.
Başka bir azılı Şiî olan Muğîre b. Said'in:
Ma'budum nurdan olup, başında nurdan bir taç bulunan ve insan gibi
organları, karnı ve kalbi olup, organları da ebced harfleri kadar olan bir
insan gibidir, diye iddia ettiği nakledilmiştir. Yine bu azılı Şiî ölüleri
dirilttiğini iddia ettiği için taraftarları onun peygamberliğini iddia
etmişlerdir. Bunun üzerine onu da Halid b. Abdullah öldürmüştür.
Azılı Şiilerden bir tanesi de Kûfeli Ebu Mansur El-Aclî'dir.
Taraftarlarına Mansûriyye deniliyor. Ebu Mansur, Hz. Ali (kerrem'allahü veche
radiyallâhü anh), Hasan, Hüseyin, Ali b. Hüseyn ve Muhammed'in peygamber
olduklarını söyledikten sonra, kendisinin göklere yükseltildiğini, ma'budunun
başını meshederek kendisine “Git emir ve yasakları beyan et” dediğini iddia
etmiştir.
Şiî Ebu Mansur'un taraftarları olan Mansûrilerin yeminleri her zaman “La
vel Kelime” (Yani Allah (celle celâlühü)'ın kelimesi olan İsa'ya yemin
ederim)dir. Ebu Mansûr'a göre Allah (celle celâlühü)'ın ilk yarattığı varlık
İsa (a.s.), ondan sonra da Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh)'dir.
Peygamberlerin hiç kesilmeyeceğini, cennet ve cehennemin iki insan ismi
olduğunu iddia etmektedir. Haramları, kanı, deri ve şarabı mubah kıldıktan
sonra, bunların birer kavim ismi olduklarını ve Allah (celle celâlühü)'ın bu
-kavimlere başkanlığı haram kıldığını söylemektedir. Farzları da kaldırarak
farz denilen şey reislikleri vacip olan insanların ismi olduğunu iddia
etmektedir. Bu sözleri üzerine onu da Yusuf b. Ömer öldürtmüştür.
Bir nevî Şiî olan Nusayrîler[161]
de Mansûrîlere benzerler.
Şiilerin bir çeşidi de Hitabiyye'dir. Ebu'l-Hitab b. Ebî Zeyneb'in
taraftarıdırlar. Bunlar da 12 imamın peygamber olduklarını, onlardan iki
kişinin peygamberliklerinin devam ettiğini, birisini konuşmakta, diğerinin de
susmakta olduğunu, konuşanın Muhammed (a.s.), susanın da Hz. Ali (kerrem'allahü
veche radiyallâhü anh) olduğunu iddia ediyorlar. Bunlar Ebu'l-Hitab'a ibadet
edercesine bağlıdırlar. Ebu'l-Hitab, Mansûrîlerin lideri Ebu Mansur el-Aclî'nin
yanına giderken Kûfe'de İsa b. Musa tarafından öldürülmüştür. Bunlar fikirlerine
muvafakat edenleri yalandan överler.
Şiilerin bir bölümü de Deziiyye'dir[162]
Beziiyyeler (Hâşâ!)
Ca'fer b. Muhammed'in Allah olduğunu ve her mü'mine vahiy gelebileceğini
iddia ediyorlar.
Ebu Hasan el-Eş'arî, bazı Şiîlerin Selman el-Fârisî'nin uluhiyetini iddia
ettiklerini söylemektedir. Bazı sapık sûfîler de hoşlarına giden bir şey
gördüklerinde “Olabilir ki Allah buna hulul etmiştir” diyorlar. Daha ileri
giderek mabuduna erişen bir sûfîden dinî vecibelerin düşebileceğini de
söylüyorlar.
Ebu Hasan el-Eş'arî sapık Şiîlerin bir başka bölümü de rûh'ul Kudüs'ün
Allah olduğunu sonra peygambere, akabinde Ali'ye (r.a.) O'nun akabinde de
Hasan'a (r.a.) bu şekilde “el-Muntazar”a gelinceye kadar peyder pey şahıslara
hulul ettiğini iddia ediyorlar. Bunlara göre oniki imam ilâh mesabesindedir.
Çünkü Rûhu'l-Kudüs Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh)'nin (Hâşâ!)
Allah olduğunu iddia eden diğer bir Şiî fırkası peygamber (sallallahu aleyhi ve
sellem)e küfrediyorlar. İddialarına göre Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü
anh),emirlerini tebliğ etmek isterken Rasûlullah'ı memur olarak göndermiştir.
Fakat O peygamberliğin kendisine ait olduğunu iddia etmiştir.
Başka bir sapık şiî fırkası da Allah (celle celâlühü)'ın beş kişiye hulul
ettiğini, bu beş kişinin de Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem), Ali,
Hasan, Hüseyin ve Fâtıma olduğunu söylüyorlar. Bu fırkanın beş düşmanı vardır.
Onlar da:
Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh), Ömer, Osman, Muaviye ve Amr b. el-As'tır.
Başka bir sapık şiî fırkası Sebeiyyedir. Abdullah b. Sebe'e bağlıdırlar. Hz.
Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh)'nin ölmediğini iddia ederler. Hz. Ali
(kerrem'allahü veche radiyallâhü anh)'nin dünyaya dönüp yeri adaletle
dolduracağını söylerler.
Bir başka sapık şiî kolu da Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'ın
Allah tarafından dünya işleri ile görevlendirildiğini, O da dünyayı yaratıp
idare ettiğini iddia ediyorlar. Bunların bir başka fikri de imamların
gerektiğinde şeratı hükümsüz kılabileceklerini ve meleklerin onlara vahiy
getirdiklerini söylüyorlar.
Bazı şîler de bulut geçtiğinde Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche
radiyallâhü anh) bu bulutta olduğunu söylerler.
El-Eş'arî, Nusayrîylerin ve İsmailîlerin bile söyliyemedikleri şeyleri
dahi söyleyen daha bir çok şiî fırkaları zikretmiştir. (Bu her iki ekol de
davalarını gizlice yürüterek Muhammed b. Nusary en-Numeyrî yolunu takib
ediyorlar. Bu da Hasan el-Askerî zamanında yaşamıştır. İsmaililerin ilk
kurucusu Ebu'l Hattab b. Ebi Zeynebtir. Kendisi Ca'fer-i Sâdık'ın
arkadaşlarından idi.)
Nusayrîlerin kötü sözlerinden biri aşağıdaki şiirdir.
Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh)'den başka ilâh olmadığına
şehadet ederim.
Onun örtüsü sâdik'ul-emîn Muhammed'dir.
Ona varmanın tek yolu Selmân'ın yoludur.
Nusayri'ler “Ramazan” otuz adamın ismi olduğunu iddia ediyorlar. Maalesef
bütün musibetlerin başlangıcı râfizîliktir.
Ey Râfizî!
Senin naklettiklerinin hiç birisi ehl-i Sünnetten fakih, muhaddis ve
müfessirlerine aid değildir. Ehl-i Sünetten Allah (celle celâlühü)'ın cisim
olduğunu söyleyen olmamıştır. Allah (celle celâlühü)'ın dünyada değil ancak
ahirette görülebileceği üzerine ittifak etmişlerdir. Rasûlullah (sallallahu
aleyhi ve sellem) sahih hadiste şöyle buyurur:
“Biliniz ki, sizden hiç biriniz ölmedikçe Allah ’ı göremiyecektir.
”[163]
Râfizîye şunu da hatırlatmak istiyoruz. Bir kimse veya bir guruptan
herhangi birşey nakledecekse, o sözü kim söylemişse adını söylesin yoksa yalan
olur.
Daha önce bahis konusu olan “Haşviyye” ye gelince, bunlarla kim
kastedildiği kesin değildir. Ama daha önce belirtildiği gibi Haşviyye'den hadis
ehlini kastediyorsan -ki öyle diyen râfizîler vardır- şunu iyi bil ki onların
akidesi hadisin özüdür. Allah (celle celâlühü)'a hamd olsun ki senin iddia
ettiğin gibi söyleyen yoktur.
Ey Râfizî!
“Müşebbihe” lâfzına gelince, kimin hakkında kullanmak istersen kullan.
Şüphesiz ki Ehl-i Sünnet Allah (celle celâlühü)'ı yaratıklara benzemekten
tenzih ediyorlar.
Müşebbihe, Allah (celle celâlühü)'ın sıfatlarını yarattıklarının
sıfatlarına benzetirler.
Ehl-i Sünnet ise; Allah (celle celâlühü)'ı kendisinin veya Rasûlu'nun
tavsif ettiği gibi tavsif ederler. (vasıflandırırlar). Onlar bu tavsifi
yaparken tahrif yapmadıkları gibi, te'vile giderek sıfatları ta'til etmezler.
Keyfiyete ve benzetmeye yanaşmazlar. Belki temsilsiz ve ta'tilsiz isbat ederler.
Allah (c.c):
“Onun misli gibi (ona benzer) hiçbir şey yoktur, O Semî'dir.
Basîr'dir”[164]
Ayetiyle Allah (celle celâlühü)'ı yaratıklara benzetmeye ve sıfatlarını
ta'til etmeye kakışanları reddetmiştir.
Ehl-i sünnet; Allah (celle celâlühü)'ı mutlak olarak yatma,
uyuklama, unutma, acizlik ve bilmemezlik gibi noksan sıfatlardan tenzih
ederler. O'nu kitap ve sünnette sabit olan kemâl sıfatlarla tavsif ederler.
Ne var ki sıfatları inkâr edenler, sıfatları isbat edenleri “Müşebbihe”
ye benzetmekle itham ediyorlar.
Hatta Bâtınîler daha aşırı giderek Allah (celle celâlühü)'ı güzel
isimleriyle temsiye eden herkesi Müşebbihe'den sayarak şöyle derler:
“Kim Allah (celle celâlühü)'a Hayy, Alim derse O'nu canlı ve âlim
varlıklara, kim Semi', Basir derse O'nu insana, kim Rauf, Rahim derse O'nu
peygambere benzetmiştir.”
Daha ileri giden bâtınîler:
Biz Allah (celle celâlühü)'a “El-Mevcud” demeyiz. Bunu dersek O'nu
varolma açısından diğer varlıklara benzetmiş oluruz, diyorlar. Yine bunlar
Allah (celle celâlühü)'a ma'dum, Hayy ve Meyyit de demediklerini ayrıca ifade
ediyorlar.
Batınîlere şu cevap verilir:
Siz Allah (celle celâlühü)'ı varlığı mümkün olmayan bir şeye
benzetiyorsunuz. Hatta yokluğunu iddia ediyorsunuz, iki zıddın bir araya
gelmesi mümkün olmadığı gibi, ikisini de inkâr etmek mümkün değildir.
Böylelikle “Vâcib'ul Vücud” u, “Mumteniu'l-Vücuda” dönüştürmüş oluyorsunuz.
“Biz ne şunu deriz ve ne de bunu” diyenlere deriz ki:
Sizin bu hakikat dışı iddialarınız gerçekleri iptal edemez. Belki sizin
bu iddialarınız bir nevi safsatadır. “Ne mevcuddur” ne “Ma'dum” dur. diyenler
safsatanın kendisini iddia etmişlerdir.
Safsata üç çeşittir.
-
Birincisi hakikatleri
inkâr,
-
İkincisi onun hakkında
fikir beyanında bulunmama,
-
Üçüncüsü onları insanların
zanlarına terketmektir.
Bazıları da dördüncü safsata çeşidinin, âlemin durmadan hakikatini
değiştirdiğini iddia etmektir, demişlerdir.
Allah (celle celâlühü)'ın sıfatlarını isbat edenleri “Müşebbihe” diye
onanların sapıklığı şuradan gelir:
“Teşbih” lâfzı şümullü bir kelimedir. İki şey yoktur ki aralarında
müşterek bir özellik olmasın. Bu müşterek özellik zihinde olduğu takdirde
mutlaka görünüşte de olması şart değildir. Ekser itibariyle eşyada olan bu
benzerliğin az çok farklı olmasıdır. Denilse ki yaratıklarda şöyle canlı, şöyle
bilgili kimseler vardır. Bunların bu durumu:
Hayat ve ilimde birbirlerinin aynısı veya birinin hayat ve ilmi öbürünün
hayat ve ilminin aynısı olmasını gerektirmez. Hayat ve ilme sahip olan bu iki
varlığın gözler önünde aynı şekilde müşterek olmaları da şart değildir.
