Burada bir başka yol vardır ki hadis ilmi ile ilgili malûmatı olan bu
yola başvurabilir. Çünkü birçok âlimler doğru ve uydurma hadisleri sened
yönünden birbirlerinden ayırmakta mazurdurlar. Ancak yetkili hadis hafızları bu
ayırımı yapabilirler. Münakaşa konusu olan hadisleri yok farzedip, tevatürle
bilinen veya akıl, âdet veya üzerinde ittifak edilmiş nassların delâlet ettiği
hususlara müracaat ederek şöyle diyoruz:
Tevâtüren, (yani yalan söylemeleri mümkün olmayan zatların ittifakla
verdikleri haber) sabittir ki Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh), hilafeti ne Ona
rağbet ederek ve ne de korkarak istemiştir. Onu elde etmek için mal harcamamış,
kılıç çekmemiştir. Saltanata talip olanların yaptığı gibi ona destek olacak
büyük bir akraba topluluğu veya köleleri yoktu. Bana biat ediniz de dememiştir.
Aksine Hz. Ömer (radiyallâhü anh) veya Ebu Ubeyde'ye biat edilmesi için fikir
beyanında bulunmuştur. Halife olduktan sonra ona biat etmeyene eziyet etmediği
gibi biata da zorlamamıştır. Sa'd b. Ubade gibi.
Ebubekir'e (r.a.) isteyerek biat edenler, Rıdvan ağacı altında
Rasulullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem) biat edenlerdir ki onlar Allah (celle
celâlühü)'ın kendilerinden razı olduğu kimselerdir. Hz. Ebubekir (radiyallâhü
anh), bu zatlarla beraber mürteciler, fars ve rumlarla savaşarak İslamı ve
müslümanları zaferde sabit kılmıştır.
Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh), normal âdet ve yaşayışının dışında
hilafetin yiyecek ve giyeceğinden istifade etmemiştir. Vefat ettiğinde halife
seçildiği zamandaki durumundan daha fakir olarak hilafetten ayrılmıştır.
Kendisine halef tayin ederken akrabalığı nazari dikkate almayarak ashabın en
faziletli olanına bakmış ve onu yerine tayin etmiştir.
Ashab da Hz. Ebubekir'in (radiyallâhü anh) tayin ettiği zata cümleten
itaat etmişlerdir. O zat da devletler fethetmiş, kâfirleri yenmiş, münafıkları
zelil kılmış, adaleti yaymış, yemede, içmede ve bütün yaşayışında kendisinden
önceki yüce zâtın yolunu takip etmiştir. Hayatı şehadetle neticeleninceye kadar
halifeliği böyle devam etmiştir. Halifeliği esnasında maddeye bulaşmamış,
akrabalarından da hiç birini görevlendirmemiştir. İnsaflı olan, bu durumu gayet
iyi bilir.
Ondan sonra ashab Osman'a (r.a.) isteyerek biat ettiler. O da vakar, yumuşaklık
ve iyilikle kendisinden öncekilerinin kurduğu hak düzeni devam ettirmiştir.
Fakat Hz. Ömer'in (radiyallâhü anh) gücü, akılları şaşırtan siyaseti, dünyayı
dolduran noksansız adaleti ve ancak câhillerin inkar edebileceği aşırı zühdü
onda yoktu.
Bazıları Osman'ın (r.a.) yumuşaklığından istifade ederek dünyaya
açıldılar, zenginleştiler. Akrabalarını tayin etmesi sebebiyle bazıları Hz.
Osman (radiyallâhü anh)'a itiraz ederek ondan öncekilerinin normal görmediği
çeşitli nahoş hareketlerde bulundular. Bazılarının dünyaya olan aşırı
rağbetleri, Allah (celle celâlühü)'a ve halifeye karşı azalan korkuları, bizzat
kendisinin ondan önceki iki halifeye nisbeten zaif olması ve akrabalarının
idarî ve mâlî konuda yaptıkları aksaklıklar, çeşitli fitneleri tahrike sebep
oldu. Bu fitneler öyle ilerledi ki Osman'ın (r.a.) mazlum olarak öldürülmesine
kadar devam etti.
Henüz fitne ortada iken Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh)
hilafete geçti. Bazıları Osman'ın (r.a.) öldürülmesinde ihmalkâr davrandığı,
bazıları da kanının akıtılmasında kendisinin sebep olduğunu ileri sürerek
Ali'yi (r.a.) itham etmişlerdir. Fakat Allah (c.c), Hz. Ali'nin (kerrem'allahü
veche radiyallâhü anh) Osman'ın (r.a.) kanından uzak olduğunu çok iyi biliyor.
Kaldı ki Osman'ın (r.a.)ı öldürülmesine rıza göstermediği ve bu konuda âsîlere
yardımcı olmadığı bizzat Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh)'den
bilindiği sabittir. Buna rağmen bir çoklarının kalbleri ona karşı saflaşmamış,
kendisi de bunları yenemediği için itaat etmemişlerdir. Oğlu Hasan (r.a.),
babasına kendisine karşı gelenlerle savaşmamayı tavsiye etmesine rağmen Hz. Ali
(kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) de fikrinden vazgeçmemişse; neticede
itaat edeceklerini ve ümmetin birleşeceğini zannettiği içindir. Fakat maalesef
durum o şekilde tecelli etmedi. Daha çok şiddetlenerek tefrika büyüdü. Hatta
“kendi ordusundan bin kişi ayaklanarak (hâşâ!) onu tekfir ettiler ve onunla
savaştılar. Allah, Ali'yi (r.a.) tekfir edenlerin belâsını versin!
Sonunda Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh), ona karşı
gelenlerle savaş yapmaktan vazgeçti. Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü
anh) (r.a.), hilafetleri peygamberlik hilafeti olan dört halifenin sonuncusu
idi. (Allah cümlesinden razı olsun)
Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh)'den sonra idare Muaviye'nin
(r.a.) eline geçti ki, meliklerin ilki oldu.
Nitekim Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem):
“Benden sonra hilafet ancak otuz sene devam edecektir. Ondan sonra
imaret olacaktır.”[2]
buyurmuşlardır. Şüphesiz ki Muaviye (r.a.)'in hal ve gidişi padişahların hal ve
gidişinden daha iyidir.
Râfizî, Ebubekir ve Ömer'i (r.a.) zemmederek:
Devlet reisliğine talip çıktılar, haklara mâni oldular. İmameti hakkında
nass bulunan zat'a zulmettiler, ehl-i beytin mirasını gasbettiler, derse nasibilerden
zemmedici olan kişi de bu ithamların benzerini Ali'ye (r.a.) tevcih ederek:
Devlet reisliği için kan akıttı ve gayesini gerçekleştiremedi diyecektir.
Biz de Ali'yi (r.a.) bu gibi ithamlara karşı müdafaa edersek -ki ediyoruz- Hz.
Ebubekir (radiyallâhü anh) ve Ömer hakkında ileri sürülen ithamlara karşı
onları öncelikle müdafaa etmemiz gerekir. Çünkü onlar töhmetten daha
uzaktırlar. Onlar hiçbir zaman devlet reisliği için çarpışmamışlardır. Üstelik
başta Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) olmak üzere ashabın ileri
gelenleri her ikisine itaat etmişlerdir. Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche
radiyallâhü anh) hakkın tecellisini istediğine, yeryüzünde büyüklük ve fesad
istemediğine nasıl inancımız varsa, aynı inancımız Ebubekir ve Hz. Ömer (radiyallâhü
anh) hakkında da evveliyetle vardır.
Onun için ey Râfizî! İnadı ve boş sözleri bırak!
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'in vefatından sonra
müslümanların gayeleri mutlak olarak hakka tâbi olmak idi. Zira o zaman haktan
geri dönme hususunda hiçbir niyetleri yoktu. Halbuki böyle bir şey yapmak
isteselerdi buna güçleri de vardı. Kişi hakka gelir ve kudreti olmasına rağmen
bu yoldan sarf-ı nazar etmezse gayenin tahakkuku vacip olur. Bundan da
anlaşılmış oldu ki o günkü müslümanlar, kendilerinden sonra gelen bütün
müslümanlardan hayırlıdır. Onlar, yaptıkları her hususta hakka tabî
olmuşlardır. Çünkü onlar ümmetlerin en mümtazıdırlar. Allah (c.c), dini onlara
ikmal etmiş, nimetini üzerlerine tamamlamıştır. Onlar, korkarak veya rağbet
ederek değil, dini bir görev bildikleri için Ebubekir'e (r.a.) biat
etmişlerdir. Eğer hissi davransalardı halifeliğe Hz. Ali (kerrem'allahü veche
radiyallâhü anh) veya Abbas'ı (r.a.) tercih edeceklerdi. Çünkü Haşim oğulları
şeref bakımından Teym oğullarından üstündür. Hatta Ebubekir'in babası Ebu
Kuhâfe'ye -Mekke'de kalıyordu ve oldukça ihtiyar idi-:
Oğlun hilafet makamına geçti, denilince Ebu Kuhafe:
Umeyye, Hâşim ve Manzum oğulları razı oldular mı? sorusunu sordu. Evet
denilmesi üzerine hayret ederek:
“Bu Allah (celle celâlühü)'ın fazlıdır, onu dilediğine verir,” dedi.
Çünkü Ebu Kuhâfe, Teym oğulları'nın kabilelerin en zâifi olduğunu, İslâm’ın da
neseb yönünden değil takvadaki üstünlükten dolayı tercihte bulunduğunu gayet
iyi biliyordu.
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'in:
“Bu ümmetin en hayırlısı benim muâsırlarımdır, yani ashabtır. Sonra
onları takib edenler ve tekrar onları takib edenlerdir.” buyurduğu
tevatüren sabittir.
Ashab ile tabiîn'in hallerini iyice düşünen kimse, bu iki neslin
arasındaki farkı gayet iyi anlayacaktır. Eğer ashab-ı kiram inad ederek ve
hakkı bir kenara iterek, hakkında nass bulunan zatın hakkını inkar etmişler,
ehl-i beyti miraslarından menetmişler, fâsık ve zâlime biat ederek, âlim ve
âdili terketmişlerse onlar mahlûkâtın en kötüsü ve bu ümmet de insanlar için
çıkarılmış en kötü ümmettir. (Tabiî ki ashab hakkında böyle birşey düşünmek
asla mümkün değildir.)
Yine tevatüren sabittir ki Ebubekir, Ömer ve Osman (Allah cümlesinden
razı olsun), Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ile özel olarak
ilgilenmişler, Onun sohbetlerine bizzat katılmışlar ve onunla sıhriyyet
kurmuşlardır.
Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) onları zemmettiği veya onlara
karşı hiddetlendiği asla vâki değildir. Aksine Rasulullah (sallallahu aleyhi ve
sellem) onları medhetmiş ve övmüştür.
Buna göre ortada iki şık vardır:
-
Ya bu zâtlar açıktan ve
gizliden Rasûlullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem) karşı doğru ve samîmi
idiler veya
-
(haşa!) Rasulullah, bilerek
veya bilmeyerek onlara müdâhene etmiştir.
Her iki şıktan hangisi kabul edilirse edilsin durum Rasulullah
(sallallahu aleyhi ve sellem) hakkında yapılan en büyük iftira olur.
Eğer bu zâtların bilâhare istikametten ayrıldıkları ileri sürülürse,
Allah, Rasulünü ümmetin ileri gelenleri hakkındaki beyanlarında yardımsız
bıraktığını kabul etmek olur. İstikbalde vuku bulacak hâdiselerden haber veren
zat bu durumu nasıl bilemedi?!
Evet bu iddialar Rasulullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem) yapılan en
büyük tecavüzlerdendir.
Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) ilk halifeliğe daha
lâyıktır, deniliyorsa, Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh)
hilafetini gerektiren deliller kuvvetli olmamasına mâni yok, kudret de
mevcuttur, demektir. Çünkü Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh)
Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) amcazadesi, damadı, soyca üstün,
cihadda en ileri gelenlerdendir. Ashabın ona hiçbir düşmanlıkları da yoktur.
Teym ve Adiy oğullarından hiç kimseyi öldürmemiştir. Aksine Menaf oğulları
onlardan adam öldürmüştür. Akrabaları olduğu Menaf oğulları Ali'ye (r.a.),
taraftar olup hilafetini de istiyorlardı. Ebu Süfyan da onun halife olması için
kendisiyle konuşmuştu. Bütün bunlarla birlikte Rasulullah (sallallahu aleyhi ve
sellem), Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) hilafeti için bîr
nass irad etseydi, bu nass ashab-ı kiramın Ali'yi (r.a.) halife tayin etmesinde
mucip bir âmil olacaktı. Fakat böyle olmayı gerektiren az bir gurup, buna manî
olmuştur deniliyorsa, bu iddia doğru değildir. Çünkü çoğunluk onu tayin etmeye
muktedir idi. Hatta Ensar:
Ali, Sa'd ve Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh)'den hilafete daha lâyıktır
deselerdi. Muhacirden hiç kimse ona karşı gelemezdi. Çoğu da Hz. Ali
(kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) ile beraber olacaktı. Ondan sonra Hz.
Ebubekir (radiyallâhü anh), Ömer'i (r.a.) yerine tayin edince hepsi ona itaat
ettiler Fakat Talha (r.a.):
“Bize taş yürekli ve sert birini tayin ettin. Sen Rabbine ne diyeceksin?”
dedi. Ebu Bekir de:
“Beni oturtunuz. Siz beni, Allah (celle celâlühü)'ın adına dayanarak
korkutmak mı istiyorsunuz?”
“Ey Rabbim! Kullarının işlerini en hayırlılarına (Ömer'e) tevdi ettim
diyeceğim” cevabını verdi.
Bütün müslümanların Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) ile
beraber olduklarını tabedersek, kim ona galip gelebilir?
Farzedelim ki Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) ile beraber
kalktılar fakat muhaliflere karşı gelmediler, bu sebepten dolayı dedikodu,
isyan ve mücadele olmayacak mıydı?
Halbuki Ensar Sa'dın tayin edilmesini arzu ettiklerinde bir sürü
münakaşalar olmuştur. Sa'd (r.a.) sebebiyle bir sürü münakaşa olmuşsa, hakkında
Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) nassı olan Hz. Ali (kerrem'allahü
veche radiyallâhü anh) için daha çok münakaşa olması gerekmez miydi?
Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh) seçildikten sonra ne Hz. Ali
(kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) ve ne de başkası konuşmayınca ondan sonra
sırasıyla halifeler seçildi. Sıra Ali'ye (r.a.) gelince malum olan olaylar vuku
buldu. Binaenaleyh ashab-ı kiramın Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü
anh) için bir şey yapmayıp susmaları onun halife olmasını gerektiren bir nassın
mevcut olmadığını göstermektedir. Bir mânî'in mevcut olduğunu asla ifade etmez.
Eğer Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) hakkında nass olsaydı
Onu en çok müdafaa edecek olan Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh) olacaktı. Eğer Hz.
Ebubekir (radiyallâhü anh), Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) haklı
olduğu halde zülmen ona karşı gelseydi, şeriat ve akıl, bütün ashabın hakkında
nass bulunan Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) ile olmaları için
hükmeder, Ebu Bekir'i (r.a.) de mahkum kılardı.
Ey Râfizî! Meseleleri tahkik et. Eğri yolda yürümeyi bırak!
Safsata çeşitlidir:
Birincisi: İnkar ve tekzibtir. Ya bir şeyi tamamen inkar etmek
veya o şey hakkındaki ilmi tekzib etmekle olur.
İkincisi: Şüphe ve bilmemezlikten gelen safsatadır. Bu yol lâ
edriyecilerin (bilinemezcilik) yoludur. Bunlar bir şeye inanmadıkları gibi onu
inkâr etmek te istemezler. Hakikaten onlar bilinen her şeyi yok addediyorlar.
Üçüncüsü: Hakikatleri şahsî inançlara tabî tutanların
safsatasıdır. Böyleleri şöyle diyorlar:
Bir kimse âlem ezelidir diyorsa, âlem ezelidir demektir. Kim hadistir
diyorsa, âlem hadistir demektir.
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ve hulafâ-i râşidin hakkında
râfizilerin iftira suretinde ileri sürüp, cumhur-u ulemanın tekzib ettiği
haberler nasıl safsata ise, aynı şekilde Hz. Ali (kerrem'allahü veche
radiyallâhü anh) üzerine Muaviye'yi (r.a.) üstün gösteren rivayetler de safsatadır.
Şiilerin
Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) İmametine Delâlet Eden
Delillerin Diğer Bir Kısmı
Yaşayışı İle İlgili Olan Hallerdir, İddiaları
Râfizî şöyle diyor:
“Ali'nin imametine delâlet eden delillerin diğer bir kısmı yaşayışı ile
İlgili olan hallerdir.”
Rafızî, Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) insanların en
zahidi, en âbidi, en âlimi ve en cesaretlisi olduğunu anlatırken onun hakkında
bir çok harikuladelikler uydurmuştur.
Evet, Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh), Rasulullah
(sallallahu aleyhi ve sellem) ve Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh)'de sonra
insanların en zahidi idi. Çünkü Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh) kendisiyle
ticaret yaptığı malının tümünü Allah yolunda infak etmiştir.[3]
Halife olunca da nafakasını temin etmek için omuzuna elbise alır, çarşıya
gider ve onları satardı. Muhacirler onu bu halde görünce, beytül malden günde
iki dirhem almasını istediler. Bunun üzerine Hz. Ömer (radiyallâhü anh), Ebu
Ubeyde'ye yemin vererek bunun caiz olup olmadığını sorunca, Ebu Ubeyde caiz
olduğunu söylemiştir. İbn-i Zencüveyh[4]
Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) İslâmın ilk
devrelerinde fakir olduğunu, bilâhare durumunun giderek düzeldiğini, mezra ve
hurmalıklara sahip olduğunu, vefat ettiğinde ondokuz câriye ve dört hanım
bıraktığını söylemektedir. Şüreyk, Asım b. Küleyb'den rivayet ettiğine göre
Muhammed b. Ka'b El-Kurazî şöyle diyor:
“Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh), Ben, Rasulullah devrinde
açlıktan mideme taş bağlardım. Fakat bugün malımın zekatı kırkbin dirheme
ulaştı” diyordu. İbrahim b. Said El- Cevherînin[5]
rivayetine göre de:
Dört bin dinar'a ulaştığını, söylediğine dair beyanı vardır. Hz. Ebubekir
(radiyallâhü anh) ve Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) her ikisi de
zâhid olmalarına rağmen görülüyor ki biri infakta diğerine nazaran daha
ileridir. Hz. Ömer (radiyallâhü anh) de, zâhidlikte Hz. Ebubekir'in
(radiyallâhü anh) yolunu takib etmiştir. Ebu Ubeyde ve Ebu Zerr dahi bu hususta
Ebubekir'in yolunu izlemişlerdir. Ama bir kısım ashab mal edinerek dünyadan
istifade etmişlerdir.
İbn-i Hazm; Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) gelir
getiren arazilerinden biri Yenbu arazisi olup, her sene ekininden başka, bin
deve yükü hurma getiriyordu, diyor.
Zühd; ses çıkarmamak, mal ve lezzetleri arzu etmemek, çoluk çocuğa
meyletmemek mânâsına gelir. Bundan başka zühdün hiçbir mânâsı yoktur.
Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh) ise bütün malını infak etmiştir. Hatta
onun bir tek abası kalmıştı ki, yere oturunca onu altına sererdi. Halbuki ondan
başkası, mal mülk edinmişti.
Ondan sonra Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh), halife olunca da, ne bir
câriye ve ne de bir mülk edindi.
Ama Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh), kendisine helâl
olanlardan istifade etmiştir. Vefat ettiğinde zevceler, cariyeler ve
hizmetçiler bırakmıştır. Hatta kızlı erkekli yirmidört çocuğu olup, hepsine de
yetecek kadar mülk terketmiştir. Bu durum hiç kimsenin inkâr edemiyeceği kadar
açıktır.
