Ana içeriğe atla

  
 
Print Friendly and PDF

OSMANLI TÜRKLERİNDE İLİM... Abdulhak Adnan Adıvar 1

 

Bu incelemenin konusunun yanlış anlaşılmaması için, he­men söylemek lazımdır ki, aşağıki sayfalarda kitabın adının da gös­terdiği gibi, yalnız ve yalnız «Osmanlı Türklerinde ilim» bahis ko­nusu olacaktır. «Arap yahut Fars dilinde yazılmış ilmin» çoğunlukla Türk ırkından gelmiş bilginler tarafından meydana getirilmiş oldu­ğuna burada değinmek istemiyorum; çünkü böyle bir araştırmaya girişmek, bizi IX., X. ve XI. yüzyıllar bilginlerinin menşe ve ırkları hakkında birtakım nazari tartışma ve çekişmelere götürebilir. Bu cins tartışmalara pek karakteristik bir örnek vermek için, Kalküta’ de çıkan, The Musulman adlı, haftalık mecmuanın iki nüshasındaki (special ed. issue, 1936; 1937, No. 6) makaleleri göstereceğim: Bu makalelerde, son yüzyılın son yansında yaşayan Cemaleddin Efganî adında bir İslam düşünüründen bahsolunmaktadır. Hatta o makale­ler arasında şeyhin, Türk kaynaklarına göre kimliği, menşei ve ana diline dair, benim de yazdığım kısa bir not vardır (1). Hemen hemen aramızda yaşamış denilecek kadar bize yakın bir tarihe ulaşmış olan bu zatın ırk ve menşei için yapılan şu tartışmaya bakılırsa, IX., X. ve XI. yüzyıllarda çeşitli kavimlerin kaynaştığı Orta Doğuda yetişen bilginlerin milliyetini belirtmenin ne kadar zor ve hatta bazen im­kansız olduğu meydana çıkar.

Öte yandan maksadım, «Arapçadaki ilm» denilen ilme mirasçı olan bir millette, beş yüzyıl (XIX.-XIV.) içinde, bu ilmin durumunu kısaca belirtmek ve XIX. yüzyıla, yani modem ilmin Türkiye’ye gir­diği tarihe kadar, çözülerek ve gerileyerek, nasıl sürdüğünü göster­mektir.

Bu incelemede «ilim» kelimesiyle anlatmak istediğim, matematik, tabii ilimlerde tıptan ibarettir. Bunu bir kere daha açıkça söy­lemeyi zorunlu buluyorum; çünkü, Osmanlı Türklerinde ve esasen Doğuda ilim kelimesi, bütün beşeri bilgileri, hiç ayırt etmeksizin, içine alan çok geniş bir anlam taşırdı. Kelamı, fıkhıyle din, nücum ilmi (astroloji), sihir, sima ilmi, simya ilmi (fantasmagorie), rüya tabiri hep ilim çerçevesi içine girerdi, time verilen bu geniş anlam, Türkiye’nin karanlık kalan fikir göklerini modem ilmin ilk şuaları aydınlatıncaya kadar, yani XIX. yüzyıla kadar, baki kalmıştır.

Bütün bu ilimler, medrese tabir olunan müesseselerde okutu­lurdu. Bu Türk müessesesinden bahsedildikçe Fransızcaya college de religieux diye tercüme mutat olan bu medreseler, hakikatta Osmanlı imparatorluğunun üniversiteleriydi. Bu surete medreselerin mezunları «âlim» unvanını alıyorlardı ki, Fransızcaya bile geçen ulema kelimesi savant mukabili olan bu kelimenin çoğuludur. Bu unvanı taşıyanlar, kelam, fıkıh, tıp, heyet, matematik ve nücum il­mine vakıf olmak iddiasındaydılar. Mamafih modem ilmin Türki­ye'ye girmesiyle bu geniş anlamın değiştiğini aşağıdaki sayfalarda göreceğiz.

ilave etmeye lüzum bile görmüyorum ki, bu tetkikin tam oldu­ğunu söylemek iddiasında asla değilim. Yerinde yapılacak çalışma­larla bu araştırmanın tashih ve ikmal edildiğini görmek temennisi­ni burada tekrar ediyorum. Herhalde şunu teyit edebilirim ki, filozof-müverrih Benedetto Croce'nin hakimane nasihatına uyarak, «fi­kir alanında görevi, savaşçıları coşturmak değil, gerçeğin bilincini açık ve aydınlık tutmak olan tarih yerine hurafeler koymamaya» çalıştım (1).

A. ADNAN

SÖZE BAŞLAMADAN

İstanbul, 2 Mayıs 1943

Uzun bir gurbetten sonra memlekete döndüğüm zaman, bu ese­rin Fransızca baskısının Türkiye’de pek az okunduğu halde, oku­yanların beğenmiş olduklarını işittim. Hatta Maarif Vekilliği, eseri Türkçeye tercüme ettirmek için, muvafakatimi istedi; ben de birin­ci önsözde söylediğim gibi, kitabın tamamlanacak ve düzeltilecek yerleri olduğunu, bunları kendim yaparak, ikinci baskısını hazırla­mayı vaat ettim. Dört sene içinde, başka bir alanda yoğun ve şid­detli çalışmalar arasında vakit buldukça, esas olarak Fransızca nüs­hasını almak suretiyle, eserin üzerinde çalıştım. Ulaşılması muvakka­ten güçleşen birçok yazmaları erişebileceğim bir yere göndertmek hususunda Maarif Vekili Hasan-Âli Yücel’in pek kıymetli yardımı­nı gördüm. Bu suretle, görülmesi benim için mümkün olan yazma­ları gözden geçirdim, büyük ilaveler ve düzeltmeler yaptım; bunun­la birlikte, gördüğüm yazmaların bir kısmının, bahse değeri olma­dığı için, ismini bile koymadım. Herhalde, eserin tam ve mükem­mel olduğunu iddia etmek yine benden irağ olsun. Çünkü eski kü­tüphanelerimizin ilmi katalogları yapılmadıkça, hele Mecmuat-ür -resail adı altında toplanmış risalelerin yazarları ve konulan açıkça ve kesin olarak bilinmedikçe, böyle bir iddia pek yersiz olur.

Bu eseri okuyanlar, Osmanlı Türkiyesinde müspet ilimlerin XIX. yüzyıla kadar ancak «Arap ve Fars dillerindeki ilim»in eksik ve bazen de yanlış bir devamından ibaret olup, ne muhteva, ne de metot bakımından «Yunan mucizesi»nin Doğuya geçmesiyle aldığı şekilden ayrı bir şekil olmadığını, ama bu ilimlerin, Batıdan fikir ve metot alarak, yeniliğe doğru yürüdüğü nadir safhalar olmuşsa, onların önemle belirtildiğini göreceklerdir.

Özellikle Batılı okuyucular için yazılan Fransızca aslında, aynı devirlerdeki Avrupa ilmi fasıllarını hiç uzun tutmadığım halde, bu baskıda biraz uzunca yazdım; çünkü bizim gibi bütün modern ilim ve tekniği hazır bulmuş milletler için, o ilim ve tekniğin tarihini kısaca olsun bilerek, insanlık tarihinde harp ve siyaset yanında bir de ilim ve medeniyetin yeri olduğunu öğrenmenin pek faydalı ola­cağına inanıyorum. Bu küçük eser, Osmanlı Türkiyesinde geçen beş yüzyıl içinde, müspet ilimler alanında neler olduğunu ve neler ol­madığını bir dereceye kadar gösterirse, bu, yazarı tatmin edecek bir başarı olacaktır.

Araştırmalarım sırasında, bana kolaylık gösterenlerin ve yar­dım edenlerin hepsini, hele çalışma saatlarının en çoğunu içinde ge­çirdiğim Üniversite kütüphanesinin manevi şahsiyetini muhabbetle anmak, benim için sevinçle yapılan bir vazifedir.

A. ADNAN


DÖRDÜNCÜ BASKIYI SUNARKEN

Osmanlı Türklerinde İlim’in Paris’te yapılan ilk baskısı ile (1939) İstanbul’da yapılan ikinci baskısı (1943) Yazan tarafından gerçekleştirilmiştir. Yayınevimiz 1970 yılında İsrarla aranan bu ese­rin üçüncü baskısını yaparken günümüzde kullanılmayan bazı keli­melerin değiştirilmesini gerekli görmüştü. O zaman Sayın H. Örs, yazarın akıcı üslubunu bozmadan ve kendisine has cümle yapısına hiç dokunmadan dilini güncel hale getirmiş, üçüncü baskı bu şekil­de çıkmıştı. Ayrıca Örs, yeri geldikçe metin içinde adlan ve bulun­dukları kitaplıklardaki numaralan verilen eserlere, savaş ve nakil nedeniyle Adıvar’m göremediği Topkapı Sarayı Kütüphanesindeki bazı yazmaların kayıtlarını da ilave etmiş, bu suretle ana kaynak­ları da genişletmişti.

Osmanlı Türklerinde İlim’i dördüncü defa yayınlamaya hazır­lanırken, eserin ilk basılış tarihinden itibaren kırk yıl geçmiş ol­ması önemli bir sorun olarak karşımızda duruyordu. Kanımızca, bu güçlü ve konusunda tek olan başvuru kitabının yeni baskısında, arada geçen yıllarda yapılan araştırmalarla elde edilen bilgilerin de bulunması gerekmekteydi, işte, bu zor ve özen isteyen işi, Prof. Dr. Aykut Kazancıgil ve Prof. Dr. Sevim Tekeli, hazırladıkları Ek’leri ilgili yerlere dip notlar şeklinde yerleştirerek başarılı bir şekilde sonuçlandırdılar. Kendilerine Yayınevimiz adına teşekkür ederiz. Böylece herhangi bir metin değişikliğine gerek olmadan yeni değer­lendirmeler ve bunların kaynakları eserin bütünü içine yerleşmiş olmaktadır.

Yayınevimiz, Osmanlı Türklerinde İlimin dördüncü baskısını Yazarının 100. doğum yılında yayınlamış olmaktan ötürü büyük bir mutluluk duymaktadır. Bizlere her zaman yakın ilgi göstermiş olan merhum Adnan Adıvar’m hatırası önünde saygı ile eğiliriz...

Remzi Kitabevi


Bölüm I

XIV.-XV. YÜZYILLAR

Bir millette ilmin başlangıç tarihini tespit etmek hemen hemen mümkün olamaz; çünkü ilim, bir harbin ilanı, bir barışın akdi ya­hut istiklal gibi belli bir günde asla başlamış değildir. Mesela, bir milletin istiklal gününde o milletin bağrında bilginler mevcut ola­bildiği gibi, bu isme layık tek bir kimse bile bulunmayabilir. O hal­de, bu kitabın konusu olan «Osmanlı Türklerinde ilim» bahsine başlamak için, yapma bir tarih bulmaktan başka çare yoktur; çün­kü pekala biliyoruz ki, Osmanlılardan önce Selçuklular devrinde, daha eski devirlerde gerek İran’da ve gerek Anadolu’da ilim kurum­lan ve bu kurumlan besleyen bilginler vardı ve Osmanlı devleti ku­rulduğu zaman Anadolu’daki bu kurumlar, hocalar}, öğrencileriyle birlikte, yavaş yavaş bu yeni devlete geçmiştir. Konumuzu sınırlı ve aynı zamanda aydınlık bir halde tutabilmek için, henüz pek az ince­lenmiş olan Selçuklular devrini şimdilik bir tarafa bırakmak zorun­da kalıyoruz. Doğrusu o devir hakkında bugün elimizde toplu si­yasi bir tarih bile yokken ilim ve medeniyet tarihini vücuda getir­mek oldukça güç bir iştir. Çünkü Selçuklular devrinin ilim kurum­lan ve müspet ilimler alanında yetişmiş bilginleri hakkında henüz bir araştırma yapılmış değildir. Ara sıra çıkan yazılarda, kısacık bir kitabeden, bir mezar taşından, yahut bir darüşşifa harabesinden o devrin ilmi hakkında koskoca bir hüküm çıkarılması o yazılara il­mi sıfatını vermeye engeldir.

işte bundan dolayı Osmanlı tarihinde müspet ilimlerin başlan­gıcı için yapma, fakat kronolojik bir tarih bulmak lazımdır ki, o da, Osmanlı tarihlerinin dediğine göre, Osmanlı ülkesinde ilk açı­lan İznik medresesinin Orhan Bey zamanında kuruluşu tarihi (1332?-1330) olabilir, (bkz. Âşık Paşa-zade, Tarih, 42; Hammer, Devlet-i Osmaniye Tarihi, Türk. Çev., I. 153). Bu medresede müspet ilim­ler bakımından bir özellik aramak boşunadır. Hiçbir tarihi kayda dayanmaya lüzum görmeden, söyleyebiliriz ki, Orhan Beyin bu ilk medresesi, daha önce Selçuklular devrinde açılmış olan medrese­lerin, gerek bina ve gerek öğretim bakımından, bir devamından baş­ka bir şey değildir.

İznik (Nikaia) medresesinin, eski devirlerde Hıristiyanlık akai­dinin tartışma ve dini meclislerin toplanma merkezi olan, bu şehre verdiği ilmi mevki ve önem, hiç şüphesiz, uzun müddet sürmüştür; hatta sufî ulemadan Antakyah Abdürrahman-ül-Bistamî (ölm. 858= 1454) Dürret-üt-tac-ür-resail'de (Nuruosmaniye Kitap., No. 4905) İz­nik şehri için bilginler yuvası demiştir.

Bu ilk medresenin ilk başmüderrisi Davud bin Mahmud-ür-Rumî-ül-Kayserî (ölm. 756=1350), Mısır’da tahsil etmiş nakli ve akli ilimlerde mütehassıs bir bilgindir. Bu zat Muhyiddin-i Arabi'nin Fusus-ül-hikem’ine yazdığı bir şerhte (Matla-ü husus-ill-kilem fi şerhi fusus-ül-hikem, Tahran, 1299) tasavvufu savunmuş, hatta bu şerh yüzündendir ki, tasavvuf Osmanlı ülkesinde kolaylıkla tanın­mıştır. Hammer bu şerhten bahsederken (aynı eser, I, 133), Davud’ un Muhyiddin-i Arabi'nin bazı sözlerini çürüttüğünü yazarsa da çü­rütme ve ret bahis konusu değildir. Anlaşılan Hammer Şakaik-ı Numaniye'nin Türkçe tercümesindeki (bkz. I. 27) çetin bir ibareyi yan­lış anlamış olacaktır. Bu meşhur şerh dolayısıyle, ilk Osmanlı med­resesinde sufîce bir çevrenin kurulmuş olduğu sanılabilir. Öte yan­dan Davud'un yerine geçen Taceddin-i Kürdî'nin halefi Kara Alâeddin (ölm. 300 = 1393) zamanında Orhan Bey, büyüyen ordusu için, bir kadı atamaya lüzum görerek, İznik medresesine müracaat etmiş, fakat müderris ve mezunlardan hiç kimse bu işi kabul etmemiştir. Böyle kadılık makamına rağbet gösterilmemesinin sebebi olarak, kadılığın dünya ve ahrette sorumluluğa sebep olacağı kaygısı düşü­nülebilirse de, bu ilk medresenin muhitinde yetişenlerin ilmi, pratik bir fayda için değil, belki ilim için tahsil etmek istedikleri de sanılabilir.

Osmanlı devrinin ikinci medresesi de, bilindiği gibi, Orhan Be­yin büyük kumandanlarından Lala Şahin tarafından, İznik fethinde görülen yararlığına mükafat olarak TaceddiniKürdi fetvasıyle ken­disine bağışlanan birçok ganimet malının tutarıyle Bursa’da kurul­muştur (bkz. Şakaik-ı Numaniye, Türk. Tere., I. 29). Bu ilk medre­selerde ne okutulduğunu açık bir şekilde bilmek pek faydalı olabi­lirdi; fakat bu hususta kesin bilgilere sahip olmamakla birlikte, o vakitler hemen bütün ilim kitapları Arapça yazılmış olduğundan, medreseler programında bu dilin önemli bir yer tuttuğu muhakkak olup, fıkıh ve kelam yanında, akli ilimlerden mantık ve matematiğin de tamamıyle ihmal edilmediği kestirilebilir. Bu yıllarda, Osmanlı Türkiyesinde müspet ilimlere dair yazılmış bir esere rastlamadığı­mızı söylemek lazımdır; bununla birlikte, İstanbul Üniversitesi Ki­taplığı yazmaları arasında (T. 1204), Müfredat-ı ibn Baytar tercü­mesi adlı bir Türkçe yazma vardır ki, bu tercümenin, XIII. yüzyı­lın ünlü botanik bilgini İbn-ül-Baytar’ın (ölm. 1248) Kitab-ül-camı fi’l edviyet-ül-müfrede’sinden kısaltılarak adı bilinmeyen bir zat ta­rafından, Aydınoğullarından Umur Bey (741-749=1340-1348) emriyle, yapılmış olduğu görülmektedir. O zamanın güzel ve düz Türkçesiyle yazılmış ve hareke şekilleri kullanılmamıştır. Hekimlikte kullanılan bitkiler ve bazı hayvani ürünler alfabe sırasına konulduğu gibi, bazı otların, Türkçe adları yanma Yunanca adları da yazılmış olduğun­dan, tıp tarihi incelemeleri için faydalı bir eserdir.

İznik medresesinin yetiştirdiği ulemadan Şemseddin Mehmet bin Hamza-el-Fenarî (ölm. 834=1430-31), Karaman’da ve sonra Mı­sır’da tahsilini ikmal etmiş ve bir yandan tasavvuf, öte yandan man­tık ve başka akli ilimlerde ihtisas yapmış bir bilgindi. Bu zatın olumluğu bugün inanılması güç birtakım garip hikayelerle dolu ol­makla birlikte, herhalde dikkate değer. Bursa’da kadı ve oradaki Manastır medresesinin müderrisi olan Molla Fenari zamanın padi­şahı Yıldırım Beyazıt'a karşı koymuş ve Karaman’a gitmişse de, pa­dişah bu bilginin gönlünü alarak, yeniden Bursa’ya getirtmiştir. Mı­sır'da bulunduğu sırada şair Ahmedî ve hekim Hacı Paşa ile birlik­te tahsil etmiş olan bu zatın yazdığı mantık kitabı hicri 1304 yılın­da İstanbul'da basılmış ve son zamanlara kadar medreselerde okutulmuştu. Molla Fenarî’nin bundan başka bir de akli ilimlere dair Uveysât-ül-efkâr fi ihtiyar-i üli’l-ebsar adlı bir eseri daha vardır ki, bunda birçok zor meselelerin çözümlerine dair etraflı bilgiler ve diğer bazı meselelerin çözüm yollarına karşı itirazlar vardır. Müs­pet ilimler alanında bizi ilgilendirecek önemli bir eseri olmamakla birlikte, ilmi ve felsefi yolda düşünür bir bilgin olduğu ve zamanını yalnız fıkıh ve ibadat meselelerine hasretmediği anlaşılıyor; mesela, bu zatın tecessüs fikrini gösterecek, fakat belki de sırf bir fıkra gibi sayılmaya değer, bir olay anlatılır: En meşhur adiyle Molla Fenarî, «Toprak, yaşayışları bilgilerine uygun olan ulemanın etini yemez» hadis(?)indeki bu fevkalade hükmü olduğu gibi kabul etmemiş ve hocası Kara Alâeddin’in mezarını açtırıp ölüsüne bakmıştır. Güya vücudu bozulmamış halde görmüş ve hatta bu sırada gözlerinin kör olması için gaipten bir dua bile işitmiştir. (Gerçi Fenarî’nin gözleri­nin bir aralık kör olduğunu ve sonradan yine açıldığını Şakaik-ı Numaniye’de okuyoruz). Şakaik’m anlattığı bu mezar açma olayı doğ­ruysa, Molla Fenarî’nin ilmi bir tecessüse sahip olduğunu gösterme­si bakımından önemlidir. Öte. yandan bu zatın yüz ilimden bahse­den Enmuzec-ül-ulûm adiyle ansiklopedik bir eser yazdığı bazı kaynaklarda bildirilmekteyse de bu eserin oğlu Mehmet Şah Çelebi ta­lebi tarafından Fahreddin-i Razî’nin Hadaik-ul-envar’ından alınma bir kitap olduğu bilinmektedir. Bursa'da Timur’a esir düşen Molla Fenarî herhalde zamanının pek çok saygı görmüş bir bilginidir.

Bundan sonra müspet ilimler alanında önemli bir simaya geli­yoruz ki, Bursa'da doğan bu zat, tam adiyle Musa Paşa (1) bin Mah­mut bin Mehmet Salâhaddin diye anılan ve daha ziyade babasının görevi dolayısıyle Kadı-zade-i Rumî adiyle ün kazanmış olan Türk matematikçisi ve astronomudur (1337-1412) (2). Bursa'da tahsilini bitirdikten sonra, kız kardeşinden başka hiç kimseye haber verme­den Horasan’a ve oradan Türkistan'a giderek bilgisini genişletmeye çalışmıştır. Şakaik yazarına göre, bu yolculuk ve gurbette nasıl ge­çineceğini düşünmeden yola çıkan Kadı-zade'nin kitapları arasına kız kardeşi gizlice mücevherlerini koymak suretiyle bu gayretli ve hevesli matematikçinin yetişmesine yardım etmiştir. Kadı-zade’nin, nakli ilimlerden ziyade, akli ilimlere, özellikle matematik ve astro­nomiye merak etmiş olduğundan, bu yolculuk ve gurbeti göze almış olması o zamanlar bu ilimlerin Osmanlı ülkesinde pek gelişmemiş olduğunu anlatabilir. Timur'un torunu Uluğ Bey’in (1394-1449) za­manında Semerkant’ta bulunduğu sırada, Semerkant Rasathanesi Müdürü Gıyaseddin Cemşit’in vefatı üzerine, rasathane müdürlüğü­ne tayin edildiği gibi, Semerkant medresesi başkanlığına da getiril­mişti. Kadızade Horasan’da Seyyit Şerif Cürcanî’den ders almış, fa­kat Kadızade’nin akli ilimlere karşı bağlılığının fazlalığından dolayı hocasıyle araları açılmıştır. Seyyit Şerif, Kadı-zade için, «matema­tik ve felsefeye eğilimli bir yaradılıştadır» diye tariz ettiği gibi Kadı-zade de hocası için, «matematikte söz söyleyecek durumda değil­dir» demiştir. Bu bilginin Semerkant hayatından pek memnun ol­makla birlikte memleketini bırakmış olmaktan azap duyduğu Şerh-i eşkâl-ilt-tesis adlı kitabının önsözünde (bkz. aynı eser, Mukaddime, İstanbul, 1268) koyduğu şu beyitten anlaşılıyor:

«Onlarda (Semerkantlılar) kusur yoktur; ayıplanacak olanlar, dostlarını ve yurtlarını bırakmış olan konuklarıdır».

Semerkant medresesi başmüderrisliğinde bulunduğu sırada Uluğ Beyin sebepsiz yere bir müderrisi azletmesi üzerine evine ka­ panarak derse gitmeyen Kadı-zade'nin evine bizzat Uluğ Bey gidince dersten çekilmesine, bir müderrisin kendisine sorulmadan azli sebep olduğunu söylemiş ve bu suretle ilmi kurumlara siyasi idarelerin doğrudan doğruya hâkim olamayacağına dair güzel bir ders vermiş­tir. Bu bilgin hükümdar, hemen hocayı görevine iade ederek, Kadızade’nin gönlünü almıştır (bkz. Şakaik-ı Numaniye, Türk. Tere., I, 39).

Rasathane müdürlüğünde bulunduğu zaman hazırlanmakta olan Zic-i Gür ganinin (Zic-i Uluğ Bey) yazılışına da katılmıştır (bkz. Zic-i Uluğ Bey, Beyazıt Umumî Kütüphanesi, No. 4612, s. 1). Kadı-zade'nin birçok eserleri vardır. Bunlardan biri Osmanlı medreselerin­de okutulan Mahmut bin Ömer-ül-Çagminî-ül-Hârezmî’nin (ölm. (1221) El-mulahhas fi’l-hey'e adlı heyet kitabına yazdığı şerhtir. Bu şerhin birçok nüshaları İstanbul ve Avrupa kitaplıklarında yazma olarak mevcut olduğu gibi muhtelif tarihlerde Delhi, Lucknovv ve Tahran'da da basılmıştır. Bundan başka Şemseddin-i Semerkandî' nin (adının yayılması 1291 sıralarında) Euclides'in Kitab-ül-usutnnden geometri öncülleri ve üçgenlerin niteliklerine dair ikinci kita­bındaki davalar üzerine kaleme aldığı Eşkâl-üt-tesis’i şerh etmiştir ki, her meşhur olan bu eserin de birçok yazma nüshaları hemen her kitaplıkta bulunduğu gibi İstanbul’da 1268'de taşbasması olarak ba­sılmıştır. Bu basmanın kenarında Mehmed-ül-Hadî adında, yazarın öğrencilerinden birinin de çıkması vardır. Bir de Şehit Ali Paşa kitaplığında (No. 1992) bir mecmua içinde 55 yapraklı Muhtasar fi’l-hisab adlı Arapça bir eseri daha vardır ki, birinci kısmı aritme­tik, ikinci kısmı cebir ve denklemler, üçüncü kısmı ölçmelerden iba­rettir. Eserin sonunda bir de şerhi varsa da bunu yazanın ismi gö­rülmez. Salih Zeki Bey (Âsar-ı bakiye, I, 190) bu eseri Kadı-zade’nin Türkistan'a gitmeden önce yazdığını, çünkü üzerinde, yazarı olarak yalnız Allâme Salâhaddin Musa denilmiş bulunduğunu iddia etmek­tedir; herhalde bu eser o zaman için faydalı ve anlaşılması kolay bir aritmetik kitabıdır. Fakat Kadı-zade'nin en orijinal eseri hiç şüphe­siz ki, Risale fi istihrac-il-ceyb derece vahide adiyle Gıyaseddin Cemşid’in yazdığı kitaba hazırladığı şerhidir.

Kitabın adı şerh olmasına rağmen Kadı-zade bu eserinde bir derecelik yay sinüsünün hesabı usulünü yazardan daha iyi ve daha basit bir şekle sokmuştur. Bu eser yazarın adını taşımaz; fakat ken­disinin torunu, Beyazıt II. devri matematikçi ve astronomu, Mirim Çelebi’nin bu eserden bahsederken «ceddim Kadı-zade’nin yazdığı risale» diye anmasına ve aktardıklarının aynen o risaleden alınmış olmasına göre, eserin yazarı Kadı-zade-i Rumî olacaktır. Eserde bir derecelik yay sinüsünün, yarıçap 1 olarak alındığına göre, 0,017452406437 olduğu gösterilmektedir. (Bu hesaplar için bkz. Sa­lih Zeki, Âsar-i bakiye, İstanbul, 1326, I, 133-139).

Merhum Salih Zeki Bey bu yazardan bahsederken (bkz. aynı eser, I, 190), zamanının en ciddi ve gerçek bir astronomu olduğunu ve eserlerinde o zamanlar pek makbul olan nücum ilmine (astrologie) ait bir satır bile bulunmadığını överek söyler; bunun için Kadı-zade’yi Osmanlı Türklerinin birinci gerçek astronomu ve mate­matikçisi saymaya hakkımız vardır. O zamanki Doğu dünyasında kendisine bir isim yapan bu bilgin, tahsilini Horasan ve Türkistan’ da tamamladıktan sonra, asıl memleketine dönmüş olsaydı, Osmanlı ülkesinde müspet ilimlerin daha canlı bir gidiş almış olacağı tahmin edilebilir. Ama Kadı-zade'nin Türkistan’da yetiştirdiği iki öğrencisi sonradan Türkiye’ye gelerek, matematik ve astronomi ilmini yay­mışlardır. Bunlardan biri aşağıda isimleri geçecek olan Fethullah Şirvanî, öteki Ali Kuşçu’dur.

***

Murat I. ve Yıldırım Beyazıt devirlerinde (1359-1402) Osmanlı ülkesinde tıp alanında bir hareket görülmeye başlıyor; şimdiye ka­dar Osmanlı Türkleri tarafından yazılan ilk tıp eserinin Havâss-ill -edviye adiyle Murat bin Ishak adında biri tarafından derlendiğini sanıyoruz (bkz. Fatih Millet Kütüphanesi, Tıp, No. 109; Paris Bibi. Nat. Man. Turcs, A.F. 170). Bu kitap 792 (1387) yılında «Gerede ka­lesinin katında ve Erkot dağında cem» olunmuştur. Eserde birta­kım ilaçların etkileri kısaca ve pek bayağı bir yolda anlatılmakta­dır. Bilgilerinin büyük kısmmın Zeyneddin bin Ismail-ül-Cürcanî’nin eseri olan Zahire-i Hârezmşahî'den ve bir de Ibni Sina’nın Karun'un­dan alınmış olduğu görülüyor. En çok rastlanan hastalıkların teda­visinden de kısaca bahseden bu yazara dair bildiğimiz bir şey yok­tur.

Öte yandan Bursa kütüphanelerindeki yazmalar üzerinde incele­meler yapan Profesör Ritter ve Doçent Ahmet Ateş bana Bursa’nın Ulucami kütüphanesinde 2 numarada Kâmil-ils-sınâa tercümesi adiy­le eski Türkçe bir yazmanın bulunduğunu haber verdiler. Sonradan gördüğüm bu kitabı anlatmadan önce Kâmil-üs-sınâa hakkında bilgi vermek lazımdır. Bu eser 384 =994 yılında ölen Ali bin Abbas bin el-Mecusî’nin (AvrupalIların Haly Abbas dedikleri) Kâmil-ils-sınâat -ilt-tıbbiye (yahut Kitab-ill-meliki) adiyle, özel hekimi olduğu Buveyhî hükümdarlarından Adudüddevle’ye ithaf ederek yazdığı meşhur eserdir ki, 1294 yılında Kahire’de basılmıştır. Latinceye çevrildiği gibi bazı bölümleri Fransızca ve Almancaya da çevrilmiştir (bkz. G. Sarton, Introduction to the History of Science, I, 677). Bu eserin bi­ricik tam nüshası Berlin kütüphanesinde bulunmaktadır (bkz. W. Ahlwahrdt, V erzeichniss der arabischen Handschriften, 6261). Eser, İbni Sina’nın Kanunu ortaya çıkıncaya kadar, Doğu hekimliğinin baş kaynağı olmuştur. Önsözünde kendinden önceki büyük tıp eser­lerini inceler. Mesela Hippocrates’in aforizmalarının kısa olduğunu ve Galenus’un türlü türlü hastalıklardan bahsederek, toplu ve et­raflı bir kitap yazmadığını, Zekeriya el-Razî’nin meşhur El-havî’sinin zayıf noktaları bulunduğunu saydıktan sonra kendisinin daha düzenli bir yol tutacağını söyler. İşte iki ciltlik büyük bir eser mey­dana getiren bu yazarın eseri elimizdeki Bursa yazmasına göre, «Birgama kadısı» (?) tarafından kısmen Türkçeye çevrilmiştir. Bu çeviri ancak eserin sağlık bilgisi ve hastalıkların tedavisi üzerine olan ikin­ci kısmının üçüncü makalesinin 34. bölümüyle dördüncü makalesi­nin ülserler, çiçek ve kızamığa dair 5. bölümün bir kısmını içine almaktadır. Çeviri tarihini öğrenmek mümkün olamıyorsa da bu yazmanın 857=1453 yılında Timurtaş oğlu Umur Bey tarafından vakfedildiği ilk ve son sayfaya şahitler yanında yazılmış olmasına ve Türkçesinin üslup ve imla bakımından daha eski bir zamana benze­mesine göre, tercümenin XIV. yüzyılda yapılmış olduğu kestirilebilmektedir. Şu halde bu eser de yukarıda söylediğimiz Havâss-ül -edviye kadar eski, belki ondan daha önce Türkçe yazılmış bir tıp kitabı olacaktır. [Ek -1],

Bu devirde en tanınmış başka bir hekim-yazara erişiyoruz ki, o da Hacı Paşa adiyle meşhur olan Celâleddin Hızır’dır. Yukarıda adı geçen Molla Fenarî ile birlikte Mısır'da tahsil etmiş, fakat uğra­dığı ağır bir hastalık yüzünden, tıbba merak ederek, tahsil yolunu değiştirip, büyük bir hekim olmuştur. Bu yazarın Aydınlı olduğu söylendiği gibi Konyah olduğunu iddia edenler de vardır (ölm. 820=1417 Birgi’de ve başka bir rivayete göre, 816=1413 Kahire'de). Konyah olduğuna kanıt olarak bu şehrin müze kütüphanesinde bulunan Şifa-Ül-eskam isimli kitabında adının Hızır bin Ali-ül-Hattab el-maruf bi Hacı Paşa Konyevî (?) diye ve diğer bir eserinde de ismi tam olarak Celâleddin. Hızır bin Hoca Ali el-Konevî diye yazılmış olması gösterilmektedir. Bu Türk hekiminin isminin bazı kitaplar­da Hayreddin gibi yazıldığı da varsa da, en doğrusu bu zatın ismi­ni Hızır bin Ali diye kabul etmektir. Bütün biyografilerin birleştik­leri bir nokta vardır ki, o da Hacı Paşanın Mısır’da tahsilini parlak bir şekilde tamamlamış ve orada o vakit «Mantıkî» şöhretiyle tanı­nan, Mubarekşah Malakî’den mantık ve akli ilimleri de öğrenmiş olmasıdır. Kendi tahsil arkadaşları arasında şair Ahmedî ile Şemseddin Fenarî bulunduğu gibi Şeyh Muhammet bin Mahmut Ekmelüddin Babertî’nin derslerinde meşhur Simavna Kadısı oğlu Şeyh Bedreddin’le birlikte bulunmuşlardır. Mısır’da tıp tahsilini tamam­ladıktan sonra Kahire’de Mansuriye-Kalavun hastanesine başhekim tayin olundu (bkz. Şifa-ül-eskam, Var. la). Bir müddet sonra mem­leketine dönen Hacı Paşa Aydın beyi îsa bin Mehmet bin Aydın’ın maiyetine giriyor ve Ayasluk’ta ve Birgi’de çalışıyor.

Hacı Paşanın eserleri iki kısma ayrılır:

1.                  Bahis ve münazara, tefsir ve tasavvufa dair olanlardan Şemseddin Mehmet bin Eşref Semerkandî’nin Risale fi âdab-il-bahis adındaki münazara ve mantığa ait eserine bir şerhi vardır. Tefsir­den Beyzavî’nin (ölm. 1286) Tavali-ül-envar’ma şerhi (Selim Ağa kü­tüphanesi, No. 628) ve tasavvuftan El-Ceylî’nin (ölm. 1100) Levami’-ül-envar-ül-kulûb ismindeki eserine şerhi (Selim Ağa Kütüpha­nesi, No. 629) mevcuttur. Hacı Paşanın bu eserleri konumuzu ilgi­lendirmediği için, daha fazla bilgi vermeye lüzum görmüyoruz.

2.                 Tıbba dair eserlerinin başında hiç şüphesiz Aydın beyi Aydınoğlu Fahreddin Isa Bey adına kaleme aldığı Şifa-ül-eskam ve deva-ül-âlâm adındaki Arapça eseri gelir ki, 783’te (1381) yazılmıştır (bkz. Paris, Bibi. Nat., A.F. 3012). Bu eserin kendi el yazısıyle olan nüshası Topkapı Sarayı Ahmet III. kütüphanesinde (No. 2070) bu­lunduğu gibi, gerek İstanbul’da gerek Mısır ve Hindistan’da birçok nüshaları vardır. Bizim gördüğümüz nüsha İbrahim Paşa kütüpha­nesinin 933 numarasında kayıtlı olanıdır. Bir de Konya müze kü­tüphanesinde (No. 6358) 800 yılında yazılmış nüshası vardır. Hacı Paşa bu başlıca eserini Ayasluk’ta yazmış, Galenus ve tbni Sina tıbbı yolunda gitmiş ve fakat kendi şahsi gözlemlerini de katmıştır (1). Bu eserin en belirli niteliği, verdiği bilgilerin açık ve kesin ifadelerle verilmiş, fazla lüzumsuz tafsilattan kaçınılmış olmasıdır. Mesela za­türree bahsinde bu hastalığın klinik arazı pek güzel tarif olunmuş­tur (bkz. İbrahim Paşa kütüphanesi, No. 933, Var. 270a). Kitap dört makale üzerine düzenlenmiş ve birinci makalede genel, nazari ve ameli bilgiler, ikinci makalede yiyecek ve içecekler, bileşik ve basit ilaçlar (bu bahis hemen olduğu gibi İbni Baytar'm El-cami'inden alınmıştır), üçüncü makalede baştan ayağa kadar organların hasta­lıkları, dördüncü makaledeyse bütün vücudu kapsayan hastalıklar anlatılmıştır. Bu eserin başında Hacı Paşa, Arap, Hıristiyan ve Mu­sevi bilginlerden faydalandığını yazarken, Şeyh Cemaleddin-ül-Şevbekî adında bir zattan «üstadım» diye büyük saygıyla bahseder. [Ek-2],

Bundan başka Hacı Paşanın Arapça ve Türkçe birtakım tıbbi eserleri daha vardır. Mesela Kitab-ilt-talim (Turhan Valide kütüpha­nesi, No. 258) adiyle bir eserini daha buluyoruz ki bunun başında îbni Sina'nın, Hipokrat'ın, Galenus'un ve meşhur Mucez-ül-kanun yazarı Alâeddin Ali ebi el-Hazm-el-Kureşî'nin adlarını saydığı gibi «enfas-ı î seviye ve akdam-ı Museviye»den ve zamanının hekimlerin­den faydalandığını söyler. Kitap dikkatle okunursa, gerek bölümle­ri, gerek içindekiler bakımından kendi Şifasına pek benzediği anla­şılır. Sonuna «Vasiyye» adiyle bir bahis katılmıştır ki, bunda hekim­lerin kıyafetinin düzgün olmasından ve hastaya karşı davranışların­dan, sanatın icrası esnasında riayet edilmesi lazım gelen bazı ahlaki konulardan bahsettikten sonra, bu kitabı 771 yılında Emir-üs-Said-i Şehid'in Şeyhuniye medresesinde ikmal ettiğini söyler. Yine aynı yıl­da ve aynı yerde Kitab-ill-feride adiyle bundan önceki eserini daha ziyade hulasa ederek, başka bir eser yazmıştır (Turhan Valide kü­tüphanesi, No. 258; bu nüshalar Hacı Paşanın kendi yazısıyledir).