Cebriyeci olan Cehm b. Safvan Allah (celle celâlühü)'ı kullarının sahip
olduğu hiçbir sıfatla tavsif etmemiştir. Ancak Allah (celle celâlühü)'a Kadir
ve Halik ismini vermesi cebriyeci olmasındandır. Çünkü o kul için hiçbir kudret
kabul etmiyordu.
Bu konunun tetkik edilebilmesi için “Teşbih” ve “Temsil” kelimelerinin
mânası üzerinde durmak gerekir. Kur'an-ı Kerim birçok yerlerde teşbih ve
temsili reddetmiştir.
Allah (celle celâlühü) şöyle buyurur :
“O'nun misli gibi (benzeri) hiçbir şey yoktur.”[165]
“Allah'ın ismini taşıyan başka birini bilir misin?”[166]
“Hiçbir şey de, O'na denk olmamıştır”165 [167]
“Artık siz de Allah'ın eş ve benzeri olmadığını bildiğiniz halde,
Allah'a eşler koşmayınız.”[168]
“Artık Allah'a ortaklar koşmayın.”[169]
“Cisim”, “cevher”, “Tehayyuz = Bir yer tutma”, “cihet” kelimelerine
gelince, Kitap, Sünnet, Sahabe ve Tabiîn; isbatı ve reddi hakkında
konuşmamalarıdır. Bu kelimelerin mânâsını isbat ve red hususunda ilk konuşanlar
Cehmiyye, Mu'tezile, Mücessime, Râfiziyye ve Mubtedi'e'dir.
Yukarıdaki kelimeleri reddedenler bu arada Allah ve Rasûlunun isbat
ettikleri İlim, Kudret, İrade gibi sıfatları ile bir şeyi sevmesini, ona rıza
göstermesini ve yaratıklara nazaran yüksekliğini de inkâr etmişlerdir. Bunlara
göre Allah ne görülür, ne Kur'ân ve ne de başka bir şeyle konuşur.
Yukarıdaki kelimeleri isbat edenler ise; Allah ve Rasûlü'nün
reddettikleri şeyleri de isbat etmeye kalkışarak, Allah (celle celâlühü)'ın
dünyada göz ile görülebileceğini, onunla musâfaha ve muânaka edilebileceğini,
Arefe gecesi bir deveye binerek indiğini iddia ediyorlar. Bunlardan bazıları
Allah (celle celâlühü)'ın pişmanlık duyduğunu, ağlayıp üzüldüğünü de
söylüyorlar. Bu nitelendirme ise Allah (celle celâlühü)'ı kullara mahsus
sıfatlarla nitelendirme demektir ki, kula has olan her sıfat noksandır.
Allah (celle celâlühü) onlardan münezzehtir. O Ahaddır -Birdir. Sameddir
- Eksiksizdir.
-
Ahadiyetle benzerliği
reddederken,
-
Samediyyetle de kemal
sıfatlarla muttasıf olduğunu gösteriyor.
“Cisim” kelimesine gelince, lügatte cisim; Asmaî, Ebu Zeyd ve
başkalarının zikrettiği gibi “beden” mânâsına gelir.
Allah (celle celâlühü) şöyle buyurur:
“Sen o münafıkları gördüğün zaman, kalıpları hoşuna gider”[170]
“Allah ona bilgi ile vücud kuvveti bakımından bir üstünlük vermiştir”[171]
“Tûr'a çıkan Musa' nın arkasından, geride kalan kavmi süs eşyalarından
bir buzağı heykeli yapıp onu ilah edindiler”.[172]
Bineanaleyh cisimle kesafet, cüsse anlaşılmış oluyor. Bu şundan daha
cüsselidir denilir. Ancak zamanla kelâm âlimleri İstılahında cismin mânâsı
umumîleşerek -Araplar cisim dememelerine rağmen- onlar havaya da cisim adını
verdiler. Akabinde bunlar arasında neye cisim denilebileceği hususunda
ihtilaflar meydana geldi.
Kimine göre cisim sonu olan cevherlerden mürekkep bir şeydir. Çoğunluk
bunu söylüyor. Buna Cevher-i Ferd de denir.
Kimine göre madde ve şekilden meydana gelmiştir. Felsefecilerin bazısı
buna kaildir.
Kimine göre ne bundan ne de ondan mürekkeptir. Hişâmiyye, Neccâriyye,
Kerrâmiyye v.b. dedikleri gibi.
Bunların bu fikirlerinin bir çok kitaplarda yeri yoktur. Doğrusu cisim
Cenab-ı Allah (celle celâlühü)'ın yarattığı hayvanat, nebatat, maden gibi gözle
görülen şeylere itlâk olunur ki cisme, cevher-i ferd diyenlerin görüşü bu
istikamettedir.
İkinci görüşe göre cevher sabit olup ancak şekil ve sıfatları değişir.
Bunlara göre bir hakikat başka bir hakikata dönüşmediği gibi bir cins başka bir
cinse de dönüşmez. Belki cevher olduğu gibi kalır. Fakat Allah (c. c.) o
cevherin şeklini değiştiriyor. Bir çokları da cisimlerin ayrı bir cisme veya
bir cinsin başka bir cinse dönüşmesi mümkün değildir, derler. Bu da fakih ve
tabiblerin görüşüdür.
Yukarıda beyan ettiğim görüşlere sahip olanların -bildiğim kadariyle-
ittifak ettikleri bir nokta vardır. O da cismin kendisine işaret edilebilen bir
şey olmasıdır.
Akılcılar da, kendi nefsiyle kaim, kendisine işaret edilemeyen ve
görünmeyen bir mevcudun varlığı hususunda üç görüşe ayrılarak ihtilafa
düştüler.
Birinci görüşe göre; böyle bir varlık mümkün değildir.
İkincisine göre varlığı ve yokluğu mümkün olan yaratıklar için bu mümkün
değildir.
Üçüncü görüşte olanlar, bu durum mümkün ve vacip olan her iki
varlık hakkında da söz konusudur derler. Bu görüş de bazı felsefecilerin
görüşüdür. Bu görüşü iddia edenler, görüşlerine:
“El-Mucerredat Ve'l-Mufârakat” adını vermişlerdir. Akılcıların çoğunluğu
şunu demektedir:
Bizatihi var olan kendisine işaret edilemeyen ve görünmesi mümkün olmayan
varlığın mevcudiyeti gözler önünde açık değil de zihinlerde vardır. Bunun
delili de insanın vücudundan ayrılan ruhudur.
Felsefecilere göre melekler mücerred akıl ve ruhlardır. Onlar aklî
cevherlerdir.
Müslümanlar ve dinler tarihiyle ilgilenen birçoklarına göre melekler
nurdan yaratılmışlardır. Sahih Hadiste de bu şekilde sabittir. Allah (celle
celâlühü) melekler hakkında şöyle buyurur:
“Dediler ki: “Rahman olan Allah” çocuk edindi (melekler Allah (celle
celâlühü)'ın kızlarıdır), dendi” Allah bundan münezzehtir. Doğrusu melekler
ikram olunmuş kullardır”[173]
Allah (celle celâlühü), daha birçok yerde meleklerden bahsederken bu
felsefeciler; Cibril (a.s.)'in akl-ı faal veya peygamberin nefsinde hayâl
ettiği bir şekildir, dedikten sonra, Allah (celle celâlühü)'ın kelamı da uykuda
iken insanın nefsinde doğan bir şey olduğunu sözlerine ilave ederler. Tabiî ki
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'ın getirdiğini (Kur'an-ı Kerim ve
Hadisler) bilen kimse, bunların sapıklığını ve müşriklerden daha fazla imandan
uzak olduklarını anlar.
Düşünürlerin “cism”in hakikati hakkındaki münakaşaları bilindikten sonra
şüphesiz olarak Allah Teâlâ'nın mürekkep, madde veya şekil olmadığı, bölünüp
parçalanmayı kabul etmediği, daha önce ayrı ayrı olup sonradan toplanmış
olmadığı, aksine O Ahad = Bir, Samed = Noksansız, olduğu kesin olarak bilinmiş
oldu. Mürekkeblikten anlaşılan bütün aklî manâlar Allah (celle celâlühü)'ın
varlığına münâfîdir. Fakat felsefeciler daha ileri giderek, mademki Allah (celle
celâlühü)'ın sıfatları vardır şu halde mürekkebtir, eğer hakikati varsa o
hakikat mücerred varlık değil belki mürekkebtir diyorlar.
Allah (celle celâlühü)'ın sıfatlarını isbat eden müslümanlar, felsefecilere
şu cevabı veriyorlar:
Münakaşa “Mürekkeb” lâfzında değildir. Bu “mürekkeb” lâfzı Allah (celle
celâlühü)'ın başkası tarafından terkib edildiğini gerektirir. Halbu ki, hiçbir
akıllı Allah (celle celâlühü)'ın mürekkeb olduğunu söylemez.
Zatının ilim, kudret, hayat gibi kemal sıfatlarını iktiza etmesine
gelince; bildiğimiz kadarıyla bundan dolayı ona mürekkeb denmez. Lügatta da
böyle bir şey yoktur.
Mürekkeb; parçaları ayrı ayrı olup sonradan tamamen veya kısmen birbirine
girercesine toplanarak meydana gelen bir şeydir. Yiyecek, içecek, ilâç, bina,
elbise ve süs eşyaları gibi.
Ondan sonra bütün akılcılar Allah (celle celâlühü) için çeşitli mânâlar
isbat etmek mecburiyetinde kalıyorlar. Mu'tezile, Allah (celle celâlühü)'ın
Hayy ve Kadir olduğunu kabul ediyor. Halbu ki O'nun Hayy olmasıyla Kadir olması
ayrı ayrı şeylerdir. Filozoflar ise Allah (celle celâlühü)'ın âkil = idrak
eder, Makul - idrak edilir ve akil - idrak olduğunu söylüyorlar.
Mulhidlerden Nusayr et-Tûsî “Şerhul İşârât” adlı eserinde “İlim: ma'lum
olandır” der.
Bu nazariyesinin bâtıl ve mücerret tasvirinden ibaret olduğu seraheten
bilinmektedir. Onların kaçamak yolu yalnız terkib lâfzının manâsındadır.
Mürekkebin mutlaka onların dediği manâda olmasını gerektiren bir
delilleri yoktur. Onların dayanağı, mürekkebin kendi parçalarına muhtaç olması
ve parçalarının ondan başka bir şey olmasıdır. Buna göre başkasına muhtaç olan
varlık da kendi zâtiyle var olamaz; aksine illetli bir varlık olur. Aslında
ileriye sürdükleri bütün bu deliller illetlidir...
Çünkü “El-Vâcib” lafzıyla, bir varlığın başkası tarafından değil veya bir
illetten dolayı olmayıp, bizzat kendisiyle var olması anlaşılır. Yine bu
lafızla Allah (celle celâlühü)'ın hiçbir şeye muhtaç olmadığı ve bizzat kendi
nefsiyle kaim olduğu anlaşılmaktadır. Birinci ve ikinci görüşe göre sıfatlar
Vâcibul Vücuddur.
Üçüncü görüşe göre ise, nitelenen zâtın kendisi Vâcibul Vücuddur. Sıfata
Vâcibul Vücud denemez. Sıfat zâtın kendisinden de ayrılamaz.
Râfizîlerin:
“Allah (celle celâlühü)'ın ayrı ayrı zât ve sıfatları varsa, mürekkeb
olur... Mürekkeb de parçalara muhtaçtır. Parçaları da ondan başka şeylerdir.”
demelerine gelince, şöyle diyoruz:
“Başkası” lâfzı mücmel olup açıklanması gerekir. “İki ayrı şey”
denildiğinde iki mâna anlaşılır.
Birincisi, ayrı ayrı olan iki şeyin zaman ve mekanla birbirlerinden
ayrılmaları veya birleşmeleri mümkün olmasıdır.
İkincisi, bu iki şeyden herbirisinin diğerinden ayrı başka bir şey
olmaması veya birini bilmemenin yanında yalnız diğerinin bilinmesidir. Bu
görüşler en çok mutezile ve benzerlerinin görüşleridir.
Selef ise -İmam Ahmed ve başkası gibiler- “Başkası” lafzıyla her ikisi de
anlaşılır, dedikleri için, bu manâları mutlak olarak kabul etmiyerek, “Allah (celle
celâlühü)'ın ilmi Ondan başkasıdır veya Allah, ilminden ayrıdır”, fikrine
kapılmazlar.
