Ana içeriğe atla

  
 
Print Friendly and PDF

en-nezir el-uryan(Çıplak Uyarıcı) Mezhebi 3

 


Uryanilerin İtikatları ve Görüşleri

"Hak, Rabbinden gelir; sakın bunda kuşkuya düşenlerden olma!"
(Kur'an)

  Yaşar Nuri ÖZTÜRK

HZ. MUHAMMED'LE İLGİLİ

*   Hz. Muhammed'i Allah'ın sevgilisi olarak anmak:

Mevlit yazarı Süleyman Çelebi, Allah-Peygamber arasında geçtiğini düşündüğü bir konuşmayı şöyle veri­yor: "Ben sana aşık olıcak ey latif. Kabul olmaz mı dü âlem ey şerif!"

Bu ifadeler Eski Yunan ilahları için kullanılan mi­tolojik ifadelerdir. Allah kullarını sever, onlar da Al­lah'ı sever; Allah müminlerin dostu, müminler de O'nun dostudur ama, Allah hiç kimseyi "sevgili" edinmez, hiç kimseye aşık olmaz. Sevgi faaliyeti varlığın temel faa­liyetlerinden biridir. Bunun içindir ki Kur'an sevgi (hubb) faaliyetini Allah'a da, insana da isnat eder. Din hayatının ve imanın esası da bir sevgi faaliyetidir, (bk. Bakara, 165) Ama şunu gözden uzak tutamayız: Bütün insanları veya bütün varlıkları sevmek başka şeydir, birini sevgili edinmek başka şeydir. B u ikincisi, mutlak özgürlüğe aykırıdır, sevgili edinen var­lığı bağımlı kılar. Böyle olduğu içindir ki sevgili edin­mek beşerî bir zaaftır. Zaaf ifade eden bir niteliğin Al­lah'a isnadı tevhit nezaketiyle bağdaşmaz.

İbnül-Cevzî, Allah 'a etken veya edilgen olarak aşk isnat etmeyi İblis'in tasavvuf-tarîkat çevrelerine musal­lat ettiği karıştırmalardan biri olarak görüyor, (bk. Telbîsü Îblis, 188, 199)

Kur'an'da peygamberler için "halîl" (dost) sıfatı, müminler için de "veli" (dost) sıfatı kullanılmıştır, (bk. Nisa, 125; Yûnus, 62-63) ama hiçbir peygamber için "habîb" (sevgili) sıfatı kullanılmamıştır. Allah'ın veli­si ve halili olur ama habîbi (sevgilisi) olmaz. Bunun içindir ki herhangi bir peygamberi "Allah'ın sevgili­si" diye anmak, bir tevhitdışılıktır.

* Hz. Muhammed'in nurdan yaratıldığını söylemek:

Kur'an onu ısrarla ve defalarca "beşer" olarak an­maktadır. Nurdan yaratılan bir varlığın insana örnek olması söz konusu edilemez. Allah, resullerin melekler gibi doğa üstü özellikler taşımasını isteyenleri putperest­likle, zalimlikle suçlarken tevhidin son elçisine nurdan yaratılmıştık niteliği vermek gibi bir yola gitmez.

Nurdan yaratılmışsa "üsve-i hasene" (uyulabilecek en güzel örnek) nasıl olacaktır? Kur'an bunun tam tersi­ni söylemektedir.

Nur-i Muhammedi anlayışıyla Hz. Muhammed'i beşer sıfatından soyup örnek alınamaz duruma getiren çevreler bununla da yetinmemiş, tüm varlık ve evrenin onun için yaratıldığını iddia etmişlerdir.

Vahyin hiçbir beyanı, hiçbir nebiyi "varlık ve evren senin için yaratıldı" diyerek yüceltmemiştir. Çünkü bu nitelik ulûhiyetin niteliklerindendir. (Bu konuda geniş bilgi için bk. Îbn Teymiye; Resâil, 1/155 vd.)

Şunu asla unutmamalıyız: Kur'an, Hz. Muhammed'in nübüvvetini ispat ve yüceltme noktasında dikkat­leri hep kendine çekmiş, vurguyu Peygamber'e değil, vahye yapmıştır. Resulün ne fiziği ne kişiliği ne de baş­kaca bir bedensel üstünlüğü üzerinde durulmuştur.

İslam dünyası ise bu Kur'ansal tavır ve tar­zın tam aksi bir yol tutmuş, Peygamberimizi yüceltmede eskilerin yöntemini öne çıkarıp vurguyu Kur'an'dan Peygamber'e çevirmiştir. Bu yol, sonucu şirkle bitecek bir yoldur ki, Kur'an buna Hz. İsa konusunu anlatırken açık­ça dikkat çekmiştir.

Hz. Muhammed bahsinde, nebinin ölümünden sonra kalan tek mucize Kur'an'dır. Bu mucize üzerinde derinleşmek yerine, Peygamber'in hayatını mi­toloji ile zenginleştirip yedek mucizeler yaratmaya kalkmak İslam dünyasının Kur'an'dan kopmasına yol açmıştır.

* Hz. Muhammed'in sakal kıllarını kurtarıcı olarak görmek:

Hz. İsa'ya kilise babalarının yaptıklarını Cenabı Peygamber'e sakal-ı şerîfçi bid'at erbabı yapmıştır. Sa­vunmada kullanılan söylem hep aynıdır: "Biz, bunu ona saygımızdan yapıyoruz, teberrüken öpüyo­ruz, şirk ve ilahlaştırma niyetimiz yok!"

Bu sözlerin hiçbiri, Hz. Peygamber'i şirk aracı yapmanın mazereti olamaz. İsa'yı Allah'ın oğlu ilan edip heykelini tevhit mabedine sokanlar da aynı kelimelerle konuştular, ama hiçbiri şirke bulaş­maktan kurtulamadı.

Sakal kıllarını mabet dışında öpüp kutsamak bid'at, bu işi mabedin içinde yapmak ise şirk belirtisidir. Çünkü Cin Suresi 18. ayete açıkça aykırıdır. Sakal-ı şe­rif denen sarılıp sarmalanmış kılların çevresinde halka olan insanlar dakikalarca, hatta saatlerce dönüp dur­makta, ortaya bir Beytullah'ı tavaf manzarası çık­maktadır. "Biz bu dönüşü tavaf niyetiyle yapmıyoruz" tü­ründen Îsrailiyât baheneleri hiçbir anlam ifade etmez; yapılan doğrudan doğruya tavaftır. Beytullah dışında ta­vaf ise peygamberlere bile yapılsa küfürdür. Hem de ic­ma' ile... (bk. Îbn Teymiye; Resâil, 1/79-80)

* Hz. Muhammed'in her davranışını din sanmak:

Hz. Muhammed bir beşer-nebi olduğuna (meleknebi olmadığına) göre, onun söz ve fiillerinin iki katego­riye ayrılması kaçınılmazdır: a) Nebevi fiilleri, b) Beşe­rî fiilleri. Bu tevhit inceliği hiç dikkate alınmadan onun yaptığı, söylediği, susarak seyirci kaldığı her şey dinleştirilmiş, beşer nebi bir melek-ilah nebiye dönüştürülmüş­tür.

Ne ilginçtir ki Îslam'ın Kur'an kaynaklı tespitlerini hiçbir problem ve sıkıntıyla karşılaşmadan her zaman ve zeminde yaşamak mümkün iken, "sünnet" adıyla sahnelenen yarı mitolojik kabulleri yaşamakta akıl al­maz sıkıntılarla karşılaşmaktayız. Sebep, nebinin beşernebi olmaktan çıkarılıp melek-nur-peygambere dönüştü­rülmesidir.

Hz. Resul'ün vahye ve nebi yanına ilişkin Kur'an beyanları onun beşerî yanını da kapsayacak biçimde al­gılanmakta ve Kur'an vahyine ilişkin üstünlükler beşerî tespitlere mâl edilmektedir. Örneğin, "O kendi arzu ve isteğinden konuşmaz; onun size okuduğu in­dirilmiş bir vahiyden başkası değildir." Ne cm,

3-                4 ayetleri, Peygamberimize isnat edilen ve birçoğunun uydurma olduğunda kuşku bulunmayan sözleri kutsa­mak için kanıt yapılmaktadır. Oysaki burada sözü edi­len, Kur'an'dır. Müşrikler Hz. Resul'ü şairlik, kâhinlik, sihirbazlıkla suçluyor, Kur'an'ı onun uydurduğunu söy­lüyorlardı. Ayetler buna cevap getiriyor. Kur'an'ın, Hz. Peygamber'in sözlerini vahiy ilan etmek gibi, hâşâ, bir gayreti asla yoktur. Kur'an ona "beşer" diyor ve farkı­nı, kendisine vahiy gelmesi olarak gösteriyor. Gelen va­hiy, ortadadır: Kur'an...

Eğer onun beşer olarak konuştukları da vahiy ise ne­den onları yazdırmamış, tam aksine hepsini imha ettir­miştir? Onlar vahiy idiyse bu yazdırmama ve imha et­tirme, peygamberlik sıfatlarından olan "zapt" ve "emaneti tebliğ" nitelikleriyle çelişmez mi?

Sözün özü şudur: Hz. Peygamber, aynı zamanda bir devlet başkanı ve yargıç sıfatıyla da iş yapmış, söz söy­lemiştir. Önemli olan, Kur'an'ın bunları vahiy adına tescil edip etmediğidir. Arapların asırlardır uyguladığı cünüplükten yıkanma âdeti, Kur'an'la tescil edildiği için far z olmuştur .

Kur'an tescil ederse başımız üstüne, o bizim için din olur. Kurallaştırmazsa o bizim için bir âdet olarak kalır. Sahabî Câbir b. Abdullah'ın, Müslim'deki şu sözü, üzerinde olduğumuz konu bakımından son derece önem­lidir. Diyor ki Câbir (ölm. 74/693): "Bir yandan biz, meniyi dışarı boşaltarak gebeliği önlüyorduk, bir yandan da Kur'an vahyediliyordu. Eğer bi­zim yaptığımız engelleme, yasaklandığımız bir şey olsaydı, Kur'an bizi ondan yasaklardı."

Câbi r'in bu sözü, dini anlama ve sünnetin yerini be­lirlemede yaşamsal bir tespittir. Sahabî neslinin sünnet­ten ne anladığını göstermesi ve din adına yasak olanla olmayanı belirleme bakımından ışık tutucu bir sözdür. Ve ilkesel ifadesi şudur:

Sünnet diye andığımız tavır ve tarz birçok şeyi yapar, söyler; önemli olan bunların Kur'an tarafından tescil edilip edilmediğidir. Tescil edilenleri dinleşir, zaman üstü olur; tescil edilmeyenleri tarihsel yorum olarak kalır...

Şu da gözden uzak tutulamaz: Sünnet adıyla ortaya getirilen kabullerin birçoğu, Peygamber'e ait söz ve dav­ranış değildir. "Hadis" adıyla ortaya getirilen sözlerin birçoğunun Peygamber'in sözü olmadığı gibi... Buharî çevirmeni Ahmed Naim (ölm. 1934), sünnet ve hadis konusundaki gelenekçiliği ile tanınmasına rağmen şu­nu söylemek zorunda kalmıştır: "Sahabe ve tâbiûn asarına yani kavil, fiil ve takririne müteallik merviyyâta da hadis denildiği kesîrul vukûdur." (Ahmed Naim; Buharî Tercüme ve Şerhi, 1/7) Ahmed Naim'in bu sözünün günümüz Türkçesiyle ifadesi şudur: "Sahabe ve onu izleyen kuşaktan bize ak­tarılan söz, fiil ve kabullerin hadis diye anıl­dığı da çokça rastlanan bir olgudur."

Gerçek şu ki, bırakın bu güvenilmez rivayetleri mü­tevâtır hadisleri bile Kur'an ayetleriyle aynı kefeye ko­yamayız, koyarsak vâzı-ı din (din koyucu) ikileşir, şirk doğar.

* Hz. Muhammed'i Allah'ın elçiliğinden Allah'ın ortaklığına doğru çekmek:

Hz. Muhammed, elçilikten ortaklığa doğru çekme il­letinin varlığını ve tehlikelerini çok iyi biliyordu. Bu il­letin ümmetini perişan etmemesi için çok mücadele et­miştir. Onun hayatı bu mücadelenin hayranlık verici tablolarıyla doludur. Ama ne yazık ki ölümünden sonra­sına hükmetmek hiçbir faninin elinde değildir. O da bunu yapamamış ve ölümünden sonra kendisini elçilik­ten ortaklığa doğru çeken hastalıklı şuuraltının hortla­masına engel olamamıştır.

Şimdi onun hayatında bu "ortaklığa çekiş "e karşı direnmenin ilginç göstergelerinden bir tabloyu görelim: Sahabîlerinden biri bir sabah kendisine gelip rüyasını anlatır. Rüya şudur: Adam, Yahudi bir topluluğa uğra­mış ve onlara şunu demiştir: 'Keşke siz, 'Uzeyir Al­lah'ın oğludur' dememiş olsaydınız. Yahudiler de ona şu cevabı vermişler: 'Keşke siz de 'Allah ve Muhammed isterse' dememiş olsaydınız. Adam daha sonra Hristiyan bir topluluğa uğramış ve onlara şöyle demiş: 'Keşke siz Mesih İsa Allah'ın oğludur' dememiş olsaydınız!' Hristiyanlar da adama şunu söy­lemişler: 'Keşke siz de Allah ve Muhammed is­terse" dememiş olsaydınız. Rüyayı dinleyen Hz. Resul o zâta şu cevabı vermiş: " Doğrusu ben o sözü sizden duydum ve o söz yüzünden çok sıkıntı çektim. Bir daha 'Allah ve Muhammed isterse' demeyin, sadece Allah isterse deyin!" (Ibn Hemmâm; Musannef, 11/28)

İşte Hz. Muhammed'in Allah ile kendisi arasındaki ilişkiyi oturttuğu tevhit zemini budur.

RECM

Recm, taşlamak, taşlayarak öldürmek demektir. Fı­kıh terimi olarak, zina suçu işlemiş evli kadın veya er­keğin halk önünde taşlanarak öldürülmesini ifade eder.

Kur'an'da böyle bir ceza yoktur. Kur'an, tanıklarla belirlenip kesinlik kazanmış bir zina suçu için, evli-bekâr ayrımı yapmadan bir tek ceza getirmektedir: Celde yani kamu otoritesinin uygun bulacağı sopa, çubuk vs. türünden bir âletle bir grup insanın görebileceği bir yerde seksen kez vurmak, (bk. Nûr Suresi, 2-3) Bu vuru­şun öldürme veya yaralama maksadıyla yapılmaması gerektiği ittifakla kabul edilmektedir. Maksat, utandıra­rak caydırmadır.

Kısacası Kur'an, zina suçu için sadece dövme cezası getirmektedir.

Bu ceza, köleler için yarıya indirilerek uygulanır, (bk. Nisa, 25) Recm cezasında yarıya indirme söz konu­su olamayacağına göre, "yarıya indirme" kuralını ko­yan Kur'an'ın recm cezasını onaylaması söz konusu olamaz.

Bir suçun dövme cezasını kendisi düzenleyip öldürme cezasını başkalarına bırakan bir kitap "içinde kuşku, tutarsızlık, çelişme olmayan ki­tap" (Bakara, 2) unvanını taşıyamaz. Recme "Sünnet-i Ömer" yani halife Ömer'in sünneti diyenler de vardır. Bu deyim sebepsiz değil. İddiaya göre, Ömer şöyle demiştir. "Recm cezası Kur'an'da vardı. Ancak o cezaya ilişkin ayet Kur'an'ın içine girmedi ama hükmü baki kaldı." Ayetin Kur'an'a girmeme­sini şu şekilde açıklayanlar da vardır: "B u ceza şu anda elimizde bulunan Kur'an'da yok­tur, ama onunla ilgili ayet, esasında vardı. Ama, o vahyedildiği zaman Peygamberimizin eşi Âişe onu evinin bir köşesinde saklamıştı, o sırada içeri giren bir keçi onun yazılı olduğu parşömeni yedi."

Bu mantığa göre, ayet, keçi tarafından yendi ama hükmü baki kaldı... Bu iddialar kimden gelirse gelsin, reddedilmelidir. Bazı ayetlerin Kur'an dışında kaldığını söylemek Kur'an'ın korunmuşluğu gerçeğini ortadan kaldırır. Ömer gibi, mişnacılığa savaş açmış bir insan böyle bir söz söylemez. Recmi yasallaştırmak isteyenle­rin Ömer'i paravan yapmak istedikleri açık...

Recm, Tevrat'ta bulunan bir cezadır, (bk. Çı­kış, bab: 23; Levililer, bab: 20; Tesniye, bab: 22) Hz. Pey­gamber, Medine site-devletinin başı sıfatıyla birliğin üyelerine kendi hukuklarını uygulardı. Zina eden Yahudilere de kendi kitaplarındaki recmi uygulamış olabi­lir. Nitekim kaynaklar recmin uygulandığı ilk çiftin Yahudi olduğunu açıkça söylemektedir, (bk. Buharî, hudûd; Müslim, hudûd; İmam Mâlik; Muvâtta', hudûd)

Hz. Peygamber bir recm cezası uygulamışsa (ki bizce son derece kuşkuludur) bu, Yahudilere uygulanmıştır. Beyhakî'nin bir beyanına göre, Hz. Peygamber bu hükmü uygularken şunu söylemiştir: "Bu, Tevrat'ın hükmü­dür." (bk. Beyhakî; Delâil, 6/269-271)

Elbânî, Hz. Peygamber'in bu uygulamasının zina suçu için değil, ırza tecavüz suçu için olduğunu belirti­yor, (bk. Elbânî; es-Sahîha, 2/567 vd.)

Hz. Peygamber'in bu cezayı Müslümanlara uyguladığı yolundaki rivayetlerin hiçbirini güvenilir görmeyiz. Kendisine vahyedilen kita­bın dövme cezası ile cezalandırdığı bir suç için, meydan yerinde taşla ezerek öldürme ce­zası uygulayan bir insanın, tebliğ ettiği kitaba sadakati tartışılır. Hak Elçisi'ni böyle bir tar­tışmanın konusu yapmaktan Allah'a sığınırız.

Recme, Hz. Peygamber'in sünnetinden destek uy­durmaya çalışanlar, orada da tutarsızlık sergilemişler­dir. Şöyle: Hz. Peygamber'in, ünlü Veda Hutbesi'nde kadınların haklarıyla ilgili sözleri arasında şu cümle­ler bulunmaktadır:" Sizin, kadınlar üzerindeki hakkınıza gelince o şudur: Sizin yatağınızı başka biriyle paylaşmayacaklar. Eğer paylaşır­larsa onları, yaralamayacak şekilde dövün." (Beyhakî; Delâil, 5/436)

Bu sözün Peygamberimizin ağzından çıkıp çıkmadı­ğı meselesini burada tartışmayacağız. Ama eğer çıkmış­sa -ki recimci zihniyet öyle diyorbu sözü söyleyen bir kişinin evli bir insanın zina suçuna recm uygulaması söz konusu olamaz. Bu sözle o uygulamanın yanyana gelmesi mümkün değildir. Eğer, "Veda Hutbesi'ndeki sözler doğru değildir" denirse, o zaman öteki ri­vayetlerin doğruluğu hiç söz konusu edilemez.

Neresinden bakarsanız bakın, recm diye bir cezanın İslam'da varlığını kabul bizi içinden çıkamayacağımız çelişmelere, tutarsızlıklara, kuşkulara iter. Aklı başında nesilleri dindenimandan uzaklaştırır, nefret ettirir. Bir yalanı savunmak uğruna dine bu kötülüğü yapmaya kimsenin hakkı yoktur.

islam fıkhının, recm ile ilgili sayfaları, kara sayfalardır, günah ve iftira sayfalarıdır. O sayfaların, bu aziz dinin kitaplarında, özel­likle Kur'an meallerinde (parantez içlerine konmuş olarak) kalmaya devam etmesi Allah'ın ve Resul'ün bizden davacı olmaya devam etmeleri demektir. (Recm ile ilgili ayrıntılar için bk. KTK. Zi­na mad.)

SAHABÎLER

Sahabî kelimesi (çoğulu: ashâb, sahabe) sohbet kökündendir. Birisinin sohbetinde bulunmak suretiyle onunla yakınlık-dostluk kuran kişiye "sahib" denir. Sahabî sözü, Hz. Peygamber'e "sahib" olan yani onunla sohbet etme şerefine eren kişi anlamında kullanılmış ve tarihselleşmiştir. Bir Islamî terim olarak, Hz. Mu­hammenle imandaşlığı, dostluğu, arkadaşlığı, sohbeti, beraberliği bulunan kişi anlamındadır.

Kur'an'da, peygamberin arkadaşı anlamında "sahabî" veya "ashâb" kelimesi geçmez. Buna karşın, "sâhib" sözcüğü, Hz. Peygamber'i hemşehrilerinin arkadaşı olarak nitelemek için 3 yerde kullanılır. (Sebe', 46; Necm, 2; Tekvîr, 22)

Kur'an, sahabî tanımına dayanak olacak bir beyan içermemektedir. Esasen, tevhit adına şunu söylemek zorundayız : Kur'an, herhangi bir pey­gambere (bu Muhammed aleyhisselam da olsa) sahabî olmayı bir üstünlük veya ebedî kurtuluş belgesi olarak öne çıkarmaz. Geleneksel yaklaşım­ların, sahabîlerin üstünlüğüne, cenneti garanti etmiş ol­duklarına vs. kanıt olarak değerlendirdikleri ayetlerin hiçbirinde böyle bir espri yoktur. O ayetler, birtakım fiil­leri, hizmetleri övüp yüceltmektedir. Sahabî nesli içinden o fiilleri işleyenler işte bu "fiilleri" sebebiyle büyük olmaktadırlar, Peygamberle arkadaş oldukları için de­ğil. İşm, tevhit ruhuna uygun yapısı budur.

Biz, sahabîleri, Kur'an'ın övdüğü fiillerin sahibi oldukları için saygıya layık görürüz. Yoksa annesinin kucağında Peygamberimizin huzuruna getirilmiş veya Hz. Peygamber konuşurken vadinin di­binden onu dinlemiş ve bir daha dönmemek üzere geçip gitmiş bir kişiyi, "Tüm gelecek Müslümanlardan üstün, çünkü sahabî unvanı var" gibi tevhit sırrına ve varlık kanunlarına aykırı bir seçkinliğe sahip kabul etmeyiz.

Geleneksel anlayış, Hz. Peygamber'in bakışına mazhar olmuş kişinin en büyük olgunluk ve erginliği bu sa­yede elde edeceğini söylemekte ve bu "erginliğin" üstüne çıkabilecek bir değer tanımamaktadır. Bu bir kere, Kur'an'ın ruhunu açıkça terstir. Kur'an, insanın üstün­lük ve nasibini onun gayret ve emeğine, bu gayret ve emeğin ürettiği değerlere bağlamıştır, (bk. Necm, 39; Tûr, 21; Müddessir, 38)

Kaldı ki Hz. Peygamber'in nazarından nasiplenmek de bir gayret ve emek işidir. Hiç kimse, sadece "Peygamber baktı" diye bir yere gelemez. Gelir diye iddia etmek putperestliktir. Sahabî unvanı verilenler içinde, bırakın ermeyi ve olmayı, teslimiyet sırrının bir kısmını göstermekte bile yaya kalmış olan kişiler var­dır. İşte bir örnek:

Hz. Peygamber'e at satan biri, parasını al­mak üzere Hz. Peygamber'le evine gidiyordu. Resul hızlı yürüdü, adam biraz geri kalmıştı. Adamın yanına sokulan bazıları ata daha fazla para vereceklerini söyleyerek kafasını çeldi­ler. Adam atı bunlara satmak istediğini Hz.

Peygamber'e bildirdi. Hz. Peygamber: "Biz se­ninle anlaştık, atı bana sattın, artık o at be­nim" deyince adam anlaşmayı inkâr etti. Allah adına yemin de ederek "Ben atı sana satma­dım." dedi. Çevredekilerse kenarda saklanarak tartışmayı duymazlıktan geliyorlardı. Çekişme epeyce sürdü. Hz. Peygamber sen atı bana sattın diye ısrar edince adam, akıl almaz bir utan­mazlıkla Cenabı Peygamber'e şunu söyleyebil­di:" Sözünün doğruluğunu tanık getirerek ispat­la." Bunun üzerine Resul, Huzeyme adlı birini tanık göstererek atı satın aldığını ispatladı, (bk. Ebu Davûd, akzıye 20 =3/308; Nesaî, büyü' 81 = 7/265266)

Şimdi, Hak Elçisi'ne böyle bir küstahlığı yapanla bu küstahlığı kenara çekilip seyredenler nasıl olur da Pey­gamberi görmemiş Müslümanlarının tümünden daha üstün olur?! Böyle bir iddia akla ve dine hakerettir.

Sahabîlerin hatıralarına saygımız vardır, çünkü onlar Peygamberimizin arkadaşlarıdır. Ama bu saygı, bir din emri filan değildir, ola­maz. Böyle bir emir veren din Şintoist unsurla­ra itibar ediyor demektir. Kur'an'ın dini bu un­surlardan arınmıştır. Kur'an dininin bu nezahetini korumak yerine birtakım insanları kut­sallaştırmak için akıl almaz uydurmalar sah­neleyenler tevhit dininde yapay bir panteon oluşturdular. Bu panteonda, "saygı-övgü" adı al­tında şirk edebiyatıyla çehresi değiştirilmiş bir peygamber, onun yanında da panteonun diğer kutsal ruhları olan sahabî adlı kişiler yer al­maktadır. Daha sonra bunlara, ümmetin ulema ve evliya denen kadr dolarından binlerce kişi eklenmiştir.

Tevhit verileriyle incelendiğinde görülecek­tir ki geleneksel sahabî anlayışı, eski Yunan panteonundaki ilahlara verilen özelliklerin tümünü bu insanlara vermiştir. Eski Yunan ilahlarına tanınan dokunulmazlık ve kutsal­lıkla bu sahabî panteonundaki insanlara tanı­nan dokunulmazlık ve kutsallık aynıdır.

Kimlere sahabî denir

ilk zamanlarda ashap unvanı, Hz. Peygam­berce epey bir süre beraber olmuş, onunla gaza­lara katılmış, sohbetlerde bulunmuş, kısacası hayatını Hz. Peygamber laşmış imandaşları ifade berden sonraki zamanlarda tarafından oluşturulan ve günümüzde de kullanılan ta­nım ise tamamen farklı bir tanımdır ve ilk tanıma göre sahabî unvanı alamayacak birçok kişiye bu unvanı vermektedir.

Biz, sahabî tanımı olarak ilk devrin kabulü­nü esas alıyoruz.

Sahabî kimdir sorusuna sonraki ulemanın verdiği ve bizce işin gerçeğine uymayan cevap şudur: "Sahabî, Hz. Peygamber'i mümin olarak görmüş ve mümin olarak vefat etmiş kişidir." (Bu tanım ve ayrıntı­lar için bk. Ahmet Naîm; Buharî Terceme ve Şerhi, 1/1324)

Tanımın omurgasında "mümin olarak görme ve ölme" vardır. O halde iman etmeden görmüş olan ve daha sonra iman edenlerle, mümin olarak görüp de son­radan mümin sıfatını yitirenler (örneğin sonradan Îs­lam dininden çıkanlar) sahabî olamazlar.

Geleneksel kabulün aksine biz, Îslam'ın kudretinin kesinleşip egemenliğinin kaçınılmaz olduğu zamanda (H. 8 yılındaki Mekke Fethi sırasında ve sonrasında) can korkusu veya nimet elde etme hevesiyle "iman" et­tiğini söyleyen ve esasta Kur'an tarafından "müellefetü'l-kulûb" (Kalpleri İslam'a ısıtılanlar) diye anılan kişileri sahabî tanımı içine sokmuyoruz. Bırakın sahabî tanımını bunları, "mümin" tanımı içine sokma yetki­miz bile yoktur. Tıpkı onları iman dışında görmeye yet­kimizin olmadığı gibi... Kur'an onlara bir sıfat vermiş­tir: Müellefetü'l-kulûb... Biz, Kur'an'ın hükme bağla­dığı bir konuda kendimizden yeni hüküm koyamayız.

Kaldı ki, Hz. Peygamber'in "ashabım" tâbirini, bı­rakın müellefetü'l-kulûbu, Hudeybiye Antlaşma­sından sonra iman etmiş kişiler için bile kullanmadı­ğını gösteren kanıtlara sahibiz. Bilindiği gibi, Hudeybiye Antlaşması Mekke Fethi'nden yaklaşık bir yıl önce imzalanmıştır. (Bu konuda bk. Elmalılı Hamdi'nin "Hak Dini Kur'an Dili", Hadîd Suresi 10. ayetin tefsiri: 7/4734-4735)

Sahabî konusunda ilk ve en tehlikeli saptırma Hudeybiye Antlaşmasından (özellikle Mekke Fet­hi' nden) sonra Müslümanlık ilan etmiş kişileri sahabî sayma ile başlamıştır. Kılıçlarından Müslüman kanı akan bir takım insanlar, canlarını kurtarmak ve gani­met devşirmek için "iman ettik" dediler diye, Îslam'ı bunlara karşı yıllarca savunmuş müminlerle aynı kefe­ye konarak "sahabî" unvanına kavuşturulmuşlardır.

Bu, bizce, gerçek sahabîlere hakaret olduğu gibi, Îslam'a da saygısızlıktır. Daha kötüsü, bu "sözde sahabîler "e bir anlam kaydırmasıyla bağışlanan yetkilerin ileriki zamanlarda zulümlerin ve saptırmaların sebebi olduğunu görmekteyiz. Birilerinin dayatmasıyla "sahabileştirilen" bu insanların bir kısmı, kullanma im­kânına ulaştıkları sahabî dokunulmazlığının arkasına girerek tarihe siyah harflerle yazılmış cinayetler, iha­netler, soygunlar-vurgunlar ve saptırmalar işleyebilmişlerdir.

O halde biz, Mekke Fethi sırasında müslümanlığı­nı ilan edenleri, özellikle bu ilan üzerine ganimet aldı­ğını gördüklerimizi asla sahabî saymayız. Allah onlara "mümin" sıfatı vermemiştir, onları "kalpleri İs­lam'a ısındırılanlar" (bk. Tevbe Suresi, 60) diye anmıştır.

* Müellefetü'l-Kulûb'u Sahabî Saymak:

Bunun nasıl yapıldığını ve nelere mâl olduğunu yu­karıda gördük.

Müellefe'ye, durumuna göre ısıııdırıcı veya şerrinden koruyucu bağışlar yapıldı. Kaynaklar kime ne kadar bağış yapıldığına ilişkin listeyi vermek­tedir. En çok bağışın Kureyş ileri gelenlerine yapıldığı görülüyor. Çünkü en şerir kodamanlar onların içindey­di. Zararlarının durdurulması kaçınılmazdı. Bu bağış listesinde, örneğin, Ebu Süfyan ile oğlu Emevî kralı Muaviye'ye yüzer deve verildiğini görüyoruz, (bk. Beyhakî; Delâil, 178-183)

* Sahabîleri Udûl Saymak:

Udûl, günah işlemez, yalan söylemez, adaletten sapmaz, tam güvene layık kişi anlamındadır. Bu sözcük, zaman içinde "asla ve asla hata etmez, asla ve asla ya­nılmaz, asla ve asla değerini yitiren söz söylemez" an­lamlarında kullanılır olmuştur. Bugün de halk arasında yaşayan ve yaşatılan anlamı budur.

Hemen söyleyelim ki Kur'an, peygamberler de dahil hiçbir beşere bu nitelikleri vermez. Bu nitelikler insanın değil, Allah'ındır. Hz. Peygamber, birçok kez, kendisi­nin bir beşer olduğunu, unutabileceğim, hata edebilece­ğini açıkça söylemiştir. Günde yetmiş veya yüz kez Al­lah'tan af dilediğini söyleyen de kendisidir.

Hz. Peygamber'in sık sık yaptığında tartışma bu­lunmayan bazı dualar, onun bizzat kendisinin günahın­dan, hatalarından söz edip Allah'tan af dilediğini gös­termektedir. Îşte bir tanesi: "Allahım! Hatalarımı, bilgisizliğimi, işlerimde taşkınlığımı, kasıtlı, kasıtsız sürçmelerimi, açık ve gizli yanılma­larımı ve sence bilinen diğer günahlarımı ba­ğışla!.." (Bu dua-hadis ve benzerleriyle bunların açık­lamaları için bk. Îbn Teymiye; el-Furkan, 102-104)

Hal böyle iken onun sahabîlerinin bu noksanlıklar­dan arınmış olduğunu söylemek doğru değildir.

