Uryanilerin
İtikatları ve Görüşleri
"Hak, Rabbinden gelir; sakın bunda kuşkuya düşenlerden
olma!"
(Kur'an)
Yaşar
Nuri ÖZTÜRK
HZ.
MUHAMMED'LE İLGİLİ
*
Hz. Muhammed'i Allah'ın sevgilisi
olarak anmak:
Mevlit
yazarı Süleyman Çelebi, Allah-Peygamber arasında geçtiğini düşündüğü bir
konuşmayı şöyle veriyor: "Ben sana aşık olıcak ey latif. Kabul olmaz
mı dü âlem ey şerif!"
Bu
ifadeler Eski Yunan ilahları için kullanılan mitolojik ifadelerdir. Allah kullarını
sever, onlar da Allah'ı sever; Allah müminlerin dostu, müminler de O'nun
dostudur ama, Allah hiç kimseyi "sevgili" edinmez, hiç kimseye
aşık olmaz. Sevgi faaliyeti varlığın temel faaliyetlerinden biridir. Bunun
içindir ki Kur'an sevgi (hubb) faaliyetini Allah'a da, insana da isnat eder.
Din hayatının ve imanın esası da bir sevgi faaliyetidir, (bk. Bakara, 165) Ama
şunu gözden uzak tutamayız: Bütün insanları veya bütün varlıkları sevmek
başka şeydir, birini sevgili edinmek başka şeydir. B u ikincisi, mutlak
özgürlüğe aykırıdır, sevgili edinen varlığı bağımlı kılar. Böyle olduğu
içindir ki sevgili edinmek beşerî bir zaaftır. Zaaf ifade eden bir niteliğin
Allah'a isnadı tevhit nezaketiyle bağdaşmaz.
İbnül-Cevzî,
Allah
'a etken veya edilgen olarak aşk isnat etmeyi İblis'in tasavvuf-tarîkat
çevrelerine musallat ettiği karıştırmalardan biri olarak görüyor, (bk. Telbîsü
Îblis, 188, 199)
Kur'an'da
peygamberler için "halîl" (dost) sıfatı, müminler için de "veli"
(dost) sıfatı kullanılmıştır, (bk. Nisa, 125; Yûnus, 62-63) ama hiçbir
peygamber için "habîb" (sevgili) sıfatı kullanılmamıştır.
Allah'ın velisi ve halili olur ama habîbi (sevgilisi) olmaz. Bunun içindir ki
herhangi bir peygamberi "Allah'ın sevgilisi" diye anmak, bir
tevhitdışılıktır.
*
Hz. Muhammed'in nurdan yaratıldığını söylemek:
Kur'an
onu ısrarla ve defalarca "beşer" olarak anmaktadır. Nurdan
yaratılan bir varlığın insana örnek olması söz konusu edilemez. Allah,
resullerin melekler gibi doğa üstü özellikler taşımasını isteyenleri putperestlikle,
zalimlikle suçlarken tevhidin son elçisine nurdan yaratılmıştık niteliği vermek
gibi bir yola gitmez.
Nurdan
yaratılmışsa "üsve-i hasene" (uyulabilecek en güzel örnek)
nasıl olacaktır? Kur'an bunun tam tersini söylemektedir.
Nur-i
Muhammedi anlayışıyla Hz. Muhammed'i beşer sıfatından soyup
örnek alınamaz duruma getiren çevreler bununla da yetinmemiş, tüm varlık ve
evrenin onun için yaratıldığını iddia etmişlerdir.
Vahyin
hiçbir beyanı, hiçbir nebiyi "varlık ve evren senin için yaratıldı"
diyerek yüceltmemiştir. Çünkü bu nitelik ulûhiyetin niteliklerindendir. (Bu
konuda geniş bilgi için bk. Îbn Teymiye; Resâil, 1/155 vd.)
Şunu
asla unutmamalıyız: Kur'an, Hz. Muhammed'in nübüvvetini ispat ve yüceltme
noktasında dikkatleri hep kendine çekmiş, vurguyu Peygamber'e değil, vahye
yapmıştır. Resulün ne fiziği ne kişiliği ne de başkaca bir bedensel üstünlüğü
üzerinde durulmuştur.
İslam
dünyası ise bu Kur'ansal tavır ve tarzın tam aksi bir yol tutmuş,
Peygamberimizi yüceltmede eskilerin yöntemini öne çıkarıp vurguyu Kur'an'dan
Peygamber'e çevirmiştir. Bu yol, sonucu şirkle bitecek bir yoldur ki, Kur'an
buna Hz. İsa konusunu anlatırken açıkça dikkat çekmiştir.
Hz.
Muhammed bahsinde, nebinin ölümünden sonra kalan tek mucize Kur'an'dır. Bu
mucize üzerinde derinleşmek yerine, Peygamber'in hayatını mitoloji ile
zenginleştirip yedek mucizeler yaratmaya kalkmak İslam dünyasının Kur'an'dan
kopmasına yol açmıştır.
*
Hz. Muhammed'in sakal kıllarını kurtarıcı olarak görmek:
Hz.
İsa'ya kilise babalarının yaptıklarını Cenabı Peygamber'e sakal-ı şerîfçi
bid'at erbabı yapmıştır. Savunmada kullanılan söylem hep aynıdır: "Biz,
bunu ona saygımızdan yapıyoruz, teberrüken öpüyoruz, şirk ve ilahlaştırma
niyetimiz yok!"
Bu
sözlerin hiçbiri, Hz. Peygamber'i şirk aracı yapmanın mazereti olamaz. İsa'yı
Allah'ın oğlu ilan edip heykelini tevhit mabedine sokanlar da aynı kelimelerle
konuştular, ama hiçbiri şirke bulaşmaktan kurtulamadı.
Sakal
kıllarını mabet dışında öpüp kutsamak bid'at, bu işi mabedin içinde
yapmak ise şirk belirtisidir. Çünkü Cin Suresi 18. ayete açıkça aykırıdır.
Sakal-ı şerif denen sarılıp sarmalanmış kılların çevresinde halka olan
insanlar dakikalarca, hatta saatlerce dönüp durmakta, ortaya bir Beytullah'ı
tavaf manzarası çıkmaktadır. "Biz bu dönüşü tavaf niyetiyle
yapmıyoruz" türünden Îsrailiyât baheneleri hiçbir anlam ifade etmez;
yapılan doğrudan doğruya tavaftır. Beytullah dışında tavaf ise peygamberlere
bile yapılsa küfürdür. Hem de icma' ile... (bk. Îbn Teymiye; Resâil, 1/79-80)
*
Hz. Muhammed'in her davranışını din sanmak:
Hz.
Muhammed bir beşer-nebi olduğuna (meleknebi olmadığına) göre, onun söz
ve fiillerinin iki kategoriye ayrılması kaçınılmazdır: a) Nebevi fiilleri, b)
Beşerî fiilleri. Bu tevhit inceliği hiç dikkate alınmadan onun yaptığı,
söylediği, susarak seyirci kaldığı her şey dinleştirilmiş, beşer nebi bir
melek-ilah nebiye dönüştürülmüştür.
Ne
ilginçtir ki Îslam'ın Kur'an kaynaklı tespitlerini hiçbir problem ve sıkıntıyla
karşılaşmadan her zaman ve zeminde yaşamak mümkün iken, "sünnet" adıyla
sahnelenen yarı mitolojik kabulleri yaşamakta akıl almaz sıkıntılarla
karşılaşmaktayız. Sebep, nebinin beşernebi olmaktan çıkarılıp
melek-nur-peygambere dönüştürülmesidir.
Hz.
Resul'ün vahye ve nebi yanına ilişkin Kur'an beyanları onun beşerî yanını da kapsayacak
biçimde algılanmakta ve Kur'an vahyine ilişkin üstünlükler beşerî tespitlere
mâl edilmektedir. Örneğin, "O kendi arzu ve isteğinden konuşmaz; onun size okuduğu indirilmiş bir
vahiyden başkası değildir." Ne cm,
3-
4 ayetleri,
Peygamberimize isnat edilen ve birçoğunun uydurma olduğunda kuşku bulunmayan
sözleri kutsamak için kanıt yapılmaktadır. Oysaki burada sözü edilen,
Kur'an'dır. Müşrikler Hz. Resul'ü şairlik, kâhinlik, sihirbazlıkla suçluyor,
Kur'an'ı onun uydurduğunu söylüyorlardı. Ayetler buna cevap getiriyor. Kur'an'ın,
Hz. Peygamber'in sözlerini vahiy ilan etmek gibi, hâşâ, bir gayreti asla
yoktur. Kur'an ona "beşer" diyor ve farkını, kendisine vahiy
gelmesi olarak gösteriyor. Gelen vahiy, ortadadır: Kur'an...
Eğer
onun beşer olarak konuştukları da vahiy ise neden onları yazdırmamış, tam
aksine hepsini imha ettirmiştir? Onlar vahiy idiyse bu yazdırmama ve imha ettirme,
peygamberlik sıfatlarından olan "zapt" ve "emaneti
tebliğ" nitelikleriyle çelişmez mi?
Sözün
özü şudur: Hz. Peygamber, aynı zamanda bir devlet başkanı ve yargıç sıfatıyla
da iş yapmış, söz söylemiştir. Önemli olan, Kur'an'ın bunları vahiy adına
tescil edip etmediğidir. Arapların asırlardır uyguladığı cünüplükten yıkanma
âdeti, Kur'an'la tescil edildiği için far z olmuştur .
Kur'an
tescil ederse başımız üstüne, o bizim için din olur. Kurallaştırmazsa o bizim
için bir âdet olarak kalır. Sahabî Câbir b. Abdullah'ın, Müslim'deki
şu sözü, üzerinde olduğumuz konu bakımından son derece önemlidir. Diyor ki Câbir
(ölm. 74/693): "Bir yandan biz, meniyi dışarı boşaltarak gebeliği
önlüyorduk, bir yandan da Kur'an vahyediliyordu. Eğer bizim yaptığımız
engelleme, yasaklandığımız bir şey olsaydı, Kur'an bizi ondan yasaklardı."
Câbi
r'in
bu sözü, dini anlama ve sünnetin yerini belirlemede yaşamsal bir tespittir.
Sahabî neslinin sünnetten ne anladığını göstermesi ve din adına yasak olanla
olmayanı belirleme bakımından ışık tutucu bir sözdür. Ve ilkesel ifadesi şudur:
Sünnet
diye andığımız tavır ve tarz birçok şeyi yapar, söyler; önemli olan bunların
Kur'an tarafından tescil edilip edilmediğidir. Tescil edilenleri dinleşir,
zaman üstü olur; tescil edilmeyenleri tarihsel yorum olarak kalır...
Şu
da gözden uzak tutulamaz: Sünnet adıyla ortaya getirilen kabullerin birçoğu,
Peygamber'e ait söz ve davranış değildir. "Hadis" adıyla
ortaya getirilen sözlerin birçoğunun Peygamber'in sözü olmadığı gibi... Buharî
çevirmeni Ahmed Naim (ölm. 1934), sünnet ve hadis konusundaki
gelenekçiliği ile tanınmasına rağmen şunu söylemek zorunda kalmıştır: "Sahabe
ve tâbiûn asarına yani kavil, fiil ve takririne müteallik merviyyâta da hadis
denildiği kesîrul vukûdur." (Ahmed Naim; Buharî Tercüme ve Şerhi, 1/7)
Ahmed Naim'in bu sözünün günümüz Türkçesiyle ifadesi şudur: "Sahabe
ve onu izleyen kuşaktan bize aktarılan söz, fiil ve kabullerin hadis diye anıldığı
da çokça rastlanan bir olgudur."
Gerçek
şu ki, bırakın bu güvenilmez rivayetleri mütevâtır hadisleri bile Kur'an
ayetleriyle aynı kefeye koyamayız, koyarsak vâzı-ı din (din koyucu)
ikileşir, şirk doğar.
*
Hz. Muhammed'i Allah'ın elçiliğinden Allah'ın ortaklığına doğru çekmek:
Hz.
Muhammed, elçilikten ortaklığa doğru çekme illetinin varlığını ve
tehlikelerini çok iyi biliyordu. Bu illetin ümmetini perişan etmemesi için çok
mücadele etmiştir. Onun hayatı bu mücadelenin hayranlık verici tablolarıyla
doludur. Ama ne yazık ki ölümünden sonrasına hükmetmek hiçbir faninin elinde
değildir. O da bunu yapamamış ve ölümünden sonra kendisini elçilikten
ortaklığa doğru çeken hastalıklı şuuraltının hortlamasına engel olamamıştır.
Şimdi
onun hayatında bu "ortaklığa çekiş "e karşı direnmenin ilginç
göstergelerinden bir tabloyu görelim: Sahabîlerinden biri bir sabah kendisine
gelip rüyasını anlatır. Rüya şudur: Adam, Yahudi bir topluluğa uğramış
ve onlara şunu demiştir: 'Keşke siz, 'Uzeyir Allah'ın oğludur' dememiş
olsaydınız. Yahudiler de ona şu cevabı vermişler: 'Keşke siz de 'Allah ve
Muhammed isterse' dememiş olsaydınız. Adam daha sonra Hristiyan bir
topluluğa uğramış ve onlara şöyle demiş: 'Keşke siz Mesih İsa Allah'ın
oğludur' dememiş olsaydınız!' Hristiyanlar da adama şunu söylemişler: 'Keşke
siz de Allah ve Muhammed isterse" dememiş olsaydınız. Rüyayı dinleyen
Hz. Resul o zâta şu cevabı vermiş: " Doğrusu ben o sözü sizden duydum
ve o söz yüzünden çok sıkıntı çektim. Bir daha 'Allah ve Muhammed isterse'
demeyin, sadece Allah isterse deyin!" (Ibn Hemmâm; Musannef, 11/28)
İşte
Hz. Muhammed'in Allah ile kendisi arasındaki ilişkiyi oturttuğu tevhit zemini
budur.
Recm,
taşlamak,
taşlayarak öldürmek demektir. Fıkıh terimi olarak, zina suçu işlemiş evli
kadın veya erkeğin halk önünde taşlanarak öldürülmesini ifade eder.
Kur'an'da
böyle bir ceza yoktur. Kur'an, tanıklarla belirlenip kesinlik kazanmış bir zina
suçu için, evli-bekâr ayrımı yapmadan bir tek ceza getirmektedir: Celde yani
kamu otoritesinin uygun bulacağı sopa, çubuk vs. türünden bir âletle bir grup
insanın görebileceği bir yerde seksen kez vurmak, (bk. Nûr Suresi, 2-3) Bu vuruşun
öldürme veya yaralama maksadıyla yapılmaması gerektiği ittifakla kabul edilmektedir.
Maksat, utandırarak caydırmadır.
Kısacası
Kur'an, zina suçu için sadece dövme cezası getirmektedir.
Bu
ceza, köleler için yarıya indirilerek uygulanır, (bk. Nisa, 25) Recm cezasında
yarıya indirme söz konusu olamayacağına göre, "yarıya indirme"
kuralını koyan Kur'an'ın recm cezasını onaylaması söz konusu olamaz.
Bir suçun dövme cezasını kendisi
düzenleyip öldürme cezasını başkalarına bırakan bir kitap "içinde kuşku,
tutarsızlık, çelişme olmayan kitap" (Bakara, 2) unvanını
taşıyamaz. Recme "Sünnet-i Ömer" yani halife Ömer'in sünneti
diyenler de vardır. Bu deyim sebepsiz değil. İddiaya göre, Ömer şöyle demiştir.
"Recm cezası Kur'an'da vardı. Ancak o cezaya ilişkin ayet Kur'an'ın içine
girmedi ama hükmü baki kaldı." Ayetin Kur'an'a girmemesini şu şekilde
açıklayanlar da vardır: "B u ceza şu anda elimizde bulunan Kur'an'da yoktur,
ama onunla ilgili ayet, esasında vardı. Ama, o vahyedildiği zaman
Peygamberimizin eşi Âişe onu evinin bir köşesinde saklamıştı, o sırada içeri
giren bir keçi onun yazılı olduğu parşömeni yedi."
Bu
mantığa göre, ayet, keçi tarafından yendi ama hükmü baki kaldı... Bu
iddialar kimden gelirse gelsin, reddedilmelidir. Bazı ayetlerin Kur'an dışında
kaldığını söylemek Kur'an'ın korunmuşluğu gerçeğini ortadan kaldırır. Ömer gibi,
mişnacılığa savaş açmış bir insan böyle bir söz söylemez. Recmi yasallaştırmak
isteyenlerin Ömer'i paravan yapmak istedikleri açık...
Recm,
Tevrat'ta bulunan bir cezadır, (bk. Çıkış, bab: 23;
Levililer, bab: 20; Tesniye, bab: 22) Hz. Peygamber, Medine site-devletinin
başı sıfatıyla birliğin üyelerine kendi hukuklarını uygulardı. Zina eden
Yahudilere de kendi kitaplarındaki recmi uygulamış olabilir. Nitekim kaynaklar
recmin uygulandığı ilk çiftin Yahudi olduğunu açıkça söylemektedir, (bk.
Buharî, hudûd; Müslim, hudûd; İmam Mâlik; Muvâtta', hudûd)
Hz.
Peygamber bir recm cezası uygulamışsa (ki bizce son derece kuşkuludur) bu,
Yahudilere uygulanmıştır. Beyhakî'nin bir beyanına göre, Hz. Peygamber bu hükmü
uygularken şunu söylemiştir: "Bu, Tevrat'ın hükmüdür." (bk.
Beyhakî; Delâil, 6/269-271)
Elbânî,
Hz.
Peygamber'in bu uygulamasının zina suçu için değil, ırza tecavüz suçu için
olduğunu belirtiyor, (bk. Elbânî; es-Sahîha, 2/567 vd.)
Hz.
Peygamber'in bu cezayı Müslümanlara uyguladığı yolundaki rivayetlerin hiçbirini
güvenilir görmeyiz. Kendisine vahyedilen kitabın dövme cezası ile
cezalandırdığı bir suç için, meydan yerinde taşla ezerek öldürme cezası
uygulayan bir insanın, tebliğ ettiği kitaba sadakati tartışılır. Hak Elçisi'ni
böyle bir tartışmanın konusu yapmaktan Allah'a sığınırız.
Recme,
Hz. Peygamber'in sünnetinden destek uydurmaya çalışanlar, orada da tutarsızlık
sergilemişlerdir. Şöyle: Hz. Peygamber'in, ünlü Veda Hutbesi'nde
kadınların haklarıyla ilgili sözleri arasında şu cümleler bulunmaktadır:"
Sizin, kadınlar üzerindeki hakkınıza gelince o şudur: Sizin yatağınızı başka
biriyle paylaşmayacaklar. Eğer paylaşırlarsa onları, yaralamayacak şekilde
dövün." (Beyhakî; Delâil, 5/436)
Bu
sözün Peygamberimizin ağzından çıkıp çıkmadığı meselesini burada
tartışmayacağız. Ama eğer çıkmışsa -ki recimci zihniyet öyle diyorbu sözü
söyleyen bir kişinin evli bir insanın zina suçuna recm uygulaması söz konusu
olamaz. Bu sözle o uygulamanın yanyana gelmesi mümkün değildir. Eğer, "Veda
Hutbesi'ndeki sözler doğru değildir" denirse, o zaman öteki rivayetlerin
doğruluğu hiç söz konusu edilemez.
Neresinden
bakarsanız bakın, recm diye bir cezanın İslam'da varlığını kabul bizi içinden
çıkamayacağımız çelişmelere, tutarsızlıklara, kuşkulara iter. Aklı başında
nesilleri dindenimandan uzaklaştırır, nefret ettirir. Bir yalanı savunmak
uğruna dine bu kötülüğü yapmaya kimsenin hakkı yoktur.
islam
fıkhının, recm ile ilgili sayfaları, kara sayfalardır, günah ve iftira
sayfalarıdır. O sayfaların, bu aziz dinin kitaplarında, özellikle Kur'an
meallerinde (parantez
içlerine konmuş olarak) kalmaya devam etmesi Allah'ın ve Resul'ün bizden davacı
olmaya devam etmeleri demektir. (Recm
ile ilgili ayrıntılar için bk. KTK. Zina mad.)
SAHABÎLER
Sahabî
kelimesi
(çoğulu: ashâb, sahabe) sohbet kökündendir. Birisinin sohbetinde
bulunmak suretiyle onunla yakınlık-dostluk kuran kişiye "sahib" denir.
Sahabî sözü, Hz. Peygamber'e "sahib" olan yani onunla sohbet
etme şerefine eren kişi anlamında kullanılmış ve tarihselleşmiştir. Bir Islamî
terim olarak, Hz. Muhammenle imandaşlığı, dostluğu, arkadaşlığı, sohbeti,
beraberliği bulunan kişi anlamındadır.
Kur'an'da,
peygamberin arkadaşı anlamında "sahabî" veya "ashâb"
kelimesi geçmez. Buna karşın, "sâhib" sözcüğü, Hz.
Peygamber'i hemşehrilerinin arkadaşı olarak nitelemek için 3 yerde kullanılır.
(Sebe', 46; Necm, 2; Tekvîr, 22)
Kur'an,
sahabî tanımına dayanak olacak bir beyan içermemektedir. Esasen,
tevhit adına şunu söylemek zorundayız : Kur'an, herhangi bir peygambere (bu
Muhammed aleyhisselam da olsa) sahabî olmayı bir üstünlük veya ebedî kurtuluş
belgesi olarak öne çıkarmaz. Geleneksel yaklaşımların, sahabîlerin
üstünlüğüne, cenneti garanti etmiş olduklarına vs. kanıt olarak
değerlendirdikleri ayetlerin hiçbirinde böyle bir espri yoktur. O ayetler,
birtakım fiilleri, hizmetleri övüp yüceltmektedir. Sahabî nesli içinden o
fiilleri işleyenler işte bu "fiilleri" sebebiyle büyük
olmaktadırlar, Peygamberle arkadaş oldukları için değil. İşm, tevhit ruhuna
uygun yapısı budur.
Biz,
sahabîleri, Kur'an'ın övdüğü fiillerin sahibi oldukları için saygıya layık
görürüz. Yoksa annesinin kucağında Peygamberimizin huzuruna
getirilmiş veya Hz. Peygamber konuşurken vadinin dibinden onu dinlemiş ve bir
daha dönmemek üzere geçip gitmiş bir kişiyi, "Tüm gelecek Müslümanlardan
üstün, çünkü sahabî unvanı var" gibi tevhit sırrına ve varlık
kanunlarına aykırı bir seçkinliğe sahip kabul etmeyiz.
Geleneksel
anlayış, Hz. Peygamber'in bakışına mazhar olmuş kişinin en büyük olgunluk ve
erginliği bu sayede elde edeceğini söylemekte ve bu "erginliğin"
üstüne çıkabilecek bir değer tanımamaktadır. Bu bir kere, Kur'an'ın ruhunu
açıkça terstir. Kur'an, insanın üstünlük ve nasibini onun gayret ve emeğine,
bu gayret ve emeğin ürettiği değerlere bağlamıştır, (bk. Necm, 39; Tûr, 21; Müddessir,
38)
Kaldı
ki Hz. Peygamber'in nazarından nasiplenmek de bir gayret ve emek işidir. Hiç
kimse, sadece "Peygamber baktı" diye bir yere gelemez. Gelir
diye iddia etmek putperestliktir. Sahabî unvanı verilenler içinde, bırakın
ermeyi ve olmayı, teslimiyet sırrının bir kısmını göstermekte bile yaya kalmış
olan kişiler vardır. İşte bir örnek:
Hz.
Peygamber'e at satan biri, parasını almak üzere Hz. Peygamber'le evine
gidiyordu. Resul hızlı yürüdü, adam biraz geri kalmıştı. Adamın yanına sokulan
bazıları ata daha fazla para vereceklerini söyleyerek kafasını çeldiler. Adam
atı bunlara satmak istediğini Hz.
Peygamber'e
bildirdi. Hz. Peygamber: "Biz seninle anlaştık, atı bana sattın, artık o
at benim" deyince adam anlaşmayı inkâr etti. Allah adına yemin de ederek
"Ben atı sana satmadım." dedi. Çevredekilerse kenarda saklanarak
tartışmayı duymazlıktan geliyorlardı. Çekişme epeyce sürdü. Hz. Peygamber sen
atı bana sattın diye ısrar edince adam, akıl almaz bir utanmazlıkla Cenabı
Peygamber'e şunu söyleyebildi:" Sözünün doğruluğunu tanık getirerek ispatla."
Bunun üzerine Resul, Huzeyme adlı birini tanık göstererek atı satın aldığını
ispatladı, (bk. Ebu Davûd, akzıye 20 =3/308;
Nesaî, büyü' 81 = 7/265266)
Şimdi,
Hak Elçisi'ne böyle bir küstahlığı yapanla bu küstahlığı kenara çekilip
seyredenler nasıl olur da Peygamberi görmemiş Müslümanlarının tümünden daha
üstün olur?! Böyle bir iddia akla ve dine hakerettir.
Sahabîlerin
hatıralarına saygımız vardır, çünkü onlar Peygamberimizin arkadaşlarıdır. Ama
bu saygı, bir din emri filan değildir, olamaz. Böyle bir emir veren din
Şintoist unsurlara itibar ediyor demektir. Kur'an'ın dini bu unsurlardan
arınmıştır. Kur'an dininin bu nezahetini korumak yerine birtakım insanları kutsallaştırmak
için akıl almaz uydurmalar sahneleyenler tevhit dininde yapay bir panteon
oluşturdular. Bu panteonda, "saygı-övgü" adı altında şirk
edebiyatıyla çehresi değiştirilmiş bir peygamber, onun yanında da panteonun
diğer kutsal ruhları olan sahabî adlı kişiler yer almaktadır. Daha sonra
bunlara, ümmetin ulema ve evliya denen kadr dolarından binlerce kişi
eklenmiştir.
Tevhit
verileriyle incelendiğinde görülecektir ki geleneksel sahabî anlayışı, eski
Yunan panteonundaki ilahlara verilen özelliklerin tümünü bu insanlara
vermiştir. Eski Yunan ilahlarına tanınan dokunulmazlık ve kutsallıkla bu
sahabî panteonundaki insanlara tanınan dokunulmazlık ve kutsallık aynıdır.
Kimlere
sahabî denir
ilk
zamanlarda ashap unvanı, Hz. Peygamberce epey bir süre beraber olmuş, onunla
gazalara katılmış, sohbetlerde bulunmuş, kısacası hayatını Hz. Peygamber
laşmış imandaşları ifade berden sonraki zamanlarda
tarafından oluşturulan ve günümüzde de kullanılan tanım ise tamamen farklı bir
tanımdır ve ilk tanıma göre sahabî unvanı alamayacak birçok kişiye bu unvanı
vermektedir.
Biz,
sahabî tanımı olarak ilk devrin kabulünü esas alıyoruz.
Sahabî
kimdir sorusuna sonraki ulemanın verdiği ve bizce işin gerçeğine uymayan cevap
şudur: "Sahabî, Hz. Peygamber'i mümin olarak görmüş ve mümin olarak
vefat etmiş kişidir." (Bu tanım ve ayrıntılar için bk. Ahmet Naîm;
Buharî Terceme ve Şerhi, 1/1324)
Tanımın
omurgasında "mümin olarak görme ve ölme" vardır. O halde iman
etmeden görmüş olan ve daha sonra iman edenlerle, mümin olarak görüp de sonradan
mümin sıfatını yitirenler (örneğin sonradan Îslam dininden çıkanlar) sahabî
olamazlar.
Geleneksel
kabulün aksine biz, Îslam'ın kudretinin kesinleşip egemenliğinin kaçınılmaz
olduğu zamanda (H. 8 yılındaki Mekke Fethi sırasında ve sonrasında) can
korkusu veya nimet elde etme hevesiyle "iman" ettiğini
söyleyen ve esasta Kur'an tarafından "müellefetü'l-kulûb" (Kalpleri
İslam'a ısıtılanlar) diye anılan kişileri sahabî tanımı içine sokmuyoruz.
Bırakın sahabî tanımını bunları, "mümin" tanımı içine sokma
yetkimiz bile yoktur. Tıpkı onları iman dışında görmeye yetkimizin olmadığı
gibi... Kur'an onlara bir sıfat vermiştir: Müellefetü'l-kulûb... Biz,
Kur'an'ın hükme bağladığı bir konuda kendimizden yeni hüküm koyamayız.
Kaldı
ki, Hz. Peygamber'in "ashabım" tâbirini, bırakın müellefetü'l-kulûbu,
Hudeybiye Antlaşmasından sonra iman etmiş kişiler için bile kullanmadığını
gösteren kanıtlara sahibiz. Bilindiği gibi, Hudeybiye Antlaşması Mekke Fethi'nden
yaklaşık bir yıl önce imzalanmıştır. (Bu konuda bk. Elmalılı Hamdi'nin "Hak
Dini Kur'an Dili", Hadîd Suresi 10. ayetin tefsiri: 7/4734-4735)
Sahabî
konusunda ilk ve en tehlikeli saptırma Hudeybiye Antlaşmasından (özellikle
Mekke Fethi' nden) sonra Müslümanlık ilan etmiş kişileri sahabî sayma
ile başlamıştır. Kılıçlarından Müslüman kanı akan bir takım insanlar, canlarını
kurtarmak ve ganimet devşirmek için "iman ettik" dediler
diye, Îslam'ı bunlara karşı yıllarca savunmuş müminlerle aynı kefeye konarak "sahabî"
unvanına kavuşturulmuşlardır.
Bu,
bizce, gerçek sahabîlere hakaret olduğu gibi, Îslam'a da saygısızlıktır. Daha
kötüsü, bu "sözde sahabîler "e bir anlam kaydırmasıyla
bağışlanan yetkilerin ileriki zamanlarda zulümlerin ve saptırmaların sebebi
olduğunu görmekteyiz. Birilerinin dayatmasıyla "sahabileştirilen" bu
insanların bir kısmı, kullanma imkânına ulaştıkları sahabî dokunulmazlığının
arkasına girerek tarihe siyah harflerle yazılmış cinayetler, ihanetler,
soygunlar-vurgunlar ve saptırmalar işleyebilmişlerdir.
O
halde biz, Mekke Fethi sırasında müslümanlığını ilan edenleri, özellikle
bu ilan üzerine ganimet aldığını gördüklerimizi asla sahabî saymayız. Allah
onlara "mümin" sıfatı vermemiştir, onları "kalpleri İslam'a
ısındırılanlar" (bk. Tevbe Suresi, 60) diye anmıştır.
*
Müellefetü'l-Kulûb'u Sahabî Saymak:
Bunun
nasıl yapıldığını ve nelere mâl olduğunu yukarıda gördük.
Müellefe'ye,
durumuna göre ısıııdırıcı veya şerrinden koruyucu bağışlar yapıldı. Kaynaklar
kime ne kadar bağış yapıldığına ilişkin listeyi vermektedir. En çok bağışın Kureyş
ileri gelenlerine yapıldığı görülüyor. Çünkü en şerir kodamanlar onların
içindeydi. Zararlarının durdurulması kaçınılmazdı. Bu bağış listesinde,
örneğin, Ebu Süfyan ile oğlu Emevî kralı Muaviye'ye yüzer deve
verildiğini görüyoruz, (bk. Beyhakî; Delâil, 178-183)
Udûl,
günah
işlemez, yalan söylemez, adaletten sapmaz, tam güvene layık kişi anlamındadır.
Bu sözcük, zaman içinde "asla ve asla hata etmez, asla ve asla yanılmaz,
asla ve asla değerini yitiren söz söylemez" anlamlarında kullanılır olmuştur.
Bugün de halk arasında yaşayan ve yaşatılan anlamı budur.
Hemen
söyleyelim ki Kur'an, peygamberler de dahil hiçbir beşere bu nitelikleri
vermez. Bu nitelikler insanın değil, Allah'ındır. Hz. Peygamber, birçok kez,
kendisinin bir beşer olduğunu, unutabileceğim, hata edebileceğini açıkça
söylemiştir. Günde yetmiş veya yüz kez Allah'tan af dilediğini söyleyen de
kendisidir.
Hz.