Binaenaleyh Selef; Allah ilimdir veya ilim Allah (celle celâlühü)'tan
başka bir şeydir, demezler. Çünkü, Cehmiye (fırkası) Allah (celle celâlühü)'tan
başka her şey mahlûktur. Kelamı da Ondan başkası olduğuna göre O da mahluktur,
derler. Halbuki Hadiste, Allah (celle celâlühü)'ın izzet ve azameti gibi
sıfatlarıyla da yemin etmenin caiz olduğu sabit olmuştur.
Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem):
“Allah'tan başkasıyla yemin eden, Allah'a ortak koşmuştur.”[174]
buyurmuştur ki bundan da sıfatların Allah (celle celâlühü)'tan
başkasının ismi altına giremiyeceği kesinlikle anlaşılmaktadır.
“Başkası” lafzıyla O şeyin bizzat kendisi olmadığı isteniyorsa, şüphesiz
ki ilim Âlimin, kelâm da, Mütekellimin kendisi değildir. Böylece mürekkebin kapsadığı
çeşitli manâlar anlaşılmış olduktan sonra, “Âlim varsa, zât ve ilimden
mürekkebtir” denilse, bu sözden zat ve ilm'in ayrı iki şey olup sonradan
birleştikleri anlaşılmadığı gibi, birinin diğerinden ayrılmasının caiz olduğu
da anlaşılmaz...
Belki bu sözden âlim varsa, orada birbirinden ayrılmayan zat ve ilim
vardır, anlaşılır.
Yaratıcının kendi sıfatlarını gerektirmesi hiçbir müsbet delili ortadan
kaldırmadığı gibi, bu gerektirme, muhtaçlık olarak da isimlendirilemez.
Aynı şekilde mevsufun sıfatları ondan “cüz” olarak isimlendirilmesi
lügatlarda dahi yoktur. Bu isimlendirme iddiacıların istilahında vardır.
Felsefecilerin ve onlara uyanların korkutmalarına hayret edilecek bir durum
yoktur.
Çokluk olmasın diye Allah (celle celâlühü)'ın eşyaya ve değişkenlik
olmasın diye Allah (celle celâlühü)'ın cüziyata taalluk eden ilmini inkâr
edenler, “Teksir” (Çoğaltma) ve “Teğayyür” (Başkalaşma, değişme) lâfızlarıyla
muhatabı korkutuyorlar. Evet bu iki lâfız mücmel ve nekra oldukları için ilâhın
bir kaç tane olması ve insanın değişmesi ile güneşin sarararak renk
değiştirmesi gibi, Rabb'in de değişebileceği şüphesini veriyorlar. Muhatab,
felsefecilerin Allah (celle celâlühü) bir şeyi yarattığında, kulunun duasına
icabet ettiğinde, yarattığı bir şeyi gördüğünde ve Musa (a.s.) ile konuştuğunda
O'nun değiştiğini iddia ettiklerini de bilemez. Allah (celle celâlühü)'ın
sıfatlarını inkâr eden bu fırkalar, başkalarının da itiraf ettiği gibi hiçbir
delile dayanmadan inkâr ediyorlar. Halbuki şer'î ve aklî deliller bu sıfatların
varlığını gerektirirler.
Râfizînin
“Kendisine işaret edilen mürekkeb cisimdir” diye lügat mânâsına dayanması
da doğru değildir.
Evet müslümanların cumhuru Allah (celle celâlühü)'ın cisim olmadığı
üzerinde ittifak etmişlerdir. Onlar şöyle diyorlar:
“Allah cisimdir” deyip onunla zâtıyla kaim olduğunu, veya “cevherdir”
deyip yine onun zâtiyle kaim olduğunu kasteden kimse lâfızda hata etmiş ise de
kastettiği manâdan dolayı hata etmemiştir.
Fakat Münferid cevherlerden mürekkebtir derse küfründe tereddüt vardır.
Sonra cisim mürekkeb cevherlerden meydana gelmiştir diyenler O'nu
isimlendirmede, ihtilafa düştüler. Bazıları bu cevher, başkasının inzimamı ile
cisim olur. İbnu'l-Bakillânî ve Ebu Ya'lanın dediği de budur.
Kimine göre iki, kimine göre üç, dört, altı, sekiz, onaltı, kimine göre
de otuzüç cevherin inzimamıyla cisim teşekkül eder. Binaenaleyh bu cevher
lâfzında luğavî, istilahî, aklî ve şer'î münakaşanın bulunduğu açıkça ortaya
çıkmış olunca vacip olanın kitap ve sünnete uymak olduğu kesinlikle anlaşılmış oldu.
Allah (celle celâlühü) şöyle buyurur:
“Allah'ın ipine sımsıkı sarılınız, tefrikaya
düşmeyiniz.”[175] “Rabbinizden
size indirilen Kur'ân'a uyun”[176]
“Onlara, Allah'ın indirdiği Kur'âna ve peygamberin hükmüne gelin
denildiği zaman münafıkları görürsün ki senden düşmana bir dönüşle yüz
çevirirler.”[177]
İbn-i Abbas (r.a.):
“Kur'ani okuyup onunla amel edenin dünyada dalâlete düşmeyeceği, ahirette
de bedbaht olmayacağı hususunda Allah Ona kefil olmuştur.” buyurduktan sonra:
“Her kim de benim zikrimden (Kur'andan) yüz çevirirse, ona dar
bir geçim vardır ve onu, kıyamet günü kör olarak haşrederiz”[178] âyetini okudu.
Onun için biz, Allah ve Resulünün söz konusu ettikleri sıfatları kabul
eder, yokluğundan bahsettiklerini de inkâr ederiz. İsbat ve inkâr hususunda da
lâfzen ve manen naslara bağlıyız.
Münakaşa mevzuu olan lafızlara -Cisim, cevher, bir yer tutma, cihet,
terkib ve ta'yin- gelince onları dile getirenin kasdettiği mâna anlaşılmadıkça
isbat veya inkâr mânâsı verilmez.
Bu lâfızları kullanan kimse isbat ve inkârda nasslara uygun sahih bir
mânâ kasdetmişse, lâfızda kasdettiği sahih manâdan dolayı sevaba nail, mücmel
lâfız kullandığı için de bid'at işlemiş olur ki, azarlanmayı hakketmiş olur.
Hasımla yapılan münakaşada kullanılan lâfızların durumu müstesnadır. Orada da lâfizların
esas manâsına delâlet edecek karineler kullanılmalıdır. Eğer bu lafızlarla
batıl mana kasdediliyorsa, hatta hak ve batıl mânâ kasdedilip bu iki mânâyı
muhataba açıklamak gayesi ile söylemişse bu kullanış da bâtıldır. İki kişi bir
lâfzın manâsı üzerine ittifak eder deliller üzerine münakaşa edecek olurlarsa
bunlardan sevaba en yakın olanı ma'ruf olan lügate en yakın olanıdır.
“El - Muteheyyiz” lafzına gelince, bunun lügatteki manâsı:
Başkasının tarafına geçmektir. Allah (celle celâlühü) şöyle buyurur:
“... Veya başka birliğe katılıp savaşmak...”[179]
Bu mânâda kullanıldığı takdirde “Mutehayyiz” in bir sınırla çevrilmiş
olması şarttır. Allah (celle celâlühü)'ı ise yaratıklarından hiçbir şey
çevreleyemez. Binaenaleyh bu kelimenin lügat manasını Allah (celle celâlühü)
için kullanmak doğru değildir. Kelamcıların istilahındaki “Mutehayyiz”
kelimesinin mânâsı ise daha kapsamlıdır. Onlar her cismi mutehayyiz kabul
ederler. Cisim ise onlara göre kendisine işaret edilen her varlıktır.
Gökler, arz ve içindekiler istilahlarına göre lügatte “Mutehayyiz”
sayılırlar. Onlar bazen “Mutehayyiz” ile ma'dum olan birşeyi kastediyorlar.
Mekân ise mevcut bir şey olup ma'dum mutehayyiz'in dışında kalır. Bütün
cisimler mevcut bir şeyde değildir. Allah (c.c), yukarıdaki manadan da
anlaşıldığı gibi mutehayyiz bir yerde değildir.
Fahretidin er-Razi “Hayyiz”i = (Bir yerde mekan tutan) bazan mevcud bazan
da ma'dum kabul eder. Akıl ve nakille biliniyor ki, Allah (celle celâlühü)
yaratıklarından ayrıdır. Çünkü O göklerin ve yerin, yaratılışından önce de
vardı. Onları yarattıktan sonra, onlara dahil olmuş veya onlar varlığına dahil
olmuşlardır, denilemez. Her iki hal de de Allah için bu durum caiz değildir.
Böylece Allah (celle celâlühü)'ın yaratıklardan ayrı olduğu belirlenmiş oldu.
Sıfatları kabul etmeyenler, Allah (celle celâlühü)'ın yaratıklarından
ayrı olmayıp onların dahilinde de değildir diyorlar. Bu da aklen mümkün
değildir. Öte yandan da bu hüküm aklî değil vehmî olduğunu iddia ediyorlar.
Ondan sonra da tenakuza düşerek şöyle söylüyorlar:
Allah arşın üstüne olsaydı cisim olması gerekirdi. Çünkü Arştan ayrı
olması şarttır. Onlara şöyle cevap verilir:
Aklın gereği olarak bilinir ki, mevcud âlemin dışında olan ve cisim
olmayan bir varlığı isbat etmek, kendi zâtıyla kaim olan bir varlığın yarattığı
alemin içinde veya dışında olmadığını isbat etmekten daha kolaydır.
“Cihet” lâfzından da yüce âlemler gibi mevcud bir şey kasdedilir.
Felekler gibi Alemin ötesi gibi gayr-ı mevcud olan bir şey de kasdedilir.
İkinci mânâ kasdedildiği zaman her cisim bir cihettedir denilebilir. Birinci
mânâ kasdedildiğinde bir cismin bir başka cisimde olması mümteni' olur. Kim ki
“Allah bir cihettedir” deyip bununla mevcud olanı kasdederse, Allah (celle
celâlühü)'tan başkası onun yarattığı olup ve bir cihette = yerde olduğu için,
bu sözü söyleyen hata işlemiştir. Yok eğer bu sözüyle alemin ötesini kasdedip,
“Allah, âlemin üstündedir” derse isabet etmiştir. Âlemin üstünde Allah (celle
celâlühü)'tan başka mevcud olmadığına göre Allah (celle celâlühü) mevcudların
hiç birisinde yer almamış demektir.
Kelamcılar Allah (celle celâlühü)'a verilen isimlerle kulların
isimlendirilmesi hususunda münakaşa ettiler. Mevcud, Hayy, Alîm, Kadîr, gibi.
Kelamcıların bazısı bu isimlendirmenin lâfzî olduğunu, aralarında bulunan bir
benzerlikten dolayı olmadığını söylüyorlar. Bu lafzı isimlendirme meselâ
“Vücud” kelimesinde yapılacak olursa mümkün ve Vâcibül Vücud olan varlıkları
başka sıfatlarla birbirinden ayırmak şarttır. Böylece Vücud ismi için
kullanılışına göre “Vacibül Vücud” ve “Mümkînül Vücud” şeklinde mürekkeb bir
ifade şekli ortaya çıkmış olur. Bu görüş Şehristanî, Razî ve Âmidi gibi
müteahhir kelamcıların görüşüdür. Aynı görüşün Eş'arî ve Ebu'l-Hüseyin
el-Basriye ait olduğu söylenmiş ise de bu iddia yanlıştır. Çünkü bunlar, bir
şeyin vücudu o şeyin hakikatidir. Halleri değil demek suretiyle vücud kelimesi
Allah hakkında kullanılınca Vacibül Vücud'a yaratıklar hakkında kullanılınca da
Mümkinül Vücud'a işaret ettiğini ifade etmişlerdir.
Şiî Ebu Hâşim ve tabileri olan Mu'tezile ise Allah (celle celâlühü)'ın
“Vücud” u hakikatine ziyade edilmiş bir şey olduğunu söylüyorlar.
Batınîlerden bazısı ile Cehmiyyenin aşırı gidenleri Allah (celle
celâlühü)'a nisbet edilen isimlerin mecazi, kullarda ise hakiki olduklarını
iddia ediyor ve “Hayy” sıfatının da bu kabilden olduğunu söylüyorlar. Ebu'l
-Abbas Ennâşii ise bunun aksini ileri sürmüştür.
