Leonardo da Vinci / Hz. İsa'nın Başı
LEONARDO DA
VİNCİ VE RÖNESANS
Ord. Prof. Dr. SADİ
IRMAK
ÖNSÖZ
Bu kitabı,
yalnız İtalyanların değil, bütün insanlığın şerefi ve en büyük sanat ve ilim
Idfihisi Leonardo’yu ve yaşadığı Bönesans devrini memleketimizde daha iyi
tanıtmak amacıyla hazırladım.
Rönesans
hareketine katılmamış olmanın ıstırabını ve mahrumiyetini çekmekte olan
memleketimizde, o devrin ve onu yaratmış olanların gereği gibi bilinmesine çok
lüzum var* dır. Kitabım bu alanda faydalı «dursa mutluluk duyacağım. Eserin
hazırlanmasında bilhassa Mereşkovski’nin «Leonardo»- sundan, Durant'ın «Büyük
Düşünürler» inden ve Schure’nin «Rönesans Peygamberleri» nden faydalanılmıştır.
SADİ IRMAK
LEONARDO DA VİNCİ NİN
DÜNYASI
I
DOĞUMU — AİLE ÇEVRESİ
Floransa
şehri, devlet arşivinin 1457 senesine ait sahibesinde şu kayda rastlanır:
«Leonardo, Piyero Leonardo ve Kateri- na dâ Vinçi’nin nikâhsız çocukları —
Hâlen beş yaşındadır.»
Leonardo da
Vinçi, babası yirmi dört yaşındayken «Ançi- ano» meyhanesinin hizmetçi kızı
olan Khterina’dan dünyaya' gelmişti. Katerina, narin yapılı, esrarla
gülümseyen, melânkolik, güzel yüzlü bir kadındı.
Floransa’da
San Marko Mediçi’ler müzesinde eski bir Et- rüsk şehrinde bulunmuş ve Tanrıça
Kibele’yi tasvir eden bar kır bir heykel vardı, ki, gülümsemesi Leonardo’nun
annesinin gülüşüne pek benzerdi.
Sanatkâr,
resim hakkındaki kitabında şu cümleleri yazarken annesini düşünmüş olmalıydı:
«Farkına varmıyor musun ki dağlık yerlerin kaba ve fakir elbiseler içinde
dolaşan kadınları, şehirlerin zengin , ve süslü kadınlarım güzellikle çok
geçerler.»
Katerina’yı
gençliğinde tanıyanlar, onu hep Leonardo’ya benzetmişlerdi. Hele ince, narin
elleri, ipek yumuşaklığında altın bukleleri ve gülümsemesi.
Leonardo,
babasından, kuvvetli bir vücut, sağlam bir sıhhat ve hayat sevgisi tevarüs etmişti.
Annesinden ise bütün varlığını dolduran ve kadın yumuşaklığındaki cazibeyi
almıştı.
öğle vakti,
büyük babası uyurken, çocuk Leonardo, üzüm bağlarındah geçer, duvarı tırmanarak
annesine koşardı.
Katerina, elinde örgü şişleri, onu kapıda beklerdi ve oğlunu uzaktan
görünce kollarını açardı. Leonardo, annesinin kucağına atılır ve onun yüzünü,
gözünü, dudaklarını ve saçlarım öperdi. '
Hele akşam
ziyaretleri Leonardo’nun pek hoşuna giderdi.
Gece,
Leonardo, büyük annesi Lena ile birlikte yattığı yataktan yavaşça sıyırılır,
giyinir, sessizce pencere kanatlarını açar ve yaşlı bir incir ağacının
dallarına yapışarak yere iner ve annesine koşardı. Soğuk, nemli çimenler, gece
kuşlarının ötüşü, ayaklarında yara açan sivri taşlar, uzak yıldızların parıltıları
ona şevk verirdi. Bir taraftan da, bir suç işler gibi, annesini ziyarete
giderken büyük annesinin uyanıp onu arayacağından korkardı. Lena torununu
sever, biraz da şımar- tırdı.
Leonardo, hep büyük annesinin aynı biçim koyu elbisesini, beyaz
başörtüsünü, kırışıklarla dolu iyi yüzünü; tatlı ninnileri- .pi ve özel bir
itina ile hazırladığı, işti'ha açıcı köy pastasını severek hatırlardı. 'Büyük
babasiyle arası pek iyi değildi. Başlangıçta, büyük baba Antonio, torununa
bizzat ders veriyordu. Fakat çocuk bu dersleri sevmezdi. Leonardo, yedi yaşına
geldiğinde Vinçi köyünün kilise okuluna verildi. Ama Lâtin grameri onu hiç
çekmezdi. Leonardo çok defa sabah erken evden çıkar, fakat okula gideceği
yerde, kamışlarla örtülü dik bir yamaca koşardı. Orada sırtüstü yatar ve
başının üstünden geçen kuşlan, âdeta hasetle, saatlerce seyrederdi- Yahut bir
çiçeği eline alır ve onu zedelememeğe çok dikkat ederek, yapraklarını zarif
tüylerini seyrederdi. Büyük babası şehre gittiğinde büyük annesinin
müsamahasına güvenerek civar dağlarda dolaşır, keçi patikalarından yürüyerek
Albano dağının vahşî kayalıklarına tırmanırdı. O tepelerden Floransa’nm,
Prato’nun, Pistoia’nın ormanlarını, çimenlerini, tarlalarını, Apuan alplerinin
karlı tepelerini, bazan da hava çok açık olursa Akdeniz’in sinsi maviliklerini
seyrederdi'. Sonra da elleri ayakları şarha şarha, toz toprak içinde ve iyice
yanmış bir yüzle eve dönerdi. Fakat o kadar mesut görünürdü ki büyük annesi onu
azarlamaya veya dedesine şikâyet etmeğe kıyamazdı.
Çocuk Leonardo, pek münzevî yaşıyordu. Babası ve amcası zamanlarının
çoğunu Floransa’da geçirirler ve bazan Vin- çi’ye uğradıkça Leonardo’ya ufak
tefek hediyeler getirirlerdi. Okul arkadaşlarına da ısınamamşıtı. Onların
oyunları kendisine yabancı gelirdi. Çocuklar bir kelebeği yakalayıp kanatlarını
yolarak artık onun uçamadığını ve sürünmeğe mecbur kaldığını görüp kahkaha
atarlarken yüzü ıstırap ile kararır ve başını çevirirdi. Bir gün hizmetçinin
besili bir domuz yavrusunu öldürdüğünü görünce İnç- sebebini söylemeksizin,
uzun zaman et yemekten vazgeçmişti
— T —
Bir gün okul arkadaşları bir köstebek yakalamışlardı. Zavallı, esir
hayvanın çırpınışlarını ye ayağına bir ip takılmış olduğu halde bir köpeğin
önüne yem olarak atılışını görünce Leonardo çocuklara salldırmış ve bunlardan
üçünü yere serdikten sonra hayvanın bacağından ipini çözmüştü. Bunun üzenine
çocuklar hep bir olup Leönardo’ya dayak atmışlardı. Leonardo ileride
haksızlıkları hatırlarken başına gelen bu ilk haksızlığı düşünmüş ve şöyle
demişti : «Seni daha çocukken doğru hareket ettiğin için döverlerse, şimdi
neler yapmazlara
Bir gün Leonardo, güneş altında gök kuşağı renkleriyle parlayan ağı
içinde bir sineğin kanını emmekte olan bir örümceğe bakıyordu. Sinek, kendini
savunmaya uğraşıyor, vızıldıyor ve sesi gittikçe hafifliyordu .Leonardo,
köstebeği kurtardığı gibi bu sineği de kurtarabilirdi, ama, karanlık ve yenik
mez bir his onu bundan alıkoyuyordu, örümceğin, sineğin kanını emmesindeki
ihtirası, bitkilerin yapısını temaşadaki masum ve ihtirassız tecessüsüyle
takip etti.
Vinçi köyü civarında Floransalı mimar Biancio büyük bir köyevi yapıyordu.
Leonardo sık sık yapı yerine gider, işçilerin taşlarla duvar örüşünü
seyrederdi. Bir gün Biancio kendisiyle konuştu ve ondaki berrak idrake hayran
oldu.
Mimar ona, başlangıçta istihza ile, fakat sonra ciddiyetle hesap, cebir,
geometri ve mekanikin temel bilgilerini verdi. Mimar, çocuğun bu bilgileri
kavrayıştaki olağanüstü kabiliyetine öyle hayran oldu ki çocuk sanki yeni bir
şey öğrenmiyor, 'çoktan bildiği bir şeyi tekrarlıyormuş gibi geliyordu.
Dedesi, torunundaki bazı garabetlerden tedirgin, hele onun solak
oluşundan pek şikâyetçiydi. Bu, fena bir alâmet sayılırdı. Ve inanılırdı ki
ileride şeytanın hizmetine girecekler, yani büyücüler hep solak dünyaya
gelirlerdi.
Büyük baba, oğlu Piero’nun ona meşru bir torun vereceği •günü
sabırsızlıkla beklerdi. Çünkü Leonardo, bir piçti, aileye' •zoraki sokulmuştu.
Albano dağının sakinleri bu dağda bir çek hayvan ve nebatların
beyaz renkte olduğunu anlatırlardı. Gerçekten de bu dağlan dolaşanlar bilirler
ki orada beyaz menekşeler, beyâz kızılcıklar, ve beyaz kuşlar sık görülür,
Zaten bu dağa Albano ismi bundan ötürü verilmişti. Bu garip dağ gibi, Leonardo
da, muhterem tanınmış bir Floransa’lı noter ailesi içinde bir garip ve yabancı
mahlûktu. '
Leonardo, ön
üç yaşma girdiğinde babası onu Floransa’ya». yanına aldı. Bu tarihten
sonra Leonardo artık köyüne seyrek; gidebiliyordu.
Leonardo’nun
1494 yılma âit hâtıralarında (ki o zaman, Milâno Dükünün
hizmetindeydi) şu cümleye rastlanır: «Bugün Katerina geldi. 16 Temmuz 1493».
Bu Katerina,
annesiydi. Katerina, kocasının ölümünden, sonra artık çok yaşamıyaeağını
hissederek oğlunu bir defa daha görmek istemişti. Böyiece Toskanalı yolcuların
arasına, katılarak Milâno’ya vardı. Leonardo kendisini saygılı bir içlilikle
karşıladı. Onun yanında Leonardo, kendi çocukluğunu ve- gece'eri yahn-ayak,
kendisine koşarak yatağına sokulduğunu,
ve sım sıkı onu kucakladığını hatırlardı. Katerina oğlunu gördükten
sonra köye dönmek istedi. Fakat Leonardo bırakmadı. Civardaki Santa Çiara
Manastırında ona bir oda tuttu ve oraya yerleştirdi. Katerina hasta ve yatalak
olmuştu. Fakat oğlunun evine taşınmak istemedi. Bunun üzerine oğlu onu hasta-
haneye kaldırdı ve her gün ziyaretine gitti. Hastalığının son. günlerinde
annesinin başından ayrılmaz olmuştu. Fakat dostlarından ve talebelerinden hiç
birisi bundan haberdar değildi. Konuşmalarında ve hâtıralarımda bundan hiç
bahsetmezdi. Yalnız bir defa notlarında ayni hastahanede yatan kendi tâbiriyle
masal yüklü bir kadından bahsederken annesinin ismini de yazmıştır. Son defa
olarak dudaklarını annesinin soğumuş elleri üzerine kondurduğu zaman, nesi
varsa ve ne- olmuşsa hepsini bu Vinçi köylü fakir, dağlı kadına borçlu olduğunu
hissetti. Cenazesini Anoçio Meyhanesinin hizmetçisi gibi değil, kibar bir
kadına lâyık bir tarzda kaldırdı. Bu tarihten altı yıl sonra 1500 de Prens
Moro’nun düşmesinden sonra Floransa’ya gitmek üzere Milano’da eşyalarını toplarken,
bir dolapta itina ile bağlanmış bir küçük paket buldu. Btu annesinin ona
Vinçi’den getirdiği köy hediyeleriydi. Kaba gri ketenden annesinin ördüğü iki
gömlek ve keçi yününden ikt çorap. Leonardo bunları hiiç giymemişti, çünkü pek
ince çamaşıra alışıktı, fakat şimdi İlmî kitaplar, teknik aletler' arasında
bü unutulmuş paketi bulunca deruı bir hüzün duydu. Sonraları, ülkeden ülkeye,
şehirden şehire, dolaşırken bu fakirane
paketi hep yanında taşımıştı. O, bu paketi herkesten gizli ver kendisine
en aziz olan eşya arasında saklardı.
YETİŞMESİ
Babası, bu nikâhsız çocuğuna iyi bir terbiye vermek ve onun da bütün
Floransa’Iı ataları gibi noterliğe yetişmesi için hazırlanmasına çelişiyordu. O
tarihlerde Floransa’da meşhur tabiat âlimi matematikçi, fizikçi ve astronom
Toskanelli yaşıyordu. Kristof Kolomb’u meşhur Amerika seferine teşvik eden,
oydu, öyle ki Kristof, Toskanelli’nin elinde muti’ bir aletti ve sadece bu
Floransa’Iı münzevî bilginin düşündüklerini tatbik ediyordu. Çağdaşlarının
ifadesine göre Toskanelli saray entrikalarından ve sefahetinden uzak, iskolâstilere
yabancı bir aziz gibi yaşıyordu. Parayı hakir görür, hiç et yemez, cinsî
hayattan uzak yaşardı. Yüzü çirkindi, sadece, gözleri berrak, sâkn ve bir
çocuğunki gibi masum ve güzeldi.
•1470 yılında bir gece yarısı, henüz delikanlılık çağına bile girmemiş
bir çocuk, bu bilginin kapısını çalıyordu. Toskanelli onu abus ve soğuk
karşıladı* Bu geleni, mutad âvâre müteces- sislerden birisi sanmıştı. Fakat
Leonardo ile bir müddet konuşunca o da bir zamanlar Biacio gibi bu çocuktaki
matematik dehasına hayran olmuştu. Toskanelli onu öğrenci olarak yanına aldı.
Yaz geceleri kokulu çiçeklerle ve siyah çamlarla bezeli Pino dağına
tırmanırlardı. Burada bir bekçi kulübesi büyük astronoma rasathane vazifesi
görürdü.
O, genç talebesine tabiat kanunlarından ne biliyorsa öğretti.
Leonardo, bu sohbetlerden, ilmin o ana kadar insanlığın bilmediği
kudretini kavramıştı. ‘Babası, Leonardo’nun bu öğrenme cehdine mani olmuyordu,
yalnız para getiren bir meslek seçmesini istiyordu.
Oğlunun boyuna resim çizdiğini ve modeller yaptığını görünce o
eserlerden bir kaçını meşhur ressam heykeltraş Ver- roçio’ya gösterdi. Bunun
üzerine Leonardo, bu sanatkâr yanında öğrenci oldu.
Verroçio, fakir bir tuğla işçisinin oğluydu ve Leonardo dan ancak on yedi
yaş büyüktü. Salaş evindeki yarı
karanlık atölyesinde, burnunda
gözlüğü, elinde lüpü çalışma masasına oturduğu zaman, bir büyük sanatçıdan
ziyade, bir Floransa’lı eskici gibi görünürdü. Yüzü hareketsiz, düz ve etliydi.
Çift çeneli zarif ve sıkı sıkıya kapalı dudakları üstünde nafiz, iğne gibi
keskin bakan gözleri, soğukkanlı, keskin ve pervasız araştıran zekâsını ifşa
ederdi. Kendisinin ustası Uçelloydu. Bu zat, mücerret matematiği sanata tatbik
etmek ister ve bilhassa zorlu perspektif meseleleriyle uğraşırdı. Anlayışsızlık
ve hakarete uğrayarak acı bir sefalete düşen bü sanatkâr, neredeyse çıldıracaktı.
Günleri aç, geceleri uykusuz geçiriyordu. '
Bir gece, uykusuz ve açık gözleriyle karanlık yatağında yatarken
birden karısını uyandırarak «Oh» demişti; «perspektif ilmi ne kadar tatlı!»
ömrünü, anlaşılmamış bir adam olarak tamamlamıştı.
Verroçio da hocası Uçello gibi matematiği ilmin ve sanatın temeli sayar
ve matematiğin bir dalı olan geometriyi bütün ilimlerin anası ve sanatlar
sanatı olan resmin temeli sayardı. Tam bilgi ve güzelliği tam tatma onun
nazarında aynı şeydi. Güzelliği veya çirkinliği ile dikkati çeken bir insan
uzvu gördüğü zaman başkaları gibi iğrenmeden veya meftunluk duymadan, meselâ
Botiçelli gibi, düşünemez, onu inceler, gördüğünü alçıya dökerdi. Bunu kendisinden
evvel kimse yapmamıştı. Eserini sonsuz bir sabırla ölçer, biçer, araştırır,
kıyaslardı. Güzelliğin kanunlarında matematik zaruretlerin bir ifadesini bulurdu.
Sandro’dan daha fazla, yeni bir güzellik peşindeydi. Bunu ancak
kendisinden önce kimsenin yapmadığı şekilde, tabiat sırlarına derinliğine
girmek sayesinde bulabileceğine inanırdı. Çünkü onun nazarında mucize, hakikat
değildi; hakikat mucizeydi.
Piero da Vinçi, on sekiz yaşındaki oğlunu Verroçio’ya takdim ettiği gün,
ikisinin de kaderi taayyün etmişti; çünkü Verroçio, Leonardo’nun yalnız
öğretmeni değil, aynı zamanda öğrencisi olmuştur.
Vallambroz rahiplerinin Verroçio’ya ısmarladıkları bir îsa tablosuna
Leonardo bir diz çökmüş melek ilâve etmişti. O ana kadar Verroçio’nun sadece
sezdiği ve anadan doğma bir kör gibi aradığı ne varsa, Leonardo bulmuş ve
canlandırmıştı. Sonraları anlatıldığına göre Verroçio, talebesinin böylece
kendisini geçmesi üzerine öyle perişan olmuş ki, resmi bırakmak istemişti. Ama
hıakikatta ikisi arasında hiç bir zaman düşmanlık olmamıştır.
Onlar birbirlerini tamamlamışlardır. Leonardo, Verroçio’- da olmıyan
derinlikte yaratıcılığa sahipti. Buna karşılık Verroçic yerinde duramıyan, çok
cepheli, Leonardo’da bulunmıyan bir sebat melekesine sahipti. Birbirlerini
kıskanmadan ve birbirlerine rakip olmadan hangisi ötekinden öğrenmekte
olduğunu fark bile etmezlerdi.
O tarihlerde Verroçio, Orsanmişel Kilisesi için İsa'nın Havari Tomas’la
birlikte bakırdan bir heykelini yapıyordu. Efsaneler çılgınlıkları içinde
bulunan Boniçelli ile cennet hülyaları gören Angeliko’nun aksine olarak,
Isa’nın yarasına parmağını koymuş olan Tomas’ı şimdiye kadar görülmemiş
şekilde, insanın Allah huzurundaki gururunu ifade eden bu eser, araştırıcı
zekânın, mucizelere karşı gururunu ifade edecekti.
Leonardo’nun ilk eseri Floransa’lıların Portekiz Kralına verecekleri bir
hediye olarak hazırlanacak ve Flander’de altınla işlenecek bir ipek perde
projesiydi. Bu resim Âdem’le Havva’nın günahkârlığını anlatacaktı. Cennetteki
hurma ağaçlarının gövdelerinden birisi o kadar başarıyla resmedilmişti ki, o
devirde yaşamış olan birisinin ifadesiyle, bir insanını böyle bir sabra sahip
olabilmesi akıllara durgunluk verebilirdi.
Şeytan ruhlu yılanın kadına benziyen yüzü, iğfal edici bir güzelliğe
sahipti. Kadın mağrur bir tecessüsün gülümsemesiyle elini idrak ağacına
uzatıyordu. Aynen VerroÇiö’nun resminde Tomas’ın haça gerilmiş Isa’nın yarasına
elini uzatması gibi.
Bir gün. babası, Leonardo’ya, yuvarlak bir tahta üstüne, bir dostu için,
sembolik bir resim yapmasını istedi. Leonardo, bakana dehşet verecek tabiat
dışı bir mahluk (Medüz kafası gibi) yapmayı kararlaştırdı.
Kimsenin girmesine müsaade etmediği odasına kertenkeleler, yılanlar,
böcekler, kırkayaklar, yarasalar ve daha garip bir çok hayvanlar topladı. Bunların
her birinden birer uzuv alarak birleştirdi. Bunu büyüttü, böylece mevcut
olmıyan, fakat gerçek tesiri veren tabiat dışı bir mahlûk meydana geliyordu.
Aynen Oklit ve Fisagor’un geometri dâvalarını birbirinden çıkarmaktaki
vuzuhuyla, gerçekliklerden tabiat dışı bir varlık doğuyordu. Hayvanb ir kaya
yarığı üstünde sürünürken siyah parıltılar içinde yanan pullu karınla toprak
üstünde hışıltılar çıkarıyor gibiydi. Genzinden boğucu bir soluk çıkıyordu. Gözleri
kıvılcımlıydı. Yoklayıcılarıhdan dumanlar çıkarıyordu. Gariptir ki bu çirkin
mahlûk güzel bir şeymiş gibi gözleri çekiyordu. Resim bitince babasını
çağırdı. Resmi siyah bir örtüyle örttü ve üstüne bir delikten hafif bir ışık
düşürdü. Babası bunu görünce korkusundan bayıldı. Leonardo ise babasının
yüzünde meydana gelen dehşet çizgilerini tetkik ediyordu : «Resimden maksat
hasıl oldu» dedi. «O, benim istediğim tesiri yaptı, artık tamam olmuştur
.götürebilirsin»
1481 yılında Sandönato rahipleri üç mukaddes kralın ibadetini gösteren
bir mihrap resmi ısmarlamışlardı.
Leonardo, bu tablosunda, kendisinden önce hiç bir ressamın gösteremediği
bir anatomi bilgisi ve insan duygularının vücut hareketleri vasıtasiyle
ifadesinde bir harika yarattı.
Tablonun fonunda eski Yunanistana dair figürler görünüyordu. Bir zeytin
ağacının gölgesinde, bir taş üstünde, kucağında Isa, Meryem oturuyor ve bir
çocuk temizliğiyle gülümsüyor, binlerce yılın hikmet yükü altında yorulmuş
gibi, hakimler boyunları eğilmiş, elleriyle yarı kör gözlerini örtüp Allahın
insan oluşunu seyrediyorlar.
Leonardo, bu tabloyu tamamlamamıştı. O, zaten, erişilmemiş mükemmeliyet
peşinde, hiç bir tablosunu tamamlamamıştır.
Petrark’ın dediği gibi «ölçüyü aşan susuzluk dindirilemez» Onun Verroçio
atelyesindeki arkadaşları arasında dostları kadar düşmanları da vardı.
Bunlardan biri hocayla talebesi arasında pederasti bulunduğu iddiasını ortaya
atmıştı. Bu iddianın kolay inanılır bir tarafı vardı. Leonardo Floransa’nın en
güzel delikanlılarından idi ve kadınlarla hiç alâkası yoktu. Bir çağdaş diyor
ki:
«Bütün görünüşünde öyle bir güzellik vardı ki ona bakarken insan en
kederli ânında sevinç duyardı.»
O yıl Leonardo Verroçio’nun atelyesinden ayrıldı ve kendisi ev açtı.
Daha o tarihte Leonardo’nun kâfir olduğu ve Allaha inanmadığı şayiaları dolaşmağa
başlamıştı. Artık Floran- sa’da kalamazdı.
Babası, Leonardo’ya Loranso dö Mediçi’nin bir kârlı siparişini temin
etti. Fakat o Loranzo’yu tatmin edememişti. Çünkü Loranzo biraz seviyelice
dalkavukluk isterdi. Cesur ve hür ruhlardan hoşlanmazdı. Boş oturma Leonardo’yu
sıkmağa başlamıştı. Mısır Sultanı Kaytbay’ın sefiri ona Suriye’de baş mimarlık
teklif etmişti. Leonardo Floransa'dan çıkmak için her şeyi göze almıştı, bir at
başı biçiminde çok telli bir gümüş saz icat etmişti. Loranzo müziği severdi ve
bu sazı çok beğenmişti. Kâşifine Milâno’ya gitmesini ve bu sazı Dük Moro’ya
hediye etmesini söyledi. 1482 yılında Leonardo, otuz yaşında olduğu halde
Milano yolunu tuttu. Fakat bir sanatkâr veya bilgin olarak değil, saray
muzikacısı olarak. Hareketinden önce Moro-ya şu mektubu yazdı:
«Harp makinesi icat edenlerin eserlerini gördükten sonra, bunların işe*
yarar şey olmadığını tesbit ettim. Onun için zatı devletinize bilgilerimin
sırlarını tevdi etmek isterim.»
Bundan sonra, ateşe dayanıklı köprüler, kaleleri uçurabilecek silâhlar,
yeraltı yolları, ırmak altlarından geçecek kanallar, mayın, ansızın düşman
ordusu içine dâlacak görünmez arabalar, bombardıman aletleri, otobüsler,
kuşatma aletleri, mancınıklar, infilâk maddeleri hakkındaki şahsî keşiflerini
bildiriyordu ve diyordu ki:
«Barış zamanlarında zâtı devletinize resmi binalar, kanallar, su akıtma
boruları yapacak bir mimar olarak hizmet etmek isterim. Bundan başka mermer,
demir, topraktan heykeller ve her siparişe göre tablolar, hiç kimseden aşağı
kalmıyacak derecede, yapabilirim.
Aziz atanız Sforça’nm hâtırasını ebedileştirecek şekilde bronzdan bir at
heykeli de yapabilirim. Eğer yukarıda anlattığım keşiflerim size inanılmaz
gibi görünürse sarayınızın bahçesinde veya arzu ettiğiniz her yerde tecrübesini
görtere- bilirim.»
III
RÖNESANS BAŞLIYOR
Floransa’da Orsanmişele kilisesinin yanında kumaş boyacıları loncasının
depoları vardı. Evlerden biçimsiz balkonlar, birbirine eşit olmıyan direkler
çıkmıştı, Kiremit damlar öylesine birbirine yakındı ki gök ışığı dar bir
çatlaktan girebilirdi ve sokak gündüz bile karanlıktı. Dükkân kapılarında
Floransa’da boyanmış yabancı kumaşlar asılıydı. Arnavut kaldırımı sokağın
ortasında boyahane sularının aktığı dar bir çukur vardı.
En büyük depo üstünde Kalimata loncasının bayrağı asılı idi: Kırmızı bir
zemin üstünde altın renk bir kartal ve bir top beyaz yün.
Bu dükkânların birinde hesap defterlerine dalmış, Floran- sah zengin
tüccar ve kopsül Çipriano oturuyordu. Soğuk bir Mart günüydü. Tıka basa dolu
depodan yayılan dumanlar genzi tıkıyordu. Bu Mart gününün beyaz ışığında
soğuktan tüyleri kabarmıştı. Eskimiş ağaç kakan kürküne iyice sokulmuştu. Kulağının
arkasında kalın bin kuştüyü vardı. Miyop, fakat dikkatli gözleriyle hesap
defterinin parşümen yapraklarını inceliyordu.
Defterin ilk sayfasında şöyle yazılıydı: «Efendimiz İsa’nın ve kutsal
bâkire meryemin adına bu hesap defteri 1494 senesinde açılmıştır»
Çipriano yünlüler ve Mekke’den gelmiş baharat hesaplarını inceledikten
sonra koltuğuna yaslanmış, Monpel e’deki ortağına yazacağı mektubu
düşünüyordu. Bu sırada birisi dükkânına girdi. Gelen, onun üzüm bağlarını
kiralanrş olan çiftçi Gril- lo idi. Elinde bir sepet yumurta ve bir tavuz
vardı: «Sen misin Grillo?» dedi Çipriano, «nasılsın, bu bahar bir şeye benzemiyor
değil mi?» Adam: «Zaten bahar, yaşlılara iyi bir şey getirmez. Kemikler ağrır
ve mezar hasreti çeker. Size paskalya yortusu için yumurta ve tavuk getirdim»
dedi.
Çipriano
teşekkürden sonra iş üstünde konuşmağa başladı:
«işler hazır mı?» dedi. «Gün doğuncaya kadar hazır olacak mıyız »
Grillo
düşünceli içini çekerde: «Her şey hazır, dedi Yete-
cek kadar işçi de var ama, bunu biraz geciktirmeni
teklif edeceğim.» '
Çipriano: «Kimsenin bizden önce davranmaması için acele etmeliyiz dememiş
miydin?» dedi.
«Evet» dedi,, Grillo «fakat korkuyorum. Hele şu mübarek günlerde!
Yapacağımız iş de hayıçlı bir iş değil »>
«Günahsa ben üstüme alıyorum» dedi Çipriano, «korkma, kimseye söylemem.
Ama gerçekten bir şeyler bulacak mıyız?»-
«Niçin bulmıyajım? Bütün belirtiler bunu gösteriyor. O değirmen
arkasındaki tepeyi dedelerimiz bile tanırlardı. Hattâ geceleri San Giovanni
tepesinde yalancı ışıklar yanar; orada □eler yok ki... Anlattıklarına göre daha
geçen gün Marinyola- da bir kuyu kazılırken bir şeytan heykeli bulmuşlar.»
— Nelerden bahsediyorsun, ne biçim şeytanmış bu?
— Bakırdanmış, boynuzlu, keçi bacaklı imiş suratı; acaip gülüyor gibi.
Tek ayağı üzerine dansedermiş. ihtiyarlıktan paslanmış ve yeşil olmuş.
— E, onu ne yapmışlar?
— Mikael kilisesine bir çan dökmüşler.
Çipriano öfkeyle irkildi: «Bunu bana vaktiyle neye söylemedin?»
— Siz o zaman işleriniz için Siena’daydmız.
— Bunu bana yazabilirdin, birini gönderirdim yahut kendim gelirdim.
Onlara bir değil, on çan yaptırırdım. Budalalar! Danseden bir kuşu döküp çan
yapmak! Belki de Yunan hey- keltraşı Skopas’ın bir eseriydi.
— Hakikaten bu adamlar budala. Onlara darılma. Cezalarını buldular.
Çanın yapıldığı iki seneden beri, elma ve kirazlarını kurtlar yiyor, zeytinler
de mahsul vermiyor. Çanın sesi de bir çirkin ki...
— Neye?
— Bunu size nasıl anlatayım îşte ses hoş değil. Hıristiyan gönüllerine
neşe vermiyor. Mânâsız mânâsız şangırdayıp duruyor. Elbette böyle' olacaktı.
Kötü bir şeytandan iyi bir çan olmaz ya.... Darılmayın ama papâzın hakkı var.
Topraktan kazılarak çıkarılan ve temiz olmıyan şeylerden hiç bir zaman hayırlı-bir
şey meydana gelmez Onun için çok dikkatli davranmalıyız, Yanımıza haçlar
alarak Ve düa ederek işe başlamalıyız. Çünkü’şeytan kurnaz ve hüekârdır. O,
rezil, bir kulaktan girer, öbüründen çıkar. Geçen sene topraktah çıkarılan
mermer
el de, hayır getirmedi. Allah bizi korusun. Onu
düşünmek bfle korkunç... ’ ,
— Anlat bana Grillo, geçen şene o eli
hasıl bulmuştun
— Güzdü. Sen Martin gecesiydi. Akşam yemeğmdeydik. Kârım sofraya bir hamur
yemeği koyuyordu ki yeğenimiz Za- hallo çıka geldi. Ben onu akşam, değirmenin
yanındaki tepede bırakmıştım. Çürümüş bir zeytin ağacının kökünü kazıyacak- tı.
Oraya kenevir ekmek istiyordum. Zahallo, «amanın» dedi. Her tarafı titriyor,
dişleri gıcırdıyordu. «Bu sırada dehşetli şeyler oluyor, ağaç kökünün altından
bir ölü ortaya çıktı. Bana inanmazsanız gidin, gözlerinizle görün.- Kazdığımız
toprağın içinden beyaz bir parıltı peyda oldu. Eğildim. Topraktan bir el
yükseliyordu. Bir şehirli kızın eli gibi güzel ve inceydi. Bu ne biçim şeytan
işi, dedim. Deliğe feneri tuttum. Elin ve parmakların kımıldadığını gördüm.
Artık dayanamazdım. Neredeyse yere yıkılacaktım Be.reket versin ebe ve büyücü
Moıına Bönda bağırdı. Budalalar, neden korkuyorsunuz? Görmüyor musunuz ki bu el
canlı değil, taştan. Eli tuttu ve bir pancar çeker gibi topraktan çekti. El, ek
yerinden kopmuştu. Nineciğım, bırak, dedim. Dokunma. Bize felâket getirmemesi
için yine toprağa gömelim. Hayır, dedi, ebe. Bu doğru olmaz. Onu kiliseye götürelim.
Evvelâ papasa dua ettirelim. Ama, koca karınınki meğer hile imiş. Eli papasa
değil, sandığına saklamış. Eli istedim, vermedi. Ebe o zamandan beri bu eli
kullanıyor, birisinin dişi mi ağrıyor, bu elin parmağı ile adamın yanağına
dokunuveri- yor, tamam: Bir inek sancılanıp doğuramıyor mu, eli hayvanın
karnına dokunduruveriyor, iş bitiyor. Bu haber her tarafa yayılmış. Kadın çok
para kazanıyor. Ama para hayır getirmedi. Papasımız Fostino beni bırakmadı.
Kilisede aleyhime vaazlar verdi. Benim için «Şer aleti şeytan uşağı» dedi.
Beni baş pnpasa şikâyet edeceğini ye afaroz ettireceğini söylüyor. Mahalle
çocukları arkamdan koşuyorlar. Grillo büyücüdür, büyük anası da cinin
birisidir. Şeytan onların ruhlarını satın almış diye bağırıyorlar. İnanın
bana, gece bile rahatım yok. O mermerden el hep üstüme yürüyor ve uzun
parmaklar boğazımın sokacak gibi geliyor. Bir gün büyük annem sabah kızılh-
ğında- kök toplamak için sokağa çıkınca .sandığının kilidini kırdın eli aldım, size getirdim. Eskici Lotto'bana
on lira teklif etti. Halbuki siz 8 yeriyorsunuz. Ama iki liranın ehemmiyeti
yok. Ben size canımı veririm.
— Bütün bu anlattıklarına göre değirmenin bulunduğu tepede bir şeyler
bulacağız.
— Bulmasına bulacağız ama dikkat edelim Fostino bunu duymasın. Duyarsa benim
başıma öyle işler getirir ki onun size de zararı olabilir. Halkı aleyhinize
teşvik edebilir. Allah yardımcınız olsun. Hâkimle bir işim var. Bana yardım edin.
— Değirmencinin senden istediği arazi için mi?
— Evet, değirmenci bir rezil. Kurnaz tilki, ben hâkime bir dana
getirdim. Halbuki o, gebe bir inek verdi. Beni atlattı. Hâkimin onu
kayıracağından korkuyorum. Hâkim nezdinde beni himaye edin. Sizin için değirmen
tepedeki kazılarda gayret sar- fedeceğim.
— Grillo üzülme. Hâkim, ahbabım. Şimdi git. İneklerinin yiyeceğini ver.
Bu gece seninle birlikte San Gervazeyo’ya gideceğiz.
Grillo teşekkürle ayrıldı. Çipriyano ise kimseryjn girmediği yan odaya
girdi. Burada bir müzede olduğu gibi' çeşit çeşit mermer ve bronz eşya vardı.
Bezlerle örtülü tahtalar üstünde paralar ve madalyalar sıralanmıştı.
Heykellerden kopmuş parçalar sandıklara yerleştirilmişti. Bu tüccar,
ortaklarının yardımıyla dünyanın her tarafından antika eşya topluyordu. Atina’dan,
İzmir’den, Muğla’dan, Kıbrıs’tan, Rodos’tan, Mısır’dan ve Anadolu’dan...
Kalimala loncasının şefi hâzinelerini temâşâ etti. Sonra da yük gümrüğü
hakkında derin düşüncelere daldı.
Bu sırada üç delikanlı sokak lâmbasının ışığında konuşuyorlardı.
'Bunlardan Antonyo: «Evet», dedi. «Durun bakalım. Şimdi sadece eski tanrıları
yerden çıkarmakla yetinmiyorlar, yenilerini de yapıyorlar, Bugünün ressam ve
heykeltraşları Allahın felâsı mahlûklar, hep şeytanın emrinde. Tanrının evinden
bir şeytan tapmağı yapıyorlar. Put tanrıları aziz tablolarının üstüne birer
kudsal varlık gibi yerleştirip ona tapıyorlar. Johan Toyfer yerine Baküs,
Meryem yerine orospu Venüs! Böyle tabloları yakmalı, külünü rüzgârda savurmalı.
Arkadaşı Giovanni susuyordu. Şaşkınlıkla ince çocuk kaşlarını çatıyordu.
Nihayet: «Antonyo», dedi. «Duydum ki yeğeniniz Leonardo da Vinçi, atölyesine
çırak alıyormuş, çoktandır benim de arzum var:
«Giovanni» dedi Antonyo, «Ruhunu berbat etmek istersen Leonardo’nun
yanına git.
— Neden, nasıl?
— O vâfaA benim yeğenim ve« bmtdeö yirmi yaş büyük, fakat tatilde
denildiği gibi «kâfirden yüzünü çevir» Lebnardo bir kâfirdir ve Allahı inkâr
edendir. Şeytanın kibri, onun ruhunu karartmıştıt. Matematikle V₺ büyücülükle
tabiatın sırlarını çözmeğe uğraşır.
Giovanni, «Antonyo» dedi: «Leonardo’nun Milano'dan Flq- ransa’ya geldiğim
duydunuz mu?
> Ne maksatla?
— Dük onu buraya göndermiş, Lorenzo’nun terekesinden bazı resimler satın
aldırmak için.
Eli geldiyse gelmiş, bana ne?
Giovanni, «O riyakâr Antonyo kehanetleriyle yiûe maki korkuttu mu?» dedi.
— Bırak ö şeytanı. Antonyo ile konuştun mu?
— Evet.
— Neye dair?
— Kâfirler hakkında ve Leonardo da Vinçi hakkında.
İşte tamam, hep bu Leonardoyu sayıklarsın. Seni büyüledi mi? Dostum,
bu-delilikleri kafandan çıkar, yanımda kâtip olarak kal. Sana Lâtince
öğretirim, seni bir hukukçu ve bâr hatip yaparım. Meşhur olursun, zengin
olursun. Ressamlıktan ne çıkar. Seneka bile resim için «Bir erkeğe yaraşmaz bir
meslek» dememiş midir? Şu sanatkârlara bak. Hepsi kültürsüz, patavatsız
adamlar.
— Leonardo’nun büyük bir bilgin olduğunu söylüyorlar.
— Bilgin mi Adamcağız Lâtince bile bilmiyor. Hele Yü- nancadan hiç haberi
yok. Çiçero ile Kîntilya’yı birbirine karıştırır. O mu bir bilginmiş?
— Harikulâde makineler icat ediyormuş diyorlar. Hele tabiat
müşahedeleri...
— Makineler ha! Ne işe yarar bunlar? Makinelere acaip tekerlekler takmak,
kuşların uçuşuna bakmak, çimenlerin büyümesini gözetlemek, bunlar da ilim mi?
Bunlar çocuk oyuncağı. Giovanni dinle; bizim üstadlarımız, eski Yunanlılar ve
Romalılardır, insanın ne yapması kabilse onlar yapmışlardır. Biz onları ancak
taklit edebiliriz. Boynuz kulağı geçmemelidir.
IV
UÇMA İHTİRASI
Leonardo’nun defterlerinden birinde şu cümlelere rastlanır:
«Hantal vücutlu kartal, kanatlarıyla o hafifçecik havanın içinde
uçabiliyor ve iri gövdeli gemiler yelkenlerle deniz üstünde kunıldayabiHyor
da, insan niçin kanatlarla havalarda uça- masın? Niçin rüzgârlara hâkim
olamasın? ve Niçin müzaffera- ne göklere kanat açamasın?»
