Bu incelemenin
konusunun yanlış anlaşılmaması için, hemen söylemek lazımdır ki, aşağıki
sayfalarda kitabın adının da gösterdiği gibi, yalnız ve yalnız «Osmanlı
Türklerinde ilim» bahis konusu olacaktır. «Arap yahut Fars dilinde yazılmış
ilmin» çoğunlukla Türk ırkından gelmiş bilginler tarafından meydana getirilmiş
olduğuna burada değinmek istemiyorum; çünkü böyle bir araştırmaya girişmek,
bizi IX., X. ve XI. yüzyıllar bilginlerinin menşe ve ırkları hakkında birtakım
nazari tartışma ve çekişmelere götürebilir. Bu cins tartışmalara pek
karakteristik bir örnek vermek için, Kalküta’ de çıkan, The Musulman
adlı, haftalık mecmuanın iki nüshasındaki (special ed. issue, 1936; 1937, No.
6) makaleleri göstereceğim: Bu makalelerde, son yüzyılın son yansında yaşayan
Cemaleddin Efganî adında bir İslam düşünüründen bahsolunmaktadır. Hatta o
makaleler arasında şeyhin, Türk kaynaklarına göre kimliği, menşei ve ana
diline dair, benim de yazdığım kısa bir not vardır (1). Hemen hemen aramızda
yaşamış denilecek kadar bize yakın bir tarihe ulaşmış olan bu zatın ırk ve
menşei için yapılan şu tartışmaya bakılırsa, IX., X. ve XI. yüzyıllarda çeşitli
kavimlerin kaynaştığı Orta Doğuda yetişen bilginlerin milliyetini belirtmenin
ne kadar zor ve hatta bazen imkansız olduğu meydana çıkar.
Öte yandan
maksadım, «Arapçadaki ilm» denilen ilme mirasçı olan bir millette, beş yüzyıl
(XIX.-XIV.) içinde, bu ilmin durumunu kısaca belirtmek ve XIX. yüzyıla, yani
modem ilmin Türkiye’ye girdiği tarihe kadar, çözülerek ve gerileyerek, nasıl
sürdüğünü göstermektir.
Bu incelemede
«ilim» kelimesiyle anlatmak istediğim, matematik, tabii ilimlerde tıptan
ibarettir. Bunu bir kere daha açıkça söylemeyi zorunlu buluyorum; çünkü,
Osmanlı Türklerinde ve esasen Doğuda ilim kelimesi, bütün beşeri bilgileri, hiç
ayırt etmeksizin, içine alan çok geniş bir anlam taşırdı. Kelamı, fıkhıyle din,
nücum ilmi (astroloji), sihir, sima ilmi, simya ilmi (fantasmagorie),
rüya tabiri hep ilim çerçevesi içine girerdi, time verilen bu geniş anlam,
Türkiye’nin karanlık kalan fikir göklerini modem ilmin ilk şuaları
aydınlatıncaya kadar, yani XIX. yüzyıla kadar, baki kalmıştır.
Bütün bu ilimler,
medrese tabir olunan müesseselerde okutulurdu. Bu Türk müessesesinden
bahsedildikçe Fransızcaya college de religieux diye tercüme mutat olan
bu medreseler, hakikatta Osmanlı imparatorluğunun üniversiteleriydi. Bu surete
medreselerin mezunları «âlim» unvanını alıyorlardı ki, Fransızcaya bile
geçen ulema kelimesi savant mukabili olan bu kelimenin çoğuludur.
Bu unvanı taşıyanlar, kelam, fıkıh, tıp, heyet, matematik ve nücum ilmine
vakıf olmak iddiasındaydılar. Mamafih modem ilmin Türkiye'ye girmesiyle bu
geniş anlamın değiştiğini aşağıdaki sayfalarda göreceğiz.
ilave etmeye lüzum
bile görmüyorum ki, bu tetkikin tam olduğunu söylemek iddiasında asla değilim.
Yerinde yapılacak çalışmalarla bu araştırmanın tashih ve ikmal edildiğini
görmek temennisini burada tekrar ediyorum. Herhalde şunu teyit edebilirim ki,
filozof-müverrih Benedetto Croce'nin hakimane nasihatına uyarak, «fikir
alanında görevi, savaşçıları coşturmak değil, gerçeğin bilincini açık ve
aydınlık tutmak olan tarih yerine hurafeler koymamaya» çalıştım (1).
A. ADNAN
SÖZE BAŞLAMADAN
İstanbul, 2
Mayıs 1943
Uzun bir gurbetten
sonra memlekete döndüğüm zaman, bu eserin Fransızca baskısının Türkiye’de pek
az okunduğu halde, okuyanların beğenmiş olduklarını işittim. Hatta Maarif
Vekilliği, eseri Türkçeye tercüme ettirmek için, muvafakatimi istedi; ben de
birinci önsözde söylediğim gibi, kitabın tamamlanacak ve düzeltilecek yerleri
olduğunu, bunları kendim yaparak, ikinci baskısını hazırlamayı vaat ettim.
Dört sene içinde, başka bir alanda yoğun ve şiddetli çalışmalar arasında vakit
buldukça, esas olarak Fransızca nüshasını almak suretiyle, eserin üzerinde
çalıştım. Ulaşılması muvakkaten güçleşen birçok yazmaları erişebileceğim bir
yere göndertmek hususunda Maarif Vekili Hasan-Âli Yücel’in pek kıymetli yardımını
gördüm. Bu suretle, görülmesi benim için mümkün olan yazmaları gözden
geçirdim, büyük ilaveler ve düzeltmeler yaptım; bununla birlikte, gördüğüm
yazmaların bir kısmının, bahse değeri olmadığı için, ismini bile koymadım.
Herhalde, eserin tam ve mükemmel olduğunu iddia etmek yine benden irağ olsun.
Çünkü eski kütüphanelerimizin ilmi katalogları yapılmadıkça, hele Mecmuat-ür
-resail adı altında toplanmış risalelerin yazarları ve konulan açıkça ve
kesin olarak bilinmedikçe, böyle bir iddia pek yersiz olur.
Bu eseri okuyanlar,
Osmanlı Türkiyesinde müspet ilimlerin XIX. yüzyıla kadar ancak «Arap ve Fars
dillerindeki ilim»in eksik ve bazen de yanlış bir devamından ibaret olup, ne
muhteva, ne de metot bakımından «Yunan mucizesi»nin Doğuya geçmesiyle aldığı
şekilden ayrı bir şekil olmadığını, ama bu ilimlerin, Batıdan fikir ve metot
alarak, yeniliğe doğru yürüdüğü nadir safhalar olmuşsa, onların önemle
belirtildiğini göreceklerdir.
Özellikle Batılı
okuyucular için yazılan Fransızca aslında, aynı devirlerdeki Avrupa ilmi
fasıllarını hiç uzun tutmadığım halde, bu baskıda biraz uzunca yazdım; çünkü
bizim gibi bütün modern ilim ve tekniği hazır bulmuş milletler için, o ilim ve
tekniğin tarihini kısaca olsun bilerek, insanlık tarihinde harp ve siyaset
yanında bir de ilim ve medeniyetin yeri olduğunu öğrenmenin pek faydalı olacağına
inanıyorum. Bu küçük eser, Osmanlı Türkiyesinde geçen beş yüzyıl içinde, müspet
ilimler alanında neler olduğunu ve neler olmadığını bir dereceye kadar
gösterirse, bu, yazarı tatmin edecek bir başarı olacaktır.
Araştırmalarım
sırasında, bana kolaylık gösterenlerin ve yardım edenlerin hepsini, hele
çalışma saatlarının en çoğunu içinde geçirdiğim Üniversite kütüphanesinin
manevi şahsiyetini muhabbetle anmak, benim için sevinçle yapılan bir vazifedir.
A. ADNAN
DÖRDÜNCÜ BASKIYI
SUNARKEN
Osmanlı
Türklerinde İlim’in
Paris’te yapılan ilk baskısı ile (1939) İstanbul’da yapılan ikinci baskısı
(1943) Yazan tarafından gerçekleştirilmiştir. Yayınevimiz 1970 yılında İsrarla
aranan bu eserin üçüncü baskısını yaparken günümüzde kullanılmayan bazı kelimelerin
değiştirilmesini gerekli görmüştü. O zaman Sayın H. Örs, yazarın akıcı üslubunu
bozmadan ve kendisine has cümle yapısına hiç dokunmadan dilini güncel hale
getirmiş, üçüncü baskı bu şekilde çıkmıştı. Ayrıca Örs, yeri geldikçe metin
içinde adlan ve bulundukları kitaplıklardaki numaralan verilen eserlere, savaş
ve nakil nedeniyle Adıvar’m göremediği Topkapı Sarayı Kütüphanesindeki bazı
yazmaların kayıtlarını da ilave etmiş, bu suretle ana kaynakları da
genişletmişti.
Osmanlı Türklerinde
İlim’i
dördüncü defa yayınlamaya hazırlanırken, eserin ilk basılış tarihinden
itibaren kırk yıl geçmiş olması önemli bir sorun olarak karşımızda duruyordu.
Kanımızca, bu güçlü ve konusunda tek olan başvuru kitabının yeni baskısında,
arada geçen yıllarda yapılan araştırmalarla elde edilen bilgilerin de bulunması
gerekmekteydi, işte, bu zor ve özen isteyen işi, Prof. Dr. Aykut Kazancıgil ve
Prof. Dr. Sevim Tekeli, hazırladıkları Ek’leri ilgili yerlere dip notlar
şeklinde yerleştirerek başarılı bir şekilde sonuçlandırdılar. Kendilerine
Yayınevimiz adına teşekkür ederiz. Böylece herhangi bir metin değişikliğine
gerek olmadan yeni değerlendirmeler ve bunların kaynakları eserin bütünü içine
yerleşmiş olmaktadır.
Yayınevimiz, Osmanlı
Türklerinde İlimin dördüncü baskısını Yazarının 100. doğum yılında
yayınlamış olmaktan ötürü büyük bir mutluluk duymaktadır. Bizlere her zaman
yakın ilgi göstermiş olan merhum Adnan Adıvar’m hatırası önünde saygı ile
eğiliriz...
Remzi
Kitabevi
Bölüm I
XIV.-XV. YÜZYILLAR
Bir millette ilmin
başlangıç tarihini tespit etmek hemen hemen mümkün olamaz; çünkü ilim, bir
harbin ilanı, bir barışın akdi yahut istiklal gibi belli bir günde asla
başlamış değildir. Mesela, bir milletin istiklal gününde o milletin bağrında
bilginler mevcut olabildiği gibi, bu isme layık tek bir kimse bile
bulunmayabilir. O halde, bu kitabın konusu olan «Osmanlı Türklerinde ilim»
bahsine başlamak için, yapma bir tarih bulmaktan başka çare yoktur; çünkü
pekala biliyoruz ki, Osmanlılardan önce Selçuklular devrinde, daha eski
devirlerde gerek İran’da ve gerek Anadolu’da ilim kurumlan ve bu kurumlan
besleyen bilginler vardı ve Osmanlı devleti kurulduğu zaman Anadolu’daki bu
kurumlar, hocalar}, öğrencileriyle birlikte, yavaş yavaş bu yeni devlete
geçmiştir. Konumuzu sınırlı ve aynı zamanda aydınlık bir halde tutabilmek için,
henüz pek az incelenmiş olan Selçuklular devrini şimdilik bir tarafa bırakmak
zorunda kalıyoruz. Doğrusu o devir hakkında bugün elimizde toplu siyasi bir
tarih bile yokken ilim ve medeniyet tarihini vücuda getirmek oldukça güç bir
iştir. Çünkü Selçuklular devrinin ilim kurumlan ve müspet ilimler alanında
yetişmiş bilginleri hakkında henüz bir araştırma yapılmış değildir. Ara sıra
çıkan yazılarda, kısacık bir kitabeden, bir mezar taşından, yahut bir darüşşifa
harabesinden o devrin ilmi hakkında koskoca bir hüküm çıkarılması o yazılara ilmi
sıfatını vermeye engeldir.
işte bundan dolayı
Osmanlı tarihinde müspet ilimlerin başlangıcı için yapma, fakat kronolojik bir
tarih bulmak lazımdır ki, o da, Osmanlı tarihlerinin dediğine göre, Osmanlı
ülkesinde ilk açılan İznik medresesinin Orhan Bey zamanında kuruluşu tarihi
(1332?-1330) olabilir, (bkz. Âşık Paşa-zade, Tarih, 42; Hammer, Devlet-i
Osmaniye Tarihi, Türk. Çev., I. 153). Bu medresede müspet ilimler
bakımından bir özellik aramak boşunadır. Hiçbir tarihi kayda dayanmaya lüzum
görmeden, söyleyebiliriz ki, Orhan Beyin bu ilk medresesi, daha önce
Selçuklular devrinde açılmış olan medreselerin, gerek bina ve gerek öğretim
bakımından, bir devamından başka bir şey değildir.
İznik (Nikaia)
medresesinin, eski devirlerde Hıristiyanlık akaidinin tartışma ve dini
meclislerin toplanma merkezi olan, bu şehre verdiği ilmi mevki ve önem, hiç
şüphesiz, uzun müddet sürmüştür; hatta sufî ulemadan Antakyah
Abdürrahman-ül-Bistamî (ölm. 858= 1454) Dürret-üt-tac-ür-resail'de
(Nuruosmaniye Kitap., No. 4905) İznik şehri için bilginler yuvası
demiştir.
Bu ilk medresenin
ilk başmüderrisi Davud bin Mahmud-ür-Rumî-ül-Kayserî (ölm. 756=1350), Mısır’da
tahsil etmiş nakli ve akli ilimlerde mütehassıs bir bilgindir. Bu zat
Muhyiddin-i Arabi'nin Fusus-ül-hikem’ine yazdığı bir şerhte (Matla-ü
husus-ill-kilem fi şerhi fusus-ül-hikem, Tahran, 1299) tasavvufu savunmuş,
hatta bu şerh yüzündendir ki, tasavvuf Osmanlı ülkesinde kolaylıkla tanınmıştır.
Hammer bu şerhten bahsederken (aynı eser, I, 133), Davud’ un Muhyiddin-i
Arabi'nin bazı sözlerini çürüttüğünü yazarsa da çürütme ve ret bahis konusu
değildir. Anlaşılan Hammer Şakaik-ı Numaniye'nin Türkçe tercümesindeki
(bkz. I. 27) çetin bir ibareyi yanlış anlamış olacaktır. Bu meşhur şerh
dolayısıyle, ilk Osmanlı medresesinde sufîce bir çevrenin kurulmuş olduğu
sanılabilir. Öte yandan Davud'un yerine geçen Taceddin-i Kürdî'nin halefi Kara
Alâeddin (ölm. 300 = 1393) zamanında Orhan Bey, büyüyen ordusu için, bir kadı
atamaya lüzum görerek, İznik medresesine müracaat etmiş, fakat müderris ve
mezunlardan hiç kimse bu işi kabul etmemiştir. Böyle kadılık makamına rağbet
gösterilmemesinin sebebi olarak, kadılığın dünya ve ahrette sorumluluğa sebep
olacağı kaygısı düşünülebilirse de, bu ilk medresenin muhitinde yetişenlerin
ilmi, pratik bir fayda için değil, belki ilim için tahsil etmek istedikleri de
sanılabilir.
Osmanlı devrinin
ikinci medresesi de, bilindiği gibi, Orhan Beyin büyük kumandanlarından Lala
Şahin tarafından, İznik fethinde görülen yararlığına mükafat olarak
TaceddiniKürdi fetvasıyle kendisine bağışlanan birçok ganimet malının
tutarıyle Bursa’da kurulmuştur (bkz. Şakaik-ı Numaniye, Türk. Tere., I.
29). Bu ilk medreselerde ne okutulduğunu açık bir şekilde bilmek pek faydalı
olabilirdi; fakat bu hususta kesin bilgilere sahip olmamakla birlikte, o
vakitler hemen bütün ilim kitapları Arapça yazılmış olduğundan, medreseler
programında bu dilin önemli bir yer tuttuğu muhakkak olup, fıkıh ve kelam
yanında, akli ilimlerden mantık ve matematiğin de tamamıyle ihmal edilmediği
kestirilebilir. Bu yıllarda, Osmanlı Türkiyesinde müspet ilimlere dair yazılmış
bir esere rastlamadığımızı söylemek lazımdır; bununla birlikte, İstanbul
Üniversitesi Kitaplığı yazmaları arasında (T. 1204), Müfredat-ı ibn Baytar
tercümesi adlı bir Türkçe yazma vardır ki, bu tercümenin, XIII. yüzyılın
ünlü botanik bilgini İbn-ül-Baytar’ın (ölm. 1248) Kitab-ül-camı fi’l
edviyet-ül-müfrede’sinden kısaltılarak adı bilinmeyen bir zat tarafından,
Aydınoğullarından Umur Bey (741-749=1340-1348) emriyle, yapılmış olduğu
görülmektedir. O zamanın güzel ve düz Türkçesiyle yazılmış ve hareke şekilleri
kullanılmamıştır. Hekimlikte kullanılan bitkiler ve bazı hayvani ürünler alfabe
sırasına konulduğu gibi, bazı otların, Türkçe adları yanma Yunanca adları da
yazılmış olduğundan, tıp tarihi incelemeleri için faydalı bir eserdir.
İznik medresesinin
yetiştirdiği ulemadan Şemseddin Mehmet bin Hamza-el-Fenarî (ölm. 834=1430-31),
Karaman’da ve sonra Mısır’da tahsilini ikmal etmiş ve bir yandan tasavvuf, öte
yandan mantık ve başka akli ilimlerde ihtisas yapmış bir bilgindi. Bu zatın
olumluğu bugün inanılması güç birtakım garip hikayelerle dolu olmakla
birlikte, herhalde dikkate değer. Bursa’da kadı ve oradaki Manastır
medresesinin müderrisi olan Molla Fenari zamanın padişahı Yıldırım Beyazıt'a
karşı koymuş ve Karaman’a gitmişse de, padişah bu bilginin gönlünü alarak,
yeniden Bursa’ya getirtmiştir. Mısır'da bulunduğu sırada şair Ahmedî ve hekim
Hacı Paşa ile birlikte tahsil etmiş olan bu zatın yazdığı mantık kitabı hicri
1304 yılında İstanbul'da basılmış ve son zamanlara kadar medreselerde
okutulmuştu. Molla Fenarî’nin bundan başka bir de akli ilimlere dair Uveysât-ül-efkâr
fi ihtiyar-i üli’l-ebsar adlı bir eseri daha vardır ki, bunda birçok zor
meselelerin çözümlerine dair etraflı bilgiler ve diğer bazı meselelerin çözüm
yollarına karşı itirazlar vardır. Müspet ilimler alanında bizi ilgilendirecek
önemli bir eseri olmamakla birlikte, ilmi ve felsefi yolda düşünür bir bilgin
olduğu ve zamanını yalnız fıkıh ve ibadat meselelerine hasretmediği
anlaşılıyor; mesela, bu zatın tecessüs fikrini gösterecek, fakat belki de sırf
bir fıkra gibi sayılmaya değer, bir olay anlatılır: En meşhur adiyle Molla
Fenarî, «Toprak, yaşayışları bilgilerine uygun olan ulemanın etini yemez» hadis(?)indeki
bu fevkalade hükmü olduğu gibi kabul etmemiş ve hocası Kara Alâeddin’in
mezarını açtırıp ölüsüne bakmıştır. Güya vücudu bozulmamış halde görmüş ve
hatta bu sırada gözlerinin kör olması için gaipten bir dua bile işitmiştir.
(Gerçi Fenarî’nin gözlerinin bir aralık kör olduğunu ve sonradan yine
açıldığını Şakaik-ı Numaniye’de okuyoruz). Şakaik’m anlattığı bu
mezar açma olayı doğruysa, Molla Fenarî’nin ilmi bir tecessüse sahip olduğunu
göstermesi bakımından önemlidir. Öte. yandan bu zatın yüz ilimden bahseden Enmuzec-ül-ulûm
adiyle ansiklopedik bir eser yazdığı bazı kaynaklarda bildirilmekteyse de bu
eserin oğlu Mehmet Şah Çelebi talebi tarafından Fahreddin-i Razî’nin Hadaik-ul-envar’ından
alınma bir kitap olduğu bilinmektedir. Bursa'da Timur’a esir düşen Molla Fenarî
herhalde zamanının pek çok saygı görmüş bir bilginidir.
Bundan sonra müspet
ilimler alanında önemli bir simaya geliyoruz ki, Bursa'da doğan bu zat, tam
adiyle Musa Paşa (1) bin Mahmut bin Mehmet Salâhaddin diye anılan ve daha
ziyade babasının görevi dolayısıyle Kadı-zade-i Rumî adiyle ün kazanmış olan
Türk matematikçisi ve astronomudur (1337-1412) (2). Bursa'da tahsilini bitirdikten
sonra, kız kardeşinden başka hiç kimseye haber vermeden Horasan’a ve oradan
Türkistan'a giderek bilgisini genişletmeye çalışmıştır. Şakaik yazarına
göre, bu yolculuk ve gurbette nasıl geçineceğini düşünmeden yola çıkan
Kadı-zade'nin kitapları arasına kız kardeşi gizlice mücevherlerini koymak
suretiyle bu gayretli ve hevesli matematikçinin yetişmesine yardım etmiştir.
Kadı-zade’nin, nakli ilimlerden ziyade, akli ilimlere, özellikle matematik ve
astronomiye merak etmiş olduğundan, bu yolculuk ve gurbeti göze almış olması o
zamanlar bu ilimlerin Osmanlı ülkesinde pek gelişmemiş olduğunu anlatabilir.
Timur'un torunu Uluğ Bey’in (1394-1449) zamanında Semerkant’ta bulunduğu
sırada, Semerkant Rasathanesi Müdürü Gıyaseddin Cemşit’in vefatı üzerine,
rasathane müdürlüğüne tayin edildiği gibi, Semerkant medresesi başkanlığına da
getirilmişti. Kadızade Horasan’da Seyyit Şerif Cürcanî’den ders almış, fakat
Kadızade’nin akli ilimlere karşı bağlılığının fazlalığından dolayı hocasıyle
araları açılmıştır. Seyyit Şerif, Kadı-zade için, «matematik ve felsefeye
eğilimli bir yaradılıştadır» diye tariz ettiği gibi Kadı-zade de hocası için,
«matematikte söz söyleyecek durumda değildir» demiştir. Bu bilginin Semerkant
hayatından pek memnun olmakla birlikte memleketini bırakmış olmaktan azap
duyduğu Şerh-i eşkâl-ilt-tesis adlı kitabının önsözünde (bkz. aynı
eser, Mukaddime, İstanbul, 1268) koyduğu şu beyitten anlaşılıyor:
«Onlarda
(Semerkantlılar) kusur yoktur; ayıplanacak olanlar, dostlarını ve yurtlarını
bırakmış olan konuklarıdır».
Semerkant medresesi
başmüderrisliğinde bulunduğu sırada Uluğ Beyin sebepsiz yere bir müderrisi
azletmesi üzerine evine ka panarak derse gitmeyen Kadı-zade'nin evine bizzat
Uluğ Bey gidince dersten çekilmesine, bir müderrisin kendisine sorulmadan azli
sebep olduğunu söylemiş ve bu suretle ilmi kurumlara siyasi idarelerin doğrudan
doğruya hâkim olamayacağına dair güzel bir ders vermiştir. Bu bilgin hükümdar,
hemen hocayı görevine iade ederek, Kadızade’nin gönlünü almıştır (bkz. Şakaik-ı
Numaniye, Türk. Tere., I, 39).
Rasathane
müdürlüğünde bulunduğu zaman hazırlanmakta olan Zic-i Gür ganinin (Zic-i
Uluğ Bey) yazılışına da katılmıştır (bkz. Zic-i Uluğ Bey, Beyazıt
Umumî Kütüphanesi, No. 4612, s. 1). Kadı-zade'nin birçok eserleri vardır.
Bunlardan biri Osmanlı medreselerinde okutulan Mahmut bin
Ömer-ül-Çagminî-ül-Hârezmî’nin (ölm. (1221) El-mulahhas fi’l-hey'e adlı
heyet kitabına yazdığı şerhtir. Bu şerhin birçok nüshaları İstanbul ve Avrupa
kitaplıklarında yazma olarak mevcut olduğu gibi muhtelif tarihlerde Delhi,
Lucknovv ve Tahran'da da basılmıştır. Bundan başka Şemseddin-i Semerkandî' nin
(adının yayılması 1291 sıralarında) Euclides'in Kitab-ül-usutnnden
geometri öncülleri ve üçgenlerin niteliklerine dair ikinci kitabındaki davalar
üzerine kaleme aldığı Eşkâl-üt-tesis’i şerh etmiştir ki, her meşhur olan
bu eserin de birçok yazma nüshaları hemen her kitaplıkta bulunduğu gibi
İstanbul’da 1268'de taşbasması olarak basılmıştır. Bu basmanın kenarında
Mehmed-ül-Hadî adında, yazarın öğrencilerinden birinin de çıkması vardır. Bir
de Şehit Ali Paşa kitaplığında (No. 1992) bir mecmua içinde 55 yapraklı Muhtasar
fi’l-hisab adlı Arapça bir eseri daha vardır ki, birinci kısmı aritmetik,
ikinci kısmı cebir ve denklemler, üçüncü kısmı ölçmelerden ibarettir. Eserin
sonunda bir de şerhi varsa da bunu yazanın ismi görülmez. Salih Zeki Bey (Âsar-ı
bakiye, I, 190) bu eseri Kadı-zade’nin Türkistan'a gitmeden önce yazdığını,
çünkü üzerinde, yazarı olarak yalnız Allâme Salâhaddin Musa denilmiş
bulunduğunu iddia etmektedir; herhalde bu eser o zaman için faydalı ve
anlaşılması kolay bir aritmetik kitabıdır. Fakat Kadı-zade'nin en orijinal
eseri hiç şüphesiz ki, Risale fi istihrac-il-ceyb derece vahide adiyle
Gıyaseddin Cemşid’in yazdığı kitaba hazırladığı şerhidir.
Kitabın adı şerh
olmasına rağmen Kadı-zade bu eserinde bir derecelik yay sinüsünün hesabı
usulünü yazardan daha iyi ve daha basit bir şekle sokmuştur. Bu eser yazarın
adını taşımaz; fakat kendisinin torunu, Beyazıt II. devri matematikçi ve
astronomu, Mirim Çelebi’nin bu eserden bahsederken «ceddim Kadı-zade’nin
yazdığı risale» diye anmasına ve aktardıklarının aynen o risaleden alınmış
olmasına göre, eserin yazarı Kadı-zade-i Rumî olacaktır. Eserde bir derecelik
yay sinüsünün, yarıçap 1 olarak alındığına göre, 0,017452406437 olduğu
gösterilmektedir. (Bu hesaplar için bkz. Salih Zeki, Âsar-i bakiye,
İstanbul, 1326, I, 133-139).
Merhum Salih Zeki
Bey bu yazardan bahsederken (bkz. aynı eser, I, 190), zamanının en ciddi
ve gerçek bir astronomu olduğunu ve eserlerinde o zamanlar pek makbul olan
nücum ilmine (astrologie) ait bir satır bile bulunmadığını överek söyler; bunun
için Kadı-zade’yi Osmanlı Türklerinin birinci gerçek astronomu ve matematikçisi
saymaya hakkımız vardır. O zamanki Doğu dünyasında kendisine bir isim yapan bu
bilgin, tahsilini Horasan ve Türkistan’ da tamamladıktan sonra, asıl
memleketine dönmüş olsaydı, Osmanlı ülkesinde müspet ilimlerin daha canlı bir
gidiş almış olacağı tahmin edilebilir. Ama Kadı-zade'nin Türkistan’da
yetiştirdiği iki öğrencisi sonradan Türkiye’ye gelerek, matematik ve astronomi
ilmini yaymışlardır. Bunlardan biri aşağıda isimleri geçecek olan Fethullah
Şirvanî, öteki Ali Kuşçu’dur.
***
Murat I. ve
Yıldırım Beyazıt devirlerinde (1359-1402) Osmanlı ülkesinde tıp alanında bir
hareket görülmeye başlıyor; şimdiye kadar Osmanlı Türkleri tarafından yazılan
ilk tıp eserinin Havâss-ill -edviye adiyle Murat bin Ishak adında biri
tarafından derlendiğini sanıyoruz (bkz. Fatih Millet Kütüphanesi, Tıp, No. 109;
Paris Bibi. Nat. Man. Turcs, A.F. 170). Bu kitap 792 (1387) yılında «Gerede kalesinin
katında ve Erkot dağında cem» olunmuştur. Eserde birtakım ilaçların etkileri
kısaca ve pek bayağı bir yolda anlatılmaktadır. Bilgilerinin büyük kısmmın
Zeyneddin bin Ismail-ül-Cürcanî’nin eseri olan Zahire-i Hârezmşahî'den
ve bir de Ibni Sina’nın Karun'undan alınmış olduğu görülüyor. En çok rastlanan
hastalıkların tedavisinden de kısaca bahseden bu yazara dair bildiğimiz bir
şey yoktur.
Öte yandan Bursa
kütüphanelerindeki yazmalar üzerinde incelemeler yapan Profesör Ritter ve
Doçent Ahmet Ateş bana Bursa’nın Ulucami kütüphanesinde 2 numarada Kâmil-ils-sınâa
tercümesi adiyle eski Türkçe bir yazmanın bulunduğunu haber verdiler. Sonradan
gördüğüm bu kitabı anlatmadan önce Kâmil-üs-sınâa hakkında bilgi vermek
lazımdır. Bu eser 384 =994 yılında ölen Ali bin Abbas bin el-Mecusî’nin
(AvrupalIların Haly Abbas dedikleri) Kâmil-ils-sınâat -ilt-tıbbiye
(yahut Kitab-ill-meliki) adiyle, özel hekimi olduğu Buveyhî
hükümdarlarından Adudüddevle’ye ithaf ederek yazdığı meşhur eserdir ki, 1294
yılında Kahire’de basılmıştır. Latinceye çevrildiği gibi bazı bölümleri
Fransızca ve Almancaya da çevrilmiştir (bkz. G. Sarton, Introduction to the
History of Science, I, 677). Bu eserin biricik tam nüshası Berlin kütüphanesinde
bulunmaktadır (bkz. W. Ahlwahrdt, V erzeichniss der arabischen
Handschriften, 6261). Eser, İbni Sina’nın Kanunu ortaya çıkıncaya
kadar, Doğu hekimliğinin baş kaynağı olmuştur. Önsözünde kendinden önceki büyük
tıp eserlerini inceler. Mesela Hippocrates’in aforizmalarının kısa olduğunu ve
Galenus’un türlü türlü hastalıklardan bahsederek, toplu ve etraflı bir kitap
yazmadığını, Zekeriya el-Razî’nin meşhur El-havî’sinin zayıf noktaları
bulunduğunu saydıktan sonra kendisinin daha düzenli bir yol tutacağını söyler.
İşte iki ciltlik büyük bir eser meydana getiren bu yazarın eseri elimizdeki
Bursa yazmasına göre, «Birgama kadısı» (?) tarafından kısmen Türkçeye
çevrilmiştir. Bu çeviri ancak eserin sağlık bilgisi ve hastalıkların tedavisi
üzerine olan ikinci kısmının üçüncü makalesinin 34. bölümüyle dördüncü
makalesinin ülserler, çiçek ve kızamığa dair 5. bölümün bir kısmını içine
almaktadır. Çeviri tarihini öğrenmek mümkün olamıyorsa da bu yazmanın 857=1453
yılında Timurtaş oğlu Umur Bey tarafından vakfedildiği ilk ve son sayfaya
şahitler yanında yazılmış olmasına ve Türkçesinin üslup ve imla bakımından daha
eski bir zamana benzemesine göre, tercümenin XIV. yüzyılda yapılmış olduğu
kestirilebilmektedir. Şu halde bu eser de yukarıda söylediğimiz Havâss-ül
-edviye kadar eski, belki ondan daha önce Türkçe yazılmış bir tıp kitabı
olacaktır. [Ek -1],
Bu devirde en
tanınmış başka bir hekim-yazara erişiyoruz ki, o da Hacı Paşa adiyle meşhur
olan Celâleddin Hızır’dır. Yukarıda adı geçen Molla Fenarî ile birlikte Mısır'da
tahsil etmiş, fakat uğradığı ağır bir hastalık yüzünden, tıbba merak ederek,
tahsil yolunu değiştirip, büyük bir hekim olmuştur. Bu yazarın Aydınlı olduğu
söylendiği gibi Konyah olduğunu iddia edenler de vardır (ölm. 820=1417 Birgi’de
ve başka bir rivayete göre, 816=1413 Kahire'de). Konyah olduğuna kanıt olarak
bu şehrin müze kütüphanesinde bulunan Şifa-Ül-eskam isimli kitabında adının
Hızır bin Ali-ül-Hattab el-maruf bi Hacı Paşa Konyevî (?) diye ve diğer bir
eserinde de ismi tam olarak Celâleddin. Hızır bin Hoca Ali el-Konevî diye
yazılmış olması gösterilmektedir. Bu Türk hekiminin isminin bazı kitaplarda
Hayreddin gibi yazıldığı da varsa da, en doğrusu bu zatın ismini Hızır bin Ali
diye kabul etmektir. Bütün biyografilerin birleştikleri bir nokta vardır ki, o
da Hacı Paşanın Mısır’da tahsilini parlak bir şekilde tamamlamış ve orada o
vakit «Mantıkî» şöhretiyle tanınan, Mubarekşah Malakî’den mantık ve akli
ilimleri de öğrenmiş olmasıdır. Kendi tahsil arkadaşları arasında şair Ahmedî
ile Şemseddin Fenarî bulunduğu gibi Şeyh Muhammet bin Mahmut Ekmelüddin
Babertî’nin derslerinde meşhur Simavna Kadısı oğlu Şeyh Bedreddin’le birlikte
bulunmuşlardır. Mısır’da tıp tahsilini tamamladıktan sonra Kahire’de
Mansuriye-Kalavun hastanesine başhekim tayin olundu (bkz. Şifa-ül-eskam,
Var. la). Bir müddet sonra memleketine dönen Hacı Paşa Aydın beyi îsa bin
Mehmet bin Aydın’ın maiyetine giriyor ve Ayasluk’ta ve Birgi’de çalışıyor.
Hacı Paşanın
eserleri iki kısma ayrılır:
1.
Bahis ve münazara, tefsir ve tasavvufa dair
olanlardan Şemseddin Mehmet bin Eşref Semerkandî’nin Risale fi âdab-il-bahis
adındaki münazara ve mantığa ait eserine bir şerhi vardır. Tefsirden
Beyzavî’nin (ölm. 1286) Tavali-ül-envar’ma şerhi (Selim Ağa kütüphanesi,
No. 628) ve tasavvuftan El-Ceylî’nin (ölm. 1100) Levami’-ül-envar-ül-kulûb
ismindeki eserine şerhi (Selim Ağa Kütüphanesi, No. 629) mevcuttur. Hacı
Paşanın bu eserleri konumuzu ilgilendirmediği için, daha fazla bilgi vermeye
lüzum görmüyoruz.
2.
Tıbba dair eserlerinin başında hiç şüphesiz Aydın
beyi Aydınoğlu Fahreddin Isa Bey adına kaleme aldığı Şifa-ül-eskam ve
deva-ül-âlâm adındaki Arapça eseri gelir ki, 783’te (1381) yazılmıştır
(bkz. Paris, Bibi. Nat., A.F. 3012). Bu eserin kendi el yazısıyle olan nüshası
Topkapı Sarayı Ahmet III. kütüphanesinde (No. 2070) bulunduğu gibi, gerek
İstanbul’da gerek Mısır ve Hindistan’da birçok nüshaları vardır. Bizim
gördüğümüz nüsha İbrahim Paşa kütüphanesinin 933 numarasında kayıtlı olanıdır.
Bir de Konya müze kütüphanesinde (No. 6358) 800 yılında yazılmış nüshası
vardır. Hacı Paşa bu başlıca eserini Ayasluk’ta yazmış, Galenus ve tbni Sina
tıbbı yolunda gitmiş ve fakat kendi şahsi gözlemlerini de katmıştır (1). Bu
eserin en belirli niteliği, verdiği bilgilerin açık ve kesin ifadelerle
verilmiş, fazla lüzumsuz tafsilattan kaçınılmış olmasıdır. Mesela zatürree
bahsinde bu hastalığın klinik arazı pek güzel tarif olunmuştur (bkz. İbrahim
Paşa kütüphanesi, No. 933, Var. 270a). Kitap dört makale üzerine düzenlenmiş ve
birinci makalede genel, nazari ve ameli bilgiler, ikinci makalede yiyecek ve
içecekler, bileşik ve basit ilaçlar (bu bahis hemen olduğu gibi İbni Baytar'm El-cami'inden
alınmıştır), üçüncü makalede baştan ayağa kadar organların hastalıkları,
dördüncü makaledeyse bütün vücudu kapsayan hastalıklar anlatılmıştır. Bu eserin
başında Hacı Paşa, Arap, Hıristiyan ve Musevi bilginlerden faydalandığını
yazarken, Şeyh Cemaleddin-ül-Şevbekî adında bir zattan «üstadım» diye büyük
saygıyla bahseder. [Ek-2],
Bundan başka Hacı
Paşanın Arapça ve Türkçe birtakım tıbbi eserleri daha vardır. Mesela Kitab-ilt-talim
(Turhan Valide kütüphanesi, No. 258) adiyle bir eserini daha buluyoruz ki
bunun başında îbni Sina'nın, Hipokrat'ın, Galenus'un ve meşhur Mucez-ül-kanun
yazarı Alâeddin Ali ebi el-Hazm-el-Kureşî'nin adlarını saydığı gibi
«enfas-ı î seviye ve akdam-ı Museviye»den ve zamanının hekimlerinden
faydalandığını söyler. Kitap dikkatle okunursa, gerek bölümleri, gerek
içindekiler bakımından kendi Şifasına pek benzediği anlaşılır. Sonuna
«Vasiyye» adiyle bir bahis katılmıştır ki, bunda hekimlerin kıyafetinin düzgün
olmasından ve hastaya karşı davranışlarından, sanatın icrası esnasında riayet
edilmesi lazım gelen bazı ahlaki konulardan bahsettikten sonra, bu kitabı 771
yılında Emir-üs-Said-i Şehid'in Şeyhuniye medresesinde ikmal ettiğini söyler.
Yine aynı yılda ve aynı yerde Kitab-ill-feride adiyle bundan önceki
eserini daha ziyade hulasa ederek, başka bir eser yazmıştır (Turhan Valide kütüphanesi,
No. 258; bu nüshalar Hacı Paşanın kendi yazısıyledir).
