Ana içeriğe atla

  
 
Print Friendly and PDF

EL - MUNTEKA (ŞİİLİK VE MAHİYETİ) Şeyhü'l İslam İbn-i Teymiyye 5

 

FASIL

Burada bir başka yol vardır ki hadis ilmi ile ilgili malûmatı olan bu yola başvurabilir. Çünkü birçok âlimler doğru ve uydurma hadisleri sened yönünden birbirlerinden ayırmakta mazurdurlar. Ancak yetkili hadis hafızları bu ayırımı yapabilirler. Münakaşa konusu olan hadisleri yok farzedip, tevatürle bilinen veya akıl, âdet veya üzerinde ittifak edilmiş nassların delâlet ettiği hususlara müracaat ederek şöyle diyoruz:

Tevâtüren, (yani yalan söylemeleri mümkün olmayan zatların ittifakla verdikleri haber) sabittir ki Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh), hilafeti ne Ona rağbet ederek ve ne de korkarak istemiştir. Onu elde etmek için mal harcamamış, kılıç çekmemiştir. Saltanata talip olanların yaptığı gibi ona destek olacak büyük bir akraba topluluğu veya köleleri yoktu. Bana biat ediniz de dememiştir. Aksine Hz. Ömer (radiyallâhü anh) veya Ebu Ubeyde'ye biat edilmesi için fikir beyanında bulunmuştur. Halife olduktan sonra ona biat etmeyene eziyet etmediği gibi biata da zorlamamıştır. Sa'd b. Ubade gibi.

Ebubekir'e (r.a.) isteyerek biat edenler, Rıdvan ağacı altında Rasulullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem) biat edenlerdir ki onlar Allah (celle celâlühü)'ın kendilerinden razı olduğu kimselerdir. Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh), bu zatlarla beraber mürteciler, fars ve rumlarla savaşarak İslamı ve müslümanları zaferde sabit kılmıştır.

Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh), normal âdet ve yaşayışının dışında hilafetin yiyecek ve giyeceğinden istifade etmemiştir. Vefat ettiğinde halife seçildiği zamandaki durumundan daha fakir olarak hilafetten ayrılmıştır. Kendisine halef tayin ederken akrabalığı nazari dikkate almayarak ashabın en faziletli olanına bakmış ve onu yerine tayin etmiştir.

Ashab da Hz. Ebubekir'in (radiyallâhü anh) tayin ettiği zata cümleten itaat etmişlerdir. O zat da devletler fethetmiş, kâfirleri yenmiş, münafıkları zelil kılmış, adaleti yaymış, yemede, içmede ve bütün yaşayışında kendisinden önceki yüce zâtın yolunu takip etmiştir. Hayatı şehadetle neticeleninceye kadar halifeliği böyle devam etmiştir. Halifeliği esnasında maddeye bulaşmamış, akrabalarından da hiç birini görevlendirmemiştir. İnsaflı olan, bu durumu gayet iyi bilir.

Ondan sonra ashab Osman'a (r.a.) isteyerek biat ettiler. O da vakar, yumuşaklık ve iyilikle kendisinden öncekilerinin kurduğu hak düzeni devam ettirmiştir. Fakat Hz. Ömer'in (radiyallâhü anh) gücü, akılları şaşırtan siyaseti, dünyayı dolduran noksansız adaleti ve ancak câhillerin inkar edebileceği aşırı zühdü onda yoktu.

Bazıları Osman'ın (r.a.) yumuşaklığından istifade ederek dünyaya açıldılar, zenginleştiler. Akrabalarını tayin etmesi sebebiyle bazıları Hz. Osman (radiyallâhü anh)'a itiraz ederek ondan öncekilerinin normal görmediği çeşitli nahoş hareketlerde bulundular. Bazılarının dünyaya olan aşırı rağbetleri, Allah (celle celâlühü)'a ve halifeye karşı azalan korkuları, bizzat kendisinin ondan önceki iki halifeye nisbeten zaif olması ve akrabalarının idarî ve mâlî konuda yaptıkları aksaklıklar, çeşitli fitneleri tahrike sebep oldu. Bu fitneler öyle ilerledi ki Osman'ın (r.a.) mazlum olarak öldürülmesine kadar devam etti.

Henüz fitne ortada iken Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) hilafete geçti. Bazıları Osman'ın (r.a.) öldürülmesinde ihmalkâr davrandığı, bazıları da kanının akıtılmasında kendisinin sebep olduğunu ileri sürerek Ali'yi (r.a.) itham etmişlerdir. Fakat Allah (c.c), Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) Osman'ın (r.a.) kanından uzak olduğunu çok iyi biliyor. Kaldı ki Osman'ın (r.a.)ı öldürülmesine rıza göstermediği ve bu konuda âsîlere yardımcı olmadığı bizzat Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh)'den bilindiği sabittir. Buna rağmen bir çoklarının kalbleri ona karşı saflaşmamış, kendisi de bunları yenemediği için itaat etmemişlerdir. Oğlu Hasan (r.a.), babasına kendisine karşı gelenlerle savaşmamayı tavsiye etmesine rağmen Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) de fikrinden vazgeçmemişse; neticede itaat edeceklerini ve ümmetin birleşeceğini zannettiği içindir. Fakat maalesef durum o şekilde tecelli etmedi. Daha çok şiddetlenerek tefrika büyüdü. Hatta “kendi ordusundan bin kişi ayaklanarak (hâşâ!) onu tekfir ettiler ve onunla savaştılar. Allah, Ali'yi (r.a.) tekfir edenlerin belâsını versin!

Sonunda Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh), ona karşı gelenlerle savaş yapmaktan vazgeçti. Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) (r.a.), hilafetleri peygamberlik hilafeti olan dört halifenin sonuncusu idi. (Allah cümlesinden razı olsun)

Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh)'den sonra idare Muaviye'nin (r.a.) eline geçti ki, meliklerin ilki oldu.

Nitekim Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem):

“Benden sonra hilafet ancak otuz sene devam edecektir. Ondan sonra imaret olacaktır.”[2] buyurmuşlardır. Şüphesiz ki Muaviye (r.a.)'in hal ve gidişi padişahların hal ve gidişinden daha iyidir.

Râfizî, Ebubekir ve Ömer'i (r.a.) zemmederek:

Devlet reisliğine talip çıktılar, haklara mâni oldular. İmameti hakkında nass bulunan zat'a zulmettiler, ehl-i beytin mirasını gasbettiler, derse nasibilerden zemmedici olan kişi de bu ithamların benzerini Ali'ye (r.a.) tevcih ederek:

Devlet reisliği için kan akıttı ve gayesini gerçekleştiremedi diyecektir. Biz de Ali'yi (r.a.) bu gibi ithamlara karşı müdafaa edersek -ki ediyoruz- Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh) ve Ömer hakkında ileri sürülen ithamlara karşı onları öncelikle müdafaa etmemiz gerekir. Çünkü onlar töhmetten daha uzaktırlar. Onlar hiçbir zaman devlet reisliği için çarpışmamışlardır. Üstelik başta Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) olmak üzere ashabın ileri gelenleri her ikisine itaat etmişlerdir. Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) hakkın tecellisini istediğine, yeryüzünde büyüklük ve fesad istemediğine nasıl inancımız varsa, aynı inancımız Ebubekir ve Hz. Ömer (radiyallâhü anh) hakkında da evveliyetle vardır.

Onun için ey Râfizî! İnadı ve boş sözleri bırak!

İkinci yol şudur:

Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'in vefatından sonra müslümanların gayeleri mutlak olarak hakka tâbi olmak idi. Zira o zaman haktan geri dönme hususunda hiçbir niyetleri yoktu. Halbuki böyle bir şey yapmak isteselerdi buna güçleri de vardı. Kişi hakka gelir ve kudreti olmasına rağmen bu yoldan sarf-ı nazar etmezse gayenin tahakkuku vacip olur. Bundan da anlaşılmış oldu ki o günkü müslümanlar, kendilerinden sonra gelen bütün müslümanlardan hayırlıdır. Onlar, yaptıkları her hususta hakka tabî olmuşlardır. Çünkü onlar ümmetlerin en mümtazıdırlar. Allah (c.c), dini onlara ikmal etmiş, nimetini üzerlerine tamamlamıştır. Onlar, korkarak veya rağbet ederek değil, dini bir görev bildikleri için Ebubekir'e (r.a.) biat etmişlerdir. Eğer hissi davransalardı halifeliğe Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) veya Abbas'ı (r.a.) tercih edeceklerdi. Çünkü Haşim oğulları şeref bakımından Teym oğullarından üstündür. Hatta Ebubekir'in babası Ebu Kuhâfe'ye -Mekke'de kalıyordu ve oldukça ihtiyar idi-:

Oğlun hilafet makamına geçti, denilince Ebu Kuhafe:

Umeyye, Hâşim ve Manzum oğulları razı oldular mı? sorusunu sordu. Evet denilmesi üzerine hayret ederek:

“Bu Allah (celle celâlühü)'ın fazlıdır, onu dilediğine verir,” dedi. Çünkü Ebu Kuhâfe, Teym oğulları'nın kabilelerin en zâifi olduğunu, İslâm’ın da neseb yönünden değil takvadaki üstünlükten dolayı tercihte bulunduğunu gayet iyi biliyordu.

Üçüncüsü:

Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'in:

“Bu ümmetin en hayırlısı benim muâsırlarımdır, yani ashabtır. Sonra onları takib edenler ve tekrar onları takib edenlerdir.” buyurduğu tevatüren sabittir.

Ashab ile tabiîn'in hallerini iyice düşünen kimse, bu iki neslin arasındaki farkı gayet iyi anlayacaktır. Eğer ashab-ı kiram inad ederek ve hakkı bir kenara iterek, hakkında nass bulunan zatın hakkını inkar etmişler, ehl-i beyti miraslarından menetmişler, fâsık ve zâlime biat ederek, âlim ve âdili terketmişlerse onlar mahlûkâtın en kötüsü ve bu ümmet de insanlar için çıkarılmış en kötü ümmettir. (Tabiî ki ashab hakkında böyle birşey düşünmek asla mümkün değildir.)

Dördüncüsü:

Yine tevatüren sabittir ki Ebubekir, Ömer ve Osman (Allah cümlesinden razı olsun), Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ile özel olarak ilgilenmişler, Onun sohbetlerine bizzat katılmışlar ve onunla sıhriyyet kurmuşlardır.

Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) onları zemmettiği veya onlara karşı hiddetlendiği asla vâki değildir. Aksine Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) onları medhetmiş ve övmüştür.

Buna göre ortada iki şık vardır:

-   Ya bu zâtlar açıktan ve gizliden Rasûlullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem) karşı doğru ve samîmi idiler veya

-    (haşa!) Rasulullah, bilerek veya bilmeyerek onlara müdâhene etmiştir.

Her iki şıktan hangisi kabul edilirse edilsin durum Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) hakkında yapılan en büyük iftira olur.

Eğer bu zâtların bilâhare istikametten ayrıldıkları ileri sürülürse, Allah, Rasulünü ümmetin ileri gelenleri hakkındaki beyanlarında yardımsız bıraktığını kabul etmek olur. İstikbalde vuku bulacak hâdiselerden haber veren zat bu durumu nasıl bilemedi?!

Evet bu iddialar Rasulullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem) yapılan en büyük tecavüzlerdendir.

Beşincisi:

Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) ilk halifeliğe daha lâyıktır, deniliyorsa, Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) hilafetini gerektiren deliller kuvvetli olmamasına mâni yok, kudret de mevcuttur, demektir. Çünkü Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) amcazadesi, damadı, soyca üstün, cihadda en ileri gelenlerdendir. Ashabın ona hiçbir düşmanlıkları da yoktur. Teym ve Adiy oğullarından hiç kimseyi öldürmemiştir. Aksine Menaf oğulları onlardan adam öldürmüştür. Akrabaları olduğu Menaf oğulları Ali'ye (r.a.), taraftar olup hilafetini de istiyorlardı. Ebu Süfyan da onun halife olması için kendisiyle konuşmuştu. Bütün bunlarla birlikte Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem), Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) hilafeti için bîr nass irad etseydi, bu nass ashab-ı kiramın Ali'yi (r.a.) halife tayin etmesinde mucip bir âmil olacaktı. Fakat böyle olmayı gerektiren az bir gurup, buna manî olmuştur deniliyorsa, bu iddia doğru değildir. Çünkü çoğunluk onu tayin etmeye muktedir idi. Hatta Ensar:

Ali, Sa'd ve Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh)'den hilafete daha lâyıktır deselerdi. Muhacirden hiç kimse ona karşı gelemezdi. Çoğu da Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) ile beraber olacaktı. Ondan sonra Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh), Ömer'i (r.a.) yerine tayin edince hepsi ona itaat ettiler Fakat Talha (r.a.):

“Bize taş yürekli ve sert birini tayin ettin. Sen Rabbine ne diyeceksin?” dedi. Ebu Bekir de:

“Beni oturtunuz. Siz beni, Allah (celle celâlühü)'ın adına dayanarak korkutmak mı istiyorsunuz?”

“Ey Rabbim! Kullarının işlerini en hayırlılarına (Ömer'e) tevdi ettim diyeceğim” cevabını verdi.

Bütün müslümanların Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) ile beraber olduklarını tabedersek, kim ona galip gelebilir?

Farzedelim ki Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) ile beraber kalktılar fakat muhaliflere karşı gelmediler, bu sebepten dolayı dedikodu, isyan ve mücadele olmayacak mıydı?

Halbuki Ensar Sa'dın tayin edilmesini arzu ettiklerinde bir sürü münakaşalar olmuştur. Sa'd (r.a.) sebebiyle bir sürü münakaşa olmuşsa, hakkında Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) nassı olan Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) için daha çok münakaşa olması gerekmez miydi?

Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh) seçildikten sonra ne Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) ve ne de başkası konuşmayınca ondan sonra sırasıyla halifeler seçildi. Sıra Ali'ye (r.a.) gelince malum olan olaylar vuku buldu. Binaenaleyh ashab-ı kiramın Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) için bir şey yapmayıp susmaları onun halife olmasını gerektiren bir nassın mevcut olmadığını göstermektedir. Bir mânî'in mevcut olduğunu asla ifade etmez.

Eğer Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) hakkında nass olsaydı Onu en çok müdafaa edecek olan Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh) olacaktı. Eğer Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh), Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) haklı olduğu halde zülmen ona karşı gelseydi, şeriat ve akıl, bütün ashabın hakkında nass bulunan Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) ile olmaları için hükmeder, Ebu Bekir'i (r.a.) de mahkum kılardı.

Ey Râfizî! Meseleleri tahkik et. Eğri yolda yürümeyi bırak!

Safsata çeşitlidir:

Birincisi: İnkar ve tekzibtir. Ya bir şeyi tamamen inkar etmek veya o şey hakkındaki ilmi tekzib etmekle olur.

İkincisi: Şüphe ve bilmemezlikten gelen safsatadır. Bu yol lâ edriyecilerin (bilinemezcilik) yoludur. Bunlar bir şeye inanmadıkları gibi onu inkâr etmek te istemezler. Hakikaten onlar bilinen her şeyi yok addediyorlar.

Üçüncüsü: Hakikatleri şahsî inançlara tabî tutanların safsatasıdır. Böyleleri şöyle diyorlar:

Bir kimse âlem ezelidir diyorsa, âlem ezelidir demektir. Kim hadistir diyorsa, âlem hadistir demektir.

Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ve hulafâ-i râşidin hakkında râfizilerin iftira suretinde ileri sürüp, cumhur-u ulemanın tekzib ettiği haberler nasıl safsata ise, aynı şekilde Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) üzerine Muaviye'yi (r.a.) üstün gösteren rivayetler de safsatadır.

Şiilerin Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) İmametine Delâlet Eden Delillerin Diğer Bir Kısmı
Yaşayışı İle İlgili Olan Hallerdir, İddiaları

Râfizî şöyle diyor:

“Ali'nin imametine delâlet eden delillerin diğer bir kısmı yaşayışı ile İlgili olan hallerdir.”

Rafızî, Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) insanların en zahidi, en âbidi, en âlimi ve en cesaretlisi olduğunu anlatırken onun hakkında bir çok harikuladelikler uydurmuştur.

Evet, Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh), Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ve Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh)'de sonra insanların en zahidi idi. Çünkü Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh) kendisiyle ticaret yaptığı malının tümünü Allah yolunda infak etmiştir.[3]

Halife olunca da nafakasını temin etmek için omuzuna elbise alır, çarşıya gider ve onları satardı. Muhacirler onu bu halde görünce, beytül malden günde iki dirhem almasını istediler. Bunun üzerine Hz. Ömer (radiyallâhü anh), Ebu Ubeyde'ye yemin vererek bunun caiz olup olmadığını sorunca, Ebu Ubeyde caiz olduğunu söylemiştir. İbn-i Zencüveyh[4]

Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) İslâmın ilk devrelerinde fakir olduğunu, bilâhare durumunun giderek düzeldiğini, mezra ve hurmalıklara sahip olduğunu, vefat ettiğinde ondokuz câriye ve dört hanım bıraktığını söylemektedir. Şüreyk, Asım b. Küleyb'den rivayet ettiğine göre Muhammed b. Ka'b El-Kurazî şöyle diyor:

“Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh), Ben, Rasulullah devrinde açlıktan mideme taş bağlardım. Fakat bugün malımın zekatı kırkbin dirheme ulaştı” diyordu. İbrahim b. Said El- Cevherînin[5] rivayetine göre de:

Dört bin dinar'a ulaştığını, söylediğine dair beyanı vardır. Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh) ve Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) her ikisi de zâhid olmalarına rağmen görülüyor ki biri infakta diğerine nazaran daha ileridir. Hz. Ömer (radiyallâhü anh) de, zâhidlikte Hz. Ebubekir'in (radiyallâhü anh) yolunu takib etmiştir. Ebu Ubeyde ve Ebu Zerr dahi bu hususta Ebubekir'in yolunu izlemişlerdir. Ama bir kısım ashab mal edinerek dünyadan istifade etmişlerdir.

İbn-i Hazm; Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) gelir getiren arazilerinden biri Yenbu arazisi olup, her sene ekininden başka, bin deve yükü hurma getiriyordu, diyor.

Zühd; ses çıkarmamak, mal ve lezzetleri arzu etmemek, çoluk çocuğa meyletmemek mânâsına gelir. Bundan başka zühdün hiçbir mânâsı yoktur.

Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh) ise bütün malını infak etmiştir. Hatta onun bir tek abası kalmıştı ki, yere oturunca onu altına sererdi. Halbuki ondan başkası, mal mülk edinmişti.

Ondan sonra Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh), halife olunca da, ne bir câriye ve ne de bir mülk edindi.

Ama Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh), kendisine helâl olanlardan istifade etmiştir. Vefat ettiğinde zevceler, cariyeler ve hizmetçiler bırakmıştır. Hatta kızlı erkekli yirmidört çocuğu olup, hepsine de yetecek kadar mülk terketmiştir. Bu durum hiç kimsenin inkâr edemiyeceği kadar açıktır.

