Floransa’da,
Pier di Braccio Martelli’nin evinde başladım. Burada kopyaladığım, daha sonra
düzenlemeyi umduğum bir yığın sayfadan yaptığım bu derleme, düzenli bir çalışma
olmayacak.
Öyle
sanıyorum ki bu çalışmanın sonuna gelmeden bazı şeyleri tekrarlamak zorunda
kalacağım. Bu yüzden ey okuyucu, konuların çokluğundan ve hafızanın hepsini
birden alamayışından ötürü beni suçlama. “Daha önce de yazmışsın aynı şeyi,
şimdi yazmana ne gerek vardı." deme.
Eğer
ben bu hataya düşmeyi göze almasaydım, ne zaman bir paragraf kopyalamak
istesem, kendimi tekrarlamamak için, daha önce yazdıklarımın hepsini en baştan
okumam gerekirdi. Bu da yazdığım ile yazacağım arasındaki zamanın uzaması
anlamına gelirdi.
*
Özellikle
faydalı ya da zevk veren hiçbir konu bulamadığını ve benden öncekilerin de
şimdiye kadar bilinen her faydalı ve gerekli temayı kullandığı apaçık belli.
Şu
hâlde ben, pazara en son gelen fakir biri gibi, başka çaresi olmadığından diğer
müşterilerin beğenmedikleri malları almalıyım.
Böylece,
diğerlerinin burun kıvırdığı bu malları naçizane heybeme doldurmak, büyük
şehirlerde değil, bilakis küçük ve fakir kasabalarda dağıtmaya gitmeliyim.
Belki
mallarımı değecekleri fiyata satarım diye...
*
Biliyorum,
birçokları bu çalışmam için, “İşe yaramaz!’’ diyecekler.
Maddi
zenginlikten başka bir şey istemeyen, akim gıdası ve tek zenginliği olan
bilgiden mahrum kalmış insanlar!
Ruh,
vücuttan çok daha kıymetli olduğundan, ruhun sahip olduğu da vücudunkinden daha
asildir.
Matematikten
anlamayana benim çalışmalarımı okutmayın!
Onlar
gibi, diğer yazarlardan alıntılar yapmam. Ben, daha iyi ve değerli olan
tecrübeye güvenirim.
Onların
yaptığı şey, kendi çalışmalarıyla değil, diğerlerininkiyle böbürlenmek,
başkalarının işlerini kuşanıp süslenmektir.
Onlar,
kendi işim için aynı şeyi yapmama izin vermezler. Beni ‘mucit’ diyerek küçük
görürler. Başkalarının işlerini göklere çıkaran ve yaygarasını yapanlara daha
ne denir ki...
Bu
adamlar, insanı ve doğayı inceleyerek buluşlar yapan mucitlerle kıyaslandığında,
aynadaki görüntüsüyle kıyaslanan bir nesne gibidirler. Saygınlıkları da o kadar
olmalıdır.
Birçokları,
benim çalışmalarımın yüksek mevkilerdeki bazı çok saygıdeğer kişilere ters
gelebileceğini düşündüklerinden, beni suçlayabilirler.
Bunu
da, dayanaksız yargıları yüzünden, benim çalışmalarımın duru ve sade tecrübenin
ürünleri olduğunu düşünmeyerek yaparlar.
Oysa
bu çalışmalar, doğruyu yanlıştan ayıra-bilmenizi sağlayacak yeterliliktedir.
Mümkün olan şeyleri makul bir çerçeve içinde aramaları için insanlara yardımcı
olurlar.
Su
altında uzun süre kalmakla ilgili kendi metodumu, denizin ortasındaki gemileri
harap edip yolcularıyla birlikte batırmak için kullanabilecek kadar kötü
niyetli insanlar olabileceğinden, ne ortaya çıkaracak ne de yayımlayacağım. Fakat
diğerlerini sizlere aktaracağım.
Bilim
olmaksızın tecrübeye âşık olanlar, dümensiz ve pusulasız bir gemiye binen ve
bir yere gidip gitmediğinden emin olamayan denizciye benzerler.
Tecrübe
daima mantıklı teoriler üzerine kurulmalıdır.
♦
Haz
ve acı, birbirinin zıttı olmalarına rağmen biri olmadan diğeri olamaz.
*
Hazzı
tadarsan bil ki ardında seni belaya ve pişmanlığa götürecek bir şey var.
*
Ateş
yalanı yok eder, yani safsatayı. Ve karanlığı sürgün edip gerçeği koyar yerine.
*
Ateş,
belki de her safsatanın sonu ve gerçeğin görüntüsü ve gösterisi olarak tasvir
edilebilir. Çünkü o, ışıktır ve tüm özleri ya da hileli işleri saklayan
karanlığı sürgün eder.
♦
Ateş
her safsatayı yok eder, yok olan düzenbazlıktır. Ve gerçek tek başına ayakta
kalır, bu da altındır.
Gerçek
saklanamaz, niyeti gizlemenin yararı yoktur. O, şimdiye kadar hiçbir amaca
yargıç olamamıştır. Yalan maskesini giyerse de güneşin altında hiçbir şey
saklanamaz.
♦
Ateş,
gerçeği tasvir etmek içindir. Çünkü her hileyi, yalanı bitirir. Maske ise, yalan
ile gerçeği gizleyen hile içindir.
*
Bizler
yararlı olmaktan usanmadan önce hareket duracak. Hareket, yararlılıktan daha
önce tükenecek, ölüm de usanmadan önce.
*
Diğerlerine
hizmet etmekte yetersizim. Yararlı olmaktan hiç bıkmadım. Hiçbir iş beni yormaya
yetmez.
♦
İçlerine
kar gibi altın ve değerli taş yağan eller... Onlar hizmet etmekten yorulmaz.
Fakat bu hizmet bizim değil hizmetin kendi yararınadır.
*
Nankörlüğe
ibret olsun ki, odun kendini tüketen ateşi besler.
*
Süreklilik
başlamaz, fakat sebat eder.
*
Aşk,
korku ve saygı! Bunları taşlara yazın.
*
Kesilen
bir ağaç filizleniyor yeniden, umutluyum hâlâ...
*
Bir
atmacadır zaman...
*
Ey
her şeyi bitiren zaman! Ey kıskanç vakit! Her şeyi nasıl da yıkıp gider,
yılların keskin dişleriyle nasıl da un ufak edip ağır ağır öldürürsün!
*
Ölüm
hariç her kötü şey, geride bir keder bırakır, ölüm ise bu kederi, hayatla
birlikte yok edendir.
♦
Görüyorsun
ki, insanın bir yerden eve dönme arzusu ve umudu, bir kelebeğin ışığa olan
özlemi gibidir. Her yenibaharı, yazı, ayı, yılı sürekli bir coşkuyla özleyip
bekleyen, özlemle beklediği şeylerin geç bile kaldığını düşünen insan, kendi
sonunu özlediğinin farkında değildir. Bu arzu ile kendini vücuda hapsedilmiş
hisseden ve özlemle, geldiği Zat'a dönmeyi bekleyen ruh, bu konudaki en
mükemmel örnektir. Dünyanın küçük bir misali olan insanın doğasından ayrılmayan
bu özlemin eşi benzeri yoktur.
Ey
faniler, açın gözlerinizi!
*
Ey
gafiller! Uyuklamak ne kötü şey! Uyku, ölüme bezer. Ah öyleyse, ölümden sonra
kusursuz bir hayata sahip olmak varken neden çalışmaz, hazin bir ölüme giden
uykuda geçirirsiniz hayatınızı?
♦
Geçmiş
zamanların ve yerlerin bilgisi, insan akimın hem süsü hem de besin kaynağıdır.
#
Yalan
söylemek öylesine aşağılık bir şeydir ki, kutsal şeylerden bahsederken sanki
Tanrı’nın lütfunu üzerinizden soyup çıkarır. Hâlbuki doğruyu söylemek ne
muhteşemdir. Doğru, küçük şeyleri bile övse onlar asil olur.
*
Şüphesiz
gerçek ile yalan arasındaki ilişki, ışık ile karanlık arasındaki ilişkiye
benzer.
♦
Doğru
kendi içinde bile öyle muhteşemdir ki, mütevazı ve sade şeylerden bahsederken
bile, yüksek ve muazzam söylevlerin içinde saklanmış yalanın ve şüphenin sonsuz
kez üstündedir. Çünkü yalan söylemek beşinci unsurumuz da olsa, bu, doğrunun
daha üstün beyinlerin başlıca gıdası olduğu gerçeğini değiştirmez.
♦
Ey
her şeyi bitiren zaman! Ey kıskanç vakit! Her şeyi nasıl da yıkıp gider,
yılların keskin dişleriyle nasıl da un ufak edip ağır ağır öldürürsün!
*
Ölüm
hariç her kötü şey, geride bir keder bırakır, ölüm ise bu kederi, hayatla
birlikte yok edendir.
*
Görüyorsun
ki, insanın bir yerden eve dönme arzusu ve umudu, bir kelebeğin ışığa olan
özlemi gibidir. Her yenibaharı, yazı, ayı, yılı sürekli bir coşkuyla özleyip
bekleyen, özlemle beklediği şeylerin geç bile kaldığını düşünen insan, kendi
sonunu özlediğinin farkında değildir. Bu arzu ile kendini vücuda hapsedilmiş
hisseden ve özlemle, geldiği Zat'a dönmeyi bekleyen ruh, bu konudaki en
mükemmel örnektir. Dünyanın küçük bir misali olan insanın doğasından ayrılmayan
bu özlemin eşi benzeri yoktur.
Ey
faniler, açın gözlerinizi!
Ey
gafiller! Uyuklamak ne kötü şey! Uyku, ölüme bezer. Ah öyleyse, ölümden sonra
kusursuz bir hayata sahip olmak varken neden çalışmaz, hazin bir ölüme giden
uykuda geçirirsiniz hayatınızı?
*
Geçmiş
zamanların ve yerlerin bilgisi, insan aklının hem süsü hem de besin kaynağıdır.
*
Yalan
söylemek öylesine aşağılık bir şeydir ki, kutsal şeylerden bahsederken sanki
Tanrı’nın lütfunu üzerinizden soyup çıkarır. Hâlbuki doğruyu söylemek ne
muhteşemdir. Doğru, küçük şeyleri bile övse onlar asil olur.
*
Şüphesiz
gerçek ile yalan arasındaki ilişki, ışık ile karanlık arasındaki ilişkiye
benzer.
*
Doğru
kendi içinde bile öyle muhteşemdir ki, mütevazı ve sade şeylerden bahsederken
bile, yüksek ve muazzam söylevlerin içinde saklanmış yalanın ve şüphenin sonsuz
kez üstündedir. Çünkü yalan söylemek beşinci unsurumuz da olsa, bu, doğrunun
daha üstün beyinlerin başlıca gıdası olduğu gerçeğini değiştirmez.
Rüyalarda
yaşayan sen! Önemli ve muallâkta olan konular hakkında kesin, doğal ve
anlaşılması çok zor olmayan sebepler yerine, felsefi, yanıltıcı sebepler ve bu
kıvrak zekâlıların hileleriyle tatmin olursun!
*
Tanrının,
her ayrıntısıyla ve sonsuz parçalara ayırarak ilgilendiği evreni de içine alan
ilmini anlamak ister bu insanlar... Sanki inceleyebilecek kapasiteleri varmış
gibi!
*
İnsanoğlu,
zamanın uçup gitmesine yas tutup onu çok çabuk geçmekle suçlarken hataya düşer.
Çünkü geçerken de her şeye yettiğinin farkında değil.
*
Nasıl
ki güzel geçen bir gün, huzurlu ve mutlu bir ölüme sebepse; iyi yolda harcanmış
ömür de huzurlu ve mutlu bir ölüme sebeptir.
*
Henüz
dokunduğun ırmak, geçip gidenin sonunda, gelmekte olanın başındadır ve bu ikisi
de şu andadır...
*
İyi
geçirilen ömür uzundur.
*
Özen
gösterilmeden yenen yemek, iğrenç bir beslenme olduğu gibi, zevk ve beğeni
olmaksızın çalışmak da akla zarardır. Çünkü o zaman akıl, aldığı hiçbir şeyi
tutmaz.
*
Demir
kullanılmadıkça paslanır, kullanılmayan su kokar ya da soğuktaysa donar buz
olur. Keza, zekâmız da kullanılmadıkça mahvolur.
İnsanlığın,
acı çekmesine neden olan en büyük aldanışı, kendi fikirleridir.
Kaybolanlarla
ya da kaybedilenlerle zenginlik olmaz. Erdem, ona sahip olanın gerçek ödülü ve
bizim gerçek doğrumuzdur. O kaybedilemez, bizi asla yüzüstü bırakıp gitmez.
Sadece hayat bizi bıraktığında ayrılır bizden. Malın mülkün ve diğer haricî
zenginliklerin üzerine titreyenleri, kendi malları bile küçümseyerek ve alay
ederek bırakıp giderler.
*
İnsanlar,
çoğunu yanlış ve boş yere kullandıkları konuşma yetisine sahiptirler. Hayvanlar
konuşamazlar ama nice faydalı ve doğru yeteneklerle donatılmışlardır.
Kötülükle
işin başında mücadele etmek, sonunda etmekten daha kolaydır.
*
Menfaaderin
hatırası, nankörlüğe karşı zayıf bir savunmadır.
Arkadaşını
baş başayken azarla, insanların yanındayken öv.
*
Geçmiş
hakkında yanlış yapma.
*
Giysi
soğuğa karşı nasıl korursa sabır da bizi hakaretlere karşı öyle korur.
Elbiselerini soğuk artıkça kat kat giyersin ki soğuk sana zarar verenlesin. Zor
zamanlarda sabrını artır ki duygularını incitemesinler.
♦
Dinleyiciyi
tatmin etmeyen sözler, onu usandırır ya da canını sıkar. Bunun belirtileri ise,
dinleyicilerin sık sık esnemeleri olarak karşına çıkabilir. İnsanların önünde
konuşmak ve onların takdirini kazanmak istiyorsan, sıkıcı olmaya başladığını
sezdiğin an konuşmanı bitir ya da konuyu değiştir. Tersini yaparsan,
arzuladığın takdir yerine, hoşnutsuzluk ve düşmanlık elde etmiş olabilirsin.
*
Konuşurken
konuyu muhatabına göre belirle. Muhatabının esneme, kaşlarını büzüştürme gibi
hiçbir hareket yapmadığını, aksine dikkatli olduğunu görürsen, üzerinde
konuştuğun konunun onun zevkine de uyduğundan emin olabilirsin.
Duyuların,
duyarlı nesneler tarafından hareket ettirilişi gibi, âşık da maşuk tarafından
hareket ettirilir. Birliktedirler, tek ve aynı vücut olurlar.
*
Sevilen
şey adi bir şeyse, seven de öyle olur.
♦
Seven
sevilenle birleştiğinde, orada dinlenir; yükünü attıktan sonra ise yine orada
huzur bulur.
*
Sağlıklı
kalmanın kuralı:
Sadece
gerçekten istediğin ve yemekten zevk alacağın zaman ye. İyi pişmiş, baharatsız
ve taze yiyecekleri tercih et. Çok çiğne ki faydası çok olsun.
*
Sıcak
ülkelerde doğan insanlar, geceyi severler, ışıktan korkarlar. Çünkü gece onları
tazeler, ferahlatır. Işık ise yakar. Bu yüzden tenleri gecenin rengidir,
siyahtır. Aynı olay soğuk ülkelerde tam tersinedir.
*
Kartopu,
dağlardan aşağı yuvarlandıkça hacmi büyür ama seviyesi düşer.
♦
Sedir
ağacı, güzelliğiyle gururlanıp kabarır. Kendini etrafındaki ağaçlardan ayırarak
rüzgâra doğru çevirir kendini ve rüzgâr da onun kökünü söker.
Kışın
karın altında saklanan her şey, yazın tüm çıplaklığıyla ortada olacaktır.
*
Henüz
pişirilmemiş olan kil bir vazo tekrar şekillendirilebilir fakat pişmişi asla.
*
Kâğıt,
mürekkebin koyu siyahlığıyla lekelendiğini görür ve bundan çok pişmanlık duyar.
Fakat bir kâğıdın saklanıp korunmasının sebebi de üzerindeki harflerdir.
Haset:
Çaylak kuşu, genç yavruların yuvada çok büyüdüklerini görürse, kıskançlıktan
onların kanatlarını gagalar ve onları aç bırakır.
Güler
yüzlülük: Her şeye sevinen, çeşitli ve canlı hareketlerle öten horoza uygundur.
Üzüntü:
Yavrularının beyaz olduğunu görünce büyük bir keder içinde yuvadan ayrılarak
onları acı iniltilerle baş başa bırakan ve vücutlarında birkaç siyah tüy
görününceye dek onları beslemeyen kuzgunu temsil eder.
Minnettarlık:
Ebeveynlerinden aldıkları hayatın ve yemeğin kıymetini bilen ibibik/hüthüt
kuşunda gelişmiştir. Anne babasının yaşlandığını gören bu kuş, onlara bir yuva
yapar, üzerlerine titreyerek onları besler. Gagalarıyla, yaşlı ve yıpranmış
tüylerini yolduklarında da bazı bitkiler bularak düzeltmeye çalışır ki rahat
yaşayabilsinler.
Ap
gözlülük: Karakurbağası topraktan beslenir ve daima zayıf kalır. Çünkü hiçbir
zaman yeterince yiyemez, topraktan mahrum kalacak diye çok korkar.
Nankörlük:
Güvercinler, nankörlük sembolüdürler. Çünkü doyurulmak zorunda olmayacak
kadar büyüdüklerinde babalarıyla kavga etmeye başlarlar ve bu kavga, babalarını
yuvadan atıncaya, dişiye kendileri sahip oluncaya kadar bitmez.
Acımasızlık:
Şahmeran öylesine acımasızdır ki, şeytanî bakışıyla hayvanları öldüremeyince,
bitkilere döner ve bakışını onlara sabitleyerek soldurur onları.
Cömertlik:
Kartalın hiçbir zaman, avının bir kısmını etraftaki kuşlara bırakamayacak kadar
aç olmadığı söylenir.
Disiplin:
Kurt, sinsice sığırlara yaklaşırken ayağını kapana kıstırır ve acıyla inler.
Ardından, bu hatasının cezası olarak, kapandaki ayağını ısırıp koparır.
Dalkavukluk:
Denizkızı öylesine tatlı şarkı söyler ki denizciler uykuya dalar. Sonra gemiye
çıkıp uyuyan denizcileri öldürür.
İhtiyat:
Karınca, doğal önsezileriyle yazın, kış için gerekeni hazırlar, filizlenmeyecek
tohumları öldürerek, aradaki zamanda da onlarla beslenir.
Aptallık:
Vahşi boğa, kırmızıdan korktuğu için, avcılar kırmızıya boyanmış bir ağaç
gövdesi giyerler. Boğa müthiş bir çılgınlıkla, boynuzlarını doğrultup onlara
doğru koşar ve avcılar da onu oracıkta öldürür.