Bu anlayışı desteklemek için kanıt gösterilen Kur'an ayetlerinin hiçbiri bu konuda kanıt olmaz.

Burada tarih açısından da bir yanılgı ve zorlama sergilenmektedir. Her şeyden önce, Hz. Peygamber, sahabîleriyle ilgili beyanlarında onları böyle arınmış, gü­nahsız, lekesiz göstericici hiçbir ifade kullanmamıştır. Tam aksine, ümmetinin Cahiliye âdetlerinden tamamen arınamayacağını bildirmiştir, (bk. Müslim, cenaiz; Îbn Teymiye; el-Furkan, 20) Bunun da ötesinde, en seçkin sahabîlerinden biri olduğunda kuşku bulunmayan Ebu Zer el-Gıfârî (ölm. 32/652) gibi bir kişiye şöyle diyor: "Sen, kendisinde Cahiliye kalıntıları olan bir kişisin!" Bunun üzerine Ebu Zer soruyor: "Peki bu hal, ileri yaşlarımda da sürüp gidecek mi?" Hz Resul cevap veriyor:" Evet!" (bk. Bu hadis ve açıklaması için bk. İbn Teymiye; el-Furkan, 20)

Sahabîlerin bizzat kendileri birbirleri hakkında arınmışlık, udûllük gibi sıfatlar asla kullanmıyorlar. Onlar birbirlerini çok ağır ithamlarla suçlayabilmişlerdir. Birbirlerine kılıç çekmiş, birbirlerinin kanlarını dökmüşlerdir. Bazılarının lakabı, diğer bazıları katında "kezzâb" (sınırsız yalan söyleyen) olmuştur. Örneğin, en büyük hadis ravisi sayılan Ebu Hureyre'nin lâkabı Hz. Ali ve Hz. Âişe gibi bilgin sahabîler nezdinde "kezzabadır. Hz. Ömer, bu Ebu Hureyre'nin konuşma­sını yasaklamıştır. (Ebu Hureyre'nin bu yanına bir ör­nek için bk. İbn Hemmâm; el-Musannef, 4/179-180)

Hz. Ali, kendisine karşı gelen sahabî kadrosuna "el-fie tü 'l-b âğiy e: eşkıya güruhu" demiştir. Sahabî diye yüceltilen Ebu Süfyan oğlu Muaviye'nin Hz. Ali katındaki lâkabı "İbnu Âkileti'l-Ekbâd: ciğer yi­yen kadının oğlu"dur. Bilindiği gibi, Muaviye'nin anası Hind, Uhud Harbi sırasında Pey­gamber amcası cengâver sahabî Hamza (ölm. 3/634)nın ciğerlerini söktürüp çiğnemiş, Müslüman şehitlerin gözlerini oyup putperest dostlarına gerdanlık yapıp Mek­ke'ye hediye götürmüştür.

Sadece "sahabî" olarak gösterilmekle kalmayan, "Arapların en dahisi" diye de yüceltilen Ebu Süfyan oğlu Muaviye, Hz. Ali 'nin Mısır valisi ve sahabî Kay s b. Sa'd b. Ubâde (ölm. 59/678)ye şöyle yazıyordu: "Sen,

Yahudi oğlu Yahudisin. İki tarafın (Ali tara­fıyla kendisinin tarafı) sence sevimli olanı kazanırsa seni azledip yerine bir başkasını ge­tirecektir. Sevmediğin taraf kazanırsa seni öl­dürüp ortadan kaldıracaktır..."

Sahabî Kays 'ın, yine bir "sahabî" sayılan Muaviye'ye cevabı şu oldu: "Sen, putperest oğlu putperest­sin. İslam'a istemeyerek girmiş göründün, on­dan isteyerek çıktın. İmanında hiçbir öncelik yoktur, münafıklığın ise yeni değildir. Allah'a hamd olsun ki biz o senin çıktığın dinin yar­dımcıları, içinde bulunduğun putperest dinin düşmanlarıyız." (Câhız; el-Beyân vet-Tebyîn, 2/87)

Ebu Hamza el-Hâricî (ölm. 130/747) Mekke 'de yaptığı bir konuşmada "sahabî" diye anılan Muaviye'yi şöyle anlatıyor: "Allah ve Resul'ün lanetlediği bir adamdır. Allah'ın kullarını köle, Müslümanla­rın mallarını saltanat aracı, Allah'ın dinini pusu kurma yeri olarak kullandı..." (bk. Câhız, aynı eser, 2/123)

Îşin Kur'an, akıl ve tarih önünde doğrusu şudur: Sa­habî lakabı verilen zâtların birçoğu yalan da söylemiş­lerdir, günah da işlemişlerdir. Bu günahlar içinde şarap içmek, zina, cinayet, hatta irtidat vardır. Kur'an'ın "dini yalan sayma" alâmeti olarak gördüğü kamu mallarına el koyup yemek ise çok bol miktarda vardır.

Sahabîler"in fikir yürüttükleri bir konuda bizim fikir yürütmeye kalkmamızın doğru olmayacağını söylemek vahyin ruhuna açıkça terstir; insanın insanı rableştirmesidir. Allah'a ait bir niteliği insana vermektir. İmamı Şafiî (ölm. 204/820) gibi bazı bilginler onların sözlerinin nihayet bir içtihat olduğunu, o sözlere ters içti­hatların yapılabileceğini söylemişlerdir ki, işin tevhit ilkelerine uyanı budur. (bk. Hallâf, 282)

Bu son bilgilerin ışığında şu iki kabule de değinmek gerekir:

a)     "Ashabım yıldızlar gibidir, hangisine uyarsanız uyun doğruyu bulursunuz." mealinde hadis diye rivayet edilen söz: Bu sözün aslı yoktur. Cena­bı Peygamber'in böyle bir söz söylemesi mümkün değil­dir, çünkü bu söz tevhide aykırıdır. (Bu sözün sahih ol­madığını gösteren deliller için bk. Beyhakî; Medhal, 163; Elbânî; ez-Zaîfa, 1/144-149)

Sahabî rableştiren bu uydurmaya karşı, Ehlibeyt'i rableştiren şu uydurma sahnelenmiştir: "Ehlibeytim yıldızlar gibidir, hangisine uyarsanız doğruyu bulursunuz." (bk. Elbânî; ez-Zaîfa, 1/152, 173, 631)

b)    Efdaliyet anlayışı: Eski Yunan panteonunun ilahlaştırılmış ruhlarına döndürülen sahabîler, daha sonra bir büyük yarışın da konusu yapılmışlardır. Bu yarış, tevhit ruhuna tartışmasız biçimde aykırı olan "efdaliyet" anlayışıdır.

Efdaliyet, benimsediği bazı ölçülere göre, bir kısım kişilerin ötekilerden apirori (akıl yürütme ve delil ge­tirme gerekmeksizin) üstün olduklarını ve bu üstünlü­ğün bir hiyerarşi arz ettiğini benimseyen anlayıştır.

Sahabîler içinde efdaliyet, ne ilginçtir ki, yapılan siyasal-yönetsel seçimlerle belirlenmiştir. Yani dünyevîbeşerî bir ölçü, uhrevî-ruhsal bir üstünlük için esas alınmıştır ki, bu da Kur'an dışı bir yaklaşımdır.

Sahabî kutsallaştıran anlayışa göre, efdali­yet hiyerarşisi şöyle işlemektedir: Peygamber'den sonra en büyük insan ilk halife Ebu

Bekir, İkincisi halife Ömer, üçüncüsü halife Osman, dördüncüsü Hz. Ali'dir. Bu mantığa göre, beşinci "büyük insan" -hâşâEbu Süfyan oğlu Muaviye, altıncı büyük insan ise ebedî mel'un Yezid olacaktır. Ve bu, halife denen ki­şilerin seçim sırasınca yürüyüp gidecektir...

Ebu Bekir'le Ömer'in en hayırlı insan olduklarına ilişkin bir de hadis uydurulmuştur: "Ebu Bekir ve Ömer ilk Müslüman nesillerin en hayırlıları­dır." (bk. Elbânî; ez-Zaîfa, 4/227, 5/121-123)

Efdaliyet yarışı kuşaklar arası yarış halinde de sah­nelenmiş, böylece kişilere ilişkin efdaliyet takviye edilmiştir. Bir uydurmaya göre, "insanların en ha­yırlı nesli, Hz. Muhammenin devrinde yaşa­yan nesildir." (Bu sözün güvenilmezliği konusunda bk. Elbânî; ez-Zaîfa, 4/20-21)

Efdaliyet anlayışı, İslamdışıdır. Allah, ne­biler arasında bile efdaliyet yarışı açılmasını y asaklamıştır, (bk. Bakara, 285) Hz. Peygamber'in en çok kızdığı şeylerden biri de peygamberler arasında büyüklük yarışı açılması idi. Bir örnek verelim: Bir Yahudi ile bir Müslüman Hz. Mûsa ile Hz. Muhammed'in hangisinin daha üstün olduğu tartışma­sına girerler, bu arada Müslüman öfkelenerek Yahudiyi tokatlar. Yahudi bunun üzerine doğruca Hz. Peygamber'e gelerek kendisini tokatlayan adamı şikâyet eder. Şikâ­yeti dinleyen Resul şöyle buyurur: "Beni Musa'dan daha üstün tutmayın!" (Buharî, husûmât 1; Müslim, fadâil 160)

* Sahabîlerin Sözlerine Uygun Ayet İndiğini Söylemek:

Bu tevhit dışı uydurma daha çok ikinci halife Ömer için gündeme getirilir. Buna göre, bazı ayetler, bazı sa­habîlerin daha önceden söyledikleri sözleri doğrulamak üzere ve hatta aynen onların sözlerindeki ifade şekliyle indirilmiştir. Bunu kabul ettirmek için akıl almaz söz­ler ve anekdotlar uydurulmuştur. (Bu konuda bazı riva­yetler için bk. Süyûtî; el-Itkan, 1/99-101)

Allah, vahyin mahbatı (iniş yeri) ve mübelliği (tebliğcisi) olan Peygamberinin sözüne ve isteğine uygun ayet indirmeyi bile ulûhiyet şanına aykırı bulurken, Peygamber'in ümmeti içinden birilerinin istek ve dü­şüncelerine uygun ayet nasıl indirir? Hem de o kişilerin sözlerinin çoğunlukla aynısını...

Büyüklük ölçüsü gibi gösterilen bu noktanın, esasın­da bir günah konusu olduğunu gösteren bir Kütüb-i Sitte hadisi vardır. Şöyle deniyor: "İnsanların en büyük günah işleyenlerinden biri de haram ilan edilmemiş bir konuda soru soran ve o so­rusuyla bir şeyin haramlasın asın a yol açan ki­şidir." (Ebu Davûd, sünen 6; Şâtıbî; Muvafakat. 1/49)

Bu hadis esas alınırsa, örtünmeden içki içmeye ka­dar birçok konuda sorular sorup haramlar doğmasına yol açan sahabîler (örneğin, Hz. Ömer) büyük günah iş­lemiş sayılacaklardır! Bu olabilir mi?

Rivayetler çelişkisine ilginç bir örnektir bu...

* Ashabın İhtilaflarının Rahmet

Olduğunu Söylemek:

Tarih önünde ağır didişme ve çekişmelere, oluk gibi kan akmasına sebep olmuş insanların bu kavga ve ça­tışmalarını görmezlikten gelmek mümkün değildir. Bu mümkün olmadığına göre, bu insanların tüm bu yaptık­larına rağmen kutsal ilan edilmeleri nasıl sağlanacak, nasıl kalıcı ve inandırıcı kılınacaktır?

Tezin tutturulması için bir de hadis uydurulmuştur: "Ümmetimin ihtilafı rahmettir." (bk. Elbânî; ezZaîfa, 1/141) İbn Hazm (ölm. 450/1058) bu söz için şöyle diyor: "Bu söz, olabilecek en yıkıcı sözlerden bi­ridir. Eğer ihtilaf rahmetse ittifak gazap olur. Bir Müslüman bunu nasıl söyler!?" (Îbn Hazm; elÎhkâm, 5/64)

Gerçekten de böyle bir söz Kur'an'ın tüm verilerine aykırı, insan ihtiyaç ve beklentilerine tamamen zıttır. (Aynı kanıyı ifadeye koyan Elbânî'nin görüşleri ve ka­nıtları için bk. Elbânî; Sıfatu Salâti'n-Nebî, 37-38)

Geleneksel kabulün bu tezini vahyin verileriyle açık­lamak ve aklamak mümkün değildir. Bunu mümkün kılmak için aforoz ve baskı yoluna gidilmiştir. Denmiş­tir ki, bunun böyle olduğunu kabul etmeyen derece derece ya fasık yahut da kâfir ilan edilir.

Kitleler şu iki yoldan birini seçmek zorunda bırakılmıştır: Ya söylenenleri olduğu gibi ka­bul edip Kur'an ve akıl süzgecinden geçirme­mek, yahut da buna yeltenerek fasık veya kâfir damgasını yemek...

İhtilaf, Kur'an'a göre, vahyin insana rahmet ve mutluluk getirmesini önleyen temel olumsuzluktur. Ve bu olumsuzluğun esas taşıyıcıları da dini temsil eden­lerdir. Özellikle din uleması... (bk. Bakara, 213; Ali im­ran, 19; Câsiye, 17. Ayrıntılar için bk. KTK, İhtilaf mad.) Kur'an şu emri veriyor: "Kendilerine tanrısal beyyineler geldikten sonra fırkalara bölünüp ihtilafa düşenler gibi olmayın! Böyle olanlar için çok büyük bir azap vardır." (Âli İmran, 105)

Bakara Suresi 213, Âli imran, 19 ve Câsiye 17. ayetler ihtilafın esas taşıyıcısı olan din temsilcilerinin ihtilaf­larını bağy denen illete bağlıyor. Yani ihtilaf bir bağy olayıdır. Bağy; zulüm, yalan, hak tanımazlık, fuhuş, haset, haddi aşmak... gibi anlamlar taşıyor. (Bağy konu­sunda ayrıntılar için bk. KTK, Bağy mad.)

Sahabîlerle ilgili Kur'an dışı anlayışlar bahsini ka­patmadan önce, bu konuda çalışma yapanlardan biri olan Prof. Dr. Ahmet Yüksel Özemr e'nin tespitle­rinden bazı paragrafları vermek istiyoruz:

"Önceleri ashab deyimi "Hz. Peygamber'in arkadaşları" anlamında, yani oldukça uzun bir süre onunla birlikte olmuş ve seferlerinde ona refaket etmiş olan kimseler için kullanılmak­taydı."

"Daha sonra Ehlisünnet fıkıhçıları Cenabı Peygamber hayatta iken onu, kendisi de mümin olarak görmüş ve mümin olarak ölmüş olan herkesi ashaptan saymışlar ve bir kimsenin ashaptan sayılması için bundan başka şart aramamışlardır."

"Ehlisünnet imamları ashap hakkında: 1)

Aralarında kerem ve adalet bakımından hiçbir fark olmadığı, hepsinin adil, hepsinin ashabı kiram olduğu, 2) Ashabın en ulularının Ebu Bekir, Ömer, Osman ve Ali olduğu, 3) îslam âlemini ne kadar karıştırmış olursa olsun, as­hap arasındaki ihtilafların Müslümanları ilgi­lendirmeyeceği, onların ihtilaflarının rahmet olduğu, 4) Ashap ve tâbiûn görüşlerinin tartış­masız kanıt olduğu hususlarında ittifak etmek­tedirler."

"Daha sonra gelen Ehlisünnet fıkıhçılarının önemli bir bölümü de ashabın hepsini yüce, kâmil, salih, adil, hatadan arınmış ve cennet­lik bilmenin, hiçbirini diğerinden daha az sev­memenin bütün Müslümanlara vacip olduğunu beyan etmişlerdir. Onlara göre, ashabın arala­rındaki ihtilaflar ve bu ihtilaflar yüzünden dö­külen kanlar bütün Müslümanlar için yalnızca rahmettir. Bu ihtilaflar yüzünden onların biri­ni ya da bir bölümünü tenkide kalkışacak olan­ların tenkitleri Kur'an'a ve sünnete uygun olsa bile büyük günaha girerler; ehli bid'at ve sapık olurlar. Eğer tenkitleri Kur'an ve sünnete uy­gun değilse o zaman kâfir olurlar..."

"Ehlisünnet fakıhlarının ileri sürdükleri gibi, Hz. Peygamber'i bir kere gören herkes hemen ashap derecesine yükselip kâmil ve cen­netlik olsaydı, bu dereceye yükselmiş olması gereken sahabî Ubeydullah b. Cahş ile Sa'lebe b. Ebu Hatıb'ın dinden çıkmamaları ve cennete girmeleri gerekirdi. Oysa bu kişiler sahabî un­vanını aldıktan sonra dinden çıkmış ve cenne­te değil cehenneme layık olduklarını göster­mişlerdir..."

"Bir başka mesnetsiz iddia da ashabın sayı­sının tamı tamına, gelip geçmiş peygamberleriıı sayısı kabul edilen 124. OOO'e eşit olduğu ve her bir sahabînin de bundan dolayı bir peygam­bere benzediği görüşüdür. Bu, ikisinin de doğ­ruluğu bilinmeyen iki sayıya dayanılarak hü­küm çıkarmak suretiyle sergilenmiş tam bir hurufîliktir..."

"Hz. Muhammed: "Ben ancak bir insanım. Dininize ait bir şey emredersem o emri yerine getirin. Fakat kendi görüşümden bir emir ve­rirsem bilin ki ben sadece bir insanım." diye­rek kendisinin de yanlış yapabileceğini açıkça ve tevazu ile ilan etmiştir. Buna karşılık bazı kimseler ashaptan asla hata çıkmayacağı yo­lunda ileri sürdükleri iddia ile ashap hakkında gerçek dışı, mübalağalı bir övgüde bulunmuş­lardır. Bu yaptıklarıyla ashabın mertebesini Hz. Peygamber'in mertebesinden üstün gösterdiklerininin ne yazık ki idraki içinde değill e r d i r."

"Ashapla ilgili olarak yaygınlaştırılan id­diaların en vahimi, onların ihtilaflarının, sa­vaşlarının, döktükleri kanların ümmet için sadece rahmet olduğu, bu ihtilafları tenkidin Kur'an ve sünnete uygun olsa bile insanı fâsık yapacağı yolundaki iddiadır. Kur'an'a uygun bir tenkidi fâsıklık sayan bu iddianın bizzat kendisi vahim bir sapıklıktır. Kur'an'a uygun olarak yapılan bir tenkit dalâlet olarak göste­rilmektedir. Peki bu, en yüksek hüccet olan Kur'an'ın vaat ve emirlerinin inkârı değil mi­dir? İnsanlar kesin kanıt olarak Kur'an'ı ve ona ters düşmeyen hadisleri mi almalı, yoksa hayallerinde imal ettikleri gerçek dışı bir as­hap imajını putlaştıran temyiz, vicdan ve iz'an yoksunu akıl fukaralarının İslam dışı inanç­larını mı?"

"Peygamberimizin gerçek ashabı kimlerdir? Yalnızca Hudeybiye Antlaşmasından önce Müslüman olmuş ve Peygamberimizin "asha­bım" sözüne layık hale gelmiş zevat ashap tanı­mı içine girmektedir... Gerçek ashap ne Peygamber'i görür görmez kemale ermişler ne de hemen cennetlik olmuşlardır. Onların ke­mali Cenabı Peygamber ile çektikleri çileler, yaptıkları cihatlar ve Hz. Peygamber'in kendi­lerini ilim yoluyla yetiştirmesi sonucu ve on­lardan razı olmasının ardından oluşmuştur. Onların cennetle müjdelenmesi Hz. Peygam­ber'i bir kerecik görmüş olmaları sayesinde değildir..." (Özemre; islam'da Aklın Önemi ve Sınırı, 79-86)

Özemre devam ediyor:

"Hayalî ashabın birbirleriy le ihtilafları, sa­vaşları ve akıtılan Müslüman kanlarının yal­nızca rahmet olduğu palavrasının akla, temki­ne, vicdana, adalete, Kur'an'a sığar yanı yok­tur. Bu iddia tıpkı eski Yunan mitolojisinde sözü edilen tanrıların fanilerle hiç ilgisi ol­madığı hurafesini hatırlatıyor. Bu durumda da insan, bu iki bâtıl inanç arasında bir paralel­lik, hatta bir benzerlik bulunduğunun farkına varıyor. Hele bütün bu saçmalıklardan sonra: 'Ashap arasındaki anlaşmazlıkları, savaşları ve dökülmüş bulunan kanları kim tenkit ederse bu tenkidi Kur'an'a ve sünnete uygun olsa bile kendisinin bid'at ehli ve sapık olacağı' yolun­daki hezeyan tam bir idraksizlik rezaleti ve bi­zatihi vahim bir sapıklıktır." (Özemre, 97-98)

SALÂT VE SELÂM

Kur'an, Hz. Peygamber'e salât ve selâm edilmesini emretmektedir. Bunun iki anlamı vardır: Hz. Peygam­ber'e tebliğ hizmetlerinde ve dinin yayılmasında destek vermek. Zaten, salâtın kelime anlamlarından biri budur. İkincisi, ona saygı ve sevgimizi, minnetlerimizi ifade etmek. Bu da bir insanlık borcudur. Ayet şöyle di­yor: "Şu bir gerçek ki Allah ve melekler o Pey­gamber'e destek verirler/onun şanını yüceltir­ler. Ey inananlar! Siz de ona destek olun/onun şanını yüceltin ve ona, içtenlikle selam verin!" (Ahzâb, 56)

Salât ve selâmı bunun dışına çıkarıp bir tür ibadete dönüştürdüğümüzde Cin Suresi 18. ayete ters düşer, Al­lah'a ortak koşmuş oluruz. Ne yazık ki bugün salât ve se­lâm anlayışının geldiği nokta bu son noktadır. Salât ve selâm Allah'a ibadet bölüştürülüyor ve Peygamberimiz bir tür mâbûd haline getiriliyor. Öyle ki salât ve selâm olmasa Allah'a ibadetler geçersiz olacak havası yaratılı­yor. Hatta bu mealde hadisler uydurulmuştur. Eğer bun­lar doğru ise o zaman Cin Suresi 18 ve benzeri ayetler ne olacaktır?

Önce şunun altını çizelim: Sahabîlerin hayatlarında bugün bizim anladığımız şekliyle bir salât ve selâm an­layışı asla yoktur. Peygamber'e hitap edenin her hitap cümlesinde salât ve selâm getirmesi, Peygamber'in adı­nın arkasına rumuzlarla salât ve selâm ifadeleri kon­ması vs. sonraki devirlerin örfleştirdiği şeylerdir. Saha­bîler, Hz. Peygamber'e ya doğrudan doğruya "Ey Mu­hammedi", yahut da "Ey Allah'ın Resulü!" diye hi­tap ediyorlardı. Bir sohbette defalarca salât ve selâm geti­rerek salât ve selâmın bütün güzelliğini, ciddiyetini yok eden anlayışlar sonraki zamanların sakatlıklarmdandır.

Bugünkü şekliyle bir salât ve selâma Hz. Peygamber izin vermezdi. O, ikide-birde kendisinin öne çıkarılma­sını, yüceliğin simgesi gibi gösterilmesini, beşer üstü bir konuma oturtulmasını asla istemiyordu. Bunu anımsata­cak şeylere şiddetle karşı çıkıyordu. Çünkü bunlara izin verdiğinde arkasından nelerin geleceğini, sonraki za­manlarda bunun nelere gerekçe yapılacağını çok iyi bi­liyordu. Bunun içindir ki o kapıyı ısrarla kapalı tutmuş, açmaya yönelik eğilimleri fiil ve sözleriyle kırmıştır. Onlarca örnek gösterilebilir. Îşte bir tanesi:

Sahabeden Abdullah eş-Şıhhîr bir gün Hz. Resul'e şöyle dedi: "Ey Allah'ın elçisi, sen bizim efendimizsin, sen bizim onurumuz, velinimetimizsin; sen bizim babamız, en üstünümüzsün..." Hz. Peygamber bu sözlerden rahatsız oldu ve şu cevabı verdi: "Nasıl sözler bunlar! Dininize, imanınıza ya­kışır biçimde konuşun! Sizin efendiniz Al­lah'tır, Allah!... Dikkat edin de şeytan sizi duygularınıza yenik düşürmesin." (bk. Îbn Sa'd; et-Tabakât, 1/311; Îbnü'l-Esîr; Üsdü'l-Ğâbe, 3/275)

Böyle bir Peygamber, ibadetlerde Allah'ın ortağı ko­numuna getirilmesine yol açacak tavırlara seyirci ka­lamaz.

Kısacası, salât ve selâm bir saygı ifadesidir; ibadet olarak düşünülemez. Allah'a saygı ve ibadetle aynı kefeye konamaz. Ne yazık ki kon­muştur. Temel ibadet olan namazda bile "yarısı Al­lah'ın, yarısı Peygamber'in" mantığı geçerlidir; ilmi­haller buna göre oluşturulmuştur. Allah'ın mâbûdluğunun işlemesi için Peygamberimize salât ve selâm âdeta şart haline getirilmiştir. Salât-ı Tefrîciye, Salâten Tüncîna vs. adlarıyla Allah-kul arası "iş bitirici" metinler oluşturulmuştur. Tamamı din dışıdır.

Salâtü selâmla ilgili olarak ortalıkta dolaştırılan ha­dislerin tümü uydurmadır. Hz. Peygamber'in kendisiyle ilgili tartışmasız tavırları ve sözleri, Kur'an'ın peygam­berlere ve Hz. Peygamber'e bakışı dikkate alındığında, bu sözlerin Peygamber'in sözü olması aklen ve naklen mümkün görülemez. Çünkü bu sözlerin tümü, Hz. Peygamber'i Allah ile bir tür ortak konumuna getirmektedir. Böyle bir şey, "Peygamber'e saygı" bahanesiyle dinleştirilemez.

Hadis diye ortaya sürülen şu söze bakın: "Hangi iş ki Allah'a hamd ve bana salât ve selâm ile baş­lamaz hayırsızlıkla bitmeye, yarım kalmaya mahkûmdur, bereketten kesiktir." (bk. Elbânî; ezZaîfa, 2/303) Böyle bir sözün, "Allah ve sen istersen olur" diyen sahabîsini azarlayıp "Böyle söylemeni engelliyorum, sen beni Allah'a ortak mı edi­yorsun? Sadece, 'Allah dilerse' deyiver." diyen bir peygamberin ağzından çıkması kabul edilemez. Bu iki sözden biri uydurmadır. Hadis kritiği ve Kur'an'ın verileri, bunların salât ve selâmla ilgili olanının uydurmalığına hükmetmemizi gerektirmektedir.

Günümüzde salât ve selâm riyakârlık ve şov aracı yapılmaktadır. Bu riyakarlığa katılma­yanlar, "Peygamber'e karşı lakayt" vs. gibi it­hamlarla eleştirilerek halkın duyguları sömü­rülmekte, bid'atçılık üzerinden siyasal çıkar sağlanmaktadır. Bid'atlar konusunun en ünlü isimlerinden sayılan Türkmanî'ye göre, olurolmaz yerlerde, sokakta, pazarda, alışverişte hele hele kafiyeler düşürerek salât ve selâm ge­tirmek bid'attır. Bunlar sevap değil, fitnedir, (bk. Türkmanî, 1/232)

Elbânî, salât ve selâm ile ilgili hadis patentli uy­durmaları tek tek göstermiştir, (bk. Elbânî; ez-Zaîfa, 1/366-372; 381, 382; 4/296; 5/279-281

Salât ve selâm ile ilgili uydurmalar içinde şu sözü bile görebiliyoruz "Bana salât ve selâm etmeyenin abdesti geçersizdir." (Elbânî'nin sadece uydurma demekle yetinmeyip "münker" dediği bu söz için bk. El­bânî; Zaîfa, 5/186) Îki uydurma daha:

"Bana salât ve selâmı çok yapın! Çünkü bana salât ve selâmınız sizin günahlarınızın affı demektir. Yüksek dereceye çıkmak için vesîle arayın! Benim yeşile olmamsa rabbiniz ka­tında sizin için şefaattir." Ve: "Mehtaplı, parlak gecelerde ve bulutsuz günlerde bana salât ve se­lâm edin; sizin salât ve selâmınız o günlerde bana daha iyi yükselir." (bk. Elbânî; Zaîfa, 5/186, 279)

Peygamberimize saygı ve sevgimizi ifade etmek için zaman zaman salât ve selâm getiririz. Ama bunu asla ibadet yapamayız, ibadetlerin içine koyup Allah'a kullu­ğun bir parçası haline getiremeyiz. Getirirsek, Cin Sure­si 18. ayetle çelişiriz.

SELAMLAŞMA

Selâm, barış ve esenlik demektir ve İslam kelime­sinin köklerinden biridir. Selâmlaşmak da insanların birbirlerine barış ve esenlik dilemelerini amaçlayan bir insanlık geleneğidir. Kur'an, bu insanlık geleneğinden söz eder ve bunu buyruklaştırırken "tahiyye" sözcüğünü kullanmaktadır. Tahiyye, sağlık ve esenlik dilemek demektir. Kur'an şöyle diyor: "Bir esenlik ve sağlık dileğiyle selâmlan dığınızda onun daha güze­liyle karşılık verin!" (Nisa, 86)

İşin esası budur. Kullanılan sözcükler ve takınılan tavır, yereldir, örfîdir, kişiye ve zamana göre değişken­dir. Kur'an bunlarla uğraşmaz. Önemli olan, insanların birbirlerine sağlık ve esenlik dilemeleri, sıcak bir yak­laşımla ilgi göstermeleridir. Bunu her toplum kendi ge­lenekleri, kültürü çerçevesinde yapar. Bunun dili, kalıbı, değişmez ifadeleri olmaz.

Kur'an dininin adı ve Allah'ın adlarından biri Se­lâm olduğu için, Müslümanlar selamlaşmalarında bu sözcüğü kullanmayı tercih ederler. Bu tercihte de önemli olan sadece "selâm" sözcüğüdür. Bunun Arapça bir cümle ile (selâmün aleyküm şeklinde) ifade edilmesi şart değildir. Aynı anlamda başka bir sözcük de kullanı­labilir.

*   Gayrimüslimlere selâm verilmeyeceğini iddia etmek:

İslam evrensel barış ve esenliğin dinidir, tanrısal rahmettir; bir ideoloji değildir. Böyle bir din, hem de se­lamlaşma gibi bir insanlık geleneğinde "Müslüman" pa­tenti taşımayanları dışlamaz.. Kur'an, "Size selâm verene sen mümin değilsin demeyin!" buyuruyor, (bk. Nisa, 94)

*   Selâmın Arapça olması gerektiğini iddia etmek:

Kur'an selamlaşma eylemi için "tahiyye" (sağlık ve esenlik dilemek) diyor. Bu tahiyyede selâm ke­limesinin kullanılıp kullanılmaması tercih konusudur; zorunluluk değil. Ne yazık ki İslam'ı Araplaştıranlar selamlaşmanın da Arapça olmasını savunmaktadırlar. Temelden yanlıştır.

*   Müslüman olmayanlarla komşuluk edilmeyeceğini öne sürmek:

Selamlaşma olmayınca komşuluk hiç olmaz. Bazan selamlaşma olur da komşuluk yine de olmaz. Ama selamlaşma olmadan komşuluğun olması mümkün de­ğildir.

Kur'an, komşuluk konusuna dinler-inançlar üstü ve ötesi bir insanlık meselesi, bir olmazsa olmaz değer gözüyle bakmıştır. Bu bakışın iki görünümü vardır:

a) Ehlikitap kitlelerle komşuluğun özendi­rilmesi: Onların yemekleri yenir (bk. Mâide, 5), kızla­rıyla evlenilir. Erkekleriyle evlenmeye ise yasak kon­mamış; iş, zaman ve zeminin şartlarına bırakılmıştır.

b) Müşriklerin komşuluk isteklerine imkân verilmesi: Bu husus, gelenekçi bağnaz yorumculuğun üstünü örttüğü bir Kur'an gerçeği olarak, müşriklerin durumlarını en geniş biçimde ele alan Tevbe Suresi 6. ayette ilkeye bağlanmıştır. Şöyle deniyor: "Eğer müş­riklerden biri senden güvence dilerse/senin yanına gelip sana komşu olmak isterse ona gü­vence verip yakınlaşma isteğini kabul et ki Al­lah'ın kelâmını dinleyebilsin!...11 (Tevbe, 6)

Komşuluk, dinler ve inançlar ötesi ve üstü bir insan­lık değeridir. Kur'an bunun, müşrikler için bile korun­masını hükme bağlayarak suyu ta baştan kesmiştir. Kur'an'da sünnet kelimesi tekil ve çoğul olarak 16 yerde geçer. Bunların 10 tanesi "Allah'ın sünneti" yani tavrı-tarzı anlamındadır ki tabiat kanunlarını ifade eder. Kullanımların hiçbirinde "peygamberin sün­neti" şeklinde bir kullanım yoktur.