Ondan sonra Ebubekir'in Abdürrahman gibi oğlu ve Talha gibi aşere-i
Mübeşşereden olan akrabası olmasına rağmen hiç birisini Mekke, Yemen, Hayber,
Bahreyn, Umman gibi maiyetindeki şehirlere vali olarak tayin etmemiştir. Hz.
Ömer (radiyallâhü anh) de Onun bu husustaki tutumunu izleyerek çok iş yapmasına
rağmen mensubu olduğu Adiyy oğullarından Nu'man b. Adiyy el-Adevî'den başka hiç
kimseyi tayin etmemiştir. Şam, Mısır, Irak ve Horasan'a kadar olan yerleri
fethettiği halde yalnız adı geçen Nu'man b. Adiyy'i Misan'a vali olarak tayin
etmiş, kısa bir müddet sonra Onu da azletmiştir. Akrabaları arasında aşere-i
Mübeşşereden Saîd b. Zeyd, Ebu Cehm b. Huzeyef, Hârice b. Huzâfe, Ma'mer b.
Abdullah ve Hz. Ömer'in (radiyallâhü anh) oğlu Abdullah gibi büyük zâtlar da
bulunuyordu.
Ebu Bekir ve Hz. Ömer (radiyallâhü anh) de çocuklarını vali olarak ta'yin
etmemişlerdir. Hatta bir kısım müslümanlar İbn-i Ömer'in halife olmasını
istemişlerdi. Hz. Ömer (radiyallâhü anh) de Onu halife tayin etseydi hiç kimse
itiraz etmeyecekti. Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) ise,
akrabalarından olan İbn-i Abbas'ı Basra'ya, Ubeydullah b. Abbas'ı Yemen'e,
Kuşem ve Ma'bed adlı Abbas'ın iki oğlunu Haremeyn'e, kız kardeşinin oğlu Ca'de
b. Hübeyr'i Horasan'a, Hanımının oğlu ve Muhammed b. Ebibekir'in kardeşini
Mısır'a vali olarak tayin etmiştir.
Bütün bunları söylerken hiçbir zaman Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche
radiyallâhü anh) ehliyetini, zühdünü ve yüceliğini inkâr etmiyoruz. Aksine Onun
ve İbn-i Abbas'ın da işin ehli olup, zâhid ve yüce olduklarını tasdik ediyoruz.
Fakat biz ayrıca şunu demek istiyoruz:
Ebubekir ve Hz. Ömer (radiyallâhü anh) zahidlikte ve dünyaya karşı olan
ademi muhabbetle, mubahları yapan zahid'den daha mükemmel idiler.
Râfizî şöyle diyor:
“Ali aleyhisselam, dünyayı üç defa boşamıştır. Ekmeği arpa unundan,
giyeceği basit ve yamalı, kılıç bağları ve kabzası liften idi. Ahtab Havârzem,
Ammar'dan rivayet ettiğine göre Ammar şöyle diyor:
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'in “Ey Ali! Allah, dünyaya karşı
gösterdiğin zühd ile seni tezyin etti. Dünyayı değil, fakirleri sana sevdirdi.
Sen, fakirlerin kendine tabî olmalarına rıza gösterirken, onlar da seni imam
kabul ettiler. Seni seven ve seni tasdik edene mutluluklar, seni sevmeyene ve
seni tekzib edene de yazıklar olsun!” Süveyd b. Gafle şöyle diyor:
“Bir defasında Ali'nin yanına gitmiştim. Elinde kokuşundun ekşiliği belli
olan bir tabak yoğurt ve üstünde arpa kabukları görünen bir parça ekmek
vardı..” ve uzun uzadıya haberi anlatıyor. Dirar da şöyle diyor:
“Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) şehîd edilmesinden sonra
Muaviye'nin yanına gitmiştim. Muaviye, benden Ali'nin niteliklerini sordu. Onun
iyilikte sınırsız, güçlü-kuvvetli olduğunu, doğru konuştuğunu, adaletle
hükmettiğini, her tarafından ilim fışkırdığını, dünya ve güzelliklerine yüz
çevirdiğini, gece ve karanlığından hoşlandığını, çok akıllı ve düşünceli
olduğunu, basit giyimden, yemek artığından hoşlandığını, hülâsa aramızda
nümune-i imtisal olduğunu anlatınca Muaviye ağlayarak :
Allah ebul-Hasan-ı rahmet etsin! Vallahi senin anlattığın gibiydi,
dedikten sonra, Ey Dirar! Ona karşı olan üzüntünün derecesi nedir? diye sordu.
Ben de; çocuğu kucağında kesilen kimse gibiyim. Böyle bir kimsenin ne göz
yaşları kesilir ve ne de üzüntüsü sona erer, cevabını verdim.”
Ey Rafızî!
Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) zâhid olduğu hususunda
münakaşaya gerek yoktur. Fakat Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü
anh) zühdünün; Hz. Ebubekir'in (radiyallâhü anh) zühdüne yetişmediğini daha
önce beyan etmiştik. Onun hakkında söylediğin bazı sözler, ona iftira olup
hiçbir zaman kendisine medih olamaz.
“Dünyayı üç defa boşamıştır” şeklindeki söze gelince, meşhur olan Hz.
Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) şöyle demesidir:
“Ey sarışın! Ey beyaz! Seni üç talakla boşadım. Aldatacaksan başkasını
aldat. Sana bir daha dönecek değilim.”
Bu söz, hiçbir zaman Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh)
aynı sözü söylemeyenden daha zâhid olduğuna delâlet etmez. Rasulullah
(sallallahu aleyhi ve sellem), İsa (a.s.) ve daha birçok zâhid peygamber böyle
bir söz söylememişler ve bu hususta susmayı tercih etmişlerdir. Hz. Ali'nin
(kerrem'allahü veche radiyallâhü anh), arpa ekmeğini yediğini söylemen de, Ona
medih değildir. Üstelik tamamen yalandır. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve
sellem), zâhidlerin imamı olmasına rağmen, koyun, tavuk eti, bal ve tatlı
yediği hususunda ittifak edilmiştir. Bunları da seviyordu. Yemek geldiğinde
iştahı varsa yer, yoksa onu bırakırdı. Mevcud olanı reddetmez, yok olanı da
isteyerek başkasına zahmet vermezdi. Bazan da açlıktan midesine taş bağlıyordu.
Buhari ve Müslim'de rivayet edildiğine göre:
“Bir kere ashabtan üç kişi Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'in
ibadetini sormak üzere Peygamber'in hanımlarının evlerine gelmişlerdi. Bunlara
Peygamber'in ibadeti (nin kemiyet ve keyfiyeti) haber verilince güya
azımsayarak (bir ağızdan):
“Biz nerede, Rasulullah nerede? Muhakkak ki Allah Peygamberinin geçmiş
olan ve gelecekte işlenmesi muhtemel bulunan bütün günahlarını mağfiret
etmiştir” dediler. Sonra da şöyle sözleştiler:
İçlerinden birisi: Ben geceleri dâima namaz kılacağım, dedi.
Öbürüsü de: Ben de her zaman (hergün) oruç tutacağım, dedi.
(Üçüncü) Birisi: Ben de kadınlardan ayrı yaşayacağım,
hiç
evlenmiyeceğim, dedi. Onlar bu söz üzerinde iken Rasulullah (sallallahu
aleyhi ve sellem) bunların yanlarına gelerek:
“Siz, şöyle şöyle söyleyen kimselersiniz değil mi? Fakat şunu
biliniz ve düşününüz ki: Ben sizin Allah 'dan en çok korkanınız ve günahlardan
ençok beri olanınızım. Bununla beraber ben (kâh) oruç tutarım. (Bazı
günlerde) tutmam. (Gecenin bir kısmında) namaz kılarım. Bir kısmında
da uyurum. Kadınlarla da evlenirim. (İşte benim sünnetim budur). Her kim
benim bu yolum(da gitmez de on)dan yüz çevirirse, benden değildir” buyurdu.”[6]
Ey Râfizî!
Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh), Rasulullah'ın
(sallallahu aleyhi ve sellem) yolundan yüz çevirdiğini nasıl iddia
edebiliyorsun. Aksine Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh)'den gelen
gerçek nakiller senin iddialarının tam zıddıdır. “Kılıç bağları ile kılıç
kabzası liftendi” şeklindeki sözün yalandır. Kaldı ki, Rasulullah'ın
(sallallahu aleyhi ve sellem) kılıcının kabzası gümüşten idi. Allah, bazan
onlara bolluk vermiş, işleri onlara kolaylaştırmıştır. Hicaz deri ile dolu
olmasına rağmen onları kullanmayıp yerine hurma liflerini kullanmakta ne gibi
bir övgü olabilir? Ancak deri olmadığı takdirde hurma liflenilin kullanılması
övgüye medar olabilir. Kaldı ki Ebu Ümâme (r.a.), şöyle buyuruyor:
“Muhakkak bir çok fütuhata mazhar olan bir cemaat vardır ki, peygamberin
ashabıdır. Onların kılıçlarının süsü altın, gümüş değildir. Belki o
kahramanların kılıçlarının zîneti kınlarına, kabzalarına bağlanan sırımla kalay
ve demirden ibaret idi.” (Buhari).
Râfizînin:
“Hülâsa hiç kimse Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh)
zâhidlikteki derecesine yetişmemiş ve onu geçmemiştir. Durum böyle olunca imam Hz.
Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh)'dir.” şeklindeki sözü de batıldır.
Çünkü Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh), Ebu Bekir'den (r.a.)
daha zâhid değildi. Kaldı ki, daha çok zâhid olan imamete daha lâyıktır, diye
birşey de yoktur. Üstelik Abdullah b. Ahmed b. Hanbel :
Ali b. Hakim'en, Şüreyk'den, Asım b. Küleybden, rivayet ettiğine göre
Muhammed b. Kabın: Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh):
“Bugünkü zekâtım kırkbin dirheme ulaştı” dediğini kendisinden işittiğini
beyan ediyor. Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) vefat ettiğinde de
cariyeler, köleler, mülkler ve vakıflar bırakmıştır. Ama para olarak yalnız
yediyüz dirhem terketmiştir.
Hz. Ömer (radiyallâhü anh)'e gelince; o hayberden gelen payını tamamen
vakfetmişti. Ondan başka da arazisi yoktu. Vefat ederken de seksenbin dirhem
borcu kalmıştı.
Râfizî şöyle diyor:
“Ali insanlar arasında ençok ibadet eden idi, O gündüz oruç tutar, geceyi
ibadetle geçirirdi. İnsanlar gece ve gündüz nafilelerini ondan öğrenmişlerdir.
Ondan rivayet edilen me'sur ibadet ve sünetler vakti doldururlar. Birgün ve
gecesinde bin rek'at kılardı. Namaz kılmayı ve zekat vermeyi bir arada
yaşamıştır. Çünkü O rüku'da iken zekât vermiştir. Kendi kazancı ile bir köleyi
azad etmiştir . Şi'b[7] [8]
te kendisi çalışarak kazancını Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'a
verirdi.”
Ey Râfizî!
Bu iddialarında hiç kimseye gizli olmayan yalanlar vardır. Sünnetin
çoğuna muhalefet ettiği için bu iddianda medih de yoktur. Buharî'de şöyle bir
hadis vardır:
Peygamberimiz, Abdullah b. Amr'e:
“Ya Abdullah! Senin her gün oruç tuttuğun ve her gece baştanbaşa namaz
kıldığın bana bildirilmedi mi sanırsın?” buyurmuşlar. Abdullah da:
Evet öyledir ya Rasulullah, bütün gece namaz kılarım, demişti. Rasulullah
(sallallahu aleyhi ve sellem):
“Sakın öyle yapma, kâh oruç tut, kâh iftar et; gecenin bir kısmında
namaz kıl, bir kısmında da uyu.”46'9
buyurmuşlardır.
Sahihayn'de bulunan bir başka hadis şöyledir:
Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) şöyle diyor:
Bir gece Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem), kızı Fâtıma'ya
(ziyaret için) geldi ve siz namaz kılmaz mısınız? (diyerek teheccüd namazına
teşvik) buyurdu. Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) devamla şöyle
diyor:
Ben, “Ya Rasulullah! Hayatımız Allah (celle celâlühü)'ın yedindedir, bizi
uyandırmak dilerse uyandırır,” dedim. Biz böyle cevab verince Rasulullah geri
döndü. Ve bana hiç cevap vermedi. Yalnız yüzünü bizden çevirirken Rasulullah'ın
(sallallahu aleyhi ve sellem) (mübarek elini) dizine vurarak:
“Umumiyetle insanlar, ne de çok cidalci oluyor” buyurduğunu
işittim.
Bu hadîs de Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) geceleyin
uyuduğuna ve Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) Onunla yaptığı
mücadeleden yine kendisinin hoşlanmadığına delâlet eder.
“İnsanlar gece ve gündüz nafilelerini ondan öğrenmişlerdir” diyorsun.
Eğer bu sözünle bazı müslümanları kasdediyorsan, gerçekten büyükler her
zaman onlara tabî olanlara ilim öğretirler. Ama bütün müslümanların yalnız Hz.
Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh)'den ilim aldıklarını iddia ediyorsan,
bu iddian en çirkin yalanlardandır.
Tâbiîn'e gelince, onlardan bir kısmı Hz. Ali (kerrem'allahü veche
radiyallâhü anh)'den rivayet de etmemişlerdir.
“Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh)'den rivayet edilen ve
me'sûr olan dualar vakti doldururlar (insana kâfi gelir.)” diyorsun.
Evet, bir çokları Ali'ye (r.a.) isnad edilen uydurmalardır. Çünkü O,
kendisine isnad edilen ve halefine uygun olmayan bir çok duaları dile
getirmekten çok çok yüce idi.
Duaların, en faziletli olanı da Rasulullah'dan rivayet edilenleridir.
Allah (celle celâlühü)'a hamd olsun ki, bunlar da yetecek kadar çoktur.
“Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh), birgün ve gecesinde bin
rek'at namaz kılardı” diyorsun. Bu iddian da tamamen bâtıldır.
İşte Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ki, birgün ve gecesindeki
kıldığı namazların toplamı kırk rek'attır. Kaldı ki, Emirülmü'minin ümmetin ve
şahsının işleriyle ilgili olan meşguliyetinden dolayı bin rek'at kılması için
zaman da bulamaz. Ancak bu namaz horoz döğüşü gibi olursa olabilir. Fakat
muhakkak ki Allah (celle celâlühü) Ali'yi (r.a.) böyle bir namazdan tenzih
etmiştir.
“Namaz ve zekatın ikisini de bir anda ifâ etmiştir” şeklindeki sözünün
yalan olduğunu daha önce açıklamıştık. Bunda da hiçbir medih yoktur.
Kendi kazancıyla bin köle azad etmiştir” şeklindeki sözüne gelince; bu da
yalandır, diyoruz. Böyle bir iddiayı ancak câhil olanlar yapabilir. Bin değil
yüz köle bile azad etmemiştir. Çünkü bunu yapacak kadar malı yoktu. Böyle bir
kazancı elde edecek kadar vakti de yoktu. Çünkü cihadla meşgul idi. Ticaretle
iştigal etmediğini ve sanatkâr olmadığını da biliyoruz. Şu halde bu kazancı
neredendir?
“Şi'b (hâdisesinde)de kendisi çalışır, malını Rasulullah'a (sallallahu
aleyhi ve sellem) infak ederdi” şeklindeki ihbarın da açık bir yalandır.
Çünkü müslümanlar Şi'b (yerin ismi) den dışarıya çıkarmıyorlardı. Onun
için Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) de çalışamıyordu. Babası Ebu
Talib müslümanlarla beraber olup ihtiyacını kendisi karşılardı. Hatice'de
(r.a.) zengin olduğu için durmadan malını infak ediyordu. Zaten Hz. Ali
(kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) Şi'b hadisesinde yaşça onbeş yaş
civarında bulunuyordu.[9]
“Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) insanların en âlimi idi”
diyorsun.
Aksine Ebubekir ve Hz. Ömer (radiyallâhü anh) Hz. Ali (kerrem'allahü
veche radiyallâhü anh)'den daha âlim idiler. Çünkü, Hz. Ebubekir (radiyallâhü
anh)'den başka hiç-kimse Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'in huzurunda
hükmetmek, hitabette bulunmak ve fetva vermek cesaretinde bulunamamıştır.
Müslümanlar Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'in vefatından şüphe
ederken O, hiç çekinmeden Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'in vefatını
herkese açıklamıştır. Nerede defnedeceklerini Ebubekir beyan etmiştir.
Müslümanlar zekatı vermek istemeyenlerle savaşmak hususunda kararsız iken, Hz.
Ebubekir (radiyallâhü anh) zekatı vermeyenlerle savaşmanın nass ile sabit olduğunu
ispat etmiştir. Feth süresindeki:
“And olsun ki, inşaallah emniyet içinde bulunan kimseler olarak
başlarınızı traş etmiş ve kısaltmış olduğunuz halde korkmaksızın mutlaka
Mescid-i Haram'a gireceksiniz” mealindeki âyeti Hz. Ebubekir (radiyallâhü
anh), Hz. Ömer (radiyallâhü anh)'e açıklamıştır.
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'in:
“Allah, bir kulu dünya ve âhiret arasında muhayyer kılmıştır. ”
hadisini kendisi ashaba açıklamıştır. “El-Kelâle”yi Hz. Ebubekir (radiyallâhü
anh), müslümanlara tefsir etmiştir. Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü
anh) de Ondan biraz ilim almıştır. Sünen'de rivayet edildiğine göre Hz. Ali
(kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) şöyle buyuruyor:
“Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'in bizzat kendisinden işittiğim
hadislerden Allah (celle celâlühü)'ın dilediği kadar faydalanıyordum.
Başkasının Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'dan bana hadis rivayet
etmesi karşısında da Onu yemin ettiriyordum. Yemin ettikten sonra Ona
inanıyordum. Her haliyle doğru olan Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh) de
Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem):
“Günah işleyen her müslüman, abdest alır, iki rekat namaz kılar ve
Allah 'tan bağışlanmasını dilerse, muhakkak Allah onu affeder. ”471
buyurduğunu rivayet etmiştir. “Sonra başkalarının da rivayet ettiği gibi Hz.
Ebubekir (radiyallâhü anh)'in başkalarından daha âlim olduğu icma' ile
sabittir. Aynı sözleri Mansur b. es- Sem'ânî rivayet etmiştir. Rasulullah
(sallallahu aleyhi ve sellem) da şöyle buyuruyor:
“Benden sonraki iki kişiye; Ebubekir ve Ömer'e uyunuz.”[10]
[11]
Müslim'de rivayet edilen ve müslümanların Rasulullah'la beraber bulundukları
bir seferde Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuşlardır:
“Müslümanlar, Ebubekir ve Ömer'e itaat ederse doğru yolu bulurlar.”
Yine rivayet edildiğine göre Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) her
ikisine:
“İkiniz bir hükümde ittifak ederseniz,,
size muhalefet etmem”
buyurmuşlardır.
Bilindiği gibi İbn-i Abbas bir konuda nass bulamadığı zaman, Hz. Ebubekir
(radiyallâhü anh) ve Ömer'in sözlerine dayanarak fetva verirdi. Kaldı ki
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'in İbn-i Abbas'a dua ederek:
“Allah'ım Onu dinide âlim kıl” dediği sabittir.[12] Ebu Şeyhe; Ebu Muaviye'den,
O'da A'meş'den, O'da İbrahim'den, O'da Alkame'den rivayet ettiğine göre Hz.
Ömer (radiyallâhü anh) şöyle buyuruyor:
“Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem), geceleyin Ebubekir'in yanına
giderek müslümanların, işleriyle ilgili olarak müşaverede bulunurken ben de
Onunla beraber idim”
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem), hicret ederken yaşadığı en
korkulu günlerinde Ebubekir'den (r.a.) başkasını arkadaş edilmemiştir. Bedir
muharebesi'nin yapıldığı günde Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'in
çadırında Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh)'den başka hiç kimse Onunla beraber
çadırda kalmamıştır.