Hacı Paşanın Arapça eserlerinden bir de Kitab-ils-saade ve'l-ikbal müretteb alâ erbaa akval adiyle bir kitabına rastlıyoruz (Veliyüddin Efendi kütüphanesi, No. 2536; Manisa kütüphanesi, No. 1788, bu nüshanın tarihi 800’dür). Bu eserin bir adı da Kümmi-ül-celâlî ola­rak kütühane defterlerinde muhtelif nüshalar içine yazılmıştır

Soğuk, rutubet ve kuruluğun sağlığa etkisiyle başlayan bu kitap, na­bız ve idrarı ve idrarın çeşitli hastalıklarda aldığı nitelikleri anlatır. Giriş kısmı îbni Sina'nın Kanunundan alınmıştır; bundan sonra yi­ne Şifa’daki gibi havanın ve yiyecek ve içeceklerin özelliklerinden, hacamat, kan alma gibi genel tedbirlerden ve başka bahislerde de tıpkı Şif a' da olduğu gibi, hastalıklardan bahseder. Bu kitabın önemi Türkçeye çevrilerek Müntahab-üş-şifa adiyle bir telif meydana geti­rilmiş olmasıdır (Üniversite Kütüphanesi, Yıldız, tıp, 877 ve 233'teki iki nüsha Kitab-ils-saade'nin aynen çevirisinden ibarettir). Garibi şu­dur ki, Teshil-üş-şifa adiyle meşhur olup. Hacı Paşa tarafından Türk­çe yazılan eser de yine aynı Arapça kitabın biraz farklı çevirisinden başka bir şey değildir (Üniversite Kütüphanesi, Yıldız, tıp, No. 344) (1). Teshil-üş-şifa nm Müntahab-üş-şifa’dan bir ayrılığı varsa o da nazari ve güç kısımların bu ikinci eserde atlanmış olmasıdır. Aslı olan Kitab-üs-saade yanında bu kitabın adının anılmaya bile değ­meyeceğini söylemek lazımdır. Teshil’in önsözünde Hacı Paşanın bu defa eserini herkesin anlayabilmesi için Türkçe yazdığından do­layı özür dilemesi, o vakit ilim dilinin Arapçaya ne kadar kuvvetle bağlanmış olduğunu göstermek bakımından önemlidir (bkz. Paris, Bibi. Nat. Cat. manuscrit Turcs, A.F. 169). Bu kayıt olmasaydı bu baştan savma çevirinin Hacı Paşa tarafından değil, bir başkası ta­rafından yapılmış olduğuna inanmak mümkündü. Hulasa Hacı Pa­şanın Şifası ve Kitab-üt-talim'i bütün öteki eserleri için esas teşkil etmiş ve bunlar hep onlardan ufak tefek düzeltme ve katmalarla meydana getirilmiştir (2).

Hacı Paşanın Manisa kütüphanesinde Kitab-ül-musamma bi -usul hams adlı 40 sayfalık küçük bir tıp risalesi olduğunu Dr. Sü­heyl Ünver’in bir notunda gördüm. Kitabı kendim göremediğim için, ondan daha fazla bahsedemiyorum.

XIV. yüzyılda yazılmış eserleri bize kadar erişen bir iki bilgin­den daha bahsetmek lazımdır. Bunlardan biri Şeyh Cemaleddin Ak­saray! (ölm. 1388) İbni Sina Kanununun bir hulasası olan Mucez-ül -kanunu Hal-Ül-mucez adiyle açıklamıştır (1) [Ek-3]. Cemaleddin’in bu eseri bizde uzun zamanlar rağbet görmüştür. Kendisi Aksaray kasabasında Zincirli medresesi müderrisliğini Sıhah-i Cevheri adın­daki lügat kitabından hıfzını (ezberini) dinletmek yoluyle elde etmiş ve orada öğrencilerini üç sınıfa ayırarak, birinci sınıfa evinden medreseye kadar yolda ders okutur (meşaiyun) ve medresenin avlusuna varınca, orada direkler arasında ikinci sınıfa ders verir (revakıyun) ve medresenin dershanesine girerek, üçüncü sınıf öğrencilerine da­ha yüksek öğretimde bulunurdu.

Yine aynı devirde meşhur bir Türk şairi olan Ahmedî'nin (1334?1413, asıl adı Taceddin İbrahim; bkz. İslam Ansiklopedisi, mad. Ahmedî) tıbba dair mesnevi şeklinde manzum Tervih-iil-ervah adlı bir eseri (Ayasofya Kütüphanesi, No. 3595) vardır ki bunda önce teşri­he ait kısa, fakat düzenli bilgi verildikten sonra teker teker hasta­lıkların tedavisinden bahsedilmektedir [Ek-4]. Eser çok şarap iç­mekle meşhur şehzade Süleyman Çelebi adına yazılmıştır. Şair Ahmedî’ye Müntahabat-ilş-şifa adiyle ve mükemmel bir sağlık bilgisi kitabı diye bir eser, bazı tıp tarihi yazarları tarafından mal edilmiş ve hatta Bükreş tıp tarihi kongresine bile tebliğ olunmuştur. Hal­buki bu sağlık bilgilerini veren Müntahab-ilş-şifa doğrudan doğruya Hacı Paşanın yukarıda adı geçen eseridir (bkz. Üniversite kütüpha­nesi, Yıldız, tıp, No. 209a, s. 4-5). Bundan başka muallim Kilisli Rifat’ın Fuat Köprülü’ye Şehzade Camii kütüphanesinde gördüğünü söylediği Eş-şifa fi ahadis-il-Mustafa (bkz. İslam Ansiklopedisi, I, 219-220) adlı eser de Ahmedî’ye değil Ahmet Daî'ye (Ahmet bin İb­rahim bin Muhammet) ait tıbb-ı nebeviden bahseden, Abu Naim Isfahanî’nin aynı isimdeki eserinin Murat II. zamanında Umur Bey bin Timurtaş adına Türkçeye çevirisidir (Tıp Tarihi Enstitüsü kü­tüphanesi, No. 90).

XV. yüzyılın ilk senesinde (12 mayıs 1400) Yıldırım Beyazıt ta­rafından Bursa'da Dâr-üt-tıp adiyle bir hastane açıldığını biliyoruz. Doktor Osman Şevki (bkz. aynı eser) bu hastaneyi bir tıp okulu sa­yıyorsa da, yine aynı yazar tarafından Bursa Evkaf arşivinden çıka­rılan 15 ramazan 802 tarihli vakfiyesinde öğretime dair bir bölüme rastlanmamaktadır; fakat eski zamanlarda her yerde olduğu gibi bu hastanede de usta hekimlerin çırak yetiştirmiş olmaları mümkün­dür. Mesela Selçuklular zamanında Gundişapur ve Bağdat hastane­leri modelinde birtakım hastanelerin Anadolu’da inşa edilmiş oldu­ğunu da biliyoruz. Kayseri'de (1205), Sivas'ta (1217), Divrik'te (1228), Çankırı’da (1235), Kastamonu'da (1273), Konya ve Amasya'da (1312) hastaneler vardı ve bu hastanelerde hiç şüphesiz ustalık çıraklık tarzında hekimler yetişmekteydi [Ek-5].

Bu devrin sonlarına doğru yani Murat II. zamanında yetişmiş ve bize iki eser bırakmış bir hekim-yazar daha tanıyoruz ki, Mukbil-zade Mümin adındaki bu zatın olunduğu üzerine büyük bilgimiz yoktur. Dikkate değer eserlerinden biri olan Zahire-i Muradiye'nin (Yahya Efendi dergahında Hacı Mahmut Efendi kütüphanesi. No. 5507) 841 yılında yazılmış ve padişaha ithaf edilmiş bir nüshasına göre, bu kitap Arapça ve Farsça kitaplardan Türkçeye çevrilmiş bir derlemedir. Adının ve içindeki bilgilerin bellibaşh kısmının Zeyneddin bin îsmail-ül-Cürcanî’nin (ölm. 1135) eseri olan Zahire-i Hârezmşahî (Yenicami kütüphanesi, No. 915) diye meşhur olan Arapça ese­rinden alındığına şüphe yoktur. Beş makale üzerine düzenlenen bu kitap beyin, baş, göz, kulak, burun, mide ve yemek borusu hasta­lıklarından bahseder. Kitabın dikkate değer tarafı, Arapça terim­ler arasında, Türkçe terimlerin serbestçe kullanılmış olması ve güzel bir tertip ve tasnife riayet edilmesidir. Eserin en etraflı kısmı göz hastalıklarına ait olup, gözde yapılacak ameliyelerde kullanılacak aletlerle dağlamaya mahsus aletlerin resimleri de vardır. Bununla birlikte 358 yaprakta biten bu nüshada yazarın kendi gözlemlerine pek az rastlanır. Eserlerinden aktardığı yazarların isimlerini ver­mekten asla çekinmemiş olması, Mümin’in düşünce namusuna sa­hip bir yazar olduğunu gösterir.

ikinci eseri Miftah-ün-nur ve hazain-üs-sürur adlıdır ki bunu da aynı padişaha ithaf etmekte ve teşrih ve sağlık bilgisinden kısaca bahsettikten sonra, göz hastalıklarını aynntılarıyle anlatmaktadır. Kitabın başında hekimin nasıl olması gerektiğini anlatırken, «amma tabip dahi gerektir ki üstad-ı âkil ve zeyrek-i dâna ola çok okuyup bimarhanelerde çok duruşmuş ola... Nasıh-i rastgûy ve pakize-huy ve sahih-ül-mizaç ve sadık-ul-kavl ola» dedikten sonra, hekimin önce kendisini illetten salim kılmasını ve kendini beğenmiş ve dünya ma­lına tamahkâr olmamasını ihtar ve zamanının cahil hekimlerinin çokluğundan şikayet ediyor (bu eser bazı kütüphanelerde, mesela Ali Emirî Efendi kütüphanesinde, Kitab-ı tıb diye kaydedilmişse de, Nuruosmaniye kütüphanesinde. No. 3585’te asıl adiyle kayıtlıdır). Bu devirde tıptan başta ilimlerde yazılmış eserlere o kadar çok rast gelinmez; yalnız Ali Hibetullah adında bir zatın Hulâsat-ül-minhac fi ilm-ül-hisab adlı Arapça küçük bir eseri vardır.

Mehmet I. zamanında ansiklopedik eserlere rağbet başladığını ve mesela Zekeriya el-Kazvinî'nin tanınmış eseri olan Acaib-ül-mahlûkat’m Rükneddin Ahmet adında bir zat tarafından ilk çevirisi ya­pılmış ve Çelebi Sultan Mehmet'e takdim edilmiş olduğunu biliyo­ruz [(Ek 6], Bu çeviride belki ilk defa olarak arzın yuvarlak olduğu Osmanlı-Türk eserlerine geçmiştir. Bu eserde (bkz. Paris, Bibi. Nat. Cat. Manus. Turcs, Supp., 1339) «Hırs dört nesnededir; âdem’ de, karıncada, kargada ve sıçandadır, zira bu dört canavar zahire ve hazine cemederler» denildiği gibi, Yecuç ve Mecuç’tan bahsolunurken, onların Türk, soyundan olduğu ilave edilir. Bu gibi eserler­de çok kere meşhur dağlar, nehirler ve şehirlerden bahsolunduğu için F. Taeschner, Osmanlılarda coğrafya makalesinde (bkz. Türki­yat Mecmuası, II, 271), bunları coğrafya eseri saymış ve mesela he­nüz Bursa payitaht iken, fakat Edirne fetholunduktan sonra Ali bin Abdürrahman adında gayet finalist bir adamın yazdığı ve adım Acaib-i mahlûkat (Üniversite kütüphanesi. Yıldız, tabiiye, 520) ko­yuverdiği eseri bile Türklerin en eski coğrafyası diye zikretmiştir. Yazıcı-zade Ahmet Bican’ın Acaib-i mahlûkat’ı ve Dürr-i meknun'u hep böyle masal cinsinden ayrıntılarla dolu eserlerdir. Taeschner bunları da coğrafya eserleri arasında sayar.

En çok hayvan ve bitkilerden bahseden bu gibi ansiklopedik eserlere Osmanlı padişahlarının rağbet gösterdiklerini ve ileride bu gibi eserlerin çok kere Türkçeye çevrilmiş olduğunu göreceğiz. Me­sela Mehmet Kadî-i Manyas adında bir zatın Kitab-ı Aceb-ül-ucâb'ı bu cins eserlerdendir. Önce melekler ve şeytanlardan bahseden bu eserin sonuna küçük bir aritmetik kitabı ilave olunmuştur ki, bu­nun Osmanlı Türklerinde Türkçe yazılan aritmetik kitaplarının bi­rincisi olması pek muhtemeldir.

Hüsameddin Tokadî adında bir zat da, gökkuşağı üzerine küçük bir kitap yazmış, fakat sonunda biraz ilme değinen sözleri için, «bü­tün söylediklerim hep mezheb-i hükema üzeredir (filozofların öğre­tilerine göredir), müttakî ve müteşerîler (günahtan sakınanlar ve şeriat yolunda gidenler) buna inanmamak gerekir» demeyi de unut­mamıştır.

Murat II. devrinde yaşayıp Fatih’in ilk senelerinde vefat eden Fethullah Şirvanî, Semerkant’tan Kastamonu’ya gelerek, oranın be­yi İsmail Beyin iltifatını görmüş ve orada kelam ve mantıktan baş­ka astronomi ve matematik okutmuş ve bu suretle Batı Türkeli'nde yüksek matematik ve astronomi başlamıştır. Bu öğretim esnasında hocası Kadı-zade’nin Eşkâl-üt-tesis açıklamasına haşiye yazdığı gibi Çağminî’ye de ayrıca bir açıklama yazmıştır ki, son zamanlara ka­dar medreselerimizde makbul bir eser sayılırdı.

Hicretin 800. senesinde, hayat hikayesini bulamadığımız Meh­met bin Süleyman adlı bir zat, Muhammet bin Musa Kemaleddin -üd-Demirî'nin (1344-1405), ortaçağda pek meşhur olan, hatta 1906­1908 yılları arasında S.G. Jayakar tarafından eksik bir surette İngi­lizceye çevrildiği gibi başka dillerde de özetleri çıkarılmış olan, Hayat-ül-hayvan adındaki zooloji kitabını Türkçeye çevirmiştir. Kita­bın aslının 773 yılında tamamlanmış olmasına göre, Türkçeye ilk çe­virisi olması gerektir. Çeviren, kitaba bazı hikayeler ve haberler kat­mış olduğunu yazıyor (Topkapı Sarayı kütüphanesi, Revan köşkü, 1664) [Ek-7].

Bölüm II

FATİH SULTAN MEHMET VE İLİM

T arifi yerde bitmez arşa çıkan kibarın.

 A. H.

Osmanlı devletinin kuruluşundan (1299) Fatih’in tahta çıkması­na (1451) kadar geçen bir buçuk yüzyıllık bir sürede, yukarıki bö­lümde görüldüğü üzere, müspet ilimler, Osmanlı Türkleri arasında özel bir mevkie sahip olamamış, fakat kelam, mantık, fıkıh, evvelce Selçuklular medreselerinde olduğu gibi, okutulmakta bulunmuştur. Bu arada müspet ilimler alanında matematik ve astronomide Kadızade-i Rumî ve tıpta Hacı Paşa anılmaya değer eserler bırakmışlar­dır. Bununla birlikte, Fatih’in tahta çıkmasıyle beraber, müspet ilim­lerin değilse bile felsefi ve ilmi düşünüşün Osmanlı Türklerinde ge­liştiğine şahit olmaya başlıyoruz.

Bu devrin ilmi faaliyetlerinin bir özetini yapmaya başlamadan önce, Fatih’in ilme karşı gösterdiği ilgi ve himayeyi arasöz olarak söylemeyi lüzumlu sayıyoruz. Gerçekten, Mehmet II. küçüklüğünde okuma ve yazmaya karşı hiçbir eğilim göstermemiş ve hatta hocası Molla Guranî’nin kendisini azarladığı ve tehdit ettiği bile anekdot kabilinden tarihlerimize geçmiştir (bkz. Hammer, Devlet-i Osmaniye tarihi, III, 237). Fakat, çocukluğunda okumak ve yazmaktan hoşlan­mayan bu büyük padişah, gençliğinde ortaçağların en büyük ilim ve irfan koruyucularından biri olmuştur. Hatta, boş zamanlarını dai­ma en yüksek bilginlerle tartışmalarla geçiren Mehmet II., özellikle ilim ve felsefeye olan bu eğilimini bütün hayatı boyunca göster­miştir.

Mehmet Il.’nin Bizans tarihçilerinin tanıklığına göre Arapça ve Farsçadan başka, İbranîce, Keldanîce, Yunanca, tslavca ve Latince de bildiği söylenirse de, burada, Osmanlı Türklerinde ilim tarihini ilgilendiren ve henüz çözümlenmemiş bulunan bu mesele üzerinde, biraz durmak lazımdır (1). G. Guillet, aşağıda adı geçen tarihinde (I. cilt, 11) diyor ki, «büyük bir kuvvetle tahmin olunabilir ki, Despoena Maria her şeye ilgi gösteren bu üvey oğluna, sadece eğlence olsun diye, Yunan dilinde bir iki Hıristiyan duası öğretmiş bulun­sun». Gerçekten Sırbistan despotu Yani Brankoviç’in kızı, Fatih’in üvey anası olan Despoena Maria’nın bu zeki üvey oğluyle meşgul olmuş olması pek mümkündür. Bundan başka Sultan Mehmet'in ço­cukluğunda, sarayda rehine olarak tutulan Bizansh bir prens ve son­radan İskender Bey adiyle ün salan Arnavut prensiyle oynadıkları da söylenir. Onun için sultanın çocukluğunda bu arkadaşlarından biraz İslavca veya Yunanca öğrenmiş olması da düşünülebilir. Fakat bütün bu rivayetler güvenilir bile olsa, Mehmet Il.’nin bu yabancı dilleri bildiğini asla belirtmez. Tersine, Fatih’in sarayında Rumca katibi (Grammateus) gibi yaşayan İmroz adah Kritovulos’un Fa­tih'in hayatı üzerine yazdığı ve Karolidi Efendinin Türkçeye çevir­diği eserde «Arap ve Acem edebiyatındaki tam bilgisinden başka, Yunan filozoflarının Arap ve Acem dillerine çevrilmiş eserlerinden peripatetik ve stoikler denen felsefe öğretilerini inceler, öğrenmek ve bilgisini genişletmek için bu konuları iyice bilenleri ve uzman­larını öğretmen olarak yanma alırdı» deniliyor (2). Gene Kritovulos (Türk. Çev., s. 182), «padişah hazretleri Farsça ve Yunancadan Arapçaya çevrilmiş olan felsefe eserlerini okur ve yüce katında bulunan bilginlerle bunlar üzerinde konuşur ve özellikle Aristo ve stoik fel­sefesiyle pek ziyade meşgul olurdu» diye, Mehmet Il.’nin dil bilgisi derecesine işaret etmektedir. Öte yandan Edvvard Gibbon, Plutarkhos’un Meşhur Adamların Hayatı (Bioi) adındaki eserinin, Fatih'in emriyle, Yunancadan Türkçeye çevrildiğini bir yerde gördüğünü söy­ler (3). Bir de 1453 yılında, Aragon krah Alfonso’ya Nicolaus Sogundinus adında biri tarafından, Fatih hakkında verilen bilgiler arasın­da sultanın maiyetinde, biri Latince öteki Yunanca bilen, iki hekimin daima bulunduğu ve bunların kendisine eskiçağlar tarihini öğ­rettikleri de geçmektedir (Villoison’a göre, Notices et extraits des manuscrits, III, 2. 22).

Bu rivayetlerden Plutarkhos’un eserinin Türkçeye çevrilmiş ol­ması Kritovulos’un, Fatih’in, İskender, Pompeius ve Julius Caesar’ın hayatlarıyle ilgilendiği kaydıyle (bkz. Kritovulos, aynı eser, s. 16) büyük bir olasılık içine giriyorsa da bu çeviriye henüz hiçbir kütüp­hanede rastlanmamıştır.

Yine padişahın emriyle çevrilmiş olduğu rivayet edilen eserler­den biri de Giovanni Maria Angiolello’nun La breve narrazione de la vita et fatti del Signor Ussan Cassano adındaki, Uzun Hasan’ın ha­yatı ve başına gelenler üzerine olan eserdir. Bugün Fatih’in kütüpha­nesinde aslını, Ayasofya kütüphanesinde kendi emriyle yapılan ter­cümesini bulduğumuz Ptolemaios’un coğrafyası da bu çeşitten eser­lerdendir (aşağıya bkz.). Şu bilgiler üzerine, Arapça ve Farsça bilen padişahın bu dillerdeki eserlerden hiçbirinin Türkçeye çevrilmesini emretmediği halde Yunanca ve başka yabancı eserleri çevirtmiş ol­duğu göz önüne alınırsa kendisinin ne Yunanca, ne de başka Batı dillerini bildiği sonucuna varılabilir. Bundan başka, eğer büyük bir bilim koruyucu olan Mehmet II. bu dilleri de bilseydi, İstanbul’un fethine kadar Bizans kütüphanelerinde kalmış olan Yunanca ve La­tince yazmalardan daha fazla faydalanma yolunu bulacağından şüp­he etmek kabil değildir.

Gerçekten bu yazmalardan büyük bir kısmı Topkapı Sarayı kü­tüphanesinde saklanmıştır. Bu kütüphanede bulunan İslam dilleri dışındaki yazmalardan, birinci defa olarak Safd’h Dominico Yeruşalmi adında Hıristiyanlığa dönmüş bir Yahudinin raporuyle, Av­rupa haber almıştır. Bu zat Murat IIL'ın 1575-1593 yılları arasında özel hekimliğinde bulunmuştur. 1611 tarihli olan raporda Topkapı Sarayı kütüphanesinde 120 kadar yazma bulunduğu yazılıdır (1). Öte yandan bir İtalyan dönmesi, 1685 yılında, 185 kadar Yunanca yazma­nın saray kütüphanesinden satıldığını, müphem bir yolda söylemek­tedir. Bu yazmalar hakkında en faydalı araştırmalar 1888 yılında Fr. Blass ve 1906’da Uspenski, 1920’de Jean Ebersolt (Mission archeologique de Constantinople) taraflarından yazılmıştır. Nihayet 1929 yılında Müzeler Genel Müdürü merhum Halil Etem Beyin davetiyle, Berlin üniversitesi profesörlerinden Adolf Deismann İstanbul'a ge­lerek, uzun uzadıya incelemeler yapmış ve bunların sonucunu Forschungen und Fimde im Serail adı altında bir küçük kitap halinde yayınlanmıştır ki, bu ayrıntıları kısmen biz de bu kitaptan aldık.

Deismann'a göre, bugün Topkapı Sarayında Mehmet II. kütüp­hanesi denilen kitap koleksiyonunda İslam dilleri dışındaki yazma­ların sayısı 587’yi bulmaktadır. Bu yazmalardan 75’i XI.-XV. yüzyıl­lardan kalma olduğu için, bunların Fatih tarafından İstanbul'un fet­hinin arkasından toplanmış olduğu az çok bir ihtimalle kabul olu­nabilir; bu 75 yazma içinde matematik ve fizik bilimler üzerine ol­ması dolayısıyle, bizi burada ilgilendirecek 15 kadar yazma vardır. Yalnız Uspenski ve Cambridge kütüphanecilerinden Stephen Gaselee tarafından, Galenos’a ait tıbbi bir yazmanın varlığı haber veril­mekteyse de, bu nüsha bugün elde değildir. Öteki yazmalar, özel­likle Kutsal Kitap ve çeşitli ZnczZ’lerle bunların tefsirine dair eser­lerdir; bu arada, gramer ve tarihe dair bir iki yazma da bulunmak­tadır. Tarihi yazmalar arasında bütün dünyada tek nüsha olan «Sul­tan Mehmet’in Hayatına Dair» Kritovulos’un yukarıda adı geçen ese­ri vardır (1).

Fatih’in İslam dilleri dışındaki eserleri içinde toplayan kütüp­hanesinde bizi ilgilendiren en önemlisi hiç şüphesiz Claudius Ptolomaios, yani Doğunun Batlamyus diye tanıdığı büyük astronomi ve coğrafya bilgininin r^cıiypaçta adındaki meşhur eseridir. Fatih, Ege denizinde Venediklilerle yaptığı ve kazandığı savaştan (1464) İstan­bul’a dönüp, 1464-65 kışını yeni yaptırdığı Yeni Saray denilen Topkapı Sarayının tamamlanması için harcadıktan sonra (bkz. Kritovulos, s. 181), ilkbaharda yeniden savaşa başlamak arzusunda iken, or­dunun yorgunluğu sebebiyle yaz ve sonbaharı da sarayında geçirir­ken, bu eserle pek meşgul olmuştur. İşte bu yaz sırasında etrafına bilginleri toplayan Fatih, Bizans’tan kalan kitaplar arasında Ptolemaios’un coğrafyasını bulmuş ve Trabzonlu Gorgios Amirutzes’le birlikte incelemiştir

Bu eserden bugün iki nüsha saray kütüphanesinde bulunmakta­dır. Deismann tasnifinde 27 numaralı mecmua, Ptolemaios’un I\ojYPaYtX7) ö'.ç, yani coğrafya rehberi, adh meşhur kitabı ile Dionysios Periegetes’in (1) OtxouıiEvt.g TZEptîjYTjatj, yani yeryüzünde dolaştırma, adındaki kitabını ihtivaetmektedir. Bunlardan birincisi 1-88 varak, İkincisi ise, 89-106 varaktır; 63 kadar da harita vardır. Deismann bu yazmanın 1421 yılında Ayasofya kilisesine papaz Jozef Bryennos tarafından hediye edilmiş olması ihtimalinden bahseder. İkinci yazma ise, 57 numarada kayıtlı, Ptolemaios’un aynı coğrafya kitabıdır; XIII. yüzyıldan kalma olup, pek fena bir haldeyken, 1922 yılında Halil Etem Beyin himmetiyle, 4 hafta süren bir çalışmayla tamir edilmiştir. Eser 57,1 x 42 boyunda büyük 122 varaktan ibaret­tir. Bunlardan biri dünya haritası olmak üzere, 27 varağını pek mü­kemmel bir surette renkli olarak çizilmiş haritalar teşkil etmektedir.

Bizi burada ilgilendiren taraf, Fatih’in kütüphanesinde bulunan bu iki Ptolemaios coğrafyasından önce ancak birinciyi gördüğü ve İkincinin 1465 yılından sonra tedarik olunduğu noktasıdır. İşte Fa­tih 1465 yazında bu eserle ciddi bir surette meşgul olmuş ve Arapçaya çevirisini Amirutzes’e emretmiştir. Bu yılın yazını hep bu eser üzerinde çalışmakla geçiren Amirutzes ve oğlu, hem kitabı Arapçaya çevirmişler, hem de belki Rumca ve Arapça isimlerle yazılmış olan dünya haritasını da Fatih'in bu emri üzerine tamamlayarak, padi­şahtan büyük ihsanlar almışlardır. Bu harita ne yazık ki bugün sa­ray kütüphanesinde yoksa da, sonradan belki başka bir yerden çıka­cağı ümidini besleyen Deismann'ın bu ümidine biz de katılırız.

Ptolemaios coğrafyasının Arapça çevirisi ise, 2 nüsha olarak, Ayasofya kütüphanesindedir (No. 2610 ve 2596). Bu Arapça çeviri­lere önce Deismann, Vatican kütüphanesi memuru rahip Josef Fischer'den aldığı bilgi üzerine, dikkati çekmiş ve gerçekten, 1929 yı­lında İstanbul Edebiyat Fakültesi Arap ve Fars filolojisi profesörü H. Ritter'in yardımıyle bu iki Arapça çeviri meydana çıkarılmıştır (bkz. Der İslam, XIX, 1/2, 38). Bunlardan birincisinin (Ayasofya, 2596) başlangıcında çevirinin Fatih'in emriyle Yunancadan Arapça­ya yapıldığı açıkça yazılıdır. Fakat içinde haritalar yoktur. İkincisi (Ayasofya, 2610) Ptolemaios’un haritalarını ihtiva eder. Bu Arapça çeviri Mısırlı Prens Yusuf Kemal'in, Monumenta cartographica africae et egypti (Leiden) adiyle yayınladığı serinin ikinci cildinin bi­rinci fasikülünde çıkmıştır.

Fatih’in saray kütüphanesinde bu coğrafya kitabının Jacobus Angelus tarafından Latince bir çevirisinin pek doğru bir nüshası haritalarıyle birlikte 2414 numarada bulunmaktadır. Bundan başka yi­ne Ptolemaios’un meşhur astronomi kitabı olan Elmacesti'nin (Almageste; t] |i£yaXTg ouvTaÇıg yahut Matematiki syntaxis) İskenderi­yeli Theon ve Pappos taraflarından yapılan açıklamalarlyle Bizanslı Proclos'un Hypotyposis, yani özet adı altında, yazdığı açıklaması ve Johannes Philopones'in usturlap kullanma usulüne de dair eseri, Geminos'un astronomiye, Apolonyos'un Konika adında konilere dair bir eseriyle Serenos'un yine matematiğe dair iki eseri şimdi kütüp­hanede mevcuttur (bkz. Deismann, aynı eser, s. 77).

Kütüphanedeki öteki müspet ilimlere ait olan yazmalardan bah­setmeden önce, yine coğrafyaya ait daha eski tarihli bir eseri söy­lemek lazımdır. Bu eser Floransah Francesco Berlinghieri'nin Pto­lemaios coğrafyasının İtalyanca terza rima usulüyle, manzum çeviri­sidir. Eserde oldukça iyi basılmış haritalar da vardır. 1480 yılının sonunda kitabın ikinci yaprağında Fatih'e hitaben bir ithaf yazılmış, fakat Fatih 3 mayıs 1481'de vefat etmiş olduğundan eser bu defa ikinci bir ithaf mektubuyle Beyazıt Il.'a gönderilmiştir. Bu kitabın, bir «incunable», yani 1500 yılından önce basılmış gayet nadir bir eser olmasından başka bizi ilgilendiren tarafı, Fatih’in müspet ilim­lere olan ilgisi ve ilim koruyucusu meziyetinin İtalya'da dillerde dotaştığını ve yazarın eserini kendi büyüklerinden önce hemen Fatih'e göndermek arzusunda olduğunu belirtmesidir (bkz. Sultan Beyazıt'a yazılan ithaf mektubu, Deismann, aynı eser, s. 109). Deismann’ın şid­detli ısrarları sayesinde Topkapı sarayında meydana çıkarılan bu kıymetli eserlerin haritaları yazık ki, rutubetten birbirine yapışmış bir halde bulunmuştur (1). Fatih’i coğrafya ve haritalara olan ilgisin­den bahsederken incelemeye değer bir nokta dikkatimizi çekmiştir. Abdülhamit II. zamanında İstanbul’da çalışan Dr. A.D. Mordtmann, adının Latinceye çevirisi olan Caeditius takma adiyle ve Ancien Plan de Constantinople unvanıyle ufak bir risale ve bir İstanbul planı ya­yınlamıştır (İstanbul, 1889?, Lorentz-Keil Kitabevi). Bu plan, üzerin­deki kayda göre, 1566-1574 yılları arasında, Venedik’te basılmış ve altına süsleme olarak birinci padişahtan on birinci padişah Selim II.'e kadar gelen padişahların madalyon içinde resimleri konulmuş­tur. Bu resimlerden planın yukarıki seneler arasında basıldığı anla­mı çıkmaktaysa da, dikkatle incelenirse, gösterdiği binalar arasında Fatih zamanından sonra yapılan camiler, medreseler ve başka yapı­lardan hiçbiri bulunmadığına ve ancak Fatih camii ve medresesiyle yeni ve eski sarayların gösterilmiş olduğuna göre, bu planın aslının Fatih zamanında çizilmiş olduğu tahmin edilebilir. A.D. Mordtmann daha ileriye giderek planın, Fatih'in emriyle ve Bizans’ın Türklerin eline geçip payitaht olduktan sonra kazandığı yeni binaları göster­mek amacıyle yukarıda adı geçen Amirutzes’e yaptırıldığını iddia ediyor. Hatta Dr. Dickson adında bir zatın saray kütüphanesini gez­diği sırada, büyük bir İstanbul haritası gördüğünü ve hafız-ı kütübün bu planın Trabzonlu bir mühendis tarafından Fatih’in emriyle yapıldığını ve üzerindeki bazı yazıların Fatih'in el yazısı olduğunu söylediğini de ilave ediyorsa da, esas plan bugün mevcut değildir (basılı risale ve plan için bkz. Üniversite kütüphanesi, 902/6, 496. 11, c. 11). On birinci padişaha kadar olan süslemelerin sonradan ilave edilmiş olduğu pek kolay anlaşılır.

Albert Gabriel, Syria, cilt IX, s. 331’de, Sefer-i Irakeyn adlı bir eserden bahsederken bu haritanın 1540'ta Venedik’te basılan ve Vavassore planı denilen plan olduğunu söylemektedir. Hangi tarihte basılırsa basılsın, bu plan XVI. yüzyıl ortasındaki, İstanbul'u gös­termekten çok uzaktır. [Bkz. Ek-26, sayfa 97].

Bu kütüphanedeki müspet ilimlerle ilgili eserler hakkında bilgi­lerimizi tamamlamak için, Euklidis'in geometrisinin, birçok Yunanlı yazarlara ait astronomi eserlerini toplayan bir mecmuam, taşlara

(1) Sayfalar sonradan ayrılmıştır. ' ve hayvanlara ait bir yazmanın ve Aristo'nun meşhur Olma ve Bo­zulma üzerinde eseriyle Zooloji kitabının bulunduğunu da söylemek lazımdır. Bunlardan başka Homer'in Iliada'siyle Hesiodos’un Theogony a'sı, bir de Diogenes Laerte'nin ünlü filozofların hayatı üzerine olan eseri de, Yunanca yazmalar arasındadır. [Ek-8].

Saray kütüphanesinde bulunmuş olan, fakat. Deismann tarafın­dan adı verilmeyen Yunanca yazmalardan birinin de, bu defa Fran­sızca tercümesi, Les Opuscules mathematique de Didyme, Diophane et Anthemisius adlı bir eserde, Paul ver Eecke tarafından, 1940’ta Paris-Bruges’da yayınlanmıştır. Bu üç yazmadan İstanbul Saray kü­tüphanesinden çıkanı Diophanes’in olup, bazı yüzeylerin, dairelerin, cisimlerin, kürelerin ve silindirlerin ölçülerini belirtme üzerine prob­lemleri içine alır. Yazar, ver Eecke’ye göre İznikli bir ziraat uzma­nıdır; Isa'dan önce I. yüzyılda yaşamıştır; fakat Isis mecmuasında (No. 91, 1942, s. 639) yazılan bir eleştiride, yazarın çeviren tarafın­dan Iznikli Diophanes'le bir tutulması doğru görülmeyerek, eserin meşhur matematikçi Diophantus'un gibi gösterilerek, uydurulmuş olduğu söylenmektedir. Ama hesapların esasında Archimedes esas­ları göze çarpmaktadır. Öteki yazmaların, eleştiriyi yazan zatın de­diği gibi, Topkapı Sarayı kütüphanesiyle bir ilişiği yoktur.

işte Fatih, bu filozof Amirutzes ve oğlundan başka Batılı başka bazı bilgin ve sanatçıları da payitahtında toplamıştı. Bunlardan biri arkeoloji meraklısı bir tüccar olan Cyriacus Pizzi Colli adında ve fakat daha ziyade, Anconah Cyriacus diye tanınan bir zattır. 1391 yılında doğru doğan bu zat doğduğu şehrin belediye üyeliğini ve ti­caretini bırakarak, eski eserlerin incelenmesine kendini vermiş ve Doğuda, Mısır’da, Habeşistan’da birçok geziler yaptığı gibi İstan­bul'a da gelmiştir. Kendisinden kalan tek eser gezileri ve gördüğü eski anıtlar üzerine yazdığı birkaç mektuptan ibarettir. Fakat bizi ilgilendiren nokta kendisinin 1452 ve 1454 yılları arasında Fatih’in sarayında bulunmuş olmasıdır. Gerçekten, evvelce Topkapı saray kütüphanesindeyken Abdülhamit II. zamanında Macar kralı Mathias Convinus’a ait bazı kitaplarla birlikte Budapeşte üniversitesine he­diye edilen bir yazmanın arasından çıkan imparator Justinianus’un atlı heykelinin resminin karşı sayfasındaki yazının Cyriacus tarafın­dan getirilen mürekkeple (1), yazıldığına dair bir kayıt bulunmasın­dan ve bir de 1454 yılında Milano’da Francesco Filelfo adında biri­nin kayınvalidesiyle kızlarının azat edilmesi için, Fatih'e yazdığı bir mektupta Cyriacus’tan sarayda katip olarak bahsedilmesinden anlı­yoruz ki, bu zat o yıllar arasında İstanbul’da bulunmaktaydı (Filelfo’nun ricasını Fatih hemen yerine getirmiş ve kayınvalidesiyle kız­larını esirlikten kurtarmıştır). Hatta bazı yazarlar, Justinianus’un heykelinin resminin de Cyriacus tarafından yaptırıldığını ve şimdiki Ayasofya meydanında bulunan bu heykelin İstanbul’un fethinden sonra Fatih tarafından yıkılmak suretiyle değil, usulca yerinden in­dirilerek yakından resminin yapıldığını söylerler. Öte yandan Zorzi Dolfin'in Venedik vakayinamesinde 1452 olayları arasında, Ciacomo Langusto'nun raporuna dayanarak Fatih'in her gece Roma tarihini ve başka tarihleri, yanında bulunan Cyriacus’a okuttuğu yazılmak­tadır. Kısacası, modern arkeolojinin kurucularından sayılan bu Cyriacus 1452 ve 1454 yıllan arasında Fatih’in yanında bulunmuş ve onunla birlikte İstanbul’a girmiştir (bkz. Emil Jacobs, Cyriacus von Ancona und Muhammed II., Bizanstinische Zeitschrift, XXX, s. 197­202). Bundan başka doğum ve ölüm tarihi kesin olarak bilinemeyen, fakat 1524 yılında henüz sağ olduğu tahmin edilen Italyah Giovanni Maria Angiolello da, Fatih’in oğlu şehzade Mustafa’nın maiyetinde. Uzun Haşan muharebelerine katılmış ve yukarıda adı geçen eseri yazmıştır. Bir rivayete göre, Fatih’in hayatına dair, hem Türkçe, hem İtalyanca yazdığı başka bir eserden dolayı padişahın büyük iltifa­tını kazanmıştır. Kendisi sarayda ünlü ressam Gentile Bellini’ye rastlamış ve ona dair bir iki satır yazı bırakmıştır (bkz. C. Naude, Addition d l'histoire du roy Louis XI., Paris, 1630, s. 287).

Venedikli ressam ünlü Gentile Bellini’nin, 1479-1480 yıllarında İstanbul’a gelerek, sarayda yaşayıp Fatih’in resimlerini ve başka ba­zı resimler yaptığı bilinmektedir. Fatih’in resmi Londra’da National Gallery’de bulunuyor. Öte yandan Fatih, Veronah ressam ve madalyacı Matteo D’Patsi’yi Venedik Cumhuriyetinden istemiş ve ken­disi hemen gönderilmiştir. Bugün Paris milli kütüphanesinin ma­dalyalar kabinesinde bulunan Fatih’in resmini taşıyan gümüş ma­dalyayı bu madalyacının yaptığı söylenirse de, bunu belgelemek mümkün olmadığı gibi, Türkiye’ye dair başka bir eseri de buluna­mamıştır. Fakat İstanbul’a geldiği ve Venedik Doj'u Pandolphe Malatesta'nın bir mektubunu ve bu mektubu kaleme alan Robert Volturio’nun Fatih’e takdim ettiği Re Militaria adındaki askerliğe dair kitabını birlikte getirdiği bu mektuptan anlaşılmatadır (bu sanatçı­lar için bkz. L. Thuasne, Gentille Bellini et Sultan Muhammed II., Paris, 1882, s. 18 vd.).