Dil ve tarih açısından baktığımızda, yol, tarz-tavır, gelenek, yöntem, yaşayış biçimi gibi anlamları olan sünnet kelimesi İslam literatüründe bu anlamların tü­münde kullanılmıştır. Devirlerin sünnetleri, kentlerin sünnetleri, kişilerin sünnetleri deyimleri sık sık geçer.

Sünnet sözcüğü ayrıca, sahabe ve tâbiûn kuşaklarının söz ve kabullerini ifade için de kullanılır. Tıpkı, sünne­tin bir parçası olan hadis sözcüğünün kullanıldığı gibi...

İslam literatüründeki özel ve terminolojik anlamıyla sünnet İslam Peygamberi'nin davranış biçimlerini, söz­lerini ve kabullerini birlikte ifade eden bir çerçeve kav­ramdır. Ancak burada şu noktayı unutmamak borcundayız: Hz. Peygamber'in sünneti dediğimizde de iki ayrı anlam söz konusu olmaktadır:

1. Hz. Peygamber'in, Allah Elçisi sıfatıyla, aldığı vahiylerin uygulamasından doğan dav­ranışlar ve sözler bütünü anlamında sünnet, 2. Hz. Peygamber'in, yaşadığı toplumun ve zamanın geleneklerini diğer insanlar gibi ya­şamasından doğan sünnet.

İslam din bilginleri bunların birincisine "sünnet-i ibadet" veya "sünnet-i hüda", ikincisine "sünnet-i âdet" veya "sünnet-i zevâid" demişlerdir. Bu ayrımın amacı, Hz. Peygamber'in bir nebi sıfatıyla bizi bağlayan sünnetleriyle, bir beşer sıfatıyla uyguladığı ve din ola­rak bir bağlayıcılığı olmayan sünnetlerin farkını gös­termektir. Birinci anlamıyla sünnet dinin uygulanışı, ikinci anlamıyla ise bir toplumun gelenek ve törelerinin yaşanmasıdır.

Sünnet konusunun en yıkıcı ayak kayması işte bu ayrımın dikkate alınmamasından doğmaktadır. Kim nerede bir sünnet kelimesi görse şu iki hatayı birden iş­lemekten hemen hemen kurtulamıyor:

* Sünnet kelimesinin hiç tartışmasız, Peygamberimizin sünnetini ifade ettiğini sanmak:

Oysaki sünnet kelimesi bazan sahabî ve tâbiûn (sahabîleri izleyen kuşak) görüş ve davranışlarını, bazan bir çevrenin gelenek ve kabullerini, bazan bir kent veya bölgenin örflerini, bazan da Müslümanların ortak örflerini ifade için kullanılır, (bk. Şâtıbî; Muvafakat, 4/3 vd.) Bir örnek olarak halife Ömer'in şu sözünü vere­lim. Bir mesele ile ilgili davranışını izah ederken diyor ki: "Allah'a yemin olsun, eğer bu işi öyle yap­saydım o yaptığım sünnet haline gelirdi." (bk. Şâtıbî, aynı eser, 3/327. Halife Osman'a izafe edilen ben­zeri bir söz ve anekdot için bk. Aynı kaynak, 3/329 ve 4/74, 80) Özellikle fıkıhta sünnet bu son anlamdadır.

* Peygamberimizin sünneti olduğunu belirlediğimiz bir kayıt veya rivayetin, sünnet-i ibadet olduğunu peşinen kabul etmek:

Sünnet kelimesinin geçtiği yerde önce bunun Pey­gamber sünnetini ifade edip etmediğini, ikinci olarak da Peygamberimizin hangi tip sünneti bünyesinde yer aldı­ğını iyi belirlememiz gerekiyor. Çünkü Peygamberimize ait olmayan sünnetlerle, ona ait olan ama sünnet-i ib adet bünye sinde yer almayan sünnetler bizi din adına ilgilendirmiyor. Bu tür sünnetlere uymak bir zevk ve renk meselesidir, isteyen benimser, istemeyen benimse­mez.

Bu ayrımın yapılmaması ve sünnetin her geçtiği yerde Peygamberi ve sünnet-i ibadeti görme tutkusu, Müslümanlara çok pahalıya mâl olmuştur. Çünkü örf anlamındaki sünnetler-ki bunların çoğu Arap örfüdürdin ilan edile edile âdetler dinleşmiş, bunun sonucunda din âdet durumuna düşürülmüştür. Kur'an'ın örfperestliği, ataların kabullerini din yapmayı putperestliğin bir uzantısı görmesi sebepsiz değildir.

Şu bir gerçek ki, bir toplum veya ümmet bün­yesinde dinleştirilen her âdet, karşılığında, âdetleşen bir din buyruğunu rehin alır. Bu bo­zuk gidiş uzun bir süre devam ederse dinle âdet birbirine girer ve gerçek dinin ne olduğunu an­lamak için müceddit ruhlara ihtiyaç kaçınıl­maz olur. Sıradan âlim veya fakıh böyle bir devrede din anlatma şansını yitirir, örflerin nakledicisi bir rivayet hamalına döner.

*    Her sünnet sözünün arkasında Peygamberimizin olduğunu sanmak:

Bunun açıklamasını yukarıda yaptık.

*    Sünneti dinin yarısı gibi görerek Kur'an'a ortak konumuna getirmek:

Peygamberler Allah'ın elçileridir, ortakları değil. Bunun zorunlu sonucu, peygamberlerin söz ve davranış­larının dinde bir ortak irade haline getirilmemesi gerek­tiğidir. Tarih bize göstermektedir ki, bu kapı aralanıp ilahî irade herhangi bir ortakla paylaştırıldı mı iş, pey­gamberlerle bitmiyor, art arda diğer ortaklar sökün edip geliyor.

İslam içinde konuşursak bunun en belirgin örneği ünlü "edille-i şer'iye: dinsel deliller" kabulüdür. Bilindiği gibi, Sünnî Îslam'ın temel ve kabullerinden biri de "edille-i şer'iyenin dört olduğu" yolundaki geleneksel kabuldür. Bunlar, Kur'an, sünnet, icma ve kıyas olarak sıralanıyor. Bazı ekoller bunlara bazı ilaveler yaparak dinsel delilleri 7'ye, 9'a, hatta 10'a 15'e çıkarmaktadır. Oysaki bunlar dinin kaynakları değil, dinin kaynağını ve dayanağını anlamada beşerî yollar­dır.

Anlaşılması istenen kaynak ve dayanak tek­tir ve o da Kur'an'dır.

Ne yazık ki konuyu bu soruyla gündeme getirdiği­nizde teorik olarak bir itiraz gelmemekte, esas kaynağın ve delilin tek olduğu söylenmekte ama yaşanan hayatta asırlardır bunun tam tersi işlemektedir.

Günümüz toplumlarının günlük hayatlarında, diğer delillerle Kur'an arasında hiçbir fark kalmamıştır, hatta Kur'an o delillerin çok gerisine atılarak diğer üç beşerî kaynak dinin ta kendisi kılınmıştır.

Îşin teorik aşamasında söylenmesi gerekeni en güzel ifade edenlerden biri de sûfî-fakıh Gazâlî'dir. Gazali (ölm. 505/1111) fıkıh metodolojisi alanında önemli eser­lerden biri olan el-Müstasfa' smda dinsel delilleri de­ğerlendirirken şu güzel tespiti yapıyor: "Bil ki, bakı­şımızı iyice derinleştirdiğimizde görürüz ki dinsel hükümlerin esas kaynağı bir tanedir: Allah'ın sözü, yani Kur'an... Resul'ün sözü ne hükümdür, ne de mülzim (bağlayıcı-yükümlülük altına sokucu); hüküm Allah'ındır. Ancak Allah'ın hükmünü ortaya çıkaran bir gösterici (muzhir) lâzımdır ki işte bu, Peygamber'in sö­züdür. Gösteren söz de yalnız bu sözdür... Mülzim sebep ise tektir ve o da Allah'ın hükmüdür. Resul, mülzim ve hakim değil, sadece Allah'tan haber getiren (muhbir anillah) aracıdır..." (Gazali; Müstasfa, 1/285-287)

Evet, hakim (hükmü veren makam) ve mülzim (sorumluluk altına sokan, bağlayıcı sözü söyleyen makam) Allah'tır. Allah'ın verdiği hükmü haber veren (muhbir) ve gösteren (muzhir) ise Hz. Peygamber'dir. Yani dini kuran ve gönderen, Allah; tebliğ edip gösteren, peygamberdir.

Gerçek, Gazâlî'nin de ifade ettiği gibi, işte budur ama Îslam tarihinde hayat ve toplumları şekillendirip yönlendiren ne yazık ki bu gerçek olmamıştır. Yönlen­diren ve şekillendiren kabuller başkadır. Bu kabuller dine bir değil, birkaç kaynak bulmuştur. Hatta fıkıh ki­taplarında açık ve tevilsiz şirk ifadesi olan şu başlıklar atılabilmiştir: "Sünnetin Kur'an'ı Neshi". Bu başlık altında işlenen en korkunç günah, hadislerin Kur'an ayetlerini hükümden düşürebileceğini göstermeye kalk­mak, buna kılıf hazırlamaktır. Bu günahın ortaya çı­kardığı anlayışa göre, ayetlerle hadisler karşı karşıya gelir, çekişme durumunda kalırlarsa, Peygamber'in ka­bulleri Allah'ın kabullerini saf dışı edebilecektir.

Peygamber'in söz ve kabullerinin Allah'ın sözüne arzı gerekmez mi? Kur'an ve akıl bunu gerektirmez mi? Ne yazık ki, geleneksel anlayışı temsil edenlerden bir­çoğu bunun aksini söyleyebilmiştir. işte ilklerinden biri olan Beyhakî (ölm. 458/1065), Delâilü'n-Nübüvve (Pey­gamberimizin peygamberliğine ilişkin kanıtlar) adlı eserinde bakın ne diyor: "Hadislerin Kur'an'a arz edilip onaylatılması yolundaki hadis bâtıldır. Böyle bir şey asla doğru olamaz. Kur'an'da, hadislerin Kur'an'a arzına delâlet eden hiçbir şey yoktur." (Beyhakî; Delâil, 1/27)

Tartışmasız kitap sadece Kur'an olmamış, düzineler­le zübür, binlerce mişna dokunulmaz ve tartışılmaz ilan edilmiştir. Hatta Kur'an tercüme ve tefsir edildiği halde, "dokunulmaz" ilan edilen bu zübür ve mişnalar yoruma bile açılmamıştır. Bunları yazanlar, örtülü bir biçimde (hâşâ) Allah'tan daha fazla otorite haline geti­rilmişlerdir. Yani Kur'an'ın ve Resul'ün din meselesin­de şikâyetçi oldukları temel dertler, dinleştirilmiştir.

Tartışılmaz ve eleştirilmez tek kişi olan Hz. Peygamber'in yanına da yüzlerce tartışılmaz kişi eklenmiş­tir. Bunlar, yerine göre mehdidir, mezhep imamıdır, ta­rikat şeyhidir, efendidir, üstaddır, ulemadır, müfta bih kavil sahibidir vs. vs.  

Ve öyle bir yere gelinmiştir ki "din" dendiğinde te­orik kaynak olarak bu "dokunulmazlardın kitapları, canlı kaynak dendiğinde de kendileri akla gelir olmuş­tur. Peygamber'in din işindeki payı bol bol salât ve se­lâm ile "sakal-ı şerîfi "nin (!) öpülmesine, Kur'an'ın yeri ve payı da cenazelerde, mezarlıklarda okunmaya indirgenmiştir.

Bir gün gelmiştir ki Hak ve hidayet kav­ramlarını artık Kur'an ifade etmez olmuştur. Çünkü "hak mezhepler" (!) ve "hak tarikatlar" (!) vardır. Bunlar dışında hak arayanlar "sün­nete ve ümmete muhalefetle" suçlanmıştır.

Hz. Muhammed tüm bunların böyle olacağını, nübüv­vetinin bir gereği olarak elbette ki sezmiş, görmüş ve ge­reken uyarıları yapmıştır. Her türlü yozlaşma belasının giriş kapısı olarak peygamberlerin şirk aracı yapılma­sını Kur'an ona göstermişti. Öncelikle bu giriş kapısını kapatmak için tedbirler aldı. Tüm hayatı, kendisinin Allah'ın elçiliğinden çıkarılıp Allah'ın ortağı konumu­na getirilmemesi için verilmiş mücadelelerle doludur. Bu titizliğinin amacına varması için, Allah'ın kitabı dışında, tartışılmaz ve şaşmaz din kaynağı ya­ratılmam asına özen gösterdi. Hadislerinin ya­zılıp toplanmaması yolunda verdiği talimat bu­nun en tipik göstergesidir. Kendisinden haber­siz yazılan hadislerinin de imhasını emretmiş­tir.

Sahabîler bunun anlamını ve esprisini iyi bildikleri içindir ki hadis rivayet etmekten çekinmişlerdir. Hz. Peygamber'le İslam'ın ilk gününden itibaren beraber olmuş en büyük sahabîlerin rivayet ettikleri hadislerin sayısı parmak sayısına yakındır. Sahabî neslinden Saîd b. Yezid diyor ki: "Sa'd b. Ebî Vakkas (ölm. 55/675) ile Medine'den Mekke'ye değin (yaklaşık bir ay) beraber oldum; gidip dönünceye kadar bir tek hadis riva­yet etmedi."

Şa'bî (ölm. 103/72Dşöyle konuşuyor: "Şu, 'Resul bu­yurdu' sözüne şaşıyorum. Ben, Ibn Ömer'le iki yıl boyun­ca beraber oldum, Hz. Peygamber'den bir tek söz naklet­tiğini görmedim." (Süyûtî; Tahzîru'l-Havâs, 153-154)

Biz inanıyoruz ki sonraki zamanlarda, sahabîlerin adları kullanılarak da hadisler uydurulmuştur. Bizim, âhad haber vs. adlarıyla andığımız rivayetlerin bir kısmı da bu şekilde çürüğe çıkar. Yani senedinde sahabî adı gördüğümüz her söz, güvenilir değildir. Sahabîlerin hiçbirinin yalan söylemediğini var saya­lım; sahabînin adını oraya koyanın yalan söy­lemediğini nereden biliyoruz! Peygamber'e yalan isnat edenler, onun sahabîsine neden isnat etmesin! Bi­zim sonuçta bir tek dayanağımız kalır: Hadis diye riva­yet edilen sözün Kur'an'dan onay alması...

Şunu unutmayacağız: Hadis diye rivayet edilen sözün bize bağlanan ucunda "Falanca bana rivayet etti ki, dedi ki.. ." türünden bir ifade var. Ondan öncesi bizim için koca bir karanlıktır. Biz, "filanca bana dedi ki..." beyanına dayanarak dünya ve âhiretimizi şekillendirenleyiz.

Hadis ulemasının "sahih" (sağlam) unvanı verdiği hadislerin tümü, ana başlığı "âhad haber" veya "haber-i vahit" olan ve Hz. Peygamber'den bir kişi tara­fından rivayet edilen sözlerdir. Haber-i vahidin en sahihi bile sadece zan (sanı) ifade eder. Bir ta­nesinin bile kesinlik niteliği yoktur. Hadis alanının otoritelerinden biri sayılan Ahmed Naim (ölm. 1934) bu noktada şunları söylüyor: "Haber-i vahit nihayet ga-

labe-i zannı müfid olup kuvvet ve sahhati de hâsıl olan zannın kuvvetine tâbidir. İlm-i zannînin derecâtı olduğu gibi, sahihin de derecât-ı mütefâvitesi olmak lâzım gelir.11 (Ahmet Naim; Buharî Tercüme ve Şerhi, 1/210)

Bu cümlelerin günümüz Türkçesiyle söylenişi şöyle: "Haber-i vahit, en fazla sanıda baskınlık ifade eder. O halde onun kuvvet ve güvenilirliği bizde doğurduğu sanının kuvvetine bağlıdır. Sanıya dayalı bilginin dereceleri olduğu gibi ona dayanılarak elde edilmiş sahih hadislerin de çeşitli dereceleri olması gerekir."

Kısacası, haber-i vahidin esası, sadece sanı ve tahmindir. Bu sanı ve tahmin bizde kuvvetli bir ihtimal duygusu yaratmışsa biz "İşte bu hadis sahihtir." diyoruz. Ve bunun diy ebildiğimiz anda da dinimizi dünyamızı o söze teslim edi­yoruz. Böyle bir tavrın, Kur'an'ın insan ve id­rak anlayışıyla barıştırılması asla mümkün olmaz.

"Sahih" unvanlı hadislerin durumu bu. Bir de "zayıf diye nitelenenlerin durumunu düşünmek gere­kir... Bütün bu serüvende bize kanıt olan tek şey vardır: Hadisin kendilerinden alındığı söylenen ve Peygambe­rimizle bizim aramızda uzayıp giden kişiler zinciri... Bu zincirin bir yerde yazılı olduğunu gördüğümüz anda ha­disle ilgili "kanıt" problemimizi çözülmüş sayıyor, bu hadis sağlam hadistir hükmünü veriyoruz. "Hadis ule­ması bu hadisin sahih olduğunda oy birliği etmiştir" vs. türünden sözlerin arka planı işte budur.

Bunları Kur'an'a onaylatmadan dinde dayanak saymaktan Allah'a sığınırız!..

Bu "senet" denen kişiler zincirinin güvenilirliğinin kanıtı nedir? Kendisi kanıta muhtaç bir şeyin kanıt ola­rak kullanılmasını nasıl kabul ederiz? O halde, bu senet meselesinde üç noktayı sorgulamamız gerekiyor: Birin­cisi, senetteki kişiler kimdir ve onlarla gerçekten görü­şülmüş müdür; ikincisi, bu kişilerin rivayet ettikleri söz, bizim önümüze konan söz müdür? Üçüncüsü, bu sözün Peygamber'e nispeti ne derece doğrudur?

Bu sorulara olumlu cevaplar bulduğumuzda yapılan iş, yerden taş toplayan kişilerin topladıkları taşların elmas olduğunu var saymaktır.

Şunu asla gözden uzak tutamayız: Birkaç kişinin yerden taş topladığını ispat etmek, toplanan taşların değerli taşlar olduğunun ispatı değil­dir. Taşların değerli olup olmadıklarının başka bir öl­çütle değerlendirilmesi gerekir. Hadis uleması, işte bu sonuncuyu hemen hemen hiç yapmamışlardır. Çünkü bunu yaptıkları takdirde denetim makamına Kur'an'ı koymaları gerekir. Böyle bir şeyse rivayetlerin büyük çoğunluğunun güven dışı kalması demektir. Çünkü Kur'an, bu hadis malzemesinin yüzde doksanı­na onay vermez. Ne ilginçtir ki, Kur'an'dan onay alabilecek olan ama dinde kural koyma­yan hikmetli söz türü rivayetler de senetleri ba­kımından kabul görmemiştir. Yani, dinde ku­ral koyan türden olanların büyük kısmı Kur'an'dan onay alamıyor, dinde kural koymadığı için Kur'an'la çelişmesi söz konusu olmayan­lar ise hadisçilerin esas aldığı senetler bakı­mından çürüğe çıkıyor. Geriye, güvenilir fazla bir şey kalmıyor.

Üzerinde olduğumuz "senet" yani hadisi rivayet eden kişiler zinciri konusunda, büyük eleştirici tbnülCevzî'nin ufuk açacak bir tespitini buraya almak istiyo­ruz. İbnül-Cevzî (597/1200), ünlü eseri Telbîsü İb­lis 'te, Îblis' in muhaddisleri nasıl aldatıp karmaşa ve yalana ittiğini anlatırken özetle şöyle diyor: "... Bu ha­dis uleması içinde Kur'an'ı ezberlememiş olan­lar, hatta namazın şartlarını bilmeyenler var­dır... Bir kısmı da dinledikleri hadis sayısını çoğaltır da çoğaltır; amacı, hadisin sağlamlığı filan değildir; hadis tahsili için ne kadar bel­deyi gezdiğini, neler çektiğini, ne kadar in­sanla görüştüğünü abartılı bir biçimde anlatıp dikkat çekmektir... Bunların içinde Bağ­dat'taki nehrin kenarında yaptığı konuşmayı bir kelime oyunuyla Şam'da bir nehrin kena­rında yapılmış gösterenlerden, torunuyla yaptı­ğı konuşmayı, aradan iki kişi atlayarak dede­siyle yapılmış veya öğrencisiyle yaptığı ko­nuşmayı kocasıyla yapılmış gösterenler var­dır  Tümünün amacı, öne geçmek, ünlenmek, itibar toplamaktır..."

"Hadis ulemasına bulaşan İblis kirletmele­rinden biri de şudur: Bunların bazıları uydur­ma (mevzu') bir hadisi, uydurma olduğunu açıklamadan rivayet eder. İşte bu, bu insanla­rın dine karşı işledikleri bir cinayettir. Bu ci­nayeti, hadislerini geçerli kılmak, "çok hadis toplamış adam" unvanı kazanmak için yapar­lar. Bunlar çoğu kez, "filancadan, falancadan dinledim" şeklinde konuşurlar ama aslında o dediklerinden bir şey dinlemiş değillerdir. Bazan da hadis aldıkları güvenilmez, yalancı ki­şilerin fark edilmesini önlemek için o insan­ların adlarını gizlemek, künyelerini, nisbelerini değiştirmek yoluna giderler. Bu yaptıkları da dine karşı işlenmiş bir cinayettir..." (İbnülCevzî; Telbîs, 133-137)

Ne yazık ki bu cinayetlerin faturasını o rivayetçiler değil, onların ardına düşürülen masum kitleler ödemiş­lerdir. Asırlar ve asırlar boyu...

Şunun altını da çizmek zorundayız: "Sahabe ve tâbiûn neslinden gelen söz, fiil ve kabullere iliş­kin rivayetlere hadis dendiği de çok olmuştur." (Ahmet Naim; Buharî Tercüme ve Şerhi, 1/7)

Yaşadığımız günlerde, bizim hadis dediklerimizin bunların hangisi olduğunu merak eden bile fazla kal­madı. Uydurmacılığın siyasal çıkara bağlı odakları, bu konuda soru sormaya kalkanları, "Peygamber Efen­dimizin sünnet-i seniyyesine karşı çıkıyor" şey­tanî ithamıyla sindirmeyi ne yazık ki büyük ölçüde ba­şarmıştır. Tıpkı kıla tapmaya karşı çıkanları "Sakal-ı şerife hürmetsizlik ediyor" diye sindirmesi gibi... Uydurmalar içinde "Peygamberimizin sidiğini iç­menin cennet kazandırdığını, Peygamberimi­zin dışkısını n "gaita-i şerife v e parfüm oldu­ğunu" söyieyenler bile vardır. Uydurmacılık irini Kur'an'ın şualarıyla kurutulmaz ve ayağını sağlam basmasına fırsat verilirse kuşku olmasın ki, sidik ve dışkının kutsanması aşamasına geçecektir. Yani bevl-i şerif ve gâita-i şerife dönemi de açılacaktır.

Hadis konusunda oynanan oyunlardan birine daha dikkat çekelim: Mütevâtır olduğunda (ve bizce bir mu­cize olduğunda) hiçbir kuşku bulunmayan şu hadise, sonradan eklenen bir tek kelime, asırlarca hüsran ya­ratmıştır. Hadisin tartışmasız metni şudur: "Kim bana yalandan bir söz isnat ederse cehennemdeki ye­rine hazırlansın!" Hadisi işe yaramaz hale getiren ekleme şudur: "kasten.." Bu ekleme hadisi şu şekle ge­tirmektedir: "Kim bana kasten bir yalan isnat ederse cehennemdeki yerine hazırlansın!" İmam Şafiî, el-Ümm'ünde bu hadisi birkaç yoldan ri­vayet eder. Hiçbirinde bu "kasten (müteammiden) söz­cüğü yoktur.

Emevî valisi Haccâc-ı Zalim tarafından Mek­ke'nin mancınıklanması sırasında katledilen sahabî Abdullah b. Zübeyr (ölm. 73/692) babasına: "Sen ne­den başkaları gibi hadis rivayet etmiyorsun?" diye sorduğunda baba Zübeyr şöyle cevap verdi: "Bana yalan isnat eden, cehennemdeki yerine hazır­lansın." hadisinin tehdidinden korkuyorum." Ve Zü­beyr şunu ekledi: "Bakıyorum, son zamanlarda bu hadise bir 'kasten' sözü eklendi. Ben bu hadisi Peygamberimizden dinlediğim hiçbir seferinde, yemin olsun, 'kasten' diye bir kelime duyma­dım." Bu Abdullah'ın Hz. Resul'den tüm rivayeti 20'yi geçmiyor. Cennetle müjdelendiği bildirilen Said b. Zeyd (ölm. 51/671)adlı sahabînin tüm rivayeti 10 sözdür, (bk. Îbn Kuteybe; Te'vilu Muhtelifi'l-Hadîs, 39; Ahmet Naim; Buharî Tercüme ve Şerhi, 1/53-55)

Ama, Hz. Peygamber'le bir yıl kadar beraberliği bu­lunan Ebu Hureyre'nin rivayet ettiği söz binlerle ifade ediliyor. Bunların doğruluğunu kabul, aklen ve naklen mümkün mü? Mümkün demek, akla da nakle de isyan etmektir.

Hadis bir kelime eklenmesiyle yapı değiştirince so­nuç şu oluyor: Kötü niyeti olmayanlar hadis uydurabilirler. Nitekim tarih boyunca böyle olmuştur. Az önce değindiğimiz o bir kelimelik eklemeye dayanıla­rak uydurmacılık şu şekilde ilkeleştirilmiştir: Özen­dirmek veya sakındırmak maksadıyla hadis uy durul ab i lir...

Hadis uydurmacılığı, minareyi çalmadan önce bol miktarda kılıf hazırlamıştır. Kılıflardan biri işte bu, "Özendirmek maksadıyla uy durulabilir" hezeya­nıdır. ikinci kılıf ise uydurmalara karşı Kur'an'ı öne çıkaracak olanları susturmaya yönelik şu uydurmadır: "Sizden birinize benden bir hadis okunduğunda, koltuğuna kurulmuş olarak şöyle diyebilecek­tir: 'Ben Kur'an'ı okurum; böyle güzel sözlere gelince onlar gibisini ben de söylerim." (bk. Elbânî; ez-Zaîfa, 3/204)

Elbân î 'nin uy durmalığını belgelediği kılıflardan bazılarını daha verelim:

"Hadis yazdığınız zaman, onu isnat zinciri ile birlikte yazın. Eğer gerçek bir hadis ise se­vabına siz de ortak olursunuz; eğer uydurma bir hadis ise günahı o senetteki kişiye olur." (bk. Elbânî; ez-Zaîfa, 2/225, 247, 249)

"Ümmet için benim bir hadisimi ezberleyene en yüce peygamberlerden yetmiş bir tanesinin alacağı ödül verilecektir." (Hadis adıyla dolaştırı­lan bu hezeyan için bk. Elbânî; ez-Zaîfa, 3/316)

Cenabı Peygamber'in, Medine'ye gelişinden ölümüne kadarki zamanda okuduğu 552 hutbe­nin hiçbirinin metni yoktur. Çünkü o hutbeler­de öğüt olarak okuduğu sözler, Kur'an ayetleri idi. Kur'an dışında tartışılmaz din kaynağı is­tememe ve bırakmama niyetinin en belirgin göstergelerinden biri de bu davranışıdır.

Allah'ın kitabı, dinin koyucusu ve sahibi olan Al­lah'ın iradesinin tüm zamanlara ve mekânlara uzanan ışığı, dayanağı ve denetçisidir. Hz. Peygamber bu ışıkkaynağı, "Allah'ın gökten yere uzanan ve yapı­şanları şaşkınlık ve sapıklığa asla düşürmeye­cek olan ipi" diye tanıtmış ve insanlığa onu emanet et­tiğini söylemiştir.

Hz. Peygamber, Allah'ın kitabı dışında her­hangi bir şeyin (buna kendi sözleri de dahil) "din" olmasını istemiyordu. Allah'ın kitabı dışın­dakilerin tümüne "mişna" diyen ve mişnanın tanımını veren de kendisidir. Birlikte görelim:

"Şu olgular, kıyametin yaklaştığını gösteren işaretlerdendir: Kötülük üreten kişilerin itibar­lı tutulması, iyilik ve güzellik üreten kişilerin aşağılanması, sözün öne çıkması, eylemin ar­kaya itilmesi, toplumun mişnaları okur hale gelmesi ve hiç kimsenin bu mişnalara karşı çıkmaması." Sahabîler sordular: 'ınişnalar ne­lerdir?' Resul buyurdu: 'ınişnalardan maksat, Allah'ın kitabı dışındaki tüm din kitapları­dır." (Hadis ve ilgili açıklamalar için bk. Elbânî; elAhâdîs es-Sahîha, 6/774-777, 803)

Resul, insanlığa din olarak Kur'an'ı emanet etti. Başka türlüsünü yapmak, zaten nübüvvetine aykırı olurdu. Ne var ki sonradan bu emanetin yanma Şiî çev­reler Ehlibeyt diye, Sünnîler de sünnet diye yedek iki kaynak eklediler. Böylece Allah Elçisi'nin Allah'tan alarak insanlığa emanet etmek borcunda olduğu zaman üstü kaynak üçüncü sıraya düşürüldü.

Biz, bu iki beşerî kaynağı Kur'an mertebesine çıka­ran görüşleri Kur'an dışı bularak reddederiz. Şaşmaz ve değişmez kaynağı ilavelerle üçe çıkarmak, Kur'an'ın yıktığı teslis (üçleme) inancını yapay yollarla tevhit dinine sokmaktan başka bir şey değildir. Kur'an, bir de­ğil, birçok yerde: "Allah tek bir ilahtır. İlahınız tek bir ilahtır" (örnek olarak bk. Nahl, 22; Hac, 34; Saffât, 4) diyor ve emrediyor: "Üçtür demeyin!" (Nisa 171)

Eklenenlerin ilah olmadığını, böyle bir niyetle ekle­me yapılmadığını söylemek çözüm getirmiyor. Bu nok­tada belirleyici olan, eklenenlere hangi değerlerin yük­lendiği, hangi işlevlerin verildiğidir. Eğer siz din adına Kur'an'a verdiğiniz yetkiyi sünnete veya Ehlibeyt'e ve­riyorsanız, onları Allah'ın yetkileriyle donatıyorsunuz demektir ki, bunun tevil edilmez anlamı onların ilahlaştırıldığıdır. Nitekim bu ilahlaştırmanın halk arasında­ki belirişleriyle yıllardan beri karşılaşmaktayız.

Sünnet konusundaki yozlaştırmalara her değindiği­mizde hemen şu sözü duymaktayız: "Peygambersiz din olur mu? Kur'an'la Peygamberi birbirin­den ayırmayın!" Bu sözün birinci kısmı elbette doğru­dur ama ikinci kısmı, bu doğruyu âlet ederek tevhit dışı bir sapıklığın sergilenişidir. Allah ile peygamberi birbirinden ayırmamak, ya Allah'ı beşer düze­yine indirmektir, yahut da peygamberi ilah mertebesine çıkarmaktır ki, bunların ikisi de şirktir.

Allah ile peygamber elbette ki birbirinden ayrılacak­tır ve bunu yapmak tevhidin en hayatî gereğidir.

Bu yapılacağına göre, Allah'a ait olanla peygambere ait olanın da ayrılması şarttır. "Ayrılmaz" der ve ikisi­ne aynı yetkileri ve dokunulmazlıkları isnat edersek Al­lah'ın allahlığı kağıt üzerinde kalır, hayata yön veren ise "ortaklık dini" olur.

