Ana içeriğe atla

  
 
Print Friendly and PDF

Leonardo da Vinci




 


Leonardo da Vinci / Hz. İsa'nın Başı

LEONARDO DA VİNCİ VE RÖNESANS

Ord. Prof. Dr. SADİ IRMAK

ÖNSÖZ

Bu kitabı, yalnız İtalyanların değil, bütün insanlığın şerefi ve en büyük sanat ve ilim Idfihisi Leonardo’yu ve yaşadığı Bönesans devrini memleketimizde daha iyi tanıtmak amacıyla hazırladım.

Rönesans hareketine katılmamış olmanın ıstırabını ve mahrumiyetini çekmekte olan memleketimizde, o devrin ve onu yaratmış olanların gereği gibi bilinmesine çok lüzum var* dır. Kitabım bu alanda faydalı «dursa mutluluk duyacağım. Eserin hazırlanmasında bilhassa Mereşkovski’nin «Leonardo»- sundan, Durant'ın «Büyük Düşünürler» inden ve Schure’nin «Rönesans Peygamberleri» nden faydalanılmıştır.

SADİ IRMAK

LEONARDO DA VİNCİ NİN DÜNYASI

I

DOĞUMU — AİLE ÇEVRESİ

Floransa şehri, devlet arşivinin 1457 senesine ait sahibesin­de şu kayda rastlanır: «Leonardo, Piyero Leonardo ve Kateri- na dâ Vinçi’nin nikâhsız çocukları — Hâlen beş yaşındadır.»

Leonardo da Vinçi, babası yirmi dört yaşındayken «Ançi- ano» meyhanesinin hizmetçi kızı olan Khterina’dan dünyaya' gelmişti. Katerina, narin yapılı, esrarla gülümseyen, melânko­lik, güzel yüzlü bir kadındı.

Floransa’da San Marko Mediçi’ler müzesinde eski bir Et- rüsk şehrinde bulunmuş ve Tanrıça Kibele’yi tasvir eden bar kır bir heykel vardı, ki, gülümsemesi Leonardo’nun annesinin gülüşüne pek benzerdi.

Sanatkâr, resim hakkındaki kitabında şu cümleleri yazar­ken annesini düşünmüş olmalıydı: «Farkına varmıyor musun ki dağlık yerlerin kaba ve fakir elbiseler içinde dolaşan kadın­ları, şehirlerin zengin , ve süslü kadınlarım güzellikle çok geçerler.»

Katerina’yı gençliğinde tanıyanlar, onu hep Leonardo’ya benzetmişlerdi. Hele ince, narin elleri, ipek yumuşaklığında al­tın bukleleri ve gülümsemesi.

Leonardo, babasından, kuvvetli bir vücut, sağlam bir sıhhat ve hayat sevgisi tevarüs etmişti. Annesinden ise bütün varlı­ğını dolduran ve kadın yumuşaklığındaki cazibeyi almıştı.

öğle vakti, büyük babası uyurken, çocuk Leonardo, üzüm bağlarındah geçer, duvarı tırmanarak annesine koşardı.

Katerina, elinde örgü şişleri, onu kapıda beklerdi ve oğlu­nu uzaktan görünce kollarını açardı. Leonardo, annesinin kuca­ğına atılır ve onun yüzünü, gözünü, dudaklarını ve saçlarım öperdi.      '

Hele akşam ziyaretleri Leonardo’nun pek hoşuna giderdi.

Gece, Leonardo, büyük annesi Lena ile birlikte yattığı ya­taktan yavaşça sıyırılır, giyinir, sessizce pencere kanatlarını açar ve yaşlı bir incir ağacının dallarına yapışarak yere iner ve annesine koşardı. Soğuk, nemli çimenler, gece kuşlarının ötüşü, ayaklarında yara açan sivri taşlar, uzak yıldızların pa­rıltıları ona şevk verirdi. Bir taraftan da, bir suç işler gibi, annesini ziyarete giderken büyük annesinin uyanıp onu ara­yacağından korkardı. Lena torununu sever, biraz da şımar- tırdı.

Leonardo, hep büyük annesinin aynı biçim koyu elbisesini, beyaz başörtüsünü, kırışıklarla dolu iyi yüzünü; tatlı ninnileri- .pi ve özel bir itina ile hazırladığı, işti'ha açıcı köy pastasını severek hatırlardı. 'Büyük babasiyle arası pek iyi değildi. Baş­langıçta, büyük baba Antonio, torununa bizzat ders veriyor­du. Fakat çocuk bu dersleri sevmezdi. Leonardo, yedi yaşına geldiğinde Vinçi köyünün kilise okuluna verildi. Ama Lâtin grameri onu hiç çekmezdi. Leonardo çok defa sabah erken ev­den çıkar, fakat okula gideceği yerde, kamışlarla örtülü dik bir yamaca koşardı. Orada sırtüstü yatar ve başının üstünden geçen kuşlan, âdeta hasetle, saatlerce seyrederdi- Yahut bir çiçeği eline alır ve onu zedelememeğe çok dikkat ederek, yap­raklarını zarif tüylerini seyrederdi. Büyük babası şehre gitti­ğinde büyük annesinin müsamahasına güvenerek civar dağ­larda dolaşır, keçi patikalarından yürüyerek Albano dağının vahşî kayalıklarına tırmanırdı. O tepelerden Floransa’nm, Prato’nun, Pistoia’nın ormanlarını, çimenlerini, tarlalarını, Apuan alplerinin karlı tepelerini, bazan da hava çok açık olur­sa Akdeniz’in sinsi maviliklerini seyrederdi'. Sonra da elleri ayakları şarha şarha, toz toprak içinde ve iyice yanmış bir yüzle eve dönerdi. Fakat o kadar mesut görünürdü ki büyük annesi onu azarlamaya veya dedesine şikâyet etmeğe kıya­mazdı.

Çocuk Leonardo, pek münzevî yaşıyordu. Babası ve am­cası zamanlarının çoğunu Floransa’da geçirirler ve bazan Vin- çi’ye uğradıkça Leonardo’ya ufak tefek hediyeler getirirlerdi. Okul arkadaşlarına da ısınamamşıtı. Onların oyunları kendi­sine yabancı gelirdi. Çocuklar bir kelebeği yakalayıp kanat­larını yolarak artık onun uçamadığını ve sürünmeğe mecbur kaldığını görüp kahkaha atarlarken yüzü ıstırap ile kararır ve başını çevirirdi. Bir gün hizmetçinin besili bir domuz yavru­sunu öldürdüğünü görünce İnç- sebebini söylemeksizin, uzun zaman et yemekten vazgeçmişti

— T —

Bir gün okul arkadaşları bir köstebek yakalamışlardı. Za­vallı, esir hayvanın çırpınışlarını ye ayağına bir ip takılmış olduğu halde bir köpeğin önüne yem olarak atılışını görünce Leonardo çocuklara salldırmış ve bunlardan üçünü yere ser­dikten sonra hayvanın bacağından ipini çözmüştü. Bunun üze­nine çocuklar hep bir olup Leönardo’ya dayak atmışlardı. Leonardo ileride haksızlıkları hatırlarken başına gelen bu ilk haksızlığı düşünmüş ve şöyle demişti : «Seni daha çocukken doğru hareket ettiğin için döverlerse, şimdi neler yapmazlara

Bir gün Leonardo, güneş altında gök kuşağı renkleriyle parlayan ağı içinde bir sineğin kanını emmekte olan bir örüm­ceğe bakıyordu. Sinek, kendini savunmaya uğraşıyor, vızıldı­yor ve sesi gittikçe hafifliyordu .Leonardo, köstebeği kurtar­dığı gibi bu sineği de kurtarabilirdi, ama, karanlık ve yenik mez bir his onu bundan alıkoyuyordu, örümceğin, sineğin kanını emmesindeki ihtirası, bitkilerin yapısını temaşadaki ma­sum ve ihtirassız tecessüsüyle takip etti.

Vinçi köyü civarında Floransalı mimar Biancio büyük bir köyevi yapıyordu. Leonardo sık sık yapı yerine gider, iş­çilerin taşlarla duvar örüşünü seyrederdi. Bir gün Biancio ken­disiyle konuştu ve ondaki berrak idrake hayran oldu.

Mimar ona, başlangıçta istihza ile, fakat sonra ciddiyetle hesap, cebir, geometri ve mekanikin temel bilgilerini verdi. Mimar, çocuğun bu bilgileri kavrayıştaki olağanüstü kabiliye­tine öyle hayran oldu ki çocuk sanki yeni bir şey öğrenmiyor, 'çoktan bildiği bir şeyi tekrarlıyormuş gibi geliyordu.

Dedesi, torunundaki bazı garabetlerden tedirgin, hele onun solak oluşundan pek şikâyetçiydi. Bu, fena bir alâmet sayılırdı. Ve inanılırdı ki ileride şeytanın hizmetine girecekler, yani büyücüler hep solak dünyaya gelirlerdi.

Büyük baba, oğlu Piero’nun ona meşru bir torun vereceği •günü sabırsızlıkla beklerdi. Çünkü Leonardo, bir piçti, aileye' •zoraki sokulmuştu.

Albano dağının sakinleri bu dağda bir çek hayvan ve ne­batların beyaz renkte olduğunu anlatırlardı. Gerçekten de bu dağlan dolaşanlar bilirler ki orada beyaz menekşeler, beyâz kızılcıklar, ve beyaz kuşlar sık görülür, Zaten bu dağa Alba­no ismi bundan ötürü verilmişti. Bu garip dağ gibi, Leonardo da, muhterem tanınmış bir Floransa’lı noter ailesi içinde bir garip ve yabancı mahlûktu.                                                                                  '

Leonardo, ön üç yaşma girdiğinde babası onu Floransa’ya». yanına aldı. Bu tarihten sonra Leonardo artık köyüne seyrek; gidebiliyordu.

Leonardo’nun 1494 yılma âit hâtıralarında (ki o zaman, Milâno Dükünün hizmetindeydi) şu cümleye rastlanır: «Bu­gün Katerina geldi. 16 Temmuz 1493».

Bu Katerina, annesiydi. Katerina, kocasının ölümünden, sonra artık çok yaşamıyaeağını hissederek oğlunu bir defa daha görmek istemişti. Böyiece Toskanalı yolcuların arasına, katılarak Milâno’ya vardı. Leonardo kendisini saygılı bir içli­likle karşıladı. Onun yanında Leonardo, kendi çocukluğunu ve- gece'eri yahn-ayak, kendisine koşarak yatağına sokulduğunu,  ve sım sıkı onu kucakladığını hatırlardı. Katerina oğlunu gör­dükten sonra köye dönmek istedi. Fakat Leonardo bırakmadı. Civardaki Santa Çiara Manastırında ona bir oda tuttu ve ora­ya yerleştirdi. Katerina hasta ve yatalak olmuştu. Fakat oğlu­nun evine taşınmak istemedi. Bunun üzerine oğlu onu hasta- haneye kaldırdı ve her gün ziyaretine gitti. Hastalığının son. günlerinde annesinin başından ayrılmaz olmuştu. Fakat dost­larından ve talebelerinden hiç birisi bundan haberdar değil­di. Konuşmalarında ve hâtıralarımda bundan hiç bahsetmez­di. Yalnız bir defa notlarında ayni hastahanede yatan kendi tâbiriyle masal yüklü bir kadından bahsederken annesinin ismini de yazmıştır. Son defa olarak dudaklarını annesinin soğumuş elleri üzerine kondurduğu zaman, nesi varsa ve ne- olmuşsa hepsini bu Vinçi köylü fakir, dağlı kadına borçlu ol­duğunu hissetti. Cenazesini Anoçio Meyhanesinin hizmetçisi gibi değil, kibar bir kadına lâyık bir tarzda kaldırdı. Bu ta­rihten altı yıl sonra 1500 de Prens Moro’nun düşmesinden sonra Floransa’ya gitmek üzere Milano’da eşyalarını toplar­ken, bir dolapta itina ile bağlanmış bir küçük paket buldu. Btu annesinin ona Vinçi’den getirdiği köy hediyeleriydi. Kaba gri ketenden annesinin ördüğü iki gömlek ve keçi yününden ikt çorap. Leonardo bunları hiiç giymemişti, çünkü pek ince ça­maşıra alışıktı, fakat şimdi İlmî kitaplar, teknik aletler' arasın­da bü unutulmuş paketi bulunca deruı bir hüzün duydu. Son­raları, ülkeden ülkeye, şehirden şehire, dolaşırken bu fakirane  paketi hep yanında taşımıştı. O, bu paketi herkesten gizli ver kendisine en aziz olan eşya arasında saklardı.

YETİŞMESİ

Babası, bu nikâhsız çocuğuna iyi bir terbiye vermek ve onun da bütün Floransa’Iı ataları gibi noterliğe yetişmesi için hazırlanmasına çelişiyordu. O tarihlerde Floransa’da meşhur tabiat âlimi matematikçi, fizikçi ve astronom Toskanelli yaşıyordu. Kristof Kolomb’u meşhur Amerika seferine teşvik eden, oydu, öyle ki Kristof, Toskanelli’nin elinde muti’ bir aletti ve sadece bu Floransa’Iı münzevî bilginin düşündükle­rini tatbik ediyordu. Çağdaşlarının ifadesine göre Toskanelli saray entrikalarından ve sefahetinden uzak, iskolâstilere ya­bancı bir aziz gibi yaşıyordu. Parayı hakir görür, hiç et ye­mez, cinsî hayattan uzak yaşardı. Yüzü çirkindi, sadece, gözle­ri berrak, sâkn ve bir çocuğunki gibi masum ve güzeldi.

•1470 yılında bir gece yarısı, henüz delikanlılık çağına bile girmemiş bir çocuk, bu bilginin kapısını çalıyordu. Toskanelli onu abus ve soğuk karşıladı* Bu geleni, mutad âvâre müteces- sislerden birisi sanmıştı. Fakat Leonardo ile bir müddet konu­şunca o da bir zamanlar Biacio gibi bu çocuktaki matematik dehasına hayran olmuştu. Toskanelli onu öğrenci olarak yanı­na aldı. Yaz geceleri kokulu çiçeklerle ve siyah çamlarla bezeli Pino dağına tırmanırlardı. Burada bir bekçi kulübesi büyük astronoma rasathane vazifesi görürdü.

O, genç talebesine tabiat kanunlarından ne biliyorsa öğ­retti.

Leonardo, bu sohbetlerden, ilmin o ana kadar insanlığın bilmediği kudretini kavramıştı. ‘Babası, Leonardo’nun bu öğ­renme cehdine mani olmuyordu, yalnız para getiren bir mes­lek seçmesini istiyordu.

Oğlunun boyuna resim çizdiğini ve modeller yaptığını gö­rünce o eserlerden bir kaçını meşhur ressam heykeltraş Ver- roçio’ya gösterdi. Bunun üzerine Leonardo, bu sanatkâr yanın­da öğrenci oldu.

Verroçio, fakir bir tuğla işçisinin oğluydu ve Leonardo dan ancak on yedi yaş büyüktü. Salaş evindeki yarı  karanlık  atölyesinde, burnunda gözlüğü, elinde lüpü çalışma masasına oturduğu zaman, bir büyük sanatçıdan ziyade, bir Floransa’lı eskici gibi görünürdü. Yüzü hareketsiz, düz ve etliydi. Çift çeneli zarif ve sıkı sıkıya kapalı dudakları üstünde nafiz, iğne gibi keskin bakan gözleri, soğukkanlı, keskin ve pervasız araş­tıran zekâsını ifşa ederdi. Kendisinin ustası Uçelloydu. Bu zat, mücerret matematiği sanata tatbik etmek ister ve bilhassa zorlu perspektif meseleleriyle uğraşırdı. Anlayışsızlık ve hakarete uğrayarak acı bir sefalete düşen bü sanatkâr, neredeyse çıldı­racaktı. Günleri aç, geceleri uykusuz geçiriyordu.           '

Bir gece, uykusuz ve açık gözleriyle karanlık yatağında ya­tarken birden karısını uyandırarak «Oh» demişti; «perspektif ilmi ne kadar tatlı!» ömrünü, anlaşılmamış bir adam olarak tamamlamıştı.

Verroçio da hocası Uçello gibi matematiği ilmin ve sana­tın temeli sayar ve matematiğin bir dalı olan geometriyi bütün ilimlerin anası ve sanatlar sanatı olan resmin temeli sayardı. Tam bilgi ve güzelliği tam tatma onun nazarında aynı şeydi. Güzelliği veya çirkinliği ile dikkati çeken bir insan uzvu gör­düğü zaman başkaları gibi iğrenmeden veya meftunluk duyma­dan, meselâ Botiçelli gibi, düşünemez, onu inceler, gördüğünü alçıya dökerdi. Bunu kendisinden evvel kimse yapmamıştı. Ese­rini sonsuz bir sabırla ölçer, biçer, araştırır, kıyaslardı. Güzel­liğin kanunlarında matematik zaruretlerin bir ifadesini bu­lurdu.

Sandro’dan daha fazla, yeni bir güzellik peşindeydi. Bunu ancak kendisinden önce kimsenin yapmadığı şekilde, tabiat sır­larına derinliğine girmek sayesinde bulabileceğine inanırdı. Çünkü onun nazarında mucize, hakikat değildi; hakikat mu­cizeydi.

Piero da Vinçi, on sekiz yaşındaki oğlunu Verroçio’ya tak­dim ettiği gün, ikisinin de kaderi taayyün etmişti; çünkü Ver­roçio, Leonardo’nun yalnız öğretmeni değil, aynı zamanda öğ­rencisi olmuştur.

Vallambroz rahiplerinin Verroçio’ya ısmarladıkları bir îsa tablosuna Leonardo bir diz çökmüş melek ilâve etmişti. O ana kadar Verroçio’nun sadece sezdiği ve anadan doğma bir kör gibi aradığı ne varsa, Leonardo bulmuş ve canlandırmıştı. Son­raları anlatıldığına göre Verroçio, talebesinin böylece kendisini geçmesi üzerine öyle perişan olmuş ki, resmi bırakmak iste­mişti. Ama hıakikatta ikisi arasında hiç bir zaman düşmanlık olmamıştır.

Onlar birbirlerini tamamlamışlardır. Leonardo, Verroçio’- da olmıyan derinlikte yaratıcılığa sahipti. Buna karşılık Verroçic yerinde duramıyan, çok cepheli, Leonardo’da bulunmıyan bir sebat melekesine sahipti. Birbirlerini kıskanmadan ve birbir­lerine rakip olmadan hangisi ötekinden öğrenmekte olduğunu fark bile etmezlerdi.

O tarihlerde Verroçio, Orsanmişel Kilisesi için İsa'nın Ha­vari Tomas’la birlikte bakırdan bir heykelini yapıyordu. Efsa­neler çılgınlıkları içinde bulunan Boniçelli ile cennet hülyaları gören Angeliko’nun aksine olarak, Isa’nın yarasına parmağını koymuş olan Tomas’ı şimdiye kadar görülmemiş şekilde, in­sanın Allah huzurundaki gururunu ifade eden bu eser, araştırıcı zekânın, mucizelere karşı gururunu ifade edecekti.

Leonardo’nun ilk eseri Floransa’lıların Portekiz Kralına ve­recekleri bir hediye olarak hazırlanacak ve Flander’de altınla işlenecek bir ipek perde projesiydi. Bu resim Âdem’le Havva’­nın günahkârlığını anlatacaktı. Cennetteki hurma ağaçlarının gövdelerinden birisi o kadar başarıyla resmedilmişti ki, o devirde yaşamış olan birisinin ifadesiyle, bir insanını böyle bir sabra sahip olabilmesi akıllara durgunluk verebilirdi.

Şeytan ruhlu yılanın kadına benziyen yüzü, iğfal edici bir güzelliğe sahipti. Kadın mağrur bir tecessüsün gülümsemesiy­le elini idrak ağacına uzatıyordu. Aynen VerroÇiö’nun resminde Tomas’ın haça gerilmiş Isa’nın yarasına elini uzatması gibi.

Bir gün. babası, Leonardo’ya, yuvarlak bir tahta üstüne, bir dostu için, sembolik bir resim yapmasını istedi. Leonardo, bakana dehşet verecek tabiat dışı bir mahluk (Medüz kafası gibi) yapmayı kararlaştırdı.

Kimsenin girmesine müsaade etmediği odasına kertenkele­ler, yılanlar, böcekler, kırkayaklar, yarasalar ve daha garip bir çok hayvanlar topladı. Bunların her birinden birer uzuv ala­rak birleştirdi. Bunu büyüttü, böylece mevcut olmıyan, fakat gerçek tesiri veren tabiat dışı bir mahlûk meydana geliyordu. Aynen Oklit ve Fisagor’un geometri dâvalarını birbirinden çı­karmaktaki vuzuhuyla, gerçekliklerden tabiat dışı bir varlık doğuyordu. Hayvanb ir kaya yarığı üstünde sürünürken siyah parıltılar içinde yanan pullu karınla toprak üstünde hışıltılar çıkarıyor gibiydi. Genzinden boğucu bir soluk çıkıyordu. Göz­leri kıvılcımlıydı. Yoklayıcılarıhdan dumanlar çıkarıyordu. Gariptir ki bu çirkin mahlûk güzel bir şeymiş gibi gözleri çe­kiyordu. Resim bitince babasını çağırdı. Resmi siyah bir ör­tüyle örttü ve üstüne bir delikten hafif bir ışık düşürdü. Ba­bası bunu görünce korkusundan bayıldı. Leonardo ise babası­nın yüzünde meydana gelen dehşet çizgilerini tetkik ediyor­du : «Resimden maksat hasıl oldu» dedi. «O, benim istediğim tesiri yaptı, artık tamam olmuştur .götürebilirsin»

1481 yılında Sandönato rahipleri üç mukaddes kralın iba­detini gösteren bir mihrap resmi ısmarlamışlardı.

Leonardo, bu tablosunda, kendisinden önce hiç bir ressa­mın gösteremediği bir anatomi bilgisi ve insan duygularının vücut hareketleri vasıtasiyle ifadesinde bir harika yarattı.

Tablonun fonunda eski Yunanistana dair figürler görünü­yordu. Bir zeytin ağacının gölgesinde, bir taş üstünde, kuca­ğında Isa, Meryem oturuyor ve bir çocuk temizliğiyle gülüm­süyor, binlerce yılın hikmet yükü altında yorulmuş gibi, ha­kimler boyunları eğilmiş, elleriyle yarı kör gözlerini örtüp Al­lahın insan oluşunu seyrediyorlar.

Leonardo, bu tabloyu tamamlamamıştı. O, zaten, erişilme­miş mükemmeliyet peşinde, hiç bir tablosunu tamamlamamıştır.

Petrark’ın dediği gibi «ölçüyü aşan susuzluk dindirilemez» Onun Verroçio atelyesindeki arkadaşları arasında dostları ka­dar düşmanları da vardı. Bunlardan biri hocayla talebesi ara­sında pederasti bulunduğu iddiasını ortaya atmıştı. Bu iddia­nın kolay inanılır bir tarafı vardı. Leonardo Floransa’nın en güzel delikanlılarından idi ve kadınlarla hiç alâkası yoktu. Bir çağdaş diyor ki:

«Bütün görünüşünde öyle bir güzellik vardı ki ona bakar­ken insan en kederli ânında sevinç duyardı.»

O yıl Leonardo Verroçio’nun atelyesinden ayrıldı ve ken­disi ev açtı. Daha o tarihte Leonardo’nun kâfir olduğu ve Al­laha inanmadığı şayiaları dolaşmağa başlamıştı. Artık Floran- sa’da kalamazdı.

Babası, Leonardo’ya Loranso dö Mediçi’nin bir kârlı sipa­rişini temin etti. Fakat o Loranzo’yu tatmin edememişti. Çün­kü Loranzo biraz seviyelice dalkavukluk isterdi. Cesur ve hür ruhlardan hoşlanmazdı. Boş oturma Leonardo’yu sıkmağa başlamıştı. Mısır Sultanı Kaytbay’ın sefiri ona Suriye’de baş mimarlık teklif etmişti. Leonardo Floransa'dan çıkmak için her şeyi göze almıştı, bir at başı biçiminde çok telli bir gümüş saz icat etmişti. Loranzo müziği severdi ve bu sazı çok beğenmişti. Kâşifine Milâno’ya gitmesini ve bu sazı Dük Moro’ya hediye etmesini söyledi. 1482 yılında Leonardo, otuz yaşında olduğu halde Milano yolunu tuttu. Fakat bir sanatkâr veya bilgin ola­rak değil, saray muzikacısı olarak. Hareketinden önce Moro-ya şu mektubu yazdı:

«Harp makinesi icat edenlerin eserlerini gördükten sonra, bunların işe* yarar şey olmadığını tesbit ettim. Onun için zatı devletinize bilgilerimin sırlarını tevdi etmek isterim.»

Bundan sonra, ateşe dayanıklı köprüler, kaleleri uçurabile­cek silâhlar, yeraltı yolları, ırmak altlarından geçecek kanallar, mayın, ansızın düşman ordusu içine dâlacak görünmez araba­lar, bombardıman aletleri, otobüsler, kuşatma aletleri, mancı­nıklar, infilâk maddeleri hakkındaki şahsî keşiflerini bildiri­yordu ve diyordu ki:

«Barış zamanlarında zâtı devletinize resmi binalar, kanallar, su akıtma boruları yapacak bir mimar olarak hizmet etmek is­terim. Bundan başka mermer, demir, topraktan heykeller ve her siparişe göre tablolar, hiç kimseden aşağı kalmıyacak dere­cede, yapabilirim.

Aziz atanız Sforça’nm hâtırasını ebedileştirecek şekilde bronzdan bir at heykeli de yapabilirim. Eğer yukarıda anlat­tığım keşiflerim size inanılmaz gibi görünürse sarayınızın bah­çesinde veya arzu ettiğiniz her yerde tecrübesini görtere- bilirim.»

III

RÖNESANS BAŞLIYOR

Floransa’da Orsanmişele kilisesinin yanında kumaş boyacı­ları loncasının depoları vardı. Evlerden biçimsiz balkonlar, bir­birine eşit olmıyan direkler çıkmıştı, Kiremit damlar öylesine birbirine yakındı ki gök ışığı dar bir çatlaktan girebilirdi ve sokak gündüz bile karanlıktı. Dükkân kapılarında Floransa’da boyanmış yabancı kumaşlar asılıydı. Arnavut kaldırımı soka­ğın ortasında boyahane sularının aktığı dar bir çukur vardı.

En büyük depo üstünde Kalimata loncasının bayrağı asılı idi: Kırmızı bir zemin üstünde altın renk bir kartal ve bir top beyaz yün.

Bu dükkânların birinde hesap defterlerine dalmış, Floran- sah zengin tüccar ve kopsül Çipriano oturuyordu. Soğuk bir Mart günüydü. Tıka basa dolu depodan yayılan dumanlar gen­zi tıkıyordu. Bu Mart gününün beyaz ışığında soğuktan tüyleri kabarmıştı. Eskimiş ağaç kakan kürküne iyice sokulmuştu. Ku­lağının arkasında kalın bin kuştüyü vardı. Miyop, fakat dikkatli gözleriyle hesap defterinin parşümen yapraklarını inceliyordu.

Defterin ilk sayfasında şöyle yazılıydı: «Efendimiz İsa’nın ve kutsal bâkire meryemin adına bu hesap defteri 1494 sene­sinde açılmıştır»

Çipriano yünlüler ve Mekke’den gelmiş baharat hesaplarını inceledikten sonra koltuğuna yaslanmış, Monpel e’deki ortağı­na yazacağı mektubu düşünüyordu. Bu sırada birisi dükkânı­na girdi. Gelen, onun üzüm bağlarını kiralanrş olan çiftçi Gril- lo idi. Elinde bir sepet yumurta ve bir tavuz vardı: «Sen misin Grillo?» dedi Çipriano, «nasılsın, bu bahar bir şeye benzemiyor değil mi?» Adam: «Zaten bahar, yaşlılara iyi bir şey getirmez. Kemikler ağrır ve mezar hasreti çeker. Size paskal­ya yortusu için yumurta ve tavuk getirdim» dedi.

Çipriano teşekkürden sonra iş üstünde konuşmağa başladı:

«işler hazır mı?» dedi. «Gün doğuncaya kadar hazır ola­cak mıyız »

Grillo düşünceli içini çekerde: «Her şey hazır, dedi Yete-

cek kadar işçi de var ama, bunu biraz geciktirmeni teklif ede­ceğim.» '

Çipriano: «Kimsenin bizden önce davranmaması için acele etmeliyiz dememiş miydin?» dedi.

«Evet» dedi,, Grillo «fakat korkuyorum. Hele şu mübarek günlerde! Yapacağımız iş de hayıçlı bir iş değil »>

«Günahsa ben üstüme alıyorum» dedi Çipriano, «korkma, kimseye söylemem. Ama gerçekten bir şeyler bulacak mıyız?»-

«Niçin bulmıyajım? Bütün belirtiler bunu gösteriyor. O de­ğirmen arkasındaki tepeyi dedelerimiz bile tanırlardı. Hattâ geceleri San Giovanni tepesinde yalancı ışıklar yanar; orada □eler yok ki... Anlattıklarına göre daha geçen gün Marinyola- da bir kuyu kazılırken bir şeytan heykeli bulmuşlar.»

— Nelerden bahsediyorsun, ne biçim şeytanmış bu?

— Bakırdanmış, boynuzlu, keçi bacaklı imiş suratı; acaip gülüyor gibi. Tek ayağı üzerine dansedermiş. ihtiyarlıktan pas­lanmış ve yeşil olmuş.

— E, onu ne yapmışlar?

— Mikael kilisesine bir çan dökmüşler.

Çipriano öfkeyle irkildi: «Bunu bana vaktiyle neye söyle­medin?»

— Siz o zaman işleriniz için Siena’daydmız.

— Bunu bana yazabilirdin, birini gönderirdim yahut ken­dim gelirdim. Onlara bir değil, on çan yaptırırdım. Budalalar! Danseden bir kuşu döküp çan yapmak! Belki de Yunan hey- keltraşı Skopas’ın bir eseriydi.

— Hakikaten bu adamlar budala. Onlara darılma. Cezaları­nı buldular. Çanın yapıldığı iki seneden beri, elma ve kirazla­rını kurtlar yiyor, zeytinler de mahsul vermiyor. Çanın sesi de bir çirkin ki...

— Neye?

— Bunu size nasıl anlatayım îşte ses hoş değil. Hıristiyan gönüllerine neşe vermiyor. Mânâsız mânâsız şangırdayıp duru­yor. Elbette böyle' olacaktı. Kötü bir şeytandan iyi bir çan ol­maz ya.... Darılmayın ama papâzın hakkı var. Topraktan kazı­larak çıkarılan ve temiz olmıyan şeylerden hiç bir zaman ha­yırlı-bir şey meydana gelmez Onun için çok dikkatli davran­malıyız, Yanımıza haçlar alarak Ve düa ederek işe başlamalıyız. Çünkü’şeytan kurnaz ve hüekârdır. O, rezil, bir kulaktan gi­rer, öbüründen çıkar. Geçen sene topraktah çıkarılan mermer

el de, hayır getirmedi. Allah bizi korusun. Onu düşünmek bfle korkunç...           ’           ,

— Anlat bana Grillo, geçen şene o eli hasıl bulmuştun

— Güzdü. Sen Martin gecesiydi. Akşam yemeğmdeydik. Kârım sofraya bir hamur yemeği koyuyordu ki yeğenimiz Za- hallo çıka geldi. Ben onu akşam, değirmenin yanındaki tepede bırakmıştım. Çürümüş bir zeytin ağacının kökünü kazıyacak- tı. Oraya kenevir ekmek istiyordum. Zahallo, «amanın» dedi. Her tarafı titriyor, dişleri gıcırdıyordu. «Bu sırada dehşetli şeyler oluyor, ağaç kökünün altından bir ölü ortaya çıktı. Bana inanmazsanız gidin, gözlerinizle görün.- Kazdığımız toprağın içinden beyaz bir parıltı peyda oldu. Eğildim. Topraktan bir el yükseliyordu. Bir şehirli kızın eli gibi güzel ve inceydi. Bu ne biçim şeytan işi, dedim. Deliğe feneri tuttum. Elin ve parmak­ların kımıldadığını gördüm. Artık dayanamazdım. Neredeyse yere yıkılacaktım Be.reket versin ebe ve büyücü Moıına Bönda bağırdı. Budalalar, neden korkuyorsunuz? Görmüyor musunuz ki bu el canlı değil, taştan. Eli tuttu ve bir pancar çeker gibi topraktan çekti. El, ek yerinden kopmuştu. Nineciğım, bırak, dedim. Dokunma. Bize felâket getirmemesi için yine toprağa gömelim. Hayır, dedi, ebe. Bu doğru olmaz. Onu kiliseye gö­türelim. Evvelâ papasa dua ettirelim. Ama, koca karınınki me­ğer hile imiş. Eli papasa değil, sandığına saklamış. Eli istedim, vermedi. Ebe o zamandan beri bu eli kullanıyor, birisinin dişi mi ağrıyor, bu elin parmağı ile adamın yanağına dokunuveri- yor, tamam: Bir inek sancılanıp doğuramıyor mu, eli hayva­nın karnına dokunduruveriyor, iş bitiyor. Bu haber her tarafa yayılmış. Kadın çok para kazanıyor. Ama para hayır getirme­di. Papasımız Fostino beni bırakmadı. Kilisede aleyhime vaaz­lar verdi. Benim için «Şer aleti şeytan uşağı» dedi. Beni baş pnpasa şikâyet edeceğini ye afaroz ettireceğini söylüyor. Ma­halle çocukları arkamdan koşuyorlar. Grillo büyücüdür, bü­yük anası da cinin birisidir. Şeytan onların ruhlarını satın al­mış diye bağırıyorlar. İnanın bana, gece bile rahatım yok. O mermerden el hep üstüme yürüyor ve uzun parmaklar boğa­zımın sokacak gibi geliyor. Bir gün büyük annem sabah kızılh- ğında- kök toplamak için sokağa çıkınca .sandığının kilidini kırdın  eli aldım, size getirdim. Eskici Lotto'bana on lira tek­lif etti. Halbuki siz 8 yeriyorsunuz. Ama iki liranın ehemmiye­ti yok. Ben size canımı veririm.

— Bütün bu anlattıklarına göre değirmenin bulunduğu te­pede bir şeyler bulacağız.

— Bulmasına bulacağız ama dikkat edelim Fostino bunu duymasın. Duyarsa benim başıma öyle işler getirir ki onun size de zararı olabilir. Halkı aleyhinize teşvik edebilir. Allah yardımcınız olsun. Hâkimle bir işim var. Bana yardım edin.

— Değirmencinin senden istediği arazi için mi?

— Evet, değirmenci bir rezil. Kurnaz tilki, ben hâkime bir dana getirdim. Halbuki o, gebe bir inek verdi. Beni atlattı. Hâ­kimin onu kayıracağından korkuyorum. Hâkim nezdinde beni himaye edin. Sizin için değirmen tepedeki kazılarda gayret sar- fedeceğim.

— Grillo üzülme. Hâkim, ahbabım. Şimdi git. İneklerinin yiyeceğini ver. Bu gece seninle birlikte San Gervazeyo’ya gi­deceğiz.

Grillo teşekkürle ayrıldı. Çipriyano ise kimseryjn girmediği yan odaya girdi. Burada bir müzede olduğu gibi' çeşit çeşit mermer ve bronz eşya vardı. Bezlerle örtülü tahtalar üstünde paralar ve madalyalar sıralanmıştı. Heykellerden kopmuş par­çalar sandıklara yerleştirilmişti. Bu tüccar, ortaklarının yar­dımıyla dünyanın her tarafından antika eşya topluyordu. Ati­na’dan, İzmir’den, Muğla’dan, Kıbrıs’tan, Rodos’tan, Mısır’dan ve Anadolu’dan...

Kalimala loncasının şefi hâzinelerini temâşâ etti. Sonra da yük gümrüğü hakkında derin düşüncelere daldı.

Bu sırada üç delikanlı sokak lâmbasının ışığında konuşu­yorlardı. 'Bunlardan Antonyo: «Evet», dedi. «Durun bakalım. Şimdi sadece eski tanrıları yerden çıkarmakla yetinmiyorlar, yenilerini de yapıyorlar, Bugünün ressam ve heykeltraşları Al­lahın felâsı mahlûklar, hep şeytanın emrinde. Tanrının evin­den bir şeytan tapmağı yapıyorlar. Put tanrıları aziz tabloları­nın üstüne birer kudsal varlık gibi yerleştirip ona tapıyorlar. Johan Toyfer yerine Baküs, Meryem yerine orospu Venüs! Böyle tabloları yakmalı, külünü rüzgârda savurmalı.

Arkadaşı Giovanni susuyordu. Şaşkınlıkla ince çocuk kaş­larını çatıyordu. Nihayet: «Antonyo», dedi. «Duydum ki yeğe­niniz Leonardo da Vinçi, atölyesine çırak alıyormuş, çoktan­dır benim de arzum var:

«Giovanni» dedi Antonyo, «Ruhunu berbat etmek istersen Leonardo’nun yanına git.

— Neden, nasıl?

— O vâfaA benim yeğenim ve« bmtdeö yirmi yaş büyük, fa­kat tatilde denildiği gibi «kâfirden yüzünü çevir» Lebnardo bir kâfirdir ve Allahı inkâr edendir. Şeytanın kibri, onun ruhunu karartmıştıt. Matematikle V₺ büyücülükle tabiatın sırlarını çöz­meğe uğraşır.

Giovanni, «Antonyo» dedi: «Leonardo’nun Milano'dan Flq- ransa’ya geldiğim duydunuz mu?

> Ne maksatla?

— Dük onu buraya göndermiş, Lorenzo’nun terekesinden bazı resimler satın aldırmak için.

Eli geldiyse gelmiş, bana ne?

Giovanni, «O riyakâr Antonyo kehanetleriyle yiûe maki korkuttu mu?» dedi.

— Bırak ö şeytanı. Antonyo ile konuştun mu?

— Evet.

— Neye dair?

— Kâfirler hakkında ve Leonardo da Vinçi hakkında.

İşte tamam, hep bu Leonardoyu sayıklarsın. Seni bü­yüledi mi? Dostum, bu-delilikleri kafandan çıkar, yanımda kâ­tip olarak kal. Sana Lâtince öğretirim, seni bir hukukçu ve bâr hatip yaparım. Meşhur olursun, zengin olursun. Ressamlıktan ne çıkar. Seneka bile resim için «Bir erkeğe yaraşmaz bir mes­lek» dememiş midir? Şu sanatkârlara bak. Hepsi kültürsüz, patavatsız adamlar.

— Leonardo’nun büyük bir bilgin olduğunu söylüyorlar.

— Bilgin mi Adamcağız Lâtince bile bilmiyor. Hele Yü- nancadan hiç haberi yok. Çiçero ile Kîntilya’yı birbirine karış­tırır. O mu bir bilginmiş?

— Harikulâde makineler icat ediyormuş diyorlar. Hele ta­biat müşahedeleri...

— Makineler ha! Ne işe yarar bunlar? Makinelere acaip tekerlekler takmak, kuşların uçuşuna bakmak, çimenlerin bü­yümesini gözetlemek, bunlar da ilim mi? Bunlar çocuk oyun­cağı. Giovanni dinle; bizim üstadlarımız, eski Yunanlılar ve Romalılardır, insanın ne yapması kabilse onlar yapmışlardır. Biz onları ancak taklit edebiliriz. Boynuz kulağı geçmemelidir.

IV

UÇMA İHTİRASI

Leonardo’nun defterlerinden birinde şu cümlelere rastlanır:

«Hantal vücutlu kartal, kanatlarıyla o hafifçecik havanın içinde uçabiliyor ve iri gövdeli gemiler yelkenlerle deniz üs­tünde kunıldayabiHyor da, insan niçin kanatlarla havalarda uça- masın? Niçin rüzgârlara hâkim olamasın? ve Niçin müzaffera- ne göklere kanat açamasın?»