« « •

Fatih zamanının düşünce akımlarını açık bir şekilde anlayabil­mek için, padişahın dini ve felsefi düşünceleri üzerine bazı bilgiler vermek faydasız değildir. Türk ve Bizans kaynaklarına göre, Fatih, ta gençliğinden beri din ve metafizik hususunda büyük bir merak ve tecessüs göstermiştir. Mesela Hurufîler tarikati dervişlerinden bazı kimseler Türkiye’ye gelerek, padişahın iltifatına mazhar olmuş­lar ve sarayda oturmaya başlamışlardır. Fatih’in bunlarla sıkı fıkı münasebetlerini gören vezir-i âzam Mahmut Paşa, Edirne müftüsü ve müderrisi Fahreddin Acemî’ye durumu anlatmış ve padişahı Hu­rufîliğe eğiliminden alıkoymak için bir çare bulmasını rica etmiş. Bunun üzerine müftü bu dervişlerin sözlerini paşanın konağında gizli bir yerden dinledikten sonra ortaya çıkıp, kendileriyle tartış­maya başlayınca, kaçıp saraya sığınan bu adamları oradan zorla ala­rak, camide inançları aleyhine verdiği bir va’zın arkasından onları ahaliye yaktırmıştır (bkz. Şakaik, Türk. Çev., cilt I, s. 82). Biraz ma­salsı bir yolda anlatılan bu hikaye, Fatih’in dinin çeşitli, hatta heterodox mezheplerini öğrenmek için merak ve tecessüsünü göster­mesi bakımından önemlidir (1).

Öte yandan padişahın, ölümüne kadar metafizik meselelerin tar­tışılmasından haz duyduğu da bilinmektedir. Mesela zamanın iki büyük bilgini Hoca-zade Muslihiddin Mustafa ile Molla Mehmet Zey­rek arasındaki tevhit üzerine bir tartışma kendi huzurunda tam altı gün devam etmiştir (bkz. Şakaik, Türk, çev., I, 143) (2).

Bizans ve Avrupalı tarihçilerin yazdıklarına göre, Fatih İstan­bul’un fethinden sonra Hıristiyan diniyle de ilgilenmiştir. Mesela fetih sırasında İstanbul patriği bulunan Gennadius Scholarius’la Pamma Khristo manastırında (Fethiye camii) Hıristiyan akaidi üze­rine tartışmaya girişmiş, "bir tercüman aracılığıyle," Hıristiyanlı­ğın en esaslı akidelerinin açıkça ve cesaretle anlatılmasını istemiş ve hatta bu uzun açıklamaların yazıya dökülmesini rica etmiştir (1). Bu yazı sonradan Mahmut Çelebi’nin babası Karaferye kadısı Mol­la Ahmet adında biri tarafından Türkçeye çevrilmiştir. Çevirinin bir nüshası Martin Curusius’un Turco-Graeciae adındaki eserine La­tin ve Yunan harfleriyle alınmıştır. Osmanlı âyanmdan Aristarki Logofet Bey o kitaptan aldığı çeviri kopyasını Ebüzziya Tevfik merhu­ma vermiş, o da Mecmua-i Ebüzziya'da (1329, cüz 98) Akaid-i Hıristiyaniye başlığı altında yayınlamıştı. Sonradan, Paris Doğu Dilleri okulundaki öğrencilerimden Dr. Aurel Decei, Berlin kütüphanesin­deki (Cat. Pertsch, 512) bir çeviriyi Bükreş’te Versiuna Turceascca Confesiuni Patriarhuluni Ghenadie il Scholarios adı altında yazdığı güzel bir monografide tıpkıbasım halinde yayınlamıştır. Bu iki nüs­ha arasında şu fark vardır ki, Decei’nin neşrettiği Berlin nüshasında bir önsöz bulunuyor. Ebüzziya tarafından alınmayan bu önsözde Fa­tih’in patriği huzuruna çağırıp Hıristiyan inançlarını sorduğunu, bu sorunun karşılığını patriğin yazıp Mahmut Çelebi’nin babası Kara­ferye kadısı tarafından Türkçeye çevrildiği ve Rumların iyi Türkçe bilmedikleri için ele geçen nüshaların yanlış olduğu ve bu yanlış­ların büyük bir zahmetle Eflak voyvodası Matta Bessaraba Beyin (1633-1654) adamlarından Mısırlı Yanaki tarafından Tergovişta’da düzeltildiği yazılıdır. Bu yazma Nemçe tercümanı Yusuf'un arzusuy­la adı bilinmeyen biri tarafından 1056 yılında kopya edilmiştir. So­nunda yine Ebüzziya’nm almadığı bir parça vardır ki, bunu olduğu gibi alıyoruz:

«Kaçankim Sultan Mehmed bu Hıristiyanların dini böyle oldu­ğunu ve bu minval üzere din tuttuklarını işittiği gibi taaccübe vardı ve bunun kelâmına ve ilmini ve hak idüğine fehmi oldu ve bu cevap­ları bir nice aldı ise öylece verdi ve cümleyi gerçeği anladı ve fehmeyledi ve Hıristiyanların dininden yana gerçektir deyu ve bunla­rın din esrarının hak idüğini ve mucizat eylediğine bir şekki ve şüp­hesi olmadığına. Amma pak ve münevver altın gibi gayetle Hıristi­yan cinsini sevdi ve hoş göredurdu ve emir verip azim yasaklar eyledi ki her kim bir Hıristiyanı rencide veyahut avamlık ederse azim azap oluna. Hemen Sultan Mehmed yalnız kendi sevmek değil lâkin cümle Müslümanlar severlerdi, anın için yani sultan ile muhabbet ettiği için ve dahi azim ferah ve sürür ettirdi ki böyle cins ağar (?) sultan olduğuna yani padişah olduğuna temme temmet».

Patrik Georgios Gennadius, Bizans’ın en son meşhur bilginiydi. Latin kilisesi aleyhindeki polemikleri pek meşhurdur. Fatih tarafmtan patrikilikte bırakılmış ve beş yıl sonra istifa ederek, Serez’de Prodromos manastırına çekilmiştir (ölm. 1469). İstanbul’un fethin­den sonra da Roma kilisesine karşı polemiklere devam ettiği gibi iki Türk bilginiyle Hıristiyanlık üzerine henüz yayınlanmayan bir diyaloğu daha vardır (bkz. Krumbacher, Handbuch der Altertumswissenschaften, IX, 1, 120).

Hıristiyan akaidine dair Fatih’in huzurunda ikinci bir tartışma da patrik Maxim Manuel’le olmuş ve bu tartışmanın zaptını padişah patrikten istemiştir (bkz. G. Gillet, L’histoire du regne de Mohammed II., 135-142, 270). Fatih’in metafizik konulara karşı şiddetli ilgi­sini gösteren olaylardan biri de, eğer Bizans kaynaklarına inanmak gerekirse, merak ve tecessüsünü gidermek için bir mezar açtırma hikayesidir:

Ortodoks kilisesine göre, aforoz edilmiş olduğu halde ölenlerin cesedinin bozulmadığına dair bir itikadı duyan Fatih, böyle bir şah­sın mezarının açılıp bakılmasını istemiş ve gerçekten böyle bir me­zar, gönderdiği memurlar huzurunda, papazlar tarafından açılmış­tır. Bana kalırsa ihtiyatla karşılanması gereken bu ve buna benzer hikayeler ve bilgiler Bizanslı ve Avrupah tarihçileri «Fatih ne Müslümandı ne de Hıristiyan» iddiasına sürüklemiştir (bkz. Spandouyn Cantacassin, aynı eser, s. 202-205). Hatta G. Gillet «Padişah hiçbir dine inanmış değildi» diyor (bkz. aynı eser, s. 18). Biraz daha aşağı­da yazar, «insanlar ancak erdem ve kadere iman etmelidirler diyen Mehmet II.'in oğlu Beyazıt, aynı terbiyeyi almamıştır» sözlerini kat­maktadır. Bütün bu rivayetlerin en doğru açıklanması padişahın dogmatik bir dindar olacak yerde eleştirici bir fikre sahip, belki bi­raz da şüpheci bir düşünür olduğunu kabul etmekle mümkün olabi­lir. Herhalde Fatih hakkında Avrupa’da o zaman hasıl olan bu fikir­ler çok yayılmış ve hatta edebiyatçı ve hayale düşkün papa Pius II.’u Fatih’e hitaben bir mektup yazarak, Hıristiyan dinini kabul ederse onu bütün Doğunun ve Bizans’ın imparatorluğuna nasbedeceğini bildirmeye vardırmıştır.

Padişaha hitaben yazılan Latince bu mektup, sonuna kadar okunması ricasıyle başlıyor ki, böyle bir ricanın, eğer mektubun 1642 satır tuttuğu göz önüne alınırsa, pek yerinde olduğu anlaşılır.

Mektubun bir yerinde «seni bütün ölümlülerin en büyük, en güçlü ve en ünlüsü yapmak için küçücük bir şey kâfidir. O şey nedir diyeceksin; bunu bilmek güç değildir: Seni vaftiz etmek için birkaç damla su. Bundan sonra seni bütün Doğunun ve Bizans’ın impara­torluğuna nasbedeceğiz» deniliyor. Tabii bu mektup ne Fatih’e gön­derilmiş ne de Fatih buna karşılık vermiştir. Ama mektubu yazan pa­pa kendi mektubuna Fatih’in ağzından bir de cevap uydurmuştur. Esasen daha böyle bir iki mektup ve Fatih’in cevapları, başkaları ta­rafından da uydurulmuştur. Zaten böyle mektuplar uydurarak yine uydurma cevaplar vermek, XV. yüzyılda moda olmuştu (bu mektup ve cevap için mükemmel bir bibliyografya L. Thuasne'ın adı yuka­rıda geçen eserinde vardır, s. 28-31). Kısacası, Fatih’in Doğulu ve Batıh ulema ile olan ilişkileri üzerine şu uzun fakat lüzumlu arasözden sonra şunu söyleyelim ki, bu padişah, insanın bilincinde bir Doğu-Batı adamı kavramı yaratmaktadır. Deismann bu fikri, A.D. Mordtmann’ın adı yukarıda geçen eserinden aldığını söylerken, şu güzel sözleri yazıyor:

«Nihayet bu saray kütüphanesini (Fatih’in kütüphanesi), dünya tarihinde bir dönüm noktası yarattıktan sonra. Doğu ve Batının ka­pısında durarak, bu iki âlemin kültürünü kendinde toplayan layik bir insanın mirası gibi saymak lazımdır». Bu güzel sözlere katılma­yacak bir Türk tarihçisi mevcut olmamakla birlikte şunu da katmak isteriz ki, eğer Mehmet II, savaşlardan daha fazla zaman artırabil­miş ve eskiçağlar ilim ve felsefesini daha fazla incelemiş olsaydı Türkiye’de ilim rönesansımn XIX. yüzyıla kadar kalmayacağına ina­nılabilir. [Ek-9].

* * *

Fatih’in ilme olan hizmetlerine tanıklık eden anıtlardan en önemlisi, hiç şüphesiz, camiinin etrafında yaptırdığı medreselerdir. Bu medreseler hakkında şimdiye kadar tarihlerde ve vakayiname­lerdeki bilgilerin çoğu süslenmiş ve doğrudan doğruya en eski kay­naklardan alınacak yerde, ya Fatih vakfiyesi adıyla, XVI. yüzyılda yazılmış Türkçe bir vakfiyeden alınmış yahut da oradan buradan toplanmış bilgilerdir. Fikrimizce, bu medreseler hakkında en eski bilgi, tomar halinde Arapça bir vakfiyede bulunmaktadır. Bugün Türk ve İslam Eserleri Müzesinde (No. 1872 vakfiye. No. 6354) dur­makta olan bu belgeyi gördük. Vakfiyenin başı ve sonu kopmuştur. Yazı uzmanlarının rivayetine göre, yazısı Fatih zamanı yazılarına pek benzer. İlk kısımda, cami ve medreseye vakfedilen bina ve ara­zinin sınırlarını belirtirken, o vakitki İstanbul’un mükemmel bir to­pografyasını veriyor. Fikrimizce Fatih’in asıl ve ilk vakfiyesi belki budur. Çünkü «medrese-i semaniye» diye adlandırılan sekiz medre­seden bahsederken, dört köşede bulunan medreseler müderrislerine günde 50 dirhem ve ortada bulunan medrese müderrislerine 40 dir­hem verileceği yazıldığı gibi darüşşifaya ait satırlarda «cüz’iyat ve külliyatı ve tıbbın ilmi ve pratik kısımlarını bilen, kavrayışlı, belir­tilerden sonuç çıkarabilen, hastalıkların nedenlerini kestirebilen ve bulabilen, onları tedavi edebilen, çok esirgeyici ve merhametli, tec­rübesi çok» bir hekimin günde 20 dirhem maaşla ve bir de cerrah­lık sanatını bilen bir cerrahın günde 5 dirhemle tayini şart kılınmış olması gösteriyor ki, ilk zamanda müderrislere daha az maaş tahsis edilmiş ve darüşşifaya yalnız bir hekim tayin olunmuştur. Bu halde aşağıda görüleceği gibi maaşların sonradan artırılması ve hastane­ye bir hekim daha ilave edilmiş olması akla daha yakın olduğu dü­şünülürse bu vakfiyenin şimdi bahsedeceğimiz vakfiyeden daha es­ki olduğu tahmin edilebilir.

Halbuki Fatih vakfiyesi adiyle, Tahsin Öz tarafından, İstanbul Alman Arkeoloji Enstitüsü yayınları arasında çıkarılan Arapça vak­fiyenin 14. sayfasında camiin etrafında Medaris-i semaniye (sahn-ı seman değil, bu isim sonradan verilmiş olacak) adiyle 8 medrese ve her medresenin arkasında da daha küçük ve tetimme denilen başka sekiz medrese yapılmış olduğu yazılıdır. Camiin batı tarafında bü­tün medreseler müderrisleriyle öğrencilerinin faydalanmasına mahsus olmak üzere, bir kütüphane ve yine camiye yakın iki güzel ye­rin birinde bir darüşşifa —ki, burada baştan ayağa kadar bütün hastalıkların tedavisini ve ilaçların verilmesini Fatih emrediyordu— ötekindeyse, gurbetten gelen ulemanın ve yolcuların barınması ve beslenmesi için bir tâbhane (misafirhane) kurulduğu söylenmekte­dir. Vakfiyede medaris-i semaniyenin her biri için akli ve şeri ilim­lerde başarılı birer müderris, günde 50 dirhem=250 gümüş kuruş­la tayin edilmiş ve bu müderrisler, tatil günleri dışında, her gün öğ­rencilerin eğitim ve öğretimiyle görevlendirilmişti. Bundan başka, her müderrisin yanma, ilk bilgileri öğrencilere okutup müzakere edebilecek, bir muid, yani asistan, günde 5 dirhem=50 gümüş kuruş ücretle tayin edilmiş ve her medreseye ancak günde 2 dirhem maaşlı 15 öğrenci alınması şart koşulmuştur. Tetimme medreselerinde her hücreye (odaya) harcamalar için ayda 15 dirhem para bağlanmıştır (aşağıda göreceğimiz Türkçe vakfiye bu parayla öğrencilerin kar­nını doyuracağını ilave ediyorsa da Arapçada böyle bir şey yoktur). Bu vakfiyede dikkate değer taraf, kütüphanenin hafız-ı kütübüne verilmiş olan görevin açık seçik belirtilmiş olmasıdır ki, o vakitler kitaba karşı olan saygı ve kıskançlığı gösterir. Kitaplar, «yararlı ve kitapların adlarını bilen» hafız-ı kütüp tarafından müderrislerle öğ­rencilere nöbetleşe olarak ödünç verilecek ve maiyetinde bulunan bir katip de bütün kitapların adlarını bir deftere kaydettikten son­ra, onları muhafaza ve hatta bir kitabın yapraklarından birinin kay­bolmamasına dikkat eyleyecektir. Vakfın nazırı yahut kaimmakamı her üç ayda bir kere (Türkçe vakfiyede her ayda bir kere) kitapları teftiş etmeye mecbur tutulacaktır (1).

Yine Arapça vakfiyeye göre, darüşşifa (2) için ilmi ve pratik alanlarda hazık ve becerikli, feragat sahibi, hangi taifeden (kavim­den) olursa olsun, (Türkçe vakfiyede bu kayıt çıkarılmış ve hekim­ler hakkında deneyen ve denenmiş deyimi konmuştur) iki hekim, bir kehhal (göz hekimi), bir cerrah (operatör), eczacı, hademe ve kapıcı tayin ve hekimlerin, her gün iki defa, hastaları ziyaret et­mesi şart kılınmıştır. Vakfiyede hastalara verilecek yiyeceklere har­canacak paranın miktarı, kısacası her şey göz önüne alındığı gibi, darüşşifaya ait olan bölümün sonunda ahçının hastalara yarar her türlü yemekler (peklik verici, ekşi ve tatlı) pişirmeyi bilmesi ve has­ta hizmetçilerinin hastalarla güzel güzel konuşup, onlara iyi muamele eder insanlardan olması şartları eklenmiştir. Yazık ki, bu vakfi­yelerde medreselerde okutulan derslerin adları verilmediği gibi, darüşşifada tıp öğrenimi yapanların tatbikat görüp görmeyecekleri, yani hastanenin bir klinik niteliğinde olup olmadığı açıkça belirtil­memiştir. Yalnız öteden beri söylenip gelen bir geleneğe göre, öğ­retimin Fatih zamanında vezir Mahmut Paşa ve Ali Kuşçu tarafla­rından düzenlendiği, önce tetimme medreselerinde ilk dersler okun­duktan sonra asıl medaris-i semaniyeye geçildiği ve müderrislerin bir medreseden daha büyük bir medreseye nakil için, padişah hu­zurunda bir çeşit müsabaka imtihanı geçirdikleri anlatılmaktadır. Bu medreselerde ayrıca matematik, astronomi ve tıp okutulduğu İlmiye sâlnamesi'nde (İstanbul, 1334, s. 645), hiç bir kaynak gösterilmeksizin, yazılmıştır. [Ek -10].

Bizim bu bilgileri aldığımız Arapça vakfiye Beyazıt II. zamanın­da yazılmış ve sonunda Fatih’in vakfiyesinden olduğu gibi alındığı, Beyazıt tuğrasıyle birlikte, kaydedilmiştir. Bu vakfiyenin XVI. yüz­yılda yazılmış Türkçe nüshası, vakfiye olmaktan ziyade, ilaveler ve kayıtlarla bir düzgün ve güzel nesir örnekleri derlemesidir (bkz. Fa­tih Mehmet II. Vakfiyeleri, Vakıflar Umum Müdürlüğü yayınları, Ankara, 1938). Mesela ikinci Arapça vakfiyenin 16. sayfasında Zey­rek camiinin (yani Pantogrator manastırının) sınırları belirtilirken, Arapça «Batıda, Zeyrek medrese odaları diye tanınan hücrelerin alanı» denildiği halde, Türkçede «hin-i fetihte Fatih Hazretleri nice kenisayı medaris idüp her birinde müdarese-i ulûm-i nafiaya iştiğal olunduğundan hücerat-i mezkûreye Zeyrek medrese odaları tabir edildiği» yazılmıştır. Bundan Fatih’in ilk medresesinin Zeyrek’te açıldığı gibi bir hüküm çıkarmak ve yine vakfiyede daha aşağıda bir yerde «dershane» denen bir bahçeden de bahsedilmesinden dolayı, fethin peşinden orada burada ders okutulmaya başlandığını kabul etmek mümkün olabilir. [Ek -11].

* #

Fatih’in kişiliği ve devrinin düşünce durumu hakkında bu uzun arasözden sonra, o devirde müspet ilimler alanında yetişen bilginler ve eserlerinden bahse başlıyoruz.

Matematik ve astronomi bakımından, Osmanlı Türklerinin ol­dukça parlak bir çağı, Fatih zamanında Türkistan’dan İstanbul'a ge­len Alâeddin Ali bin Muhammed Kuşçu ile başlar. Babası Semerkant’ta, Timur’un torunu meşhur astronom Uluğ Beyin doğancısı olduğundan, Kuşçu lakabıyle anılan bu bilginin Doğuda müspet ilim­lerin gerilemeye başladığı XV. yüzyılın ilk dörtte birinde doğmuş ol­ması muhtemeldir. Semerkant’ta bulunduğu sırada bizzat Uluğ Bey­den ve Kadı-zade’den matematik ve astronomi öğrenen Ali Kuşçu, Uluğ Beyin büyük teveccüh ve sevgisine nail olmuştur. Ali Kuşçu, bir aralık Kirman’a giderek, öğrenimini tamamlamış ve cebinde ora­da yazdığı Hall-ül-eşkâl-ül-kamer risalesi olarak, dönmüştür. Semerkant’e dönüşünden sonra, Uluğ Bey rasathanesinin müdürü Kadı-zade'nin vefatı üzerine, rasathanenin başına geçmiş ve Uluğ Bey Zic’inin tamamlanmasına yardım etmiştir. Uluğ Bey, bu Zic'in önsözün­de, Ali Kuşçu’dan bahsederken, «saygı değer oğlumuz» diyerek, bu yardımdan ve Ali Kuşçu’.dan överek bahsetmektedir (bkz. Zic-i Uluğ Beg, Beyazıt Genel Kütüphanesi, No. 4612, s. 1) Nihayet Uluğ Beyin kardeşleri tarafından, şehit edilmesi üzerine, Ali Kuşçu Azerbaycan’a hicret ederek, Akkoyunlular padişahı Uzun Hasan'ın maiyetine gir­miş ve onun tarafından Fatih’e elçi olarak gönderilmişti. [Ek -12].

Doğu ve Batı bilginlerini sarayında toplamayı pek seven Fatih, Ali Kuşçu’yu Ayasofya medresesine günde 200 akçe maaşla tayin etmiş ve Kuşçu, Uzun Hasan’ın yanma dönüp elçilik görevini ta­mamladıktan sonra, aile ve adamlarıyle birlikte yeniden Türkiye’ye dönmüştür ki, bu yolculuğunda kendisine günde 1000 akçe yolluk verilmiştir. Bu cömertçe yolluk Fatih’in gerçek bilginlere olan saygı ve sevgisini göstermek için yeter, İstanbul’a vardığında, zamanın en meşhur bilginlerinden Hoca-zade ve başkaları tarafından Üsküdar’ da karşılanmış ve kadırga içinde Hoca-zade ile, gelgit dalgaları üze­rine bir tartışmaya girişmiştir. Ali Kuşçu İstanbul’da Ayasofya med­resesi müderrisliğinde çalışmış ve nihayet 16 aralık 1474’te vefat ederek, Eyüp türbesi yakınına gömülmüştür. Ali Kuşçu’nun vefatı tarihi, torunu ve meşhur astronomlarımızdan Mirim Çelebi'nin yaz­dığı Farsça bir sözle tarihten anlaşılmaktadır (hicri 879). Fatih med­reselerinin düzenlenmesinde de yardım eden Ali Kuşçu’nın ilmi ça­lışmaları iki kısma ayrılabilir; bunlardan kelam ve filolojiye ait olan kısım bizi burada ilgilendirmez (bkz. İslam Ansiklopedisi, mad. Ali Kuşçu); ikinci kısımda onun matematik ve astronomi üzerine yazdığı eserler vardır ki, bunların önemlilerinden biri Farsça yazıl­mış olan Risale fi’l-heye’dâr. (bkz. Üniversite Kütüphanesi, Yıldız, riyaziye No. 370; Ayasofya kütüphanesi, No. 2670). Bu eser, bir ön­sözle iki makale üzerine düzenlenmiş olup. Uzun Haşan seferi sıra­sında yazarı tarafından Arapçaya çevrilmiş ve sonuna gökcisimleri­nin dünyamızdan uzaklıklarına dair bir bölüm koyarak, zafer günü tamam olduğu için Fethiye adiyle Fatih’e takdim etmiştir. Şimdiye kadar bütün kaynaklarda bunun ayrı bir eser olarak gösterilmiş ol­ması doğru değildir; çünkü iki eser karşılaştırılırsa, İkincinin bir çeviri ve bir ekten ibaret olduğu görülür (1) (bu risale için bkz. Ayasofya kütüphanesi, mecmua 2733; Rasathane kütüphanesi 65/8). Öte yandan, Farsça yazdığı Risale fi’l-hisab’ı Arapçaya çevirerek, Risale-i Muhammediye (Ayasofya kütüphanesi, mecmua 2733) adiyle padişaha takdim etmiş olduğunu da biliyoruz. Ali Kuşçu’nun en önemli eseri, Salih Zeki Beye (bkz. Âsar-i Bakiye, I, 198) göre, Uluğ Bey Zic’ine yazdığı şerhtir (Ragıp Paşa Kütüphanesi, 928; Rasatha­ne kütüphanesi, 113) Bu şerh, o zaman bilinen yüksek matematikle Zic deki sav başlarının ispatını vermesi bakımından, çok önemlidir. Salih Zeki merhumun dediğine göre (aynı eser, aynı yer), Ali Kuşçu, matematik ve astronomi ilmiyle meşgul olmasına rağmen, zamanı­nın modasına uyarak, astroloji ile de uğraşmıştır (buna dair bir ri­sale için bkz. Hamidiye Kütüphanesi, mecmua, No. 143). [Ek -13].

Fatih zamanının matematikçilerinden biri de İstanbul’un ilk ka­dısı Hızır Beyin oğlu Yusuf Sinan Paşadır. Bizde daha ziyade Tazarruat’ı ile meşhur olan Sinan Paşa’nm gençliği dikkate değer bir çe­şit şüpheci felsefi düşüncelerle geçmiş ve ailesi tarafından kendisi­ne deli gözüyle bakıldığı olmuştur; Ali Kuşçu’nun İstanbul’a gelme­sinin peşinden, onun dersleriyle, kendi öğrencilerinden Molla Lütfi (Sarı Lütfi) aracılığıyle, temasa gelmiş, yani Ali Kuşçu’nun dersle­rine devam eden Sarı Lütfi bu derslerden öğrendiklerini hocasına aktarmış, hocası Sinan Paşa da, bu bilgilerle, meşhur Çağmini astro­nomi risalesine bir şerh yazmıştır (Escurial Kütüphanesi, 954).

Sinan Paşa, 881 yılında, padişahın gazabına uğrayarak, hapse atılmışsa da, zamanının dalkavuk olmayan uleması bu harekete şid­detle isyan ederek, Sinan Paşa hapisten çıkarılmazsa, kendi eserle­rini yaktıktan sonra memleketi terk edeceklerini Fatih’e bildirmele­ri üzerine paşa hapishaneden çıkarılmış, fakat ulemanın hiddeti ya­tışınca Sivrihisar’a kadılık ve müderrislikle gönderilmiş ve îznik’e vardığında arkadan yetişen bir hekimin, Paşanın şüpheci düşün­celerini bahane ederek, kendisini deli gibi nezaret altına almaya kalkışmasına rağmen, yine ulemanın müracaatıyle bu beladan da kurtularak, Sivrihisar’a varmıştır. Bu sürgünlüğünde kendisine öğ­rencisi Molla Lütfi, Fatih'in hafız-ı kütüplüğünü bırakarak yoldaşlık etmiş ve Beyazıt II. devrine kadar Sivrihisar’da kalmıştır.

Sinan Paşanın, Köprülü Kütüphanesinde 721 numaralı mecmua içinde, Arapça 3 sayfalık bir risalesi vardır. Bu risalede söylendiğine göre, Ali Kuşçu, bir gün Fatih'in huzurunda, «bir dar açının bir ke­narı genişleme yönüne doğru hareket ettirilirse, geniş açı olur ve gene harekete devam edilirse, dik açı olmaksızın, gene dar açı mey­dana gelir» diye, bir problem ortaya atmıştır. Padişah bu problemin çözümünü ve açıklanmasını, Ali Kuşçu’dan sormadan, yazmalarım kendi ulemasına irade etmiş ve bunun üzerine Sinan Paşa bu kü­çük risaleyi yazmıştır. Paşa bilmece şeklinde olan bu meseleyi çöz­meye uğraşmışsa da, asıl dikkate değer taraf padişahın, kendi yerli ulemasıyle Ali Kuşçu arasında, âdeta bir yarışma yapmak hevesi-, ne düşmüş olmasıdır. Risale fena kopya edilmiş ve şekiller yanlış yapılmış olduğu için, kolaylıkla anlamak kabil değildir.

Türk Tababet Tarihinde (Osman Şevki) Fatih zamanının meş­hur şeyhlerinden Muhammed bin Hamza Akşemseddin’in Kitab-ı Tıb adlı eserinden bahsedildiği sırada, bu eserde yazarın «cümle ma­razın suret-i nev’iyesi hasebiyle nebat ve hayvanlarda olduğu gibi asılları ve tohumları vardır, ot tohumu ve ot kökü gibi... ve baba­dan anadan irs ile intikal eden marazlardan bazı ki nikris ve cüzam ve bunlar gâhice yedi yıldan sonra yine zuhur eder. Me’kûl ve meşruptan hâsıl olan marazların tohumu tez bitüp büyür» dediğinin ya­zıldığını ve İslam Ansiklopedisinin Akşemseddin maddesinde de ay­nı cümlelerin maddet-ül-hayat isminde bir kitap gibi gösterildiğini görüyoruz (1). Halbuki Akşemseddin rüyada kendine keşfolunan Mâ-i kihrit-i şerifi tarif eden bir risale yazmış ve bu mâ-i şerife "Maddet-ül-hayat” adını vermiştir. Aynı mecmua içinde başka bir ri­sale vardır ki, o da XVIII. yüzyılda Türkiye’de moda hükmüne gi­ren Paracelsus (1493-1541) tıbbmdan, çeşitli adlarla, yapılan çeviri­lerden biridir. Anlaşılan bu çeviri Akşemseddin’in Mâ-i kibrit-i şerif risalesiyle birlikte Kitab-ı tıb adı altında bir mecmua halinde oldu­ğu için, ikinci risalede bulunan bu sözler dikkatsizlikle Akşemsed­din’in sanılmıştır. (Paracelsus’a ait olan bu sözleri görmek için bkz. Tercüme-i Paracelsus, Gevrek-zade Haşan Efendi, Üniversite Kütüp­hanesi, Yıldız, tp, 234, varak 23).

Akşemseddin’in Mâ-i kibrit-i şerifine gelince, o da 33 hastalığa iyi gelen bir masal ilaç olup, ilim çerçevesi içine sığması biraz güç­tür. Esasen risale yedi buçuk yapraktan ibarettir. Onun alt tarafı ise şerhidir ki, bu da daha ziyade birtakım kokulu yağların hazır­lanmasından bahseder (bu mecmua için bkz. Ali Emirî Efendi kü­tüphanesi, No. 238). Akşemseddin'e atfolunan risalenin Türkçesi, Fa­tih zamanı Türkçesine hiç benzemez; dil daha yenidir; acaba bu ri­sale sonradan yazılmış ve Akşemseddin’e atfedilmiş olamaz mı?

Önemli ikinci bir kişi ve bir eser de Sabuncu-oğlu Şerefeddin Ali bin Elhac İlyas ve onun, Cerrahname-i İlham sidir. Bu zat Amas­ya darüşşifası başhekimi olup, bu eseri ve başka bazı eserleriyle za­manının üstün hekimlerinden biri sayılır. Mücerrehname adlı ese­rinin başında 873 yılında 85 yaşında olduğunu söylemesine göre, 788 yılında doğmuş olacaktır.

Paris’te Bibi. Nat. de ve İstanbul’da Ali Emirî Kütüphanesi mü­ze kısmında 70 numarada bulunan ve 870=1465 yılında kaleme alı­nan 398 sayfalık bir resimli Cerrahname’nin önsözünde yazarı, Fatih Sultan Mehmet devrinde yükselmek ve padişahın gözüne girmek için, ilmi eserler yazmak lazım olduğunu söyler. Eseri Paris’te iken meşhur Endülüslü hekim Ebül Kasım Zehravî’nin Et-tasrif isimli cerrahi kitabiyle satır satır karşılaştırmıştım (1). Neticede anlaşıldı ki, pek ehemmiyetsiz bazı müşahede ve mütalaalar bir tarafa bıra­kılırsa bu eser Et-tasrifin tercümesinden ibarettir. Yalnız aslında bulunan cerrahi aletler resimlerinden başka Türkçesine hastaların duruşunu gösterir resimleri de ilave olunmuştur (2).

Dr. Süheyl Ünver’in bir risalesi (İstanbul, 1939) ve Dr. Fuat Kâ­mil Beksan’ın Türk Üroloji Kliniğindeki (No. 3, 1935) makalesi, bu eseri nitelemekte ve eski kitaplarla karşılaştırmaktadır. Bütün bu karşılaştırmalarla varılmak istenilen sonuç Sabuncu-oğlu’nun eseri­nin orijinal olduğunu ortaya koymaktadır. Fakat bizim araştırma­larımız, yukarıda da söylediğimiz gibi, eserin çeviri ve bir iki ilave­den başka bir şey olmadığını gösteriyor. Yalnız, eserin Türkçesi za­manı için pek güzel ve Türkçe tarih ve tıp terimleri bakımından zen­gin olduğu noktasında, öteki yazarlarla aynı fikirdeyiz.

Sabuncu-oğlu’nun Mücerrebname (Üniversite kütüphanesi, Yıl­dız, tıp, 335, 214) adındaki eserine gelince, bunun önsözünde de bu eşeri bazı hekim dostların isteğiyle, kendi deneylerinden derleyerek yazdığını söyler (1). Gerçekten, eserde bazı deneyleri ve bu arada özel bir çeşit tiryakın yılan zehirine karşı bir ilaç olduğunu kendi üzerinde ve horoz üzerinde denediği yazılıdır (varak 40a). Bu kitabın en iyi nüshası Ayasofya kütüphanesinde 3729 numaradadır. Bun­dan başka bu çalışkan hekim, ünlü Zahire i Harzemşahî'nin sonun­daki Akrabadin kısmını da Türkçeye çevirmiştir.

Fatih devrinde yine ünlü hekimlerden Altıncı-zade adında, en ziyade idrar yolu hastahklarıyle uğraşan, bir hekim vardır. Kendisi tarihin dediğine göre, idrar tutulmasını tbni Sina'da okuduğu yolda (bkz. Kamın), bir sonda ile tedavi etmiştir. Bu usulü Türkiye’de bi­rinci defa kullanmış olduğu sanılabilir. Bundan başka, Altmcı-zadede idrar yolunda biten bir et parçasının, yine sonda ile, tedavisine dair bir kayıt vardır (bkz. Süheyl Ünver, Türk Tıp Tarihi Arşivi, yıl 5, sayı 18, 1940). Şakaik-ı Numaniye de aynı gözlemi nakletmekte ve hastanın yazarın hocalarından biri olduğunu ilave eylemekte olma­sına göre, sonda hakkındaki bu iki gözlemin aynı olduğu düşünüle­bilir (bkz. Şakaik-ı Numaniye, çev. Mecdi, 339, 240).

Fatih devrinde 871 yılında yukarıda adı geçen Sabuncu-zade Şerefeddin’in, Muhyiddin Mekkî adlı bir öğrencisi kolaylıkla ezber­leyebilmek için, Hacı Paşanın Teshil adh eserini, hocasının tavsiye­siyle, nazma çekmiştir (Nazm-ül-teshil, Ankara Genel Kitaplığı, İ. 6/22). Bu eser Amasya valisi Şehzade Beyazıt’ın bir şehzadesine it­haf olunuyor. Fakat ithaf sayfası harap olduğu için, şehzadenin adı okunamıyor. Kitabın sonunda, Sabuncu-zade tarafından bizzat kop­ya edildiği yazılıdır. Nazma çekilirken, Teshilin içindekilerden çok bir şey atlanmamıştır..

Bundan başka Şakaik-ı Numaniye ve Tac-üt-Tevarih’ten. naklen Hammer’in dediğine göre (Hammeı, Devlet-i Osmaniye Tarihi, III, 239), Fatih zamanında Ahmet Kutbeddin-i Acemi (Kirmanlı Nefis’in oğlu olan bu zat Ebu Said Timur’un adamıyken, onun Uzun Haşan tarafından katli üzerine, Fatih’in yanma gelmiştir) ve Hakim Mehmed Şükrullah-i Şirvanî, Hoca Ataullah-i Acemi, Yakup Hekim (Ya­hudi iken Müslüman olup, defterdarlık derecesine kadar erişmiş ve hatta vezir olmuştur; Fatih’in özel hekimliğini yapan bu adamın in­sanın rengini esmerleten behk-i şamil adh bir hastalığı tedavi etmiş olmasından bahsedilir ki, bazı tıp tarihi yazarlarının bu hastalığın Addison hastalığı (?) olduğunu iddia ettikleri görülüyor). Hekim Lâri-i Acemi (Fatih’i son hastalığı sırasında tedavi eden hekim), Hekim Arap (Kudüslüdür, orada tıp tahsil ettikten sonra, Üsküp’e gelmiş, ilmini ve becerikliliğini Fatih işitince, İstanbul’a çağırmış­tır) ve Altunî yahut Altıncı-zade (yukarıda adı geçti) adlarındaki he­kimlerin bir tıp şûrâsı teşkil ettikleri ve Kutbeddin’in bu şûraya baş­kanlık ettiği anlaşılmaktadır.

Fatih zamanında fıkıh ve kelam ulemasının da tabii ve fiziki ilimlere de ilgi gösterdiklerini biliyoruz. Mesela, yukarıda adı geçen Hoca-zade’nin, Üsküdar’dan İstanbul'a geçerken kayıkta Ali Kuşçu ile gelgit üzerine tartışmasını biliyoruz. Muslihüddin Kastelânî, —ki Medaris-i Semaniye’den birinde müderristi— Sinan Paşa’nın evinde bir sohbet sırasında Molla Lütfi’nin (aşağı bkz.) «bir zamanlar vü­cudumdan ter yerine kan gelirdi» demesi üzerine, herkes gülmüş, fakat Kastelânî böyle bir hastalığın baştan aşağı okuduğu İbni Si­na'nın Kanun’unda geçtiğini söylemiştir. Şu halde, bu gibi ulemaya a zamanlar Batıdaki Doctores ııniversales, yani her şeyden dem vu­ran ulepıa gözüyle bakmak kabildir.

