Hazırlayan: Ahmet Tahir Dayhan
“Hakkı
savunanlar zayıfsa, bâtıl avâmın nazarında hakmiş gibi görünür” M. M. A’zamî
Önsöz
Fazlurrahman’la
ilk tanışmam, İslâmî Araştırmalar Dergisi nin Ekim 1990’da çıkardığı özel
sayıyla başlar. Ardından, herkesin kendi branşı dışındaki dersleri dolaşmak
zorunda kalarak alanında yükselmeye çalıştığı Yüksek Lisans yılları. Özellikle
de, Mart 1993’te Prof. Dr. Mehmet Aydın’ ın Ana Konularıyla Kur’an dersiyle
girilen, başlıkları değişerek Doktora’da da devam eden ve Mayıs 1997’de ders
döneminin bitişiyle noktalanan devre.
1993’ün
Ocak ayında Akademik Lisan Kursu’nda gördüğümüz Çeviri Teknikleri dersinde
belli bir seviyeye gelindiğinde, kursiyerlerin yanlarında getirdiği serbest
metinleri hoca eşliğinde ve hep birlikte çözmek için ayrı bir zaman tahsis
edilmişti. Benim seçip götürdüğüm metin Fazlurrahman’ın Islam adlı kitabının
The Structure of The Law (İslâm Hukukunun Yapısı) başlıklı dördüncü bölümüydü.
Başlangıç’ta şöyle diyordu Fazlurrahman:
“Ortaçağ
İslâm hukuk teorisine göre İslâm hukukunun yapısı ‘hukukun kökleri’ denilen
dört temel üzerine inşa edilmiştir. Bunlar; Kur’ân, Peygamber’in Sünneti, İcmâ’
(konsensus) ve Kıyas (karşılaştırmalı muhakeme)dir. Bu dört prensip arasındaki
karşılıklı ilişki son derece kafa karıştırıcıdır ve tam olarak açıklığa
kavuşturmak hiç de kolay değildir (is highly confusing and it is not at all
easy to make it fully clear)”.
Üçüncü
cümleyi tercüme eder etmez, İzmir’in memur kesiminden Yüksek yapan, dîne ve
dînî ilimlere uzaklıkları hallerinden belli olan kızlıerkekli bir kaç
öğrencinin yüz buruşturarak; “evet; bence de; çok karışık!” deyişlerini
görmeliydiniz. Hayatımda o denli mahcubiyet duyduğum an enderdir. Onlar bu
cümleden, söz konusu dört esası, üzerinde durmaya değmez değersiz şeyler olarak
algılamışlardı. Ve bu algıya sebep olan, önce metni göz gezdirmeden sınıfa
götüren ben, sonra da cümlenin sahibi Fazlurrahman’dı.
Marmara
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde öğrenci olarak okuduğum 19881992 arasında,
Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretlerinin Üsküdar’daki türbesine bitişik
dervişhânesinde, Siirt Tillo Medreselerinin ünlü siması Molla Burhaneddin’in
icazetli öğrencisi Nurettin Can hocamızdan (geçen yıla kadar Kuveyt Finans’ın
fıkıh danışmanıydı), şimdi bir çoğu akademisyen olan arkadaşlarla Medrese Usûlü
üç yıl ders okumuştuk. O dersler, ikinci bir fakülte bitirmek gibiydi bizim
için. Haftanın altı günü her sabah, sabah ezanı okunmadan önce evinden camiye
gelen hocamızı karşılar, arabasının bagajından o gün okunacak metinlerin
şerhlerini içeren iki valiz dolusu kitabı alır, kabir taşlarıyla çevrili
merdivenleri tırmanarak bahçeye yukarıdan bakan ahşap Zulle’ye taşır, iki
saatlik dersten sonra da fakülteye yetişirdik. Tadı dimağlarımızda kalan bu
postmodern eğitim sürecinde farklı ilim dallarına ait pek çok kitap okumuştuk.
Satır satır okunan eserlerden biri, (Abdülvehhâb Hallâf’ın ’Ilmü Usûli’lFıkh’ı
bittikten sonra) Ebu’lBerekât enNesefî’nin elMenâr adlı Usûlü’ne Muhammed el
Hısnî’nin yazdığı İfâdatü’lEnvâr adlı şerh ve altında İbn Âbidîn’in Nesemâtul
Eshâr adlı hâşiyesiydi. Nahiv ve Akâid’in yanısıra dört farklı ders (Tefsir,
Hadis Usûlü, Fıkıh, Fıkıh Usûlü) birlikte takip edilirken, birden fazla branşta
söz sahibi olan kadîm ulemânın birbirini tamamlayan çalışmaları arasında
derinlere indikçe, her parça yerine oturuyor, sistemin düzgün işlediğine dair
herhangi bir şüpheye mahal kalmıyordu.
Kişisel
tecrübemin yanına, Mehmet Aydın hocanın; “Medrese’nin mantığı son derece
sağlamdır. Medreselinin yazdığında mantıksızlık bulamazsınız” (21.10.1996) ve
“Modern insanlar dökülüyor. Herhangi bir Osmanlı müellifi çok daha mantıklıdır.
Şu anda çok kötü durumdayız. Profesörlerimiz çok kötü durumda. Osmanlı’yı
tutarlı ve mantıklı yapan; medrese eğitimi, mantık ilmini okuma ve kitaba bağlılık
idi” (10.03.1997) sözlerini eklediğimde, Fazlurrahman’ın yukarıda çizdiği
karamsar ve kötümser tabloyu anlamlandırmakta güçlük çekmem olağandı.
Takip
eden günler ve yıllardaki okumalarım gösterdi ki, asıl “son derece kafa
karıştırıcı” olan; [“zihni keşmekeşe çeviren sözlerden (ğulûtât/uğlûtât)
nehyeden” nebevî tavsiyeye rağmen (Ebû Dâvud, Sünen, no. 3656)] Fazlurrahman’ın
hukukun ana kaynakları üzerine, özellikle de Kur’ân vahyi ve Sünnet üzerine
serdettiği bulanık, çapraşık, karmaşık ve dolaşık tezler yumağıdır. Bir
karartma ile karşı karşıya olduğumu farketmem uzun sürmedi. 2223 Şubat 1997’de
özellikle Ali Bulaç ve Mehmet Aydın’ın katkılarıyla İstanbul’da
gerçekleştirilen İslam ve Modernizm: Fazlur Rahman Tecrübesi adlı sempozyumda
sunulan tebliğlerin yarıdan fazlası düşüncemi haklı çıkarır nitelikteydi. Gereksiz
yere sündürülmüş ağdalı cümleleri, sıkıcı olduğu sanılan klasik kitaplardan çok
daha sıkıcı ve bunaltıcı ifadeleri, her konuyu arkadan dolanan, açık deliller
getirmek yerine kapalı ifadelere sığınan, kıt kaynaklı, bir paragrafta
söylediğini diğerinde olumsuzlayan, Allah Rasûlü (salla'llâhü aleyhi ve sellem)’nün
adı geçtiği yerde görmeye alışık olduğumuz saygı ifadelerine yer vermeyen
(Hz.’ler mütercimlerin eklemesidir) yapısıyla nev’i şahsına münhasır bu
Fazlurrahman külliyâtından adamakıllı soğumuştum.
Ben
soğusam da Fazlurrahman, Dokuz Eylül Üniversitesi İlahiyat Fakülte si’nde
çeyrek asırdır hep sıcak kaldı. Biriki İlahiyat’ın sınırlı sayıdaki
akademisyeni dışında rağbet görmese de, fakültemde daima ilgi odağı oldu.
Öğrencilerimin dilinden hiç düşmedi; buna mukabil, aykırı fikirleri yüzünden
tarafıma yöneltilen sorulara cevap vermekten benim çenem düştü.
Ve
nihayet, 30 Mart 2011 Çarşamba günü saat 15.00’de başlayıp iki saate yakın
süren Fazlur Rahman’ Anlamak adlı panelle yine yeni yeniden Fazlurrahman!
Üç
değerli akademisyenin (Prof. Dr. Alparslan Açıkgenç, Prof. Dr. Hayri
Kırbaşoğlu, Doç. Dr. Bekir Demirkol) katılımıyla fakültemizin konferans
salonunda düzenlenen panel, sunuculuğu üstlenen Prof. Dr. Rıza Savaş hocamızın;
“Biz de bazı noktalarda gerçekten çok önemli bir konuyu çok yanlış anlamışız.
Fazlurrahman’ı yine de tam anlamış değiliz. Ama bu bir kapı, bir pencere açtı
bize” sözleriyle noktalandı. Anlaşılamamaya mahkum bu Hind’li düşünürün, bir 25
yıl daha anlatılmasını ve anlaşılır kılınmaya çalışılmasını bekleyeceğiz belli
ki.
İşte
elinizdeki derleme, Sorular kısmı dahil tamamını kayda aldığım, sonra da
bütünüyle yazıya geçirdiğim o panelin küllerinden doğdu. (mp3 kaydı:
http://deuif.blogspot.com/p/fazlurrahman.html)
Buna
ihtiyaç vardı; zira konuşulan kişi ve ele alınan konu önemliydi. Panel ise tek
taraflıydı; katılımcılar özenle seçilmişti; medhiye ve mersiye kısmı ağır basıyordu. Hicviye yoktu. Bekir Demirkol’un
kapanış cümleleri; “Melek de demedik, Yunan tanrısı da demedik” şeklinde
olduysa da, ortama damgasını vuran slogan Hayri Kırbaşoğlu’ndan geldi:
“Fazlurrahman
sapına kadar şeriatçıydı, İslâmcıydı, ümmetçiydi (...) Onu tartışmak
geleceğimizi tartışmakla eş anlamlıdır (...) Bir insan Fazlurrahman’ın bütün
eserlerini okuduysa, onu Hadis-Sünnet inkârcılığıyla itham etmesi, en hafif
ifadeyle haksızlıktır!”.
Evet,
Kırbaşoğlu’nun da bizzat açıp okuyarak aktardığı gibi, Metodoloji’nin 70.
sayfasında Fazlurrahman; “... klasik İslâm’da hiçbir grup Sünneti inkâr
etmemiştir” diyordu ve görünüşe göre o da Sünnet’i inkâr etmiyordu. Ama Hadis
için aynı şey söylenebilir miydi? Aynı kitabın 3334. sayfasında; “Hadislerin
çok büyük bir kısmı, Nebevî Hadis’in az olması nedeniyle Hz. Peygamber’e değil de
sonraki nesillere dayanmaktadır. Hicrî ikinci asra ait elimizde mevcut
eserlerdeki fıkhî ve hatta ahlâkî hadislerin çoğu Hz. Peygamberden gelmiş
değildir. Hadis hareketi (Hadith movement) sonradan, iç zorunluluk sonucu
Hadis’i çıktığı en tabii kaynağına, Hz. Peygamberin şahsına isnad etmeye
yönelmiştir” der. Kısacası Kütübi Sitte’deki hadislerin büyük çoğunluğunun
uydurulduğunu iddia eder. Hadis hareketi’nden kasdı, Hadis uydurma hareketi
(Hadith fabricating movement)’dir. Ancak tepki çekmemek için o buna; “Nebevî
Sünnet’in (prophetic sunnah) yansıması olan Yaşayan Sünnet (living sunnah)’in
yorumlanması (interpretation) ve formüle edilmesi (formulation)dir” der. (s.
80). “Gerçekte Hadis, bizzat müslümanlar tarafından formüle edilerek üretilmiş
ve görünüşte Peygamber’e isnad edilmiş özdeyişler bütünüdür”. (s. 76).
Bu
cümlelerden Sünnet’i de inkâr ettiğini çıkarmak mümkün müdür? Ha dis’le
Sünnet’i eş anlamlı kabul eden görüşe göre “Evet”. İkisini ayırırsanız,
“Hayır”. Fazlurrahman kendisini eleştiri oklarından kurtaracak olan o manevrayı
çoktan yapmış; Hadis’le Sünnet’in arasını işin başında ayırmıştır.
Peki
bunlar rahatlıkla ayrılabilecek şeyler midir? İçi boşaltılan ve fonksiyonu
ortadan kaldırılan bir kavramı, kabul etmekle reddetmek arasında ne fark
vardır?
Fazlurrahman
şöyle demektedir: “Hiç kuşkusuz şimdiki ihtiyaç, bu formalizmi gevşetmek ve
işe, Yaşayan Sünnet’in kendisini gönüllü olarak Hadis barajına boşalttığı
noktadan yeniden başlamaktır”. (s. 75). Eldeki kaynaklarda mevcut hadislerin
otantikliğini kabul etmeden, o meşhur ikili hareketin ilk ayağı olan “tarihte
ne olup bittiğini görmek için geriye gitmek” nasıl mümkün olabilecektir?
Nitekim aynı eksende bir soru, bir arkadaşımız tarafından Bekir Demirkol’a
yöneltildi. Demirkol soruyu şöyle okudu: “Burada bir soru var, karışık, ben
anlayamadım: ‘Hadisin tarihsel birikimle karışması iddiası Nebevî Sünnet’in ve
Tarihselciliğin birinci hareketini imkansız kılmaz mı?’. Ne demek istediğini
bilmiyorum. ‘Hadisin tespitini güçleştirmek, Sünnet’in tespitini güçleştirmez
mi?’. Bilmiyorum”.
Fazlurrahman
bu kaçınılmaz soruya birkaç cümleyle cevap vermeye çalışır Metodoloji’de. Ama
tatmin edici değildir: “Bu endişe sahici değildir (...) Namaz, zekât, oruç,
hacc v.b. ibadetler detaylı uygulamalarıyla öylesine Nebevidirler ki, bu
gerçeği sadece dürüst olmayan ya da deli biri inkâr edebilir”. (s. 81). Peki
bunların dışında kalan ve bir o kadar Nebevî olan 14 yüzyıllık hukûkî
uygulamaların gerçekliğini ne tür bir insan inkâr edebilir? (Fazlurrahman’a
göre aklı başında olan hiç kimsenin inkâr edemeyeceği hadisler, yalnızca suya
sabuna dokunmayan, devlet fikrini çağrıştırmayan “Dînî hadisler”dir. Esasen
dînin konusu olduğu halde dînin dışına aldığı fıkhî, sosyal, ekonomik ve siyâsî
konulara dair rivayetler ise, ona göre “Teknik hadisler”dir. Uydurulmaya
müsaittirler.)
Bendeniz
de bir soru yazarak göndermiştim Hayri Kırbaşoğlu’na. Ama tam olarak okumadı;
okumadığı için de anlaşılamadı. Fazlurrahman, ilk dönem fıkıh ekollerinin Hadis
Hareketi’ne karşı koyduklarını (s. 34), Men kezebe (kim benim adıma bilerek
hadis/yalan uydurursa Cehennem’deki yerini hazırlasın) hadisinin bu ekoller
tarafından sonradan tedavüle sokulduğunu, Sahih hadis kitaplarında seçkin yer
bulan bu rivâyeti Ebû Yûsuf’un bilmemesinin daha sonraki bir tarihte uydurulduğuna
delil teşkil ettiğini (s. 36) iddia eder. Oysa hadis, Ebû Yûsuf’un, hocasının
hadislerini topladığı Kitâbü’lÂsâr’ında 922 no’da kayıtlıdır. Ebû Hanîfe
tarîkiyle Ebû Saîd elHudrî (r.a.)’den mervîdir. "Ön kabullerine kılıf
uydurmak için okuyucunun gözünün içine baka baka kaynak tahrifi yapan bir
insana ne kadar güvenilebilir? Asıl "fikrî münafıklık" bu değil
midir?” diye sormuştum; cevap alamadım.
Joseph
Schacht (19021969)’ın öğrencisi Gautier Juynboll (19352010)’ün Men kezebe
hadisini e silentio delilini kullanarak hicrî ikinci yüzyılın sonlarıyla
tarihlendirmeye çabalaması, mütevâtirliği üzerinde ittifak edilmiş bir hadisin
bile sonradan uydurulduğunu ispata yönelik bir gâyenin ürünüydü. Bunu ispat
edebilirse bir taşla iki kuş vurmuş olacak; hem ilk devir musannefâtındaki
hadislerin sıhhatine güvenilemez olduğunu ispatlamış, hem de muhaddislerin
önünde Hz. Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem) adına iyi niyetle de olsa
hadis uydurma konusunda ciddî hiçbir engel bulunmadığını göstermiş olacaktı.
Ama herhangi bir başarı elde edemedi; iddiaları, karartmadan öteye gidemedi.
(Juynboll’ün delillerinin eleştirisi için bk. Bekir Kuzudişli, Hadith of Man
Kadhaba ‘Alayya and Argumentum e Silentio, Hadis Tetkikleri Dergisi, V/II,
2007, ss. 4771).
Burada
asıl üzücü olan, (Bekir Demirkol’un anlatımıyla) "müslümanları uyandırmaya
çalışan, onların acısını tâ iliklerinde hisseden, otuz beş yaşında on iki dil
bilen, okumadığı kitap kalmamış” şeriatçı bir yol göstericinin, Schacht ve
Juynboll’le ufuk birliğine girmiş olmasıdır. Alparslan Açıkgenç,
Fazlurrahman’ın, “ictihâdında hatâ edene bir sevap verilmesini eleştirdiğini”
söylemişti. Öyleyse bu ictihad dışı kasdî hatânın günahı nedir?
Benzer
bir çok akıl karıştırıcı, kafa bozucu ve can sıkıcı soru(n)lar nedeniyle;
dengeyi sağlamak bakımından, “critical approach” (eleştirel yaklaşım)da
bulunacak ve hatta hakettiği yerde “destructive criticism” (yıkıcı tenkit)
yapacak konuşmacıların da davet edilmesi gerekirdi, diye düşünüyorum. Bu
yüzden, okuyucunun dikkatine arzetttiğim işbu kitabı, o panelin ikinci oturumu
gibi değerlendirmek mümkündür.
Üç
veya dört yerde “İmam A’zam Efendimizin dediği gibi” ifadesini kullanarak
nakiller yapan Kırbaşoğlu’na gönderilen bir dinleyici sorusu ve aldığı cevap
şöyleydi: “İmam A’zam Şefaatin hak olduğunu söylüyor, diyor. Nerede? İmam
A’zam’ın şefaatin hak olduğunu söylediğini kitaplar yazıyor. Biz duyduk mu İmam
A’zam’ı kulaklarımızla? Duymadık!...”. Oysa kendisine şu hatırlatmada bulunmak
icap ederdi: “Siz bahsettiğiniz görüşleri onun hangi eserinden aldıysanız, bu
da orada!”.
Kırbaşoğlu,
konuşmasında şunları söyledi: “Temel problem, bizim kültürümüzün Ehli Hadis
kültürü olması ve onların kafasında da Sünnet’le Hadis’in özdeş olmasıdır.
Halbuki tarihte Sünnet’e sadece hadisciler gibi bakılmamakta dır. Ehli Hadis
yanında bir de Ehli Rey vardır. Ehli Rey’e göre ise, Sünnet’in çekirdeğinde Kur’ân vardır. Hz. Âişe'nin de
dediği gibi "Kâne hulukuhü'l Kur’ân” (...) Fazlurrahman ve çağdaş İslâm
düşünürlerinin Hadis-Sünnet anlayışı, Rey ehline yakın olanların, İslâm
çağdaşçılarının, yenilikçilerin, tecdîdictihad yanlılarının Sünnet anlayışı
olduğu için bu ikisinin uyuşması tabii ki söz konusu olamaz. Bu bakımdan gerek
Fazlurrahman’ ve gerekse İslâm düşüncesini yeniden inşâ etmek isteyenleri
anlamak istiyorsak, bakışlarımızı çevirmemiz gerekenler Ehli Hadis değil, Ehli
Rey'dir: İmam A'zam Ebû Hanîfe geleneğidir”.
Bu
noktada, son yıllarda yapılan değerli çalışmalardan biri olan "İlk Dönem
Hanefî Kaynaklarına göre Ebu Hanîfe’nin Usûl Anlayışında Sünnet” (İz
Yayıncılık, Aralık 2008, 488 shf.) adlı kitabın bulgularına değinmek yerinde
olacaktır. Yazar Dr. Metin Yiğit’le kitabı üzerine yapılan söyleşide oldukça
önemli bazı teşhisler göze çarpmaktadır:
(http://www.iz.com.tr/?git=showdetails&kod=583)
"Hanefî
usulü, genel kabule göre sonradan Ebû Hanîfe’nin fer’î ictihadlarından istihrâc
yoluyla çıkarılmış bir usuldür. Sünnet’e ilişkin Hanefî literatürüne gelince:
benim tespitime göre bu konudaki çalışmalar bizzat Ebû Hanîfe ve onun
öğrencilerine kadar uzanmaktadır. Kelâmî eserlerin ise, gerek isim gerekse
muhteva olarak erken dönemden itibaren literatürde anılmaya başladığı, içerik
olarak Ebû Hanîfe’ye aidiyeti kesin olan görüşlerle örtüştüğü ve tarih boyunca
büyük Hanefî otoriteler tarafından esas alınıp izah edildiği inkâr edilemeyecek
bir gerçektir. Yerleşik Hanefî usulüne göre, âhâd haberler (tevâtür ve şöhret
düzeyine ulaşmayan hadisler) Kur’ân’ın umumî ve hususî ifadelerini beyan
edemez: fakih olmayan râvîden aktarılan kıyasa aykırı haberler ve genel konulara
ilişkin âhâd hadisler kabul edilemez. Ancak ilk dönem Hanefî kaynakları
incelendiğinde bu anlayışın Ebû Hanîfe’ye ait olmadığı, İsâ b. Ebân gibi daha
sonraki Hanefî usulcülerin çıkarımına dayandığı anlaşılmaktadır. Ebû Hanîfe’ye
doğrudan öğrencilik yapan Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed gibi müctehidlerin
aktarımına göre, Ebû Hanîfe’nin de Cumhûr gibi Sünnet’e dayanarak Kur’ân’daki
umumî ve hususî ifadeleri açıklayıp, Sünnet’ meşhûr âhâd ayrımı yapmadan esas aldığı anlaşılmaktadır.
İhticâc edilen hadisin itikad veya amele ilişkin olması, mütevâtir olup
olmaması durumu değiştirmez. Ebû Hanîfe’nin itikadî konularda da tevâtür
seviyesine ulaşmayan hadislerle amel ettiğine dair birçok örnek bulunmaktadır.
İtikadî konulara tahsis edilen Beş Risâle ve bunların dolaylı bir şerhi
mesabesinde olan Mâturîdî ve Tahâvî’nin itikada ilişkin eserleri de temelde
haberi vâhid’e dayanan örneklerle doludur. Sistematik dönemde ise, Ebû Hanîfe
ve öğrencileri döneminde olmayan bazı şartlar ileri sürülmüştür. Ebû Hanîfe’nin
muhtevayla ilgili olarak ileri sürdüğü tek şart ademi şüzûz’dur (şâz olmamak).
Yani haberi vâhid’n, Kur’ân’ın mânâ ve delâletine ve hakkında ittifak edilen
Sünnet’e veya meşhûr ve ma’rûf Sünnet’e aykırı olmaması gerekir. Yerleşik
Hanefî usulünde yer alan, Cumhûr’la Hanefîler arasındaki ihtilafların geneli
Ebû Hanîfe’ye ve onun ilk öğrencilerine dayanmamaktadır. Özellikle Sünnet’e
ilişkin açıklamalar daha sonraki Hanefî usulcülerin yaptığı tahrîclere ve
ictihadlara dayanmaktadır. Dolayısıyla sâbit ve sahîh Sün net’e karşı çıkarken
Hanefî usulünü referans veren Müslüman akademisyenlerin ve ‘Şâfiî’nin Usûl ve
Sünnet’n mucidi olduğunu’ ileri süren şarkiyatçıların tezlerini gözden
geçirmeleri gerekmektedir. Schacht’a göre Şafiî, kendisinden önce gelenek
halinde bulunan indî görüşleri ve re’ye dayanan hükümleri (rey ve istihsânı)
reddetmiş, sadece kıyasa dayanan ictihadı kabul etmiştir. Ona göre Şâfiî,
Sünnet’ Hadis’e indirgemiş ve bu yeni Sünnet kavramını eski ekollerin ‘yaşayan
gelenek’ şeklinde tanımladığı Sünnet’in yerine ikâme etmiştir. Fazlurrahman
gibi bazı yazarlar bu yaklaşımı benimseyip Sünnet, İcmâ, Kıyas, Örf ve
İstihsân’ın yerleşik usulde anlatılan şeklinden çok farklı olduğunu ileri
sürdüler. Fazlurrahman’a göre Şâfiî öncesinde bu konuda bir serbestlik bulunuyordu.
Şâfiî o sırada mevcut olan metodolojiye karşı çıkmış ve yüzyılın ortalarında
sahneye çıkan geniş hadis malzemesinin kabulü için güçlü bir çağrıda
bulunmuştur. Aynı iddia Câbirî, Ebû Zeyd ve ülkemizdeki bazı ilahiyatçılar
tarafından da gündeme getirilmiştir. Benim bu çalışmada vardığım sonuç ise
Şâfiî’yle başladığı söylenen ölçü ve anlayışın daha önceden de var olduğu,
hatta bunun ufak bir takım farklılıklarla Ebû Hanîfe ve ilk öğrencileri
tarafından da savunulduğu şeklindedir. Dolayısıyla oryantalist iddianın aksine
Şâfiî, usulün ve yerleşik Sünnet telakkîsinin mucidi değil, kendisinden önce
var olan bir anlayışın takipçisidir. Onu farklı kılan ise, bu anlayışı bazı
argümanlarla zenginleştirmek ve sistematize etmek olmuştur”.
Metin
Yiğit’in ulaştığı bu sonuçlar, bir başka yeni çalışmanın vardığı neticelerle
öpüşmektedir. “Ebû Yûsuf’un Hadis Anlayışı” (Klasik Yayınları, Ocak 2011, 171
shf.) adlı kitabında Doç. Dr. Mehmet Özşenel, Fazlurrahman’ın Ebû Yûsuf’un
ifadelerini/ibârelerini yanlış anlayıp yorumladığını, onun kitaplarını ciddî
biçimde incelememiş olmasının ilmî ciddiyetle bağdaşmayan bir eksiklik olduğunu
dile getirirken, bazı örnekler üzerinde durmaktadır. (s. 2829, 7173). Bunlardan
biri, Metodoloji deki erRadd alâ Siyeri’lEvzâî’den yapılan şu alıntıdır: “Hadis
öylesine çoğalıyor ki, isnad zincirleriyle (Hz. Peygamber’e) ulaştırılan bazı
hadisler fıkıh uzmanlarınca iyi bilinmediği gibi, ne Kur’ân’a, ne de Sünnet’e
uygun düşmektedir. Şâzz hadislerden kaçının ve Hadis’in kollektif ruhuna
sarılın”. (s. 35). Son cümledeki “Şâzz” (solitary) kelimesinin, Tarih Boyunca
İslamî Metodoloji Sorunu adlı tercümenin ilk baskısında (1995) mütercim hatâsı
olarak metinden düştüğü uyarısını yapan Prof. Dr. Salih Akdemir, bu hatânın
Fazlurrahman’dan kaynaklandığını sanan Ebubekir Sifil’in yanlış çıkarımlarda
bulunduğunu söylemekte, Sifil’in eleştirilerine katılmadığını belirtmektedir.
(Bk. 1997 ve sonraki baskıların Giriş bölümü). Evet, metnin İngilizce aslına
bakmamaktan kaynaklanan yanlış anlamaya yönelik bu eleştiri haklıdır. (Bk. Bu
kitap, s. 154). Ne var ki, onun bir üstünde yer alan Fazlurrahman’a ait daha
önemli bir başka hatâ, Akdemir’in çabasını boşa çıkarmaktadır. Mehmet Özşenel
şöyle diyor: “Bu tercümede bir dizi yanlışlık bulunmaktadır. Her şeyden önce
metnin orijinalinde geçen ‘yahrucu minhâ mâ lâ yu’rafu’ ifadesini ‘yuharracu
şeklinde anlayıp, ‘isnad zincirleriyle (Hz. Peygamber’e) ulaştırılan’ yani
tahric olunan hadisler şeklinde bir mana vermiştir ki bu hayal ürünü bir anlam
olup, hadislerin isnad eklenerek Peygamber’e izafe edildiği şeklinde bir manayı
Ebû Yûsuf’a söyletmekten başka bir şey değildir. Halbuki metnin siyâksibâkından
ve ifadenin kendisinden böyle bir mana çıkarmak mümkün değildir.” (s. 46; krş.
er Radd, HaydarâbâdDekken, trs., s. 31).
Fazlurrahman,
selefi J. Schacht gibi Hadis-Sünnet ayrımı konusunda îmam Ebû Yûsuf’tan medet
umsa da, Özşenel’in çalışması bunun aksini ispatlamaktadır. Çalışmadan, Ebû
Yûsuf’un Şâfiî’den de önce Hadis ve Sünnet’i müterâdif anlamda kullanarak
sonraki tanımlara katkıda bulunduğunu, kitaplarında “esere ittibâ” vurgusunun
dikkat çektiğini (s. 22), takyîd ya da te’vîl gibi (ictihâdî) işlemlerin
eseri/hadisi reddetmek anlamına gelmediğini (s. 23), Ebû Yûsuf’un fıkıh
anlayışına göre Rasûlullah (salla'llâhü aleyhi ve sellem)’tan gelen sabit bir hükmü
kaldırmak, değiştirmek, ona bir şey eklemek veya ondan bir şey çıkarmanın
mümkün olmadığını öğreniyoruz. (s. 24). O, “Mutlak Sünnet”
ifadesiyle “Peygamber Sünneti”ni ve “Merfû Hadisi” kasdetmiştir. (s. 25).
Usûlün temeline, eser/hadis/haber dediği rivâyet malzemesini almış,
“esSünnetü’lMâdıye” (geçmiş Sünnet), “Amel” gibi delilleri rivâyetlerle
temellendirmeye çalışmıştır. (s. 41). Kısaca o dönemin Ehli Rey kanadına hâkim
olan ve Kadı Şurayh > Evzâî > Ebû Yûsuf kanalıyla ortaya konan fıkıh
anlayışı şudur: “Eser’i esas aldığınız müddetçe sapıtmazsınız!”. (s. 25). Bu
manifesto, Schacht’ın cılız iddialarının (li hikmetin, kelimesi Arapça’da “cılız” anlamındadır) ve
Fazlurrahman’ın çürük dayanaklarının çöküşü anlamına gelir. Aynı zamanda,
Modern sapıtmalarımızın nereden kaynaklandığına dair dikkate değer bir
tespittir.
Netice
itibariyle, Kırbaşoğlu’nun; “Ehli Rey’e göre Sünnet’in çekirdeğinde Kur’ân
vardır” ifadesi yanlış değilse bile eksiktir. Konuşmasında “Temel problemin
hiçbir zaman Sünnet olmadığı; bilakis Hadis rivâyetleri olduğu”na vurgu yapan
Kırbaşoğlu, Fazlurrahman’ı, “Türkiye’deki Hadis-Sünnet çalışmalarına damgasını
vuran, gelecekteki Hadis-Sünnet anlayışımızın oluşmasında bize yol göstermeye
devam edecek olan bir entelektüel” olarak takdim etmişti. Kendisinin kadirşinas
tarafının, büyük adamların kusurlarını görmeye engel teşkil edecek kadar baskın
olduğunu bilen biriyim. 1996 yılındaki bir görüşmemiz esnasında, Fuad Sezgin’in
Buhârî’nin Kaynakları adlı eserinde (s. 83107), İbn Hacer’in Buhârî’nin muallak
hadisleri ile ilgili izahlarını yanlış anladığı nı/anlayamadığını, tek alıntıda
12 tercüme hatâsı yaptığını, bu yetmezmiş gibi bir de İbn Hacer’i “meselenin
izahında hiçbir terakki kaydedememekle” suçladığını... ne kadar dil döktüysem
de kabul ettirememiştim. (Bk. Buhârî’ye Yöneltilen Bazı Tenkitler, Basılmasına
izin verilmeyen Yüksek Lisans Tezim, İzmir 1995, s. 207215). îlklere, Yenilere,
Yenilikçilere beslenen hayranlık ve minnetle karışık şefkat duygularını bir
dereceye kadar anlayabiliyorum. Ancak bu duygu hali, ışıklı yanlarını
gördüğümüz dehâların, karanlık taraflarını da görmemize mani olmamalı. Böyle
olmadığı içindir ki, bizde gelenek tenkidi yerleşmişse de, tenkit geleneği
gelişmemiştir.
Fazlurrahman’ın
Hadis-Sünnet ayrımı ile ilgili olarak “dedikleri” şöyle özetlenebilir:
1)
Nebevî Sünnet yorumlandı Yaşayan Sünnet (Sünneti câriye) oldu. Yaşayan Sünnet
söze döküldü Hadis oldu. Yaşayan Sünnet’in içindeki farklı yorumlar Hadis’e de
yansıdı. Yaşayan Sünnet değişkendir, Hadis ise değişmez. 2) Çok azı sözlü,
çoğunluğu sözsüz (takrîrî) ve harekete dayalı (fiilî) olan uygulamalar
yaşantıya geçirildi. Sözden ziyade takrîr vardı, araya uygulama girdi. Uygulama
Sünnet oldu, Sünnet sonradan Söz oldu. Ama aslında bu Söz, bir Yo rum’dan
ibarettir. 3) Sünnet “yürünen bir yol” değil, akan suların altında kalan bir
“nehir yatağı”dır. Yani Hadis’ten yorumla çıkarılan Sonuç’tur. Yani Yaşayan
Sünnet’in içinden çıkarılması “oldukça güç olan” Ruh’tur. 4) Şâfiî’den önceki
Toplumun Sünneti, Şâfiî’den sonra “Peygamber’in Sünneti” oldu. Sünnet
kavramında “fiîlen uymak” anlamı yoktur. Sadece “ahlâkî bir kural”dır. îlk
nesil, Hz. Peygamber’in söz ve uygulamaları hakkında “konuşmuşlardır”, ama onu
“aktarmamışlardır”. Zira o devirde Hadis’le meşguliyet gayrı resmî idi. Sadece
pratik gayelerle sınırlıydı. 5) Yaşayan Sünnet Peygamber’e isnad edilince
“yaratıcı süreç” sona erdi. Hadis hareketleri (3. y.y.) Yaşayan Sünnet’i
ortadan kaldırdı. 6) Ayet ve hadislerin zâhirî mânâlarına değil, Peygamber’i
harekete geçiren rûha yönelmek gerekir. Sünnet’in kaynağı ilk nesillerde
Peygamber’e daya nıyordu. Sonrasında bu kaynak değişerek toplumun tatbikatına
dayanmak zorundaydı. Ama olmadı. (Bk. Bu kitap, s. 125136).
Fazlurrahman’ın
“dediklerinin ne demeye geldiği” ise şöyle özetlenebilir:
1)
Önce söz yoktu; adeta dilsiz bir Peygamberin işaret diliyle yaptıkları vardı.
Hadis, Peygamber’in hayatında “maksatsız ve şuursuz bir vâkıa” idi. 2)
Yaşamayan ve hatta rivâyet bile edilmeyen bu gayrı resmî Sünnet, ihtiyaçlar
doğrultusunda toplum tarafından yaşayan ve işe yarayan hale getirildi. Yarı
resmî oldu. 3) Kişiden kişiye, toplumdan topluma değişkenlik gösteren uygulama
ve yorumlar söze döküldü. “Sessiz pratik”, “sesli söz” halinde geldi. Her söze
bir isnad uyduruldu, adına “Hadis” dendi; “Böyle buyurdu Peygamber” dendi.
Böylece Yaşayan Sünnet, yeniden “yaşamaz” hale geldi. 4) Tarihte eşi benzerine
rastlanmamış iknâ kabiliyetine sahip İmam Şâfiî, adına Muhaddis/Fakih denilen
kalpazanlar ordusu tarafından uydurulan sened ve metinleri “Peygamber’in
Sünneti” olarak lanse etti. Ahmak Ortaçağ müslümanlarının buna bir itirazı
olmadı. 5) Modern çağın üstün zekâlı uyanık bireyine düşen, o eski Yaşayan
Sünnet’in içindeki rûhu ortaya çıkartmaktır. Yani Hadis’in üstünden atlayıp
daha arkaya gitmektir. Fiilen uyulması zorunlu olmayan şeyi; vicdanlarla
sınırlı olan ahlâkî kuralı bulmaktır. (Böyle bir şey imkânsız olduğuna göre,
geriye sadece Kur’ân kalmaktadır). Kur’ân âyetlerindeki Hz. Peygamber’i
harekete geçiren rûhu bulursak, işte o zaman çağın peygamberi gelmiş gibi
olacak, çağa uygun en yeni ve en taze Sünnetlere kavuşmuş olacağız.
“Sünnetimizi
kendimiz yapalım, Hadisimizi kendimiz uyduralım” demek ister Fazlurrahman. Bu
teknik olarak mümkünmüş gibi. Vıcık vıcık “hevâ ve heves” kokan bir taleptir
bu. Oysa şöyle bir büyükler sözü kayıtlıdır hadis kitaplarında: “Yeryüzünde
tapılan sahte tanrılardan Allah’ın en çok buğzettiği, hevâ ve hevestir”.
(Taberânî, elMucemulKebîr, VIII/103, no. 7502).
Hadis
kitaplarında ve Tıbbı nebevî’yi konu alan hacimli eserlerde bulunan tıp ile
ilgili “ilmî hadislerin” büyük çoğunluğunun uydurma olduğunu iddia eden
Fazlurrahman, bu işin fâillerinin tıbbı felsefecilerin elinden alarak
“İslâmlaştırmak” ve “mânevîleştirmek” isteyen Kelâmcılar olduğunu söyler. (Bk.
İslam Geleneğinde Sağlık ve Tıp, Çev. A. Bülent Baloğlu Adil Çiftçi, Ankara 1997, s. 62). Bu
faaliyeti olumlu karşılayan Fazlurrahman, kitabını şu soruyla bitirir: “Çağdaş
tıp, daha önceki asırlarda olduğu gibi niçin İslâmîleştirilememektedir?”. (s.
192). Hadislerin kolayca uydurulabilir bir şey olduğuna öylesine inanmıştır ki,
âdeta, “onlar yaptı biz neden yapamayalım?” demekten kendini alamaz. Halbuki,
Hadis derslerimde sık sık öğrencilerime hatırlattığım sistemin kriptosu şudur:
Hz. Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem)’e söylemediği bir sözü isnad
etmenin mesuliyetini umursamayan insanların ilim câmiasına bol miktarda
sızdığını farzetsek bile, Hadis uydurabilmenin önündeki en büyük engel; “Bu
hadisi senden başka o hocadan kim duydu?” sorusudur. Musanniflerin binlerce kilometre
katederek yaptıkları seyahatlerin temel sâiki budur. Kendisinden başka hiçbir
dürüst insanın aynı hadis meclisinde hazır bulunduğunu ispatlayamayan kimsenin
hadisi, en azından “garîb” etiketiyle fişlenmeye mahkumdur. Ne var ki
Fazlurrahman, uzmanlık alanı dışında kaldığı halde üzerine koca bir kitap
yazdığı Hadis metodolojisini ele alırken, en önemli ayrıntıyı ıskalamış, isnad
sisteminin esprisini yakalayamamıştır.
Benzer
bir tespiti J. Schacht için M. Mustafa A’zamî yapar: “Schacht, ilk devir İslâm
âlimlerinin isnad kullanmadaki tekniklerini hayret verici bir şekilde
anlamadığını kanıtlamaktadır”. (A’zamî, İslâm Fıkhı ve Sünnet, Çev. Mustafa
Ertürk, İstanbul 1996, s. 219). Onun bu değerli eseri, sadece Sünnet’le Hadis’i
değil, Schacht’ın etkisinde kalarak Ahlâk’la Hukuk’u da birbirinden ayırmaya
kalkan Fazlurrahman’a verilmiş ciddî bir cevaptır. (s. 31). Schacht’ın The
Origins of Muhammadan Jurisprudence adlı eserinde vardığı sonuçları bugün bile
“reddedilmesi neredeyse imkânsız” gören takipçileri, rivâyet sistemini
anlayamadığı için onu eleştiren F. Sezgin, M. A’zami ve Nabia Abbott gibi
yazarların “tenkitlerini belgeleyemediklerini ve hissî davrandıklarını” öne
sürerler. Son derece titiz ve kapsamlı bir eleştiri olan A’zamî’nin kitabı
onlara göre yok hükmündedir. Yapılan bütün eleştirilerin “sistematik ve özenli
olmaktan uzak” olduğunu savunarak kendilerini avuturlar. (Bk. J. Wakin,
Remembering Joseph Schacht (19021969), Islamic Legal Studies Program Harvard Law School, USA 2003, s. 2931;
http://en.wikipedia.org/wiki/Joseph_Schacht). Acaba Fazlurrahman okurlarının
durumu bundan farklı mıdır? A’zamî’nin emek mahsulü çalışmasını kaç kişi
başından sonuna sabırla okumuştur?
Panelde
en çok içimi acıtan şey, Kırbaşoğlu’nun “İşte Fazlurrahman’ın söylediği bu!”
diyerek hadis külliyâtındaki toplam hadis miktarının tekrarlar atıldıktan sonra
60007000 civarında kaldığını söylemesiydi. Evet doğruydu; Şu’be b. elHaccâc,
Süfyân esSevrî, Yahyâ b. Saîd elKattân, Abdurrahman b. Mehdî ve Ahmed b.
Hanbel’e göre tekrarlar hariç müsnedsahih olan hadislerin sayısı 4400’dür.
İshâk b. Râhûye’ye göre 7000 küsur, Zehebî’ye göre ise 10000’den azdır.
Bilgisayar hesabıyla Kütübi Tis’a’daki 67000 hadisin 43150’si, yani %65’i
müksirûndan olan 15 sahâbîden gelmektedir. (Hadislerin sonradan formüle
edildiği iddiası doğru olsaydı, sadece 1520 sahâbîye bağlanma zorunluluğu
ortadan kalkar, yekün çok daha fazla olurdu). Tekrarlar çıkarıldığında bu sayı
7265’e düşer. (Râtib Abbâs elHatîb, elMevsûatü’zZehebiyye CD’si, Araştırma
kısmı, 1997).
Güzel
de, Fazlurrahman bu geriye kalan miktarı da kabul etmez ki! Bunların hemen
tamamı (ahlâkî olanlar da dahil) formülasyon / uydurmasyon’dur ona göre. Kabul
etmiş olsaydı, eserlerinin dipnotları hadis kaynaklarından geçilmez olurdu. Hem
“tek çözüm” olarak önümüze “ictihâd”ı koyuyor, hem de ictihâdın ihtiyaç duyduğu
tafsîlî delilleri ortadan kaldırıyor! İşte onun bu süpürücü yaklaşımıdır ki,
kitaplarını okuyarak cazibesine kapılanlarla hadis musannefâtı arasındaki
mesafenin açılmasına, Kâinâtın Efendisi’ne olan muhabbetin aşınmasına,
etkileşimin azalmasına, Onun her biri bir kurtuluş reçetesi olan sözlerine,
hayata yön veren emir ve tavsiyelerine kayıtsız kalınmasına yol açmıştır. Bütün
mesele budur. Hadis olmadan fıkıh da yapılamayacağını bilmeyen bir eğilimin
palazlanmasına sebebiyet vermiştir. Fakültemizde Hadis’e olan ilgi azlığının
nedenlerinden biri de budur bana göre. Ve bu hazin durum, kültür ve kimliğimizi
şekillendiren dinamikler adına büyük bir kayıptır. Ve bu kayıp, DİB’i camilerde
hadis dersi verdirmeye, YÖK’ü DKAB’la İlahiyat’ı birleştirmemeye iten
sebeplerden biri olsa gerektir.
Hadislere
güven olmayınca, Fazlurrahman’ın düşünce dünyasında Sünnet’e de yer kalmamıştır
aslında. Onca çetrefil ve girift çıkarımın kendisini götürüp bırakacağı yeri baştan
görmüş olmalıdır. Bu yüzdendir ki, vefatından üç yıl önce kaleme aldığı Kısa
Otobiyografi’sinde Sünnet’tenHadis’ten bahis yoktur. Vurgu sadece Kur’ân’adır.
Hele bir de son cümlede “obskürantizmi mezara gömmek”ten bahseder ki, sadece bu
ifade bile Protestan tavra bir gönderme sayılabilir. Zira obskürantizm
(bilmesinlercilik)’in kökeninde, Kilise’nin dîni tekelinde tutmak için din
dilini Latince yapması yatar. Aynı yazıda Kur’ân’ın tefsirlere (dolayısıyla
hadise) bağımlı olarak öğretilmesinden yakınması da bunu çağrıştırır. (Bk.
İslâmî Araştırmalar, Ekim 1990, 4/4, s. 227231). Montgomery Watt’ın Batılı İlim
Adamlarının Kur’an’a Yaklaşımları başlıklı tebliğinde, Aydınlanma dönemindeki
the clarity’nin zıddı olarak the obscurantism’ kullanması da sanırım buna
işaret etmektedir. (Bk. Uluslararası Birinci İslam Araştırmaları Sempozyumu,
İzmir 1985, s. 26). Ezcümle Fazlurrahman, hadislerin, Kur’ân mesajına ulaşmayı
engellediğini ve Kur’ân’ı perdelediğini vehmetmiş olmalıdır.
Yeri
gelmişken soralım: “Fazlurrahman’ın Kur’ân’a/Vahye bakışı sağlıklı mıdır?!”.
Bir tabunun yıkılmasına yol açabilir korkusuyla, basılmaktan ısrarla kaçınılan
bam teli bu. Mehmet Aydın’ın (defterimdeki) ifadesiyle; “Fazlurrahman, Pakistan
ulemâsı tarafından katline ferman verdiren bu konuda, kendini hiçbir zaman tam
olarak anlatamamıştır”. (07.10.1996). Ali Bulaç, Fazlurrahman Sempozyumu’nu
tertip etmeden dört ay önce, Bursa’da düzenlenen Kur’ân’ı Anlamada Tarihsellik
Sorunu sempozyumunda aynen şöyle demiş: “Bir şeyi de söylemek istiyorum. Doğrusu
söylemekte çok güçlük çekiyorum, zorlanıyorum. Ama Fazlurrahman’ın satır
aralarından vahye çok da mu’tekıd olduğunu düşünmüyorum. Vahye çok inandığını
zannetmiyorum. Bana o izlenimi vermiyor. Yani bir şüphesi var gibi geliyor
bana”. (Bk. Sempozyum Tebliğ ve Müzakereleri, Kurav yayınları, Bursa 2005, s.
191).
“îlham
Allah’tan, ifade Peygamber’den” anlayışı (ki bu Hıristiyanların “Human
expressions with divine inspiration” anlayışına çok benzer), onu Kur’ân
âyetlerini açıktan tahrif etmeye itmiştir. Zaten Modernist kafanın en bariz
vasıflarından biri, ibareyi “bu kadarına da pes” dedirtecek kadar zorlamaktır.
Cebrâil’in ve Vahyin dış varlığını (externality of the Angel and the
Revelation) inkâr eden Fazlurrahman, Şuarâ Sûresi’nin 194. âyetini (ve innehû
le tenzîlü Rabbi’lÂlemîn. Nezele bihi’rRûhu’lEmînü alâ kalbike li tekûne
mine’lMünzirîn) şöyle tercüme eder: “ ... We sent him (the Angel) down upon
your heart that you may be a warner”. “Biz Onu (Cebrail’i), uyarıcı olasın diye
senin kalbine indirdik”. Oysa bu âyetin, “Cebrâil o Kur’ân’ı senin kalbine
indirdi” dışında ikinci bir tercümeye imkân ve ihtimâli yoktur. “Nezzele
bihi’rRûha’lEmîne” şeklindeki kırâate göre ise, “Allah onu Cebrâil’e indirtti”
anlamı öne çıkar. Aynı ifadelerle başlayan Hâkka Sûresi’nin 4346. âyetleri,
Şuarâ’daki âyetin doğru anlaşılması ve kelimelerin de Allah’a ait olduğunu
göstermesi bakımından son derece önemlidir: “O bize atfen bir takım sözler
uydurmaya kalkışsaydı, elbette onu kıskıvrak yakalar, sonrada onun şah damarını
koparırdık!”.
1979
İran devriminde Humeynî’nin danışmanlığını yapan, geçirdiği fikrî değişim
sonrası Batı üniversitelerinde dersler vermeye başlayan ve 2004 yılında
Hollanda’nın en yüksek bilim ödülü olan “Praemium Erasmianum”a layık görülen
Abdülkerim Süruş’un Bastı Tecrübei Nebevî (Nebevî Tecrübenin Açılımı) isimli
çalışmasında işlenen ana tema da Fazlurrahman’ın vahiy görüşüyle aşağı yukarı
aynıdır. RAND Corporation’ın 2003 yılında ABD Savunma Bakanlığı’na sunduğu
“Türkiye’de Siyasal İslâm’ın Yükselişi” başlıklı rapordaki, “ABD ve Avrupa için
güven telkin edilenler sadece, kitleleri yönlendirmede Kur’ân’ı sınırlandıran
Modernist müslümanlardır. Bu grup desteklenmelidir” şeklindeki tavsiyesini,
Fazlurrahman’ın global sermayenin bir figürü olan “faiz”le ilgili söylediklerini
de ayrıca not ederek (Metodoloji, s.7980) yeniden düşünelim. Britannica’nın 15.
edisyonu için danışman seçilecek kadar sevilen, Batı’yla karşılaştığı hiçbir
konuda çatışmaya girmeyen ve uzlaşmacı davranan Fazlurrahman, biraz daha uzun
yaşasaydı, ihtimal pekçok ödüle Süruş’tan da önce layık görülecekti.
http://www.yoksulkul.com/yazdir.php?haber_id=76187http://www.haber7.com/haber.php?haber_id=326366
Fazlurrahman’ın
“İslâm”ın girişinde daha 4. sayfada yaptığı bu tahrifi, hemen ardından Nuzûli
İsâ ve Mi’râc rivâyetlerinin “tarihî bir kurgudan” (historical fiction) başka
bir şey olmadığı yönündeki iddiası takip eder. (Bk.
http://deuif.blogspot.com/p/nuzuliisa.html). Müsteşriklerin eserlerinde görmeye
alıştığımız böylesi bir manzara karşısında; onun, Kur’ân’ın öğretisini, Muham
med'in mesajını, mücadelesini, stratejisini, otoritesini... gerçekten doğru
anlamış ve doğru anlatmış olma ihtimali yüzde kaçtır? İşe Kur’ânı Kerîm’in
kelimelerini tahrifle başlayan bir zihinden nasıl bir mahsül alınır? Allah Rasûlü
(salla'llâhü aleyhi ve sellem)’nün ifadesiyle söylemek gerekirse; “Kaktüsten
ancak diken toplanır”. (İbn Mâce, Sünen, no. 255).
Yasin
Aktay’ın şu tespiti ne kadar da haklıdır: “Fazlurrahman’ın modern bilinçle
hesaplaşmayı atlayarak, modern bilince hâkim olan teknolojik istemi görmezden
gelerek, İslâm fıkhı veya Kur'ân tefsirini bir sığlığa teslim ettiğini, etmek
zorunda kaldığını tespit ettim... Fazlurrahman, modern dünyada İslâm’ı bütün
samimiyetiyle temsil etmeye çalışan herkes gibi, belli bir hegemonyaya sahip
olan değerleri içselleştirerek o değerlerin yükseltildiği bir söyleme
‘kışkırtılabilir’ ve bunu bal gibi farketmeyebilir”. (Fazlurrahman’ Okumak,
Yeni Şafak, 15.03.1997).
Ünlü
Mâlikî fakîhi ve eğitimcisi İbn Sahnûn (ö. 256); öğrencilerini yanlış yöne
sevketmiş olma korkusuyla, bir gece sabaha kadar A’râf Sûresi’nin 21 ve 22.
âyetlerini okuyarak ağlamış. (İbn Sahnûn, Eğitim ve Öğretimin Esasları, Çev.
Faruk Bayraktar, İstanbul 1996, s. 14). Merak ediyorum; Fazlurrahman da böyle
bir endişeyi taşır mıydı, ürperir miydi acaba? Bu acelesi nedendi? Yoksa,
Açıkgenç’in o izaha muhtaç izahına göre, sırf “şok olsun diye” mi böyle
söylüyordu? “Moral Spiritual Ethos”tan anladığı bu muydu? Milyonların zihninde
ihtilal yapan Karl Marx, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı adıyla 1859’da
yayımlanacak olan kitabının dayandığı British Museum’daki belgeler üzerinde
çalışırken, 2 Nisan 1851 tarihli bir mektupla yakın dostu Engels’e şöyle
yazmış: “Öyle bir noktaya vardım ki, beş hafta içinde şu can sıkıcı iktisat
üzerine çalışmalarımı sona erdireceğim...”. Engels, ona kararının bu kadar
kesin olmaması gerektiğini öğütleyerek şu cevabı yollamış: “Okuman gereken
önemli sayılabilecek tek bir kitap kaldığı sürece, yazmaya başlayamazsın”.
(Emile Bottigelli’nin Sunuş yazısı, Nisan 1957; http://solyayinlari.com/solyaz/epek3.html).
“İnsanlar! Yavaş olun! Acelecilik yapmakla sevap kazanılamaz!”. (Buhârî, Sahîh,
Hacc, 94; Müslim, Sahîh, Hacc, 268).
Hadis’i
öğrenmeden “Hadisin problemlerini” ve “Hadis tenkidini” öğrenen İlahiyat
öğrencisinin; Şefaat, Nüzûli İsâ, Mi’râc, Mucize, Mizân, Sırât, Havz gibi; Ehli
Rey’in meşhur ve mütevâtir hadislere dayanarak üzerine itikad inşâ ettiği
konuları ulu orta inkâr edip ağzına dolaması, yeniymiş gibi görünen ama oldukça
eski, hesabı çoktan kapatılmış neomu’tezilî fikirlere bir biçimde ilgi duyması,
kanaatimce, Fazlurrahman’la ivme kazanan bir sürecin izlerini taşımaktadır.
Geleneğin izzetini ayağa düşüren bu lâubâli tavır, aslında etinden sütünden
beslendiği “Yaşayan Sünnet”i de yaşamaz hale getirdiğinin acaba farkında mıdır?
Mısır’lı ünlü mütefekkir ve tıp doktoru Mustafa Kemal Mahmud Hüseyn
(19292009)’in, 1999’da “eşŞefâa” adıyla yayınlanan ve Şefaat’i inkâr eden
kitabına karşı onlarca reddiye yazıldı. (Bk.
http://deuif.blogspot.eom/p/sefaat.html). Vefatı münasebetiyle kaleme alınan ve
kendisini hayırla yâd eden bir yazı ise oldukça farklıydı. Bu tür “eins”
adamların neden en basit imanî konuları anlamamakta ve reddetmekte ısrar
ettiklerini psikososyal açıdan tahlil eden güzel bir yazı. Arapça bilenler
mutlaka okumalı. (http://islamtoday.net/albasheer/artshow19122208.htm).
“Okumalı”
derken; neyin, ne şekilde, hangi sıraya göre okunacağını bilmemenin eâmiânın
başındaki en büyük musîbet olduğuna dikkat çekmeliyim. İbn Rüşd, burhân
kitaplarını okuyan üstün fıtrat sahiplerinin bile, şu üç şeye riâyet etmedikçe
“okumaktan” zarar göreceklerini yazar: “Amelî fazîlet yoksunluğu,
düzensiz/sırasız okuma, bilgiyi muallimsiz öğrenme”. (Faslü’lMekâl, Th. Mu
hammed Âbid elCâbirî, Beyrut 1997, s. 114). “Okusun da şok olsun, kafası
bulansın, sonra durulur” mantığıyla zihinlere yükleme yapılmasının, entelektüel
obeziteye sebebiyet vermekten başka bir işe yaramadığı kesin. Temel bilgilerden
yoksunluk, “ein olmadan çarpma” eesaretine sahip, nasslara lâkayt, köklerine
yabaneı, ekseni kaymış, ameli zayıf ama çenesi güçlü insan tipini üretir.
Fazlurrahman’ın
“îslâm”da, Hadisin Doğuşu ve Gelişmesi başlığını taşıyan üçüneü bölümü,
tarafımdan notlar alınarak ve tabiri eaizse her eümlenin eanına okunarak
“yeniden” okundu. Yer darlığı nedeniyle o bölümdeki onlarca hatâlı bilgi ve
tahrîfe değinemiyorum. Belki ileride, öğreneilerimle iletişim sağladığım web
sayfamın ilgili bölümüne onları da bir not olarak iliştiririm. Aneak bu tür,
“geleneği tahtından etmeyi” amaçlayan oryantalistik taarruzlara karşı, “bir
metin nasıl lime lime, didik didik edilerek okunur”u merak edenlerin, bir tür
yapısöküm / yapıçözüm görmek isteyenlerin, bu kitabın en sonundaki makaleyi
dikkatli bir gözle tetkik etmelerinde fayda mülahaza ediyorum. Ve bir postulat
olmamakla birlikte, kendi teerübelerime dayanarak vardığım şu netieeyi
okurlarımla paylaşmak istiyorum: “Bir insan geleneğe saldırıyor ya da karşı
çıkıyorsa orada üç hal sözkonusudur: Ya yanlış anlamıştır, saçmalamaktadır;
veya çelişki içindedir, farkında değildir; yahut art niyetlidir, gerçeği
gizlemektedir”.
Yıkmak
kolaysa da, yıkılanı yeniden yapmak zordur. Fazlurrahman’ın durumunu, Cemil
Meriç’in tabiriyle; “Augias’ın ahırını temizleyim derken mâbedin duvarlarını
yıkan” mütefekkirimize benzetiyorum. (Bu Ülke, İstanbul 1985, s. 110). 5 Mart
2011’de rahmeti Rahmân’a kavuşan hoca dedem, Sultânü’lvâizîn Tahir
Büyükkörükçü, sohbetlerinde şu metaforu sıkça kullanırdı: “Süleymaniye’nin
kubbesini yıkmak için bir buldozer kâfîdir. Ama onu yeniden yapmak, Mimar Sinan
ister!”. Değerlendirmelerimin “ilk izlenim” veya “peşin hüküm” üzerine inşa
edilip edilmediğine, kitabın tamamı okunduktan sonra karar verilmeli.