Hacı Paşanın Arapça
eserlerinden bir de Kitab-ils-saade ve'l-ikbal müretteb alâ erbaa akval
adiyle bir kitabına rastlıyoruz (Veliyüddin Efendi kütüphanesi, No. 2536;
Manisa kütüphanesi, No. 1788, bu nüshanın tarihi 800’dür). Bu eserin bir adı da
Kümmi-ül-celâlî olarak kütühane defterlerinde muhtelif nüshalar içine
yazılmıştır
Soğuk, rutubet ve
kuruluğun sağlığa etkisiyle başlayan bu kitap, nabız ve idrarı ve idrarın
çeşitli hastalıklarda aldığı nitelikleri anlatır. Giriş kısmı îbni Sina'nın Kanunundan
alınmıştır; bundan sonra yine Şifa’daki gibi havanın ve yiyecek ve
içeceklerin özelliklerinden, hacamat, kan alma gibi genel tedbirlerden ve başka
bahislerde de tıpkı Şif a' da olduğu gibi, hastalıklardan bahseder. Bu
kitabın önemi Türkçeye çevrilerek Müntahab-üş-şifa adiyle bir telif
meydana getirilmiş olmasıdır (Üniversite Kütüphanesi, Yıldız, tıp, 877 ve
233'teki iki nüsha Kitab-ils-saade'nin aynen çevirisinden ibarettir).
Garibi şudur ki, Teshil-üş-şifa adiyle meşhur olup. Hacı Paşa
tarafından Türkçe yazılan eser de yine aynı Arapça kitabın biraz farklı
çevirisinden başka bir şey değildir (Üniversite Kütüphanesi, Yıldız, tıp, No.
344) (1). Teshil-üş-şifa nm Müntahab-üş-şifa’dan bir ayrılığı varsa o da
nazari ve güç kısımların bu ikinci eserde atlanmış olmasıdır. Aslı olan Kitab-üs-saade
yanında bu kitabın adının anılmaya bile değmeyeceğini söylemek lazımdır. Teshil’in
önsözünde Hacı Paşanın bu defa eserini herkesin anlayabilmesi için Türkçe
yazdığından dolayı özür dilemesi, o vakit ilim dilinin Arapçaya ne kadar
kuvvetle bağlanmış olduğunu göstermek bakımından önemlidir (bkz. Paris, Bibi.
Nat. Cat. manuscrit Turcs, A.F. 169). Bu kayıt olmasaydı bu baştan savma
çevirinin Hacı Paşa tarafından değil, bir başkası tarafından yapılmış olduğuna
inanmak mümkündü. Hulasa Hacı Paşanın Şifası ve Kitab-üt-talim'i
bütün öteki eserleri için esas teşkil etmiş ve bunlar hep onlardan ufak tefek
düzeltme ve katmalarla meydana getirilmiştir (2).
Hacı Paşanın Manisa
kütüphanesinde Kitab-ül-musamma bi -usul hams adlı 40 sayfalık küçük bir
tıp risalesi olduğunu Dr. Süheyl Ünver’in bir notunda gördüm. Kitabı kendim
göremediğim için, ondan daha fazla bahsedemiyorum.
XIV. yüzyılda
yazılmış eserleri bize kadar erişen bir iki bilginden daha bahsetmek lazımdır.
Bunlardan biri Şeyh Cemaleddin Aksaray! (ölm. 1388) İbni Sina Kanununun
bir hulasası olan Mucez-ül -kanunu Hal-Ül-mucez adiyle açıklamıştır (1)
[Ek-3]. Cemaleddin’in bu eseri bizde uzun zamanlar rağbet görmüştür. Kendisi
Aksaray kasabasında Zincirli medresesi müderrisliğini Sıhah-i Cevheri
adındaki lügat kitabından hıfzını (ezberini) dinletmek yoluyle elde etmiş ve
orada öğrencilerini üç sınıfa ayırarak, birinci sınıfa evinden medreseye
kadar yolda ders okutur (meşaiyun) ve medresenin avlusuna varınca, orada
direkler arasında ikinci sınıfa ders verir (revakıyun) ve medresenin
dershanesine girerek, üçüncü sınıf öğrencilerine daha yüksek öğretimde
bulunurdu.
Yine aynı devirde
meşhur bir Türk şairi olan Ahmedî'nin (1334?1413, asıl adı Taceddin İbrahim;
bkz. İslam Ansiklopedisi, mad. Ahmedî) tıbba dair mesnevi şeklinde
manzum Tervih-iil-ervah adlı bir eseri (Ayasofya Kütüphanesi, No. 3595)
vardır ki bunda önce teşrihe ait kısa, fakat düzenli bilgi verildikten sonra
teker teker hastalıkların tedavisinden bahsedilmektedir [Ek-4]. Eser çok şarap
içmekle meşhur şehzade Süleyman Çelebi adına yazılmıştır. Şair Ahmedî’ye Müntahabat-ilş-şifa
adiyle ve mükemmel bir sağlık bilgisi kitabı diye bir eser, bazı tıp tarihi
yazarları tarafından mal edilmiş ve hatta Bükreş tıp tarihi kongresine bile
tebliğ olunmuştur. Halbuki bu sağlık bilgilerini veren Müntahab-ilş-şifa
doğrudan doğruya Hacı Paşanın yukarıda adı geçen eseridir (bkz. Üniversite
kütüphanesi, Yıldız, tıp, No. 209a, s. 4-5). Bundan başka muallim Kilisli
Rifat’ın Fuat Köprülü’ye Şehzade Camii kütüphanesinde gördüğünü söylediği Eş-şifa
fi ahadis-il-Mustafa (bkz. İslam Ansiklopedisi, I, 219-220) adlı
eser de Ahmedî’ye değil Ahmet Daî'ye (Ahmet bin İbrahim bin Muhammet) ait
tıbb-ı nebeviden bahseden, Abu Naim Isfahanî’nin aynı isimdeki eserinin Murat
II. zamanında Umur Bey bin Timurtaş adına Türkçeye çevirisidir (Tıp Tarihi
Enstitüsü kütüphanesi, No. 90).
XV. yüzyılın ilk
senesinde (12 mayıs 1400) Yıldırım Beyazıt tarafından Bursa'da Dâr-üt-tıp
adiyle bir hastane açıldığını biliyoruz. Doktor Osman Şevki (bkz. aynı eser)
bu hastaneyi bir tıp okulu sayıyorsa da, yine aynı yazar tarafından Bursa
Evkaf arşivinden çıkarılan 15 ramazan 802 tarihli vakfiyesinde öğretime dair
bir bölüme rastlanmamaktadır; fakat eski zamanlarda her yerde olduğu gibi bu
hastanede de usta hekimlerin çırak yetiştirmiş olmaları mümkündür. Mesela
Selçuklular zamanında Gundişapur ve Bağdat hastaneleri modelinde birtakım
hastanelerin Anadolu’da inşa edilmiş olduğunu da biliyoruz. Kayseri'de (1205),
Sivas'ta (1217), Divrik'te (1228), Çankırı’da (1235), Kastamonu'da (1273),
Konya ve Amasya'da (1312) hastaneler vardı ve bu hastanelerde hiç şüphesiz
ustalık çıraklık tarzında hekimler yetişmekteydi [Ek-5].
Bu devrin sonlarına
doğru yani Murat II. zamanında yetişmiş ve bize iki eser bırakmış bir
hekim-yazar daha tanıyoruz ki, Mukbil-zade Mümin adındaki bu zatın olunduğu
üzerine büyük bilgimiz yoktur. Dikkate değer eserlerinden biri olan Zahire-i
Muradiye'nin (Yahya Efendi dergahında Hacı Mahmut Efendi kütüphanesi. No. 5507)
841 yılında yazılmış ve padişaha ithaf edilmiş bir nüshasına göre, bu kitap
Arapça ve Farsça kitaplardan Türkçeye çevrilmiş bir derlemedir. Adının ve
içindeki bilgilerin bellibaşh kısmının Zeyneddin bin îsmail-ül-Cürcanî’nin
(ölm. 1135) eseri olan Zahire-i Hârezmşahî (Yenicami kütüphanesi, No.
915) diye meşhur olan Arapça eserinden alındığına şüphe yoktur. Beş makale
üzerine düzenlenen bu kitap beyin, baş, göz, kulak, burun, mide ve yemek borusu
hastalıklarından bahseder. Kitabın dikkate değer tarafı, Arapça terimler
arasında, Türkçe terimlerin serbestçe kullanılmış olması ve güzel bir tertip ve
tasnife riayet edilmesidir. Eserin en etraflı kısmı göz hastalıklarına ait
olup, gözde yapılacak ameliyelerde kullanılacak aletlerle dağlamaya mahsus
aletlerin resimleri de vardır. Bununla birlikte 358 yaprakta biten bu nüshada
yazarın kendi gözlemlerine pek az rastlanır. Eserlerinden aktardığı yazarların
isimlerini vermekten asla çekinmemiş olması, Mümin’in düşünce namusuna sahip
bir yazar olduğunu gösterir.
ikinci eseri Miftah-ün-nur
ve hazain-üs-sürur adlıdır ki bunu da aynı padişaha ithaf etmekte ve teşrih
ve sağlık bilgisinden kısaca bahsettikten sonra, göz hastalıklarını
aynntılarıyle anlatmaktadır. Kitabın başında hekimin nasıl olması gerektiğini
anlatırken, «amma tabip dahi gerektir ki üstad-ı âkil ve zeyrek-i dâna ola çok
okuyup bimarhanelerde çok duruşmuş ola... Nasıh-i rastgûy ve pakize-huy ve
sahih-ül-mizaç ve sadık-ul-kavl ola» dedikten sonra, hekimin önce kendisini
illetten salim kılmasını ve kendini beğenmiş ve dünya malına tamahkâr
olmamasını ihtar ve zamanının cahil hekimlerinin çokluğundan şikayet ediyor (bu
eser bazı kütüphanelerde, mesela Ali Emirî Efendi kütüphanesinde, Kitab-ı
tıb diye kaydedilmişse de, Nuruosmaniye kütüphanesinde. No. 3585’te asıl
adiyle kayıtlıdır). Bu devirde tıptan başta ilimlerde yazılmış eserlere o kadar
çok rast gelinmez; yalnız Ali Hibetullah adında bir zatın Hulâsat-ül-minhac
fi ilm-ül-hisab adlı Arapça küçük bir eseri vardır.
Mehmet I. zamanında
ansiklopedik eserlere rağbet başladığını ve mesela Zekeriya el-Kazvinî'nin
tanınmış eseri olan Acaib-ül-mahlûkat’m Rükneddin Ahmet adında bir zat
tarafından ilk çevirisi yapılmış ve Çelebi Sultan Mehmet'e takdim edilmiş
olduğunu biliyoruz [(Ek 6], Bu çeviride belki ilk defa olarak arzın yuvarlak
olduğu
Osmanlı-Türk eserlerine geçmiştir. Bu eserde (bkz. Paris, Bibi. Nat. Cat.
Manus. Turcs, Supp., 1339) «Hırs dört nesnededir; âdem’ de, karıncada, kargada
ve sıçandadır, zira bu dört canavar zahire ve hazine cemederler» denildiği
gibi, Yecuç ve Mecuç’tan bahsolunurken, onların Türk, soyundan olduğu ilave
edilir. Bu gibi eserlerde çok kere meşhur dağlar, nehirler ve şehirlerden
bahsolunduğu için F. Taeschner, Osmanlılarda coğrafya makalesinde (bkz. Türkiyat
Mecmuası, II, 271), bunları coğrafya eseri saymış ve mesela henüz Bursa
payitaht iken, fakat Edirne fetholunduktan sonra Ali bin Abdürrahman adında
gayet finalist bir adamın yazdığı ve adım Acaib-i mahlûkat (Üniversite
kütüphanesi. Yıldız, tabiiye, 520) koyuverdiği eseri bile Türklerin en eski
coğrafyası diye zikretmiştir. Yazıcı-zade Ahmet Bican’ın Acaib-i mahlûkat’ı
ve Dürr-i meknun'u hep böyle masal cinsinden ayrıntılarla dolu
eserlerdir. Taeschner bunları da coğrafya eserleri arasında sayar.
En çok hayvan ve
bitkilerden bahseden bu gibi ansiklopedik eserlere Osmanlı padişahlarının
rağbet gösterdiklerini ve ileride bu gibi eserlerin çok kere Türkçeye çevrilmiş
olduğunu göreceğiz. Mesela Mehmet Kadî-i Manyas adında bir zatın Kitab-ı
Aceb-ül-ucâb'ı bu cins eserlerdendir. Önce melekler ve şeytanlardan
bahseden bu eserin sonuna küçük bir aritmetik kitabı ilave olunmuştur ki, bunun
Osmanlı Türklerinde Türkçe yazılan aritmetik kitaplarının birincisi olması pek
muhtemeldir.
Hüsameddin Tokadî
adında bir zat da, gökkuşağı üzerine küçük bir kitap yazmış, fakat sonunda
biraz ilme değinen sözleri için, «bütün söylediklerim hep mezheb-i hükema
üzeredir (filozofların öğretilerine göredir), müttakî ve müteşerîler (günahtan
sakınanlar ve şeriat yolunda gidenler) buna inanmamak gerekir» demeyi de unutmamıştır.
Murat II. devrinde
yaşayıp Fatih’in ilk senelerinde vefat eden Fethullah Şirvanî, Semerkant’tan
Kastamonu’ya gelerek, oranın beyi İsmail Beyin iltifatını görmüş ve orada
kelam ve mantıktan başka astronomi ve matematik okutmuş ve bu suretle Batı
Türkeli'nde yüksek matematik ve astronomi başlamıştır. Bu öğretim esnasında
hocası Kadı-zade’nin Eşkâl-üt-tesis açıklamasına haşiye yazdığı gibi Çağminî’ye
de ayrıca bir açıklama yazmıştır ki, son zamanlara kadar medreselerimizde
makbul bir eser sayılırdı.
Hicretin 800.
senesinde, hayat hikayesini bulamadığımız Mehmet bin Süleyman adlı bir zat,
Muhammet bin Musa Kemaleddin -üd-Demirî'nin (1344-1405), ortaçağda pek meşhur
olan, hatta 19061908 yılları arasında S.G. Jayakar tarafından eksik bir
surette İngilizceye çevrildiği gibi başka dillerde de özetleri çıkarılmış
olan, Hayat-ül-hayvan adındaki zooloji kitabını Türkçeye çevirmiştir.
Kitabın aslının 773 yılında tamamlanmış olmasına göre, Türkçeye ilk çevirisi
olması gerektir. Çeviren, kitaba bazı hikayeler ve haberler katmış
olduğunu yazıyor (Topkapı Sarayı kütüphanesi, Revan köşkü, 1664) [Ek-7].
Bölüm II
FATİH SULTAN MEHMET
VE İLİM
T arifi yerde
bitmez arşa çıkan kibarın.
A. H.
Osmanlı devletinin
kuruluşundan (1299) Fatih’in tahta çıkmasına (1451) kadar geçen bir buçuk
yüzyıllık bir sürede, yukarıki bölümde görüldüğü üzere, müspet ilimler, Osmanlı
Türkleri arasında özel bir mevkie sahip olamamış, fakat kelam, mantık, fıkıh,
evvelce Selçuklular medreselerinde olduğu gibi, okutulmakta bulunmuştur. Bu
arada müspet ilimler alanında matematik ve astronomide Kadızade-i Rumî ve tıpta
Hacı Paşa anılmaya değer eserler bırakmışlardır. Bununla birlikte, Fatih’in
tahta çıkmasıyle beraber, müspet ilimlerin değilse bile felsefi ve ilmi
düşünüşün Osmanlı Türklerinde geliştiğine şahit olmaya başlıyoruz.
Bu devrin ilmi
faaliyetlerinin bir özetini yapmaya başlamadan önce, Fatih’in ilme karşı
gösterdiği ilgi ve himayeyi arasöz olarak söylemeyi lüzumlu sayıyoruz.
Gerçekten, Mehmet II. küçüklüğünde okuma ve yazmaya karşı hiçbir eğilim
göstermemiş ve hatta hocası Molla Guranî’nin kendisini azarladığı ve tehdit
ettiği bile anekdot kabilinden tarihlerimize geçmiştir (bkz. Hammer, Devlet-i
Osmaniye tarihi, III, 237). Fakat, çocukluğunda okumak ve yazmaktan hoşlanmayan
bu büyük padişah, gençliğinde ortaçağların en büyük ilim ve irfan
koruyucularından biri olmuştur. Hatta, boş zamanlarını daima en yüksek
bilginlerle tartışmalarla geçiren Mehmet II., özellikle ilim ve felsefeye olan
bu eğilimini bütün hayatı boyunca göstermiştir.
Mehmet Il.’nin
Bizans tarihçilerinin tanıklığına göre Arapça ve Farsçadan başka, İbranîce,
Keldanîce, Yunanca, tslavca ve Latince de bildiği söylenirse de, burada, Osmanlı
Türklerinde ilim tarihini ilgilendiren ve henüz çözümlenmemiş bulunan bu mesele
üzerinde, biraz durmak lazımdır (1). G. Guillet, aşağıda adı geçen tarihinde
(I. cilt, 11) diyor ki, «büyük bir kuvvetle tahmin olunabilir ki, Despoena
Maria her şeye ilgi gösteren bu üvey oğluna, sadece eğlence olsun diye, Yunan
dilinde bir iki Hıristiyan duası öğretmiş bulunsun». Gerçekten Sırbistan
despotu Yani Brankoviç’in kızı, Fatih’in üvey anası olan Despoena Maria’nın bu
zeki üvey oğluyle meşgul olmuş olması pek mümkündür. Bundan başka Sultan
Mehmet'in çocukluğunda, sarayda rehine olarak tutulan Bizansh bir prens ve sonradan
İskender Bey adiyle ün salan Arnavut prensiyle oynadıkları da söylenir. Onun
için sultanın çocukluğunda bu arkadaşlarından biraz İslavca veya Yunanca
öğrenmiş olması da düşünülebilir. Fakat bütün bu rivayetler güvenilir bile
olsa, Mehmet Il.’nin bu yabancı dilleri bildiğini asla belirtmez. Tersine,
Fatih’in sarayında Rumca katibi (Grammateus) gibi yaşayan İmroz adah
Kritovulos’un Fatih'in hayatı üzerine yazdığı ve Karolidi Efendinin Türkçeye
çevirdiği eserde «Arap ve Acem edebiyatındaki tam bilgisinden başka, Yunan
filozoflarının Arap ve Acem dillerine çevrilmiş eserlerinden peripatetik ve
stoikler denen felsefe öğretilerini inceler, öğrenmek ve bilgisini genişletmek
için bu konuları iyice bilenleri ve uzmanlarını öğretmen olarak yanma alırdı»
deniliyor (2). Gene Kritovulos (Türk. Çev., s. 182), «padişah hazretleri Farsça
ve Yunancadan Arapçaya çevrilmiş olan felsefe eserlerini okur ve yüce katında
bulunan bilginlerle bunlar üzerinde konuşur ve özellikle Aristo ve stoik felsefesiyle
pek ziyade meşgul olurdu» diye, Mehmet Il.’nin dil bilgisi derecesine işaret
etmektedir. Öte yandan Edvvard Gibbon, Plutarkhos’un Meşhur Adamların Hayatı
(Bioi) adındaki eserinin, Fatih'in emriyle, Yunancadan Türkçeye
çevrildiğini bir yerde gördüğünü söyler (3). Bir de 1453 yılında, Aragon krah
Alfonso’ya Nicolaus Sogundinus adında biri tarafından, Fatih hakkında verilen
bilgiler arasında sultanın maiyetinde, biri Latince öteki Yunanca bilen, iki
hekimin daima bulunduğu ve bunların kendisine eskiçağlar tarihini öğrettikleri
de geçmektedir (Villoison’a göre, Notices et extraits des manuscrits,
III, 2. 22).
Bu rivayetlerden
Plutarkhos’un eserinin Türkçeye çevrilmiş olması Kritovulos’un, Fatih’in,
İskender, Pompeius ve Julius Caesar’ın hayatlarıyle ilgilendiği kaydıyle (bkz.
Kritovulos, aynı eser, s. 16) büyük bir olasılık içine giriyorsa da bu
çeviriye henüz hiçbir kütüphanede rastlanmamıştır.
Yine padişahın
emriyle çevrilmiş olduğu rivayet edilen eserlerden biri de Giovanni Maria Angiolello’nun
La breve narrazione de la vita et fatti del Signor Ussan Cassano
adındaki, Uzun Hasan’ın hayatı ve başına gelenler üzerine olan eserdir. Bugün
Fatih’in kütüphanesinde aslını, Ayasofya kütüphanesinde kendi emriyle yapılan
tercümesini bulduğumuz Ptolemaios’un coğrafyası da bu çeşitten eserlerdendir
(aşağıya bkz.). Şu bilgiler üzerine, Arapça ve Farsça bilen padişahın bu
dillerdeki eserlerden hiçbirinin Türkçeye çevrilmesini emretmediği halde
Yunanca ve başka yabancı eserleri çevirtmiş olduğu göz önüne alınırsa
kendisinin ne Yunanca, ne de başka Batı dillerini bildiği sonucuna varılabilir.
Bundan başka, eğer büyük bir bilim koruyucu olan Mehmet II. bu dilleri de
bilseydi, İstanbul’un fethine kadar Bizans kütüphanelerinde kalmış olan Yunanca
ve Latince yazmalardan daha fazla faydalanma yolunu bulacağından şüphe etmek
kabil değildir.
Gerçekten bu
yazmalardan büyük bir kısmı Topkapı Sarayı kütüphanesinde saklanmıştır. Bu
kütüphanede bulunan İslam dilleri dışındaki yazmalardan, birinci defa olarak
Safd’h Dominico Yeruşalmi adında Hıristiyanlığa dönmüş bir Yahudinin raporuyle,
Avrupa haber almıştır. Bu zat Murat IIL'ın 1575-1593 yılları arasında özel
hekimliğinde bulunmuştur. 1611 tarihli olan raporda Topkapı Sarayı
kütüphanesinde 120 kadar yazma bulunduğu yazılıdır (1). Öte yandan bir İtalyan
dönmesi, 1685 yılında, 185 kadar Yunanca yazmanın saray kütüphanesinden
satıldığını, müphem bir yolda söylemektedir. Bu yazmalar hakkında en faydalı
araştırmalar 1888 yılında Fr. Blass ve 1906’da Uspenski, 1920’de Jean Ebersolt
(Mission archeologique de Constantinople) taraflarından yazılmıştır. Nihayet
1929 yılında Müzeler Genel Müdürü merhum Halil Etem Beyin davetiyle, Berlin
üniversitesi profesörlerinden Adolf Deismann İstanbul'a gelerek, uzun uzadıya incelemeler
yapmış ve bunların sonucunu Forschungen und Fimde im Serail adı
altında bir küçük kitap halinde yayınlanmıştır ki, bu ayrıntıları kısmen biz de
bu kitaptan aldık.
Deismann'a göre,
bugün Topkapı Sarayında Mehmet II. kütüphanesi denilen kitap koleksiyonunda
İslam dilleri dışındaki yazmaların sayısı 587’yi bulmaktadır. Bu yazmalardan
75’i XI.-XV. yüzyıllardan kalma olduğu için, bunların Fatih tarafından
İstanbul'un fethinin arkasından toplanmış olduğu az çok bir ihtimalle kabul
olunabilir; bu 75 yazma içinde matematik ve fizik bilimler üzerine olması
dolayısıyle, bizi burada ilgilendirecek 15 kadar yazma vardır. Yalnız Uspenski
ve Cambridge kütüphanecilerinden Stephen Gaselee tarafından, Galenos’a ait
tıbbi bir yazmanın varlığı haber verilmekteyse de, bu nüsha bugün elde
değildir. Öteki yazmalar, özellikle Kutsal Kitap ve çeşitli ZnczZ’lerle
bunların tefsirine dair eserlerdir; bu arada, gramer ve tarihe dair bir iki
yazma da bulunmaktadır. Tarihi yazmalar arasında bütün dünyada tek nüsha olan «Sultan
Mehmet’in Hayatına Dair» Kritovulos’un yukarıda adı geçen eseri vardır
(1).
Fatih’in İslam
dilleri dışındaki eserleri içinde toplayan kütüphanesinde bizi ilgilendiren en
önemlisi hiç şüphesiz Claudius Ptolomaios, yani Doğunun Batlamyus diye tanıdığı
büyük astronomi ve coğrafya bilgininin r^cıiypaçta adındaki meşhur eseridir.
Fatih, Ege denizinde Venediklilerle yaptığı ve kazandığı savaştan (1464) İstanbul’a
dönüp, 1464-65 kışını yeni yaptırdığı Yeni Saray denilen Topkapı Sarayının
tamamlanması için harcadıktan sonra (bkz. Kritovulos, s. 181), ilkbaharda
yeniden savaşa başlamak arzusunda iken, ordunun yorgunluğu sebebiyle yaz ve
sonbaharı da sarayında geçirirken, bu eserle pek meşgul olmuştur. İşte bu yaz
sırasında etrafına bilginleri toplayan Fatih, Bizans’tan kalan kitaplar
arasında Ptolemaios’un coğrafyasını bulmuş ve Trabzonlu Gorgios Amirutzes’le
birlikte incelemiştir
Bu eserden bugün
iki nüsha saray kütüphanesinde bulunmaktadır. Deismann tasnifinde 27 numaralı
mecmua, Ptolemaios’un I\ojYPaYtX7) ö'.ç, yani coğrafya rehberi, adh
meşhur kitabı ile Dionysios Periegetes’in (1) OtxouıiEvt.g TZEptîjYTjatj, yani
yeryüzünde dolaştırma, adındaki kitabını ihtivaetmektedir. Bunlardan birincisi
1-88 varak, İkincisi ise, 89-106 varaktır; 63 kadar da harita vardır. Deismann
bu yazmanın 1421 yılında Ayasofya kilisesine papaz Jozef Bryennos tarafından
hediye edilmiş olması ihtimalinden bahseder. İkinci yazma ise, 57 numarada
kayıtlı, Ptolemaios’un aynı coğrafya kitabıdır; XIII. yüzyıldan kalma olup, pek
fena bir haldeyken, 1922 yılında Halil Etem Beyin himmetiyle, 4 hafta süren bir
çalışmayla tamir edilmiştir. Eser 57,1 x 42 boyunda büyük 122 varaktan ibarettir.
Bunlardan biri dünya haritası olmak üzere, 27 varağını pek mükemmel bir
surette renkli olarak çizilmiş haritalar teşkil etmektedir.
Bizi burada
ilgilendiren taraf, Fatih’in kütüphanesinde bulunan bu iki Ptolemaios
coğrafyasından önce ancak birinciyi gördüğü ve İkincinin 1465 yılından sonra
tedarik olunduğu noktasıdır. İşte Fatih 1465 yazında bu eserle ciddi bir
surette meşgul olmuş ve Arapçaya çevirisini Amirutzes’e emretmiştir. Bu yılın
yazını hep bu eser üzerinde çalışmakla geçiren Amirutzes ve oğlu, hem kitabı
Arapçaya çevirmişler, hem de belki Rumca ve Arapça isimlerle yazılmış olan
dünya haritasını da Fatih'in bu emri üzerine tamamlayarak, padişahtan büyük
ihsanlar almışlardır. Bu harita ne yazık ki bugün saray kütüphanesinde yoksa
da, sonradan belki başka bir yerden çıkacağı ümidini besleyen Deismann'ın bu
ümidine biz de katılırız.
Ptolemaios
coğrafyasının Arapça çevirisi ise, 2 nüsha olarak, Ayasofya kütüphanesindedir
(No. 2610 ve 2596). Bu Arapça çevirilere önce Deismann, Vatican kütüphanesi
memuru rahip Josef Fischer'den aldığı bilgi üzerine, dikkati çekmiş ve
gerçekten, 1929 yılında İstanbul Edebiyat Fakültesi Arap ve Fars filolojisi
profesörü H. Ritter'in yardımıyle bu iki Arapça çeviri meydana çıkarılmıştır
(bkz. Der İslam, XIX, 1/2, 38). Bunlardan birincisinin (Ayasofya, 2596)
başlangıcında çevirinin Fatih'in emriyle Yunancadan Arapçaya yapıldığı açıkça
yazılıdır. Fakat içinde haritalar yoktur. İkincisi (Ayasofya, 2610)
Ptolemaios’un haritalarını ihtiva eder. Bu Arapça çeviri Mısırlı Prens Yusuf
Kemal'in, Monumenta cartographica africae et egypti (Leiden) adiyle
yayınladığı serinin ikinci cildinin birinci fasikülünde çıkmıştır.
Fatih’in saray
kütüphanesinde bu coğrafya kitabının Jacobus Angelus tarafından Latince bir
çevirisinin pek doğru bir nüshası haritalarıyle birlikte 2414 numarada
bulunmaktadır. Bundan başka yine Ptolemaios’un meşhur astronomi kitabı olan Elmacesti'nin
(Almageste; t] |i£yaXTg ouvTaÇıg yahut Matematiki syntaxis)
İskenderiyeli Theon ve Pappos taraflarından yapılan açıklamalarlyle Bizanslı
Proclos'un Hypotyposis, yani özet adı altında, yazdığı açıklaması ve Johannes
Philopones'in usturlap kullanma usulüne de dair eseri, Geminos'un astronomiye,
Apolonyos'un Konika adında konilere dair bir eseriyle Serenos'un yine
matematiğe dair iki eseri şimdi kütüphanede mevcuttur (bkz. Deismann, aynı
eser, s. 77).
Kütüphanedeki öteki
müspet ilimlere ait olan yazmalardan bahsetmeden önce, yine coğrafyaya ait
daha eski tarihli bir eseri söylemek lazımdır. Bu eser Floransah Francesco
Berlinghieri'nin Ptolemaios coğrafyasının İtalyanca terza rima
usulüyle, manzum çevirisidir. Eserde oldukça iyi basılmış haritalar da vardır.
1480 yılının sonunda kitabın ikinci yaprağında Fatih'e hitaben bir ithaf
yazılmış, fakat Fatih 3 mayıs 1481'de vefat etmiş olduğundan eser bu defa
ikinci bir ithaf mektubuyle Beyazıt Il.'a gönderilmiştir. Bu kitabın, bir
«incunable», yani 1500 yılından önce basılmış gayet nadir bir eser olmasından
başka bizi ilgilendiren tarafı, Fatih’in müspet ilimlere olan ilgisi ve ilim
koruyucusu meziyetinin İtalya'da dillerde dotaştığını ve yazarın eserini kendi
büyüklerinden önce hemen Fatih'e göndermek arzusunda olduğunu belirtmesidir
(bkz. Sultan Beyazıt'a yazılan ithaf mektubu, Deismann, aynı eser, s.
109). Deismann’ın şiddetli ısrarları sayesinde Topkapı sarayında meydana
çıkarılan bu kıymetli eserlerin haritaları yazık ki, rutubetten birbirine
yapışmış bir halde bulunmuştur (1). Fatih’i coğrafya ve haritalara olan ilgisinden
bahsederken incelemeye değer bir nokta dikkatimizi çekmiştir. Abdülhamit II.
zamanında İstanbul’da çalışan Dr. A.D. Mordtmann, adının Latinceye çevirisi
olan Caeditius takma adiyle ve Ancien Plan de Constantinople
unvanıyle ufak bir risale ve bir İstanbul planı yayınlamıştır (İstanbul,
1889?, Lorentz-Keil Kitabevi). Bu plan, üzerindeki kayda göre, 1566-1574
yılları arasında, Venedik’te basılmış ve altına süsleme olarak birinci
padişahtan on birinci padişah Selim II.'e kadar gelen padişahların madalyon
içinde resimleri konulmuştur. Bu resimlerden planın yukarıki seneler arasında
basıldığı anlamı çıkmaktaysa da, dikkatle incelenirse, gösterdiği binalar
arasında Fatih zamanından sonra yapılan camiler, medreseler ve başka yapılardan
hiçbiri bulunmadığına ve ancak Fatih camii ve medresesiyle yeni ve eski
sarayların gösterilmiş olduğuna göre, bu planın aslının Fatih zamanında
çizilmiş olduğu tahmin edilebilir. A.D. Mordtmann daha ileriye giderek planın,
Fatih'in emriyle ve Bizans’ın Türklerin eline geçip payitaht olduktan sonra
kazandığı yeni binaları göstermek amacıyle yukarıda adı geçen Amirutzes’e
yaptırıldığını iddia ediyor. Hatta Dr. Dickson adında bir zatın saray
kütüphanesini gezdiği sırada, büyük bir İstanbul haritası gördüğünü ve hafız-ı
kütübün bu planın Trabzonlu bir mühendis tarafından Fatih’in emriyle
yapıldığını ve üzerindeki bazı yazıların Fatih'in el yazısı olduğunu
söylediğini de ilave ediyorsa da, esas plan bugün mevcut değildir (basılı
risale ve plan için bkz. Üniversite kütüphanesi, 902/6, 496. 11, c. 11). On
birinci padişaha kadar olan süslemelerin sonradan ilave edilmiş olduğu pek
kolay anlaşılır.
Albert Gabriel, Syria,
cilt IX, s. 331’de, Sefer-i Irakeyn adlı bir eserden bahsederken bu
haritanın 1540'ta Venedik’te basılan ve Vavassore planı denilen plan
olduğunu söylemektedir. Hangi tarihte basılırsa basılsın, bu plan XVI. yüzyıl
ortasındaki, İstanbul'u göstermekten çok uzaktır. [Bkz. Ek-26, sayfa 97].
Bu kütüphanedeki
müspet ilimlerle ilgili eserler hakkında bilgilerimizi tamamlamak için,
Euklidis'in geometrisinin, birçok Yunanlı yazarlara ait astronomi eserlerini
toplayan bir mecmuam, taşlara
(1)
Sayfalar sonradan ayrılmıştır. ' ve
hayvanlara ait bir yazmanın ve Aristo'nun meşhur Olma ve Bozulma
üzerinde eseriyle Zooloji kitabının bulunduğunu da söylemek lazımdır.
Bunlardan başka Homer'in Iliada'siyle Hesiodos’un Theogony a'sı,
bir de Diogenes Laerte'nin ünlü filozofların hayatı üzerine olan eseri de,
Yunanca yazmalar arasındadır. [Ek-8].
Saray
kütüphanesinde bulunmuş olan, fakat. Deismann tarafından adı verilmeyen
Yunanca yazmalardan birinin de, bu defa Fransızca tercümesi, Les Opuscules
mathematique de Didyme, Diophane et Anthemisius adlı bir eserde, Paul ver
Eecke tarafından, 1940’ta Paris-Bruges’da yayınlanmıştır. Bu üç yazmadan
İstanbul Saray kütüphanesinden çıkanı Diophanes’in olup, bazı yüzeylerin,
dairelerin, cisimlerin, kürelerin ve silindirlerin ölçülerini belirtme üzerine
problemleri içine alır. Yazar, ver Eecke’ye göre İznikli bir ziraat uzmanıdır;
Isa'dan önce I. yüzyılda yaşamıştır; fakat Isis mecmuasında (No. 91,
1942, s. 639) yazılan bir eleştiride, yazarın çeviren tarafından Iznikli
Diophanes'le bir tutulması doğru görülmeyerek, eserin meşhur matematikçi
Diophantus'un gibi gösterilerek, uydurulmuş olduğu söylenmektedir. Ama
hesapların esasında Archimedes esasları göze çarpmaktadır. Öteki yazmaların,
eleştiriyi yazan zatın dediği gibi, Topkapı Sarayı kütüphanesiyle bir ilişiği
yoktur.
işte Fatih, bu
filozof Amirutzes ve oğlundan başka Batılı başka bazı bilgin ve sanatçıları da
payitahtında toplamıştı. Bunlardan biri arkeoloji meraklısı bir tüccar olan
Cyriacus Pizzi Colli adında ve fakat daha ziyade, Anconah Cyriacus diye tanınan
bir zattır. 1391 yılında doğru doğan bu zat doğduğu şehrin belediye üyeliğini
ve ticaretini bırakarak, eski eserlerin incelenmesine kendini vermiş ve
Doğuda, Mısır’da, Habeşistan’da birçok geziler yaptığı gibi İstanbul'a da gelmiştir.
Kendisinden kalan tek eser gezileri ve gördüğü eski anıtlar üzerine yazdığı
birkaç mektuptan ibarettir. Fakat bizi ilgilendiren nokta kendisinin 1452 ve
1454 yılları arasında Fatih’in sarayında bulunmuş olmasıdır. Gerçekten, evvelce
Topkapı saray kütüphanesindeyken Abdülhamit II. zamanında Macar kralı Mathias
Convinus’a ait bazı kitaplarla birlikte Budapeşte üniversitesine hediye edilen
bir yazmanın arasından çıkan imparator Justinianus’un atlı heykelinin resminin
karşı sayfasındaki yazının Cyriacus tarafından getirilen mürekkeple (1),
yazıldığına dair bir kayıt bulunmasından ve bir de 1454 yılında Milano’da
Francesco Filelfo adında birinin kayınvalidesiyle kızlarının azat edilmesi
için, Fatih'e yazdığı bir mektupta Cyriacus’tan sarayda katip olarak
bahsedilmesinden anlıyoruz ki, bu zat o yıllar arasında İstanbul’da
bulunmaktaydı (Filelfo’nun ricasını Fatih hemen yerine getirmiş ve
kayınvalidesiyle kızlarını esirlikten kurtarmıştır). Hatta bazı yazarlar,
Justinianus’un heykelinin resminin de Cyriacus tarafından yaptırıldığını ve
şimdiki Ayasofya meydanında bulunan bu heykelin İstanbul’un fethinden sonra
Fatih tarafından yıkılmak suretiyle değil, usulca yerinden indirilerek
yakından resminin yapıldığını söylerler. Öte yandan Zorzi Dolfin'in Venedik
vakayinamesinde 1452 olayları arasında, Ciacomo Langusto'nun raporuna dayanarak
Fatih'in her gece Roma tarihini ve başka tarihleri, yanında bulunan Cyriacus’a
okuttuğu yazılmaktadır. Kısacası, modern arkeolojinin kurucularından sayılan
bu Cyriacus 1452 ve 1454 yıllan arasında Fatih’in yanında bulunmuş ve onunla
birlikte İstanbul’a girmiştir (bkz. Emil Jacobs, Cyriacus von Ancona und
Muhammed II., Bizanstinische Zeitschrift, XXX, s. 197202). Bundan başka
doğum ve ölüm tarihi kesin olarak bilinemeyen, fakat 1524 yılında henüz sağ
olduğu tahmin edilen Italyah Giovanni Maria Angiolello da, Fatih’in oğlu
şehzade Mustafa’nın maiyetinde. Uzun Haşan muharebelerine katılmış ve yukarıda
adı geçen eseri yazmıştır. Bir rivayete göre, Fatih’in hayatına dair, hem Türkçe,
hem İtalyanca yazdığı başka bir eserden dolayı padişahın büyük iltifatını
kazanmıştır. Kendisi sarayda ünlü ressam Gentile Bellini’ye rastlamış ve ona
dair bir iki satır yazı bırakmıştır (bkz. C. Naude, Addition d l'histoire du
roy Louis XI., Paris, 1630, s. 287).
Venedikli ressam
ünlü Gentile Bellini’nin, 1479-1480 yıllarında İstanbul’a gelerek, sarayda
yaşayıp Fatih’in resimlerini ve başka bazı resimler yaptığı bilinmektedir.