Fatih yüzyılının ünlü bilginlerinden Hoca-zade, filozof, matema­tikçi, astronom Esirüddin Mufaddal bin Ömer-ül-Ebherî’nin (ölm. 1265) eski fizik üzerine yazmış olduğu Hidayet-iil-Hikme’sine, Mollazade Ahmed bin Muhammed-ül-Harzayanî’nin yazdığı şerhe. (Lâleli kütüphanesi, 2537-2540) bir çıkma yazmıştır. Bu çıkmanın bir nüs­hası Viyana kütüphanesinde (1445) bulunmaktadır. Hoca-zade bu eserde eski fiziğin, tabii cisimlerdeki hareket, sükun ve meyil gibi özelliklerini açıkladıktan, nokta ve çizgi üzerine bazı bilgiler ver­dikten sonra, ışık ışınlarını ve gökkuşağını ve başka gök olayları­nı anlatır (1). Hoca-zade’nin bu çıkması eksik kalmış, sonradan, 1509 tarihinde, Mehmed Muğlavî adlı bir zat tarafından tamamlan­mıştır. Hoca-zade’nin eksik çıkmasına İstanbul kütüphaneleri def­terlerinde rastlamadık. Fakat Molla-zade şerhlerinin çoğunun «muhaşşa» (haşiye! i=çıkmalı) oldukları belirtilmiş olmasına göre, bel­ki bunlardan biri Hoca-zade’nin çıkmasıdır. 893 yılında vefat eden bu yazarın en önemli eseri Fatih’in emriyle tbn-ür-Rüşd’ün Tehafiit ül-tehafe adlı, Gazalî’nin (1058-1111) Tehafilt-ül-felâsife’sine yazdığı, meşhur reddiyesine karşı yine Tehafüt (Lâleli kütüphanesi, 2488) adiyle kaleme aldığı eserdir. Hoca-zade’nin bu eseri âdeta yarışma­da birinciliği kazanmış bir eserdir. Yarışmaya giren öteki zat Ali Tusî idi. Tehafiit, Gazalî’ninkiyle birlikte, 13O3’te Kahire’de basıl­mış ve İran’da ve Arabistan’da meşhur olmuştur. Gazalî’nin Tehafilt’ünâe, kelam sorunlarında filozoflara yapılan hücumlara İbn-ür -Rüşd tarafından mantıki kanıtlarla cevap verildiği ve bu cevaplara da Hoca-zade tarafından itirazlar ileri sürüldüğü bilinir. Yazar, bu sırada eskiçağlar filozoflarının metafizik meselelerde yanlışları ol­duğunu, fakat fizikte hata etmediklerini söylemekle, kendisinin Aris­to fiziğinin taraflısı olduğunu göstermiştir. Hoca-zade, Fatih devrin­de, vezir Mahmut Paşanın kıskançlığına uğramış, fakat Beyazıt II. zamanında yeniden Bursa’da Sultaniye medresesi müderrisliğine ve Bursa kadılığına tayin edilerek, orada vefat etmiştir.

Osmanlı edebiyat tarihlerine göre kendi de şair olan ve Avnî mahlasını kullanan Fatih şiir ve edebiyata da meraklı olup, İran ve Türk şairlerini çoğu zaman yanında bulundururdu. Güzel sanat­lara karşı da Fatih’in eğilim ve merakına bugün Topkapı Sarayında bulunan İran ve Çin minyatürleri bir şahittir (1). Ama fikrimizce Fatih’in asıl merakı ilme, özellikle müspet ilimlere yönelikti.

* * *

Nihayet, bu bölümü bitirmeden önce, geçen iki yüzyıl içinde (1299-1481) Osmanlı Türkiyesindeki ilim hareketiyle Batıdaki ilim hareketleri arasında kısa bir karşılaştırma yapmak isteriz:

Daha XIII. yüzyılda, Batıda ortaçağların karanlık devri aydın­lanmaya başlamıştı. Gerçi hâlâ ilimlerin sultanı mevkiinde ancak ilahiyat bulunmakta idiyse de, bir taraftan Hıristiyan tarikatları ve onların manastırları kurulurken, öte yandan da üniversiteler açılı  yordu. Bu Hıristiyan tarikatlarından ikisi, yetiştirdikleri bilginler ve filozoflar dolayısıyle en çok dikkatimizi çeken Fransisken (kuruluşu 1209) ve Dominiken (kuruluşu 1215) tarikatlarıdır. Bunlardan birin­cisi pek temiz ve yumuşak huylu bir zat olan François d'Assise, İkin­cisi ise, pek azametli ve mutaassıp Dominique tarafından kurulmuş­tu (1). İşte bu iki tarikat üyeleri o zamanlar, programlarında trivium (belagat, mantık, gramer) ve quadrivium (musiki, sayılar, geometri ve astronomi) dersleri bulunan üniversitelerde kürsüler işgal etmek suretiyle Rönesans’tan önce ilmin yeniden doğuşunu hazırlamışlar­dır. Bunlar arasında en meşhurları Fransisken'lerden Alexander de Hales (ölm. 1245), Robert Grosteste (ölm. 1235), özellikle Roger Bacon (ölm. 1270) ve Dominikenlerden Albertus Magnus (1206-1280) ve S. Thomas d’Aquinas’tı (1227-1274).

Bunlardan Grosteste, XIII. yüzyılda ilk defa fizik deneyleriyle ilgilenmiş ve mercekler üzerinde düşünmeye başlamıştır ki, bu iş için kaynağı İbn-ül-Heysam’ın (265-1039) Kitab4il-m.ena.zir adlı meş­hur eseridir. Fakat Grosteste’in öğrencisi Roger Bacon, Paris ve Oxford üniversitelerinde ders okutmuş ve bu derslerde daha ileriye giderek, deneysiz ve matematiksiz tabiat felsefesine, yani tabii ilim­lere erişmek kabil olmadığını söylemiştir. Bacon bunun için, Yunancanın, özellikle Arapçanın lazım olduğunu açıkça söylemesi üze­rine, Oxfordluların hiddetini çekmiş ve hatta sokaklarda yapılan gösterilerde «Bacon Müslüman oldu» diye bağırmalarına sebep ol­muştur. tskolastik felsefeden asla ayrılmayan Bacon, ilmin dine hiç­bir zararı olmayacağını ileri süren ilk düşünürlerdendi.

Albertus Magnus ise, Aristo eserlerinin Arapça çevirilerinden faydalanarak eski Yunan felsefesini inceleyerek, hatta Arapçadaki ilme önem vermek için kürsüye kimi vakit Arap kıhğıyle çıkan bir bilgindi. Bu zat zooloji ve botanik üzerine ansiklopedik eserler yaz­mıştır.

Tıp ise, Bologna okulunda, Arapça eserlerden faydalanılarak, ilerlemekte, özellikle Arnoldo di Villanova (1240-1311) adında Katalonyalı bir hekim, Arap tıbbim Arapça ve tbraniceden öğrendik­ten sonra, ilk defa olarak, hekimlerin gözlemlere dayanarak, mut­laka kitaplarda yazılanlara bağh kalamayacağını söylemiştir (aşağı­ya bk2.).

Astronomide Fransah Musevi Levy ben Gerson (1288-1344), İs­panya kralı Alphons adına zzc'ler (tables alphonsiennes) düzenlenmiş ve daha önemlisi, yeryüzünün, evrenin merkezi olamayacağı id­diasını ileri sürüp, Kopernik’e yol açmıştır. Fiziğin ışık bölümünde ve matematikte bu devirde, Batıda önemli bir ilerleme olmamış, bü­tün bilgiler Arapçadan alınanların ötesine geçmemiştir. Fakat bu yüzyılın ortalarında Rönesans'ın ilk hareketi olan hümanizm başlı­yor. Gerçi bu yüzyılın başından beri, Aristo'nun felsefe ve mantık üzerine eserleri kimi vakit İbn-ür-Rüşd’ün şerhleriyle birlikte Av­rupa'da, özellikle Paris’te geçerli olmaya balşamış idiyse de, ilmi eserler ortaya çıkmamıştı. Hümanizmin meydan alması bu eserlerin de ortaya çıkmasına ve doğrudan doğruya Yunancadan aktarılması­na yardım etmiştir, önce İtalya'da doğan ve oradan kuzey memle­ketlerine yayılan hümanizmi ilmin rönesansı izlemiştir. Bizans'ta Yunanca öğrenmiş olan Albanolu Peter (1250-1318), Paris’te tıp okuttuğu sırada, bu dilden eserler çevirmişti. XIV. yüzyılda müspet ilimler alanında hep XIII. yüzyıl eserlerine dayanılmış ve bu yüzyıl içinde çıkan ve «kara ölüm» denilen büyük veba salgını bir yandan, müthiş bir zelzele ve yüz sene savaşları öte yandan, ilimde de bir durgunluk meydana getirmiştir. Bu yüzyılda yalnız, Almanya’da Konrad von Megenberg’in Thomas de Cantimpre'nin De naturum rerum adlı eserinden alarak yazdığı Das Buch der Natur adlı ilim ansiklopedisi yazılmşıtır. Bunda her ilimden. Yunan ve Latin bil­ginleri (Aristo, Galenos, Plinius, Thephrast) ile Işbiliye'li (Sevilla’h) îzidor ve kilise babalarından alınarak bahsedilmiştir.

Halbuki, XV. yüzyıl ortalarında Gutenberg tarafından matbaa­nın icadı (1450) ile eski eserleri elde etmek daha ziyade kolaylaş­mış ve 1469 yılında, Plinus’un meşhur Tarih-i Tabii’sinin basılmasıyle başlayan ilmi eserler çoğalmıştır. Bu yüzyılda yetişen en önemli simalardan biri Kardinal Nicholas de Cusa’dır (1401-1464). Kendisi ilimde deney esasına dayanan bir bilgindi. Mesela büyüyen bir bit­kinin havanın ağırlığından bir kısmını aldığını ilk defa söylemiş ve ilimde tartı usulünün öneminden bahsetmiş ve hatta teraziye dair bir de eser yazmıştır. Kardinal, dünyanın hareket ettiğine ve ev­renin sonsuz olduğuna inanmış bir filozoftu. İstanbul’un fethinden sonra, Türkiye’den ayrılan ve yukarıda adı geçen Yoannis Bessarion adındaki Bizanslı Kardinal Batıda Yunan ilminin, özellikle astrono­minin gelişmesine yardım etmiştir. Bu zat İtalya'da Purbach ve Regiomontanus’la dost olmuş ve bunların elbirliğiyle çalışmalarıdır ki, Kopernik sisteminin esas temellerinin kurulmasına yardım et­miştir. Purbach (1423-1461) trigonometriye çalışmış ve Regiomontanus (1436-1476) —ki asıl adı Johannes Müller'dir; Bavyera’da Köningsberg adındaki küçük bir kasabada doğduğu için, çevirisi olan bu Latince adı almıştır— Ptolemaios’un Almagest’ine ve başka Yu­nan eserlerine başvurarak trigonometriye ait önemli bir derle­me meydana getirmiştir. Görülüyor ki, şu iki yüzyılda Avrupa’da Yu­nan ilminin kaynaklarına gidilerek yeni yeni düşünceler ve incele-* meler ortaya atılmıştır. Halbuki XI. yüzyıldan beri BizanslIlarla te­mas halinde olan Türkler böyle bir ihtiyaç duymamışlar, hatta Yu­nan kaynaklarına kadar gitmek şöyle dursun Arapçadaki ilmin esas kitaplarını bile incelemeye lüzum görmemişlerdir. Mesela ne Almagest, ne Aristo'nun müspet ilimler üzerine eserleri, ne de botanik ve elkimyaya (1) ve coğrafyaya dair eserler incelenmişti. Bu yüzyıllar bilginleri, El-Harezmî, El-Birunî ve tbni Sina gibi büyük bilginlerin ana kitaplarına müracaat edecek yerde büyük eserlerin özetlerine şerh, yeniden şerh, haşiye ve talikat (2) yazmakla yetinmişlerdir. Yukarıda adı geçen Sabuncu-oğlu Şerefeddin'in, Abü'l-Kasım Zeh­ra vî'nin Et-tasrif adlı ünlü cerrahi kitabını çevirerek, kendi orijinal eseri gibi, ortaya koyması, ortaçağın bu en ünlü cerrahi kitabının o zamanlar Türkiye’de pek bilinmediğini gösterebilir (3).

Bölüm III

XV. YÜZYILIN SONU VE XVI. YÜZYILIN BAŞI

Bundan önceki bölümde, Fatih devrinin sonuna kadar müspet ilimlerin durumu hakkında, elde bulunan eserlerden, tarih ve hayat hikayelerinden çıkarılmış bilgilere dayanılarak, bir özet yapılmıştı. Bu bölümde de artık Batı ile doğrudan doğruya karşılaşacak olan Türkiye’de XVI. yüzyıla kadar ilmi düşüncenin pek ağır giden geliş­mesinden bahsedeceğiz.            -

Büyük ilim koruyucusu Mehmet II.'in vefatının arkasından, müspet ilimlere karşı gösterilen eğilim ve ilgi geleneği daha bir sü­re devam etmiştir. Nitekim yukarıda adı geçen Tokatlı Molla Lütfi ve onun hocası Sinan Paşa, matematik ve astronomi üzerinde çalış­mışlardır. Bunlardan Molla Lütfi yüz kadar ilmin ad ve konularını gösterir El-metalib-ill-ilâhiye fi mevzuat-il-ulûm adh bir eser kaleme almış ve mantık ve kelam üzerine şerhler yazmıştır. Fatih kütüpha­nesi hafız-ı kütüplüğündeyken, akli ilimlere önem veren Molla Lütfi, Ali Kuşçu’nun İstanbul’a gelmesiyle iyi bir de matematik öğretmeni bulmuş oldu. Bu yazar, Batının uzun zamanlar dikkatini çekmemiş­ken, Brockelmann, Geschichte der Arabischen Litteratur adh ünlü eserinde Bizans ilminin Osmanlı Türkiyesi ilmi üzerinde bir etkisi görülememiş olduğundan bahsederken (I, 223), Lütfi'nin eserleri dikkatle incelenecek olursa, belki böyle bir etkinin keşfolunacağını ve gerçekten Leyden şehri kütüphanesinde ve İstanbul’da Esat Efen­di kütüphanesinde Tazif-ül-mezbah adh Molla Lütfi’ye ait bir eserin bulunduğunu söyler. Brockelmann'ın bu kaydı dikkatimizi çekmiş olduğundan, Leyden kütüphanesindeki (ar. 958, 11-17) risaleyle Esat Efendi kütüphanesindeki (No. 3596) nüshanın fotoğraflarını Paris’te iken inceledik. Eserin İzmirli Theon (1) tarafından Delos adasındaki hatifin adına yapılan sunağın iki katma çıkarılmasına dair, Eflatun’ dan öğrenmiş gibi yazdığı eserden ilham aldığı anlaşılıyor. Gerçek. ten sunağın iki katına çıkarılması problemi öteden beri ilim tari­hinde «Delos problemi» diye meşhurdur. İzmirli Theon İskenderiye kütüphanesi hafız-ı kütübü Eratosthenes'e (İ.Ö. 276-196) bağlayarak, Delos adasında bir büyük veba çıkınca ahalinin Apollon hatifine başvurarak, bu vebanın sönmesi için ne yapılmak lazım geldiğini sorduklarını, hatifin karşılık olarak, tapmaktaki sunağın iki katma çıkarılmasını tavsiye ettiğini söyleyince, ahaliye kolaylıkla çözümü kabil olamayacak bir matematik problemi verilmiş olduğunu yazar. Mimarlar bu işi başaramazlar, Efltun’un yardımını istemek zorunda kalırlar; Eflatun, hatifin sunağın iki katma çıkarılmasını ihtar etme­sinin, Tanrının daha büyük bir sunağa ihtiyacı olduğundan değil, Yunanlılara matematiği ihmal ettiklerini ve geometriyi küçümsedik­lerini söylemek maksadıyle olduğunu bildirdikten sonra, problemin orta orantılı usulüyle çözümleneceğini anlatmıştır (1). Bu masalsı hikayet İzmirli Theon’dan başka Plutarkhos’un (VII, 579) De Genio Socratis'inde bir diyalog şeklinde geçer. İşte bu hikayenin Araplara geçmemiş olduğu Julius Lippert, Studien auf dem Gebiete der griechisch-arabishen Litteratur adlı eserinde (s. 45), söylemekteyse de Zekeriya Kazvinî’nin Asar-ü-bilâd’mda (yayın. Wüstenfeld, 385) birkaç satırla yazılmış olduğu görülmektedir. Fakat Molla Lütfi’nin risalesi okunursa görülür ki, onun kaynağı Âsâr-Ül-bilâd olamaz; belki Molla Lütfi İstanbul’da Theon’un yahut Plutarkhos’un eserle­rini elde etmiş veya bir Bizanslı bilginden problemi dinlemiş ola­bilir. Herhalde, işte kısaca anlattığımız bu hikayeyi esas tutarak Molla Lütfi Tazif-iil-mezbah risalesini yazmıştır. Bu risalede önce çizgilerin ve karelerin kendileriyle çarpımından, yani taz’ifinden bahsettikten sonra küpün ikileştirilmesi demek, yanma başka bir küp daha katmak olmayıp onu sekiz defa büyütmek olduğunu açık­lar. Kadı-zade’nin Eşkâl-üt-tesis'ine yazılan Ebülfetih haşiyesinden başlayarak, birçok eserlerde geçen «geometri bilmeyen kadının yar­gıda yanlışlık yaptığı» hikayesini bu münasebetle Molla Lütfi de tekrar eder (bu hikayeyi sonra başka eserlerde de göreceğiz). Molla Lütfi, risalesinde orta orantılı usulünü de açıkladığı gibi, sonunda vebaya karşı bazı dua ve efsunlar bile katmaktan geri durmamıştır. Bu Arapça risalenin metni, 1940 yılında Profesör Şerefeddin Yaltkaya’nın himmetiyle, üç nüshadan incelenerek, İstanbul Fransız Ar­keoloji Enstitüsü tarafından, Fransızcaya yaptığım çevirisi ve İstan­bul’da çalışmakta olan Paris milli kütüphanesi hafız-ı kütüplerinden genç müsteşrik Mösyö Henry Corbin’in yazdığı pek değerli bir giriş­le birlikte Paris’te yayınlanmıştır (1); giriş ve eser birlikte okunur­sa, gerek Eflatun hikayesi, gerek Molla Lütfi’nin risalesi hakkında tamamıyle yeter bilgi edinilebileceğinden burada fazla ayrıntılara girişmiyoruz.

Sarı lakabıyle meşhur olan bu bilginin asıl adı Lütfullah olup, Tokat’ta XV. yüzyıl başlangıcında başlayan hayatı, 1490=900 yılında idamıyle son bulmuştur. Kendisi şaka ve mizaha çok düşkündü, za­manının ulemasını eleştirme ve kınamayı pek severdi. Hocası Sinan Paşanın tavsiyesiyle Fatih’in hafız-ı kütüplüğüne tayin edilmişti. Da­ha Fatih zamanında hoş, fakat laubali sözleriyle herkese sataşan bu genç bilgin —ki, Sehî Bey tezkeresine göre, «divane-renk kişi idi, beynelmevali Deli Lütfi denmekle belli idi»—, hafız-ı kütüplüğü sıra­sında hatta padişahla işi latifeye kadar vardırmıştı. Mesela bir gün Fatih kütüphanede bir kitap istemiş, Lütfi yüksek bir yerde duran kitabı almak için, bir taşa basarak kitaba uzanmış, padişah: «Ne yapıyorsun? O taş, Isa peygamberin üzerinde doğduğu taştır» de­miş; bir müddet sonra Molla Lütfi, tozlu bir bezi padişahın dizleri üzerine koyunca, padişah: «Bu ne hal?» diye sormuş, Lütfi derhal: «Padişahım, ne bihuzur olursuz, bu Isa aleyhisselâmın beşiğinin ör­tüsüdür» diye cevap vermiştir. Böyle herkesle yaptığı bazen acı, ba­zen tatlı latifeleri anlatılır. Hatta Molla Lütfi’nin salt mizah üzeri­ne Makale fi Usul Sücâ adlı bir risalesi de vardır (bkz. Fuat Köprü­lü, Hayat mecmuası, IV, 426). işte zamanının ulemasını acı acı eleş­tirmesi herkesin hoşuna gitmeyen bu bilgin, sonunda, her vakit ol­duğu gibi, bu huyunun cezasını ağır bir yolda çekmiştir.

Beyazıt Il.’nin saltanata gelmesinden sonra, Sinan Paşa ile bir­likte Molla Lütfi İstanbul'a dönerek, önce Bursa, sonra Edirne, so­nunda Fatih medreselerine müderris tayin edilmişti. Bu son tayin eskiden beri eserlerini eleştirerek rahatsız ettiği, zamanın bilginle­rinden İbrahim Hatip-zade’nin kıskançlığını kabartınca, samimi bir Müslüman, fakat derslerinde dinin daha ziyade vicdanî ve ruhî kı­sımlarına önem veren Molla Lütfi’nin dinsizliği iddiası ortaya atıl­mış ve bir büyük meclis huzurunda muhakeme edilerek, iki yüz şa­hit dinlendikten sonra, bazı azanın muhalefetine rağmen, Hatip-zade fetvasıyle, katline karar verilmiştir. Beyazıt II., bu karan derhal tas­   dik etmemiş ise de, Hatip-zade'nin (1) ısranyle, nihayet tasdik et­mek zorunda kalmış ve 900=1494 yılı rebiülevvelinin yirmi beşinci perşembe günü Lütfi, Sultanahmet meydanında, idam edilmiştir. Muhakemesi sırasındaki savunmaları ve haksız yere öldürülmesi, ulemanın ve halkın çok üzüntüsüne sebep olmuş ve şairler vefatına birkaç tarih düşürmüşlerdir. Cereyan tarzı ve savunmaları bakımın­dan bir dereceye kadar Sokrat trajedisini andıran bu vaka, Osmanlı, Türkiyesinde ilim ve fikir adına uğranılan ilk felaket olsa gerektir.

Yine bu tarihlerde başka bir eserin Yunancadan Türkçeye çev­rildiğini söylemek gerektir. Gotha kütüphanesi katalogunda (W. Pertsch) Cerrahname adh bir kitaba rastlanır; bu kitabın önsözün­de Beyazıt II. zamanında, Mora’da Modon kalesinin zaptı sırasında (1500), ele geçirilen Yunanca bir kitaptan çevrildiği yazılıdır. Çevi­renin adı, Kâtip Çelebi’ye göre (Keşf-üz-zunun, yeni basım, 581), İb­rahim bin Abdullah-ül-Cerrah olup, kitabın Yunanca aslının adı da Cendar (?)’dır. Çevirenin babasının adı Abdullah, büyükbabasının adı söylenmemiş olmasına göre, dönme olduğu tahmin olunabilir. Bu eser İstanbul’da Millet kütüphanesi katalogunda 568 numarada kayıtlı Alâim-i Cerrahin adındaki eserin eşidir. Çeviri 1500 yılında tamamlanmıştır. Eserin XXII. bölümünde frengiden «Fransız has­talığı veyahut Frenk uyuzu» diye bahsedilmekte olmasına göre, Av­rupa’da ilk büyük yayılışını Fransa krah Charles VIII.’ın Napoli se­feri esnasında (1495) gösteren bu hastalıktan Osmanlı Türkiyesinde ilk defa bahsolunmuştur denilebilir (bkz. Dr. Fuat Kâmil, Türk Tıp Tarihi Arkivi, sayı 9, s. 49). [Ek -14].

Bu devirde, Osmanlı Türkiyesinin en ileri gelen astronom ve matematikçilerinden Mirim Çelebi (2) adiyle meşhur olan Mahmud bin Mehmed yetişmiştir. [Ek -15]. Kendisi, adı yukarıda geçen astro­nom Kadızade ile Ali Kuşçu'nun torunudur (1) (ölm. 1525); meşhur Hoca-zade’den ve Sinan Paşadan ders görmüştür. Matematik, astro­nomi ve usturlaba dair eserler yazan bu bilgin astronom Beyazıt Tl.’m emriyle Uluğ Bey Zic’ine, Diistur-ül-amel ve tashih-ül-cedvel adiyle, Farsça bir şerh yazmıştır (gerek Avrupa ve gerek İstanbul kütüphanelerinde birçok nüshaları vardır; mesela Beyazıt genel ki­taplığı). Uluğ Bey Zic'ini incelemek isteyenler için, bu şerh pek fay­dalıdır. Yazar eserde didaktik bir yol tutmuş ve mesela bir derece­lik yayın sinüsünü hesaplamak için gayet açık misallerle beş çözüm yolu göstermiştir. Şurada bir arasöz olarak söyliyeyim ki, Mirim Çe­lebi, Doğuda Batlamyus'un Elmacesti'si üzerine bina edilmiş bilgi­lerle uğraşıp kitap yazdığı sırada, Batıda Kojıernik bin sene ilim âlemine hâkim olan bu Batlamyus sistemini yıkmağa uğraşıyordu.

Öte yandan, Mirim Çelebi kendisini pek seven ve takdir eden Se­lim I. (ki onun zamanında Mirim Çelebi Anadolu kazaskerliğine ka­dar yükselmişti) adına Ali Kuşçu’nun Fethiye’sine bir şerh yazmış­tır. Yazar, astronomi ve matematikte pek ileri gitmiş bir zat olmak­la birlikte, zamanın gösterdiği isteğe uyarak, astroloji üzerine, El -makasid adiyle bir kitap da yazmıştır.

Yine Beyazıt II. zamanının meşhur matematikçilerinden ve Sadreddin Şirazî ve Celâl Devvanî’nin öğrencilerinden Muzafferüddin Şirazî, İran’daki kargaşalık yüzünden, Türkiye’ye hicret etmiş ve Celâl Devvanî’den birlikte ders okudukları kazasker Müeyyed-zade aracıhğıyle, medaris-i semaniyeden birine müderris olmuştu. Bu zat, Euclides'in geometrisini okuturken, bir haşiye yazmıştır ki, Şakaik yazarı bu haşiyeyi gördüğünü söyler. Yine bu devirde el-mütetabbip Ceylân adında bir zat, şehzade Korkut için, Takvim adiyle Farsça bir risale yazarak, bunda takvimin yapılış şeklini açıklamış ve bi­raz da astrolojiden bahsetmiştir.

Beyazıt Il.’ye takdim edilmek üzere, Muslihüddin bin Sinan ta­rafından, 905 yılında, Risale-i Eflatuniye adiyle yazılmış Arapça bir eserin Kahire kütüphanelerinde birçok nüshaları bulunduğunu Ka­hire üniversitesi profesörlerinden Dr. P. Kraus, bir mektupla, bana bildirmiş ve bu risalede cisimlerin özgül ağırlıkları ve Arkhimedes’ in hidrostatik deneyleri bahis konusu olduğunu da ilave etmişti. Şimdiye kadar bu risaleyi İstanbul kütüphanelerinde bulup inceleyemedik. Ne risaleden, ne de yazarından Brockelmann da bahsetmemektedir. Fakat eser, belki ilk defa olarak, Türkiye’de ilkçağın bü­yük fizik bilgini Arkhimedes’ten bahsedilmek noktasından, pek önemlidir. Eserin E. Wiedemann tarafından Almancaya çevrildiği ve açıklandığını Dr. Kraus bildirmişse de, birçok uğraşmalarımıza rağ­men, Beitraege zur Gesclıichte der N aturwissenschaften, VIII, 173’ te yayınlanan bu eseri de getirtememiştik.

Kitabın ikinci baskısı henüz bitmeden, bahsettiğimiz, Müslihüddin bin Sinan tarafından yazılmış, Risale-i Eflatuniye adh Arap­ça risalenin Almancaya, E. Wiedemann tarafından yapılan çevirisi­nin fotoğraf iler ini, Berlin’deki Staatsbibliothek'in lütuf ve nezake­tiyle, elde ettim. Bu küçük risalenin içindekileri özet olarak ilave ediyorum:

Risale, «Eflatun’un kelimatını Bizansh âlimin şerhi» diye başlı­yor ve bu açıklamanın yazılmasını «Sultan Ebülfetih Mehmed Han» ın Bizanslı bilgine emrettiğini söyledikten sonra, bu bilginin, ancak Fatih’in vefatından sonra açıklamayı oğlu Beyazıt IL’ye takdim etti­ğini ilave ediyor. Cenab-ı Hakka hamd-ü şükür, Peygambere ve pa­dişaha dua ve senalardan sonra Eflatun-i İlâhîyi, meşaiyunun (gezimciler) Allahın lütf-u keremiyle tebcil edilmiş, üstadı ve akl-ü hik­metin bil’ittifak imamı olarak yad eyliyor.

Bu risalede söz konusu olan mesele, iki ayrı maddeden bileşik olan bir alaşımın, mesela gümüş ve kurşundan yapılmış bir kabın, kabı bozmadan, içinde o iki maddenin her birinden ne kadar bu­lunduğunu bulmaktır. Tabii bu problem, Siraküza kralının tacında ne kadar altın, ne kadar gümüş olduğunu bulmak için uğraşırken, Arkhimedes’in hamamdan evreka diye fırladığı hikaye veya efsa­nesine konu olan meseledir. Problemin esası, bilindiği gibi, bir sıvı­ya batırılan bir cismin, hacmine eşit miktarda sıvının ağırlığı ka­dar ağırlığından kaybedeceğine dair meşhur Arkhimedes prensibin­den ibarettir. Yunân’ın büyük fizikçisi bu keşfini OXou|ievov A', B' adiyle meşhur kitabında ilk defa zikretmiştir ki, bu eser sonradan Latinceye De corporibus fluitantibus (yüzen cisimler) adiyle geçmiş­tir. Arkhimedes, taç meselesini çözümlemek için, o taç hacminde bi­ri altından, öteki gümüşten iki taç yaptırıp bunları ayrı ayrı suya batırarak, taşan su miktarını karşılaştırmıştır. Halbuki bu risalede, bir kadehin, alaşımı terkip eden cisimlerden o kadeh .ağırlığında ay­rı ayrı iki cisim yapmaya ihtiyaç olmadan, alaşımı terkip eden cisim­lerden herhangi bir miktar alınarak, önce su içinde, sonra havada tartılıp bulunan sayıların birbirine oranla hesap edilmek usulü, ya­ni, daha basit bir şekil anlatılmaktadır (1).

Risalenin, Eflatun’un bir eserinin açıklaması olarak gösterilme­si tabii gerçeğe uygun değildir. Fakat pek iyi biliyoruz ki, Doğuda önemli ve karışık problemleri «İlâhî» lakabıyle anılan ve pek büyük tutulan Eflatun’a bağlamak âdetti (bkz. Taz’if-ül-mezbah, s. 44-45). Ya Fatih'in meselenin açıklama ve izahını kendisine havale ettiği Bi­zanslI bilgin veya daha büyük bir ihtimalle, Arapçaya çeviren zat, bu risaleyi Eflatun’a atfetmiş olacaktır. Risalenin konusunu açıklayan asıl Bizansh bilginin kim olduğu belli değildir. Ancak sonsözde «Risale-i Eflatuniye'nin fakir ve hakir Mevlânâ Muslihüddin bin Mevlânâ Sinan tarafından 950=1500 yılı recebinin 28. günü öğle namazın­dan sonra itmam» edilmiş olduğu yazılıdır.

Metinde mana çıkarmayı güçleştirecek, yanlışlar olduğunu VViedemann göstermekte ve çevirirken, yanlışları düzeltmeye ve an­lam çıkmayan yerleri düzeltme ve açıklama zorunda kaldığını söy­lemektedir. Fakat çok umulur ki, bu eserin başka birkaç nüshası İstanbul kütüphanelerinde bulunur ve karşılaştırılarak güzel bir nüsha vücuda getirilir. Herhalde yukarıda da söylediğimiz gibi, Fa­tih’in emriyle yazılan ve çevrilen bu eserle, ilk ve XIX. yüzyıla ka­dar son defa olarak, Türkiye'de Arkhimedes prensibinden bahsedil­miş olsa gerektir.

Beyazıt II.'m merak ve tecessüsünü gidermek için, adları bilin­meyen iki zat tarafından, elkimya (hayat iksiri) üzerine iki manzu­me yazılmıştır ki, bunlar bugün Viyana kütüphanesinde bulunmak­tadır.

Bir de, şehzade Korkut’un övgüsüyle başlayan, Yahya bin Mehmed-ül-Gaffarî tarafından, değerli taşlar üzerine, Kitab-ül-yakut-ül -mahazin fi cevahir-ül-maadin adiyle Türkçe bir eser yazılmıştır (İs­tanbul Üniversitesi kütüphanesi, Yıldız, tabiiye, 183 ve Leipzig kü­tüphanesi, Doğu yazmaları, CC, LXV) (1). Bunlardan İstanbul nüs­hası yakın zamanda (hicri 1223) kopya edilmiş, yanlışlarla dolu bir nüshadır. Halbuki 1517 tarihli Leipzig nüshası daha tamdır. Dört mahzete (bölüm) ayrılan bu eserin yazarı, Türkiye’de çok seyahat etmiş olduğu için, memleketin coğrafya bakımından tarifiyle başlar ve bu seyahat sırasında çeşitli yerlerin âdetleri ve hatta öğrenim de­recesi hakkında bile bilgi verir. Bundan sonra birinci bölümde, de­ğerli taşların vasıflarından ve ikinci bölümde taşların vücuda gel­mesi şartlarından, üçüncü bölümde ise, eskilerin "ecsad” yahut "filizat-ı seb'a” (yedi filiz) dedikleri altın, gümüş, bakır, kalay, kurşun, demir ve kalay-bakır alaşımından (har-i sini) bahseder. Dördüncü bölüm ise, ıtriyat, yani uçucu kokulu yağları anlatır. Yazar değerli taşların tanınmasına yarar bazı bilgiler verdikten sonra dördüncü bölümde misk, amber, kâfur gibi kokulu maddelerin tarifine geçer. Eser, yazarın önsözde söylediği gibi, «Muin-i devlet-i Korkut Han» Piyale Beyin emriyle yazılmış ve çoğu yerleri Cevahirname-i cedid ve Tansuhname-i İlham adındaki Farisî eserlerden alınmıştır.

Bu devrede tıp âleminde büyük bir şahsiyet ortaya çıkmış de­ğildir. Yalnız Edirne hastanesi başhekimi Ahi Çelebi adında bir zengin hekimin, Ibn-ün-Nefis’in Mucez fi'l-tıb adındaki eserini Türkçeye çevirmiş olduğunu Tahir Bey, Osmanlı Müellifi eri’ nde yazıyorsa da, bu eseri bulamadık. Fakat, Nuruosmaniye kütüphanesinde, Ahi Ahmed Kemal tarafından yapılmış bir çeviri vardır ki bunu Ahi Çelebi'nin babası tabip Kemal çevirmiş olabilir. Kütüphane katalogu bu eserin ibni Kemal’in olduğunu yazarsa da bu, tabii yanlıştır. Kitap elimizde olmadığı için, kesin bir şey söylemek mümkün olamıyor. Ancak Dr. Nafiz Uzluk'un bir makalesinde (Türk Tıp Ar kivi, 2. s. 53) bir not vardır ki, o nota göre eserin 850 yılında hekimlerden Sinan Efendinin huzurunda Türkçeye çevrilmiş olduğu anlaşılıyor. O hal­de 830 yılında 90 yaşında vefat eden, yani 740 yılında doğmuş olan, Ahi Çelebi’nin bu çeviriyi yapmış olması mümkün değildir. Olsa ol­sa babası Ahi Ahmet Kemal’e ait olabilir. [Ek -16].

Bundan başka Ahi Çelebi’nin böbrek ve mesane taşlan üzerine bir risalesi vardır (Üniversite kütüphanesi, Yıldız, tıp, 314, varak 18). Hekim Ahi Çelebi’nin mesane taşlarına dair Faide-i Hasat adın­daki eseri için Dr. Akil Muhtar’ın Dârülfünün Tıp Fakültesi Mec­muasında. (1335, No. 3-4) Osmanlı tarih-i tıbbından bir sayfa ve teftit-i hasat adiyle, yazmayı tekrar gözden geçirmeye lüzum bırakma­yacak kadar, etraflı yazılmış güzel bir makalesi vardır. Bu Ahi bin Kemaleddin-ül-Mütetabbib gençliğinden beri tıpla meşgul olduğunu, bimaristan (hastane) hekimliğinde bulunduğunu ve taş hastalıkları­nın çok kere zenginlerde olduğunu söyledikten sonra, taşın bedende nerelerde olduğunu ve araz ve belirtisini, ilacını, taşın idrar yolunu zedelediği zaman yapılacak tedaviyi anlatır. Kısacası vücutta mey­dana, gelen taşlar hakkında, İsmail Cürcanî, Zekeriya el-Razî, Galenos’tan genel bilgileri aktardığı gibi, bitkisel ilaçları, özellikle abzen, yani ilaçlı sularla banyoları tavsiye eder. Bu risalede dikkate değer bir gözlem vardır (varak 13): Emir-i âlem Geyvan Bey adında bir zatın mesanesinden gelen taş, idrar yolunda tıkanıp kalmış ve kimse derdine çare bulamamış, hatta o zamanın hekimleri idrar yo­lunu yarıp, taşı çıkarmak istemişler. Fakat hasta kendisine içi boş ve ince, ucu yanından delikli (neyde olduğu gibi) gümüşten bir mil yapmış ve bunu ta taşa kadar idrar yoluna sokturmuş ve bu suret­le idrarı akıtmıştır. Bundan sonra da bir kıskaç (?) tertip ederek, bununla idrar yolundaki taşı kırdırmıştır. Ahi Çelebi bu ameliyatı kendi yaptığını ima bile etmiyor; hatta icadın hastadan geldiğini açıkça söylüyorsa da, bu usul esasen bir icat değildir; İbni Sina’nın Kamın'unda vardır.

Ahi Çelebi, Beyazıt Il.’ın fevkalade güvenini kazanmış bir he­kimdi. Önce padişahın yemeklerine nezarete memur edilmiş ve son­ra reis-ül-etıbba (hekimbaşı) tayin olunmuştur. Kanunî Süleyman zamanında, 90 yaşma varıp, 930 yılında vefat eden bu hekim, Ru­meli ve Anadolu'da kırk kadar köye sahipti. Hatta, Edirne vilaye­tinde bir zamanlar Ahi Çelebi adiyle bir de kaza vardı. İstanbul ve Edirne’de hayratı da vardır. Bu zatın babası da meşhur bir hekim­di; adı Kemal’dir. Mahmut Paşa çarşısında dükkan açıp hekimlik ederken, şöhretini Beyazıt II. duyunca, saraya almak istemişse de, hekim Kemal bunu kabul etmemiş, fakat oğlu üç padişahın sarayın­da hizmet etmiş ve iki defa azle uğramıştır.