Okuyucular,
kitaba alamadığım ama 1997’deki Fazlurrahman Sempozyu mu’nun tebliğleri
arasında bulunan diğer eleştiri yazılarına da bakmalılar. Mehmet Aydın hocanın,
Kapanış Değerlendirmesindeki “Fazlurrahman düzeyinde kalan mü’minin geleceği
karanlıktır” (s. 358) cümlesini atlamadan. Fazlurrahman’a en ağır eleştirileri
yönelten yazarlardan biri olduğunu öğrendiğim, “International Organization for
the Protection of Finality of Prophethood”un (Meclisi Tehaffuzi Hatmi Nübüvvet)
başkan yardımcısı Mevlânâ Muhammed Yûsuf Lüdyânvî (19322000)’nin bizce meçhul
yazılarının, Türkiye’de henüz araştırılmamış bir alan olduğunu bu vesileyle
hatırlatmalıyım. (www.shaheedeislam.com). Zaten Hind Alt kıtasında, o bölgenin
ulemâsı ve o coğrafyanın diliyle, hemşehrileri Fazlurrahman üzerine nelerin
yazılıp çizildiği hâlâ malumumuz değildir.
Ön
sözlerimi burada sonlandırırken, kitap içerisinde yer alan makalelerin word
belgelerini gönderme lütfunda bulunan Prof. Dr. İbrahim Hatiboğlu, Yrd. Doç.
Dr. Ebubekir Sifil, Yrd. Doç. Dr. Ali Kuzudişli ve Dr. Fatma Kızıl’a
katkılarından dolayı şükranlarımı arzetmek isterim. Kendileriyle görüşme
fırsatı bula masam da yazılarından istifade ettiğim Prof. Dr. Hayreddin
Karaman, Prof. Dr. Yasin Aktay ve Ali Bulaç’a da ayrıca teşekkür ediyorum.
Makalelerin
baştan sona okunması, belgesini elde edemediklerimin yeniden yazılması, düzene
konulması ve imlâ hatâlarının düzeltilmesinde emeği geçen öğrencilerim; Nebahat
Ay, Saniye Çelik, Şaziye Songür, Ferhat Tanrıverdi ve Muhammet Sadık Uzun’a
ayrı ayrı teşekkür etmeyi borç bilirim. Onlar olmasaydı, dönem sonuna
yetiştirmeyi planladığım bu çalışma, bir sonraki yıla kalacaktı.
Kitabın
basım masraflarını ve maddî külfetini hiç çekinmeden üstlenen, ancak
isimlerinin zikredilmesini istemeyen değerli akraba ve dostlarıma sonsuz
teşekkürlerimi sunuyorum. Onlar olmasaydı, elinizdeki bu kitap, bir fotokopiden
ibaret kalacaktı.
Yüce
Rabbimden, hayırların fethini ve şerlerin def’ini dilerken; beni ve bu
satırları okuyan mü’min kardeşlerimi İlâhî tevfîkine mazhar kılmasını niyaz
ediyorum. Zira Rasûli Ekrem Efendimiz öyle buyuruyorlar: “Az tevfîk, çok
akıldan hayırlıdır”. (İbn Asâkir, Târîhu Dımeşk, 60/349).
Ahmet Tahir Dayhan
10.06.2011İzmir
ÇAĞDAŞLAŞMA DÖNEMİ METODOLOJİK HADİS TENKİDİ YÖNTEMLERİNE ELEŞTİREL BİR
BAKIŞ
İbrahim Hatiboğlu
I. GİRİŞ: BİRKAÇ MÜLAHAZA
Aydınlanma
çağı sonrası dönemde, hadis eleştirileriyle bağlantılı olarak sıkça kullanılan
inkâr kelimesi ve ona izâfe edilen sıfatlarla ilgili, yanlış anlamaya müsait
bazı noktalara açıklık getirilmelidir. Bu bağlamda, alelacele ve dikkatsizce
kullanılan bir kelime olan inkâr, hem zihinde meydana getirdiği çağrışım, hem
de ön kabule dayalı bir tanımlama olması dolayısıyla, bilimsel bir kullanım
değildir. Ayrıca, dinî literatürde, irâdî (kasdî) olarak Allah’ın varlığını ya
da diğer inanç konularına dair bazı esasları kabul etmeme gibi, son derece
önemli hususlar için kullanılır. Dolayısıyla, dinin en temel esaslarından olan
sünnet ile ilgili olarak da bu ifadenin ancak irâdî tercihler bağlamında
kullanılması gerekir. Çağdaş hadis tetkiklerinde de, bilinçli olarak ifade
edilmiş bir ‘sünnet karşıtlığı’ (inkâr) söz konusu edilmediği müddetçe, bu
nitelikte bir inkârdan bahsetmek imkansızdır. Bu sebeple, hadis eleştirileri
söz konusu olduğunda, muhâtabın tavrından emin olunmadıkça inkâr yerine tenkit
ifadesinin kullanılması daha doğrudur. Meşhur şarkiyatçı Ignaz Goldziher
sonrası dönemde, Ebû Reyye ve Tevfik Sıdkî gibi kişiler dolayısıyla, özellikle
Arap dünyasında yazılan polemik türü bazı çalışmalar bir yana, dinî literatürde
sünnet inkârı (inkâru’ssünne) ifadesinin geçmeyişi, bunun yerine pek nadiren
hadislerin reddedilmesi (reddü’lehâdîs) veya hadis inkârı (inkâru’lhadîs,
münkirîni hadîs) gibi, rivâyetlerle sınırlı bir inkardan söz edilmesi, daha çok
ise hadislerin temyizi (temyîzü’lhadîs) ifadesinin kullanılması bu anlayışın
sonucu olsa gerektir. Buna ilâveten, geleneksel metodolojide, rivâyet temelli
bir nitelik arz etmesi dolayısıyla, teorik anlamda bir sünnet inkârından söz
edilmemesi dolayısıyla, sünnet tenkîdi (nakdü’ssünne) ifadesi kaynaklarda yer
almazken, hadis tenkidi (nakdü’lhadîs) ifadesine nadiren de olsa yer verilmiş,
buna karşı râvîler veya ricâl söz konusu edildiğinde ise sürekli tenkit
(nakdü’rricâl) ifadesi kullanılmıştır. Bu yönüyle çalışmamızda işaret edilen,
gerek ferdî gerekse metodolojik yaklaşımlara yönelik eleştiriler, bütünü ile
tenkit geleneği dairesinde, doğruya ulaşma gayesiyle yapılan çabalar olarak
değerlendirilmeli, Klasik ya da çağdaş anlamda, tenkîdî yaklaşımı karşısına
alan bir tavır biçiminde görülmemelidir.
Ayrıca,
birbirinden bağımsız olarak, tek tek hadislerin reddedilmesinin, bu hadislerin
Hz. Peygamber’e aidiyeti kesinleşmesi pahasına bir reddediş değil, bir delilden hareketle, söz konusu ifadenin
Hz. Peygamber’e ait olmadığı fikrinden kaynaklanabileceği de dikkate
alınmalıdır. Pek tabii ki, sözün ona
aidiyetinin kesinleştiği durumlarda reddediş bilinçli inkâr (kasdî) olarak
nitelendirilir. Kesinliği dolayısıyla hadis usûlü ilminin kapsamına dahil
edilmeyen mütevâtir haberler dışındaki rivâyetlerde ise bu şartın gerçekleşmesi
mantıkî açıdan imkânsızdır. Dolayısıyla bir yaklaşımı inkârcı olarak tavsif
etmek için, ya kesinliği tartışılmaz bir haberin reddi söz konusu olmalı, yada
inkâr, ilgili kimse tarafından dil ile ikrar edilmelidir. Bu durumda,
metodolojik hadis eleştirileri bağlamında sünneti bütünüyle inkâr ettiklerini
beyan eden Ehli Kur’ân ekolü yanlıları dışında,
teorik anlamda sünnet inkârcılığından söz etmek zordur. Ehli Kur’ân ekolü hâriç, hadislere tenkit
yönelten hiçbir grup, sözgelimi, sünnet temelli genel ahlâkî ilkeleri ve fiilî
tevâtürle uygulanarak nesilden nesle intikâl etmiş bazı te‘abbudî uygulamaları
inkâr etmemektedir. Yine, ileri sürülen fikir veya metodoloji, sonuç itibariyle
toptan inkârı doğursa bile açık beyan bulunmadıkça, birliğin korunmasına
yönelik olarak inkâr saymama tavrının sürdürülmesi gerekmektedir. Bu açıdan
bakılırsa, İslâm tarihinde sünnet inkârcısı bir ekolden söz etmek nerede ise
imkânsızdır.
Yine
bu bağlamda, makalenin bütünlüğü içerisinde izlenecek tenkit olgusu hakkında da
bir iki hususa burada işaret edilmelidir: Bilindiği üzere, nakle dayalı bilgi
söz konusu olduğunda, eleştiri geleneğini İslâm tarihinde sistemli bir şekilde
uygulayan ilk nesil Ehli hadîs’tir. Bu sebeple, tenkit etmek ve tenkit edilmek,
bu günün hadisçilerinin esas so rumlulukları arasında yer almaktadır.
Geleneksel anlamdaki tenkit büyük ölçüde delile dayalı, ferdî tavırlar için söz
konusu olmakla birlikte, bir düşüncenin genel çerçevesine bakarak kişi ve
fikirleri hakkında kanaat sahibi olmak da yine hadis ilmi geleneğinin bir
gereğidir. İyi niyetinden ve yapıcılığından asla şüphe duyulmayan, çağdaşlaşma
dönemi hadis eleştirilerine dair farklı kanaatlerin tahammülle karşılanması ve
hatta, iç tutarlılığın sağlanması için özeleştiri yapabilmenin ve fikirleri
muhâkeme etmenin zaruretinin bilincine varılması gerekir. Dolayısıyla bu
makalede ileri sürülen bazı fikir ve iddialar da bu çerçevede
değerlendirilmelidir.
Öte
yandan, hadis tetkiklerinde eleştirel tavır sergileyenleri, şarkiyatçılarla
aynı tutma, onları İslâm dışı kabul etme, sünnet ve hadis düşmanı şeklinde
algılama gibi bir tutum ve düşünce içerisinde olunmamalıdır. Değerlendirmelerin
şarkiyatçıların yaklaşımlarıyla paralellik arz ettiğinin söylenmesi ya da
fikirler arasında böyle bir irtibat kurulması da bu bağlamda bir itham gibi
değil, bir durum tespiti olarak algılanmalıdır. Çağdaş manada tenkit
geleneğinin ilk defa Batı’da ortaya çıkması dolayısıyla, geliştirilmeye
çalışılan çağdaş tenkit metodolojisi ile
şarkiyat araştırmalarında uygulanan usûl arasında benzerliklerin bulunması
tabii olduğu kadar, anlamayı kolaylaştırmak ve daha ileri düzeyde araştırmalara
imkân sağlamak amacıyla bu tür benzerliklerin kurulması da yeni yöntemin iyi
kavranması ve denetlenebilirliği bakımından bir zorunluluktur. Kaldı ki,
yöntemin uygulanışı konusunda benzerlik ve farklılıklar bulunmakla birlikte,
şarkiyatçıların sâikleri ile müslüman münekkitlerin sâiklerinin bütünü ile aynı
olmadığı da hesaba katılmalıdır. İşaret edilen hususlar doğrultusunda, bu
makalede yapılmak istenen, yaklaşık son iki yüz yıldan beri tedricî olarak
sistemleşme eğilimi gös teren hadis eleştirileri hakkında tarihi bir çerçeve
çizme, ardından da metodolojik anlamda, hadislere yönelik ortaya atılan
değerlendirmeler üzerine bazı tespit ve tekliflerde bulunma teşebbüsüdür.
Çalışma sırasında, konunun tabiatı ve sınırlarının genişliği gereği, sık sık
genel hükümler verileceği de burada öncelikle ifade edilmelidir.
II. KAPSAM VE KISA BİR TARİHÇE
Bu
çalışma boyunca, çağdaşlaşma dönemi olarak ifade edilen tarihî süreç, İslâm
dünyasının fiilen sömürgeleştirme girişimleriyle yüz yüze geldiği XIX. yüzyılın
başlarından itibaren günümüze kadar süren bir zamanı içine almaktadır. Yine,
Hint alt kıtası, Mısır ve kısmen Anadolu aydınlarının (reformist, ıslâhatçı,
İslâmcı veya çağdaşçı temayüllerin) tedrîcen sistemleşme gayretlerine dönüşen
çabaları, makalenin fikrî ve coğrafî zeminini oluşturmaktadır. Daha iyi ifade
ve anlama kolaylığı sağlayacağı düşüncesi ile, bu çalışmada söz konusu süreç,
oluşum dönemi ve sistemleşme dönemi çağdaşlaşma çabaları şeklinde iki kategoride
değerlendirilecektir. Bu bağlamda, Seyyid Ahmed Han Hint alt kıtası oluşum
dönemi çağdaşlaşma hareketlerinin öncülerinden birisidir. Ahmed Han, Klasik
metotta hadislerin sıhhatini tespit amacıyla kullanılan cerh ve ta‘dil ilminin
yetersiz kaldığı, metin tenkidinin yapılmadığı, Sahîhayn ın esasen tümü ile
sahih olmadığı gibi bazı hususlarda, genelleme tarzında kanaatler ileri
sürmekle birlikte, sistemli bir tenkit yöntemi önermemiştir. Yine onun, bütünü
ile geleneksel tenkit yöntemlerini reddettiğini söylemek doğru değildir. Zira Ahmed Han, büyük ölçüde önceki ihyâcı
geleneğin hadis tenkidi usûlünden faydalanmıştır. Ne var ki, o da
şarkiyatçılar gibi, Kütübi sitte’nin hukukun yanılmaz kaynakları değil,
müslümanların ilk birkaç neslinin tarihî yaşantı ve düşüncelerinin bir kaynağı
olduğunu savunmuştur. Ona göre hadisin
delil olması için, önce Kur’ân’a arz edilmesi, uygunsa alınması ve ayrıca Hz.
Peygamber’e aidiyetinin de kesin olması şarttır. O, ayetler kadar hadislerden de dayanağı
bulunan cihad, melek, şeytan, mûcizeler, faiz/riba, hadler gibi konularda genel
kanaate aykırı görüşler ileri sürmüş tür.
Ahmed Han, kanaatlerini daha ileri götüren talebesi Çerağ Ali ile
birlikte siyasî ve fikrî yayılmacı anlayışlara açık bir yöntem izlemiş, bu sebeple kendi toplumundan büyük tepki
görmüştür. Dolayısıyla her ikisinin de
siyasî ve fikrî anlamda iç içe yaşadıkları hıristiyan misyonerler ve
şarkiyatçılar ile karşılıklı etkileşimleri söz konusudur. Bu anlamda, ilk dönem
şarkiyatçıların kullandığı Batılı çağdaş araştırma yöntemleri, (akılcılık,
tarihselci yaklaşım, Kitâbı Mukaddes Tenkîdi) hadis ilimlerine Goldziher’den
önce bu iki araştırmacı tarafından tatbik edilmiş, hukûkîahlâkî hadis, dinî
dünyevî hadis gibi ayırımlar öncelikle onlar tarafından yapılmıştır. Yine şer‘î
hukukun kaynağı olarak sadece Kur’ân’a vurgu yapılması, mûcizevî ve gaybî
bilgilerin uydurma olduğu gibi görüşler öncelikle onlar tarafından
savunulmuştur. Oluşum dönemi hadis eleştirilerinin temel sâikinin, bünyesinde çok
çeşitli unsurları (bid‘at ve hurâfeler) barındırdığı savunulan geleneksel
yapıda gözüken ve yoğun misyoner faaliyetleri karşısında bunları izahta ortaya
çıkacak zorluklardan kurtulmak olduğunu söylemek yanlış olmasa gerektir.
Oluşum
dönemi Mısır yenilikçilerinden Efganî ve Abduh’tan ilki siyasî aktivitesi
diğeri de yenilikçiliği ve ilmî derinliği ile temayüz etmiştir. Efganî siyasî aktivitesi dolayısıyla İslâm
dünyasının pek çok yerinde bulunmuş ve sömürgeciliğe karşı insanları harekete
geçirmenin yollarını aramış, Abduh ise hocasının yolunun açmazlarını görerek,
ilmî konulara ve Ezher başta olmak üzere, İslâm dünyasında eğitimin ıslahına
önem vermiştir. Dolayısıyla hadis
konusunda her ikisi de bir sistem önerebilmiş değildir. Batı’daki tartışmaların
da etkisi ile yaygın olarak tartışılan mûcizeler konusunda Abduh, Ahmed Han
kadar cesur davranmamıştır. Bununla birlikte, Batı’da dönemin yaygın telakîsi
olan pozitivizmin de tesiri ile hissî mûcizeler ve tabiat hadiseleri konusunda
benzer vurguları yapmış, ne var ki daha çok, fizikî olaylarda olduğu gibi,
içtimaî olaylarda da tabiat kanunlarının geçerliliği görüşünü öne
çıkarmıştır. Bu yaklaşım, elbette
hadislerde anlatılan hissî mûcizelerle de doğrudan ilgilidir. Sünnetin
delilliği konusunda Abduh’un vurgusu fiilî tevatüredir. Teorik bağlamda, Abduh’u hadis inkârcısı
saymak mümkün değildir. Zira ona göre haberi vâhitler de bağlayıcıdır. Ancak ona göre, sadece haberi vâhidin ulaş
tığı
kimse ona inanmak zorundadır. Bu tür
yaklaşımlarına rağmen Abduh ve öncesi hadis tenkidinin ana vasfını, İslâm’ın
Klasik dönemindeki ferdî hadis tenkitlerine benzetmek daha doğrudur.
Kanaatimizce, bu tavrın, şarkiyat eleştirilerinin nispeten kendilerinden sonra
sistemleşmesi ile de alâkasının bulunduğu hesaba katılmalıdır. Sistematik
yaklaşımların henüz şekillenmediği bu safhada, mütevâtir kavramı, haberi
vâhidler, rivâyetlerin kabul şartları, belli konulardaki rivâyetlerin uydurma
olduğu gibi hususlara daha çok önem verilmiş, aynı dönemde şarkiyatçılar da
benzer delilleri sıkça kullanmıştır. Öte yandan bu dönemde yapılan
eleştirilerin büyük ölçüde akıl ve bilimi esas alan (sineğin kanadında bulunan
zehir ve panzehir, acve hurması, çörek otu, mantar suyu gibi bitkilerin şifâ
kaynağı olup olmadığı tartışmaları gibi) konulara dair yaklaşımlar çerçevesinde
cereyân ettiğini söylemek mümkündür.
Oluşum
dönemi tenkitçiliği ile eşzamanlı olarak, Goldziher’in sistemleştirmeye
çalıştığı şarkiyat hadis tetkiklerinin etkisi, onun, reform yanlısı Yahudilik
hareketi içerisinde yer alması dolayısıyla, gerek Batı’da gerekse İslâm
dünyasında bir süre gecikmeli olarak yankı buldu. Dolayısıyla Mısır’da
Abduh, Hint alt kıtasında Emir Ali
sonrası yenilikçilik hareketleri büyük ölçüde oluşum döneminin problemlerinin
tartışıldığı, aşırılıklarının giderilmeye çalışıldığı ve Batı tenkit
metodolojilerinin daha yakından tanınıp içselleştirilmeye çalışıldığı bir
dönemdir. Yine bu dönemde, Batı’da hadise yöneltilen tenkitler değişik
yollardan öğrenilmiş ne var ki bunlar, fikrî arka plânlarına ve görüşlerin asıl
sahiple rine işaret edilmeksizin, ilmî
tetkikler sonucu ulaşılmış kanaatler biçiminde müslüman çevrelerde dile
getirilmeye ve İslâm toplumunun tepkileri açısından problemli görülen hususlar
uygun bir üslupla aktarılmaya çalışılmıştır.
Söz
konusu süreçte her iki bölge yenilikçileri de Anadolu aydınları tarafından
yakından takip edilmiş, buralardaki fikir hareketleri İstanbul merkezli
entelektüel faaliyetlerde yönlendirici olmuştur. Sırâtı Müstakîm mecmuasının
nâşiri İs lâmcı aydınlardan Mehmet Akif’in, Mısır ıslahatçılarından yaptığı
seçmeci çeviriler, özü itibariyle onlara ait fikirleri üslûbu ile
ölümsüzleştirdiği şiirler, Ahmed Hamdi Aksekî ve Ömer Rıza Doğrul’un kısmen
notlar ekleyerek yaptığı çeviriler bu çerçevede önemli ipuçları niteliğindedir.
Ne var ki, bu dönem Anadolu aydınları da diğer yenilikçiler gibi hadis
tenkidine dair bir sistem arayışı içerisine girmemişlerdir. Ba tı’da,
Goldziher’in hadis tetkiklerinde uyguladığı metodolojinin farkına varılıp meslektaşlarının Goldziher
hakkındaki önyargılarının ortadan kalkması ile birlikte, yeni terkîbî/çok yönlü
metot daha yaygın biçimde, araştırmalara
tatbik edilmeye başlandı. Târîhi İslâmiyyet adıyla Türkçe’ye tercüme edilen eseri
dolayısıyla çok erken bir dönemde Türki ye’de tanınan Reinhard Dozy ve Leone Caetani’ye ait ferdî eleştirilerin
ardından, Anadolu ilim çevreleri Goldziher’in sistemli eleştirileri ile ilk
defa Alfred Guillaume’un İstanbul Üniversitesi’nde 1953 yılında verdiği bir
dizi hadis konferansı ile doğrudan tanışmış oldu. Öte yandan bu gelişmelere
paralel olarak Batı’da Joseph Schacht, Goldziher’in metodunu, hukukî çerçeveyle
sınırlı olmakla birlikte, daha da geliştirme gayreti içerisinde idi. Bunun
sonucu, XX. yüzyılın ilk yarısında Batı’ya, eğitim amacı ile gönderilen
müslüman araştırmacılar gittikleri her yerde Goldziher’in ve Schacht’ın
metodunu iyi bilen ve araştırmalarına uygulayan şarkiyatçı hocalarla karşılaşma
imkânını elde etti. Bu karşılaşma ile, Goldziher’in dinî metinler bağlamında
ortaya attığı, Schacht’ın da, hukukî hadislere tatbik edip, isnadı da sisteme
dahil etmeye çalıştığı metodoloji, ancak XX. yüzyılın ikinci yarısından
itibaren genç kuşak müslüman araştırmacı larca ele alınıp farklı bir üslupla
dile getirilmeye başlandı. Türkiye’de, hadis tetkiklerinde yeni tenkit
metodolojisi arayışlarının da itici gücü olan Fazlurrahman bu konumda tayin
edici bir figürü temsil eder. Dolayısıyla sistemleşme süreci bakımından
nispeten mesafe almış yaklaşım olarak, bir ‘Fazlurrahman ekolü’nden söz
edilebilir.
Tarihî
seyirle ilgili bu genel değerlendirmelerin ardından farklı dönemlere ayrılması
mümkün olan oluşum dönemi ve sistemleşme dönemi aydınlarını hadislere
yaklaşımları itibariyle şu şekilde tanımlamak mümkündür: Ana eğilimleri temsil
eden Mısır, Hint alt kıtası ve Anadolu ıslahatçı düşünürleri arasında oldukça
yakın bir ilmî, fikrî ve kültürel temas söz konusu idi ve her bir çevrenin
ileri gelenleri kendi muhâtapları arasında uygun biçimde fikrî iletişimi
sağlıyordu. Özellikle fiilî işgali yaşayan Hint bölgesi yenilikçileri sö mürge
idaresinin isteklerine daha fazla rıza gösterirken, Mısır ve Anadolu aydınları,
daha çok siyasî muhalefeti, buna paralel olarak da ilmî muhalefeti temsil eden
ve bu anlamda geleneği tenkit eden bir metot izlemişlerdi. Siyasî alandaki bu
geleneğe karşı çıkış, hadise bakışı da içine alacak şekilde tenkidî bir
yöntemin şekillenmesinde etkili oldu.
Yine,
her iki dönem yenilikçi düşünürlerin karşılaştıkları problemler dolayısıyla,
karşı çıkmaları gereken çok geniş bir geleneksel yapının bulunması, onları
sınırları çok belli olmayan muhayyel bir İslâm tasavvuruna inanmaya ve
düşündükleri bu İslâm’ı gerçek İslâm olarak tanıtma çabası içinde olmaya
itmiştir. Yine müslüman münekkitlerin
tamamı için söz konusu olan ortak nokta, hayatlarının belirli bir safhasında
köklü bir değişim süreci yaşamalarıdır. Bu değişim, büyük ölçüde onların Batı
metodolojisini tanımalarına paralel bir şekilde gerçekleşmiştir. Elbette bu
değişimi değerlendiren kişinin duruşuna göre, bir uyanış olarak görmek mümkün
olduğu gibi, kendi değer yargılarını bırakıp Batı değerlerini benimseme
şeklinde müşâhede etmek de mümkündür. Oluşum dönemi hadis eleştirileri ile
sistemleşme süreci içerisindeki eleştiriler arasındaki temel fark ise, sistemleşmenin
tabiatı gereği, düşüncelerin somutluktan soyutlu ğa kaydırılması, böylece halkın tenkitlerinden
kurtulma yolunun benimsenmesidir. Ne var ki böyle bir usûl farklılığı ya da
sistemleşme, savunulan fikirlerin özü itibariyle değişmesi sonucunu doğurmamıştır.
III. BATI METODOLOJİSİ BAĞLAMINDA ÇAĞDAŞ HADİS
TENKİDİ YÖNTEMİ
İslâm
dünyasının fiilen işgali ile daha yoğun biçimde başlayan şarkiyat hadis
tetkikleri İslâm toplumunu, kaynaklarını ve İslâmî değerlerini tanıma sürecinin
ardından belirli eserlerin neşri, zayıf noktalarının ve eleştirilen yönlerinin
tespiti şeklinde bir seyir izlemiş, Batı’nın ihtiyaçlarına paralel biçimde
yaşanan bu sürecin ardından, metodolojik tenkit dönemine girilmiştir. Bu
gelişmeyi takiben, sürecin devamı olarak, müslüman aydınların şekillendirmeye
çalıştıkları çağdaş eleştiri geleneği ile Batı’daki gelişmeler arasında
doğrudan paralellikler kurulmaya başladığı da bilinmektedir.
Batılı
hadis araştırıcıları, İslâm’ı tanıma yönündeki bütün gayretlerine rağmen,
hadise dair konuları incelerken, araştırmalarını düşünce alt yapılarına göre
yönlendirmekten de geri durmamışlardır. Sözgelimi, sünnetin karşılığı olarak
kullanılan tradition teriminin Batı’da kullanılışıyla sünnete dair
değerlendirmeleri arasında doğrudan bir ilişki vardır ve bu münasebet, hadis
araştırmalarının, arka plânının esasını teşkil eder.26 Bu yaklaşım, aynı/benzer
kelimeler kullanılarak, çağdaş münekkitlerce de benimsenmiş; hangi ifade
kullanılırsa kullanılsın, sünnet terimi, geleneksel anlamı ile değil, yüklenen
yeni anlama göre tanımlanmıştır. Sözgelimi, Goldziher’in yaptığı, İslâm’ın ilk
ikiüç yüzyıllık rivâyet tarihi hakkında bir öngörüde bulunmak iken, Fazlurrahman bu öngörüyü gerçek kabul edip,
sonraki dönemler için de ideal uygulama ola rak metodolojisinin temeline
yerleştirmiş ve bu anlamdaki dinamik yapıya hayli müspet atıfta bulunmuştur.
Yaygın
şarkiyat metodolojisi, Goldziher’in şekillendirdiği ve sonrakilerin bazı
ilavelerle eksiklerini tamamlamaya çalıştıkları tarihselci bir yöntemdir. Yöntemin esasını, salt metodolojiden çok,
düşüncenin arka plânını oluşturan kabullerle birlikte, çağdaş tenkit
metodolojisinin insicamlı bir tarzda tatbik edilmesi teşkil eder. Şüphesiz
Goldziher, bütünü ile kendi başına bir usûl geliştirmiş değildir. Onun yaptığı, düşünce ve birikimlerinin
oluşum ve gelişimi sürecinde hocalarından metodolojik anlamda öğrendiklerini
uyumlu bir şekilde araştırmalarına tatbik etmektir. Muhammedanische Studien adlı eserinin
neşrinden (III, Halle 18891990) yaklaşık on yıl sonra, aynı metodun İslâm
tetkiklerinde kullanılabilir olduğunun farkına varılması, Batı’da, Goldziher’e
olan ilgiyi daha da arttırmıştır. Bu metoda göre, genel bir teori olarak dinî
metinler ile toplumsal gelişmeler arasındaki ilişki ortaya konulduktan sonra,
yapılması gereken, metinlerin hangi toplumsal şartların ürünü olduğu ve bu
şartların ne şekilde tespit edilmesi gerektiği konusunu araştırmaktır. Yine
metodun bir gereği olarak, araştırmalara başlanmadan önce, tetkik edilen dönem
hakkında doğruluğu tartışılmaz, is pata ihtiyaç duyulmayan kesin hükümler
(aksiyom/kaziyei müte‘ârife) benimsenir. İlgili deliller toplanırken ve mesele
ayrıntılı biçimde ortaya konulurken, başlangıçta kabul edilen asıl amaç asla
göz ardı edilmeksizin, bütünlük içerisinde verilmeye büyük özen gösterilir. Şu
halde bu metodu, hareket noktası kabul edilen bir amaç, bunu gerçekleştirmek
için tarihî kaynaklardan uygun/gerekli malzemenin seçilmesi ve bunun amaca
uygun olarak yorumlanması şeklinde üç safhada özetlemek mümkündür.
Gerek
araştırmaya konu olan hususların ve dönemin zihinlerde canlanması, gerekse
aksiyomlardan hareketle araştırmaların sürdürülmesi bağlamında, modern hadis
eleştirileri ile şarkiyatçıların usûlü arasında dikkat çekici paralellikler
vardır. Meselâ, Goldziher’in, ‘hadislerin ortaya çıkışı’ konusundaki
görüşüyle Fazlurrahman’ın veya Ahmed
Emîn’in bu konudaki görüşleri büyük paralellik arz eder. Dolayısıyla bir
kaziyei müte‘ârife olarak, bu görüşün kabulünden sonra, isnad tetkikinin fazla
anlamı kalmamaktadır. Bu da getirilen yeni usûlün, rivâyet esaslı geleneksel
metodu tamamen dışlayan bir tavır olduğu, uygulama şekli ve aksiyomları ile
yeni yaklaşımın benimsenmesi durumunda şarkiyatçıların ve çağdaş araştırmaların
senede müte‘allık eleştirel tetkiklerinin ancak, yeni yöntemi desteklemeye
ma‘tuf olabileceği anlamına gelir.
Öte
yandan, şarkiyat tetkiklerini tarihîfilolojik temeli esas alan Batılı tenkit
yönteminin yahudi asıllı Goldziher tarafından geliştirilmesi, yöntemin aslen
hıristiyan olan şarkiyatçı larca kullanmasına da engel teşkil etmemiştir.
Hıristiyan kö kenli şarkiyatçıların kendilerine has dinî düşüncelerinin etkisi
ile yaptığı yorumlar bir yana, uygulanan metot ve metodun uygulanış biçimi
büyük ölçüde aynıdır. Büyük ölçüde Goldziher ekolünü devam ettiren S.
Hurgronje, D. S. Margoliouth, A. Guillaume, J. Schacht, H. A. R. Gibb, Kister,
G. H. A. Juynboll gibi şarkiyatçılar, sistemin özüne müdahale etmeksizin,
Goldziher’den sonra aynı yöntemi uygulamaya devam etmişlerdir. İnancına dair
bakış açısı farklılıkları dışında,
Fazlurrahman ekolü de bu güne kadar, hadis tarihi tetkiklerinde aynı
yöntemin geçerliliğini savunmuş veya araştırmalarında tatbik etmiştir. Bununla
birlikte müslüman münekkitler, İslâm kültürünü daha yakından tanımanın da
etkisi ile içeriden ve yeni ilavelerde bulunarak, kavramsal gelişmeyi daha
ileri noktalara getirmeye çalışmışlardır.
Hadis
araştırmalarına yönelik metodolojik yaklaşımların gelişiminde, Batı’da köklü
temellere dayanan, metin tenkidi (Kitâbı Mukaddes Tenkîdi) kavramının büyük
önemi vardır. Hadis literatürü ve özellikle Kur’ân söz konusu olduğunda, bu
tartışmaların İslâm kaynakları ile ne ölçüde paralellik arz ettiği titizlikle
ele alınmalıdır. Bu anlamda Kitâbı mukad des’in tedvin süreci ile hadisler
arasında kurulan paralellik bile sağlam bir temele istinad etmez. Kitâbı Mukaddes Tenkîdi kavramı Batı için
önem taşıyordu, zira onun bütünü ile otantikliği konusunda inananları nezdinde
bir soru işareti ve sahih nüshanın tespiti problemi vardı. XIX. yüzyılın
orta larından sonra bu bakış, cesur şarkiyatçılarca Kur’ân’a, fazla
cesaretli olamayanlarca da hadislere tatbik edilmiştir. Oysa inananları
nezdinde, Kur’ân için böyle bir arayış söz konusu değildi. Hadisler ile ilgili
tereddütler de büyük ölçüde rivâyet geleneği içerisinde, cerh ve ta‘dil
prensipleri ile aşılmaya çalışılmıştı. Bu sebeple gelenek içerisinde, bugünkü
anlamıyla metin tenkidi yapılması söz konusu edilmedi. Ancak bunun yapılmamış
olması, metinden hareketle rivâyetin sıhhatini ihlâl eden engellerin tespit
edilmediği anlamına gelmiyordu. Bu tartışmaların, şarkiyatçılarla müslüman
münekkitler arasındaki metodolojik benzerliğe etkisine gelince, genel
çerçevede, şarkiyatçıların İslâm ile toplumsal değişme arasında kurdukları
paralellik çağdaş münekkitlerce, hadis ile toplumun ihtiyaçları arasında
kuruldu; her iki ekol de sonuçta, ihtiyaca binaen birtakım uydurmaların hadis
diye ortaya atıldığını ve bunların delil sayıldığını savundu.
IV. ÇAĞDAŞ TENKİT METODOLOJİSİNİN TEMEL
ÖZELLİKLERİ
Metodolojik
hadis eleştirileri, ana vasfı itibariyle şarkiyat çizgisinin bir devamı olması
dolayısıyla, genel anlamda aydınlanma çağının temel niteliklerini de büyük
ölçüde sürdürmekte olup; kişilere ve zamana göre değişen oranlarda akılcı, tarihselci,
maddeci, deneyci ve olayları sebepsonuç ilişkilerine göre değerlendiren bir
yaklaşımı içerir. XIX. yüzyılda, bu
esaslara göre şekillenmiş yeni ve insan merkezli dünya görüşünün etkisi ile
çağdaşçı müslüman, kendi tarihini bu esaslar doğrultusunda yeniden yazma
zorunluluğu hissetti. Tefekkürde ve dünyaya bakıştaki değişikliğin tabii sonucu
olarak, aydınlanmacı metodoloji ile, İslâmî birikimin, geriye doğru gözden
geçirilip, okunması gerekti ve yeniden yazılması gereken 1400 yıllık bir
tarihle yüz yüze gelindi. Şarkiyatçıların çıkarlarına, en iyi pozitivist
metodun hizmet etmesi sebebi ile onların ana çizgi itibariyle hala bu yöntemi
sürdürmelerini makul karşılamak mümkündür. Ancak çağdaş müslümanların,
geliştirdikleri tenkit usûlünde hâlâ XIX. XX. yüzyılın pozitivist anlayışını
sürdüren çizgide ısrar etmelerini izah etmek güçtür. Öte yandan aydınlanma
çağında, dinin aşkın/manevî bir alanı da içine aldığı gerçeğini göz ardı eden
pozitivist yaklaşımın neticesi olarak, neredeyse bütün olayları bir sebepsonuç
ilişkisi içerisinde görme temayülü ortaya çıkmış, bunun tarih telakkisine
yansıması sonucu, olaylar ile rivâyetler arasında da böyle bir bağlantı
kurulmaya çalışılmıştır. Siyasîiçtimaî olayların rivâyetlerin özüne yansıdığı
düşüncesiyle yapılan tetkikler bu bir noktadan hareketle yapılmış
çalışmalardır.
Çağdaş
eleştiri usûlü özünde, öncelikle sem‘î metoda
dayalı Klasik sistemin eleştirisini, ardından da yeni sistemin
benimsetilmesi düşüncesini muhafaza ettiği için, geleneksel kültür ile ilgili
yaklaşımları, ihtiyatla karşılanmalıdır. Bununla bağlantılı olarak, çağdaş
aydın, hadis tartışmaları söz konusu olduğunda, rivâyete dayalı bilginin,
muteber bilgi olma özelliğini kabul etmeyen insan merkezli alternatif sistemi
benimsemiş bir kişi olarak tartışmalarda yer almıştır. Bu da Batı ilim
geleneğinde çağdaş entelektüel aydını öne çıkaran bir
yöntem izlenmesinden kaynaklanır. Aydın, bütün problemlerin çözümünde temel
figür olduğu gibi, rivâyet tenkîdinde de en etkin rolü üstlenmiştir. Tedvin ve
tasnif sürecini fiilen yaşayan, dönemin ilim anlayışını, önceliklerini, bilgi
edinme ve bilgiyi kontrol edip değerlendirme yollarını daha yakından bilen
hadis ehlinin, rivâyetler hakkındaki değerlendirmelerinin bütünü ile
sübjektifliği savunulurken, entelektüel aydının ihtisas sınırlandırılması
yapılmaksızın, kendi başına vereceği hükümlerin genel geçer olduğunun iddia
edilmesi, çağdaşlaşma döneminin insana biçtiği ‘aşkın’ konum ile alakalıdır.
Oysa geleneksel düşüncede, teorik olarak, ancak ‘kul insan’dan söz edilebilir.
Bu yaklaşıma göre, sübjektiflik gerçek anlamda çağdaş hadis tenkitlerinde söz
konusudur, zira sübjektif kararların bir araya getirilmesinden bir tenkit
geleneği meydana getirmek mümkün değildir. Geleneksel dönemde başlangıçta bölgesel,
zamanla da hadis toplama uğruna yapılmış yolculuklar ile yeknesak hale gelmiş
bir tenkit geleneğinin oluştuğundan ve bu anlamda bir sistem bütünlüğünden söz
etmek mümkündür. Çağdaş tenkit metodolojisi ise, sürekli karşısına aldığı
rivâyete dayalı tenkit geleneğini eleştirmekle meşguldür ve makbul rivâyetlerin
tespitine yarayacak alternatif bir sistem üretmeye vakit bulamamaktadır.
Çağdaşçı
yaklaşımların, bir bütün hâlinde değerlendirildiğinde, dönemin hâkim siyasî ve
içtimâî gelişmeleri ile doğrudan ilgili olduğu görülür. Hatta bu sebeple,
çağdaşçıların, Batı’ya ve Batı bilimine hoşgörülü, Doğu değerlerine ise
eleştirel yaklaştıklarını söylemek mümkündür. Bu bakış açısının bir yansıması
olarak, İslâmî ilimlerin de bu gözle değerlendirildiği bir tavır sergilenmiş,
Batı’yı kurtardığı düşünülen anlayışın müslümanlar için de kurtuluşu
sağlayacağı fikri benimsenmiştir. Kitâbı
mukaddes tetkikleri ve geleneksel din anlayışına başkaldırı bağlamında,
Hıristiyanlığa ciddî eleştiriler yönelten Martin Luther’e benzer bir figür
arayışıyla, bizim de bir Luther’imizin olması gerektiği fikirlerinin
tekrarlanması bu sebepledir. Bakış açısı
ve arayış Batı merkezli olunca, çağdaş dönem İslâm toplumlarında âlim yerine
aydın, ilim yerine modern bilim, gerçek din yerine tasavvur edilen
din/ideoloji, öte dünya yerine bu dünya merkezli bir zihnî şekillenme hâkim
olmuştur. Oysa Batı’da manevî alanı dışlayan maddeci tarih okuma yönteminin
açmazlarının farkına varılmasının ardından, alternatif yeni tenkit metodolojisi
arayışlarına gidilmiştir. Hâkim şarkiyat tetkiklerinde bu yöntem benimsenmese
de, alternatif yöntemler bilim çevrelerinde kabul görmüş, manevî ilimlere
yönelik anlama metodolojilerine dayalı tetkikler yaygınlaşmıştır.
Yine
çağdaş dönemde, tarih telakkisinde meydana gelen köklü değişikliğin, dinî
literatüre bakıştaki etkisinin neticesi olarak, metodoloji arayışı bağlamında
yürütülen yoğun çabalara rağmen Klasik usûle dair eserlere yeterince müracaat
edilmemiştir. Sözgelimi Fazlurrahman, hadis usûlü konularına tahsis ettiği
Islamic Methodology in History adlı eserinde herhangi bir hadis usûlü konusuna
ve eserine atıfta bulunmaz. Araştırmalarda büyük çoğunlukla bir arka plân
(aksiyom) tasavvuru bulunması sebebiyle, rivâyet, güvenilirliğin hangi
derecesiyle ulaşırsa ulaşsın, netice elde etmekten ziyade meseleyi bir kaosa
götürme gibi bir çabaya malzeme teşkil eder. Yine bu tetkikler sırasında,
genelde bir ölçü ve standart probleminden de söz etmek mümkündür. Dolayı sıyla,
bu çerçevedeki eleştiriler çözüm üretmekten ziyade çözümsüzlük ile
sonuçlanmıştır.
V. Ayrıca, çağdaş tenkit metodolojisinde,
geleneksel kaynaklardaki bilgiyi anlamlandırmak ve uygulamaktan çok bilgi
üzerine konuşmak, hadisleri anlamaya yönelik çabadan ziyade, hadisleri
eleştirmek esas olmuştur. Bu da, ilimamel ilişkisi bağlamında dikkate alınması
gereken bir husustur. Klasik usûlde ise, hadislerin i‘mâline,43 yani, toplumun
yararına nasıl sonuçlar çıkarılabileceğine veya müşkil rivâyetlerin
anlaşılmasını sağlayıcı yöntemlerin nasıl geliştirileceğine yönelik gayretlerin
varlığından söz edilebilir. Bununla
bağlantılı olarak, hadislerdeki belirli konulara dair bilgilerin, tarihî
olaylarla rivâyetler arasındaki ilişkiler çerçevesinde değerlendirildiği,
geçmişe ait bilgilerin İsrâiliyat, geleceğe ait bilgilerin fitenmelâhim
bağlamında sonradan uydurulmuş kabul edildiği bir acelecilik söz konusudur.
Hâlbuki rivâyetlerle olaylar arasında bağlantı kurulmakla birlikte, bir
peygamberin gaybe ait bilgiler verebileceği de hesaba katılmalıdır. Yine, İsrâiliyat
ithâmı aceleciliğinden önce, mukayeseli tetkikler yapma hakkı saklı tutulmak
kaydı ile rivâyetin, ebedî hakikat veya ilâhî bilginin tekrarı bağlamında
değerlendiril mesi, İsrâiliyat ithâmı
ile hemen bir kenara atılmaması, bilginin Kur’ân’daki tarihî olayların
anlaşılması ve bunlardan dersler çıkarılması bağlamında değerlendirilmesi
mümkün olabilirdi.
ÇAĞDAŞ
TENKİT YÖNTEMİNİN KLASİK USUL İLE MUKAYESESİ
Yukarıda
da ifade edildiği üzere, modern çağ, insanı yani aklı öne çıkaran bir yöntem
geliştirmiş ve vahyî bilginin değerini kabul eden ve onu önceleyen İslâm
geleneğinin, rivâyete dayalı bilgiyi bütün hâlinde reddetmesini ya da akla
uygun biçimde te’vil etmesini isteyen bir tavır önermiştir. Bununla birlikte,
çağdaş müslüman aydın, sem‘î metodu bilgi edinme yolları arasında sayan İslâm
inancının bu prensibini kabul etmesine, bunun bir neticesi olarak Kur’ân’ın
verdiği bilgileri doğru saymasına rağmen, çağdaş tenkit metodolojisinin etkisi
ile, hadisler aracılığı ile edinilen bu bilgilerin kabulünde büyük sıkıntılar
çekmiştir. Yine, sem‘î metotla öğrenilen gaybî haberler, tabiatüstü/mûcizevî
olaylar inancın bir parçası olmasına rağmen, çoğu kere bu tür haberlerin
Kur’ân’da varlığı da unutularak, hadisler yoluyla bildirilen bu tür haberlerin
reddinde hayli aceleci davranılmıştır.
Esasen,
özellikle şarkiyat tetkikleri söz konusu olduğunda, çağdaşlaşma dönemi, tecrübî
bilginin öne çıktığı safha şeklinde değerlendirebilirse de, İslâm için,
metodoloji tartışmaları ile ilgili olarak işaret edilen, tecrübî ve sem‘i metot
ikilemi yoktur. Klasik dönem büyük ölçüde rivâyete dayalı bilgi çağı olarak
nitelendirilse de, İslâm bilgi edinme yolu olarak, her iki yöntemin birlikte
kullanılmasını istemektedir. Dolayısıyla hadislerin değerlendirilmesinde sem‘î
ve tecrübî metodun birlikte kullanılması araştırıcıyı en sağlıklı sonuca
ulaştıracaktır. Rivâyete dayalı bilginin, kaynağı güvenilir ve sıhhat
şartlarını taşımak kaydı ile en az tecrübî metot kadar delil değeri
vardır. Zira sem‘î bilgi Allah ve
Peygamber ile irtibatlı iken, tecrübî bilgi sınırlı ölçüde akla ve duyu
organlarına sahip insan ile irtibatlıdır. Oysa tecrübî bilgiyi öne çı karma
uğruna sem‘î metodun kıyasıya eleştirilmesi, aynı zamanda sem‘î metoda dayalı
diğer inanç esaslarını da güçsüz duruma düşürecektir. Rivâyetlerin sayısı ne
kadar çok olursa olsun, tecrübî bilgi ile çatışan bilgilerin reddedilmesi,
Kur’ân’a dayalı bilginin te’vil edilmesi ve modern zihne vahiy konusunun
izâhında büyük güçlüklerle karşılaşılması köklü yöntem değişikliği ile
alakalıdır.
Çağdaş
tenkit usûlündeki genellemeci yaklaşımın bir sonucu olarak, esasen geleneğin de
şiddetle eleştirdiği, birtakım hususları umûmileştirmek ve bu olguyu rivâyet
geleneğinin temel vasfı imiş gibi değerlendirmek de büyük yanlışlıklara neden
olmuştur. Sözgelimi uydurmacılık hâdisesi bir vâkıadır ve muhaddisler de,
rivâyet tenkidi yöntemlerini, cerh ve ta‘dil usûllerini, uydurmacılık
hareketlerinin önüne geçmek için geliştirmişlerdir. Pek tabii olarak, inancın
temeli sem‘î metoda dayandığı için, söz konusu dönemde rivâyet esaslı bir
sistem geliştirilmiştir. Buna rağmen bu vâkıayı, hadis külliyatının, bütün
hâlinde uydurulduğu iddiasına basamak yapmak son derece yanlıştır. Yine bu
bağlamda, çağdaş hadis eleştirileri sırasında ehli hadisin eleştirel tavrı göz
ardı edilmiş, tenkit, sanki modern dönemin ana vasfı imiş gibi bir yaklaşım
sergilenmiştir. Hâlbuki her bir metot,
kendi önceliklerine göre bir tenkit yöntemi geliştirmiş ve düşüncelerine
kaynaklık edecek bilgileri bu yolla test etmiştir. Kaldı ki, hadis
geleneğindeki eleştirel tavır, zamana bağlı bir uygulama değildir. Kendisini
ehil gören ve yeterli delîle ulaştığını düşünen herkes, kendisine yöneltilecek
eleştirilere açık olmak kaydı ile bu hakka sahiptir. Aynı şekilde bu kimsenin,
ilmî nitelikli çağdaş eleştirilere karşı çıkması kadar garip ve özü ile çelişik
bir durum da olamaz. Tıpkı burada olduğu gibi, çağdaş tenkit metodolojisini
benimseyenlerin de, geleneği eleştirirken, kendisinin de tenkit edileceğini dü
şünmesi gerekir. Bu anlamda, ilim ehli olmayan mutaassıp yaklaşımlar bir yana
bırakılırsa, gerekçesi ne olursa olsun, en sahih hadis kaynakları sayılan
Sahîhayn’ın da, tarih içinde muhtelif açılardan tenkide konu edilmesi bu anlayışımızın en açık tarihî
dayanaklarıdır.
Metodolojik
hadis eleştirisi yapanların usûl açısından içine düştükleri bir başka çelişki,
bir yandan hadislerin bizzat Hz. Peygamber’e ait olmayıp, sonraki yüzyıllarda
ona nisbet edilen sözler olduğunu ileri sürmeleri, bir yandan da Ehli hadîsin
rivâyetleri anlamadan ezberleyip naklettikleri, bu vasıflarını, fakihlere
hitâben söyledikleri “Biz eczacılarız siz doktorlarsınız” sözleri ile de ifade
ettiklerini söylemeleridir. İdeâl olan âlimin fakihmuhaddis olması ise de,
genelde hadis ehli himmetlerini, rivâyetleri duyduğu şekliyle nakletmeye teksif
etmişler, rivâyetlerden hüküm çıkarma, bir başka ifade ile onlardan derin
anlamlar tespit etme işini fakihle re bırakmışlardır. Tasnif dönemine kadar
rivâyetlerin yazılı ve şifahî olarak korunmasında muhaddislerin bu konudaki
titizliklerinin önemi büyüktür. Şayet bu dönemde, çağdaş münekkitlerin
söylediği gibi, Ehli hadîs de metnin muhafazasını bırakıp, onlardan hüküm
çıkarmaya önem verselerdi, bugün elimizde metinleri itibariyle sahih olduğunu
iddia edebileceğimiz bir rivâyet bulmak imkânsızlaşırdı. Bu bağlamda, esasen
hadislerin muhtevâ değişimine kapı açacak olan, Fazlurrahman’ın toplumun
dinamik yapısını korumak adına ileri sürdüğü, icmasünnet, içtihathadis
ilişkileri konusundaki iddialarıdır.
Şayet hadislerin rivâyet ve kitabeti döneminde Fazlurrahman’ın istediği
doğrultuda bir uygulama benimsense idi, esas o zaman elimizde istinbat için
elverişli rivâyet kalmazdı.
Çağdaş
tenkit metodolojisinin rivâyetler konusundaki bir yanlışlığı da, ilk devirlerde
hadislerin cem, tedvin ve tasnîfi konularında bilgi edinmek için, muhaddislere
ve rivâyet kitaplarına başvurmaktan ziyade, hadis ilminde önemli bir mevkii
işgal etmeyen şahıslara ve toplumun günlük ihtiyaçlarına çözümler üretmeye
yönelik olarak yazılan kaynaklara müracaat etmeleridir. Tasnif fikrinin bile
şekillenmediği bir dönemde, doğrudan Peygamberî bilginin kitaplaştırılması
sürecine geçilmesi, istenilen bir durum olmakla birlikte, bu tür bilgilerin
ulemânın yorumları ile birlikte kitaplaştırılması da şaşılacak bir gelişme
değildir. Tedvin ve tasnif sürecinin ilk
ürünleri olan ve merfû, mevkuf ve maktû‘ rivâyetleri bir arada bulunduran
eserlerin veya muhtevasındaki bilgilerin, tabii olmayan bir biçimde yorumlanması
ve sünnet ve ulemâ kanaatleri ile hadislerin karıştığı şeklinde bir anlayışa
dönüşmesi ancak ön kabullere/aksiyom
dayalı bir yaklaşımın sonucu olmalıdır. Kısacası, çağdaş tenkit
metodolojisinde, hadislerin aslına sâdık biçimde korunması hususunda fakihlerin
anlama çabalarına ve yoruma dayalı anlayışlarına bakarak, hadislerin
muhtevâsının Hz. Peygamber’e aidiyeti konusunda da, tedvin döneminin her türlü
rivâyeti eserlerine alan tedvin usûlüne bakarak hüküm vermişler ve buna bağlı
olarak ulaşılan sonuç da farklı olmuştur. Rivâyetleri anlama ve ondan hüküm
çıkarma usûlünden kaynaklanan hata ve eksikliklerin sorumluluğu fakihlere
aittir ve o da bunun bilincindedir ve hatta yanılma ihtimâline rağmen, anlama
ve yorumlamanın zarûretine binaen bu teşvik edilmiştir. Muhaddis ise kendisine
yanılma hakkı tanımamaktadır. Metinlerin değişmeden nesilden nesile sağlıklı
aktarılması için, yorumlama insiyatifinin râvîye verilmemesi belki daha makbul
bir gelişmedir. Hatta hadis ilminde, anlama ve yorum konusunda fakîhe tanınan
esnekliğin tam tersine, ihtiyâten rivâyetten geri durma veya değerlendirmede
katı davranma anlayışı söz konusudur. Hadis rivâyet geleneğini iyi tanıyan
muhaddislerin mana ile rivâyete karşı çıkması, hatta bazılarının mana ile
rivâyetin fazla yaygın olmadığını savunması bu sebepledir.
Çağdaş
tenkit metodolojisinde, râvîler hakkında yapılan değerlendirmelerin
sübjektifliği ileri sürülerek rivâyet geleneğinin eleştirilmesi de sık
başvurulan bir yöntemdir. Oysa rivâyet geleneğinde, râvîler hakkında yapılan
tenkitler gerek o dönemde, gerekse daha sonra ayrıntılı tenkitlere açıktır.
Geleneksel tenkidin en önemli özelliği, cerh sebebinin açıklanmış olmasıdır.
Böyle olmayan bir cerhin hükmü yoktur. Cerhin mübeyyen olması, herkesin
tenkidine açıklığının garanti altına alınması anlamına gelmektedir. Ayrıca mübeyyen cerh, cârihin müteşeddid ve
mütesâhilliği konusunda sonraki araştırmacılara malzeme sunacaktır. Modern
tenkit yöntemleri ise, sonraki tetkiklere açıklığı, mütalaa edilebilirliği ve
delillerin açıkça ortaya konması bakımından aynı fırsatı tanımamaktadır.
Yine
çağdaş hadis tenkitlerinde izlenen yöntemin aksine, Klasik dönem rical tenkidi
ilminin temel esasları, dönemin kıt imkânlarına rağmen kısa bir sürede ortaya
çıkmış ve bölgesel veya kişisel ıstılâhî farklılıklar olmakla birlikte, İslâm
dünyasının muhtelif yerlerinde hemen hemen ‘standart’ bir şekilde uygulanır
olmuştur. Elbette bunda, Hz. Peygam ber’den sonra tabii seyrinde devam eden bir
toplumsal sü reç içerisinde, aksaklıklar ortaya çıktıkça
rical tenkidi ilminin şekillenmesinin etkisi vardır. Bu anlamda Klasik
yöntemin, tamamen yıkması gereken bir toplumsal yapı bulunmamaktadır,
dolayısıyla yıkmakla değil mevcut sistemin aksayan yönlerini düzeltip, onu
yaygınlaştırmak ve usul açısından sistemleştirmek temel hedeftir. Ayrıca Klasik
dönem hadis tenkidinin sonunda hedef, güvenilir hadisleri tespitse bu tür
hadisler, uydurmaları ya da zayıf rivâyetleri tespitse bu rivâyetler, somut
eserlerde ortaya konulmuştur. Çağdaş tenkitlerde ise iki asra yakın bir
zamandır eleştiriler devam ettirilmesine rağmen güvenilir olduğu ileri sürülen
veya uydurma olduğu ileri sürülen hadisler tespit edilip toplanarak ilgililere
arz edilmiş değildir. Üstelik bütün tartışmalar sınırlı sayıda hadis etrafında
cereyân etmekte, genel nitelikli hadis tenkitleri bu hadislerden hareketle
yapılmaktadır.
Geleneksel
tenkit usûlü ile çağdaş tenkit metodu arasındaki önemli bir fark da,
rivâyetlerin anlaşılma sürecinde hüküm verme konusundaki aceleciliktir. İslâmî
yorum geleneğinde, toplumun menfaatine olmak üzere hükümlerin inşâî anlamda
değerlendirilmesi esas olduğu gibi, rivâyet hakkında kesin hükme varmadıkça
tevakkuf da bunun bir mütemmimi olarak,
hep birlikte göz önünde bulundurulmuştur. Oysa ön kabullere dayalı çağdaş
tenkitlerde, genellemeyi destekleyici birkaç malzemeden hareketle hemen sonuca
varılabilmekte, bu aceleci hüküm verme, aşırı kendine güven, geniş kitlelere
cephe alma gibi neticelerin yolunu açmaktadır.
VI. ÇAĞDAŞ HADİS TENKİDİ YÖNTEMİNİN
ZAAFİYETLERİ
Esasen
şu ana kadar genel anlamda çağdaşlaşma düşüncesi ve tenkit yöntemi hakkında
verilen bilgilerde ve ilgili değerlendirmelerde, metodolojik hadis tenkidi
yöntemlerinin zayıflıklarına da işaret edilmekle birlikte, burada, ayrı bir
başlık altında bazı hususlara ayrıca işaret edilecektir:
1. Çağdaş hadis tenkidi yöntemi büyük
ölçüde genellemelere dayalı olup, temelde tek doğrunun savunulan görüş olduğu
anlayışını benimser. Bu, Avrupa aydınlanmacılığın daki, tek doğrunun,
kendilerince önerilen olduğu düşüncesinin hadis ilmine yansımasıdır. Bu tavır
gelenekteki müspet likleri bütünü ile görmezlikten gelen, sünnetin, ilâhî ve
evrensel mesaj Kur’ân’ın bir toplumu dönüştürme modelinin ilk olarak Hz.
Peygamber ve ashâbının uygulaması olduğunu göz ardı etmenin önünü açan bir
anlayıştır. Dolayısıyla çağdaş tenkit geleneği ile ilgili olarak yapılması
gereken ilk iş, üzerindeki genellemeci ve şarkiyat araştırmalarının gölgesinde
şekillendiği suçlamasından kurtarılmasıdır.
2. Çağdaş araştırmacıların hadis tarihine
dair tetkikleri, bilgiyi olduğu gibi nakleden kaynaklara değil onları fıkhî
ihtiyaçlar çerçevesinde yorumlayan, nispeten erken dönem kaynaklara dayanır. Bu
ilgi, pek tabii olarak rivâyetlerin zamanla değişim geçirdiği kanaatinin
şekillenmesinde etkili olmuştur. Bu tutumu, doğru bilgiyi yanlış yerde arama
şeklinde değerlendirmek mümkündür. Buna göre, fıkhî yorumlara kaynaklık eden
rivâyete dayalı şifahî ve kitâbî gelenek görmezlikten gelinmiştir. Kanaatimizce yanılgıya sebep olan husus da bu
dur. Oysa tedvin dönemi hakkında sağlıklı bilgiye ulaşmak için, rivâyetleri
daha sonra hadis kitaplarında yer alan mu haddislerin şifahî geleneğine
müracaat edilmelidir.