Bu satırların yanında bir resim vardı. Bir gövdeye bir demir kuyruk
takılmış, ona da demir kanatlar bağlanmış, bu kanatlar iplerle
kımıldatılıyordu, fakat şimdi bu makine Leonar- do’ya kaba ve biçimsiz
görünüyordu. Yarasaya benziyen yeni bir makine yapmıştı. Kanatların iskeleti
bir el gibi mafsallarla kımıldayan parmaklarla cihazlanmıştı. Tabaklanmış deri
ve hariı ipekten bandlarla bir manivelâ ve bir safha bu parmaklan
birleştiriyordu. Bir manivelâyla kanatlar kaldırılabiliyordu. Dört kanat at
ayakları gibi kımıldıyorlardı. Kırk arşıh uzuı> tuğunda ve sekiz arşın
yüksekliğindeydiler. Bu kanatlar geriye doğru işlediği zaman tayyare öne doğru
hareket ediyordu. Aşar- ğıya eğildikleri zaman makineyi yukarıya
kaldırıyorlardı. Uçacak adam, ayaklarını bir üzengiye basınca, kanatlara giden
ma- nîvelâyı harekete geçiriyordu.
Leonardo bilirdi! ki bir makinenin mükemmeliyeti, uzuvlarının
güzelliğine ve tenasübüne bağlıdır. Elindeki modelde ise bazı çirkinlikler
kendisini üzüyordu. Matematik hesaplara dalmış, hataları araştırıyordu.
Birdenbire rakamlarla doldurduğu sahifeyi elinden fırlatarak: «Yanlış, Allah
canını alsın!» diye bağırdı. Oda, makine kısımlariyle, kitaplarla tavana kadar
tıka-basa doluydu. Bir güvercin açık pencereden içeri dalmıştı. Kanatlaryle
tavana ve duvara çarpıyordu. Nihayet Leonardo’nun tayyare kanatlarından
birisine kanadıyla takıldı kaldı. Leonardo, kuşun kanadını, takıldığı yerden
çıkardı, ipek gibi kara başını öptü, okşadı ve açık pencereden dışarı bıraktı.
Kuş, sevinç cıvıltılarıyla göklere uçtu.
w<Ne kadar kolay, ne kadar basit uçuyor!» diye düşündü, Leonardo.
Gıptayla ve kederli gözlerle kuşun ardından baktı. Sonra âdeta nefretle kendi
tayyare modeline baktı. O esnada yere uzanmış uyuyan makinist yamağı Astro
uykusundan uyanmıştı. «Uyumuş kalmışım» dedi. «Üstadım, beni neye uyandırmadın?
Ben bugün sol kanadı da tamamlamak istiyordum ki yarın uçabilelim»
— Uykunu aldığın iyi oldu, dedi. Bu kanatlar zaten işe yaramaz.
— Pekâlâ oldu. İnsanı değil, fili bile taşıyabilir. Bırakın bir
deneyeyim. Korkarsan su üstünde uçayım. Düşersem bir banyo almış olurum.
Yalvarmağa başladı.
— Sabırlı ol yavrum. Her şeyin bir vakti var.
Astro ağlamağa başladı : «Niçin derhal değil. Allahın varlığına
inandığım gibi, uçacağıma inanıyorum.
— Uçamıyacâksm... Ben bunu matematikle anladım.
— Zaten korkuyordum. Matematiğin Allah belâsını versin. Kaç yıldır bu
matematikle vakit geçiriyoruz. Bir sivrisinek ve en aşağılık bir böcek bile
uçsun da insan sülük gibi sürünmeğe mecbur kalsın. Buna kızılmaz mı, daha ne
bekliyoruz? İşte kanatlar hazır...
Birdenbire rengi değişerek:
— Üstadım, dedi, yine harikulâde bir rüya gördüm.
— Yine rüyanda uçtun mu yoksa?
— Han de nasıl!...
V
İYİ İNSAN
Leonardo’nun öğrencilerinden Beltrafio, bir zamandan beri altı
florinalık öğrenci parasını ödeyemiyordu. Giovanni onun namına üstaddan özür
dilemek istedi:
«Üstadım» dedi, kekeliyerek ve kızararak, «bugün ayın on dördü, halbuki
aylığı ayın onunda ödememiz lâzımdı. Param yok, arkadaşım bana kopya işleri
getirecek, oradan para alıp sana ödeyeceğim.»
Leonardo hayretle baktı: «Giovanni» dedi, «neler saçmalıyorsun. Para
lâfını ağzına almaya utanmıyor musun?»
Leonardo alnını kırıştırdı ve bahsi deriştirdi. Sonra cebine davrandı,
orada kalmış son lirasını çıkararak:
«Giovanni» dedi, «Çarşıya git, bana yirmi tane mavi resim kâğıdı, bir
paket kırmızı tebeşir, bir de fırça al»
— Bunlar on soldi tutar, dedi, üstünü getiririm.
Hayır, getirme; dedi Leonardo. ve bir daha da para lâfını etme, anladın
mı?
Sonra Naviglio kanalının kenarlarındaki ağaçların sabah
sisi içindeki halini göstererek: —
— Dikkat ediyor musun Giovanni, dedi, ağaçların yeşil yapraklan hafif
siste havaî mavi, kesif siste ise soluk gri görünüyorlar.
Sonra bulutların yaz ve kış ağaçlar üzerine akseden gök gelennin farkını
anlattı. Daha sonra:
— Artık bir daha paraya kıymet verme. Ne lâzımsa benden iste, bir oğul
babasından ister gibi...
Ve genç talebesine öyle bir şefkatle baktı ki... Çocuğun yüreğini ferah
kaplamıştı.
VI
«AKŞAM YEMEĞİ» TABLOSUNUN! HİKÂYESİ
Bunları konuşarak akşam yemeği tablosunun resmedildi# Dellagrasia
Manastırına girdiler.
Manastırın içi, sıcak rutubet ve tütsü kokuyordu. Methalde başpapazın
yemek masası duruyordu; iki tarafında da diğer papasların dar, uzum masaları
yer almıştı. Manastırın mutfağından kap-kacak sesleri geliyordu.
Başpapasın masasının karşısına gelen yerde, bir perdeyle örtülü bir tahta
iskele duruyordu. Giovanni derhal anladı ki, bu örtünün ardında üstadın on iki
yıldan beri çalışmakta olduğu akşam yemeği tablosu gizlenmektedir.
Leonardo, iskeleye tırmandı, tahta bir sandığı açtı, aletlerim arasından
eskimiş bir kitabı çekerek talebesine uzattı, ve:
— Yohanis’in on üçüncü faslını oku... dedi.
Giovanni, o tarafa bakınca, bir duvar tablosuna değil, bir yemek
salonunun uzantısına ve derin bir boşluğa bakıyormuş gibi geldi. Sanki perdenin
arkasında ikinci bir salon açılmışta. Resimdeki uzun masa, papasların yemek
yediği masayı andırıyordu. örtüsü de kıvrım kıvrım ve ütüsüzdü. Bardaklar, tabaklar,
bıçaklar ve şarap kadehleri görünüyordu.
Giovanni
İncili okumağa başladı:
«Paskalya bayramından önce Isa, dünyadan ayrılıp babasına dönme zamanının
geldiğini anladı. Havarilerini dünyada olduğu gibi ahrette de sevecekti. Akşam
yemeğinde, Yuda Simo- nis, kalbi şeytanın dalaletine uğrayarak ona ihanet
ettiğinde Isa kederlendi ve dedi ki:
«Evet, evet, size söyleyeyim, içinizden biriniz bana ihanet edecektir»
işte o zaman havariler birbirlerine baktılar ve korkuyla, Isa’nın kimden
bahsettiğini araştırdılar. Masada oturan ve Isa’yı seven havariler arasında
birisi vardı. Ona Si- mon Petros, bu hainin kim olacağını araştırmasını
söyledi. O da Isa’ya sordu:
' — Efendimiz, kimdir o?
Isa cevap verdi:
— O kendisine lokmayı ıslatıp verdiğim birisidir.
Böylece lokmayı suya daldırdı Ve Yuda Simonis’e verdi. Bu lokmayı yutan
Yuda’nm ruhunu şeytan istilâ etmişti»
Giovanni bunu
okuduktan sonra gözlerini tabloya yöneltti. Havarilerin yüzlerinde öyle bir
Canlılık vardj kİ, sanki sekleri işitiliyor ve dünyâda vukutaılan faciaların en
büyüğü karşısında dehşete gelmiş kalblerinln içi görünüyordu. Bu günah yüzünden
bir Tanrı Ölecekti.
Giovanni’ye,
bilhassa Petrus, Yudas ve Yohannes’in resimleri derin bir tesir yapmıştı.
Yudfts’ın başı henüz resmedilme- mişti. Yalnız biraz geri çekilmiş gövdesi
eskiz halinde çizilmişti. İhtilâçla kıvrılmış parmakları arasında gümüş
paralarla dolu bir kese tutuyordu ve beceriksiz bir hareketle tuz kabını
devirmişti. Petrus, onun ardında dehşetli bir öfkeyle yerinden fırlamşıtı, sağ
elinde bir bıçak tutuyordu. Sol elini Yohan- nis’in omuzuna koymuştu. Adeta
Isa’nın sevimli havarisine: «Bu hain kimdir?» diye soruyor gibiydi. Gümüş saçlı
geçkin ihtiyar, öfkeden kıvılcımlanan başiyle âdeta sonradan Isa’nın ıstırapta
ve ölümde önüne geçilmez âkıbetini kavrayarak:
— Efendimiz,
niçin seni hemen takip etmiyorum? Hayatımı senin uğrunda vermek istiyorum...
diyecek gibiydi.
Isa’nın en
yakınında Yohannes oturuyordu, ipek yumuşaklığındaki saçları, tepede düz,
aşağıda bukleliydi. Göz kapaklarını aşağıya indirmiş, ellerini tevazuyla
kavuşturmuştu. Uzunca yuvarlak bir yüzü vardı. Onda her şey ilâhı bir sükûn ve
vuzuh ifade ediyordu. Bütün havariler arasında yalnız o, ıstırap ifade
etmiyor, korkmuyor, öfkelenmiyordu.
Giovanni
düşünüyordu «İşte Leonardo bu demek! Ben bile şüpheye düşmüş ve bazan
iftiralara inanmıştım. Şu tabloyu yapan adam, bir Allahsız olabilir mi? Evet,
Isa’ya kim ondan yakın olabilir?»
Leonardo bir
iki hafif fırça darbesiyle Yohannes’in yüzünü tamamladı. Sonra Yuda’nın başını
çizmeğe başladı. Fakat yine başaramadı. On yıldır bu başı düşünüyordu. Fakat
bir türlü istediği gibi yapamıyordu. Sonra Isa’nın kafasının geleceği yere
baktı, içinde bir defa daha aciz ve şüphe duydu ve çok defa olduğu gibi, tablo
karşısında yine derin düşüncelere daldı.
Giovanni
iskeleye tırmanarak yavaşça Leonardo’nun yanına sokuldu. Onun yüzünde
fikirlerin perişanlığı görünüyordu. Leonardo talebesini yanında görünce?
— Dostum,
dedi, ne düşünüyorsun?
— Üstadım,
dedi, Giovanni. Ben ne diyebilirim?.. Bütün dünyada bundan daha muhteşem bir
eser yoktur. Buna şimdiye kadar sizden başka hiç kimse cesaret edememiştir.»
Sözüne devam
edemedi. Gözünden yaşlar akmağa başlamıştı. Sonra yavaş, âdeta korkarak ilâve
etti:
— Bütün bu
yüzler arasında Yudas’ın siması nasıl olmalı?
Leonardo
sandıktan bir kâğıt çekti, bir eskiz yaptı. Çizdiği yüz, sonsuz ıstıraplarla ve
idrakin acılıklarıyla dolu bir yüzdü. Müthişti, fakat antipatik değildi.
VII
MİLÂNO DÜŞESİ BEATRİÇE
VE SARAY ENTRİKALARI
Milâno Dükünün kârısı Kontes Beatris, her Cuma günü başını yıkatır ve
saçlarını altın rengine boyatırdı. Boyadıktan sonra, saçların güneşte kuruması
lâzmdı. O tarihlerde bu maksat için damların üzerine hususî taraçalar
yapılırdı. Beatris, Sforça sarayının damı üstünde işte böyle bir Cuma günü,
öküzlerin bile gölgeyi aradığı bir saatte, yakıcı güneş altında saçlarını
kurutuyordu. Üstünde beyaz ipek elbise vardı. Sarı benizli bir Çerkeş halayık,
saçı bir süngerle ıslatıyordu ve çekik gözlü bir Tatar kızı bîr fildişi tarakla
tarıyordu. Sarı saç boyası ceviz köklerinden, safrandan, öküz safrasından ve
güvercin gübresinden, amberden yapılırdı. Kontesin yanıbaşmda, simyacıların
kullandığı, uzun boyunlu bir şişe içinde pembe renkli muskat suyu kaynıyordu,
yanda duran iki hizmetçi ter içinde kalmışlardı. Kontes’in kucak köpeği bile
dilini sarkıtmış, halinden şikayetçiydi. Küçük bir zenci çocuğu, etrafı
inciyle çevrilmiş bir aynayı tutuyordu. Kontes, ifadesine sertlik,
hareketlerine ölçü vermek isteyen bir eda taşıyordu. Üç senelik evliydi. îki
çocuğu vardı. Olgun çocuk yanakları, yuvarlak, dolgun çene, birbirine
basılmış, dolgun dudaklar, dar omuzları ve düz göğsü ile şımartılmış bir mektep
çocuğunu hatırlatırdı. Buna rağmen tesaplı hareket eder, buz gibi berrak elâ
gözlerinde zekâ ışığı parıldardı.
Bu sırada yaşlı bir kadın söylenerek merdiven çıkıyordu:
«Ah şu ihtiyarlık... Merdiven çıkamıyorum. Allah altese sağlık versin...»
Bir köle tevazuuyla kontesin eteğini öpen kadına
kontes: «Ah, Madam Sidonia, hazırladın mı?» dedi.
Kadın çantasından itina ile tıpalanmış ve içinde bulanık bir mayi bulunan
bir şişeyi çıkardı. Bunun içinde eşek ve keçi sütü, valarian, kuşkonmaz, soğan
ve leylâklar kaynatılarak elde edilmiş bir mayi bulunuyordu.
«Aslına bakarsan,» dedi kadın, «Bu şişenin daha iki gün at gübresi içinde
kalması lâzımdı. Ama ziyanı yok. Lâkin bununla yıkanmadan önce bir süzgeçten
damlatınız. Bu mayile ekmek kırıntılarını ıslatınız ve yüzünüze sürünüz. Beş
haftada yüzünüzdeki lekeler geçecektir. Sivilceler de öyle...»
«Bana bak?» dedi kontes. «Bu suda yine büyücülerin kullandığı o iğrenç
şeyler var mı? Geçen gün getirdiğin kıl düşüren pomatmda olduğu gibi, yılan
yağı ve kızartılmış kurbağa eti var mı?»
«Yok,» dedi kadın. «Şunun, bunun dedi-kodusuna bakmayın. Ama bazan da
budarsın olmaA Meselâ pek şaym Madam Angelika, bütün geçen yaz saç dökülmesine
mâni olmak İçin başını köpek idrarıyla yıkadı ve faydasını gördü...»
»Kadın, sonra kontesin kulağına eğilerek şehir dedikodularını anlattı.
Meselâ; Tuz Nazırının karısı Filiberta, kocasou Ispanyalı bir şövalye ile
aldatıyordu. Kontes gülüyordu:
«insan hakikaten sana darılamıyor
dedi. «Bu lâfları da nereden öğrenirsin?»
«Bana inanın» dedi kadın. «Biz kadınlar gençliğimizde aşk susuzluğumuzu
gidermezsek, ihtiyarlığımızda nedamet bişd öf- &e sıkıştırır ki,
kolayca şeytanın pençesine kapılırız.»
— Sen bir ilâhiyat doktoru gibi konuşuyorsun.
— Ben bir budala kadınım, ama her şeyi yürekten söylerim. Ömrümüzde bir
defa gençlik vardır, ihtiyarladığımızda biz zavallı kadınları kim arayıp sorar?
O zaman biz alevimizi ancak külümüzün içinde saklayabiliriz. Artık bizi
mutfağa tıkarlar, çanak, çömlek yıkatırlar. Aşksız güzellik, duasız bir ibadet
gibidir. Ve kocanın okşamaları ise rahibelerin oynaması gibidir.
Kontes yine gülüyordu:
— Seni meyancı, dedi. O masum kadını her halde şen ayart- mışsındır.
— Ne münasebet kontes, dedi kadın. O ve masumluk! Neşesinden kuşlar gibi
ötüyor ve bana minnettar bulunuyor. Hakikaten bir koca ile bir âşığın öpüşleri
arasındaki farkı şimdi anlıyorum.
— Ya günah? O vicdanınızı mustarip etmiyor mu?
— Vicdan mı?.. Aşk günahları günahların en tabiisidir. Bir iki damla
vaftiz suyu, onları yıkamağa yeter. Ayrıca Madam Filiberta kocasını aldatıyorsa,
sadece intikamını alıyor demektir. Ve böylece mukabele gördüğü için kocasının
günahları da kısmen silinmiş oluyor!
— Demek kocası da?
— Pek iyi bilmiyorum ama, erkekler hep birdir. Dünyada biç bir erkek
bilmiyorum ki tek kadınla yaşamaktansa, tek kolla yaşamayı tercih etmesin.
— Nasıldı bu, bir daha söyle.
— it —
Kadm kontese dikkatle baktı ve kulağına bîr şeyler fısıldadı
Kontes artık gülmedi. Verdiği işaret üzerine köle
kadınlar çekildiler. Yalnız zenci çocuğu kaldı. O da İtalyanca bilmezdi '
— Belki hepsi yalandır.
— Hayır madam, kendim
gördüm w kendim işittim
— Omda kalabalık Vat
miydi?
— Bt-ıki on bin kişi vardı
— Ne işittin orada?
— Madam Isabella, küçük Françesko ile dışarıya çıkınca herkes kollarını
ve şapkalarını sallıyordu. Bir çoğu ağlıyordu. «Aragpnya’lı Izabejla yasasın»
ye «Milano’nun meşru hükümdarı Galeasso yaşasın. Tahtı gasbedenlene Ölüm...»
diye bağırıyorlardı.
Çöptesin yüzü karardı:
— Demek böyle şeyler söylüyorlardı.
— Daha fenalarını da...
— Hepsini bana söyle, korkma...
— Madam dilim varmıyor. «Hırsızlara ölüm...» diye bağırıyorlardı.
— Daha neler?
— Size nasıl söyliyeyim bilmem ki?
— Ben her şeyi öğrenmek istiyorum, söyle...
— Kalabalık arasında «Galeasso’nun vasisi Kont Moro yeğenini Pavya
kalesine hapsetti. Etrafını kaatiller ve casuslarla çevirdi...» diyorlardı
Kontesin kocası Kont Moro, öbür odada sevgilisi Lükresya için bir saray
şairine şiirler ve mektuplar ısmarlıyordu.
,, Kont Moro saray şairiyle bu sipariş işini bitirince, kapıcı, Leonardo
Da Vinçi’nin geldiğini haber verdi.
Selâmlaşmadan sonra, Kont, Leonardo ile, Sezia ve Ticimo ırmaklarını
birleştirecek bir sulama kanalı üzerinde konuşmağa başladı. Leonardo, henüz
«Saray Mimarı» ünvanını haiz olmamakla beraber kanal işlerini üzerine almıştı.
O, şimdilik, sadece, icat ettiği müzik âleti dolayışiyle «Saray müzisyeni»
unvanım taşıyordu. Sanatkâr, plânları anlattıktan sonra lâzım olan parayı
bildirdi. Her mil için 560 düka altını ve bütün kanal için 15.000 altına
ihtiyaç vardı. Moro alnını kırıştırdı. O günlerde Fransız büyüklerine rüşvet
olarak ödediği 50.000 dukayı düşündü:
«Bu çok para, Leonardo» dedi. «Sen beni helak edeceksin.
Bak Bremonte’de mahir bir mimar, ama hiç bir zaman bu
kadar para istemez.» '
Leonardo omuz
silkti: «Nasıl isterseniz efendim. İşi Bre- monte’ye verin»
«Hemen öyle
darılıverme! Bilirsin ki ben seni tutarım..» Moro kararlarını daima
geciktirmeğe meyyaldi: «Kararı yarın verelim...» dedi'.
*Bu esnada
Leonardo’nun proje defterini karıştırıyordu. Bunlardan biri bir çok sütunlar
üzerine oturmuş bir tapınak halinde muazzam bir mezarı gösteriyordu. Romandaki
Panteon gibi kubbesinde bir delikten ışık süzülüyordu.
Plân, azamet
bakımından,Mısır ehramlarını gölgede bırakıyordu.
«Bu nedir?»
diye sordu kont. «Bunu kimin için düşündün?» «Kimse için değil» dedi Leonardo.
«Bunlar birer fantazi» «Acaip fantaziler...» dedi kont. «Olemp Tanrıları için
bir mozole, bir rüya, veya masal gibi. Halbuki sen bir matematikçisine
Sonra bir
şehir plânı gördü. Sokaklar iki katlı düşünülmüştü. Birinci katta şehir halkı,
ikinci katta köleler ve yük hayvanları yürüyecekti.
«Fena değil;»
dedi kont, «inanır mısın böyle bir şey yapılabileceğine?»
«Evet», dedi
Leonardo, «çoktan düşünüyorum. Acaba kont hazretleri hiç olmazsa Milâno’nun
banliyölerinden birinde böyle bir tecrübe yapmama izin vermezler mi? 30,000
nüfus için 50Ö0 ev... Şimdi oralarda balık istifi yaşayan insanlar için bu ne
saadet ve orası dünyanın en güzel şehri olurdu.»
Leonardo veda
etti. Arkasından saray şairi içeri girdi. Hazırladığı şiirleri okudu. Şiirde
şöyle deniyordu:
«Semender
ateşte yaşar, fakat bundan dhha garip bir şey değil midirki benim alevli
kalbimde bir güzel kız yaşadığı halde hararetimden erimesin.»
Bu aralık
akşam olmuş, sofralar kurulmuştu. Bıçak kullanılıyordu. Fakat henüz çatal yoktu.
Yemek üç parmakla yenilirdi. Beatriçe’nin yanında, Moro’nun metresi Lükresni
yer almıştı. Moro ikisini de derûnî bir hazla seyrediyordu. Karısının
Lükresya’ya iltifat etmesi, onun tabağına yemek koyması kontun hoşuna
gidiyordu.
Lükresya’nın
kocası Graf Bergamimi, yaşlılığına ve romatizmalarına rağmen bu akşam
neşeliydi. Boynuzdan bahsedilen bir espri yapılmıştı. Graf:
«Fransız
kralının bile böyle boynuzu yoktur» dedi.
vIII
KONT MORO’NUN
METRESLERİ
Kont Moro, huşû içinde akşam duasını yaptıktan sonra, elinde mum, gecenin
sükûnu içinde sarayın koridorlarından yatak odasına doğru yürüyordu. Geçtiği
salonlardan birinde Lük- resya’yla karşılaştı. İçinden: «Aşk tanrısı bana
lûtufkâr» dedi.
Genç kız dizleri üstüne çöktü:
«Efendimiz > dedi. «Kardeşim Mateo, kâğıt oyununda büyük bir miktar
devlet parası kaybetmiştir. Kardeşimi çok severim, onu kurtarınız.»
«Müşterih olunuz» dedi kont. «Kardeşinizi dardan kurtaracağım...»
Sonra bir an sustu ve derinden içini çekerek:
«Ama» dedi, «siz de o kadar zalim olmayın...»
Lükresya, çocuk safiyetinde masum gözleriyle ona bakarak:
«Efendimiz» dedi, «sizi anlamıyorum...»
Kız bir afif şaşkınlık içinde daha güzelleşmişti.
Kont ihtiras içinde: «Sevgili madmazel,» dedi; «bunun mânası...» ve
birdenbire sertçe bir hareketle kızı kollarına alarak: «Görmüyor musun
Lükresya, seni seviyorum.»
— Bırakın beni, bırakın beni efendimiz, ne yapıyorsunuz, kontes
Beatriçe... <
— Korkma, o hiç bir şey duymaz. Ben sır saklamasını bilirim...
— Hayır, efendimiz, hayır... Kontes bana karşı öyle âlicenap ki, Allah
saklasın... Bırakın beni...
— Kardeşinizi kurtaracağım ve istediğiniz her şeyi yapacağım... sizin
köleniz olacağım, yalnız bana acıyın.
Gözlerinden yarı samimî yaşlar akıyordu. Önceden saray şairinin
hazırladığı mısraları fısıldıyordu.
Genç kız: «Beni bırakın...» diye tekrarladı. Kont kızın üstüne eğilmiş,
onun taze nefesini duyuyor; menekşe ve amber kokusunu alıyor ve ihtirasla
dudaklarını öpüyordu. Kız bir an onun kollarında hareketsiz kaldı. Sonra
bağırarak kollarından sıyrıldı ve kaçtı.
Kont Moro, yatak odasına girdiği zaman karısı Beatriçe mumları söndürmüş
ve uykuya dalmıştı. Soyundu, altın ve
inci ile işlenmiş yatak örtüsünün bir ucunu kaldırarak usulca karısının
yanına yattı.
«Biçe» diye
fısıldadı: «Uyuyor musun?» Onu kucaklamak istedi. Fakat Biçe, kollarını itti.
«Neden?» diye sordu Moro.
— Beni rahat
bırak, uyumak, istiyorum.
— Ama neden?
Sevgili Biçe, seni he kadar sevdiğimi bilsen!
— Evet, evet
bilirim. Sen hepimizi birden seviyorsun: Beni, Sedıliya’yı, hattâ belki de şU
Mosköflu esireyi. Geçeıi gün onu gardrop odâsmda kucakladığınızı gördüm.
— Bü bir
şakâydı.
— Böyle
şakalara mersi.
— Gerçekten
Biçe, son günlerde bana o kadar soğuk ve zâlim davranıyorsun ki ...İtiraf
ederim, yaptığım doğru değildi. Yakışık almaz bir kapristi.
— Ne de çok
kaprisiniz var Mösyö! Utanmıyor musun, neden yalan söylüyorsun, seni
tanımadığımı mı zannediyorsun?.. Kıskandığımı sanma... Ama ben metreslerinden
birisi olmak istemem.
— Bu doğru
değil Biçe... Yemin ederim ki hiç bir kadını karım kadar sevmedim...
Beatriçe
susuyordu. Onun sözlerini değil, sesinin tonunu takip ediyordu. Kont yalan
söylemiyordu. Karısını, oha ihanet ettiği nisbette fazla seviyordu. Ona karşı
duyduğü. narin hisler, hayâ, vicdan azabı, korku, acıma, ve nedamet tesiriyle
şiddetleniyordu.
«Beni affet
Biçe», dedi kont. «Çünkü seni- pek çok seviyorum.»
Böylece
barıştılar. Kont karısını kollarına aldı, fakat karısını görmüyordu.
Lükresya’nm ürkek, masum gözlerini karşısında buluyor, menekşe ve amber kokusu
alıyor ve onu kolları arasında hissediyordu. Kont, bu iki kadını aynı zamanda
seviyordu. Bu, bir günah ve şehvetti. —
Biçe, «Bugün», dedi, gururla: «hakikaten âşık gibisin.»
«İnan bana» dedi kont, «seni ilk günkü gibi seviyorum»
IX
LEONARDO VE RESİM
SANATI
Giovanni
Beltrafio*Hun hâtıra defterinden:
«25 Mart 1494
te Flûransa’lı üstat Leonardo da Vinçi’ye öğrenci öldüm. İşte bana verdiği
ders plânı: Perspektif, insan vücûdunun ölçüleri ve nisbetleri, büyük
ressamlardan kopya ve tabiata göre resim.
Arkadaşım
Marko, bugün bana Leonardo’nun yazdırdığı perspektif notlarını verdi. Bu notlar
şöyle başlıyor*.
«Vücut için
en büyük sevinç kaynağı güneş ışığıdır.
Ruh için
sevinç kaynağı ise matematik gerçeklerdeki vuzuhtur. Bu sebeple perspektiv
ilmini (ki göz için en büyük zevktir} matematik vuzuhla birlikte bütün diğer
ilimlere üstün görmelidir. «Ben hakikî ışığım» demiş olan adam yolumu aydınlatmalıdır.
Bu kitabı üç fasla ayırıyorum: 1 — Uzaklaşan eşyanın küçülüşü; 2 — Renk
vuZuhtınun azalışı; 3 — Siluet vuztl- bunun azalışı»
Ustad bana
oğlu gibi bakıyor, Benim fakir olduğumu do yunca ayda ödemeyi tâahhüt ettiğim
tahsil parasını kabul etmedi.
Ustad dedi
ki: «Sen bir gün perspektiv ve insan vücudunun nisbetlerine hâkim olursan,
yolunun üzerinde insanların hareketlerini dikkatle takip et. Yürümelerini,
durmalarını, konuşmalarını, döğüşlerini... ve bu sırada onların ve
seyircilerin yüz ifadelerine dikkat et ve bunları hemen daima yanında taşıyacağın
renkli bir kâğıda kurşun kalemle çizmeyi itiyat edin. Defter dolunca iyi sakla.
Çünkü insan vücudunun hareketleri o kadar sonsuzdur ki hâfızada saklanması
mümkün değildir. Çizdiğin bu resimler, senin en iyi hocan olacaktır»
Bugün
Bitpazarında amcam camcı Osvalt’a rasgeldim. Beni terkedecekmiş. Çünkü Allahsız
ve kâfir Leonardo’nun evinde oturmakla ruhumun temizliğini kaybedecekmişim.
Böylece dünyada yapyalnız kaldım. Artık üstadımdan başka akrabam ve dostum yok.
Şimdi
Leonardo’nun muhteşem duasını tekrarlıyorum:
«Tanrım, dünyanın ışığı beni
aydınlatsın ve bana ışık ve perspektiv ilimlerine nüfuz imkânını ver...»
Bunlar bir Allahsızın sözleri midir?
Bir kederim olduğu vakit onun yüzüne bakmam âfi geliyor. Derhal kalbim ferahla doluyor.
Ya onun gözleri? Berrak, solgun mavi! Ya o yumuşak tâtlı sesi ve o gülümseme...
En katı yürekli insanlar bile, onun sözlerine dayanamazlar. Çalışma masasının
başında, alışık olduğu parmaklarının yavaş hareketiyle bir kız saçı gibi
yumuşak, altın sarısı sakalını, okşarken seyrederim. Birisiyle konuşurken
hafifçe müstehzi, fakat iyi bir insan ifadesiyle bir gözünü kapar, o zaman
bakışı; sık ve gözlerinin üstüne düşen kaşları arasından muhatabının
ruhunun içine nüfuz eder.
Giyinişi basittir. Renkli elbiseler ve yeni modaları sevmez. Parfüm de
istemez. Fakat çamaşırı ince Ren ketenindendir ve daima kar beyazıdır.
Siyah önlüğünün üstünde dizlerine kadar uzanan koyu kırmızı bir mantosu
vardır. Hareketleri ölçülü ve sâkindir. Bu basit giyimine rağmen her bulunduğu
yerde başkalarından seçilir, çünkü kimseye benzemez. O, her şeye kaadirdir ve
her şeyi bilir. Mükemmel ok atar, Ata biner, gürz, ve kılıç kullanır. Bir
defasında şehrin en kuvvetli adamlarıyla yarışırken gördüm. Kilisede bir bakır
parayı kubbenin taa ortasına kadar fırlatmak deneniyordu. Leonardo kuvveti ve
meharetiyle herkesi geçmişti. O solaktır.
Görünüşte bir kadın eli gibi ince ve zarif olan sol eliyle, nalları
bükebilir. Demir bir çan tepeliğini eğebilir. Fakat bir gene kız yüzünü
resmederken aynı elle kâğıdın üstüne o kadar zarif gölgeler düşürür ki sanki
bir kelebeğin kanatlarını okşuyormuş sanılır.
Bugün yemekten sonra onu resim yaparken gördüm. Mer- yemin öne eğilmiş
başını Cebrailin vahiylerini dinlerken tasvir ediyordu.
inci ve güvercin kanatlarıyla süslü başörtüsü altında melek kanatlarını
dalgaladığı havada saç bukleleri görünüyordu. Bu buklelerin güzelliği, garip
bir müziği andırıyordu. Aşağıya indirilmiş göz kapaklarının altında, gözler,
dalgalar arasında görülen su çiçekleri gibi esrarlı ve erişilmez bir
güzellikteydi.
Akşam bana bir sürü karikatürler gösterdi. Yalnız insanlara dair değil,
hayvanlara ait de. Ateş içinde yanan bir hastayı yoklayan korkunç yüzlerdi
bunlar. İnsan yüzlerinde biraz hay-
vanlık ve hayvan yüzlerinde biraz insanlık .görülüyordu. Biri diğerine
tabiî ve korkunç bir şekilde intikal ediyordu.
Bana arkadaşım Sesto’nun anlattığına göre Leonardo, sokakta kalabalık
arasında bir çirkin adanma rasgeldi mi bütün gün onu takip eder ve hatlarını
tesbite uğraşırını).
Üstad der ki: «insanda büyük çirkinlik, büyük güzellik kadar nadirdir.»
(insan yüzlerini hafızada tutmak için onun garip bir usulü var. insan
burunlarını üçe ayırıyor: Düz, eğri ve içe kıvrık! Düz burunlar, uzun veya
kısa, sivri veya künt olabilir. Burunun kemeri yukarıda, ortada veya aşağıda
olabilir.
Leonardo bütün bu vaziyetlere bir numara vermiştir. Yolda enteresan bir
yüz görünce burnunun, alnının, gözünün ve çenesinin sınıfını not etmesi
kâfidir.
Eve gelince bu notları birleştirip bir tablo meydana getirir.
Üstad, bir küçük kaşık icat etmiştir ki, ışıktan gölgeye geçiş için
lüzumlu boya miktarını bununla ölçer. Meselâ muayyen kesafette bir siyahlık
için on kaşık boya lâzımsa, daha koyularını on bir, on iki kaşıkla hazırlar.
Ama bunlarla Leonardo kendini aldatıyor. Çünkü resim yaparken kaidelere
tâbi olmaz, ilhamına uyar. Ne çare ki büyük bir sanatkâr olmakla yetinemiyor.
O aynı zamanda büyük bir âlim olmak istiyor, ilimle sanatı, yani ilhamla
matematiği kaynaştırmak istiyor. Ama ben derim ki, «iki tavşanı kovalayan hiç
birini yakalayamaz.»
Bu sözlerde belki hakikat payı vardır. Çömezi, Leonardo’yu tenkit ettiği
halde, Leonardo onu daima korumuştur.
«Kutsal akşam yemeği» tablosunda nasıl çalıştığını o, görmüştü. «Sabah
erken evden çıkar, manastıra gider ve fırçayı elinden bırakmaksızın ve yemeyi,
içmeyi hatırlamaksızın, karanlık basıncaya kadar çalışır. Sonra bir hafta, iki
hafta eline fırça almadığı olur. Yalnız bu esnada yine iskeleye çıkar, yaptığı
şeyleri seyreder.
Bazı öğle vakitleri münzevî sokaklardan geçerek manastıra varır. Bir iki
fırça darbesi atar ve yine çekilir Bugün Yohannes’in başını tamamlayacaktı.
Fakat nedense evde kaldı, bütün gün sineklerin uçuşunu tetkik etti. Sineklerin
kanadına öyle dikkat ediyor ki, sanki dünyanın âkıteti buna bağlıymış gibi. Bir
gün sineğin arka bacaklarını dümen gibi kullandığım keş-
F. 3 ifedince sevincine: pâyari
olmamıştı. Onca bu kbşif, uçafe yapmak için çok mühimdi. Ama ,ne kadar teessüf
olunur kv .sineğin kanadı, yüzünden Yohanneş’in başını ihmal ediyor.
. Bugün büsbütün başka bir şeyle meşgul. Henüz mevcut olamayan bir resim
akademisi için bir arma hazırlıyor.
Kendisine Yohanneş’in başını hatırlattığımda omzunu silk* ti ve
mırıldandı:
«Kaçacak değil ya, vakti var...»
Kont Moro, sarayının duvarlarına bir dinleme borusu yapmasını
Leonardo’dan istemişti. Kont bununla sarayının her- odasında konuşulan şeyleri
dinleyecekti.
Leonardo başlangıçta bu işe hevesle sarıldı, ama sonra soğudu, işi*
tavsattı, çünkü kendini başka bir işe vermişti. Bitkiler- üzerinde deneyler...
O hayvanları da çok sever, bazan günlerce kedi resmi yapar. Onların
oyunlarını, uykularını, temizlenmelerini, hırlamalarını takip eder ve
resmeder. Hayvanların birbiriyle mücadelesini de tasvir eder ve takip ederdi.
Binlerce şeye birden kendini verirdi. Bir işi bitirmeden,, bir yenisine
başlardı: önca her Eş bir oyun ve her oyun bir- İşti. Çok cepheli ve
sebatsızdı.
Sezara diyor ki:
«Nehirlerin ters akacağına inanırım da, onun bir tek işe- kendini
vereceğine inanmam.»
Sadece tabiat ilimleri hakkmda yazdığı kitap ve broşürlerin sayısı 120
yi buluyor. Kendisinden, doldurulmuş 5000 sayfa kalmıştır.
Bilgi ihtirası ne kadar sonsûzdu! Tabiatı müşahedede gözleri ne kadar
keskindi. Göze batmayan şeylerin bile farkına: varmakta ne kadar mahirdi.
Cenneteki ilk insanlar gibi, her şeye hayret ederdi ve çocuklar gibi şen ve
mütecessisti.
Bir gün odama girdi. Şunu dedi:
«Giovanni, farkında mısın ki küçük odalar insanı konsan- trassion’a
sevkediyor, büyük odalar ise faaliyete teşvik ediyorj*-
Başka bir gün «bulutlu, .yağmurlu havada eşyanın siluetleri güneşli
havadan falza tebarüz ediyor». Yine bir gün «topun kaidesi ile barut deposu
arasındaki infilâk o insana benzer ki, sırtıyla bir duvara yaslanır ve bütün
gücüyle bir yükü itmeğe çalışır.» Başkâ bir gün «her kuvvet, kendini yaratan
sebebi bertaraf etmeğe, çalışır Ve bunu bertaraf edince söner, İtmev hareketin
oğlu ve kuvvetin torunudur. Onların müşterek ataş* ağırlıktır.» Yine bir ğfcn
mimarlara şöyle der: «Mimarîde bir kavis nedir? Kavis, iki zıt zaafın doğurduğu
bir kuvvettirj»
Leonardo
ressamlık hakkında bir kitap yazmayı tasarlar. Buna başlar, fakat bitirmez. Son
zamanlarda benimle birlikte ışık, gölge, çizgi ve perspektif üzerinde çalıştı.
Onun söylediklerini kısmen zaptettim, işte bazı cümleler:
«Güzel olan
her şey, vâkıa insanda ölebilir, fakat sanatta asla...»
«Ressamlığı
hakir gören, dünyanın felsefi mütalâasını hakir görmüş olur. Çünkü resim
tabiatın meşru kızıdır ve Tanrının akrabasıdır. Resmi küçümseyen, Tanrıyı
küçümsemiş olur.»
«Ressam her
şeyi kavrar olmalıdır. Ey ressam, senin çok cehpeliliğin tabia.1 gibi
olmalıdır. Tanrının başladığı şeyi idame etmelisin. İnsan, eserini çoğaltmayı
değil, Taun eserlerini arttrmaya çalış. Kimseyi taklit etme. Her eserin bir
yeni yaratma olsun.»
«Para
ihtirasının sanat sevgisini boğmasına mani ol. Unutma ki şeref kazanmak,
kazanma şerefinden büyük bir şeydir. Zenginlerin hâtırası ölümle nihayet;
bulur. Bilginin hâtırası ebedîdir. İlim ve felsefe meşru çocuklardır, para
hazîneleri ise piçtir. Şerefi sev, fukaralıktan korkma. Hatırla ki zengin doğmuş
büyük filosoflar, ruhlarım parayla kirletmemek için kendi iradeleriyle fakir
hayatı yaşamışlardır.»