Bu devirde Edirne’de Tunca nehri kenarında yeşillikler içinde güzel bir hastane yapılmıştır ki, vakfiyesinde Evliya Çelebi’ye göre, hastalara çalgı çalınması bile şart edilmiştir. Bu hastane hakkında, Milli Mecmua mn 69 numaralı nüshasında, Rifat Osman imzasıyle yazılan bir makalede, vakfiyede dershane, müderris ve medrese-i tıbbiyeden bahis olmadığı gibi, musikiden de bahsedilmediği söy­lenmekte, ama vakfiye görülmüş olduğu halde vakfiyenin zayi olma­sından da bahsedilmektedir. Hastanenin, Gurlitt adında bir mimar tarafından sonradan tasarımlanmış bir planı da değiştirilerek, ma­kaleye eklenmiştir. Bu makaleden Türk Tababeti Tarihi adh esere, hastane planının birtakım Avrupa hastanelerine esas olduğu yolun­daki aktarılanlar bir yanlış anlamadan başka bir şey değildir. Be­yazıt II. zamanında, Edirne’nin Kirişhane mahallesinde, bir de cü­zam hastanesi kurulduğunu makale sahibi yazmaktadır. Başka bir hastane de Selim I.’in annesi tarafından Manisa’da yaptırılmıştır ki, yakın zamanlara kadar, tımarhane olarak, kullanılmaktaydı. [Ek-17],İstanbul ve Avrupa kütüphaneleri yazmaları arasında çoğu za­man rastlanan Yadigâr-i ibn-i Şerif adlı bir eser vardır ki, kaleme alınış tarihi olmadığı gibi, yazarı hakkında da fazla bilgi yoktur. Eser incelenirse bunun da bu devre, yani XI. yüzyıl sonuyla XVI. yüzyıl başı arasında bir zamana konulabileceği anlaşılmaktadır. Ese­rin dili ne daha eski ve ne daha yeni bir devreye işaret etmiyor. Öte yandan İstanbul'dan bahsederken, onu bir Müslüman şehri olarak göstermesi eserin İstanbul'un fethinden sonra yazılmış olduğunu gösterir. Eserin gerek Londra’da British Museum’da, gerek Paris’te Bibliotheque Nationale’deki nüshalarında bu İstanbul kaydı vardır (bkz. Cat. Mans. Turcs. suppl., 233, A.F. 168). Bu kitabın birçok nüs­haları, İstanbul kütüphanelerinde bulunmaktadır. Paris nüshasında­ki tarih 931 ise de, bu kopya tarihi olacaktır. Osmanlı Müellifleri bu eserin tarihini 1037 göstererek, yüz yıl daha yeniletmek hatasına düşmüştür (yazılış tarihi için Dr. Feridun Nafiz Uzluk ile Dr. Rusçuklu Hakkı arasında geçen tartışmalar hakkında bkz. Tıp Tarihi Arkivi, yıl I. 3, II. 6). Bu tartışmalarda Dr. Uzluk, Emir Çelebi’nin Enmüzeç-üt-tıb adındaki eserinde Yadigâh-i ibn-i Şerifin adının baş­ta verilişinden sonuç çıkararak ve daha birtakım kanıtlarla eserin tarihini sekizinci hicri yüzyıla kadar götürüyorsa da, öteki doktor bir yerde gördüğü bir nüshada (nerede?) kitabın Umur Bey bin Timurtaş adına yazıldığının bildirildiğini söylüyor ki, bunu Dr. Sü­heyl Ünver, Saray-Bosna’da Gazi Hüsrev Bey kütüphanesinde 340 numarada gördüğü bir nüsha ile de doğrulamaktadır. Bu halde eser, olsa olsa hicri dokuzuncu yüzyıl içinde, fakat herhalde İstanbul’un fethinden sonra yazılmış olabilir. Çünkü gerek Paris kütüphanesin­de, gerek British Museum’daki nüshaları kendim gördüm; Museum nüshasının 88. varağında ve İstanbul’da Üniversite kütüphanesi, Yıldiz, tıp 208 numaradaki nüshada (varak 72a) İstanbul’dan bahseder­ken, «Tın-ı mahtumî “kâfir zamanında İstanbul” etıbbasının da» bil­mediğini söylemesine göre, eser ya fetihten sonra yazılmış veya fetihten sonra ikinci bir nüshası kaleme alınmıştır.

Eserde yazarın ısrarla Gelibolu’dan bahsetmesi de kendisinin Gelibolulu veya orada yerleşmiş olduğunu gösterebilir. Kitap halka göre yazılmış olduğu için, nüshaları çoğaltılmış ve her tarafa dağıl­mıştır. Mesela, bugün Berlin'de Staatsbibliothek’te bulunan nüsha­nın kap yaprağında, Latince olarak, 1686 yılında Budapeşte’nin iş­galinde esir edilen kahya Osman Şa’raî Efendinin evinde bulunup alınmış bir nüsha olduğu kaydedildiği gibi, Zcitschrift der Deutchen Morgenlaendischen Gesellşchaft mecmuasında (cilt XIII, 259), bir nüshanın da Tebriz'de meydana çıkarıldığı ve bunun üzerinde me­tin yazısının aynı yazılarla tashihler ve ilaveler yapılmış olduğu için, bunun yazarın el yazasıyle yazılmış nüsha olması mümkün bulun­duğu söylenmektedir.

İşte telif tarihi üzerinde bu kadar tartışmalar yapılan bu eser sağlık bilgisi kısmında havadan, sudan, evlerden, yiyecek içecek şey­lerden, giyecekten uzun uzadıya bahseder. Yazar, içecek şeyler ara­sında şarabın, İslamda yasak olduğunu söylemekle birlikte, tıpta faydalarını birer birer saymaktan çekinmez; çünkü kendisi «ilm-i hal değil, tıp kitabı» yazmaktadır. Şarabın özellikle vücut ısısını çoğalttığını ve böylelikle beslenmeyi kamçıladığını söylerse de, faz­la şarap içmenin fena sonuçlar vereceğini şu basit benzetişle anlatır: Eğer çok şarap içilirse, ısı yükselecek yerde iner; tıpkı iyice yanan ateşin üzerine fazla odun konulursa, ateşin sönmesi gibi. İbn-i Şerif şarap konusunda pek uzman görünüyor, çünkü şarapların birçok çe­şitlerini sayıp dökmektedir. Riyazat (spor) bahsinde de İbni Sina’ dan alınmış birçok bilgiler vardır. Yol yürümek, ihtiyarlar için ata binmek, arabayla gezmek, hatta gemiye binmek bile bedeni riyazattır. Eser birtakım ilaçlı banyo sularını (abzen) (1) da sahk verir. Bundan sonra hastalıkların kısaca belirtilerinden, ilaçlarından İbni Sina'nın Karun’undan, İbni Baytar’ın Müfredatından kısaltılarak alınmış ve halka göreleştirilmiş bir yolda bahsolunur.

Bu devirde, yukarıda adı geçen Ahi Çelebi’nin emriyle, Musa Calinus-ül-İsrailî adında bir Musevî hekim, ilaçların sıcaklık, soğuk­luk, kuruluk, nemlilik derecelerini ve kullanılacak miktarlarını gös­terir bir küçük risale yazmıştır (bkz. Üniversite kütüphanesi, Yıldız, tıp, 352). Bu risalenin önsözünde, «ulema-yi İslam ve Efrenç ve Yu­nan eserlerinden veyahut sözlerinden» faydalanıldığı söylenmekte, ikinci varakta basit ilaçların nitelikleri bakımından ayrılışlarını gös­terir bir şema mevcut bulunmaktadır. Burada ilaçlar dosta faydalı, düşmana zararlı diye ikiye bölünmekte ve bunun kenarına, «Tabip Şifaî» imzasıyle, konulan bir haşiyede «dost ve düşman ilacı diye ayırmanın tıp kanunu dışında olduğu» şiddetli bir ifade ile söylen­mektedir. Risalede dikkate değer yalnız bir taraf vardır ki, o da Osmanlı Türkiyesinde, belki birinci defa olarak, Arnoldo di Villanova (Arnault de Villeneuve) (1) adlı bir ortaçağ (1234-1310) Batı heki­minin adı, İshak İsrailî adında başka bir Yahudi hekimin ifade­sine dayanılarak, verilmiş olmasıdır. Bazı yerlerde de sık sık İbni Rüşd'ün Külliyat’mdan sözler alınmıştır (2).

Bu devirde yazılmış tıbbi eserlerden biri de Necmeddin Mahmud bin Ziyaeddin İlyas Şirazî’nin (ölm. 1330) Havi-i sağir (3) adiy­le meşhur olan El-havî fi ilm-it-tedavi adlı eserinin (bkz. Köprülü kütüphanesi, 197) Ahmed bin Bali Fakih tarafından yapılmış Mecma-ül-mücerrebat adh çevirisidir (bkz. Üniversite kütüphanesi, T. 190). Bu çeviri, bölüm adı altında bazı ilavelerle tamamlanmıştır. İç hastalıkları, hummalar ve dış hastalıklar ve son olarak basit ve bi­leşik ilaçlardan bahsolunmakta ve yazarın, helva pişirmek ve helva­nın tıbbi faydaları üzerine bir bahisle lafı tatlıya bağlamak istediği­ni söylediği bu eserin gördüğümüz nüshası, birçok imla yanlışlarıyle dolu, fena bir yazıyla yazılmış olmasına rağmen, gayet basit, fa­kat o zaman için faydalı bilgileri ihtiva eder. [Ek -17/1],

Bölüm IV

XVI. YÜZYIL VE DENİZ COĞRAFYACILARI

XVI. yüzyıl başından XVII. yüzyılın ilk senelerine, yani Meh­met III.'in vefatına (1603) kadar geçen zamanda, Türkiye'de müspet ilimlere karşı önceki devirlerde görülen bir çeşit eğilimin biraz da­ha durakladığı hissolunur. Osmanlı tarih kaynaklarına ve olumluk kitaplarına bakılırsa bu devrin bize müspet ilimlerde büyük bilgin­ler ve önemli eserler vermediği görülür. Bu durgunluğun nedenini açıklayabilmek için, burada büyük ihtiyatla, bir varsayıma girişmek istiyoruz. Bunun için zamanın siyasi olaylarına ve bir de bu devir­de gelen padişahların karakter ve eğilimlerine bakmak lazımdır. Bi­lindiği gibi, bu devirde Osmanlı imparatorluğu, toprakları bakımın­dan, en geniş sınırlarına erişmişti. İmparatorluğun sınırları doğuda İran’ın ortalarına, güneyde Sudan'a, kuzeyde Viyana kapılarına ve batıda Fas’a kadar genişlemişti. İşte imparatorluğu bu sınırlara ka­dar genişleten istila humması, zamanın ulemasını da yakalamıştı. Böylece birçok bilgin ve şairler, padişahlarla birlikte, orduları, bu geniş memleketin sınırlarına kadar, izliyorlardı. İki savaşın arasın­da geçen barış ve sükûn zamanlarıysa, ya askeri ve mülki teşkilatın ıslahı veya başka bir savaşın hazırlıklarıyle geçiyordu. Öte yandan bu nadir sükûn zamanları şenlikler, düğünler ve bayramlarla doldu­ruluyordu. Fakat müspet ilimlere karşı görülen ilgisizliğin daha önemli bir nedeni, fikrimizce, memleketin kayıtsız şartsız egeme­ni olan padişahların ulema sınıfının çalışmaları üzerine de etkiden geri kalmayan, özel eğilim ve meraklarında aranabilir. Bu etkinin zamanımızda bile bir gerçek olduğunu ispat edecek olaylara şahit oluyoruz. Bazı diktatörlük hüküm süren memleketlerde bilginlerin düşünme yolu üzerinde kullanılan nüfuzu göz önüne alırsak, XVI. yüzyılda böyle bir nüfuz ve etkiyi mazur görmek gerekir.

Mesela Selim I., İslamdaki tefrikayı ortadan kaldırarak, bütün Müslümanları bir bayrak altına toplamak sevdasıyle, Şiîliği yok et­mek üzere bir yandan Mısır'a, öte yandan İran’a saldırıyor ve bu hareketini şeriate uydurmak için, en ziyade fıkıh bilginlerini yücel­tiyordu. Aynı zamanda, kendisi de kuvvetli bir şair olduğu için, Türkçeden başka Arap, özellikle Fars edebiyatıyle uğraşıyor, bunun için de daha ziyade şairlerle münasebette bulunuyordu (1).

Öte yandan bu devrin kültür bakımından durumunu gösterecek bir kayıt olarak, Kanunî Süleyman zamanında, imparator Ferdinand I.'m elçisi olarak, Türkiye'ye gelen ve Amasya’ya kadar seyahat eden Baron de Busbecq’in seyahatnamesinde (2) yazdığı şu fıkrayı nak­ledelim: «Yabancı bir millet başka kavimlerin güzel icatlarını alır­ken, kolaylıkla aldıkları gibi, onlar da (Türkler) bizlerde yapılan top, tüfek ve daha bin türlü şeyi alarak ilerletmediler mi? Matbaa­cılık, büyük duvar saatları Türkiye’de o kadar makbule geçmedi; gerçekten Allahın kitabı (Kur’an) basılınca "Kitaplıktan” çıkacağı korkusuyle, din, matbaaya muhalefet etmiş, öte yandan genel saatlar da müezzin, muvakkit ve kayyumlarm önemini azaltacağından, kabul edilmemiştir» (3). Avrupa ile sıkı temaslarımız olan bu devir­de bile şu iki faydalı icadın Türkiye’ye girmemesi, o devirde ilmin pratik alandaki eserlerine bile rağbet olunmadığını gösterir. Gerçek­ten, ilmin kolaylıkla öğrenilmesi ve yayılması için en büyük araç olan matbaanın Türkiye'ye girmesi için, hemen hemen daha 200 yıl beklemek lazım gelmiştir. Bu da gösteriyor ki, bir yandan harp ve darp, öte yandan şiir ve edebiyat bu devri tamamıyle doldurmuş­tu. [Ek -18].

Gerçekten Selim I.’in oğlu ve halefi Kanunî Süleyman, uzun saltanatı (1520-1566) sırasında şiiri ve şairleri daima korumuş ve lütfunu onlardan asla esirgememişti. Ama bu padişah dedesi Fatih’ in örneğince, bugün bütün Türkiye’nin, belki de bütün dünyanın mimarlık şaheseri olan camiinin etrafında Süleymaniye medresele­rini yaptırmış ve bunlardan birini matematiğe, ötekini tıbba ayır­mıştı. Bunlardan tıp medresesi ve onun yanında kurulan Dârüşşifa’ mn planları, vakfiyesi ve idare tarzı hakkında Dr. Süheyl Ünver’in Vakıflar Dergisinin ikinci sayısındaki makalesinde resimler ve bilgi vardır; bu makalede belirtildiğine göre, bu tıp medresesi şimdiki Tiryaki çarşısının üstündeki kubbeler, Dârüşşifa ise, şimdiki Askeri Matbaanın bulunduğu binadır. İnşasına büyük şair Bakî'nin de ne­zaret ettiği (bkz. İslâm Ansiklopedisi, mad. Bakî) bu büyük medre­senin o vakitler ne mahsul verdiğini ve hocalarının kimler olduğu­nu pek bilemiyoruz. [Ek -19].

Bu devirde Osmanlı ülkesinde deniz coğrafyacılığının önemli bir hamle yapmış olduğunu pek iyi biliyoruz. [Ek-20]. O zamanlar Osmanlı donanması, Türk-Osmanlı korsanları bir yandan Atlas de­nizine, öte yandan Hint sularına kadar uzanmışlardı. İşte bu seya­hatler neticesinde, iki Türk amirali bize deniz coğrafya eserleri ver­mişlerdir ki, bunlardan biri Piri Reis, öteki de Şeydi Ali Reis’tir. Ta­rih sırasını takip edersek, Piri Reis’in son yılarda meydana çıkarı­lan gayet önemli bir dünya haritasından burada bahsetmek lazım­dır. Bu haritanın, Topkapı Sarayı hâzinelerinde keşfi meselesi hakkındaki ihtilaflara geçmeden, bize en doğru görünen hikayesini an­latacağız:

A. Deismann saray kütüphanesindeki yazmaları inceler ve tas­nif ederken, Fatih’in Ptolemaios coğrafyasına ve haritalarına olan il­gisini sezmiş ve o zaman Amirutzes'e yaptırdığı tahmin olunan ha­ritayı bulmak için, sıkı araştırmalar yapılmasını müze müdürü Ha­lil Etem Beyden rica etmiştir. Bunun üzerine 9 kasım 1929’da Halil Etem Bey, Deismann’a, Batı ve Doğu dillerinde yazıh, birtakım ha­ritalar göstermiştir ki, işte bu haritalar arasında Türkçe bir dünya haritasının bir parçası bulunmuştur. O sırada İstanbul’da bulunan müsteşrik Paul Kahle bu haritanın Christophe Colomb’un, 1489 yı­lına ait olup, kaybolan haritasının bir kopyası ve Piri Reis tarafın­dan, Selim I.’e Mısır’da takdim edilen haritanın ta kendisi olduğu­nu meydana koymuştur (1). Bu harita hakkında İstanbul gazetele­rinde geçen tartışmaları buraya almakta mana yoktur. Mesela İbra­him Hakkı adlı bir zat 1934 yılında yayınladığı Eski Haritalar adlıbir eserde bu haritayı 1931 yılı aralığının 9’unda Son Posta gazete­sine yazdığı bir makaleyle bütün dünyaya bildirdiğini söyleyerek, keşifte öncü olduğunu iddia ediyorsa da, aynı yılın eylülünün 9’un­da, Leyden şehrinde toplanan müsteşrikler kongresinde P. Kahle bu harita hakkında tebliğde bulunmuş ve bu tebliğ Cultura adlı İtal­yan mecmuasında (cilt I, yıl X, cüz 10, 1931) ve İspanyolca Investigacion y Progressa adlı bir mecmuada (No. 12) yayınladığı gibi, Eugen Oberhummer, Anzeiger der Akademia der Wissenschaften in Wien, 1931, 18-27’de bir makaleyle, bu haritayı tarif etmiştir. 1932 yılında Forschungen und Fortschritte, 1932, No. 19’da kısa bir notla bu harita bahis konusu olmuştur. Fakat P. Kahle 1933 yılında Die verschollene Columbus-Karte von Jahre 1498 in einer tilrkischen Weltkarte vom 1513 adiyle yayınladığı bir risalede haritayı mükem­mel bir surette tanımlamış ve nitelendirmiş, haritanın, tespit edebil­diği, kaynaklarını göstermeye çalışmıştır (1). Bundan başka harita­yı, Maarif Matbaasında her türlü takdirin üstünde bir güzellikle bastıran Türk Tarih Kurumu adına o zaman kurum başkanı bulu­nan Yusuf Akçura tarafından yazılmış bir açıklama ile, harita hak­kında, kısa ve özlü bilgi verilmiştir (2). Bu açıklamada harita kena­rına ve boş yerlerine, Piri Reis tarafından yazılmış notlar mümkün olduğu kadar dikkatle okunmuş ve tekrar edilmiştir. Yalnız açık­lamada birinci notun okunamadığı yazıldığı halde, harita üzerinde pekâlâ okunmakta, hatta ince saman kağıdı üzerine bu şerh nakle­dilmiş bulunmaktadır ki, bu şerh bakkam boyadan, yünü ibrişim gibi olan koyundan bahseder. Açıklama yayınlandıktan sonra harita­nın keşfini bütün ilim dünyasına bildirmek üzere, her nedense Lon­dra’nın sıradan bir resimli gazetesi olan London Illustrated News mecmuasının 23 temmuz 1935 tarihli nüshasına yine Yusuf Akçura tarafından, bir makale yazılmış ve haritanın bir kopyası konulmuş­tur. Gerçi bu mecmuanın 27 şubat 1935 tarihli nüshasında harita­ya dair evvelce biraz malumat verilmişti.

Haritanın Afrika ve kuzeyde Ispanya’dan yukarısı kesilmiş de­ğil, eskiyerek kopmuş veya koparılmış olması lazım gelir; çünkü, düz bir hatla değil, tırtıklı bir surette aslından ayrılmıştır. Bu su­retle elde bulunan harita tam dünya haritası (mappmonde) değil, belki ancak İspanya ve Doğu Afrika’yı, Atlas denizini ve Amerika' nın o zaman bilinen parçalarıyle Atilles adalarını içine alan bir ha­ritadır. Öteki kısmının ne olduğunu henüz bilmiyoruz. Bu kaybo­lan kısımla haritanın tam bir dünya haritası teşkil ettiğinde hiç şüphe yoktur; çünkü, Piri Reis Bahriye’sinde «Hint ve Çin bahirle­rin taze çıkan hartıları ki diyar-ı Rum'da kimesne anı bu zamana dek mâlûm idinmemiştir, anları da bile kayd idüp Sultan Selim Hazretlerinin bab-ı saadet-meablarına nefsi Mısır'da virüp» demesi­ne göre, o zaman bilinen yeryüzünün doğu tarafı da haritada göste­rilmiş olduğu muhakkaktır (bkz. Kitdb-ı Bahriye, İstanbul, 1935, s. 5). Pek ileri varan bir tahmin olarak denilebilir ki, gözünü Doğuya dikmiş olan Selim I., haritanın doğu kısmını ayırarak, kendi ya­nında saklamış olsun.

Elde mevcut olan kısma gelince, bunun Amerika kısmının, Christophe Colomb tarafından, 1489 yılında yapılan ve ortadan kay­bolan haritadan kopya edilmiş olduğu muhakkaktır. Zaten Piri Reis 5 numaralı notun sonunda «mezbur hartide olan bu kenarlar ve ce­zireler kim vardır Kolonbun hartisinden yazılmıştır» dediği gibi, yine aynı yazarın Bahriye’de {Bahriye, İstanbul, 1935, s. 82) Kolomb’ dan bahsederken, «hartisi ta kim anın geldi bize» demesi de, bu ha­ritanın Piri Reisin elinde düştüğünü ispat eder.

Harita hakkında fazla ayrıntılara girişmeye lüzum görmüyoruz; çünkü, hem harita basılmış, hem de bir açıklaması yayınlanmıştır. Fazla bilgi edinmek isteyenler oralara ve P. Kahle’nin aşağıda bah­sedeceğimiz Kitab-ı Bahriye önsözüne başvurabilirler. Yalnız şura­sını söyleyelim ki, haritada Avrupa ve Afrika kıyılarının ve civar adaların, mükemmel surette çizilmiş olması, Pirî Reis’in gerçekten en yeni Portekiz haritalarını ve keşifleri dikkatle izlemiş olduğunu gösterir. Bu haritanın XVII. notunda «bu kenarlara bu barça furtuna ile gelüb düşdükde diyüb durur adına Likol di Cuvan dirler hartisine yazmış ki bu ırmaklar kim görünür ekser heb altun top­rağıdır suyu kaçdıktan sonra kum içinde altun toprağını vafir devşirirlermiş...» ve XX. notta «bu karavela furtuna bulub geldi bu adaya düşdü ismine Nikola Cuvan dirler ve bu adada vafir birer boynuzlu göv, (sığır) çıkar ol sebebden bu cezirenin adına İsla de Vaka dirler yani sığır adası dimek olur» denilmektedir. Bu notlarda ismi geçen Nikola Cuvan’ın Nichola di Genova, daha doğrusu, Por­tekiz kralı Alfonso Vl.’nun kaptanlarından, Kanarya adalarının kâ­şifi İtalyalı Nicoloso da Rocco olduğunu ve yine XXI. notta bir ge­mi resminin yanma «bu karavelanın reisine mesir Anton Geneviz dirler ama Portukal’da (Portekiz) büyümüşdür bir gün mezbur karavelasıyle furtuna bulub gelmiş bu cezirelere düşmüş vafir zencebil bulub bu adaları öyleye yazdı» denilmesine göre, bu Anton’un 1450 yılında Yeşil Burun adalarını keşfeden Genovalı Antonio da Noli olduğunu ve Pirî Reis’in XIII. notunda Asor (Açores )adalan hizasında «bir Ceneviz kükesi (1) Flandres’den gelirken furtuna bulub önüne katar zarurî giderken bu adaların üzerine çıka durur ve bu adalar bundan menkuldür» denilmesine göre, Asor adalarının Cenevizler tarafından keşfedilmiş olması lazım geldiğini, M.G. Pri­mi, 31 ocak 1942 tarihinde, İstanbul'da Dante cemiyetinde verdiği bir konferansta, Pirî Reis’in bu notlarına dayanarak, iddia etmiştir (konferansın metni için bkz. Il Messaggero gazetesi, İstaibul, 16 şu­bat 1942 nüshası). Haritanın en önemli notu Amerika’nın keşfine ait olan V. nottur ki, bu hususta Pirî Reis’in bildikleri gerçekten en­teresandır; fakat bu noktayı Bahriye kitabının tetkikinde zikredece­ğimiz için, burada tafsilata girişmiyoruz.

Bu haritadan başka, yine Pirî Reis’e ait 1528=935 tarihli bir di­ğer harita parçası daha Topkapı Sarayı kütüphanesinde bulunmuş­tur. Atlas denizinin kuzey kısmını, Kuzey Amerika’nın kuzey kıyısı­nı ve Grönland’dan Florida yarımadasına kadar kıyıyı, yani 25 batı boylam derecesinden 90 boylam derecesine ve 10 derece kuzey en­lemden 90 derece kuzey enleme kadar bir parçasını alan bu hari­tanın boyutları 68x69 olup, deve derisi üzerine sekiz renkle resme­dilmiştir (2). Harita, Topkapı sarayı kütüphanesinde 2754/9357 nu­marada kayıtlıdır. İlk haritadan on beş yıl sonra yapılmış olan bu harita, belki daha büyük bir dünya haritasının kuzeybatı köşesin­den ibarettir. Herhalde bu ikinci haritanın dikkate değer tarafı, bu­radaki adaların ve bazı kenarların, birinci haritaya göre, daha doğ­ru çizilmiş olmasıdır. Bundan şunu kolaylıkla anlayabiliriz ki, bu ünlü Türk amirali sanatını, ilmini asla ihmal etmemiş, boş kaldığı zamanlar hep yeni Batı haritalarını incelemiştir (3). [Ek-21].

Pirî Reis’in, şüphesiz ki, en önemli eseri Kitab-i Bahriye’sidir. Bu kitap ilk defa 927=1521 yılında yazılmış ve ikinci defa 932=1525 yılında genişletilerek, Damat İbrahim Paşa aracılığıyle, Kanuni Sü­leyman’a takdim olunmuştur. Kitap manzum bir önsözle başlayıp, yine manzum bir sonuçla biter. Önsöz dikkatle okunursa, yazarın kuvvetli bir araştırma ve ince bir gözlem kudretiyle zamanının coğ­rafya eserlerini ve her gezdiği yerin durumunu incelemiş ve eserini öyle yazmış olduğu anlaşılır. İşte bu önsözün mensur olan ilk kıs­mında Batıda Portulan=Portolano denilen ve kıyıları, adaları, li­manları, ulaştırma için tehlikeli kayaları ve yerleri anlatan ve nite­leyen denizcilik rehberlerine lüzum olduğunu, çünkü, ne kadar bü­yük olursa olsun, belirli bir ölçek içinde yapılacak olan haritalara bütün bu bilgileri sıkıştırmanın kabil olmadığım söyledikten sonra, eserin Gelibolu’da 932 tarihinde tamamlandığını ve «padişah-i âlem -penah»a takdimi güç olduğu için, beyaza çekilmediğini, fakat Mı­sır’a yolculuğu sırasında, Sadrazam İbrahim Paşanın eseri görmesi üzerine (bkz. Hatime, s. 850), tebyiz edildiğini söyler. Bundan sonra manzum önsözde, kendi denizcilik hayatından ve amcası yahut da­yısı ünlü denizci Kemal Reis’in 900 tarihinde, Beyazıt II. zamanında devlet hizmetine girdiğini söylemeden önce, denizciliğin güçlüğünü ve önemini belirtmek için, gelgit olayını ve limanların sığ ve demir atmaya elverişli yerlerini bilmek lazım olduğunu anlatır. Bundan sonra fırtınanın tarifi ve açıklanması, rüzgarların çeşitleriyle pusula ve haritanın tarifi ve «rub’-i meskûn» denizlerinin durumlarıyle meşgul olur. Önsözün bizi en ziyade ilgilendirecek tarafı arzın küre şeklinde olduğunu her yerde ısrarla söylemesi ve özellikle Portekizli bir papaz tarafından yapılmış bir yerküreyi (globe) gördüğünü söy­lemesidir. Yazarın iyi tarif ettiği bu yerküre, pek kuvvetli bir ihti­malle, Nürnberg’li Martin Behaim’ın 1492’de yaptığı meşhur yerkü­renin bir modeli olacaktır. Nürnberg’li olan bu zat sahiden altı yıl Portekiz’de yaşamış ve hep Portekiz gemicileriyle seyahat etmiştir.

Bundan sonra, yine önsözde daha önemli bir bahis açılıyor ki, o da Amerika’nın keşfi bahsidir. Yazar, Christophe Colomb (bkz. Bahriye, s. 81), elinde güya Büyük İskender’den önce yapılmış bir harita ile yola çıkarak, Antilles adaları kıyılarını keşfetmiş diyor ve herhalde birinci defa olarak, Türkiye'de Amerika'nın keşfinden ve böyle bir kıtanın varlığından bahsediyor. Bundan sonraki parag­rafta Ptolemaios’un coğrafya ve haritalarına dair, oldukça yanlış bilgiler verir. Mısır’ın Müslümanlar tarafından fethinin peşinden, ulema ve âyanın bu kitabı alarak, «diyar-ı Efrence» kaçtıklarını, orada «Portolmiye» adlı bir zat tarafından tercüme edildiğini ilave eder. Bu mütercimden kimi kastettiğini anlamak biraz güçtür. XIII. yüzyılın ikinci yarısında yetişmiş ve Yunancadan Latinceye birçok eserler çevirmiş olan Bartolomeo di Messina olması hatıra gelirse de, bu zatın Ptolemaios coğrafyasını tercüme ettiğine dair, kaynaklarda bir kayıt olmadığı gibi, Venedik’te basılan ilk Latince çeviriyi ya­pan da bibliyografyalarda zikrolunmamaktadır.

Kısacası, Piri Reis’in bu eseri tam manasıyle gemiciler için ya­zılmış bir portulan’dır. Burada eserin metni hakkında ayrıntılara girişmeye lüzum yoktur; çünkü Bahriye, Türk Tarih Kurumu tara­fından 1935 yılında tıpkıbasım olarak mükemmel surette bastırıldığı gibi, baştaki girişte de eserin içindekilerin özeti verilmiştir. Şu ka­dar ki, bu özetin sonuna «bahriye kitabının diğer emsali kitaplarla mukayesesi neticesi» diye yazılan bahiste, bu eserin bu yoldaki eser­lerin birincisi olduğu ve ancak bundan sonra Avrupahlarm böyle eserler meydana getirdikleri yazılmıştır ki, bu ifade ilim tarihine uygun değildir. Çünkü, portulan=portolano adını taşıyan böyle eser­ler hemen daima haritaları bulunan, limanların ve kıyıların özellik­lerini, tehlikesiz yolları bildiren eserler olup, böyle deniz haritaları­nın en eskisi tarihsiz olarak Paris’te Bibliotheque Nationale’de mev­cut olan Carte Pisane denilen ve XIII. yüzyılın sonlarında yapılmış olduğu tahmin edilen haritadır. Ama, bunun da daha eski bir hari­tadan kopya edilmiş olmadığını kimse temin edemez. 1076 yılında vefat eden Almanya’nın ilk coğrafyacısı Adamus Bremensis, yani Bremen’li Adam’ın eserleri arasında portulan metni parçasına tesa­düf edilmektedir; hatta bundan dolayı Batıda ilk denizci rehberle­rinin önce kuzeyde İskandinavya kıyılarında doğduğu bile düşünül­mektedir. Fakat bu harita ve portulan’larda, ölçü olarak, Katalan mili kabul edilmiş olmasına dayanılarak ilk rehberlerin Katalonya’ da yapılmaya başladığını da kabul etmek mümkündür. Herhalde muhakkak olan şudur ki, mevcut en eski portulaniar İtalyanlar, özellikle Cenovahlar tarafından yapılmıştır. Mesela Paris Milli kü­tüphanesi direktörlerinden Charles de la Ronciere’e —ki, bugün coğrafya tarihi hakkında bir otoritedir— göre normal portulan Bi­zans imparatorluğu hizmetinde bulunan Cenovah Benedetto Zaccaria adında ünlü bir amiralin maiyetindeki gemiciler tarafından yapılmış olduğu için bu cins normal, yani yalnız mahalli olmayan portulanlarm İtalyan ve Bizans menşeli olduğunu da kabul etmek mümkündür. Bundan başka Fransa Kralı St. Louis, 1270 tarihinde Tunus’a giderek, yolda kendisine, geçilen yolların bir deniz haritası üzerinde gösterildiğini çağdaşı bir kayıttan anlıyoruz.

Carte pisane’den sonra daha iyi haritalar ve portulanlar XIV. yüzyılın ilk senelerinde meydana getirilmiştir. Bu arada tarihli ola­rak ilk yayınlanan portulan, Pietro Vesconti’nin eseridir ki, buna Marino Sanuds’un Mısır, Filistin, Rodos ve Küçük Ermenistan kıyı­larına dair Liber secretorum fidelium crucis adiyle yazdığı bir eseri de ilave edilmiştir (1320). Bu Marino Sanuds’un asıl portulan sayı­labilecek eseri Jacques Bonjour tarafından, Gesta dei per Francos adı altında yayılanan külliyatın ikinci cildinde, üç kitap halinde, mevcuttur ki, birinci kitap denizlerde ulaştırma ve ticarete dair bü­yük bir kitaptır. Fakat, Akdeniz kıyılarına dair olan kısmı editör bulup yayınlayamamıştır. Yazarın doğum ve ölüm tarihi bilinme­mekteyse de XIV. yüzyılın ilk yarısında yetiştiği muhakkaktır. Kı­sacası portulan\ar, bir kısmı harita, öteki kısmı metin ve birbirini tamamlamak üzere, kimi vakit birlikte, kimi vakit ayrı ayrı, pek es­kiden beri kaleme alınmaktaydı. Hatta bu söylediklerimizden daha eski zamanlarda Hint denizinden ta Çin’e kadar gemi dolaştıran İs­lam gemicilerin bu yolda eserler, yani deniz ve kıyı haritaları, vü­cuda getirmiş olmaları muhtemeldir (ayrıntılar için bkz. G. Sarton, Introduction to the History of Sciences, II, 1047 vd. ve bir de Encyclopedia Italiana’nm, Nautiche maddesinde güzel bir bibliyog­rafya vardır).

Portulan'larm tarihine dair şu küçük özetten anlaşılıyor ki, Bahriye kitabı yayınlayanların makalelerindeki iddiaları biraz yer­sizdir. Aslında Bahriye’nin yayımını yapan (aşağıya bkz.) P. Kahle, bu eserin önsözünde Ege denizi adalarının Pirî Reis’in kitabına 1485 yılında Venedik’te basılan Bartolomeo da li Sonnetti’nin Isolario adlı kitabından geçirilmiş olduğunu söylediği gibi, Herzog da Ein tiirkisches W erk Über das Aegaeichen Meer aus dem Jahre 1520 adındaki eserde bunu doğrular. Ama Piri Reis’in Bahriye’sine bu eserin doğrudan doğruya kaynak teşkil ettiği asla iddia edilemez; belki Türk amirali muhtelif dillerde yapılmış haritaları görmüş ve kendi yolculuklarından büyük ölçüde yararlanarak, eserini hazırla­mıştır. Zaten P. Kahle'nin, Bahriye’nin kaynaklarını söylerken, kul­landığı ifade gerçekten tuhaftır. En büyük dikkatle okunsa bile, ya­zarın son verdiği hükmü açık bir surette anlamak kabil olmuyor. Mesela diyor ki: «Bahriye’nin metni için Batı eserlerinin bir dere­ceye kadar kaynak teşkil ettiğini kabul etmek lazımdır; evvela bu hususta ortaçağlardaki İtalyan portulan’iarı hatıra gelir, bunlarla Pirî Reis’in kitabı arasında şüphesiz temas noktaları vardır; fakat bu cihet daha ince surette tetkik edilmelidir. Mamafih şöyle acele bir kıyaslamayla bu İtalyan deniz rehberleri, Bahriye'ye. göre, pek eksik olduğu için, ona örnek olması pek hatıra gelmez». Bu cümle­den Kahle’nin maksadı açık bir surette anlaşılmıyorsa da, bundan sonra, bütün por t utanların birbirinden alıp, yeni bilgiler kattıkla­rını ve eski nüshaların yırtılıp atıldığını söyleyerek, bugün, Pirî Reis’in asıl kaynaklarını bulamayacağımızı anlatmak istiyor (1).

İşte:

Tamam ettik sözü bulup muradı

Dedik tarihini anın Feyz-i Hadi

932

tarih beytiyle biten bu Bahriye’nin Türkiye ve Avrupa kütüphanele­rinde birçok nüshaları vardır ki, basılı Bahriye kitabında bunların muntazam bir listesi bulunmaktadır; bu listeye göre, şimdiye kadar tespit edilen nüshaların sayısı 29’u buluyor.

Bahriye’nin iki türlü nüshası olduğunu söylemiştik; bunlardan Bologna ve Dredsen kütüphanelerinde bulunan nüshalarda 927 tari­hinde kaleme alındığı ve Pirî Reis’in kendini «hemşire-zade-i Kemal Reis» diye andığı yazılıdır. İşte bu nüshalar, 1926 yılında P. Kahle tarafından yayımlanmaya başlanmıştır. Kahle, belki acelesinden, eserin ikinci ve daha mükemmel nüshasını aramadan, yayıma baş­lamış ve ilk kısmını Almancaya çevirmiştir. Fakat sonradan mükem­mel nüshayı gören yazar Beitrage zur historischen Geographie, 1929, mecmuasında bir makale yayınlayarak, ilk tertipte bulunmayanmanzum ünsüzü, sonsözü ve bazı parçalan Almancaya çevirmiştir. Yalnız çeviride gördüğümüz ufak bir yanlıştan burada bahsetmek yerindedir. Manzum önsözün denizler bahsinde:

Lîk Kulzum başka deryadır heman, Kara yerde göl misaliyle iyan. Bakî deryalar karışmaz ana bil, Ol dahi bakîsine bulmaz sebil.

beyitlerini tercüme ederken Kulzum kelimesini, Arapçada kullanılı­şına göre, Kızıldeniz=Rotes Meer diye tercüme etmiştir ki, bunun hata olduğu açıktır. Halbuki Meninski, D’Herbelot ve Angelo â St. Joseph lügatlerinde Kulzum adının Baku, yani Hazer denizine, hatta bazen Karadenize de verildiği görülmektedir. Esasen böyle bir in­celemeye bile lüzum olmadan, denizin tarifinden, bu denizin ancak Hazer denizi olacağı apaçık görülüyor.

Öte yandan, yine Kahle’nin 1929’da adı yukarıda geçen mec­muada yayınladığı makalede, Magellan’ın meşhur seyahatine katı­lan bir Portekizli gemicinin, 1524 yıh sonlarında Osmanlı devleti hizmetine girdiğini, Şeydi Ali Reis’in (aşağı bkz.) Muhit adh eserin­den alarak, zikrettikten sonra, bu Portekizli denilen gemicinin Magellan seyahatlerini yazan meşhur Pigafetta olacağını (halbuki bu zat İtalyahdır), onun için de Amerika’ya dair bunun verdiği bilginin Bahriye’ye geçmiş olduğunu yazıyorsa da, devlet hizmetine giren bu ecnebi gemicinin Pigafetta olduğunu kabul etsek bile, 1524 yılı so­nunda Türkiye’ye gelen bir zattan alman bilginin, 1525 yılında padi­şaha takdim olunan bir esere manzum ve muntazam bir şekilde gir­miş olması için, geçen sürenin, o zamanlarda biraz kısa geleceğini zannediyoruz.

Avrupa’da özellikle Almanya’da, üzerinde hayli çalışılmış olan Bu Bahriye kitabının, özet şeklinde, 1756 yılında Fransa Kral kütüp­hanesi ve dışişleri bakanlığı tercümanlarından D.D. Cardonne tara-. fından, Le Flambeau de la Mediterranee adiyle, Fransızcaya çevril­diğini, fakat yazma halinde kaldığını biliyoruz (bkz. Paris, Bibi. Nat., Fransızca yazmalar, F. F. 22279). Bu mütercimin İstanbul’da Fransızlar tarafından açılan Doğu dilleri okulu öğrencilerinden ol­duğu ve bu özeti okulda ödev olarak yaptığı bilinmektedir. Car­donne bu eseri çevirirken, sonradan bizim Kâtip Çelebi’nin Cihannüma sına bir kaynak teşkil edecek olan Abraham Ortelius’un Theatrum orbis terrarum adh eserindekilerle Baudraud’nun coğraf­ya lügatindeki haritaları kullandığını ve Piri Reis’in haritalarıyle bu haritaların hemen hemen tamamıyle birbirlerine uyduklarını gör­mekle memnun olduğunu kaydeder.