Bu satırların yanında bir resim vardı. Bir gövdeye bir de­mir kuyruk takılmış, ona da demir kanatlar bağlanmış, bu ka­natlar iplerle kımıldatılıyordu, fakat şimdi bu makine Leonar- do’ya kaba ve biçimsiz görünüyordu. Yarasaya benziyen yeni bir makine yapmıştı. Kanatların iskeleti bir el gibi mafsallarla kımıldayan parmaklarla cihazlanmıştı. Tabaklanmış deri ve hariı ipekten bandlarla bir manivelâ ve bir safha bu parmaklan birleştiriyordu. Bir manivelâyla kanatlar kaldırılabiliyordu. Dört kanat at ayakları gibi kımıldıyorlardı. Kırk arşıh uzuı> tuğunda ve sekiz arşın yüksekliğindeydiler. Bu kanatlar geriye doğru işlediği zaman tayyare öne doğru hareket ediyordu. Aşar- ğıya eğildikleri zaman makineyi yukarıya kaldırıyorlardı. Uça­cak adam, ayaklarını bir üzengiye basınca, kanatlara giden ma- nîvelâyı harekete geçiriyordu.

Leonardo bilirdi! ki bir makinenin mükemmeliyeti, uzuv­larının güzelliğine ve tenasübüne bağlıdır. Elindeki modelde ise bazı çirkinlikler kendisini üzüyordu. Matematik hesaplara dalmış, hataları araştırıyordu. Birdenbire rakamlarla doldur­duğu sahifeyi elinden fırlatarak: «Yanlış, Allah canını alsın!» diye bağırdı. Oda, makine kısımlariyle, kitaplarla tavana kadar tıka-basa doluydu. Bir güvercin açık pencereden içeri dalmış­tı. Kanatlaryle tavana ve duvara çarpıyordu. Nihayet Leonardo’­nun tayyare kanatlarından birisine kanadıyla takıldı kaldı. Leo­nardo, kuşun kanadını, takıldığı yerden çıkardı, ipek gibi kara başını öptü, okşadı ve açık pencereden dışarı bıraktı. Kuş, se­vinç cıvıltılarıyla göklere uçtu.

w<Ne kadar kolay, ne kadar basit uçuyor!» diye düşündü, Leonardo. Gıptayla ve kederli gözlerle kuşun ardından baktı. Sonra âdeta nefretle kendi tayyare modeline baktı. O esnada yere uzanmış uyuyan makinist yamağı Astro uykusundan uyanmıştı. «Uyumuş kalmışım» dedi. «Üstadım, beni neye uyandırmadın? Ben bugün sol kanadı da tamamlamak istiyor­dum ki yarın uçabilelim»

— Uykunu aldığın iyi oldu, dedi. Bu kanatlar zaten işe yaramaz.

— Pekâlâ oldu. İnsanı değil, fili bile taşıyabilir. Bırakın bir deneyeyim. Korkarsan su üstünde uçayım. Düşersem bir banyo almış olurum.

Yalvarmağa başladı.

— Sabırlı ol yavrum. Her şeyin bir vakti var.

Astro ağlamağa başladı : «Niçin derhal değil. Allahın var­lığına inandığım gibi, uçacağıma inanıyorum.

— Uçamıyacâksm... Ben bunu matematikle anladım.

— Zaten korkuyordum. Matematiğin Allah belâsını versin. Kaç yıldır bu matematikle vakit geçiriyoruz. Bir sivrisinek ve en aşağılık bir böcek bile uçsun da insan sülük gibi sürünme­ğe mecbur kalsın. Buna kızılmaz mı, daha ne bekliyoruz? İşte kanatlar hazır...

Birdenbire rengi değişerek:

— Üstadım, dedi, yine harikulâde bir rüya gördüm.

— Yine rüyanda uçtun mu yoksa?

— Han de nasıl!...

V

İYİ İNSAN

Leonardo’nun öğrencilerinden Beltrafio, bir zamandan be­ri altı florinalık öğrenci parasını ödeyemiyordu. Giovanni onun namına üstaddan özür dilemek istedi:

«Üstadım» dedi, kekeliyerek ve kızararak, «bugün ayın on dördü, halbuki aylığı ayın onunda ödememiz lâzımdı. Param yok, arkadaşım bana kopya işleri getirecek, oradan para alıp sana ödeyeceğim.»

Leonardo hayretle baktı: «Giovanni» dedi, «neler saçmalı­yorsun. Para lâfını ağzına almaya utanmıyor musun?»

Leonardo alnını kırıştırdı ve bahsi deriştirdi. Sonra cebi­ne davrandı, orada kalmış son lirasını çıkararak:

«Giovanni» dedi, «Çarşıya git, bana yirmi tane mavi resim kâğıdı, bir paket kırmızı tebeşir, bir de fırça al»

— Bunlar on soldi tutar, dedi, üstünü getiririm.

Hayır, getirme; dedi Leonardo. ve bir daha da para lâ­fını etme, anladın mı?

Sonra Naviglio kanalının kenarlarındaki ağaçların sabah sisi içindeki halini göstererek:         —

— Dikkat ediyor musun Giovanni, dedi, ağaçların yeşil yapraklan hafif siste havaî mavi, kesif siste ise soluk gri gö­rünüyorlar.

Sonra bulutların yaz ve kış ağaçlar üzerine akseden gök gelennin farkını anlattı. Daha sonra:

— Artık bir daha paraya kıymet verme. Ne lâzımsa ben­den iste, bir oğul babasından ister gibi...

Ve genç talebesine öyle bir şefkatle baktı ki... Çocuğun yüreğini ferah kaplamıştı.

VI
«AKŞAM YEMEĞİ» TABLOSUNUN! HİKÂYESİ

Bunları konuşarak akşam yemeği tablosunun resmedildi# Dellagrasia Manastırına girdiler.

Manastırın içi, sıcak rutubet ve tütsü kokuyordu. Methal­de başpapazın yemek masası duruyordu; iki tarafında da di­ğer papasların dar, uzum masaları yer almıştı. Manastırın mut­fağından kap-kacak sesleri geliyordu.

Başpapasın masasının karşısına gelen yerde, bir perdeyle örtülü bir tahta iskele duruyordu. Giovanni derhal anladı ki, bu örtünün ardında üstadın on iki yıldan beri çalışmakta ol­duğu akşam yemeği tablosu gizlenmektedir.

Leonardo, iskeleye tırmandı, tahta bir sandığı açtı, aletlerim arasından eskimiş bir kitabı çekerek talebesine uzattı, ve:

— Yohanis’in on üçüncü faslını oku... dedi.

Giovanni, o tarafa bakınca, bir duvar tablosuna değil, bir yemek salonunun uzantısına ve derin bir boşluğa bakıyormuş gibi geldi. Sanki perdenin arkasında ikinci bir salon açılmışta. Resimdeki uzun masa, papasların yemek yediği masayı andırı­yordu. örtüsü de kıvrım kıvrım ve ütüsüzdü. Bardaklar, ta­baklar, bıçaklar ve şarap kadehleri görünüyordu.

Giovanni İncili okumağa başladı:

«Paskalya bayramından önce Isa, dünyadan ayrılıp babası­na dönme zamanının geldiğini anladı. Havarilerini dünyada ol­duğu gibi ahrette de sevecekti. Akşam yemeğinde, Yuda Simo- nis, kalbi şeytanın dalaletine uğrayarak ona ihanet ettiğinde Isa kederlendi ve dedi ki:

«Evet, evet, size söyleyeyim, içinizden biriniz bana ihanet edecektir» işte o zaman havariler birbirlerine baktılar ve korkuyla, Isa’nın kimden bahsettiğini araştırdılar. Masada oturan ve Isa’yı seven havariler arasında birisi vardı. Ona Si- mon Petros, bu hainin kim olacağını araştırmasını söyledi. O da Isa’ya sordu:

' — Efendimiz, kimdir o?

Isa cevap verdi:

— O kendisine lokmayı ıslatıp verdiğim birisidir.

Böylece lokmayı suya daldırdı Ve Yuda Simonis’e verdi. Bu lokmayı yutan Yuda’nm ruhunu şeytan istilâ etmişti»

Giovanni bunu okuduktan sonra gözlerini tabloya yöneltti. Havarilerin yüzlerinde öyle bir Canlılık vardj kİ, sanki sekleri işitiliyor ve dünyâda vukutaılan faciaların en büyüğü karşısın­da dehşete gelmiş kalblerinln içi görünüyordu. Bu günah yü­zünden bir Tanrı Ölecekti.

Giovanni’ye, bilhassa Petrus, Yudas ve Yohannes’in resim­leri derin bir tesir yapmıştı. Yudfts’ın başı henüz resmedilme- mişti. Yalnız biraz geri çekilmiş gövdesi eskiz halinde çizil­mişti. İhtilâçla kıvrılmış parmakları arasında gümüş paralarla dolu bir kese tutuyordu ve beceriksiz bir hareketle tuz kabını devirmişti. Petrus, onun ardında dehşetli bir öfkeyle yerinden fırlamşıtı, sağ elinde bir bıçak tutuyordu. Sol elini Yohan- nis’in omuzuna koymuştu. Adeta Isa’nın sevimli havarisine: «Bu hain kimdir?» diye soruyor gibiydi. Gümüş saçlı geçkin ihtiyar, öfkeden kıvılcımlanan başiyle âdeta sonradan Isa’nın ıstırapta ve ölümde önüne geçilmez âkıbetini kavrayarak:

— Efendimiz, niçin seni hemen takip etmiyorum? Hayatı­mı senin uğrunda vermek istiyorum... diyecek gibiydi.

Isa’nın en yakınında Yohannes oturuyordu, ipek yumuşak­lığındaki saçları, tepede düz, aşağıda bukleliydi. Göz kapakla­rını aşağıya indirmiş, ellerini tevazuyla kavuşturmuştu. Uzun­ca yuvarlak bir yüzü vardı. Onda her şey ilâhı bir sükûn ve vuzuh ifade ediyordu. Bütün havariler arasında yalnız o, ıstı­rap ifade etmiyor, korkmuyor, öfkelenmiyordu.

Giovanni düşünüyordu «İşte Leonardo bu demek! Ben bile şüpheye düşmüş ve bazan iftiralara inanmıştım. Şu tablo­yu yapan adam, bir Allahsız olabilir mi? Evet, Isa’ya kim on­dan yakın olabilir?»

Leonardo bir iki hafif fırça darbesiyle Yohannes’in yüzünü tamamladı. Sonra Yuda’nın başını çizmeğe başladı. Fakat yine başaramadı. On yıldır bu başı düşünüyordu. Fakat bir türlü istediği gibi yapamıyordu. Sonra Isa’nın kafasının geleceği ye­re baktı, içinde bir defa daha aciz ve şüphe duydu ve çok defa olduğu gibi, tablo karşısında yine derin düşüncelere daldı.

Giovanni iskeleye tırmanarak yavaşça Leonardo’nun yanı­na sokuldu. Onun yüzünde fikirlerin perişanlığı görünüyordu. Leonardo talebesini yanında görünce?

— Dostum, dedi, ne düşünüyorsun?

— Üstadım, dedi, Giovanni. Ben ne diyebilirim?.. Bütün dünyada bundan daha muhteşem bir eser yoktur. Buna şimdiye kadar sizden başka hiç kimse cesaret edememiştir.»

Sözüne devam edemedi. Gözünden yaşlar akmağa başla­mıştı. Sonra yavaş, âdeta korkarak ilâve etti:

— Bütün bu yüzler arasında Yudas’ın siması nasıl olmalı?

Leonardo sandıktan bir kâğıt çekti, bir eskiz yaptı. Çizdiği yüz, sonsuz ıstıraplarla ve idrakin acılıklarıyla dolu bir yüzdü. Müthişti, fakat antipatik değildi.

VII

MİLÂNO DÜŞESİ BEATRİÇE VE SARAY ENTRİKALARI

Milâno Dükünün kârısı Kontes Beatris, her Cuma günü başını yıkatır ve saçlarını altın rengine boyatırdı. Boyadıktan sonra, saçların güneşte kuruması lâzmdı. O tarihlerde bu mak­sat için damların üzerine hususî taraçalar yapılırdı. Beatris, Sforça sarayının damı üstünde işte böyle bir Cuma günü, öküz­lerin bile gölgeyi aradığı bir saatte, yakıcı güneş altında saçla­rını kurutuyordu. Üstünde beyaz ipek elbise vardı. Sarı benizli bir Çerkeş halayık, saçı bir süngerle ıslatıyordu ve çekik gözlü bir Tatar kızı bîr fildişi tarakla tarıyordu. Sarı saç boyası ceviz köklerinden, safrandan, öküz safrasından ve güvercin gübresin­den, amberden yapılırdı. Kontesin yanıbaşmda, simyacıların kullandığı, uzun boyunlu bir şişe içinde pembe renkli muskat suyu kaynıyordu, yanda duran iki hizmetçi ter içinde kalmış­lardı. Kontes’in kucak köpeği bile dilini sarkıtmış, halinden şi­kayetçiydi. Küçük bir zenci çocuğu, etrafı inciyle çevrilmiş bir aynayı tutuyordu. Kontes, ifadesine sertlik, hareketlerine ölçü vermek isteyen bir eda taşıyordu. Üç senelik evliydi. îki çocu­ğu vardı. Olgun çocuk yanakları, yuvarlak, dolgun çene, bir­birine basılmış, dolgun dudaklar, dar omuzları ve düz göğsü ile şımartılmış bir mektep çocuğunu hatırlatırdı. Buna rağmen tesaplı hareket eder, buz gibi berrak elâ gözlerinde zekâ ışığı parıldardı.

Bu sırada yaşlı bir kadın söylenerek merdiven çıkıyordu:

«Ah şu ihtiyarlık... Merdiven çıkamıyorum. Allah altese sağlık versin...»

Bir köle tevazuuyla kontesin eteğini öpen kadına kontes: «Ah, Madam Sidonia, hazırladın mı?» dedi.

Kadın çantasından itina ile tıpalanmış ve içinde bulanık bir mayi bulunan bir şişeyi çıkardı. Bunun içinde eşek ve ke­çi sütü, valarian, kuşkonmaz, soğan ve leylâklar kaynatılarak elde edilmiş bir mayi bulunuyordu.

«Aslına bakarsan,» dedi kadın, «Bu şişenin daha iki gün at gübresi içinde kalması lâzımdı. Ama ziyanı yok. Lâkin bununla yıkanmadan önce bir süzgeçten damlatınız. Bu mayile ekmek kırıntılarını ıslatınız ve yüzünüze sürünüz. Beş haftada yüzü­nüzdeki lekeler geçecektir. Sivilceler de öyle...»

«Bana bak?» dedi kontes. «Bu suda yine büyücülerin kul­landığı o iğrenç şeyler var mı? Geçen gün getirdiğin kıl düşü­ren pomatmda olduğu gibi, yılan yağı ve kızartılmış kurbağa eti var mı?»

«Yok,» dedi kadın. «Şunun, bunun dedi-kodusuna bakma­yın. Ama bazan da budarsın olmaA Meselâ pek şaym Madam Angelika, bütün geçen yaz saç dökülmesine mâni olmak İçin başını köpek idrarıyla yıkadı ve faydasını gördü...»

»Kadın, sonra kontesin kulağına eğilerek şehir dedikodula­rını anlattı. Meselâ; Tuz Nazırının karısı Filiberta, kocasou Ispanyalı bir şövalye ile aldatıyordu. Kontes gülüyordu:

«insan hakikaten sana darılamıyor  dedi. «Bu lâfları da nereden öğrenirsin?»

«Bana inanın» dedi kadın. «Biz kadınlar gençliğimizde aşk susuzluğumuzu gidermezsek, ihtiyarlığımızda nedamet bişd öf- &e sıkıştırır ki, kolayca şeytanın pençesine kapılırız.»

— Sen bir ilâhiyat doktoru gibi konuşuyorsun.

— Ben bir budala kadınım, ama her şeyi yürekten söyle­rim. Ömrümüzde bir defa gençlik vardır, ihtiyarladığımızda biz zavallı kadınları kim arayıp sorar? O zaman biz alevimizi an­cak külümüzün içinde saklayabiliriz. Artık bizi mutfağa tıkar­lar, çanak, çömlek yıkatırlar. Aşksız güzellik, duasız bir iba­det gibidir. Ve kocanın okşamaları ise rahibelerin oynaması gibidir.

Kontes yine gülüyordu:

— Seni meyancı, dedi. O masum kadını her halde şen ayart- mışsındır.

— Ne münasebet kontes, dedi kadın. O ve masumluk! Neşe­sinden kuşlar gibi ötüyor ve bana minnettar bulunuyor. Haki­katen bir koca ile bir âşığın öpüşleri arasındaki farkı şimdi anlıyorum.

— Ya günah? O vicdanınızı mustarip etmiyor mu?

— Vicdan mı?.. Aşk günahları günahların en tabiisidir. Bir iki damla vaftiz suyu, onları yıkamağa yeter. Ayrıca Madam Filiberta kocasını aldatıyorsa, sadece intikamını alıyor demek­tir. Ve böylece mukabele gördüğü için kocasının günahları da kısmen silinmiş oluyor!

— Demek kocası da?

— Pek iyi bilmiyorum ama, erkekler hep birdir. Dünyada biç bir erkek bilmiyorum ki tek kadınla yaşamaktansa, tek kolla yaşamayı tercih etmesin.

— Nasıldı bu, bir daha söyle.

— it —

Kadm kontese dikkatle baktı ve kulağına bîr şeyler fısıl­dadı

Kontes artık gülmedi. Verdiği işaret üzerine köle kadınlar çekildiler. Yalnız zenci çocuğu kaldı. O da İtalyanca bil­mezdi                   '

— Belki hepsi yalandır.

— Hayır madam, kendim gördüm w kendim işittim­

— Omda kalabalık Vat miydi?

— Bt-ıki on bin kişi vardı­

— Ne işittin orada?

— Madam Isabella, küçük Françesko ile dışarıya çıkınca herkes kollarını ve şapkalarını sallıyordu. Bir çoğu ağlıyordu. «Aragpnya’lı Izabejla yasasın» ye «Milano’nun meşru hüküm­darı Galeasso yaşasın. Tahtı gasbedenlene Ölüm...» diye ba­ğırıyorlardı.

Çöptesin yüzü karardı:

— Demek böyle şeyler söylüyorlardı.

— Daha fenalarını da...

— Hepsini bana söyle, korkma...

— Madam dilim varmıyor. «Hırsızlara ölüm...» diye bağı­rıyorlardı.

— Daha neler?

— Size nasıl söyliyeyim bilmem ki?

— Ben her şeyi öğrenmek istiyorum, söyle...

— Kalabalık arasında «Galeasso’nun vasisi Kont Moro ye­ğenini Pavya kalesine hapsetti. Etrafını kaatiller ve casuslarla çevirdi...» diyorlardı

Kontesin kocası Kont Moro, öbür odada sevgilisi Lükresya için bir saray şairine şiirler ve mektuplar ısmarlıyordu.

,, Kont Moro saray şairiyle bu sipariş işini bitirince, kapıcı, Leonardo Da Vinçi’nin geldiğini haber verdi.

Selâmlaşmadan sonra, Kont, Leonardo ile, Sezia ve Ticimo ırmaklarını birleştirecek bir sulama kanalı üzerinde konuşma­ğa başladı. Leonardo, henüz «Saray Mimarı» ünvanını haiz ol­mamakla beraber kanal işlerini üzerine almıştı. O, şimdilik, sadece, icat ettiği müzik âleti dolayışiyle «Saray müzisyeni» unvanım taşıyordu. Sanatkâr, plânları anlattıktan sonra lâzım olan parayı bildirdi. Her mil için 560 düka altını ve bütün ka­nal için 15.000 altına ihtiyaç vardı. Moro alnını kırıştırdı. O günlerde Fransız büyüklerine rüşvet olarak ödediği 50.000 du­kayı düşündü:

«Bu çok para, Leonardo» dedi. «Sen beni helak edeceksin.

Bak Bremonte’de mahir bir mimar, ama hiç bir zaman bu ka­dar para istemez.»   '

Leonardo omuz silkti: «Nasıl isterseniz efendim. İşi Bre- monte’ye verin»

«Hemen öyle darılıverme! Bilirsin ki ben seni tutarım..» Moro kararlarını daima geciktirmeğe meyyaldi: «Kararı yarın verelim...» dedi'.

*Bu esnada Leonardo’nun proje defterini karıştırıyordu. Bunlardan biri bir çok sütunlar üzerine oturmuş bir tapınak halinde muazzam bir mezarı gösteriyordu. Romandaki Panteon gibi kubbesinde bir delikten ışık süzülüyordu.

Plân, azamet bakımından,Mısır ehramlarını gölgede bıra­kıyordu.

«Bu nedir?» diye sordu kont. «Bunu kimin için düşündün?» «Kimse için değil» dedi Leonardo. «Bunlar birer fantazi» «Acaip fantaziler...» dedi kont. «Olemp Tanrıları için bir mozole, bir rüya, veya masal gibi. Halbuki sen bir matema­tikçisine

Sonra bir şehir plânı gördü. Sokaklar iki katlı düşünülmüş­tü. Birinci katta şehir halkı, ikinci katta köleler ve yük hay­vanları yürüyecekti.

«Fena değil;» dedi kont, «inanır mısın böyle bir şey yapı­labileceğine?»

«Evet», dedi Leonardo, «çoktan düşünüyorum. Acaba kont hazretleri hiç olmazsa Milâno’nun banliyölerinden birinde böy­le bir tecrübe yapmama izin vermezler mi? 30,000 nüfus için 50Ö0 ev... Şimdi oralarda balık istifi yaşayan insanlar için bu ne saadet ve orası dünyanın en güzel şehri olurdu.»

Leonardo veda etti. Arkasından saray şairi içeri girdi. Ha­zırladığı şiirleri okudu. Şiirde şöyle deniyordu:

«Semender ateşte yaşar, fakat bundan dhha garip bir şey değil midirki benim alevli kalbimde bir güzel kız yaşadığı hal­de hararetimden erimesin.»

Bu aralık akşam olmuş, sofralar kurulmuştu. Bıçak kulla­nılıyordu. Fakat henüz çatal yoktu. Yemek üç parmakla yeni­lirdi. Beatriçe’nin yanında, Moro’nun metresi Lükresni yer al­mıştı. Moro ikisini de derûnî bir hazla seyrediyordu. Karısının Lükresya’ya iltifat etmesi, onun tabağına yemek koyması kon­tun hoşuna gidiyordu.

Lükresya’nın kocası Graf Bergamimi, yaşlılığına ve roma­tizmalarına rağmen bu akşam neşeliydi. Boynuzdan bahsedi­len bir espri yapılmıştı. Graf:

«Fransız kralının bile böyle boynuzu yoktur» dedi.

vIII

KONT MORO’NUN METRESLERİ

Kont Moro, huşû içinde akşam duasını yaptıktan sonra, elinde mum, gecenin sükûnu içinde sarayın koridorlarından ya­tak odasına doğru yürüyordu. Geçtiği salonlardan birinde Lük- resya’yla karşılaştı. İçinden: «Aşk tanrısı bana lûtufkâr» dedi.

Genç kız dizleri üstüne çöktü:

«Efendimiz > dedi. «Kardeşim Mateo, kâğıt oyununda bü­yük bir miktar devlet parası kaybetmiştir. Kardeşimi çok se­verim, onu kurtarınız.»

«Müşterih olunuz» dedi kont. «Kardeşinizi dardan kurtara­cağım...»

Sonra bir an sustu ve derinden içini çekerek:

«Ama» dedi, «siz de o kadar zalim olmayın...»

Lükresya, çocuk safiyetinde masum gözleriyle ona bakarak:

«Efendimiz» dedi, «sizi anlamıyorum...»

Kız bir afif şaşkınlık içinde daha güzelleşmişti.

Kont ihtiras içinde: «Sevgili madmazel,» dedi; «bunun mâ­nası...» ve birdenbire sertçe bir hareketle kızı kollarına ala­rak: «Görmüyor musun Lükresya, seni seviyorum.»

— Bırakın beni, bırakın beni efendimiz, ne yapıyorsunuz, kontes Beatriçe... <

— Korkma, o hiç bir şey duymaz. Ben sır saklamasını bilirim...

— Hayır, efendimiz, hayır... Kontes bana karşı öyle âlice­nap ki, Allah saklasın... Bırakın beni...

— Kardeşinizi kurtaracağım ve istediğiniz her şeyi yapa­cağım... sizin köleniz olacağım, yalnız bana acıyın.

Gözlerinden yarı samimî yaşlar akıyordu. Önceden saray şairinin hazırladığı mısraları fısıldıyordu.

Genç kız: «Beni bırakın...» diye tekrarladı. Kont kızın üs­tüne eğilmiş, onun taze nefesini duyuyor; menekşe ve amber kokusunu alıyor ve ihtirasla dudaklarını öpüyordu. Kız bir an onun kollarında hareketsiz kaldı. Sonra bağırarak kollarından sıyrıldı ve kaçtı.

Kont Moro, yatak odasına girdiği zaman karısı Beatriçe mumları söndürmüş ve uykuya dalmıştı. Soyundu, altın ve

inci ile işlenmiş yatak örtüsünün bir ucunu kaldırarak usulca karısının yanına yattı.

«Biçe» diye fısıldadı: «Uyuyor musun?» Onu kucaklamak istedi. Fakat Biçe, kollarını itti. «Neden?» diye sordu Moro.

— Beni rahat bırak, uyumak, istiyorum.

— Ama neden? Sevgili Biçe, seni he kadar sevdiğimi bilsen!

— Evet, evet bilirim. Sen hepimizi birden seviyorsun: Be­ni, Sedıliya’yı, hattâ belki de şU Mosköflu esireyi. Geçeıi gün onu gardrop odâsmda kucakladığınızı gördüm.

— Bü bir şakâydı.

— Böyle şakalara mersi.

— Gerçekten Biçe, son günlerde bana o kadar soğuk ve zâlim davranıyorsun ki ...İtiraf ederim, yaptığım doğru değil­di. Yakışık almaz bir kapristi.

— Ne de çok kaprisiniz var Mösyö! Utanmıyor musun, ne­den yalan söylüyorsun, seni tanımadığımı mı zannediyorsun?.. Kıskandığımı sanma... Ama ben metreslerinden birisi olmak istemem.

— Bu doğru değil Biçe... Yemin ederim ki hiç bir kadını karım kadar sevmedim...

Beatriçe susuyordu. Onun sözlerini değil, sesinin tonunu takip ediyordu. Kont yalan söylemiyordu. Karısını, oha ihanet ettiği nisbette fazla seviyordu. Ona karşı duyduğü. narin his­ler, hayâ, vicdan azabı, korku, acıma, ve nedamet tesiriyle şiddetleniyordu.

«Beni affet Biçe», dedi kont. «Çünkü seni- pek çok sevi­yorum.»

Böylece barıştılar. Kont karısını kollarına aldı, fakat ka­rısını görmüyordu. Lükresya’nm ürkek, masum gözlerini kar­şısında buluyor, menekşe ve amber kokusu alıyor ve onu kol­ları arasında hissediyordu. Kont, bu iki kadını aynı zamanda seviyordu. Bu, bir günah ve şehvetti. —

Biçe, «Bugün», dedi, gururla: «hakikaten âşık gibisin.» «İnan bana» dedi kont, «seni ilk günkü gibi seviyorum»

IX

LEONARDO VE RESİM SANATI

Giovanni Beltrafio*Hun hâtıra defterinden:

«25 Mart 1494 te Flûransa’lı üstat Leonardo da Vinçi’ye öğ­renci öldüm. İşte bana verdiği ders plânı: Perspektif, insan vücûdunun ölçüleri ve nisbetleri, büyük ressamlardan kopya ve tabiata göre resim.

Arkadaşım Marko, bugün bana Leonardo’nun yazdırdığı perspektif notlarını verdi. Bu notlar şöyle başlıyor*.

«Vücut için en büyük sevinç kaynağı güneş ışığıdır.

Ruh için sevinç kaynağı ise matematik gerçeklerdeki vu­zuhtur. Bu sebeple perspektiv ilmini (ki göz için en büyük zevk­tir} matematik vuzuhla birlikte bütün diğer ilimlere üstün gör­melidir. «Ben hakikî ışığım» demiş olan adam yolumu aydın­latmalıdır. Bu kitabı üç fasla ayırıyorum: 1 — Uzaklaşan eşya­nın küçülüşü; 2 — Renk vuZuhtınun azalışı; 3 — Siluet vuztl- bunun azalışı»

Ustad bana oğlu gibi bakıyor, Benim fakir olduğumu do yunca ayda ödemeyi tâahhüt ettiğim tahsil parasını kabul etmedi.

Ustad dedi ki: «Sen bir gün perspektiv ve insan vücudu­nun nisbetlerine hâkim olursan, yolunun üzerinde insanların hareketlerini dikkatle takip et. Yürümelerini, durmalarını, ko­nuşmalarını, döğüşlerini... ve bu sırada onların ve seyircilerin yüz ifadelerine dikkat et ve bunları hemen daima yanında ta­şıyacağın renkli bir kâğıda kurşun kalemle çizmeyi itiyat edin. Defter dolunca iyi sakla. Çünkü insan vücudunun hareketleri o kadar sonsuzdur ki hâfızada saklanması mümkün değildir. Çizdiğin bu resimler, senin en iyi hocan olacaktır»

Bugün Bitpazarında amcam camcı Osvalt’a rasgeldim. Beni terkedecekmiş. Çünkü Allahsız ve kâfir Leonardo’nun evinde oturmakla ruhumun temizliğini kaybedecekmişim. Böylece dünyada yapyalnız kaldım. Artık üstadımdan başka akrabam ve dostum yok.

Şimdi Leonardo’nun muhteşem duasını tekrarlıyorum:

«Tanrım, dünyanın ışığı beni aydınlatsın ve bana ışık ve perspektiv ilimlerine nüfuz imkânını ver...»

Bunlar bir Allahsızın sözleri midir?

Bir kederim olduğu vakit onun yüzüne bakmam  âfi geli­yor. Derhal kalbim ferahla doluyor. Ya onun gözleri? Berrak, solgun mavi! Ya o yumuşak tâtlı sesi ve o gülümseme... En katı yürekli insanlar bile, onun sözlerine dayanamazlar. Çalış­ma masasının başında, alışık olduğu parmaklarının yavaş ha­reketiyle bir kız saçı gibi yumuşak, altın sarısı sakalını, ok­şarken seyrederim. Birisiyle konuşurken hafifçe müstehzi, fa­kat iyi bir insan ifadesiyle bir gözünü kapar, o zaman bakışı; sık ve gözlerinin üstüne düşen kaşları arasından muhatabının

ruhunun içine nüfuz eder.

Giyinişi basittir. Renkli elbiseler ve yeni modaları sevmez. Parfüm de istemez. Fakat çamaşırı ince Ren ketenindendir ve daima kar beyazıdır.

Siyah önlüğünün üstünde dizlerine kadar uzanan koyu kır­mızı bir mantosu vardır. Hareketleri ölçülü ve sâkindir. Bu ba­sit giyimine rağmen her bulunduğu yerde başkalarından seçi­lir, çünkü kimseye benzemez. O, her şeye kaadirdir ve her şe­yi bilir. Mükemmel ok atar, Ata biner, gürz, ve kılıç kullanır. Bir defasında şehrin en kuvvetli adamlarıyla yarışırken gör­düm. Kilisede bir bakır parayı kubbenin taa ortasına kadar fır­latmak deneniyordu. Leonardo kuvveti ve meharetiyle herkesi geçmişti. O solaktır.

Görünüşte bir kadın eli gibi ince ve zarif olan sol eliyle, nalları bükebilir. Demir bir çan tepeliğini eğebilir. Fakat bir gene kız yüzünü resmederken aynı elle kâğıdın üstüne o ka­dar zarif gölgeler düşürür ki sanki bir kelebeğin kanatlarını okşuyormuş sanılır.

Bugün yemekten sonra onu resim yaparken gördüm. Mer- yemin öne eğilmiş başını Cebrailin vahiylerini dinlerken tasvir ediyordu.

inci ve güvercin kanatlarıyla süslü başörtüsü altında me­lek kanatlarını dalgaladığı havada saç bukleleri görünüyordu. Bu buklelerin güzelliği, garip bir müziği andırıyordu. Aşağıya indirilmiş göz kapaklarının altında, gözler, dalgalar arasında görülen su çiçekleri gibi esrarlı ve erişilmez bir güzellikteydi.

Akşam bana bir sürü karikatürler gösterdi. Yalnız insan­lara dair değil, hayvanlara ait de. Ateş içinde yanan bir hastayı yoklayan korkunç yüzlerdi bunlar. İnsan yüzlerinde biraz hay-

vanlık ve hayvan yüzlerinde biraz insanlık .görülüyordu. Biri diğerine tabiî ve korkunç bir şekilde intikal ediyordu.

Bana arkadaşım Sesto’nun anlattığına göre Leonardo, so­kakta kalabalık arasında bir çirkin adanma rasgeldi mi bütün gün onu takip eder ve hatlarını tesbite uğraşırını).

Üstad der ki: «insanda büyük çirkinlik, büyük güzellik kadar nadirdir.»

(insan yüzlerini hafızada tutmak için onun garip bir usulü var. insan burunlarını üçe ayırıyor: Düz, eğri ve içe kıvrık! Düz burunlar, uzun veya kısa, sivri veya künt olabilir. Burunun kemeri yukarıda, ortada veya aşağıda olabilir.

Leonardo bütün bu vaziyetlere bir numara vermiştir. Yol­da enteresan bir yüz görünce burnunun, alnının, gözünün ve çenesinin sınıfını not etmesi kâfidir.

Eve gelince bu notları birleştirip bir tablo meydana getirir.

Üstad, bir küçük kaşık icat etmiştir ki, ışıktan gölgeye ge­çiş için lüzumlu boya miktarını bununla ölçer. Meselâ muay­yen kesafette bir siyahlık için on kaşık boya lâzımsa, daha ko­yularını on bir, on iki kaşıkla hazırlar.

Ama bunlarla Leonardo kendini aldatıyor. Çünkü resim yaparken kaidelere tâbi olmaz, ilhamına uyar. Ne çare ki bü­yük bir sanatkâr olmakla yetinemiyor. O aynı zamanda büyük bir âlim olmak istiyor, ilimle sanatı, yani ilhamla matematiği kaynaştırmak istiyor. Ama ben derim ki, «iki tavşanı kovalayan hiç birini yakalayamaz.»

Bu sözlerde belki hakikat payı vardır. Çömezi, Leonardo’yu tenkit ettiği halde, Leonardo onu daima korumuştur.

«Kutsal akşam yemeği» tablosunda nasıl çalıştığını o, gör­müştü. «Sabah erken evden çıkar, manastıra gider ve fırçayı elinden bırakmaksızın ve yemeyi, içmeyi hatırlamaksızın, ka­ranlık basıncaya kadar çalışır. Sonra bir hafta, iki hafta eline fırça almadığı olur. Yalnız bu esnada yine iskeleye çıkar, yap­tığı şeyleri seyreder.

Bazı öğle vakitleri münzevî sokaklardan geçerek manastı­ra varır. Bir iki fırça darbesi atar ve yine çekilir Bugün Yohan­nes’in başını tamamlayacaktı. Fakat nedense evde kaldı, bütün gün sineklerin uçuşunu tetkik etti. Sineklerin kanadına öyle dikkat ediyor ki, sanki dünyanın âkıteti buna bağlıymış gibi. Bir gün sineğin arka bacaklarını dümen gibi kullandığım keş-

F. 3 ifedince sevincine: pâyari olmamıştı. Onca bu kbşif, uçafe yapmak için çok mühimdi. Ama ,ne kadar teessüf olunur kv .sineğin kanadı, yüzünden Yohanneş’in başını ihmal ediyor.

. Bugün büsbütün başka bir şeyle meşgul. Henüz mevcut ola­mayan bir resim akademisi için bir arma hazırlıyor.

Kendisine Yohanneş’in başını hatırlattığımda omzunu silk* ti ve mırıldandı:

«Kaçacak değil ya, vakti var...»

Kont Moro, sarayının duvarlarına bir dinleme borusu yap­masını Leonardo’dan istemişti. Kont bununla sarayının her- odasında konuşulan şeyleri dinleyecekti.

Leonardo başlangıçta bu işe hevesle sarıldı, ama sonra so­ğudu, işi* tavsattı, çünkü kendini başka bir işe vermişti. Bitkiler- üzerinde deneyler...

O hayvanları da çok sever, bazan günlerce kedi resmi ya­par. Onların oyunlarını, uykularını, temizlenmelerini, hırlama­larını takip eder ve resmeder. Hayvanların birbiriyle mücade­lesini de tasvir eder ve takip ederdi.

Binlerce şeye birden kendini verirdi. Bir işi bitirmeden,, bir yenisine başlardı: önca her Eş bir oyun ve her oyun bir- İşti. Çok cepheli ve sebatsızdı.

Sezara diyor ki:

«Nehirlerin ters akacağına inanırım da, onun bir tek işe- kendini vereceğine inanmam.»

Sadece tabiat ilimleri hakkmda yazdığı kitap ve broşürle­rin sayısı 120 yi buluyor. Kendisinden, doldurulmuş 5000 sayfa kalmıştır.

Bilgi ihtirası ne kadar sonsûzdu! Tabiatı müşahedede göz­leri ne kadar keskindi. Göze batmayan şeylerin bile farkına: varmakta ne kadar mahirdi. Cenneteki ilk insanlar gibi, her şeye hayret ederdi ve çocuklar gibi şen ve mütecessisti.

Bir gün odama girdi. Şunu dedi:

«Giovanni, farkında mısın ki küçük odalar insanı konsan- trassion’a sevkediyor, büyük odalar ise faaliyete teşvik ediyorj*-

Başka bir gün «bulutlu, .yağmurlu havada eşyanın siluet­leri güneşli havadan falza tebarüz ediyor». Yine bir gün «topun kaidesi ile barut deposu arasındaki infilâk o insana benzer ki, sırtıyla bir duvara yaslanır ve bütün gücüyle bir yükü itmeğe çalışır.» Başkâ bir gün «her kuvvet, kendini yaratan sebebi bertaraf etmeğe, çalışır Ve bunu bertaraf edince söner, İtmev hareketin oğlu ve kuvvetin torunudur. Onların müşterek ataş* ağırlıktır.» Yine bir ğfcn mimarlara şöyle der: «Mimarîde bir kavis nedir? Kavis, iki zıt zaafın doğurduğu bir kuvvettir

Leonardo ressamlık hakkında bir kitap yazmayı tasarlar. Buna başlar, fakat bitirmez. Son zamanlarda benimle birlikte ışık, gölge, çizgi ve perspektif üzerinde çalıştı. Onun söyledik­lerini kısmen zaptettim, işte bazı cümleler:

«Güzel olan her şey, vâkıa insanda ölebilir, fakat sanatta asla...»

«Ressamlığı hakir gören, dünyanın felsefi mütalâasını ha­kir görmüş olur. Çünkü resim tabiatın meşru kızıdır ve Tan­rının akrabasıdır. Resmi küçümseyen, Tanrıyı küçümsemiş olur.»

«Ressam her şeyi kavrar olmalıdır. Ey ressam, senin çok cehpeliliğin tabia.1 gibi olmalıdır. Tanrının başladığı şeyi ida­me etmelisin. İnsan, eserini çoğaltmayı değil, Taun eserlerini arttrmaya çalış. Kimseyi taklit etme. Her eserin bir yeni ya­ratma olsun.»

«Para ihtirasının sanat sevgisini boğmasına mani ol. Unut­ma ki şeref kazanmak, kazanma şerefinden büyük bir şeydir. Zenginlerin hâtırası ölümle nihayet; bulur. Bilginin hâtırası ebedîdir. İlim ve felsefe meşru çocuklardır, para hazîneleri ise piçtir. Şerefi sev, fukaralıktan korkma. Hatırla ki zengin doğ­muş büyük filosoflar, ruhlarım parayla kirletmemek için ken­di iradeleriyle fakir hayatı yaşamışlardır.»

«İlim, ruhu genç tutar ve ihtiyarlamanın acılığını azaltır.»

«Ressamlar tanırım ki, tablolarını hayâsız derecede altın­la süslerler ve derler ki daha fazla para bulsalardı büyük res­samlar kadar güzel resimler yaparlardı.»

«Çok defa para ihtirası iyi sanatkârları da işçiliğe şevke- der. Benim hemşehrim Perugiu, bu ihtirası yüzünden o kadar süratli resim yapardı ki, bir gün karısına: «Çorbayı masaya ge­tir, soğuyuncaya kadar bir aziz resmi yapayım» demişti.»