Ondan sonra Ebubekir'in Abdürrahman gibi oğlu ve Talha gibi aşere-i Mübeşşereden olan akrabası olmasına rağmen hiç birisini Mekke, Yemen, Hayber, Bahreyn, Umman gibi maiyetindeki şehirlere vali olarak tayin etmemiştir. Hz. Ömer (radiyallâhü anh) de Onun bu husustaki tutumunu izleyerek çok iş yapmasına rağmen mensubu olduğu Adiyy oğullarından Nu'man b. Adiyy el-Adevî'den başka hiç kimseyi tayin etmemiştir. Şam, Mısır, Irak ve Horasan'a kadar olan yerleri fethettiği halde yalnız adı geçen Nu'man b. Adiyy'i Misan'a vali olarak tayin etmiş, kısa bir müddet sonra Onu da azletmiştir. Akrabaları arasında aşere-i Mübeşşereden Saîd b. Zeyd, Ebu Cehm b. Huzeyef, Hârice b. Huzâfe, Ma'mer b. Abdullah ve Hz. Ömer'in (radiyallâhü anh) oğlu Abdullah gibi büyük zâtlar da bulunuyordu.

Ebu Bekir ve Hz. Ömer (radiyallâhü anh) de çocuklarını vali olarak ta'yin etmemişlerdir. Hatta bir kısım müslümanlar İbn-i Ömer'in halife olmasını istemişlerdi. Hz. Ömer (radiyallâhü anh) de Onu halife tayin etseydi hiç kimse itiraz etmeyecekti. Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) ise, akrabalarından olan İbn-i Abbas'ı Basra'ya, Ubeydullah b. Abbas'ı Yemen'e, Kuşem ve Ma'bed adlı Abbas'ın iki oğlunu Haremeyn'e, kız kardeşinin oğlu Ca'de b. Hübeyr'i Horasan'a, Hanımının oğlu ve Muhammed b. Ebibekir'in kardeşini Mısır'a vali olarak tayin etmiştir.

Bütün bunları söylerken hiçbir zaman Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) ehliyetini, zühdünü ve yüceliğini inkâr etmiyoruz. Aksine Onun ve İbn-i Abbas'ın da işin ehli olup, zâhid ve yüce olduklarını tasdik ediyoruz. Fakat biz ayrıca şunu demek istiyoruz:

Ebubekir ve Hz. Ömer (radiyallâhü anh) zahidlikte ve dünyaya karşı olan ademi muhabbetle, mubahları yapan zahid'den daha mükemmel idiler.

Râfizî şöyle diyor:

“Ali aleyhisselam, dünyayı üç defa boşamıştır. Ekmeği arpa unundan, giyeceği basit ve yamalı, kılıç bağları ve kabzası liften idi. Ahtab Havârzem, Ammar'dan rivayet ettiğine göre Ammar şöyle diyor:

Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'in “Ey Ali! Allah, dünyaya karşı gösterdiğin zühd ile seni tezyin etti. Dünyayı değil, fakirleri sana sevdirdi. Sen, fakirlerin kendine tabî olmalarına rıza gösterirken, onlar da seni imam kabul ettiler. Seni seven ve seni tasdik edene mutluluklar, seni sevmeyene ve seni tekzib edene de yazıklar olsun!” Süveyd b. Gafle şöyle diyor:

“Bir defasında Ali'nin yanına gitmiştim. Elinde kokuşundun ekşiliği belli olan bir tabak yoğurt ve üstünde arpa kabukları görünen bir parça ekmek vardı..” ve uzun uzadıya haberi anlatıyor. Dirar da şöyle diyor:

“Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) şehîd edilmesinden sonra Muaviye'nin yanına gitmiştim. Muaviye, benden Ali'nin niteliklerini sordu. Onun iyilikte sınırsız, güçlü-kuvvetli olduğunu, doğru konuştuğunu, adaletle hükmettiğini, her tarafından ilim fışkırdığını, dünya ve güzelliklerine yüz çevirdiğini, gece ve karanlığından hoşlandığını, çok akıllı ve düşünceli olduğunu, basit giyimden, yemek artığından hoşlandığını, hülâsa aramızda nümune-i imtisal olduğunu anlatınca Muaviye ağlayarak :

Allah ebul-Hasan-ı rahmet etsin! Vallahi senin anlattığın gibiydi, dedikten sonra, Ey Dirar! Ona karşı olan üzüntünün derecesi nedir? diye sordu. Ben de; çocuğu kucağında kesilen kimse gibiyim. Böyle bir kimsenin ne göz yaşları kesilir ve ne de üzüntüsü sona erer, cevabını verdim.”

Ey Rafızî!

Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) zâhid olduğu hususunda münakaşaya gerek yoktur. Fakat Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) zühdünün; Hz. Ebubekir'in (radiyallâhü anh) zühdüne yetişmediğini daha önce beyan etmiştik. Onun hakkında söylediğin bazı sözler, ona iftira olup hiçbir zaman kendisine medih olamaz.

“Dünyayı üç defa boşamıştır” şeklindeki söze gelince, meşhur olan Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) şöyle demesidir:

“Ey sarışın! Ey beyaz! Seni üç talakla boşadım. Aldatacaksan başkasını aldat. Sana bir daha dönecek değilim.”

Bu söz, hiçbir zaman Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) aynı sözü söylemeyenden daha zâhid olduğuna delâlet etmez. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem), İsa (a.s.) ve daha birçok zâhid peygamber böyle bir söz söylememişler ve bu hususta susmayı tercih etmişlerdir. Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh), arpa ekmeğini yediğini söylemen de, Ona medih değildir. Üstelik tamamen yalandır. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem), zâhidlerin imamı olmasına rağmen, koyun, tavuk eti, bal ve tatlı yediği hususunda ittifak edilmiştir. Bunları da seviyordu. Yemek geldiğinde iştahı varsa yer, yoksa onu bırakırdı. Mevcud olanı reddetmez, yok olanı da isteyerek başkasına zahmet vermezdi. Bazan da açlıktan midesine taş bağlıyordu.

Buhari ve Müslim'de rivayet edildiğine göre:

“Bir kere ashabtan üç kişi Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'in ibadetini sormak üzere Peygamber'in hanımlarının evlerine gelmişlerdi. Bunlara Peygamber'in ibadeti (nin kemiyet ve keyfiyeti) haber verilince güya azımsayarak (bir ağızdan):

“Biz nerede, Rasulullah nerede? Muhakkak ki Allah Peygamberinin geçmiş olan ve gelecekte işlenmesi muhtemel bulunan bütün günahlarını mağfiret etmiştir” dediler. Sonra da şöyle sözleştiler:

İçlerinden birisi: Ben geceleri dâima namaz kılacağım, dedi.

Öbürüsü de: Ben de her zaman (hergün) oruç tutacağım, dedi.

(Üçüncü) Birisi: Ben de kadınlardan ayrı yaşayacağım, hiç

evlenmiyeceğim, dedi. Onlar bu söz üzerinde iken Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) bunların yanlarına gelerek:

“Siz, şöyle şöyle söyleyen kimselersiniz değil mi? Fakat şunu biliniz ve düşününüz ki: Ben sizin Allah 'dan en çok korkanınız ve günahlardan ençok beri olanınızım. Bununla beraber ben (kâh) oruç tutarım. (Bazı günlerde) tutmam. (Gecenin bir kısmında) namaz kılarım. Bir kısmında da uyurum. Kadınlarla da evlenirim. (İşte benim sünnetim budur). Her kim benim bu yolum(da gitmez de on)dan yüz çevirirse, benden değildir” buyurdu.”[6]

Ey Râfizî!

Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh), Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) yolundan yüz çevirdiğini nasıl iddia edebiliyorsun. Aksine Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh)'den gelen gerçek nakiller senin iddialarının tam zıddıdır. “Kılıç bağları ile kılıç kabzası liftendi” şeklindeki sözün yalandır. Kaldı ki, Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) kılıcının kabzası gümüşten idi. Allah, bazan onlara bolluk vermiş, işleri onlara kolaylaştırmıştır. Hicaz deri ile dolu olmasına rağmen onları kullanmayıp yerine hurma liflerini kullanmakta ne gibi bir övgü olabilir? Ancak deri olmadığı takdirde hurma liflenilin kullanılması övgüye medar olabilir. Kaldı ki Ebu Ümâme (r.a.), şöyle buyuruyor:

“Muhakkak bir çok fütuhata mazhar olan bir cemaat vardır ki, peygamberin ashabıdır. Onların kılıçlarının süsü altın, gümüş değildir. Belki o kahramanların kılıçlarının zîneti kınlarına, kabzalarına bağlanan sırımla kalay ve demirden ibaret idi.” (Buhari).

Râfizînin:

“Hülâsa hiç kimse Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) zâhidlikteki derecesine yetişmemiş ve onu geçmemiştir. Durum böyle olunca imam Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh)'dir.” şeklindeki sözü de batıldır.

Çünkü Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh), Ebu Bekir'den (r.a.) daha zâhid değildi. Kaldı ki, daha çok zâhid olan imamete daha lâyıktır, diye birşey de yoktur. Üstelik Abdullah b. Ahmed b. Hanbel :

Ali b. Hakim'en, Şüreyk'den, Asım b. Küleybden, rivayet ettiğine göre Muhammed b. Kabın: Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh):

“Bugünkü zekâtım kırkbin dirheme ulaştı” dediğini kendisinden işittiğini beyan ediyor. Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) vefat ettiğinde de cariyeler, köleler, mülkler ve vakıflar bırakmıştır. Ama para olarak yalnız yediyüz dirhem terketmiştir.

Hz. Ömer (radiyallâhü anh)'e gelince; o hayberden gelen payını tamamen vakfetmişti. Ondan başka da arazisi yoktu. Vefat ederken de seksenbin dirhem borcu kalmıştı.

Râfizî şöyle diyor:

“Ali insanlar arasında ençok ibadet eden idi, O gündüz oruç tutar, geceyi ibadetle geçirirdi. İnsanlar gece ve gündüz nafilelerini ondan öğrenmişlerdir. Ondan rivayet edilen me'sur ibadet ve sünetler vakti doldururlar. Birgün ve gecesinde bin rek'at kılardı. Namaz kılmayı ve zekat vermeyi bir arada yaşamıştır. Çünkü O rüku'da iken zekât vermiştir. Kendi kazancı ile bir köleyi azad etmiştir . Şi'b[7] [8] te kendisi çalışarak kazancını Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'a verirdi.”

Ey Râfizî!

Bu iddialarında hiç kimseye gizli olmayan yalanlar vardır. Sünnetin çoğuna muhalefet ettiği için bu iddianda medih de yoktur. Buharî'de şöyle bir hadis vardır:

Peygamberimiz, Abdullah b. Amr'e:

“Ya Abdullah! Senin her gün oruç tuttuğun ve her gece baştanbaşa namaz kıldığın bana bildirilmedi mi sanırsın?” buyurmuşlar. Abdullah da:

Evet öyledir ya Rasulullah, bütün gece namaz kılarım, demişti. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem):

“Sakın öyle yapma, kâh oruç tut, kâh iftar et; gecenin bir kısmında namaz kıl, bir kısmında da uyu.”46'9 buyurmuşlardır.

Sahihayn'de bulunan bir başka hadis şöyledir:

Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) şöyle diyor:

Bir gece Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem), kızı Fâtıma'ya (ziyaret için) geldi ve siz namaz kılmaz mısınız? (diyerek teheccüd namazına teşvik) buyurdu. Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) devamla şöyle diyor:

Ben, “Ya Rasulullah! Hayatımız Allah (celle celâlühü)'ın yedindedir, bizi uyandırmak dilerse uyandırır,” dedim. Biz böyle cevab verince Rasulullah geri döndü. Ve bana hiç cevap vermedi. Yalnız yüzünü bizden çevirirken Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) (mübarek elini) dizine vurarak:

“Umumiyetle insanlar, ne de çok cidalci oluyor” buyurduğunu işittim.

Bu hadîs de Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) geceleyin uyuduğuna ve Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) Onunla yaptığı mücadeleden yine kendisinin hoşlanmadığına delâlet eder.

“İnsanlar gece ve gündüz nafilelerini ondan öğrenmişlerdir” diyorsun.

Eğer bu sözünle bazı müslümanları kasdediyorsan, gerçekten büyükler her zaman onlara tabî olanlara ilim öğretirler. Ama bütün müslümanların yalnız Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh)'den ilim aldıklarını iddia ediyorsan, bu iddian en çirkin yalanlardandır.

Tâbiîn'e gelince, onlardan bir kısmı Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh)'den rivayet de etmemişlerdir.

“Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh)'den rivayet edilen ve me'sûr olan dualar vakti doldururlar (insana kâfi gelir.)” diyorsun.

Evet, bir çokları Ali'ye (r.a.) isnad edilen uydurmalardır. Çünkü O, kendisine isnad edilen ve halefine uygun olmayan bir çok duaları dile getirmekten çok çok yüce idi.

Duaların, en faziletli olanı da Rasulullah'dan rivayet edilenleridir. Allah (celle celâlühü)'a hamd olsun ki, bunlar da yetecek kadar çoktur.

“Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh), birgün ve gecesinde bin rek'at namaz kılardı” diyorsun. Bu iddian da tamamen bâtıldır.

İşte Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ki, birgün ve gecesindeki kıldığı namazların toplamı kırk rek'attır. Kaldı ki, Emirülmü'minin ümmetin ve şahsının işleriyle ilgili olan meşguliyetinden dolayı bin rek'at kılması için zaman da bulamaz. Ancak bu namaz horoz döğüşü gibi olursa olabilir. Fakat muhakkak ki Allah (celle celâlühü) Ali'yi (r.a.) böyle bir namazdan tenzih etmiştir.

“Namaz ve zekatın ikisini de bir anda ifâ etmiştir” şeklindeki sözünün yalan olduğunu daha önce açıklamıştık. Bunda da hiçbir medih yoktur.

Kendi kazancıyla bin köle azad etmiştir” şeklindeki sözüne gelince; bu da yalandır, diyoruz. Böyle bir iddiayı ancak câhil olanlar yapabilir. Bin değil yüz köle bile azad etmemiştir. Çünkü bunu yapacak kadar malı yoktu. Böyle bir kazancı elde edecek kadar vakti de yoktu. Çünkü cihadla meşgul idi. Ticaretle iştigal etmediğini ve sanatkâr olmadığını da biliyoruz. Şu halde bu kazancı neredendir?

“Şi'b (hâdisesinde)de kendisi çalışır, malını Rasulullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem) infak ederdi” şeklindeki ihbarın da açık bir yalandır.

Çünkü müslümanlar Şi'b (yerin ismi) den dışarıya çıkarmıyorlardı. Onun için Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) de çalışamıyordu. Babası Ebu Talib müslümanlarla beraber olup ihtiyacını kendisi karşılardı. Hatice'de (r.a.) zengin olduğu için durmadan malını infak ediyordu. Zaten Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) Şi'b hadisesinde yaşça onbeş yaş civarında bulunuyordu.[9]

“Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) insanların en âlimi idi” diyorsun.

Aksine Ebubekir ve Hz. Ömer (radiyallâhü anh) Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh)'den daha âlim idiler. Çünkü, Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh)'den başka hiç-kimse Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'in huzurunda hükmetmek, hitabette bulunmak ve fetva vermek cesaretinde bulunamamıştır.

Müslümanlar Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'in vefatından şüphe ederken O, hiç çekinmeden Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'in vefatını herkese açıklamıştır. Nerede defnedeceklerini Ebubekir beyan etmiştir. Müslümanlar zekatı vermek istemeyenlerle savaşmak hususunda kararsız iken, Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh) zekatı vermeyenlerle savaşmanın nass ile sabit olduğunu ispat etmiştir. Feth süresindeki:

“And olsun ki, inşaallah emniyet içinde bulunan kimseler olarak başlarınızı traş etmiş ve kısaltmış olduğunuz halde korkmaksızın mutlaka Mescid-i Haram'a gireceksiniz” mealindeki âyeti Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh), Hz. Ömer (radiyallâhü anh)'e açıklamıştır.

Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'in:

“Allah, bir kulu dünya ve âhiret arasında muhayyer kılmıştır. ” hadisini kendisi ashaba açıklamıştır. “El-Kelâle”yi Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh), müslümanlara tefsir etmiştir. Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) de Ondan biraz ilim almıştır. Sünen'de rivayet edildiğine göre Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) şöyle buyuruyor:

“Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'in bizzat kendisinden işittiğim hadislerden Allah (celle celâlühü)'ın dilediği kadar faydalanıyordum. Başkasının Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'dan bana hadis rivayet etmesi karşısında da Onu yemin ettiriyordum. Yemin ettikten sonra Ona inanıyordum. Her haliyle doğru olan Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh) de Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem):

“Günah işleyen her müslüman, abdest alır, iki rekat namaz kılar ve Allah 'tan bağışlanmasını dilerse, muhakkak Allah onu affeder. ”471 buyurduğunu rivayet etmiştir. “Sonra başkalarının da rivayet ettiği gibi Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh)'in başkalarından daha âlim olduğu icma' ile sabittir. Aynı sözleri Mansur b. es- Sem'ânî rivayet etmiştir. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) da şöyle buyuruyor:

“Benden sonraki iki kişiye; Ebubekir ve Ömer'e uyunuz.”[10] [11] Müslim'de rivayet edilen ve müslümanların Rasulullah'la beraber bulundukları bir seferde Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuşlardır:

“Müslümanlar, Ebubekir ve Ömer'e itaat ederse doğru yolu bulurlar.”

Yine rivayet edildiğine göre Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) her ikisine:

“İkiniz bir hükümde ittifak ederseniz,, size muhalefet etmem”

buyurmuşlardır.

Bilindiği gibi İbn-i Abbas bir konuda nass bulamadığı zaman, Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh) ve Ömer'in sözlerine dayanarak fetva verirdi. Kaldı ki Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'in İbn-i Abbas'a dua ederek:

“Allah'ım Onu dinide âlim kıl” dediği sabittir.[12] Ebu Şeyhe; Ebu Muaviye'den, O'da A'meş'den, O'da İbrahim'den, O'da Alkame'den rivayet ettiğine göre Hz. Ömer (radiyallâhü anh) şöyle buyuruyor:

“Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem), geceleyin Ebubekir'in yanına giderek müslümanların, işleriyle ilgili olarak müşaverede bulunurken ben de Onunla beraber idim”

Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem), hicret ederken yaşadığı en korkulu günlerinde Ebubekir'den (r.a.) başkasını arkadaş edilmemiştir. Bedir muharebesi'nin yapıldığı günde Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'in çadırında Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh)'den başka hiç kimse Onunla beraber çadırda kalmamıştır.

Buhari'de rivayet edildiğine göre Ebu'd-Derdâ (r.a.), şöyle buyuruyor:

“Bir kere ben, Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem)'in yanında oturduğum sırada bir de Ebubekir'in elbisesinin eteğini diz kapakları açılıncaya kadar toplayarak (telaşla) geldiği görüldü ve Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) bize:

“Herhalde arkadaşınız birisiyle çekişmiş olacak” buyurdu.

Sonra Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh) gelip selam verdi. Ve:

“Yâ Rasulallah! Benimle Hattab oğlu arasında bir münazaa vuku buldu. Fakat bu münakaşada ben, Ömer'in hukukuna tecavüz etmiştim. Sonra pişman oldum da Ömer'den kusurumun affını diledim. Fakat Ömer imtina etti. Ben de huzurunuza geldim,” dedi. Bunun üzerine Rasulullah üç kere:

“Allah seni mağfiret etsin ya Ebâbekr!” buyurdu. Sonra Ömer de bu dargınlıktan nedamet etti ve Ebubekir'in evine giderek:

“Ebubekir burada mı?” diye sordu. Ev halkı:

Hayır, burada değil, diye cevap vermeleri üzerine Ömer de Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem)'in huzuruna geldi ve Ona selâm verdi. Bu sırada Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem)'in siması (nın rengi) değişmeye başladı. Hatta Ebubekir (Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) Ömer'e itab etmesinden) korktu da iki dizi üzerine çökerek iki kere:

“Ya Rasulullah! Vallahi bu işde ben Ömer'den ziyade ileri gitmişimdir” dedi. Bunun üzerine Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem), (Hepimize hitab ederek):

“Şüphesiz ki Allah beni size Peygamber göndermişti. Bunu size tebliğ ettiğimde hepiniz beni yalanlamıştınız da (Nübüvvetime yalnız) Ebubekir inanmıştı. Ve uğrumda canını, malını feda etmişti,” buyurdu.