«İlim, ruhu
genç tutar ve ihtiyarlamanın acılığını azaltır.»
«Ressamlar
tanırım ki, tablolarını hayâsız derecede altınla süslerler ve derler ki daha
fazla para bulsalardı büyük ressamlar kadar güzel resimler yaparlardı.»
«Çok defa
para ihtirası iyi sanatkârları da işçiliğe şevke- der. Benim hemşehrim Perugiu,
bu ihtirası yüzünden o kadar süratli resim yapardı ki, bir gün karısına:
«Çorbayı masaya getir, soğuyuncaya kadar bir aziz resmi yapayım» demişti.»
«Kendinden
şüphelenmeyen sanatkâr, bir şey yaratamaz. Eserin tahmin ettiğinden daha
kıymetli olursa ne âlâ!»
«Resmin
hakkında söylenen her şeyi dinle. Ve hatalar bulanın haklı olup olmadığını
tarta»
«Bir düşmanın
hükmü çok defa bir .dostun takdirinden daha kıymetlidir.»
«İhsanın ruhunda kin, sevgiden daha derindir. Bir kindarın bakışı, bir
sevenin bakışından daha keskindir.»
«Parlak renkleri halk sever. Ama sanatçı kendini kütleye değil, seçme insanlara
beğendirmeğe çalışır. Hakiki sanatçının gururu ışık ve gölgenin bir düzlüğü üç
boyutlu yapmasıdır»
«Yalan o kadar hakir bir şeydir ki, Allahın azametini överken bile onu
küçültür Doğruluk o kadar azametlidir ki övdüğü en mütevazı şeyi bile
asilleştirir... Doğru ile yalan, ışıkla karanlık gibidir.»
(Gülme ile ağlama halinde, yüz çizgilerini mukayese ederken derdi ki:
«Gözlerde, ağızda ve yanakta fark azdır. Yalnız ağlayan, kaşlarını çatar,
alnını kırıştırır, ağız zaviyesini düşürür. Gülen ise.kaşlarını açar ve ağız
zaviyesini yukarıya kaldırır.»
«İnsanları gülerken ve ağlarken, nefret ederken, severken, korkudan
solarken ve ağrıdan bağırırken müşahede etmeğe çalış.»
Talebesi Sezaro anlatır ki:
«Leonardo, asılmağa götürülenleri takip eder ve onların yüzlerinde son
ıztırabın ve dehşetin çizgilerini tetkik ederdi.»
Giovanni der ki:
«Leonardo, yolunda bir sülük görse onu ezmemek için yerden kaldırır,
fakat kendi anasını, ağlarken seyretmeyi sever»
«Dilsizlerin ifade dolu hareket Herini takip et.»
«İnsan hareketleri hisleri gibi sonsuzdur. Sanatçının en yüksek gayesi,
yüzde ve vücut hareketlerinde ruhî ihtirasların ifadesini bulmaktır.»
«Resmettiğin çehrelerde duygular öyle canlı olmalı ki, bir ölüyü bile
güldürüp ağlatabilmeli...»
«Elleri kemikli bir sanatçı, insanların elini kemikli resmetmeyi sever.
Her sanatkâr kendi yüzüne ve vücuduna benzeyen yüzleri sever. Onun için çirkin
bir sandlçı, model olarak çirkin yüzler arar. Resimde en tehlikeli hata, kendi
vücudunu resmetmektir. Ruh, kendi vücuduna şekil verendir.»
Ressamlığın tarihi hakkında Leonardo şu notları yazmıştır:
«Romalılar Devrinden sonra ressamlar birbirini taklit et* meğe
başlayınca, sanat düştü. Sonra Floransak Cîoito ortayı çıktı: O, hocasını
taklide tenezzül etmemişti. Bir dağlık bölge» de doğan bu sanatçı, gördüğü
keçilerin hareketlerini resmetmekle başladı. Böylece Ciotto, Itarihln en büyük
ressamı oldu. Ciotto’dan sonra yine taklit ve yine düşme başladı. Nihayet
Floransak Tomaso doğdu.»
«İlk resim, bir duvara düşen insan gölgesini çizmekle başladı.»
LEONARDO VE KADINLAR
Sezare
anlatır kî Leonardo ömrü boyunca mekanik ve hendese ile o kadar meşgul
olmuştur ki aşk için zaman bulamamıştır. «Ama» diyor Sezaro, «onun bâkir
kalmış olduğuna ina- namam. Çünkü şehvetten olmasa da, aşk sırlarını ve
anatomik özellikleri bütün diğer tabiat olayları gibi, tetkik fırsatı bulmak
için hiç olmazsa bir kere cinsi teması denemiş olsa gerektir »
Beltrafio der
ki «Bir gün Sezare bana Leonardo’nun Floransa’da pederasti ile
suçlandırıldığını biliyor musun? demişti. Kulaklarıma inanamamıştım ve
Sezare’ın sarhoş olduğuna veya sayıkladığına kani olmuştum. Ama o bana şu
tafsilâtı verdi:
«Sene 14?76
idi. O zaman Leonardo yirmi dört ve hocası Ver- roçyo kırk yaşında idiler.
Santemarya kilisesinin sütunları üzerine imzasız bir kâğıt yapıştırılmış ve
Leonardo ile Verroç- yo’ya homoseksüel münasebetler isnat edilmşiti. O senenin
9 Nisan gecesi, kilisenin gece bekçileri meseleyi incelemişler ve bir ipucu
bulamamışlardı. Yapılan ikinci bir ihbar da tahakkuk edememiştir. Sonra da
Leonardo, Verroçyo’nun atelyesin- den ayrılmış ve Milano’ya gitmişti»
Sezare :
«Tabiî bu rezilce bir iftiradır» dedi. «Gerçi o tezatlarla doludur ve öyle bir
dehlizdir ki, içinde şeytan bile bacağını kırabilir. Onun kalbi muammalarla
doludur. Bir taraftan hakikaten belki bakirdir, diğer taraftan da...»
Bu söz beni
öfkelendirdi: «Rezîl neler söylemeğe cesaret ediyorsun...» dedim. Muhatabım:
«Ne istiyorsun?» dedi. «Bu sözün seni öfkelendireceğini anlamadım. Bir daha
ondan bahsetmem...»
Bunun üzerine
içkimize devam ettik ve keyifli konuşmalarımıza daldık. Fakat benim için hâlâ
bir muammadır. İnsanlar büyüklerine böyle iftira atmakta hangi âdi zevki buluyorlar?.»
'
****
Leonardo der İd: «Sanatçı, senin kuvvetin inzivandadır. Yalnız olduğun
zaman sen tamamen şeninsin. Başkalarıyla beraberken ancak yan yarıya şeninsin.
Ama sana diyebilirim ki, başkalarından uzaklaşmak için lâzım gelen kuvveti
kendinde bulamıyacaksın. Hem dosta, hem sanata hizmet etmek mümkün değildir,
ama behemehal dosta ihtiyacın varsa, atölyelerindeki talebelerinden ve
ressamlarından seç. Başka her dostluk zararlıdır. Sanatçı unutma. Kuvvet
inzivadadır»
LEONARDO VE
CAMLILAR ALEMİ
Leonardo herhangi bir canlı varlığa, hayvan olsun, bitki olsun, zarar
verilmesini istemezdi. Çocukluğundan et yemezdi ve inanırdı ki ileride bütün
insanlık et yemiyecektir. Bir hayvan, kesmek bir insan öldürmekle birdir. Bir
gün kasap dükkânının önünden geçerken, çengele asılmış hayvanları göstererek
şunları söylemişti: «insan vahşî hayvanların başıdır. Onun kuvveti
vahşetindedir. Başka hayvanların ölümü pahasına yaşamaktayız.»
Sonra talebesinin «Siz tabiat kanunlarına saygılısınız. Bizzat tabiat,
canlı varlıklara birbirlerini yemelerini emretmiyor mu?» demesi üzerine
Leonardo şunları söylemişti:
«Tabiat yeni şekiller ve yeni canlılar yaratmakta sonsuz bir sevince
sahiptir. Bu yaratılanlar ölenlerden fazladır. Onun için taibat yeni nesillere
yer hazırlamak için bazı varlıkları diğer bazı varlıklara yedirmektedir.
Vebanın rolü de budur.»
HAYATININ DRAMI
1496 senesinde Kontes Beatrice, başka bir eyâlet kontunun karısı olan
kızkardeşi îzabella’ya şu mektubu yazıyor:
•«Altes ve çok sevgili hemşirem;
Ben ve zevcim Moro, sana ve Kont Françesko’ya sıhhat ve saadet dileriz.
Arzunuz veçhile oğlum Maximilyan’m bir portresini yolluyorum. Onu resimde
göründüğü kadar küçük sanmayın. ölçülerini gönderecektim ama, ölçü almanın
büyümeyi durduracağını söylediler, vazgeçtim. Bizim büyük bir kederimiz var.
Saray cücemiz Nanino öldü. Her kaybımın bir telâfisi varsa da bunun yerine
birini bulabileceğimi ummuyorum. Bu kadar nadir bir budalalık ve bu kadar
sevimli bir çirkinliği birleştiren! nerede bulacağız? Saray şairimiz
Bellinsiyone, mezarı başında şunları söyledi:
«Eğer ruhu cennete gittiyse, bütün gök halkını güldürecektir. Zerberus’u
bile susturacaktır.»
Onu Dellagresia kilisesinde av atmacamızın ve unutulmaz köpeğimiz
Putina’hm yanına gömdük. Bizim mezarımız da. orada olacağına göre öbür dünyada
da bu hoş şeylerden mahrum olmıyacağız.
Ben onun ardından iki gün ağladım. Teselli olarak kocam noel için bana
gümüş bir lâzımlık vaadetti. Bu gümüşün üstüne devlerin mücadelesinin resmi
yapılacak, içi saf altından olacak, örtüsü Karmen kırmızısı ipekten olacak ve
üstünde kontluğumuzun arması bulunacak. Loren Prensesinin lâzımlığı da
böyleymiş. Böyle bir lâzımlığa hiç bir İtalyan prensesi sahip olmadığı gibi,
Papa da, Türk padişahı da sahip değilmiş.
Şair Mesola, onun üzerine bir mısra yazacak: «Kim inkâr edebilir ki bu
alet göklerde hüküm süren Tanrıya lâyıktır>>
Kocam istiyor ki Leonardo bu lâzımlığın içine bir küçük org yerleştirsin,
ama Leonardo kasvetli «akşam yemeği» tablosunda «işim var» diye reddetti. Bir
müddet için Leonardo’yu siz istiyorsunuz. Bana kalsa onu bütün bütün size
yollarım. Ama kocam bilmiyorum neden ona pek fazla kıymet veriyor. Ama buna
üzülmeyin. Çünkü Leonardo simya, büyücülük ve mekanik gibi çılgınlıklara
düşkün, siparişlerimizi o kadar ihmalle yapar ki, bir melek bile sabrını
kaybedebilir.
'Bundan başka işittiğime göre dinsiz ve Allahsızmış da... Geçen gün kurt
avına çıktık. 'Beş aylık gebe olduğum için'ata, binmek bana yasak. Benim için
yapılmış bir arabadan avı seyrettim. Fakat bu bana zevk vermedi. Çünkü kurdu
vuramadılar, ormana kaçırdılar. Ah, ben olsam vururdum.
Vakti oldukça hoş geçiriyoruz. Kâğıt oynuyoruz, kızak kayıyor. Bu kızağı
bize Flander’li bir asilzade öğretti. Kış pek şiddetli, göller değil, nehirler
de dondu. Leonardo sarayımızın parkında kardan harikulâde bir kuğu meydana
getirdi. Ne yazık baharda eriyecek.
Siz nasılsınız hemşireciğim? Uzun tüylü kedi üretebildiniz mi? Eğer
kırmızı derili ve mavi- gözlü bir yavrunuz olursa bana yollayın. Ben de size
ipek tüylü köpek yavrusu göndereyim. Aman kardeşim, mavi atlastan geceliğinizin
modelini yollamayı unutmayın. Sonra bana sivilce ilâcınızdan bir parça ile tırnak
düzlemek için o Hint tahtasından bir parça gönderin. Bizim müneccimler
önümüzdeki yaz harp olacağını ve yazın sıcak geçeceğini haber veriyorlar.
Köpekler azgın ve prensler kederli olacaklarmış. Kocan için bizim saray
hekiminin frengiye karşı hazırladığı reçeteyi yolluyorum. Cıva ile oğmayı,
sabahleyin aç kamına ve mehtabın ilk günlerinde yapmalıymış. Duyduğuma göre bu
hastalığın sebebi Mars ile Venüs’ün birbirine yaklaşmasıymış!»
XII
İKİ KADIN ARASINDA
Lükreçya bir
kadife yastık üstünde, Moro’nun ayağının dibinde oturuyordu. Yüzü kederliydi.
Moro, Beatriçe’yi ziyaret etmediği için ona serzenişlerde bulunuyordu.
«Alte»>
dedi Lükreçya, «Beni buna zorlamayınız. Ben yalan söyliyemem...»
Moro
şaşkınlıkla:
«Bu yalan
söylemek! midir? Biz sadece bir sim saklıyoruz. Zevs dahi zevcesinden aşk
sırlarını saklamamış mıydı? Hattâ Teseus, Fedra, Medeah gibi antik devrin bütün
kahramanlan ve Tanrıları aşk sırlannı saklamadılar mı? Biz fâniler, aşk tanrısının
emrine karşı koyabilir miyiz? Gizli günah açığından daha tatlı değil mi?
Günahımızı gizlemek suretiyle yakınlarımızın İsevî vicdanlarını rahat
bırakıyoruz...» dedi. Ve esrarlı gülümsedi.
Lükresia
başını sallayarak masum gözleriyle Moro’nun yüzüne baktı:
—
Biliyorsunuz altes, sizin yanınızda ne kadar mesudum, ama bazan beni kardeşi
gibi seven Beatriçe’yi aldatmaktansa ölmeyi tercih ediyorum.
«Bırak bunu
yavrum;» diyen kont, kızı kucakladı. Parlak siyah saçlarını okşadı. Kız uzun
kirpiklerini indirdi ve kendini heyecansız ve ihtirassız, soğuk ve afif
Moro’nun kollarına terketti.
«Benim sâkin,
mütevazı sevgilim, seni ne kadar sevdiğimi bir bilsen?» dedi kont ve menekşe,
amberin âşinâ olduğu kokusunu içine çekti.
Bu esnada
birdenbire kapı açıldı. Dehşet içinde kalmış bir hizmetçi içeri girdi ve
korkuyla:
«Kontes
Beatriçe geldi...» dedi.
Moro sarardı.
«Öteki kapının anahtarını ver» dedi. «Anahtar nerede?»
— Altes, BeatriçeTnin süvarileri arka kapının önünde bulunuyorlar...
t
— Demek kapandayız. Ona kim haber verdi acaba?
— Bu olsa olsa Sidonya olabilir. Onun esansları ve melhemleriyle sık sık
bize gelişi boşuna değil. Size söylemiştim, bu cadıdan kendinizi koruyun.
— Şimdi ne yapacağız? Lükresia beni sakla.
— Altes, Beatriçe şüphelendiyse bütün evi arayacaktır. Ona açıkça
söylesek daha iyi olmaz; mı?
— Hayır, onun ne biçim bir dişi olduğunu sen bilmezsin, ilâveten gebe
de... Sakla beni Lükresia.
— Ama bilmiyorum nereye?
— Neresi olursa.olsun, ama çabuk...
Kont, bu sırada tirtir titriyordu ve Truva kahramanı An- gilos’un torunu
gibi değil, cürm-ü meşhut halinde yakalanmış bir hırsız gibiydi...
Lükresia onu yatak odasından geçirerek giyinme odasına götürdü. Büyük,
beyaz bir gömme dolabın içerisine sakladı.
Kont. Mukaddes Kristof’un bir muskasını çekerek duaya başladı. Birdenbire
odaya giren karısının ve metresinin seslerini işitti. İki kadın bir şey
olmamış gibi, dostça gülüşüyorlardı. Gûya Lükresia, Beatriçe’ye bu yeni evini
gösteriyordu. Bu iki kadın arasında bir düello hiselesiydi. Beatriçe Moro’nun
saklı olduğu dolaba yaklaşarak: «İçinde elbiseler mi var?» dedi.
Lükreçia: «Sadece gece elbiseleri, görmek ister misiniz?» dedi ve
birdenbire dolabın kapısını açtı. Fakat Beatriçe bir şey görmeden, başka, bir
elbisenin bahsi açıldı. Çünkü altes yakamozlar gibi parlayan üstü altın sülük
desenleriyle dolu köyü mavi gece elbisesini görmek istiyordu. Lükresia dolabın
kapısını kapamadan kontesi o elbisenin bulunduğu öteki dolabıh önüne götürdü.
İçeride kan ter içinde kalmış olan Moro:
«Hiç yalan söyliyemem demişti» dedi. «Ne hazırcevaplık, ne soğukkanlılık,
işte kadınlık... Biz hükümdarlar politikada onlardan ders almalıyız...»
tki kadın soyunma odasından çıktılar.
Kont: «Dellagrasia kilisesine 200 düka altını vakfediyorum,» dedi ve
yine muskasına sarıldı.
Hizmetçi kadın dolabın kapısını açtı, saygılı ve işi an- lıyan bir
ifadeyle tehlikenin geçmiş olduğunu haber verdi.
Moro tazimle haç çıkardı ve kuvvet almak için bir bardak şarap içti.
Lükreçya şöminenin yanına gelmiş, başını önüne eğmişti. Yanına yaklaşan
Moro’ya:
«Bırak beni», dedi «git buradan...»
Ama kont onu dinlemiyor, saçlarını ve boynunu buselere garkediyordu. Onu
hiç bir zaman bu kadar güzel bulmamıştı. Sanki kadın yalancılığı ona yeni bir
cazibe vermişti.
Kış fırtınası şöminenin bacasında uluyordu.
XIV
BİR BALO GECESİ
1497 senesinin yılbaşı gecesi Milâno sarayında bir balo veriliyordu.
Leonardo da Viınçi’nin de iştirak ettiği hazırlıklar üç ay sürmüştü.
Saat beşe doğru misafirler gelmeğe başlamıştı. İki bin kişi davetliydi.
Kar yığınları yollan doldurmuştu. Sarayın bahçesinde çeşit çeşit uşaklar
bekliyordu. Arabaların türlüsüne rastlanıyordu.
Bahası ağır kürklere bürünmüş kadınlar ve erkekler yavaş yavaş saraya
giriyorlardı. Methalde memlûklar, Yunan Efzunlar, îskoçyalı silâhendazlar,
İsviçreli aylıklı askerler, ellerinde ağır tüfekleriyle sıra olmuşlardı.
Garsonlar en şık elbiselerini giymişlerdi. Bir misafir içeri girince yanında
iki borazan bulunan bir teşrfatçı, ismini söylüyordu. Pırıl pırıl aydınlatılmış
salonlar birbirine açılıyordu. Bunların arasında kırmızı zemin üstüne beyaz
güvercinler salonu, kontun avlarını anlatan altın salon. Bütün duvarları
atlasla örtülü erguvan salonu bulunuyordu. Leonardo’nun fresklerini ihtiva eden
siyah salon, hanımların giyim odası rolünü ifa ediyordu.
Kalabalığın sesi arı kovanını andırıyordu. Kadınların lüksü, pek cicili
bicili ve zevksizliğe kaçan bir haldeydi. Yabancı modalar İtalya’yı istilâ
etmişti.
Bütün kadınların omuzları ve göğüsleri açıktı. Altın sarısı bir örtü
alt’nda toplanmış saçlar, Lombardia âdetine göre takma saçlar ilâvesiyle kalın
bir topuz halinde görünüyordu. Kaş modası inceydi. Kahn kaşlar yolunmuştu.
Boyanmamak terbiyesizlik sayılırdı.
Ağır kokular sürünülürdü. Genç kızların çoğunun yüzü Leonardo’nun tasvir
ettiği mat beyazlıktaydı.
Birdenbire borular ve davullar çalındı. Misafirler büyük balo salonu olan
Roşetta’ya yürüdüler. Bu salonun sarı yıldızlar serpilmiş mavi tavanından
mumları tutan demirler sarkıyordu.
Tam müneccimlerin tesbit ettiği saat ve dakikalarda (çünkü kont ve
kontes müneccime danışmadan öpüşmezlerdi bile) Moro ile Beatriçe salona girdiler.
Hükümdar mantolarım giymişlerdi. Eteklerini saray adamları tutuyordu. Kontun
göğsünde, öldürdüğü yeğeninden çaldığı, inanılmaz büyüklükte bir yakut
parıldıyordu.
Beatriçe zayıflamıştı, solgundu. Moro bir işaret verdi. Orkestra şefi
âsâşını, kaldırdı ve müzik başladı.
Misafirler süslü masalarda yerlerini aldılar. Balo başlıyordu. O zamanın
meşhur dansları «Venüs ve Savrus», «İnsafsız kader», «Kupido», çok yavaş
tempoyla oynanırdı. Çünkü kadınların ağır elbiseleri süratli hareketlere
müsait değildi. Kavalyeler ve damlar birbirlerine yaklaşıyor, sonra
uzaklaşıyorlardı. Reveranslar, iç çekmeler, tath gülümsemeler sahneye hâkimdi.
Kadınlar kuğular gibi adım atıyorlardı. Refakat müziği Petrarkae’nin şarkıları
gibi hafif, yavaş, kederli bir ihtiras ifade eder mahiyetteydi.
Moro’nun baş kumandanı Sansaverino, beyaz elbise giymişti. Uzun
kollarının içi pembeydi. Pırlantayla süslü beyaz papuç’ar taşıyordu. Güzel
fakat biraz sarkık, yorgun, biraz da yumuşak yüzüyle bütün kadınları
büyülüyordu. «Zâlim kader» dansını yaparken tesadüfmüş gibi bir papucunu
kaybeder ve aldırış etmiyormuş gibi dansa devam ederdi. 'Bu da büyük zarafet
sayılırdı. Kontes dansı severdi. Ama bu akşam mahzundu. Misafirsever ev hanımı
rolünü güçlükle oynuyordu. Zaman zaman gözyaşları coşacakmış gibi,
bezgin’eştiği oluyordu. Hıncahınç dolu salonlarda dolaşırken küçük bir odaya
daldı. Orada bir kaç genç kadın ve erkek sohbet ediyorlardı.
Kadınlardan biri : «Plâtonik aşka dair konuşuyoruz...» dedi. «Fregozo
iddia ediyor ki; eğer bir erkek bir kadını semavî bir aşkla seviyorsa, onu
dudaklarından öpmesi caizdir.»
Kontes: «Bununla neyi isbat etmek istiyorsunuz?» dedi.
Adam: «Ben iddia ediyorum ki» dedi, «dudaklar konuşma vasıtası oldukları
kadar ruhun kapışıdırlar da... Dört dudak plâtonik bir bûsede birleşince
sevişenlerin ruhları dudaklara doğru hareket eder. Onun için Eflâtun bûseyi
yasak etmez»
Dinleyiciler arasında .açık sözlü, yaşlı bir baron: «Ben bu incelikleri
anlamam» dedi. «Ama demek istiyor musunuz ki, bir koca, karısını bir erkeğin
kolları arasında görüp de buna tahammül etmelidir.»
Adam:
«Tabiî...» dedi, «îlâhd aşkın kaidelerine göre, böyle*
— Ya izdivaç?
ı— Biz burada izdivaçtan değil, aşktan bahsediyoruz; dedi Barones Fiyondi
ve çıplak omuzlarını kımıldattı
— Ama izdivaç
dia insanı kanunlara göre...
— Böyle seviyeli bir konuşmada sokak takımının yarattığı kanunlardan ne
diiye bahsediyorsun? O kanunlara bakarsan, o canım âşık ve mâşûka yerine karı
koca kaim oluyor»
Beatriçe, bu Freogzo’nun son derece açık saçık bir şiirinin ağızdan ağıza
dolaştığını biliyordu. Bu, pederastiye dairdi.
Kontes burada sıkıldı. Bitişik salona geçti. Burada Komadan gelmiş bir
şair, şiirlerini okuyordu. Beatriç dinleyiciler arasında Lükreçya’yı görünce
hatifçe sarardı; fakat hemen kendini topladı.
Burada da sıkılan kontes, uşağına bir ışık alıp kendisini yatak odasının
kapısında beklemesini emretti. Salonları geçti, bir galeriye vardı, oradan
merdivenleri inerek bodrumu buldu. Orada kontun gizli mektuplarını sakladığı
bir meşe dolap vardı. Sandığı açmak istedi, fak?* sandık boştu. Anladı kı,
Moro, bu sandığın anahtarının çalındığını farketmış ve mektupları başka bir
yere taşımıştı.
Dişarda kar, beyaz heyulalar gibi yağıyordu. Burada Leonardo’nun
duvarlara yaptığı boruya kulağını koyarak sesleri dinledi. Birdenbire aklına
saray şairi Bellinsiyoni geldi ve «Ondan her şeyi öğrenirim» dedi.
Şairin bir mazeret uydurarak baloya gelmediğini hatırladı. Uşağına: «tki
hademe bana bir tahtırevan hazırlasın, ama bunu kimse duymıyacak...» dedi.
Şair Bellinsiyoni salaş evine «kurbağa ini» derdi. Eline epeyce para
geçerdi ama, ya içerdi, ya kumar oynardı ve fukaralık, kendsini, kendi
tâbiriyle, sevilmeyen ve fakat sadık olan bir kadın gibi takip ederdi.
Bir ayağı kırılmış karyolasında, ucuz şarabından bir kadeh dr ha içti ve
birisinin köpeği için yapılacak bir mezar taşının yazısını hazırladı.
Saraya gelmeyişinin sebebi rakip , bir, şairin oraya dâvet edilmesiydi.
Odun, tükenmek üzereydi Birdenbire kapı palındı:
— Kim o... diye bağırdı.
Kapı kırıjırcasına açıldı ve içeriye kürklerine bürünmüş bur kadın
girdi...
«Bu saadeti hangi talihe borçluyum» dedi şair. «Her haldb bir a§k şiiri
ısmarlıyacak...»
Kadın maskesini çıkardı:
«İşte benim...» dedi.
Şair büyük bir şaşkınlık içinde haç çıkarmağa başladı.
Kontes: «Bellinsiyoni» dedi, «bana çok büyük bir hizmette
bulunabilirsin... Bizi dinleyebilecek kimse yok ya?»
«Hayır...» ,
— Öyleyse dinle... Ben biliyorum ki Lükresia için aşk şiirleri
yazıyorsun... Her halde Kont Moro’nin aşk mektubu ve şiir siparilşerine de sahipsin.
Korkma. Kimse bilmiyecek. Bana hizmet edersen seni altına boğarım...
— Altes, inanmayın, bu iftiradır. Bende mektup filân yok.
Kadın kaşlarını çattı. Gözlerini şaire dikerek:
—: Yalan söyleme, dedi. ’Ben her şeyi biliyorum. Eğer haya* tına kıymet veriyorsan
kontun mektuplarını ver.
— Nasıl emrederseniz, dedi şair. Bende mektup yok.
— Öyle ise bekle rezil meyâncı. Saha ben doğruyu
söyletirim... Seni boğacağım... '
Ve hakikaten ince parmaklarını adamın boynuna öyle sardı ki, nefesi
kesildi...
Bellinsiyoni ömrü boyunca bir saray mecnunu ve satılık bir şairdi. Fakat
hain değildi. Damarlarında kontunk'nden daha asil bir kan dolaşıyordu. Kontes
boynunu bıraktı ve lâmbayı eline aldı. Bitişik odaya girdi. Şair kapının önüne
ditilerek onu geçirmemek istedi. Fakat kontesin bakışları altında mukavemet
edemedi. Kontes kitap rafının önüne, geldi ve kâğıtları karıştırmağa başladı.
Saray veznedarına hitap ed.imiş bir sürü dilencilik şürleri. Yemek, elbise,
şarap dilenen mektuplar...
Bir paket üstünde Moro’dan Sesilya’ya keiimeleri yazıliy- dı. Derken
abanozdan bir kutu içinde itina ile katlanmış bir
F. 4 kaektup paketi buldu. Lükresia’mn
adını okudu. Moro’nım elT ’jazısmı tanıdı. Moro’nuh Lükresia için
sipariş ettiği aşk mektupları ye şiirleriydi. Beatriçe paketi elbisesinin
içine soktu Şaire, köpeğe kemik atar
gibi bir kese altın fırlattı.
! Beatriçe balo salonuna döndü ve
biraz solgun yüzüyle kocasına doğru yaklaştı ve yemekten sonra biraz istirahat
etme- İhtiyacını hissettiğini söyledi.
«Beatriçe» dedi kont ve karısının soğuk ellerini tutaraktı «Hasta isen
haber ver. Unutma ki gebesin. İstersen balonun ikinci kısmım yarma bırakalım.
Bütün bunlar senin için hazırlandı.» '
— «Hayır», dedi kontes. «Bugünkü kadar hiç bir zaman kendimi iyi
hissetmedim. Leonardo’nun hazırladığı cennet tablosunu görinek ve dansetmek
istiyorum...»
_Kont: «Allaha şükü,» dedi ve saygılı bir nezaketle kan— sının
elini öptü.
. Misafirler, tekrar balo salonuna geçtiler ve Leonardo’nun hazırladığı
cennet tablosunu beklemeğe başladılar. Herkes yerini alıp ışıklat sönünce
Leonardo’nun sesi işitildi: Hazır.
Bir ışık çaktı ve karanlıkta küresel güneşler şeklinde bil— lûrlar ışık
saçmağa başladı. Bu küreler gök kuşağı renginde parlak ışıklarla
aydınlatılmıştı.
Bir kadın komşusuna: «Bak» dedi «Leonardo’nun yüzüne* hakikî bir büyücü
gibi. îşin sonunda bütün sarayı bir masalda, olduğu gibi havaya uçuracak.»
Komşusu : «Ateş’.e oynamamak» dedi. «Ne kadar kolay yangın çıkabilir...»
Billûr kürelerin arkasına siyah yuvarlak kutular yerleştirilmişti. Bu
kutuların birinden beyaz kanatlı bir melek çıktı ye: «Büyük hükümdar kürelerini
idare ediyor...» diyerek temsilin başladığını ilân etti.
Bu anda küreler hafif, tatlı seslerle mihverleri etrafında, dönmeğe
başladılar. Bu tatlı sesler Leonardo’nun icadı olan cam çanlardan geliyordu
Küreler hareketlerine devam ediyorlardı. Her birisinin üstünde bir esatir
tanrısı yer almıştı:
Jüpiter, Apollon, Merkür, Mars, Diana, Venüs, Satürn, bütün, tanrılar
Beatriçe’yi selâmlayarak geçiyorlardı.
***
Mesela: Merkür şöyle diyordu: «Ey bütün yıldızlan karan, tan, ey
canlıların güneşi, göğün aynası, sçn, tanrıların babasını güzelliğinle
büyüledin, ey ışıklar ışığı, ey mucizeler mucizesi...»
Venüs, kontesin karşısında diz çöküp, şöyle diyordu: «Bütün caz be’erim
senin karşında eriyip gitti. Artık Venüs adını taşıyamam. Senin
ışıklarının altında, ey yeni güneş, gıpta ederek soluyorum...»
Jüpiter söylüyordu: «Baba, beni ona köle olarak ver... Tanrıçalar
tanrıçası Milano kontesine...»
Temsilin sonunda Jüpiter kontese Yunan güzellerini ve. yedi hıristiyan
faziletini takdim etti. Bütün Olemp beyaz melek kanatlarının gölgesine ve ümit
sembolü olarak yeşil lâmba larla çevrelenmiş bir putun altında dönmeğe devam
ediyordu.
Kontes yanında oturan birisine: «Neden?» dedi. «Temsilde Jüpiterin
kıskanç karısı Jüno yok. O ki başından tacını fırlatır ve incilerini yerlere
atar.»
Kont bu sözleri işitmişti ve karısına bakıyordu. Beatriçe o kadar garip
ve mânalı gülüyordu ki, Moro’nun üstünden bir soğuk ürperti geçti. Kontes yine
kendine hâkim oldu ve mevzuu değiştirdi. Yalnız elbisesinin altındaki mektup
paketini daha sıkı bastı, tntkam zevki onu büyülüyor ve ona kuvvet, sükûnet,
hattâ bir nevi neş’e veriyordu.
Beatriçe dansediyordu. Zaman zaman boğazını bir hıçkırık veya gülme krampı
sıkıyordu; gözleri kararıyordu. Şakakları dayanılmaz b r ağrıyla atıyordu,
ama, gülümsüyordu. Dans bitince kimseye farkettirmeksizin oradan uzaklaştı.
Hazine dairesinin münzevî kulesine girdi; buraya kocasıyla kendisinden gayri
kimse giremezdi. Uşağının e’ihden mumu â7di ve bir kiler gibi soğuk
ve karanl k o an büyük, t orlu girdi bir masa- başma geçti, mektup paketini
açtı. Tam okumağa baş'ayacağı S'rada bacadan öyle bir rüzgâr esti İd her taraf
in'edi ve mum söneyazdı. Beatriçe’nin kulağına aşağıda bodrumdan z'nc r şakırtıları
ve yukarı salonlardan balo müziği geiiyordu. Sanki arkasında, karanlık köşede
birisi saklanmış gibi hissediyordu. Kendini zorlayarak o gölgeye baktı Geceden
daha karanlık, uzun, s'yah yüzü maskeli birini gördü. Bağırmak istedi. Fakat
sesi çıkmadı. Kaçmak istedi, diz eri tutmadı. Yere çöktü: «Yine mi sen?» dedi.
«Ne istiyorsun?»
Köşedeki,
öldürülen kont Ciyân’ih korkunç yüzüydü.
. Kontesin bağırması üzerine içeri giren uşak onu baygın bir halde yerde
buldu. Balo salohuha koştu. Çılgın bir korku içinde:
«Altes» dedi« Madam hasta. Çabuk imdat...»
Vakit gece yarısıydı. Baloda taşkın bir neşe hüküm sürüyordu. Yapılan
dans sadık âşıkların zafer sütunu altından geçme dansıydı. Aşkı temsil eden
bir adam yukarıda elinde uzun bir boruyla duruyördü. Sadık âşıklar yaklaştıkça
tatlı bir melodiyle karşılıyordu. Sadık blmıyânlar ise Sütun altından geberiliyorlardı.
Kont, —sadıklar sadağı olarak— ( sütunun altından henüz
geçmişti ki uşağın imdat sesleri duyuldu. Uşak konta:
«Yine mi hasta?» Sonra kendini toplayarak «Aklını başına topla, nerede
yatıyor?»
-— Kulenin hazine odasına
Moro oraya koştu. Çokları onu takip etti. «Yangın var!» diye bağıranlar
oldu. Bir saray adamı: «Onu zehirlediler...» dedi. «Öldürülen Cian’ın karısı
İzabella, onu tedricî tesir eden bir zehirle zehirledi...»
öteki salondan müzik sesleri geliyordu. Yapılan dans Venüs ve Savrus’tu.
Damlar kavalyelerini altın zincirlere vurmuş sürüklüyorlardı. Sonra
kavalyeleri yere yıkılıyor, damlar bacaklarıyla onların enselerine basıyorlardı.
Nihayet bir saray adamı içeriye girdi:
«Durun dedi. «Kontes hasta...»
BİR DOĞUM VE ÖLÜM
SAHNESİ
Hademeler ince, uzun bir yatağı taşıyorlardı. Bu yatak uzun asırlardan
beri saray doğumlarında kullanılırdı.1 Sforça hânedanj hep bu
yatakta doğmuştu.
Herkes çeşit çeşit tefsirlerde bulunuyordu. Bir kadın:
«Bu, bir korkudan ileri geliyorsa» dedi «Bir yumurta akına, ince
donranmış kırmızı ipek karıştırıp kontese yuttürma- lı...» Başka bir kadın:
«Yedi yumurtanın akım alıp sekizincinin sarısı ile karış- tırmalı da
yedirmeli...» diyordu.
Bu sırada bir kadın çocuk çamaşırları taşıyordu. Tavsiyeler birbirini
takip ediyordu. Birisi:
«Gebenin sağ bacağını yılan derisiyle sarmalı...» Bir diğeri: «Onu
kaynayan bir kazana oturtmalı-.» diyordu. Bir üçüncüsü : «Kocasının şapkasını
kamına bağlamalı..S Bir koca karı: «Bir kartal başmi sağ koltuğuna ve bir
mıknatıs taşını sol koltuğuna koymalı...» diyordu.
(Kont koşa koşa gelmiş, kafasını elleri araşma alıp
bir çocuk gibi hıçkırıyordu: r
«Bütün kabahat bende, ben mel’unum...» diyordu.
Kontesin kendisine'az evvel: «Bırak, beni, Lükresyaya
git...» diye bağırdığını hatırlıyordu. '
Bir hekim taslağı konta bir tabak uzattı: «Canavar eti» dedi. «Koça
canavar eti yepe, karışı çabuk kurtulur...»
Kont bu siyah
ve sert eti1 yutmağa çalıştı.
odadan çıktı. Kont:
Sarayın baş
hetimi Marliyani başka hekimler refakatinde
«Hasta nasıl?» dedi. ...
Hekimler
susuyorlardı. Nihayet birisi:
***
«Altes» dedi. «Elimizde olanher şeyi yaptık. Allahtan ümit kesilmez...»
Baş hekim yanındakilere T-âtine? nî rak-
«Üç dirhem salyangoz, içine kırmızı mercan
konsun...»
— Bir hekim, biraz kan alsak...» dedi. Ama baş hekim: «Maalesef olmaz...»
dedi. «Çünkü Mars, yengeç hurcunda bulunuyor ve bugün tek gün...»
Bir üçüncü hekim: «Salyangoz hülâsasına biraz inek gübresi
karıştırmıyalım mı?» dedi.
«Evet, çok iyi olur...» dedi başhekim ve konta: «Bütün bunlar ilmin
emridir.»
«İlminizin Allah belâsını versin...» dedi kont. «Karım ölüyor... Siz
hâlâ inek gübresiyle uğraşıyorsunuz... Hepinizi ipe çekmeli...»
Birden gözü Leonardo’ya yöneldi
«Dinle Leonafdo’m..» dedi. «Sen bütün bu hekimlerin topundan daha
akıllısın... Sende esrarlı çok şeyler var, inkâr etme... Dostum yardım et
bana...»
Leonardo. bir cevap vermek istedi, fakat kont gelmiş olan rahibeyi gördü:
— Mukaddes Ambroziyos’un emanetleri, mukaddes ebe
«Şükür,» dedi. «Nihayet geldiniz. Ne getirdiniz?»
Margarita'nın kemeri, mukaddes Kristofer’in dişi. Meryemin bir tel
sacı,.. ..
«Alâ, âlâ, içeri girin ve dua edin...»
Morö hastanın odasına girmek istedi. Fakat’hâsta öyle korkunç inliyordu
ki, Moro kulaklarını tıkadı ve sarayın mescidine giderek Meryem Ana’nın
karşısına diz çöktü:
«MeT’un ben... günah isledim... Meşru metbuum olan Ci-
yân’ı öldürdüm. Ama sen fek şefaatçimiz, baha inayet et... Onu kurtar. Onun
yerine benim, ruhumu kabzet. Bütün günahlarım için tövbe etmek istiyorum,.,» .
Moro, Roşetta salonuna döndü. Çocuk çamaşırı ile dolu bir şepet
geçiriyorlardı. Kadın, konta
— Madam doğurdular, dedi.
Moro solgun:
— Yaşıyor mu? dedi- .
— Evet, Allaha şükür. Fakat çocük ölü. Kontes çok zayıf ve sizi görmek
istiyorlar...
Kont hastanın odasına girdi Hastanın yüzü ufalmış, gözleri
irileşmişti Kont yatağa yaklaştı. Hastanın yüzüne eğildi,' hasta: .