«Kendinden şüphelenmeyen sanatkâr, bir şey yaratamaz. Eserin tahmin ettiğinden daha kıymetli olursa ne âlâ!»

«Resmin hakkında söylenen her şeyi dinle. Ve hatalar bu­lanın haklı olup olmadığını tarta»

«Bir düşmanın hükmü çok defa bir .dostun takdirinden da­ha kıymetlidir.»

«İhsanın ruhunda kin, sevgiden daha derindir. Bir kinda­rın bakışı, bir sevenin bakışından daha keskindir.»

«Parlak renkleri halk sever. Ama sanatçı kendini kütleye değil, seçme insanlara beğendirmeğe çalışır. Hakiki sanatçının gururu ışık ve gölgenin bir düzlüğü üç boyutlu yapmasıdır»

«Yalan o kadar hakir bir şeydir ki, Allahın azametini över­ken bile onu küçültür Doğruluk o kadar azametlidir ki övdüğü en mütevazı şeyi bile asilleştirir... Doğru ile yalan, ışıkla ka­ranlık gibidir.»

(Gülme ile ağlama halinde, yüz çizgilerini mukayese eder­ken derdi ki:

«Gözlerde, ağızda ve yanakta fark azdır. Yalnız ağlayan, kaşlarını çatar, alnını kırıştırır, ağız zaviyesini düşürür. Gülen ise.kaşlarını açar ve ağız zaviyesini yukarıya kaldırır.»

«İnsanları gülerken ve ağlarken, nefret ederken, severken, korkudan solarken ve ağrıdan bağırırken müşahede etmeğe çalış.»

Talebesi Sezaro anlatır ki:

«Leonardo, asılmağa götürülenleri takip eder ve onların yüzlerinde son ıztırabın ve dehşetin çizgilerini tetkik ederdi.»

Giovanni der ki:

«Leonardo, yolunda bir sülük görse onu ezmemek için yer­den kaldırır, fakat kendi anasını, ağlarken seyretmeyi sever»

«Dilsizlerin ifade dolu hareket Herini takip et.»

«İnsan hareketleri hisleri gibi sonsuzdur. Sanatçının en yüksek gayesi, yüzde ve vücut hareketlerinde ruhî ihtirasların ifadesini bulmaktır.»

«Resmettiğin çehrelerde duygular öyle canlı olmalı ki, bir ölüyü bile güldürüp ağlatabilmeli...»

«Elleri kemikli bir sanatçı, insanların elini kemikli res­metmeyi sever. Her sanatkâr kendi yüzüne ve vücuduna ben­zeyen yüzleri sever. Onun için çirkin bir sandlçı, model olarak çirkin yüzler arar. Resimde en tehlikeli hata, kendi vücudunu resmetmektir. Ruh, kendi vücuduna şekil verendir.»

Ressamlığın tarihi hakkında Leonardo şu notları yazmıştır:

«Romalılar Devrinden sonra ressamlar birbirini taklit et* meğe başlayınca, sanat düştü. Sonra Floransak Cîoito ortayı çıktı: O, hocasını taklide tenezzül etmemişti. Bir dağlık bölge» de doğan bu sanatçı, gördüğü keçilerin hareketlerini resmet­mekle başladı. Böylece Ciotto, Itarihln en büyük ressamı oldu. Ciotto’dan sonra yine taklit ve yine düşme başladı. Nihayet Floransak Tomaso doğdu.»

«İlk resim, bir duvara düşen insan gölgesini çizmekle baş­ladı.»

LEONARDO VE KADINLAR

Sezare anlatır kî Leonardo ömrü boyunca mekanik ve hen­dese ile o kadar meşgul olmuştur ki aşk için zaman bulama­mıştır. «Ama» diyor Sezaro, «onun bâkir kalmış olduğuna ina- namam. Çünkü şehvetten olmasa da, aşk sırlarını ve anatomik özellikleri bütün diğer tabiat olayları gibi, tetkik fırsatı bul­mak için hiç olmazsa bir kere cinsi teması denemiş olsa ge­rektir »

Beltrafio der ki «Bir gün Sezare bana Leonardo’nun Flo­ransa’da pederasti ile suçlandırıldığını biliyor musun? demişti. Kulaklarıma inanamamıştım ve Sezare’ın sarhoş olduğuna veya sayıkladığına kani olmuştum. Ama o bana şu tafsilâtı verdi:

«Sene 14?76 idi. O zaman Leonardo yirmi dört ve hocası Ver- roçyo kırk yaşında idiler. Santemarya kilisesinin sütunları üzerine imzasız bir kâğıt yapıştırılmış ve Leonardo ile Verroç- yo’ya homoseksüel münasebetler isnat edilmşiti. O senenin 9 Nisan gecesi, kilisenin gece bekçileri meseleyi incelemişler ve bir ipucu bulamamışlardı. Yapılan ikinci bir ihbar da tahak­kuk edememiştir. Sonra da Leonardo, Verroçyo’nun atelyesin- den ayrılmış ve Milano’ya gitmişti»

Sezare : «Tabiî bu rezilce bir iftiradır» dedi. «Gerçi o te­zatlarla doludur ve öyle bir dehlizdir ki, içinde şeytan bile ba­cağını kırabilir. Onun kalbi muammalarla doludur. Bir taraf­tan hakikaten belki bakirdir, diğer taraftan da...»

Bu söz beni öfkelendirdi: «Rezîl neler söylemeğe cesaret ediyorsun...» dedim. Muhatabım: «Ne istiyorsun?» dedi. «Bu sözün seni öfkelendireceğini anlamadım. Bir daha ondan bah­setmem...»

Bunun üzerine içkimize devam ettik ve keyifli konuşma­larımıza daldık. Fakat benim için hâlâ bir muammadır. İn­sanlar büyüklerine böyle iftira atmakta hangi âdi zevki bulu­yorlar?.» '

 ****

Leonardo der İd: «Sanatçı, senin kuvvetin inzivandadır. Yalnız olduğun zaman sen tamamen şeninsin. Başkalarıyla be­raberken ancak yan yarıya şeninsin. Ama sana diyebilirim ki, başkalarından uzaklaşmak için lâzım gelen kuvveti kendinde bulamıyacaksın. Hem dosta, hem sanata hizmet etmek müm­kün değildir, ama behemehal dosta ihtiyacın varsa, atölyele­rindeki talebelerinden ve ressamlarından seç. Başka her dostluk zararlıdır. Sanatçı unutma. Kuvvet inzivadadır»

LEONARDO VE CAMLILAR ALEMİ

Leonardo herhangi bir canlı varlığa, hayvan olsun, bitki olsun, zarar verilmesini istemezdi. Çocukluğundan et yemezdi ve inanırdı ki ileride bütün insanlık et yemiyecektir. Bir hayvan, kesmek bir insan öldürmekle birdir. Bir gün kasap dükkânı­nın önünden geçerken, çengele asılmış hayvanları göstererek şunları söylemişti: «insan vahşî hayvanların başıdır. Onun kuvveti vahşetindedir. Başka hayvanların ölümü pahasına ya­şamaktayız.»

Sonra talebesinin «Siz tabiat kanunlarına saygılısınız. Biz­zat tabiat, canlı varlıklara birbirlerini yemelerini emretmiyor mu?» demesi üzerine Leonardo şunları söylemişti:

«Tabiat yeni şekiller ve yeni canlılar yaratmakta sonsuz bir sevince sahiptir. Bu yaratılanlar ölenlerden fazladır. Onun için taibat yeni nesillere yer hazırlamak için bazı varlıkları diğer bazı varlıklara yedirmektedir. Vebanın rolü de budur.»

 

HAYATININ DRAMI

1496 senesinde Kontes Beatrice, başka bir eyâlet kontu­nun karısı olan kızkardeşi îzabella’ya şu mektubu yazıyor:

•«Altes ve çok sevgili hemşirem;

Ben ve zevcim Moro, sana ve Kont Françesko’ya sıhhat ve saadet dileriz. Arzunuz veçhile oğlum Maximilyan’m bir por­tresini yolluyorum. Onu resimde göründüğü kadar küçük san­mayın. ölçülerini gönderecektim ama, ölçü almanın büyümeyi durduracağını söylediler, vazgeçtim. Bizim büyük bir kederi­miz var. Saray cücemiz Nanino öldü. Her kaybımın bir telâfisi varsa da bunun yerine birini bulabileceğimi ummuyorum. Bu kadar nadir bir budalalık ve bu kadar sevimli bir çirkinliği birleştiren! nerede bulacağız? Saray şairimiz Bellinsiyone, me­zarı başında şunları söyledi:

«Eğer ruhu cennete gittiyse, bütün gök halkını güldürecek­tir. Zerberus’u bile susturacaktır.»

Onu Dellagresia kilisesinde av atmacamızın ve unutulmaz köpeğimiz Putina’hm yanına gömdük. Bizim mezarımız da. orada olacağına göre öbür dünyada da bu hoş şeylerden mah­rum olmıyacağız.

Ben onun ardından iki gün ağladım. Teselli olarak kocam noel için bana gümüş bir lâzımlık vaadetti. Bu gümüşün üstü­ne devlerin mücadelesinin resmi yapılacak, içi saf altından olacak, örtüsü Karmen kırmızısı ipekten olacak ve üstünde kontluğumuzun arması bulunacak. Loren Prensesinin lâzım­lığı da böyleymiş. Böyle bir lâzımlığa hiç bir İtalyan prensesi sahip olmadığı gibi, Papa da, Türk padişahı da sahip değilmiş.

Şair Mesola, onun üzerine bir mısra yazacak: «Kim inkâr edebilir ki bu alet göklerde hüküm süren Tanrıya lâyıktır>>

Kocam istiyor ki Leonardo bu lâzımlığın içine bir küçük org yerleştirsin, ama Leonardo kasvetli «akşam yemeği» tablosun­da «işim var» diye reddetti. Bir müddet için Leonardo’yu siz is­tiyorsunuz. Bana kalsa onu bütün bütün size yollarım. Ama kocam bilmiyorum neden ona pek fazla kıymet veriyor. Ama bu­na üzülmeyin. Çünkü Leonardo simya, büyücülük ve mekanik gibi çılgınlıklara düşkün, siparişlerimizi o kadar ihmalle ya­par ki, bir melek bile sabrını kaybedebilir.

'Bundan başka işittiğime göre dinsiz ve Allahsızmış da... Ge­çen gün kurt avına çıktık. 'Beş aylık gebe olduğum için'ata, bin­mek bana yasak. Benim için yapılmış bir arabadan avı seyret­tim. Fakat bu bana zevk vermedi. Çünkü kurdu vuramadılar, ormana kaçırdılar. Ah, ben olsam vururdum.

Vakti oldukça hoş geçiriyoruz. Kâğıt oynuyoruz, kızak ka­yıyor. Bu kızağı bize Flander’li bir asilzade öğretti. Kış pek şiddetli, göller değil, nehirler de dondu. Leonardo sarayımızın parkında kardan harikulâde bir kuğu meydana getirdi. Ne ya­zık baharda eriyecek.

Siz nasılsınız hemşireciğim? Uzun tüylü kedi üretebildiniz mi? Eğer kırmızı derili ve mavi- gözlü bir yavrunuz olursa ba­na yollayın. Ben de size ipek tüylü köpek yavrusu göndereyim. Aman kardeşim, mavi atlastan geceliğinizin modelini yollama­yı unutmayın. Sonra bana sivilce ilâcınızdan bir parça ile tır­nak düzlemek için o Hint tahtasından bir parça gönderin. Bi­zim müneccimler önümüzdeki yaz harp olacağını ve yazın sıcak geçeceğini haber veriyorlar. Köpekler azgın ve prensler kederli olacaklarmış. Kocan için bizim saray hekiminin frengiye karşı hazırladığı reçeteyi yolluyorum. Cıva ile oğmayı, sabahleyin aç kamına ve mehtabın ilk günlerinde yapmalıymış. Duyduğuma göre bu hastalığın sebebi Mars ile Venüs’ün birbirine yaklaş­masıymış!»

XII

İKİ KADIN ARASINDA

Lükreçya bir kadife yastık üstünde, Moro’nun ayağının di­binde oturuyordu. Yüzü kederliydi. Moro, Beatriçe’yi ziyaret etmediği için ona serzenişlerde bulunuyordu.

«Alte»> dedi Lükreçya, «Beni buna zorlamayınız. Ben ya­lan söyliyemem...»

Moro şaşkınlıkla:

«Bu yalan söylemek! midir? Biz sadece bir sim saklıyoruz. Zevs dahi zevcesinden aşk sırlarını saklamamış mıydı? Hattâ Teseus, Fedra, Medeah gibi antik devrin bütün kahramanlan ve Tanrıları aşk sırlannı saklamadılar mı? Biz fâniler, aşk tan­rısının emrine karşı koyabilir miyiz? Gizli günah açığından da­ha tatlı değil mi? Günahımızı gizlemek suretiyle yakınlarımı­zın İsevî vicdanlarını rahat bırakıyoruz...» dedi. Ve esrarlı gü­lümsedi.

Lükresia başını sallayarak masum gözleriyle Moro’nun yü­züne baktı:

— Biliyorsunuz altes, sizin yanınızda ne kadar mesudum, ama bazan beni kardeşi gibi seven Beatriçe’yi aldatmaktansa ölmeyi tercih ediyorum.

«Bırak bunu yavrum;» diyen kont, kızı kucakladı. Parlak siyah saçlarını okşadı. Kız uzun kirpiklerini indirdi ve kendi­ni heyecansız ve ihtirassız, soğuk ve afif Moro’nun kollarına terketti.

«Benim sâkin, mütevazı sevgilim, seni ne kadar sevdiğimi bir bilsen?» dedi kont ve menekşe, amberin âşinâ olduğu ko­kusunu içine çekti.

Bu esnada birdenbire kapı açıldı. Dehşet içinde kalmış bir hizmetçi içeri girdi ve korkuyla:

«Kontes Beatriçe geldi...» dedi.

Moro sarardı. «Öteki kapının anahtarını ver» dedi. «Anah­tar nerede?»

— Altes, BeatriçeTnin süvarileri arka kapının önünde bu­lunuyorlar...

t

— Demek kapandayız. Ona kim haber verdi acaba?

— Bu olsa olsa Sidonya olabilir. Onun esansları ve melhemleriyle sık sık bize gelişi boşuna değil. Size söylemiştim, bu cadıdan kendinizi koruyun.

— Şimdi ne yapacağız? Lükresia beni sakla.

— Altes, Beatriçe şüphelendiyse bütün evi arayacaktır. Ona açıkça söylesek daha iyi olmaz; mı?

— Hayır, onun ne biçim bir dişi olduğunu sen bilmezsin, ilâveten gebe de... Sakla beni Lükresia.

— Ama bilmiyorum nereye?

— Neresi olursa.olsun, ama çabuk...

Kont, bu sırada tirtir titriyordu ve Truva kahramanı An- gilos’un torunu gibi değil, cürm-ü meşhut halinde yakalanmış bir hırsız gibiydi...

Lükresia onu yatak odasından geçirerek giyinme odasına götürdü. Büyük, beyaz bir gömme dolabın içerisine sakladı.

Kont. Mukaddes Kristof’un bir muskasını çekerek duaya başladı. Birdenbire odaya giren karısının ve metresinin sesle­rini işitti. İki kadın bir şey olmamış gibi, dostça gülüşüyorlar­dı. Gûya Lükresia, Beatriçe’ye bu yeni evini gösteriyordu. Bu iki kadın arasında bir düello hiselesiydi. Beatriçe Moro’nun saklı olduğu dolaba yaklaşarak: «İçinde elbiseler mi var?» dedi.

Lükreçia: «Sadece gece elbiseleri, görmek ister misiniz?» dedi ve birdenbire dolabın kapısını açtı. Fakat Beatriçe bir şey görmeden, başka, bir elbisenin bahsi açıldı. Çünkü altes yaka­mozlar gibi parlayan üstü altın sülük desenleriyle dolu köyü mavi gece elbisesini görmek istiyordu. Lükresia dolabın kapı­sını kapamadan kontesi o elbisenin bulunduğu öteki dolabıh önüne götürdü. İçeride kan ter içinde kalmış olan Moro:

«Hiç yalan söyliyemem demişti» dedi. «Ne hazırcevaplık, ne soğukkanlılık, işte kadınlık... Biz hükümdarlar politikada onlardan ders almalıyız...»

tki kadın soyunma odasından çıktılar.

Kont: «Dellagrasia kilisesine 200 düka altını vakfediyo­rum,» dedi ve yine muskasına sarıldı.

Hizmetçi kadın dolabın kapısını açtı, saygılı ve işi an- lıyan bir ifadeyle tehlikenin geçmiş olduğunu haber verdi.

Moro tazimle haç çıkardı ve kuvvet almak için bir bardak şarap içti. Lükreçya şöminenin yanına gelmiş, başını önüne eğmişti. Yanına yaklaşan Moro’ya:

«Bırak beni», dedi «git buradan...»

Ama kont onu dinlemiyor, saçlarını ve boynunu buselere garkediyordu. Onu hiç bir zaman bu kadar güzel bulmamıştı. Sanki kadın yalancılığı ona yeni bir cazibe vermişti.

Kış fırtınası şöminenin bacasında uluyordu.

XIV

BİR BALO GECESİ

1497 senesinin yılbaşı gecesi Milâno sarayında bir balo ve­riliyordu. Leonardo da Viınçi’nin de iştirak ettiği hazırlıklar üç ay sürmüştü.

Saat beşe doğru misafirler gelmeğe başlamıştı. İki bin kişi davetliydi. Kar yığınları yollan doldurmuştu. Sarayın bahçe­sinde çeşit çeşit uşaklar bekliyordu. Arabaların türlüsüne rast­lanıyordu.

Bahası ağır kürklere bürünmüş kadınlar ve erkekler yavaş yavaş saraya giriyorlardı. Methalde memlûklar, Yunan Efzunlar, îskoçyalı silâhendazlar, İsviçreli aylıklı askerler, el­lerinde ağır tüfekleriyle sıra olmuşlardı. Garsonlar en şık el­biselerini giymişlerdi. Bir misafir içeri girince yanında iki borazan bulunan bir teşrfatçı, ismini söylüyordu. Pırıl pırıl aydınlatılmış salonlar birbirine açılıyordu. Bunların arasında kırmızı zemin üstüne beyaz güvercinler salonu, kontun avları­nı anlatan altın salon. Bütün duvarları atlasla örtülü erguvan salonu bulunuyordu. Leonardo’nun fresklerini ihtiva eden si­yah salon, hanımların giyim odası rolünü ifa ediyordu.

Kalabalığın sesi arı kovanını andırıyordu. Kadınların lüksü, pek cicili bicili ve zevksizliğe kaçan bir haldeydi. Yabancı mo­dalar İtalya’yı istilâ etmişti.

Bütün kadınların omuzları ve göğüsleri açıktı. Altın sarısı bir örtü alt’nda toplanmış saçlar, Lombardia âdetine göre tak­ma saçlar ilâvesiyle kalın bir topuz halinde görünüyordu. Kaş modası inceydi. Kahn kaşlar yolunmuştu. Boyanmamak terbi­yesizlik sayılırdı.

Ağır kokular sürünülürdü. Genç kızların çoğunun yüzü Leonardo’nun tasvir ettiği mat beyazlıktaydı.

Birdenbire borular ve davullar çalındı. Misafirler büyük balo salonu olan Roşetta’ya yürüdüler. Bu salonun sarı yıldız­lar serpilmiş mavi tavanından mumları tutan demirler sar­kıyordu.

Tam müneccimlerin tesbit ettiği saat ve dakikalarda (çün­kü kont ve kontes müneccime danışmadan öpüşmezlerdi bile) Moro ile Beatriçe salona girdiler. Hükümdar mantolarım giy­mişlerdi. Eteklerini saray adamları tutuyordu. Kontun göğsün­de, öldürdüğü yeğeninden çaldığı, inanılmaz büyüklükte bir yakut parıldıyordu.

Beatriçe zayıflamıştı, solgundu. Moro bir işaret verdi. Or­kestra şefi âsâşını, kaldırdı ve müzik başladı.

Misafirler süslü masalarda yerlerini aldılar. Balo başlıyor­du. O zamanın meşhur dansları «Venüs ve Savrus», «İnsafsız kader», «Kupido», çok yavaş tempoyla oynanırdı. Çünkü kadın­ların ağır elbiseleri süratli hareketlere müsait değildi. Kaval­yeler ve damlar birbirlerine yaklaşıyor, sonra uzaklaşıyorlardı. Reveranslar, iç çekmeler, tath gülümsemeler sahneye hâkim­di. Kadınlar kuğular gibi adım atıyorlardı. Refakat müziği Petrarkae’nin şarkıları gibi hafif, yavaş, kederli bir ihtiras ifade eder mahiyetteydi.

Moro’nun baş kumandanı Sansaverino, beyaz elbise giy­mişti. Uzun kollarının içi pembeydi. Pırlantayla süslü beyaz papuç’ar taşıyordu. Güzel fakat biraz sarkık, yorgun, biraz da yumuşak yüzüyle bütün kadınları büyülüyordu. «Zâlim kader» dansını yaparken tesadüfmüş gibi bir papucunu kaybeder ve aldırış etmiyormuş gibi dansa devam ederdi. 'Bu da büyük za­rafet sayılırdı. Kontes dansı severdi. Ama bu akşam mahzun­du. Misafirsever ev hanımı rolünü güçlükle oynuyordu. Zaman zaman gözyaşları coşacakmış gibi, bezgin’eştiği oluyordu. Hın­cahınç dolu salonlarda dolaşırken küçük bir odaya daldı. Ora­da bir kaç genç kadın ve erkek sohbet ediyorlardı.

Kadınlardan biri : «Plâtonik aşka dair konuşuyoruz...» de­di. «Fregozo iddia ediyor ki; eğer bir erkek bir kadını semavî bir aşkla seviyorsa, onu dudaklarından öpmesi caizdir.»

Kontes: «Bununla neyi isbat etmek istiyorsunuz?» dedi.

Adam: «Ben iddia ediyorum ki» dedi, «dudaklar konuşma vasıtası oldukları kadar ruhun kapışıdırlar da... Dört dudak plâtonik bir bûsede birleşince sevişenlerin ruhları dudaklara doğru hareket eder. Onun için Eflâtun bûseyi yasak etmez»

Dinleyiciler arasında .açık sözlü, yaşlı bir baron: «Ben bu incelikleri anlamam» dedi. «Ama demek istiyor musunuz ki, bir koca, karısını bir erkeğin kolları arasında görüp de buna ta­hammül etmelidir.»

Adam: «Tabiî...» dedi, «îlâhd aşkın kaidelerine göre, böyle*

— Ya izdivaç?

ı— Biz burada izdivaçtan değil, aşktan bahsediyoruz; dedi Barones Fiyondi ve çıplak omuzlarını kımıldattı

— Ama izdivaç dia insanı kanunlara göre...

— Böyle seviyeli bir konuşmada sokak takımının yarattı­ğı kanunlardan ne diiye bahsediyorsun? O kanunlara bakarsan, o canım âşık ve mâşûka yerine karı koca kaim oluyor»

Beatriçe, bu Freogzo’nun son derece açık saçık bir şiirinin ağızdan ağıza dolaştığını biliyordu. Bu, pederastiye dairdi.

Kontes burada sıkıldı. Bitişik salona geçti. Burada Koma­dan gelmiş bir şair, şiirlerini okuyordu. Beatriç dinleyiciler arasında Lükreçya’yı görünce hatifçe sarardı; fakat hemen kendini topladı.

Burada da sıkılan kontes, uşağına bir ışık alıp kendisini yatak odasının kapısında beklemesini emretti. Salonları geçti, bir galeriye vardı, oradan merdivenleri inerek bodrumu bul­du. Orada kontun gizli mektuplarını sakladığı bir meşe dolap vardı. Sandığı açmak istedi, fak?* sandık boştu. Anladı kı, Moro, bu sandığın anahtarının çalındığını farketmış ve mek­tupları başka bir yere taşımıştı.

Dişarda kar, beyaz heyulalar gibi yağıyordu. Burada Leo­nardo’nun duvarlara yaptığı boruya kulağını koyarak sesleri dinledi. Birdenbire aklına saray şairi Bellinsiyoni geldi ve «Ondan her şeyi öğrenirim» dedi.

Şairin bir mazeret uydurarak baloya gelmediğini hatırladı. Uşağına: «tki hademe bana bir tahtırevan hazırlasın, ama bu­nu kimse duymıyacak...» dedi.

Şair Bellinsiyoni salaş evine «kurbağa ini» derdi. Eline epeyce para geçerdi ama, ya içerdi, ya kumar oynardı ve fu­karalık, kendsini, kendi tâbiriyle, sevilmeyen ve fakat sadık olan bir kadın gibi takip ederdi.

Bir ayağı kırılmış karyolasında, ucuz şarabından bir ka­deh dr ha içti ve birisinin köpeği için yapılacak bir mezar taşı­nın yazısını hazırladı.

Saraya gelmeyişinin sebebi rakip , bir, şairin oraya dâvet edilmesiydi. Odun, tükenmek üzereydi Birdenbire kapı pa­lındı:

— Kim o... diye bağırdı.

Kapı kırıjırcasına açıldı ve içeriye kürklerine bürünmüş bur kadın girdi...

«Bu saadeti hangi talihe borçluyum» dedi şair. «Her haldb bir a§k şiiri ısmarlıyacak...»

Kadın maskesini çıkardı:

«İşte benim...» dedi.

Şair büyük bir şaşkınlık içinde haç çıkarmağa başladı.

Kontes: «Bellinsiyoni» dedi, «bana çok büyük bir hizmette bulunabilirsin... Bizi dinleyebilecek kimse yok ya?»

«Hayır...»                        ,

— Öyleyse dinle... Ben biliyorum ki Lükresia için aşk şi­irleri yazıyorsun... Her halde Kont Moro’nin aşk mektubu ve şiir siparilşerine de sahipsin. Korkma. Kimse bilmiyecek. Ba­na hizmet edersen seni altına boğarım...

— Altes, inanmayın, bu iftiradır. Bende mektup filân yok.

Kadın kaşlarını çattı. Gözlerini şaire dikerek:

—: Yalan söyleme, dedi. ’Ben her şeyi biliyorum. Eğer haya* tına kıymet veriyorsan kontun mektuplarını ver.

— Nasıl emrederseniz, dedi şair. Bende mektup yok.

— Öyle ise bekle rezil meyâncı. Saha ben doğruyu söyletirim... Seni boğacağım...   '

Ve hakikaten ince parmaklarını adamın boynuna öyle sar­dı ki, nefesi kesildi...

Bellinsiyoni ömrü boyunca bir saray mecnunu ve satılık bir şairdi. Fakat hain değildi. Damarlarında kontunk'nden daha asil bir kan dolaşıyordu. Kontes boynunu bıraktı ve lâm­bayı eline aldı. Bitişik odaya girdi. Şair kapının önüne ditile­rek onu geçirmemek istedi. Fakat kontesin bakışları altında mukavemet edemedi. Kontes kitap rafının önüne, geldi ve kâ­ğıtları karıştırmağa başladı. Saray veznedarına hitap ed.imiş bir sürü dilencilik şürleri. Yemek, elbise, şarap dilenen mek­tuplar...

Bir paket üstünde Moro’dan Sesilya’ya keiimeleri yazıliy- dı. Derken abanozdan bir kutu içinde itina ile katlanmış bir

F. 4 kaektup paketi buldu. Lükresia’mn adını okudu. Moro’nım elT ’jazısmı tanıdı. Moro’nuh Lükresia için sipariş ettiği aşk mek­tupları ye şiirleriydi. Beatriçe paketi elbisesinin içine soktu  Şaire, köpeğe kemik atar gibi bir kese altın fırlattı.

!  Beatriçe balo salonuna döndü ve biraz solgun yüzüyle ko­casına doğru yaklaştı ve yemekten sonra biraz istirahat etme- İhtiyacını hissettiğini söyledi.

«Beatriçe» dedi kont ve karısının soğuk ellerini tutaraktı «Hasta isen haber ver. Unutma ki gebesin. İstersen balonun ikinci kısmım yarma bırakalım. Bütün bunlar senin için ha­zırlandı.» '

— «Hayır», dedi kontes. «Bugünkü kadar hiç bir zaman kendimi iyi hissetmedim. Leonardo’nun hazırladığı cennet tab­losunu görinek ve dansetmek istiyorum...»

_Kont: «Allaha şükü,» dedi ve saygılı bir nezaketle kan— sının elini öptü.

. Misafirler, tekrar balo salonuna geçtiler ve Leonardo’nun hazırladığı cennet tablosunu beklemeğe başladılar. Herkes ye­rini alıp ışıklat sönünce Leonardo’nun sesi işitildi: Hazır.

Bir ışık çaktı ve karanlıkta küresel güneşler şeklinde bil— lûrlar ışık saçmağa başladı. Bu küreler gök kuşağı renginde parlak ışıklarla aydınlatılmıştı.

Bir kadın komşusuna: «Bak» dedi «Leonardo’nun yüzüne* hakikî bir büyücü gibi. îşin sonunda bütün sarayı bir masalda, olduğu gibi havaya uçuracak.»

Komşusu : «Ateş’.e oynamamak» dedi. «Ne kadar kolay yangın çıkabilir...»

Billûr kürelerin arkasına siyah yuvarlak kutular yerleşti­rilmişti. Bu kutuların birinden beyaz kanatlı bir melek çıktı ye: «Büyük hükümdar kürelerini idare ediyor...» diyerek tem­silin başladığını ilân etti.

Bu anda küreler hafif, tatlı seslerle mihverleri etrafında, dönmeğe başladılar. Bu tatlı sesler Leonardo’nun icadı olan cam çanlardan geliyordu Küreler hareketlerine devam ediyor­lardı. Her birisinin üstünde bir esatir tanrısı yer almıştı:

Jüpiter, Apollon, Merkür, Mars, Diana, Venüs, Satürn, bütün, tanrılar Beatriçe’yi selâmlayarak geçiyorlardı.

***

Mesela: Merkür şöyle diyordu: «Ey bütün yıldızlan karan, tan, ey canlıların güneşi, göğün aynası, sçn, tanrıların babası­nı güzelliğinle büyüledin, ey ışıklar ışığı, ey mucizeler muci­zesi...»

Venüs, kontesin karşısında diz çöküp, şöyle diyordu: «Bü­tün caz be’erim senin karşında eriyip gitti. Artık Venüs adını taşıyamam. Senin ışıklarının altında, ey yeni güneş, gıpta ede­rek soluyorum...»

Jüpiter söylüyordu: «Baba, beni ona köle olarak ver... Tanrıçalar tanrıçası Milano kontesine...»

Temsilin sonunda Jüpiter kontese Yunan güzellerini ve. ye­di hıristiyan faziletini takdim etti. Bütün Olemp beyaz melek kanatlarının gölgesine ve ümit sembolü olarak yeşil lâmba larla çevrelenmiş bir putun altında dönmeğe devam ediyordu.

Kontes yanında oturan birisine: «Neden?» dedi. «Temsilde Jüpiterin kıskanç karısı Jüno yok. O ki başından tacını fırla­tır ve incilerini yerlere atar.»

Kont bu sözleri işitmişti ve karısına bakıyordu. Beatriçe o kadar garip ve mânalı gülüyordu ki, Moro’nun üstünden bir soğuk ürperti geçti. Kontes yine kendine hâkim oldu ve mev­zuu değiştirdi. Yalnız elbisesinin altındaki mektup paketini da­ha sıkı bastı, tntkam zevki onu büyülüyor ve ona kuvvet, sü­kûnet, hattâ bir nevi neş’e veriyordu.

Beatriçe dansediyordu. Zaman zaman boğazını bir hıçkırık veya gülme krampı sıkıyordu; gözleri kararıyordu. Şakakla­rı dayanılmaz b r ağrıyla atıyordu, ama, gülümsüyordu. Dans bitince kimseye farkettirmeksizin oradan uzaklaştı. Hazine dairesinin münzevî kulesine girdi; buraya kocasıyla kendisin­den gayri kimse giremezdi. Uşağının e’ihden mumu â7di ve bir kiler gibi soğuk ve karanl k o an büyük, t orlu girdi bir masa- başma geçti, mektup paketini açtı. Tam okumağa baş'ayacağı S'rada bacadan öyle bir rüzgâr esti İd her taraf in'edi ve mum söneyazdı. Beatriçe’nin kulağına aşağıda bodrumdan z'nc r şa­kırtıları ve yukarı salonlardan balo müziği geiiyordu. Sanki ar­kasında, karanlık köşede birisi saklanmış gibi hissediyordu. Kendini zorlayarak o gölgeye baktı Geceden daha karanlık, uzun, s'yah yüzü maskeli birini gördü. Bağırmak istedi. Fakat sesi çıkmadı. Kaçmak istedi, diz eri tutmadı. Yere çöktü: «Yi­ne mi sen?» dedi. «Ne istiyorsun?»

Köşedeki, öldürülen kont Ciyân’ih korkunç yüzüydü.

. Kontesin bağırması üzerine içeri giren uşak onu baygın bir halde yerde buldu. Balo salohuha koştu. Çılgın bir korku içinde:

«Altes» dedi« Madam hasta. Çabuk imdat...»

Vakit gece yarısıydı. Baloda taşkın bir neşe hüküm sürü­yordu. Yapılan dans sadık âşıkların zafer sütunu altından geç­me dansıydı. Aşkı temsil eden bir adam yukarıda elinde uzun bir boruyla duruyördü. Sadık âşıklar yaklaştıkça tatlı bir me­lodiyle karşılıyordu. Sadık blmıyânlar ise Sütun altından ge­beriliyorlardı.

Kont, —sadıklar sadağı olarak— ( sütunun altından henüz geçmişti ki uşağın imdat sesleri duyuldu. Uşak konta:

«Yine mi hasta?» Sonra kendini toplayarak «Aklını başına topla, nerede yatıyor?»

-— Kulenin hazine odasına

Moro oraya koştu. Çokları onu takip etti. «Yangın var!» di­ye bağıranlar oldu. Bir saray adamı: «Onu zehirlediler...» de­di. «Öldürülen Cian’ın karısı İzabella, onu tedricî tesir eden bir zehirle zehirledi...»

öteki salondan müzik sesleri geliyordu. Yapılan dans Ve­nüs ve Savrus’tu. Damlar kavalyelerini altın zincirlere vur­muş sürüklüyorlardı. Sonra kavalyeleri yere yıkılıyor, damlar bacaklarıyla onların enselerine basıyorlardı. Nihayet bir saray adamı içeriye girdi:

«Durun dedi. «Kontes hasta...»

BİR DOĞUM VE ÖLÜM SAHNESİ

Hademeler ince, uzun bir yatağı taşıyorlardı. Bu yatak uzun asırlardan beri saray doğumlarında kullanılırdı.1 Sforça hânedanj hep bu yatakta doğmuştu.

Herkes çeşit çeşit tefsirlerde bulunuyordu. Bir kadın:

«Bu, bir korkudan ileri geliyorsa» dedi «Bir yumurta akı­na, ince donranmış kırmızı ipek karıştırıp kontese yuttürma- lı...» Başka bir kadın:

«Yedi yumurtanın akım alıp sekizincinin sarısı ile karış- tırmalı da yedirmeli...» diyordu.

Bu sırada bir kadın çocuk çamaşırları taşıyordu. Tavsiyeler birbirini takip ediyordu. Birisi:

«Gebenin sağ bacağını yılan derisiyle sarmalı...» Bir di­ğeri: «Onu kaynayan bir kazana oturtmalı-.» diyordu. Bir üçüncüsü : «Kocasının şapkasını kamına bağlamalı..S Bir ko­ca karı: «Bir kartal başmi sağ koltuğuna ve bir mıknatıs taşını sol koltuğuna koymalı...» diyordu.

(Kont koşa koşa gelmiş, kafasını elleri araşma alıp bir ço­cuk gibi hıçkırıyordu:        r

«Bütün kabahat bende, ben mel’unum...» diyordu.

Kontesin kendisine'az evvel: «Bırak, beni, Lükresyaya git...» diye bağırdığını hatırlıyordu.   '

Bir hekim taslağı konta bir tabak uzattı: «Canavar eti» dedi. «Koça canavar eti yepe, karışı çabuk kurtulur...»

Kont bu siyah ve sert eti1 yutmağa çalıştı.

odadan çıktı. Kont:

Sarayın baş hetimi Marliyani başka hekimler refakatinde

«Hasta nasıl?» dedi.                           ...

Hekimler susuyorlardı. Nihayet birisi:

***

«Altes» dedi. «Elimizde olanher şeyi yaptık. Allahtan ümit kesilmez...»

Baş hekim yanındakilere T-âtine? nî rak-

«Üç dirhem salyangoz, içine kırmızı mercan konsun...»

— Bir hekim, biraz kan alsak...» dedi. Ama baş hekim: «Maalesef olmaz...» dedi. «Çünkü Mars, yengeç hurcunda bu­lunuyor ve bugün tek gün...»

Bir üçüncü hekim: «Salyangoz hülâsasına biraz inek güb­resi karıştırmıyalım mı?» dedi.

«Evet, çok iyi olur...» dedi başhekim ve konta: «Bütün bunlar ilmin emridir.»

«İlminizin Allah belâsını versin...» dedi kont. «Karım ölü­yor... Siz hâlâ inek gübresiyle uğraşıyorsunuz... Hepinizi ipe çekmeli...»

Birden gözü Leonardo’ya yöneldi

«Dinle Leonafdo’m..» dedi. «Sen bütün bu hekimlerin to­pundan daha akıllısın... Sende esrarlı çok şeyler var, inkâr etme... Dostum yardım et bana...»

Leonardo. bir cevap vermek istedi, fakat kont gelmiş olan rahibeyi gördü:

— Mukaddes Ambroziyos’un emanetleri, mukaddes ebe

«Şükür,» dedi. «Nihayet geldiniz. Ne getirdiniz?»

Margarita'nın kemeri, mukaddes Kristofer’in dişi. Meryemin bir tel sacı,.. ..

«Alâ, âlâ, içeri girin ve dua edin...»

Morö hastanın odasına girmek istedi. Fakat’hâsta öyle kor­kunç inliyordu ki, Moro kulaklarını tıkadı ve sarayın mes­cidine giderek Meryem Ana’nın karşısına diz çöktü:

«MeT’un ben... günah isledim... Meşru metbuum olan Ci- yân’ı öldürdüm. Ama sen fek şefaatçimiz, baha inayet et... Onu kurtar. Onun yerine benim, ruhumu kabzet. Bütün gü­nahlarım için tövbe etmek istiyorum,.,»                                                               .

Moro, Roşetta salonuna döndü. Çocuk çamaşırı ile dolu bir şepet geçiriyorlardı. Kadın, konta­

— Madam doğurdular, dedi.

Moro solgun:

— Yaşıyor mu? dedi-                                            .

— Evet, Allaha şükür. Fakat çocük ölü. Kontes çok za­yıf ve sizi görmek istiyorlar...

Kont hastanın odasına girdi Hastanın yüzü ufalmış, göz­leri irileşmişti Kont yatağa yaklaştı. Hastanın yüzüne eğildi,' hasta:                   .

— Çabuk, Izabella’yı çağırt!... dedi.

Az sonra muztarip yüzlü, ince, uzun, bir kadın, Izabet  içeriye girdi.

Moro kenara çekildi. îki kadın bir şeyler fısıldaştılar. Son­ra îzabella kontesi öptü ve veda etti. Hastanın yanı başında diz  'çökerek elleriyle yüzünü öptü ve duaya başladı.

Beatriçe kocasını çağırdı:

«Affet...» dedi. «Ağlama... Düşün ki ben daima senin ya­nında olacağım... ve biliyorum ki sen yalnız beni...»

Sonunu getiremedi. «Beni seviyorsun...».demek istiyecekti. ' Güç işitilir bir sesle: «öp beni», dedi.

Moro dudaklarını baştanın alnına değdirdi. «Dudaklarımı öp...» dedi kontes.

Bir rahip ölüm duasını okudu. Akrabalar odaya girdiler... Kont, karısının soğuyan dudaklarını öptü.

Baş hekim: «Hasta ölçlü...» dedi. Odadakiler haç çıkararak diz çöktüler.

Kont bir dalgınlıktan uyanarak kollarım açıp: «Biçe...» diye bağırarak ölünün üzerine kapandı.