Çağdaş
tenkit metodolojisi ya da Klasik usûlün kullanılması sonucu, aynı meselede
farklı kanaatlere ulaşılması, esas itibariyle tarihi bilgiyi anlamada
kullanılan iki farklı yaklaşımın tezahürü olmasına rağmen, çağdaş tenkit
usûlünde bu durum göz ardı edilmiş ve geleneksel malzemeden yapılan
alıntılarla, yeni sistemin doğruluğu ispatlanmaya çalışılmıştır. Öte yandan, açık
bir çelişki arz etmesine rağmen, eleştirilen kaynaktan hareketle aynı kaynağın
yanlışlığı ortaya konulmaya çalışılmış, böylelikle kaynak kullanımı ve
hükümlerde çifte standart sergilenmiştir.
3. Seçmeci ve eleştirel yaklaşımın hadis
tetkiklerinde uygulanması mümkün olmakla birlikte, bunun, geleneksel yöntemi
bütünü ile etkisiz kılmak amacıyla değil, gelenekteki yanlış anlamaları ve
yanlış anlamaya müsait noksanlıkları gidermek için yapılması gerekir. Rivâyet
malzemesinden uydurmaları veya yanlış anlamaya müsait olanları öne çıkararak,
bütün gelenek hakkında genel hükümler verilmemelidir. Eleştirel yaklaşım ve
seçmeci yöntem ilmî bir usûl olmakla birlikte, bunu yaparken hakkâniyetle
davranmak da ilmî önceliklerden birisidir. Aksi halde Fazlurrahman’ın dediği
gibi, uygun seçmelerle, tarih içerisinden birkaç türlü İslâm portresi çıkarmak
mümkündür. Yine İslâm ile önceki dinler
arasındaki benzerlikler konusunda da aceleci davranılmış, dinin ana ilkeleri
konusunda değilse bile, dinler arası benzerliklerde hemen İsrâiliyyât
etkisinden söz edilmiştir. Oysa dinler arası benzerlikler, öncelikle kaynakları
vahiy olmaları yönüyle mütâlaa edilmelidir. Zaman içinde değişmesi gereken
unsurlar dışında, inanca ve ahlâka yönelik hususların ve bunlara dair bazı
detayların birbirine benzemesi de, evrensel ilâhî hikmet çerçevesinde
değerlendirilebilir. Bütün amelî ve
i‘tikâdî ekollerce lâfzen ve mânen mütevâtir kabul edilen “Men kezebe”
hadisinin, Goldziher’in ileri sürdüğü,
metodolojik gerekçelerden hareketle, uydurma kabul edilmesi durumunda,
en azından teorik olarak, lafzen ve manen mütevâtir olan Kur’ân için de benzeri
iddialar ileri sürülebilir. Şifahî ve kitâbî anlamda bir rivâyet mahsulü olan
Kur’ân’ın da çağdaşlaşma döneminin rivâyete karşı bu tavrından etkilenmesi söz
konusudur. Nitekim bugün Batı’da, aynı tarihselci yöntemin şarkiyatçı geleneğe
mensup kişilerce, Kur’ân üzerinde de tatbik edildiği, ilim çevrelerince
bilinmektedir. Ayrıca sem‘î bilgi kaynaklarını zayıf düşürmenin yolunu
açabilecek bu yöntem, Kur’ân’ın bazı konularda verdiği bilgileri de mecâzî
kabul etmenin önünü açmıştır.
4. Toplumu yaşayan sünnet esasına göre
yeniden yapılandırmak isteyen çağdaş tenkit metodolojisinin, pratik hayata
yansıması, teoride düşünüldüğü şekilde olmamıştır. İlmî mesainin daha çok
teorik çerçevede yürütüldüğü bu usûlün ortaya çıkışından itibaren, önerilen
ideâl etrafında şekillenmiş bir toplum modeli ortaya konulmuş değildir. Oysa
sistemli bir düşünce, teorik çerçevenin uygulamaya yansımalarını ve bunun
ileride ulaşacağı noktaları öngörebilmelidir. Klasik hadis tenkit usûlü ise,
Hz. Peygamber sonrası sürdürülen yapının devamına yönelik önemli katkılar
sağlamak suretiyle, sünnet esaslı toplumsal düzenin korunmasında en etkin rolü
oynamıştır.
Çağdaş
tenkit metodolojisi kullanılarak, sistemli biçimde rivâyet geleneğine
yöneltilen küllî eleştiriler, sahih hadislerin de eleştiri kapsamına alınmasını
doğurur, hatta bu tarz tenkidin, eleştiri oklarının Kur’ân’a varan bir
yönte me dönüşmesi muhtemeldir. Ayrıca rivâyet geleneğine
yönelik küllî eleştiri, çağdaş münekkitlerin görüşlerini desteklemek üzere,
hadis ya da siyer/tarih literatüründen delil bulma girişimlerinin geçersizliği
anlamına gelir. Yine çağdaş yöntemin tarih literatüründen istifadesinin,
rivâyetlerin uydurulduğuna dair gerekçeler bulmaya dönüştürülmesi de onun
değerini düşüren bir unsurdur.
5. Çağdaş tenkit metodolojisi kullanılarak
açılan cesaret yolundan, dinî konularda ehil olmayan kişilerin de gönül
rahatlığı ile yürümesinin önü açılmış; bunun sonucunda şekillenen Hz. Peygamber
tasviri de beklentilere uygun biçimde çizilmiştir. Sözgelimi, mûcizelerden ve
gelecekten haber veren bir hadisin tarihî bakımdan sahih yolla, Hz. Peygamber’den
gelmesinin kabul edilemeyeceğinin söylenmesi,
kesin ya da tahmini bilgi türü olarak, peygamberin geleceğe dair bilgi
vermesini veya öngörüde bulunmasını kabul etmemenin sonucudur. Sem‘î delille
öğrenilmesi zarurî konularda bile, rivâyetlere itimat edilmeyip, ‘Benim bildi
ğim/tanıdığım Peygamber bunu söylemez, söylememeli’ şeklinde bir yaklaşımın
sergilenmesi bu sebepledir. Bu anlayışa göre, Hz. Peygamber, istenilen şeyleri
söyleyen istenmeyenleri de söylememiş olan bir destekçi konumuna indirgenmiş
olacaktır. Yine aynı anlayışın yansıması olarak, Hz. Peygamberin gündelik hayata
dair ayrıntılı düzenleme yapmadığı gibi bir görüş de ileri sürülebilmektedir.
Hâlbuki ondan naklen, toplum düzenine dair pek çok bilgi bize ulaşmıştır.
Çağdaş
tenkit yöntemlerinin tatbiki sırasında dikkat çeken bir karmaşa da, hadislerin
vârid olduğu zaman, mekân, şahıs ve şartların anlaşılması gerektiği düşüncesi
ile çağdaş yaklaşımlarda sıkça tekrarlanan, hadislerin söylendikleri dönemlerin
fikrî, amelî, siyasî şartlarının ürünü olduğu iddiasının arasının tefrik
edilmemesi konusundadır. İlâhî hitâbın ilk muhâtabı ve uygulatıcısı olan Hz.
Peygamber’in, içinde bulunduğu toplumun şartlarını dikkate alması kadar tabii
bir şey olamaz. Hadislerden istifade ederken bu husus mutlaka hesaba
katılmalıdır. Ancak onun bu tavrından hareketle, isteyen herkesin yaşadığı
dönemde yeni sünnetler ihdâs etme gayreti içerisinde olmasının da önü
alınmalıdır. Çağdaş münekkitlerin ileri sürdüğü, ilk döneme ilişkin iddialar ve
bunların arka plânının netleştirilmesi ile bu karmaşanın önüne geçileceği
ortadadır. Dolayısıyla, çağdaş tenkit metodolojisi ile ulaşılan iddiaların
anlaşılır tarzda ortaya konulması durumunda, bu tür yanlış anlamaya müsait
hususlar aydınlatılacak ve bilgisizce cesur adımların atılmasının önüne
geçilmiş olacaktır.
6. Çağdaş tenkit metodolojisinin genel hedeflerine
uygun düşmesi sebebiyle, hadislere yönelik umumî tenkidî değerlendirmelerde
zaman zaman sathî ve gayri ilmî bir tavır sergilenmiştir. Sözgelimi
muhaddislerin bildiği rivâyetlerin sayısı ve eserlerini kaç hadis arasından
seçip meydana getirdikleri konusu bunun açık bir delilidir. Ayrıca böyle bir
yaklaşımda kullanılan üslup ve mantık yürütme biçimi ilmî olmaktan çok, avâmî
niteliklidir. Oysa rivâyetlerin sayısı ve artması meselesi ilmî tetkiklerle
ortaya konulması gereken, hadis usûlüne dair teknik bir husustur.
Yine,
çağdaş tenkit metodolojisinde eleştiri sırasında, ferdî olayların
genelleştirildiği, aşırı örneklerden umumî kanaatlere varıldığı, makbul olmayan
ya da tanınmayan bir kişinin görüşünün genel görüş gibi sunulduğu, zayıf,
mesnetsiz rivâyetlerin delil olarak kullanıldığı, kaynaklardan delil
toplanırken parçacı ve seçmeci bir yaklaşım sergilendiği ve konunun hatta
ilgili delilin bile bir kısmının öne çıkartıldığı, metnin bütünlüğü göz ardı
edilerek delillerin istenildiği şekilde parafraze edilerek, çarpıtılarak
sunulduğu dolayısıyla yöntem olarak genel geçer bir metodolojinin
geliştirilemediği bir durum söz konusudur. Çoğu kere bu tür deliller
kullanılarak, ön kabullerle veya peşin hükümler ispatlanmaya çalı şılmıştır. Dolayısıyla çağdaş yaklaşımlarda,
açık ve anlaşılır biçimde delil kullanma metodunun ortaya konulması ve bunun
hadislerin sıhhatini tespitten, onların ahlâk, ibadet, muâmelât gibi alanlarda
toplumsal hayatın yeniden inşasında nasıl kullanılacağına varıncaya kadar
uygulama biçiminin gösterilmesi gerekmektedir.
7. Yine, çağdaş tenkitlerde, teorik
anlamda ortaya konulan metodolojiye her zaman uyulmamış, Kur’ân’ı, hadisleri ve
tarihî birikimi değerlendirirken, ileri sürülen bütünsellik ilkesi çoğu kere
ihlâl edilmiş, bu ilke, zihinlerinde tasvir edilen muhayyel bütünsellik olarak
kalmaya devam etmiştir. Zira seçmeci bir üslupla kaynaklardan derlenen
delillerin, bütünselci yaklaşımı yansıtması tartışılır kalmak durumundadır.
Dolayısıyla bu yolla ortaya çıkarılan tablo, şâz ve marjinal yaklaşımlardan
arınmış olmaktan, genel dinî yapıyı yansıtmaktan çok uzaktır. Bu, bütünsellik
adına parçacılık, yani bir anlamda metot açısından çelişki demektir.
8. Şarkiyat tetkiklerinde uygulanan
yöntemde olduğu gibi, çağdaş tenkit metodolojisinde de İslâm ve hadis
araştırmaları, büyük oranda İlâhî bir emrin ona inananlar tarafından hayata
tatbiki çerçevesinden çıkarılmış, toplumdan soyutlanmış ‘tarihsel bir kesit’
olarak ve mücerret rivâyetler bağlamında ele alınmıştır. Oysa rivâyet geleneğinin
yaygınlaşmadığı bir dönemde de o rivâyetlerin özünün fiilî uygulamaya
dönüştüğü, toplumu yönlendiren en temel unsurlardan olduğu, onların doğrudan
hayatla irtibâtının bulunduğu hep göz ardı edilmiştir.
Son
olarak; çağdaş eleştirilerin yüz elli yılı aşkın bir geçmişi olmasına rağmen,
sünnetin toplumda yeniden hayâtiyet kazanmasının adımı atılabilmiş değildir. Bu
kadar sürenin geçmesine rağmen, geliştirilmeye çalışılan çağdaş hadis tenkidi
metodolojisi hâlâ hadislerin ve rivâyet sisteminin eleştirildiği bir süreç
olmaya devam etmektedir. Yeni bakış açısı, toplumun büyük kesimini oluşturan ve
sünneti toplumda yerleştirecek olan orta seviyeli insanlara bile açık
fikirlilikle anlatılamamış, dolayısıyla, ilim ehlinin hatta konunun
uzmanlarının bile uzun mesailer harcayarak kavrayabildiği bu yöntemin XX.
yüzyılın modern insanına sünnetin evrensel boyutunu yeniden anlatma vazifesini
yerine getirmesi zor gözükmektedir.
VII. METODOLOJİYE DAİR BAZI TEKLİFLER VE
SONUÇ
Muhaddislerin
temel vasfı, günün ihtiyaçlarının zorunlu kıldığı çalışmaları tespit edip,
ihtiyaçlara cevap vermek üzere gerekli tedbirleri zamanında almalarıdır. Bu
anlamda her hadisçi çağında yaşamalı; alanı ile ilgili olarak çağının
problemlerine çözüm aramalı, sünneti çağına anlatmalı, çağın insanının hadis ve
sünnet tartışmaları konusundaki içine düştüğü sıkıntılara çözüm/cevap
üretmelidir. Bu anlamda günümüzde hadislerin ve bununla doğrudan ilgili olarak,
sünnetin karşı karşıya bulunduğu en ciddî problem sünnetin otoritesinin
sarsılması ve inananlar katındaki itibarının azaltılmasıdır. Dolayısıyla
yapılacak çalışmaların, en azından bir kısmında bu konulara ağırlık verilmesi
hadis ilim geleneğinin bir gereğidir. Bu konuları doğrudan ele almak üzere,
literatüre hadis problemleri adı altında bir bölümün eklenmesi, hatta Klasik
hadis meselelerinin bu problemler dikkate alınarak ve çağdaş yaklaşımlarda
sorulan sorulara cevaplar verilerek yeniden yazılması bir zarurettir.
Rivâyete
dayalı malzemenin sıhhatini tespite ve anlaşılmasına yönelik bütün gayretler
desteklenmeli, ancak metodolojik yaklaşımlarda sergilenen tutumun aksine, esas
gaye, eleştirmek veya bir eserin güvenilir olmadığını ispatlamak değil, inşâî
amaçla bu malzemeden nasıl istifade edilebileceğinin yollarını aramak
olmalıdır. Zira temel değerleri yıkılmış İslâm toplumunun, örnek bir model
oluşturması mümkün değildir. Şu halde, toplumsal dinamizmin sürekliliğinin
temini, ihtiyaçlara göre, aydınların yeni sünnetler ihdâs etme sinin
önünü açarak değil, belki sıhhati tespit edilmiş hadislerin ruhundan hareketle
gerçekleştirilebilir.
Çağdaş
tenkit metodolojisinin önyargılarından arındırılmak şartı ile, Klasik kaynak
tetkiklerine önem verilmesi, hadis geleneğinin bir gereğidir. Yine aynı kaygı
göz ardı edilmeksizin, rivâyet asrının ve rivâyetlerin arka plânının
aydınlatılmasına yönelik bütün gayretler desteklenmelidir. Bu anlamda,
delillerin aynı sıhhat şartlarını taşıması kaydıyla, hadis kaynakları gibi,
siyer ve megâzî literatürü de kullanılmalıdır.
Hadislerin
anlaşılmasına yönelik olarak, Klasik yöntemler kullanılmakla birlikte, dinî
literatür konusunda önyargılı olmayan her türlü ilim ve yaklaşımdan istifade
edilmelidir. Hadisleri anlama gayretleri çerçevesinde, tarih, sosyal tarih,
iktisat, iktisat tarihi, psikoloji, sosyal psikoloji, sosyal antropoloji gibi
alanlar inşâî amaçlı olmak kaydı ile kullanılmalıdır. Modern tetkik ve anlama
yöntemlerinin kullanılması, hadislerin doğru anlaşılıp toplumda uygulanmasına
yardımcı olacaksa, elbette, bu yöntemlerden istifade edilmelidir. Bu bağlamda
anlatan, anlayan, anlatılan, bağlam ve anlaşılan açısından geliştirilen yeni
yöntemler elbette önem arz et mektedir.61 Ancak bunlar yapılırken anlamaya
yönelik gayretler ile mahkûm etmeye yönelik gayretlerin tefrik edilmesi
gerekir.
Çağdaşlaşma
projesinin temel hedefi, erdemli bir toplum oluşturmak ve gerçek İslâm’ı
yeniden ihyâ etmek ise, bunun yolu, toplumun temel değerlerini toptan karşısına
almak değil, günün gelişmelerine paralel olarak, toplumun dinî içtimâî
ihtiyaçlarına, ayet ve hadislerden hareketle cevap vermektir. İçtimaî hadis
şerhçiliği de denilebilecek bu yaklaşımla, bir anlamda Hz. Peygamber ve altın
neslin (en geniş anlamıyla sünnet) Kur’ân’ı anlama, yaşama ve yorumlama
Mehmet
Görmez, “Sünnet ve Hadisin Anlaşılması ve Yorumlanmasında Metodoloji Sorunu ve
Yeni bir Metodoloji İçin Atılması Gereken Adımlar”, İslâmî Araştırmalar, X,
sayı 123, 1977, s. 3941. biçimini kitaplar arasında sıkışıp kalmaktan kurtarıp,
değişen ihtiyaçlara cevap verecek tarzda, yeniden yorumlanmasının önü açılmış
olacaktır.
Metodolojik
hadis eleştirilerinin, Avrupa’nın son iki yüz yıllık siyasî, ideolojik ve fikrî
tarihi ile doğrudan irtibatlı olduğu unutulmamalıdır. Dolayısıyla, bu
eleştirilerde dile getirilen, hadislerin arka planının anlaşılması önerisine
paralel biçimde, Batı hadis tetkiklerinin arka planının araştırılması boyutunun
da ihmal edilmemesi gerekir. Ancak bu yapılırsa, hadis araştırmalarının,
aksiyomlardan ve peşin hükümlerden uzak, pozitivist yaklaşımların gölgesinden
kurtulmuş, dinin maddî ve manevî boyutunu birlikte dikkate alan bir açılımla
yürütüldüğünden söz edilebilir.
Önyargılarından
arındırılmak şartıyla, modern tenkit metodolojisinin hadislere tatbik
edilmesinin, kanaatimce, cerh ve ta‘dil ilmi ölçüleri ile çatışan bir yanı
yoktur. Ancak, yöntemin, temel İslâmî literatürün tedvin süreci ile asla
kıyaslanamayacak olan Kitâbı Mukaddes tenkîdi etrafında şekillenmesi ve
özellikle hadis tetkikleri bağlamında küllî aksiyomlardan hareket edilmesi
dolayısıyla, kabul edilmesi de imkânsızdır. Bununla birlikte, bugünün hadis
münekkidi, çağdaş eleştirileri körü körüne reddetmek yerine, ondan istifade
etmenin yollarını da aramalıdır.
Hadis
ilmi geleneği, bir anlamda eleştiri geleneğidir. Dolayısıyla geçmişte olduğu
gibi bugün de bütün sorular sorulmalı, hadis tenkidi yapılmalı, yeni ilmî
gelişmelere ve tespitlere paralel olarak hem hadîse hem de hadis eleştirilerine
karşı tenkîdî tavır sürdürülmelidir. Bu anlamda, çağdaş dönem hadis
eleştirilerini başlangıç dönemi, yaygınlaşma dönemi ve günümüz şeklinde üç
safhaya ayırırsak; günümüzün yöntemi, eski ya da yeni ön kabullerden uzak,
modern tartışmalardan haberdar, iddiaların arka plânlarının da dikkate alındığı
ve her şeyden önemlisi müslümanca bir tavrın benimsendiği tarzda olmalıdır.
Modernleşme sürecine paralel olarak gelişen çağdaş hadis eleştirileri söz
konusu edildiğin de bu anlamda, yaygın, kabul görmüş bir tenkit
usûlü geliştirildiğinden söz edilemez.
Özellikle
çağdaş yaklaşımların yönlendirmesi ile ulaşılmış kanaatlerin sonucu olarak kabul
edilen, belirli konulara dair hadislerin sıhhati konusundaki peşin hükümlü
yaklaşımlardan geri durulmalıdır. Bu tür peşin hükümler, nübüvvet alanına
müdahale anlamına gelir. Burada sem‘î metodun benimsenmesinin zorunlu bir
neticesi olarak, takip edilmesi gereken yöntem, mevcut ve yeni bulunması
muhtemel, bütün imkânlar kullanılarak ve verilere/delile dayalı olarak
rivâyetin sıhhatini tetkik olmalıdır. Bu sağlandıktan sonra, inanan insanın
yapması gereken sadece onu kabul etmektir.
Sonuç
olarak, XIX. yüzyıldan bu yana devam eden çağdaşlaşma döneminde, İslâm toplumu
tarihinin en sıkıntılı ve problemler karşısında kendisini en güçsüz hissettiği
bir süreç yaşamaktadır. Bu süreç, aydınların içinde bulundukları açmazları fark
edip çare arama dönemi olarak nitelendirilmekle birlikte, sonuçları açısından,
henüz umut vaat eden bir çıkış yolu üretebilmiş değildir. İhtiyatlı bir
yaklaşımla, sadece hadis tartışmaları hesaba katılsa bile, bu yöntem ve anlayış
devam ettiği müddetçe, düveli muazzama karşısında her bakımdan yenik düşmüş
‘bizler’ açısından bu sürecin daha hayli zaman alacağını kestirmek kehânet
olmayacaktır.
FAZLURRAHMAN KİMDİR?
Ebubekir Sifil
Batı’nın
gösterdiği bilimsel ve teknolojik sıçrama karşısında İslâm dünyasının geri
kalmasının en önemli sebeplerinden birisi olarak, bütün kurum ve tezahürleriyle
“geleneksel din telakkisi” nin tesbit edilmesi, modernleşme maceramızın
meşruiyet temelini oluşturan unsurların başında gelmektedir.
İslâm
dünyasında mutlaka bir zihniyet dönüşümü yaşanması gerektiği noktasını müşterek
bir zemin olarak paylaşan İslâm modernistleri, bu noktadan itibaren birbirinden
gittikçe farklılaşan görüşlere sahip olmuşlardır. Kur’ân’ın günümüzde bütün
emir, yasak ve prensipleriyle uygulanamayacağını, sadece içerdiği iman ve ahlak
ilkelerinin bugüne hitap edebileceğini, diğer hükümlerin ise günün ihtiyaçları
ve eğilimleri esas alınarak yeniden düzenlenmesi gerektiğini söyleyenlerden,
Kur’ân’ın bize genel ilkeler bile veremeyeceğini, bizlerin bugün ancak genel
ilkelerin tesbiti için Kur’ân’ın ihtiva ettiği hükümlerin arka planına inmemiz
gerektiği tezini savunanlara; Sünnet’in bağlayıcı bir kaynak olarak ancak
belirli Hadis kitaplarının muhtevasıyla sınırlı tutulması gerektiğini
söyleyenlerden, Sünnet’i toplumun genel kabulleri olarak görüp, bugünkü
toplumun da kendi sünnetini oluşturabileceğini hatta oluşturması gerektiğini
ileri sürenlere kadar bir dizi görüş İslâm modernizmine kişilik veren
yaklaşımlar olarak belirmektedir.
Bu
geniş yelpaze içinde Fazlurrahman’ın oldukça kritik ve etkili bir pozisyonu
bulunduğu dikkat çekmektedir. Özellikle metodolojik (Usûl’e yönelik)
çalışmalarıyla dikkat çeken ve ağırlıklı olarak akademik camia arasında etkili
olduğu gözlenen Fazlurrahman, Tasavvuftan Hadis’e, Fıkıh’tan Kelam’a kadar
İslâmî disiplinlerin tümü hakkında yenilik çi/modernist bir yaklaşımla kelam
etmiş birisi olarak, kendisinden sonraki modernist fikirlere ilham kaynağı
olmaya devam etmektedir.
Hayatı
21
Eylül 1919’da Hindistan’ın (bugünkü Pakistan’ın kuzeybatısında bulunan) Hazara
şehrinde, dindar bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Babası Mevlana
Şihâbuddin, Diyobendî ekole mensup bir alimdi. Fazlurrahman, ilk eğitimini
babasından aldıktan ve kendi ifadesiyle 10 yaşında Kur’ân’ı ezberledikten sonra
medrese eğitimine başladı. Ailesi 1933 yılında Lahor kentine taşınınca
üniversiteye gitti. Bir yandan da babasından aldığı özel eğitimini devam
ettirdi ve 1940’ta Pencap Üniversitesi’nden mezun oldu. Aynı üniversitede
yaptığı yüksek lisansını 1942 yılında tamamladı ve aynı yıl bu üniversiteye
asistan olarak atandı.
19461949
yılları arasında Oxford Üniversitesi’nde doktora çalışması yaparken bir
taraftan da İslâm felsefesi ile ilgilendi. Bu dönem, Fazlurrahman’ın geçirdiği
zihniyet dönüşümü bakımından bir dönüm noktası olmuştur. Bunu kendisi şöyle
ifade eder: “İngiltere’de Oxford Üniversitesi’nde doktora öğrenimi yaptıktan ve
Durham Üniversite si’nde ders vermeye başladıktan sonra, daha önce almış
olduğum modern eğitim ile geleneksel eğitimim arasında bir çelişki
hissettim.1940’lı yılların sonu ile 1950’li yılların başlarında felsefe
çalışmaktan doğan ciddi bir şüphe dönemi geçirdim. Bu, geleneksel inançlarımı
darmadağın etti.”1
Doktorasını
tamamladıktan sonra Oxford’da Fars Medeniyeti ve İslâm Felsefesi hocası olarak
ders vermeye başladı; arkasından Durham Üniversitesi’ne geçti. 1958 yılında
Kanada McGill Üniversitesi’ne geçti. Burada da üç yıl çalıştıktan sonra
Pakistan’da askeri bir darbeyle yönetimi ele geçiren Eyüp Han’ın daveti üzerine
Pakistan’a gitti. Eyüp Han’a danışmanlık, İslâmî Araştırmalar Enstitüsü’nde
idarecilik ve müdürlük yaptı (19611968); İngilizce Islamic Studies ve Urduca
FikroNazar dergilerini çıkardı. Bu enstitü bünyesinde çok sayıda talebeye
dersler verdi ve yurtdışına gitme imkânı sağladı.
Burada
kaleme aldığı kitap ve makalelerde ortaya attığı görüşler dolayısıyla Pakistan
ulemasının büyük tepkisini çekti. Gittikçe artan tepkiler onu 1968 yılında
Pakistan’ı terk etmeye zorladı. Amerika’ya gitti; 1969 yılında Chigago
Üniversitesi’ne hoca olarak intisap etti ve 26 Temmuz 1988 yılında vefat edene
kadar burada İslâm Düşüncesi Profesörü olarak çalıştı.
Görüşleri
Adına
“İslâmî Çağdaşlaşma” diyebileceğimiz projesi çerçevesinde Fazlurrahman, bugün
İslâm adına elimizde bulunan ne varsa tartışılıp sorgulanması ve yenilenmesi
gerektiği fikrindedir. Bundan sadece kısmen Kur’ân istisna tutulabilir. Onun bu
alabildiğine ihâtalı “yenilenme ve değişim” teklifini başlıklar halinde şu
şekilde özetleyebiliriz:
1. Kur’ân
Fazlurrahman’ın
Kur’ân tasavvurunu iyi anlayabilmek için önce onun “vahiy” olgusuna bakışının
kavranması gerekir. Ancak Fazlurrahman’ın düşünce dünyasında vahyin ontolojik
mahiyeti pek açık değildir. İslâm kaynaklarında bildirildiği ve açıklandığı
gibi vahyin hem anlam, hem de lafız olarak Hz. Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve
sellem)’e bir melek vasıtasıyla intikal ettiği konusunda Fazlurrahman’ın ciddi
şüpheleri vardır. Kısaca ifade edecek olursak ona göre vahiy, Hz. Peygamber (salla'llâhü
aleyhi ve sellem)’in “kalbine” geldiğine göre2 vahyin bir “dış varlığı”
olduğunu ve Hz. Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem) tarafından işitilen
kelimeler halinde geldiğini söylemek doğru değildir. Evet vahyin kaynağı Allah
Teala’dır; ama aynı zamanda vahyin kelimelere dökülüşü esnasında Hz. Peygamber (salla'llâhü
aleyhi ve sellem)’in belli bir fonksiyonu da vardır. Bu fikri şöyle ifade eder:
“Sünnîlik, “Kur’ân hem tamamıyla Allah kelamıdır, hem de olağan anlamda
tamamıyla Hz. Muhammed’in kelamıdır” diyecek fikrî yeterlikte değildi. (...)
Kur’ân salt ilâhî kelamdır, fakat aynı ölçüde Hz. Muhammed’in iç kişiliğiyle de
aynı ölçüde münasebettedir. (...) İlâhî kelam, Hz. Peygamber’in kalbinden
süzülerek dışarı çıkmıştır.”
Acaba
burada Fazlurrahman, vahyin anlam olarak Allah Teala’ya, lafız olarak da Hz.
Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem)’e ait bir kelam olduğunu mu söylemek
istemektedir? Fazlurrahman üzerine yapılmış bir doktora çalışmasındaki şu ifadeler
dikkat çekicidir: “Madem Allah’ın ezelî kelamı Peygamber’e tamamen bir “dış
varlık” tarafından gelmedi veya getirilmediyse, yani bir bakıma Allah’ın ruhu
ile Peygamber’in ruhu bir “ufuk birleşimine” girdiyse, o aynı zamanda
Peygamber’in sözü olmaz mı? Fazlurrahman’ın buna cevabı “evet”tir...”4
Bu
tartışmanın temelinde vahyi Hz. Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem)’e
getiren meleğin ontolojik mahiyeti yatmaktadır. Fazlurrahman’a göre, Kur’ân’da
“Rûh min emrinâ” (Emrimizden bir ruh) olarak ifade edilen bu varlık harici ve
somut bir varlık olamaz. Çünkü yukarıda işaret edilen eşŞu’arâ ayeti, vahyin
Hz. Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem)’in kalbine indirildiğini
belirtmektedir. Harici bir varlığı olan meleğin Hz. Peygamber (salla'llâhü aleyhi
ve sellem)’in kalbine inmesi/girmesi söz konusu olamayacağına göre buradaki
“Ruh”a başka bir anlam vermek gerekecektir. Öyleyse o, Adil Çiftçi’nin
tabiriyle “melek, götür getirici “dışsal bir varlık” değil, Peygamber’in
zihninde oluşturulan bir dinamik temsilciliktir ve tamamen “soyut”tur...”
Fazlurrahman’ın
vahiy anlayışı bağlamında mutlaka zikredilmesi gereken bir diğer önemli nokta
da, daha önce Salman Rüşdi’nin Şeytan Ayetleri isimli çalışması dolayısıyla
gündeme gelmiş olan “Garanik hadisesi” ile ilgili görüşüdür. Fazlurrahman’a
göre bu hadise tarihen sabittir, onun sübu tunu kabul etmek Kur’ân’a uygundur.
İşte bu konuda söyledikleri:
“Mekkeliler
uzlaşma önerilerini sunmadan önce, belli başlı akidelerde Peygamber ile
müzakere yapmak istediler. Eğer Muhammed onların tanrılarını insan ve tanrı
arasında aracı olarak kabul ederse ve belki de tekrar dirilme fikrini
kaldırabilirse, onlar da Müslüman olabileceklerdi. Tekrar diriliş konusunda
uzlaşma olamazdı. Aracı tanrılar konusunda ise İslâmî gelenek şunları söylüyor:
Habeşistan’a göç sırasında, oluşum halindeki İslâmî toplum büyük sıkıntılar
içinde iken Peygamber bir kez bu tanrılar lehine konuşmuş, 53. sureden
uzlaşmaya işaret eden bazı ayetler zikretmiştir. Fakat bunlar çok kısa bir süre
sonra feshedilmiş; şeytanî ayetler olarak şiddetle tenkit edilmiş ve şu an
Kur’ân’da bulunan ayetler onların yerini almıştır.
“Birçok
günümüz müslümanı, Muhammed’in bu tür sözler sarf ettiği rivayetini reddeder;
fakat Kur’ân’ın ışığında olaya bakacak olursak bu, pekala mümkün de olabilir.”
Fazlurrahman’ın
burada iki hayatî hatası göze çarpmaktadır:
1. “İslâmî gelenek” dediği Hadis, Tefsir
ve Tarih kitaplarının hiçbirinde, müşriklerin putlarının (Lat, Menat ve Uzza)
övüldüğü cümlelerin Kur’ân ayeti olduğu ve sonradan başka ayetlerle neshedilip
değiştirildiği söylenmemiştir. Hatta bu cümlelerin Kur’ân ayeti olması bir
yana, Hz. Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem)’in ağzından çıktıklarını
ifade eden güvenilir bir tek rivayet dahi mevcut değildir. Bu, İslâmî geleneğe
yapılmış büyük bir iftiradır!
2. Kur’ân açısından bakıldığında böyle bir
olayın mümkün ve vaki olduğu konusunda en küçük bir işaret dahi bulmak mümkün
değildir. Kur’ân, bir ayete önce “ilâhî kelam” olarak yer verip, sonra onu
“şeytanî ayet” olarak tavsif etmek gibi bir tutarsızlık ve saçmalıktan mutlak
olarak beridir. Dolayısıyla bu da Kur’ân’a yapılmış daha büyük bir iftiradır!
Fazlurrahman’ın,
yine Adil Çiftçi’nin deyişiyle “sıkıntılarla dolu” olan vahiy anlayışını bu şekilde özetledikten
sonra, onun, Kur’ân’ın bizden ne istediği konusundaki görüşlerine geçebiliriz:
Fazlurrahman’a
göre Kur’ân, temelde ahlakî ilkeler içeren bir kitaptır ve onun çağrısının
esası ahlakîdir. Bu da Kur’ân’ın ihtiva ettiği hukukî hükümlerin bile ahlakî
çerçevede anlaşılması gerektiğini ifade eder. Bir diğer deyişle Kur’ân’ın ahkâm
ayetleri bizler için bugün somut hükümler değil, bu hükümlerin gerisinde
bulunan ahlakî ilkelerin esas olduğunu anlatır.
Kur’ân’ın
tarihselliği (içerdiği hükümlerin Hz. Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem)
dönemine mahsus olup bugün aynen uygulanamayacağı) tezinin alt yapısını teşkil
eden bu anlayışı Fazlurrahman şöyle ifade etmektedir: “İslâmî çağdaşçılığın bir
anlamı varsa, o da kesinlikle şeriatın muhtevasının değişime, büyük ölçüde ve
çok yönlü bir değişime tabi tutulması gerektiğidir. Bu makalede belirtildiği
şekilde değişim ilkesi kabul edilirse bu faaliyet hiçbir şeyle
sınırlandırılamaz; hatta Kur’ân’ın kanun koyan ayetleri dahi bu yeni yorumun
kapsamı dışına itilemez. Bu ilkenin tek sınırı ve gerekli çerçevesi, Kur’ân’ın
sosyal gayeleri, temel ve ahlakî ilkeleridir.”
Çünkü
özel olarak Fazlurrahman’a, genel olarak İslâm modernistlerine göre Kur’ân VII.
Yüzyıl Arabistanı’nda nazil olduğu için, içerdiği somut hükümler de o topluma
yönelik olmalıdır. Günümüz modern insanı ve toplumuyla o dönemin insan ve
toplumu arasında, İnsanî özellikler bakımından büyük farklılıklar vardır. O
dönemin insanı hayli “ilkel” ve “geri” olduğu için Kur’ân’ın hukuki hükümleri
onları “yola getirecek” tarzda gelmiştir. Fazlurrahman bu durumu şöyle ifade
eder: “Kur’ân, Allah’ın ezelî kelamı olmakla beraber yine de öncelikle belli
bir sosyal yapıya sahip olan muayyen bir topluma hitap etmektedir. Hukukî
açıdan ifade edecek olursak, bu toplum ancak o kadar ileri götürülebilirdi,
daha fazla değil.”
Ona
göre “Kur’ân’da az sayıdaki “yasama ile ilgili” ayetler de Arap toplumunun örfü
ve tatbikata ilişkin kuralları ile bağlantısı içinde doğmuştu.” Dolayısıyla Kur’ân’ın somut yasama ihtiva
eden ayetleri tarihseldir ve bugün aynen tekrarlanamaz.
Herhangi
bir meselenin Kur’ânî çözümünü elde etmek için yapmamız gereken iki yönlü bir
hareket bulunduğunu söyleyen Fazlurrahman, bu iki yönlü hareketi şöyle ifade
eder: “Birincisi, nazil olduğu zamanın konu ile ilgili mevcut toplumsal
şartlarını göz önünde tutarak, Kur’ân’ın somut olayları işleyişinden, bir bütün
olarak Kur’ân’ın hedeflediği genel ilkelere doğru hareket etmektir. İkincisi,
bu genelleme düzeyinden günümüzde geçerli olan konu ile ilgili mevcut toplum
şartlarını göz önünde tutarak şu anda uygulanmak istenen özel yasamaya doğru
hareket etmektir.”
Bunun
anlamı ve açılımı şudur: Kur’ân’ın herhangi bir olaya hüküm getirirken hangi
esasları göz önünde bulundurduğunu tesbit etmek için, ilgili Kur’ân ayetinin
nazil olduğu özel olayı ve toplumsal şartları inceleyerek buradan bir genel
ilke çıkarmak şeklindeki birinci hareketin ardından günümüze gelerek, somut
hüküm vermek istediğimiz olayı, toplumsal şartlar ve diğer hususları dikkate
alarak incelemeli ve daha önce elde ettiğimiz genel ilkeyi bu
somut olaya nasıl uygulayabileceğimizi araştırmalıyız.
Tabii
olarak bu durumda varacağımız sonuç, ilgili ayetin öngördüğü somut hüküm ile
bağdaşmayabilecektir. Ama Fazlurrahman’a göre bunun bir önemi yoktur. Önemli
olan o hükmün arkasındaki genel ilkeyi hayata geçirmektir.
Ancak
burada cevaplandırılması gereken önemli sorular bulunmaktadır:
1. Kur’ân’ın herhangi bir özel olaya
getirdiği somut hükmün değişken olduğu önkabulü Kur’ân’a dayanmakta mıdır? Bir
diğer deyişle Kur’ân, içerdiği herhangi bir hüküm hakkında, “Bu hüküm
geçicidir. Aslolan bu hükmün arkasındaki ilke ve gayedir. Şimdilik bu hüküm vaz
edilmiş olsa da bir zaman sonra değiştirilebilir ve o genel ilke doğrultusunda
başka bir hüküm konabilir” anlamına gelebilecek bir şey söylemiş midir?
2. Yüce Allah, bizim kısmen tesbit
edebildiğimiz birtakım gayeler gözeterek belli bir hükmü emretmişse bu, ilke
ile hüküm arasında kopmaz bir bağ olduğunu gösterir. Bir diğer deyişle bizim,
aynı gayeden hareketle başka bir hüküm öngörmemiz, “Allah’a rağmen” hüküm
koymak anlamına gelmeyecek midir?
3. Bizim öngördüğümüz hükmün muradı
ilâhîye uygun olacağının garantisi nedir?
İlgili
somut olayın arkasındaki ilkeyi tesbit etmenin yolu nedir? Burada karşımıza ilk
olarak ayetin kendi ifadesi çıkmaktadır. Kur’ân’daki her hüküm ayeti için bir
genel ilke zemini düşünemeyeceğimize göre
ikinci iş olarak Kur’ân’ın bütününü göz önünde bulundurmak gerekecektir.
Bu aşamada ise karşımıza çıkacak olan, sadece “adalet”, “doğruluk”,
“hakkaniyet”... gibi soyut ilkeler değil, aynı zamanda “Allah’ın rızası”,
“kulluk/itaat”, “imtihan”... gibi olgulardır. Bunların sadece “sosyal
gayeler”le sınırlı bir “ilke arayışı” faaliyeti için pek de elverişli zeminler
olmadığı açıktır.
İlke
tesbiti için başvuracağımız bir diğer kaynak da “nüzul sebebi”ni anlatan
rivayetlerdir. Ancak aşağıda da göreceğimiz gibi Fazlurrahman rivayetlerin çok
büyük ölçüde Hz. Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem) döneminden sonra
“formüle edildiğini” (“uydurulduğunu” demiyor. Oysa arada hiçbir fark yoktur)
savunmaktadır. Eğer böyleyse nüzul sebebini anlatan rivayetlere niçin
güvenelim? Fazlurrahman bu tür rivayetlere güvenilebileceğini söylemek
suretiyle kendisiyle çelişmekte dir.13
2. Sünnet
Fazlurrahman
“Sünnet” kavramını “Nebevî Sünnet” ve “Yaşayan Sünnet” şeklinde ikiye ayırarak
kullanır. Nebevî Sünnet, Hz. Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem)’e ait
olduğu bilinen ve somut ve detaylı hükümlerden çok genel ilkeler ihtiva eden
kısımdır. Nicelik olarak hadislerde anlatıldığı kadar olmayıp, sınırlıdır.
Yaşayan Sünnet ise Hz. Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem)’den sonra İslâm
toplumunun benimsediği genel gidişat, içtihadlar, örf vesairenin
şekillendirdiği uygulamalardır. Nebevî Sünnet sabit iken Yaşayan Sünnet
değişkendir ve Yaşayan Sünnet, Nebevî Sünnet’in ruhu esas alınarak
oluşturulmuştur.
Bu
konuda şöyle der: “İlk dönemin kadıları, fakihleri, te orisyenleri ve
siyasileri Nebevî modeli (Sünnet) Müslümanların ihtiyaçlarını göz önünde
bulundurarak yorumlamışlardır. Her nesilde ortaya çıkan malzeme, Yaşayan
Sünnet’i oluşturmuştur. Şu halde Hadis, Yaşayan Sünnet’in sözlü bir biçimde
yansımasından başka bir şey değildir. (...) Yaşayan Sünnet, sadece genel Nebevî
Modeli değil, aynı zamanda bu modelin sürekli İctihad ve İcma faaliyeti
sayesinde bölgelere göre değişiklik arz eden yorumlarını da içermiştir. İşte
Bk.
Allah’ın Elçisi ve Mesajı, 53, 111.
bu
sebepledir ki, Yaşayan Sünnet’te birçok farklılık ortaya çıkmıştır.”
Goldziher
ve Schacht gibi müsteşriklerde gördüğümüz “Living Tradition” (Yaşayan Gelenek)
kavramının uyarlanmış bir şekli olan “Yaşayan Sünnet” tabiri Fazlurrahman’ın
Sünnet anlayışında temel bir yer tutar. Ona göre her toplum kendi Yaşayan
Sünnet’ini oluşturmak zorundadır: “Her ne kadar geçmişteki atalarımızın Yaşayan
Sünneti Kur’ân’ın ve Hz. Peygamber’in ilk dönemlerde cemaat içinde
gerçekleştirdiği faaliyetlerin sağlıklı ve başarılı bir yorumu, bizler için
dersler içerse de, kesinlikle aynen tekrarlanamaz.”
3. Hadisler
Fazlurrahman’a
göre yukarıda da geçtiği gibi hadis rivayetlerinin büyük çoğunluğu Hz.
Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem) döneminden sonra formüle edilmiştir;
dolayısıyla onların lafız olarak Hz. Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem)’e
aidiyeti iddia edilemez. Bu konuda şöyle der: “Yine şu hususa kesin gözüyle
bakabiliriz: İlk dönemlerde Hadis’lerin büyük bir kısmı, Nebevî Hadis (Hz.
Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem)’e ait olduğunda şüphe bulunmayan
hadisler)’in tabii olarak az olması sebebiyle Hz. Peygamber (salla'llâhü aleyhi
ve sellem)’e değil de sonraki nesillere dayanmaktadır.”
Yine
bu konuda, yukarıda da zikrettiğimiz “İlk dönemin kadıları, fakihleri,
teorisyenleri ve siyasileri Nebevî modeli (Sünnet) Müslümanların ihtiyaçlarını
göz önünde bulundurarak yorumlamışlardır. Her nesilde ortaya çıkan malzeme,
Yaşayan Sünnet’i oluşturmuştur. Şu halde Hadis, Yaşayan Sünnet’in sözlü bir
biçimde yansımasından başka bir şey değildir” dedikten sonra şunları ilave
eder: “Şu halde Hadis, bu Yaşayan Sünnet’in sözlü bir biçimde yansımasından
başka bir şey değildir. (...) Gerçekten de Hadis, bizzat Müs
lümanlar
tarafından ifade ve görünüşte Hz. Peygamber’e isnad edilmiş özdeyişlerin
toplamıdır.”
Hadislerin
büyük çoğunluğunun Hz. Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem)’den sonra
ortaya çıktığını iddia eden Fazlurrahman, bizzat Müslüman alim, kadı ve yöneticiler
tarafından yürütüldüğünü söylediği “hadis formüle etme” faaliyetinin, “hadis
uydurmak” olmadığı görüşündedir. Gerekçesi de şudur:
“Dikkat
edileceği üzere, biz Hadis’i genelde tam olarak tarihî (yani Hz. Peygamber (salla'llâhü
aleyhi ve sellem)’e ait) kabul etmemekle birlikte onunla ilgili olarak “Mevzu”
ya da “Uydurma” terimlerini kullanmadık; ama onun yerine “ifade etmeformüle
etme” terimini kullandık. Çünkü Hadis, söz olarak Hz. Peygamber’e ulaşmasa da,
ruhu kesinlikle ulaşmaktadır.”
Burada
İslâmî kaynaklara kesinlikle onaylatılamayacak bir iddialar demeti göze
çarpmaktadır:
1. Hz. Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve
sellem)’e ait olan hadisler “tabiî olarak” azdır.
2. Hadis külliyatının büyük çoğunluğu
sonraki nesiller tarafından formüle edilmiştir.
3. Hadisi “formüle etmek” le “uydurmak”
arasında fark vardır.
Birinci
maddedeki “tabiî olarak” ifadesini tırnak içine almamız sebepsiz değildir. Zira
Fazlurrahman’a göre Hz. Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem) esasen çok
gerekmedikçe insanların işine karışmayan, hatta “içine kapanık, çekingen ve
yakışıksız bir durum sergilediği hakkında herhangi bir kanıt yok ise de
kadınlardan hoşlanan birisidir.”
Buradaki
peygamber telakkisi, bir “Müslüman”ın değil, daha çok İslâm’a karşı önyargı ve
kin duygularıyla kalem oynatan bir müsteşrikin kaleminden çıkmış gibidir
ve herhangi bir kaynağa dayanması şöyle dursun
tamamen vehim ve hayal ürünüdür.
İkinci
maddede yer alan iddia, yine müsteşriklere ait bir iddia ile karşı karşıya
olduğumuzu gösteriyor. Hatta bu, Herald Motzky gibi çağdaş bir müsteşrikin,
Goldziher ve Schacht’a güçlü delillerle itiraz ettiği en önemli hususlardan
birisidir. Bugün artık bu konunun ciddiye alınabilir bir yanının olmadığını bir
müsteşrik bile söyleyebiliyorken, İslâm kaynaklarından asla refere edilemeyecek
böylesi iddialara tutunmak Müslüman araştırmacılar için “züll” olmaktan başka
bir anlam ifade etmez.
Üçüncü
maddeye gelince, tam anlamıyla trajikomik bir iddiadan ibarettir. Zira uydurma
hadisler hakkında kaleme alınmış onlarca eserden herhangi birisinde bir kısım
hadisler için Hadis imamlarından nakledilen “Anlam olarak doğrudur, ama Hz.
Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem)’e aidiyeti sabit değildir” gibi
ifadelere rastlamak son derece kolaydır. Bu da Fazlurrahman’ın, “hadis formüle
etmek”le “hadis uydurmak” arasında fark bulunduğu yolundaki sözlerini ve bu
sözlerin gerekçelerini tamamıyla geçersiz kılmaktadır.
4. Kelam
Tarih
içinde varlığı müşahede edilen Ehli Sünnet’iyle, Ehli Bid’at’ıyla bütün
mezhepleri, aralarında herhangi bir ayrım yapmadan belli ölçülerde “Kur’ân’dan
sapmış” hareketler olarak niteleyen Fazlurrahman, bu konuda şunları
söylemektedir:
“İslâmî
bir Kelam’ı yeniden oluşturma yolunda atılacak ilk adım İslâm’da Kelam
alanındaki gelişmelerin tarihi bir tenkidini yapmaktır. Bu tenkid daha önce de
ifade ettiğim gibi İslâm’daki çeşitli kelamî düşünce ekollerinin Kur’ân’ın
dünya görüşünden ne ölçüde sapmış olduklarını açığa cıkaracak ve yeni bir
Kelam’a doğru bize yol gösterecektir.”
Fazlurrahman, Akaid/Kelam ile ilgili yazılarında Ehli Sünnet’i, itidal ve
dengeyi muhafaza eden ve temel hamlesi itibariyle doğru olan bir hareket olarak
tavsif etmekle birlikte, yer yer oldukça ağır ifadeler kullanarak suçlamaktan
da geri durmaz.
Hatta
başından beri İslâm Ümmeti’nin ana gövdesini teşkil etmiş olması dolayısıyla
belki de en çok yüklendiği fırka, Fırkai Nâciye (Ehli Sünnet) olmuştur. Şöyle
der:
“Eğer
bir akidenin görevi kendi genel ve geniş çerçevesi içinde dinî gelişmelerin yer
alabilmesini sağlayacak şekilde dindar bir topluma bir tür anayasa temin etmek
ise, o zaman Sünnî İslâm ahlakî gerginliğin yalnız bir tarafına ağırlık vermek
suretiyle ahlakî ilkeleri ilgilendirdiği kadarıyla bu görevi yapma imkân ve
kabiliyetine sahip olmadığı gibi, gerçekte bizzat Kur’ân’ın kendisine de belli
bir yere kadar ters düşmektedir.”
Sünnî
akide mezheplerinden bilhassa Eş’arî mezhebine ağır hücumlar yönelten
Fazlurrahman, bir yerde şöyle der:
“İslâm
dünyasının çok büyük bir kısmının mutlak hakimi olan ve aralarında Gazalî ve
Razî gibi İslâm düşünce tarihinin dev isimlerinin de yer aldığı
perestişkârlarının, gerçekten bir şeyi “yapan” sadece Allah olduğu için,
insanın gerçekten değil sadece mecazi olarak bir fiilin faili olabileceğini
isbat etmek için, her zaman yeni delilleri bulma konusunda birbir leriyle
rekabet ettiği bir Kelam sistemi hakkında bir kimse ne söyleyebilir?!
“Çağdaşçılık
öncesi “Yeniden Dirilişçilik”in ve çağdaşçı lığın itibar ve şerefi şuradadır
ki, bu bin yıllık kutsal ahmaklığı kökünden yıkıp...”
Ehli
Sünnet’e hücum ettiği hususların başında “ka der/takdir” inancı ve fiilleri
Allah Teala’nın yaratması ile kulun “kesbetmesi” meselesi gelmektedir. Kimi
zaman yanlış anlamadan, kimi zaman da gereği gibi araştırma yapmamaktan kaynaklanan hatalara düştüğü görülen bu ve
benzeri hususlar teknik ayrıntılara sahip olduğu için bu konulardaki görüşlerini
detaylı olarak vermekten sarfı nazar ediyoruz.
5. Tasavvuf
Fazlurrahman’ın
üzerinde önemle durduğu bir diğer saha da Tasavvuftur. Tasavvufun, “Bizzat
Hıristiyanlığın etkisinde kalmış olan Şii kaynaklardan” etkilendiğini ileri
sürer ve Sufiler’in, “kendi tutumlarını
meşru göstermek için birtakım sözler ortaya atıp, tarihi açıdan tam anlamıyla
uydurma ve hayal ürünü olan bu sözleri Hz. Peygamber’e atfettiklerini” söyler.
Ona
göre Tasavvuf, özellikle hicrî 3. yüzyıldan itibaren ayrı ve başlıbaşına bir
sistem olarak dinin karşısına çıkmıştır. “Sufîliğin, velilik kavramında
peygamberliğe paralel bir özellik görmesi ve peygamber tarafından vaz edilmiş
olan dinin karşısına bir rakip olarak çıkması üçüncü/dokuzuncu yüzyılda
“Hâtemü’lEnbiyâ” sözüne karşı “Hâtemü’lEvliyâ” fikrinin ortaya atılmasıyla
açıklık kazanmıştır.”
Onun
Tasavvuf ve Sufiler hakkındaki diğer bazı tesbitleri de şöyledir:
“Sufizm
başlangıçta cemaat içindeki siyasî ve mezhebî mahiyetteki bazı gelişmelere
karşı ahlakî ve ruhanî bir karşı çıkış idi. Ancak işler (...) sertleşince
Sufizm ortaya bir halk dini hareketi olarak çıkmış ve altıncı ve yedinci
asırlardan itibaren kendine özgü adetleriyle kendini sadece din içinde bir din
olarak değil, aynı zamanda din üzerinde bir din olarak onaylamıştır.” “Gerçek şudur ki, onikinci asırdan, halk
tarikatlarının kurulmasından beri, ilk heyecanı ile dolup taşan, kendini
telkin, kendi kendine telkin gibi sistematik teknikler vasıtasıyla ifade eden,
hem asılsız bir yığın hurafeyi destekleyen hem de onlar tarafından desteklenen
kitle dini, İslâm’ı dünyanın bir ucundan diğer ucuna kadar harap etmiştir.”
“Aslında
sufizmin insanın bazı temel dinî gereksinimlerine cevap verdiği kuşkusuzdur.
Gerekli olan, bu zorunlu unsurları ayırmak, onları coşkusal ve sosyolojik
enkazdan kurtarmak ve böylece onları tek bir bütün, tek bir örnek olan İslâm’a
yeniden dahil etmektir.”
Eserleri
Öldüğünde
geriye, tümü İngilizce olan 11 kitap, 68 makale, 4 ansiklopedi maddesi ve 16
kitap tanıtım yazısı bırakmıştı. Kitaplarından 5’i Tarih Boyunca İslâmî
Metodoloji Sorunu, İslâm, Ana Konularıyla Kuran, İslâm ve Çağdaşlık, İslâm
Geleneğinde Sağlık ve Tıp adlarıyla çevrilmiş bulunmaktadır. Makalelerinden bir
kısmı da Allah’ın Elçisi ve Mesajı ve İslâmî Yenilenme adlarıyla kitaplaştırılarak
yayımlanmıştır. Ayrıca İslâmî Araştırmalar dergisi, Ekim 1990 sayısını
Fazlurrahman özel sayısı olarak çıkarmış, İstanbul Bü yükşehir Belediyesi de
2223 Şubat 1997 tarihinde Fazlurrahman’ın görüşlerinin tartışıldığı bir
sempozyum düzenlemiş; sempozyumda sunulan tebliğler, İslâm ve Modernizm: Fazlur
Rahman Tecrübesi adıyla kitaplaştırıl mıştır.
Sonsöz
İslâm
Modernizmi’nin temsilcilerinden biri, belki de en önemlisi olan Fazlurrahman’ı
kısaca tanıtmak maksadıyla kaleme aldığımız bu yazı, elbette onun fikir
dünyasını tam olarak ve ayrıntılarıyla aksettirmek iddiasında değildir. Temel
bazı konulardaki yaklaşımlarını ana batlarıyla aktarmaya çalıştığımız
Fazlurrahman’ın fikir ve düşüncelerini detaylı olarak öncelikle kendi
eserlerinde aramalıdır.
Onun
belli başlı konulardaki düşünceleri hakkında yukarıda yaptığımız kısa tahliller
de elbette yeterli değildir. Fazlurrahman’ın İslâmî ilimlerin hemen tamamı ve
tarihsel tecrübe hakkında kalem oynatmış bir düşünür olduğu dikkate
alındığında, fikirleri üzerinde daha geniş bir şekilde durulması
kaçınılmazdır. Her ne kadar bazı
yazarlar tarafından genel olarak “ılımlı” bir tavra sahip olduğundan söz edilse
de, bize göre Fazlurrahman’ın “köktenci” bir şahsiyet olduğunu söylemek hiç de
abartı sayılmaz. Şu ana kadar Türkçe’ye tercüme edilen eserleri yeterli kanıt
sunsa da, bu kanaatimiz, onun diğer çalışmalarının da dilimize çevrilmesiyle
daha güçlü biçimde doğrulanacaktır.
FAZLURRAHMAN’IN VAHİYLE İLGİLİ GÖRÜŞLERİ VE BU GÖRÜŞLERİN TENKİDİ
Ali Kuzudişli*
Vahiy
konusu, Müslümanların Yunan felsefesi ile karşılaşmasından bu yana, en çok
tartışılan konular arasında yer almıştır. Hz. Peygamber döneminde, vahyin
mahiyeti üzerine müşrikler tarafından yapılan bir itiraza rastlamamaktayız. Bu,
onların vahiy hakkında, İslâmî İnançlar’a paralel bazı inançları olduğunu
göstermektedir. Ayrıca Kur’ân’da yer alan bir ayet, özel olarak Yahudilerin
vahiy inançları hakkında bize bazı ipuçları vermektedir.
“De
ki Cebrail’e düşman olan kimse Allah’a düşmandır. Çünkü Kur’ân’ı Allah’ın
izniyle, kendinden öncekini tasdik ederek, yol gösterici ve inananlara müjdeci
olarak, senin kalbine, O indirmiştir.”
Müfessirlerin
ortak açıklamasına göre, Cebrâil’e düşmanca duygu besleyenler
Yahudilerdi.2
Hz.
Peygamber Dönemi’nde müşriklerin ve Ehli Kitab’ın itirazları, vahyin
mahiyetinden çok, onun niçin Muhammed gibi birine geldiği veya niçin bu şekilde
inzal edildiği üzerine yoğunlaşıyordu.
İslâm Dini’nin, İbrahim Dini üzere olması Benî İsrâîl Peygamberleri’nin
kullandığı dili kullanma sebebiyle, Müslümanlar’la Ehli Kitap ve onların
komşuları olan müşrikler arasında kavram ve sembollerin anlaşılamaması problemi
yaşanmadı.