Fatih’in resmi Londra’da National Gallery’de bulunuyor. Öte yandan Fatih, Veronah
ressam ve madalyacı Matteo D’Patsi’yi Venedik Cumhuriyetinden istemiş ve kendisi
hemen gönderilmiştir. Bugün Paris milli kütüphanesinin madalyalar kabinesinde
bulunan Fatih’in resmini taşıyan gümüş madalyayı bu madalyacının yaptığı
söylenirse de, bunu belgelemek mümkün olmadığı gibi, Türkiye’ye dair başka bir
eseri de bulunamamıştır. Fakat İstanbul’a geldiği ve Venedik Doj'u Pandolphe
Malatesta'nın bir mektubunu ve bu mektubu kaleme alan Robert Volturio’nun
Fatih’e takdim ettiği Re Militaria adındaki askerliğe dair kitabını
birlikte getirdiği bu mektuptan anlaşılmatadır (bu sanatçılar için bkz. L.
Thuasne, Gentille Bellini et Sultan Muhammed II., Paris, 1882, s. 18
vd.).
«
« •
Fatih zamanının
düşünce akımlarını açık bir şekilde anlayabilmek için, padişahın dini ve
felsefi düşünceleri üzerine bazı bilgiler vermek faydasız değildir. Türk ve
Bizans kaynaklarına göre, Fatih, ta gençliğinden beri din ve metafizik
hususunda büyük bir merak ve tecessüs göstermiştir. Mesela Hurufîler tarikati
dervişlerinden bazı kimseler Türkiye’ye gelerek, padişahın iltifatına mazhar
olmuşlar ve sarayda oturmaya başlamışlardır. Fatih’in bunlarla sıkı fıkı
münasebetlerini gören vezir-i âzam Mahmut Paşa, Edirne müftüsü ve müderrisi
Fahreddin Acemî’ye durumu anlatmış ve padişahı Hurufîliğe eğiliminden
alıkoymak için bir çare bulmasını rica etmiş. Bunun üzerine müftü bu
dervişlerin sözlerini paşanın konağında gizli bir yerden dinledikten sonra
ortaya çıkıp, kendileriyle tartışmaya başlayınca, kaçıp saraya sığınan bu
adamları oradan zorla alarak, camide inançları aleyhine verdiği bir va’zın
arkasından onları ahaliye yaktırmıştır (bkz. Şakaik, Türk. Çev., cilt I,
s. 82). Biraz masalsı bir yolda anlatılan bu hikaye, Fatih’in dinin çeşitli,
hatta heterodox mezheplerini öğrenmek için merak ve tecessüsünü göstermesi
bakımından önemlidir (1).
Öte yandan
padişahın, ölümüne kadar metafizik meselelerin tartışılmasından haz duyduğu da
bilinmektedir. Mesela zamanın iki büyük bilgini Hoca-zade Muslihiddin Mustafa
ile Molla Mehmet Zeyrek arasındaki tevhit üzerine bir tartışma kendi huzurunda
tam altı gün devam etmiştir (bkz. Şakaik, Türk, çev., I, 143) (2).
Bizans ve Avrupalı
tarihçilerin yazdıklarına göre, Fatih İstanbul’un fethinden sonra Hıristiyan
diniyle de ilgilenmiştir. Mesela fetih sırasında İstanbul patriği bulunan
Gennadius Scholarius’la Pamma Khristo manastırında (Fethiye camii) Hıristiyan
akaidi üzerine tartışmaya girişmiş, "bir tercüman aracılığıyle,"
Hıristiyanlığın en esaslı akidelerinin açıkça ve cesaretle anlatılmasını
istemiş ve hatta bu uzun açıklamaların yazıya dökülmesini rica etmiştir (1). Bu
yazı sonradan Mahmut Çelebi’nin babası Karaferye kadısı Molla Ahmet adında
biri tarafından Türkçeye çevrilmiştir. Çevirinin bir nüshası Martin Curusius’un
Turco-Graeciae adındaki eserine Latin ve Yunan harfleriyle alınmıştır. Osmanlı
âyanmdan Aristarki Logofet Bey o kitaptan aldığı çeviri kopyasını Ebüzziya
Tevfik merhuma vermiş, o da Mecmua-i Ebüzziya'da (1329, cüz 98) Akaid-i
Hıristiyaniye başlığı altında yayınlamıştı. Sonradan, Paris Doğu Dilleri
okulundaki öğrencilerimden Dr. Aurel Decei, Berlin kütüphanesindeki (Cat.
Pertsch, 512) bir çeviriyi Bükreş’te Versiuna Turceascca Confesiuni
Patriarhuluni Ghenadie il Scholarios adı altında yazdığı güzel bir
monografide tıpkıbasım halinde yayınlamıştır. Bu iki nüsha arasında şu fark
vardır ki, Decei’nin neşrettiği Berlin nüshasında bir önsöz bulunuyor. Ebüzziya
tarafından alınmayan bu önsözde Fatih’in patriği huzuruna çağırıp Hıristiyan
inançlarını sorduğunu, bu sorunun karşılığını patriğin yazıp Mahmut Çelebi’nin
babası Karaferye kadısı tarafından Türkçeye çevrildiği ve Rumların iyi Türkçe
bilmedikleri için ele geçen nüshaların yanlış olduğu ve bu yanlışların büyük
bir zahmetle Eflak voyvodası Matta Bessaraba Beyin (1633-1654) adamlarından
Mısırlı Yanaki tarafından Tergovişta’da düzeltildiği yazılıdır. Bu yazma Nemçe
tercümanı Yusuf'un arzusuyla adı bilinmeyen biri tarafından 1056 yılında kopya
edilmiştir. Sonunda yine Ebüzziya’nm almadığı bir parça vardır ki, bunu olduğu
gibi alıyoruz:
«Kaçankim Sultan
Mehmed bu Hıristiyanların dini böyle olduğunu ve bu minval üzere din
tuttuklarını işittiği gibi taaccübe vardı ve bunun kelâmına ve ilmini ve hak
idüğine fehmi oldu ve bu cevapları bir nice aldı ise öylece verdi ve cümleyi
gerçeği anladı ve fehmeyledi ve Hıristiyanların dininden yana gerçektir deyu ve
bunların din esrarının hak idüğini ve mucizat eylediğine bir şekki ve şüphesi
olmadığına. Amma pak ve münevver altın gibi gayetle Hıristiyan cinsini sevdi
ve hoş göredurdu ve emir verip azim yasaklar eyledi ki her kim bir Hıristiyanı
rencide veyahut avamlık ederse azim azap oluna. Hemen Sultan Mehmed yalnız
kendi sevmek değil lâkin cümle Müslümanlar severlerdi, anın için yani sultan
ile muhabbet ettiği için ve dahi azim ferah ve sürür ettirdi ki böyle cins ağar
(?) sultan olduğuna yani padişah olduğuna temme temmet».
Patrik Georgios
Gennadius, Bizans’ın en son meşhur bilginiydi. Latin kilisesi aleyhindeki
polemikleri pek meşhurdur. Fatih tarafmtan patrikilikte bırakılmış ve beş yıl
sonra istifa ederek, Serez’de Prodromos manastırına çekilmiştir (ölm. 1469).
İstanbul’un fethinden sonra da Roma kilisesine karşı polemiklere devam ettiği
gibi iki Türk bilginiyle Hıristiyanlık üzerine henüz yayınlanmayan bir diyaloğu
daha vardır (bkz. Krumbacher, Handbuch der Altertumswissenschaften, IX,
1, 120).
Hıristiyan akaidine
dair Fatih’in huzurunda ikinci bir tartışma da patrik Maxim Manuel’le olmuş ve
bu tartışmanın zaptını padişah patrikten istemiştir (bkz. G. Gillet, L’histoire
du regne de Mohammed II., 135-142, 270). Fatih’in metafizik konulara karşı
şiddetli ilgisini gösteren olaylardan biri de, eğer Bizans kaynaklarına
inanmak gerekirse, merak ve tecessüsünü gidermek için bir mezar açtırma
hikayesidir:
Ortodoks kilisesine
göre, aforoz edilmiş olduğu halde ölenlerin cesedinin bozulmadığına dair bir
itikadı duyan Fatih, böyle bir şahsın mezarının açılıp bakılmasını istemiş ve
gerçekten böyle bir mezar, gönderdiği memurlar huzurunda, papazlar tarafından
açılmıştır. Bana kalırsa ihtiyatla karşılanması gereken bu ve buna benzer
hikayeler ve bilgiler Bizanslı ve Avrupah tarihçileri «Fatih ne Müslümandı ne
de Hıristiyan» iddiasına sürüklemiştir (bkz. Spandouyn Cantacassin, aynı
eser, s. 202-205). Hatta G. Gillet «Padişah hiçbir dine inanmış değildi»
diyor (bkz. aynı eser, s. 18). Biraz daha aşağıda yazar, «insanlar
ancak erdem ve kadere iman etmelidirler diyen Mehmet II.'in oğlu Beyazıt, aynı
terbiyeyi almamıştır» sözlerini katmaktadır. Bütün bu rivayetlerin en doğru
açıklanması padişahın dogmatik bir dindar olacak yerde eleştirici bir fikre
sahip, belki biraz da şüpheci bir düşünür olduğunu kabul etmekle mümkün olabilir.
Herhalde Fatih hakkında Avrupa’da o zaman hasıl olan bu fikirler çok yayılmış
ve hatta edebiyatçı ve hayale düşkün papa Pius II.’u Fatih’e hitaben bir mektup
yazarak, Hıristiyan dinini kabul ederse onu bütün Doğunun ve Bizans’ın
imparatorluğuna nasbedeceğini bildirmeye vardırmıştır.
Padişaha hitaben
yazılan Latince bu mektup, sonuna kadar okunması ricasıyle başlıyor ki, böyle
bir ricanın, eğer mektubun 1642 satır tuttuğu göz önüne alınırsa, pek yerinde
olduğu anlaşılır.
Mektubun bir
yerinde «seni bütün ölümlülerin en büyük, en güçlü ve en ünlüsü yapmak için
küçücük bir şey kâfidir. O şey nedir diyeceksin; bunu bilmek güç değildir: Seni
vaftiz etmek için birkaç damla su. Bundan sonra seni bütün Doğunun ve Bizans’ın
imparatorluğuna nasbedeceğiz» deniliyor. Tabii bu mektup ne Fatih’e gönderilmiş
ne de Fatih buna karşılık vermiştir. Ama mektubu yazan papa kendi mektubuna Fatih’in
ağzından bir de cevap uydurmuştur. Esasen daha böyle bir iki mektup ve Fatih’in
cevapları, başkaları tarafından da uydurulmuştur. Zaten böyle mektuplar
uydurarak yine uydurma cevaplar vermek, XV. yüzyılda moda olmuştu (bu mektup ve
cevap için mükemmel bir bibliyografya L. Thuasne'ın adı yukarıda geçen
eserinde vardır, s. 28-31). Kısacası, Fatih’in Doğulu ve Batıh ulema ile olan
ilişkileri üzerine şu uzun fakat lüzumlu arasözden sonra şunu söyleyelim ki, bu
padişah, insanın bilincinde bir Doğu-Batı adamı kavramı yaratmaktadır. Deismann
bu fikri, A.D. Mordtmann’ın adı yukarıda geçen eserinden aldığını söylerken, şu
güzel sözleri yazıyor:
«Nihayet bu saray
kütüphanesini (Fatih’in kütüphanesi), dünya tarihinde bir dönüm noktası
yarattıktan sonra. Doğu ve Batının kapısında durarak, bu iki âlemin kültürünü
kendinde toplayan layik bir insanın mirası gibi saymak lazımdır». Bu güzel
sözlere katılmayacak bir Türk tarihçisi mevcut olmamakla birlikte şunu da
katmak isteriz ki, eğer Mehmet II, savaşlardan daha fazla zaman artırabilmiş
ve eskiçağlar ilim ve felsefesini daha fazla incelemiş olsaydı Türkiye’de ilim
rönesansımn XIX. yüzyıla kadar kalmayacağına inanılabilir. [Ek-9].
*
* *
Fatih’in ilme olan
hizmetlerine tanıklık eden anıtlardan en önemlisi, hiç şüphesiz, camiinin
etrafında yaptırdığı medreselerdir. Bu medreseler hakkında şimdiye kadar
tarihlerde ve vakayinamelerdeki bilgilerin çoğu süslenmiş ve doğrudan doğruya
en eski kaynaklardan alınacak yerde, ya Fatih vakfiyesi adıyla, XVI. yüzyılda
yazılmış Türkçe bir vakfiyeden alınmış yahut da oradan buradan toplanmış
bilgilerdir. Fikrimizce, bu medreseler hakkında en eski bilgi, tomar halinde
Arapça bir vakfiyede bulunmaktadır. Bugün Türk ve İslam Eserleri Müzesinde (No.
1872 vakfiye. No. 6354) durmakta olan bu belgeyi gördük. Vakfiyenin başı ve
sonu kopmuştur. Yazı uzmanlarının rivayetine göre, yazısı Fatih zamanı
yazılarına pek benzer. İlk kısımda, cami ve medreseye vakfedilen bina ve arazinin
sınırlarını belirtirken, o vakitki İstanbul’un mükemmel bir topografyasını
veriyor. Fikrimizce Fatih’in asıl ve ilk vakfiyesi belki budur. Çünkü
«medrese-i semaniye» diye adlandırılan sekiz medreseden bahsederken, dört
köşede bulunan medreseler müderrislerine günde 50 dirhem ve ortada bulunan
medrese müderrislerine 40 dirhem verileceği yazıldığı gibi darüşşifaya ait
satırlarda «cüz’iyat ve külliyatı ve tıbbın ilmi ve pratik kısımlarını bilen,
kavrayışlı, belirtilerden sonuç çıkarabilen, hastalıkların nedenlerini
kestirebilen ve bulabilen, onları tedavi edebilen, çok esirgeyici ve
merhametli, tecrübesi çok» bir hekimin günde 20 dirhem maaşla ve bir de cerrahlık
sanatını bilen bir cerrahın günde 5 dirhemle tayini şart kılınmış olması
gösteriyor ki, ilk zamanda müderrislere daha az maaş tahsis edilmiş ve darüşşifaya
yalnız bir hekim tayin olunmuştur. Bu halde aşağıda görüleceği gibi maaşların
sonradan artırılması ve hastaneye bir hekim daha ilave edilmiş olması akla
daha yakın olduğu düşünülürse bu vakfiyenin şimdi bahsedeceğimiz vakfiyeden
daha eski olduğu tahmin edilebilir.
Halbuki Fatih
vakfiyesi adiyle, Tahsin Öz tarafından, İstanbul Alman Arkeoloji Enstitüsü
yayınları arasında çıkarılan Arapça vakfiyenin 14. sayfasında camiin etrafında
Medaris-i semaniye (sahn-ı seman değil, bu isim sonradan verilmiş olacak)
adiyle 8 medrese ve her medresenin arkasında da daha küçük ve tetimme
denilen başka sekiz medrese yapılmış olduğu yazılıdır. Camiin batı tarafında bütün
medreseler müderrisleriyle öğrencilerinin faydalanmasına mahsus olmak
üzere, bir kütüphane ve yine camiye yakın iki güzel yerin birinde bir
darüşşifa —ki, burada baştan ayağa kadar bütün hastalıkların tedavisini ve
ilaçların verilmesini Fatih emrediyordu— ötekindeyse, gurbetten gelen ulemanın
ve yolcuların barınması ve beslenmesi için bir tâbhane (misafirhane)
kurulduğu söylenmektedir. Vakfiyede medaris-i semaniyenin her biri için akli
ve şeri ilimlerde başarılı birer müderris, günde 50 dirhem=250 gümüş kuruşla
tayin edilmiş ve bu müderrisler, tatil günleri dışında, her gün öğrencilerin
eğitim ve öğretimiyle görevlendirilmişti. Bundan başka, her müderrisin yanma,
ilk bilgileri öğrencilere okutup müzakere edebilecek, bir muid, yani asistan,
günde 5 dirhem=50 gümüş kuruş ücretle tayin edilmiş ve her medreseye ancak
günde 2 dirhem maaşlı 15 öğrenci alınması şart koşulmuştur. Tetimme
medreselerinde her hücreye (odaya) harcamalar için ayda 15 dirhem para
bağlanmıştır (aşağıda göreceğimiz Türkçe vakfiye bu parayla öğrencilerin karnını
doyuracağını ilave ediyorsa da Arapçada böyle bir şey yoktur). Bu vakfiyede
dikkate değer taraf, kütüphanenin hafız-ı kütübüne verilmiş olan görevin açık
seçik belirtilmiş olmasıdır ki, o vakitler kitaba karşı olan saygı ve kıskançlığı
gösterir. Kitaplar, «yararlı ve kitapların adlarını bilen» hafız-ı kütüp
tarafından müderrislerle öğrencilere nöbetleşe olarak ödünç verilecek ve
maiyetinde bulunan bir katip de bütün kitapların adlarını bir deftere
kaydettikten sonra, onları muhafaza ve hatta bir kitabın yapraklarından
birinin kaybolmamasına dikkat eyleyecektir. Vakfın nazırı yahut kaimmakamı her
üç ayda bir kere (Türkçe vakfiyede her ayda bir kere) kitapları teftiş etmeye
mecbur tutulacaktır (1).
Yine Arapça
vakfiyeye göre, darüşşifa (2) için ilmi ve pratik alanlarda hazık ve becerikli,
feragat sahibi, hangi taifeden (kavimden) olursa olsun, (Türkçe vakfiyede bu
kayıt çıkarılmış ve hekimler hakkında deneyen ve denenmiş deyimi konmuştur)
iki hekim, bir kehhal (göz hekimi), bir cerrah (operatör), eczacı, hademe ve
kapıcı tayin ve hekimlerin, her gün iki defa, hastaları ziyaret etmesi şart
kılınmıştır. Vakfiyede hastalara verilecek yiyeceklere harcanacak paranın
miktarı, kısacası her şey göz önüne alındığı gibi, darüşşifaya ait olan bölümün
sonunda ahçının hastalara yarar her türlü yemekler (peklik verici, ekşi ve
tatlı) pişirmeyi bilmesi ve hasta hizmetçilerinin hastalarla güzel güzel
konuşup, onlara iyi muamele eder insanlardan olması şartları eklenmiştir. Yazık
ki, bu vakfiyelerde medreselerde okutulan derslerin adları verilmediği gibi,
darüşşifada tıp öğrenimi yapanların tatbikat görüp görmeyecekleri, yani
hastanenin bir klinik niteliğinde olup olmadığı açıkça belirtilmemiştir.
Yalnız öteden beri söylenip gelen bir geleneğe göre, öğretimin Fatih zamanında
vezir Mahmut Paşa ve Ali Kuşçu taraflarından düzenlendiği, önce tetimme
medreselerinde ilk dersler okunduktan sonra asıl medaris-i semaniyeye
geçildiği ve müderrislerin bir medreseden daha büyük bir medreseye nakil için,
padişah huzurunda bir çeşit müsabaka imtihanı geçirdikleri anlatılmaktadır. Bu
medreselerde ayrıca matematik, astronomi ve tıp okutulduğu İlmiye
sâlnamesi'nde (İstanbul, 1334, s. 645), hiç bir kaynak gösterilmeksizin,
yazılmıştır. [Ek -10].
Bizim bu bilgileri
aldığımız Arapça vakfiye Beyazıt II. zamanında yazılmış ve sonunda Fatih’in
vakfiyesinden olduğu gibi alındığı, Beyazıt tuğrasıyle birlikte,
kaydedilmiştir. Bu vakfiyenin XVI. yüzyılda yazılmış Türkçe nüshası, vakfiye
olmaktan ziyade, ilaveler ve kayıtlarla bir düzgün ve güzel nesir örnekleri
derlemesidir (bkz. Fatih Mehmet II. Vakfiyeleri, Vakıflar Umum
Müdürlüğü yayınları, Ankara, 1938). Mesela ikinci Arapça vakfiyenin 16.
sayfasında Zeyrek camiinin (yani Pantogrator manastırının) sınırları
belirtilirken, Arapça
«Batıda, Zeyrek medrese odaları diye tanınan hücrelerin alanı» denildiği halde,
Türkçede «hin-i fetihte Fatih Hazretleri nice kenisayı medaris idüp her birinde
müdarese-i ulûm-i nafiaya iştiğal olunduğundan hücerat-i mezkûreye Zeyrek
medrese odaları tabir edildiği» yazılmıştır. Bundan Fatih’in ilk medresesinin
Zeyrek’te açıldığı gibi bir hüküm çıkarmak ve yine vakfiyede daha aşağıda bir
yerde «dershane» denen bir bahçeden de bahsedilmesinden dolayı, fethin peşinden
orada burada ders okutulmaya başlandığını kabul etmek mümkün olabilir. [Ek
-11].
*
♦
#
Fatih’in kişiliği
ve devrinin düşünce durumu hakkında bu uzun arasözden sonra, o devirde müspet
ilimler alanında yetişen bilginler ve eserlerinden bahse başlıyoruz.
Matematik ve
astronomi bakımından, Osmanlı Türklerinin oldukça parlak bir çağı, Fatih
zamanında Türkistan’dan İstanbul'a gelen Alâeddin Ali bin Muhammed Kuşçu ile
başlar. Babası Semerkant’ta, Timur’un torunu meşhur astronom Uluğ Beyin
doğancısı olduğundan, Kuşçu lakabıyle anılan bu bilginin Doğuda müspet ilimlerin
gerilemeye başladığı XV. yüzyılın ilk dörtte birinde doğmuş olması
muhtemeldir. Semerkant’ta bulunduğu sırada bizzat Uluğ Beyden ve Kadı-zade’den
matematik ve astronomi öğrenen Ali Kuşçu, Uluğ Beyin büyük teveccüh ve
sevgisine nail olmuştur. Ali Kuşçu, bir aralık Kirman’a giderek, öğrenimini
tamamlamış ve cebinde orada yazdığı Hall-ül-eşkâl-ül-kamer risalesi
olarak, dönmüştür. Semerkant’e dönüşünden sonra, Uluğ Bey rasathanesinin müdürü
Kadı-zade'nin vefatı üzerine, rasathanenin başına geçmiş ve Uluğ Bey Zic’inin
tamamlanmasına yardım etmiştir. Uluğ Bey, bu Zic'in önsözünde, Ali
Kuşçu’dan bahsederken, «saygı değer oğlumuz» diyerek, bu yardımdan ve Ali
Kuşçu’.dan överek bahsetmektedir (bkz. Zic-i Uluğ Beg, Beyazıt Genel
Kütüphanesi, No. 4612, s. 1) Nihayet Uluğ Beyin kardeşleri tarafından, şehit
edilmesi üzerine, Ali Kuşçu Azerbaycan’a hicret ederek, Akkoyunlular padişahı
Uzun Hasan'ın maiyetine girmiş ve onun tarafından Fatih’e elçi olarak
gönderilmişti. [Ek -12].
Doğu ve Batı
bilginlerini sarayında toplamayı pek seven Fatih, Ali Kuşçu’yu Ayasofya
medresesine günde 200 akçe maaşla tayin etmiş ve Kuşçu, Uzun Hasan’ın yanma
dönüp elçilik görevini tamamladıktan sonra, aile ve adamlarıyle birlikte
yeniden Türkiye’ye dönmüştür ki, bu yolculuğunda kendisine günde 1000 akçe
yolluk verilmiştir. Bu cömertçe yolluk Fatih’in gerçek bilginlere olan saygı ve
sevgisini göstermek için yeter, İstanbul’a vardığında, zamanın en meşhur
bilginlerinden Hoca-zade ve başkaları tarafından Üsküdar’ da karşılanmış ve
kadırga içinde Hoca-zade ile, gelgit dalgaları üzerine bir tartışmaya
girişmiştir. Ali Kuşçu İstanbul’da Ayasofya medresesi müderrisliğinde çalışmış
ve nihayet 16 aralık 1474’te vefat ederek, Eyüp türbesi yakınına gömülmüştür.
Ali Kuşçu’nun vefatı tarihi, torunu ve meşhur astronomlarımızdan Mirim
Çelebi'nin yazdığı Farsça bir sözle tarihten anlaşılmaktadır (hicri 879).
Fatih medreselerinin düzenlenmesinde de yardım eden Ali Kuşçu’nın ilmi çalışmaları
iki kısma ayrılabilir; bunlardan kelam ve filolojiye ait olan kısım bizi burada
ilgilendirmez (bkz. İslam Ansiklopedisi, mad. Ali Kuşçu); ikinci kısımda
onun matematik ve astronomi üzerine yazdığı eserler vardır ki, bunların
önemlilerinden biri Farsça yazılmış olan Risale fi’l-heye’dâr. (bkz.
Üniversite Kütüphanesi, Yıldız, riyaziye No. 370; Ayasofya kütüphanesi, No.
2670). Bu eser, bir önsözle iki makale üzerine düzenlenmiş olup. Uzun Haşan
seferi sırasında yazarı tarafından Arapçaya çevrilmiş ve sonuna gökcisimlerinin
dünyamızdan uzaklıklarına dair bir bölüm koyarak, zafer günü tamam olduğu için Fethiye
adiyle Fatih’e takdim etmiştir. Şimdiye kadar bütün kaynaklarda bunun
ayrı bir eser olarak gösterilmiş olması doğru değildir; çünkü iki eser
karşılaştırılırsa, İkincinin bir çeviri ve bir ekten ibaret olduğu görülür (1)
(bu risale için bkz. Ayasofya kütüphanesi, mecmua 2733; Rasathane kütüphanesi
65/8). Öte yandan, Farsça yazdığı Risale fi’l-hisab’ı Arapçaya
çevirerek, Risale-i Muhammediye (Ayasofya kütüphanesi, mecmua 2733)
adiyle padişaha takdim etmiş olduğunu da biliyoruz. Ali Kuşçu’nun en önemli
eseri, Salih Zeki Beye (bkz. Âsar-i Bakiye, I, 198) göre, Uluğ Bey
Zic’ine yazdığı şerhtir (Ragıp Paşa Kütüphanesi, 928; Rasathane kütüphanesi,
113) Bu şerh, o zaman bilinen yüksek matematikle Zic deki sav başlarının
ispatını vermesi bakımından, çok önemlidir. Salih Zeki merhumun dediğine göre (aynı
eser, aynı yer), Ali Kuşçu, matematik ve astronomi ilmiyle meşgul olmasına
rağmen, zamanının modasına uyarak, astroloji ile de uğraşmıştır (buna dair bir
risale için bkz. Hamidiye Kütüphanesi, mecmua, No. 143). [Ek -13].
Fatih zamanının
matematikçilerinden biri de İstanbul’un ilk kadısı Hızır Beyin oğlu Yusuf
Sinan Paşadır. Bizde daha ziyade Tazarruat’ı ile meşhur olan Sinan
Paşa’nm gençliği dikkate değer bir çeşit şüpheci felsefi düşüncelerle geçmiş
ve ailesi tarafından kendisine deli gözüyle bakıldığı olmuştur; Ali Kuşçu’nun
İstanbul’a gelmesinin peşinden, onun dersleriyle, kendi öğrencilerinden Molla
Lütfi (Sarı Lütfi) aracılığıyle, temasa gelmiş, yani Ali Kuşçu’nun derslerine
devam eden Sarı Lütfi bu derslerden öğrendiklerini hocasına aktarmış, hocası
Sinan Paşa da, bu bilgilerle, meşhur Çağmini astronomi risalesine bir
şerh yazmıştır (Escurial Kütüphanesi, 954).
Sinan Paşa, 881
yılında, padişahın gazabına uğrayarak, hapse atılmışsa da, zamanının dalkavuk
olmayan uleması bu harekete şiddetle isyan ederek, Sinan Paşa hapisten
çıkarılmazsa, kendi eserlerini yaktıktan sonra memleketi terk edeceklerini
Fatih’e bildirmeleri üzerine paşa hapishaneden çıkarılmış, fakat ulemanın
hiddeti yatışınca Sivrihisar’a kadılık ve müderrislikle gönderilmiş ve îznik’e
vardığında arkadan yetişen bir hekimin, Paşanın şüpheci düşüncelerini bahane
ederek, kendisini deli gibi nezaret altına almaya kalkışmasına rağmen, yine
ulemanın müracaatıyle bu beladan da kurtularak, Sivrihisar’a varmıştır. Bu
sürgünlüğünde kendisine öğrencisi Molla Lütfi, Fatih'in hafız-ı kütüplüğünü
bırakarak yoldaşlık etmiş ve Beyazıt II. devrine kadar Sivrihisar’da kalmıştır.
Sinan Paşanın,
Köprülü Kütüphanesinde 721 numaralı mecmua içinde, Arapça 3 sayfalık bir
risalesi vardır. Bu risalede söylendiğine göre, Ali Kuşçu, bir gün Fatih'in
huzurunda, «bir dar açının bir kenarı genişleme yönüne doğru hareket
ettirilirse, geniş açı olur ve gene harekete devam edilirse, dik açı
olmaksızın, gene dar açı meydana gelir» diye, bir problem ortaya atmıştır.
Padişah bu problemin çözümünü ve açıklanmasını, Ali Kuşçu’dan sormadan,
yazmalarım kendi ulemasına irade etmiş ve bunun üzerine Sinan Paşa bu küçük
risaleyi yazmıştır. Paşa bilmece şeklinde olan bu meseleyi çözmeye uğraşmışsa
da, asıl dikkate değer taraf padişahın, kendi yerli ulemasıyle Ali Kuşçu
arasında, âdeta bir yarışma yapmak hevesi-, ne düşmüş olmasıdır. Risale fena
kopya edilmiş ve şekiller yanlış yapılmış olduğu için, kolaylıkla anlamak kabil
değildir.
Türk Tababet
Tarihinde
(Osman Şevki) Fatih zamanının meşhur şeyhlerinden Muhammed bin Hamza
Akşemseddin’in Kitab-ı Tıb adlı eserinden bahsedildiği sırada, bu eserde
yazarın «cümle marazın suret-i nev’iyesi hasebiyle nebat ve hayvanlarda olduğu
gibi asılları ve tohumları vardır, ot tohumu ve ot kökü gibi... ve babadan
anadan irs ile intikal eden marazlardan bazı ki nikris ve cüzam ve bunlar
gâhice yedi yıldan sonra yine zuhur eder. Me’kûl ve meşruptan hâsıl olan
marazların tohumu tez bitüp büyür» dediğinin yazıldığını ve İslam
Ansiklopedisinin Akşemseddin maddesinde de aynı cümlelerin maddet-ül-hayat
isminde bir kitap gibi gösterildiğini görüyoruz (1). Halbuki Akşemseddin rüyada
kendine keşfolunan Mâ-i kihrit-i şerifi tarif eden bir risale yazmış ve
bu mâ-i şerife "Maddet-ül-hayat” adını vermiştir. Aynı mecmua içinde başka
bir risale vardır ki, o da XVIII. yüzyılda Türkiye’de moda hükmüne giren
Paracelsus (1493-1541) tıbbmdan, çeşitli adlarla, yapılan çevirilerden
biridir. Anlaşılan bu çeviri Akşemseddin’in Mâ-i kibrit-i şerif risalesiyle
birlikte Kitab-ı tıb adı altında bir mecmua halinde olduğu için, ikinci
risalede bulunan bu sözler dikkatsizlikle Akşemseddin’in sanılmıştır.
(Paracelsus’a ait olan bu sözleri görmek için bkz. Tercüme-i Paracelsus,
Gevrek-zade Haşan Efendi, Üniversite Kütüphanesi, Yıldız, tp, 234, varak 23).
Akşemseddin’in Mâ-i
kibrit-i şerifine gelince, o da 33 hastalığa iyi gelen bir masal ilaç olup,
ilim çerçevesi içine sığması biraz güçtür. Esasen risale yedi buçuk yapraktan
ibarettir. Onun alt tarafı ise şerhidir ki, bu da daha ziyade birtakım kokulu
yağların hazırlanmasından bahseder (bu mecmua için bkz. Ali Emirî Efendi kütüphanesi,
No. 238). Akşemseddin'e atfolunan risalenin Türkçesi, Fatih zamanı Türkçesine
hiç benzemez; dil daha yenidir; acaba bu risale sonradan yazılmış ve
Akşemseddin’e atfedilmiş olamaz mı?
Önemli ikinci bir
kişi ve bir eser de Sabuncu-oğlu Şerefeddin Ali bin Elhac İlyas ve onun, Cerrahname-i
İlham sidir. Bu zat Amasya darüşşifası başhekimi olup, bu eseri ve başka
bazı eserleriyle zamanının üstün hekimlerinden biri sayılır. Mücerrehname
adlı eserinin başında 873 yılında 85 yaşında olduğunu söylemesine göre, 788
yılında doğmuş olacaktır.
Paris’te Bibi. Nat.
de ve İstanbul’da Ali Emirî Kütüphanesi müze kısmında 70 numarada bulunan ve
870=1465 yılında kaleme alınan 398 sayfalık bir resimli Cerrahname’nin
önsözünde yazarı, Fatih Sultan Mehmet devrinde yükselmek ve padişahın gözüne
girmek için, ilmi eserler yazmak lazım olduğunu söyler. Eseri Paris’te iken
meşhur Endülüslü hekim Ebül Kasım Zehravî’nin Et-tasrif isimli cerrahi
kitabiyle satır satır karşılaştırmıştım (1). Neticede anlaşıldı ki, pek
ehemmiyetsiz bazı müşahede ve mütalaalar bir tarafa bırakılırsa bu eser Et-tasrifin
tercümesinden ibarettir. Yalnız aslında bulunan cerrahi aletler resimlerinden
başka Türkçesine hastaların duruşunu gösterir resimleri de ilave olunmuştur
(2).
Dr. Süheyl Ünver’in
bir risalesi (İstanbul, 1939) ve Dr. Fuat Kâmil Beksan’ın Türk Üroloji Kliniğindeki
(No. 3, 1935) makalesi, bu eseri nitelemekte ve eski kitaplarla
karşılaştırmaktadır. Bütün bu karşılaştırmalarla varılmak istenilen sonuç
Sabuncu-oğlu’nun eserinin orijinal olduğunu ortaya koymaktadır. Fakat bizim
araştırmalarımız, yukarıda da söylediğimiz gibi, eserin çeviri ve bir iki
ilaveden başka bir şey olmadığını gösteriyor. Yalnız, eserin Türkçesi zamanı
için pek güzel ve Türkçe tarih ve tıp terimleri bakımından zengin olduğu
noktasında, öteki yazarlarla aynı fikirdeyiz.
Sabuncu-oğlu’nun Mücerrebname
(Üniversite kütüphanesi, Yıldız, tıp, 335, 214) adındaki eserine gelince,
bunun önsözünde de bu eşeri bazı hekim dostların isteğiyle, kendi deneylerinden
derleyerek yazdığını söyler (1). Gerçekten, eserde bazı deneyleri ve bu arada
özel bir çeşit tiryakın yılan zehirine karşı bir ilaç olduğunu kendi üzerinde
ve horoz üzerinde denediği yazılıdır (varak 40a). Bu kitabın en iyi nüshası
Ayasofya kütüphanesinde 3729 numaradadır. Bundan başka bu çalışkan hekim, ünlü
Zahire i Harzemşahî'nin sonundaki Akrabadin kısmını da Türkçeye
çevirmiştir.
Fatih devrinde yine
ünlü hekimlerden Altıncı-zade adında, en ziyade idrar yolu hastahklarıyle
uğraşan, bir hekim vardır. Kendisi tarihin dediğine göre, idrar tutulmasını
tbni Sina'da okuduğu yolda (bkz. Kamın), bir sonda ile tedavi etmiştir.
Bu usulü Türkiye’de birinci defa kullanmış olduğu sanılabilir. Bundan başka,
Altmcı-zadede idrar yolunda biten bir et parçasının, yine sonda ile, tedavisine
dair bir kayıt vardır (bkz. Süheyl Ünver, Türk Tıp Tarihi Arşivi, yıl 5,
sayı 18, 1940). Şakaik-ı Numaniye de aynı gözlemi nakletmekte ve
hastanın yazarın hocalarından biri olduğunu ilave eylemekte olmasına göre,
sonda hakkındaki bu iki gözlemin aynı olduğu düşünülebilir (bkz. Şakaik-ı
Numaniye, çev. Mecdi, 339, 240).
Fatih devrinde 871
yılında yukarıda adı geçen Sabuncu-zade Şerefeddin’in, Muhyiddin Mekkî adlı bir
öğrencisi kolaylıkla ezberleyebilmek için, Hacı Paşanın Teshil adh
eserini, hocasının tavsiyesiyle, nazma çekmiştir (Nazm-ül-teshil,
Ankara Genel Kitaplığı, İ. 6/22). Bu eser Amasya valisi Şehzade Beyazıt’ın bir
şehzadesine ithaf olunuyor. Fakat ithaf sayfası harap olduğu için, şehzadenin
adı okunamıyor. Kitabın sonunda, Sabuncu-zade tarafından bizzat kopya edildiği
yazılıdır. Nazma çekilirken, Teshilin içindekilerden çok bir şey
atlanmamıştır..
Bundan başka Şakaik-ı
Numaniye ve Tac-üt-Tevarih’ten. naklen Hammer’in dediğine göre
(Hammeı, Devlet-i Osmaniye Tarihi, III, 239), Fatih zamanında Ahmet
Kutbeddin-i Acemi (Kirmanlı Nefis’in oğlu olan bu zat Ebu Said Timur’un
adamıyken, onun Uzun Haşan tarafından katli üzerine, Fatih’in yanma gelmiştir)
ve Hakim Mehmed Şükrullah-i Şirvanî, Hoca Ataullah-i Acemi, Yakup Hekim (Yahudi
iken Müslüman olup, defterdarlık derecesine kadar erişmiş ve hatta vezir
olmuştur; Fatih’in özel hekimliğini yapan bu adamın insanın rengini esmerleten
behk-i şamil adh bir hastalığı tedavi etmiş olmasından bahsedilir ki, bazı tıp
tarihi yazarlarının bu hastalığın Addison hastalığı (?) olduğunu iddia
ettikleri görülüyor). Hekim Lâri-i Acemi (Fatih’i son hastalığı sırasında
tedavi eden hekim), Hekim Arap (Kudüslüdür, orada tıp tahsil ettikten sonra,
Üsküp’e gelmiş, ilmini ve becerikliliğini Fatih işitince, İstanbul’a çağırmıştır)
ve Altunî yahut Altıncı-zade (yukarıda adı geçti) adlarındaki hekimlerin bir
tıp şûrâsı teşkil ettikleri ve Kutbeddin’in bu şûraya başkanlık ettiği
anlaşılmaktadır.
Fatih zamanında
fıkıh ve kelam ulemasının da tabii ve fiziki ilimlere de ilgi gösterdiklerini
biliyoruz. Mesela, yukarıda adı geçen Hoca-zade’nin, Üsküdar’dan İstanbul'a
geçerken kayıkta Ali Kuşçu ile gelgit üzerine tartışmasını biliyoruz.