İbn-i Hazm ise isimlerin mânâ ifade etmediğini iddia ederek mesela “Alîm”
ilme, “Kadîr” kudrete delâlet etmez dedikten sonra, bu kelimelerin mücerred alem
olduklarını ileri sürüyor. Güya teşbihi ortadan kaldırmak için ileri sürülen bu
aşırı fikirler, hadd-i zâtında Allah (celle celâlühü)'ın sıfatları inkâr
etmekten başka birşey değildir. Râzî de aynı şekilde yanılmıştır. Zira o şöyle
diyor:
Allah (celle celâlühü)'a mevcud, mahlûka da mevcud diyecek olursak
aralarında müşterek olan ve hariçte bulunan bir vücud olması gerekir. Çünkü
vücud kelimesi her ikisine de şâmildir. O zaman ikisini birbirinden ayıracak
bir özellik bulunması şarttır. Bu özellik de hakikatin tâ kendisidir. Dolayısı
ile müşterek bir vücud ve onları birbirinden ayıran ıbir hakikat vardır.
Aslında bunlar çelişki içindedirler. Çünkü “Vücud”u vacib ve “mümkün” olmak
üzere ikiye ayırıyorlar. Umumî, küllî isimlerin kısımlara ayrılması, müşterek lâfızların
kısımlara ayrılmasına benzemez. “Süheyl” lâfzının bir yıldıza ve İbn-i Amr'a
delalet ettiği gibi. Çünkü müşterek lâfızlara şu ve bu kısma ayrılır denmez.
Ancak bu müşterek lâfız şu ve bu mânalara şamil olur denir. Bu durum lügatin
gereği olup aklî bir taksim değildir. Aklî taksim ise, umumî lâfzın ifade
ettiği mânânın kısımlara ayrılmasıdır.
Râfizî ve benzerleri “Müşebbihenin sözü” nden Allah (celle celâlühü)'ın
kullara verilen isimlerle isimlendirmek teşbih sayıldığını kasdediyorlarsa,
kendisi -Yani Râfizî İbn'ul-Mutahhar- ve bütün insanlar Müşebbihedir. Yok eğer
Râfizî ve tabileri Allah (celle celâlühü)'ın sıfatlarını kulların sıfatlarına
benzetiyorlarsa bununla hem sıfatları inkâr ediyorlar, hem de sapıtıyorlar. Bu
sapıklık herkesten daha çok kendilerinde mevcuttur.
Sen ey Râfizî!
Mânâlarını bilmediğin ve kullanılacak yerlerini tayin etmediğin
lâfızlarla konuşuyorsun. Sen kendi kendine bir şeyler uydurarak müşebbiheden
-Allahu âlem- başkasını değil Bağdad ve Irak'ta bulunan Hanbelileri kasdediyorsun.
Bu da cahilliğinden kaynaklanır.
Çünkü Hanbelilerin Ehl-i Sünet ve'l-Cemaattan ayrı, başlı başına iddia
ettikleri bir fikirleri yoktur.
Onların bütün dedikleri sair ehl-i sünnet ve'l-Cemaatın dedikleridir.
Ehl-i Sünnet vel-Cemaatın mezhebi; bilinen eski bir mezheb olup; Ebu
Hanife, Mâlik, Şafiî ve Ahmed b. Hanbel -Allah onlardan razı olsun-
yaratılmadan önce vardı.
Bu sahabelerin Allah Rasulü'nden almış oldukları mezheptir.
Bu mezhebe aykırı hareket eden ehi-i sünnet ve'l Cemaat yanında
bid'atçıdır. (ehl-i bid'atten sayılır)
Ehl-i Sünnet sahabe icmâının hüccet (hak) olduğu üzerinde ittifak
etmişlerdir. Ama onlardan sonra gelenlerin icmaları hususunda ihtilaf
etmişlerdir. (sonrakilerin icmaının tartışılabileceği görüşündedirler.)
İmam Ahmed bin Hanbel sünnette imam olması ve zorluklara tahammülü
hususunda meşhur olmuşsa bu onun başlı başına bir fikri ortaya koymasından
değildir. Aksine sünnete sarılması, müslümanları ona davet etmesi ve sünnetten
ayrılmamak için uğradığı zorluklara tahammül etmesindendir. Daha önceki imamlar
ise bu fitneler doğmadan önce vefat etmişlerdi.
Hicri üçüncü asrın başlarında Halife Me'mun ve kardeşi Mu'tasım ve daha
sonra gelen El-Vâsık zamanında sıfatları inkâr eden Cehmiyye fitnesi zuhur
edip, bu sapık mezhep mensupları insanları Allah (celle celâlühü)'ın
sıfatlarını inkâr etmeye çağırınca -ki bu mezhep sonradan râfizîlerin mezhebi
olmuştur- ve bu mezhebe bazı Âmirleri de sokunca Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat bu
durumlarını nazarı dikkate alarak onlara muvafakat etmemişlerdir. Hatta bunun
üzerine ehl-i sünet âlimlerini ölümle tehdit etmişlerdir. Bazılarını tehdit
ederken, fitne çıkarmak için diğer bazılarına mükafaat vadetmişlerdir. Ahmed b.
Hanbel bütün bu musibetlere sabretmiştir. Hatta bir müddet onu hapsetmişler,
sonra onu âlimleriyle münazaraya çağırmışlar, bunun neticesinde de âlimleri
günbegün yenilgiye uğrayarak ondan kaçmışlardır. Onu ilzam edecek deliller
getiremeyince ve İmam Ahmed de onların hatalarını birer birer ortaya koyunca,
Basra ve diğer şehirlerden Ebu İsa Muhammed b. İsa ve benzerleri olan
kelâmcıları çağırdılar. Münazara yalnız mutezilelerle değil, Cehmiyyenin
cinsinden olan Neccariyye, Darariyye ve Murcienin her çeşidiyle yapılıyordu.
Her Mutezile Cehmîdir, fakat her Cehmî, Mutezilî değildir. Ama Cehmîler daha inkarcıdır.
Çünkü isim ve sıfatları da inkâr ediyorlar. Mutezile ise yalnız sıfatları kabul
etmiyorlar. Bişr'ul Müreysî Cehmîlerin büyüklerinden ve Murcieden sayılırdı.
Bununla beraber Mutezilî değildi.
İmam Ahmed b. Hanbel'in başına gelen bu musibetlerle ilgili olarak bir
çok tedkik ve araştırmalar yapılmıştır. Allah (celle celâlühü) Ahmed (r.a.) ve
tabîlerinin şerefini yüceltsin.
Ama Râfizî kanaatince onları usûl ve fürûdan çıkaracak şekilde her guruba
saldırarak, yalnız kendi gurubunun hatadan âri olduğunu iddia ediyor. Akıllı
olan bütün müslümanlar, râfizînın gurubundan daha cahil, sapık, yalancı,
bidatçı, her türlü kötülüğe yakın ve her türlü iyilikten de uzak hiçbir gurup
olmadığı hususunda ittifak etmişlerdir. Bunun içindir ki El-Eş'arî “El-Mekalat”
adlı eserini te'lif ederken önce bu sapıkların iddialarını zikretmiş, sonra
ehl-i sünnet ve hadis alimlerinin sözleriyle kitabını bitirmiştir. En sonra da
El-Eş' arî; fikrinin ehl-i sünnet ve hadisin fikri olduğunu ayrıca
belirtmiştir.
Râfizînin “Eser”[180] ehlini ve Allah (celle
celâlühü)'ın sıfatlarını isbat edenleri “Müşebbihe” diye isimlendirmesi, yine
onların ilk üç halifenin hilafetini kabul edeni “Nasibi” diye
isimlendirmeleri gibidir.
Yine râfizîlerin itikadına göre Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh)
ilk üç halifeden alâkasını tamamen kesmediği müddetçe velayet hakkına sahip
değildir. Nâsibilik de ehl-i beyte düşmanlık etmektir.[181]
Kitap ve sünnette ne “Nasibe”, ne “Müşebbihe”, ne “Haşviyye” ve ne de
“Râfizî” kelimeleri vardır. Biz “Râfizîler” diyorsak bu ismi ta'rif için
kullanıyoruz. Nass ile zemmedilen her şeyin bu ismin kapsamına girdiğini
belirtmek için.
Böylece “Rafızîlik” kelimesi doğruluk ve iyiliği idam eden bu câhillerin
işareti olmuş oldu.
Ey Râfizî! “Davud et-Tâî” diye bahsettiğin kimse, aslında bu zât
değildir. Belki “Davud el-Cevâribî”dir.
El-Eş'arî şöyle diyor :
Davud el-Cevâribî ve Mukâtil b. Süleyman:
Allah (celle celâlühü) için, O cisimdir, cüssedir, uzuvları vardır, insan
sûretindedir, et, kan ve kemikten ibarettir. O -bütün bunlara rağmen- hiçbir
şeye benzemez, dediler. Hişam b. Salim el-Cevâlikî de: ( Şiî âlim ve
liderlerindendir. Daha önce hakkında bilgi verilmiştir.)
Allah (celle celâlühü) (Hâşâ!) İnsan sûretindedir, diyor. Ama et ve
kandan olmasını reddederek, onun parlayan bir nur ve beş duyu organına sahip
olduğunu iddia ediyor. İşitmesi görmesinden ayrıdır. Diğer organları da
böyledir. El, ayak, göz, ağız, burun ve uzunca bir saçı vardır, diyor.
Dedim ki: (Ş. İslâm İbn-i Teymiye)
Ey Râfizî!
Eş'arî bu sözleri Mu'tezile kitaplarından naklediyor. Sözlerinde Mukatil
bin Süleyman'a nisbet edilenler vardır. Bu sözlerde ziyadelikler olduğu kabul
edilebilir. Mukatilin bu dereceye varmasını zannetmiyorum.
Çünkü, İmam-ı Şafiî şöyle diyor:
Tefsir yapmak isteyen Mukatil bir Süleyman'a, fıkhı isteyen Ebu Hanife'ye
muhtaçtır.
Davud et-Tâî[182] ise fakiri, zâhid, âbid idi.
O, bu sapık sözlerden bir şey söylememiş ve bu sapıklığa girmemiştir.
Râfizî şöyle diyor:
“Ehl-i Sünnetten bazısı; Allah, her Cuma gecesinde henüz tüyü bitmemiş
bir genç gibi ve bir merkebe binmiş olarak iner. Öyle ki O âlimlerden bazısı
Bağdat'ta her cuma gecesi damlar üzerine içine arpa koyduğu bir yemlik koyar.
Böylece merkep dam üzerinde arpa yemekle meşgul olurken, Allah (celle celâlühü)
da, “Tevbe eden yok mu?” nidalarıyla meşgul oluyor” diyor.
Ey Râfizî!
Bu ve benzen sözler ya tamamen bir iftira, veya bir zır câhilin
iddiasıdır.[183]
Bu sözler bilinen bir âlimin olamaz. Allah (celle celâlühü) ehl-i
sünnetin âlimlerini, belki bütün ehl-i süneti, çocuklardan bile sudûru mümkün
olmayan böyle iftiralardan korumuştur.
Sonra ne yalan ve ne de zaif bir isnadla böyle bir söz rivayet edilmiş
değildir. Hiç kimse, Allah cuma gecesi iniyor ve henüz sakalı bitmemiş bir genç
sûretindedir, dememiştir. Bu haber Cemel el-Evrak'ın “Allah arefe gecesinde
iner, yayalara sarılır, binitlerle de toka yapar” uydurma hadisine benzer.
Allah (celle celâlühü) bu haberi uyduranın yüzünü karartsın. Âlemde daha
nice yalanlar vardır, fakat bu yalanların onda dokuzu, belki daha fazlası
râfizîlerin elindedir.
Allah (celle celâlühü)'ın dünya semasına inmesi ile ilgili olan hadisler
mutevatirdir. Arefe gecesinde yaklaşması ile ilgili hadis de Müslim tarafından
tahric edilmiştir. Fakat Allah (celle celâlühü)'ın nüzul ve istivasının
keyfiyetini bilmiyoruz.
Râfizi İbnu'l-Mutahhar şöyle diyor:
“Kerramiyye, Allah yüksek bir yerdedir diyorlar. Bir cihette olan bir
şeyin sonradan olup ve o cihete muhtaç olduğunu bilmiyorlar.”