— Çabuk, Izabella’yı çağırt!... dedi.
Az sonra muztarip yüzlü, ince, uzun, bir kadın, Izabet içeriye girdi.
Moro kenara çekildi. îki kadın bir şeyler fısıldaştılar. Sonra îzabella
kontesi öptü ve veda etti. Hastanın yanı başında diz 'çökerek elleriyle yüzünü öptü ve duaya
başladı.
Beatriçe kocasını çağırdı:
«Affet...» dedi. «Ağlama... Düşün ki ben daima senin yanında olacağım...
ve biliyorum ki sen yalnız beni...»
Sonunu getiremedi. «Beni seviyorsun...».demek istiyecekti. ' Güç işitilir
bir sesle: «öp beni», dedi.
Moro dudaklarını baştanın alnına değdirdi. «Dudaklarımı öp...»
dedi kontes.
Bir rahip ölüm duasını okudu. Akrabalar odaya girdiler... Kont, karısının
soğuyan dudaklarını öptü.
Baş hekim: «Hasta ölçlü...» dedi. Odadakiler haç çıkararak diz çöktüler.
Kont bir dalgınlıktan uyanarak kollarım açıp: «Biçe...» diye bağırarak
ölünün üzerine kapandı.
Bütün hazır olanlar içinde yalnız Leonardo sükûnetini muhafaza ediyordu.
O nafiz bakışlarıyla kontun yüzünü takip ediyordu. Böyle anlarda sanatkârın
bilgi tecessüsü bütün hislerine hâkim oluyordu, insanın yüz ifadesinde ve
hareketlerinde güzel bir tabiat belirtisi gibi, derin ızdıraplarm tezahürlerini
araştırırdı. Moro’nun ıztıraptan katılaşmış yüztintü derhal resmedebilmek için
hemen sarayın alt katma indi. Resme başladı.
Orada, bir köşede, balo temsilinde altın çağı temsil etmiş olan bir çocuk
uyuya kalmıştı. Çocuk soğuktan büzüşmüştü. Leonardo çocuğu uyandırdı ve
kucağına aldı. Çocuk iri menekşe mavisi gözlerini açarak hıçkırmağa başladı.
Leonardo, çocuğu bir koltuğa yerleştirdi. Paltosunu çıkararak ona örttü. Kendi
kendine Moro’nun yüzünü düşünüyordu... Yukarı doğru kalkmış kaşlar, üstündeki
(kırışık dudaklardaki tebessüme benzeyen acaip hareketi ki (en büyük saadeti ve
en büyük ıstırabı ifade edebilirdi...) hatırladı.
Beatriçe 2 Ocak 1497 de ölmüştü. Kocası 24 saat ölünün yanında kaldı.
Uyku ve yemek hatırına gelmedi. Yâni onun çıldıracağından korkuyorlardı.
Nihayet ölünün hemşiresi IzabeJ- la D’est’e şu mektubu yazdı:
«Onun yerine
ben ölsem daha hayırlıydı. Bize teselli için, kimseyi yollamayın. Çünkü bu,
ıztırabımızı arttıracaktır.»
Bıı sırada
Moro ölü doğan çocuğuna bir mezar kitabesi yaz- dınnış ve onu lâtinceye tercüme
ettirmişti:
«Ben gün
ışığını görmeden ölmüş bir bedbaht çocuğum. Annemin hayatına, babamın da
karısına mal olmuş olmak beni büsbütün bedbaht etti. Bu açı kaderde tek
tesellim tanrıya benzeyen bw ana babadan doğmuş olmaktır »
BİR ÇİFTE METRES
1497 yılının
yazında Lükreçya’nın konttan bir oğlu oldu. Ayni konttan piçler doğurmuş olan
Sesilya, çocuğu vaftiz anası olmak istedi. BöyleCe iki metres birbiriyle dost
oluyordu. Saray şairi bu ikisi hakkında yazdığı şiirde Lükreçya yı sabah
kızıllığına, Sesilya’yı da akşam güneşine benzetmişti. Moro da bu iki ışık
arasındaki karanlık geceydi. Beatriçe de güneş.
Moro,
Grivelli sarayına gittiğinde iki kadını şömine başında buldu. Bütün saray
kadınları gibi ikisi db matem elbiseleri giymişlerdi.
(Akşam
güneşi) Sesiliya:
«Nasılsınız altes?» dedi. Onun teni mat beyazdı. Saçları ateş
kırmızısı, gözleri bir dağ gölünün suları gibi şeffaf ve yeşildi. ‘
M°ro, «Tahmin
edersiniz» dedi. «Benim sıhhatim nasıl olur. Mümkün olduğu kadgr tez', küçük
güvercinimin yanında ebedi uykuma dalmak istiyorum...»
Sesiliya:
«Hayır altes,» dedi, «böyle söylemek büyük günahtır.. Her acı tanrıdan' gelir.
Onun verdiklerini kabule mecburuz»
«Tabi» dedi
Mpr°- «Tanrı her şeyi bizden iyi bilir. (Iztırap çekenler ne bahtiyardırlar ki
teselli bulacaklardır.)»
iki
sevgilisinin ellerini tuttu:
«Siz bu
bedbaht dulu terketmediğiniz için Tanrıdan iyilik görün...»
Gözlerinin
yaşını sildikten sonra cebinden iki kâğıt çıkardı. Birisinde, bir çok
tarlalarını Dellagrasia manastırına vakfediyordu.
«Altase»
dedi. Sesilya, «Sanırdım ki siz bu toprakları severdiniz...»
«Heyhat» dedi
Moro, «insanın çok toprağa ihtiyacı var mı?»
îkinci kâğıtta kont, Lükresia'ya ve gayrı meşrû çocuğuna bir sürü arazi
bırakıyordû. Vakfiyede şu yazılıydı: «Bu kadm, Lükresia, bize harikûlâde aşk
bağlarıyla sadakat gösterdi' ve bize o kadar yüksek hisler aşıladı ki, onunla
geçen hoş saatlerimizde büyük endişelerimizden sıyrıldığımızı hissettik»
Rakibe Sesiliya bunu alkışlıyor ve bir ananın göz yaşlarıyla Lükresia’nın
boynuna sarılarak:
«Sana demedim mi kardeşim, kontun altın bir kalbi vardır. Şimdi oğlun
Milâno’nün en zengin mirasçısıdır» diyordu.
Bu tarih 28 Aralıktı. Tam Beatriçe’nin baskın verdiği gün ve saatin
yıldönümüydü.
Lükresia’da Sesiliya’nın bu gayri tabiî sevgisi bayağı bir bulantı
uyandırıyordu ve ondan kaçmak istiyordu. Fakat kont elini tutmuştu.
Sesiliya, mandolini eline aldı ve aynen Leonardo’nun kendisini on iki
yıl evvel resmettiği (Yeni Sâffo) düruşunu aldı ve Petrak’m «gökte buluşma»
isimli şarkısını söylemeğe başladı.
Moro bir taraftan ağlıyor, bir taraftan da Lükreçya’yı kucaklıyordu.
Lükreçya utanıyordu. Bunun üzerine Sesiliya bir kız -kardeş gibi ayağa kalktı
ye yatak odasına değil öteki odaya geçti. (Akşam güneşi) sabah güneşini
kıskanmıyordu. Geniş tecrübesiyle biliyordu ki şıra bir gün yine kendisine
gelecekti ve Moro ya siyah saçtan sonra ateş kızılı saç daha iştiha açıcı
görünecekti. Moro, Lükreçiya’yı kucağına almıştı. Kadının göğsünü açmıştı,
siyah elbiseler altında mat tem çok parlak görünüyordu. Şöminenin üstünde
çıplak aşk tanrıları danslarını yapıyordu. Uzaktan Sesiliya’nın mandolin sesi
geliyordu. Küçük, eski Tanrılar Petrark’m ilâhı visalini dinliyorlar ve coşkunlukla
gülüyorlardı.
xııı
' BİR ATEŞ TECRÜBESİ
Leonardo, Kristof Kolomb’un kutup yıldızının hareketlerine dair yaptığı
hesaplan inceliyor ve o kadar kaba hatalara rastlıyordu ki gözlerine
inanamıyordu.
«Ne cehalet!» diyordu. «Sanki adam karanlıkta ve bilmi- yerek yeni1
dünyayı keşfetmiş ve sanmış ki orası Çindir veya dünyanın cennetidir. İşin
hakikatini kavramağa ömrü yetmi- yecek...»
Leonardo, Kolombos’un 29 Nisan 1493 tarihli mektubunu inceliyordu. Bütün
gece hesaplarla ve haritalarla meşgul oldu.
«Ne kadar az şey bilmiş ve ne büyük işler başarmış...» dedi. «Bense
bütün bilgilerime rağmen hareketsizim, meflûç gibiyim... Ömrüm boyunca meçhul
âlemleri aradım ve onlara bir adım biie yanaşamadım. Derler ki her şey imanla
olur. Ama kâmil iman_ve kâmil ilim aynı şey değil midir? Benim gözlerim
Kolomb’un gözlerinden daha uzağı görmüyor mu? Yoksa insanın kaderi' bu mudur:
Bilmek için görmek lâzım. îcra edebilmek için ise kör olmak
lâzım...»vecizesinde mi belirmektedir.
Leonardo gecenin nasıl geçtiğini farketmedi. Yıldızlar sönmüşlerdi.
Kiremit damları kırmızı bir ışık aydınlatıyordu. Sokaklardan insan sesi
geliyordu.
Birisi kapıyı çaldı. İçeri giren (Ciövanni) ildi. Üstadına bugün ateş
tecrübesi yapılacağını haber verdi.
«Ne biçim ateş tecrübesi?» dedi, Leonardo...
Savanarola ve Rondinelli bugün ateşe atılacaklar. Kim yanmadan
çıkabilirse onun haklı olduğu anlaşılacak.
«Pekâla Sen git,» dedi Leonardo. «İyi eğlenceler dilerim.»
— Siz gelmiyecek misiniz?
— Hayır, görüyorsun ki meşgulüm.
Fakat talebesi ısrar ettû
— Hakikaten bu ikisinin ateşe atılacaklarına emin misiniz?
Bütün sokaklar insan dolmuştu. Yüzlerde tecessüs ve bekleyiş
beliriyordu. Duvarlara 8 maddelik bir beyanname asılmıştı. Bunlar şuydu:
1
— Tanrının kilisesi
yenilenmelidir.
2
— Tanrı kiliseyi terbiy
edecektir.
3
— Tanrı, kiliseyi reforme
edecektir.
4
— Bu reformd'an sonra
Floransa’da yenilenecek ve bütün milletlere hâkim olacaktır.
5
— tnanmıyanlar
yanacaklardır.
7
— Papa Aleksandr’ın
Vanarola’yı afaroz edişi hükümsüzdür.
8
— Bu afarozu kabul etmiyen
günah işlemiş olmaz.
Halk arasında
türlü konuşmalar geçiyordu.'
Sokağın
ortasında bir odun yığını hazırlanmıştı. Bir yandan Fransisken papasları, öte
yandan Dominiken papakları geliyordu. Halk diz çöküp dua ediyor ve bir mucize
bekliyordu. Bu aralık gök bulutlarla örtüldü.
Savanorala
duasını yaptıktan sonra halkın karşısına geçti ve sus işareti verdi. Tam bu
sırada gök gürledi, yıldırım düştü ve sağnak halinde yağmur yağmağa başladı.
Bu suretle ateşte yanmak tecrübesine imkân kalmamıştı.
BİR TARTIŞMA SAHNESİ
Kont Moro’nun sarayında bir bilginler tartışması olmuş ve bu, kontun pek
hoşuna gitmişti. Fakat bir harp beklendiği için yeni bir tartışma
yaptırılmıyâcağı sanılıyordu.
Moro böyle düşünmüyordu. Harbe hiç ehemmiyet vermediğini göstermek için
tahtının ilim ve sanata dayandığını isbat edecek vesileler aradı. Onun için
münakaşayı tekrarlatıyordu.
Sarayın balo salonunda Pavya üniversitesi dekanları, profesörleri dört
köşeli başlıkları, kırmızı mantoları, menekşe e.di- Venleriyle salona
doluyorlardı. Saray kadınları zarif balo elbiseleri giymişlerdi. Moro’nun ayak
uçarında Eükreçiyâ ile, Sesili- ya yer almışlardı.
Celseyi açan Merol’a Kont Morofyu. Periklesle, Troyan la, Titüs’le
mukayese eden ve Milânonun eski Atina’yı geçtiğini söyliyen bir açış nutku
iradetti. Sonra Meryem’in bakire olduğu halde hâmile kalması meselesi
münakaşaya başlandı. Sonra tıbbî meseleler ortaya atıldı. Güzel kadınlar mı
daha doğurgandır, çirkinler mi? Kadim tabiatın gayrı mükemmel bir eseri nfd’r?
İsâ’nm yarasından akan su hangi uzvunda teşekkül etmişti? Kadın mı
şehvetlidir, erkek mi? Daha sonra felsefî bir mesele ele alındı. Maddenin aslı
tek cepheli midir, çok cepheli midir?
Birisi «ilk madde,» dedi, «ne cevherdir, ne arazdır » Bir başkası «her
yaratılan madde ruhî olsun, bedenî olsun maddîdir.» Bir başkası «dünya»
diyordu, «bir ağaçtır. Kökleri cevher, yâprakiarı araz, dalları madde,
çiçekleri ruh, meyvaları melek, bahçıvan da tanrıdır.»
Leonardo her zamanki gibi susuyor, yalnız zaman zaman dudaklarından hafif
bir gülümseme geçiyordu.
Bu sırada Sesiliya, konta Leinardo’yu göstererek: «Bu da münakaşaya
karışsın» dedi.
Kont, «Görüyorsun» dedi, Leonardo’ya, «hanımlar istiyor. Hoşa gidecek bir
şeyler anlat.»
«Beni affet altes» dedi Leonardo. «Madama hürmeten yap- etmesini
sevmezdi- Onca fikirlerle, kelimeler arasıhda perde- mak isterdim. Fakat,
muktedir değilim...»
Leonardo’nun mazereti sebeps:z değildi. Kalabalığa hitap ler
vardı. Her kelime ya fikri mübalâğa ediyor veya mânayı değiştirerek yalana
sebep oluyordu- iyi konuşanları hem tenkit eder, hem de hayırhah bir hayranlık
gösterirdi.
Leonardo itizar ettikçe hanımlar ısrar-ediyorlardı. «Bak» diyorlardı.
«Sana nasıl yalvarıyoruz. Meselâ insanların bir gün nasıl uçacağını anlat»
diyordu, bu kadın. «Biraz büyüden bahset...» Başka bir kadın. «Ölüleri
diriltmeyi anlat» diyordu bir üçüncüsü.
«insaf bayanlar» diyordu «temin ederim ki ben hiç bir zaman ölü
diriltmedim» diye itizar ediyordu Leonardo.
«Ziyanı yok» diyorlardı kadınlar, «Matematik olmasın da her hangi bir
şeyi anlat...»
Leonardo, kendisinden istenen bir şeyi reddedemezdi. «Ne yapacağımı
bilmiyorum bayanlar>> dedi.
Bu arada ihtiyar ve sağır ilâhiyat dekanı, «Bu adam da kim?» diyordu.
Yanındaki: «Leonardc» dedi.
Bu meşhur, Pisanoğlu matematikçi mi?
«Hayır,
bizzat Leonardo da Vinçi.»
«O da kim?
Doktor mu? Yoksa lisansiyet mi?»
«Ne doktor, ne lisansiye. Bakaloryası b'le yok. Sadece sanatçı. Akşam
yemeği tablosunu yapan sanatçıû
«Resme dair mi konuşacak?»
«Hayır, tabiat ilimlerine...»
«Tabiat ilimlerine mi? Ş:mdi sanatçılar bir de âl’m mi
oldular? Leonardo... Bu ismi hiç duymamıştım. Yazdığı bir şey var mı?»
«Hayır. Hiç kitap neşretmemiştir...»
Bu sırada araya kat’lan başka birsi, «o solakmış» dedi, «kimse anlamasın,
diye gizli bir yazı ile yazarmış »
«Öyle ise iyi eğleneceğiz» dedi dekan.
Leonardo, konta yalvaran bir göz attı. Lâkin Sesiliya parmağı ile ISrar
işareti yapıyordu.
Leonardo, ««çaresiz» dedi. ««Biraz sonra Kolos heykeli için onlardan
bronz istiyeceğim. Gönüllerini yapmam lâzım... Aklıma geleni söylerim..»
Böyle düşünerek kürsüye çıktı:
«Efendim» dedi. Kekeleyerek ve kızararak: «Hazırlıklı değilim. Yalnız
kontun emri üzerine...»
Taşlaşmış deniz hayvanlarından bahis açtı. Deniz yosunlarının ve
mercanlarının, denizin çekildiği mağaralarda kalmış izlerini ele aldı ve
böylece yavaş yavaş tezim ilerleterek zamanlar boyunca dünyanın şeklini
nasıl değiştirdiğini anlatmağa koyuldu. Şimdi kara ve dağ olan yerler bir
zamanlar deniz, dibiydi. Tabiatın kımıldatıcı kuvveti olan su, dağları yıkar.
Kıyılar denizin ortasına doğru büyür, ülkeler arasında kalan iç denizler,
kuruyarak, bazan bir nehir yatağı arta kalır. Böylece meselâ Po nehri
Lombardiya’nun sularını kurutmuştur. Adriyatik denizi de böyle olacak. Nil
nehri Adalar denizini, Mısır ve Libya gibi kum tepeleri haline getirecek ve
Cebelitarık da Bahri Muhite açılacak. Ben eminim ki, kimsenin dikkat etmediği
taşlaşmış nebat ve hayvan bakiyeleri ardınrz hakkında, onun mazisi ve
istikbali hakkında yepyeni bir ilmin doğmasına imkân verecektir.
Leonardo, fikirlerini o kadar vuzuh ve katiyetle söylüyordu ki, ilmin
zaferine imaniyle, skolâstik mensuplarını hayretten hayrete düşürüyordu.
Moro söze karıştı ve: «Leonardo,» dedi. Senin kehanetlerin inşallah
tahakkuk eder ve Adriyat k denizi kurur da düşmanlarımız Venedikliler kumda
yengeç gibi dehlizlerinde mahbus kalırlar...»
Herkes kahkahalarla gülüyordu. Bu sırada, Pavya üniversitesi rektörü
gümüş beyazlı saçı, haşmetli, fakat budala yüzüyle:
«Mösyö Leonardo» dedi. «Sözleriniz enteresan, fakat size bir şey
söyleyeyim. Bu küçük ve eğlend:r‘ci fosillerden bir ilim meydana
getireceğinize, onları tufanla izah etseniz daha İyi olmaz mı?»
Leonardo daha serbestlikle:
«Evet,» dedi. «Biliyorum, herkes bunu hıfanla izah etmek isliyor;.. Fakat
tufih nazarice» şkçmâdır. İncile göre hıfân eş- nasında su seviyesi en yüksek
dağın Eri beş arşın üstündeymiş.
halde dalgaların sürüklediği fosillerin, yukarıdan aşağıya çök meleri
lâzım. Halbuki toprak tabakalarında kat kat fosil kitleleri görüyoruz. Sonra
umumiyetle toplu .yaşayan hayvanların folisiEerini hep bir arada buluyoruz. Ben
kendim taşlaşmış kabukları Lombardiya dağlarında araştırdım. Salyangoz yavaş
yürüyen bir hayvandır. Günde ancak üç dört arşınlık yer alabilir. Böyle bir
hayvan, tufanın devam ettiği kırk gün içinde, nasıl olur da iki yüz elli millik
yol alabilir? Çünkü Adriyatik kıyılarından Mon Ferrat tepesine bu kadar mesafe
vardır Böyle bir şeye ancak tecrübe ve müşahedeyi hakir gören ve sadece
kitaplara bakan budalalar inanabilir.»
Ortalığı sıkıntılı bir susma kapladı. Herkes rektörün fikrinin zayıf
olduğunu biliyordu, nihayet saray müneccimi işe karıştı. Ve fosillerin yıldızların
tesiriyle meydana geldiğ.ni söyledi ve «Bu büyüdür» dedi.
Leonardo sihir kelimesini: duyunca dudaklarında can sıkıntısını ifâde
eden bir gülümseme geçti ve şöyle dedi:
— iyi ama, aynı bir yıldızın, nasıl olup da aynı yerde bu çeşitli
fosilleri halkettiğine inanalım? Ben şunu da müşahede ettim ki, salyangozların
kabuğundan ağaç köklerinde olduğu gibi, yaşlarını okumak da kabildir. Sonra
dağların tepesinde, kayalıklar üstünde, yaprakların bıraktığı intibaları nas 1
izah etmeli? Bütün bunlar yıldızların tesiri mi? Bunların hepsini yıldızlar
meydana getirdiyse Astroloji’den gayri bütün ilimler sahte olur.
Skolastik hocası söz aldı. Münakaşanın yanlış yola döküldüğünü anlattı:
— Ya, dedi, bu fosiller süfli, yâni mihaniki ilimlere aittir. Yâni
metafizikle ilgili değildir, bu da konuşmağa değmez; yahut en yüksek ilim,
yani dialektik’e aittir Bu takdirde de tartışmayı dialektik kaidelerine göre
yürütmek lâzımdır.
Leonardo: «ismin yükseği, alçağı yoktur» dedi. «Her ilim tecrübeye
dayanır»
— Tecrübe mi? dedi dekan; Aristo’nun, eflâtun’un metafiziği neye
dayanır?
Leonardo sükûnetle: «Onların hiç biri ilim değildir..» de- «di.
«Ben eskilerin kıymetini takdir ederim, fakat onların hepsi ilim sahasında
yanlış yollardan yürümüşlerdir. Onlar idraki mümkün olmıyan şeyleri idrake
gayret ettiler. Halbuki ellerinin altındaki imkânları hakir görmüşlerdir.
Kendileri aldatılmışlardır ve asırlardan beri insanlığı hataya
sevketmişlerdir.' Çünkü insanlar isbatı mümkün olmıyan bir şeyden bahsederlerse
anlaşmaya varılamaz. Delil olmayan yerde şamata hüküm sürer. Hakikî bilgiye
sahip olan ise bağırmak ihtiyacında delildir»
Leonardo daha bir çok şeyler söylemek istiyordu, fakat etrafına
bakınarak sustu.
•— Ya demek öyle dedi skolastik hocası. Şu halde bizim ruh, tanrı, ba’s-ü-ba’del-mevt
hakkındaki bilgilerimiz incilin hükümleriyle isbat edilmiş olmuyor mu?
Leonardo : «Ben, bunu demek istemiyorum, Allah kelâmı «olan kitapları bir
yana bırakıyorum, çünkü onlar en yüksek hakikatlardir...» dedi.
Leonardo’nun sözü kesildi. Herkes ayağa kalkmış, bağırıyordu:
— Bunu nasıl konuşturuyorlar böyle? Mukaddes kilisemize dil uzatıyor.
Allahsız! Kâfir!...
Leonardo susuyordu. Yüzü sakin ve
kederliydi, kendisini- âlim diye tanıtan bu kalabalığın içinde yalnızlığını
hissediyordu. Kendisini basımlarından ayıran uçurumu görüyordu. Kendi
kendisini de tenkit ediyordu. Çünkü tam zamanında susmasına bilememiş ve
münakaşayı azdırmıştı. İnsanlara her hakikatin söylenebileceği hakkında
aldatıcı ümide kapılmıştı.
Kont ve bayanlar bir şey anlamadıkları halde münakaşayı zevkle takip
ediyorlardı.
Sesiiiya: «Ne güzel?» diyordu. «Tam muharebe. Neredeyse birbirlerine
dayak atacaklar. Ne garip adamlar bu âlimler? Fosiller için kavgaya
tutuşuyorlar. Hele bizim sairin Leonar- do’ya ne oluyor?»
Saray, tartışmayı bir horoz döğüşü gibi takip ediyordu. Moro: «Şimdi
artık Leonardo’mu kurtarmalıyım?» dedi. «Yok-’ sa kırmızı başlıklar onlara lime
lime edecekleri»
Moro’nun bir tebessümü fizik ve metafizk taraftarlarım barıştırmağa kâfi
gelirdi. Onları yemeğe davet ederken
***
«Efendiler», dedi. «Dönüştünüz ve kızıştınız, şimdi bir şey— ter
yemelisiniz. Umarım ki Adriyatikten çıkarılmış elan pişmiş hayvanlar
Leinardo’nun fosilleri kadar kavgaya sebep olmaz.»
Akşam yemeğinde rahip Paçioli, Leonardo'ya:
«Dostum», dedi. «Başkaları size çullanırken sustuğum içirt beni mazur
gör. Seni anlamadılar. Halbuki bunlar birbirine tezat şeyler değil»
— Tamamiyle mutabıkım;
— Daima barış içinde bulunmak daha iyi değil mi? Metafizik iyi bir
şeydir, matematik de güzel. Siz bize anlayış gösterirseniz biz de size...
— Elbette... Elbette...
— Mükemmel, artık anlaşmazlık olmaz.
Sofradan birisi anlatıyordu: «Eu sanatkârlar ne acaip adamlar... Bir gün
bir resim ısmarlamak üzere Leonardo’nun atölyesine gitmiştim: Usta sipariş
kabul etmiyor, meşgul...» dediler.
— «Ne ile meşgul » dedim.
— Havanın ağırlığını tesbitle! dediler. Benimle alay edildiğini
zannettim. Leonardofya sordum:
— Sizin havayı tartmak istediğiniz doğru mu? dedim.
— Evet, dedi ve bir deliye bakar gibi bana baktı. Bir
başkası: .
— Bu da bir şey mi? dedi, işittiğime göre Leonardo bir fkşyık icat etmiş
ki, küreksiz yürüyormuş! \
— Küreksiz mi dedin?
— Evet, küreksiz. Buhar kuvvetiyle...
Buna kimsenin inanacağı gelmiyordu. Leonardo’ya göre- buharda öyle kuvvet
gizliymiş ki onunla yalnız kayıkları değil, en büyük gemileri işletmek
mümkünmüş.
Konuşmaları tatlıya bağlamak için kont:
— Her şeye rağmen onu seviyorum; dedi. Onun bulunduğu yerde çan sıkılmaz.
Leonardo bir yoldan yürüyordu. Yanında bir küçük çocuk vardı. Üstad ona
bir elma vermişti Bir eydçn çocuğu büyük annesi çağırdı ve kulağına bir şeyler
fısıldadı. Çocuk elmayı yemeden attı. Çünkü büyük anne çocuğun
büyüleneceğinden korkmuştu. Çocuğun dehşete gelen bu masum gözleri karşısında,
Leonardo, kendisini tekfi eden ulema
meclisinden daha fazla yalnızlık duydu.
Eve gelince cisimlerin iğri yüzeyler üstündeki hareketle? rine dair
kanunları araştırmağa başladı ve her gün olduğu gibi bu matematikte sükûnunu
buldu. Sonra defterinden bir kâğıt çekerek şunları yazdı:
«Kitap bilginleri, ezberciler, Aristo çırakları, yeniyi, yâni kâşifi
hakir görüyorlar. Bçn onlara Maryüs’ün Roma asilzadelerine söylediğini
söyliyebilirm: «Siz, yabancıların eserleriyle kendinizi süslüyorsunuz. Bana
kendi’ meyvalarımı bırakmıyorsunuz...»
«Tabiat araştırıcılarıyla eski devrn mutaaşsmları arasında bir c’s’mle
onun hayali arasındaki fark vardır. Ben onlar gibi eski kitanlara dayanmak
istemiyorum. Ben kitaplardan daha gerçek olan bir şeye, tecrübeye
dayanıyorum...>
BİR DABİ’NİN IZTIRABI
1498 senesinin Kasım ayında Leonardosefaletin en son derecesine düştüğü
bir gün Moro’ya bir mektup yazdı. Bunun müsveddesi ele geçmiştir:
«Efendimiz, biliyorum ki, sîz daha mühim işlerle meşgulsünüz. Fakat
korkuyorum ki susmam velinimetimin öfkesini mucip olabilir. Onun için
küçük ıztıraplarımı ve atalete mahkûm olan sanatımı hatırlatmağa cüret
ediyorum. İki senedir maaş almıyorum. Maiyetinizdeki başka adamlar munzam kazançlara
sahiptirler. Halbuki ben yalnız sanatımla meşgulüm. Hayatım hizmetinizdedir.
Heykelden hiç basetmek istemiyorum. Çünkü vakitler müsait değil. Benim iç'n ne
acıdır ki ekmeğimi kazanma zarureti, işimi bırakmağa ve bir şeye yara- mıyan
şeylerle meşgul olmağa sevkediyor. 56 aydan beri elli dükayla altı adamı
besledim. Kuvvetimi nasıl kullanacağını bilmiyorum. Şan ve şerefimi mi, kuru
ekmeğimi mi düşüneyim?...»
Bu mektubun yazıldığı gün, ona teşrihi araştırmaları için, idam edilmiş
insanların cesedini getiren iki adam, paralarını istemeğe gelmişlerdi. Parayı
ödemezse engizisyon mahkemesine ihbar edeceklerini söylüyorlardı.
★
Bir gün talebeleri hocalarının gizli evrakını karıştırmışlardı. Şu
yaprağı buldular:
Güneşin methi:
«Ben, güneşi ancak göründüğü kadar büyük sanmış olan Epikür’e inanmam.
Onu yanan bir taş sanmış olan Sokrat’a da bel bağlamam. İnsanı güneşten fazla
Allahlaştırmış olanları takbih ederim. İnsan biçiminde tanrılara tapanlar
aldanıyorlar. İnsan dünya cesametinde olsa bile en küçük seyyareden yine
küçüktür. Bundan başka insan fânidir.»
«Avrupanın
her köşesinde büyük milletler Asyada doğmuş bir büyük insan için ağlı
yaraklar...»
«Ruh,
vücutsuz olamaz. Etin, derinin, kemiğin almadığı yerde ses ve hareket de
olamaz...s
«Bin yıl
evvel öhnnş olanlar, canlıları hesliyeccklerdir.»
«Kadınlar,
erkeklere şehvetlerini ve gizli rezaletlerini itiraf edeceklerdir.»
«Sihirlerle
uğraşanlar! budala halkı aldatıyorlar. Onların hilelerinâ keşfedenleri de
mahvediyorlar.»
Az
kalsın- bu sözler engizisyon mahkemesine intikal edecekti. Fakat ansızın
Leonardo çıkageldi.
★
1499 yılının
Mart ayında Leonardo’ya maliye, beklemediği bir anda iki' yıl birikmiş maaşını
ödedi. Dolaşan şayialara göre, Moro, kendisi aleyhine; Papa, Venedik ve ikansa
arasında vukua gelen anlaşma neticesinde, Alman imparatoru nez- dine kaçmayı
tasarlamaktaydı. Tebeasımn sadakatini temin için vergileri indirmiş, borçlarını
ödemiş ve hediyeler dağıtmıştı.
Leonardo,
konttan, maaşından başka 16 hektar arazi de hediye olarak aldı. Sanatkâr konta
teşekkür için bir akşam vakti ziyaretine gitti.
Kontun
huzuruna girebilmek için gece yarısına kadar beklemesi icap etti.
Kont,
Leonardo’yu kabul ettiği zaman, geciktiği için özür diledi. Leonardo, bir
reverans yapmak istedi. Fakat kont mani olarak alnından öptü:
— Dostum nasılsın? dedi. » .
Leonardo:
«Altes, teşekkürlerimi sunmağa geldim...» dedi. Kont. «Bırak bunu» dedi. «Sen
çok daha başka hediyelere lâyıksın. Bana zaman bırak, seni liyakatin
derecesinde mükâfatlandıracağım. ..»
Kont,
Leonardo’ya yeni keşiflerden sordu. Onlar arasında su içine dalmağa mahsus bir
çan,- insan vücuduna takılacak kanat, vardı. Leonardo veda edeceği zaman kont
dalgın dalgın:
«Selâmetle,
selâmetle» dedi. O henüz kapıya varmamıştı ki, geri çağırdı, ellerini omuzuna
koyarak kederli bakışlarla Leonardo’nun gözüne baktı:
«Leonardo’m,
Allaha ısmarladık», dedi. «Belki de birbirimizi bir daha göriniyeceğiz...»
— Altes bizi terk mi ediyoriâr?
Moro içini çekti ve biraz sustuktan sonra:
«Evet, dostum
» dedi «Seninle on altı sene beraber yaşadık Senden daima iyilik gördüm, her
halde sen de benden! tîâlk ne derse desin, gelecek asırlarda Leonardo’nun adı
anıldığı zaman Kont Moro da hatırlanacak»
Sanatkâr
hissi tezahüratı sevmezdi. Saray âdabı için daima kullandığı bir cümleyi
tekrarladı:
<—
Hizmetinizde harcanmak üzere bir çok canlarım olmasını isterdim...
«Sana inanırım»*
dedi Morb. «Bir zaman gelecek sen de beni açıyarak hatırlayacaksın
Sözünü
bitiremedi. Hıçkırmağa başladı. Leonardo’yu kutuladı ve öptü:
— Allah
yardımcın ölsün... dedi.
ENGİZİSYON İDAMLARI
Leonardo’ya, 1498 yılında talebesi Ciovanni, şahit olduğu şu sahneyi
anlatıyordu: Kilisede bir devrim yapmayı düşündüğü için papanın emriyle
Engizisyon Mahkemesi tarafından idame mahkûm edilen üç kişinin idamları şöyle
olmuştu:
1498 yılının 23 Mayısıydı. Veçyo sarayının önünde yakma .yeri
hazırlanmıştı. Odun yığınları üstünde bir darağacı görünüyordu. Darağacına
bağlı bir çıkıntıda demir zincirlere bağh üç düğümlü ip sarkıyordu, öyle ki
manzara bir haçı andırıyordu. Mahkeme salonundan üç mahkûm getirilmişti. Bunlar
'reform taraftarı olan Savonarola. Bunoviçini ve Maruffi idiler.
Papa Aleksandr’ın gönderdiği piskopos Vayson orada bulunuyordu. Piskopos
ayağa kalktı. Savonarola’nın elini tutarak kilise camiasından tardedildiğini
ilân etti. Fakat telâşla veya cehalet yüzünden hüküm cümlesini yanlış telâffuz
etmiş.
Vavonarola bunu düzeltmeğe mecbur kaldı. Çünkü papas: «Seni savaşan ve
muzaffer olan kiliseden tardediyorum» demişti. Halbuki ibarenin aslı «Savaşan
fakat zaferle öğünme- yen» olacaktı. Çünkü zafer Tanrıya mahsustu.
Mahkûmların elbiseleri soyuldu, üstlerinde birer gömlek bırakıldı.
Mahkûmlar mahkeme âzalarının önünden de geçmeğe mecbur tutuldular. Darağacına
giderken mahkûmlar tökezlediler. Sokak çocukları yeri kazmışlar ve oralara
tahta parçaları gömmüşlerdi. Maksatları «melunlara» eziyet etmekti. Maruffi
ilk olarak asılacaktı. Şaşkın bir yüz ifadesiyle merdivenleri tırmandı ve
cellât ipi boynuna geçirince gözlerini göğe dikerek: «Tanrım» dedi. «Ruhumu
ellerine teslim ediyorum» Sonra kendiliğinden merdivenden sıçradı. Bunoviççini
ise âdeta sevinçli bir sabırsızlık içindeydi ve cennete gideceğinden emin bir
tebessümle darağacına tırmandı. Savonarolla, tırmanırken gözleriyle halkı
seyretti. Boynuna ip geçirildiğinde halktan birisi: «Tanrım» diye bağırdı.
«Bir mucize göster...» O da asıldı. Sonra odun yığınlarına ateş verildi. Ateşi
veren: «Baba, oğul ve mukaddes ruh adına... diyordu. Bir aralık rüzgâr çık- tr,
alevler yan tarafa doğru yöneldi. Halk «mucize, mucize» di- ya bağırıyorlardı.
«Yanmıyorlar...» Fakat az sonra rüzgâr sakinleşti ve cesetler yandı.
Girolamo’nun ellerini bağlayan ip yanmış ve eller serbest kalmıştı.
Uzaktan manzara halkı takdis ediyor gibiydi. Cesetler yanıp bittikten sonra
Savonarola’nun talebeleri, din şehidinin ceset bakiyelerini toplamak
istediler, fakat bekçiler bırakmadı. Yalnız küller götürülürken talebeler
arabalara hücum ettler ve Savonarolarinın külünden ve yanmamış kalbinden bir
parçayı aldılar.
TÜRK PADİŞAHINA BİR
MEKTUP
1498 senesinin 17 Eylülündeydi. Moro her taraftan ihanet görüyordu. Hele
başkumandan tayin ettiği Bernardino’nun Milano kalesini, müdafaa etmeden
rüşvet alarak Fransızlara teslim ettiğini öğrendiği zaman bitkin haldeydi ve
şöyle diyordu:
«Yudas—İsâ’ ya ihanet eden — tan bugüne kadar Beman- dino’dan daha alçak
bir hain görülmemiştir.»
Gece geç saatti, gözüne uyku girmiyordu; kâtibini çağırmış, Türk
padişahına göndereceği gizli elçiye vereceği mektubu dikte ediyordu:
«Zât-ı haşmetânelerine karşı duyduğum dostane saygı ve sadakate istinaden
ve kaybettiğini vatanımı Osmanlı tahtının haşmetli hükümdarının yardımıyla
tekrar ele geçirebileceğime inanarak, üç ayrı yoldan üç elçi gönderiyorum.
Bunların hiç olmazsa birisi mektubumu takdim edebilecektir.»
Moro, Padişaha Papa Altıncı Aleksandr’ın ahlâksızlıklarından şikâyet
ediyordu. Kâtip kulaklarına inanamıyordu: «Papa mı?-> diye sordu.
«Evet,» dedi Moro, «çabuk yaz...»
Moro dikteye devam ediyordu:
«Zât-ı haşmetânelerince malûm olduğu veçhile doğuştan hilekâr ve ahlâksız
olan papa, Fransız kralını Lombardiya aleyhine harbe teşvik etti. Bu haberi
alınca dehşete düştük ve imparator Maksimiliyan’m nezdine giderek, zât-ı
haşmetâ- nelerinden gelecek yardımı beklemeğe karar verdik. Herkes bana ihanet
etti. En alçakçasını da başkumandanım Bernandi- no yaptı. Göğsümüzde
büyüttüğümüz bir yılan olan ve lûtuf- larunıza garkettiğimiz bu köle, Yudas
gibi bizi sattı.»
Bu söz ağzından çıkınca Moro, hatırladı ki Türk padişahı turistiyan
değildir ve bu kelimeyi çıkarttı. Sonra padişahtan yardım niyaz ederek karadan
ve denizden Venediğe saldırmasını ve OsmanlIların en büyük düşmanı olan
Venedik’i mahvetmesini yalvardı. Sonra şunu ilâve etti:
«Zât-ı haşmetaneleri emin olsunlar ki bu seferinizde ve bütün
seferlerinizde malik olduğum her şey emrinizdedir ve Avrupada en sadık ve en
kuvvetli müttefikiniz ben olacağım.»
Bu cümleleri dikte ettikten sonra kâtip, Moro’nun yere çöktüğünü ve
hıçkıra hıçkıra ağladığını gördü. Moro :
«Niçin, niçin» diyordu. «Tanrım, senin adaletin nerede?»
Kâtibine döndü: «Vicdanen söyle» dedi. «Bu hareketim doğru mu,
yanlış mı?»
Kâtip: «Yâni büyük Türke mektup yazışınız mı?» dedi.
Moro : «Evet», dedi. Kâtip :
— Tabiî, dedi. Canavarlar içinde yaşayan, onlarla ulumasını bilmelidir.
Fakat bendenize kalırsa bu mektubu göndermekte acele etmeseniz.
Moro: «Katiyyen» dedi. Ben kâfi derecede bekledim. Onlara göstereceğim
ki bir Milâno prensini kirli çamaşır gibi atar mazlar. Büyük Türkten değil,
şeytandan bile yardım istiye- bilirim...»