Muslihüddin Kastelânî, —ki Medaris-i Semaniye’den birinde müderristi— Sinan
Paşa’nın evinde bir sohbet sırasında Molla Lütfi’nin (aşağı bkz.) «bir zamanlar
vücudumdan ter yerine kan gelirdi» demesi üzerine, herkes gülmüş, fakat
Kastelânî böyle bir hastalığın baştan aşağı okuduğu İbni Sina'nın Kanun’unda
geçtiğini söylemiştir. Şu halde, bu gibi ulemaya a zamanlar Batıdaki Doctores
ııniversales, yani her şeyden dem vuran ulepıa gözüyle bakmak kabildir.
Fatih yüzyılının
ünlü bilginlerinden Hoca-zade, filozof, matematikçi, astronom Esirüddin
Mufaddal bin Ömer-ül-Ebherî’nin (ölm. 1265) eski fizik üzerine yazmış olduğu Hidayet-iil-Hikme’sine,
Mollazade Ahmed bin Muhammed-ül-Harzayanî’nin yazdığı şerhe. (Lâleli
kütüphanesi, 2537-2540) bir çıkma yazmıştır. Bu çıkmanın bir nüshası Viyana
kütüphanesinde (1445) bulunmaktadır. Hoca-zade bu eserde eski fiziğin, tabii
cisimlerdeki hareket, sükun ve meyil gibi özelliklerini açıkladıktan, nokta ve
çizgi üzerine bazı bilgiler verdikten sonra, ışık ışınlarını ve gökkuşağını ve
başka gök olaylarını anlatır (1). Hoca-zade’nin bu çıkması eksik kalmış,
sonradan, 1509
tarihinde, Mehmed Muğlavî adlı bir zat tarafından tamamlanmıştır.
Hoca-zade’nin eksik çıkmasına İstanbul kütüphaneleri defterlerinde
rastlamadık. Fakat Molla-zade şerhlerinin çoğunun «muhaşşa» (haşiye! i=çıkmalı)
oldukları belirtilmiş olmasına göre, belki bunlardan biri Hoca-zade’nin
çıkmasıdır. 893 yılında vefat eden bu yazarın en önemli eseri Fatih’in emriyle
tbn-ür-Rüşd’ün Tehafiit ül-tehafe adlı,
Gazalî’nin (1058-1111) Tehafilt-ül-felâsife’sine yazdığı, meşhur
reddiyesine karşı yine Tehafüt (Lâleli kütüphanesi, 2488) adiyle kaleme
aldığı eserdir. Hoca-zade’nin bu eseri âdeta yarışmada birinciliği kazanmış
bir eserdir. Yarışmaya giren öteki zat Ali Tusî idi. Tehafiit,
Gazalî’ninkiyle birlikte, 13O3’te Kahire’de basılmış ve İran’da ve
Arabistan’da meşhur olmuştur. Gazalî’nin Tehafilt’ünâe, kelam
sorunlarında filozoflara yapılan hücumlara İbn-ür -Rüşd tarafından mantıki
kanıtlarla cevap verildiği ve bu cevaplara da Hoca-zade tarafından itirazlar
ileri sürüldüğü bilinir. Yazar, bu sırada eskiçağlar filozoflarının metafizik
meselelerde yanlışları olduğunu, fakat fizikte hata etmediklerini söylemekle,
kendisinin Aristo fiziğinin taraflısı olduğunu göstermiştir. Hoca-zade, Fatih
devrinde, vezir Mahmut Paşanın kıskançlığına uğramış, fakat Beyazıt II.
zamanında yeniden Bursa’da Sultaniye medresesi müderrisliğine ve Bursa
kadılığına tayin edilerek, orada vefat etmiştir.
Osmanlı edebiyat
tarihlerine göre kendi de şair olan ve Avnî mahlasını kullanan Fatih
şiir ve edebiyata da meraklı olup, İran ve Türk şairlerini çoğu zaman yanında
bulundururdu. Güzel sanatlara karşı da Fatih’in eğilim ve merakına bugün
Topkapı Sarayında bulunan İran ve Çin minyatürleri bir şahittir (1). Ama
fikrimizce Fatih’in asıl merakı ilme, özellikle müspet ilimlere yönelikti.
* * *
Nihayet, bu bölümü
bitirmeden önce, geçen iki yüzyıl içinde (1299-1481) Osmanlı Türkiyesindeki
ilim hareketiyle Batıdaki ilim hareketleri arasında kısa bir karşılaştırma
yapmak isteriz:
Daha XIII.
yüzyılda, Batıda ortaçağların karanlık devri aydınlanmaya başlamıştı. Gerçi
hâlâ ilimlerin sultanı mevkiinde ancak ilahiyat bulunmakta idiyse de, bir
taraftan Hıristiyan tarikatları ve onların manastırları kurulurken, öte yandan
da üniversiteler açılı yordu. Bu
Hıristiyan tarikatlarından ikisi, yetiştirdikleri bilginler ve filozoflar
dolayısıyle en çok dikkatimizi çeken Fransisken (kuruluşu 1209) ve Dominiken
(kuruluşu 1215) tarikatlarıdır. Bunlardan birincisi pek temiz ve yumuşak huylu
bir zat olan François d'Assise, İkincisi ise, pek azametli ve mutaassıp
Dominique tarafından kurulmuştu (1). İşte bu iki tarikat üyeleri o zamanlar,
programlarında trivium (belagat, mantık, gramer) ve quadrivium (musiki,
sayılar, geometri ve astronomi) dersleri bulunan üniversitelerde kürsüler işgal
etmek suretiyle Rönesans’tan önce ilmin yeniden doğuşunu hazırlamışlardır.
Bunlar arasında en meşhurları Fransisken'lerden Alexander de Hales (ölm. 1245),
Robert Grosteste (ölm. 1235), özellikle Roger Bacon (ölm. 1270) ve
Dominikenlerden Albertus Magnus (1206-1280) ve S. Thomas d’Aquinas’tı
(1227-1274).
Bunlardan
Grosteste, XIII. yüzyılda ilk defa fizik deneyleriyle ilgilenmiş ve mercekler
üzerinde düşünmeye başlamıştır ki, bu iş için kaynağı İbn-ül-Heysam’ın
(265-1039) Kitab4il-m.ena.zir adlı meşhur eseridir. Fakat Grosteste’in
öğrencisi Roger Bacon, Paris ve Oxford üniversitelerinde ders okutmuş ve bu
derslerde daha ileriye giderek, deneysiz ve matematiksiz tabiat felsefesine,
yani tabii ilimlere erişmek kabil olmadığını söylemiştir. Bacon bunun için,
Yunancanın, özellikle Arapçanın lazım olduğunu açıkça söylemesi üzerine,
Oxfordluların hiddetini çekmiş ve hatta sokaklarda yapılan gösterilerde «Bacon
Müslüman oldu» diye bağırmalarına sebep olmuştur. tskolastik felsefeden asla
ayrılmayan Bacon, ilmin dine hiçbir zararı olmayacağını ileri süren ilk
düşünürlerdendi.
Albertus Magnus
ise, Aristo eserlerinin Arapça çevirilerinden faydalanarak eski Yunan
felsefesini inceleyerek, hatta Arapçadaki ilme önem vermek için kürsüye kimi
vakit Arap kıhğıyle çıkan bir bilgindi. Bu zat zooloji ve botanik üzerine
ansiklopedik eserler yazmıştır.
Tıp ise, Bologna
okulunda, Arapça eserlerden faydalanılarak, ilerlemekte, özellikle Arnoldo di
Villanova (1240-1311) adında Katalonyalı bir hekim, Arap tıbbim Arapça ve
tbraniceden öğrendikten sonra, ilk defa olarak, hekimlerin gözlemlere
dayanarak, mutlaka kitaplarda yazılanlara bağh kalamayacağını söylemiştir
(aşağıya bk2.).
Astronomide Fransah
Musevi Levy ben Gerson (1288-1344), İspanya kralı Alphons adına zzc'ler
(tables alphonsiennes) düzenlenmiş ve daha önemlisi, yeryüzünün, evrenin merkezi
olamayacağı iddiasını ileri sürüp, Kopernik’e yol açmıştır. Fiziğin ışık
bölümünde ve matematikte bu devirde, Batıda önemli bir ilerleme olmamış, bütün
bilgiler Arapçadan alınanların ötesine geçmemiştir. Fakat bu yüzyılın
ortalarında Rönesans'ın ilk hareketi olan hümanizm başlıyor. Gerçi bu yüzyılın
başından beri, Aristo'nun felsefe ve mantık üzerine eserleri kimi vakit
İbn-ür-Rüşd’ün şerhleriyle birlikte Avrupa'da, özellikle Paris’te geçerli
olmaya balşamış idiyse de, ilmi eserler ortaya çıkmamıştı. Hümanizmin meydan
alması bu eserlerin de ortaya çıkmasına ve doğrudan doğruya Yunancadan
aktarılmasına yardım etmiştir, önce İtalya'da doğan ve oradan kuzey memleketlerine
yayılan hümanizmi ilmin rönesansı izlemiştir. Bizans'ta Yunanca öğrenmiş olan
Albanolu Peter (1250-1318), Paris’te tıp okuttuğu sırada, bu dilden eserler
çevirmişti. XIV. yüzyılda müspet ilimler alanında hep XIII. yüzyıl eserlerine
dayanılmış ve bu yüzyıl içinde çıkan ve «kara ölüm» denilen büyük veba salgını
bir yandan, müthiş bir zelzele ve yüz sene savaşları öte yandan, ilimde de bir
durgunluk meydana getirmiştir. Bu yüzyılda yalnız, Almanya’da Konrad von
Megenberg’in Thomas de Cantimpre'nin De naturum rerum adlı eserinden
alarak yazdığı Das Buch der Natur adlı ilim ansiklopedisi yazılmşıtır.
Bunda her ilimden. Yunan ve Latin bilginleri (Aristo, Galenos, Plinius,
Thephrast) ile Işbiliye'li (Sevilla’h) îzidor ve kilise babalarından alınarak
bahsedilmiştir.
Halbuki, XV. yüzyıl
ortalarında Gutenberg tarafından matbaanın icadı (1450) ile eski eserleri elde
etmek daha ziyade kolaylaşmış ve 1469 yılında, Plinus’un meşhur Tarih-i
Tabii’sinin basılmasıyle başlayan ilmi eserler çoğalmıştır. Bu yüzyılda
yetişen en önemli simalardan biri Kardinal Nicholas de Cusa’dır (1401-1464).
Kendisi ilimde deney esasına dayanan bir bilgindi. Mesela büyüyen bir bitkinin
havanın ağırlığından bir kısmını aldığını ilk defa söylemiş ve ilimde tartı
usulünün öneminden bahsetmiş ve hatta teraziye dair bir de eser yazmıştır.
Kardinal, dünyanın hareket ettiğine ve evrenin sonsuz olduğuna inanmış bir
filozoftu. İstanbul’un fethinden sonra, Türkiye’den ayrılan ve yukarıda adı
geçen Yoannis Bessarion adındaki Bizanslı Kardinal Batıda Yunan ilminin,
özellikle astronominin gelişmesine yardım etmiştir. Bu zat İtalya'da Purbach
ve Regiomontanus’la dost olmuş ve bunların elbirliğiyle çalışmalarıdır ki,
Kopernik sisteminin esas temellerinin kurulmasına yardım etmiştir. Purbach
(1423-1461) trigonometriye çalışmış ve Regiomontanus (1436-1476) —ki asıl adı
Johannes Müller'dir; Bavyera’da Köningsberg adındaki küçük bir kasabada doğduğu
için, çevirisi olan bu Latince adı almıştır— Ptolemaios’un Almagest’ine
ve başka Yunan eserlerine başvurarak trigonometriye ait önemli bir derleme
meydana getirmiştir. Görülüyor ki, şu iki yüzyılda Avrupa’da Yunan
ilminin kaynaklarına gidilerek yeni yeni düşünceler ve incele-* meler
ortaya atılmıştır. Halbuki XI. yüzyıldan beri BizanslIlarla temas
halinde olan Türkler böyle bir ihtiyaç duymamışlar, hatta Yunan kaynaklarına
kadar gitmek şöyle dursun Arapçadaki ilmin esas kitaplarını bile incelemeye lüzum
görmemişlerdir. Mesela ne Almagest, ne Aristo'nun müspet
ilimler üzerine eserleri, ne de botanik ve elkimyaya (1) ve coğrafyaya
dair eserler incelenmişti. Bu yüzyıllar bilginleri, El-Harezmî, El-Birunî ve
tbni Sina gibi büyük bilginlerin ana kitaplarına müracaat edecek yerde
büyük eserlerin özetlerine şerh, yeniden şerh, haşiye ve talikat (2)
yazmakla yetinmişlerdir. Yukarıda adı geçen Sabuncu-oğlu Şerefeddin'in,
Abü'l-Kasım Zehra vî'nin Et-tasrif adlı ünlü cerrahi kitabını
çevirerek, kendi orijinal eseri gibi, ortaya koyması, ortaçağın bu en ünlü
cerrahi kitabının o zamanlar Türkiye’de pek bilinmediğini gösterebilir (3).
Bölüm III
XV. YÜZYILIN SONU
VE XVI. YÜZYILIN BAŞI
Bundan
önceki bölümde, Fatih devrinin sonuna kadar müspet ilimlerin durumu hakkında,
elde bulunan eserlerden, tarih ve hayat hikayelerinden çıkarılmış bilgilere
dayanılarak, bir özet yapılmıştı. Bu bölümde de artık Batı ile doğrudan doğruya
karşılaşacak olan Türkiye’de XVI. yüzyıla kadar ilmi düşüncenin pek ağır giden
gelişmesinden bahsedeceğiz. -
Büyük ilim
koruyucusu Mehmet II.'in vefatının arkasından, müspet ilimlere karşı gösterilen
eğilim ve ilgi geleneği daha bir süre devam etmiştir. Nitekim yukarıda adı
geçen Tokatlı Molla Lütfi ve onun hocası Sinan Paşa, matematik ve astronomi
üzerinde çalışmışlardır. Bunlardan Molla Lütfi yüz kadar ilmin ad ve
konularını gösterir El-metalib-ill-ilâhiye fi mevzuat-il-ulûm adh bir
eser kaleme almış ve mantık ve kelam üzerine şerhler yazmıştır. Fatih kütüphanesi
hafız-ı kütüplüğündeyken, akli ilimlere önem veren Molla Lütfi, Ali Kuşçu’nun
İstanbul’a gelmesiyle iyi bir de matematik öğretmeni bulmuş oldu. Bu yazar,
Batının uzun zamanlar dikkatini çekmemişken, Brockelmann, Geschichte der
Arabischen Litteratur adh ünlü eserinde Bizans ilminin Osmanlı Türkiyesi
ilmi üzerinde bir etkisi görülememiş olduğundan bahsederken (I, 223), Lütfi'nin
eserleri dikkatle incelenecek olursa, belki böyle bir etkinin keşfolunacağını
ve gerçekten Leyden şehri kütüphanesinde ve İstanbul’da Esat Efendi
kütüphanesinde Tazif-ül-mezbah adh Molla Lütfi’ye ait bir eserin
bulunduğunu söyler. Brockelmann'ın bu kaydı dikkatimizi çekmiş olduğundan,
Leyden kütüphanesindeki (ar. 958, 11-17) risaleyle Esat Efendi kütüphanesindeki
(No. 3596) nüshanın fotoğraflarını Paris’te iken inceledik. Eserin İzmirli
Theon (1) tarafından Delos adasındaki hatifin adına yapılan sunağın iki katma
çıkarılmasına dair, Eflatun’ dan öğrenmiş gibi yazdığı eserden ilham aldığı
anlaşılıyor. Gerçek. ten
sunağın iki katına çıkarılması problemi öteden beri ilim tarihinde «Delos
problemi» diye meşhurdur. İzmirli Theon İskenderiye kütüphanesi hafız-ı
kütübü Eratosthenes'e (İ.Ö. 276-196) bağlayarak, Delos adasında bir büyük veba
çıkınca ahalinin Apollon hatifine başvurarak, bu vebanın sönmesi için ne
yapılmak lazım geldiğini sorduklarını, hatifin karşılık olarak, tapmaktaki
sunağın iki katma çıkarılmasını tavsiye ettiğini söyleyince, ahaliye kolaylıkla
çözümü kabil olamayacak bir matematik problemi verilmiş olduğunu yazar.
Mimarlar bu işi başaramazlar, Efltun’un yardımını istemek zorunda kalırlar;
Eflatun, hatifin sunağın iki katma çıkarılmasını ihtar etmesinin, Tanrının
daha büyük bir sunağa ihtiyacı olduğundan değil, Yunanlılara matematiği ihmal
ettiklerini ve geometriyi küçümsediklerini söylemek maksadıyle olduğunu
bildirdikten sonra, problemin orta orantılı usulüyle çözümleneceğini
anlatmıştır (1). Bu masalsı hikayet İzmirli Theon’dan başka Plutarkhos’un (VII,
579) De Genio Socratis'inde bir diyalog şeklinde geçer. İşte bu
hikayenin Araplara geçmemiş olduğu Julius Lippert, Studien auf dem Gebiete
der griechisch-arabishen Litteratur adlı eserinde (s. 45), söylemekteyse de
Zekeriya Kazvinî’nin Asar-ü-bilâd’mda (yayın. Wüstenfeld, 385) birkaç
satırla yazılmış olduğu görülmektedir. Fakat Molla Lütfi’nin risalesi okunursa
görülür ki, onun kaynağı Âsâr-Ül-bilâd olamaz; belki Molla Lütfi
İstanbul’da Theon’un yahut Plutarkhos’un eserlerini elde etmiş veya bir
Bizanslı bilginden problemi dinlemiş olabilir. Herhalde, işte kısaca
anlattığımız bu hikayeyi esas tutarak Molla Lütfi Tazif-iil-mezbah
risalesini yazmıştır. Bu risalede önce çizgilerin ve karelerin kendileriyle
çarpımından, yani taz’ifinden bahsettikten sonra küpün ikileştirilmesi demek,
yanma başka bir küp daha katmak olmayıp onu sekiz defa büyütmek olduğunu açıklar.
Kadı-zade’nin Eşkâl-üt-tesis'ine yazılan Ebülfetih haşiyesinden
başlayarak, birçok eserlerde geçen «geometri bilmeyen kadının yargıda
yanlışlık yaptığı» hikayesini bu münasebetle Molla Lütfi de tekrar eder (bu
hikayeyi sonra başka eserlerde de göreceğiz). Molla Lütfi, risalesinde orta
orantılı usulünü de açıkladığı gibi, sonunda vebaya karşı bazı dua ve efsunlar
bile katmaktan geri durmamıştır. Bu Arapça risalenin metni, 1940 yılında
Profesör Şerefeddin Yaltkaya’nın himmetiyle, üç nüshadan incelenerek, İstanbul
Fransız Arkeoloji Enstitüsü tarafından, Fransızcaya yaptığım
çevirisi ve İstanbul’da çalışmakta olan Paris milli kütüphanesi hafız-ı
kütüplerinden genç müsteşrik Mösyö Henry Corbin’in yazdığı pek değerli bir
girişle birlikte Paris’te yayınlanmıştır (1); giriş ve eser birlikte okunursa,
gerek Eflatun hikayesi, gerek Molla Lütfi’nin risalesi hakkında tamamıyle yeter
bilgi edinilebileceğinden burada fazla ayrıntılara girişmiyoruz.
Sarı lakabıyle
meşhur olan bu bilginin asıl adı Lütfullah olup, Tokat’ta XV. yüzyıl
başlangıcında başlayan hayatı, 1490=900 yılında idamıyle son bulmuştur. Kendisi
şaka ve mizaha çok düşkündü, zamanının ulemasını eleştirme ve kınamayı pek
severdi. Hocası Sinan Paşanın tavsiyesiyle Fatih’in hafız-ı kütüplüğüne tayin
edilmişti. Daha Fatih zamanında hoş, fakat laubali sözleriyle herkese sataşan
bu genç bilgin —ki, Sehî Bey tezkeresine göre, «divane-renk kişi idi,
beynelmevali Deli Lütfi denmekle belli idi»—, hafız-ı kütüplüğü sırasında
hatta padişahla işi latifeye kadar vardırmıştı. Mesela bir gün Fatih
kütüphanede bir kitap istemiş, Lütfi yüksek bir yerde duran kitabı almak için,
bir taşa basarak kitaba uzanmış, padişah: «Ne yapıyorsun? O taş, Isa
peygamberin üzerinde doğduğu taştır» demiş; bir müddet sonra Molla Lütfi,
tozlu bir bezi padişahın dizleri üzerine koyunca, padişah: «Bu ne hal?» diye
sormuş, Lütfi derhal: «Padişahım, ne bihuzur olursuz, bu Isa aleyhisselâmın
beşiğinin örtüsüdür» diye cevap vermiştir. Böyle herkesle yaptığı bazen acı,
bazen tatlı latifeleri anlatılır. Hatta Molla Lütfi’nin salt mizah üzerine Makale
fi Usul Sücâ adlı bir risalesi de vardır (bkz. Fuat Köprülü, Hayat
mecmuası, IV, 426). işte zamanının ulemasını acı acı eleştirmesi herkesin
hoşuna gitmeyen bu bilgin, sonunda, her vakit olduğu gibi, bu huyunun cezasını
ağır bir yolda çekmiştir.
Beyazıt Il.’nin
saltanata gelmesinden sonra, Sinan Paşa ile birlikte Molla Lütfi İstanbul'a
dönerek, önce Bursa, sonra Edirne, sonunda Fatih medreselerine müderris tayin
edilmişti. Bu son tayin eskiden beri eserlerini eleştirerek rahatsız ettiği,
zamanın bilginlerinden İbrahim Hatip-zade’nin kıskançlığını kabartınca, samimi
bir Müslüman, fakat derslerinde dinin daha ziyade vicdanî ve ruhî kısımlarına
önem veren Molla Lütfi’nin dinsizliği iddiası ortaya atılmış ve bir büyük
meclis huzurunda muhakeme edilerek, iki yüz şahit dinlendikten sonra, bazı
azanın muhalefetine rağmen, Hatip-zade fetvasıyle, katline karar verilmiştir.
Beyazıt II., bu karan derhal tas dik
etmemiş ise de, Hatip-zade'nin (1) ısranyle, nihayet tasdik etmek zorunda
kalmış ve 900=1494 yılı rebiülevvelinin yirmi beşinci perşembe günü Lütfi,
Sultanahmet meydanında, idam edilmiştir. Muhakemesi sırasındaki
savunmaları ve haksız yere öldürülmesi, ulemanın ve halkın çok üzüntüsüne sebep
olmuş ve şairler vefatına birkaç tarih düşürmüşlerdir. Cereyan tarzı ve
savunmaları bakımından bir dereceye kadar Sokrat trajedisini andıran bu vaka, Osmanlı,
Türkiyesinde ilim ve fikir adına uğranılan ilk felaket olsa
gerektir.
Yine bu tarihlerde
başka bir eserin Yunancadan Türkçeye çevrildiğini söylemek gerektir. Gotha
kütüphanesi katalogunda (W. Pertsch) Cerrahname adh bir kitaba
rastlanır; bu kitabın önsözünde Beyazıt II. zamanında, Mora’da Modon kalesinin
zaptı sırasında (1500), ele geçirilen Yunanca bir kitaptan çevrildiği
yazılıdır. Çevirenin adı, Kâtip Çelebi’ye göre (Keşf-üz-zunun, yeni
basım, 581), İbrahim bin Abdullah-ül-Cerrah olup, kitabın Yunanca aslının adı
da Cendar (?)’dır. Çevirenin babasının adı Abdullah, büyükbabasının adı
söylenmemiş olmasına göre, dönme olduğu tahmin olunabilir. Bu eser İstanbul’da
Millet kütüphanesi katalogunda 568 numarada kayıtlı Alâim-i Cerrahin
adındaki eserin eşidir. Çeviri 1500 yılında tamamlanmıştır. Eserin XXII.
bölümünde frengiden «Fransız hastalığı veyahut Frenk uyuzu» diye bahsedilmekte
olmasına göre, Avrupa’da ilk büyük yayılışını Fransa krah Charles VIII.’ın
Napoli seferi esnasında (1495) gösteren bu hastalıktan Osmanlı Türkiyesinde
ilk defa bahsolunmuştur denilebilir (bkz. Dr. Fuat Kâmil, Türk Tıp Tarihi
Arkivi, sayı 9, s. 49). [Ek -14].
Bu devirde, Osmanlı
Türkiyesinin en ileri gelen astronom ve matematikçilerinden Mirim
Çelebi (2) adiyle meşhur olan Mahmud bin
Mehmed yetişmiştir. [Ek -15]. Kendisi, adı yukarıda geçen astronom Kadızade
ile Ali Kuşçu'nun torunudur (1) (ölm. 1525); meşhur Hoca-zade’den ve Sinan
Paşadan ders görmüştür. Matematik, astronomi ve usturlaba dair eserler yazan
bu bilgin astronom Beyazıt Tl.’m emriyle Uluğ Bey Zic’ine, Diistur-ül-amel
ve tashih-ül-cedvel adiyle, Farsça bir şerh yazmıştır (gerek Avrupa ve
gerek İstanbul kütüphanelerinde birçok nüshaları vardır; mesela Beyazıt genel
kitaplığı). Uluğ Bey Zic'ini incelemek isteyenler için, bu şerh pek faydalıdır.
Yazar eserde didaktik bir yol tutmuş ve mesela bir derecelik yayın sinüsünü hesaplamak
için gayet açık misallerle beş çözüm yolu göstermiştir. Şurada bir arasöz
olarak söyliyeyim ki, Mirim Çelebi, Doğuda Batlamyus'un Elmacesti'si
üzerine bina edilmiş bilgilerle uğraşıp kitap yazdığı sırada, Batıda Kojıernik
bin sene ilim âlemine hâkim olan bu Batlamyus sistemini yıkmağa uğraşıyordu.
Öte yandan, Mirim
Çelebi kendisini pek seven ve takdir eden Selim I. (ki onun zamanında Mirim
Çelebi Anadolu kazaskerliğine kadar yükselmişti) adına Ali Kuşçu’nun Fethiye’sine
bir şerh yazmıştır. Yazar, astronomi ve matematikte pek ileri gitmiş bir zat
olmakla birlikte, zamanın gösterdiği isteğe uyarak, astroloji üzerine, El
-makasid adiyle bir kitap da yazmıştır.
Yine Beyazıt II.
zamanının meşhur matematikçilerinden ve Sadreddin Şirazî ve Celâl Devvanî’nin
öğrencilerinden Muzafferüddin Şirazî, İran’daki kargaşalık yüzünden, Türkiye’ye
hicret etmiş ve Celâl Devvanî’den birlikte ders okudukları kazasker
Müeyyed-zade aracıhğıyle, medaris-i semaniyeden birine müderris olmuştu. Bu
zat, Euclides'in geometrisini okuturken, bir haşiye yazmıştır ki, Şakaik yazarı
bu haşiyeyi gördüğünü söyler. Yine bu devirde el-mütetabbip Ceylân adında bir
zat, şehzade Korkut için, Takvim adiyle Farsça bir risale yazarak, bunda
takvimin yapılış şeklini açıklamış ve biraz da astrolojiden bahsetmiştir.
Beyazıt Il.’ye
takdim edilmek üzere, Muslihüddin bin Sinan tarafından, 905 yılında, Risale-i
Eflatuniye adiyle yazılmış Arapça bir eserin Kahire kütüphanelerinde birçok
nüshaları bulunduğunu Kahire üniversitesi profesörlerinden Dr. P. Kraus, bir
mektupla, bana bildirmiş ve bu risalede cisimlerin özgül ağırlıkları ve
Arkhimedes’ in hidrostatik deneyleri bahis konusu olduğunu da ilave etmişti.
Şimdiye kadar bu risaleyi İstanbul kütüphanelerinde bulup inceleyemedik. Ne
risaleden, ne de yazarından Brockelmann da bahsetmemektedir. Fakat eser, belki
ilk defa olarak, Türkiye’de ilkçağın büyük fizik bilgini Arkhimedes’ten
bahsedilmek noktasından, pek önemlidir. Eserin E. Wiedemann tarafından Almancaya
çevrildiği ve açıklandığını Dr. Kraus bildirmişse de, birçok uğraşmalarımıza
rağmen, Beitraege zur Gesclıichte der N aturwissenschaften, VIII, 173’
te yayınlanan bu eseri de getirtememiştik.
Kitabın ikinci
baskısı henüz bitmeden, bahsettiğimiz, Müslihüddin bin Sinan tarafından
yazılmış, Risale-i Eflatuniye adh Arapça risalenin Almancaya, E.
Wiedemann tarafından yapılan çevirisinin fotoğraf iler ini, Berlin’deki
Staatsbibliothek'in lütuf ve nezaketiyle, elde ettim. Bu küçük risalenin
içindekileri özet olarak ilave ediyorum:
Risale, «Eflatun’un
kelimatını Bizansh âlimin şerhi» diye başlıyor ve bu açıklamanın yazılmasını
«Sultan Ebülfetih Mehmed Han» ın Bizanslı bilgine emrettiğini söyledikten
sonra, bu bilginin, ancak Fatih’in vefatından sonra açıklamayı oğlu Beyazıt
IL’ye takdim ettiğini ilave ediyor. Cenab-ı Hakka hamd-ü şükür, Peygambere ve
padişaha dua ve senalardan sonra Eflatun-i İlâhîyi, meşaiyunun (gezimciler)
Allahın lütf-u keremiyle tebcil edilmiş, üstadı ve akl-ü hikmetin bil’ittifak imamı
olarak yad eyliyor.
Bu risalede söz
konusu olan mesele, iki ayrı maddeden bileşik olan bir alaşımın, mesela gümüş
ve kurşundan yapılmış bir kabın, kabı bozmadan, içinde o iki maddenin her
birinden ne kadar bulunduğunu bulmaktır. Tabii bu problem, Siraküza kralının
tacında ne kadar altın, ne kadar gümüş olduğunu bulmak için uğraşırken,
Arkhimedes’in hamamdan evreka diye fırladığı hikaye veya efsanesine
konu olan meseledir. Problemin esası, bilindiği gibi, bir sıvıya batırılan bir
cismin, hacmine eşit miktarda sıvının ağırlığı kadar ağırlığından
kaybedeceğine dair meşhur Arkhimedes prensibinden ibarettir. Yunân’ın büyük
fizikçisi bu keşfini OXou|ievov
A', B' adiyle meşhur kitabında ilk defa zikretmiştir ki, bu eser sonradan
Latinceye De corporibus fluitantibus (yüzen cisimler) adiyle geçmiştir.
Arkhimedes, taç meselesini çözümlemek için, o taç hacminde biri altından,
öteki gümüşten iki taç yaptırıp bunları ayrı ayrı suya batırarak, taşan su
miktarını karşılaştırmıştır. Halbuki bu risalede, bir kadehin, alaşımı terkip
eden cisimlerden o kadeh .ağırlığında ayrı ayrı iki cisim yapmaya ihtiyaç
olmadan, alaşımı terkip eden cisimlerden herhangi bir miktar alınarak, önce su
içinde, sonra havada tartılıp bulunan sayıların birbirine oranla hesap edilmek
usulü, yani, daha basit bir şekil anlatılmaktadır (1).
Risalenin,
Eflatun’un bir eserinin açıklaması olarak gösterilmesi tabii gerçeğe uygun
değildir. Fakat pek iyi biliyoruz ki, Doğuda önemli ve karışık problemleri
«İlâhî» lakabıyle anılan ve pek büyük tutulan Eflatun’a bağlamak âdetti (bkz. Taz’if-ül-mezbah,
s. 44-45). Ya Fatih'in meselenin açıklama ve izahını kendisine havale ettiği BizanslI
bilgin veya daha büyük bir ihtimalle, Arapçaya çeviren zat, bu risaleyi
Eflatun’a atfetmiş olacaktır. Risalenin konusunu açıklayan asıl Bizansh
bilginin kim olduğu belli değildir. Ancak sonsözde «Risale-i Eflatuniye'nin
fakir ve hakir Mevlânâ Muslihüddin bin Mevlânâ Sinan tarafından 950=1500 yılı
recebinin 28. günü öğle namazından sonra itmam» edilmiş olduğu yazılıdır.
Metinde mana
çıkarmayı güçleştirecek, yanlışlar olduğunu VViedemann göstermekte ve
çevirirken, yanlışları düzeltmeye ve anlam çıkmayan yerleri düzeltme ve
açıklama zorunda kaldığını söylemektedir. Fakat çok umulur ki, bu eserin başka
birkaç nüshası İstanbul kütüphanelerinde bulunur ve karşılaştırılarak güzel bir
nüsha vücuda getirilir. Herhalde yukarıda da söylediğimiz gibi, Fatih’in
emriyle yazılan ve çevrilen bu eserle, ilk ve XIX. yüzyıla kadar son defa
olarak, Türkiye'de Arkhimedes prensibinden bahsedilmiş olsa
gerektir.
Beyazıt II.'m merak
ve tecessüsünü gidermek için, adları bilinmeyen iki zat tarafından, elkimya
(hayat iksiri) üzerine iki manzume yazılmıştır ki, bunlar bugün Viyana
kütüphanesinde bulunmaktadır.
Bir de, şehzade
Korkut’un övgüsüyle başlayan, Yahya bin Mehmed-ül-Gaffarî tarafından, değerli
taşlar üzerine, Kitab-ül-yakut-ül -mahazin fi cevahir-ül-maadin adiyle
Türkçe bir eser yazılmıştır (İstanbul Üniversitesi kütüphanesi, Yıldız,
tabiiye, 183 ve Leipzig kütüphanesi, Doğu yazmaları, CC, LXV) (1). Bunlardan
İstanbul nüshası yakın zamanda (hicri 1223) kopya edilmiş, yanlışlarla dolu
bir nüshadır. Halbuki 1517 tarihli Leipzig nüshası daha tamdır. Dört mahzete (bölüm)
ayrılan bu eserin yazarı, Türkiye’de çok seyahat etmiş olduğu için, memleketin
coğrafya bakımından tarifiyle başlar ve bu seyahat sırasında çeşitli yerlerin
âdetleri ve hatta öğrenim derecesi hakkında bile bilgi verir. Bundan sonra
birinci bölümde, değerli taşların vasıflarından ve ikinci bölümde taşların
vücuda gelmesi şartlarından, üçüncü bölümde ise, eskilerin "ecsad” yahut
"filizat-ı seb'a” (yedi filiz) dedikleri altın, gümüş, bakır, kalay,
kurşun, demir ve kalay-bakır alaşımından (har-i sini) bahseder. Dördüncü bölüm
ise, ıtriyat, yani uçucu kokulu yağları anlatır. Yazar değerli taşların
tanınmasına yarar bazı bilgiler verdikten sonra dördüncü bölümde misk, amber,
kâfur gibi kokulu maddelerin tarifine geçer. Eser, yazarın önsözde söylediği gibi,
«Muin-i devlet-i Korkut Han» Piyale Beyin emriyle yazılmış ve çoğu yerleri Cevahirname-i
cedid ve Tansuhname-i İlham adındaki Farisî eserlerden alınmıştır.
Bu devrede tıp
âleminde büyük bir şahsiyet ortaya çıkmış değildir. Yalnız Edirne hastanesi
başhekimi Ahi Çelebi adında bir zengin hekimin, Ibn-ün-Nefis’in Mucez
fi'l-tıb adındaki eserini Türkçeye çevirmiş olduğunu Tahir Bey, Osmanlı
Müellifi eri’ nde yazıyorsa da, bu eseri bulamadık. Fakat, Nuruosmaniye
kütüphanesinde, Ahi Ahmed Kemal tarafından yapılmış bir çeviri vardır ki bunu
Ahi Çelebi'nin babası tabip Kemal çevirmiş olabilir. Kütüphane katalogu bu
eserin ibni Kemal’in olduğunu yazarsa da bu, tabii yanlıştır. Kitap elimizde
olmadığı için, kesin bir şey söylemek mümkün olamıyor. Ancak Dr. Nafiz Uzluk'un
bir makalesinde (Türk Tıp Ar kivi, 2. s. 53) bir not vardır ki, o nota
göre eserin 850 yılında hekimlerden Sinan Efendinin huzurunda Türkçeye
çevrilmiş olduğu anlaşılıyor. O halde 830 yılında 90 yaşında vefat eden, yani
740 yılında doğmuş olan, Ahi Çelebi’nin bu çeviriyi yapmış olması mümkün
değildir. Olsa olsa babası Ahi Ahmet Kemal’e ait olabilir. [Ek -16].
Bundan başka Ahi
Çelebi’nin böbrek ve mesane taşlan üzerine bir risalesi vardır (Üniversite
kütüphanesi, Yıldız, tıp, 314, varak 18). Hekim Ahi Çelebi’nin mesane taşlarına
dair Faide-i Hasat adındaki eseri için Dr. Akil Muhtar’ın Dârülfünün
Tıp Fakültesi Mecmuasında. (1335, No. 3-4) Osmanlı tarih-i tıbbından
bir sayfa ve teftit-i hasat adiyle, yazmayı tekrar gözden geçirmeye lüzum
bırakmayacak kadar, etraflı yazılmış güzel bir makalesi vardır. Bu Ahi bin
Kemaleddin-ül-Mütetabbib gençliğinden beri tıpla meşgul olduğunu, bimaristan
(hastane) hekimliğinde bulunduğunu ve taş hastalıklarının çok kere zenginlerde
olduğunu söyledikten sonra, taşın bedende nerelerde olduğunu ve araz ve
belirtisini, ilacını, taşın idrar yolunu zedelediği zaman yapılacak tedaviyi
anlatır. Kısacası vücutta meydana, gelen taşlar hakkında, İsmail Cürcanî,
Zekeriya el-Razî, Galenos’tan genel bilgileri aktardığı gibi, bitkisel
ilaçları, özellikle abzen, yani ilaçlı sularla banyoları tavsiye eder. Bu
risalede dikkate değer
bir gözlem vardır (varak 13): Emir-i âlem Geyvan Bey adında bir zatın
mesanesinden gelen taş, idrar yolunda tıkanıp kalmış ve kimse derdine çare
bulamamış, hatta o zamanın hekimleri idrar yolunu yarıp, taşı çıkarmak
istemişler. Fakat hasta kendisine içi boş ve ince, ucu yanından delikli (neyde
olduğu gibi) gümüşten bir mil yapmış ve bunu ta taşa kadar idrar yoluna
sokturmuş ve bu suretle idrarı akıtmıştır. Bundan sonra da bir kıskaç (?)
tertip ederek, bununla idrar yolundaki taşı kırdırmıştır. Ahi Çelebi bu
ameliyatı kendi yaptığını ima bile etmiyor; hatta icadın hastadan geldiğini
açıkça söylüyorsa da, bu usul esasen bir icat değildir; İbni Sina’nın
Kamın'unda vardır.
Ahi Çelebi, Beyazıt
Il.’ın fevkalade güvenini kazanmış bir hekimdi. Önce padişahın yemeklerine
nezarete memur edilmiş ve sonra reis-ül-etıbba (hekimbaşı) tayin olunmuştur.
Kanunî Süleyman zamanında, 90 yaşma varıp, 930 yılında vefat eden bu hekim, Rumeli
ve Anadolu'da kırk kadar köye sahipti. Hatta, Edirne vilayetinde bir zamanlar
Ahi Çelebi adiyle bir de kaza vardı. İstanbul ve Edirne’de hayratı da vardır.