Evet, bu söz Kerramiyye ve ilk büyük şiîlerin mezhebine aittir. Sen de
bunun batıl olduğuna dair bir delil zikretmemişsin. Bütün mü'minler “Cihet”
lafzından bahsetmeseler de Allah (celle celâlühü)'ın âlemin fevkinde olduğunu
kabul ederler. Evet onlar ma'budlarının alemin üstünde olduğu inancı ile
yoğrulmuşlardır.
Ebu Ca'fer el-Hemedanî[184] Ebul Meâliye şu soruyu
soruyor:
İstivanın nasslara dayanmayan, semaî bir yorum ile bilindiğinin manası
nedir? Halbuki istiva ile ilgili rivayet olmasaydı onu bilemezdik. Sen de bunu
te'vil etmeye kalkışıyorsun. Bu iddianı terket. Kalbimizde ve zarurî olarak
hissettiğimiz şeyden bahset. O da şudur:
Şunu kesinlikle biliyoruz ki, her “Ya Allah!” diyen kimse diliyle bu
kelimeyi telaffuz etmeden mutlaka kalbinde yüksekliği kasdeden bir mana
hisseder. Sağa -sola dönüp başka bir manayı kasdetmeye yeltenmez. Bu hissi
kalbimizden söküp atacak bir yol gösterebilir misin?
Bunun üzerine muhatab sarığıyla oynayarak:
Hemedanî beni şaşırttı dedi. İşte bununla Allah (celle celâlühü)'ın
âlemin üstünde olduğunu nefyeden delilin nazari olduğu anlaşılmış oldu. Bu
nazarı delil de hiçbir zaman fıtratın zaruretini değiştiremez. Hele mütevatir
nassları asla ortadan kaldıramaz.
Zaruri olan bir şeyi nazari iddialarla ortadan kaldırmak mümkün değildir.
Aslında böyle bir yola tevessül edilmesi halinde nazari deliller de
temelden sarsılmış olur. Çünkü böyle bir yol aslın ferini çürütmek olur ki,
neticede nazari ve zaruri bütün deliller hükümsüz kalır.
İşte Kerramiler akli delillerle Allah (celle celâlühü)'ın yukarı cihette
olduğunu kabul ediyorlar. Onlara göre iki şey varsa bunlar ya girift veya
ayrıdırlar. Bunun böyle olmasını da zaruri görerek, mevcut olup da kendisine
işaret edilemeyen bir şeyin varlığını kabul etmek aklı ve hissi zorlamak olur.
İşte Kur'an-ı Kerim bir çok yerlerde Allah (celle celâlühü)'ın yüksekte
olduğunu açıklamaktadır. Hatta bu yerlerin üçyüz kadar olduğunu söylemişlerdir.
Sünnet ise bununla doludur. Selefin sözleri Onların bu hususta ittifak
ettiklerini göstermektedir. Bunun zıddını iddia edenlerin delil getirmeleri
gerekir.
Râfizînin “Herhangi bir yerde olan her şeyin hadis ve o cihete muhtaç
olması gerekir” sözü, şu iki şartın tahakkuku halinde doğrudur.
Birincisi, cihetin maddeten mevcut olması ve kendisine bizzat işaret
edilebilmesi,
İkincisi, o varlıktan ayrılmamasıdır.
Şüphesiz ki Halikın bir cihet (yer) içinde olduğunu ve o cihete ihtiyacı
bulunduğunu söyleyen kimse Allah (celle celâlühü)'ı mekana muhtaç kılmıştır.
Bunu kimse iddia etmemiştir. Çünkü Arşı O yaratmıştır. Dolayısıyla Ona muhtaç
olmadığı kesindir.
Allah (celle celâlühü)'ın arşın üstünde olması hiçbir zaman O'nun arşa
muhtaç olduğunu gerektirmez. Kaldı ki Allah (celle celâlühü) âlemi tabaka
tabaka yaratmasına rağmen yüksektekini alttakine muhtaç kılmamıştır. Yerin
üstünde boşluk, onu da bulut, gökler ve arş takib eder ki, biz bütün bu
varlıklar karşısında mutlak kuvvetin Allah'ta olduğuna inanıyoruz. Arşın
meleklerini ve güçlerini yine Allah (celle celâlühü) yaratmıştır.
Ey Râfizî!
Senin selefin olan El-Kummi Er-Râfizî “Arş Allah (celle celâlühü)'ı
taşıyor” derse ona nasıl cevab verebilirsin? Veremezsin. İstivayı kabul edenler
şöyle diyor:
“Allah arşa muhtaç değildir. Allah her şeye kadirdir. Allah (celle
celâlühü)'ın kendisini taşıyacak bir varlığı yaratmaya kadir olması, O'nun
yüceliğine delâlet ediyor. Hiçbir zaman O'na muhtaçtır, denilemez.”
Daha önce “Cihet” lafzıyla biri yaratılmış mevcud, diğeri ma'dum olan iki
şey kasdedilir, demiştik. “Allah âlemin üstündedir” diyenlerin tümü Onun
yaratılmış ve mevcut olan bir yerde olduğunu söylemezler. Ancak “cihetten”
arş-ı a'lâ kasdedilirse elbette ki, Allah arşın üstündedir. Semanın üstündedir,
diye hadislerde beyan edildiği gibi.
Râfizîier ise “Cihet” lafzını genel manasıyla olarak Allah (celle
celâlühü)'ın bir cihette olduğunu kabul etmek, O'nun o cihetin (yer) içinde
olmasını kabul etmek gibidir, şüphesini ortaya koydular. İnsanın evinde olduğu
gibi. Buna dayanarak, böyle olması halinde Allah başkasına muhtaç olur,
dediler. Aslında bütün bunlar tutarsız iddialardır.
Rafizîler devamla şöyle dediler:
“Allah bir cihette olsaydı, cisim olması gerekirdi. Her cisim de sonradan
yaratılmıştır. Çünkü cisim değişikliklerden kurtulamadığı için sonradan
olmadır.”
Evet bu iddialar da münakaşa konusudurlar. Hatta bazı âlimler:
Cisim olmayan bir şey cihette olabilir, demişlerdir. Bu âlimlerin
sözlerine itiraz edilerek:
Bu fikriniz akla aykırıdır, denilecek olursa; bizim fikrimiz, alemin
içinde ve dışında olmayan bir mevcudu kabul etmekten akla daha çok yakındır,
diyeceklerdir. Bazıları da, ner cismin hâis -sonradan olma- olduğunu kabul
etmezler. Kerramiyye ve ilk şiiler gibi. Bunlar “cisim hadislerden kurtulmaz”
fikrini de kabul etmezler. Hadîs, Kelam ve felsefecilerin bir çoğu da
“havadisle - sonradan yaratılanlar- ilgisi olan herşey hadistir” sözünde
münakaşa etmişlerdir.
[1] (Maide: 5/8)
[2] (Tevbe: 9/33)
[3] (Ahmed: 3594)
[4] (Fethul-Bari: 7/4)
[5] (el-Fisal: 2/78)
[6] (Kitabul-Kafi s.:45,h.:1278 de basılmıştır.)
[7] (A.g.e.s.:57)
[9] (Ravide adalet ve zapt sıfatlarından birinin
veya ikisinin eksikliğini ortaya koyarak, onun zayıf olduğunu belirtmek)
[10] (Maide: 5/3)
[11] (Buhari Ahkam: 4, Fiten: 2, Müslim İmaret: 38)
[12] (Nisa: 4/115)
[13] (Ali-İmran 3/110)
[14] (Buhari Salat: 48, Cenaiz: 62, Müslim Mesacid:
19, Ahmed: 1/218)
[15] (Muvatta Sefer: 85, Ahmed: 2/246)
[16] (Müslim Cenaiz: 93)
[17] (El yazması olan eser on ikinci asrın ortalarında Devrek asıllı ve
Halep’te yaşamış olan Osman Paşa tarafından H. 1160 yılında vakfedilmiştir.
Osman Paşa H. 1107’de vefat eden Abdurrahman Paşa’nın oğludur.)
[19] (Eser 1321 de Mısırda, El-Emiriyyetül-Kürâ adlı matbaada
“Minhacüs-Sünnetin-Nebeviyye fi nakdi kelamiş-Şîati vel-Kaderiyye” nâmı ile
basılmıştır. Şeyhül İslâm İbn-i Teymiyyenin eserlerine isim verdiği az
görülmüştür. Eserlerini süratle yazarken, senet ve kaynaklarıyla beraber
nassları, imamların sözlerini ve tarihi hadiseleri sağlam bir şekilde
ezberleyen güçlü ve benzeri olmayan hafızasına güveniyordu. Sonra âlimler ve
talebeleri bu eserleri ondan alıyor ve behemahal onları İslâm âlemine
neşrediyorlardı. Eserleri okuyanlar mevzularına uygun bir isimle
isimlendiriyorlardı. Bu sebepten dolayı bir eserinin birkaç ismi
bulunabiliyordu. Hafız Zehebî Şeyhülislâmın özel talebelerinden olunca Onun
isimlendirmesine itimad ettik. Bu kitabın başkaları yanında meşhur olan diğer
bir ismi de “Minhacüs-Sünne” dir. Böylece kitabı adlandırırken ikinci ismine de
işaret ettik)
[20] (“Huda”, farsçada Allah, “Bende”; Kul anlamındadır. Hudâbende;
Allah'ın kulu manasına gelir. Hudâbende İlhanlıların sekizinci, Cengiz hanın
altıncı torunlarındandır. Asıl ismi Olcaytu'dur. Olcaytu (680-716) Ergu'nun (-,
690), O da Abğa (-, 681) nın, O da Hulagu'nun (-, 663), O da Toli'nin (-, 628),
O da saffâh olan Cengiz Han'ın (549-624) oğludur. Cengiz'in bir başka lâkabı da
İlhan'dır. Devletlerine de İlhanlılar deniliyor. Hudâbendenin babası Ergun
putperest idi. Ergun Horasan'da amcası sultan Tokodar'a isyan ederek siyasi
maslahatı İslama girmekte bulmuş ve ismini Ahmed Tokodar olarak değiştirmiştir.
Hudâbendenin babası Ergun daha sonra tekrar Tokodar'a hücum ederek
altıyüzseksen üçte öldürmüş ve memleketini istila etmiştir. Ergun babası olan
Abğanın veziri Şemseddin el-Muhammediy'ye iftira ederek babasını zehirlemiş
iddiasıyla öldürmüştür. Onunla beraber dört oğlunu da öldüren Ergun, daha sonra
şehevî arzularının peşine düşerek idarî mekanizmayı doktoru ve yahudi asıllı
olan Sa'd ed-Devle'ye bırakmıştır. Yahudi tabip idareyi kötüye kullanıp, fesad
çıkarmaya başlayınca, devlet adamları ve memurlar ona karşı ayaklanarak onu
öldürmüşlerdir. Daha sonra Ergun kahrından öldü. (690).
Ergun'un Olcaytu (Hudâbende) ve Gâzân adında iki oğlu
vardı. Her ikisi de siyasi maslahatı, İslama girip idare ettikleri milletlere
karşı iyi muamele etmekte buldular. Gâzân Ehl-i Sünnet mezhebini seçti. Kardeşi
Hudâbende 703 de idareyi ele geçirince bir gurup şii ona yardımcı oldu. Rivayet
edildiğine göre Hudâbende bir gün hanımına kızarak onu üç talakla boşamıştır.
Sonra onu tekrar himayesine almak isteyince ehl-i sünnet fakihleri bu durumun
mümkün olamıyacağını, ancak bir başka erkeğe nikahlandıktan ve ondan da
boşandıktan sonra mümkün olacağını söyleyince, durum kendisine zor geldi. Bunun
üzerine yardımcıları olan şiiler, Hille alimlerinden İbnül Mutahhar adındaki
zâtı meseleyi çözmek için çağırmasını istediler. İşte Şeyhülislam İbn-i
Teymiyye’nin kendisine reddiye yazdığı adam budur. İbnul Mutahhar sultanın
huzuruna gelince ona: Zevceni âdil iki şahidin huzurunda mı boşadın? diye
sorması üzerine Sultan; hayır dedi. İbnül Mutahhar: Zevceni iki âdil şahidin
huzurunda boşamadığın için talak vaki olmamıştır. Dilediğin gibi zevcenle
muamelede bulunabilirsin; fetvasını verdi.
Hudâbende fetvayı alınca çok sevindi. İbnül Mutahharı özel
ve yakın adamlarından yaptı. İbnül Mutahharın bu şeytanî hareketinden dolayı,
Hudâbende bütün valilerine emirler göndererek, bundan böyle hutbelerin on iki
imam adına okumalarını, isimlerini mescitlerin duvarlarına yazmalarını istedi.