Şimdi Allah'a ait olanla Peygamber'e ait olanı birbi­rine karıştıran ve hadis adıyla sahnelenen şu Kur'an dışı sözlere bakalım: "Ümmetimin fesada uğradığı bir zamanda benim sünnetime sarılana yüz şe­hit sevabı verilir." (bk. Elbânî; el-Ahâdîs ez-Zaîfa, 1/497)

Bu söz esas alınırsa şunu demek zorunda ka­lırız: Fesadı Kur'an önleyemiyor. Fesat söz konu­su olduğunda Kur'an değil, eğrisi doğrusuna karışmış "sünnet" kurumu öne çıkarılıyor. Kur'an'ın tebliğcisi olan ve sözlerinin yazılmasına karşı çıkan, yazılan söz­lerini imha ettiren bir Peygamber tebliğ ettiği kitabı ikinci sıraya itiyor.

Tam bu noktada, sünnet ve hadisler konusundaki ti­tizliği eleştirenlerin şu iddialarını ele almak istiyoruz. Diyorlar ki: "Siz hem hadislere güvenilmez diyorsunuz hem de işinize gelen hadisleri alıp kullanıyorsunuz. Bu nasıl oluyor? Madem rivayetler işe yaramaz hep­sini atın. Madem işe yarar, hepsini alın..."

Biz, rivayetleri değerlendirmede "son ve tartışıl­maz ölçüt" olarak Kur'an'ı denetçi yapıyoruz. Filan ri­vayeti atıp falancayı kabul ederken Kur'an'ın tanrısal filtresine baş vuruyoruz. Bizim, tüm rivayetleri top­tan kaldırıp atmak gibi bir saplantımız yoktur. Biz, tarih ve miras düşmanı değiliz. Bizim der­dimiz, Kur'an dininin beşerî eklemelerle yoz­laştırılmasını durdurmaktır. Bu konuda güve­nebileceğimiz tartışmasız kaynak ise Kur'an'dır.

Son sözü Kur'an'a söyletmek kayıt ve şartıy­la rivayetlere elbette yer verir, onlardan elbette yararlanırız. Mirası yok saymayı neden savu­nalım. Ama içine yalanın ve uydurmanın ka­rıştığında kuşku olmayan mirasın, Allah'ın kitabıyla çelişen tespitlerini devre dışı bırak­mak bizim iman ve insanlık borcumuzdur.

O halde, "rivayetlerin bir kısmını alıp bir kısmını atmak", keyfî bir uygulama değildir. Kur'an'ı denetim mevkiine koymanın bir sonucudur. Biz, rivayetlerin bir kısmını alır, bir kısmını atarız. Çünkü biz, rivayetleri, diğer değerlendirme yollarını kullandıktan sonra, en nihayet Kur'an'a arz ederiz; onun onay verdiklerini alır kullanırız; onay vermedik­lerini ise, güvene layık görmeyiz.

Bu tevhidi bakış açısıyla biz, şu iki sözün Peygambe­rimize ait olacağından kuşku duymuyoruz. Çünkü bu sözler, tarih kritiği yanında Kur'an tarafından da onay­lanıyor:

"Ben aranızda olduğum sürece bana itaat edin. Size Allah'ın kitabına sarılmanızı öneri­yorum. Onun helalini helal, haramını haram bilin."

"Aranızda olduğum sürece beni dinleyin ve bana itaat edin. Ben aranızdan alındıktan sonra ise size Allah'ın kitabına sarılmanızı öneriyorum. Onun helalini helal, haramını ha­ram bilin!" (bk. Elbânî; el-Ahâdîs es-Sahîha, 3/358-360)

Bu son iki hadis, sünnet bahsinde bir saptırmanın al­tını daha çizmemizi gerekli kılmaktadır:

* Hz. Peygamber'e itaati onun şahsına itaat olmaktan çıkarıp kendisine isnat edilen sözlere itaate dönüştürmek:

Bu tutum sadece Peygamberimize değil, Kur'an'a da saygısızlıkla doludur.

Hiç kimsenin kuşkusu yoktur ki Kur'an Hz. Peygamber'e itaati emreder. Ama bu emri veren ayetlerin hangisinde "Peygamber'in sünneti veya Peygamber'e isnat edilen sözler ve davra­nışlar" kaydı vardır. İtaat emreden ayetler, "Resul'e itaat edin." diyor.

Resul Allah'ın iradesini ve dinini temsil ediyor. O konuştuğu anda kanıt odur, onu dinleriz. Çünkü o tanrı­sal iradenin canlı temsilcisidir. Ama şu anda Resul aramızda yoktur. Bu durumda Allah'ın iradesini temsil eden tek kaynak kalıyor: Kur'an. Resule isnat edilen mirasın tartışmasızlık, kuşkusuzluk niteliği yok. Resul'ün bu dünyayı terk etmesinden sonra, "la raybe fîh: tartışma, kuşku ve çelişmeden uzak" tek kaynak Kur'an'dır.

Kur'an'dan onay almayan ama yaftası "sünnet" olan tespitlere uymayı değil, uyma­mayı dine ve Resul'e sadakat sayarız. Sağlamlığı tartışılan tespitler şöyle dursun, Resul'e aidiyetinde kuşku olmayan tespitlerin bile "farz" mertebesine çıka­rılması halinde terkleri gerekir. Sahabî de böyle yapmış­tır. Büyük bilgin Şâtıbî bize şunu bildiriyor: Sahabînin bazıları, teravih ve kuşluk vakti namazla­rını, Şevval ayı orucunu, kurban kesmeyi terk edebilmişlerdir. Bunun gerekçesini şöyle açık­lıyorlardı: Halk bu sünnetleri farz mertebesine çıkardı, bunu kırmalıyız, bunun için biz bunla­rı terk ediyoruz, (bk. Şâtıbî; Muvafakat, 3/324 vd.)

* Sünneti bir mezhebin adı olarak kullanmak (Ehlisünnet diye bir mezhep kabul edip bunun dışındakileri sünnet dışı ilan etmek):

Müslümanları iki ana kampa bölerek hesabına uyan­lara sünnet ehli (Ehlisünnet), uymayanlara Şiî, Hari­cî, Rafızî, ehli dalâlet vs. gibi dindışılık çağrıştıran adlar vermek İslam tarihinin en zararlı tavrıdır.

Bütün basımlarını, o arada Hz. Hasan'ı da zehirleyip öldürerek bertaraf eden Muaviye, ba­şarısının doruğa çıktığı yılı, "'amu'l-cemaa" (Müslümanların b ir lik-b e r ab e r lik yılı) ilan et­tirdi ve halifeliğine karşı çıkmayarak uslu uslu oturanları ödüllendirmek için onlara "Ehlisünnet: Sünnete uyanlar" unvanı verdirdi.

İşte bu deyim, o günden beri kullanıla kul­lanıla yaygınlaştı ve giderek, Ehlibeytin hak­larını savunanlar dışındaki toplulukları ifade için bir tür özel ad oldu.

Muaviye'den önce kullanılmayan bu tâbirin Pey­gamberimizin sünnetine sarılmak veya onu öne alarak yaşamakla hiçbir ilgisi yoktur. Bu tâbir, Emevî yöneti­mini Müslümanlar için en hayırlı yönetim şekli olarak gören ve toplumda kavga çıkarmayan grupları ifade et­mek için yaratılmış bir siyasal tâbirdir. Hiçbir dinsel ve bilimsel dayanağı yoktur.

Biz, Müslümanız. Emevî siyasetini lanetle­riz. Emevî siyaseti tahrif ve tahrip ettiği dini, evladını katlettiği Peygamberi siyasal çıkar­ları için paravan yapan bir siyasettir. Şef kökünden gelen bu kelime, bir kişinin, yardım dilemek maksadıyla bir başka kişiye nispet edilmesini, onunla birlikteliğinin gündeme getirilmesini ifade eder. Bu ilişkide yardımcı olana safi' veya şefi' (şefaatçi), yardım edilene meşfu' (şefaat bekleyen) denir.

Bir aracılık kavram ve kurumu olan şefaat, Allah'ın yanına yedek ilahlar koymayı dinin esaslarından biri yapan şirkte son derece önemlidir. Denebilir ki, tevhit dini ile şirk dininin en belirgin özelliği İkin­cide, şefaat inancının çok esaslı bir yer tutma» sidir. Kur'an'ın, şirkin yedek ilahlarını şüfe'a (şefaat ediciler) diye adlandırması sebepsiz değildir. Şirkin be­lirgin özelliği olan yedek ilahlar (şufea, erbâb, endâd, evliya) şefaatin varlığı ile vücut bulan kuvvetler­dir. Kur'an bu noktaya parmak basmaktadır.

Allah'ın varlığını kabul ettiklerini söyleyen şirk ço­cuklarına Kur'an, yedek ilahlara neden ihtiyaç duyduk­larını sorduğunda onların cevabı şu iki cümledir:

1."Bunlar bizim Allah katındaki şefaatçılarımızdır." (Yûnus, 18), 2. "Biz onlara, bizi Allah'a yaklaştırmaları dışında bir şey için kulluk-kölelik etmiyoruz" (Zümer,3)

 Kur'an tarafından temel zemini tahrip edi­len şefaat, sonraki zamanlarda, Peygamber'in ilahlaştırılması ve velilik kavramının Kuran­sal çerçevenin dışına çıkarılmasıyla yeniden ve güçlü bir biçimde görülür oldu.

Şirk, şefaatin dünya plânında sahibi gördüklerine evliya (veliler, dostlar-destekçiler) veya erbâb (yedek rabler), hem dünyada hem de ölüm sonrasında sahibi gördüklerine ise şufe'a (şefaatçılar) veya şürekâ (Allah'ın ortakları) diyor.

Kur'an, şefaat kavramının bir şirk destekçisi kuru­ma dönüştürülmemesi için şu ilkelerin altını ısrarla çizmektedir: 1. "Şefaat tümden ve yalnız Allah'ın elindedir." (Yûnus, 18), 2. Allah'ın izni olmadık­ça hiçbir varlık, nebi ve melek de olsa, şefaat edemez. (Meryem, 87; Tâhâ, 109; Enbiya, 27-28; Necm, 26), 3. Son hesap gününde şefaat hiç kimseye ya­rar sağlamayacaktır. (Bakara, 48, 123, 254; Müddes-

* Allah dışında herhangi bir kuvvetin tek başına şefaat sahibi olduğunu kabul etmek:

Şefaat tümden ve sadece Allah'ın elindedir. İnsanla­rın şefaatçi olarak niteledikleri, Allah'ın elindeki şefa­ati tahrik etmek için dua edebilir, yakarabilirler. Dua ve niyazı şefaatin kendisi gibi görmek, tevhitle şirki karıştırmaktır. En çok işlenen hatalardan biri de budur.

* Peygamberleri, o arada Hz. Muhammed'i kesinlikle kabul edilecek bir şefaatin sahibi saymak:

Kur'an, hiçbir peygambere açık bir biçimde şefaatçi­lik payesi vermemektedir. Şefaati, Allah'ın izin verdik­leri dışında hiç kimse yapamaz. Îzin verecekleri, ismen belirtilmediğine göre biz bir isimlendirme yapamayız. Oysaki uydurma bir hadis şefaat edecekleri hiyerarşik bir biçimde sıralamaktadır: "Kıyamet günü ilk şe­faat edecek olanlar peygamberler, sonra bilgin­ler, sonra da şehitler olacaktır.11 (bk. Elbânî; Zaîfa, 5/129)

Şefaat Allah'ın elinde olduğuna göre, Allah'ın izin verdikleri sadece şefaatin kullanımı için Allah'a yaka­rırlar. Bu, kabul edilir veya edilmez.

Şefaat konusunun tevhide en zıt görünümlerinden biri de sünnete uymayı şefaat çıkarma bağlamaktır. Bu­radaki şekliyle sünnet, vahyin ilkelerinin Peygamber tarafından uygulanış şekline verilen addır. Sünnete uy­gunluk, Allah'ın isteğine uygunluksa o zaman bu uygun­luğun karşılığı Peygamberimizden beklenemez. Peygamber'in (hâşâ) böyle bir iddiası olamaz. Karşılığı Peygamberden beklenen bir şey, Peygamber için yapılan bir ibadet hükmündedir. Böyle bir şey Peygamber'i mâbûtl aş t ırmaktır.

O halde, "Şunu yaparsan şefaate erersin, şunu yapmak Allah'ın emri değildir ama yaparsan Peygamber'in şefaatine nail olursun" vs. gibi söz­ler örtülü bir biçimde şirk şefaatçiliğini devreye sok­mak ve Peygamber'i ikinci ilah durumuna getirmektir. Bir kısım işlerin bir ilah için, diğer bazı işlerin de başka bir ilah için yapılması, şirk dininin icaplarındandır: "... Allah'a bir pay ayırdılar da kendi zanlarınca şöyle dediler: 'Bu Allah için, bu da ortaklarımız için..." (En'am Suresi, 136)

ibadetin bir tek muhatabı vardır: Allah. Ve ibadetlere bir tek kuvvet karşılık verir: Allah. Allah'ın olması gereken bu niteliği, şefaat vs. bahanesiyle Peygamber'e aktarmak şirke kapı aralamaktır.

Bunun içindir ki biz, bu bağlamdaki hadis pa­tentli sözlerin tümünü uydurma sayarız.

Şirk şefaatçiliği ümmet bünyesine son derece sin­si girmiştir. Önce Peygamber'i devreye sokmuş, Pey­gamberce yumuşatılan zihinlere daha sonra çeşitli un­vanlar altında bir yığın şefaatçi kabul ettirilmiştir.

İşte bir şefaat uydurması daha: "Sırat köprüsü üs­tünde bilginle ibadet ehli birisi karşılaştığında ibadet ehline şöyle denir: 'Hadi gir cennete ve bilginden önce nimetlen ibadetlerinle. ' Bilgine de şöyle denir: 'Şurada istediğin herkese şefaat et. Bil ki her şefaat ettiğin kişi sayısınca sana da şefaat edilecektir. Ve bilgin, peygamberler makamına geçiverir." (bk. Elbânî; aynı eser, 5/229230)

* Birtakım kişileri (şeyh, pir, efendi, hocaefendi, seyyid, hazret vs.) şefaat edici bilmek:

Böyle bir kabul açıkça şirktir. Kur'an bu tür şirk şe­faatçiliğini kötülerken daha çok, evliyayı destekçi edinme illetine dikkat çekiyor. (Bir örnek olarak bk. A'raf, 3) Geniş su yolu, yöntem, tavır, kural gibi anlamları olan bu kelime "şeriat" şekliyle Kur'an'da tek bir yerde geçmektedir: Câsiye Suresi, 18. ayet. Aynı kökten ve aynı anlamda bir de şir'a sözcüğü vardır ki, onun geç­tiği yer Mâide Suresi 48. ayettir. Ufak bir telâffuz far­kıyla şeriat kelimesinden ayrılan şir'a kelimesini de biz şerîatle aynı sayıyoruz.

Bunların birincisi olan şir'a, yol ve yöntem anla­mındaki minhâc sözcüğü ile birlikte kullanılmıştır. Şöyle deniyor: "Sizden her biri için bir yol ve bir yöntem/şeriat belirledik Allah dileseydi sizi elbette bir tek ümmet yapardı. Ama size vermiş olduklarıyla sizi imtihan etsin diye öyle yap­mamıştır..." (Mâide, 48)

Bu ayetten anlaşılıyor ki şeriat insandan insa­na, toplumdan topluma değişen tavırları, tarz­ları, yöntemleri, kabulleri ifade etmektedir. Her peygamberin şerîati vardır; Hz. Muhammed'in de izlediği bir şerîati vardır. Câsiye 18 bunu açıkça ifade etmektedir.

Bir dinin içindeki değişik birey ve grupların da birer şerîati vardır, olabilir, olacaktır. Örneğin her mezhe­bin dinden anladığı, bir şerîattir. O halde şeriat, Allah katında değişmez, aksi ve başkası kabul edilmez tek yol ve gerçek olan İslam'ın (bk. Âli imran, 19) içinde kişilerin, grup­ların ve toplumların dinden anladıklarına göre oluşturulmuş yorumlar ve kurallar bütünüdür. Allah katında din sadece ve sadece İslam'dır, yani peygamberlerin tebliğ ettikleri değişmez, zaman üstü ilkeler bütünü... Katında din olarak İslam'ı kabul eden Allah, şerîatin her birimize göre değişen bir din anlayışını ifade ettiğini açıkça bildirmektedir ki, hiç kimse dinden an­ladığını dinin kendisi ilan etmeye kalkma­sın...

*     Şeriatla İslam'ı veya Kur'an'ı eşitlemek:

Yukarıdaki açıklamadan da anlaşılmıştır ki şe­riat, İslam veya Kur'an ile eşitlenemez. Şeriat mezhep kabulleriyle, nihayet fıkıhla eşitlenebilir. Şeriatı islam'la eşitlemek isteyen anlayış, birçok kabulünün Kur'an'la ve zamanla çeliştiği anlaşılmış bulunan örfle­ri din yapmayı amaçlayan anlayıştır. Önce şeriatla dini eşitlemekte, sonra da devrini bitirmiş fıkıh kitapların­daki akıl ve Kur'an dışı birtakım kuralları din diye halkın önüne koymaktadır.

Burada Allah ile aldatmanın tipik bir görünümüyle karşı karşıyayız.

*   Şeriatın birçok Kur'an ayetinde geçtiğini söylemek:

Bu, açık bir yalandır. Bu yalan, işin içyüzünü bilme­yen halk kitleleri önünde şöyle sergilenmektedir: Önce Kur'an'daki şerîat ve din kelimelerinin tümü "şerîat" anlamında tercüme edilmekte, sonra da "İşte bakın, Kur'an'da şerîat şu kadar yerde geçiyor!" diye hüküm verilmektedir. Bu yapılınca, halkın İslam'dan anlaması gereken ne varsa, şeriattan anlaması gereken şeyler haline geliveriyor. Dinden anlaşılması gereken­ler şeriattan anlaşılır olunca da dinle şeriatı eşitleme­mek küfür oluyor.

Yanlış anlamalara meydan vermemek için, Kur'an'ın din dediği yerde çeviriyi din, şerîat dediği yerde şerîat diye yapmak zorundayız.

* Şeriata lanet okumak, "kahrolsun şerîat!" diye bağırmak:

Şeriatın İslam'la veya Kur'an'la eşit olmaması hiç kimseye şeriata hakaret etme hak ve yetkisi vermez. Şe­rîat, İslam'dan insanların anladığıdır, İslam'­ın bizzat kendisi değildir ama, şeriatın içinde İs­lam'ın değerleri de vardır, insanlık değerleri de vardır. Dahası, inanan insanların onuru, kutsalları, ümitleri, bağlılıkları vardır.

Arap-Acem örflerine karşı çıkmanın yolu, Kur'an'ın değerlerini din yapmaktan geçer; şeriata hakaretten de­ğil... Bid'at ve hurafeleri "şerîat isterük" diye dinleştirenlere karşı çıkış, dinsizlik adına değil, gerçek din adına olduğunda anlam ifade eder ve kitleyi yanına alır. Şirk ve şirket, ortaklık demektir. Aynı kökten gelen şerik ise ortak demektir. Kur'an, bu şerîk sözcüğünün çoğulu olan şürekâ kelimesini Allah'a ortak koşulan­lar anlamında defalarca kullanmaktadır. Şirke bulaşa­na müşrik denir. Çoğulu müşrikûn veya müşrikin sözcükleridir.

Kur'an'ın bir numaralı düşmanı, hatta tek düşmanı şirktir. "Şirk, gerçekten çok büyük bir zulümdür.11 (Lukman, 13) Şirk bütün zulümlerin ana­sıdır. Allah'a karşı en büyük ihanet ve kahpelik de şirk­tir. Bunun içindir ki Allah, günahları affedeceğini yüz­lerce kez tekrarlamakta, şirk dışındaki sürçmelerin (küfür de dahil) affedilebileceğini söyleyerek İslam dini dışında kalanlara da ümit ve ufuk açmaktadır ama söz şirke geldiğinde, tavrını birden değiştirip şirke batık olarak ölenlerin ebediyen kurtulamayacağını hükme bağlamaktadır, (bk. Nisa, 48, 116)

Bu böyle olduğu içindir ki biz, Kur'an mümini sıfa­tıyla şunu duyurmak borcunda olduğumuzu düşünüyo­ruz: İslam'ın yozl aştırılmasın da temel olumsuz­luk, tevhidin bilinmemesi değil, şirkin bilin­memesi oldu. İslam'ın bir numaralı yozlaştırıcıları olan Emevîler, tevhidin öğretilip öğrenilmesini engellemediler; şirkin doğru tanınmasını engellediler. Bu da, Müslüman kitleler için en büyük fe­laket oldu.

Kur'an, Allah da dahil her şeyi zıtlık esası üzere tanıtır. Varlık ve oluşu tanımada temel ilke zıt­lıktır. Din de zıtlık ilkesiyle tanınır. Dinde bu ilke tevhit-şirk (birlik-panteon veya şirket) polaritesi halinde iş­ler. Bunun en çarpıcı görünümü tevhidin formül cümlesi olan Kelimei tevhit 'te dikkat çeker: "La ilahe illellah: Allah'tan başka ilah yok!" Bu formülün ke­lime kelime çevrisi şudur: Hiçbir ilah yok, sadece Allah var. Dikkat edilirse formülde öncelikle sahte ilahlar siliniyor, onun ardından gerçek Tanrı öne çıka­rılıyor. Yani "var"ı göstermeden önce "yok" tanı­tılıyor.

Kelimei tevhit, Kur'an dininin temel kabullerin­den en küçük ayrıntılara kadar tüm alanlarda işler. Di­nin adı İslam konmuştur... Îslam, teslimiyet de­mektir. Tevhit formülünü uyguladığımızda karşımıza şu çıkıyor: Hiçbir teslimiyet yok, sadece Allah'a teslimiyet var.

Îslam, Allah'a teslimiyettir demek işin yarısıdır. Di­ğer yarısını da yakalamak için şöyle deriz: İslam, Al­lah'tan başka hiçbir kudrete teslim olmamak­tır.

Şimdi de buyruklardan biri olan namazı alalım. Formül cümle, namazın üstüne oturtulmadan gerçek namazı anlamanız mümkün olmaz. Şöyle demeliyiz: Hiçbir namaz yok, sadece Allah için namaz var. Devam ettirelim: Hiçbir secde yok, sadece Al­lah'a secde var. Hiçbir oruç yok, sadece Allah için oruç var.

Tevhit böylece, hayatı yaşayan insanla haya­tı veren kudret arasında sürekli bir beraberlik kurar. Buna Kur'an dilinde "ihsan" denir. Ve ihsan, bizzat Cebrail tarafından tanımlanmıştır: Her an Allah'ı görüyormuşsun gibi davranmak. Sen O'nu görmüyorsan da O seni görüyor... Şirk, işte bu ih­san bilinç ve yaşayışını zedeleyen veya parçalayan illet­tir. Bunun içindir ki dini gönderen kudretin en büyük düşman hedefi şirktir. Kur'an ne ateizmden söz eder ne de dinsizlikten. Esasında felsefî-kozmik anlamda ateist insan yoktur. Böyle olunca da dinsiz insan yoktur. Kur'an, sahte ilah ve sahte dinden şikâyetçidir; ateizm ve dinsizlikten değil. Çünkü ateizm ve dinsizlik yoktur. İnsanoğlu, kendi anladığı Tanrı'ya inanmayana ateist, kendi anladığı dine inanmayana dinsiz demektedir. Gerçekte ne ateist vardır ne de dinsiz; sahte ilahlara kul olanlar, sahte dine teslim olanlar vardır. Yani müşrikler var­dır...

Kelimei tevhit'le formüllendirilen polaritede kutup­lardan herhangi birini gereğince tanımadığınızda öte­kini tanımanız mümkün olmaktan çıkar. Bu da sizi, o kutupla ilgili tüm tespit, tavır ve eylemlerinizde yanlış yapmaya mahkûm eder.

İslam dünyası bugün de şirki tanımıyor. Böyle olunca tevhidi yani dinini tanıması mümkün olmaz. Tevhit tanınmayınca tevhit dininin vaatleri insan haya­tına girmez. Tevhitten beklenen bereket, barış, nimet, esenlik, mutluluk sürekli uzaklarda, göklerde kalır.

Bugün dünya şirkin pençesindedir. İnsanlığın bü­yük çoğunluğunun şirke bulaşmamış bir iman­dan yoksun olduğu ve olacağı Kur'an'ın açık beyanları arasındadır, (bk. Yûsuf, 106) Rabbin bu beyanı, elbette ki haktır ve tecelli edecektir. Etmiştir. İn­sanlık dünyası, şirkin onlarca türüyle yarabere içinde kıvranmaktadır.

Dünyayı şirke karşı uyaran ve donatan kay­nak Kur'an idi. Kur'an'ın iman çocuklarının şirki tanımaz hale gelmeleri, bir talihsizlik ol­muştur.

Îslam dünyası da şirkin pençesinde kıvranmaktadır. Belini doğrultamamasının sebebi budur. Allah, hiçbir kitleyi günahları, eksikleri yüzünden perişan etmez; perişanlık ve hüsran sadece şirkin so­nucudur.

Îslam dünyasının en büyük felâketinin şirk olaca­ğını ve bu şirkin gizli-maskeli bir yapıda olacağını, Hz. Resul asırlar önceden haber vermiştir. Ve bunun, ümme­ti adına kendisini korkutan bir numaralı musibet oldu­ğunu da söylemiştir.

ŞİRKÎN TEMEL GÖRÜNÜMLERÎ

l." Yakl aş tır ı cılar " kabul etmek: Tevhidin omurga noktalarını tanıtan Zümer Suresi'nin üçüncü ayeti şirkin bu niteliğini ortaya çıkarmaktadır: "Gözü­nüzü açın! Arı-duru din yalnız ve yalnız Al­lah'ındır. O'nun yanında birilerini daha veli­ler edinerek: 'Biz onlara, bizi Allah'a yaklaş­tırmaları dışında bir şey için kulluk etmiyo­ruz.' diyenlere gelince, hiç kuşkusuz, Allah on­lar arasında, tartışıp durdukları konuyla ilgili hükmü verecektir."

Şirkin, insanı Allah'a yaklaştırıcı araç ve aracı ilahları gerekli gören anlayışına Kur'an iki yanıt vermistir: Birincisi, Kaf Suresi 16. ayettir ki, Allah'ı in­sana şah damarından daha yakın göstermekle değil aracının, aranın bile olmadığını ortaya koymuş, şirkin temel kanıtını geçersiz ve gereksiz kılmıştır.

ikinci beyyine, insanlık dünyasına inen ilk sure­lerde ifadeye konmuştur: 3. sure olan Müzzemmil ile 4. sure olan Müddessir' de... İlginçtir, b u beyyine bu surele­rin ikisinde de 11. ayettir. "Benimle, o nimete bo­ğulmuş y alanlayıcıları baş başa bırak!" (3/11) Ve "Benimle, yarattığım kişiyi baş başa bırak!" (4/11) Aynı mesaj iki ayrı espri içinde verilmiştir: İnsan ister imanlı, ister inkarcı olsun, her iki halde de Allah ile insan arasında yaklaştırıcı söz konusu edilemez.

Yaklaştırıcılar kabul edilmemesinin din hayatın­daki uzantıları da gözden kaçırılmamalıdır: Din sınıfı­nın, din kıyafetinin, ibadette lider zorunluluğunun, iba­det için mekân-mâbet zorunluluğunun, vaftiz ve aforozun bulunmaması, tüm yeryüzünün mabet kabul edilmesi bu uzantıların önde gelenleridir.

2. Şefaatçılar kabul etmek: Yûnus Suresi 18. ayet şirkin bu niteliğine dikkat çekmektedir. Burada da, tıpkı Zümer Suresi'nde olduğu gibi, şirkin niteliği, şirk çocuk­larının kendi ağızlarından verilmektedir. Cenabı Hak, şirkin sloganlarını, eleştiri için bile kendi dilinden veya muvahhit kullarının dilinden ifadeye koymamak­tadır. Ayeti okuyalım: "Allah'ın yanında bir de kendilerine zarar veremeyen, yarar sağlaya­mayan şeylere kulluk-kölelik ediyorlar ve şöy­le diyorlar: 'Bunlar bizim, Allah katındaki şefaatçılar imizdir..."

Kur'an'ın bu şirk sloganına cevabı Zümer Suresi 44. ayette verilmiştir: "Şefaat tümden ve sadece Al­lah'ın elindedir."

3.    Fırkacılık, hizipçilik: Buna "dinde bölücü­lük" de diyebiliriz. Kur'an bu illeti tanıtmada "fırka" (hizip, grup, klik) kökünden isim ve fi­iller kullanır.

Her şeyden önce, Allah ile peygamberler arasında fırkacılık yasaklanmıştır, (bk. Nisa 150) Dini ikiye bölerek, "bu Allah için, bu da pey­gamber için" mantığıyla hareket etmek bir fırkacılık­tır. Esasında fırkacılığın zihniyet zemini böyle atılmak­tadır. "Falan ibadetin şu kadarını Allah rızası için, şu kadarını da Peygamber'in şefaati için yerine getiriyorum." diyen anlayış bu fırkacılığı çok güzel fotoğraflamaktadır. Bu fırkacılığı kırmak içindir ki Kur'an, Cin Suresi 18. ayet başta olmak üzere birçok yerde, "Allah'a ibadette herhangi bir kişiyi ortak yapmayın!" emrini vermiştir. Herhangi bir kişi tâbirinin içine peygamberlerin girmediğini söy­leyemeyiz.

İk inci olarak, peygamberler arasında fırka­cılık yapmak yasaklanmıştır. Kur'an'ın tanıttığı ve istediği imanın özelliklerinden biri de peygamberler arasında ayrım ifade edecek tavırlara girmemektir, (bk. Bakara, 136, 285; Âli I mran, 84) Hz. Peygamber, herhangi bir peygamberle kendisinin karşılaştırılmasını, hele hele kendisinin onlardan birine üstün gösterilmesini şiddetle yasaklamıştır.

Üçüncü olarak, Kitap'ta fırkacılık yasak­lanmıştır. Kitap tâbiri hem tüm vahyi hem dört büyük peygambere inen dört büyük kitabı hem de bizzat Kur'an'ı ifade etmek için kullanılmaktadır. Ayrıca insan ve ev­ren de ayetlerle dolu olarak tanıtıldığı için, birer kitap hükmündedir.

Kitapta fırkacılık işte bu "kitap"lar arasında bö­lücülük yapmaktır. Kur'an tüm evrenin ve insanın taşı­dığı ayetlerin incelenmesini isteyerek insan ve evren ki­taplarının göz ardı edilmemesini istediği gibi eski pey­gamberlerin kitaplarının da göz ardı edilmemesini, iman dışında tutulmamasını ister. Kur'an ayrıca, ken­disinin temsil ettiği din birliğinin parçalanmamasını, dinde kaynak olarak öne sürülecek alt-kutsal kitapların vücut bulmamasını da emreder. Bu alt kitaplara Kur'an "zübür" diyor. Peygamberimiz bunları "mişna" diye anmış ve mişnaların ortalığı sarmasını bir çöküş belir­tisi olarak göstermiştir.

Dini hizip kitaplarına bölmek "takattu" olarak ifade edilmiştir ki, kesip parçalara ayırmak, doğramak de­mektir.

Dini zübürlere bölmeyi açığa çıkaran temel ayetler Müminûn Suresi'nin 52-54. ayetleri ile Enbiya Sure­si 92-93. ayetlerdir. Şöyle deniyor: "İşte sizin bu ümmetiniz bir tek ümmettir. Ve ben de sizin rabbinizim; o halde benden sakının! Fakat on­lar işlerini aralarında parçalayıp çeşitli kitap­lara ayırdılar. Her hizip yalnız kendi yanındakiyle sevinip övünmektedir. Artık sen onları bir süreye kadar kendi gafletleri içinde bı­rak.!" (Müminûn, 52-54)

Kitapta bölücülük, her fırkanın kendi başı veya lideri (efendi, şeyh, hazret, üstat vs.) tara­fından yazılan kitapların dokunulmaz, eleşti­rilmez, değiştirilmez, sadeleştirilmez kılınma­sı şeklinde alt putçuluklara da vücut verir. Tanrısal kitabın bile yoruma açık olduğu bir dinde birtakım insanların yazdıklarını doku­nulmaz, eleştirilmez kılmaktan daha büyük bir çürüme gösterilemez.