Peygamber'in sık sık yaptığında tartışma bulunmayan bazı dualar, onun bizzat
kendisinin günahından, hatalarından söz edip Allah'tan af dilediğini göstermektedir.
Îşte bir tanesi: "Allahım! Hatalarımı, bilgisizliğimi, işlerimde
taşkınlığımı, kasıtlı, kasıtsız sürçmelerimi, açık ve gizli yanılmalarımı ve
sence bilinen diğer günahlarımı bağışla!.." (Bu dua-hadis ve
benzerleriyle bunların açıklamaları için bk. Îbn Teymiye; el-Furkan, 102-104)
Hal
böyle iken onun sahabîlerinin bu noksanlıklardan arınmış olduğunu söylemek
doğru değildir.
Bu
anlayışı desteklemek için kanıt gösterilen Kur'an ayetlerinin hiçbiri bu konuda
kanıt olmaz.
Burada
tarih açısından da bir yanılgı ve zorlama sergilenmektedir. Her şeyden önce,
Hz. Peygamber, sahabîleriyle ilgili beyanlarında onları böyle arınmış, günahsız,
lekesiz göstericici hiçbir ifade kullanmamıştır. Tam aksine, ümmetinin Cahiliye
âdetlerinden tamamen arınamayacağını bildirmiştir, (bk. Müslim, cenaiz; Îbn
Teymiye; el-Furkan, 20) Bunun da ötesinde, en seçkin sahabîlerinden biri
olduğunda kuşku bulunmayan Ebu Zer el-Gıfârî (ölm. 32/652) gibi bir
kişiye şöyle diyor: "Sen, kendisinde Cahiliye kalıntıları olan bir
kişisin!" Bunun üzerine Ebu Zer soruyor: "Peki bu hal, ileri
yaşlarımda da sürüp gidecek mi?" Hz Resul cevap veriyor:" Evet!"
(bk. Bu hadis ve açıklaması için bk. İbn Teymiye; el-Furkan, 20)
Sahabîlerin
bizzat kendileri birbirleri hakkında arınmışlık, udûllük gibi sıfatlar asla
kullanmıyorlar. Onlar birbirlerini çok ağır ithamlarla suçlayabilmişlerdir.
Birbirlerine kılıç çekmiş, birbirlerinin kanlarını dökmüşlerdir. Bazılarının
lakabı, diğer bazıları katında "kezzâb" (sınırsız yalan söyleyen)
olmuştur. Örneğin, en büyük hadis ravisi sayılan Ebu Hureyre'nin lâkabı Hz.
Ali ve Hz. Âişe gibi bilgin sahabîler nezdinde "kezzabadır. Hz.
Ömer, bu Ebu Hureyre'nin konuşmasını yasaklamıştır. (Ebu Hureyre'nin bu yanına
bir örnek için bk. İbn Hemmâm; el-Musannef, 4/179-180)
Hz.
Ali, kendisine karşı gelen sahabî kadrosuna "el-fie
tü 'l-b âğiy e: eşkıya güruhu" demiştir. Sahabî diye yüceltilen Ebu
Süfyan oğlu Muaviye'nin Hz. Ali katındaki lâkabı "İbnu
Âkileti'l-Ekbâd: ciğer yiyen kadının oğlu"dur. Bilindiği gibi,
Muaviye'nin anası Hind, Uhud Harbi sırasında Peygamber amcası cengâver
sahabî Hamza (ölm. 3/634)nın ciğerlerini söktürüp çiğnemiş, Müslüman
şehitlerin gözlerini oyup putperest dostlarına gerdanlık yapıp Mekke'ye
hediye götürmüştür.
Sadece
"sahabî" olarak gösterilmekle kalmayan, "Arapların en
dahisi" diye de yüceltilen Ebu Süfyan oğlu Muaviye, Hz. Ali 'nin Mısır
valisi ve sahabî Kay s b. Sa'd b. Ubâde (ölm. 59/678)ye şöyle
yazıyordu: "Sen,
Yahudi
oğlu Yahudisin. İki tarafın (Ali tarafıyla kendisinin tarafı) sence sevimli
olanı kazanırsa seni azledip yerine bir başkasını getirecektir. Sevmediğin
taraf kazanırsa seni öldürüp ortadan kaldıracaktır..."
Sahabî
Kays 'ın, yine bir "sahabî" sayılan Muaviye'ye cevabı şu oldu:
"Sen, putperest oğlu putperestsin. İslam'a istemeyerek girmiş
göründün, ondan isteyerek çıktın. İmanında hiçbir öncelik yoktur, münafıklığın
ise yeni değildir. Allah'a hamd olsun ki biz o senin çıktığın dinin yardımcıları,
içinde bulunduğun putperest dinin düşmanlarıyız." (Câhız; el-Beyân
vet-Tebyîn, 2/87)
Ebu
Hamza el-Hâricî (ölm. 130/747) Mekke 'de
yaptığı bir konuşmada "sahabî" diye anılan Muaviye'yi şöyle
anlatıyor: "Allah ve Resul'ün lanetlediği bir adamdır. Allah'ın
kullarını köle, Müslümanların mallarını saltanat aracı, Allah'ın dinini pusu
kurma yeri olarak kullandı..." (bk. Câhız, aynı eser, 2/123)
Îşin
Kur'an, akıl ve tarih önünde doğrusu şudur: Sahabî lakabı verilen zâtların
birçoğu yalan da söylemişlerdir, günah da işlemişlerdir. Bu günahlar içinde
şarap içmek, zina, cinayet, hatta irtidat vardır. Kur'an'ın "dini yalan
sayma" alâmeti olarak gördüğü kamu mallarına el koyup yemek ise çok
bol miktarda vardır.
Sahabîler"in
fikir yürüttükleri bir konuda bizim fikir yürütmeye kalkmamızın doğru
olmayacağını söylemek vahyin ruhuna açıkça terstir; insanın insanı
rableştirmesidir. Allah'a ait bir niteliği insana vermektir. İmamı Şafiî (ölm.
204/820) gibi bazı bilginler onların sözlerinin nihayet bir içtihat olduğunu, o
sözlere ters içtihatların yapılabileceğini söylemişlerdir ki, işin tevhit
ilkelerine uyanı budur. (bk. Hallâf, 282)
Bu
son bilgilerin ışığında şu iki kabule de değinmek gerekir:
a)
"Ashabım yıldızlar gibidir, hangisine
uyarsanız uyun doğruyu bulursunuz." mealinde hadis
diye rivayet edilen söz: Bu sözün aslı yoktur. Cenabı Peygamber'in böyle bir
söz söylemesi mümkün değildir, çünkü bu söz tevhide aykırıdır. (Bu sözün sahih
olmadığını gösteren deliller için bk. Beyhakî; Medhal, 163; Elbânî; ez-Zaîfa,
1/144-149)
Sahabî
rableştiren bu uydurmaya karşı, Ehlibeyt'i rableştiren şu uydurma
sahnelenmiştir: "Ehlibeytim yıldızlar gibidir, hangisine uyarsanız
doğruyu bulursunuz." (bk. Elbânî; ez-Zaîfa, 1/152, 173, 631)
b)
Efdaliyet
anlayışı: Eski Yunan panteonunun ilahlaştırılmış ruhlarına
döndürülen sahabîler, daha sonra bir büyük yarışın da konusu yapılmışlardır. Bu
yarış, tevhit ruhuna tartışmasız biçimde aykırı olan "efdaliyet" anlayışıdır.
Efdaliyet,
benimsediği
bazı ölçülere göre, bir kısım kişilerin ötekilerden apirori (akıl yürütme ve
delil getirme gerekmeksizin) üstün olduklarını ve bu üstünlüğün bir hiyerarşi
arz ettiğini benimseyen anlayıştır.
Sahabîler
içinde efdaliyet, ne ilginçtir ki, yapılan siyasal-yönetsel seçimlerle
belirlenmiştir. Yani dünyevîbeşerî bir ölçü, uhrevî-ruhsal bir üstünlük için
esas alınmıştır ki, bu da Kur'an dışı bir yaklaşımdır.
Sahabî
kutsallaştıran anlayışa göre, efdaliyet hiyerarşisi şöyle işlemektedir:
Peygamber'den sonra en büyük insan ilk halife Ebu
Bekir,
İkincisi halife Ömer, üçüncüsü halife Osman, dördüncüsü Hz. Ali'dir. Bu mantığa
göre, beşinci "büyük insan" -hâşâEbu Süfyan oğlu Muaviye, altıncı
büyük insan ise ebedî mel'un Yezid olacaktır. Ve bu, halife denen kişilerin
seçim sırasınca yürüyüp gidecektir...
Ebu
Bekir'le Ömer'in en hayırlı insan olduklarına ilişkin bir de hadis uydurulmuştur:
"Ebu Bekir ve Ömer ilk Müslüman nesillerin en hayırlılarıdır." (bk.
Elbânî; ez-Zaîfa, 4/227, 5/121-123)
Efdaliyet
yarışı kuşaklar arası yarış halinde de sahnelenmiş, böylece kişilere ilişkin
efdaliyet takviye edilmiştir. Bir uydurmaya göre, "insanların en hayırlı
nesli, Hz. Muhammenin devrinde yaşayan nesildir." (Bu sözün
güvenilmezliği konusunda bk. Elbânî; ez-Zaîfa, 4/20-21)
Efdaliyet
anlayışı, İslamdışıdır. Allah, nebiler arasında bile efdaliyet yarışı
açılmasını y asaklamıştır, (bk. Bakara, 285) Hz.
Peygamber'in en çok kızdığı şeylerden biri de peygamberler arasında büyüklük
yarışı açılması idi. Bir örnek verelim: Bir Yahudi ile bir Müslüman Hz.
Mûsa ile Hz. Muhammed'in hangisinin daha üstün olduğu tartışmasına
girerler, bu arada Müslüman öfkelenerek Yahudiyi tokatlar. Yahudi bunun üzerine
doğruca Hz. Peygamber'e gelerek kendisini tokatlayan adamı şikâyet eder. Şikâyeti
dinleyen Resul şöyle buyurur: "Beni Musa'dan daha üstün tutmayın!"
(Buharî, husûmât 1; Müslim, fadâil 160)
* Sahabîlerin Sözlerine Uygun
Ayet İndiğini Söylemek:
Bu
tevhit dışı uydurma daha çok ikinci halife Ömer için gündeme getirilir.
Buna göre, bazı ayetler, bazı sahabîlerin daha önceden söyledikleri sözleri
doğrulamak üzere ve hatta aynen onların sözlerindeki ifade şekliyle
indirilmiştir. Bunu kabul ettirmek için akıl almaz sözler ve anekdotlar
uydurulmuştur. (Bu konuda bazı rivayetler için bk. Süyûtî; el-Itkan, 1/99-101)
Allah,
vahyin mahbatı (iniş yeri) ve mübelliği (tebliğcisi) olan Peygamberinin sözüne
ve isteğine uygun ayet indirmeyi bile ulûhiyet şanına aykırı bulurken,
Peygamber'in ümmeti içinden birilerinin istek ve düşüncelerine uygun ayet
nasıl indirir? Hem de o kişilerin sözlerinin çoğunlukla aynısını...
Büyüklük
ölçüsü gibi gösterilen bu noktanın, esasında bir günah konusu olduğunu
gösteren bir Kütüb-i Sitte hadisi vardır. Şöyle deniyor: "İnsanların
en büyük günah işleyenlerinden biri de haram ilan edilmemiş bir konuda soru
soran ve o sorusuyla bir şeyin haramlasın asın a yol açan kişidir." (Ebu
Davûd, sünen 6; Şâtıbî; Muvafakat. 1/49)
Bu
hadis esas alınırsa, örtünmeden içki içmeye kadar birçok konuda sorular sorup
haramlar doğmasına yol açan sahabîler (örneğin, Hz. Ömer) büyük günah işlemiş
sayılacaklardır! Bu olabilir mi?
Rivayetler
çelişkisine ilginç bir örnektir bu...
* Ashabın İhtilaflarının Rahmet
Tarih
önünde ağır didişme ve çekişmelere, oluk gibi kan akmasına sebep olmuş
insanların bu kavga ve çatışmalarını görmezlikten gelmek mümkün değildir. Bu
mümkün olmadığına göre, bu insanların tüm bu yaptıklarına rağmen kutsal ilan
edilmeleri nasıl sağlanacak, nasıl kalıcı ve inandırıcı kılınacaktır?
Tezin
tutturulması için bir de hadis uydurulmuştur: "Ümmetimin ihtilafı
rahmettir." (bk. Elbânî; ezZaîfa, 1/141) İbn Hazm (ölm.
450/1058) bu söz için şöyle diyor: "Bu söz, olabilecek en yıkıcı
sözlerden biridir. Eğer ihtilaf rahmetse ittifak gazap olur. Bir Müslüman bunu
nasıl söyler!?" (Îbn Hazm; elÎhkâm, 5/64)
Gerçekten
de böyle bir söz Kur'an'ın tüm verilerine aykırı, insan ihtiyaç ve beklentilerine
tamamen zıttır. (Aynı kanıyı ifadeye koyan Elbânî'nin görüşleri ve kanıtları
için bk. Elbânî; Sıfatu Salâti'n-Nebî, 37-38)
Geleneksel
kabulün bu tezini vahyin verileriyle açıklamak ve aklamak mümkün değildir.
Bunu mümkün kılmak için aforoz ve baskı yoluna gidilmiştir. Denmiştir ki,
bunun böyle olduğunu kabul etmeyen derece derece ya fasık yahut da kâfir ilan
edilir.
Kitleler
şu iki yoldan birini seçmek zorunda bırakılmıştır: Ya söylenenleri olduğu gibi
kabul edip Kur'an ve akıl süzgecinden geçirmemek, yahut da buna yeltenerek
fasık veya kâfir damgasını yemek...
İhtilaf,
Kur'an'a
göre, vahyin insana rahmet ve mutluluk getirmesini önleyen temel olumsuzluktur.
Ve bu olumsuzluğun esas taşıyıcıları da dini temsil edenlerdir. Özellikle din
uleması... (bk. Bakara, 213; Ali imran, 19; Câsiye, 17. Ayrıntılar için bk. KTK,
İhtilaf mad.) Kur'an şu emri veriyor: "Kendilerine tanrısal
beyyineler geldikten sonra fırkalara bölünüp ihtilafa düşenler gibi olmayın!
Böyle olanlar için çok büyük bir azap vardır." (Âli İmran, 105)
Bakara
Suresi 213, Âli imran, 19 ve Câsiye 17. ayetler ihtilafın esas taşıyıcısı olan
din temsilcilerinin ihtilaflarını bağy denen illete bağlıyor. Yani
ihtilaf bir bağy olayıdır. Bağy; zulüm, yalan, hak tanımazlık, fuhuş,
haset, haddi aşmak... gibi anlamlar taşıyor. (Bağy konusunda ayrıntılar için
bk. KTK, Bağy mad.)
Sahabîlerle
ilgili Kur'an dışı anlayışlar bahsini kapatmadan önce, bu konuda çalışma
yapanlardan biri olan Prof. Dr. Ahmet Yüksel Özemr e'nin tespitlerinden
bazı paragrafları vermek istiyoruz:
"Önceleri
ashab deyimi "Hz. Peygamber'in arkadaşları" anlamında, yani oldukça
uzun bir süre onunla birlikte olmuş ve seferlerinde ona refaket etmiş olan
kimseler için kullanılmaktaydı."
"Daha
sonra Ehlisünnet fıkıhçıları Cenabı Peygamber hayatta iken onu, kendisi de
mümin olarak görmüş ve mümin olarak ölmüş olan herkesi ashaptan saymışlar ve
bir kimsenin ashaptan sayılması için bundan başka şart aramamışlardır."
"Ehlisünnet imamları ashap
hakkında: 1)
Aralarında
kerem ve adalet bakımından hiçbir fark olmadığı, hepsinin adil, hepsinin ashabı
kiram olduğu, 2) Ashabın en ulularının Ebu Bekir, Ömer, Osman ve Ali olduğu, 3)
îslam âlemini ne kadar karıştırmış olursa olsun, ashap arasındaki ihtilafların
Müslümanları ilgilendirmeyeceği, onların ihtilaflarının rahmet olduğu, 4)
Ashap ve tâbiûn görüşlerinin tartışmasız kanıt olduğu hususlarında ittifak
etmektedirler."
"Daha
sonra gelen Ehlisünnet fıkıhçılarının önemli bir bölümü de ashabın hepsini
yüce, kâmil, salih, adil, hatadan arınmış ve cennetlik bilmenin, hiçbirini
diğerinden daha az sevmemenin bütün Müslümanlara vacip olduğunu beyan
etmişlerdir. Onlara göre, ashabın aralarındaki ihtilaflar ve bu ihtilaflar
yüzünden dökülen kanlar bütün Müslümanlar için yalnızca rahmettir. Bu ihtilaflar
yüzünden onların birini ya da bir bölümünü tenkide kalkışacak olanların
tenkitleri Kur'an'a ve sünnete uygun olsa bile büyük günaha girerler; ehli
bid'at ve sapık olurlar. Eğer tenkitleri Kur'an ve sünnete uygun değilse o
zaman kâfir olurlar..."
"Ehlisünnet
fakıhlarının ileri sürdükleri gibi, Hz. Peygamber'i bir kere gören herkes hemen
ashap derecesine yükselip kâmil ve cennetlik olsaydı, bu dereceye yükselmiş
olması gereken sahabî Ubeydullah b. Cahş ile Sa'lebe b. Ebu Hatıb'ın dinden
çıkmamaları ve cennete girmeleri gerekirdi. Oysa bu kişiler sahabî unvanını
aldıktan sonra dinden çıkmış ve cennete değil cehenneme layık olduklarını
göstermişlerdir..."
"Bir
başka mesnetsiz iddia da ashabın sayısının tamı tamına, gelip geçmiş
peygamberleriıı sayısı kabul edilen 124. OOO'e eşit olduğu ve her bir sahabînin
de bundan dolayı bir peygambere benzediği görüşüdür. Bu, ikisinin de doğruluğu
bilinmeyen iki sayıya dayanılarak hüküm çıkarmak suretiyle sergilenmiş tam bir
hurufîliktir..."
"Hz.
Muhammed: "Ben ancak bir insanım. Dininize ait bir şey emredersem o emri
yerine getirin. Fakat kendi görüşümden bir emir verirsem bilin ki ben sadece
bir insanım." diyerek kendisinin de yanlış yapabileceğini açıkça ve
tevazu ile ilan etmiştir. Buna karşılık bazı kimseler ashaptan asla hata
çıkmayacağı yolunda ileri sürdükleri iddia ile ashap hakkında gerçek dışı,
mübalağalı bir övgüde bulunmuşlardır. Bu yaptıklarıyla ashabın mertebesini Hz.
Peygamber'in mertebesinden üstün gösterdiklerininin ne yazık ki idraki içinde
değill e r d i r."
"Ashapla
ilgili olarak yaygınlaştırılan iddiaların en vahimi, onların ihtilaflarının,
savaşlarının, döktükleri kanların ümmet için sadece rahmet olduğu, bu
ihtilafları tenkidin Kur'an ve sünnete uygun olsa bile insanı fâsık yapacağı
yolundaki iddiadır. Kur'an'a uygun bir tenkidi fâsıklık sayan bu iddianın
bizzat kendisi vahim bir sapıklıktır. Kur'an'a uygun olarak yapılan bir tenkit
dalâlet olarak gösterilmektedir. Peki bu, en yüksek hüccet olan Kur'an'ın vaat
ve emirlerinin inkârı değil midir? İnsanlar kesin kanıt olarak Kur'an'ı ve ona
ters düşmeyen hadisleri mi almalı, yoksa hayallerinde imal ettikleri gerçek
dışı bir ashap imajını putlaştıran temyiz, vicdan ve iz'an yoksunu akıl
fukaralarının İslam dışı inançlarını mı?"
"Peygamberimizin
gerçek ashabı kimlerdir? Yalnızca Hudeybiye Antlaşmasından önce Müslüman olmuş
ve Peygamberimizin "ashabım" sözüne layık hale gelmiş zevat ashap
tanımı içine girmektedir... Gerçek ashap ne Peygamber'i görür görmez kemale
ermişler ne de hemen cennetlik olmuşlardır. Onların kemali Cenabı Peygamber
ile çektikleri çileler, yaptıkları cihatlar ve Hz. Peygamber'in kendilerini
ilim yoluyla yetiştirmesi sonucu ve onlardan razı olmasının ardından
oluşmuştur. Onların cennetle müjdelenmesi Hz. Peygamber'i bir kerecik görmüş
olmaları sayesinde değildir..." (Özemre; islam'da
Aklın Önemi ve Sınırı, 79-86)
Özemre
devam
ediyor:
"Hayalî
ashabın birbirleriy le ihtilafları, savaşları ve akıtılan Müslüman kanlarının
yalnızca rahmet olduğu palavrasının akla, temkine, vicdana, adalete, Kur'an'a
sığar yanı yoktur. Bu iddia tıpkı eski Yunan mitolojisinde sözü edilen
tanrıların fanilerle hiç ilgisi olmadığı hurafesini hatırlatıyor. Bu durumda
da insan, bu iki bâtıl inanç arasında bir paralellik, hatta bir benzerlik
bulunduğunun farkına varıyor. Hele bütün bu saçmalıklardan sonra: 'Ashap
arasındaki anlaşmazlıkları, savaşları ve dökülmüş bulunan kanları kim tenkit
ederse bu tenkidi Kur'an'a ve sünnete uygun olsa bile kendisinin bid'at ehli ve
sapık olacağı' yolundaki hezeyan tam bir idraksizlik rezaleti ve bizatihi
vahim bir sapıklıktır." (Özemre, 97-98)
Kur'an,
Hz. Peygamber'e salât ve selâm edilmesini emretmektedir. Bunun iki anlamı
vardır: Hz. Peygamber'e tebliğ hizmetlerinde ve dinin yayılmasında destek
vermek. Zaten, salâtın kelime anlamlarından biri budur. İkincisi, ona saygı ve
sevgimizi, minnetlerimizi ifade etmek. Bu da bir insanlık borcudur. Ayet şöyle
diyor: "Şu bir gerçek ki Allah ve melekler o Peygamber'e destek
verirler/onun şanını yüceltirler. Ey inananlar! Siz de ona destek olun/onun
şanını yüceltin ve ona, içtenlikle selam verin!" (Ahzâb, 56)
Salât
ve selâmı bunun dışına çıkarıp bir tür ibadete dönüştürdüğümüzde Cin Suresi 18.
ayete ters düşer, Allah'a ortak koşmuş oluruz. Ne yazık ki bugün salât ve selâm
anlayışının geldiği nokta bu son noktadır. Salât ve selâm Allah'a ibadet
bölüştürülüyor ve Peygamberimiz bir tür mâbûd haline getiriliyor. Öyle ki salât
ve selâm olmasa Allah'a ibadetler geçersiz olacak havası yaratılıyor. Hatta bu
mealde hadisler uydurulmuştur. Eğer bunlar doğru ise o zaman Cin Suresi 18 ve
benzeri ayetler ne olacaktır?
Önce
şunun altını çizelim: Sahabîlerin hayatlarında bugün bizim anladığımız şekliyle
bir salât ve selâm anlayışı asla yoktur. Peygamber'e hitap edenin her hitap
cümlesinde salât ve selâm getirmesi, Peygamber'in adının arkasına rumuzlarla
salât ve selâm ifadeleri konması vs. sonraki devirlerin örfleştirdiği
şeylerdir. Sahabîler, Hz. Peygamber'e ya doğrudan doğruya "Ey Muhammedi",
yahut da "Ey Allah'ın Resulü!" diye hitap ediyorlardı.
Bir sohbette defalarca salât ve selâm getirerek salât ve selâmın bütün
güzelliğini, ciddiyetini yok eden anlayışlar sonraki zamanların
sakatlıklarmdandır.
Bugünkü
şekliyle bir salât ve selâma Hz. Peygamber izin vermezdi. O, ikide-birde
kendisinin öne çıkarılmasını, yüceliğin simgesi gibi gösterilmesini, beşer
üstü bir konuma oturtulmasını asla istemiyordu. Bunu anımsatacak şeylere
şiddetle karşı çıkıyordu. Çünkü bunlara izin verdiğinde arkasından nelerin geleceğini,
sonraki zamanlarda bunun nelere gerekçe yapılacağını çok iyi biliyordu. Bunun
içindir ki o kapıyı ısrarla kapalı tutmuş, açmaya yönelik eğilimleri fiil ve
sözleriyle kırmıştır. Onlarca örnek gösterilebilir. Îşte bir tanesi:
Sahabeden
Abdullah eş-Şıhhîr bir gün Hz. Resul'e şöyle dedi: "Ey Allah'ın
elçisi, sen bizim efendimizsin, sen bizim onurumuz, velinimetimizsin; sen bizim
babamız, en üstünümüzsün..." Hz. Peygamber bu sözlerden rahatsız oldu
ve şu cevabı verdi: "Nasıl sözler bunlar! Dininize, imanınıza yakışır
biçimde konuşun! Sizin efendiniz Allah'tır, Allah!... Dikkat edin de şeytan
sizi duygularınıza yenik düşürmesin." (bk. Îbn Sa'd; et-Tabakât,
1/311; Îbnü'l-Esîr; Üsdü'l-Ğâbe, 3/275)
Böyle
bir Peygamber, ibadetlerde Allah'ın ortağı konumuna getirilmesine yol açacak
tavırlara seyirci kalamaz.
Kısacası,
salât ve selâm bir saygı ifadesidir; ibadet olarak düşünülemez. Allah'a
saygı ve ibadetle aynı kefeye konamaz. Ne yazık ki konmuştur. Temel ibadet
olan namazda bile "yarısı Allah'ın, yarısı Peygamber'in" mantığı
geçerlidir; ilmihaller buna göre oluşturulmuştur. Allah'ın mâbûdluğunun
işlemesi için Peygamberimize salât ve selâm âdeta şart haline getirilmiştir. Salât-ı
Tefrîciye, Salâten Tüncîna vs. adlarıyla Allah-kul arası "iş
bitirici" metinler oluşturulmuştur. Tamamı din dışıdır.
Salâtü
selâmla ilgili olarak ortalıkta dolaştırılan hadislerin tümü uydurmadır. Hz.
Peygamber'in kendisiyle ilgili tartışmasız tavırları ve sözleri, Kur'an'ın
peygamberlere ve Hz. Peygamber'e bakışı dikkate alındığında, bu sözlerin
Peygamber'in sözü olması aklen ve naklen mümkün görülemez. Çünkü bu sözlerin
tümü, Hz. Peygamber'i Allah ile bir tür ortak konumuna getirmektedir. Böyle bir
şey, "Peygamber'e saygı" bahanesiyle dinleştirilemez.
Hadis
diye ortaya sürülen şu söze bakın: "Hangi iş ki Allah'a hamd ve bana
salât ve selâm ile başlamaz hayırsızlıkla bitmeye, yarım kalmaya mahkûmdur,
bereketten kesiktir." (bk. Elbânî; ezZaîfa, 2/303) Böyle bir sözün, "Allah
ve sen istersen olur" diyen sahabîsini azarlayıp "Böyle
söylemeni engelliyorum, sen beni Allah'a ortak mı ediyorsun? Sadece, 'Allah
dilerse' deyiver." diyen bir peygamberin ağzından çıkması kabul
edilemez. Bu iki sözden biri uydurmadır. Hadis kritiği ve Kur'an'ın verileri,
bunların salât ve selâmla ilgili olanının uydurmalığına hükmetmemizi
gerektirmektedir.
Günümüzde
salât ve selâm riyakârlık ve şov aracı yapılmaktadır. Bu riyakarlığa katılmayanlar,
"Peygamber'e karşı lakayt" vs. gibi ithamlarla eleştirilerek halkın
duyguları sömürülmekte, bid'atçılık üzerinden siyasal çıkar sağlanmaktadır.
Bid'atlar konusunun en ünlü isimlerinden sayılan Türkmanî'ye göre, olurolmaz
yerlerde, sokakta, pazarda, alışverişte hele hele kafiyeler düşürerek salât ve
selâm getirmek bid'attır. Bunlar sevap değil, fitnedir, (bk.
Türkmanî, 1/232)
Elbânî,
salât
ve selâm ile ilgili hadis patentli uydurmaları tek tek göstermiştir, (bk.
Elbânî; ez-Zaîfa, 1/366-372; 381, 382; 4/296; 5/279-281
Salât
ve selâm ile ilgili uydurmalar içinde şu sözü bile görebiliyoruz "Bana
salât ve selâm etmeyenin abdesti geçersizdir." (Elbânî'nin sadece
uydurma demekle yetinmeyip "münker" dediği bu söz için bk. Elbânî;
Zaîfa, 5/186) Îki uydurma daha:
"Bana
salât ve selâmı çok yapın! Çünkü bana salât ve selâmınız sizin günahlarınızın
affı demektir. Yüksek dereceye çıkmak için vesîle arayın! Benim yeşile olmamsa
rabbiniz katında sizin için şefaattir." Ve:
"Mehtaplı, parlak gecelerde ve bulutsuz günlerde bana salât ve selâm
edin; sizin salât ve selâmınız o günlerde bana daha iyi yükselir." (bk.
Elbânî; Zaîfa, 5/186, 279)
Peygamberimize
saygı ve sevgimizi ifade etmek için zaman zaman salât ve selâm getiririz. Ama
bunu asla ibadet yapamayız, ibadetlerin içine koyup Allah'a kulluğun bir
parçası haline getiremeyiz. Getirirsek, Cin Suresi 18. ayetle çelişiriz.
Selâm,
barış
ve esenlik demektir ve İslam kelimesinin köklerinden biridir. Selâmlaşmak da
insanların birbirlerine barış ve esenlik dilemelerini amaçlayan bir insanlık
geleneğidir. Kur'an, bu insanlık geleneğinden söz eder ve bunu buyruklaştırırken
"tahiyye" sözcüğünü kullanmaktadır. Tahiyye, sağlık ve esenlik
dilemek demektir. Kur'an şöyle diyor: "Bir esenlik ve sağlık dileğiyle
selâmlan dığınızda onun daha güzeliyle karşılık verin!" (Nisa, 86)
İşin
esası budur. Kullanılan sözcükler ve takınılan tavır, yereldir, örfîdir, kişiye
ve zamana göre değişkendir. Kur'an bunlarla uğraşmaz. Önemli olan, insanların
birbirlerine sağlık ve esenlik dilemeleri, sıcak bir yaklaşımla ilgi
göstermeleridir. Bunu her toplum kendi gelenekleri, kültürü çerçevesinde
yapar. Bunun dili, kalıbı, değişmez ifadeleri olmaz.
Kur'an
dininin adı ve Allah'ın adlarından biri Selâm olduğu için, Müslümanlar
selamlaşmalarında bu sözcüğü kullanmayı tercih ederler. Bu tercihte de önemli
olan sadece "selâm" sözcüğüdür. Bunun Arapça bir cümle ile
(selâmün aleyküm şeklinde) ifade edilmesi şart değildir. Aynı anlamda başka bir
sözcük de kullanılabilir.
*
Gayrimüslimlere selâm
verilmeyeceğini iddia etmek:
İslam
evrensel barış ve esenliğin dinidir, tanrısal rahmettir; bir ideoloji değildir.
Böyle bir din, hem de selamlaşma gibi bir insanlık geleneğinde
"Müslüman" patenti taşımayanları dışlamaz.. Kur'an, "Size
selâm verene sen mümin değilsin demeyin!" buyuruyor, (bk. Nisa, 94)
*
Selâmın Arapça olması gerektiğini
iddia etmek:
Kur'an
selamlaşma eylemi için "tahiyye" (sağlık ve esenlik dilemek) diyor.
Bu tahiyyede selâm kelimesinin kullanılıp kullanılmaması tercih
konusudur; zorunluluk değil. Ne yazık ki İslam'ı Araplaştıranlar selamlaşmanın
da Arapça olmasını savunmaktadırlar. Temelden yanlıştır.
*
Müslüman olmayanlarla komşuluk
edilmeyeceğini öne sürmek:
Selamlaşma
olmayınca komşuluk hiç olmaz. Bazan selamlaşma olur da komşuluk yine de
olmaz. Ama selamlaşma olmadan komşuluğun olması mümkün değildir.