Bahriye kitabı hakkındaki düşüncelerimizi bitirmeden önce, eserin bazı yazmalarının sonuna ilave edilen bir İstanbul planından bahsetmek lazımdır. Bu planlar İstanbul’da Köprülü kütüphanesin­deki 171 ve 172 numaralı nüshalarda, Paris (Bibi. Nat. F.T. suppl. 220, 956) ve Berlin kütüphanelerindeki nüshaların son yaprağında görülmektedir. Berlin nüshasındaki harita, Eug. Oberhummer'in tertip ettiği ve İmparator Wilhelm II.’e sunduğu Konstantinopel unter Suleiman dem Grossen adlı albüme, renkli olarak, geçirilmiştir. Bu plan üzerine Kızıl adalar da yapılmış ve bugünkü Kınalıada’nın yerine Heybeliada ve Heybeliada’nm yerine Burgaz yazılmıştır. Ama bu adaların hizasındaki notta adaların en emin demir yeri Burgaz adası limanı olduğu ve adalarda demir atmak için bazı talimat zikrolunur. Bu adalarla notun Pirî Reis’in olması muhtemelse de, İstan­bul haritasının Pirî Reis’le bir alakası olamaz; çünkü harita üzerin­de yazarın zamanında bulunması imkansız olan bazı camiler (mese­la Sultanahmet camii) ve binalar vardır. O halde bu yazma nüsha­lara bu harita sonradan eklenmiştir. Esasen, bu noktaya Oberhummer de dikkat ederek, Berlin nüshasının XVII. yüzyılda yazılmış bir nüsha olduğunu söyler. Fakat Köprülü kütüphanesindeki 172 numaralı Bahriye nüshasındaki İstanbul planı, camileri ve binaları bakımından, Pirî Reis zamanına uygundur. Asıl güzel ve mükemmel olan Topkapı Sarayı nüshasını görmek müyesser olmadığı için, onda böyle bir harita olup olmadığını bilmiyoruz (1). Herhalde Oberhum­mer'in Kanuni Süleyman Devrinde İstanbul adını verdiği bu albüme böyle XVII. yüzyıl planını koyması, ancak o padişahın zamanında yetişen bir yazarın kitabında görülmüş olmasıyle bir dereceye kadar mazur görülebilir. Bir de bu haritaların sonradan ilave edildiğine delalet eden bir nokta vardır; Paris nüshasındaki (Bibi. Nat. F. T. suppl. 956) haritanın yazılarıyle metin içindeki başka haritaların ya­zıları arasında asla benzeyiş yoktur (2).

Eserlerinden bahsettiğimiz Pirî Reis’in kısaca ölümlüğünü ver­mek de lazımdır. Fazla ayrıntılar için İslâm Ansiklopedi si’nin Batı baskısına ve Bahriye kitabının önsözüne müracaat olunabilir.

Bu değerli Türk gemici haritacının doğum yılı bilinmiyorsa da, 1500 yılında olan Modon deniz savaşında bir gemi reisi olduğu dü­şünülür ve o sırada 30-35 yaşlarında bulunduğu tahmin edilirse, 1465-1470 yılları arasında doğduğu söylenebilir. Babasının Hacı Meh­met adında bir zat olduğunu kendisi Bahriye’nin önsözünde bize bildiriyor (basılı nüsha, s. 3). Bu ibaredeki «Pirî Reis bin el-Hac Mehmet hakir» sözlerindeki «hakir»i hakirî okuyan Babinger, İslâm Ansiklopedisine yazdığı makalede Hakirî mahlası için birçok satır­lar doldurmuş ve hatta «Pirî» ile, bütün dönmelerin adlarında oldu­ğu gibi (mesela Sinan bin Abdülmennan), seci yapılmış olduğunu, bu nedenle de Pirî Reis’in babasının dönme olduğunu iddia etmiştir. Halbuki Pirî Reis, âdet olduğu üzere, burada ve daha birçok yerler­de «hakir» (hor, değersiz) sıfatiyle, doğrudan doğruya kendisinden bahsetmiştir. Amcası veya dayısı olan Kemal Reis’in Rum dönmesi olduğu J.H. Mordtmann tarafından iddia olunmakta ise de (bkz. J.H. Mordtmann, Zur Lebensgeschichte des Kemal Reis, MSOS, XXXII, 2. kısım, Berlin, 1929), Türk kaynaklarında buna dair kesin bilgi yoktur (1), Leventlikten yetişmiş olan Pirî Reis’in asıl adı, Sicill-i Osmaniye göre (II, 44), Pirî Muhiddin olup, Kemal Reis’in kız kardeşinin oğludur. Herhalde Pirî Reis, Kemal Reis (ölm. 1551) ile birlikte, birçok deniz seferlerinde bulunmuş, özellikle Akdeniz hak­kında gerçekten değerli bilgiler edinmiştir. Sonradan, Süveyş do­nanması kumandanlığına tayin edilen Pirî Reis 1551'de, Maskat’ı zaptetmiş, fakat bir süre sonra Hürmüz kalesi kuşatılmışsa da, bazı Türk tarihlerinin (Peçevî, Âli, Tulıfet-iil-kibar) rivayetine göre, düş­mandan aldığı hediyeler üzerine kuşatmayı kaldırarak, donanmay­la Basra’ya gitmiştir. Kuvvetli bir Portekiz donanmasının Basra’ya yaklaşması üzerine, üç gemi ile oradan savuşarak, ancak iki gemi ile Mısır’a dönebilmiştir.

O vakit Basra valisi olan Kubad Paşa —ki, gayet haşin, cahil ve kaba bir kişiydi— Pirî Reis’i türlü tazyiklerle Basra’dan ayrılmaya mecbur etmiş ve sonradan da Hürmüz kalesinden önemli servetler teşkil edecek rüşvetler alarak, kaleyi kuşatmadan vazgeçtiğini bir jurnalle İstanbul’a bildirmiştir ki, bunun üzerine Pirî Reis 952=1554’te (belki de 959 veya 960'ta) Mısır’da idam olunmuştur. Türk deniz coğrafyacılığının ilk müjdecisi olan bu Türk denizci ve hari­tacısının amirallik değeri hakkında bir şey söylemek bize düşmezse de, ilme olan heves ve bağlılığı ve öğrendiklerini yazmaya olan ar­zusu, kendisinin herhalde bir ilim adamı olduğunu gösteriyor. Uğ­radığı akıbetin feci olduğu şüphesizdir. [Bkz. İA. c. IX, s. 561-565],

Coğrafya, özellikle Hint Okyanusuyle meşgul olmuş ve buna dair eser yazmış ikinci amiral Şeydi Ali bin Hüseyin’dir (ölm. 1562). Şiir dahi yazmış olan bu zatın lakabı Kâtib-i Rumî olup, şiirde Kâ­tibi takma adını kullanır. Ailesi, bir rivayete göre, Sinoplu olan Şey­di Ali Reis, Kanunî Süleyman zamanında, Tersane kahyası Hızır Kethüda’nm oğlu olup, birçok deniz seferlerine, özellikle Kıbrıs fet­hine katılmış, sonra da Barbaros Hayreddin Paşa maiyetinde çalış­mış mahir bir gemici ve astronomiye vakıf bir zattı. Halep'te bulun­duğu sırada, Pirî Reis’in Basra’da bıraktığı donanmayı getirmek üzere, Murat Reis'ten sonra donanma kumandanlığına tayin edil­mişti. Basradan donanmayı alıp, selametle Gufar yakınına kadar gelmiş, orada El-Mosandam burnu hizalarında, 25 gemiden mürek­kep Portekiz donanmasıyle savaşa tutuşmuş ve bir kere daha savaş­mak zorunda kalınca donanması, gerek düşman zorundan ve gerek havaların fenalığından, yenilmişti. Hemen hemen selefi Pirî Reis’in aynı akıbetine uğrayan amiral Surrat kıyılarında karaya çıkıp, Gücerat, Sint, Horasan, Irak-i Acem, Maveraünnehir ve İran yoluyle ka­radan Türkiye’ye dönmüştür.

Bu yolculuğundan koynunda iki eser. Mir'at-ül-memalik ve Mu­hit ile dönen (1557) Şeydi Ali Reis, Edirne’de Kanunî Süleyman’ın yanma varınca, yarı edebi, yarı hikaye tarzında yazılmış Mir'at-Ül -memalik'i huzura takdim etmiş ve padişahın etrafındaki şairlerin delaletiyle, selefinin aynı başarısızlığa uğramış olmakla birlikte, onun akıbetinden kurtulduğu gibi, günde 80 akçe maaşla müteferrikalığa ve sonradan Diyar-i Bekir timar defterdarlığına tayin edilmiş­tir. Şeydi Reis Galata’da muhteşem ve her vakit misafirlere açık bir konağa sahip, çok cömert ve yüce yürekli bir zattı. Kendisine, bun­dan dolayı, Galatah Reis de derlerdi.

Bir çeşit seyahatname niteliğinde olan Mir'at-ül-memalik (tabı ikdam, İstanbul, 1313) bizi burada ilgilendirmez. Eserin ilmi bir de­ğeri bulunmaktan ziyade, geçtiği memleketlerde konuştuğu zatların hallerinin hikayesinden ibarettir; fakat Hindistan’da yalnız Müslü­manlarla konuşmuş olması ve Hinduların durumlarından asla bah­setmemesi, dikkate değer bir eksikliktir. Geçtiği memleketlerin hükümdarlarıyle konuşmalarında hep Türkiye’den ve Kanunî Süley­man’dan överek bahis ve mukayese etmiş olması dikkate çarpar. Yazar bu eserinde, coğrafya açısından, ilmi bir bilgi vermemekte ve daha ziyade geçtiği memleketlerin iç durumlarından bahsetmek­tedir. Bu eser önce, von Diez tarafından, Denkwiirdigkeiten von Asien adlı eserinin ikinci cildinde (s. 267-738) Almancaya çevrildiği gibi, bu çeviriden Morris tarafından da Journal Asiatique’in X.-XI. ciltlerinde Fransızcaya çevrilmiş ve sonunda A. Vambery de eseri The Travels and Adventures of the Turkish Admiral Sidi Ali Reis (London, 1899) adiyle, İngilizceye çevirmiştir. Yazarın üç yıl süren bu uzun ve zahmetli seferinden sonra, dilimize, bir tehlikeden kor­kutmak için kullanılan, başına Sidi Ali hali gelir atasözü girmiştir.

Şeydi Ali Reis’in bizi en ziyade ilgilendiren ve kendisinin sade­ce ameli gemici olmayıp deniz astronomisi ve coğrafyayı gerçekten bilen bir bilgin olduğunu gösteren eseri Muhit’tir. Hindistan’da Ahmedâbat’ta 1554 yılında yazılan, daha doğrusu birçok daha eski eser­lerden toplama suretiyle ve yazarın bazı özel gözlem ve sınamaları­nın katılmasıyle meydana getirilen bu eserin nüshaları nadirdir. Orijinal yazması Topkapı Sarayında Revan Köşkü kütüphanesinde 1643 numarada, İstanbul’da başka bir nüsha Nuruosmaniye kütüp­hanesinde, 2948 numarada, bulunmaktadır. Avrupa'da ise, yalnız Vi­yana kütüphanesindeki, von Hammer tarafından, 1832 yılında İs­tanbul’da satın alınan, nüsha (Kat. Flügel, 1277) 1558’de Diyar-i Be­kir’de yazarı tarafından bırakılan nüshadan kopya edilmiş çok de­ğerli bir eserdir. Bir de Napoli’de (Museo Borbonico) Biblioteca nazionale'de 1570 yılında kopya edilmiş bir nüsha vardır. Bunlardan başka özel kitaplıklarda belki bulunabilen bu nadir eserin asıl adı Kitab-Ul-mııhit fi ilm-il-eflâk ve el-ebhur dur. Daha 1834-1838 yılları arasında von Hammer eserin, özellikle deniz astronomisine dair, fi­zik coğrafya noktasından önemli olan bölümlerini İngilizceye çevi­rerek, Jornal of the Asiatic Society of Bengal'in III., IV., V. ve VII. ciltlerinde, Extracts fronı the Mohit adı altında yayınlamıştır. Bu çeviri o zamanlar çok dikkati çekmemiş; ancak müsteşrik Reinaud ve İngiltere’nin ünlü tarihi coğrafya uzmanı Henry Yule ve Viyana üniversitesi coğrafya profesörü W. Tomaschek tarafından incelen­mişti. Daha sonraları Roma üniversitesi profesörlerinden müsteşrik Luigi Bonelli de, her iki Avrupa nüshasını inceleyerek, topografik coğrafyaya dair olan dördüncü, altınca bölümlerle yedinci bölümün bir kısmını Rendconti della reale academia dei Lincei’de 1894 yılın­da yayınlamıştır. Nihayet Viyana üniversitesinde doçent M. Bittner Muhit’in Hindistan’ın Rüzgaraltı, Rüzgarüstü kıyıları, Hint denizin­deki adalar, takımadalar ve Yeni Dünyaya dair bir ilaveyi ihtiva eden dördüncü faslı ile yine Hint Okyanusundaki ünlü limanlar ve adaların, kutup yıldızına göre irtifalarmı parmak (esbâ) ölçüsüyle gösteren bölümü çevirerek, bu yazı profesör W. Tomaschek’in bir giriş yazısı ve Şeydi Ali Reis’in eserindeki tarifler üzerine yapılmış 30 haritayla birlikte, Die topographischen Capitel des indichen Seespiegels, Mohit adı altında, Vasco da Gama’nın 1497 yılında Doğu Hindistan yollarını açmasının dört yüzüncü yılı münasebetiyle 1897’ de yayınlanan Festschrift'te çıkmıştır. Muhit henüz ne Türkiye’de ve ne de Avrupa’da tam bir surette yayınlanmadığı gibi, Türk yazar­lar arasında da pek rağbet görememiştir. Yalnız Kâtip Çelebi Cihanniima’yı yazarken, Cava, Sumatra, Seylan ve başka adalar hakkındaki bilgileri olduğu gibi Muhit’ten aktarmıştır.

Eserin içindekiler özetle şunlardır: I. bölümde yön bulma, gök dairelerinin, yıldızların aralıklarının ölçülmesi ve yıldızların yük­seltilerinin hesabı; II. bölümde zaman hesabı, takvim, güneş ve ay yılları; III. bölümde pusula bölüntüleri; IV. bölümde biraz evvel söylediğimiz maddeler; V. bölümde denizcilikte önemli bazı yıldız­ların doğma ve batmalarıyle adları (bu bölüm, Bittner tarafından, Zeitschrift des orientalischen Institutes der Wiener Universitaet’te özetlenmiştir); VI. bölümde meşhur limanlarla adaların kutup yıldı­zına göre yükseltileri; VII. bölümde astronomiye ait bilgiler ve bazı limanlar arasındaki uzaklıklar; VIII. bölümde rüzgarlar, muson gi­bi mevsim rüzgarları ve bu rüzgarların, çeşitli takvimlere göre, baş­langıç tarihleri (Hammer’in çevirisinde en önemli kısım budur); IX. bölümde ulaştırma yolları ve X. bölümde tufan tabir ettiği büyük fırtınalar ve bu zamanlarda alınacak tedbirler (bu kısım da Hammer tarafından çevrilmiştir). İşte şu münderecat gösteriyor ki, Muhit gerçekten ilmi ve pek faydalı bir portulan dır. Yalnız bu eserin ori­jinal bir eser olmadığı, fakat ara sıra yazarın bizzat edindiği bilgi­leri de ihtiva ettiği görülmektedir. Zaten Şeydi Ali Reis, önsözünde Basra’da geçirdiği beş ayda, Basra körfezi ve Umman denizinde do­laştığı üç ay zarfında gemicilerle ve gemilere alman kılavuzlarla ko­nuşup, onlardan bu denizler ve kıyılar üzerine bilgi almaktan bir an geri durmadığını, en eski Hindistan ve Hürmüz kılavuzlarından Leis bin Kehlan, Mehmed bin Şadan ve Sehl bin Abân’m Hint deni­zinde nasıl yolculuk ettiklerini öğrendiğini ve bundan sonra Ummanlı Ahmed bin Macid’in ve Cüreli Süleyman bin Ahmed’in kitaplarıyle Fevaid, Tuhfet-ill-fuhul, Minhac, Kılâdet-üş-şilmus ve Haviye ismindeki kitapları baştan başa okuduğunu, bunlardan aldığı bilgi­lerle, bundan sonra kaptanlar ve gemi reislerinin kılavuz almadan Hint denizinde gemilerini yürütebilmelerini sağlayacak bir kitap yazmak istediğini ilave eder. Bu fıkradan Şeydi Ali Reis’in kaynak­larını birer birer gösterdiği anlaşılıyor ki bu da onun fikir’namusu­na ne kadar saygılı, ne kadar temiz karakterli olduğunu gösterir.

Bununla birlikte, Yenidünyanın bulunuşu için Muhit’in dördün­cü bölümüne kattığı bir zeyilde, şimdiye kadar Türkiye’de daha es­kilerden hiç kimsenin duymamış olduğu bir kıtadan, yani Amerika’ dan, bahsedeceğini söylemesi ve Pirî Reis’in Bahriye’sinde Amerika' nın bulunuşu üzerine düzenli bilgiler olduğunu yazmaması, olsa olsa padişahın gazabına uğrayan zavallı selefinin adını hatırlara getirme­mek istemesinden ileri gelmiştir. Hele yukarıda adı geçen Fetschrift' in eleştirisini Bolletino della societa geogr. Italiana’da yazan Conti Rossi, Amerika’nın bulunuşundan Doğu eserlerinde ilk defa Şeydi Ali Reis’in Muhit’inde bahsedildiğini, Bahriye, İtalyan müsteşrikle­rince, pek iyi bilindiği halde, söylemesi, şaşılacak şey olsa bile, bir­' çok nüshaları yazılmış ve dağılmış olan Bahriye’yi Şeydi Ali Reis’in görmemiş olması tahmin edilemeyeceğinden, bu son yazarın yan­lışı kadar ağır bir hata değildir. Ama bu zeyil dikkatle okunursa, bunda Christophe Colomb’un keşfinden ziyade Portekizli seyyahla­rın, Kanarya adalarından itibaren, batıya doğru 20° kadar giderek, bir kıta bulduklarını ve bu kıtanın batıda 90° boylam derecesine ka­dar ve ekvatorda kuzeyde ve güneyde 60° enlem derecesine kadar uzadığını söylemesi, özellikle en güneyde "Karanlık diyarı”na varır­ken, kâşifi Magellan’ın adını alan Magalaniye (Macellan) boğazından geçildiğini kaydetmesi, Amerika hakkında en yeni bilgileri toplamış ve bu yolda selefi amirali geçmiş olduğunu gösterir. Yeni kıtajıakkında verdiği bilgiler arasında, köpek şeklinde ve 18 parmak bo; yunda insanlardan bahsetmesi efsanelere inanmış olduğunu bize bildiriyor. Yenidünya hakkındaki bilgileri Şeydi Ali Reis, Kanunî Süleyman zamanında devlet hizmetine giren, Magellan boğazından geçerek, dünyayı dolaşan Portekizli bir gemiciden (yukarı bkz.) öğ­rendiğini söylediği gibi, Yenidünyadan boya odunu (bakkam) geti­ren bir Fransız gemisi tayfalarından bilgi aldığını da söyler ki, ef­sanevi bilgileri bu tayfalardan işitmiş olsa gerektir.

Şeydi Ali Reis’in bundan başka astronomiye dair eserleri vardır. Bunlardan biri Ali Kuşçu’nun meşhur Fethiye’sinin Hulâsat-ül-hey’e ismiyle yaptığı çevirisidir (bkz. Ayasofya kütüphanesi, 2591 ve Nuruosmaniye kütüphanesi, 2911). Yazar, Halep’te bulunduğu sırada, Hamdullah bin Şeyh Cemaleddin’den astronomi ve matematik oku­muş ve hocasının kendisine «Arap ve Fars» dillerinde birçok astro­nomi ve matematik kitapları olsun da niçin Türk dilinde olmasın, Ali Kuşçu’nun kitabı en beğenilenlerdendir, onu Türkçeye çevirmek yerinde olur», demesi üzerine, Fethiye’yi çevirmişse de bu, doğru­dan doğruya bir çeviri değildir; birçok katkılar yapılmıştır. Mesela gökleri sayarken, astronomi terimlerini katmış ve âlemin merkezi­nin yerin merkezi olduğunu ve ağır cisimlerin yerin merkezine doğ­ru düştüklerini ilave ve arzın günlük hareketini ret için kanıtlar (o zamanlar hep ileri sürülen, havaya atılan okun aynı yere düşmemesi gerekeceği iddiası gibi) getirmekle birlikte, yerin yuvarlaklığını dağ­ların yüksekliğinin bozamayacağını, çünkü yerin çapının 1545 fer­sah, halbuki en yüksek dağın 2‘/s fersah yüksek olduğunu Nihayet -ül-idrak’ten alarak, eserine koyduğu gibi, Çagminî ve Kadı-zadeden çok istifade etmiştir. Gene aynı yazarın Mir’at-i Kâinat adlı bir eseri (Üniversite kütüphanesi, T. 1824) daha vardır ki, bu eseri çeşitli Arapça ve Farsça eserlerden derleyip yazmış ve Türkçede böyle bir eser olmadığı için, her yerde işe yarayacağını önsözde söylemiştir. Usturlabın yapımı ve kullanılışından başlayarak, güneşin yükselti­sini ve yıldızların yerlerini, kıblenin ve öğle vaktinin belirtilmesi, rubu tahtasının yapılması ve kullanılmasını, daire çemberlerinin si­nüs, kiriş ve tanjantlarının bulunması ve karşı tarafına geçilemeyen bir nehrin genişliğini ölçmek usulünü yazarken araya astroloji üze­rine bilgiler sıkıştırmaktan da vazgeçememiştir. Gördüğümüz nüs­ha doğrusu pek fena bir Türkçeyle, zor anlaşılır ifadelerle yazılmış bir eser niteliği göstermekteydi.

Paris'te 1865 yılında Academie des Inscriptions et des BellesLettres'e ve coğrafya cemiyetine, D'Avezac tarafından Mappemonde Turc de 1559 başlığıyle yapılan bir tebliğden 1559 yılında, Tunuslu Hacı Mehmed adında biri tarafından, altı elma ağacı tahtası üzeri­ne çizilmiş kalp şeklinde (cordiforme) Türkçe bir düzlemküre hari­tasının Venedik'te St. Marco kütüphanesinde bulunduğunu öğreni­yoruz (1).

Bu Tunuslu yazar, coğrafyayı ve başka ilimleri Fas şehri ca­miinde tahsil ettikten sonra, Avrupa'da ve pek muhtemeldir ki, Ve­nedik’te esir hayatı geçirmiştir, işte kendi dediğine göre bu haritayı esaret zamanında yapmış ve açıklamaları Frenk (?) dillerinden çe­virerek, Türkçe yazmış veya yazdırmıştır. Başta Sultan İsmail ebü'lFeth'in (Melik-ül-Imadeddin İsmail Ebü’l-Fida) coğrafyaya olan me­rakından bahsettikten ve kendisinin esarette faziletli ve bilgin bir efendinin hizmetine düştüğü için, şükrettikten sonra«kema yenbagi (gerektiği gibi) Müslüman hattıyle Frenk dilinden ve hatlarından nakil ve tercüme eyledim ve emeğim mukabilinde bu bapta dahi âzatnamesin vermeğe taahhüt eylediler amma vallahilazim ve billahilkerim bu üslûba getirince (bu hale getirinceye kadar) çektiğim zahmetler ve mihnetler dil ile takrire kabil değildir... Ağamın em­riyle bu tercümeyi Türk diline yazdırım (?). Zira ki, bu dil bugün (Süleyman Kanunî'nin devri) dünyada hükmeder» diyor. Anlaşılı­yor ki, Hacı Ahmed bu haritayı yaptıktan sonra, ağasının emriyle, Türkçeye çevirmiştir. Bu noktada D'Avezac’ın garip bir düşüncesi vardır: Ona göre, Hacı Ahmed haritanın yazılarını Arapça yazmış ve sonradan bunlar iki Italyan tarafından Türkçeye çevrilmiştir. Halbuki yukarıya aldığımız cümlelerin bir Türk veya Türkçeyi öğ­renmiş bir Arap tarafından yazıldığı besbellidir. Belki bu haritanın baskı iznini alan iki Italyan, Türkçe açıklamaları Italyancaya çevir­mişlerdir.

Hiratada boylam daireleri başlangıcı olarak, Kanarya adaları alınmış ve boylam daireleri büyük bir doğrulukla çizilmiştir; kuzey kutbu daireleri bir ada gibi gösterilmiş, etrafı da "Cezair-i zulumat” (Karanlıklar adaları) dediği birtakım adalarla çevrilmiştir. Güney­de Arz-ün-Nar’dan doğu ve batıya uzanan büyük bir kıta vardır. Bu düzlemküre önce Hammer (bkz. Geschichte des Osman. Reiches, Peşt, 1832, VIII, 594) ve bir Italyan yazarı tarafından bildirilmiştir. Yalnız Hammer’in haritanın Hacı Ahmed'in esaretinden sonra yapıl­dığını yazması, yukarıya olduğu gibi aldığımız cümleye göre, hata­dır. [Ek-22],

Topkapı Sarayı Müzesi kütüphanesinde 1577/3594 numarada kayıtlı ceylan derisi üzerine yapılmış renkli 7 haritadan mürekkep bir mecmua (buna kütüphane kataloğu "atlas” demiş olsa bile hari­taların yapıldığı tarihte Türkiye’de "atlas” kelimesi bilinmemektey­di; bu kelime, aşağıda göreceğimiz gibi, ilk defa Kâtip Çelebi tara­fından Atlas minör çevirisiyle bize gelmiştir.) vardır ki, Fevzi Kurtoğlu, 1935’te yayınladığı bu haritaları Ali Macar Reis Atlası di­ye adlandırdığı gibi, aynı yılda Türk süel alanında harita ve kroki­lere verilen ehemmiyet ve Ali Macar Reis atlası adiyle de bir açık­lama yazmıştır. Haritaların topyekûn, ölümlüğünü iyi bilmediğimiz bir Türk gemicisine atfı, ancak 4 numaralı haritada «Ketebehü’l-fakir biinayeti’l-melik-it-takdir Ali Macar Reis fi şehr-üs-sefer sene 975» diye görülen bir kayda dayanıyor. Ali Macar Reis’in kimliği üzerine, önce Evliya Çelebi Seyahatname’sinin IX. cildinin başına yazılan bir nota göre, 19 rebiülâhır 973 tarihiyle Kavala kaptanına hitaben yazılan bir hükümde:

«Haliya levend reislerinden Ali... Reis ve Sakızlı Haşan Reis nam kimseler 16 oturak kalite ile yürüyüp fesat ve şenaat üzere ol­dukları ve Girid kurbunda aldıkları bir Sakız fırkatesin mezkûr­lardan satın almışsız imdi mezburlarm ele geçirilmesi lâzım olmağın buyurdum ki hükm-i şerifim vusul buldukta zikrolunan levendleri tetebbü edip ele geçiresin...»

denilmiştir. Halbuki Fevzi Kurtoğlu’nun uzun ismi yukarıda geçen eserindeyse, (s. 19), bu hüküm aynen geçirilirken, reisin adı sadece “Macar Reis” diye yazılmıştır (aslı Hazine-i Evrak Mühimme Defteri, cilt V, s. 156’da olduğu kaydedilen hükm-i şerifte acaba hangi isim yazılıdır?). Bundan sonra da, Ali Reis’in Macar lakabını almasına sebep olarak da, ya kendisinin aslen Macar olduğu veya o zaman­lar bir Türk eyaleti olan Engürüs=Macaristan’da yerleşmiş bulun­ması, ya da Macaristan seferlerine katılarak, Macarlarla çok düşüp kalkmış olmsı gibi hipotezler yürütülmüştür. Haritaları yapanın kimliği hakkındaki tahminleri şimdilik bir tarafa bırakarak, harita­lara geçersek, bunlardan birinci harita Mollevveide projeksiyon tipi­ne yakın bir tipte yapılmış bir düzlemküredir ve üzerinde 2.000 mile karşılık bir de ölçeği vardır. Bilindiği üzere, bu tip projeksiyon usu­lünde düzlemküre ilk olarak XVIII. yüzyılda yapılmaya başlamıştır. Haritanın üzerinde Bering boğazı işaret edilmiş olmasına göre de, bu düzlemküre haritasının 975=1567 yılında çalışan Ali Macar Re­is’in olması mümkün değildir. [Ek-23],

Ege denizini gösteren ikinci harita da, tertip bakımından, öte­kilere benzemez. Haritalar, limanları, adaları, burunları büyük bir dikkatle gösterdiği gibi, kara içindeki bazı küçük şehirleri ve kale­leri de gösterirse de, hepsi de yukarıda açıkladığımız portulan şek­lindeki deniz haritalarıdır. Fikrimizce bu haritalardan imzalıdan başka dördü, yani 1. Ispanya’dan kuzeye doğru Britanya adalarını ve Manche denizini gösteren, 2. Tunus, Trablus, İtalya kıyılarını tas­vir eden, 3. Doğu Akdeniz ve Ege denizi havzasını alan ve 4. Ka­radeniz ve Marmara denizini gösteren haritaları, büyük bir ihti­yatla imzalı 4 numaralı harita sahibi Ali Macar Reis’e mal edebi­lirsek de, Mollevveide projeksiyon usulüyle yapılmış düzlemküre ha­ritasının bu reise bağlanması imkansız ve Ege denizi haritasının ay­nı kimsenin olması pek şüphelidir. Haritalarda, dikkate değer olarak, İtalya, Trablus, Tunus ve İspanya kıyılarındaki küçük adalara, burunlara gemicilerimiz tarafından verilen, mesela Deli Mehmet adası, Sıçancık adası. Yılancık adası vb. gibi adlar ve Turgut Reis, Piyale Paşa, Sinan Paşa, Lütfi Paşalar tarafından harp edilen yer­lerin kenarında kayıtlar görülmektedir. Bunlar, tarihimiz noktasın­dan, gerçekten incelenmeye değer. Bu Türkçe isimlerden bazıları Pi­rî Reis’in Bahriye kitabı haritalarında da vardır. Bizi özellikle ilgi­lendiren bir nokta da düzlemküre haritası üzerinde Hazer denizine Bahr-i Kulzum diye işaret edilmesidir ki, bu suretle yukarıda Bahrtye'nin Almancaya çevirisinden bahsederken, ileri sürdüğümüz id­dia tamamıyle doğrulanmış oluyor demektir. Şimdi bu haritaların, örnek olarak ne gibi haritalar kullanılarak çizildiğini belirtmek işi kalıyor ki, bunun yapılmasını coğrafya tarihi uzmanlarımıza bırakı­yoruz. Bize haritaların aslını görmek, ne yazık ki, müyesser olama­dığı için, bu görüşlerimizi basılı haritalar üzerindeki incelemelere ve baskıda pek iyi çıkmayan isim ve kelimeleri de Fevzi Kurdoğlu’ nun okuyuşuna dayandırdığımızı söylemek isteriz (gerek bu harita ve gerek Pirî Reis haritaları için bkz. s. 81-82.

XVI. yüzyılda, Türkiye’de coğrafya ve kozmografyaya ait da­ha birçok eserler meydana getirilmiş olduğunu biliyoruz. Bunların çoğu çeviri ve toplama eserlerden ibarettir. Mesela Sultan Selim ca­mii muvakkati Mustafa bin Aliy-ül-Muvakkit’in Tuhfet-üz-zaman ve haridet-ül-evan adiyle yazdığı mufassal eser, gök kürelerinin ve yıl­dızların niteliklerinden bahsettikten sonra, denizleri, dağları ve yeryeryüzündeki nehir, su kaynaklarını, başka bir bölümde de yedi ik­limi ve bunların meşhur şehirlerini anlatır. Bu eser (bkz. Ayasofya kütüphanesi, 2993). Çagminî ve Kadı-zadenin astronomi kitaplarıyle Hayat-ül-hayvan ve Acaib-i'd-mahlükat gibi, o zaman pek moda olan Arapça eserlerden çevirme ve toplamadan ibarettir (1).

Bu yazarın coğrafya konusunda İlâm-ül-ibad fi alâm-ül-bilâd adlı, Kanunî Süleyman’a sanulmuş küçük bir eseri vardır (bkz. Aya­sofya kütüphanesi, 2991) ki, Çin ve Fas arasında yüz önemli şehrin İstanbul’dan uzaklıklarını gösterir. Başka bir matematik eseri de, kütüphane defterlerine Risalte-ül-ceyb diye geçirilen, Tahlil-ill-mikât adlı rub’u müceyib denilen aleti ve yükselti ölçme usulünü tariften sonra, nehirlerin genişliğini ve kuyuların derinliğini ölçmek usulle­rini bildirir (bkz. Ayasofya kütüphanesi, 2616). Daha sonraları Mu­rat III. zamanında Mahmud bin Ali Sipahî-zade'nin (ölm. 1588), Evzah-iil-mesalik ilâ mârifte-il memâlik adiyle, önce Arapça, sonra sad­razam Mehmed Paşanın emriyle Türkçe yazdığı eser (Topkapı Sara­yı Revan kitaplığı, 1642) dikkate değer. Önsözde yeryüzünün küre biçiminde olduğunu anlatır, sonraki bölümlerde denizler, göller, ır­maklar, dağlar ve şehirlerden bahseder. Küre biçiminde olan dün­yanın önce suyla kaplıyken, sonradan ancak yüksek yerlerin suyun dışında kalarak, karaları meydana getirdiğini yazar. Denizler bahsi eksik olup, göllerin güya haritası yeşil boyayla kitabın kenarına ya­pılmıştır. Şehirlerin birbirine ilişki ve yüzölçümlerini göstermek için yapılan haritalar, zamanına göre bile, mükemmel şeyler değil­dir. Bu kitabın aslı olan Arapçasının Murat Ill.'a takdim olundu­ğunu Kâtip Çelebi yazarsa da, aslı da, Türkçesi de Sadrazam Sokullu Mehmet Paşaya takdim olunmuştur. Zaten bu eser için Kâtip Çe­lebi Ebü'l-Fida'nm eserinden aktarma ve çeviridir demektedir (bkz. Cihannüma). Yalnız şu cihet söylenmelidir ki, önsözün sonuna katıl­mış olan bibliyoğrafya, o zaman için, oldukça mükemmeldir; mese­la Yakut'un eseriyle Kanun-ül-Mes’udî ve Kitab-ül-etval ve’l-uruz, Kitab-ül-mesalik ve’l-memalik, Kitab-ür-resm-ür-rubu Batlamyusî ve Mucem ül-büldan özeti olan Marasid-ül-ıttıla bunlardandır.

Yine bu devre ait, Mehmet bin Ömer Bayezit bin Âşık tarafın­dan yazılan, Manazır-iil-avalim adındaki coğrafya ve kozmoğrafya üzerine bir kitap da meşhur olmuştur. Eser XVI. yüzyılın son sene­lerinde (1006=1597) kaleme alınmış olup, birçok eserlerden derle­me yolunda meydana getirilmiş ve hatta yazar, alçak gönüllülüğün­den «telif ve tasniften tehaşi edildiği için, sebt olunan sütur menzile-i istinsaha tenzil olundu (kitap yazmadan çekindiğim için, not         ettiğim satırları sadece olduğu gibi kopya ile yetindim, anlamına) demiştir (bkz. Topkapı Sarayı, Revan Köşkü, 1667). Fakat yazar ne derse desin, bu eser herhalde dikkate değer bir kitaptır. Kitap yazı­lırken en çok Ebü’l-Fida, İbn-ül-Cevzî, İbn-ül-Verdî, Kazvinî, Ya­kut, Hamdullah-ül-Müstevfî, İbn-i Hordazbih gibi, eski büyük yazar­lardan faydalanmıştır. Gerçi ilk kısmında gökten ve gökcisimlerinden bahsederken, cehennemden ve cehennem halkıyle şeytandan bahsetmeyi unutmamışsa da, ikinci kısımda tabii coğrafyayı ve şe­hirleri açıkladıktan ve saydıktan sonra, hayvanları ve hatta insa­nın teşrihini de anlatır. Herhalde bu eser, Kâtip Çelebi’nin küçüm­semesine layık olacak derecede adi bir eser değildir (öteki nüsha­lar için bkz. Nuruosmaniye kütüphanesi, 3032 ve Fatih kütüphanesi, 4180). Yazarı Âşık, Trabzon'da 1555 (?) yılında, bir müderrisin oğlu olarak, doğmuş ve Flügel’e (Kat. der orient. Hss., II, 431) göre 1600 yılında ölmüştür ( Menazir-ül-avalim’in eleştirme ve özeti için bkz. F. Taeschner, Osmanlılarda Coğrafya, Türkiye mecmuası, II, 271).

Nihayet, yine bu devirde 1583 yılında Tarih-i Hind-i Garbi adiy­le bir eser yazılıp, Murat Hl.’a sunulmuştur ki, sonradan İbrahim Müteferrika tarafından, XVIII. yüzyılda, yazarın adı verilmeden, re­simli olarak basılmıştır. Türk bibliyografyalarına göre, yazarı Mehmed bin Emir-ül-Hasan-üs-Suudî olması lazım gelirse de, bu husus­ta anlaşmazlık vardır. Mesela Kâtip Çelebi ve ondan alarak Franz Taeschner (bkz. aynı makale), kitabın Mehmed bin Yusuf-ül-Herevî tarafından yazıldığını söylerse de, yine Kâtip Çelebi, Keşf-üz-zunun da kendi el yazısıyle olan nüsha üzerine, eserin Frenkçeden aktarıl­dığını ve yazarının Şeydi Ali Reis olduğunu yazmış, fakat yine kendi kalemiyle bu yanlış bilgiyi çizmiştir. Öte yandan Beyazıt Genel ki­taplığındaki gayet süslü yazma nüshada yazarın «salik-i rah-i mesudî, emir Mehmed bin Hasan-üs-Suudî» olduğu yazılıdır; yazarı kim olursa olsun, bu esere türlü türlü adlar verilmektedir: Ahval-i âlem-i cedid, Tarih-i Yenidilnya, Hâdis-i Nev ve Kutr-i Nev. Eser 1732 yılın­da Feon Baptiste Fienne adında, İstanbul Doğu Dilleri Fransız Oku­lu öğrencilerinden biri tarafından Fransızcaya çevrilmiştir (bkz. Bibi. Nat., Paris, Cat. des manus. turcs, suppl., 901). İlk iki bölümü eski coğrafya ve biraz da kozmoğrafya bilgileri verir. Üçüncü bö­lümde Amerika’nın keşfine «ibtiday-i zuhur-i âlem-i cedid ve kutr-i nev» diye girişir. Bu keşfin tarihi üzerine oldukça doğru bilgi veren bu fasılda bu kıtadaki hayvanlar ve bitkilerden bahsederken, efsa­nevi malumatı da katmaktan çekinmemiştir.

