Ana içeriğe atla

  
 
Print Friendly and PDF

MOLLA LUTFÎ İLE İLGİLİ YENİ BÎR BELGE


  •  PDF  İNDİR

  • İSMET PARMAKSIZOĞLU

    Türk düşünce tarihinde Molla Lutfî olayı, çeşitli yönleriyle konu olarak günümüze değin değerini korumaya devam etmek­tedir.

    Milli Kütüphane yazmalarını Türkiye Yazmaları Toplu Kataloğu, TÜYATOK bünyesinde tasnif ederken rastladığımız zındıklık ve sapıklık ile ilgili bir risale[1] de kanımızca bu olaydan esinlenerek kaleme alınmıştır.

    Bilindiği gibi, edindiği bilgilerle öğünen, meslekdaşlarının ha­talarını, yaptıkları yanlışla hoş görmeyen, onları en ağır sözlerle taşlayan, bu yüzden de çevresinde kendisini sevmeyen bir aydınlar grubunun oluşmasına yol açan Molla Lutfî, 900 Rebiyülevvelinin yirmi beşinde (24 Aralık 1494) karşıtlarının ısrarlı istekleri üzerine Sultan II. Bayezid’in verdiği izin sonunda bir heyet önünde yargı­lanmış ve ölüme mahkûm edilerek Atmeydanı’nda idam edilmiştir.

    İşte bu olaydan esinlenerek yazılan elimizdeki risale, Şerhü’l- makasıd, Kadi İyaz el-Yahsubî’nin eş-Şifa fi tarifi hukuki’l-Mustafa ve es-Seyfü’l-meslûl gibi kaynaklarda zındıklık ve sapıklık konu­larındaki delillere dayanılarak ve Molla Lutfî’nin söz ve davranışları bunlara göre değerlendirilerek kaleme alınmıştır.

     واعلم ان هذه المجلة مرتبة على فصول فصل بالتعريف  بالزنديق فالزنديق عل ماذكر في شرح القاصد وشفاء قاضى عياض والسيف المسلول

    Söz konusu risalenin yazarı belli olmamakla birlikte, kanımıza göre kendini savunmak üzere Hatib zade’nin daha da kuvvetli bir ola­sılıkla İzarî Çelebi’nin kaleminden çıkmış olmalıdır[2].

    Risale iki bölümden oluşmaktadır, tik bölüm Molla Lutfî konu­sundaki görüşleri kapsamaktadır ki, bizi ilgilendiren de bu bölümdür. İkinci bölümde ise, yukarıda adlarını verdiğimiz kaynaklara dayanıla­rak zındıklık ve sapıklığın tarifi, İslam ulemasının bu konudaki görüş­leri ile onlara uygulanması gereken şer’î hadlerden söz edilmektedir. Buraya risalenin Molla Lutfî ile ilgili metnini alıyoruz

    . بسم الله الرحمن الرحيم

    الحمد لله الناصر لاوليائه والقاهر لاعدائه الذى استخلف الانبياء لتحسين افعال الخلائق واقوالهم وتزين قاوبهم بالعقائد الحقة واحوالهم و ليهدهم لرشاد ويجدرالعباد فازاح بهم القلة وازال لهم الشبهة ولم يزل تحدث موسومين لسبق الانبيا دون بعدهم من الولاة والامراء فن تمسك بهم فقيداً منا لعباد ومن صد عنهم فقد ركب الحساد وبعد فقد وقعت قضية غريبة فى خلافة لسلطان الاعدل الافضل الذى هوالاحسن ديناً والاصدق يقيناً والاوسع علما والاوقع حلما والاعظم قدراً والافحم ذكراً السلطان بن السلطان بن السلطان سلطان بايزيد بن محمد بن مراد خان مدالله سرورالصدرببقائه وسدثغورالفقر بعطائه وهى انه حدث فى زمن سلطان السلاطين فاتح حصن قسطنطين سلطان محمد الغازى شخص ملقب بلطف قهره الله تعالى بلفه وهومنطلق اللسان المطلق العنان منتسبالى الفذون مكتسب لجنون مبرزالفصاحة محرزالفضاحةغنى فى الطب عن لقانون والشفاء قوى فى الاحتياج الى التدريب فى قانون والشفاء وادعى المهارة فى الاحاديث والاخبار وانكرالنبوة غاية الانكار وعلى هذا سائر اقواله لشنيعة واحواله البتيعه فذكر بعض خيف العقل عند السلطان بالامانة وجعله اميناً للكتب فى الخزانة فاظهر الخيانة وعزل عنه الامانة وجعل مدرساً وعزل عنه فضرب وحبس ورد مكان مدرساً فى اثتاء الفترات ثم يدرج الى المدارس العالية والمناصب الغالية فابان باالغرور فساد خيانته واطال بالشرور حسار لسانه وتعرض لمستودعات الشريعة وتمسكك بمهملات ألفلاسفة فقلده جماعة كثيرة من الطلبة لسفهاء وجمهور عظيم من الجهلة السخفاء وكان اضلاله قوياً وكاد ان يكون اكثر الناس غويا فعرض الى عتبة السلطان زادالله تعالى عمره ونصره علىا لذين كفروا  فامر الاكابر وقضاة العساكر ولماحضرالشهود ونقل كلمات لمرجعة والمقالات لمتجعة انكبتعن عيون اهل المجلس الدموع والعيرات وضرب بايدهم واعضاءهم وحدثت الاصوات والنعرات فلما اذى الشود شهادتهم وعدلوا فظهركلمات فاخشة تعفنها ذنديقة وبعضها سب وبعضها ردة وبعضها لكلها دفع القاضيان وبعض العلما ماجرى فى المجلس الى الحفضورالسلطان وولى الحاضرين على وجه الجمع لبحكموا على طريق الشرع ووقع بينهم اختلاف الاراء وطال فى المجلس الجدال والمراد وبعد اللتيا والتى اتفقوا على الحكم بقتله وتطهير وجه الارض عن اضلاله وضله ثم حضر الوزرا فاستحسنوا اهل الامر واثق على السطان ثم ضرب السياف عنقه فنحسم مات الخبث وعرقه فن يشرب السم السموم فانه حقيق بانياب الميابا النواجز ولهذا

     

    Risalenin yazan, Müslüman yazarların geleneğine uyarak ko­nuya “hamdele” ile girdikten sonra, Allah’ın velilerine         لاوليائه bir atıf yapmaktadır. Dört satın bulan veliler övgüsünü yazarın, hiç ilişkisi olmayan bir konuda dile getirmesi, Molla Lutfî’nin ölümüne düzenlenen خلاف واقع بود ya da ولقد مت شهيداً ، تلف نفس نفيس tarih tamlamalarının etkisinde kaldığı kanısını kuvvetlendirmektedir, öyle ki şehid olarak öldü ülen Molla Lutfî, velilerle birlikte haşr olmak rütbesine eriştiği içindir ki yazar,

      الناصر لا وليائه و القاهر لاعدائه  

    Allah velilerinin yardımcısı ve düşmanlanın da kahredicisidir” ibaresiyle risalesine başlamış bulunmaktadır. Ayrıca olanı, çok garipsenen bir olay olarak nitelemektedir,        فقد وقعت قضيهً غريبهً  

    Biz bu anlatımı iki yönlü yorumlamaktayız. Bunlardan biri, bu tarihe değin Osmanlı Devletinde bir bilginin ya da, düşünülün düşüncelerinden ötürü öldürüldüğü bilinmediğinden olay garipsenmektedir. Gerçi daha önce Çelebi Sultan Mehmed devrinde Simavna Kadısıoğlu’nun öldü­rülüşü olayı varsa da, bu olayda Simavna kadısı oğlu medreselilerce çok eleştirilen Varidatındaki görüşlerinden dolayı değil, devlet düze­nine karşı bir eyleme karıştığından ya da, bu eylemde başı çektiğin­den öldürülmüştü. Ya da söz gelimi Fatih Sultan Mehmed devrinde Karaman’a sürgün edilen Şeyh Alaaddin-i Halveti çevresine top­lananlarla yönetim için tehlikeli bir kimse haline geldiğinden bu cezaya uğramıştı. Oysaki, Molla Lutfî’nin öldürülüşü onun hak­kında bugüne değin yazılanlardaki genel yargı olan “hısset-i ulema” çekemezliğin sonucu olmuştur ki, bu da garipsenecek bir gelişmedir 3.