Bu zatın babası da meşhur bir hekimdi; adı Kemal’dir. Mahmut Paşa çarşısında
dükkan açıp hekimlik ederken, şöhretini Beyazıt II. duyunca, saraya almak
istemişse de, hekim Kemal bunu kabul etmemiş, fakat oğlu üç padişahın sarayında
hizmet etmiş ve iki defa azle uğramıştır.
Bu devirde
Edirne’de Tunca nehri kenarında yeşillikler içinde güzel bir hastane
yapılmıştır ki, vakfiyesinde Evliya Çelebi’ye göre, hastalara çalgı çalınması
bile şart edilmiştir. Bu hastane hakkında, Milli Mecmua mn 69 numaralı
nüshasında, Rifat Osman imzasıyle yazılan bir makalede, vakfiyede dershane,
müderris ve medrese-i tıbbiyeden bahis olmadığı gibi, musikiden de
bahsedilmediği söylenmekte, ama vakfiye görülmüş olduğu halde vakfiyenin zayi
olmasından da bahsedilmektedir. Hastanenin, Gurlitt adında bir mimar
tarafından sonradan tasarımlanmış bir planı da değiştirilerek, makaleye
eklenmiştir. Bu makaleden Türk Tababeti Tarihi adh esere, hastane
planının birtakım Avrupa hastanelerine esas olduğu yolundaki aktarılanlar bir
yanlış anlamadan başka bir şey değildir. Beyazıt II. zamanında, Edirne’nin
Kirişhane mahallesinde, bir de cüzam hastanesi kurulduğunu makale sahibi
yazmaktadır. Başka bir hastane de Selim I.’in annesi tarafından Manisa’da
yaptırılmıştır ki, yakın zamanlara kadar, tımarhane olarak, kullanılmaktaydı.
[Ek-17],İstanbul ve Avrupa kütüphaneleri yazmaları arasında çoğu zaman
rastlanan Yadigâr-i ibn-i Şerif adlı bir eser vardır ki, kaleme alınış
tarihi olmadığı gibi, yazarı hakkında da fazla bilgi yoktur. Eser incelenirse
bunun da bu devre, yani XI. yüzyıl sonuyla XVI. yüzyıl başı arasında bir zamana
konulabileceği anlaşılmaktadır. Eserin dili ne daha eski ve ne daha yeni bir
devreye işaret etmiyor. Öte yandan İstanbul'dan bahsederken, onu bir Müslüman
şehri olarak göstermesi eserin İstanbul'un fethinden sonra yazılmış olduğunu
gösterir. Eserin gerek Londra’da British Museum’da, gerek Paris’te Bibliotheque
Nationale’deki nüshalarında bu İstanbul kaydı vardır (bkz. Cat. Mans. Turcs.
suppl., 233, A.F. 168). Bu kitabın birçok nüshaları, İstanbul kütüphanelerinde
bulunmaktadır. Paris nüshasındaki tarih 931 ise de, bu kopya tarihi olacaktır.
Osmanlı Müellifleri bu eserin tarihini 1037 göstererek, yüz yıl daha
yeniletmek hatasına düşmüştür (yazılış tarihi için Dr. Feridun Nafiz Uzluk ile
Dr. Rusçuklu Hakkı arasında geçen tartışmalar hakkında bkz. Tıp Tarihi
Arkivi, yıl I. 3, II. 6). Bu tartışmalarda Dr. Uzluk, Emir Çelebi’nin Enmüzeç-üt-tıb
adındaki eserinde Yadigâh-i ibn-i Şerifin adının başta verilişinden
sonuç çıkararak ve daha birtakım kanıtlarla eserin tarihini sekizinci hicri
yüzyıla kadar götürüyorsa da, öteki doktor bir yerde gördüğü bir nüshada
(nerede?) kitabın Umur Bey bin Timurtaş adına yazıldığının bildirildiğini
söylüyor ki, bunu Dr. Süheyl Ünver, Saray-Bosna’da Gazi Hüsrev Bey
kütüphanesinde 340 numarada gördüğü bir nüsha ile de doğrulamaktadır. Bu halde
eser, olsa olsa hicri dokuzuncu yüzyıl içinde, fakat herhalde İstanbul’un
fethinden sonra yazılmış olabilir. Çünkü gerek Paris kütüphanesinde, gerek
British Museum’daki nüshaları kendim gördüm; Museum nüshasının 88. varağında ve
İstanbul’da Üniversite kütüphanesi, Yıldiz, tıp 208 numaradaki nüshada (varak
72a) İstanbul’dan bahsederken, «Tın-ı mahtumî “kâfir zamanında İstanbul”
etıbbasının da» bilmediğini söylemesine göre, eser ya fetihten sonra yazılmış
veya fetihten sonra ikinci bir nüshası kaleme alınmıştır.
Eserde yazarın
ısrarla Gelibolu’dan bahsetmesi de kendisinin Gelibolulu veya orada yerleşmiş
olduğunu gösterebilir. Kitap halka göre yazılmış olduğu için, nüshaları
çoğaltılmış ve her tarafa dağılmıştır. Mesela, bugün Berlin'de
Staatsbibliothek’te bulunan nüshanın kap yaprağında, Latince olarak, 1686
yılında Budapeşte’nin işgalinde esir edilen kahya Osman Şa’raî Efendinin
evinde bulunup alınmış bir nüsha olduğu kaydedildiği gibi, Zcitschrift der
Deutchen Morgenlaendischen Gesellşchaft mecmuasında (cilt XIII, 259), bir
nüshanın da Tebriz'de meydana çıkarıldığı ve bunun üzerinde metin yazısının
aynı yazılarla tashihler ve ilaveler yapılmış olduğu için, bunun yazarın el
yazasıyle yazılmış nüsha olması mümkün bulunduğu söylenmektedir.
İşte telif tarihi
üzerinde bu kadar tartışmalar yapılan bu eser sağlık bilgisi kısmında havadan,
sudan, evlerden, yiyecek içecek şeylerden, giyecekten uzun uzadıya bahseder.
Yazar, içecek şeyler arasında şarabın, İslamda yasak olduğunu söylemekle
birlikte, tıpta faydalarını birer birer saymaktan çekinmez; çünkü kendisi
«ilm-i hal değil, tıp kitabı» yazmaktadır. Şarabın özellikle vücut ısısını
çoğalttığını ve böylelikle beslenmeyi kamçıladığını söylerse de, fazla şarap
içmenin fena sonuçlar vereceğini şu basit benzetişle anlatır: Eğer çok şarap
içilirse, ısı yükselecek yerde iner; tıpkı iyice yanan ateşin üzerine fazla
odun konulursa, ateşin sönmesi gibi. İbn-i Şerif şarap konusunda pek uzman
görünüyor, çünkü şarapların birçok çeşitlerini sayıp dökmektedir. Riyazat
(spor) bahsinde de İbni Sina’ dan alınmış birçok bilgiler vardır. Yol yürümek,
ihtiyarlar için ata binmek, arabayla gezmek, hatta gemiye binmek bile bedeni
riyazattır. Eser birtakım ilaçlı banyo sularını (abzen) (1) da sahk verir.
Bundan sonra hastalıkların kısaca belirtilerinden, ilaçlarından İbni Sina'nın
Karun’undan, İbni Baytar’ın Müfredatından kısaltılarak alınmış ve halka
göreleştirilmiş bir yolda bahsolunur.
Bu devirde,
yukarıda adı geçen Ahi Çelebi’nin emriyle, Musa Calinus-ül-İsrailî adında bir
Musevî hekim, ilaçların sıcaklık, soğukluk, kuruluk, nemlilik derecelerini ve
kullanılacak miktarlarını gösterir bir küçük risale yazmıştır (bkz. Üniversite
kütüphanesi, Yıldız, tıp, 352). Bu risalenin önsözünde, «ulema-yi İslam ve
Efrenç ve Yunan eserlerinden veyahut sözlerinden» faydalanıldığı söylenmekte, ikinci
varakta basit ilaçların nitelikleri bakımından ayrılışlarını gösterir bir şema
mevcut bulunmaktadır. Burada ilaçlar dosta faydalı, düşmana zararlı diye ikiye
bölünmekte ve bunun kenarına, «Tabip Şifaî» imzasıyle, konulan bir haşiyede
«dost ve düşman ilacı diye ayırmanın tıp kanunu dışında olduğu» şiddetli bir
ifade ile söylenmektedir. Risalede dikkate değer yalnız bir taraf vardır ki, o
da Osmanlı Türkiyesinde, belki birinci defa olarak, Arnoldo di Villanova
(Arnault de Villeneuve) (1) adlı bir ortaçağ (1234-1310) Batı hekiminin adı,
İshak İsrailî adında başka bir Yahudi hekimin ifadesine dayanılarak, verilmiş
olmasıdır. Bazı yerlerde de sık sık İbni Rüşd'ün Külliyat’mdan sözler
alınmıştır (2).
Bu devirde yazılmış
tıbbi eserlerden biri de Necmeddin Mahmud bin Ziyaeddin İlyas Şirazî’nin (ölm.
1330) Havi-i sağir (3) adiyle meşhur olan El-havî fi ilm-it-tedavi
adlı eserinin (bkz. Köprülü kütüphanesi, 197) Ahmed bin Bali Fakih tarafından
yapılmış Mecma-ül-mücerrebat adh çevirisidir (bkz. Üniversite
kütüphanesi, T. 190). Bu çeviri, bölüm adı altında bazı ilavelerle
tamamlanmıştır. İç hastalıkları, hummalar ve dış hastalıklar ve son olarak
basit ve bileşik ilaçlardan bahsolunmakta ve yazarın, helva pişirmek ve helvanın
tıbbi faydaları üzerine bir bahisle lafı tatlıya bağlamak istediğini söylediği
bu eserin gördüğümüz nüshası, birçok imla yanlışlarıyle dolu, fena bir yazıyla
yazılmış olmasına rağmen, gayet basit, fakat o zaman için faydalı bilgileri
ihtiva eder. [Ek -17/1],
Bölüm IV
XVI. YÜZYIL VE
DENİZ COĞRAFYACILARI
XVI. yüzyıl
başından XVII. yüzyılın ilk senelerine, yani Mehmet III.'in vefatına (1603)
kadar geçen zamanda, Türkiye'de müspet ilimlere karşı önceki devirlerde görülen
bir çeşit eğilimin biraz daha durakladığı hissolunur. Osmanlı tarih
kaynaklarına ve olumluk kitaplarına bakılırsa bu devrin bize müspet ilimlerde
büyük bilginler ve önemli eserler vermediği görülür. Bu durgunluğun nedenini
açıklayabilmek için, burada büyük ihtiyatla, bir varsayıma girişmek istiyoruz.
Bunun için zamanın siyasi olaylarına ve bir de bu devirde gelen padişahların
karakter ve eğilimlerine bakmak lazımdır. Bilindiği gibi, bu devirde Osmanlı
imparatorluğu, toprakları bakımından, en geniş sınırlarına erişmişti.
İmparatorluğun sınırları doğuda İran’ın ortalarına, güneyde Sudan'a, kuzeyde
Viyana kapılarına ve batıda Fas’a kadar genişlemişti. İşte imparatorluğu bu
sınırlara kadar genişleten istila humması, zamanın ulemasını da yakalamıştı.
Böylece birçok bilgin ve şairler, padişahlarla birlikte, orduları, bu geniş
memleketin sınırlarına kadar, izliyorlardı. İki savaşın arasında geçen barış
ve sükûn zamanlarıysa, ya askeri ve mülki teşkilatın ıslahı veya başka bir
savaşın hazırlıklarıyle geçiyordu. Öte yandan bu nadir sükûn zamanları
şenlikler, düğünler ve bayramlarla dolduruluyordu. Fakat müspet ilimlere karşı
görülen ilgisizliğin daha önemli bir nedeni, fikrimizce, memleketin kayıtsız
şartsız egemeni olan padişahların ulema sınıfının çalışmaları üzerine de
etkiden geri kalmayan, özel eğilim ve meraklarında aranabilir. Bu etkinin zamanımızda
bile bir gerçek olduğunu ispat edecek olaylara şahit oluyoruz. Bazı diktatörlük
hüküm süren memleketlerde bilginlerin düşünme yolu üzerinde kullanılan nüfuzu
göz önüne alırsak, XVI. yüzyılda böyle bir nüfuz ve etkiyi mazur görmek
gerekir.
Mesela Selim I.,
İslamdaki tefrikayı ortadan kaldırarak, bütün Müslümanları bir bayrak altına
toplamak sevdasıyle, Şiîliği yok etmek üzere bir yandan Mısır'a, öte yandan
İran’a saldırıyor ve bu hareketini şeriate uydurmak için, en ziyade fıkıh
bilginlerini yüceltiyordu. Aynı zamanda, kendisi de kuvvetli bir şair olduğu
için, Türkçeden başka Arap, özellikle Fars edebiyatıyle uğraşıyor, bunun için
de daha ziyade şairlerle münasebette bulunuyordu (1).
Öte yandan bu
devrin kültür bakımından durumunu gösterecek bir kayıt olarak, Kanunî Süleyman
zamanında, imparator Ferdinand I.'m elçisi olarak, Türkiye'ye gelen ve
Amasya’ya kadar seyahat eden Baron de Busbecq’in seyahatnamesinde (2) yazdığı
şu fıkrayı nakledelim: «Yabancı bir millet başka kavimlerin güzel icatlarını
alırken, kolaylıkla aldıkları gibi, onlar da (Türkler) bizlerde yapılan top,
tüfek ve daha bin türlü şeyi alarak ilerletmediler mi? Matbaacılık, büyük
duvar saatları Türkiye’de o kadar makbule geçmedi; gerçekten Allahın kitabı
(Kur’an) basılınca "Kitaplıktan” çıkacağı korkusuyle, din, matbaaya
muhalefet etmiş, öte yandan genel saatlar da müezzin, muvakkit ve kayyumlarm
önemini azaltacağından, kabul edilmemiştir» (3). Avrupa ile sıkı temaslarımız
olan bu devirde bile şu iki faydalı icadın Türkiye’ye girmemesi, o devirde
ilmin pratik alandaki eserlerine bile rağbet olunmadığını gösterir. Gerçekten,
ilmin kolaylıkla öğrenilmesi ve yayılması için en büyük araç olan matbaanın
Türkiye'ye girmesi için, hemen hemen daha 200 yıl beklemek lazım gelmiştir. Bu
da gösteriyor ki, bir yandan harp ve darp, öte yandan şiir ve edebiyat bu devri
tamamıyle doldurmuştu. [Ek -18].
Gerçekten Selim
I.’in oğlu ve halefi Kanunî Süleyman, uzun saltanatı (1520-1566) sırasında
şiiri ve şairleri daima korumuş ve lütfunu onlardan asla esirgememişti. Ama bu
padişah dedesi Fatih’ in örneğince, bugün bütün Türkiye’nin, belki de bütün
dünyanın mimarlık şaheseri olan camiinin etrafında Süleymaniye medreselerini
yaptırmış ve bunlardan birini matematiğe, ötekini tıbba ayırmıştı. Bunlardan
tıp medresesi ve onun yanında kurulan Dârüşşifa’ mn planları, vakfiyesi ve
idare tarzı hakkında Dr. Süheyl Ünver’in Vakıflar Dergisinin ikinci
sayısındaki makalesinde resimler ve bilgi vardır; bu makalede belirtildiğine
göre, bu tıp medresesi şimdiki Tiryaki çarşısının üstündeki kubbeler, Dârüşşifa
ise, şimdiki Askeri Matbaanın bulunduğu binadır. İnşasına büyük şair Bakî'nin
de nezaret ettiği (bkz. İslâm Ansiklopedisi, mad. Bakî) bu büyük medresenin
o vakitler ne mahsul verdiğini ve hocalarının kimler olduğunu pek bilemiyoruz.
[Ek -19].
Bu devirde Osmanlı
ülkesinde deniz coğrafyacılığının önemli bir hamle yapmış olduğunu pek iyi
biliyoruz. [Ek-20]. O zamanlar Osmanlı donanması, Türk-Osmanlı korsanları bir
yandan Atlas denizine, öte yandan Hint sularına kadar uzanmışlardı. İşte bu
seyahatler neticesinde, iki Türk amirali bize deniz coğrafya eserleri vermişlerdir
ki, bunlardan biri Piri Reis, öteki de Şeydi Ali Reis’tir. Tarih sırasını
takip edersek, Piri Reis’in son yılarda meydana çıkarılan gayet önemli bir
dünya haritasından burada bahsetmek lazımdır. Bu haritanın, Topkapı Sarayı
hâzinelerinde keşfi meselesi hakkındaki ihtilaflara geçmeden, bize en doğru
görünen hikayesini anlatacağız:
A. Deismann saray
kütüphanesindeki yazmaları inceler ve tasnif ederken, Fatih’in Ptolemaios
coğrafyasına ve haritalarına olan ilgisini sezmiş ve o zaman Amirutzes'e
yaptırdığı tahmin olunan haritayı bulmak için, sıkı araştırmalar yapılmasını
müze müdürü Halil Etem Beyden rica etmiştir. Bunun üzerine 9 kasım 1929’da
Halil Etem Bey, Deismann’a, Batı ve Doğu dillerinde yazıh, birtakım haritalar
göstermiştir ki, işte bu haritalar arasında Türkçe bir dünya haritasının bir
parçası bulunmuştur. O sırada İstanbul’da bulunan müsteşrik Paul Kahle bu
haritanın Christophe Colomb’un, 1489 yılına ait olup, kaybolan haritasının bir
kopyası ve Piri Reis tarafından, Selim I.’e Mısır’da takdim edilen haritanın
ta kendisi olduğunu meydana koymuştur (1). Bu harita hakkında İstanbul
gazetelerinde geçen tartışmaları buraya almakta mana yoktur. Mesela İbrahim
Hakkı adlı bir zat 1934 yılında yayınladığı Eski Haritalar adlıbir
eserde bu haritayı 1931 yılı aralığının 9’unda Son Posta gazetesine
yazdığı bir makaleyle bütün dünyaya bildirdiğini söyleyerek, keşifte öncü
olduğunu iddia ediyorsa da, aynı yılın eylülünün 9’unda, Leyden şehrinde
toplanan müsteşrikler kongresinde P. Kahle bu harita hakkında tebliğde bulunmuş
ve bu tebliğ Cultura adlı İtalyan mecmuasında (cilt I, yıl X, cüz 10,
1931) ve İspanyolca Investigacion y Progressa adlı bir mecmuada (No. 12)
yayınladığı gibi, Eugen Oberhummer, Anzeiger der Akademia der Wissenschaften
in Wien, 1931, 18-27’de bir makaleyle, bu haritayı tarif etmiştir. 1932
yılında Forschungen und Fortschritte, 1932, No. 19’da kısa bir notla bu
harita bahis konusu olmuştur. Fakat P. Kahle 1933 yılında Die verschollene
Columbus-Karte von Jahre 1498 in einer tilrkischen Weltkarte vom 1513
adiyle yayınladığı bir risalede haritayı mükemmel bir surette tanımlamış ve
nitelendirmiş, haritanın, tespit edebildiği, kaynaklarını göstermeye
çalışmıştır (1). Bundan başka haritayı, Maarif Matbaasında her türlü takdirin
üstünde bir güzellikle bastıran Türk Tarih Kurumu adına o zaman kurum başkanı
bulunan Yusuf Akçura tarafından yazılmış bir açıklama ile, harita hakkında,
kısa ve özlü bilgi verilmiştir (2). Bu açıklamada harita kenarına ve boş
yerlerine, Piri Reis tarafından yazılmış notlar mümkün olduğu kadar dikkatle
okunmuş ve tekrar edilmiştir. Yalnız açıklamada birinci notun okunamadığı
yazıldığı halde, harita üzerinde pekâlâ okunmakta, hatta ince saman kağıdı
üzerine bu şerh nakledilmiş bulunmaktadır ki, bu şerh bakkam boyadan, yünü
ibrişim gibi olan koyundan bahseder. Açıklama yayınlandıktan sonra haritanın
keşfini bütün ilim dünyasına bildirmek üzere, her nedense Londra’nın sıradan
bir resimli gazetesi olan London Illustrated News mecmuasının 23 temmuz
1935 tarihli nüshasına yine Yusuf Akçura tarafından, bir makale yazılmış ve
haritanın bir kopyası konulmuştur. Gerçi bu mecmuanın 27 şubat 1935 tarihli
nüshasında haritaya dair evvelce biraz malumat verilmişti.
Haritanın Afrika ve
kuzeyde Ispanya’dan yukarısı kesilmiş değil, eskiyerek kopmuş veya koparılmış
olması lazım gelir; çünkü, düz bir hatla değil, tırtıklı bir surette aslından
ayrılmıştır. Bu suretle elde bulunan harita tam dünya haritası (mappmonde)
değil, belki ancak İspanya ve Doğu Afrika’yı, Atlas denizini ve Amerika' nın o
zaman bilinen parçalarıyle Atilles adalarını içine alan bir haritadır. Öteki
kısmının ne olduğunu henüz bilmiyoruz. Bu kaybolan kısımla haritanın tam bir
dünya haritası teşkil ettiğinde hiç şüphe yoktur; çünkü, Piri Reis Bahriye’sinde
«Hint ve Çin bahirlerin taze çıkan hartıları ki diyar-ı Rum'da kimesne anı bu
zamana dek mâlûm idinmemiştir, anları da bile kayd idüp Sultan Selim
Hazretlerinin bab-ı saadet-meablarına nefsi Mısır'da virüp» demesine göre, o
zaman bilinen yeryüzünün doğu tarafı da haritada gösterilmiş olduğu
muhakkaktır (bkz. Kitdb-ı Bahriye, İstanbul, 1935, s. 5). Pek ileri
varan bir tahmin olarak denilebilir ki, gözünü Doğuya dikmiş olan Selim I.,
haritanın doğu kısmını ayırarak, kendi yanında saklamış olsun.
Elde mevcut olan
kısma gelince, bunun Amerika kısmının, Christophe Colomb tarafından, 1489
yılında yapılan ve ortadan kaybolan haritadan kopya edilmiş olduğu
muhakkaktır. Zaten Piri Reis 5 numaralı notun sonunda «mezbur hartide olan bu
kenarlar ve cezireler kim vardır Kolonbun hartisinden yazılmıştır» dediği
gibi, yine aynı yazarın Bahriye’de {Bahriye, İstanbul, 1935, s. 82)
Kolomb’ dan bahsederken, «hartisi ta kim anın geldi bize» demesi de, bu
haritanın Piri Reisin elinde düştüğünü ispat eder.
Harita hakkında
fazla ayrıntılara girişmeye lüzum görmüyoruz; çünkü, hem harita basılmış, hem
de bir açıklaması yayınlanmıştır. Fazla bilgi edinmek isteyenler oralara ve P.
Kahle’nin aşağıda bahsedeceğimiz Kitab-ı Bahriye önsözüne
başvurabilirler. Yalnız şurasını söyleyelim ki, haritada Avrupa ve Afrika
kıyılarının ve civar adaların, mükemmel surette çizilmiş olması, Pirî Reis’in
gerçekten en yeni Portekiz haritalarını ve keşifleri dikkatle izlemiş olduğunu
gösterir. Bu haritanın XVII. notunda «bu kenarlara bu barça furtuna ile gelüb
düşdükde diyüb durur adına Likol di Cuvan dirler hartisine yazmış ki bu
ırmaklar kim görünür ekser heb altun toprağıdır suyu kaçdıktan sonra kum içinde
altun toprağını vafir devşirirlermiş...» ve XX. notta «bu karavela furtuna
bulub geldi bu adaya düşdü ismine Nikola Cuvan dirler ve bu adada vafir birer
boynuzlu göv, (sığır) çıkar ol sebebden bu cezirenin adına İsla de Vaka dirler
yani sığır adası dimek olur» denilmektedir. Bu notlarda ismi geçen Nikola
Cuvan’ın Nichola di Genova, daha doğrusu, Portekiz kralı Alfonso Vl.’nun
kaptanlarından, Kanarya adalarının kâşifi İtalyalı Nicoloso da Rocco olduğunu
ve yine XXI. notta bir gemi resminin yanma «bu karavelanın reisine mesir Anton
Geneviz dirler ama Portukal’da (Portekiz) büyümüşdür bir gün mezbur
karavelasıyle furtuna bulub gelmiş bu cezirelere düşmüş vafir zencebil bulub bu
adaları öyleye yazdı» denilmesine göre, bu Anton’un 1450 yılında Yeşil Burun adalarını
keşfeden Genovalı Antonio da Noli olduğunu ve Pirî Reis’in XIII. notunda Asor
(Açores )adalan hizasında «bir Ceneviz kükesi (1) Flandres’den gelirken furtuna
bulub önüne katar zarurî giderken bu adaların üzerine çıka durur ve bu adalar
bundan menkuldür» denilmesine göre, Asor adalarının Cenevizler tarafından
keşfedilmiş olması lazım geldiğini, M.G. Primi, 31 ocak 1942 tarihinde,
İstanbul'da Dante cemiyetinde verdiği bir konferansta, Pirî Reis’in bu
notlarına dayanarak, iddia etmiştir (konferansın metni için bkz. Il
Messaggero gazetesi, İstaibul, 16 şubat 1942 nüshası). Haritanın en önemli
notu Amerika’nın keşfine ait olan V. nottur ki, bu hususta Pirî Reis’in
bildikleri gerçekten enteresandır; fakat bu noktayı Bahriye kitabının
tetkikinde zikredeceğimiz için, burada tafsilata girişmiyoruz.
Bu haritadan başka,
yine Pirî Reis’e ait 1528=935 tarihli bir diğer harita parçası daha Topkapı
Sarayı kütüphanesinde bulunmuştur. Atlas denizinin kuzey kısmını, Kuzey
Amerika’nın kuzey kıyısını ve Grönland’dan Florida yarımadasına kadar kıyıyı,
yani 25 batı boylam derecesinden 90 boylam derecesine ve 10 derece kuzey enlemden
90 derece kuzey enleme kadar bir parçasını alan bu haritanın boyutları 68x69
olup, deve derisi üzerine sekiz renkle resmedilmiştir (2). Harita, Topkapı
sarayı kütüphanesinde 2754/9357 numarada kayıtlıdır. İlk haritadan on beş yıl
sonra yapılmış olan bu harita, belki daha büyük bir dünya haritasının kuzeybatı
köşesinden ibarettir. Herhalde bu ikinci haritanın dikkate değer tarafı, buradaki
adaların ve bazı kenarların, birinci haritaya göre, daha doğru çizilmiş
olmasıdır. Bundan şunu kolaylıkla anlayabiliriz ki, bu ünlü Türk amirali
sanatını, ilmini asla ihmal etmemiş, boş kaldığı zamanlar hep yeni Batı
haritalarını incelemiştir (3). [Ek-21].
Pirî Reis’in,
şüphesiz ki, en önemli eseri Kitab-i Bahriye’sidir. Bu kitap ilk defa
927=1521 yılında yazılmış ve ikinci defa 932=1525 yılında genişletilerek, Damat
İbrahim Paşa aracılığıyle, Kanuni Süleyman’a takdim olunmuştur. Kitap manzum
bir önsözle başlayıp, yine manzum bir sonuçla biter. Önsöz dikkatle okunursa,
yazarın kuvvetli bir araştırma ve ince bir gözlem kudretiyle zamanının coğrafya
eserlerini ve her gezdiği yerin durumunu incelemiş ve eserini öyle yazmış
olduğu anlaşılır. İşte bu önsözün mensur olan ilk kısmında Batıda Portulan=Portolano
denilen ve kıyıları, adaları, limanları, ulaştırma için tehlikeli kayaları ve
yerleri anlatan ve niteleyen denizcilik rehberlerine lüzum olduğunu, çünkü, ne
kadar büyük olursa olsun, belirli bir ölçek içinde yapılacak olan haritalara
bütün bu bilgileri sıkıştırmanın kabil olmadığım söyledikten sonra, eserin
Gelibolu’da 932 tarihinde tamamlandığını ve «padişah-i âlem -penah»a takdimi
güç olduğu için, beyaza çekilmediğini, fakat Mısır’a yolculuğu sırasında,
Sadrazam İbrahim Paşanın eseri görmesi üzerine (bkz. Hatime, s. 850),
tebyiz edildiğini söyler. Bundan sonra manzum önsözde, kendi denizcilik
hayatından ve amcası yahut dayısı ünlü denizci Kemal Reis’in 900 tarihinde,
Beyazıt II. zamanında devlet hizmetine girdiğini söylemeden önce, denizciliğin
güçlüğünü ve önemini belirtmek için, gelgit olayını ve limanların sığ ve demir
atmaya elverişli yerlerini bilmek lazım olduğunu anlatır. Bundan sonra
fırtınanın tarifi ve açıklanması, rüzgarların çeşitleriyle pusula ve haritanın
tarifi ve «rub’-i meskûn» denizlerinin durumlarıyle meşgul olur. Önsözün bizi
en ziyade ilgilendirecek tarafı arzın küre şeklinde olduğunu her yerde ısrarla
söylemesi ve özellikle Portekizli bir papaz tarafından yapılmış bir yerküreyi
(globe) gördüğünü söylemesidir. Yazarın iyi tarif ettiği bu yerküre, pek
kuvvetli bir ihtimalle, Nürnberg’li Martin Behaim’ın 1492’de yaptığı meşhur
yerkürenin bir modeli olacaktır. Nürnberg’li olan bu zat sahiden altı yıl
Portekiz’de yaşamış ve hep Portekiz gemicileriyle seyahat etmiştir.
Bundan sonra, yine
önsözde daha önemli bir bahis açılıyor ki, o da Amerika’nın keşfi bahsidir.
Yazar, Christophe Colomb (bkz. Bahriye, s. 81), elinde güya Büyük
İskender’den önce yapılmış bir harita ile yola çıkarak, Antilles adaları
kıyılarını keşfetmiş diyor ve herhalde birinci defa olarak, Türkiye'de
Amerika'nın keşfinden ve böyle bir kıtanın varlığından bahsediyor.
Bundan sonraki paragrafta Ptolemaios’un coğrafya ve haritalarına dair, oldukça
yanlış bilgiler verir. Mısır’ın Müslümanlar tarafından fethinin peşinden, ulema
ve âyanın bu kitabı alarak, «diyar-ı Efrence» kaçtıklarını, orada «Portolmiye»
adlı bir zat tarafından tercüme edildiğini ilave eder. Bu mütercimden kimi
kastettiğini anlamak biraz güçtür. XIII. yüzyılın ikinci yarısında yetişmiş ve
Yunancadan Latinceye birçok eserler çevirmiş olan Bartolomeo di Messina olması hatıra
gelirse de, bu zatın Ptolemaios coğrafyasını tercüme ettiğine dair, kaynaklarda
bir kayıt olmadığı gibi, Venedik’te basılan ilk Latince çeviriyi yapan da
bibliyografyalarda zikrolunmamaktadır.
Kısacası, Piri
Reis’in bu eseri tam manasıyle gemiciler için yazılmış bir portulan’dır.
Burada eserin metni hakkında ayrıntılara girişmeye lüzum yoktur; çünkü Bahriye,
Türk Tarih Kurumu tarafından 1935 yılında tıpkıbasım olarak mükemmel surette
bastırıldığı gibi, baştaki girişte de eserin içindekilerin özeti verilmiştir.
Şu kadar ki, bu özetin sonuna «bahriye kitabının diğer emsali
kitaplarla mukayesesi neticesi» diye yazılan bahiste, bu eserin bu yoldaki eserlerin
birincisi olduğu ve ancak bundan sonra Avrupahlarm böyle eserler meydana
getirdikleri yazılmıştır ki, bu ifade ilim tarihine uygun değildir. Çünkü, portulan=portolano
adını taşıyan böyle eserler hemen daima haritaları bulunan, limanların ve
kıyıların özelliklerini, tehlikesiz yolları bildiren eserler olup, böyle deniz
haritalarının en eskisi tarihsiz olarak Paris’te Bibliotheque Nationale’de mevcut
olan Carte Pisane denilen ve XIII. yüzyılın sonlarında yapılmış olduğu
tahmin edilen haritadır. Ama, bunun da daha eski bir haritadan kopya edilmiş
olmadığını kimse temin edemez. 1076 yılında vefat eden Almanya’nın ilk
coğrafyacısı Adamus Bremensis, yani Bremen’li Adam’ın eserleri arasında portulan
metni parçasına tesadüf edilmektedir; hatta bundan dolayı Batıda ilk denizci
rehberlerinin önce kuzeyde İskandinavya kıyılarında doğduğu bile düşünülmektedir.
Fakat bu harita ve portulan’larda, ölçü olarak, Katalan mili kabul
edilmiş olmasına dayanılarak ilk rehberlerin Katalonya’ da yapılmaya
başladığını da kabul etmek mümkündür. Herhalde muhakkak olan şudur ki, mevcut
en eski portulaniar İtalyanlar, özellikle Cenovahlar tarafından
yapılmıştır. Mesela Paris Milli kütüphanesi direktörlerinden Charles de la
Ronciere’e —ki, bugün coğrafya tarihi hakkında bir otoritedir— göre normal portulan
Bizans imparatorluğu hizmetinde bulunan Cenovah Benedetto Zaccaria adında ünlü
bir amiralin maiyetindeki gemiciler tarafından yapılmış olduğu için bu cins
normal, yani yalnız mahalli olmayan portulanlarm İtalyan ve Bizans
menşeli olduğunu da kabul etmek mümkündür. Bundan başka Fransa Kralı St. Louis,
1270 tarihinde Tunus’a giderek, yolda kendisine, geçilen yolların bir deniz
haritası üzerinde gösterildiğini çağdaşı bir kayıttan anlıyoruz.
Carte pisane’den sonra daha iyi haritalar ve portulanlar
XIV. yüzyılın ilk senelerinde meydana getirilmiştir. Bu arada tarihli olarak ilk
yayınlanan portulan, Pietro Vesconti’nin eseridir ki, buna Marino
Sanuds’un Mısır, Filistin, Rodos ve Küçük Ermenistan kıyılarına dair Liber
secretorum fidelium crucis adiyle yazdığı bir eseri de ilave edilmiştir
(1320). Bu Marino Sanuds’un asıl portulan sayılabilecek eseri Jacques
Bonjour tarafından, Gesta dei per Francos adı altında yayılanan
külliyatın ikinci cildinde, üç kitap halinde, mevcuttur ki, birinci kitap
denizlerde ulaştırma ve ticarete dair büyük bir kitaptır. Fakat, Akdeniz
kıyılarına dair olan kısmı editör bulup yayınlayamamıştır. Yazarın doğum ve
ölüm tarihi bilinmemekteyse de XIV. yüzyılın ilk yarısında yetiştiği
muhakkaktır. Kısacası portulan\ar, bir kısmı harita, öteki kısmı metin
ve birbirini tamamlamak üzere, kimi vakit birlikte, kimi vakit ayrı ayrı, pek
eskiden beri kaleme alınmaktaydı. Hatta bu söylediklerimizden daha eski
zamanlarda Hint denizinden ta Çin’e kadar gemi dolaştıran İslam gemicilerin bu
yolda eserler, yani deniz ve kıyı haritaları, vücuda getirmiş olmaları muhtemeldir
(ayrıntılar için bkz. G. Sarton, Introduction to the History of Sciences,
II, 1047 vd. ve bir de Encyclopedia Italiana’nm, Nautiche maddesinde
güzel bir bibliyografya vardır).
Portulan'larm tarihine dair şu küçük özetten
anlaşılıyor ki, Bahriye kitabı yayınlayanların makalelerindeki iddiaları
biraz yersizdir. Aslında Bahriye’nin yayımını yapan (aşağıya bkz.) P.
Kahle, bu eserin önsözünde Ege denizi adalarının Pirî Reis’in kitabına 1485
yılında Venedik’te basılan Bartolomeo da li Sonnetti’nin Isolario adlı
kitabından geçirilmiş olduğunu söylediği gibi, Herzog da Ein tiirkisches W
erk Über das Aegaeichen Meer aus dem Jahre 1520 adındaki eserde bunu
doğrular. Ama Piri Reis’in Bahriye’sine bu eserin doğrudan doğruya
kaynak teşkil ettiği asla iddia edilemez; belki Türk amirali muhtelif dillerde
yapılmış haritaları görmüş ve kendi yolculuklarından büyük ölçüde yararlanarak,
eserini hazırlamıştır. Zaten P. Kahle'nin, Bahriye’nin kaynaklarını
söylerken, kullandığı ifade gerçekten tuhaftır. En büyük dikkatle okunsa bile,
yazarın son verdiği hükmü açık bir surette anlamak kabil olmuyor. Mesela diyor
ki: «Bahriye’nin metni için Batı eserlerinin bir dereceye kadar kaynak
teşkil ettiğini kabul etmek lazımdır; evvela bu hususta ortaçağlardaki İtalyan portulan’iarı
hatıra gelir, bunlarla Pirî Reis’in kitabı arasında şüphesiz temas noktaları
vardır; fakat bu cihet daha ince surette tetkik edilmelidir. Mamafih şöyle
acele bir kıyaslamayla bu İtalyan deniz rehberleri, Bahriye'ye. göre,
pek eksik olduğu için, ona örnek olması pek hatıra gelmez». Bu cümleden
Kahle’nin maksadı açık bir surette anlaşılmıyorsa da, bundan sonra, bütün por
t utanların birbirinden alıp, yeni bilgiler kattıklarını ve eski
nüshaların yırtılıp atıldığını söyleyerek, bugün, Pirî Reis’in asıl
kaynaklarını bulamayacağımızı anlatmak istiyor (1).
İşte:
Tamam ettik sözü
bulup muradı
Dedik tarihini
anın Feyz-i Hadi
932
tarih beytiyle
biten bu Bahriye’nin Türkiye ve Avrupa kütüphanelerinde birçok
nüshaları vardır ki, basılı Bahriye kitabında bunların muntazam bir
listesi bulunmaktadır; bu listeye göre, şimdiye kadar tespit edilen nüshaların
sayısı 29’u buluyor.
Bahriye’nin iki türlü nüshası olduğunu
söylemiştik; bunlardan Bologna ve Dredsen kütüphanelerinde bulunan nüshalarda
927 tarihinde kaleme alındığı ve Pirî Reis’in kendini «hemşire-zade-i Kemal
Reis» diye andığı yazılıdır. İşte bu nüshalar, 1926 yılında P. Kahle tarafından
yayımlanmaya başlanmıştır. Kahle, belki acelesinden, eserin ikinci ve daha
mükemmel nüshasını aramadan, yayıma başlamış ve ilk kısmını Almancaya
çevirmiştir. Fakat sonradan mükemmel nüshayı gören yazar Beitrage zur
historischen Geographie, 1929, mecmuasında bir makale yayınlayarak, ilk
tertipte bulunmayanmanzum
ünsüzü, sonsözü ve bazı parçalan Almancaya çevirmiştir. Yalnız çeviride
gördüğümüz ufak bir yanlıştan burada bahsetmek yerindedir. Manzum önsözün
denizler bahsinde:
Lîk Kulzum başka
deryadır heman, Kara yerde göl misaliyle iyan. Bakî deryalar karışmaz ana bil,
Ol dahi bakîsine bulmaz sebil.
beyitlerini tercüme
ederken Kulzum kelimesini, Arapçada kullanılışına göre,
Kızıldeniz=Rotes Meer diye tercüme etmiştir ki, bunun hata olduğu açıktır.