Bütün hazır olanlar içinde yalnız Leonardo sükûnetini muhafaza ediyordu. O nafiz bakışlarıyla kontun yüzünü ta­kip ediyordu. Böyle anlarda sanatkârın bilgi tecessüsü bütün hislerine hâkim oluyordu, insanın yüz ifadesinde ve hareket­lerinde güzel bir tabiat belirtisi gibi, derin ızdıraplarm teza­hürlerini araştırırdı. Moro’nun ıztıraptan katılaşmış yüztintü derhal resmedebilmek için hemen sarayın alt katma indi. Res­me başladı.

Orada, bir köşede, balo temsilinde altın çağı temsil etmiş olan bir çocuk uyuya kalmıştı. Çocuk soğuktan büzüşmüştü. Leonardo çocuğu uyandırdı ve kucağına aldı. Çocuk iri me­nekşe mavisi gözlerini açarak hıçkırmağa başladı. Leonardo, ço­cuğu bir koltuğa yerleştirdi. Paltosunu çıkararak ona örttü. Kendi kendine Moro’nun yüzünü düşünüyordu... Yukarı doğ­ru kalkmış kaşlar, üstündeki (kırışık dudaklardaki tebessüme benzeyen acaip hareketi ki (en büyük saadeti ve en büyük ıs­tırabı ifade edebilirdi...) hatırladı.

Beatriçe 2 Ocak 1497 de ölmüştü. Kocası 24 saat ölünün ya­nında kaldı. Uyku ve yemek hatırına gelmedi. Yâni onun çıl­dıracağından korkuyorlardı. Nihayet ölünün hemşiresi IzabeJ- la D’est’e şu mektubu yazdı:

«Onun yerine ben ölsem daha hayırlıydı. Bize teselli için, kimseyi yollamayın. Çünkü bu, ıztırabımızı arttıracaktır.»

Bıı sırada Moro ölü doğan çocuğuna bir mezar kitabesi yaz- dınnış ve onu lâtinceye tercüme ettirmişti:

«Ben gün ışığını görmeden ölmüş bir bedbaht çocuğum. Annemin hayatına, babamın da karısına mal olmuş olmak beni büsbütün bedbaht etti. Bu açı kaderde tek tesellim tanrıya benzeyen bw ana babadan doğmuş olmaktır »

BİR ÇİFTE METRES

1497 yılının yazında Lükreçya’nın konttan bir oğlu oldu. Ayni konttan piçler doğurmuş olan Sesilya, çocuğu vaftiz anası olmak istedi. BöyleCe iki metres birbiriyle dost oluyor­du. Saray şairi bu ikisi hakkında yazdığı şiirde Lükreçya yı sabah kızıllığına, Sesilya’yı da akşam güneşine benzetmişti. Moro da bu iki ışık arasındaki karanlık geceydi. Beatriçe de güneş.

Moro, Grivelli sarayına gittiğinde iki kadını şömine başın­da buldu. Bütün saray kadınları gibi ikisi db matem elbiseleri giymişlerdi.

(Akşam güneşi) Sesiliya:

«Nasılsınız altes?» dedi. Onun teni mat beyazdı. Saçları ateş kırmızısı, gözleri bir dağ gölünün suları gibi şeffaf ve yeşildi.                 ‘

M°ro, «Tahmin edersiniz» dedi. «Benim sıhhatim nasıl olur. Mümkün olduğu kadgr tez', küçük güvercinimin yanında ebedi uykuma dalmak istiyorum...»

Sesiliya: «Hayır altes,» dedi, «böyle söylemek büyük gü­nahtır.. Her acı tanrıdan' gelir. Onun verdiklerini kabule mec­buruz»

«Tabi» dedi Mpr°- «Tanrı her şeyi bizden iyi bilir. (Iztırap çekenler ne bahtiyardırlar ki teselli bulacaklardır.)»

iki sevgilisinin ellerini tuttu:

«Siz bu bedbaht dulu terketmediğiniz için Tanrıdan iyilik görün...»

Gözlerinin yaşını sildikten sonra cebinden iki kâğıt çıkar­dı. Birisinde, bir çok tarlalarını Dellagrasia manastırına vak­fediyordu.

«Altase» dedi. Sesilya, «Sanırdım ki siz bu toprakları sever­diniz...»

«Heyhat» dedi Moro, «insanın çok toprağa ihtiyacı var mı?»

îkinci kâğıtta kont, Lükresia'ya ve gayrı meşrû çocuğuna bir sürü arazi bırakıyordû. Vakfiyede şu yazılıydı: «Bu kadm, Lükresia, bize harikûlâde aşk bağlarıyla sadakat gösterdi' ve bize o kadar yüksek hisler aşıladı ki, onunla geçen hoş saatle­rimizde büyük endişelerimizden sıyrıldığımızı hissettik»

Rakibe Sesiliya bunu alkışlıyor ve bir ananın göz yaşlarıyla Lükresia’nın boynuna sarılarak:

«Sana demedim mi kardeşim, kontun altın bir kalbi vardır. Şimdi oğlun Milâno’nün en zengin mirasçısıdır» diyordu.

Bu tarih 28 Aralıktı. Tam Beatriçe’nin baskın verdiği gün ve saatin yıldönümüydü.

Lükresia’da Sesiliya’nın bu gayri tabiî sevgisi bayağı bir bulantı uyandırıyordu ve ondan kaçmak istiyordu. Fakat kont elini tutmuştu.

Sesiliya, mandolini eline aldı ve aynen Leonardo’nun ken­disini on iki yıl evvel resmettiği (Yeni Sâffo) düruşunu aldı ve Petrak’m «gökte buluşma» isimli şarkısını söylemeğe başladı.

Moro bir taraftan ağlıyor, bir taraftan da Lükreçya’yı ku­caklıyordu. Lükreçya utanıyordu. Bunun üzerine Sesiliya bir kız -kardeş gibi ayağa kalktı ye yatak odasına değil öteki odaya geçti. (Akşam güneşi) sabah güneşini kıskanmıyordu. Geniş tecrübesiyle biliyordu ki şıra bir gün yine kendisine gelecekti ve Moro ya siyah saçtan sonra ateş kızılı saç daha iştiha açıcı görünecekti. Moro, Lükreçiya’yı kucağına almıştı. Kadının göğsünü açmıştı, siyah elbiseler altında mat tem çok parlak görünüyordu. Şöminenin üstünde çıplak aşk tanrıları dansları­nı yapıyordu. Uzaktan Sesiliya’nın mandolin sesi geliyordu. Küçük, eski Tanrılar Petrark’m ilâhı visalini dinliyorlar ve coşkunlukla gülüyorlardı.

xııı

' BİR ATEŞ TECRÜBESİ

Leonardo, Kristof Kolomb’un kutup yıldızının hareketleri­ne dair yaptığı hesaplan inceliyor ve o kadar kaba hatalara rastlıyordu ki gözlerine inanamıyordu.

«Ne cehalet!» diyordu. «Sanki adam karanlıkta ve bilmi- yerek yeni1 dünyayı keşfetmiş ve sanmış ki orası Çindir veya dünyanın cennetidir. İşin hakikatini kavramağa ömrü yetmi- yecek...»

Leonardo, Kolombos’un 29 Nisan 1493 tarihli mektubunu inceliyordu. Bütün gece hesaplarla ve haritalarla meşgul oldu.

«Ne kadar az şey bilmiş ve ne büyük işler başarmış...» de­di. «Bense bütün bilgilerime rağmen hareketsizim, meflûç gi­biyim... Ömrüm boyunca meçhul âlemleri aradım ve onlara bir adım biie yanaşamadım. Derler ki her şey imanla olur. Ama kâmil iman_ve kâmil ilim aynı şey değil midir? Benim gözlerim Kolomb’un gözlerinden daha uzağı görmüyor mu? Yoksa insa­nın kaderi' bu mudur: Bilmek için görmek lâzım. îcra edebil­mek için ise kör olmak lâzım...»vecizesinde mi belirmektedir.

Leonardo gecenin nasıl geçtiğini farketmedi. Yıldızlar sön­müşlerdi. Kiremit damları kırmızı bir ışık aydınlatıyordu. So­kaklardan insan sesi geliyordu.

Birisi kapıyı çaldı. İçeri giren (Ciövanni) ildi. Üstadına bu­gün ateş tecrübesi yapılacağını haber verdi.

«Ne biçim ateş tecrübesi?» dedi, Leonardo...

Savanarola ve Rondinelli bugün ateşe atılacaklar. Kim yanmadan çıkabilirse onun haklı olduğu anlaşılacak.

«Pekâla Sen git,» dedi Leonardo. «İyi eğlenceler dilerim.»

— Siz gelmiyecek misiniz?

— Hayır, görüyorsun ki meşgulüm.

Fakat talebesi ısrar ettû

— Hakikaten bu ikisinin ateşe atılacaklarına emin misiniz?

Bütün sokaklar insan dolmuştu. Yüzlerde tecessüs ve bek­leyiş beliriyordu. Duvarlara 8 maddelik bir beyanname asıl­mıştı. Bunlar şuydu:

1     — Tanrının kilisesi yenilenmelidir.

2     — Tanrı kiliseyi terbiy edecektir.

3     — Tanrı, kiliseyi reforme edecektir.

4     — Bu reformd'an sonra Floransa’da yenilenecek ve bü­tün milletlere hâkim olacaktır.

5     — tnanmıyanlar yanacaklardır.

6     — Bunlar çabuk olacaktır.

7      — Papa Aleksandr’ın Vanarola’yı afaroz edişi hüküm­süzdür.

8     — Bu afarozu kabul etmiyen günah işlemiş olmaz.

Halk arasında türlü konuşmalar geçiyordu.'

Sokağın ortasında bir odun yığını hazırlanmıştı. Bir yan­dan Fransisken papasları, öte yandan Dominiken papakları ge­liyordu. Halk diz çöküp dua ediyor ve bir mucize bekliyordu. Bu aralık gök bulutlarla örtüldü.

Savanorala duasını yaptıktan sonra halkın karşısına geçti ve sus işareti verdi. Tam bu sırada gök gürledi, yıldırım düş­tü ve sağnak halinde yağmur yağmağa başladı. Bu suretle ateş­te yanmak tecrübesine imkân kalmamıştı.

BİR TARTIŞMA SAHNESİ

Kont Moro’nun sarayında bir bilginler tartışması olmuş ve bu, kontun pek hoşuna gitmişti. Fakat bir harp beklendiği için yeni bir tartışma yaptırılmıyâcağı sanılıyordu.

Moro böyle düşünmüyordu. Harbe hiç ehemmiyet verme­diğini göstermek için tahtının ilim ve sanata dayandığını isbat edecek vesileler aradı. Onun için münakaşayı tekrarlatıyordu.

Sarayın balo salonunda Pavya üniversitesi dekanları, profe­sörleri dört köşeli başlıkları, kırmızı mantoları, menekşe e.di- Venleriyle salona doluyorlardı. Saray kadınları zarif balo elbi­seleri giymişlerdi. Moro’nun ayak uçarında Eükreçiyâ ile, Sesili- ya yer almışlardı.

Celseyi açan Merol’a Kont Morofyu. Periklesle, Troyan la, Titüs’le mukayese eden ve Milânonun eski Atina’yı geçti­ğini söyliyen bir açış nutku iradetti. Sonra Meryem’in bakire olduğu halde hâmile kalması meselesi münakaşaya başlandı. Sonra tıbbî meseleler ortaya atıldı. Güzel kadınlar mı daha do­ğurgandır, çirkinler mi? Kadim tabiatın gayrı mükemmel bir eseri nfd’r? İsâ’nm yarasından akan su hangi uzvunda teşek­kül etmişti? Kadın mı şehvetlidir, erkek mi? Daha sonra felse­fî bir mesele ele alındı. Maddenin aslı tek cepheli midir, çok cepheli midir?

Birisi «ilk madde,» dedi, «ne cevherdir, ne arazdır » Bir başkası «her yaratılan madde ruhî olsun, bedenî olsun maddî­dir.» Bir başkası «dünya» diyordu, «bir ağaçtır. Kökleri cev­her, yâprakiarı araz, dalları madde, çiçekleri ruh, meyvaları melek, bahçıvan da tanrıdır.»

Leonardo her zamanki gibi susuyor, yalnız zaman zaman dudaklarından hafif bir gülümseme geçiyordu.

Bu sırada Sesiliya, konta Leinardo’yu göstererek: «Bu da münakaşaya karışsın» dedi.

Kont, «Görüyorsun» dedi, Leonardo’ya, «hanımlar istiyor. Hoşa gidecek bir şeyler anlat.»

«Beni affet altes» dedi Leonardo. «Madama hürmeten yap- etmesini sevmezdi- Onca fikirlerle, kelimeler arasıhda perde- mak isterdim. Fakat, muktedir değilim...»

Leonardo’nun mazereti sebeps:z değildi. Kalabalığa hitap ler vardı. Her kelime ya fikri mübalâğa ediyor veya mânayı değiştirerek yalana sebep oluyordu- iyi konuşanları hem ten­kit eder, hem de hayırhah bir hayranlık gösterirdi.

Leonardo itizar ettikçe hanımlar ısrar-ediyorlardı. «Bak» diyorlardı. «Sana nasıl yalvarıyoruz. Meselâ insanların bir gün nasıl uçacağını anlat» diyordu, bu kadın. «Biraz büyüden bah­set...» Başka bir kadın. «Ölüleri diriltmeyi anlat» diyordu bir üçüncüsü.

«insaf bayanlar» diyordu «temin ederim ki ben hiç bir zaman ölü diriltmedim» diye itizar ediyordu Leonardo.

«Ziyanı yok» diyorlardı kadınlar, «Matematik olmasın da her hangi bir şeyi anlat...»

Leonardo, kendisinden istenen bir şeyi reddedemezdi. «Ne yapacağımı bilmiyorum bayanlar>> dedi.

Bu arada ihtiyar ve sağır ilâhiyat dekanı, «Bu adam da kim?» diyordu. Yanındaki: «Leonardc» dedi.

Bu meşhur, Pisanoğlu matematikçi mi?

«Hayır, bizzat Leonardo da Vinçi.»

«O da kim? Doktor mu? Yoksa lisansiyet mi?»

«Ne doktor, ne lisansiye. Bakaloryası b'le yok. Sadece sa­natçı. Akşam yemeği tablosunu yapan sanatçıû

«Resme dair mi konuşacak?»

«Hayır, tabiat ilimlerine...»

«Tabiat ilimlerine mi? Ş:mdi sanatçılar bir de âl’m mi oldular? Leonardo... Bu ismi hiç duymamıştım. Yazdığı bir şey var mı?»

«Hayır. Hiç kitap neşretmemiştir...»

Bu sırada araya kat’lan başka birsi, «o solakmış» dedi, «kimse anlamasın, diye gizli bir yazı ile yazarmış »

«Öyle ise iyi eğleneceğiz» dedi dekan.

Leonardo, konta yalvaran bir göz attı. Lâkin Sesiliya parmağı ile ISrar işareti yapıyordu.

Leonardo, ««çaresiz» dedi. ««Biraz sonra Kolos heykeli için onlardan bronz istiyeceğim. Gönüllerini yapmam lâzım... Ak­lıma geleni söylerim..»

Böyle düşünerek kürsüye çıktı:

«Efendim» dedi. Kekeleyerek ve kızararak: «Hazırlıklı de­ğilim. Yalnız kontun emri üzerine...»

Taşlaşmış deniz hayvanlarından bahis açtı. Deniz yosunla­rının ve mercanlarının, denizin çekildiği mağaralarda kalmış izlerini ele aldı ve böylece yavaş yavaş tezim ilerleterek zaman­lar boyunca dünyanın şeklini nasıl değiştirdiğini anlatmağa koyuldu. Şimdi kara ve dağ olan yerler bir zamanlar deniz, dibiydi. Tabiatın kımıldatıcı kuvveti olan su, dağları yıkar. Kı­yılar denizin ortasına doğru büyür, ülkeler arasında kalan iç denizler, kuruyarak, bazan bir nehir yatağı arta kalır. Böyle­ce meselâ Po nehri Lombardiya’nun sularını kurutmuştur. Adriyatik denizi de böyle olacak. Nil nehri Adalar denizini, Mısır ve Libya gibi kum tepeleri haline getirecek ve Cebelita­rık da Bahri Muhite açılacak. Ben eminim ki, kimsenin dikkat etmediği taşlaşmış nebat ve hayvan bakiyeleri ardınrz hakkın­da, onun mazisi ve istikbali hakkında yepyeni bir ilmin doğ­masına imkân verecektir.

Leonardo, fikirlerini o kadar vuzuh ve katiyetle söylüyor­du ki, ilmin zaferine imaniyle, skolâstik mensuplarını hayret­ten hayrete düşürüyordu.

Moro söze karıştı ve: «Leonardo,» dedi. Senin kehanetle­rin inşallah tahakkuk eder ve Adriyat k denizi kurur da düş­manlarımız Venedikliler kumda yengeç gibi dehlizle­rinde mahbus kalırlar...»

Herkes kahkahalarla gülüyordu. Bu sırada, Pavya üniver­sitesi rektörü gümüş beyazlı saçı, haşmetli, fakat budala yü­züyle:

«Mösyö Leonardo» dedi. «Sözleriniz enteresan, fakat size bir şey söyleyeyim. Bu küçük ve eğlend:r‘ci fosillerden bir ilim meydana getireceğinize, onları tufanla izah etseniz daha İyi olmaz mı?»

Leonardo daha serbestlikle:

«Evet,» dedi. «Biliyorum, herkes bunu hıfanla izah etmek isliyor;.. Fakat tufih nazarice» şkçmâdır. İncile göre hıfân eş- nasında su seviyesi en yüksek dağın Eri beş arşın üstündeymiş.

halde dalgaların sürüklediği fosillerin, yukarıdan aşağıya çök meleri lâzım. Halbuki toprak tabakalarında kat kat fosil kitle­leri görüyoruz. Sonra umumiyetle toplu .yaşayan hayvanların folisiEerini hep bir arada buluyoruz. Ben kendim taşlaşmış ka­bukları Lombardiya dağlarında araştırdım. Salyangoz yavaş yürüyen bir hayvandır. Günde ancak üç dört arşınlık yer ala­bilir. Böyle bir hayvan, tufanın devam ettiği kırk gün içinde, nasıl olur da iki yüz elli millik yol alabilir? Çünkü Adriyatik kıyılarından Mon Ferrat tepesine bu kadar mesafe vardır Böy­le bir şeye ancak tecrübe ve müşahedeyi hakir gören ve sadece kitaplara bakan budalalar inanabilir.»

Ortalığı sıkıntılı bir susma kapladı. Herkes rektörün fik­rinin zayıf olduğunu biliyordu, nihayet saray müneccimi işe karıştı. Ve fosillerin yıldızların tesiriyle meydana geldiğ.ni söyledi ve «Bu büyüdür» dedi.

Leonardo sihir kelimesini: duyunca dudaklarında can sıkın­tısını ifâde eden bir gülümseme geçti ve şöyle dedi:

— iyi ama, aynı bir yıldızın, nasıl olup da aynı yerde bu çeşitli fosilleri halkettiğine inanalım? Ben şunu da müşahede ettim ki, salyangozların kabuğundan ağaç köklerinde olduğu gibi, yaşlarını okumak da kabildir. Sonra dağların tepesinde, kayalıklar üstünde, yaprakların bıraktığı intibaları nas 1 izah etmeli? Bütün bunlar yıldızların tesiri mi? Bunların hepsini yıldızlar meydana getirdiyse Astroloji’den gayri bütün ilimler sahte olur.

Skolastik hocası söz aldı. Münakaşanın yanlış yola dökül­düğünü anlattı:

— Ya, dedi, bu fosiller süfli, yâni mihaniki ilimlere aittir. Yâni metafizikle ilgili değildir, bu da konuşmağa değmez; ya­hut en yüksek ilim, yani dialektik’e aittir Bu takdirde de tar­tışmayı dialektik kaidelerine göre yürütmek lâzımdır.

Leonardo: «ismin yükseği, alçağı yoktur» dedi. «Her ilim tecrübeye dayanır»

— Tecrübe mi? dedi dekan; Aristo’nun, eflâtun’un metafi­ziği neye dayanır?

Leonardo sükûnetle: «Onların hiç biri ilim değildir..» de- «di. «Ben eskilerin kıymetini takdir ederim, fakat onların hep­si ilim sahasında yanlış yollardan yürümüşlerdir. Onlar idraki mümkün olmıyan şeyleri idrake gayret ettiler. Halbuki elleri­nin altındaki imkânları hakir görmüşlerdir. Kendileri aldatı­lmışlardır ve asırlardan beri insanlığı hataya sevketmişlerdir.' Çünkü insanlar isbatı mümkün olmıyan bir şeyden bahseder­lerse anlaşmaya varılamaz. Delil olmayan yerde şamata hüküm sürer. Hakikî bilgiye sahip olan ise bağırmak ihtiyacında de­lildir»

Leonardo daha bir çok şeyler söylemek istiyordu, fakat et­rafına bakınarak sustu.

•— Ya demek öyle dedi skolastik hocası. Şu halde bizim ruh, tanrı, ba’s-ü-ba’del-mevt hakkındaki bilgilerimiz incilin hükümleriyle isbat edilmiş olmuyor mu?

Leonardo : «Ben, bunu demek istemiyorum, Allah kelâmı «olan kitapları bir yana bırakıyorum, çünkü onlar en yüksek hakikatlardir...» dedi.

Leonardo’nun sözü kesildi. Herkes ayağa kalkmış, bağırı­yordu:

— Bunu nasıl konuşturuyorlar böyle? Mukaddes kilisemi­ze dil uzatıyor. Allahsız! Kâfir!...

 Leonardo susuyordu. Yüzü sakin ve kederliydi, kendisini- âlim diye tanıtan bu kalabalığın içinde yalnızlığını hissediyor­du. Kendisini basımlarından ayıran uçurumu görüyordu. Kendi kendisini de tenkit ediyordu. Çünkü tam zamanında susmasına bilememiş ve münakaşayı azdırmıştı. İnsanlara her hakikatin söylenebileceği hakkında aldatıcı ümide kapılmıştı.

Kont ve bayanlar bir şey anlamadıkları halde münakaşayı zevkle takip ediyorlardı.

Sesiiiya: «Ne güzel?» diyordu. «Tam muharebe. Neredey­se birbirlerine dayak atacaklar. Ne garip adamlar bu âlimler? Fosiller için kavgaya tutuşuyorlar. Hele bizim sairin Leonar- do’ya ne oluyor?»

Saray, tartışmayı bir horoz döğüşü gibi takip ediyordu. Moro: «Şimdi artık Leonardo’mu kurtarmalıyım?» dedi. «Yok-’ sa kırmızı başlıklar onlara lime lime edecekleri»

Moro’nun bir tebessümü fizik ve metafizk taraftarlarım barıştırmağa kâfi gelirdi. Onları yemeğe davet ederken

***

«Efendiler», dedi. «Dönüştünüz ve kızıştınız, şimdi bir şey— ter yemelisiniz. Umarım ki Adriyatikten çıkarılmış elan piş­miş hayvanlar Leinardo’nun fosilleri kadar kavgaya sebep olmaz.»

Akşam yemeğinde rahip Paçioli, Leonardo'ya:

«Dostum», dedi. «Başkaları size çullanırken sustuğum içirt beni mazur gör. Seni anlamadılar. Halbuki bunlar birbirine tezat şeyler değil»

— Tamamiyle mutabıkım;

— Daima barış içinde bulunmak daha iyi değil mi? Me­tafizik iyi bir şeydir, matematik de güzel. Siz bize anlayış gös­terirseniz biz de size...

— Elbette... Elbette...

— Mükemmel, artık anlaşmazlık olmaz.

Sofradan birisi anlatıyordu: «Eu sanatkârlar ne acaip adam­lar... Bir gün bir resim ısmarlamak üzere Leonardo’nun atölye­sine gitmiştim: Usta sipariş kabul etmiyor, meşgul...» dediler.

— «Ne ile meşgul » dedim.

— Havanın ağırlığını tesbitle! dediler. Benimle alay edil­diğini zannettim. Leonardofya sordum:

— Sizin havayı tartmak istediğiniz doğru mu? dedim.

— Evet, dedi ve bir deliye bakar gibi bana baktı. Bir baş­kası:         .

— Bu da bir şey mi? dedi, işittiğime göre Leonardo bir fkşyık icat etmiş ki, küreksiz yürüyormuş! \

— Küreksiz mi dedin?

— Evet, küreksiz. Buhar kuvvetiyle...

Buna kimsenin inanacağı gelmiyordu. Leonardo’ya göre- buharda öyle kuvvet gizliymiş ki onunla yalnız kayıkları de­ğil, en büyük gemileri işletmek mümkünmüş.

Konuşmaları tatlıya bağlamak için kont:

— Her şeye rağmen onu seviyorum; dedi. Onun bulunduğu yerde çan sıkılmaz.

Leonardo bir yoldan yürüyordu. Yanında bir küçük çocuk vardı. Üstad ona bir elma vermişti Bir eydçn çocuğu büyük annesi çağırdı ve kulağına bir şeyler fısıldadı. Çocuk elmayı yemeden attı. Çünkü büyük anne çocuğun büyüleneceğinden korkmuştu. Çocuğun dehşete gelen bu masum gözleri karşısın­da, Leonardo, kendisini tekfi  eden ulema meclisinden daha fazla yalnızlık duydu.

Eve gelince cisimlerin iğri yüzeyler üstündeki hareketle? rine dair kanunları araştırmağa başladı ve her gün olduğu gibi bu matematikte sükûnunu buldu. Sonra defterinden bir kâğıt çekerek şunları yazdı:

«Kitap bilginleri, ezberciler, Aristo çırakları, yeniyi, yâni kâşifi hakir görüyorlar. Bçn onlara Maryüs’ün Roma asilzade­lerine söylediğini söyliyebilirm: «Siz, yabancıların eserleriyle kendinizi süslüyorsunuz. Bana kendi’ meyvalarımı bırakmı­yorsunuz...»

«Tabiat araştırıcılarıyla eski devrn mutaaşsmları arasında bir c’s’mle onun hayali arasındaki fark vardır. Ben onlar gibi eski kitanlara dayanmak istemiyorum. Ben kitaplardan daha gerçek olan bir şeye, tecrübeye dayanıyorum...>

BİR DABİ’NİN IZTIRABI

1498 senesinin Kasım ayında Leonardosefaletin en son derecesine düştüğü bir gün Moro’ya bir mektup yazdı. Bunun müsveddesi ele geçmiştir:

«Efendimiz, biliyorum ki, sîz daha mühim işlerle meşgul­sünüz. Fakat korkuyorum ki susmam velinimetimin öfkesini mucip olabilir. Onun için küçük ıztıraplarımı ve atalete mah­kûm olan sanatımı hatırlatmağa cüret ediyorum. İki senedir maaş almıyorum. Maiyetinizdeki başka adamlar munzam ka­zançlara sahiptirler. Halbuki ben yalnız sanatımla meşgulüm. Hayatım hizmetinizdedir. Heykelden hiç basetmek istemiyo­rum. Çünkü vakitler müsait değil. Benim iç'n ne acıdır ki ek­meğimi kazanma zarureti, işimi bırakmağa ve bir şeye yara- mıyan şeylerle meşgul olmağa sevkediyor. 56 aydan beri elli dükayla altı adamı besledim. Kuvvetimi nasıl kullanacağını bilmiyorum. Şan ve şerefimi mi, kuru ekmeğimi mi düşüne­yim?...»

Bu mektubun yazıldığı gün, ona teşrihi araştırmaları için, idam edilmiş insanların cesedini getiren iki adam, paralarını istemeğe gelmişlerdi. Parayı ödemezse engizisyon mahkemesi­ne ihbar edeceklerini söylüyorlardı.

Bir gün talebeleri hocalarının gizli evrakını karıştırmış­lardı. Şu yaprağı buldular:

Güneşin methi:

«Ben, güneşi ancak göründüğü kadar büyük sanmış olan Epikür’e inanmam. Onu yanan bir taş sanmış olan Sokrat’a da bel bağlamam. İnsanı güneşten fazla Allahlaştırmış olanları takbih ederim. İnsan biçiminde tanrılara tapanlar aldanıyor­lar. İnsan dünya cesametinde olsa bile en küçük seyyareden yine küçüktür. Bundan başka insan fânidir.»

«Avrupanın her köşesinde büyük milletler Asyada doğmuş bir büyük insan için ağlı yaraklar...»

«Ruh, vücutsuz olamaz. Etin, derinin, kemiğin almadığı yerde ses ve hareket de olamaz...s

«Bin yıl evvel öhnnş olanlar, canlıları hesliyeccklerdir.»

«Kadınlar, erkeklere şehvetlerini ve gizli rezaletlerini itiraf edeceklerdir.»

«Sihirlerle uğraşanlar! budala halkı aldatıyorlar. Onların hilelerinâ keşfedenleri de mahvediyorlar.»

Az kalsın- bu sözler engizisyon mahkemesine intikal ede­cekti. Fakat ansızın Leonardo çıkageldi.

1499 yılının Mart ayında Leonardo’ya maliye, beklemedi­ği bir anda iki' yıl birikmiş maaşını ödedi. Dolaşan şayialara göre, Moro, kendisi aleyhine; Papa, Venedik ve ikansa arasın­da vukua gelen anlaşma neticesinde, Alman imparatoru nez- dine kaçmayı tasarlamaktaydı. Tebeasımn sadakatini temin için vergileri indirmiş, borçlarını ödemiş ve hediyeler dağıtmıştı.

Leonardo, konttan, maaşından başka 16 hektar arazi de he­diye olarak aldı. Sanatkâr konta teşekkür için bir akşam vakti ziyaretine gitti.

Kontun huzuruna girebilmek için gece yarısına kadar bek­lemesi icap etti.

Kont, Leonardo’yu kabul ettiği zaman, geciktiği için özür diledi. Leonardo, bir reverans yapmak istedi. Fakat kont ma­ni olarak alnından öptü:

— Dostum nasılsın? dedi. »                                                      .

Leonardo: «Altes, teşekkürlerimi sunmağa geldim...» dedi. Kont. «Bırak bunu» dedi. «Sen çok daha başka hediyelere lâyıksın. Bana zaman bırak, seni liyakatin derecesinde mükâ­fatlandıracağım. ..»

Kont, Leonardo’ya yeni keşiflerden sordu. Onlar arasın­da su içine dalmağa mahsus bir çan,- insan vücuduna takılacak kanat, vardı. Leonardo veda edeceği zaman kont dalgın dalgın:

«Selâmetle, selâmetle» dedi. O henüz kapıya varmamıştı ki, geri çağırdı, ellerini omuzuna koyarak kederli bakışlarla Leo­nardo’nun gözüne baktı:

«Leonardo’m, Allaha ısmarladık», dedi. «Belki de birbirimi­zi bir daha göriniyeceğiz...»

— Altes bizi terk mi ediyoriâr?

Moro içini çekti ve biraz sustuktan sonra:

«Evet, dostum » dedi «Seninle on altı sene beraber yaşa­dık Senden daima iyilik gördüm, her halde sen de benden! tîâlk ne derse desin, gelecek asırlarda Leonardo’nun adı anıl­dığı zaman Kont Moro da hatırlanacak»

Sanatkâr hissi tezahüratı sevmezdi. Saray âdabı için daima kullandığı bir cümleyi tekrarladı:

<— Hizmetinizde harcanmak üzere bir çok canlarım olma­sını isterdim...

«Sana inanırım»* dedi Morb. «Bir zaman gelecek sen de beni açıyarak hatırlayacaksın

Sözünü bitiremedi. Hıçkırmağa başladı. Leonardo’yu ku­tuladı ve öptü:

— Allah yardımcın ölsün... dedi.

ENGİZİSYON İDAMLARI

Leonardo’ya, 1498 yılında talebesi Ciovanni, şahit olduğu şu sahneyi anlatıyordu: Kilisede bir devrim yapmayı düşündüğü için papanın emriyle Engizisyon Mahkemesi tarafından idame mahkûm edilen üç kişinin idamları şöyle olmuştu:

1498 yılının 23 Mayısıydı. Veçyo sarayının önünde yakma .yeri hazırlanmıştı. Odun yığınları üstünde bir darağacı görü­nüyordu. Darağacına bağlı bir çıkıntıda demir zincirlere bağh üç düğümlü ip sarkıyordu, öyle ki manzara bir haçı andırı­yordu. Mahkeme salonundan üç mahkûm getirilmişti. Bunlar 'reform taraftarı olan Savonarola. Bunoviçini ve Maruffi idiler.

Papa Aleksandr’ın gönderdiği piskopos Vayson orada bu­lunuyordu. Piskopos ayağa kalktı. Savonarola’nın elini tuta­rak kilise camiasından tardedildiğini ilân etti. Fakat telâşla veya cehalet yüzünden hüküm cümlesini yanlış telâffuz etmiş.

Vavonarola bunu düzeltmeğe mecbur kaldı. Çünkü papas: «Seni savaşan ve muzaffer olan kiliseden tardediyorum» de­mişti. Halbuki ibarenin aslı «Savaşan fakat zaferle öğünme- yen» olacaktı. Çünkü zafer Tanrıya mahsustu.

Mahkûmların elbiseleri soyuldu, üstlerinde birer gömlek bırakıldı. Mahkûmlar mahkeme âzalarının önünden de geçme­ğe mecbur tutuldular. Darağacına giderken mahkûmlar tökez­lediler. Sokak çocukları yeri kazmışlar ve oralara tahta par­çaları gömmüşlerdi. Maksatları «melunlara» eziyet etmekti. Ma­ruffi ilk olarak asılacaktı. Şaşkın bir yüz ifadesiyle merdiven­leri tırmandı ve cellât ipi boynuna geçirince gözlerini göğe dikerek: «Tanrım» dedi. «Ruhumu ellerine teslim ediyorum» Sonra kendiliğinden merdivenden sıçradı. Bunoviççini ise âde­ta sevinçli bir sabırsızlık içindeydi ve cennete gideceğinden emin bir tebessümle darağacına tırmandı. Savonarolla, tırma­nırken gözleriyle halkı seyretti. Boynuna ip geçirildiğinde halk­tan birisi: «Tanrım» diye bağırdı. «Bir mucize göster...» O da asıldı. Sonra odun yığınlarına ateş verildi. Ateşi veren: «Baba, oğul ve mukaddes ruh adına... diyordu. Bir aralık rüzgâr çık- tr, alevler yan tarafa doğru yöneldi. Halk «mucize, mucize» di- ya bağırıyorlardı. «Yanmıyorlar...» Fakat az sonra rüzgâr sa­kinleşti ve cesetler yandı.

Girolamo’nun ellerini bağlayan ip yanmış ve eller serbest kalmıştı. Uzaktan manzara halkı takdis ediyor gibiydi. Ceset­ler yanıp bittikten sonra Savonarola’nun talebeleri, din şehi­dinin ceset bakiyelerini toplamak istediler, fakat bekçiler bı­rakmadı. Yalnız küller götürülürken talebeler arabalara hü­cum ettler ve Savonarolarinın külünden ve yanmamış kalbin­den bir parçayı aldılar.

TÜRK PADİŞAHINA BİR MEKTUP

1498 senesinin 17 Eylülündeydi. Moro her taraftan ihanet görüyordu. Hele başkumandan tayin ettiği Bernardino’nun Mi­lano kalesini, müdafaa etmeden rüşvet alarak Fransızlara tes­lim ettiğini öğrendiği zaman bitkin haldeydi ve şöyle diyordu:

«Yudas—İsâ’ ya ihanet eden — tan bugüne kadar Beman- dino’dan daha alçak bir hain görülmemiştir.»

Gece geç saatti, gözüne uyku girmiyordu; kâtibini çağır­mış, Türk padişahına göndereceği gizli elçiye vereceği mektu­bu dikte ediyordu:

«Zât-ı haşmetânelerine karşı duyduğum dostane saygı ve sadakate istinaden ve kaybettiğini vatanımı Osmanlı tahtının haşmetli hükümdarının yardımıyla tekrar ele geçirebileceğime inanarak, üç ayrı yoldan üç elçi gönderiyorum. Bunların hiç olmazsa birisi mektubumu takdim edebilecektir.»

Moro, Padişaha Papa Altıncı Aleksandr’ın ahlâksızlıkların­dan şikâyet ediyordu. Kâtip kulaklarına inanamıyordu: «Papa mı?-> diye sordu.

«Evet,» dedi Moro, «çabuk yaz...»

Moro dikteye devam ediyordu:

«Zât-ı haşmetânelerince malûm olduğu veçhile doğuştan hilekâr ve ahlâksız olan papa, Fransız kralını Lombardiya aleyhine harbe teşvik etti. Bu haberi alınca dehşete düştük ve imparator Maksimiliyan’m nezdine giderek, zât-ı haşmetâ- nelerinden gelecek yardımı beklemeğe karar verdik. Herkes bana ihanet etti. En alçakçasını da başkumandanım Bernandi- no yaptı. Göğsümüzde büyüttüğümüz bir yılan olan ve lûtuf- larunıza garkettiğimiz bu köle, Yudas gibi bizi sattı.»

Bu söz ağzından çıkınca Moro, hatırladı ki Türk padişahı turistiyan değildir ve bu kelimeyi çıkarttı. Sonra padişahtan yardım niyaz ederek karadan ve denizden Venediğe saldırma­sını ve OsmanlIların en büyük düşmanı olan Venedik’i mah­vetmesini yalvardı. Sonra şunu ilâve etti:

«Zât-ı haşmetaneleri emin olsunlar ki bu seferinizde ve bütün seferlerinizde malik olduğum her şey emrinizdedir ve Avrupada en sadık ve en kuvvetli müttefikiniz ben olacağım.»

Bu cümleleri dikte ettikten sonra kâtip, Moro’nun yere çök­tüğünü ve hıçkıra hıçkıra ağladığını gördü. Moro :

«Niçin, niçin» diyordu. «Tanrım, senin adaletin nerede?»

Kâtibine döndü: «Vicdanen söyle» dedi. «Bu hareketim doğru mu, yanlış mı?»

Kâtip: «Yâni büyük Türke mektup yazışınız mı?» dedi.

Moro : «Evet», dedi. Kâtip :

— Tabiî, dedi. Canavarlar içinde yaşayan, onlarla uluma­sını bilmelidir. Fakat bendenize kalırsa bu mektubu gönder­mekte acele etmeseniz.

Moro: «Katiyyen» dedi. Ben kâfi derecede bekledim. On­lara göstereceğim ki bir Milâno prensini kirli çamaşır gibi atar mazlar. Büyük Türkten değil, şeytandan bile yardım istiye- bilirim...»

Kâtip: «Altes,» dedi, «Türklerin buraya girişi hıristiyan âlemi için beklenmiyen neticeler doğurmaz mı»

Moro: «Benim bunu düşünmediğimi mi sandın Mukaddes kiliseye bir zarar vereceğime, ölmeyi bin defa tercih ederim. Sen benim plânlarımı tam bilmiyorsun... Evvelâ düşmanları­mı yeneceğim, sonra da büyük Türk’ü mahvedeceğim ve Mu- hammed’in bu Allahsız kullarını helâk edip mukaddes mezar­ları onların hükmünden kurtaracağım.»

Kâtip şaşırmıştı. «Her halde Moro sayıklıyor» dedi.

O geco Moro, Leonardt/nun eseri olan bir Meryem tablosu karşısında —ki Sesiliya’ya benziyordu—, Türk padişahının yar­dımını temin etmesi için sabaha kadar dua etti.

xvııı

LEONARDO YİNE TAYYARE PEŞİNDE

Bu sırada Leonardo yinş tayyare yapmakla meşguldü. Bir âabah, daha ortalık ağarmadan plânlarının ve hesaplarının ba­şındaydı. Bu defa hazırladığı model, bir yarasaya değil, kırlan­gıca benziyordu. Borularla meydana getirdiği iske.et, kadife ve yüzme derisiyle gerilmişti. Kanatların birisi hazırdı ve yer­den tavana kadar uzuyordu. Bu defa Leonardo kuşların vücu­duna çok yakın bir makine yaratmak istiyordu. Uçmayı mi- hanik kanunlarıyla halledebileceğine inanıyordu. O zaman için bilinmesi kabil olan her şeyi biliyordu. Fakat içinde o his vardı ki uçmak için henüz mihanik kanunlarıyla çözülemiyen bir gır blmalıydı.