    Yazar, Molla Lutfî’ye her şeye karşın saygılıdır. Ona bed-duâ ederken bile duygularını  قهره  الله  تعالى  بلطفه   “ulu Tanrı onu lutfuyla kahr eylesin” ibaresiyle belli etmektedir.[3]

    Burada yazın sanatlarından tezad ve telmih sanatını pek güzel bir biçimde kullanmıştır4. Kahır gibi acımasız bir kavramı lutuf gibi kandırıcı bir kavrama ortak etmekle Molla Lutfî’ye rahmet­lerden ötede bir hayır temennisinde bulunmaktadır. Düşünmek gerekir ki, imparatorluk devrinde ve bu tarihlerde Divan-ı hümâ­yundan çıkan bir kararın hem uygulama alanındaki acımasız işleyişi, hem de bu uygulamaya karşı çıkmak değil, tartışmaya bile olanak bulunmayışı yanında risale sahibi böyle bir ifadeyle yaklaşabilme yürekliliğini göstermiş olmakla alkışlanmaya layık bir kimse oldu­ğunu ispat etmiştir.

    Molla Lutfî’nin özelliklerini belirten satırlarında yazarın öteki kaynaklarla çelişkilere düşmeyen değerlendirmeler yaptığını görü­yoruz. Bütün kaynaklar, Molla Lutfî’yi keskin zekâlı, keskin dilli, bilimin birçok dallarında bilginlik derecesine ulaşmış, söz söylemekte ve hazır cevaplılıkta üstün yetenekli, geleneksel bilimlerin yanında akılcı bilimlere de ayrı bir önem veren, bilgisinden ötürü gururlu bir kimse olarak tanıtırlar3. Zekâsının parlaklığından ötürü Deli Lutfî diye ün yapan bu bilginin belgede aynı zamanda hekim olduğunu

    فى غنى فى القطب عن القانون والشفاء وقوى فى الاحتياج الى التدريب  

    قانون والشفاء

    sözlerinden anlamaktayız. O çağda bir kimsenin hekim sayılabilmesi için Ebu Ali İbni Sina’nın el-Kanun ve cş-Şifa adlı kitaplarını iyice bilmesinin şart olduğu bilgimizde olmakla, Molla Lutfî’nin bu bilim dalında da el-Kanun ve cş-Şifa’ya gereksinme duymayacak kadar bir güce sahip olduğu belirtilmektedir.

    Risale daha sonra Molla Lutfî’nin başka kaynaklarca da belir­tilen yaşam öyküsüne değinmektedir. Ancak burada onun Hadis biliminde beceri iddiasında bulunduğu ifadesi, Molla Lutfî’nin mah­kûmiyet iddianamesiyle bağlantılı olduğundan gerçekten saptırılmış bulunmaktadır.

    Zira Molla Lutfî’nin her gün Sahn-i seman’da öğleye değin süren derslerini tamamladıktan sonra Şeyh Vefa zaviyesine gittiği ve burada akşama dek hadis okuttuğu bilinmektedir. Yine risalede sehifü’l-akl

     سخيف العقل

    olarak tanıtılan kişinin Hızır Çelebi’nin oğlu Sinan Paşa olması gerekir. Bilindiği gibi Sinan Paşa vezirliğe değin yükselmiş büyük bir bilgin idi. Vezir olduğu yal yani 875 (1470) te öğrencisini Fatih’e hafız-ı kütüb olarak takdim etmişti. Molla Lutfî’yi Ali Kuşçu’dan matematik öğrenmeye özendiren, ülkede serbest düşünceyi yerleştirmeye çalışan bir bilgini zayıf, çelimsiz (sehif) akıllı sıfatıyla kabul etmek olası değildir. Molla Lutfî’nin Saray hafız-i kütüplüğünden alınmasının, sonra da müderrislikten uzaklaştırılmasının “hıyaneti zahir oldu”

     فاظهر الخيانة ibaresiyle belirtilmesi, herhalde Sinan Paşa’nın vezirlikten alınmasından sonra olmuş ve hıyanetinin de onun öğretmenine bağlılığının, Fatih Sultan Mehmed’in nedimliğine tercih etmesinden kaynaklandığının ifadesi olmak gerekir. Döğülmesi, hapse atılması ve sürgün edilmesi olayları da,

    ضرب وحبس ورد وعزل منه

    Sinan Paşa’nın sonu ile bağlantılıdır. Sinan Paşa, vezirlikten alındıktan sonra Sivrihisar’a müderrislikle sürgün edilirken, İznik’te tutuklanarak cinnet getirdi gerekçesiyle hapse atılmış ve Fatih’ in emiriyle, görünüşte tedavi amacıyla her gün yüz kırbaçla döğülmüştür. Ancak, Molla Lutfî ile ilgili kaynaklarda öğretmeniyle birlikte bulunduğu bu sırada onun da aynı cezaya çarptırıldığına dair bir bilgi yoktur. Sinan Paşa ile ilgili bu haberlerin, Fatih’in Molla’ya olan iğbirarı sonucu onu da kapsamına aldığı olasılığını akla getirmektedir. ikinci kez müderrisliğe atanması 1481’de Fatih’in ölümün­den sonra olsa gerektir. Biz, Molla Lutfî’nin en son Sahn-i seman müderrisi olduğunu biliyoruz. Risalede sözü edilen المناصب العالية yüksek makamların ne olduğunu bilmiyoruz. Gurura saplandığı, bu nedenle şeriatin kurallarına saldırıya geçtiği, felsefî görüşlere kapıl­dığı, çevresine halktan kalabalık bir kitleyi, kendi hevalarında السفهاء öğrencileri, cahil ve heveslerine düşkün kimseleri topladığı, sap­kınlığının kesin olduğu ve halkın çoğunu hemen hemen inkâra ulaş­tırdığı gibi eylemcilik iddialarına öteki kaynaklarda rastlamıyoruz. Kaynaklar, onun eleştiri ve taşlamalarına sınıf ayırtmaksızın vezir­lerin, beylerin ve ulemanın hedef teşkil ettiklerini ve onların Molla Lutfî’yi bir bahane ile aradan yitirmekte birleştiklerini, Îzarî Çelebi ile olan tartışmadan sonra ise Sultan II. Bayezid’in ona duyduğu, kırgınlığı fırsat bilerek ünlü hadis dersi olayını düzenlettirdikleri  konusunda birleşirler. Sultan II. Bayezid’in ona kızgınlık duyduğu Molla’nın dile getirdiği şu dizeden de anlaşılmaktadır. Tutuklanıp hapse atıldığı zaman Padişah’a ve karşıtlarına o, şöyle seslenmiştir.

    Öldürmeyince mihr ü vefa itmezem demiş, Ger eylerse mihr ü vefa öldürün beni.

    Böylece ulemanın isteğiyle tutuklandıktan sonra kazaskerler tarafından yargılandı Risale, yargı sırasında tanıkların dinlendiğini söylüyor; ama sayılarını bildirmiyor . Yine risaleden öğrendiği­mize göre karşıtla, yargılanmakta iken büyük bir kalabalık oluşturmuşlar, bunlar naralar atarak, bağıp çağırarak ve Molla’yı dövüp, tartaklayarak olay çıkarmışlardır. Risaledeki

    فظهركلمات فاخشة تعفنها زنديقة وبعضها سب وعضها ردة وبعضها لكلها

     “kokuşmuş zındıklığını apaçık ortaya koyan sözleri meydana çıktı. Bunlan kimi küfür, kimi inkâr, kimi de hepsiydi.” ibareleri ile öteki kaynaklar karşılaştırıldığında bu iddialara rastlanmamaktadır. Bunun aksine savunmasında onun mümin bir kimse olduğu ilkesinde direndiğini, hatta idamı sırasında bile şehadet getirdiğini söylerler. Biz, onun bütün kaynaklarda belir­tilen bilgisine, zekâsına, hazır cevaplılığına karşın savunmadaki bu yıl­gınlığının anlaşılamadığını işaretle yetineceğiz. Yargıdan sonra durum kimi ulemaca Sultan Bayezid’e iletildi ve ondan gereği ne ise yapıl­ması konusunda gerekli ferman alındı.