Dinde bölücülüğün şirkin bir görünümü olduğuna dikkat çekilerek bu bölücülüğe gitmeyi önlemek için uyarı yapılmaktadır: "Sakın şirke sapanlardan olmayın! Onlardan ki dinlerini parçalayıp hizipler/fırkalar haline geldiler. Her hizip kendi elindekiyle sevinip övünür." (Rûm, 31-32)

Bu ayetlerde bölücülük yasaklanırken isim olarak "siye"', fiil olarak da "ferrakû" sözcüğü kullanılmış­tır ki, Arapça'da klikleşmeyi, parçalanıp bölünmeyi ifade eden temel kelimelerdir. Siye', hizipler, klikler demek. "Ferrakû" ise, fırkalara, parçalara, partilere ayrıldılar" anlamında bir fiildir. Aynı sözcükler, az sonra vereceğimiz ayette de kullanılmış ve Hz. Peygam­ber'e, dinde fırkacılık yapanlarla hiçbir ilgisinin olma­dığı açıkça bildirilmiştir: "Dinlerini parça parça edip fırkalara, hiziplere bölünenler var ya, se­nin onlarla hiçbir ilişiğin yoktur. Onların işi Allah'a kalmıştır. Allah onlara, yapıp ettikle­rini haber verecektir." (En'am, 159)

Bu ayetten anlaşılır ki, dinde fırkacılık edenlerin, din ve Peygamber hakkında sloganları ne olursa olsun, gerçekte Hz. Muhammed'le aralarında bir iman ve sa­dakat bağı olduğu düşünülemez. Bunlar ya kendi kendi­lerini aldatan basireti bağlanmış gafillerdir, yahut da din ve peygamber sloganlarıyla dünyalık saltanat ve menfaat devşiren ikiyüzlülerdir. En'am, 159. ayetin bu­nun dışında bir mesaj taşıdığını söylemek mümkün de­ğildir.

Tefrika söz cüğünün kullanılmasıyla dikkat çeki­len bölücülüğün geçtiği birçok yerde, bu bölücülüğün, Al­lah'ın ayetleri geldikten sonra ve hatta bu ayetleri taşı­yanlar tarafından sergilendiğinin altı çizilmektedir ki, bu da ayrı bir mesajdır, (bk. Âli Îmran, 105; Şûra, 14; Beyyine, 4)

Dördüncü olarak da yolda fırkacılık gündeme getirilmiştir. Bilindiği gibi, Kur'an ısrarlı bir biçimde insanı sırat-ı müstakime yani dosdoğru yola çağır­maktadır. Namazda okunan Fatiha Suresi'nin temel ni­yazlarından biri de "bizi, sırat-ı müstakime kıla­vuzla!" isteğidir. Yol anlamında hem sırat sözcüğü hem de sebil sözcüğü kullanılmaktadır. Kur'an, işte bu iki sözcükle tefrika sözcüğünü birlikte kullandığı beyyinesinde yol olarak sadece Allah'ın yolunu izlememizi, başka yollara girerek "yolda fırkacılık" yapmama­mızı emrediyor: "Benim dosdoğru yolum budur; onu izleyin! Başka yolları izlemeyin ki bu yol­lar sizi O'nun yolundan ayırıp fırkalara böl­mesin. Sakınıp korunasınız diye O size bunu önermiştir." (En'am, 153)

Fıkıh metodolojisinin büyük ustalarından sayılan Şâtıbî (ölm. 790/1388)ye göre, Fatiha Suresi son ayetteki "mağdûbun aleyhim: kendilerine gazap edilenler" ile "dâllîn: karanlığa ve sapıklığa düşenler" ifadesi, tevhit yolundan sapan tüm Îslam içi ve Îslam dışı fırkaları kapsar. Bunlar, yine Şâtıbî'ye göre, En'am Suresi 153. ayette gösterilen Allah'ın tek yolundan sapıp yine o ayette dikkat çekilen "öteki yollar"a koyulanlardır. Anılan ayet bize göstermektedir ki, tek olan yoldan sapıklığında "teferruk" yani parçalanma kaçınılmaz olur.

Bu ayetin bize verdiği tevhit ölçüsü şudur: Fırkacı­lık veya tefrika varsa tek yoldan sapma tartı­şılmaz bir biçimde vardır. Şöyle de diyebiliriz: Tek yoldan sapılmışsa fırkacılık kaçınılmaz bir bela haline gelir.

Yolda fırkacılık, sırat-ı müstakim olan Kur'an yolunun yanında tarikat (yol), mezhep (bir anlamı da gidilen yol) adlarıyla yeni dinler oluşturmak biçiminde vücut bulmaktadır.

Ancak burada şunu ifadeyi bir insanlık borcu saya­rız: Bugün her biri bağımsız bir din haline getirilen mezheplerin ve tarikatların ilk önderlerinin bu mezhep ve tarikatları dinleştirenlerden ilke olarak ayrı tutul­ması gerekir. O insanlar, en azından büyük kısmıyla bilim ve düşünce üreten ve bu yolla hizmet vermek iste­yen aydınlardı. Hiçbirinin, dinleşmiş birtakım mezhep veya tarikatlara öncülük etmek gibi bir niyeti yoktu. Bi­lim ve düşünce adamı olarak yorum yapıyorlardı ve bu yorumları kendilerine nispet ediyorlardı; bunları Kur'an'ın yerine koymaya çalışmıyorlardı.

Sonraki zamanların hazırcı, taklitçi zümreleridir ki, bu insanları ve yorumlarını dokunulmaz kılıp yedek dinler ve peygamberler oluşturdular. Bunu bildiğimiz içindir ki biz dinde taklitçiliği şirkin giriş kapı­sı sayarız. Bu kapıdan belki hepimiz bir şekilde gir­mekteyiz. Önemli olan, kapının arkasını görüp yolun nereye çıkacağını fark ederek hemen geri dönmektir. Geri dönenler mazurdur; dönmeyenlerse ileridâ mazeret bildirme hakkını yitirir, felaketin bütün sonuçlarına katlanırlar.

Fırkacılığın dehşet ve felâketinden uzak kalmanın yolu-yöntemi de gösterilmiştir: Hep birlikte ve sadece Al­lah'ın ipine yapışmak, fırkalara son vermek. Bu kurtu­luş reçetesini veren Âli Îmran 103. ayet "Allah'ın ipi" ve "teferruk" sözcüklerini kullanmıştır. Buyruk şudur: Allah'ın ipine sarılın, fırkalara bölünmeye son verin!..

Bizim, Kur'an'dan aldığımız ışık ve imanla geldi­ğimiz nokta şudur: Bugün, din adına, gerekçesi ve sloganı ne olursa olsun, oculuk-buculuk diyerek fırkacılık yapanlar, Müslüman toplumları şirke götürmektedir. Bunların, Peygamberimiz­le ilgilerinin olmadığını Kur'an söylüyor.

Fırkacı sömürü zihniyetlerinin Müslüman kitlelere Kur'an'ı kendi dillerinde okutmamalarının arka plânı­nı artık görmek zorundayız.

* Ecdat (atalar) kabullerinin

dinle ştirilmesi:

Bu şirk belirişinin esası, atalardan görülen ve duyu­lanı dokunulmaz-kutsal ve gerçeğin göstergesi ilan et­mektir. Kur'an bu şirk belirtisinin altını elliyi aşkın yerde doğrudan, yüze yakın yerde de dolaylı olarak çiz­mektedir.

En önemli dikkat çekişler, atalar-dedeler anlamın­daki "âbâ"' sözcüğünün kullanımıyla sergilenmiştir. Ataları dokunulmaz kılan şirk zihniyetine göre, atala­rın kendileri ve kabulleri tartışmasız kanıttır, gerçeğin şaşmaz göstergesidir. İyinin, mutluluğun, güzelin, barış ve esenliğin ölçüsü ataların kabullerine uygunluktur, (bk. Müminûn, 24; Kasas, 36; Dühan, 36; Câsiye, 25) Ata­ların kabullerine sataşma, onları sorgulama ve yargı­lama, toplumun toptan karşı çıkması gereken bir felâket­tir. (Bu konuda ayrıntılı bilgi için bk. KTK. Abâ' mad.)

* Şirkin bir ateizm olduğunu sanmak veya iddia etmek:

Şirkin bir ateizm olmadığını yukarıda açıkladık. Şunları ekleyelim: Kur'an, Mekke müşriklerinin Al­lah'ı kabul ettiklerini açıkça bildirmektedir: "Onlara: 'Gökleri ve yeri kim yarattı, Güneş'i ve Ay'ı kim boyun eğdirdi?' diye sorarsan, mutlaka şöyle diyeceklerdir: Allah!' Peki, nasıl oluyor da döndürülüyorlar?" (Ankebût, 61, 63. Ayrıca bk. Lukman, 25; Zümer, 38; Zühruf, 9, 87) Kaldı ki Arap Cahiliye şiirinde Allah bütün yüceliği ve aşkınlığı ile yer almıştır. Müşriklerin Allah'a karşı bir tavırları asla söz konusu değildir. Onların tevhit inancı ve peygamberiyle problemleri, Allah'ın yanına-yöresine ekledikleri aracışefaatçı alt-ilahlarının yok sayılmasından kaynaklan­maktadır. Bu alt-ilahları yok saydığı içindir ki, Hz. Peygamber'i atalar dinine ihanet etmekle suçladılar. Mekke müşrikleri kendilerini Allah'ın yakınları ve Beytullah'ın gerçek hizmetçileri sayıyor, bununla övü­nüyorlardı. Hz. Peygamber ve arkadaşlarını ise Beytullah 'a musallat olmuş zındıklar olarak görüyorlardı, (bk. İbn Teymiye; el-Furkan, 9-10)

Kısacası, şirkin Allah'ı inkâra ilişkin hiçbir sözü ve tavrı yoktur. Onun şikâyeti, insanın Allah'a kulluğunda aracı, cennete gidişinde şefaatçi olarak görüp devreye soktuğu alt-ilahların kabul edilmemesidir. Kişi, kav­ram, kurum, kudret ve nesne olarak değişik görünümle­ri ve sembolleri olan bu aracılar kabul edildiği anda şirkin peygamberler ve tanrısal kitaplarla hiçbir alıp ve­receği kalmıyor. Ne var ki böyle bir kabul, peygamberle­rin tanıttığı dinin inkârı oluyor.

* Şirkin bir dinsizlik olduğunu sanmak veya iddia etmek:

Bu da büyük bir yanılgıdır, yanlış bilgidir. Kur'an, şirki bir din olarak anmakta ve tanıtmaktadır. Hem de zorlu ve köklü bir dindir şirk... (bk. Kâfirûn Suresi)

Müşrikler dinsiz insanlar değildir, Hak di­nin veya nübüvvetin tanıttığı dinin dışında bir din be­nimseyen insanlardır. Onlar kendi dinleri içinde din­dar insanlardır. Kur'an onların Beytullah içindeki namazlarından söz etmektedir. Ama bu namaz tevhit ölçülerinin dışına çıkarılmış bir namazdır. Dahası var: Müşrikler, Beytullah'ta ibadet etmenin kendi hakları ol­duğunu söyleyerek Hz. Muhammed'i oraya sokmamak istemişlerdir. Hz. Muhammed onlara göre, atalar dinine kötülük etmiş bir zındıktır; Kabe'ye girmemeli, orada ibadet etmemelidir. Orada ibadet, oraya hizmet ancak ataların dinine saygısı olanların hakkıdır.

Şirk dininin, peygamberlerin tanıttığı din­den farkı, Allah'ın yanına-yöresine şefaatçılar, aracılar koyması ve Allah'a kulluğu bu aracı-şefaatçıların onayına bağlamasıdır. Şirk dini bu aracı şefaatçıların bir biçimde hoşnut­luğunu kazanmadan gerçek kulluk olacağını, cennete gidilebileceğini kabul etmemektedir.

Bunun içindir ki, şirk dini ve onun çağdaş fırkacı görünümleri, Allah, sadece Allah anıl­dığında söz ne denli değerli olursa olsun, önemsemezler. Alt ilahları haline getirdikleri kişilerden bir veya iki cümle söylediğinizde ise yüzleri parıltılar ve gülücüklerle doluverir... Bu, Kur'an'a göre tam bir şirk fotoğrafı-

dır. Müşriklerden bahisle şöyle deniyor: "Dediler ki: 'Sen, yalnız ve sadece Allah'a ibadet edelim de atalarımızın kulluk-kölelik etmekte oldukları­nı terk edelim diye mi geldin bize!.." (A'raf, 70) Ve şu beyyine: "Allah, yalnız başına anıldığında, âhirete inanmayanların kalpleri nefretle ürpe­rir. O'nun berisindeki ilahlaştırılmış kişiler anıldığında ise hemen müjdelenmiş gibi sevi­nirler." (Zümer, 45)

Başka bir deyişle, şirk dininin Kur'an dinin­den farkı, cennete gidiş belgesiyle kulluk bel­gesinin altında Allah'ın imzası dışında imza­

ların gerekli görülmesidir. Kur'an'ın dini, bu belgelerin altında Allah dışında hiçbir varlı­

ğın imzasını istemiyor. Bu belgeler ya Allah tarafından imzalanır, geçerli olur; yahut da imzalanmaz, işe yaramaz hale gelir.

Tevhit dini, adı, esasları, ibadetleriyle "Allah'a öz­gülenmiş" bir dindir (bk. A'raf, 29; Ğâfır, 14, 65; Beyyi­ne, 9); şirkin dini ise Allah ve alt-ilahlardan oluşan bir panteona özgülenmiştir.

* Şirk aracı yapılan şeylerin sadece eşya (taş-toprak, ağaç vs.) olduğunu sanmak veya iddia etmek:

Şirk konusunda en büyük ve en tehlikeli yanılgı bu­dur. Bu yanılgı, İslam'ı örtülü şirke yelken açtıranların hesaplarına yaradığı içindir ki, hurafeci-bid'atçı örf dini şirk aracı olan şeylerin birkaç eşya parçası put olduğu­nu, bunların da Kabe'den zaten temizlenmiş bulundu­ğunu söyleyerek bahsi kapatmak peşindedir. Çünkü şirk aracı olan şeyler, Kur'an'ın gösterdiği biçimde tanıtılırsa hurafe-bid'at dininin durumu çok zorlaşır, hayatı teh­likeye girer, kaleleri yıkılır, nefesi tükenir...

Hurafeci-bid'atçı örf dininin söylediğinin aksine, şirk araçlarının başında insan şerikler gelmektedir. Kur'an bunlara genel bir adla "şürekâ" (Allah'a ortak tutulanlar) diyor. Şürekânın çerçevesi içine giren şirk araçları, alt başlıklar olarak şunlardır: Endâd, erbâb.

Endâd; benzer, aynı, tıpkı anlamlarındaki "nidd" sözcüğünün çoğuludur. Kur'an, Allah'a endâd tutulma­sına da karşı çıkıyor. Endâd edinmek, Allah yolunu karartan ve insanı saptıran bir davranıştır, (bk. Bakara, 22; İbrahim, 30; Zümer, 8)

Erbâb, rab sözcüğünün çoğuludur ve daima insan­dan oluşur, Sembolü kullanılmayan tek alt-ilah türüdür. Kur'an; nebilerin, dinde büyük tanınan kişilerin ve ni­hayet her mevki ve konumda insanın rableştirilebileceğini söylemektedir. Rableştirilen kişilerin daima fırkalaştırma, bölüp parçalama aracı olacakları da gösteril­miştir. Yani rableştirme biçiminde sergilenen şirk, aynı zamanda fırkacılık şirki halinde dikkat çekecektir. Kur'an bu inceliği verirken, rableştirilen kişileri Allah'a karşı konumlandırmakta ve onlardan "müteferrik" (fırkalara bölücü, fırkalara bö­lünmüş) diye söz etmektedir, (bk. Yûsuf, 39)

Rableştirme konusunu, eserimizin giriş kısmında genişçe incelediğimizden burada ayrıntıya girmiyoruz.

Şürekâ, şuurlu varlıktan, insandan olur. Kavram, kurum, kudret ve nesneler şürekânın sembolleri olabilir. Sembollere bakıp arka planı unutmamak gerekir. Şuur­suz varlıklardan şürekâ olmaz. Şürekâ, kıyamet günü zoru gördüğünde, dünyada ilahlık tasladıklarını, insanları kendilerine kul-köle ettiklerini inkâr edecek­tir. (bk. Fâtır, 14) Hatta bunlar, kendilerini ilahlaştıranları Allah'a şikâyet ederek: "Bunlar bize ibadet fi­lan etmiyorlardı, yalan söylüyorlar; bunlar bi­zim de yoldan çıkmamıza sebep oldular" vs. tü­ründen ithamlarla kendilerinden beklenebilecek bir kahpelik göstereceklerdir, (bk. En'am, 94; Nahl, 86; Yû­nus, 28)

Şürekâ, din kurmak, din adına buyruk koy­mak gibi yetkiler kullanmaya kalkan varlık­lar olarak da tanıtılmaktadır. Bunlar, dinde Allah'ın izin vermediklerini dinleştiren kişi veya odaklardır ki, şirk çocukları tarafından şürekâ (Allah'a ortak) olarak öne sürülürler, (bk. Şûra, 21)

Kur'an'ın bu beyanından anlaşılmaktadır ki, şirkin belirgin özelliklerinden biri de din kurucu sıfat veya yetkisi kullanarak dinde buyruk koymaya kalkmaktır. Sayılan bu nitelikler, cansız eşyanın nitelikleri değil­dir. Kur'an'ın "asnâm" (putlar) dediği şuursuz-nesneler, bu şuurlu insan şürekânın sadece sembolüdür. Sem­bol olarak sadece eşya değil, melekler, cinler de kulla­nılmıştır, (bk. En'am, 100)

* Kutsal değerlerin veya kıymetli insanların şirk aracı olamayacağını sanmak:

Allah ile aldatan ve tevhidi örtülü bir şirke doğru kaydıran hurafeci odakların ileri sürdükleri bu iddiaya göre, makbul eşya ve kişileri övmek, yüceltmek, kutsa­mak şirk olmaz. Îşte bu mantıkla peygamberler ilahlaştırılır, sakal kılları mabede sokulup etrafında tavaf edi­lir, tarikat şefleri, mezhep imamları, hocaefendiler, seyyidler, üstatlar takdis edilir.,. Çünkü onlar, meşâyih-i kiram, ulema-i ızâm, eimme-i fîhâmdır, sakal-ı şeriftir, sâdâttır, üstâz hazretleridir... Öte yanda, Allah'ın son Peygamberi Hz. Muhammed, kendisine "Sen bizim yücemiz, efendimizsin!" diyen sahabîsini, şeytanın keyfine uyarak dine-imana yakışmayan söz söylemekle itham edip "Efendi sadece Allah'tır, Allah!" diye çıkışsın! Önemli olan, rableştirmenin bugün kitle üze­rindeki etkisi ve Allah ile aldatma sektöründeki pazar payıdır.

Ve bu pay, ikiyüzlü, siyasetler yüzünden son derece büyümüştür... Pay böylesine büyük olunca insan hırsı ne Allah dinliyor ne Peygamber, ne kitap tanıyor ne tanrı­sal rehber...

Durum bu olunca, adlarının başına birer şirk afsunlu sıfat eklenmiş kişilerin rableştirilmesi, yarı-tanrı hali­ne getirilmesi yadırganmamalıdır. Yadırgayan olursa, ulema-i kirama, evliya-i ızâma, sakal-ı şerife hürmetsiz­likle suçlanır... Atalar dinine kafa tutanların başına ge­lenler unutulmamalıdır... TARÎKAT

Tarikatlar, İslam tarihinin 5. asrının sonlarıyla 6. asrının başlarında teşkilatlanan ve yayılmaya başlayan kültür, edebiyat, sanat, felsefe, müzik, spor kulüpleridir. Bu kulüp sözcüğünün altını çizmek isteriz. Gerçekten, ta­rikatlar, meşreplere, mizaçlara, yerel özelliklere cevap veren kültür-felsefe-sanat kulüpleriydi. Tarikatlar içinde, esnaf teşkilâtı, asker ocağı olarak çalışanlar da vardır. Ünlü Ahi teşkilatı birinciye, sınır boylarında mekân tutan ribatlar ikinciye örnektir.

Tarikatlar bu yönleriyle ve bu espri içinde unutulmaz hizmetler vermiş, spor, sanat, müzik vs. alanlarında bir­çok değer üretmiş kültür ocakları oldular. Onlar ayrıca, ahlak, fedakârlık, sevgi gibi temel insanlık değerleri­nin seçkin örneklerini veren birçok büyük ruhlu insan da yetiştirdiler. Bu durumlarını şu iki illete bulaşıncaya kadar sürdürdüler: Kendilerini dinin temsilcisi say­mak, çıkar hesapları uğruna siyaset ve saltanatın gü­dümüne girmek.

İşin bir başka yanı da şudur: Tarikatların sahneye çıkış tarihi, İslam'da yaratıcı bilim ve düşünce devrinin duruşuyla örtüşmektedir. Tarikatlar, taklitçilik ve mi­ras yeme devrinin temel kurumlarıdır.

Bu kurumlar, olumsuzluklar açısından bakıldığında, her şeyden önce, tasavvuf düşüncesinde yozlaşma ve dü­şüşün göstergesi ve başlangıcı oldular. Tarikatların ortaya çıkışı, tasavvufta yatay anlamda bir bü­yümeyi getirirken, dikey anlamda bir çürüme­nin ifadesi olmuştur. Tasavvuf, tarikatlar eliyle dar ve kapalı çerçevesinden çıkıp büyük kitlelere açılmış, yaygınlık ve etki alanını genişletmiştir ama kalite açı­sından yozlaşmaya maruz kalarak her gün biraz daha sığlaşmıştır.

Kaliteden kayıp pahasına vücut bulan büyüme, aynı zamanda İslam'ın özünden yani Kur'an'dan uzaklaş­manın da ifadesidir. Kitlelere yayılma, kitlelerin taşı­dıkları eski örf ve kabullerin bünyeyi sarmasını da be­raberinde getirmiştir. Kısacası, tarikatlar, tasavvufun değişik kültürlerin pagan veya yarı pagan kalıntılarıyla birleşerek Kur'an dışı bir kurum olmaya doğru gitme sü­recini açmıştır. Zamanla, özün yerini şeklin, ciddiyetin yerini idare-i kelamın, eylemin yerini laf ustalığının ve nihayet tevhit ölçülerine sadakatin yerini şirk kültürle­riyle uzlaşının alması kader haline gelmiş ve tarikatlar bir tür şirk üreten kurumlara dönüşmüştür.

Günümüzde tarikatların durumu ve konumu, nere­deyse tamamen Kur'an dışıdır. Mevlevîlik ve Melamî­lik, kısmen de Halvetîlik ve Rifaîlik gibi bazı tarikatlar Kur'an ve Muhammedi şuur eksenini hâlâ koruyor olsa da bunların kitlesel etkileri yok denecek düzeyde oldu­ğundan kader belirleyici konuma gelememektedirler. Kitlesel çapta rolü olanlara gelince bunlar klasik-derunî anlamda birer tarikat olmaktan çıkmış bulunuyorlar.

Kendisini Mevlâna Celaleddin Rûmî'nin "bu yüzyıl­daki müridi" olarak tanıtacak kadar tasavvufa saygılı olan büyük şair-düşünür Muhammed İkbal (ölm. 1938) bile bu gerçeği tevil edememiş ve tarikatların "pîrizm: şeyhperestlik" eksenli bir şirk ocağına dönüştüğünü, bu ocakların Kur'an denetiminde yeniden yapılandırılması gerektiğini, mevcut halleriyle İslam'a zarardan başka hiçbir şey getirmediklerini defalarca ve çok sert ifade­lerle duyurmuştur.

Büyük İkbal'in bu tespitlerine eklenecek yeni olum­suzluklar vardır: Bunların başında, tarikatların mili­tanlaşması, çeteleşmesi gelmektedir. Birçok zeminde si­lahlı tehdit unsurları olarak iş gören ve kitleye kin, nef­ret ve şiddet aşılamayı esas alan klik ve ekipler şu veya bu tarikat adıyla faaliyet göstermektedir. Belirgin nite­liği sevgi, tevazu, hizmet, merhamet olan tasavvuf, bu si­yasal ve yarı militan yeni ocakların elinde maddî-manevî sömürü ocaklarına dönüştüler. Türkiye coğrafya­sından baktığımızda bunların hemen tamamında bölü­cülük, iftira, tehdit, sömürü, siyasal mevki hırs ve entri­kası en Makyavelist ve insafsız araç ve usuller kullanı­larak sergilenmektedir. Kendilerini İslam ve Kur'an adına en iyi niyetlerle eleştirenleri etkisiz kılmak için ürettikleri iftira ve ithamların bir listesini yapmak bile ürpertici tablolara vücut verir. Hasım gördüklerini yıp­ratmak için teşebbüs etmeyecekleri hiçbir şeyin olmadığı kanısının kitleselleşmesine bizzat kendileri sebep ol­muşlardır. Bunların ekranlara taşan ve ülkenin gün­demini haftalarca, aylarca meşgul eden olumsuzlukları, halkın sadece tasavvufa nefretine yol açmakla kalma­mış, dine, Kur'an'a, Peygamber'e saygı ve sevgisini de sarsmıştır.

Böyle bir sonucun doğması elbette ki çok acıdır. Asır­lar boyu, sevgi ve güzellik üretmiş bu tarihsel kurumların böylesi olumsuzlukların sembolü haline gelmeleri insanlık ve düşünce tarihi için ve bizim din ve kültür mirasımız açısından büyük kayıptır. Ama bir insanlık borcu olarak söylemek zorundayız ki, yaratılan görüntü­nün kitlede oluşturduğu kanaat budur.

Bizim bu eserdeki ilkelerimiz ve tarzımız içinde ka­larak bakarsak şu olumsuzlukların altını çizebiliriz:

* Tarikatları Allah'a götüren yol saymak:

Tarikatlar birer kültür-folklor ocağı olmaktan çıka­rılıp dinin işlevlerini yüklenen kurumlara dönüştürül­düğünde tartışmasız bir biçimde İslam dışı olurlar. Çünkü Allah, dininin mensuplarını bir tek yola çağırmakta, sadece o yolun Allah'a götürece­ğini bildirmektedir. Bu yol, Kur'an'ın deyimiyle sırat-ı müstakim yani dosdoğru yoldur. Kur'an bu yo­lun, sadece bu yolun Allah'a götüreceğini, bunun dışında yollar edinmenin Müslümanları fırkalara bölüp parça­layacağını çok açık bir biçimde ifade etmiştir: "İşte bu benim dosdoğru yolumdur, onu izleyin; başka yolları izlemeyin ki, sizi Allah'ın yolundan ayırıp parçalara bölmesin!" (En'am, 153)

Bizim bu eserde "yolu parçalama" olarak şirk baş­lığı altında ele alıp açıkladığımız bu illetin bir numa­ralı üreticileri tarikatlar olmuştur. Tarikat zaten yol demektir. Allah bir tek yol öneriyor, tarikatlar ise birçok yol öneriyor.

İslam dünyasının tarikat yollarını izleme serüveni­nin bizi getirdiği yere bakarsak, tarikatların dediğinin yanlış olduğunu görürüz. Çünkü İslam dünyasının, tari­katlar tarafından getirildiği bugünkü yer, yürekler acı­sıdır. Demek oluyor ki tek yol öneren Allah doğru söylemistir. Vaadinde sadık olan O'dur. Ve reçete, biraz önce verdiğimiz En'am 153 ile onun bir başka ifadesi olan Âli Îmran 103. ayettir.

* İman kardeşliği dışında bir tarikat kardeşliği ihdas etmek:

Kur'ansal kimliği ilkin Emevî'nin saltanat dinciliği parçalamıştı; ikinci parçalanmayı tarikat dinciliği ge­tirdi: İh vancılık adı altında...

Bırakın yedek ilah haline getirilmiş şeyhlerin icat et­tikleri ve bir bölücülük aracı olarak kullandıkları tari­kat kardeşliğini, muvahhit Îslam bilginleri içinde, Hic­ret sonrası Hz. Peygamber tarafından oluşturulduğu söy­lenen "Muhacirlerle Ensar arasındaki hicret kar deşliği "ni bile Kur'an dışı bulanlar vardır. Onlara göre, Hz. Peygamber hiçbir Mekkeli mümini, hiçbir Medineli müminle özel olarak kardeş filan ilan etmemiş­tir. Bu yoldaki rivayetlerin tümü iftira ve uydurmadır. Çünkü Kur'an, "Müminler sadece kardeştirler." (Hucurât, 10 ) ilkesini baştan koymuş, Hz. Peygamber de tüm Müslümanların birbirlerinin kardeşi olduklarını defalarca ifade buyurmuştur. Bu Îslam-iman kardeşliği­nin yanma başka kardeşlikler koymak bölücülüktür.

Hucurât Suresi 10. ayet müminleri kardeş ilan ettik­ten sonra "Kardeşleriniz arasında barışı yerleş­tirin!" emirini veriyor. Tarikat ihvanlığı ise yapay bir kardeşlik ilan ederek müminler arasında kavga, fe­sat ve bölünme yaratıyor. (Bu konuda geniş bilgi için bk. Îbn Teymiye; Resâil, 1/ 159 vd.)

Îblis'in insanı nasıl tökezlettiğini inceleyen İbnülCevzî (ölm. 597/1200) ünlü eserinde şunu söylüyor: "Resul zamanında insanlar sadece imana ve İs­lam'a nispet edilerek Müslüman ve mümin diye anılırlardı. Öteki a dl ar u n v an l ar sonradan uy­duruldu." (Ibnül-Cevzî; Telbîsü iblis, 185) İbnül-Cevzî'ye göre, bu sonradan uydurulan adlara değer verilmesi, Ibli s'in karıştırma ve tökezletmelerinden biridir.

* Tarikat şeyhlerini kurtarıcı, erdirici, Allah'a yaklaştırıcı, şefaat edici vs. kabul etmek:

Kendisine bu Kur'an dışı sıfat ve yetkiler verilen şeyhlerden istiğâse (yardım istemek) edilir, ve tarikat inanışına göre, onlar bu istiğâseye hemen cevap verip kula gerekli yardımı derhal ulaştırırlar.

Kur'an bu niteliği ve bu gücü sadece ve sadece Allah'a tanımaktadır. Peygamberlerin bile böyle bir güç ve yet­kisinden söz edilmez.

Şeyhler, insanı Allah'a yaklaştırıcı olarak da devre­ye sokulmuştur. Buna tarikat dilinde "tevessül"(şeyhi aracı yapmak) denir. Kur'an'ın Zümer Suresi 3. ayetine göre açık şirktir. Bu yaklaştırma daha çok "rabıta" de­nen bir uygulama ile gerçekleştirilir. Rabıta, müridi şeyhin tüm zamanlarda ve mekânlarda denetimine so­kan bir "kişilik silme" yöntemidir. Bu yöntemin esası mürit denen kişinin, kendi benliğini inkâr edip şeyh denen kişinin bir uydusu haline gelmek için sürekli gayret göstermesidir. Kendisini özgür bir "ben: kişi" kabul eden hiçbir insan rabıtaya ehil sayılmaz. Rabıta­nın esası, müridin kendi benliğini yok etmesi, şeyhin bir uydusu haline gelmesidir. Buna "şeyhte fâni ol­mak" denir. Resul'de ve Allah'ta fâni olmak bu birinci "fena"yı izler.

Bu "fâni olmak" anlayışı Kur'an kaynaklı değil, Hint kaynaklıdır.

Rabıta yoluyla insanlar üzerinde kurulan hege­monya, şeyhin ölümünden sonra da sürdürülmek isten­miş ve bunun için de "kabirlere rabıta" denen bir uy­gulama devreye sokulmuştur. Bu uygulamaya göre, mü­rit, şeyhinin ölümünden sonra onun denetiminde olmaya devam etmek için onun mezarı başına gidip diz çöker ve ona rabıta yapmaya orada devam eder.

Bu uygulama da bir şirk belirişidir.

Müridin bilgiden bekleyeceği şeyleri elde etmenin yolu da okuldan-kitaptan uzaklaştırılıp şeyhten ilhamî bilgi almak biçimine dönüştürülmüştür. Bu bilgi alma­nın adı "tefeyyüz" veya " f e y i z l e n m e " di r . Mürit bu yolla kendisine lâzım olan tüm bilgileri, rabıta yoluyla denetimine ve güdümüne girdiği şeyhinden doğrudan alacağına inanır. Mektep ve kitapla gelen bilgi önemli sayılmaz. Zaten o bilgilerin yozlaşma dönemi tarikat çevrelerindeki adı "şeytanî bilgi"dir. Önemli olan, ilhamî veya kalbi bilgidir ki, o da şeyhin gönlünden mü­ridin gönlüne akar...