VI. hicri yüzyılda Endülüs’te' yetişen Ebu Zekeriya Yahya bin Muhammed-ül-Avam’m yazdığı meşhur Kitab-ül-felâha, yine bu de­virde (Hicri 998) Mehmed bin Mustafa adh bir zat tarafından Türkçeye çevrilmiştir (bkz. Beyazıt, Veliyüddin Efendi kütüphanesi, 2534), ilk 30 bölümü ziraat ve son 4 bölümü de evcil hayvanlar ve tavuk yetiştirmek usulleri üzerinedir. Yunan ve Arap eserlerinden toplanmış bilgileri kapsayan bu eserin İbn Vahşiya'nin Kitab-ül-felâhat-ün-nabtiye'sinden ve Ahmed bin Mehmed bin Haccac’m Mukni adlı kitabından alındığı muhakkaksa da, İbn Haldun’un dediği gibi, eser yalnız Felâhat-ün-nabtiye nin bir özetinden ibaret değildir. Özel­likle toprağın ve gübrelerin çeşitleriyle son bahiste at, katır, eşek deve ve öküz beslemek usulleri ve tavuk, hindi (?) beslemek, iyi yu­murta almak alanlarında, zamanı için faydalı bilgiler verir. Türk­çeye çeviren zatın kişiliği ve hayatı tahkik edilememiştir. Aslında 587 bitkiyle 50 türlü meyve ağacından bahseden bu kitap, İspanyolcaya da çevrilmiş ve Arapça metniyle birlikte yayınlanmıştır (Mad­rid, 1802). Fransızcaya da Clement Mullet tarafından, Le Livre de V agriculture adiyle çevrilmiş ve 1864-1867 yılları arasında basıl­mıştır. [Ek-25],

Coğrafya konusunda büyük bir hamle eseri görülen bu devirde öteki müspet ilimler alanında büyük ve önemli eserlere rastlamıyo­ruz; yalnız matematik ve astronomiye değgin birkaç eser göze çarp­maktadır. Mesela Kanunî Süleyman zamanında Nasuh-ül-Silahi-ül

-Matrakî (Matrakçı Nasuh) adlı bir zat tarafından Umdet-iil-hisab adiyle yazılan bir aritmetik kitabı vardır (bkz. Şehit Ali Paşa kütüp­hanesi, 1987). Hint (Arap) rakamları ve Arap usulleri, dört işlem, kesirler ve ölçüler (zira', endaze, kilecat=kileler, kantar, miskal, dirhem), oran ve orantı, orantılı bölme ve geometri usullerinden bahseden bu kitapta her usulden sonra problemlerle bu usuller açıklanmaktadır. Kitabın zira' (arşın) bahsinde, 1 zirain 100 parmağa, 1 parmağın 100 reşteye (iplik) ve bir reştenin 100 ankebuta (örümcek ağı) bölündüğünü söylemekle birlikte, yine 1 zirain, başka bir bölü­nüşe göre, 32 kerh, 1 kerhin 3 engüşt (parmak) olduğunu yazar ki, o zamanlar arşının (zira') yüzer yüzer bölüntüleri bulunduğunu baş­ka yerlerde göremedik. Öte yandan 1 kantarın 44 okka ve bir okka­nın 4 ledre, 1 ledrenin 100 dirhem olduğunu da ilave eder. Kısacası o zamanın ölçüleri için değerli bilgiler veren bu kitabın tamamlanış tarihi Tuhfet-ül-cedid deyiminin gösterdiği 940 yılıdır. Gördüğümüz Şehit Ali Paşa kütüphanesi nüshasının sonundaki kap yaprağında yazara verilmiş bir beratın eksik sureti vardır ki, buna göre kendi­sinin memuriyetle Mısır'a gönderildiği anlaşılıyor. Nasuh’un bir de, Beyan-i menazil-i sefer-i Irakayn adında bir esrei (bkz. Üniversite kütüphanesi, Yıldız, tar. 35) daha vardır ki, İstanbul'dan Irak'a ka­dar rastlanan şehir ve kasabaları anlatır; birçoklarının minyatür olarak yapılan planlarını (daha doğrusu resimlerini) verir. Bağdat ve Diyar-ı Bekir gibi şehirlerin resimleri oldukça gerçeğe yakın ol­makla birlikte, ötekiler pek karışıktır. Bu sanat eseri hakkında Albert Gabriel'in Syria mecmuasındaki (X. 328) makalesinde pek gü­zel bilgiler ve açıklamalar vardır. Eseri bizzat görmek ne yazık ki mümkün olamadı; fakat A. Gabriel'in makalesi eseri görmeyenleri de tatmin edecek niteliktedir. Yazarı hakkında çok bir şey bilmiyo­ruz! herhalde sanatkar bir zat olduğu ve «matrak oyunu» diye bir spor icat ettiği ve tarihle uğraşarak, Taberî tarihini Türkçeye çevir­diği bilinir. [Ek-26].

Bu yazardan biraz sonra, Yusuf bin Kemal adında bir yazarın bir aritmetik kitabı daha vardır ki, bunda cebirden de bahsedilmek­tedir. Yine matematikten Haci Muhyiddin bin Mehmed bin Havi Atmaca'nın Mecmuat-ül-kavaid fi beyan-i müntahab-il-fevaid adlı bir Türkçe aritmetik kitabı 930 yılında tamamlanmıştır. Yazar, birçok aritmetik kitaplarını okuduktan sonra bu kitabını yazdığını söyler. Başka aritmetik kitaplarının içindekileri bütünüyle kapsayan bu ki­tabın önsözünde «bu risaleden maksat beyan-i delâil değil belki ilâm-i kavaid-i hesabdır» (1) denilmesine göre, sadece pratik kural­ları kapsamaktadır. Menn (değeri her yerde değişen bir ağırlık öl­çüsüdür) ölçüsünden bahsederken, deh menn, se menn deyimlerini olduğu gibi kullanmış olmasına göre kaynaklarının daha ziyade Farsça kitaplar olduğu düşünülebilir.

XVI. yüzyılın sonlarına doğru (1591), yani hicretin X. yüzyılı­nın son senesinde, aslen Cezayirli olup, İstanbul’da yerleşen Ali bin Veli bin Hamza el-Magribî adlı bir yazar bize 512 sayfalık bir arit­metik kitabı bırakmıştır ki, tam adı Tuhfet-ül-adad li zevi'l-rüşd ve'l-sedad’dır. Bu kitapta tamsayıların ve kesirlerin işlemleri ve ce­bir üzerine temel bilgiler bulunmaktadır. Yazar, orantı bahsinde geometrik dizilerden bahsederken, «l’den başlayan bir nisbet-i hendesiye-i mütevaliyede hanelerden her birinde vaki olan adedin üssü, dıl’eynin üsleri mecmuundan bir eksiktir» gibi bir dava başı koy­duktan sonra, «bir hanenin dıl’eyni diye şol iki adede derler ki hane-i mezkûrede olan aded anların birbiriyle darb olunmalarından

hâsıl olmuş ola; bir hanenin üssü o hanenin baştan itibaren kaçıncı olduğunu gösteren rakamdan ibarettir» diyor. O halde şu:

1, 2, 3, 4, 5, 6, 7,                 8 ...

1, 2, 4, 8, 16, 32, 64, 128... gibi bir nisbet-i hendesiye-i mütevaliyede 128 adedinin üssü 8'dir; dıl'eyni olan 2x64'ün üsleri 2 ve 7'dir; o halde 2+7=9—1=8 çıkar ki, bu adet de 128 adedinin üssüdür».

Salih Zeki merhum {Âsar-ı Bakiye, II, 290) bu teoremden bah­sederken, «müellif silsile-i adediyeye 1 yerine O’dan başlamış olsay­dı, Napier’den 24 sene evvel logaritmayı keşfetmiş olacaktı» diyor. Eserimizin Fransızca aslına Isis mecmuasında bir eleştirme yapan profesör G. Sarton, bunun doğru olduğunu, fakat XVI. yüzyılda esa­sen bu düşüncenin o zaman esen havada mevcut olup, birçok mate­matikçilerin pek tabii gibi görünen bu usulle giderek, logaritmayı bir türlü yakalayamadıklarını ve 1614 yılında Napier’nin bu önemli usulü, büsbütün başka bir yoldan, bulduğunu, haklı olarak, söyle­mektedir.

Her halde Âsar-ı Bakiye yazarına göre, bu kitap o zamanın en mükemmel aritmetik kitabıdır. Son bahislerde üçgen, dörtgen, dai­re ve başkalarının yüzölçümlerini bulmak usullerini, kitabın sonun­da da oran ve orantı usulüyle birçok problemlerin çözümünü ve en sonunda cebir usullerini verir (1).

Astronomi eserlerinden, bu devirde, Gıyaseddin Cemşid'in Süllem-üs-sema sının, Mustafa Zeki adında biri tarafından, Türkçeye çevirisini buluyoruz (bkz. Paris, Bibi. Nat. Cat. Blochet, F.T. suppl., 1150). İstanbul kütüphanelerinde de bulunan bu eser, gökcisimle­rinin dünyadan uzaklıklarını gösterdiği gibi, kozmoğrafyaya ait bazı esasları da kapsar. Bir de Ali Kuşçu’nun Risale fi’l-hey’e adındaki eserinin, Abdullah bin Perviz adında bir zat tarafından, Mirkât-üs -sema adiyle yapılan bir çevirisi vardır (bkz. Nuruosmaniye kütüp­hanesi, 2949). Çeviri gayet iyidir ve düzgün bir yazıyla yazılmıştır.

Osmanlı Türklerinin ilim tarihinde, 1576-1580 yılları arasında, önemli bir olay görüyoruz. O zamana kadar Türkiye’de rasathane adına bir şey bulunmadığı gibi .astronomi ilmi ve rasat hesaplan, ancak kağıt üzerinde, eski "Ziclerden” yapılan hesaplara, Arapça yahut Farsçadan çevrilen eserlere bağlı kalmıştı. Bu yıllarda Müneccimbaşı Mustafa Çelebi'nin yerine atanan Takyeddin bin Mehmed bin Ahmed (2) adında bir astronom (1520-1585), hünkar hocası meşhur Sadeddin Efendiye bir layiha sunarak, artık Uluğ Bey Zic'inin yeni rasatlarla düzeltilmesi gerektiğini, çünkü o Zic’e göre yapılan hesapların sonuçlarının her zaman doğru çıkmadığını bildirmiş ve Murat III. katında pek büyük nüfuzu olan müverrih Hoca Saded­din Efendi bu layihaya büyük önem vererek, İstanbul’da Tophane bayırı üzerinde bir rasathane kurulması için padişahtan izin almış­tır. Padişah rasathanenin hemen yapılmasını emrettiği gibi, müdür­lüğüne ve yapıya nezaret işine Takyeddin'i tayin etmiş ve İstanbul kadısına, 12 safer 986 tarihiyle, şu hükmü göndermiştir: [Ek 27].

«İstanbul kadısına hüküm ki müteveffa Lütfullah'ın vakfı olan müneccim kitapları mahmiye-i mezburede Mimar Sinan mahallesi­nin imamı ve müezzini ellerinde olduğu ilan olunmağın alınıp rasadhaneye verilmek emredüp buyurdum ki vardukta tehir etmeyüp müteveffa-yi mezburun nücuma ve ilm-i hey’ete ve hendeseye müteallik olan kitapları eğer mezkûrun ellerindedir ve eğer âhardadır her kim­de ise getirip dahi bilfiil rasad hizmetinde bulunan Mevlânâ Takyeddin'e cümlesin teslim ettiresin fi 12 safer 986 (Ahmet Refik, Onuncu Asr-t Hicride İstanbul Hayatt, s. 53)».

Bu rasathane o zaman için lazım olan her türlü astronomi alet­leriyle donatıldığı gibi, bazı kaynaklara göre, güya kırk arşın derin­liğinde, bir de rasat kuyusu (çah-i rasad) kazılmıştır (1).

Paris'te Milli kütüphanede, Takyeddin’in, Âlât-ilr-rasadiye li zic-i şehinşahiye isimli, bir eserini buldum. Bu küçük risalede, ra­sathanede kullanılacak aletlerin adları ve yapılış usulleri mükemel bir yolda açıklanmaktadır (bkz. Bibi. Nat. Paris, F.T. suppl., 1126 ve İstanbul Üniversitesi kütüphanesi, T.Y., 1993; Paris’teki nüs­hanın süslü ve mükemmel oluşu, bu nüshanın büyüklerden birine sunulmuş olduğunu anlatabilir). Yazar bu eserde adı geçen aletle­rin Ptolemaios’un Almagest’inde bildirilen usullere göre yapıldığını ve kendi icadı olan bengâm-i rasadı nin (astronomik saat) ilave edil­diğini söyler. Ancak, kendi icadı olan bu saatin tarifi o kadar açık değildir. Profesör Fatin Gökmen, bu saatin açıklaması bulunan, ya­zarın başka bir eserini aradığını, fakat bulamadığını söylemektedir ki, muhterem profesör, saatin nitelikleri iyice bilinirse, Takyeddin’ in ilmi kudretinin daha açıkça anlaşılacağına kanidir. [Ek-28].

Bu astronomun, miişebbehe bi'l-mantık adlı ve Zodyak üzerine tatbik olunarak, yıldızların yerlerini bulmaya yarar başka bir alet icat ettiğini, Ebu Tayyib Sıddik Han Kannavacî’ninj4cediyyat-wZ -ulûm adlı eserinden alarak, Corci Zeydan’ın Medeniyet-i İslâmiye Tarihi yazar (bkz. Türk. Çev., III, 384).

Beri yandan Takyeddin, yaptığı rasatların sonuçlarım toplaya­rak, Sidret-iil-miinteha el-efkâr fi melekût-il-felek-üd-devvar adiyle meşhur eserini kaleme almıştır. Kitapta, yapılan rasatlara bazen rasad-iil cedid-üs-sultanî, bazen de rasad-üc-cedid-ül-Murad Hani diye ad koymaktadır. Yazar, eserin ilk 40 sayfasına kadar trigonometrik çizgileri tarif ve hesabından bahsettikten sonra astronomiye gire­rek, astronomik saatları, gök dairelerini ve bu dairelerin kesişme­sinden hasıl olan açı hesaplarını açıklar. Bundan sonra, rasat alet­lerinin ve rasat usullerinin tarifi ve ay ve güneşin hareketlerinin rasadı gelir. Eserde altmışlık usulle hesap edilmiş sinüs ve başka trigonometrik çizgiler cetvelleri vardır; 62 yapraktan ibaret olan bu eserin (bkz. Nuruosmaniye kütüphanesi, 2930) sonunda, «eser bura­da bitmiştir, eksik değildir» deniliyor ve sonsöz ve tarih görülmü­yor. Ancak içinde 982 ve 985 yılları birkaç defa geçiyor. Başındaki önsöz pek özenlidir ve Hoca Sadeddin Efendinin övgüleriyle dolu­dur. Matematik kısımlarının ilmi niteliği olduğu gibi, rasatlarmm eğerli olduğuna Salih Zeki merhum (Âsar-ı Bakiye, I, s. 201-202) ta­nıklık etmektedir. [Ek-29 ve 30].

Takyeddin’in bu eserinden başka, yukarıda adı geçen Reyhanet -ür-ruh fi ale'l-müsteviy-il sütuh adlı, Nablus’un Fındık köyünde ya­zılmış bir eseri daha vardır ki, harita yapılması ve kullanılması hak­kında bilgi verir (Bkz. Veliyüddin Ef. Kütüp. 2305); bir de Düstur-üt -tercih-li kavaid-üt tastîh isimli bir eserde de yine aynı usullerden bahsetmesine göre bunun, birinci eserin başka bir şekli olması la­zım gelir. Bu son yazma Hoca Sadeddin Efendiye ithaf edilmiştir.

Bugyet-üt-tullâb adlı bir aritmetik kitabiyle Haridet-üd-dürer adlı küçük bir zic’inin bulunduğu söylenilmektedir. Takyeddin’in Siraceddin Mehmed-üs-Secavendî’nin Cebr ve’l-mukabele adlı kitabı­na yazdığı bir şerh (Şehit Ali Paşa kütüphanesi, 1984) daha vardır ki, bu kitapta yazarın adı Takyeddin Raşid bin Mehmed bin Ahmed-üs-Sihyunî-ül-Dimışkî diye geçmekte olması, kendisinin Mısır' dan ziyade Şam’a mensup olduğunu göstermektedir.

işte bu bilgin astronomun kurmak istediği rasathanenin ömrü pek kısa olmuş ve hatta binanın tamamlanıp tamamlanmadığı bile, bizce kesinlikle anlaşılamamıştır. Hoca Sadeddin’le vaktin şeyhülis­lamı olan Ahmet Şemseddin Efendinin arasındaki düşmanlık yüzün­den bu şeyhülislam efendi padişaha sunduğu bir arizada (jurnal), gökleri rasat etmenin uğursuz ve her nerede bu işe teşebbüs edil­diyse, devletin mahiv ve harap olduğunu söyleyerek, ilim düşmanlı­ğını göstermesi üzerine, 987 yılı zilhiccesinin 4. perşembe günü Kaptan-ı Derya Kılıç Ali Paşaya rasathanenin derhal yıkılması irade olunmuş ve gerçekten de bu kurum bir gece içinde yerle bir edilmiştir (bkz. Şakaik-i Numaniye, Türk. Çev., I) (1). Müspet ilimlere karşı Osmanlı imparatorluğunda görülen ilk düşmanlık eseri olan bu olay, şahsi anlaşmazlıkların ilmi alanlara bile etkisi olduğunu gös­terdikten başka, sokağa çıkmak için dahi müneccime danıştığına şüphe olmayan şeyhülislam efendinin gerçek ilme karşı olan ilgi­sizliğini de belirtir.

Bu rasathanenin yeri, nasıl yapılmış olduğu ve bu arada Takyeddin’in şahsı hakkında J.H. Mordtmann’ın Der İslam mecmuası­nın XIII. cildinde (s. 82-96) bir makalesi vardır. Bu makalenin Türk kaynaklarından alınan kısımlarında dikkate değer bir şey yoktur; ancak Batı kaynaklarından alınan bazı ayrıntılar vardır ki, bunlar­dan burada kısaca bahsedeceğiz.

Takyeddin’in Mısır’da doğduğunda Mordtmann’ın şüphesi yok gibi gözüküyorsa da, H. Suter, meşhur Die Mathematiker und astronomen der Araber (s. 191) adlı eserinde, Takyeddin’in Şam’da ve 1526 yılında doğduğunun yazılması, bizim yukarıdaki düşünceleri­mize daha çok uyuyor (gerçi Suter, bu bilgiyi Kâtip Çelebi’nin Keşf -üz-zunun undaki Sidret-iil-miinteha maddesinden almıştır). Mordt­mann bundan sonra, Evliya Çelebi’nin Seyahatname’sinde (I, s. 443, İkdam basımı) Tophane sırtında Sansonhane yakınında bir münec­cim kuyusu mesiresi olduğunu ve bu kuyunun Murat IV. zamanında müftü Yahya Efendi fetvasıyle doldurulduğunu, bunun Ali Kuşçu tarafından yapılmış olduğunu yazdığını uzun uzadıya anlatır ve ga­yet önemli bir buluşmuş gibi, bu kuyunun Ali Kuşçu'nun olamaya­cağını ilave eder. Tabii Evliya Çelebi, en meşhur astronom olarak, Ali Kuşçu'yu bildiği için, olayı tahrif etmiş ve zamanını değiştirerek ona mal etmiştir. Ancak «müneccimbaşı kuyusu mesiresi» diye bir mesire olduğuna inanılabilir ve bu suretle Rasathane mevkiinin bir dereceye kadar tayinine muvaffak olabiliriz. Hadikat-ül-cevami’e ze­yil yazan Ali Satî Efendinin rasathanenin şimdiki Galata kulesinde yapılmış olduğuna dair büsbütün yanlış ifadesini de makalesine alan Mordtmann, onu da hemen düzeltmiştir. Böyle güvenilir ol­madığı besbelli haberleri bugün makalelere uzun uzadıya almanın ve sonradan düzeltmenin, ancak bazı yazarlara güvenilmemesi lüzu­munu meydana koymak gibi bir faydası vardır.

Batı kaynaklarına gelince, bunlardan rasathanenin tarihi ve ye­ri için belki bazı bilgiler almak kabildir. Bu kaynaklardan biri, Avus­turya elçisi Von Ungand’m zamanında elçilik papazı olan Stephan Gerlach'm anılarıdır. Bu anılarda 13 kasım 1577 tarihli bir kayıtta (bkz. Türkisches Tagesbuch, Frankfurt a. M., 1674), padişahın Mısır’ dan getirttiği bir astronom için, Galata dışında bir tepe üzerinde Venedikli Andreas Gritt'in evinin bulunduğu yerde bir tepe üzerin­de bir kule yaptırdığını ve kulenin altında birkaç kulaç derinlik ve genişliğinde bir kuyu kazıldığını, astronoma yılda 3000 duka altını maaş bağlandığı gibi, rasathane tamamlanınca, 6000 duka altını da­ha verileceğini, Selanik’ten astronomi bilen bir de Yahudi getirildi­ğini, bunun astronoma yardım ve Hoca Sadeddin'in oğluna hocalık edeceğini ve bu rasathanenin sadece padişahın talihini ve eşref saatları (uğurlu zamanları) belirtmeye kullanılacağını okuyoruz.

Diğer taraftan, S. Gerlach'm halefi olan elçilik papazı Salomon Schvveigger İstanbul’da 1578'den 1581 yılına kadar kalmış ve yaz­dığı yolculuk anılarında (Reisebeschreibungen nach Konstantinopel, XXIII, s. 90, Nürnberg, 1608), «Değersiz bir astronomun padişaha yaptırdığı faydasız masraflar» başlığı altında, uzun uzadıya Takyed­din’in rasathanesinden bahsetmiştir. Bu fıkrada papaz, bu zatın bir zamanlar Roma’da bir matematikçiye uşaklık ettiğini ve orada Euklides, Proklos, Ptolemaios gibi Yunan astronom ve matematikçile­rinin eserlerini, sonradan gizlice sağladığı bir Yahudinin aracılığıyle, tercüme ettirerek, okuduğunu söylediği gibi, bu astronom için Galata dışında bir kule yapıldığını ve bu yapıda 12 Hıristiyan esir kullanıldığım katar. Bundan başka Takyeddin’in bir dünya, bir de gök küresi, bir meridyen dairesi yaptığını, fakat padişahın ve müf­tünün bu rasathaneyi, bilindiği gibi yıktırdıklarını yazar. Herhalde bu kaynaklara göre, rasathanenin yapılış tarihi biraz değişmek ge­rekiyor. Şakaik zeyli’nin 987=1579 yılını inşaat yılı diye gösterme­sine rağmen, Gerlach'ın bu inşaatın 1577’de başlamış olduğunu yaz­ması ve yukarıda söylediğimiz gibi, Lütfi Tokadî’nin kitaplarının ra­sathaneye verilmesine dair olan padişah buyruğunun tarihinin 12 safer 986=1578 olması, 1579 tarihinin biraz geç olduğunu göstermek­tedir. Rasathane inşasının beş veya yedi yıl süreceğini kaydeden pa­pazların ifadesi doğruya yakınsa, binaya en geç 1577’de başlamış ol­ması gerekir; çünkü bina 1580'de yıkıldığına göre, ancak o vakit bitmeye yaklaşmış olabilirdi.

Takyeddin’in Roma'da bulunup orada tahsil ettiği rivayetiyse, ancak bir kişinin haberine1 dayandığı için, doğrulanmaya muhtaç­tır. Bizim bildiğimize göre, bu Osmanlı astronomu, Mısır’da tahsil etmiştir. Her iki elçilik papazının Takyeddin’in alelade yalancı, do­landırıcı bir müneccim olduğu hakkındaki sözleri tabii tamamıyle manasız ve yanlıştır; çünkü açıkladığımız gibi, onun eserleri, zama­nın astronomi ilmine tamamıyle sahip bir astronom olduğunu gös­termektedir. Bu münasebetle şunu da kaydedelim ki, Takyeddin’in kuyruklu yıldızlardan ahkâm çıkardığına ve padişaha bu hususta izahnâmeler verdiğine dair, Türk kaynaklarındaki haberler de ko­lay kolay kabul edilemez. Mordtmann, bu astronomun ilim seviye­sinden ve kitaplarından, ne yazık ki, asla bahsetmemiştir. [Ek-33].

Rasathanenin yerine gelince, bu hususta önce şunu söyleyelim ki, Galata'dan ileride, Beyoğlu'nda Venedikli Gritt’in gayet mükel­lef bir konağı olduğu başka kanıtlarla da doğrulanmıştır. Bu kona­ğın yakınında bir mezarlık bulunduğu da muhakkaktır. Bu mezar­lığın şimdiki Taksim bahçesi yerindeki mezarlık olması muhtemel­dir. Öte yandan, Evliya Çelebi Tophane mesirelerini yazarken (bkz. Seyahatname, I, 442-444), «Sansonhane kurbunda müneccim kuyu­su mesiresi»nden bahsediyor ve orada, yukarıda söylediğimiz gibi, Ali Kuşçu’nun bir rasat kuyusu kazdırdığını ve sonra Murat IV.’m emriyle doldurulduğunu türlü hoş hikayelerle anlatıyor. Asıl önemli olan nokta, padişahın sansonlarının, yani büyük köpeklerinin, Venedikli Gritt’in eski konağının ek yapılarından bir yerde beslendi­ğine ve bu sansonhanenin müneccim kuyusu civarında olduğuna dair aldığımız bilgidir. O halde, büyük bir ihtimalle, rasathanenin bu Venediklinin konağının yerinde inşa edilmiş olduğunu kabul ede­biliriz. Bu nedenle Ahmet Refik'in (bkz. Onuncu Asırda İstanbul Ha­yatı, s. 53, not) rasathanenin Galata Sarayında, başkalarının da Ga­lata kulesinde kurulmuş olduğu hakkında verdikleri bilgi doğru de­ğildir. [Ek-34],

Mordtmann, Selanikli Yahudi astronom hakkında kesin bir şey söylemiyor; yalnız XVI. yüzyılda Selanik Yahudileri arasında ilmi bir hareket olduğunu ve belki bu astronomun 1568'de o şehirde Jo seph ben Schemtob’un astronomi üzerine eserlerini bastıran Daniel Perachja ha Kohen olabileceğini, Babinger’in bir mektubuna daya­narak, bildiriyor (1). Bir de Gotha kütüphanesi katalogunda (Pertsch, s. 544), Murat IIL'ın Takyeddin'e zeamet bağlanması için bir fermanı vardır. Bu fermandan, bu zatın bir aralık Mısır’da Re­şit kadısı olduğunu da öğreniyoruz.

Bu devirde çeşitli ilimlerden bahseden ansiklopedik eserler na­dir değilse de, bunların hemen hepsi Arapçadan, Farsçadan çevril­miş veya oradan buradan toplanmış eserlerdir. Bu arada büyük bir inceleme sonucu olan bir iki esere rastlanır. Mesela Taşköprülü-zade Usameddin Ahmed bin Mustafa'nın (ölm. 1560) Miftah-üs-saade ve misbah-üs-siyade adlı Arapça eseri, üzerinde durulacak bir kitaptır. Yazarın oğlu Kemaleddin Mehmet tarafından Mevzuat-ül-ulûm adiy­le Türkçeye çevrilmiş olan ve 1500 sayfa tutan bu eser, 1312 (hicri) yılında İkdam Matbaasında yayınlanmıştır. Yazar, eserinin önsözün­de, 300 kadar ilmi ele aldığını yazarsa da, verdiği bu sayıya pek ihtiyat ile bakmak icap eder. Çünkü o zamanlar ilim kelimesinin an­lamı gayet geniş tutulurdu, hatta bir ilmin çeşitli dalları bile ayrı bi­rer ilim sayılırdı. Ama, bu eserin fıkıh, kelam ve felsefe gibi ilimlere ait olan tarafları bir yana bırakılsa da, müspet ilimler ve bu yolda ya­zılmış eserlerle bunların yazarları konusunda bilgi vermesi bakımın­dan konumuzu ilgilendirdiğinde şüphe yoktur. Bu kitapta tıp, elkimya, botanik, zooloji, matematik ve fizik gibi ilimlerin o zamanki konu ve amaçları üzerinde oldukça faydalı bilgi vardır. Hele matematiğin, özellikle geometrinin «zihne hiddet» (keskinlik) vererek anlayışı kuv­vetlendireceği, kanıt, öncül, ispat noktalarından en kesin bilgi sağ­layan ilim olduğu için insanı esassız düşüncelere ve «cehl-i mürekkep»ten (bilmediğini de bilmezlik) kurtaracağını söyler (bkz. Mevzuat-ül-ulûm, I, s. 403). Bu konuda, astronomi, matematik ilimlerini açıklayarak meşhur eserleri ve yazarlarını sayar. Hermes’i Îdrisî' den (yazar bunu Kurandaki îdris peygamberle bir tutar) başlaya­rak, Eflatun, Aristo, Farabî, İbni Sina, Fahreddin Razî, Nasireddin Tusî gibi büyük bilgin ve filozofların hayat hikayeleri de alınmış, özellikle Eflatun ve Aristo çok övülmüştür. Bizce, bu eser Osmanlı Türklerindeki ansiklopedilerin en önemlilerinden biridir. Taşköprülü-zadenin, bugün Doğu ve Batıda müsteşriklerin her an başvur­dukları ve XVII. yüzyıl ortalarına kadar Osmanlı bilginlerinin hayat hikayelerini içinde toplayan, Şakaik-ı Numaniye adındaki eserinden, herkes gibi, biz de faydalandığımız için, burada onun da adını an­mayı kadirşinaslık sayarız (1).

Selim I.’in Mısır’ı fethi sırasında orada bulunup, Osmanlı ordu­sunda çalışan Ahmed bin Ali Zünbülî-ül-Mahallî-ür-Remmal adında bir yazarın Kanun fi’d-dünya adiyle Arapça yazdığı bir eser, Murat IIL’ın emriyle, Kadı Abdürrahman adında bir zat tarafından, Türk­çeye çevrilmiştir. Bu eserin Arapçasmda yazarın resmi ve eski meş­hur hekimlerin ve bilginlerin resimleri olduğu gibi, tarihi hikaye­lere de birer resim uydurulmuştur; Türkçesinde bu resimler yoktur. İçindekiler, coğrafya, memleketlerin acayip ve garayibi, efsaneler, astronomi, astroloji, remil ve cifirden ibarettir. Topkapı Sarayı Re­van kitaplığında hem Arapça ve hem Türkçesi vardır ve Türkçe nüshaları Nuruosmaniye kütüphanesinde de 3000 ve 3001 numara­da kayıtlıdır. Yazar bundan başka, Feth-i Mısır adiyle bir tarih yaz­dığı gibi, Selim I.’in vefatına kadar devrinin tarihini, Vakıat-ı Sul­tan Selim Han adiyle kaleme almıştır.

Bu devrin müspet ilimler alanındaki düşünce ürünleri arasında, Ebu Yahya Zekeriya bin Mehmed bin Mahmud-ül-Kazvinî’nin (ölm. 1287) kendisine Batıda ortaçağın Plinius'u lakabını kazandıran, meş­hur Acaib-ül-mahlûkat ve garaib-ill-mevcudat adlı eserinin, Şerh-i kitab-ı acaib ve garaib adiyle, Osmanlı edebiyat tarihinde Sürurî-i Kadim (ölm. 999 hicri) lakabıyle bilinen şair ve bilgin Mustafa bin Muslihüddin bin Şaban tarafından. Kanunî Süleyman'ın büyük oğlu Şehzade Mustafa adına, ikinci Türkçe çevirisi vardır. Fakat çeviri zürafa denilen hayvana gelince, şehzadenin haksız yere babası tara­fından öldürülmesine çok üzülen Sürurî, eseri tamamlamayarak o. noktada bırakmıştır (Topkapı Revan kitaplığı, 1088). Kitabın aslını Şehzade Mustafa Mekkeli bir tüccardan satın almış ve çevirisini Sürurî’ye emretmiştir. Sürurî çevriiyi yaparken, fazla yerleri attığını ve faydalı şeyler kattığını söyler (1). Eserde bazı ilave ve çıkarmalar vardır. Kazvinî’nin Acaib-ill-mahlûkat’ı pek meşhur ve birçok dille­re tercüme edilmiş bir eser olduğu için, içindekilerden bahsetmeye lüzum yoksa da, çeviriye kimi yerde olduğu gibi, kimi yerde açık­lanarak geçen önemli noktaları, dikkate değer şeyler oldukları için burada ele almayı uygun görüyoruz. Mesela Kazvinî, yaradılıştan bahsederken, Cenab-ı Hakkın evreni altı günde yarattığı sözünde, bu altı günün ancak bir azar azar ilerleme anlamına alınması gerek­tiğini, yoksa, henüz güneş yaratılmadan, gün ve zaman tasarımı mümkün olamayacağını söyler. Eserin deney usulü üzerine fıkrala­rını, Sürurî büyük bir önemle ve açıklamalarla alır ki, ilimde deney ve gözlemin büyük önemine inandığı bu satırlardan anlaşılır. Bir de eserde, yeryüzünün küreselliğinden, güneşin iklim ve ırklar üze­rine etkisinden dikkatle bahsolunmaktadır. Asıl eserin içindekiler önce göklerin ve göklerdeki cisimlerin, yeryüzündeki maden, bitki ve hayvanların anlatılışından sonra, çeşitli kuvvetler ve nefisler ve akılların açıklanması ve sonunda garip şekilli hayvanların tarifin­den ibarettir. [Bkz. Ek-5].

Bu çeşit eserlerden Siraceddin Ömer bin el-Verdî'nin Haridet-ül -acaib ve ceridet-ül-garaib adındaki eseri, Mahmud Hatib-ür-Rumî adh biri tarafından, Selim I.'in torunu İskender Paşa-zade Osman Şah adına Türkçeye çevrilmiştir. Eserin ilmi bir değeri yoktur; ar­zın, yumurtanın sarısı gibi, küre biçiminde olduğundan ve mesela Endülüs'ten kazılsa, Çin’e çıkılacağından, dağların ve nehirlerin na­sıl meydana geldiklerinden, efsanemsi bir yolda bahseder (bkz. Esat Efendi kütüphanesi, 2040). Bu eserin Paris’te Bibliotheque Nationalede (A.F.T. 151) bulunan nüshasında bir de dünya haritası bulun­maktadır. Londra'da British Museum’da bulunan başka bir Haridet -ül-acaıb çevirisi vardır (bkz. Cat. Rieu, add. 789) ki, bu daha mü­kemmeldir. Fakat mütercimin adı bilinmemektedir; ancak 963 yılın­da «Sinan Beyin emriyle» çevrildiği yazılıdır. Bu çeviri de yeryüzü­nün biçimi ve bölümleri, denizler, dağlar, nehirler, taşlar, değerli taşlar, bitkiler, yemişler ve tohumlardan bahseder. Sonsözde kıyamet alâmetlerine ve dünyaların sayısına, kıyamet gününa ait masal bilgiler vardır. Eserin asıl Arapçası 822 hicri tarihinde kaleme alın­mıştır. Herhalde, her iki çevirinin, aynı eserden olması gerekirse de, İstanbul’da görebildiğim Esat Efendi kütüphanesi nüshası pek önemli bir nüsha değildir.

Bu cins kitaplar arasında, şair Yahya bin Pir Ali Nevî'nin Netaic-ül-filnun ve mehasin-ül-mütım (bkz. Paris, Bibi. Nat. Cat. man. turcs., A.F. 44) adlı eseri bir yer tutabilir. Yazarı (ölm. 1598) Malkarah olup, Murat III. zamanında şöhret almıştır ki Şakaik-t Numaniye’ye zeyil yazan Ataî'nin babasıdır. Eserin başında yazar Yevakit-ül -ulûm, Fevaih miskiye ve Lütfi Tokadî'nin Mevzuat-ül-ulûm’undan ve daha başka birçok eski kitaplardan faydalandığını söyler. On dört ilimden (bazı nüshalara göre on iki) bahseden, okuması kolay ve ke­yifli olan bu eserde «zübde-i maarif marifetullahtır; umde-i ulûm ilm-i sıfatullahtır, fakat bunlara vusul, yani âsar-i bediadan müessir-i kadime istidlâl için, tarih, hikmet, ilm-i tabayi-i mevalid'i selâse, ilm-i hey'et lazımdır» (1) dedikten sonra, yaradılış hikayesi ve peygamberler tarihiyle başlar. Sonra Yunan filozoflarından, Me’ mun'un Aristo’nun kitaplarını nasıl tedarik ettiğinden, Farabî İbni Sina ilişkilerinden bahseder. Eflatun'un peygamber olduğuna dair bir de hadis (?) vererek, bunları Molla Lütfi’nin Şerh-i mat ali’ haşi­yesinden aldığını söyler. Aristo'nun felsefesinin esaslarını kısaca açıklayarak cevher-i fertçilerin (atomcular) teorisini redde kalkışır: «Esasında, kesilerek, kırılarak, akıldan ya da hayalden dahi olsa bölünemeyecek olan şey atomdur, halbuki atom uzayda yer kaplar, hareket eder, sağı solu vardır. O halde iki yanı vardır; iki yanı olan şeyse bölünebilir» der. «Hey'et (astronomi) basit veya kayıtlı olur. Basiti kolaydır, geometriye ihtiyacı yoktur; halbuki kayıtlısının geo­metriye ihtiyacı vardır». Bu ilimler için Çagminî, Nasireddin Tusî ve Ali Kuşçu’nun eserlerini tavsiye eder. Astronomi ilminin dine ay­kırı olmadığını söylerken, şu fıkrayı anlatır: Ömer Hayyam Ptole­maios’un Almagest’ini okurken, kaba sofulardan biri bu kitabın ne olduğunu sorar; Hayyam da, «Evelem yenzuru ilessemâi keyfe beninâha âyetinin tefsirini okuyoruz» diye cevap verir.

Bundan sonra arzın küreselliğinden, evrenin koni şeklinde ol­duğundan ve nihayet müspet ilimler yanında kelam, fıkıh, tasavvuf, tarih, remil ve cirifden bahseder. Eserin başında Selim II. zamanına kadar Osmanlı tarihi de özet olarak kaydedilmiştir. Eserde SokulluMehmet Paşanın sadrazam olduğundan bahsedilmesine göre, her­halde 987 yılından önce yazılmış olacaktır.

Yine bu devirde Hakim Şah Kazvinî tarafından Demirî'nin meş­hur Hayat-ül-hayvan adlı eseri Selim I. için Farsçaya çevrilmiş oldu­ğunu biliyoruz ki, aslında hekim olan bu zat îbn-ün-Nefis'in Mu­cez'ini de şerh etmiştir. [Bkz. Ek-6 ve Ek -15].

Tıbbi eserlere geçmeden önce, elkimya üzerine, bu devirde baş­layan bazı faaliyetleri söylemek lazımdır. Derviş Mustafa Sekâkin-i Konstantinî adında bir zat tarafından yazılmış bir elkimya kitabı, Paris’te (Bibi. Nat., F.T. suppl., 556) Milli kütüphanede bulunmak­tadır ki, o zaman bilinen elkimya usul ve kurallarını, mesela altın ve gümüşün eritilmesi, kükürt yapmak, iksir-i feylesofîyi (hayat iksiri=ömrü uzatan ilaç) ve altın yapmak usullerini söyler. Eserin sonunda civa esası üzerinden altın yapmak için yeni bir usulü Mağripli bir elkimyacıdan 1000 akçeye öğrendiğini söyler ki, Osmanlı Türkiyesinde elkimyayı yayan ve onu sanat edinerek, büyüklerden para çekenler çoğu zaman böyle Kuzey Afrikalılar olmuştur.