İbnül Mutahhar'ın verdiği bu bâtıl fetva ile Hüdâbende'nin devleti şiileşmiş
oldu. İşte İran ve Horasan devletinin resmen şiileştiği ilk merhale budur. Bu
hadisenin 707 de olduğu rivayet edilmektedir.
Bu tarihten üçyüz sene sonra İran'ı ikinci defa uçuruma
götüren hâdise, Safavî devletini kurup ilk şîîler'in “Aşırı” diye bilinen şii
akidelerini yaymak olmuştur. Halbuki, daha önce ilk şiilerin rivayetlerini
aşırı kabul ederek onları inkar ediyorlardı. Safavî devleti istikrar bulunca bütün
şiiler aşırı ve bozuk inançlara kaydılar. Öyle ki, şiilerin bile daha önce
aşırı diye nitelendirdikleri görüş ve akideler mezheplerinin zarurî
inançlarından oldu. İkinci âlimleri olan El-Mekâni (1290-1351) “Tenkihul Mekal”
adlı eserinin bir çok yerinde bunu itiraf etmiştir. Mezkûr kitap, şîîlerin cerh
ve tâdil de en büyük kitapları sayılır.)
[21] (Çünkü, mezheblerinin esasları bâtıl, vehim ve müstahiller üzerine
kurulmuştur. Bunları bu kitapta göreceksin. Bunun en açık misali onların:
“Bizler imamsız yaşıyoruz” demeleridir. Kendilerinin İmamiyye mezhebinden olup,
onların bir imamı olduğunu ve fakat imamlarının bin seneden beri Samarra
mağarasına girip çıkmadığını ve halen yaşadığını iddia ederek çıkmasını
bekliyorlar. Kitaplarında da Allah'dan bunun çıkışını bir an önce
gerçekleştirmesini taleb ediyorlar)
[22] (Muhammed b. Muhammed b. Nu'man b. Abdusselam
El-Bağdâdidir. (336-413) Mezkûr kişi Hille alimlerindendir. İkiyüzden fazla
kitap, risale ve makaleyi te'lif ettiği söylenmektedir),
[23] (Muhammed b. Ali b. Osman El-Karacukî (-, 449)
olup, Şeyhi Mufîd'in talebesidir),
[24] (Ebul Kasım Ali b. Hüseyn b. Musa'dır. El-Murtaza (355-436)
lakabıyla bilinir. Rıza Muhammed b. Huseyn eş-Şâir'in (359-406) kardeşidir. Bu
iki kardeş Hz. Ali'nin hutbelerini tahrif ederek ziyadeleştirmeyi kendilerine
vazife bilmişlerdir. Bu hutbelerde uydurulan herşeyin müsebbibi bu ikisi olup,
Hz. Ali bu uydurmalardan uzaktır)
[25] (Et-Tûsî Muhammed b. Muhammed b. Hasan El-Hoce Nasiruddin et-Tûsi
(597-672)dir. Putperest Hülagû'nun İslâm başkenti Bağdadi istila ederken (655
H) giriştiği katliâmın müsebbiplerindendir. Çünkü, et-Tûsî, Hülâgû'yu bu işe
teşvik etmişti. Daha önce bu hain adam dağlık bölgede bulunan dinsiz
İsmailîlerle işbirliği yapıyordu. Tûsî, Nasîrîlerin lideri Nasîruddin adına
“El-Ahlâkun-Nasîriyye” adlı bir kitap te'lif etmiştir. Nasîrîler, Kohestan
bölgesinde yaşıyorlardı. Tûsî, İsmailîlerin kralı olan Alauddin Muhammed b.
Celal Hasanın en berbat adamlarından idi. Bütün bunlarla beraber Tûsi'nin
münafıklığını açıkça gösteren delil Onun Abbasi halifesi “El-Mu'tasım” a
yazdığı ve onu öven kasidesidir. Şüphesiz ki, Tûsî Bağdad'ı yıkmak, İslâmı
ortadan kaldırmak için Hülâgû'yu kışkırtmıştır. Şiiler ise bu vahşice hareketi
kendileri için en şerefli bir olay addederler. Şiilerin “Ravdatül Cenne” adlı
eserinin 578 ci sahifesinde bu durum açıkça görülmektedir. İslama ve tâbilerine
büyük düşmanlığı olan Tûsî'nin diğer hainliklerini Hülâgû da keşfetmişti. Ona
ihtiyacı olmasaydı öldürecekti)
[26] a - Lût b. Yahya, şîîlerin en az yalan söyleyenlerindendir. İbn-i
Adiyy onun hakkında: “Şîîdir, şîîlerin haberlerini uydurur.”, Hafız ez-Zehebi
de “Mizanül İ'tidal” adlı eserinde: “Haberleri uydurma olup, güvenilmez. Ebu
Hatim ve başkası haberlerini almamışlardır.” der. 157de ölmüştür.)
[27] b - Hişam b. El-Kelbî 204 te ölmüştür. Hakkında en doğru sözü İmam-ı
Ahmed söylemiştir: “Neseb sahibi olduğu için çokça gece toplantıları
düzenlerdi. Kendisinden hadis nakledeni görmedim. Dinle alâkası olmayan
haberlerin kaynağıdır. Sünnetle ilgili haberlerde müslümanlar ona aldanacak
kadar akılsız değildirler.” Hafız b. Asâkir onun hakkında: “Râfizî ve
güvensizdir” der
[28] (Harmele b. Yahya et-Tüceybî (V. H 243) olup,
Mısır'ın iftihara medar âlimlerinden ve İmam-ı Şafiî'nin talebelerindendir.
İmam-ı Mâlik'ten rivayet ettiği yüzbin civarındaki hadisi Mısır'a
nakletmiştir),
[29] (Müemmil b. İhâb er-Rub'î (V. 254) olup, Ebu
Davud ve Neseî ondan rivayet etmişlerdir)
[30] Yezid b. Harun es-Sülemi el-Vasitî olup, meşhur
hadis hafızlarının ileri gelenlerinden ve İmam Ahmed'in üstadlarındandır.
Yetmişbin kişi dersini dinlemiştir. Hicri 206 da vefat etmiştir
[31] Muhammed b. Said el-İsfahani, Şüreyk'in
talebelerinden olup, Buhari ondan rivayet etmiştir. H. 220 de vefat etmiştir
[32] (Şüreyk b. Abdullah en-Nehâî (95-177) Küfe
kadısı olup, Abdullah b. Mübarek ve zamanındaki âlimlerin üstadıdır. Ebu Hanife
ve es-Sevrî'nin muâsırlarındandır)
[33] Ebu Muaviye Muhammed b. Hâzim ed-Darir (V. 195)
büyük âlimlerden ve el-A'meş'in talebelerindendir
[34] (Enfal: 8/2, 3, 4.)
[35] (Hucurât: 49/15)
[36] (Bakara: 2/177)
[37] (Müslim Kitabül imare 13)
[38] (Müslim Kitabül İmare 13)
[39] (Buhari Ahkam: 4; Müslim İmare: 13,Nesai,
Tahrim: 28)
[40] (Buhari Ahkam:4, Fiten: 2, Müslim İmaret: 13)
[41] (Müslim İmare: 17)
[42] (İbn-i Cerir et-Taberi H. 302 yılında
meydana gelen bir hadiseyi naklederek şöyle diyor: Adamın biri çeşitli
hilelerle halife Muktedirin yanına çıkarak kendisinin Muhammed b. Hasan b. Ali
b. Musa b. Ca'fer olduğunu iddia ettikten sonra, Ebu Talip oğullarının huzuruna
çağrılması için halifeye emrediyor. Bunun üzerine Ebu Talib oğulları başlarında
başkanları Ahmed b. Abdissamed-ki İbn-i Tomar diye tanınıyor- olmak üzere hazır
oluyorlar. Ancak İbn-i Tomar, Hasan b. Ali el-Askerinin çocuk bırakmadığını
söylemesi üzerine Haşini oğulları bağırarak bu adamın halka teşhir edilerek en
ağır cezaya çarptırılmasını istediler. Onu bir deveye bindirip tevriye ve arefe
gününde halka teşhir ettikten sonra hapsettiler. Taberi bu hadiseyi Hasan
el-Askerî'nin çocuk bırakmadığına delil olarak zikretmektedir.)
[43] (Yani Ali'nin (r.a.) hilafeti nass ile sabit değildir.
Çünkü bu hususta nass yoktur. Ali (r.a.), Osman'ın (r.a.) şehid edilmesinin
altıncı günü olan Cuma gününde, halka karşı irad ettiği bir hutbede şöyle
demiştir:
Ey
insanlar! Dikkatle dinleyiniz. Halife tayin etme işi sizin işinizdir. Siz tayin
etmediğiniz müddetçe bunda hiç kimsenin hakkı yoktur. Her ne kadar önceleri
Osman'ı (r.a.) tayin etmede ihtilafa düşmüş isek de, şu anda dilerseniz bu işi
uhdeme alacağım. Aksi halde hiç kimseyi zorlamam...” Bu husustaki uzun bilgiyi
Taberi 5/156-157 sahifelerinden almak mümkündür. Emirülmü'minin “Halife tayin
etme işi sizin işinizdir, onda kimsenin hakkı yoktur. Ancak tayin ettiğiniz
müstesna” sözü şiiler'in on üç asırdan beri bu hususta uydurdukları iddiaları
tamamen yok ediyor. Bu iddialarım “El-Avâsım Minel Kavasım” adlı eserin
142-143. sahifelerinde açıkça görmek mümkündür.
[44] (Nisa 4/54)
[45] (Yûnus, 10/44)
[46] (Tâha, 20/112)
[47] (Zümer, 39/69)
[48] (Kaf, 50/29)
[49] Müslîm Birr: 55
[50] (En'am, 6/12)
[51] (Buhari Tevhid: 15, 22, 28, 55, Bedu'l-Hak: 1,
Müslim, Tevbe: 14/6, Ahmed: 2/242, 258, 260)
[52] (Zilzâl, 99/8)
[53] (Hucurat: 49/17)
[54] (İbrahim: 11)
[55] (Buhari)
[56] (Nisa: 4/79)
[57] (A'raf: 7/168),
[58] (Tevbe: 9/50)
[59] (Âl-i İmran: 3/120)
[60] (Cehm b. Safvan Rasib oğullarındandır. Rasib oğulları da
Hazrec kabilesindendirler. Küfede büyümüştür. Çok güzel konuşan ve ilimde
rakibi olmayan bir âlim idi. Küfede zındıklarla işbirliği yaptı. Allah
(c.c.)'ın, sıfatlarını inkâr edecek kadar onu sapıttırdılar. Cehm b. Safvan,
insanın işlerinde mecbur olup bu işleri icra etmede hiç bir gücü olmadığını
iddia etti. Daha sonra Irak'tan Horasana gidip Haris b. Sureycin yanında Nasr
b. Seyar'a karşı mücadele ederek bu sapık fikirlerini etrafa yaymıştır.
İbn-i ebi Hatim, Salih b. Ahmed b. Hanbel'den rivayet
ettiğine göre, Ahmed b. Hanbel şöyle demiştir:
“Hişam b. Abdülmelik'in divanında okuduğuma göre, Hişam
Nasr b. Seyar'a yazdığı mektupta O'na şöyle diyor: Senin civarında dehrîlerden
Cehm isminde bir adam parlamıştır. Gücün yeterse Onu öldür.”
Hadisin taraftarları ile Nasr b. Seyar'm arasında meydana
gelen bir savaşta Haris öldürülmüş, Cehm de esir olarak ele geçirilmiş. Nasr,
kuvvet komutanı Selem b. Ahvaz'a verdiği emirle Cehm'in öldürülmesini istemiş,
O da dinde yaptığı dinsizlik hareketlerinden dolayı Cehm'i 128 de öldürmüştür.