Şirk maddesinde genişçe açıkladığımız bu anlayışın tartışmasız bir biçimde Kur'an dışı olduğunu bir kez daha tekrarlayalım. Tarikatlarda şeyhi bu mevkie çıka­ran anlayışı "pirizm" (şeyhperestlik) olarak anan İk­bal, bu illete ağır eleştiriler yöneltmekte ve onu Kur'an dininin en büyük tahripçilerinden biri olarak görmekte­dir.

* Tarikat şeyhlerini yanılmaz, masum kabul etmek:

Yine açık bir Kur'an dişilik olan bu kabul tarikat ağına yakalanmış olanları şu noktaya götürür: Kurtuluş, şeyhin ağzından çıkanı dinlemektedir. O yanılmaz, çünkü bilgisi esas kaynaktan, Allah'tan gelmektedir.

Şunu hiç tevil etmeden söyleyelim: Çöküş devri tarikat mantığına göre, imanın temel şartı şeyhin ağzından çıkanı dinlemektir. İslam aki­desinin saydığı iman şartları sonradan gelir. Tarikat çevreleri buna teorik olarak elbette karşı çıkarlar. Ama günümüz tarikat disiplini ve uygulamasının özü-esası budur. İlke şöyle konmuştur: "Mürşit elinde mürit, gassal elinde meyyittir." Bugünkü Türkçe ile: "Şeyhin elinde mürit, ölü yıkayıcının eline tes­lim edilmiş ölü gibi olmalıdır."

Mensuplarını davar sürüsüne dönüşmemeye çağıran Kur'an'ın anlayışıyla bu anlayışı yan yana düşünmek mümkün değildir.

Gassal elinde meyyite dönüştürülen kitleler, tarih boyunca bu şeflere sadece mallarını, mülklerini, itibarlarını, mevkilerini teslim etmekle kalmadılar, zaman zaman ırzlarını da teslim ettiler. Tarikatlar ta­rihinde bunun örnekleri az değildir. Son yıllarda bu çev­relerin ağına düşüp ırzını kaybeden ve bir kucaktan öte­kine dolaşmaya mahkûm hale getirilen genç kadınların ekranlara yansıyan feryatlarını hep birlikte izledik. Bunlar bu facianın içine çekilirken kendilerine söyle­nen şuydu: "Allah'a ve cennete gidiş, efendi haz­retlerinin istek ve şefaatine bağlıdır. O halde onu memnun etmek Allah'ın iradesini bizim lehimize tahrik etmek demektir. Ve o halde, o ne istiyorsa kayıtsız-şartsız yerine getirilmeli­dir. Çünkü onun istemesi Allah'ın istemesidir. O, senin vücudunu ona teslim etmeni istiyorsa bu senin cenneti kazanmanın garantisi olacak­tır."

"Her şeyi Allah'tan alan ve şeytanî bilgiler­le kirlenmemiş bulunan şeyh" (!) bir şeye (bu bir hanım da olabilir) sahip olmak istiyorsa bu istek Al­lah'ın isteğidir, binlerce hikmeti vardır. Mürit bunun nedenini, niçinini soramaz; sorarsa feyzi kesilir, düşüşe geçer. Düşüşe geçince de öyle bir düşer ki parçası bulun­maz...

Biraz olsun aklını çalıştırıp "neden, niçin?" sor­maya yeltenen müritler, işte bu tehditle susturulur. "Eğer bizim gönlümüzden düşersen parçan bile bulunmaz." Veya "Bize sırt dönersen tokat yer­sin." Veya: " Bizim gönlümüzü kırarsan önce şefkat tokatı yersin, sonra da tamamen yuvar­lanıp gidersin."

Kısacası, sistem, ağın içine girenlerin itiraz etmele­rini, hatta böyle bir şeyi akıllarına getirmelerini kesin­likle önleyecek biçimde oluşturulmuştur. Bu ağa düşen­ler, susadıkça deniz suyu içenlere benzemektedir. Susuz­luğu gidermek için içtikçe biraz daha susamakta ve so­nunda mideleri parçalanmaktadır.

Bu, "ağa düşme" tâbirini bize öğreten, Kur'andır. Ankebût Suresi 41. ayet, Allah dışında birilerini ev­liya edinip onlardan yardım ve ışık bekleyenleri, kara dul denen dişi örümceğin ağına sığınmış olanlara ben­zetmektedir. Kara dulun tipik özelliği, binbir cilve ile kandırıp çiftleştiği eşini, çiftleşmenin hemen ardından o korkunç zehiriyle katletmesidir. Kur'an, Allah'ın yanı­na-yöresine konan ve evliya diye anılan alt-ilahlara sı­ğınanların sonlarının böyle olacağını söylemektedir. Tarih ve yaşadığımız günlerdeki tablolar da bunu doğru­lamaktadır.

Müslüman kitleler, tarih boyunca kara dul ihanetle­riyle inletilmiştir. Kara dul ihanetine dikkat çeken tek kitap Kur'an olmasına rağmen... (Bu konuda ayrıca bk. Bu eser, Veli-Evliya mad.)

* Şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır demek:

Muhammed İkbal 'in "pîrizm: tarikat putçuluğu diye andığı tabuyu yerleştirmek ve dokunulmaz kılmak için hadis adıyla uydurulan yalanlardan biri de budur. Bu sözün hadis adıyla ortaya sürülen bir iftira olduğu tüm İslam bilginlerince kabul edildiği halde tarikat çev­releri bunu yaymaya ve yaşatmaya devam etmektedirler. Kur'an'ı berrak bir vicdan, sadık bir imanla okuduğu­nuzda esasında bu sözün tam tersinin doğru olduğunu anlamakta gecikmezsiniz. Çünkü şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır demek aracı ve şefaatçi edinmeden Allah'a kul olamazsınız demektir. Kur'an işte bunun tam tersini söy­leyerek aracı ve şefaatçi edinmeyi şirkin bir uzantısı gö­rüyor.

Halk bu yalana öylesine inandırılmıştır ki, "Bir şeyhten el almadan cennete gidilemez" sloganı âdeta İslam'ın şartlarından biri gibi dillerde dolaştırıl­maktadır.

* Tarikat silsilelerinin Peygamberimize çıktığını iddia etmek:

Silsile, karşınızdaki şeyhin bağlı olduğu ve ucunun Hz. Peygamber'e çıktığı söylenen kişiler zinciridir. Ta­rikat kabulüne göre, şeyhler işte bu zincirle bizzat Hz. Peygamber'den feyz almakta, onunla doğrudan ve de­vamlı temas halinde bulunmaktadırlar. Bu silsile, şeyh­lerin bir tür peygamber vekili gibi yetki kullanmalarına imkân sağlamakta, onları dokunulmaz kılmaktadır. Böyle olunca da sözleri din, imzaladıkları her şey cennet belgesi olarak görülmektedir.

Tarikatlar öncesi gerçek tasavvuf döneminde bu silsilecilik yoktur. Bunlar, tarikatlar döneminin, durumu sağlamlaştırıp etkiyi artırmak için uydurdukları şey­lerdir. Kur'an ve sünnetten hiçbir dayanağı yoktur. Şirk panteonlarındaki hiyerarşiyi andırmaktadır, tevhit dışı­dır, vahyin getirdiği edep ve terbiyeye aykırıdır.

Hiç kimse, bir silsileye bağlı olmak, falan veya fila­na nispeti bulanmakla seçkinleşemez. Seçkinlik eylem ve ibadetle, üstünlük ise bilim ve takva iledir. Tarikat­lar, müstesna bazı temsilcileri bir kenara konursa, işte bu Kur'ansal ilkeyi tahrip ederek üstünlüğü, nispete, ser­puşa, şeyh icazetine bağlamışlardır.

tbnül-Cevzi'nin Eleştirileri:

Tarîkat-tasavvuf çevrelerinin olumsuzluklarını ele alıp eleştiren muhaddis-fakıh İbnül-Cevzî (ölm. 597/1200), bu olumsuzlukları şeytanın bu çevreleri aldatıp saptırması olarak görmektedir. Ünlü eseri Telbîsü îblis'in yaklaşık üçte ikisini bu konuya ayıran İbnül-Cevzî'nin kitabından bazı tespitleri alıntılamak istiyoruz:

"Âhireti isteyenler bu çevrelere, oralarda gördükleri zühd (düny a nimetlerini umursamamak) yüzünden, dünyayı isteyenlerse oralarda gör­dükleri rahatlık ve vurdumduymazlık yüzün­den eğilim göstermiştir.... Hz. Peygamber dö­neminde bunların taşıdıkları unvanların hiç­biri yoktu. İnsanlar imana ve İslam'a nispet edilerek mümin ve müslim diye anılırlardı. Öteki ad ve unvanları bunlar çıkardı..." (bk. Telbîs, s. 185)

"Şeytan bunları aldatarak ilimden uzaklaş­tırdı. Onları; ilim değil, ibadet önemlidir ves­vesesiyle aldatarak ilim kandillerini söndürdü ve hepsini karanlıklarda bıraktı... İlimlerinin yetersizliği yüzünden bilinçsiz bir biçimde uy­durma hadislerin baskısı altında kaldılar... Uydurmalar yoluyla bulaştıkları hayaller, aç kalmalar, sahte perhizler yüzünden iç dünyala­rında fesat belirdi, Allah'ı güzel yüzlü kişilere benzetmeye, Allah'a aşık olmaktan söz etmeye başladılar. Kuruntulara yenik düşerek küfürle bid'at arasında gidip geldiler..." (s. 188)

"Bunlar içinde, evliya adını verdikleri kişi­leri, peygamberlerden üstün görenler vardır..." (s. 191)

"Bunlar, kendilerini cennet ehli olmakla ni­telendirdiler. Oysaki Hz. Peygamber bu iddiayı taşıyanları şu şekilde uyarmıştır: 'Ben cennet­lik bir insanım diyen, cehennemdedir." (s. 195)

"Bunlar, uydurdukları sünnetlerle halktan, hatta fakıhlardan bile ayrıldılar, ilave namaz­larla dine ekleme yaptılar..." (s. 200)

"Bunlar, 'Rabbimiz bize kalp yoluyla söylü­yor' diyerek Kur'an'ı dışladılar... Tekke ve ribatlarında Kur'an okumayı yasakladılar..." (s. 201)

"Mal ve nimet düşmanlığını bir seçkinlik olarak öne çıkardılar. Oysaki Allah, Nisa Su­resi 5. ayette malları, bizi ayakta tutma aracı olarak göstermektedir... Allah'ın ve Peygamber'in insanları mal sahibi olmaktan yasakla­dığını söylemek ilimsizlik kanıtı olmaktan başka bir anlam ifade etmez. Yasaklanan, mal sahibi olmak değildir, malı haramdan kazan­mak ve kötü niyetle harcamaktır..." (s. 205)

"Onların mal-mülk konusundaki bu yanlış tutumları onları bedava yiyip içmek, çalışma­dan yaşamak noktasına getirdi. Önceleri karşı oldukları mal ve mülkün daha sonraları tutsa­ğı haline geldiler. Alıştıkları rahat ve şehvet onları mal-mülk sahibi kişiler önünde diz çökmeye itti..." (s. 211)

"Uydurma kıyafetler, y ır tık-pırtık giysiler giyerek itibar toplama yoluna gittiler..." (s. 213) Bunu, bir tür tevazu belirtisi gibi gösterdiler. Oysaki bu, ünlü olmanın, öne geçmenin bir başka aracı idi. Asrısaadet nesli bu incelikleri çok iyi bilmekteydi, tbn Ömer, eski-püskü giy­silere bürünen oğluna şunu diyerek karşı çıkı­yordu: Böyle şeyler giyme, çünkü böyle giyin­mek şöhret peşinde koşmanın bir başka şekli­dir.' (s. 220) Esasında, eski-püskü giymek, temiz ve güzel giysilerden kaçınmak, Allah'tan şikâ­yetçi olmanın bir ifadesidir. Bu tip tavırlar Kur'an tarafından yasaklanmıştır. Kur'an'a göre, Allah, kuluna verdiği nimetlerin eserini onun üzerinde görmek ister... Bu giysilerden insanın nefsi hoşnut oluyor yolunda bir itiraz asla geçerli değildir. Nefsin hoşlandığı şeyin dinen yasak ilan edilmesi için Kur'an'dan ka­nıt gösterilmesi gerekir. Kur'an, nefsimizin hoşlandığı her şeyi yasaklamıyor, mekruh gös­termiyor., (s. 227-228)

"Şeyh elinden hırka, kıyafet giyme töreleri uydurdular. Bu hırka ve giysileri kutsallaştır­mak için senetler icat ettiler. Bunların tümü yalandır, asılsızdır..." (s. 218)

"Bunlar, açlığı bir değer haline getirerek gençlerin gerektiği biçimde beslenmelerine en­gel oldular..." (s. 234-244) •

"Yapay huşu' tavırları, vecd gösterileri, ağ­lamalar, inlemeler geliştirerek riyakârlığın yayılmasına sebep oldular..." (s. 284)

"Dinde olmayan birçok şeyi dinleştirdiler. Oysaki bir insanın dinde vacip (gerekli, kaçı­nılmaz) olmayan bir şeye vacip gibi inanması küfürdür..." (s. 298)

"Kadınlarla beraberlikten uzak kalmayı bir seçkinlik olarak ileri sürerken, genç oğlanlar­la beraberliği bir tutku haline getirdiler. Bun­lar bu konuda çeşitli kısımlara ayrılmakta­dır... Bu konuda kendilerini desteklemek için şöyle bir hadis de uydurdular: 'Üç şeye bakmak gözün gücünü artırır: Yeşillik, akar su, güzel yüz.' Hadis diye rivayet ettikleri bu söz bir uy­durmadır." (s. 299-300)

"Genç oğlanlarla halvet ve sohbet, şeytanın bu çevreleri saptırmak için boyunlarına attığı en kuvvetli iplerden biridir..." (s. 312)

"Günaha girmemek, Allah'a biraz daha önce kavuşmak vs. gerekçeleri ileri sürerek hayatı­na son vermek âdetini bunlar geliştirdi. Bunun örnekleri çoktur..." (s. 307-308)

"Tevekkülü tembellik, kazanmamak, geçi­mini ona-buna havale etmek şekline dönüştü­renler bunlardır... Oysaki tevekkül bir gönül güvenidir, bedeni çalıştırmamak, oturup kal­mak, kazanmayı bırakmak asla değildir..." (s. 317-318)

"İlaç ve doktorla tedaviyi tevekküle ters gös­tererek bilime ve sağlığa ters düştüler..." (s. 324)

"Cumaya-cemaate, halk arasına katılmama­yı, kenara, halvete çekilmeyi bir değer haline getirdiler. Oysaki tüm bunlar Hz. Peygamber'in öğretisine aykırı şeylerdi..." (s. 325)

"Evlenmeyi, Allah'a ibadete engel göstererek nikâha karşı çıktılar. Eğer bunların evlilik hayatına doğal ihtiyaçları var ise bu yaptıkla­rı, bedene eziyet olur ve o, İslam'da yasaktır. Eğer evlilik hayatına ihtiyaçları yoksa o za­man evlenmemeleri onlar için bir üstünlük ol­maktan çıkar.." (s. 332)

"Kendilerinin içine doğan vehimleri, kurun­tuları, vesveseleri (hevâcis) 'batini ilim' diye anarak, esas ilimleri 'zahirî bilgiler' şeklinde küçük gördüler... Bu konuda, bâtın ilmi denen safsataya destek olacak hadisler uydurdular... Oysaki, ilham ve içe doğuş denen şey, esasında bilimin bir meyvesidir. İlmi terk edenlerin bu meyveden söz etmeleri nasıl mümkün olur! Aklî ve dinî ilimler olmadan ilhamdan söz edi­lemez. Bunun aksini söyleyip, 'Biz, ilmimizi ebedî diriden alıyoruz, sizin gibi ölümlülerden değiP iddiasında bulunmak dine hakaret et­mektir..." (s. 361-363)

"İlim karşıtlığında öylesine ileri gittiler ki, kitaplara düşman olma noktasına gelip kitap­ları toprağa gömdüler, yaktılar, nehirlere dök­tüler..." (s. 367-369)

"İşin esası şudur: Allah'a en büyük düşman­lık, ilimden uzaklaştırma ve soğutmadır. Çünkü dine ve Allah'a götüren en büyük kanıt ilimdir. Allah'ın hükümlerinin anlamı ve de­ğeri de ilim sayesinde bilinir. İlme şu veya bu şekilde düşmanlık göstermek, Allah'a ve O'nun dinine düşmanlığın en kötüsüdür..." (s. 370)

"Dini şerîat ve hakikat diye ikiye böldüler. Böylesi bir ayrımın dinle, gerçekle hiçbir ilgi­si yoktur. Dinin tümü hakikattir..." (s. 365)

"Melekleri, Cebrail'i vs. görüp onunla konuş­tukları yolunda hayaller kurup yalanlar düzdü­ler... Hatta Cebrail'in bunlara görünüp ilmi de­ğil ibadeti öne almalarını söylediğini iddia et­tiler. Cebrail'in böyle bir öneride bulunduğunu düşünmekten Allah'a sığınırız..." (s. 371)

"İlim eksildikçe keramet türü hayal ve uy­durmalar çoğalacağından bu çevreler ilimden koptukça keramet vs. adıyla hayal ve halüsinasyona teslim olmaya doğru yol aldılar... Gök­ten kendilerine ışık görünmesi, Kadir Gecesi gök kapılarının bunlara açılması vs. hep bu türden halüsinasyonlardır..." (s. 424)

"İddialarını, ilim dışı yollarla geçerli kıl­mak ve desteklemek için birçok hikâye ve ke­ramet uydurdular..." (s. 430)

"Eski-püskü, yün giymeyi, başı sağa-sola sallamayı, sendeleyip zıplamayı, ilim ve dü­şünceden önde göstermek için türlü oyunlar sergilediler... Bu hallerine karşı çıkan ilim adamlarını lâkaytlık, ibadetsizlik vs. ile suç­lamak için iftiralar, yalanlar düzdüler... Kendi yollarını izleyenleri harikalar gösteren, duaları kabul olan, kalplerden geçenleri bi­len... erişilmez kişiler olarak öne çıkardı­lar..." (s. 437-438)

Muvahhit bilgin İbnül-Cevzî' den aldığımız bu satır­lar, 260 sayfalık bir bölümün özetidir. O bölümün tümünü okuduğumuzda ürpertici birçok tabloyla daha karşılaşa­cağımız kuşkusuzdur... TEHECCUD

Teheccüd, uyku anlamındaki "hücûd" kökünden türemiş bir sözcük olup "uykuyu gidermek, uyuduk­tan sonra uyanmak" demektir. Kur'an, Hz. Peygamber'e "Kur'an'la teheccüd et yani Kur'an'la uy­kusuz kal!" emrini veriyor, (bk. isra, 79) Bunun anla­mı, gecenin bir kısmını bir şekilde Kur'an okuyarak, Kur'an'ı inceleyerek geçir demektir. Müzzemmil Suresi 2-3. ayetler bu tanrısal isteği ifadeye koyarken "Gecenin az bir kısmı hariç olmak üzere ayakta ol: Yarısını veya bundan biraz azaltılmış kıs­mını..." demektedir.

Kur'an ile uykusuz kalmak veya Kur'an için uykuyu bölmek şu şekillerden biriyle olur: 1. Kur'an'ı okumak,

2.    Kur'an'la ilgili araştırma, bilimsel çalışma yapmak,

3.    Kur'an'la ilgili yazılmış eserleri okumak, 4. Kur'an'la ilgili sohbet etmek, 5. Kur'an okuyarak namaz kılmak.

Ne ilginçtir ki geleneksel anlayış, bu beş şıktan ilk dördünü-ki esas olan onlardıryok saymış, hiç anma­mış, sadece namaz kılmayı korumuştur. Bu kadarla da yetinmemiş, teheccüdü, "namaz kılmak" la dondurup kurallaştırmıştır. Öyle ki meallerde teheccüd sadece gece namazı kılmak diye tercüme edilebilmiştir.

Tam bir Kur'an dişilik, tam bir saptırmadır.

Bu saptırmayı fark eden İslam bilginleri elbette ki vardır ama ne hikmetse susmayı veya lafı dolandırmayı yeğlemişlerdir. Celaleddin Ebu Bekr es-Süyûtî (ölm. 911/1505) bir yerde şöyle diyor: "Nevâfil (sevap kazanmak için) ibadetin ilimle uğraşmanın önüne geçirilmesi, büyük âfetlerin giriş sebebi olmuştur." (bk. Süyûtî; el-İttiba', 84-87) Süyûtî bunu söylüyor ama oynanan oyunu tüm çıplaklığıyla ortaya koymuyor; bundan ötesini de siz anlayın demeye getiri­yor. ÜFÜRÜK VE MUSKA

Üfürük ve muskadan medet ummak, Hz. Peygamber tarafından şirk olarak tanıtılmıştır. Şöyle buyuruyor: "Şu bir gerçek ki üfürük, muskacılık, şirinlik büyüsü, kısmet açma muskası gibi şeyler şir­kin görünümleridir." (Ibn Mâce, tıb 39; Elbânî; Sahîha, 1/648)

Şu sözler de onun:

"Korunma ve kurtulma ümidiyle üstüne-giysisine bir şey asan, şirke bulaşmış olur."

"Üstünde muska taşıyanın Allah hiçbir işini tamamlamasın; üstünde nazarlık boncuk taşı­yanı Allah korumasın!" (Heytemî; Zevâcir, 1/130. Bu konuda ayrıntılar için bk. Öztürk; islam'da Büyük Günahlar, 146-147)

Bu sözlerin; tevhidin akıl, bilim ve aydınlığa teslim ettiği insanlığın tekrar natürizm, animizm, feti­şizm ve benzeri pagan kabullerin tutsağı olmamasını sağlamaya yönelik olduğu açıktır. Şirk aracı olarak gös­terilen sapmaların tümü eski ve yeni dünyada hep putpe­restliğin belirişleri olarak ortaya çıkan illetlerdir. Hep­sinin temelinde bilimden, akıldan, aydınlıktan uzaklık yatar.. .

Ümmet, bir amaç, değer ve iş çevresinde top­lanan insan kümesidir. Bu değer/amaç din ola­bilir, zaman olabilir, mekân olabilir. (Râgıb; Müfredat, ümmet mad.) Bu değer/amaç, Kur'an'da örneğini gördüğümüz gibi, bir su kayna­ğından hayvanları sulamak da olabilir. Kas as Suresi 23. ayet, Medyen Suyu çevresinde hayvanlarını sulamak amacıyla toplanmış bir grubu tanıtırken onları ümmet sözcüğüyle ifade etmiştir.

Demek oluyor ki, ümmet kavramında sadece inanç ve amaç birliktelikleri değil, zaman, mekân, çıkar bir­liktelikleri de belirleyici olabilmektedir. Kur'an, hayvan topluluklarını da ümmet olarak anmaktadır. Onlar da tıpkı insanlar gibi birer ümmet topluluğu oluşturur.

Din açısından baktığımızda ümmet, Arap dilinin bü­yük ustalarından biri olan ibn Manzûr (ölm. 711/1311)un ifadesiyle şöyle tanıtılabilir: "Ümmet, in­san nesli demektir. Her Peygamberin ümmeti, kâfir veya mümin ayrımı olmaksızın, tebliğ için gönderildiği tüm insanlardır. Muhammed ümmeti denince Hz. Peygamber'e inanan ve inanmayan tüm insanlar kastedilir." (ibn Man­zûr; Lisânü'l-Arab, Ümmet mad.) Hz. Muhammed son peygamber olduğuna göre onun tebliği kıyamete kadar tüm insanlara hitap etmektedir. O halde biz bugün için tüm insanlığı Hz. Muhammed'in ümmeti olarak tanıtmakla hiçbir hataya veya abartıya düşmüş olmayız. Ümmetin itaat edeni gibi itaat etmeyeni de vardır. Bunun böyle olması, Hz. Muhammed'in tebliğine mu­hatap olmakla karıştırılmamalıdır. Herkes muhataptır ama bazıları itaat etmiştir.

Yanılgı, itaat etmeyenleri mümin saymamak değil­dir, ümmet saymamaktır. Şöyle de ifade edebiliriz: Ya­nılgı, ümmet olmakla mümin olmayı birbirine karıştırmaktır. Hz. Peygamber'in ümmeti içinde olanların büyük kısmı mümin olmamıştır, belki de ol­mayacaktır. (Ayrıntılar için bk. KTK. Ümmet mad.)

* Ümmeti Müslüman nüfus kağıdı taşıyanlara özgülemek:

Yukarıda da anlattığımız gibi, Muhammed Ümme­ti, Hz. Peygamber'in tebligatına muhatap olmuş bulunan ve (başka bir peygamber gelmeyeceğine göre) olacak olan tüm insanlardır.

Doğrusu şu ki, Kur'an'ın insan hayatına sokmak is­tediği değerleri esas alarak konuşursak Hz. Muhammed'in ümmeti içine sokulmaları en zor olan topluluklar günümüz İslam dünyasındaki topluluklardır. Çünkü, Kur'an'ın değerlerini hayatlarına en az sokmuş olanlar onlardır. Onların önceliği ve öncülüğü, İslam ve "Ümmet-i Muhammed" patentlerini bir şekilde elleri­ne geçirmiş bulunmalarıdır. Öte yanda, bu patenti eline geçirmemiş ama patentin amaçladığı değerleri hayatına daha fazla sokmuş ülkeler ve kitleler vardır.

Alışılmışa ve dayatılmışa ters bu tespit Allah'ın iste­ğini ve insanlığın geleceğini sağlıklı bir bakışla belir­lemek bakımından, çok önemlidir.

Şunun altını çizmek de önemlidir: Hz. Peygamber'e isnat edilen, "Benim ümmetim dalâlet (karanlık, sapıklık) üzere bir araya gelmez." sözü, gelenekselArapçı anlayışın ümmet kavramından hareketle değer­lendirilirse karşımıza Müslüman coğrafyadaki yerel-ortak kabuller çıkar. Bunların dalaletten arınmış olduğu­nu söylemekse dalâletin ta kendisi olur.

O halde Peygamber sözü olarak rivayet edilen o sö­zün, ümmet kavramının gerçek anlamına uygun sonucu şudur: İnsanlık, dalâlet üzere ittifak etmez, bir­leşmez. En azından kağıt üzerinde böyle ittifaklar oluş­turmaz. Oluşturulan birlikteliklerin, ittifakların en tipik örneği (ve şu anda bir numaralısı) 1948'de imzalanmış bulunan İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi'dir.

İnsanlığın şu veya bu bölgesinin şu veya bu kitlesi­nin, ulaşılan bu ittifaklara ters düşmesi ayrı bir konu­dur. İşe oradan bakarsak, Birleşmiş Milletler'in biz­zat kendisi bu bildirgeye aykırı davranışlar sergilemek­tedir. Bu aykırı davranışlar teorideki birliği, ilkelerdeki isabeti yok saymamızın gerekçesi yapılamaz. Kur'an'a inandığını söyleyenlerin asırlardır ona uymayan işler yapmaları, ondaki ilkeleri yok veya isabetsiz saymamı­za gerekçe yapılamayacağı gibi..

Şu halde, Hz. Muhammed adına "ümmetçilik", esas anlamıyla devreye sokulursa bir insaniyetçilik, insancı­lık veya hümanistliktir. İşin esası bu iken, Emevî yoz­laştırmasının açtığı çirkin kulvara giren insanlar, ümmeti bir kavmin söven duygularını okşayan kutsal bir kavram gibi kullanmışlardır ve ortaya aşağıdaki sonuç çıkmıştır:

* Ümmeti Arap milliyetçiliği haline getirmek:

Muhammed ümmeti Arabizmin amaçlarına, zevklerine, geleneklerine hizmeti kutsal bilen insan top­lulukları demek değildir. Araplardan her seferinde şi­kâyetçi olan Kur'an'ın dinini Arapların dini haline ge­tiren Arapçılık ve Arapçacılık tutkusu, yanlış bir ümmet anlayışının uzantısı olarak Arap dilini de "Allah'ın dili" yapmış ve başka dille ibadet edenlerin niyazlarını geçersiz saymak gibi bir sakatlığa bulaşmıştır. Ümmî kelimesi, anne anlamındaki "ümm" keli­mesiyle aynı köktendir. Ümmî, anasından öğrendikle­rinden, başka bir deyişle yaratılıştan gelen bilgilerden öte bilgisi olmayan, mekteple, kitapla eğitim görmemiş kişi veya toplum demektir, (bk. ibn Manzûr; LisânülArab, ümm maddesi)

Kur'an bu kelimeyi, Ehlikitap diye anılan Yahudi ve Hristiyanların ellerindeki kitaplar­la eğitilmemiş kişi ve topluluklar için kulla­nır. Bu anlamda Hz. Muhammed bir ümmî olduğu gibi, onun ilk muhatapları olan Araplar da ümmîdir.

Kur'an bu kelimeyi hiçbir yerde, bir ihtimal olarak bile, okuma-yazma bilmeyen kişi veya topluluk anlamında kullanmamıştır. Kur'an, Arap toplumuna ümmî demektedir, (bk. Bakara, 78; Ali İmran, 20, 75; Cumua, 2) Ve biz biliyoruz ki Arap toplumunda çok sayıda okuma-yazma bilen insan vardır. Hz. Peygamber'in çevresinde, hatta eşleri içinde okumayazma bilenler vardır. Sayıları 40 civarında seyreden vahiy kâtipleri vardır. Kur'an bunların tümünü ümmî diye nitelendirmektedir. O halde, Kur'an'ın kul­landığı ümmî sözcük-kavramının okuma-yazma bilme­mekle ilgisi yoktur. Kur'an, ümmîliğin tanımını, dolaylı da olsa vermek­tedir: Ümmî, Ehlikitap'ın elindeki Kitap'ı (Tev­rat ve İncili) okumamış, onunla eğitilmemiş kitle veya kişi demektir: "İçlerinden ümmîler de vardır ki Kitap'ı okumamışlardır..." (Bakara, 78) Kur'an dilinin büyük ustası Râgıb el-Isfahânî (ölm. 502/1108) ümmî kelimesinin filolojik tanımını bu Kur'ansal bakış açısına uygun biçimde vererek şöyle demiştir: "Ümmî, herhangi bir kitaptan okuyup yazmayan kişi" demektir, (bk. Râgıb, Müfredat, ümm maddesi) Râgıb'ın bu ifadesinin anlamı, okumayazma bilmeyen demek değildir. Söylediğini, iddiaları­nı herhangi bir kitaptaki bilgiler üzerine oturtmayan kişi demektir. Bu olgu, özellikle bir peygamber söz konu­su olduğunda son derece önemlidir. (Bu konuda bk. KTK, Ümmî maddesi)

"Ümmîyyun (ümmîler) kelimesi, Ehlülkitap (kendilerine kitap verilenler) kelimesinin karşıtı ola­rak kullanılıyor: "Kendilerine kitap verilenlere de ümmîlere de soruldu: Müslüman olup Allah'a teslim oldunuz mu?..." (Ali imran, 20)

Kur'an, Hz. Peygamberi de ümmî diye niteliyor, (bk. A'raf, 157-158) Yani Hz. Resul de, tıpkı hitap ettiği toplum gibi, Ehlikitap'ın elindeki bilgilerle donanmışlık niteli­ği taşımıyor.

Burada dışlanmak istenen nedir? Ankebût Suresi 48. ayet bu sorunun cevabını getirmiştir. Hz. Peygamber'e hi­taben şöyle deniyor: "Sen, bundan önce herhangi bir kitap okumuyordun; onu sağ elinle de yaz­mıyorsun. Eğer öyle olsaydı tutarsızlığa sapla­nanlar mutlaka kuşku duyacaklardı."

Görüldüğü gibi, dışlanmak istenen; Hz. Pey­gamberi, ondan-bundan aldığı bilgilerle pey­gamberlik taslamaya kalkan biri, Kur'an'ı da bir insanın zihninden çıkan bir kitap olarak niteleyen inkarcı mantığın iddialarıdır. Bu­nun, okuma-yazmakla bir ilgisi yoktur.