Müslümanlar’ın
Yunan Felsefesi ile tanışmalarından sonra, doğrudan olmasa da dolaylı olarak
vahye dayanan tartışmalar başladı. Ebu
Zekeriya erRâzî (ö. 313/925), vahyi ve nübüvveti tamamen inkâr edip, yerine
aklı koyarken , Farâbî (ö. 339/950), ılımlı davranıp akıl ve vahyin
çelişmediğini ispatlamaya çalışmıştır.
İbn Sina (ö. 428/1037) ise kapsamlı bir düşünce orataya koymuş, ne
erRâzî gibi vahyi tamamen inkar etmiş, ne de Farâbî gibi, nispeten teslimiyetçi
bir tavır sergileyip, onu olduğu için kabul etmiş; bunların yerine vahye akılcı
açıklamalar getirmeye çalışmıştır.
Filozoflar
peygamberliğin irsî veya kazanılmış olduğu meselesini tartışmışlardır. Farâbî,
peygamberleri amelî hikmete sahip saydığı için, ona göre nazarî ve amelî
hikmetleri birleştiren kâmil bir filozof, peygamberden üstündür.
Ayrıca
bir de peygamberin felsefî ve ilâhî hakikati halka dînî bir sembolizm ile
anlattığını söylediği için onun peygamberlik nazariyesi tam bir
intellectualism'e dayanıyordu. Halbuki İbn Sinâ’ya göre peygamberler, arifler
ve sıddîklardandır. (Bu meselede İbn Sinâ’da gnosticisme izleri görülüyor.) Onlarda
alimlerde bulunmayan üstün bir kabiliyet, kutsal bir sezgi gücü
(elKuvvetü’lKudsiyye) vardır. Bu onun “Faal Akıl” ile temasa gelmesini temin
eder. Başkalarının zihinle kavrayamadıkları hakikatleri onlar, bu sezgi gücü
ile kavrar. İnsan aklı bu üstün derecede kutsal akıl olmuştur. Vahiy bu kutsal
gücün bazı müstesna insanlara verilmesinden (feyz) ibarettir. Melek bu fezeyân
halindeki kudrettir ki onun vasıtasıyla yüksek hakikatlerle temasa gelinir.
Peygamber
haberleri melekler yardımıyla alır. Melekler maddeden ayrı “akıllar”
(elMüfarakât) ’dır. İbn Sinâ Kur’ân’a dayanarak “Kutsal Ruh (erRûhü’lKudsî)” ve
“Sadık Ruh (erRûhu’sSadîk)” tabirlerini kullanır. Ona göre, kutsal akıl sahibi
olan peygamber, âdî ilimden gnosis (el ma’rife) derecesine yükselir. Bu derecede
bilgi, yalnız ariflere ve peygamberlere mahsustur.
İbn
Sinâ’ nın bu yaklaşımı, uzun yıllar sonra, Avrupa’daki Rönasans ve Reform
hareketlerinin etkisi ile İslâm dünya sında başlayan akılcılık akımının takipçileri
tarafından yeniden gündeme getirilmiştir.
Fazlurrahman’da
İbn Sinâ’nın etkilerini açık bir şekilde görmekteyiz. Onun vahiyle ilgili
görüşlerine geçmeden önce bu kelimenin Kur’ân’da nasıl kullandığına kısaca
bakalım.
Vahiy
kelimesi aslında “gizli işaret”, “mesaj”, “birinin kalbine bir şey ilhak etmek”
gibi anlamlara gelmektedir. Istılah
olarak vahiy denildiğinde, bundan Allah’ın, kullarından seçtiği kimselere
dilediği talimatlarları ve öğretileri özel bir şekilde bildirmesi veya bildirilen
bu talimat ve öğretilerin kendisi anlaşılmaktadır. Kur’ân’da vahiy bu ıstılahî
anlamın dışında da kullanılmıştır. Örneğin; Allah’ın arıya , Hz. Musa’nın
annesine, arza ve semâya vahyetmesi şeytanların kendi yandaşlarına
vahyetmesi gibi. Bu çeşit vahiyler her
zaman peygamberlere gelen vahiyden ayrı tutulmuştur.
a. Hz. Peygambere vahiy, çeşitli
şekillerde geliyordu. Bunlar içinde en dikkat çeken iki şekil şudur: Sadık
Rüyalar: Hira mağarasında ilk vahiy gelmeden önce Hz. Peygamber, sadık rüyalar
görmeye başlamıştı. Sadık rüyalarla, yaşanılan hayatta gerçekliğe kavuşan
rüyalar kastedilmektedir. Rivayet edildiğin göre Hz. Peygamber bir rüya
gördüğünde, o mutlaka gerçekleşirdi.”
b. Cebrâil aracılığıyla vahiy gelmesi:
Vahiy meleği Cebrâil, bazen kendi sûretinde, bazen de görünmeksizin, çan sesine
benzer bir sesle, Hz. Peygambere vahiy getirdi.
Rüya
yolu ile gelen vahiyden, bazı peygamberlerin kıssalarında da söz edilmektedir.
Fazlurrahman,
vahiy konusunu açıklarken önce Cebrâil hakkında bazı değerlendirmelerde
bulunur:
“Melek
kelimesinin dar anlamda vahiy olarak kullanılması, aslında pek uygun değildir.
Çünkü Kur’ân onu, en azından Peygambere tasvir ederken, hiçbir zaman “melek”
tabirini kullanmamıştır. Aksine, devamlı ya “Ruh” ya da “Ruhâni elçi”
tabirlerini kullanmıştır.
Bundan
sonra o, meleklerin Allah’ın emirlerini yerine getiren, insanların hayatlarını
bitirme görevinden, Allah’ın arşını tutma görevine kadar çeşitli işleri yapan
semâvî varlıklar olduğuna değinir; bu meleklerin, Hz. İbrahim, Lût gibi bazı
peygamberlere gönderildiği, hatta cesaret vermek için, müminlere indirildiğini
zikreder. Ancak, ona göre bunların hiç biri vahiy meleği değildir. Yine ona göre, her
ne kadar Allah’ın, Hz. İbrahim, Lût, ve Musa ile doğrudan konuşmuş olduğu
Kur’ân’da zikredilmiş olsa da, nihayette o, “Allah, emrinden olan ruhu,
kullarından dilediğine indirir” ve
“melekleri, kullarından dilediğine emrinden ruh ile indirir.” buyurmaktadır. Onun açıklamasına göre,
Kur’ân’ı vahiy olarak getiren ruh, Hz. Meryem’in hamile kalmasına sebeb olan
ruhun aynısıdır. O der ki:
“Hz.
Muhammed’e vahiy elçisi olarak gönderilenin, bu ruh olduğundan şüphe yoktur.
Yukarıda gördüğümüz gibi, Mekkeliler, sık sık “Muhammed’e bir melek indirilmesi
gerekmez miydi?” diye soruyorlardı. Kur’ân ise, meleklerin insanlara, insan
sıfatıyla gönderilmeyeceğini belirtmiştir. Bazen de Kur’ân, onlara korku vermek
amacıyla, şöyle cevap vermiştir: “İyi bilsinler ki, biz melekleri, ancak hak
ile indiririz. O zaman kendilerine asla göz açtırılmaz.”212 Bu yüzden
Peygamberimize vahiy için melek gönderilmediği kesindir. Zira O’na vahiy,
Ruhu’l Emin olarak da tasvir edilen Ruhu’l Kudüs tarafından getirilmiştir.
Fakat yanlış anlaşılmasın, bu ruh ile melekler tamamen farklı varlıklar
değildir. Sadece şu kadar söyleyebiliriz ki; bu ruh, meleklerin en üst derecesi
ve Allah’a en yakın olanıdır. (...) Her ne olursa olsun, Kur’ân yine
meleklerle, Kutsal Ruh’u birkaç yerde aynı ibarede beraber kullanmaktadır.
Fazlurrahman’ın
bu ifadeleri çelişkili görünmektedir. O, meleklerle Ruhu’l Kudüs’ün arasını
müphem bir şekilde ayırmakla bu Ruh’un, Hz. Peygamberin şuûrunda beliren bir
ses olduğu yorumuna kapı aralamaktadır: “Herhalde Ruh, Peygamberin kalbinde
oluşan ve ihtiyaç olduğu zaman vahiy şekline dönüşen bir kuvve, bir duyu veya
bir araç olarak yorumlanabilir. Fakat bu ruh, Allah tarafından
indirilmektedir.”
“Hiç
şüphesiz, vahiy Allah’tan sudûr etmiştir ama diğer taraftan Muhammed’in
şahsiyeti ile derinden ilgilidir. Bu durumda vahiy elçisinin tamamen harici
olduğunu ileri süren görüş doğru olarak kabul edilemez. (...) O halde Kur’ân
salt ilâhî kelamdır, fakat aynı ölçüde Hz. Muhammed’in iç kişiliği ile yakından
münasebettedir. Ancak Hz. Muhammed’in ilişkisi bir kayıtta olduğu gibi mekanik
bir şekilde anlaşılamaz. İlâhi kelam Hz. Muhammed’in kalbinden süzülerek dışarı
çıkmıştır.”
“Kur’ân
hem tamamıyla Allah kelamıdır, hem de olağan anlamda tamamen Hz. Muhammed’in
kelamıdır. (...) Başka bir deyişle Sünnilik, Kur’ân hem tamamıyla Allah
kelamıdır hem de olağan anlamıyla tamamıyla Hz. Muhammed’in kelamıdır, diyecek
fikrî yeterlikte değildi. Kur’ân her iki hususu da kabul etmektedir. Çünkü
vahiy Hz. Muhammed’in kalbi üzerine geldiğine göre, nasıl onun dışında
olabilir?”
Biz,
buna benzer düşünceleri bazı filozoflarda da görmekteyiz. Fazlurrahman’ın bizzat
kendisi, İbn Sinâ’yı anlatırken der ki:
“...
Yunanlılar, Müslümanların anladığı anlamda peygamberlik ve nübüvvete dayalı
vahiy gibi kavramlara alışık değildi. Bu bulanık ve işlenmemiş ve birbiriyle
irtibatı olmayan malzemeyi geliştirerek itina ile işlenmiş, kapsamlı ve
berraklaşmış bir nübüvvet teorisi kurup, Hz. Muhammed’in şahsiyetini yorumlamak, öyle herhangi bir
dehanın üstesinden geleceği türden bir şey değildi, ama bu Müslüman filozoflara
düşüyordu. (Özellikle İbn Sina’ya, çünkü her ne kadar Farâbî, bu konuda öncülük
etmişse de onda, başta peygamberliğin aklî ve mucizevî yönleri olmak üzere
bütün unsurlarını bulamıyoruz. ) Aklî seviyede nübüvete ait vahyin zarureti,
Aristo’nun, bazı insanlar kafasında bir kıyas kur maksızın orta terime
dayanarak tesadüfen sonuçlar çıkarırlar, şeklindeki işaretine dayanan bir
delille ispatlanır. İbn Sinâ bu küçük işarete dayanarak, tamamen sezgisel
tecrübeye dayanan bir teori kurar. İnsanlar sezgi kabiliyetlerinin gerek
nitelik ve gerekse niceliği yönünden büyük ölçüde değiştiğinden ve bazı
insanlar neredeyse ondan mahrum oldukları halde diğer bazılarının buna yüksek
derecede sahip olmasından dolayı, gerçeklikle tam bir temas kuran, nadiren ve
istisnaî olarak onunla donatılmış bir insanın bulunması gerekir. Bu insan
dışarıdan hiç eğitim almaksızın, kendi tabiatı icabı bazı soru ve sorunlar
hakkında, sezgisel bir tecrübe sahibi olabilen, fakat realiteyi kavramasına
yarayan temas daima kısmi kalan ve asla tam olamayan umumi çizgideki
düşünürlerin aksine hakikatin deposu haline gelebilir. Bu kapsamlı kavrayış
daha sonra kendisini, gerçekliğin mahiyeti hakkında gelecek tarih hakkında
önermelere dönüştürür; o aynı anda hem akli hem de ahlakîmanevidir ve bundan
dolayı nübüvvet tecrübesi gerek felsefi, gerekse ahlaki ölçüleri tatmin
etmektedir. Bu yaratıcı kavrayışın temelleri üzerinde hakiki peygamber, yeni
ahlaki değerler kurar ve geleceğin tarihini etkiler. Bu kavrayışa eşlik eden
psikolojik ahlakî sonuç derin ve sarsılmaz bir kendine güvendir ve peygamberin
doğru bilgi ve yerinde ahlaki yargı vermek için kendi kudretine olan inancıdır:
Kendisine inanmalıdır ki, başkalarına kendini inandırabilsin ve böylece dünya
karşısındaki vazifesini başarabilsin. Bu kavrayış, yaratıcı bilgi ve yaratıcı
değerler, İbn Sinâ tarafından faal akıl olarak isim lendirilir ve vahiy meleği (Cebrail) ile
özdeşleştirilir. Şimdi peygamber, peygamber olarak faal akıl ile özdeştir; ve
bu özdeşlik söz konusu olduğu sürece faal akıl, aklı müstefad olarak
isimlendirilir. Fakat Peygamber beşer olarak faal akılla özdeş değildir. Vahyi
veren şu halde, bir anlamda peygambere nispetle onun içinde, bir başka anlamda,
yani ikinci durumda bir beşer olmasına nispetle de onun dışındadır. Buradan
hareketle İbn Sina; “Peygamber, özü itibariyle değil, arizî olarak faal
akıldır.” der. (...) İstisnai bir gücü olan muhayyile özelliğiyle bir peygamber
zihni psikolojik bir tazyikin zorunluluğu altında, tamamen aklî hahikatleri ve
kavramları öyle hayati imajlara ve öyle güçlü sembollere dönüştürür ki, bunları
duyan ya da okuyan biri sadece onlara inanmakla kalmaz, derhal onlara göre
davranmak mecburiyeti duyar. (.) Bu sembolleştirme ve telkin etme, ruh ve
peygamberin aklı üzerinde faaliyet gösterdiğinde sonuçta peygamberin ruhu, neyi
düşünüyor ve tasarlıyorsa onların öyle kuvvetli ve canlı hayalleri ortaya çıkar
ki, o gerçekten işitmeye ve görmeye başlar. Meleği “görmesi”nin “sesini
işitmesi”nin sebebi budur”.
Fazlurrahman,
İbn Sinâ’nın bu görüşlerini, vahiyle ilgili olarak ortaya koyduğu düşüncelerde
kullanmıştır. Her ikisinin vahiyle ilgili düşüncelerindeki benzer noktaları
daha çarpıcı bir biçimde ortaya koymak üzere, Fazlurrahman’ın kendi
görüşlerinden bir alıntı yapacağız:
“Bu
olayda (vahiyde) hissedilen durum (experience), ruhanî olduğu için, tasvir
edilen nesneler, maddi nesneler
olamaz.
Fakat şurası da unutulmamalıdır ki ruhanî bir durum (spritual experience),
şiddetle yoğunlaşırsa, kişi ile nesneler arasındaki uzaklık tamamen kalkar ve
bütün her şey apaçık görülür. Sesler işitilir seçilir bir durum alır. Böylece
içten gelen ruhânî his, somut bir şekil kazanır. Peygamberimizin hissettikleri
kalbî (veya manevî) şeyler nevinden olmasına rağmen, bu hisleri doğrudan
kelimelere dökülmüştür. Çok kuvvetli olan bütün ruhânî hislerde durum aynıdır.”
Ruhanî
durumun yoğunlaşması, daha çok Hint dinlerinde ve daha sonraları tasavvufi
akımlarda çokça kullanılan bir argümandır. Sûfiler bu durumlarına “hâl”
demektedirler. Fakat şunu önemle vurgulamak gerekir ki; hiçbir mutasavvıf,
yaşadığı hallere, her ne kadar, onun Allah katından bir bilgi veya bir sezgi
olduğuna dair telmihlerde bulunmuşlarsa da hiçbir zaman vahiy dememişlerdir.
Gerek
İbn Sinâ’nın ve gerekse Fazlurrahman’ın dediğine göre, Hz. Peygamber, içten
gelen ruhânî bir hisle soyut olan şeyler üzerine yoğunlaşmış ve bu sayede
meleği sanki somut bir şeyi görür ve duyar gibi görmüş ve duymuştur.
Bu
şekil bir açıklama tarzına Batılı bazı yazarlarda da rastlamaktayız. Örneğin
Watt der ki:
“Şunu
hemen söyleyeyim ki ben, Kur’ân’ın bir anlamda ilâhî insiyatifin bir ürünü
olduğunu dolayısıyla vahiy eseri olduğunu kabul etmekteyim. “Bir anlamda”
tabiri ile maksadımın ne olduğunu, incelememiz esnasında açıklığa kavuşacağını
ümit ediyorum.”
“Bu
tecrübenin (vahiy tecrübesinin) belli başlı özellikleri şunlardır:
1. Hz. Muhammed, kalbinde veya şuûrunda
bir takım kelimelerin varlığından haberdardı.
2. Bu kelimeler, Hz. Muhammed’in
düşüncesinin ürünleri değildi.
3. Hz. Muhammed, bunların melek diye
adlandırılan bir dış kuvvet tarafından zihnine yerleştirildiğine inanmaktaydı.
4. Bu kelimelerle ifade edilen mesajı asıl
gönderen Allah’tır. Bu dört özellik Kur’ân’da anlatılan bütün vahiy tarzlarında
mevcuttur. Fakat burada dikkate alınması gereken iki önemli husus vardır: Her
şeyden önce madde 1’de söz konusu edilen kelimelerin Hz. Muhammed, her nasılsa
bir yerden duymuş ve böylece onlar onun zihninde yer etmiş olabilir. Madde 3’te
dışarıdan geldiği kabul edilen varlık her zaman bir melek olarak tasavvur
edilmemiş olabilir. Belki de vahyin en önemli özelliklerini üç ana maddede toplamak
mümkündür: Hz. Muhammed’in zihninde bulunan kelimeler; peygamberin bu
kelimelerle ilgili kendi düşüncesinin yokluğu; ve bu kelimeleri Allah’tan
geldiğine inanma.”33
“Şimdi
burada şöyle bir soru ortaya çıkmaktadır: Temel tecrübeyi oluşturan bu sözler
veya kelimeler, Hz. Muham med’in şuuruna nasıl ulaştı? O, bu sözlerin kendi
düşüncesinin bir ürünü olmadığına kesinlikle inanıyordu. Bizim, onun bu
konudaki, samimiyetinde şüphemiz yoktur: Modern görüşü savunan biri için cevap
pek zor değildir: Bu sözler Hz. Muhammed’e kendi şuuraltından gelmektedir. Ne
var ki böyle bir cevap, soruyu yeniden dile getirmekten başka bir şey değildir.
Onun tartışma konusu probleme ilave ettiği tek şey bu sözlerle Hz. Muhammed
arasında şöyle veya böyle bir münasebetin daha onlar peygamberin şuurunda iyice
yer etmeden önce bile, var olduğunu söylemiş olmasıdır. Bu görüş, gelenekleşmiş
İslâmî görüşle, şu şekilde birleştirilebilir: Melek bu sözleri önce Hz.
Muhammed’in
şuuruna yerleştirdi; daha sonra onlar buradan şuur
üstüne çıktı. (...) Burada benimsenen görüş genel çizgileriyle, Jung’un
görüşüdür. Bu görüşe göre, gerek fertlerin rüya ve hayallerinde, gerekse
toplumun dini mitoslarında, şuuraltından şuurüstüne çıkan şey beşeri
faaliyetlerin kaynağı oluşturan libidodan veya hayat enerjisinden gelmektedir.
Fertteki libido, kısmen ferdin kendine has bir özelliği kısmen de kendisi ile,
içinde yaşadığı toplum ve nihayet kendisi ile topyekün insan soyu arasındaki
ortaklaşa yaşanan bir özellik olmaktadır. Libodo’nun başkalarıyla ortak olunan
bölümüne Jung, “kolektif alt şuur” demektedir. Bir çok dini mitos ve dogmalar,
özellikle dinlerin çoğunda görülen “kahramanlık, önder, ilâhî çocuk, bakire” ve
benzeri figürler hep bu kolektif alt şuurun faaliyetine atfedilmektedir. Bu figürlerin
tapınma konusu olmaları halinde, insan, içinde bir fiziki gücün serbest
kaldığını, başka zamanlarda yapması mümkün olmayan birçok şeyi şimdi kolaylıkla
yapabildiğini görür. Kısacası Jung’un görüşüne göre, dini fikirlerin çoğu,
kolektif alt şuurdan, şuur seviyesine çıkan fikirlerdir; dini amellerin çoğu
ise, fikirlere verilen şuurlu bir karşılıktan doğar.”
Watt’ın
yaklaşımı ile Fazlurrahman’ın yaklaşımı arasında benzer noktaların bulunduğu
gözden kaçmamaktadır. Watt, Jung felsefesinden hareketle, Hz. Peygamberin iç
dünyasında, maşerî vicdanın (kolektif şuûr) etkisi ile bir takım şeylerin
uyandığını Fazlurrahman ise vahyin Ruhu’l Kudüs olarak O’nun kalbine girdiğini
söylemektedir. Bu durumda onun Watt’a ters düştüğü nokta, vahyin
şuûra/şuûraltına nasıl yerleştiğidir.
Fazlurrahman
bu yüzden vahiy konusuna getirdiği yorumda Cebrâil’e de farklı bir yer bulmak
zorundaydı. Onun Cebrâil hakkındaki düşüncelerini kendi ifadelerinden
izleyelim: Nahl Sûresi’nin ikinci ayetinde vahiy ruh olarak nitelendirilmektedir:
“Allah
’ın kendinden bir ruh ile kullarından dilediği kimselere, onların benden başka
ilah olmadığını, dolayısıyla benden korkmalarını bildirmeleri için, melekler
indirir.”
Bu
ayetten hareketle Fazlurrahman der ki:
“Ruhun
min emrinâ” terkibinin “emrimizin ruhu” (The Sprit Of Our Commant) olarak
tercüme edilmesi daha doğrudur. Bu emir, Kur’ân’ın Levhi Mahfuz dediği şey
olmalıdır. İşte ruh veya kutsal ruh bu ana kitabın veya emrin özünden gelip
peygamberlerin kalbine girerek vahyi teslim ederler veya ruh buradan Allah’ın
emri ile melekler tarafından peygamberlerin kalplerine indirilir. (...)
Kur’ân’ın öz olarak söylemek istediği Allah’ın peygamberlerinin veya insan olan
elçilerin her varlığın en son kaynağı olan bir varlıktan çıkan ve bu
peygamberlerin kalbini eşyayı normal insanların görüşünden daha farklı bir
şekilde görmelerini ve bilmelerini sağlayan nur ile dolduran özel ve olağan
üstü bir gücün alıcıları olduklarıdır. Bu güç aynı zamanda bütün bir insanlığın
veya toplumların hayatına yön veren ve yaşayışlarını değiştiren belli bir
davranış tarzını seçmelerinde onlara kesin karar verdirir. Bu ebedî ve hep
canlı olan ruh, bütün varlığın ve hayatın kudretinden (agency) başka bir şey
değildir.”
Fazlurrahman
koyu harflerle yazdığımız cümlede Allah’ı mı yoksa Watt’ın “hayat enerjisi”
dediği şeyi mi kastetmektedir? Fazlurrahman’ın Ruhu’l Kudüs ve Cebrâil ile
ilgili açıklamalarına bakarak buna karar vermek oldukça zordur.
Kur’ân
bütünlüğü göz önüne alınarak meseleye yaklaşıldığında açıkça görüleceği üzere vahiy;
Hz. Peygamber’in hariçteki bir hadise hakkında kanaatının teşekkül etmesi gibi,
normal bir şuur süreciyle, ilâhî bilginin onda teşekkül etmesidir.
“İşte
bizim vahiyde göstermek istediğimiz hususiyet bu dur ki, O’nu bir şahsın ruhi faaliyetlerinin
dışında, deruni hallerinin üstünde, apayrı bir planda tespit eder mevcut tek
psikolojik rabıta, Hz. Peygamberin vahiy hakkında, normal akli vetire içinde
vahyin ilâhîliği hakkında sarsılmaz kat’iyete ulaşmış bulunmasıdır.”
Kur’ân’da,
Allah’tan gelen vahiy ile, Hz. Peygamberin kişisel irade ve faaliyetlerinin
arasının kesin bir çizgi ile ayrılmış olduğunu görmekteyiz. Hz. Peygamber,
kendisine gelen vahyi olduğu gibi alıyordu. Onda herhangi bir değişiklik
yapmaya yetkili değildi. Ona vahyin gelişi Fazlurrahman’ın da dediği gibi bir
kayıt cihazındaki gibi olmasa da, vahyin geldiği anda, Hz. Peygamber onu içinde
buluyor ve gelen şeylerin vahiy olduğuna dair kuşkusuz bir bilgiye sahip
oluyordu. Onun, vahyi içinde bulunması, bir iç doğuş veya insanın şuuruna
ansızın doğan bir sezgi değildir. Vahiy ilham, saniha ve ferasetten ayrı bir
şeydir. İlham kelimesi, vahyi ifade
edebilmek üzere, ona psikolojik bir mana verebilmek için kullanılmasına rağmen
vahiy, hiçbir psikolojik unsur ihtiva etmemektedir. İlham tam tersine her ne
kadar bazı psikolojik unsurlar ihtiva etse de, peygamberde hasıl olan
durumların ve şartların hiçbirisini ihtiva etmemektedir. Buna göre vahiy, Hz.
Peygamberin kanaatı ve Kur’ân’ın objektif verileriyle intibak halinde olabilmek
için düşünülmemiş hatta hiç düşünülemez bir mevzuda “kendiliğinden bilgi”
manasını iktisab etmek gerekir. Binaenaleyh bu cins bir hadiseyi ancak kendine
mahsus vahiy kelimesiyle anlatmak en doğru olanıdır. Vahyin bu hususiyetleri,
vahyi alan şahsın gözünde o kadar sarahatle belliydi ki, vahiy olayının
objektifliği üzerinde en küçük bir gölge bile görmü yordu.39 O, daha önceden
kalbine yerleştirilen şeyleri de hatırlıyor değildir. Çünkü bu takdirde onun
adı yetenek veya doğuştan gelen kuvvetli sezgi olurdu. Bu takdirde vahyi şöyle
tarif etmek mümkündür:
“Vahiy,
bir aracı yoluyla veya aracısız olarak Allah, katından olduğuna kesinlikle
inanmak (yakin) suretiyle, kişinin nefsinde bulduğu irfandır.”40
“Kur’ân’da
vahiy, olabildiğince canlı bir şekilde ifade edilmiştir. Vahiy meleği
Cebrâil’in Hz. Peygambere vahiy getirmesi, o anda cereyan eden bir hadise
olarak anlatılmaktadır:
“Hâ,
Mîm, Ayn, Sin, Kâf... Aziz ve Hakim olan Allah, sana ve senden öncekilere işte
böyle vahyeder.”41
Ayetlerin
nasıl vahyedildiğinin ifade edilmesinden önce, hece harflerinin getirilmiş
olması, onun harf harf vahyedildiğine işaret etmektedir. Ayrıca diğer hurûfu
mukâtaadan sonra da, doğrudan Kur’ân’dan bahsedilmesi, bu yorumu
güçlendirmektedir.42
Bir
başka ayette vahyin canlılığı, daha açık bir şekilde gözler önüne
serilmektedir:
“Onu
ezberlemek için dilini hareket ettirip (dudaklarını kıpırdatıp) durma! Onu
ezberletmek ve okutmak bize aittir. Kur’ân’ı okuduğumuz zaman, onun okunuşunu
dinle!”
Hz.
Peygamber, vahyin gelmesi esnasında, onu ezberlemek, unutmamak için, Cebrâil’le
beraber kendisi de okurdu. Allah ona kalbini ve kulağını vahye vererek
susmasını, dinlemesini emretti ki, bu sayede vahyi alabilsin”
Ayetin
gözler önüne getirdiği tablo şudur: Cebrâil, Allah’ın, Hz. Peygambere vahyettiği
ayetleri okuyor... Ancak Peygamberliğinin ilk günlerinde olan Hz. Peygamber,
dinlediği ayetleri unutma korkusu içindedir. Bu yüzden ayetler ona okundukça, o
da dudakları kıpır kıpır, onları tekrar etmektedir. Halbuki onun korku duyması
gerekmiyordu; çünkü ayetleri vahyeden Allah, onların korunmasını da üzerine
almıştı. Bu ayetlerden, vahyin, fiilen, o anda Hz. Peygambere indiğini
anlamaktayız.
Kur’ân,
Hz. Peygamberin kalbine bir kerede yerleştiril memiştir. “Gerçekten vahiy,
peygamber psikolojisindeki “vahiy inme” denilen rûhi hal zamanına tekabül
etmektedir. Bilhassa tesbit etmiş bulunuyoruz ki, bu müddet esnasında Hz.
Peygamberin iradesi o an için tamamen elinden gitmekte, o kadar ki ter boşanan
ve sarsılan yüzünü örtmeye bile muvaffak olamamaktaydı. (...) Şuuru ve iradesi
elinden alınmış bir benliğin bu inzâli düşünceleri hazırlayabileceğini farz
etsek bile kısacık vahiy inme müddeti içinde bu fikirlerin hazırlanma ve
emredilmeleri için gerekli zamanın esasen mevcut bulunmadığı ayrı bir
gerçektir.”
Vahyin
gelmesi esnasında Hz. Peygambere bir ağırlık çöküyor, soğuk günlerde bile
alnında terler birikiyordu. Hz. Peygamberde sadece vahyin indiği zamanda
görülen bu ruh hali, onun ashabı tarafından da vahin geldiğine işaret olarak
biliniyordu. Halbuki iç doğuş olarak açıklanan ruh hali, insan şuuruna bir anda
doğan ve üzerinde düşünülüp işlenmesi gereken bir anlık bir kıvılcımdır. Ayrıca
insan şuurunda bir düşüncenin belirlenmesinde, bunun vücut üzerine bir tazyiki
söz konusu olmaz.
Hz.
Peygamber, yaşam süreci içerisinde vahyin gecikmesi yüzünden birkaç kez zor
durumda kalmıştı. Örneğin “İnkitai vahiy” (vahyin kesilmesi) olayında Hz.
Peygamber çaresizlik içinde kalmıştı.
Eğer Fazlurrahman’ın dediği gibi vahiy Hz. Peygamberin şuuruna
yerleştirilmiş olsaydı, böyle bir olayın yaşanmaması gerekirdi. Çünkü onun
içinde bir kuvve olarak hazır olan vahiy, hayatının en sıkıntılı günlerini
yaşadığı o zamanda çünkü O’na inanmayanlar, O’nun bu haliyle alay ediyorlardı
mutlaka şuûr üstüne çıkardı.
Buna
benzer bir olayı da Hz. Peygamber, eşi Aişe’ye iftira atıldığı zamanda yaşadı.
Hz. Paygamber Beni Mustalik oğulları gazvesinden dönerken Hz. Aişe defi hacet
için ayrıldığı ve bu ara gerdanlığının kaybolduğunu fark etmesiyle başlayan
yoldan alıkoyan bir dizi engeller sebebiyle kafileden geri kalmış, onun o
zamanlar fazla kilolu olmaması sebebiyle tahtırevanı taşıyanlar onun içinde
olmadığını fark etmeyip yola devam etmişler. Ordunun arkasından gelen Safvan b.
Muattıl sabaha karşı onu uyurken bulmuş, onun gelişini duyan Hz. Aişe, hemen
yüzünü örtmüş (o zaman henüz örtünme ayetleri inmemişti.) Safvan onu devesine
bindirerek, kendisi de devesinin yularını tutarak Medine’ye gelmişler. Hz. Aişe
diyorki: “İşte o zaman aleyhimde söylenenler söylendi.” Bu skandal ile Medine
yaklaşık bir ay çalkalandı. Bu süre içinde dedikodular çoğaldı, insanların
içlerinde gizledikleri, bastırdıkları kıskançlıklar, kabile hamiyetleri
ayaklandı. Evs ve Hazrec kabileleri neredeyse birbirine gireceklerdi. Bir çok
kadın ve erkek sahabilerin içinde kuşku uyandı ve bunların bir bölümü bu olayın gerçek
olduğunu sanıp Aişe hakkında ileri geri konuşmaya başladılar. Bir aydır vahiy
almamış olan Hz. Peygamber, bu skandal ortaya çıkmasından beri Hz. Aişe’nin
yanına uğramamıştı. Toplum içinde konuşulanlar ve bu konuda ayet inmemiş
olması, sonunda Hz. Peygamberi, Hz. Aişe’ye şu sözleri söyletmeye kadar itti:
“Ey Aişe, senin hakkında bazı şeyler duydum. Masum isen Cenabı Hak senin
masumiyetini ispat edecektir. Fakat adetin olmadığı halde bir kusur işledinse
istiğfar et, tövbe et. Kul kusurunu itiraf eder, sonra tövbe ederse Cenabı Hak
onun tövbesini kabul buyurur.”
Durumun
ne kadar nazik olduğu ortadadır. Peygamber eşine yapılan bu iftira bütün bir
İslâm toplumunu bir ay boyunca derinden sarsacak boyuttaydı. Hz. Aişe elbette
günahsızdı. Eğer vahiy Hz. Peygamberin şuurunda bir kuvve olarak hazır
bulunsaydı, onun ortaya çıkması bu kadar uzun süre almazdı. Ayrıca Hz.
Peygamberin yukarıdaki sözünden de anlaşılacağı gibi vahiy gelinceye kadar bu
olay hakkında lehte ve aleyhte bir şey söylememiş, hatta bir ayın sonunda Hz.
Aişe’ye tövbe yolunu hatırlatmıştır. Eğer vahyi alma iradesi onun elinde ve bu
kuvve kendi içinde olsaydı, onun suçsuz olduğunu olayı patlak verdiği anda
kesin bir bilgiyle bilir ve bu konuda Allah’ın vahyini şuurunda saklı olan
yerinden alıp insanlara ilan eder ve her türlü dedikoduyu baştan keserdi.
Bununla
birlikte Fazlurrahman, bazı müsteşriklerin, Hz. Pegamber’in saralı olduğuna
dair görüşlerini reddeder ve Hz. Peygamberin vahiy tecrübesi sırasında normal
bir ruhî bedenî hayata sahip olduğunu söyler. Fazlurrahman, tarih boyunca
dışarıdan gelen bu gibi itirazlar sonucunda Müslümanların yeni savunma
biçimleri geliştirdiklerini, bunların bazılarının Müslümanların kendilerini
tehdit ettiği söyler. Ona göre bu savunmalardan biri de özellikle Ehli Sünnetin
vahyi ve vahiy meleğini somut olaylar şekline büründürmüş olmalarıdır:
“Bu
durumda Hz. Peygamber ve vahiy ile ilgili olarak, onun şuurunun normal olduğu
görüşü, çok daha sonraları Ehli Sünnet tarafından teşvik görmüş, ve hatta
açıkça ifade edilmiştir. Bunun, vahyin objektifliğini (nesnelliğini) korumak
amacıyla Melek’in bir dış varlığı olduğunu yada Ses’in dışarıdan geldiğini
güvenceye aldığı sanılmıştır. Böyle bir teşebbüs, bize başlangıçta zihnen
olgunlaşmamış gibi görünebilir ama akidenin teşekkül halinde olduğu bir sırada,
bu adımı atmak, özellikle akılcılarla tartışmalara girişmek için zorlayıcı
nedenler bulunuyordu. Daha sonraları geniş ölçüde kabul gören pek çok hadis
ortaya çıktı. Bu hadislerde Hz. Muhammed, Cebrâil ile halk huzurunda konuşur
bir şekilde gösterilmekte ve Cebrâil’in görünüşü, canlı bir şekilde tasvir
edilmektedir. Kur’ân’daki “Ey Muhammed, apaçık Arap diliyle uyaranlardan olman
için, onu (Cebrâil’i) senin kalbine gönderdik”
ayeti bu hususa aykırı düşmekle birlikte, Cebrâil’in ve vahyin bir dış
varlığa sahip olduğunu ileri süren bir fikir, Müslümanların genelinin zihninde
öylesine kökleşmiştir ki, gerçek durum buna karşı bir küfür teşkil eder.”
Kanaatimizce
Fazlurrahman bu sözlerle şöyle demek istemektedir: Ehli Sünnet, filozofların,
vahyi bir iç benliğin büyümesi olarak açıklayan tezlerine karşılık, vahyin Hz.
Peygamber’den tamamen bağımsız olduğunu ispatlamak için, onun bir dış
varlığının olduğunu sarahaten ifade etmiş, hatta bu uğurda birçok hadis vaz’
etmiştir.
Fazlurrahman’ın
bu yorumuna katılmamız mümkün gözükmemektedir. Çünkü her şeyden önce vahyin dış
varlığının olduğunu anlatan ifadeler, bizzat Kur’ân’da bulunmaktadır. Yukarıda
buna dair örnekler vermiştik. Kur’ân’da sadece Hz. Peygamber ile ilgili değil,
diğer peygamberlerle ilgili olarak tıpkı hadislerde olduğu gibi,
canlı ve ayrıntılı tasvirler yapılmıştır. Örneğin; Hz. Musa ile ilgili olarak:
“Musa’nın
haberi sana ulaştı mı? Hani o, bir ateş görmüş ve ailesine : “Bekleyin, eminim
ki bir ateş gördüm, belki size ondan bir meşale getiririm veya ateşin yanında
bir rehber bulurum.” demişti. Oraya vardığında, kendisine, “Ey Mu sa”diye
seslenildi. “Muhakkak ki ben , evet ben senin Rab binim. Hemen pabuçlarını
çıkar, çünkü sen kutsal vadi, Tuvâ’dasın! Ben seni seçtim. Şimdi vahyedilene
kulak ver. (...) şu sağ elindeki nedir ya Musa?” O dedi ki: “o benim âsâmdır;
ona dayanırım, onunla davarlarıma yaprak silkelerim; benim ona başkaca
ihtiyaçlarım da vardır.”Allah ona:” yere at onu ya Musa”dedi onu hemen yere
attı, bir de ne görsün, hızla sürünen bir yılan! Allah buyurdu: “Al onu korkma!
Biz onu ilk haline sokacağız. Bir de elini koltuğun altına sok ki bir başka
mucize olmak üzere o, kusursuz ve lekesiz bir beyazlıkta çıksın. ”
“Kitapta
Meryem’i de an. Hani o ailesinden ayrılarak doğu tarafından bir yere
çekilmişti. Meryem, onlarla kendi arasına bir perde çekmişti. Derken biz ona
ruhumuzu gönderdik de o, kendisine tastamam bir insan şeklinde göründü. Meryem
ona: senden, çok esirgeyici olan Allah’a sığınırım; eğer Allah’tan sakınan bir
kimse isen. ” dedi. Melek: ben yalnızca sana tertemiz bir erkek çocuk
bağışlamak için (gelen) Rabbi nin bir elçisiyim, dedi. Meryem: “Bana insan eli
değişmemişken benim nasıl çocuğum olabilir? dedi.”
Bu
ayetlerden vahyin bir dış gerçekliği olduğunu, peygamberin vahiy alma
esnasında, vahyi getiren melek ile doğrudan muhatap olduğunu anlamaktayız. Bir
an için vahyin, içte bulunan bir kuvve veya hayat enerjisi nin genişleyerek
şuûr üstüne çıktığı açıklamasını, geçerli bir açıklama olarak düşünelim. Bu
durumda yukarıdaki ayetleri nasıl anlayacağız? Hz. Musa, kendi benliğiyle mi
konuşmuştur? Benliğinde hazır olan kuvve, elinde taşıdığı bir âsânın yılan
olabileceğini o güne kadar nasıl fark ettirmemiştir? Meryem ile ilgili kıssada
durum daha açıktır. Diyelim ki, Hz. Meryem, bir konu üzerinde tamamen
yoğunlaştı ve bu sayede, ona hayal ettiği şeyler gerçekleşmiş gibi göründü;
Peki o, nasıl hamile kaldı? (Fazlurrahman’ın, Hz. Meryem’e gelen ruh ile Hz.
Peygambere vahiy getiren ruhun aynı şey olduğuna dair görüşünü, burada
hatırlatmak isteriz).
İkinci
bir husus, bazı filozoflar dışında, belli başlı bütün mezhepler vahyi,
Kur’ân’da anlatıldığı şekilde anlamakta ve benimsemektedirler. Her ne kadar
bazı Mûtezilî alimler, meşhur Cibrîl hadisi ve ona benzer hadisleri
reddetmişlerse de, yukarıda büyük Mutezilî alim ezZemahşerî (ö. 538/1144)’den
yaptığımız iktibastan da anlaşıldığı gibi, Allah’ ın Cebrâil vasıtası ile Hz.
Peygambere, ayrı ayrı gerçeklikler olarak vahiy gönderdiğini kabul
etmektedirler.
Fazlurrahman,
referans olarak gösterdiği ayeti, kanaatimizce hatalı tercüme etmiştir. O,
Şuarâ 194. ayetini “Onu (Cebrail’i) senin kalbine gönderdik” şeklinde
çevirmiştir. “Nezele bihi’rRuhu’lemîn alâ kalbike litekûne mine’l münzirîn”
ifadesinin doğru meali: “Onu (yani Kur’ân’ı) Rûhu’lEmin, uyarıcılarından olasın
diye, senin kalbine indirmiştir.” şeklinde olmalıdır.
Fazlurrahman,
miraç olayını da aynı mantıksal örgü içinde açıklamıştır:
“Kur’ân,
Hz. Muhammed’in önemli değişmeler sağlayan bir veya belki de bir dizi
tecrübeden geçtiğine birkaç sûrede işaret etmektedir.” Bütün bu sûrelerde Kur’ân, “en uzakta” ya da
“ufukta” Hz. Peygamber’in bir şeyler gördüğüne işaret eder. Bu durum
göstermektedir ki sözü edilen tecrü be, “ben”in genişlemesinin önemli bir unsurunu
içermektedir. Necm Sûresinin 1112. ayetlerinde, Kur’ân şunları bildiriyor:
“Gönül (kalp) gördüğünü yalanlamadı; onun (kalbinin) tanık olduğu şeyden şüphe
mi ediyorsunuz?” Ancak Hz. Peygamberin rûhi tecrübeleri daha sonraları,
özellikle Sünnilik teşekkül etmeye başladığı sırada, hadisler tarafından
işlenerek, Hz. Muhammed’in Miraç hadisesi ile ilgili bedenen vuku bulmuş eşsiz
canlı bir olay haline sokulmuş ve daha da sonraları miraç sırasında Hz.
Peygamberin bindiği hayvan, yedi gök tabakasının her birinde kalışı, Adem’den
İsa’ya kadar geçmiş asırların peygamberleri ile konuşmaları hakkındaki bütün
canlı ayrıntılar ortaya konmuştur. Burada ilkin Sünniliğe karşı onlarca nadiren
idrak edilen bir gerçeği kabullenebiliriz: Din tamamıyla “ruhanileştirilmiş”
nasslarla yaşayamaz; sadece ruhun muhtaç olduğu bir kılıf hizmeti görse de, onu
somut bir hale sokmak gereklidir. Hatta diyebiliriz ki; bir tek olay, durumuna
ya da bağlamına göre, “rûhî yada bedenî adını alabilir; ancak her iki halde de
Sünniler tarafından İsa’nın göğe çıkışına benzer bir biçimde geliştirilip,
hadislerle desteklenen mi’raç anlayışı, malzemelerini çeşitli kaynaklardan alan
tarihî bir kurgudan başka bir şey değil dir.”
Biz
burada başlı başına Mi’raç olayını tartışacak değiliz ; sadece Fazlurrahman’ın
tezini sunarken ileri sürdüğü bazı gerekçelere dikkat çekmek istiyoruz.
Fazlurrahman’a
göre, Miraç olayının canlı bir şekilde tasviri Sünniliğin teşekkülü esnasında
olmuştur. O, dinin soyut bazı açıklamalarla yaşayamayacağını, bu yüzden bu
durumu fark eden Ehli Sünnet’in, Hıristiyanlıktaki İsa olayına benzer bir
şekilde, içinde olağanüstü tasvirler bulunan bir senaryo ürettiklerini
söylemektedir. Bu her şeyden önce İslâm dininin 632 yılında kemale erdiği
gerçeğine terstir. Fazlurrahman’ın sözünü ettiği dindeki somut şeyler dinin
ayakta kalması gibi meşru bir nedenle bile olsa sonradan uydurulmuşsa bunun adı
sahabe ve tabiinin ıstılahında bid’attir.
Dinde
sonradan icat edilen şeylere karşı Selefin aşırı tahammülsüzlüğü bilinen bir
gerçektir. Eğer mi’rac meselesinde böyle bir gelişme olsaydı herkesten önce
selef ve Ehli sünnet buna karşı çıkardı. Halbuki Fazlurrahman buna dair
rivayetlerin Ehli sünnet tarafından uydurduğunu savunmaktadır. Ancak o, bu
konuda ne yazık ki somut kanıtlar göstermemektedir. Onun öne sürdüğü görüşe
göre, soyuttan somuta doğru bir gelişme olması kaçınılmazdı. Halbuki eğer bir gelişim aranacaksa durum
Fazlurrahman’ın sandığının tam tersine yani somuttan soyuta doğru olmalıdır.
Bunun örneğini, Allah’ın elinden, yüzünden, kûrsisinden bahseden müteşabih
ayetlerin yorumlarında görmek mümkündür. Bilindiği gibi selef, bu ayetleri
olduğu gibi kabul ediyor, Allah’ ın elinin, yüzünün olduğunu, ancak bunun
mahiyetinin bilinemeyeceğini söylüyordu. Müteahhirin döneminde ise bu ayetler
tevil edilerek, Allah’ın kudreti ve cemali olarak tevil edildiler. Fazlurrahman
konuyu, Müslümanların daha önce mi’racı, tamamen manevi bir iç hâl olarak
anladıkları halde, Sünnilerin, dinin sadece ruhî olan şeylerle yürümeyeceğini
görerek, bu olayı somut hale soktukları ve bu konuda çeşitli hikayeler
uydurdukları şeklinde sunuyor.
Buna
göre ilk nesil Müslümanlar, vahyi soyut bir şekilde anlamaktaydılar. Ashabın
mi’racı iç benin genişlemesi olarak anladıklarını gönül rahatlığıyla söylemek
mümkün olabilir mi?
Fazlurrahman,
ileri sürdüğü görüşünü desteklemek için Necm Sûresi’nin 12. ayetini
zikretmektedir, ancak biz onun, bu ayeti tercümesinde hata ettiği
kanaatindeyiz. Bu ayetin meâli şöyle olmalıdır.
“Onun
gördükleri hakkında şimdi onunla tartışacak mısınız?”
Mi’raç
olayı, rasyonel olarak anlaşılması imkansız olan bir olay, bir mu’cizedir. Öbür
taraftan Fazlurrahman’ın öne sürdüğü yorum da, anlaşılabilir olmaktan uzaktır;
iç benliğin genişlemesi, modern bilimde acaba hangi anlama gelmektedir.
Mi’raç
ile ilgili bazı hadislerin uydurulmuş olduğu doğrudur; ancak bunlar, dini somut
bir kılıf içine sokmak için düşünülmüş planlı bir eylemler değil, bazı
kıssacıların ve vaizlerin halkın ilgisini çekmek için uydurdukları masallardır.
Bu durum, mi’racı canlı bir olay olarak anlatan bütün hadislerin planlı olarak
ortaya konulmuş kurgulardan ibaret olduğu anlamına gelmez.
Diğer
bir konu da Hz. Peygamberin önceki peygamberler ve kavimlerle ilgili bilgiyi nereden
edindiğidir. Kur’ân Hz. Peygamberi ümmî olarak tanıtmaktadır. Daha önceden yaşamış kavimlerin kıssalarıyla
ilgili olarak:
“Biz
bu kur’an’ı vahyederek, sana en güzel kıssaları anlatıyoruz. Oysa daha önce sen
bunlardan habersizdin” buyurulmaktadır. Bu
ayete göre geçmiş peygamberler ve kavimlerle ilgili olarak Hz. Peygamberin o
çevredeki insanlardan farklı olarak sahip olduğu tarihi bilgi, vahiy ürünüdür.
Fazlurrahman
bu konuda şöyle demektedir:
“Kur’ân,
(Kur’ân’da anlatılan) bu hikayeler hakkında, onların vahyedilmiş gerçekler
olduğunu kesinlikle belirtiyor; ancak vahiyden maksat, şüphesiz onun bize
aktarmayı
amaçladığı
şeyler ve ona yüklenen anlamdır. Gerçekten de eğer, Hz. Muhammed,
peygamberlerin hikayeleriyle ilgili malzemeler hakkında, (vahiy aracılığıyla
olandan farklı olarak) tarihsel bilgiye sahip olmamış olsaydı, vahyin kendisine
ne anlatmak istediğini anlaması, tümüyle imkansız olurdu.”58
Fazlurrahman,
Hz. Peygamber’in mutlaka tarihsel bir bilgiye sahip olduğunu savunmakta, ancak
onun bu bilgiyi nasıl elde ettiğine dair bir açıklamada bulunmamaktadır.
Halbuki, Hz. Peygamberin, vahiy olmaksızın kendi bilgisi, sıradan bir
Mekkelinin bilgisinden fazla değildi. Göz önünde bulundurmamız gereken bir
diğer husus, Kur’ân’daki, kıssaların, o dönemde yaşayan milletler tarafından
yaygın olarak benimsenen kanaatın aksine bir şekilde anlatılmış olmasıdır.
Kur’ân, Hz. İsa hakkında Hıristiyanlara ve İsrail oğulları peygamberlerinin
çoğunun hayat hikayesinde Yahudilere muhaliftir.
Fazlurrahman’ın
vahiy ile ilgili öne sürdüğü düşüncelerden çıkardığımız sonuç şudur: Her
insanda iç doğuş denilen, sezinleme gücü az çok vardır. Bununla ilgili değişik
psikolojik tahlil ve tanımlamalar yapılsa ve onun ne olduğu açıkça ortaya
konulmasa da, varlığı genel kabul görmektedir. Fazlurrahman, rasyonel aklın
kavrayamadığı vahyi, ona yaklaştırmak için, bu genel kabulü referans olarak
kullanmakta ve vahyi sezginin bir ileri boyutu olarak sunmaktadır. Ancak
sonuçta yine o bir sezgidir. Fazlurrahman’a göre derin bir sezgi gücüne sahip
olan Peygamber, düşünceleri üzerine yoğunlaştığında, diğer insanların elde
edemeyeceği merhalelere ulaşıyordu. Yani ona göre Allah, Kur’ân’ı toplu olarak
Hz. Muhammed’in kalbine yerleştirmişti; Kur’ân onun içinde bir kuvve olarak
bulunmaktaydı. Olaylar vuku buldukça, zaten kuvve olarak hazır bulunan sözler,
şuur aynasına aksetmekte ve Hz. Peygamber’in dudaklarından dökülmektedir.
Cebrâil, Hz. Peygam ber’de olan bu kuvve, bu ruhtur. Onun sade bir melek olarak
tavsif edilmesi yanlıştır. Hz. Peygamber’in onu görmesi veya sesini duyması,
içinde bulunan bu ruha şiddetle yoğunlaşması üzerine, sanki onu gerçekten görür
ve duyar gibi olmasından ibarettir. Vahiy, Hz. Peygamber’in içinde olan ruhtan
kaynaklandığı için Muhammed’in sözleri; bu ruhu onun içine Allah
yerleştirdiğinden dolayı da o, Allah’ın sözleridir. Mi’raç hadisesi de, Hz.
Peygamber’in iç tecrübelerinden biridir. Bu tecrübe esnasında iç aleminde
öylesine derin bir yolculuğa çıkmıştır ki, “Ben”i genişlemiş, ufukta veya en
uzaklarda bir şeyler görmüştür. Gerek vahyi ve gerekse vahiy meleği Cebrâil’i
bir dış varlık olarak açıklayan hadisler tamamen uydurmadır. Bu hadisler,
Sünniliğin teşekkülü zamanında, sadece rûhî dayanakları olan bir din uzun süre
yaşayamayacağından, ona somut kılıflar hazırlamak amacıyla uydurulmuştur.
İSLÂMÎ VAHYİN TARİHE TAŞINMASI
Ali Bulaç
“Tarihsellik”
kavramı, Kur’ân’ın anlaşılmasında neredeyse izlenecek yöntemin esaslı bir
parametresi durumuna geldikten sonra, kendiliğinden büyük bir önem kazandı ve
geçmiştekinden farklı bir algıya konu oldu. “Tarih” kavramının bu bağlamda
kazandığı yeni semantik (anlam) düzey bütünüyle “yeni” sayılmaktadır ve bu
şekliyle Kur’ân’a uyguladığında “yeni sorunlar” ın ortaya çıkmasına sebebiyet
vermektedir. Biz burada bu konuyu en geniş boyutlarda işleyen Pakistan asıllı
merhum Fazlurrahman’ın genel yaklaşımından hareketle ele alacağız.
Böylesine
karmaşık bir konuyu ele alırken, kaçınılmaz olarak cevabı aranacak soru şu
olmalıdır: “İslâmî vahyi tarihe kim taşıdı?”. Sorumuzu başka sorularla
sürdürmek durumundayız:
1. Hiçbir aracı ve taşıyıcı kullanmadan
Allah mı?
2. Hiçbir aracı ve taşıyıcının yardımını
almadan Peygamber mi?
3. Yoksa vahyin aracısı ve taşıyıcısı var
mı? Varsa eğer, “aracı/taşıyıcı” kimdir ya da niteliği nedir?
Tabiiki
bilinegeldiği şekliyle vahyin taşıyıcı aracı Cebrâil (Cibrîl) aleyhisselam’dır.
Ama Kur’ân’da Ruhu’lKudüs veya Ruhu’lEmin olarak tarif edilen Cebrâil’in zati
kişiliği nasıldır? Buna bağlı olarak Fazlurrahman (19191988), bu soru lara
nasıl cevap vermektedir. Öyle anlaşılıyor ki, İslâm Ke lâmı’nın ve bir ölçüde
felsefenin hayli karışık ve karmaşık alanlarında kısa bir gezinti yapmamız
gerekecektir.
Herhangi
bir karışıklığa yol açmamak için kullandığımız anahtar terimlerin anlaşılır bir
tanımını vermekte yarar var:
İslâmî
Vahy: Kur’ân’da tarif edildiği ve Hz. Peygamber (s.a)’in yaşadığı ruhi bir
tecrübe olarak bize aktardığı şekliyle bir dolaşımdır. Söz konusu dolaşım
“Allah, Cebrâil ve Peygamber” arasında gerçekleşmektedir.
Tarih:
Beşeri bir faaliyet alanı olup, bu alan insanın duygu, düşünce, bilgi ve
davranış şekillerinin birikiminden teşekkül eder; insan tarafından yaşanan
tecrübenin sürekliliğini içerir.
Bu
tanım çerçevesinde karşımıza şu sorular çıkmaktadır:
1. Tarihsel durumlar mı vahyi tayin eder?
2. Vahy mi tarihe müdahale eder, yerel ve
dönemsel du rumsal şartları dönüştürür ve değiştirir?
3. Bir başka ifadeyle Kur’ân ebedi ve
evrensel mi, yoksa tarihi ve dönemsel mi?
“Tarihsellik”
le ilgili tartışmanın özü bu noktada toplanmaktadır.
Vahy
Nedir?
İslâmî
vahyin hangi dolaşımda gerçekleştiğini ve tam olarak ne anlam ifade ettiğini
anlamak için, başka din ve kültürlerdeki “Vahy telakkileri” ne yakından
bakmakta yarar var.
Hıristiyan
telakkisinde vahy, “İsa’nın bedeni” olup vahyi Havariler İsa’dan alırlar. Hıristiyanlık
öncesi Yahudi geleneğinde vahye iki önemli formasyon yüklenmiştir. Bunlardan
biri vahy, herhangi bir peygambere gelen ilhamdır; ikincisi vahiyler bir şehre
ve belli bir kavme mahsus olarak gelmektedirler. Ahdi Atik’te çok sayıda
peygamber ve vahy alıcı kişi sayılır, bütün bunlar yukarıda işaret ettiğimiz
genel vahy tanımı içinde ele alınmaktadır... Deist, agnostik ve ateistler
açısından vahy aldığını öne süren bir insanın dört ayrı ruhi tutumdan biri
içinde olması gerekir:
a. Bilinç altının taşması;
b. Kendi kendine telkin;
c. Gelen ilhamı, kalbinin süzgecinden
geçirdikten sonra bildiği lafız kalıplarına dökmesi;
d. İnsanın halüsinasyon görmesi.
Her
dört tanım, aslında vahyi bir gerçeklik kabul etmeme görüşünü dile
getirmektedir. Kur’ânı Kerim, vahy olayını kabul etmeyen deistlerin genel
tutumuna şu ayette değinmektedir: “Onlar, ‘Allah, beşere hiçbir şey
indirmemiştir demek suretiyle Allah’ı kadrinin hakkını vererek taktir
etmediler.” (En’âm, 6/91)
İslâm
bakış açısından vahy, tarih boyunca (Nisâ, 4/163 4; Mü’min, 78) ve ontolojik
düzeyde tekrarlanır. Çünkü Kur’ân, Allah’ın “göklere ve yere vahyettiği” ni
kaydeder. Bunun yanında Allah, canlı varlıklara mesela arıya ve meleklere de
vahyeder. (Enfâl, 8/12)
Tabi
ki bizi yakından ilgilendiren vahy şekli, Allah’ın insanlarla konuşması,
haberleşmesidir. Kur’ân, Allah’ın Musa aleyhisselam’ın annesine ve Hz. Meryem’
e vahy gönderdiğini kaydeder. Bu bağlamda asıl üzerinde durulması gereken
“Peygamberlere gelen vahy “dir.
Yukarıda
değindiğimiz gibi İslâmî vahy telakkisinde dolaşım üç ana koordinat bağlamında
cereyan etmektedir:
“Allah
Cebrâil Peygamber.”
Bu
dolaşımda peygamber salt bir alıcı konumundadır. Ruhsal formasyonu vahy almaya
yeterli ve hatta önceden hazırlanmış bir düzey olsa da, vahye müdahil değildir.
Dolayısıyla peygamberin hiçbir şekilde vahy dolaşımında ve tahakkuk etmesinde
belirleyici veya etkileyici bir rol oynadığı düşünülemez. Peygambere gelen vahy
hem anlam, hem de lafız (form/sözdizimi) olarak otantik ve orjinaldir. Kaynağı
Levhi Mahfuz veya Ümmü’lKitap olduğundan, zorunlu olarak ebedi ve evrensel
hakikatleri içermektedir. Tarihi durumlar onu belirlemez, aksine vahy tarihe
müdahale eder.