Kur'an,
komşuluk konusuna dinler-inançlar üstü ve ötesi bir insanlık meselesi, bir olmazsa
olmaz değer gözüyle bakmıştır. Bu bakışın iki görünümü vardır:
a)
Ehlikitap kitlelerle komşuluğun özendirilmesi: Onların
yemekleri yenir (bk. Mâide, 5), kızlarıyla evlenilir. Erkekleriyle
evlenmeye ise yasak konmamış; iş, zaman ve zeminin şartlarına bırakılmıştır.
b)
Müşriklerin komşuluk isteklerine imkân verilmesi: Bu
husus, gelenekçi bağnaz yorumculuğun üstünü örttüğü bir Kur'an gerçeği olarak,
müşriklerin durumlarını en geniş biçimde ele alan Tevbe Suresi 6. ayette ilkeye
bağlanmıştır. Şöyle deniyor: "Eğer müşriklerden biri senden güvence
dilerse/senin yanına gelip sana komşu olmak isterse ona güvence verip
yakınlaşma isteğini kabul et ki Allah'ın kelâmını dinleyebilsin!...11
(Tevbe, 6)
Komşuluk,
dinler ve inançlar ötesi ve üstü bir insanlık değeridir. Kur'an bunun,
müşrikler için bile korunmasını hükme bağlayarak suyu ta baştan kesmiştir. Kur'an'da
sünnet kelimesi tekil ve çoğul olarak 16 yerde geçer. Bunların 10 tanesi "Allah'ın
sünneti" yani tavrı-tarzı anlamındadır ki tabiat kanunlarını ifade
eder. Kullanımların hiçbirinde "peygamberin sünneti" şeklinde bir
kullanım yoktur.
Dil
ve tarih açısından baktığımızda, yol, tarz-tavır, gelenek, yöntem, yaşayış
biçimi gibi anlamları olan sünnet kelimesi İslam literatüründe bu anlamların tümünde
kullanılmıştır. Devirlerin sünnetleri, kentlerin sünnetleri, kişilerin
sünnetleri deyimleri sık sık geçer.
Sünnet
sözcüğü ayrıca, sahabe ve tâbiûn kuşaklarının söz ve kabullerini ifade için de
kullanılır. Tıpkı, sünnetin bir parçası olan hadis sözcüğünün kullanıldığı
gibi...
İslam
literatüründeki özel ve terminolojik anlamıyla sünnet İslam Peygamberi'nin
davranış biçimlerini, sözlerini ve kabullerini birlikte ifade eden bir çerçeve
kavramdır. Ancak burada şu noktayı unutmamak borcundayız: Hz. Peygamber'in
sünneti dediğimizde de iki ayrı anlam söz konusu olmaktadır:
1.
Hz. Peygamber'in, Allah Elçisi sıfatıyla, aldığı vahiylerin uygulamasından
doğan davranışlar ve sözler bütünü anlamında sünnet,
2. Hz. Peygamber'in, yaşadığı toplumun ve zamanın geleneklerini diğer
insanlar gibi yaşamasından doğan sünnet.
İslam
din bilginleri bunların birincisine "sünnet-i ibadet" veya
"sünnet-i hüda", ikincisine "sünnet-i âdet" veya
"sünnet-i zevâid" demişlerdir. Bu ayrımın amacı, Hz. Peygamber'in bir
nebi sıfatıyla bizi bağlayan sünnetleriyle, bir beşer sıfatıyla uyguladığı ve
din olarak bir bağlayıcılığı olmayan sünnetlerin farkını göstermektir.
Birinci anlamıyla sünnet dinin uygulanışı, ikinci anlamıyla ise bir toplumun
gelenek ve törelerinin yaşanmasıdır.
Sünnet
konusunun en yıkıcı ayak kayması işte bu ayrımın dikkate alınmamasından
doğmaktadır. Kim nerede bir sünnet kelimesi görse şu iki hatayı birden işlemekten
hemen hemen kurtulamıyor:
* Sünnet kelimesinin hiç tartışmasız,
Peygamberimizin sünnetini ifade ettiğini sanmak:
Oysaki
sünnet kelimesi bazan sahabî ve tâbiûn (sahabîleri izleyen kuşak) görüş ve
davranışlarını, bazan bir çevrenin gelenek ve kabullerini, bazan bir kent veya
bölgenin örflerini, bazan da Müslümanların ortak örflerini ifade için
kullanılır, (bk. Şâtıbî; Muvafakat, 4/3 vd.) Bir örnek olarak halife Ömer'in şu
sözünü verelim. Bir mesele ile ilgili davranışını izah ederken diyor ki:
"Allah'a yemin olsun, eğer bu işi öyle yapsaydım o yaptığım sünnet haline
gelirdi." (bk. Şâtıbî, aynı eser, 3/327. Halife Osman'a izafe edilen benzeri
bir söz ve anekdot için bk. Aynı kaynak, 3/329 ve 4/74, 80) Özellikle fıkıhta
sünnet bu son anlamdadır.
* Peygamberimizin sünneti olduğunu
belirlediğimiz bir kayıt veya rivayetin, sünnet-i ibadet olduğunu peşinen kabul
etmek:
Sünnet
kelimesinin geçtiği yerde önce bunun Peygamber sünnetini ifade edip
etmediğini, ikinci olarak da Peygamberimizin hangi tip sünneti bünyesinde yer
aldığını iyi belirlememiz gerekiyor. Çünkü Peygamberimize ait olmayan
sünnetlerle, ona ait olan ama sünnet-i ib adet bünye sinde yer almayan
sünnetler bizi din adına ilgilendirmiyor. Bu tür sünnetlere uymak bir zevk ve
renk meselesidir, isteyen benimser, istemeyen benimsemez.
Bu
ayrımın yapılmaması ve sünnetin her geçtiği yerde Peygamberi ve sünnet-i
ibadeti görme tutkusu, Müslümanlara çok pahalıya mâl olmuştur. Çünkü örf
anlamındaki sünnetler-ki bunların çoğu Arap örfüdürdin ilan edile edile âdetler
dinleşmiş, bunun sonucunda din âdet durumuna düşürülmüştür. Kur'an'ın
örfperestliği, ataların kabullerini din yapmayı putperestliğin bir uzantısı
görmesi sebepsiz değildir.
Şu
bir gerçek ki, bir toplum veya ümmet bünyesinde dinleştirilen her âdet,
karşılığında, âdetleşen bir din buyruğunu rehin alır. Bu bozuk gidiş uzun bir
süre devam ederse dinle âdet birbirine girer ve gerçek dinin ne olduğunu anlamak
için müceddit ruhlara ihtiyaç kaçınılmaz olur. Sıradan âlim veya fakıh böyle
bir devrede din anlatma şansını yitirir, örflerin nakledicisi bir rivayet
hamalına döner.
*
Her sünnet sözünün arkasında
Peygamberimizin olduğunu sanmak:
Bunun
açıklamasını yukarıda yaptık.
*
Sünneti dinin yarısı gibi görerek
Kur'an'a ortak konumuna getirmek:
Peygamberler
Allah'ın elçileridir, ortakları değil. Bunun zorunlu sonucu, peygamberlerin söz
ve davranışlarının dinde bir ortak irade haline getirilmemesi gerektiğidir.
Tarih bize göstermektedir ki, bu kapı aralanıp ilahî irade herhangi bir ortakla
paylaştırıldı mı iş, peygamberlerle bitmiyor, art arda diğer ortaklar sökün
edip geliyor.
İslam
içinde
konuşursak bunun en belirgin örneği ünlü "edille-i şer'iye: dinsel
deliller" kabulüdür. Bilindiği gibi, Sünnî Îslam'ın temel ve
kabullerinden biri de "edille-i şer'iyenin dört olduğu" yolundaki
geleneksel kabuldür. Bunlar, Kur'an, sünnet, icma ve kıyas olarak
sıralanıyor. Bazı ekoller bunlara bazı ilaveler yaparak dinsel delilleri 7'ye,
9'a, hatta 10'a 15'e çıkarmaktadır. Oysaki bunlar dinin kaynakları değil, dinin
kaynağını ve dayanağını anlamada beşerî yollardır.
Anlaşılması
istenen kaynak ve dayanak tektir ve o da Kur'an'dır.
Ne
yazık ki konuyu bu soruyla gündeme getirdiğinizde teorik olarak bir itiraz
gelmemekte, esas kaynağın ve delilin tek olduğu söylenmekte ama yaşanan hayatta
asırlardır bunun tam tersi işlemektedir.
Günümüz
toplumlarının günlük hayatlarında, diğer delillerle Kur'an arasında hiçbir fark
kalmamıştır, hatta Kur'an o delillerin çok gerisine atılarak diğer üç beşerî
kaynak dinin ta kendisi kılınmıştır.
Îşin
teorik aşamasında söylenmesi gerekeni en güzel ifade edenlerden biri de
sûfî-fakıh Gazâlî'dir. Gazali (ölm. 505/1111) fıkıh metodolojisi
alanında önemli eserlerden biri olan el-Müstasfa' smda dinsel delilleri
değerlendirirken şu güzel tespiti yapıyor: "Bil ki, bakışımızı iyice
derinleştirdiğimizde görürüz ki dinsel hükümlerin esas kaynağı bir tanedir:
Allah'ın sözü, yani Kur'an... Resul'ün sözü ne hükümdür, ne de mülzim
(bağlayıcı-yükümlülük altına sokucu); hüküm Allah'ındır. Ancak Allah'ın hükmünü
ortaya çıkaran bir gösterici (muzhir) lâzımdır ki işte bu, Peygamber'in sözüdür.
Gösteren söz de yalnız bu sözdür... Mülzim sebep ise tektir ve o da Allah'ın
hükmüdür. Resul, mülzim ve hakim değil, sadece Allah'tan haber getiren (muhbir
anillah) aracıdır..." (Gazali; Müstasfa, 1/285-287)
Evet,
hakim (hükmü veren makam) ve mülzim (sorumluluk altına sokan, bağlayıcı sözü
söyleyen makam) Allah'tır. Allah'ın verdiği hükmü
haber veren (muhbir) ve gösteren (muzhir) ise Hz. Peygamber'dir. Yani dini
kuran ve gönderen, Allah; tebliğ edip gösteren, peygamberdir.
Gerçek,
Gazâlî'nin de ifade ettiği gibi, işte budur ama Îslam tarihinde hayat ve
toplumları şekillendirip yönlendiren ne yazık ki bu gerçek olmamıştır. Yönlendiren
ve şekillendiren kabuller başkadır. Bu kabuller dine bir değil, birkaç kaynak
bulmuştur. Hatta fıkıh kitaplarında açık ve tevilsiz şirk ifadesi olan şu
başlıklar atılabilmiştir: "Sünnetin Kur'an'ı Neshi". Bu başlık
altında işlenen en korkunç günah, hadislerin Kur'an ayetlerini hükümden
düşürebileceğini göstermeye kalkmak, buna kılıf hazırlamaktır. Bu günahın
ortaya çıkardığı anlayışa göre, ayetlerle hadisler karşı karşıya gelir,
çekişme durumunda kalırlarsa, Peygamber'in kabulleri Allah'ın kabullerini saf
dışı edebilecektir.
Peygamber'in
söz ve kabullerinin Allah'ın sözüne arzı gerekmez mi? Kur'an ve akıl bunu
gerektirmez mi? Ne yazık ki, geleneksel anlayışı temsil edenlerden birçoğu
bunun aksini söyleyebilmiştir. işte ilklerinden biri olan Beyhakî (ölm.
458/1065), Delâilü'n-Nübüvve (Peygamberimizin peygamberliğine ilişkin
kanıtlar) adlı eserinde bakın ne diyor: "Hadislerin Kur'an'a arz edilip
onaylatılması yolundaki hadis bâtıldır. Böyle bir şey asla doğru olamaz.
Kur'an'da, hadislerin Kur'an'a arzına delâlet eden hiçbir şey yoktur."
(Beyhakî; Delâil, 1/27)
Tartışmasız
kitap sadece Kur'an olmamış, düzinelerle zübür, binlerce mişna dokunulmaz
ve tartışılmaz ilan edilmiştir. Hatta Kur'an tercüme ve tefsir edildiği halde,
"dokunulmaz" ilan edilen bu zübür ve mişnalar yoruma bile
açılmamıştır. Bunları yazanlar, örtülü bir biçimde (hâşâ) Allah'tan daha fazla
otorite haline getirilmişlerdir. Yani Kur'an'ın ve Resul'ün din meselesinde
şikâyetçi oldukları temel dertler, dinleştirilmiştir.
Tartışılmaz ve eleştirilmez tek
kişi olan Hz. Peygamber'in yanına da yüzlerce tartışılmaz kişi eklenmiştir.
Bunlar, yerine göre mehdidir, mezhep imamıdır, tarikat şeyhidir, efendidir,
üstaddır, ulemadır, müfta bih kavil sahibidir vs. vs.
Ve
öyle bir yere gelinmiştir ki "din" dendiğinde teorik kaynak olarak
bu "dokunulmazlardın kitapları, canlı kaynak dendiğinde de
kendileri akla gelir olmuştur. Peygamber'in din işindeki payı bol bol salât
ve selâm ile "sakal-ı şerîfi "nin (!) öpülmesine, Kur'an'ın
yeri ve payı da cenazelerde, mezarlıklarda okunmaya indirgenmiştir.
Bir
gün gelmiştir ki Hak ve hidayet kavramlarını artık Kur'an ifade etmez
olmuştur. Çünkü "hak mezhepler" (!) ve "hak tarikatlar" (!)
vardır. Bunlar dışında hak arayanlar "sünnete ve ümmete muhalefetle"
suçlanmıştır.
Hz.
Muhammed tüm bunların böyle olacağını, nübüvvetinin bir gereği olarak elbette
ki sezmiş, görmüş ve gereken uyarıları yapmıştır. Her türlü yozlaşma belasının
giriş kapısı olarak peygamberlerin şirk aracı yapılmasını Kur'an ona
göstermişti. Öncelikle bu giriş kapısını kapatmak için tedbirler aldı. Tüm
hayatı, kendisinin Allah'ın elçiliğinden çıkarılıp Allah'ın ortağı konumuna
getirilmemesi için verilmiş mücadelelerle doludur. Bu titizliğinin amacına
varması için, Allah'ın kitabı dışında, tartışılmaz ve şaşmaz din kaynağı yaratılmam
asına özen gösterdi. Hadislerinin yazılıp toplanmaması yolunda verdiği talimat
bunun en tipik göstergesidir. Kendisinden habersiz yazılan hadislerinin de
imhasını emretmiştir.
Sahabîler
bunun anlamını ve esprisini iyi bildikleri içindir ki hadis rivayet etmekten
çekinmişlerdir. Hz. Peygamber'le İslam'ın ilk gününden itibaren beraber olmuş
en büyük sahabîlerin rivayet ettikleri hadislerin sayısı parmak sayısına
yakındır. Sahabî neslinden Saîd b. Yezid diyor ki: "Sa'd b. Ebî
Vakkas (ölm. 55/675) ile Medine'den Mekke'ye değin (yaklaşık bir ay)
beraber oldum; gidip dönünceye kadar bir tek hadis rivayet etmedi."
Şa'bî
(ölm.
103/72Dşöyle konuşuyor: "Şu, 'Resul buyurdu' sözüne şaşıyorum. Ben, Ibn
Ömer'le iki yıl boyunca beraber oldum, Hz. Peygamber'den bir tek söz naklettiğini
görmedim." (Süyûtî; Tahzîru'l-Havâs, 153-154)
Biz
inanıyoruz ki sonraki zamanlarda, sahabîlerin adları kullanılarak da hadisler
uydurulmuştur. Bizim, âhad haber vs. adlarıyla andığımız rivayetlerin
bir kısmı da bu şekilde çürüğe çıkar. Yani senedinde sahabî adı gördüğümüz her
söz, güvenilir değildir. Sahabîlerin hiçbirinin yalan söylemediğini var sayalım;
sahabînin adını oraya koyanın yalan söylemediğini nereden biliyoruz! Peygamber'e
yalan isnat edenler, onun sahabîsine neden isnat etmesin! Bizim sonuçta bir
tek dayanağımız kalır: Hadis diye rivayet edilen sözün Kur'an'dan onay
alması...
Şunu
unutmayacağız: Hadis diye rivayet edilen sözün bize bağlanan ucunda "Falanca
bana rivayet etti ki, dedi ki.. ." türünden bir ifade var. Ondan
öncesi bizim için koca bir karanlıktır. Biz, "filanca bana dedi
ki..." beyanına dayanarak dünya ve âhiretimizi şekillendirenleyiz.
Hadis
ulemasının "sahih" (sağlam) unvanı verdiği hadislerin tümü,
ana başlığı "âhad haber" veya "haber-i vahit" olan
ve Hz. Peygamber'den bir kişi tarafından rivayet edilen sözlerdir. Haber-i
vahidin en sahihi bile sadece zan (sanı) ifade eder. Bir tanesinin bile
kesinlik niteliği yoktur. Hadis alanının otoritelerinden biri sayılan Ahmed
Naim (ölm. 1934) bu noktada şunları söylüyor: "Haber-i vahit
nihayet ga-
labe-i
zannı müfid olup kuvvet ve sahhati de hâsıl olan zannın kuvvetine tâbidir.
İlm-i zannînin derecâtı olduğu gibi, sahihin de derecât-ı mütefâvitesi olmak
lâzım gelir.11 (Ahmet Naim; Buharî Tercüme ve
Şerhi, 1/210)
Bu
cümlelerin günümüz Türkçesiyle söylenişi şöyle: "Haber-i vahit, en
fazla sanıda baskınlık ifade eder. O halde onun kuvvet ve güvenilirliği bizde
doğurduğu sanının kuvvetine bağlıdır. Sanıya dayalı bilginin dereceleri olduğu
gibi ona dayanılarak elde edilmiş sahih hadislerin de çeşitli dereceleri olması
gerekir."
Kısacası,
haber-i vahidin esası, sadece sanı ve tahmindir. Bu sanı ve tahmin bizde
kuvvetli bir ihtimal duygusu yaratmışsa biz "İşte bu hadis sahihtir."
diyoruz. Ve bunun diy ebildiğimiz anda da dinimizi dünyamızı o söze teslim ediyoruz.
Böyle bir tavrın, Kur'an'ın insan ve idrak anlayışıyla barıştırılması asla
mümkün olmaz.
"Sahih"
unvanlı
hadislerin durumu bu. Bir de "zayıf diye nitelenenlerin durumunu
düşünmek gerekir... Bütün bu serüvende bize kanıt olan tek şey vardır: Hadisin
kendilerinden alındığı söylenen ve Peygamberimizle bizim aramızda uzayıp giden
kişiler zinciri... Bu zincirin bir yerde yazılı olduğunu gördüğümüz anda hadisle
ilgili "kanıt" problemimizi çözülmüş sayıyor, bu hadis sağlam
hadistir hükmünü veriyoruz. "Hadis uleması bu hadisin sahih olduğunda oy
birliği etmiştir" vs. türünden sözlerin arka planı işte budur.
Bunları
Kur'an'a onaylatmadan dinde dayanak saymaktan Allah'a sığınırız!..
Bu
"senet" denen kişiler zincirinin güvenilirliğinin kanıtı
nedir? Kendisi kanıta muhtaç bir şeyin kanıt olarak kullanılmasını nasıl kabul
ederiz? O halde, bu senet meselesinde üç noktayı sorgulamamız gerekiyor: Birincisi,
senetteki kişiler kimdir ve onlarla gerçekten görüşülmüş müdür; ikincisi, bu kişilerin
rivayet ettikleri söz, bizim önümüze konan söz müdür? Üçüncüsü, bu sözün
Peygamber'e nispeti ne derece doğrudur?
Bu
sorulara olumlu cevaplar bulduğumuzda yapılan iş, yerden taş toplayan kişilerin
topladıkları taşların elmas olduğunu var saymaktır.
Şunu
asla gözden uzak tutamayız: Birkaç kişinin yerden taş topladığını ispat
etmek, toplanan taşların değerli taşlar olduğunun ispatı değildir. Taşların
değerli olup olmadıklarının başka bir ölçütle değerlendirilmesi gerekir. Hadis
uleması, işte bu sonuncuyu hemen hemen hiç yapmamışlardır. Çünkü bunu
yaptıkları takdirde denetim makamına Kur'an'ı koymaları gerekir. Böyle bir
şeyse rivayetlerin büyük çoğunluğunun güven dışı kalması demektir. Çünkü Kur'an,
bu hadis malzemesinin yüzde doksanına onay vermez. Ne ilginçtir ki, Kur'an'dan
onay alabilecek olan ama dinde kural koymayan hikmetli söz türü rivayetler de
senetleri bakımından kabul görmemiştir. Yani, dinde kural koyan türden
olanların büyük kısmı Kur'an'dan onay alamıyor, dinde kural koymadığı için Kur'an'la
çelişmesi söz konusu olmayanlar ise hadisçilerin esas aldığı senetler bakımından
çürüğe çıkıyor. Geriye, güvenilir fazla bir şey kalmıyor.
Üzerinde
olduğumuz "senet" yani hadisi rivayet eden kişiler zinciri
konusunda, büyük eleştirici tbnülCevzî'nin ufuk açacak bir tespitini
buraya almak istiyoruz. İbnül-Cevzî (597/1200), ünlü eseri Telbîsü
İblis 'te, Îblis' in muhaddisleri nasıl aldatıp karmaşa ve yalana ittiğini
anlatırken özetle şöyle diyor: "... Bu hadis uleması içinde Kur'an'ı
ezberlememiş olanlar, hatta namazın şartlarını bilmeyenler vardır... Bir
kısmı da dinledikleri hadis sayısını çoğaltır da çoğaltır; amacı, hadisin
sağlamlığı filan değildir; hadis tahsili için ne kadar beldeyi gezdiğini,
neler çektiğini, ne kadar insanla görüştüğünü abartılı bir biçimde anlatıp
dikkat çekmektir... Bunların içinde Bağdat'taki nehrin kenarında yaptığı
konuşmayı bir kelime oyunuyla Şam'da bir nehrin kenarında yapılmış
gösterenlerden, torunuyla yaptığı konuşmayı, aradan iki kişi atlayarak dedesiyle
yapılmış veya öğrencisiyle yaptığı konuşmayı kocasıyla yapılmış gösterenler
vardır Tümünün amacı, öne geçmek,
ünlenmek, itibar toplamaktır..."
"Hadis
ulemasına bulaşan İblis kirletmelerinden biri de şudur: Bunların bazıları
uydurma (mevzu') bir hadisi, uydurma olduğunu açıklamadan rivayet eder. İşte
bu, bu insanların dine karşı işledikleri bir cinayettir. Bu cinayeti,
hadislerini geçerli kılmak, "çok hadis toplamış adam" unvanı kazanmak
için yaparlar. Bunlar çoğu kez, "filancadan, falancadan dinledim"
şeklinde konuşurlar ama aslında o dediklerinden bir şey dinlemiş değillerdir.
Bazan da hadis aldıkları güvenilmez, yalancı kişilerin fark edilmesini önlemek
için o insanların adlarını gizlemek, künyelerini, nisbelerini değiştirmek
yoluna giderler. Bu yaptıkları da dine karşı işlenmiş bir cinayettir..." (İbnülCevzî;
Telbîs, 133-137)
Ne
yazık ki bu cinayetlerin faturasını o rivayetçiler değil, onların ardına
düşürülen masum kitleler ödemişlerdir. Asırlar ve asırlar boyu...
Şunun
altını da çizmek zorundayız: "Sahabe ve tâbiûn neslinden gelen söz,
fiil ve kabullere ilişkin rivayetlere hadis dendiği de çok olmuştur." (Ahmet
Naim; Buharî Tercüme ve Şerhi, 1/7)
Yaşadığımız
günlerde, bizim hadis dediklerimizin bunların hangisi olduğunu merak eden bile
fazla kalmadı. Uydurmacılığın siyasal çıkara bağlı odakları, bu konuda soru
sormaya kalkanları, "Peygamber Efendimizin sünnet-i seniyyesine karşı
çıkıyor" şeytanî ithamıyla sindirmeyi ne yazık ki büyük ölçüde başarmıştır.
Tıpkı kıla tapmaya karşı çıkanları "Sakal-ı şerife hürmetsizlik
ediyor" diye sindirmesi gibi... Uydurmalar içinde "Peygamberimizin
sidiğini içmenin cennet kazandırdığını, Peygamberimizin dışkısını n
"gaita-i şerife v e parfüm olduğunu" söyieyenler bile vardır.
Uydurmacılık irini Kur'an'ın şualarıyla kurutulmaz ve ayağını sağlam basmasına
fırsat verilirse kuşku olmasın ki, sidik ve dışkının kutsanması aşamasına
geçecektir. Yani bevl-i şerif ve gâita-i şerife dönemi de açılacaktır.
Hadis
konusunda oynanan oyunlardan birine daha dikkat çekelim: Mütevâtır olduğunda
(ve bizce bir mucize olduğunda) hiçbir kuşku bulunmayan şu hadise, sonradan
eklenen bir tek kelime, asırlarca hüsran yaratmıştır. Hadisin tartışmasız
metni şudur: "Kim bana yalandan bir söz isnat ederse cehennemdeki yerine
hazırlansın!" Hadisi işe yaramaz hale getiren ekleme şudur: "kasten.."
Bu ekleme hadisi şu şekle getirmektedir: "Kim bana kasten bir
yalan isnat ederse cehennemdeki yerine hazırlansın!" İmam Şafiî, el-Ümm'ünde
bu hadisi birkaç yoldan rivayet eder. Hiçbirinde bu "kasten (müteammiden)
sözcüğü yoktur.
Emevî
valisi Haccâc-ı Zalim tarafından Mekke'nin
mancınıklanması sırasında katledilen sahabî Abdullah b. Zübeyr (ölm.
73/692) babasına: "Sen neden başkaları gibi hadis rivayet
etmiyorsun?" diye sorduğunda baba Zübeyr şöyle cevap verdi: "Bana
yalan isnat eden, cehennemdeki yerine hazırlansın." hadisinin
tehdidinden korkuyorum." Ve Zübeyr şunu ekledi: "Bakıyorum,
son zamanlarda bu hadise bir 'kasten' sözü eklendi. Ben bu hadisi
Peygamberimizden dinlediğim hiçbir seferinde, yemin olsun, 'kasten' diye bir
kelime duymadım." Bu Abdullah'ın Hz. Resul'den tüm rivayeti 20'yi
geçmiyor. Cennetle müjdelendiği bildirilen Said b. Zeyd (ölm.
51/671)adlı sahabînin tüm rivayeti 10 sözdür, (bk. Îbn Kuteybe; Te'vilu
Muhtelifi'l-Hadîs, 39; Ahmet Naim; Buharî Tercüme ve Şerhi, 1/53-55)
Ama,
Hz. Peygamber'le bir yıl kadar beraberliği bulunan Ebu Hureyre'nin
rivayet ettiği söz binlerle ifade ediliyor. Bunların doğruluğunu kabul, aklen
ve naklen mümkün mü? Mümkün demek, akla da nakle de isyan etmektir.
Hadis
bir kelime eklenmesiyle yapı değiştirince sonuç şu oluyor: Kötü niyeti
olmayanlar hadis uydurabilirler. Nitekim tarih boyunca böyle olmuştur. Az
önce değindiğimiz o bir kelimelik eklemeye dayanılarak uydurmacılık şu şekilde
ilkeleştirilmiştir: Özendirmek veya sakındırmak maksadıyla hadis uy durul
ab i lir...
Hadis
uydurmacılığı, minareyi çalmadan önce bol miktarda kılıf hazırlamıştır.
Kılıflardan biri işte bu, "Özendirmek maksadıyla uy durulabilir" hezeyanıdır.
ikinci kılıf ise uydurmalara karşı Kur'an'ı öne çıkaracak olanları susturmaya
yönelik şu uydurmadır: "Sizden birinize benden bir hadis okunduğunda,
koltuğuna kurulmuş olarak şöyle diyebilecektir: 'Ben Kur'an'ı okurum; böyle
güzel sözlere gelince onlar gibisini ben de söylerim." (bk. Elbânî;
ez-Zaîfa, 3/204)
Elbân
î 'nin
uy durmalığını belgelediği kılıflardan bazılarını daha verelim:
"Hadis
yazdığınız zaman, onu isnat zinciri ile birlikte yazın. Eğer gerçek bir hadis
ise sevabına siz de ortak olursunuz; eğer uydurma bir hadis ise günahı o
senetteki kişiye olur." (bk. Elbânî;
ez-Zaîfa, 2/225, 247, 249)
"Ümmet
için benim bir hadisimi ezberleyene en yüce peygamberlerden yetmiş bir
tanesinin alacağı ödül verilecektir." (Hadis adıyla
dolaştırılan bu hezeyan için bk. Elbânî; ez-Zaîfa, 3/316)
Cenabı
Peygamber'in, Medine'ye gelişinden ölümüne kadarki zamanda okuduğu 552 hutbenin
hiçbirinin metni yoktur. Çünkü o hutbelerde öğüt olarak okuduğu sözler, Kur'an
ayetleri idi. Kur'an dışında tartışılmaz din kaynağı istememe ve bırakmama
niyetinin en belirgin göstergelerinden biri de bu davranışıdır.
Allah'ın
kitabı, dinin koyucusu ve sahibi olan Allah'ın iradesinin tüm zamanlara ve
mekânlara uzanan ışığı, dayanağı ve denetçisidir. Hz. Peygamber bu ışıkkaynağı,
"Allah'ın gökten yere uzanan ve yapışanları şaşkınlık ve sapıklığa
asla düşürmeyecek olan ipi" diye tanıtmış ve insanlığa onu emanet ettiğini
söylemiştir.
Hz.
Peygamber, Allah'ın kitabı dışında herhangi bir şeyin (buna kendi sözleri de
dahil) "din" olmasını istemiyordu. Allah'ın
kitabı dışındakilerin tümüne "mişna" diyen ve mişnanın
tanımını veren de kendisidir. Birlikte görelim:
"Şu
olgular, kıyametin yaklaştığını gösteren işaretlerdendir: Kötülük üreten
kişilerin itibarlı tutulması, iyilik ve güzellik üreten kişilerin aşağılanması,
sözün öne çıkması, eylemin arkaya itilmesi, toplumun mişnaları okur hale
gelmesi ve hiç kimsenin bu mişnalara karşı çıkmaması." Sahabîler sordular:
'ınişnalar nelerdir?' Resul buyurdu: 'ınişnalardan maksat, Allah'ın kitabı
dışındaki tüm din kitaplarıdır." (Hadis ve ilgili
açıklamalar için bk. Elbânî; elAhâdîs es-Sahîha, 6/774-777, 803)
Resul,
insanlığa din olarak Kur'an'ı emanet etti. Başka türlüsünü yapmak, zaten
nübüvvetine aykırı olurdu. Ne var ki sonradan bu emanetin yanma Şiî çevreler
Ehlibeyt diye, Sünnîler de sünnet diye yedek iki kaynak eklediler. Böylece
Allah Elçisi'nin Allah'tan alarak insanlığa emanet etmek borcunda olduğu zaman
üstü kaynak üçüncü sıraya düşürüldü.
Biz,
bu iki beşerî kaynağı Kur'an mertebesine çıkaran görüşleri Kur'an dışı bularak
reddederiz. Şaşmaz ve değişmez kaynağı ilavelerle üçe çıkarmak, Kur'an'ın
yıktığı teslis (üçleme) inancını yapay yollarla tevhit dinine sokmaktan
başka bir şey değildir. Kur'an, bir değil, birçok yerde: "Allah tek
bir ilahtır. İlahınız tek bir ilahtır" (örnek olarak bk. Nahl, 22;
Hac, 34; Saffât, 4) diyor ve emrediyor: "Üçtür demeyin!" (Nisa
171)
Eklenenlerin
ilah olmadığını, böyle bir niyetle ekleme yapılmadığını söylemek çözüm
getirmiyor. Bu noktada belirleyici olan, eklenenlere hangi değerlerin yüklendiği,
hangi işlevlerin verildiğidir. Eğer siz din adına Kur'an'a verdiğiniz yetkiyi
sünnete veya Ehlibeyt'e veriyorsanız, onları Allah'ın yetkileriyle
donatıyorsunuz demektir ki, bunun tevil edilmez anlamı onların
ilahlaştırıldığıdır. Nitekim bu ilahlaştırmanın halk arasındaki belirişleriyle
yıllardan beri karşılaşmaktayız.