Kısacası, ümmî sıfatının ne Peygamberimiz için, ne de Arap toplumu için, okuma-yazma bilmemek şeklinde bir anlamı asla yoktur. Peygamberimizin okuma yazma bildiği, bugün artık tarihsel belgeleriyle kanıtlanmıştır.

Hz. Peygamber'in okuma-yazma bilmediği yolundaki kabul ve iddia onun tüm bilgilerini Allah'tan aldığı ger­çeğini kuvvetlendirmek için sürekli savunulmuştur. Onun okuma-yazma bilmesi, bilgilerini Allah'tan alma­sına engel gibi düşünülmüştür. Oysaki bu iddia, Hz. Peygamber'i (hâşâ) küçük düşürücü bir iddiadır. Aldığı vahyin ilk emri "Oku!" olan, en büyük düşmanlarını, (Bedir harbi gibi bir kader savaşında), sahabîlerine okuma-yazma öğretme karşılığında serbest bırakmayı kabul eden, okuma-yazmaya, kaleme-kağıda yeminle dolu bir kitabı insanlığa tebliğ eden bir Allah Elçisi'nin 23 yıllık peygamberlik dönemi boyunca okuma-yazma öğrenememiş veya öğrenmemiş olduğunu iddia etmek hem inandırıcı değildir hem de Peygamber'e saygı de­ğildir...

Hz. Peygamber'in, gelen vahiyleri kâtipleri­ne yazdırdıktan sonra, yazılanları kontrol edip imlâ düzeltmeleri yaptığını kaynaklar bize ha­ber veriyor. Okuma-yazma bilmeyen bir insan bunu nasıl yapıyordu?

İş bununla da bitmiyor: Buharî (ölm. 256/870) ve Müslim (ölm. 261/875) de dahil, tüm hadis ve siyer kay­naklarında şu olay kayıtlıdır: Hudeybiye antlaşması sırasında, Peygamberimizin, antlaşma metni altına "Allah'ın Resulü Muhammed' şeklinde attığı imza­ya, Mekke müşrik heyeti şöyle itiraz etmişti: "Bu un­vanla imza atma! Biz senin Allah'ın resulü ol­duğunu kabul etsek seninle savaşmazdık; im­zanı, Abdullah'ın oğlu Muhammed şeklinde at!" Bunun üzerine Hz. Peygamber, antlaşmayı yazıya geçi­ren Hz. Ali'ye: "O unvanı sil!" emrini vermişti. Hz. Ali, büyük edebinin bir uzantısı olarak: "Ben senin o unvanını asla silmem." deyince Hz. Resul, unvanı antlaşma metninden kendi eliyle silmiş ve müşriklerin istediklerini yazmıştı. Kaynakların burada Hz. Pey­gamber için kullandıkları ifade (Buharî'de dört yerde geçiyor) şudur: "Güzel yazmasını bilmiyordu ama yazdı." (Buharî, meğâzî-Umretü'l-kaza babı, ayrıca, sü­rüt 15; Müslim, sulhu'l-Hudeybiye)

İşte bu olay da gösteriyor ki Cenabı Peygamber okuma-yazma biliyordu. Gelenekçi çoğunluk, kaynakla­rın bu ifadesindeki "yazdı" sözünün "yazmadı"ya dö­nüşmesi için akıl almaz tevillere gitmiştir. Çünkü bu anlayış, okuma-yazma bilmenin Hz. Peygamber'in değe­rini düşüreceği yolunda bir fikre saplanmış bulunuyor. Bu saplantıyı haklı çıkarmak için tüm ayetleri ve olay­ları zorlamıştır. Hatta, Hz. Peygamber'in ölümünden önce okuma-yazmayı öğrendiğini söyleyenleri kâfir ilan edenler bile olmuştur.

Hz. Peygamber'in, kendisine peygamberlik geldikten sonraki bir zamanda okuma-yazma öğrendiğini, Hudeybiye Antlaşması sırasındaki düzeltmeyi bizzat kendi eliyle yaptığını açık bir biçimde ve bir bağımsız risale ile ortaya koyan ve savunmasını yapan, Endülüs­lü bilgin Mâliki fakıh ve muhaddisi Ebul-Velîd Sü-

leyman b. Halef el-Bâcî (ölm. 474/1081) olmuştur. Onun bu konuyu ele alan eseri, "Risale Hilâfi'lVâki' fî Kit âbe ti'n-Nebî Ye vme'l-Hu dey b iy e" (Peygamber'in Hudeybiye günü yazı yazdığına ilişkin tartışma) adını taşıyor. Bu kitapçığın Endülüs, Sicilya, Kuzey Afrika başta olmak üzere Îslam beldelerinde vücut verdiği tartışmalar, kendisinin birkaç katıdır. Çoğun­luk, Bâcî'nin düşüncesine karşı çıkmıştır. Ama onunla aynı görüşü paylaşanlar da vardır ve bunlar önemli isimlerdir. Bu isimlerin yirmiye yakını ve görüşleri, Bâcî'nin risalesinin İstanbul Süleymaniye Kütüphane­sindeki yazma nüshasına eklenen bir bölümde verilmiş­tir. (Bâcî'nin risalesi için bk. Süleymaniye Kütüphanesi, Yazma Bağışlar, numara: 1885/3, vrak. 105-115. Risaleye ek için bk. Aynı yazma, varak: 116-125)

Bâcî, risalesinde, Hz. Peygamber'in okumayazma bilmesini, öğrenme yoluyla değil, mucize yoluyla vücut bulmuş bir olay olarak göstermektedir. Bunun içindir ki eserinin ilk bölümünde mucize hakkında bil­giler verdikten sonra "okuma-yazma" mucizesini ele alır. Onun bu tavrını anlayışla karşılamamak haksız­lık olur... Olayı mucize ile açıkladığı halde Peygamber'e saygısızlıkla itham edilmiştir.

Ancak işin önemli bir yanı daha vardır: Bâcî'd en çok önce yaşamış bazı ünlü muhaddis-fakıhlar Hz. Peygamber'in okuma-yazmayı bildiğini kabul etmekte ve bunu mucize ile açıklama yönüne gitmemektedirler. Bizz at B âcî tarafından listelene n (bk . Anıla n Ris ale , 4 . b ab ) ve içlerinde sahabî ve tabiî kişilerin de bulunduğu bu bilginler şunlardır: Misver b. Mahreme (ölm. 64/683), Urve b. Zübeyr (ölm. 93/712), Şa'bî (ölm. 103/721), Avn b. Abdullah (ölm. 115/728), İbn Şihâb ez-Zührî (ölm. 124/742), Ebu İshak eş-Şeybânî (ölm. 141/ 758),

Ma'ıner b. Raşid (ölm. 154/771), Şu'be b. el-Haccâc (ölm. 160/776) İbn Hemmâm (ölm. 211/826), Ebu Ubeyd Kasım b. Sellâm (ölm. 223/837), İbn Ebî Şeybe (ölm. 235/849), Muhammed b. Beşşâr (ölm. 252/866), Vekı' b. Muhammed (ölm. 306/918), Ebu Bekr el-Mukrî (ölm. 360/971), Ebu Bekr el-Bakıllânî (ölm. 403/1013)

Bâcî'nin risalesinin yazma nüshası Prof. Dr. Ra­mazan Şeşen tarafından çalışma konusu yapılmış ve bir bildiri halinde Türk Tarih Kurumu'na sunulmuş­tur, (bk. Bibliyografya) Şeş en'in konuyla ilgili olarak vardığı kanaat Bâcî'ninki ile aynıdır. Şöyle diyor: "Hz. Peygamber okuma-yazma öğrenmiştir. Peygam­ber'in okuma-yazma bilmesinin Kur'an'ın mucizeliğine ters düşeceği iddiası ise gülünçtür..."

Bâcî'nin risalesi, Ebu Abdurrahman b. Ukayl ez-Zahirî tarafından, konunun tarihsel gelişimine de ışık tutan geniş bir etüd ilavesiyle, "Tahkîku'l-Mezheb" adıyla basılmıştır.

Bâcî'ye modern zamanlarda en önemli katılımlar­dan biri de Asrısaadet araştırmalarının günümüzde en büyük otoritesi kabul edilen Muhammed Hamîdullah 'tan gelmiştir. Hamîdullah, İslam Peygamber 'i adlı eserinde Peygamberimizin okuma-yazma bilip bil­memesi konusuna değinmiş ve sonuçta Bâcî'nin görüşü­ne katılmayı ifade eden kanaatini, kendisine özgü çok dikkatli üslûpla ifadeye koymuştur, (bk. İslam Peygam­beri, paragraf, 1236'ya not.)

Peygamberimizi okuma-yazma bilmez göstermek için gayret sergileyenler bu olayı da şöyle tevil ediyorlar: "Rivayetteki: "Peygamberimiz o unvanı silip müşrikle­rin istediklerini yazdı. " sözünün anlamı, "Hz. Ali'ye öyle yazmasını emretti." demektir.

İşin özeti şu ki Peygamberimiz, nübüvvetinin ilk yıl­larında okuma-yazmayı bilmiyor olsa bile, sonraki za­manlarda bunu mutlaka öğrenmiştir. (KI, 109-11. Ayrıca bk. s. 334-335)

Peygamberimizi okuma-yazma bilmez birisi göster­mekte ısrar edenlere göre, Hz. Peygamber'in okumayazma bildiğini kabul, onun peygamberliğine noksanlık getirir. Çünkü böyle bir durumda onun bilgilerinin tan­rısal kaynaklı olma niteliği tartışmalı hale gelir.

Bu iddia geçerli kılındığı içindir ki, Müslüman kit­lelerin şuur altlarında, bilgiye, okumaya-y azmaya karşı gizli bir isteksizlik, hatta tiksinti oluşmuştur. Daha da tehlikelisi, tarîkat-hurafe çevrelerinin ilim karşıtı yak­laşımları mektebe, bilgiye ve bilgine düşmanlığı yayar­ken en büyük desteği bu sakat kabulden almıştır. Şöyle düşünülür olmuştur: Bilmemekle, ilhama dayalı bilgiye sahip olmak arasında doğru orantı vardır. Ne kadar az öğrenir, ne kadar az bilirsek ilhamımız o kadar fazla olur!... Vahyin niteliği ve nasıllığı ile ilgili tartışmaların en önemlisi Kur'an'ın mahlûk (yaratılmış) veya gayrımahlûk (yaratılmamış) olması meselesidir. Bu noktada, öne çıkan üç görüş vardır. Ebu Bekr Celaleddin esSüyûtî (ölm. 911/1505) bu görüşleri şöyle veriyor: 1. Kur'an Allah'tan lafız ve anlam olarak  çıkar , Cebrail bunu Levhi Mahfûz'dan aynen ezber leyerek alır ve dünyaya indirir.

2. Cebrail sadece mânayı alıp indirir; o manayı Arap dilinin kelimeleriyle ifadeye büründürme işini Peygamber yapar . Bu görüşte olanlar,

Kur'an'daki şu ayete dayanırlar: "Onu, o emin ruh senin kalbine indirdi." (Şuara, 193)

3.       Cebrail Kur'an'ı mâna olarak indirir, Peygamber onu Arap dilinin kelimeleriyle ifa­deye büründürür; ancak bu ifadeler hemen gök ehline arz edilip onlar tarafından okunduktan sonra Cebrail bu son şekli tekrar Peygamber'e indirir ve son şekil böylece belirlenir, (bk. Süyûtî; el-Itkan, 1/125-126)

Bu görüşlerin hiçbiri Kur'an'dan onay alamaz. Ceb­rail'in Kur'an'ı mâna olarak indirdiği, kelimelerle ifa­denin Peygamber tarafından yapıldığı Kur'an'ın kendisi hakkındaki beyanlarıyla uyuşmaz. Çünkü Kur'an, ken­disinin beşer kelamı olmadığını açık bir biçimde ifade etmiştir. Hz. Peygamber de, yine Kur'an'ın açık beyanıy­la bir beşer olduğuna göre, Kur'an hiçbir surette onun ka­tılımı bulunan bir söz değildir. Kur'an, Peygamber'e kendisinin toplanmasında, tertibinde bile müdahale hak ve yetkisi vermemektedir, (bk. Kıyâme, 17-19)

Kur'an lafızlarının Hz. Peygamber tarafından belir­lendiği yolundaki görüş, bizzat kendisinin kanıt olarak kullandığı Şuara 193. ayete de terstir. Çünkü Şuara 193. ayetin beyanı kendisini izleyen 194 ve 195. ayetlerle ta­mamlanıyor. Verilen mesajın tamamı şudur: " O Kur'an'ı o güvenilir ruh indirdi senin kalbine ki uyarıcılardan olasın. Açık-seçik Arapça bir dille indirdi."

Şunu ifade etmek zorundayız: "Kur'an, Cebrail ta­rafından sadece mâna olarak indirildi, lafza büründürme işini Peygamber yaptı" şeklindeki görüşün, işi nereye götürmek istediğini, bununla neyin ispatına hazırlık içinde olduğunu biliyoruz:

Bu tevillerin amacı, hadislerin de vahiy ürünü olduğunu kabul ettirmektir. Bu anlayışa göre, hadislerle Kur'an'ın farkı, birincinin "okunma­yan vahiy" (vahyi gayrı metlüv) olmasına karşın ikincinin "okunan vahiy" (vahyi metlüv) olmasın­dan başka bir şey değildir.

Kur'an'la hadis arasındaki farkın bu kadar olduğu­nu kabul, beşer sözüyle Yaratıcı sözünün hemen hemen eşitlenmesi demektir.

Metlüv ve gayrı metlüv vahiy ayrımının pratik sonu­cu, tespiti yapanlara göre sadece şudur: Hadisler namaz kılarken kıraat makamında okunmaz, Kur'an okunur!...

Böyle bir tespiti kabul etmeyi, Kur'an'ı hafife almak sayarız.

Üzerinde olduğumuz konuda, Kur'an'ın verilerinden hareketle sorabileceğimiz soru şu dur: Cebrail indirdi­ği bu lafız ve mânayı Cenabı Hak'tan (veya Levhi Mahfûz'dan) ne olarak almıştır? Sadece mâna olarak mı, yoksa lafız ve mâna ile bir­likte bir kelam olarak mı?

Tekvîr Suresi 19-21. ayetler Cebrail'in Levhi Mah­fûz'dan aldığının sadece mâna olduğunu, lafza bürün­dürme işinin Cebrail'e verildiğini söyleyebileceğimizi göstermektedir. Ayetler şöyle diyor: "Yemin olsun, o Kur'an, muhakkak surette, kerîm bir elçinin sözüdür. Çok güçlüdür o elçi, arş sahibinin ya­nında saygındır. Orada kendisine itaat edilir, emindir."

O halde Kur'an anlam olarak da lafız olarak da Hz. Muhammed'in sözü ve ürünü değildir. Ve bu böyle olduğu içindir ki, ona tanrısal vahiy denmiştir. Ve o, tartışma, çelişme ve tutarsızlıktan arınmıştır. Al­lah'ın tekelindeki dinin kaynağı olmak da ancak bu arınmışlık niteliğini taşıyan bir kelamın hakkıdır.

Vahyi metlüv, vahyi gayrı metlüv ayrımı sonradan icat edilmiş Kur'an dışı, uydurma bir ayrımdır.

Hadislere vahiy demek Kur'an'a aykırıdır.

"Hadislere iman" tâbiri de Kur'an dışıdır. Îman sözü vahiy ürünü olmayan verilere isnat edilemez. "Hadise iman" tâbiri Kur'an tarafından reddedilmekte­dir, (bk. Câsiye, 6; Mürselât, 50)

VELİ-EVLİYA

Akademik dilde tekil şekliyle veli, halk arasında ise evliya şeklinde çoğulu kullanılan bu sözcük Kur'an'ın önemli kavramlarından birini çerçeveler.

Veli ve Mevla, Allah'ın isim-sıfatlarındandır. Al­lah, müminlerin Velisi (örnek olarak bk. Mâide, 55; A'raf, 155) ve Mevlâsıdır. (Örnek olarak bk. Bakara, 286; Enfâl, 40; Hac, 78). Müminlerin Allah dışında gerçek mevlâları da yoktur, gerçek velileri de...

50 civarında ayet, Allah'ın berisinden birilerinin veli edinilmesinin yaratacağı kötü sonuçlara dikkat çeker. Bu ayetlerin hiç biri "Allah'ı bırakıp da başka veli­ler edinmek"ten söz etmez; "Allah'ın berisin­den, yanından-yöresinden veliler edinmek" tâ­biri kullanılır. Kullanılan edat "min dûnillah" tır. Bunu, geleneksel kabuller rahatsız olmasın diye, "min ğay rillah: Allah'ın dışında" şeklinde tercüme etmiş­lerdir; yanlıştır.

Kur'an "min ğayrillah" tabirini "min dûnillah" tâbirinden daha fazla kullanmaktadır. Hal böyle iken neden bu "evliya" ayetlerinde sürekli "min dûnillah" tâbirini kullanmıştır? Allah, "min ğayrillah" değil, "min dûnillah" demiştir; biz bunu değiştirmeye kalkmak yerine onunla bize iletilen mesajı anlamaya çalışmalıyız.

Allah'ın şikâyetçi olduğu "veliler edinme", Al­lah'ı bırakıp da sapılan bir yol değildir; tam aksine, bu evliya, Allah bütün varlığıyla korunduğu ve kabul edil­diği halde onun yanına-yöresine ilave edilen yarı-ilah destekçilerdir.

Allah dışındakilerin veli edinilmesi, şirkin en yıkı­cı görünümlerinden biri olarak tanıtılmakta ve bu yapı­lırken de veli sözcüğünün çoğulu olan "evliya" kelime­si kullanılmaktadır. Kur'an böylece bir kelam mucizesi daha sergileyerek İslam toplumlarında tarih boyunca yı­kım sebebi olmuş ve yerleşmiş bulunan "evliya inancı "na dikkat çekmektedir.

Evliya inancı veya evliya kültü, şirkin en ka­hırlı musibetlerinden biri olarak gösterilmek­tedir. Bu evliya, şeytandan ve insandan üretil­miş bir tür şirk panteonudur ki görünüşte insa­nı Allah'a götürmede vasıta yapılır, gerçekte ise insanı Allah'tan uzaklaştırır.

Şeytan evliyası (evliyau'ş-şeytan) daha çok korku salarak iş görür. Bundan kurtulmanın yolu, Allah'tan başka korkulacak bir kudretin olmadığını bilmektir, (bk. Âli İ mran, 175)

Muvahhit bilgin İbn Teymiye (ölm. 728/1327), şey­tan evliyasının belirgin niteliğini Kur'an dışına çık­mak, Kur'an'a sırt dönmek olarak gösteriyor. Bunlar, kendi zikirlerinden kopanları sapıklıkla suçlarlar da Allah'ın "benim zikrim" dediği ve bir adını da "Zikir" koyduğu Kur'an'dan uzaklaşmayı hiç mesele yapmaz­lar... (bk. İbn Teymiye; el-Furkan, 18-19)

Şeytan evliyası, Rahman evliyasına karşı iş gören bir ekiptir. Rahman evliyasının tanımını veren Kur'an, bu tanımdaki unsurların dışında evliya alâmeti belirle­yen ve bu tanımdaki amaçların dışında amaç güden ev­liyayı şeytan evliyası bilmemizin yolunu açmıştır. Çünkü şeytan evliyasının tanımı verilmiyor; Rahman evliyasının tanımı veriliyor. Bunun anlamı, Rahman evliyası tanımı dışında kalanların şeytanın evliyası ol­duğudur.

Bu iki evliya tipi arasındaki farkları gösteren çalış­malar vardır. Bunların en ünlüsü, tevhit mücadelesinin sembol isimlerinden biri olan tbn Teymiye'nin eseri­dir ki adı bile başlı başına bir mesajdır: "el-Furkan beyne E vliy ai'r-Rahman ve Evliy ai'ş-Şeytan" (Rahman Evliyası ile Şeytan E vliy asınının Farkını Gösteren Kitap) Îbn Teymiye bu eserinde Rahman evliyası ile şeytan evliyasının özelliklerini ve farklarını, o usta kalemiyle vahyin ışığında yazıya ge­çirmiştir. Eserinin ilk bölümünde, Rahman evliyasının tanımını veren Yûnus Suresi 62-63. ayetleri esas alarak bu evliyanın niteliklerini açıklamaktadır.

Îkinci önemli ve ünlü eser, yine bir büyük tevhit sa­vaşçısı olan Ebul-Ferec Abdurrahman İbnül-Cevzî'nindir. İbnül-Cevzî (ölm. 597/1200) eserine yine şey­tana dikkat çeken bir isim vermiştir: "Telbîsü iblis" Yani "İblisi n Kirletmesi, Karmaşaya İtmesi" Onun ke ndi tanımıyla telbîs, "Bâtılı, hak görüntü­süyle ortaya sürmektir." (bk. Telbîsü Îblis, 47) O halde, Îblis'in telbîsi, esas anlamıyla bir aldatmadır. Bu telbîsin tuzağına düşenlerse aldananlardır. En yıkıcı aldatma, Allah'ın araç yapıldığı aldatma türüdür. Kur'an açıkça uyarıyor: "Aldatan sakın sizi Allah ile aldatmasınl" (Fâtır, 5) Çünkü Allah ile aldatılan­ların aldandıklarını fark etmeleri bile asırlar alır...

Îbnül-Cevzî'nin eseri, imandaşı Îbn Teymiye'ninkinin hacim bakımından üç veya dört katıdır. O sadece Rahman ve Şeytan evliyasının farklarını göstermekle kalmamış, felsefeden sanata, ibadetten giyim kuşama kadar tüm alanlardaki Îblis oyunlarına dikkat çekmiş­tir.

Eserin büyük kısmı tasavvuf-tarîkat alanındaki tel­hislere ayrılmıştır. Muvahhit yazarımız bu sayfalarda tasavvuf-tarîkat kaynaklı tüm sürçmelere, sapma ve sap­tırmalara dikkat çekmiştir. Ona göre, bunların tümü Îblis'in karıştırması, kirletmesi sonunda vücut bulan sapmalardır. Ve tümü, bilgiden nasipsizliğin, yoğun ce­haletin ürünüdür.

İbnül-Cevzî, eserinde bid'atlar konusuna da epey yer vermiş ve eserinin ikinci bölümünü bid'atlarm çir­kinlikle rini göstermeye ayırmıştır.

Îbnül-Cevzî'nin eserine, kitabımızın Tarikat m a d desinde geniş ölçüde yer verdik.

Şirk konusunda en büyük tehlike, evliya kültüdür. Yani Allah'a vardırıcı vasıtalar halinde birilerini bir tür yedek ilah gibi Allah ile kul arasına sok­mak... Kur'an burada ilk iş olarak bir evliya tanımı ve­rerek mensuplarını bilgilendirmekte, donatmaktadır. Ve bu tanım "Gözünüzü açın, dikkat edin, sakın oyu­na gelmeyin, uyanık olun!" anlamındaki "Elâ!" edatıyla başlayan bir beyyinede yer almaktadır ki, bu da gözden uzak tutulmaması gereken bir noktadır. Yani dikkatli olmaz iseniz ayağınız kayar, aldatılır, hüsrana uğrarsınız...

Kendilerine güven duyacağımız evliya, Yûnus Suresi 62-64 ayetlerde tanıtılmaktadır: "Gözünüzü açın! Al­lah'ın evliyası için korku yoktur, onlar tasa­lanmazlar da... Onlar iman eden ve sakınan kullardır. Onlar için hem dünya hayatında hem de âhirette muştular vardır."

Bu tanımdan anlaşılır ki güvenilir evliya, iman ve amelde sadık, dürüst, insanlığa hizmeti öne çıkaran, fedakâr, hoş görülü, sevgi dolu insan­lardır. Gerçek dindarlar, gerçek Muhammedîlerdir bunlar... Birbirlerinin iman kardeşleri­dir, iman dostlarıdır bunlar... (bk. Hucurât, 13; Tevbe, 71) Bunlar, iman kardeşliğinin yerine

yapay "klik, mezhep, tarikat ihvanlığı" koya­rak tevhidi parça parça etmezler.

Anlaşılmaktadır ki iman ve takva (Allah'ın ira­desine ters düşmekten sakınmak) dışında bir evliya alameti yoktur; işin omurga noktası da budur. Îmanda ve takvada savsaklama ve yozlaşma işaretlerinin görüldüğü yerde Rahman evliyası yok, şeytan evliyası vardır. Yani Allah ile aldatma ve çı­kar sağlama fırkacılığı...

Şu unutulmamalıdır ki, bu şirk evliyası, insanlar arasından edinilmektedir, (bk. Kehf, 102) Kur'an'ın bu noktaya parmak basması son derece önemlidir. Çünkü evliya kültüyle tevhidi şirke bulaştıran aldatıcılar, şey­tan evliyasını şu şekilde maskelemektedirler: Kur'an'da kötülenen evliya insandan değil, müşrikle­rin taptıkları putlardan olur; onunsa bizim efendilerimizle bir ilgisi yoktur... Bu savunma­nın bizatihi kendisi bir şeytan evliyalığı sergilemekte­dir. Gerçek bunun tam tersidir: Yıkıcı evliya daima insanlardan olur. Onlar, Kur'an'ın özgün ifadesiyle

"min dûnillah" (Allah'ın berisinden, yanından-yöresinden) seçilmiş kişilerden oluşan bir yedek ilahlar eki­bidir.

Evliyanın lüzumlu olduğuna ilişkin şirk savunması da Kur'an'da gündeme getirilmekte ve tevhit insanı bu şeytanî savunmaya karşı da donatılmaktadır. Bu mese­le, tevhit ilkelerinin en muhteşem şekilde ortaya kon­duğu Zümer Suresi'nde ele alınmaktadır. Surenin 3. ayeti, Allah'ın berisinden evliya edinerek onlardan ha­yır bekleyen şi,rk çocuklarının bunu yaparken sığındık­ları savunmayı gözler önüne koymaktadır. Şöyle deni­yor: "Gözünüzü açıp kendinize gelin! Arı-duru din yalnız ve yalnız Allah'ındır. Onun yanın­da birilerini daha veliler edinerek 'Biz onlara, bizi Allah'a yaklaştırmaları dışında bir şey için kulluk-kölelik etmiyoruz.' diyenlere ge­lince, hiç kuşkusuz, Allah onlar arasında, tar­tışıp durdukları konuyla ilgili hükmü verecek­tir. Şu bir gerçek ki Allah, yalancı ve nankör kişiyi iyiye ve güzele kılavuzlamaz."

Bu ayet, şirkin evliya kültü yoluyla yürüyen yı­kımına karşı müminleri donatan temel beyyinedir. Ev­liya maskeli şirkin savunucuları bu yedek ilahlarını "Allah ile bizim aramızda yakınlaştırıcı ve şe­faatçi" diye pazarlamaktadırlar, (bk. Zümer, 3; Yûnus, 18) Kur'an bunun bir şirk oyunu olduğunu söylemekte ve Kaf Suresi 16. ayet ile Zümer 44. ayette bu iddianın daya­nağını temelden yıkmaktadır. O ayetlere göre Allah in­sana şahdamarından daha yakındır ve şefaat tümden ve sadece Allah'ın elindedir. Böyle olunca, Allah ile kul arasında herhangi bir mesafeden ve herhangi bir şefaatçıdan söz edilemez ki yaklaştırıcıya veya şefaatçıya ih­tiyaç duyulsun. Şirkin "yaklaştırma" iddiası, temel­den tutarsız olduğu gibi, bizzat kendisi bir şirk itirafıdır. Çünkü Allah'ın kulundan ayrı ve uzak olduğunu iddia etmek de Kur'an'a aykırıdır.

Kaldı ki böyle bir ayrılık var sayılsa bile, Kur'an, şirkin bu varsayımdan yararlanma yollarını da kapat­mıştır. Allah: "Benimle yarattığımı baş başa bı­rak!" (Müddessir, 11) emrini vererek Allah ile kul ara­sına girmeye kalkmanın hiçbir gerekçesi olamayacağı­nı ilan etmektedir.

Evliya şirkinin sosyal ve hukuksal dayana­ğı yapılabilecek oluşumlara da imkân veril­memiştir. Din sınıfı, din kıyafeti yoktur. Din adamı tâbiri yoktur. Hatta resmî mabet yoktur. Vaftiz ve aforoz hiç yoktur. Günah çıkarıcılara ihtiyaç yoktur; çünkü insan doğduğu anda te­mizliğinin ve güzelliğinin doruk noktasında­dır. Allah'a kul olmak için birilerinin tescili­ne, okuyup üflemesine ihtiyaç bırakılmamıştır.

İslam dünyasında, evliya adıyla bir sınıfın doğduğu, bu sınıfın bir tür tezkiye, vaftiz ve aforoz sınıfı olarak yetki kullandığı inkâr edilemez bir gerçektir. Bu yapay sınıf, kendisine özgü tevil sanatını kullanarak istediği şeyi mubah, istemediği şeyi yasak haline getirebilmekte­dir. Akıl almaz haramlar işleyebilmekte ve bunları "zahir ehlinin bilmediği ibret ve hikmetler taşır" sloga­nıyla meşrulaştırmaktadır. Tasavvuf tarikat tarihi bu­nun yüzlerce örneğiyle doludur. Halbuki Allah'ın velile­ri asla sınıf oluşturmaz, mümin kardeşlerinden farklı kategoriler, kıyafetler yaratmazlar. Masumluk, hatasız­lık, günahsızlık gibi iddialara asla yer vermezler.

Kur'an, vesayet ve vekâlet altında bir kullu­ğun söz konusu edildiği tüm sistemleri şirk ve zulüm sistemi olarak damgalamaktadır. Toprak post, Allah dost olacaktır. Tüm yeryüzü mabet, tüm meşru fiiller ibadet haline getirilmiştir. Böyle bir anlayışın şekillendirdiği dünyada aracılara, komisyonculara, kutsallaştırılmış haraç ve huruç ekiplerine ihtiyaç yoktur.

Gerçek evliya tanımına uyanlar bile yardım ve şefa­at aracı yapılmamalıdır. Hiçbir evliya kategorisi yarar sağlamaya veya zarar vermeye güç yetiremez. O halde ilk adım, evliya denen kişilerin hiç kimseye bir şey vermek, kazandırmak imkânına sahip olmadıklarını, kendilerini aklamak ve kurtarmak gibi bir yetkilerinin de bulunmadığını bilmektir, (bk. Yûnus, 18; Ra'd, 16)

Evliya, dalâletten kurtarıcı bir kuvvet ola­rak da algılanamaz. A'raf Suresi 3. ayet bu kuruntu­ya yenik düşme ihtimali olanları uyarmaktadır: "Rabbinizden size indirilene uyun, onun yanındanyöresinden edinilmiş evliyaya uymayın!" Dik­kat edilirse ayet, hidayet önderliğini kişilere değil, ilke­lere (Rabden indirilenlere) bağlamıştır. Çünkü kişilerin hidayet önderliği devri, nübüvvetin bitirilmesiyle, yani Hz. Muhammed'in bu âlemden ayrılışı ile ebediyyen ka­patılmıştır.

Hidayet yalnız ve sadece Allah'tan gelir, ondan gelenlerin kaynağı ise kişiler değil, Kur'an'dır. Bunu unutarak evliyadan hidayet bekleyenlerin sonu hüsrandır. Bu hüsran, Al­lah'ın veliliğinin kaybıdır, (bk. Îsra, 97)

Evliya şirki konusunun önemli iki alt başlığına daha değineceğiz. Bunlardan biri, evliya tahribine ma­ruz kalmanın, "Allah'ın dâisi"ne kulak vermemek­ten kaynaklandığı, ikincisi de evliya şürekâsının ardı­na düşmenin ağır bir hüsran ve ihanetle sonuçlanacağı gerçeğidir.

Ahkaf Suresi 32. ayet şöyle demektedir: "Allah'ın davetçisine uymayan, yeryüzünde hiç kimseyle yanşamaz/hiç kimseyi âciz bırakamaz. Böylesinin, Allah dışında/Allah'ın davetçisi dışında evliyası da olamaz. Böyleleri apaçık bir sapık­lık içindedir."

Burada şirk evliyasına karşı "Allah'ın davetçisi" (dâ'iyellah) öne çıkarılmıştır. Şirk evliyası, Allah'a de­ğil, Allah'a vekâleten ve Allah'ın yardımcısı sıfatıyla kendilerine çağırır. Allah'ın davetçisi ise daveti Allah'a yapan insandır. Allah'ın davetçisine kulak vermeyenle­rin akıbeti, şirk evliyasının tuzağına düşüp hüsran ve sapıklığa mahkûm olmaktır.