Adalet:
Her şeyi, adaletle düzenleyen ve halleden kral arıya benzeyebiliriz. Bazı
arılara çiçeklere gitmeleri, diğerlerine çalışmaları, ötekilerine eşek
arılarıyla savaşmaları, bir diğer gruba pisliği temizlemeleri, geri kalanların
bazılarına krala hizmet etmeleri emredilmiştir. Kral, kanatlan kendini
taşıyamayacak kadar yaşlandığında onu taşırlar ve eğer bir tanesi bile görevini
lâyıkıyla yerine getiremezse cezası ölümdür ve ertelenmez.
Gerçeklik:
Keklikler birbirlerinin yumurtalarını çalsalar da, doğan yavrular daima gerçek
annelerine dönerler.
Sadakat:
Turnalar, krallarına öylesine sadıktırlar ki, geceleyin o uyurken, bir kısmı
belli bir mesafeye kadar etrafı gözetlemek için uçarlar. Bir kısmı da yanında
kalır ve ayaklarında birer taş tutarlar ki eğer uyku onlara galip gelirse bu
taş düşüp ses çıkarsın ve bu ses onları tekrar uyandırsın diye.
Düzenbazlık:
Balıkçıl, saksağan ya da bu türden herhangi bir kuş sürüsü gören tilki hemen,
ağzı açık bir vaziyette, kendini yere atar ki, ölü gibi görünsün ve bu kuşlar
onun dilini gagalamak isteyip geldiklerinde o da, onların kafalarını ısırıp
koparabilsin.
Yalan:
Köstebeğin gözleri çok küçüktür ve her zaman toprağın altındadır. Karanlıkta
olduğu sürece yaşar, ışığa çıktığı zaman ölür, tıpkı yalanlar gibi.
Kahramanlık:
Aslan hiçbir zaman korkmaz, kalabalık avcılara karşı cesur ruhuyla savaşıp
şiddetle saldırırken daima kendisini ilk yaralayanı yaralamaya çalışır.
Korku:
Yabani tavşan daima korkar. Kışın ağaçlardan düşen yapraklar bile onu her zaman
korkutur ve yerinden fırlatır.
Gönlü
yücelik: Şahin, sadece büyük kuşlarla beslenir, küçüklerle ya da leş ile
beslenmektense kendisini açlıktan ölmeye bırakır.
Kibirli
güzellik: Bu konuda herhangi bir hayvandan çok tavus kuşunun sabıkalı olduğunu
bilirsiniz.
Metanet:
Tekrar dirileceğini bilerek kendisini tüketen alevlere karşı dayanma gücüne
sahip olan ve sonunda yeniden ortaya çıkan Anka kuşuyla temsil edilebilir.
Sebatsızlık:
Devamlı hareket ettiğinden ve en küçük rahatsızlığa bile tahammül edemediğinden
buna örnek olarak kırlangıç gösterilebilir.
Kendini
dizginleyebilme: Deve, var olan hayvanların içinde en azgın hayvandır ve
dişisini bin kilometre bile takip edebilir. Fakat devamlı annesi ya da kız
kardeşinin yanında tutarsanız takip etmez ve onları yalnız bırakır. Kendine
hâkim olabilen bir hayvandır.
Kendine
hâkim olamama: Tek boynuz, taşkınlığı ve kendini kontrol etmeyi bilmeyişi,
güzel dişilere karşı düşkünlüğü yüzünden haşinliğini ve yabaniliğini unutarak
tüm korkusunu bir kenara atıp soylu bir bakirenin kucağında uyumaya gider ve
avcılar da onu orada yakalar.
Tevazu:
Tevazünün en mükemmel örneğini kuzularda görürüz. Kafesteki aslanlara yem
olarak verildiklerinde bile onlara anneleriymiş gibi naziktirler ve bu yüzden
çok sık görebiliriz ki aslanlar onları öldürmekten kaçınırlar.
Gurur:
Doğan, gururlu oluşu ve kendini beğenişi yüzünden kendi kendisinin efendisidir
ve diğer kuşları yönetmek, tek ve en yüksek olmak ister. Genellikle doğanı,
kuşların kraliçesi olan dişi kartala saldırırken görebilirsiniz.
İçtinap:
Yabani eşek, kaynağa su içmeye gidip suyu kirli bulduğunda, susuzluğunu unutur
ve tekrar temiz akıncaya kadar su içmez.
Oburluk:
Akbaba öylesine açgözlüdür ki, bir leş yiyebilmek için neredeyse iki bin
kilometre uçabilir. Bu yüzden orduları takip eder.
Bağlılık:
Kumru, hiçbir zaman eşine sadakat-sizlik etmez; eğer biri ölürse diğeri
iffetini korur ve asla bir daha yeşil bir dala oturmaz, temiz su içmez.
İffetsizlik:
Yarasa, önüne geçilmeyen bir şehvete sahip olduğundan, çiftleşmede hiçbir
evrensel kural tanımaz.
Asalet:
As(kakım) kendini kontrol edebildiğinden günde bir öğün yer ve beyazlığını,
saflığını kirletmemek için avcıların eline düşmeyi, vahşi bir hayvanın inine
sığınmaya tercih eder.
*
Deniz
kenarında bir balıkçının evinde açık bir şekilde duran istiridye, bir sıçana
kendisini denize götürmesi için yalvarır. Sıçan, hala: ağzı açıkken istiridyeyi
yemeyi düşünür. Isırmaya çalıştığı anda istiridye kapanarak sıçanın kafasını
sıkıştırır. Ardından da kedi gelerek sıçanı öldürür.
*
Ardıç
kuşları, bir baykuşun insan tarafından yakalanıp ayaklarının kalın iplerle
bağlanarak özgürlüğünden yoksun bırakılmasından ötürü sevinçten uçarlar. Fakat
yakalanan baykuş hemen ardından ardıç kuşlarının sadece özgürlüklerini değil
aynı zamanda hayatlarını kaybetmelerinin sebebi olur. Bu benzetme, kendilerini
yönetenlerin özgürlüklerini kaybetmelerine sevinen ve aslında kendilerine
gelecek yardımı kendileri kesmiş olan ve düşmanlarının boyunduruğunda özgürlüğü
ve hayatını kaybedecek insanlar için kullanılır.
Koyun
postunun üzerinde uyuyan bir köpeğin biti; yağlı yünün kokusunu fark ederek
buranın daha iyi bir hayat sürebileceği, köpeğin dişleri ve tırnakları gibi
tehlikelerden uzak bir yer olduğunu düşünerek kalın yünü köpeğe tercih eder.
Orada büyük bir gayretle kıl kökleri arasında ilerlemeye çalışır. Fakat bir
hayli terledikten sonra boşuna uğraştığının farkına varır Çünkü kıllar
birbirine çok yakındır ve bit için derinin tadına bakabileceği bir yer yoktur.
Bu kadar gayret ve yorgunluktan sonra tekrar dönebilmeyi dilerken köpek çoktan gitmiştir
sonunda açlıktan ölür. ”
Ve
bir adam, dünyadaki en garip şeylerle dola oldağunu söyleyerek övûnuyormuş.
Arkadaşı
girmiş araya, “Uzun boylu anlatîp da nefesini yorma.” demiş, “Sen bunun canlı
ispatisin sateni ”
*
Rahat
bir şekilde, geziniyormuş gibi uçabilmek kibirli kelebeğe yetmez ve mumun
alevinin güzelliğine yenik düşüp içine uçmak ister. Fakat bu arzu ani bir
düşüşün de sebebidir. Çünkü narin kanatları mumun alevinde yanmıştır. Yanmış ve
mumluğun kenarına düşmüş olan talihsiz kelebek, yas tutup pişman olduktan sonra
gözlerindeki yaşları silerken haykırır: “Ey aldatıcı ışık! Kim bilir benden
önce daha kimleri kandırdın! Ne aptalmışım, ışığını o kadar yakından görmüşken
nasıl oldu da güneş olmadığını anlayamadım senin donyağı parıltının!”
*
Küçük
kuşların yuvalarını bulan maymun, müthiş keyiflidir. Fakat hepsinin tüyleri
yeni bittiğinden, sadece en küçük ve en sevimli olanı alır, kendi yerine gider.
Bu küçük kuşu incelemeye başlar, onu öper. Taşkın sevgisi sebebiyle ellerinde
evirip çevirmesi ve sıkması yüzünden yavru kuş ölür. Bu misal, çocuklarını
cezalandırmayarak onların yanlış yola girmelerine sebep olan ana babalara
uygundur.
*
Bir
sıçanın evi bir gelincik tarafından kuşatılmıştır. Gelincik yorulmak bilmeyen
dikkatle sıçanın teslim olmasını bekler. Sıçan, yakandaki tehlikeyi ufak bir
delikten izlemektedir. Bu arada kedi gelir ve gelinciği yaktılar, midesine
indirir. Sonra sıçan çıkar ve depoladığı yemişlerden bir kısmını feda ederek,
mütevazı bir şekilde ilahi takdire şükranlarını sunar. Özgür kalışının tadını
çıkarmak ister. Fakat orada gizlenmiş bekleyen kedinin tırnakları ve dişleriyle
hem özgürlüğünü hem de hayatını kaybeder.
*
Karınca,
bir parça darı bulur ve dan karıncaya yalvarır : “Eğer gidip görevimi yerine
getirmeme, büyüyüp çoğalmama izin verirsen, o zaman sana benim gibi
yüzlercesini veririm.” Karınca ona inanır ve gidip çoğalmasına izin verir.
*
Örümcek
bir salkım üzüm bulur. Üzüm taneleri tatlı olmaları sebebiyle daha önce anlar
ve sineklerin akınına uğramıştır. Böyle olunca da örümcek tuzağını kurabilecek
çok uygun bir yer bulduğunu düşünür ve ağını oraya örerek oraya yerleşir. Her gün
kendine üzüm tanelerinin arasındaki boşluklarda bir yer bulur ve ondan haberi
olmayan zavallı böceklerin üzerlerine çöker. Fakat birkaç gün sonra insanlar,
mahsulü toplamaya gelir ve o salkımı da kesip diğerlerinin yanına koyarlar,
örümcek oracıkta ezilir. Salkım, hem örümceğe hem de onun yakaladığı sineklere
tuzak ve mezar olur!
♦
Derin
bir göl buz tutar ve eşek, buzun üstünde uyuya kalır. Sıcaklığı buzu çözer ve
eşek su altında uyanır ama nafile, oracıkta boğulur.
*
Doğan,
önünde uçan ve birdenbire suya dalıp gözden kaybolan ördeği sabırla
bekleyemediğinden, onu su altında izlemek ister. Yakalamak için suya dalar,
sırılsıklam olur. Bir süre sonra ördek yüzeye çıkar ve ardında boğulmuş olan
doğanla alay eder.
Sinekleri
hain ağına düşürmek isteyen örümcek, eşek arısı tarafından öldürülür, böylece
adalet yerini bulur.
*
Kartal,
ökseye kanatlarından yapışıp yakalanan ve öldürülen baykuşla dalga geçmek
ister. Sonra bir avcının okuna hedef olur.
*
Şeftali
ağacı, komşusu fındık ağacının ne kadar yüklü olduğunu kıskandığından onun gibi
olmaya karar verir ve dallarını meyveyle doldurur. Fakat ağır olan meyvesi
eğilmek zorunda bırakır onu ve sonunda da dallarını kırar.
♦
Fındık
ağacı, daima bir yol kenarında durarak, ürününün çokluğunu ve güzelliğini
sergiler ve gelip geçenler tarafından taşlanır.
*
Bitki,
yanında duran yaşlı ve kuru sırık ile etrafını çevreleyen çubuklardan şikâyet
eder. Oysa sırık onu düz tutar, etrafındaki çubuklar da yanında olabilecek kötü
refakatçilerden korur.
*
Okyanusun
elementi olduğunu görerek gururlu su, havanın üzerine çıkmak merakı yüzünden
gafil avlanır. Ateşin tesiriyle buharlaşır, yükselirken hava kadar ince
görünür. Daha da yükselince soğuk havayla karşılaşır. Burası ateşin onu yüzüstü
bıraktığı yerdir. Burada zerrecikler birleşir ve ağırlaşır. Gökyüzünden yere
düşer, toprak tarafından içilir. Günahının kefareti olarak yerde uzun bir süre
hapsolacaktır.
*
Güneşli
bir günde ustura kılıfından çıkar ve bakar ki güneş kendi yüzünde yansıyor.
Dünyalar
onun olur, gurura kapılır. Kendi kendine, "Berber dükkânına geri dönsem mi
acaba? Asla! Böyle bir güzellik tıraş gibi adi işler için kullanılmamalı.
Tanrım
lütfen! Nasıl bir budalalık ki bu, benim köylülerin köpüklü sakallarını
kesmeme, yani böylesine aşağılık bir iş yapmama neden oluyor! Bu vücut böyle
bir şey için mi yaratıldı? Elbette hayır! Bir köşeye çekilip saklanayım da
huzurla dinlenerek geçireyim hayatımı.’’ der.
Dediğini
yapar, bir kuytu yerde birkaç ay saklanır. Bir gün tekrar dışarı çıktığında
artık paslı bir testereye benzediğini ve o göz kamaştırıcı güneşi
yansıtamadığını görür. Pişman olur ama ne fayda, iş işten geçmiştir. Kendi
kendine, “Ah o ince güzelliğimi, keskinliğimi niye berberde kullanmadım ki!
Hani nerde o parlak yüzey! Kendimi saklarken o can sıkıcı ve çirkin pasa yem
ettim!” der.
Bu
durum akıllarını kullanmayan tembeller için de geçerlidir. Paslanarak körelen
ustura gibi onlar da cehalet pasıyla körelirler.
♦
Saka
kuşunun, hasta bir insanın yanma götürüldüğünde, eğer hasta kimse ölecekse
başını çevirip o kimseye hiç bakmadığı; eğer iyileşecekse de hiç gözünü
üzerinden ayırmadığına inanılır. Erdem sevgisi de öyledir. O hiçbir zaman
aşağılık, rezil şeylere bakmaz; aksine saf ve doğruluktan ayrı düşmeyen şeylere
tutunarak asil bir kalpte yerini alır.
*
Su
tarafından gün yüzüne çıkarılan taş, biraz yüksekçe bir yerde, tam da güzel bir
bahçenin bittiği ve taşlı bir yolun başladığı noktada durmaktadır ve burada
envaiçeşit çiçeğin arasındadır. Sonra yolda bir arada gördüğü sayısız taşa
bakar ve kapağı oraya atmayı diler içinden. “Ne işim var benim bu çiçeklerle?
Ben orada, kardeşlerimin yanında olmak istiyorum.” der.
Yanlarına
arkadaş arayan diğer taşların arasına kadar yuvarlanır. Bir süre sonra bakar
ki, devamlı at arabalarının tekerlekleri, atların nalları ve insanların
ayakları altında ezilmektedir. İşte bu yuvarlanarak gelen taş, bazen kendini
yukarı çıkarır. O zaman da çamura ya da bir hayvanın pisliğine bulanır. Geldiği
yere, yalnızlığın ve huzurun olduğu yere bakması elbette ki boşadır.
Taşın
başına gelenler, yalnız yaşamayı bırakıp şehirlere, insanların arasına gelen
kimselerin durumunu anlatan güzel bir misaldir.
♦
Hepsinde
eşit derecede beyaz bulunan birçok rengin içinde, en koyu arka plana sahip olan
en beyaz görünür.
Siyah,
beyazın en fazla olduğu arka planda en yoğun hâliyle görünür.
Kırmızı,
sarının en fazla olduğu arka planda en canlı şekilde görülür...
Keza
diğer tüm renkler de en güçlü zıtlarıyla çevrelendiklerinde de aynı şey
geçerlidir.
*
Rengin
kalitesinin yalnızca ışık vasıtasıyla anlaşılabileceğini bildiğimiz için,
nerede fazla ışık varsa, rengin en güzel hâlini orada göreceğimiz ve nerede
fazla gölge varsa, rengin aynı oranda ondan etkileneceği aşikârdır. O hâlde ey
ressam! Renklerinin gerçek kalitesini parlak ışıkta göstermeyi unutma!
Belli
bir uzaklıkta bulunan farklı renklerin gölgeleri, aynı derecede siyah görünür.
*
Gölgede
ve ışıkta bulunan bir nesnenin doğru rengini gösteren, parlak tarafıdır.
*
Güneş
görünmüyorken oluşan gökkuşağı renkleri güneş tarafından üretilmez.
*
Dünyanın
çeşitli yerlerinde, tüylerinde görebileceğimiz en müthiş renkleri gördüğümüz
kuşlar vardır.
*
Uzun
mesafelerde, gölgenin kısımlarında hiçbir değişiklik fark edilemez.
*
En
çarpıcı renk hangisidir? Uzakta bulunan bir nesne en parlak hâliyle çok dikkat
çekerken, en koyu hâlinde çok zor görünür.
♦
Uzakta
ve gölgedeki hiçbir renk ayırt edilemez.
Az
olan parlaklık, çok olan tarafından emildiğinden; en yüksek ışıkta olmayan bir
nesne, görüntüsünü kendinden daha parlak bir atmosferden geçirerek göze
iletemez.
Örneğin;
tüm camları açık bir evin içindeyken, duvarlardaki tüm renkler anmda ve
pürüzsüz olarak görünür.
Fakat
eğer dışarı çıkıp, belli bir mesafede durarak duvarlardaki resimleri görmek
için pencereden bakmış olsak, tek çeşit derin ve renksiz bir gölge görmüş
oluruz.
*
Renk
perspektifinin, nesnelerinin ebatlarıyla uyumlu olmasına özen göster. Belli
uzaklıkta nesnelerin ebatları küçülür, sen de aynı oranda renkleri soldur.
*
Çene
ile burnun başladığı kısmın arası, yüzün üçüncü kısmıdır ve hem burnun hem de
alnın yüksekliğine eşittir.
♦
Burnun
ortasıyla çenenin en alt kısmı arası, yüzün uzunluğunun yarısıdır.
*
Burnun
üst (kaşların ortasından aşağıya uzanan) kısmıyla çenenin altına kadar olan
kısım, yüzün üçte ikisidir.
*
Çenenin
üst kısmıyla dudakların başladığı çizginin arası, (çenenin bittiği ve alt
dudakla birleştiği kısım) alt çene ile dudakların bittiği çizgi arasının üçte
biridir ve yüzün on ikinci kısmıdır.
*
Üst
çene ve alt çene sınırları arası, yüzün altıncı kısmıdır ve insanın toplam
uzunluğunun elli dörtte biridir.
*
Çenenin
en uç çıkıntısıyla boğaz arası, ağızla çenenin alt kısmı arasındaki mesafeye
eşittir ve yüzün dörtte biridir.
*
Boğazın
üst kısmı ile boğaz çukuru arası, yüzün uzunluğunun yarısıdır ve insan boyunun
on sekizde biridir.
*
Çene
ile ense arası, ağız ile saç dipleri arasına eşittir.