Halbuki Meninski, D’Herbelot ve Angelo â St. Joseph lügatlerinde Kulzum
adının Baku, yani Hazer denizine, hatta bazen Karadenize de verildiği
görülmektedir. Esasen böyle bir incelemeye bile lüzum olmadan, denizin
tarifinden, bu denizin ancak Hazer denizi olacağı apaçık görülüyor.
Öte yandan, yine
Kahle’nin 1929’da adı yukarıda geçen mecmuada yayınladığı makalede,
Magellan’ın meşhur seyahatine katılan bir Portekizli gemicinin, 1524 yıh
sonlarında Osmanlı devleti hizmetine girdiğini, Şeydi Ali Reis’in (aşağı bkz.) Muhit
adh eserinden alarak, zikrettikten sonra, bu Portekizli denilen gemicinin
Magellan seyahatlerini yazan meşhur Pigafetta olacağını (halbuki bu zat
İtalyahdır), onun için de Amerika’ya dair bunun verdiği bilginin Bahriye’ye
geçmiş olduğunu yazıyorsa da, devlet hizmetine giren bu ecnebi gemicinin
Pigafetta olduğunu kabul etsek bile, 1524 yılı sonunda Türkiye’ye gelen bir
zattan alman bilginin, 1525 yılında padişaha takdim olunan bir esere manzum ve
muntazam bir şekilde girmiş olması için, geçen sürenin, o zamanlarda biraz
kısa geleceğini zannediyoruz.
Avrupa’da özellikle
Almanya’da, üzerinde hayli çalışılmış olan Bu Bahriye kitabının, özet
şeklinde, 1756 yılında Fransa Kral kütüphanesi ve dışişleri bakanlığı
tercümanlarından D.D. Cardonne tara-. fından, Le Flambeau de la Mediterranee
adiyle, Fransızcaya çevrildiğini, fakat yazma halinde kaldığını biliyoruz
(bkz. Paris, Bibi. Nat., Fransızca yazmalar, F. F. 22279). Bu mütercimin
İstanbul’da Fransızlar tarafından açılan Doğu dilleri okulu öğrencilerinden olduğu
ve bu özeti okulda ödev olarak yaptığı bilinmektedir. Cardonne bu eseri
çevirirken, sonradan bizim Kâtip Çelebi’nin Cihannüma sına bir kaynak
teşkil edecek olan Abraham Ortelius’un Theatrum orbis terrarum adh
eserindekilerle Baudraud’nun coğrafya lügatindeki haritaları kullandığını ve
Piri Reis’in haritalarıyle bu haritaların hemen hemen tamamıyle birbirlerine
uyduklarını görmekle memnun olduğunu kaydeder.
Bahriye kitabı hakkındaki
düşüncelerimizi bitirmeden önce, eserin bazı yazmalarının sonuna ilave edilen
bir İstanbul planından bahsetmek lazımdır. Bu planlar İstanbul’da Köprülü
kütüphanesindeki 171 ve 172 numaralı nüshalarda, Paris (Bibi. Nat. F.T. suppl.
220, 956) ve Berlin kütüphanelerindeki nüshaların son yaprağında görülmektedir.
Berlin nüshasındaki harita, Eug. Oberhummer'in tertip ettiği ve İmparator
Wilhelm II.’e sunduğu Konstantinopel unter Suleiman dem Grossen adlı
albüme, renkli olarak, geçirilmiştir. Bu plan üzerine Kızıl adalar da yapılmış
ve bugünkü Kınalıada’nın yerine Heybeliada ve Heybeliada’nm yerine Burgaz
yazılmıştır. Ama bu adaların hizasındaki notta adaların en emin demir yeri
Burgaz adası limanı olduğu ve adalarda demir atmak için bazı talimat
zikrolunur. Bu adalarla notun Pirî Reis’in olması muhtemelse de, İstanbul
haritasının Pirî Reis’le bir alakası olamaz; çünkü harita üzerinde yazarın
zamanında bulunması imkansız olan bazı camiler (mesela Sultanahmet camii) ve
binalar vardır. O halde bu yazma nüshalara bu harita sonradan eklenmiştir.
Esasen, bu noktaya Oberhummer de dikkat ederek, Berlin nüshasının XVII.
yüzyılda yazılmış bir nüsha olduğunu söyler. Fakat Köprülü kütüphanesindeki 172
numaralı Bahriye nüshasındaki İstanbul planı, camileri ve binaları
bakımından, Pirî Reis zamanına uygundur. Asıl güzel ve mükemmel olan Topkapı
Sarayı nüshasını görmek müyesser olmadığı için, onda böyle bir harita olup
olmadığını bilmiyoruz (1). Herhalde Oberhummer'in Kanuni Süleyman Devrinde
İstanbul adını verdiği bu albüme böyle XVII. yüzyıl planını koyması, ancak
o padişahın zamanında yetişen bir yazarın kitabında görülmüş olmasıyle bir
dereceye kadar mazur görülebilir. Bir de bu haritaların sonradan ilave
edildiğine delalet eden bir nokta vardır; Paris nüshasındaki (Bibi. Nat. F. T.
suppl. 956) haritanın yazılarıyle metin içindeki başka haritaların yazıları
arasında asla benzeyiş yoktur (2).
Eserlerinden
bahsettiğimiz Pirî Reis’in kısaca ölümlüğünü vermek de lazımdır. Fazla
ayrıntılar için İslâm Ansiklopedi si’nin Batı baskısına ve Bahriye
kitabının önsözüne müracaat olunabilir.
Bu değerli Türk
gemici haritacının doğum yılı bilinmiyorsa da, 1500 yılında olan Modon deniz
savaşında bir gemi reisi olduğu düşünülür ve o sırada 30-35 yaşlarında
bulunduğu tahmin edilirse, 1465-1470 yılları arasında doğduğu söylenebilir.
Babasının Hacı Mehmet adında bir zat olduğunu kendisi Bahriye’nin
önsözünde bize bildiriyor (basılı nüsha, s. 3). Bu ibaredeki «Pirî Reis bin
el-Hac Mehmet hakir» sözlerindeki «hakir»i hakirî okuyan Babinger, İslâm
Ansiklopedisine yazdığı makalede Hakirî mahlası için birçok satırlar
doldurmuş ve hatta «Pirî» ile, bütün dönmelerin adlarında olduğu gibi (mesela
Sinan bin Abdülmennan), seci yapılmış olduğunu, bu nedenle de Pirî Reis’in
babasının dönme olduğunu iddia etmiştir. Halbuki Pirî Reis, âdet olduğu üzere,
burada ve daha birçok yerlerde «hakir» (hor, değersiz) sıfatiyle, doğrudan
doğruya kendisinden bahsetmiştir. Amcası veya dayısı olan Kemal Reis’in Rum
dönmesi olduğu J.H. Mordtmann tarafından iddia olunmakta ise de (bkz. J.H.
Mordtmann, Zur Lebensgeschichte des Kemal Reis, MSOS, XXXII, 2. kısım,
Berlin, 1929), Türk kaynaklarında buna dair kesin bilgi yoktur (1),
Leventlikten yetişmiş olan Pirî Reis’in asıl adı, Sicill-i Osmaniye göre
(II, 44), Pirî Muhiddin olup, Kemal Reis’in kız kardeşinin oğludur. Herhalde
Pirî Reis, Kemal Reis (ölm. 1551) ile birlikte, birçok deniz seferlerinde
bulunmuş, özellikle Akdeniz hakkında gerçekten değerli bilgiler edinmiştir.
Sonradan, Süveyş donanması kumandanlığına tayin edilen Pirî Reis 1551'de,
Maskat’ı zaptetmiş, fakat bir süre sonra Hürmüz kalesi kuşatılmışsa da, bazı
Türk tarihlerinin (Peçevî, Âli, Tulıfet-iil-kibar) rivayetine göre, düşmandan
aldığı hediyeler üzerine kuşatmayı kaldırarak, donanmayla Basra’ya gitmiştir.
Kuvvetli bir Portekiz donanmasının Basra’ya yaklaşması üzerine, üç gemi ile
oradan savuşarak, ancak iki gemi ile Mısır’a dönebilmiştir.
O vakit Basra
valisi olan Kubad Paşa —ki, gayet haşin, cahil ve kaba bir kişiydi— Pirî Reis’i
türlü tazyiklerle Basra’dan ayrılmaya mecbur etmiş ve sonradan da Hürmüz
kalesinden önemli servetler teşkil edecek rüşvetler alarak, kaleyi kuşatmadan
vazgeçtiğini bir jurnalle İstanbul’a bildirmiştir ki, bunun üzerine Pirî Reis
952=1554’te (belki de 959 veya 960'ta) Mısır’da idam olunmuştur. Türk deniz
coğrafyacılığının ilk müjdecisi olan bu Türk denizci ve haritacısının
amirallik değeri hakkında bir şey söylemek bize düşmezse de, ilme olan heves ve
bağlılığı ve öğrendiklerini yazmaya olan arzusu, kendisinin herhalde bir ilim
adamı olduğunu gösteriyor. Uğradığı akıbetin feci olduğu şüphesizdir. [Bkz.
İA. c. IX, s. 561-565],
Coğrafya, özellikle
Hint Okyanusuyle meşgul olmuş ve buna dair eser yazmış ikinci amiral Şeydi Ali
bin Hüseyin’dir (ölm. 1562). Şiir dahi yazmış olan bu zatın lakabı Kâtib-i Rumî
olup, şiirde Kâtibi takma adını kullanır. Ailesi, bir rivayete göre, Sinoplu
olan Şeydi Ali Reis, Kanunî Süleyman zamanında, Tersane kahyası Hızır
Kethüda’nm oğlu olup, birçok deniz seferlerine, özellikle Kıbrıs fethine
katılmış, sonra da Barbaros Hayreddin Paşa maiyetinde çalışmış mahir bir
gemici ve astronomiye vakıf bir zattı. Halep'te bulunduğu sırada, Pirî Reis’in
Basra’da bıraktığı donanmayı getirmek üzere, Murat Reis'ten sonra donanma
kumandanlığına tayin edilmişti. Basradan donanmayı alıp, selametle Gufar
yakınına kadar gelmiş, orada El-Mosandam burnu hizalarında, 25 gemiden mürekkep
Portekiz donanmasıyle savaşa tutuşmuş ve bir kere daha savaşmak zorunda
kalınca donanması, gerek düşman zorundan ve gerek havaların fenalığından,
yenilmişti. Hemen hemen selefi Pirî Reis’in aynı akıbetine uğrayan amiral
Surrat kıyılarında karaya çıkıp, Gücerat, Sint, Horasan, Irak-i Acem,
Maveraünnehir ve İran yoluyle karadan Türkiye’ye dönmüştür.
Bu yolculuğundan
koynunda iki eser. Mir'at-ül-memalik ve Muhit ile dönen (1557)
Şeydi Ali Reis, Edirne’de Kanunî Süleyman’ın yanma varınca, yarı edebi, yarı
hikaye tarzında yazılmış Mir'at-Ül -memalik'i huzura takdim etmiş ve
padişahın etrafındaki şairlerin delaletiyle, selefinin aynı başarısızlığa
uğramış olmakla birlikte, onun akıbetinden kurtulduğu gibi, günde 80 akçe
maaşla müteferrikalığa ve sonradan Diyar-i Bekir timar defterdarlığına tayin
edilmiştir. Şeydi Reis Galata’da muhteşem ve her vakit misafirlere açık bir
konağa sahip, çok cömert ve yüce yürekli bir zattı. Kendisine, bundan dolayı,
Galatah Reis de derlerdi.
Bir çeşit
seyahatname niteliğinde olan Mir'at-ül-memalik (tabı ikdam, İstanbul,
1313) bizi burada ilgilendirmez. Eserin ilmi bir değeri bulunmaktan ziyade,
geçtiği memleketlerde konuştuğu zatların hallerinin hikayesinden ibarettir;
fakat Hindistan’da yalnız Müslümanlarla konuşmuş olması ve Hinduların
durumlarından asla bahsetmemesi, dikkate değer bir eksikliktir. Geçtiği
memleketlerin hükümdarlarıyle konuşmalarında hep Türkiye’den ve Kanunî Süleyman’dan
överek bahis ve mukayese etmiş olması dikkate çarpar. Yazar bu eserinde,
coğrafya açısından, ilmi bir bilgi vermemekte ve daha ziyade geçtiği
memleketlerin iç durumlarından bahsetmektedir. Bu eser önce, von Diez
tarafından, Denkwiirdigkeiten von Asien adlı eserinin ikinci cildinde
(s. 267-738) Almancaya çevrildiği gibi, bu çeviriden Morris tarafından da Journal
Asiatique’in X.-XI. ciltlerinde Fransızcaya çevrilmiş ve sonunda A. Vambery
de eseri The Travels and Adventures of the Turkish Admiral Sidi Ali Reis (London,
1899) adiyle, İngilizceye çevirmiştir. Yazarın üç yıl süren bu uzun ve zahmetli
seferinden sonra, dilimize, bir tehlikeden korkutmak için kullanılan, başına
Sidi Ali hali gelir atasözü girmiştir.
Şeydi Ali Reis’in
bizi en ziyade ilgilendiren ve kendisinin sadece ameli gemici olmayıp deniz
astronomisi ve coğrafyayı gerçekten bilen bir bilgin olduğunu gösteren eseri Muhit’tir.
Hindistan’da Ahmedâbat’ta 1554 yılında yazılan, daha doğrusu birçok daha eski
eserlerden toplama suretiyle ve yazarın bazı özel gözlem ve sınamalarının
katılmasıyle meydana getirilen bu eserin nüshaları nadirdir. Orijinal yazması
Topkapı Sarayında Revan Köşkü kütüphanesinde 1643 numarada, İstanbul’da başka
bir nüsha Nuruosmaniye kütüphanesinde, 2948 numarada, bulunmaktadır. Avrupa'da
ise, yalnız Viyana kütüphanesindeki, von Hammer tarafından, 1832 yılında İstanbul’da
satın alınan, nüsha (Kat. Flügel, 1277) 1558’de Diyar-i Bekir’de yazarı
tarafından bırakılan nüshadan kopya edilmiş çok değerli bir eserdir. Bir de
Napoli’de (Museo Borbonico) Biblioteca nazionale'de 1570 yılında kopya edilmiş
bir nüsha vardır. Bunlardan başka özel kitaplıklarda belki bulunabilen bu nadir
eserin asıl adı Kitab-Ul-mııhit fi ilm-il-eflâk ve el-ebhur dur. Daha
1834-1838 yılları arasında von Hammer eserin, özellikle deniz astronomisine
dair, fizik coğrafya noktasından önemli olan bölümlerini İngilizceye çevirerek,
Jornal of the Asiatic Society of Bengal'in III., IV., V. ve VII.
ciltlerinde, Extracts fronı the Mohit adı altında yayınlamıştır. Bu
çeviri o zamanlar çok dikkati çekmemiş; ancak müsteşrik Reinaud ve
İngiltere’nin ünlü tarihi coğrafya uzmanı Henry Yule ve Viyana üniversitesi
coğrafya profesörü W. Tomaschek tarafından incelenmişti. Daha sonraları Roma
üniversitesi profesörlerinden müsteşrik Luigi Bonelli de, her iki Avrupa
nüshasını inceleyerek, topografik coğrafyaya dair olan dördüncü, altınca
bölümlerle yedinci bölümün bir kısmını Rendconti della reale academia dei
Lincei’de 1894 yılında yayınlamıştır. Nihayet Viyana üniversitesinde
doçent M. Bittner Muhit’in Hindistan’ın Rüzgaraltı, Rüzgarüstü kıyıları,
Hint denizindeki adalar, takımadalar ve Yeni Dünyaya dair bir ilaveyi ihtiva
eden dördüncü faslı ile yine Hint Okyanusundaki ünlü limanlar ve adaların,
kutup yıldızına göre irtifalarmı parmak (esbâ) ölçüsüyle gösteren bölümü
çevirerek, bu yazı profesör W. Tomaschek’in bir giriş yazısı ve Şeydi Ali
Reis’in eserindeki tarifler üzerine yapılmış 30 haritayla birlikte, Die
topographischen Capitel des indichen Seespiegels, Mohit adı altında, Vasco
da Gama’nın 1497 yılında Doğu Hindistan yollarını açmasının dört yüzüncü yılı
münasebetiyle 1897’ de yayınlanan Festschrift'te çıkmıştır. Muhit
henüz ne Türkiye’de ve ne de Avrupa’da tam bir surette yayınlanmadığı gibi,
Türk yazarlar arasında da pek rağbet görememiştir. Yalnız Kâtip Çelebi Cihanniima’yı
yazarken, Cava, Sumatra, Seylan ve başka adalar hakkındaki bilgileri olduğu
gibi Muhit’ten aktarmıştır.
Eserin içindekiler
özetle şunlardır: I. bölümde yön bulma, gök dairelerinin, yıldızların
aralıklarının ölçülmesi ve yıldızların yükseltilerinin hesabı; II. bölümde
zaman hesabı, takvim, güneş ve ay yılları; III. bölümde pusula bölüntüleri; IV.
bölümde biraz evvel söylediğimiz maddeler; V. bölümde denizcilikte önemli bazı
yıldızların doğma ve batmalarıyle adları (bu bölüm, Bittner tarafından, Zeitschrift
des orientalischen Institutes der Wiener Universitaet’te özetlenmiştir);
VI. bölümde meşhur limanlarla adaların kutup yıldızına göre yükseltileri; VII.
bölümde astronomiye ait bilgiler ve bazı limanlar arasındaki uzaklıklar; VIII.
bölümde rüzgarlar, muson gibi mevsim rüzgarları ve bu rüzgarların, çeşitli
takvimlere göre, başlangıç tarihleri (Hammer’in çevirisinde en önemli kısım
budur); IX. bölümde ulaştırma yolları ve X. bölümde tufan tabir ettiği büyük
fırtınalar ve bu zamanlarda alınacak tedbirler (bu kısım da Hammer tarafından
çevrilmiştir). İşte şu münderecat gösteriyor ki, Muhit gerçekten ilmi ve
pek faydalı bir portulan dır. Yalnız bu eserin orijinal bir eser
olmadığı, fakat ara sıra yazarın bizzat edindiği bilgileri de ihtiva ettiği
görülmektedir. Zaten Şeydi Ali Reis, önsözünde Basra’da geçirdiği beş ayda,
Basra körfezi ve Umman denizinde dolaştığı üç ay zarfında gemicilerle ve
gemilere alman kılavuzlarla konuşup, onlardan bu denizler ve kıyılar üzerine
bilgi almaktan bir an geri durmadığını, en eski Hindistan ve Hürmüz
kılavuzlarından Leis bin Kehlan, Mehmed bin Şadan ve Sehl bin Abân’m Hint denizinde
nasıl yolculuk ettiklerini öğrendiğini ve bundan sonra Ummanlı Ahmed bin
Macid’in ve Cüreli Süleyman bin Ahmed’in kitaplarıyle Fevaid,
Tuhfet-ill-fuhul, Minhac, Kılâdet-üş-şilmus ve Haviye ismindeki
kitapları baştan başa okuduğunu, bunlardan aldığı bilgilerle, bundan sonra
kaptanlar ve gemi reislerinin kılavuz almadan Hint denizinde gemilerini
yürütebilmelerini sağlayacak bir kitap yazmak istediğini ilave eder. Bu fıkradan
Şeydi Ali Reis’in kaynaklarını birer birer gösterdiği anlaşılıyor ki bu da
onun fikir’namusuna ne kadar saygılı, ne kadar temiz karakterli olduğunu
gösterir.
Bununla birlikte,
Yenidünyanın bulunuşu için Muhit’in dördüncü bölümüne kattığı bir
zeyilde, şimdiye kadar Türkiye’de daha eskilerden hiç kimsenin duymamış olduğu
bir kıtadan, yani Amerika’ dan, bahsedeceğini söylemesi ve Pirî Reis’in Bahriye’sinde
Amerika' nın bulunuşu üzerine düzenli bilgiler olduğunu yazmaması, olsa olsa
padişahın gazabına uğrayan zavallı selefinin adını hatırlara getirmemek
istemesinden ileri gelmiştir. Hele yukarıda adı geçen Fetschrift' in
eleştirisini Bolletino della societa geogr. Italiana’da yazan Conti
Rossi, Amerika’nın bulunuşundan Doğu eserlerinde ilk defa Şeydi Ali Reis’in Muhit’inde
bahsedildiğini, Bahriye, İtalyan müsteşriklerince, pek iyi bilindiği
halde, söylemesi, şaşılacak şey olsa bile, bir' çok nüshaları yazılmış ve
dağılmış olan Bahriye’yi Şeydi Ali Reis’in görmemiş olması tahmin
edilemeyeceğinden, bu son yazarın yanlışı kadar ağır bir hata değildir. Ama bu
zeyil dikkatle okunursa, bunda Christophe Colomb’un keşfinden ziyade Portekizli
seyyahların, Kanarya adalarından itibaren, batıya doğru 20° kadar giderek, bir
kıta bulduklarını ve bu kıtanın batıda 90° boylam derecesine kadar ve
ekvatorda kuzeyde ve güneyde 60° enlem derecesine kadar uzadığını söylemesi,
özellikle en güneyde "Karanlık diyarı”na varırken, kâşifi Magellan’ın
adını alan Magalaniye (Macellan) boğazından geçildiğini kaydetmesi,
Amerika hakkında en yeni bilgileri toplamış ve bu yolda selefi amirali
geçmiş olduğunu gösterir. Yeni kıtajıakkında verdiği bilgiler arasında,
köpek şeklinde ve 18 parmak bo; yunda insanlardan bahsetmesi efsanelere inanmış
olduğunu bize bildiriyor. Yenidünya hakkındaki bilgileri Şeydi Ali
Reis, Kanunî Süleyman zamanında devlet hizmetine giren, Magellan boğazından
geçerek, dünyayı dolaşan Portekizli bir gemiciden (yukarı bkz.) öğrendiğini
söylediği gibi, Yenidünyadan boya odunu (bakkam) getiren bir Fransız gemisi tayfalarından
bilgi aldığını da söyler ki, efsanevi bilgileri bu tayfalardan işitmiş olsa
gerektir.
Şeydi Ali Reis’in
bundan başka astronomiye dair eserleri vardır. Bunlardan biri Ali Kuşçu’nun
meşhur Fethiye’sinin Hulâsat-ül-hey’e ismiyle yaptığı çevirisidir (bkz.
Ayasofya kütüphanesi, 2591 ve Nuruosmaniye kütüphanesi, 2911). Yazar, Halep’te
bulunduğu sırada, Hamdullah bin Şeyh Cemaleddin’den astronomi ve matematik okumuş
ve hocasının kendisine «Arap ve Fars» dillerinde birçok astronomi ve matematik
kitapları olsun da niçin Türk dilinde olmasın, Ali Kuşçu’nun kitabı en
beğenilenlerdendir, onu Türkçeye çevirmek yerinde olur», demesi üzerine, Fethiye’yi
çevirmişse de bu, doğrudan doğruya bir çeviri değildir; birçok katkılar
yapılmıştır. Mesela gökleri sayarken, astronomi terimlerini katmış ve âlemin
merkezinin yerin merkezi olduğunu ve ağır cisimlerin yerin merkezine doğru
düştüklerini ilave ve arzın günlük hareketini ret için kanıtlar (o zamanlar hep
ileri sürülen, havaya atılan okun aynı yere düşmemesi gerekeceği iddiası gibi)
getirmekle birlikte, yerin yuvarlaklığını dağların yüksekliğinin
bozamayacağını, çünkü yerin çapının 1545 fersah, halbuki en yüksek dağın 2‘/s
fersah yüksek olduğunu Nihayet -ül-idrak’ten alarak, eserine koyduğu
gibi, Çagminî ve Kadı-zadeden çok istifade etmiştir. Gene aynı yazarın Mir’at-i
Kâinat adlı bir eseri (Üniversite kütüphanesi, T. 1824) daha vardır ki, bu
eseri çeşitli Arapça ve Farsça eserlerden derleyip yazmış ve Türkçede böyle bir
eser olmadığı için, her yerde işe yarayacağını önsözde söylemiştir. Usturlabın
yapımı ve kullanılışından başlayarak, güneşin yükseltisini ve yıldızların
yerlerini, kıblenin ve öğle vaktinin belirtilmesi, rubu tahtasının yapılması ve
kullanılmasını, daire çemberlerinin sinüs, kiriş ve tanjantlarının bulunması
ve karşı tarafına geçilemeyen bir nehrin genişliğini ölçmek usulünü yazarken
araya astroloji üzerine bilgiler sıkıştırmaktan da vazgeçememiştir. Gördüğümüz
nüsha doğrusu pek fena bir Türkçeyle, zor anlaşılır ifadelerle yazılmış bir
eser niteliği göstermekteydi.
Paris'te 1865
yılında Academie des Inscriptions et des BellesLettres'e ve coğrafya
cemiyetine, D'Avezac tarafından Mappemonde Turc de 1559 başlığıyle
yapılan bir tebliğden 1559 yılında, Tunuslu Hacı Mehmed adında biri tarafından,
altı elma ağacı tahtası üzerine çizilmiş kalp şeklinde (cordiforme) Türkçe bir
düzlemküre haritasının Venedik'te St. Marco kütüphanesinde bulunduğunu öğreniyoruz
(1).
Bu Tunuslu yazar,
coğrafyayı ve başka ilimleri Fas şehri camiinde tahsil ettikten sonra,
Avrupa'da ve pek muhtemeldir ki, Venedik’te esir hayatı geçirmiştir, işte
kendi dediğine göre bu haritayı esaret zamanında yapmış ve açıklamaları Frenk
(?) dillerinden çevirerek, Türkçe yazmış veya yazdırmıştır. Başta Sultan
İsmail ebü'lFeth'in (Melik-ül-Imadeddin İsmail Ebü’l-Fida) coğrafyaya olan merakından
bahsettikten ve kendisinin esarette faziletli ve bilgin bir efendinin hizmetine
düştüğü için, şükrettikten sonra«kema yenbagi (gerektiği gibi) Müslüman
hattıyle Frenk dilinden ve hatlarından nakil ve tercüme eyledim ve emeğim
mukabilinde bu bapta dahi âzatnamesin vermeğe taahhüt eylediler amma
vallahilazim ve billahilkerim bu üslûba getirince (bu hale getirinceye kadar)
çektiğim zahmetler ve mihnetler dil ile takrire kabil değildir... Ağamın emriyle
bu tercümeyi Türk diline yazdırım (?). Zira ki, bu dil bugün (Süleyman
Kanunî'nin devri) dünyada hükmeder» diyor. Anlaşılıyor ki, Hacı Ahmed bu
haritayı yaptıktan sonra, ağasının emriyle, Türkçeye çevirmiştir. Bu noktada
D'Avezac’ın garip bir düşüncesi vardır: Ona göre, Hacı Ahmed haritanın
yazılarını Arapça yazmış ve sonradan bunlar iki Italyan tarafından Türkçeye
çevrilmiştir. Halbuki yukarıya aldığımız cümlelerin bir Türk veya Türkçeyi öğrenmiş
bir Arap tarafından yazıldığı besbellidir. Belki bu haritanın baskı iznini alan
iki Italyan, Türkçe açıklamaları Italyancaya çevirmişlerdir.
Hiratada boylam
daireleri başlangıcı olarak, Kanarya adaları alınmış ve boylam daireleri büyük
bir doğrulukla çizilmiştir; kuzey kutbu daireleri bir ada gibi gösterilmiş,
etrafı da "Cezair-i zulumat” (Karanlıklar adaları) dediği birtakım
adalarla çevrilmiştir. Güneyde Arz-ün-Nar’dan doğu ve batıya uzanan büyük bir
kıta vardır. Bu düzlemküre önce Hammer (bkz. Geschichte des Osman. Reiches, Peşt,
1832, VIII, 594) ve bir Italyan yazarı tarafından bildirilmiştir. Yalnız
Hammer’in haritanın Hacı Ahmed'in esaretinden sonra yapıldığını yazması,
yukarıya olduğu gibi aldığımız cümleye göre, hatadır. [Ek-22],
Topkapı Sarayı
Müzesi kütüphanesinde 1577/3594 numarada kayıtlı ceylan derisi üzerine yapılmış
renkli 7 haritadan mürekkep bir mecmua (buna kütüphane kataloğu "atlas”
demiş olsa bile haritaların yapıldığı tarihte Türkiye’de "atlas” kelimesi
bilinmemekteydi; bu kelime, aşağıda göreceğimiz gibi, ilk defa Kâtip Çelebi
tarafından Atlas minör çevirisiyle bize gelmiştir.) vardır ki, Fevzi
Kurtoğlu, 1935’te yayınladığı bu haritaları Ali Macar Reis Atlası diye
adlandırdığı gibi, aynı yılda Türk süel alanında harita ve krokilere
verilen ehemmiyet ve Ali Macar Reis atlası adiyle de bir açıklama
yazmıştır. Haritaların topyekûn, ölümlüğünü iyi bilmediğimiz bir Türk
gemicisine atfı, ancak 4 numaralı haritada «Ketebehü’l-fakir
biinayeti’l-melik-it-takdir Ali Macar Reis fi şehr-üs-sefer sene 975» diye
görülen bir kayda dayanıyor. Ali Macar Reis’in kimliği üzerine, önce Evliya
Çelebi Seyahatname’sinin IX. cildinin başına yazılan bir nota göre, 19
rebiülâhır 973 tarihiyle Kavala kaptanına hitaben yazılan bir hükümde:
«Haliya levend
reislerinden Ali... Reis ve Sakızlı Haşan Reis nam kimseler 16 oturak kalite
ile yürüyüp fesat ve şenaat üzere oldukları ve Girid kurbunda aldıkları bir
Sakız fırkatesin mezkûrlardan satın almışsız imdi mezburlarm ele geçirilmesi
lâzım olmağın buyurdum ki hükm-i şerifim vusul buldukta zikrolunan levendleri
tetebbü edip ele geçiresin...»
denilmiştir.
Halbuki Fevzi Kurtoğlu’nun uzun ismi yukarıda geçen eserindeyse, (s. 19), bu
hüküm aynen geçirilirken, reisin adı sadece “Macar Reis” diye yazılmıştır (aslı
Hazine-i Evrak Mühimme Defteri, cilt V, s. 156’da olduğu kaydedilen
hükm-i şerifte acaba hangi isim yazılıdır?). Bundan sonra da, Ali Reis’in Macar
lakabını almasına sebep olarak da, ya kendisinin aslen Macar olduğu veya o
zamanlar bir Türk eyaleti olan Engürüs=Macaristan’da yerleşmiş bulunması, ya
da Macaristan seferlerine katılarak, Macarlarla çok düşüp kalkmış olmsı gibi
hipotezler yürütülmüştür. Haritaları yapanın kimliği hakkındaki tahminleri
şimdilik bir tarafa bırakarak, haritalara geçersek, bunlardan birinci harita
Mollevveide projeksiyon tipine yakın bir tipte yapılmış bir düzlemküredir ve
üzerinde 2.000 mile karşılık bir de ölçeği vardır. Bilindiği üzere, bu tip
projeksiyon usulünde düzlemküre ilk olarak XVIII. yüzyılda yapılmaya
başlamıştır. Haritanın üzerinde Bering boğazı işaret edilmiş olmasına göre de,
bu düzlemküre haritasının 975=1567 yılında çalışan Ali Macar Reis’in olması
mümkün değildir. [Ek-23],
Ege denizini
gösteren ikinci harita da, tertip bakımından, ötekilere benzemez. Haritalar,
limanları, adaları, burunları büyük bir dikkatle gösterdiği gibi, kara içindeki
bazı küçük şehirleri ve kaleleri de gösterirse de, hepsi de yukarıda
açıkladığımız portulan şeklindeki deniz haritalarıdır. Fikrimizce bu
haritalardan imzalıdan başka dördü, yani 1. Ispanya’dan kuzeye doğru Britanya
adalarını ve Manche denizini gösteren, 2. Tunus, Trablus, İtalya kıyılarını tasvir
eden, 3. Doğu Akdeniz ve Ege denizi havzasını alan ve 4. Karadeniz ve Marmara
denizini gösteren haritaları, büyük bir ihtiyatla imzalı 4 numaralı harita
sahibi Ali Macar Reis’e mal edebilirsek de, Mollevveide projeksiyon usulüyle
yapılmış düzlemküre haritasının bu reise bağlanması imkansız ve Ege denizi
haritasının aynı kimsenin olması pek şüphelidir. Haritalarda, dikkate değer
olarak,
İtalya, Trablus, Tunus ve İspanya kıyılarındaki küçük adalara, burunlara
gemicilerimiz tarafından verilen, mesela Deli Mehmet adası, Sıçancık adası.
Yılancık adası vb. gibi adlar ve Turgut Reis, Piyale Paşa, Sinan Paşa, Lütfi
Paşalar tarafından harp edilen yerlerin kenarında kayıtlar görülmektedir.
Bunlar, tarihimiz noktasından, gerçekten incelenmeye değer. Bu Türkçe
isimlerden bazıları Pirî Reis’in Bahriye kitabı haritalarında da
vardır. Bizi özellikle ilgilendiren bir nokta da düzlemküre haritası üzerinde
Hazer denizine Bahr-i Kulzum diye işaret edilmesidir ki, bu suretle yukarıda Bahrtye'nin
Almancaya çevirisinden bahsederken, ileri sürdüğümüz iddia tamamıyle doğrulanmış
oluyor demektir. Şimdi bu haritaların, örnek olarak ne gibi haritalar
kullanılarak çizildiğini belirtmek işi kalıyor ki, bunun yapılmasını coğrafya
tarihi uzmanlarımıza bırakıyoruz. Bize haritaların aslını görmek, ne yazık ki,
müyesser olamadığı için, bu görüşlerimizi basılı haritalar üzerindeki
incelemelere ve baskıda pek iyi çıkmayan isim ve kelimeleri de Fevzi Kurdoğlu’
nun okuyuşuna dayandırdığımızı söylemek isteriz (gerek bu harita ve gerek Pirî
Reis haritaları için bkz. s. 81-82.
XVI. yüzyılda,
Türkiye’de coğrafya ve kozmografyaya ait daha birçok eserler meydana
getirilmiş olduğunu biliyoruz. Bunların çoğu çeviri ve toplama eserlerden
ibarettir. Mesela Sultan Selim camii muvakkati Mustafa bin Aliy-ül-Muvakkit’in
Tuhfet-üz-zaman ve haridet-ül-evan adiyle yazdığı mufassal eser, gök
kürelerinin ve yıldızların niteliklerinden bahsettikten sonra, denizleri,
dağları ve yeryeryüzündeki nehir, su kaynaklarını, başka bir bölümde de yedi iklimi
ve bunların meşhur şehirlerini anlatır. Bu eser (bkz. Ayasofya kütüphanesi,
2993). Çagminî ve Kadı-zadenin astronomi kitaplarıyle Hayat-ül-hayvan ve
Acaib-i'd-mahlükat gibi, o zaman pek moda olan Arapça eserlerden çevirme
ve toplamadan ibarettir (1).
Bu yazarın coğrafya
konusunda İlâm-ül-ibad fi alâm-ül-bilâd adlı, Kanunî Süleyman’a sanulmuş
küçük bir eseri vardır (bkz. Ayasofya kütüphanesi, 2991) ki, Çin ve Fas
arasında yüz önemli şehrin İstanbul’dan uzaklıklarını gösterir. Başka bir
matematik eseri de, kütüphane defterlerine Risalte-ül-ceyb diye
geçirilen, Tahlil-ill-mikât adlı rub’u müceyib denilen aleti ve yükselti
ölçme usulünü tariften sonra, nehirlerin genişliğini ve kuyuların derinliğini
ölçmek usullerini bildirir (bkz. Ayasofya kütüphanesi, 2616). Daha sonraları
Murat III. zamanında Mahmud bin Ali Sipahî-zade'nin (ölm. 1588), Evzah-iil-mesalik
ilâ mârifte-il memâlik adiyle, önce Arapça, sonra sadrazam Mehmed Paşanın
emriyle Türkçe yazdığı eser (Topkapı Sarayı Revan kitaplığı, 1642) dikkate
değer. Önsözde yeryüzünün küre biçiminde olduğunu anlatır, sonraki bölümlerde
denizler, göller, ırmaklar, dağlar ve şehirlerden bahseder. Küre biçiminde
olan dünyanın önce suyla kaplıyken, sonradan ancak yüksek yerlerin suyun
dışında kalarak, karaları meydana getirdiğini yazar. Denizler bahsi eksik olup,
göllerin güya haritası yeşil boyayla kitabın kenarına yapılmıştır. Şehirlerin
birbirine ilişki ve yüzölçümlerini göstermek için yapılan haritalar, zamanına
göre bile, mükemmel şeyler değildir. Bu kitabın aslı olan Arapçasının Murat
Ill.'a takdim olunduğunu Kâtip Çelebi yazarsa da, aslı da, Türkçesi de
Sadrazam Sokullu Mehmet Paşaya takdim olunmuştur. Zaten bu eser için Kâtip Çelebi
Ebü'l-Fida'nm eserinden aktarma ve çeviridir demektedir (bkz. Cihannüma).
Yalnız şu cihet söylenmelidir ki, önsözün sonuna katılmış olan bibliyoğrafya,
o zaman için, oldukça mükemmeldir; mesela Yakut'un eseriyle Kanun-ül-Mes’udî
ve Kitab-ül-etval ve’l-uruz, Kitab-ül-mesalik ve’l-memalik,
Kitab-ür-resm-ür-rubu Batlamyusî ve Mucem ül-büldan özeti olan Marasid-ül-ıttıla
bunlardandır.
Yine bu devre ait,
Mehmet bin Ömer Bayezit bin Âşık tarafından yazılan, Manazır-iil-avalim
adındaki coğrafya ve kozmoğrafya üzerine bir kitap da meşhur olmuştur. Eser
XVI. yüzyılın son senelerinde (1006=1597) kaleme alınmış olup, birçok
eserlerden derleme yolunda meydana getirilmiş ve hatta yazar, alçak
gönüllülüğünden «telif ve tasniften tehaşi edildiği için, sebt olunan sütur
menzile-i istinsaha tenzil olundu (kitap yazmadan çekindiğim için, not ettiğim satırları sadece olduğu gibi
kopya ile yetindim, anlamına) demiştir (bkz. Topkapı Sarayı, Revan Köşkü,
1667). Fakat yazar ne derse desin, bu eser herhalde dikkate değer bir kitaptır.
Kitap yazılırken en çok Ebü’l-Fida, İbn-ül-Cevzî, İbn-ül-Verdî, Kazvinî, Yakut,
Hamdullah-ül-Müstevfî, İbn-i Hordazbih gibi, eski büyük yazarlardan
faydalanmıştır. Gerçi ilk kısmında gökten ve gökcisimlerinden bahsederken,
cehennemden ve cehennem halkıyle şeytandan bahsetmeyi unutmamışsa da, ikinci
kısımda tabii coğrafyayı ve şehirleri açıkladıktan ve saydıktan sonra,
hayvanları ve hatta insanın teşrihini de anlatır. Herhalde bu eser, Kâtip
Çelebi’nin küçümsemesine layık olacak derecede adi bir eser değildir (öteki
nüshalar için bkz. Nuruosmaniye kütüphanesi, 3032 ve Fatih kütüphanesi, 4180).