Sonra Rasulullah iki kere:

“Şimdi Ashabım! Siz, (bu aziz) dostumu bu nisbetiyle ve bu hususiyetiyle bana bırakmıyacak mısınız?” buyurdu.[13]

(Râvi Ebu'd-Derdâ der ki):

“Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh) hakkında izhar olunan bu ta'zim üzerine Ondan sonra onun hatırı hiç incitilmedi.”

Reşîd; Mâlik b. Enes'ten Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh) ve Hz. Ömer'in (radiyallâhü anh) Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'a nisbeten olan makamlarını sorunca. Mâlik b. Enes şöyle buyurdu:

“Onların, Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'a nisbeten olan makamları, Onun vefatından önce kendisiyle beraber bulundukları makam gibidir.”

Ondan sonra Ebubekir'i (r.a.)n nass'a muhalif olan, hiç bir sözü tesbit edilmemiştir. Ama bu özellik başkasında yoktur.

Yine Sahihayn'de rivayet edildiğine göre Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyuruyor:

“Hiç şüphe etmeyiniz ki, sizden evvelki ümmetlerde peygamber değilken kendilerine ilham edilenler, var idi. Benim ümmetimde de böylesi varsa Ömer'dir.”[14]

“Bir kere uyurken bana (bir bardak) süt sunuldu. Ben sütü içtim, hem o kadar içtim ki, şimdi bile onun kanıklığı tırnaklarımda cereyan eder, sanıyorum. Sonra (artığımı içmesi için bardağı) Ömer'e sundum.”

Ashab:

“Ya Rasulallah! Bu rüyanızı ne ile te'vil edip yordunuz?” diye sorunca, Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem):

“İlim ile!” buyurdular.”[15] Tirmizi'de bulunan ve Bekr b. Amr'ın, Mişrah b. Âhan'dan, O da Ukbe b. Âmir'den rivayet ettiğine göre Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyururlar:

“Benden sonra Peygamber olsaydı, Ömer olurdu.”[16]

Tirmizi aynı zamanda bu hadise “Hasen” demiştir. Yine sahihaynde rivayet edildiğine göre Ebu Said el-Hudrî:

Peygamberin haletini aramızda en iyi bilen Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh) idi, buyuruyor. Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) de:

“Beni Ebubekir ve Ömer'e (r.a.) tercih eden birini işitirsem, Ona müfteriye (iftira eden) uyguladığım cezayı uygularım,” buyururlar. Yine seksen ayrı rivayetle beyan edildiğine göre Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) mimberden müslümanlara:

“Peygamberinden sonra bu ümmetin en hayırlısı Ebubekir ve Ömer'dir.” buyurmuşlardır.

Buhari şöyle diyor:

Muhammed b. Kesîr, Süfyan'dan, Cami' b. Şadad'dan, Münzir es-Sevrî'den, naklettiğine göre Muhammed b. el-Hanefiyye şöyle diyor:

“Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’dan sonra insanların en hayırlısı kimdir?” diye babama sordum. Babam da:

“Oğlum bilmiyor musun?” dedi. Ben de:

“Hayır” dedim. Babam:

“Ebubekir'dir” dedi.

“Ondan sonra kimdir?” dedim.

“Ondan sonra Ömer'dir” dedi.

Râfizî şöyle diyor:

“Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem), sizin en iyi hüküm vereniniz Ali'dir, buyurmuşlardır. Doğru hüküm vermek de dini iyi bilmeyi gerektirir.”

Ey Râfizî!

Hadis diye iddia ettiğin bu sözün sahih isnadı yoktur ki, onu hüccet olarak gösteresin. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem):

“Helâl ve haramı en iyi bileniniz Muaz'dır”[17] mealindeki hadisleri de ondan daha sahihtir.

Helal ve haramı bilmek daha önemlidir. Üstelik senin rivayet ettiğin hadis ne meşhur sünen kitaplarında, ne bilinen müsnedlerde, ne sahih ve ne de zaif bir isnadla rivayet edilmiştir. Ancak hadis rivayetinde töhmete uğramış kimseler yoluyla gelmiştir. Hz. Ömer'in (radiyallâhü anh):

“Ali, bizim en iyi hüküm verenimizdir,” sözü doğrudur.

Ancak hüküm vermek, zahirdeki davaları halletmektir. Verilen hüküm görünüşte doğru olsa da meselenin bâtinî yönüne aykırı olması muhtemeldir.

Onun için Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuşlardır:

“Muhakkak siz, davalarınızı bana murafaada bulunursunuz. Sizden biriniz delil getirme hususunda diğerinizden daha kabiliyetli olabilir. Ben de işittiğim delillere göre hakkı ona veririm. Kime kardeşinin hakkından (hakkı olmadığı halde, ancak getirdiği zahiri delillere göre) bir şey verirsem, onu almasın. Çünkü Ona cehennemden bir parça vermişimdir.”[18] İşte hâkimlerin efendisi dahi, verdiği hükmün haramı helâl, helâli haram kılamayacağını açıkça beyan etmektedir.

“Ben ilim şehriyim, Ali ise O şehrin kapısıdır” hadisi ise yukardaki naklettiğim hadisten daha zaittir. Tirmizi rivayet etmiş olsa da mevzu hadislerden addedilir.

İbnü'l Cevzî, bu hadisi zikrederek onun bütün rivayetlerinin mevzu olduğunu söylemiştir. Lafzından bile yalan olduğu açıkca anlaşılmaktadır.

Çünkü Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem), ilmin şehri olup ve o şehrin birden fazla kapısı olmadığı kabul edilirse, birden fazlasının Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'den İslâmı alıp tebliğ etmesi mümkün olamayacaktır.

Buna göre; İslâm'ı tebliğ işi tamamen sakatlanmış olması gerekir.

Bunun içindir ki; bütün müslümanlar Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'den alarak İslâm esaslarını tebliğ edenin yalnız bir kişi olmasının caiz olmadığı hususunda ittifak etmişlerdir.

Müslümanlar, İslamî esasları tebliğ edenlerin tevatür ehlinden olmalarını vacip kılmaları, onların rivayet edecekleri haberlerin hazır olmayanlara ilmi gerçeği ifade edebilecek derecede katî olmalarını gerekli kılmalarındandır.

Haber-i vâhid hiç bir zaman Kur'anın ve mütevatir sünnetin rivayeti için kâfi değildir.

Ama Şiîler, Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) ma'sum olduğu için onun başlı başına rivayet ettiği haber mütevatir haber gibi ilmi hakikat ifade eder, diyecek olurlarsa, Onlara şöyle deriz:

Önce onun ma'sum olup olmadığını bilmek şarttır. Râfizî, Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) kendisinin ma'sum olduğunu söylediğini iddia etmesi, hiç bir zaman ma'sumiyetini ispat edemez. Kaldı ki, Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) böyle bir şey söylemez. Çünkü böyle bir iddia felakettir. Ma'sumiyeti icma ile sabittir, iddiası da doğru değildir. Çünkü böyle bir icmâ söz konusu değildir.

Sonra Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'in kitap ve sünnetten meydana gelen ilmi yeryüzünü doldurmuştur. Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) bu ilimden yalnız tek başına rivayet ettiği payın o ilme nisbeten az olduğu bir gerçektir.

Medine'de bulunan tabiînin ileri gelenleri Hz. Ömer (radiyallâhü anh) ve Hz. Osman (radiyallâhü anh) devrinde ilim tahsil etmişlerdir.

Muâz b. Cebel'in, tabiîn ve Yemen ehline olan talimi Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) ta'liminden fazladır.

Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh), Kûfe'ye gittiğinde orada Şüreyh, Ubeyde, Alkame, Mesrûk ve emsali tabiîn âlimleri bulunuyordu.

Ebu Muhammed b. Hazm şöyle diyor:

Râfizîler, Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) diğer halifelerden daha âlim olduğunu iddia ediyorlar. Bu iddia yalandır.

Çünkü bir sahabenin çok âlim olması, ondan alınan rivayetlerin, verdiği fetvaların çokluğuna ve Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) Onu yerine defalarca tevkil etmesine bağlıdır.

Bu durumu araştırdığımızda; Rasulullah'ın hastalığı esnasında ve Ömer, Ali, İbn-i Mes'ud, Übeyy (r.a.) ve sahabilerin ileri gelenleri huzurunda Ebubekir'i (r.a.) namaz için yerine vekil olarak tayin ettiğini görüyoruz.

Bu istihlâf Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) gazaya giderken Ali'yi (r.a.) istihlâf etmesine benzemez. Çünkü Rasulullah gazaya giderken Ali'yi (r.a.) istihlâf ettiğinde, Onu kadın, çocuk ve özür sahipleri üzerine istihlâf etmişti.

Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) Ebubekir'i (r.a.) namaz için istihlâf etmesi de, Onun dînin direği olan namazı daha iyi kıldığına işarettir.

Bundan başka Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem), Ebubekir'i (r.a.) zekat ve hac işlerine de Emîr olarak tayin etmiştir.

Bütün bunlardan anlaşılıyor ki; Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh), bu işleri diğer ashabtan daha iyi biliyordu ki bu işler de dinin esaslarındandır.

Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem), Ebubekir'i (r.a.) cihada giden seriyyelere Emîr olarak tayin ettiğini de biliyoruz. Bu da Onun cihad'la ilgili hükümleri iyi bildiğine delâlet eder. Ancak başkalarını da çeşitli seriyyelere tayin ettiği bir hakikattir. Fakat bu durum hiçbir zaman Ebubekir'in cihad ahkâmıyla ilgili olan ilminim diğerlerinin ilmimden az olduğuna delalet etmez. Ebubekir'in, ilim, namaz, zekat ve hacc hususunda Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh). ve başkalarına tercih edilmesi, cihadda da onlarla eşit tutulması doğru olduğuna göre bu da Onun ilimde güvenilir olduğuna delâlet eder.[19]

Ebubekir'den (r.a.) gelen rivayet ve fetvaların az olması, Onun Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'dan ikibuçuk sene sonra vefat etmesinden ve o zaman berhayat olan ashabın Onun gibi Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'in meclisine müdavim oldukları için Ebubekir'in kendi fetvalarını hüccet olarak ileri sürmemesinden kaynaklanıyor.

Binaenaleyh Ebubekir'den (r.a.) ancak yüzkırk hadis ve bir miktar fetva rivayet edilmiştir. Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh)'den rivayet edilen hadisler ise beşyüzseksen altı hadis civarındadır. Çünkü O, Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) dan sonra otuz sene yaşamıştır. Ashabın cumhuru vefat ettikleri için müslümanlar onun fetvalarıyla amel etme ihtiyacını hissetmişlerdir. Bunun içindir ki diğer halifelere nazaran daha âlim olduğu ileri sürülmüş olabilir. Medine, Basra ve Sıffm'de Ali'ye (r.a.) birçok soru sormaları da buradan kaynaklanıyor.

Ama biz, Ebubekir'in hayatını, Medine'den ayrılamayışını ve zamanında bir çok ashabın berhayat olup ondan rivayet etme ihtiyacında bulunmayışları ile Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) belde belde gezip dolaşmasını, Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'den sonra otuz sene yaşamış olmasını ve zamanında ashabın çoğunluğunun vefat etmiş olmalarını kıyas edecek olursak, Ebubekir'in ilimdeki otoritesinin önemini dana güzel anlamış oluruz. Bunun delili kısa ömürlü olan ashabtan yapılan rivayetlerin az, uzun ömürlü olan ashabtan yapılan rivayetlerin çok oluşudur.

Hz. Ömer (radiyallâhü anh) Medine'de kalmayıp Şam'a geldiği için kendisinden beşyüzotuz yedi hadis rivayet edilmiştir. Bu sayı Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh)'den rivayet edilen hadislerin sayısına yakındır. Fakat Hz. Ömer (radiyallâhü anh), Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh)'den onyedi sene önce vefat etmiş, vefatı sırasında da henüz hayatta olan bir çok âlim sahabi de vardı. Buna rağmen Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh)'den rivayet edilen sahih hadisler Hz. Ömer'in (radiyallâhü anh) hadislerinden birkaç tane fazladır. Fıkıh babında da Hz. Ömer'in (radiyallâhü anh) fetvaları Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) fetvaları kadardır.

Aişe'nin (r.a.) ilimdeki hizmetine bakacak olursak; Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'den sonra uzun müddet yaşadığı için iki binden fazla hadis rivayet ettiğini göreceğiz.

İbn-i Ömer ve Enes (r.a.) için de aynı durum söz konusudur.

Ebu Hureyre (r.a.) sekizbin civarında,

İbn-i Mes'ud'da sekizyüz küsur hadis rivayet etmişlerdir.

İbn-i Mes'ud, Aişe ve İbn-i Ömer (Allah cümlesinden razı olsun Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh)'den daha fazla yaşadıkları için fetvaları da onunkinden daha çoktur.

İbn-i Abbas (r.a.) da binbeşyüzden fazla hadis rivayet etmiştir. Fetvaları ve tefsir ile ilgili görüşleri ise oldukça çoktur.

Bütün bu anlatılanlara göre râfizîlerin iddiaları hükümsüz kaldı.

Hülasa olarak deriz ki:

Evet Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Ali'yide Emir olarak tayin etmiştir. Âlim olanlardan başkasını da tayin etmemiştir. Muâz ve Ebu Musa'yı ayrı ayrı Yemen'e vali olarak tayin etmesi gibi.

Râfizî şöyle diyor:

“Ali'nin, Ebubekir ve Ömer'den daha zeki ve ilim tahsili için gayet hırslı idi. Küçüklüğünde ve olgunluğunda da Rasulullah'tan ayrılmamıştır.”

Ey Râfizî!

Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh), Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh) ve Hz. Ömer (radiyallâhü anh)'den daha zeki ve ilim tahsili için Onlardan daha hırslı olduğunu nereden biliyorsun?

Rasulullah'tan (sallallahu aleyhi ve sellem) olan istifadesi her ikisinden daha çok olduğunu nereden çıkarıyorsun?

Daha önce Sahihaynden her ikisinin ilmiyle ilgili olarak hadis rivayet etmiştik. Aynı konu le ilgil olarak Ebu Saîd el-Hudrî'nin rivayet ettiği bir başka hadis vardır. Bu hadiste Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem), şöyle buyururlar:

“İnsanlar, iç gömleklerini giyinmiş bir halde bana rüyada gösterildi. Kiminin gömleği göğüslerine yetişiyor, kimininki de aşağıya doğru uzanıyordu. Ömer de üstünde uzunca bir gömlek olup onu yukarıya doğru çekerken bana gösterildi.”

Ashâb: Yâ Rasulallah! Bu rüyayı ne ile te'vil ettiniz? diye sormaları üzerine, Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem):

“Din ile” buyurdular. Hz. Ömer (radiyallâhü anh) vefat edince İbn-i Mesud:

“Bana göre Ömer ilmin onda dokuzunu beraberinde götürdü. Geri kalanlar da ilmin onda birinde ortak oldular,” buyurdular.

Râfizî şöyle diyor:

“Çocukluk yaşlarında elde edilen ilim, taşın üstünde yapılan oyma gibidir.” Dolayısıyla Ali'nin ilmi diğerlerinden daha fazladır. Çünkü O, tam bir kabiliyet sahibi idi.”

Ey Râfizî!

Bu iddian da boş sözlerdendir. Hadîs diye rivayet ettiğin bu söz, rivayet ettiğin diğer sözler gibi Rasulullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem) ait değildir.

Kaldı ki, ashab Kur'ân ve Sünneti çocukluk devrelerinden sonra hem de gayet güzel bir şekilde öğrenmişlerdir. Allah da bu öğrenmeyi kendilerine müyesser kılmıştır.

Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) de aynı durumda idi. Çünkü vahiy sona erdiğinde otuz sene civarında ömrü vardı. Bazı sahabiler de ondan daha fazla ezber yapmışlardı.

Mesela: Ebu Hureyre (r.a.), üç küsur senede kimsenin ezberlemediği miktarda hadis ezberlemiştir.

Râfizî şöyle diyor:

“Gramer (Nahiv) ilminin esaslarını Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) ortaya koymuştur. O, Ebu’l Esved'e: Bütün söz isim, fiil ve harften meydana gelmiştir, diyerek ona dilbilgisi kaidelerini öğretmiştir.”

Bu sözlerine de şu cevabı veriyoruz:

Gramer ilmi nübüvvet ilimlerinden değildir. Bu ilim istinbat (çalışarak ortaya koyma) yoluyla ortaya konmuştur.

Diğer üç halife devrinde konuşma ve telaffuzda anlaşmazlık olmadığı için bu ilimden delil getirmeye ihtiyaç duyulmamıştır.

Ancak Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) Kûfe'ye yerleşince -ki orada Nabtîler bulunuyordu- Ebu'l Esved ed-Düeli'ye “Gramer ilmine yönel!” dediği rivayet edilmiştir.

Haccac b. Yusuf'un noktalama med ve şedde gibi işaretlerini, Halil'in aruz veznini bulduğu gibi.

Râfizî:

“Bütün fakihler ilmi Ali'den almışlardır” diyor.

Rafızî'nin bu iddiası da yalandır.

Çünkü dört mezhep imamlarından ve diğer mezhep kurucularından hiçbiri yalnız Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) fıkhına müracaat etmiş değildir.

İmam Mâlik, ilmini Medine ehlinden almıştır ama, Medine ehli Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) sözüyle amel etmemişlerdir. Aksine onlar ençok Hz. Ömer (radiyallâhü anh), Zeyd, İbn-i Ömer ve başkalarının görüşlerine göre amel etmişlerdir.

İmam-ı Şafiî, fıkhî bilgisini Mekkeli olan İbn-i Cüreyc'in talebelerinden, O da, İbn-i Abbas'ın talebelerinden almıştır. Daha sonra Medine'ye gelen Şafiî, ilmi imamı Mâlik'ten almağa başladı. Akabinde Irak âlimlerinin kitaplarını yazarak aralarından beğendiğini aldı.

Ebu Hanife'nin meşhur olan hocası Hammad b. Ebi Süleyman ise İbrahim en-Nahaî'nin talebesidir. Nahaî, ilmini Alkame'den, Alkame de İbn-i Mes'ud'dan almıştır.

Ebu Hanife, Mekke'de iken Ata ve daha başkasından da ilim tahsilinde bulunmuştur.

Ahmed b. Hanbel'e gelince, O da hadis imamlarının mezhebini takib ediyordu. Hüşeym, İbn-i Uveyne, Vekî, Şafiî ve başkalarından ilim tahsil ederek beğendiğini tercih etmiştir.

İbn-i Rûheveyh ve Ebu Ubeyde de aynı yolu izlemişlerdir.

Râfizî'nin:

“Mâlikiler, ilmi yalnız Ali'den ve çocuklarından almışlardır.” şeklindeki iddiası da yalandır.

İşte “El-Muvatta” ortadadır. Eserde Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) ve çocuklarından rivayet edilen hadisler oldukça azdır.