Talebesi Aströ, kanadın yaylarını yapmakla meşguldü. Ve hocasına:

Ne derseniz deyiniz, bu işi bitirmeden gitmem...» diyordu. «Şimdi bana kanat modellerini verin...»

Lfeonardo: «Bekle biraz» dedi. «Daha onu düşünmem lâ­zım...» ve ilâve etti: «Bizim tayyaremizin kuyruğu dümen va­zifesini görecektir. En küçük bir hata yaparsak bütün emekle­rimiz boşa gider...#

Talebesi sabırsızlanıyordu:                                     ,

«Hocam» dedi. «Sizin hesaplarınız yine bu makineyle uçül- maz hükmüne varacaksa, ben yine uçacağım. Mekanik kanun­larımıza rağmen uçacağım. Evet, ben artık beklemiyeceğim, sabrım sonuna geldi.» Sonra: «Üstadım», dedi, «bana açık söy­leyin, uçacak mıyız, uçmıyacak mıyız?»

Leonardo, talebesinin yüzündeki bu ümidi kırmak isteme­di. «Tecrübelerimiz tamamlanmadan» dfedi, «bunü kat’î söy­leyemem ama düşünüyorum ki uçacağız.»

«Bu bana yeter» dfedi talebesi. «Siz hiadem ki uçacağız di­yorsunuz, o halde uçacağız...»                                                                           .

Genç talebe sevincinden bir asabi kahkâhâ âttı. Sonra ken­dirli toplayarak:

«Affedin üstadım» dedi, «Fransızlar, Milânolular, Moro birbirleriyle boğuşurken büyük işler yaptıklarını zannediyor­lar. Ve hiç birisi burada bir harikanın hazırlanmakta oldu­ğundan haberdar değil. Bir düşün üstadım. Onlar, insanın ha­valarda uçtuğunu görünce nasıl şaşıracaklar! Bizi Tanrı sana­caklar. Ben belki şeytana benzeyeceğim, ama, siz kanatlarınız­la bir ilâh gibi görüneceksiniz. O zaman artık harp olmıyacak, kanunlara lüzum kalmıyacak. ne efendi, ne köle kalacak ve bu­gün tasavvur edemiyeceğimiz yeni bir zaman başlayacak. Mil­letler birleşecek ve kanatlarla melekler gibi uçacaklar »

Leonardo: «Zavallı çocuk > «Ne kadar inanıyor. Belki de aklını kaybedecek. Ona hakikati nasıl söyliyeyim?»

Bu sırada kapı çalındı ve içeriye dost bir rahip olan Pa- çiyoni girdi. Çok telâşlıydı: «Ah Leonardo», dedi. «Fransızlar sizin Kolos heykelinizi tahrip ediyorlar, çabuk reliniz»

Leonardo büyük bir sükûnetle: «Ne yapabiliriz?» dedi ve rahibin ısrarına dayanamıyarak yola çıktı.

Leonardo meyadana vardığında Sforça’larm heykelini ihti­va eden Kblos’un henüz el değmemiş halde olduğunu gördü. Bu sırada Fransız ve Alman neferleri n’şan alma yarışı yapı­yorlardı. Heykel bu atışlarla harap oluyor ve Leonardo’nun hayatından1 on altı senesini almış olan o eser ki, Fidiya’dan beri yapılmış eserlerin en güzeliydi, param parça oluyordu.

Birdenbire meydanda Fransız Mareşali Trivulziyo göründü ve askerlere dönerek: «Leonardo’nun muhteşem eseri Gaskon- ya serserilerinin nişangâhı mı olacak?» dedi.

Mareşal kalıcını çekmiş, askerin üzerine yürümek üzerey­di, fakat bileğini birden bire Leonardo’nun kuvvetli' eli tuttu.

«Sen kimsin?» diye sordu mareşal.

kcLeonardo da Vinçi» dedi sanatkâr.

Leonardo: «Mösyö», dedi, «öfkelenme ve onları affet»

Mareşal hayertle:

«Ne garip adamsın» dedi. «Onlar ne yaptıklarını bilmi­yorlar...»

Mareşal sakinleşti:

«Mösyö Leonardo» dedi. «Anlamadığım bir şey var. Bu tahribin karşısında neye böyle sakin durdun, neye beni ha­berdar etmedin? Bu eserini korumak için yüzlerce adamımı kurban edebilirdim...»

Leonardo evine dönerken, Moro sarayı için yaptığı kuğu­lar heykeline, Fransız neferlerinin atış yaptığını gördü...

LEONARDO VE FRANSIZ KRALI

Fransız Kralı On ikinci Lui Milano’yu işgal etmişti. Onu karşılayanlar arasında Papanın oğlu Sezara Borjia da bulu­nuyordu.

Bir sabah Leonarda’ya, Fransız kralının kendisini kabul edeceğini söylediler. Aşinası olduğu Roşetta salonuna girdiğin­de kral, Milâno senatörlerini kabul ediyordu. Sanatkâr müstak­bel âm.ri kralın yüzünü tetkik ediyordu.

Bu yüz hiç de haşmet ifade etmezdi. Zebun, zayıf bir vü­cut, dar omuzlar, içine çökük bir göğüs, muztarip, fakat ıztı- rapla asilleşmemiş basık bir yüz ve çirkin kırışıklıklar görü­nüyordu. Tahtın üst basamağında yirmi yaşlarında sade elbi­seli bir adam duruyordu. Uzun sarı saçları, hafif sakalı, solgun .yüzü, koyu mavi, zeki, dostane gözleri vardı.

Leonardo yanındakine: «Bu kimdir?» dedi.

O, «Sezaro Borjia» dedi, «Valantinua kontu»

Leonardo Sezar’ın rezaletlerini işitmişti. O, kardeşi Cio- -vanni Borjia’yı öldürtmüştü. Çünkü kendisinden büyük kar­deş istemiyordu. Bu iki biraderin bir rezaleti de öz hemşireleri Lükresia ile cinsî temasları idi.

Leonardo Sezar’ın masum gözlerine bakarak:

*Bu mümkün değil» dedi. Sezaro kendisine yönelen bu ba­kışları farketmiş olacak, yanındaki zata onun kim olduğunu sordu. Bu sırada Leonardo kendi kendine: «Evet» diyordu, «Mümkündür .Hattâ çok daha kötü şeyler yapabilir.»

Sezare, krala olmaz dalkavukluklar yapıyordu. Kalabalı­ğın içinden birisi: «Papanın oğlu» dedi, «bir uşağ'n hzmetinî mükemmel görüyor. Onun ahırını bile süpürmeğe hazır»

Leonardo Sezar’m bu riyakârlıklarını görüyordu. Onda bir vahşi hayvanın hilekâr okşayışını buluyordu.

Paçioli, kenarda durmayı tercih eden Leonardo’nun elinden tutup, onu krala takdim etti. Kral, «akşam yemeği» tablosun­dan bahis açtı. Blhassa havarileri övdü ve en ziyade tavanın perspektiv’ine hayranlık gösterdi. Bu sırada bir uşak, krala ka­rısından bir mektup getirdi. Bu, bir doğum haberiydi. Çocuk şerefine bir şeyler içmek için herkesi bitişik salona davet et­ti. Paçiyoli ise sanatkârın elinden tutmuş, onu krala yaklaştır­maya uğraşıyordu.

«Hayır», dedi Leonardo, «ben kendimi bir defa daha ha- tırlatamam. Majestenin bugün benim için vakti yok,»

Ve salonu terketti.

Yolda arkasından gelen kâtip sarayın, kendisine başmimar- lığını teklif ettiğini bildirdi. Eve yaklaştığı zaman talebesi As- tro’nun uçma tecrübesinde düştüğünü haber aldı.

Leonardo bu felâketi çoktan bekliyordu. Bereket versin tayyarenin kanatlarından biri bir ağaca takılmıştı. Leonardo yaralıyı kucağına aldı. Yatağa yatırdı. Hasta kendine gelince:

«Affet üstadım» dedi.

YENİ TABİAT KANUNLARI BULUYOR

Leonardo tayyare kanadını tekemmül ettirmek için rüzgâr hareketlerinin mekaniğini araştırmağa dalmıştı. Bu hususta ilk notları şunlardır:

«Aynı büyüklükte iki taşı sakin duran bir suya atarsek halkalar teşekkül eder. Bu halkalar başka bir merkezden gelen halkalara rastladığı zaman, kesişirler mi, yoksa aynı açı altın­da geri mi dönerler? Ben yaptığım bir tecrübeye dayanarak şü cevabı veririm: «Halkalar birbirine karışmadan ve blrbirleriy- le birleşmeden kesişirler, fakat suya atılmış taşlar, merkez noktalar olarak kalır»

Bu çalışmalarla saatler geçmiş, akşam olmuştu. Hafif bir yemekten sonra yazmağa devam ediyor: —ki büyük bir keşfi müjdelemektedir—:

«Rüzgârın bir buğday tarlasında meydana getirdiği dalga­lanmağa bakmak kâf.dir. Dalgalar hareket eder, halbuki ba­şaklar hafifçe eğilmekle beraber yerlerinde sabit kalırlar. Sa­kin bir suda dalgalar da işte böyle seyreder. Bir taşın suda meydana getirdiği hareketi, titreşmeyle adlandırmak daha doğrudur. Bunu isbat etmek için, sudaki halkalar üstüne bir saman çöpü atmak kâfidir. Çöp sallanır, fakat yerinde kalır.»

Bu saman çöpü tecrübesi on  şes dalgalarının mekaniğini hatırlatmıştı. Şunları yazdı: «Bir çana vurulduğu zaman civar­da bulunan ikinci bir çan da hafif bir ses verir. Bir keman te­line dokunulduğu zaman civarda bulunan kemanın tekabül eden tel i ses verir. Bu ikinci tel üstüne bir saman çöpü kondu­ğunda, çöpün titrediği görülür»

Birdenb’re ruhunda bir şimşek çakar ve şu müthiş haki­kati yazar: «Her ikisinde hükmeden, aynı mekanik kanundur. Taşın suda meydana getirdiği dalgalar gibi havada da ses dal­gaları yayılır ve birbiriyle birleşmeden çaprazlaşır ve sesin teşekkül ettiği nokta merkez noktası olarak sabit kalır. Ya ışık Bir yankı nasıl bir sesin inikâsı ise bir aynadaki hayal de sesin bir inikâsından ibarettir. Şu halde enerjinin bütün tezahûrlerine aynı mekanik kanun hükmeder. Giriş açısı çıkış açısına eşittir. Ey bütün harekette olanları ilk harekete getir­miş olan, senin iraden ve senin hakkaniyetin her yerde aynı kanunla beliriyor»

Yüzü sararmıştı, gözleri yanıyordu. Hissediyordu ki ken­dinden önce hiç bir insanın göremediği mesafelere bakıyordu. Biliyordu ki bu keşfi, Arşimed’den bu yana mekaniğe dair en büyük keşifti.

Leonardo iki ay önce Vasko dö Gama’nın Ümit burnu yo­luyla Hindistana bir deniz yolu keşfettiğini öğrenmiş ve ona gıpta etmişti. Ama şimdi Kristof Kolomb’dan, Vasgo dö Ga- ma’dan daha mühim bir keşif yaptığına inanabilirdi. Çünkü yeni bir göğün ve yeni bir yerin esrarlı derinliklerine baka- bilmişti.

Yanı başında tayyareden düşüp yarlanmış yatan talebesine baktı, Sonra Fransız askerlerinin harap ettikleri Kolos’u ve '«Akşam yemeği» tabloşjmu düşündü ve şöyle dedi:

— Acaba bu keşfim de bütün eserlerim gibi nam ve nişan bırakmadan mahvolacak mı? Kimse benim sesimi duymıyacak mı ve uçuş hakkındaki hülyalarımla birlikte diri diri gömül­müş gibi ebedî bir inzivada mı kalacağım?»

Sonra şunları yazdı:

«Ne olursa olsun. Karanlık, sükût ve unutulma... Varsın kimse farkında olmasın, ben biliyorum ya...»

O zaman içinde öyle bir kuvvet hissetti ki, sanki yıllardır aradığı kanadı bulmuş ve onunla uçuyordu. Artık bodrum ka­tında oturamazdı. Açık havayı ve mesafeleri özledi.

LEONARDO VE BAŞKA DÜNYALAR

Lonardo 1500 yıllarına doğru yıldızlar üzerine bir kitap yazıyordu. İlkbahar rüzgârlarının esmeye başladığı ve ha­vanın henüz soğuk olduğu mart sabahlarında erkenden kak kar taraçaya »çıkar yıldızların ve ayın resmini yapardı. Diğer günler bun'.ann yerlerini değiştirip değiştirmediğini araştırır­dı. Bir gün öğrencilerinden birisi ona bir papazdan dinlediğini anlatmıştı:

(Tanrı yıdızlan pirlanta küreler halinde yerleştirmiştir. Bu pırlantalar dönerken yıldızlan sürüklemekte ve böylece bir feza müziği meydana gelmektedir)

Leonardo öğrencisine dedi ki: (Sürtünme kanunlarına gö­re binlerce yıldanberi dönen yıldızların çoktan mahvolması lâ zun» Eline bir küçük kâğıt alarak iğneyle bir delik açtı ve bu delikten çocuğu yıldızlara baktırdı, yıldızlar küçük yuvarlak aydınlık noktalar halinde görünüyorlardı. (Bu noktacıklar dev büyüklüğündedir. Bunların çoğu küremizden binlerce de. fa büyüktür. însan zekâsının bulduğu mekanik kanunları bi­zim dünyamızda olduğu gibi bütün dünyalara hâkimdir.. Bi­zim küremiz başka yıldızlardan bakıldığı zaman aynen par lak bir toz tanesi gibi görünür) dedi. Çocuk başım kaldırıp göğe bakarak (bu yıldızların ardında ne var?) dedi. Leonardo: (Başka dünyalar ve başka yıldızlar). dedi.

Ya onların ardında?

Yine başka dünyalar.

Ya, en, uzakta en sonda?

Hiçbir son yoktur.

Çocuğun sesi titriyordu. (Hiçbir son yok hâ) öyleyse Cennet nerede? Melekler nerede? Tann, kutsal ruh nerede?

Leonardo Tanrının Herşeyde bulunduğunu söylemek fa. tedi ama söylemedi. Çocuğun masum inanışını boansak iste, mlyordu.

LEONARDO VE BİTKİLER ALEMİ

Ağaçları  çiçek açtığı mevsimde Leonardo bahçeye çıkar, bitkilerin uyanışını seyrederdi. Bazan da bir insan portresi yapar gibi dikkatle bir bitkinin veya bir çiçeğin resmini yapar dı. Birgün yanında bulunan Franceskoya bir ağacın gövdesin deki halkalardan yaşının nasıl hesaplanabileceğini, hattâ halkaların genişliğine göre o yılın nıtübet derecesinin nasıl tâyin edilebileceğini ve dalların ne tarafta bittiğini anlamanın kabil olduğunu anlatmıştı. Kuzeye yönelen halkalar daha ge­niştirler, orta nokta güney yönüne yakındır ilkbaharda kö­kün derisi ile kabuğu arasında biriken usaren n kabuğu geniş lettiğini ve kırışıklıklar yaptığını anlattı. Bir dal kesilse veya kabuk zedelense besleyici usare o yaralı noktaya akın eder, öyleki şifa bulan bir yaranım üstünde kabuk kâlın’.aşır. Usa­re akını o kadar kuvvetlidir ki yaralı yerin civarında kayna­yan sudaki gibî kabarcıklar ve düğümler meydana gelir. Leon­ardo öğrencisine ilmi bir vuzuhla tabiat olaylarını anlatıyor­du. Bitkilerin, bahar hayatının nârin inceciklerini öyle vukuf­la anlatıyordu ki (Kökle dal arasında teşekkül eden açı da. İm inceliği ve gençliği nisbetinde dardır.) Sonra çamların iy_ nelerMn muntazam billur! şekil almasının kanunlarını söy­lüyor, bunların matematik izahlarını yapıyordu. Bu izahlarda ihtirassız ve serîn kanlılıkla konuşuyordu işe de yine bütün canlılara karşı duyduğu sevgiyi gizliyemlyordu. Bâzan sık bir orman içinde birdenbire durur, geçen yılın solgun dallarından yeşil bir tomurcuğun sürdüğünü veya kış uykusundan yeni uyanını c n- r-.nrnn yorgun haliyle henüz açmamış kar çiçek lerinin içine’ girmeye _ uğraştığını seyrederdi. Güneş henüz yan çıplak dallardan sızıp Leonardonun san saçlarım, uzun sakalını, sık kaşlarına aydınlatır ve başını patlakbir çizgiyle çevrelerdi. Yüzü sakin ve güzeldi. Leonardo bu haliyle çimen lerin büyümesini, su altı pinarlannin mırıltısını ve hayatın esrarlı kuvvetlerinin uyanışını dinleyen bir tanrıya benzerdi. Onca her yıl hayat doluydu. Kâinat bir büyük vücut ve in­san vücudu bir küçük kâinattır. Bir çiğ damlasında dünyayı kucaklayan su tabakasının eşini görürdü. Tersso kanalının barajında çağlıyanlann ve kasırgaların kanunlarını araştırır, bunları kadın saçındaki dalgalara benzetirdi. Yanmdakine : (Bak) dedi (Saçlar da iki yön gösterir. Bir yüz yön bir de dal galan meydana getiren ters yön. İşte suyun hareketleri de böyledir. Bir kısım su aşağı düşmeye çabalar, diğer bir kısmı saç dalgalan gibi kasırgalar meydana getirir.»

Gökkuşağının usul tarzını inçelerken aynı renk farkları nın kuş tüylerinde, sak'n suda, çüriyen ağaç köklerinde, pır­lantada ve bulanık damlar da meydana geldiğine dikkat eL mistir. Şanki tabiat buz bulurlarında bitkinin hayatım ha­yal etmiştir.

Bazan yeni bir idrak dünyasının asırlarca sonra mümkün olacak derecede yaklaştığını hissederdi. Bir beze sürtülen keh ribardan meydana gelen miknatisiyeti incelerken şunları ya­zıyor:

(Bütün bu belirtileri insan zekasının nasıl izah edeceğini bilmiyorum. Yalnız inanıyorum ki nıiknatisiyet insanların henüz bilmediği kuvvetlerden birisidir). Cihan henüz hiç de nenmemiş sonsuz insanlarla doludur.

xxıı

LEONARDO VE RESİM SANATI

Leonardo birgün şair Prestieariyi ziyarete gitmişti. Ak­şam yemeğinde şiir mi yüksek, resim mi? diye bir tartışma başlamıştı. Şair, şiirlerini beğenmedi diye Leonardo’ya çıkışı yordu. Leonardo, yan şaka, (Resim sanatı) dedi (Şu sebepten şiirin üstündedir ki resim insan fikirlerini değil üâhi eserleri tasvir eder. Şairler ise insan fikirleriyle yetinirler, yeni bir şey ortaya koymazlar. Onlan çalınmış şeyler satıcısı diye va­sıflandırmak kabil» karşısındakinin itirazı üzerine:

(Göz, insana kulaktan daha kâmü bir intiba verir. Gö. rülmüş şeye işitilmiş şeyden fazla güvenilebilir. Onun için sessiz bir şiir olan resim sanatı, kör bir resim olan şiirden müs bet ilimlere daha yakındır. Sözlerle tarif münferit tablolar verir, halbuki bir resimde bütün manzaralar hep birlikte be lirir ve bir akordun sesleri gibi kaynaşarak bir bütün möyda na getirir. Onun için resimde ve müzikte şiirden daha fazla ahenk yaratmak mümkündür. En yüksek ahengin bulunma dığı yerde en yüksek güzellikte yoktur. Meselâ bir âşığa so­runuz, sevdiğinin bir resmini mi, yoksa yazılı bir tavsifini mi i-ispo ıno-104 )

Bu benzetmeye herkes gülmüştü. Leonardo devam etti- (Bir Floransak delikanlıya benim bir tablomdaki kadın yüzü o kadar hoş görünmüş ki tablomu satm almış, sevdiği yüzü rahatça öpebilmek için onun bir âziz resmi olduğuna delalet eden bütün teferruatı kazımış fakat sonra vicdanı aşkına ga lebe çalmış ve resmi evden çıkararak rahata kavuşmuş. Siz şair beyler, bir kadının güzelliğini bu kadar ihtiras uyandıra cak derecede tasvir etmeyi bir deneyin bakayım! Ama ben bu nu kendim için söylemiyorum mükemmeliyete ulaşmış bir ressam için söylüyorum. Böyle bir sanatçı görmek kuvvettir sa yesinde insanlık seviyesini aşmıştır. İster semavi güzellikler, isterse korkunç şeyler resmetsin, artık bir tanrı gibi herşeye hükmeder)

Muhataplarında  biri, eserlerini toplayıp bastırmadığı i_ çin, Leonardo’ya serzenişte bulundu. Ama Leonardo hayatta iken eser neşretmemek hususundaki kararına sadık kaldığı ve hiçbir satın hayatında basılmadı. Bereket versin notlan m öyle yazmıştı ki sanki okuyucuyla sohbet ediyordu. Notla. rmı-n bir yerinde yazılarındaki intizamsızlık ve tekrardan dolayı özür diliyor ve şöyle diyor:

(Okuyucu, bunlardan dolayı beni tahkir etme, yazacağım şeyler sonsuz vö hafizam daha evvel ne yazdığımı zaptede cek kadar kuvvetli değil)

Bir defasında insan zekâsının gelişmesini göstermek için bir sürü küçük küb’ler resmetmiştir. Birinci küb düşerken İkincisini yuvarlıyor, İkincisi üçüncüsünü ve böyle gidiyor.

Gece herkesin henüz uyuduğu bir saatte vakitsiz uyan mış birisi gibiydi. Muhiti içinde münzevi, notlarım gizli ya­zıyla uzak bir istikbalde go'ecekler için yazıyordu.

Leonardo birgün öğrencileriyle’ birlikte bir mağarayı ge ziyordu. Dik ve karanlık bir yeraltı yolundan kuyu gibi bir yere girmişlerdi. Yol gittikçe daralıyordu. İkiyüz adım inmiş lerdi, fakat yol devam ediyordu. Leonardo elindeki kazmayı duvarlara vuruyor, çıkan sesi dinliyor, toprak tabakalarını inceliyordu. Yanındaki küçük Françeskoya: (Korkuyor mu­sun oğlum» dedi.

— Hayır, sizin yanınızda olduğum zaman hiçbir şeyden korkmıyorum, Çocuk biraz durakladıktan sonra:

— Bizi terkediyormuşsunuz, Sayın Leonardo.

— Evet, Françesko

— Nereye gideceksiniz?

— Romanyola’ya oranın kontu Şezare’nin hizmetine gi- reoem

— Orası çok uzak mı?

— Bir iki gün’ük yo]

— Bir kec EÜn’ü yol ha?

— öyleyse birbirimizi hiç göremiyeceğiz.

— Neden, fırsat bulduğum zaman sizi ziyaret ederim

Çocuk bir an durakladı. Sonra ko’lanm hocasının boy­nuna geçirerek kulağına (Bay Leonardo) dedi (Bani de, gö türün, beni de

— Olmaz, ortalıkta harp var

__  varsın olsun, dedim ya, yarımızda olduğum zaman hiç bir şeyden korkmiyorum. Bakın, şu bulunduğumuz yer ne köıfcı,nç. Bundan daha korkunç yerlerde de korkmıyacağım Sizin hizmetçiniz olmak istiyorum. Elbiselerinizi temizlerim, odanızı süpürürüm, atlarınıza yem veririm, hele fosil de top­larım. Emrettiğiniz herşeyi yapanın. Beni bırakmayın bor­da.

— Baban ne der acaba, seni bırakır mı?

— Bırakıncaya kadar yalvarırım.

— O zaten iyi adamdır. Hele ağlarsam hiç birşeyi retet mez. Nihayet izin vermezse kaçarım. Haydi evet deyin

— Hayır Françesko, biiirimki babam bırakamazsın. O zavallı bir ihtiyardır. Ona karşı şevkatım var.

— Evet ama, size karşı da var.

— Ben küçüğüm ama, herşeyi biliyorum. Halam sizin bü yücü olduğunuzu söyler. öğretmenJımiz de öyle. Onlar sfr*» yanınızda ruhumun temizliğini kaybedeceğini söylerler. Bir gün öğretmen sizin aleyhinizde söze başlamıştı. Opaöyle sert bir cevap verdim ki az kalsın pestilimi çıkarıyordu. Herkes sizden korkuyor. Ama ben korkmuyorum. Çünkü siz herkes ten iyisiniz. Ben sizin yanınızda kalmak istiyorum. Beni niçin yanınıza almadığınızı an'ıyorum. Çünkü beni sevmiyorsunuz. Halbuki ben...

Çocuk hiçkıra hıçkıra ağlamaya başlamıştı.

— Bırak ağlamayı. Büyüdüğün zaman, seni öğrenci ola rak yanıma alırım, o zaman hiç ayrılmayız.

Çocuk, göz’erni üstada dikmişti, kipliklerinde hâlâ yaş lar parıldıyordu.

—Doğrumu? Beni istiyorsunuz demek, yoksa teselli mi ediyorsunuz? Belıki sonra unutursunuz.

— Havır Françesko, sana vaad ediyorum.

—Vaad ediyormusunuz, ne zaman alacaksınız?

— Sekiz dokuz sene sonra, onbeş yaşma girdiğinde. parmak1 arıyla dokuzu, savdı.

—Ondan sonra hiç avnlmyacak mıyız?

— Hayır, ö’ünceve kadar.

— Eğer bu kat’î ise nekâlâ.

Françesko saadetle güldü ve kediler gibi yüzünü Leonar­do’nun yanağına sürdü.

LEONARDO VE BORJİYALAR

1502 yılının 18 Ağustosunda Romanyola koptu Sezare Börjiya. Leonardo için şu tavsiye mektubunu yazmıştı:

(Biz, Allahın inayetiyle, Romanyola Kontu, Ajndier pren M» ve mukaddes Roma külsesinin başkumandanı Sezare Borji ya, Bütün valilerimize, kumandanlarımıza ve tebamıza emre deriz ki: Bu mektubumuzu gösteren başmimar ve mühendi simiz, meşhur ve sevgili Leonardo’muza ve yanındakilere is tedikleri yere girmeleri, arzu ettikleri her şeyi, kalelerimizi, saraylarımızı, görmeleri temin edilsin. Ona her türlü yardım yapılsın. Biz Leonardoya Devletimizin bütün kalelerini, sa raylarını gezip dolaşmak hakkım veriyoruz ve bütün mühen dişlerimizi onun emrine veriyoruz)

Sezare her nevi hilelere baş vurarak toprağını geniş­letiyor yeni kaleler zaptediyordu. Leonardo, zaptedilen şehir terde azametli binalar, saraylar, okullar, kütüphaneler yapı­yordu. Adriyatik kıyılarında en güzel limanı da o inşa etmiş ve bir kanalla Sezena’ya bağlamıştır.

9 Haziran 1502 de Roma civarında Tiber nehrinde fayen. za, hükümdarının ve kardeşinin cesetleri bulunmuştur. Bun­lar iple bozulmuşlar ve boyunlarında taşla nehire atmışlar­dı. Çok güzel olan cesetlerde zorlama izlerine rastlanmıştı. Bu cnayeti işleyen Sezare idi. Dikkate lâyıktırkı Leonardo nun hatıralarında buna ait en ufak bir pot yoktu. O, bu sara­da notlarına fizik kanunları yazmakta idi.

XXV

LEONARDO, MAKVEYELLE KARŞI KARŞIYA

Leonardo bir yolculuğunda Romaknada bir hana inmiş­ti. Han odasının duvarlarında kireçler sökülmüştü. Her taraf is ve kir içindeydi. Avluya sucuklar asılmıştı. Uzun bir masa, da bir mum işiğında kadın, erkek yolcular oturmuş yiyip, içi yor sohbet ediyorlardı. Leonardo bir kenara oturmuş, yanı başındaki masada tanımadığı, ince sesli bir adamın konuşma sim dinliyordu. Adam şunları söylüyordu:

(Ben bunu size eski ve yeni tarihten matematik bir kesin likle isbat edebilirim. Meselâ harp sanatını bilmek sayesinde ün almış olan devletleri; Romayı, İspartayı, .Atinayı düşünü nüz. Bütün fatihler kendi milletlerinden ordular kurmuş lardı. Minas, Asurilerden Kiras, tranlılardan İskender, Make­donyalIlardan. Şu da varki Anibal ve Pirus aylıklı asker kul. lanmışlardı. Ama bu, kumandanların yabancı askerlere' bir milli ordunun cesaret ve iddiasını karşılamaları sayesinde olmuştur. Bütün harp üimlerinin temeli şu kaidedir: Bir or­dunun taaruz kuvveti, piyadesi sayesindedir. Süvari ve ateşli silâhlar gibi yeni zamanların şeytanca buluşlarında değil)

Masada bulunan mızraklı süvari kumandam itiraz edi yordu:

Bay Makyavel, pek üeri gidiyorsunuz. Ateşli silâhlar, her gün daha fazla önem kazanıyor. Bugünkü ordular eski ordu lardan daha iyi süâhlara sahiptir. Meselâ bir tabur Fransız süvarisi veya otuz toplu bir topçu kitası, bir tümen Roma pi yadesini perişan edebilir. )

Makyavel, bunlar sofism dedi. Sizin gözleriniz Tumanı­mızın meşhur kumandanlarım da hataya sevk eden fikirler dir. Hele bekleyin. Birgün gefecek şimal barbarlan İtalyan­ların gözünü açacak. O zaman aylıklı ordunun biçareliğini anlayacaksınız. Ve süvari ve topçunun işe yaramadığım an lıyacaksmız. Fakat iş işten geçecek. Nasıl unutuyorsunuz ki vaktiyle Lukullus bir avuç piyade üe Tigronos’un 150000 bin süvarisini perişan etmiştir.)

Leonardo köşesinde bu sözleri heyacanla takip ediyor du.

Makyavel koyu kırmızı, uzun bir elbise giymişti, fakat elbisesi eskimişti, kollan parlıyordu. Sert yakasından taşan iç çamaşırları kirli idi. Büyük kemikli elleri mürekkep leke­si içinde idi. Orta parmağında çok yazı yazanlarda olşn na­sır vardı. Dışgörünüşu hiçde tesir yapacak halde değildi. Kırk yaşlarında yok. İnce uzun, yüzü canlı ve keskin çizgi­li idi. Bir ördek gagası gibi görünen uzun burnunu konuşur kep hazan yukan kaldırır, küçük başını geriye atar, gözlerini küçültür, alt dudağını ileri çıkarırdı. Uzaklara baktığı za. man keskin bakışlı bir vahşi kuşu andırırdı. Sukutsuz har? ketleri yanaklarındaki ateşli kızıllık, bilhassa iri kül rengi nafiz gözleri derimi bir ateş ifşa ederdi. Bu gözler, fena gö­rünmek isterlerdi. Fakat bazan soğuk bir acılık ve yıkıcı bir istihzanın yanında mahcubiyet ve elem ifade ederlerdi.

Makyavel piyadenin harpteki kıymeti hakkmdaki fikir­lerini söylemeye devam ediyordu. Leonardo onun sözlerin­deki doğru ve yanlışın acayip imtizacını hayretle takip edi­yordu. O ateşi silâhların yetersizliğini anlatmak için büyük çapta toplan hedefe tevcih etmenin zorluğunu anlatıyordu. «Mermiler ya hedefe varmaz» diyordu «veya onu aşar.»

Leonardo o devir toplarının kifayetsizliğini kendi tec rübeleriyle bilirdi. Makyavel kalelerin de bir devleti koruya. rmyacağını anlatmak için Romalıların kale' yapmadıklarını ve îspartahlann cesareti bir kale gibi kuE anmak için, kale inşa etmediklerini anlattı. Nitekim Atina surunun duvar­larında yazıl; şu cümleyi hatırlattı (şehir sadece kadiri arla meskûn olsaydı bu surlar ne kadar faydalı olurdu!.)

Leonardo ertesi gün yoluna devam etmek istedi. Fakat hava o kadar fena idi ki bir gün daha kalmağa mecbur o£du. Yapacak iş bulamayınca hanın mutfağına gitti kendine dö­nen bir kızrtma şişi yaptı:

Büyük bir tekerlek ve mail kürekleri bacanın sıcak ha­vası tesiriyle dönüyor ve şişi harekete geçiriyordu. Ve bu şişi kullana  aşçı etin yanacağından hiç korkmamalı diyordu. Çünkü hararet fazla gelirse şiş hızlı dönecek az gelirse yavaş- hyacaktı. Bu şişe tayyare makinasma verdiği ehemmiyeti ver mişti.

Bu esnada bitişik odada Makyavel Fransız süvan zabit lerine güya kendisinin icat ettiği zar oyununda daima ka sanma usulünü anlatıyordu. Fakat denendiği zaman kaybe diyordu. Yine de her defasmda hesaplarında bir hata olması ihtimalini ileri sürüyordu.

Hana akşama doğru birçok sandıklan, va'izleri, hizmet­çileri, uşakları, cüceleri, soytanlariyle Venedikli fahişe Lena inmişti1. Lena iki sene önce aynı yolda olanların usulüne uya rak işten el çekmişti ve tövbekâr Madonna haline gelmiş ve bîr manastıra çekilmişti. Orada fahişelerin tarifesi, Venedik fahişelerinin hususiyetleri ve fiatlan ve meyancılann isimle rini havi notlan yazıyordu.

Lena’nm kariyeri süratle ilerlemiştir. Bütün yüksek fa­hişeler gibi Venedikli sokak orospusu, kendisine bir asalet ismi edinmiş ve gûya Milano prensi kardinal Sfprça’nın ni­kâhsız kw olmuştu. Aynı zamanda bunamış fakat hudutsuz servetlere sahip bir kardinalin, de İlk metresi olmuştu.

Şimdi Venedik'ten Fano ya gidiyordu. Orada kardinal kendisini Borjialann sarayında bekliyecekti.

Han sahibi dara düşmüştü. Bir kardinalin metresi olan böyle bir asil kadına (oda yok) diyemezdi. Fakat boş odada kalmamıştı. Nihayet birkaç tüccarı ahıra naklederek asil fahişeye oda temin etti. Maiyetine yer hazırlamak için Fransız zabitleriyle Makyavel’ide ahıra nakletmek istedi. Fa kat Makyavel öfkelendi. Ama hancının karısı cadalozdu. Der hal Makyave'.’den geçmiş günlerin parasını istedi. Makyavel sükûta dalmıştı. Bir taraftan eşyaları ahıra taşınıyordu. Leo nardo tatlı bir tebessümle Makyavel’e ("ûtfedin benim odama taşınırsanız bana büyük bir şeref vereceksiniz) dedi.

Makyavel teşekkürle kabul etti. Leonardo Makyavel’in yüzüne baktıkça onu daha entresan buluyordu.

O sırada Makyavel Floransa Cumhuriyeti Ayanının kâ­tibi idi. îkisi konuşmağa devam ediyorlardı. Makyavel (Mös­yö Leonardo»' dedi (tabii ben de sizin büyük bir ressam oldu ğunuzu duydun!. Ama. itiraf ederem İti ben resim den bir şey anlamam. Ama işittim ki siz aynı zamanda harp ilimlerinde mahirmişsiniz. Bu mevzu çok ehemmiyetlidir. Çünkü MiL letlerin büyüklükleri askerî itibarlarına bağlıdır. Ben bunu monarşi ve Cumhuriyet adlı kitapta ispata çalıştım Becx o kitapta devletlerin yaşama, büyüme, ve düşünmesine hükme den tabii kanunları müspet ilim kanunları gibi tesbite çalış­tım) Sonra bir dakika durdu (af edin mösyö) dedi. (Belki beni resim nasıl ilgilendirmiyorsa slzide politika hiç çekmi- yordur. (Hayır) dedi Leonardo (bilakis, bilhassa sizin fikir_ leriniz kalabalığın düşüncelerinden o kadar ayrı ki zevkle din liyorum.)

Makyavel (Akıllı insanlarla politikadan konuşmak benim için ekmek, su gibi bir ihtiyaçtır. Ama felâket şu ki, akıllı »damı nerede bulacaksın? Bi im asıl beylerimiz yün ve ipek fiatlanndan gayn bir şeyle alakâdar değiller. Tabiat beni kazanç veya gayp yün veya ipek konusunda düşünmek için yaratmamış • ben ya susmalıyım yahut politikadan konuş, malıyım.)

Leonardo bu mevzu İle ilgilendi: Size göre dedi politi­ka matematiğe dayanan tabiat ilimleri gibi bir müsbet ilim olmalı ha! «Tabii» dedi Makyavel ve yumulu gözleriyle u. zafclara baktı (belki bu kanunları ben tam olarak tedvine mu vaffak olamayacağım ama, İnsanlara şimdiye kadar kimsesin söylemediği, bazi insani şeyleri söylemek istiyorum. Eflâtun (Cumhuriyet) inde, Aristo (Politika) da Ogüstin İlâhi bel­de» sinde her milletin hayatına hakim olan ve insan, idare sin'n, iyi ve kötünün, dışında hüküm süren, Tabiat kamın- lanm ihmal ettiler. Hepsi kendilerine iyi veya fena, asıl veya yabancı görünen şeyleri anlattılar ve hayli devlet şekillerin den bahsettiler. Ama ben devletlerin nasıl olması lâzım geldiğini değil, bifiü nasıl olduklarını anlatıyordu. Ben devletleri sevgi ve kin övme ve yerme dışında, müspet ilim yapar gibi araştırırım. Bilirim ki bu zor ve tehlikeli b‘r iştir. Çünkü insanlar hakikaten politikada olduğu kadar, hiç­bir yerden nefret etmezler. Ama, beni Grolamo gibi âteşte yaksalar bile hakikati söyliyeceğim.

Leonardo Makyavo'.’m yüzündeki hafiflik ile karışık kehâneti çocukca cesareti, garip gözlerinde hayretle takib ediyordu. (Mösyö) dedi (eğer siz bu kanunları bulabilirseniz keşifleriniz Oklit’in hendesesi, Arşimet’in mekaniği kadar kıymetli olacaktır.

İkisi uzun zaman konuştular. Leonardo mevzuu tekrar süvari ve ateşli silâhların önemine getirdi. Makyavel (harp sanatında üstatlarımız olan Romalılar ve îspartalılardır.) (barutu bilmiyorlardı) Leonardo (Fakat dedi tabiat ilimle rindeki ilerlemeler bize yeni şeyler getirmedim!?)

Makyavel (ben şu kanaatteyim ki) dedi (yeni devletler harp ve devlet meselelerinde eski modellerden şaşarlarsa yanlış yola giderler) Leonardo bu mevzuda tam bir taklit mümkün mü dedi. Niçin olmasın, insanlar, unsurlar, yer ve gök, güneş nizamlarını, seyirlerini değiştirdiler mi ı?

Makyavel devam etti (Düşünün) dedi (hangi yıldızların birleşmesi lâzım bizim bu'uşmamız için! Üç türlü insan var­dır. Birisi herşeyi kendisi görür ve anlar. İkincisi ancak baş kalarmin gösterdiğini görür. Üçüncüsü ne kendisi birşey görebilir, ne de başkasının gösterdiğini. Birincileri nadirdir. İkincileri orta seviyeli insanlardır. Üçüncüleri ise hiçbir İşe yaramıyan adamlardır.

Sizi bir’nci gruba sokuyorum, öyle gülmeyin, düşünün, size rast gelişim bir tesadüf değil bir kader icabidır. Akılı adamların ne kadar nadir olduğunu bilirim.)

Bu sırada odaPanna yaşlı bir kadın girmişti. Makyavel gözlüğünün üstünden bakıp (Madam Alvigia siz misiniz? sa­nıyordum ki şeytan sizin leşinizi çoktan cehenneme sürükle­miştir. İhtiyar kadın, yan kör hflekâr gözlerini ufaltarak, (Mösyö Makyavel) demişti (hayatta size bir daha rast ge leceğimi ummamıştım) Makyavel şarap ismar’adı. Konua. malardan anlaşılıyordu ki bu kadın F’oransa’da bir umumi hane sahibi idi. Sonra Venedikde meyanciliğa başlamıştı. Şimdi ise Lenan’m evini idare ediyordu.

Makyavel müşterek tanıdıkları sordu. Bu arada söz 15 yaşında mavi göz'ü Atalanta ya intikal etmişti. Bu kız birgün (bu yaptığımız bir günahmış ha?) diyordu (papaz­lar ne derse desin, zavallı erkeklere biraz sevinç bahşedebiL menin günah olacağına hiçbir zaman inanamıyacağım.