Kâtip: «Altes,» dedi, «Türklerin buraya girişi hıristiyan âlemi için
beklenmiyen neticeler doğurmaz mı»
Moro: «Benim bunu düşünmediğimi mi sandın Mukaddes kiliseye bir zarar
vereceğime, ölmeyi bin defa tercih ederim. Sen benim plânlarımı tam
bilmiyorsun... Evvelâ düşmanlarımı yeneceğim, sonra da büyük Türk’ü
mahvedeceğim ve Mu-
hammed’in bu Allahsız kullarını helâk edip mukaddes mezarları
onların hükmünden kurtaracağım.»
Kâtip şaşırmıştı. «Her halde Moro sayıklıyor» dedi.
O geco Moro, Leonardt/nun eseri olan bir Meryem tablosu karşısında —ki
Sesiliya’ya benziyordu—, Türk padişahının yardımını temin etmesi için sabaha
kadar dua etti.
xvııı
LEONARDO YİNE TAYYARE PEŞİNDE
Bu sırada Leonardo yinş tayyare yapmakla meşguldü. Bir âabah, daha
ortalık ağarmadan plânlarının ve hesaplarının başındaydı. Bu defa hazırladığı
model, bir yarasaya değil, kırlangıca benziyordu. Borularla meydana getirdiği
iske.et, kadife ve yüzme derisiyle gerilmişti. Kanatların birisi hazırdı ve yerden
tavana kadar uzuyordu. Bu defa Leonardo kuşların vücuduna çok yakın bir makine
yaratmak istiyordu. Uçmayı mi- hanik kanunlarıyla halledebileceğine inanıyordu.
O zaman için bilinmesi kabil olan her şeyi biliyordu. Fakat içinde o his vardı
ki uçmak için henüz mihanik kanunlarıyla çözülemiyen bir gır blmalıydı.
Talebesi Aströ, kanadın yaylarını yapmakla meşguldü. Ve hocasına:
Ne derseniz deyiniz, bu işi bitirmeden gitmem...» diyordu. «Şimdi bana
kanat modellerini verin...»
Lfeonardo: «Bekle biraz» dedi. «Daha onu düşünmem lâzım...» ve ilâve
etti: «Bizim tayyaremizin kuyruğu dümen vazifesini görecektir. En küçük bir
hata yaparsak bütün emeklerimiz boşa gider...#
Talebesi sabırsızlanıyordu: ,
«Hocam» dedi. «Sizin hesaplarınız yine bu makineyle uçül- maz hükmüne
varacaksa, ben yine uçacağım. Mekanik kanunlarımıza rağmen uçacağım. Evet, ben
artık beklemiyeceğim, sabrım sonuna geldi.» Sonra: «Üstadım», dedi, «bana açık
söyleyin, uçacak mıyız, uçmıyacak mıyız?»
Leonardo, talebesinin yüzündeki bu ümidi kırmak istemedi.
«Tecrübelerimiz tamamlanmadan» dfedi, «bunü kat’î söyleyemem ama düşünüyorum
ki uçacağız.»
«Bu bana yeter» dfedi talebesi. «Siz
hiadem ki uçacağız diyorsunuz, o halde uçacağız...»
.
Genç talebe sevincinden bir asabi kahkâhâ âttı. Sonra kendirli
toplayarak:
«Affedin üstadım» dedi, «Fransızlar, Milânolular, Moro birbirleriyle
boğuşurken büyük işler yaptıklarını zannediyorlar. Ve hiç birisi burada bir
harikanın hazırlanmakta olduğundan haberdar değil. Bir düşün üstadım. Onlar,
insanın havalarda uçtuğunu görünce nasıl şaşıracaklar! Bizi Tanrı sanacaklar.
Ben belki şeytana benzeyeceğim, ama, siz kanatlarınızla bir ilâh gibi
görüneceksiniz. O zaman artık harp olmıyacak, kanunlara lüzum kalmıyacak. ne
efendi, ne köle kalacak ve bugün tasavvur edemiyeceğimiz yeni bir zaman
başlayacak. Milletler birleşecek ve kanatlarla melekler gibi uçacaklar »
Leonardo: «Zavallı çocuk > «Ne kadar inanıyor. Belki de aklını
kaybedecek. Ona hakikati nasıl söyliyeyim?»
Bu sırada kapı çalındı ve içeriye dost bir rahip olan Pa- çiyoni girdi.
Çok telâşlıydı: «Ah Leonardo», dedi. «Fransızlar sizin Kolos heykelinizi tahrip
ediyorlar, çabuk reliniz»
Leonardo büyük bir sükûnetle: «Ne yapabiliriz?» dedi ve rahibin ısrarına
dayanamıyarak yola çıktı.
Leonardo meyadana vardığında Sforça’larm heykelini ihtiva eden Kblos’un
henüz el değmemiş halde olduğunu gördü. Bu sırada Fransız ve Alman neferleri
n’şan alma yarışı yapıyorlardı. Heykel bu atışlarla harap oluyor ve
Leonardo’nun hayatından1 on altı senesini almış olan o eser ki,
Fidiya’dan beri yapılmış eserlerin en güzeliydi, param parça oluyordu.
Birdenbire meydanda Fransız Mareşali Trivulziyo göründü ve askerlere
dönerek: «Leonardo’nun muhteşem eseri Gaskon- ya serserilerinin nişangâhı mı
olacak?» dedi.
Mareşal kalıcını çekmiş, askerin üzerine yürümek üzereydi, fakat
bileğini birden bire Leonardo’nun kuvvetli' eli tuttu.
«Sen kimsin?» diye sordu mareşal.
kcLeonardo da Vinçi» dedi sanatkâr.
Leonardo:
«Mösyö», dedi, «öfkelenme ve onları affet»
Mareşal hayertle:
«Ne garip adamsın» dedi. «Onlar ne yaptıklarını bilmiyorlar...»
Mareşal sakinleşti:
«Mösyö Leonardo» dedi. «Anlamadığım bir şey var. Bu tahribin karşısında
neye böyle sakin durdun, neye beni haberdar etmedin? Bu eserini korumak için
yüzlerce adamımı kurban edebilirdim...»
Leonardo evine dönerken, Moro sarayı için yaptığı kuğular heykeline,
Fransız neferlerinin atış yaptığını gördü...
LEONARDO VE FRANSIZ
KRALI
Fransız Kralı On ikinci Lui Milano’yu işgal etmişti. Onu karşılayanlar
arasında Papanın oğlu Sezara Borjia da bulunuyordu.
Bir sabah Leonarda’ya, Fransız kralının kendisini kabul edeceğini
söylediler. Aşinası olduğu Roşetta salonuna girdiğinde kral, Milâno
senatörlerini kabul ediyordu. Sanatkâr müstakbel âm.ri kralın yüzünü tetkik
ediyordu.
Bu yüz hiç de haşmet ifade etmezdi. Zebun, zayıf bir vücut, dar omuzlar,
içine çökük bir göğüs, muztarip, fakat ıztı- rapla asilleşmemiş basık bir yüz
ve çirkin kırışıklıklar görünüyordu. Tahtın üst basamağında yirmi yaşlarında
sade elbiseli bir adam duruyordu. Uzun sarı saçları, hafif sakalı, solgun
.yüzü, koyu mavi, zeki, dostane gözleri vardı.
Leonardo yanındakine: «Bu kimdir?» dedi.
O, «Sezaro Borjia» dedi, «Valantinua kontu»
Leonardo Sezar’ın rezaletlerini işitmişti. O, kardeşi Cio- -vanni
Borjia’yı öldürtmüştü. Çünkü kendisinden büyük kardeş istemiyordu. Bu iki
biraderin bir rezaleti de öz hemşireleri Lükresia ile cinsî temasları idi.
Leonardo Sezar’ın masum gözlerine bakarak:
*Bu mümkün değil» dedi. Sezaro kendisine yönelen bu bakışları farketmiş
olacak, yanındaki zata onun kim olduğunu sordu. Bu sırada Leonardo kendi
kendine: «Evet» diyordu, «Mümkündür .Hattâ çok daha kötü şeyler yapabilir.»
Sezare, krala olmaz dalkavukluklar yapıyordu. Kalabalığın içinden
birisi: «Papanın oğlu» dedi, «bir uşağ'n hzmetinî mükemmel görüyor. Onun
ahırını bile süpürmeğe hazır»
Leonardo Sezar’m bu riyakârlıklarını görüyordu. Onda bir vahşi hayvanın
hilekâr okşayışını buluyordu.
Paçioli, kenarda durmayı tercih eden Leonardo’nun elinden tutup, onu
krala takdim etti. Kral, «akşam yemeği» tablosundan bahis açtı. Blhassa
havarileri övdü ve en ziyade tavanın perspektiv’ine hayranlık gösterdi. Bu
sırada bir uşak, krala karısından bir mektup getirdi. Bu, bir doğum haberiydi.
Çocuk şerefine bir şeyler içmek için herkesi bitişik salona davet etti.
Paçiyoli ise sanatkârın elinden tutmuş, onu krala yaklaştırmaya uğraşıyordu.
«Hayır», dedi Leonardo, «ben kendimi bir defa daha ha- tırlatamam.
Majestenin bugün benim için vakti yok,»
Ve salonu terketti.
Yolda arkasından gelen kâtip sarayın, kendisine başmimar- lığını teklif
ettiğini bildirdi. Eve yaklaştığı zaman talebesi As- tro’nun uçma tecrübesinde
düştüğünü haber aldı.
Leonardo bu felâketi çoktan bekliyordu. Bereket versin tayyarenin
kanatlarından biri bir ağaca takılmıştı. Leonardo yaralıyı kucağına aldı.
Yatağa yatırdı. Hasta kendine gelince:
«Affet üstadım» dedi.
YENİ TABİAT KANUNLARI
BULUYOR
Leonardo tayyare kanadını tekemmül ettirmek için rüzgâr hareketlerinin
mekaniğini araştırmağa dalmıştı. Bu hususta ilk notları şunlardır:
«Aynı büyüklükte iki taşı sakin duran bir suya atarsek halkalar teşekkül
eder. Bu halkalar başka bir merkezden gelen halkalara rastladığı zaman,
kesişirler mi, yoksa aynı açı altında geri mi dönerler? Ben yaptığım bir
tecrübeye dayanarak şü cevabı veririm: «Halkalar birbirine karışmadan ve
blrbirleriy- le birleşmeden kesişirler, fakat suya atılmış taşlar, merkez
noktalar olarak kalır»
Bu çalışmalarla saatler geçmiş, akşam olmuştu. Hafif bir yemekten sonra
yazmağa devam ediyor: —ki büyük bir keşfi müjdelemektedir—:
«Rüzgârın bir buğday tarlasında meydana getirdiği dalgalanmağa bakmak
kâf.dir. Dalgalar hareket eder, halbuki başaklar hafifçe eğilmekle beraber
yerlerinde sabit kalırlar. Sakin bir suda dalgalar da işte böyle seyreder. Bir
taşın suda meydana getirdiği hareketi, titreşmeyle adlandırmak daha doğrudur.
Bunu isbat etmek için, sudaki halkalar üstüne bir saman çöpü atmak kâfidir. Çöp
sallanır, fakat yerinde kalır.»
Bu saman çöpü tecrübesi on şes
dalgalarının mekaniğini hatırlatmıştı. Şunları yazdı: «Bir çana vurulduğu zaman
civarda bulunan ikinci bir çan da hafif bir ses verir. Bir keman teline
dokunulduğu zaman civarda bulunan kemanın tekabül eden tel i ses verir. Bu
ikinci tel üstüne bir saman çöpü konduğunda, çöpün titrediği görülür»
Birdenb’re ruhunda bir şimşek çakar ve şu müthiş hakikati yazar: «Her
ikisinde hükmeden, aynı mekanik kanundur. Taşın suda meydana getirdiği dalgalar
gibi havada da ses dalgaları yayılır ve birbiriyle birleşmeden çaprazlaşır ve
sesin teşekkül ettiği nokta merkez noktası olarak sabit kalır. Ya ışık Bir
yankı nasıl bir sesin inikâsı ise bir aynadaki hayal de sesin bir inikâsından
ibarettir. Şu halde enerjinin bütün tezahûrlerine aynı mekanik kanun hükmeder.
Giriş açısı çıkış açısına eşittir. Ey bütün harekette olanları ilk harekete
getirmiş olan, senin iraden ve senin hakkaniyetin her yerde aynı kanunla
beliriyor»
Yüzü sararmıştı, gözleri yanıyordu. Hissediyordu ki kendinden önce hiç
bir insanın göremediği mesafelere bakıyordu. Biliyordu ki bu keşfi, Arşimed’den
bu yana mekaniğe dair en büyük keşifti.
Leonardo iki ay önce Vasko dö Gama’nın Ümit burnu yoluyla Hindistana bir
deniz yolu keşfettiğini öğrenmiş ve ona gıpta etmişti. Ama şimdi Kristof
Kolomb’dan, Vasgo dö Ga- ma’dan daha mühim bir keşif yaptığına inanabilirdi.
Çünkü yeni bir göğün ve yeni bir yerin esrarlı derinliklerine baka- bilmişti.
Yanı başında tayyareden düşüp yarlanmış yatan talebesine baktı, Sonra
Fransız askerlerinin harap ettikleri Kolos’u ve '«Akşam yemeği» tabloşjmu
düşündü ve şöyle dedi:
— Acaba bu keşfim de bütün eserlerim gibi nam ve nişan bırakmadan
mahvolacak mı? Kimse benim sesimi duymıyacak mı ve uçuş hakkındaki hülyalarımla
birlikte diri diri gömülmüş gibi ebedî bir inzivada mı kalacağım?»
Sonra şunları yazdı:
«Ne olursa olsun. Karanlık, sükût ve unutulma... Varsın kimse farkında
olmasın, ben biliyorum ya...»
O zaman içinde öyle bir kuvvet hissetti ki, sanki yıllardır aradığı
kanadı bulmuş ve onunla uçuyordu. Artık bodrum katında oturamazdı. Açık havayı
ve mesafeleri özledi.
LEONARDO VE BAŞKA
DÜNYALAR
Lonardo 1500 yıllarına doğru yıldızlar üzerine bir kitap yazıyordu.
İlkbahar rüzgârlarının esmeye başladığı ve havanın henüz soğuk olduğu mart
sabahlarında erkenden kak kar taraçaya »çıkar yıldızların ve ayın resmini
yapardı. Diğer günler bun'.ann yerlerini değiştirip değiştirmediğini araştırırdı.
Bir gün öğrencilerinden birisi ona bir papazdan dinlediğini anlatmıştı:
(Tanrı yıdızlan pirlanta küreler halinde yerleştirmiştir. Bu pırlantalar
dönerken yıldızlan sürüklemekte ve böylece bir feza müziği meydana gelmektedir)
Leonardo öğrencisine dedi ki: (Sürtünme kanunlarına göre binlerce
yıldanberi dönen yıldızların çoktan mahvolması lâ zun» Eline bir küçük kâğıt
alarak iğneyle bir delik açtı ve bu delikten çocuğu yıldızlara baktırdı,
yıldızlar küçük yuvarlak aydınlık noktalar halinde görünüyorlardı. (Bu
noktacıklar dev büyüklüğündedir. Bunların çoğu küremizden binlerce de. fa
büyüktür. însan zekâsının bulduğu mekanik kanunları bizim dünyamızda olduğu
gibi bütün dünyalara hâkimdir.. Bizim küremiz başka yıldızlardan bakıldığı
zaman aynen par lak bir toz tanesi gibi görünür) dedi. Çocuk başım kaldırıp
göğe bakarak (bu yıldızların ardında ne var?) dedi. Leonardo: (Başka dünyalar
ve başka yıldızlar). dedi.
Ya onların ardında?
Yine başka dünyalar.
Ya, en, uzakta en sonda?
Hiçbir son yoktur.
Çocuğun sesi titriyordu. (Hiçbir son yok hâ) öyleyse Cennet nerede?
Melekler nerede? Tann, kutsal ruh nerede?
Leonardo Tanrının Herşeyde bulunduğunu söylemek fa. tedi ama söylemedi.
Çocuğun masum inanışını boansak iste, mlyordu.
LEONARDO VE
BİTKİLER ALEMİ
Ağaçları çiçek açtığı mevsimde
Leonardo bahçeye çıkar, bitkilerin uyanışını seyrederdi. Bazan da bir insan
portresi yapar gibi dikkatle bir bitkinin veya bir çiçeğin resmini yapar dı.
Birgün yanında bulunan Franceskoya bir ağacın gövdesin deki halkalardan
yaşının nasıl hesaplanabileceğini, hattâ halkaların genişliğine göre o yılın
nıtübet derecesinin nasıl tâyin edilebileceğini ve dalların ne tarafta
bittiğini anlamanın kabil olduğunu anlatmıştı. Kuzeye yönelen halkalar daha geniştirler,
orta nokta güney yönüne yakındır ilkbaharda kökün derisi ile kabuğu arasında
biriken usaren n kabuğu geniş lettiğini ve kırışıklıklar yaptığını anlattı. Bir
dal kesilse veya kabuk zedelense besleyici usare o yaralı noktaya akın eder,
öyleki şifa bulan bir yaranım üstünde kabuk kâlın’.aşır. Usare akını o kadar
kuvvetlidir ki yaralı yerin civarında kaynayan sudaki gibî kabarcıklar ve
düğümler meydana gelir. Leonardo öğrencisine ilmi bir vuzuhla tabiat
olaylarını anlatıyordu. Bitkilerin, bahar hayatının nârin inceciklerini öyle
vukufla anlatıyordu ki (Kökle dal arasında teşekkül eden açı da. İm inceliği
ve gençliği nisbetinde dardır.) Sonra çamların iy_ nelerMn muntazam billur! şekil
almasının kanunlarını söylüyor, bunların matematik izahlarını yapıyordu.
Bu izahlarda ihtirassız ve serîn kanlılıkla konuşuyordu işe de yine bütün
canlılara karşı duyduğu sevgiyi gizliyemlyordu. Bâzan sık bir orman içinde
birdenbire durur, geçen yılın solgun dallarından yeşil bir tomurcuğun sürdüğünü
veya kış uykusundan yeni uyanını c n- r-.nrnn yorgun haliyle henüz açmamış kar
çiçek lerinin içine’ girmeye _ uğraştığını seyrederdi. Güneş henüz yan çıplak
dallardan sızıp Leonardonun san saçlarım, uzun sakalını, sık kaşlarına
aydınlatır ve başını patlakbir çizgiyle çevrelerdi. Yüzü sakin ve güzeldi.
Leonardo bu haliyle çimen lerin büyümesini, su altı pinarlannin mırıltısını ve
hayatın esrarlı kuvvetlerinin uyanışını dinleyen bir tanrıya benzerdi. Onca her
yıl hayat doluydu. Kâinat bir büyük vücut ve insan vücudu bir küçük kâinattır.
Bir çiğ damlasında dünyayı kucaklayan su tabakasının eşini görürdü. Tersso
kanalının barajında çağlıyanlann ve kasırgaların kanunlarını araştırır, bunları
kadın saçındaki dalgalara benzetirdi. Yanmdakine : (Bak) dedi (Saçlar da iki
yön gösterir. Bir yüz yön bir de dal galan meydana getiren ters yön. İşte suyun
hareketleri de böyledir. Bir kısım su aşağı düşmeye çabalar, diğer bir kısmı
saç dalgalan gibi kasırgalar meydana getirir.»
Gökkuşağının usul tarzını inçelerken aynı renk farkları nın kuş
tüylerinde, sak'n suda, çüriyen ağaç köklerinde, pırlantada ve bulanık damlar
da meydana geldiğine dikkat eL mistir. Şanki tabiat buz bulurlarında bitkinin
hayatım hayal etmiştir.
Bazan yeni
bir idrak dünyasının asırlarca sonra mümkün olacak derecede yaklaştığını
hissederdi. Bir beze sürtülen keh ribardan meydana gelen miknatisiyeti
incelerken şunları yazıyor:
(Bütün bu
belirtileri insan zekasının nasıl izah edeceğini bilmiyorum. Yalnız
inanıyorum ki nıiknatisiyet insanların henüz bilmediği kuvvetlerden
birisidir). Cihan henüz hiç de nenmemiş sonsuz insanlarla doludur.
xxıı
LEONARDO VE RESİM
SANATI
Leonardo birgün şair Prestieariyi ziyarete gitmişti. Akşam yemeğinde
şiir mi yüksek, resim mi? diye bir tartışma başlamıştı. Şair, şiirlerini
beğenmedi diye Leonardo’ya çıkışı yordu. Leonardo, yan şaka, (Resim sanatı)
dedi (Şu sebepten şiirin üstündedir ki resim insan fikirlerini değil üâhi
eserleri tasvir eder. Şairler ise insan fikirleriyle yetinirler, yeni bir şey
ortaya koymazlar. Onlan çalınmış şeyler satıcısı diye vasıflandırmak kabil»
karşısındakinin itirazı üzerine:
(Göz, insana kulaktan daha kâmü bir intiba verir. Gö. rülmüş şeye
işitilmiş şeyden fazla güvenilebilir. Onun için sessiz bir şiir olan resim
sanatı, kör bir resim olan şiirden müs bet ilimlere daha yakındır. Sözlerle
tarif münferit tablolar verir, halbuki bir resimde bütün manzaralar hep birlikte
be lirir ve bir akordun sesleri gibi kaynaşarak bir bütün möyda na getirir.
Onun için resimde ve müzikte şiirden daha fazla ahenk yaratmak mümkündür. En
yüksek ahengin bulunma dığı yerde en yüksek güzellikte yoktur. Meselâ bir âşığa
sorunuz, sevdiğinin bir resmini mi, yoksa yazılı bir tavsifini mi i-ispo
ıno-104 )
Bu benzetmeye herkes gülmüştü. Leonardo devam etti- (Bir Floransak
delikanlıya benim bir tablomdaki kadın yüzü o kadar hoş görünmüş ki tablomu
satm almış, sevdiği yüzü rahatça öpebilmek için onun bir âziz resmi olduğuna
delalet eden bütün teferruatı kazımış fakat sonra vicdanı aşkına ga lebe çalmış
ve resmi evden çıkararak rahata kavuşmuş. Siz şair beyler, bir kadının
güzelliğini bu kadar ihtiras uyandıra cak derecede tasvir etmeyi bir deneyin
bakayım! Ama ben bu nu kendim için söylemiyorum mükemmeliyete ulaşmış bir
ressam için söylüyorum. Böyle bir sanatçı görmek kuvvettir sa yesinde insanlık
seviyesini aşmıştır. İster semavi güzellikler, isterse korkunç şeyler
resmetsin, artık bir tanrı gibi herşeye hükmeder)
Muhataplarında biri, eserlerini
toplayıp bastırmadığı i_ çin, Leonardo’ya serzenişte bulundu. Ama
Leonardo hayatta iken eser neşretmemek hususundaki kararına sadık
kaldığı ve hiçbir satın hayatında basılmadı. Bereket versin notlan m öyle
yazmıştı ki sanki okuyucuyla sohbet ediyordu. Notla. rmı-n bir yerinde
yazılarındaki intizamsızlık ve tekrardan dolayı özür diliyor ve şöyle diyor:
(Okuyucu, bunlardan dolayı beni tahkir etme, yazacağım şeyler sonsuz vö
hafizam daha evvel ne yazdığımı zaptede cek kadar kuvvetli değil)
Bir defasında insan zekâsının gelişmesini göstermek için bir sürü küçük
küb’ler resmetmiştir. Birinci küb düşerken İkincisini yuvarlıyor,
İkincisi üçüncüsünü ve böyle gidiyor.
Gece herkesin henüz uyuduğu bir saatte vakitsiz uyan mış birisi gibiydi.
Muhiti içinde münzevi, notlarım gizli yazıyla uzak bir istikbalde go'ecekler
için yazıyordu.
Leonardo birgün öğrencileriyle’ birlikte bir mağarayı ge ziyordu. Dik ve
karanlık bir yeraltı yolundan kuyu gibi bir yere girmişlerdi. Yol gittikçe
daralıyordu. İkiyüz adım inmiş lerdi, fakat yol devam ediyordu. Leonardo
elindeki kazmayı duvarlara vuruyor, çıkan sesi dinliyor, toprak
tabakalarını inceliyordu. Yanındaki küçük Françeskoya: (Korkuyor musun oğlum»
dedi.
— Hayır, sizin yanınızda olduğum zaman hiçbir şeyden korkmıyorum, Çocuk
biraz durakladıktan sonra:
— Bizi terkediyormuşsunuz, Sayın Leonardo.
— Evet, Françesko
— Nereye gideceksiniz?
— Romanyola’ya oranın kontu Şezare’nin hizmetine gi- reoem
— Orası çok uzak mı?
— Bir iki gün’ük yo]
— Bir kec EÜn’ü yol ha?
— öyleyse birbirimizi hiç göremiyeceğiz.
— Neden, fırsat bulduğum zaman sizi ziyaret ederim
Çocuk bir an durakladı. Sonra ko’lanm hocasının boynuna geçirerek
kulağına (Bay Leonardo) dedi (Bani de, gö türün, beni de
— Olmaz, ortalıkta harp var
__ varsın olsun, dedim ya, yarımızda olduğum
zaman hiç bir şeyden korkmiyorum. Bakın, şu bulunduğumuz yer ne köıfcı,nç.
Bundan daha korkunç yerlerde de korkmıyacağım Sizin hizmetçiniz olmak
istiyorum. Elbiselerinizi temizlerim, odanızı süpürürüm, atlarınıza yem
veririm, hele fosil de toplarım. Emrettiğiniz herşeyi yapanın. Beni bırakmayın
borda.
— Baban ne der acaba, seni bırakır mı?
— Bırakıncaya kadar yalvarırım.
— O zaten iyi adamdır. Hele ağlarsam hiç birşeyi retet mez. Nihayet izin
vermezse kaçarım. Haydi evet deyin
— Hayır Françesko, biiirimki babam bırakamazsın. O zavallı bir
ihtiyardır. Ona karşı şevkatım var.
— Evet ama, size karşı da var.
— Ben küçüğüm ama, herşeyi biliyorum. Halam sizin bü yücü olduğunuzu
söyler. öğretmenJımiz de öyle. Onlar sfr*» yanınızda ruhumun temizliğini
kaybedeceğini söylerler. Bir gün öğretmen sizin aleyhinizde söze başlamıştı.
Opaöyle sert bir cevap verdim ki az kalsın pestilimi çıkarıyordu. Herkes sizden
korkuyor. Ama ben korkmuyorum. Çünkü siz herkes ten iyisiniz. Ben sizin
yanınızda kalmak istiyorum. Beni niçin yanınıza almadığınızı an'ıyorum. Çünkü
beni sevmiyorsunuz. Halbuki ben...
Çocuk hiçkıra hıçkıra ağlamaya başlamıştı.
— Bırak ağlamayı. Büyüdüğün zaman, seni öğrenci ola rak yanıma alırım, o zaman
hiç ayrılmayız.
Çocuk, göz’erni üstada dikmişti, kipliklerinde hâlâ yaş lar parıldıyordu.
—Doğrumu? Beni
istiyorsunuz demek, yoksa teselli mi ediyorsunuz? Belıki sonra unutursunuz.
— Havır Françesko, sana vaad ediyorum.
—Vaad ediyormusunuz, ne zaman alacaksınız?
— Sekiz dokuz sene sonra, onbeş yaşma girdiğinde. parmak1 arıyla dokuzu,
savdı.
—Ondan sonra hiç avnlmyacak mıyız?
— Hayır, ö’ünceve kadar.
— Eğer bu kat’î ise nekâlâ.
Françesko saadetle güldü ve kediler gibi yüzünü Leonardo’nun yanağına
sürdü.
LEONARDO VE BORJİYALAR
1502 yılının 18 Ağustosunda Romanyola koptu Sezare Börjiya. Leonardo için
şu tavsiye mektubunu yazmıştı:
(Biz, Allahın inayetiyle, Romanyola Kontu, Ajndier pren M» ve mukaddes
Roma külsesinin başkumandanı Sezare Borji ya, Bütün valilerimize,
kumandanlarımıza ve tebamıza emre deriz ki: Bu mektubumuzu gösteren başmimar ve
mühendi simiz, meşhur ve sevgili Leonardo’muza ve yanındakilere is tedikleri
yere girmeleri, arzu ettikleri her şeyi, kalelerimizi, saraylarımızı, görmeleri
temin edilsin. Ona her türlü yardım yapılsın. Biz Leonardoya Devletimizin bütün
kalelerini, sa raylarını gezip dolaşmak hakkım veriyoruz ve bütün mühen
dişlerimizi onun emrine veriyoruz)
Sezare her nevi hilelere baş vurarak toprağını genişletiyor yeni kaleler
zaptediyordu. Leonardo, zaptedilen şehir terde azametli binalar, saraylar,
okullar, kütüphaneler yapıyordu. Adriyatik kıyılarında en güzel limanı da o
inşa etmiş ve bir kanalla Sezena’ya bağlamıştır.
9 Haziran 1502 de Roma civarında Tiber nehrinde fayen. za, hükümdarının
ve kardeşinin cesetleri bulunmuştur. Bunlar iple bozulmuşlar ve boyunlarında
taşla nehire atmışlardı. Çok güzel olan cesetlerde zorlama izlerine
rastlanmıştı. Bu cnayeti işleyen Sezare idi. Dikkate lâyıktırkı Leonardo nun
hatıralarında buna ait en ufak bir pot yoktu. O, bu sarada notlarına fizik
kanunları yazmakta idi.
XXV
LEONARDO, MAKVEYELLE
KARŞI KARŞIYA
Leonardo bir yolculuğunda Romaknada bir hana inmişti. Han odasının
duvarlarında kireçler sökülmüştü. Her taraf is ve kir içindeydi. Avluya
sucuklar asılmıştı. Uzun bir masa, da bir mum işiğında kadın, erkek yolcular
oturmuş yiyip, içi yor sohbet ediyorlardı. Leonardo bir kenara oturmuş, yanı başındaki
masada tanımadığı, ince sesli bir adamın konuşma sim dinliyordu. Adam
şunları söylüyordu:
(Ben bunu size eski ve yeni tarihten matematik bir kesin likle isbat
edebilirim. Meselâ harp sanatını bilmek sayesinde ün almış olan devletleri;
Romayı, İspartayı, .Atinayı düşünü nüz. Bütün fatihler kendi milletlerinden
ordular kurmuş lardı. Minas, Asurilerden Kiras, tranlılardan İskender, MakedonyalIlardan.
Şu da varki Anibal ve Pirus aylıklı asker kul. lanmışlardı. Ama bu,
kumandanların yabancı askerlere' bir milli ordunun cesaret ve iddiasını
karşılamaları sayesinde olmuştur. Bütün harp üimlerinin temeli şu kaidedir: Bir
ordunun taaruz kuvveti, piyadesi sayesindedir. Süvari ve ateşli silâhlar gibi
yeni zamanların şeytanca buluşlarında değil)
Masada bulunan mızraklı süvari kumandam itiraz edi yordu:
Bay Makyavel, pek üeri gidiyorsunuz. Ateşli silâhlar, her gün daha fazla
önem kazanıyor. Bugünkü ordular eski ordu lardan daha iyi süâhlara sahiptir.
Meselâ bir tabur Fransız süvarisi veya otuz toplu bir topçu kitası, bir tümen
Roma pi yadesini perişan edebilir. )
Makyavel, bunlar sofism dedi. Sizin gözleriniz Tumanımızın meşhur
kumandanlarım da hataya sevk eden fikirler dir. Hele bekleyin. Birgün gefecek
şimal barbarlan İtalyanların gözünü açacak. O zaman aylıklı ordunun
biçareliğini anlayacaksınız. Ve süvari ve topçunun işe yaramadığım an
lıyacaksmız. Fakat iş işten geçecek. Nasıl unutuyorsunuz ki vaktiyle Lukullus
bir avuç piyade üe Tigronos’un 150000 bin süvarisini perişan etmiştir.)
Leonardo köşesinde bu sözleri heyacanla takip ediyor du.
Makyavel koyu kırmızı, uzun bir elbise giymişti, fakat elbisesi
eskimişti, kollan parlıyordu. Sert yakasından taşan iç çamaşırları kirli idi.
Büyük kemikli elleri mürekkep lekesi içinde idi. Orta parmağında çok yazı
yazanlarda olşn nasır vardı. Dışgörünüşu hiçde tesir yapacak halde değildi.
Kırk yaşlarında yok. İnce uzun, yüzü canlı ve keskin çizgili idi. Bir
ördek gagası gibi görünen uzun burnunu konuşur kep hazan yukan kaldırır,
küçük başını geriye atar, gözlerini küçültür, alt dudağını ileri çıkarırdı.
Uzaklara baktığı za. man keskin bakışlı bir vahşi kuşu andırırdı. Sukutsuz har?
ketleri yanaklarındaki ateşli kızıllık, bilhassa iri kül rengi nafiz gözleri
derimi bir ateş ifşa ederdi. Bu gözler, fena görünmek isterlerdi. Fakat bazan
soğuk bir acılık ve yıkıcı bir istihzanın yanında mahcubiyet ve elem ifade
ederlerdi.
Makyavel piyadenin harpteki kıymeti hakkmdaki fikirlerini söylemeye
devam ediyordu. Leonardo onun sözlerindeki doğru ve yanlışın acayip imtizacını
hayretle takip ediyordu. O ateşi silâhların yetersizliğini anlatmak için büyük
çapta toplan hedefe tevcih etmenin zorluğunu anlatıyordu. «Mermiler ya hedefe
varmaz» diyordu «veya onu aşar.»
Leonardo o devir toplarının kifayetsizliğini kendi tec rübeleriyle
bilirdi. Makyavel kalelerin de bir devleti koruya. rmyacağını anlatmak için
Romalıların kale' yapmadıklarını ve îspartahlann cesareti bir kale gibi kuE
anmak için, kale inşa etmediklerini anlattı. Nitekim Atina surunun duvarlarında
yazıl; şu cümleyi hatırlattı (şehir sadece kadiri arla meskûn olsaydı bu surlar
ne kadar faydalı olurdu!.)
Leonardo ertesi gün yoluna devam etmek istedi. Fakat hava o kadar fena
idi ki bir gün daha kalmağa mecbur o£du. Yapacak iş bulamayınca hanın mutfağına
gitti kendine dönen bir kızrtma şişi yaptı:
Büyük bir tekerlek ve mail kürekleri bacanın sıcak havası tesiriyle
dönüyor ve şişi harekete geçiriyordu. Ve bu şişi kullana aşçı etin yanacağından hiç korkmamalı
diyordu. Çünkü hararet fazla gelirse şiş hızlı dönecek az gelirse yavaş-
hyacaktı. Bu şişe tayyare makinasma verdiği ehemmiyeti ver mişti.
Bu esnada bitişik odada Makyavel Fransız süvan zabit lerine güya
kendisinin icat ettiği zar oyununda daima ka sanma usulünü anlatıyordu. Fakat
denendiği zaman kaybe diyordu. Yine de her defasmda hesaplarında bir hata
olması ihtimalini ileri sürüyordu.
Hana akşama doğru birçok sandıklan, va'izleri, hizmetçileri, uşakları,
cüceleri, soytanlariyle Venedikli fahişe Lena inmişti1. Lena iki
sene önce aynı yolda olanların usulüne uya rak işten el çekmişti ve tövbekâr
Madonna haline gelmiş ve bîr manastıra çekilmişti. Orada fahişelerin tarifesi,
Venedik fahişelerinin hususiyetleri ve fiatlan ve meyancılann isimle rini havi
notlan yazıyordu.
Lena’nm kariyeri süratle ilerlemiştir. Bütün yüksek fahişeler gibi
Venedikli sokak orospusu, kendisine bir asalet ismi edinmiş ve gûya Milano
prensi kardinal Sfprça’nın nikâhsız kw olmuştu. Aynı zamanda bunamış
fakat hudutsuz servetlere sahip bir kardinalin, de İlk metresi olmuştu.
Şimdi Venedik'ten Fano ya gidiyordu. Orada kardinal kendisini Borjialann
sarayında bekliyecekti.
Han sahibi dara düşmüştü. Bir kardinalin metresi olan böyle bir asil
kadına (oda yok) diyemezdi. Fakat boş odada kalmamıştı. Nihayet birkaç tüccarı
ahıra naklederek asil fahişeye oda temin etti. Maiyetine yer hazırlamak için
Fransız zabitleriyle Makyavel’ide ahıra nakletmek istedi. Fa kat Makyavel
öfkelendi. Ama hancının karısı cadalozdu. Der hal Makyave'.’den geçmiş günlerin
parasını istedi. Makyavel sükûta dalmıştı. Bir taraftan eşyaları ahıra
taşınıyordu. Leo nardo tatlı bir tebessümle Makyavel’e ("ûtfedin benim
odama taşınırsanız bana büyük bir şeref vereceksiniz) dedi.
Makyavel teşekkürle kabul etti. Leonardo Makyavel’in yüzüne baktıkça onu
daha entresan buluyordu.
O sırada Makyavel Floransa Cumhuriyeti Ayanının kâtibi idi. îkisi
konuşmağa devam ediyorlardı. Makyavel (Mösyö Leonardo»' dedi (tabii ben de
sizin büyük bir ressam oldu ğunuzu duydun!. Ama. itiraf ederem İti ben resim
den bir şey anlamam. Ama işittim ki siz aynı zamanda harp ilimlerinde
mahirmişsiniz. Bu mevzu çok ehemmiyetlidir. Çünkü MiL letlerin büyüklükleri
askerî itibarlarına bağlıdır. Ben bunu monarşi ve Cumhuriyet adlı kitapta
ispata çalıştım Becx o kitapta devletlerin yaşama, büyüme, ve
düşünmesine hükme den tabii kanunları müspet ilim kanunları gibi tesbite çalıştım)
Sonra bir dakika durdu (af edin mösyö) dedi. (Belki beni resim nasıl
ilgilendirmiyorsa slzide politika hiç çekmi- yordur. (Hayır) dedi Leonardo
(bilakis, bilhassa sizin fikir_ leriniz kalabalığın düşüncelerinden o kadar
ayrı ki zevkle din liyorum.)
Makyavel (Akıllı insanlarla politikadan konuşmak benim için ekmek, su
gibi bir ihtiyaçtır. Ama felâket şu ki, akıllı »damı nerede bulacaksın?
Bi im asıl beylerimiz yün ve ipek fiatlanndan gayn bir şeyle alakâdar
değiller. Tabiat beni kazanç veya gayp yün veya ipek konusunda düşünmek için
yaratmamış • ben ya susmalıyım yahut politikadan konuş, malıyım.)
Leonardo bu mevzu İle ilgilendi: Size göre dedi politika matematiğe
dayanan tabiat ilimleri gibi bir müsbet ilim olmalı ha! «Tabii» dedi Makyavel
ve yumulu gözleriyle u. zafclara baktı (belki bu kanunları ben tam olarak
tedvine mu vaffak olamayacağım ama, İnsanlara şimdiye kadar kimsesin
söylemediği, bazi insani şeyleri söylemek istiyorum. Eflâtun (Cumhuriyet) inde,
Aristo (Politika) da Ogüstin İlâhi belde» sinde her milletin hayatına hakim
olan ve insan, idare sin'n, iyi ve kötünün, dışında hüküm süren, Tabiat kamın-
lanm ihmal ettiler. Hepsi kendilerine iyi veya fena, asıl veya yabancı
görünen şeyleri anlattılar ve hayli devlet şekillerin den bahsettiler. Ama ben
devletlerin nasıl olması lâzım geldiğini değil, bifiü nasıl olduklarını
anlatıyordu. Ben devletleri sevgi ve kin övme ve yerme dışında, müspet ilim
yapar gibi araştırırım. Bilirim ki bu zor ve tehlikeli b‘r iştir. Çünkü
insanlar hakikaten politikada olduğu kadar, hiçbir yerden nefret etmezler. Ama,
beni Grolamo gibi âteşte yaksalar bile hakikati söyliyeceğim.