    Kanımızca risaledeki و بعض العلماء ماجرى فى المجلس الى حضورالسلطان

    ifadesiyle belirtilen kimseler, onun iki azdı düşmanı olan Hatib zade ve Îzarî Çelebi’lerdir. Bunlar yargı sırasında olay çıkartmışlarsa da konu­ya ancak bu safhada müdahale edebilmişlerdir. 

    Az sonra da                                                                                                        

    وقع بينهم اختلاف الاراء

    sözleriyle hüküm konusunda aralarında anlaşmazlık

    çıktığı belirlenmektedir. Gerçekten de Îzarî Çelebi’nin, Molla’nın idamında tereddüte düştüğü ve sürgünle yctinilmesi fikrinde olduğu bilinmektedir. Yine دفع القاضيان sözlerinde biz, kazaskerlerin Molla

    Lutfî hakkında bir hükme varmadıkları sonucunu çıkarmaktayız. Onun ölüm hükmü, Hatibzade’nin baskısıyla Divan’daki ikinci toplantıda uzun tartışmalardan sonra alınabilmiştir. Bunda vezir­lerin destekçi oldukları فاستحسنوا اهل الامر “yöneticiler bunu uygun buldular” ibaresinden çıkarmak olasıdır. Padişah da Divan’ın bu hükmünü onaylayınca واثق على السطان Molla Lutfî yukarıda belirt­tiğimiz dizedeki istiğnası ile 900 Rebiyülevvelinin yirmibeşinci Per­şembe günü ölümsüzler arasına katılmış oldu.

     

     



    [1] 06 Mil A 3431/6’da kayıtlı olan bu risale, bulunduğu mecmuanın 33 a-b yaprağına yazılmıştır.

    [2]  Kaynaklarda belirtildiğine göre, Molla Lutfî’nin en büyük hasımları bu iki bilgin idi. Bunlardan Hatibzade, Seyyid Şerif-i Cürcanî’nin Haşiye-i tecrid’ine yaptığı şerh ile Molla Lutfî’nin diline düşmüştür. Haşan Çelebi. Tezkire. Yay. 1. Kutluğ. Ankara II. Bu yüzden ona karşı amansız bir kin besliyordu. Onun idamı hükmünü de bu ısrarı sonunda elde edebilmiştir. Ölümünden sonra evine döndüğünde “Çok şükür, kitabımı Molla Lutfî’nin dilinden kurtardım” demekle olayda ne denli medhali olduğunu da itiraf etmişti. İzarî Çelebi ise, Sultan II. Bayezid’in huzurunda Nevâkıs-i vuzû “abdestin eksiklikleri” konusunda yapılan bir bilimsel tartışmada Molla Lutfî tarafından hakaretlerle dolu bir konuşmayla eleştirildiğinden ona diş bilemekteydi. Tartışmanın böyle çirkin sözlere dönüşmesinden Sultan II. Bayezid tedirgin olmuş ve Molla üzerindeki himayesini kaldırmıştı. Ne var ki, yargı sonunda sıra hükme gelince İzarî Çelebi idam hükmüne yanaşmamış, bu yüzden de risalede belirtilen tartışmanın açılmasına neden olmuştu. Onun böyle bir hükümden kaçınmasını biz, oğlu Mehmed Çelebi’nin Molla Lutfî’nin öğrencisi olmasına bağlıyoruz. Bu risaleyi yazmasını da bir çeşit vicdan muhasebesi yaptığı biçiminde yorumluyoruz. Hoca Sadeddin. Tacü’t-tevarih. Yay. İsmet Parmaksızoğlu. İstanbul

    [3]  Bu yazın sanatım ifade eden terkibi Sayın Hikmet İlaydın şu mısra ile dilimize çevirmiştir:

    Lutfiyle kahr eylesin Allah anı


    **********************************************

    Molla Lütfi ve Risale Hakkında Bilinmesi Gereken Bir Husus
     

    Kaynak: İsmail E. Erünsal, Fâtih Devri Kütüphaneleri Ve Molla Lütfi Hakkında Birkaç Not

    Fâtih devri âlimlerinden, Molla Lütfi diye tornan Tokatlı Mevlana Lutfullah, İlim adamlığının yanında kütüphaneciliğiyle de ta­nınır. Kaynaklarda ve Fâtih devri kültür hayatı ve kütüphaneleri üzerine yapılan araştırmalarda Molla Lütfi'nin bu hususiyeti hemen hemen daima belirtilmiştir .

    Molla Lütfi'nin şahsiyeti, fikirleri ve kötü akıbeti, kendisinden sık sık bahsedilmesine vesile teşkil etmiştir. M. Fuad Köprülü, Mol­la Lütfi'nin mizahî bir eserini tanıtırken yazarı hakkında da gerekli bilgileri vermiştir”. Şerefeddin Yaltkaya, Molla Lütfi'nin eserlerin­den çıkardığı malumatı kaynakların verdiği bilgilerle birleştirerek ortaya faydalı bir monografi çıkarmıştır. A. Adnan Adıvar, Or­manlı Türklerinde İlim adil eserinde, Türk ilim tarihi içinde Molla Lütfi’nin yerini, eserlerini inceleyerek belirtmeye çalışır.

    Abdulkadir Karadan. Molla Lütfi’nin, kaynaklarda bildirilen ve Osman Rescher tarafından birkaç sayfası daha önce yayınlanan mi­zahî bir eserinin tam bir nüshasını Kahire’de bulmuş ve bu nüsha­yı bir tebliğle ilim âlemine tanıtmıştır.

    Molla Lütfi üzerine son çalışma İsmet Parmaksızoğlu tarafın­dan yapılmıştır. I. Parmaksızoğlu, «Türkiye Yazmaları Toplu Ka­talogu» komisyonundaki tasnif çalışmaları sırasında rastladığı bir risaleyi yayınlayıp gerekli gördüğü bazı açıklamaları da yapmıştır

    İsmet Parmaksızoğlu'na göre bu risale «Şerhü’l-makasid, eş- Şifa, ve es-Seyfü’l-meslul gibi» kaynaklardaki delillere dayanılarak ve «Molla Lütfi’nin söz ve davranışları bunlara göre değeriendirilerek  kaleme alınmıştır -' , Risalenin yazarı belli değildir. İ Parmaksızoğlu bu konuda şu şekilde tahmin yürütmektedir.

    «Söz konusu risale'nin yazar; belli olmamakla birlikte, kanımı­za göre kendini savunmak üzre Hatib-zâde’nin daha da kuvvet­li bir olasılıkla İzarı Çelebi’nin kaleminden çıkmış olmalıdır»*.

     Önce söz konusu risale’nin, İsmet- Parmaksızoğlu ’nun vasıflan­dırdığı gibi «Yeni Bir Belge» olmadığını söylemek gerekir. Çünkü bu risaleyi hem Şakaik'deki bir kayıt, hem de A. Karahan’ın Molla Lüt­fi hakkındaki tebliği dolayısıyla bilmekteydik"’. ŞakaiA müellifi risâle’nin adının Ahkâmu’z-Zındık olduğunu da açıkça belirtmekte­dir-. Risalenin yazarı da İsmet Parmaksızoğlu'nun tahmin ettiği gi­bi «Hatib-zâde, daha da kuvvetli bir olasılıkla İzari Çelebi» değil, Şakaik’de ve A, Karahan’ın tebliğinde belirtildiği gibi Molla Ahaveyn dîye tanınan Muhyîddİn Mehmed’dir.

    Ayrıca bu risale günümüz araştırıcıları tarafından da, İstanbul kütüphanelerindeki bir nüshası dolayısıyla bilinmekteydi. Süleymaniye Kütüphanesi, İbrahim Efendi 859'da kayıtlı bir mecmua’nm için­de (20a-25a) bu risâle’nin bir nüshası bulunmaktadır. Bu nüshanın sonunda yazarın adı açıkça belirtilmiştir: temmet er-risâleiü’l-latîfe li-Mevlânâ Ahaveyn.

    İsmet Parmaksızoğlu, bu risâle’nin Molla Lütfi ile ilgili bölümü­nü yayınlamış ve faydalı açıklamalarda bulunmuştur. Fakat yayın­lanan Arapça metin, muhtemelen kullanılan nüshadan dolayı, yan­lışlarla doludur ve birçok yeri anlaşılmamaktadır.