Buhari'de rivayet edildiğine göre Ebu'd-Derdâ (r.a.), şöyle buyuruyor:
“Bir kere ben, Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem)'in yanında
oturduğum sırada bir de Ebubekir'in elbisesinin eteğini diz kapakları
açılıncaya kadar toplayarak (telaşla) geldiği görüldü ve Peygamber (sallallahu
aleyhi ve sellem) bize:
“Herhalde arkadaşınız birisiyle çekişmiş olacak” buyurdu.
Sonra Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh) gelip selam verdi. Ve:
“Yâ Rasulallah! Benimle Hattab oğlu arasında bir münazaa vuku buldu.
Fakat bu münakaşada ben, Ömer'in hukukuna tecavüz etmiştim. Sonra pişman oldum
da Ömer'den kusurumun affını diledim. Fakat Ömer imtina etti. Ben de huzurunuza
geldim,” dedi. Bunun üzerine Rasulullah üç kere:
“Allah seni mağfiret etsin ya Ebâbekr!” buyurdu. Sonra Ömer
de bu dargınlıktan nedamet etti ve Ebubekir'in evine giderek:
“Ebubekir burada mı?” diye sordu. Ev halkı:
Hayır, burada değil, diye cevap vermeleri üzerine Ömer de Peygamber
(sallallahu aleyhi ve sellem)'in huzuruna geldi ve Ona selâm verdi. Bu sırada
Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem)'in siması (nın rengi) değişmeye
başladı. Hatta Ebubekir (Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) Ömer'e
itab etmesinden) korktu da iki dizi üzerine çökerek iki kere:
“Ya Rasulullah! Vallahi bu işde ben Ömer'den ziyade ileri gitmişimdir”
dedi. Bunun üzerine Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem), (Hepimize hitab
ederek):
“Şüphesiz ki Allah beni size Peygamber göndermişti. Bunu size
tebliğ ettiğimde hepiniz beni yalanlamıştınız da (Nübüvvetime yalnız)
Ebubekir inanmıştı. Ve uğrumda canını, malını feda etmişti,”
buyurdu.
Sonra Rasulullah iki kere:
“Şimdi Ashabım! Siz, (bu aziz) dostumu bu nisbetiyle
ve bu hususiyetiyle bana bırakmıyacak mısınız?” buyurdu.[13]
(Râvi Ebu'd-Derdâ der ki):
“Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh) hakkında izhar olunan bu ta'zim üzerine
Ondan sonra onun hatırı hiç incitilmedi.”
Reşîd; Mâlik b. Enes'ten Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh) ve Hz. Ömer'in
(radiyallâhü anh) Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'a nisbeten olan
makamlarını sorunca. Mâlik b. Enes şöyle buyurdu:
“Onların, Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'a nisbeten olan
makamları, Onun vefatından önce kendisiyle beraber bulundukları makam gibidir.”
Ondan sonra Ebubekir'i (r.a.)n nass'a muhalif olan, hiç bir sözü tesbit
edilmemiştir. Ama bu özellik başkasında yoktur.
Yine Sahihayn'de rivayet edildiğine göre Rasulullah (sallallahu aleyhi ve
sellem) şöyle buyuruyor:
“Hiç şüphe etmeyiniz ki, sizden evvelki ümmetlerde peygamber
değilken kendilerine ilham edilenler, var idi. Benim ümmetimde de böylesi varsa
Ömer'dir.”[14]
“Bir kere uyurken bana (bir bardak) süt sunuldu. Ben
sütü içtim, hem o kadar içtim ki, şimdi bile onun kanıklığı tırnaklarımda
cereyan eder, sanıyorum. Sonra (artığımı içmesi için bardağı) Ömer'e
sundum.”
Ashab:
“Ya Rasulallah! Bu rüyanızı ne ile te'vil edip yordunuz?” diye sorunca,
Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem):
“İlim ile!” buyurdular.”[15]
Tirmizi'de bulunan ve Bekr b. Amr'ın, Mişrah b. Âhan'dan, O da Ukbe b. Âmir'den
rivayet ettiğine göre Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle
buyururlar:
“Benden sonra Peygamber olsaydı, Ömer olurdu.”[16]
Tirmizi aynı zamanda bu hadise “Hasen” demiştir. Yine sahihaynde rivayet
edildiğine göre Ebu Said el-Hudrî:
Peygamberin haletini aramızda en iyi bilen Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh)
idi, buyuruyor. Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) de:
“Beni Ebubekir ve Ömer'e (r.a.) tercih eden birini işitirsem, Ona
müfteriye (iftira eden) uyguladığım cezayı uygularım,” buyururlar. Yine seksen
ayrı rivayetle beyan edildiğine göre Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü
anh) mimberden müslümanlara:
“Peygamberinden sonra bu ümmetin en hayırlısı Ebubekir ve
Ömer'dir.” buyurmuşlardır.
Buhari şöyle diyor:
Muhammed b. Kesîr, Süfyan'dan, Cami' b. Şadad'dan, Münzir es-Sevrî'den,
naklettiğine göre Muhammed b. el-Hanefiyye şöyle diyor:
“Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’dan sonra insanların en
hayırlısı kimdir?” diye babama sordum. Babam da:
“Oğlum bilmiyor musun?” dedi. Ben de:
“Hayır” dedim. Babam:
“Ebubekir'dir” dedi.
“Ondan sonra kimdir?” dedim.
“Ondan sonra Ömer'dir” dedi.
Râfizî şöyle diyor:
“Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem), sizin en iyi hüküm vereniniz
Ali'dir, buyurmuşlardır. Doğru hüküm vermek de dini iyi bilmeyi gerektirir.”
Ey Râfizî!
Hadis diye iddia ettiğin bu sözün sahih isnadı yoktur ki, onu hüccet
olarak gösteresin. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem):
“Helâl ve haramı en iyi bileniniz Muaz'dır”[17] mealindeki
hadisleri de ondan daha sahihtir.
Helal ve haramı bilmek daha önemlidir. Üstelik senin rivayet ettiğin
hadis ne meşhur sünen kitaplarında, ne bilinen müsnedlerde, ne sahih ve ne de
zaif bir isnadla rivayet edilmiştir. Ancak hadis rivayetinde töhmete uğramış
kimseler yoluyla gelmiştir. Hz. Ömer'in (radiyallâhü anh):
“Ali, bizim en iyi hüküm verenimizdir,” sözü doğrudur.
Ancak hüküm vermek, zahirdeki davaları halletmektir. Verilen hüküm
görünüşte doğru olsa da meselenin bâtinî yönüne aykırı olması muhtemeldir.
Onun için Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuşlardır:
“Muhakkak siz, davalarınızı bana murafaada bulunursunuz. Sizden
biriniz delil getirme hususunda diğerinizden daha kabiliyetli olabilir. Ben de
işittiğim delillere göre hakkı ona veririm. Kime kardeşinin hakkından (hakkı
olmadığı halde, ancak getirdiği zahiri delillere göre) bir şey verirsem, onu
almasın. Çünkü Ona cehennemden bir parça vermişimdir.”[18] İşte hâkimlerin
efendisi dahi, verdiği hükmün haramı helâl, helâli haram kılamayacağını açıkça
beyan etmektedir.
“Ben ilim şehriyim, Ali ise O şehrin kapısıdır” hadisi ise yukardaki
naklettiğim hadisten daha zaittir. Tirmizi rivayet etmiş olsa da mevzu
hadislerden addedilir.
İbnü'l Cevzî, bu hadisi zikrederek onun bütün rivayetlerinin mevzu
olduğunu söylemiştir. Lafzından bile yalan olduğu açıkca anlaşılmaktadır.
Çünkü Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem), ilmin şehri olup ve o
şehrin birden fazla kapısı olmadığı kabul edilirse, birden fazlasının
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'den İslâmı alıp tebliğ etmesi mümkün
olamayacaktır.
Buna göre; İslâm'ı tebliğ işi tamamen sakatlanmış olması gerekir.
Bunun içindir ki; bütün müslümanlar Rasulullah (sallallahu aleyhi ve
sellem)'den alarak İslâm esaslarını tebliğ edenin yalnız bir kişi olmasının
caiz olmadığı hususunda ittifak etmişlerdir.
Müslümanlar, İslamî esasları tebliğ edenlerin tevatür ehlinden olmalarını
vacip kılmaları, onların rivayet edecekleri haberlerin hazır olmayanlara ilmi
gerçeği ifade edebilecek derecede katî olmalarını gerekli kılmalarındandır.
Haber-i vâhid hiç bir zaman Kur'anın ve mütevatir sünnetin rivayeti için
kâfi değildir.
Ama Şiîler, Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) ma'sum olduğu
için onun başlı başına rivayet ettiği haber mütevatir haber gibi ilmi hakikat
ifade eder, diyecek olurlarsa, Onlara şöyle deriz:
Önce onun ma'sum olup olmadığını bilmek şarttır. Râfizî, Hz. Ali'nin
(kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) kendisinin ma'sum olduğunu söylediğini
iddia etmesi, hiç bir zaman ma'sumiyetini ispat edemez. Kaldı ki, Hz. Ali
(kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) böyle bir şey söylemez. Çünkü böyle bir
iddia felakettir. Ma'sumiyeti icma ile sabittir, iddiası da doğru değildir.
Çünkü böyle bir icmâ söz konusu değildir.
Sonra Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'in kitap ve sünnetten
meydana gelen ilmi yeryüzünü doldurmuştur. Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche
radiyallâhü anh) bu ilimden yalnız tek başına rivayet ettiği payın o ilme
nisbeten az olduğu bir gerçektir.
Medine'de bulunan tabiînin ileri gelenleri Hz. Ömer (radiyallâhü anh) ve Hz.
Osman (radiyallâhü anh) devrinde ilim tahsil etmişlerdir.
Muâz b. Cebel'in, tabiîn ve Yemen ehline olan talimi Hz. Ali'nin
(kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) ta'liminden fazladır.
Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh), Kûfe'ye gittiğinde orada
Şüreyh, Ubeyde, Alkame, Mesrûk ve emsali tabiîn âlimleri bulunuyordu.
Ebu Muhammed b. Hazm şöyle diyor:
Râfizîler, Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) diğer
halifelerden daha âlim olduğunu iddia ediyorlar. Bu iddia yalandır.
Çünkü bir sahabenin çok âlim olması, ondan alınan rivayetlerin, verdiği
fetvaların çokluğuna ve Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) Onu yerine
defalarca tevkil etmesine bağlıdır.
Bu durumu araştırdığımızda; Rasulullah'ın hastalığı esnasında ve Ömer,
Ali, İbn-i Mes'ud, Übeyy (r.a.) ve sahabilerin ileri gelenleri huzurunda
Ebubekir'i (r.a.) namaz için yerine vekil olarak tayin ettiğini görüyoruz.
Bu istihlâf Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) gazaya giderken
Ali'yi (r.a.) istihlâf etmesine benzemez. Çünkü Rasulullah gazaya giderken
Ali'yi (r.a.) istihlâf ettiğinde, Onu kadın, çocuk ve özür sahipleri üzerine
istihlâf etmişti.
Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) Ebubekir'i (r.a.) namaz için
istihlâf etmesi de, Onun dînin direği olan namazı daha iyi kıldığına işarettir.
Bundan başka Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem), Ebubekir'i (r.a.)
zekat ve hac işlerine de Emîr olarak tayin etmiştir.
Bütün bunlardan anlaşılıyor ki; Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh), bu işleri
diğer ashabtan daha iyi biliyordu ki bu işler de dinin esaslarındandır.
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem), Ebubekir'i (r.a.) cihada giden
seriyyelere Emîr olarak tayin ettiğini de biliyoruz. Bu da Onun cihad'la ilgili
hükümleri iyi bildiğine delâlet eder. Ancak başkalarını da çeşitli seriyyelere
tayin ettiği bir hakikattir. Fakat bu durum hiçbir zaman Ebubekir'in cihad
ahkâmıyla ilgili olan ilminim diğerlerinin ilmimden az olduğuna delalet etmez.
Ebubekir'in, ilim, namaz, zekat ve hacc hususunda Hz. Ali (kerrem'allahü veche
radiyallâhü anh). ve başkalarına tercih edilmesi, cihadda da onlarla eşit
tutulması doğru olduğuna göre bu da Onun ilimde güvenilir olduğuna delâlet
eder.[19]
Ebubekir'den (r.a.) gelen rivayet ve fetvaların az olması, Onun
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'dan ikibuçuk sene sonra vefat
etmesinden ve o zaman berhayat olan ashabın Onun gibi Rasulullah (sallallahu
aleyhi ve sellem)'in meclisine müdavim oldukları için Ebubekir'in kendi
fetvalarını hüccet olarak ileri sürmemesinden kaynaklanıyor.
Binaenaleyh Ebubekir'den (r.a.) ancak yüzkırk hadis ve bir miktar fetva
rivayet edilmiştir. Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh)'den rivayet
edilen hadisler ise beşyüzseksen altı hadis civarındadır. Çünkü O, Rasulullah
(sallallahu aleyhi ve sellem) dan sonra otuz sene yaşamıştır. Ashabın cumhuru
vefat ettikleri için müslümanlar onun fetvalarıyla amel etme ihtiyacını
hissetmişlerdir. Bunun içindir ki diğer halifelere nazaran daha âlim olduğu
ileri sürülmüş olabilir. Medine, Basra ve Sıffm'de Ali'ye (r.a.) birçok soru
sormaları da buradan kaynaklanıyor.
Ama biz, Ebubekir'in hayatını, Medine'den ayrılamayışını ve zamanında bir
çok ashabın berhayat olup ondan rivayet etme ihtiyacında bulunmayışları ile Hz.
Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) belde belde gezip dolaşmasını,
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'den sonra otuz sene yaşamış olmasını
ve zamanında ashabın çoğunluğunun vefat etmiş olmalarını kıyas edecek olursak,
Ebubekir'in ilimdeki otoritesinin önemini dana güzel anlamış oluruz. Bunun
delili kısa ömürlü olan ashabtan yapılan rivayetlerin az, uzun ömürlü olan
ashabtan yapılan rivayetlerin çok oluşudur.
Hz. Ömer (radiyallâhü anh) Medine'de kalmayıp Şam'a geldiği için
kendisinden beşyüzotuz yedi hadis rivayet edilmiştir. Bu sayı Hz. Ali
(kerrem'allahü veche radiyallâhü anh)'den rivayet edilen hadislerin sayısına
yakındır. Fakat Hz. Ömer (radiyallâhü anh), Hz. Ali (kerrem'allahü veche
radiyallâhü anh)'den onyedi sene önce vefat etmiş, vefatı sırasında da henüz
hayatta olan bir çok âlim sahabi de vardı. Buna rağmen Hz. Ali (kerrem'allahü
veche radiyallâhü anh)'den rivayet edilen sahih hadisler Hz. Ömer'in
(radiyallâhü anh) hadislerinden birkaç tane fazladır. Fıkıh babında da Hz.
Ömer'in (radiyallâhü anh) fetvaları Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche
radiyallâhü anh) fetvaları kadardır.
Aişe'nin (r.a.) ilimdeki hizmetine bakacak olursak; Rasulullah
(sallallahu aleyhi ve sellem)'den sonra uzun müddet yaşadığı için iki binden
fazla hadis rivayet ettiğini göreceğiz.
İbn-i Ömer ve Enes (r.a.) için de aynı durum söz konusudur.
Ebu Hureyre (r.a.) sekizbin civarında,
İbn-i Mes'ud'da sekizyüz küsur hadis rivayet etmişlerdir.
İbn-i Mes'ud, Aişe ve İbn-i Ömer (Allah cümlesinden razı olsun Hz. Ali
(kerrem'allahü veche radiyallâhü anh)'den daha fazla yaşadıkları için fetvaları
da onunkinden daha çoktur.
İbn-i Abbas (r.a.) da binbeşyüzden fazla hadis rivayet etmiştir.
Fetvaları ve tefsir ile ilgili görüşleri ise oldukça çoktur.
Bütün bu anlatılanlara göre râfizîlerin iddiaları hükümsüz kaldı.
Hülasa olarak deriz ki:
Evet Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Ali'yide Emir olarak tayin
etmiştir. Âlim olanlardan başkasını da tayin etmemiştir. Muâz ve Ebu Musa'yı
ayrı ayrı Yemen'e vali olarak tayin etmesi gibi.
Râfizî şöyle diyor:
“Ali'nin, Ebubekir ve Ömer'den daha zeki ve ilim tahsili için gayet
hırslı idi. Küçüklüğünde ve olgunluğunda da Rasulullah'tan ayrılmamıştır.”
Ey Râfizî!
Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh), Hz. Ebubekir
(radiyallâhü anh) ve Hz. Ömer (radiyallâhü anh)'den daha zeki ve ilim tahsili
için Onlardan daha hırslı olduğunu nereden biliyorsun?
Rasulullah'tan (sallallahu aleyhi ve sellem) olan istifadesi her
ikisinden daha çok olduğunu nereden çıkarıyorsun?
Daha önce Sahihaynden her ikisinin ilmiyle ilgili olarak hadis rivayet
etmiştik. Aynı konu le ilgil olarak Ebu Saîd el-Hudrî'nin rivayet ettiği bir
başka hadis vardır. Bu hadiste Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem), şöyle
buyururlar:
“İnsanlar, iç gömleklerini giyinmiş bir halde bana rüyada
gösterildi. Kiminin gömleği göğüslerine yetişiyor, kimininki de aşağıya doğru
uzanıyordu. Ömer de üstünde uzunca bir gömlek olup onu yukarıya doğru çekerken
bana gösterildi.”
Ashâb: Yâ Rasulallah! Bu rüyayı ne ile te'vil ettiniz? diye sormaları
üzerine, Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem):
“Din ile” buyurdular. Hz. Ömer (radiyallâhü anh) vefat
edince İbn-i Mesud:
“Bana göre Ömer ilmin onda dokuzunu beraberinde götürdü. Geri kalanlar da
ilmin onda birinde ortak oldular,” buyurdular.
Râfizî şöyle diyor:
“Çocukluk yaşlarında elde edilen ilim, taşın üstünde yapılan oyma
gibidir.” Dolayısıyla Ali'nin ilmi diğerlerinden daha fazladır. Çünkü O, tam
bir kabiliyet sahibi idi.”
Ey Râfizî!
Bu iddian da boş sözlerdendir. Hadîs diye rivayet ettiğin bu söz, rivayet
ettiğin diğer sözler gibi Rasulullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem) ait
değildir.
Kaldı ki, ashab Kur'ân ve Sünneti çocukluk devrelerinden sonra hem de
gayet güzel bir şekilde öğrenmişlerdir. Allah da bu öğrenmeyi kendilerine
müyesser kılmıştır.
Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) de aynı durumda idi. Çünkü
vahiy sona erdiğinde otuz sene civarında ömrü vardı. Bazı sahabiler de ondan
daha fazla ezber yapmışlardı.
Mesela: Ebu Hureyre (r.a.), üç küsur senede kimsenin ezberlemediği
miktarda hadis ezberlemiştir.
Râfizî şöyle diyor:
“Gramer (Nahiv) ilminin esaslarını Hz. Ali (kerrem'allahü veche
radiyallâhü anh) ortaya koymuştur. O, Ebu’l Esved'e: Bütün söz isim, fiil ve
harften meydana gelmiştir, diyerek ona dilbilgisi kaidelerini öğretmiştir.”
Bu sözlerine de şu cevabı veriyoruz:
Gramer ilmi nübüvvet ilimlerinden değildir. Bu ilim istinbat (çalışarak
ortaya koyma) yoluyla ortaya konmuştur.
Diğer üç halife devrinde konuşma ve telaffuzda anlaşmazlık olmadığı için
bu ilimden delil getirmeye ihtiyaç duyulmamıştır.