Yazarı Âşık, Trabzon'da 1555 (?) yılında, bir müderrisin oğlu olarak, doğmuş ve
Flügel’e (Kat. der orient. Hss., II, 431) göre 1600 yılında ölmüştür (
Menazir-ül-avalim’in eleştirme ve özeti için bkz. F. Taeschner, Osmanlılarda
Coğrafya, Türkiye mecmuası, II, 271).
Nihayet, yine bu
devirde 1583 yılında Tarih-i Hind-i Garbi adiyle bir eser yazılıp,
Murat Hl.’a sunulmuştur ki, sonradan İbrahim Müteferrika tarafından, XVIII.
yüzyılda, yazarın adı verilmeden, resimli olarak basılmıştır. Türk
bibliyografyalarına göre, yazarı Mehmed bin Emir-ül-Hasan-üs-Suudî olması lazım
gelirse de, bu hususta anlaşmazlık vardır. Mesela Kâtip Çelebi ve ondan alarak
Franz Taeschner (bkz. aynı makale), kitabın Mehmed bin Yusuf-ül-Herevî
tarafından yazıldığını söylerse de, yine Kâtip Çelebi, Keşf-üz-zunun da
kendi el yazısıyle olan nüsha üzerine, eserin Frenkçeden aktarıldığını ve
yazarının Şeydi Ali Reis olduğunu yazmış, fakat yine kendi kalemiyle bu yanlış
bilgiyi çizmiştir. Öte yandan Beyazıt Genel kitaplığındaki gayet süslü yazma
nüshada yazarın «salik-i rah-i mesudî, emir Mehmed bin Hasan-üs-Suudî» olduğu
yazılıdır; yazarı kim olursa olsun, bu esere türlü türlü adlar verilmektedir: Ahval-i
âlem-i cedid, Tarih-i Yenidilnya, Hâdis-i Nev ve Kutr-i Nev. Eser
1732 yılında Feon Baptiste Fienne adında, İstanbul Doğu Dilleri Fransız Okulu
öğrencilerinden biri tarafından Fransızcaya çevrilmiştir (bkz. Bibi. Nat.,
Paris, Cat. des manus. turcs, suppl., 901). İlk iki bölümü eski coğrafya ve
biraz da kozmoğrafya bilgileri verir. Üçüncü bölümde Amerika’nın keşfine
«ibtiday-i zuhur-i âlem-i cedid ve kutr-i nev» diye girişir. Bu keşfin tarihi
üzerine oldukça doğru bilgi veren bu fasılda bu kıtadaki hayvanlar ve
bitkilerden bahsederken, efsanevi malumatı da katmaktan çekinmemiştir.
VI. hicri yüzyılda
Endülüs’te' yetişen Ebu Zekeriya Yahya bin Muhammed-ül-Avam’m yazdığı meşhur Kitab-ül-felâha,
yine bu devirde (Hicri 998) Mehmed bin Mustafa adh bir zat tarafından Türkçeye
çevrilmiştir (bkz. Beyazıt, Veliyüddin Efendi kütüphanesi, 2534), ilk 30 bölümü
ziraat ve son 4 bölümü de evcil hayvanlar ve tavuk yetiştirmek usulleri
üzerinedir. Yunan ve Arap eserlerinden toplanmış bilgileri kapsayan bu eserin
İbn Vahşiya'nin Kitab-ül-felâhat-ün-nabtiye'sinden ve Ahmed bin Mehmed
bin Haccac’m Mukni adlı kitabından alındığı muhakkaksa da, İbn Haldun’un
dediği gibi, eser yalnız Felâhat-ün-nabtiye nin bir özetinden ibaret
değildir. Özellikle toprağın ve gübrelerin çeşitleriyle son bahiste at, katır,
eşek deve ve öküz beslemek usulleri ve tavuk, hindi (?) beslemek, iyi yumurta
almak alanlarında, zamanı için faydalı bilgiler verir. Türkçeye çeviren zatın
kişiliği ve hayatı tahkik edilememiştir. Aslında 587 bitkiyle 50 türlü meyve
ağacından bahseden bu kitap, İspanyolcaya da çevrilmiş ve Arapça metniyle
birlikte yayınlanmıştır (Madrid, 1802). Fransızcaya da Clement Mullet
tarafından, Le Livre de V agriculture adiyle çevrilmiş ve 1864-1867
yılları arasında basılmıştır. [Ek-25],
♦ ♦ ♦
Coğrafya konusunda
büyük bir hamle eseri görülen bu devirde öteki müspet ilimler alanında büyük ve
önemli eserlere rastlamıyoruz; yalnız matematik ve astronomiye değgin birkaç
eser göze çarpmaktadır. Mesela Kanunî Süleyman zamanında Nasuh-ül-Silahi-ül
-Matrakî (Matrakçı
Nasuh) adlı bir zat tarafından Umdet-iil-hisab adiyle yazılan bir
aritmetik kitabı vardır (bkz. Şehit Ali Paşa kütüphanesi, 1987). Hint (Arap)
rakamları ve Arap usulleri, dört işlem, kesirler ve ölçüler (zira', endaze,
kilecat=kileler, kantar, miskal, dirhem), oran ve orantı, orantılı bölme ve
geometri usullerinden bahseden bu kitapta her usulden sonra problemlerle bu
usuller açıklanmaktadır. Kitabın zira' (arşın) bahsinde, 1 zirain 100 parmağa,
1 parmağın 100 reşteye (iplik) ve bir reştenin 100 ankebuta (örümcek ağı)
bölündüğünü söylemekle birlikte, yine 1 zirain, başka bir bölünüşe göre, 32
kerh, 1 kerhin 3 engüşt (parmak) olduğunu yazar ki, o zamanlar arşının (zira')
yüzer yüzer bölüntüleri bulunduğunu başka yerlerde göremedik. Öte yandan 1
kantarın 44 okka ve bir okkanın 4 ledre, 1 ledrenin 100 dirhem olduğunu da
ilave eder. Kısacası o zamanın ölçüleri için değerli bilgiler veren bu kitabın
tamamlanış tarihi Tuhfet-ül-cedid deyiminin gösterdiği 940 yılıdır.
Gördüğümüz Şehit Ali Paşa kütüphanesi nüshasının sonundaki kap yaprağında
yazara verilmiş bir beratın eksik sureti vardır ki, buna göre kendisinin
memuriyetle Mısır'a gönderildiği anlaşılıyor. Nasuh’un bir de, Beyan-i
menazil-i sefer-i Irakayn adında bir esrei (bkz. Üniversite kütüphanesi,
Yıldız, tar. 35) daha vardır ki, İstanbul'dan Irak'a kadar rastlanan şehir ve
kasabaları anlatır; birçoklarının minyatür olarak yapılan planlarını (daha
doğrusu resimlerini) verir. Bağdat ve Diyar-ı Bekir gibi şehirlerin resimleri
oldukça gerçeğe yakın olmakla birlikte, ötekiler pek karışıktır. Bu sanat
eseri hakkında Albert Gabriel'in Syria mecmuasındaki (X. 328)
makalesinde pek güzel bilgiler ve açıklamalar vardır. Eseri bizzat görmek ne
yazık ki mümkün olamadı; fakat A. Gabriel'in makalesi eseri görmeyenleri de
tatmin edecek niteliktedir. Yazarı hakkında çok bir şey bilmiyoruz! herhalde
sanatkar bir zat olduğu ve «matrak oyunu» diye bir spor icat ettiği ve tarihle
uğraşarak, Taberî tarihini Türkçeye çevirdiği bilinir. [Ek-26].
Bu yazardan biraz
sonra, Yusuf bin Kemal adında bir yazarın bir aritmetik kitabı daha vardır ki,
bunda cebirden de bahsedilmektedir. Yine matematikten Haci Muhyiddin bin
Mehmed bin Havi Atmaca'nın Mecmuat-ül-kavaid fi beyan-i müntahab-il-fevaid
adlı bir Türkçe aritmetik kitabı 930 yılında tamamlanmıştır. Yazar, birçok
aritmetik kitaplarını okuduktan sonra bu kitabını yazdığını söyler. Başka
aritmetik kitaplarının içindekileri bütünüyle kapsayan bu kitabın önsözünde
«bu risaleden maksat beyan-i delâil değil belki ilâm-i kavaid-i hesabdır» (1)
denilmesine göre, sadece pratik kuralları kapsamaktadır. Menn (değeri her
yerde değişen bir ağırlık ölçüsüdür) ölçüsünden bahsederken, deh menn, se
menn deyimlerini olduğu gibi kullanmış olmasına göre kaynaklarının daha
ziyade Farsça kitaplar olduğu düşünülebilir.
XVI. yüzyılın
sonlarına doğru (1591), yani hicretin X. yüzyılının son senesinde, aslen
Cezayirli olup, İstanbul’da yerleşen Ali bin Veli bin Hamza el-Magribî adlı bir
yazar bize 512 sayfalık bir aritmetik kitabı bırakmıştır ki, tam adı Tuhfet-ül-adad
li zevi'l-rüşd ve'l-sedad’dır. Bu kitapta tamsayıların ve kesirlerin
işlemleri ve cebir üzerine temel bilgiler bulunmaktadır. Yazar, orantı
bahsinde geometrik dizilerden bahsederken, «l’den başlayan bir nisbet-i
hendesiye-i mütevaliyede hanelerden her birinde vaki olan adedin üssü,
dıl’eynin üsleri mecmuundan bir eksiktir» gibi bir dava başı koyduktan sonra,
«bir hanenin dıl’eyni diye şol iki adede derler ki hane-i mezkûrede olan aded
anların birbiriyle darb olunmalarından
hâsıl olmuş ola; bir hanenin üssü o
hanenin baştan itibaren kaçıncı olduğunu gösteren rakamdan ibarettir» diyor. O
halde şu:
1,
2, 3, 4, 5, 6, 7, 8 ...
1, 2, 4, 8, 16, 32,
64, 128... gibi bir nisbet-i hendesiye-i mütevaliyede 128 adedinin üssü 8'dir;
dıl'eyni olan 2x64'ün üsleri 2 ve 7'dir; o halde 2+7=9—1=8 çıkar ki, bu adet de
128 adedinin üssüdür».
Salih Zeki merhum {Âsar-ı
Bakiye, II, 290) bu teoremden bahsederken, «müellif silsile-i adediyeye 1
yerine O’dan başlamış olsaydı, Napier’den 24 sene evvel logaritmayı keşfetmiş
olacaktı» diyor. Eserimizin Fransızca aslına Isis mecmuasında bir
eleştirme yapan profesör G. Sarton, bunun doğru olduğunu, fakat XVI. yüzyılda
esasen bu düşüncenin o zaman esen havada mevcut olup, birçok matematikçilerin
pek tabii gibi görünen bu usulle giderek, logaritmayı bir türlü
yakalayamadıklarını ve 1614 yılında Napier’nin bu önemli usulü, büsbütün başka
bir yoldan, bulduğunu, haklı olarak, söylemektedir.
Her halde Âsar-ı
Bakiye yazarına göre, bu kitap o zamanın en mükemmel aritmetik kitabıdır.
Son bahislerde üçgen, dörtgen, daire ve başkalarının yüzölçümlerini bulmak
usullerini, kitabın sonunda da oran ve orantı usulüyle birçok problemlerin
çözümünü ve en sonunda cebir usullerini verir (1).
Astronomi
eserlerinden, bu devirde, Gıyaseddin Cemşid'in Süllem-üs-sema sının,
Mustafa Zeki adında biri tarafından, Türkçeye çevirisini buluyoruz (bkz. Paris,
Bibi. Nat. Cat. Blochet, F.T. suppl., 1150). İstanbul kütüphanelerinde de
bulunan bu eser, gökcisimlerinin dünyadan uzaklıklarını gösterdiği gibi,
kozmoğrafyaya ait bazı esasları da kapsar. Bir de Ali Kuşçu’nun Risale
fi’l-hey’e adındaki eserinin, Abdullah bin Perviz adında bir zat
tarafından, Mirkât-üs -sema adiyle yapılan bir çevirisi vardır (bkz.
Nuruosmaniye kütüphanesi, 2949). Çeviri gayet iyidir ve düzgün bir yazıyla
yazılmıştır.
Osmanlı Türklerinin
ilim tarihinde, 1576-1580 yılları arasında, önemli bir olay görüyoruz. O zamana
kadar Türkiye’de rasathane adına bir şey bulunmadığı gibi .astronomi ilmi ve
rasat hesaplan, ancak kağıt üzerinde, eski "Ziclerden” yapılan hesaplara,
Arapça yahut Farsçadan çevrilen eserlere bağlı kalmıştı. Bu yıllarda Müneccimbaşı
Mustafa Çelebi'nin yerine atanan Takyeddin bin Mehmed bin Ahmed (2) adında bir
astronom (1520-1585), hünkar hocası meşhur Sadeddin Efendiye bir
layiha sunarak, artık Uluğ Bey Zic'inin yeni rasatlarla düzeltilmesi
gerektiğini, çünkü o Zic’e göre yapılan hesapların sonuçlarının her
zaman doğru çıkmadığını bildirmiş ve Murat III. katında pek büyük nüfuzu olan
müverrih Hoca Sadeddin Efendi bu layihaya büyük önem vererek, İstanbul’da Tophane
bayırı üzerinde bir rasathane kurulması için padişahtan izin almıştır. Padişah
rasathanenin hemen yapılmasını emrettiği gibi, müdürlüğüne ve yapıya nezaret
işine Takyeddin'i tayin etmiş ve İstanbul kadısına, 12 safer 986 tarihiyle, şu
hükmü göndermiştir: [Ek 27].
«İstanbul kadısına
hüküm ki müteveffa Lütfullah'ın vakfı olan müneccim kitapları mahmiye-i
mezburede Mimar Sinan mahallesinin imamı ve müezzini ellerinde olduğu ilan
olunmağın alınıp rasadhaneye verilmek emredüp buyurdum ki vardukta tehir
etmeyüp müteveffa-yi mezburun nücuma ve ilm-i hey’ete ve hendeseye müteallik
olan kitapları eğer mezkûrun ellerindedir ve eğer âhardadır her kimde ise
getirip dahi bilfiil rasad hizmetinde bulunan Mevlânâ Takyeddin'e cümlesin
teslim ettiresin fi 12 safer 986 (Ahmet Refik, Onuncu Asr-t Hicride İstanbul
Hayatt, s. 53)».
Bu rasathane o
zaman için lazım olan her türlü astronomi aletleriyle donatıldığı gibi, bazı
kaynaklara göre, güya kırk arşın derinliğinde, bir de rasat kuyusu (çah-i
rasad) kazılmıştır (1).
Paris'te Milli
kütüphanede, Takyeddin’in, Âlât-ilr-rasadiye li zic-i şehinşahiye
isimli, bir eserini buldum. Bu küçük risalede, rasathanede kullanılacak
aletlerin adları ve yapılış usulleri mükemel bir yolda açıklanmaktadır
(bkz. Bibi. Nat. Paris, F.T. suppl., 1126 ve İstanbul Üniversitesi kütüphanesi,
T.Y., 1993; Paris’teki nüshanın süslü ve mükemmel oluşu, bu nüshanın
büyüklerden birine sunulmuş olduğunu anlatabilir). Yazar bu eserde adı geçen
aletlerin Ptolemaios’un Almagest’inde bildirilen usullere göre
yapıldığını ve kendi icadı olan bengâm-i rasadı nin (astronomik saat)
ilave edildiğini söyler. Ancak, kendi icadı olan bu saatin tarifi o kadar açık
değildir. Profesör Fatin Gökmen, bu saatin açıklaması bulunan, yazarın başka
bir eserini aradığını, fakat bulamadığını söylemektedir ki, muhterem profesör,
saatin nitelikleri iyice bilinirse, Takyeddin’ in ilmi kudretinin daha açıkça
anlaşılacağına kanidir. [Ek-28].
Bu astronomun, miişebbehe
bi'l-mantık adlı ve Zodyak üzerine tatbik olunarak, yıldızların yerlerini
bulmaya yarar başka bir alet icat ettiğini, Ebu Tayyib Sıddik Han
Kannavacî’ninj4₺cediyyat-wZ -ulûm adlı
eserinden alarak, Corci Zeydan’ın Medeniyet-i İslâmiye Tarihi yazar
(bkz. Türk. Çev., III, 384).
Beri yandan
Takyeddin, yaptığı rasatların sonuçlarım toplayarak, Sidret-iil-miinteha
el-efkâr fi melekût-il-felek-üd-devvar adiyle meşhur eserini kaleme
almıştır. Kitapta, yapılan rasatlara bazen rasad-iil cedid-üs-sultanî,
bazen de rasad-üc-cedid-ül-Murad Hani diye ad koymaktadır. Yazar, eserin
ilk 40 sayfasına kadar trigonometrik çizgileri tarif ve hesabından bahsettikten
sonra astronomiye girerek, astronomik saatları, gök dairelerini ve bu
dairelerin kesişmesinden hasıl olan açı hesaplarını açıklar. Bundan sonra,
rasat aletlerinin ve rasat usullerinin tarifi ve ay ve güneşin hareketlerinin
rasadı gelir. Eserde altmışlık usulle hesap edilmiş sinüs ve başka
trigonometrik çizgiler cetvelleri vardır; 62 yapraktan ibaret olan bu eserin
(bkz. Nuruosmaniye kütüphanesi, 2930) sonunda, «eser burada bitmiştir, eksik
değildir» deniliyor ve sonsöz ve tarih görülmüyor. Ancak içinde 982 ve 985
yılları birkaç defa geçiyor. Başındaki önsöz pek özenlidir ve Hoca Sadeddin
Efendinin övgüleriyle doludur. Matematik kısımlarının ilmi niteliği olduğu
gibi, rasatlarmm
eğerli olduğuna Salih Zeki merhum (Âsar-ı Bakiye, I, s. 201-202) tanıklık
etmektedir. [Ek-29 ve 30].
Takyeddin’in bu
eserinden başka, yukarıda adı geçen Reyhanet -ür-ruh fi ale'l-müsteviy-il
sütuh adlı, Nablus’un Fındık köyünde yazılmış bir eseri daha vardır ki,
harita yapılması ve kullanılması hakkında bilgi verir (Bkz. Veliyüddin Ef.
Kütüp. 2305); bir de Düstur-üt -tercih-li kavaid-üt tastîh isimli bir
eserde de yine aynı usullerden bahsetmesine göre bunun, birinci eserin başka
bir şekli olması lazım gelir. Bu son yazma Hoca Sadeddin Efendiye ithaf edilmiştir.
Bugyet-üt-tullâb adlı bir aritmetik kitabiyle Haridet-üd-dürer
adlı küçük bir zic’inin bulunduğu söylenilmektedir. Takyeddin’in Siraceddin
Mehmed-üs-Secavendî’nin Cebr ve’l-mukabele adlı kitabına yazdığı bir
şerh (Şehit Ali Paşa kütüphanesi, 1984) daha vardır ki, bu kitapta yazarın adı
Takyeddin Raşid bin Mehmed bin Ahmed-üs-Sihyunî-ül-Dimışkî diye geçmekte
olması, kendisinin Mısır' dan ziyade Şam’a mensup olduğunu göstermektedir.
işte bu bilgin
astronomun kurmak istediği rasathanenin ömrü pek kısa olmuş ve hatta binanın
tamamlanıp tamamlanmadığı bile, bizce kesinlikle anlaşılamamıştır. Hoca
Sadeddin’le vaktin şeyhülislamı olan Ahmet Şemseddin Efendinin arasındaki
düşmanlık yüzünden bu şeyhülislam efendi padişaha sunduğu bir arizada
(jurnal), gökleri rasat etmenin uğursuz ve her nerede bu işe teşebbüs edildiyse,
devletin mahiv ve harap olduğunu söyleyerek, ilim düşmanlığını göstermesi
üzerine, 987 yılı zilhiccesinin 4. perşembe günü Kaptan-ı Derya Kılıç Ali
Paşaya rasathanenin derhal yıkılması irade olunmuş ve gerçekten de bu kurum bir
gece içinde yerle bir edilmiştir (bkz. Şakaik-i Numaniye, Türk. Çev., I)
(1). Müspet ilimlere karşı Osmanlı imparatorluğunda görülen ilk düşmanlık
eseri olan bu olay, şahsi anlaşmazlıkların ilmi alanlara bile etkisi
olduğunu gösterdikten başka, sokağa çıkmak için dahi müneccime danıştığına
şüphe olmayan şeyhülislam efendinin gerçek ilme karşı olan ilgisizliğini de
belirtir.
Bu rasathanenin
yeri, nasıl yapılmış olduğu ve bu arada Takyeddin’in şahsı hakkında J.H.
Mordtmann’ın Der İslam mecmuasının XIII. cildinde (s. 82-96) bir
makalesi vardır. Bu makalenin Türk kaynaklarından alınan kısımlarında dikkate
değer bir şey yoktur; ancak Batı kaynaklarından alınan bazı ayrıntılar vardır
ki, bunlardan burada kısaca bahsedeceğiz.
Takyeddin’in
Mısır’da doğduğunda Mordtmann’ın şüphesi yok gibi gözüküyorsa da, H. Suter,
meşhur Die Mathematiker und astronomen der Araber (s. 191) adlı
eserinde, Takyeddin’in Şam’da ve 1526 yılında doğduğunun yazılması, bizim
yukarıdaki düşüncelerimize daha çok uyuyor (gerçi Suter, bu bilgiyi Kâtip
Çelebi’nin Keşf -üz-zunun undaki Sidret-iil-miinteha maddesinden
almıştır). Mordtmann bundan sonra, Evliya Çelebi’nin Seyahatname’sinde
(I, s. 443, İkdam basımı) Tophane sırtında Sansonhane yakınında bir müneccim
kuyusu mesiresi olduğunu ve bu kuyunun Murat IV. zamanında müftü Yahya
Efendi fetvasıyle doldurulduğunu, bunun Ali Kuşçu tarafından yapılmış olduğunu
yazdığını uzun uzadıya anlatır ve gayet önemli bir buluşmuş gibi, bu kuyunun
Ali Kuşçu'nun olamayacağını ilave eder. Tabii Evliya Çelebi, en meşhur
astronom olarak, Ali Kuşçu'yu bildiği için, olayı tahrif etmiş ve zamanını
değiştirerek ona mal etmiştir. Ancak «müneccimbaşı kuyusu mesiresi» diye bir
mesire olduğuna inanılabilir ve bu suretle Rasathane mevkiinin bir dereceye
kadar tayinine muvaffak olabiliriz. Hadikat-ül-cevami’e zeyil yazan Ali
Satî Efendinin rasathanenin şimdiki Galata kulesinde yapılmış olduğuna dair
büsbütün yanlış ifadesini de makalesine alan Mordtmann, onu da hemen
düzeltmiştir. Böyle güvenilir olmadığı besbelli haberleri bugün makalelere
uzun uzadıya almanın ve sonradan düzeltmenin, ancak bazı yazarlara
güvenilmemesi lüzumunu meydana koymak gibi bir faydası vardır.
Batı kaynaklarına
gelince, bunlardan rasathanenin tarihi ve yeri için belki bazı bilgiler almak
kabildir. Bu kaynaklardan biri, Avusturya elçisi Von Ungand’m zamanında
elçilik papazı olan Stephan Gerlach'm anılarıdır. Bu anılarda 13 kasım 1577
tarihli bir kayıtta (bkz. Türkisches Tagesbuch, Frankfurt a. M., 1674),
padişahın Mısır’ dan getirttiği bir astronom için, Galata dışında bir tepe
üzerinde Venedikli Andreas Gritt'in evinin bulunduğu yerde bir tepe üzerinde
bir kule yaptırdığını ve kulenin altında birkaç kulaç derinlik ve genişliğinde
bir kuyu kazıldığını, astronoma yılda 3000 duka altını maaş bağlandığı gibi,
rasathane tamamlanınca, 6000 duka altını daha verileceğini, Selanik’ten
astronomi bilen bir de Yahudi getirildiğini, bunun astronoma yardım ve Hoca
Sadeddin'in oğluna hocalık edeceğini ve bu rasathanenin sadece padişahın
talihini ve eşref saatları (uğurlu zamanları) belirtmeye kullanılacağını
okuyoruz.
Diğer taraftan, S.
Gerlach'm halefi olan elçilik papazı Salomon Schvveigger İstanbul’da 1578'den
1581 yılına kadar kalmış ve yazdığı yolculuk anılarında (Reisebeschreibungen
nach Konstantinopel, XXIII, s. 90, Nürnberg, 1608), «Değersiz bir
astronomun padişaha yaptırdığı faydasız masraflar» başlığı altında, uzun
uzadıya Takyeddin’in rasathanesinden bahsetmiştir. Bu fıkrada papaz, bu zatın
bir zamanlar Roma’da bir matematikçiye uşaklık ettiğini ve orada Euklides,
Proklos, Ptolemaios gibi Yunan astronom ve matematikçilerinin eserlerini,
sonradan gizlice sağladığı bir Yahudinin aracılığıyle, tercüme ettirerek,
okuduğunu söylediği gibi, bu astronom için Galata dışında bir kule yapıldığını
ve bu yapıda 12 Hıristiyan esir kullanıldığım katar. Bundan başka Takyeddin’in
bir dünya, bir de gök küresi, bir meridyen dairesi yaptığını, fakat padişahın
ve müftünün bu rasathaneyi, bilindiği gibi yıktırdıklarını yazar. Herhalde bu
kaynaklara göre, rasathanenin yapılış tarihi biraz değişmek gerekiyor. Şakaik
zeyli’nin 987=1579 yılını inşaat yılı diye göstermesine rağmen, Gerlach'ın
bu inşaatın 1577’de başlamış olduğunu yazması ve yukarıda söylediğimiz gibi,
Lütfi Tokadî’nin kitaplarının rasathaneye verilmesine dair olan padişah
buyruğunun tarihinin 12 safer 986=1578 olması, 1579 tarihinin biraz geç
olduğunu göstermektedir. Rasathane inşasının beş veya yedi yıl süreceğini
kaydeden papazların ifadesi doğruya yakınsa, binaya en geç 1577’de başlamış olması
gerekir; çünkü bina 1580'de yıkıldığına göre, ancak o vakit bitmeye yaklaşmış
olabilirdi.
Takyeddin’in
Roma'da bulunup orada tahsil ettiği rivayetiyse, ancak bir kişinin haberine1
dayandığı için, doğrulanmaya muhtaçtır. Bizim bildiğimize göre, bu Osmanlı
astronomu, Mısır’da tahsil etmiştir. Her iki elçilik papazının Takyeddin’in
alelade yalancı, dolandırıcı bir müneccim olduğu hakkındaki sözleri tabii
tamamıyle manasız ve yanlıştır; çünkü açıkladığımız gibi, onun eserleri, zamanın
astronomi ilmine tamamıyle sahip bir astronom olduğunu göstermektedir. Bu
münasebetle şunu da kaydedelim ki, Takyeddin’in kuyruklu yıldızlardan ahkâm
çıkardığına ve padişaha bu hususta izahnâmeler verdiğine dair, Türk
kaynaklarındaki haberler de kolay kolay kabul edilemez. Mordtmann, bu
astronomun ilim seviyesinden ve kitaplarından, ne yazık ki, asla
bahsetmemiştir. [Ek-33].
Rasathanenin yerine
gelince, bu hususta önce şunu söyleyelim ki, Galata'dan ileride, Beyoğlu'nda
Venedikli Gritt’in gayet mükellef bir konağı olduğu başka kanıtlarla da
doğrulanmıştır. Bu konağın yakınında bir mezarlık bulunduğu da muhakkaktır. Bu
mezarlığın şimdiki Taksim bahçesi yerindeki mezarlık olması muhtemeldir. Öte
yandan, Evliya Çelebi Tophane mesirelerini yazarken (bkz. Seyahatname,
I, 442-444), «Sansonhane kurbunda müneccim kuyusu mesiresi»nden bahsediyor ve
orada, yukarıda söylediğimiz gibi, Ali Kuşçu’nun bir rasat kuyusu kazdırdığını
ve sonra Murat IV.’m emriyle doldurulduğunu türlü hoş hikayelerle anlatıyor.
Asıl önemli olan nokta, padişahın sansonlarının, yani büyük köpeklerinin, Venedikli
Gritt’in eski konağının ek yapılarından bir yerde beslendiğine ve bu
sansonhanenin müneccim kuyusu civarında olduğuna dair aldığımız bilgidir. O
halde, büyük bir ihtimalle, rasathanenin bu Venediklinin konağının yerinde inşa
edilmiş olduğunu kabul edebiliriz. Bu nedenle Ahmet Refik'in (bkz. Onuncu
Asırda İstanbul Hayatı, s. 53, not) rasathanenin Galata Sarayında,
başkalarının da Galata kulesinde kurulmuş olduğu hakkında verdikleri bilgi
doğru değildir. [Ek-34],
Mordtmann,
Selanikli Yahudi astronom hakkında kesin bir şey söylemiyor; yalnız XVI.
yüzyılda Selanik Yahudileri arasında ilmi bir hareket olduğunu ve belki bu
astronomun 1568'de o şehirde Jo seph ben Schemtob’un astronomi üzerine
eserlerini bastıran Daniel Perachja ha Kohen olabileceğini, Babinger’in bir
mektubuna dayanarak, bildiriyor (1). Bir de Gotha kütüphanesi katalogunda
(Pertsch, s. 544), Murat IIL'ın Takyeddin'e zeamet bağlanması için bir fermanı
vardır. Bu fermandan, bu zatın bir aralık Mısır’da Reşit kadısı olduğunu da
öğreniyoruz.
Bu devirde çeşitli
ilimlerden bahseden ansiklopedik eserler nadir değilse de, bunların hemen
hepsi Arapçadan, Farsçadan çevrilmiş veya oradan buradan toplanmış eserlerdir.
Bu arada büyük bir inceleme sonucu olan bir iki esere rastlanır. Mesela
Taşköprülü-zade Usameddin Ahmed bin Mustafa'nın (ölm. 1560) Miftah-üs-saade
ve misbah-üs-siyade adlı Arapça eseri, üzerinde durulacak bir kitaptır.
Yazarın oğlu Kemaleddin Mehmet tarafından Mevzuat-ül-ulûm adiyle
Türkçeye çevrilmiş olan ve 1500 sayfa tutan bu eser, 1312 (hicri) yılında İkdam
Matbaasında yayınlanmıştır. Yazar, eserinin önsözünde, 300 kadar ilmi ele
aldığını yazarsa da, verdiği bu sayıya pek ihtiyat ile bakmak icap eder. Çünkü
o zamanlar ilim kelimesinin anlamı gayet geniş tutulurdu, hatta bir ilmin
çeşitli dalları bile ayrı birer ilim sayılırdı. Ama, bu eserin fıkıh, kelam ve
felsefe gibi ilimlere ait olan tarafları bir yana bırakılsa da, müspet ilimler
ve bu yolda yazılmış eserlerle bunların yazarları konusunda bilgi vermesi
bakımından konumuzu ilgilendirdiğinde şüphe yoktur. Bu kitapta tıp, elkimya,
botanik, zooloji, matematik ve fizik gibi ilimlerin o zamanki konu ve amaçları
üzerinde oldukça faydalı bilgi vardır. Hele matematiğin, özellikle geometrinin «zihne
hiddet» (keskinlik) vererek anlayışı kuvvetlendireceği, kanıt, öncül, ispat
noktalarından en kesin bilgi sağlayan ilim olduğu için insanı esassız
düşüncelere ve «cehl-i mürekkep»ten (bilmediğini de bilmezlik) kurtaracağını
söyler (bkz. Mevzuat-ül-ulûm, I, s. 403). Bu konuda, astronomi,
matematik ilimlerini açıklayarak meşhur eserleri ve yazarlarını sayar. Hermes’i
Îdrisî' den (yazar bunu Kurandaki îdris peygamberle bir tutar) başlayarak,
Eflatun, Aristo, Farabî, İbni Sina, Fahreddin Razî, Nasireddin Tusî gibi büyük
bilgin ve filozofların hayat hikayeleri de alınmış, özellikle Eflatun ve Aristo
çok övülmüştür. Bizce, bu eser Osmanlı Türklerindeki ansiklopedilerin en
önemlilerinden biridir. Taşköprülü-zadenin, bugün Doğu ve Batıda müsteşriklerin
her an başvurdukları ve XVII. yüzyıl ortalarına kadar Osmanlı bilginlerinin
hayat hikayelerini içinde toplayan, Şakaik-ı Numaniye adındaki
eserinden, herkes gibi, biz de faydalandığımız için, burada onun da adını anmayı
kadirşinaslık sayarız (1).
Selim I.’in Mısır’ı
fethi sırasında orada bulunup, Osmanlı ordusunda çalışan Ahmed bin Ali
Zünbülî-ül-Mahallî-ür-Remmal adında bir yazarın Kanun fi’d-dünya adiyle
Arapça yazdığı bir eser, Murat IIL’ın emriyle, Kadı Abdürrahman adında bir zat
tarafından, Türkçeye çevrilmiştir. Bu eserin Arapçasmda yazarın resmi ve eski
meşhur hekimlerin ve bilginlerin resimleri olduğu gibi, tarihi hikayelere de
birer resim uydurulmuştur; Türkçesinde bu resimler yoktur. İçindekiler,
coğrafya, memleketlerin acayip ve garayibi, efsaneler, astronomi, astroloji,
remil ve cifirden ibarettir. Topkapı Sarayı Revan kitaplığında hem Arapça ve
hem Türkçesi vardır ve Türkçe nüshaları Nuruosmaniye kütüphanesinde de 3000 ve
3001 numarada kayıtlıdır. Yazar bundan başka, Feth-i Mısır adiyle bir
tarih yazdığı gibi, Selim I.’in vefatına kadar devrinin tarihini, Vakıat-ı
Sultan Selim Han adiyle kaleme almıştır.
Bu devrin müspet
ilimler alanındaki düşünce ürünleri arasında, Ebu Yahya Zekeriya bin Mehmed bin
Mahmud-ül-Kazvinî’nin (ölm. 1287) kendisine Batıda ortaçağın Plinius'u lakabını
kazandıran, meşhur Acaib-ül-mahlûkat ve garaib-ill-mevcudat adlı
eserinin, Şerh-i kitab-ı acaib ve garaib adiyle, Osmanlı edebiyat
tarihinde Sürurî-i Kadim (ölm. 999 hicri) lakabıyle bilinen şair ve bilgin
Mustafa bin Muslihüddin bin Şaban tarafından. Kanunî Süleyman'ın büyük oğlu
Şehzade Mustafa adına, ikinci Türkçe çevirisi vardır. Fakat çeviri zürafa
denilen hayvana gelince, şehzadenin haksız yere babası tarafından
öldürülmesine çok üzülen Sürurî, eseri tamamlamayarak o. noktada bırakmıştır (Topkapı
Revan kitaplığı, 1088). Kitabın aslını Şehzade Mustafa Mekkeli bir tüccardan
satın almış ve çevirisini Sürurî’ye emretmiştir. Sürurî çevriiyi yaparken,
fazla yerleri attığını ve faydalı şeyler kattığını söyler (1). Eserde bazı
ilave ve çıkarmalar vardır. Kazvinî’nin Acaib-ill-mahlûkat’ı pek meşhur
ve birçok dillere tercüme edilmiş bir eser olduğu için, içindekilerden
bahsetmeye lüzum yoksa da, çeviriye kimi yerde olduğu gibi, kimi yerde açıklanarak
geçen önemli noktaları, dikkate değer şeyler oldukları için burada ele almayı
uygun görüyoruz. Mesela Kazvinî, yaradılıştan bahsederken, Cenab-ı Hakkın evreni
altı günde yarattığı sözünde, bu altı günün ancak bir azar azar ilerleme
anlamına alınması gerektiğini, yoksa, henüz güneş yaratılmadan, gün ve zaman
tasarımı mümkün olamayacağını söyler. Eserin deney usulü üzerine fıkralarını,
Sürurî büyük bir önemle ve açıklamalarla alır ki, ilimde deney ve gözlemin
büyük önemine inandığı bu satırlardan anlaşılır. Bir de eserde, yeryüzünün
küreselliğinden, güneşin iklim ve ırklar üzerine etkisinden dikkatle
bahsolunmaktadır. Asıl eserin içindekiler önce göklerin ve göklerdeki
cisimlerin, yeryüzündeki maden, bitki ve hayvanların anlatılışından sonra,
çeşitli kuvvetler ve nefisler ve akılların açıklanması ve sonunda garip şekilli
hayvanların tarifinden ibarettir. [Bkz. Ek-5].
Bu çeşit eserlerden
Siraceddin Ömer bin el-Verdî'nin Haridet-ül -acaib ve ceridet-ül-garaib
adındaki eseri, Mahmud Hatib-ür-Rumî adh biri tarafından, Selim I.'in torunu
İskender Paşa-zade Osman Şah adına Türkçeye çevrilmiştir. Eserin ilmi bir
değeri yoktur; arzın, yumurtanın sarısı gibi, küre biçiminde olduğundan ve
mesela Endülüs'ten kazılsa, Çin’e çıkılacağından, dağların ve nehirlerin nasıl
meydana geldiklerinden, efsanemsi bir yolda bahseder (bkz. Esat Efendi
kütüphanesi, 2040). Bu eserin Paris’te Bibliotheque Nationalede (A.F.T. 151)
bulunan nüshasında bir de dünya haritası bulunmaktadır. Londra'da British
Museum’da bulunan başka bir Haridet -ül-acaıb çevirisi vardır (bkz. Cat.
Rieu, add. 789) ki, bu daha mükemmeldir. Fakat mütercimin adı bilinmemektedir;
ancak 963 yılında «Sinan Beyin emriyle» çevrildiği yazılıdır. Bu çeviri de
yeryüzünün biçimi ve bölümleri, denizler, dağlar, nehirler, taşlar, değerli
taşlar, bitkiler, yemişler ve tohumlardan bahseder. Sonsözde kıyamet
alâmetlerine ve dünyaların sayısına, kıyamet gününa ait masal bilgiler vardır.
Eserin asıl Arapçası 822 hicri tarihinde kaleme alınmıştır. Herhalde, her iki
çevirinin, aynı eserden olması gerekirse de, İstanbul’da görebildiğim Esat
Efendi kütüphanesi nüshası pek önemli bir nüsha değildir.
Bu cins kitaplar
arasında, şair Yahya bin Pir Ali Nevî'nin Netaic-ül-filnun ve
mehasin-ül-mütım (bkz. Paris, Bibi. Nat. Cat. man. turcs., A.F. 44) adlı
eseri bir yer tutabilir. Yazarı (ölm. 1598) Malkarah olup, Murat III. zamanında
şöhret almıştır ki Şakaik-t Numaniye’ye zeyil yazan Ataî'nin babasıdır.