    *

    Kaynaklar ve araştırıcılar Molla Lütfi ile Sinan Paşa arasında­ki yakınlığın talebe-hoca münasebetinden doğduğunu ve geliştiğini söylerler. Ayasofya vakıflarının 926. 1520 tarihinde yapılan tahririn­deki bir kayıt, bu iki şahsiyet arasında bir de akrabalık münasebeti olduğunu düşündürmektedir. Hoca Hayreddin mahallesinde sayılan evlerden birinde yazım tarihinde Hızır Bey oğlu Yakub Paşa’nın kı­zı  merhum Mevlana Lütfi’nin karısı Hüsna ’nın oturduğu bildiriliyor-''. Bu kayda göre Molla Lütfi, Sinan Paşa’nın kardeşinin kızı ile evli olabilir.

    Topkapı Sarayı Arşivi’nde Molla Lüfti hakkında yazılmış ithamlarla dolu iki mektup bulunmaktadır. Sinan Paşa’nın kardeşi Ahmed b. Hızır tarafından yazılan birinci mektup tarihsizdir’-. Fakat muhtevasından, mektubun 891 tarihinden sonra yazıldığını anlıyo­ruz”. Ahmed Paşa, mektubunun padişah tarafından okunmaya layık görüleceğini umduğunu belirten girişten sonra, hemen Molla Lütfi’- den şikayete başlar :

    «Ben bâk-ı hakîrün hasmı olan müderris Lütfi gâyet şerir ve gaddâr-ı bî-din ve bi-i‘tikâd ve müzevvir ve mekkâr oldugı içün küstahlık olunup bu ‘arz-nâme’ye irtikâb olındı. Ol bana eyledügi zulmi ve hayfı hâşâ ki kâfir dahi müslümâna ide».

    Daha sonra kardeşi Sinan Paşa’nın terekesinin tesbitinde Mol­la Lütfi’nin yaptığı haksızlıklardan ve Sinan Paşa'nın kitaplarını ve eşyasını zapt etmesinden bahs ettikten sonra, Molla Lütfi’nin kütüp­hanecilik yönüne ışık tutabilecek şu satırlara yer verir :

    «Merhum ve mağfur hudâvendigâr tâbe şerâhunun kitap­ları hazînesine ve vakf kitâblara Lüffî’nin envâ’-ı hiyânât ve etrâf-ı  âlemde itdügi tezvîrât ve telbisât ve nifakları, kendü irâ’et-i batılasıyla halka çatmaları ve daha sonra Ahmed Paşa, Molla Lütfi’nin ahlakının da bozuk ol­duğunu bir-iki Örnekle açıkladıktan sonra tekrar kitap konusuna dö­ner :

    «ve Dirü’l-hadîs medresesin Sıhâh-ı Cevherisin tebdil idüp almış imiş. Hafız-ı kütüb mücidd olup, Molla Ahaveyn hizmetleri laleb itdükleri sebebden ihtiyat idüp gine virnıiş dirler. Sarây-ı âmire’de ser-vakte girüp hiyânet-i ‘azîme İtdügi ecilden merhum Sinân Paşa gayet ibfâ idüp ol vakt anı hizmetden red itdürmişdi».

    İsmet Parmaksızoğlu’nun yayınladığı metinde de buna benzer bir itham bulunmaktadır :

    «O‘nu kütüphanesine hafız-ı kütüb tayin etdi. Hıyaneti za­hir olunca bu görevden azl ve müderrisliğe tayin etti”.

    Ahmet Paşa’nın zikrettiği hadisede Molla Ahaveyn’den bahsetmesi, Parmaksızoğlu’nun yayınladığı metnin de Molla Ahaveyn tarafın­dan yazılmış olması bu benzerliğin tesadüfi olmadığını göstermekte­dir.

    Mektubun geri kalan bölümünde Ahmed Paşa tekrar Sinan Paşa’nın terekesindeki kitaplar meselesine döner ve Sinan Paşa’nın vakfiyesinin Molla Lütfi tarafından saklandığı ve böylece yetim­lerinin hakkının yendiğinden şikayet ettikten sonra Molla Lütfi’nin kendisine yaptığı diğer kötülükleri sayarak ve adalet isteyerek mek­tubunu bitirir.

    Topkapı Sarayı Arşivindeki ikinci mektup ise hem tarihsiz hem de imzasızdır . Fakat muhtevasından yine Ahmed Paşa tarafından, kardeşlerinin ölüm tarihi olan 891/1486’dan sonra yazıldığı anlaşı­lıyor. Birinci mektup da bahsedilen bazı olaylar bu mektupda daha tafsilatlı olarak anlatılmaktadır. Ahmet Paşa’nın bu mektupda da üzerinde ısrarla durduğu mesele kardeşi Sinan Paşa’nın vakfiyesinin gizlenmesi ve tahrifi, terekesindeki bazı eşyanın Molla Lütfi tarafın­dan gasbedilmesi, bazı kitapların da değiştirilip satılmasıdır:

    «Bir zalim dinsüz harâmî, bir bânedânun evvel âhir nesi varsa gâret idüp oi iki şahid-i zûrun birisi, merhum kardeşümün hemen müteveffa olduğu gibi mühür yüzügin uğrulayup hîyânet itmiş. Sonra Lütfî anufila ittifak idüp vak­fa anı câbî idüp murâdınca şâhid itdürmiş... Sinan Paşa merhumun kendünün havâss ve nakdi nesi varsa alup es- bâbun dafri kimin hufyeten kimin ‘alâniyeten dürlü dür­lü tezvirlerle alup muhit olup bi’l-fi’il tasarruf ider».

    Bu mektuptan anlaşıldığına göre Sinan Paşa'nın ölümünden son­ra Molla Lütfi’nin yaptığı bazı gayr-t meşru işleri teftiş için Molla Kestelli tayin edilmiş ve o da tahkikatının neticesini bir raporla pa­dişaha arzetmiştir.

    «Mevlânâ Kestelli gibi bî-garaz. müstakim, hakkani monlanun, hükm-i hümâyun mucibince teftiş idüp Lütfi’nin bıyânâtı bâbında ba’zı şuhüd-ı ‘udül ile ve ba'â ikrâr ve ba'iı efvâh-ı mevâlîden ve gayrdan abbâr istimâ itmek­le zahir olan kâdâyâdan ba'zm ketb idüp ‘arz-nâme ile i’lâm eyledi. Meselâ fevtinden sonra medisde merhumun vakfi­yesi şâhir olduğuna, hem Lütfî dizi altına alup ketm itdügine oi meclisde hâzır olan, muttali olan şuhüd-ı ‘udûlun şehâdetin i'lâm itdi. Me‘a hazâ vefat idinceye dek merhûm ben vakf-ı müseccelüm üzerine muharririm’ diyüp vakfi­yesine ve vasiyet-nâmesine ve vakf olan kitaplarımın ve gayrınun defterine bir nice mu’temed müslümân kimsele­ri işhad itmiş, bi’l-fi’il şehâdet iderler. Ve dahi evrak mah­fuz olduğu kutunun mühri bozılup ’vaşiyet-nâme ve defter-i merhum vardur’ didügin dabi istimâ İdüp sonra zâhir olmaduğı dabi ikrâr itdügin i'lâm eyledi. Ve Lütfü’nün kitâblar babında hıyanetine ba’zı ‘alâyim ve kassâmun ikra­rıyla zâhir olan ba’fe delâyii i’lâm idüp ve ekser mevâlînün ve merhümla ihtilâf iden kimselerun, Lütfinün tezvirine ve biyânetine cezmlerin istimâ’ idüp i’lâm eyledi. Amma ol ‘arz-nâme mucibince şer’le, örfle hakkından gelinmeyüp. şimdiye dek henüz eser zâhir olmadı.»