Bunu
aşağıdaki ayetler bağlamında gösterebiliriz:
“Gerçekten
o (Kur’ân) âlemlerin Rabbi’nin (bir) indirmesidir. Onu Ruhu’lEmin (Cebrâil)
indirdi. Uyarıcılardan olman için, senin kalbine, apaçık Arapça bir dille
(indirdi)”. (Şuarâ, 26/192195)
Bu
ayetlerden şu sonuçları çıkarmak mümkün görünmektedir:
1. Kur’ân kesin olarak bir vahy ürünüdür,
2. Kur’ân’ı Cebrâil indirmiştir,
3. Kur’ân Peygamber’in kalbine inmiştir,
4. Arapça lafzi formuyla inmiştir.
Yani
son İlâhî Vahy olan Kur’ânı Kerim, hem anlam hem lafız düzeyinde otantik ve
orijinaldir. Bir başka ifadeyle Kur’ân, Peygamber’in “Kelamı Nefsî”si değil,
Allah’ın “Ke lamı Lafzî”sidir. Bu, hemen hemen bütün İslâmî ekol ve mezheplerin
üzerinde ittifak ettikleri vahy görüşüdür ki, bu satırların yazarı da acizane
bu görüşün doğru olduğunu kabul edenlerdendir.
Fazlurrahman’ın
Vahy Görüşü
Fazlurrahman,
geleneksel görüşün iki noktasını teyid ve tasdik eder. Yani Allah tarih boyunca
insanoğluna seslenmiş, vahyler göndermiştir ve Hz. Muhammed (salla'llâhü aleyhi
ve sellem)’e gelen de İlâhî Vahy’dir. Bununla beraber, işaret ettiğimiz
dolaşımdaki üç koordinattan “Cebrâil” konusunda bir “sorun” ortaya çıkmaktadır.
Sorun, kaçınılmaz olarak vahyin niteliği; vahy alışta Peygamber’in pasif veya
aktif konumu; Cebrâil’in harici vaya objektif varlığı konularında istifhamların
ortaya çıkmasına sebep olmaktadır.
Fazlurrahman,
bu meyanda “Cebrâil”e beş ayrı tanım getirmekte veya onun tartışmaya açtığı
zati niteliğine beş ayrı türev yüklemektedir. Bunlar da:
a) Ruh,
b) Vahy
muhtevası,
c) Vahy gücü,
d) Genişleyen ben,
e) Faal ruh.
Her
beş tanım veya türev de Cebrâil’in “melek” olma vasfını flulaştırıcı içeriklere
işaret etmektedirler. Buna Fazlurrahman şöyle değinir: “Peygamberimize vahy
için melek gönderilmediği kesindir. Zira ona vahy, Güvenilir Ruh (Ruhu’lEmin)
olarak da tasvir edilen Kutsal Ruh (Ru hu’lKudüs) tarafından gönderilmiştir
(Şuarâ, 193). Fakat yanlış anlaşılmasın, bu Ruh ile melekler tamamen farklı
varlıklar değildir... Bu Ruh, meleklerin en üstün derecesi ve Allah’a yakın
olanıdır (Tekvîr, 1921). Fazlurrahman’a
göre, Cebrâil’i bir insan olarak tasvir edip vahy getirdiğini ve Peygamber’le
konuştuğunun görüldüğünü anlatan hikâyeler sonradan uydurulmuştur. Bu durumda, “Vahy Elçisi’nin tamamen harici
olduğunu ileri süren geleneksel görüş kabul edilemez”.
Temel
bir yaklaşım olarak, Cebrâil’in varlığının hariciyle objektif bir “melek”
olmaktan çıkarılması, vahy dolaşımında bir problem yaratmakla kalmıyor, vahyin
ontolojik kökeni, mahiyeti ve işlevsel durumuyla ilgili de problemler
yaratıyor. Şimdi bu konuya daha yakından bakmaya çalışalım:
Ruh
varsayımı: Fazlurrahman, Nahl Suresi’nin 102. ayetine göndermelerde bulunarak,
Kur’ân’ı Peygamber’e vahy olarak getirenin bir Ruh olduğunu söyler ve bundan
hiç şüphe edilmeyeceğine özellikle değinir.
Ruh tanımı, aşağıda zikredeceğimiz diğer dört tanımdan “Vahy muhtevası,
vahy gücü ve genişleyen ben” faraziyeleriyle kesin ola
Kur’an,
(çev. Alparslan Açıkgenç), rak çelişmektedir. Ancak öyle de olsa, ortada hala
bir belirsizlik var ve bunun ortadan kalkması şu soruların cevabına bağlı
görünmektedir: Kur’ân’da Cebrâil’e Ruhu’l Kudüs ve Ruhu’l Emin denmesinin Cebrâil’in
zatıyla ilgisi nedir? Yani Ruhu’lKudüs ve Ruhu’lEmin, Cebrâil’in sıfatı
değiller mi? Eğer değillerse hangi anlam ve ontolojik bağlam düzeyinde
zikredilmişlerdir? Öyle iseler, sıfatın mevsufla ilişkisi açısından, bu durumda
Cebrâil’in harici ve objektif bir varlık olması gerekmez mi?
Bir
an için Cebrâil’in ontolojik menşei ve yapısı bizden farklı bir şahsiyet
olmayıp salt bir ruh olduğu varsayımını biz de kabul edelim. Bu durumda
Meryem’e gelen Ruh, nasıl oluyor da hem önceki peygamberlere hem de Hz. Muham
med (s.a)’e gelmiş ve vahy getirmiştir? Hemen buna bağlı olarak da şu sual de
cevapsız kalmaktadır: Kur’ân Levhi Mahfuz’dan ise ki öyledir bu Ruh, Kur’ân’ın
kendisiyle özdeşleşmiş olmuyor mu? Bu da açıkça hem ontolojik, hem
epistemolojik yönlerden içinden çıkılamaz paradokslara sebebiyet vermektedir.
a) Vahy muhtevası: Fazlurrahman’ın ikinci
varsayımı, vahyi, bir “vahy muhtevası” olarak görmesine dayanır. Şöyle der: “Bu
meyanda Ruh’un aslen vahyin muhtevası olduğuna dair işaretlerde vardır... Her
halde Ruh, Peygamber’in kalbinde oluşan ve ihtiyaç olduğu zaman vahy şekline
dönüşen bir kuvve veya bir duyu veya bir araç olarak yorumlanabilir. Fakat bu
Ruh (Peygamber’in içinde değil, aksine) bizzat aslında Allah tarafından
‘indirilmekte’dir.” Bunun eleştirisini
yapmadan üçüncü varsayımı da zikretmemiz yerinde olur:
b) Faal Ruh: İslâm felsefesi ve İbn Sina
üzerinde hayli çalışmış bulunan merhum Fazlurrahman’ın Faal Ruh nazariye si,
hiç de uzak olmayan bir mesafeden Meşşailerin “Faal Akıl” kavramlarını çağrıştırmaktadır.
Onların kabullerine göre burhan ehli filozoflar, Hakikat’in Bilgisi’ne kendi
akli yetenekleriyle ulaşabilirler. Seyir aşağıdan yukarıya doğru bir istikamet
izler. Buna mukabil peygamberlere aynı kaynaktan, ama yukarıdan aşağıya doğru
bilgiler gelmektedir. Meşşai filozoflar bu “elAklü’lFa’âl”e “Cebrâil”
denebileceğini de söylemektedirler.
Fazlurrahman, vahy bağlamında “akıl” yerine “Ruh “ terimini tercih eder
ve taşıyıcı aracı Faal Ruh olarak tanımlar.
İslâm
düşüncesinde büyük bir problematiğe yol açan bu görüşün eleştirisini yapmanın
yeri burası değil. Ancak Kur’ân’ın ilgili ayetlerine dikkatle bakıldığında,
vahy ile vahy meleği veya taşıyıcı varlığın ayrı ayrı şeyler olduğunu göstermek
güç değil: “Şüphesiz O (Kur’ân) üstün onur sahibi bir elçinin gerçekten
sözüdür” (Tekvîr, 81/19). Ayette, üstün onurla tanımlanan Elçi, yani Cebrâil
Peygamber’e vahy getirir. Söz ile getiren varlık aynı mahiyette veya özdeş
şeyler değildirler. “(Kitab’ı) Allah’ın izniyle indiren O’dur (Cebrâil)”
(Bakara, 2/97). Ayette açıkça vurgulandığı gibi Cebrâil ve Peygamber’in kalbi
ayrı ayrı şeylerdir.
c) Vahy gücü: Fazlurrahman, bir başka
bağlamda Kur’ân’da geçen “beyyine “ kavramından (Hûd, 17) hareketle, vahyi,
Peygamber’in kendisinde mevcut bulunan, biraz da oluşturulan ‘Vahygücü’ veya
‘bilkuvve yeti’ olarak görmektedir. Bu
gücün nasıl oluştuğu/oluşturulduğu, Peygamber’in bundaki dahlinin, niteliği ve
derecesi açık değildir. Ancak burada Peygamber ruhunun çok daha derin
tabakalarına doğru işaretler var. Bu, bir başka ifadeyle, öz varlığın vahy ile
irtibatlandırılması demek olup, Fazlurrahman’ın beşinci tanımını temellendirir.
d) Genişleyen Ben: Necm Suresi’nde
Cebrâil’le ilgili olağanüstü derecede çarpıcı ve bir yerde oldukça simgesel bir
anlatım var. Buna yakından bakalım:
“Baktığı
zaman yıldıza andolsun, O (Muhammed) hevadan konuşmaz, O söyledikleri yalnızca
vahyolunmakta olan bir vahydir. Ona (bu Kur’ân’ı) üstün bir güç sahibi
(Cebrâil) öğretmiştir. (Ki o) görünümüyle çarpıcı bir güzelliğe sahiptir. Hemen
doğruldu. O en yüksek bir ufuktaydı. Sonra yakınlaştı, derken sarkıverdi. Öyle
ki (ikisi arasındaki mesafe) iki yay kadar (oldu) veya daha yakınlaştı. Böylece
O’nun kuluna vahyettiğini vahyetti. Onun gördüğünü gönül yalanlamadı. Yine de
siz gördüğü (şey, Cebrâil) üzerinde onunla tartışacak mısınız? Andolsun, onu
bir de diğer inişte görmüştü; Sidretü’lMünteha’nın yanında”. (Necm, 53/114).
Fazlurrahman,
bunun üzerinde yoğunlaşır ve ayette sözü edilen “en uzakta” ya da “ufukta”ki
varlığın ne olduğunu sorar. Peygamber’in “en uzakta” ya da “ufukta” bir şeyleri
gördüğünü kabul eder ve der ki: “Bu durum göstermektedir ki, sözü edilen
tecrübe ‘ben’in genişlemesinin önemli bir unsurunu içermektedir.
“Ben”
kavramı bensizliklerle yüklüdür. Öz varlık olarak kabul edilebilir, bunun
yanında deistlerin işaret ettiği “bilinçaltı” da olabilir. Bu varsayım, Cebrâil
ile Peygamber’in bilinçaltını özdeşleştirmektedir. Her durumda vakıanın öyle
olmadığına dair elimizde bol miktarda deliller bulunmaktadır. Buna ileride
değineceğiz. Ancak vahy olayının Peygam ber’in kişiliği, ruhsal formasyonu ya
da ‘beni’ ile bu şekilde irtibatlandırılması, akla, Peygamber’in vahy alışta ne
türden ön hazırlık ve niyetler içinde olduğu sualini getirmektedir. Buna
Fazlurrahman sarih bir cevap verir ve: “... diyebiliriz ki, Muhammed (salla'llâhü
aleyhi ve sellem) kendini peygamber olmak için hazırladı (fakat şuurlu olarak
değil). Çünkü O’nda doğuştan insanların karşılaştıkları ahlaki çöküntülere
karşı yüksek bir duyarlılık vardı”.
Bu
hiç de ikna edici bir argüman değildir. Zira Peygamber’in “seçilmiş/Mustafâ”
olması, onun ta doğuştan başla
mak
üzere ilk vahy alışına ve ömrünün sonuna kadar Allah tarafından bu ağır göreve
hazırlandığının kanıtıdır. Hiç kimse, peygamber olmak istediği için peygamber
olamaz. Bu, ilâhî bir seçme ve görevlendirmedir. Allah tarafından seçilmiş bir
beşerin, ahlaki bakımdan yüksek hasletlere, erdemlere ve duyarlılıklara sahip
olmasından daha tabii bir şey olamaz; esasında aksini düşünmek mümkün değildir.
Kaçınılmaz
olarak kendini “peygamberliğe hazırlama” fikri, vahy olayında peygamberin
“katkısı ve dahli” meselesini gündeme getirir. Başka bir deyişle peygamberlik
(risalet/nübüvvet), “vehbi” midir, “kesbi” midir? Fazlurrahman’ın öğrencisi ve
Türkçe çevirmeni Alparslan Açıkgenç, bu suale dipnotta cevap arar ve
peygamberliğin” ne tamamen vehbi ne tamamen kesbi olduğu” yolunda bir formül
bulmaya çalışır. Bu formül de vahy
dolaşımında her kim olursa olsun harici
bir varlığın, bu peygamber dahi olsa vahye şu veya bu nitelikteki bir dahlinin
olamayacağı yolundaki düşünceyle uygunluk arz etmez. Eğer çok az bir nisbette
dahi, beşerin katkısı veya dahli söz konusu olmuşsa, bu vahy saf ilâhî olma
özelliğini kaybeder. Vahye peygamberin dahli olmuşsa, burada çok önemli bir
problem vardır ve zaten Fazlurrahman’ın vahy görüşündeki problem de asıl bu
noktadan kaynaklanmaktadır.
Bu
kavramsal analizden nasıl bir sonuç çıkarılması gerektiği konusu hayli müphem
görünmektedir. Bakış açısına ve yoruma göre, Kur’ân’ı Kerim’i “Hz. Muhammed’in
kelamı” olarak dahi görmek mümkün. Bu noktada Fazlurrahman’ın bir “gelgit” hali
yaşadığını söyleyebiliriz. Bir yandan “Allah’ ın Kelamı”, diğer yandan “Hz.
Muhammed’in kelamı” arasında nihai bir karar vermek gerekirse, Fazlurrahman’ın
hangi yönde karar kıldığını anlamak bir türlü açıklık kazanmıyor:
“Sünnilik,
akideyi oluştururken, bir yandan vahyin başkalığı ve sözlü niteliğini, öte
yandan vahyin Hz. Peygam ber’in yaptıkları ve dini kişiliğiyle yakın
ilişkisini birleştirecek gerekli fikri araçlardan yoksundu. Başka bir deyişle
Sünnilik ‘Kur’ân hem tamamiyle Allah Kelamı’dır, hem de olağan anlamda
tamamiyle Hz. Muhammed’in kelamıdır’ diyecek fikri yeterlilikte değildi.
Kur’ân, vahyin Hz.Peygamber’in “kalbine geldiği üzerinde ısrar ettiğine göre,
vahy nasıl onun dışında olabilir?”
Fazlurrahman’ın
“vahy” ile “Hz.Peygamber’in kalbi” arasında görmeye çalıştığı ayniyet
tartışmalıdır. Esasında ontolojik yöntemde varolan farklılık, aynı zamanda bir
mahiyet farkıdır da. Tıpkı toprağa düşen yağmur misalinde olduğu gibi. Yağmur,
toprağı başkalaştırır, ama kuşkusuz ondan mahiyetçe farklıdır. Necm Suresindeki
tasvirde kesin olarak iki ayrı mahiyete vurgu vardır: Çarpıcı bir güzelliğe
sahip ve görünüme sahip Cebrâil yüksek bir ufuktan Peygamber’e doğru sarkar,
ikisi arasında iki yay kadar mesafe kalır ve ona vahyeder. Peygamber’in gönlü,
Cebrâil’i teyid eder; onun gönlüne aykırı, yabancı hiçbir şey olmadığından
peygamberin kalbi vahyi doğrulayıp içselleştirir. Ancak gö nül/kalp ile
doğrulanan vahy ayrı düzeylerdir; bir bakıma Peygamber’in kalbi vahyin makarrı,
havzası hükmündedir, ona gelen, akan şeyi refuze etmiyor, tam aksine kabul
ediyor. Başka bir deyişle Peygamberin kalbi Allah’ın rahmetine açık bir toprak
ise, vahy bu toprağı sulayan ve yeşerten yağmurdur.
Tabiî
ki Allah’ın seçtiği bir elçi dahi olsa, bir beşerle doğrudan ve aracısız
konuşması vaki değildir: “ Kendisiyle Allah’ın konuşması bir beşer için olacak
(şey) değildir; ancak bir vahy ile ya da perde arkasından veya bir elçi
gönderip kendi izniyle vahyetmesi (durumu) başka”. (Şuarâ, 42/51).
Bundan
şu anlaşılıyor ki, türevleri ve çeşitleri itibariyle vahy farklılıklar arzetse
bile, sonuçta muhtevada tek ve aynıdır. “Allah, Musa ile konuştu” (Nisâ,
4/164); ama bu bilinen türev veya yollar bağlamında gerçekleşmiş bir “konuş
ma”dır. Bu durumda bazen Cebrâil, belli bir surette peygambere gelir ve
öğretir. Bazen peygamber söz işitir. Buna Kelamı Sem’i denir; Hz. Musa’nın
ağacın arkasından vahy alması gibi (Kasas, 2930). Bazen de kalbe doğrudan ilka
olur; Allah’ın İsrailoğullarından 12 Nakib’e ilka da bulunması gibi (Maide
5/12). İlham şeklinde de tecelli eder; Hz. Musa’ın annesine gelen vahy gibi.
Arıya gelen vahy (Nahl, 16/6869) ve varlık düzeyinin tezhire yöneltilmesini ön
gören vahy: (Fussilet, 11). Buna rüya ile gelen vahy de eklenebilir.
Şu
halde Vahy, menşei Allah’ta, düzeyi Peygamber’in kalbinde bir dolaşım olarak
karşımıza çıkar. Üçlü dolaşımda faal kanal Cibrîl’dir. Kalbin düzeyine
inen/gelen anlam yanında lafızdır; başka ifade ile lafız anlamın ete kemiğe
bürünmüş şeklidir. Aksi halde anlamın lafsa, muhtevanın forma nasıl büründüğü
konusu hiçbir zaman açıklık kazanmaz. Bir başka husus: Eğer Kur’ân,
Peygamber’in kişiliğinden ve ruhsal formasyonundan (kalp düzeyi) bağımsız
değilse, bu durumda Allah’ın “Kelamı Lafzî”si değil, Peygamber’in “Kelamı
Nefsî”si olur. Kelamı Nefsî, beşeri bir fenomen olması hasebiyle, vahy ile aynı
muhtevaya bürününce, vahyin menşei meselesi, “bilinçaltından taşan ben”le
uygunluk arz eder. Bundan “tarihle nasıl bir ilişki kurulabilir?” sualinin
cevabını bulmaya geçilebilir.
Bu
faraziye Kur’ân’ı Peygamber aracılığıyla tarihe taşımaktadır. Anlamı, tarihsel
durumun Kur’ân’a vücut verdiğine göndermede bulunmanın teolojik çözümlemesine
dayanır.
Kur’ân’ın
menşei Allah’tan olan bir İlâhî Vahy olması ile Kur’ân’da bir tür epistemolojik
menşeinin daha üst bir düzeyde (Levhi Mahfuz/ Ümmü’lKitap) gösterilmesi,
Fazlurrahman’ın teorik analizlerini geçersiz kılmaktadır:
“Hayır,
o şerefli bir Kur’ân’dır. Onun aslı Levhi Mah fuz’dandır” (Bürûc, 2122). Levhi
Mahfuz, Ümmü’l Kitap’tır (Ra’d, 39); Ümmü’lKitap aynı zamanda Kitabı Meknûn
(Saklı Kitap) dur (Vâkıa, 78).
Fazlurrahman’ın
vahy telakkisi Kur’ân’ın çifte tabiat ürünü olduğu fikrine götürür bizi. Sanki
neredeyse Kur’ân, Allah ve Hz. Peygamber tarafından müştereken vücuda getirilmiş
bir metindir. Çifte tabiat ise Hıristiyan teolojisinde tanımlandığı ve
tartışmaya konu olduğu şekliyle İsa’nın çifte tabiatını çağrıştırmaktadır.
Hıristiyan inancında vahyin İsa’nın bedeni olması ve İsa’nın bedeninin bizde
tam da Kur’ân’a tekabül etmesi acaba Fazlurrahman’ın vahy telakkisini etkilemiş
mi? Lahuti ve Nasuti’nin müşterekliğini öngören bu vahy telakkisi İslâm’a hayli
uzaktır. Fazlurrahman içinde bulunduğu gelgit halinde bunun aksi şeyler de
söylemektedir; ancak en genelde vahyi “araçsal” bir konu olarak gördüğünü
söylemek ona haksızlık olmaz. Belki de amacı daha aktüel ve somut bir probleme
dini/zihni uygun bir temel bulma arayışıdır.
Kur’ân’ın
Tarihselliği
Eğer
Kur’ânî vahy, peygamberin müşterek çabasıyla tarihe taşındıysa, burada, en azından
Peygamber’e düşen pay kadarıyla tarih (ve kültür) de bu dolaşımda rol
sahibidir. Tarihi durum bu açıdan hayati bir önem taşır ve bu yüzden
Fazlurrahman’ın hareketinde, “önce zamanımızdan Kur’ân’ın indirildiği zamana
gidiş ve sonra tekrar oradan kendi zamanımıza dönüş” yönü çizilmiştir. Zira ona
göre “Kur’ân, Peygamber’in zamanındaki ahlaki ve toplumsal durumlara ve
özellikle onun zamanında ticaretle uğraşan Mekke toplumunun sorunlarına
gönderilen ilâhî bir cevap tır.” Haliyle
Kur’ân’i hükümler ve genel olarak yasama da tarihin bir ürünü olmaktadır:
“Kur’ân’daki yasama ruhu, hürriyet ve sorumluluk gibi esaslı beşeri değerlerin
her zaman yeni bir yasama biçimine bürünmesi şeklinde açık bir yön çizdiğini
sergilediği halde, Kur’ân’daki fiili yasama o sırada mevcut olan toplumu,
başvurulacak bir örnek olarak kısmen kabul etmek zorunda kalmıştır. Bu açıkça
demektir ki, Kur’ân’daki fiili yasamanın, bizzat Kur’ân tarafından lafzi
anlamda ezeli olduğu kastedilmiş olamaz.”
Bunun
Fazlurrahman tarafından Vahy’in teolojik bir çözümlemesine dayandırılmış olması
boşuna değildir. Açıkça, vahy, bir Ruh, muhteva, bilkuvve biraz da kazanılmış
bulunan vahy gücü şeklinde tanımlanınca ve bugüne kadar biline geldiğinin
aksine Allah’ın Kalemı Lafzî’si olmaktan çok Peygamber’in Kelamı Nefsî’si
konumunda ele alınınca “fiili yasama” dolayımında anlatılmak istenen, Kur’âni
hükümlerde “tarihi durum”un belki “etkileyici” olmaktan çok “belirleyici” bir
rol oynamış olmasıdır. Zira bu kombinasyon bağlamında Peygamber, “aktif ve etkin
düzenleyici” ya da en azından etkileyici “bir aktör” olur. Eğer durum böyleyse
ki kuşkusuz değildir bu durumda Peygamber “beşer” olması hasebiyle tarihin ve
kültürün ürünüdür. Tarih ise özel bir durum, özel ve yerel/yöresel bir sosyal
çevre içinde teşekkül eder; zaman ve sosyal çevreye bağlı ve bağımlı olarak
değişir; şu halde Kur’ân’i hükümlerde içinde doğdukları tarihi durum ve sosyal
çevreye bağlı olarak değişirler. Başka bir ifade ile; Kur’ân’i hükümler
evrensel ve ebedi değil, tarihi ve dönemseldirler. Hermönetikte “metin” araçsal
olduğu sürece önemlidir, asıl önemli olan yorumdur. Yorum, olay ve beşeri
tecrübelerin yoğurduğu hatta vücuda getirdiği metin üzerinde yapıldığından,
burada “Hakikat” in payını ve önemini tayin etmek güçleşmektedir.
Doğurduğu
sonuçlar itibariyle bu hiç kuşkusuz geleneksel usulü alt üst eden ve yerine
başka bir usulü/yöntemi ikame etmeyi gerektiren yepyeni bir bakış açısıdır.
Geleneksel
Usul Yerine Modern Yöntem
Fazlurrahman
ve onu izleyenlerle bu bağlamda düşünce üretenler, sıklıkla geleneksel usulün
artık kullanışlı olmaktan çıktığını, İslâm’ın temel kaynakları ve tarihi
mirasının “yeni bir yöntem” le çözümlenmesi gerektiğini öne sürerler. Bu grupta
yer alanların önerisini şöyle özetlemek mümkün:
1. İslâm’ın temel kaynakları ve tarihi
mirası bilimsel ve rasyonel bir süzgeçten geçirilmeli, sosyal bilimlerin
yöntemlerine başvurulmalı;
2. Tarihi tenkitçilik yöntemi uygulanmalı;
3. Bu yöntem sadece tarihi miras ve
sünnete değil Kur’ân’a da uygulanmalı;
4. Modern düşüncenin varolmasını mümkün
kılan postulatlar İslâm’ın içinde de hazırlanmalı.
Aydınlanma
felsefesinin derin izlerine rastlayabileceğimiz bu genel yaklaşım, aklın
sınırlarıyla imanın mahiyeti ve talepleri arasında bir sorun vaz’ eder. Bir
yönüyle Hıristiyan dogmalarının yol açtığı bu problemin İslâm içinde varidmiş
gibi düşünülmesi problemin kendisidir. Zira İslâm düşünce geleneğinde akla,
Zat’ı anlama ve çözümleme görevi verilmemişken vahyin aydınlattığı evrende
insanın varlık yapısı dolayısıyla aklın Hakikat’i kavraması ve yorumlaması
işlevine dikkat çekilmiştir. Ve bu da tarihte çok sayıda sorunu çözmeye
yetmiştir. Modern dünyayı mümkün kılan tarihi arka planla İslâm’ın tarihi
muhtevası birbirinden farklı olduklarından, aklı Hıristiyan dogmaları
karşısında bir problemi çözmek üzere yeniden inşa etmenin, gerçekte modern
sorunlar karşısında dahi bir işe yarmadığını belirtmek gerekir ki, Fazlurrahman
bize bu türden bir problem vaz’ etmektedir.
Aktüel
Soruna Cevap Arayışı
Bütün
bu tartışmaların gelip dayandığı ana nokta, İslâm dünyasının modern dünya
karşısındaki durumuna uygun bir konum bulmakta toplanmaktadır. Fazlurrahman da
içinde yaşadığı sosyal çevrenin etkisi altında iki soruna çözüm arayışında
olmuştur. Bunlar da:
a.
Modern dünya içinde uyum sağlayarak yer almak;
b.
Bir ulus devletin ulusal meşruiyetine ve modernleş me/kalkınma projesine
dini/kültürel temel bulmak.
Fazlurrahman,
İslâm dünyasında ulus temelde kurulan ilk devlet durumundaki Pakistan’ın siyasi
meşruiyetinin dayanağını teşkil eden İslâm üzerinde yoğunlaşmıştır. Onun
İslâm’la ilgisi tabi ki Pakistan ulus devletinin modern sorunlarıyla sınırlı
değil; o bunun yanında hem bir Müslüman entellektüel, hem de İslâm dünyasına
mensup sorumlu ve dava sahibi bir insan olarak da fikri çabalarda bulunmuştur.
Ancak her üç bağlamda da onun zihinsel tasarımı “Yeni Bir Müslüman Toplum”u
amaçlamaktadır. Modern zamanların bir inşâı olan “toplum”, Batı’da sosyal
bilimler aracılığıyla kurulmuş bulunduğundan, Fazlurrahman da bu çabanın ancak
sosyal bilimler aracılığıyla başarılabileceğini düşünür: “Salt tasvîrî sosyal
bilim ne mümkündür ne de arzu edilir bir şeydir. Sosyal bilim ne de bizatihi
(şiir gibi) bir amaçtır. Kabul edilsin edilmesin, hoşa gitsin gitmesin, onun
hedefi toplumun yeniden inşâı ya da ‘toplumsal mühendislik’tir”. Bundan kaçınılmaz olarak şu sonuçlar
çıkmaktadır:
1. Modern zamanlarda İslâm’ın görevi bir
toplum kurmaktır;
2. Müslümanlar tarihe hapsolmuşlardır;
tarihlerini ve tarihsel kurumları aşmalıdırlar;
3. Bunun için Gerçek İslâm’ı keşfetmek
zorundadırlar;
4. Gerçek İslâm (gelenekte ve oluşmuş
tarihsel külliyatta değil) Kur’ân’da mevcuttur
;
5. Kur’ân’da bu tarihi bağlamda “yeni bir
okuma”ya tabi tutulmalıdır.
Bu
kavramsal çerçeve ve çözümlemenin bize işaret ettiği hedeflerin tartışmasını
yapmanın yeri burası değil. Şu kadarını söyleyebiliriz: Yeni Modernist proje,
modernliğin hükmünü icra ettiği bir zaman diliminde teşekkül etti. Bugün modernliğin kendisi yoğun bir kriz içine
girmiş bulunmaktadır. Hem postmodernistlerin, hem modernliğin içinde kalanların
yaptığı eleştiriler, bu krize açıkça işaret etmektedir. Fazlurrahman, bize
İslâm içinde, modernliği üretecek, modernizmi mümkün kılacak bir projenin
entellektüel araç ve yöntemini hazırlayıp öneriyor. Oysa bizatihi modernliğin
kendisinin kriz içine girmiş olması bu öneriyi anlamlı olmaktan çıkarıyor,
aktüel dünyanın, yeni tartışma alanının dışına itiyor. Modernlik, tarihsel bir
kategori olduğundan, kendisi ve temel varsayımları evrensel olamaz. Kur’ân gibi
ebedi ve evrensel bir vahyi, tarihsel bir kategorinin sınırlarına hapsetmek ve
onu, modern zihnin kabul edebileceği şekilde “yeni bir okuma”ya tabi tutmak, en
başta İlâhî Vahyin tarihe müdahaleyi öngören amaçlarına uygun değildir.
FAZLURRAHMAN VE SCHACHT’IN HADİS/SÜNNETLE İLGİLİ GÖRÜŞLERİNİN MUKAYESESİ
Fatma KIZIL’
I. Giriş
Oryantalizm
ve İslâm dünyasındaki modernist hareketler arasındaki ilişki her ne kadar
Joseph Schacht (ö. 1969) tarafından İslâm hukuku çalışmaları özelinde kabul
edilmese de modernist tartışmaların
merkezinde yer alan hadislerin sıhhatini sorgulayan ilk Batılı ilim
adamlarının, modernizmin İslâm
dünyasında ilk kez görünür bir olgu hâline geldiği bölge olan,
İngiliz
işgalindeki Hint alt kıtasında bulunmaları izaha muhtaçtır.
Sömürgecilikoryantalizm ilişkisi Edward W. Said’in (ö. 2003) yadsınamaz katkısı
ile artık kabul edilen bir olgu hâline gelmişken, söz konusu ikilinin İslâm
modernizmi ile ilişkisinin ortaya koyulması, İslâm dünyasının özellikle XIX.
yüzyıldan itibaren içinde bulunduğu durumu anlamlandırmak için zaru rîdir. Bu yönde atılacak küçük bir adım olmak üzere
bu makalede, aleyhinde ve lehinde yazılan birçok çalışmanın gösterdiği
üzere Batı’da yapılan hadisfıkıh
çalışmaları üzerinde derin etkisi görülen Schacht ile Müslüman modernistlere
getirdiği sert eleştirilerine rağmen kendisi de birçok kişi tarafın
dan
yenilikçi İslâm düşünürleri arasına dâhil edilen Fazlurrahman’ın (ö. 1988)
sünnet kavramına yaklaşımları karşılaştırmalı olarak ele alınacaktır.
II. Oryantalizm ve Klasik İslâmî Görüş
Arasında Fazlurrahman’ın Nev’i Şahsına Münhasır Konumu
Akademik
hayatına İslâm felsefesi çalışmaları ile başlayan Fazlurrahman’ın daha sonraki
çalışmalarında Müslümanların güncel problemlerine yoğunlaştığı görülür. Onun ilgisinin, salt ilim aşkından
kaynaklanmadığına dikkat çeken Charles J. Adams, Fazlurrahman’ın, İslâm
inancını çağdaş dünyada gerçekleştirmeyi amaçladığını ifade eder. Bu açıdan Fazlurrahman’ın İslâm’ın kaynakları
ile ilişkisi kesinlikle varoluşsaldır ve dolayısıyla Schacht’tan temel biçimde
fark lıdır. Aralarındaki bir diğer
önemli fark ise ‘nebevî sünnet’in menşei ile ilgili görüşlerinde ortaya
çıkmaktadır. Fakat bu iki temel farka rağmen, hadis/sünnet anlayışlarındaki
benzerlikler, Fazlurrahman’ın konumunu, bir yandan hadislerin genel olarak
tarihî/sahîh olmadığını kabul etmesi öte taraftan bu rivâyetleri içeren
literatürün Hz. Peygamberle ilişkisini kurmaya çabalaması bakımından Herbert
Berg’ün haklı olarak ifade ettiği gibi ‘unique/benzersiz’ yapmaktadır. O, Batılılar tarafından ‘sünneti kurtarmaya
çalışan’, Batılı çalışmalar ile
geleneksel İslâmî değerler arasındaki boşluğu doldurmayı ümit
eden birisi olarak kabul edilirken, getirdiği yeni sünnet anlayışı nedeniyle ana kitleyi
oluşturan Müslümanlar tarafından eleştirilmiş, Batı’da geliştirilen görüşlere
karşı ha dis/sünneti savunan birisi olarak görülmemiştir. Fazlurrahman’ın
içinde bulunduğu bu durumu tespit eden Schacht, Islamic Methodology in History
adlı kitabına yazdığı değerlendirme yazısında onun oryantalistler tarafından
ulaşılan sonuçları kullanış şeklini eleştirir ve İslâm hukukunun menşei ile
ilgili geleneksel görüşe karşı sunulan tek geçerli alternatifin Margoliouth,
Brunschvig ve kendisi tarafından geliştirildiğini fark ettiğini ifade ederek
şunları söyler:
Yazarın
modern Batılı araştırmaların sonuçlarını kendi görüşlerini açıklamak için
kullanma şekli, ciddi itirazlara açıktır. İslâm hukuku ve usûli fıkhın
asıllarına dair Klasik tasvir karşısındaki yegâne tutarlı ve geçerli
alternatif, genel hatları itibariyle Margoliouth’un çalışmalarında görülen ve
son 1520 yıldır Brunschvig ve benim detaylarıyla ortaya koyduğumuz tablodur.
Dr. Fazlurrahman bunu fark etmiş fakat kendi programını geleneksel düşünceli
okuyucularına kabul ettirebilmek için onlara gerçek alternatifi sunmak yerine,
kelime oyunlarıyla geleneksel doktrinle olmasa bile en azından gelenekçi
hissiyatla uyumlu hâle getirmeye çalıştığı kurgusal ve hafifletilmiş bir
alternatif sunmaktadır.
Esasen,
bir yandan hadislerin tamamına yönelik eleştirel bir tutum benimsenmesi ama öte
taraftan sahîh bir öze sahip rivâyetlerin kabulü Schacht’ın çeşitli vesilelerle
eleştirdiği bir durumdur. O, Goldziher’in metodunun, prensipte genel kabul
görmesine rağmen uygulamada sonuçlarının etkisinin hafifle tilmesinden ve aynı
durumun kendi çalışmalarının da dâhil olduğu modern çalışmalar için de geçerli
olmasından şikâyet çidir. Bu bağlamda
Schacht, Noel Coulson’un (ö. 1986) hukukî merfû hadislerin büyük kısmının sahte
olduğunu kabul etmesine karşın, kendisinin “her hukukî hadis aksi ispat edilene
kadar sahte kabul edilmelidir” tezini
reddetmesini eleştirir. Coulson, bu tezin İslâm toplumunda hukukun gelişimine
dair bilgilerimizde bir boşluk ortaya çıkardığı kanaatindedir. Ona göre
hadislerde tasvir edilen şartların Hz. Peygamber’in dönemindeki Medine’nin
şartları ile örtüşmesi durumunda, aksini gösteren bir delil ortaya çıkana
kadar, hadisin içeriği kural olarak otantik kabul edilmelidir. Schacht ise,
Kur’ân’daki işaretler dışında söz konusu dönem hakkında bir bilgimiz
olmadığını, bu konuda zaten çok büyük kısmı apokrif olan hadislere dayanmanın
ise bir kısır döngü olacağını iddia eder.
Coulson’un bir yandan Schacht’ın genel sonuçlarını onaylayıp, öte
taraftan öne sürdüğü şartı taşıyan rivâyetleri otantik kabul etmesi onu
Schacht’ın eleştirilerine açık ve savunmasız hâle getirmiştir. Bu noktada,
Schacht’ın Fazlurrahman’a yönelik yukarıda iktibas edilen eleştirileri de daha
anlamlı hale gelmektedir. Zira aşağıda görüleceği üzere, Fazlurrahman’ın,
hadislerin gelişimi ve yaşayan sünnet, hadislerin tarihlendirilmesi
konularındaki kanaatlerinin bariz bir etkilenmeyi akla getirecek kadar
Schacht’ın görüşlerine benzemesine karşın, o, Nebevî sünnetin en baştan
itibaren varlığını ve bazı hadislerin ilk dönemin şartları ile örtüşmesinden
hareketle tarihî olduğunu kabul ederek Schacht’tan ayrılmıştır. Bu bağlamda o
da, Coulson gibi tarihî içerikleri reddedilemeyecek unsurların varlığına işaret
etmekte, sîretin ve ilk neslin karakteri hakkında güvenilir bilgilere sahip
olduğumuzu, Kur’ân ve onun sunduğu bilgilere dayanarak hadisleri
yorumlayabileceğimizi düşünmektedir.
Schacht,
hukukî hadislerle ilgili ulaştığı sonuçları, genel olarak kelâmî ve tarihî
hadislere de teşmil ederek ilk asra dair bilgimizi Kur’ân’daki sınırlı sayıdaki
işarete indirgemiştir. O, somut sonuçlara ulaşmak için ‘standartların
düşürülmek’ suretiyle İslâm’ın erken dönemini birtakım tahminlere dayanarak
inşa etmeye çalışan anlayışa ‘işler’ ve ‘başarılı’ bir alternatif getirdiği
kanaatindedir. Fakat durumun gerçekten
böyle olmadığı, onun doğruluğu şüpheli birtakım ön kabul ve varsayımlara
dayanarak İslâm hukukunun erken dönemlerdeki gelişimini inşa ettiği son
çalışmalarla gösteril miştir. Coulson ve
Fazlurrahman, bir bakıma hadisin toptan reddinin ortaya çıkaracağı problemleri
fark etmiştir. Coulson bunun, bilgimizde açacağı boşluktan endişe ederken;
Fazlurrahman ise bir Müslüman olması nedeniyle kaçınılmaz olarak “Eğer tüm
hadislerden vazgeçilirse bizimle Hz. Peygamber arasında on dört yüzyıllık büyük
boşluktan başka ne kalır?” sorusunu sormuştur.
III. Yaşayan Sünnet/Gelenek ve Nebevî Sünnet
Arasındaki irtibat
Nebevî
sünnetin toptan terk edilmesini Neron’un, Ro ma’yı inşa etmek için yakmasına
benzeten Fazlurrahman, Nebevî sünnetin Müslümanlar için vazgeçilmez bir kaynak
olduğunun farkındadır. Bunun için Nebevî
sünnetin başlangıçtan itibaren var olduğunu sık sık vurgular. Nitekim Kur’ân’da
Hz. Peygamber’in örnekliğinden bahsedilmektedir ki bu durumda Müslümanların ilk
baştan itibaren Nebevî sünneti bir kavram olarak kabul etmemeleri, onun sahâbe
için normatif olmaması düşünülemez.
Bununla birlikte Fazlurrahman’a göre Nebevî sünnet hem sayıca azdır hem
de hadis literatüründeki gibi hayatın bütün ayrıntılarını içine alan mahiyette
değildir. Schacht’ın ‘seleflerimden
benim sonuçlarıma en yakın yerde duran kişi’ olarak nitelediği Margoliouth’un Nebevî sünnetin mevcut sünnete
normatiflik kazandırmak adına daha sonradan ortaya çıkmış bir kavram olduğu
görüşüne şiddetle karşı çıkan Fazlurrahman, yine onun Hz. Peygamber’in
otoritesinin sadece Kur’ân’ın içeriği ile sınırlı olduğu görüşünü de kabul
etmez. Margoliouth’un Nebevî sünnetle
ilgili görüşlerini paylaşan Schacht, Nebevî sünnet kavramını ele aldığı bir
makalesinde Abdullah b. İbâd’ın Emevî
halifesine gönderdiği ve muhtemelen hicrî 76
senesine ait olduğunu söylediği bir mektupta Hz. Peygamber’in sünnetinin
kesinlikle Kur’ân’da bildirilmiş ahkâmın ötesine geçmediğini iddia etmektedir.
Hatta ona göre eğer bu dönemde Kur’ân’ın yanı sıra başka bir müstakil ilkeden
söz etmek mümkünse bu Hz. Peygamber’in sünneti değil, ancak Hz. Ebu Bekir ve
Hz. Ömer’in sünneti olabilir.
Fazlurrahman’a
göre Batılı araştırmacıların Nebevî sünneti reddetmesi, hadis hareketi ile, çok
farklı unsurlardan müteşekkil sünnet kavramının “Nebevî sünnet kavramı”nın koruması
altına alınmasından yani Hz. Peygamber’e atfe dilmesinden kaynaklanmıştır.
Hâlbuki ona göre İslâm öncesi uygulamaları da içeren sünnetin çok büyük bir
kısmı mevcut sünneti yorumlayan ki Nebevî sünnet de bu mevcut sünnete dâhildir
ve Yahudi kaynakları ile Bizans, Sasanî idarî
uygulamalarından
birtakım unsurlar alan ilk fukahânın ictihadları neticesinde oluşmuştur.
Anlaşılacağı
üzere Fazlurrahman’a göre Nebevî sünnet ile sünnet özdeş kavramlar değildir.
Ona göre sünnetin büyük kısmı, üzerinde icmâ edilmiş ictihadlardan
müteşekkildir. İlk nesillerin sünnet
anlayışının statik olmadığı kanaatindeki Fazlurrahman’a göre ‘takip edilmek’
sünnetin gerçek anlamının bir parçası değildir.
Bu görüş onun, yaşayan sünnet anlayışı ile son derece uyumludur. Zira
ilk nesiller Nebevî sünneti zahirî manada takip etmemişler, onu yorumlamışlar
ve bu yorumlamalar da sünnetin ayrılmaz bir parçası hâline gelmiştir. İşte tam
da bu nedenle Fazlurrahman, sünnetin bir yol olmaktan ziyade sürekli yeni
unsurlar içeren bir nehir yatağı olduğu kanaatindedir.
Kısaca
özetlemek gerekirse Fazlurrahman’a göre Nebevî sünnet, sünnet, yaşayan sünnet,
ictihad, icmâ kavramları birbiri ile ilişkili kavramlardır. Kökeni kesinlikle
Hz. Peygamber’in dönemine kadar giden Nebevî sünnet, sahâbe tarafından
yaşanmış, yorumlanmış ve kendi söz ve davranışlarına dâhil edilmiştir. Bu yorumlama süreci daha sonraki nesiller
tarafından yeni çıkan ihtiyaçlar karşında ictihadlar vasıtasıyla devam
ettirilmiş, bu ictihadlardan, icmâ yoluyla onaylananlar ise sünnete dâhil
olmuştur. Bu nedenle sünnet ve icmâ terimleri birleşmekte hatta özdeş
olmaktadır. Bununla birlikte
Fazlurrahman sünnet ile icmâ arasındaki farka da işaret eder:
Sünnet
geriye doğru gider ve başlangıç noktasını Peygamber’in aşama aşama rey ve kıyasla
yorumlanan ideal sünnetinde bulur. İcmâ, ise sünnet yorumu veya bizim ikinci
anlamda kullandığımız şekliyle
sünnettir. Zira sünnet, ümmetin onayı ile yavaş yavaş herkes tarafından kabul
edilir hâle gelmiştir.
Esasen
‘yaşayan sünnet’ terimini ilk kez kullanan Fazlurrahman değil, Joseph
Scahcht’tır. Fazlurrahman’ın yaşayan sünnet terimini kullanması kaçınılmaz
olarak ikisinin görüşlerinin karşılaştırılmasına ve arada benzerlikler
kurulmasına neden olmaktadır. Daha önce Fazlurrahman’ın Nebevî sünnetin en
baştan itibaren varlığını kabul etmesi açısından Schacht’tan ayrıldığına işaret
edilmişti. Bunun yanı sıra, yaşayan geleneğin büyük kısmının, Nebevî sünnetin
sahâbe döneminden başlamak üzere her nesilde yorumlanmasının, Nebevî sünnete
dayanan ve icmâ onayından geçmiş ictihadların bir ürünü olarak gören
Fazlurrahman’ ile; Nebevî sünnetin başlangıçta sadece siyasî ve kelâmî olan
anlamının yerine hicrî II. yüzyılda Iraklılar tarafından hukukî anlamının ikame
edildiği iddiasının sahibi Schacht arasında derin bir fark olduğu tekrar
vurgulanmalıdır. Zira Fazlurrahman her
fırsatta yaşayan sünnetin Nebevî sünnetle ilişkisini dile getirirken, Schacht
her ne kadar İmâm Şâfiî öncesinde Iraklıların bu yöndeki görüşlerine işaret
etse de söz konusu ilişkinin sistemli bir şekilde kurulmasını İmâm Şafiî’ye
atfetmektedir.
IV. Devam Eden Bir Süreç Olarak İcmâ
Nebevî
sünnet anlayışı nedeniyle Schacht’tan ayrılan Fazlurrahman’ın yaşayan sünnetle
özdeş kabul ettiği icmâ ile ilgili görüşleri noktasında onunkilere çok benzeyen
değerlendirmelerde bulunduğu görülür. O da Schacht gibi İmâm
Şâfiî’nin
icmâ anlayışının ilk hukuk okullarından ‘tamamen farklı olduğu kanaatindedir. Fazlurrahman’a göre
İmâm Şâfiî hiçbir ayrılığın olamayacağı küllî ve şeklî bir icmâ anlayışına
sahiptir. Hâlbuki ilk fıkıh okullarının icmâ anlayışı şeklî ve statik olmayan
demokratik bir süreçtir. Bu özellikleri nedeniyle de icmâ bir ölçüde fikir
ayrılıklarından beslenir. İmâm Şâfii,
icmâın değil de hadislerin Nebevî sünneti temsil etmesi gerektiği fikrini
ısrarla savunmuş ve neticede icmâ câri bir uygulamayı normatif yapan bir inşa
süreci olmaktan çıkarak onaylayıcı bir mekanizma hâline gelmiştir. Okulların hukuk teorilerinde icmâın yerinin
çok önemli olduğunu dile getiren Schacht da icmâın yaşayan geleneğin bir
tezahürü olduğu kanaatindedir. Ayrıca
onun, e silentio argümanına dayanarak İmâm Şâfiî tarafından nakledilmeyen
“ümmetim hata üzerinde birleşmeyecektir”
hadisinin aslında İmâm Şâfiî’nin ifadelerinin daha sonra hadisleşmesi
neticesi ortaya çıktığı iddiasını Fazlurrahman da dile getir mektedir.
IV.
Hadis veya Yaşayan Sünnetin Sözel İfadesi
Fazlurrahman’ın
hadisle ilgili değerlendirmeleri, sünnet ve icmâa dair değerlendirmelerinde
olduğu gibi Schacht’ın onun üstündeki etkisini gösterir mahiyettedir. Bununla
birlikte Nebevî sünnete yaklaşımı noktasında ondan ayrıldığı gibi Hz.
Peygamber’e dair rivâyetlerin menşeini Schacht’tan çok daha erken bir tarihe,
sahâbe dönemine atfederek, yine prensipte ondan farklı bir konumda durmaktadır.
Fazlurrahman’a göre hadis ve sünnet arasında sıkı bir ilişki
vardır.
O, hadisi ilk nesillerin Nebevî sünneti yorumlaması neticesinde oluşan yaşayan
geleneğin sözel formu, ilk nesillerin Hz. Peygamber ile ilgili hacimli
yorumları şeklinde tarif etmektedir.
Ayrıca, sünnethadis ikilisinin, ilimfıkıh terimleri ile aynı kullanıma
sahip olduğu kanaatindedir. Buna göre hadis nakledilen malzeme iken, sünnet bu
malzemeden hareketle yapılan çıkarımlara işaret eder.
Fazlurrahman,
insanların Hz. Peygamber hayattayken onun ne dediği ve ne yaptığı hakkında
konuştuklarını fakat bu konuşmanın, onu vefatından sonra yeni bir neslin ortaya
çıkması ve bu neslin Hz. Peygamber’in davranışı hakkındaki doğal merakının bir
sonucu olarak kasıtlı ve bilinçli bir olgu hâline geldiğini ifade eder. Hz. Peygamber’in örnekliği ile ilgili
rivâyetlerin hicrî 21 yılında doğan Hasanı Basrî’nin öğrencilik yıllarından
önce başladığı dolayısıyla da Hz. Peygamber’den sonraki ilk dönemde sünnet ve
hadisin muâsır ve özdeş olduğu kanaatindedir.
Hz. Peygamber’e dair rivâyetlerin menşeini erken döneme tarihlendiren
Fazlurrahman, hadisin hicrî I. asrın üçüncü veya dördüncü çeyreğinde formel bir
disiplin olarak ortaya çıktığı ve en azından 6080 yıllarından itibaren hadis
olgusunun mevcut olduğu görüşündedir.
Nitekim Halife Abdülmelik (658) Hasanı Basrî’ye gönderdiği mektubunda
sahâbeden, Ha sanı Basrî’nin kader ile ilgili görüşlerini destekleyebilecek
rivâyetleri talep etmektedir ki bu talep ancak rivâyetlerin o
dönemde
mevcut olmasıyla anlamlı hâle gelecektir.
Fazlurrahman’ın hadis rivâyetinin başlangıcı için kabul ettiği, erken
tarih onun hadislerin otantikliğine dair olumsuz değerlendirmelerini
etkilememiş gözükmektedir. Zira ‘fundamental/esasa ilişkin’ dediği ve bizzat
İslâmî methodolojiye dair kabul ettiği hadislerle ilgili değerlendirmeleri
neticesinde sadece bu hadislerin değil, ferâiz meselesi ile ilgili olanlar
hariç tüm hadislerin tarihî olmadığı
sonucuna ulaşmıştır. Dolayısıyla Schacht’tan
teoride ayrılan Fazlurrahman pratikte onunla aynı konumdadır denebilir. Fakat
o, muhtemelen kendisinin de fark ettiği bu konumdan kurtulmak için şöyle bir
manevra yapmaktadır:
Her
ne kadar hadis Nebevî öğretinin sözel ve saf bir ifadesi olmasa da, Hz.
Peygamberle çok yakın bir irtibatı vardır ve bilhassa toplumun bu öğretiye dair
anlayışının en erken gelişim aşamasını temsil eder.
Fazlurrahman’a
göre hadis hareketi doğası gereği uydurma faaliyetlerine kapı aralamaktadır.
Zira hadis hareketi; hadisleri, son noktaya yani Hz. Peygamber’e yansıtmaya
meyillidir. Bunun bir sonucu olarak zaman içerisinde merfû hadislerin sayısında
bir artış gözlenmiştir. Özellikle onun hadis şampiyonu olarak nitelediği İmâm Şâfiî’nin sistematik
ısrarları neticesinde yaşayan sünnetin ancak hadisler ve özellikle de merfû hadisler tarafından temsil
edileceği görüşü benimsenmiş, o döneme kadar organik bir biçimde gelişmesini
sürdüren yaşayan sünnet ve serbest düşünce çünkü yaşayan sünnetin büyük kısmı
ictihatlardan oluşmaktadır donuklaşmıştır.54 Hadisin gelişimine dair, merfû
hadislerin hızlı artışı, İmâm Şâfiî’nin âdeta paradigma kurucu etkisi,
hadislerin geriye doğru büyüme eğilimi göstermesine odaklanan bu tablo
Schacht’ın Origins’te çizdiği tablonun aynısıdır. Schacht her ne kadar bugün
Klasik teoride bir vakıa olarak kabul edilse de İmâm Şafiî’nin sürekli
ısrarlarının gösterdiği üzere henüz onun döneminde kabul edilmemiş olduğunu
iddia ettiği merfû hadislerin üstün otoritesi anlayışının İmâm Şâfiî’den sonra
çok sayıda hadisin tedâvüle sokulmasına neden olduğu kanaatindedir. Schacht’a
göre, İmâm Şâfiî’nin getirdiği büyük yenilik merfûların en üstün otoriteye
sahip olduğu inancıdır ki o, merfûları doktrininin temeli yaparak
Fazlurrahman’ın da iddia ettiği gibi onları yaşayan sünnetin okullardaki doğal
ve sürekli gelişiminden ayırmıştır. Merfû hadislerin en üstün otoriteye sahip
olduğu kanaatinin bir neticesi olarak, hadislerin gittikçe daha büyük otoriteye
yansıtıldığını iddia eden Schacht, maktû rivâyetlerin, mevkûf; mevkûfların ise
merfûlaşma sürecine girdiğini ve tüm hadislerin bu tür bir evrilmenin ürünü
olduğu görüşündedir.
Fazlurrahman,
Schacht’ın hadislerin doğası ile ilgili iddialarını iki kısma ayırarak, ilk
kısmın yani Schacht’ın Margoliouth’un tezlerine dayanarak ortaya koyduğu Nebevî
sünnetin geç tarihli olduğu anlayışına, bu anlayışın İslâm’ın erken dönemini
aydınlatmak yerine de daha karanlık bir hâle getirdiği gerekçesiyle karşı
çıkar. Buna karşın, Schacht iddialarının
ikinci kısmı ise hadislerin farklı versiyonlarının
birbiriyle
karşılaştırılması sonucu ulaştığı sonuçlara dayanmaktadır ve Fazlurrahman’a
göre Schacht’ın burada takip ettiği metot kesinlikle bilimsel ve
sağlamdır. Fakat bu noktada Schacht’a
yönelik bir eleştiriyi de dile getirmektedir. Schacht’ın Hasanı Basrî’nin,
Halîfe Abdülmelik’e yazdığı mektupta açıkça bir hadis nakletmemesinden hareketle o dönemde hiç kelâmî hadis olmadığı
sonucuna ulaşmasını eleştirir. Zira Fazlurrahman’a göre kaderle ilgili bu
mektupta hadis kullanılmaması konunun İslâm toplumunda yeni bir olgu olmasından
kaynaklanmaktadır ve her ne kadar bu konuda ortaya çıkan tüm rivâyetler tarihî
bir bağlamın ürünü olsa da kelâmî
hadislerin toptan reddi, Hz. Peygamber’in tevhîd gibi çok sayıdaki temel kelâmî
konuda konuşmaması düşünülemeyeceğinden yanlıştır. Bu nedenle o, söz konusu
metodun dikkatle ve sınırlarının farkında olarak kullanılmasını salık verir.
Schacht’ın
Hasanı Basrî’nin mektubu ile ilgili değerlendirmeleri fark edileceği üzere e
silentio çıkarımlara dayanmaktadır. Schacht bu metodu Origins’ te sık sık
kullanır ve şöyle formüle eder:
Bir
hadisin belirli bir dönemde mevcut olmadığını ispatlamanın en iyi yolu, eğer
mevcut olsaydı kendisine başvurmanın zorunluluk arz edeceği bir tartışmada
hukukî bir delil olarak kullanılmadığını göstermektir.
Schacht,
kelâmî hadislerin genel olarak hukukî hadislerden daha erken olmasına rağmen,
mektupta hadis kullanamamasından hareketle, bu dönemde kelâmî hadislerin
neredeyse hiç mevcut olmadığını çıkarımında bulunurken yukarıda işaret edildiği üzere Fazlurrahman
onun bu genellemesini eleştirmiştir başka bir yerde, bu çıkarımını tahsîs
ederek, mektubun yazıldığı dönemde özgür irade ve sorumluluk hakkında
hadislerin olmadığını iddia etmiştir.
Her ne kadar Fazlurrahman, Schacht’ın Hasanı Basrî’nin mektubundan
hareketle yaptığı e silentio çıkarımı, çok genel olması nedeniyle eleştirse de
kendisi de zaman zaman e silentio çıkarımları kullanmaktadır. Meselâ o, “... j*
r l>.” rivâyetinin, hadis uydurulması
ile ilgili birçok haber nakleden Ebû Yûsuf (ö. 181) tarafından
nakledilmemesini, onun
daha
sonra hadis kaynaklarında önemli bir yere sahip olacak bu hadisi henüz
bilmediği şeklinde yorumlamaktadır.
Fazlurrahman’a
göre “... j* AS” hadisi, hadis hareketinin serbest düşüncenin sona ermesi veya
her görüşün hadis şeklinde Hz. Peygamber’e yansıtılması gibi iki ‘uç’ harekete
neden olmasına engel olmak üzere hadisçiler tarafından uydurulan iki rivâyetten
birisidir. Öteki ise Hz. Peygamber’in
tüm güzel sözlerin kendisine atfedilmesine izin verdiğine dâir rivâyettir. Fazlurrahman bu hadislerden ilkini hadis
lehinde
ki
rivâyet, İkincisini ise hadis karşıtı rivâyet olarak nitelemektedir ve ona göre
hadis karşıtı rivâyetler hadis lehindekilerden daha eskidirler. Aynı şekilde Schacht da hadis karşıtı
rivâyetleri hadis lehindeki rivâyetlerden daha eski kabul etmektedir. Onun bu
konudaki anlayışı genel olarak karşı hadislerle ilgili değerlendirmelerinin bir
uzantısıdır.