Leonardo Makyavo'.’m yüzündeki hafiflik ile karışık kehâneti çocukca
cesareti, garip gözlerinde hayretle takib ediyordu. (Mösyö) dedi (eğer siz bu
kanunları bulabilirseniz keşifleriniz Oklit’in hendesesi, Arşimet’in mekaniği
kadar kıymetli olacaktır.
İkisi uzun zaman konuştular. Leonardo mevzuu tekrar süvari ve ateşli
silâhların önemine getirdi. Makyavel (harp sanatında üstatlarımız olan
Romalılar ve îspartalılardır.) (barutu bilmiyorlardı) Leonardo
(Fakat dedi tabiat ilimle rindeki ilerlemeler bize yeni şeyler getirmedim!?)
Makyavel (ben şu kanaatteyim ki) dedi (yeni devletler harp ve devlet
meselelerinde eski modellerden şaşarlarsa yanlış yola giderler) Leonardo bu
mevzuda tam bir taklit mümkün mü dedi. Niçin olmasın, insanlar, unsurlar, yer
ve gök, güneş nizamlarını, seyirlerini değiştirdiler mi ı?
Makyavel devam etti (Düşünün) dedi (hangi yıldızların birleşmesi lâzım
bizim bu'uşmamız için! Üç türlü insan vardır. Birisi herşeyi kendisi görür ve
anlar. İkincisi ancak baş kalarmin gösterdiğini görür. Üçüncüsü ne kendisi
birşey görebilir, ne de başkasının gösterdiğini. Birincileri nadirdir.
İkincileri orta seviyeli insanlardır. Üçüncüleri ise hiçbir İşe yaramıyan
adamlardır.
Sizi bir’nci gruba sokuyorum, öyle gülmeyin, düşünün, size rast gelişim
bir tesadüf değil bir kader icabidır. Akılı adamların ne kadar nadir olduğunu
bilirim.)
Bu sırada odaPanna yaşlı bir kadın girmişti. Makyavel gözlüğünün üstünden
bakıp (Madam Alvigia siz misiniz? sanıyordum ki şeytan sizin leşinizi çoktan
cehenneme sürüklemiştir. İhtiyar kadın, yan kör hflekâr gözlerini ufaltarak,
(Mösyö Makyavel) demişti (hayatta size bir daha rast ge leceğimi ummamıştım)
Makyavel şarap ismar’adı. Konua. malardan anlaşılıyordu ki bu kadın F’oransa’da
bir umumi hane sahibi idi. Sonra Venedikde meyanciliğa başlamıştı. Şimdi ise
Lenan’m evini idare ediyordu.
Makyavel müşterek tanıdıkları sordu. Bu arada söz 15 yaşında mavi göz'ü
Atalanta ya intikal etmişti. Bu kız birgün (bu yaptığımız bir günahmış ha?)
diyordu (papazlar ne derse desin, zavallı erkeklere biraz sevinç bahşedebiL
menin günah olacağına hiçbir zaman inanamıyacağım.
Madam Riçiya’dan da bahis açıldı. Onun kocası, kansu. nm ihanetini
duyduğu zaman: «Evde bir kadın» demişti, «Ocakta ateş gibidir, komşulara
istediğin kadar verebilirsin, geride kalan da sana yeter.» Sonra Madam
Marmigliya dan konuşuldu. Bu kadın âşıklarının ricasını kabul ettiği her
defasında Meryem’in resmini bir örtüyle örter: «Görmesin» derdi.
r rmardo, Makyavel’in bu konuşmalarından duyduğu zev ki hayretle
takip etti.
Makyavel, kartına çatmağa devam etti: «Bugün» dedi, Güzel
kadınlara artık kıskanç kocalar elinde değil. Hele senin gibi bir de miyancılan
olursa şâhâne yaşıyabilirler. En mağrur kadınlar, parayla elde
edilebilir. Bütün İtalyada pederasti ve fuhuş hüküm sürüyor. Bugün bir namuslu
kadın, bir fahişeden ancak taşıdığı san bağla ayırabiliriz. (Bu safra,n
sansı bir baş bağı idi ki bütün fahişelerin- taşıması mecburî) kadın
«böyle demeyin» dedi. «Bugünkü zaman eskiye göre nedir? Daha düne kadar
İtalya’da kimse Fransız hastalığını (frengi) bilmiyordu. Ve herkes kaygusuz
yaşıyordu. Hele şu san bant! Madam Lena gibi bir kadından bile bunu taşıması
isteniyor.»
— Neden taşımasın
— Siz neden bahsediyorsunuz. O muhterem kadın, her sokak delikanlısı ile
yatan bir fahişe değildir. Biliyor musunuz ki onun yatak örtüsü Papanın
elbisesinden daha kıymetlidir. Hele bilgisi. Bolonya Üni versitesi hocalarını
cebinden çıkanr. Hele onun Petrarka, Lavra, semavî aşkın sonsuzluğu hakkında
konuşmasını bir dinleseniz!»
Makyavel «elbette» dedi. «Aşkın sonsuzluğunu onun kadar kjm
bilsin »
— Gülmeyin mösyö. Geçenlerde bir gün, bir delikanlı ya ahlâklı olmasına telkin eden yazdığı bir
mektubu okuduğu zaman, ağlamağa başladı. Allah selâmet versin, o bir yeni
Çiçeron’dur. Bunun için değil midir ki kibar beyler ona başka kadınlara bir
gece için ödediklerini plâtonik aşk hak kmda bir konuşması için
öderler.»
Alvigia, kendi kayatını da' anlattı. O da bir zamanlar güzeldi.
Hayranlan vardı. Bütün kaprisleri tatmin edilmişti. Hele yaptığı çılgınlıklar
bir gün kilisenin, hazine odasında Padua kardinalinin şapkasını almış,
kölesine giydirmiş, ti. Ama seneler geçtikçe güzelliği ve hayranlan azalmıştı.
Ve çamaşırcılık yapmağa başlamıştı. O kadar fakirleşmişti ki dilenmeğe mecbur
olmuştu.
Makyavel, bu konuşmaların da bir faydası olduğunu Le- onardoya anlatmağa
çalıştı, «çünkü» dedi, «bdraat tabiat bu çok cepheliliği Mm öğretiyor. Aristo hakkında
söylenen hh kâyeyi biliyor musunuz? Bir gün talebesi İskender'in huzurunda,
bir kadının kaprislerine dayanamıyarak dört ayağı ü_ zerine eğilmiş ve
çırılçıplak kadını sırtında taşımıştı. Koca Aristo böyle yaparsa, biz fakir
günahkârlar ,ne yapalım?»
Leonardo uykuya uzanmıştı. Makyavel bir şeyler yazıyordu:
«Brütüs deli rolünü oynıyarak en akıllı insanlardan fazla şöhret
kazanmıştır. Onun hayatım tetkik ettiğim zaman, şu neticeye varıyorum kî role
girmesi, şüphe uyandırmadan, zalim bir diktatörü devirmek içindi. Bir nümune
zalimleri öldürecek herkes için misal olabilir.
Açıkça isyan etmek, tabii asilce bir harekettir. Fakat buna kuvvet
yetmezse gizli hareket etmeli, hükümdarın teveccühünü kazanmalı ve bu maksatla
hiçbir şeyden çekinmemelidir. Hattâ onun günahlarına iştirâk etmeli; her
taşkın, lığı beraber yapmalıdır. Çünkü böyle yaklaşma, evvelâ âsinin hayatını
kurtarır, sonra münasip bir fırsatta, zalimi öldürme imkânı verir. Onun için
Brütüs gibi dahi rolünü oynamalı, inandığı şeyin aksini övmeli, böylece bir
zalimi avutarak felâkete sürülmemeli ve vatanı kurtarmalı.»
Ertesi gün yola çıkacaklardı, fakat Makyavel’in oda kirasını ödeyecek
parası yoktu. Leonardo ona para vermeyi teklif etti, Leonardo «dostum» dedi;
«Beni tahkir etme, yin. Hatırlayınız ki, yıdızlarm nasıl müsait bir vaziyeti bizim
gibi iki adamı bir araya getirdi.
Talihin bu lûtfunu niçin elden kaçıralım? Hissetmiyor musunuz ki ben size
bir hizmet yapmış değilim. Siz bana yaptmız.»
Leonardo’nun sesinde o kadar tatlılık vardı ki, Makyavel onun verdiği
otuz düka altınım kabul etti böylece yola koyuldular.
Bir küçük köyden geçiyorlardı. Papaslar, rahipler, kut. sal eşya
satıyorlardı. Makyavel meydanda toplanmış kalabalığa : Bu papaslan kanlarınıza
yaklaştırmayın dedi, çünkü yağ kolay alev alır, kutsal pederler, güze1
kadınlar tarafından peder diye hitap edilmekle yetinmezler, onlardan çocuk,
yapmağa da kalkarlar.»
Sonra Roma kilisesine söz intikal etti. «îtalyayı rtıahve-
den budur» dedi. Bu haşeratm elinden kuvveti alacak
veya on an rezillikten vazgeçilecek birisi çıksa, ömrümü ona ve_ lirdim,» a
Makyavel sözlerine devam ediyordu: «İnsanların bilfiil yaptıklariyle
yapmaları gereken şey arasında muazzam fark vardır. Çünkü bütün insanlar,
doğmuştan kötüdür. Ancak menfaat veya korku onları fazilete zorlayabilir. Onun
için felâketten korunmak isteyen bir hükümdar, faziletli görünmeli, fakat
icabına göre vicdan azabı çekmeden faziletsizlik yapabilmelidir. Çünkü, iyi
görünen şeylerin çoğu, bir hükümdarın kudretine zarar verir. Fana şeyler ise
kudretini arttırır.»
Leonardo « nsaf» dedi, «böyle düşünülürse her şey caizdir. Tecviz
edilemiyecek bir fenalık ve bayağılık yoktur.
— Makyavel, «evet» dedi «her şey caizdir. Hükmetmek isteyen ve buna kadir
olan adam için her şey caizdir. Vakıa İmparator .Antonyus ve Markorel mülâyim
davranabilmiş. lerdi ama, onlardan evvel yeter derecede kan dökülmüştü. Düşün
ki Roma’nın kuruluşunda bile, aynı kurdu emen kardeşlerden biri diğerini
öldürmüştü. Ama tek kişinin hükümdarlığı için zarurî olan bu kardeş katli vâki
olmasaydı, bir Roma doğabilecek miydi? İki kardeşin kavgasiyle Roma
mahvolmıyacak mıydı?
Terazinin bir kefesin» kardeş katlini, öteki kefesine Ro_ ma*mn bütün
faziletlerini ve hikmetlerini koysak, acaba hangisi ağır basar?
İnsanlar ancak küçük ve orta cinayelterin kinini taşırlar. Büyük cinayetler,
intikam alacak kuvveti bırakmaz. Onun için bir hükümdar, tebeasına karşı
yalnız büyük cinayetleri işlemeli, küçük orta cinayelterden kaçınmalıdır. HaL
buki insanlar en tehlikeli yolu, iyi üe kötü arasındaki orta yolu seçerler; ne
tam iyi ve ne tam fena olmağa cesaret ederler. Bir cinayet, bir ruh büyüklüğü
istediği zaman, ondan çekinirier, gündelik bayağılıkları tercih ederler.»
Leonardo’nun şüpheli bakışları üzerine, «tam hakikat, dama yalan gibi
görünür» dedi.
Leonardo, Sezare Bprjianm hizmetine, girmişti. Bir gün Sezare’ye dalkavuk
şairlerin kasideleri getirildi. Fakat hükümdar, kendi aleyhindeki yazılan
görmek İstiyordu. O gün lerde Romada bir şair zindana atmıştı. Yazdığı şiirde,
Sezare için «katır», «Papayla bir fahişendn piçi», «Türk», «sünnetli», «zani»,
«kardeş katili», «Allahsız,, diyordu. Şair: «Allahım diyordu» daha ne
bekliyorsun? Görmüyor musun ki o senin kiliseni bir katır ahin ve bir orospu
odası haline getirdi. Kâtip, hükümdara «bu rezile ne yapmamızı emredersiniz?»
dedi.
«Nazik olmayı ben şaillere öğretirim» dedi hükümdar. Bu tâbirden maksat,
elini kesmek veya kızıl demirle dilini dağlamaktı.
Leonardo, arazinin askeri haritalarım da yapmıştı. Bu, haritadan ziyade
bir sanat eseri idi. Deniz, koyu mavi, dağlar esmer, nehirler açık mavi,
şehirler koyu kırmızı, çayırlar solgun yeşildi. Yollar, kuleler belirtilmişti.
Sanki bütün manzara tayyareden görülüyordu.
Sezare haritaya bakarken, uçmadaki saadeti haya! etti. «Teşekkür ederim
Leonardom» dedi, «Seni mükâfatlandıracağım. Bizden memnun musun, aylığın kâfi
mi? Senin her arzunu yerine getireceğim.»
Leonardo sadece Makyavel için bir randevu istemekle yetindi.
1503 yılının martında, Sezare Şimali îtalyada binbir rezalet Ve
kurnazlıkla hüküm sürdükten sonra, Romaya dönmüştü. Papa kiliseye hizmet
edenlere verilen madalyaların en büyüğü olan altın gülü ona takacaktı.
Vaıtikamn büyük salonunda kardinaller ve büyük devletlerin elçileri toplanmıştı.
Pırlantalarla dolu mantosu sırtında, üç katlı tacı başında. etrafı
yelpazelenerek yetmişlik Papa Altıncı Alek- sandr tahtına oturdu. Muhafız
kıtası kumandam kılıcını çekmişti. Tezhipti kılıcının üstünde «sadakat silâhtan
kuvvetlidir» yazılı idi. Sezare, incilerle süslü bir güvercin statüsü e’inde.
kont şapkası başında olduğu halde, tahta yaklaştı, şapkasını çıkardı, diz
çöktü, mukaddes pederin pabucundaki yakut salibi öptü. Bir kardinal. Papaya
altın gülü uzattı. Bu bir kuyumculuk şaheseri idi. Çiçeğin ortasında altın yat*
raklar arasında etrafa gül kokusu saçan, yağla dolu bir şişe vardı.
Papa ayağa kalktı. Heyecanlı bir sesle:
« Sevgili yavrum, bu gülü arzi ve semavî jerüzalem’le. rîn ve savaşan ve
muzaffer olan kilisenin sevincine bir sem. bol olarak sana veriyorum. Senin
faziletlerin de bu gül gibi çiçek açsın, âmin.»
Sezare, bu mistik gülü babasının elinden aldı. Bu sırada Papa
dayanamıyarak seremoniyi bozdu, kollarını oğluna u_ zatti:
«Oğlum Sezare, Sezare» diye onu öptü ve ağlamağa başladı. Bu sırada
borular çalmıyor Senpeter kilisesinin çan lan çafıyordu. Bütün Roma kiliseleri
buna iltihak ediyordu. Melek şatosundan top sesleri geliyordu. Romanyol mu.
hafızlan Vatikamn bahçesinde:
«Yaşasın Sezare» diye bağınyorlardı.
Seyirciler arasında Leonardo da vardı.
XXVI
LEONARDO ROMADA
Leonardo Roma’ya geldiğinde, bir müddet Sansiprito Hastanesinde anatomik
incelemelerde bulundu. Kendisine, talebesi Beltrafio yardım ediyordu. Üstad,
talebesinin neşesiz olduğunu görünce, ona Vatikanı ziyaret etmeyi teklif etti.
Bu sırada İspanyollar ve Portekizliler, Amerikada keşfedilen arazinin mülkiyeti
hakkında hakem olması için, Papa Aleksandra müracaat etmişlerdi. Mukaddes
peder, bu işe yardım etmek üzere Leonardo’yu da çağırmıştı. Ertesi gün, üstad a
talebesi Vatikana gittiler. Papaların büyük salonundan geçtiler. Kabul salonu
olan İsa ve Meryem salonuna uğradıktan sonra, Papanın çalışma odasına geçtiler.
Kubbe, ler ve kavisler arasındaki aralıklar Pinturicvu’nun freskleriyle süslü
idi. Bu freskler, azizlerin hayatını canlandırıyordu. Arada bir de
Hıristiyanlıktan evve'ki esrar resmedilmişti. Meselâ Jüpiter’in oğlu Güneş
Tanrısı Osiris gökten iniyor. Yer Tanriçesi İsisle evleniyor. İnsanlara
toprağı ekmek meyve ve üzüm yetiştirmeyi öğretiyor. Buna karşılık insanlar onu
öldürüyorlar. Fakat o, mezarında diri'.jyor, beyaz bir öküz halinde beliriyor.
Vatikamn saraylarında da buna benzer bir harita göze çarpıyordu, tnce
uzun zeytin dallan, tatlı meyilli tepeler arasında rüzgârdan eğiliyorlardı.
Gökte kuşlar, baharın aşk o. yanlarına sevinçlerini ifade ediyorlardı. Bu
esnada bir kar- <üna, bir elçiye soruyordu: Mukaddes pederin sıhhati nasıl,
çok yorgun mu?
— Hayır, bugünkü ibadete riyaset etti, o kadar güzel te. ganni etti ki
kendimi göklerde sandım.
Kardinal Mişel, hangi hastalıktan öldü? Diye sordu Fransız elçisi. Bir
İspanyol cevap verdi: Yediği veya içtiği bir şeyden.
PaPa para edinmenin çaresini bulmuştu. KardinaTJerinlsı gelirlerini
tetkik ederdi. Kendisine para lâzım olduğu zaman zengin bir kardinali
öldürtür ve kendisini vâris ilân ederdi. O_ nun için kardinaller kesilecek
domuzlardı. Maiyetinden birinin not defterinde sık sık şu cümleye
rastlanıyordu: «O, kâseden içmişti>
Papa Aleksandr gençken güzeldi. Bir kadına baktı mı, onda ihtiras
uyandırırdı. Sanki gözleri bir mıknatıs gibi, kadınlan çekerdi.
Yüz hatları. şişmanlıktan biraz sarkmışsa da hâlâ baş metli idi.
Teni esmerdi, kafası saçsızdı. Burnu kartal burnu idi. Küçük, çok hareketli
gözleri ve şehvet ifade eden kam duklan vardı. Modem bir adamın bütün
kibarlıklarına sahipti. Tabiî bir cazibesi de vardı. O bir şey söylediği za.
man, böyle olması icap ettiği intibaını uyandırırdı. Bir sefir yazıyor:
Papa yetmiş yaşındadır, fakat her gün gençleşiyor. En büyük sıkıntısını
iki günde unutabilir.
Eorjia, nesebini Afrikadan gelmiş Emevilere götürür. Ve gerçekten de kaim
dudak, ateşli bakış ve esmer ten, Afrika kanına delâiet ederdi.
Papa, pencere kenarında oturmuş, ihtirasla sevdiği mücevherlerine
bakıyordu. Uzun ve güzel parmaklarıyla bunlardan birine dokunuyor ve
dudaklarını şehvetle ileriye çıkarıyordu. Mücevherler içinde büyük bir
Krioprasiyi pek severdi. Bu bir zümrütten daha koyu, esrarlı bir erguvan parıltı
verirdi, incilerini getirttiği zaman, sevgili kızı Lükres. yayı hatırlardı.
Gelenler arasında damadının elçisini yanına çağırarak Bertrando dedi,
Lükresya’ya vereceğim hediyeyi u_ nflitma. Amcasından eli boş dönemezsin. O
kendisine amca derdi. Çünkü resmi vesikalarda, kendi kızı olarak değil, yeğeni
olarak kayıtlı idi. Papanın meşru çocuğu olamazdı.
Papa, mücevher kutusunu karıştırdı ve kıymet biçilemi. yecek değerde
findik büyüklüğünde penbe bir Hindistan incisi çıkararak ışığa
karşı tuttu. Hayalinde, bunun Lük_ resya’nm açık dekolte mat göğsünde ne güzel
duracağım düşündü. Elçiye dönerek: Konta söyle, Meryem’e dua etsin, biz
Meryem’in himmetti ile sıhhatteyiz, kendisine Apostolik takdisimizi
yolluyoruz.
xxvıı
VATİKANDA BİR REZALET
SAHNESİ
Sezare, Vatikan salonlarında Papa ve kardinaller şerefi, ne büyük bir
ziyafet veriyordu. Bu ziyafete Romanın en muteber fahişelerinden ellisi davetli
idi. Leonardo da ora. daydı. Yemekten sonra kapılar, pencereler kapandı, gümüş
şamdanlar masada/n kaldırılarak yer.ere dizildi. Mukaddes peder ve kardinaller,
çırılçıplak yerlerde sürünen kızlara kızarmış kestaneler atıyorlar ve kızlar
bunlan yerlerden der. liyorlardı. Bunu yaparken gülüyorlar, kahkaha atıyorlar,
top lanıyorlar, dağılıyorlar ve Papanın ayaklan ucunda esmer, beyaz, gül tenli
fahişeler, bir ağ teşkil ediyorlardı. Yetmiş yaşındaki Papa, bîr çocuk gibi
eğleniyordu.
Avuç avuç kestane atıyor; kızlan alkışlıyor, onlara: Kuş lanm diye hitap
ediyordu. Ama birdenbire Papanın yüzü kızardı. îçinde bir hâtıra doğmuştu.
Çünkü 1501 senesinin kutsal bir geces'nde, kendi öz kızı Lükresya ile de bu
kestane oyununu oynamıştı.
Ziyafetten sonra misafirler, Papanın hususî dairesine İsa ve Meryem
sa-onlanna çekildiler. Orada muhafız alayından seçilmiş en kuvvetli neferlerin
fahişelerle sevişmesini seyrettiler.
O gece, iki şey tes’it ediyordu. Dünya küresinin taksimi ve başlamış
o’an matbaacılığa Papa tarafından sansür vaz’ı,
Leonardo Oradaydı ve her şeyi görmüştü. Eve dönünce defterine su notları
yazdı:
«Senek doğru söylüyor. Her insanda bir Tanrı ve bir hayvctn gizlidir.
Daha aşağıda şunları ilâve ediyor:
«Adi ruhlu ve rezil ihtirasiı însan’ar, güzel bir vücuda lâyık
değillerdir. Çünkü bu vücut, yüksek zekâlı ve büyük görüş kabliyeıtli insan’ara
yaraşır, öyle âdi insanlara gıdayı alıp çıkarmak için iki delikli bir çuval
oknnk kâfiydi. Çünkü bunlar sadece helâ çukurlarını doldurmağa lâyıktı. Bunlar
biçim ve ses bakımından insanlara benzerlerse de başka hususlarda hayvandan
daha aşağıdırlar.»
xxvııı
MONALÎZA — JOKONT
Leonardo «Resiıne Dair» başlıklı notlarında, şöyle ya. zar:
«Reşim yapmak için hususî bir atelyen olmalıdır. Uzun dört köşeli bir
salon, yirmi atşın uzunluğunda, on arşın genişliğinde duvarlar, siyah önünde
bir dam çıkıntısı ve güneşe kârşı keten bir perde. Bu perde ihtiyaca göre
açılıp ka. panabilmeli. Perdesiz olarak yalnız alaca karanlıkta veya bulutlu ve
sisli havada resim yap. Biı ışık mükemmel bir ı. şıktır.
Leonardo ey sahibi Martelli’nin evinde işte böyle bir atölye yaptırmıştı.
1505 yılının ilkbahar sonu idi. Sisli bir gündü. Güneş ıslak bulut
örtülerinden geçiyordü. Gölgeler narindi ve du. man gibi uçuşuyordu. Leonardo
bu ışığı çok severdi, çünkü onaı göre bu ışık, kadın yüzüne müstesna bir güzellik
verirdi.
Gelmiyecek mi diye düşündü. Düşündüğü kadın kendisi için mutad oliıiıyan
bir sebatla, büyük bir gayretle üç senedir portresini yaptığı kadındı.
Atelyeyi hazırlamıştı. Talebesi Beltrafiyo cnu yan göz. jle tetkik
ediyordu. Daima sakin olan hocasının sabırsızlıkla bir şey bekleyişini
hayretle temaşa ediyordu. Leo- nârdo fırçasını, boyalarını hazırlamıştı.
Portreyi açmıştı. Odanın ortasında, o kadını eğlendirmek için kurduğu fıskiyeyi
açtı. Düşen sular cam kürelere çarpıyor, garin hafif bir müzik yaratıyordu.
Fıskiyenin etrafında Leonardo kendi eliyle kadının çok sevdiği İris
çiçeklerini d:kımişti. Halının üstünde bir beyaz Asya kedisi
uyuyordu. Onu da kadın için satın almıştı. Kedinin bir sözü tonez sarısı, bir
gözü de saf:r mavisi idi; Talebesi Saleno, notaları açmış viyolasını
akort ediyordu. Sonra Leonardo’nun Milmodan beraber getirdiği ikinci bir
müzisiyen geldi. O da Leonar- donun icadı olan ve bir ait kafasına benziyen,
gümüş »lavtayı çalıyordu.
Kadım eğlendirmek için Leonardo en iyi şarkıcıları, hikâyecileri ve
şairleri davet ederdi. Kadının yüzünde, bu seslerin uyandırdığı
çizgileri takip ederdi. Fakaıt son zaman larda bu toplantılara pek lüzum
kalmamıştı. Çünkü kadının bunlarsız da sıkılmadığını görmüştü. Yalnız
müzik devam ediyordu.
Hersey hazırlanmıştı. Fakat kadın, hâlâ görünmüyordu. ‘
Gelmiyecek mi diye düşündü Leonardo, bugün ışık ve gölge tam bu işe
elverişli, acaba birisiyle çağırtsam mı? Fakat beklediğimi b liyor. Herhalde
gelecektir. Talebeleri üstadlarmun sabırsızlığının gittikçe arttığına
görüyorlardı. Birdenbire pınarın sulan yan tarafa eğildi, cam küreler Ses verdi
ve su damlaları altında İris yapraklan titreşiyordu.
Üstadın yüzünde, kadımn geldiği belli oluyordu. Odaya önce bir rahibe
Kamila girdi. O her defasında beraber gelirdi. Odanın bir köşesine oturur;
İncili açar, onu okurdu. Varlığından kimse haberdar olmazdı. Konuştuğunu da
duyan yoktu. Arkadan beklenen kadın, içeri girmişti. Otuz yaşlarında basit,
koyu elbiseli, alnının ortasına kadar varan şeffaf koyu bir örtü örtülüyordu.
Bu Monaliza jokon- ta idi. Kadın, Napolinin kadîm bir ateşindendi. Va’rtiyle
zengin olup, Fransızların yağmasından sonra fakirleşmiş Mösyö Şerardini’ndn
kızı ve Floransa jokontunun karısı idil Bu adam, önce iki diefa evlenmiş, iki
karısı da ölmüş, tü. Monaliza üçüncü karısı idi. Bu tabloyu yaparken sa. nâtkâr
elli yaşındaydı. Kadsntm kocası ne fenat ne i t; tutumlu, orta adamdı. Güzel
karısını evin münasip bir ziyneti sayardı. Ama Monalizanın güzelliğini Sicilya
öküz terinin güzelliği kadar olsun an'amazdı. Bu kadım da kendi arzusiyle
değil, babasının zoruyla almıştı. Kadının ilk âşığı harpta ölmüştü. Kedim başka
sevenler de oldu, fakat ka. dimin hic birisine ümit vermediği de söylenirdi.
Sakim mü tevazı ve dindardı. Kil’senir» bütün emirlerini verine getirir di. tyi
bir ev kadını sadık bir zevceydi. On iki yaşındaki övey kızı için de şefkatli
bir anneydi.
Talebeleri biliyorlardı ki Leonardo bu kadını
ancak çalışma esnasında görebilirdi ve hiç bir zaman yalnız kalmazlardı. Ama
talebesi Geovanni hissederdi ki sanatkârla kadının arasında, onları diğer
insanlardan ayıran esrarlı bir bağ vardı. Ve bu sır başkalarının ask dedikleri
sey değildi. * ‘
Leonardo’dan işitmişti kİ sanatkârlar yaptıkfan portre, lerden
kendilerine benzeyen bir yüz yaratmağa meylederler. Çünkü Leonardo’ya göre
insanin vücudunu ruhu forme ederdi. Giavanni dikkat ediyordu ki yalnız portre
değil, bizzat Monaliza da zamanla Leonardo’ya benzemeğe başlamıştı. Bu
benzeyiş yüz hatlarından ziyade, gözlerde ve gülümsemede idi.
Giovanni hayretle hatırlıyordu ki ayna tebessüm İsa’, nm yaralarına elini
dokunduran Tomas’ın yüzünde de vardı. Çünkü Verroçyo’nun bu tablosuna genç
Leonardo model durmuştu.
Üstadın ilk eserlerinden birisi olan Havvanın portresinden sonra, Melek
portresinde de bu tebessüm görülürdü. Sanki Leonardo her yerde kendi
güzelliğinin tam bir inlkâsını aramış ve onu nihayet Monalizanın yüzünde buL
muştu.
Bazan Giovanni ikisinin, yüzündeki bu gülmeye bakarken âdeta korkar ve
bir mucize karşısında olduğunu sa. nırdı. Hakikat bir hayal ve hayal bir
hakikat gibi görünürdü. Sanki Monaliza canlı bir kadın değil ve Mösyö
Jökonıt’un karısı değil de Leonardo’nun çağırdığı bir hayalet bir büyü ve
Leonardo’nun kadın dublürü idi.
Monaliza, kucağına sıçrayan kediyi okşadı. Leonardo işe başladı. Bazan
fırçayı bırakır, dikkatle onun yüzüne bakardı. Bu yüzdeki en küçük gölge, en
hafif değişiklik onun gözünden kaçmazdı.
— Madam, dedi Leonardo, bugün o kadar sakin değilsiniz. Monaliza
sakin bakışını Leonardoya yönelterek:
— Evet, dedi biraz yorgunum, övey kızım hasta, bütün gece uyumadım.
— Bugün çalışmayı bırakalım mı?
-«r Hayır, böyle bir güne yazık değil ini? şu narin gölgelere, şu ratıp
güneş ışığına bakın, tam benim günüm. Beni .beklediğinizi biliyordum. Erken
gelecektim ama, Ma* dam Şofonizba:
— Kim? Dedi Leonardo. Anladım.. Sesi pazar karışma, kokusu bir bakkal
dükkânına benzer.
Kadın gülüyordu:
Madam Şofonizba bana dün akşam Madam Anjelika mn verdiği ziyafeti,
kadınların kıyafetlerini; kimin kime kur yaptığını anlatmağa geldi.
— Anlaşıldı. Sizin keyfinizi kaçıran, kızınızın hastalığı değil; bu
dedikodu, Madam farkında mısınız ki, herhani. mânâsız gündelik bir dedikodu
bile bazan ruhlarımızı karartır ve ağır bir ıstıraptan fazla keyfimizi
kaçırabilir.
— Kadın başım eğdi. Zaten ikisi kelimesiz anlaşıyor, lardı. Besime devam
etmeğe çalıştı.
Mönaliza üstada: «Bana bir sey anlatın» dedi.
— Ne? '
— Kadın bir an düşündükten sonra: «Venüsün âleminden bir şey» dedi.
— Leonardo onun bühassa sevdiği hikâyeleri, seyahat hâtıralarını, tabiat
müşahedelerini, resim plân’arım bilirdi. Ve her defasında, hafif bir müzik
refakatinde, bir çocuk basitliğiyle bunlardan birisini anlatırdı.
Leonardonun. bir işareti üzerine «Venüs âlemi» hikâyesine refakat etmek
üzere sazlar çalınmağa başladı.
«Sicilya sahillerinde oturan.' gemiciler, hikâye ederler ki denizde
ölmesi mukadder olanlar, en şiddeti! fırtınada aşk üâhesinin biri olan Kıbnsı
görebilirlermiş. Adanın güzelliğine meftun olan nüce gemiciler kayalıklarda
denize dökülmüşlerdir. Nice batmış gemilerin bakiyeleri hâlâ oralarda
görülür. Bunlar o kadar çoktur ki1, sanki mahşer ol. muş
ve batan gemiler ortaya çıkmıştır. Lâkin adanın üstünde ebediyen mavi bir gök
parıldar ve güneş çiçekli tepeleri aydınlatır. Hava o kadar sakin ki
bacalardan çıkan dumanlar dimdik havaya yükselir. Denizde ölecek olanlar bu
yakm ve sakin denizi görürler. Rüzgâr onlara, çiçek kcu kulan getirir. Fırtına
ne kadar şiddetli ise, Kıbrıstaki sil. kûn da o kadar derindir.
Hikâye bitince, Leonardo sustu. Çalgılar da sustular. Böylece bütün
seslerden daha şâhâne olan bir sükûn, müzikten sonraki sükûn peyda oldu.
Monaliza, müziğin ninnisiyle ve sükûnla hakikî hayattan uzaklaşmış vuzuh dolu,
yüziyle sakin sular gibi, esrarlı, şeffaf fakat hiçbir bakışın derinlerine
inemediği bir gülümseme üe Leonardo’nun yüzüne bakıyordu.
Giovanni’ye öyle geliyordu ki Leonardo üe Monaliza karşı karşıya konmuş
ve birbirinde sayısız inikâslar yapan iki ayna idüer.
XXIX
ÜÇ BÜYÜKLER
LEONARDO VE MİKELANJ,
RAFAEL
Leonardo Floransada. dolaşırken, belediye binasının ö_ □üne gediği zaman,
Mikelanjm Davud heykelinin önünde durdu. Bu beyaz mermerden dev heykel âdeta
nöbet tutuyor gibiydi ve ince uzun siyah kulenin taşlan önünde bârtz bir
kontras yapıyordu. Çıplak genç vücut zayıfçadır. Sağ kolu aşağı indirilmiş
veterler mütebariz, yukarı kalkan sol kol, taşı tutuyor, kaşlar çatık, bakış
nişan alır gibi uzağa yönelmiş, basık a'nına saç bukleleri bir taç halinde
halka, lanmış.
Mikelanjkn bu heykelini Şavanerola’nın yakıldığı yerde seyrediyordu.
Leonardo, rakibinin bu eserini kendi ruhiyle aynı seviyede, fakat zıt
istikamette görüyordu. Nasıl ki İş ve görüş ve sükûnun ihtirası ve ihtirasın
fırtınası zıt oL duklan gibi. Bu yabancı kudret, onu çekiyordu ve onda te.
cessüs uyandırıyordu. Floransada Santamaria kilisesinin inşaat yerinde büyük
bir mermer blok vardı ki heykeltraş. larm çoğu bunu kullanılmaz buluyorlardı.
Leonardo Romadan gelince, bu mermer blok ona teklif edilmişti. Fakat o,
mutad yavaşlı ğiyle tereddütler içindeyken, kendisinden yirmi üç yaş genç bir
sanatkâr Mikelanj, bu işi üzerine aldı. Gece gündüz çalışarak yirmi bes ayda bu
dev eseri meydana getirdi. Leonardo Sforça heykeli için on altı sene
harcamıştı. Davud gibi bir eser için kimbilir ne kadar zamana ihtiyaç olacaktı.
Floransalılar Mikelanjı heykeltraşhkta, Leonardonun rakibi olarak ilân
etmiş'erdi. Mikelanj bu rekabeti tereddütsüz kabul etmişti. Fakat belediye
salonunda bir harp tablosu yapmağa başlayınca, resim sanatında da Leonardoyla
yanşa girmiş oluyordu. Halbuki şimdiye kadar eline, fırça almamıştı. Mikelanj,
rakibinde mülâyemet ve iyi niyet gör düğü nispette kindarlığı ileri
götürüyordu. Leonardonun sükûnetini bir hakaret gibi kabul ediyordu. Marazı
bir itiyat, la Leonardo aleyhindeki her dedikoduyu diniliyor, daima bir kavga
vesilesi anyordu.
Davut heykeli tamamlanınca, şehrin ileri gelenleri, meş hur heykeLtraşlan
çağırarak heykelin nereye dikilmesi lâ. zungeleceğini sordular. Leonardo,
heykelin Piyassa Dalla Şignorina'ya dikilmesini tavsiye etti. Mikelanj bunu
işitince, Leonardo-nun hasset dolayısiyle eserini karanlık bir köşeye
yerleştirmek istediğini iddia etti.
Bir gün, bir sanatkâr toplantısında; heykeltraşlık mı, resim mi daha
üstündür konusu açılmıştı. Leonardo, benim kanaatimce dedi, bir sanat eseri
teknik bir el işinden ne kadar uzaklaşırsa, o kadar iyidir. Sonra ilâve etti:
Re. sim, daha ziyade ruh kuvveti, heykeltraşlık İse beden kuvveti ister.
Leonardonun kısmen alay için söyeldiği bu sözleri, ML toelanja
yetiştirdiler. O bunu kendi üstüne almıştı. Zehirli bir istihza ile şunlan
söyledi: Bir meyhane hizmetçisinin piç çocuğu, âvâre ve dermansızlık rolü
oynuyor. Ben ise eski bir ailenin çocuğu olarak işimden utanmıyorum. Ve bir basit
ırgat gibi, terden ve kirden ürkmüyorum. Sanatların derecesine gelinde, bütün
sanatlar müsavi kıymettedir. Çün kü hepsi aynı kaynaktan gelir ve aynı hedefe
gider. Ama bu adam resmi, heykelden üstün tutuyorsa ve anlayışı bu seviyedeyse,
bir çamaşırcı kadından üstün değil dernek.
Mike'anj, Leonardoyu geçmek için, belediye salonun. daki resminde hummalı
bir .tarzda çalışıyordu. Bu resimde o, Leonardonun aksine olarak, harbi mânâsız
bir kital ve serseriliklerin en hayvanisi saymıyor, bilâkis harbi bir büyük
eser, ebedî bir vazifenin ifası ve vatan hizmetinde bir kah ramanlık
telâkki ediyordu.
îki dâhi arasındaki bu yarışmayı, Floransalılar bir piyes seyreder gibi
tecessüsle takip ediyorlardı ki Mike’anj, Floransa cumhuriyetini Mediçilere
karşı temsil ediyor, halbuki Leonardo Mediçileri cumhuriyete karşı müdafaa ediyordu.
Halk da ikiye ayrılmıştı. Bir gece Davut heykeline taş atılmıştı.
Mikelanj bunu Leonardonun yaptırdığım iddia ediyordu.
***
Bir gün Leonardo, atelyesincte Jökont portresinde çalışıyordu. Söz
Mikelanja intikal etmişti. Leonardo Monaİiza ya şöyle söyledi : Bazan sanıyorum
kt onunca başbaşa kdL nuşabüsek her şey halledilecek ve bu mecnunâne kavgadan
eser kalmayacak. O zaman anûyacaktır Jci ben onun düş. manı değilim ve dünyada
onu benim kadar seven bir kimse daha yoktun
Monaİiza başım salladı: Hakikaten öyle mi? Dedi o, bunu anlıyacak mı?
— Leonardo; anlıyacaktır dedi. Onun gibi bir insan, mutlaka anlamalıdır.
Talihsizlik şurada ki, o çok mahcuptur ve kendine itimadı azdır. Kendi kendini
tâzip ediyor, kıskanıyor, korkuyor. Çünkü o kendisini tanımıyor. Halbuki, bütün
bunlar evhamdan ibaret. Ben ona her şeyi söylerdim ve o .teskin edilmiş olurdu.
Benden korkacak nesi var?
Geçen gün onun, yıkanan muharipler eskizini gördüğüm. zaman, gözlerime
inanamamıştım. Hiç kimse onun ne olduğunu ve daha ne'er olabileceğimi bilmiyor.
Ben biliyo. ram ki o daha şimdiden benimle aynı kıymettedir, hattâ benden
kuvvetlidir.
Monaİiza üstada bakıyor, sakin ve esrarlı gülümsüyordu:
— Mösyö, diyordu. İncilde Tanrının İlyas Peygambere hitabım hatırlıyor
musunuz? «Yerinden çık ve dağda Tanrı,mn karşısında görün. Bu sırada Tanrı,
gözünün önünden geçiyor ve bir kasırga, dağlan kayalan parçalıyordu. Fakat
Tann, rüzgânn içinde değildi. Rüzgârdan sonra, bîr zelzele geldi, fakat Tanrı
zelze’e içinde de değildi. Zelzeleden sonra yangın! geldi, faıkat Tann yangında
da değildi. Yangından sonra sakin, hafif, bir ses çıkmıştı. Tann bu sesteydi.