Ancak Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) Kûfe'ye yerleşince
-ki orada Nabtîler bulunuyordu- Ebu'l Esved ed-Düeli'ye “Gramer ilmine yönel!”
dediği rivayet edilmiştir.
Haccac b. Yusuf'un noktalama med ve şedde gibi işaretlerini, Halil'in
aruz veznini bulduğu gibi.
Râfizî:
“Bütün fakihler ilmi Ali'den almışlardır” diyor.
Rafızî'nin bu iddiası da yalandır.
Çünkü dört mezhep imamlarından ve diğer mezhep kurucularından hiçbiri
yalnız Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) fıkhına müracaat etmiş
değildir.
İmam Mâlik, ilmini Medine ehlinden almıştır ama, Medine ehli Hz. Ali'nin
(kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) sözüyle amel etmemişlerdir. Aksine onlar
ençok Hz. Ömer (radiyallâhü anh), Zeyd, İbn-i Ömer ve başkalarının görüşlerine
göre amel etmişlerdir.
İmam-ı Şafiî, fıkhî bilgisini Mekkeli olan İbn-i Cüreyc'in
talebelerinden, O da, İbn-i Abbas'ın talebelerinden almıştır. Daha sonra
Medine'ye gelen Şafiî, ilmi imamı Mâlik'ten almağa başladı. Akabinde Irak
âlimlerinin kitaplarını yazarak aralarından beğendiğini aldı.
Ebu Hanife'nin meşhur olan hocası Hammad b. Ebi Süleyman ise İbrahim
en-Nahaî'nin talebesidir. Nahaî, ilmini Alkame'den, Alkame de İbn-i Mes'ud'dan
almıştır.
Ebu Hanife, Mekke'de iken Ata ve daha başkasından da ilim tahsilinde
bulunmuştur.
Ahmed b. Hanbel'e gelince, O da hadis imamlarının mezhebini takib
ediyordu. Hüşeym, İbn-i Uveyne, Vekî, Şafiî ve başkalarından ilim tahsil ederek
beğendiğini tercih etmiştir.
İbn-i Rûheveyh ve Ebu Ubeyde de aynı yolu izlemişlerdir.
Râfizî'nin:
“Mâlikiler, ilmi yalnız Ali'den ve çocuklarından almışlardır.” şeklindeki
iddiası da yalandır.
İşte “El-Muvatta” ortadadır. Eserde Hz. Ali (kerrem'allahü veche
radiyallâhü anh) ve çocuklarından rivayet edilen hadisler oldukça azdır.
Sünen ve Müsned kitapları da öyledir. İçinde bulunan hadislerin çoğu
ehl-i beytin dışında kalanlardan rivayet edilmiştir.[20]
Râfizî:
“Ebû Hanife, ilmini Ca'fer es-Sâdık'tan almıştır.” diyor. Bu da yalandır.
Ebu Hanife ancak onun muasırıdır. Caferi Sâdık, ondan iki sene önce vefat
etmiştir. Fakat aynı yılda doğmuşlardır. Ebû Hanife'nin Ca'fer Sadık ve
babasından bir tek meselede dahi ondan bir şey aldığını yeterli olarak
bilmiyoruz. Aksine onlardan daha yaşlı olanlardan ilmini almıştır, diyebiliriz.
Ata b. Ebi Rebah ve asıl hocası olan Hammad b. Ebi Süleyman gibi. Cafer
b. Muhammed ise Medine'de bulunuyordu.
Râfizî:
“Şafiî, ilmini Muhammed b. Hasan'dan (eş-Şeybânî) almıştır.” diyor.
Halbuki Şafiî, imam oluncaya kadar mezkûr zatın yanına uğramamıştır.
Ondan sonra onunla oturmuş, izlediği yolu öğrenmiş, onunla münakaşa ederek, Ona
red olarak da eserler te'lif etmiştir.
Hülasa bu zatlar Ca'fer Sadık'tan fıkhın ne usûlü ve ne de furû'u ile
ilgili olarak bir şey almamışlardır. Ancak kendisinden bazı hadisler rivayet
ettikleri doğrudur. Başkasından da onlardan daha fazlasını rivayet etmişlerdir.
Fakat Ca'fer Sâdık'a isnad edilen yalanlar kadar hiç kimseye yalan isnad
edilmemiştir. Tabiî ki, Ca'fer Sâdık bütün bu yalanlardan uzak idi. Neseb,
Cifir, Şimşek, yıldız, masal v.s. ilimlerini kendisine isnad ettikleri gibi.
Râfizî şöyle diyor:
“Mâlik'ten rivayet edildiğine göre O, Rabîa'dan Rabîa' İkrime'den,
İkrime, İbn-i Abbas'tan ilmini almıştır. İbn-i Abbas da Ali'nin talebesidir.”
Ey Râfizî!
Bu da yalandır. Böyle olsa da bunda iftihar edilecek bir şey yoktur.
Çünkü Allah (c.c), Ali'yi (r.a.) Kitap ve Sünnete muhalif olan sözlerden tenzih
etmiştir. Ashab ve tabiin'den hiç kimse, âlemin hudûsunu cisimlerin hudûsuyla
ispatlamaya kalkışmamıştır. Doğrusu kelam ilmini ilk icad edenler, Ca'd b.
Dirhem ve Cehm b. Safvân'dır.
Bunu da hicrî ilk yüz yıldan sonra ortaya atmışlardır. Daha sonra bu
ilim, Amr b. Ubeyd ve Vâsıl b. Atâ'ya kadar ulaşmıştır. Bunlar da ahiret ve
kader meselelerinde konuşunca münakaşalar Ebu'l Huzeyl el-Allaf, Nazzam ve Bişr
el- Müreysî'ye kadar uzadı. Zaten bütün bunlar bidatçıdırlar. Hz. Ali
(kerrem'allahü veche radiyallâhü anh)'den sabit olmuş hutbelerde de,
Mu'tezilenin beş usulü ile ilgili hiçbir şey yoktur. (Şîîler, Kader meselesinde
mu'tezilî oldukları için bunlardan bahsedildi. Müt.)
Hatta ilk Mu'tezililerden bazıları Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche
radiyallâhü anh) adaletinden şüphe etmişlerdir. Cemel hâdisesine iştirak
edenlerden bir guruba fâsık dediğini de iddia etmişlerdir. Hz. Ali'nin
(kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) ilk taraftarları (Kitapta ilk Şîîler
şeklinde geçiyordu. Müt.) Kaderi kabul etmelerine rağmen, daha sonra gelenler
bunu inkâr etmişler hatta bunlardan Hişam b. el-Hakem daha ileri giderek,
(hâşâ!) Allah (celle celâlühü)'ın cisim olduğunu ileri sürmüştür. Halbuki,
Ca'fer es-Sâdık'a ve Kur'ân'ın mahlûk mudur, değil midir? meselesi sorulunca
“Kur'ân, ne hâlık, ne de mahlûktur. O, ancak Allah (celle celâlühü)'ın
kelâmıdır” cevabını verdiği tesbit edilmiştir. Şüphesiz ki Ebu Hasan el-
Eş'arî, Ali el-Cübbâî'nin talebesi idi. Ancak bilâhare ondan ayrılmış, Hadisi
Zekeriyya b. Yahya es-Sâcî'den almıştır. “El-Mekalat” adlı eserinde de Selefi
sâlihînin itikadında olduğunu beyan etmiştir.
Fakat sen ey Râfizî! Arkadaşlarınla beraber en rezil mezhebleri bir araya
getirerek onları ileri sürüyorsunuz.
-
Sıfatlar konusunda
Cehmîyyeyi,
-
kulların fiilleri hususunda
Kaderiyyeyi,
-
imamet ve tafdîl konusunda
da Râfizîliği kendinize mezheb edindiniz.
Bütün bunlardan da anlaşılıyor ki, Hz. Ali (kerrem'allahü veche
radiyallâhü anh)'den naklettikleriniz Ona isnad ettiğiniz iftiralardır.
Bunlarda da Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) için hiçbir
medih yoktur. Ali'ye (r.a.) isnad edilen iftiraların en bariz olanı Karamita ve
İsmailîler'in iftiralarıdır. Her iki sapık fırka da, Ali'ye (r.a.) zahiri
ilimden başka bâtınî ilim verildiğini iddia ediyor. Hz. Ali (kerrem'allahü
veche radiyallâhü anh) bir sözünde şöyle diyor:
“Daneleri yeşerten ve ruhları yaratan (Allah)a yemin ederim ki. Peygamber
(sallallahu aleyhi ve sellem) bana bildirdiği her şeyi başkasına da
bildirmiştir. Bu sahifedekiler ile Allah (celle celâlühü)'ın kuluna verdiği ve
onunla kitabını kavrayabildiği anlayış müstesnadır.”
Aslında ehl-i beyte yapılan iftiraların haddi hesabı yoktur.
Hatta Öşür hırsızları, Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh)'den
kalma ve hırsızlık için müsaade ettiğine dair kendilerinde bir kitabın mevcut
olduğunu iddia etmişlerdir. Hayber yahudileri de, Hz. Ali'nin (kerrem'allahü
veche radiyallâhü anh) cizyeyi kendilerinden düşürdüğüne dair bir kitabın
mevcudiyetini ileri sürmüşlerdir. Bu sapıklıktan daha büyük bir sapıklık var
mıdır?
Kendilerini Ali'ye (r.a.) taraftar olarak ilan eden Bâtınîler de, İslâmın
kemâli, feleklerin ilâh olduklarını kabul etmekle mümkün olacağını, âlemin
idarecisinin felekler olduğunu ve feleklerin dışında onları idare eden bir
yaratıcının olmadığını iddia ediyorlar. Bu sapıklar, böyle bir inanç,
Muhammed'in getirdiği İslâm'ın bâtını (gizli) yönü olduğunu, Muhammed'in mezkûr
inancı Ali'ye, Ali de onu özel kişilere arzettiğini söylüyorlar.
İddialarına devam eden bu sapıklar, söz konusu olan inancın Muhammed b.
İsmail b. Ca'fer'e ulaşıncaya kadar bu şekilde geldiğini ayrıca beyan
ediyorlar. Bunlar, Muhammed b. İsmail b. Ca'fer'i idarecileri olarak kabul
ederler. Kralları da, önce Mağrib'i sonra Mısır'ı iki-yüz seneden fazla
hâkimiyetleri altında tutan Ubeyde oğullarıdır.
Kadı Ebubekir et-Tayyib, Kadı Abdu'l Cebbar b. Ahmed, Kadı Ebu Ya'la,
Gazâlî, İbn-i Akîl ve Şehristanı, Ubeyde oğulları hakkında eserler te'lif
ederek onların sapıklıklarını ortaya koymuşlardır.
Hasan Sabbah ve taraftarları ile Nusayrîler bu sapık bâtınîlerdendir.
Bunların en açık alâmetleri râfizîlik, bâtınî yönleri de zındıklıktır.
Bâtınîliği iddia eden bu zındıklar Şiîlik yoluyla İslâm dinini ifsad
etmeye çalışmışlardır.
Bununla kalmayıp propagandacılarına Şîîlik yoluyla müslümanların arasına
sızmalarını tavsiye etmişlerdir.
Şîîlerin yalan ve iftiralarına kendilerinin de uydurdukları yalan ve
iftiraları ilave ederek, hıristiyan, yahudi ve putperestlerin yapamadığını bu
sapıklar, Ehl-i imana yapmışlardır.
Râfizî şöyle diyor:
“Tefsir ilmi Ali'ye nisbet edilir. Çünkü İbn-i Abbas Onun talebesidir.
İbn-i Abbas: Emirü'l Mü'mininin Ali, Besmelenin “be” harfi tefsiri üzerine
gecenin evvelkinden âhirine kadar bana ders verdi, diyor.”
Ey Râfizî!
Bu iddian sarahaten yalandır. Meçhullere inanan bazı cahil sofular da bu
sözü naklediyorlar. Aynı kişiler Hz. Ömer'in (radiyallâhü anh):
Rasulullah ile Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh) konuştuklarında ben de
Onların aralarında bir zenci gibiydim, dediğini rivayet ediyorlar.
Yine bunlar, Hz. Ebubekir'in (radiyallâhü anh) gizli hallerini
kendisinden sormak için Hz. Ömer'in (radiyallâhü anh) Onun hanımıyla
evlendiğini ve Ömer'e :
“Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh)'den pişmiş ciğer kokusu aldığını”
söylediğini iddia ediyorlar.
Bu iddia da en açık yalanlardandır. Çünkü Ebubekir'in vefatından sonra
onun hanımı olan Esma binti Umeys ile evlenen Hz. Ali (kerrem'allahü veche
radiyallâhü anh)'dir.
İbn-i Abbas ise, tefsiri İbn-i Mesud ile ashab ve tâbiîn'in büyük bir
çoğunluğundan almıştır.
Müstakil olarak Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh)'den rivayet
edilen bir tefsirin mevcudiyeti de bilinmemektedir. Ancak tefsirle ilgili
olarak Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh)'den bazı rivayetler
yapıldığı doğrudur. Ama Ebu Abdirrahman es-Sülemî'nin tefsirle ilgili olarak
Ca'fer es- Sâdık'tan rivayet ettikleri hilaf-ı hakikattir.
Râfizî şöyle diyor:
“Tarikat ilmi Ali'ye dayanır. Sûfiyye, hırkayı Ona nisbet ederler.”
Bu hususta şöyle diyoruz:
Birkaç hırkadan bahsediliyor. En meşhur olanları iki tanedir.
Bunlardan biri Hz. Ömer (radiyallâhü anh)'e diğeri de Ali'ye (r.a.)
nisbet edilir.
Hz. Ömer (radiyallâhü anh)'e nisbet edilen hırka, Üveys el-Kuranî
(Karanî) veya Ebu Müslim el-Hevlanî'ye,
Ali'ye (r.a.) nisbet edilen hırka da, Hasan el-Basrî'ye varmıştır.
Müteahhirûn âlimleri ma'ruf el-Kerhiye kadar vardırıyorlar. Ondan sonra
da isnad kesiliyor. Müteahhirûn âlimleri, bazan Ma'ruf el-Kerhi'nin Ali b.
Musa'nın sohbetinde bulunduğunu söylüyorlar ki, bu iddia kesinlikle yanlıştır.
Çünkü Ma'ruf, Bağdad'ta inzivaya çekilmiş iken, Ali b. Musa, Horasan'da
Me'mun'un beraberindeydi.
Üstelik Ma'ruf, Ali b. Musa'dan daha yaşlıdır. Ma'ruf el-Kerhî'nin onunla
bir araya geldiğine ve ondan bir şeyler aldığına dair iddiaya asla inanmıyoruz.
Allah (celle celâlühü)'a kasem ederim ki, Ma'ruf Ali b. Musa'nın bevvabı
olmadığı gibi Onun eliyle de müslüman olmuş değildir.
Müteahhirûn âlimleri, bazan da Ma'ruf el-Kerhî'nin Davut et-Tâî'nin
arkadaşlığını yaptığını söylüyorlar. Bunun da aslı yoktur. Ma'rufun, Davut
et-Tâî'yi gördüğü de bilinmemektedir. Hırkanın bir isnadında Davud et-Tâî'nin
Hübeyb el- Acmî ile arkadaşlık ettiği de söylenmektedir. Bunun aslı da
bilinmemektedir. Yalnız Hubeyb el-Acmî'nin, Hasan el-Basrî ile arkadaşlık
ettiğini söylüyorlar. Bu ise doğrudur. Çünkü Hasan el-Basrî'n'in arkadaşları
çoktu. Eyyûb es-Sehatiyânî, Yunus b. Ubeyd, Abdullah b. Avf, Muhammed b. Vâsi',
Mâlik b. Dînar, Hubeyb el-Acmî, Farkad es-Sebhî (veya Sebehî) ve emsalleri
Basra âbid ve zâhidleri gibi arkadaşları vardı.
Ali'ye (r.a.) nisbet edilen hırkanın bir isnadında Hasan el-Basrî'nin Hz.
Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) ile arkadaşlık ettiğini söylüyorlar.
Bu da asılsız bir iddiadır. Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh)
Basra'ya girip Hasan Basrî'yi bırakıp, vaizi camiden çıkarttığına dair yapılan
rivayet açık bir yalandır. Çünkü Hasan Basri, Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche
radiyallâhü anh) vefatından sonra ilim tahsiline başlamıştır. Bununla beraber
Osman'ı (r.a.) hutbe irad ederken görmüştür. İbnü'l Cevzî, Hasan Basrî'nin
menkibeleriyle ilgili olarak başlı başına bir eser te'lif etmiştir.
Biz kesin olarak biliyoruz ki; Ashab-ı Kiram, müridlerine (kendilerine
tâbi olanlara) hırka giydirmemişler ve onların saçlarını kestirmemişlerdir.
Tâbiûn da böyle birşey yapmamışlardır. Onlar ancak ashabın edebiyle edeplenmişlerdir.
Tabiîn, beldelerinde bulunan ashabtan ilim almışlardır.
Medine ehli, Hz. Ömer (radiyallâhü anh), Übeyy, Zeyd ve Ebu Hureyre'den
ilmi almışlardır.
Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) Küfeye gittiğinde oranın
halkı dinî ilimlerde İbn-i Mesud, Sa'd, Ammar ve Huzeyfe'in yanında
yetişmişlerdi.
Basra ehli, ilimlerini İmrân b. Huseyn, Ebu Musa, Ebubekire ve İbn-i
Mağfelden almışlardır.
Şam halkı da, dini bilgilerini Muaz, Ebu Ubeyde, Ebudderdâ, Ubâde b. es-
Sâmit ve Bilal'den elde etmişlerdir.
Durum böyle olunca, “Bütün zühd ve tasavvufİ tarikatlar yalnız Hz. Ali
(kerrem'allahü veche radiyallâhü anh)'den alınmıştır” sözünü nasıl söyleye
biliyorsun ey Râfizî?
Zühd ile ilgili olarak ciddi bir çok eserler yazılmıştır. Mesela:
Ahmed b. Hanbel, İbn-i Mübarek, Vekîl b. Cerrah ve Henad b. es-Sirri Zühd
mevzuunda eser te'lif etmişlerdir. “Hilyetü'l-Evliya” ve “Safvetü's-Safve” gibi
Zühd'ten bahseden eserler de, Muhacirin, ensar ve onlara güzelce tâbi olanların
zühdleriyle ilgili haberler vardır.
Bu eserlerde Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) zühdünden
bahseden haberler, Ebubekir, Ömer, Muaz, İbn-i Mesud, Ubey b. Ka'b, Ebu Zerre,
Ebu Umâme (r.a.) ve emsallerinin zühdünden bahseden haberlerden fazla değildir.
Allah cümlesinden razı olsun.
Râfizî şöyle diyor:
“Ali, fesahat ilminin kaynağıdır. Hatta onun hakkında: konuşmasındaki
fesahat, Halk'ın kelâmı hariç her konuşmanın üstündedir, denilmiştir.”
Evet; şüphesiz ki Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) ashab-ı
Kiramın en iyi hatibi idi. Ama Ebu Bekir ve Hz. Ömer (radiyallâhü anh)'de hatîp
idiler.
Sabit b. Kays oldukça belağatlı bir hatip idi.
Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh), Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve
sellem) huzurunda ve gıyabında çeşitli hitablarda bulunuyordu.
Allah (celle celâlühü)'ın Rasulü de hitaplarının dinler ve ikrarda
bulunurdu. Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh), Sakife günü çok belağatlı bir
hitapta bulunmuştur. Bu hususta Hz. Ömer (radiyallâhü anh) şöyle diyor:
“Ben, beğendiğim bir hitabet metnini hazırlamıştım. Onu dile getirmek
istediğimde, Ebubekir:
Acele etme! dedi. Ben de Onu üzmek istemedim. Kızgın olduğu bazı hallerde
onunla idare ederdim. Daha sonra hitabetine başladı. Hitabetinde benden daha
çok akıllı ve vakarlı davrandı. Allah (celle celâlühü)'a yemin ederim ki,
çalışıp çabalıyarak hazırladığım hiçbir söz ve fikir kalmadı ki, Ebubekir ondan
daha iyisini veya mislini söylemiş olmasın.”