îznikli Ali Bey adında bir zatın da elkimya üzerine eserleri var­dır. Bunlardan biri Keşf-Ül-esrar fi hetk-iil-estar adlı yazmadır (Üni­versite kütüphanesi, Yıldız, tabiiye, 226). Arapça olan bu kitabı yaz­mak için, 23 yıl elkimyanın kurallarını, sembollerini öğrenmeye ve sırlarını keşfe çalışan yazar, Ali bin Aydemir-ül-Cildekî, Cabir bin el-Hayyan'dan (1) ve daha başka elkimya yazarlarından faydalandı­ğını söyler. Eser, 9 kat göğe benzetme olarak, 9 tabakaya ayrılmış vebu fasıllarda iksirlerden ve mahut ecsad-i seb’adan (1) bahsedil­miştir.

Yazarın başka bir eseri de Dilrer-ül-envar fi esrar-il-ahcar’dır. (bkz. Viyana kütüphanesi, kat. Flügel, No. 1498). Yazar bu eserin önsözünde yıllarca elkimyaya çalıştığı halde, deyimlerin ve terim­lerin dış anlamlarına baktığı için, hiçbir şey anlayamadığını ve so­nunda Cildekî’nin (ölm. 1342) eserini (galiba İlm-ill-mizan ve'l-miftah adh eser olacak) bulunca, sırların kendisine açıldığını ve bu ese­rini yazmaya başladığını söyler (bkz. aynı eser, Selim Ağa kütüpha­nesi, mec. 881). Eserde hacer-i mükerremin (yani madenleri birbiri­ne dönüştürebilecek masal madde=filozof taşı) bileşimini, niteliğini ve sırlarını yazdıktan sonra, elkimya sembollerinin ve ilm-i mizanın (yani elkimya) sırlarını bildirir. Onuncu bölümde bu sırların mey­dana vurulmasından birçoklarının başına belalar geldiğini, hatta Ka­hire’de kendi hocası Mercuşi-ül-Âma’mn bu sırları bulduktan son­ra, Kanunî Süleyman zamanında «bir hain vezirin elinde» telef ol­duğunu da katar. Bu eserde kendisinin birçok eserleri ve bu arada yukarıda adı geçen eser de sayılmaktadır. Yazarın hayatını pek iyi bilmiyoruz; fakat adının kimi vakit Ali Çelebi Alâeddin-ül-Saruhanî el-Müellif (elMuallim)-ül Cedid diye söylenmesine göre, Ma­nisalI olacaktır.

Bu devirde, daha bazı önemsiz elkimyacılar varsa da, bunlar hakkında tafsilat vermekten vazgeçilerek, bu yüzyıllarda tıbbın du­rumunu kısaca özetleyeceğiz (2).

Bu bölümün konusu olan yüzyıllarda, tıbbın büyük bir ilerleme gösterdiğini söylemek kabil değildir. Gerçi Kanunî Süleyman'ın med­reselerinden birini tıbba ayırmış olmasına rağmen, oradan büyük yazar ve hekim yetiştiğini pek bilemiyoruz. Hatta bu medreselerin müderrislikleri herkesin tamahını çekmiş, işe iltimas karışmaya baş­lamış ve müderrisliklere ikinci derece ulema bile tayin edilmiştir. Öte yandan zaman geçtikçe, yer yer cahil hekimler türemiş ve nihayet Selim Il.'e hekimbaşı Garras-zade Muhyiddin, verdiği bir takrir­le, hekimlerin imtihana tabi tutulmasını teklif etmiş ve bu teklif üzerine padişah, şu aşağıdaki buyruğuyle, âdeta bir çeşit devlet im­tihanı tesis etmiştir:

İstanbul kadısına hüküm ki dergâh-i muallâmda hekimbaşı Garraseddin-zade Muhyiddin dergâh-i muallâma mektup gönderib İs­tanbul’da vesair memalik-i mahmiyede bazı kimesneler cerrah ve tabib ve kehhal adına gezüb hengâme kurub ve dükkânlarda oturub mücerred celb ve ahz için Müslümanlara tıbba mugayir ve hikmete muhalif katil şerbetler ve zehirnak müshiller verib ve âdet-i âleme muhalif yaralar açub ve gözlere dahi üslûbsuz yapışub muhalif ot­lar koyub Müslümanların mallarına ve canlarına zarar eriştirüb minba’din anın gibilerin marifet ve ilimlerin kendü bizzat gidüb san’atlarında imtihan edüb hallerine göre kadir oldukların kimesneler ilâç edeler deyü icazet vermeyince anın gibiler sergide ve dükkânda oturub hengâmegirlik etmeyüb ve Müslümanlara muhalif otlar vermeyüb zarar eriştirmeyeler deyü tenbih olunmak lâzım olduğun bil­dirmiş imdi ilimlerinde cahil olanlar Müslümanlara ol veçhile mu­halif nesne verüb zarar eriştirmek münasib değildir. Buyurdum ki vardukta zikrolunan taifeye muhkem tenbih eyleyesin ki min ba'din müşarünileyh hekimbaşına varub ilimlerinde ne mertebe kudret ve marifetleri olduğun müşarünileyh bizzat imtihan edüb ilimlerine ka­dir olduklarına göre ilâç etmeğe ruhsat vermeyince çarşularda ve mecmâlarda fuzulî esvabların serüb ve hengâme ile cemiyetler edüb mücerred kendülere celb-i mal içün Müslümanlara buldukların ver­mesinler ve yaraya ve göze nesne koyub müşavere etmedin fuzulî kendü kendüne tabiblenüb hengâmegir olanları ve tıbba muhalif Müslümanlara nesne verenleri te’dib edüb inad ve muhalefet üzre olanları isim ve resimleriyle arz eylesün ki haklarında emr-i şerifim ne vech ile sâdır olursa mucibi ile amel oluna min ba’din emr-i şeri­fimle amel olunmak içün suretin sicill-i mahfuza kayd ettiğünden sonra aynı ile emr-i şerifimi müşarünileyh elinde ibka edesin. 8 c. 981 (Ahmet Refik, Onuncu asr-ı Hicride İstanbul Hayatı, s. 89).

Bu devirdeki tıbbi eserlerden ancak birkaçını saymakla yetine­ceğiz; bunlardan biri Menafi-ün-nâs (bkz. Üniversite kütüphanesi, Yıldız, tıp, 218; Topkapı Sarayı kitaplığı, K. 1066) adında bir kitap­tır ki, halk için yazılmış bir eserdir. Bu kitabın yazarı hakkında bib­liyografyalarda olan karışıklığı burada açıklamak pek yerindedir. Eserin yazarı olarak bazı nüshalarda, Tabib Kavsunî=Kaysunî-zade, bazılarındaysa, Derviş Nidaî diye gösterilmiş olması, bu karışıklığa sebep olmuştur. Gerek Brockelmann ve gerek başka Avrupah yazar­ların (mesela E. Blochet, Cat. des manucrits turcs de la Bibi. Nat, Paris) Kaysunî-zadenin adını Mehmed Bedreddin bin Mehmed Kavsunî Nidaî diye bildirmelerine bakılırsa, her iki yazarı aynı şahıs saydıkları anlaşılıyorsa da, Kahire yakınında Kavsun köyünden ye­tişme bir hekim ailesine mensup olan Kaysunî-zade, Kanunî Süley­man’ın hekimbaşısı olup, padişahın Sigetvar seferinde (1565) vefa­tında yanında bulunmuş ve cesedini tahnit etmiştir (bkz. Osmanlı Tarihleri ve özellikle olumluğu için Ataî, Zeyl-i Şakaik-ı Numaniye, s. 196). Halbuki Nidaî Menafi-ün-nâs adlı bu kitaba yazdığı bir sonsözde, «bu bende Derviş Nidaî Ankara hâkinden olup» diye başla­yarak, dört kardeşin en küçüğü olduğunu, seyahat yoluyle Kırım’a giderek, Han Sahib Giray’a hoca olduğunu, elçilikle Kanunî Süley­man’a gönderildiği sırada düşmanları tarafından Kırım Hanı katın­da, «Tatar Hanı haindir» diye padişaha bildirdiği yolunda iftira edil­diğini; bunun üzerine dönüşünce yedi yıl zindana atılarak, çıktıktan sonra tesadüf ettiği evlâd-ı resulden yüz yaşında bir pir (?) kendi­sine tıp öğretip, bu eseri yazdığını hikaye eder. Anlaşılıyor ki, bu iki yazarın birbiriyle zerre kadar ilişiği yoktur. Kaysunî-zadenin Arapça tıbba dair eserleri olduğunu Brockelmann'da (Suppl., II, 666) görüyoruz; ama bunların arasında Menafi-ün-nâs yoktur, Nidaî' nin, tam manasıyle bir hekim olmaması yüzünden, eserin öteden beri Kaysunî-zadenin sanılmış olması düşünülebilir. Zaten eserin doğrudan doğruya Kaysunî tarafından Türkçe yazılması, kendisinin doğru dürüst Türkçe konuşamadığı (bkz. Zeyl-i Şakaik, s. 197) bi­lindiğine göre mümkün değildir. Nidaî bu eseri, kısaltarak nazım şekline koymuş ve Selim Il.’e takdim etmiştir. Manzum eserdeki:

Âgeh ol tıbda bir kitab ittim Encüm-i tıbba âfitâb ittim Anı nesr eyledim fesahatten Bunu nazm eyledim belâgatten

beyitlerinden her iki eserin de Nidaî’ye ait olduğu anlaşılıyor. Ese­rin mensur ve manzum kısımlarında Osmanlı Türkiyesinde, belki ikinci defa olarak, frengiden ve tedavisinden bahsedilmektedir. Tıp Fakültesi eski tıp tarihi hocası Dr. Galip Ata (Ataç), frenginin ve tedavisinin manzum tarifini görünce, Kaysunî-zadenin Sultan Sü­leyman maiyetinde Macaristan ve Avusturya seferlerinde bulundu­ğunu düşünerek, Latince meşhur Syphilis (1) manzumesinin yazarıGirolamo Frocastro’ya rastladığını ve ondan görerek frengi hakkın­da manzum bilgi verdiğini farz ve tahmine kalkışmışsa da, eserin Kaysunî-zadenin değil, Derviş Nidaî’nin olduğu anlaşılınca, Bükreş IX. tıp tarihi kongresine tebliğ edilen bu varsayım suya düşmüş olur (bkz. Galip Ata, Evolution de la medetine en Turquie, Bucarest, 1932).  .

Yine bu devre ait olduğunu dilinden bir dereceye kadar tahmin edebildiğimiz yazarı, kopyacısı, kopya tarihi ve yeri belli olmayan Kamus-ül-hikme ve’t-tıb adh, dikkate değer bir eser daha vardır (bkz. Veliyeddin Efendi kütüphariesi, 2527). İlk bakışta yalnız tıbba ait gibi görünen bu garip kamus yazarı, İbn Baytarda, Kamus-ül -hikme’deki maddeleri kolay bulabilmek için elifba sırasıyle tertip ettiğini söylemesine göre, bu iki eserden bir derleme yapmış ola­caktır. "Âbzen” kelimesini anlatırken, faydalı otlar ve yapraklarla kaynatılıp, bele kadar girilen suya âbzen denildiğini ve buna en zi­yade loğusalık halinde bulunan kadınların ve mesane ve böbrek taşı olanların rağbet ettiklerini ve daha birçok hastalıklara bu banyola­rın faydası olduğunu söyledikten sonra, bu banyo suyuna Türkçede «ferman ve derman suyu» denildiğini nakleder. İşte bu suretle, elif­ba sırasıyle tıbbi madde başları gidip dururken, birdenbire araya adi lügatler, felsefi deyimler, Hişamiye, Yakubiye tarikatları, güneş ve ay tutulmaları, hatta vefkler girmektedir. Yazar her lügat ve de­yimin Arapçasının arkasından, Farsçasmı ve hele bütün bunların Türkçesini bulmuş ve ilave etmiştir.

Adı ve tarifi yukarıda geçen İbn-ün-Nefis’in Mutiz'inin, şehzade Mustafa’nın hekimlerinden birinin isteği üzerine, şair Sürurî tara­fından çevirisi (bkz. Üniversite kütüphanesi, Yıldız, tıp, 277) cüm­le cümle yapılmış ve kimi vakit açıklanmıştır; Arapça tıp dilini öğ­renmek isteyenler için pek faydalı bir eserdir.

Bu yüzyılda, üç Osmanlı padişahı (Kanunî Süleyman, Selim II., Murat III.) zamanlarında Osmanlı imparatorluğu sınırları içinde ye­tişmiş ve eserler yazarak pek meşhur olmuş bir Osmanlı-Arap heki­mi vardır ki, onu da burada anmak lazımdır. Bu zat, el-darir (kör), el-ekmeh (anadan doğma kör) ve hayra yorma kabilinden bazen el-basir (iyi gören) lakaplarıyle meşhur olan Davud bin Ömer-ül -Antakî’dir. Suriye’de ve Mısır’da, 1511 ve 1599 yılları arasında, yaşamış olan bu bilgin hekim, aynı zamanda bir filozof ve matema­tikçiydi. Kendisi Yunanca öğrenmiş ve birçok eserler yazmışsa da, bizi burada ilgilendiren eseri Tezkiret-ill-elbâb adı ve kısaca Tezkire-i Antakî unvanıyle Türkiye'de ve bütün Müslüman memleketle­rinde meşhur olan mühim bir kitabıdır ki, 1254 ve 1324 hicri yıllan arasında Mısır'da yedi defa basılmıştır. Eseri 976 yılında yazmaya başladığını bir münasebetle söylüyor (bkz. aynı eser, Mısır, 1302, I, 21). Önsözde, tıbbın genel bilgileri verildikten sonra, tıp müfre­datının kendinden önce tertip edildiğini söyleyip, bu ilimde şöhreti olan Yunan ve Arap bilginlerini teker teker sayar. Müfredat bahsini îbn Baytar'ın El-Cami' adındaki ünlü eserinden geniş bir surette al­dığı muhakkak olmakla birlikte, yazarın kendi denemeleriyle elde ettiği birçok ilaçlardan da bahseder; hatta îbni Sina, Kanun'da 800 basit ilaç saydığı halde, Antakî 1712 ilaç saymaktadır. [Ek -35], Bun­dan sonra, kısaca teşrihten bahsedip, fazla ayrıntılar için, kendi ese­ri olan Nüzhet fi’t-teşrih’e müracaati tavsiye eder. Eserin ikinci kıs­mında, elifba sırasıyle, hastalıkların tedavilerini anlatıp dururken, baytar kelimesinde hayvan hastalıklarında, coğrafya kelimesinde bu kelimenin Yunanca bir kelime olup, bu ilmin tıpla çok ilgisi oldu­ğundan, iklimlerin hastalıklar üzerine etkisinden ve geometri keli­mesinde bu ilmin konutların yapılmasında tıpla ilgisi bulunduğun­dan bahisle hatta kendisinin, Keşf an-il-müşkilât adlı, geometri üze­rine eseri olduğunu söyler.

Tıbba dair ikinci önemli eseri, Mısır’da mirliva (alemdar) Derviş Çelebi bin Mustafa’nın övgüsüyle başlayan ve Tezkire’nin kena­rında basılmış olan En-nüzhet-ül-mübhice fi teşhiz-ül-ezhandır. Bun­da bugün genel patoloji dediğimiz bahisler, felsefî bir yolda yazıl­mıştır; yazar, kendisinden önce, bu yolda kimsenin bir eser yazma­dığını söyleyerek, iftihar eder. Bundan başka, İbni Sina’nın Kanun'una Nazm-kanun-çek adiyle bir şerh de yazmıştır. Antakî’nin başka eserleri ve dikkate değer hayat hikayesi için İslâm Ansiklope­disinde tarafımdan yazılan makaleye müracaat olunabilir (I, 454).

Yukarıki sayfalarda, bu yüzyılda müspet ilimlerin Osmanlı Türkiyesindeki halinden kısaca bahsettik; şimdi bir iki satırla genel, kültürel bazı noktalara değineceğiz.

Bu yüzyılda Türkiye'de henüz matbaa kurulmadığı gibi, basılı kitapların bile Türkiye’ye sokulması serbest olmadığını ve Arapça, Farsça kitapların Türkiye’ye girip satılmasına, ancak padişahın fermanıyle, müsaade edilebildiğini söylemek lazımdır. Mesela 1594 yı­lında Roma’da basılan Euklides’in, Nasireddin Tusî tarafından Arapçaya çevrilen Tahrir-i Euclidis (1) adlı eserinin Türkiye’ye sokulması ve satılması için, 996 tarihli bir ferman çıkarıldığını biliyoruz (bkz. Mustafa Nuri Paşa, Netaic-ül-vukuat, III, 120; Selim Nüzhet, Türk matbaacılığı, İstanbul, 1939, s. 22; fremanın tıpkıbasımı için bkz. aynı eser, levhalar).

Yine bu yüzyılın düşünce hayatı hakkında genel bir fikir ver­mek için, şunu söylemelidir ki, Murat III. zamanında Türkiye’ye gelerek, Histoire du Şerait et de la Cour (Paris, 1633) adiyle bir eser yazan Michel Baudier’den aldığımız bilgiye göre, o zaman Osmanlı memleketinde 120 medrese, 89 hastane ve 9000 öğrenci bulunmak­tadır. Medreselerde artık öğrencilerin derslerine çalışmadıkları ve daha ziyade zevk ve safaya, sefahat âlemine daldıkları ve bundan dolayı, Murat Ill.’ın, bazı şiddetli tedbirler alınmak üzere, öğrenci sayısının araştırılmasını emrettiğini de öğreniyoruz. Öğrencilerin dersleriyle uğraşarak, derece derece medreselerini terfi etmeleri ge­rektiği hakkında, 29 şevval 983 tarihli bir ferman daha çıkarılmıştır ki, bir sureti Ahmet Refik'in Onuncu Asr-ı Hicride İstanbul Hayatı adh eserinde bulunmaktadır (s. 50).

Bu devirde, Osmanlı Türkiyesinde, üç kişinin düşünme özgür­lüğü uğrunda idam edilmiş olduğunu biliyoruz. Bunlardan biri Kabız-ı Acemi adh ulemadan bir zattır. Bu Kabız, Isa’nın Peygamber’e üstün sayılması gerektiği ve başka bazı iddialarla ortaya çık­mış ve her gezdiği yerde bu düşüncelerini yaymaya başlamıştı. Ka­nunî Süleyman zamanının ünlü sadrazamlarından İbrahim Paşa dev­rinde Kabız yakalanarak. Divana getirilmiş ve orada hazır bulunan Rumeli kazaskeri Fenarî-zade Muhyiddin’le Anadolu kazaskeri Ka­diri Efendiler tarafından yargısı yapılmışsa da, bu yargılamada Kabız’ın iddiaları dinlenip reddedilecek yerde, kendisine karşı «şebb ü şetim ve teddid ika’» olunmuş (sövülmüş ve tehdit edilmiş) ve sanık ise iddiasının doğruluğu ispat için, türlü türlü ayetler, hadisler ileri sürmüştür. Bu kanıtları kazasker efendiler reddedemeyince, Kabız, Divandan serbestçe çıkıp gitmiştir. Bu muhakemeyi kafes arkasın­dan dinleyen padişah, veziri İbrahim Paşaya bu imansızın susturulamayışına sebep ne olduğunu sorunca, paşa, kazaskerlerin bilgi­sizliğini ileri sürmüş ve bunun üzerine Kabız, ertesi günü yeniden yakalanarak, Divana getirilmişti. Bu defa padişahın emriyle, müftü Şemseddin Ahmet Kemal Paşa-zade, yani Ibni Kemal ve İstanbul kadısı Sadi Çelebi muhakemeye memur edilmişti. Bu ikinci muha­kemede Ibni Kemal, Kabız’ın iddialarını çürütmüş ve İstanbul ka­dısı da katline hükmeylemiştir (bkz. Peçevî, Tarih, I, 124; Âli, Kilnh -ül-ahbar, yazma, kısım IV, vakıa XVII). Bu garip zatın kim ve ne­reli olduğuna dair fazla tafsilat bulamadık; herhalde düşündüğünü açık söyleyen ve misyoner tabiatlı bir adam olduğu anlaşılmaktadır. Murat III. zamanında, bir de Hamza adh biri, aynı dinden çıkma suçuyle (ilhad cürmü) idam edilmiştir.

Üçüncü ve en önemli kimse, İstanbul’da Behram Kethüda med­resesi müderrisi, Nadajh Sarı Abdürrahman adh bilgindir. Kendisi, Divanda Rumeli ve Anadolu kazaskerleri tarafından yargılanarak, idama mahkûm olmuştu; vaktin sadrazamı Tırnakçı Haşan Paşa idama sebep ne olduğunu sorunca, Anadolu kazaskeri Esat Efendi karşılık olarak yazdığı mektupta diyor ki:

«Sultanım Nadajh hakkında sual buyurulmuş böyle zındık gör­medim haşr-ü neşir ve cennet-ü cehennemi ve sevab-ü ikabı bilkülliye inkâr edip Eveleysellezi halâkassemavati vel’arda bikadirin... (1) nass-ı kerimine ne dersin Yevme tübeddelül-ardu gayrel’ardi (2) veVessemâvâtü matviyyâtün biymennihi (1) nususuna ne dersin de­dim te’vili ve tevcihi vardır, murad yine bu inşada olan ahvaldir dedi. Yevme yekûnnünnâsü kelfiraşilmebsusi ve tekûnülcibâlü kel’ıhnilmenfuşi (2) ne demektir dedikte dağlar gibi adamlar âlemde pe­rişan olurlar demektir dedi. Ve hatta çok nusus-i kaviye ile şiiphe-i rediesin izale ve kabul-i hakka imale kasdeyledik mecal olmadı bu mretebe zındıktır. Kusur-i aklında eğerçi şüphe yok feemma daire-i tekliften hariç olacak kadar mecnun değil idi. Zu’munca hayli idare-i bahs eyledi. Mecnun te’vili nususa kadir olmaz. Zındığın ise bâdelahz tevbesi makbul olmayıp bilâ tehir katli vacip olmakla şer’i şerif mucibince katline hükmolundu, hazretiniz hazır olsanız kendi elinizle katli caiz idi. Kendi zu’m-i fasidince dünya belâsından halâs oldu, Müslimiyin dahi elinden ve din-i İslâm dilinden halâs buldu» (bkz. Naima, Tarih, I, 326, 1011 senesi vakayii).

işte bu suretle zındık (Allaha ve ahrete inanmayan) olduğuna hükmedilen Abdürrahman Hoca (Sarı Abdürrahman), yukarıki ifa­delerinden anlaşıldığına göre, âlemin sonsuzluğuna ve bu âlemde tabiat kanunları üstünde olaylar olamayacağına inanmış bulunuyor­du. Bu düşüncesinin cezasını çekerek, Batının bu yüzyılda yetişen, büyük filozoflarından Giordano Bruno’nun Roma’da yakıldığının (1600) ertesi sene İstanbul’da idam edilmiştir.

« « «

Osmanlı Türkiyesinde, XV. yüzyılın ortasından XVII. yüzyılın ilk senelerine kadarki, ilim faaliyetini kısaca hikaye eden son iki bölümün aldığı, bu devirde, Batıdaki ilim faaliyetine çarçabuk bir göz atmak faydadan hali değildir. Bundan önceki özette bahsettiği­miz gibi, Rönesans artık hümanizm halinde başlamış ve öte yandan,, müteharrik harflerle basım usulünün icadıyle Yunanca ve Latince ilmi eserlerin basılmasına sıra gelmişti. Bu yüzyıllarda birçok bü­yük simalar ilim göklerinde, yeni yıldızlar gibi, parlamaya başlamış­tır. Bunlardan biri İstanbul’un Türkler tarafından fethinden bir yıl önce İtalya’da Floransa yakınlarında doğan büyük dahi Leonardo da Vinci (1452-1519), dehasının harikulade genişliği, bağımsızlığı, yepyeni düşünceleri, sezgilerinin doğruluğu, gözlemlerinin sağlam­lığı noktasından, sonradan daha çok takdir edilmiştir. Aynı zaman­da büyük bir sanatçı olan bu zatın sanatı tabiatıyle bizim çerçeve­nin dışında kalır (1). XIX. yüzyıl başlarına kadar yalnız sanatçılığıyle tanınan bu büyük adamın, Milano'da Ambrosiana kütüphane­sinde bulunan, el yazmaları ve not defterleri 1796’da Paris’e götü­rülmüş ve orada Academie Française’in kütüphanesine konulmuş­tur. Bu yazmalar orada Venturi tarafından incelenmişse de, asıl il­mi ve teknik düşüncelerini toplayan yazmalar mecmuası=Codex atlanticus, 1815 yılında yeniden Milano kütüphanesine geri verilmişti. Bu yazmalar, Fransızca çevirileriyle birlikte, ancak 1881 yılında Pa­ris’te Les Manuscrits de Leonard de Vinci adı altında yayınlanmış­tır. Gerçi, bu tarihten daha önce, Libri'nin matematik tarihinde bu zattan bahsedilmiş idiyse de, nihayet 1906 yılında ünlü Fransız fi­zikçisi P. Duhem’in makaleleriyle, Leonardo’nun ilmi değeri, özel­likle mekanikteki buluşlarının Galilee'nin keşiflerini hazırladığı fik­ri ileri sürülmüştür. Bundan başka, da Vinci teknik alanında uçma makinelerini, paraşütleri daha o vakit düşündüğü gibi, görme işi­nin fizyoloji ve fiziğini oldukça kavramış ve öte yandan da insan teşrihi üzerinde çalışarak, bugün Ingiltere’de Vindsor sarayında sak­lanmakta olan gayet güzel teşrih levhalarını yapmıştır.

Leonardo gibi ressam olan Nürnbergli Albrecht Dürer de bu de­virde insan teşrihi üzerinde incelemeler yapıyor, matematik ve fi­zik üzerinde çalışıyordu.

Tıp ilminde devrin dillerde dolaşan bilgini ise, Osmanlı tıp ta­rihini en çok ilgilendiren Paracelsus'tur (1493-1541). Ancak XVII. ve XVIII. yüzyıllarda Türkiye’de tıp âleminde çok adı geçen bu zattan biraz bahsetmek lazımdır. Asıl adı Aureolus Philippus Theophrastus Bombastus von Hohenheim olan, isviçreli bu tıp hocası, Luther’in Hıristiyan dininde meydana getirdiği «reforme» hareketi gibi, tıpta bir reform hareketi yapmaya çabalamış, fakat, kibir ve gururu ve herkesi bir yolda kırması yüzünden, başaramamışsa da, o vakit mut­lak egemen durumunda bulunan Galenos ve ibni Sina tıbbına karşı savaş açarak, bu yazarların kitaplarını, biraz önce Luther’in papa­nın emirnamesini yakmasını takliden, yakarak, derse başlamıştır. Bir de, o vakte kadar okutma dili olan Latinceyi bırakarak, profesör ol­duğu Bâle şehrinde Almanca ders vermiş ve kitaplarını Almanca yaz­mıştır. Paracelsus’un gayet garip isimli eserleri vardır. Bu zatın tıp­ta asıl yeni prensibi, kimyanın tedaviye uygulanması, yani yalnız bit­kisel ilaçların değil, madensel bileşiklerin de kullanılmasıydı; çün­kü, Paracelsus’a göre, hastalıklar vücudun kimyasal bileşiminde meydana gelen bozukluklardan ileri gelmekte olduğu için, bu kim­yasal bileşime giren maddelerin vücuda sokulması, yahut vücuttan çıkarılmasıyle tedavi mümkün olabilirdi. Bu usule sonradan tıpta «iatrochimie» adı verilmiştir. Öte yandan macrocosme'un (büyük ev­ren) microcosme (küçük evren=insan) üzerine büyük etkisi oldu­ğuna inanan ve hatta bu yüzden bazen mistisizme bile düşen yaza­rın üslûbu gayet çetin ve kendisine mahsus olarak kullandığı de­yimlerin anlaşılması pek güçtür. Mesela Yunan felsefesinin «dört eleman »ı yanma koyduğu üç elemandan birine sulphur adını ver­mişti; bu deyim, asla kükürt demek olmayıp, yanmanın asıl mad­desini ifade ederdi. Civa deyince bütün madenleri kapsayan nitelik ve prensipleri ve bunlar arasında sublimation’u, sa/e=tuz dediği zaman da, kimyasal bir bileşiğin ateşe dayanan ve değişmeden kalan kısmını anlamak lazımdı. îşte bu zor anlaşılır yazar, kitaptan zi­yade, tabiatın incelenmesi taraflısı olmuş ve diyar diyar dolaşmış­tır; hatta bir yazısında «ilim ve sanat bir memleketin malı değildir, onu her yerde aramak lazımdır; insan hocasını kendi evinde soba­nın arkasında bulamaz» diyerek, kitaba benzettiği tabiatın yaprak­larını çevirmek saydığı gezilerini mazur göstermek istemiştir. Her halde, dikkate değer, fakat eksantrik bir kimse olan Paracelsus, ha­yatını büyük sıkıntılar içinde, bütün meslektaşları tarafından ha­karet görerek, Salzburg’da bitirmiştir. Fakat, her ne olursa olsun, bu garip halli adam, kimyanın amacının altın yapmak olmadığım kuvvetle söylemek suretiyle, bu ilmin, en önemli uygulama alanla­rından biri olan, tıbba girmesini, ilkönce, ısrarla savunan bir ya­zardır (1).

îşte bu zatın düşünceleri XVIII. yüzyılda, doğrudan doğruya eserleriyle olmasa bile, ağızdan ağza, özellikle gayr-i Müslim hekim­ler aracılığıyle, Osmanlı Türkiyesine de geçmiştir. Aşağıda görüle­ceği üzere, Salih bin Nasrullah’ın Gayet-iil-itkan adındaki eserinden başka, hiçbir çeviride Paracelsus'un adının yanında eserlerinin adı geçmez; halbuki bütün çevirilerin adı Terceme-i Parakelsustur.

Yine bu devirde modem madenler ilminin babası sayılan George Agricola, madenler ve fosiller hakkında, değerli bilgiler vermiştir.

Matematikte de bu devir, modern bir safhaya başlangıç oluyor. Ahlaki prensiplere itaatsizliğiyle meşhur olan Jerome Cardan, üç bilinmezli denklemlerin çözümü için meşhur olan usulünü yayınla­dığı gibi, yazdığı cebir kitabiyle, ortaçağ cebir usullerine son veri­yordu. Botanik ilmi de bu devirlerde, ünlü Alman botanik bilgini Leonard Fuchs’un (1501-1566) sayesinde, büyük bir gelişme kazan­mıştı. Bu zatın adı, meşhur güzel fuchsia çiçeklerine verilerek, «ye­şil bir ölümsüzlüğe» eriştirilmiştir.

Yine bu yüzyılda anatominin kurucusu sayılan Flamand Andreas Vesalius (1514-1566), Louvain ve Paris üniversitelerini pek muhafazakâr bularak, Padua'da profesörlüğe geçmiş (1537) ve ora­da gerçekten anatomide yeni bir çağ açmıştır, tik olarak, doğrudan doğruya ölüyü açarak, öğrencilere göstermek usulünü kurmuş ve bu suretle eskilerin biri kitaptan okuyan=lector, öteki anatomi par­çalarını gösteren=demonstrator görevini kendi nefsinde toplamıştır. Bu çalışmaların sonucu olarak, beş yıl içinde meşhur eseri De corpus humani f ab rica yı yayınlamıştır ki, bu eser modern anatomi ve fiz­yolojinin temel taşı sayılır. Kasların kasılışını gösteren resimleri za­manın bütün anatomi eserlerine geçmiş olduğu gibi, kanın dolaşı­mında, pek iyi bildiği Galenos teorisini eserine almakla birlikte, ka­nın sağ kalpten sol kalbe, aradaki perdenin delikleri yoluyle geçti­ğinde şüphesini meydana vurmaktan çekinmemiş, bu perdede gözle böyle delikler görmek kabil olmadığına dikkat çekmekten geri dur­mamıştır.

Bu devrin en büyük ve en önemli keşfi, şüphesiz ki, astronomi alanında olmuş ve bütün ilim âlemini baştan aşağı sarsmıştır. Po­lonyalI Nicolaus Koppemikus (1473-1543) —ki, kısaca Kopernik di­ye meşhurdur— Yunan bilginlerinden Philelaus ve Aristarkhus'un eserlerinin incelenmesiyle eriştiği sonucu, yani evrenin merkezinin arz olmayıp, güneş olduğunu ve bütün gökcisimlerinin güneş etra­fında döndüklerini ispat ederek, yüzyıllardan beri hüküm süren Ptolemaios astronomisini bir vuruşta yıkmıştı. Bu hususta yazdığı De revolutionibus orbium coelestium adlı eserini, basılmış bir halde, ancak ölüm döşeğinde görmeye muvaffak olmuştu (1543).

Öte yandan, XVII. yüzyılın ilk senesinde, Roma'da şimdi heyke­linin bulunduğu meydanda odunlar üzerinde, Inquisition mahkemesi kararıyle, yakılan filozof Giordano Bruno (1547-1600), bizim âlemi­mizden başka âlemler olduğunu, evrenin zaman ve uzay içinde son­suz olduğunu ve bütün evrene yaygın bir ruhun varlığını iddia et­miştir. Cena de le Ceneri, yani «Perhizin ilk çarşambası yemeği» adlı eserinde, arzın güneş etrafında döndüğünü tekrar eden zavallı filo­zof yukarıda söylediğimiz akıbete uğramıştı.

Ingiltere’de Kraliçe Elisabeth’in özel hekimi olan William Gilbert de, Bruno’nun evren görüşüne katıldığı gibi, mıknatıs ve mık­natıslı maddeler, özellikle pusula üzerine önemli bir eser yayınla­mıştır.

îşte en belirli çizgileriyle özetlemeye çalıştığımız bu ilim hare­ketinden Osmanlı Türkiyesinin asla haberli olmadığı, yukarıki say­faların okunmasıyle, pekala anlaşılır. Anatomi, hep îbni Sina'nın ve nihayet îbn Nefis’in anatomi ve fizyolojisi, tıp, ufak tefek göz­lemlerin eklenmesiyle, Galenos ve tbni Sina'nın tıbbidir. Kopernik'in bütün bir sistemi yıkan keşfinden Osmanlı Türkiyesi haberli olmak şöyle dursun, Takyeddin rasathanesi, «rasad-i cedid» diye hâ­lâ Ptolemaios astronomisi üzerinde çalışıyordu. Kısacası Türkiye, bu devirde müspet ilimler noktasından, dışarıya karşı kuvvetli bir setle kapanmış ve âdeta Batıyla hiçbir teması olmamış gibidir. Fa­kat bundan sonraki devirde Batıyla temas, gayet geç ve uzaktan bile olsa, başlamıştır ki, gelecek bölümün en önemli konusunu bıı te­maslar teşkil edecektir (1). 


Bu blogdaki popüler yayınlar

TWİTTER'DA DEZENFEKTÖR, 'SAHTE HABER' VE ETKİ KAMPANYALARI

Yazının Kaynağı:tıkla   İçindekiler SAHTE HESAPLAR bibliyografya Notlar TWİTTER'DA DEZENFEKTÖR, 'SAHTE HABER' VE ETKİ KAMPANYALARI İçindekiler Seçim Çekirdek Haritası Seçim Çevre Haritası Seçim Sonrası Haritası Rusya'nın En Tanınmış Trol Çiftliğinden Sahte Hesaplar .... 33 Twitter'da Dezenformasyon Kampanyaları: Kronotoplar......... 34 #NODAPL #Wiki Sızıntıları #RuhPişirme #SuriyeAldatmaca #SethZengin YÖNETİCİ ÖZETİ Bu çalışma, 2016 seçim kampanyası sırasında ve sonrasında sahte haberlerin Twitter'da nasıl yayıldığına dair bugüne kadar yapılmış en büyük analizlerden biridir. Bir sosyal medya istihbarat firması olan Graphika'nın araçlarını ve haritalama yöntemlerini kullanarak, 600'den fazla sahte ve komplo haber kaynağına bağlanan 700.000 Twitter hesabından 10 milyondan fazla tweet'i inceliyoruz. En önemlisi, sahte haber ekosisteminin Kasım 2016'dan bu yana nasıl geliştiğini ölçmemize izin vererek, seçimden önce ve sonra sahte ve komplo haberl

FİRARİ GİBİ SEVİYORUM SENİ

  FİRARİ Sana çirkin dediler, düşmanı oldum güzelin,  Sana kâfir dediler, diş biledim Hakk'a bile. Topladın saçtığı altınları yüzlerce elin,  Kahpelendin de garaz bağladın ahlâka bile... Sana çirkin demedim ben, sana kâfir demedim,  Bence dinin gibi küfrün de mukaddesti senin. Yaşadın beş sene kalbimde, misafir demedim,  Bu firar aklına nerden, ne zaman esti senin? Zülfünün yay gibi kuvvetli çelik tellerine  Takılan gönlüm asırlarca peşinden gidecek. Sen bir âhu gibi dağdan dağa kaçsan da yine  Seni aşkım canavarlar gibi takip edecek!.. Faruk Nafiz Çamlıbel SEVİYORUM SENİ  Seviyorum seni ekmeği tuza batırıp yer gibi  geceleyin ateşler içinde uyanarak ağzımı dayayıp musluğa su içer gibi,  ağır posta paketini, neyin nesi belirsiz, telâşlı, sevinçli, kuşkulu açar gibi,  seviyorum seni denizi ilk defa uçakla geçer gibi  İstanbul'da yumuşacık kararırken ortalık,  içimde kımıldanan bir şeyler gibi, seviyorum seni.  'Yaşıyoruz çok şükür' der gibi.  Nazım Hikmet  

YEZİDİLİĞİN YOKEDİLMESİ ÜZERİNE BİLİMSEL SAHTEKÂRLIK

  Yezidiliği yoketmek için yapılan sinsi uygulama… Yezidilik yerine EZİDİLİK kullanılarak,   bir kelime değil br topluluk   yok edilmeye çalışılıyor. Ortadoğuda geneli Şafii Kürtler arasında   Yezidiler   bir ayrıcalık gösterirken adlarının   “Ezidi” olarak değişimi   -mesnetsiz uydurmalar ile-   bir topluluk tarihinden koparılmak isteniyor. Lawrensin “Kürtleri Türklerden   koparmak için bir yüzyıl gerekir dediği gibi.” Yezidiler içinde   bir elli sene yeter gibi. Çünkü Yezidiler kapalı toplumdan yeni yeni açılım gösteriyorlar. En son İŞİD in terör faaliyetleri ile Yezidiler ağır yara aldılar. Birde bu hain plan ile 20 sene sonraki yeni nesil tarihinden kopacak ve istenilen hedef ne ise [?]  o olacaktır.   YÖK tezlerinde bile son yıllarda     Yezidilik, dipnotlarda   varken, temel metinlerde   Ezidilik   olarak yazılması ilmi ve araştırma kurallarına uygun değilken o tezler nasıl ilmi kurullardan geçmiş hayret ediyorum… İlk çıkışında İslami bir yapıya sahip iken, kapalı bir to