Alt
çene kemiğinin sonu ile çene arası, başın yarısı kadardır ve yandan
bakıldığında boynun kalınlığına eşittir.
*
El,
bileğin kalınlığı kadar ayaktan kısadır.
*
Parmaklar
olmaksızın elin uzunluğu, ayağın uzunluğunun yarısıdır.
*
Parmaklar
bir arada avuç açıkken, elin en geniş yeri ile ayağın en geniş yerinin
(parmaklarla birleştikleri kısım) eşit olduğunu görürsünüz.
Ayak
başparmağıyla ayak bileğindeki çıkıntı arası, elin uzunluğu kadardır.
*
Oturan
bir kimsenin boyunun (oturduğu yer ile başının üstü arasmdaki kısmın) yarı
sınırı, kolların göğüs hizasının hemen altında büküldüğü yerdir.
Ayak
bileği ile başparmak arası, saç dipleriyle üst çene arasına eşittir ve yüzün altıda
beşidir.
*
Kolları
göğsünün üzerinde dirseklerden bükülü olarak çömelen bir kimsenin boyunun
yarısı, göbeği ile dirsek arasında bir noktadadır.
Elin
başlıca hareketleri on şekildedir: İleri-geri, sağ-sol, daire biçiminde,
aşağı-yukarı, açmakapama, parmakları yayma-birleştirme.
♦
Ayak
bileği ile başparmak arası, saç dipleriyle üst çene araşma eşittir ve yüzün
altıda beşidir.
*
Kolları
göğsünün üzerinde dirseklerden bükülü olarak çömelen bir kimsenin boyunun
yarısı, göbeği ile dirsek arasında bir noktadadır.
Yetişkinler
ve çocukların eklemlerinin uzunlukları çok farklıdır. Omzun üstü (boyun) ile
dirsek, dirsek ile başparmağın ucu ve bir omuzla diğeri arası vs.
Ömrün
her aşamasındaki yıpranma otanma dikkat et. Kol, bacak ve eklemlerdeki
değişiklikleri de iyi belirt. Bu kural çocuklar için de geçerlidir.
Gençlikte
ya da yaşlılıkta (et miktarı gitgide azalırken) bölünen kaslar hangileridir?
Etin hiç bir yağ tarafmdan kalmlaştırılamadığı, zayıflamayla da incelmeyen
kısım neresidir?
Bu
sorularda aranan şey, kemiklerin tüm harici eklemlerine bakıldığında kolaylıkla
görülecektir. Yani omuz, dirsek, bilekler, parmak eklemleri, kalça kemikleri
vs.
Uzuvların
en kalın olduğu kısım, kaslarının eklentilerinden en uzak olduğu kısımdır.
Uzvun
kemiklerinin yüzeye yakın olduğu kısımlarda asla fazla et bulunmaz.
*
Küçük
çocukların bütün eklemleri narin, arasındaki kısım ise kalındır.
Bunun
sebebi, eklemlerini deriden başka bir şeyin kaplamamasıdır...
Yağlanma
hem eklemler arasmda hem de deri ile kemikler arasında olur.
Kemikler,
aradaki kısımlara nazaran eklemlerde daha kalın olduklarından, canlı geliştikçe
deri ve kemikler arasındaki et, bünyesindeki yağı atar.
Deri,
kemiğe olduğundan daha yakın bir şekilde tutunduğunda ise uzuvlar daha narin
olur.
Fakat
eklemlerin üzerinde, kıkırdağımsı doku ve sinirden başka bir şey olmadığından
ve bu sinirler de kuruyamayacağından eklemler küçülemez.
Bu
yüzden, çocukların eklemleri narin, eklemleri arası tombulcadır.
Çocuklarda
parmak, kol, omuz eklemlerinin narin ve gamzeli olduğu gözlemlenirken,
yetişkinlerde aynı eklemler kalındır.
Ayrıca
çocuklarda çukur olan yerler, yetişkinlerde çıkıntılıdır.
♦
Eski
Çağ düşünürleri insana 'küçük dünya’ derler. Bu deyiş kesinlikle yerindedir.
İnsan
toprak, su, hava ve ateşten oluştuğu için yeryüzündendir.
Nasıl
insanın desteği olarak iskeleti ve koruyucusu olarak derisi varsa, yeryüzünün
de üst tabakasına destek olarak kayaçlan bulunur.
Nasıl
insanın, akciğerler soludukça kabarıp çekilen bir kan kütlesi varsa, yeryüzünün
gövdesinin de altı saatte bir gelgit yapan okyanusu vardır.
Nasıl
insan gövdesini baştanbaşa kaplayan kan kütlesinden kollara ayrılan damarları
varsa, okyanusun da yeryüzünün gövdesini dolduran sayısız su kanalı vardır.
-
İnsanın
çizilecek on sekiz hareketi: Uzanma, koşma, ayakta durma, yaslanma, oturma,
eğilme, çömelme, yatma, asılma, taşıma ya da taşınma, itme, çekme, çarpma,
çarpılma, bastırma, kaldırma.
*
Oturan
bir kimse, vücudunun çekim merkezinin önündeki kısmı arkasındaki kısımdan ağır
basmadığı sürece -kollarını kullanmadan ayağa kalkamaz.
*
Bayır
tırmanan bir kimse ağırlığını ister istemez öne verir. Bu, çekim merkezinin de
önüdür. Öyleyse bir kimse ağırlığını, bilinçli ya da bilinçsiz bir şekilde,
gideceği yöne verecektir.
*
İnsan
ne kadar hızlı koşarsa vücudunu o kadar öne atar.
Bayır
aşağı koşan bir kimse, ağırlığını topukla-rında, bayır yukarı koşan da ayak
uçlarında hisseder.
*
Düz
bir zeminde koşan kimse ise, ağırlığını ilk olarak topuklarına sonra ayak ucuna
verecektir. Bu kimse, vücudunu geri çekerek öndeki ağırlığı dengelemeden,
üstüne bastığı ayağı çekim merkezi olmadıkça, kendi ağırlığını taşıyamaz.
Bir
insanın koşarken bacaklarına verdiği ağırlık, ayakta dururken verdiği
ağırlıktan daha azdır.
*
Koşan
bir at, üzerindeki insanın ağırlığını daha az hisseder.
*
Bir
oku çok uzağa fırlatmak isteyen kişi, tek ayağı üzerinde durmalı ve diğer
ayağını üzerinde durduğu ayağından mümkün olduğunca uzağa kaldırmalı ki,
ağırlığı tamamıyla öndeki ayağın üzerinde olan vücudu gerekli dengeyi
sağlayabilsin. Ayrıca, kolunu tam olarak açmamalı, tele daha hâkim olabilmek
için de dipçiği kavramalıdır. Bir şeyi vurmak istediğinde, hemen öne bir adım
almalı ve kolunu yayla birlikte açarak oku serbest bırakmalıdır. Tüm bunları
bir anda gerektiği gibi yaparsa, ok çok uzağa gidecektir.
*
Yaşlı
adamlar ağır hareket ederler. Dizleri bükülmüş, hareketsiz durduklarında
ayakları birbirine paralel ve açıktır. Eğildiklerinde baş ve kollar önde biraz
açılmış olarak çizilmelidir.
*
Kadınlar
gösterişsiz tavırlarla, bacakları birbirine yakın, kolları yine birbirine yakın
kavuşturulmuş ve başları öne ve bir şekilde tek yöne eğik bir şekilde
çizilmelidir.
Yaşlı
kadınlar istekli, çabuk ve öfkeli jesderle çizilmeli, hareket bacaklarına nazaran
kol ve başlarında daha kuvvetli olmalıdır.
*
Küçük
çocuklar; otururken de, hareketsiz dururken de canlı, çekingen ve ürkek
tavırlarla çizilmelidir.
Kızgın
bir adamı resmediyorsun: Karşısındaki adamın saçından tutuyor... Bir dizi
adamın kaburgasına dayalı... Onun başını yere doğru çekiyor... Sağ kolunu
kaldırmış, yumruğu havada... Saçı öne doğru atılmış... Gözleri yere bakıyor...
Kaşları çatık, dişleri sıkılı... Ağzının kıyılarında öfke belirmiş... Düşmanın
üzerine yaslanırken boynu ileriye doğru bükülü, alnıyla birlikte kırış kırış...
*
Umutsuz
bir adamı nasıl çizeceksin? Elindeki bıçakla giysilerini parçalamış... Diğer
eliyle yarasını daha da açıyor... Ayakları ve dizleri bükülü... Tüm vücudu yere
serili... Saçları dağınık bir hâlde rüzgârda uçuşuyor...
*
Beceriksiz
bir ressam her çalışmasında birbirine benzer eller çizer. Öbür uzuvları
çizerken de aynı hatayı yapar, ta ki uzun süren çalışmalar ona bundan
kaçınmasını öğretene kadar. Öyleyse ey ressam! Çizdiğin insanda en kötü olan
kısım neresiyse bul ve bunu düzeltip geliştirmek için özel bir gayret göster.
*
Eğitilmemiş
kaba bir kimseysen, çizdiğin figürler de öyle görünecek, güzellikten ve
incelikten mahrum kalacaktır.
*
Kalabalık
karşısında konuşan bir insanı res-metmek istiyorsan, nasıl davranması gerektiğini
düşün ve konu karşısındaki hareketini resmine uyarla. Mesela, ikna edici bir
şekilde konuşuyorsa, hareketi ona uygun olmalı.
Eğer
ele alınan konunun bir tartışmaya yol açması bekleniyorsa, konuşmacı sağ elinin
parmaklarıyla sol elinin bir parmağını -diğer iki parmağı kapalı olaraktutsun.
Yüzünde
de dikkatli bir ifade, ağzı hafif bir şekilde açık olarak -konuşuyormuş
gibiinsanlara doğru dönmüş olmalı.
Eğer
konuşmacı oturuyorsa, her an kalkacakmış gibi başı önde görünsün.
Eğer
ayakta dururken resmedersen vücudu biraz öne yaslansın ve başı insanlara doğru
dönük olsun.
Bu
insanlar sessiz ve konuşmacının yüzüne bazı jestler, gıpta ve dikkatle bakarken
bazı yaşlı adamları da duydukları karşısında şaşkın (çenesi düşmüş, yanakları
çizgilerle dolu, kaşları kalkık ve almda birleştikleri yer de kırışmış) çiz.
Ayrıca,
oturan birkaçının parmakları yorgun dizlerini kavramış, bazılarının bir dizi
diğerinin üzerinde -ki bu dizin üzerinde eli ve onun üstünde dinlenen dirseğini
tutan ve sakallı çenesini destekleyen eli olmalıdır.
İşin,
senin amacını ve anlamını yansıtsın. Bir figür çizdiğinde, onun kim olduğunu ve
senin ondan ne yapmasını beklediğini iyi düşün.
Genç
ya da yaşlı bir adama verdiğin herhangi bir hareketi dikkatle çiz.
Genç
olan yaşlıya oranla daha güçlü olduğundan onun hareketini daha enerji dolu yap.
Genç
ile çocuk söz konusu olduğunda da aynı şeyin geçerli olduğunu unutma.
*
Herhangi
bir insan figürünün temsili ya da resmi, kafasındaki amaç ve takındığı tavra
bakılarak seyirci tarafından kolayca algılanabilecek şekilde yapılmalıdır.
Yani, soylu bir insanı konuşurken çizeceğin zaman, bırak jestleri güzel sözlere
doğal bir şekilde eşlik etsin.
Aynı
şekilde, vahşi mizaçlı bir insanı resmederken hareketlerini de acımasız/kızgın
olarak, elleri dinleyiciye doğru uzanmış, göğsü ve kafasının ayak hizasından
ötede, konuşurken ellerini takip ediyormuş gibi olmasına dikkat et.
Konuşan
iki insanı gören sağır ve dilsiz bir kimse, duymaktan mahrum olmasına rağmen,
konuşmacıların jest ve tavırlarından konuşmanın tabiatmı/atmosferini
anlayabilir.
Bir
keresinde, Floransa’da sağır bir adam gör-müştüm. Bu adam, bağırdığınızda
hiçbir şey anla-yamıyor fakat yavaş bir şekilde konuştuğunuzda sadece dudak
hareketlerinden konuşulanları anlayabiliyordu... Buradan hareketle, kararı tecrübeye
bırakıyorum; birinin sana yavaşça konuşmasını iste ve dudak harekederini not
et.
Tarihî
bir resim çizerken iki noktayı göz önüne al: Bakış açısı ve ışık kaynağı.
Bunları olabildiğince belirgin yap.
Tarihî
resimler bir sürü figürle doldurulup karıştırılmamalıdır.
*
Bir
ağacın tüm dalları, hangi yükseklikte olursa olsun, bir araya getirildiğinde
ağacın gövde kalınlığına eşittir.
*
Bir
su kaynağının kolları, akıntının herhangi bir yerinde eşit hızda akıyorsa, bu
ana akıntıya eşittir.
♦
Ağacın
alt dallarında bulunan filizler, üsttekilere nispeten daha fazla büyür. Onları
besleyen özsuyu ağır olduğundan, yukarıya değil aşağıya yönelir ve aşağıya
doğru büyüyen dallar, bitkinin merkezinde oluşan gölgeden yüz çevirirler.
Dallar ne kadar yaşlanırsa, alt ve üst filizler, aynı yıldan kalanlar ve yeni
filizler arasındaki fark o kadar büyür.
Önceki
yılın dallarıyla onların üzerinde ve onlardan bir yıl büyük olan dalların
kalınlığı,
onlardan
daha eski olan dalların kalınlığıyla eşit değildir. Fakat istisnaları vardır,
öyle ki, alt dalın gücü, üstündekini beslemeye yönelebilir. Her ne kadar bir
tarafta olsa da, eğer dalların genişlikleri eşitse, kökün damarları paralel ve
bitkinin yüksekliğinin her derecesine eşit uzaklıktadır.
Ey
bu kuralları bilmeyen ressam! Bilenlerin suçlamalarına maruz kalmamak için
doğadaki her nesneyi lâyıkıyla çiz ve sadece para için çalışanlar gibi bu titiz
çalışmayı küçümseme!
Fındık
ağacı, incir ağacı gibi geniş yapraklı ve ağır meyveli ağaçların en alt
dalları, daima yere eğiktir.
♦
Genellikle
ağaçların neredeyse tüm dik kısımları, dışbükeyi güneye çevirerek kıvrılır ve
güneye bakan dalları kuzeye bakanlara nispeten daha uzun, kalın ve fazladır.
Bunun nedeni ise ağacın özsuyunun güneş tarafından ağaç üzerinde kendisine en
yakın kısma çekilmesidir. Bu olay, güneş ışığı diğer bitkiler tarafından
engellenmediği sürece gözlemlenebilir.
Bir
yaprak daima üst kısmını gökyüzüne çevirir ki atmosferden gayet yumuşak bir
hâlde düşen çiği mümkün olabildiğince emebilsin. Bu yapraklar, her biri
diğerini en az örtecek şekilde dağılmışlardır. Fakat sarmaşıkta görüldüğü gibi,
sırayla birbirlerinin üzerinde de uzanabilirler.
Bu
sıra, şu iki şeyi ortaya çıkarır: Birincisi, havanın ve güneş ışığının
aralarından sızacağı boşluklar bırakılması/olması; İkincisi ise ilk yap-raktan
düşen damlaların dördüncüye ya da diğer bazı ağaçlarda altıncıya damlayabilecek
bir şekilde tasarımlanmış olmasıdır.
Genç
bitkiler, yaşlılara nispeten daha saydam yapraklı ve parlak kabukludurlar.
Özellikle, ceviz ağacı mayıs ayında, eylüldekinden daha açık renktedir.
Hem
güneş hem de atmosfer tarafından aydınlatılan ve koyu yapraklı olan ağaçların
bir yanı sadece atmosfer ışığı sebebiyle maviye meylederken, diğer yanı hem
atmosfer hem de güneş ışığını alacaktır. Güneş tarafından aydınlatıldığını
gördüğümüz kısım ise ışığı yansıtacaktır.
Ey
Ressam! Herhangi bir ağaç türünün gölge derinliğinin, o ağacın dallarının
sıklığı ve azlığı ile aynı oranda olduğunu unutma!
*
Manzara
çizerken ağaçların bir yarısının gölgede, diğer yarısının ışıkta olmasına
dikkat edilmeli.
*
Yapraklı
ağaçların kompozisyonunda, önlü arkalı duranlarda aynı rengi çok sık tekrar
etmemeye özen göster. Fakat rengi daha açık, koyu ya da güçlü bir yeşille
çeşitlendirebilirsin.
*
Öğle
vakti görülen manzara, güneş gün içindeki en parlak hâliyle göründüğünden, çok
hoş bir gök mavisi tondadır. Çünkü hava nemden arınmıştır. Manzaraya bu
düşünceyle baktığında, ağaçlarda harikulade bir yeşillik görürsün ve gölgelerin
ortaya doğru koyulaştığını fark edersin.
Daha
uzak mesafede, ağaçlarla senin aranda bulunan atmosferin arkasında/ötesinde
ondan
daha
koyu bir şey olduğundan çok daha güzel görünür. Bu arada gök mavisi hâlâ en
güzel tonundadır.
*
Güneşin
parladığı yönden görünen nesneler sana gölgelerini göstermeyeceklerdir. Fakat
güneş hizasından daha aşağıdaysan güneş hizasından görülemeyenleri ve tamamıyla
gölgede olanları görebilirsin.
*
Seninle
güneş arasında olan ağaçların yaprakları, muhteşem parlaklıkta yeşildir.
*
Bu
manzara içinde güneşle senin aranda bulunan ağaçlar, sen güneş ile onların
arasında olduğun andakinden çok daha güzeldir. Çünkü güneşe bakan kısımlarda,
dalların ucuna doğru yapraklar kendilerini saydam olarak göstereceklerdir.
Saydam olmayanlar, yani uçtakiler ise ışığı yansıtacaklardır. Gölgeler hiçbir
şey tarafından örtülmediğinden koyu olacaktır.
Güneşle
onların arasında bir yerde durduğunda, ağaçlar sana ışıklarını ve doğal
renklerini göstereceklerdir ki, bu da çok güçlü değildir. Bunun yanmda bazı
yansıtılmış ışıklar, ton olarak kendilerinkinden çok farklı olmayan bir arka
plânda bulunduklarında dikkat çekmezler. Fakat onların bulundukları yerden daha
aşağıdaysan, sana güneşin düşmediği, dolayısıyla karanlık olan kısımlarını da
gösterebilirler.
*
Eğer
rüzgârın estiği yöndeysen, ağaçların en parlak hâlini görürsün. Bunun sebebi
ise, rüzgârın, -tüm ağaçlardaalt kısımları üst kısımlarına nispeten daha beyaz
olan yaprakları ters yüz etmesi/çevirmesidir. Rüzgâr güneşin olduğu yönden
esiyorsa ve sırtın ona dönükse yaprakları çok daha parlak görebilirsin.