Sünen ve Müsned kitapları da öyledir. İçinde bulunan hadislerin çoğu ehl-i beytin dışında kalanlardan rivayet edilmiştir.[20]

Râfizî:

“Ebû Hanife, ilmini Ca'fer es-Sâdık'tan almıştır.” diyor. Bu da yalandır.

Ebu Hanife ancak onun muasırıdır. Caferi Sâdık, ondan iki sene önce vefat etmiştir. Fakat aynı yılda doğmuşlardır. Ebû Hanife'nin Ca'fer Sadık ve babasından bir tek meselede dahi ondan bir şey aldığını yeterli olarak bilmiyoruz. Aksine onlardan daha yaşlı olanlardan ilmini almıştır, diyebiliriz.

Ata b. Ebi Rebah ve asıl hocası olan Hammad b. Ebi Süleyman gibi. Cafer b. Muhammed ise Medine'de bulunuyordu.

Râfizî:

“Şafiî, ilmini Muhammed b. Hasan'dan (eş-Şeybânî) almıştır.” diyor.

Halbuki Şafiî, imam oluncaya kadar mezkûr zatın yanına uğramamıştır. Ondan sonra onunla oturmuş, izlediği yolu öğrenmiş, onunla münakaşa ederek, Ona red olarak da eserler te'lif etmiştir.

Hülasa bu zatlar Ca'fer Sadık'tan fıkhın ne usûlü ve ne de furû'u ile ilgili olarak bir şey almamışlardır. Ancak kendisinden bazı hadisler rivayet ettikleri doğrudur. Başkasından da onlardan daha fazlasını rivayet etmişlerdir.

Fakat Ca'fer Sâdık'a isnad edilen yalanlar kadar hiç kimseye yalan isnad edilmemiştir. Tabiî ki, Ca'fer Sâdık bütün bu yalanlardan uzak idi. Neseb, Cifir, Şimşek, yıldız, masal v.s. ilimlerini kendisine isnad ettikleri gibi.

Râfizî şöyle diyor:

“Mâlik'ten rivayet edildiğine göre O, Rabîa'dan Rabîa' İkrime'den, İkrime, İbn-i Abbas'tan ilmini almıştır. İbn-i Abbas da Ali'nin talebesidir.”

Ey Râfizî!

Bu da yalandır. Böyle olsa da bunda iftihar edilecek bir şey yoktur. Çünkü Allah (c.c), Ali'yi (r.a.) Kitap ve Sünnete muhalif olan sözlerden tenzih etmiştir. Ashab ve tabiin'den hiç kimse, âlemin hudûsunu cisimlerin hudûsuyla ispatlamaya kalkışmamıştır. Doğrusu kelam ilmini ilk icad edenler, Ca'd b. Dirhem ve Cehm b. Safvân'dır.

Bunu da hicrî ilk yüz yıldan sonra ortaya atmışlardır. Daha sonra bu ilim, Amr b. Ubeyd ve Vâsıl b. Atâ'ya kadar ulaşmıştır. Bunlar da ahiret ve kader meselelerinde konuşunca münakaşalar Ebu'l Huzeyl el-Allaf, Nazzam ve Bişr el- Müreysî'ye kadar uzadı. Zaten bütün bunlar bidatçıdırlar. Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh)'den sabit olmuş hutbelerde de, Mu'tezilenin beş usulü ile ilgili hiçbir şey yoktur. (Şîîler, Kader meselesinde mu'tezilî oldukları için bunlardan bahsedildi. Müt.)

Hatta ilk Mu'tezililerden bazıları Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) adaletinden şüphe etmişlerdir. Cemel hâdisesine iştirak edenlerden bir guruba fâsık dediğini de iddia etmişlerdir. Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) ilk taraftarları (Kitapta ilk Şîîler şeklinde geçiyordu. Müt.) Kaderi kabul etmelerine rağmen, daha sonra gelenler bunu inkâr etmişler hatta bunlardan Hişam b. el-Hakem daha ileri giderek, (hâşâ!) Allah (celle celâlühü)'ın cisim olduğunu ileri sürmüştür. Halbuki, Ca'fer es-Sâdık'a ve Kur'ân'ın mahlûk mudur, değil midir? meselesi sorulunca “Kur'ân, ne hâlık, ne de mahlûktur. O, ancak Allah (celle celâlühü)'ın kelâmıdır” cevabını verdiği tesbit edilmiştir. Şüphesiz ki Ebu Hasan el- Eş'arî, Ali el-Cübbâî'nin talebesi idi. Ancak bilâhare ondan ayrılmış, Hadisi Zekeriyya b. Yahya es-Sâcî'den almıştır. “El-Mekalat” adlı eserinde de Selefi sâlihînin itikadında olduğunu beyan etmiştir.

Fakat sen ey Râfizî! Arkadaşlarınla beraber en rezil mezhebleri bir araya getirerek onları ileri sürüyorsunuz.

-    Sıfatlar konusunda Cehmîyyeyi,

-    kulların fiilleri hususunda Kaderiyyeyi,

-    imamet ve tafdîl konusunda da Râfizîliği kendinize mezheb edindiniz.

Bütün bunlardan da anlaşılıyor ki, Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh)'den naklettikleriniz Ona isnad ettiğiniz iftiralardır.

Bunlarda da Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) için hiçbir medih yoktur. Ali'ye (r.a.) isnad edilen iftiraların en bariz olanı Karamita ve İsmailîler'in iftiralarıdır. Her iki sapık fırka da, Ali'ye (r.a.) zahiri ilimden başka bâtınî ilim verildiğini iddia ediyor. Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) bir sözünde şöyle diyor:

“Daneleri yeşerten ve ruhları yaratan (Allah)a yemin ederim ki. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) bana bildirdiği her şeyi başkasına da bildirmiştir. Bu sahifedekiler ile Allah (celle celâlühü)'ın kuluna verdiği ve onunla kitabını kavrayabildiği anlayış müstesnadır.”

Aslında ehl-i beyte yapılan iftiraların haddi hesabı yoktur.

Hatta Öşür hırsızları, Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh)'den kalma ve hırsızlık için müsaade ettiğine dair kendilerinde bir kitabın mevcut olduğunu iddia etmişlerdir. Hayber yahudileri de, Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) cizyeyi kendilerinden düşürdüğüne dair bir kitabın mevcudiyetini ileri sürmüşlerdir. Bu sapıklıktan daha büyük bir sapıklık var mıdır?

Kendilerini Ali'ye (r.a.) taraftar olarak ilan eden Bâtınîler de, İslâmın kemâli, feleklerin ilâh olduklarını kabul etmekle mümkün olacağını, âlemin idarecisinin felekler olduğunu ve feleklerin dışında onları idare eden bir yaratıcının olmadığını iddia ediyorlar. Bu sapıklar, böyle bir inanç, Muhammed'in getirdiği İslâm'ın bâtını (gizli) yönü olduğunu, Muhammed'in mezkûr inancı Ali'ye, Ali de onu özel kişilere arzettiğini söylüyorlar.

İddialarına devam eden bu sapıklar, söz konusu olan inancın Muhammed b. İsmail b. Ca'fer'e ulaşıncaya kadar bu şekilde geldiğini ayrıca beyan ediyorlar. Bunlar, Muhammed b. İsmail b. Ca'fer'i idarecileri olarak kabul ederler. Kralları da, önce Mağrib'i sonra Mısır'ı iki-yüz seneden fazla hâkimiyetleri altında tutan Ubeyde oğullarıdır.

Kadı Ebubekir et-Tayyib, Kadı Abdu'l Cebbar b. Ahmed, Kadı Ebu Ya'la, Gazâlî, İbn-i Akîl ve Şehristanı, Ubeyde oğulları hakkında eserler te'lif ederek onların sapıklıklarını ortaya koymuşlardır.

Hasan Sabbah ve taraftarları ile Nusayrîler bu sapık bâtınîlerdendir. Bunların en açık alâmetleri râfizîlik, bâtınî yönleri de zındıklıktır.

Bâtınîliği iddia eden bu zındıklar Şiîlik yoluyla İslâm dinini ifsad etmeye çalışmışlardır.

Bununla kalmayıp propagandacılarına Şîîlik yoluyla müslümanların arasına sızmalarını tavsiye etmişlerdir.

Şîîlerin yalan ve iftiralarına kendilerinin de uydurdukları yalan ve iftiraları ilave ederek, hıristiyan, yahudi ve putperestlerin yapamadığını bu sapıklar, Ehl-i imana yapmışlardır.

Râfizî şöyle diyor:

“Tefsir ilmi Ali'ye nisbet edilir. Çünkü İbn-i Abbas Onun talebesidir. İbn-i Abbas: Emirü'l Mü'mininin Ali, Besmelenin “be” harfi tefsiri üzerine gecenin evvelkinden âhirine kadar bana ders verdi, diyor.”

Ey Râfizî!

Bu iddian sarahaten yalandır. Meçhullere inanan bazı cahil sofular da bu sözü naklediyorlar. Aynı kişiler Hz. Ömer'in (radiyallâhü anh):

Rasulullah ile Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh) konuştuklarında ben de Onların aralarında bir zenci gibiydim, dediğini rivayet ediyorlar.

Yine bunlar, Hz. Ebubekir'in (radiyallâhü anh) gizli hallerini kendisinden sormak için Hz. Ömer'in (radiyallâhü anh) Onun hanımıyla evlendiğini ve Ömer'e :

“Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh)'den pişmiş ciğer kokusu aldığını” söylediğini iddia ediyorlar.

Bu iddia da en açık yalanlardandır. Çünkü Ebubekir'in vefatından sonra onun hanımı olan Esma binti Umeys ile evlenen Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh)'dir.

İbn-i Abbas ise, tefsiri İbn-i Mesud ile ashab ve tâbiîn'in büyük bir çoğunluğundan almıştır.

Müstakil olarak Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh)'den rivayet edilen bir tefsirin mevcudiyeti de bilinmemektedir. Ancak tefsirle ilgili olarak Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh)'den bazı rivayetler yapıldığı doğrudur. Ama Ebu Abdirrahman es-Sülemî'nin tefsirle ilgili olarak Ca'fer es- Sâdık'tan rivayet ettikleri hilaf-ı hakikattir.

Râfizî şöyle diyor:

“Tarikat ilmi Ali'ye dayanır. Sûfiyye, hırkayı Ona nisbet ederler.”

Bu hususta şöyle diyoruz:

Birkaç hırkadan bahsediliyor. En meşhur olanları iki tanedir.

Bunlardan biri Hz. Ömer (radiyallâhü anh)'e diğeri de Ali'ye (r.a.) nisbet edilir.

Hz. Ömer (radiyallâhü anh)'e nisbet edilen hırka, Üveys el-Kuranî (Karanî) veya Ebu Müslim el-Hevlanî'ye,

Ali'ye (r.a.) nisbet edilen hırka da, Hasan el-Basrî'ye varmıştır.

Müteahhirûn âlimleri ma'ruf el-Kerhiye kadar vardırıyorlar. Ondan sonra da isnad kesiliyor. Müteahhirûn âlimleri, bazan Ma'ruf el-Kerhi'nin Ali b. Musa'nın sohbetinde bulunduğunu söylüyorlar ki, bu iddia kesinlikle yanlıştır. Çünkü Ma'ruf, Bağdad'ta inzivaya çekilmiş iken, Ali b. Musa, Horasan'da Me'mun'un beraberindeydi.

Üstelik Ma'ruf, Ali b. Musa'dan daha yaşlıdır. Ma'ruf el-Kerhî'nin onunla bir araya geldiğine ve ondan bir şeyler aldığına dair iddiaya asla inanmıyoruz. Allah (celle celâlühü)'a kasem ederim ki, Ma'ruf Ali b. Musa'nın bevvabı olmadığı gibi Onun eliyle de müslüman olmuş değildir.

Müteahhirûn âlimleri, bazan da Ma'ruf el-Kerhî'nin Davut et-Tâî'nin arkadaşlığını yaptığını söylüyorlar. Bunun da aslı yoktur. Ma'rufun, Davut et-Tâî'yi gördüğü de bilinmemektedir. Hırkanın bir isnadında Davud et-Tâî'nin Hübeyb el- Acmî ile arkadaşlık ettiği de söylenmektedir. Bunun aslı da bilinmemektedir. Yalnız Hubeyb el-Acmî'nin, Hasan el-Basrî ile arkadaşlık ettiğini söylüyorlar. Bu ise doğrudur. Çünkü Hasan el-Basrî'n'in arkadaşları çoktu. Eyyûb es-Sehatiyânî, Yunus b. Ubeyd, Abdullah b. Avf, Muhammed b. Vâsi', Mâlik b. Dînar, Hubeyb el-Acmî, Farkad es-Sebhî (veya Sebehî) ve emsalleri Basra âbid ve zâhidleri gibi arkadaşları vardı.

Ali'ye (r.a.) nisbet edilen hırkanın bir isnadında Hasan el-Basrî'nin Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) ile arkadaşlık ettiğini söylüyorlar. Bu da asılsız bir iddiadır. Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) Basra'ya girip Hasan Basrî'yi bırakıp, vaizi camiden çıkarttığına dair yapılan rivayet açık bir yalandır. Çünkü Hasan Basri, Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) vefatından sonra ilim tahsiline başlamıştır. Bununla beraber Osman'ı (r.a.) hutbe irad ederken görmüştür. İbnü'l Cevzî, Hasan Basrî'nin menkibeleriyle ilgili olarak başlı başına bir eser te'lif etmiştir.

Biz kesin olarak biliyoruz ki; Ashab-ı Kiram, müridlerine (kendilerine tâbi olanlara) hırka giydirmemişler ve onların saçlarını kestirmemişlerdir. Tâbiûn da böyle birşey yapmamışlardır. Onlar ancak ashabın edebiyle edeplenmişlerdir.

Tabiîn, beldelerinde bulunan ashabtan ilim almışlardır.

Medine ehli, Hz. Ömer (radiyallâhü anh), Übeyy, Zeyd ve Ebu Hureyre'den ilmi almışlardır.

Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) Küfeye gittiğinde oranın halkı dinî ilimlerde İbn-i Mesud, Sa'd, Ammar ve Huzeyfe'in yanında yetişmişlerdi.

Basra ehli, ilimlerini İmrân b. Huseyn, Ebu Musa, Ebubekire ve İbn-i Mağfelden almışlardır.

Şam halkı da, dini bilgilerini Muaz, Ebu Ubeyde, Ebudderdâ, Ubâde b. es- Sâmit ve Bilal'den elde etmişlerdir.

Durum böyle olunca, “Bütün zühd ve tasavvufİ tarikatlar yalnız Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh)'den alınmıştır” sözünü nasıl söyleye biliyorsun ey Râfizî?

Zühd ile ilgili olarak ciddi bir çok eserler yazılmıştır. Mesela:

Ahmed b. Hanbel, İbn-i Mübarek, Vekîl b. Cerrah ve Henad b. es-Sirri Zühd mevzuunda eser te'lif etmişlerdir. “Hilyetü'l-Evliya” ve “Safvetü's-Safve” gibi Zühd'ten bahseden eserler de, Muhacirin, ensar ve onlara güzelce tâbi olanların zühdleriyle ilgili haberler vardır.

Bu eserlerde Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) zühdünden bahseden haberler, Ebubekir, Ömer, Muaz, İbn-i Mesud, Ubey b. Ka'b, Ebu Zerre, Ebu Umâme (r.a.) ve emsallerinin zühdünden bahseden haberlerden fazla değildir. Allah cümlesinden razı olsun.

Râfizî şöyle diyor:

“Ali, fesahat ilminin kaynağıdır. Hatta onun hakkında: konuşmasındaki fesahat, Halk'ın kelâmı hariç her konuşmanın üstündedir, denilmiştir.”

Evet; şüphesiz ki Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) ashab-ı Kiramın en iyi hatibi idi. Ama Ebu Bekir ve Hz. Ömer (radiyallâhü anh)'de hatîp idiler.

Sabit b. Kays oldukça belağatlı bir hatip idi.

Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh), Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) huzurunda ve gıyabında çeşitli hitablarda bulunuyordu.

Allah (celle celâlühü)'ın Rasulü de hitaplarının dinler ve ikrarda bulunurdu. Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh), Sakife günü çok belağatlı bir hitapta bulunmuştur. Bu hususta Hz. Ömer (radiyallâhü anh) şöyle diyor:

“Ben, beğendiğim bir hitabet metnini hazırlamıştım. Onu dile getirmek istediğimde, Ebubekir:

Acele etme! dedi. Ben de Onu üzmek istemedim. Kızgın olduğu bazı hallerde onunla idare ederdim. Daha sonra hitabetine başladı. Hitabetinde benden daha çok akıllı ve vakarlı davrandı. Allah (celle celâlühü)'a yemin ederim ki, çalışıp çabalıyarak hazırladığım hiçbir söz ve fikir kalmadı ki, Ebubekir ondan daha iyisini veya mislini söylemiş olmasın.”

Enes b. Mâlik şöyle diyor:

“(Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) vefat edince korkudan) hepimiz tilki gibi iken, Ebubekir, yaptığı bir konuşma ile bizi öyle cesaretlendirdi ki, arslanlar gibi kesildik.”

Sabit b. Kays'a Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) hatibi denildiği gibi, Hasan b. Sabit de Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) şâiri diye çağırılıyordu. Ziyad b. Ebih, arapların en hatibi ve telaffuzunda en beliği idi. Hatta Şa'bî Onun hakkında şöyle demiştir:

Hitabette bulunan hiç kimse yoktur ki, hata eder korkusuyla onun susmasını temenni etmiş olmayayım. Ancak Ziyad bundan müstesnadır. O, hitabetini uzattıkça güzel konuşuyordu.

Şa'bi Aişe (r.a.) hakkında da:

Aişe insanların en iyi hatiplerinden ve fasih konuşanlarından idi. Öyle ki, Ahef b. Kays, Onun belagatından hayrete düşerdi, diyor.

İbn-i Abbas da en iyi hatiblerden idi.

Hülâsa; İslâmdan evvel ve sonra arap milletindeki hatipler oldukça çoktu. Bütün bunların Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh)'den hitabetle ilgili olarak birşeyler aldığı sabit değildir.

Hadd-i zâtında fesahat, yani açık ve düzgün konuşmak, Allah vergisidir. Ne Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) ve ne de adı geçen hatipler hiçbir zaman ilm-i bedî'den olan kafiyeli ve cinaslı (kelime harflerinin birbirine benzemesi) konuşmak için kendilerini zorlamamışlardır. Aksine onlar normal hitabette bulunmuşlar ve kafiyeli konuşmayı kasdetmemişlerdir.

Bedî' (güzel konuşma ilmi) ilmi, müteahhir alimler zamanında kaideleşmiş ve dana sonra bu kaideler doğrultusunda konuşularak tatbikata konmuştur.

Binaenaleyh “Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh), fesahatin kaynağıdır” şeklindeki sözün mücerred bir iddiadır. Hakikatte insanların en fasîh ve belîğ konuşanı Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'dir.

Fesahat ve belagat, derinden ve ağzını doldura doldura konuşmak değildir. Aksine fesahat ve belagat, meramı tam bir şekilde ifade etmektir. Konuşmacı kasdettiği mânâ ile ifade ettiği lafızları böylece bir araya getirmeğe çalışır.