Madam Riçiya’dan da bahis açıldı. Onun kocası, kansu. nm ihanetini duyduğu zaman: «Evde bir kadın» demişti, «Ocakta ateş gibidir, komşulara istediğin kadar verebilir­sin, geride kalan da sana yeter.» Sonra Madam Marmigliya dan konuşuldu. Bu kadın âşıklarının ricasını kabul ettiği her defasında Meryem’in resmini bir örtüyle örter: «Görme­sin» derdi.

r rmardo, Makyavel’in bu konuşmalarından duyduğu zev ki hayretle takip etti.

Makyavel, kartına çatmağa devam etti: «Bugün» dedi, Güzel kadınlara artık kıskanç kocalar elinde değil. Hele senin gibi bir de miyancılan olursa şâhâne yaşıyabilirler. En mağrur kadınlar, parayla elde edilebilir. Bütün İtalyada pederasti ve fuhuş hüküm sürüyor. Bugün bir namuslu ka­dın, bir fahişeden ancak taşıdığı san bağla ayırabiliriz. (Bu safra,n sansı bir baş bağı idi ki bütün fahişelerin- taşıması mecburî) kadın «böyle demeyin» dedi. «Bugünkü zaman es­kiye göre nedir? Daha düne kadar İtalya’da kimse Fransız hastalığını (frengi) bilmiyordu. Ve herkes kaygusuz yaşı­yordu. Hele şu san bant! Madam Lena gibi bir kadından bile bunu taşıması isteniyor.»

— Neden taşımasın

— Siz neden bahsediyorsunuz. O muhterem kadın, her sokak delikanlısı ile yatan bir fahişe değildir. Biliyor musu­nuz ki onun yatak örtüsü Papanın elbisesinden daha kıy­metlidir. Hele bilgisi. Bolonya Üni versitesi hocalarını cebin­den çıkanr. Hele onun Petrarka, Lavra, semavî aşkın son­suzluğu hakkında konuşmasını bir dinleseniz!»

Makyavel «elbette» dedi. «Aşkın sonsuzluğunu onun ka­dar kjm bilsin »

— Gülmeyin mösyö. Geçenlerde bir gün, bir delikanlı   ya ahlâklı olmasına telkin eden yazdığı bir mektubu okudu­ğu zaman, ağlamağa başladı. Allah selâmet versin, o bir ye­ni Çiçeron’dur. Bunun için değil midir ki kibar beyler ona başka kadınlara bir gece için ödediklerini plâtonik aşk hak kmda bir konuşması için öderler.»

Alvigia, kendi kayatını da' anlattı. O da bir zamanlar güzeldi. Hayranlan vardı. Bütün kaprisleri tatmin edilmiş­ti. Hele yaptığı çılgınlıklar bir gün kilisenin, hazine odasın­da Padua kardinalinin şapkasını almış, kölesine giydirmiş, ti. Ama seneler geçtikçe güzelliği ve hayranlan azalmıştı. Ve çamaşırcılık yapmağa başlamıştı. O kadar fakirleşmişti ki dilenmeğe mecbur olmuştu.

Makyavel, bu konuşmaların da bir faydası olduğunu Le- onardoya anlatmağa çalıştı, «çünkü» dedi, «bdraat tabiat bu çok cepheliliği Mm öğretiyor. Aristo hakkında söylenen hh kâyeyi biliyor musunuz? Bir gün talebesi İskender'in huzu­runda, bir kadının kaprislerine dayanamıyarak dört ayağı ü_ zerine eğilmiş ve çırılçıplak kadını sırtında taşımıştı. Koca Aristo böyle yaparsa, biz fakir günahkârlar ,ne yapalım?»

Leonardo uykuya uzanmıştı. Makyavel bir şeyler yazı­yordu:

«Brütüs deli rolünü oynıyarak en akıllı insanlardan faz­la şöhret kazanmıştır. Onun hayatım tetkik ettiğim zaman, şu neticeye varıyorum kî role girmesi, şüphe uyandırmadan, zalim bir diktatörü devirmek içindi. Bir nümune zalimleri öldürecek herkes için misal olabilir.

Açıkça isyan etmek, tabii asilce bir harekettir. Fakat bu­na kuvvet yetmezse gizli hareket etmeli, hükümdarın tevec­cühünü kazanmalı ve bu maksatla hiçbir şeyden çekinme­melidir. Hattâ onun günahlarına iştirâk etmeli; her taşkın, lığı beraber yapmalıdır. Çünkü böyle yaklaşma, evvelâ âsi­nin hayatını kurtarır, sonra münasip bir fırsatta, zalimi öl­dürme imkânı verir. Onun için Brütüs gibi dahi rolünü oy­namalı, inandığı şeyin aksini övmeli, böylece bir zalimi avu­tarak felâkete sürülmemeli ve vatanı kurtarmalı.»

Ertesi gün yola çıkacaklardı, fakat Makyavel’in oda ki­rasını ödeyecek parası yoktu. Leonardo ona para vermeyi teklif etti, Leonardo «dostum» dedi; «Beni tahkir etme, yin. Hatırlayınız ki, yıdızlarm nasıl müsait bir vaziyeti bi­zim gibi iki adamı bir araya getirdi.

Talihin bu lûtfunu niçin elden kaçıralım? Hissetmiyor musunuz ki ben size bir hizmet yapmış değilim. Siz bana yaptmız.»

Leonardo’nun sesinde o kadar tatlılık vardı ki, Makya­vel onun verdiği otuz düka altınım kabul etti böylece yola koyuldular.

Bir küçük köyden geçiyorlardı. Papaslar, rahipler, kut. sal eşya satıyorlardı. Makyavel meydanda toplanmış kalaba­lığa : Bu papaslan kanlarınıza yaklaştırmayın dedi, çünkü yağ kolay alev alır, kutsal pederler, güze1 kadınlar tara­fından peder diye hitap edilmekle yetinmezler, onlardan ço­cuk, yapmağa da kalkarlar.»

Sonra Roma kilisesine söz intikal etti. «îtalyayı rtıahve-

den budur» dedi. Bu haşeratm elinden kuvveti alacak veya on an rezillikten vazgeçilecek birisi çıksa, ömrümü ona ve_ lirdim,»                                      a

Makyavel sözlerine devam ediyordu: «İnsanların bilfiil yaptıklariyle yapmaları gereken şey arasında muazzam fark vardır. Çünkü bütün insanlar, doğmuştan kötüdür. An­cak menfaat veya korku onları fazilete zorlayabilir. Onun için felâketten korunmak isteyen bir hükümdar, faziletli gö­rünmeli, fakat icabına göre vicdan azabı çekmeden fazilet­sizlik yapabilmelidir. Çünkü, iyi görünen şeylerin çoğu, bir hükümdarın kudretine zarar verir. Fana şeyler ise kudreti­ni arttırır.»

Leonardo « nsaf» dedi, «böyle düşünülürse her şey caiz­dir. Tecviz edilemiyecek bir fenalık ve bayağılık yoktur.

— Makyavel, «evet» dedi «her şey caizdir. Hükmetmek isteyen ve buna kadir olan adam için her şey caizdir. Vakıa İmparator .Antonyus ve Markorel mülâyim davranabilmiş. lerdi ama, onlardan evvel yeter derecede kan dökülmüştü. Düşün ki Roma’nın kuruluşunda bile, aynı kurdu emen kar­deşlerden biri diğerini öldürmüştü. Ama tek kişinin hüküm­darlığı için zarurî olan bu kardeş katli vâki olmasaydı, bir Roma doğabilecek miydi? İki kardeşin kavgasiyle Roma mahvolmıyacak mıydı?

Terazinin bir kefesin» kardeş katlini, öteki kefesine Ro_ ma*mn bütün faziletlerini ve hikmetlerini koysak, acaba hangisi ağır basar?

İnsanlar ancak küçük ve orta cinayelterin kinini taşır­lar. Büyük cinayetler, intikam alacak kuvveti bırakmaz. O­nun için bir hükümdar, tebeasına karşı yalnız büyük cina­yetleri işlemeli, küçük orta cinayelterden kaçınmalıdır. HaL buki insanlar en tehlikeli yolu, iyi üe kötü arasındaki orta yolu seçerler; ne tam iyi ve ne tam fena olmağa cesaret e­derler. Bir cinayet, bir ruh büyüklüğü istediği zaman, on­dan çekinirier, gündelik bayağılıkları tercih ederler.»

Leonardo’nun şüpheli bakışları üzerine, «tam hakikat, dama yalan gibi görünür» dedi.

Leonardo, Sezare Bprjianm hizmetine, girmişti. Bir gün Sezare’ye dalkavuk şairlerin kasideleri getirildi. Fakat hü­kümdar, kendi aleyhindeki yazılan görmek İstiyordu. O gün lerde Romada bir şair zindana atmıştı. Yazdığı şiirde, Se­zare için «katır», «Papayla bir fahişendn piçi», «Türk», «sünnetli», «zani», «kardeş katili», «Allahsız,, diyordu. Şair: «Allahım diyordu» daha ne bekliyorsun? Görmüyor musun ki o senin kiliseni bir katır ahin ve bir orospu odası haline getirdi. Kâtip, hükümdara «bu rezile ne yapmamızı emredersiniz?» dedi.

«Nazik olmayı ben şaillere öğretirim» dedi hükümdar. Bu tâbirden maksat, elini kesmek veya kızıl demirle dilini dağlamaktı.

Leonardo, arazinin askeri haritalarım da yapmıştı. Bu, haritadan ziyade bir sanat eseri idi. Deniz, koyu mavi, dağ­lar esmer, nehirler açık mavi, şehirler koyu kırmızı, çayır­lar solgun yeşildi. Yollar, kuleler belirtilmişti. Sanki bütün manzara tayyareden görülüyordu.

Sezare haritaya bakarken, uçmadaki saadeti haya! etti. «Teşekkür ederim Leonardom» dedi, «Seni mükâfatlandıra­cağım. Bizden memnun musun, aylığın kâfi mi? Senin her arzunu yerine getireceğim.»

Leonardo sadece Makyavel için bir randevu istemekle yetindi.

1503 yılının martında, Sezare Şimali îtalyada binbir re­zalet Ve kurnazlıkla hüküm sürdükten sonra, Romaya dön­müştü. Papa kiliseye hizmet edenlere verilen madalyaların en büyüğü olan altın gülü ona takacaktı. Vaıtikamn büyük salonunda kardinaller ve büyük devletlerin elçileri toplan­mıştı. Pırlantalarla dolu mantosu sırtında, üç katlı tacı ba­şında. etrafı yelpazelenerek yetmişlik Papa Altıncı Alek- sandr tahtına oturdu. Muhafız kıtası kumandam kılıcını çekmişti. Tezhipti kılıcının üstünde «sadakat silâhtan kuv­vetlidir» yazılı idi. Sezare, incilerle süslü bir güvercin statüsü e’inde. kont şapkası başında olduğu halde, tahta yaklaştı, şapkasını çıkardı, diz çöktü, mukaddes pederin pabucundaki yakut salibi öptü. Bir kardinal. Papaya altın gülü uzattı. Bu bir kuyumculuk şaheseri idi. Çiçeğin ortasında altın yat* raklar arasında etrafa gül kokusu saçan, yağla dolu bir şişe vardı.

Papa ayağa kalktı. Heyecanlı bir sesle:

« Sevgili yavrum, bu gülü arzi ve semavî jerüzalem’le. rîn ve savaşan ve muzaffer olan kilisenin sevincine bir sem. bol olarak sana veriyorum. Senin faziletlerin de bu gül gibi çiçek açsın, âmin.»

Sezare, bu mistik gülü babasının elinden aldı. Bu sırada Papa dayanamıyarak seremoniyi bozdu, kollarını oğluna u_ zatti:

«Oğlum Sezare, Sezare» diye onu öptü ve ağlamağa başladı. Bu sırada borular çalmıyor Senpeter kilisesinin çan lan çafıyordu. Bütün Roma kiliseleri buna iltihak ediyor­du. Melek şatosundan top sesleri geliyordu. Romanyol mu. hafızlan Vatikamn bahçesinde:

«Yaşasın Sezare» diye bağınyorlardı.

Seyirciler arasında Leonardo da vardı.

XXVI

LEONARDO ROMADA

Leonardo Roma’ya geldiğinde, bir müddet Sansiprito Hastanesinde anatomik incelemelerde bulundu. Kendisine, talebesi Beltrafio yardım ediyordu. Üstad, talebesinin neşe­siz olduğunu görünce, ona Vatikanı ziyaret etmeyi teklif et­ti. Bu sırada İspanyollar ve Portekizliler, Amerikada keşfedi­len arazinin mülkiyeti hakkında hakem olması için, Papa Aleksandra müracaat etmişlerdi. Mukaddes peder, bu işe yardım etmek üzere Leonardo’yu da çağırmıştı. Ertesi gün, üstad a talebesi Vatikana gittiler. Papaların büyük salonun­dan geçtiler. Kabul salonu olan İsa ve Meryem salonuna uğradıktan sonra, Papanın çalışma odasına geçtiler. Kubbe, ler ve kavisler arasındaki aralıklar Pinturicvu’nun freskle­riyle süslü idi. Bu freskler, azizlerin hayatını canlandırıyor­du. Arada bir de Hıristiyanlıktan evve'ki esrar resmedilmiş­ti. Meselâ Jüpiter’in oğlu Güneş Tanrısı Osiris gökten ini­yor. Yer Tanriçesi İsisle evleniyor. İnsanlara toprağı ekmek meyve ve üzüm yetiştirmeyi öğretiyor. Buna karşılık insanlar onu öldürüyorlar. Fakat o, mezarında diri'.jyor, beyaz bir öküz halinde beliriyor.

Vatikamn saraylarında da buna benzer bir harita göze çarpıyordu, tnce uzun zeytin dallan, tatlı meyilli tepeler ara­sında rüzgârdan eğiliyorlardı. Gökte kuşlar, baharın aşk o. yanlarına sevinçlerini ifade ediyorlardı. Bu esnada bir kar- <üna, bir elçiye soruyordu: Mukaddes pederin sıhhati nasıl, çok yorgun mu?

— Hayır, bugünkü ibadete riyaset etti, o kadar güzel te. ganni etti ki kendimi göklerde sandım.

Kardinal Mişel, hangi hastalıktan öldü? Diye sordu Fran­sız elçisi. Bir İspanyol cevap verdi: Yediği veya içtiği bir şeyden.

PaPa para edinmenin çaresini bulmuştu. KardinaTJerinlsı gelirlerini tetkik ederdi. Kendisine para lâzım olduğu zaman zengin bir kardinali öldürtür ve kendisini vâris ilân ederdi. O_ nun için kardinaller kesilecek domuzlardı. Maiyetinden bi­rinin not defterinde sık sık şu cümleye rastlanıyordu: «O, kâseden içmişti>

Papa Aleksandr gençken güzeldi. Bir kadına baktı mı, onda ihtiras uyandırırdı. Sanki gözleri bir mıknatıs gibi, ka­dınlan çekerdi.

Yüz hatları. şişmanlıktan biraz sarkmışsa da hâlâ baş metli idi. Teni esmerdi, kafası saçsızdı. Burnu kartal burnu idi. Küçük, çok hareketli gözleri ve şehvet ifade eden kam duklan vardı. Modem bir adamın bütün kibarlıklarına sahipti. Tabiî bir cazibesi de vardı. O bir şey söylediği za. man, böyle olması icap ettiği intibaını uyandırırdı. Bir sefir yazıyor:

Papa yetmiş yaşındadır, fakat her gün gençleşiyor. En büyük sıkıntısını iki günde unutabilir.

Eorjia, nesebini Afrikadan gelmiş Emevilere götürür. Ve gerçekten de kaim dudak, ateşli bakış ve esmer ten, Afrika kanına delâiet ederdi.

Papa, pencere kenarında oturmuş, ihtirasla sevdiği mü­cevherlerine bakıyordu. Uzun ve güzel parmaklarıyla bun­lardan birine dokunuyor ve dudaklarını şehvetle ileriye çı­karıyordu. Mücevherler içinde büyük bir Krioprasiyi pek severdi. Bu bir zümrütten daha koyu, esrarlı bir erguvan pa­rıltı verirdi, incilerini getirttiği zaman, sevgili kızı Lükres. yayı hatırlardı. Gelenler arasında damadının elçisini yanına çağırarak Bertrando dedi, Lükresya’ya vereceğim hediyeyi u_ nflitma. Amcasından eli boş dönemezsin. O kendisine amca derdi. Çünkü resmi vesikalarda, kendi kızı olarak değil, yeğeni olarak kayıtlı idi. Papanın meşru çocuğu olamazdı.

Papa, mücevher kutusunu karıştırdı ve kıymet biçilemi. yecek değerde findik büyüklüğünde penbe bir Hindistan in­cisi çıkararak ışığa karşı tuttu. Hayalinde, bunun Lük_ resya’nm açık dekolte mat göğsünde ne güzel duracağım dü­şündü. Elçiye dönerek: Konta söyle, Meryem’e dua etsin, biz Meryem’in himmetti ile sıhhatteyiz, kendisine Apostolik tak­disimizi yolluyoruz.

xxvıı

VATİKANDA BİR REZALET SAHNESİ

Sezare, Vatikan salonlarında Papa ve kardinaller şerefi, ne büyük bir ziyafet veriyordu. Bu ziyafete Romanın en muteber fahişelerinden ellisi davetli idi. Leonardo da ora. daydı. Yemekten sonra kapılar, pencereler kapandı, gümüş şamdanlar masada/n kaldırılarak yer.ere dizildi. Mukaddes peder ve kardinaller, çırılçıplak yerlerde sürünen kızlara kızarmış kestaneler atıyorlar ve kızlar bunlan yerlerden der. liyorlardı. Bunu yaparken gülüyorlar, kahkaha atıyorlar, top lanıyorlar, dağılıyorlar ve Papanın ayaklan ucunda esmer, beyaz, gül tenli fahişeler, bir ağ teşkil ediyorlardı. Yetmiş yaşındaki Papa, bîr çocuk gibi eğleniyordu.

Avuç avuç kestane atıyor; kızlan alkışlıyor, onlara: Kuş lanm diye hitap ediyordu. Ama birdenbire Papanın yüzü kızardı. îçinde bir hâtıra doğmuştu. Çünkü 1501 senesinin kutsal bir geces'nde, kendi öz kızı Lükresya ile de bu kestane oyununu oynamıştı.

Ziyafetten sonra misafirler, Papanın hususî dairesine İsa ve Meryem sa-onlanna çekildiler. Orada muhafız alayından seçilmiş en kuvvetli neferlerin fahişelerle sevişmesini sey­rettiler.

O gece, iki şey tes’it ediyordu. Dünya küresinin taksi­mi ve başlamış o’an matbaacılığa Papa tarafından sansür vaz’ı,

Leonardo Oradaydı ve her şeyi görmüştü. Eve dönünce defterine su notları yazdı:

«Senek doğru söylüyor. Her insanda bir Tanrı ve bir hayvctn gizlidir. Daha aşağıda şunları ilâve ediyor:

«Adi ruhlu ve rezil ihtirasiı însan’ar, güzel bir vücuda lâyık değillerdir. Çünkü bu vücut, yüksek zekâlı ve büyük görüş kabliyeıtli insan’ara yaraşır, öyle âdi insanlara gıda­yı alıp çıkarmak için iki delikli bir çuval oknnk kâfiydi. Çünkü bunlar sadece helâ çukurlarını doldurmağa lâyıktı. Bunlar biçim ve ses bakımından insanlara benzerlerse de başka hususlarda hayvandan daha aşağıdırlar.»

xxvııı

MONALÎZA — JOKONT

Leonardo «Resiıne Dair» başlıklı notlarında, şöyle ya. zar:

«Reşim yapmak için hususî bir atelyen olmalıdır. Uzun dört köşeli bir salon, yirmi atşın uzunluğunda, on arşın ge­nişliğinde duvarlar, siyah önünde bir dam çıkıntısı ve gü­neşe kârşı keten bir perde. Bu perde ihtiyaca göre açılıp ka. panabilmeli. Perdesiz olarak yalnız alaca karanlıkta veya bulutlu ve sisli havada resim yap. Biı ışık mükemmel bir ı. şıktır.

Leonardo ey sahibi Martelli’nin evinde işte böyle bir atölye yaptırmıştı.

1505 yılının ilkbahar sonu idi. Sisli bir gündü. Güneş ıslak bulut örtülerinden geçiyordü. Gölgeler narindi ve du. man gibi uçuşuyordu. Leonardo bu ışığı çok severdi, çünkü onaı göre bu ışık, kadın yüzüne müstesna bir güzellik ve­rirdi.

Gelmiyecek mi diye düşündü. Düşündüğü kadın kendisi için mutad oliıiıyan bir sebatla, büyük bir gayretle üç sene­dir portresini yaptığı kadındı.

Atelyeyi hazırlamıştı. Talebesi Beltrafiyo cnu yan göz. jle tetkik ediyordu. Daima sakin olan hocasının sabırsız­lıkla bir şey bekleyişini hayretle temaşa ediyordu. Leo- nârdo fırçasını, boyalarını hazırlamıştı. Portreyi açmıştı. Odanın ortasında, o kadını eğlendirmek için kurduğu fıs­kiyeyi açtı. Düşen sular cam kürelere çarpıyor, garin hafif bir müzik yaratıyordu. Fıskiyenin etrafında Leonardo ken­di eliyle kadının çok sevdiği İris çiçeklerini d:kımişti. Halı­nın üstünde bir beyaz Asya kedisi uyuyordu. Onu da kadın için satın almıştı. Kedinin bir sözü tonez sarısı, bir gözü de saf:r mavisi idi; Talebesi Saleno, notaları açmış viyo­lasını akort ediyordu. Sonra Leonardo’nun Milmodan beraber getirdiği ikinci bir müzisiyen geldi. O da Leonar- donun icadı olan ve bir ait kafasına benziyen, gümüş »lav­tayı çalıyordu.

Kadım eğlendirmek için Leonardo en iyi şarkıcıları, hikâyecileri ve şairleri davet ederdi. Kadının yüzünde, bu seslerin uyandırdığı çizgileri takip ederdi. Fakaıt son zaman larda bu toplantılara pek lüzum kalmamıştı. Çünkü ka­dının bunlarsız da sıkılmadığını görmüştü. Yalnız müzik devam ediyordu.

Hersey hazırlanmıştı. Fakat kadın, hâlâ görünmüyor­du. ‘

Gelmiyecek mi diye düşündü Leonardo, bugün ışık ve gölge tam bu işe elverişli, acaba birisiyle çağırtsam mı? Fakat beklediğimi b liyor. Herhalde gelecektir. Talebeleri üstadlarmun sabırsızlığının gittikçe arttığına görüyorlardı. Birdenbire pınarın sulan yan tarafa eğildi, cam küreler Ses verdi ve su damlaları altında İris yapraklan titreşiyor­du.

Üstadın yüzünde, kadımn geldiği belli oluyordu. Odaya önce bir rahibe Kamila girdi. O her defasında beraber gelirdi. Odanın bir köşesine oturur; İncili açar, onu okur­du. Varlığından kimse haberdar olmazdı. Konuştuğunu da duyan yoktu. Arkadan beklenen kadın, içeri girmişti. Otuz yaşlarında basit, koyu elbiseli, alnının ortasına kadar varan şeffaf koyu bir örtü örtülüyordu. Bu Monaliza jokon- ta idi. Kadın, Napolinin kadîm bir ateşindendi. Va’rtiyle zengin olup, Fransızların yağmasından sonra fakirleşmiş Mösyö Şerardini’ndn kızı ve Floransa jokontunun karısı idil Bu adam, önce iki diefa evlenmiş, iki karısı da ölmüş, tü. Monaliza üçüncü karısı idi. Bu tabloyu yaparken sa. nâtkâr elli yaşındaydı. Kadsntm kocası ne fenat ne i t; tutumlu, orta adamdı. Güzel karısını evin münasip bir ziyneti sayardı. Ama Monalizanın güzelliğini Sicilya öküz terinin güzelliği kadar olsun an'amazdı. Bu kadım da kendi arzusiyle değil, babasının zoruyla almıştı. Kadının ilk âşığı harpta ölmüştü. Kedim başka sevenler de oldu, fakat ka. dimin hic birisine ümit vermediği de söylenirdi. Sakim mü tevazı ve dindardı. Kil’senir» bütün emirlerini verine getirir di. tyi bir ev kadını sadık bir zevceydi. On iki yaşındaki övey kızı için de şefkatli bir anneydi.

Talebeleri biliyorlardı ki Leonardo bu kadını ancak çalışma esnasında görebilirdi ve hiç bir zaman yalnız kal­mazlardı. Ama talebesi Geovanni hissederdi ki sanatkârla kadının arasında, onları diğer insanlardan ayıran esrarlı bir bağ vardı. Ve bu sır başkalarının ask dedikleri sey de­ğildi.      *                                               ‘

Leonardo’dan işitmişti kİ sanatkârlar yaptıkfan portre, lerden kendilerine benzeyen bir yüz yaratmağa meylederler. Çünkü Leonardo’ya göre insanin vücudunu ruhu forme ederdi. Giavanni dikkat ediyordu ki yalnız portre değil, bizzat Monaliza da zamanla Leonardo’ya benzemeğe baş­lamıştı. Bu benzeyiş yüz hatlarından ziyade, gözlerde ve gülümsemede idi.

Giovanni hayretle hatırlıyordu ki ayna tebessüm İsa’, nm yaralarına elini dokunduran Tomas’ın yüzünde de var­dı. Çünkü Verroçyo’nun bu tablosuna genç Leonardo mo­del durmuştu.

Üstadın ilk eserlerinden birisi olan Havvanın portre­sinden sonra, Melek portresinde de bu tebessüm görülürdü. Sanki Leonardo her yerde kendi güzelliğinin tam bir inlkâsını aramış ve onu nihayet Monalizanın yüzünde buL muştu.

Bazan Giovanni ikisinin, yüzündeki bu gülmeye bakar­ken âdeta korkar ve bir mucize karşısında olduğunu sa. nırdı. Hakikat bir hayal ve hayal bir hakikat gibi görü­nürdü. Sanki Monaliza canlı bir kadın değil ve Mösyö Jökonıt’un karısı değil de Leonardo’nun çağırdığı bir hayalet bir büyü ve Leonardo’nun kadın dublürü idi.

Monaliza, kucağına sıçrayan kediyi okşadı. Leonardo işe başladı. Bazan fırçayı bırakır, dikkatle onun yüzüne ba­kardı. Bu yüzdeki en küçük gölge, en hafif değişiklik onun gözünden kaçmazdı.

— Madam, dedi Leonardo, bugün o kadar sakin değil­siniz. Monaliza sakin bakışını Leonardoya yönelterek:

— Evet, dedi biraz yorgunum, övey kızım hasta, bütün gece uyumadım.

— Bugün çalışmayı bırakalım mı?

-«r Hayır, böyle bir güne yazık değil ini? şu narin gölgelere, şu ratıp güneş ışığına bakın, tam benim günüm. Beni .beklediğinizi biliyordum. Erken gelecektim ama, Ma* dam Şofonizba:

— Kim? Dedi Leonardo. Anladım.. Sesi pazar karışma, kokusu bir bakkal dükkânına benzer.

Kadın gülüyordu:

Madam Şofonizba bana dün akşam Madam Anjelika mn verdiği ziyafeti, kadınların kıyafetlerini; kimin kime kur yaptığını anlatmağa geldi.

— Anlaşıldı. Sizin keyfinizi kaçıran, kızınızın hastalığı değil; bu dedikodu, Madam farkında mısınız ki, herhani. mânâsız gündelik bir dedikodu bile bazan ruhlarımızı ka­rartır ve ağır bir ıstıraptan fazla keyfimizi kaçırabilir.

— Kadın başım eğdi. Zaten ikisi kelimesiz anlaşıyor, lardı. Besime devam etmeğe çalıştı.

Mönaliza üstada: «Bana bir sey anlatın» dedi.

— Ne?                                         '

— Kadın bir an düşündükten sonra: «Venüsün âlemin­den bir şey» dedi.

— Leonardo onun bühassa sevdiği hikâyeleri, seyahat hâtıralarını, tabiat müşahedelerini, resim plân’arım bilir­di. Ve her defasında, hafif bir müzik refakatinde, bir çocuk basitliğiyle bunlardan birisini anlatırdı.

Leonardonun. bir işareti üzerine «Venüs âlemi» hikâye­sine refakat etmek üzere sazlar çalınmağa başladı.

«Sicilya sahillerinde oturan.' gemiciler, hikâye ederler ki denizde ölmesi mukadder olanlar, en şiddeti! fırtınada aşk üâhesinin biri olan Kıbnsı görebilirlermiş. Adanın gü­zelliğine meftun olan nüce gemiciler kayalıklarda denize dö­külmüşlerdir. Nice batmış gemilerin bakiyeleri hâlâ ora­larda görülür. Bunlar o kadar çoktur ki1, sanki mahşer ol. muş ve batan gemiler ortaya çıkmıştır. Lâkin adanın üs­tünde ebediyen mavi bir gök parıldar ve güneş çiçekli tepe­leri aydınlatır. Hava o kadar sakin ki bacalardan çıkan dumanlar dimdik havaya yükselir. Denizde ölecek olanlar bu yakm ve sakin denizi görürler. Rüzgâr onlara, çiçek kcu kulan getirir. Fırtına ne kadar şiddetli ise, Kıbrıstaki sil. kûn da o kadar derindir.

Hikâye bitince, Leonardo sustu. Çalgılar da sustular. Böylece bütün seslerden daha şâhâne olan bir sükûn, mü­zikten sonraki sükûn peyda oldu. Monaliza, müziğin ninni­siyle ve sükûnla hakikî hayattan uzaklaşmış vuzuh dolu, yüziyle sakin sular gibi, esrarlı, şeffaf fakat hiçbir bakışın derinlerine inemediği bir gülümseme üe Leonardo’nun yüzü­ne bakıyordu.

Giovanni’ye öyle geliyordu ki Leonardo üe Monaliza karşı karşıya konmuş ve birbirinde sayısız inikâslar yapan iki ayna idüer.

XXIX

ÜÇ BÜYÜKLER

LEONARDO VE MİKELANJ, RAFAEL

Leonardo Floransada. dolaşırken, belediye binasının ö_ □üne gediği zaman, Mikelanjm Davud heykelinin önünde durdu. Bu beyaz mermerden dev heykel âdeta nöbet tutu­yor gibiydi ve ince uzun siyah kulenin taşlan önünde bârtz bir kontras yapıyordu. Çıplak genç vücut zayıfçadır. Sağ kolu aşağı indirilmiş veterler mütebariz, yukarı kalkan sol kol, taşı tutuyor, kaşlar çatık, bakış nişan alır gibi uzağa yönelmiş, basık a'nına saç bukleleri bir taç halinde halka, lanmış.

Mikelanjkn bu heykelini Şavanerola’nın yakıldığı yerde seyrediyordu. Leonardo, rakibinin bu eserini kendi ruhiy­le aynı seviyede, fakat zıt istikamette görüyordu. Nasıl ki İş ve görüş ve sükûnun ihtirası ve ihtirasın fırtınası zıt oL duklan gibi. Bu yabancı kudret, onu çekiyordu ve onda te. cessüs uyandırıyordu. Floransada Santamaria kilisesinin inşaat yerinde büyük bir mermer blok vardı ki heykeltraş. larm çoğu bunu kullanılmaz buluyorlardı.

Leonardo Romadan gelince, bu mermer blok ona teklif edilmişti. Fakat o, mutad yavaşlı ğiyle tereddütler içindey­ken, kendisinden yirmi üç yaş genç bir sanatkâr Mikelanj, bu işi üzerine aldı. Gece gündüz çalışarak yirmi bes ayda bu dev eseri meydana getirdi. Leonardo Sforça heykeli için on altı sene harcamıştı. Davud gibi bir eser için kimbilir ne kadar zamana ihtiyaç olacaktı.

Floransalılar Mikelanjı heykeltraşhkta, Leonardonun rakibi olarak ilân etmiş'erdi. Mikelanj bu rekabeti tereddüt­süz kabul etmişti. Fakat belediye salonunda bir harp tab­losu yapmağa başlayınca, resim sanatında da Leonardoyla yanşa girmiş oluyordu. Halbuki şimdiye kadar eline, fırça almamıştı. Mikelanj, rakibinde mülâyemet ve iyi niyet gör düğü nispette kindarlığı ileri götürüyordu. Leonardonun sü­kûnetini bir hakaret gibi kabul ediyordu. Marazı bir itiyat, la Leonardo aleyhindeki her dedikoduyu diniliyor, daima bir kavga vesilesi anyordu.

Davut heykeli tamamlanınca, şehrin ileri gelenleri, meş hur heykeLtraşlan çağırarak heykelin nereye dikilmesi lâ. zungeleceğini sordular. Leonardo, heykelin Piyassa Dalla Şignorina'ya dikilmesini tavsiye etti. Mikelanj bunu işitince, Leonardo-nun hasset dolayısiyle eserini karanlık bir köşeye yerleştirmek istediğini iddia etti.

Bir gün, bir sanatkâr toplantısında; heykeltraşlık mı, resim mi daha üstündür konusu açılmıştı. Leonardo, be­nim kanaatimce dedi, bir sanat eseri teknik bir el işinden ne kadar uzaklaşırsa, o kadar iyidir. Sonra ilâve etti: Re. sim, daha ziyade ruh kuvveti, heykeltraşlık İse beden kuv­veti ister.

Leonardonun kısmen alay için söyeldiği bu sözleri, ML toelanja yetiştirdiler. O bunu kendi üstüne almıştı. Zehirli bir istihza ile şunlan söyledi: Bir meyhane hizmetçisinin piç çocuğu, âvâre ve dermansızlık rolü oynuyor. Ben ise eski bir ailenin çocuğu olarak işimden utanmıyorum. Ve bir ba­sit ırgat gibi, terden ve kirden ürkmüyorum. Sanatların derecesine gelinde, bütün sanatlar müsavi kıymettedir. Çün kü hepsi aynı kaynaktan gelir ve aynı hedefe gider. Ama bu adam resmi, heykelden üstün tutuyorsa ve anlayışı bu seviyedeyse, bir çamaşırcı kadından üstün değil dernek.

Mike'anj, Leonardoyu geçmek için, belediye salonun. daki resminde hummalı bir .tarzda çalışıyordu. Bu resimde o, Leonardonun aksine olarak, harbi mânâsız bir kital ve serseriliklerin en hayvanisi saymıyor, bilâkis harbi bir bü­yük eser, ebedî bir vazifenin ifası ve vatan hizmetinde bir kah ramanlık telâkki ediyordu.

îki dâhi arasındaki bu yarışmayı, Floransalılar bir pi­yes seyreder gibi tecessüsle takip ediyorlardı ki Mike’anj, Floransa cumhuriyetini Mediçilere karşı temsil ediyor, hal­buki Leonardo Mediçileri cumhuriyete karşı müdafaa edi­yordu. Halk da ikiye ayrılmıştı. Bir gece Davut heykeline taş atılmıştı. Mikelanj bunu Leonardonun yaptırdığım id­dia ediyordu.

***

Bir gün Leonardo, atelyesincte Jökont portresinde ça­lışıyordu. Söz Mikelanja intikal etmişti. Leonardo Monaİiza ya şöyle söyledi : Bazan sanıyorum kt onunca başbaşa kdL nuşabüsek her şey halledilecek ve bu mecnunâne kavgadan eser kalmayacak. O zaman anûyacaktır Jci ben onun düş. manı değilim ve dünyada onu benim kadar seven bir kimse daha yoktun

Monaİiza başım salladı: Hakikaten öyle mi? Dedi o, bunu anlıyacak mı?

— Leonardo; anlıyacaktır dedi. Onun gibi bir insan, mutlaka anlamalıdır. Talihsizlik şurada ki, o çok mahcuptur ve kendine itimadı azdır. Kendi kendini tâzip ediyor, kıska­nıyor, korkuyor. Çünkü o kendisini tanımıyor. Halbuki, bü­tün bunlar evhamdan ibaret. Ben ona her şeyi söylerdim ve o .teskin edilmiş olurdu. Benden korkacak nesi var?

Geçen gün onun, yıkanan muharipler eskizini gördü­ğüm. zaman, gözlerime inanamamıştım. Hiç kimse onun ne olduğunu ve daha ne'er olabileceğimi bilmiyor. Ben biliyo. ram ki o daha şimdiden benimle aynı kıymettedir, hattâ benden kuvvetlidir.

Monaİiza üstada bakıyor, sakin ve esrarlı gülümsüyor­du:

— Mösyö, diyordu. İncilde Tanrının İlyas Peygambere hitabım hatırlıyor musunuz? «Yerinden çık ve dağda Tan­rı,mn karşısında görün. Bu sırada Tanrı, gözünün önünden geçiyor ve bir kasırga, dağlan kayalan parçalıyordu. Fakat Tann, rüzgânn içinde değildi. Rüzgârdan sonra, bîr zelzele geldi, fakat Tanrı zelze’e içinde de değildi. Zelzeleden son­ra yangın! geldi, faıkat Tann yangında da değildi. Yangın­dan sonra sakin, hafif, bir ses çıkmıştı. Tann bu sesteydi. Belki de Mikelanj dağlan koparan rüzgâr g'bi kuvvet'idir, fakat içinde Tanrının bulunduğu o sükûna sahip değüdir, O bunu biliyor. Ve sizden nefret ediyor.

Çünkü siz ondan kuvvetlisiniz. Zira, sükûn kasırgadan, kuv. vetlidir.

Leonardo bir gün, Saptamaria ki'isesinde, bir delikanlı gördü. Buna çocuk da denebilirdi. Genç, freskleri inceliyor ve çiziyordu, önünde boyalarla kirlenmiş bir önlüğü, evde dokunmuş kaba çamaşırları vardı. İnce uzun ve elâstikî idi. İncecik, çok uzun, görülmemiş beyazlıkta kansız bir genç

kız gibi boynu vardı. Şeffaf, beyaz, solgun yüzü acaip bir güzellikteydi. İri Siyah gözleri gökler gibi derin ve boştu.

Leonardo, bu gocuğa başka bir kilisede de rastladı. De. likanlı Leonardoyu tanıyor gibiydi. Onunla konuşmak isti, yoıdu. Cesareti yoktu. Leonardo bunun farkına varınca, qna yaklaştı. Delikanlı heyecandan kızarmış yüzü £e onu kendisine üstad tanıdığını ve İta'.yanın en büyük sanatkârı telâkki ettiğini ve Mikelanjm akşam yemeği tablosunu ya. ratamn pabucuna bağ olamıyacağmı söyledi.

Leonardo, bu gence daha birkaç defa rastladı. Resim­lerimi gözden geçirdi. Ve onu tanıdıkça istikbalin büyük bir ressamım onda buldu. Delikanlı hassas ve bir kadm gibi her tesire açık kalbiyle Pinturiçiyo’yu ve Perigino’yu taklit ediyordu. Fakat bilhassa Leonardonun izinden yürüyordu.

Leonardo, onda bazı acemiliklerle beraber, kimsede gör oıediği bir duygu tazeliği buluyordu. Bilhassa çocuğun, sa. natanı ve hayatın bütün sırlarına nüfuz edişine hayran olu­yordu. Her aradığım kolayca buluveriyordu.

Leonardo, ona tabiatı, sabırlı araştırmanın ve resmin matematik kaidelerini anlatırken. o hayretle dinliyor ve duy­duğu can sıkıntısını izhara ancak saygısı mâni oluyordu. Bir gün bu çocuk, Leonardoyu dehşete veren bir söz söyle. yivermişti: «Ben şunu farkettim ki, resim yaparken hiç dü­şünmemelidir. O zaman insan her şeye muvaffak oluyor. Leoıniardo bir gün ona:

— Oğlum, sen nerelisin, baban kim, adın ne? Diye sordu.

— Delikanlı: Ben Urbinodanım, babam ressam Sanzi. yo’dur. Benim adım Rafâel’diı.