*
Güneş
doğudayken şehir merkezinin üzerinden baktığında şehrin güney kısmındaki
çatıların yarı gölge-yarı ışıkta olduğunu görürsün. Kuzeye doğru ise; doğuda
kalan kısımların tamamıyla gölgede, batıda kalan kısımların da tamamıyla ışıkta
olduğunu görebilirsin.
*
En
alt seviyedeki sisin üzerine düşen ışıkla, şehirdeki evlerin bazı kısımları
ayırt edilebilir. Eğer evlerin hizasından yukarıdaysan bir evle diğeri arasmda
görülen ışık daha yoğun sisin içine gömülür. Fakat evlerin bazıları
diğerlerinden yüksek ise bu evler yükseklikleriyle aynı oranda siyah
görünecektir.
*
Sabah
ya da akşamleyin uzun mesafede, siste ya da yoğun atmosferde görülen binaların
sadece ufka yakın olan ve parlak görünüp güneş tarafından aydınlatılmayan kısımları
neredeyse aynı renktir ve sisin rengi ara bir tondur.
*
Gökkuşağının
ortasındaki renkler kaynaşır.
Güneş
doğudayken duman, batıya nispeten doğudan daha iyi görülür ve bunun iki sebebi
vardır: Birincisi, duman zerrecikleri arasından parlayıp onları aydınlatarak
görünmelerini sağlayan güneştir. İkincisi ise, bu vakitte doğu tarafında
görülen evlerin gölgede olmalarıdır. Toz söz konusu olduğunda da aynı şey
geçerlidir. Her ikisi de ne kadar yoğunlarsa o kadar parlak görünürler ve
ortaları en yoğun oldukları kısımlarıdır.
*
Manzaraları,
rüzgâr, su, tan ve gurup vakitlerini dikkate alarak betimle.
♦
Ressamlar
genellikle, insanın gördüğü nesnelerin suda yansımalarını çizerek kendilerini
kandırırlar. Çünkü insan o nesneleri bir açıdan görür, su ise diğer bir açıdan.
Ayrıca görünen nesne, suda baş aşağı durur. Çünkü su, nesnelerin görüntüsünü
bir şekilde gösterir, göz ise bu görüntüyü başka bir şekilde görür.
*
Gökkuşağı
ne yağmurun ne de onu gören gözün içindedir. Gökkuşağını daima, gözümüz yağmur
ve güneşin arasındayken görürüz. Yani, eğer güneş doğuda ve yağmur batıdaysa,
gökkuşağı batıdaki yağmurda görülecektir.
*
En
takdire şayan resim, öykündüğüne en çok benzeyendir.
*
Resim,
perspektif üzerine kuruludur ki, bu da gözün işlevini lâyıkıyla bilmektir.
Kısaca
bu işlev de gözün, önündeki nesnelerin şekillerini ve renklerini bir piramit
şeklinde almasıdır.
Bir
piramit şeklinde diyorum çünkü başka hiçbir şey bu nesnelerin gözle buluştuğu
noktadan daha küçük değil.
Yani
bu nesnenin köşeleri uzayarak birbirlerine yaklaştıkları ve nihayet
birleştiklerinde oluşturdukları şekil piramit olacaktır.
Perspektif:
Gözün, önündeki nesnelerin görüntülerini piramit çizgiler hâlinde mantıksal
olarak sergileyişidir.
Piramit,
nesnelerin yüzeyleri ve köşelerinden başlayıp belli bir uzaklıkta yayılıp bir
tek noktada birleşmelerine verdiğim isimdir.
Perspektif
resim sanatının rehberi ve başarıya açılan kapısıdır. O olmadan çizim konusunda
hiçbir şey iyi yapılamaz.
*
Üç
çeşit perspektif vardır:
Birincisi,
gözden uzaklaştıkça küçülen nesnelerle ilgili olandır.
İkincisi,
nesneler gözden uzaklaştıkça renklerin nasıl çeşitlendiğiyle ilgilenir.
Üçüncüsü,
uzaktaki nesnelerin sınırlarının nasıl daha az belirgin olması gerektiğini
açıklar.
Sırasıyla:
Doğrusal Perspektif, Renk Perspektifi ve Kaybolma Perspektifi.
Resimdeki
ilk kural: Resimde ortaya konan nesneler gerçeğe benzeyecek kadar dışarı
taşınmalı ki, onları taşıyan farklı uzunluktaki alanlar, perspektifin üç türünü
de kapsayarak en ön sıradakinin dikey yüzeyiyle uyumlu görünsün.
Perspektifin
bu üç türünden ikisi görünen objeyle göz arasına giren atmosferden
kaynaklanırken, ilki gözün yapısından kaynaklanır.
Resimdeki
ikinci gereklilik de figür çeşitliliğine uygun çizilmiş hareketlerin
kullanılmasıdır. Yoksa resimdeki herkes kardeş gibi görünür.
Bu
kurallar sadece figürleri düzeltirken işe yarar. Her insan ilk çalışmalarında
hatalar yapar ve hatalarını bilmeyen elbette düzeltemez. Ama sen, hatalarını
fark ederek, çalışmalarını şekillendirecek; yanlışlarını bulduğun yerde telafi
edecek ve aynı hataları tekrarlamayacaksın.
Bu
kurallar senin özgür ve mantıklı kararlar almanı saylayacaktır. Çünkü mantıklı
kararlar doğru anlamanın, doğru anlamaksa mantıklı kuralların sonucunda ortaya
çıkan sebeplerin ve bu sebepler de tüm bilimlerin ve sanatların kaynağı olan
tecrübenin meyvesidir.
Yani,
benim kurallarımın mantığını aklında bulundurarak yön verdiğin yargılama gücün
sayesinde, çalışmanın içinde orantısız, ölçüsüz olan her detayı algılayıp
eleştirebileceksin.
*
Ey
okuyucu! Hayatı ve ruhu tanımlamaya çalışmış olan atalarımıza güvenemeyeceğimiz
bir konudur bu.
Tecrübe
sayesinde işlevini gayet iyi bildiğimiz göz, şimdiye kadar birçok kişi
tarafından tek bir şey olarak tanımlanmıştır.
Fakat
ben onun, tanımlanandan çok daha farklı bir şey olduğunu keşfettim.
Benim
bu naçizane çalışmam bu özelliklerin kullanıldığı çalışmaların bir derlemesi
olup Tanrının tüm dünyayı süsleyen eserlerini lâyıkıyla taklit etmek için
izlenmesi gereken kurallar ve metotları ressama hatırlatacaktır.
*
Gözün
resimdeki 10 özelliği: Karanlık, ışık, katılık, renk, şekil, duruş, uzaklık,
yakınlık, hareketlilik, sabitlik.
*
Göz
kendisine çok yakın bir nesneye baktığı zaman o nesneyi iyi seçemez. Tıpkı
burnumuzun ucunu görmeye çalıştığımızda olduğu gibi.
Bir
nesnenin göz ile arasındaki mesafe eşit oluncaya kadar, bu mesafe en azından
yüzün uzunluğu kadar olmadığı takdirde nesneler tam anlamıyla görülemez.
Doğadaki
eserler bunu bize kesin bir kural olarak öğretmektedir.
*
Gece
gördüğümüz her nesne, öğle vakti gördüğümüzden daha büyük görünür.
Sabahleyin
ise öğle vaktinde göründüğünden daha büyüktür.
Bunun
nedeni, göz bebeğinin en küçük olduğu zamanın öğle vakti olmasıdır.
Göz
bebeğinin en büyük olduğu an nesneleri en büyük hâlleriyle gördüğümüz andır.
Gök
cisimlerine baktığımızda bunu açıkça görürüz. Karanlıktan çıkıp bu cisimlere
baktığımızda, başlangıçta büyük görünseler de sonra küçülürler.
Eğer
bu cisimlere küçük bir aralıktan bakarsanız onları daha küçük görebilirsiniz.
Çünkü göz bebeğinin, çok küçük de olsa, bir parçası işlevini yerine getirir.
*
Perspektifin
tüm problemleri geometride kullanılan şu yedi terimle açıklanabilir: Nokta,
düzlem, açı, yüzey, genişlik, uzunluk ve derinlik.
*
Noktanın
yüksekliği, genişliği, uzunluğu, derinliği ve bir uzantısı olmadığından, nokta
bölünemez kabul edilmiştir ve tektir.
*
Düzlemler
düz, eğri ve kıvrımlı olmak üzere üç çeşittir. Onun da genişliği, yüksekliği ve
derinliği yoktur. Uzunluğu ve iki ucu hariç bölünmezdirler.
♦
Açı,
bir noktada iki çizginin kesişmesidir.
*
Nokta,
düzlemin bir parçası değildir.
*
Nokta
bölünemez olduğundan yer kaplamaz ve yer kaplamadığı için hiçbir şeydir.
♦
Bir
şeyin sınırı/bittiği yer diğerinin başlangıcıdır.
Hiç
bir nesnenin parçası olmayan yine hiçbir şeydir.
Sınırı
olmayanın şekli yoktur.
İki
birleşik nesnenin sınırları aynı zamanda birbirlerinin yüzeyidir.
Bir
nesnenin hiçbir yüzeyi o nesnenin parçası değildir.
Düzlemin
vücudu ya da maddesi yoktur ve aslında düzlem gerçek bir nesneden çok hayal
ürünü bir şey olarak adlandırılabilir. Çünkü yer kaplamaz. Yani sonsuz sayıda
düzlemin birbirlerini bir noktada kestiği düşünülebilir.
*
Nesnelerin
sınırları her şeyin minimum hâllerini gösterir. Bu teorem kanıtlanmıştır. Çünkü
bir nesnenin yüzeyi ne o nesnenin ne de o nesneyi çevreleyen havanın bir
parçasıdır. Sadece hava ile nesnenin arasındaki alandır.
Fakat
bu nesnelerin yan sınırları, aynı zamanda yüzeyin sınırları olan düzlemi
oluştururlar ki bu düzlem görünmez kalınlıktadır.
Öyleyse
ey ressam! Nesnelerinin etrafını düzlemlerle çevreleme. Çünkü doğadakinden
küçük nesneler çizerken nesnenin dış hatları fark edilemez ve uzaktan
bakıldığında diğer kısımları da görünmez.
*
Hava,
içinde bulunan nesnelerin sayısız görüntüsüyle doludur. Hepsi de bir diğerinde
ve kendi içinde mevcuttur.
Buna
örnek olarak, karşı karşıya konan iki aynayı ele alabiliriz.
Birinci
aynada İkincisini, ikinci aynada birincisini görebiliriz. Yani ayna içinde ayna
vardır.
İşte
bu örnekle kanıtlanmıştır ki, her nesne kendi görüntüsünü diğerine gönderir ve
bunun tam tersi olarak da önündeki tüm nesnelerin görüntüsünü alır.
Bir
başka deyişle göz, kendi görüntüsünü gönderir ve önündekilerin görüntülerini
ahr. Sağduyu sayesinde pozitif kanaate varılırsa bu hafızaya kaydedilir.
Benim
fikrimce, gözün içindeki görülmeyen şekiller nesneye, nesnenin şekli de göze
gönderilir ve nesnelerin görüntüleri havada yol alır.
Örnek:
Bir daire hâlinde yerleştirilmiş/sıralanmış aynalar birbirlerini mütemadiyen
yansıtırlar.
♦
Müzisyenin
duyduğu notaları derecelendirmesi gibi ben de gördüğüm nesneleri
derecelendiriyorum.
Müzisyen,
notalar birbirleriyle birleşse bile onları sayılarla tanımlar ve sesin yükselip
alçalmasını isimlendirir.
Fakat
nesneler gözden uzaklaştıkça birbirlerine dokunsalar da, ben hiçbir zaman bu
düşüncemi kanıtlayamayacağım.
♦
Bu
perspektife "havai" diyorum, çünkü çizgi hâlinde duruyormuş gibi
görünen farklı binaları atmosfer sayesinde ayırt edebiliyoruz.
Örnek
vermek gerekirse, bir duvarın ardında gördüğümüz aynı ebatlarda görünen birkaç
binayı çizmek istediğinizde onlardan birini diğerinden daha uzak olduğunu ve
daha yoğun bir atmosfer etkisi içinde olması gerektiğini verebilmeksiniz.
Eşit
yoğunluktaki atmosferin içinde, en uzak nesnelere, örneğin dağlara baktığınızda
bu yoğun atmosfer, gözünüz ile baktığınız nesne arasındadır ve dağlar mavi
görünür.
Bu
mavi ton neredeyse atmosferin kendi içindeki tondur.
*
Atmosferde
gördüğümüz mavi gerçek renk değildir. Buharlaşma sonucu atmosfere yayılan
atomların üzerine güneş ışıkları düşer, uzayın sınırsız karanlığı üzerinde
onları parlatır. Umarım bu, benim gördüğüm gibi görülür.
Sis
yukarılarda sabahleyin daha yoğundur. Çünkü güneş onu yukarılara doğru çeker.
Bu
nedenle uzun binaların en yüksek noktaları zeminle eşit uzaklıkta da olsa zirve
görünmez.
Başka
bir deyişle, gökyüzü başınızın üstünde en karanlık haliyle görünür ve ufka
doğru maviden çok duman rengini alır.
Atmosfer
sisle dolu olduğunda maviden bir hayli yoksundur. Yalnızca bulutların rengi
görünür. Bu görüntü ise hava iyi olduğunda beyazdır. Ne kadar batıya dönerseniz
o kadar kararır, ne kadar doğuya dönerseniz o kadar parlaklık kazanır.
Tarlaların
yeşilliği ise ince bir sis tabakası altında biraz maviye kaçar ve sis yoğunsa
daha ziyade gridir.
Batıdaki
binalar sadece aydınlanmış taraflarını gösterirler, yani güneşin üzerinde
parladığı ve sisin geri kalanlarını sakladığı taraflarını.
Güneş
doğup pusu dağıtıp tepelerin üzeri görünmeye ve mavi ortaya çıkmaya
başladığında, binalar ışıklarını ve gölgelerini açığa çıkarırlar.
İnce
buharın içinden sadece ışıklarını gösterir, daha yoğun hava içinden ise hiçbir
şeylerini gösteremezler.
Bu
olay, sis hareketini yatay olarak gerçekleştirdiği vakittir. Sisin uçları
gökyüzünün maviliği karşısmda belirsizleşmeye başlar. Yere doğru toz kalkması
gibi görünür.
Aynı
oranda atmosfer yoğun olduğunda, şehirdeki binalar, manzaranın içindeki ağaçlar
daha az görünecektir. Çünkü sadece en uzunlan ve en genişleri görünecektir.
Karanlık,
her şeyi etkiler. Bir nesne karanlıktan ne kadar sıyrılırsa o kadar gerçek ve
doğal rengini gösterir.
Yoğunluk
öyle bir dereceye yükselir ki, tepelerin karanlığı bölünür, zirveye doğru yok
olur ve sadece birbiri arasında uzun mesafe olan dağlar görünür.
Birbirine
yakın ve alçak tepeler arasında ayırt edilir ölçüde az sis vardır ve dibe doğru
gittikçe azalır. ,
*
İlk
olarak teoriyi sonra pratiği açıklamalısın. Yani önce, saydam olmayan nesneler
üzerindeki ışık ve gölgeleri tarif etmeli, sonra saydam olanlara geçmelisin.
*
Gölge
ışığın engellenmesidir.
Benim
kanaatimce gölge perspektifte çok önemli bir yer tutar.
Çünkü
gölge olmadan, katı ve saydam olmayan nesneler zayıf ifade edilmiş olur.
Bu
da ana hatlarının ve sınırlarının -kendi arka plânlarından farklı bir tonda
sergilenmedikçeyanlış ya da eksik anlaşılmasına yol açar.
*
Saydam
olmayan nesneleri aydınlatan ışık üç türlüdür:
Bunların
ilki ‘direkt ışık'tır. Yani direkt olarak güneşten, pencereden ya da alevden
gelen ışıktır.
İkincisi
ise ‘dağınık evrensel ışık’tır. Örneğin, bulutlu ya da sisli havalarda
gördüğümüz ışık.
loı.
Üçüncüsü
de, güneşin doğmadan ve batmadan hemen önce ufuk çizgisinin altında olduğu
zamanki 'kısık ışık’tır.
Temel
olarak gölge, ışınların saydam olmayan bir nesne tarafından engellenmesidir.
Gölge,
karanlıktandır.
Bir
nesne üzerindeki ışıksa, önce onu saklayan sonra ortaya çıkaran parlak bir
nesnedendir.
Bu
ikisi her zaman tüm nesnelerle birleşiktiripr ve ayrılamazlar.
Gölge,
hem ışığın hem de karanlığın eksikliğidir ve bu ikisinin arasındadır.
Herhangi
bir gölge sonsuz karanlık da olabilir, karanlığın sonsuz eksikliği de.
Gölgenin
başlangıcı da bitişi de ışıkla karanlık arasındadır ve sonsuz karanlık ya da
aydınlık olabilir. Nesnelerin şekillerini sergilerken kullandıkları araç,
gölgedir.
*
Gölge
her yerdedir.
Durumu
ve şekli ne olursa olsun, görünür ya da görünmez olsun, başladığı yerde daha
güçlüdür, biteceği yere doğru azalarak ilerler ve zaman içinde müthiş boyutlara
ulaşması küçük bir başlangıçtan ibaret değildir; tıpkı zayıf bir meşe
palamuduyken dev bir meşe olmak gibi.
Diyebilirim
ki topraktan ilk filizlendiğinde meşe en güçlü hâldedir. Yani karanlık,
gölgenin en güçlü hâlidir ve ışık da en zayıf.
Öyleyse
ey ressam! Gölgeyi nesnesine en yakın yerde, en koyu yap ve sonunu, ışığın
içinde yavaşça kayboluyormuş gibi yap ki sonu yokmuş gibi görünsün.
*
Karanlık,
ışığın yokluğudur.
Gölge,
ışığın eksikliğidir.
Birincil
gölge, ışıkta olmayan bir nesneden ayrılamayan gölgedir.
Türemiş
gölge, gölgedeki bir nesneden ayrılmış ve havaya yayılmış hâlde olandır.
Saydam
gölge ise ışıklandırılmış bir yüzeyle çevrilidir.
Yalın
gölge ise, kendisini ortaya çıkaran parlak nesneden hiç ışık almayandır. Bu
yalın gölge, parlak nesnenin bir kenarından başlar.
*
Ayrı
ışık, nesnenin üzerine düşendir. Ayrılamaz olan ise, nesnenin aydınlattığı
kenarındadır. İlki ‘‘birincil" diğeri ‘‘türemiş’’ olarak adlandırılır.
Aynı şekilde gölge de iki çeşittir: Birincil ve türemiş.
Birincil
olan gölge, nesneden ayrılmayandır. Türemiş ise, nesneden ayrılarak duvar
yüzeyine nesneyi taşıyan/yansıtandır.
*
İki
gözle görünen nesneler, bir gözle göründüğünden daha yuvarlak görünür.
*
Işık,
karanlığı kovalayandır.
Gölge,
ışığın engellenmesidir.