Sünnet
konusundaki yozlaştırmalara her değindiğimizde hemen şu sözü duymaktayız: "Peygambersiz
din olur mu? Kur'an'la Peygamberi birbirinden ayırmayın!" Bu sözün
birinci kısmı elbette doğrudur ama ikinci kısmı, bu doğruyu âlet ederek tevhit
dışı bir sapıklığın sergilenişidir. Allah ile peygamberi birbirinden
ayırmamak, ya Allah'ı beşer düzeyine indirmektir, yahut da peygamberi ilah
mertebesine çıkarmaktır ki, bunların ikisi de şirktir.
Allah
ile peygamber elbette ki birbirinden ayrılacaktır ve bunu yapmak tevhidin en
hayatî gereğidir.
Bu
yapılacağına göre, Allah'a ait olanla peygambere ait olanın da ayrılması
şarttır. "Ayrılmaz" der ve ikisine aynı yetkileri ve dokunulmazlıkları
isnat edersek Allah'ın allahlığı kağıt üzerinde kalır, hayata yön veren ise "ortaklık
dini" olur.
Şimdi
Allah'a ait olanla Peygamber'e ait olanı birbirine karıştıran ve hadis adıyla
sahnelenen şu Kur'an dışı sözlere bakalım: "Ümmetimin fesada uğradığı
bir zamanda benim sünnetime sarılana yüz şehit sevabı verilir." (bk.
Elbânî; el-Ahâdîs ez-Zaîfa, 1/497)
Bu
söz esas alınırsa şunu demek zorunda kalırız: Fesadı Kur'an önleyemiyor. Fesat
söz konusu olduğunda Kur'an değil, eğrisi doğrusuna karışmış
"sünnet" kurumu öne çıkarılıyor. Kur'an'ın tebliğcisi olan ve
sözlerinin yazılmasına karşı çıkan, yazılan sözlerini imha ettiren bir
Peygamber tebliğ ettiği kitabı ikinci sıraya itiyor.
Tam
bu noktada, sünnet ve hadisler konusundaki titizliği eleştirenlerin şu
iddialarını ele almak istiyoruz. Diyorlar ki: "Siz hem hadislere
güvenilmez diyorsunuz hem de işinize gelen hadisleri alıp kullanıyorsunuz. Bu
nasıl oluyor? Madem rivayetler işe yaramaz hepsini atın. Madem işe yarar,
hepsini alın..."
Biz,
rivayetleri değerlendirmede "son ve tartışılmaz ölçüt" olarak
Kur'an'ı denetçi yapıyoruz. Filan rivayeti atıp falancayı kabul ederken Kur'an'ın
tanrısal filtresine baş vuruyoruz. Bizim, tüm rivayetleri toptan kaldırıp
atmak gibi bir saplantımız yoktur. Biz, tarih ve miras düşmanı değiliz. Bizim
derdimiz, Kur'an dininin beşerî eklemelerle yozlaştırılmasını durdurmaktır.
Bu konuda güvenebileceğimiz tartışmasız kaynak ise Kur'an'dır.
Son
sözü Kur'an'a söyletmek kayıt ve şartıyla rivayetlere elbette yer verir,
onlardan elbette yararlanırız. Mirası yok saymayı neden savunalım. Ama içine
yalanın ve uydurmanın karıştığında kuşku olmayan mirasın, Allah'ın kitabıyla
çelişen tespitlerini devre dışı bırakmak bizim iman ve insanlık borcumuzdur.
O
halde, "rivayetlerin bir kısmını alıp bir kısmını atmak", keyfî
bir uygulama değildir. Kur'an'ı denetim mevkiine koymanın bir sonucudur. Biz,
rivayetlerin bir kısmını alır, bir kısmını atarız. Çünkü biz, rivayetleri,
diğer değerlendirme yollarını kullandıktan sonra, en nihayet Kur'an'a arz
ederiz; onun onay verdiklerini alır kullanırız; onay vermediklerini ise,
güvene layık görmeyiz.
Bu
tevhidi bakış açısıyla biz, şu iki sözün Peygamberimize ait olacağından kuşku
duymuyoruz. Çünkü bu sözler, tarih kritiği yanında Kur'an tarafından da onaylanıyor:
"Ben
aranızda olduğum sürece bana itaat edin. Size Allah'ın kitabına sarılmanızı
öneriyorum. Onun helalini helal, haramını haram bilin."
"Aranızda
olduğum sürece beni dinleyin ve bana itaat edin. Ben aranızdan alındıktan sonra
ise size Allah'ın kitabına sarılmanızı öneriyorum. Onun helalini helal,
haramını haram bilin!" (bk. Elbânî;
el-Ahâdîs es-Sahîha, 3/358-360)
Bu
son iki hadis, sünnet bahsinde bir saptırmanın altını daha çizmemizi gerekli
kılmaktadır:
* Hz. Peygamber'e itaati onun şahsına
itaat olmaktan çıkarıp kendisine isnat edilen sözlere itaate dönüştürmek:
Bu
tutum sadece Peygamberimize değil, Kur'an'a da saygısızlıkla doludur.
Hiç
kimsenin kuşkusu yoktur ki Kur'an Hz. Peygamber'e itaati emreder. Ama bu emri
veren ayetlerin hangisinde "Peygamber'in sünneti veya Peygamber'e isnat
edilen sözler ve davranışlar" kaydı vardır. İtaat emreden ayetler,
"Resul'e itaat edin." diyor.
Resul
Allah'ın iradesini ve dinini temsil ediyor. O konuştuğu anda kanıt odur, onu
dinleriz. Çünkü o tanrısal iradenin canlı temsilcisidir. Ama şu anda Resul
aramızda yoktur. Bu durumda Allah'ın iradesini temsil eden tek kaynak kalıyor:
Kur'an. Resule isnat edilen mirasın tartışmasızlık, kuşkusuzluk niteliği yok.
Resul'ün bu dünyayı terk etmesinden sonra, "la raybe fîh: tartışma,
kuşku ve çelişmeden uzak" tek kaynak Kur'an'dır.
Kur'an'dan
onay almayan ama yaftası "sünnet" olan tespitlere uymayı değil, uymamayı
dine ve Resul'e sadakat sayarız. Sağlamlığı tartışılan
tespitler şöyle dursun, Resul'e aidiyetinde kuşku olmayan tespitlerin bile "farz"
mertebesine çıkarılması halinde terkleri gerekir. Sahabî de böyle yapmıştır.
Büyük bilgin Şâtıbî bize şunu bildiriyor: Sahabînin bazıları, teravih
ve kuşluk vakti namazlarını, Şevval ayı orucunu, kurban kesmeyi terk
edebilmişlerdir. Bunun gerekçesini şöyle açıklıyorlardı: Halk bu sünnetleri
farz mertebesine çıkardı, bunu kırmalıyız, bunun için biz bunları terk
ediyoruz, (bk. Şâtıbî; Muvafakat, 3/324 vd.)
* Sünneti bir mezhebin adı olarak
kullanmak (Ehlisünnet diye bir mezhep kabul edip bunun dışındakileri sünnet
dışı ilan etmek):
Müslümanları
iki ana kampa bölerek hesabına uyanlara sünnet ehli (Ehlisünnet), uymayanlara
Şiî, Haricî, Rafızî, ehli dalâlet vs. gibi dindışılık çağrıştıran adlar
vermek İslam tarihinin en zararlı tavrıdır.
Bütün
basımlarını, o arada Hz. Hasan'ı da zehirleyip öldürerek bertaraf eden Muaviye,
başarısının doruğa çıktığı yılı, "'amu'l-cemaa" (Müslümanların b ir
lik-b e r ab e r lik yılı) ilan ettirdi ve halifeliğine karşı çıkmayarak uslu
uslu oturanları ödüllendirmek için onlara "Ehlisünnet: Sünnete
uyanlar" unvanı verdirdi.
İşte
bu deyim, o günden beri kullanıla kullanıla yaygınlaştı ve giderek, Ehlibeytin
haklarını savunanlar dışındaki toplulukları ifade için bir tür özel ad oldu.
Muaviye'den
önce kullanılmayan bu tâbirin Peygamberimizin sünnetine sarılmak veya onu öne
alarak yaşamakla hiçbir ilgisi yoktur. Bu tâbir, Emevî yönetimini Müslümanlar
için en hayırlı yönetim şekli olarak gören ve toplumda kavga çıkarmayan
grupları ifade etmek için yaratılmış bir siyasal tâbirdir. Hiçbir dinsel ve
bilimsel dayanağı yoktur.
Biz,
Müslümanız. Emevî siyasetini lanetleriz. Emevî siyaseti tahrif ve tahrip
ettiği dini, evladını katlettiği Peygamberi siyasal çıkarları için paravan
yapan bir siyasettir. Şef kökünden gelen bu kelime, bir kişinin, yardım
dilemek maksadıyla bir başka kişiye nispet edilmesini, onunla birlikteliğinin
gündeme getirilmesini ifade eder. Bu ilişkide yardımcı olana safi' veya şefi'
(şefaatçi), yardım edilene meşfu' (şefaat bekleyen) denir.
Bir
aracılık kavram ve kurumu olan şefaat, Allah'ın yanına yedek ilahlar koymayı
dinin esaslarından biri yapan şirkte son derece önemlidir. Denebilir ki, tevhit
dini ile şirk dininin en belirgin özelliği İkincide, şefaat inancının çok
esaslı bir yer tutma» sidir. Kur'an'ın, şirkin yedek ilahlarını şüfe'a (şefaat
ediciler) diye adlandırması sebepsiz değildir. Şirkin belirgin özelliği olan
yedek ilahlar (şufea, erbâb, endâd, evliya) şefaatin varlığı ile vücut
bulan kuvvetlerdir. Kur'an bu noktaya parmak basmaktadır.
Allah'ın
varlığını kabul ettiklerini söyleyen şirk çocuklarına Kur'an, yedek ilahlara
neden ihtiyaç duyduklarını sorduğunda onların cevabı şu iki cümledir:
1."Bunlar
bizim Allah katındaki şefaatçılarımızdır." (Yûnus, 18), 2. "Biz
onlara, bizi Allah'a yaklaştırmaları dışında bir şey için kulluk-kölelik
etmiyoruz" (Zümer,3)
Kur'an tarafından temel zemini tahrip edilen
şefaat, sonraki zamanlarda, Peygamber'in ilahlaştırılması ve velilik kavramının
Kuransal çerçevenin dışına çıkarılmasıyla yeniden ve güçlü bir biçimde görülür
oldu.
Şirk,
şefaatin
dünya plânında sahibi gördüklerine evliya (veliler, dostlar-destekçiler)
veya erbâb (yedek rabler), hem dünyada hem de ölüm sonrasında sahibi
gördüklerine ise şufe'a (şefaatçılar) veya şürekâ (Allah'ın
ortakları) diyor.
Kur'an,
şefaat kavramının bir şirk destekçisi kuruma dönüştürülmemesi için şu
ilkelerin altını ısrarla çizmektedir: 1. "Şefaat tümden ve yalnız
Allah'ın elindedir." (Yûnus, 18), 2. Allah'ın izni olmadıkça hiçbir
varlık, nebi ve melek de olsa, şefaat edemez. (Meryem, 87; Tâhâ, 109;
Enbiya, 27-28; Necm, 26), 3. Son hesap gününde şefaat hiç kimseye yarar
sağlamayacaktır. (Bakara, 48, 123, 254; Müddes-
* Allah dışında herhangi bir
kuvvetin tek başına şefaat sahibi olduğunu kabul etmek:
Şefaat
tümden ve sadece Allah'ın elindedir. İnsanların şefaatçi olarak niteledikleri,
Allah'ın elindeki şefaati tahrik etmek için dua edebilir, yakarabilirler. Dua
ve niyazı şefaatin kendisi gibi görmek, tevhitle şirki karıştırmaktır. En
çok işlenen hatalardan biri de budur.
* Peygamberleri, o arada Hz.
Muhammed'i kesinlikle kabul edilecek bir şefaatin sahibi saymak:
Kur'an,
hiçbir peygambere açık bir biçimde şefaatçilik payesi vermemektedir. Şefaati,
Allah'ın izin verdikleri dışında hiç kimse yapamaz. Îzin verecekleri, ismen
belirtilmediğine göre biz bir isimlendirme yapamayız. Oysaki uydurma bir hadis
şefaat edecekleri hiyerarşik bir biçimde sıralamaktadır: "Kıyamet günü
ilk şefaat edecek olanlar peygamberler, sonra bilginler, sonra da şehitler
olacaktır.11 (bk. Elbânî; Zaîfa, 5/129)
Şefaat
Allah'ın elinde olduğuna göre, Allah'ın izin verdikleri sadece şefaatin
kullanımı için Allah'a yakarırlar. Bu, kabul edilir veya edilmez.
Şefaat
konusunun tevhide en zıt görünümlerinden biri de sünnete uymayı şefaat çıkarma
bağlamaktır. Buradaki şekliyle sünnet, vahyin ilkelerinin Peygamber
tarafından uygulanış şekline verilen addır. Sünnete uygunluk, Allah'ın
isteğine uygunluksa o zaman bu uygunluğun karşılığı Peygamberimizden
beklenemez. Peygamber'in (hâşâ) böyle bir iddiası olamaz. Karşılığı
Peygamberden beklenen bir şey, Peygamber için yapılan bir ibadet hükmündedir.
Böyle bir şey Peygamber'i mâbûtl aş t ırmaktır.
O
halde, "Şunu yaparsan şefaate erersin, şunu yapmak Allah'ın emri
değildir ama yaparsan Peygamber'in şefaatine nail olursun" vs. gibi
sözler örtülü bir biçimde şirk şefaatçiliğini devreye sokmak ve Peygamber'i
ikinci ilah durumuna getirmektir. Bir kısım işlerin bir ilah için, diğer bazı
işlerin de başka bir ilah için yapılması, şirk dininin icaplarındandır:
"... Allah'a bir pay ayırdılar da kendi zanlarınca şöyle dediler: 'Bu
Allah için, bu da ortaklarımız için..." (En'am Suresi, 136)
ibadetin
bir tek muhatabı vardır: Allah. Ve ibadetlere bir tek kuvvet karşılık verir:
Allah. Allah'ın olması gereken bu niteliği, şefaat vs. bahanesiyle Peygamber'e
aktarmak şirke kapı aralamaktır.
Bunun
içindir ki biz, bu bağlamdaki hadis patentli sözlerin tümünü uydurma sayarız.
Şirk
şefaatçiliği ümmet bünyesine son derece sinsi girmiştir. Önce Peygamber'i
devreye sokmuş, Peygamberce yumuşatılan zihinlere daha sonra çeşitli unvanlar
altında bir yığın şefaatçi kabul ettirilmiştir.
İşte
bir şefaat uydurması daha: "Sırat köprüsü üstünde bilginle ibadet ehli
birisi karşılaştığında ibadet ehline şöyle denir: 'Hadi gir cennete ve
bilginden önce nimetlen ibadetlerinle. ' Bilgine de şöyle denir: 'Şurada
istediğin herkese şefaat et. Bil ki her şefaat ettiğin kişi sayısınca sana da
şefaat edilecektir. Ve bilgin, peygamberler makamına geçiverir." (bk.
Elbânî; aynı eser, 5/229230)
* Birtakım kişileri (şeyh, pir,
efendi, hocaefendi, seyyid, hazret vs.) şefaat edici bilmek:
Böyle
bir kabul açıkça şirktir. Kur'an bu tür şirk şefaatçiliğini kötülerken daha
çok, evliyayı destekçi edinme illetine dikkat çekiyor. (Bir örnek olarak bk.
A'raf, 3) Geniş su yolu, yöntem, tavır, kural gibi
anlamları olan bu kelime "şeriat" şekliyle Kur'an'da tek bir
yerde geçmektedir: Câsiye Suresi, 18. ayet. Aynı kökten ve aynı anlamda
bir de şir'a sözcüğü vardır ki, onun geçtiği yer Mâide Suresi 48. ayettir.
Ufak bir telâffuz farkıyla şeriat kelimesinden ayrılan şir'a kelimesini
de biz şerîatle aynı sayıyoruz.
Bunların
birincisi olan şir'a, yol ve yöntem anlamındaki minhâc sözcüğü
ile birlikte kullanılmıştır. Şöyle deniyor: "Sizden her biri için bir
yol ve bir yöntem/şeriat belirledik Allah dileseydi sizi elbette bir tek ümmet
yapardı. Ama size vermiş olduklarıyla sizi imtihan etsin diye öyle yapmamıştır..."
(Mâide, 48)
Bu
ayetten anlaşılıyor ki şeriat insandan insana, toplumdan topluma değişen
tavırları, tarzları, yöntemleri, kabulleri ifade etmektedir. Her peygamberin
şerîati vardır; Hz. Muhammed'in de izlediği bir şerîati vardır. Câsiye
18 bunu açıkça ifade etmektedir.
Bir
dinin içindeki değişik birey ve grupların da birer şerîati vardır, olabilir,
olacaktır. Örneğin her mezhebin dinden anladığı, bir şerîattir. O
halde şeriat, Allah katında değişmez, aksi ve başkası kabul edilmez tek yol ve
gerçek olan İslam'ın (bk. Âli imran, 19) içinde kişilerin, grupların ve
toplumların dinden anladıklarına göre oluşturulmuş yorumlar ve kurallar
bütünüdür. Allah katında din sadece ve sadece İslam'dır, yani peygamberlerin
tebliğ ettikleri değişmez, zaman üstü ilkeler bütünü... Katında din olarak
İslam'ı kabul eden Allah, şerîatin her birimize göre değişen bir din anlayışını
ifade ettiğini açıkça bildirmektedir ki, hiç kimse dinden anladığını dinin
kendisi ilan etmeye kalkmasın...
*
Şeriatla
İslam'ı veya Kur'an'ı eşitlemek:
Yukarıdaki
açıklamadan da anlaşılmıştır ki şeriat, İslam veya Kur'an ile eşitlenemez. Şeriat
mezhep kabulleriyle, nihayet fıkıhla eşitlenebilir. Şeriatı islam'la eşitlemek
isteyen anlayış, birçok kabulünün Kur'an'la ve zamanla çeliştiği anlaşılmış
bulunan örfleri din yapmayı amaçlayan anlayıştır. Önce şeriatla dini
eşitlemekte, sonra da devrini bitirmiş fıkıh kitaplarındaki akıl ve Kur'an
dışı birtakım kuralları din diye halkın önüne koymaktadır.
Burada
Allah ile aldatmanın tipik bir görünümüyle karşı karşıyayız.
*
Şeriatın birçok
Kur'an ayetinde geçtiğini söylemek:
Bu,
açık bir yalandır. Bu yalan, işin içyüzünü bilmeyen halk kitleleri önünde
şöyle sergilenmektedir: Önce Kur'an'daki şerîat ve din kelimelerinin tümü "şerîat"
anlamında tercüme edilmekte, sonra da "İşte bakın, Kur'an'da şerîat
şu kadar yerde geçiyor!" diye hüküm verilmektedir. Bu yapılınca,
halkın İslam'dan anlaması gereken ne varsa, şeriattan anlaması gereken şeyler
haline geliveriyor. Dinden anlaşılması gerekenler şeriattan anlaşılır olunca
da dinle şeriatı eşitlememek küfür oluyor.
Yanlış
anlamalara meydan vermemek için, Kur'an'ın din dediği yerde çeviriyi din,
şerîat dediği yerde şerîat diye yapmak zorundayız.
* Şeriata lanet okumak,
"kahrolsun şerîat!" diye bağırmak:
Şeriatın
İslam'la veya Kur'an'la eşit olmaması hiç kimseye şeriata hakaret etme hak ve
yetkisi vermez. Şerîat, İslam'dan insanların anladığıdır, İslam'ın bizzat
kendisi değildir ama, şeriatın içinde İslam'ın değerleri de vardır,
insanlık değerleri de vardır. Dahası, inanan insanların onuru, kutsalları,
ümitleri, bağlılıkları vardır.
Arap-Acem
örflerine karşı çıkmanın yolu, Kur'an'ın değerlerini din yapmaktan geçer;
şeriata hakaretten değil... Bid'at ve hurafeleri "şerîat isterük"
diye dinleştirenlere karşı çıkış, dinsizlik adına değil, gerçek din adına
olduğunda anlam ifade eder ve kitleyi yanına alır. Şirk ve şirket, ortaklık
demektir. Aynı kökten gelen şerik ise ortak demektir. Kur'an, bu şerîk
sözcüğünün çoğulu olan şürekâ kelimesini Allah'a ortak koşulanlar
anlamında defalarca kullanmaktadır. Şirke bulaşana müşrik denir. Çoğulu
müşrikûn veya müşrikin sözcükleridir.
Kur'an'ın
bir numaralı düşmanı, hatta tek düşmanı şirktir. "Şirk, gerçekten çok
büyük bir zulümdür.11 (Lukman, 13) Şirk
bütün zulümlerin anasıdır. Allah'a karşı en büyük ihanet ve kahpelik de şirktir.
Bunun içindir ki Allah, günahları affedeceğini yüzlerce kez tekrarlamakta,
şirk dışındaki sürçmelerin (küfür de dahil) affedilebileceğini söyleyerek İslam
dini dışında kalanlara da ümit ve ufuk açmaktadır ama söz şirke geldiğinde,
tavrını birden değiştirip şirke batık olarak ölenlerin ebediyen
kurtulamayacağını hükme bağlamaktadır, (bk. Nisa, 48, 116)
Bu
böyle olduğu içindir ki biz, Kur'an mümini sıfatıyla şunu duyurmak borcunda
olduğumuzu düşünüyoruz: İslam'ın yozl aştırılmasın da temel olumsuzluk,
tevhidin bilinmemesi değil, şirkin bilinmemesi oldu. İslam'ın bir numaralı
yozlaştırıcıları olan Emevîler, tevhidin öğretilip öğrenilmesini
engellemediler; şirkin doğru tanınmasını engellediler. Bu da, Müslüman
kitleler için en büyük felaket oldu.
Kur'an,
Allah da dahil her şeyi zıtlık esası üzere tanıtır. Varlık
ve oluşu tanımada temel ilke zıtlıktır. Din de zıtlık ilkesiyle tanınır. Dinde
bu ilke tevhit-şirk (birlik-panteon veya şirket) polaritesi halinde işler.
Bunun en çarpıcı görünümü tevhidin formül cümlesi olan Kelimei tevhit 'te
dikkat çeker: "La ilahe illellah: Allah'tan başka ilah yok!" Bu
formülün kelime kelime çevrisi şudur: Hiçbir ilah yok, sadece Allah var. Dikkat
edilirse formülde öncelikle sahte ilahlar siliniyor, onun ardından gerçek Tanrı
öne çıkarılıyor. Yani "var"ı göstermeden önce "yok"
tanıtılıyor.
Kelimei
tevhit, Kur'an dininin temel kabullerinden en küçük
ayrıntılara kadar tüm alanlarda işler. Dinin adı İslam konmuştur... Îslam,
teslimiyet demektir. Tevhit formülünü uyguladığımızda karşımıza şu çıkıyor: Hiçbir
teslimiyet yok, sadece Allah'a teslimiyet var.
Îslam,
Allah'a teslimiyettir demek işin yarısıdır. Diğer yarısını da yakalamak için
şöyle deriz: İslam, Allah'tan başka hiçbir kudrete teslim olmamaktır.
Şimdi
de buyruklardan biri olan namazı alalım. Formül cümle, namazın üstüne
oturtulmadan gerçek namazı anlamanız mümkün olmaz. Şöyle demeliyiz: Hiçbir
namaz yok, sadece Allah için namaz var. Devam ettirelim: Hiçbir secde
yok, sadece Allah'a secde var. Hiçbir oruç yok, sadece Allah için oruç var.
Tevhit
böylece, hayatı yaşayan insanla hayatı veren kudret arasında sürekli bir
beraberlik kurar. Buna Kur'an dilinde "ihsan" denir. Ve
ihsan, bizzat Cebrail tarafından tanımlanmıştır: Her an Allah'ı görüyormuşsun
gibi davranmak. Sen O'nu görmüyorsan da O seni görüyor... Şirk, işte bu ihsan
bilinç ve yaşayışını zedeleyen veya parçalayan illettir. Bunun içindir ki dini
gönderen kudretin en büyük düşman hedefi şirktir. Kur'an ne ateizmden söz
eder ne de dinsizlikten. Esasında felsefî-kozmik anlamda ateist insan yoktur. Böyle
olunca da dinsiz insan yoktur. Kur'an, sahte ilah ve sahte dinden şikâyetçidir;
ateizm ve dinsizlikten değil. Çünkü ateizm ve dinsizlik yoktur. İnsanoğlu,
kendi anladığı Tanrı'ya inanmayana ateist, kendi anladığı dine inanmayana
dinsiz demektedir. Gerçekte ne ateist vardır ne de dinsiz; sahte ilahlara
kul olanlar, sahte dine teslim olanlar vardır. Yani müşrikler vardır...
Kelimei
tevhit'le formüllendirilen polaritede kutuplardan herhangi birini gereğince
tanımadığınızda ötekini tanımanız mümkün olmaktan çıkar. Bu da sizi, o kutupla
ilgili tüm tespit, tavır ve eylemlerinizde yanlış yapmaya mahkûm eder.
İslam
dünyası bugün de şirki tanımıyor. Böyle olunca tevhidi yani dinini tanıması
mümkün olmaz. Tevhit tanınmayınca tevhit dininin vaatleri insan hayatına
girmez. Tevhitten beklenen bereket, barış, nimet, esenlik, mutluluk sürekli
uzaklarda, göklerde kalır.
Bugün
dünya şirkin pençesindedir. İnsanlığın büyük çoğunluğunun şirke bulaşmamış
bir imandan yoksun olduğu ve olacağı Kur'an'ın açık beyanları arasındadır, (bk.
Yûsuf, 106) Rabbin bu beyanı, elbette ki haktır ve tecelli edecektir. Etmiştir.
İnsanlık dünyası, şirkin onlarca türüyle yarabere içinde kıvranmaktadır.
Dünyayı
şirke karşı uyaran ve donatan kaynak Kur'an idi. Kur'an'ın iman çocuklarının
şirki tanımaz hale gelmeleri, bir talihsizlik olmuştur.
Îslam
dünyası da şirkin pençesinde kıvranmaktadır. Belini doğrultamamasının sebebi
budur. Allah, hiçbir kitleyi günahları, eksikleri yüzünden perişan etmez;
perişanlık ve hüsran sadece şirkin sonucudur.
Îslam
dünyasının en büyük felâketinin şirk olacağını ve bu şirkin gizli-maskeli bir
yapıda olacağını, Hz. Resul asırlar önceden haber vermiştir. Ve bunun, ümmeti
adına kendisini korkutan bir numaralı musibet olduğunu da söylemiştir.
ŞİRKÎN
TEMEL GÖRÜNÜMLERÎ
l."
Yakl aş tır ı cılar " kabul etmek: Tevhidin omurga
noktalarını tanıtan Zümer Suresi'nin üçüncü ayeti şirkin bu niteliğini ortaya
çıkarmaktadır: "Gözünüzü açın! Arı-duru din yalnız ve yalnız Allah'ındır.
O'nun yanında birilerini daha veliler edinerek: 'Biz onlara, bizi Allah'a
yaklaştırmaları dışında bir şey için kulluk etmiyoruz.' diyenlere gelince,
hiç kuşkusuz, Allah onlar arasında, tartışıp durdukları konuyla ilgili hükmü verecektir."
Şirkin,
insanı Allah'a yaklaştırıcı araç ve aracı ilahları gerekli gören anlayışına
Kur'an iki yanıt vermistir: Birincisi, Kaf Suresi 16. ayettir ki,
Allah'ı insana şah damarından daha yakın göstermekle değil aracının, aranın
bile olmadığını ortaya koymuş, şirkin temel kanıtını geçersiz ve gereksiz
kılmıştır.
ikinci
beyyine, insanlık dünyasına inen ilk surelerde ifadeye
konmuştur: 3. sure olan Müzzemmil ile 4. sure olan Müddessir' de... İlginçtir,
b u beyyine bu surelerin ikisinde de 11. ayettir. "Benimle, o nimete
boğulmuş y alanlayıcıları baş başa bırak!" (3/11) Ve "Benimle,
yarattığım kişiyi baş başa bırak!" (4/11) Aynı mesaj iki ayrı espri
içinde verilmiştir: İnsan ister imanlı, ister inkarcı olsun, her iki halde de
Allah ile insan arasında yaklaştırıcı söz konusu edilemez.
Yaklaştırıcılar
kabul edilmemesinin din hayatındaki uzantıları da gözden kaçırılmamalıdır: Din
sınıfının, din kıyafetinin, ibadette lider zorunluluğunun, ibadet için
mekân-mâbet zorunluluğunun, vaftiz ve aforozun bulunmaması, tüm yeryüzünün
mabet kabul edilmesi bu uzantıların önde gelenleridir.
2.
Şefaatçılar kabul etmek: Yûnus Suresi 18. ayet şirkin bu niteliğine
dikkat çekmektedir. Burada da, tıpkı Zümer Suresi'nde olduğu gibi, şirkin
niteliği, şirk çocuklarının kendi ağızlarından verilmektedir. Cenabı Hak,
şirkin sloganlarını, eleştiri için bile kendi dilinden veya muvahhit kullarının
dilinden ifadeye koymamaktadır. Ayeti okuyalım: "Allah'ın yanında bir
de kendilerine zarar veremeyen, yarar sağlayamayan şeylere kulluk-kölelik
ediyorlar ve şöyle diyorlar: 'Bunlar bizim, Allah katındaki şefaatçılar
imizdir..."
Kur'an'ın
bu şirk sloganına cevabı Zümer Suresi 44. ayette verilmiştir: "Şefaat
tümden ve sadece Allah'ın elindedir."
3.
Fırkacılık,
hizipçilik: Buna "dinde bölücülük" de
diyebiliriz. Kur'an bu illeti tanıtmada "fırka" (hizip, grup,
klik) kökünden isim ve fiiller kullanır.
Her
şeyden önce, Allah ile peygamberler arasında fırkacılık yasaklanmıştır, (bk.
Nisa 150) Dini ikiye bölerek, "bu Allah için, bu da peygamber
için" mantığıyla hareket etmek bir fırkacılıktır. Esasında
fırkacılığın zihniyet zemini böyle atılmaktadır. "Falan ibadetin şu
kadarını Allah rızası için, şu kadarını da Peygamber'in şefaati için yerine
getiriyorum." diyen anlayış bu fırkacılığı çok güzel
fotoğraflamaktadır. Bu fırkacılığı kırmak içindir ki Kur'an, Cin Suresi 18. ayet
başta olmak üzere birçok yerde, "Allah'a ibadette herhangi bir kişiyi
ortak yapmayın!" emrini vermiştir. Herhangi bir kişi tâbirinin içine
peygamberlerin girmediğini söyleyemeyiz.
İk
inci olarak, peygamberler arasında fırkacılık yapmak yasaklanmıştır. Kur'an'ın
tanıttığı ve istediği imanın özelliklerinden biri de peygamberler arasında
ayrım ifade edecek tavırlara girmemektir, (bk. Bakara, 136, 285; Âli I mran,
84) Hz. Peygamber, herhangi bir peygamberle kendisinin karşılaştırılmasını,
hele hele kendisinin onlardan birine üstün gösterilmesini şiddetle
yasaklamıştır.
Üçüncü
olarak, Kitap'ta fırkacılık yasaklanmıştır. Kitap tâbiri
hem tüm vahyi hem dört büyük peygambere inen dört büyük kitabı hem de bizzat
Kur'an'ı ifade etmek için kullanılmaktadır. Ayrıca insan ve evren de ayetlerle
dolu olarak tanıtıldığı için, birer kitap hükmündedir.