Hafız ez-Zehebi “Mi'zânül İ'tidal” adlı eserinde şöyle diyor: Sapık ve
bid'atçı Cehm b. Safvan, Cehmiyyenin başıdır. Tabiînin gençleri zamanında helak
olmuştur. Hadisten bir şey rivayet ettiğini bilmiyorum. Aksine büyük bir
kötülük ektiğini biliyorum)
[61] (Ebul Huzayl Muhammed b. Huzeyl b. Abdullah b. Mekhûl
(134-228) dür. Abdülkays oğullarındandır. Basralı mutezilîlerin lideri,
mezheblerindeki bidatların mucididir. Ancak bazı görüşlerde mutezileden
ayrılmış ve tek başına kalmıştır. Mutezileden el Cubaî, Ca'fer b. Harb ve
El-Murdar ona karşı gelmişlerdir. Cennet ve cehennemi inkar ettiği konusunda,
Abdülkadir el-Bağdadi'nin “El farku beynel Firak” adlı eserinin 73.
sahifesine bakınız. Ebul Huzeyl uzun bir ömür yaşamış, sonunda da kör olmuş ve
bunamıştır)
[62] (Âl-i İmran 9)
[63] (En'âm: 6/54)
[64] (En'âm: 6/54)
[65] (Müslim Birr: 55)
[66] (En'âm: 4/102)
[67] (Bakara: 2/128)
[68] (İbrahim: 14/40)
[69] (Maide: 5/7)
[70] (Müslim Sıfati'l-Kıyame: 17)
[71] (Buhari Enbiya: 50, Müslim Mesacid: 22, Nesai, Mesacid: 13)
[72] (Ahmed: 1/435, İbn-i Hibban Mesacid: 340)
[73] (Muvatta Sefer: 85, Ahmed: 2/246, Ebu Nuaym Hilye: 7/317)
[74] (Meşhedlerle (Râfizîlerce mukaddes tanınan kabir ve mekanlar) ilgili
olarak büyük üstadları el-Müfid'in te'lif ettiği Menâsik kitabından başka,
putlarının te'lif ettikleri daha birçok menâsik kitapları vardır. Bunlar
mushaflar gibi elden ele dolaşmaktadır. Bunlar meşhedlerini Mekke, Kâbe ve
göklerden de üstün saymaktan çekinmezler. On Muharrem 1366 tarihinde “Perçem-i
İslâm” adı altında fakihleri Abdül Kerim Şirâzî'nin İran'da neşrettiği
gazetede, Farsça satırlar arasında sardedilmiş bir Arapça şiirinde şöyle
dediğini okudum :
O “Tufûf’tur, lâyıkıyla yedi şavt tavaf et,
Onun mânası kadar Mekke'nin mânâsı yoktur,
O bir yerdir, fakat tahkim edilmiş yedi gök Ona eğilmiştir,
Semaların zirvesi O'nun en alçak yerine inmiştir.
Tufuf: “Tuf’un çoğulu olup bu kelime ile Kerbela toprağı
kastediliyor. İçinde kesinlikle kime ait olduğu bilinmeyen bir kabir vardır.
Bunlar bu kabrin üstüne kubbe inşa ederek bu kabrin Ebi Abdullah el- Hüseyin
(r.a.)'e ait olduğunu iddia ederek milyonlarca kişiyi oraya doğru çekiyorlar.
Şâir dinleyicisine ve okuyucusuna bu kabre yedi şavt tavafı emretmekle küfrünü
ve putperestliğini de aşılıyor. Ayrıca şiirinde müslümanların tavaf ettiği
Kabe'nin, içinde bulunan (ve kime ait olduğu bilinmeyen) kabirden dolayı
Kerbelâdan manâca daha üstün olmadığını da iddia ediyor. Elleriyle inşa
ettikleri bu kabrin bulunduğu Kerbelânın en çirkin yeri göklerin en yüce
makamına üstün olduğuna da inanmışlardır. Belki de (Hâşâ!) Allah (c.c.)'ın
arşına işaret ediyor. Üstelik hayvanların dahi küfür kabul edecekleri bu şiiri
Şîraz fakihi AbdülKerim, emniyet ve ihlasla Farsçaya terceme etmiştir.)
[75] (Müslim Fedail: 10).
[76] (Tirmizi Menakıb: 16, 37, İbni Mace Mukaddime:
11, Ahmed: 5/382, 385).
[77] (Buhari Tefsir Sure: 7/3).
[78] (Ahmed bin Hanbel'in müsnedi)
[79] (Ebu Davud)
[80] (Müslim Fedail: 11).
[81] Müslim Fedail: 11
[82] (Hucurat: 49/15)
[83] (Müslim Fedail: 10)
[84] (Müslim Fedail: 11)
[85] (Müslim Fedail: 8)
[86] (Buhari Cihad; 38, Ebu Davud Cihad: 21)
[87] Enam: 6/165
[88] (Yunus: 10/14)
[89] (Bakara: 2/30)
[90] (Sa'd: 38/26)
[91] (Söz konusu olan Mülhidler, Mümkin-i Vücud (Yani yaratılan varlık)
ile vacibul vücud (yani Yaratıcı)un varlığını birleştirenler ve “Vücut
birliğini” iddia edenlerdir. Böyle bir Vahdet-i Vücutçuluk Yaratıcı ile
yaratığın
vücudu bir olması demektir. Buna göre kainat (Hâşâ!) Allah'tır. Aslında bu
itikat Brahma inancının bir gereğidir. Brahmanist Tâğur'un eserleri bu inanç
sistemi üzerine kurulmuştur. Bu inancıyla doğu ve batının bütün dinsizlerini
etrafına çağırıyor. Bu dinsizlerden en zararsız olanları küfürleri açık olan ve
insanları aldatamıyanlardır.)
[93] (Bakara 30)
94 (Buradan işlerinde metanetli ve
mü'tedil olan Ebubekir'in (r.a.) hilafete layık olduğu, anlaşılırken, hiç bir
[96] (Buhari Ezan: 39, 46, 68, I'tisam: 5, Müslim
Salat: 169, Tirmizi Menakıb: 16 )
[97] (Ebubekir Muhammed b. et-Tayyib
el-Bakillânîdir. , (v. 403) Mutezileye karşı gelebilmesi için hocası Ebu Hasan
el-Eş'arî'nin ilmî dirayetine vâris olmuştur. Mücadele yollarını gayet iyi
bilen bilgili bir zât idi. Birçok eserleri olup bazıları basılmıştır. “İ'cazül
Kur'ân ve't-Temhid” bunlar arasında sayılır.)
[98] (Müslim Fiten: 3)
[99] (Buhari, Sulh: 9 , Fedail: 22, Fiten: 20, Ebu
Davud Sünet: 12, Tirmizi , Menakıb: 30)
[100] (Hucurat 49/9)
[101] (“El-Avâsım
Mine'l-Kevâsım” adlı eserimizin talikinde şöyle demiştik:
Râfizîlerin başta gelen inançlarından biri Hasan'ın (r.a.),
babasının, kardeşinin ve kardeşinin soyundan gelen dokuz kişinin masum
olduklarına inanmaktır. Onlara göre yukarıda saydıklarımız kişiler asla hata
etmezler. Onlardan sâdır olan her şey haktır. Halbuki hak olan şeyler hiçbir
zaman mütenakız değildir. Halbuki Hasan (r.a.)'dan sâdır olan en önemli şey
Onun kendi isteğiyle babasından sonra ( Ali'nin (r.a.) vefatından sonra)
emîru'l mü'minin Muaviye'ye biat etmesi olmuştur. Onların da bu biata iştirak
etmeleri hak olduğuna da inanmaları gerekirdi. Çünkü bu biat masum olan bir
zâttan sudur etmiştir. Halbuki onlar bu biati inkâr ederek masum olan
imamlarına muhalefet ediyorlar. Bu durum ancak iki şekilde izah edilebilir:
a - Ya oniki imamlarının masum olduklarına dair olan
iddiaları yalandır. Ki böyle bir iddia ile bütün inançları sarsılmış olur.
Çünkü masumiyet onlarda esastır.
b - Veya Hasan'ın (r.a.) masum olduğuna inanıyorlar.
Onun biati da masum bir kişinin amelidir. Fakat onlar bunu kabul etmezler.
Masumun uygun gördüğüne muhalefet ediyorlar. Bunu da nesilden nesile
aşılıyorlar. Şu halde masuma muhalefetleri küfürdür.
Biz de bu iki şıktan hangisinin onlara uygulanacağını
bilmiyoruz. Ama üçüncü bir şıkkın olmadığını da kesinlikle biliyoruz.)
[102] (Buhari Ahkam: 4, Fiten: 2, Müslim
İmare: 13)
[103] (Müslim-Kitabü'l İmare: 13)
[104] (Müslim, Kitabü'l imâre: 13)
[105] (Müslim, Kitabü'l imâre: 8)
[106] (Buhari, Müslim)
[107] (Sa'd: 38/24)
[108] (Hûd: 11/18)
[109] (Âl-i İmrân, 3/110)
[110] (Buhari Fedail: 1 , Şehadet: 9, Ebu Davud
Sünnet: 9, Müslim Fedail: 210-214)
[111] (Tevbe: 9/100)
[112] (Feth: 48/29)
[113] (Haşr: 59/10)
[114] (Ahmahlıktan ve bunaklıktan kurtulmalarına vesile olması gereken
ilmî eserlerinde, Ebubekir (r.a.) ve Ömer'e (r.a.) (Haşa!) put diyorlar.
Halbuki tarihte açıkça belirtilmiştir ki, Ali (r.a.) küfede, mimberde defalarca
ve binlerce kişinin huzurunda ve tevatür derecesine varan binlerce kişinin
rivayetiyle şöyle demiştir: “Peygamberinden sonra bu ümmetin en hayırlısı
Ebubekir, sonra Ömer'dir.”)
[115] (Buhârî ,Fedail Ashabin Nebi: 5, Müslim Fedailu
Sahabe: 221)
[116] (Feth: 48/18)
[117] (Müslim), (Bu hadis Peygamberliğin alâmetlerindendir.
Binüçyüzaltmışsekiz sene geçmesine rağmen müslümanlar Rıdvan ağacı altında
Rasulul'lah (sallallahu aleyhi ve sellem)'a biat eden Sahabe-i Kiram
hakkındaki
şehadetleri Cenab-ı Allah (c.c.)'ın el-Feth sûresinin onsekizinci âyet-i
kerimesinde buyurduğu hüküm doğrultusundadır. Ayet de şudur:
“Hakikaten Allah (Hudeybiyede) ağacın altında sana biat
etmekte oldukları vakit, O müminlerden razı oldu.”
Sonra ortaya câhil, ahmak, kör ve Rasûlullahm iki
arkadaşının - Ebubekir (r.a.) ve Ömer (r.a.)-. imanında şüphe etmekten
utanmayan biri çıkıp şöyle demiştir: “Deseler ki, Ebubekir ve Ömer ağacın
altında biat eden ve Allah (c.c.)'ın kendilerinden hoşnut olduğu rıdvan
ehlindendir. Bu da yukarıdaki âyet ile sabittir. Biz de şöyle deriz: “Allah
ayette: “Ağaç altında sana biat edenlerden Allah hoşnut oldu” veya “sana
biat edenlere” demiş olsaydı o zaman biat eden herkesten razı olduğu
anlaşılmış olurdu. Fakat Allah, “Muhakkak Allah mü'min olup da sana biat
edenlerden razı oldu” buyurmuştur ki, bununla ancak iman ehli olup ve biat
edenlerden razı olduğu anlaşılır.”
Bu kör ne derse desin haddi zatında Rasûlullah
(sallallahu aleyhi ve sellem)'m Müslim'de rivayet edilen hadis-i şerifi o körün
ağzına basılan bir taşıtır. Hadis şöyledir: “Ağaç altında Rasulullaha biat
edenlerden hiçbirisi ateşe girmeyecektir.” Bu âmâ (Şiî) tarafından, Sevr
dağında nazil olan ayetin de (r.a.) Ebubekir'in medhine değil Eemmine işaret
olduğu iddia edilmektdir. İşte bu âmâ, Şiî'lerin müctehidlerindendir. Artık
onlardan ictihad (!) derecesine varmayanların halini siz düşünün!)
117 (Tevbe: 9/117)
118 (Mâide: 5/55)
119 (Tevbe: 9/71)
[121] (Enfâl : 8/62-63)
[122] (Zumer: 39/33-35)
[123] (Nur: 24/55)
[124] (Ankebut: 29/10-11)
[125] (Tevbe: 59/6)
[126] (Nisa: 4/145)
[127] (Ahzab: 33/60)
[128] (Münafıkın: 63/8)
[129] (Tevbe: 9/62)
[130] (Tevbe: 9/96),
[131] (Tevbe: 9/56)
[132] (Âl-i İmran: 3/28)
[133] (Müslim Fedail: 11)
[134] (Tabii ki bu sözden Meryem'in (r.a.) suçlu
olduğuna dair hiçbir mâna çıkarılmamalıdır. (Mütercim)
[136] (Müslim Fedail: 229, Tirmizi Fİten: 44)
[137] (Sad: 38/24),
[138] (Sebe: 34/13)
[139] (İsrâ:17/ 36),
[140] (Âl-i İmran: 66)
[141] (İmam Abdurrahman b. Kâsım'dır. Fustat
âlimlerinden ve Malik b. Enes'in talebelerindendir.)