    Ahmed Paşa, bu ‘arz-nâmeyle amel olunmasının gerekliliğini sa­vunduktan sonra tekrar Sinan Paşa’nın kitapları meselesine dön­mektedir :

    "Ol bişer-altışar binlik kitapları ki otuzar kırkar akçelik kitaplarla istibdâl itmişdür fakir hazret-i biiâfet-penâhdan -huilidet saltanatuhu- ‘arz olunup, fermân-ı kazâ-şân nazil olmayınca ol muğeyyerâtı satmağa izn ü rızâ virmeyüp men' itdükten sonra ben gâ'ib iken bir cum‘a gün haylisin satmış. Kâdı-yı‘asker efendi meclisinde bi'l-müşâfehe muhâsama idüp, kâdı-yı‘asker dabi emr eyledi ki cem'i-i kitâbları bezzâzistânda fakir ma'rifetiyle emânet ola, gavga muz, nizâ‘umuz bir tarafa olunca diyü. Ol kütüb-i muğayyerenün dahi her biri bir kimsenin! ya vakfı ya mülkidür. Bir tarik-i hiyânet ile eline girmişdür. Ba‘âzısun üzerin­de lâzımü’i-mahv hutut vardur. Lâ-cirem ihmâl ve te’hirle def itmek kaşa idüp ekall yari tedârük itmek içtin emre imtisâl itmeyüp emânete komadı Kat a merhuma ve fakire ve Lütfîye ta'alluk olmayan her ahad -kâyinen men kân- bu hâlete ta'accub idüp Lütfi’nin tezvirine cârim olup bunun  gibi zâhirü’t-tezvîr ve miistahikkü’s-siyâse kaziyyede bu kadar te’hîr olunup hak yerine varmaduğına mütehayyirdürler».

    Ahmed Paşa mektubunu bitirirken padişahdan, bu meselenin hallini isteyen birkaç satırdan sonra, Lütfi hakkında şimdiye kadar yaptığı ithamlardan farklı bir ithamda bulunur :

    Hazret-i Hudâvendigâr-ı merhum -tâbe şerâhu- zamanında Lütfî bîmarhâneye girüp, kâdı-yı ‘asker meclisinde ba'zı hıyanet içün ta'zır uruldığın cemî‘-i ‘âlem bilür. Anı unıdup bunun gibi ‘azim tezvirlere mübaşeret ider.

    Her iki mektupdan anlaşıldığına göre, Sinan Paşa’nın ölümün­den sonra Molla Lütfi vakfiyesini ve vasiyetini saklamış, daha son­ra bir adamı vasıtasıyle Sinan Paşa’nm mühir yüzüğünü çaldırıp bir yolunu bularak kendisini Sinan Paşa’nın vakfına mütevelli tayin ettirmiştir. Bu arada da Sinan Paşa’nın terekesindeki kıymetli ki­tapları yine başkalarından çaldığı kıymetsiz kitaplarla değiştirmiş­tir. Bu değiştirme işini de ört-bas etmek için, değiştirdiği kitapların yerine koyduğu kıymetsiz kitapları satmaya çalışmış ve bazılarını da satmıştır.

    Ahmed Paşa ile Molla Lütfi arasında çıkan ihtilafın halli için müfettiş tayin edilen Molla Kestelli, Ahmed Paşa’yı haklı gösteren bir arz-nâme hazırladığı gibi, devrin âlimlerinden bazıları da Ahmet Paşa lehinde fetvalar vermişlerdir. Ahmed Paşa, yazdığı bu iki mek­tupla, padişahdan arz-nâme ve fetvalara uyularak Molla Lütfi’nin siyasetle cezalandırılmasını İstemektedir.

    Her iki mektup da meseleye Ahmed Paşa'nın yönünden yaklaş­makta ve tabiî olarak da tarafsız bir belge olma vasfını taşımamak­tadır, Bu yüzden mektuplardaki ithamlardan hareket ederek Molla Lütfinin şahsiyetiyle ilgili değerlendirmelerde bulunamayacağız. Bi­zim için bu mektupların önemi, Sinan Paşa’nın ölümünden sonra çı­kan ihtilafı, bu konuda yapılan tahkikatı bildirmelerinde ve Molla Lütfi’nin, şimdiye kadar söylediği gibi sadece hür düşüncesinden do­layı değil de, başka sebepler dolayısıyla de öldürüldüğünü göstermelerindedir.

     

     Kaynak: İsmail E. Erünsal, Fâtih Devri Kütüphaneleri Ve Molla Lütfi Hakkında Birkaç Not


    Molla Lütfi Hakkında Abdulhak Adnan Adıvar Notları

    Fatih zamanının matematikçilerinden biri de İstanbul’un ilk ka­dısı Hızır Beyin oğlu Yusuf Sinan Paşadır. Bizde daha ziyade Tazarruat’ı ile meşhur olan Sinan Paşa’nın gençliği dikkate değer bir çe­şit şüpheci felsefi düşüncelerle geçmiş ve ailesi tarafından kendisi­ne deli gözüyle bakıldığı olmuştur; Ali Kuşçu’nun İstanbul’a gelme­sinin peşinden, onun dersleriyle, kendi öğrencilerinden Molla Lütfi (Sarı Lütfi) aracılığıyle, temasa gelmiş, yani Ali Kuşçu’nun dersle­rine devam eden Sarı Lütfi bu derslerden öğrendiklerini hocasına aktarmış, hocası Sinan Paşa da, bu bilgilerle, meşhur Çağmini astro­nomi risalesine bir şerh yazmıştır (Escurial Kütüphanesi, 954).

    Sinan Paşa, 881 yılında, padişahın gazabına uğrayarak, hapse atılmışsa da, zamanının dalkavuk olmayan uleması bu harekete şid­detle isyan ederek, Sinan Paşa hapisten çıkarılmazsa, kendi eserle­rini yaktıktan sonra memleketi terk edeceklerini Fatih’e bildirmele­ri üzerine paşa hapishaneden çıkarılmış, fakat ulemanın hiddeti ya­tışınca Sivrihisar’a kadılık ve müderrislikle gönderilmiş ve İznik’e vardığında arkadan yetişen bir hekimin, Paşanın şüpheci düşün­celerini bahane ederek, kendisini deli gibi nezaret altına almaya kalkışmasına rağmen, yine ulemanın müracaatıyle bu beladan da kurtularak, Sivrihisar’a varmıştır. Bu sürgünlüğünde kendisine öğ­rencisi Molla Lütfi, Fatih'in hafız-ı kütüplüğünü bırakarak yoldaşlık etmiş ve Beyazıt II. devrine kadar Sivrihisar’da kalmıştır.

    **

    Fatih zamanında fıkıh ve kelam ulemasının da tabii ve fiziki ilimlere de ilgi gösterdiklerini biliyoruz. Mesela, yukarıda adı geçen Hocazade’nin, Üsküdar’dan İstanbul'a geçerken kayıkta Ali Kuşçu ile gelgit üzerine tartışmasını biliyoruz. Muslihüddin Kastelânî, —ki Medaris-i Semaniye’den birinde müderristi— Sinan Paşa’nın evinde bir sohbet sırasında Molla Lütfi’nin  «bir zamanlar vü­cudumdan ter yerine kan gelirdi» demesi üzerine, herkes gülmüş, fakat Kastelânî böyle bir hastalığın baştan aşağı okuduğu İbni Si­na'nın Kanun’unda geçtiğini söylemiştir. Şu halde, bu gibi ulemaya a zamanlar Batıdaki Doctores ııniversales, yani her şeyden dem vu­ran ulema gözüyle bakmak kabildir.