Kitapta
fırkacılık işte bu "kitap"lar arasında
bölücülük yapmaktır. Kur'an tüm evrenin ve insanın taşıdığı ayetlerin
incelenmesini isteyerek insan ve evren kitaplarının göz ardı edilmemesini
istediği gibi eski peygamberlerin kitaplarının da göz ardı edilmemesini, iman
dışında tutulmamasını ister. Kur'an ayrıca, kendisinin temsil ettiği din
birliğinin parçalanmamasını, dinde kaynak olarak öne sürülecek alt-kutsal
kitapların vücut bulmamasını da emreder. Bu alt kitaplara Kur'an "zübür"
diyor. Peygamberimiz bunları "mişna" diye anmış ve
mişnaların ortalığı sarmasını bir çöküş belirtisi olarak göstermiştir.
Dini
hizip kitaplarına bölmek "takattu" olarak ifade edilmiştir ki,
kesip parçalara ayırmak, doğramak demektir.
Dini
zübürlere bölmeyi açığa çıkaran temel ayetler Müminûn Suresi'nin 52-54.
ayetleri ile Enbiya Suresi 92-93. ayetlerdir. Şöyle deniyor: "İşte
sizin bu ümmetiniz bir tek ümmettir. Ve ben de sizin rabbinizim; o halde benden
sakının! Fakat onlar işlerini aralarında parçalayıp çeşitli kitaplara
ayırdılar. Her hizip yalnız kendi yanındakiyle sevinip övünmektedir. Artık sen
onları bir süreye kadar kendi gafletleri içinde bırak.!" (Müminûn,
52-54)
Kitapta
bölücülük, her fırkanın kendi başı veya lideri (efendi, şeyh, hazret, üstat
vs.) tarafından yazılan kitapların dokunulmaz, eleştirilmez, değiştirilmez,
sadeleştirilmez kılınması şeklinde alt putçuluklara da vücut verir. Tanrısal
kitabın bile yoruma açık olduğu bir dinde birtakım insanların yazdıklarını dokunulmaz,
eleştirilmez kılmaktan daha büyük bir çürüme gösterilemez.
Dinde
bölücülüğün şirkin bir görünümü olduğuna dikkat çekilerek bu bölücülüğe gitmeyi
önlemek için uyarı yapılmaktadır: "Sakın şirke sapanlardan olmayın!
Onlardan ki dinlerini parçalayıp hizipler/fırkalar haline geldiler. Her hizip
kendi elindekiyle sevinip övünür." (Rûm, 31-32)
Bu
ayetlerde bölücülük yasaklanırken isim olarak "siye"', fiil
olarak da "ferrakû" sözcüğü kullanılmıştır ki, Arapça'da
klikleşmeyi, parçalanıp bölünmeyi ifade eden temel kelimelerdir. Siye', hizipler,
klikler demek. "Ferrakû" ise, fırkalara, parçalara, partilere
ayrıldılar" anlamında bir fiildir. Aynı sözcükler, az sonra vereceğimiz
ayette de kullanılmış ve Hz. Peygamber'e, dinde fırkacılık yapanlarla hiçbir
ilgisinin olmadığı açıkça bildirilmiştir: "Dinlerini parça parça edip
fırkalara, hiziplere bölünenler var ya, senin onlarla hiçbir ilişiğin yoktur.
Onların işi Allah'a kalmıştır. Allah onlara, yapıp ettiklerini haber
verecektir." (En'am, 159)
Bu
ayetten anlaşılır ki, dinde fırkacılık edenlerin, din ve Peygamber hakkında
sloganları ne olursa olsun, gerçekte Hz. Muhammed'le aralarında bir iman ve sadakat
bağı olduğu düşünülemez. Bunlar ya kendi kendilerini aldatan basireti
bağlanmış gafillerdir, yahut da din ve peygamber sloganlarıyla dünyalık
saltanat ve menfaat devşiren ikiyüzlülerdir. En'am, 159. ayetin bunun dışında
bir mesaj taşıdığını söylemek mümkün değildir.
Tefrika
söz
cüğünün kullanılmasıyla dikkat çekilen bölücülüğün geçtiği birçok yerde, bu
bölücülüğün, Allah'ın ayetleri geldikten sonra ve hatta bu ayetleri taşıyanlar
tarafından sergilendiğinin altı çizilmektedir ki, bu da ayrı bir mesajdır, (bk.
Âli Îmran, 105; Şûra, 14; Beyyine, 4)
Dördüncü
olarak
da yolda fırkacılık gündeme getirilmiştir. Bilindiği gibi, Kur'an
ısrarlı bir biçimde insanı sırat-ı müstakime yani dosdoğru yola çağırmaktadır.
Namazda okunan Fatiha Suresi'nin temel niyazlarından biri de "bizi,
sırat-ı müstakime kılavuzla!" isteğidir. Yol anlamında hem sırat
sözcüğü hem de sebil sözcüğü kullanılmaktadır. Kur'an, işte bu iki sözcükle
tefrika sözcüğünü birlikte kullandığı beyyinesinde yol olarak sadece Allah'ın
yolunu izlememizi, başka yollara girerek "yolda fırkacılık" yapmamamızı
emrediyor: "Benim dosdoğru yolum budur; onu izleyin! Başka yolları
izlemeyin ki bu yollar sizi O'nun yolundan ayırıp fırkalara bölmesin. Sakınıp
korunasınız diye O size bunu önermiştir." (En'am, 153)
Fıkıh
metodolojisinin büyük ustalarından sayılan Şâtıbî (ölm. 790/1388)ye
göre, Fatiha Suresi son ayetteki "mağdûbun aleyhim: kendilerine
gazap edilenler" ile "dâllîn: karanlığa ve sapıklığa
düşenler" ifadesi, tevhit yolundan sapan tüm Îslam içi ve Îslam dışı
fırkaları kapsar. Bunlar, yine Şâtıbî'ye göre, En'am Suresi 153. ayette
gösterilen Allah'ın tek yolundan sapıp yine o ayette dikkat çekilen "öteki
yollar"a koyulanlardır. Anılan ayet bize göstermektedir ki, tek olan
yoldan sapıklığında "teferruk" yani parçalanma kaçınılmaz
olur.
Bu
ayetin bize verdiği tevhit ölçüsü şudur: Fırkacılık veya tefrika varsa tek
yoldan sapma tartışılmaz bir biçimde vardır. Şöyle de diyebiliriz: Tek yoldan
sapılmışsa fırkacılık kaçınılmaz bir bela haline gelir.
Yolda
fırkacılık, sırat-ı müstakim olan Kur'an yolunun yanında tarikat (yol),
mezhep (bir anlamı da gidilen yol) adlarıyla yeni dinler oluşturmak
biçiminde vücut bulmaktadır.
Ancak
burada şunu ifadeyi bir insanlık borcu sayarız: Bugün her biri bağımsız bir
din haline getirilen mezheplerin ve tarikatların ilk önderlerinin bu mezhep ve
tarikatları dinleştirenlerden ilke olarak ayrı tutulması gerekir. O insanlar,
en azından büyük kısmıyla bilim ve düşünce üreten ve bu yolla hizmet vermek isteyen
aydınlardı. Hiçbirinin, dinleşmiş birtakım mezhep veya tarikatlara öncülük
etmek gibi bir niyeti yoktu. Bilim ve düşünce adamı olarak yorum yapıyorlardı
ve bu yorumları kendilerine nispet ediyorlardı; bunları Kur'an'ın yerine
koymaya çalışmıyorlardı.
Sonraki
zamanların hazırcı, taklitçi zümreleridir ki, bu insanları ve yorumlarını
dokunulmaz kılıp yedek dinler ve peygamberler oluşturdular. Bunu bildiğimiz
içindir ki biz dinde taklitçiliği şirkin giriş kapısı sayarız. Bu
kapıdan belki hepimiz bir şekilde girmekteyiz. Önemli olan, kapının arkasını
görüp yolun nereye çıkacağını fark ederek hemen geri dönmektir. Geri dönenler
mazurdur; dönmeyenlerse ileridâ mazeret bildirme hakkını yitirir, felaketin
bütün sonuçlarına katlanırlar.
Fırkacılığın
dehşet ve felâketinden uzak kalmanın yolu-yöntemi de gösterilmiştir: Hep
birlikte ve sadece Allah'ın ipine yapışmak, fırkalara son vermek. Bu kurtuluş
reçetesini veren Âli Îmran 103. ayet "Allah'ın ipi" ve "teferruk"
sözcüklerini kullanmıştır. Buyruk şudur: Allah'ın ipine sarılın, fırkalara
bölünmeye son verin!..
Bizim,
Kur'an'dan aldığımız ışık ve imanla geldiğimiz nokta şudur: Bugün, din
adına, gerekçesi ve sloganı ne olursa olsun, oculuk-buculuk diyerek fırkacılık
yapanlar, Müslüman toplumları şirke götürmektedir. Bunların, Peygamberimizle
ilgilerinin olmadığını Kur'an söylüyor.
Fırkacı
sömürü zihniyetlerinin Müslüman kitlelere Kur'an'ı kendi dillerinde
okutmamalarının arka plânını artık görmek zorundayız.
Bu
şirk belirişinin esası, atalardan görülen ve duyulanı dokunulmaz-kutsal ve
gerçeğin göstergesi ilan etmektir. Kur'an bu şirk belirtisinin altını elliyi
aşkın yerde doğrudan, yüze yakın yerde de dolaylı olarak çizmektedir.
En
önemli dikkat çekişler, atalar-dedeler anlamındaki "âbâ"' sözcüğünün
kullanımıyla sergilenmiştir. Ataları dokunulmaz kılan şirk zihniyetine göre,
ataların kendileri ve kabulleri tartışmasız kanıttır, gerçeğin şaşmaz
göstergesidir. İyinin, mutluluğun, güzelin, barış ve esenliğin ölçüsü ataların
kabullerine uygunluktur, (bk. Müminûn, 24; Kasas, 36; Dühan, 36; Câsiye, 25)
Ataların kabullerine sataşma, onları sorgulama ve yargılama, toplumun toptan
karşı çıkması gereken bir felâkettir. (Bu konuda ayrıntılı bilgi için bk. KTK.
Abâ' mad.)
* Şirkin bir ateizm olduğunu
sanmak veya iddia etmek:
Şirkin
bir ateizm olmadığını yukarıda açıkladık. Şunları ekleyelim: Kur'an, Mekke
müşriklerinin Allah'ı kabul ettiklerini açıkça bildirmektedir: "Onlara:
'Gökleri ve yeri kim yarattı, Güneş'i ve Ay'ı kim boyun eğdirdi?' diye
sorarsan, mutlaka şöyle diyeceklerdir: Allah!' Peki, nasıl oluyor da
döndürülüyorlar?" (Ankebût, 61, 63. Ayrıca bk. Lukman, 25; Zümer, 38;
Zühruf, 9, 87) Kaldı ki Arap Cahiliye şiirinde Allah bütün yüceliği ve
aşkınlığı ile yer almıştır. Müşriklerin Allah'a karşı bir tavırları asla söz
konusu değildir. Onların tevhit inancı ve peygamberiyle problemleri, Allah'ın
yanına-yöresine ekledikleri aracışefaatçı alt-ilahlarının yok sayılmasından
kaynaklanmaktadır. Bu alt-ilahları yok saydığı içindir ki, Hz. Peygamber'i
atalar dinine ihanet etmekle suçladılar. Mekke müşrikleri kendilerini Allah'ın
yakınları ve Beytullah'ın gerçek hizmetçileri sayıyor, bununla övünüyorlardı.
Hz. Peygamber ve arkadaşlarını ise Beytullah 'a musallat olmuş zındıklar
olarak görüyorlardı, (bk. İbn Teymiye; el-Furkan, 9-10)
Kısacası,
şirkin Allah'ı inkâra ilişkin hiçbir sözü ve tavrı yoktur. Onun şikâyeti,
insanın Allah'a kulluğunda aracı, cennete gidişinde şefaatçi olarak görüp
devreye soktuğu alt-ilahların kabul edilmemesidir. Kişi, kavram, kurum, kudret
ve nesne olarak değişik görünümleri ve sembolleri olan bu aracılar kabul
edildiği anda şirkin peygamberler ve tanrısal kitaplarla hiçbir alıp vereceği
kalmıyor. Ne var ki böyle bir kabul, peygamberlerin tanıttığı dinin inkârı
oluyor.
* Şirkin bir dinsizlik olduğunu sanmak
veya iddia etmek:
Bu
da büyük bir yanılgıdır, yanlış bilgidir. Kur'an, şirki bir din olarak
anmakta ve tanıtmaktadır. Hem de zorlu ve köklü bir dindir şirk... (bk.
Kâfirûn Suresi)
Müşrikler
dinsiz insanlar değildir, Hak dinin veya nübüvvetin
tanıttığı dinin dışında bir din benimseyen insanlardır. Onlar kendi dinleri
içinde dindar insanlardır. Kur'an onların Beytullah içindeki
namazlarından söz etmektedir. Ama bu namaz tevhit ölçülerinin dışına
çıkarılmış bir namazdır. Dahası var: Müşrikler, Beytullah'ta ibadet etmenin
kendi hakları olduğunu söyleyerek Hz. Muhammed'i oraya sokmamak istemişlerdir.
Hz. Muhammed onlara göre, atalar dinine kötülük etmiş bir zındıktır; Kabe'ye
girmemeli, orada ibadet etmemelidir. Orada ibadet, oraya hizmet ancak ataların
dinine saygısı olanların hakkıdır.
Şirk
dininin, peygamberlerin tanıttığı dinden farkı, Allah'ın yanına-yöresine
şefaatçılar, aracılar koyması ve Allah'a kulluğu bu aracı-şefaatçıların onayına
bağlamasıdır. Şirk dini bu aracı şefaatçıların bir biçimde hoşnutluğunu
kazanmadan gerçek kulluk olacağını, cennete gidilebileceğini kabul
etmemektedir.
Bunun
içindir ki, şirk dini ve onun çağdaş fırkacı görünümleri, Allah, sadece Allah
anıldığında söz ne denli değerli olursa olsun, önemsemezler. Alt ilahları
haline getirdikleri kişilerden bir veya iki cümle söylediğinizde ise yüzleri
parıltılar ve gülücüklerle doluverir... Bu, Kur'an'a göre tam bir şirk
fotoğrafı-
dır.
Müşriklerden
bahisle şöyle deniyor: "Dediler ki: 'Sen, yalnız ve sadece Allah'a
ibadet edelim de atalarımızın kulluk-kölelik etmekte olduklarını terk edelim
diye mi geldin bize!.." (A'raf, 70) Ve şu beyyine: "Allah,
yalnız başına anıldığında, âhirete inanmayanların kalpleri nefretle ürperir.
O'nun berisindeki ilahlaştırılmış kişiler anıldığında ise hemen müjdelenmiş
gibi sevinirler." (Zümer, 45)
Başka
bir deyişle, şirk dininin Kur'an dininden farkı, cennete gidiş belgesiyle
kulluk belgesinin altında Allah'ın imzası dışında imza
ların gerekli
görülmesidir. Kur'an'ın dini, bu belgelerin altında Allah dışında hiçbir varlı
ğın
imzasını istemiyor. Bu belgeler ya Allah tarafından imzalanır, geçerli olur;
yahut da imzalanmaz, işe yaramaz hale gelir.
Tevhit
dini, adı, esasları, ibadetleriyle "Allah'a özgülenmiş" bir
dindir (bk. A'raf, 29; Ğâfır, 14, 65; Beyyine, 9); şirkin dini ise Allah ve
alt-ilahlardan oluşan bir panteona özgülenmiştir.
* Şirk aracı yapılan şeylerin sadece
eşya (taş-toprak, ağaç vs.) olduğunu sanmak veya iddia etmek:
Şirk
konusunda en büyük ve en tehlikeli yanılgı budur. Bu yanılgı, İslam'ı örtülü
şirke yelken açtıranların hesaplarına yaradığı içindir ki, hurafeci-bid'atçı
örf dini şirk aracı olan şeylerin birkaç eşya parçası put olduğunu, bunların
da Kabe'den zaten temizlenmiş bulunduğunu söyleyerek bahsi kapatmak
peşindedir. Çünkü şirk aracı olan şeyler, Kur'an'ın gösterdiği biçimde
tanıtılırsa hurafe-bid'at dininin durumu çok zorlaşır, hayatı tehlikeye girer,
kaleleri yıkılır, nefesi tükenir...
Hurafeci-bid'atçı
örf dininin söylediğinin aksine, şirk araçlarının başında insan şerikler
gelmektedir. Kur'an bunlara genel bir adla "şürekâ" (Allah'a
ortak tutulanlar) diyor. Şürekânın çerçevesi içine giren şirk araçları, alt
başlıklar olarak şunlardır: Endâd, erbâb.
Endâd;
benzer,
aynı, tıpkı anlamlarındaki "nidd" sözcüğünün çoğuludur.
Kur'an, Allah'a endâd tutulmasına da karşı çıkıyor. Endâd edinmek, Allah
yolunu karartan ve insanı saptıran bir davranıştır, (bk. Bakara, 22; İbrahim,
30; Zümer, 8)
Erbâb,
rab
sözcüğünün çoğuludur ve daima insandan oluşur, Sembolü kullanılmayan tek
alt-ilah türüdür. Kur'an; nebilerin, dinde büyük tanınan kişilerin ve nihayet
her mevki ve konumda insanın rableştirilebileceğini söylemektedir.
Rableştirilen kişilerin daima fırkalaştırma, bölüp parçalama aracı olacakları
da gösterilmiştir. Yani rableştirme biçiminde sergilenen şirk, aynı zamanda
fırkacılık şirki halinde dikkat çekecektir. Kur'an bu inceliği verirken,
rableştirilen kişileri Allah'a karşı konumlandırmakta ve onlardan "müteferrik"
(fırkalara bölücü, fırkalara bölünmüş) diye söz etmektedir, (bk. Yûsuf,
39)
Rableştirme
konusunu, eserimizin giriş kısmında genişçe incelediğimizden burada ayrıntıya
girmiyoruz.
Şürekâ,
şuurlu
varlıktan, insandan olur. Kavram, kurum, kudret ve nesneler şürekânın
sembolleri olabilir. Sembollere bakıp arka planı unutmamak gerekir. Şuursuz
varlıklardan şürekâ olmaz. Şürekâ, kıyamet günü zoru gördüğünde, dünyada
ilahlık tasladıklarını, insanları kendilerine kul-köle ettiklerini inkâr edecektir.
(bk. Fâtır, 14) Hatta bunlar, kendilerini ilahlaştıranları Allah'a şikâyet
ederek: "Bunlar bize ibadet filan etmiyorlardı, yalan söylüyorlar;
bunlar bizim de yoldan çıkmamıza sebep oldular" vs. türünden
ithamlarla kendilerinden beklenebilecek bir kahpelik göstereceklerdir, (bk.
En'am, 94; Nahl, 86; Yûnus, 28)
Şürekâ,
din kurmak, din adına buyruk koymak gibi yetkiler kullanmaya kalkan varlıklar
olarak da tanıtılmaktadır. Bunlar, dinde Allah'ın izin vermediklerini
dinleştiren kişi veya odaklardır ki, şirk çocukları tarafından şürekâ (Allah'a
ortak) olarak öne sürülürler, (bk. Şûra, 21)
Kur'an'ın
bu beyanından anlaşılmaktadır ki, şirkin belirgin özelliklerinden biri de din
kurucu sıfat veya yetkisi kullanarak dinde buyruk koymaya kalkmaktır. Sayılan bu
nitelikler, cansız eşyanın nitelikleri değildir. Kur'an'ın "asnâm"
(putlar) dediği şuursuz-nesneler, bu şuurlu insan şürekânın sadece
sembolüdür. Sembol olarak sadece eşya değil, melekler, cinler de kullanılmıştır,
(bk. En'am, 100)
* Kutsal değerlerin veya kıymetli
insanların şirk aracı olamayacağını sanmak:
Allah
ile aldatan ve tevhidi örtülü bir şirke doğru kaydıran hurafeci odakların ileri
sürdükleri bu iddiaya göre, makbul eşya ve kişileri övmek, yüceltmek, kutsamak
şirk olmaz. Îşte bu mantıkla peygamberler ilahlaştırılır, sakal kılları mabede
sokulup etrafında tavaf edilir, tarikat şefleri, mezhep imamları,
hocaefendiler, seyyidler, üstatlar takdis edilir.,. Çünkü onlar, meşâyih-i
kiram, ulema-i ızâm, eimme-i fîhâmdır, sakal-ı şeriftir, sâdâttır, üstâz
hazretleridir... Öte yanda, Allah'ın son Peygamberi Hz. Muhammed, kendisine "Sen
bizim yücemiz, efendimizsin!" diyen sahabîsini, şeytanın keyfine
uyarak dine-imana yakışmayan söz söylemekle itham edip "Efendi sadece
Allah'tır, Allah!" diye çıkışsın! Önemli olan, rableştirmenin bugün
kitle üzerindeki etkisi ve Allah ile aldatma sektöründeki pazar payıdır.
Ve
bu pay, ikiyüzlü, siyasetler yüzünden son derece büyümüştür... Pay böylesine
büyük olunca insan hırsı ne Allah dinliyor ne Peygamber, ne kitap tanıyor ne
tanrısal rehber...
Durum bu olunca,
adlarının başına birer şirk afsunlu sıfat eklenmiş kişilerin rableştirilmesi,
yarı-tanrı haline getirilmesi yadırganmamalıdır. Yadırgayan olursa, ulema-i
kirama, evliya-i ızâma, sakal-ı şerife hürmetsizlikle suçlanır... Atalar
dinine kafa tutanların başına gelenler unutulmamalıdır... TARÎKAT
Tarikatlar,
İslam tarihinin 5. asrının sonlarıyla 6. asrının başlarında teşkilatlanan ve
yayılmaya başlayan kültür, edebiyat, sanat, felsefe, müzik, spor kulüpleridir.
Bu kulüp sözcüğünün altını çizmek isteriz. Gerçekten, tarikatlar, meşreplere,
mizaçlara, yerel özelliklere cevap veren kültür-felsefe-sanat kulüpleriydi.
Tarikatlar içinde, esnaf teşkilâtı, asker ocağı olarak çalışanlar da vardır.
Ünlü Ahi teşkilatı birinciye, sınır boylarında mekân tutan ribatlar ikinciye
örnektir.
Tarikatlar
bu yönleriyle ve bu espri içinde unutulmaz hizmetler vermiş, spor, sanat, müzik
vs. alanlarında birçok değer üretmiş kültür ocakları oldular. Onlar ayrıca,
ahlak, fedakârlık, sevgi gibi temel insanlık değerlerinin seçkin örneklerini
veren birçok büyük ruhlu insan da yetiştirdiler. Bu durumlarını şu iki illete
bulaşıncaya kadar sürdürdüler: Kendilerini dinin temsilcisi saymak, çıkar
hesapları uğruna siyaset ve saltanatın güdümüne girmek.
İşin
bir başka yanı da şudur: Tarikatların sahneye çıkış tarihi, İslam'da yaratıcı
bilim ve düşünce devrinin duruşuyla örtüşmektedir. Tarikatlar, taklitçilik ve
miras yeme devrinin temel kurumlarıdır.
Bu
kurumlar, olumsuzluklar açısından bakıldığında, her şeyden önce, tasavvuf
düşüncesinde yozlaşma ve düşüşün göstergesi ve başlangıcı oldular. Tarikatların
ortaya çıkışı, tasavvufta yatay anlamda bir büyümeyi getirirken, dikey anlamda
bir çürümenin ifadesi olmuştur. Tasavvuf, tarikatlar eliyle dar ve kapalı
çerçevesinden çıkıp büyük kitlelere açılmış, yaygınlık ve etki alanını
genişletmiştir ama kalite açısından yozlaşmaya maruz kalarak her gün biraz
daha sığlaşmıştır.
Kaliteden
kayıp pahasına vücut bulan büyüme, aynı zamanda İslam'ın özünden yani Kur'an'dan
uzaklaşmanın da ifadesidir. Kitlelere yayılma, kitlelerin taşıdıkları eski
örf ve kabullerin bünyeyi sarmasını da beraberinde getirmiştir. Kısacası,
tarikatlar, tasavvufun değişik kültürlerin pagan veya yarı pagan kalıntılarıyla
birleşerek Kur'an dışı bir kurum olmaya doğru gitme sürecini açmıştır.
Zamanla, özün yerini şeklin, ciddiyetin yerini idare-i kelamın, eylemin yerini
laf ustalığının ve nihayet tevhit ölçülerine sadakatin yerini şirk kültürleriyle
uzlaşının alması kader haline gelmiş ve tarikatlar bir tür şirk üreten
kurumlara dönüşmüştür.
Günümüzde
tarikatların durumu ve konumu, neredeyse tamamen Kur'an dışıdır. Mevlevîlik ve
Melamîlik, kısmen de Halvetîlik ve Rifaîlik gibi bazı tarikatlar Kur'an ve
Muhammedi şuur eksenini hâlâ koruyor olsa da bunların kitlesel etkileri yok
denecek düzeyde olduğundan kader belirleyici konuma gelememektedirler.
Kitlesel çapta rolü olanlara gelince bunlar klasik-derunî anlamda birer tarikat
olmaktan çıkmış bulunuyorlar.
Kendisini
Mevlâna Celaleddin Rûmî'nin "bu yüzyıldaki müridi" olarak tanıtacak
kadar tasavvufa saygılı olan büyük şair-düşünür Muhammed İkbal (ölm.
1938) bile bu gerçeği tevil edememiş ve tarikatların "pîrizm:
şeyhperestlik" eksenli bir şirk ocağına dönüştüğünü, bu ocakların Kur'an
denetiminde yeniden yapılandırılması gerektiğini, mevcut halleriyle İslam'a
zarardan başka hiçbir şey getirmediklerini defalarca ve çok sert ifadelerle
duyurmuştur.
Büyük
İkbal'in bu tespitlerine eklenecek yeni olumsuzluklar vardır: Bunların
başında, tarikatların militanlaşması, çeteleşmesi gelmektedir. Birçok zeminde
silahlı tehdit unsurları olarak iş gören ve kitleye kin, nefret ve şiddet
aşılamayı esas alan klik ve ekipler şu veya bu tarikat adıyla faaliyet
göstermektedir. Belirgin niteliği sevgi, tevazu, hizmet, merhamet olan
tasavvuf, bu siyasal ve yarı militan yeni ocakların elinde maddî-manevî sömürü
ocaklarına dönüştüler. Türkiye coğrafyasından baktığımızda bunların hemen
tamamında bölücülük, iftira, tehdit, sömürü, siyasal mevki hırs ve entrikası
en Makyavelist ve insafsız araç ve usuller kullanılarak sergilenmektedir.
Kendilerini İslam ve Kur'an adına en iyi niyetlerle eleştirenleri etkisiz
kılmak için ürettikleri iftira ve ithamların bir listesini yapmak bile
ürpertici tablolara vücut verir. Hasım gördüklerini yıpratmak için teşebbüs
etmeyecekleri hiçbir şeyin olmadığı kanısının kitleselleşmesine bizzat
kendileri sebep olmuşlardır. Bunların ekranlara taşan ve ülkenin gündemini
haftalarca, aylarca meşgul eden olumsuzlukları, halkın sadece tasavvufa
nefretine yol açmakla kalmamış, dine, Kur'an'a, Peygamber'e saygı ve sevgisini
de sarsmıştır.
Böyle
bir sonucun doğması elbette ki çok acıdır. Asırlar boyu, sevgi ve güzellik
üretmiş bu tarihsel kurumların böylesi olumsuzlukların sembolü haline gelmeleri
insanlık ve düşünce tarihi için ve bizim din ve kültür mirasımız açısından
büyük kayıptır. Ama bir insanlık borcu olarak söylemek zorundayız ki, yaratılan
görüntünün kitlede oluşturduğu kanaat budur.
Bizim
bu eserdeki ilkelerimiz ve tarzımız içinde kalarak bakarsak şu olumsuzlukların
altını çizebiliriz:
*
Tarikatları Allah'a götüren yol saymak:
Tarikatlar
birer kültür-folklor ocağı olmaktan çıkarılıp dinin işlevlerini yüklenen
kurumlara dönüştürüldüğünde tartışmasız bir biçimde İslam dışı olurlar. Çünkü Allah,
dininin mensuplarını bir tek yola çağırmakta, sadece o yolun Allah'a götüreceğini
bildirmektedir. Bu yol, Kur'an'ın deyimiyle sırat-ı müstakim yani
dosdoğru yoldur. Kur'an bu yolun, sadece bu yolun Allah'a götüreceğini, bunun
dışında yollar edinmenin Müslümanları fırkalara bölüp parçalayacağını çok açık
bir biçimde ifade etmiştir: "İşte bu benim dosdoğru yolumdur, onu
izleyin; başka yolları izlemeyin ki, sizi Allah'ın yolundan ayırıp parçalara
bölmesin!" (En'am, 153)
Bizim
bu eserde "yolu parçalama" olarak şirk başlığı altında ele
alıp açıkladığımız bu illetin bir numaralı üreticileri tarikatlar olmuştur. Tarikat
zaten yol demektir. Allah bir tek yol öneriyor, tarikatlar ise birçok yol
öneriyor.
İslam
dünyasının tarikat yollarını izleme serüveninin bizi getirdiği yere bakarsak,
tarikatların dediğinin yanlış olduğunu görürüz. Çünkü İslam dünyasının, tarikatlar
tarafından getirildiği bugünkü yer, yürekler acısıdır. Demek oluyor ki tek yol
öneren Allah doğru söylemistir. Vaadinde sadık olan O'dur. Ve reçete, biraz
önce verdiğimiz En'am 153 ile onun bir başka ifadesi olan Âli Îmran 103.
ayettir.
* İman kardeşliği dışında bir
tarikat kardeşliği ihdas etmek:
Kur'ansal
kimliği ilkin Emevî'nin saltanat dinciliği parçalamıştı; ikinci parçalanmayı
tarikat dinciliği getirdi: İh vancılık adı altında...
Bırakın
yedek ilah haline getirilmiş şeyhlerin icat ettikleri ve bir bölücülük aracı
olarak kullandıkları tarikat kardeşliğini, muvahhit Îslam bilginleri içinde, Hicret
sonrası Hz. Peygamber tarafından oluşturulduğu söylenen "Muhacirlerle
Ensar arasındaki hicret kar deşliği "ni bile Kur'an dışı bulanlar
vardır. Onlara göre, Hz. Peygamber hiçbir Mekkeli mümini, hiçbir Medineli
müminle özel olarak kardeş filan ilan etmemiştir. Bu yoldaki rivayetlerin tümü
iftira ve uydurmadır. Çünkü Kur'an, "Müminler sadece
kardeştirler." (Hucurât, 10 ) ilkesini baştan koymuş, Hz. Peygamber de
tüm Müslümanların birbirlerinin kardeşi olduklarını defalarca ifade
buyurmuştur. Bu Îslam-iman kardeşliğinin yanma başka kardeşlikler koymak
bölücülüktür.
Hucurât
Suresi 10. ayet müminleri kardeş ilan ettikten sonra "Kardeşleriniz
arasında barışı yerleştirin!" emirini veriyor. Tarikat ihvanlığı ise
yapay bir kardeşlik ilan ederek müminler arasında kavga, fesat ve bölünme
yaratıyor. (Bu konuda geniş bilgi için bk. Îbn Teymiye; Resâil, 1/ 159 vd.)
Îblis'in
insanı nasıl tökezlettiğini inceleyen İbnülCevzî (ölm. 597/1200) ünlü
eserinde şunu söylüyor: "Resul zamanında insanlar sadece imana ve İslam'a
nispet edilerek Müslüman ve mümin diye anılırlardı. Öteki a dl ar u n v an l ar
sonradan uyduruldu." (Ibnül-Cevzî; Telbîsü iblis, 185) İbnül-Cevzî'ye
göre, bu sonradan uydurulan adlara değer verilmesi, Ibli s'in karıştırma ve
tökezletmelerinden biridir.