Leonardo, yine Monaliza’yı düşünüyordu. Onun hayatı hakkında bilgisi yoktu. Onun bir kocaya sahip oluşu, ken. dişini yaralamıyor, yalnız hayrete düşürüyordu. Bu sıska, u. zun, sol yanağı benli adam, Sicüya öküzleri ve koyun derisi gümrüklerinde  başka bir şeyle alâkalı değildi. Öyle an’ar oluyordu ki Leonardo, jokontun bir hayal gibi görünen, fa­kat her gerçekten daha gerçek o1 an, narin, yabancı ve uzak güzelliğinden gaşyoluyordu. Monaliza, bilgisini satan kadın, landan değildi. Leonardo onun lâtnce ve yunanca bi’diğim öğrenmişti. O kadar basit, o kadar sade konuşurdu ki, çoğu onu alelâde bir kadın sanırdı. Hakikatte ise idrakten daha derin bir şeye sahipti. Bu, sezen basiretti. Bazan bir tek kelimeyle Leonardo’yu kendisine ebedî bir dost, bir akraba gibi bağlardı. Böyle anlarda Monaliza’ya yaklaşma arzusunu duyardı. Fakat derhal bu arzuyu ezerdi. Leonardo o intiba, daydı ki kadın her şeyi biliyor, her şeye katlanıyor, kendi­sini üstadın eserine kurban ediyordu. Bu ikisini bağlayan şey, aşk mıydı? O zaman moda olan plâtonik aşk dediko­duları o iç çekmeler Petrark üslûbunda aşk tekerlemeleri, onda can sıkıntısı veya istihza uyandırırdı. İnsanların ço­ğunun aşk dedikleri şey de ona yabancıydı. Nasıl yasak ol­duğu için, tiksindiği için et yemiyordıysa aynı suretle ka_ duyardan da uzak duruyordu. Çünkü meşru veya gayri meşru olsun, bedeni teması, günah değil, fakat kaba bulur­du. Anatomiye ait notlarında diyordu İri:

Çiftleşme faslı \e o işe yarayan uzuvlar o kadar çir­kindir ki, eğer yüzün güzelliği, insiyakların kuvveti ve çift, leğenlerin süsleri olmasaydı, insan nesli münkariz olurdu. İşte o nefsini bu çirkinliklerden erkek ve dişinin şehvet sa­vaşından, aynen kesilmiş hayvan etinden uzak durduğu gi­bi, uzak dururdu. Fakat bunu yapan başkaları muaheze et­mezdi. O aşkın ve açlığın tabii zaruretlerini bilirdi. Fakat ona iştirâk etrry?k istemezdi. Kendi nefsi için iffet kanunu. giu hâkim kılardı. Monalizayı sevseydi bile onun için, sev­gilisiyle esrarlı derin, bir hayranlıktan daha üstün bir bir­leşme olabilir miydi? Onlar birlikte bir baba-ana gibi bir çocuk, yani ölmez tabloyu yaratıyorlardı. Buna rağmen, his (setlerdi ki, bu şaibesiz birleşmede bile fizik temastan daha büyük bir tehlike saklıydı. İkisi henüz hiç kimsenin görme diği bir uçurumun kenarında dolaşıyorlardı. Bazan sırlan, söylenivermiş bir kelime ifşa edecek olurdu. Eğer kazara birisinden birisi, bu hududu aşsaydı, kendisine bu kadar yakın, bulduğu bir ruhu, mekanik kanunlar araştırır gibi ihtirassız bir tecessüsle araştırabilir miydi? Bazan Leonar­do kadını, korkunç işkencelerle tedricî bir ölüme götürdü­ğünü hissederdi. Onun tevazuu karşısında şaşırırdı. Ümit ediyordu ki bir karar verme mecburiyetini bir aynlık ge­ciktirebilirdi. Bu sebeple Floransadan ayrılacağına âdeta se­viniyordu. Ama ayrılışın yakın olduğu öğünlerde aldandığı­nı anladı.

Kader ona ihtiyarlığın eşiğinde akraba bir ruh gön­dermemiş miydi? Monalizayı ruhu etme'.iydi. Ondan fera­gat mi etmeliydi? Uzakların hatırı için, yakını feda mi et­meliydi? Hayattaki jökontu mu, yoksa ebedî Jökontu mu Geçmeliydi? Biliyordu ki, bunların birini tercih, diğerini kaybetmek olurdu. Bu işkenceden kurtulmak istiyordu. Fa­kat iradesi kifayetsizdi.

Ertesi gün Monaİiza, ilk defa olarak yalnız üstadın atel yesine geldi. Bu son görüşmeleri olacaktı. Güneşli, parlak bir gündü. Leonardö perdeleri çekti. Şimdi yalnızdılar. Tam bir sükûn içinde bütün dikkatiyle ça'ışıyordu. Ayrılık gü_ münün yakın oldıuiğunu) unutuyor, zamanın dsurduğünu veh­mediyordu.

Birdenbire Monaİiza: Yarın yola çıkıyor musunuz? De di.

— Hayır, bu akşam.

— Ben de yakında, dedi. Leonardo ona baktı, bir şey söyliyecek gibiydi. Fakat sustu. Biliyordu ki Monaİiza on­suz Floransada kalmamak için seyahate çıkıyordu: «Kocam dedi, Monaİiza üç ay için işleri dolayısiyîe Kalabriya’ya gi­decek. Beni beraber almaşım rica ettim.

Güneş ışıklarının perde aralığından içeri girmesine ü_ zülen Leonardoya:

— Ziyan yok dedi, perdeyi çekin, vakit daha erkan, yor gun değilim.

— Hayır, kâfidir. Dedi, Leonardo fırçayı attı.

— Tabloyu tamamlamıyacak mısınız?

— Nasıl, seyahatten dönünce tekrar gelmlyecek mi­siniz?

— Geleceğim ama., üç ay onra belki ben bambaşka bir insan olacağım, beni tanıyanuyacaksınız. Siz demiyor muy­dunuz ki insanların, hele kadınların yüzü çok çabuk değişir.

— Resmi tamamlamak isterdim. Fakat bilmiyorum ki, bazan öyle sanıyorum İd yaratmak istediğim şey imkânsız.

— İmkânsız mı? İşitiyorum ki siz hiç bir eserinizi ta­mamlamakmışsınız. Çünkü imkânsızlığı ararmışsınız.

Monaİiza ayağa kalktı ve her zamanki gibi: Vakit gel­di dedi. Hoşça kalın Mösyö Leonardo, iyi yolculuklar.

Leonardo ona baktı ve yüzünde yine son ve ümitsiz -bir serzeniş ve bir rica gördü. Biliyordu ki şu an, artık bir daha geri gelmiyecekti, Şimdi susmalıydı. Fakat münasip sözü bulmak için iradesini zorladıkça, zaafını ve aralarındaki u_ çurumun derinliğini hissediyordu. Monaliza her zamanki gi­bi sakin ve berrak gülümsedi. Leonardo’nun kalbini sonsuz ve dayanılmaz bir acı kapladı ve onu büsbütün dermansız hale getirdi. Monaliza, e.ini uzattı, ve Leonardo ilk defa o_ larak o eli öptü. Aynı anda Leonardo Monaliza’nın süratle kendi üstüne eğilip dudaklariyle saçlarına dokunduğunu his setti. Monaliza sadece: «Allah sizi korusun» dedi.

Leonardo kendisine geldiği zaman, Monaliza gitmişti. Etrafında en derin ve en karanlık bir geoedön. daha kor­kunç olan bir yaz öğle vakti sükûnu hüküm sürüyordu. Ya­kın kulenin saati .çalıyordu. Bu ses, zamanın korkunç uçu­şunu, karanlık münzevi ihtiyarlığı ve mazinin geri getiril­mez’iğini ifade ediyordu.

Bir gün, bir şairle grübu, şiir üzerinde münakaşa edi­yorlardı. Orada Leonardo ve Mikelanj da bulunuyorlardı. Leonardo, Mikelanj’la olan ihtilâfının dostça biteceğini hâlâ umuyordu. Ruhu .temiz’ik dolu rakibine o kadar güzel söz. ler söyliyecekti ki Mikelanj bunu anlıyacaktı. Sakin bir te­bessümle :

•— Mösyö Mikelanj dedi, büyük bir Dante bilgindir. O­nun için ihtüâflı yeri o size benden iyi anlatâbüir.

Mikelanj, adının anıldığım duyunca, durakladı. Küçük san iri gözleriyle herkesi güvensiz süzdü. İltihaplı göz ka- paklarıyle, gözlerini kırptı fakat hasmının berrak gülümse, meşini görünce, mahcubiyeti öfkeye inkilâp etti ve:

— Kendin anlat, dedi. Sen kitap bilgilerini yutmuşsun. On senede bir heykeli tamamlıyamamışsın, çünkü her şeyi rezaletle yanda bırakmağa mecbur kalmışsın. Mikelanj, has mına hakaret için daha acı kelimeler arıyor, fakat bulamı­yordu. Leonardo susuyordu. İkisi birbirine bakıştılar. Biri­sinin yüzünde aynı tatı gülümseme, ötekinde hakaret yağ­dıran bir istihza.

Leonardo, Monaliza’yı hatırladı. O dememiş iniydi ki hasını ona kasırgadan daha kuvvetli olan sükûnunu hiçbir zamap affetmiyecektir.

Mikelanj, daha bir şeyler söyliyecekti. Fakat bir el ha­reketi yaptı, 'kaba ağır adımlarla ve bir şeyler mırıldana­rak başı önünde ve omuzlarında ağır bir yük taşıyormuş gibi yürüdü gitti.

O gün yanına sokulan birisi, Monaliza’nım ölümünü ha­ber verdi. Leonardo’nun gözleri karardı. Neredeyse yığılacak tı. Fakat insanüstü bir kuvvetle kendini topladı. Akşam üstü haberin tamamını aldı. Monaliza kocasiyle beraber Kalabriya’dan dönerken, küçük Lagoreno şehrinde bataklık hummasından ölmüştü.                                        '

Akşam evde, Monaliza’nın tablosunu karşısına aldı. Şim di doymaz bir tecessüsle tabiatta aramış olduğu şeyin Mona_ liza’mn güzelliği olduğunu anladı ve kâinat sırımın Mona. liza-nın sırrı olduğunu kavradı.

XXX

LEONARDO VE ANATOMt

O tarihlerde Anatomi için ölü açma, Papa’nın emriyle yasak edilmişti. O tarihten 200 sene önce, Mondino isimli biri, Bolongna Üniversitesinde ölü açmaya cesaret et­mişti. Yalnız, ruhun ve zekânın makam olarak kafatasına el sürmemişti. Leonardo’nun dostu Antonio ve' talebeleri, anatomi için ölü tedarik etmekte hiçbir zorluktan çekinmi­yorlardı. Bazan cellatlardan ve mezar bekçüerinden para i- •le ölü satın alırlar, bazan da mezarlardan kendileri çıkarır­lardı. Leqnardo, arkadaşı Della Torree ile birlikte, bir ta­raftan ölü açarlar, bir taraftan da vücut parçalarının ibl simlerini yaparlardı.

Leonardo hâtıralarında diyor ki:

«Ben anatomi hakkında tam bir bilgiye Ulaşmak için, pek çok ölü açtım. Bütün uzuvları teker teker inceledim. Her uzvun resimlerini öyle yaptım ki bunlara bakınca o uzuv elin­de imiş gibi bir fikir sahibi olabilirsin» notlarının başka bi­risinde «Güzellik hakikat ve hakikat güzelliktir.» diyor-

Yine aynı notlarda ilme sevgin varsa, ölüden iğrenmL jyeceksin, iğrenmeği bertaraf edince artık korkmayacaksın. Korkuyu atlattıktan sonra Anatomide derlemek için vazih ve muayyen bir plânla çalışman lâzımdır. .Ancak bu hususta da perspektiv bilgisine sahip olacaksın. Nihayet sabre sa­hip olmalısın. Benim bunlara ne derece sahip olduğumu 120 fasikülü bulan Anatomi notlarımda göreceksin. Vaktim olsaydı bunları daha da genişletirdim.

Yine aynı notlarda şöyle diyor: «İnsan ve hayvan, vücu­dunu incelemeğe başlamadan önce mekanik kanunlarım iyi­ce öğrenmelisin. Leonardo’ya göre insan uzuvları birer ma. nivelâdır.»

Leonardo, 1507 yılında, Fransız Kralı 1'2 nci Louis’nin hizmetinde saray ressamı olarak bulunuyordu. Muayyen bir maaşı yoktu, adece ikramiye alabiliyordu, fakat çok defa da unutuluyordu. O da kendi varlığım hatırlatmaiktan çekini­yordu. Çalışmaları da çok yavaşlamıştı. Yine para sıkıntısı içersindeydi. Bu yüzden büyüklerin bekleme’ odalarında zar man kaybediyor ve merdiven tırmanmak gitgide' ağır geli­yordu. Halbuki bu sırada Rafael, Papanın himayesine gire­rek zengin oluyor. Michelange ise büyük servetler topluyor­du. leonardo, fakir bir vatansız halindeydi.

Papa Onuncu Leon, Medicius ailesinin geleneklerine sadık olarak ilim ve sanat koruyucusu olmuştu. Leonardo da bu sırada Roma’ya gelmişti. Papanın huzurunda bir gün Michelange bulunuyordu. Papa şöyle demişti:

«Monsieur Michelange bir hususta mütalâanızı almak istiyorum. Hemşehrimiz Floransak Leonardo’ya bazı işler vermek istiyorum. Onun hakkındaki düşüncen nedir?»

Michelange gözlerini yere dikmiş susuyordu. Papanın bir cevap beklediğini görmesi üzerine, ağzından şu kelime­ler döküldü:

«Mukaddes Peder, birçoklan beni Leonardo’nun düşma­nı sayıyorlar. Bu doğru mu, yanlış mı? Söyliyemem, ama bu mevzuda hakem olmak istemem.»

Papa, biraz da eğlenmek istldiği için; «öyle ise dedi, mütalâanı dinlemeyi daha fazla isterim. Çünkü sen, dostla, nn hakkında olduğu kadar, düşmanların hakkında da doğ­ruyu söyliyecek necabete sahipsin. Sizin gerçekten ona düş man olduğunuza inanamam. Senin ve onun gibi iki sanatkâr fâni hislerin üstünde olduğunuzu bilirim. Neyi paylaşamı­yorsunuz? Eğer ben onun elini sıkmanı istersem red mi ede­ceksin?»

Michelange’in gözleri kıvılcımlanmıştı. Kendine hâkim olamadı. «Hainlere el vermem dedi.»

Papa: «Hainlere mi dedi. Bu çok ağır bir itham, sağ­lam delülerin olmazsa böyle konuşmazsın.»

Michelange: Delillerin yok dedi. Buna lüzum da yok. Herkesin bildiği bir şey. Barbarlan anavatana çağıran Kont Morcru’ya 15 sene dalkavukluk etti. AT.î.AH, bir adaıpın ce­zasını verince Leonardo daha kötü birinin, Cesare Borcia*. nın hizmetine girdi.»

Papa, alaylı bir gülümseme ile: «Unutuyorsun dostum» dedi. Lenardo bir asker, bir devlet adamı değil, bir saınaL kârdır. Sanatkârların fânilerden fazla hürriyete ihtiyaçları yok mu? Milletler arasındaki kavgalardan sanatkârlara ne? gizler köle ile hür adam, Yahudi ile Yunanlı arasında tef­rik yapılmayan ve her yerinde Apollon’un hüküm sürdüğü başka bir âlemin adamları olmalısınız. Sizin vatanınız ho­şunuza giden yer olmalıdır.»

Michelange: «Mukaddes peder affedin, ben sade ve tah_ silsiz bir adamım. Felsefî incelikleri bilemem. Aka ak, ka­raya kara derim. .Annesin© hürmet etmiyen ve v ıtanım terk eden bir adam bir rezildir. Biliyorum ki Loonr-do kend?- sijni insan kanunlarının üstünde sayar, ama ne hakla. O, daima mucizelerle dünyayı hayrette bırakmak ister, fakat bunu ispat edecek eser göstermesi gerekmez mi? Onun mu­cizeleri nerde? Şu birinin düşüp parçalandığı tayyare delili ği mi? Sözlerine daha inanacak mıyız? Eskiden rezîle rezil; dolandırıcıya dolandırıcı derlerdi. Bugün onlara hâkim, dünya vatandaşı diyorlar.»

Papa, Michelange’a açık kurbağa renşi gözleri ile baktı. Herdeyse iki rakibi bir araya getirecek ve bir nevi horoz dö ğüşü tertipliyecekti, ve nihayet içini çekerek:

«Oğlum.» dedi «şimdiye fc-edar inanmak istemediğimiz bir husumet sizi a.yır-yor. İtiraf edelim ki Leonardo hakkmdaki hükmünüz benî keder etıdirdi. Bu nasıl mümkün olur, onun hakkında cok iyi şeyler işittik. İlmi ve sanatı bir tarafa, o, öyle bir ka’bb sahipmiş k’, yalnız insanlara değil, bitkilere karşı bile merhametliymiş.»

Michelange susuyor, yüzü öfke ile geri’iyordu. Huzurda bulunan ve Leonardo’yu sevmiyen, Pjetro Benbo: «Mu­kaddes peder dedi, Michelange’m sözlerinde bir gerçek pavı var. Leonardo hakkında o kadar garip şeyler söyleniyor ki, insan ne düşüleceğini bilmiyor. O, hayvanlara acır ve et ye­mez, ama ölüm makineleri icat eder. İdam mahkûmlarının yüzlerindeki son dehşeti görebilmek için dar ağaçlarım sey reder. Anatomi için hastahanelerden değil, menırlardan da ölü çalar.»

Papa konuşmayı burada keser. Bir taraftan da anatomi için ölü verilmemesi, hastahanelere ve mezar bekçilerine ta­mim edilir

Leonardo, çoktandır Sbctene tapınağım ziyaret edip, Michelange’ın duvar resimlerini görmek isterdi. Bir sabah, talebesi Françesko ile birlikte mescide gitti. Burası ince, uzun, yüksek duvarlı bir bina. idi.

Tavanda ve kavisler üstünde Michelange’ın resimleri görülüyordu. Leonardo, bunları görerek dona kaldı. Resim, ler bir humma sayıklamasını hatırlatıyordu. Tanrı Zebot Caos’un içine oturmuş, ışığı karanlıktan ayırıyor, sulan ve bitki.'eri takdis ediyor, Ademi topraktan ve Havva’yı kabur gasından yaratıyor. Habil ile Kabil efsanesi, Tufpn, lisanla Tanrı arasındaki savaş tasvir ediliyordu. Leonardo, bu eser karşısında duraklıyor ve kendisini mahvolmuş hissediyordu. Kendi eserleri gözünün önüne gelmişti. Akşamyesmeği tab­losu çürüyordu. Kolos heykeli tahrip edi'.mişti. Birçok e_ serleri tamam alınmamıştı ve artık tamamlamaya, vakit de yoktu. O, Michelange’dan daha büyük bir mükemmeliyet pe­şinde koşmuştu. Bu anda Monaliza’nın sözlerini hatırladı. O, demişti ki: «Michelange’ın kuvveti dağ'an deviren bir ka­sırgaya benzer, ama Leonardo Michelange’dcn büyüktü. Çünkü; sükûnet kasırgadan kuvvetliydi. Zira Tanrı kasır­gada değil, sükûnun içindedir.,,

Leonardo Monaliza’yı haklı buldu. İleride insanlık, Le­onardo’nun çizdiği yola yönelecekti. Kaos’dan ahenge, nifak tan birliğe, kasırgadan sükûna. Ama künbVir daha kaç yıl bn hakikat bil’pmiyecek ve Michelange üstün görülecekti. Leonardo fikrinin doğru olduğuna inandığı halde, icraattaki beceriksizliğini şimdi daha acı olarak hissediyordu. Susar mk mescitten çıktılar. Françesco, üstadının fiknniden geçen leri seziyor, fakat bir şey söylemeğe cesaret etmiyordu. Fa­kat yüzüne bakınca birdenbire ihtiyarlamış o’duğunu his­setti.

Yolda Leonardo, diğer rakibini, Rafael’i hatırladı. Leo­nardo Vatikanm üst salonlarında Rafael’in yaptığı duvar reı simlerini görmüştü. O, resimlerde büyük olan «ey idi? tcradafld mükemmeliyet mi? Taklit edilmez incelik mi, fikir­lerdeki hiçlik mi, yoksa büyüklerden kölece teveccüh um. maflc mı? Meselâ Papa II nci Julius, Fransızların, İtalyadan çıkarılmasını hayal ederdi. Rafael onu memnun etmek için mukaddesat düşmanı Heliodor’un melekler tarafından ko­valanışı sahnesine, Papanın resmini de koyar. Başka bir Papa, onuncu Leo, kendisini hatip saydığı için, Atillâ’ya ihtar gönderen I. nci Leo’ya benzetir.

Böylece Rafael resim sanatını papalara dalkavukluk âleti haline getirdi.

Rafael, dünya nimetlerin  el koymasını iyi bilirdi Meu selâ: Bir zenginin at ahırına resimler yapmıştı. Aynı zengi­nin Papaya ziyafet için sofra levazımatı projeleri yapmıştı. Böylece kolaylıkla servet topluyordu. Boigoh tepesinde ken dişine bir köşk yapmıştı. Orada saltanat içinde yaşıyordu. Ona resim ısmarlamak bir moda haline gelmişti. Çalıştığı adamları ile bir nevi resim müteahhitliği yapıyordu. Çok defa bir iki fırça vurur, gerisini adamlarına bırakırdı. Artık mükemmeliyet peşinde değildi. Halk tabakası hizmetine gir­mişti. Ona artık resim Tanrısı denmiyordu.

Leonardo hissediyor ki Michelange ile Rafael’in ötesinde istikbale giden yol yoktu. .Aynı zamanda bu iki sanatçının keındisine neler borç-u olduğunu biliyordu, tşık ve gölge, Anatomi, perspektifi ondan öğrenmişlerdi. Adeta ontın ev­lâtlarıydı. Halbuki şimdi onu mahvediyorlardı.

Leonardo, başı eğik, bu düşüncelere dalmış yürüyordu. Talebesi Fıançesko ona hitap etmek istedi, fakat cesaret e_ demedi. Üstadın dudakannda sakin ve hudutsuz bir nefret beliriyordu. Saint ange köprüsüne vardıklarında, yaya ve atlı, süslü giyinmiş bir kalabalık gördüler. Bu kafile Rafael’ in maiyetiydi. '

O Rafael ki, Leonardo’ya ilk rastladığı zaman Michel­ange sizin pabucunuz olamaz demişti. Rafael, Leonardo’yu tanımıştı. Hafifçe kızararak şapkasiyle üstadı selâmladı. Mai yet halkı, Rafael’in böyle fakir kıyafetli bir adamı bu kadar saygı ile selâmlayışına, hayret etmişlerdi.

Bir müddet daha yürüdükten sonra, Leonardo ve tale­besi bir ye’re oturarak istirahata çekildiler. Burada sırtlar­da taşıdıkları ekmek, kızarmış kaşkaval, kuru incir, biraz, peynir ve bir şişe uçuz şaraptan ibaretti.

Yemekte, Françesco üstadının yüzünü tetkik ediyordu. Bu yüz yorgun ve ihtiyardı. Şakakları kırlaşmış, derin bu­ruşuklu alın, tebarüz ediyordu. Sakallan göğsünü buluyor­du. Solgun mavi gözlei yine keskindi ve sık kaşlannm al­tından hudutsuz bilgi ihtirası ile panldıyordu. Bu insanüstü düşünme kuvveti i’e yorgun yüz, bir tezat teşkil ediyordu. Françesco, bu mütevazi akşam azlığına, bu ihtiyar yüze baktıkça hudutsuz acıma hissiyle üstadının ayaklarına ka panmak ve ona, bu itibarsız halinde bile Michelange’dan ve Rafael’den daha büyük olduğunu söylemek geldi içinden. Fakat buna cesaret edemedi. Göz yaşlarım içime akıttı.

Papa, Leonardo’ya bir küçük resim sipariş etmişti. Fakat o bir türlü ilerle'temiyordu. Çünkü mükemmeliyet peşinde yeni boyalar ve cilâlar keşfetmekle meşguldü. Papa, bunu duyunca, «Bu garip adam dedi, hiçbir şsy ortaya koyamaz, eserin sonunu düşünmekten başlamaya vakit bulamaz.,, Böy lece Leonardo’nun âkibeti belli oluyordu. Artık Rafael ve Michelange bir rakipten kurtulmuş oluyorlardı.

Leonardo, bunu işittiği gün defterine şu satırları yazı­yor:    ’

«Üşüyenler için elbise ne ise, hakaret? uğrayanlar için de sabır odur. Hakaret büyüdükçe sabrım artıracaksın, oza. tnan hiçbir hakaret ruhuna tesir edemez.»

*

♦ ♦

1515 yılında Kral XII. Luis ölmüş, yerine I. inci Fran. çois geçmişti. Genç kral, ilk hamlede Lombardiya’yı ele geçir mis ve Milano’ya girmişti. Leonardo Roma’da artık bir şey öde edemiyeceğini anlayınca, I. François’nın hizmetine gir­di, fakat Papa, Rafael’e ve Michelangea izin vermişti.

Bunun üzerine Kral, Leonardo’yu 700 efcü aylıkla hizmet, tine almış ve kendisine Claux şatosunu tahsis etmişti. 64 ya­şma girmiş oTan Leonardo ümitsiz ve kedersiz vatanını ter. kederek 1516 yılında Fransaya doğru yola çıkmıştı. Yanında Badik uşağı Vilanise, hizmetçisi Maturunvie ve talebeleri Françesco ve Zoro ,Astraux bulunuyordu.

Yolculuk zor geçiyordu. Katırlar, yükleri ve üzerlerinde, ki yolcuları güçlükle taşıyorlar ve uçuruma yuvarlanmamak için patika yollara sık sık tutunuyorlardı.

Aşağıda vâdilerde bahar başlamıştı. Fakat dağlarda kış hüküm sürüyordu. Leonardo yer yer katırın sırtından iniyor, talebesi Françesco’nun koluna dayanarak tepelere formanı- t yordu. Bir yüksekliğe vardıklarında Françesco, «İtalyayı son defa olarak görelim» dedi. Leonardo’nun yüzü bir alâka ifa. etmiyordu. Yüzünü İtalya’dan çevirdi ve' karlı dağlara doğru yöneldi. Adımlan hızlanmıştı. Talebesini zor takip ediyordu. Dağın karlarım ve buzlarım seyrede ede yol alırken, Leo­nardo Monaliza’yı ve ölümü düşünüyordu.

XXXI

LEONARDO FRANSADA

«Hastalığı ve ölümü»

Fransız Kralı Birinci Fransuva’nın Leonardo’ya tahsis et­tiği Canx şatosu, Loir nehri üstünde Ajnbois sarayının yakının daydı. Kral bu dolaylara av için gelirdi. O zaman küçük ka saba canlanırdı. Kral ayrılınca ortalığı derin bir sükût kap­lardı. Sadece pazar günleri ki iseye giden kadınlar, sokaklar­da oynayan çocuklar bir hareket ve canlılık yaratırlardı.

Claıux şatosu, ,Amas çayının üstünde yüksek bir duvarla çevrili idi. Çaya doğru yeşil bir vadi vardı. Etraf ormandı. Şatonu  sekiz köşeli bir ku’esi vardı. Bina iki katlıydı, her katta sekizer oda vardı.

Kral, Leonardo’yu sevgi ile karşılamıştı. Onun eserleri hakkında uzun uzadıya fikirlerini söylemiş ve ona baba, üs_ tad diye hitap etmişti.

Leonardo, Ambois sarayını tâdil etmeyi, civar araziye kanallar açarak bataklıkları yeşil birer cennet haline getir­meyi teklif etti. Bu kanal sayesinde Orta Avrupa Akdeniz. le birleşecekti. Kral, kanal inşasını kabul etmişti. Leonardo, şevk ile işe başladı, plânlar hazırladı.

Leonardo, şato civarındaki gezmelerinde, bir gün küçük bir kasabaya uğramıştı. Burası Loches idi. Buranın şatosun­da eski Milano Dükü Moro, sekiz sene hapis tutulmuş ve so­nunda ölmüştü. Hapishane bekçisi, Leonardo’ya Moro’nun macerasını nakletmişti.

Moro, son yıllanın ibadetle geçiriyordu. Kendisine veri­len tek kitap, Damte’nin cehennemiydi. Ona son günleTinde resim yapma izni de verilmişti. Hapishane odasının tavan ve duvarlarını resimlemiş ve acemi bir fransızca ile şunları yasmıştı:

«Esarette rehberim : Silâhım, saibnmdır»

Leonardo, Moro’nun sanatseverliğini hatırladı ve «belki» dedi «bu adamın ruhunda güzelliğe karşı o kadar büyük sevgi vardır ki, kıymet de bu sayede affa! uğrayabilir» Leöanardo. bu talihsiz kontun macerasını dinlerken, başka bir hâmisi olan Sezare Borcia’nın âkibeti hakkında işittiklerini hatırladı. Pa­pa II. Julius, Sezare’yi düşmanlarına teslim etmişti. Onlar dâ Kontu Castillia’da bir şatoya hapsetmişlerdi. Cesur Kont, ha­pishanenin penceresinden iple aşağı inmeyi denerken, bekçi ler ipi kesmiş’erdi. Düşüp yaralanan kont, son takatini toplı yarak kaçmağa muvaffak olmuştu. Bu haber, Papa’yı öylesine korkutmuştu ki, kellesini getirecek olana 10 bin altın vadet- mişîti. Sezare, eniştesinin hizmetinde Fransızlara karşı harp ederken öldürülmüştü. Fransız askerleri onu çırılçıplak so­yarak bir ormana atmışlardı. Kızkardeşi Lucrecia, ömrü bo­yunca kardeşinin ölümüne ağlamıştı, kendisi öldüğünde vü­cudunda kardeşine ait bir gömlek bulunmuştu.

Leonardo, bu iki kontun hayatlarını düşündü. İkisi de büyük işler başarmışlar, fakat bir iz bırakmadan kaybolup gitmişlerdi. Leonardo, kendi eserlerini hatırladı ve bunda garip bir teselli buldu.

Amboise şatosunun tâdili ve kanal açılması işi iflâs et misti. Kral da artık alâkasını unutmuştu. Leonardo, diğer hâmileri gibi Fransız kralından da gerekli anlayışı göremiye ceğini ve insanlara zekâ hazînelerinden bir şeyler veremiye ceğini anladı ve artık inzivaya çkildi.

1517 yılında sıtmaya yakalandı ve artık bir daha sıhha­tini tam bulamadı, öğleden sonraları talebesi Françesco’nun koluna dayanarak ormanlar içinde gezinir ve bir taşın üze­rine otururdu. Françesco, onun ayak ucuna çömelir, ona Dan te’den, İncilden veya felsefe kitabından bentler okurdu. Leo. nardo bunları dinlerken, ormonon sükûnuna dalar ve yüzün­de garip mânalar belirirdi. O günlerde Leonardo garip bir resim yapmağa başlıyordu:

Bir kaya çıkıntısının altında, ıslak bir gölge içinde', bir geceden daha esrarlı, uzun saçlı, alnında taç, solgun yüzlü bir Tann oturuyor. Beline bir geyik derisi sanlmış, eünde âsâ, bir şeyler dinler gibi. Parmağı ile uzak mesafelere işaret ediyor.

Kral I. François, bir gün Leonardo’nun atölyesini ziyare te gitti. Sanatçı, zayıf ve dermansız olmasma rağmen, kut­sal Yuharnnes tablosunda çalışıyordu. Talebesine» içeriye kim şeyi sokma, soranlara hastadır de,» talimatım verdi. Fakat ge len kra’dı. Kral o kadar ânı olarak atölyeye dalmıştı ki* Leonardo Jökorid tablosunu örtmeye vakit bulamamıştı.

Kral, zevksiz bir ihtişam içindeydi. Yirmi dört yaşmda, iri yapılı ve güçlü kuvvetliydi.

Leonardo, Krala reverans yapmak istedi. Fakat Kral bu na mâni oldu, onun üzerine eğildi ve kucakladı.

    «Çoktandır görüşmemiştik, dedi. Nasılsınız, yeni re­simleriniz var mı?

    «Çok hastalanıyorum» dedi. Leonardo ve Jökont tab. loşunu yan tarafa itmek istedi, kral bunun farkına vararak, «nedir bu?» dedi.

— Eski bir resim, evvelce görmüştünüz.

— Olsun göster, senin resimlerine bakılmaya doyula. maz.

Bir maiyet adamı, Jökont tablosunu açtı.

Leonardo, alnını kırıştırdı. Kral bir iskemleye oturarak, tabloyu ımm uznun tetkik etti.

«Harikulâde» dedi, gördüğüm kadınların en güzeli.

Leonardo: «Monaliza» dedi, Floransalı Jökontun kan.

— Eskiden mi yaptın bu portreyi?

— On sene evvel.

— Hâlâ bu kadar güzel mi?

     öldü, majeste!

Mâbette bulunan bir şair; «Üstad Leonardo bu tabloya beş sene çalışmıştır ve hâlâ tamamlamamıştır» dedi.

Kral — Tamamlamamış mı? Nesi eksik? İnsaf, o kadar canlı ki bir 'konuşması eksik, sonra Leonardo’ya dönerek:

— İtiraf etmeliyim ki size gıpta ediyorum. Böyle güzel bir kadın’a beş sene geçirmek... Talihinden şikâyet edemezsin. Bu kadının kocasının gözü nerede? Kadın ölmemiş olsaydı, bugün hâlâ resimle meşgul olacaktın değil mi? Dedi ve gözlerini yumarak gülüyordu ve Monaliza’nin namus’u bir kadın olabileceği akima gelmiyordu.

«Evet dostum» dedi, «sen kadından anlıyorsun, şu om'iz. lar, şu göğüs.. Hele görünmeyen yerleri kimbilir ne kadar gü­zeldir!,, Leonardo, başım öne eğmiş, susuyordu.

«Böyle bir portre yapabilmek için, ressam olmak yetmez. Kadın ruhunun dehlizlerine de inmek lâzım, öyle sakin dm ruyor ama, içinde ne fırtınalar geçiyordur!» Saray şairi, kra­lın kulağına eğilip:

«Majeste, bilmem doğru mu, bu acaip adam, ne Jökontu, > qe de herhangi bir kadını öpmemiş, tamamiyle masummuş» şair daha yavaş bir sesle:

Sokratik aşktan, Leonardo talebelerinin çok güzel olu­şundan ve Floransa’da hayatın serbestliğinden bahsetti.

Kral, başka bir resime bakıyordu. Şair;

«Üzüm resimlerine bakarsak bu, Baküs olmalı» dedi.

Kral, diğer bir resme bakarak:

«Bu da Baküs mü dedi, garip şey, saçlar, göğüs, sima bir kız gibi, Monaliza’ya benziyor.»

Şair; belki de Androgynos’tur, dedi.

Kral, bu kelimenin mânâsım sordu.

— Eflâtun’ıun masalındaki çift cinsiyetti varlıklar ki, gü­zellikte emsalsizdir. Güneş Tanrısı ile Yer Tanrısının çocuk lan. Titanlar gibi Tanrılara isyan ererler. Zevs, bu âsiler durdurmak ister, fakat imha etmez, çünkü onların dua ve kurbanlarından vazgeçemez. Bunun üzerine bir yıldırımla onu ikiye böler. O zamandan beri bu iki parça, kadın ve erkek aşk dediğimiz bir arzu ile birbirini özlermiş. Aşk, cinsler bir lâiğinin bir alâmetidir. Belki Leonardo bu resimle, dişilikle erkekliği, tekrar birleştirmeyi denemiştir.»

Kral, sanatkâra dönerek:

— «Bu, bilmeceyi çöz» dedi. Resim, Baküs mü, Androg ynos mu?

— Majeste, ikisi de değil. Bu, mukaddes Yohlan’dır. İsa ren müjdecisi..

Kral, «mümkün değil» dedi. Fakat dikkalti bakraca, ar kada haçlı resmini gördü ve' şaşkınlık a başım salladı:

«Bu resimlerin ikisini de satm alıyorum, Jökontu ve Yohan, bunlara kaç para istersin?»

Leonardo, «majeste» dedi, «onlar henüz tamamlanmış değil» «sahi mi» dedi kral, «Yohan’ı tamamla, fakat Jökontu hemen ver. O, bundan daha güzel olamaz. Ben onu hemen istiyorum anlıyor musun? Fiatım söyle, ben pazarlık etmem.,,

Leonardo, red cevabına bir mazeret bulmak lâzımgeldL ğini anlıyordu. Fakat dokunduğu her şeye leke süren bu ada ma ne denebilirdi? Jökontu hiç bir şey pahasına veremiyeoe ğini nasıl anlatmalıydı?

Kral:

«Sen söylemezsen, fiatı ben tâyin ederim» dedi ve Jökont’a bir göz attıktan sonra:

«Üç bin ekü, az mı gelir, üç bin beş yüz»

Leonardo, «majeste» dedi, sesi titriyordu. Sizi temin ederim ki..» Yüzü sararmıştı.

— Peki öyleyse, dört bin..

Maiyet halkı hayret içindeydi. Şimdiye kadar hiç bir tabloya böyle bir fiat ödenmemişti.

Leonardo, şaşkınlıkla Krala baktı. Jökqnd’u bırakması için hayatım bağışlamasını niyaz edercesine kralın ayaklan na kapanmak geldi içinden. Fakat Kral, bu hali bir teşekkür ifadesi sayarak ayağa kalktı, sanatkârı kucakladı.

«Tamam dedi» dört bin ekü.. Parayı istediğin zaman nla bilirsin. Yann Jökond’u aldırıyorum. merak etene, onu öyle bir yere koyacağım ki sen de memnun olacaksın. Onun değe rini biliyorum, gelecek nesiller için saklıyacağım.

Kral gidince, Leonardo bir koltuğa yığıldı. Şaşkınlıkla Jökonta bakıyordu. Olan biten ere inanamıyordu. Resmî sak lamak, hattâ onu alıp İtalyaya kaçmak geçti aklından.

Gece, uyuyamamıştı. Gece yansı talebesi Françesco’yu Uyandırdı;

«Kalk dedi» Kral'a konuşmaya mecburum.

— Üstadım, vakit çok geç, bugün yorgunsunuz, yine hasta olacaksınız. Yannı beklememek daha iyi olur.»

— Hayır, derhal feneri yak, önüme düş. Sen gelmezsen yalnız giderim.

Françesco itiraz edemedi. Kalktı ve giyindi.

Kra’m sarayına on dakikalık mesafe vardı. Gece karan lıktı. Saraydan müzik sesleri geliyordu. Kral hâlâ yemek teydi.

Kralın bir eğlencesi vardı : Üzerinde müstehcen resim­ler bulunan bir kadehten genç kız'ara şarap içirmek. Kızla­rın kimisi güler, kimisi kızarır, kimisi utancından ağlamaya başlardı. Bu kadınlar arasında, Kralın hemşiresi «İnciler in­cisi» de vardı.

Başkalarının hoşuna gitmek sanatında üstad idi. Fakat kardeşini severdi. Onun zaaflarını meziyet, günahlarını sevap sayardı. Kardeşine bedenini ve ruhunu teslim etmekten zevk alırdı.

O akşam, pek genç bir asilzade kız, ilk olarak kadehten i$ecekti. Bu sırada Leonardo’nun geldiği haber verildi. Be.' yaz sakalı, eşraftı yüzü ile başka bir âlemin adamı gibi idi.

Kral:

— Üstad Leonardo dedi, nadir misafir.. Size ne ikram edeyim? Et yemezmişsiniz.. Sebze veya meyve..

— Teşekkür ederim majeste.. Size bir çift sözüm var.

Kral, ona dikkatle bakıyordu.

      «Dostum neyin var, hasta mısın?»

— Hayır majeste.. Sizden bir ricam var.

— Söyle., bilirsin ki senden bir şey esirgemem.

— Yine şu resim için geliyorum majeste. Mona Lisa i­çin..

— Ne? Yine mi o? Zannediyorum ki fiatta mutabıkız.

— Para için değil, majeste..

— O halde niçin?.

— Efendimiz, merhamet edin.. Jökond’u bana bırakın.. Paraya ihtiyacım yok. O zaten sizin. Ama, ölümüme kadar bana bırakın..

Kral, omuz silkti, alnını kırıştırdı.

Kralın hemşiresi, Leonardo’yu destekledi:

— Majeste dedi, üstadın ricasını kabul edin, o, buna lâyıktır.