Karşıhadis
anlayışı, Schacht’ın hukukî hadisleri ve hukukî bir hükme arka plân hazırlamaya
yönelik oldukları sürece tarihî hadisleri değerlendirirken tarihlendirmelerinde
dikkati çekmektedir. Hadislerin
genellikle muhalif bir görüş veya uygulamaya karşı üretildiği kanaatini taşıyan
Schacht’a göre muhalif bir görüşü çürütme amacı taşıyan hadisler
yöneltildikleri hadislerden daha sonraya tarihlendirilmelidir. İşte bu nedenle hadisler lehine ortaya
konulan argümanları, genel olarak aleyhteki rivâyetlerden türetilmiş ve
onlardan sonra kabul etmektedir. Bu onun
Origins’te inşa ettiği İslâm hukuk tarihinin doğal bir neticesidir. Nitekim ona
göre asıl ve önce olan okulların yaşayan geleneğidir. Merfû ha disler ise kabul
edilmek için güçlü bir muhalefeti aşmak zorunda kalmıştır. Önce hadisçilerin
daha sonra da hadisçile rin görüşlerini benimseyen İmâm Şâfiî’nin sürekli ve
sistemli çabaları zamanla neticesini vermiş ve hukuk okulları da doktrinlerini
aşama aşama geriye yansıtmaya başlamışlardır.
Schacht
Origins’ in “Arguments for and against Tradition” adlı bölümünde hadislerin
aleyhindeki argümanlardan birinin de hadislerin Kur’ân’la çeliştiği iddiası
olduğunu ifade eder ve bu görüşün zamanla bazı sahâbeye atfedildiğini hatta Hz.
Peygamber’e yansıtıldığı değerlendirmesini yapar. Hz. Peygamber’e yansıtılan bu
merfû hadise göre o hadislerin Kur’ân’a arz edilmesini istemekte ve ancak Kur’ân’la
uyumlu olanların kendisine ait olduğunu söyle mektedir.71 Schacht, İmâm
Şâfiî’nin sahîh kabul etmediği bu merfû hadisle aynı manaya gelen diğer
hadislerin de varlığına işaret etmektedir.
Arz hadisi olarak bilenen bu rivâyeti Fazlurrahman da hadis karşıtı
rivâyetlerle ilgili görüşleri bağlamında ele almaktadır. Ona göre bu hadis
karşıtı hadis, hadis hareketinin gücünü kırmak için hem Mu‘tezile hem de
fukahânın gösterdiği çabanın bir ürünüdür.
Schacht da tamamen aynı şekilde, hadislere muhalefetin sadece bidat
fırkalarından değil yeni bir unsura yani merfû hadislere karşı tepki veren ilk
hukuk uzmanlarından da geldiğini söylemek tedir. Fazlurrahman da Schacht gibi İmâm Şâfiî’nin
bu hadisi sahîh kabul etmemesine işaret ederek bunu, hadis hareketinin kısa bir
süre içinde ne kadar etili hâle geldiğini gösteren bir delil olarak kabul
etmektedir.
Schacht
arz hadisinde ifade edilen hadis karşıtı görüşün Hz. Peygamber’e yansıtılan
başka bir hadisle reddedildiği görüşündedir. Erîke hadisi olarak da bilenen bu rivâyete göre, Hz.
Peygamber koltuğuna yaslanıp “biz ancak Allah’ın dediğine uyarız” diyerek,
hadisleri reddeden kişiler hâline gelmemeleri için Müslümanları uyarmaktadır.
Schacht hadisin biri muttasıl diğeri mürsel iki isnadından mürsel olanın
orijinal olduğu kanaatindedir ve ona
göre, hem muttasıl hem de orijinal isnadda Süfyân b. ‘Uyeyne’nin (ö. 198)
bulunması hadisçiler ve muhalifleri arasındaki tartışmaların İbn ‘Uyeyne’den
önceki nesilde gerçekleştiğini göstermektedir.
Fazlurrahman’ın da hadis yanlısı rivâyetler içerisinde değerlendirdiği
erîke hadisi ona göre tarihî açıdan son derece şüphelidir. Zira bu rivâyet ona
göre Kur’ân’ın kabülü ve sünnetin toptan reddi gibi bir anlayışa işaret etmekte
ve bu iki kaynağı birbirinden tamamen ayırmaktadır ki bu tür bir durumun
sahâbeye atfedilmesi mümkün değildir. O da Schacht gibi bu rivâyetin hadisçiler
ve muhalifleri arasındaki tartışmayı yansıttığı kanaatindedir:
Şüphesiz
ki bu hadis, sonraları hadis hareketinin başladığı ve (yaşayan sünnetin
rağmına) Nebevî sünneti ifade etmenin yegâne vasıtası olduğunu iddia ettiği
dönemde ortaya çıkmıştır. Hadis hareketini bu şekilde davranmaya sevk eden
gerekçeler hem ehli kelâm hem de eski hukuk okulları tarafından sorgulanmıştı.
V. Sonuç
Şu
ana kadar söylenilenlerden de hareketle, Fazlurrahman ve Schacht’ın
sünnet/hadis hakkındaki görüşleri arasında yapılan karşılaştırmalara dayanarak
denilebilir ki, her ne kadar zaman zaman Schacht’a çok temel eleştiriler
yöneltse de Fazlurrahman ve Schacht’ın hadise yaklaşımında çok sayıda
benzerliğin olduğu reddedilemez bir gerçek olarak ortaya çıkmaktadır. Söz
konusu benzerlikler, özellikle müstakil hadislerin değerlendirmesi ile ilgili
metot ve anlayışlarda aşikâr hâle gelmektedir. Zira teoride Scahcht’tan farklı
görüşler öne sürerek, Nebevî sünnetin ve Hz. Peygamber’e dair rivâyetlerin
baştan itibaren varlığını kabul eden Fazlurrahman’ın bu teorik farklılığının
pratikte hadislerin tarihîliğini değerlendirirken Schacht’tan farklı sonuçlara
ulaşmasını sağlamadığı görülmektedir. O, ferâiz hadisleri dışında bize,
tarihî/otantik rivâyet sunmamaktadır. Bir bakıma onun tarihî bir rivâyet sunma
gibi bir kaygısı olmadığı da iddia edilebilir. Zira hadisler ona göre yaşayan
sünnetin sözel forma dökülmüş halleridir ve bu bakımdan bir sürecin ifadesidir.
Bu nedenle de hadislerin otantikliği, Klasik görüşte olduğu gibi Hz.
Peygamber’e aidiyetleri anlamına gelmemektedir. Onun kurduğu sistemde, İslâm
medeniyetinin kurucu öğelerinden birisi olan hadisler artık Hz. Peygam ber’le rabıtasını
kaybetmiştir. O, bir Müslüman olarak, hadislerin Hz. Peygamber’le rabıtasını
kaybetmesinin ne anlama geleceğini bilmekte, ya da daha doğru bir ifadeyle
‘hissetmekte’dir. Bu nedenle de sık sık süreklilik anlayışına vurgu yapar ve
şöyle der:
Hz.
Peygamber yalnız bir din değil gelişen büyük ölçekli bir ümmet inşa etti...
Ümmetle Hz. Peygamber arasındaki bu toplumsal süreklilik, Nebevî sünnetin asıl
garantisidir. Bu manevî ve tarihî çifte rabıta, hadisi, içeriği bakımından
kelimenin tam anlamıyla tarihî olmasa da Klasik dönemde tüm tenkitlere karşı
dayanıklı hâle getirmiştir.
Fazlurrahman’ın
bir yandan Schacht’ın temel tezlerini kabul edip diğer taraftan sünnetin Hz.
Peygamber’le bağlantısını kurma ihtiyacı onun hadis/sünnetle ilgili tezlerini
hem eleştirilere açık hem de karmaşık hâle getirmiştir. Onun teorisinde,
ictihad, icmâ, sünnet, hadis kavramları ve bunların Hz. Peygamber ve ilk
nesille ilişkisinin nasıl kurulduğu açık değildir ve anlaşılması zordur. Fakat
modern dünyada Müs lümanların varoluş mücadelesi verdiğini fark
eden ve çözüm yolları arayan birisi olarak onun içinde bulunduğu durum;
Müslümanların dış dünyadan yalıtılmış bir ortamda yaşadığı illüzyonuna
kapılmış, modern zamanların Müslümanlarının yaşadığı sorunları görmezden gelen
ilim adamlarının aksine anlaşılabilirdir. John Burton’ın iddiasının hilâfına o,
hadislerin “modern İslâm’ın önündeki tek muhkem engel” olduğunu fark etmiş ve bu engeli aşmaya
çalışmıştır. Muhtemelen sorun da buradan kaynaklanmaktadır. Zira hadisler,
aşılacak bir engel olarak görüldüğünde, en ufak bir şüphede herhangi bir tarihî
araştırmaya girişilmeden tasfiye edilmektedir. Fakat tasfiye etmenin, bir çözüm
yolu olmaktan çok bir kaçış yolu olduğu ortadadır. Asıl entelektüel çaba ve
ürün ise, ancak problemle yüzleşildiğinde ortaya çıkacaktır.
FAZLURRAHMAN’IN HADİS VE SÜNNET AYIRIMI
İbrahim HATİBOĞLU*
GİRİŞ
Hadis
kavramı, özellikle ıstılahların şekillendiği dönemlerden itibaren
muhaddislerce, Hz. Peygamber’in söz, fiil, takrir ve hallerini ifade etmek
üzere kullanıldı. Fıkıhçılar ise tanımlamayı hükme konu teşkil eden rivâyetleri
dikkate alarak yaptıkları için, Hz. Peygamber’e has bazı fiilleri, onun
yaratılış (halkî) ve ahlâkî (hulkî) özelliklerini hadis kavramına dahil
etmemişlerdir. Muhtevaya dair bu ayırım bir yana, Klasik kaynaklarda sahâbe ve
tâbiînin söz, fiil ve takrirlerine dair rivâyetlere de hadis denildiği
olmuştur. Aynı şekilde sünnet de
yaygın şekli ile, Hz. Peygamber’e izafe edilen söz, fiil ve takriri ifade etmek
üzere kullanılmıştır. Hadisi sadece Hz. Peygamber’in sözlü rivâyetleri
karşılığı kullananlara göre sünnet daha geniş bir kavramdır. Bu ıstılahî
farklılık dışında iki terim arasında herhangi bir fark görülmemiştir. Konunun
tarihî boyutunu kısaca ortaya koymak gerekirse, özellikle tanımların kesinlik kazandığı müteahhirîn
dönemi (hicri III. yüzyıl veya Hatîb elBağdâdî sonrası) dikkate alındığında
hadis usûlü kaynaklarında genelde hadis ve sünnet terimleri arasında fark
gözetilmemiş ve her ikisinin de kapsamı itibariyle aynı şeyi ifade ettiği ve
birbirinin yerine; Hz. Peygamberin kavlî, fiilî, takrîrî sünneti veya hadisi
şeklinde kullanıldığı ifade edilmiştir.
Hadis
ve sünnet kavramları çağdaş araştırmalarda
eleştirel bir bakışla yeniden incelenmeye başlanmakla birlikte, bu
çalışmalarda ulaşılan sonuçlar özellikle son dönemlere kadar Klasik anlamından
bağımsız değildir. Bu çerçevede modern dönemde hadis ve sünnet kavramlarını
birbirinden ayıran ilk müslüman düşünür tespit edebildiğimiz kadarıyla Mûsâ
Cârullah Bigiyef’tir (ö. 1949). Bigiyef, lügat anlamıyla “bir şeyin yüzü ve
görünen kısmı,” terim olarak ise, “Şârii
ha kîm’in sözleri, işleri ve müsaadeleri”
şeklinde tanımladığı sünneti, genel anlamıyla, sünnetullah,
sünnetü’nnebî ve sünnetü’levvelîn diye üçe ayırır. Kısaca, ona göre sünnetullah
Allah’ın kâinatın işleyişinde takip ettiği düzen, sünnetü’levvelîn geçmiş
ümmetlerin başından geçen olaylar, sünnetü’nnebî ise, “Hz. Peygamber’in gerek
kendi ümmetine gerekse bütün insanlığa risâletini tebliğ ederken, nebevî
fiilleri, hikmetli sözleri veya bir kimsenin hareketini bilip ikrâr ederek
onayladığı, ayrıca krallara ve kabilelere gönderdiği mektuplarla ortaya koyduğu
yol”dur. Bu tariften anlaşılacağı üzere
Bigiyef sünneti, Resûlullah’ın bütün halinde ortaya koyduğu yolun adı olarak
anlar. Bu anlamda sünnet, Kur’ân’ın tatbikini ve aynı zamanda Hz. Peygamber’in
sîretini de içermektedir. Bigiyef’in bir başka münasebetle sünneti, “Hz.
Peygamber’in din olarak ortaya koyduğu her şey”
biçiminde tarif etmesinden de hareketle onun sünnete bir hayat tarzı
anlamı verdiğini söylemek mümkündür. Bu tanımla ma/anlayış gereği Bigiyef,
sünneti sonraki nesillere aktaran her bir rivâyet için hadis terimini
kullanmaktadır. Böylece o sünnete daha fonksiyonel bir konum kazandırarak onu
bir hayat tarzı şeklinde anlamıştır. Bu sebeple Bigiyef’e göre Hz. Peygamber’in
kendisine gelen vahyi tebliğ ederken yaptıkları ve kastettikleri yanında onun
kişisel hayatı ve insanlarla kurduğu içtimâî münasebetleriyle ilgili sîreti de
sünnete dahildir. Bigiyef sünneti bir
hayat tarzı kabul ettiği için, onun mihverinin ve bütün öğretilerinin
kaynağının Kur’ân olduğunu ifade etmiştir.
Bu yaklaşım da onu sünneti, Kur’ân’ı da içine alan genel/geniş bir
mefhûm şeklinde görmeye ve neticede sünnete teşrî‘î bakımdan öncelikli bir
değer vermeye götürmüştür.
Bütün
bunların yanında bir başka sünnet taksimi daha yapan Bigiyef, İslâm’da, kişi ve
toplum için faydalı şeylerin meşrû ve hatta yapılması istenen bir iş olduğuna
dikkat çekmiş ve “Kim güzel bir sünnet ortaya koyarsa, onun ve o sünnete
uyanların ecri kendisinedir; kim de kötü bir çığır açarsa onun ve açtığı
çığırdan gidenlerin günahı kendisine dir”
hadisinden istidlâlle sünneti, sünneti nebeviyye ve
sünneti
vaz‘ıyye şeklinde ayırmış ve sünneti vaz‘ıyyeyi, “toplumun ıslahı amacıyla
dönemin hukemâsının ortaya koyduğu
hükümler” olarak tanımlamıştır. Modern
dönemde ilk defa Bigiyef’in kullandığı bu terim, ondan sonra muhtevası dinin
bütün alanlarını içerecek şekilde daha da genişletilerek, Fazlurrahman (ö. 1988)
tarafından yaşayan sünnet şeklinde ifade edilmiştir. Ancak Bigiyef de dahil
olmak üzere hiç bir düşünür, İslâm dünyasında sonraki dönemlerde görüleceği
şekli ile, hadis ve sünneti kesin biçimde birbirinden ayırmamıştır. Onlar her
ne kadar kavram olarak daha çok sünnet terimi üzerinde durmuş olsalar da,
rivâyetler söz konusu olunca daha çok hadis kelimesini kullanmışlardır.
Çağdaş
düşünürlerden Reşid Rıza da (ö. 1935), din ile alakalı olmak üzere, Hz.
Peygamber’den nakledilen söz, fiil ve takrîr şeklindeki rivâyetlerin,
münekkitlerin ölçüleri çerçevesinde sıhhatinin tespiti halinde, bağlayıcılık
kazanacağını be lirtmiş ve sünneti
fakîhlerin ıstılahına uygun biçimde tarif etmiştir. Aynı şekilde hadis ve
sünneti birbirinden ayırt etmeksizin, “Allah Resûlü’nden nakledilen söz, fiil
ve takrirler” olarak tarif eden Ahmed Emin de (ö. 1954), öncelikle Hz. Pey
gamber’in
vefatından sonra sahâbenin görüp duyduklarını anlattıkları haberlerin, onlardan
sonra da tabiînin sahâbeden naklettiklerin hadislere dahil edildiğini
söylemiştir. Bu ifadelerden de
anlaşılacağı gibi Ahmed Emin sünnet, hadis, eser ayırımına girmeden, tarifleri
en geniş anlamıyla ve birbirinin yerine kullanmıştır. Onun, sahâbe ve tâbiînin
görüp duyduklarını da hadis şeklinde tanımlaması, yine yukarıda işaret
ettiğimiz, ıstılahların kullanımı ile ilgilidir.
I. Şarkiyatçılarda Hadis Ve Sünnet
Ayırımı
Şarkiyatçılar
hadis ya da sünnet kelimesi yerine çoğunlukla Islamic tradition ifadesini
kullanırlar. Latince tradere kelimesinden türeyen tradition, dinî ya da uhrevî
muhtevâlı bir konuda dönüşüm ya da şekil değişikliğini ifade için kullanılır.
Kelimenin lügat anlamı, “genellikle sözlü olmak üzere bir düşünceyi, inancı,
âdeti veya geleneği nesilden nesle intikal ettirmek” şeklindedir. Bu tarife göre, (dinin bilinen
esasları açısından ister doğru ister yanlış olsun) önceki nesillerden
sonrakilere aktarılan her şey geleneğin (tradition) bir parçasıdır. Ayrıca
kelime şarkiyatçılarca hadis ilmindeki anane veya hadîse karşılık kullanılmakla
birlikte, ananede haberin kesin surette işitildiğini gösteren bir lafız
zikredilmesi, hadiste ise Hz. Peygamber’in (ya da sahâbe ve tâbiînin) söz fiil
ve takrirlerinin senedi ile birlikte zikredilmesi söz konusudur. Oysa tradition
kelimesi zımnen râvilerin meçhul olmasını ifade eder. Yine hadis rivâyetinde
sürenin uzunluğu (nâzil isnad) hoş karşılan mazken tradition için bu şarttır.
Traditiona Türkçe karşılık olarak eski rivâyetler/nakiller demek daha uygundur.
Şu halde bu kelimenin hadise karşılık olarak kullanılması
doğru değildir. Ayrıca kelimenin anlamı,
kökündeki bu muhtevânın yanında sonradan değişimi de ihtiva edecek şekilde
genişlemiştir. Her ne kadar bazı hadis araştırmalarında sonradan sunnah ya da
hadith şeklinde ifade edilse de Islamic tradition kavramı, özünde bu iki mânayı
sürekli korumuş ve müslümanların bakışından çok Batılı araştırmacıların
yaklaşım şekliyle anlaşılmak istenmiştir.
Hadis
ve sünneti bir ayırıma tâbi tutan ilk müsteşrik Ignaz Goldziher’e (ö. 1921)
göre bu kavramlar ilk dönemlerde Peygamber’e has söz, fiil ve davranışları
ifade etmek için kullanılmamıştır. Ona göre hadis, Peygamberce isnâd edilen
şifahî bir tebliğ/ifade anlamına gelirken sünnet, dinî veya hukukî bir konuda
İslâm toplumunda öteden beri uygulanmakta olan âdetleri ifade eder. Fazlurrahman’a göre bu ifadelerin zamanla Hz.
Peygamberin davranışları karşılığında kullanılmaya başlanması, çok kaynaklı
anlayıştan homojen bir yapıya geçişe önemli bir katkı sağlamıştır. Bu otorite ile müslümanlar istedikleri
şeyleri dinlerine dahil ede rek Peygamber’e nisbet etmeye başlamışlardır. Aynı düşünce bir başka müsteşrik Henry
Lammens tarafından, Hz. Peygamber’in sahih denen sünneti ile sahâbe ve tâbiîn
âdetlerinin birbirine karışarak, Hz. Peygamber’in uygulamaları şeklinde bir güç
haline geldiği biçiminde dile getirilmiş, muhteva itibariyle sünnetin ilk dönem
rivâyetlerini ihtiva eden genel bir mefhum olduğu iddia edilmiştir. Yine
Lammens, hadis ve sünnet ifadelerini ayırarak hadisin, sünneti hukukîleştirmek
amacıyla sonradan Peygamber ve sahâbeye nisbet edilen sözler şeklinde tarif
ederek, sünnet teriminin kendi ifadesiyle, hadislerin çıkışından sonra zuhur
ettiğini savunmuştur.
David
S. Margoliouth da, sünnet kelimesi yerine hikmet kelimesini ele alırken yaşanan
geleneğe ve kelimedeki anlam değişimine dikkat çekmiştir. Hikmetin sünnet
karşılığında kullanılmaya başlanması sürecinde ifade ettiği anlamın, Hz.
Peygamber tarafından ortaya konulan İslâm’ın ilk günleri ile ilgili hikâyeler
şeklinde hayatta kalmış ve izlenebilir örnek mânasında, izlenegelen yol (the
beaten track), em sal/örnek (precedent), gelenek (custom) gibi kelimelerle izah
edildiği iddiasında bulunmuştur. Ona göre de, sünnet (practice) tabiri hicrî
II. asrın sonlarından önce daha genel bir anlamda kullanılmaktaydı. Bu kavramın
sadece Hz. Peygamber için kullanılması, daha sonraki dönemlere rastlar. Sünnet
ifadesi önceleri, geçmişteki uygulama (past practice) veya bid‘atin karşılığı
olarak bilinen uygulama (known practice), ya da sadece uygulama (practice)
şeklinde kullanılmış ve yalnız Hz. Peygamber’e değil, Allah’a,
müslümanlara,
İslâm’a, ilk iki halîfeye veya onlarla beraber Peygamber’e nisbet edilmiştir.
Hadis,
sünnet ve yaşayan sünnete yükledikleri anlam itibariyle Fazlurrahman ile
aralarında büyük benzerlikler bulunan Joseph Schacht, ilk dönem fıkıh
ekollerinin uygulamasında sünnetin, yaşayan gelenek (living tradition) anlamına
geldiğini ve bu mânada kullanıldığını ileri sürmüştür. Bu da ona göre genelde,
gelenek (tradition) veya üzerinde icmâ edilen uygulama anlamına
gelmekteydi. Schacht bu tarife, toplumun
icmâ ettiği uygulama ilâvesini yaparken, Hamilton A. Gibb, kayda gerek
duymaksızın sünnet için, toplumun sözlü olarak aktarılan âdetleri tanımını
uygun görmüştür. Gibb, buna karşılık hadisi ise Goldziher gibi, sünnetin bir
taşıyıcısı kabul etmiş, bütün halinde sünnetin, hadis formu ile nakledildiğini
ve genel olarak hadis adıyla anıldığını ifade etmiştir. Ancak Gibb tarifinde,
Goldziher’in hadis için söylediği, bağlayıcı kaideler içeren taşıyıcı
tanımlamasını, her türlü hadis için kullanmıştır.
Şu
halde Fazlurrahman’ın benimsediği ve ilâhî iradeye dayalı anlayışa karşı çıkan
(pozitivist) Batılı ilim adamları arasında da yaygın görüşe göre sünnet
ifadesi, “nesilden nesle uygulanmış ve uzun zamandan beri iyice yerleşmiş
olması nedeniyle kâidevîlik vasfı kazanmış fiilî uygulama” için kullanılmıştır.
Bu tanıma göre sünneti sünnet yapan onun kâide (norm) haline gelmiş
olmasıdır ve kâidevîlik
gücünü
de belli bir dönemden beri devam eden fiilî uygulama olmasından almaktadır.
Çünkü normatifliğin önüne geçen uygulama dönemi de yine bir davranışı kural
olarak benimseme anlayışından doğmuştur. Dolayısıyla bu bakışa göre sünnetin
ahlâkî ilkeler taşıma (bağlayıcılık) vasfı kural koyuculuğundan daha önde bir
esastır.
II. Fazlurrahman’ın Hadis Ve Sünnet Ayırımı
Çoğu
Batılı araştırmacı gibi Fazlurrahman da sünneti tradition (gelenek) kelimesiyle
ifade etmiş ve ona şarkiyatçılarla aynı anlamı yüklemiştir. Ancak Fazlurrahman
kelimenin, “bir düşünce, inanç ve âdeti nesilden nesle aktarmak” şeklindeki ilk
anlamının yanında, değişimi de beraberinde getirdiğine ısrarla vurgu
yapmıştır. Bu sebeple ona göre, gelenek
içerisinde aktarılan her şey, sürekli ve zorunlu bir değişime uğrar. Onun
tradition ile yapmak istediği vurgu, kelimenin değişim veya dönüşüm ifade eden
kısmınadır. O, şarkiyatçıların sünneti
veya hadis ilmini ifade etmek için kullandıkları Islamic tradition kavramının,
(sürekli ve zorunlu biçimde dahilî bir parçası olmak üzere) önceki nesillerin
katkıları yanında, zamanla kavrama giren İslâm dışı bazı yeni unsurları da
içerebileceğine işaret etmiştir. Yine Fazlurrahman, zihnindeki ideâl İslâm’ın
karşıtı olarak kullandığı tarihî İslâm veya geleneksel İslâm kavramlarını,
genelde muslim tradition (sünnet, İslâm geleneği) şeklinde isimlendirmiştir. Bu yaklaşımla Fazlurrahman müsteşrikler gibi,
hadis veya sünnete karşılık kullanılan muslim/Islamic tradition ifadesi ile
geleneksel İslâm kavramını yakın anlamda kullandığını ortaya koyar.
Hadis
ve sünnetin birbirinden ayrı anlamlar taşıdığı tezi, yukarıda da ortaya
konulduğu üzere ilk defa Fazlurrahman tarafından ortaya atılmış değildir. Bu terimlerin farklılığına daha önce
Goldziher de işaret etmekle birlikte, hadis ve sünnet kavramları arasındaki
farklılığa en ayrıntılı biçimde temas eden Fazlurrahman olmuştur. Ona göre, aynı şeyi ifade etmemeleri
sebebiyle bu iki kavramın birbirinden ayırt edilmesi zorunludur. Başta
Fazlurrahman olmak üzere bu görüşteki yenilikçilere göre hadislerin oluşumu,
sünnetin ardından gelen bir süreçtir; Klasik hadis âlimlerince kabul edildiği
gibi sünnete esas teşkil eden ve ondan önce gelen bir şey değildir. Daha açık
bir ifade ile hadisler, toplumda yaşayan sünnetin yazılı bir dökümünden
ibarettir. Dolayısıyla hadisler yaşayan sünnete paralel biçimde gelişmesini
sürdürmüş, ancak sünnetin muhtevasının
zamanla yaşayan gelenek ve şahsi yorumlarla genişlemesi sonucu, hadis ve
sünnetin ayrılması gündeme gelmiştir. Bunun üzerine mevcut uygulamaya normatiflik
(kâidevîlik/kuralsallık) kazandırmak amacıyla hadisçiler, Hz. Peygamber’in
yaşantısına uyan tatbikatı kaydedip, aşırı yorumları ise reddetmek üzere
kapsamlı bir faaliyete başlamışlardır.
Fazlurrahman,
peygamberlik müessesesi üzerindeki çalışmalarının kendisini, “hadis ve sünnet
kavramları arasında ayırım yapılmasının zorunlu olduğu” sonucuna ulaştırdığını
söylemiş ve hadisi; kelime olarak,
“hikaye, rivayet ve haber” anlamında kullanmıştır. Terim olarak ise, aynı adı
taşıyan İslâmî disiplinin bir dalı olarak, genellikle çok kısa ibarelerden
oluşan, ve “Hz. Peygamber’in sözleri, yaptıkları, tasvip ya da reddettikleri
veya özellikle yaşlı sahâbe ve daha özelde de, ilk dört halîfe hakkında bilgi
vermeyi amaçlayan sözlü/şifahî haber” şeklinde tarif etmiştir. Aynı şekilde, nebevî hadis kavramını da
kullanan Fazlurrahman’a göre bu ifade, pratik gayelere mâtuf, cemaat içinde
çıkmış problemleri çözmek için söylenen sözleri ifade eder, bu yüzden de nebevî
sünnetin muhtevası son derece sınırlıdır.
Bu özellikleri ile fakihlerin serbest yorumlarına da konu olan bu tür
rivâyetler, hem fıkhî hem de itikadî konulara kaynaklık etmesi sebebiyle farklı
sonuçlar arz edebilir. Yani bu tür hadis
ler bir anlamda, inanç esasları,
fıkhî kurallar ve dinî prensiplerin vasıtası olmuştur.
Fazlurrahman
hadisleri muhtevâ açısından da değerlendirerek üç gruba ayırır. Hadis
kaynaklarında rastlanmayan bu taksime göre hadisler, teknik hadis, tarihî/biyografik hadis ve dinî hadis
adlarıyla üç başlık altında incelenmiştir. Teknik hadisler, genellikle fıkhî,
sosyal, ekonomik, siyasî konulara dair rivâyetleri; tarihî/biyografik hadisler,
Hz. Peygamber’in hayatıyla ilgili siyer kitaplarındaki rivâyetleri; dinî
hadisler de namaz, oruç, zekât, hac gibi ibadetlerle ilgili hadisleri içerir.
Ona göre, teknik hadislerin dışındaki diğer birçok hadis tarihsel kabul edilmekle beraber, teknik hadisler
bütünü ile tarihsel değildir. Bu kavramla Fazlurrahman, temel anlamda hukukî ve
kural koyan, bizzat İslâmî metodoloji ile ilgili olduğunu söylediği hadisleri
kastetmiş ve aynı zamanda temel (fundamental) hadis şeklinde isimlendirdiği bu
kısmı, teknik hadis içinde değerlendirmiştir.
Fazlurrahman’a göre bu tanımlamada kullanılan temel hadis kavramının
tarihî olmadığının ortaya konulması durumunda, birçok ha disin tarihîliği hakkındaki deliller de
kendiliğinden iptal edilmiş olacaktır.
Burada sözü edilen hadis, sonuçta nebevî sünnete (modele) ve ilk nesillerin
bunu esas alarak gerçekleştirdikleri eserlere dayanmaktadır. Fazlurrahman tarihî
olmadığını söylediği bu tür hadisten, Hz. Peygamber’in sünnetinden tamamen ayrı
olmadığını düşündüğü, kendi ifadesiyle, yaşayan sünneti (sünnetin özündeki
hikmeti) kas teder. Bir başka ifadeyle
Fazlurrahman yaşayan sünnetin, yazıyla aktarılan değişkenlik vasfına sahip
rivâyetlerde geçen özle ilgili hususlarını temel hadis olarak isimlendirmiştir.
Fazlurrahman’a
göre yaşayan sünnet ile Hz. Peygamber’in sünneti arasında çok sıkı bir bağ
vardır. İlk dönem hukukçu, idareci ve mütefekkirleri, nebevî sünneti
Müslümanların ihtiyaçlarını göz önünde bulundurarak yorumlamışlardır. Her
nesilde ortaya çıkan malzeme yaşayan sünneti oluşturmuştur. Şu halde hadis, bu
yaşayan sünnetin sözlü bir biçimde yansımasından başka bir şey değildir. Hz. Peygamber’in
hadislerle ortaya konulan sünneti, tıpkı yaşayan sünnette mevcut olduğu
gibidir. Bununla birlikte yaşayan sünnet nebevî model dışında, bu modelin
değişik bölgelerdeki farklı yorumlarını da ihtiva etmektedir. Yaşayan sünnetin
bölgeler arasında arz ettiği farklılık, onun sözlü biçimde dile getirilmiş hali
olan hadise de yansımıştır. Ancak ilk üç asrın yaşayan sünneti ile onun
hadislerle ifade edilmesi arasındaki fark şudur: “Yaşayan sünnet, yaşayan ve
devam edegelen bir süreç olduğu halde, hadis kesindir ve yaklaşık ilk üç
asırlık yaşayan sünnet sentezine sınır koymaksızın devamlılık kazandırmayı
amaçlamıştır”.
Fazlurrahman,
kelime olarak çiğnenmiş yol anlamına geldiğini söylediği sünneti ıstılahta,
“sözlü rivâyetlerin giderek tatbikâta doğru değişen bir süreci sonucu ortaya
çıkan ve daha çok takrîrî veya yaşayan gelenek biçiminde tezahür eden uygulama”
şeklinde tanımlamaktadır. Ona göre, zamanın geçmesi ve ihtiyaçların
belirmesiyle, daha az sözlü rivâyetler, genellikle de örneklik niteliğine sahip
takrîrî ve fiilî uygulamalar, tatbikâta doğru meyleden bir değişim sürecine
girmiştir. Fazlurrahman, sözden ziyâde takrîre dayanan uygulamaya veya
fiiliyatta yaşayan geleneğe bir bütün olarak sünnet demektedir. Kendisinin de ifade ettiği gibi, onun sünnetin
manasında var olduğunu kabul ettiği normatiflik ya da bağlayıcılık, ancak özü
itibariyle Hz. Peygamber’e dayanmaktadır. Yani ona göre sünnet, İslâm
toplumunun bütün halinde Peygamberî sünneti yorumlamasıdır. Elbette ki
peygamber örneği anlamındaki sünnet, İslâm toplumunun bütünü tarafından ortaya
konulan sünnetin formal/hukukî kaynağıdır. Bununla birlikte peygamber örneğini
gerçek anlamda ortaya koyan, tek tek hadisler olmayıp bunların genelidir. Yani
ona göre (her dönemde) İslâm toplumu, peygamberî örneğin ruhu üzerinde kendi
sünnetini oluşturmakla ve icmâ prensibi ile de onu garanti altına almakla
sorumludur.
Birbirinden
farklı nitelikteki bu hadis ve sünnet tarifleri
nin
yorumundan üçüncü bir sünnet tarifi daha çıktığından söz eden Fazlurrahman,
buna bağlı olarak sünnetin muhtevâ bakımından anlamı tanımlamasını gündeme
getirmiştir. O, muhtevâ bakımından ise sünneti, çiğnenen bir yol olmaktan çok,
sürekli olarak yeni unsurları özümseyen
bir
nehir yatağına benzetmiş, sünnet teriminin daima, Hz. Peygamber’in gösterdiği
örneğin özüne tâbi bir seyir takip ettiğini ifade etmiştir. Ona göre, önceki iki anlam ile de alakalı
olan muhtevâ bakımından sünnet, “bir hadis veya sünnet rivayetinden, yorum
sayesinde amelî kurallarla ilgili birkaç dayanak noktası elde etmek üzere
ortaya çıkarılan sonuçtur.”
Fazlurrahman’ın da ifade ettiği gibi bu tarife göre, rivâyetlerin özünde
mevcut bulunan sünnet, önceki dönemlerde ve gelecekte yorum sayesinde ortaya
çıkarılmış olacaktır. Bu sebeple
Fazlurrahman’a göre, Şâfiî öncesi dönemde sünnet ve icmâ terimleri birbiriyle
sıkı bir ilişki halinde olup bu iki terim aynı anlamda kullanılıyordu. Buradan
hareketle Fazlurrahman Şâfiî’den önceki dönemde sünnet ifadesinin, bütün
toplumun fiilî uygulamasını ifade etmek üzere tamamen bir şemsiye kavram
olarak, Şâfiî sonrasında ise, öncekinin aksine sadece Peygamber’in sünnetini
ifade için kullanıldığına inanır. O
ayrıca, Şâfiî’den sonra bile sahâbe uygulamalarına halâ sünnet
denildiğini söyleyerek, onun şemsiye bir kavram olarak kullanıldığı görüşünü
güçlendirmeye çalışır.
Fazlurrahman’a
göre sünnet, örnek davranış demektir. Sünnete yüklenen, kendisine fiilen
uyulmuş olma vasfı, asıl itibariyle onun manasında var olan bir husus değildir.
Arapça’daki, “bir şey yapmak, bir şeye şekil vermek ya da bir örnek ortaya
koymak” anlamındaki ‘senne’ fiili, daha sonradan model kabul edilen davranış
için kullanılmaya başlanmıştır. Sünnetin özünde, diğer insanlar tarafından
fiilen uyulma değil, ahlâkî bakımdan bağlayıcılık niteliği mevcut tur.50 Bu
izahla o, sünnetin mutlaka uyulması gereken davranış biçimi olduğunu kabul
etmeyip, ahlâkî kural ifade etme özelliğine vurgu yapmıştır. Bu görüşü
savunduğu için de, “Kim iyi bir sünnet ortaya koyarsa, onun ve o sünnetle amel
edenlerin sevâbı kendisine, kim de kötü bir çığır açarsa onun ve açtığı
çığırdan gidenlerin günahı kendisinedir” şeklindeki hadiste geçen, sünneti hasene tabirinin fiilî
uygulamayı imâ eden yönünü görmezlikten gelmiş ve ayrıca kötü uygulamaya işaret
eden sünneti seyyie ifadesini de bu anlamda ‘hasene’nin karşılığı kabul
etmemiştir. Yine Fazlurrahman, muhtemelen kendisine uyulması gereken örnek
davranış olma niteliği kazandıracağı için, sünnet kelimesine bütünüyle yürünmüş
yol anlamının verilmesini doğru bulmamıştır.
Fazlurrahman,
sünnete yüklediği bu yeni anlamı, ikinci anlamıyla sünnet veya yaşayan sünnet
kavramları ile ifade etmiştir ki bu, cemaatin icmâı da denilebilecek genel
İslâmî uygulamalar sonucu ortaya çıkan İslâm ile özdeştir. Yaşayan sünnetin
dayanağı ise, nebevî sünnet veya kavram olarak sünnettir. Şu halde ona göre
sünnet, özü itibariyle nebevî, içeriği itibariyle de yaşayan sünnet şeklinde
değerlendirilebi lir. Dolayısıyla sünnet
kavramı, ulemânın içtihâdı ile (ilk üç asırdaki) siyasî otoritenin devleti yönetmesi
sürecinde yaptıkları tasarrufları da içine almaktadır. Tarih boyunca Kur’ân ve hadisler şeklinde
aktarılan Peygamberî sünnet üzerindeki çabaların bir ürünü olarak yaşayan
sünnet, ümmet içerisindeki siyasî, kelâmî veya ahlâkî birçok esasın teşekkülünde
önemli roller üstlenmiştir. Yine
Fazlurrahman’ın yaklaşımına göre sünnet, içtihat ve icmâ sayesinde varlığını
sürdürmek ve hiç bir zaman durağanlıkla sonuçlanacak bir dönüşüm içerisine
girmemek zorunda idi. Ancak bu sağlıklı gelişmeye, Ortaçağdaki sosyal ve dinî
yapıya istikrar kazandırmak uğruna, Şâfiî tarafından yapılan müdahaleyle engel
olunmuştur. Fazlurrahman’a göre onun
müdahalesi, hür düşünce temelli fıkıh mezheplerini bile etkilemiş ve onlar dahî
Şâfiî’nin haberi vâhide dair görüşünü kabul etmek zorunda kalmışlardır.
Fazlurrahman’a
göre, Hz. Peygamber’in söz ve uygulamalarının, ilk neslin şekillendirdiği
yaşayan sünnete kaynaklık ettiği gayet açıktır. Zira onların, Hz.
Peygamber’in özellikle peygamber
sıfatıyla yaptıkları, söyledikleri ve yaşayan sünnete kaynaklık eden
uygulamaları hakkında konuş maları son derece tabiî bir şeydi. Bununla birlikte hadis ile meşguliyet, Hz.
Peygamber zamanında büyük ölçüde gayri resmî idi ve müslümanların sadece günlük
hayatı ile ilgili hususlarla sınırlıydı.
Bu sebeple ona göre, şayet nebevî sünnetin taşıyıcısı durumunda bir
hadis varsa, mutlaka pratik gayelerle, yani cemaat içinde görülen problemleri
çözmek için söylenmiştir. Hadislerin yönetici ve kadılar tarafından mevcut
şartlara göre rahatça yorumlanması ve yaşayan sünnetin oluşturulması bu temele
dayanır. Ne zaman ki yaşayan sünnet,
hadis şekline sokulup Hz. Peygamber’e isnad edilmeye başlandı, bu yaratıcı
süreç kısa bir duraklama devresinin ardından tamamen sona ermiş oldu. Ona göre, Klasik ulemânın kastettiği manası
ile sünnetin muhtevâsının, her zaman ve mekânda geçerli olma vasfı yoktur. Aynı
şey Kur’ân için de geçerlidir. Yani mutlaklık, Kur’ân’ın da özel durumlarına
değil, sadece genel ilkelerine aittir.
Fazlurrahman, bu ilkenin geçmiş ulemâdan bazılarının işler hale getirdikleri
gibi günümüzde de mutlaka işle tilmesi gerektiği inancındadır. Yani İslâm cemaati, tarihî birtakım olaylar
karşısında Hz. Peygamber’i harekete geçiren şeyi tespit ederek onun ışığında
vahyi yetkili bir şekilde yorumlayacak ve ona anlam verecektir. Burada önemli
olan Hz. Peygamberi harekete geçiren ruhtur. Yoksa asla âyet ve hadislerin dış
görünüşleri veya kelimelerin ifade ettiği zâhirî mânalar değildir.
Fazlurrahman
bir başka değerlendirmesinde ise sünneti, ideâl sünnet ve yaşayan sünnet
şeklinde ikiye ayırmıştır. İdeâl sünnet, bizzat Hz. Peygamber’in söz ve
davranışları, yaşayan sünnet ise, İslâm toplumunun ideâl sünnet çerçevesinde
uygulama alanına çıkardığı sünnettir. Fazlurrahman’a göre, hadis ilimlerinin
altın çağı olarak nitelendirilen hicrî üçüncü yüzyıldaki faaliyetlerin (hadis
hareketlerinin) ortadan kaldırmayı hedeflediği sünnet de ikinci kısım olarak
tasnif edilen yaşayan sünnettir.
Öte
yandan sünnet kavramının Hz. Peygamber’e nisbet edilen söz, fiil ve takrirler
şeklinde anlaşılmasını eleştiren Fazlurrahman, bu tabiri, sahâbe ve sonraki
nesildeki tabiîn ve ulemânın görüşlerini de içeren bir şemsiye kavram olarak
gördüğü için, özel olarak bilinen şekliyle, sahâbe kavli, mevkuf ve maktû hadis
gibi bir ayırım yapmamış, bu kavramları sünnet içinde değerlendirmiştir. Onun,
“Sahâbenin, üzerin de görüş birliğine vardığı uygulamasına sünnet
denilmeye devam edilmiştir” şeklindeki
ifadelerinde geçen sahâbenin sünneti tanımının, hadis ilimlerindeki hadis,
haber ve eser ayırımlarıyla veya mevkuf hadis tanımlamasıyla bir ilgisi yoktur.
Bu yaklaşım, sahâbe, tâbiîn ve sonraki nesillerin fiil ve sözlerinin yaşayan
sünnet içerisinde değerlendirilmesi ile ilgilidir.
Hadis
ve sünnet terimleri arasındaki fark:
Yukarıdaki
izahlardan anlaşılacağı üzere, Fazlurrahman’ın eserlerinde ısrarla üzerinde
durduğu bir konu da hadis ve sünnet terimleri arasındaki farktır. Onun konuyla
ilgili olarak ileri sürdüğü görüşler son derece açıktır. Fazlurrahman mutlak
anlamdaki sünneti, yaşayan sünnet şeklinde isimlendirmiştir. Bu anlamdaki
sünnet, öncelikle ve büyük ölçüde uygulamaya yöneliktir. Buna karşılık nebevî
hadis diye nakledilen rivâyetler, (zaman zaman çelişen) farklı sonuçlar arz
edebilir. Hadis ise, sadece fıkhî ilkelerin değil, aynı zamanda dinî inanç
esaslarının da aracı olmuştur.
Fazlurrahman’a
göre, hadis ile sünnet arasındaki farklardan birisi de, sünnetin muhtevâ
itibariyle değişime açık olmasına rağmen hadisin, değişmeyen ve sözlü bir
ifadeye sahip olmasıdır. Yapmış olduğu bir başka tarifinde de Fazlurrahman
sünneti, farklı bölgelere göre değişiklik arz etmiş olsa da “ilk müslüman nesillerin, Allah elçisinin
göstermiş olduğu örneği ellerindeki yeni malzemeler ve yeni ihtiyaçlar
doğrultusunda, yorumlamak suretiyle yaklaşmaya çalıştıkları bir ideal, tedricî
ve sürekli devam eden bir yo rum" şeklinde tarif etmiştir. Fazlurrahman’ın bu tariflerine göre, hadis ve
sünnet Hz. Peygamber’den hemen sonraki dönemde aynı öze yani Resûlullah’a
dayanıyordu ve hukukî idi. Yine sünnet kavramı, daha çok sözsüz fiilî uygulama
anlamına geldiği için sonraki nesillerde fiil, sünnet anlamına büründü. Onun
kullandığı anlamıyla sünnet kavramı, özde Hz. Peygamber’e dayanmış olmasına
rağmen, sonraki nesillerde muhtevâsı mutlaka değişmek, kaynağını cemaatin fiilî
tatbikatından almak zorundaydı. Ancak
gelişmeler bunun aksine cereyan etti.
III. Değerlendirme
İslâm
çağdaşçılığının gelişim sürecine paralel olarak hadis ve sünnet kavramlarına
bakış da değişmiştir. Başlangıç itibariyle bu iki kavramın mutlaka ayırt
edilmesi gerektiği şeklinde bir kanaat mevcut değilken, sonuçta bu hususta bir
zorunluluk doğduğundan bile söz edilebilir. Bu konuda günümüzde ileri sürülen
farklı kanaatleri Mûsâ Cârullah Bigiyef’e kadar götürmek mümkündür. Ondan önce,
Batılı kaynaklarla temasa geçilmişse de,
Goldziher’den önce bu iki kavram ayrılmadığı için konumuzla ilgili
farklı fikirler ileri sürülmemiştir.
Klasik
hadis usûlü kaynaklarında hadis ve sünnet kavramları her ne kadar neticede
birbirinin müterâdifi şeklinde takdim edilmiş olsa da, onları ifade etmek için
ayrı ıstılahlar kullanılması, aralarındaki bir tür farklılığa işaret
etmektedir. Ayrıca ilk dönemlerde sünnet kelimesine yüklenen anlam, hem Hz.
Peygamber’in uygulaması veya Kur’ân’ın ve onun getirdiği emirlerin ruhuna uygun
davranış hem de hadis kelimesine verilen
anlamları kuşatacak genişliktedir. Zira ilâhî dinin tebliğcisinin getirdiği her
şey bir bütün halinde sünnet tanımının çerçevesine girecek niteliktedir. Bu
açıdan modern kaynaklardaki şekli ile kavramların müterâdif olmadığı fikri,
hadis ve fıkıh usûlü eserleri esas alınmak ve tarihî boyutuna da dikkat
çekilmek suretiyle ele alınsaydı fikrî bütünlük ve kapsamlı bir bakış açısı
yakalanmış olurdu. Oysa, ortaya atılan
ayırım fikrinin kaynağının tarihî tenkit metodolojisine dayalı Batı düşüncesi
olması nedeniyle, konunun bu boyutu tamamen ihmal edilmiştir. Bu sebeple
kanaatimizce, Klasik ve modern kaynakların her ikisi de dikkate alınarak hadis
ve sünnet kavramları hakkında kapsamlı bir çalışma yapılması gerekmektedir.
Düşüncede
yaşanan değişim sürecinin başlarında hadislerin veya sünnetin sıhhati esasına
dayalı lafzî değerlendirmelerle iktifa edilirken, Fazlurrahman’ın geldiği
noktada, spekülatif, yoruma dayalı bir hadis ve sünnet tanımı ve ayırımı
önerisinde ısrar edilmiştir. Fazlurrahman’ın sünnet anlayışı Batılı
düşünürlerin anlayışı ile önemli paralellikler arz etmektedir. Gerek kelimeleri
gerekse ıstılahları kullanırken ve onların muhteva tahliline yönelik izahlarda,
onların Ba tı’daki kullanımlarından hareket edilmiştir. Oysa aynı kavramlar
çıkışı itibariyle İslâmîdir ve temelde İslâm kaynaklarında konu edilmiştir.
Onun düşüncesini living tradition, Islamic tradition, historical Islam,
traditional Islam gibi ifadeler üzerine bina etmesi bunu gösterir. Fazlurrahman
sünneti yaygın anlamından tamamen farklı manada; “ilk müslüman nesillerin
yaşadığı İslâm’ın bir kaydı” şeklinde tarif ettiği gibi, hadisi de Hz.
Peygamberin söz, fiil ve takrirleri anlamında değil, “yaşayan sünneti aktaran
bir vasıta” olarak tanımlamış ve senedleri de tamamıyla uydurma kabul etmiştir.
Dolayısıyla ona göre hadisler yaşayan sünnetin ve icmâın yerini alarak, tek
başına sünneti temsil etme iddiasıyla oluşturulmuştur. Bu çerçevede yaptığı
yeni tanımlamaları izah etmek üzere de, teknik hadis, tarihî/biyografik hadis,
dinî hadis, temel hadis, yaşayan sünnet gibi değişik yeni kavramlar
kullanmıştır.
Hadis
ve sünnet kavramları arasında fark gözetmenin ne gibi sonuçlar doğuracağına
gelince; bunun gerekliliğini savunanlar muhtemelen, genel anlamda sünneti
eleştirmekle ortaya çıkacak toplumsal tepkiden kurtulmak, hadisleri eleştirmek
isterlerse onların sahih olmadığını tek tek ispatlamak suretiyle görüşlerini
rahatlıkla dile getirmek gibi hedefler gözetmişlerdir. Aksi taktirde,
düşünüldüğü anlamda hadislerin güvenilir olmadığını iddia eden bu yaklaşımın,
usul kaynaklarında yaygın biçimde benimsenen bir tanımlamayı kabul etmesi kendi
içerisinde bir çelişki olurdu.
Fazlurrahman’ın
hadis ve sünnet kavramlarının aralarındaki farklılığı temel alarak ortaya
attığı metodolojisine getirilecek en temel eleştirilerden birisi de, nebevî
sünnetin içeriğinin tarîhen ve açık bir şekilde tespit edilmesinde,
tereddütlerin ve güçlüklerin bulunabileceğidir. Fazlurrahman’ın lafızların arkasında
gizli olduğunu ve ehil kimselerce keşfedilmesi gerektiğini iddia ettiği nebevî
sünneti tespit çabası, sonuçta Hz. Peygamber ile gelecek nesiller arasındaki
bağların kopmasına ve dolayısıyla nebevî sünnetin kesin biçimde yok olmasına
neden olabilecektir. Oysa Hz. Peygambere ait verilerin aynen korunduğunun kabul
edilmesi, daha sonraki yorumlara imkân sağlayacaktır.
Fazlurrahman’ın
düşüncesinin temelini, sünnet otoritesinin hadisin tarihî olarak güvenilir
kabul edilmesi esasına dayandığı iddiası oluşturmaktadır. Bu sebeple sünnetin
güvenilirliğinin ispatlanması veya çürütülmesi bu tartışmalarda son derece
önemlidir. Yaygın kanaate göre hadis ile sünnet arasında doğrudan bir bağlantı
vardır. Buna göre, hadis bir hususa işaret eder ve bu hadisten bir hukukî
sonuca varılır. Ancak buna karşı en önemli muhalefet, sünneti hadisten
ayırmakla başlamıştır. Bu yeni anlayışa göre ise, hukukî uy gulama
o konu ile ilgili hadisten öncedir ve ondan bağımsızdır. Yani sünnet toplumun
uyguladığı İslâm, hadis de bunun sözlü ifadesidir.
Ortaya
atılan argümanlardan da anlaşılacağı üzere Fazlurrahman’ın bu değerlendirmeleri
İslâm geleneği içerisinde tefsir, hadis ve fıkıh başta olmak üzere farklı ilim
dalları içerisinde ele alınan muhtelif terimler gündeme getirilerek ileri
sürülmüştür. Ancak o iddialarını bunlardan herhangi birini esas alarak değil,
tamamı ile onlara yüklediği yeni anlamlar çerçevesinde ortaya koymuştur.
Dolayısıyla tartışmanın zeminini sağlam bir şekilde tespit etme imkânı yoktur.
Yine içtihadhadis ve icmasünnet arasındaki ilişkiyi ortaya koyarken savunduğu
görüşler ne İmam Şâfiî öncesi ne de sonrasındaki kanaatleri yansıtmaktan
uzaktır. Bu çerçevede Şâfiî’ye biçilen menfî rol de toplumsal olaylar açısından
benzeri görülmedik derecede abartılı ve içtimâî gerçeklerle uyum arz etmekten
uzaktır. Zira bir kişinin daha önce sağlıklı işleyen bir yapıyı tamamen ters
bir istikamette, sağlıksız bir yapıya dönüştürmesi sosyolojik olarak
imkânsızdır. Bu bağlamda Şâfiî’nin yaptığı, ancak kendisinden önceki ulemânın
büyük çoğunlukla uygulamakta oldukları ilmî usulleri sistematik biçimde
kaydetmekten ibarettir. Bunun aksi söz konusu olsaydı yapılan en küçük farklı
tekliflerin bile şiddetle eleştirildiği dönemin yoğun ilmî ortamında Şâfiî’nin
ilmî otoritesini sürdürmesi imkânsız olurdu. Kaldı ki Şâfiî eserlerinde
geçmişte icmâ edilen uygulamalara sürekli atıfta bulunup bunlara katıldığını
ifade etmekle kendisi hakkında yapılan bu tür değerlendirmelerin yanlışlığını
ifade etmiştir.
Fazlurrahman’ın
hadis ve sünnet ayırımına dair görüşlerini temellendirdiği teorik çerçeve de
sağlıklı gözükmemektedir. Onun bakış açısına göre her ne kadar Şâfiî öncesi
dönemde yaşayan sünnet (sosyal yapı) sağlıklı bir biçimde işlemekte ise de onun
müdahalesi ile daha sonraki dönemde aynı fonksiyonu hadis literatürü (sözel
yapı) üstlenir olmuştur. Bu da işleyen sağlıklı yapının bozulması anlamına
gelmektedir. Görüldüğü üzere bu iddialar aynı anda birbirine zıt tarihî
materyalist teori ve idealist teorinin birlikte kulla nılmasından ibarettir ki
bu yöntem bilgi sosyolojisi açısından teorik anlamda çelişkiye düşmek demektir.
Dolayısıyla Fazlurrahman görüşlerini ortaya koyarken aynı teorik çizgiyi
sürdürmemiş, başlangıçta yaşayan sünnetin toplumu yönlendirdiğini savunurken
Şâfiî’nin müdahalesiyle bir kırılma gerçekleştiğini ve hadislerin topluma
rehberlik etmesi esasının kabul edildiğini iddia etmiştir. Halbuki böyle bir
kırılma gerçekleşseydi Şâfiî öncesi dönemde kullanılan kavramların daha sonra
terk edilmesi ya da tamamen eski anlamını yitirmesi gerekirdi. Oysa
söylenilenin aksine kavramlaşma süreci ondan sonra da her ilim dalında gelişen
bir tarzda tekâmülünü sürdürmüştür.
Teorik
açıdan yaptığımız bu değerlendirmenin ardından Fazlurrahman’ın yaptığı sünnet
hadis ayırımının önemine gelince, onun buradan varmak istediği sonuç, sünnetin
vahyi yorumladığı gibi, ulemânın da vahyi yorumladığını ve yorumlayacağını
anlatmaktır. Ne var ki Fazlurranman’ın gerçekleştirmek istediği yorumlama
faaliyeti, Hz. Peygam ber’in sünnetine doğrudan bağımlı olmayacak, neticede
ulemânın yorumlama gayreti önceki dönemlerden tamamen farklı bir hale
gelebilecektir.
Sonuç
olarak Fazlurrahman’ın hadis sünnet ayırımının temelinde, öncelikle sünnet
denilince sadece Hz. Peygam ber’in uygulamalarının, hadis denilince de Hz.
Peygam ber’in sünnetini aktaran rivâyetlerin anlaşılmasının yanlışlığına dikkat
çekme; dolayısıyla bunların bağlayıcılığını daha tartışmaya açık bir zeminde
tartışma düşüncesi yatmaktadır. Bu durumda kanaatimizce Fazlurrahman istediği
hadisi kabul etme, reddetme veya Hz. Peygamber ile ilgisi olmayacak tarzda yeni
bir yorumla sunma fırsatını elde etmeyi hedeflemiştir. Öte yandan İslâm ilim
geleneğinde kabul edildiği şekli ile hadis sünnet arasındaki ilişkinin yanlış
temellere dayandığının ispatlanması durumunda teklif edilecek yeni önerilerin
kabul ettirilmesi daha da kolaylaşacaktır. Hangi sebeple olursa olsun ileri
sürülen bu görüşlerin hedefine ulaştığını söylemek şu an için zor
gözükmektedir. Dolayısıyla Fazlurrahman’ın, sünneti icmâ ile hadisi de içtihat
ile paralel gördüğü ve bunların herbirini yaşayan sünneti ve bunun kayda
geçirilmiş halini ifade etmek üzere kullandığı açık olmakla beraber, iddiasını
ispatlamada başarı sağladığını söylemek hayli zordur.
HADİS TARİHİ BAĞLAMINDA BİR FAZLURRAHMAN ELEŞTİRİSİ
Ebubekir Sifil
Bu
çalışmanın çerçevesi, Fazlurrahman’ın “Tarih Boyunca İslâmî Metodoloji Sorunu”
adıyla dilimize çevrilen kitabında konuyla ilgili olarak yer alan görüşleriyle
sınırlandırılmıştır. Onun özellikle İslâmî disiplinlerin ve tabii bu arada
Hadis ilminin metodolojisi ve tarihî gelişimiyle ilgili görüşlerini oluşturan
temel argümanlar büyük ölçüde bu eserde ortaya konduğu için bu çalışmanın bu
başlık altında sunulmasında bir sakınca görmedik.
Bilindiği
gibi Fazlurrahman’ın Hadis ve Sünnet ile ilgili görüşleri, otantik anlayış ile
büyük ölçüde bağdaşmazlık arz eder. Bu özelliği sebebiyle onun bu alandaki
görüşleri ülkemizde önemli yankılar uyandırmış, yeni düşüncelerin oluşumuna
küçümsenemeyecek katkılar sunmuştur.
Ancak
bu düşüncelerin Şubat 1997’de İstanbul Belediyesinin gerçekleştirdiği
organizasyon dışında şu ana kadar arzu edilen seviyede kritik edildiğini
söylemek zordur.
Gerek
tarihî süreç, gerekse epistemolojik yapı açısından onun Hadis ve Sünnet’e
getirdiği yaklaşımın sağlıklı bir biçimde değerlendirilebilmesi için onun bu
bağlamdaki görüşlerinin kavramsal alt yapısının çok iyi analiz edilmesi
zorunludur. Şu halde önce Fazlurrahman’da Hadis ve Sünnet kavramları ile bu kavramların sıkı biçimde
irtibatlandırıldığı İçtihat, İcma gibi diğer unsurların ne ifade ettiğine
bakmak gerekir.