O halde, şirk evliyasını tanıma ve etkisiz kılma yol­larından biri de "Allah için" iş yapanlarla "Allah adına veya Allah yerine" iş yapmaya kalkanları ayırmak ve ikincilerin arkasından gitmemektir. Şirk ve şeytan evliyası daima Allah adına veya yerine iş ya­par. Allah için iş yapmak evliya mantığıyla asla bağ­daşmaz. Allah için iş yapmak, ayetin de göster­diği gibi, sadece "Allah'ın davetçisi" olan hak erinin işidir.

Ankebût Suresi 41. ayet, "Allah'ın berisinden evliya edinenler"in korkunç bir ihanetle yüz yüze kalacaklarını bildirmektedir: "Allah'ın berisinden veliler edinenlerin durumu, bir ev edinen dişi örümceğin durumuna benzer. Ve ev­lerin en güvensizi/en zayıfı elbette ki dişi örümceğin evidir. Keşke bilselerdi!"

Şeytan evliyasını dost ve destekçi edinenler, kara dul diye adlandırılan dişi örümceğe sığınanlara benze­tiliyor. Bu kara dulun tipik özelliklerinden biri şudur: Büyük bir istek ve çekici cilvelerle çiftleşmeye çağırdığı erkek örümceği, çiftleşmenin ardından zehir­leyip öldürür.

Cenabı Hak, şeytan evliyasına sığınanların işte böyle bir ihanet ve hüsranla karşılaşacaklarını haber vermektedir. Şeytan evliyasının da içlerinde bulunduğu şürekâ (Allah'ın yanına-yöre sine konan yedek ilah­lardın hesap ve azap gününde, kendilerine kulluk-kölelik edenlere sırt dönüp ihanet edeceklerini gösteren Kur'an ayetlerini burada bir kez daha anımsayalım, (bk. Bu eser, Şirk mad.)

VESİLE EDİNME

Vesîle, b ir gayeye ulaşmada araç olarak kullanılan ve bu yolda kendisinden yarar beklenen şey veya kişi­dir. Kısaca araç demektir.

Kur'an, vesîle sözcüğünü iki yerde kullanır. Ne il­ginçtir ki bunlardan biri vesîle edinmenin yararını, di­ğeri ise yanlış vesîle edinmenin zararını göstermekte­dir. Bu ikincisiyle gösterilmiştir ki, vesîle edinme adı altında şirk sergilenebilecektir.

Vesilenin yararına dikkat çeken ayette şöyle deniyor: "Ey iman edenler, Allah'ın iradesine ters düş­mekten sakının; O'na varmaya vesîle arayın. O'nun yolunda gayret gösterin ki kurtuluşa erebilesiniz." (Mâide, 35)

Vesilenin şirk aracı yapılmasına dikkat çeken ve vesilenin Kur'an'a uygun olması gereken yapısını göste­ren ayet, kendinden önceki ayetle bir bütün oluşturuyor. O iki ayet şu mealdedir: "O'nun berisinden bel bağ­ladıklarınızı çağırın; onlar, başınızdaki zor­luk ve sıkıntıyı ne kaldırabilirler ne de değiş­tir ebilirler. O yakarıp durduklarının bizzat kendileri, en çok yakınlık kazanmışları da dahil, rablerine varmaya vesîle ararlar; O'nun rahmetini umarlar, O'nun azabından korkar­lar. Çünkü rabbinin azabı gerçekten korkulasıdır." (Îsra, 56-57)

Şü halde, Allah, kendisine yaraşır insan olmak için birtakım vesileler edinmemizi istiyor ama bunu bizim serbest seçimimize bırakmıyor; vesilelerin yapısı, kim veya ne olacağı konusunda temel ölçüyü getiriyor.

Temel ölçü şudur: Vesîle şirk aracı olmaya­cak. Kur'an'ın kaygısı açıktır: Vesîle edinme, temel düşman ve bela olan şirke araç yapılabi­lir, bunun önlenmesi gerekiyor.

Unutulmasın ki şirk, esası bakımından vesîle kavram ve kurumunun saptırılmasından oluş­muş bir illettir. Şirk, yanlış vesilelerden yardım ve yarar beklemenin kurumudur. Tevhit ise, Allah'a varı­şın, olması gereken hayır ve yarar getiren vesilelerin dinidir. Kur'an, dinde temel unsurlardan biri olan vesi­lenin düşman kurum olan şirk ölçüleriyle belirlenme­sini önlemek ve bu unsuru tevhit çerçevesinde tutmak is­tiyor. Ölçüyü de gayet açık bir biçimde veriyor: Vesîle, tevhidin Allahına kulluk aracı olacak, şirkin yedek ilahlarına kudret ve itibar sağlama aracı değil...

Kur'an, tevhit ruhuna uygun vesileleri göstermiştir: Bunlar, biri kişi, diğerleri kavram olmak üzere altı ta­nedir: 1. Peygamber, 2. Kitap (vahiy), 3. Îlim, 4. İşletilen akıl, 5. Îman, 6. Amel (ibadetler).

Vesîle, iman ve ibadetler alanında tevkifidir. Yani vahyin açıkça gösterdiklerinin dışına çıkarılamaz, ör­nekleme yoluyla çoğaltılamaz. Çünkü iman ve ibadet alanı içtihadî olmadığından bu alanda örnekleme, kı­yasa gitme yasaklanmıştır. Muamelât denen hukuk alanına gelince, bu alan tevkifi değil, içtihadî olduğun­dan burada vesîle sayılı ve sınırlı değildir. Bu alanda vesîle edftıirken örnekleme yapılabilir, kıyasa gidilebi­lir. Başka bir deyişle, makâsıd denen amaçlardan sap­mamak koşuluyla sayısız vesîle edinmek mümkün olur. Çünkü dinin vesâil (araçlar) hükümleri, zaman ve zeminin değişen şartlarına uygun olarak bu kavramdan hareketle sürekli değiştirilebilecek ve hukuk hayatı yeni normlarla beslenecektir.

BÎD'ATLAR, HURAFELER

*   Evliya adı verilmiş ve kutsallaştırılmış kişilerin Allah-kul arası yakınlaştırıcı kabul edilmesi:

Muhammed Abduh (ölm. 1905)un, isabetle belirttiği gibi, şirkin temel saplantılarından biri işte budur. (bk. Reşit Rıza; Tefsîru'l-Menâr, 4/10-11) Îslam dünyasını pe­rişan eden, Kur'an dininin erdirici ilkelerinin hayata girmesini engelleyen bir numaralı musibet, kişi kutsal­laştırma tutkusudur. Ne yazık ki bu tutku, Müslüman kitlelere egemen olmaya devam etmektedir. Hem de tüm şiddetiyle...

*     Tabiat kuvvetlerinin kutsallaştırılması:

Rüzgârın, suyun, Ay ve Güneş'in... kutsallaştırılması bu türdendir.

*   Bazı coğrafyaların, bazı toprak parçalarının, bazı kentlerin kutsallaştırılması:

Bazı kentlerde oruç tutmanın, namaz kılmanın, bir süre kalmanın sevap olduğu veya daha sevap olduğu yo­lundaki tüm anlayış ve rivayetler bu türdendir ve hura­fedir. Bu anlama gelebilecek hadis patentli sözlerin tü­münün uydurma olduğu Elbânî tarafından belgelenmiş­tir.

Bu tür vesîle şirkçiliğinin görünümlerinden biri de dualar sırasında "Allahım! Falan dağın, filan nehrin... hürmetine dualarımızı kabul et!" şeklindeki ifadelerdir. Bu ifadelerin girdiği dua metinleri, dua olmaktan çıkıp şirk belgesine dönüşür.

* Ecdat ruhlarının kutsallaştırılması:

Evliya kültü bunun en tipik belirişidir. Bu tür kutsal­laştırmanın şaşmaz göstergelerinden biri de ünlü kişile­rin mezarlarının mabet avlularına veya mabedin duvar­larına yakın yerlere yapılmasıdır. Mezarları mabetlere sokmak veya bitiştirmek, mabet ve ibadetle bu kişiler arasında ilişki kurmanın ifadesidir.

İslam dünyası, şöyle veya böyle, türbelere sığınmayı din bilmeye devam etmektedir.

* Mezar ve türbelerin aracı yapılması:

Bu konu bu eserin çeşitli yerlerinde ayrıntılarıyla anlatılmıştır. (Özellikle bk. Kabirler mad.)

* Bazı söz ve metinlerin aracı yapılması:

Ed'iye-i me'sûre (etkili oldukları rivayet edilmiş dualar), vird, hizip (ö zellikle tarikat çevre­lerinde her gün belli sayıda okunması kurallaştırılmış dualar) vs. adlarıyla bazı kişiler tarafından yazılıp ha­zırlanmış dualara kutsallık ve makbuliyet şansı tanın8.     Ayrıca bk. Îsra, 99; Yâsîn, 81) Bu ayette yaratmayı ifade için kullanılan kip, Arap gramerinde muzâri' denen kiptir ki devamlılık ifade eder. O halde Allah'ın bizim bilmediğimiz şeyleri yaratma eylemi, sürüp gide­cek bir eylemdir; varlık alanına sürekli yeni yaratıl­mışlar çıkarılacağının kanıtıdır. Bunlar mikro âlemde olabileceği gibi makro âlemde de olacaktır. Nitekim bir yandan yeni mikrop türleri keşfedilirken, öte yandan galaksiler keşfedilmektedir.

* Başka canlıların olmadığını iddia etmek:

Bizim görmediğimiz, bilmediğimiz başka canlılar hem yaratılacaktır hem de şu anda vardır. Kur'an uzayda, öteki âlemlerde şuurlu başka varlıkların bulun­duğunu defalarca ifadeye koymaktadır. Bu ifadeye koyuşta, şuurlu varlıklar için kullanılan "men" sözcüğü seçilmiştir. (Örnek olarak bk. Yûnus, 66; Hac, 18; Müminûn, 71) Göklerde ve yerdeki şuurlu olmayan varlık­ları ifadede "mâ" sözcüğü kullanılır. "Men" sözcüğü, "mâ "nın aksine, şuurlu-düşünebilen varlıkları anlat­mak içindir. Demek oluyor ki yeryüzü kadar, uzay da düşünebilen varlıklarla doludur. Bizim bunları göremeyişimiz, onlarla temas kuramayışımız ayrı bir mesele­dir.

Ayrıca, Şûra 29. ayette h ar eke t e de n-canlı anla­mındaki "dâbbe" sözcüğü kullanılmıştır. Bu ayete göre, yerler kadar gökler de dâbbelerle doludur.

Bu şuurlular içinde insandan üstün olanlar da var­dır, (bk. isra, 70)

* Dünyanın dönmediğini iddia etmek:

Böyle bir ara başlık atmamız yadırganabilir ama ne yazık ki durum bu başlığın atılmasını gerektirmektedir. Müslüman ülkelerin en büyüklerinden birinin en büyük üniversitelerinden birinde hem de rektör sıfatı taşıyan bir din bilgini, dünyanın dönmediğine, böyle bir şeyin olabileceğine inananların kâfir olduğuna, katledilmele­ri gerektiğine, bu konuda ümmetin icma'ı bulunduğuna ilişkin bir kitap yayınlamıştır. 1970'li yıllarda ve üni­versite yayını olarak...

Demek oluyor ki, bizlerin, "Dünyanın dönmedi­ğine, yerli yerinde durduğuna inanmak bilim dışıdır, hu rafedir" diye başlık atmak ve açıklama yapmak mecburiyetimiz hâlâ devam etmektedir. Biraz daha önceleri, dünyanın bir öküzün boynuzları üstünde durduğuna inananlar vardı. Şükürler olsun o devir bitti. O devirlerde bir gün, Îslam düşüncesinin büyük isimle­rinden biri olan Ömer Hayyam (ölm. 527/1132)a sordu­lar: "Dünyanın öküzün boynuzları üstünde dur­duğu söyleniyor, siz ne dersiniz?" Büyük Hayyam, büyüklüğüne yakışır bir cevap verdi: "Dünyanın öküzün boynuzları üstünde durduğu doğru de­ğildir ama buna inanan öküzlerin bulunduğu doğrudur." (Dünyanın dönmediğini öne süren ve bunu "İslam ulemasının icmaı" olarak gösteren yaklaşım için bk. Bu eser, Icma' mad.)

BİBLİYOGRAFYA VE
BİBLİYOGRAFİK KISALTMALAR

Abduh, Muhammed; Tefsîru'l-Menâr (R. Rıza yay.), Mısır, 1373-78

Aclûnî, İsmail b. Muhammed el-Cerrâhî; Keşfu'l-Hafa ve Muziîü'l-

İlbâs, Beyrut, 1351

Ahmed Emin; Fecru'l-İslam, Beyrut, 1975

 ; Duha'l-İslam, Kahire, 1984

'Akk, Hâlid Abdurrahman; Mevsûatu 1-Fıkhı'l-Mâlikî (Dârü'l-Hikme yay.), Beyrut, 1993.

Ali b. Ebi Tâlib; Nehcu'l-Belâğa, Beyrut (Subhi Salih yay.), 1967

Ali Mahfuz; el-İbda' fî Madarri,l-İbtida,, yersiz (Dârul-f tısâm yay.), 1956

Âmidî, Ebul Hasan Seyfuddin Ali; el-İhkâm fî Usûli'l-Ahkâm (Abdurrez

zak Afifi yay.), 1382

Âmir, Abdülaziz; et-Ta'zîr fi'ş-Şerîati'l-İslamiyye, Kahire, 1969

Arberry, A. J.; Revelation and Reason in islam, London, 1957

Atıyye, İzzet Ali; el-Bid'a, Tahdîduha ve Mevkıfu'l-İslami minha, Beyrut, 1980

Bâcî, Ebul-Velîd Süleyman b. Halef; Risâletün fı Hilafı'l-Vâki' fı Kitâbeti'n-Nebî Yevme'l-Hudeybiye (Tahkîku'l-Mezheb adıyla, Ebu Abdurrahman b. Akil ez-Zâhirî yay.), Riyad, 1983

Bakıllânî, Kadı Ebu Bekr Muhammed b. Tayyib; Kitabu't-Temhîd, Beyrut (Richard J. Mc. Carhy yay.), 1957

Bâkırî, Cafer; el-Bid'a, Kum, 1997

Behnesî, Ahmed Fethi; et-Ta'zîr fi'l-İslam (Muessesetü'l-Halîc yay.), Kahire, 1988

Belâzurî, Ahmed b. Yahya; Ensâbu'l-Eşrâf, Mısır (Hamîdullah yay.), 1959

Beyzâvî, Kadı Ebul Hayr Abdullah b. Ömer; Envâru't-Tenzîl ve Esrâru't-Te'vîl, İst. 1302

Beyhakî, Ebu Bekr Ahmed b. Hüseyn; Delâilü'n-Nübüve ve Mârifetu Ahvâli Sâhibi'ş-Şerîa, Beyrut (Abdulmutî Kal'aci yay.), 1985

 ; es-Sünen el-Kübra, Beyrut (Dârus-Sâdır yay), ts.

Bilmen, Ömer Nasuhi; Hukuk-ı İslamiyye ve Istılâhat-ı Fıkhıyye Kamusu, İst. 1967-1970

Borak, Sadi; Atatürk ve Din, İst. 1996

Buharî, es-Sahîh

Çağıl, Orhan Münir; Hukuka ve Hukuk İlmine Giriş, İst. 1971

Câhız, Ebu Osman Amr b. Bahr; el-Beyân ve't-Tebyîn, Kahire, 1985

Cassâs, Ebu Bekr er-Râzî; Ahkâmu'l-Kur'an (Sıdkı M. Cemil yay.), Beyrut, 1993

Darekutnî, Ebul Hasan Ali b. Ömer; es-Sünen, Beyrut (Abdul-lah Hâşim yay.), 1966

Dehlevî, Şah Veliyyullah; Huccetullah el-Bâliğa, Mısır, tarihsiz.

Ebu Dâvûd, Süleyman b. Eş'as es-Sicistânî; es-Sünen

Ebu Reyye, Mahmud; Advâ' ales-Sünneti'l-Muhammediyye (Mu­harrem Tan tere), İst. 1988

 ; Şeyhul-Madîra Ebu Hureyre, Mısır (Dârul-Maarif), 1980

Ebu Şâme, Şihabuddin Abdurrahman b. İsmail; Kitabu'l-Bâis ala İnkâri'l-Bida'i ve'l-Havâdis, Riyad (Hasan Selman yay.), 1990

Elbânî, Muhammed Nâsıruddin; Silsiletu 1-Ahâdîs ez-Zaîfa, Riyad, 1992-1996

 ; Silsiletu 1-Ahâdîs es-Sahîha, Riyad, 1992-1996

 ; Sıfatu Salâti'n-Nebî (Mektebetu 1-İslâmî yay.), Beyrut, 1983

Elmalılı, Muhammed Hamdi Yazır; Hak Dini Kur'an Dili Tefsir, İs­tanbul, 1979

Fîrûzâbâdî, Ebu Tahir Muhammed b. Yakub; Tenvîru'l-Mikbâs min Tefsiri İbn Abbas, Mısır, 1370

 ; el-Kâmusu'l-Muhît (Asım Ef. tere), İst. 1268-1272

Gazâlî, Ebu Hâmid Muhammed; İhyâu Ulûmi'd-Dîn, Mısır, 1967

 ; el-Müstasfa (İ. M. Ramadan yay.), Beyrut, ts.

Gazâlî, Muhammed; es-Sünnetü'n-Nebeviyye beyne Ehli'l-Fıkh ve Ehli'l-Hadîs (Dârûş-Şurûk yay.), 1989

Halîfî, Nasır Ali Nasır; ez-Zurûfu'l-Muşeddide ve'l-Muhaffife fî Ukûbeti't-Ta'zîr fı'1-Fıkhı'l-İslamî, Kahire, 1992

Hamîdullah, Muhammed; İslam Peygamberi (Salih Tuğ çev.); İst. 1990

 ; İslam Fıkhı ve Roma Hukuku (ortak yayın, K. Kuşçu tere), İst. 1964

Hatemi, Hüseyin; Hukuk Devleti Öğretisi, İst. 1989

İbn Abdilberr, Ebu Ömer Yusuf; Câmi'u Beyani'l-İlm ve Fadlihî (Dârul-Kütübil-İlmiyye yay.), Beyrut, ts.

İbn Arabî, Ebu Bekr Muhammed b. Abdillah; Ahkâmu'l-Kur'an, Beyrut (Ali Muhammed Becâvî yay.), ts.

İbn Âşûr, M. Tahir; İslam Hukuk Felsefesi (Makâsıdu'ş-Şerîa el-İslamiyye), İst. (H. Atay tere), 1988

İbn Ferhûn el-Mâlikî; ed-Dîbac el-Müzehheb (Muhammed Ahmedî yay.), Kahire, ts.

İbn Habîb, Ebu Cafer Muhammed; el-Muhabber (M. Hamîdullah yay.), Haydarâbaddekken, 1942

İbn Hacer, Ebul-Fazl Ahmed el-Askalânî; el-Isâbe fî Temyîzi's-Sahâbe, Mısır, 1323

İbn Haldun, Ebu Zeyd Abdurrahman; el-Mukaddime, Mısır, 1322

İbn Hişâm, Ebu Muhammed Abdülmelik; es-Sîretü'n-Nebeviyye, Mısır, 1375

İbn İshak, Muhammed; Kitâbu'l-Meğâzî (Hamîdullah yay.), Konya, 1986

İbn Kesîr, Ebul-Fida el-Hâfız; el-Bidâye ve'n-Nihâye, Beyrut, 1981

 ; Tefsîrul-Kur'an, İst. 1986

İbn Kuteybe, Ebu Muhammed Abdullah; TeVîlu Muhtelifı'l-Hadîs (M. Z. Neccâr yay.), Kahire, ts.

 ; el-İmâme ve's-Siyâse (T. M. Zeynî yay.), Mısır, 1378

İbn Mâce, Ebu Abdillah Muhammed el-Kazvînî; es-Sünen, Mısır, 1952

İbn Manzûr, Ebul-Fazl Cemalüddin el-Afrikî; Lisânü'l-Arab, alfabe­tik.

İbn Sa'd, Muhammed; et-Tabakâtü'l-Kübra, Beyrut, 1960-85

İbn Senan, Muhammed b. Ali; el-Cânibü't-Ta'zîrî fî Cerîmeti'z-Zina, ys. 1982

İbn Tediye; Mecmû'atu'r-Resâil ve'l-Mesâil, Mısır, ts.

 ; el-Furkan beyne Evliyai'r-Rahman ve Evliyai'ş-Şeytan, Bey­rut, 1401

İbnu Hemmâm, Ebu Bekr Abdurrezzak; el-Musannef, Beyrut (Abdurrahman el-A'zamî yay.), 1983

İbnül-Cevzî, Ebul Ferec Cemalüddin; Telbîsü İblis, Mısır, 1950

İbnül-Esîr, Ebul-Hasan İzzüddin Ali; Üsdü'l-Ğâbe fî Ma'rifeti's-Sahâbe, Kahire, 1390-1393

 ; en-Nihâye fî Garîbi'l-Hadîs, İst. 1311

İbnül-Kayyım el-Cevziyye, Şemsuddin Muhammed; Zâdü'l-Me'âd (Arnavut yay.), Beyrut, 1987

İbnül-Mübârek, Abdullah; Kitabu'z-Zühd ve'r-Rakâık (Habiburrahman el-A'zamî yay.), Beyrut, ts.

İkbal, Muhammed; The Reconstruction of Religious Thought in İs­lam, Lahor, 1968

İlhan, Avni; Mehdîlik, İst. 1993

Kal'aci, Muhammed Revvâs; Mevsûatü Fıkhı İbrahim en-Nehaî (Dârün-Nefâis yay.), Beyrut, 1986

 ; Mevsûatü Fıkhı'l-Hasan el-Basrî (Dârün-Nefâis yay.), Bey­rut, 1989

 ; Mevsûatü Fıkhı Süfyân es-Sevrî (Dâru n-Nefâis yay.), Bey­rut, 1990

Karafî, Ebul Abbas Ahmed b. İdris es-Sanhacî; el-Furûk, 1998

 ; el-İhkâm fî Temyîzi'l-Fetâva (Ebu Gudde yay.), Beyrut, 1995

Kârî, Ali; el-Mevzûat, İst. 1308

 ; Şerhu'ş-Şifa, İst. 1307

Karaman, Hayreddin; İslam Hukuk Tarihi, İst. 1989

Kİ . Öztürk; Kur'an'daki İslam

KTK : Öztürk; Kur'an'ın temel Kavramları

Kutup, Seyyid; İslam-Kapitalizm Çatışması (Y. N. Öztürk çev. 5. baskı), İst. 1985

Küleynî, Ebu Cafer Muhammed b. Yakub; el-Kâfî fî Usûli'd-Dîn (Behbûdî ve Gefarî yay.), Tahran, 1382

Malik b. Enes; el-Muvatta' (M. F. Abdülbakî yay.), Beyrut-Mısır, 1951

Matürîdî, Ebu Mansûr Muhammed es-Semerkandî; Kitabu't-Tevhîd (F. Halife yay.), İst. 1979

Maverdî, Ebul-Hasan Ail; el-Ahkâmu's-Sultâniyye, Mısır, 1298

Mumcu, Ahmet; Osmanlı Devletinde Siyaseten Katil, Ankara, 1963 Müslim b. Haccâc; es-Sahîh

Nemle, Abdülkerim b. Ali; er-Ruhas eş-Şer'iyye ve İsbâtuha bi'l-Kıyas, Riyad, 1990

Nesaî, Hafız Ebu Abdurrahman; es-Sünen

Nesefî, Ebu Hafs Ömer; Akâid (Teftezânî şerhi ile birlikte), İst. 1960

Öztürk, Yaşar Nuri; Kur'an'daki İslam, İst. 1999

 ; Kur'an'ın Temel Kavramları, İst. 1999

 ; Yeniden Yapılanmak, İst. 1998

Pezdevî, Fahrul-İslam Ebul-Hasan Ali; Usûlü'l-Fıkh (Dârül-Kitâb el-

Arabî yay.), Beyrut, 1394

Râzî, Fahreddin Muhammed; Mefâtîhu'l-Gayb, İst. 1307

 ; Levâmi'ul-Beyyinât fi'l-Esmai ve's-Sıfât, Kahire, 1976

Sâğânî, Ebul-F adâil Hasan; Mevzuat, Şam-Beyrut, 1985

Serahsî, Şemsul Eimme Ebu Bekr Muhammed; el-Mebsût, Beyrut, 1989

Sıddîk Han, Ebu Tayyib el-Buharî el-Kmnûcî; Fethu'l-Beyân fî Makâsıdi'l-Kur'an, Beyrut (Abdullah el-Ensarî yay.); 1992

Süyûtî, Celalüddin; el-Emru bi'l-lttiba' ve'n-Nehyu ani'l-lbtida', Bey­rut, 1998

 ; el-Itkan fı Ulûmi'l-Kur'an (M. Kassâs yay.), Beyrut, 1987

 ; Tahzîru'l-Havâs min Ekâzibi'l-Kussâs (M. L. Sabbâğ yay.),

Beyrut, 1984

 ;Târîhu'l-Hulefa, Mısır, 1952

Şafiî, Muhammed b. İdrîs ; er-Risâle (A.M. Şâkir yay.), Beyrut, ts.

 ; el-Ümm, Bulak, 1903

Şâtıbî, Ebu îshak İbrahim b. Musa; el-Muvâfakat (Draz yay.),

Beyrut, 1975

 ; el-Ftısâm (R. Rıza yay.), Mısır, ts.

Şelebî, Muhammed Mustafa; Ta'lîlu'l-Ahkâm, Beyrut, 1981

Şeşen, Ramazan; Peygamber Hz. Muhammed'in Okuma-Yazma

Bilip Bilmediğine Dair Rivayetler, 12. Türk Tarih Kurumu Kongresi Bildirileri, Cilt: 2, Ankara, 1999

Şîrâzî, Ebu İshak; el-Mühezzeb, Beyrut, 1992

Taberî, Ebu Cafer Muhammed b el-Cerîr; Câmi'u'l-Beyân 'an Tefsiri

Âyi'l-Kur'an, Mısır, 1968

Teftezânî, Sadeddin; Şerhu Akâidi'n-Nesefî, İst. 1960

Tehânevî, Muhammed A'la; Keşşâfu Istılâhati'l-Fünûn, Kalküta, 1863

Tillich, Paul; Dynamics of Faith, New York, 1958

Tirmîzî, Ebu İsa Muhammed; el-Câmi'u'l-Kebîr (es-Sahîh)

Turtûşî, Ebu Bekr Muhammed b. Velid; Kitabu'l-Havâdisi ve'l-Bida' (Abdülmecid Türkî yay), 1990

Türkmânî, İdris b. Baytekin; el-Lüma' fi'l-Havâdisi ve'l-Bida', Kahi­re (Subhi Lebib yay.) 1986

Udeh, Abdülkadir; et-Teşrî'u'l-Cinâî el-İslamî (Dâru'l-Kütüb el-Arabî yay.), Beyrut, ts.

Yakut el-Hamevî, Şihabuddin; Mu'cemu'l-Buldân, Beyrut, 1957

Zehebî, Ebu Abdillah Şemsuddın; Tezkiretu'l-Huffâz, Beyrut, 1956

 ; Beyânu Zağeli'l-İlmi ve't-Taleb, Dımaşk, 1348

Zemahşerî, Ebul-Kasım Mahmud b. Ömer; el-Keşşâf, Mısır, 1966

 ; Esâsu'l-Belâğa, Beyrut, 1965

Zerkeşî, Bedruddin Muhammed b. Abdullah; el-Burhan fî Ulûmi'l-

Kur'an (Abdülkadir Ata yay.), Beyrut, 1988

Zeydan, Abdülkerîm; el-Ferdu ve'd-Devle fî'ş-Şerîati'l-İslamiyye, Beyrut, 1965

 ; el-Vecîz fı Usûli'l-Fıkh, Bağdad, 1967

Asıl Kaynak: Yaşar Nuri ÖZTÜRK, İSLAM NASIL YOZLAŞTIRILDI(Vahyin Dininden Sapmalar, Hurafeler, Bid'atlar) İstanbul 2000

 


Bu blogdaki popüler yayınlar

TWİTTER'DA DEZENFEKTÖR, 'SAHTE HABER' VE ETKİ KAMPANYALARI

Yazının Kaynağı:tıkla   İçindekiler SAHTE HESAPLAR bibliyografya Notlar TWİTTER'DA DEZENFEKTÖR, 'SAHTE HABER' VE ETKİ KAMPANYALARI İçindekiler Seçim Çekirdek Haritası Seçim Çevre Haritası Seçim Sonrası Haritası Rusya'nın En Tanınmış Trol Çiftliğinden Sahte Hesaplar .... 33 Twitter'da Dezenformasyon Kampanyaları: Kronotoplar......... 34 #NODAPL #Wiki Sızıntıları #RuhPişirme #SuriyeAldatmaca #SethZengin YÖNETİCİ ÖZETİ Bu çalışma, 2016 seçim kampanyası sırasında ve sonrasında sahte haberlerin Twitter'da nasıl yayıldığına dair bugüne kadar yapılmış en büyük analizlerden biridir. Bir sosyal medya istihbarat firması olan Graphika'nın araçlarını ve haritalama yöntemlerini kullanarak, 600'den fazla sahte ve komplo haber kaynağına bağlanan 700.000 Twitter hesabından 10 milyondan fazla tweet'i inceliyoruz. En önemlisi, sahte haber ekosisteminin Kasım 2016'dan bu yana nasıl geliştiğini ölçmemize izin vererek, seçimden önce ve sonra sahte ve komplo haberl

FİRARİ GİBİ SEVİYORUM SENİ

  FİRARİ Sana çirkin dediler, düşmanı oldum güzelin,  Sana kâfir dediler, diş biledim Hakk'a bile. Topladın saçtığı altınları yüzlerce elin,  Kahpelendin de garaz bağladın ahlâka bile... Sana çirkin demedim ben, sana kâfir demedim,  Bence dinin gibi küfrün de mukaddesti senin. Yaşadın beş sene kalbimde, misafir demedim,  Bu firar aklına nerden, ne zaman esti senin? Zülfünün yay gibi kuvvetli çelik tellerine  Takılan gönlüm asırlarca peşinden gidecek. Sen bir âhu gibi dağdan dağa kaçsan da yine  Seni aşkım canavarlar gibi takip edecek!.. Faruk Nafiz Çamlıbel SEVİYORUM SENİ  Seviyorum seni ekmeği tuza batırıp yer gibi  geceleyin ateşler içinde uyanarak ağzımı dayayıp musluğa su içer gibi,  ağır posta paketini, neyin nesi belirsiz, telâşlı, sevinçli, kuşkulu açar gibi,  seviyorum seni denizi ilk defa uçakla geçer gibi  İstanbul'da yumuşacık kararırken ortalık,  içimde kımıldanan bir şeyler gibi, seviyorum seni.  'Yaşıyoruz çok şükür' der gibi.  Nazım Hikmet  

YEZİDİLİĞİN YOKEDİLMESİ ÜZERİNE BİLİMSEL SAHTEKÂRLIK

  Yezidiliği yoketmek için yapılan sinsi uygulama… Yezidilik yerine EZİDİLİK kullanılarak,   bir kelime değil br topluluk   yok edilmeye çalışılıyor. Ortadoğuda geneli Şafii Kürtler arasında   Yezidiler   bir ayrıcalık gösterirken adlarının   “Ezidi” olarak değişimi   -mesnetsiz uydurmalar ile-   bir topluluk tarihinden koparılmak isteniyor. Lawrensin “Kürtleri Türklerden   koparmak için bir yüzyıl gerekir dediği gibi.” Yezidiler içinde   bir elli sene yeter gibi. Çünkü Yezidiler kapalı toplumdan yeni yeni açılım gösteriyorlar. En son İŞİD in terör faaliyetleri ile Yezidiler ağır yara aldılar. Birde bu hain plan ile 20 sene sonraki yeni nesil tarihinden kopacak ve istenilen hedef ne ise [?]  o olacaktır.   YÖK tezlerinde bile son yıllarda     Yezidilik, dipnotlarda   varken, temel metinlerde   Ezidilik   olarak yazılması ilmi ve araştırma kurallarına uygun değilken o tezler nasıl ilmi kurullardan geçmiş hayret ediyorum… İlk çıkışında İslami bir yapıya sahip iken, kapalı bir to