* Tarikat şeyhlerini kurtarıcı,
erdirici, Allah'a yaklaştırıcı, şefaat edici vs. kabul etmek:
Kendisine
bu Kur'an dışı sıfat ve yetkiler verilen şeyhlerden istiğâse (yardım istemek)
edilir, ve tarikat inanışına göre, onlar bu istiğâseye hemen cevap verip kula
gerekli yardımı derhal ulaştırırlar.
Kur'an
bu niteliği ve bu gücü sadece ve sadece Allah'a tanımaktadır. Peygamberlerin
bile böyle bir güç ve yetkisinden söz edilmez.
Şeyhler,
insanı Allah'a yaklaştırıcı olarak da devreye sokulmuştur. Buna tarikat
dilinde "tevessül"(şeyhi aracı yapmak) denir. Kur'an'ın Zümer Suresi
3. ayetine göre açık şirktir. Bu yaklaştırma daha çok "rabıta" denen
bir uygulama ile gerçekleştirilir. Rabıta, müridi şeyhin tüm zamanlarda
ve mekânlarda denetimine sokan bir "kişilik silme" yöntemidir. Bu
yöntemin esası mürit denen kişinin, kendi benliğini inkâr edip şeyh denen
kişinin bir uydusu haline gelmek için sürekli gayret göstermesidir. Kendisini
özgür bir "ben: kişi" kabul eden hiçbir insan rabıtaya ehil sayılmaz.
Rabıtanın esası, müridin kendi benliğini yok etmesi, şeyhin bir uydusu haline
gelmesidir. Buna "şeyhte fâni olmak" denir. Resul'de ve Allah'ta
fâni olmak bu birinci "fena"yı izler.
Bu
"fâni olmak" anlayışı Kur'an kaynaklı değil, Hint kaynaklıdır.
Rabıta
yoluyla insanlar üzerinde kurulan hegemonya, şeyhin ölümünden sonra da
sürdürülmek istenmiş ve bunun için de "kabirlere rabıta" denen bir
uygulama devreye sokulmuştur. Bu uygulamaya göre, mürit, şeyhinin ölümünden
sonra onun denetiminde olmaya devam etmek için onun mezarı başına gidip diz
çöker ve ona rabıta yapmaya orada devam eder.
Bu
uygulama da bir şirk belirişidir.
Müridin
bilgiden bekleyeceği şeyleri elde etmenin yolu da okuldan-kitaptan
uzaklaştırılıp şeyhten ilhamî bilgi almak biçimine dönüştürülmüştür. Bu bilgi almanın
adı "tefeyyüz" veya " f e y i z l e n m e " di r . Mürit bu
yolla kendisine lâzım olan tüm bilgileri, rabıta yoluyla denetimine ve güdümüne
girdiği şeyhinden doğrudan alacağına inanır. Mektep ve kitapla gelen bilgi
önemli sayılmaz. Zaten o bilgilerin yozlaşma dönemi tarikat çevrelerindeki adı
"şeytanî bilgi"dir. Önemli olan, ilhamî veya kalbi bilgidir ki, o da
şeyhin gönlünden müridin gönlüne akar...
Şirk
maddesinde genişçe açıkladığımız bu anlayışın tartışmasız bir biçimde Kur'an
dışı olduğunu bir kez daha tekrarlayalım. Tarikatlarda şeyhi bu mevkie çıkaran
anlayışı "pirizm" (şeyhperestlik) olarak anan İkbal, bu illete ağır
eleştiriler yöneltmekte ve onu Kur'an dininin en büyük tahripçilerinden biri
olarak görmektedir.
* Tarikat şeyhlerini yanılmaz,
masum kabul etmek:
Yine
açık bir Kur'an dişilik olan bu kabul tarikat ağına yakalanmış olanları şu
noktaya götürür: Kurtuluş, şeyhin ağzından çıkanı dinlemektedir. O yanılmaz,
çünkü bilgisi esas kaynaktan, Allah'tan gelmektedir.
Şunu
hiç tevil etmeden söyleyelim: Çöküş devri tarikat mantığına göre, imanın
temel şartı şeyhin ağzından çıkanı dinlemektir. İslam akidesinin saydığı
iman şartları sonradan gelir. Tarikat çevreleri buna teorik olarak elbette
karşı çıkarlar. Ama günümüz tarikat disiplini ve uygulamasının özü-esası budur.
İlke şöyle konmuştur: "Mürşit elinde mürit, gassal elinde
meyyittir." Bugünkü Türkçe ile: "Şeyhin elinde mürit, ölü
yıkayıcının eline teslim edilmiş ölü gibi olmalıdır."
Mensuplarını
davar sürüsüne dönüşmemeye çağıran Kur'an'ın anlayışıyla bu anlayışı yan yana
düşünmek mümkün değildir.
Gassal
elinde meyyite dönüştürülen kitleler, tarih boyunca bu
şeflere sadece mallarını, mülklerini, itibarlarını, mevkilerini teslim etmekle
kalmadılar, zaman zaman ırzlarını da teslim ettiler. Tarikatlar tarihinde
bunun örnekleri az değildir. Son yıllarda bu çevrelerin ağına düşüp ırzını
kaybeden ve bir kucaktan ötekine dolaşmaya mahkûm hale getirilen genç
kadınların ekranlara yansıyan feryatlarını hep birlikte izledik. Bunlar bu
facianın içine çekilirken kendilerine söylenen şuydu: "Allah'a ve
cennete gidiş, efendi hazretlerinin istek ve şefaatine bağlıdır. O halde onu
memnun etmek Allah'ın iradesini bizim lehimize tahrik etmek demektir. Ve o
halde, o ne istiyorsa kayıtsız-şartsız yerine getirilmelidir. Çünkü onun
istemesi Allah'ın istemesidir. O, senin vücudunu ona teslim etmeni istiyorsa bu
senin cenneti kazanmanın garantisi olacaktır."
"Her
şeyi Allah'tan alan ve şeytanî bilgilerle kirlenmemiş bulunan şeyh" (!)
bir şeye (bu bir hanım da olabilir) sahip olmak istiyorsa bu istek Allah'ın
isteğidir, binlerce hikmeti vardır. Mürit bunun nedenini, niçinini soramaz;
sorarsa feyzi kesilir, düşüşe geçer. Düşüşe geçince de öyle bir düşer ki
parçası bulunmaz...
Biraz
olsun aklını çalıştırıp "neden, niçin?" sormaya yeltenen
müritler, işte bu tehditle susturulur. "Eğer bizim gönlümüzden düşersen
parçan bile bulunmaz." Veya "Bize sırt dönersen tokat yersin."
Veya: " Bizim gönlümüzü kırarsan önce şefkat tokatı yersin, sonra
da tamamen yuvarlanıp gidersin."
Kısacası,
sistem, ağın içine girenlerin itiraz etmelerini, hatta böyle bir şeyi
akıllarına getirmelerini kesinlikle önleyecek biçimde oluşturulmuştur. Bu ağa
düşenler, susadıkça deniz suyu içenlere benzemektedir. Susuzluğu gidermek
için içtikçe biraz daha susamakta ve sonunda mideleri parçalanmaktadır.
Bu,
"ağa düşme" tâbirini bize öğreten, Kur'andır. Ankebût
Suresi 41. ayet, Allah dışında birilerini evliya edinip onlardan
yardım ve ışık bekleyenleri, kara dul denen dişi örümceğin ağına sığınmış
olanlara benzetmektedir. Kara dulun tipik özelliği, binbir cilve ile
kandırıp çiftleştiği eşini, çiftleşmenin hemen ardından o korkunç zehiriyle
katletmesidir. Kur'an, Allah'ın yanına-yöresine konan ve evliya diye anılan
alt-ilahlara sığınanların sonlarının böyle olacağını söylemektedir. Tarih ve
yaşadığımız günlerdeki tablolar da bunu doğrulamaktadır.
Müslüman
kitleler, tarih boyunca kara dul ihanetleriyle inletilmiştir. Kara dul
ihanetine dikkat çeken tek kitap Kur'an olmasına rağmen... (Bu konuda ayrıca
bk. Bu eser, Veli-Evliya mad.)
*
Şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır demek:
Muhammed
İkbal 'in "pîrizm: tarikat putçuluğu diye
andığı tabuyu yerleştirmek ve dokunulmaz kılmak için hadis adıyla uydurulan
yalanlardan biri de budur. Bu sözün hadis adıyla ortaya sürülen bir iftira
olduğu tüm İslam bilginlerince kabul edildiği halde tarikat çevreleri bunu
yaymaya ve yaşatmaya devam etmektedirler. Kur'an'ı berrak bir vicdan, sadık bir
imanla okuduğunuzda esasında bu sözün tam tersinin doğru olduğunu anlamakta
gecikmezsiniz. Çünkü şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır demek aracı ve şefaatçi
edinmeden Allah'a kul olamazsınız demektir. Kur'an işte bunun tam tersini söyleyerek
aracı ve şefaatçi edinmeyi şirkin bir uzantısı görüyor.
Halk
bu yalana öylesine inandırılmıştır ki, "Bir şeyhten el almadan cennete
gidilemez" sloganı âdeta İslam'ın şartlarından biri gibi dillerde
dolaştırılmaktadır.
* Tarikat silsilelerinin
Peygamberimize çıktığını iddia etmek:
Silsile,
karşınızdaki
şeyhin bağlı olduğu ve ucunun Hz. Peygamber'e çıktığı söylenen kişiler
zinciridir. Tarikat kabulüne göre, şeyhler işte bu zincirle bizzat Hz.
Peygamber'den feyz almakta, onunla doğrudan ve devamlı temas halinde
bulunmaktadırlar. Bu silsile, şeyhlerin bir tür peygamber vekili gibi yetki
kullanmalarına imkân sağlamakta, onları dokunulmaz kılmaktadır. Böyle olunca da
sözleri din, imzaladıkları her şey cennet belgesi olarak görülmektedir.
Tarikatlar
öncesi gerçek tasavvuf döneminde bu silsilecilik yoktur. Bunlar, tarikatlar
döneminin, durumu sağlamlaştırıp etkiyi artırmak için uydurdukları şeylerdir.
Kur'an ve sünnetten hiçbir dayanağı yoktur. Şirk panteonlarındaki hiyerarşiyi
andırmaktadır, tevhit dışıdır, vahyin getirdiği edep ve terbiyeye aykırıdır.
Hiç
kimse, bir silsileye bağlı olmak, falan veya filana nispeti bulanmakla
seçkinleşemez. Seçkinlik eylem ve ibadetle, üstünlük ise bilim ve takva iledir.
Tarikatlar, müstesna bazı temsilcileri bir kenara konursa, işte bu Kur'ansal
ilkeyi tahrip ederek üstünlüğü, nispete, serpuşa, şeyh icazetine
bağlamışlardır.
Tarîkat-tasavvuf
çevrelerinin olumsuzluklarını ele alıp eleştiren muhaddis-fakıh İbnül-Cevzî (ölm.
597/1200), bu olumsuzlukları şeytanın bu çevreleri aldatıp saptırması olarak
görmektedir. Ünlü eseri Telbîsü îblis'in yaklaşık üçte ikisini bu konuya
ayıran İbnül-Cevzî'nin kitabından bazı tespitleri alıntılamak istiyoruz:
"Âhireti
isteyenler bu çevrelere, oralarda gördükleri zühd (düny
a nimetlerini umursamamak) yüzünden, dünyayı isteyenlerse oralarda gördükleri
rahatlık ve vurdumduymazlık yüzünden eğilim göstermiştir.... Hz. Peygamber döneminde
bunların taşıdıkları unvanların hiçbiri yoktu. İnsanlar imana ve İslam'a
nispet edilerek mümin ve müslim diye anılırlardı. Öteki ad ve unvanları bunlar
çıkardı..." (bk. Telbîs, s. 185)
"Şeytan
bunları aldatarak ilimden uzaklaştırdı. Onları; ilim değil, ibadet önemlidir
vesvesesiyle aldatarak ilim kandillerini söndürdü ve hepsini karanlıklarda
bıraktı... İlimlerinin yetersizliği yüzünden bilinçsiz bir biçimde uydurma hadislerin
baskısı altında kaldılar... Uydurmalar yoluyla bulaştıkları hayaller, aç
kalmalar, sahte perhizler yüzünden iç dünyalarında fesat belirdi, Allah'ı
güzel yüzlü kişilere benzetmeye, Allah'a aşık olmaktan söz etmeye başladılar.
Kuruntulara yenik düşerek küfürle bid'at arasında gidip geldiler..." (s.
188)
"Bunlar
içinde, evliya adını verdikleri kişileri, peygamberlerden üstün görenler
vardır..." (s. 191)
"Bunlar,
kendilerini cennet ehli olmakla nitelendirdiler. Oysaki Hz. Peygamber bu
iddiayı taşıyanları şu şekilde uyarmıştır: 'Ben cennetlik bir insanım diyen,
cehennemdedir." (s. 195)
"Bunlar,
uydurdukları sünnetlerle halktan, hatta fakıhlardan bile ayrıldılar, ilave
namazlarla dine ekleme yaptılar..." (s. 200)
"Bunlar,
'Rabbimiz bize kalp yoluyla söylüyor' diyerek Kur'an'ı dışladılar... Tekke ve
ribatlarında Kur'an okumayı yasakladılar..." (s.
201)
"Mal
ve nimet düşmanlığını bir seçkinlik olarak öne çıkardılar. Oysaki Allah, Nisa
Suresi 5. ayette malları, bizi ayakta tutma aracı olarak göstermektedir...
Allah'ın ve Peygamber'in insanları mal sahibi olmaktan yasakladığını söylemek
ilimsizlik kanıtı olmaktan başka bir anlam ifade etmez. Yasaklanan, mal sahibi
olmak değildir, malı haramdan kazanmak ve kötü niyetle harcamaktır..." (s.
205)
"Onların
mal-mülk konusundaki bu yanlış tutumları onları bedava yiyip içmek, çalışmadan
yaşamak noktasına getirdi. Önceleri karşı oldukları mal ve mülkün daha
sonraları tutsağı haline geldiler. Alıştıkları rahat ve şehvet onları mal-mülk
sahibi kişiler önünde diz çökmeye itti..." (s.
211)
"Uydurma
kıyafetler, y ır tık-pırtık giysiler giyerek itibar toplama yoluna
gittiler..." (s. 213) Bunu, bir tür tevazu
belirtisi gibi gösterdiler. Oysaki bu, ünlü olmanın, öne geçmenin bir başka
aracı idi. Asrısaadet nesli bu incelikleri çok iyi bilmekteydi, tbn Ömer,
eski-püskü giysilere bürünen oğluna şunu diyerek karşı çıkıyordu: Böyle
şeyler giyme, çünkü böyle giyinmek şöhret peşinde koşmanın bir başka şeklidir.'
(s. 220) Esasında, eski-püskü giymek, temiz ve güzel giysilerden
kaçınmak, Allah'tan şikâyetçi olmanın bir ifadesidir. Bu tip tavırlar Kur'an
tarafından yasaklanmıştır. Kur'an'a göre, Allah, kuluna verdiği nimetlerin
eserini onun üzerinde görmek ister... Bu giysilerden insanın nefsi hoşnut
oluyor yolunda bir itiraz asla geçerli değildir. Nefsin hoşlandığı şeyin dinen
yasak ilan edilmesi için Kur'an'dan kanıt gösterilmesi gerekir. Kur'an,
nefsimizin hoşlandığı her şeyi yasaklamıyor, mekruh göstermiyor., (s.
227-228)
"Şeyh
elinden hırka, kıyafet giyme töreleri uydurdular. Bu hırka ve giysileri
kutsallaştırmak için senetler icat ettiler. Bunların tümü yalandır,
asılsızdır..." (s. 218)
"Bunlar,
açlığı bir değer haline getirerek gençlerin gerektiği biçimde beslenmelerine engel
oldular..." (s. 234-244) •
"Yapay
huşu' tavırları, vecd gösterileri, ağlamalar, inlemeler geliştirerek
riyakârlığın yayılmasına sebep oldular..." (s.
284)
"Dinde
olmayan birçok şeyi dinleştirdiler. Oysaki bir insanın dinde vacip (gerekli,
kaçınılmaz) olmayan bir şeye vacip gibi inanması küfürdür..." (s.
298)
"Kadınlarla
beraberlikten uzak kalmayı bir seçkinlik olarak ileri sürerken, genç oğlanlarla
beraberliği bir tutku haline getirdiler. Bunlar bu konuda çeşitli kısımlara
ayrılmaktadır... Bu konuda kendilerini desteklemek için şöyle bir hadis de
uydurdular: 'Üç şeye bakmak gözün gücünü artırır: Yeşillik, akar su, güzel
yüz.' Hadis diye rivayet ettikleri bu söz bir uydurmadır." (s.
299-300)
"Genç
oğlanlarla halvet ve sohbet, şeytanın bu çevreleri saptırmak için boyunlarına
attığı en kuvvetli iplerden biridir..." (s. 312)
"Günaha
girmemek, Allah'a biraz daha önce kavuşmak vs. gerekçeleri ileri sürerek hayatına
son vermek âdetini bunlar geliştirdi. Bunun örnekleri çoktur..." (s.
307-308)
"Tevekkülü
tembellik, kazanmamak, geçimini ona-buna havale etmek şekline dönüştürenler
bunlardır... Oysaki tevekkül bir gönül güvenidir, bedeni çalıştırmamak, oturup
kalmak, kazanmayı bırakmak asla değildir..." (s.
317-318)
"İlaç
ve doktorla tedaviyi tevekküle ters göstererek bilime ve sağlığa ters düştüler..."
(s.
324)
"Cumaya-cemaate,
halk arasına katılmamayı, kenara, halvete çekilmeyi bir değer haline
getirdiler. Oysaki tüm bunlar Hz. Peygamber'in öğretisine aykırı
şeylerdi..." (s. 325)
"Evlenmeyi,
Allah'a ibadete engel göstererek nikâha karşı çıktılar. Eğer bunların evlilik
hayatına doğal ihtiyaçları var ise bu yaptıkları, bedene eziyet olur ve o,
İslam'da yasaktır. Eğer evlilik hayatına ihtiyaçları yoksa o zaman
evlenmemeleri onlar için bir üstünlük olmaktan çıkar.." (s.
332)
"Kendilerinin
içine doğan vehimleri, kuruntuları, vesveseleri (hevâcis) 'batini ilim' diye
anarak, esas ilimleri 'zahirî bilgiler' şeklinde küçük gördüler... Bu konuda,
bâtın ilmi denen safsataya destek olacak hadisler uydurdular... Oysaki, ilham
ve içe doğuş denen şey, esasında bilimin bir meyvesidir. İlmi terk edenlerin bu
meyveden söz etmeleri nasıl mümkün olur! Aklî ve dinî ilimler olmadan ilhamdan
söz edilemez. Bunun aksini söyleyip, 'Biz, ilmimizi ebedî diriden alıyoruz,
sizin gibi ölümlülerden değiP iddiasında bulunmak dine hakaret etmektir..."
(s.
361-363)
"İlim
karşıtlığında öylesine ileri gittiler ki, kitaplara düşman olma noktasına gelip
kitapları toprağa gömdüler, yaktılar, nehirlere döktüler..." (s.
367-369)
"İşin
esası şudur: Allah'a en büyük düşmanlık, ilimden uzaklaştırma ve soğutmadır.
Çünkü dine ve Allah'a götüren en büyük kanıt ilimdir. Allah'ın hükümlerinin
anlamı ve değeri de ilim sayesinde bilinir. İlme şu veya bu şekilde düşmanlık
göstermek, Allah'a ve O'nun dinine düşmanlığın en kötüsüdür..." (s.
370)
"Dini
şerîat ve hakikat diye ikiye böldüler. Böylesi bir ayrımın dinle, gerçekle
hiçbir ilgisi yoktur. Dinin tümü hakikattir..." (s.
365)
"Melekleri,
Cebrail'i vs. görüp onunla konuştukları yolunda hayaller kurup yalanlar düzdüler...
Hatta Cebrail'in bunlara görünüp ilmi değil ibadeti öne almalarını söylediğini
iddia ettiler. Cebrail'in böyle bir öneride bulunduğunu düşünmekten Allah'a
sığınırız..." (s. 371)
"İlim
eksildikçe keramet türü hayal ve uydurmalar çoğalacağından bu çevreler ilimden
koptukça keramet vs. adıyla hayal ve halüsinasyona teslim olmaya doğru yol
aldılar... Gökten kendilerine ışık görünmesi, Kadir Gecesi gök kapılarının
bunlara açılması vs. hep bu türden halüsinasyonlardır..." (s.
424)
"İddialarını,
ilim dışı yollarla geçerli kılmak ve desteklemek için birçok hikâye ve keramet
uydurdular..." (s. 430)
"Eski-püskü,
yün giymeyi, başı sağa-sola sallamayı, sendeleyip zıplamayı, ilim ve düşünceden
önde göstermek için türlü oyunlar sergilediler... Bu hallerine karşı çıkan ilim
adamlarını lâkaytlık, ibadetsizlik vs. ile suçlamak için iftiralar, yalanlar
düzdüler... Kendi yollarını izleyenleri harikalar gösteren, duaları kabul olan,
kalplerden geçenleri bilen... erişilmez kişiler olarak öne çıkardılar..."
(s.
437-438)
Muvahhit
bilgin İbnül-Cevzî' den aldığımız bu satırlar, 260
sayfalık bir bölümün özetidir. O bölümün tümünü okuduğumuzda ürpertici birçok
tabloyla daha karşılaşacağımız kuşkusuzdur... TEHECCUD
Teheccüd,
uyku
anlamındaki "hücûd" kökünden türemiş bir sözcük olup "uykuyu
gidermek, uyuduktan sonra uyanmak" demektir. Kur'an, Hz. Peygamber'e "Kur'an'la
teheccüd et yani Kur'an'la uykusuz kal!" emrini veriyor, (bk. isra,
79) Bunun anlamı, gecenin bir kısmını bir şekilde Kur'an okuyarak, Kur'an'ı
inceleyerek geçir demektir. Müzzemmil Suresi 2-3. ayetler bu tanrısal isteği
ifadeye koyarken "Gecenin az bir kısmı hariç olmak üzere ayakta ol:
Yarısını veya bundan biraz azaltılmış kısmını..." demektedir.
Kur'an
ile uykusuz kalmak veya Kur'an için uykuyu bölmek şu şekillerden biriyle olur:
1. Kur'an'ı okumak,
2.
Kur'an'la
ilgili araştırma, bilimsel çalışma yapmak,
3.
Kur'an'la
ilgili yazılmış eserleri okumak, 4. Kur'an'la ilgili sohbet etmek, 5. Kur'an
okuyarak namaz kılmak.
Ne
ilginçtir ki geleneksel anlayış, bu beş şıktan ilk dördünü-ki esas olan
onlardıryok saymış, hiç anmamış, sadece namaz kılmayı korumuştur. Bu kadarla
da yetinmemiş, teheccüdü, "namaz kılmak" la dondurup
kurallaştırmıştır. Öyle ki meallerde teheccüd sadece gece namazı kılmak diye
tercüme edilebilmiştir.
Tam
bir Kur'an dişilik, tam bir saptırmadır.
Bu saptırmayı fark
eden İslam bilginleri elbette ki vardır ama ne hikmetse susmayı veya lafı
dolandırmayı yeğlemişlerdir. Celaleddin Ebu Bekr es-Süyûtî (ölm. 911/1505) bir yerde şöyle
diyor: "Nevâfil (sevap kazanmak için) ibadetin ilimle uğraşmanın önüne
geçirilmesi, büyük âfetlerin giriş sebebi olmuştur." (bk. Süyûtî; el-İttiba', 84-87)
Süyûtî
bunu söylüyor ama
oynanan oyunu tüm çıplaklığıyla ortaya koymuyor; bundan ötesini de siz anlayın
demeye getiriyor. ÜFÜRÜK VE MUSKA
Üfürük
ve muskadan medet ummak, Hz. Peygamber tarafından şirk olarak tanıtılmıştır.
Şöyle buyuruyor: "Şu bir gerçek ki üfürük, muskacılık, şirinlik büyüsü,
kısmet açma muskası gibi şeyler şirkin görünümleridir." (Ibn Mâce,
tıb 39; Elbânî; Sahîha, 1/648)
Şu
sözler de onun:
"Korunma
ve kurtulma ümidiyle üstüne-giysisine bir şey asan, şirke bulaşmış olur."
"Üstünde
muska taşıyanın Allah hiçbir işini tamamlamasın; üstünde nazarlık boncuk taşıyanı
Allah korumasın!" (Heytemî; Zevâcir, 1/130. Bu
konuda ayrıntılar için bk. Öztürk; islam'da Büyük Günahlar, 146-147)
Bu
sözlerin; tevhidin akıl, bilim ve aydınlığa teslim ettiği insanlığın tekrar natürizm,
animizm, fetişizm ve benzeri pagan kabullerin tutsağı olmamasını sağlamaya
yönelik olduğu açıktır. Şirk aracı olarak gösterilen sapmaların tümü eski ve
yeni dünyada hep putperestliğin belirişleri olarak ortaya çıkan illetlerdir.
Hepsinin temelinde bilimden, akıldan, aydınlıktan uzaklık yatar.. .
Ümmet,
bir amaç, değer ve iş çevresinde toplanan insan kümesidir. Bu değer/amaç din
olabilir, zaman olabilir, mekân olabilir. (Râgıb; Müfredat, ümmet mad.) Bu
değer/amaç, Kur'an'da örneğini gördüğümüz gibi, bir su kaynağından hayvanları
sulamak da olabilir. Kas as Suresi 23. ayet, Medyen Suyu
çevresinde hayvanlarını sulamak amacıyla toplanmış bir grubu tanıtırken
onları ümmet sözcüğüyle ifade etmiştir.
Demek
oluyor ki, ümmet kavramında sadece inanç ve amaç birliktelikleri değil, zaman,
mekân, çıkar birliktelikleri de belirleyici olabilmektedir. Kur'an, hayvan
topluluklarını da ümmet olarak anmaktadır. Onlar da tıpkı insanlar gibi birer
ümmet topluluğu oluşturur.
Din
açısından baktığımızda ümmet, Arap dilinin büyük ustalarından biri olan ibn
Manzûr (ölm. 711/1311)un ifadesiyle şöyle tanıtılabilir: "Ümmet, insan
nesli demektir. Her Peygamberin ümmeti, kâfir veya mümin ayrımı olmaksızın,
tebliğ için gönderildiği tüm insanlardır. Muhammed ümmeti denince Hz.
Peygamber'e inanan ve inanmayan tüm insanlar kastedilir." (ibn Manzûr;
Lisânü'l-Arab, Ümmet mad.) Hz. Muhammed son peygamber olduğuna göre onun
tebliği kıyamete kadar tüm insanlara hitap etmektedir. O halde biz bugün
için tüm insanlığı Hz. Muhammed'in ümmeti olarak tanıtmakla hiçbir hataya veya
abartıya düşmüş olmayız. Ümmetin itaat edeni gibi itaat etmeyeni de vardır.
Bunun böyle olması, Hz. Muhammed'in tebliğine muhatap olmakla
karıştırılmamalıdır. Herkes muhataptır ama bazıları itaat etmiştir.
Yanılgı,
itaat etmeyenleri mümin saymamak değildir, ümmet saymamaktır. Şöyle de ifade
edebiliriz: Yanılgı, ümmet olmakla mümin olmayı birbirine karıştırmaktır. Hz.
Peygamber'in ümmeti içinde olanların büyük kısmı mümin olmamıştır, belki de olmayacaktır.
(Ayrıntılar için bk. KTK. Ümmet mad.)
* Ümmeti Müslüman nüfus kağıdı
taşıyanlara özgülemek:
Yukarıda
da anlattığımız gibi, Muhammed Ümmeti, Hz. Peygamber'in tebligatına
muhatap olmuş bulunan ve (başka bir peygamber gelmeyeceğine göre) olacak olan
tüm insanlardır.
Doğrusu
şu ki, Kur'an'ın insan hayatına sokmak istediği değerleri esas alarak
konuşursak Hz. Muhammed'in ümmeti içine sokulmaları en zor olan topluluklar
günümüz İslam dünyasındaki topluluklardır. Çünkü, Kur'an'ın değerlerini
hayatlarına en az sokmuş olanlar onlardır. Onların önceliği ve öncülüğü, İslam
ve "Ümmet-i Muhammed" patentlerini bir şekilde ellerine
geçirmiş bulunmalarıdır. Öte yanda, bu patenti eline geçirmemiş ama patentin
amaçladığı değerleri hayatına daha fazla sokmuş ülkeler ve kitleler vardır.
Alışılmışa
ve dayatılmışa ters bu tespit Allah'ın isteğini ve insanlığın geleceğini
sağlıklı bir bakışla belirlemek bakımından, çok önemlidir.
Şunun
altını çizmek de önemlidir: Hz. Peygamber'e isnat edilen, "Benim
ümmetim dalâlet (karanlık, sapıklık) üzere bir araya gelmez." sözü,
gelenekselArapçı anlayışın ümmet kavramından hareketle değerlendirilirse
karşımıza Müslüman coğrafyadaki yerel-ortak kabuller çıkar. Bunların dalaletten
arınmış olduğunu söylemekse dalâletin ta kendisi olur.
O
halde Peygamber sözü olarak rivayet edilen o sözün, ümmet kavramının gerçek
anlamına uygun sonucu şudur: İnsanlık, dalâlet üzere ittifak etmez, birleşmez.
En azından kağıt üzerinde böyle ittifaklar oluşturmaz. Oluşturulan
birlikteliklerin, ittifakların en tipik örneği (ve şu anda bir numaralısı)
1948'de imzalanmış bulunan İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi'dir.
İnsanlığın
şu veya bu bölgesinin şu veya bu kitlesinin, ulaşılan bu ittifaklara ters
düşmesi ayrı bir konudur. İşe oradan bakarsak, Birleşmiş Milletler'in
bizzat kendisi bu bildirgeye aykırı davranışlar sergilemektedir. Bu aykırı
davranışlar teorideki birliği, ilkelerdeki isabeti yok saymamızın gerekçesi
yapılamaz. Kur'an'a inandığını söyleyenlerin asırlardır ona uymayan işler
yapmaları, ondaki ilkeleri yok veya isabetsiz saymamıza gerekçe yapılamayacağı
gibi..
Şu
halde, Hz. Muhammed adına "ümmetçilik", esas anlamıyla devreye
sokulursa bir insaniyetçilik, insancılık veya hümanistliktir. İşin
esası bu iken, Emevî yozlaştırmasının açtığı çirkin kulvara giren insanlar,
ümmeti bir kavmin söven duygularını okşayan kutsal bir kavram gibi
kullanmışlardır ve ortaya aşağıdaki sonuç çıkmıştır:
* Ümmeti Arap milliyetçiliği
haline getirmek:
Muhammed
ümmeti Arabizmin amaçlarına, zevklerine, geleneklerine
hizmeti kutsal bilen insan toplulukları demek değildir. Araplardan her
seferinde şikâyetçi olan Kur'an'ın dinini Arapların dini haline getiren
Arapçılık ve Arapçacılık tutkusu, yanlış bir ümmet anlayışının uzantısı olarak
Arap dilini de "Allah'ın dili" yapmış ve başka dille ibadet
edenlerin niyazlarını geçersiz saymak gibi bir sakatlığa bulaşmıştır. Ümmî
kelimesi, anne anlamındaki "ümm" kelimesiyle aynı
köktendir. Ümmî, anasından öğrendiklerinden, başka bir deyişle
yaratılıştan gelen bilgilerden öte bilgisi olmayan, mekteple, kitapla eğitim
görmemiş kişi veya toplum demektir, (bk. ibn Manzûr; LisânülArab, ümm
maddesi)
Kur'an
bu kelimeyi, Ehlikitap diye anılan Yahudi ve Hristiyanların ellerindeki
kitaplarla eğitilmemiş kişi ve topluluklar için kullanır. Bu
anlamda Hz. Muhammed bir ümmî olduğu gibi, onun ilk muhatapları olan Araplar da
ümmîdir.
Kur'an
bu kelimeyi hiçbir yerde, bir ihtimal olarak bile, okuma-yazma bilmeyen kişi
veya topluluk anlamında kullanmamıştır. Kur'an, Arap
toplumuna ümmî demektedir, (bk. Bakara, 78; Ali İmran, 20, 75; Cumua, 2) Ve biz
biliyoruz ki Arap toplumunda çok sayıda okuma-yazma bilen insan vardır. Hz.