Fazlurrahman’a
Göre Sünnet, Hadis, İcma ve İçtihat Kavramları
Fazlurrahman’a
göre başlangıçtan beri mevcut ve geçerli olan Sünnet (Hz. Peygamber (salla'llâhü
aleyhi ve sellem)’in Sünneti) kesin bir anlam ifade etmemektedir; nicelik
olarak sınırlıdır ve insan hayatını detaylı olarak kesin bir şekilde
düzenlememiştir.
Nebevî
Sünnet’ten daha genel bir muhtevaya sahip olan “Yaşayan Sünnet” ki Sünnet’in
büyük bir kısmını oluşturmaktadır ise, şahsî içtihatlarıyla mevcut Nebevî
Sünnet’ten ya da uygulamalardan istidlallerde bulunan ve Sünnet’e dışarıdan,
özellikle Yahudi kaynaklar ile Bizans ve İran’ın idarî uygulamalarından yeni
unsurlar ilave eden ilk dönem İslâm Hukukçuları’nın hür düşünce faaliyetlerinin
bir sonucudur.
Sünnet
kavramı Hz. Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem) döneminden sonra, sadece
bizzat Hz. Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem)’in Sünneti’ni değil, aynı
zamanda Nebevî Sünnet’in yorumlarını da içermiştir. Sünnet’i oluşturan
muhtevanın büyük kısmı ya İslâm Öncesi Arabî uygulamaların bir devamı, ya da
bizzat ilk dönem müslümanlarının özümseme ve istidlal yoluyla ortaya koydukları
düşünsel faaliyetin sonucudur.
Hz.
Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem)’in hadisi başlangıçtan beri mevcuttur
ve bu, aklı başında birinin inkâr edemeyeceği bir ger çektir.
Hz.
Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem)’in Sünneti, bilinmezlikten
gelinemeyecek, ya da ihmal edilemeyecek kadar önemli olmakla birlikte Hadis,
Hz. Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem) zamanında büyük ölçüde gayri resmî
bir iş idi. Ancak Hz. Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem)’in vefatından
sonra Hadis’in yarı resmî bir statü kazandığı görülmektedir.
Eğer
herhangi bir hadis, Nebevî Sünnet’in taşıyıcısı olarak var olmuşsa, mutlaka
pratik gayeler için, yani cemaat içinde ortaya çıkmış problemleri çözmek için
var olmuştur. İşte bu sebepledir ki, yöneticiler ve hâkimler tarafından, mevcut
duruma göre serbestçe yorumlanmıştır. Böylece zaman içinde “Yaşayan Sünnet”
ortaya çıkmıştır.
Hadislerin
çok büyük bir kısmı, Nebevî Hadis’in tabii olarak az olması sebebiyle Hz.
Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem)’e değil de, sonraki nesillere
dayanmaktadır. Hadis mecmualarının içeriklerinin çok büyük bir kısmı, ilk nesil
müslümanlarının Sünnetİçtihatlarından, kaynağını ferdî görüşte bulan, ama zaman
içinde sapıklıklara ve aşırı mezhepçi görüşlere karşı verilen amansız
mücadelelerden ve kavgalardan sonra İcma statüsünü kazanan, yani cemaatin
çoğunluğunun tasvibini almış olan İçtihatlardan başka bir şey değildir. Bir
başka deyişle ilk dönemlerin Yaşayan Sünnet’i, ravi zincirlerinin zorunlu
olarak ilavesi ile birlikte Hadis’in aynasına yansımış bulunuyordu.
İcma,
yorumlanmış Nebevî Sünnettir ya da sadece ikinci anlamıyla (fiilî uygulama
anlamındaki) Sünnet’tir. Çünkü cemaatin kabul etmesi sonucu yavaş yavaş
herkesçe kabul edilir duruma gelmiştir.
Sünnet’in ya da ikinci anlamdaki Sünnet’in içeriği İcma ile aynıdır.
Bizzat
Fazlurrahman’ın ifadelerinden bütünlük arz etmesine özen göstererek seçtiğimiz
bu pasajlar bize, yazarımızın Sünnet, Hadis, İcma ve İçtihat kavramlarının
içini, otantik anlayışa yabancı ve onunla asla bağdaşmayacak bir şekilde
doldurduğunu göstermektedir.
Peki
Fazlurrahman bu yaklaşımını nasıl refere etmektedir? Onun mezkûr kavramların
muhtevasını belirlerken temel aldığı noktalar, büyük ölçüde İmam Mâlik, İmam
Ebû Yusuf ve İmam elEvzâ’î’den ve bir de Hz. Ömer (r.a)’in bazı
uygulamalarından seçilmiş örneklerden oluşmaktadır. Fazlurrahman’ın zikrettiği
bütün örneklerin analizi kuşkusuz ki böyle bir yazının sınırları içinde ele
alınması mümkün olmayan bir çalışmayı gerektirmektedir. Bu itibarla biz burada
onun oluşturduğu kavramsal çerçevede belirleyici olan örneklerden birkaçını
irdelemeye çalışacağız.
Hz.
Ömer (r.a)’in Uygulamaları
Fazlurrahman,
“Her ne kadar geçmişteki atalarımızın “Yaşayan Sünneti” Kur’ân’ın ve Hz.
Peygamber’in ilk dönemlerde cemaat içinde gerçekleştirdiği faaliyetlerin
sağlıklı ve başarılı bir yorumu, bizler için dersler içerse de kesinlikle aynen
tekrarlanamaz...” dedikten sonra bu
yargısına özellikle Hz. Ömer (r.a)’in bazı uygulamalarını örnek göstermektedir.
Biz
daha önceki bir yazımızda Hz. Ömer
(r.a.)’in, günümüzde sık sık dile getirilen ve burada sözü edilen
uygulamalarının genel bir çerçevesini çizmiş ve bu uygulamaların iç yüzünü
ortaya koymuştuk.
İcmaSünnet
İlişkisi
İcmaSünnet
ilişkisine gelince, üzerinde icma edilen konuların dayanağını, bir diğer
deyişle İcma’ın senedini ya Kur’ân ve Sünnet, ya da kıyas oluşturur. Bunlar
dışında herhangi bir dayanağı olmayan görüşler bir noktada birleşse de buna
İcma denmez. Çünkü İcma’da müçtehitlerin görüşleri muteberdir;
müçtehitler
ise delilsiz fetva veremezler. Delilsiz fetva vermek fısktır ve fasığın görüşü
İcma’da itibara alınmaz.
Esasen
Fazlurrahman’ın, İmam Mâlik’in Ehli Medine’nin ameli hakkındaki münferit
görüşünden yola çıkarak konuyu alabildiğine genelleştirmesi, İcma ile Sünnet’i
aynı kefeye koyması ve İcma hakkında “Bu içeriğin yaratıcı gücü, pek spesifik
birşey olarak kabul edilmeyen Nebevî Sünnet’in genel yönetimi altında İcmâ
olarak şekillenen kişisel ictihad idi” demesi kabul edilmesi mümkün olmayan bir
önermedir. Çünkü;
a) Ehli Medine’nin amelini (icmaını) delil
olarak gören müçtehitler azınlıktadır.
Hatta Ebû Yusuf bu konuda el Evzâ’î’ye bir itirazı esnasında şöyle der: “Bu,
Hicazlılar’ın, “Geçmişte Sünnet bu tarz uygulamayı öngörmüştür” şeklindeki
sözlerine benzemektedir.”
b) Ehli Medine’nin icmaını delil olarak görenlerin
bu kanaati, Ehli Medine’nin ameline atfettikleri özel öneme dayanmaktadır. Peki
Ehli Medine’nin ameli neye dayanmaktadır?
Malikî
mezhebine mensup ulema, Ehli Medine’nin amellerini çeşitli kategorilere
ayırarak değerlendirmişlerdir. Mesela elKarafî’ye göre İmam Mâlik nazarında
Ehli Medine’nin icmaı Hz. Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem)’den yapılan
bir nakle dayanıyorsa o zaman delildir.
Kadı
lyâd da Ehli Medine’nin icmaını şu şekilde dörtlü bir taksime tabi tutar:
1. Hz. Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve
sellem)’den, O’nun kavli olarak nakledilenler.
2. Hz. Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve
sellem)’den, O’nun fiili olarak nakledilenler.
3. Hz. Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve
sellem)’in takriri olarak nakledilenler.
4. Hz. Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve
sellem)’in, Sahabe’yi herhangi bir amele zorlamadığı bilinen olaylar.
Görüldüğü
gibi Ehli Medine’nin ameli de neticede Hz. Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve
sellem)’e dayanmaktadır ve O’ndan bağımsız olarak kabul edilmiş bir delil
değildir. Peki İmam Mâlik nazarında Ehli Medine’nin, dayanağı içtihat ve
istinbat olan amelinin değeri nedir?
Malikî
ulemasına göre;
a) Bunlar delil olamaz. (Bu görüş
çoğunluğa aittir.)
b) Bunlar, diğer beldelerdeki içtihatlara
tercih edilir. Aslî bir delil değildir.
c) Bunlar da aslî bir delildir.
Ancak
burada hemen şunu belirtmemiz gerekmektedir ki, İmam Mâlik ve Malikî
fukahasınca tercih edilen görüşe göre Ehli Medine’nin ameli, hiyerarşik düzende
Kur’ân, Sünnet ve İcma’dan sonra yer alan bir delildir.
Sünnet’in
Kuralsal Değeri
Fazlurrahman,
İmam Ebû Yusuf’un, İmam elEvzâ’î’nin görüşlerine reddiye olarak kaleme aldığı
“erRedd alâ Siye ri’lEvzâ’î” adlı eserindeki bir tartışmadan hareketle şöyle
demektedir: “... Buradan çıkarılması gereken en açık sonuç şudur: Şartların
gerektirdiği durumlarda kurala aykırılık bir kural olarak uygulanmalıdır.”
Mesele
şudur: elEvzâ’î, Mekke’nin fethi sırasında Mekke’yi terk edip Medine’deki
müslümanlara katılmış olan
kimselerin
mallarını Hz. Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem) kendilerine iade
etmiştir diyerek İmam Ebû Hanîfe’nin şu görüşüne karşı çıkmaktadır:
Daru’lharp’te müslüman olduktan sonra evini terk edip müslümanlara katılan bir
kimsenin evinin bulunduğu topraklar daha sonra müslüman askerlerin eline
geçerse, bu şahsın mülkiyetinde bulunan yerler kendisine geri verilmeyip,
ganimet mallarına dahil edilir.
elEvzâ’î,
Hz. Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem)’in Mekke’nin fethi sırasındaki
uygulamasını örnek gösterdikten sonra, “Kendisine uyulmaya ve Sünnet’ine
sarılmaya en layık olan kimse Hz. Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem)’dir”
der.
Buna
karşılık Ebû Yusuf da Hz. Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem)’in Mekke’nin
fethi esnasındaki bu uygulamasının sadece O’na mahsus olduğunu, O’ndan sonra
herhangi bir kimsenin böyle bir uygulama yapamayacağını belirtir ve yine Hz.
Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem)’in, Hevâzin, Beni Mustalık ve
Hayber’deki uygulamalarının kendi görüşlerini desteklediğini zikreder.
Fazlurrahman
burada Ebû Yusuf’a hiç söylemediği şeyleri söyletmekte ve şöyle demektedir:
“... Böylece iki hukukçunun, farklı yorumlar sonucu nasıl zıt sonuçlara
ulaştığını görmüş bulunuyoruz. Ancak Ebu Yusuf tarafından Havâzinliler’le
ilgili olarak “Hz. Peygamber’in Sünneti” nden söz ettiği ikinci ifadesinde
“Sünnet” teriminin kullanılması da bizim için büyük bir önem arz etmektedir.
Ebu Yusuf bu durumu da Sünnet’e aykırı istisnaî bir durum olarak kabul
etmektedir. Ancak Sünnet’e olan aykırılık da “Sünnet” olarak
isimlendirilmiştir.”
Fazlurrahman’ın
buradaki hatası şu noktalardan kaynaklanmaktadır:
1.
Her şeyden önce, görüldüğü gibi burada iki müçtehit imam, Hz. Peygamber (salla'llâhü
aleyhi ve sellem)’in farklı uygulamalarını esas
almakta ve onlara farklı vurgular
yapmaktadır. Bu, yazarın I. maddede ele aldığımız iddiasını çürüten bir delil
olması bir yana müçtehit imamların delil üzerinde yaptıkları metodolojik bir
tartışmadır ve Hz. Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem)’in hangi
uygulamasının kuralsal olduğunun tesbiti üzerinde yoğunlaşmaktadır.
2. İmam Ebû Yusuf, Hz. Peygamber (salla'llâhü
aleyhi ve sellem)’in Mekke’nin fethi esnasındaki uygulamasını sadece O’na
mahsus bir uygulama olarak değerlendirmiş, ayrıca Araplar ile Ehli Kitap ve
Arap olmayanlar arasında da bu noktada fark bulunduğunu söylemiştir. Yani Ebû
Yusuf’a göre elEvzâ’î’nin ileri sürdüğü delil, tamamen istisnaî bir durumu
yansıtmaktadır.
Buna
karşın Hz. Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem)’in Hayber, Hevâzin ve Beni
Mustalık gazvelerindeki uygulamalarının, buradakinin tersine tezahür ettiğini,
uyulması ve esas alınması gerekenin de bu uygulamalar olduğunu, aksi halde hiç
kimsenin savaşlarda düşman askerini esir alamaması, fey ve ganimetin de
olmaması gerektiğini söyler.
Dolayısıyla
Ebû Yusuf’a göre Mekke uygulaması değil de, diğer uygulamalar Kuralsal Sünnet’i
yansıtmaktadır.
Hadislerin
Oluşum Süreci
Fazlurrahman’ın
bu konu ile ilgili görüşlerini bu yazının başında özet olarak vermiştik.
Bu
görüşleri kısaca şöyle maddeleştirebiliriz:
1. Hz. Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve
sellem)’e ait olan hadisler azdır.
2. İlk dönemlerde hadislerin büyük bir
kısmı Hz. Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem)’e ait olmayıp bu ilk
nesillere aittir.
3. İlk dönemlerde hadislerin büyük
çoğunluğu Hz. Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem)’e ait olmadığı halde
hadisçiler daha sonra onları Hz. Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem)’e
isnat etmişlerdir. Fıkhî mezhepler, hadisçilerin bu hareketine karşı
koymuşlardır.
Şimdi
bu maddeleri birer birer ele alalım:
1.
Gerçekten Hz. Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem)’e ait olan., bizzat
O’nun ağzından çıkmış bulunan hadislerin sayısı hakkında yazarın izhar ettiği
bu kanaati paylaşmak mümkün değildir. Zira bizler biliyoruz ki, gerek Sahabe,
gerekse daha sonraki nesiller, Hz. Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem)’in
hadislerinin kendilerinden sonra gelenlere aktarılması hususunda büyük
gayretler sarf etmişlerdir. 23 yıl boyunca insanlara ibadetlerden günlük
hayatta karşılaşılan kişisel ve toplumsal problemlere, devlet yönetiminden
edep, ahlak vesaireye dair pek çok şey söylemiş olması gereken bir peygamberin
söylediği sözlerin ve vaz ettiği kuralların az olduğunu söylemek gerçekle ne
kadar bağdaşır? Hz. Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem), insanlara Din’i
ulaştıran birinci el olması hasebiyle doğal olarak her türlü problemin
çözümünde ve bilinmeyen konuların hallinde başvurulacak yegâne merci
konumundadır. Çünkü O, Kur’ân’ı tebliğ ve beyan eden bir Peygamber olduğu
kadar, aynı zamanda bir devlet başkanı, kadı, komutan, eğitici, yönlendirici,
kısacası toplumdaki tek başvuru kaynağıdır. Böyle bir konumda olan bir kimsenin
bu kadar süre içinde yapıp ettiklerinin, söylediklerinin ve
onayladıklarının/reddettiklerinin “az” olduğunu söylemek mümkün müdür?
Ayrıca
buradaki “az”ın ölçüsü ve miktarı nedir. Bir şey neye göre az, neye göre çok
olarak nitelendirilir? Bu da ayrıca tartışılması gereken bir sorudur.
2/3.
İlk nesillerde hadislerin büyük bir kısmı gerçekten Hz. Peygamber (salla'llâhü
aleyhi ve sellem)’e ait olmayıp bu dönemlerde yaşayanlara mı aittir?
Kaynaklar
bize Hz. Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem)’den hadis naklederken
alabildiğine temkinli ve sıkı davranan, bu işi manevî sorumluluğu büyük bir iş
olarak telakki eden ilk nesillerin bu konudaki hassasiyeti hakkında bol
miktarda malzeme vermektedir. Keza Hz. Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem)’in
hadislerini bir ilâhî emanet olarak görüp, onu zayi olmaktan ve
karıştırmalardan korumak için uzun mesafeler katederek onu en âlî isnadıyla
öğrenmek için türlü meşakkatlere katlanarak o dönemlerin alabildiğine güç
şartları altında uzun mesafelere yolculuklar yapan kimselerin bu meşkûr
gayretlerini de tarihten öğreniyoruz.
Bu
konuda alettenezzül söylenebilecek şey şu olabilir: Hz. Peygamber (salla'llâhü
aleyhi ve sellem)’den hadis naklederken, bizzat O’nun ağzından çıkan kelimeleri
nakledememe ve bu sebeple “Kim benim üzerimden bilerek yalan uydurursa...”
tehdidinin muhatabı olma endişesiyle ancak çok iyi zabtettikleri hadisleri “Hz.
Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem) buyurdu ki...” diyerek nakledenler
mevcuttur. Bu tavırda olanlar bunun yanısıra lafızlarını çok iyi belleyemedikleri,
ama anlamını kavradıkları kimi hadisleri de “Hz. Peygamber (salla'llâhü aleyhi
ve sellem) buyurdu ki...” demeden, ama fetva olarak veya kendi sözleri arasında
nakletmiş lerdir (mevkuf, maktu hadis).
Bunun
en güzel örneğini hadisçi elA’meş’in şu sözü teşkil etmektedir: “İbrahim
enNeha’î’nin söylediğini işittiğimiz hiçbir şey [verdiği hiçbir fetva] yoktur
ki mervi olmasın.”
Öte
yandan birbirinden kilometrelerce uzakta olan farklı ülkelerdeki farklı
ravilerin aynı hadisi aynı mahrece ulaştırarak aynı lafızlarla aktarması nasıl
açıklanacaktır?
Bu
konuda yazarın söylediklerinin doğru olmadığını gösteren en açık kanıt, bizzat
hadisçilerin, merfu/mevsul rivayet leri diğerlerinden ayırmaları ve mürsel,
mevkuf vb. rivayetleri zayıf saymalarıdır. Hatta hadisçilerin, rivayetlerin
vaslında ve irsalinde ihtilaf ettiklerini ve bu sebeple birbirlerini
eleştirdiklerini hadis kitapları bol örneklerle zikretmektedir.
4.
Fıkhî mezheplerin, hadis hareketine karşı koyduklarını söylemek de bizce
gerçeğin ifadesi değildir. Çünkü müçtehit imamlar için senedi bizzat Hz.
Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem)’e kadar ulaşan ma’mulun bih hadisin,
meselelerde delil olarak kullanılması dışında ne gibi bir sakıncası (!)
olabilir? Şahsen biz, herhangi bir müçtehit imamın veya fakihin, böyle bir
hadisi sahih bir senetle Hz. Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem)’e
ulaştırması sebebiyle bir hadisçiye karşı çıktığına dair örnek bilmiyoruz. Tam
tersine, adı geçen elA’meş ile Ebû Hanîfe arasında geçen konuşmada olduğu
gibi hadisçiler eczacı, müçtehitler ise
doktor konumunda görülmüşlerdir. Yine tarih bize özellikle ilk dönem
fukahasının, hadis konusunda kendilerini geliştirebilmek için çıktıkları ilmî
seyahatler hakkında bol miktarda malumat vermektedir. Özellikle “Tabakât”
kitaplarında konu hakkında herhangi bir kuşkuya mahal bırakmayacak kadar bol
malzeme bulmak mümkündür. Biz burada bunların ayrıntısına girmeyeceğiz.
Burada
olsa olsa fıkıhçıların, ma’mulun bih olmayan ve şaz görülen rivayetlerin
nakline karşı çıktığı söylenebilir. Nitekim aşağıdaki maddede bu hususa ait bir
örnek zikredeceğiz. Ancak bunu genelleştirip fıkıhçıların, hadisçiler
tarafından rivayet edilen bütün hadislere karşı menfi bir tavır içinde olduğunu
söylemek kabul edilemez. Kaldı ki şaz hadis hadisçiler nazarında da zayıftır ve
bu tür hadislere en az Fukaha kadar hadisçiler de karşıdır.
İmam
Ebû Yusuf ve Hadis
A.
Fazlurrahman Ebû Yusuf’un elEvzâ’î’ye reddiye olarak kaleme aldığı mezkûr
eserinde yer alan bir ifadeyi yanlış anlamakta ve bu anlayış üzerine yanlış
yorumlar bina etmektedir.
Ebû
Yusuf, hadislerin çoğalması ve tenkide tabi tutulmadan kabul edilmesi konusunda
bir uyarı mahiyetinde şöyle demektedir: “Rivayetler oldukça çoğalıyor ve
aralarından bilinmeyenler çıkıyor. Bu türlü rivayetleri Ehli Fıkıh da
tanımıyor. Bunlar Kitap ve Sünnet’e de uygun düşmüyor. Onun için hadislerin şaz
olanlarından sakın! Sana düşen, cemaatin üzerinde bulunduğu, Ehli Fıkh’ın
tanıdığı ve Kitap ve Sünnet’e uygun düşen hadislere sarılmaktır. Bu türlü olan
şeyleri [rivayet ve görüşleri] buna kıyas et. Netice itibariyle Kur’ân’a aykırı
olan şeyler, rivayet tariki ile gelmiş olsa bile Hz. Peygamber (salla'llâhü
aleyhi ve sellem)’den değildir...”
Fazlurrahman
buradaki, “Onun için hadislerin şaz olanlarından sakın! Sana düşen, cemaatin
üzerinde bulunduğu, Ehli Fıkh’ın tanıdığı ve Kitap ve Sünnet’e uygun düşen
hadislere sarılmaktır” ifadesini, “Hadislerden sakının ve Hadis’in kollektif
ruhuna yakın olmaya çalışın” şeklinde tercüme etmiş ve bu yanlış tercüme
üzerine şu görüşü bina etmiştir: “Böylece Ebû Yusuf, Hadis’in “kollektif
tabiatının ya da ruhunun” kriteri olarak herkesçe bilinen Sünnet’i ihdas
etmektedir. “Kollektiflik” ya da “Kollektif Tabiat” terimi son derece
anlamlıdır. Bu kısmın dördüncü paragrafında, onun “Sünnet” terimi ile sıkı bir
şekilde bağlantılı olduğunu ve o dönem muslümanların çoğunluğunu ya da topluluğunu
belirtmek için Ehlu’sSünne ve’lCemâ’a kullanıldığını göreceğiz.” Oysa görüldüğü gibi İmam Ebû Yusuf burada
“hadisin kollektif tabiatı” gibi bir şeyden bahsetmemekte ve “hadislerden
sakının” dememekte, ancak “kimsenin, özellikle de fıkıhçıların tanımadığı şaz
hadislerden” sakınılmasını tavsiye etmektedir. Bunun yazarın çıkardığı sonuçla
uzaktan yakından ilgisi yoktur.
Fazlurrahman,
yukarıya aldığımız sözlerinden sonra işi daha da vahim boyutlara götürmekte ve
şunları söylemektedir: “Aynı şekilde Ebû Yusuf, bizzat Hz. Peygamber’den ve
Sahabelerinden, Hadis’e karşı uyarıda bulunan ve hatta reddedilmesini öngören
bir çok hadis zikretmektedir. Bu Hadis
karşıtı hadis, tarihî bakımdan doğrusunu söylemek gerekirse ortaya çıkması için
mantıkî şart olan Hadis fenomeninin bir sonucu olmalıdır. Bununla birlikte
Hadis karşıtı Hadis, büyük olasılıkla Hadis yanlısı Hadis’ten sonra ortaya
çıkmıştır. Bu, bizzat Hadis sürecinin tabiatında mevcuttur. Bundan başka ilkini
(Hadis karşıtı hadisi) Ebû Yusuf’ta bulurken, diğeri (Hadis yanlısı hadis) ise
ileri bir tarihe kadar ortaya çıkmış görünmemektedir. Hatta büyük hadis
savunucusu olan Şâfiî bile sadece (ileride tartışacağımız) iki ya da üç hadis
sunmakta ve Hadis’in kabul edilmesi ile ilgili delillerini çoğunlukla diğer malzemelere,
yani Kur’ân ve tarihî belgelere dayandırmaktadır. Her ne kadar Ebû Yusuf, Hadis
uydurulması konusunda Hz. Peygamber’den birçok hadis zikrederse de, sonraları
Sahih mecmualarında mümtaz bir yer bulacak olan şu meşhur hadisi hâlâ bilmez:
“Kim benim hakkımda bilerek yalan söylerse Cehennem’deki yerini hazırlasın.” Bu
hadise ise şu hadisle karşılık verilmek istenmiştir: “Ne kadar güzel söz varsa, beni,
onları söylemiş kabul edebilirsiniz.”
Burada
dikkatimizi çeken noktaları şöyle sıralayabiliriz:
1. Fazlurrahman’ın burada zikrettiği ilk
hadis üzerinde ilerleyen paragraflarda detaylı olarak durulacaktır.
Diğer
hadise gelince;
Kaynaklarda
Fazlurrahman’ın naklettiği lafızla gelmiş herhangi bir hadise rastlamadık. Bu
lafza en yakın rivayet şudur: “Size benden bir hadis rivayet edildiğinde eğer
hakka uygun ise onu tasdik edin ve alın; onu ben söylemiş olayım ya da
olmayayım fark etmez.”
Fazlurrahman’ın
zikrettiği lafız ile bu rivayet arasındaki farklılık bir yana, Hadis imamları
bu rivayetin hiçbir varyan tının/tarikinin eleştiri konusu olmaktan
kurtulamadığını söy lemişlerdir.30
Burada
bilhassa vurgulanması gereken nokta şudur:
Fazlurrahman’ın
kurduğu ve işlettiği mantık esas alınacak olursa, Hadis karşıtı hadisi Hadis
karşıtlarının (yani bir anlamda Fukaha’nın ya da daha dar çerçevede Ehli
Re’y’in) “formüle etmiş” olması gerekir. Çünkü Hadis hareketinin karşısında
olanlar bunlardır.
Aynı
şekilde Hadis yanlısı hadisi (yani burada zikrettiğimiz rivayeti ve
varyantlarını) de Hadisçiler’in tedavüle koymuş olması icabeder...
Ne
var ki Hadisçiler’in bu iki rivayet konusundaki tutumları bu mantığı kökünden
yıkmaktadır. Zira Hadis imamları, Hadis karşıtı hadis diye sunulan rivayeti
neredeyse ittifakla tashih ve naklederken, Hadis yanlısı hadisi temsil eden
diğer (ikinci) rivayeti taz’if ve tevhin etmişlerdir.
2. Bu durum, Fazlurrahman için çözülmesi
gereken en temel problem olarak bütün ağırlığıyla ortada durmaktadır.
Fazlurrahman’ın bu ifadelerine göre Hadis karşıtı hadis, Hadis hareketinden
önce ortaya çıkmış olamaz. Çünkü İmam Ebû Yusuf, bu dönemden önce yaşamıştır.
Onun vefat tarihi h. 182 iken başta “Kütübi Sitte” musannıfları olmak üzere
kapsamlı Hadis hareketinin temsilcileri daha sonraki dönemlerde kendisini
gösterir. Yine yazara göre Hadis karşıtı hadis, Hadis yanlısı hadisten önce
ortaya çıkmıştır. Şu halde Hadis karşıtı
hadisin, Hadis fenomeninin ortaya çıkmasından (biz bunu tedvin dönemi ile
irtibatlı görüyoruz) önce tedavülde olması nasıl açıklanacaktır? Eğer böyle ise
Hadis karşıtı hadisin Hadis yanlısı hadisten önce ortaya çıkması tarihî
bakımdan nasıl izah edilebilir?
Burada
bize göre bir çelişki söz konusudur. Çünkü hadisler yayılmadan ve çoğalmadan
önce Hadis karşıtı hadisin mevcut olduğunu söylemek mümkün görünmemektedir.
Fazlurrahman’ın hadisler hakkındaki genel kanaatini doğru kabul edersek mantık
ve tarihî gerçekler şunu söylememizi gerekli kılmaktadır: Hadisler giderek
yaygınlık kazandığına ve nihayet tedvin
döneminde hadis hareketi zirvesine ulaştığına göre (!) öncelikle Hadis yanlısı
hadisin tedavülde olması gerekmektedir. Çünkü bu hadiste Hadis’e teşvik söz
konusudur. Hadisler bu şekilde çoğalınca da Hadis hareketinin karşısında
olanlar tarafından bu hareketin önüne geçmek için Hadis karşıtı hadis üretilmiş
veya Fazlurrahman’ın tabiriyle “formüle edilmiş” olmalıdır. Bu ise
Fazlurrahman’ın kurgusu ile çelişmektedir. Kaldı ki onun, “Bu Hadis karşıtı
hadis, tarihî bakımdan doğrusunu söylemek gerekirse ortaya çıkması için mantıkî
şart olan Hadis fenomeninin bir sonucu olmalıdır” şeklindeki sözleri de bizim
bu yaklaşımımızı doğrulamaktadır. O halde Fazlurrahman’ın burada ileri sürdüğü
argümanlar tarihî olarak doğrulanmış değildir.
3. Ebû Yusuf’un elEvzâ’î’ye yaptığı uyarı,
“uydurma” hadisler hakkında değil, “şaz” hadisler hakkındadır. Uydurma hadis
ile şaz hadis arasında da teknik bakımdan büyük bir fark vardır. Her şeyden
önce ravilerinin cerhta’dil açısından arzettiği duruma paralel olarak, bunların
ilkinde nasıl olursa olsun sonuçta
merdut olan bir “kasıt” söz konusu iken, diğerinde ravilerin “yanılgı”sı veya
hadisin, bünyesinde taşıdığı benzeri bir problem söz konusudur. Aksi takdirde
Ebû Yusuf’un, elEvzâ’î’yi “şaz” hadislerden değil “uydurma” hadislerden
sakındırması gerekmez miydi?
Ebû
Yusuf’un buradaki tavrı bize şunu göstermektedir: Bir hadis eğer ilk dönemlerde
amele konu olmamışsa bu onun ya mensuh veya zayıf olduğunu gösterir. Dolayısıyla bir hadis amele konu olmamışsa
onun hemen uydurma olduğunu söylemek doğru olmadığı gibi müçtehit imamların
tutumuna da uygunluk arz etmez. Ebû Yusuf’un “şaz” dediği hadis türü de büyük
ölçüde budur.
4. “Kim benim hakkımda bilerek yalan
söylerse Cehen nem’deki yerine hazırlansın” hadisini Ebû Yusuf’un bilmediği
iddiasına gelince, onun bu eserinde bu hadisi zikretmemiş olması, onu bilmediği
anlamına gelmez.
Öncelikle
belirtmemiz gerekir ki, Fazlurrahman’ın bu iddiada bulunmasının maksadı, bu
hadisin İmam Ebû Yusuf döneminden daha sonra ortaya çıktığını göstermeye
çalışmaktır. Çünkü ona göre “Bu Hadis karşıtı hadis, tarihî bakımdan doğrusunu
söylemek gerekirse ortaya çıkması için mantıkî şart olan Hadis fenomeninin bir
sonucu olmalıdır. ”
Ancak
tevatür seviyesine çıkmış olan bu rivayetin en güvenilir isnatlarla bize kadar
ulaşmış olması Fazlurrahman’ın amacına ulaşmasını engellemektedir. Çünkü bir
hadisi İmam Ebû Yusuf’un bir eserinde zikretmemesi, onu bilmediği anlamına
gelmediği gibi, başka bir eserinde zikretmediği anlamına da gelmez.
Esasen
Fazlurrahman’ın, bu önemli iddiada bulunmadan önce İmam Ebû Yusuf’un bütün
eserlerine bakması ve ileri sürdüğü bu ve benzeri konularda güvenilirlik
vasfını kaybetmemesi için iddialarına esaslı dayanaklar hazırlaması gerekirdi.
Evet bu hadisi Ebû Yusuf’un bilmediğini böylesine kesin bir dille ifade etmek
Fazlurrahman’ın güvenilirliğini sarsmaktadır. Çünkü Ebû Yusuf bu hadisi mezkûr
eserinde olmasa bile “Kitâbu’lÂsâr”ında rivayet etmiştir.
B.
Bundan daha da enteresan olanı; Fazlurrahman’ın, yukarıya aldığımız sözlerinden
sonra Ebû Yusuf’un “Kitâbu’lÂsâr”ından bir nakil yapmasıdır. Eğer Fazlurrahman
“Kitâbu’lÂsâr”ı incelediyse ki öyle anlaşılmaktadır bu hadisi, şimdi
zikredeceğimiz yerden 10 sayfa kadar sonra zikredildiği halde görmemiş olması
mümkün değil. Eğer bu eseri baştan sona incelemediyse, bu da konu hakkında
böyle kesin bir hüküm veren yazarımız için oldukça önemli bir eksikliktir.
Hadis
Hareketi İmam eşŞâfi’î İle mi Başlamıştır?
Fazlurrahman
bu konu hakkında şunları söylemektedir: “Şâfiî’nin Fıkıh’ta ve fıkhî
hadislerdeki faaliyetiyle başlayan ve bir disiplin olarak İslâm’ın dinî
yapısındaki yeni değişikliği temsil eden Hadis hareketi, tabiatı gereği
Hadis’in gelişmesini ve yeni durumlarda karşılaşılan ahlakî, dinî vb. yeni
problemleri çözmek için yani Hadis’in sürekli olarak var olmaya devam etmesini
gerekli kılmıştır. ”
Özellikle
müsteşrikler tarafından öne sürülen,
hadis hareketinin eşŞâfi’î ile başladığı iddiası ne tarihî, ne de dinî
gerçeklerle bağdaşmaktadır. Sünnet/Hadis’in Kur’ân’dan sonra başvurulan ikinci
kaynak olarak görülmesi, istisnasız bütün müçtehit imamların istinbat usulü
hiyerarşisinde rastladığımız bir vakıadır. Herhangi bir Fıkıh Usulü
kitabından bu konu rahatça tetkik edilebilir. Onun için biz burada
Sünnet/Hadis’in müçtehit imamlar ve daha önceki nesiller için ifade ettiği
kaynaklık değerinin ispatlanmasıyla iştigal etmeyeceğiz.
Kaynaklar
İmam eşŞâfi’î’nin, mezhebini oluşturmadan önce İmam Mâlik’ten “elMuvatta”ı
dinlediğini, daha sonra Irak’a giderek Muhammed b. elHasan’dan bir deve yükü
ilim aldığını zikretmektedir. Esasen
müçtehit imamların birbirlerinin ilminden müstağni kalmadıkları ve pek çoğunun
birbirleriyle görüş alışverişinde bulunarak böylece ufuklarını genişlettikleri
vakıası, mezhepler tarihi hakkında malumatı olanların gizlisi değildir.
Bununla
birlikte bu yaygın iddianın ne kadar temelsiz olduğunu gösteren bir iki örnek
zikredeceğiz.
1. Bilindiği gibi İmam eşŞâfi’î ki yazar
onu “hadis şampiyonu” olarak tavsif etmektedir
Tabiun tarafından mürsel olarak nakledilen rivayetlerin kabulünde
oldukça sıkı davranmış, tıpkı diğer muhaddislerin yaptığı gibi bu hadis türünü
zayıf kabul etmiş ve ancak belli bazı şartları taşıması halinde onu
benimseyebileceğini söylemiştir.
Oysa
mesela Hanefî ve Mâlikî mezhebine göre mürsel hadisler ravileri sika olduğu
sürece hüccettir.
Hatta
İmam Ebû Hanîfe nazarında mürsel hadislerde olduğu gibi maktu hadisler ve ilk
üç asırda yaşamış mestur ravilerin rivayetleri dahi hüccettir ve bütün bunlar
kıyastan önce gelir. Bunun yanında, Ebû Hanîfe nazarında Sahabe zamanında
fetvaları şuyu bulmuş büyük tabiîlerin kavilleri de tıpkı Sahabî kavli gibi
kıyasa takdim edilir ve bunlar varken kıyas terkedilir.
(Ebû
Hanîfe, yaygın kanaatin aksine kıyası en az kullanan müçtehit imamlardandır.
Öyle ki o, 4 kıyas çeşidi içinden sadece birisini kıyası müessir kabul eder ve
kullanır, diğerlerini kıyası münasip, kıyası şebeh ve kıyası tard ise hüccet
kabul etmez. Hatta Hanefîler kıyası münasip ile kıyası şebeh’in batıl olduğu
üzerinde görüş birliği etmişlerdir.
Buna
mukabil İmam eşŞâfi’î mezkûr kıyas türlerinin hepsini hüccet kabul eder ve
özellikle de kıyası şebeh’i çokça kullanır. )
2. eşŞâfi’î, Kur’ân’ın Sünnet’le neshini
kabul etmezken Hanefî mezhebi imamları bunu kabul etmişlerdir. Hatta Henefî mezhebi imamları sahih haberi
vahit ile Kur’ân nassına ziyadeyi dahi belli şartlarla caiz görmektedirler.
İmam
eşŞâfi’î’nin yazarın ve aynı iddiada bulunan diğer kimselerin yaptığı gibi
“hadis şampiyonu” ilan edilmesi, bu konudaki yaygın ve yanlış bir kanaatten
kaynaklanmaktadır. Bu ifade, diğer mezhep imamlarının hadise, onun verdiği önem
ve değeri vermediğini iddia etmekten farksızdır. Ancak bu yargı gerçeklerle
bağdaşmamaktadır. Bunun en açık delili de eşŞâfi’î’nin bizzat kaleme aldığı “el
Ümm”de ve talebesi elMüzenî’nin “Muhtasar” ında ki bu iki
eser birlikte basılmıştır zikredilen hadislerin toplamının mükerrerler dışında
500 (beşyüz)’ü geçmemesidir.
3. İmam eşŞâfi’î’nin mezhebinin kendine
has görüşlerinden birisi, bilindiği gibi meşhur “Kulleteyn” meselesidir.
eşŞâfi’î bu konudaki hadisi zikrederken senedini tam olarak verememekte ve bu
tutumuyla diğer mezheplerin haklı tenkidine maruz kalmaktan kurtulamamaktadır.
Zira söz konusu hadisi delil olarak aktarırken “Bize sika kişi şöyle haber
verdi:...”, “Bize Müslim İbn Cüreyc’den,
hatırlamadığım bir isnatla şöyle haber verdi...” demektedir. Bu ise bizzat muhaddisler nazarında hadisin
zayıf sayılmasına yeterli bir sebeptir.
Onun
“elÜmm”ünün incelenmesiyle bu tarz rivayetleri çokça kullandığı görülecektir.
Sözgelimi
muhaddislerin imamı sayılan el Buhârî’nin, “esSahîh”inde Hanefî mezhebine
muvafakat ettiği meseleler, muhalif olduğu meselelerden az değildir. Bununla birlikte elBuhârî’nin, adı geçen
eserinde “Kale Ba’du’nNâs” diyerek muhatabının hadise aykırı hüküm verdiğini
ileri sürdüğü bir kısım meselelerde eşŞâfi’î de Ebû Hanîfe ile aynı
kanaattedir. Burada maksadımız
mezhepleri, hangisinin hadise daha çok dayandığı konusunda bir yarış içine
sokmak değildir. Zira biliyoruz ki bütün mezhep imamları tıpkı kendilerinden
önce yaşamış olan nesiller gibi
hükümlerinde Sünnet’i/Hadis’i baş tacı etmişler ve makul bir gerekçeye
dayanmaksızın hadislerle ameli terk etmek gibi bir tutum içinde hiçbir zaman
olmamışlardır.
Yine
bu konuyla ilgili olarak yazarımız şöyle demektedir: “... Bu hareketin (serbest
İçtihat ve İcma’a karşı Hadis hareketi)) gücü öylesine etkin olmuştur ki, hür
düşünceye (ictihad) dayanan eski fıkıh mezhebleri İmam Şâfiî’nin şu iddiasını
kabul etmek zorunda kalmışlardır: Tek bir ravi zinciri tarafından nakledilen
Haberi Âhâd konumundaki bir hadis bile ictihada, uygulamaya ya da İcma’ya
kesinlikle tercih edilmelidir...”
Biz
burada mezhep imamlarının hadislerle amel konusundaki tavrının ayrıntısına
girmek niyetinde değiliz. Zira daha önce de belirttiğimiz gibi tabakat ve
biyografi ve hatta Usûl kitapları bu konuda yeterli malumatı vermektedir. Ancak
şu kadarını söyleyelim ki, mezheplerin hadis anlayışları İmam eşŞâfi’î’den
etkilenmiştir demek, tarihîdinî gerçeklerle hiçbir surette bağdaşmaz.
Kaynaklar, eşŞâfi’î’den önce bile hadise olması gerektiği şekilde nasıl büyük
bir önem ve değer atfedildiğinin örnekleriyle doludur.
Mesela
Kûfe’li meşhur tâbiî İbrahim enNeha’î hakkında elA’meş şöyle demiştir: “Onun
herhangi bir meselede re’yiyle hüküm verdiğini kesinlikle görmedim.”
Yine
kıyas ve re’y ekolü olarak bilinen ekolün imamlarından Muhammed b. elHasan,
namazda kahkahayla gülme konusunu işlerken şöyle der: “Eğer bu konuda gelen
âsâr olmasaydı, kıyas, Ehli Medine’nin dediği gibi hüküm verilmesini
gerektirirdi. Ancak eserin bulunduğu yerde kıyas olmaz. Âsâr’a boyun eğmekten
başka bir tavır içine girmek uygun değildir.”
Yazarın
yukarıdaki cümlesi eşŞâfi’î’ nin, haberi vahid’in
a) İçtihada,
b) Uygulamaya ve
c) İcmaa tercih edilmesi gerektiği
iddiasında olduğunu ve diğer mezheplerin de bunu kabul etmek zorunda kaldığını
ifade etmektedir. Tek başına bu yargının analizi dahi, Hadis hareketi diye
ifade edilen şeyin İmam eşŞâfi’î ile irtibatı ve diğer mezheplerin konu
hakkındaki tutumları konusunda yazar ile onunla aynı kanaati paylaşanların
yaklaşımlarının doğruluğunun test edilmesi noktasında bizi önemli neticelere
götürebilir.
a) Her şeyden önce şunu belirtelim ki,
eşŞâfi’î dışındaki diğer mezhep imamları da yukarıda da birkaç örneğini
gördüğümüz gibi kıyas ve saireyle içtihadın hadis ve esere takdim edilemeyeceği
üzerinde görüş birliği içindedir. Mezheplerin Usul kitaplarında enine boyuna
işlenmiş olan bu konu bedihiyattan olduğu için üzerinde fazla durmaya lüzum
görmüyoruz.
b) Hadis’in uygulamaya tercihine gelince;
burada meseleyi tafsil zarureti vardır. Uygulama denen şey de neticede nakle
dayanmak, ya da hakkında nakil yoksa Şer’î asıllara muhalif olmamak zorundadır.
Zira bu durumlardan ilkinin ihlali nassın terkine, ikincisi de Şeriatin ruhuna
aykırı davranmaya müncer olacaktır.
Eğer
uygulama nassa dayanıyorsa ve bahse konu nassa, kendisiyle eşdeğer kuvvette
başka bir nass söz konusuysa,
bu
durumda müçtehitlerden birinin bu nasslardan birini, diğerinin de öbürünü esas
alması bir içtihat keyfiyetidir ve bu noktada söylenebilecek herhangi bir şey
yoktur.
c) Hadis’in İcmaa tercihi ise, eşŞâfi’î’nin
İcma hakkındaki görüşü net olarak ortaya konmadıkça tatminkâr bir neticeye
ulaştırılamayacak bir husustur. Onun “elÜmm”ünün ve “er Risâle”sinin
incelenmesiyle ortaya çıkan odur ki, özellikle Sahabe döneminden uzaklaştıkça
İcma’da görüşleri itibara alınacak ulemanın çokluğu ve birbirlerinden uzak
yörelerde bulunuyor alması, görüşlerinin öğrenilmesini zorlaştırmaktadır.
Dolayısıyla herhangi bir meselde “ihtilaf bulunduğunun bilinmediğinin”
söylenmesi, eşŞâfi’î’ye göre o meselede “İcma bulunduğunun” söylenmesinden daha
isabetlidir.
Ancak
o, özellikle Sahabe’nin İcmaını kabul eder ve delil olarak kullanır ve hatta
muhtemelen bu anlamda olmak üzere Ehli Medine’nin ittifakının İcmaın temelini
oluşturduğu görüşünü benimsediğini söylememizi mümkün kılacak bir yaklaşım
sergiler. Bu anlamda o, İcma’ı bir delil olarak kabul ve ona, Kur’ân ve
Sünnet’ten sonra üçüncü sırada itibar eder.
Bu
itibarla meseleyi onun Hadis’i İcmaa tercihi şeklinde takdim etmektense, İcma
iddialarının çoğunlukla isabetsiz olduğu kanaatini taşıması sebebiyle İcma ile
ilzam edilmeyi doğru bulmadığının söylenmesi daha doğru olacaktır. Nitekim
yukarıda İmam Ebû Yusuf’un da hakkında İcma bulunduğu söylenen meselelerde
gerçeğin öyle olmadığı yolundaki bir sözünü yukarıda nakletmiştik.
Nitekim
İbn Hazm, hakkında icma bulunduğu iddia edilen pek çok meselede, önceki
nesillerin ihtilaf halinde bulunduğunu örnekleriyle ispat etmiştir. Hatta
bunların arasında eşŞâfi’î’nin, hakkında ihtilaf bulunduğunu bilmediğini
söylediği meseleler de bulunmaktadır.
İsnadın
Önemi ve İşlevi
Öte
yandan yazarın, “Hadis hareketi, tabiatı gereği Ha dis’in gelişmesini ve yeni
durumlarda karşılaşılan ahlakî, dinî vb. yeni problemleri çözmek için yani
Hadis’in sürekli olarak var olmaya devam etmesini gerekli kılmıştır” şeklindeki
sözleri ve bunların ardından yer verdiği, “Bizzat klasik Hadisciler tarafından
iyi bilindiği ve kabul edildiği üzere, ahlakî vecizeler, ahlakı güzelleştirmeyi
amaçlayan sözler ve hikmetler, Hz. Peygamber’e isnad edilebilir ve üstelik bu
yapılırken isnadın tarihsel olup olmamasına bile bakılmaz. (...) Eğer biri, bir
vecizenin ahlakî bir gerçek içerdiğini ve dolayısıyla Hz. Peygamber’e isnad
edilebileceğini düşünürse, şu halde birine göre ahlakî bir değer ifade eden
fıkhî bir söz de niçin aynı şekilde Hz. Peygamber’e isnad edilmesin? Zira yasa,
ahlakî prensiplerin özel bir biçimde bir araya getirilmesinden başka bir şey
değildir.” sözleri de tartışmaya
açıktır.
Burada
yazarın yegâne dayanağı, bazı hadis tenkitçilerinin, fezâil ile ilgili
rivayetlere, diğer hadislere uyguladıkları sıkı tenkidi uygulamadıkları yolunda
kendilerinden nakledilen sözlerdir. Ne var ki yazar bu vakıayı çok da tutarlı
olmayan bir mantıkla “Eğer biri, bir vecizenin ahlakî bir gerçek içerdiğini ve
dolayısıyla Hz. Peygamber’e isnad edilebileceğini düşünürse, şu halde birine
göre ahlakî bir değer ifade eden fıkhî bir söz de niçin aynı şekilde Hz.
Peygamber’e isnad edilmesin?” diyerek genelleştirmeye çalışmakta ve fıkhî
hadislerin de aynı şekilde aslında O’na ait olmadıkları halde Hz. Peygamber (salla'llâhü
aleyhi ve sellem)’e isnat edilebileceğini söylemektedir.
Ne
var ki baştan aşağıya bir bütün olarak Hadis Usulü dediğimiz disiplin,
Fazlurrahman’ın ve bu konuda kendilerini takip ettiği müsteşriklerin
söylediklerini temelden yalanlamaktadır. Zira eğer ahlakî olsun fıkhî olsun
hadisler aslında Hz. Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem)’in ağzından
çıkmadığı halde daha sonraki asırlarda O’na isnat edildiyse, onları kabul etmek
için oldukça hassas ölçülerle belirlenmiş kriterlere başvurmanın ve bin bir
güçlüğe katlanarak hadislerin sıhhat durumlarını belirlemek için girişilen
zahmetlerin ne anlamı vardı? Her ekol veya kişi, beğendiği görüşü hadis formuna
sokar, önüne de bir isnat zinciri ekleyerek Hz. Peygamber (salla'llâhü aleyhi
ve sellem)’den naklederdi ve bunu hiç kimse garip karşılamaz dı?! Yine eğer
mesele bu şekilde hallediliyor olsaydı fukaha, Kur’ân ve Sünnet dışında Kıyas,
İstihsan, Mesalihi Mürsele, Seddi Zerayi, Maslahat, Örf... gibi fer’î delilleri
hüküm verirken kullanmaz, her fetvayı bir “hadis”e dayandırıverirdi!
Hadis
Usulü prensipleri gereğince hadislerin sıhhat derecesi bakımından çeşitli
kategorilere ayrılması, bunların her birinin kendine has şart ve özelliklerinin
bulunması, senet ve metin ile ilgili meseleler, makbulmerdut hadis ayrımı ve bu
noktada göz önünde bulundurulan hususlar, hadis öğrenimi ve âlî isnat sahibi
olmak için yapılan meşakkatli yolculuklar, şeyhte ve talipte bulunması gereken
özellikler, cerh ve ta’dil prensipleri ve bunların uygulanışı, ravilerle ilgili
her türlü malumat... ve daha pek çok husus, yazarın Hadis hareketi hakkındaki
yaklaşımı esas alınacak olursa bizzat hadisçilerin kendi önlerine yığdıkları
anlamsız birer engelden başka bir anlam ifade etmeyecektir.
Öte
yandan mevzu hadisler konusuna tahsis edilmiş kitaplara baktığımızda, Hz.
Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem)’e nispet edilen, kıymetli ahlakîdinî
kurallar içeren oldukça veciz sözlere rastlarız ki ulema tereddüt etmeden
bunlara uydurma hükmü vermiş, onlara hadis diye herhangi bir değer
atfetmemiştir. Bu eserlerde pek çok söz için “Manası doğrudur, ancak hadis olarak
sahih değildir” dendiğini görürüz. Hatta değişik birçok sahih hadisin metninin
bir araya getirilmesi suretiyle bir tek isnatla tek hadis haline sokulmuş
rivayetler de aynı kategoride değerlendirilmiş ve bu türlü uydurma hadisler
için de “rekkebehû fulân” veya “rekkebehû fulânun alâ fulân” gibi ibareler
kullanılmıştır. Eğer yazarın yukarıdaki iddiası doğruysa bu türlü rivayetlerin
uydurma olarak mahkûm edilmesini nasıl açıklayabiliriz?
Bu
konudaki çarpıcı bir diğer örnek de şudur: İmam Ebû Yusuf şöyle der: “Ebû
Hanîfe bir konuda hüküm verdiği zaman Kûfe’nin meşayihini dolaşır ve onun bu
görüşünü destekleyen hadis bulabilir miyim diye araştırırdım. Nihayet
bulabildiğim iki veya üç hadisi kendisine getirirdim. Ancak o, “Şu hadis sahih
değildir, bu hadis ma’ruf değildir” derdi...”
Kaldı
ki hadis tenkitçilerinin, ahlakî hadisler hakkında gösterdikleri tolerans,
hiçbir zaman onların bu konulardaki uydurma hadislere göz yumdukları anlamına
gelmez. Zira zayıf hadis ile amelin şartları bellidir.
Fazlurrahman’ın,
“birine göre ahlakî bir değer ifade eden fıkhî bir söz de niçin aynı şekilde
Hz. Peygamber’e isnad edilmesin?” şeklindeki sözü, ahlakî hadislerin dışında
kalan kategori için de aynı toleransın söz konusu olabileceğini ima etmektedir.
Oysa buradaki ayrım kesin bir şekilde belirlenmiştir. Amellerin faziletleriyle
ilgili olan hususlar, yapılması halinde sevap verildiği halde, terk edilmesi
halinde herhangi bir cezası bulunmayan davranışlardır. Bunlar fukahanın tasnifi
ile söylemek gerekirse “menduplar” grubuna giren amellerdir. Dolayısıyla
yapılması ya da terk edilmesi herhangi bir ahlakîhukukî netice doğurmaz. Ancak
fıkhî hadisler böyle değildir. Bunların bildirdiği hükümler belli ahlakî fıkhî
neticelere müncerdir.
Geriye
yazarın tabiriyle ahlakî bir değer ifade eden fıkhî sözler kalmaktadır. Bu
ifadenin ne anlattığı pek açık olmamakla birlikte şunu söylemek mümkündür: Bir
sözün hem ahlakî, hem de fıkhî bir değer ifade etmesi, ona ahlakî özelliğinden
ziyade fıkhî özelliği sebebiyle bağlayıcılık vasfı kazandırır. Bu da onun diğer
fıkhî hadislerle aynı bağlamda ele alınması zorunluluğunu doğurur. Bu demektir
ki bu “söz”de de fıkhî hadislerin kabulü için öngörülen şartlar aranacaktır.
Eğer bu şartları taşıyorsa kabul, taşımıyorsa reddedilecektir.
Yine
yukarıda değindiğimiz mevzu hadis kitaplarında ibadete ve amele teşvik için
amellerin faziletleri hakkında uydurulmuş olduğu belirtilen bol miktarda örnek
vardır. Bunların uydurma olarak damgalanması da yazar ve onunla aynı yaklaşıma
sahip olanların açıklaması gereken bir problemdir.
İsnadın
Güvenilirliği
Fazlurrahman
isnat konusunu ele aldığı yerde şunları söylemektedir: “Ancak isnad, olumsuz
bir şekilde önemli olmakla birlikte nihaî anlamda olumlu bir delil teşkil
etmez. Zira genellikle güvenilir kabul edilen bir “A” şahsının, yine genellikle
güvenilir kabul edilen bir “B” şahsı ile gerçekten de karşılaşmış olduğu
gösterilebilse de (aslında bu hususun tesbiti de zordur) bu, herhangi bir
problemle ilgili bir hadisin “A”ya “B” tarafından rivayet edilmiş olduğu
hususunda delil teşkil etmez.”
Ravileri
her yönüyle inceleyen rical ilminin verilerini
özellikle de “tedlis” konusunu dikkate almadan konuşursak, yazarın
burada söylediklerini, bütün senet boyunca sadece tek bir şahsın yine tek bir
şahsa, onun da yine bir tek kişiye... rivayeti yoluyla gelen, mütabii veya
şahidi bulunmayan hadislere münhasır olarak kabul etmek durumundayız. Zira
yazarın burada öne sürdüğü noktayı mütevatir ve meşhur hadisler ile mütabi’
veya şahidi bulunan ahad haberler için düşünmemiz mümkün değildir. Çünkü tek
ravilerin birbirlerine aktarmaları suretiyle gelen hadislerin ya başka
tariklerle de aynı şekilde gelmesi veya mana olarak o rivayeti destekleyen
başka hadislerin bulunması o hadisin aslının bulunduğunu gösteren en kuvvetli
delildir. Dolayısıyla yazarın ortaya koyduğu şüphe teknik olarak bu türlü
hadisler için öne sürülemez.
Bütün
senet boyunca tek ravinin, kendisi gibi tek raviye aktarması suretiyle gelen
hadisler anlam olarak Kur’ân’a, diğer sika ravilerin rivayetlerine, Şer’î
asıllara veya kıyasa uygun ise alınır, değilse zaten reddedilir. Bu noktada bu
türlü hadisler ile diğer Ahad hadisler arasında herhangi bir fark yoktur.
İsnadın
Başlangıcı
Fazlurrahman
yukarıda zikrettiğimiz sözlerine şöyle devam ediyor: “İsnad’ın olumlu nihaî
delil kabul edilmesine karşı yöneltilen en ciddi itiraz şudur: Bizzat isnadın
kendisi, birinci asrın sonlarına doğru ortaya çıkmış, oldukça geç bir
gelişmedir.”
Hadislerin
güvenilirlik vasfını taşımadığı iddiasında olanların büyük bir iştiyakla kullana
geldiklerine sık sık tanık olduğumuz bu yargı Robson, Caetani, Schacht gibi
müsteşriklere aittir ve yazar tarafından herhangi bir tetkike ihtiyaç
duyulmaksızın aynen kabul edilmiş, üstelik de “isnad için en ciddi itiraz” diye
nitelendirilmiştir.
Bu
yargının bildiğimiz kadarıyla yegâne dayanağı İbn Sîrîn’in şu sözüdür: “Fitne
hadisesi zuhur edene kadar [önceki dönemde insanlar] isnat aramazlardı. Ne
zaman ki fitne zuhur etti; “Bize ravilerinizin adlarını söyleyin” demeye
başladılar. Şimdi Ehli Sünnet’e dikkat ediliyor ve onların ha dişleri alınıyor,
Ehli Bid’at’a bakılıyor, onların hadisleri de kabul edilmiyor.”
Goldziher,
Schacht gibi müsteşrikler ve onların izinden gidenler, İbn Sîrîn’in bu sözüne
dayanarak isnat sisteminin geç bir dönemde işletilmeye başladığını ileri sürer
ve İbn Sîrîn’in sözünde geçen “fitne” kelimesinin, Emevî halifesi el Velîd b.
Yezîd’in öldürülmesi hadisesini anlattığını söylerler. Hatta Scahcht’a göre İbn
Sîrîn h. 110 tarihinde vefat ettiğine ve elVelîd b. Yezîd’in öldürülmesi
hadisesi de h. 126 yılında vuku bulduğuna göre yukarıdaki sözü İbn Sîrîn de
söylemiş olamaz. Bu sözün onun adına h. 126 yılından daha sonraki bir dönemde
uydurulmuş ve tabii isnat sorma vakıasının da bu tarihten sonra başlamış olması
gerekir.
Bu
iddianın temelini, İbn Sîrîn’in kullandığı “fitne” kelimesinin keyfî olarak
yorumlanması oluşturmaktadır.