Birincil
ışık, nesnelerin üzerine düşüp ışık ve gölgeyi ortaya çıkarandır.
Türemiş
ışıklar da birincil ışık tarafından aydınlatılmış nesnenin kısımlarıdır.
Birincil
gölge, ışığın düşemediği kenardadır.
*
Göz,
çok yakınında bulunan parlak bir nesneye bakamaz.
*
Gölgenin
ve ışığın genel dağılımı, havada hiçbir şekilde engellenmeden gölgelenmiş ya da
aydınlatılmış bir nesne ya da ışığın ve karanlığın ışınlarını kesen noktalar
tarafından dağıtılan ışınların toplamıdır.
*
Parlaklık
bir renk değildir; beyazlığın doygunluğudur ve ıslak nesnelerin yüzeylerinden
türer.
Işık
ise, kendisini göze yansıtan nesnenin rengine bürünür. Altın ve gümüşte olduğu
gibi...
*
Eğer
güneş doğudaysa ve siz batıya doğru bakıyorsanız, tüm nesneleri tamamen ışıkta
ve gölgesiz görürsünüz. Çünkü güneş ile aynı taraftan bakıyor olursunuz.
Eğer
kuzeye ya da güneye bakarsanız, her nesneyi hem ışıklı hem gölgeli görürsünüz.
Çünkü hem güneşe bakan hem de güneşten uzak olan taraflarını görürsünüz.
Eğer
güneşin geldiği yöne bakarsanız her nesne size gölgedeki kısmını gösterecektir.
*
Göze,
yakında bulunan nesneler, uzakta bulunanlardan daha büyük görünürler.
*
Bir
nesnenin üzerine düşen ışık ne kadar az ise, gölgesi o kadar fazladır.
Işık,
nesneye yaklaştıkça daha küçük, uzaklaştıkça daha büyük bir alanı aydınlatır.
Fakat
ışığın aydınlattığı nesneden büyük olduğu bir durumda ışık ne kadar yaklaşırsa
o kadar büyük bir alanı aydınlatır.
Türemiş
gölge, birincil gölge olmadan var olamaz. Bu da şu cümle ile kanıtlanmıştır:
Karanlık,
ışığın tamamen ortadan kalkmasıdır, gölge ise karanlığın ve ışığın eksilmesi,
ışık tarafından karanlığın azaltılmasıyla aynı oranda karanlık ya da aydınlık
olmasıdır.
*
Türemiş
gölgelerin kenarları düz çizgilerden oluşur.
♦
Hem
ışıkta hem gölgede olan bir nesne, yan yana duran iki eşit miktarda ışığın
arasına yerleştirildiğinde, ışığın miktarıyla aynı oranda gölgeler üretecektir.
Bu gölgelerden biriadı geçen nesneye ışıklardan biri yaklaştırıldığında karşısında
bulunan gölgeden daha karanlık olacaktır.
İki
ışık arasında, ikisine de eşit mesafede bulunan bir nesne, iki gölge
üretecektir ki birine sebep olan ışık diğerinden ne kadar parlaksa onun sebep
olduğu gölge de diğerine nazaran daha derin olacaktır.
*
Gölge
ve ışık arasında görünen nesneler en kabarık görünenlerdir.
*
Görülebilen
her nesne, gözü şu üç özelliğiyle etkiler: Kütle, şekil ve renk.
Kütle,
renk ve şekle nazaran, bulunduğu yerden uzak bir mesafeden bile fark
edilebilir.
Renk
de şekle nazaran daha uzak mesafeden ayırt edilebilir, fakat bu kural parlak
nesnelere uygulanamaz.
Yukarıdaki
önerme, sade bir şekilde gösterilmiş ve kanıtlanmıştır: Size yakın mesafede bir
insanı gördüğünüzde, kütle, şekil ve renk olarak bu kişinin tam manasıyla nasıl
göründüğünü algılarsınız.
Eğer
biraz uzaklaşırsa kim olduğunu anlayamazsınız. Çünkü detayların karakterleri
kaybolacaktır.
Eğer
biraz daha uzağa giderse onun rengini ayırt edemezsiniz. Çünkü karanlık bir
nesne olarak görünecektir.
Daha
da uzaklaşırsa çok küçük ve daha karanlık ve yuvarlak bir nesne olarak
görünecektir. Yuvarlak görünecektir; çünkü mesafe, detayları öylesine
azaltır/fark edilmesini engeller ki kütleden başka görünen bir şey kalmaz.
Parlak
nesneler karanlıkta diğer herhangi bir nesneden daha güçlü bir görüntü
sergilerler.
*
Nesnelerin
ana hatları, göze en yakın olduklarında en belirsiz hâldedir. Yani biraz uzak
olan ana hatiar daha belirgindir.
*
Gözbebeğinden
küçük nesneler arasında, göze en yakın olanları ayırt etmek daha güçtür.
♦
Doğada
gördüklerini çizen sen! Kasların üzerinde gördüğün ışığın ve gölgenin miktarma,
derecesine, şekline ve omuriliğe uzanan kasm uzunlamasına duruşuna dikkat et!
*
Arka
planı kendinden daha parlak olan koyu renk bir nesne, gerçekte olduğundan daha
küçük görünür.
Parlak
bir nesne ise, kendinden daha koyu renk bir arka planda sergilendiğinde,
gerçekte olduğundan daha büyük görünür.
Hem
eşit parlaklıkta ve büyüklükte olan hem de eşit uzaklıkta bulunan nesnelerden
en koyu renk arka plana sahip olan, en büyük görünür.
*
Bir
ayna tarafından yansıtılan görüntü, aynanın renginden etkilenir.
*
Saydam
olmayan her nesnenin yüzeyi, kendisini çevreleyen nesnelerin renklerinden
etkilenir. Bu etki, nesnelerin yakınlık, uzaklık ve renklerinin gücü oranmda
olur.
♦
Ne
siyah ne de beyaz ‘saydam'dır.
*
Baykuşun
gözünün ya da gözbebeğinin insana oranla büyük olmasından ötürü, baykuş
geceleyin insanın görebileceğinden daha fazla ışık görebilir. Dahası, eğer öğle
vakti göz bebeği küçülmezse hiçbir şey göremez. Aynı şekilde, baykuş da
nesneleri öğleye nispeten geceleyin daha büyük görür.
*
Sanattaki
kariyerin için gerekli ahlakî davranışları kendi içinde nasıl ortaya çıkarıp
uygulayacağını öğren!
*
Resmi
seven ve resim konusunda bir zevke sahip olan fakat hiçbir yeteneğe sahip
olmayan birçokları gibi olmayın!
*
Gençlik,
ilk önce perspektifi, sonra da nesnelerin ebatlarını öğrenmeli. Sonra, iyi bir
ustayı kendine güzel şekiller edinene kadar taklit edebilir. Ardından öğrendiği
kuralları doğrulamak için pratik yaparak doğadan faydalanabilir ve bir
süreliğine de çeşidi ustaların işlerini inceleyebilir. En sonunda kendi
sanatını uygulamalıdır.
Yatmadan
önce karanlıkta yatakta çalışmanın küçümsenmeyecek kadar önemli ve faydalı
olduğunu bizzat kanıtladım.
Bu,
daha önce üzerinde çalıştığın şekillerin dış detayları ya da seni esir alan bir
düşüncenin ardında kalmış kayda değer şeyleri hatırlamak için birebirdir.
Kesinlikle çok önemli bir egzersizdir ve bazı şeyleri hafızada tutabilmede çok
etkilidir.
*
İlkin
doğadan ve diğer sanat eserlerinden ilham alarak çalış. Büyük ustalar
tarafından yapılmış eserlerden yararlan. Bu çalışmalar ezbere olmamalı. Nihayet
modele bakarak çizim yap. Çalışmalarında uygulaman gereken yol budur.
İnsan
resmi yapan bir ressam; kemiklerin, kasların ve bağların anatomisini lâyıkıyla
bilmelidir. Bununla birlikte, müthiş bir ressammış gibi görünmek için uzuvların
üzerinde ne var ne yok çizen fakat çizdiği figürler adeta odun gibi görünen
ressamlara da benzememeli. Yani güzellik ve duygudan yoksun olan, bakıldığında
insandan çok bir kasa cevize ya da kaslar yerine bir demet turp köküne
bakıyormuş hissi verenlerinki gibi çizmemeli! Sadece çıkıntılı ya da kalınlaşan
kısımları çizsin kâfidir.
Yapabileceğimiz
en hızlı şeylerden birinin görmek olduğunu elbette ki biliyoruz. Bir anda
sayısız şekiller görürüz ama sadece bir nesneyi derinlemesine algılarız.
Ey
okuyucu! Düşün ki, hemen bu sayfanın tamamına baktın. Bu zaman diliminde ancak
sayfanın bir sürü harfle dolu olduğunu fark edersin. Ama onların hangi harf
olduğunu ya da ne anlattıklarını anlayamazsın. Yani, harfleri anla-yabilmen
için onları satır satır, kelime kelime görmen gerek.
Keza,
bir binanın çatışma çıkmak istiyorsan basamak basamak çıkmalısın. Yoksa çatıya
ula-şamazsın.
Sana,
yani bu sanatın peşini bırakmayacak olan sana, diyorum ki; eğer nesnelerin
şekilleri hakkında kusursuz bilgiye sahip olmak niyetindeysen, onların
detaylarıyla işe başla. Kesinlikle birini hafızana yerleştirip çalışmana tam
manasıyla yansıtmadan diğerine geçme! Yoksa zamanını çöpe atar ve böylece
çalışmanı süresi içinde bitiremezsin.
Hızlı
çalışmaktan ziyade, itina ve sebatla çalışman gerektiğini de unutma!
*
Sen
ey çizer! Eğer iyi çalışmak ve iyi bir amaç için bunu yapmak istiyorsan, işinde
her zaman ağır ağır ilerle ve ışığı parlaklık derecesine göre sınıfl andır.
Aynı
şeyi gölge için de yap. Hangisinin daha koyu olduğunu, diğerleriyle ne şekilde
kaynaştığını, büyüklüklerini ve bir diğerine olan oranlarını aklından çıkarma.
Bunun yanında da, ana hatlarını, hangi yöne yaslandıklarını, hangi kısımlarının
kıvrımlı olduğunu, nerde en fazla ve en az görülebildiklerini ve sonuç olarak
geniş ya da ince olduklarını not al.
Son
olarak da, ışığın ve gölgenin sınırları ve fırça darbeleri belli olmaksızın,
duman gibi belirsiz görünmesini sağla. Bu sebatlı çalışma sonucunda ustalaştın
mı farkına varmadan hız da kazanmış olacaksın.
♦
Ressam,
resimde kullanacağı matematiğe muhtaçtır.
♦
Resim
yapan kişi, kendi çalışmalarını bırakıp resmi seyretmeye gelen arkadaşları
tarafından rahatsız edilmemeli.
Aksi
takdirde etrafındaki birçok nesne tarafından dikkati kolayca dağıtılabilir.
Eğer
bir konuya yoğunlaşıp onunla uğraşırken, ikinci bir konu araya giriyorsa -ki bu
olağan bir şeydir ve aklımızı meşgul ederressam bunu düşünmeli, bir karar
vermeli, sonra çalışmasına dönmelidir.
Her
şeyin ötesinde ressam, aklını farklı nesnelerin envaiçeşit rengini alabilecek
bir aynanın yüzeyi gibi açık tutmalı. Keza, arkadaşları da işlerine karşı onun
gibi olmalı. Eğer böyle arkadaşlar yoksa/bulunamazsa, araştırmalarını ve
düşüncelerini kendine saklamalı. Çünkü insanın kendine yararı
dokunabilecek/sırdaş olabilecek kendinden başka bir arkadaşı yoktur.
*
Ressam
ya da çizer, kendi başına olmalıdır. Özellikle de hafızasına iyice kazıması
gereken materyaller üzerinde çalıştığı ve düşüncelere yoğunlaştığı anlarda.
*
Yalnız
olduğun an kendinin efendisisindir. Fakat yanmda biri varsa, ancak yarı yarıya
kendinin efendisi olursun. Eğer yanmda birden çok kişi varsa bu sorun daha da
fazla demektir.
Eğer,
“Çekilip kendi işime bakarım, doğal nesnelerin şekilleri üzerine çalışmak daha
iyi." dersen ben de sana derim ki, “Onların sohbetini ister istemez
dinlemekten kendini alıkoyamazsın.”
Hiç
kimse iki efendiye itaat edemeyeceğinden, yanındaki kişinin çalışmanda sebep
olduğu/olabileceği eksiği daha sonra lâyıkıyla tamamlayamayabileceğinden,
çalışmaların daha da kötüleşebilir.
Eğer
“Onları duymayacağım ve onların da beni rahatsız edemeyeceği kadar uzaklaşırım
ve işime bakarım.” dersen ben de sana “Deli ya da kızgın olduğunu
düşüneceklerdir.” derim.
*
Yanında
biriyle çalışmanın birçok sebepten ötürü yalnız çalışmaktan daha iyi olduğunu
söylüyor ve bunda ısrar ediyorum.
İlk
sebep olarak, diğer öğrenciler arasında geri kalmış olma hissi seni utandıracak
ve daha dikkatli çalışmaya sevk edecektir.
İkincisi
ise, senin için yararlı bir gıpta ile senden daha iyi öğrenciler arasında olmak
isteyecek ve bu istek seni harekete geçirecektir.
Bir
başka faydası ise, senden daha iyi çizenlerin çalışmalarından öğrenebileceğin
şeyler olabilir. Eğer sen onlardan daha iyiysen, onların hatalarını görmek sana
çok büyük fayda sağlayacak ve diğerlerinin seni takdir etmesi, çok daha iyi bir
seviyeye ulaşmak için seni teşvik edecektir.
Yukarıdaki
pasajda yazılanlarla burada yazanlar arasındaki çelişki şöyle açıklanabilir:
İkinci pasajda öğrencilerin çalışmaları söz konusudur. Fakat bir öncekinde ise
ressamın diğer kimselerle (resimle ilgisi olmayan, resim çalışmayan) aynı
ortamda bulunması hakkındadır.
*
Doğadaki
tüm şekilleri ve bunların anlamlarını hatırlayabildiğini söyleme cüretinde
bulunan bir ressam, fikrimce cehaletle şereflendirilmiştir(!) Çünkü bu şekiller
sonsuzdur ve hafızamız onların hepsini tutabilecek kadar geniş değildir.
Öyleyse
ey ressam! Dikkat et! Kazanma hırsı, sanatının saygınlığının yerine geçmesin.
Şüphesiz,
ahlakî güzelliği kazanmak, maddi güzellikleri kazanmaktan daha iyidir.
Bu
ve bunun gibi başka sebeplerden ötürü, ilkin olarak -dikkatini gözünde toplayabilmek
içinetkileyici şekiller çizmeye ve hayalinde ortaya çıkan ilk fikre yoğunlaş.
Sonra,
kendini tatmin edinceye kadar onun üzerinde çalış, eklemeler, çıkarmalar yap.
Akabinde,
örtülü ya da çıplak modellerin olsun ve bunların perspektifteki boyutları ile
ebatlarına dikkat et ki, çalışmanda doğanın sebepleri ve etkileriyle uyum
içinde olmayan hiçbir şey kalmasın.
Bu,
sanatında saygınlık kazanmanın anahtarıdır.
*
Yaratıcı,
kendisinden ilham alıp kopyalayacağımız nesneleri dünyanın her yerinde cömertçe
sergilemektedir.
*
Ey
ressam! Bil ki, doğadaki her şekli ustaca çizebilen evrensel bir sanatçı
olmadıkça iyi bir ressam olamazsın.
Ressamın
zihni, yansıttığı nesnenin rengini alan ve önündeki nesnelerin görüntüleriyle
dopdolu olan bir ayna gibi olmalıdır.
Nesneleri
gördüğünde hafızana kaydetmiyorsan nasıl çizeceğini de asla bilemezsin.
Örneğin
bir araziden geçerken dikkatini çeşitli nesnelere ver, sonra daha düşük
değerdeki nesnelerden bilgi toplarken bir o nesneye, bir diğerine bak.
Gözlem
yaparken, hayal gücünü çalıştırmaktan yorularak işini aklından atıp dinlenmek
için yürüyüşe çıkan, ama aklı hâlâ yorgun kalan, etrafında bir sürü nesne
görmesine rağmen bunları algılayamayan, dışarıda arkadaşları ya da akrabaları
selam verdiklerinde, kendilerini görüp seslerini duysa da, sanki havaya selam
vermişler gibi onları görmezlikten gelen ressamlar gibi olma!
*
Neden
aynada görülen resimler, çıplak gözle göründüğünden daha eksiksiz görünür?
*
Resminin,
doğadan çizdiğin nesnelere uyup uymadığını görmek istediğinde bir ayna al ve
nesnelerin yansımalarına bak. Sonra, yansıyan görüntüyü çizdiğin görüntüyle
karşılaştır. Özellikle aynadan hareketle her ikisinin tam manasıyla uyumlu olup
olmadığını gözden geçir.
Düz
bir aynayı kendine rehber edinmelisin. Çünkü onun yüzeyindeki görüntüler,
resimdeki nesneler gibi birçok yönden ortaya çıkar/görünür.
Düz
yüzeyde yapılan bir resimde rölyefi görünen nesnelerle, aynada -ki o da düz
yüzeydirgörünen nesneler aynıdır. Resmin, ayna gibi bir düz yüzeyi vardır.
Resim, canlı ve rölyef gibi dışarı taşmış görünen nesneler bile elle
tutulamayacağından soyuttur, fiziksel varlığı yoktur, ki bu durum ayna için de
geçerlidir...
Eğer
bir resmi lâyıkıyla yaparsan, onu geniş bir aynada yansıtılan doğal bir
mizansen gibi göstermeyi de unutma!
Üzerinde
çalıştığın bir şeyi hafızanda her detayıyla bulmak istersen şu yolu takip et:
Aynı
şeyi birçok kez çizip artık ezberinde olduğunu düşündüğünde, onu modelsiz
olarak da çizmeye çalışarak kendini test et.
Sonra,
ince ve düz bir cama modelin kopyasını çıkartıp modelsiz çizdiğin resmin
üzerine koy. Bak bakalım çizgilerin nerede birbiriyle aynı, nerede birbirinden
farklı. Böylece nerede hata yaptığını anla ve aynı hataları tekrarlama.
Ardından
modeline dön ve yanlış çizdiğin kısmı hafızana kazıyıncaya kadar tekrar tekrar
çiz.
*
Eğer
gördüğün bir yüzün ifadesini aklında tutmakta ustalık kazanmak istiyorsan, ilk
olarak çeşitli kafa, göz, burun, ağız, çene, yanak, boyun ve omuz şekillerine
aşina olmalısın.
Sınıflandırmak
gerekirse, burun on çeşittir: Dik, şişman, çukur, ortanın üstünde ya da altında
çıkıntılı, kartal gibi, sıradan, düz, yuvarlak ve nokta. Bunlar profilden
olanlardır.