Şunu da iyi bil ki; “Nehcü'l Belâğa” sahibi, Ali'ye (r.a.) nisbet ederek naklettiği hutbelerin çoğu Ali'ye (r.a.) yapılan iftiralardır.

Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) (r.a.), nakledilen hutbeleri dile getirmekten çok daha yücedir. Fakat bu râfizîler, onu öveceğiz diye nice yalanlar uydurdular. Bu uydurmalar doğru olmadığı gibi, Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) için medih de değildirler.

Ey Râfizî!

“Âli'nin sözleri her mahlûkun sözünden üstündür.” şeklindeki ifaden laneti hakketmiş bir sözdür.

Bunda Rasulullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem) karşı bir sû-i edep vardır.

Bu sözün, İbn-i Sebîn'in “Bu kelam (Kur'an) bir yönüyle insan kelâmına benzer.” şeklindeki sözüne benziyor.

İbn-i Sebîn, bu sözüyle Allah (celle celâlühü)'ın kelamını insanların telaffuz ettiği kelama benzetiyor ki, bu söz müslüman sözü olamaz.

Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) sözlerinde bulunan doğru mânâlar, diğer halifelerin sözlerinde de mevcuttur. Fakat “Nehcül Belâğa” sahibi bir çoklarının sözlerini alarak Ali'ye (r.a.) mal etmiştir. Halbuki bu sözlerden ancak bazıları Ali'ye (r.a.) aittir. Bir kısım sözler de, Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) onları dile getirmesi mümkün olmasına rağmen onun sözleri olmayıp, başkalarına aittir.

Câhız'ın “El-Beyan vet Tebyîn” adlı eserinde Ali'ye (r.a.) ait olmayan birçok sözler vardır. “Nehcü'l Belâğa”nın sahibi ise onları alır ve Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) olduğunu iddia eder. Eğer bu eserdeki hutbeler Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) olsaydı, daha eser meydana gelmeden önce, hem de senedlerle Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh)'den rivayet edilip gelecekti. Rivayet ilmi hakkında biraz bilgisi olan, “Nehcül' Belâğa”daki bu hutbelerin ekserisi, eserin tasnifinden önce ortada olmadıklarını bildiğine göre, mezkûr hutbelerin Ali'ye (r.a.) isnadının yalan olduğu ortaya çıkmış oldu. Yalan değilse hutbeleri nakleden musannif, onları hangi kitaptan aldığını, kimler tarafından nakledildiklerini ve senedlerini beyan etmesi gerekir. Aksi halde mücerred iddiaları dile getirmekten hiç kimsenin âciz olamadığı muhakkaktır.

Hadis ve isnad ilmini anlayan, onların sahih ve mevzu olanlarını birbirinden ayırabilen kimse, Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) adına bu gibi nakilleri yapanların; nakil ilminden uzak olup, doğrusunu yalanından ayıramayacak kadar câhil olduklarını gayet güzel bir şekilde bilmiş oldu.

Râfizî şöyle diyor:

“Ali: Beni kaybetmeden sorunuz. Semânın yollarını bana sorunuz. Muhakkak ben, o yolları yeryüzünün yollarından daha iyi biliyorum.” buyurmuştur.

Ey Râfizî!

Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh), Medine'de onun gibi âlim olan yüce ashab arasında bu sözü söylemesi mümkün değildir. Aksine Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh), Irak'a gittiğinde ve dinin bir çok yönlerini bilmeyen kimseler arasında bulunduğu sırada bu sözü söylemiştir. Çünkü Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) orada imam idi. Dolayısıyla maiyetinde bulunanlara dinlerini öğretmesi onun hakkında vaciptir.

Eğer “Ben, semanın yollarını, yeryüzünün yollarından daha iyi biliyorum” demişse, bunun mânâsı Allah (celle celâlühü)'ın rızasına kavuşmayı temin eden emirleri, ibadetleri, cennet ye meleklerle ilgili konuları, yeryüzünde bildiklerimden daha iyi biliyorum, demektir.

Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh), hiçbir zaman bu sözüyle kendisinin bedeniyle semâlara çıktığını kasdetmiyor. Müslüman böyle bir mânâyı kasdederek bu sözü söylemez. Bu söz, Ali'ye (r.a.) isnad edilen bir uydurma söze benziyor. İsnadı da belli değildir. Aşırı giden şiîler bu sözü delil olarak ileri sürüyor ve Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) Nübüvvetini iddia ederek sapıtıyorlar.

Avamdan ve câhil zâhidlerden bir çokları da bazı mürşidler hakkında buna benzer yanlış itikadda bulunuyorlar.

Râfizî şöyle diyor:

“Ashab, kendilerine karmaşık gelen meselelerde Ali'ye müracaat etmişlerdir. Ömer, bir çok meselenin hükmünü Ona havale ederek, Ali olmasaydı Ömer helak olacaktı, demiştir.”

Ey Râfizî!

Ashab-ı Kiram dinî bir mevzuda Ali'ye (r.a.) müracaat etmemişlerdir. Ancak Hz. Ömer (radiyallâhü anh), soru sormaya gelenlere cevap vermek üzere Ali, Osman, İbn-i Mesud, Zeyd b. Sabit, Ebu Musa ve emsalleriyle istişarede bulunduğu doğrudur.

Hatta İbn-i Abbas yaşça küçük olmasına rağmen, ashab-ı Kiram ile beraber istişare meclisine giriyordu. Sonra istişare Allah (celle celâlühü)'ın emrettiği hususlardandır. Âyet-i Kerimede şöyle buyuruyor:

“İşleri de hep aralarında şûra iledir”[21]

Şûraya başvurduğu içindir ki, Hz. Ömer'in (radiyallâhü anh) görüşü, hüküm ve siyaseti en isabetli işlerden idi.

İbn-i Abbas Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh)'den sonra ve ondan daha fazla yaşadığı için bir çok müşkül meseleyi halletmiştir. Gerçekten de insanlar, Onun ilmine muhtaç olmuşlardır. Hz. Ömer (radiyallâhü anh), daha âlim olmasına rağmen etrafındakilerle istişarede bulunuyordu.

“Ali olmasaydı, Ömer helak olurdu” şeklindeki iddiaya gelince:

Hz. Ömer (radiyallâhü anh) -doğru ise- bu sözü bir tek mesele esnasında söylemiştir. Kaldı ki, Hz. Ömer (radiyallâhü anh) bu gibi sözleri Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh)'den çok daha gerilerde gelen kişilere de söylemiştir. Hatta mehir konusunda kendisine itiraz eden bir kadına:

“Ömer yanıldı, kadın isabet etti” demiştir.

Ey Râfizî!

“Meselelerin hükümleri ilhamla bilinir” diyorsun.

Bu sözün mânâsına göre, kendisine “Bu hüküm doğrudur” diye ilham edilen kimsenin mücerred olarak o ilhama göre hüküm vermesi gerekir. Halbuki İslâm dininde bu şekilde hüküm vermek caiz değildir.

İlham, hüküm vermek için bir yol olsaydı, Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'in bununla hükmetmesi herkesten daha çok uygun olacaktı. Çünkü Allah (celle celâlühü), Ona hak sahibini vahiy ile bildirebilirdi. O zaman delile de gerek duymazdı.

Eğer yukarıdaki sözün mânâsı “Allah, Şer'î hükmü ilham ediyor” şeklindedir diyorsun, bu mânânın doğru olduğuna dair şer'î bir delil getirmen gerekir. Kaldı ki Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) bir hadislerinde:

“Daha önceki ümmetlerde kendilerine ilham edilenler vardı. Ümmetimden böyle biri olursa (O kişi) Ömer'dir” buyurmuşlardır.[22]

Bununla beraber ilham ile hükmetmesi Hz. Ömer (radiyallâhü anh) için caiz olamazdı. O, meseleyi kitap ve sünnete arzetmeden, kalbine ilham edilen mücerred hükmüyle amel edemezdi. Ancak kalbin ilham edilen hükmü kitap ve sünnete arzettikten sonra, onlara muvafakat ettiğini görürse o hükümle amel ediyor, etmezse onu terkediyordu.

Râfizî şöyle diyor:

“Ali, bütün insanların en cesuru idi. İslâmın temelleri yalnız onun kılıcıyla oturmuş, imanın dayanakları yine onun kılıcıyla sağlamlaştırılmıştır. Üzüntüleri Rasulullah'dan (sallallahu aleyhi ve sellem) defetmiş, başkasının kaçtığı gibi savaş meydanlarından kaçmamıştır.”

Ey Râfizî!

Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) cesaretinde ve İslâmın zaferi için bir çok kâfirleri öldürdüğünde kesinlikle şüphe yoktur. Yalnız bu durum yalnız Ali'ye (r.a.) has bir özellik değildir. Aksine ashab-ı kiramın bir çoğu bu hususta onunla ortaktırlar. İnsanların en cesuru da Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'dır. Bu hususta Enes (r.a.) şöyle diyor:

“Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) insanların en güzeli, en cömerdi ve en cesaretlisi idi.

Bir gece Medine halkı paniğe kapılmıştı. Halk ses gelen tarafa doğru yürüdü. Yolda, kendilerinden önce o tarafa, altında Ebu Talha'nın atı, boynunda kılıçla gidip dönen Rasulullah'la karşılaştılar. Rasululah, onlara:

“Korkmayın!” diyordu.

Müsned'te rivayet edildiğine göre Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh):

Savaşlarda tehlike arttığı zaman Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'a sığınır ve onunla korunurduk. O, içimizde düşmana en yakın olanımız idi, buyururlar. Cesaret, korku anında, düşmanın hücumu karşısında ve harp sanatının tatbiki esnasında kalbin güçlü olması ve sebat etmesi demektir. Bütün bunlara rağme Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem), übey b. Haleften başkasını öldürmemiştir. Hüneynde ashab-ı kiram biraz geri çekilince, Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)in, düşmana doğru ilerleyerek etrafındakilere:

“Ben Peygamber'im, bunda yalan yok. Ben Abdülmuttalib oğullarındanım” deyip haykırması, Onun çok üstün cesaret ve şecaatine delâlet ediyor.

Eğer, devlet reisinden beklenen cesaret, kalbi şecaat ise şüphesiz ki ashabın en şecaati isi Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh) idi. Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh), İslâmın bidayetinden beri Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) karşılaştığı bütün musibetlere katlanmıştı. Hiçbir zaman bu tehlike ve musibetlerden korkmamış ve onlara karşı sabırsızlık da göstermemiştir. Bilakis O, tehlikelerin üzerine yürüyor ve Rasulullah'ı (sallallahu aleyhi ve sellem) kendi canıyla koruyordu. Diliyle,eliyle ve malıyla durmadan cihad ediyordu. Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh), Bedir'de Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ile çadırda iken Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ayağa kalktı. Allah (celle celâlühü)'a dua edip Ondan yardım dileyerek:

“Ya Rabbi! Bana va'dettiğin yardımı bugün lütfet! Ya Rab! Bu bir avuç muvahhid bugün telif olursa yeryüzünde sana ibadet edecek kimse kalmayacak!” diye niyazda bulununken, Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh):

Yâ Resulullah, duan arşı titretti. Allah va'dini elbette yerine getirecek, diyordu. Bu da Hz. Ebubekir'in (radiyallâhü anh) kâmil imanına ve kuvvetli sebatına delâlet ediyor. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'in Allah (celle celâlühü)'a olan bu niyazdan dolayı da hiçbirşeyi eksilmemiştir. Aksine bu niyazı Onun için bir yüceliktir.

Her şeyi sebeplere bağlamak Tevhid'te noksanlıktır.

Sebeplerin arzu edilene vesile olduklarını kabul etmemek akla halel getirir.

Onları tamamen ortadan kaldırıp ve onlardan yüz çevirmek de şer'î ahkâma halel getirmektir.

Onun için Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'in, bütün imkânlara başvurarak canıyla, malıyla, duasıyla cihad edip, müslümanları da cihada teşvik etmesi elbette Onun için gereklidir.

Allah (celle celâlühü)'a sığınmak ve Ondan yardım dilemek en büyük cihad ve zafer sebebidir. Rasulullah da bununla emrolunmuştur.

Kalb, korku ve yalvarış ile kaplandığında müşahede ettiklerine karşı dalar. Ebubekir'in makamı ise bunun da üstündedir. O doğrudan doğruya Rasulullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem) yardım ediyor ve etrafında pervane kesiliyordu. O, zafere ulaşacaklarına dair olan inancını Rasulullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem)haber veriyor ve durmadan düşmanla çarpışan ashabı gözetiyordu.

Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem), vefat edince büyük musibet meydana geldi. Ashab derin bir kedere büründü. Akıllara durgunluk geldi. Sanki kıyamet kopmuştu. Büyük kıyametten kopmuş küçük bir kıyamet...

Göçebe araplar irtidat etti. Emniyet sarsıldı. O sırada Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh), iman, yakîn ve sabırla dolu bir kalble kalktı ve Allah Taala'nın, Resulünü indinde dilediği şeye -yüce makama- kavuşturduğunu ashab-ı kirama haber vererek şöyle buyurdu:

“Kim ki Muhammed'e tapıyorsa bilmiş olsun ki, Muhammed vefat etmiştir. Kim ki Allah'a tapıyorsa, bilmiş olsun ki, Allah dâim ve Bakîdir.”

Daha sonra:

“Muhammed ancak bir Peygamberdir. Ondan önce birçok peygamberler gelip geçmiştir. Şimdi O ölür veya öldürülürse siz ardınıza dönüverecek misiniz? Kim ardına dönerse, elbette Allah'a hiçbir şeyle zarar verecek değil, fakat şükredip sabredenlere Allah muhakkak mükâfaat verecektir.”[23] mealindeki ayeti okudu.

Ashab sanki bu ayeti daha önce işitmemişlerdi. Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh), bilahare onlara bir nutukta bulundu. Nutkunda tekrar ashaba sabır ve sebatı tavsiye etti. Üsame'nin komutanı olduğu ordunun techiz edilerek bir an önce yola çıkması için onları cesaretlendirdi. Biraz sabretmesi için kendisine fikir vermelerine rağmen mürtedlerle hemen savaşmağa başladı. Hatta Hz. Ömer (radiyallâhü anh) çok cesur olmasına rağmen Ona:

Ey Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) halifesi! İnsanları kendine sevdir, diyordu. Bu konu oldukça geniştir.

Şüphesiz ki Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh)'den başka diğer ashab-ı kiram da birçok kâfir öldürmüşlerdir. Ondan fazla öldürenler de vardır. Siyer ve mağazî kitaplarını dikkatle araştıran bu hakikati açıkça görecektir.

Bera' b. Mâlik -Enes'in kardeşidir-, bizzat ve herkesin önünde yüz kâfir öldürmüştür. Başkalarıyla beraber öldürdükleri bunlardan müstesnadır.

Halid b. Velid'in öldürdüğü kâfirler sayısızdır. Mu'te muharebesinde elinde dokuz kılıç kırılmıştır. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem):

“Her peygamberin bir havârîsi vardır. Benim havarim (yardımcı) ise Zübeyr'dir.” buyurmuşlardır.

Ebu Talha hakkında da:

“Ebu Talha'nın ordudaki sesi, bir cemaattan (orduda bulunmasından) daha hayırlıdır.” buyurmuşlardır.

İbn-i Hazm şöyle diyor:

Şiîler, Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh)' nin diğer bütün ashaba nisbeten daha çok cihad ettiğini ve daha çok kâfir öldürdüğünü ileri sürerek hilafetin yalnız Onun hakkı olduğunu iddia ediyorlar.

Halbuki cihad üç çeşittir:

Birincisi ve en yücesi dille insanları Allah (celle celâlühü)'ın dinine davet etmektir.

İkincisi, ümitsizlik anında düşünerek bazı tedbirler almaktır.

Üçüncüsü, elle yapılan cihâddır.

Birinci cihad çeşidine bakınca Rasulullah'dan (sallallahu aleyhi ve sellem) sonra Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh)'den başka hiç kimsenin bu dereceye varmadığını görüyoruz.

Çünkü büyük sahabîler hep Ebubekir'in vasıtasıyla İslama girmişlerdir. Hz. Ömer (radiyallâhü anh) de İslama girince. Onu kuvvetlendirdi. Hatta İbn-i Mesud:

“Ömer İslama girdiğinden beri güçlüyüz,” buyurmuştur. Ebubekir ve Hz. Ömer (radiyallâhü anh) benzeri görülmemiş bir cihadla tanınmışlardır. Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) bu çeşit cihadda payı yoktur.

İkinci cihad çeşidi ise, meşveretir ki, bu da Ebubekir ve Ömer'e (r.a.) mahsustur.

Üçüncü kısmı olan elle cihad'a baktığımızda bu çeşit cihadın Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) (sallallahu aleyhi ve sellem) en az amellerinden olduğunu görüyoruz.

Ama bunu hiçbir zaman korkaklığına te'vil edemeyiz. Bu cihad kısmını da nazar-i dikkate alırsak Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) bunda da Rasulullah'dan önce geldiğini söyleyemeyiz. Aksine diğer ashab da elle yapılan cihadda Ali'ye (r.a.) ortak olmuşlardır. Talha, Zübeyr, Sa'd, Hamza, Übeyde b. Haris, Mus'ab b. Ümeyr, Sa'd b. Muaz, Ebu Dücâne ve emsalleri gibi (Allah (celle celâlühü) cümlesinden razı olsun)

Ebubekir ve Hz. Ömer (radiyallâhü anh)'de elle yapılan cihadda Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) ile birlikte hareket etmişlerdir. Ama Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) ve diğerlerinin aldıkları pay kadar Ebubekir ve Hz. Ömer (radiyallâhü anh) alamamışlardır. Çünkü onlar devlet idaresiyle çok meşgul olmuşlardır.

Onlar Rasululah (sallallahu aleyhi ve selem)'e refakat ederek işlerinde vezirlik görevini ifa etmişlerdir. Buna rağmen Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem), Ebubekir ve Ömer'i, Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh)'den daha fazla seriyyelerle birlikte göndermiştir. Ali'yi (r.a.) ise yalnız Hayber kalelerine göndermiş O da orayı fethetmiştir. (Allah cümlesinden razı olsun.)

Ey Râfizî!

“İslâmın temelleri ve iman'ın dayanakları yalnız Ali'nin kılıcıyla oturmuş ve sağlamlaştırılmıştır” şeklindeki iddian, İslâmın, yayıldığı günleri bilen herkesin indinde açık bir yalandır.

Aksine Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) kılıcı, İslâmî ve imanı temel ve kaidelerinin oturup sağlamlaştırılmasına vesile olan sebeplerin bir parçasıdır. Cenab-ı Allah (celle celâlühü)'ın İslâmı hâkim kıldığı birçok olayda Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) kılıcını görmüyoruz. Ama Bedir'de Onun kılıcı diğer ashabın kılıçları gibi İslâmı müdafaa etmiştir. Çarpışmanın vuku bulduğu savaşların hepsi de dokuz tanedir. Rasulullah'dan (sallallahu aleyhi ve selem) sonra Fars ve Rum savaşlarına da katılmamıştır. Şüphesiz ki Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) hilafetinde de büyük savaşlar meydana gelmiştir.

“Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) asla hezimete uğramamıştır” şeklindeki sözün doğrudur. Bu hususta Ebubekir ve Hz. Ömer (radiyallâhü anh) gibidir. Çünkü hiçbirisi için hezimet sözkonusu olmamıştır. Eğer hafif bir çekilme vuku bulmuşsa O da rivayet edilmiş değildir.