Enes b. Mâlik şöyle diyor:
“(Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) vefat edince korkudan) hepimiz
tilki gibi iken, Ebubekir, yaptığı bir konuşma ile bizi öyle cesaretlendirdi
ki, arslanlar gibi kesildik.”
Sabit b. Kays'a Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) hatibi
denildiği gibi, Hasan b. Sabit de Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem)
şâiri diye çağırılıyordu. Ziyad b. Ebih, arapların en hatibi ve telaffuzunda en
beliği idi. Hatta Şa'bî Onun hakkında şöyle demiştir:
Hitabette bulunan hiç kimse yoktur ki, hata eder korkusuyla onun
susmasını temenni etmiş olmayayım. Ancak Ziyad bundan müstesnadır. O,
hitabetini uzattıkça güzel konuşuyordu.
Şa'bi Aişe (r.a.) hakkında da:
Aişe insanların en iyi hatiplerinden ve fasih konuşanlarından idi. Öyle
ki, Ahef b. Kays, Onun belagatından hayrete düşerdi, diyor.
İbn-i Abbas da en iyi hatiblerden idi.
Hülâsa; İslâmdan evvel ve sonra arap milletindeki hatipler oldukça çoktu.
Bütün bunların Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh)'den hitabetle
ilgili olarak birşeyler aldığı sabit değildir.
Hadd-i zâtında fesahat, yani açık ve düzgün konuşmak, Allah vergisidir.
Ne Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) ve ne de adı geçen hatipler
hiçbir zaman ilm-i bedî'den olan kafiyeli ve cinaslı (kelime harflerinin
birbirine benzemesi) konuşmak için kendilerini zorlamamışlardır. Aksine onlar
normal hitabette bulunmuşlar ve kafiyeli konuşmayı kasdetmemişlerdir.
Bedî' (güzel konuşma ilmi) ilmi, müteahhir alimler zamanında kaideleşmiş
ve dana sonra bu kaideler doğrultusunda konuşularak tatbikata konmuştur.
Binaenaleyh “Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh), fesahatin
kaynağıdır” şeklindeki sözün mücerred bir iddiadır. Hakikatte insanların en
fasîh ve belîğ konuşanı Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'dir.
Fesahat ve belagat, derinden ve ağzını doldura doldura konuşmak değildir.
Aksine fesahat ve belagat, meramı tam bir şekilde ifade etmektir. Konuşmacı
kasdettiği mânâ ile ifade ettiği lafızları böylece bir araya getirmeğe çalışır.
Şunu da iyi bil ki; “Nehcü'l Belâğa” sahibi, Ali'ye (r.a.) nisbet ederek
naklettiği hutbelerin çoğu Ali'ye (r.a.) yapılan iftiralardır.
Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) (r.a.), nakledilen
hutbeleri dile getirmekten çok daha yücedir. Fakat bu râfizîler, onu öveceğiz
diye nice yalanlar uydurdular. Bu uydurmalar doğru olmadığı gibi, Hz. Ali
(kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) için medih de değildirler.
Ey Râfizî!
“Âli'nin sözleri her mahlûkun sözünden üstündür.” şeklindeki ifaden
laneti hakketmiş bir sözdür.
Bunda Rasulullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem) karşı bir sû-i edep
vardır.
Bu sözün, İbn-i Sebîn'in “Bu kelam (Kur'an) bir yönüyle insan kelâmına
benzer.” şeklindeki sözüne benziyor.
İbn-i Sebîn, bu sözüyle Allah (celle celâlühü)'ın kelamını insanların
telaffuz ettiği kelama benzetiyor ki, bu söz müslüman sözü olamaz.
Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) sözlerinde bulunan doğru
mânâlar, diğer halifelerin sözlerinde de mevcuttur. Fakat “Nehcül Belâğa”
sahibi bir çoklarının sözlerini alarak Ali'ye (r.a.) mal etmiştir. Halbuki bu
sözlerden ancak bazıları Ali'ye (r.a.) aittir. Bir kısım sözler de, Hz. Ali'nin
(kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) onları dile getirmesi mümkün olmasına
rağmen onun sözleri olmayıp, başkalarına aittir.
Câhız'ın “El-Beyan vet Tebyîn” adlı eserinde Ali'ye (r.a.) ait olmayan
birçok sözler vardır. “Nehcü'l Belâğa”nın sahibi ise onları alır ve Hz. Ali'nin
(kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) olduğunu iddia eder. Eğer bu eserdeki
hutbeler Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) olsaydı, daha eser
meydana gelmeden önce, hem de senedlerle Hz. Ali (kerrem'allahü veche
radiyallâhü anh)'den rivayet edilip gelecekti. Rivayet ilmi hakkında biraz
bilgisi olan, “Nehcül' Belâğa”daki bu hutbelerin ekserisi, eserin tasnifinden
önce ortada olmadıklarını bildiğine göre, mezkûr hutbelerin Ali'ye (r.a.)
isnadının yalan olduğu ortaya çıkmış oldu. Yalan değilse hutbeleri nakleden
musannif, onları hangi kitaptan aldığını, kimler tarafından nakledildiklerini
ve senedlerini beyan etmesi gerekir. Aksi halde mücerred iddiaları dile
getirmekten hiç kimsenin âciz olamadığı muhakkaktır.
Hadis ve isnad ilmini anlayan, onların sahih ve mevzu olanlarını
birbirinden ayırabilen kimse, Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh)
adına bu gibi nakilleri yapanların; nakil ilminden uzak olup, doğrusunu
yalanından ayıramayacak kadar câhil olduklarını gayet güzel bir şekilde bilmiş
oldu.
Râfizî şöyle diyor:
“Ali: Beni kaybetmeden sorunuz. Semânın yollarını bana sorunuz. Muhakkak
ben, o yolları yeryüzünün yollarından daha iyi biliyorum.” buyurmuştur.
Ey Râfizî!
Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh), Medine'de onun gibi
âlim olan yüce ashab arasında bu sözü söylemesi mümkün değildir. Aksine Hz. Ali
(kerrem'allahü veche radiyallâhü anh), Irak'a gittiğinde ve dinin bir çok
yönlerini bilmeyen kimseler arasında bulunduğu sırada bu sözü söylemiştir.
Çünkü Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) orada imam idi. Dolayısıyla
maiyetinde bulunanlara dinlerini öğretmesi onun hakkında vaciptir.
Eğer “Ben, semanın yollarını, yeryüzünün yollarından daha iyi biliyorum”
demişse, bunun mânâsı Allah (celle celâlühü)'ın rızasına kavuşmayı temin eden
emirleri, ibadetleri, cennet ye meleklerle ilgili konuları, yeryüzünde
bildiklerimden daha iyi biliyorum, demektir.
Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh), hiçbir zaman bu sözüyle
kendisinin bedeniyle semâlara çıktığını kasdetmiyor. Müslüman böyle bir mânâyı
kasdederek bu sözü söylemez. Bu söz, Ali'ye (r.a.) isnad edilen bir uydurma
söze benziyor. İsnadı da belli değildir. Aşırı giden şiîler bu sözü delil
olarak ileri sürüyor ve Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh)
Nübüvvetini iddia ederek sapıtıyorlar.
Avamdan ve câhil zâhidlerden bir çokları da bazı mürşidler hakkında buna
benzer yanlış itikadda bulunuyorlar.
Râfizî şöyle diyor:
“Ashab, kendilerine karmaşık gelen meselelerde Ali'ye müracaat
etmişlerdir. Ömer, bir çok meselenin hükmünü Ona havale ederek, Ali olmasaydı
Ömer helak olacaktı, demiştir.”
Ey Râfizî!
Ashab-ı Kiram dinî bir mevzuda Ali'ye (r.a.) müracaat etmemişlerdir.
Ancak Hz. Ömer (radiyallâhü anh), soru sormaya gelenlere cevap vermek üzere
Ali, Osman, İbn-i Mesud, Zeyd b. Sabit, Ebu Musa ve emsalleriyle istişarede
bulunduğu doğrudur.
Hatta İbn-i Abbas yaşça küçük olmasına rağmen, ashab-ı Kiram ile beraber
istişare meclisine giriyordu. Sonra istişare Allah (celle celâlühü)'ın
emrettiği hususlardandır. Âyet-i Kerimede şöyle buyuruyor:
“İşleri de hep aralarında şûra iledir”[21]
Şûraya başvurduğu içindir ki, Hz. Ömer'in (radiyallâhü anh) görüşü, hüküm
ve siyaseti en isabetli işlerden idi.
İbn-i Abbas Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh)'den sonra ve
ondan daha fazla yaşadığı için bir çok müşkül meseleyi halletmiştir. Gerçekten
de insanlar, Onun ilmine muhtaç olmuşlardır. Hz. Ömer (radiyallâhü anh), daha
âlim olmasına rağmen etrafındakilerle istişarede bulunuyordu.
“Ali olmasaydı, Ömer helak olurdu” şeklindeki iddiaya gelince:
Hz. Ömer (radiyallâhü anh) -doğru ise- bu sözü bir tek mesele esnasında
söylemiştir. Kaldı ki, Hz. Ömer (radiyallâhü anh) bu gibi sözleri Hz. Ali
(kerrem'allahü veche radiyallâhü anh)'den çok daha gerilerde gelen kişilere de
söylemiştir. Hatta mehir konusunda kendisine itiraz eden bir kadına:
“Ömer yanıldı, kadın isabet etti” demiştir.
Ey Râfizî!
“Meselelerin hükümleri ilhamla bilinir” diyorsun.
Bu sözün mânâsına göre, kendisine “Bu hüküm doğrudur” diye ilham edilen
kimsenin mücerred olarak o ilhama göre hüküm vermesi gerekir. Halbuki İslâm
dininde bu şekilde hüküm vermek caiz değildir.
İlham, hüküm vermek için bir yol olsaydı, Rasulullah (sallallahu aleyhi
ve sellem)'in bununla hükmetmesi herkesten daha çok uygun olacaktı. Çünkü Allah
(celle celâlühü), Ona hak sahibini vahiy ile bildirebilirdi. O zaman delile de
gerek duymazdı.
Eğer yukarıdaki sözün mânâsı “Allah, Şer'î hükmü ilham ediyor”
şeklindedir diyorsun, bu mânânın doğru olduğuna dair şer'î bir delil getirmen
gerekir. Kaldı ki Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) bir hadislerinde:
“Daha önceki ümmetlerde kendilerine ilham edilenler vardı.
Ümmetimden böyle biri olursa (O kişi) Ömer'dir” buyurmuşlardır.[22]
Bununla beraber ilham ile hükmetmesi Hz. Ömer (radiyallâhü anh) için caiz
olamazdı. O, meseleyi kitap ve sünnete arzetmeden, kalbine ilham edilen
mücerred hükmüyle amel edemezdi. Ancak kalbin ilham edilen hükmü kitap ve
sünnete arzettikten sonra, onlara muvafakat ettiğini görürse o hükümle amel
ediyor, etmezse onu terkediyordu.
Râfizî şöyle diyor:
“Ali, bütün insanların en cesuru idi. İslâmın temelleri yalnız onun
kılıcıyla oturmuş, imanın dayanakları yine onun kılıcıyla sağlamlaştırılmıştır.
Üzüntüleri Rasulullah'dan (sallallahu aleyhi ve sellem) defetmiş, başkasının
kaçtığı gibi savaş meydanlarından kaçmamıştır.”
Ey Râfizî!
Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) cesaretinde ve İslâmın
zaferi için bir çok kâfirleri öldürdüğünde kesinlikle şüphe yoktur. Yalnız bu
durum yalnız Ali'ye (r.a.) has bir özellik değildir. Aksine ashab-ı kiramın bir
çoğu bu hususta onunla ortaktırlar. İnsanların en cesuru da Rasulullah
(sallallahu aleyhi ve sellem)'dır. Bu hususta Enes (r.a.) şöyle diyor:
“Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) insanların en güzeli, en
cömerdi ve en cesaretlisi idi.
Bir gece Medine halkı paniğe kapılmıştı. Halk ses gelen tarafa doğru
yürüdü. Yolda, kendilerinden önce o tarafa, altında Ebu Talha'nın atı, boynunda
kılıçla gidip dönen Rasulullah'la karşılaştılar. Rasululah, onlara:
“Korkmayın!” diyordu.
Müsned'te rivayet edildiğine göre Hz. Ali (kerrem'allahü veche
radiyallâhü anh):
Savaşlarda tehlike arttığı zaman Rasulullah (sallallahu aleyhi ve
sellem)'a sığınır ve onunla korunurduk. O, içimizde düşmana en yakın olanımız
idi, buyururlar. Cesaret, korku anında, düşmanın hücumu karşısında ve harp
sanatının tatbiki esnasında kalbin güçlü olması ve sebat etmesi demektir. Bütün
bunlara rağme Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem), übey b. Haleften
başkasını öldürmemiştir. Hüneynde ashab-ı kiram biraz geri çekilince,
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)in, düşmana doğru ilerleyerek
etrafındakilere:
“Ben Peygamber'im, bunda yalan yok. Ben Abdülmuttalib oğullarındanım”
deyip haykırması, Onun çok üstün cesaret ve şecaatine delâlet ediyor.
Eğer, devlet reisinden beklenen cesaret, kalbi şecaat ise şüphesiz ki
ashabın en şecaati isi Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh) idi. Hz. Ebubekir
(radiyallâhü anh), İslâmın bidayetinden beri Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi
ve sellem) karşılaştığı bütün musibetlere katlanmıştı. Hiçbir zaman bu tehlike ve
musibetlerden korkmamış ve onlara karşı sabırsızlık da göstermemiştir. Bilakis
O, tehlikelerin üzerine yürüyor ve Rasulullah'ı (sallallahu aleyhi ve sellem)
kendi canıyla koruyordu. Diliyle,eliyle ve malıyla durmadan cihad ediyordu. Hz.
Ebubekir (radiyallâhü anh), Bedir'de Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)
ile çadırda iken Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ayağa kalktı. Allah (celle
celâlühü)'a dua edip Ondan yardım dileyerek:
“Ya Rabbi! Bana va'dettiğin yardımı bugün lütfet! Ya Rab! Bu bir
avuç muvahhid bugün telif olursa yeryüzünde sana ibadet edecek kimse
kalmayacak!” diye niyazda bulununken, Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh):
Yâ Resulullah, duan arşı titretti. Allah va'dini elbette yerine
getirecek, diyordu. Bu da Hz. Ebubekir'in (radiyallâhü anh) kâmil imanına ve
kuvvetli sebatına delâlet ediyor. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'in
Allah (celle celâlühü)'a olan bu niyazdan dolayı da hiçbirşeyi eksilmemiştir.
Aksine bu niyazı Onun için bir yüceliktir.
Her şeyi sebeplere bağlamak Tevhid'te noksanlıktır.
Sebeplerin arzu edilene vesile olduklarını kabul etmemek akla halel
getirir.
Onları tamamen ortadan kaldırıp ve onlardan yüz çevirmek de şer'î ahkâma
halel getirmektir.
Onun için Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'in, bütün imkânlara
başvurarak canıyla, malıyla, duasıyla cihad edip, müslümanları da cihada teşvik
etmesi elbette Onun için gereklidir.
Allah (celle celâlühü)'a sığınmak ve Ondan yardım dilemek en büyük cihad
ve zafer sebebidir. Rasulullah da bununla emrolunmuştur.
Kalb, korku ve yalvarış ile kaplandığında müşahede ettiklerine karşı
dalar. Ebubekir'in makamı ise bunun da üstündedir. O doğrudan doğruya
Rasulullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem) yardım ediyor ve etrafında pervane
kesiliyordu. O, zafere ulaşacaklarına dair olan inancını Rasulullah'a
(sallallahu aleyhi ve sellem)haber veriyor ve durmadan düşmanla çarpışan ashabı
gözetiyordu.
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem), vefat edince büyük musibet
meydana geldi. Ashab derin bir kedere büründü. Akıllara durgunluk geldi. Sanki
kıyamet kopmuştu. Büyük kıyametten kopmuş küçük bir kıyamet...
Göçebe araplar irtidat etti. Emniyet sarsıldı. O sırada Hz. Ebubekir
(radiyallâhü anh), iman, yakîn ve sabırla dolu bir kalble kalktı ve Allah
Taala'nın, Resulünü indinde dilediği şeye -yüce makama- kavuşturduğunu ashab-ı
kirama haber vererek şöyle buyurdu:
“Kim ki Muhammed'e tapıyorsa bilmiş olsun ki, Muhammed vefat etmiştir.
Kim ki Allah'a tapıyorsa, bilmiş olsun ki, Allah dâim ve Bakîdir.”
Daha sonra:
“Muhammed ancak bir Peygamberdir. Ondan önce birçok peygamberler gelip
geçmiştir. Şimdi O ölür veya öldürülürse siz ardınıza dönüverecek misiniz? Kim
ardına dönerse, elbette Allah'a hiçbir şeyle zarar verecek değil, fakat
şükredip sabredenlere Allah muhakkak mükâfaat verecektir.”[23] mealindeki ayeti okudu.
Ashab sanki bu ayeti daha önce işitmemişlerdi. Hz. Ebubekir (radiyallâhü
anh), bilahare onlara bir nutukta bulundu. Nutkunda tekrar ashaba sabır ve
sebatı tavsiye etti. Üsame'nin komutanı olduğu ordunun techiz edilerek bir an
önce yola çıkması için onları cesaretlendirdi. Biraz sabretmesi için kendisine
fikir vermelerine rağmen mürtedlerle hemen savaşmağa başladı. Hatta Hz. Ömer
(radiyallâhü anh) çok cesur olmasına rağmen Ona:
Ey Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) halifesi! İnsanları
kendine sevdir, diyordu. Bu konu oldukça geniştir.
Şüphesiz ki Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh)'den başka diğer
ashab-ı kiram da birçok kâfir öldürmüşlerdir. Ondan fazla öldürenler de vardır.
Siyer ve mağazî kitaplarını dikkatle araştıran bu hakikati açıkça görecektir.
Bera' b. Mâlik -Enes'in kardeşidir-, bizzat ve herkesin önünde yüz kâfir
öldürmüştür. Başkalarıyla beraber öldürdükleri bunlardan müstesnadır.
Halid b. Velid'in öldürdüğü kâfirler sayısızdır. Mu'te muharebesinde
elinde dokuz kılıç kırılmıştır. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem):
“Her peygamberin bir havârîsi vardır. Benim havarim (yardımcı)
ise Zübeyr'dir.” buyurmuşlardır.
Ebu Talha hakkında da:
“Ebu Talha'nın ordudaki sesi, bir cemaattan (orduda
bulunmasından) daha hayırlıdır.” buyurmuşlardır.
İbn-i Hazm şöyle diyor:
Şiîler, Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh)' nin diğer bütün
ashaba nisbeten daha çok cihad ettiğini ve daha çok kâfir öldürdüğünü ileri
sürerek hilafetin yalnız Onun hakkı olduğunu iddia ediyorlar.
Halbuki cihad üç çeşittir:
Birincisi ve en yücesi dille insanları Allah (celle celâlühü)'ın dinine
davet etmektir.
İkincisi, ümitsizlik anında düşünerek bazı tedbirler almaktır.
Üçüncüsü, elle yapılan cihâddır.
Birinci cihad çeşidine bakınca Rasulullah'dan (sallallahu aleyhi ve
sellem) sonra Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh)'den başka hiç kimsenin bu dereceye
varmadığını görüyoruz.
Çünkü büyük sahabîler hep Ebubekir'in vasıtasıyla İslama girmişlerdir. Hz.
Ömer (radiyallâhü anh) de İslama girince. Onu kuvvetlendirdi. Hatta İbn-i
Mesud:
“Ömer İslama girdiğinden beri güçlüyüz,” buyurmuştur. Ebubekir ve Hz.