Peygamber'in çevresinde, hatta eşleri içinde okumayazma bilenler vardır.
Sayıları 40 civarında seyreden vahiy kâtipleri vardır. Kur'an bunların
tümünü ümmî diye nitelendirmektedir. O halde, Kur'an'ın kullandığı ümmî
sözcük-kavramının okuma-yazma bilmemekle ilgisi yoktur. Kur'an, ümmîliğin
tanımını, dolaylı da olsa vermektedir: Ümmî, Ehlikitap'ın elindeki Kitap'ı
(Tevrat ve İncili) okumamış, onunla eğitilmemiş kitle veya kişi demektir:
"İçlerinden ümmîler de vardır ki Kitap'ı okumamışlardır..." (Bakara,
78) Kur'an dilinin büyük ustası Râgıb el-Isfahânî (ölm. 502/1108) ümmî
kelimesinin filolojik tanımını bu Kur'ansal bakış açısına uygun biçimde vererek
şöyle demiştir: "Ümmî, herhangi bir kitaptan okuyup yazmayan kişi"
demektir, (bk. Râgıb, Müfredat, ümm maddesi) Râgıb'ın bu ifadesinin
anlamı, okumayazma bilmeyen demek değildir. Söylediğini, iddialarını herhangi
bir kitaptaki bilgiler üzerine oturtmayan kişi demektir. Bu olgu, özellikle bir
peygamber söz konusu olduğunda son derece önemlidir. (Bu konuda bk. KTK,
Ümmî maddesi)
"Ümmîyyun
(ümmîler) kelimesi, Ehlülkitap (kendilerine kitap verilenler)
kelimesinin karşıtı olarak kullanılıyor: "Kendilerine kitap
verilenlere de ümmîlere de soruldu: Müslüman olup Allah'a teslim oldunuz
mu?..." (Ali imran, 20)
Kur'an,
Hz. Peygamberi de ümmî diye niteliyor, (bk. A'raf, 157-158) Yani Hz. Resul de,
tıpkı hitap ettiği toplum gibi, Ehlikitap'ın elindeki bilgilerle donanmışlık
niteliği taşımıyor.
Burada
dışlanmak istenen nedir? Ankebût Suresi 48. ayet bu sorunun cevabını
getirmiştir. Hz. Peygamber'e hitaben şöyle deniyor: "Sen, bundan önce
herhangi bir kitap okumuyordun; onu sağ elinle de yazmıyorsun. Eğer öyle
olsaydı tutarsızlığa saplananlar mutlaka kuşku duyacaklardı."
Görüldüğü
gibi, dışlanmak istenen; Hz. Peygamberi, ondan-bundan aldığı bilgilerle peygamberlik
taslamaya kalkan biri, Kur'an'ı da bir insanın zihninden çıkan bir kitap olarak
niteleyen inkarcı mantığın iddialarıdır. Bunun, okuma-yazmakla bir ilgisi
yoktur.
Kısacası,
ümmî sıfatının ne Peygamberimiz için, ne de Arap toplumu için, okuma-yazma
bilmemek şeklinde bir anlamı asla yoktur. Peygamberimizin okuma yazma bildiği,
bugün artık tarihsel belgeleriyle kanıtlanmıştır.
Hz.
Peygamber'in okuma-yazma bilmediği yolundaki kabul ve iddia onun tüm
bilgilerini Allah'tan aldığı gerçeğini kuvvetlendirmek için sürekli
savunulmuştur. Onun okuma-yazma bilmesi, bilgilerini Allah'tan almasına engel
gibi düşünülmüştür. Oysaki bu iddia, Hz. Peygamber'i (hâşâ) küçük düşürücü bir
iddiadır. Aldığı vahyin ilk emri "Oku!" olan, en büyük
düşmanlarını, (Bedir harbi gibi bir kader savaşında), sahabîlerine
okuma-yazma öğretme karşılığında serbest bırakmayı kabul eden, okuma-yazmaya,
kaleme-kağıda yeminle dolu bir kitabı insanlığa tebliğ eden bir Allah
Elçisi'nin 23 yıllık peygamberlik dönemi boyunca okuma-yazma öğrenememiş veya
öğrenmemiş olduğunu iddia etmek hem inandırıcı değildir hem de Peygamber'e
saygı değildir...
Hz.
Peygamber'in, gelen vahiyleri kâtiplerine yazdırdıktan sonra, yazılanları
kontrol edip imlâ düzeltmeleri yaptığını kaynaklar bize haber veriyor.
Okuma-yazma bilmeyen bir insan bunu nasıl yapıyordu?
İş
bununla da bitmiyor: Buharî (ölm. 256/870) ve Müslim (ölm. 261/875) de
dahil, tüm hadis ve siyer kaynaklarında şu olay kayıtlıdır: Hudeybiye antlaşması
sırasında, Peygamberimizin, antlaşma metni altına "Allah'ın Resulü
Muhammed' şeklinde attığı imzaya, Mekke müşrik heyeti şöyle itiraz
etmişti: "Bu unvanla imza atma! Biz senin Allah'ın resulü olduğunu
kabul etsek seninle savaşmazdık; imzanı, Abdullah'ın oğlu Muhammed şeklinde
at!" Bunun üzerine Hz. Peygamber, antlaşmayı yazıya geçiren Hz.
Ali'ye: "O unvanı sil!" emrini vermişti. Hz. Ali, büyük
edebinin bir uzantısı olarak: "Ben senin o unvanını asla silmem." deyince
Hz. Resul, unvanı antlaşma metninden kendi eliyle silmiş ve müşriklerin
istediklerini yazmıştı. Kaynakların burada Hz. Peygamber için kullandıkları
ifade (Buharî'de dört yerde geçiyor) şudur: "Güzel yazmasını bilmiyordu
ama yazdı." (Buharî, meğâzî-Umretü'l-kaza babı, ayrıca, sürüt
15; Müslim, sulhu'l-Hudeybiye)
İşte
bu olay da gösteriyor ki Cenabı Peygamber okuma-yazma biliyordu. Gelenekçi
çoğunluk, kaynakların bu ifadesindeki "yazdı" sözünün "yazmadı"ya
dönüşmesi için akıl almaz tevillere gitmiştir. Çünkü bu anlayış, okuma-yazma
bilmenin Hz. Peygamber'in değerini düşüreceği yolunda bir fikre saplanmış
bulunuyor. Bu saplantıyı haklı çıkarmak için tüm ayetleri ve olayları
zorlamıştır. Hatta, Hz. Peygamber'in ölümünden önce okuma-yazmayı öğrendiğini
söyleyenleri kâfir ilan edenler bile olmuştur.
Hz.
Peygamber'in, kendisine peygamberlik geldikten sonraki bir zamanda okuma-yazma
öğrendiğini, Hudeybiye Antlaşması sırasındaki düzeltmeyi bizzat kendi
eliyle yaptığını açık bir biçimde ve bir bağımsız risale ile ortaya koyan ve
savunmasını yapan, Endülüslü bilgin Mâliki fakıh ve muhaddisi Ebul-Velîd
Sü-
leyman
b. Halef el-Bâcî (ölm. 474/1081) olmuştur. Onun bu
konuyu ele alan eseri, "Risale fî Hilâfi'lVâki' fî Kit âbe
ti'n-Nebî Ye vme'l-Hu dey b iy e" (Peygamber'in Hudeybiye günü yazı yazdığına
ilişkin tartışma) adını taşıyor. Bu kitapçığın Endülüs, Sicilya, Kuzey Afrika
başta olmak üzere Îslam beldelerinde vücut verdiği tartışmalar, kendisinin
birkaç katıdır. Çoğunluk, Bâcî'nin düşüncesine karşı çıkmıştır. Ama onunla
aynı görüşü paylaşanlar da vardır ve bunlar önemli isimlerdir. Bu isimlerin
yirmiye yakını ve görüşleri, Bâcî'nin risalesinin İstanbul Süleymaniye
Kütüphanesindeki yazma nüshasına eklenen bir bölümde verilmiştir. (Bâcî'nin
risalesi için bk. Süleymaniye Kütüphanesi, Yazma Bağışlar, numara: 1885/3,
vrak. 105-115. Risaleye ek için bk. Aynı yazma, varak: 116-125)
Bâcî,
risalesinde, Hz. Peygamber'in okumayazma bilmesini,
öğrenme yoluyla değil, mucize yoluyla vücut bulmuş bir olay olarak
göstermektedir. Bunun içindir ki eserinin ilk bölümünde mucize hakkında bilgiler
verdikten sonra "okuma-yazma" mucizesini ele alır. Onun bu tavrını
anlayışla karşılamamak haksızlık olur... Olayı mucize ile açıkladığı halde
Peygamber'e saygısızlıkla itham edilmiştir.
Ancak
işin önemli bir yanı daha vardır: Bâcî'd en çok önce yaşamış bazı ünlü
muhaddis-fakıhlar Hz. Peygamber'in okuma-yazmayı bildiğini kabul etmekte ve
bunu mucize ile açıklama yönüne gitmemektedirler. Bizz at B âcî tarafından
listelene n (bk . Anıla n Ris ale , 4 . b ab ) ve içlerinde sahabî ve tabiî
kişilerin de bulunduğu bu bilginler şunlardır: Misver b. Mahreme (ölm.
64/683), Urve b. Zübeyr (ölm. 93/712), Şa'bî (ölm. 103/721), Avn
b. Abdullah (ölm. 115/728), İbn Şihâb ez-Zührî (ölm. 124/742), Ebu
İshak eş-Şeybânî (ölm. 141/ 758),
Ma'ıner
b. Raşid (ölm. 154/771), Şu'be b. el-Haccâc (ölm.
160/776) İbn Hemmâm (ölm. 211/826), Ebu Ubeyd Kasım b. Sellâm (ölm.
223/837), İbn Ebî Şeybe (ölm. 235/849), Muhammed b. Beşşâr (ölm.
252/866), Vekı' b. Muhammed (ölm. 306/918), Ebu Bekr el-Mukrî (ölm.
360/971), Ebu Bekr el-Bakıllânî (ölm. 403/1013)
Bâcî'nin
risalesinin yazma nüshası Prof. Dr. Ramazan Şeşen tarafından çalışma
konusu yapılmış ve bir bildiri halinde Türk Tarih Kurumu'na sunulmuştur,
(bk. Bibliyografya) Şeş en'in konuyla ilgili olarak vardığı kanaat
Bâcî'ninki ile aynıdır. Şöyle diyor: "Hz. Peygamber okuma-yazma
öğrenmiştir. Peygamber'in okuma-yazma bilmesinin Kur'an'ın mucizeliğine ters
düşeceği iddiası ise gülünçtür..."
Bâcî'nin
risalesi, Ebu Abdurrahman b. Ukayl ez-Zahirî tarafından, konunun
tarihsel gelişimine de ışık tutan geniş bir etüd ilavesiyle, "Tahkîku'l-Mezheb"
adıyla basılmıştır.
Bâcî'ye
modern zamanlarda en önemli katılımlardan biri de Asrısaadet araştırmalarının
günümüzde en büyük otoritesi kabul edilen Muhammed Hamîdullah 'tan
gelmiştir. Hamîdullah, İslam Peygamber 'i adlı eserinde Peygamberimizin
okuma-yazma bilip bilmemesi konusuna değinmiş ve sonuçta Bâcî'nin görüşüne
katılmayı ifade eden kanaatini, kendisine özgü çok dikkatli üslûpla ifadeye
koymuştur, (bk. İslam Peygamberi, paragraf, 1236'ya not.)
Peygamberimizi
okuma-yazma bilmez göstermek için gayret sergileyenler bu olayı da şöyle tevil
ediyorlar: "Rivayetteki: "Peygamberimiz o unvanı silip müşriklerin
istediklerini yazdı. " sözünün anlamı, "Hz. Ali'ye öyle yazmasını
emretti." demektir.
İşin
özeti şu ki Peygamberimiz, nübüvvetinin ilk yıllarında okuma-yazmayı bilmiyor
olsa bile, sonraki zamanlarda bunu mutlaka öğrenmiştir. (KI, 109-11. Ayrıca
bk. s. 334-335)
Peygamberimizi
okuma-yazma bilmez birisi göstermekte ısrar edenlere göre, Hz. Peygamber'in
okumayazma bildiğini kabul, onun peygamberliğine noksanlık getirir. Çünkü böyle
bir durumda onun bilgilerinin tanrısal kaynaklı olma niteliği tartışmalı hale
gelir.
Bu
iddia geçerli kılındığı içindir ki, Müslüman kitlelerin şuur altlarında,
bilgiye, okumaya-y azmaya karşı gizli bir isteksizlik, hatta tiksinti
oluşmuştur. Daha da tehlikelisi, tarîkat-hurafe çevrelerinin ilim karşıtı yaklaşımları
mektebe, bilgiye ve bilgine düşmanlığı yayarken en büyük desteği bu sakat
kabulden almıştır. Şöyle düşünülür olmuştur: Bilmemekle, ilhama dayalı bilgiye
sahip olmak arasında doğru orantı vardır. Ne kadar az öğrenir, ne kadar az
bilirsek ilhamımız o kadar fazla olur!... Vahyin niteliği ve nasıllığı ile
ilgili tartışmaların en önemlisi Kur'an'ın mahlûk (yaratılmış) veya gayrımahlûk
(yaratılmamış) olması meselesidir. Bu noktada, öne çıkan üç görüş vardır. Ebu
Bekr Celaleddin esSüyûtî (ölm. 911/1505) bu görüşleri şöyle veriyor: 1. Kur'an Allah'tan lafız ve anlam olarak çıkar , Cebrail bunu Levhi Mahfûz'dan aynen
ezber leyerek alır ve dünyaya indirir.
2. Cebrail sadece mânayı alıp indirir;
o manayı Arap dilinin kelimeleriyle ifadeye büründürme işini Peygamber yapar .
Bu görüşte olanlar,
Kur'an'daki
şu ayete dayanırlar: "Onu, o emin ruh senin kalbine
indirdi." (Şuara, 193)
3.
Cebrail
Kur'an'ı mâna olarak indirir, Peygamber onu Arap dilinin kelimeleriyle ifadeye
büründürür; ancak bu ifadeler hemen gök ehline arz edilip onlar tarafından
okunduktan sonra Cebrail bu son şekli tekrar Peygamber'e indirir ve son şekil
böylece belirlenir, (bk. Süyûtî; el-Itkan, 1/125-126)
Bu
görüşlerin hiçbiri Kur'an'dan onay alamaz. Cebrail'in Kur'an'ı mâna olarak
indirdiği, kelimelerle ifadenin Peygamber tarafından yapıldığı Kur'an'ın
kendisi hakkındaki beyanlarıyla uyuşmaz. Çünkü Kur'an, kendisinin beşer kelamı
olmadığını açık bir biçimde ifade etmiştir. Hz. Peygamber de, yine Kur'an'ın
açık beyanıyla bir beşer olduğuna göre, Kur'an hiçbir surette onun katılımı
bulunan bir söz değildir. Kur'an, Peygamber'e kendisinin toplanmasında,
tertibinde bile müdahale hak ve yetkisi vermemektedir, (bk. Kıyâme, 17-19)
Kur'an
lafızlarının Hz. Peygamber tarafından belirlendiği yolundaki görüş, bizzat
kendisinin kanıt olarak kullandığı Şuara 193. ayete de terstir. Çünkü Şuara
193. ayetin beyanı kendisini izleyen 194 ve 195. ayetlerle tamamlanıyor.
Verilen mesajın tamamı şudur: " O Kur'an'ı o güvenilir ruh indirdi
senin kalbine ki uyarıcılardan olasın. Açık-seçik Arapça bir dille
indirdi."
Şunu
ifade etmek zorundayız: "Kur'an, Cebrail tarafından sadece mâna olarak
indirildi, lafza büründürme işini Peygamber yaptı" şeklindeki görüşün,
işi nereye götürmek istediğini, bununla neyin ispatına hazırlık içinde olduğunu
biliyoruz:
Bu
tevillerin amacı, hadislerin de vahiy ürünü olduğunu kabul ettirmektir. Bu
anlayışa göre, hadislerle Kur'an'ın farkı, birincinin "okunmayan
vahiy" (vahyi gayrı metlüv) olmasına karşın ikincinin "okunan
vahiy" (vahyi metlüv) olmasından başka bir şey değildir.
Kur'an'la
hadis arasındaki farkın bu kadar olduğunu kabul, beşer sözüyle Yaratıcı
sözünün hemen hemen eşitlenmesi demektir.
Metlüv
ve gayrı metlüv vahiy ayrımının pratik sonucu, tespiti yapanlara göre sadece
şudur: Hadisler namaz kılarken kıraat makamında okunmaz, Kur'an okunur!...
Böyle
bir tespiti kabul etmeyi, Kur'an'ı hafife almak sayarız.
Üzerinde
olduğumuz konuda, Kur'an'ın verilerinden hareketle sorabileceğimiz soru şu dur:
Cebrail indirdiği bu lafız ve mânayı Cenabı Hak'tan (veya Levhi Mahfûz'dan)
ne olarak almıştır? Sadece mâna olarak mı, yoksa lafız ve mâna ile birlikte
bir kelam olarak mı?
Tekvîr
Suresi 19-21. ayetler Cebrail'in Levhi Mahfûz'dan aldığının sadece mâna
olduğunu, lafza büründürme işinin Cebrail'e verildiğini söyleyebileceğimizi
göstermektedir. Ayetler şöyle diyor: "Yemin olsun, o Kur'an, muhakkak
surette, kerîm bir elçinin sözüdür. Çok güçlüdür o elçi, arş sahibinin yanında
saygındır. Orada kendisine itaat edilir, emindir."
O
halde
Kur'an anlam olarak da lafız olarak da Hz. Muhammed'in sözü ve ürünü değildir.
Ve bu böyle olduğu içindir ki, ona tanrısal vahiy denmiştir. Ve o,
tartışma, çelişme ve tutarsızlıktan arınmıştır. Allah'ın tekelindeki dinin
kaynağı olmak da ancak bu arınmışlık niteliğini taşıyan bir kelamın hakkıdır.
Vahyi
metlüv, vahyi gayrı metlüv ayrımı sonradan icat edilmiş Kur'an dışı, uydurma
bir ayrımdır.
Hadislere
vahiy demek Kur'an'a aykırıdır.
"Hadislere
iman" tâbiri de Kur'an dışıdır. Îman sözü
vahiy ürünü olmayan verilere isnat edilemez. "Hadise iman" tâbiri
Kur'an tarafından reddedilmektedir, (bk. Câsiye, 6; Mürselât, 50)
Akademik
dilde tekil şekliyle veli, halk arasında ise evliya şeklinde çoğulu kullanılan
bu sözcük Kur'an'ın önemli kavramlarından birini çerçeveler.
Veli
ve
Mevla, Allah'ın isim-sıfatlarındandır. Allah, müminlerin Velisi (örnek
olarak bk. Mâide, 55; A'raf, 155) ve Mevlâsıdır. (Örnek olarak bk. Bakara, 286;
Enfâl, 40; Hac, 78). Müminlerin Allah dışında gerçek mevlâları da yoktur,
gerçek velileri de...
50
civarında ayet, Allah'ın berisinden birilerinin veli edinilmesinin yaratacağı
kötü sonuçlara dikkat çeker. Bu ayetlerin hiç biri "Allah'ı bırakıp da
başka veliler edinmek"ten söz etmez; "Allah'ın berisinden,
yanından-yöresinden veliler edinmek" tâbiri kullanılır. Kullanılan
edat "min dûnillah" tır. Bunu, geleneksel kabuller rahatsız
olmasın diye, "min ğay rillah: Allah'ın dışında" şeklinde
tercüme etmişlerdir; yanlıştır.
Kur'an
"min ğayrillah" tabirini "min dûnillah" tâbirinden
daha fazla kullanmaktadır. Hal böyle iken neden bu "evliya" ayetlerinde
sürekli "min dûnillah" tâbirini kullanmıştır? Allah, "min
ğayrillah" değil, "min dûnillah" demiştir; biz bunu
değiştirmeye kalkmak yerine onunla bize iletilen mesajı anlamaya çalışmalıyız.
Allah'ın
şikâyetçi olduğu "veliler edinme", Allah'ı bırakıp da sapılan
bir yol değildir; tam aksine, bu evliya, Allah bütün varlığıyla korunduğu ve
kabul edildiği halde onun yanına-yöresine ilave edilen yarı-ilah
destekçilerdir.
Allah
dışındakilerin veli edinilmesi, şirkin en yıkıcı görünümlerinden biri olarak
tanıtılmakta ve bu yapılırken de veli sözcüğünün çoğulu olan "evliya"
kelimesi kullanılmaktadır. Kur'an böylece bir kelam mucizesi daha
sergileyerek İslam toplumlarında tarih boyunca yıkım sebebi olmuş ve yerleşmiş
bulunan "evliya inancı "na dikkat çekmektedir.
Evliya
inancı veya evliya kültü, şirkin en kahırlı musibetlerinden biri olarak
gösterilmektedir. Bu evliya, şeytandan ve insandan üretilmiş bir tür şirk
panteonudur ki görünüşte insanı Allah'a götürmede vasıta yapılır, gerçekte ise
insanı Allah'tan uzaklaştırır.
Şeytan
evliyası (evliyau'ş-şeytan) daha çok korku salarak iş görür. Bundan kurtulmanın
yolu, Allah'tan başka korkulacak bir kudretin olmadığını bilmektir, (bk.
Âli İ mran, 175)
Muvahhit
bilgin İbn Teymiye (ölm. 728/1327), şeytan evliyasının belirgin
niteliğini Kur'an dışına çıkmak, Kur'an'a sırt dönmek olarak gösteriyor.
Bunlar, kendi zikirlerinden kopanları sapıklıkla suçlarlar da Allah'ın
"benim zikrim" dediği ve bir adını da "Zikir" koyduğu
Kur'an'dan uzaklaşmayı hiç mesele yapmazlar... (bk. İbn Teymiye; el-Furkan,
18-19)
Şeytan
evliyası, Rahman evliyasına karşı iş gören bir ekiptir. Rahman evliyasının
tanımını veren Kur'an, bu tanımdaki unsurların dışında evliya alâmeti belirleyen
ve bu tanımdaki amaçların dışında amaç güden evliyayı şeytan evliyası
bilmemizin yolunu açmıştır. Çünkü şeytan evliyasının tanımı verilmiyor; Rahman
evliyasının tanımı veriliyor. Bunun anlamı, Rahman evliyası tanımı dışında
kalanların şeytanın evliyası olduğudur.
Bu
iki evliya tipi arasındaki farkları gösteren çalışmalar vardır. Bunların en
ünlüsü, tevhit mücadelesinin sembol isimlerinden biri olan tbn Teymiye'nin
eseridir ki adı bile başlı başına bir mesajdır: "el-Furkan beyne E
vliy ai'r-Rahman ve Evliy ai'ş-Şeytan" (Rahman Evliyası ile Şeytan E vliy
asınının Farkını Gösteren Kitap) Îbn Teymiye bu eserinde Rahman evliyası
ile şeytan evliyasının özelliklerini ve farklarını, o usta kalemiyle vahyin
ışığında yazıya geçirmiştir. Eserinin ilk bölümünde, Rahman evliyasının
tanımını veren Yûnus Suresi 62-63. ayetleri esas alarak bu evliyanın
niteliklerini açıklamaktadır.
Îkinci
önemli ve ünlü eser, yine bir büyük tevhit savaşçısı olan Ebul-Ferec
Abdurrahman İbnül-Cevzî'nindir. İbnül-Cevzî (ölm. 597/1200) eserine
yine şeytana dikkat çeken bir isim vermiştir: "Telbîsü iblis" Yani
"İblisi n Kirletmesi, Karmaşaya İtmesi" Onun ke ndi tanımıyla telbîs,
"Bâtılı, hak görüntüsüyle ortaya sürmektir." (bk. Telbîsü Îblis,
47) O halde, Îblis'in telbîsi, esas anlamıyla bir aldatmadır. Bu telbîsin
tuzağına düşenlerse aldananlardır. En yıkıcı aldatma, Allah'ın araç yapıldığı
aldatma türüdür. Kur'an açıkça uyarıyor: "Aldatan sakın sizi Allah ile aldatmasınl"
(Fâtır, 5) Çünkü Allah ile aldatılanların aldandıklarını fark etmeleri bile
asırlar alır...
Îbnül-Cevzî'nin
eseri, imandaşı Îbn Teymiye'ninkinin hacim bakımından üç veya dört katıdır. O
sadece Rahman ve Şeytan evliyasının farklarını göstermekle kalmamış, felsefeden
sanata, ibadetten giyim kuşama kadar tüm alanlardaki Îblis oyunlarına dikkat
çekmiştir.
Eserin
büyük kısmı tasavvuf-tarîkat alanındaki telhislere ayrılmıştır. Muvahhit
yazarımız bu sayfalarda tasavvuf-tarîkat kaynaklı tüm sürçmelere, sapma ve saptırmalara
dikkat çekmiştir. Ona göre, bunların tümü Îblis'in karıştırması, kirletmesi
sonunda vücut bulan sapmalardır. Ve tümü, bilgiden nasipsizliğin, yoğun cehaletin
ürünüdür.
İbnül-Cevzî,
eserinde
bid'atlar konusuna da epey yer vermiş ve eserinin ikinci bölümünü bid'atlarm
çirkinlikle rini göstermeye ayırmıştır.
Îbnül-Cevzî'nin
eserine, kitabımızın Tarikat m a d desinde geniş ölçüde yer verdik.
Şirk
konusunda en büyük tehlike, evliya kültüdür. Yani Allah'a
vardırıcı vasıtalar halinde birilerini bir tür yedek ilah gibi Allah ile kul
arasına sokmak... Kur'an burada ilk iş olarak bir evliya tanımı vererek
mensuplarını bilgilendirmekte, donatmaktadır. Ve bu tanım "Gözünüzü
açın, dikkat edin, sakın oyuna gelmeyin, uyanık olun!" anlamındaki "Elâ!"
edatıyla başlayan bir beyyinede yer almaktadır ki, bu da gözden uzak
tutulmaması gereken bir noktadır. Yani dikkatli olmaz iseniz ayağınız kayar,
aldatılır, hüsrana uğrarsınız...
Kendilerine
güven duyacağımız evliya, Yûnus Suresi 62-64 ayetlerde tanıtılmaktadır: "Gözünüzü
açın! Allah'ın evliyası için korku yoktur, onlar tasalanmazlar da... Onlar
iman eden ve sakınan kullardır. Onlar için hem dünya hayatında hem de âhirette
muştular vardır."
Bu tanımdan anlaşılır ki güvenilir
evliya, iman ve amelde sadık, dürüst, insanlığa hizmeti öne çıkaran, fedakâr,
hoş görülü, sevgi dolu insanlardır. Gerçek dindarlar, gerçek Muhammedîlerdir
bunlar... Birbirlerinin iman kardeşleridir, iman dostlarıdır bunlar... (bk.
Hucurât, 13; Tevbe, 71) Bunlar, iman kardeşliğinin yerine
yapay
"klik, mezhep, tarikat ihvanlığı" koyarak tevhidi parça parça
etmezler.
Anlaşılmaktadır
ki iman ve takva (Allah'ın iradesine ters düşmekten sakınmak) dışında bir
evliya alameti yoktur; işin omurga noktası da budur. Îmanda ve takvada
savsaklama ve yozlaşma işaretlerinin görüldüğü yerde Rahman evliyası yok,
şeytan evliyası vardır. Yani Allah ile aldatma ve çıkar sağlama fırkacılığı...
Şu
unutulmamalıdır ki, bu şirk evliyası, insanlar arasından edinilmektedir, (bk.
Kehf, 102) Kur'an'ın bu noktaya parmak basması son derece önemlidir. Çünkü
evliya kültüyle tevhidi şirke bulaştıran aldatıcılar, şeytan evliyasını şu
şekilde maskelemektedirler: Kur'an'da kötülenen evliya insandan değil,
müşriklerin taptıkları putlardan olur; onunsa bizim efendilerimizle bir ilgisi
yoktur... Bu savunmanın bizatihi kendisi bir şeytan evliyalığı
sergilemektedir. Gerçek bunun tam tersidir: Yıkıcı evliya daima insanlardan
olur. Onlar, Kur'an'ın özgün ifadesiyle
"min
dûnillah" (Allah'ın berisinden,
yanından-yöresinden) seçilmiş kişilerden oluşan bir yedek ilahlar ekibidir.
Evliyanın
lüzumlu olduğuna ilişkin şirk savunması da Kur'an'da gündeme getirilmekte ve
tevhit insanı bu şeytanî savunmaya karşı da donatılmaktadır. Bu mesele, tevhit
ilkelerinin en muhteşem şekilde ortaya konduğu Zümer Suresi'nde ele
alınmaktadır. Surenin 3. ayeti, Allah'ın berisinden evliya edinerek onlardan hayır
bekleyen şi,rk çocuklarının bunu yaparken sığındıkları savunmayı gözler önüne
koymaktadır. Şöyle deniyor: "Gözünüzü açıp kendinize gelin! Arı-duru
din yalnız ve yalnız Allah'ındır. Onun yanında birilerini daha veliler
edinerek 'Biz onlara, bizi Allah'a yaklaştırmaları dışında bir şey için
kulluk-kölelik etmiyoruz.' diyenlere gelince, hiç kuşkusuz, Allah onlar
arasında, tartışıp durdukları konuyla ilgili hükmü verecektir. Şu bir gerçek
ki Allah, yalancı ve nankör kişiyi iyiye ve güzele kılavuzlamaz."
Bu
ayet, şirkin evliya kültü yoluyla yürüyen yıkımına karşı müminleri
donatan temel beyyinedir. Evliya maskeli şirkin savunucuları bu yedek
ilahlarını "Allah ile bizim aramızda yakınlaştırıcı ve şefaatçi" diye
pazarlamaktadırlar, (bk. Zümer, 3; Yûnus, 18) Kur'an bunun bir şirk oyunu
olduğunu söylemekte ve Kaf Suresi 16. ayet ile Zümer 44. ayette bu iddianın
dayanağını temelden yıkmaktadır. O ayetlere göre Allah insana şahdamarından
daha yakındır ve şefaat tümden ve sadece Allah'ın elindedir. Böyle olunca,
Allah ile kul arasında herhangi bir mesafeden ve herhangi bir şefaatçıdan söz
edilemez ki yaklaştırıcıya veya şefaatçıya ihtiyaç duyulsun. Şirkin "yaklaştırma"
iddiası, temelden tutarsız olduğu gibi, bizzat kendisi bir şirk
itirafıdır. Çünkü Allah'ın kulundan ayrı ve uzak olduğunu iddia etmek de
Kur'an'a aykırıdır.
Kaldı
ki böyle bir ayrılık var sayılsa bile, Kur'an, şirkin bu varsayımdan yararlanma
yollarını da kapatmıştır. Allah: "Benimle yarattığımı baş başa bırak!"
(Müddessir, 11) emrini vererek Allah ile kul arasına girmeye kalkmanın
hiçbir gerekçesi olamayacağını ilan etmektedir.
Evliya
şirkinin sosyal ve hukuksal dayanağı yapılabilecek oluşumlara da imkân verilmemiştir.
Din sınıfı, din kıyafeti yoktur. Din adamı tâbiri yoktur. Hatta resmî mabet
yoktur. Vaftiz ve aforoz hiç yoktur. Günah çıkarıcılara ihtiyaç yoktur; çünkü
insan doğduğu anda temizliğinin ve güzelliğinin doruk noktasındadır. Allah'a
kul olmak için birilerinin tesciline, okuyup üflemesine ihtiyaç
bırakılmamıştır.
İslam
dünyasında, evliya adıyla bir sınıfın doğduğu, bu sınıfın bir tür tezkiye,
vaftiz ve aforoz sınıfı olarak yetki kullandığı inkâr edilemez bir gerçektir.