Râfizî şöyle diyor:

“Bedir muharebesinde Ali yirmiyedi yaşındaydı. Bu muharebede yalnız başına müşriklerden otuzaltı kişi Öldürmüştür. Bunlar, bütün öldürülenlerin yarısından fazla idi. Kendisi diğerlerinin öldürülmesine de iştirak etmiştir.

Ey Râfizî!

Bu iddian da açık yalanlardandır.

Aksine sahih hadiste sabit olduğu gibi bir çok müşriklerin katline iştirak etmemiştir. Bunlar Ebu Cehil, Ukbe b. Ebi Muayt, Utbe b. Rabîa ve Ubey b. Haleftir.

Yine de Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) o gün on kişi kadar müşrik öldürdüğünü rivayet etmişlerdir.

Râfizî şöyle diyor:

“Uhud muharebesinde Ali'den başka bütün ashab Rasulullah'ı (sallallahu aleyhi ve selem) bırakarak kaçmışlardır. Daha sonra birkaç kişi Rasulullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem) dönmüşler. Bunlar Asım b. Sabit, Ebu Dücâne ve Sehl b. Hüneyftir. Osman da üçgün sonra Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) yanına gelmiştir. Melekler dahi Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh)'den Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) yanında kalmasından hayret etmişler, Cibril de:

“Züfikardan başka kılıç, Ali'den başka delikanlı yoktur” demiştir. Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) mezkûr muharebede müşriklerin çoğunu öldürmüştür. Uhud'daki başarı Onunla müyesser olmuştur. Kays b. Sa'd, Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh):

“Bedir günü onaltı yara alarak yere düştüm. Hemen biri gelip beni kaldırdı...” dediğini rivayet etmiştir. Ali'yi (r.a.) kaldıran mezkûr kişi “Cibril'dir.”

Bu Râfizî Allah (celle celâlühü)'a karşı hiç utanmıyor.

Rivayet ettiği bu yalanlar ancak ineklere anlatılır.

Müşriklerin çoğunun öldürülmesi nerede? Başarı nerede? Aksine Uhud muharebesi müslümanların aleyhinde olup lehlerinde değildi. Bu hususta Allah (celle celâlühü) şöyle buyuruyor:

“Başkalarını iki misline uğrattığınız bir musibete kendiniz uğrayınca mı: “Bu nereden?” dersiniz? (Ey Muhammed) de ki: “O kendi

tarafınızdandır.” Doğrusu Allah herşeye kadirdir.”[24]

Bu savaşta önce müslümanlar kâfirleri yenmişlerdi. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem), savaşta okçuları dağın bir gediğinde görevlendirmişti.

Fakat okçular müşriklerin yenildiklerini görünce yerlerini terkederek ganimeti toplamağa başladılar. Komutanları olan Abdullah b. Cübeyr onları bu hareketten alıkoymasına rağmen onu dinlemediler. Bunu fırsat bilen düşman, müslümanlara arkalarından hücum etti. Şeytan:

Muhammed öldürüldü, diye bağırdı. Bu sırada müşriklerden Abdullah b. Kamîe, müslümanlardan Mus'ab b. Umeyr'i şehid etmişti. Zırh içinde olduğundan Onu Peygamber'e benzetmişti. Ve Muhammed'i öldürdüm, demişti. O gün müslümanlar yetmiş şehid vermişti. Rasulullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem) indirilen bir darbe ile miğferi ikiye bölünmüş, halkaları yanağına batmıştı. Bunun üzerine Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem):

“Peygamberleri Onları Allah'a (dinine) davet ettiği halde, Ona bu durumu reva gören kavim nasıl iflah edebilir?”[25] buyurdu. Ondan sonra şu âyet-i kerime indi:

“Senin elinde birşey yok. Allah, ya onların tevbesini kabul eder, yahut onları zâlim bulundukları için azablandırır.”[26]

O gün Rasûlullah'ın sallallahu aleyhi ve sellem) beraberinde oniki kişi kalmıştı. Ebubekir, Ömer, Talha ve Sa'd (r.a.) kalanlar arasında yer alıyorlardı. Rasûlullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) etrafında savaşarak şehit olmuş bir cemaat da vardı. Bu üzücü manzara karşısında şımaran müşriklerin reisi Ebu Süfyan:

Yüksel Hübel! Yüksel (yüce ol) Hübel! Bu gün Bedire bedel bir gündür, diyordu. Bu sözüyle öçlerini aldıklarını ifade etmek istiyordu. Uhud muharebesinde müşriklerden on küsur kişi öldürülmüştü. O gün ne Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) yaralanmış ve ne de Cibril Onu yerden kaldırmıştır. Bu naklin isnadı nerededir? Hangi uydurma kitaplarında mevcuttur?

“Osman üç gün sonra geldi” şeklindeki sözün bir yalandır.

“Cibril: Zülfikardan başka kılıç yoktur, dedi” şeklindeki sözün de bir başka yalandır. Çünkü Zülfikar ismindeki kılıç Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) değildi. Bu kılıcı müslümanlar Bedir muharebesinde Ebu Cehil'den ganimet olarak almışlardı.

İbn-i Abbas şöyle diyor:

“Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Bedir muharebesinde Ebu Cehil'in Zülfikar kılıcını ganimet olarak aldı. Bu kılıç Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) Uhud muharebesinde rüyasında gördüğü kılıçtır. Rasulullah bu rüyayı şöyle anlattı:

“Zülfikar kılıcımda bir gedik (kırık) gördüm. Bunu aranızda açılacak bir gedikle te'vil ettim, Bir koçun arkasında olduğumu gördüm. Bunu da askerin koçuna te' vil ettim. Kendimi muhafaza edilmiş bir kalede gördüm. Bu kaleyi Medine şehriyle te'vil ettim. Bir sığırım kesildiğini gördüm. Vallahi sığır iyiliktir, Vallahi sığır iyiliktir.”

Hadisi Tirmizi, İbni Mace ve Ahmed b. Hanbel müsnedlerinde rivayet etmişlerdir.

Râfizî şöyle diyor:

“Ahzab (Hendek) muharebesinde Kureyş müşrikleri, müttefikleriyle birlikte onbin kişilik bir ordu ile müslümanları çepeçevre sarmışlardı. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem), müslümanlardan müteşekkil üçbin kişilik bir orduyla Hendeği kazdı. Amr b. Abdi Vüdd ve İkrime b. Ebi Cehl suvarî olarak hendeğin dar bir yerinden karşı tarafa geçerek müslümanlara meydan okudular. Ve kendileriyle savaşabilecek kimse istediler. Ali ortaya atıldı. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem):

“Ey Ali! Karşında Amr vardır” diyerek Onu oturttu. Amr biraz sustuktan sonra ikinci ve üçüncü defa meydan okudu. Hep Ali ortaya atılıyordu. Bunun üzerine Rasulullah, Ali'ye izin verdi. Ali, Amr'a şöyle dedi:

“Ey Amr! Kureyşten birisinin seni iki yoldan birine davet ettiği taktirde o yollardan birini kabul edeceğine dair Allah (celle celâlühü)'a söz vermiştin. İşte ben seni İslama davet ediyorum. Amr:

İslâm'a ihtiyacım yoktur, dedi. Ali, atından, inip karşılıklı çarpışmaya davet ediyorum, dedi. Amr:

Seni öldürmek istemiyorum, dedi. Daha sonra atından indi ve çarpışmaya başladılar, Ali, Amr'ı öldürdü, ikrime de kaçtı. Ondan sonra bütün müşrikler de yenilgiye uğrayıp kaçtılar. Bunun üzerine Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem):

Ali'nin Amr'ı öldürmesi cinlerin ve insanların ibadetinden efdaldir, buyurdu.”

Ey Rafızî!

Bu kıssayyı çeşitli yalanlarla süslemişsin. Şöyle ki:

Amr öldürülünce müşrikler kaçtılar, diyorsun. Bu iddian insanı ürperten bir yalandır. Aksine müşrikler müslümanları muhasaraya devam ettiler. Bu muhasara Ğatafanlı Nuaym b. Mesud, müşriklerle yahudilerin arası bozuluncaya ve Allah (c.c). Onların üstüne meleklerini ve şiddetli kasırgayı gönderinceye kadar sürdü.

Bu hususta Allah (celle celâlühü) şöyle buyuruyor:

“Allah (Hendek savaşındaki) o kâfirleri, hiçbir zafere eremedikleri halde öfkeleriyle geri çevirdi. Böylece Allah, savaş yükünü mü'minlerden kaldırdı..”[27]

Bu âyetten de anlaşılıyor ki, Allah (celle celâlühü), müşrikleri çarpışma ile göndermemiş, müslümanlar da onları yenmemiştir.

İddianda rivayet ettiğin ve onunla iftihar ettiğin hadis de gerçekten yalandır.

Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem), bu gibi ölçüsüz bir sözü söylemekten münezzehtir. Bir kişinin öldürülmesi bütün cinlerin ve insanların ibadetinden daha üstün olması mümkün müdür?

O zaman Rasulullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem) her türlü işkenceyi yapan, Kureyş'in ileri gelen kâfirlerini öldürenlere birşey kalmaz.

Kaldı ki, Amr b. Abdi Vüdd, Kureyşin ileri gelen müşriklerinden olmasına rağmen Rasulullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem) yaptığı bir işkencesi yoktu.

Râfizî şöyle diyor:

“Nâdir oğulları savaşında Ali, Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'in çadırını oka tutan okçuyu bir okla öldürmüştür. Akabinde de on kişi daha öldürdükten sonra geri kalanlar kaçmışlardır.”

Ey Râfizî!

Bu da açık bir yalandır.

Nadîr oğulları, haklarında “Haşr” sûresinin nazil olduğu yahudilerdir. Bunların kıssası Uhud muharebesinden öncedir. Müslümanlar, andlaşmalarını bozdukları için Nâdir oğullarını muhasara etmişler ve hurmalıklarını kesmişlerdi. Onlar da kalelerinden çıkamadıkları için yenilgiyi kabul etmişlerdir. Daha sonra yerlerini terketmek şartıyla Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ile barışı kabul ettiler. Rasulullah da onları yurtlarından çıkarttı.

Ey Râfizî!

Haşr sûresini okuyup düşünmedin mi? Nadîr oğulları yurtlarını terlettiklerinde de silahtan başka develerinin taşıyabildiği kadar beraberlerinde eşya götürdüler. Hatta elleriyle evlerini yıkarak, kapı pervazlarını da götürdüler. Yerlerini terkeden bu yahudiler Hayber ve Şam'a gittiler.

Râfizî şöyle diyor:

“Silsile gazvesinde bir bedevî Rasulullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem) gelerek bir cemaatin kendisini Medine'de kuşatmak üzere yola çıktıklarını haber verdi. Bunun üzerine Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem):

Düşmana karşı koymak için vadiye kimin gitmek istediğini sordu. Ebubekir:

“Ben gideceğim” dedi. Rasulullah Ona sancağı teslim ederek beraberinde yediyüzkişi gönderdi. Ebubekir düşmana varınca, düşman Ona:

“Geriye dön ve arkadaşına yetiş. Biz çok kalabalık bir orduyuz.” (Y ani bize karşı koyamazsın.) Ebubekir döndü. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ikinci defa:

“Vadiye kim gidecek?” diye sordu. Ömer:

“Ben gideceğim,” dedi. Onu da gönderdi. Fakat Ebubekir gibi geri döndü.

Üçüncü gün Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem):

“Ali nerededir?” diye sordu ve sancağı Ona teslim etti. Ali yola düştü ve düşmanı gördü. Onlardan altı veya yedi kişi öldürdü. Diğerleri de kaçtılar. Bunun üzerine Allah (celle celâlühü), Emirül mü'min'in bu haline kasem ederek:

“Andolsun, soluyarak koşanlara”[28] mealindeki âyet-i kerimeyi indirdi.”

Ey Râfizî!

Bu naklin de bâtıldır.

Böyle bir muharebe asla vuku bulmamıştır.

Olsa olsa Antere ve Battal'ın sîret kitaplarında uydurulmuş yalanlardandır.

Urve, Zührî, İbn-i İshak, Musa b. Ukbe, Ebu Ma' şer es-Sindî, Leys b. Sa'd, Ebu İshak el-Fezârî, Velîd b. Müslim, Vâkidî, İbn-i Âiz ve emsali siyer âlimleri, Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) hayatını ve devrini teferruatına kadar tesbit etmelerine rağmen, senin nakletmiş olduğun hâdiseden asla bahsetmemişlerdir. Halbuki onlar, kaydetmedikleri en ufak bir hadise bırakmamışlardır.

“Âdiyât” Sûresi de bahsettiğin gazve hakkında nazil olmamıştır. Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh)'den rivayet edilen meşhur görüşüne göre:

“El-Âdiyât = koşanlar” hacıların develeridir. Onları Müzdelifeden Mina'ya koşturuyorlar.

İbn-i Abbas ve Cumhur “El-Âdiyât” kelimesiyle Allah yolunda savaşta koşuşan atların kasdedildiğini söylüyorlar.

Râfizî şöyle diyor:

“Ali, Mustalik oğulları gazvesinde Mâlik ve oğlunu öldürmüş ve bir çoklarını esir etmiştir. Bu esirler orasında Mustalik oğullarının reisi Hâris'in kızı Cüveyriye de bulunuyordu.”

Ey Râfizî!

Bu da râfizîlerin isnadsız haberlerindendir.

Onların haberlerine isnad bulunsa da ya karanlık ve meçhul veya yalancı birisinden rivayet edilmişlerdir.

Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) bu anlatılanları Mustalik oğulları gazvesinde yaptığını hiç kimse rivayet etmemiştir. Harisin kızı Cüveyriye'yi de esir etmiş değildir. Yalnız Cüveyriye esir düşünce fidye karşılığında serbest bırakılmasını istedi. Bu isteği kabul edildi. Fidyesini toplayıp ödemek üzere birgün Aişe (r.a.)'den yardım dilemeğe gittiği sırada Rasulullah'ı (sallallahu aleyhi ve sellem) orada görmüş ve fidyesini ödemiştir. Böylece Cüveyriye azad olmuş ve neticede kendi arzusuyla Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ile evlenmiştir. Geri kalan esirler de Cüveyriye Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'in eşi olması sebebiyle serbest bırakılmışlardır. Çünkü Ashab, esirler Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'in akrabaları oldular, deyip onların esir kalmalarını uygun görmemişlerdir.

Râfizî şöyle diyor:

“Hayber gazvesindeki fetih Ali'nin vasıtasıyla tahakkuk etmiştir. Daha önce komutanlık Ebubekir'e verilmişti, fakat yenildi. Ali kale kapısına koşarak Onu söktü ve kazılan hendeğe köprü yaptı. Kapıyı ancak yirmi kişi kapatabiliyordu. Bunun üzerine Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem):

“Bedenîkuvvetle değil, ilâhîkuvvetle kapıyı söktü”[29] buyurdu. Mekke'nin fethi de Onun başarısıyla gerçekleşmiştir.”

Ey Râfizî!

Bütün Hayber bir günde fethedilmemiştir. Çünkü ayrı ayrı kaleler halindeydi. Bazısı kuvvetle, bazısı barışla fethedilmişlerdir. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem), yahudilerle bazı barış andlaşmalarını yapmıştı. Daha sonra yahudiler bu andlaşmaları bozdular. Böylece müslümanlarla savaş haline girdiler. Ebubekir ve Hz. Ömer (radiyallâhü anh) de hiçbir zaman onlara karşı yenilmemişlerdir.

Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) kale kapısını söktüğü rivayet edilmiştir. Fakat kapının yirmi kişi tarafından kapatılabildiği ve Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) kapıyı hendeğe köprü yaptığı şeklindeki rivayetlerin aslı yoktur. Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) Mekke fethindeki rolü de diğer ashabın rolü gibidir. Fetihle ilgili birçok hadisler bunu açıklamaktadırlar.

Ebu Hureyre (r.a.) şöyle diyor:

“Fetih günü Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem); Halib b. Velid'i sağ, Zübeyr'i sol kanada, Ebu Ubeyde'yi de vadi tarafına yerleştirdi. Daha sonra Ensarı çağırmak üzere beni çağırdı. Onları çağırdım. Koşarak geldiler. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Ensar'a:

“Kureyş topluluklarını görüyor musunuz?” diye sordu. Onlar da evet, dediler.

Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem):

“Bakınız! Yarın -muharebe ile- karşı karşıya geldiğinizde onları biçeceksiniz” buyurarak eliyle de emrine uygun işaret etti. Daha sonra sağ eline koyarak:

“Yeriniz Safa (tepesi)dir,” buyurdular. O gün müslümanlar kendilerine düşmanca yaklaşanı yere serdiler.”

Ebu Hureyre devamla şöyle diyor:

“Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem), Safa tepesine çıktı.

“Ensar (müşrikleri kasdederek) ordusu helak oldu. Bu günden sonra Kureyş yoktur” dedi.

Neticede İslâmı kabul etti. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) de:

“Her kim Ebu Süfyan'ın evine girerse, o emniyettedir, kim ki silahı bırakırsa emniyettedir ve her kim kendi evinde oturur veya Mescid-i Haram'a girerse emniyettedir,” 491buyurdular.

Râfizî şöyle diyor:

“Rasulullah, Hüneyn muharebesi için onbin kişilik bir ordu ile yola çıkmıştı. Ebubekir'in gözü orduya isabet etti ve bu kadar çok olan bir ordu hiçbir zaman mağlub olmayacaktır, dedi. Fakat müslümanlar hezimete uğradılar. Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) beraberinde Hâşim oğullarından dokuz kişi ve İbn-î Ümm-i Eymen'den başka kimse kalmamıştır. O gün Ali Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) etrafında çarpışmış ve müşriklerden kırk kişi öldürmesi üzerine yenilgiye uğramışlardır.”

Ey Râfizî!

Bu iddian da yalandır.

İşte Hadis, Tefsir ve Siyer kitapları meydandadır.

Hiç birisi, Ebubekir'in (r.a) gözü orduya isabet ettiğini kaydetmiş değildir. Ordunun durumuyla ilgili olarak müslümanlardan birisinin söylediği söz “Bu ordu kalabalık olduğu için bundan sonra mağlub olmayacak” şeklinde değil de “Bu ordu az olduğu için mağlub olmayacaktır” şeklindedir. [30]

“Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) beraberinde yalnız dokuz kişi kalmıştı” şeklindeki haberin de batıldır.

İbn-i İshak, o gün Rasulullah ile beraber Muhacir, Ensar ve ehl-i beytten bir topluluğun kaldığını, ifade ediyor. Ebubekir, Ömer, Ali, Abbas, Harisin oğulları Ebu Sufyan ve Rabîa, Üsame ve Eymen, Rasulullah ile birlikte düşmana karşı savaşarak Ondan ayrılmamışlardır.

“Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh), Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) etrafında kırk kişi öldürdü” şeklindeki iddian da yalandır.

Sözüne güvenilir hiç kimse bu sözü dile getirmiş değildir. Bera' (r.a.), rivayet ettiği sahih hadiste Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'in katırından inerek Allah (celle celâlühü)'a dua ettiğini, Ondan yardım dilediğini ve:

“Ben Peygamberim, bunda yalan yoktur. Ben Abdülmuttalib oğullarındanım. Allah'ım! Yardımını gönder” deyip, yalvardığını beyan ediyor. Bera' (r.a.):

Savaş kızıştığında Rasulullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem) sığınırdık. İçimizde Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) yanında savaşabilen kimse cesur kabul edilirdi, diyor. Müslim'de rivayet edilen bir hadiste Seleme b. el-Ekva' şöyle diyor:

“Düşman Rasulullah'ı kuşatınca binitinden inerek bir avuç toprak aldı ve onu düşmana doğru saçarak:

“Gözler kör olsun!” buyurdular.