Tüm
yüzü göz önüne aldığımızda ise burunlar kendi içinde on bir çeşittir: Ortası
eşit kalınlıkta olanlar, ortada ince olanlar, uçta kalın başta dar olanlar,
uçta dar başta geniş olanlar, delikleri geniş ya da dar olanlar, yüksek ya da
alçak olanlar, delikleri geniş-açık ya da uç tarafından kapalı olanlar.
Doğadan
çizmen ve hafızana kazıman gereken diğer detaylarda da bunun gibi bir
çeşitlilik bulabilirsin.
*
Kafandan
bir yüz çizmeye kalktığında, içine böyle notlar aldığın bir defteri de yanında
taşıyabilirsin. Ona bakarak, yüzünü çizmek istediğin kişi için hangi ağız ya da
burnun daha iyi olabileceğine karar verebilir ya da daha sonra evde hatırlamak
için ufak bir işaret koyabilirsin.
*
Perspektifi
lâyıkıyla öğrendikten ve nesnelerin kısımlarıyla biçimlerini hafızana
kazıdıktan sonra, bıkmaksızın bir yerlere gidip insanların konuşurken,
tartışırken, gülerken ya da kavga ederkenki davranışlarını, seyircilerin ya da
kavga edenleri ayıranların hareketlerini, içinde bulundukları şartları hesaba
katarak, gözlemlemeli ve notlar almalısın.
Her
an yanında olması gereken bir defterin olsun, oraya notunu alabilir ve hafif
dokunuşlarla eskizini çizebilirsin. Eskisi dolduğunda da onu yenisiyle
değiştirirsin.
*
Nesnelerin
şekilleri, pozisyonları öylesine çoktur ki hafıza hepsini birden tutmaktan
acizdir. Öyleyse bu eskizlerini rehberin ve ustan olarak sakla.
*
Karanlıkta,
yatakta daha önce üzerinde çalıştığın şekillerin dış detayları ya da seni esir
alan bir düşüncenin ardında kalmış kayda değer şeyleri hatırlamak için
birebirdir. Bu, kesinlikle çok önemli bir egzersizdir ve bazı şeyleri hafızada
tutabilmede etkilidir.
♦
Bir
kimse resim yaparken her fikri dinlemekten kesinlikle kaçınmamalıdır.
Ressam
olmasa da bir kimsenin eleştirilerine kulak ver. Herhangi biri de insan
görüntüsüne ve doğadaki eserleri değerlendirip onlar hakkında bir şeyler
söylemeye yatkın olabilir.
Söz
gelişi, çizilenlerin kambur olup olmadıklarını söyleyebilir. Ya da çizilen bir
omzun diğerinden düşük, ağzın ya da burnun çok büyük oluşu gibi hataları
değerlendirip yargıda bulunabilir.
Çünkü
insan kendi eseri hakkında yanılabilir. Eğer bunun bilincinde değilsen
diğerlerinin işlerine bak ve onların hatalarından kendine pay çıkar.
Başkalarının
fikirlerini sabırla dinlemeye açık ol, senin işinde hata bulup seni
suçlayanların geçerli sebepleri olup olmadığını iyi tart ve düşün.
Dinlediğin
yorumlar eğer gerçekten hatalarını düzeltmen içinse amenna, ama değilse
duymamış gibi yap ve karşındaki saygı duyulması gereken biriyse, hatanın
sebebini ona izah ederek göster.
♦
Doğadan
bir nesneyi çiziyorsan, bu nesnenin yüksekliğinin üç katı kadar mesafede
durarak çiz.
*
Bazdan,
bir kafa ya da figürden başka bir şey yapamayan birine üstat diyebilir. Oysa bu
kesinlikle büyük bir başan değildir. Bir ömür boyu yalnızca tek bir şey
üzerinde çalıştıktan sonra kim belli ölçüde mükemmelliği yakalayamaz ki? Resmin,
doğada oluşan ya da insanların şanslan sonucu ortaya çıkan her tür nesneyi
kapsadığım bildiğimizden, kısaca o kimse bana yalnızca bir figürü iyi yapabilen
‘zavallı bir usta’ gibi görünüyor.
*
İyi
bir ressam çok şey bilmeli. İnsanların hareketlerini, davranışlarını...
Hayvanları, ağaçları, bitkileri, çiçekleri, makineleri... Farklı bölgeleri,
yaylaları, akıntdarı, nehirleri... Halka açık ve özel binalarıyla şehirleri...
İnsanın amacına uygun kostümleri, dekorları, sanatları... Bunları bilmekle
kalmamalı aynı zamanda hepsine eşit derecede önem de vermeli.
*
Bir
insan figürü ya da güzel bir hayvanı çizerken odun cansızlığından sakın. Onları
birbiriyle dengeli hareket ettir ki odun gibi görünmesinler.
Ortaya
koyacağın hayvanı, diğer herhangi bir hayvandaki gibi uzuvları olmaksızın
çizemezsin. öyleyse, hayal ettiğin bir hayvanı; diyelim ki ejderhayı doğal
göstermek için, bir köpeğin kafasını, bir kedinin gözlerini, bir kirpinin
kulaklarını, bir tazının burnunu, bir aslanın kaşlarını, bir horozun şakaklarını
ve bir su kaplumbağasının boynunu almalısın.
**
İlk
olarak, toptan çıkıp atlar ve çarpışanların kaldırdığı tozla birlikte havaya
karışan dumanı çizmelisin.
Bu
karışımda şunu vurgulamaksın: Toz, yeryüzünün bir parçası olduğu için ağırlığa
sahiptir. İnceliği ve dağınıklığı yüzünden kolayca kalkıp havaya karışmasına
rağmen tekrar kolayca yere düşmez.
Tozun
en yükseğe kalkan kısmı, en az görünen ve neredeyse havayla aynı renk olan, en
ince tabakasıdır.
Toz
yüklü havayla karışık duman ne kadar yükselirse, o kadar koyu renk bir bulut
gibi görünür. En tepede, dumanm tozdan daha ayrık olduğu yerde, duman mavimsi
bir renk alır ve toz kendi rengine meyleder.
Hava,
duman ve tozdan oluşan bu karışım ışığın karşısından ziyade, geldiği yönde daha
parlak görünür. Bu karmaşada kavga edenler ne kadar fazla olursa o kadar az
görünürler ve ışıklarıyla gölgeleri arasındaki karşıtlık da o kadar olur.
Yüzleri,
figürleri ve görünüşleri ve yanındakiler kadar silahşörleri kızılımsı bir
kırmızı yap. Bu kızıllık, kaynağından uzaklaştıkça azalacaktır.
Seninle
ışık arasındaki figürler uzaktaysalar, açık renk bir arka planda karanlık
görünecekler, bacaklarının yere yakın olan kısımları en az görünen yerleri
olacaktır. Çünkü tozun en yoğun olduğu yer orasıdır.
Eğer
atları kalabalığın dışmda dörtnala gösterirsen, adımlarının ardından çıkan toz
bulutlarını, adımlarıyla orantılı olarak, birbirinden uzak çiz. Atlardan en
uzakta kalan toz bulutları en az görünen olmalıdır. Bunlar yüksek, dağınık ve
ince bulutlardır.
Daha
yakın olanlar ise daha belirgin, daha küçük ve yoğun olanlardır.
Silahlardan
çıkan mermilerin dağınık bir çizgi gibi uçuşlarım takip eden dumanları olmalı.
Ön
plandaki figürlerin saçları, kaşları ve tozun kalabileceği diğer kısımlarını
tozu göz önüne alarak çiz.
Hafif
eşyaları ve saçları havada uçuşan ve ileriye doğru koşan savaşçıları kaşları
çatık, zıt yöndeki uzuvları öne atılmış; yani sağ ayağını attığında sol elinin
hamleye hazır olduğu şekilde çizmelisin.
Herhangi
birini düşmüş olarak çizeceksen, kaydığı ve içine düştüğü kanlı çamur batağını
ve etrafındaki yarı-sıvı yerin üzerinden geçen askerler ve atların ayak
izlerini de unutma.
Ayrıca
sahibinin cesedini çeken, daha sonra onu arkasında toz ve çamurun içinde
bırakıp giden bir at ve cesedin sürüklendiği yoldaki izleri göster.
Yenilenleri
solgun ve alınlan acıyla kırışmış, burunlarının yanlarından gözlerine doğru bir
yay şeklinde kırışık ve burun delikleri dik, yukarı doğru kıvrılan dudaklar ve
en üst dişleri keşfederken, ayrılan dişler acıdan haykırır gibi görünmeli.
Sonra,
bazıları vücutlarının yarı ayakta olan kısımlarını dinlendirirken korkmuş
gözlerini tek eliyle kapayan birini ekle.
Geriye
kalanlar ise ağızları alabildiğine açık bağırıp kaçanlardır.
Her
çeşit silahı çarpışanların ayaklarının altında ya da arasında göstermelisin;
kırılan kalkanlar, mızraklar, kılıçlar vs...
Ölüleri
ise; kısmen ya da tamamen, daha sonra kızıl bir çamura dönüşen tozun cesetten
kıvrımlı olarak akan kanla karıştığı yerdeki hâliyle kaplamalısın.
Yaralılar;
dişlerini sıkarken, gözlerini çevirirken, yumruklan vücutlarının üzerinde
sıkılmış dururken ve bacaklarının şekli bozulmuş bir vaziyette ölüm acıları
içinde resmedilmeli.
Bazıları
silahsız ve düşman tarafından yere serilmiş, yüzünü düşmana çevirirken dişleri
ve tırnaklarıyla hem vahşi hem de acı bir intikamı düşünür hâlde
gösterilebilir.
Binicisi
olmayan birkaç at, düşman kuvvetleri arasında yeleleri rüzgârda dalgalanırken
koşuşarak, çifteleriyle hiç de azımsanmayacak hasara yol açarken görebilirsin.
Sakatlanan
birkaç savaşçı yere düşerken, düşman üzerine eğilip son darbeyi vurmak için
uğraştığında kendini kalkanıyla korumaya çalışırken görülebilir.
Aynı
şekilde, ölü bir atın üzerine yığılan birkaç adamla birlikte savaşı bırakıp
kalabalıktan uzaklaşan galip tarafın askerleri, gözlerini ve yanaklarını iki
elle silip temizlerken görülebilir.
Yedek
kuvvetleri ise; umutlu fakat yine de tedbirli, dikkatli gözlerini eliyle
gölgeleyip yoğun karmaşanın içine doğru bir göz gezdirirken, komutanın
emirlerine kulak kesilmiş bir hâlde göster. Komutanı; kılıcı havada, onlara en
çok nerede ihtiyaçları olduğunu işaret ederek yardımcı kuvvetlerin arasından
geçerken düşün.
Atlar
içinden dörtnala geçerken, etraflarındaki suyu çalkalayıp köpürtecekleri ve
atların bacaklarıyla vücutları arasında suyun havaya kalktığı bir nehir de
olabilir.
***
Tamamıyla
ışıktan yoksun bir karanlık içinde çizmek istediğin bir sahne...
önce
büyük bir ateş olmalı.
Sonra
bu ateşe en yakında bulunan nesneler renkleriyle bu resimdeki en belirgin
şeyler olacaklardır.
Çünkü
renkli ışığa en yakında bulunan nesneler sahip oldukları özellikleri en fazla
yansıtır.
Ateşe
kırmızı rengini verirsen, ondan aydınlanan tüm nesneler pembemsi görünürken,
ondan uzak olan nesneler de gecenin siyahının etkisinde kalır.
Figürlerinin,
ateşin göz kamaştıran ışığına zıt yöndeki kısımları da siyah görünecektir.
Çünkü
nesnelerin bu kısımları, gecenin siyahıyla boyanır, ateşle değil.
Dumanın
ötesinde görünen nesneler siyah bir arka planda tamamen kırmızımsı ışıkla
görünürken ateşin olduğu taraf yarı siyah yarı kırmızıdır.
Pigürlerin
jestlerini, ateşe yakın duranları, kendilerini yoğun ısıdan korumak için
pelerinlerini kullanırlarken göster. Yüzlerini bir köşeye çekilecekmiş gibi
çevirmiş hâlde olmalılar.
Ateşten
uzak olanlarıysa kamaşan gözlerini perdelemek için ellerini kaldırmış olarak
çizebilirsin.
***
Bir
fırtına resmetmek istiyorsan, rüzgârı denizin ve yerin yüzü üzerinden esip
kendi kütlesine bağlı olmayan bir şeyleri koparıp taşırken düşün.
Resminde
ilk olarak dağılmış, yırtılmış, deniz kenarından kalkan kum bulutlarının
eşliğinde, aniden patlayan fırtınanın şiddetiyle savrulan ve havadaki diğer
hafif nesnelerle birlikte uçuşan dal ve yapraklar olmalı.
Bitkiler
ve ağaçlar da yere yatık durmalı. Normal görünüşünden çok uzaklaşarak bükülen
dalları ve ters dönüp havalanmak üzere olan yapraklarıyla adeta boranın
rotasını izleyecekmiş gibi...
İnsanlar
zor ayırt ediliyor... Kimileri yere düşmüş elbiseleri uçuşuyor... Toz toprak
içinde tanınmayacak hâldeler... Kimileri yıkılmamak için ağaçların arkasma
sığınmış... Tozdan korunmak için elleriyle gözlerini kapatanlar... Giysileri ve
saçları rüzgârda dalgalanan insan figürleri...
Denizi
hoyrat ve çalkantılı çiz. Rüzgâr, tozları fırtınanın içine doğru fırlatıyor.
Yüksek dalgaların arasında dönen köpükleri unutma.
Gemileri,
yırtık yelkenleri havada uçuşurken, halatları kopmuş ve direkleri kırılmış
olarak çiz. Denizdeki yerini iki dalga arasındaki çukurda resmet.
Rüzgârın
yön verdiği ve yüksek dağların zirvelerine fırlattığı, sert kayalara çarpıp
yırtılan dalgalar gibi görünen bulutlar da olmalı.
Hava
toz, sis ve yoğun bulutlardan kaynaklanan derin karanlık yüzünden korkunç
görünmeli.
***
Karanlık
ve kasvetli hava, zıt yönde esen rüzgârlar ve aralıksız yağan yağmurun yoğun
doluya dönüşmesiyle ağaçlardan koparak bir oraya bir buraya savrulan dal ve
yapraklardan dayak yiyormuş gibi görünüyor.
Etrafta
rüzgârın gazabıyla köklerinden sökülmüş ağaçlar var. Dağların aşınan
kısımlarından sel sularına karışan, kabaran nehirler taşmış. Geniş ovalan
kaplayıp orada ikamet edenleri yutuyor.
Tepelerde,
çocuklarıyla kayalıklara sığınan insanlar ve yanlarında evcil hayvanlar var.
Suyun
dalgaları arasında yüzen masa, divan, sandal gibi nesneler...
Sel
sularında boğulan insanların cansız bedenleri...
Şiddetli
bir şekilde iten rüzgârın gazabından korkmuş, ağlayıp yas tutan kadınlar,
erkekler ve çocuklar gözümün önünde.
İnsanları
canlarından eden, rüzgârla birlikte onlara karşı savaşıyor gibi dalgalanan
su...
ölümden
kaçarken aralarında barış yaparak bir arada duran kurt, tilki, yılan gibi
hayvanlar...
Kendilerine
kalan küçücük yerleri aslanlar, kurtlar ve canını kurtarmak için oralara
sığınmaya çalışan diğer hayvanlara karşı silahlarla savunan insanlar...
Ah!
Fırtınanın ve yıkıcı yıldırımların gazabıyla yırtılan havada ne acı feryatlar
duyuluyor.
Ah!
Yağmura karışan rüzgârın, göğün haykırışı ve şimşeklerin öfkesinin, karanlıkta
çıkardığı müthiş sesleri susturmak için kulaklarını tıkayan kaç insan
görüyorsun?
Diğerleri
gözlerini kapamaya razı olmasalar da insanoğlunun Tanrı’nın gazabı tarafından
cezalandırılışını görmemek için ellerini üst üste gözlerine kapıyorlar.
Ah!
Duy bu inlemeleri! Kaçı birden korkudan atıyor kendini kayalardan aşağı.
Üzerinde
insan dolu olan koca meşelerin dallarını bile havada taşıyor rüzgârın şiddeti.
Korkunç
bir ölümün azabını anlatan jestleri ve hareketleriyle kaçmaya çalışan insanlarm
üstünde, birkaçı bütün kalabilmiş, birkaçı parçalanmış sandallar...
Böyle
bir azaba katlanabilmekten umudu kesmiş olan bazıları, gözü dönmüş bir hâlde
kendini boğazlayarak canlarına kıyarken kimileri çocuklarını kapıp vahşice
öldürüyorlar, kimileri de diz çökmüş, kendini Tanrı’ya bırakmış bir hâlde
çaresiz duruyor...
Anneler
boğulan oğulları için ağıtlar yakıyorlar, elleri semaya kalkık, dudaklarında
yakarışlar, bedenlerinde sitemkâr jestlerle ateş püskürüyorlar.
Kimileri
parmakları sımsıkı kapalı, elleri kenetli, göğüsleri dizlerinde tarifsiz
kederler içinde parmakları kanayıncaya dek onları kemiriyor.
At,
öküz, keçi ve domuz sürüleri, etrafı sularla çevrelenmiş dağların tepelerinde
kalmış, birbirlerine sokulmuş bir hâlde beklerken ortalarda kalanlar da
diğerlerini çiğneyerek yukarıya tırmanmaya çalışıyor, birbirleriyle kavga
ediyorlar, birçoğu açlıktan ölecek.
Kuşlar,
üzerinde canlı bulunmayan ya da suyla kaplanmamış hiçbir yer bulamadıkları
için, insanlarm ve hayvanların üzerlerine konuyor.
Ölümün
elçisi olan kıtlık orada... Birçok hayvanın canını almış, işini yapmayı
sürdürüyor.
Şişen
cesetler suyun derinliklerini terk ederek yüzeyde görünmeye başlamış.
Önüne
geleni deviren dalgalar, bu dehşet noktasına çarpıp geri dönüyor.
Hava
bu derin ıstırabın her yanını aydınlatan şimşekler tarafından parçalanmış kara
bulutlarla kaplı.
Karanlık,
rüzgâr, denizdeki fırtına, sel suları, yanan ormanlar, yağmur, göğün
şimşekleri, depremler ve dağlardan, şehirlerden geriye kalanlar.
Su
taşıyan hortumlar ağaç dallan gibi insanları da fırlatıyor.
Rüzgârdan
soyulan dallar, rüzgârların buluş-masıyla birlikte üzerlerinde bulunan
insanlarla sarmaş dolaş.
Kırılan
ağaçlar insan yüklü.
Kayalara
çarpan gemiler paramparça...
Orada
burada koyun sürüleri...
Dolu
gibi yağan taşlar, şimşekler ve durmayan kasırga...
Kendilerine
bile hayrı dokunamayan insanlar...
Ağaçların,
kayaların, kule ve tepelerin üzeri sandallar, masalar, tekneler ve diğer yüzme
gereçleriyle dolu.