— Siz de mi, onun tarafındasınız.. Bu, âdeta bir ihti­lâl..

1 Prenses, elini kardeşinin omuzuna koydu ve kulağına bir şeyler söyledi.

— Görmüyor musunuz? Onu hâlâ seviyor.

— Ama, o ölmüş.

— Ne çıkar, ölüler de sevilemez mi? Siz de diyordunuz ki o resimde yaşıyor gibi. Kardeşim, lütfet ona, mazinin bu son hâtırasını bırak. Yaşlı adamı kederlendirme.»

Kralın kalbinden eski mektep bilgileri geçti, «Ebedî ruh bağı, semavî aşk, yiğitçe sadakat., âlicenap olmak lüzumunu duyuyordu.

     .Allah iyilik versin üstad, görüyorum ki seninle başa çıkılmıyor, senin iyi bir hâmin var. Müsterih ol. Arzunu yapa cağım. Ama unutma.

— Resim yanımda, paranı da işte alacaksın. Seni kim­se Monalizan’dan ayırmsyacak.

Prenses ağlıyordu. Hafif tebessümle elini üstada uzattı, Leonardo onu öptü.

Tekrar dans başladı. Artık kimse şu garip ziyaretçiyi dü- şünmiyordu.

*

* «

Leonardo’nun sıhhati gittikçe bozuluyordu. Talebesi işi bırakıp dinlenmesini, beyhude yere yalvarıyordu. Üstad ise, dinlenme sözünü işitmek bi e istemiyordu.

1518 yılı güzünde, ıstırabı artmıştı. Fakat bu ıstırapları yeniyor ve bütün gün çalışıyordu. Sadece üst kattaki yatak odasına talebesinin kolunda çakabiliyordu. Baş dönmesi arttr- ğı için, artık yalnız merdiven çıkamıyordu.

İki üç basamakta bir durup dinleniyordu. O gün anî ola. rak başı döndü ve vücudunun bütün ağırlığiyle talebesinin o_ muzuna yüklendi. Françesco hastayı taşıyabilmek için iki hademe daha çağırdı. Leonardo her zamanki gibi, hekim ça­ğırmayı reddediyordu. Bu defa altı hafta yatakta kaldı. Sağ tarafına felç gelmişti; sağ eli tamamen mefluçtu.

Kış başlngıcında biraz düzeldi. O, ömrü boyunca hem sağ, hem sol elini kullanmıştı. Sol eliyle çizer, sağ eliyle boya vururdu. Bir elin yaptığını öbür el yapamazdı, tki zıt kuvvetin böyle birleşmesi, onu başka ressamlardan üstün ge­tiren bir hususiyetti. Şimdi işe sağ elin parmaklan işlemi­yor ve artık üstad resim yapâmıyacağma inanıyordu. Aralık ayında yataktan kalıktı. Üst kat odalarında dolaşıyor, bazan da atölyeye iniyor fakat işine bakamıyordu.

Bir gün bütün ev halikının istirahatte bulunduğu bir saatte Françesco üstadını aramağa gitti. Onu yatak odasında bulamayınca, atölyeye indi. Leonardo son zamanlarda insan­dan kaçar olmuştu, âdeta müşahede edileceğinden korkar gi­bi idi.

Françesco, yan yarıya açtığı kapıdan içeriye' bakınca, Leonardo’yu sol eliyle mukaddes Yuhan tablosunu tamamla­mağa uğraşırken gördü. Yüzünde perişan bir gayretin taka! lüsü vardı. Dudaklarının zaviyesi aşağı düşmüş, kaşları yu­karı kalkmıştı. Terle ıslanmış alnına beyaz saç bukleleri ya­pışmıştı. Katı parmaklar artık itaat etmiyorlardı. Elindeki fırça, bir acemi elindeymiş gibi titriyordu. Françesco, kumL damağa cesaret edemiyordu. Nefesi kesilmiş, şaşkın bir hal­de canlı bir ruhun ölmekte olan etle savaşını seyrediyordu.

O sene kış çok sürdü. Buzlar Loiar nehri köprülerini tahrip etmişti. Şokaklarda donup ölen insanlar vardı. Kurt lar şehirlere inmişti. Geceleri silâhsız evden çıkılamıyordu. Muhacir kuşlar düşüp ölüyorlardı. Françesco, bir sabah, kar üzerinde başı donmuş bir güvercin bulmuştu, onu üsta da getirdi. Leonardo, kuşu nefesiyle ısıttı ve ona ilkbaharda serbest bırakmak üzere sobanın yanında bir ılık yuva yaptı.

Leonardo,' işe başlamak istemiyordu. Bitirmediği ’ju- hannes tablosunu atölyesinin bir köşesine saklamıştı. Günler böyle geçiyordu. Bazan ziyaretlerine komşu noter gelirdi ve Baçma sapan lâflarda gevezelik ederdi. Bazan da bir Fransiz- ka-rı rahibi Gugliyelmo gelirdi. Bu İtlayan, eski Floransa hi_ kâyekri snlatırdl. Uzun kış geceleri, daima ve kâğıt oynar­lardı.

Misafir gidince, üstad daha saatlerce odasmda dolaşır, dı. Gece karanlığında çıplak ağaçların dallan fırtınadan ça. tırdar ve bu gürültü devlerin habis sesini hatırlatırdı j Bu gürültüye orman etkilerindeki camlıların ses1 eri katılırdı;

Melzi lâyta çalardı ve hoş bir sesi vardı. Bazan üstadın dertlerini bu müzikle yatıştırmağa uğraşırdı. Bir gün Loren. jo dö Mediçif’in bestelediği ve Baküs’ü.n karnaval gecesini anlatan neşeli ve kederli türküsünü söylemişti. Leonardo, gençliğinde işittiği bu türküyü severdi.

Bu şarkı aynı zamanda ona jökontu hatırlatırdı. Fran­çesco şarkı bitince üstadının yüzüne baktığında, beyaz sakal îarından iri gözyaşı damlalarını  aktığını gördü.

Leonardo, zaman zaman hâtıra notlarını okur ve ken­dilini o anıda çek meşgul eden ölüm mevzuunda yeni fikirler kaydederdi:

«Şimdi anlıyorsun ki vatana dönmek hususundaki ü. midin ve arzun, kelebeğin ateşe yönelilesi gibidir ve insan sevinçli bir sabırsızlıkla daima yeni bir bahar, yeni bir yaz, yeni aylar ve yıllar bekler ve beklenen şeyin geciktiğini sa­nır ve faricetmez ki kendi sukutunu ve sonunu özlemekte­dir. Ne çare ki bu arzu, tabiatın özü unsurların ruhudur ve bu unsurlar vücuttan çıkıp kendilerini gönderene dönmek isterler.»

«Tabiatta kuvvet ve hareketten başka bir şey yoktur. Kuvvet ise talih iradesidir, dünyanın son muvazenesine ve ilk hareketi yaptırana yönelmeaindem ibarettir.»

«Arzu denen şey, arzu edenle birleştiği zaman, arzu ger çekleşir ve sevinç hasıl olur. Böylece seven sevgilisi ile bir­leştiği zaman sükûna kavuşur ve siklet düştüğü zaman sü­kûn bulur.»

«Cüzüler gayri mükemmeliyetten kaçmak için, daima bütünle birleşmek isterler. Ruh daima vücutta kalmak is­ter, çünkü vücudun organları olmaksızın, ne icraat yapabi. lir ne de bir şey duyabüir. Fakat vücudun harabiyeti ile ruh tahribe uğramaz, vücutta rüzgârın orgta yaptığı gibi çalışır, fakat orkun bir teli bozulduğu zaman doğru bir ses çıkaramaz.»

«İyi kullanılmış bir gün nasıl sevinçli bir uyku getirirse iyi yaşanmış bir hayat da sevinçli bir ölüm getirir.»

«Her iyi geçirilmiş ömür, bir uzun ömürdür.»

«Her dış zaruret, aklın iç icabına tekabül eder. Makul felâket olan ölüm bırakmaz. Çünkü hâtırayı hayatla bera. ber tahrip eder.»

«Yaşamayı öğrendiğimi sanırken, meğer ölmeyi öğren­mişim.»       ,

«Her dış zaruret, aklın iç hicabına tekabül eder. Makul Plan her şey iyidir; çünkü lüzumludur.»                                                                                                    .

«Yerde ve gökte babamız semin iraden hüküm sür­sün.»

O, böylece, ölümdeki İlâhî zarureti aklen haklı çıkarı­yordu. Fakat aslında kalbinin derinliklerinde bir şey kımıldı­yordu. Akim icabına uymak istemiyordu.

Bir gece rüyasında, mezarında, uyandığını ve bütün kuvvetiyle mezardan çıkmayı denediğini gördü. Ertesi gün, Françeskoya vücudunda tefessüh alâmetleri başlamadan gö- mülmemesini vasiyet etti.

Kış geceleri, fırtına ulurken, Vinci köyündeki çocuklu­ğunu, kır çiçeklerinin kokusunu, turnaların arkasından «uç mak uçmak» diye bağırdığım havai ederdi. O zaman, hâlâ hayatı sevdiğini bahsederdi ve ölümü düşünerek bir çocuk gibi ağlamak isterdi.

Geceleri uykusu kaçmaya başlamıştı. Françesco, ona İncilden bentler okurdu. İncil ona şimdi yepyeni ve insan­lar tarafından yanhş anlaşılmış geliyordu. Bazı kelimeter bir uçurum gibi derindi.

Sabahlan kalktığında, bazan buz donmuş, camlarla buz­lu tepelere, kül rengi göğe, ağaçlara bakardı. O zaman kıŞ bitmiyecekmiş gibi gelirdi. Fakat şubat başında ılık rüzgâr­lar esmeye başlamıştı. Sabahleyin güneşin ilk ışığında Fran­çesco atölyenin aydınlık bir yerine üstadın koltuğunu ko­yardı. İhtiyar üstad saatlerce başı eğik oturur ve ısınmaya çalışırdı.

Leonardo’nun bütün kış beslediği güvercin, artık atölye­de uçuyordu. Üstadın omuzuna konuyor, kendisini yakalamı­yor ve sevdiriyordu. Sonra da bahan hissetmişçesine uçup giderdi. Leonardo, kuşun her hareketini, her dönüşünü dik katle takip eder ve uçak fikri hatırasında yine canlanırdı,

Bir gün sandığını açtı «Tabiat Hakkında» ismini taşı­yan iki yüz ciltlik notlannı açıp kanştırdı. Ömrü boyunca, bu notlan sıraya koymaya, bir bütün haline' getirmeyi tasar lamış, fakat yine tehir etmişti. O, biliyordu ki bu notlar, insanlığın kaderini değiştiren araştırmayı kolaylaştıracak, insanlığın yolunu aydınlatacaktı. Fakat artık geç kalmıştı. Ama, bir gün uçak hakkındaki notlarım ele aldı. Müthiş ve son bir gayretle uçak üzerine düşünmeye koyuldu. Hattâ bu yüzden hastalığı ve ölümü unuttu. Françesco, bu nu bir çalışma değil, humma sayıklaması sayıyordu.

Bir hafta geçmişti. Melzi, üstadı bırakmıyor ve gece­leri yanında yatıyordu. Üç geceyi uykusuz geçirmişti. Ni. hayet derin bir yorgunluğa düşerek uyuya kalmıştı. Sabah olmuş, güvercin çırpınmağa başlamıştı. Leonardo, ve küçük masa başında bir şeyler yazıyordu.

Birdenbire kalem elinden düştü. Başı öne eğildi. Ayağa kalkmayı ve Francesko’yu çağırmayı denedi. Fakat sesi çık­mıyordu. Vücudunun bütün ağırlığiyle masaya düştü. Tale­besi uyanınca, masayı devrilmiş, mumu sönmüş ve üstadı yerde buldu.

Bu, ikinci inme idi. Üstad, birkaç gün baygın yattı. Humma içinde rakamlar sayıklıyordu.

Kendine geldiği anda uçak makinesinin plânlarım İstedi. Talebesi; hayır üstad dedi, iyi olmadan çalışmanızı görmektense, ölmeyi tercih ederim.

— Onlan nereye koydun?

—Müsterih olun. İyi sakladım. Sıhhatinize kavuştuğu­nuzda veririm.

— Nereye koyduğunu söyle.

— Kilitledim.

— Anahtar nerede?

— Bende.

— Ver bana.

— Rica ederim, üstad, neye?

— Çabuk ver.

Françesco, tereddüt ediyordu. Hastanın gözlerinde öfke parıldıyordu. Onu üzemezdi. Anahtarı verdi.

Leonardo anahtarı yastığının altına soktu, öyle müste­rih oldu. Hasta, biraz iyileşiyordu. Nisan başında bütün bir günü iyi geçirmişti.

Françesco, gece onun ayak ucunda yatıyordu. Bir ak­şam, bir darbe yemiş gibi uyandı. Üstadın nefes seslerini dinledi; bir şey duymadı. Gece lâmbası sönmüştü. Lâmbayı yaktı. Üstadın yatağı boştu. Bitişik odanın 'kapısnı araladı. (Leonardo büyük sandığın yanında, yerde oturuyor, bir şey. ler yazıyordu. Bir makine hesabiydi bu.. Leonardo mınldat nıyordu. Gözleri alev alevdi. Kaştan çatılmış, dudakları düşmüştü. İnsanüstü düşüncelerle dolu kafası, öne eğilmişti. Talebesi içeriye girmeye cesaret edemiyordu.

Leonardo, birdenbire dolu bir sahifeyi öyle bir şiddetle çizmişti ki kalem kırılmıştı. Talebesine:

— Sana söylüyorum, dedi; yakında tamam olacak. Şimdi her sey tamam.. Korkmana sebep yok.. Bir daha yapmam. cBenihtiyar ve bön oldum, bir şey bilmiyorum, bildiklerimi de unutmuşum, hepsini şeytan alsın!»

O günden sonra, hastalığı ağırlaşmıştı. Günlerce bay. gın kalmıştı Françesco dindardı. Kilise ne demişse ona L nanmıştı.

Leonardo’nun, kilise emirlerine kulak asmadığını bilir, di. Fakat ona olan sevgisi dolayısiyle Leonardo’nun allahsız olmadığına inanmak isterdi. Ama, şimdi üstadın dua etme­den öleceğinden korkmaya başlamıştı. Onun ruhunu kur­tarmak için hayatını verebilirdi. .Ama, bunu ona açmaya ce­saret edemezdi.

Bir akşam, Üstadın ayak ucunda oturuyordu. Delin dü­şüncelere dalmıştı.

L onardo: «Ne düşünüyorsun » diye sordu.                                t

Françesco :

«Rahip Guglielmo bu sabah gelmişti Şizi görmek iste­di. Ben bırakmadım.»

Üstad, onun korku, ümit ve yalvarışla parıldayan gözle Tine baktı ve:         '

«Şen başka bir şey düşünüyordun» dedi, «Neden bana söylemek istemiyorsun?» dedi.

Françesco, gözlerini yere indirdi ve sustu. Ama, Leonar do her şeyi anlamıştı. Yüzünü çevirdi. O, yaşadığı gibi, ÖL meyi isterdi — hayret ve durgunluk içinde — ama Françes. co’ya acıdı, onun imanım bulandırmak ve acı vermek iste, mezdi.

Talebesine tekrar baktı elini onun eline koyarak, yavaş bir sesle:

«Oğlum» dedi «rahibe haber yolla, yann gelsin.

Ben, tövbe etmek ve «mukaddes yemek» ten yemek isti­yorum. Noter Giyon da gels’n. »

. Françesco, cevap vermedi. Yalnız sonsuz teşekkürünü ifade için üstadın elini öptü.

Ertesi sabah, 23 nisan, noter geldi. Leonardo ona son arzusunu bildirdi:

Santa Marj», kilisesi papazı nezdinde bulunan dört yüz altım kardeşlerine bırakıyordu. Onlarla dargın ve dâvâlı idi. Bu jeştivl/» her şeyi affettiğini söylemek istemişti. Tale­besi Fsrnçeero’ya- bütün kitaplarını, âletlerini, ol yazılarını, maaşının bakiyesini, veriyordu. Defin merasimi için noter, Françesco’yla istişare edebekti.

Françesco ve noter, halk ağzında dolaşan bütün sakala ra rağmen, Lecnardo’nu.n sadık bir hristiyan olduğunu ispat edecek bir merasim yapmak istiyorlardı.

Hasta, her şeve razı olmuştu.

Vasiyetname tamamlarım imzalanacağı sıreda, Leonardo hizmetçisi Maturina’yı hatırladı. Ona da siyah kumaştan bir elbise, bir başlık ve iki altın bıraktığım yazdırdı.

Rahin. kutsal eşya ile odasına girmişti, ötekiler çekil misti. Odadan e?kan rahip, üstadın bütün hiristiyan usulleri ne göte merasimi kabul ettiğini söyledi. Françesco bahtiyar dı.

Rahip, «oğlum» dedi, »Halk, oam hakkında ne derse desin, o, İncilin «kalbleri temiz olanlar bahtiyardır, çünkü Allahı göreceklerdir» hükmüne lâyıktır.

Hasta, gece nefes darlığı geçiriyordu. Talebesi, onun nefesini daha iyi hissediyordu. Oda sıcaktı. Üstadın nefesi yine dardı. Françesco, pencereyi açmıştı. Gökte beyaz güver cinler uçuyordu. Paskalya çanlan çalıyordu. Fakat son nefe sinde olan, üstad, artık bir şey görmüyor ve işitmiyordu. Üstüne dağlar yükleniyor gibiydi, kalkmak istiyor, fakat muvaffak olamıyordu. Şen bir hamleden sonra, artık muka. vemeti bıraktı ve «Tamım, Tanrım, beni niçin bıraktın?» dedi. Artık bir daha ayılamadı.

2 mayıs sabahı, nefesi hafiflemişti.Eşi ölüm duasını okudu. Az sonra  Francero üstadın kalbinin atmadığını hissetti.Yavaşca gözlerini kapattı.

 Ölünün yüzü değişmemişti.  Da nin sakin ifadesi okunuyordu.             

Uşaklar cenazeyi yıkarken kapı ve pencere açıktı. Bu sırada, alt katta bulunan güvercin, merdivenden çıkarak odaya girmişti. Alışkanlıkla Leonordo’nun elleri üstüne konmuştu. Sonra birdenbire karat çırpsmk açık pençemden uçup gitmişti.

Ölü, son arzusuna uyularak, üç gün yatağında bırakıl­dı. Defin merasiminde vasiyetnamenin bütün hükümleri yerine getirilmişti.

Tabuta papazlar refakat ediyordu. Altmış fakir, altmış mum taşıyordu. Kasabanın bütün kiliselerinde çanlar çalını yordu, fakirlere para dağıtılmıştı.

Leonardo, Şt. Florenti manastırına gömülmüştü. Fakat mezan zamanla yerle bir olmuştu. Kasabada artık kimse onu hatırlayamıyordu. Böylece mezan kaybolmuştu.

Françesco: Üstadın ölümünü kardeşlerine şöyle bildir mişti:

«Bana babamdan aziz olan Leonardo’nun ölümünden duy duğum acıyı tariften âcizim. Yaşadığım müddetçe, onun yasını tutacağım. Çünkü o beni şefkatli bir sevgi ile sevmiş ti. Sanıyorum ki bu mateme bütün dünya katılmalıdır, Çün kü hakikat, ona benzer kimseyi yaratamaz artık. K&dir Tan­rım, onun ruhuna sükûn ver.»

xxxıı

LEONARDO VE MONA LİSA

Leonardo’nun Jokontla ilk buluşmasında neler hissetmiş olduğu tasavvur olunabilir. Şüphe edilemez ki bu tesadüf Leonardo’nun hayatında en heyecanlı an olmuştur. Vakıa o, asnn en seçkin kadınlarının portresini tetkik etmişti. Beat ris, İsabel gibi, fakat hiç bir zaman jekont tipine rastlama mıştı. Onca bu kadın, bütün kadınlığın bir hasılasiydi. Onun bakışı hem karanlık, hem aydınlık, en mânalı bir istihza ile şiddetli bir ihtiras onun ifadesinde birbirine karışmış halde idi. Muhteşem alnında bir hakim tavn vardı. Yüzü diğer gâmlık kudret ve zerafet ifade ederdi

Leonardo, bu mümkün mü demiş olacaktır, öte yandan Monaliza’nın şaşkınlığı da bundan aşağı olmamalıydı. Kocası dahil olduğu halde, o ana kadar tanıdığı bütün erkekler kuk la idiler, onun mahrumiyetnie girmeye lâyık değillerdi.

Bu ilk görüşmede Jökont, hiçbir ressamın, yüzünün hareketlüiği dolayısiyle kendisinin resmini yapmağa mu­vaffak olamadığını söylemişti. Leonardo, tevazu üe «bütün bilgüerimi kullanarak bir deneme yapacağım» demişti.

Schure onlar arasında geçen son veda sahnesini şöy­le tasavvur eder:

— Ah, Monaİiza, bütün kadınlığı ihtvia eden kadın.. Nasıl mümkün oluyor da kalbinin derin demide Madon ve Medus’u yanyana birleşmiş görüyorum. Senin bilmeceni çözemedim. Ayrılacağımız şu 'anda, sırrım bana tevdi et­mez misin?

— .Ah, büyük Leonardo, sanatının hükümdarı, sen ki her şeyi bilirsin ve her muammayı çözersin, benim ımıam. mamı anlıyamadın, bilemedin ki seni seviyorum, sen iitml nasıl bir kudretle seviyorsan, ben de seni öyle seviyorum. Seni seviyorum, çünkü seni anlıyorum. Senin kudretini an­lıyorum, fakat eksiğini de büiyorum.

Evet, sen haklısın, ben madon ve Medus’ beraber t» şıyorum, sırrımı bilmek mi istiyorsun? Sırrım şu formülde­dir : Her iyilik aşkla, her kötülük aşksızlıkta.

Aşkla cehennemlerin derinliklerine nüfuz edebilir ve göklerin son yüksekliklerine çıkabilirim. Beni, kendi zirveL ne yüksefftiktten sanıra, o çukurlara düşmeyi bırakma Haydi şeninde kaçalım, her ikimiz içimizde yarım bir dün­ya saklıyoruz. O iki yarımı birleştirip bütünliyelim.. Tek tek zaifiz birleşince yetinilmez kuvvet oluruz.

Leonardo, hayatında böyle bir imtihana maruz kalma­mıştı. Bu yolların çatallaştığı bir yerde buluhmamışih. Bir yanda ilim, şöhret, öte yanda aşk, ihtiras, coşkunluk, (meçhul ufdklar, hudutsuz mesafeler, baş döndürücü uçu rumlar vardı. O, hülyalı bir aşk yoluna girebilirdi, fakat bu macerada dehası ve (kudreti tükenmiyecek miydi?

Jökontun elini öptü ve ilinin işaretini tercih ederek, aşkı reddetti). Başım kaldırırken, münasebetlerinin büsbütün kesilmemesini ve dostluklarının devam etmesini rica etti. Fakat bunu da Jökont reddetti, «Büyük aşkın güneşini tat. tıktan sonra dostluğun mehtabı kalbinizi dondurur. Ben tam olarak ya cennlti, ya cehennemi istedim. Ben cehennemi tercih ediyorum, çünkü sen benim cennetimi isteme­din. Artık benden hiç haber almıyacaksm.»

Leonardo, «hiç olmazsa portreni bana bırak, aşkımızın hâtırası olarak bu portre bizim müşterek eserimizdir» de. di.

Arada bir* ısusma oldu, Jökont’un bakışları Leonardo’­nun kalbini deliyordu, «peki» dedi, »Bana gelince, senin por. treni istemiyorum. Hayalin kalbime öyle yerleşti ki, hiçbir portre, senin gibi bir dâhinin elinden çıkmış olsa bile, o ha­yal kadar sıhhatli ve parlak olamaz.

Ben seni tam olarak anladım, sen beni anlıyamadın. Ne kadar büyük olursan ol, bazı şeyleri bilemezsin. Bir gün belki büyük sırrı ansıyacaksın. Sen diyorsun ki «Bir şey ne kadar iyi tanınırsa, o kadar çok sevilir» fakat bunun aksi de doğrudur.

«Bir şey ne kadar sevilirse, o kadar tanınır.» Sana ye. ni vatanında saadetler dilerim, inziva sana saadet getirsin. Sen en sonunda anlıyacaksın ki; fedakârlık, aşkın sihrili sırrıdır ve aşk: dehanın kalbidir.»

Bu harikulâde kadınla sihirbaz ressam böyle ayrıldılar ve bir daha buluşamadılar.

Rönesansı Doğuran Ana Fikirler:

1    — METAMORFOZ KANUNU

İtalyan Rönesansı, Batı âlemi için bir dönüş ve hayata yeni bir başlayıştır. O devre Avrupa, olgunluk çağına eriyor ve insan zekâsı görünen dünyayı fethe çıkıyordu. O asır Kristof Kolomb Amerikayı keşfediyor. Kopemig göklerin perdesini yırtıyor, Gaıile dünyayı güneş etrafında çevirerek sonsuz âlemin içine fırlatıyor. Tahlil melekesi hissin üstü­ne çıkıyor; zekâ imanı kontrol etmeğe başlıyor ve akıl gele­neksel bir otorite olmağa gidiyordu. Yn-nız sanat alanında, ne tahlil, ne müşahede, ne düşünce yaratmağa kâfidir.

E;ı alanda yeni bir aydınlığa ihtiyaç vardı. Rönesans a_ damlan için bu aydınlık canlı âlemi keşfe götüren şevkten ve Yunan güzelliğini bulmaktan geliyordu. Şu var ki bu dev­rin üstadları, kadîm güzelliği etmeğe teşebbüs etme­mişler, ona kendi duygularını ve ihtiraslarını katarak, yeni bir şekil vermişlerdir. Öte yandan, imandan ve hıristiyan geleneklerinden feragat etmeyi istememişlerdir. Yalnız, ona meçhul güzelliklerin libansmı giydirmişlerdir. Bu ailevi ihtira la Antik Devir ve hıristiyanlık yenilenmiş oluyordu. İhtiraslı bir sanat, Antik Devre ruh bahşediyor ve hıristiyanlığı insa­nileştiriyordu.

Bu hareketler, kilise adamlarını ihtilâle sevkediyordu. Bütün bu fikirler, kadîm devir hıristiyanlığı bir terkip ha­line getiriyordu.

Rönesans ismini bu devir kendisi almıştır. Onun bütün hâkim fikirleri bu mefhumdan doğmuştur. Bu derin sarsıntı mucizevî bir yenilenme humması doğrulmuştu. Şu kati bir tarih kanundur ki bütün belli başlı çağlar, yeni bir şekil a&tmda kadîm devrelere bir rücudur. Buna, Metamorfoz di. yoruz. Bütün yeni devreler, kadîm unsurların yeniden orta­ya çıkması ve bir yeni fikir altında dirilmesidir.

Buna. Rönesanstan evvelki çağlara ait şu misalleri ve­relim:

1   — Orta Asya yaylalarının Aryenleri Veda dinini keş­fedince, kehanete olan hasretleri dolayısiyle, onu benimse, inişlerdir.

Bu dînde, eski Atlanta’da olduğu gibi, denmî tefekkü­rün derinliği ve bu derinlikte Allaha intikal etme «Yoga» kozmik kuvvetlerin bilinmesi, derece derece Tanrılar yarat­mıştır.

2   — İlk Zerdüştler, bu kadroyu benimsemişler, yalnız ona hayırla şer arasındaki mücadeleyi «Hürmüz ve Ahriman» ilâve etmişlerdir.

3   — Mısırlılar güneşi, tefekkürlerinin merkezi olarak almışlar, yalnız ona ebedî dişilik «İsis» ve kâinatın üçlüğü «Osiris, İsis, Horus» ilâve’ etmişlerdir.

, 4 — Ariyenlerin son dini olan Yunan dini, Mısırdan ve Finike’den kaynağını almış, fakat onlar bu ham fikirleri baştan aşağı değiştirmişlerdir. Allahlarına plâstik bir güzellik vermişler, bununla da kataııyarak, insanın. Tanrılara karşı mücadelesi fikrini eklemişlerdir. «Promete Hercule’.»

5 — Hıristyalığa gelince, onun en yüksek idesi, Tan nyı bir insanda şahıslandırmaktır ki, bunun da aslı Hindu’, lann Crişna, Mısırlıların Haros’udur. Hattâ Tanrının oğlu fikri Osiris ve îsis’ten bakir anne fikri ebedî dişilik fikrin­den kaynağını almıştır. Yalnız İsa’nın şahsiyetine bir aşk ateşi, bir fedainefis kudreti ve bir basübadelmevt fikri ek­lemişlerdir.

16 ncı asırdaki Rönesans böylece iki zıt geleneğin kar­şısında bulunmuştur. Çünkü hıristiyanlık, ancak Payen dinini imkân bulduğu her yerde ezmek suretiyle zafer bula­bilmişti. Rönesans saatçılan, güzellik ve tabiatın cazibe­sine kapılarak, hıristiyanlığın «Paganisme» e karşı yaptığı gibi, hıristiyanlığa karşı bir savaşa girebilebilirler miydi? Hayır. İsa'nın dini ve bütün hıristiyan gelenekleri, onların kanlarına işlemişti. Bu sanatçılar, gözleri Yunan güneşiyle aydınlanmış bir Hıristiyanlığa bakmışlardır. Gayri şuuri bir tarzda Tanrıları Spritualise etmişlerdir. Aynı suretle, hıristiyanlık lej andını beşerileştirmişlerdir. Mukaddes kadın­lan gülerek tasvir etmişlerdir. En büyük Rönesans sanatçı. lannda bu iki âlem arasında gidip gelme daha vazıh olarak görülür. Bu hareket, bazan Dante’de ve Mikelanjda olduğu, gibi, bu iki âlem arasında inatçı bir savaş ve bazan Rafael ve Corege’de olduğu gibi âşıkane bir anlaşma halindedir.

Bazan da Leonardo’da olduğu gibi, bu âlemlerin zıt unsurlarını duygu, şekil ve fikir kuvvetiyle kaynaştırma şeklinde belirmiştir. Ne de olsa bu hal, bir çifte şehvet bir çifte ıstırap ve dinmez bir hasret olarak kalmıştır.

2    — EBEDİ DİŞİLİK SIRRI

Antik Devri hakimleri, derin bir sezişle, iki cinsin menşeini uluhiyete kadar götürmüşlerdir. Her canlının nasıl bir ana ve bir babaya ihtiyacı varsa, kâinatın da bir espriye ve onu gerçekleştirecek bir maddeye ihtiyacı vardır.

Denebilir ki ebedî erkeklik ve' ebedî dişilik, kâinatı ya­ratan iki aslî kuvvettir. Bu kuvvetten ne kâinat, ne de mahlûkat müstağni olabilir. Tevrat’ın hilkat hakkmdaki şu cümlesi, bunu gösterir: «Allah, kendi gölgesi olarak erkeği ve dişiyi yarattı.> Bu fikir, modem mütefekkirlerden ives Pol vedrde şu cümleyle ifade etmektedir: İçtimai hayatta, er keğe nazaran kadın, kâinatta tabiata nazaran Tann gibidir. Bu sözler, tabiatta kadının büyük rolünü gösterir. Şunu ilâ. ve etmeliyiz ki bu iki prensip, ilâhiyette ve insanlık camia, smda farklı roller oynarlar. Uluhiyette bu. iki prensip, tam bir ahenk içinde birleşiktir; ve kâinatta yanılmaz bir emni­yetle işbirliği halindedir.

İnsan cemiyetinde ise, bu iki prensip birbirinden ayn. dır ve ayrı mahlûklarda tecelli etmektedir. İşte hem ka­dında, hem erkekte her cins, diğerine hâkim olma arzusu­na bu sebepten haizdir. Erkek, yaratıcı kuvvetiyle, kadına zalimane şekilde hükmetmek ister. Kadm, plâstik ve resep. tif kuvvetiyle erkeği yemek ve massetmek ister. Bu sebepten ebedî bir savaş olur.

Ebedî dişilik mefhumunu eski dinlerde, Hıristiyanlıkta, ve orta çağda araştırırsak görürüz ki, büyük dinlerin kuru, culan baştan itibaren dişilik prensibinin azametini ve ve. lûdiyetini kavramışlardır. Onlara göre, ebedî dişilik, o ışık­tır ki İlâhî düşünce onda yansır. Yalnız bu kudret, kendinin farkında olmaz ve ancak tedricen kadında teşah. hus eder ve böylece aşkın İlâhî aynası haline gelir.

Ebedî dişilik göklerden yere inmek için, binlerce yıl geçmiştir. Hintli Rişi’ler, yaratma esprisini Brahma halin­de tasavvur etmişlerdir. Mısırlılarda bu fikir, daha fazla in. sanîleşmiştir.

İsis zevci Osiris’i tayfun, fenalık jenisi yüzünden, bin parçaya bölünmüş olarak görür. Fakat onun son bakışın.' idam gebe kalan îsis, oğlu Horosü dünyaya getirir, o da erkekleri kurtarır. îsis fikri, Yunanlılarda anneliğin glorifi- kasyonu olarak Demetre ve Heloise haline gelmiştir. HıristL yan dini ise, Hint metafiziğini ve Yunan sezişini muay­yen bir anda realize eder.

Bakire Meryem, yaratma ışığı olarak ebedî dişiliği tem sil eder. Böylece Rönesansm iki yüzü meydana geliyor. 'Hıris­tiyanlık yüzü mistik ve plâtonisiyen, Elenik yüzü Payen ve Sansüeldir.

3    — ÜÇ İLİM VE DERECELERİ

Paracelsus der ki: İnsan vücudu üç kısımdan ibaret­tir: Fizik, eterik «hayati» ve astral «şuaî ışınlar neşreden» bu sayede insan vücudu üç âlemi «tabiî, hayvani, ruhî» ak­settirir. Bu üçünün içinde vicdan uluhiyeti temsil eder. Bu sebepten insan, bir küçük kâinattr. Büyük kâinatta ne varsa, hepsi ondâ vardır. Vücudunun muhtelif bölgelerile bir toprağa, bir atmosfere ve bir göğe sahiptir. Farkında oL stm veya olmasın, kâinatla daimî temas halindedir. Mo­dem Ocultisme «hafi ilimler» cereyanlarının hepsinin kayna ğı budur. Belki de istikbabn j’mi, buna dayanacaktır.

Leonardo Davinçi, bu keşfe' büsbütün başka bir yoldm ulaşmıştır. O, bunu psikolojik- resim vasıtasiyle gerçekleş­tirmiştir. Kadında ve erkekte bir hayır ve bir şer cephesi ni bulmuş ve bunları Medüse ve Madon hâlinde tasvir et iniştir. Ve nihayet bu iki zıt kutup arasında muvazene kur­mak için, yani ebedî dişilik ve ebedî erkekliği ahenkleştir­mek için, Jökont tablosunu yaratmıştır. Bu o kadar önem, li bir hâdisedir ki, belki bu önemin Leonardo farkında ol­mamıştır. Çünkü, bu tablo, ince bir tahlil, şaşı. lacrik bir terkip ve harikulade bir rıh sihirbazlığıdır. Leo­nardo, kâinatı ve insanı anladıktan, hayır ve şer arasındaki uçurumu mucizevî bir tarzda geçtikten sonradır İd, uluhi. yetin eşiğine kadar varabilmişti.

Rafael, güzellik rüyası içine dalmış olarak bu çetin me. selelere kendisini kaptırmıştır. Fakat sön günlerinde, derini bir ilhamla üç dünyayı Transfigürasyon isimli tablosunda canlandırmayı denemiştir. Bu tabloda, üç âlem, İlâhî Ko­medide olduğu gibi, uçurumlarla birbirinden ayrılmış de­ğildir.

özet olarak diyeceğiz ki, Rönesansm hâkim fikirleri şu üç kanundan ibarettir :

1    — Metamorfoz,

2    — Ebedî dişilik sim,

3    — Üç âlem fikri.

İşte Raphael, Michelange ve Leonardo’ya aydınlatan ışık, bu üç yıldızdan gelmekteydi.       '

Rönesans sayesinde ruh bedene, mâna maddeye, görün, meyen görünene hâkim olmuştur.

 

Bu blogdaki popüler yayınlar

TWİTTER'DA DEZENFEKTÖR, 'SAHTE HABER' VE ETKİ KAMPANYALARI

Yazının Kaynağı:tıkla   İçindekiler SAHTE HESAPLAR bibliyografya Notlar TWİTTER'DA DEZENFEKTÖR, 'SAHTE HABER' VE ETKİ KAMPANYALARI İçindekiler Seçim Çekirdek Haritası Seçim Çevre Haritası Seçim Sonrası Haritası Rusya'nın En Tanınmış Trol Çiftliğinden Sahte Hesaplar .... 33 Twitter'da Dezenformasyon Kampanyaları: Kronotoplar......... 34 #NODAPL #Wiki Sızıntıları #RuhPişirme #SuriyeAldatmaca #SethZengin YÖNETİCİ ÖZETİ Bu çalışma, 2016 seçim kampanyası sırasında ve sonrasında sahte haberlerin Twitter'da nasıl yayıldığına dair bugüne kadar yapılmış en büyük analizlerden biridir. Bir sosyal medya istihbarat firması olan Graphika'nın araçlarını ve haritalama yöntemlerini kullanarak, 600'den fazla sahte ve komplo haber kaynağına bağlanan 700.000 Twitter hesabından 10 milyondan fazla tweet'i inceliyoruz. En önemlisi, sahte haber ekosisteminin Kasım 2016'dan bu yana nasıl geliştiğini ölçmemize izin vererek, seçimden önce ve sonra sahte ve komplo haberl

FİRARİ GİBİ SEVİYORUM SENİ

  FİRARİ Sana çirkin dediler, düşmanı oldum güzelin,  Sana kâfir dediler, diş biledim Hakk'a bile. Topladın saçtığı altınları yüzlerce elin,  Kahpelendin de garaz bağladın ahlâka bile... Sana çirkin demedim ben, sana kâfir demedim,  Bence dinin gibi küfrün de mukaddesti senin. Yaşadın beş sene kalbimde, misafir demedim,  Bu firar aklına nerden, ne zaman esti senin? Zülfünün yay gibi kuvvetli çelik tellerine  Takılan gönlüm asırlarca peşinden gidecek. Sen bir âhu gibi dağdan dağa kaçsan da yine  Seni aşkım canavarlar gibi takip edecek!.. Faruk Nafiz Çamlıbel SEVİYORUM SENİ  Seviyorum seni ekmeği tuza batırıp yer gibi  geceleyin ateşler içinde uyanarak ağzımı dayayıp musluğa su içer gibi,  ağır posta paketini, neyin nesi belirsiz, telâşlı, sevinçli, kuşkulu açar gibi,  seviyorum seni denizi ilk defa uçakla geçer gibi  İstanbul'da yumuşacık kararırken ortalık,  içimde kımıldanan bir şeyler gibi, seviyorum seni.  'Yaşıyoruz çok şükür' der gibi.  Nazım Hikmet  

YEZİDİLİĞİN YOKEDİLMESİ ÜZERİNE BİLİMSEL SAHTEKÂRLIK

  Yezidiliği yoketmek için yapılan sinsi uygulama… Yezidilik yerine EZİDİLİK kullanılarak,   bir kelime değil br topluluk   yok edilmeye çalışılıyor. Ortadoğuda geneli Şafii Kürtler arasında   Yezidiler   bir ayrıcalık gösterirken adlarının   “Ezidi” olarak değişimi   -mesnetsiz uydurmalar ile-   bir topluluk tarihinden koparılmak isteniyor. Lawrensin “Kürtleri Türklerden   koparmak için bir yüzyıl gerekir dediği gibi.” Yezidiler içinde   bir elli sene yeter gibi. Çünkü Yezidiler kapalı toplumdan yeni yeni açılım gösteriyorlar. En son İŞİD in terör faaliyetleri ile Yezidiler ağır yara aldılar. Birde bu hain plan ile 20 sene sonraki yeni nesil tarihinden kopacak ve istenilen hedef ne ise [?]  o olacaktır.   YÖK tezlerinde bile son yıllarda     Yezidilik, dipnotlarda   varken, temel metinlerde   Ezidilik   olarak yazılması ilmi ve araştırma kurallarına uygun değilken o tezler nasıl ilmi kurullardan geçmiş hayret ediyorum… İlk çıkışında İslami bir yapıya sahip iken, kapalı bir to