Düşmandan hiç birisi kalmadı ki Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem), bir avuç toprakla gözlerini doldurmuş olmasın. Neticede geri dönüp kaçtılar.

Râfizî şöyle diyor:

“Ali'nin imametin gerçek sahibi olduğunu gösteren delillerden biri de:

Onun gayıbtan haber vermesi ve henüz meydana gelmemiş olan bir şeyin vuku bulacağını söylemesidir. O, Talha ve Zübeyr Umre yapmak üzere izin istedikleri zaman onlara:

Siz Umre yapmak değil, Basra'ya gitmek istiyorsunuz, dedi. Gerçekten dediği gibi oldu. Zîkâr denilen mevkide otururken ve millet Ona biat ettiği sırada:

Küfeden size bin kişi gelecektir. Bunlar ne bir fazla ve ne de bir eksiktirler. Gerekirse ölüme dahi gidecekleri hususunda bana biat edeceklerdir, haberini verdi ve durum Omun haber verdiği şekilde oldu, Onların sonuncusu da Uveys el-Karanî idi. Yüce zâtının şehid edileceği haberini vermiştir. Mel'un Şehriyar'ın el ve ayaklarının kesileceğini haber verdi. Gerçekten Muaviye haber verileni başına getirdi. Meysem et-Temmar'ın asılacağını ve asılacağı hurma ağacını kendisine göstermiş, bilahare verdiği haber aynen vuku bulmuştur. Rüşeyd EI-Hicrî'nin[31] öldürüleceğini haber vermiş, gerçekten verdiği haber tahakkuk etmiştir.

Haccac'ın Kümeyi b. Ziyad'ı öldüreceğini ve Kanber’i de keseceğini haber vermiş, bu haber Haccac zamanında gerçekleşmiştir.

Bera b. Âzib'e: Oğlum Hüseyin öldürülecektir. Sen de Ona yardımcı olmayacaksın, demiş nitekim de öyle olmuştur. Abbasilerin saltanatında zorluk değil kolaylık olacağını ve Türkler, Deylemler, Sindler ve Hindliler onların saltanatını yıkmak üzere toplanacaklar fakat buna güç yetirmeyeceklerini haber vermiştir. Ancak onlara tabi olanlardan ve devlet ricalinden bir kısmı onlardan ayrılırlarsa onların hükümranlığı yıkılacaktır. Yıkımlar da şöyle olacak:

Devletinin kurulduğu istikametten bir Türk hükümdarı onlara musallat olmak üzere gelecek, üzerinden geçtiği her şehri fethedecek, Ona karşı savaşmak üzere çekilen her sancak başını eğecektir. Ona karşı gelmeyenlere yazıklar olsun. Bu hükümdar tamamen zaferi elde edinceye kadar hücumlarına devam edecektir. Sonra bu zaferini hakkı söyleyen ve hakka göre amel eden soyumdan birisine teslim edecektir. Gerçekten de haber verdiği gibi oldu. Horasan tarafından Hülâgû gelerek bu işleri gerçekleştirdi.”

Ey Râfizî!

Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) gaybten haber verdiğini iddia ediyorsun. Bu doğrudur. Aslında (Allah (celle celâlühü)'ın verdiği ilham ile) gayıbtan haber verme işi Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) derecesine varmayan ve imamete yaramayan birçok sâlih kişilerden de meydana gelmiştir. Ebu Hureyre ve Huzeyfe bu haberlerden kat kat fazla, olanları dile getiriyorlardı.

Ebu Hureyre bu gibi haberleri Rasulullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem) isnad ederken, Huzeyfe onları bazan Rasulullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem) isnad eder bazan da etmezdi. Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) gayıbtan verdiği haberler bazan Rasulullah'tan işittikleri haberlerdi. Bazıları da Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) kendi kalbine doğan keşiflerden ibarettir. Nitekim Hz. Ömer'in (radiyallâhü anh) de buna benzer kalbi keşiflerine dayanarak verdiği haberler vardır.

Ahmed b. Hanbel'in “El-Zühd”, Ebu Nu'aym'in “El-Hilye” ve îbn-i Ebi'd- Dünyanın “Kerâmetü'l-Evliya” gibi eserleri Ashab, Tabiîn ve onlardan sonra gelen sâlih zatlardan sudur etmiş ve Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh)' nin haberlerine benzeyen birçok haberlerle doludur.

Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh)'den rivayet ettiği haberlerin sıhhatine de teslim olmuyoruz. Çünkü bunların yalan olduklarına dair yine Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh)'den haberler vardır. Hülâgû da hiçbir zaman zaferini bir aleviye teslim etmemiştir. Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) istikbalde vuku bulacak her hadiseyi bilmediğini isbat eden hadiselerin bir kısmı da, Onun hilafeti zamanında vuku bulan harpler ve o harplerde zannettiği gibi çıkmayan sonuçlardır. Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh), bu kadar insanın ölümünden sonra gayenin tahakkuk etmiyeceğini daha önce bilmiş olsaydı asla muharebe etmezdi. Çünkü muharebe etmediği zaman daha üstün ve daha güçlü idi. Eğer hüküm vermek için tayin ettiği iki hakemin verecekleri kararı bilseydi, onları tayin etmezdi. Kendisinden sonra vuku bulacak olayları haber verdiğine dair olan haberler nerede kaldı?

İslâmî esaslar temellerine oturuncaya kadar Rasulullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem) gelen tehlikeleri kılıcıya bertaraf etmiştir, şeklindeki iddia da nerede kaldı?

Halbuki Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh), doksanbin kişilik ordusuyla Muaviye (r.a.)'ye karşı gaiibiyyet sağlamamıştır. Ama râfizîler, bir yandan Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) hakkında bazı şeyler iddia ederken, öte yandan da zıddı olanlarını bizzat kendileri ortaya atmaktadırlar. Onun hakkında aşırı giderek masum olduğunu, ona unutkanlık arız olmadığını ve gaybı bildiğini iddia ediyorlar.

Allah Teala'nın kendisine bahşettiği cesaretle yetinmeyerek, hiçbir insanlın yapamıyacağı ve aklen kabul etmeyeceği şeyleri çeşitli abartmalarla ona isnad ediyorlar. Ondan sonra da Hz. Ebubekir'in (radiyallâhü anh) malı ve akrabaları az olmasına rağmen (Medine'de ve halifeliğe seçileceği sırada) Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) Ona karşı mukavemet edemediğini söylüyorlar. Tenakuz ancak böyle olur! Allah (celle celâlühü):

“... O'dur ki, seni yardımıyle ve mü'minlerle te'yid etti. Ve kalblerinin arasını sevgi ile birleştirdi...”[32] âyeti ile Rasulullah'ı (sallallahu aleyhi ve sellem) Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) ve diğer mü'minlerle te'yid ettiğini haber vermesine rağmen râfizîler İslâm esaslarının oturuşunu yalnız Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) kılıcına bağlıyorlar!

Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) Sıffîn savaşının gecesinde şöyle diyordu :

“Ey Hasan! Baban işin buna varacağını bilemedi. Allah (celle celâlühü)'a kasem ederim ki, Sa'd b. Mâlik ile Abdullah b. Ömer'in yaptıkları iş iştir. Yaptıkları doğru ise sevabı büyüktür. Yanlış ise cezası azdır”.

Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh), maiyetinde bulunan bazı kişilerin Ona muhalefet etmelerinden üzüldüğünü kendisinden tevatüren nakledilmiştir. Meydana gelen hadise de Hasan (r.a.)'ın muharebe etmeme istikametinde olan görüşünün Ümmet içi daha isabetli olduğunu göstermiştir. Sa'd, Saîd, İbn-i Ömer, Muhammed b. Mesleme, Zeyd b. Sabit, İmrân b. Husayn ve bir cemaat daha savaşa girmemişlerdir. Naslar onları savaştan alıkoymuştu. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuşlardı:

“Yakın bir istikbalde bir takım fitneler olacaktır. Fitne zamanında (ona karışmayıp) oturan kişi (karışmaküzere) ayakta durandan hayırlıdır...”[33]

Fakat Allah (celle celâlühü), takdir edilmiş olanı yerine getirecekti. Buna rağmen Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh), Ona karşı savaşan hiç kimseyi tekfir etmemiştir. Onu tekfir eden haricîleri de tekfir etmemiş ve onlardan hiç kimseyi esir tutmamıştır.

Talha ve Zübeyre karşı iyi davranır, Muaviye ve Amr b. el-As'a beddua ederdi. Fakat hiçbir zaman onları tekfir etmemiştir.

Râfizî şöyle diyor:

“Ali, duası kabul edilen bir zat idi. Bişr b. Ertât'ın aklî muvazenesini kaybetmesi için beddua etti. Gerçekten kafası bozuldu. Ayzâr'ın kör olması için bedduada bulundu. Nihayet kör oldu. Bir şehadeti ketmedince Enes'in alaca hastalığına yakalanması için beddua etti de Enes, bu hastalığa yakalandı. Zeyd b. Erkam'a da beddua etti, nihayet a'ma oldu.”

Râfizî'nin bu iddiasına karşı da şöyle diyoruz:

Duanın kabul edilmesi nimeti diğer ashab ve sâlih zatlar için de mevcuttur. Ama hiçbir zaman Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) hakkında da aynı nimetin mevcud olduğu inkâr edilemez. Sa'd b. Ebi Vakkas'ın kabul edilmeyen bir duası yoktu. Çünkü Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Onun için:

“Allah 'ım atışını isabetli, duasını müstecap kıl” şeklinde dua etmişti.[34]

Bera' b. Malik de Allah (celle celâlühü)'a kasem ettiğinde Allah, Onun kasemini yerine getirirdi. Buhari'de rivayet edildiği gibi Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyuruyor:

“Allah'ın kullarından öyle kişi vardır ki, O, Allah'a yemin etse, muhakkak Allah Onun yeminini yerine getirir.”

İşte Bera' bunlardan biridir. Bera' aynı zamanda yüze yakın mübarezede bulunmuştur.

El-Alâ' b. el-Hadramî, Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ve Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh) zamanında Bahreyn valiliğini yapmış ve duasının makbul oluşu ile meşhurdur.

Râfizî şöyle diyor:

“Cumhurun rivayet ettiğine göre Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem), Müstalik oğullarının üzerine yürümek üzere iken korkulu bir vadinin yakınından geçti. Cibril (a.s.) inerek Rasulullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem) cinlerden kâfir bir gurubun vadiye girerek kendisine tuzak kurmak istediklerini bildirdi. Bunun üzerine Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem), Ali'yi çağırıp vadiye yürümesini emretti. Ali'de onları öldürdü.”

Ey Râfizî!

Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) bu iddia ettiğinden daha büyüktür.

Çünkü cinleri helak etmek, mertebece ondan daha aşağı olanların işidir. Fakat bu söylediklerin belli ki yalandır. Hiçbir insan cinlerle savaşmamıştır. Bu iddian, Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) “Zâtü'l alem” kuyusunda güya cinlerle yaptığı dövüş haberine benziyor. Bu uydurma haberler bizi etkilemez. Olsa olsa bu uydurmaların Kisra memleketindeki râfizîleri etkiler. Ne olursa olsun Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) cinler hâdisesinden çok daha yücedir.

Şîîlerden biri, hadis âlimi Ebul Beka Halid b. Yusuf el-Nablusî'den Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) cinlerle olan muharebesini sorunca Halid b. Yusuf:

Siz Şîî milleti olarak aklınız yok mudur?

Sizce Ömer mi, Ali mi üstündür? şeklinde soruları sormak suretiyle onlara karşılık vermiştir. Şîî, elbette Ali üstündür, cevabını verir. Bunun üzerine Halid b. Yusuf el-Nablusî Şîîye şöyle diyor:

Rasulullah, Ömer'e:

“Şeytan seni bir yolda yürüdüğünü görünce mutlaka yönünü başka bir yola çevirir” demişse ve şeytan Hz. Ömer (radiyallâhü anh)'den kaçmışsa Onun çocukları nasıl Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) ile dövüşebilir?!

İbnü'l-Cevzî “El Mevzuat” adlı eserinde, cinlerle yapılan muharebe ile ilgili olarak uydurulan uzun bir hadisi nakletmiştir. Beyan edildiği üzre hadise Hudeybiye antlaşmasının yapıldığı senede ve “Zâtü'l alem” diye anılan kuyuda cereyan etmiştir. Uydurma hadis şöyledir:

Muhammed b. Ahmed el-Müfîd, Muhammed b. Ca'fer es-Sâmir'den, O da Abdullah b. Muhammed es-Sekûnî'den, O da İmare b. Yezid'den, O da İbrahim b. Sa'd'den, O da Muhammed b. İshak'tan, O da Yahya b. Ubeydullah b. el-Hâris'ten, O da babasından rivayet ettiğine göre İbn-i Abbas şöyle dedi:

Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem), Hudeybiye yılında Mekke'ye doğru yürüdüğü sırada beraberindekiler sıcak ve susuzluğa maruz kaldılar. Bunun üzerine bir su kuyusunun başına gitti ve:

“Kim birkaç kişiyle beraber gider ve “Zatü'l-alem” kuyusundan bize su dolusu kırbalar getirirse, cennet için ona kefil olurum,” buyurdu.

İbnü'l-Cevzî'nin zikrettiği uzun hadiste, Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) su getirmek üzere birisini kuyuya gönderdiğini fakat cinden korkarak geri döndüğünü, sonra birini daha yolladığını o da aynı akibetle avdet ettiğini, sonra Ali'yi (r.a.) gönderince onun kuyuya inip zor bir çabadan sonra kırbaları doldurduğu şeklinde ifadeler vardır. Mezkûr hadiste ondan sonra Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Ali'ye (r.a.):

“Sana seslenen cin, Kureyş putlarının şeytanı olan Musir'i öldüren Semmae b. Ğurab'tir” buyurmuşlardır.

Sonunda İbnü'l-Cevzî yakardaki hadisin uydurma olduğunu söylemiştir.

Râfizî şöyle diyor:

“Güneş Ali için iki defa geri dönmüştür. Birincisi Rasulullah zamanında vuku bulmuştur. Şöyleki:

Câbir ve Ebu Saîd'in rivayet ettiklerine göre Cibril (a.s.), vahiy iletmek üzere Rasulullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem)geldi. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) başını Ali'nin dizine koymuştu. Güneş batıncaya kadar başını kaldırmadığı için Ali ikindi namazını îmâ ile kıldı. Rasulullah uyanınca Ali'ye:

“İkindi namazını ayakta kılman için Allah'tan güneşi geri döndürmesini dile”, buyurdu. Ali'de dua etti ve güneş geri geldi, O da ikindi namazını kıldı. İkinci hadise şöyle oldu:

Ali, Bâbil'de Fırat nehrini geçince beraberinde bulunanların bir çoğu binekleriyle meşgul oldular. O da bir gurupla ikindi namazını kıldı. Diğerleri cemaata yetişemeyince olayı münakaşa etmeye başladılar. Bunun üzerine Ali, güneşin geri gelmesi için Allah (celle celâlühü)'a dua etti, güneş de geri geldi.”

Ey Râfizî!

Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) faziletine dair olan ilmimizin bu gibi yalanlara ihtiyacı yoktur.

Rasulullah zamanında vuku bulan güneş hadisesini Tahavî, Kadı İyâd ve daha başkası bir başka şekilde rivayet ediyorlar. Onlar bu hadiseyi Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) mucizelerinden saymışlardır. Fakat ilimde çok mahir olan âlimler, bu hadisenin vuku bulmadığını biliyorlar. Bu yolla gelen hadisi de İbnü'l Cevzî “El-Mevzuat” adlı eserinde zikretmektedir.

İkinci yolla gelen hadis de şöyledir:

Ubeydullah b. Musa, Fudayl b. Merzuk'tan, O da İbarhim b. Hasan'dan, O da Fâtıma binti Hüseyin'den rivayet ettiğine göre Esma binti, Ümeys şöyle diyor:

Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) başı Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) dizinde iken Ona vahiy geldi. Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) de güneş batıncaya kadar ikindi namazını kılmamıştı. Bunun üzerine Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem):

“Allah’ım O, senin ve Resulünün taatında idi. Güneşi tekrar O'na gönder” buyurdular.

Esma şöyle diyor:

“Ben güneşin battığını görmüştüm. Bilahare battıktan sonra doğduğunu gördüm.

Ebü'l Ferac b. el-Cevzî:

Bu hadis şüphesiz olarak uydurma olup, bu hadis daha bir çok yollarla rivayet edildiğini söylemiştir.

Sahihaynde beyan edildiğine göre bir peygamber için güneş geri dönderilmiştir, denilecek olursa şöyle deriz:

Güneş O peygamber için geri dönmemiştir. Fakat batışı gecikmiş ve gündüz vakti bereketlenmiştir. Gündüzün uzaması ve kısalması gizli kalabilir. Güneşin Yuşa (a.s.) için biraz durduğunu Nass ile biliyoruz. Onun için bu hususta nass varsa onu alırız ve onu almamıza hiçbir manî yoktur.

Fakat mesele bu büyük hadisenin vuku bulup bulmadığıdır. Bizce güneş battıktan sonra tekrar doğmuş olsaydı, tevatür ehli, şakk-i kamer mu'cizesini rivayet ettikleri gibi onu da rivayet edeceklerdi. Kaldı ki Şakk-i Kamer mu'cizesi Kur'an'da zikredilmiştir. Ondan sonra Yuşa (a.s.), buna muhtaç idi. Çünkü cumartesi gecesinde çalışmak onlara haram kılındığı gibi akşamdan sonra da savaşı kendilerine haram kılınmıştı.

Ama ümmetimizin böyle bir şeye ihtiyacı yoktur. İkindiyi kaçıran ihmalkâr ise ancak tevbe onun günâhını yok eder. Tevbe edildikten sonra güneşin iadesine ihtiyaç yoktur. İhmalkâr değilse -uykuda kolan ve unutan gibi- ikindi namazını güneşin batışından sonra kılmasında bir sakınca yoktur. Sonra güneşin batışı ikindi vaktini sona erdirir. Bundan sonra ikindi namazını kılan onu zamanında kılmış sayılmaz. Güneş geri gelir doğarsa tekrar batmasıyla müslümanların iftar ve namazı tahakkuk eder. Ama tekrar batmasıyla onların oruç ve namazları iptal olacak mıdır? Böyle bir takdir görülmüş değildir. Nitekim Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem), Hendek muharebesinde ikindi namazını kılamamış, daha sonra birçok ashabıyla birlikte onu kaza etmiş ve güneşi geri göndermesi için Allah (celle celâlühü)'a talepte bulunmamıştır. Fakat namazı eda etmemesine sebep olanlara beddua etmiş ve kılamadığı için de çok üzülmüştür. Râfizîlerin iddiası şu şekilde olursa doğru olabilir:

Güneş bulutun altına girmiş bilâhare çıkmışsa bu mümkündür. Onlar da bulutun güneşin önünden çekildiğini görünce tekrar bir dönüş zannetmiş olabilirler.

Babil'de güneşin Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) için battıktan sonra tekrar geri dönderildiği haberi ise râfizîlerin uydurmalarındandır.