Tepelerde
insanlar ve hayvanlar...
Şimşekler
her şeyi aydınlatıyor...
---
İnsandaki
güzellik yok olur gider ama sanattaki asla!
Resim,
şiirden üstündür.
*
Ruhun
penceresi dediğimiz göz, yaratıcının sunduğu sonsuz nimetlerin farkına
varmamızı sağlayan birincil duyumuzdur. Öbürü kulaktır, gözün gördüğü şeyleri
işitir. Bu yüzden saygı ve övgüye lâyıktır.
*
Ey
tarihçi, şair, matematikçi! Gözlerinle görmediğin bir şeyi yazarak
anlatamazsın. Ey Şair! Haydi, kaleminle anlat bakalım hikâyeni... Ressam aynı
hikâyeyi daha sade, daha gerçekçi ve daha kolay anlatır. Üstelik seninkinden
daha az sıkıcı olur bu anlatım.
Eğer
resme ‘dilsiz şiir’ dersen ressam da şiire 'kör resim’ der. Söyle bana, hangisi
daha kötü bir özür, dilsiz olmak mı, kör olmak mı?
*
Şair,
kurgularını oluşturmakta ressam kadar özgür olsa da, şiiri resim kadar doyurucu
olamaz.
Çünkü
şiir, şekilleri, olayları ve yerleri yalnızca tarif edebilirken, ressam onları
gerçek boyutlarıyla ortaya koymak için uğraşır.
Şimdi
bir düşün... Hangisi gerçek insana daha yakındır, insanın adı mı yoksa
görüntüsü mü?
İnsanın
adı farklılık gösterebilir, fakat görüntüsünü ölümden başkası değiştiremez.
*
Şair,
eğer duyma duyusunu tatmin ediyorsa, ressam da aynı şeyi görme için yapıyordur.
İkincisi daha değerli bir duyudur. Bu konuda başka bir şey söylemeyeceğim.
Ressam
bir savaşın hiddetini resmeder ve şair de betimlerse, bunlar beraber halkın
önüne konulduğunda, en fazla insanın nerede duracağını, dikkatlerini en çok
neyin çekeceğini, en çok neyi takdir edeceklerini ve onları en çok neyin tatmin
edeceğini görürsün. Şüphesiz resim, daha anlaşılabilir ve güzel olduğundan
insanları en çok memnun eden de o olacaktır.
Bir
yere yüce İsa’nın adını diğer yana da resmini koy, hangisinin daha derin bir
saygı uyandıracağını görürsün.
Resim,
içinde doğanın evrensel olan tüm şekillerini barındırırken, senin yalnızca
evrensel olmayan kelimelerin var.
Tasvirlerin
sesleri senin, seslerin tasvirleri benim.
Bir
kadının güzelliğini sevgilisine anlatan bir şair ile kadının resmini çizen bir
ressamı ele al ve eleştirmenin hangisine hayran olduğunu gör.
Kanıtın,
deneyimin vereceği karara dayanmasına izin verilmelidir. Mekanik sanatlarda
resmin rütbesini yükseltmiş olabilirsin fakat gerçekte, senin yazılarını övmeye
olduğun kadar ressamlar da resimlerini övmeye meyilli olsalardı, bu kadar sade
bir ismin damgası altmda kalmazlardı.
Resim
sanatını mekanik diye adlandırırsan -ki elle yapıldığından, yani hayal gücünde
oluşan bir şeyi el ürettiğinden öyledirsen ey şair, aklında tasarladığın bir
şeyi oturup elinle ortaya koymuyor musun?
Para
için yapılması sebebiyle mekanik dersen ve eğer buna hata denirse, bu hataya
senden çok kim düşebilir?
Eğer
okullarda ders veriyorsan dahi, sana en çok ödeyene özel ders vermiyor musun?
Parasız iş yapıyor musun?
Ben
bunları suçlamak niyetiyle söylemiyorum. Çünkü her işin kendine has bedeli
vardır.
Bunun
yanında şair, “Çok müthiş bir kurgu yazacağım." derse, ressam da aynı şeyi
yapabilir.
Şiirin
daha ölümsüz olduğunu söylersen, bence zaman tarafından hem senin hem de benim
çalışmalarımızdan daha fazla korunduğu için bir bakırcının yaptıkları daha
ölümsüzdür. Onlarda da hayal gücünden pek bahsedilemez.
Ama
bir resim, bakır üzerine işlenirse daha kalıcı olabilir. Biz de sanatımızla
Tanrı’nın özel kulları olarak çağırılabiliriz.
Şiir
ahlak felsefesiyle uğraşıyorsa, resim de doğa felsefesiyle uğraşır.
Şiir
bir işin cinsini betimler, resim ise vücudun hareketlerinden beynin neyi
etkileyeceği üzerine kafa yorar.
Şiir,
insanları korkunç kurgularla dehşete düşürürse, resim de aynı şeyi olayları
resmederek yapar.
Şairin,
kendisini güzelliği, vahşiliği, kötülüğü ya da canavarımsı bir şeyi ortaya
çıkarmaya verdiğini düşünürsek, kendince bir şeyler ortaya çıkaracaktır. Fakat
ressam daha memnun etmez mi sence? Gerçek gibi görünüp insanları hayrete
düşüren resimler yok mu?
♦
Ey
Ressam! İnsanlar ve kelimeler zaten var. Figürlerini nasıl hareket ettireceğini
bilmiyorsan, kelimelerini nasıl kullanacağını bilemeyen bir hatip gibidir
hâlin.
***
Bardağını
henüz bırakan, başını konuşmacıya çeviriyor.
Bir
diğeri, ellerini kavuşturup parmaklarını bükerken sert bir yüz ifadesiyle
yanındakine dönüyor.
Öteki,
ellerini açmış (el ayasını gösterir gibi) omuzlarını silkerken, kulakları ve
ağzıyla şaşkınlık ifadeleri sergiliyor.
Bir
başkası, yanındakinin kulağına bir şeyler fısıldıyor ve yanındaki ise onu
dinlemek için yüzünü ona çevirip söylediklerine kulak verirken bir elinde,
yarısı kesilmiş bir dilim ve diğerinde de bıçak görünüyor. Başını henüz çeviren
bir diğeri de bıçak tuttuğu elini masanın üzerinde yan yatırıyor.
*
Eğer
bir anatomisti işi üzerinde çalışırken izlemenin, onun çizdiklerini görmekten
daha etkili olduğunu düşünüyorsan, haklı olabilirsin.
Fakat
tek bir figürde sergilenen şeyleri bir anda gözlemlemek, birkaç damardan
fazlasını algılayıp hafızada tutmak pek mümkün değildir.
Bu
nedenle bu çizimleri yapmak için ondan fazla vücudu inceledim. Etlerin her
yerini delik deşik edip, etrafını saran en küçük parçaları ayırarak damarları
ayıkladım. Bunu yaparken onları kanatmamaya özen gösterdim fakat kılcal
damarların kanamasına aldırmadım. Yeterli bilgiye sahip olunca -ki tek bir
ceset daha görmeye dayanamayacağımdanbu iş sonlandırdım.
Daha
sonra farklılıkları görmek için bunu iki kez yaptım.
*
Eğer
insan böyle şeylerden tiksinmiyorsa ve buna karşı bir ilgisi varsa da
gecelerini, parçalanmış ve derisi yüzülmüş cesetlerin arkadaşlığıyla geçirmek
onu bundan caydırabilir.
Diyelim
ki bu onu etkilemiyor. Yetmez, anatomik çizimler için yetenekli olmak gerekir.
Ayrıca iyi bir perspektif bilgisine sahip olmalıdır. Üstelik geometrik çizim
metodunu, kuvvet hesaplan metodunu iyi anlamış olmak da lâzım.
Hepsinden
önemlisi de sabır sınavını geçmektir. Bunların hepsi bende var mı, yok mu
bilmiyorum.
♦
Beş
duyu, ruhun bakanları gibidir. Ruh, yargının merkezinde ikamet ediyormuş gibi
görünüyor ve yargı da, tüm duyuların buluştuğu yerde... İşte bu da sağduyudur
ve bazılarının düşündüğü gibi tüm vücudu kaplamaz. Daha ziyade bir bölgededir.
Eğer
tüm vücudu kaplasaydı ve her yerde aynı olsaydı, duyuların kullandığı nesneleri
bir merkezde ve bir noktada buluşturmaya gerek kalmazdı. Aksine, göz sadece
yüzeyindeki duyusunun işlevine yeterli olurdu, görülen nesnelerin görüntülerini
optik sinirler vasıtasıyla, ruh yuka-rıda verilen sebepten ötürü görüntüyü
gözün yüzeyinde algılasın diye, duyuya iletmezdi.
Duyma
duyusu için de aynı şey geçerli; sesin, sadece kulağın içinde bulunan geçirgen
oyuktan beş duyuya daha fazla geçiş yapmadan, sesin ortak kanıyla karşılaşıp
ona danıştığı yerde, duyulması yeterli olurdu.
Yine
koku duyusu da kendisini aynı yargıya göndermek ihtiyacına mecburdur. Duygu,
delik tellerden geçerek sağduyuya ulaşır. Bu teller de vücudun elemanlarını ve
büyük organları (kalp, ciğerler, vs) kaplayan derinin içinde sayısız kolla
ra
ayrılırlar. Delik teller ise, yardımcı uzuvlara istem ve duyu taşır. Bu
tellerle birlikte sinirler, aralarında bulundukları kasların hareketlerini
yönetir ve onlar da uyarlar. Bu itaat, onların kalınlıklarının azalmasından
etkilenir, şişerken boyları kısalır ve uzuvların zerreleri arasında örülen
sinirler de büzüşürler. Parmak uçlarına kadar yayılan bu sinirler, dokundukları
nesneyi duyuya iletirler.
Kaslarıyla
birlikte sinirler, bir askerin subaya ettiği gibi tendonlara, tendonlar da
subayların generallere ettiği gibi sağduyuya itaat ederler.
Sağduyu
da ruhun merkezi ya da tahtıdır. Hafıza onun mühimmatıdır.
Ruha
hizmet eden duyu bakanları, hizmet etmeyince, dilsiz ve kör doğanlarda
görüldüğü gibi, sağduyunun tüm işlevleri âtıl kalır.
*
Güç,
fiziksel hareketin çocuğu, ruhsal hareketin torunudur. Ayrıca yerçekiminin de
annesidir.
*
Yer
çekimi suyun ve yerin elemanlarıyla sınırlanmış olmasına rağmen aslında
sınırsızdır. Bu gücü ortaya çıkaracak aletler yapılabilse dünya bile hareket
ettirilebilir.
*
Fiziksel
hareket, güç, yerçekimi ve direnç, ölümlülerin tüm hareketlerinin bağlı olduğu
dört haricî kuvvettir.
Bazılarının
dediğine göre Ay'ın bir kısmı, su mermeri gibi bir maddeden, diğer kısımları
ise kristal ya da cam gibi olan saydam parçalardan oluşuyormuş. Güneş’in
ışınlarını Ay’ın daha az saydam kısımlarına yansıttığı, daha yoğun olan kısım
aydınlansın diye ışığın yüzeyde kalacağı ve saydam kısımların da, daha koyu
derinliklerin gölgelerini göstereceği fikrini savunuyorlar.
Fakat
bu fikir, Aristo gibi birçok filozof tarafından takdir edilmiş olmasına rağmen
yanlıştır.
Çünkü
Ay ile Güneş’in gözümüze karşı çeşitli safhalarında ve sık değişikliklerinde,
bu lekelerin çeşitlendiğini görürüz. Bir kez karanlık görünürken, bir başka
sefer parlak görünebilir. Güneş batıda ve Ay göğün ortasındayken karanlık
görünebilirler. O zaman saydam olan çukurlar gölgede görüneceklerdir. Çünkü
Güneş, o an ışınlarını bu çukurların içlerine kadar gönderemez. Fakat öyle olsa
bile dolunayda bu kısımlar parlak görünür ki bu an, Ay’ın doğuda olduğu ve
Güneş’i batıdan gördüğü andır. Böylece Güneş, bu saydam çukurların en sığ
yerlerini de aydınlatır ve yansıtılan gölge olmadığından, Ay söz konusu
lekelerini bize göstermeyecektir.
*
Tanrım,
sana itaat ediyorum.
Çünkü
sen, içimde taşıdığım sevgisin!
Şüphesiz,
dilediği ömrü uzatıp dilediğini kısaltan sensin!
♦
İhtiyaç,
doğanın eşi ve rehberidir. Doğanın her yerinde bulunan genel yasadır.
*
Ölümlülerin
görülebilen tüm hareketleri şu dört haricî etkene bağlıdır: Sıklet, kudret,
kuvvet ve metanet.
*
Vücudumuz
cennete, cennet de ruha bağlıdır.
*
Mucizeler
gerçekleştirebilmeyi dilerdim. Yine de altının ve gümüşün sözde yaratıcıları
simyacılardan, durgun suyu canlandırıp sürekli
ir»
devinime dönüştürecek mühendislerden ve aptalların aptalı ölü falcılarından
daha az şeye sahip olurdum belki... Belki de müthiş bir yoksulluk çekerdim.
*
Hareket
ettirici güç tüm hayatın nedenidir.
*
Gerek
benim eserlerime, gerekse doğadaki eserlere bakınca farkına varacaksın ey
insan!
*
Zarar
vermenin kötülüğünü bilirsin, şimdi bir de cana kıymanın kötülüğünü düşün!
♦
Bedenin
kusursuzca inşa edilmiş, görüyorsun. Bir de içindeki ruhu düşün! Bedenle
kıyaslanamayacak kadar mükemmeldir o. Ve onu sana vereni hatırla! Sonra bırak
da ruhun O zatın işleri içinde, O’nun iradesi ve zevkine göre barınsın. Öfkenin
ya da kötü niyetinin bir hayatı yıkmasına izin verme. Şüphesiz, hayatının
değerini bil-meyen, onu hak etmeyendir.
*
Bilgelik
tecrübeden doğar
*
Neden
gözümüz bir şeyi rüyada daha net görür de uyanıkken hayal ettiğimiz şeyleri
aynı şekilde göremez?
Her
hareket, bir hareket ettirici tarafından tetiklenmeye muhtaçtır.
*
Bilmek
ve arzulamak insan aklının iki eylemidir. Farkına varmak, muhasebe etmek ve
düşünmek de hareketleridir.
*
Tüm
bilgilerimizin kaynağı, algılarımızdır.
*
Bilim,
geçmişte ya da şu an mümkün olan şeylerin gözlemidir. Önsezi ise yaklaşan
şeylerin bilgisidir, ne kadar yavaş olursa olsun.
*
Doğa,
tecrübeyle ortaya çıkmamış sonsuz sebeplerle doludur.
♦
Gerçek,
zamanın tek çocuğuydu...
♦
Bilim
kaptan, pratik tayfadır.
*
Teşhis
koyup ilaçlar yazsın bakalım... İnsanlar bilmedikleri hastalıkların doktorları
olarak seçilmişlerdir...
*
Aşağılık
bir adamın hakkında iyi konuşmakla, iyi bir adamın hakkında kötü konuşmak aynı
şeydir.
*
Kıskançlık,
yanlış suçlamalarla yaralar ve itibarını zedeler ki bu de erdemi ürkütür.
*
Cesaret
hayatı tehlikeye atar, korku ise korur.
*
Sadece
tehditler, tehdit edilenin silahlarıdır.
*
Kısmet
kime gülerse haset orayı kuşatır ve saldırır. Ayrıldığında ise, geride acı ve
pişmanlık bırakır.
*
Doğru
yürüyen nadir düşer.
*
Sonucunda
işçisiyle birlikte ölen çalışmalardan sakın.
*
Hiçbir
şey tanınmadan sevilemez. Ve tanımadan hiçbir şeyden nefret edilemez.
*
Översen
kötü edersin; ama daha kötüsü, anla-madığın bir konuda yermektir.
*
Aptallık
utancın kalkanıdır, isteksizlikse yüceltilen yoksulluğun...
Küçük
bir doğru dev gibi bir yalandan yeğdir.
♦
Kayıptan
en çok korkandır, en çoğa sahip olan...
*
Zalim,
yalnız kendini kurtarandır...
*
İmkânsızı
arzulamamalıyız.
*
Kendini
iyi yönetene akıl danış.
*
Kötülüğü
cezalandırmayan, yapılmasını emreden gibidir.
*
Sahip
olacağın egemenlik, kendi üzerindekinden ne fazla ne de az olamaz.
*
Mezar,
er geç onu kazanı da çepeçevre saracaktır!
*
Ahmaklar!
Doğada sırasıyla meydana getirilen şeyleri bildiğiniz için böbürlenmeyin, eğer
kendi yaptığınız şeylerin sonunu biliyorsanız asıl o zaman sevinin.
♦
Kısaltmacılar,
bilgiye ve aşka zarar vermezler. Herhangi bir aşkın, bu bilginin ürünü olduğunu
gördüklerinden ve aşk, bilgiye nispeten daha tutkulu olduğundan, daha kesindir.
*
Ey
Aptallar! Hayatınız boyunca kendinizle birlikte olmanıza rağmen, en çok sahip
olduğunuz şeyin, aptallığınızın farkında olmadığınızı bile göremiyorsunuz.
Kalabalık sofistlerle kendinizi ve başkalarını kandırıyor, doğrunun ve içindeki
bilgilerin bulunduğu sayısal bilimlerden nefret ediyorsunuz. Sonra da kendinizi
mucizelerle meşgul edip, insan aklının alamayacağı ve doğada hiçbir şekilde
kanıtlanamayacak şeylerin bilgisine sahip olduğunuzu yazıyorsunuz.
Matematikçiler,
hadi ruhu da aydınlatın bakalım!
*
Ruhun
sesi yoktur. Çünkü sesin olduğu yerde vücut vardır. Vücut ise yer kaplar ki bu
da arkasında ne olduğunu görmemizi engeller. Yani hava, vücut (vücudun
görüntüsü) ile doldurulmuştur.
*
Havanın
bir yere çarpmadığı ya da hareketin olmadığı bir yerde ses olamaz. Alet, cisim
olmadan da hava bir yere çarpamaz, vücutsuz cisim olmaz. Öyleyse, ruhun ne
sesi, ne şekli ne de gücü vardır.
*
Oğlunun
dinine inananların birçoğu, yalnızca annesine dua ederler.
*
Bir
vücuda girmesi gerekli ve girebileceği yerler kapalıysa, ne vücudun içine
sızabilir ne de girebilirdi. Birilerinin söylediği gibi “Ruh, sıkıştırılmış ve
yoğunlaştırılmış hava yoluyla çeşitli şekillerdeki vücutlara girebilir ve bu
yolla hareket edip konuşabilir.” derseniz ben de "Sinir ve kemiklerin
olmadığı yerde ruh tarafından gerçekleştirildiği düşünülen hiçbir hareketten
bahsedilemez.” derim.