Ömer (radiyallâhü anh) benzeri görülmemiş bir cihadla tanınmışlardır. Hz.
Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) bu çeşit cihadda payı yoktur.
İkinci cihad çeşidi ise, meşveretir ki, bu da Ebubekir ve Ömer'e (r.a.)
mahsustur.
Üçüncü kısmı olan elle cihad'a baktığımızda bu çeşit cihadın
Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) (sallallahu aleyhi ve sellem) en az
amellerinden olduğunu görüyoruz.
Ama bunu hiçbir zaman korkaklığına te'vil edemeyiz. Bu cihad kısmını da
nazar-i dikkate alırsak Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) bunda
da Rasulullah'dan önce geldiğini söyleyemeyiz. Aksine diğer ashab da elle
yapılan cihadda Ali'ye (r.a.) ortak olmuşlardır. Talha, Zübeyr, Sa'd, Hamza,
Übeyde b. Haris, Mus'ab b. Ümeyr, Sa'd b. Muaz, Ebu Dücâne ve emsalleri gibi
(Allah (celle celâlühü) cümlesinden razı olsun)
Ebubekir ve Hz. Ömer (radiyallâhü anh)'de elle yapılan cihadda Hz. Ali
(kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) ile birlikte hareket etmişlerdir. Ama Hz.
Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) ve diğerlerinin aldıkları pay kadar
Ebubekir ve Hz. Ömer (radiyallâhü anh) alamamışlardır. Çünkü onlar devlet
idaresiyle çok meşgul olmuşlardır.
Onlar Rasululah (sallallahu aleyhi ve selem)'e refakat ederek işlerinde
vezirlik görevini ifa etmişlerdir. Buna rağmen Rasulullah (sallallahu aleyhi ve
sellem), Ebubekir ve Ömer'i, Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh)'den
daha fazla seriyyelerle birlikte göndermiştir. Ali'yi (r.a.) ise yalnız Hayber
kalelerine göndermiş O da orayı fethetmiştir. (Allah cümlesinden razı olsun.)
Ey Râfizî!
“İslâmın temelleri ve iman'ın dayanakları yalnız Ali'nin kılıcıyla
oturmuş ve sağlamlaştırılmıştır” şeklindeki iddian, İslâmın, yayıldığı günleri
bilen herkesin indinde açık bir yalandır.
Aksine Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) kılıcı, İslâmî
ve imanı temel ve kaidelerinin oturup sağlamlaştırılmasına vesile olan
sebeplerin bir parçasıdır. Cenab-ı Allah (celle celâlühü)'ın İslâmı hâkim
kıldığı birçok olayda Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh)
kılıcını görmüyoruz. Ama Bedir'de Onun kılıcı diğer ashabın kılıçları gibi
İslâmı müdafaa etmiştir. Çarpışmanın vuku bulduğu savaşların hepsi de dokuz
tanedir. Rasulullah'dan (sallallahu aleyhi ve selem) sonra Fars ve Rum
savaşlarına da katılmamıştır. Şüphesiz ki Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche
radiyallâhü anh) hilafetinde de büyük savaşlar meydana gelmiştir.
“Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) asla hezimete
uğramamıştır” şeklindeki sözün doğrudur. Bu hususta Ebubekir ve Hz. Ömer
(radiyallâhü anh) gibidir. Çünkü hiçbirisi için hezimet sözkonusu olmamıştır.
Eğer hafif bir çekilme vuku bulmuşsa O da rivayet edilmiş değildir.
Râfizî şöyle diyor:
“Bedir muharebesinde Ali yirmiyedi yaşındaydı. Bu muharebede yalnız
başına müşriklerden otuzaltı kişi Öldürmüştür. Bunlar, bütün öldürülenlerin
yarısından fazla idi. Kendisi diğerlerinin öldürülmesine de iştirak etmiştir.
Ey Râfizî!
Bu iddian da açık yalanlardandır.
Aksine sahih hadiste sabit olduğu gibi bir çok müşriklerin katline
iştirak etmemiştir. Bunlar Ebu Cehil, Ukbe b. Ebi Muayt, Utbe b. Rabîa ve Ubey
b. Haleftir.
Yine de Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) o gün on kişi
kadar müşrik öldürdüğünü rivayet etmişlerdir.
Râfizî şöyle diyor:
“Uhud muharebesinde Ali'den başka bütün ashab Rasulullah'ı (sallallahu
aleyhi ve selem) bırakarak kaçmışlardır. Daha sonra birkaç kişi Rasulullah'a
(sallallahu aleyhi ve sellem) dönmüşler. Bunlar Asım b. Sabit, Ebu Dücâne ve
Sehl b. Hüneyftir. Osman da üçgün sonra Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve
sellem) yanına gelmiştir. Melekler dahi Hz. Ali (kerrem'allahü veche
radiyallâhü anh)'den Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) yanında
kalmasından hayret etmişler, Cibril de:
“Züfikardan başka kılıç, Ali'den başka delikanlı yoktur” demiştir. Hz.
Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) mezkûr muharebede müşriklerin çoğunu
öldürmüştür. Uhud'daki başarı Onunla müyesser olmuştur. Kays b. Sa'd, Hz.
Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh):
“Bedir günü onaltı yara alarak yere düştüm. Hemen biri gelip beni
kaldırdı...” dediğini rivayet etmiştir. Ali'yi (r.a.) kaldıran mezkûr kişi
“Cibril'dir.”
Bu Râfizî Allah (celle celâlühü)'a karşı hiç utanmıyor.
Rivayet ettiği bu yalanlar ancak ineklere anlatılır.
Müşriklerin çoğunun öldürülmesi nerede? Başarı nerede? Aksine Uhud
muharebesi müslümanların aleyhinde olup lehlerinde değildi. Bu hususta Allah (celle
celâlühü) şöyle buyuruyor:
“Başkalarını iki misline uğrattığınız bir musibete
kendiniz uğrayınca mı: “Bu nereden?” dersiniz? (Ey Muhammed) de ki: “O
kendi
tarafınızdandır.” Doğrusu Allah herşeye kadirdir.”[24]
Bu savaşta önce müslümanlar kâfirleri yenmişlerdi. Rasulullah (sallallahu
aleyhi ve sellem), savaşta okçuları dağın bir gediğinde görevlendirmişti.
Fakat okçular müşriklerin yenildiklerini görünce yerlerini terkederek
ganimeti toplamağa başladılar. Komutanları olan Abdullah b. Cübeyr onları bu
hareketten alıkoymasına rağmen onu dinlemediler. Bunu fırsat bilen düşman,
müslümanlara arkalarından hücum etti. Şeytan:
Muhammed öldürüldü, diye bağırdı. Bu sırada müşriklerden Abdullah b.
Kamîe, müslümanlardan Mus'ab b. Umeyr'i şehid etmişti. Zırh içinde olduğundan
Onu Peygamber'e benzetmişti. Ve Muhammed'i öldürdüm, demişti. O gün müslümanlar
yetmiş şehid vermişti. Rasulullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem) indirilen bir
darbe ile miğferi ikiye bölünmüş, halkaları yanağına batmıştı. Bunun üzerine
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem):
“Peygamberleri Onları Allah'a (dinine) davet ettiği
halde, Ona bu durumu reva gören kavim nasıl iflah edebilir?”[25]
buyurdu. Ondan sonra şu âyet-i kerime indi:
“Senin elinde birşey yok. Allah, ya onların tevbesini kabul eder,
yahut onları zâlim bulundukları için azablandırır.”[26]
O gün Rasûlullah'ın sallallahu aleyhi ve sellem) beraberinde oniki kişi
kalmıştı. Ebubekir, Ömer, Talha ve Sa'd (r.a.) kalanlar arasında yer
alıyorlardı. Rasûlullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) etrafında savaşarak
şehit olmuş bir cemaat da vardı. Bu üzücü manzara karşısında şımaran
müşriklerin reisi Ebu Süfyan:
Yüksel Hübel! Yüksel (yüce ol) Hübel! Bu gün Bedire bedel bir gündür,
diyordu. Bu sözüyle öçlerini aldıklarını ifade etmek istiyordu. Uhud
muharebesinde müşriklerden on küsur kişi öldürülmüştü. O gün ne Hz. Ali (kerrem'allahü
veche radiyallâhü anh) yaralanmış ve ne de Cibril Onu yerden kaldırmıştır. Bu
naklin isnadı nerededir? Hangi uydurma kitaplarında mevcuttur?
“Osman üç gün sonra geldi” şeklindeki sözün bir yalandır.
“Cibril: Zülfikardan başka kılıç yoktur, dedi” şeklindeki sözün de bir
başka yalandır. Çünkü Zülfikar ismindeki kılıç Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche
radiyallâhü anh) değildi. Bu kılıcı müslümanlar Bedir muharebesinde Ebu
Cehil'den ganimet olarak almışlardı.
İbn-i Abbas şöyle diyor:
“Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Bedir muharebesinde Ebu
Cehil'in Zülfikar kılıcını ganimet olarak aldı. Bu kılıç Rasulullah'ın
(sallallahu aleyhi ve sellem) Uhud muharebesinde rüyasında gördüğü kılıçtır.
Rasulullah bu rüyayı şöyle anlattı:
“Zülfikar kılıcımda bir gedik (kırık) gördüm. Bunu
aranızda açılacak bir gedikle te'vil ettim, Bir koçun arkasında olduğumu
gördüm. Bunu da askerin koçuna te' vil ettim. Kendimi muhafaza edilmiş bir
kalede gördüm. Bu kaleyi Medine şehriyle te'vil ettim. Bir sığırım kesildiğini
gördüm. Vallahi sığır iyiliktir, Vallahi sığır iyiliktir.”
Hadisi Tirmizi, İbni Mace ve Ahmed b. Hanbel müsnedlerinde rivayet
etmişlerdir.
Râfizî şöyle diyor:
“Ahzab (Hendek) muharebesinde Kureyş müşrikleri, müttefikleriyle birlikte
onbin kişilik bir ordu ile müslümanları çepeçevre sarmışlardı. Rasulullah
(sallallahu aleyhi ve sellem), müslümanlardan müteşekkil üçbin kişilik bir
orduyla Hendeği kazdı. Amr b. Abdi Vüdd ve İkrime b. Ebi Cehl suvarî olarak
hendeğin dar bir yerinden karşı tarafa geçerek müslümanlara meydan okudular. Ve
kendileriyle savaşabilecek kimse istediler. Ali ortaya atıldı. Rasulullah
(sallallahu aleyhi ve sellem):
“Ey Ali! Karşında Amr vardır” diyerek Onu oturttu. Amr biraz sustuktan
sonra ikinci ve üçüncü defa meydan okudu. Hep Ali ortaya atılıyordu. Bunun
üzerine Rasulullah, Ali'ye izin verdi. Ali, Amr'a şöyle dedi:
“Ey Amr! Kureyşten birisinin seni iki yoldan birine davet ettiği taktirde
o yollardan birini kabul edeceğine dair Allah (celle celâlühü)'a söz vermiştin.
İşte ben seni İslama davet ediyorum. Amr:
İslâm'a ihtiyacım yoktur, dedi. Ali, atından, inip karşılıklı çarpışmaya
davet ediyorum, dedi. Amr:
Seni öldürmek istemiyorum, dedi. Daha sonra atından indi ve çarpışmaya
başladılar, Ali, Amr'ı öldürdü, ikrime de kaçtı. Ondan sonra bütün müşrikler de
yenilgiye uğrayıp kaçtılar. Bunun üzerine Rasulullah (sallallahu aleyhi ve
sellem):
Ali'nin Amr'ı öldürmesi cinlerin ve insanların ibadetinden efdaldir,
buyurdu.”
Ey Rafızî!
Bu kıssayyı çeşitli yalanlarla süslemişsin. Şöyle ki:
Amr öldürülünce müşrikler kaçtılar, diyorsun. Bu iddian insanı ürperten
bir yalandır. Aksine müşrikler müslümanları muhasaraya devam ettiler. Bu
muhasara Ğatafanlı Nuaym b. Mesud, müşriklerle yahudilerin arası bozuluncaya ve
Allah (c.c). Onların üstüne meleklerini ve şiddetli kasırgayı gönderinceye
kadar sürdü.
Bu hususta Allah (celle celâlühü) şöyle buyuruyor:
“Allah (Hendek savaşındaki) o kâfirleri, hiçbir zafere
eremedikleri halde öfkeleriyle geri çevirdi. Böylece Allah, savaş yükünü
mü'minlerden kaldırdı..”[27]
Bu âyetten de anlaşılıyor ki, Allah (celle celâlühü), müşrikleri çarpışma
ile göndermemiş, müslümanlar da onları yenmemiştir.
İddianda rivayet ettiğin ve onunla iftihar ettiğin hadis de gerçekten
yalandır.
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem), bu gibi ölçüsüz bir sözü
söylemekten münezzehtir. Bir kişinin öldürülmesi bütün cinlerin ve insanların
ibadetinden daha üstün olması mümkün müdür?
O zaman Rasulullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem) her türlü işkenceyi
yapan, Kureyş'in ileri gelen kâfirlerini öldürenlere birşey kalmaz.
Kaldı ki, Amr b. Abdi Vüdd, Kureyşin ileri gelen müşriklerinden olmasına
rağmen Rasulullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem) yaptığı bir işkencesi yoktu.
Râfizî şöyle diyor:
“Nâdir oğulları savaşında Ali, Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'in
çadırını oka tutan okçuyu bir okla öldürmüştür. Akabinde de on kişi daha
öldürdükten sonra geri kalanlar kaçmışlardır.”
Ey Râfizî!
Bu da açık bir yalandır.
Nadîr oğulları, haklarında “Haşr” sûresinin nazil olduğu yahudilerdir.
Bunların kıssası Uhud muharebesinden öncedir. Müslümanlar, andlaşmalarını
bozdukları için Nâdir oğullarını muhasara etmişler ve hurmalıklarını
kesmişlerdi. Onlar da kalelerinden çıkamadıkları için yenilgiyi kabul
etmişlerdir. Daha sonra yerlerini terketmek şartıyla Rasulullah (sallallahu
aleyhi ve sellem) ile barışı kabul ettiler. Rasulullah da onları yurtlarından
çıkarttı.
Ey Râfizî!
Haşr sûresini okuyup düşünmedin mi? Nadîr oğulları yurtlarını
terlettiklerinde de silahtan başka develerinin taşıyabildiği kadar
beraberlerinde eşya götürdüler. Hatta elleriyle evlerini yıkarak, kapı
pervazlarını da götürdüler. Yerlerini terkeden bu yahudiler Hayber ve Şam'a
gittiler.
Râfizî şöyle diyor:
“Silsile gazvesinde bir bedevî Rasulullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem)
gelerek bir cemaatin kendisini Medine'de kuşatmak üzere yola çıktıklarını haber
verdi. Bunun üzerine Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem):
Düşmana karşı koymak için vadiye kimin gitmek istediğini sordu. Ebubekir:
“Ben gideceğim” dedi. Rasulullah Ona sancağı teslim ederek beraberinde
yediyüzkişi gönderdi. Ebubekir düşmana varınca, düşman Ona:
“Geriye dön ve arkadaşına yetiş. Biz çok kalabalık bir orduyuz.” (Y ani
bize karşı koyamazsın.) Ebubekir döndü. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve
sellem) ikinci defa:
“Vadiye kim gidecek?” diye sordu. Ömer:
“Ben gideceğim,” dedi. Onu da gönderdi. Fakat Ebubekir gibi geri döndü.
Üçüncü gün Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem):
“Ali nerededir?” diye sordu ve sancağı Ona teslim etti. Ali yola düştü ve
düşmanı gördü. Onlardan altı veya yedi kişi öldürdü. Diğerleri de kaçtılar.
Bunun üzerine Allah (celle celâlühü), Emirül mü'min'in bu haline kasem ederek:
“Andolsun, soluyarak koşanlara”[28]
mealindeki âyet-i kerimeyi indirdi.”
Ey Râfizî!
Bu naklin de bâtıldır.
Böyle bir muharebe asla vuku bulmamıştır.
Olsa olsa Antere ve Battal'ın sîret kitaplarında uydurulmuş
yalanlardandır.
Urve, Zührî, İbn-i İshak, Musa b. Ukbe, Ebu Ma' şer es-Sindî, Leys b.
Sa'd, Ebu İshak el-Fezârî, Velîd b. Müslim, Vâkidî, İbn-i Âiz ve emsali siyer
âlimleri, Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) hayatını ve devrini
teferruatına kadar tesbit etmelerine rağmen, senin nakletmiş olduğun hâdiseden
asla bahsetmemişlerdir. Halbuki onlar, kaydetmedikleri en ufak bir hadise
bırakmamışlardır.
“Âdiyât” Sûresi de bahsettiğin gazve hakkında nazil olmamıştır. Hz. Ali
(kerrem'allahü veche radiyallâhü anh)'den rivayet edilen meşhur görüşüne göre:
“El-Âdiyât = koşanlar” hacıların develeridir. Onları Müzdelifeden Mina'ya
koşturuyorlar.
İbn-i Abbas ve Cumhur “El-Âdiyât” kelimesiyle Allah yolunda savaşta
koşuşan atların kasdedildiğini söylüyorlar.
Râfizî şöyle diyor:
“Ali, Mustalik oğulları gazvesinde Mâlik ve oğlunu öldürmüş ve bir
çoklarını esir etmiştir. Bu esirler orasında Mustalik oğullarının reisi
Hâris'in kızı Cüveyriye de bulunuyordu.”
Ey Râfizî!
Bu da râfizîlerin isnadsız haberlerindendir.
Onların haberlerine isnad bulunsa da ya karanlık ve meçhul veya yalancı
birisinden rivayet edilmişlerdir.
Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) bu anlatılanları
Mustalik oğulları gazvesinde yaptığını hiç kimse rivayet etmemiştir. Harisin
kızı Cüveyriye'yi de esir etmiş değildir. Yalnız Cüveyriye esir düşünce fidye
karşılığında serbest bırakılmasını istedi. Bu isteği kabul edildi. Fidyesini
toplayıp ödemek üzere birgün Aişe (r.a.)'den yardım dilemeğe gittiği sırada
Rasulullah'ı (sallallahu aleyhi ve sellem) orada görmüş ve fidyesini ödemiştir.
Böylece Cüveyriye azad olmuş ve neticede kendi arzusuyla Rasulullah (sallallahu
aleyhi ve sellem) ile evlenmiştir. Geri kalan esirler de Cüveyriye Rasulullah
(sallallahu aleyhi ve sellem)'in eşi olması sebebiyle serbest bırakılmışlardır.
Çünkü Ashab, esirler Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'in akrabaları
oldular, deyip onların esir kalmalarını uygun görmemişlerdir.
Râfizî şöyle diyor:
“Hayber gazvesindeki fetih Ali'nin vasıtasıyla tahakkuk etmiştir. Daha
önce komutanlık Ebubekir'e verilmişti, fakat yenildi. Ali kale kapısına koşarak
Onu söktü ve kazılan hendeğe köprü yaptı. Kapıyı ancak yirmi kişi
kapatabiliyordu. Bunun üzerine Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem):
“Bedenîkuvvetle değil, ilâhîkuvvetle kapıyı söktü”[29]
buyurdu. Mekke'nin fethi de Onun başarısıyla gerçekleşmiştir.”
Ey Râfizî!
Bütün Hayber bir günde fethedilmemiştir. Çünkü ayrı ayrı kaleler
halindeydi. Bazısı kuvvetle, bazısı barışla fethedilmişlerdir. Rasulullah
(sallallahu aleyhi ve sellem), yahudilerle bazı barış andlaşmalarını yapmıştı.
Daha sonra yahudiler bu andlaşmaları bozdular. Böylece müslümanlarla savaş
haline girdiler. Ebubekir ve Hz. Ömer (radiyallâhü anh) de hiçbir zaman onlara
karşı yenilmemişlerdir.
Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) kale kapısını söktüğü
rivayet edilmiştir. Fakat kapının yirmi kişi tarafından kapatılabildiği ve Hz.
Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) kapıyı hendeğe köprü yaptığı
şeklindeki rivayetlerin aslı yoktur. Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche
radiyallâhü anh) Mekke fethindeki rolü de diğer ashabın rolü gibidir. Fetihle
ilgili birçok hadisler bunu açıklamaktadırlar.
Ebu Hureyre (r.a.) şöyle diyor:
“Fetih günü Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem); Halib b. Velid'i
sağ, Zübeyr'i sol kanada, Ebu Ubeyde'yi de vadi tarafına yerleştirdi. Daha
sonra Ensarı çağırmak üzere beni çağırdı. Onları çağırdım. Koşarak geldiler.
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Ensar'a:
“Kureyş topluluklarını görüyor musunuz?” diye sordu. Onlar
da evet, dediler.
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem):
“Bakınız! Yarın -muharebe ile- karşı karşıya geldiğinizde onları
biçeceksiniz” buyurarak eliyle de emrine uygun işaret etti. Daha sonra
sağ eline koyarak:
“Yeriniz Safa (tepesi)dir,” buyurdular. O gün
müslümanlar kendilerine düşmanca yaklaşanı yere serdiler.”
Ebu Hureyre devamla şöyle diyor:
“Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem), Safa tepesine çıktı.
“Ensar (müşrikleri kasdederek) ordusu helak oldu. Bu
günden sonra Kureyş yoktur” dedi.
Neticede İslâmı kabul etti. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) de:
“Her kim Ebu Süfyan'ın evine girerse, o emniyettedir, kim ki silahı
bırakırsa emniyettedir ve her kim kendi evinde oturur veya Mescid-i Haram'a
girerse emniyettedir,”
491buyurdular.
Râfizî şöyle diyor:
“Rasulullah, Hüneyn muharebesi için onbin kişilik bir ordu ile yola
çıkmıştı. Ebubekir'in gözü orduya isabet etti ve bu kadar çok olan bir ordu
hiçbir zaman mağlub olmayacaktır, dedi. Fakat müslümanlar hezimete uğradılar.
Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) beraberinde Hâşim oğullarından
dokuz kişi ve İbn-î Ümm-i Eymen'den başka kimse kalmamıştır. O gün Ali
Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) etrafında çarpışmış ve müşriklerden
kırk kişi öldürmesi üzerine yenilgiye uğramışlardır.”
Ey Râfizî!
Bu iddian da yalandır.
İşte Hadis, Tefsir ve Siyer kitapları meydandadır.
Hiç birisi, Ebubekir'in (r.a) gözü orduya isabet ettiğini kaydetmiş
değildir. Ordunun durumuyla ilgili olarak müslümanlardan birisinin söylediği
söz “Bu ordu kalabalık olduğu için bundan sonra mağlub olmayacak” şeklinde
değil de “Bu ordu az olduğu için mağlub olmayacaktır” şeklindedir. [30]
“Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) beraberinde yalnız dokuz
kişi kalmıştı” şeklindeki haberin de batıldır.
İbn-i İshak, o gün Rasulullah ile beraber Muhacir, Ensar ve ehl-i beytten
bir topluluğun kaldığını, ifade ediyor. Ebubekir, Ömer, Ali, Abbas, Harisin
oğulları Ebu Sufyan ve Rabîa, Üsame ve Eymen, Rasulullah ile birlikte düşmana
karşı savaşarak Ondan ayrılmamışlardır.
“Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh), Rasulullah'ın (sallallahu
aleyhi ve sellem) etrafında kırk kişi öldürdü” şeklindeki iddian da yalandır.
Sözüne güvenilir hiç kimse bu sözü dile getirmiş değildir. Bera' (r.a.),
rivayet ettiği sahih hadiste Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'in
katırından inerek Allah (celle celâlühü)'a dua ettiğini, Ondan yardım
dilediğini ve:
“Ben Peygamberim, bunda yalan yoktur. Ben Abdülmuttalib
oğullarındanım. Allah'ım! Yardımını gönder” deyip, yalvardığını beyan
ediyor. Bera' (r.a.):
Savaş kızıştığında Rasulullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem) sığınırdık.
İçimizde Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) yanında savaşabilen kimse
cesur kabul edilirdi, diyor. Müslim'de rivayet edilen bir hadiste Seleme b.
el-Ekva' şöyle diyor:
“Düşman Rasulullah'ı kuşatınca binitinden inerek bir avuç toprak aldı ve
onu düşmana doğru saçarak:
“Gözler kör olsun!” buyurdular.
Düşmandan hiç birisi kalmadı ki Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem),
bir avuç toprakla gözlerini doldurmuş olmasın. Neticede geri dönüp kaçtılar.
Râfizî şöyle diyor:
“Ali'nin imametin gerçek sahibi olduğunu gösteren delillerden biri de:
Onun gayıbtan haber vermesi ve henüz meydana gelmemiş olan bir şeyin vuku
bulacağını söylemesidir. O, Talha ve Zübeyr Umre yapmak üzere izin istedikleri
zaman onlara:
Siz Umre yapmak değil, Basra'ya gitmek istiyorsunuz, dedi. Gerçekten
dediği gibi oldu. Zîkâr denilen mevkide otururken ve millet Ona biat ettiği
sırada:
Küfeden size bin kişi gelecektir. Bunlar ne bir fazla ve ne de bir
eksiktirler. Gerekirse ölüme dahi gidecekleri hususunda bana biat edeceklerdir,
haberini verdi ve durum Omun haber verdiği şekilde oldu, Onların sonuncusu da
Uveys el-Karanî idi. Yüce zâtının şehid edileceği haberini vermiştir. Mel'un
Şehriyar'ın el ve ayaklarının kesileceğini haber verdi. Gerçekten Muaviye haber
verileni başına getirdi. Meysem et-Temmar'ın asılacağını ve asılacağı hurma
ağacını kendisine göstermiş, bilahare verdiği haber aynen vuku bulmuştur.
Rüşeyd EI-Hicrî'nin[31] öldürüleceğini
haber vermiş, gerçekten verdiği haber tahakkuk etmiştir.
Haccac'ın Kümeyi b. Ziyad'ı öldüreceğini ve Kanber’i de keseceğini
haber vermiş, bu haber Haccac zamanında gerçekleşmiştir.
Bera b. Âzib'e: Oğlum Hüseyin öldürülecektir. Sen de Ona yardımcı
olmayacaksın, demiş nitekim de öyle olmuştur. Abbasilerin saltanatında zorluk
değil kolaylık olacağını ve Türkler, Deylemler, Sindler ve Hindliler onların
saltanatını yıkmak üzere toplanacaklar fakat buna güç yetirmeyeceklerini haber
vermiştir. Ancak onlara tabi olanlardan ve devlet ricalinden bir kısmı onlardan
ayrılırlarsa onların hükümranlığı yıkılacaktır. Yıkımlar da şöyle olacak:
Devletinin kurulduğu istikametten bir Türk hükümdarı onlara musallat
olmak üzere gelecek, üzerinden geçtiği her şehri fethedecek, Ona karşı savaşmak
üzere çekilen her sancak başını eğecektir. Ona karşı gelmeyenlere yazıklar
olsun. Bu hükümdar tamamen zaferi elde edinceye kadar hücumlarına devam
edecektir. Sonra bu zaferini hakkı söyleyen ve hakka göre amel eden soyumdan
birisine teslim edecektir. Gerçekten de haber verdiği gibi oldu. Horasan
tarafından Hülâgû gelerek bu işleri gerçekleştirdi.”
Ey Râfizî!
Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) gaybten haber verdiğini
iddia ediyorsun. Bu doğrudur. Aslında (Allah (celle celâlühü)'ın verdiği ilham
ile) gayıbtan haber verme işi Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh)
derecesine varmayan ve imamete yaramayan birçok sâlih kişilerden de meydana
gelmiştir. Ebu Hureyre ve Huzeyfe bu haberlerden kat kat fazla, olanları dile
getiriyorlardı.
Ebu Hureyre bu gibi haberleri Rasulullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem)
isnad ederken, Huzeyfe onları bazan Rasulullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem)
isnad eder bazan da etmezdi. Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh)
gayıbtan verdiği haberler bazan Rasulullah'tan işittikleri haberlerdi. Bazıları
da Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) kendi kalbine doğan
keşiflerden ibarettir. Nitekim Hz. Ömer'in (radiyallâhü anh) de buna benzer
kalbi keşiflerine dayanarak verdiği haberler vardır.
Ahmed b. Hanbel'in “El-Zühd”, Ebu Nu'aym'in “El-Hilye” ve îbn-i Ebi'd-
Dünyanın “Kerâmetü'l-Evliya” gibi eserleri Ashab, Tabiîn ve onlardan sonra
gelen sâlih zatlardan sudur etmiş ve Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü
anh)' nin haberlerine benzeyen birçok haberlerle doludur.
Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh)'den rivayet ettiği
haberlerin sıhhatine de teslim olmuyoruz. Çünkü bunların yalan olduklarına dair
yine Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh)'den haberler vardır. Hülâgû
da hiçbir zaman zaferini bir aleviye teslim etmemiştir. Hz. Ali'nin
(kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) istikbalde vuku bulacak her hadiseyi
bilmediğini isbat eden hadiselerin bir kısmı da, Onun hilafeti zamanında vuku
bulan harpler ve o harplerde zannettiği gibi çıkmayan sonuçlardır. Hz. Ali
(kerrem'allahü veche radiyallâhü anh), bu kadar insanın ölümünden sonra gayenin
tahakkuk etmiyeceğini daha önce bilmiş olsaydı asla muharebe etmezdi. Çünkü
muharebe etmediği zaman daha üstün ve daha güçlü idi. Eğer hüküm vermek için
tayin ettiği iki hakemin verecekleri kararı bilseydi, onları tayin etmezdi.
Kendisinden sonra vuku bulacak olayları haber verdiğine dair olan haberler
nerede kaldı?
İslâmî esaslar temellerine oturuncaya kadar Rasulullah'a (sallallahu
aleyhi ve sellem) gelen tehlikeleri kılıcıya bertaraf etmiştir, şeklindeki
iddia da nerede kaldı?
Halbuki Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh), doksanbin kişilik
ordusuyla Muaviye (r.a.)'ye karşı gaiibiyyet sağlamamıştır. Ama râfizîler, bir
yandan Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) hakkında bazı şeyler iddia
ederken, öte yandan da zıddı olanlarını bizzat kendileri ortaya atmaktadırlar.
Onun hakkında aşırı giderek masum olduğunu, ona unutkanlık arız olmadığını ve
gaybı bildiğini iddia ediyorlar.
Allah Teala'nın kendisine bahşettiği cesaretle yetinmeyerek, hiçbir
insanlın yapamıyacağı ve aklen kabul etmeyeceği şeyleri çeşitli abartmalarla
ona isnad ediyorlar. Ondan sonra da Hz. Ebubekir'in (radiyallâhü anh) malı ve
akrabaları az olmasına rağmen (Medine'de ve halifeliğe seçileceği sırada) Hz.
Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) Ona karşı mukavemet edemediğini
söylüyorlar. Tenakuz ancak böyle olur! Allah (celle celâlühü):
“... O'dur ki, seni yardımıyle ve mü'minlerle te'yid etti. Ve
kalblerinin arasını sevgi ile birleştirdi...”[32]
âyeti ile Rasulullah'ı (sallallahu aleyhi ve sellem) Hz. Ali (kerrem'allahü
veche radiyallâhü anh) ve diğer mü'minlerle te'yid ettiğini haber vermesine
rağmen râfizîler İslâm esaslarının oturuşunu yalnız Hz. Ali'nin (kerrem'allahü
veche radiyallâhü anh) kılıcına bağlıyorlar!
Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) Sıffîn savaşının gecesinde
şöyle diyordu :
“Ey Hasan! Baban işin buna varacağını bilemedi. Allah (celle celâlühü)'a
kasem ederim ki, Sa'd b. Mâlik ile Abdullah b. Ömer'in yaptıkları iş iştir.
Yaptıkları doğru ise sevabı büyüktür. Yanlış ise cezası azdır”.
Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh), maiyetinde bulunan
bazı kişilerin Ona muhalefet etmelerinden üzüldüğünü kendisinden tevatüren
nakledilmiştir. Meydana gelen hadise de Hasan (r.a.)'ın muharebe etmeme
istikametinde olan görüşünün Ümmet içi daha isabetli olduğunu göstermiştir.
Sa'd, Saîd, İbn-i Ömer, Muhammed b. Mesleme, Zeyd b. Sabit, İmrân b. Husayn ve
bir cemaat daha savaşa girmemişlerdir. Naslar onları savaştan alıkoymuştu.
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuşlardı:
“Yakın bir istikbalde bir takım fitneler olacaktır. Fitne zamanında
(ona karışmayıp) oturan kişi (karışmaküzere) ayakta
durandan hayırlıdır...”[33]
Fakat Allah (celle celâlühü), takdir edilmiş olanı yerine getirecekti.
Buna rağmen Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh), Ona karşı savaşan
hiç kimseyi tekfir etmemiştir. Onu tekfir eden haricîleri de tekfir etmemiş ve
onlardan hiç kimseyi esir tutmamıştır.
Talha ve Zübeyre karşı iyi davranır, Muaviye ve Amr b. el-As'a beddua
ederdi. Fakat hiçbir zaman onları tekfir etmemiştir.
Râfizî şöyle diyor:
“Ali, duası kabul edilen bir zat idi. Bişr b. Ertât'ın aklî muvazenesini
kaybetmesi için beddua etti. Gerçekten kafası bozuldu. Ayzâr'ın kör olması için
bedduada bulundu. Nihayet kör oldu. Bir şehadeti ketmedince Enes'in alaca
hastalığına yakalanması için beddua etti de Enes, bu hastalığa yakalandı. Zeyd
b. Erkam'a da beddua etti, nihayet a'ma oldu.”
Râfizî'nin bu iddiasına karşı da şöyle diyoruz:
Duanın kabul edilmesi nimeti diğer ashab ve sâlih zatlar için de
mevcuttur. Ama hiçbir zaman Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh)
hakkında da aynı nimetin mevcud olduğu inkâr edilemez. Sa'd b. Ebi Vakkas'ın
kabul edilmeyen bir duası yoktu. Çünkü Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)
Onun için:
“Allah 'ım atışını isabetli, duasını müstecap kıl” şeklinde
dua etmişti.[34]
Bera' b. Malik de Allah (celle celâlühü)'a kasem ettiğinde Allah, Onun
kasemini yerine getirirdi. Buhari'de rivayet edildiği gibi Rasulullah
(sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyuruyor:
“Allah'ın kullarından öyle kişi vardır ki, O, Allah'a yemin etse,
muhakkak Allah Onun yeminini yerine getirir.”
İşte Bera' bunlardan biridir. Bera' aynı zamanda yüze yakın mübarezede
bulunmuştur.
El-Alâ' b. el-Hadramî, Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ve Hz.
Ebubekir (radiyallâhü anh) zamanında Bahreyn valiliğini yapmış ve duasının
makbul oluşu ile meşhurdur.
Râfizî şöyle diyor:
“Cumhurun rivayet ettiğine göre Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem),
Müstalik oğullarının üzerine yürümek üzere iken korkulu bir vadinin yakınından
geçti. Cibril (a.s.) inerek Rasulullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem) cinlerden
kâfir bir gurubun vadiye girerek kendisine tuzak kurmak istediklerini bildirdi.
Bunun üzerine Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem), Ali'yi çağırıp vadiye
yürümesini emretti. Ali'de onları öldürdü.”
Ey Râfizî!
Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) bu iddia ettiğinden daha
büyüktür.
Çünkü cinleri helak etmek, mertebece ondan daha aşağı olanların işidir.
Fakat bu söylediklerin belli ki yalandır. Hiçbir insan cinlerle savaşmamıştır.
Bu iddian, Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) “Zâtü'l alem”
kuyusunda güya cinlerle yaptığı dövüş haberine benziyor. Bu uydurma haberler
bizi etkilemez. Olsa olsa bu uydurmaların Kisra memleketindeki râfizîleri
etkiler. Ne olursa olsun Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) cinler
hâdisesinden çok daha yücedir.
Şîîlerden biri, hadis âlimi Ebul Beka Halid b. Yusuf el-Nablusî'den Hz.
Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) cinlerle olan muharebesini
sorunca Halid b. Yusuf:
Siz Şîî milleti olarak aklınız yok mudur?
Sizce Ömer mi, Ali mi üstündür? şeklinde soruları sormak suretiyle onlara
karşılık vermiştir. Şîî, elbette Ali üstündür, cevabını verir. Bunun üzerine
Halid b. Yusuf el-Nablusî Şîîye şöyle diyor:
Rasulullah, Ömer'e:
“Şeytan seni bir yolda yürüdüğünü görünce mutlaka yönünü başka bir yola
çevirir” demişse ve şeytan Hz. Ömer (radiyallâhü anh)'den kaçmışsa Onun
çocukları nasıl Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) ile dövüşebilir?!
İbnü'l-Cevzî “El Mevzuat” adlı eserinde, cinlerle yapılan muharebe ile
ilgili olarak uydurulan uzun bir hadisi nakletmiştir. Beyan edildiği üzre
hadise Hudeybiye antlaşmasının yapıldığı senede ve “Zâtü'l alem” diye anılan
kuyuda cereyan etmiştir. Uydurma hadis şöyledir:
Muhammed b. Ahmed el-Müfîd, Muhammed b. Ca'fer es-Sâmir'den, O da
Abdullah b. Muhammed es-Sekûnî'den, O da İmare b. Yezid'den, O da İbrahim b.
Sa'd'den, O da Muhammed b. İshak'tan, O da Yahya b. Ubeydullah b. el-Hâris'ten,
O da babasından rivayet ettiğine göre İbn-i Abbas şöyle dedi:
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem), Hudeybiye yılında Mekke'ye
doğru yürüdüğü sırada beraberindekiler sıcak ve susuzluğa maruz kaldılar. Bunun
üzerine bir su kuyusunun başına gitti ve:
“Kim birkaç kişiyle beraber gider ve “Zatü'l-alem” kuyusundan bize su
dolusu kırbalar getirirse, cennet için ona kefil olurum,” buyurdu.
İbnü'l-Cevzî'nin zikrettiği uzun hadiste, Rasulullah'ın (sallallahu
aleyhi ve sellem) su getirmek üzere birisini kuyuya gönderdiğini fakat cinden
korkarak geri döndüğünü, sonra birini daha yolladığını o da aynı akibetle avdet
ettiğini, sonra Ali'yi (r.a.) gönderince onun kuyuya inip zor bir çabadan sonra
kırbaları doldurduğu şeklinde ifadeler vardır. Mezkûr hadiste ondan sonra
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Ali'ye (r.a.):
“Sana seslenen cin, Kureyş putlarının şeytanı olan Musir'i öldüren Semmae
b. Ğurab'tir” buyurmuşlardır.
Sonunda İbnü'l-Cevzî yakardaki hadisin uydurma olduğunu söylemiştir.
Râfizî şöyle diyor:
“Güneş Ali için iki defa geri dönmüştür. Birincisi Rasulullah zamanında
vuku bulmuştur. Şöyleki:
Câbir ve Ebu Saîd'in rivayet ettiklerine göre Cibril (a.s.), vahiy
iletmek üzere Rasulullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem)geldi. Rasulullah
(sallallahu aleyhi ve sellem) başını Ali'nin dizine koymuştu. Güneş batıncaya
kadar başını kaldırmadığı için Ali ikindi namazını îmâ ile kıldı. Rasulullah
uyanınca Ali'ye:
“İkindi namazını ayakta kılman için Allah'tan güneşi geri döndürmesini
dile”, buyurdu. Ali'de dua etti ve güneş geri geldi, O da ikindi namazını
kıldı. İkinci hadise şöyle oldu:
Ali, Bâbil'de Fırat nehrini geçince beraberinde bulunanların bir çoğu
binekleriyle meşgul oldular. O da bir gurupla ikindi namazını kıldı. Diğerleri
cemaata yetişemeyince olayı münakaşa etmeye başladılar. Bunun üzerine Ali,
güneşin geri gelmesi için Allah (celle celâlühü)'a dua etti, güneş de geri
geldi.”