Râfizî şöyle diyor:

“Üstünlükler ya manevî, ya bedenî veya haricîdir. Emirü'l-Mü'mini ise hepsini elde etmiştir. Zühd, ilim ve hikmet elde etmiştir ki bunlar manevîdir. İbadet, şecaat ve zekâtı bir arada yaşamıştır ki bu da bedenîdir. Haricî üstünlüğe gelince Ali, hiç kimsenin kendisine yetişemediği soya nail olmuştur. O, âlemlerin efendisi olan Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) kızıyla evlenmiştir. Evlendiği kız bütün hanımların efendiyesidir. Ahtab Harzem, kendi isnadıyla rivayet ettiğine göre Câbir (r.a.) şöyle diyor:

Ali, Fâtıma ile evlendiğinde Allah (celle celâlühü), yedi gök üstünden Fâtıma ile olan evliliklerini akdetmiştir. Fâtıma'yı Ali'ye isteyen de Cibril idi. Şâhidler; Mikaîl, İsrafil ile beraber yetmişbin melek idi. Allah (celle celâlühü) kendisinde ne kadar mücevherat varsa onları saçmak için tuba ağacına vahyetti. Tuba ağacı mücevheratını saçtı, huriler de onları topladılar.”

Ey Râfizî!

İman ve Takva dışındaki meziyetlerle Allah indinde bir üstünlük meydana gelmez.

Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem):

“Mütenebbih olunuz ki, arabın arap olmayana, takvadan başka hiçbir üstünlüğü yoktur.” buyurmuşlardır. Yine Ebu Hureyre'den şöyle dediği rivayet olunmuştur:

Yâ Rasulullah! İnsanların Allah indinde en çok kerem ve ihsana nail olanı kimdir? diye sorulmuştu. O da:

(Hayır işlemek cihetiyle) insanların en çok müttakî olanıdır.” buyurdu. Soru soranlar:

Ya Rasulullah! Size amel cihetiyle kerem sahibi olanı sormuyoruz, dediler. Bunun üzerine Rasulullah:

“Öyle ise (şeref cihetiyle de) Yusuf Allah'ın peygamberidir. Yusuf, Nebiyullah 'ın oğludur. O da Nebiyullah'ın oğludur. O da Halîlullah'ın oğludur”, buyurdu. Sual soranlar:

Yâ Rasulallah! Biz size bunu da sormadık, dediler. Bu defa Rasulullah:

“Anlaşılan siz (mensubiyetleriyle iftihar ettiğiniz) Arab şeceresinin usûlünden (asıl soylarından) soruyorsunuz,! İyi biliniz ki arabların câhiliyet
zamanında hayırlı olanları ilim üzerine hareket ederlerse, İslam devrinde de en hayırlıdırlar!”
buyurmuştur.[35]

Görülüyor ki İbrahim (a.s.) Allah indinde Yusuf (a.s.)'dan daha üstündür. O halde babaları arasındaki fark elbette ki büyüktür. Buna rağmen insanoğlu orasında nesebçe Yusuf (a.s.)'dan üstün olanı yoktur. Birisinin babası Peygamber, diğerinin babası kâfir olan iki kişinin mevcudiyetini farzedersek, bu iki kişi de takva ve amel yönünden eşit olurlarsa bunların cennetteki makamları eşit olur. Fakat dünyada icra edilen, hükümler açısından durum farklıdır. İmamette, zevciyyette, şeref ve zekatı alıp verme konularında olduğu gibi. Tabiî ki soyluların iyi olması alelade insanların iyi olmalarından daha faydalıdır.

Allah (celle celâlühü) şöyle buyuruyor:

“Gerçekten Allah, Ademi, Nuh'u, İbrahim hanedanını ve İmran âilesini âlemler üzerine seçkin kıldı.”[36]

“Celâlim hakkı için, Nuh'u ve İbrahim'i (bir peygamber) gönderdik. Peygamberliği de, kitabı da onların nesillerine verdik. Öyle iken hilaveti, içlerinden bazısı kabul etmiştir, çokları da fâsıklardır.”[37]

“Allah şöyle buyurdu: Ey Nuh! O, senin ailenden değildir. Çünkü o, salih olmayan bir amel sahibidir (kâfirdir). O halde bilmediğin bir şeyi benden isteme. Seni, cahillerden olmaktan menederim”[38]

Halbuki sen, kişi ister kötü ister iyi olsun onun kurtuluşunu alevî olmakta görüyorsun.

Bunu bırak artık!

İşte kendilerine gazap edilen yahudiler de peygamberlerin soyundan olmalarına rağmen bir fayda görmemişlerdir.

Allah (celle celâlühü) şöyle buyuruyor:

“Ey insanlar! Rabbinizden sakının ona ibadet edin ve bir günün azabından korkun ki, baba çocuğundan bir şey ödeyemez. Çocuk ta babasından bir şey ödeyecek değildir.”[39]

Biz eğer “Araplar acemlerden üstündür” diyorsak, araplardaki iyilik, takva ve güzel huyların diğerlerine nisbeten daha çok olmasındandır. Yoksa mücerred bir ırkçılıktan değildir. Çünkü Ebu Davûd ve başkalarının da rivayet ettiklerine göre Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuşlardır:

“Arabın arap olmayana, beyazın zenciye, zencinin beyaza olan üstünlüğü ancak takva iledir. İnsanlar Adem 'den, Adem ise topraktandır.”[40]

Metin Kutusu: fark, fazilet ve ilm-ü hikmet cihetiyle olduğuna işaret etmiştir.)”Başka bir hadiste de şöyle buyururlar:

“Muhakkak Allah, câhiliyye devrindeki kibrinizi ve ecdad ile olan övünmenizi sizden gidermiştir. İnsanlar iki çeşittir; Muttaki olan mü'min ve şakiy olan günahkârdır.”

Biz Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) kemalde en yüksek dereceye sahip olduğu konusunu tartışmıyoruz. Tartışmamız Onun kendisinden önceki üç halifeden üstünlüğü ve imamete daha lâyık olup olmadığı konusu ile ilgilidir.

Oysa Râfizî'nin delillerde Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) onlardan daha üstün ve imamete daha lâyık olduğuna dair hiçbir ispatı yoktur. Bu konuda âlimler iki görüştedirler.

Birinci görüşte olanlar şöyle derler:

Bir kısım şahısların Allah indinde diğerlerinden üstün olduğunu bilmemiz ancak nasslarla mümkündür. Çünkü Allah indinde tercihe sebep olan kalblerdeki hakikatler haber-i sâdıkla anlaşılabilir.

İkinci görüşte olanlar da şöyle derler:

Bir kısım insanların Allah indinde diğer bir kısım insanlardan üstün oluşu aklî delillerle bilinir.

Ehl-i Sünnet ise, her iki görüşe göre de olsa, hakka teslim olunduktan sonra ilk üç halifenin Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh)'den daha mükemmel oldukları açıkça anlaşılmaktadır, demektedirler. Kaldı ki, tevkîfî yol olan icmâ' ve nass ile bu durum bedihîdir (açıktır), diyorlar. Şöyle ki:

Sizden başka bütün ümmet Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh) ve Hz. Ömer'in (radiyallâhü anh) üstünlükleri üzerinde icmâ' etmişlerdir. Tevkîfî yolla ilgili olan nassları da daha önce zikretmiştik. Sahihaynde rivayet edildiği gibi İbn-i Hz. Ömer (radiyallâhü anh), şöyle buyuruyor:

“Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) henüz hayatta iken, Rasulullahtan sonra bu ümmetin en üstünü Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh), sonra Ömerdir, derdik.”

Bir başka ifade de, bu sözümüzü Rasulullah işittiği halde Onu kabul etmemezlik yapmazdı, denilmektedir.

Hz. Osman (radiyallâhü anh)'a gelince, âlimlerin bir kısmı, Onun Kur'an bilgisi yönünden Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh)'den, Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) de sünnet bilgisi yönünden Hz. Osman (radiyallâhü anh)'dan daha üstün olduğunu söylemişlerdir. Cihad yönünden de Hz. Osman (radiyallâhü anh) mâlen; Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh)de bedenen üstün idiler. Hz. Osman (radiyallâhü anh) hilâfete karşı zâhid iken, Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) de mala karşı zâhid idi. Osman'ın (r.a.) hal ve gidişi Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh)kinden daha tercihe şayandır. Çünkü Hz. Osman (radiyallâhü anh), Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh)'den yirmi küsur yaş daha büyüktü. Ashab-ı Kiram Onu Ali'ye (r.a.) tercih etme hususunda icma etmişlerdir. Dolayısıyla Osman'ın (r.a.) Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh)'den daha üstün olduğu ortaya çıkmış oldu.

Râfizîler, Rasulullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem)olan yakınlığından dolayı Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) daha üstün olduğunu söyleyecek olurlarsa; biz de, Hamza'nın (r.a.) İslama ilk girenlerin en yaşlısı ve Rasulullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem)en yakın olanıdır, deriz. Nitekim Onun şehidlerin efendisi olduğuna dair rivayet vardır. Dolayısıyla en üstün olması gerekir.

Râfizîler Hz. Osman (radiyallâhü anh) hakkında:

O yaptığını yaptı. Akrabalarını çeşitli mevkilere getirdi. Onlara bol bol mükâfaatlandırdı diyecek olurlarsa, Biz de şöyle deriz:

Osman'ın (r.a.) bu konulardaki içtihadı ümmetin maslahatına daha yakın idi. Çünkü malı sarfetmenin tehlikesi kan akıtmak tehlikesinden daha hafiftir. Bundan dolayıdır ki Onun hilafeti zamanında, İslâm memleketleri sakin; cihad ve fütuhat bakımından ileri, gelir açısından da zengin idi. Fakat hiçbir zaman ondan önceki iki halifenin zamanındaki duruma yetişmemiştir. Hz. Osman (radiyallâhü anh)'a isyan edenler de Onu küfürle itham etmişlerdir ki, her iki fırkada da hayır yoktur.

 



[2]   (Ebu Davud Sünnet: 8, Tirmizi, Fitan: 48, Ahmed: 4/273, 5/44, 50, 404)

[3]    (Ebu Davud'un, Kitabüz-Zühd' te sahih bir senedle Hişam b. Urveden rivayet ettiğine göre Hişam, babası Urve'nin: Ebubekir (r.a.) İslâmı kabul ederken kırkbin dirhemi olduğunu kendisine haber verdiğini beyan etmektedir. Urve diyor ki: Aişe (r.a.), Ebubekir (r.a.) vefat ederken ne bir dinar ve ne de bir dirhem bıraktığım, bana haber verdi, diyor. Usame b. Zeyd b. Esleme'den gelen bir başka rivayetle, Ebubekir'in ticaretle tanındığı, Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) bisetinde kırkbin dirhemi olduğu, hicret ederken bundan ancak beşbini kaldığı, onu da aynı şekilde Allah yolunda harcadığı, Ebubekir'in, parasıyla köle azad edip, durmadan müslümanlara yardım ettiği beyan edilmektedir. )

[4]    (İbn-i Zencüveyh, Hümeyd b. Mahled olup güvenilir olduğu sabittir. Kendisi hadiste hafız olup H. 247 de vefat etmiştir. )

[5]   (İbrahim b. Said el-Cevherî, hadiste hafız olup, Müsned'i vardır. Hicrî 249 da vefat etmiştir. )

[6]   (Buhari Nikah: 1, Müslim Nikah: 5, Nesai Nikah: 4 )

[7]    (Şi'b. Ebu Talib'in mahallesi mânâsına gelir. Müşrikler, başta Rasulullah olmak üzere diğer bütün müslümanlara işkence edince Ebu Talib, Mekkede bütün müslümanlarla akrabalarının Şi'b'te toplanmalarını istedi. Toplandılar ellerindeki mal ve erzakla geçinmeğe çalıştılar, fakat müşrikler onlara boykot ilan ettikleri için çok sıkıntı çektiler.)

[8]   (Buhari Enbiya: 39, Müslim Siyam: 35)

[9]    (Ali (r.a.) Nübüvvetten 13 veya 15 sene önce doğmuştur. Şi'b hadisesi de Nübüvvetin 10 cu senesinde vuku bulduğuna göre Ali'nin (r.a.) o sıralarda 23 ilâ 25 yaşlarında olması daha uygundur. (Mütercim)

[10]  (Tirmizi Tefsir Al-i Imran, Ebu Davud Salat: 361, İbn Mace İkamet: 193)

[11]  (Tirmizi Menakıb: 16,37, İbn Mace Mukaddime: 11)

[12]  (Buhari Vudu: 10, Müslim Fedail: 138, Ahmed: 1/266, 314)

[13]  (Buhari Fedail: 5)

[14]  (Buhari Fedail: 6, Enbiya: 54, Ahmed: 6/55)

[15]  (Buhari İlim: 22, Tabir: 15, Müslim: 16, Darimi Rüya: 13)

[16]  (Tirmizi Menakıb: 19)

[17]  (İbn Mace Mukaddime: 11)

[18]   (Buhari Şehadet: 27, Ahkam: 30, Hilye: 10, Müslim Akdiyye: 4, Ebu Davud Akdiyye: 7, Tirmizi, Ahkam: 11, Nesai, Kudat: 13, 33, İbn Mace Ahkam: 5)

[19] (Hafız ez-Zehebî, İbn-i Hazm'ın sözlerini kısaltarak burada sona erdirmiştir. )

[20] (Bunun sebebi, kendilerini Ali'nin (r.a.) taraftarları olarak ilan eden bazı kimselerin rivayetlerinde yalanın çok olmasındandır. Onun için hadisin sıhhat derecelerini iyice araştıran hadis âlimleri, ehl-i beytin hadislerinden uzak durmuşlardır. Çünkü bu âlimler ehl-i beyt adına söylenmiş bir çok uydurma hadislerin mevcudiyetini iyi biliyorlardı. )

[21] (Şûra: 42/38).

[22] (Buhari Fedail: 6, Enbiya: 54, Ahmed: 6/55).

(Al-i İmran: 3/144)

[24]  (Al-i Imran: 3/165)

[25]  (Buhari, Meğazi: 21, Müslim, Cihad: 104,Tirmizi, Tefsir: 3)

[26]  (Al-i İmran: 3/128)

(Azhab: 33/25)

[28]  (Âdiyât: 100/1)

[29]  (Buhari, Cihad: 136, Müslim Hacc: 450)

491  (Ebu Davud Harac: 25)

[31]  (Rüşeyd EI-Hicrî Nusayri inancında olan bir şiîdir. İbn-i Hibban Onun Ric'at'a inandığını söyler. Şa'bî, Rüşeydin Alinin (r.a.) ölümüne inanmadığını ve Ondan haber aldığını iddia ettiğini haber verir. Şiîler onu masumiyet derecesine yüseltirler. )

[32]  (Enfal: 8/62-63)

[33]  (Buhari, Fiten: 12, Ebu Davud Melahim: 17)

(Müslim Birr: 7)

[35] (Câhiliyet devrinde farklılık, neseble, ecdadın şerefine izafetle idi. İslâm nazarında ise insanlar arasında

(Al-i İmran: 3/33),

(Hadîd: 57/26)

(Hud: 11/46)

(Lokman: 31/33)

(Müslim Zühd: 8)


Bu blogdaki popüler yayınlar

TWİTTER'DA DEZENFEKTÖR, 'SAHTE HABER' VE ETKİ KAMPANYALARI

Yazının Kaynağı:tıkla   İçindekiler SAHTE HESAPLAR bibliyografya Notlar TWİTTER'DA DEZENFEKTÖR, 'SAHTE HABER' VE ETKİ KAMPANYALARI İçindekiler Seçim Çekirdek Haritası Seçim Çevre Haritası Seçim Sonrası Haritası Rusya'nın En Tanınmış Trol Çiftliğinden Sahte Hesaplar .... 33 Twitter'da Dezenformasyon Kampanyaları: Kronotoplar......... 34 #NODAPL #Wiki Sızıntıları #RuhPişirme #SuriyeAldatmaca #SethZengin YÖNETİCİ ÖZETİ Bu çalışma, 2016 seçim kampanyası sırasında ve sonrasında sahte haberlerin Twitter'da nasıl yayıldığına dair bugüne kadar yapılmış en büyük analizlerden biridir. Bir sosyal medya istihbarat firması olan Graphika'nın araçlarını ve haritalama yöntemlerini kullanarak, 600'den fazla sahte ve komplo haber kaynağına bağlanan 700.000 Twitter hesabından 10 milyondan fazla tweet'i inceliyoruz. En önemlisi, sahte haber ekosisteminin Kasım 2016'dan bu yana nasıl geliştiğini ölçmemize izin vererek, seçimden önce ve sonra sahte ve komplo haberl

FİRARİ GİBİ SEVİYORUM SENİ

  FİRARİ Sana çirkin dediler, düşmanı oldum güzelin,  Sana kâfir dediler, diş biledim Hakk'a bile. Topladın saçtığı altınları yüzlerce elin,  Kahpelendin de garaz bağladın ahlâka bile... Sana çirkin demedim ben, sana kâfir demedim,  Bence dinin gibi küfrün de mukaddesti senin. Yaşadın beş sene kalbimde, misafir demedim,  Bu firar aklına nerden, ne zaman esti senin? Zülfünün yay gibi kuvvetli çelik tellerine  Takılan gönlüm asırlarca peşinden gidecek. Sen bir âhu gibi dağdan dağa kaçsan da yine  Seni aşkım canavarlar gibi takip edecek!.. Faruk Nafiz Çamlıbel SEVİYORUM SENİ  Seviyorum seni ekmeği tuza batırıp yer gibi  geceleyin ateşler içinde uyanarak ağzımı dayayıp musluğa su içer gibi,  ağır posta paketini, neyin nesi belirsiz, telâşlı, sevinçli, kuşkulu açar gibi,  seviyorum seni denizi ilk defa uçakla geçer gibi  İstanbul'da yumuşacık kararırken ortalık,  içimde kımıldanan bir şeyler gibi, seviyorum seni.  'Yaşıyoruz çok şükür' der gibi.  Nazım Hikmet  

YEZİDİLİĞİN YOKEDİLMESİ ÜZERİNE BİLİMSEL SAHTEKÂRLIK

  Yezidiliği yoketmek için yapılan sinsi uygulama… Yezidilik yerine EZİDİLİK kullanılarak,   bir kelime değil br topluluk   yok edilmeye çalışılıyor. Ortadoğuda geneli Şafii Kürtler arasında   Yezidiler   bir ayrıcalık gösterirken adlarının   “Ezidi” olarak değişimi   -mesnetsiz uydurmalar ile-   bir topluluk tarihinden koparılmak isteniyor. Lawrensin “Kürtleri Türklerden   koparmak için bir yüzyıl gerekir dediği gibi.” Yezidiler içinde   bir elli sene yeter gibi. Çünkü Yezidiler kapalı toplumdan yeni yeni açılım gösteriyorlar. En son İŞİD in terör faaliyetleri ile Yezidiler ağır yara aldılar. Birde bu hain plan ile 20 sene sonraki yeni nesil tarihinden kopacak ve istenilen hedef ne ise [?]  o olacaktır.   YÖK tezlerinde bile son yıllarda     Yezidilik, dipnotlarda   varken, temel metinlerde   Ezidilik   olarak yazılması ilmi ve araştırma kurallarına uygun değilken o tezler nasıl ilmi kurullardan geçmiş hayret ediyorum… İlk çıkışında İslami bir yapıya sahip iken, kapalı bir to