Bu yapay sınıf, kendisine özgü tevil sanatını kullanarak istediği şeyi mubah,
istemediği şeyi yasak haline getirebilmektedir. Akıl almaz haramlar
işleyebilmekte ve bunları "zahir ehlinin bilmediği ibret ve hikmetler
taşır" sloganıyla meşrulaştırmaktadır. Tasavvuf tarikat tarihi bunun
yüzlerce örneğiyle doludur. Halbuki Allah'ın velileri asla sınıf oluşturmaz,
mümin kardeşlerinden farklı kategoriler, kıyafetler yaratmazlar. Masumluk,
hatasızlık, günahsızlık gibi iddialara asla yer vermezler.
Kur'an,
vesayet ve vekâlet altında bir kulluğun söz konusu edildiği tüm sistemleri
şirk ve zulüm sistemi olarak damgalamaktadır. Toprak post,
Allah dost olacaktır. Tüm yeryüzü mabet, tüm meşru fiiller ibadet haline
getirilmiştir. Böyle bir anlayışın şekillendirdiği dünyada aracılara,
komisyonculara, kutsallaştırılmış haraç ve huruç ekiplerine ihtiyaç yoktur.
Gerçek
evliya tanımına uyanlar bile yardım ve şefaat aracı yapılmamalıdır. Hiçbir
evliya kategorisi yarar sağlamaya veya zarar vermeye güç yetiremez. O halde ilk
adım, evliya denen kişilerin hiç kimseye bir şey vermek, kazandırmak imkânına
sahip olmadıklarını, kendilerini aklamak ve kurtarmak gibi bir yetkilerinin de
bulunmadığını bilmektir, (bk. Yûnus, 18; Ra'd, 16)
Evliya,
dalâletten kurtarıcı bir kuvvet olarak da algılanamaz. A'raf Suresi 3. ayet bu
kuruntuya yenik düşme ihtimali olanları uyarmaktadır: "Rabbinizden size
indirilene uyun, onun yanındanyöresinden edinilmiş evliyaya uymayın!" Dikkat
edilirse ayet, hidayet önderliğini kişilere değil, ilkelere (Rabden
indirilenlere) bağlamıştır. Çünkü kişilerin hidayet önderliği devri, nübüvvetin
bitirilmesiyle, yani Hz. Muhammed'in bu âlemden ayrılışı ile ebediyyen kapatılmıştır.
Hidayet
yalnız ve sadece Allah'tan gelir, ondan gelenlerin kaynağı ise kişiler değil,
Kur'an'dır. Bunu unutarak evliyadan hidayet bekleyenlerin sonu hüsrandır. Bu
hüsran, Allah'ın veliliğinin kaybıdır, (bk. Îsra, 97)
Evliya
şirki konusunun önemli iki alt başlığına daha değineceğiz. Bunlardan biri,
evliya tahribine maruz kalmanın, "Allah'ın dâisi"ne kulak vermemekten
kaynaklandığı, ikincisi de evliya şürekâsının ardına düşmenin ağır bir hüsran
ve ihanetle sonuçlanacağı gerçeğidir.
Ahkaf
Suresi 32. ayet şöyle demektedir: "Allah'ın
davetçisine uymayan, yeryüzünde hiç kimseyle yanşamaz/hiç kimseyi âciz
bırakamaz. Böylesinin, Allah dışında/Allah'ın davetçisi dışında evliyası da
olamaz. Böyleleri apaçık bir sapıklık içindedir."
Burada
şirk evliyasına karşı "Allah'ın davetçisi" (dâ'iyellah) öne
çıkarılmıştır. Şirk evliyası, Allah'a değil, Allah'a vekâleten ve Allah'ın
yardımcısı sıfatıyla kendilerine çağırır. Allah'ın davetçisi ise daveti Allah'a
yapan insandır. Allah'ın davetçisine kulak vermeyenlerin akıbeti, şirk
evliyasının tuzağına düşüp hüsran ve sapıklığa mahkûm olmaktır.
O
halde, şirk evliyasını tanıma ve etkisiz kılma yollarından biri de "Allah
için" iş yapanlarla "Allah adına veya Allah yerine" iş
yapmaya kalkanları ayırmak ve ikincilerin arkasından gitmemektir. Şirk ve
şeytan evliyası daima Allah adına veya yerine iş yapar. Allah için iş yapmak
evliya mantığıyla asla bağdaşmaz. Allah için iş yapmak, ayetin de gösterdiği
gibi, sadece "Allah'ın davetçisi" olan hak erinin işidir.
Ankebût
Suresi 41. ayet, "Allah'ın berisinden evliya edinenler"in korkunç bir
ihanetle yüz yüze kalacaklarını bildirmektedir: "Allah'ın berisinden
veliler edinenlerin durumu, bir ev edinen dişi örümceğin durumuna benzer. Ve evlerin
en güvensizi/en zayıfı elbette ki dişi örümceğin evidir. Keşke
bilselerdi!"
Şeytan
evliyasını dost ve destekçi edinenler, kara dul diye adlandırılan dişi
örümceğe sığınanlara benzetiliyor. Bu kara dulun tipik özelliklerinden biri
şudur: Büyük bir istek ve çekici cilvelerle çiftleşmeye çağırdığı erkek
örümceği, çiftleşmenin ardından zehirleyip öldürür.
Cenabı Hak, şeytan
evliyasına sığınanların işte böyle bir ihanet ve hüsranla karşılaşacaklarını
haber vermektedir. Şeytan evliyasının da içlerinde bulunduğu şürekâ (Allah'ın yanına-yöre sine
konan yedek ilahlardın hesap ve azap gününde, kendilerine kulluk-kölelik
edenlere sırt dönüp ihanet edeceklerini gösteren Kur'an ayetlerini burada bir
kez daha anımsayalım, (bk. Bu eser, Şirk mad.)
VESİLE
EDİNME
Vesîle,
b
ir gayeye ulaşmada araç olarak kullanılan ve bu yolda kendisinden yarar
beklenen şey veya kişidir. Kısaca araç demektir.
Kur'an,
vesîle sözcüğünü iki yerde kullanır. Ne ilginçtir ki bunlardan biri vesîle
edinmenin yararını, diğeri ise yanlış vesîle edinmenin zararını göstermektedir.
Bu ikincisiyle gösterilmiştir ki, vesîle edinme adı altında şirk
sergilenebilecektir.
Vesilenin
yararına dikkat çeken ayette şöyle deniyor: "Ey iman edenler, Allah'ın
iradesine ters düşmekten sakının; O'na varmaya vesîle arayın. O'nun yolunda
gayret gösterin ki kurtuluşa erebilesiniz." (Mâide, 35)
Vesilenin
şirk aracı yapılmasına dikkat çeken ve vesilenin Kur'an'a uygun olması gereken
yapısını gösteren ayet, kendinden önceki ayetle bir bütün oluşturuyor. O iki
ayet şu mealdedir: "O'nun berisinden bel bağladıklarınızı çağırın;
onlar, başınızdaki zorluk ve sıkıntıyı ne kaldırabilirler ne de değiştir
ebilirler. O yakarıp durduklarının bizzat kendileri, en çok yakınlık
kazanmışları da dahil, rablerine varmaya vesîle ararlar; O'nun rahmetini
umarlar, O'nun azabından korkarlar.
Çünkü rabbinin azabı gerçekten korkulasıdır." (Îsra, 56-57)
Şü
halde, Allah, kendisine yaraşır insan olmak için birtakım vesileler edinmemizi
istiyor ama bunu bizim serbest seçimimize bırakmıyor; vesilelerin yapısı, kim
veya ne olacağı konusunda temel ölçüyü getiriyor.
Temel
ölçü şudur: Vesîle şirk aracı olmayacak. Kur'an'ın kaygısı açıktır: Vesîle
edinme, temel düşman ve bela olan şirke araç yapılabilir, bunun önlenmesi
gerekiyor.
Unutulmasın
ki şirk, esası bakımından vesîle kavram ve kurumunun saptırılmasından oluşmuş
bir illettir. Şirk, yanlış vesilelerden yardım ve yarar beklemenin
kurumudur. Tevhit ise, Allah'a varışın, olması gereken hayır ve yarar getiren
vesilelerin dinidir. Kur'an, dinde temel unsurlardan biri olan vesilenin
düşman kurum olan şirk ölçüleriyle belirlenmesini önlemek ve bu unsuru tevhit
çerçevesinde tutmak istiyor. Ölçüyü de gayet açık bir biçimde veriyor: Vesîle,
tevhidin Allahına kulluk aracı olacak, şirkin yedek ilahlarına kudret ve itibar
sağlama aracı değil...
Kur'an,
tevhit ruhuna uygun vesileleri göstermiştir: Bunlar, biri kişi, diğerleri
kavram olmak üzere altı tanedir: 1. Peygamber, 2. Kitap (vahiy), 3. Îlim, 4.
İşletilen akıl, 5. Îman, 6. Amel (ibadetler).
Vesîle,
iman ve ibadetler alanında tevkifidir. Yani vahyin açıkça gösterdiklerinin
dışına çıkarılamaz, örnekleme yoluyla çoğaltılamaz. Çünkü iman ve ibadet
alanı içtihadî olmadığından bu alanda örnekleme, kıyasa gitme
yasaklanmıştır. Muamelât denen hukuk alanına gelince, bu alan tevkifi
değil, içtihadî olduğundan burada vesîle sayılı ve sınırlı değildir. Bu alanda
vesîle edftıirken örnekleme yapılabilir, kıyasa gidilebilir. Başka bir
deyişle, makâsıd denen amaçlardan sapmamak koşuluyla sayısız vesîle edinmek
mümkün olur. Çünkü dinin vesâil (araçlar) hükümleri, zaman ve zeminin
değişen şartlarına uygun olarak bu kavramdan hareketle sürekli
değiştirilebilecek ve hukuk hayatı yeni normlarla beslenecektir.
BÎD'ATLAR,
HURAFELER
*
Evliya adı
verilmiş ve kutsallaştırılmış kişilerin Allah-kul arası yakınlaştırıcı kabul
edilmesi:
Muhammed
Abduh (ölm. 1905)un, isabetle belirttiği gibi, şirkin
temel saplantılarından biri işte budur. (bk. Reşit Rıza; Tefsîru'l-Menâr,
4/10-11) Îslam dünyasını perişan eden, Kur'an dininin erdirici ilkelerinin
hayata girmesini engelleyen bir numaralı musibet, kişi kutsallaştırma
tutkusudur. Ne yazık ki bu tutku, Müslüman kitlelere egemen olmaya devam
etmektedir. Hem de tüm şiddetiyle...
*
Tabiat kuvvetlerinin
kutsallaştırılması:
Rüzgârın,
suyun, Ay ve Güneş'in... kutsallaştırılması bu türdendir.
*
Bazı
coğrafyaların, bazı toprak parçalarının, bazı kentlerin kutsallaştırılması:
Bazı
kentlerde oruç tutmanın, namaz kılmanın, bir süre kalmanın sevap olduğu veya
daha sevap olduğu yolundaki tüm anlayış ve rivayetler bu türdendir ve hurafedir.
Bu anlama gelebilecek hadis patentli sözlerin tümünün uydurma olduğu Elbânî
tarafından belgelenmiştir.
Bu
tür vesîle şirkçiliğinin görünümlerinden biri de dualar sırasında
"Allahım! Falan dağın, filan nehrin... hürmetine dualarımızı kabul
et!" şeklindeki ifadelerdir. Bu ifadelerin girdiği dua metinleri, dua
olmaktan çıkıp şirk belgesine dönüşür.
*
Ecdat ruhlarının kutsallaştırılması:
Evliya
kültü bunun en tipik belirişidir. Bu tür kutsallaştırmanın şaşmaz göstergelerinden
biri de ünlü kişilerin mezarlarının mabet avlularına veya mabedin duvarlarına
yakın yerlere yapılmasıdır. Mezarları mabetlere sokmak veya bitiştirmek, mabet
ve ibadetle bu kişiler arasında ilişki kurmanın ifadesidir.
İslam
dünyası, şöyle veya böyle, türbelere sığınmayı din bilmeye devam etmektedir.
*
Mezar ve türbelerin aracı yapılması:
Bu
konu bu eserin çeşitli yerlerinde ayrıntılarıyla anlatılmıştır. (Özellikle bk. Kabirler
mad.)
*
Bazı söz ve metinlerin aracı yapılması:
Ed'iye-i me'sûre (etkili
oldukları rivayet edilmiş dualar), vird, hizip (ö zellikle tarikat çevrelerinde
her gün belli sayıda okunması kurallaştırılmış dualar) vs. adlarıyla bazı
kişiler tarafından yazılıp hazırlanmış dualara kutsallık ve makbuliyet şansı
tanın8.
Ayrıca bk.
Îsra, 99; Yâsîn, 81) Bu ayette yaratmayı ifade için kullanılan kip, Arap
gramerinde muzâri' denen kiptir ki devamlılık ifade eder. O halde
Allah'ın bizim bilmediğimiz şeyleri yaratma eylemi, sürüp gidecek bir eylemdir;
varlık alanına sürekli yeni yaratılmışlar çıkarılacağının kanıtıdır. Bunlar
mikro âlemde olabileceği gibi makro âlemde de olacaktır. Nitekim bir yandan
yeni mikrop türleri keşfedilirken, öte yandan galaksiler keşfedilmektedir.
*
Başka canlıların olmadığını iddia etmek:
Bizim
görmediğimiz, bilmediğimiz başka canlılar hem yaratılacaktır hem de şu anda
vardır. Kur'an uzayda, öteki âlemlerde şuurlu başka varlıkların bulunduğunu
defalarca ifadeye koymaktadır. Bu ifadeye koyuşta, şuurlu varlıklar için
kullanılan "men" sözcüğü seçilmiştir. (Örnek olarak bk. Yûnus,
66; Hac, 18; Müminûn, 71) Göklerde ve yerdeki şuurlu olmayan varlıkları
ifadede "mâ" sözcüğü kullanılır. "Men" sözcüğü,
"mâ "nın aksine, şuurlu-düşünebilen varlıkları anlatmak
içindir. Demek oluyor ki yeryüzü kadar, uzay da düşünebilen varlıklarla
doludur. Bizim bunları göremeyişimiz, onlarla temas kuramayışımız ayrı bir
meseledir.
Ayrıca,
Şûra 29. ayette h ar eke t e de n-canlı anlamındaki "dâbbe"
sözcüğü kullanılmıştır. Bu ayete göre, yerler kadar gökler de dâbbelerle
doludur.
Bu
şuurlular içinde insandan üstün olanlar da vardır, (bk. isra, 70)
*
Dünyanın dönmediğini iddia etmek:
Böyle
bir ara başlık atmamız yadırganabilir ama ne yazık ki durum bu başlığın
atılmasını gerektirmektedir. Müslüman ülkelerin en büyüklerinden birinin en
büyük üniversitelerinden birinde hem de rektör sıfatı taşıyan bir din bilgini,
dünyanın dönmediğine, böyle bir şeyin olabileceğine inananların kâfir olduğuna,
katledilmeleri gerektiğine, bu konuda ümmetin icma'ı bulunduğuna ilişkin bir
kitap yayınlamıştır. 1970'li yıllarda ve üniversite yayını olarak...
Demek oluyor ki,
bizlerin, "Dünyanın dönmediğine, yerli yerinde durduğuna
inanmak bilim dışıdır, hu rafedir" diye
başlık atmak ve açıklama yapmak mecburiyetimiz hâlâ devam etmektedir. Biraz
daha önceleri, dünyanın bir öküzün boynuzları üstünde durduğuna inananlar
vardı. Şükürler olsun o devir bitti. O devirlerde bir gün, Îslam düşüncesinin
büyük isimlerinden biri olan Ömer Hayyam (ölm.
527/1132)a sordular: "Dünyanın öküzün boynuzları üstünde durduğu
söyleniyor, siz ne dersiniz?" Büyük
Hayyam,
büyüklüğüne
yakışır bir cevap verdi: "Dünyanın öküzün boynuzları üstünde durduğu doğru değildir
ama buna inanan öküzlerin bulunduğu doğrudur." (Dünyanın dönmediğini öne süren
ve bunu "İslam ulemasının icmaı" olarak gösteren yaklaşım için bk. Bu eser, Icma' mad.)
BİBLİYOGRAFYA
VE
BİBLİYOGRAFİK KISALTMALAR
Abduh, Muhammed; Tefsîru'l-Menâr
(R. Rıza yay.), Mısır, 1373-78
Aclûnî, İsmail b. Muhammed
el-Cerrâhî; Keşfu'l-Hafa ve Muziîü'l-
İlbâs, Beyrut, 1351
Ahmed Emin; Fecru'l-İslam,
Beyrut, 1975
; Duha'l-İslam, Kahire, 1984
'Akk, Hâlid Abdurrahman; Mevsûatu
1-Fıkhı'l-Mâlikî (Dârü'l-Hikme yay.), Beyrut, 1993.
Ali b. Ebi Tâlib; Nehcu'l-Belâğa,
Beyrut (Subhi Salih yay.), 1967
Ali
Mahfuz; el-İbda' fî Madarri,l-İbtida,, yersiz (Dârul-f
tısâm yay.), 1956
Âmidî,
Ebul Hasan Seyfuddin Ali; el-İhkâm fî Usûli'l-Ahkâm (Abdurrez
zak Afifi yay.), 1382
Âmir, Abdülaziz; et-Ta'zîr
fi'ş-Şerîati'l-İslamiyye, Kahire, 1969
Arberry, A. J.; Revelation and
Reason in islam, London, 1957
Atıyye,
İzzet Ali; el-Bid'a, Tahdîduha ve Mevkıfu'l-İslami minha, Beyrut, 1980
Bâcî,
Ebul-Velîd Süleyman b. Halef; Risâletün fı Hilafı'l-Vâki' fı Kitâbeti'n-Nebî
Yevme'l-Hudeybiye (Tahkîku'l-Mezheb adıyla, Ebu Abdurrahman b. Akil ez-Zâhirî
yay.), Riyad, 1983
Bakıllânî,
Kadı Ebu Bekr Muhammed b. Tayyib; Kitabu't-Temhîd, Beyrut (Richard J. Mc. Carhy
yay.), 1957
Bâkırî, Cafer; el-Bid'a, Kum,
1997
Behnesî,
Ahmed Fethi; et-Ta'zîr fi'l-İslam (Muessesetü'l-Halîc yay.), Kahire, 1988
Belâzurî,
Ahmed b. Yahya; Ensâbu'l-Eşrâf, Mısır (Hamîdullah yay.), 1959
Beyzâvî,
Kadı Ebul Hayr Abdullah b. Ömer; Envâru't-Tenzîl ve Esrâru't-Te'vîl, İst. 1302
Beyhakî,
Ebu Bekr Ahmed b. Hüseyn; Delâilü'n-Nübüve ve Mârifetu Ahvâli Sâhibi'ş-Şerîa,
Beyrut (Abdulmutî Kal'aci yay.), 1985
; es-Sünen el-Kübra, Beyrut (Dârus-Sâdır yay),
ts.
Bilmen,
Ömer Nasuhi; Hukuk-ı İslamiyye ve Istılâhat-ı Fıkhıyye Kamusu, İst. 1967-1970
Borak, Sadi; Atatürk ve Din, İst.
1996
Buharî, es-Sahîh
Çağıl, Orhan Münir; Hukuka ve Hukuk
İlmine Giriş, İst. 1971
Câhız, Ebu Osman Amr b. Bahr;
el-Beyân ve't-Tebyîn, Kahire, 1985
Cassâs,
Ebu Bekr er-Râzî; Ahkâmu'l-Kur'an (Sıdkı M. Cemil yay.), Beyrut, 1993
Darekutnî,
Ebul Hasan Ali b. Ömer; es-Sünen, Beyrut (Abdul-lah Hâşim yay.), 1966
Dehlevî, Şah Veliyyullah;
Huccetullah el-Bâliğa, Mısır, tarihsiz.
Ebu Dâvûd, Süleyman b. Eş'as
es-Sicistânî; es-Sünen
Ebu
Reyye, Mahmud; Advâ' ales-Sünneti'l-Muhammediyye (Muharrem Tan tere), İst.
1988
; Şeyhul-Madîra Ebu Hureyre, Mısır
(Dârul-Maarif), 1980
Ebu
Şâme, Şihabuddin Abdurrahman b. İsmail; Kitabu'l-Bâis ala İnkâri'l-Bida'i
ve'l-Havâdis, Riyad (Hasan Selman yay.), 1990
Elbânî, Muhammed Nâsıruddin; Silsiletu
1-Ahâdîs ez-Zaîfa, Riyad, 1992-1996
; Silsiletu 1-Ahâdîs es-Sahîha, Riyad,
1992-1996
; Sıfatu Salâti'n-Nebî (Mektebetu 1-İslâmî
yay.), Beyrut, 1983
Elmalılı, Muhammed Hamdi Yazır; Hak
Dini Kur'an Dili Tefsir, İstanbul, 1979
Fîrûzâbâdî, Ebu Tahir Muhammed b.
Yakub; Tenvîru'l-Mikbâs min Tefsiri İbn Abbas, Mısır, 1370
; el-Kâmusu'l-Muhît (Asım Ef. tere), İst.
1268-1272
Gazâlî,
Ebu Hâmid Muhammed; İhyâu Ulûmi'd-Dîn, Mısır, 1967
; el-Müstasfa (İ. M. Ramadan yay.), Beyrut,
ts.
Gazâlî, Muhammed;
es-Sünnetü'n-Nebeviyye beyne Ehli'l-Fıkh ve Ehli'l-Hadîs (Dârûş-Şurûk yay.),
1989
Halîfî, Nasır Ali Nasır;
ez-Zurûfu'l-Muşeddide ve'l-Muhaffife fî Ukûbeti't-Ta'zîr fı'1-Fıkhı'l-İslamî,
Kahire, 1992
Hamîdullah, Muhammed; İslam Peygamberi
(Salih Tuğ çev.); İst. 1990
; İslam Fıkhı ve Roma Hukuku (ortak yayın, K.
Kuşçu tere), İst. 1964
Hatemi,
Hüseyin; Hukuk Devleti Öğretisi, İst. 1989
İbn Abdilberr, Ebu Ömer Yusuf; Câmi'u
Beyani'l-İlm ve Fadlihî (Dârul-Kütübil-İlmiyye yay.), Beyrut, ts.
İbn Arabî, Ebu Bekr Muhammed b.
Abdillah; Ahkâmu'l-Kur'an, Beyrut (Ali Muhammed Becâvî yay.), ts.
İbn Âşûr, M. Tahir; İslam Hukuk
Felsefesi (Makâsıdu'ş-Şerîa el-İslamiyye), İst. (H. Atay tere), 1988
İbn Ferhûn el-Mâlikî; ed-Dîbac
el-Müzehheb (Muhammed Ahmedî yay.), Kahire, ts.
İbn Habîb, Ebu Cafer Muhammed;
el-Muhabber (M. Hamîdullah yay.), Haydarâbaddekken, 1942
İbn Hacer, Ebul-Fazl Ahmed
el-Askalânî; el-Isâbe fî Temyîzi's-Sahâbe, Mısır, 1323
İbn
Haldun, Ebu Zeyd Abdurrahman; el-Mukaddime, Mısır, 1322
İbn Hişâm, Ebu Muhammed Abdülmelik;
es-Sîretü'n-Nebeviyye, Mısır, 1375
İbn İshak, Muhammed; Kitâbu'l-Meğâzî
(Hamîdullah yay.), Konya, 1986
İbn
Kesîr, Ebul-Fida el-Hâfız; el-Bidâye ve'n-Nihâye, Beyrut, 1981
; Tefsîrul-Kur'an, İst. 1986
İbn Kuteybe, Ebu Muhammed Abdullah;
TeVîlu Muhtelifı'l-Hadîs (M. Z. Neccâr yay.), Kahire, ts.
; el-İmâme ve's-Siyâse (T. M. Zeynî yay.),
Mısır, 1378
İbn Mâce, Ebu Abdillah Muhammed
el-Kazvînî; es-Sünen, Mısır, 1952
İbn Manzûr, Ebul-Fazl Cemalüddin
el-Afrikî; Lisânü'l-Arab, alfabetik.
İbn
Sa'd, Muhammed; et-Tabakâtü'l-Kübra, Beyrut, 1960-85
İbn Senan, Muhammed b. Ali;
el-Cânibü't-Ta'zîrî fî Cerîmeti'z-Zina, ys. 1982
İbn
Tediye; Mecmû'atu'r-Resâil ve'l-Mesâil, Mısır, ts.
; el-Furkan beyne Evliyai'r-Rahman ve
Evliyai'ş-Şeytan, Beyrut, 1401
İbnu Hemmâm, Ebu Bekr Abdurrezzak;
el-Musannef, Beyrut (Abdurrahman el-A'zamî yay.), 1983
İbnül-Cevzî,
Ebul Ferec Cemalüddin; Telbîsü İblis, Mısır, 1950
İbnül-Esîr, Ebul-Hasan İzzüddin Ali;
Üsdü'l-Ğâbe fî Ma'rifeti's-Sahâbe, Kahire, 1390-1393
; en-Nihâye fî Garîbi'l-Hadîs, İst. 1311
İbnül-Kayyım el-Cevziyye, Şemsuddin
Muhammed; Zâdü'l-Me'âd (Arnavut yay.), Beyrut, 1987
İbnül-Mübârek, Abdullah; Kitabu'z-Zühd
ve'r-Rakâık (Habiburrahman el-A'zamî yay.), Beyrut, ts.
İkbal, Muhammed; The Reconstruction of
Religious Thought in İslam, Lahor, 1968
İlhan,
Avni; Mehdîlik, İst. 1993
Kal'aci, Muhammed Revvâs; Mevsûatü
Fıkhı İbrahim en-Nehaî (Dârün-Nefâis yay.), Beyrut, 1986
; Mevsûatü Fıkhı'l-Hasan el-Basrî
(Dârün-Nefâis yay.), Beyrut, 1989
; Mevsûatü Fıkhı Süfyân es-Sevrî (Dâru
n-Nefâis yay.), Beyrut, 1990
Karafî,
Ebul Abbas Ahmed b. İdris es-Sanhacî; el-Furûk, 1998
; el-İhkâm fî Temyîzi'l-Fetâva (Ebu Gudde
yay.), Beyrut, 1995
Kârî,
Ali; el-Mevzûat, İst. 1308
; Şerhu'ş-Şifa, İst. 1307
Karaman,
Hayreddin; İslam Hukuk Tarihi, İst. 1989
Kİ
. Öztürk; Kur'an'daki İslam
KTK
: Öztürk; Kur'an'ın temel Kavramları
Kutup, Seyyid; İslam-Kapitalizm
Çatışması (Y. N. Öztürk çev. 5. baskı), İst. 1985
Küleynî, Ebu Cafer Muhammed b. Yakub;
el-Kâfî fî Usûli'd-Dîn (Behbûdî ve Gefarî yay.), Tahran, 1382
Malik b. Enes; el-Muvatta' (M. F.
Abdülbakî yay.), Beyrut-Mısır, 1951
Matürîdî, Ebu Mansûr Muhammed
es-Semerkandî; Kitabu't-Tevhîd (F. Halife yay.), İst. 1979
Maverdî,
Ebul-Hasan Ail; el-Ahkâmu's-Sultâniyye, Mısır, 1298
Mumcu,
Ahmet; Osmanlı Devletinde Siyaseten Katil, Ankara, 1963 Müslim b. Haccâc;
es-Sahîh
Nemle, Abdülkerim b. Ali; er-Ruhas
eş-Şer'iyye ve İsbâtuha bi'l-Kıyas, Riyad, 1990
Nesaî,
Hafız Ebu Abdurrahman; es-Sünen
Nesefî,
Ebu Hafs Ömer; Akâid (Teftezânî şerhi ile birlikte), İst. 1960
Öztürk,
Yaşar Nuri; Kur'an'daki İslam, İst. 1999
; Kur'an'ın Temel Kavramları, İst. 1999
; Yeniden Yapılanmak, İst. 1998
Pezdevî,
Fahrul-İslam Ebul-Hasan Ali; Usûlü'l-Fıkh (Dârül-Kitâb el-
Arabî
yay.), Beyrut, 1394
Râzî,
Fahreddin Muhammed; Mefâtîhu'l-Gayb, İst. 1307
; Levâmi'ul-Beyyinât fi'l-Esmai ve's-Sıfât,
Kahire, 1976
Sâğânî,
Ebul-F adâil Hasan; Mevzuat, Şam-Beyrut, 1985
Serahsî, Şemsul Eimme Ebu Bekr
Muhammed; el-Mebsût, Beyrut, 1989
Sıddîk Han, Ebu Tayyib el-Buharî
el-Kmnûcî; Fethu'l-Beyân fî Makâsıdi'l-Kur'an, Beyrut (Abdullah el-Ensarî
yay.); 1992
Süyûtî, Celalüddin; el-Emru
bi'l-lttiba' ve'n-Nehyu ani'l-lbtida', Beyrut, 1998
; el-Itkan fı Ulûmi'l-Kur'an (M. Kassâs yay.),
Beyrut, 1987
; Tahzîru'l-Havâs min Ekâzibi'l-Kussâs (M. L.
Sabbâğ yay.),
Beyrut,
1984
;Târîhu'l-Hulefa, Mısır, 1952
Şafiî,
Muhammed
b. İdrîs ; er-Risâle (A.M. Şâkir yay.), Beyrut, ts.
; el-Ümm, Bulak, 1903
Şâtıbî,
Ebu îshak İbrahim b. Musa; el-Muvâfakat (Draz yay.),
Beyrut,
1975
; el-Ftısâm (R. Rıza yay.), Mısır, ts.
Şelebî,
Muhammed Mustafa; Ta'lîlu'l-Ahkâm, Beyrut, 1981
Şeşen,
Ramazan; Peygamber Hz. Muhammed'in Okuma-Yazma
Bilip Bilmediğine Dair Rivayetler, 12.
Türk Tarih Kurumu Kongresi Bildirileri, Cilt: 2, Ankara, 1999
Şîrâzî,
Ebu İshak; el-Mühezzeb, Beyrut, 1992
Taberî,
Ebu Cafer Muhammed b el-Cerîr; Câmi'u'l-Beyân 'an Tefsiri
Âyi'l-Kur'an,
Mısır, 1968
Teftezânî,
Sadeddin; Şerhu Akâidi'n-Nesefî, İst. 1960
Tehânevî, Muhammed A'la; Keşşâfu
Istılâhati'l-Fünûn, Kalküta, 1863
Tillich,
Paul; Dynamics of Faith, New York, 1958
Tirmîzî,
Ebu İsa Muhammed; el-Câmi'u'l-Kebîr (es-Sahîh)
Turtûşî, Ebu Bekr Muhammed b. Velid;
Kitabu'l-Havâdisi ve'l-Bida' (Abdülmecid Türkî yay), 1990
Türkmânî, İdris b. Baytekin; el-Lüma'
fi'l-Havâdisi ve'l-Bida', Kahire (Subhi Lebib yay.) 1986
Udeh, Abdülkadir; et-Teşrî'u'l-Cinâî
el-İslamî (Dâru'l-Kütüb el-Arabî yay.), Beyrut, ts.
Yakut
el-Hamevî, Şihabuddin; Mu'cemu'l-Buldân, Beyrut, 1957
Zehebî,
Ebu Abdillah Şemsuddın; Tezkiretu'l-Huffâz, Beyrut, 1956
; Beyânu Zağeli'l-İlmi ve't-Taleb, Dımaşk,
1348
Zemahşerî,
Ebul-Kasım Mahmud b. Ömer; el-Keşşâf, Mısır, 1966
; Esâsu'l-Belâğa, Beyrut, 1965
Zerkeşî,
Bedruddin Muhammed b. Abdullah; el-Burhan fî Ulûmi'l-
Kur'an
(Abdülkadir Ata yay.), Beyrut, 1988
Zeydan, Abdülkerîm; el-Ferdu
ve'd-Devle fî'ş-Şerîati'l-İslamiyye, Beyrut, 1965
; el-Vecîz fı Usûli'l-Fıkh, Bağdad, 1967
Asıl
Kaynak: Yaşar Nuri ÖZTÜRK, İSLAM NASIL YOZLAŞTIRILDI(Vahyin Dininden Sapmalar,
Hurafeler, Bid'atlar)
İstanbul 2000