    **

    Büyük ilim koruyucusu Mehmet II.'in vefatının arkasından, müspet ilimlere karşı gösterilen eğilim ve ilgi geleneği daha bir sü­re devam etmiştir. Nitekim yukarıda adı geçen Tokatlı Molla Lütfi ve onun hocası Sinan Paşa, matematik ve astronomi üzerinde çalışmışlardır. Bunlardan Molla Lütfi yüz kadar ilmin ad ve konularını gösterir El-metalib-ül-ilâhiye fi mevzuat-il-ulûm adh bir eser kaleme almış ve mantık ve kelam üzerine şerhler yazmıştır. Fatih kütüpha­nesi hafız-ı kütüplüğündeyken, akli ilimlere önem veren Molla Lütfi, Ali Kuşçu’nun İstanbul’a gelmesiyle iyi bir de matematik öğretmeni bulmuş oldu. Bu yazar, Batının uzun zamanlar dikkatini çekmemiş­ken, Brockelmann, Geschichte der Arabischen Litteratur adh ünlü eserinde Bizans ilminin Osmanlı Türkiyesi ilmi üzerinde bir etkisi görülememiş olduğundan bahsederken (I, 223), Lütfi'nin eserleri dikkatle incelenecek olursa, belki böyle bir etkinin keşfolunacağını ve gerçekten Leyden şehri kütüphanesinde ve İstanbul’da Esat Efen­di kütüphanesinde Tazif-ül-mezbah adh Molla Lütfi’ye ait bir eserin bulunduğunu söyler. Brockelmann'ın bu kaydı dikkatimizi çekmiş olduğundan, Leyden kütüphanesindeki (ar. 958, 11-17) risaleyle Esat Efendi kütüphanesindeki (No. 3596) nüshanın fotoğraflarını Paris’te iken inceledik. Eserin İzmirli Theon (1) tarafından Delos adasındaki hatifin adına yapılan sunağın iki katına çıkarılmasına dair, Eflatun’ dan öğrenmiş gibi yazdığı eserden ilham aldığı anlaşılıyor. Gerçekten sunağın iki katına çıkarılması problemi öteden beri ilim tari­hinde «Delos problemi» diye meşhurdur. İzmirli Theon İskenderiye kütüphanesi hafız-ı kütübü Eratosthenes'e (İ.Ö. 276-196) bağlayarak, Delos adasında bir büyük veba çıkınca ahalinin Apollon hatifine başvurarak, bu vebanın sönmesi için ne yapılmak lazım geldiğini sorduklarını, hatifin karşılık olarak, tapmaktaki sunağın iki katma çıkarılmasını tavsiye ettiğini söyleyince, ahaliye kolaylıkla çözümü kabil olamayacak bir matematik problemi verilmiş olduğunu yazar. Mimarlar bu işi başaramazlar, Efltun’un yardımını istemek zorunda kalırlar; Eflatun, hatifin sunağın iki katma çıkarılmasını ihtar etme­sinin, Tanrının daha büyük bir sunağa ihtiyacı olduğundan değil, Yunanlılara matematiği ihmal ettiklerini ve geometriyi küçümsedik­lerini söylemek maksadıyle olduğunu bildirdikten sonra, problemin orta orantılı usulüyle çözümleneceğini anlatmıştır (1). Bu masalsı hikayet İzmirli Theon’dan başka Plutarkhos’un (VII, 579) De Genio Socratis'inde bir diyalog şeklinde geçer. İşte bu hikâyenin Araplara geçmemiş olduğu Julius Lippert, Studien auf dem Gebiete der griechisch-arabishen Litteratur adlı eserinde (s. 45), söylemekteyse de Zekeriya Kazvinî’nin Asar-ü-bilâd’mda (yayın. Wüstenfeld, 385) birkaç satırla yazılmış olduğu görülmektedir. Fakat Molla Lütfi’nin risalesi okunursa görülür ki, onun kaynağı Âsâr-ül-bilâd olamaz; belki Molla Lütfi İstanbul’da Theon’un yahut Plutarkhos’un eserle­rini elde etmiş veya bir Bizanslı bilginden problemi dinlemiş ola­bilir. Herhalde, işte kısaca anlattığımız bu hikayeyi esas tutarak Molla Lütfi Tazif-iil-mezbah risalesini yazmıştır. Bu risalede önce çizgilerin ve karelerin kendileriyle çarpımından, yani taz’ifinden bahsettikten sonra küpün ikileştirilmesi demek, yanına başka bir küp daha katmak olmayıp onu sekiz defa büyütmek olduğunu açık­lar. Kadı-zade’nin Eşkâl-üt-tesis'ine yazılan Ebülfetih haşiyesinden başlayarak, birçok eserlerde geçen «geometri bilmeyen kadının yar­gıda yanlışlık yaptığı» hikayesini bu münasebetle Molla Lütfi de tekrar eder (bu hikayeyi sonra başka eserlerde de göreceğiz). Molla Lütfi, risalesinde orta orantılı usulünü de açıkladığı gibi, sonunda vebaya karşı bazı dua ve efsunlar bile katmaktan geri durmamıştır. Bu Arapça risalenin metni, 1940 yılında Profesör Şerefeddin Yaltkaya’nın himmetiyle, üç nüshadan incelenerek, İstanbul Fransız Ar­keoloji Enstitüsü tarafından, Fransızcaya yaptığım çevirisi ve İstan­bul’da çalışmakta olan Paris milli kütüphanesi hafız-ı kütüplerinden genç müsteşrik Mösyö Henry Corbin’in yazdığı pek değerli bir giriş­le birlikte Paris’te yayınlanmıştır (1); giriş ve eser birlikte okunur­sa, gerek Eflatun hikayesi, gerek Molla Lütfi’nin risalesi hakkında tamamıyle yeter bilgi edinilebileceğinden burada fazla ayrıntılara girişmiyoruz.

    Sarı lakabıyle meşhur olan bu bilginin asıl adı Lütfullah olup, Tokat’ta XV. yüzyıl başlangıcında başlayan hayatı, 1490=900 yılında idamıyla son bulmuştur. Kendisi şaka ve mizaha çok düşkündü, za­manının ulemasını eleştirme ve kınamayı pek severdi. Hocası Sinan Paşanın tavsiyesiyle Fatih’in hafız-ı kütüplüğüne tayin edilmişti. Da­ha Fatih zamanında hoş, fakat laubali sözleriyle herkese sataşan bu genç bilgin —ki, Sehî Bey tezkeresine göre, «divane-renk kişi idi, beynelmevali Deli Lütfi denmekle belli idi»—, hafız-ı kütüplüğü sıra­sında hatta padişahla işi latifeye kadar vardırmıştı.

    Mesela bir gün Fatih kütüphanede bir kitap istemiş, Lütfi yüksek bir yerde duran kitabı almak için, bir taşa basarak kitaba uzanmış, padişah: «Ne yapıyorsun? O taş, Isa peygamberin üzerinde doğduğu taştır» de­miş; bir müddet sonra Molla Lütfi, tozlu bir bezi padişahın dizleri üzerine koyunca, padişah: «Bu ne hal?» diye sormuş, Lütfi derhal: «Padişahım, ne bihuzur olursuz, bu Isa aleyhisselâmın beşiğinin ör­tüsüdür» diye cevap vermiştir. Böyle herkesle yaptığı bazen acı, ba­zen tatlı latifeleri anlatılır. Hatta Molla Lütfi’nin salt mizah üzeri­ne Makale fi Usul Sücâ adlı bir risalesi de vardır (bkz. Fuat Köprü­lü, Hayat mecmuası, IV, 426). İşte zamanının ulemasını acı acı eleş­tirmesi herkesin hoşuna gitmeyen bu bilgin, sonunda, her vakit ol­duğu gibi, bu huyunun cezasını ağır bir yolda çekmiştir.

    Beyazıt Il.’nin saltanata gelmesinden sonra, Sinan Paşa ile bir­likte Molla Lütfi İstanbul'a dönerek, önce Bursa, sonra Edirne, so­nunda Fatih medreselerine müderris tayin edilmişti. Bu son tayin eskiden beri eserlerini eleştirerek rahatsız ettiği, zamanın bilginle­rinden İbrahim Hatip-zade’nin kıskançlığını kabartınca, samimi bir Müslüman, fakat derslerinde dinin daha ziyade vicdanî ve ruhî kı­sımlarına önem veren Molla Lütfi’nin dinsizliği iddiası ortaya atılmış ve bir büyük meclis huzurunda muhakeme edilerek, iki yüz şa­hit dinlendikten sonra, bazı azanın muhalefetine rağmen, Hatip-zade fetvasıyle, katline karar verilmiştir. Beyazıt II., bu karan derhal tas­dik etmemiş ise de, Hatip-zade'nin (1) ısrarıyle, nihayet tasdik et­mek zorunda kalmış ve 900=1494 yılı rebiülevvelinin yirmi beşinci perşembe günü Lütfi, Sultanahmet meydanında, idam edilmiştir. Muhakemesi sırasındaki savunmaları ve haksız yere öldürülmesi, ulemanın ve halkın çok üzüntüsüne sebep olmuş ve şairler vefatına birkaç tarih düşürmüşlerdir. CEREYAN TARZI VE SAVUNMALARI BAKIMIN­DAN BİR DERECEYE KADAR SOKRAT TRAJEDİSİNİ ANDIRAN BU VAKA, OSMANLI, TÜRKİYESİNDE İLİM VE FİKİR ADINA UĞRANILAN İLK FELAKET OLSA GEREKTİR.