[143] Gaybı ilgilendiren bütün konularda müslüman nasslarla sabit olduğu
şekilde konuşmalıdır. İnkâr etme ve etmeme cihetine fikir yürüterek
gitmemelidir. Bu hususta selefin yolunu tutmalıdır. İsim ve sıfatlarda da bu
durum böyledir. Mesela “İstiva” vardır. Fakat keyfiyeti meçhuldür. Ona iman
etmek de vâciptr. Keyfiyetini araştırmak bid'attır. Şeyhul İslâm İbn-i Teymiyye
de bütün kitaplarında Seleften, İmam Mâlik ve başkalarından vârid olan kelimelerin
aynısını kullanmıştır.
[144] (İbrahim: 14/1)
[145] (Müslim Cennet: 51)
[146] (Râfızîlere göre, imamlarının masumiyeti,
peygamberlerin masumiyetinden üstündür. Onlara göre peygamber hata işler de
vahiy ile o hatası düzeltilir. Aslında bu beyanları işi bulandırmak içindir.
Çünkü râfizîlerin ileri gelenlerinden imamlarına vahiy geldiği çokça iddia
edilmiştir. Onlara göre “Buharî” hükmünde olan “El-Kâfî” adlı
eserinde El-Küleyn; imamların gaybı bildiklerini iddia ediyor. Bugün bütün
Şiîler imamlarının kabirlerini vahiy merkezi olarak kabul ederler. Oysa toprak
olmuş bu zâtların iddia edildiği gibi kabirleri de doğru tesbit edilmemiştir.
Çünkü (r.a.) Ali'nin kabri iddia edildiğine göre Muğîre b. Şube'ye aiddir.
Durumları böyle vahim olan Şiilerin peygamberlerle imamlar arasında vahiy
konusunda bir farklılık tesbit etmeleri mümkün müdür? Sonra başka bir
iddialarına göre peygamberler bi'setten sonra değil ömürlerinin başlangıcından
sonuna kadar ma'sumdurlar. Şu halde vahyin rolü nedir?)
[147] (Fetih: 48/2)
[148] (Fetih: 48/2)
[149] (Feth: 48/4)
[150] (Buhari Rikak:18,Müslim Kıyame: 17,İbn Mace
Zühd:20)
[151] (Müslim Zikr:70) buyuruyor. (Müttefekun Aleyh)
[152] (Müellif 728 de vefat ettiğine göre bu rakkam
1404 hicrî yılına göre 1134 olur)
[153] (Ebu Said El-Lu'luî el-Masri'dir. Hadiste
hafızdır. Mâlik ve Süfyan-ı Sevrînin talebelerindendir. İmam-ı Ahmed ve İbn-i
Mübarek Ondan hadis rivayet etmişlerdir. Hadiste insanların en âlimi idi. Her
sene Hac eder. İki günde de Kur'an-ı hatmederdi)
[154] (Maide: 5/73)
[155] (Mâide: 75/5)
[156] (Mâide: 5/116)
[157] (Tirmizi Nüzur: 9, Nesai Eyman: 4, İbn Mace
Keffaret: 2)
[158] (Ebu Muhmmed Abdullah b. Said b. Kullab El-Masri'dir.
Cehmiyye ve Mutezilelilerin birçok safsatalarını ortaya koyan bir âlimdir. Bu
zât İbni Nedim'in Fihristinde bahsettiği şahıs değildir. Eğer İbn-i Nedim bunu
kastediyorsa başkaları nasıl bu zât hakkında iftira etmişlerse bu da ona iftira
etmiştir. İbn-i Subkî bu zâtın Yahya b. Said El-Kattan'ın kardeşi olduğunu
ileri sürüyor ise de bu konu araştırmaya değer bir konudur)
[159] (Allah (c.c.)'ın sıfatlarını inkâr eden Cehmiyyeye reddiyye yazıp
Allah (c.c.)'ın sıfatlarını isbatlayınca ve bu fikrî Eş'ariler de savununca, bu
zâta hıristiyan diyecekler ki, sıfatların isbatı hıristiyanların işi olduğunu
açıkça söyleyebilsinler. (Mütercim.)
[160] (Ş. İslâm İbni Teymiyye şöyle der: Bu kelimeyi
ilk kullanan Mutezili Amri İmam Ahmed b. Hanbel sonra her sünniîdir. Aynı şeyi
iddia eden râfizîler sahih hadisleri esas alan bu zâtlara bu ismi vermişlerdir)
[161] (Nusayrîler onbirinci imam Hasan
el-Askerî'nin vefatından sonra geride bıraktığı 5 yaşındaki çocuğunun Sîrdab'a
(mağara) girip kaybolduğunu ve bunun 12'nci imam olduğuna inanırlar. Bunların
bâtıl itikadları arasında en belirgin olanları şunlardır: Derler ki (Haaşâ!)
Ali (r.a.), Rab'dır. Muhammed perdedir. Selman-ı Farisi bunlara giden kapıdır.
Yeri ve gökleri yaratan Ali (r.a.)'dir. O yerde ve gökte imamdır. Alem onlara
göre ezelîdir. Ruhlarda tenasüh vardır. Haşir ve neşir yoktur. Cennet ve
cehennem dünyevî iki remzdir. Beş vakit namaz Ali, Hasan, Hüseyin, Muhsin ve
Fatımanın isimleridir. 30 gün oruç, 30 kişinin isminden kinâydir. Şarap içmek
helâldir. (Hâşâ!) Şeytanların şeytanı Ömer (r.a.)'dir. Sonra Ebu bekir (r.a.)
sonra Osman (r.a.)'dır. Onlara göre Ali (r.a.)'nin yeri bulutlardır. Bulut
geçerken ona “Esselâmu aleyke yâ ebel Hasan” derler.
Daha birçok sapık iddiaları olan bu Nusayrîlere, Alevî de
denilir. En-çok Suriye'nin Lazkiye kentinde bulunurlar.)
[162](Deziiyye, Deziy b.
Yunus el-Hâik taraftarlarıdır. Deziy, Ca'fer es-Sâdık zamanında yaşamıştır. Bu
adam taraftarlarıyle beraber Cafer es-Sadık'ın evi etrafında durmadan
dolaşmasına rağmen İslama olan düşmanlıklarından dolayı Ca'fer es-Sadık ve
taraftarlarını lanetliyordu. Deziy' vahyi iddia ederdi. Arıya vahiy caiz ise,
bize haydi haydi caizdir derdi. Bu adam öldürüldüğünde Ca'fer es-Sadık (r.a.)
“Allah (c.c.)'a hamdolsun, İslâmı değiştirmek isteyen bu kişilere ölümden daha
hayırlı bir şey yoktur. Bunlar kıyamete kadar dost edinemezler” demiştir.)
[163] (Müslim Fiten: 95, Tirmizi Fiten: 56)
[164] (Şûra: 26/11)
[166] (Meryem: 19/65)
[167] (İhlâs: 112/4),
[168] (Bakara: 2/22)
[169] (Nahl: 74)
[170] (Münâfıkûn: 63/4)
[171] (Bakara: 2/247)
[172] (A'raf: 7/148)
[173] (Enbiya: 21/26)
[174] (Tirmizi Nüzur: 9,Nesai Eyman: 4,İbn Mace
Keffaret: 2)
[175] (Âl-i İmran: 3/103),
[176] (A'raf: 7/3),
[177] (Nisa: 4/61).
[178] (Tâ-ha: 20/124)
[180] (Ehlûl Eser: Eser ehli, yani Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve
sellem)'dan sahih olarak gelen hadislere sımsıkı sarılan kimseler demektir.
Çünkü Rasûlullah insanlara iyiliği öğreten öğretmen, Allah tarafından hak din
ile gönderilen bir elçidir. Allah (c.c.)'ın sıfatlarını olduğu gibi kabul
edenlere de “isbat ehli” denilir. Bunlar ğayb ile ilgili olarak
Rasûlullah'tan gelen herşeyi olduğu gibi kabul ederler. Allah (c.c.)'ın
sıfatları gibi. Bu sıfatlara nass'da vârid olduğu şekilde inanırlar. Onları
te'vil etmezler ve değiştirmezler)
[181] (Ehl-i beyte en büyük düşmanlık, onlara iftira ederek, cedleri olan
Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'in risaletine zıt olan bir mezhebi
dinin içine uydurup sokmaktır. Ondan sonra da Muhammed ümmetinden ve onun
mümtaz dostları ve Ali'nin (r.a.) kardeşleri olan Ashab-i Kirama küfretmek ve
hakaret etmektir. İşte bu nevî zulüm eskiden beri Râfizlerde vardır ve hâlen de
devam etmektedir. Zaman geçtikçe de bu yoldaki sapıklıkları artmaktadır. Bütün
bunları bu kitapta görmeniz mümkündür. Hatta “Nehcül Belâğa” Ali (r.a.)
adına ashaba zem eden sözlerle doludur.)
[182] (Ebu Süleyman Davud b. Nusayr olup 110 da vefat etmiştir. Fakih,
âbid, ve zâhid idi. Ebu Hanife, Seyri, Şüreyk ve İbn-i ebî Leylâ'nın
muasırıdır. Hepsinden ilim almıştır. Onun hakkında “Eğer bu zat geçmiş
ümmetlerden olsaydı Allah ondan bahsedecekti” denilmiştir. Râfizînin Davut
et-Tâî'yi, Davud el-Cevâlikî yerine zikretmesi ne büyük bir cehalettir!)
[183] (Şiilerin muhtelif asırlarda Islâm tarihine soktukları ve
Rasûlullah’a (sallallahu aleyhi ve sellem), Alî'ye (r.a.) ehl-i beytine isnad
ettikleri iftiraları bilen kimse -Seleflerinin merkebleriyle birlikte Sîrdab
(Mağara)ın kapısı önünde Muntazar imamlarını bekleyip, Allah (c.c.)'tan Onun
bir an önce gönderilmesini istemeleri gibi- şüphesiz ki bu gülünç hurafelerin
de onların uydurmalarından olduğunu bilir. Çünkü bütün ana hatlarıyla bu hadise
Şiilerin aklına münasibtir. İbnul Mutahhar da Seleflerine Muvafakat ederek bu
uydurma haberi kitabına koymuştur. Haşereler canı istedikleri şeylere
konarlar.)
[184] (Ebu Ca'fer el-Hemedanî, Muhammed b. Hasan b.
Muhammed'dir. Hadiste sağlam hafızdır. Asrında yaşayan Horasan, Irak ve
Hicaz'daki hadis hafızlarından rivayet etmiştir. İbnus-Sem'ânî: Asrında ondan
daha çok hadis dinleyeni görmedim, diyor. H. 531 de vefat etmiştir. Yalnız
yukarda zikredilen Ebul Meâlî'nin İmam'ul Herameyn el-cüveyni olduğunu kabul
etmiyoruz. Çünkü imamül Haremeyn “El- Risaletün-Nizamiyye” adlı eserinde
alimlerin istiva konusunda muhtelif görüşte olduklarını, bazılarının te'vile
giderek bu hususta kitap ve sünetten delil getirdiklerini, bazılarının da -ki
bunlar seleftir- te'vile baş vurmadıklarını, Selefin, delillerin zahirine göre
hareket ederek manayı Allah (c.c.)'a havale ettiklerini söylüyor. Yine imamül
Haremeyn, bu meselede selefe umduklarını, onların icma'i delil teşkil ettiğini,
şeriatın dayanağı onlar olduğunu, ayrıca beyan ettikten sonra ashab-i kiramın
asrı bu şekilde sona erdiği için istiva hususunda hiçbir te'vile başvurmadan
öylece inanılması hak olduğunu söylüyor. Ancak Allah (c.c.)'ı yaratıklara
hiçbir surette benzetmemek şarttır. Alah'ın arşa istiva ettiği ve dünya
semasına zaman zaman indiğini bildiren ayet ve hadislerin te'viline baş
vurmadan mananın aslını Allah (c.c.)'a havale ederek hareket etmek gerekir.)