Belki de Mikelanj dağlan koparan rüzgâr g'bi kuvvet'idir, fakat içinde Tanrının
bulunduğu o sükûna sahip değüdir, O bunu biliyor. Ve sizden nefret ediyor.
Çünkü siz ondan kuvvetlisiniz. Zira, sükûn kasırgadan, kuv. vetlidir.
Leonardo bir gün, Saptamaria ki'isesinde, bir delikanlı gördü. Buna çocuk
da denebilirdi. Genç, freskleri inceliyor ve çiziyordu, önünde boyalarla
kirlenmiş bir önlüğü, evde dokunmuş kaba çamaşırları vardı. İnce uzun ve
elâstikî idi. İncecik, çok uzun, görülmemiş beyazlıkta kansız bir genç
kız gibi boynu vardı. Şeffaf, beyaz, solgun yüzü acaip bir güzellikteydi.
İri Siyah gözleri gökler gibi derin ve boştu.
Leonardo, bu gocuğa başka bir kilisede de rastladı. De. likanlı
Leonardoyu tanıyor gibiydi. Onunla konuşmak isti, yoıdu. Cesareti yoktu.
Leonardo bunun farkına varınca, qna yaklaştı. Delikanlı heyecandan kızarmış
yüzü £e onu kendisine üstad tanıdığını ve İta'.yanın en büyük sanatkârı telâkki
ettiğini ve Mikelanjm akşam yemeği tablosunu ya. ratamn pabucuna bağ
olamıyacağmı söyledi.
Leonardo, bu gence daha birkaç defa rastladı. Resimlerimi gözden
geçirdi. Ve onu tanıdıkça istikbalin büyük bir ressamım onda buldu. Delikanlı
hassas ve bir kadm gibi her tesire açık kalbiyle Pinturiçiyo’yu ve Perigino’yu
taklit ediyordu. Fakat bilhassa Leonardonun izinden yürüyordu.
Leonardo, onda bazı acemiliklerle beraber, kimsede gör oıediği bir duygu
tazeliği buluyordu. Bilhassa çocuğun, sa. natanı ve hayatın bütün sırlarına
nüfuz edişine hayran oluyordu. Her aradığım kolayca buluveriyordu.
Leonardo, ona tabiatı, sabırlı araştırmanın ve resmin matematik
kaidelerini anlatırken. o hayretle dinliyor ve duyduğu can sıkıntısını izhara
ancak saygısı mâni oluyordu. Bir gün bu çocuk, Leonardoyu dehşete veren bir söz
söyle. yivermişti: «Ben şunu farkettim ki, resim yaparken hiç düşünmemelidir.
O zaman insan her şeye muvaffak oluyor. Leoıniardo bir gün ona:
— Oğlum, sen nerelisin, baban kim, adın ne? Diye sordu.
— Delikanlı: Ben Urbinodanım, babam ressam Sanzi. yo’dur. Benim adım
Rafâel’diı.
Leonardo, yine Monaliza’yı düşünüyordu. Onun hayatı hakkında bilgisi
yoktu. Onun bir kocaya sahip oluşu, ken. dişini yaralamıyor, yalnız hayrete düşürüyordu. Bu
sıska, u. zun, sol yanağı benli adam, Sicüya öküzleri ve koyun derisi
gümrüklerinde başka bir şeyle alâkalı
değildi. Öyle an’ar oluyordu ki Leonardo, jokontun bir hayal gibi görünen, fakat
her gerçekten daha gerçek o1 an, narin, yabancı ve uzak
güzelliğinden gaşyoluyordu. Monaliza, bilgisini satan kadın, landan değildi.
Leonardo onun lâtnce ve yunanca bi’diğim öğrenmişti. O kadar basit, o kadar
sade konuşurdu ki, çoğu onu alelâde bir kadın sanırdı. Hakikatte ise idrakten
daha derin bir şeye sahipti. Bu, sezen basiretti. Bazan bir tek kelimeyle
Leonardo’yu kendisine ebedî bir dost, bir akraba gibi bağlardı. Böyle anlarda
Monaliza’ya yaklaşma arzusunu duyardı. Fakat derhal bu arzuyu ezerdi. Leonardo
o intiba, daydı ki kadın her şeyi biliyor, her şeye katlanıyor, kendisini
üstadın eserine kurban ediyordu. Bu ikisini bağlayan şey, aşk mıydı? O zaman
moda olan plâtonik aşk dedikoduları o iç çekmeler Petrark üslûbunda aşk
tekerlemeleri, onda can sıkıntısı veya istihza uyandırırdı. İnsanların çoğunun
aşk dedikleri şey de ona yabancıydı. Nasıl yasak olduğu için, tiksindiği için
et yemiyordıysa aynı suretle ka_ duyardan da uzak duruyordu. Çünkü meşru veya
gayri meşru olsun, bedeni teması, günah değil, fakat kaba bulurdu. Anatomiye
ait notlarında diyordu İri:
Çiftleşme faslı \e o işe yarayan uzuvlar o kadar çirkindir ki, eğer
yüzün güzelliği, insiyakların kuvveti ve çift, leğenlerin süsleri olmasaydı,
insan nesli münkariz olurdu. İşte o nefsini bu çirkinliklerden erkek ve dişinin
şehvet savaşından, aynen kesilmiş hayvan etinden uzak durduğu gibi, uzak
dururdu. Fakat bunu yapan başkaları muaheze etmezdi. O aşkın ve açlığın tabii
zaruretlerini bilirdi. Fakat ona iştirâk etrry?k istemezdi. Kendi nefsi için
iffet kanunu. giu hâkim kılardı. Monalizayı sevseydi bile onun için, sevgilisiyle
esrarlı derin, bir hayranlıktan daha üstün bir birleşme olabilir miydi? Onlar
birlikte bir baba-ana gibi bir çocuk, yani ölmez tabloyu yaratıyorlardı. Buna
rağmen, his (setlerdi ki, bu şaibesiz birleşmede bile fizik temastan daha büyük
bir tehlike saklıydı. İkisi henüz hiç kimsenin görme diği bir uçurumun
kenarında dolaşıyorlardı. Bazan sırlan, söylenivermiş bir kelime ifşa edecek
olurdu. Eğer kazara birisinden birisi, bu hududu aşsaydı, kendisine bu kadar
yakın, bulduğu bir ruhu, mekanik kanunlar araştırır gibi ihtirassız bir
tecessüsle araştırabilir miydi? Bazan Leonardo kadını, korkunç işkencelerle
tedricî bir ölüme götürdüğünü hissederdi. Onun tevazuu karşısında şaşırırdı.
Ümit ediyordu ki bir karar verme mecburiyetini bir aynlık geciktirebilirdi. Bu
sebeple Floransadan ayrılacağına âdeta seviniyordu. Ama ayrılışın yakın olduğu
öğünlerde aldandığını anladı.
Kader ona ihtiyarlığın eşiğinde akraba bir ruh göndermemiş miydi?
Monalizayı ruhu etme'.iydi. Ondan feragat mi etmeliydi? Uzakların hatırı için,
yakını feda mi etmeliydi? Hayattaki jökontu mu, yoksa ebedî Jökontu mu
Geçmeliydi? Biliyordu ki, bunların birini tercih, diğerini kaybetmek olurdu. Bu
işkenceden kurtulmak istiyordu. Fakat iradesi kifayetsizdi.
Ertesi gün Monaİiza, ilk defa olarak yalnız üstadın atel yesine geldi. Bu
son görüşmeleri olacaktı. Güneşli, parlak bir gündü. Leonardö perdeleri çekti.
Şimdi yalnızdılar. Tam bir sükûn içinde bütün dikkatiyle ça'ışıyordu. Ayrılık
gü_ münün yakın oldıuiğunu) unutuyor, zamanın dsurduğünu vehmediyordu.
Birdenbire Monaİiza: Yarın yola çıkıyor musunuz? De di.
— Hayır, bu akşam.
— Ben de yakında, dedi. Leonardo ona baktı, bir şey söyliyecek gibiydi.
Fakat sustu. Biliyordu ki Monaİiza onsuz Floransada kalmamak için seyahate
çıkıyordu: «Kocam dedi, Monaİiza üç ay için işleri dolayısiyîe Kalabriya’ya gidecek.
Beni beraber almaşım rica ettim.
Güneş ışıklarının perde aralığından içeri girmesine ü_ zülen Leonardoya:
— Ziyan yok dedi, perdeyi çekin, vakit daha erkan, yor gun değilim.
— Hayır, kâfidir. Dedi, Leonardo fırçayı attı.
— Tabloyu tamamlamıyacak mısınız?
— Nasıl, seyahatten dönünce tekrar gelmlyecek misiniz?
— Geleceğim ama., üç ay onra belki ben bambaşka bir insan olacağım, beni
tanıyanuyacaksınız. Siz demiyor muydunuz ki insanların, hele kadınların yüzü
çok çabuk değişir.
— Resmi tamamlamak isterdim. Fakat bilmiyorum ki, bazan öyle sanıyorum İd
yaratmak istediğim şey imkânsız.
— İmkânsız mı? İşitiyorum ki siz hiç bir eserinizi tamamlamakmışsınız.
Çünkü imkânsızlığı ararmışsınız.
Monaİiza ayağa kalktı ve her zamanki gibi: Vakit geldi dedi. Hoşça kalın
Mösyö Leonardo, iyi yolculuklar.
Leonardo ona baktı ve yüzünde yine son ve ümitsiz -bir serzeniş ve bir
rica gördü. Biliyordu ki şu an, artık bir daha geri gelmiyecekti, Şimdi
susmalıydı. Fakat münasip sözü bulmak için iradesini zorladıkça, zaafını ve
aralarındaki u_ çurumun derinliğini hissediyordu. Monaliza her zamanki gibi
sakin ve berrak gülümsedi. Leonardo’nun kalbini sonsuz ve dayanılmaz bir acı
kapladı ve onu büsbütün dermansız hale getirdi. Monaliza, e.ini uzattı, ve
Leonardo ilk defa o_ larak o eli öptü. Aynı anda Leonardo Monaliza’nın süratle
kendi üstüne eğilip dudaklariyle saçlarına dokunduğunu his setti. Monaliza
sadece: «Allah sizi korusun» dedi.
Leonardo kendisine geldiği zaman, Monaliza gitmişti. Etrafında en derin
ve en karanlık bir geoedön. daha korkunç olan bir yaz öğle vakti sükûnu hüküm
sürüyordu. Yakın kulenin saati .çalıyordu. Bu ses, zamanın korkunç uçuşunu,
karanlık münzevi ihtiyarlığı ve mazinin geri getirilmez’iğini ifade ediyordu.
Bir gün, bir şairle grübu, şiir üzerinde münakaşa ediyorlardı. Orada
Leonardo ve Mikelanj da bulunuyorlardı. Leonardo, Mikelanj’la olan ihtilâfının
dostça biteceğini hâlâ umuyordu. Ruhu .temiz’ik dolu rakibine o kadar güzel
söz. ler söyliyecekti ki Mikelanj bunu anlıyacaktı. Sakin bir tebessümle :
•— Mösyö Mikelanj dedi, büyük bir Dante bilgindir. Onun için ihtüâflı
yeri o size benden iyi anlatâbüir.
Mikelanj, adının anıldığım duyunca, durakladı. Küçük san iri gözleriyle
herkesi güvensiz süzdü. İltihaplı göz ka- paklarıyle, gözlerini kırptı fakat
hasmının berrak gülümse, meşini görünce, mahcubiyeti öfkeye inkilâp etti ve:
— Kendin anlat, dedi. Sen kitap bilgilerini yutmuşsun. On senede bir
heykeli tamamlıyamamışsın, çünkü her şeyi rezaletle yanda bırakmağa mecbur
kalmışsın. Mikelanj, has mına hakaret için daha acı kelimeler arıyor, fakat
bulamıyordu. Leonardo susuyordu. İkisi birbirine bakıştılar. Birisinin
yüzünde aynı tatı gülümseme, ötekinde hakaret yağdıran bir istihza.
Leonardo, Monaliza’yı hatırladı. O dememiş iniydi ki hasını ona
kasırgadan daha kuvvetli olan sükûnunu hiçbir zamap affetmiyecektir.
Mikelanj, daha bir şeyler söyliyecekti. Fakat bir el hareketi yaptı,
'kaba ağır adımlarla ve bir şeyler mırıldanarak başı önünde ve omuzlarında ağır
bir yük taşıyormuş gibi yürüdü gitti.
O gün yanına sokulan birisi, Monaliza’nım ölümünü haber
verdi. Leonardo’nun gözleri karardı. Neredeyse yığılacak tı. Fakat insanüstü
bir kuvvetle kendini topladı. Akşam üstü haberin tamamını aldı. Monaliza
kocasiyle beraber Kalabriya’dan dönerken, küçük Lagoreno şehrinde bataklık
hummasından ölmüştü. '
Akşam evde, Monaliza’nın tablosunu karşısına aldı. Şim di doymaz bir
tecessüsle tabiatta aramış olduğu şeyin Mona_ liza’mn güzelliği olduğunu anladı
ve kâinat sırımın Mona. liza-nın sırrı olduğunu kavradı.
XXX
LEONARDO VE ANATOMt
O tarihlerde Anatomi için ölü açma, Papa’nın emriyle yasak edilmişti. O
tarihten 200 sene önce, Mondino isimli biri, Bolongna Üniversitesinde ölü
açmaya cesaret etmişti. Yalnız, ruhun ve zekânın makam olarak kafatasına el
sürmemişti. Leonardo’nun dostu Antonio ve' talebeleri, anatomi için ölü tedarik
etmekte hiçbir zorluktan çekinmiyorlardı. Bazan cellatlardan ve mezar
bekçüerinden para i- •le ölü satın alırlar, bazan da mezarlardan kendileri
çıkarırlardı. Leqnardo, arkadaşı Della Torree ile birlikte, bir taraftan ölü
açarlar, bir taraftan da vücut parçalarının ibl simlerini yaparlardı.
Leonardo hâtıralarında diyor ki:
«Ben anatomi hakkında tam bir bilgiye Ulaşmak için, pek çok ölü açtım. Bütün
uzuvları teker teker inceledim. Her uzvun resimlerini öyle yaptım ki bunlara
bakınca o uzuv elinde imiş gibi bir fikir sahibi olabilirsin» notlarının başka
birisinde «Güzellik hakikat ve hakikat güzelliktir.» diyor-
Yine aynı notlarda ilme sevgin varsa, ölüden iğrenmL jyeceksin, iğrenmeği
bertaraf edince artık korkmayacaksın. Korkuyu atlattıktan sonra Anatomide
derlemek için vazih ve muayyen bir plânla çalışman lâzımdır. .Ancak bu hususta
da perspektiv bilgisine sahip olacaksın. Nihayet sabre sahip olmalısın. Benim
bunlara ne derece sahip olduğumu 120 fasikülü bulan Anatomi notlarımda
göreceksin. Vaktim olsaydı bunları daha da genişletirdim.
Yine aynı notlarda şöyle diyor: «İnsan ve hayvan, vücudunu incelemeğe
başlamadan önce mekanik kanunlarım iyice öğrenmelisin. Leonardo’ya göre insan
uzuvları birer ma. nivelâdır.»
Leonardo, 1507 yılında, Fransız Kralı 1'2 nci Louis’nin hizmetinde saray
ressamı olarak bulunuyordu. Muayyen bir maaşı yoktu, adece ikramiye
alabiliyordu, fakat çok defa da unutuluyordu. O da kendi varlığım
hatırlatmaiktan çekiniyordu. Çalışmaları da çok yavaşlamıştı. Yine para
sıkıntısı içersindeydi. Bu yüzden büyüklerin bekleme’ odalarında zar man
kaybediyor ve merdiven tırmanmak gitgide' ağır geliyordu. Halbuki bu sırada
Rafael, Papanın himayesine girerek zengin oluyor. Michelange ise büyük
servetler topluyordu. leonardo, fakir bir vatansız halindeydi.
Papa Onuncu Leon, Medicius ailesinin geleneklerine sadık olarak ilim ve
sanat koruyucusu olmuştu. Leonardo da bu sırada Roma’ya gelmişti. Papanın
huzurunda bir gün Michelange bulunuyordu. Papa şöyle demişti:
«Monsieur Michelange bir hususta mütalâanızı almak istiyorum. Hemşehrimiz
Floransak Leonardo’ya bazı işler vermek istiyorum. Onun hakkındaki düşüncen
nedir?»
Michelange gözlerini yere dikmiş susuyordu. Papanın bir cevap beklediğini
görmesi üzerine, ağzından şu kelimeler döküldü:
«Mukaddes Peder, birçoklan beni Leonardo’nun düşmanı sayıyorlar. Bu
doğru mu, yanlış mı? Söyliyemem, ama bu mevzuda hakem olmak istemem.»
Papa, biraz da eğlenmek istldiği için; «öyle ise dedi, mütalâanı
dinlemeyi daha fazla isterim. Çünkü sen, dostla, nn hakkında olduğu kadar,
düşmanların hakkında da doğruyu söyliyecek necabete sahipsin. Sizin gerçekten
ona düş man olduğunuza inanamam. Senin ve onun gibi iki sanatkâr fâni hislerin
üstünde olduğunuzu bilirim. Neyi paylaşamıyorsunuz? Eğer ben onun elini
sıkmanı istersem red mi edeceksin?»
Michelange’in gözleri kıvılcımlanmıştı. Kendine hâkim olamadı. «Hainlere
el vermem dedi.»
Papa: «Hainlere mi dedi. Bu çok ağır bir itham, sağlam delülerin olmazsa
böyle konuşmazsın.»
Michelange: Delillerin yok dedi. Buna lüzum da yok. Herkesin bildiği bir
şey. Barbarlan anavatana çağıran Kont Morcru’ya 15 sene dalkavukluk etti. AT.î.AH,
bir adaıpın cezasını verince Leonardo daha kötü birinin, Cesare Borcia*. nın
hizmetine girdi.»
Papa, alaylı bir gülümseme ile: «Unutuyorsun dostum» dedi. Lenardo bir
asker, bir devlet adamı değil, bir saınaL kârdır. Sanatkârların fânilerden
fazla hürriyete ihtiyaçları yok mu? Milletler arasındaki kavgalardan
sanatkârlara ne? gizler köle ile hür adam, Yahudi ile Yunanlı arasında tefrik
yapılmayan ve her yerinde Apollon’un hüküm sürdüğü başka bir âlemin adamları
olmalısınız. Sizin vatanınız hoşunuza giden yer olmalıdır.»
Michelange: «Mukaddes peder affedin, ben sade ve tah_ silsiz bir adamım.
Felsefî incelikleri bilemem. Aka ak, karaya kara derim. .Annesin© hürmet
etmiyen ve v ıtanım terk eden bir adam bir rezildir. Biliyorum ki Loonr-do
kend?- sijni insan kanunlarının üstünde sayar, ama ne hakla. O, daima
mucizelerle dünyayı hayrette bırakmak ister, fakat bunu ispat edecek eser
göstermesi gerekmez mi? Onun mucizeleri nerde? Şu birinin düşüp parçalandığı
tayyare delili ği mi? Sözlerine daha inanacak mıyız? Eskiden rezîle rezil;
dolandırıcıya dolandırıcı derlerdi. Bugün onlara hâkim, dünya vatandaşı
diyorlar.»
Papa, Michelange’a açık kurbağa renşi gözleri ile baktı. Herdeyse iki
rakibi bir araya getirecek ve bir nevi horoz dö ğüşü tertipliyecekti, ve
nihayet içini çekerek:
«Oğlum.» dedi «şimdiye fc-edar inanmak istemediğimiz bir husumet sizi
a.yır-yor. İtiraf edelim ki Leonardo hakkmdaki hükmünüz benî keder etıdirdi. Bu
nasıl mümkün olur, onun hakkında cok iyi şeyler işittik. İlmi ve sanatı bir
tarafa, o, öyle bir ka’bb sahipmiş k’, yalnız insanlara değil, bitkilere karşı
bile merhametliymiş.»
Michelange susuyor, yüzü öfke ile geri’iyordu. Huzurda bulunan ve
Leonardo’yu sevmiyen, Pjetro Benbo: «Mukaddes peder dedi, Michelange’m
sözlerinde bir gerçek pavı var. Leonardo hakkında o kadar garip şeyler
söyleniyor ki, insan ne düşüleceğini bilmiyor. O, hayvanlara acır ve et yemez,
ama ölüm makineleri icat eder. İdam mahkûmlarının yüzlerindeki son dehşeti
görebilmek için dar ağaçlarım sey reder. Anatomi için hastahanelerden değil,
menırlardan da ölü çalar.»
Papa konuşmayı burada keser. Bir taraftan da anatomi için ölü
verilmemesi, hastahanelere ve mezar bekçilerine tamim edilir
Leonardo, çoktandır Sbctene tapınağım ziyaret edip, Michelange’ın duvar
resimlerini görmek isterdi. Bir sabah, talebesi Françesko ile birlikte mescide
gitti. Burası ince, uzun, yüksek duvarlı bir bina. idi.
Tavanda ve kavisler üstünde Michelange’ın resimleri görülüyordu.
Leonardo, bunları görerek dona kaldı. Resim, ler bir humma sayıklamasını
hatırlatıyordu. Tanrı Zebot Caos’un içine oturmuş, ışığı karanlıktan ayırıyor,
sulan ve bitki.'eri takdis ediyor, Ademi topraktan ve Havva’yı kabur gasından
yaratıyor. Habil ile Kabil efsanesi, Tufpn, lisanla Tanrı arasındaki savaş
tasvir ediliyordu. Leonardo, bu eser karşısında duraklıyor ve kendisini
mahvolmuş hissediyordu. Kendi eserleri gözünün önüne gelmişti. Akşamyesmeği tablosu
çürüyordu. Kolos heykeli tahrip edi'.mişti. Birçok e_ serleri tamam alınmamıştı
ve artık tamamlamaya, vakit de yoktu. O, Michelange’dan daha büyük bir mükemmeliyet
peşinde koşmuştu. Bu anda Monaliza’nın sözlerini hatırladı. O, demişti ki:
«Michelange’ın kuvveti dağ'an deviren bir kasırgaya benzer, ama Leonardo
Michelange’dcn büyüktü. Çünkü; sükûnet kasırgadan kuvvetliydi. Zira Tanrı kasırgada
değil, sükûnun içindedir.,,
Leonardo Monaliza’yı haklı buldu. İleride insanlık, Leonardo’nun çizdiği
yola yönelecekti. Kaos’dan ahenge, nifak tan birliğe, kasırgadan sükûna. Ama
künbVir daha kaç yıl bn hakikat bil’pmiyecek ve Michelange üstün görülecekti.
Leonardo fikrinin doğru olduğuna inandığı halde, icraattaki beceriksizliğini
şimdi daha acı olarak hissediyordu. Susar mk mescitten çıktılar. Françesco,
üstadının fiknniden geçen leri seziyor, fakat bir şey söylemeğe cesaret
etmiyordu. Fakat yüzüne bakınca birdenbire ihtiyarlamış o’duğunu hissetti.
Yolda Leonardo, diğer rakibini, Rafael’i hatırladı. Leonardo Vatikanm
üst salonlarında Rafael’in yaptığı duvar reı simlerini görmüştü. O, resimlerde
büyük olan «ey idi? tcradafld mükemmeliyet mi? Taklit edilmez incelik mi, fikirlerdeki
hiçlik mi, yoksa büyüklerden kölece teveccüh um. maflc mı? Meselâ Papa II nci
Julius, Fransızların, İtalyadan çıkarılmasını hayal ederdi. Rafael onu memnun
etmek için mukaddesat düşmanı Heliodor’un melekler tarafından kovalanışı
sahnesine, Papanın resmini de koyar. Başka bir Papa, onuncu Leo, kendisini
hatip saydığı için, Atillâ’ya ihtar gönderen I. nci Leo’ya benzetir.
Böylece Rafael resim sanatını papalara dalkavukluk âleti haline getirdi.
Rafael, dünya nimetlerin el
koymasını iyi bilirdi Meu selâ: Bir zenginin at ahırına resimler yapmıştı. Aynı
zenginin Papaya ziyafet için sofra levazımatı projeleri yapmıştı. Böylece
kolaylıkla servet topluyordu. Boigoh tepesinde ken dişine bir köşk yapmıştı.
Orada saltanat içinde yaşıyordu. Ona resim ısmarlamak bir moda haline gelmişti.
Çalıştığı adamları ile bir nevi resim müteahhitliği yapıyordu. Çok defa bir iki
fırça vurur, gerisini adamlarına bırakırdı. Artık mükemmeliyet peşinde değildi.
Halk tabakası hizmetine girmişti. Ona artık resim Tanrısı denmiyordu.
Leonardo hissediyor ki Michelange ile Rafael’in ötesinde istikbale giden
yol yoktu. .Aynı zamanda bu iki sanatçının keındisine neler borç-u olduğunu
biliyordu, tşık ve gölge, Anatomi, perspektifi ondan öğrenmişlerdi. Adeta ontın
evlâtlarıydı. Halbuki şimdi onu mahvediyorlardı.
Leonardo, başı eğik, bu düşüncelere dalmış yürüyordu. Talebesi Fıançesko
ona hitap etmek istedi, fakat cesaret e_ demedi. Üstadın dudakannda sakin ve
hudutsuz bir nefret beliriyordu. Saint ange köprüsüne vardıklarında, yaya ve
atlı, süslü giyinmiş bir kalabalık gördüler. Bu kafile Rafael’ in maiyetiydi. '
O Rafael ki, Leonardo’ya ilk rastladığı zaman Michelange sizin pabucunuz
olamaz demişti. Rafael, Leonardo’yu tanımıştı. Hafifçe kızararak şapkasiyle
üstadı selâmladı. Mai yet halkı, Rafael’in böyle fakir kıyafetli bir adamı bu
kadar saygı ile selâmlayışına, hayret etmişlerdi.
Bir müddet daha yürüdükten sonra, Leonardo ve talebesi bir ye’re
oturarak istirahata çekildiler. Burada sırtlarda taşıdıkları ekmek, kızarmış
kaşkaval, kuru incir, biraz, peynir ve bir şişe uçuz şaraptan ibaretti.
Yemekte, Françesco üstadının yüzünü tetkik ediyordu. Bu yüz yorgun ve
ihtiyardı. Şakakları kırlaşmış, derin buruşuklu alın, tebarüz ediyordu.
Sakallan göğsünü buluyordu. Solgun mavi gözlei yine keskindi ve sık kaşlannm
altından hudutsuz bilgi ihtirası ile panldıyordu. Bu insanüstü düşünme kuvveti
i’e yorgun yüz, bir tezat teşkil ediyordu. Françesco, bu mütevazi akşam
azlığına, bu ihtiyar yüze baktıkça hudutsuz acıma hissiyle üstadının ayaklarına
ka panmak ve ona, bu itibarsız halinde bile Michelange’dan ve Rafael’den daha
büyük olduğunu söylemek geldi içinden. Fakat buna cesaret edemedi. Göz yaşlarım
içime akıttı.
Papa, Leonardo’ya bir küçük resim sipariş etmişti. Fakat o bir türlü
ilerle'temiyordu. Çünkü mükemmeliyet peşinde yeni boyalar ve cilâlar
keşfetmekle meşguldü. Papa, bunu duyunca, «Bu garip adam dedi, hiçbir şsy
ortaya koyamaz, eserin sonunu düşünmekten başlamaya vakit bulamaz.,, Böy lece
Leonardo’nun âkibeti belli oluyordu. Artık Rafael ve Michelange bir rakipten
kurtulmuş oluyorlardı.
Leonardo, bunu işittiği gün defterine şu satırları yazıyor: ’
«Üşüyenler için elbise ne ise, hakaret? uğrayanlar için de sabır odur.
Hakaret büyüdükçe sabrım artıracaksın, oza. tnan hiçbir hakaret ruhuna tesir
edemez.»
*
♦ ♦
1515 yılında Kral XII. Luis ölmüş, yerine I. inci Fran. çois geçmişti.
Genç kral, ilk hamlede Lombardiya’yı ele geçir mis ve Milano’ya girmişti.
Leonardo Roma’da artık bir şey öde edemiyeceğini anlayınca, I. François’nın
hizmetine girdi, fakat Papa, Rafael’e ve Michelangea izin vermişti.
Bunun üzerine Kral, Leonardo’yu 700 efcü aylıkla hizmet, tine almış ve
kendisine Claux şatosunu tahsis etmişti. 64 yaşma girmiş oTan Leonardo ümitsiz
ve kedersiz vatanını ter. kederek 1516 yılında Fransaya doğru yola çıkmıştı.
Yanında Badik uşağı Vilanise, hizmetçisi Maturunvie ve talebeleri Françesco ve
Zoro ,Astraux bulunuyordu.
Yolculuk zor geçiyordu. Katırlar, yükleri ve üzerlerinde, ki yolcuları
güçlükle taşıyorlar ve uçuruma yuvarlanmamak için patika yollara sık sık
tutunuyorlardı.
Aşağıda vâdilerde bahar başlamıştı. Fakat dağlarda kış hüküm sürüyordu.
Leonardo yer yer katırın sırtından iniyor, talebesi Françesco’nun koluna
dayanarak tepelere formanı- t yordu. Bir yüksekliğe
vardıklarında Françesco, «İtalyayı son defa olarak görelim» dedi. Leonardo’nun
yüzü bir alâka ifa. etmiyordu. Yüzünü İtalya’dan çevirdi ve' karlı dağlara
doğru yöneldi. Adımlan hızlanmıştı. Talebesini zor takip ediyordu. Dağın
karlarım ve buzlarım seyrede ede yol alırken, Leonardo Monaliza’yı ve ölümü
düşünüyordu.
XXXI
LEONARDO FRANSADA
«Hastalığı ve ölümü»
Fransız Kralı Birinci Fransuva’nın Leonardo’ya tahsis ettiği Canx
şatosu, Loir nehri üstünde Ajnbois sarayının yakının daydı. Kral bu dolaylara
av için gelirdi. O zaman küçük ka saba canlanırdı. Kral ayrılınca ortalığı
derin bir sükût kaplardı. Sadece pazar günleri ki iseye giden kadınlar,
sokaklarda oynayan çocuklar bir hareket ve canlılık yaratırlardı.
Claıux şatosu, ,Amas çayının üstünde yüksek bir duvarla çevrili idi. Çaya
doğru yeşil bir vadi vardı. Etraf ormandı. Şatonu sekiz köşeli bir ku’esi vardı. Bina iki
katlıydı, her katta sekizer oda vardı.
Kral, Leonardo’yu sevgi ile karşılamıştı. Onun eserleri hakkında uzun
uzadıya fikirlerini söylemiş ve ona baba, üs_ tad diye hitap etmişti.
Leonardo, Ambois sarayını tâdil etmeyi, civar araziye kanallar açarak
bataklıkları yeşil birer cennet haline getirmeyi teklif etti. Bu kanal
sayesinde Orta Avrupa Akdeniz. le birleşecekti. Kral, kanal inşasını kabul
etmişti. Leonardo, şevk ile işe başladı, plânlar hazırladı.
Leonardo, şato civarındaki gezmelerinde, bir gün küçük bir kasabaya
uğramıştı. Burası Loches idi. Buranın şatosunda eski Milano Dükü Moro, sekiz
sene hapis tutulmuş ve sonunda ölmüştü. Hapishane bekçisi, Leonardo’ya
Moro’nun macerasını nakletmişti.
Moro, son yıllanın ibadetle geçiriyordu. Kendisine verilen tek kitap,
Damte’nin cehennemiydi. Ona son günleTinde resim yapma izni de verilmişti.
Hapishane odasının tavan ve duvarlarını resimlemiş ve acemi bir fransızca ile
şunları yasmıştı:
«Esarette rehberim : Silâhım, saibnmdır»
Leonardo, Moro’nun sanatseverliğini hatırladı ve «belki» dedi «bu adamın
ruhunda güzelliğe karşı o kadar büyük sevgi vardır ki, kıymet de bu sayede
affa! uğrayabilir» Leöanardo. bu talihsiz kontun macerasını dinlerken, başka
bir hâmisi olan Sezare Borcia’nın âkibeti hakkında işittiklerini hatırladı. Papa
II. Julius, Sezare’yi düşmanlarına teslim etmişti. Onlar dâ Kontu Castillia’da
bir şatoya hapsetmişlerdi. Cesur Kont, hapishanenin penceresinden iple aşağı
inmeyi denerken, bekçi ler ipi kesmiş’erdi. Düşüp yaralanan kont, son takatini
toplı yarak kaçmağa muvaffak olmuştu. Bu haber, Papa’yı öylesine korkutmuştu
ki, kellesini getirecek olana 10 bin altın vadet- mişîti. Sezare, eniştesinin hizmetinde
Fransızlara karşı harp ederken öldürülmüştü. Fransız askerleri onu çırılçıplak
soyarak bir ormana atmışlardı. Kızkardeşi Lucrecia, ömrü boyunca kardeşinin
ölümüne ağlamıştı, kendisi öldüğünde vücudunda kardeşine ait bir gömlek
bulunmuştu.
Leonardo, bu iki kontun hayatlarını düşündü. İkisi de büyük işler
başarmışlar, fakat bir iz bırakmadan kaybolup gitmişlerdi. Leonardo, kendi
eserlerini hatırladı ve bunda garip bir teselli buldu.
Amboise şatosunun tâdili ve kanal açılması işi iflâs et misti. Kral da
artık alâkasını unutmuştu. Leonardo, diğer hâmileri gibi Fransız kralından da
gerekli anlayışı göremiye ceğini ve insanlara zekâ hazînelerinden bir şeyler
veremiye ceğini anladı ve artık inzivaya çkildi.
1517 yılında sıtmaya yakalandı ve artık bir daha sıhhatini tam bulamadı,
öğleden sonraları talebesi Françesco’nun koluna dayanarak ormanlar içinde
gezinir ve bir taşın üzerine otururdu. Françesco, onun ayak ucuna çömelir, ona
Dan te’den, İncilden veya felsefe kitabından bentler okurdu. Leo. nardo bunları
dinlerken, ormonon sükûnuna dalar ve yüzünde garip mânalar belirirdi. O
günlerde Leonardo garip bir resim yapmağa başlıyordu:
Bir kaya çıkıntısının altında, ıslak bir gölge içinde', bir geceden daha
esrarlı, uzun saçlı, alnında taç, solgun yüzlü bir Tann oturuyor. Beline bir
geyik derisi sanlmış, eünde âsâ, bir şeyler dinler gibi. Parmağı ile uzak
mesafelere işaret ediyor.
Kral I. François, bir gün Leonardo’nun atölyesini ziyare te gitti.
Sanatçı, zayıf ve dermansız olmasma rağmen, kutsal Yuharnnes tablosunda
çalışıyordu. Talebesine» içeriye kim şeyi sokma, soranlara hastadır de,»
talimatım verdi. Fakat ge len kra’dı. Kral o kadar ânı olarak atölyeye dalmıştı
ki* Leonardo Jökorid tablosunu örtmeye vakit bulamamıştı.
Kral, zevksiz bir ihtişam içindeydi. Yirmi dört yaşmda, iri yapılı ve
güçlü kuvvetliydi.
Leonardo, Krala reverans yapmak istedi. Fakat Kral bu na mâni oldu, onun
üzerine eğildi ve kucakladı.
—
«Çoktandır görüşmemiştik,
dedi. Nasılsınız, yeni resimleriniz var mı?
—
«Çok hastalanıyorum» dedi.
Leonardo ve Jökont tab. loşunu yan tarafa itmek istedi, kral bunun farkına
vararak, «nedir bu?» dedi.
— Eski bir resim, evvelce görmüştünüz.
— Olsun göster, senin resimlerine bakılmaya doyula. maz.
Bir maiyet adamı, Jökont tablosunu açtı.
Leonardo, alnını kırıştırdı. Kral bir iskemleye oturarak, tabloyu ımm
uznun tetkik etti.
«Harikulâde» dedi, gördüğüm kadınların en güzeli.
Leonardo: «Monaliza» dedi, Floransalı Jökontun kan.
— Eskiden mi yaptın bu portreyi?
— On sene evvel.
— Hâlâ bu kadar güzel mi?
Mâbette bulunan bir şair; «Üstad Leonardo bu tabloya beş sene çalışmıştır
ve hâlâ tamamlamamıştır» dedi.
Kral — Tamamlamamış mı? Nesi eksik? İnsaf, o kadar canlı ki bir
'konuşması eksik, sonra Leonardo’ya dönerek:
— İtiraf etmeliyim ki size gıpta ediyorum. Böyle güzel bir kadın’a beş
sene geçirmek... Talihinden şikâyet edemezsin. Bu kadının kocasının gözü
nerede? Kadın ölmemiş olsaydı, bugün hâlâ resimle meşgul olacaktın değil mi?
Dedi ve gözlerini yumarak gülüyordu ve Monaliza’nin namus’u bir kadın olabileceği
akima gelmiyordu.
«Evet dostum» dedi, «sen kadından anlıyorsun, şu om'iz. lar, şu göğüs..
Hele görünmeyen yerleri kimbilir ne kadar güzeldir!,, Leonardo, başım öne
eğmiş, susuyordu.
«Böyle bir portre yapabilmek için, ressam olmak yetmez. Kadın ruhunun
dehlizlerine de inmek lâzım, öyle sakin dm ruyor ama, içinde ne fırtınalar
geçiyordur!» Saray şairi, kralın kulağına eğilip:
«Majeste, bilmem doğru mu, bu acaip adam,
ne Jökontu, > qe de herhangi bir kadını öpmemiş, tamamiyle masummuş» şair
daha yavaş bir sesle:
Sokratik aşktan, Leonardo talebelerinin
çok güzel oluşundan ve Floransa’da hayatın serbestliğinden bahsetti.
Kral, başka bir resime bakıyordu. Şair;
«Üzüm resimlerine bakarsak bu, Baküs olmalı» dedi.
Kral, diğer bir resme bakarak:
«Bu da Baküs mü dedi, garip şey, saçlar, göğüs, sima bir kız gibi,
Monaliza’ya benziyor.»
Şair; belki de Androgynos’tur, dedi.
Kral, bu kelimenin mânâsım sordu.
— Eflâtun’ıun masalındaki çift cinsiyetti varlıklar ki, güzellikte
emsalsizdir. Güneş Tanrısı ile Yer Tanrısının çocuk lan. Titanlar gibi
Tanrılara isyan ererler. Zevs, bu âsiler durdurmak ister, fakat imha etmez,
çünkü onların dua ve kurbanlarından vazgeçemez. Bunun üzerine bir yıldırımla
onu ikiye böler. O zamandan beri bu iki parça, kadın ve erkek aşk dediğimiz bir
arzu ile birbirini özlermiş. Aşk, cinsler bir lâiğinin bir alâmetidir. Belki
Leonardo bu resimle, dişilikle erkekliği, tekrar birleştirmeyi denemiştir.»
Kral, sanatkâra dönerek:
— «Bu, bilmeceyi çöz» dedi. Resim, Baküs mü, Androg ynos mu?
— Majeste, ikisi de değil. Bu, mukaddes Yohlan’dır. İsa ren müjdecisi..
Kral, «mümkün değil» dedi. Fakat dikkalti bakraca, ar kada haçlı resmini
gördü ve' şaşkınlık a başım salladı:
«Bu resimlerin ikisini de satm alıyorum, Jökontu ve Yohan, bunlara kaç
para istersin?»
Leonardo, «majeste» dedi, «onlar henüz tamamlanmış değil» «sahi mi» dedi
kral, «Yohan’ı tamamla, fakat Jökontu hemen ver. O, bundan daha güzel olamaz.
Ben onu hemen istiyorum anlıyor musun? Fiatım söyle, ben pazarlık etmem.,,
Leonardo, red cevabına bir mazeret bulmak lâzımgeldL ğini anlıyordu.
Fakat dokunduğu her şeye leke süren bu ada ma ne denebilirdi? Jökontu hiç bir
şey pahasına veremiyeoe ğini nasıl anlatmalıydı?