    **

    Bu devrin müspet ilimler alanındaki düşünce ürünleri arasında, Ebu Yahya Zekeriya bin Mehmed bin Mahmud-ül-Kazvinî’nin (ölm. 1287) kendisine Batıda ortaçağın Plinius'u lakabını kazandıran, meş­hur Acaib-ül-mahlûkat ve garaib-ill-mevcudat adlı eserinin, Şerh-i kitab-ı acaib ve garaib adiyle, Osmanlı edebiyat tarihinde Sürurî-i Kadim (ölm. 999 hicri) lakabıyle bilinen şair ve bilgin Mustafa bin Muslihüddin bin Şaban tarafından. Kanunî Süleyman'ın büyük oğlu Şehzade Mustafa adına, ikinci Türkçe çevirisi vardır. Fakat çeviri zürafa denilen hayvana gelince, şehzadenin haksız yere babası tara­fından öldürülmesine çok üzülen Sürurî, eseri tamamlamayarak o. noktada bırakmıştır (Topkapı Revan kitaplığı, 1088). Kitabın aslını Şehzade Mustafa Mekkeli bir tüccardan satın almış ve çevirisini Sürurî’ye emretmiştir. Sürurî çevriiyi yaparken, fazla yerleri attığını ve faydalı şeyler kattığını söyler (1). Eserde bazı ilave ve çıkarmalar vardır. Kazvinî’nin Acaib-ill-mahlûkat’ı pek meşhur ve birçok dille­re tercüme edilmiş bir eser olduğu için, içindekilerden bahsetmeye lüzum yoksa da, çeviriye kimi yerde olduğu gibi, kimi yerde açık­lanarak geçen önemli noktaları, dikkate değer şeyler oldukları için burada ele almayı uygun görüyoruz. Mesela Kazvinî, yaradılıştan bahsederken, Cenab-ı Hakkın evreni altı günde yarattığı sözünde, bu altı günün ancak bir azar azar ilerleme anlamına alınması gerek­tiğini, yoksa, henüz güneş yaratılmadan, gün ve zaman tasarımı mümkün olamayacağını söyler. Eserin deney usulü üzerine fıkrala­rını, Sürurî büyük bir önemle ve açıklamalarla alır ki, ilimde deney ve gözlemin büyük önemine inandığı bu satırlardan anlaşılır. Bir de eserde, yeryüzünün küreselliğinden, güneşin iklim ve ırklar üze­rine etkisinden dikkatle bahsolunmaktadır. Asıl eserin içindekiler önce göklerin ve göklerdeki cisimlerin, yeryüzündeki maden, bitki ve hayvanların anlatılışından sonra, çeşitli kuvvetler ve nefisler ve akılların açıklanması ve sonunda garip şekilli hayvanların tarifin­den ibarettir. [Bkz. Ek-5].

    Bu çeşit eserlerden Siraceddin Ömer bin el-Verdî'nin Haridet-ül -acaib ve ceridet-ül-garaib adındaki eseri, Mahmud Hatib-ür-Rumî adh biri tarafından, Selim I.'in torunu İskender Paşa-zade Osman Şah adına Türkçeye çevrilmiştir. Eserin ilmi bir değeri yoktur; ar­zın, yumurtanın sarısı gibi, küre biçiminde olduğundan ve mesela Endülüs'ten kazılsa, Çin’e çıkılacağından, dağların ve nehirlerin na­sıl meydana geldiklerinden, efsanemsi bir yolda bahseder (bkz. Esat Efendi kütüphanesi, 2040). Bu eserin Paris’te Bibliotheque Nationalede (A.F.T. 151) bulunan nüshasında bir de dünya haritası bulun­maktadır. Londra'da British Museum’da bulunan başka bir Haridet -ül-acaıb çevirisi vardır (bkz. Cat. Rieu, add. 789) ki, bu daha mü­kemmeldir. Fakat mütercimin adı bilinmemektedir; ancak 963 yılın­da «Sinan Beyin emriyle» çevrildiği yazılıdır. Bu çeviri de yeryüzü­nün biçimi ve bölümleri, denizler, dağlar, nehirler, taşlar, değerli taşlar, bitkiler, yemişler ve tohumlardan bahseder. Sonsözde kıyamet alâmetlerine ve dünyaların sayısına, kıyamet gününe ait masal bilgiler vardır. Eserin asıl Arapçası 822 hicri tarihinde kaleme alın­mıştır. Herhalde, her iki çevirinin, aynı eserden olması gerekirse de, İstanbul’da görebildiğim Esat Efendi kütüphanesi nüshası pek önemli bir nüsha değildir.

    Bu cins kitaplar arasında, şair Yahya bin Pir Ali Nevî'nin Netaic-ül-filnun ve mehasin-ül-mütım (bkz. Paris, Bibi. Nat. Cat. man. turcs., A.F. 44) adlı eseri bir yer tutabilir. Yazarı (ölm. 1598) Malkarah olup, Murat III. zamanında şöhret almıştır ki Şakaik-t Numaniye’ye zeyil yazan Ataî'nin babasıdır. Eserin başında yazar Yevakit-ül -ulûm, Fevaih miskiye ve Lütfi Tokadî'nin Mevzuat-ül-ulûm’undan ve daha başka birçok eski kitaplardan faydalandığını söyler. On dört ilimden (bazı nüshalara göre on iki) bahseden, okuması kolay ve ke­yifli olan bu eserde «zübde-i maarif marifetullahtır; umde-i ulûm ilm-i sıfatullahtır, fakat bunlara vusul, yani âsar-i bediadan müessir-i kadime istidlâl için, tarih, hikmet, ilm-i tabayi-i mevalid'i selâse, ilm-i hey'et lazımdır» (1) dedikten sonra, yaradılış hikayesi ve peygamberler tarihiyle başlar. Sonra Yunan filozoflarından, Me’ mun'un Aristo’nun kitaplarını nasıl tedarik ettiğinden, Farabî İbni Sina ilişkilerinden bahseder. Eflatun'un peygamber olduğuna dair bir de hadis (?) vererek, bunları Molla Lütfi’nin Şerh-i mat ali’ haşi­yesinden aldığını söyler. Aristo'nun felsefesinin esaslarını kısaca açıklayarak cevher-i fertçilerin (atomcular) teorisini redde kalkışır: «Esasında, kesilerek, kırılarak, akıldan ya da hayalden dahi olsa bölünemeyecek olan şey atomdur, halbuki atom uzayda yer kaplar, hareket eder, sağı solu vardır. O halde iki yanı vardır; iki yanı olan şeyse bölünebilir» der. «Hey'et (astronomi) basit veya kayıtlı olur. Basiti kolaydır, geometriye ihtiyacı yoktur; halbuki kayıtlısının geo­metriye ihtiyacı vardır». Bu ilimler için Çagminî, Nasireddin Tusî ve Ali Kuşçu’nun eserlerini tavsiye eder. Astronomi ilminin dine ay­kırı olmadığını söylerken, şu fıkrayı anlatır: Ömer Hayyam Ptole­maios’un Almagest’ini okurken, kaba sofulardan biri bu kitabın ne olduğunu sorar; Hayyam da, «Evelem yenzuru ilessemâi keyfe beninâha âyetinin tefsirini okuyoruz» diye cevap verir.

    Bundan sonra arzın küreselliğinden, evrenin koni şeklinde ol­duğundan ve nihayet müspet ilimler yanında kelam, fıkıh, tasavvuf, tarih, remil ve cirifden bahseder. Eserin başında Selim II. zamanına kadar Osmanlı tarihi de özet olarak kaydedilmiştir. Eserde SokulluMehmet Paşanın sadrazam olduğundan bahsedilmesine göre, her­halde 987 yılından önce yazılmış olacaktır.

    Yine bu devirde Hakim Şah Kazvinî tarafından Demirî'nin meş­hur Hayat-ül-hayvan adlı eseri Selim I. için Farsçaya çevrilmiş oldu­ğunu biliyoruz ki, aslında hekim olan bu zat îbn-ün-Nefis'in Mu­cez'ini de şerh etmiştir. [Bkz. Ek-6 ve Ek -15].