Eserin başında yazar Yevakit-ül -ulûm, Fevaih miskiye ve Lütfi
Tokadî'nin Mevzuat-ül-ulûm’undan ve daha başka birçok eski kitaplardan
faydalandığını söyler. On dört ilimden (bazı nüshalara göre on iki) bahseden,
okuması kolay ve keyifli olan bu eserde «zübde-i maarif marifetullahtır;
umde-i ulûm ilm-i sıfatullahtır, fakat bunlara vusul, yani âsar-i bediadan
müessir-i kadime istidlâl için, tarih, hikmet, ilm-i tabayi-i mevalid'i selâse,
ilm-i hey'et lazımdır» (1) dedikten sonra, yaradılış hikayesi ve peygamberler
tarihiyle başlar. Sonra Yunan filozoflarından, Me’ mun'un Aristo’nun
kitaplarını nasıl tedarik ettiğinden, Farabî İbni Sina ilişkilerinden bahseder.
Eflatun'un peygamber olduğuna dair bir de hadis (?) vererek, bunları Molla
Lütfi’nin Şerh-i mat ali’ haşiyesinden aldığını söyler. Aristo'nun
felsefesinin esaslarını kısaca açıklayarak cevher-i fertçilerin (atomcular)
teorisini redde kalkışır: «Esasında, kesilerek, kırılarak, akıldan ya da
hayalden dahi olsa bölünemeyecek olan şey atomdur, halbuki atom uzayda yer
kaplar, hareket eder, sağı solu vardır. O halde iki yanı vardır; iki yanı olan
şeyse bölünebilir» der. «Hey'et (astronomi) basit veya kayıtlı olur. Basiti
kolaydır, geometriye ihtiyacı yoktur; halbuki kayıtlısının geometriye ihtiyacı
vardır». Bu ilimler için Çagminî, Nasireddin Tusî ve Ali Kuşçu’nun eserlerini
tavsiye eder. Astronomi ilminin dine aykırı olmadığını söylerken, şu fıkrayı
anlatır: Ömer Hayyam Ptolemaios’un Almagest’ini okurken, kaba sofulardan
biri bu kitabın ne olduğunu sorar; Hayyam da, «Evelem yenzuru ilessemâi keyfe
beninâha âyetinin tefsirini okuyoruz» diye cevap verir.
Bundan sonra arzın
küreselliğinden, evrenin koni şeklinde olduğundan ve nihayet müspet ilimler
yanında kelam, fıkıh, tasavvuf, tarih, remil ve cirifden bahseder. Eserin
başında Selim II. zamanına kadar Osmanlı tarihi de özet olarak kaydedilmiştir.
Eserde SokulluMehmet Paşanın sadrazam olduğundan bahsedilmesine göre, herhalde
987 yılından önce yazılmış olacaktır.
Yine bu devirde Hakim
Şah Kazvinî tarafından Demirî'nin meşhur Hayat-ül-hayvan adlı eseri
Selim I. için Farsçaya çevrilmiş olduğunu biliyoruz ki, aslında hekim olan bu
zat îbn-ün-Nefis'in Mucez'ini de şerh etmiştir. [Bkz. Ek-6 ve Ek -15].
Tıbbi eserlere
geçmeden önce, elkimya üzerine, bu devirde başlayan bazı faaliyetleri söylemek
lazımdır. Derviş Mustafa Sekâkin-i Konstantinî adında bir zat tarafından
yazılmış bir elkimya kitabı, Paris’te (Bibi. Nat., F.T. suppl., 556) Milli
kütüphanede bulunmaktadır ki, o zaman bilinen elkimya usul ve kurallarını,
mesela altın ve gümüşün eritilmesi, kükürt yapmak, iksir-i feylesofîyi (hayat
iksiri=ömrü uzatan ilaç) ve altın yapmak usullerini söyler. Eserin sonunda civa
esası üzerinden altın yapmak için yeni bir usulü Mağripli bir elkimyacıdan 1000
akçeye öğrendiğini söyler ki, Osmanlı Türkiyesinde elkimyayı yayan ve onu sanat
edinerek, büyüklerden para çekenler çoğu zaman böyle Kuzey Afrikalılar
olmuştur.
îznikli Ali Bey
adında bir zatın da elkimya üzerine eserleri vardır. Bunlardan biri Keşf-Ül-esrar
fi hetk-iil-estar adlı yazmadır (Üniversite kütüphanesi, Yıldız, tabiiye,
226). Arapça olan bu kitabı yazmak için, 23 yıl elkimyanın kurallarını,
sembollerini öğrenmeye ve sırlarını keşfe çalışan yazar, Ali bin
Aydemir-ül-Cildekî, Cabir bin el-Hayyan'dan (1) ve daha başka elkimya
yazarlarından faydalandığını söyler. Eser, 9 kat göğe benzetme olarak, 9
tabakaya ayrılmış vebu
fasıllarda iksirlerden ve mahut ecsad-i seb’adan (1) bahsedilmiştir.
Yazarın başka bir
eseri de Dilrer-ül-envar fi esrar-il-ahcar’dır. (bkz. Viyana
kütüphanesi, kat. Flügel, No. 1498). Yazar bu eserin önsözünde yıllarca
elkimyaya çalıştığı halde, deyimlerin ve terimlerin dış anlamlarına baktığı
için, hiçbir şey anlayamadığını ve sonunda Cildekî’nin (ölm. 1342) eserini
(galiba İlm-ill-mizan ve'l-miftah adh eser olacak) bulunca, sırların
kendisine açıldığını ve bu eserini yazmaya başladığını söyler (bkz. aynı
eser, Selim Ağa kütüphanesi, mec. 881). Eserde hacer-i mükerremin (yani
madenleri birbirine dönüştürebilecek masal madde=filozof taşı) bileşimini,
niteliğini ve sırlarını yazdıktan sonra, elkimya sembollerinin ve ilm-i
mizanın (yani elkimya) sırlarını bildirir. Onuncu bölümde bu sırların meydana
vurulmasından birçoklarının başına belalar geldiğini, hatta Kahire’de kendi
hocası Mercuşi-ül-Âma’mn bu sırları bulduktan sonra, Kanunî Süleyman zamanında
«bir hain vezirin elinde» telef olduğunu da katar. Bu eserde kendisinin birçok
eserleri ve bu arada yukarıda adı geçen eser de sayılmaktadır. Yazarın hayatını
pek iyi bilmiyoruz; fakat adının kimi vakit Ali Çelebi Alâeddin-ül-Saruhanî
el-Müellif (elMuallim)-ül Cedid diye söylenmesine göre, ManisalI olacaktır.
Bu devirde, daha
bazı önemsiz elkimyacılar varsa da, bunlar hakkında tafsilat vermekten
vazgeçilerek, bu yüzyıllarda tıbbın durumunu kısaca özetleyeceğiz (2).
Bu bölümün konusu
olan yüzyıllarda, tıbbın büyük bir ilerleme gösterdiğini söylemek kabil
değildir. Gerçi Kanunî Süleyman'ın medreselerinden birini tıbba ayırmış
olmasına rağmen, oradan büyük yazar ve hekim yetiştiğini pek bilemiyoruz. Hatta
bu medreselerin müderrislikleri herkesin tamahını çekmiş, işe iltimas karışmaya
başlamış ve müderrisliklere ikinci derece ulema bile tayin edilmiştir. Öte
yandan zaman geçtikçe, yer yer cahil hekimler türemiş ve nihayet Selim
Il.'e hekimbaşı Garras-zade Muhyiddin, verdiği bir takrirle, hekimlerin
imtihana tabi tutulmasını teklif etmiş ve bu teklif üzerine padişah, şu
aşağıdaki buyruğuyle, âdeta bir çeşit devlet imtihanı tesis etmiştir:
İstanbul kadısına
hüküm ki dergâh-i muallâmda hekimbaşı Garraseddin-zade Muhyiddin dergâh-i
muallâma mektup gönderib İstanbul’da vesair memalik-i mahmiyede bazı
kimesneler cerrah ve tabib ve kehhal adına gezüb hengâme kurub ve dükkânlarda
oturub mücerred celb ve ahz için Müslümanlara tıbba mugayir ve hikmete muhalif
katil şerbetler ve zehirnak müshiller verib ve âdet-i âleme muhalif yaralar
açub ve gözlere dahi üslûbsuz yapışub muhalif otlar koyub Müslümanların mallarına
ve canlarına zarar eriştirüb minba’din anın gibilerin marifet ve ilimlerin
kendü bizzat gidüb san’atlarında imtihan edüb hallerine göre kadir oldukların
kimesneler ilâç edeler deyü icazet vermeyince anın gibiler sergide ve dükkânda
oturub hengâmegirlik etmeyüb ve Müslümanlara muhalif otlar vermeyüb zarar
eriştirmeyeler deyü tenbih olunmak lâzım olduğun bildirmiş imdi ilimlerinde
cahil olanlar Müslümanlara ol veçhile muhalif nesne verüb zarar eriştirmek
münasib değildir. Buyurdum ki vardukta zikrolunan taifeye muhkem tenbih
eyleyesin ki min ba'din müşarünileyh hekimbaşına varub ilimlerinde ne mertebe
kudret ve marifetleri olduğun müşarünileyh bizzat imtihan edüb ilimlerine kadir
olduklarına göre ilâç etmeğe ruhsat vermeyince çarşularda ve mecmâlarda fuzulî
esvabların serüb ve hengâme ile cemiyetler edüb mücerred kendülere celb-i mal
içün Müslümanlara buldukların vermesinler ve yaraya ve göze nesne koyub
müşavere etmedin fuzulî kendü kendüne tabiblenüb hengâmegir olanları ve tıbba
muhalif Müslümanlara nesne verenleri te’dib edüb inad ve muhalefet üzre
olanları isim ve resimleriyle arz eylesün ki haklarında emr-i şerifim ne vech
ile sâdır olursa mucibi ile amel oluna min ba’din emr-i şerifimle amel olunmak
içün suretin sicill-i mahfuza kayd ettiğünden sonra aynı ile emr-i şerifimi
müşarünileyh elinde ibka edesin. 8 c. 981 (Ahmet Refik, Onuncu asr-ı Hicride
İstanbul Hayatı, s. 89).
Bu devirdeki tıbbi
eserlerden ancak birkaçını saymakla yetineceğiz; bunlardan biri Menafi-ün-nâs
(bkz. Üniversite kütüphanesi, Yıldız, tıp, 218; Topkapı Sarayı kitaplığı, K.
1066) adında bir kitaptır ki, halk için yazılmış bir eserdir. Bu kitabın
yazarı hakkında bibliyografyalarda olan karışıklığı burada açıklamak pek
yerindedir. Eserin yazarı olarak bazı nüshalarda, Tabib Kavsunî=Kaysunî-zade,
bazılarındaysa, Derviş Nidaî diye gösterilmiş olması, bu karışıklığa sebep
olmuştur. Gerek Brockelmann ve gerek başka Avrupah yazarların (mesela E.
Blochet, Cat. des manucrits turcs de la Bibi. Nat, Paris)
Kaysunî-zadenin adını Mehmed Bedreddin bin Mehmed Kavsunî Nidaî diye
bildirmelerine bakılırsa, her iki yazarı aynı şahıs saydıkları anlaşılıyorsa
da, Kahire yakınında Kavsun köyünden yetişme bir hekim ailesine mensup olan
Kaysunî-zade, Kanunî Süleyman’ın hekimbaşısı olup, padişahın Sigetvar
seferinde (1565) vefatında yanında bulunmuş ve cesedini tahnit etmiştir (bkz. Osmanlı
Tarihleri ve özellikle olumluğu için Ataî, Zeyl-i Şakaik-ı Numaniye, s.
196). Halbuki Nidaî Menafi-ün-nâs adlı bu kitaba yazdığı bir sonsözde,
«bu bende Derviş Nidaî Ankara hâkinden olup» diye başlayarak, dört kardeşin en
küçüğü olduğunu, seyahat yoluyle Kırım’a giderek, Han Sahib Giray’a hoca
olduğunu, elçilikle Kanunî Süleyman’a gönderildiği sırada düşmanları
tarafından Kırım Hanı katında, «Tatar Hanı haindir» diye padişaha bildirdiği
yolunda iftira edildiğini; bunun üzerine dönüşünce yedi yıl zindana atılarak,
çıktıktan sonra tesadüf ettiği evlâd-ı resulden yüz yaşında bir pir (?) kendisine
tıp öğretip, bu eseri yazdığını hikaye eder. Anlaşılıyor ki, bu iki yazarın
birbiriyle zerre kadar ilişiği yoktur. Kaysunî-zadenin Arapça tıbba dair
eserleri olduğunu Brockelmann'da (Suppl., II, 666) görüyoruz; ama
bunların arasında Menafi-ün-nâs yoktur, Nidaî' nin, tam manasıyle bir
hekim olmaması yüzünden, eserin öteden beri Kaysunî-zadenin sanılmış olması
düşünülebilir. Zaten eserin doğrudan doğruya Kaysunî tarafından Türkçe
yazılması, kendisinin doğru dürüst Türkçe konuşamadığı (bkz. Zeyl-i Şakaik,
s. 197) bilindiğine göre mümkün değildir. Nidaî bu eseri, kısaltarak nazım
şekline koymuş ve Selim Il.’e takdim etmiştir. Manzum eserdeki:
Âgeh ol tıbda
bir kitab ittim Encüm-i tıbba âfitâb ittim Anı nesr eyledim fesahatten Bunu
nazm eyledim belâgatten
beyitlerinden her
iki eserin de Nidaî’ye ait olduğu anlaşılıyor. Eserin mensur ve manzum
kısımlarında Osmanlı Türkiyesinde, belki ikinci defa olarak, frengiden ve
tedavisinden bahsedilmektedir. Tıp Fakültesi eski tıp tarihi hocası Dr. Galip
Ata (Ataç), frenginin ve tedavisinin manzum tarifini görünce, Kaysunî-zadenin
Sultan Süleyman maiyetinde Macaristan ve Avusturya seferlerinde bulunduğunu
düşünerek, Latince meşhur Syphilis (1) manzumesinin yazarıGirolamo
Frocastro’ya rastladığını ve ondan görerek frengi hakkında manzum bilgi
verdiğini farz ve tahmine kalkışmışsa da, eserin Kaysunî-zadenin değil, Derviş
Nidaî’nin olduğu anlaşılınca, Bükreş IX. tıp tarihi kongresine tebliğ edilen bu
varsayım suya düşmüş olur (bkz. Galip Ata, Evolution de la medetine en Turquie,
Bucarest, 1932). .
Yine bu devre ait
olduğunu dilinden bir dereceye kadar tahmin edebildiğimiz yazarı, kopyacısı,
kopya tarihi ve yeri belli olmayan Kamus-ül-hikme ve’t-tıb adh, dikkate
değer bir eser daha vardır (bkz. Veliyeddin Efendi kütüphariesi, 2527). İlk
bakışta yalnız tıbba ait gibi görünen bu garip kamus yazarı, İbn Baytarda,
Kamus-ül -hikme’deki maddeleri kolay bulabilmek için elifba sırasıyle
tertip ettiğini söylemesine göre, bu iki eserden bir derleme yapmış olacaktır.
"Âbzen” kelimesini anlatırken, faydalı otlar ve yapraklarla kaynatılıp,
bele kadar girilen suya âbzen denildiğini ve buna en ziyade loğusalık
halinde bulunan kadınların ve mesane ve böbrek taşı olanların rağbet
ettiklerini ve daha birçok hastalıklara bu banyoların faydası olduğunu
söyledikten sonra, bu banyo suyuna Türkçede «ferman ve derman suyu» denildiğini
nakleder. İşte bu suretle, elifba sırasıyle tıbbi madde başları gidip
dururken, birdenbire araya adi lügatler, felsefi deyimler, Hişamiye, Yakubiye
tarikatları, güneş ve ay tutulmaları, hatta vefkler girmektedir. Yazar her
lügat ve deyimin Arapçasının arkasından, Farsçasmı ve hele bütün bunların
Türkçesini bulmuş ve ilave etmiştir.
Adı ve tarifi
yukarıda geçen İbn-ün-Nefis’in Mutiz'inin, şehzade Mustafa’nın hekimlerinden
birinin isteği üzerine, şair Sürurî tarafından çevirisi (bkz. Üniversite
kütüphanesi, Yıldız, tıp, 277) cümle cümle yapılmış ve kimi vakit
açıklanmıştır; Arapça tıp dilini öğrenmek isteyenler için pek faydalı bir
eserdir.
Bu yüzyılda, üç Osmanlı
padişahı (Kanunî Süleyman, Selim II., Murat III.) zamanlarında Osmanlı
imparatorluğu sınırları içinde yetişmiş ve eserler yazarak pek meşhur olmuş
bir Osmanlı-Arap hekimi vardır ki, onu da burada anmak lazımdır. Bu zat,
el-darir (kör), el-ekmeh (anadan doğma kör) ve hayra yorma kabilinden bazen
el-basir (iyi gören) lakaplarıyle meşhur olan Davud bin Ömer-ül -Antakî’dir.
Suriye’de ve Mısır’da, 1511 ve 1599 yılları arasında, yaşamış olan bu bilgin hekim,
aynı zamanda bir filozof ve matematikçiydi. Kendisi Yunanca öğrenmiş ve birçok
eserler yazmışsa da, bizi burada ilgilendiren eseri Tezkiret-ill-elbâb
adı ve kısaca Tezkire-i Antakî unvanıyle Türkiye'de ve bütün Müslüman
memleketlerinde meşhur olan mühim bir kitabıdır ki, 1254 ve 1324 hicri yıllan
arasında Mısır'da yedi defa basılmıştır. Eseri 976 yılında yazmaya başladığını
bir münasebetle söylüyor (bkz. aynı eser, Mısır, 1302, I, 21). Önsözde,
tıbbın genel bilgileri verildikten sonra, tıp müfredatının kendinden önce
tertip edildiğini söyleyip, bu ilimde şöhreti olan Yunan ve Arap bilginlerini
teker teker sayar. Müfredat bahsini îbn Baytar'ın El-Cami' adındaki ünlü
eserinden geniş bir surette aldığı muhakkak olmakla birlikte, yazarın kendi
denemeleriyle elde ettiği birçok ilaçlardan da bahseder; hatta îbni Sina,
Kanun'da 800 basit ilaç saydığı halde, Antakî 1712 ilaç saymaktadır. [Ek -35],
Bundan sonra, kısaca teşrihten bahsedip, fazla ayrıntılar için, kendi eseri
olan Nüzhet fi’t-teşrih’e müracaati tavsiye eder. Eserin ikinci kısmında,
elifba sırasıyle, hastalıkların tedavilerini anlatıp dururken, baytar
kelimesinde hayvan hastalıklarında, coğrafya kelimesinde bu kelimenin
Yunanca bir kelime olup, bu ilmin tıpla çok ilgisi olduğundan, iklimlerin
hastalıklar üzerine etkisinden ve geometri kelimesinde bu ilmin
konutların yapılmasında tıpla ilgisi bulunduğundan bahisle hatta kendisinin, Keşf
an-il-müşkilât adlı, geometri üzerine eseri olduğunu söyler.
Tıbba dair ikinci
önemli eseri, Mısır’da mirliva (alemdar) Derviş Çelebi bin Mustafa’nın
övgüsüyle başlayan ve Tezkire’nin kenarında basılmış olan En-nüzhet-ül-mübhice
fi teşhiz-ül-ezhandır. Bunda bugün genel patoloji dediğimiz bahisler,
felsefî bir yolda yazılmıştır; yazar, kendisinden önce, bu yolda kimsenin bir
eser yazmadığını söyleyerek, iftihar eder. Bundan başka, İbni Sina’nın Kanun'una
Nazm-kanun-çek adiyle bir şerh de yazmıştır. Antakî’nin başka eserleri ve
dikkate değer hayat hikayesi için İslâm Ansiklopedisinde tarafımdan
yazılan makaleye müracaat olunabilir (I, 454).
Yukarıki
sayfalarda, bu yüzyılda müspet ilimlerin Osmanlı Türkiyesindeki halinden kısaca
bahsettik; şimdi bir iki satırla genel, kültürel bazı noktalara değineceğiz.
Bu yüzyılda
Türkiye'de henüz matbaa kurulmadığı gibi, basılı kitapların bile Türkiye’ye
sokulması serbest olmadığını ve Arapça, Farsça kitapların Türkiye’ye girip
satılmasına, ancak padişahın fermanıyle, müsaade edilebildiğini söylemek
lazımdır. Mesela 1594 yılında Roma’da basılan Euklides’in, Nasireddin Tusî
tarafından Arapçaya çevrilen Tahrir-i Euclidis (1) adlı eserinin
Türkiye’ye sokulması ve satılması için, 996 tarihli bir ferman çıkarıldığını
biliyoruz (bkz. Mustafa Nuri Paşa, Netaic-ül-vukuat, III, 120; Selim
Nüzhet, Türk matbaacılığı, İstanbul, 1939, s. 22; fremanın tıpkıbasımı
için bkz. aynı eser, levhalar).
Yine bu yüzyılın
düşünce hayatı hakkında genel bir fikir vermek için, şunu söylemelidir ki,
Murat III. zamanında Türkiye’ye gelerek, Histoire du Şerait et de la Cour
(Paris, 1633) adiyle bir eser yazan Michel Baudier’den aldığımız bilgiye göre,
o zaman Osmanlı memleketinde 120 medrese, 89 hastane ve 9000 öğrenci bulunmaktadır.
Medreselerde artık öğrencilerin derslerine çalışmadıkları ve daha ziyade zevk
ve safaya, sefahat âlemine daldıkları ve bundan dolayı, Murat Ill.’ın, bazı
şiddetli tedbirler alınmak üzere, öğrenci sayısının araştırılmasını emrettiğini
de öğreniyoruz. Öğrencilerin dersleriyle uğraşarak, derece derece medreselerini
terfi etmeleri gerektiği hakkında, 29 şevval 983 tarihli bir ferman daha
çıkarılmıştır ki, bir sureti Ahmet Refik'in Onuncu Asr-ı Hicride İstanbul
Hayatı adh eserinde bulunmaktadır (s. 50).
♦ ♦ ♦
Bu devirde, Osmanlı
Türkiyesinde, üç kişinin düşünme özgürlüğü uğrunda idam edilmiş olduğunu
biliyoruz. Bunlardan biri Kabız-ı Acemi adh ulemadan bir zattır. Bu Kabız,
Isa’nın Peygamber’e
üstün sayılması gerektiği ve başka bazı iddialarla ortaya çıkmış ve her
gezdiği yerde bu düşüncelerini yaymaya başlamıştı. Kanunî Süleyman zamanının
ünlü sadrazamlarından İbrahim Paşa devrinde Kabız yakalanarak. Divana
getirilmiş ve orada hazır bulunan Rumeli kazaskeri Fenarî-zade Muhyiddin’le
Anadolu kazaskeri Kadiri Efendiler tarafından yargısı yapılmışsa da, bu yargılamada
Kabız’ın iddiaları dinlenip reddedilecek yerde, kendisine karşı «şebb ü şetim
ve teddid ika’» olunmuş (sövülmüş ve tehdit edilmiş) ve sanık ise iddiasının
doğruluğu ispat için, türlü türlü ayetler,
hadisler ileri sürmüştür. Bu kanıtları kazasker efendiler reddedemeyince,
Kabız, Divandan serbestçe çıkıp gitmiştir. Bu muhakemeyi kafes arkasından
dinleyen padişah, veziri İbrahim Paşaya bu imansızın susturulamayışına sebep ne
olduğunu sorunca, paşa, kazaskerlerin bilgisizliğini ileri sürmüş ve bunun üzerine
Kabız, ertesi günü yeniden yakalanarak, Divana getirilmişti. Bu defa padişahın
emriyle, müftü Şemseddin Ahmet Kemal Paşa-zade, yani Ibni Kemal ve İstanbul
kadısı Sadi Çelebi muhakemeye memur edilmişti. Bu ikinci muhakemede Ibni
Kemal, Kabız’ın iddialarını çürütmüş ve İstanbul kadısı da katline
hükmeylemiştir (bkz. Peçevî, Tarih, I, 124; Âli, Kilnh -ül-ahbar,
yazma, kısım IV, vakıa XVII). Bu garip zatın kim ve nereli olduğuna dair fazla
tafsilat bulamadık; herhalde düşündüğünü açık söyleyen ve misyoner tabiatlı bir
adam olduğu anlaşılmaktadır. Murat III. zamanında, bir de Hamza adh biri, aynı
dinden çıkma suçuyle (ilhad cürmü) idam edilmiştir.
Üçüncü ve en önemli
kimse, İstanbul’da Behram Kethüda medresesi müderrisi, Nadajh Sarı Abdürrahman
adh bilgindir. Kendisi, Divanda Rumeli ve Anadolu kazaskerleri tarafından
yargılanarak, idama mahkûm olmuştu; vaktin sadrazamı Tırnakçı Haşan Paşa idama
sebep ne olduğunu sorunca, Anadolu kazaskeri Esat Efendi karşılık olarak
yazdığı mektupta diyor ki:
«Sultanım Nadajh
hakkında sual buyurulmuş böyle zındık görmedim haşr-ü neşir ve cennet-ü
cehennemi ve sevab-ü ikabı bilkülliye inkâr edip Eveleysellezi halâkassemavati
vel’arda bikadirin... (1) nass-ı kerimine ne dersin Yevme tübeddelül-ardu
gayrel’ardi (2) veVessemâvâtü matviyyâtün biymennihi (1) nususuna ne
dersin dedim te’vili ve tevcihi vardır, murad yine bu inşada olan ahvaldir
dedi. Yevme yekûnnünnâsü kelfiraşilmebsusi ve tekûnülcibâlü kel’ıhnilmenfuşi
(2) ne demektir dedikte dağlar gibi adamlar âlemde perişan olurlar demektir
dedi. Ve hatta çok nusus-i kaviye ile şiiphe-i rediesin izale ve kabul-i hakka
imale kasdeyledik mecal olmadı bu mretebe zındıktır. Kusur-i aklında eğerçi
şüphe yok feemma daire-i tekliften hariç olacak kadar mecnun değil idi.
Zu’munca hayli idare-i bahs eyledi. Mecnun te’vili nususa kadir olmaz. Zındığın
ise bâdelahz tevbesi makbul olmayıp bilâ tehir katli vacip olmakla şer’i şerif
mucibince katline hükmolundu, hazretiniz hazır olsanız kendi elinizle katli
caiz idi. Kendi zu’m-i fasidince dünya belâsından halâs oldu, Müslimiyin dahi
elinden ve din-i İslâm dilinden halâs buldu» (bkz. Naima, Tarih, I,
326, 1011 senesi vakayii).
işte bu suretle
zındık (Allaha ve ahrete inanmayan) olduğuna hükmedilen Abdürrahman Hoca (Sarı
Abdürrahman), yukarıki ifadelerinden anlaşıldığına göre, âlemin sonsuzluğuna
ve bu âlemde tabiat kanunları üstünde olaylar olamayacağına inanmış bulunuyordu.
Bu düşüncesinin cezasını çekerek, Batının bu yüzyılda yetişen, büyük
filozoflarından Giordano Bruno’nun Roma’da yakıldığının (1600) ertesi sene
İstanbul’da idam edilmiştir.
«
« «
Osmanlı
Türkiyesinde, XV. yüzyılın ortasından XVII. yüzyılın ilk senelerine kadarki,
ilim faaliyetini kısaca hikaye eden son iki bölümün aldığı, bu devirde,
Batıdaki ilim faaliyetine çarçabuk bir göz atmak faydadan hali değildir. Bundan
önceki özette bahsettiğimiz gibi, Rönesans artık hümanizm halinde başlamış ve
öte yandan,, müteharrik harflerle basım usulünün icadıyle Yunanca ve Latince
ilmi eserlerin basılmasına sıra gelmişti. Bu yüzyıllarda birçok büyük simalar
ilim göklerinde, yeni yıldızlar gibi, parlamaya başlamıştır. Bunlardan biri
İstanbul’un Türkler tarafından fethinden bir yıl önce İtalya’da Floransa
yakınlarında doğan büyük dahi Leonardo da Vinci (1452-1519), dehasının
harikulade genişliği, bağımsızlığı, yepyeni düşünceleri,
sezgilerinin doğruluğu, gözlemlerinin sağlamlığı noktasından, sonradan daha
çok takdir edilmiştir. Aynı zamanda büyük bir sanatçı olan bu zatın sanatı
tabiatıyle bizim çerçevenin dışında kalır (1). XIX. yüzyıl başlarına kadar
yalnız sanatçılığıyle tanınan bu büyük adamın, Milano'da Ambrosiana kütüphanesinde
bulunan, el yazmaları ve not defterleri 1796’da Paris’e götürülmüş ve orada
Academie Française’in kütüphanesine konulmuştur. Bu yazmalar orada Venturi
tarafından incelenmişse de, asıl ilmi ve teknik düşüncelerini toplayan
yazmalar mecmuası=Codex atlanticus, 1815 yılında yeniden Milano
kütüphanesine geri verilmişti. Bu yazmalar, Fransızca çevirileriyle birlikte,
ancak 1881 yılında Paris’te Les Manuscrits de Leonard de Vinci adı
altında yayınlanmıştır. Gerçi, bu tarihten daha önce, Libri'nin matematik
tarihinde bu zattan bahsedilmiş idiyse de, nihayet 1906 yılında ünlü Fransız fizikçisi
P. Duhem’in makaleleriyle, Leonardo’nun ilmi değeri, özellikle mekanikteki
buluşlarının Galilee'nin keşiflerini hazırladığı fikri ileri sürülmüştür.
Bundan başka, da Vinci teknik alanında uçma makinelerini, paraşütleri daha o
vakit düşündüğü gibi, görme işinin fizyoloji ve fiziğini oldukça kavramış ve
öte yandan da insan teşrihi üzerinde çalışarak, bugün Ingiltere’de Vindsor
sarayında saklanmakta olan gayet güzel teşrih levhalarını yapmıştır.
Leonardo gibi
ressam olan Nürnbergli Albrecht Dürer de bu devirde insan teşrihi üzerinde
incelemeler yapıyor, matematik ve fizik üzerinde çalışıyordu.
Tıp ilminde devrin
dillerde dolaşan bilgini ise, Osmanlı tıp tarihini en çok ilgilendiren
Paracelsus'tur (1493-1541). Ancak XVII. ve XVIII. yüzyıllarda Türkiye’de tıp
âleminde çok adı geçen bu zattan biraz bahsetmek lazımdır. Asıl adı Aureolus
Philippus Theophrastus Bombastus von Hohenheim olan, isviçreli bu tıp hocası,
Luther’in Hıristiyan dininde meydana getirdiği «reforme» hareketi gibi, tıpta
bir reform hareketi yapmaya çabalamış, fakat, kibir ve gururu ve herkesi bir
yolda kırması yüzünden, başaramamışsa da, o vakit mutlak egemen durumunda
bulunan Galenos ve ibni Sina tıbbına karşı savaş açarak, bu yazarların
kitaplarını, biraz önce Luther’in papanın emirnamesini yakmasını takliden,
yakarak, derse başlamıştır. Bir de, o vakte kadar okutma dili olan Latinceyi
bırakarak, profesör olduğu Bâle şehrinde Almanca ders vermiş ve kitaplarını
Almanca yazmıştır. Paracelsus’un gayet garip isimli eserleri vardır. Bu zatın
tıpta asıl yeni prensibi, kimyanın tedaviye uygulanması, yani yalnız bitkisel
ilaçların değil, madensel bileşiklerin de kullanılmasıydı; çünkü, Paracelsus’a
göre, hastalıklar vücudun kimyasal bileşiminde meydana gelen bozukluklardan
ileri gelmekte olduğu için, bu kimyasal bileşime giren maddelerin vücuda
sokulması, yahut vücuttan çıkarılmasıyle tedavi mümkün olabilirdi. Bu usule
sonradan tıpta «iatrochimie» adı verilmiştir. Öte yandan macrocosme'un (büyük
evren) microcosme (küçük evren=insan) üzerine büyük etkisi olduğuna inanan ve
hatta bu yüzden bazen mistisizme bile düşen yazarın üslûbu gayet çetin ve
kendisine mahsus olarak kullandığı deyimlerin anlaşılması pek güçtür. Mesela
Yunan felsefesinin «dört eleman »ı yanma koyduğu üç elemandan birine sulphur
adını vermişti; bu deyim, asla kükürt demek olmayıp, yanmanın asıl maddesini
ifade ederdi. Civa deyince bütün madenleri kapsayan nitelik ve
prensipleri ve bunlar arasında sublimation’u, sa/e=tuz dediği zaman da,
kimyasal bir bileşiğin ateşe dayanan ve değişmeden kalan kısmını anlamak lazımdı.
îşte bu zor anlaşılır yazar, kitaptan ziyade, tabiatın incelenmesi taraflısı
olmuş ve diyar diyar dolaşmıştır; hatta bir yazısında «ilim ve sanat bir
memleketin malı değildir, onu her yerde aramak lazımdır; insan hocasını kendi
evinde sobanın arkasında bulamaz» diyerek, kitaba benzettiği tabiatın yapraklarını
çevirmek saydığı gezilerini mazur göstermek istemiştir. Her halde, dikkate
değer, fakat eksantrik bir kimse olan Paracelsus, hayatını büyük sıkıntılar
içinde, bütün meslektaşları tarafından hakaret görerek, Salzburg’da
bitirmiştir. Fakat, her ne olursa olsun, bu garip halli adam, kimyanın amacının
altın yapmak olmadığım kuvvetle söylemek suretiyle, bu ilmin, en önemli
uygulama alanlarından biri olan, tıbba girmesini, ilkönce, ısrarla savunan bir
yazardır (1).
îşte bu zatın
düşünceleri XVIII. yüzyılda, doğrudan doğruya eserleriyle olmasa bile, ağızdan
ağza, özellikle gayr-i Müslim hekimler aracılığıyle, Osmanlı Türkiyesine de
geçmiştir. Aşağıda görüleceği üzere, Salih bin Nasrullah’ın Gayet-iil-itkan
adındaki eserinden başka, hiçbir çeviride Paracelsus'un adının yanında
eserlerinin adı geçmez; halbuki bütün çevirilerin adı Terceme-i
Parakelsustur.
Yine bu devirde
modem madenler ilminin babası sayılan George Agricola, madenler ve fosiller
hakkında, değerli bilgiler vermiştir.
Matematikte de bu
devir, modern bir safhaya başlangıç oluyor. Ahlaki prensiplere itaatsizliğiyle
meşhur olan Jerome Cardan, üç bilinmezli denklemlerin çözümü için meşhur olan
usulünü yayınladığı gibi, yazdığı cebir kitabiyle, ortaçağ cebir usullerine
son veriyordu. Botanik ilmi de bu devirlerde, ünlü Alman botanik bilgini
Leonard Fuchs’un (1501-1566) sayesinde, büyük bir gelişme kazanmıştı. Bu zatın
adı, meşhur güzel fuchsia çiçeklerine verilerek, «yeşil bir ölümsüzlüğe»
eriştirilmiştir.
Yine bu yüzyılda
anatominin kurucusu sayılan Flamand Andreas Vesalius (1514-1566), Louvain ve
Paris üniversitelerini pek muhafazakâr bularak, Padua'da profesörlüğe geçmiş
(1537) ve orada gerçekten anatomide yeni bir çağ açmıştır, tik olarak,
doğrudan doğruya ölüyü açarak, öğrencilere göstermek usulünü kurmuş ve bu
suretle eskilerin biri kitaptan okuyan=lector, öteki anatomi parçalarını
gösteren=demonstrator görevini kendi nefsinde toplamıştır. Bu çalışmaların
sonucu olarak, beş yıl içinde meşhur eseri De corpus humani f ab rica yı
yayınlamıştır ki, bu eser modern anatomi ve fizyolojinin temel taşı sayılır.
Kasların kasılışını gösteren resimleri zamanın bütün anatomi eserlerine geçmiş
olduğu gibi, kanın dolaşımında, pek iyi bildiği Galenos teorisini eserine
almakla birlikte, kanın sağ kalpten sol kalbe, aradaki perdenin delikleri
yoluyle geçtiğinde şüphesini meydana vurmaktan çekinmemiş, bu perdede gözle
böyle delikler görmek kabil olmadığına dikkat çekmekten geri durmamıştır.
Bu devrin en büyük
ve en önemli keşfi, şüphesiz ki, astronomi alanında olmuş ve bütün ilim âlemini
baştan aşağı sarsmıştır. PolonyalI Nicolaus Koppemikus (1473-1543) —ki, kısaca
Kopernik diye meşhurdur— Yunan bilginlerinden Philelaus ve Aristarkhus'un
eserlerinin incelenmesiyle eriştiği sonucu, yani evrenin merkezinin arz olmayıp,
güneş olduğunu ve bütün gökcisimlerinin güneş etrafında döndüklerini ispat
ederek, yüzyıllardan beri hüküm süren Ptolemaios astronomisini bir vuruşta
yıkmıştı. Bu hususta yazdığı De revolutionibus orbium coelestium adlı
eserini, basılmış bir halde, ancak ölüm döşeğinde görmeye muvaffak olmuştu
(1543).
Öte yandan, XVII.
yüzyılın ilk senesinde, Roma'da şimdi heykelinin bulunduğu meydanda odunlar
üzerinde, Inquisition mahkemesi kararıyle, yakılan filozof Giordano Bruno
(1547-1600), bizim âlemimizden başka âlemler olduğunu, evrenin zaman ve uzay
içinde sonsuz olduğunu ve bütün evrene yaygın bir ruhun varlığını iddia etmiştir.
Cena de le Ceneri, yani «Perhizin ilk çarşambası yemeği» adlı
eserinde, arzın güneş etrafında döndüğünü tekrar eden zavallı filozof yukarıda
söylediğimiz akıbete uğramıştı.
Ingiltere’de
Kraliçe Elisabeth’in özel hekimi olan William Gilbert de, Bruno’nun evren
görüşüne katıldığı gibi, mıknatıs ve mıknatıslı maddeler, özellikle pusula
üzerine önemli bir eser yayınlamıştır.
îşte en belirli
çizgileriyle özetlemeye çalıştığımız bu ilim hareketinden Osmanlı Türkiyesinin
asla haberli olmadığı, yukarıki sayfaların okunmasıyle, pekala anlaşılır.
Anatomi, hep îbni Sina'nın ve nihayet îbn Nefis’in anatomi ve fizyolojisi, tıp,
ufak tefek gözlemlerin eklenmesiyle, Galenos ve tbni Sina'nın tıbbidir.
Kopernik'in bütün bir sistemi yıkan keşfinden Osmanlı Türkiyesi haberli olmak
şöyle dursun, Takyeddin rasathanesi, «rasad-i cedid» diye hâlâ Ptolemaios
astronomisi üzerinde çalışıyordu. Kısacası Türkiye, bu devirde müspet ilimler
noktasından, dışarıya karşı kuvvetli bir setle kapanmış ve âdeta Batıyla hiçbir
teması olmamış gibidir. Fakat bundan sonraki devirde Batıyla temas, gayet geç
ve uzaktan bile olsa, başlamıştır ki, gelecek bölümün en önemli konusunu bıı temaslar
teşkil edecektir (1).