*
Bu
ahmakların öğrettiklerinin de farkında olun. Çünkü söyledikleri, tecrübeyle
kanıtlanan şeyler değil.
*
Hiçlik
dediğimiz şey sözde ve zamandadır. Geçmiş ve gelecek zaman arasındadır ve
şimdiki zamanda bulunmaz. Sözde ise hakkında şöyle söylediklerimiz arasındadır:
‘Hayır olamaz, imkânsız!’
*
Ruh,
yargının merkezinde ikamet ediyormuş gibi görünüyor ve yargı da sanki tüm
duyuların buluştuğu yerde oturuyor...
*
Paskalya
arifesinde bir papaz sorumlu olduğu semte gelir, dinî vecibeleri yerine
getirmeye çalışır... Evlerin içine girip kutsal su serper... Bu bir âdettir
çünkü...
Nihayet
bir ressamın evine de gelir, su serperken bazı resimleri ıslatır... Bozulan
resimlerini gören ressam papaza kızar, “Bak resimlerimi ıslattın, mutlaka
gerekli miydi bu?” der.
Papaz,
"Bu benim görevim. Evleri gezer su serperim. Sabırlı ol. Tanrı sözüdür bu,
iyilik yapan iyilik bulur. Yapılan her iyilik yukarıdan yüz katı iyilikle
ödüllendirilecektir.” der.
Ressam
susar, papazın evden ayrılmasını bekler. Kapıdan çıkar çıkmaz eline bir kova su
alıp pencereye koşar. Kovadaki suyu papazın üstüne boşaltır.
“Buyur
Papaz Efendi,” der, "resimlerimi mahvederek bana yaptığını düşündüğün
iyilik karşılığında, yukarıdan yüz kat geleceğini söylediğin ödül budur işte!”
*
Sıradan
bir adam, hatırı sayılır bir adamı sık sık ziyaret edermiş.
Hatırı
sayılır adam, "Belli bir amaç olmaksızın beni ziyarete gelmenin sebebi
nedir?” diye sormuş.
Sıradan
adam pişkince cevap vermiş: “Sizin tadamayacağınız bir zevki tatmak için
geliyorum efendim.” demiş.
“Neymiş
o zevk?"
“Kendinden
önemli ve büyük bir kimsenin evine gitmek sıradan biri için büyük bir zevktir.
Sizin gibi efendiler bu zevki tadamazlar. Çünkü gördükleri insanlar
kendilerinden aşağı kimselerdir!"
*
Fransisken
papazları bazı zamanlarda oruç tutar, bazı gıdalardan el çeker, mesela et yemezler.
Fakat seyahat ederken, bağışla yaşamlarını sürdürdüklerinden, önlerine ne
konursa yeme hakları vardır.
Bu
papazlardan ikisi, yanlarına yolda katılan tüccarın biriyle seyahat ederlerken
bir handa konaklarlar. Tüccarla aynı masaya otururlar. Handa yiyecek azdır,
önlerine küçük bir parça kızarmış tavuktan başka bir şey gelmez.
Tüccar,
bunun kendine bile yetmeyeceğini görerek papazlara döner, “Yanlış
hatırlamıyorsam siz bu dönemde etin hiçbir çeşidini yemiyorsunuz.’
Ne
desinler, bu kurala ister istemez uyarlar. Tüccar tavuğun hepsini mideye
indirir. Papazlara da sabretmek düşer.
Yemekten
sonra üçü birlikte handan ayrılırlar. Biraz yol aldıktan sonra, hem geniş hem
de derin bir nehre varırlar. Papazlar yoksulluklarından yalın ayaktır, tüccar
ise ayakkabılıdır. Papazlardan kendisini karşı kıyıya geçirmelerini ister.
Papazlardan biri tüccarı sırtına alır. Nehrin ortasına gelince papaz tüccara
sorar: “Efendi, üzerinde para var mı?"
Tüccar,
“Sen de biliyorsun ki var. Benim gibi bir tüccar başka nasıl seyahat edebilir?”
diye cevap verir.
“Allah!”
diye bağırır papaz, sonra da, “Bizim kurallarımıza göre ne kendimiz ne de
yanımızdakiler para taşır!” der, tüccarı sırtından atar. Tüccar sırılsıklam
olur. Fakat hatasının farkına varır. Bu garip intikamı sessizce ve gülümseyerek
karşılamaktan başka çaresi yoktur.
♦
Bir
adam arkadaşma, “Gözlerin bir acayip olmuş yahu!” der.
Arkadaşı
cevaplar: "Bu çok sık oluyor aslında ama sen fark etmemişsin demek ki.”
“Ne
zaman oluyor peki?"
“Ne
zaman senin o iğrenç yüzünü görsem, böylesine nahoş bir suratı görmenin
tesiriyle gözlerim soluyor ve garip bir renge bürünüyor!”
Yaşlı
bir adam gencin birini uluorta küçük görerek konuşmaya başlamış ve gençten
korkmadığını ispatlamış.
Genç
de, yaşlı olana ilerlemiş yaşının dilden ve güçten daha iyi bir kalkan olduğunu
söylemiş.
♦
Güneşin
doğduğunu görünce yatağından kalkmak isteyen adam düşünmüş: “Ne güneş kadar
gidecek yolum ne de yapacak işim var. Demek ki şimdi kalkmama gerek de yok.”
♦
Sonsuz
sayıda yavru annelerinden alınıp kesilecek, derisi yüzülecek ve barbarca
paylaşılacak.
♦
Birçok
mahsul annelerinin dallarından yağma edilerek toplanacak, yere atılacak,
ezilecek.
♦
Ey
deniz şehirleri! Senin dilini anlamayacak olan insanlar tarafından el ve
ayakların sıkıca bağlanmış. Sen sadece, gözyaşlarıyla gelen şikâyetler, iç
çekişler ve feryatlarla acını hafifletebileceksin. Fakat ne bağlayanlar seni
anlayacak ne de sen onları anlayacaksın.
*
Afrika!
Senin şehirlerinde, senin çocukların en zalim şekilde senin hayvanların
tarafından parçalanacak.
İnsanlar
ağaçlarda yiyecekler ve orayı mesken tutacaklar, hem ormanda hem de açık arazide.
İnsanlar,
gökyüzünde yeni yıkımlar görecek. Her çeşit hayvanın insan dilini konuştuğunu
görecekler. Dünyanın birkaç yerinde anında hareket edebilecekler. Yükseklerden
düşüp hiçbir yara almayacaklar. Akıntılar ve sellerin hızıyla yarışacaklar.
*
Ölen
vücutların büyük bir kısmı, toprak yoluyla diğer hayvanların vücutlarına geçer.
Yani, insan hayatı yediği şeylerle şekillendiğinden bunlar ölen kişinin bir
kısmını içlerinde taşırlar.
*
En
müthiş şeref, insana, haberi olmadan veri-lecek.
*
Büyük
bir ilgi ve merakla, bir şeyin peşinden koşacak insanlar. Fakat ne kadar kötü
olduğunu bilseler ondan daima korkarlardı.
♦
Birçokları,
az bulunurken çok, çok bulunurken az yakalanacak hayvanların avcıları
olacaklar.
*
Uçan
yaratıklar tüylerini insanoğluna verecekler.
*
Çamur,
pislik öylesine çok olacak ki, insanlar vatanlarında ağaç üstünde yürüyecekler.
*
Ülkenin
dört bir yanında insanlar, büyük hayvanların derileri üzerinde yürüyecekler.
♦
İnsanlar
duymayanlarla konuşacak. Gözleri açık olanlar, görmeyecekler. İnsanlar onlarla
konuşacaklar fakat onlara cevap verilmeyecek. Kulakları olup da duymayanlara
yalvaracaklar ve körler için ışık yapacaklar.
*
Birbirine
zıt hareket eden ve ellerinde kesici aletler olan birçok insan olacak. Fakat
kendilerin yormaktan başka bir zararları dokunmayacak birbirlerine. Biri
diğerinin üzerine gitse, diğeri geri çekilecek. Ama yazık ona, aralarına
girmeye çalışana. Çünkü sonu parçalara ayrılmak!
♦
Her
şehirde, ülkede, kalede ya da evde yaşayan ve aç olan kimse, açlığından ötürü
yiyeceğini itiraz edecek güçte olmayanların ağzından alacaktır.
*
Yeryüzü
alabora olup ters kutuplar yüz yüze gelecek, en vahşi hayvanların gizlendiği
delikleri açığa çıkacak.
Yaşayacak
insanların çoğu, sakladıkları erzakları evlerinden atacaklar ki bu da kara hayvanları
ve kuşlar için bedava yemek olacak ama hiçbiri buna aldırış etmeyecek.
Gökyüzünden
bir şey düşecek ve hemen altında kalan Afrika'nın büyük bir bölümünü Avrupa’ya
doğru ve Avrupa’nınkini de Afrika’ya doğru hareket ettirecek.
Büyük
ormanlardaki ağaçlar ve çalılar küle dönüşecek.
Yeryüzü,
günlerce sürecek bir yangından sonra kırmızıya dönecek ve kayalar kül olacak.
Suyun
yerlileri balıklar, kaynar selin içinde ölecek.
Birçok
ölü varlık öfkeyle koşuşacak, yaşayanları alıp bağlayacaklar ve onları arayan
düşmanları için tuzağa düşürecekler.
Ruhsuz
bedenler, içerikleri sayesinde güzel ölebilmek hakkında ilkeler gösterecekler.
*
Dar
ve karanlık mağaralardan çıkarılacak ve tüm insanlığı heyecan, tehlike ve ölüme
sürükleyecek. Arayanların birçoğu, bir zaman ümitsizlikten sonra bulup memnun
olacaklar ve onların yanlarında olmayanlar ölüm ve türlü belâlarla
karşılaşacaklar. Bu da bitmek bilmeyen suçlara neden olacak. Kötü adamları ikna
edip daha çok suikast, hırsızlık, hainlik yapmalarına yol açacak. Bu sebeple de
herkes yanındakinden şüphelenir olacak. Bu durum, şehirleri huzurlarından
edecek, birçoklarının hayatlarına mal olacak, birçok insanın birbirine -çeşitli
aletlerle, aldatmalar ve hainliklerleeziyet edip acı vermesine sebep olacak. Ey
vahşi yaratık! Her şeyin cehenneme dönmesi insanlar için ne iyi olurdu!
*
Karanlık
çukurlardan çıkan küçücük bir şey için tüm dünya milletleri ıkına sıkma
çalışacak ve büyük eziyet çekerek, kaygıyla çalışıp onu elde etmeye
çalışacaklar.
♦
Yaşamdan
yoksun büyük gemiler, insanları ivedilikle sonlarına taşıyacak.
*
Birçokları
büyük hayvanların sırtında kesin ölüme gidecekler.
*
Küçük
başlayan ateş birdenbire dağ gibi olacak ve yaratılan ve var olan hiçbir şeyi
tanımayarak onları başka şeylere dönüştürecek.
*
Dünya,
üzerindeki herhangi bir noktadan iki yarım küreye bölünebilir.
Tüm
insanlık birdenbire farklı yarımkürelere transfer edilebilecek.
Yenen
yumurtalardan tavuk çıkmaz. Kim bilir kaç tanesi doğmadan öldürülecek!
Sayısız
yeni nesil, hamile olan annenin yenerek öldürülmesiyle kaybolacak.
*
Doğu’da
ölen bir adam için tüm Avrupa’da büyük bir yas tutulacak.
*
İnsanlar
kendileri hareket etmeden yürüyecekler, var olmayanlarla konuşacaklar ve
konuşamayan kimseleri duyacaklar.
♦
Bir
kimse, üç kişiymiş gibi görünecek ve üçü birlikte hareket edecek. Fakat gerçeğe
en yakını o kimseyi terk edecek.
*
Birçokları
aceleyle bir nefes verip önce görüşlerini sonra bilinçlerini kaybedecek.
*
İnsanlar,
dünyanın bir ucundan diğerine mektup yazıp hemen cevaplayabilecek.
Sınırsız
sayıda kişi, asıl sahibinden izin almak-sızın ve hiçbir zaman, kendilerinin
olmamış, kendi iradelerine bağlı olmamış cenneti ve diğer kutsal şeyleri açıkça
satacak. İnsanın adaleti bunu önleyemeyecek.
Doğu,
batıya koşacak ve güney kuzeye... Büyük bir karmaşa, ses ve öfke evrenin her
yerinde...
*
Denizlerin
büyük bir kısmı göğe yükselecek ve hayli uzun zaman dönmeyecek.
Yerin
altından ölü şeyler gelecek ve şiddetli, vahşi hareketlerle diğerlerini
öldürecek.
*
Birçokları,
işi gücü ve bu yoksulluğu bırakıp, o müthiş binalardaki zenginlerin arasında
yaşamaya gidecek ve kendilerini Tanrı’ya kabul ettirebilmelerinin tek yolunun
bu olduğunu söyleyecekler.
*
Birbirlerinin
dillerini anlamayan insanlar bir arada olacaklar. Örneğin, bir Almanla bir
Türk...
*
İnsan
kendi elinden çıkanlarla ölecek.
İnsanlar,
korku yüzünden en korktukları şeye sarılacaklar. Kötülüğe düşmemek için kötü
olacaklar.
Ormanlar,
kendi sonları olacak bir nesnenin sebebi olacaklar.
*
Hayvanların
derilerinden geçen hava, insanları dans ettirecek.
Ebeveynler,
öz evlatlarından çok üvey olanlardan razı olacaklar.
*
Herod’un
zamanı tekrar gelecek ve küçücük masum çocuklar zalimce öldürülecek.
♦
Ve
her şey bir gün yerle bir olacak!
ÖZEL
NOTLAR
*
Yeni
peygamber nasıl da gösterdi bak!
Yer,
kendine özgü bir sarsıntıyla sarsıldığı, Toprak, ağırlıklarını dışarı
çıkardığı, İnsan, “Ne oluyor buna!” dediği zaman, O gün yeryüzü kendindeki tüm
sırları anlatır. Çünkü Rabbin ona emretmiştir.
O
gün insanlar, yapıp ettikleri kendilerine gösterilmek üzere, topluluklar
hâlinde kalkıp giderler.
Kim
zerre kadar bir iyilik yapmışsa onu görür!
Kim
zerre kadar bir kötülük yapmışsa onu görür!
*
Nuh
peygamber zamanında gerçekleşen tufan dünyanın her yerinde miydi yoksa bölgesel
miydi?
♦
İncil
bu yağmurun dünyanın her yerinde kırk gün kırk gece aralıksız yağdığını ve sel
sularının dünyanın en yüksek dağlarının beş altı metre üzerine çıktığını
söylüyor.
Eğer
bu yağmur dünyanın her yerinde yağdıysa, küre şeklinde olan gezegenimizi
kaplamış olmalıydı ve bu küresel yüzey, merkezinden her yere eşit uzaklıkta
olduğuna göre bu küre üzerindeki suyun hareket etmesi imkânsız.
Hareket
etmediği kanıtlanırsa, böylesine güçlü bir tufanın suları nasıl çekildi ve eğer
çekildiyse, hiç yukarıya gitmeksizin nasıl hareket etti? Bu sorulara cevap
vermek gerekir.
Bu
şüpheyi yok etmek için bize bir mucizenin yol göstermesine ihtiyacımız var ya
da bu suyun güneş ışınları tarafından buharlaştırıldığını söyleyeceğiz.
♦
İstanbul’daki
Pera Köprüsü, 40 braccia genişliğinde, su seviyesinden 70 braccia yukarıda, 600
braccia uzunluğunda (400 braccia deniz üzerinde200 braccia karada)
Elimizde
bulunan mektuplar bitmemiş ve yollanmamış olanlardır. Yollanmışların şu an var
olup olmadığı bilinmemektedir. Aşağıdaki metin dük Lodovico İl Moro’ya yazdan
mektuplardan birinin müsveddesidir.
Şerefli
Efendimiz,
Sava;
aletleri yapmada kendilerini yetenekli sayanlann ellerindeki örnekleri göz
önünde bulundurarak -bu adı geçen aletlerin yapılışları ve çalışmaları yaygın
olarak kullanılanlardan farklı olmadığındankimseye önyargım olmaksızın,
Ekselanslanna çalışmalarımı göstermek ve sırlarımı açıklamak, aşağıda kısaca
not aldığım şeyleri uygun bulduğunuz bir zamanda zevkinize sunup tasvip
etmenizi dileyerek çalışmak isterim.
1. Hafif, sağlam, taşınması kolay köprüler
tasarladım. Şunlar vasıtasıyla hem düşman kolayca takip edilebilir hem de
düşmandan aynı şekilde kapılabilir Pir diğeri de yangında ve savaşta tahrip
edilemez bir köprüdür ki yine kaldırması ve kurması kolaydır. Püşmanınkileri
yakmayı da, yıkmayı da biliyorum.
2. Kuşatma altındaki bir yerde biriken
sulan dışan atmayısağlam siperler çeşitli köprüler merdivenler, düzenekler
makineler yapmayı biliyorum.
3. Setlerin yüksekliği, mekânın ya da
pozisyonunun sağlam olusu nedeniyle, orayı kuşatırken, bombardımanı bosa
çıkarmamak aksine yarannı görmek için her hedefi ve kaleyi, kaya üzerinde
kurulmuş olsa dahi, yerle bir edecek metotlarım var
4. Taşınması kolay havan toplarım var Pir
fırtınayı andıran küçük taslar yağdırabllirler Bunun sebep olduğu toz, duman
bile kargaşaya neden olarak düşmana zarar verir
5. Eğer savas denizde olacaksa, en İyi
saldın ve en büyük silahlara, baruta ve pis kokulu gazlara karsı on iyi savunma
aletleri de sırlanm arasında.
6. Sizli, girift tüneller ve yollarla,
belirtilen bir noktaya, siper ya da bir nehrin altından gürültü etmeksizin
nasıl geçilebileceğinin de bilgisine sahibim.
7
ihtiyaç olması hâlinde, büyük silahlar, havan toplan ve yararlı olacak
ordonatlar yapacağım ki bunlar su an kullanılanlardan çok farklı olacak.
S.
Barış zamanında ise, özel mülk ve devlet binalarının mimarîsi ve
kompozisyonunda, suyu bir yerden diğerine yönlendirmede herkesi memnun edecek
kusursuz çalışmalar yapabilirim.
9.
Mermer bronz ve kilden heykeller yaparım. Resimde de yapılabilecek ne varsa,
örnek olarak 'bronz at'ı ele alabiliriz. Bu çalışma babanızın sonsuz onurunun
hatırasıdır Sonra bir de Yüce Sforza'nın evi.
Eğer
yukarıda anlatılan şeylerden biri, herhangi bir kimseye yapılması imkânsız gibi
görünürse, sonsuz tevazu ile sığındığım ekselanslarının parkında ya da uygun
bulduğu herhangi bir yerde tecrübe etmeye hazırım.
ÇALIŞMALARIM
ALMASI GEREKEN KALİTEYE ERİŞEMEDİĞİ İÇİN TANRIYI VE İNSANLIĞI GÜCENDİRDİM.