    **

    Öte yandan şunu da söylemeliyiz ki. Kâtip Çelebi’yi herhalde XVII. yüzyılın ilim dahileri arasında saymak kabil olmasa da, bu çalışkan bilginin o ilim devleri yanında ancak okur yazar bir adam mertebesinde kalacağını da iddia etmek doğru olamaz  

    Belki Kâtip Çelebinin eserlerini çok okumak ve bu seçkin in­sana karşı bir sempati duymaktan ileri gelse gerektir ki, bu zatın kişiliği hakkında edindiğim fikirleri —tabiî tahmin ve varsayım alanını asla aşmamak şartıyle— yazmak istiyorum. Bir kere şura­sını biliyoruz ki, Kâtip Çelebi, babasının önayak olmasıyle girdiği kalem hayatına ısınamamış, onu kalem, muhasebe işleri tatmin et­memiş olduğu için her gittiği yerde sahaf dükkanlarını, kütüpha­neleri dolaşarak kitapları incelemeyi kaleme devam etmeye tercih etmiştir. Belki bundan dolayı, belki de eleştirici, kimseye benze­mez ruhunun zorlayışıyle herkesi küçümseyen tavrından dolayı, ka­lemde ilerleyememiş, öte yandan da yukarıda söylediğimiz gibi, medrese tahsilini ikmal edemediği için zamanın uleması tarafın­dan ancak «ketebeden Mustafa Çelebi» unvanından başka bir un­vana layık görülmemiştir. Mizan-ül-hak’ta söylediği gibi kalemde 20 yıl hizmetten sonra halifeliğe nöbet gelmişken kendisine veril­memiş ve başhalifeyle aralarında bir kavga çıkmıştır. Gerçi, şey­hülislam Abdürrahim Efendinin tavsiyesiyle nihayet ikinci halife­liğe geçmişse de, Kâtip Çelebi, bununla da tatmin edilemeyerek kendi deyişiyle «haftada bir iki gün emr-i maaş için kaleme varub baki evkatı mütalaa ve tahrire» vermiştir, işte böyle, yüksek res­mi bir makama erişememek. Kâtip Çelebi’nin ruhunda bir acılık  yaratmış, fakat bu başarısızlık Türkiye ilim âlemi için iyi bir talih olmuştur. Bundan doğan kırgınlık ve esasen yaradılışında yeniye karşı olan eğilim dolayısıyle, bir köşeye çekilip o köşeden didine didine öğrendiklerini dersle, yazıyla çevresine yaymaya çalışan bu eleştirici yazar, zamanında çok kimseleri memnun edememiştir. Fa­tih ve Beyazıt devirlerinde adı geçen şehit Molla Lütfi ile Kâtip Çelebi arasında hafif bir benzerlik varsa da Tokatlı Lütfi’nin acıklı sonundan. Kâtip Çelebi, kıvrak zekasıyle kurtulmuş olsa gerektir. Kâtip Çelebi’nin maddi varlığını ne vakit düşünsem, gözümün önünde, ince, orta boylu, istihzalı tebessümlerle dudakları bükül­müş asabi bir zat belirir.

    Kâtip Çelebi'den hemen 3 yıl sonra (1611 = 1020) doğmuş ve ondan 23 yıl sonra vefat etmiş olan «seyyah-ı âlem» Evliya Çelebi’ den, bazen Tarih-i Seyyah adiyle de anılan Seyahatnamesinden, Coğ­rafya ilmiyle olan ilişkisi dolayısıyle, kısaca bahsetmek lazımdır. Evliya Çelebi Seyahat name’sinin ilk altı cildi İkdam Matbaası ve öteki ciltleri de Türk Tarih Encümeni tarafından yayınlanırken, ya­zarın hayatına dair bir satır bile ilave edilmiş değildir. Gerçi şim­diye kadar Evliya Çelebi’nin muntazam bir hayat hikayesine eski eserlerde rastlanmamışsa da Islâm Ansiklopedisi Leyden baskısın­da J.H. Mordtmann’ın yaptığı gibi Seyahatname’sinden pekala kısa bir hayat hikayesi çıkarılabilir.

    Kaynak: Abdulhak Adnan Adıvar, Osmanlı Türklerinde İlim

     

     

    Bu blogdaki popüler yayınlar

    TWİTTER'DA DEZENFEKTÖR, 'SAHTE HABER' VE ETKİ KAMPANYALARI

    Yazının Kaynağı:tıkla   İçindekiler SAHTE HESAPLAR bibliyografya Notlar TWİTTER'DA DEZENFEKTÖR, 'SAHTE HABER' VE ETKİ KAMPANYALARI İçindekiler Seçim Çekirdek Haritası Seçim Çevre Haritası Seçim Sonrası Haritası Rusya'nın En Tanınmış Trol Çiftliğinden Sahte Hesaplar .... 33 Twitter'da Dezenformasyon Kampanyaları: Kronotoplar......... 34 #NODAPL #Wiki Sızıntıları #RuhPişirme #SuriyeAldatmaca #SethZengin YÖNETİCİ ÖZETİ Bu çalışma, 2016 seçim kampanyası sırasında ve sonrasında sahte haberlerin Twitter'da nasıl yayıldığına dair bugüne kadar yapılmış en büyük analizlerden biridir. Bir sosyal medya istihbarat firması olan Graphika'nın araçlarını ve haritalama yöntemlerini kullanarak, 600'den fazla sahte ve komplo haber kaynağına bağlanan 700.000 Twitter hesabından 10 milyondan fazla tweet'i inceliyoruz. En önemlisi, sahte haber ekosisteminin Kasım 2016'dan bu yana nasıl geliştiğini ölçmemize izin vererek, seçimden önce ve sonra sahte ve komplo haberl

    FİRARİ GİBİ SEVİYORUM SENİ

      FİRARİ Sana çirkin dediler, düşmanı oldum güzelin,  Sana kâfir dediler, diş biledim Hakk'a bile. Topladın saçtığı altınları yüzlerce elin,  Kahpelendin de garaz bağladın ahlâka bile... Sana çirkin demedim ben, sana kâfir demedim,  Bence dinin gibi küfrün de mukaddesti senin. Yaşadın beş sene kalbimde, misafir demedim,  Bu firar aklına nerden, ne zaman esti senin? Zülfünün yay gibi kuvvetli çelik tellerine  Takılan gönlüm asırlarca peşinden gidecek. Sen bir âhu gibi dağdan dağa kaçsan da yine  Seni aşkım canavarlar gibi takip edecek!.. Faruk Nafiz Çamlıbel SEVİYORUM SENİ  Seviyorum seni ekmeği tuza batırıp yer gibi  geceleyin ateşler içinde uyanarak ağzımı dayayıp musluğa su içer gibi,  ağır posta paketini, neyin nesi belirsiz, telâşlı, sevinçli, kuşkulu açar gibi,  seviyorum seni denizi ilk defa uçakla geçer gibi  İstanbul'da yumuşacık kararırken ortalık,  içimde kımıldanan bir şeyler gibi, seviyorum seni.  'Yaşıyoruz çok şükür' der gibi.  Nazım Hikmet  

    YEZİDİLİĞİN YOKEDİLMESİ ÜZERİNE BİLİMSEL SAHTEKÂRLIK

      Yezidiliği yoketmek için yapılan sinsi uygulama… Yezidilik yerine EZİDİLİK kullanılarak,   bir kelime değil br topluluk   yok edilmeye çalışılıyor. Ortadoğuda geneli Şafii Kürtler arasında   Yezidiler   bir ayrıcalık gösterirken adlarının   “Ezidi” olarak değişimi   -mesnetsiz uydurmalar ile-   bir topluluk tarihinden koparılmak isteniyor. Lawrensin “Kürtleri Türklerden   koparmak için bir yüzyıl gerekir dediği gibi.” Yezidiler içinde   bir elli sene yeter gibi. Çünkü Yezidiler kapalı toplumdan yeni yeni açılım gösteriyorlar. En son İŞİD in terör faaliyetleri ile Yezidiler ağır yara aldılar. Birde bu hain plan ile 20 sene sonraki yeni nesil tarihinden kopacak ve istenilen hedef ne ise [?]  o olacaktır.   YÖK tezlerinde bile son yıllarda     Yezidilik, dipnotlarda   varken, temel metinlerde   Ezidilik   olarak yazılması ilmi ve araştırma kurallarına uygun değilken o tezler nasıl ilmi kurullardan geçmiş hayret ediyorum… İlk çıkışında İslami bir yapıya sahip iken, kapalı bir to