Ey Râfizî!
Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) faziletine dair olan
ilmimizin bu gibi yalanlara ihtiyacı yoktur.
Rasulullah zamanında vuku bulan güneş hadisesini Tahavî, Kadı İyâd ve
daha başkası bir başka şekilde rivayet ediyorlar. Onlar bu hadiseyi
Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) mucizelerinden saymışlardır. Fakat
ilimde çok mahir olan âlimler, bu hadisenin vuku bulmadığını biliyorlar. Bu
yolla gelen hadisi de İbnü'l Cevzî “El-Mevzuat” adlı eserinde zikretmektedir.
İkinci yolla gelen hadis de şöyledir:
Ubeydullah b. Musa, Fudayl b. Merzuk'tan, O da İbarhim b. Hasan'dan, O da
Fâtıma binti Hüseyin'den rivayet ettiğine göre Esma binti, Ümeys şöyle diyor:
Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) başı Hz. Ali'nin
(kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) dizinde iken Ona vahiy geldi. Hz. Ali
(kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) de güneş batıncaya kadar ikindi namazını
kılmamıştı. Bunun üzerine Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem):
“Allah’ım O, senin ve Resulünün taatında idi. Güneşi tekrar O'na gönder”
buyurdular.
Esma şöyle diyor:
“Ben güneşin battığını görmüştüm. Bilahare battıktan sonra doğduğunu
gördüm.
Ebü'l Ferac b. el-Cevzî:
Bu hadis şüphesiz olarak uydurma olup, bu hadis daha bir çok yollarla
rivayet edildiğini söylemiştir.
Sahihaynde beyan edildiğine göre bir peygamber için güneş geri
dönderilmiştir, denilecek olursa şöyle deriz:
Güneş O peygamber için geri dönmemiştir. Fakat batışı gecikmiş ve gündüz
vakti bereketlenmiştir. Gündüzün uzaması ve kısalması gizli kalabilir. Güneşin
Yuşa (a.s.) için biraz durduğunu Nass ile biliyoruz. Onun için bu hususta nass
varsa onu alırız ve onu almamıza hiçbir manî yoktur.
Fakat mesele bu büyük hadisenin vuku bulup bulmadığıdır. Bizce güneş
battıktan sonra tekrar doğmuş olsaydı, tevatür ehli, şakk-i kamer mu'cizesini
rivayet ettikleri gibi onu da rivayet edeceklerdi. Kaldı ki Şakk-i Kamer
mu'cizesi Kur'an'da zikredilmiştir. Ondan sonra Yuşa (a.s.), buna muhtaç idi.
Çünkü cumartesi gecesinde çalışmak onlara haram kılındığı gibi akşamdan sonra
da savaşı kendilerine haram kılınmıştı.
Ama ümmetimizin böyle bir şeye ihtiyacı yoktur. İkindiyi kaçıran ihmalkâr
ise ancak tevbe onun günâhını yok eder. Tevbe edildikten sonra güneşin iadesine
ihtiyaç yoktur. İhmalkâr değilse -uykuda kolan ve unutan gibi- ikindi namazını
güneşin batışından sonra kılmasında bir sakınca yoktur. Sonra güneşin batışı
ikindi vaktini sona erdirir. Bundan sonra ikindi namazını kılan onu zamanında
kılmış sayılmaz. Güneş geri gelir doğarsa tekrar batmasıyla müslümanların iftar
ve namazı tahakkuk eder. Ama tekrar batmasıyla onların oruç ve namazları iptal
olacak mıdır? Böyle bir takdir görülmüş değildir. Nitekim Rasulullah
(sallallahu aleyhi ve sellem), Hendek muharebesinde ikindi namazını kılamamış,
daha sonra birçok ashabıyla birlikte onu kaza etmiş ve güneşi geri göndermesi
için Allah (celle celâlühü)'a talepte bulunmamıştır. Fakat namazı eda
etmemesine sebep olanlara beddua etmiş ve kılamadığı için de çok üzülmüştür.
Râfizîlerin iddiası şu şekilde olursa doğru olabilir:
Güneş bulutun altına girmiş bilâhare çıkmışsa bu mümkündür. Onlar da
bulutun güneşin önünden çekildiğini görünce tekrar bir dönüş zannetmiş
olabilirler.
Babil'de güneşin Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) için
battıktan sonra tekrar geri dönderildiği haberi ise râfizîlerin
uydurmalarındandır.
Râfizî şöyle diyor:
“Üstünlükler ya manevî, ya bedenî veya haricîdir. Emirü'l-Mü'mini ise
hepsini elde etmiştir. Zühd, ilim ve hikmet elde etmiştir ki bunlar manevîdir.
İbadet, şecaat ve zekâtı bir arada yaşamıştır ki bu da bedenîdir. Haricî
üstünlüğe gelince Ali, hiç kimsenin kendisine yetişemediği soya nail olmuştur.
O, âlemlerin efendisi olan Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) kızıyla
evlenmiştir. Evlendiği kız bütün hanımların efendiyesidir. Ahtab Harzem, kendi
isnadıyla rivayet ettiğine göre Câbir (r.a.) şöyle diyor:
Ali, Fâtıma ile evlendiğinde Allah (celle celâlühü), yedi gök üstünden
Fâtıma ile olan evliliklerini akdetmiştir. Fâtıma'yı Ali'ye isteyen de Cibril
idi. Şâhidler; Mikaîl, İsrafil ile beraber yetmişbin melek idi. Allah (celle
celâlühü) kendisinde ne kadar mücevherat varsa onları saçmak için tuba ağacına
vahyetti. Tuba ağacı mücevheratını saçtı, huriler de onları topladılar.”
Ey Râfizî!
İman ve Takva dışındaki meziyetlerle Allah indinde bir üstünlük meydana
gelmez.
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem):
“Mütenebbih olunuz ki, arabın arap olmayana, takvadan başka hiçbir
üstünlüğü yoktur.” buyurmuşlardır. Yine Ebu Hureyre'den şöyle dediği
rivayet olunmuştur:
Yâ Rasulullah! İnsanların Allah indinde en çok kerem ve ihsana nail olanı
kimdir? diye sorulmuştu. O da:
“(Hayır işlemek cihetiyle) insanların en çok müttakî
olanıdır.” buyurdu. Soru soranlar:
Ya Rasulullah! Size amel cihetiyle kerem sahibi olanı sormuyoruz,
dediler. Bunun üzerine Rasulullah:
“Öyle ise (şeref cihetiyle de) Yusuf Allah'ın
peygamberidir. Yusuf, Nebiyullah 'ın oğludur. O da Nebiyullah'ın oğludur. O da
Halîlullah'ın oğludur”, buyurdu. Sual soranlar:
Yâ Rasulallah! Biz size bunu da sormadık, dediler. Bu defa Rasulullah:
“Anlaşılan siz (mensubiyetleriyle iftihar ettiğiniz) Arab
şeceresinin usûlünden (asıl soylarından) soruyorsunuz,! İyi biliniz ki
arabların câhiliyet
zamanında hayırlı olanları ilim üzerine hareket ederlerse, İslam devrinde de en
hayırlıdırlar!” buyurmuştur.[35]
Görülüyor ki İbrahim (a.s.) Allah indinde Yusuf (a.s.)'dan daha üstündür.
O halde babaları arasındaki fark elbette ki büyüktür. Buna rağmen insanoğlu
orasında nesebçe Yusuf (a.s.)'dan üstün olanı yoktur. Birisinin babası
Peygamber, diğerinin babası kâfir olan iki kişinin mevcudiyetini farzedersek,
bu iki kişi de takva ve amel yönünden eşit olurlarsa bunların cennetteki
makamları eşit olur. Fakat dünyada icra edilen, hükümler açısından durum
farklıdır. İmamette, zevciyyette, şeref ve zekatı alıp verme konularında olduğu
gibi. Tabiî ki soyluların iyi olması alelade insanların iyi olmalarından daha
faydalıdır.
Allah (celle celâlühü) şöyle buyuruyor:
“Gerçekten Allah, Ademi, Nuh'u, İbrahim hanedanını ve İmran âilesini
âlemler üzerine seçkin kıldı.”[36]
“Celâlim hakkı için, Nuh'u ve İbrahim'i (bir peygamber) gönderdik.
Peygamberliği de, kitabı da onların nesillerine verdik. Öyle iken hilaveti,
içlerinden bazısı kabul etmiştir, çokları da fâsıklardır.”[37]
“Allah şöyle buyurdu: Ey Nuh! O, senin ailenden değildir. Çünkü o,
salih olmayan bir amel sahibidir (kâfirdir). O halde bilmediğin bir şeyi
benden isteme. Seni, cahillerden olmaktan menederim”[38]
Halbuki sen, kişi ister kötü ister iyi olsun onun kurtuluşunu alevî
olmakta görüyorsun.
Bunu bırak artık!
İşte kendilerine gazap edilen yahudiler de peygamberlerin soyundan
olmalarına rağmen bir fayda görmemişlerdir.
Allah (celle celâlühü) şöyle buyuruyor:
“Ey insanlar! Rabbinizden sakının ona ibadet edin ve bir günün
azabından korkun ki, baba çocuğundan bir şey ödeyemez. Çocuk ta babasından bir
şey ödeyecek değildir.”[39]
Biz eğer “Araplar acemlerden üstündür” diyorsak, araplardaki iyilik,
takva ve güzel huyların diğerlerine nisbeten daha çok olmasındandır. Yoksa
mücerred bir ırkçılıktan değildir. Çünkü Ebu Davûd ve başkalarının da rivayet
ettiklerine göre Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuşlardır:
“Arabın arap olmayana, beyazın zenciye, zencinin beyaza olan
üstünlüğü ancak takva iledir. İnsanlar Adem 'den, Adem ise topraktandır.”[40]
Başka bir hadiste de şöyle buyururlar:
“Muhakkak Allah, câhiliyye devrindeki kibrinizi ve ecdad ile olan
övünmenizi sizden gidermiştir. İnsanlar iki çeşittir; Muttaki olan mü'min ve
şakiy olan günahkârdır.”
Biz Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) kemalde en yüksek
dereceye sahip olduğu konusunu tartışmıyoruz. Tartışmamız Onun kendisinden
önceki üç halifeden üstünlüğü ve imamete daha lâyık olup olmadığı konusu ile
ilgilidir.
Oysa Râfizî'nin delillerde Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü
anh) onlardan daha üstün ve imamete daha lâyık olduğuna dair hiçbir ispatı
yoktur. Bu konuda âlimler iki görüştedirler.
Birinci görüşte olanlar şöyle derler:
Bir kısım şahısların Allah indinde diğerlerinden üstün olduğunu bilmemiz
ancak nasslarla mümkündür. Çünkü Allah indinde tercihe sebep olan kalblerdeki
hakikatler haber-i sâdıkla anlaşılabilir.
İkinci görüşte olanlar da şöyle derler:
Bir kısım insanların Allah indinde diğer bir kısım insanlardan üstün
oluşu aklî delillerle bilinir.
Ehl-i Sünnet ise, her iki görüşe göre de olsa, hakka teslim
olunduktan sonra ilk üç halifenin Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh)'den
daha mükemmel oldukları açıkça anlaşılmaktadır, demektedirler. Kaldı ki,
tevkîfî yol olan icmâ' ve nass ile bu durum bedihîdir (açıktır), diyorlar.
Şöyle ki:
Sizden başka bütün ümmet Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh) ve Hz. Ömer'in
(radiyallâhü anh) üstünlükleri üzerinde icmâ' etmişlerdir. Tevkîfî yolla ilgili
olan nassları da daha önce zikretmiştik. Sahihaynde rivayet edildiği gibi İbn-i
Hz. Ömer (radiyallâhü anh), şöyle buyuruyor:
“Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) henüz hayatta iken,
Rasulullahtan sonra bu ümmetin en üstünü Hz. Ebubekir (radiyallâhü anh), sonra
Ömerdir, derdik.”
Bir başka ifade de, bu sözümüzü Rasulullah işittiği halde Onu kabul
etmemezlik yapmazdı, denilmektedir.
Hz. Osman (radiyallâhü anh)'a gelince, âlimlerin bir kısmı, Onun Kur'an
bilgisi yönünden Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh)'den, Hz. Ali
(kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) de sünnet bilgisi yönünden Hz. Osman
(radiyallâhü anh)'dan daha üstün olduğunu söylemişlerdir. Cihad yönünden de Hz.
Osman (radiyallâhü anh) mâlen; Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh)de
bedenen üstün idiler. Hz. Osman (radiyallâhü anh) hilâfete karşı zâhid iken, Hz.
Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) de mala karşı zâhid idi. Osman'ın
(r.a.) hal ve gidişi Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh)kinden
daha tercihe şayandır. Çünkü Hz. Osman (radiyallâhü anh), Hz. Ali
(kerrem'allahü veche radiyallâhü anh)'den yirmi küsur yaş daha büyüktü. Ashab-ı
Kiram Onu Ali'ye (r.a.) tercih etme hususunda icma etmişlerdir. Dolayısıyla
Osman'ın (r.a.) Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh)'den daha üstün
olduğu ortaya çıkmış oldu.
Râfizîler, Rasulullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem)olan yakınlığından
dolayı Hz. Ali'nin (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) daha üstün olduğunu
söyleyecek olurlarsa; biz de, Hamza'nın (r.a.) İslama ilk girenlerin en yaşlısı
ve Rasulullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem)en yakın olanıdır, deriz. Nitekim
Onun şehidlerin efendisi olduğuna dair rivayet vardır. Dolayısıyla en üstün
olması gerekir.
Râfizîler Hz. Osman (radiyallâhü anh) hakkında:
O yaptığını yaptı. Akrabalarını çeşitli mevkilere getirdi. Onlara bol bol
mükâfaatlandırdı diyecek olurlarsa, Biz de şöyle deriz:
Osman'ın (r.a.) bu konulardaki içtihadı ümmetin maslahatına daha yakın
idi. Çünkü malı sarfetmenin tehlikesi kan akıtmak tehlikesinden daha hafiftir.
Bundan dolayıdır ki Onun hilafeti zamanında, İslâm memleketleri sakin; cihad ve
fütuhat bakımından ileri, gelir açısından da zengin idi. Fakat hiçbir zaman
ondan önceki iki halifenin zamanındaki duruma yetişmemiştir. Hz. Osman
(radiyallâhü anh)'a isyan edenler de Onu küfürle itham etmişlerdir ki, her iki
fırkada da hayır yoktur.
[2] (Ebu Davud Sünnet: 8, Tirmizi, Fitan: 48, Ahmed: 4/273, 5/44, 50,
404)
[3] (Ebu
Davud'un, Kitabüz-Zühd' te sahih bir senedle Hişam b. Urveden rivayet
ettiğine göre Hişam, babası Urve'nin: Ebubekir (r.a.) İslâmı kabul ederken
kırkbin dirhemi olduğunu kendisine haber verdiğini beyan etmektedir. Urve diyor
ki: Aişe (r.a.), Ebubekir (r.a.) vefat ederken ne bir dinar ve ne de bir dirhem
bıraktığım, bana haber verdi, diyor. Usame b. Zeyd b. Esleme'den gelen bir
başka rivayetle, Ebubekir'in ticaretle tanındığı, Rasulullah'ın (sallallahu
aleyhi ve sellem) bisetinde kırkbin dirhemi olduğu, hicret ederken bundan ancak
beşbini kaldığı, onu da aynı şekilde Allah yolunda harcadığı, Ebubekir'in,
parasıyla köle azad edip, durmadan müslümanlara yardım ettiği beyan
edilmektedir. )
[4] (İbn-i Zencüveyh, Hümeyd b. Mahled olup
güvenilir olduğu sabittir. Kendisi hadiste hafız olup H. 247 de vefat etmiştir.
)
[5] (İbrahim b. Said el-Cevherî, hadiste hafız
olup, Müsned'i vardır. Hicrî 249 da vefat etmiştir. )
[6] (Buhari Nikah: 1, Müslim Nikah: 5, Nesai
Nikah: 4 )
[7] (Şi'b.
Ebu Talib'in mahallesi mânâsına gelir. Müşrikler, başta Rasulullah olmak
üzere diğer bütün müslümanlara işkence edince Ebu Talib, Mekkede bütün
müslümanlarla akrabalarının Şi'b'te toplanmalarını istedi. Toplandılar
ellerindeki mal ve erzakla geçinmeğe çalıştılar, fakat müşrikler onlara boykot
ilan ettikleri için çok sıkıntı çektiler.)
[8] (Buhari Enbiya: 39, Müslim Siyam: 35)
[9] (Ali (r.a.) Nübüvvetten 13 veya 15 sene önce
doğmuştur. Şi'b hadisesi de Nübüvvetin 10 cu senesinde vuku bulduğuna göre
Ali'nin (r.a.) o sıralarda 23 ilâ 25 yaşlarında olması daha uygundur.
(Mütercim)
[10] (Tirmizi Tefsir Al-i Imran, Ebu Davud Salat: 361, İbn Mace İkamet:
193)
[11] (Tirmizi Menakıb: 16,37, İbn Mace Mukaddime: 11)
[12] (Buhari Vudu: 10, Müslim Fedail: 138, Ahmed:
1/266, 314)
[13] (Buhari Fedail: 5)
[14] (Buhari Fedail: 6, Enbiya: 54, Ahmed: 6/55)
[15] (Buhari İlim: 22, Tabir: 15, Müslim: 16,
Darimi Rüya: 13)
[16] (Tirmizi Menakıb: 19)
[17] (İbn Mace Mukaddime: 11)
[18] (Buhari Şehadet: 27, Ahkam: 30, Hilye: 10,
Müslim Akdiyye: 4, Ebu Davud Akdiyye: 7, Tirmizi, Ahkam: 11, Nesai, Kudat: 13,
33, İbn Mace Ahkam: 5)
[19] (Hafız ez-Zehebî, İbn-i
Hazm'ın sözlerini kısaltarak burada sona erdirmiştir. )
[20] (Bunun sebebi, kendilerini
Ali'nin (r.a.) taraftarları olarak ilan eden bazı kimselerin rivayetlerinde
yalanın çok olmasındandır. Onun için hadisin sıhhat derecelerini iyice
araştıran hadis âlimleri, ehl-i beytin hadislerinden uzak durmuşlardır. Çünkü
bu âlimler ehl-i beyt adına söylenmiş bir çok uydurma hadislerin mevcudiyetini
iyi biliyorlardı. )
[21]
(Şûra: 42/38).
[22] (Buhari Fedail: 6, Enbiya: 54,
Ahmed: 6/55).
[24] (Al-i Imran: 3/165)
[25] (Buhari, Meğazi: 21, Müslim, Cihad:
104,Tirmizi, Tefsir: 3)
[26] (Al-i İmran: 3/128)
[28] (Âdiyât: 100/1)
[29] (Buhari, Cihad: 136, Müslim Hacc: 450)
[31] (Rüşeyd EI-Hicrî Nusayri inancında olan
bir şiîdir. İbn-i Hibban Onun Ric'at'a inandığını söyler. Şa'bî, Rüşeydin
Alinin (r.a.) ölümüne inanmadığını ve Ondan haber aldığını iddia ettiğini haber
verir. Şiîler onu masumiyet derecesine yüseltirler. )
[32] (Enfal: 8/62-63)
[33] (Buhari, Fiten: 12, Ebu Davud Melahim: 17)
[35] (Câhiliyet devrinde farklılık,
neseble, ecdadın şerefine izafetle idi. İslâm nazarında ise insanlar arasında