Kral:
«Sen söylemezsen, fiatı ben tâyin ederim» dedi ve Jökont’a bir göz
attıktan sonra:
«Üç bin ekü, az mı gelir, üç bin beş yüz»
Leonardo, «majeste» dedi, sesi titriyordu. Sizi temin ederim ki..» Yüzü
sararmıştı.
— Peki öyleyse, dört bin..
Maiyet halkı hayret içindeydi. Şimdiye kadar hiç bir tabloya böyle bir
fiat ödenmemişti.
Leonardo, şaşkınlıkla Krala baktı. Jökqnd’u bırakması için hayatım
bağışlamasını niyaz edercesine kralın ayaklan na kapanmak geldi içinden. Fakat
Kral, bu hali bir teşekkür ifadesi sayarak ayağa kalktı, sanatkârı kucakladı.
«Tamam dedi» dört bin ekü.. Parayı istediğin zaman nla bilirsin. Yann
Jökond’u aldırıyorum. merak etene, onu öyle bir yere koyacağım ki sen de memnun
olacaksın. Onun değe rini biliyorum, gelecek nesiller için saklıyacağım.
Kral gidince, Leonardo bir koltuğa yığıldı. Şaşkınlıkla Jökonta bakıyordu.
Olan biten ere inanamıyordu. Resmî sak lamak, hattâ onu alıp İtalyaya kaçmak
geçti aklından.
Gece, uyuyamamıştı. Gece yansı talebesi Françesco’yu Uyandırdı;
«Kalk dedi» Kral'a konuşmaya mecburum.
— Üstadım, vakit çok geç, bugün yorgunsunuz, yine hasta olacaksınız.
Yannı beklememek daha iyi olur.»
— Hayır, derhal feneri yak, önüme düş. Sen gelmezsen yalnız giderim.
Françesco itiraz edemedi. Kalktı ve giyindi.
Kra’m sarayına on dakikalık mesafe vardı. Gece karan lıktı. Saraydan
müzik sesleri geliyordu. Kral hâlâ yemek teydi.
Kralın bir eğlencesi vardı : Üzerinde müstehcen resimler bulunan bir
kadehten genç kız'ara şarap içirmek. Kızların kimisi güler, kimisi kızarır,
kimisi utancından ağlamaya başlardı. Bu kadınlar arasında, Kralın hemşiresi
«İnciler incisi» de vardı.
Başkalarının hoşuna gitmek sanatında üstad idi. Fakat kardeşini severdi.
Onun zaaflarını meziyet, günahlarını sevap sayardı. Kardeşine bedenini ve
ruhunu teslim etmekten zevk alırdı.
O akşam, pek genç bir asilzade kız, ilk olarak kadehten i$ecekti. Bu
sırada Leonardo’nun geldiği haber verildi. Be.' yaz sakalı, eşraftı yüzü ile
başka bir âlemin adamı gibi idi.
Kral:
— Üstad Leonardo dedi, nadir misafir.. Size ne ikram edeyim? Et
yemezmişsiniz.. Sebze veya meyve..
— Teşekkür ederim majeste.. Size bir çift sözüm var.
Kral, ona dikkatle bakıyordu.
—
«Dostum neyin var, hasta
mısın?»
— Hayır majeste.. Sizden bir ricam var.
— Söyle., bilirsin ki senden bir şey esirgemem.
— Yine şu resim için geliyorum majeste. Mona Lisa için..
— Ne? Yine mi o? Zannediyorum ki fiatta mutabıkız.
— Para için değil, majeste..
— O halde niçin?.
— Efendimiz, merhamet edin.. Jökond’u bana bırakın.. Paraya ihtiyacım
yok. O zaten sizin. Ama, ölümüme kadar bana bırakın..
Kral, omuz silkti, alnını kırıştırdı.
Kralın hemşiresi, Leonardo’yu destekledi:
— Majeste dedi, üstadın ricasını kabul edin, o, buna lâyıktır.
— Siz de mi, onun tarafındasınız.. Bu, âdeta bir ihtilâl..
1 Prenses, elini kardeşinin omuzuna koydu ve kulağına bir şeyler söyledi.
— Görmüyor musunuz? Onu hâlâ seviyor.
— Ama, o ölmüş.
— Ne çıkar, ölüler de sevilemez mi? Siz de diyordunuz ki o resimde
yaşıyor gibi. Kardeşim, lütfet ona, mazinin bu son hâtırasını bırak. Yaşlı
adamı kederlendirme.»
Kralın kalbinden eski mektep bilgileri geçti, «Ebedî ruh bağı, semavî aşk,
yiğitçe sadakat., âlicenap olmak lüzumunu duyuyordu.
—
.Allah iyilik versin üstad,
görüyorum ki seninle başa çıkılmıyor, senin iyi bir hâmin var. Müsterih ol.
Arzunu yapa cağım. Ama unutma.
— Resim yanımda, paranı da işte alacaksın. Seni kimse Monalizan’dan
ayırmsyacak.
Prenses ağlıyordu. Hafif tebessümle elini üstada uzattı, Leonardo onu
öptü.
Tekrar dans başladı. Artık kimse şu garip ziyaretçiyi dü- şünmiyordu.
*
* «
Leonardo’nun sıhhati gittikçe bozuluyordu. Talebesi işi bırakıp
dinlenmesini, beyhude yere yalvarıyordu. Üstad ise, dinlenme sözünü işitmek bi
e istemiyordu.
1518 yılı güzünde, ıstırabı artmıştı. Fakat bu ıstırapları yeniyor ve
bütün gün çalışıyordu. Sadece üst kattaki yatak odasına talebesinin kolunda
çakabiliyordu. Baş dönmesi arttr- ğı için, artık yalnız merdiven çıkamıyordu.
İki üç basamakta bir durup dinleniyordu. O gün anî ola. rak başı döndü ve
vücudunun bütün ağırlığiyle talebesinin o_ muzuna yüklendi. Françesco hastayı
taşıyabilmek için iki hademe daha çağırdı. Leonardo her zamanki gibi, hekim çağırmayı
reddediyordu. Bu defa altı hafta yatakta kaldı. Sağ tarafına felç gelmişti; sağ
eli tamamen mefluçtu.
Kış başlngıcında biraz düzeldi. O, ömrü boyunca hem sağ, hem sol elini
kullanmıştı. Sol eliyle çizer, sağ eliyle boya vururdu. Bir elin
yaptığını öbür el yapamazdı, tki zıt kuvvetin böyle birleşmesi, onu başka
ressamlardan üstün getiren bir hususiyetti. Şimdi işe sağ elin parmaklan
işlemiyor ve artık üstad resim yapâmıyacağma inanıyordu. Aralık ayında
yataktan kalıktı. Üst kat odalarında dolaşıyor, bazan da atölyeye iniyor fakat
işine bakamıyordu.
Bir gün bütün ev halikının istirahatte bulunduğu bir saatte Françesco
üstadını aramağa gitti. Onu yatak odasında bulamayınca, atölyeye indi. Leonardo
son zamanlarda insandan kaçar olmuştu, âdeta müşahede edileceğinden korkar gibi
idi.
Françesco, yan yarıya açtığı kapıdan içeriye' bakınca, Leonardo’yu sol
eliyle mukaddes Yuhan tablosunu tamamlamağa uğraşırken gördü. Yüzünde perişan
bir gayretin taka! lüsü vardı. Dudaklarının zaviyesi aşağı düşmüş, kaşları yukarı
kalkmıştı. Terle ıslanmış alnına beyaz saç bukleleri yapışmıştı. Katı
parmaklar artık itaat etmiyorlardı. Elindeki fırça, bir acemi elindeymiş gibi
titriyordu. Françesco, kumL damağa cesaret edemiyordu. Nefesi kesilmiş, şaşkın
bir halde canlı bir ruhun ölmekte olan etle savaşını seyrediyordu.
O sene kış çok sürdü. Buzlar Loiar nehri köprülerini tahrip etmişti.
Şokaklarda donup ölen insanlar vardı. Kurt lar şehirlere inmişti. Geceleri
silâhsız evden çıkılamıyordu. Muhacir kuşlar düşüp ölüyorlardı. Françesco, bir
sabah, kar üzerinde başı donmuş bir güvercin bulmuştu, onu üsta da getirdi.
Leonardo, kuşu nefesiyle ısıttı ve ona ilkbaharda serbest bırakmak üzere
sobanın yanında bir ılık yuva yaptı.
Leonardo,' işe başlamak istemiyordu. Bitirmediği ’ju- hannes tablosunu
atölyesinin bir köşesine saklamıştı. Günler böyle geçiyordu. Bazan
ziyaretlerine komşu noter gelirdi ve Baçma sapan lâflarda gevezelik ederdi.
Bazan da bir Fransiz- ka-rı rahibi Gugliyelmo gelirdi. Bu İtlayan, eski
Floransa hi_ kâyekri snlatırdl.
Uzun kış geceleri, daima ve kâğıt oynarlardı.
Misafir gidince, üstad daha saatlerce odasmda dolaşır, dı. Gece
karanlığında çıplak ağaçların dallan fırtınadan ça. tırdar ve bu gürültü
devlerin habis sesini hatırlatırdı j Bu gürültüye orman etkilerindeki camlıların
ses1 eri katılırdı;
Melzi lâyta çalardı ve hoş bir sesi vardı. Bazan üstadın dertlerini bu
müzikle yatıştırmağa uğraşırdı. Bir gün Loren. jo dö Mediçif’in bestelediği ve
Baküs’ü.n karnaval gecesini anlatan neşeli ve kederli türküsünü söylemişti.
Leonardo, gençliğinde işittiği bu türküyü severdi.
Bu şarkı aynı zamanda ona jökontu hatırlatırdı. Françesco şarkı bitince
üstadının yüzüne baktığında, beyaz sakal îarından iri gözyaşı damlalarını aktığını gördü.
Leonardo, zaman zaman hâtıra notlarını okur ve kendilini o anıda çek
meşgul eden ölüm mevzuunda yeni fikirler kaydederdi:
«Şimdi anlıyorsun ki vatana dönmek hususundaki ü. midin ve arzun,
kelebeğin ateşe yönelilesi gibidir ve insan sevinçli bir sabırsızlıkla daima
yeni bir bahar, yeni bir yaz, yeni aylar ve yıllar bekler ve beklenen şeyin
geciktiğini sanır ve faricetmez ki kendi sukutunu ve sonunu özlemektedir. Ne
çare ki bu arzu, tabiatın özü unsurların ruhudur ve bu unsurlar vücuttan çıkıp
kendilerini gönderene dönmek isterler.»
«Tabiatta kuvvet ve hareketten başka bir şey yoktur. Kuvvet ise talih
iradesidir, dünyanın son muvazenesine ve ilk hareketi yaptırana yönelmeaindem
ibarettir.»
«Arzu denen şey, arzu edenle birleştiği zaman, arzu ger çekleşir ve
sevinç hasıl olur. Böylece seven sevgilisi ile birleştiği zaman sükûna kavuşur
ve siklet düştüğü zaman sükûn bulur.»
«Cüzüler gayri mükemmeliyetten kaçmak için, daima bütünle birleşmek
isterler. Ruh daima vücutta kalmak ister, çünkü vücudun organları olmaksızın,
ne icraat yapabi. lir ne de bir şey duyabüir. Fakat vücudun harabiyeti ile ruh
tahribe uğramaz, vücutta rüzgârın orgta yaptığı gibi çalışır, fakat orkun bir
teli bozulduğu zaman doğru bir ses çıkaramaz.»
«İyi kullanılmış bir gün nasıl sevinçli bir uyku getirirse iyi yaşanmış
bir hayat da sevinçli bir ölüm getirir.»
«Her iyi geçirilmiş ömür, bir uzun ömürdür.»
«Her dış zaruret, aklın iç icabına tekabül eder. Makul felâket olan ölüm
bırakmaz. Çünkü hâtırayı hayatla bera. ber tahrip eder.»
«Yaşamayı öğrendiğimi sanırken, meğer ölmeyi öğrenmişim.» ,
«Her dış zaruret, aklın iç hicabına tekabül eder.
Makul Plan her şey iyidir; çünkü lüzumludur.» .
«Yerde ve gökte babamız semin iraden hüküm sürsün.»
O, böylece, ölümdeki İlâhî zarureti aklen haklı çıkarıyordu. Fakat aslında
kalbinin derinliklerinde bir şey kımıldıyordu. Akim icabına uymak istemiyordu.
Bir gece rüyasında, mezarında, uyandığını ve bütün kuvvetiyle mezardan
çıkmayı denediğini gördü. Ertesi gün, Françeskoya vücudunda tefessüh alâmetleri
başlamadan gö- mülmemesini vasiyet etti.
Kış geceleri, fırtına ulurken, Vinci köyündeki çocukluğunu, kır
çiçeklerinin kokusunu, turnaların arkasından «uç mak uçmak» diye bağırdığım
havai ederdi. O zaman, hâlâ hayatı sevdiğini bahsederdi ve ölümü düşünerek bir
çocuk gibi ağlamak isterdi.
Geceleri uykusu kaçmaya başlamıştı. Françesco, ona İncilden bentler
okurdu. İncil ona şimdi yepyeni ve insanlar tarafından yanhş anlaşılmış
geliyordu. Bazı kelimeter bir uçurum gibi derindi.
Sabahlan kalktığında, bazan buz donmuş, camlarla buzlu tepelere, kül
rengi göğe, ağaçlara bakardı. O zaman kıŞ bitmiyecekmiş gibi gelirdi. Fakat
şubat başında ılık rüzgârlar esmeye başlamıştı. Sabahleyin güneşin ilk
ışığında Françesco atölyenin aydınlık bir yerine üstadın koltuğunu koyardı.
İhtiyar üstad saatlerce başı eğik oturur ve ısınmaya çalışırdı.
Leonardo’nun bütün kış beslediği güvercin, artık atölyede uçuyordu.
Üstadın omuzuna konuyor, kendisini yakalamıyor ve sevdiriyordu. Sonra da bahan
hissetmişçesine uçup giderdi. Leonardo, kuşun her hareketini, her dönüşünü dik
katle takip eder ve uçak fikri hatırasında yine canlanırdı,
Bir gün sandığını açtı «Tabiat Hakkında» ismini taşıyan iki yüz ciltlik
notlannı açıp kanştırdı. Ömrü boyunca, bu notlan sıraya koymaya, bir bütün
haline' getirmeyi tasar lamış, fakat yine tehir etmişti. O, biliyordu ki bu
notlar, insanlığın kaderini değiştiren araştırmayı kolaylaştıracak, insanlığın
yolunu aydınlatacaktı. Fakat artık geç kalmıştı. Ama, bir gün uçak hakkındaki
notlarım ele aldı. Müthiş ve son bir gayretle uçak üzerine düşünmeye koyuldu.
Hattâ bu yüzden hastalığı ve ölümü unuttu. Françesco, bu nu bir çalışma değil,
humma sayıklaması sayıyordu.
Bir hafta geçmişti. Melzi, üstadı bırakmıyor ve geceleri yanında
yatıyordu. Üç geceyi uykusuz geçirmişti. Ni. hayet derin bir yorgunluğa düşerek
uyuya kalmıştı. Sabah olmuş, güvercin çırpınmağa başlamıştı. Leonardo, ve küçük
masa başında bir şeyler yazıyordu.
Birdenbire kalem elinden düştü. Başı öne eğildi. Ayağa kalkmayı ve
Francesko’yu çağırmayı denedi. Fakat sesi çıkmıyordu. Vücudunun bütün
ağırlığiyle masaya düştü. Talebesi uyanınca, masayı devrilmiş, mumu sönmüş ve
üstadı yerde buldu.
Bu, ikinci inme idi. Üstad, birkaç gün baygın yattı. Humma içinde
rakamlar sayıklıyordu.
Kendine geldiği anda uçak makinesinin plânlarım İstedi. Talebesi; hayır
üstad dedi, iyi olmadan çalışmanızı görmektense, ölmeyi tercih ederim.
— Onlan nereye koydun?
—Müsterih olun. İyi sakladım. Sıhhatinize kavuştuğunuzda veririm.
— Nereye koyduğunu söyle.
— Kilitledim.
— Anahtar nerede?
— Bende.
— Ver bana.
— Rica ederim, üstad, neye?
— Çabuk ver.
Françesco, tereddüt ediyordu. Hastanın gözlerinde öfke parıldıyordu. Onu
üzemezdi. Anahtarı verdi.
Leonardo anahtarı yastığının altına soktu, öyle müsterih oldu. Hasta,
biraz iyileşiyordu. Nisan başında bütün bir günü iyi geçirmişti.
Françesco, gece onun ayak ucunda yatıyordu. Bir akşam, bir darbe yemiş
gibi uyandı. Üstadın nefes seslerini dinledi; bir şey duymadı. Gece lâmbası
sönmüştü. Lâmbayı yaktı. Üstadın yatağı boştu. Bitişik odanın 'kapısnı araladı.
(Leonardo büyük sandığın yanında, yerde oturuyor, bir şey. ler yazıyordu. Bir
makine hesabiydi bu.. Leonardo mınldat nıyordu. Gözleri alev alevdi. Kaştan
çatılmış, dudakları düşmüştü. İnsanüstü düşüncelerle dolu kafası, öne
eğilmişti. Talebesi içeriye girmeye cesaret edemiyordu.
Leonardo, birdenbire dolu bir sahifeyi öyle bir şiddetle çizmişti ki
kalem kırılmıştı. Talebesine:
— Sana söylüyorum, dedi; yakında tamam olacak. Şimdi her sey tamam..
Korkmana sebep yok.. Bir daha yapmam. cBenihtiyar ve bön oldum, bir şey
bilmiyorum, bildiklerimi de unutmuşum, hepsini şeytan alsın!»
O günden sonra, hastalığı ağırlaşmıştı. Günlerce bay. gın kalmıştı
Françesco dindardı. Kilise ne demişse ona L nanmıştı.
Leonardo’nun, kilise emirlerine kulak asmadığını bilir, di. Fakat ona
olan sevgisi dolayısiyle Leonardo’nun allahsız olmadığına inanmak isterdi. Ama,
şimdi üstadın dua etmeden öleceğinden korkmaya başlamıştı. Onun ruhunu kurtarmak
için hayatını verebilirdi. .Ama, bunu ona açmaya cesaret edemezdi.
Bir akşam, Üstadın ayak ucunda oturuyordu. Delin düşüncelere dalmıştı.
L onardo: «Ne düşünüyorsun » diye sordu. t
Françesco :
«Rahip Guglielmo bu sabah gelmişti Şizi görmek istedi. Ben bırakmadım.»
Üstad, onun korku, ümit ve yalvarışla parıldayan gözle
Tine baktı ve: '
«Şen başka bir şey düşünüyordun» dedi, «Neden bana söylemek
istemiyorsun?» dedi.
Françesco, gözlerini yere indirdi ve sustu. Ama, Leonar do her şeyi
anlamıştı. Yüzünü çevirdi. O, yaşadığı gibi, ÖL meyi isterdi — hayret ve
durgunluk içinde — ama Françes. co’ya acıdı, onun imanım bulandırmak ve acı
vermek iste, mezdi.
Talebesine tekrar baktı elini onun eline koyarak, yavaş bir sesle:
«Oğlum» dedi «rahibe haber yolla, yann gelsin.
Ben, tövbe etmek ve «mukaddes yemek» ten yemek istiyorum. Noter Giyon da
gels’n. »
. Françesco, cevap vermedi. Yalnız sonsuz teşekkürünü ifade için üstadın
elini öptü.
Ertesi sabah, 23 nisan, noter geldi. Leonardo ona son arzusunu bildirdi:
Santa Marj», kilisesi papazı nezdinde bulunan dört yüz altım kardeşlerine
bırakıyordu. Onlarla dargın ve dâvâlı idi. Bu jeştivl/» her şeyi affettiğini
söylemek istemişti. Talebesi Fsrnçeero’ya- bütün kitaplarını, âletlerini, ol
yazılarını, maaşının bakiyesini, veriyordu. Defin merasimi için noter,
Françesco’yla istişare edebekti.
Françesco ve noter, halk ağzında dolaşan bütün sakala ra rağmen,
Lecnardo’nu.n sadık bir hristiyan olduğunu ispat edecek bir merasim yapmak
istiyorlardı.
Hasta, her şeve razı olmuştu.
Vasiyetname tamamlarım imzalanacağı sıreda, Leonardo hizmetçisi
Maturina’yı hatırladı. Ona da siyah kumaştan bir elbise, bir başlık ve iki
altın bıraktığım yazdırdı.
Rahin. kutsal eşya ile odasına girmişti, ötekiler çekil misti. Odadan
e?kan rahip, üstadın bütün hiristiyan usulleri ne göte merasimi kabul ettiğini
söyledi. Françesco bahtiyar dı.
Rahip, «oğlum» dedi, »Halk, oam hakkında ne derse desin, o, İncilin
«kalbleri temiz olanlar bahtiyardır, çünkü Allahı göreceklerdir» hükmüne
lâyıktır.
Hasta, gece nefes darlığı geçiriyordu. Talebesi, onun nefesini daha iyi
hissediyordu. Oda sıcaktı. Üstadın nefesi yine dardı. Françesco, pencereyi
açmıştı. Gökte beyaz güver cinler uçuyordu. Paskalya çanlan çalıyordu. Fakat
son nefe sinde olan, üstad, artık
bir şey görmüyor ve işitmiyordu. Üstüne dağlar yükleniyor gibiydi, kalkmak
istiyor, fakat muvaffak olamıyordu. Şen bir hamleden sonra, artık muka. vemeti
bıraktı ve «Tamım, Tanrım, beni niçin bıraktın?» dedi. Artık bir daha
ayılamadı.
2
mayıs sabahı, nefesi hafiflemişti.Eşi ölüm duasını okudu. Az sonra Francero üstadın kalbinin atmadığını
hissetti.Yavaşca gözlerini kapattı.
Ölünün yüzü değişmemişti. Da nin sakin ifadesi okunuyordu.
Uşaklar cenazeyi yıkarken
kapı ve pencere açıktı. Bu sırada, alt katta bulunan güvercin, merdivenden çıkarak odaya girmişti. Alışkanlıkla Leonordo’nun
elleri üstüne konmuştu. Sonra
birdenbire karat çırpsmk açık pençemden uçup gitmişti.
Ölü, son arzusuna
uyularak, üç gün yatağında bırakıldı.
Defin merasiminde vasiyetnamenin bütün hükümleri yerine getirilmişti.
Tabuta papazlar refakat ediyordu. Altmış fakir, altmış mum taşıyordu.
Kasabanın bütün kiliselerinde çanlar çalını yordu, fakirlere para dağıtılmıştı.
Leonardo, Şt. Florenti manastırına gömülmüştü. Fakat mezan zamanla yerle
bir olmuştu. Kasabada artık kimse onu hatırlayamıyordu. Böylece mezan
kaybolmuştu.
Françesco: Üstadın ölümünü kardeşlerine şöyle bildir mişti:
«Bana babamdan aziz olan Leonardo’nun ölümünden duy duğum acıyı tariften
âcizim. Yaşadığım müddetçe, onun yasını tutacağım. Çünkü o beni şefkatli bir
sevgi ile sevmiş ti. Sanıyorum ki bu mateme bütün dünya katılmalıdır, Çün kü
hakikat, ona benzer kimseyi yaratamaz artık. K&dir Tanrım, onun ruhuna
sükûn ver.»
xxxıı
LEONARDO VE MONA
LİSA
Leonardo’nun Jokontla ilk buluşmasında neler hissetmiş olduğu tasavvur
olunabilir. Şüphe edilemez ki bu tesadüf Leonardo’nun hayatında en heyecanlı an
olmuştur. Vakıa o, asnn en seçkin kadınlarının portresini tetkik etmişti. Beat
ris, İsabel gibi, fakat hiç bir zaman jekont tipine rastlama mıştı. Onca bu
kadın, bütün kadınlığın bir hasılasiydi. Onun bakışı hem karanlık, hem
aydınlık, en mânalı bir istihza ile şiddetli bir ihtiras onun ifadesinde
birbirine karışmış halde idi. Muhteşem alnında bir hakim tavn vardı. Yüzü diğer
gâmlık kudret ve zerafet ifade ederdi
Leonardo, bu mümkün mü demiş olacaktır, öte yandan Monaliza’nın
şaşkınlığı da bundan aşağı olmamalıydı. Kocası dahil olduğu halde, o ana kadar
tanıdığı bütün erkekler kuk la idiler, onun mahrumiyetnie girmeye lâyık
değillerdi.
Bu ilk görüşmede Jökont, hiçbir ressamın, yüzünün hareketlüiği
dolayısiyle kendisinin resmini yapmağa muvaffak olamadığını söylemişti.
Leonardo, tevazu üe «bütün bilgüerimi kullanarak bir deneme yapacağım» demişti.
Schure onlar arasında geçen son veda sahnesini şöyle tasavvur eder:
— Ah, Monaİiza, bütün kadınlığı ihtvia eden kadın.. Nasıl mümkün oluyor
da kalbinin derin demide Madon ve Medus’u yanyana birleşmiş görüyorum. Senin
bilmeceni çözemedim. Ayrılacağımız şu 'anda, sırrım bana tevdi etmez misin?
— .Ah, büyük Leonardo, sanatının hükümdarı, sen ki her şeyi bilirsin ve
her muammayı çözersin, benim ımıam. mamı anlıyamadın, bilemedin ki seni
seviyorum, sen iitml nasıl bir kudretle seviyorsan, ben de seni öyle seviyorum.
Seni seviyorum, çünkü seni anlıyorum. Senin kudretini anlıyorum, fakat
eksiğini de büiyorum.
Evet, sen haklısın, ben madon ve Medus’ beraber t» şıyorum,
sırrımı bilmek mi istiyorsun? Sırrım şu formüldedir : Her iyilik aşkla, her
kötülük aşksızlıkta.
Aşkla cehennemlerin derinliklerine nüfuz edebilir ve göklerin son
yüksekliklerine çıkabilirim. Beni, kendi zirveL ne yüksefftiktten sanıra, o
çukurlara düşmeyi bırakma Haydi şeninde kaçalım, her ikimiz içimizde yarım bir
dünya saklıyoruz. O iki yarımı birleştirip bütünliyelim.. Tek tek zaifiz
birleşince yetinilmez kuvvet oluruz.
Leonardo, hayatında böyle bir imtihana maruz kalmamıştı. Bu yolların
çatallaştığı bir yerde buluhmamışih. Bir yanda ilim, şöhret, öte yanda aşk,
ihtiras, coşkunluk, (meçhul ufdklar, hudutsuz mesafeler, baş döndürücü uçu
rumlar vardı. O, hülyalı bir aşk yoluna girebilirdi, fakat bu macerada dehası
ve (kudreti tükenmiyecek miydi?
Jökontun elini öptü ve ilinin işaretini tercih ederek, aşkı reddetti).
Başım kaldırırken, münasebetlerinin büsbütün kesilmemesini ve dostluklarının
devam etmesini rica etti. Fakat bunu da Jökont reddetti, «Büyük aşkın güneşini
tat. tıktan sonra dostluğun mehtabı kalbinizi dondurur. Ben tam olarak ya
cennlti, ya cehennemi istedim. Ben cehennemi tercih ediyorum, çünkü sen benim
cennetimi istemedin. Artık benden hiç haber almıyacaksm.»
Leonardo, «hiç olmazsa portreni bana bırak, aşkımızın hâtırası olarak bu
portre bizim müşterek eserimizdir» de. di.
Arada bir* ısusma oldu, Jökont’un bakışları Leonardo’nun kalbini
deliyordu, «peki» dedi, »Bana gelince, senin por. treni istemiyorum. Hayalin
kalbime öyle yerleşti ki, hiçbir portre, senin gibi bir dâhinin elinden çıkmış
olsa bile, o hayal kadar sıhhatli ve parlak olamaz.
Ben seni tam olarak anladım, sen beni anlıyamadın. Ne kadar büyük olursan
ol, bazı şeyleri bilemezsin. Bir gün belki büyük sırrı ansıyacaksın. Sen
diyorsun ki «Bir şey ne kadar iyi tanınırsa, o kadar çok sevilir» fakat bunun
aksi de doğrudur.
«Bir şey ne kadar sevilirse, o kadar tanınır.» Sana ye. ni vatanında
saadetler dilerim, inziva sana saadet getirsin. Sen en sonunda anlıyacaksın ki;
fedakârlık, aşkın sihrili sırrıdır ve aşk: dehanın kalbidir.»
Bu harikulâde kadınla sihirbaz ressam böyle ayrıldılar ve bir daha
buluşamadılar.
Rönesansı Doğuran Ana
Fikirler:
İtalyan Rönesansı, Batı âlemi için bir dönüş ve hayata yeni bir
başlayıştır. O devre Avrupa, olgunluk çağına eriyor ve insan zekâsı görünen
dünyayı fethe çıkıyordu. O asır Kristof Kolomb Amerikayı keşfediyor. Kopemig
göklerin perdesini yırtıyor, Gaıile dünyayı güneş etrafında çevirerek sonsuz
âlemin içine fırlatıyor. Tahlil melekesi hissin üstüne çıkıyor; zekâ imanı
kontrol etmeğe başlıyor ve akıl geleneksel bir otorite olmağa gidiyordu.
Yn-nız sanat alanında, ne tahlil, ne müşahede, ne düşünce yaratmağa kâfidir.
E;ı alanda yeni bir aydınlığa ihtiyaç vardı. Rönesans a_ damlan için bu
aydınlık canlı âlemi keşfe götüren şevkten ve Yunan güzelliğini bulmaktan
geliyordu. Şu var ki bu devrin üstadları, kadîm güzelliği etmeğe teşebbüs etmemişler,
ona kendi duygularını ve ihtiraslarını katarak, yeni bir şekil vermişlerdir.
Öte yandan, imandan ve hıristiyan geleneklerinden feragat etmeyi
istememişlerdir. Yalnız, ona meçhul güzelliklerin libansmı giydirmişlerdir. Bu
ailevi ihtira la Antik Devir ve hıristiyanlık yenilenmiş oluyordu. İhtiraslı
bir sanat, Antik Devre ruh bahşediyor ve hıristiyanlığı insanileştiriyordu.
Bu hareketler, kilise adamlarını ihtilâle sevkediyordu. Bütün bu
fikirler, kadîm devir hıristiyanlığı bir terkip haline getiriyordu.
Rönesans ismini bu devir kendisi almıştır. Onun bütün hâkim fikirleri bu
mefhumdan doğmuştur. Bu derin sarsıntı mucizevî bir yenilenme humması
doğrulmuştu. Şu kati bir tarih kanundur ki bütün belli başlı çağlar, yeni bir
şekil a&tmda kadîm devrelere bir rücudur. Buna, Metamorfoz di. yoruz. Bütün
yeni devreler, kadîm unsurların yeniden ortaya çıkması ve bir yeni fikir
altında dirilmesidir.
Buna. Rönesanstan evvelki çağlara ait şu misalleri verelim:
1
— Orta Asya yaylalarının
Aryenleri Veda dinini keşfedince, kehanete olan hasretleri dolayısiyle, onu
benimse, inişlerdir.
Bu dînde, eski Atlanta’da olduğu gibi, denmî tefekkürün derinliği ve bu
derinlikte Allaha intikal etme «Yoga» kozmik kuvvetlerin bilinmesi, derece
derece Tanrılar yaratmıştır.
2
— İlk Zerdüştler, bu
kadroyu benimsemişler, yalnız ona hayırla şer arasındaki mücadeleyi «Hürmüz ve
Ahriman» ilâve etmişlerdir.
3
— Mısırlılar güneşi,
tefekkürlerinin merkezi olarak almışlar, yalnız ona ebedî dişilik «İsis» ve
kâinatın üçlüğü «Osiris, İsis, Horus» ilâve’ etmişlerdir.
, 4 — Ariyenlerin son dini olan Yunan dini, Mısırdan ve Finike’den
kaynağını almış, fakat onlar bu ham fikirleri baştan aşağı değiştirmişlerdir.
Allahlarına plâstik bir güzellik vermişler, bununla da kataııyarak, insanın.
Tanrılara karşı mücadelesi fikrini eklemişlerdir. «Promete Hercule’.»
5 — Hıristyalığa gelince, onun en yüksek idesi, Tan nyı bir insanda
şahıslandırmaktır ki, bunun da aslı Hindu’, lann Crişna, Mısırlıların
Haros’udur. Hattâ Tanrının oğlu fikri Osiris ve îsis’ten bakir anne fikri ebedî
dişilik fikrinden kaynağını almıştır. Yalnız İsa’nın şahsiyetine bir aşk
ateşi, bir fedainefis kudreti ve bir basübadelmevt fikri eklemişlerdir.
16 ncı asırdaki Rönesans böylece iki zıt geleneğin karşısında
bulunmuştur. Çünkü hıristiyanlık, ancak Payen dinini imkân bulduğu her yerde
ezmek suretiyle zafer bulabilmişti. Rönesans saatçılan, güzellik ve tabiatın
cazibesine kapılarak, hıristiyanlığın «Paganisme» e karşı yaptığı gibi,
hıristiyanlığa karşı bir savaşa girebilebilirler miydi? Hayır. İsa'nın dini ve
bütün hıristiyan gelenekleri, onların kanlarına işlemişti. Bu sanatçılar,
gözleri Yunan güneşiyle aydınlanmış bir Hıristiyanlığa bakmışlardır. Gayri
şuuri bir tarzda Tanrıları Spritualise etmişlerdir. Aynı suretle, hıristiyanlık
lej andını beşerileştirmişlerdir. Mukaddes kadınlan gülerek tasvir
etmişlerdir. En büyük Rönesans sanatçı. lannda bu iki âlem arasında gidip gelme
daha vazıh olarak görülür. Bu hareket, bazan Dante’de ve Mikelanjda olduğu,
gibi, bu iki âlem arasında inatçı bir savaş ve bazan Rafael ve Corege’de olduğu
gibi âşıkane bir anlaşma halindedir.
Bazan da Leonardo’da olduğu gibi, bu âlemlerin zıt unsurlarını duygu,
şekil ve fikir kuvvetiyle kaynaştırma şeklinde belirmiştir. Ne de olsa bu hal,
bir çifte şehvet bir çifte ıstırap ve dinmez bir hasret olarak kalmıştır.
Antik Devri hakimleri, derin bir sezişle, iki cinsin menşeini uluhiyete
kadar götürmüşlerdir. Her canlının nasıl bir ana ve bir babaya ihtiyacı varsa,
kâinatın da bir espriye ve onu gerçekleştirecek bir maddeye ihtiyacı vardır.
Denebilir ki ebedî erkeklik ve' ebedî dişilik, kâinatı yaratan iki aslî
kuvvettir. Bu kuvvetten ne kâinat, ne de mahlûkat müstağni olabilir. Tevrat’ın
hilkat hakkmdaki şu cümlesi, bunu gösterir: «Allah, kendi gölgesi olarak erkeği
ve dişiyi yarattı.> Bu fikir, modem mütefekkirlerden ives Pol vedrde şu
cümleyle ifade etmektedir: İçtimai hayatta, er keğe nazaran kadın, kâinatta
tabiata nazaran Tann gibidir. Bu sözler, tabiatta kadının büyük rolünü
gösterir. Şunu ilâ. ve etmeliyiz ki bu iki prensip, ilâhiyette ve insanlık
camia, smda farklı roller oynarlar. Uluhiyette bu. iki prensip, tam bir ahenk
içinde birleşiktir; ve kâinatta yanılmaz bir emniyetle işbirliği halindedir.
İnsan cemiyetinde ise, bu iki prensip birbirinden ayn. dır ve ayrı
mahlûklarda tecelli etmektedir. İşte hem kadında, hem erkekte her cins,
diğerine hâkim olma arzusuna bu sebepten haizdir. Erkek, yaratıcı kuvvetiyle,
kadına zalimane şekilde hükmetmek ister. Kadm, plâstik ve resep. tif kuvvetiyle
erkeği yemek ve massetmek ister. Bu sebepten ebedî bir savaş olur.
Ebedî dişilik mefhumunu eski dinlerde, Hıristiyanlıkta, ve orta çağda
araştırırsak görürüz ki, büyük dinlerin kuru, culan baştan itibaren dişilik
prensibinin azametini ve ve. lûdiyetini kavramışlardır. Onlara göre, ebedî
dişilik, o ışıktır ki İlâhî düşünce onda yansır. Yalnız bu kudret, kendinin
farkında olmaz ve ancak tedricen kadında teşah. hus eder ve böylece aşkın İlâhî
aynası haline gelir.
Ebedî dişilik göklerden yere inmek için, binlerce yıl geçmiştir. Hintli
Rişi’ler, yaratma esprisini Brahma halinde tasavvur etmişlerdir. Mısırlılarda
bu fikir, daha fazla in. sanîleşmiştir.
İsis zevci Osiris’i tayfun, fenalık jenisi yüzünden, bin parçaya bölünmüş
olarak görür. Fakat onun son bakışın.' idam gebe kalan îsis, oğlu Horosü
dünyaya getirir, o da erkekleri kurtarır. îsis fikri, Yunanlılarda anneliğin glorifi-
kasyonu olarak Demetre ve Heloise haline gelmiştir. HıristL yan dini ise, Hint
metafiziğini ve Yunan sezişini muayyen bir anda realize eder.
Bakire Meryem, yaratma ışığı olarak ebedî dişiliği tem sil eder. Böylece
Rönesansm iki yüzü meydana geliyor. 'Hıristiyanlık yüzü mistik ve
plâtonisiyen, Elenik yüzü Payen ve Sansüeldir.
Paracelsus der ki: İnsan vücudu üç kısımdan ibarettir: Fizik, eterik
«hayati» ve astral «şuaî ışınlar neşreden» bu sayede insan vücudu üç âlemi
«tabiî, hayvani, ruhî» aksettirir. Bu üçünün içinde vicdan uluhiyeti temsil
eder. Bu sebepten insan, bir küçük kâinattr. Büyük kâinatta ne varsa, hepsi
ondâ vardır. Vücudunun muhtelif bölgelerile bir toprağa, bir atmosfere ve bir
göğe sahiptir. Farkında oL stm veya olmasın, kâinatla daimî temas halindedir.
Modem Ocultisme «hafi ilimler» cereyanlarının hepsinin kayna ğı budur. Belki
de istikbabn j’mi, buna dayanacaktır.
Leonardo Davinçi, bu keşfe' büsbütün başka bir yoldm ulaşmıştır. O, bunu
psikolojik- resim vasıtasiyle gerçekleştirmiştir. Kadında ve erkekte bir hayır
ve bir şer cephesi ni bulmuş ve bunları Medüse ve Madon hâlinde tasvir et
iniştir. Ve nihayet bu iki zıt kutup arasında muvazene kurmak için, yani ebedî
dişilik ve ebedî erkekliği ahenkleştirmek için, Jökont tablosunu yaratmıştır.
Bu o kadar önem, li bir hâdisedir ki, belki bu önemin Leonardo farkında olmamıştır.
Çünkü, bu tablo, ince bir tahlil, şaşı. lacrik bir terkip ve harikulade bir rıh
sihirbazlığıdır. Leonardo, kâinatı ve insanı anladıktan, hayır ve şer
arasındaki uçurumu mucizevî bir tarzda geçtikten sonradır İd, uluhi. yetin
eşiğine kadar varabilmişti.
Rafael, güzellik rüyası içine dalmış olarak bu çetin me. selelere
kendisini kaptırmıştır. Fakat sön günlerinde, derini bir ilhamla üç dünyayı
Transfigürasyon isimli tablosunda canlandırmayı denemiştir. Bu tabloda, üç
âlem, İlâhî Komedide olduğu gibi, uçurumlarla birbirinden ayrılmış değildir.
özet olarak diyeceğiz ki, Rönesansm hâkim fikirleri şu üç kanundan
ibarettir :
İşte Raphael, Michelange ve Leonardo’ya aydınlatan
ışık, bu üç yıldızdan gelmekteydi. '
Rönesans sayesinde ruh bedene, mâna maddeye, görün, meyen görünene hâkim
olmuştur.