Öncelikle
belirtmek gerekir ki, İslâm tarihinde elVelîd b. Yezîd’in ölüm tarihi, hiçbir
zaman itibarî bir tarih olarak kabul edilmiş değildir. Ayrıca İslâm tarihinde,
onun ölümünden önce vuku bulmuş pek çok olay da “fitne” diye
nitelendirilmiştir.
Bu
tespiti yapan elA’zamî daha sonra bahse konu kelimeyle Abdullah b. ezZübeyr
(r.a) ile Abdülmelik b. Mervân arasındaki mücadelenin veya Hz. Ali (r.a) ile
Hz. Mu’âviye (r.a) arasındaki savaşın kastedilmiş olabileceğini söyler.
Kanaatimize
göre elA’zamî’nin ileri sürdüğü mezkûr ihtimallerden ikincisi ilkine göre daha
kuvvetlidir. Bu ihtimali kuvvetlendiren bir rivayeti Abdürrezzâk ve elHâkim
nakletmektedirler. Buna göre bu tartışmanın odağı olan kelimeyi kullanan İbn
Sîrîn’in bizzat kendisi şöyle demiştir:
“Fitne
zuhur ettiği zaman Hz. Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem)'in ashabı 10
bin kişi idi. Onlardan kırk kişi dışında kimse olaylara atılıp karışmadı.” Ravi
Ma’mer diyor ki: “Başkası ise Hz. Ali ile birlikte olaylara karışan Bedir ehli
sahabîlerin sayısının 240 küsûr kişi olduğunu söyledi; Ebû Eyyûb, Sehl b.
Huneyf ve Ammâr b. Yâsir de bunlardandı.”
ezZehebî,
de elHâkim’in bu rivayeti hakkında şunları söyler: “elHâkim böyle demiştir. Ama
fitnede Bedir ehlinden yirmi veya otuz kişi kalmamıştır.”
Burada
İbn Sîrîn’in kullandığı bu kelimenin, Hz. Ali ile Hz. Mu’âviye (r.anhuma)
arasındaki mücadeleyi anlattığı, rivayetin metninde açıkça ifade edilmektedir.
Dolayısıyla bu konuda herhangi bir yoruma gerek yoktur.
Bize
göre onun yukarıda zikrettiği bu fitnelerden daha önce vuku bulan ve İslâm
tarihinde “ilk fitne” diye nitelendirilen olay, Hz. Osman (r.a)’ın şehid
edilmesi ile neticelenen iç karışıklıklardır. Esasen h. 35 senesinde Hz. Osman
(r.a)’ın şehit edilmesi ile başlayan “fitne”, gelişen bir süreç halinde devam
etmiş, 36 yılında Cemel ve 37 yılında Sıffîn vakalarının meydana gelmesine yol
açmıştır. Bir diğer ifadeyle Cemel ve
Sıffîn vakalarının başlangıç noktası da yine Hz. Osman (r.a)’ın şehit edilmesi
olayıdır ve “fitne” kelimesiyle bütün bu hadiselerin toptan kastedilmiş
olabileceğini söylemek de yanlış olmasa gerektir.
Diğer
yandan isnat hadisesinin başlangıcını mutlak bir şekilde İbn Sîrîn’in bu sözüne
bağlamak da kabul edilebilir değildir. İbn Sîrîn’in bu sözü, açıktır ki, İbn
Sîrîn’den önceki dönemde yaşayan insanların çok iyi tanımadıkları kimselerden
isnat
sorduğunu anlatmaktadır ve dolayısıyla bu vakıa, hadisleri birbirlerinden
hocatalebe ilişkisi içinde ahzeyleyenler için geçerli değildir. Özellikle
Hadisçiler’in “esahhu’lesanid” olarak tavsif ettiği senetlerde ve ayrıca
fukahanın isnat silsilesinde yer alan ravilerden hangisinin şeyhi hakkında
güvensizlik hissi taşıdığı öne sürülebilir ve bu senetlerden hangisine yukarıda
söz konusu edilen şüphe karışabilir?
Ayrıca
isnat tekniğinin elVelîd b. Yezîd’in ölümünden sonra başladığı iddiasını
yalanlayan şahitlerin varlığı da bir gerçektir.
İsnat
Sorma Hadisesi Neden Mutlak Olarak İbn Sîrîn’in Sözüne Bağlanamaz?
Şimdi
bir an için bütün bu söylediklerimizi bir kenara bırakalım ve isnat sorma
hadisesini, tarihsel ve sistematik olarak İbn Sîrîn’in o meşhur sözü ile kaim
kılan yaklaşımın temel yanlışını ortaya koyalım.
Açıktır
ki müsteşriklerin meseleyi ısrarla İbn Sîrîn’in sözüne bağlı kalarak sonuca
ulaştırmaya çalışmaları belli bir amaca yöneliktir. Burada Fazlurrahman’ın da
bu malum gayede onlarla görüş ve tavır birliği etmesi, diğer pek çok konuda
yaptığı gibi burada da meseleyi kolay yoldan “halletme” çabasında olduğunu göstermektedir.
Burada
temel soru şudur:
İsnat
sorma hadisesinin başlangıcı hakkında elimizde İbn Sîrîn’in bu sözü dışında
bize doğrudan bilgi veren başka bir belge yok mudur?
Müsteşriklere
ve onlardan elde ettikleri verileri mutlak doğru telakkisiyle kabul edenlere
bakılırsa bu soruya olumlu cevap almak mümkün değildir. Ne var ki onların en
hafif tabirle “kolaycılığı” burada da kendilerini ele vermektedir. İşte delili:
Abdullah
b. Ahmed b. Hanbel rivayet ediyor: “Bana babam şöyle tahdis etti: Bize Câbir b.
Nûh şöyle tahdis etti: Bize elA’meş, İbrahim’den, onun şöyle dediğini haber
verdi: “İsnat ancak elMuhtâr döneminde sorul[ur ol]du.”
Buradaki
elMuhtâr, Hz. Ali (r.a)’ye yalan rivayetler isnat etmekle meşhur olmuş biridir.
Bu
rivayet, isnat sorma hadisesinin, elMuhtâr’ın ölüm tarihi olan h. 67 yılından
daha önce başladığını açıkça göstermektedir.
Şu
halde, İbn Sîrîn’in sözünde geçen “fitne” kelimesi, Hz. Osman (r.a)’ın
şehadetiyle başlayıp, Hz. Ali (r.a)’nin şahadetiyle doruk noktasına ulaşan
süreç olmalıdır ve bu kelimenin, gerek Fazlurrahman’ın, gerekse izlerini takip
ettiği müsteşriklerin iddia ettiği gibi elVelîd b. Yezîd’in öldürülmesi
hadisesine işaret ettiğini söylemek mugalatadan başka bir şey değildir.
Geçmişlerin
Yaşayan Sünneti ve Biz
Fazlurrahman
kitabının sonlarına doğru şunları söylemektedir: “Her ne kadar geçmişteki
atalarımızın “Yaşayan Sünnet” Kur’ân’ın ve Hz. Peygamber’in ilk dönemlerde
cemaat içinde gerçekleştirdiği faaliyetlerin sağlıklı ve başarılı bir yorumu,
bizler için dersler içerse de kesinlikle aynen tekrarlanamaz. Çünkü tarih,
toplumlar ve yapıları söz konusu olunca asla tekrarlanmaz. Bununla birlikte
eski tarihimiz sadece bir anlamda tekrarlanabilir ve hatta bu anlamda, eğer
ilerici müslümanlar olarak yaşamak istiyorsak, tekrarlanması da gerekir: Nasıl
ki eski nesiller Kur’ân’ı ve Hz.
Peygamber’in
Sünneti’ni özgürce yorumlamak, yani ideali ve ilkeleri vurgulamak ve onları
kendi zamanlarının yeni yapısı içinde somutlaştırmak suretiyle kendi
sorunlarını uygun bir şekilde halletmiş iseler, bizim de aynı şeyleri kendi
çabamızla kendimiz için, kendi çağdaş tarihimiz için yapmamız gerekir.”
Daha
sonra yazar, bu tezini tarihî bakımdan ispatlamak amacıyla birkaç örnek
zikretmektedir. Şimdi bu örnekler üzerinde olabildiğince kısa bir şekilde durarak
yazarın tezi ile verdiği örneklerin bağdaşıp bağdaşmadığını incelemeye
çalışacağız:
1. Örnek:
Fazlurrahman’ın
bu bağlamda zikrettiği ilk örnek Hz. Ömer (r.a)’in, yeni fethedilen Irak ve
Suriye arazilerini gaziler arasında taksim etmeyip, eski sahiplerinin elinde
bırakıp, onlara cizye uygulaması hadisesidir. Daha önce bu husus üzerinde
ayrıntılı olarak durduğumuz için burada bunları tekrar etmeyeceğiz.
2. Örnek:
İkinci
olarak yazar şöyle demektedir: “Hz. Ömer’in, şiddetli kıtlık zamanında
hırsızlar için öngörülen hadd cezasını kaldırdığı bilinmektedir.”
İlk
olarak şunu belirtmemiz gerekir ki, senedi zayıf da olsa Hz. Peygamber (salla'llâhü
aleyhi ve sellem)’den, “Kıtlık zamanı (hırsızlık suçundan dolayı) el kesmek
yoktur” buyurduğu rivayet edil miştir.
Yine
Hz. Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem)’in, sefer ve gazalarda da el kesme
cezasının uygulanmayacağını söylediği ve hırsızlık yapan bir kölenin de elini
kesmekten sarfı nazar ettiği (ancak bunu, muztar kaldığı için değil de
alışkanlık haline getirdiği için yaptığı ortaya çıkınca had cezasını
uyguladığı) rivayet edilmiştir.
Şurası
açıktır ki sefer ve gaza durumu olağan dışı bir durumdur. Bundan dolayı bu
durumlarda meydana gelen hırsızlık hadiselerinde el kesme cezası yoktur. Kıtlık
ise bunlardan daha şiddetli ve toplumun bütününü etkileyen bir olaydır. Bu
itibarla sefer ve gazalarda uygulanmayan bir hükmün, kıtlık durumunda da
uygulanmaması evleviyetle gerekli olur.
Öte
yandan İslâm hukukunda Kur’ân ve Sünnet’in genel prensipleri doğrultusunda
hükümlerin istisnasını teşkil eden “zaruretızdırarihtiyaç” hali ve bu durumda
izlenecek yol, mukarrer kaidelere bağlanmıştır.
Zaruret
hali Kur’ân’da birçok yerde hükümlerin istisnası olarak zikredilmiştir. Keza zaruret halinin, yasakların istisnasını
teşkil ettiğine dair Sünnet’ten da pek çok delil mevcuttur.
3. Örnek:
a) Fazlurrahman ümmü’lveled olan
cariyelerin Hz. Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem) zamanında
satılabildiğini ve hediye olarak verilebildiğini, ancak Hz. Ömer (r.a)’in bunu
yasakladığını söylemektedir.
Durum
gerçekten öyle midir? Bu konudaki rivayetler araştırıldığında durumun yazarın
söylediği gibi olmadığını
görüyoruz.
Zira ümmü’lveled’in sadece satılmasının veya hediye edilmesinin değil, aynı
zamanda miras olarak bırakılmasının da Hz. Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve
sellem) tarafından yasaklandığını görüyoruz.
Ezcümle
edDârekutnî’nin rivayet ettiğine göre Hz. Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve
sellem) ümmü’lveled’lerin satılmasını yasaklamış ve şöyle buyurmuştur: “Onlar
satılmaz, hibe edilmez, miras olarak bırakılmaz. Efendisi hayatta olduğu sürece
ondan istifade eder. Efendisi öldüğü zaman ise o hürdür.”
Bu
hadisin aksi doğrultudakilere tercih edilmesi gerekir. Çünkü bu hadis kavil
olarak Hz. Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem)’e ait iken diğerleri bu
konudaki fiili anlatmaktadır. Kavil ise fiile tercih edilir.
Bu
konudaki yasağın bizzat Hz. Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem) tarafından
konduğunun en açık işaretlerinden biri de Hz. Ömer (r.a)’in, ümmü’lveled
cariyelerin satılmasını “haram” olarak nitelendirmesidir. Hz. Ömer (r.a)’in, Hz. Peygamber (salla'llâhü
aleyhi ve sellem) tarafından serbest kılınmış bir şeyi yasaklaması ve üstelik
de bunu “haram” olarak nitelendirmesi düşünülebilir mi?
b) Fazlurrahman şöyle diyor: “Hürriyetini
elde etmek için bedelini taksitler halinde ödemek üzere efendisi ile anlaşan,
ama taksitlerini bitirmeden ölen kölenin durumunu ele alalım: İmam Mâlik’e göre
eğer böyle bir anlaşmalı (mükâteb) köle, bir Ummu’lVeled ile babaları
tarafından ödenmemiş taksitleri ödeyemeyecek ve dolayısıyla hem kendi
hürriyetlerini, hem de annelerininkini (Ummu’lVeled) elde edemeyecek kadar
zayıf olan çocuklar bırakmış ise, o zaman çocukların özgürlüklerini sağlamak
için Ummu’l Veled’in satılması gerekir.
“İmam
Mâlik’in bu yorumunun gerçekten de dikkat çekici özelliği, Hz. Ömer’in,
Ummu’lVeled’lerin satılmasını yasaklayan emri ile bağlantısının kurulmamasıdır.
Elbetteki İmam Mâlik’in tartıştığı sorun Hz. Ömer’in emri kapsamına girenlerden
farklı olabilir; ancak o, Hz. Ömer’in emrini bile zikretmez ki, söz konusu
durumla onun bağlantısını tartışabilsin ve böy lece kendi görüşünün
farklılığını açıkça gösterebilsin.”
Fazlurrahman’ın
burada gözümüze ilişen hataları iki noktada toplanmaktadır:
1. Fazlurrahman, İmam Mâlik’in sözlerinde
geçen “ümmü’lveled” tabirini yanlış anlamıştır. Zira İmam Mâlik’in kasdettiği
ümmü’lveled, hür sahibinden çocuk doğurunca özgürlüğüne kavuşan cariye değil,
mükâteb kölenin ümmü’lveled’idir.
2. İmam Mâlik’in, Hz. Ömer (r.a)’in
ümmü’lveled’in satılamayacağı konusundaki sözünü zikretmediği iddiasına
gelince, bu da doğru değildir. Çünkü Hz. Ömer (r.a)’in bu sözü “elMuvatta”da
zikredilmiştir.
c) Fazlurrahman şöyle devam ediyor: “Hz.
Ömer’in yukarıda zikredilen kararıyla bağlantılı bir başka karar da yine onun
şu kararıdır: Eğer bir köle sahibi ya da sahibesi tarafından çok kötü bir
muameleye maruz kalırsa devletin müdahale etmesi gerekir. İmam Mâlik, “Hz.
Ömer’in, efendisi tarafından işkence edilen bir cariyenin özgür kılınmasını
emrettiğini nakleder.”
Fukaha
arasında da ihtilaflı olan bu meselede tarafların Hz. Peygamber (salla'llâhü
aleyhi ve sellem)’den rivayet edilen uygulamalardan delilleri mevcuttur. Biz
burada bu delilleri zikrederek konuyu uzatmak istemiyoruz. Ancak Hz. Ömer
(r.a)’in bu davranışının da Hz. Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem)’den
nakledilen rivayetlere dayandığını söylemekle yetineceğiz. Bu rivayetlerden
birisi şudur: Hz. Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem) zamanında birisi bir
kölesini, cariyesinin yanında yakalamış, zekerini ve burnunu kesmişti. Bunun
üzerine köle Hz. Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem)’e gelerek şikâyetçi
olmuş, Hz. Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem) ona böyle davranmasının
sebebini sormuş, o da durumu arz edince ona, “Bunu azad eyle” buyurmuş ve
köleye “Git, hürsün” demiştir.
d) Fazlurrahman şöyle diyor: “Hz. Ömer yine
şöyle bir emirname daha çıkarır: “Cariyeleriyle birlikte bulunan, sonra onları
ihmal eden (ve daha sonra bu cariyelerin nereye gittikleri konusunda emin
olmadıkları bahanesiyle onlardan doğmuş olan öz çocuklarını reddeden) adamlar
hakkında nasıl bir karar vermelidir? Çocuğun efendisine ait olduğunu ilan etmem
için, onun, cariyesiyle birlikte bulunduğunu kabul etmiş olması benim için
yeterli bir nedendir. O halde ya cariyelerinizi kontrol edin, ya da bırakın gitsinler.
”
Hz.
Ömer (r.a)’in bu tutumunda Nebevî Sünnet’e aykırı herhangi bir husus
bulunmamaktadır. Bu sebeple bu örneğin de yazarın amacına hizmet etmeyeceği
açıktır. Zira şayet Hz. Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem)’in bu konuda
aksi doğrultuda bir uygulaması bulunsaydı, ancak o zaman yazarın haklılık payı
olabilirdi.
4. Örnek:
Fazlurrahman
şöyle diyor: “Irak’tan bir adam Hz. Ömer’in yanına vardı ve ona şöyle dedi:
“Size ne başı, ne de kuyruğu (yani kısır bir döngü gibi ele alınması güç) olan
bir şey için geldim.” Hz. Ömer:”Nedir o?” diye sordu. Adam şöyle cevap verdi:
“Ülkemizde (Irak) yalancı tanıklık had safhaya vardı.” Hz. Ömer: Gerçekten de
öyle mi?” diye sordu. Adamın buna cevabı “evet” oldu. Bunun üzerine Hz.
Ömer
şöyle dedi: “Allah’a yemin ederim ki, İslâm yönetiminde hiç kimse, adil bir
tanığın tanıklığı olmaksızın hapse dilmeyecektir.”
Burada
belirtilmesi gereken nokta şudur: Şahitlik esnasında adaletten ayrılmama,
yalancı şahitlikten sakınma ve şahitlerin doğru kimselerden seçilmesi gerek
Kur’ân gerekse Sünnet tarafından üzerinde hassasiyetle durulmuş bir konudur.
Yalancı şahitlik yapacak kimseler hakkında gelen nebevî tehditler bir yana
bizzat Hz. Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem) bazı kimselerin
şahitliklerinin kabul edilmeyeceğini beyan etmiştir. Örnek olarak şu rivayeti zikredebiliriz:
Hz. Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: “Hain erkek ve
kadının, zina eden erkek ve kadının ve mü’min kardeşine kin tutan kimsenin
şahitliği caiz değildir.”
Amr
b. Şu’ayb’ın, babası dedesi tarikiyle
rivayet ettiğine göre Hz. Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem) hain erkek
ve kadınların ve mü’min kardeşine kin besleyenlerin şahitliklerini ve
hizmetçilerin ev sahiplerine yapacağı şahitliği reddetmiştir.
5. Örnek:
Fazlurrahman
Hz. Ömer (r.a)’in bu uygulamalarını zikrettikten sonra Medine valisi Mervân b.
elHakem’in bir uygulaması ile bu konudaki örneklerine son vermektedir. Olay
şudur: elFurâfisa b. Umeyr elHanefî nin mükâtep bir kölesi vardır. Bu köle,
takside bağlanmış kitabet bedelini zamanından önce hemen ödeyip hürriyetine
kavuşmak ister. Ancak
elFurâfisa
bunu kabul etmez. Köle de Mervân b. el Hakem’e giderek durumu anlatır. Mervân,
elFurâfisa’dan kölenin teklifini kabul etmesini ister. Ancak o kabul etmez.
Bunun üzerine Mervân kitabet bedelinin köleden alınıp ha zineye konmasını
emreder, köleye de gidebileceğini ve hür olduğunu söyler. elFurâfisa bu durumu
görünce kitabet bedelini alır ve köle de hürriyetine kavuşur.
Fazlurrahman
bu olayı anlattıktan sonra şöyle demektedir: “Daha önce zikredilmiş olan
örneklerle birlikte köleleri özgürlüğüne kavuşturmak için devlet yetkilileri
tarafından alınmış tedbirleri açıkça gözler önüne sermektedir. İkinci olarak bu
örnek, daha önce de tekrarlanmış olan şu gerçeği canlı bir biçimde
dikkatlerimize sunmaktadır: Sünnet, yani cemaatin canlı uygulaması, Şâfiî
sonrası öğretinin iddia ettiği gibi sadece Hz. Peygamber’in eseri değil, fakat
aynı zamanda müslümanların kararları ve eylemleri sonucu ortaya çıkan düşünce
sürecinin sonucudur. Burada Mervân b. Ha kem’in kararı İmam Mâlik’e göre,
uygulamanın yani Sünnet’in bir parçasıdır...”
Bu
örnek de yazarın, konuyu gerektiği şekilde araştırmadan, aceleci davranarak
hüküm verdiğini açıkça ortaya koymaktadır. Çünkü Mervân b. elHakem’in bu
uygulamasının dayanağı, hadis ile az çok iştigal eden herkesin haberdar olduğu
Berîre hadisinde dayanağını bulmaktadır. Fıkha ait birçok hüküm ihtiva eden bu
ünlü hadisin bizi ilgilendiren tarafı, Hz. Aişe (r.anha) validemizin, Berîre’yi
satın alma şeklidir.
Kaynakların
naklettiğine göre Berîre sahipleriyle bir mükâtebe anlaşması yapar ve toplam 9 taksitte
ödeyeceği 360 dirhem karşılığında özgürlüğüne kavuşturulması konusunda anlaşır.
Taksitlerinin dördünü ödedikten sonra Hz. Aişe (r.anha)’ye gelerek taksitlerini
ödemesinde kendisine yardımcı olmasını ister. Hz. Aişe de
sahiplerine, geri kalan 5 taksidi def’aten ödeyerek Berîre’yi kendisine
satmaları teklifinde bulunur. Berîre’nin efendileri Vela hakkının kendilerinde
kalmasını isterler. Durum Hz. Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem)’e
bildirilir. Hz. Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem) de vela hakkının,
köleyi hürriyetine kavuşturana ait olacağını bildirir. Neticede kalan borç
def’aten ödenir ve konu çözüme kavuşturulur.
Sonuç
olarak yazarın burada zikrettiği örneklerin büyük çoğunluğunun, Hz. Peygamber (salla'llâhü
aleyhi ve sellem)’den nakledilen rivayet ve uygulamalara dayandığı görülmektedir.
Geriye kalan biriki uygulama ise Usuli Fıkıh’ta Kıyas, İstihsan, Maslahat gibi
başlıklar altında zikredilen delillere istinat etmektedir. Bu itibarla yazarın
bu meseleler hakkında, “Yaşayan Sünnet” Kur’ân’ın ve Hz. Peygamber’in ilk
dönemlerde cemaat içinde gerçekleştirdiği faaliyetlerin sağlıklı ve başarılı
bir yorumu, bizler için dersler içerse de kesinlikle aynen tekrarlanamaz”
şeklindeki yargısına bu örnekler kesinlikle bir delil teşkil etmemekte, tam
aksine bu örnekler, onun karşı çıktığı noktayı vurgulamaktadırlar. Burada
zikredilen örneklerin ve Hz. Ömer (r.a)’in diğer uygulamalarının daha sağlıklı
biçimde değerlendirilebilmesi için bu uygulamalar hakkında yukarıda işaret
ettiğimiz kategorizasyon da mutlaka dikkate alınmalıdır.
FAZLURRAHMAN’IN TENKİT ETTİĞİ BAZI HADİSLER
Ali Kuzudişli*
Fazlurrahman,
müslüman alimlerce yaygın olarak bilinen bazı hadisleri, sünnet yorumunda
kullanmış, tenkitleriyle bazen, hem modernistleri, hem de gelenekçileri
şaşırtacak sonuçlara ulaşmıştır. Onlardan bazıları şöyledir:
1. “Kim benim hakkımda yalan uydurursa...”
hadisi
Hz.
Peygamber, kendi ağzından yalan uydurulması hakkında şöyle buyurmuştur:
“Kim
benim hakkımda kasten yalan uydurursa cehennemdeki yerini hazırlasın.”
Bu
hadisin mütevâtir olduğu konusunda muhaddisler, görüş birliği içindedirler:
“Bu
hadisi şerifi asren ba’de asrın bir cemmi gâfir sahâbe’den nakletmişler ve
muhadddisînden bâzılarının tahricine göre içlerinde aşerei mübeşşerenin hepsi
dahil olmak üzere altmış ikiye, daha çok araştıranlara göre yüzden ziyâdeye,
Muhyiddîni Nevevî’nin Şerhi Müslim’deki beyânına göre, takrîben iki yüzden
ziyâdeye bâliğ oluyor. Lâkin Zeynü’ddîni Irâkî’nin tahkîkına göre bu
rivayetlerin çoğu mutlakâ kizib hakkında olub, bu lafz ile rivâyetinde ittifak
ettikleri ma’lum olan Sahâbe’nin adedi yetmiş bu kadardır.”
Fazlurrahman,
muhaddislerce son derece güvenilen ve mütevatir kabul edilen bu hadisin
‘üretilmiş’ olduğu görüşündedir:
“Her
ne kadar Ebû Yusuf, hadis uydurulması konusunda Hz. Peygamberden birçok hadis
zikrederse de, sonraları sahîh mecmualarında mümtaz bir yer bulacak olan şu
meşhur hadisi hâlâ bilmez: ‘Kim benim hakkımda bilerek yalan söylerse,
cehennemdeki yerini hazırlasın.’ Bu hadise ise şu hadisle karşılık verilmek
istenmiştir: ‘Ne kadar güzel söz varsa, beni, onları söylemiş kabul
edebilirsiniz.’ ”
Yine
Fazlurrahman şöyle der:
“Ebû
Yusuf, bizzat Hz. Peygamberden ve sahabilerinden, hadise karşı uyarılarda
bulunan ve hatta reddedilmesini öngören bir çok hadis zikretmektedir. Bu ‘hadis
karşıtı hadis’ tarihi bakımından doğruyu
söylemek gerekirse ortaya çıkması için mantıkî şart olan hadis fenomeninin bir
sonucu olmalıdır. Bununla birlikte hadis karşıtı hadis, büyük olasılıkla hadis
yanlısı hadisten önce ortaya çıkmıştır. Bu, bizzat hadis sürecinin tabiatında
mevcuttur. Bundan başka ilkini (hadis karşıtı hadis) Ebû Yusuf’ta bulurken,
diğeri (hadis yanlısı hadis) ise ileri bir tarihe kadar ortaya çıkmış
görünmemektedir. Hatta büyük hadis savunucusu olan Şafiî bile, sadece iki ya da
üç hadis sunmakta, ve hadisin kabul edil mesi ile ilgili delillerini,
çoğunlukla diğer malzemelere, yani Kur’ân a ve tarihî belgelere
dayandırmaktadır. ”
Fazlurrahman’ın
görüşünü desteklemek için gösterdiği delil, Ebû Yusuf’un, hadis karşıtı
hadisleri zikrederken bu hadise değinmemiş olmasıdır. Fazlurrahman’a göre Ebû
Yusuf bu hadisi bilmemekteydi. Senedin başından sonuna kadar yalan üzere
birleşmelerinin mümkün olmadığı kalabalık bir topluluğun rivayet ettiği
belirtilen bir hadisi Ebû Yusuf gibi birisi o tarihte bu hadisi
zikretmediğinden, Fazlurrahman’a göre, bu hadisin, Ebû Yusuf’un yaşadığı
dönemden sonra uydurulduğu sonucu çıkmaktadır. Fazlurrahman’ın, bu hadisi
üretilmiş kabul etmesinin bir başka gerekçesi de, onun tam tersine hadislerin
var olmasıdır.
Fazlurrahman,
Ebû Yusuf’un bu hadisi bilmediği hükmüne varırken aceleci davranmış, örneğin
onun Kitabu’l Âsâr’ında söz konusu hadisi zikrettiğini gözden kaçırmıştır. Ebû Yusuf’tan önce de bu
hadisin çok iyi bilindiği, Ma’mer b. Râşid’in elCâmi’inden anlaşılmaktadır.
Daha
önce İbnü’lMüseyyeb’in sözünü değerlendirirken söylediğimiz gibi, birinin bir
konuda bir şey rivayet etmemesi, o konuda her hangi bir hadisin olmadığına, bir
başka ifadeyle, o konuda var olan hadislerin sonradan üretilmiş olduğuna
delalet etmez. Bir müellif, bu konuda da görüldüğü gibi, bir kitabında
zikretmediği bir hadisi, bir başkasında söyleyebilir. Bu nedenle, ‘Kim benim
hakkımda kasten yalan uydurursa...’ hadisinin üretilmiş olduğunu söylerken
gösterdiği birinci gerekçe, bize göre temelsizdir.
“Hadis
yanlısı hadisler” ve “hadis karşıtı hadisler” tabirlerine gelince, hadis
karşıtı hadislerin var olduğunu ilk kez Fazlurrahman’dan duymaktayız. Hadis
karşıtı hadisler hangileridir? Hangi kaynakta yer alır? Kimler tarafından
rivayet edilmiştir? O, herhalde, Hz. Peygamber’in dilinden hadis uydurulmasını
yasaklayan hadisleri kastetmiş olmalıdır. Ancak, Resûlullah’ın ağzından sözler
uydurulmasını yasaklayan, bu tür sözleri uyduranları cehennemle tehdit eden
hadisler, hadis karşıtı hadisler değil, “mevzû hadis” karşıtı hadislerdir.
Mevzû hadislerin aslında hadis olmadığına daha önce işaret etmiştik. Öbür
taraftan hadislerin rivayet edilmesini teşvik eden hadisler, hadis yanlısı
hadisler değil, doğrudan “hadislerin rivayet edilmesini teşvik eden
hadisler”dir. Yani sonuç olarak, rivayetlere göre Hz. Peygamber, hadislerinin
diğer insanlara da ulaştırılmasını arzu etmiş, fakat, onların Hz. Peygamber’in
söylemediği bir şeyi, sanki o söylemiş gibi rivayet etmelerini yasaklamıştır.
Bunda nasıl bir çelişkinin bulunduğunu anlayabilmiş değiliz.
“Ne
kadar güzel söz varsa, beni, onları söylemiş kabul edebilirsiniz” sözünü de ilk
kez Fazlurrahman’dan duymaktayız. Uydurma hadisler arasında bile böyle bir söze
rastlamadık. Bu sözün ifade ettiği şey, saçmalıktan başkası değildir.
Şairlerin, yazarların, devlet adamlarının... söylediği bütün güzel sözler,
hadis olarak kabul edilebilir mi? Fazlurrahman, mütevatir bir hadisin karşısına
böylesine anlamsız bir söz çıkarıp, bu ikisinin birbirine ters olduğunu nasıl
söyleyebilmektedir?
Fazlurrahman,
baştan beri, hadisleri bir ümmetin ortak faaliyetinin ürünleri olarak
gördüğünden dolayı, zaman içerisinde hadis yanlısı ve hadis karşıtı hadislerin
ortaya çıktığına hükmetmektedir. Bu durumda bile hadis karşıtı hadislerin neden
hadis yanlısı hadislerden daha önce ortaya çıktığı merak konusudur. Karşıt olan
hadislerin, sürekli artan hadis rivayetlerini frenlemesi amacıyla, yandaş olan
hadislerden sonra ortaya çıkarılmış olduğunu söylemek daha mantıklı olmaz
mıydı?
2. “Naddara’llâhu’mri’en...” hadisi
İmam
eşŞafiî, hadislerin delil teşkil ettiği konusunu işlerken bazı hadisler sunar.
Yukarıdaki konuyla da ilgisi bulunan bu hadislerden birini, Fazlurrahman,
tenkit etmektedir. Söz konusu hadis şöyledir: 186 Hz. Peygamber şöyle
buyurmuştur: “Allah, sözlerimi işiten, onları hafızasında itinâ ile koruyan, ve
sonra onları nakleden kulun yüzünü ağartsın. Çünkü, hikmet taşıyan bir çok
kimse vardır ki, onu anlayamaz (fakat onu sadece nakleder). Bir çok hikmet
taşıyıcısı, onu kendinden daha iyi anlayana nakleder. Üç şey vardır ki, bunlara
karşı Müslüman’ın kalbi asla duyarsız değildir: Sadece Allah için çalışmak,
Müslü manlara nasihatte bulunmak ve çoğunluklarına katılmak; çünkü görevleri
(da’ve) onları koruyacaktır.”
Fazlurrahman
bu hadise iki yönden itiraz etmekte, onun Resûlullah’ın söyleyebileceği bir söz
olamayacağını öne sürmektedir. Bu iki itirazdan biri şudur:
“Hadisin
ilk kısmında Hz. Peygambere isnat edilen söz, sahabilerine hakaretten başka bir
şey değildir; çünkü Hz. Peygamber onları anlayışsızlıkla tavsif etmiş
olmaktadır. ”8
Bu
cümlede, açık bir tahrik ve saptırma görmekteyiz. “Bir çok hikmet taşıyıcısı,
onu kendinden daha iyi olana nakleder” sözü bir hakaret midir? Sahabîler içinde
hadis rivayet ettikleri halde fıkıhta, rivayetteki başarısını gösteremeyen
kimseler vardı. Örneğin Ebû Hureyre, çok hadis rivayet eden bir ravi olmasına
rağmen, büyük bir fakih değildir. Halbuki Ebû Hüreyre’nin rivayetlerinden
hareketle içtihatlarda bulunmuş olan binlerce başarılı hukukçular yetişmiştir.
Eğer bu sözde sahabeye karşı en ufak bir hakaret belirtisi olsaydı, kim olursa
olsun sahâbî sıfatını taşıyan birine asla toz kondurmayan ehli sünnet madem ki
Fazlurrahman’a göre hadisleri ortaya çıkaran toplumun kendisidir böyle bir
hadisin ortaya çıkmasına müsaade etmez, bunun da ötesinde bu hadisi sahîh
hadisler arasında rivayet etmezdi.
İkinci
itiraza gelince; o şöyle der:
“Hadisin
Hz. Peygamber ve sahabileri ile ilgili çizdiği tablo tam anlamıyla sunî bir
görünüm arz etmektedir: Hz. Peygamber hitap ettiği toplumun acil ihtiyaçları
için değil de ilerideki bir toplum için konuşmalar yapan hükümler veren ve
sahabîlerinden onları kendilerinden sonraki nesillere, aktarmaları için kelime
kelime ezberlemelerini isteyen biri olarak tavsif edilmiştir. ”9
Sadece
Hz. Peygamber değil, isimleri tarihe mal olmuş kimseler, mutlaka kendi
zamanlarını aşmış, kendilerinden sonrakilere miras olarak unutulmaz şeyler
bırakmışlardır. Hz. Peygamber, yalnız kendi çağında yaşayan insanların
peygamberi değil, aynı zamanda gelecek bütün Müslümanların peygamberidir. Bu
yüzden Hz. Peygamber, İslâm toplumun da belirli bir fonksiyon icrâ eden kendine
ait sünnetin, gelecek nesillere de aktarılmasını istemiştir. Bu sözler, sıradan
bir düşünür açısından düşünüldüğünde bile, oldukça normal ve anlaşılır
sözlerdir; çünkü her düşünce adamı kendine ait görüşlerin yaygınlaşmasını,
kendi çağını aşmasını ister.
Kanaatimizce,
Fazlurrahman’ın bu hadisle ilgili değerlendirmeleri, fevkalade zayıf ve
tutarsızdır.
3. “Bana bu dünyanızdan kadın ve güzel
koku sevdirilmiştir...” hadisi
Fazlurrahman’ın,
çelişkili gördüğü bu hadisin tam metni şöyledir:
“Bana
bu dünyadan kadın ve güzel koku sevdirilmiştir ve gönlüme huzur, namazda
bulduruldu.”
O,
hadisin son kısmını şöyle tercüme etmiştir:
“...ama
(gerçek) zevkim namazdadır.”
Biz
bu hadisi, daha önceki bir tarihte telif edilmiş olan, Abdurrezzak’ın
elMusannef’inde bulduk. Ancak buradaki
rivayette
‘...dünyadan’ ziyadesi bulunmamaktadır.*
İlginç olan, gördüğümüz ilk kaynaklardaki rivayetlerin hiçbirinde
‘dünyanızdan’ (min dünyâküm) kelimesi yer almazken, sonraki kitaplarda yer
almaktadır.
Bu
hadis, bize göre, İslâm’ın dünya ve ahireti bir bütün olarak değerlendiren
öğretisini, çok güzel bir şekilde yansıtmaktadır. Fakat Fazlurrahman, böyle
düşünmez:
“Hiç
şüphesiz ki, hadiste geçen bu üç bireysel unsurdan her biri Hz. Peygamberin
sünnetini temsil etmektedir. Bununla birlikte, bu dünyanın zevklerinin bir
çırpıda namazla birleştirilmesi ve birbirinden tamamen farklı olan değerlerin
mekanik bir biçimde yan yana getirilmesi sun‘î bir yapıdan başka bir şey olamaz
ve dolayısıyla Hz. Peygambere isnat edilmesi düşünülemez.”
Kur’ân’da
ve Hz. Peygamberin sünnetinde dünya hayatı ile manevî yön, bir bütün
halindedir. Dolayısıyla kadın, güzel koku ve namazın bir arada zikredilmiş olmasında
bir gariplik yoktur. Biz, Fazlurrahman’ın, yukarıdaki hadisi reddetmesine sebep
olan nedene, Kur’ân’dan bir örnek vereceğiz:
“Leş,
kan, domuz eti, Allah’tan başkası adına kesilenler canları çıkmadan önce
kesmemişseniz, boğulmuş, bir yerine vurularak öldürülmüş, düşüp yuvarlanmış,
başka bir hayvan tarafından süsülmüş, yırtıcı hayvan tarafından yenmiş olanları
dikili taşlar üzerine boğazlananlar ile fal oklarıyla kısmet aramanız size
haram kılındı; bunlar fasıklıktır. Bugün inkar edenler sizi dininizden etmekten
umutlarını kesmişlerdir, onlardan korkmayın, Beriden korkun. Bugün size
dininizi bütünledim, üzerinize olan nimetimi
tamamladım, din olarak sizin için İslâmiyet’i beğendim. Açlıktan darda kalan,
günaha kaymaksızın yiyebilir. Doğrusu Allah bağışlayandır, merhamet edendir.
”15
Ayette
ilk önce yenilmesi haram olan bazı yiyeceklerden bahsedilmekte, ancak daha
sonra inkar edenlere geçilmekte, onlardan korkulmaması gerektiği
belirtilmektedir. Daha sonra Allah, dinini tamamladığını zikretmekte, sonra
tekrar yiyecekler konusuna dönerek darda kalan kimselerin haram kılan şeylerden
ölmeyecek miktarda yiyebileceğini buyurmaktadır. Görüldüğü gibi dünyevî ve
uhrevî pek çok konu, bir ayette bir arada bulunmaktadır. Konuyla ilgili bir
başka örnek de şu ayettir:
“Ey
ademoğulları, ayıp yerlerinizi örtecek giyimlikle sizi süsleyecek elbiseler
indirdik; takva ölçüsü ise bunlardan daha hayırlıdır. ”16
Bu
ayette, somut elbiselerden söz edilmiş, ancak daha sonra güzel bir bağlantı
kurularak manevî örtüden bahsedilmiş, ahlakın şeklî kısmıyla öze ait olan
bölümü çok güzel bir biçimde bir araya getirilmiştir.
Kadın,
güzel koku ve namaz arasında da İslâmî mesajın karakteristik özelliklerini
ortaya koyan güzel bir bağlantı vardır. Bu hadiste kadın, dünya nimetlerini,
güzel koku nezafe ti, düzeni ve namaz da ibadeti simgelemektedir. İslâm’da her
üçünün de kendi sınırları içinde belli bir yeri vardır. Hz. Peygamber, bu
hadisiyle, Müslümanlara, sadece dünyaya dalıp kalmamalarını, ama bununla
birlikte, ibadete yönelerek, dünyadan kopmamalarını, giyimine dikkat eden, hoş
kokan kimseler olarak toplumda saygın bir yer edinmelerini istemektedir.
4. “Arap’ın arap olmayana hiçbir
üstünlüğü yoktur” hadisi
Fazlurrahman,
bu hadisle ilgili olarak şöyle demektedir:
“Ancak
bu hutbenin (Veda Hutbesi) daha sonraki nüshalarından bazılarında büyük bir
ihtimalle bazı ilaveler yapılmıştır; bu ilaveler arasında ‘takva dışında
Arap’ın Arap olmayana hiçbir üstünlüğü yoktur’ cümlesi de bulunmaktadır. Bu
fikir şüphesiz, Kur’ân’ın ve Peygamberin tebliğinin mantıkî bir neticesi
olmakla beraber, Hz. Peygamberin gerçekte Arap ve Arap olmayanlardan söz edip
etmediği oldukça şüphelidir, çünkü bu mesele o sıralarda mevcut değildi ve bu
cümlenin İslâm toplumundaki daha sonraki gelişmeleri yansıttığı
anlaşılmaktadır.”
Fazlurrahman’ın
neden böyle bir kanaata vardığı doğrusu merak konusudur. Yerli ırk, yabancı
veya azınlıkta kalan ırklar sorunu, dünyanın en eski meselelerinden biridir.
Arap lar arasında da, ırk, nesep, kabile daima büyük önem taşımaktaydı.
Araplar, kendilerini Arap olmayanlardan üstün görürlerdi. Hz. Peygamber,
ırkçılığı cahiliye adetlerinden biri olarak nitelendirmiştir. Örneğin Ebû
Zer’den rivayet edilen bir hadiste, onun Bilal Habeşi’yle tartıştığı ve ona
kızıp “Kara kadının oğlu” dediği anlatılır; Bilal’in Hz. Peygambere şikayeti
üzerine o, Ebû Zer’e: “Ey Ebû Zer sen bir kimseyi annesinden dolayı mı
ayıpladın? Sen içinde (hâlâ) cahiliye (adetlerinin izleri) olan birisin!” dedi.
Ancak
Fazlurrahman, ırk sorununu, daha sonra ortaya çıkan bir mesele olarak kabul
edip, söz konusu hadisi sonraki dönemlere göndermektedir. Bu göndermeyi
yaparken ortaya koyduğu tek gerekçe ırk sorununun çok sonra ortaya çıktığını
sanmasıdır. O, Zeyd’in, Zeynep bt. Cahş’dan ayrılma nedenini, Usâme’nin komutanlığına
yapılan itirazları göz önüne alsaydı, muhtemelen daha farklı bir sonuca
ulaşacak tı. Aslında, Fazlurrahman, ırklar sorunun çok
eski olduğunu, başka bir makalesinde, kendisi söylemektedir:
“Kur’ân,
toplumun ezilmiş kesimlerinin, fakirlerin, yetimlerin, kadınların ve kölelerin
(ellerinden tutup) kaldırmaya devamlı bir gayret sarf etti. Irk, renk ve bunun
gibi hususlara dayanan bütün ayrımları ortadan kaldırdı. “Biz sizi birbirinizi
tanıyasınız diye farklı millet ve kabilelere ayırdık; yoksa Allah katında en
iyiniz, en fazla sorumluluk duygusuna
sahip olanınızdır. ”
Bu
alıntı, Fazlurrahman’ın yukarıdaki hadisi eleştirisiyle ilgili fazla söze gerek
bırakmamaktadır.
(...)
Sonsöz
Fazlurrahman’ın,
hadise yaklaşımına bakıldığında onun, çağdaşı diğer birçok araştırmacı ve
düşünürden ayrı yönleri olduğu görülür. Hadisleri ya da genel olarak sünneti
tümden reddedenlerin aksine o, sünnete büyük önem atfetmekte, o olmaksızın
Kur’ân’ın anlaşılamayacağını söylemektedir. Bununla birlikte o, hadislere ve
sünnete, alışılmışın dışında, daha çok Schacht’ın görüşlerinden yararlanarak,
yeni yorumlar getirmiştir.
Fazlurrahman,
kendi ifadesiyle, ‘İlericilik’ adına hadis ve nebevî sünneti yok etmeyi
amaçlayan güçlü akımları, ‘yolu açmak’ endişesiyle, Neron’un Roma’yı yeniden
inşa etme metodundan daha şüpheli metotlara başvurmakla suçlamakta, onları
basiretten yoksunluk ve cehalet ile nitelendirmektedir.
Fazlurrahman’a
göre bu akımlar iki yol tutmaktadırlar. Onların bir kısmı, hadisin tarihî
olmadığını ve dolayısıyla nebevî sünnete ulaştıran bir rehber olarak
güvenilemeyeceğini söylerken diğer bölümü, hadisin tarihî olduğunu, ancak onun
şer’i geçerliliğinin bulunmadığını, yani hadis sahîh bile olsa, kendileri için
sünnet içermediğini ifade etmektedir. Fazlurrahman, bu ikincileri daha ‘safça’
bulur.
Yukarıdaki
haliyle Fazlurrahman, hadisleri kabul etmeyen modernistreformculara karşı,
klasik sünnet/hadis müdafaası yapan biri olarak görülebilirdi; ancak o, her iki
kavramı da, değişik bir forma sokmuştur. Fazlurrahman’ın kullandığı “sünnet” ve
“hadis” kelimeleri, klasik anlamda sünnet ve hadisten çok farklı anlamdadır.
Belirtmek gerekir ki, Fazlurrahman, bu formu hiç yoktan var etmemiştir. Onun
tesis ettiği şekil, daha önce J. Schacht’ın kurguladığına çok benzemekte,
verilen örnekler bile pek çok yerde birbirinin aynısı olmaktadır.
Fazlurrahman’ın
hadis anlayışını şöyle özetlemek mümkündür:
1. Kur’ân, Allah Resulü’nün örnek
davranışından bahsettiğine göre, vahyin yanında bir de örnek davranış, yani Hz.
Peygamberin sünneti yer almıştır.
2. Hz. Peygamber’in sünnetinin, ortaçağ
fıkıh ve hadis eserlerinin ortaya koyduğu gibi, günlük hayatın bütün
ayrıntılarıyla ilgili olması şöyle dursun, İslâm ümmetinin dînî, sosyal ve
ahlâkî hayatıyla ilgili esaslı meseleler dışında, pek geniş olduğu söylenemez.
3. Hz. Peygamber dönemindeki uygulamalar,
sadece Hz. Peygamberin uygulamaları değil, genel olarak Müslüman toplumun
ortaya koyduğu uygulamalardır. Nitekim Hz. Peygamberin sünnetinde demokrasi ve
dînî otorite, tasviri imkansız olan bir incelikle dengelenmiştir.
4. Bu durumda Hz. Peygamber’in sünneti,
Hz. Peygam ber’le birlikte, ilk nesil İslâm toplumunun ortaya koyduğu
uygulamalardır. Bu uygulamalar hicrî ilk iki asırda, içtihat hareketleri ve
fetvaların, ümmet tarafından genel kabul görmesi ve onların uygulamaya
geçirilmesiyle genişlemiştir. Bu uygulamalar doğal bir süreç içinde ve nebevî
sünnetin ruhuna uygun olarak ortaya çıkmaktaydı.
İmam
Şafiî’nin ortaya çıkışıyla birlikte, sünnet resmî bir statü kazandı. O zamana
kadar canlı olarak yaşamını sürdü ren yaşayan sünnet, hadis adı altında kayıt
altına alınmaya başlandı. Hadisler, hukukî bir malzeme halini aldılar.
5. Hukukî malzeme halini alan hadisler,
yeterli olmadığından, bir hadisleşme süreci başladı; sahabe, tabi‘ûn sözleri ve
kime ait olduğu bilinmeyen pek çok söz hadis formuna sokuldu.
Fazlurrahman’a
göre, Hz. Peygamberin bazı hadislerinin olduğu yadsınamaz; ancak bunlar
sanıldığından da azdır. Bu gün hadis külliyatında mevcut olan hadisler, daha
çok hicrî ilk iki asırda İslâm Toplumu içerisinde dönüp dolaşan sözlerdir.
Fazlurrahman, sünnet ile hadisin arasını ayırmış, sünneti ilk iki asırdaki
İslâm toplumuna mal ederken, hadisi, fakîhlerin toplum içinde kabul görmüş
içtihatları olarak sunmuştur.
Fazlurrahman,
her ne kadar Müslüman muhaddislerin ortaya koydukları isnad metodunu övse de
onu güvenilir bulmamaktadır. Bu yüzden hiçbir hadisi gördüğümüz kadarıyla
senetrivayet açısından değerlendirmemiştir. O, bunun yerine kendisinin hadisin
tarihîliği dediği bir metodu benimsemiş, ancak bunun ne olduğu ve bir hadisin
tarihi olup olmadığının hangi ölçülere göre belirleneceği konusunda bir
açıklamada bulunmamıştır.
Bizim
ulaştığımız sonuca göre, onun hadisleri tenkit ederken yaptığı yorumlar
(örneğin “Allah, sözlerimi işiten, onları hafızasında itinâ ile koruyan, ve
sonra onları nakleden kulun yüzünü ağartsın. Çünkü, hikmet taşıyan bir çok
kimse vardır ki, onu anlamaz. Bir çok hikmet taşıyıcısı, onu kendinden daha iyi
anlayana nakleder” hadisinin sahabeye hakaret anlamına geldiğini söylemesi
gibi) oldukça sübjektif olup, ilmî olmaktan uzaktır.
(...) FAZLURRAHMAN’DA HİKMET/MAKASID/MASLAHAT
Ebubekir Sifil
Düşünce
sisteminin temelini “değişimin gerekliliği” fikrinin oluşturduğu Müslüman bir
ilim/düşünce adamının, bu fikre “klasik” İslâmî literatürden referans araması
yadırgatıcı değildir. Zira onun için “klasik” metodolojideki hikmet, makasıd,
maslahat, istihsan... gibi kavramların, değişimin gerekliliği tezinin
argümentasyonuna önemli bir imkân sunabileceği düşüncesi en azından günümüzde
yaygın olarak paylaşılmaktadır.
Nitekim
nesnel okumalarla ne demek istediği ortaya konmaya başlayana kadar Ebû İshâk eşŞâtıbî (790/1388) isminin,
“yenileşme” tekliflerine makasıddan zemin arama faaliyetlerine sık sık konuk
edilmesi bu söylediğimizin tipik 2
örneğidir.
Ne
var ki ilk bakışta şaşırtıcı gelebilecek olmasına rağmen, önerdiği sistemin
tutarlılığı bakımından Fazlurrahman mezkûr kavramlara "geleneksel”
anlayışta görüldüğü şekliyle beklendiği kadar sık başvurmamıştır. Bir başka
ifadeyle ne alabildiğine rafine bir istinbat sisteminin önemli bir unsuru
olarak birkaç farklı tarzı hareketi anlatan üst kavram olarak istihsan, ne
zarûriyyâthâciyyâttahsîniyyât muhtevalı makâsıd, ne de mürsel maslahat özel
anlamlarıyla Fazlurrahman’ın sisteminde birinci derecede itibar görmüştür. Bu
bağlamda savunduğu metodun şekil
bakımından yeni ise de, esaslarının tamamen “geleneksel” olduğunu söylediği
dikkate alınarak zikrettiğimiz üçlüden
soyutlanmış, “yeni bir yöntem”le belirlenmiş ve içi farklı bir muhtevayla
doldurulmuş makasıd, ya da mücerret maslahatın izini sürmek Fazlurrahman
okumaları esnasında daha anlamlı olacaktır. Bununla birlikte aşağıda üzerinde
ayrıca durulacağı gibi hikmetin bu bağlamda istisnaî bir yer tuttuğunu ayrıca
belirtmemiz gerekiyor.
1
Mezkûr
kavramlar bu yeni sistem içinde “problem oluşturucu” özelliklerinin ortaya
konması amacıyla, sisteme tetabuk kabiliyetleri dolayısıyla ya da “işe
yaradıkları” ölçüde bahse konu edilmişlerdir. Aşağıdaki uzun alıntı,
Fazlurrahman’ın konu ile ilgili nokta tesbiti yapan görüşlerinin topluca
görülebildiği pasajlardan oluşması bakımından önemlidir:
“...
Bu hükümsel illet hukukun özü olarak görülen bir genel prensipten başka bir şey
değildir. Diğer bir ifadeyle o huku kun/kanunun temsil etmeye ve
gerçekleştirmeye çalıştığı ahlakî değerdir. Eğer değerler ve prensipler bir
bütün olarak Kur’ân’dan çıkarılabilirse, gerçek anlamda Kur’ânî olan bir ahlak
sistemi inşa etmek mümkün olacaktır. Eğer bu yapılabilseydi, hukukçular
istihsan ve maslahatı mürsele ki bunlar umumi manada adalet ve hakkaniyet
prensibinin özel ifade ediliş biçimleridir gibi kurallara başvurmak zorunda
kalmazlardı. Bu kuralların barındırdığı sıkıntı, onları iyi bir şekilde
uygulama ve keyfîlikten kaçınmanın zorluğudur. Dahası ifade edildikleri ve
uygulandıkları halleriyle bu kurallar İslâm hukukunu sekülerleştirmiştir
denebilir. Deniyor ki maslahatı mürselenin işlevi kendisinde toplumun meşru bir
menfaati olan, ama şer’î bir delille doğrudan bağlantısı olmayan bir değer
tesbit etmek ve onu ifadeye kavuşturmaktır. Diğer bir deyişle o, İslâm
hukukunun temel nitelikleri açısından bir anlamda tamamıyla sekülerdir. İstihsanın durumu da pek iç açıcı değildir. O
bazen kıyastan sapma olarak ifade edilir. Bu tasvir oldukça geçerli gözükmektedir.
Çünkü istihsan, üzerine katı kıyasın dayandırıldığı düşünülen bir prensip ya da
değerden daha yüksek bir prensip veya değere müracaat ihsas eder. Bu,
değerlerin önceliklere göre sistemleştirilmesini gerektirir. Ama hiçbir zaman
yapılmayan şey ise tam budur; yasamanın bu iki temeli öylesine keyfî
görünüyordu ki, sonunda Şafii “her kim istihsana başvurursa yeni bir şeriat
ortaya koyma iddiasında bulunmuş olur” demek zorunda kalmıştır.”
Bu
ifadelerin, istihsan ve maslahatı mürseleye “özünde” itiraz etmekten ziyade
genel sistem içindeki kullanım biçimlerine (dolayısıyla bir bütün olarak
sisteme) ve hasıl ettikleri neticeye vurgu yaptığı dikkat çekmektedir.
(Aşağıdaki bir iktibasta bu söylediğimizin, istihsan ve maslahat yanında
zaruret ilkesi içinde söz konusu olduğunu göreceğiz.)
“Klasik”
İslâm hukukunun, “değerler sistemi öngörmeyen” bir yapı arz ettiğini söyleyen
yazarımız, bu ilkelerin İslâm hukukunun sadece sekülerleştiğini değil, aynı
zamanda istikrardan yoksun bir yapıya sahip olduğunu gösterdiğini ileri sürer:
“İslâm
hukukçuları kıyasın işe yaramadığını ya da haksız ağır hükümlere götürdüğünü
gördüklerinde, belli bir Şer’î prensiple kayıtlı ya da ilişkili olmayan, fakat
umumî olarak işleyen ve maslahatı mürsele ya da istihsan olarak adlandırılan
belirli kaidelere başvurmuşlardır. Bunun sonucu ise, İslâm hukukunun aşırı
katılık ile aşırı gevşeklik arasında gidip gelmesi olmuştur.
Fazlurrahman’a
göre bu olumsuzluğun ortadan kaldırılması, Kur’ân’ın öğretisinin veya dünya
görüşünün, sağlam bir yorum metodunun geliştirilmesine bağlıdır. Bu, aynı
zamanda Ahlak ile Hukuk arasındaki çizginin de açık bir şekilde belirtilmesini
sağlayacaktır.
Tarihte
İzzuddîn b. Abdisselâm (660/1262) ve eşŞâtıbî (790/1388) tarafından farklı
bakış açılarıyla Şeriat’ın genel prensipleri üzerinde durulmuştur. Özellikle
son iki isim tarafından kanunların maksadı (makasıdu’şŞerî’a) ortaya konmaya
çalışılmıştır. Her ne kadar kendisi tekil hususların delillendirilmesinin
peşinde ise de, bilhassa eşŞâtıbî’nin sistemi, kelamın ve Kur’ân’ın mesajına
bir bütün olarak tatbik edilebilme gücüne kesinlikle sahiptir. Ancak yazarımızın kasdettiği daha farklı bir
yöntemle oluşturulmuş bir sistemdir. (III. bölümde bu noktaya döneceğiz.)
2
Pek
çok İslâm modernistinin “değişim” bağlamında açıkça savunduğu ibadatmuamelat
ayrımı, dolayısıyla ibadat alanı dışarıda tutularak değişimin muamelat alanında
cari olacağı fikrine Fazlurrahman’ın açıkça karşı çıkması, önerdiği sistemin
bütünlüğünü temin eden son derece önemli bir duruş olarak altı çizilmesi gereken
olgulardan biridir. Ne var ki bu tavır, muamelat alanının değişmezliğini değil,
ibadat alanının “da” beşer belirlemesine tamamen kapalı olmadığı ya da Hz.
Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem) sonrası bazı tasarruflara konu olduğu
fikrini taşıdığı sonucunun çıkartılmasının tamamen imkânsız olmadığını ihsas
eder tarzda diğerlerinden temel bir farklılık sergiler:
“Müslüman
sekülerciler “dinsel” i değişmez olanla, “seküler”i de değişen ile belirtmeye
gayret etmektedirler. Ancak, bu ayrım kabul edilemez; çünkü toplumsal alanla
ilgili ahlak değerleri de değişmez. (...) Bu ayrımın ardındaki gerekçe,
“ibadat” ile “muamelat” veya toplumsal yapıp etmeleri birbirinden ayırmaktır.
Halbuki ibadetler kesinlikle hikmetten yoksun değildir. Onların ana özelliği
hikmetsiz oluşları değil, niceliklerinin (beş vakit namaz, bir ay oruç gibi)
mantığı yok gibi görünmesidir. Ancak, Şah Veliyyullah’ın (1762) dediği gibi, bu
nicelikler (mekâdir) rastgele değildir; onlar bizzat Peygamber ve ashabının
ibadet deneyimleri tarafından doğrulanmış ve böylece özel bir manevi fayda
(mizan elibada) temin ettiğine hükmedilmiş tir. Bu sayısallık, daha sonra
kendine has bir mantık ve bizatihi değer kesbetmiştir. Bundan dolayı, bir
Müslüman “Niçin üç veya altı hafta değil de bir ay oruç tutuyoruz?” diye
sorduğunda cevap şudur: Çünkü o, uzun bir zamandır çok sayıda insan tarafından
öyle yerleştirilip doğrulanmış olup, (vurgu bize ait, E.S.) ibadetin bizzat
mantığı bunların kişilere göre değiştirilemez olmasını gerektirir.”
Yazının
başında zikredilen kavramlardan ayrı olarak hikmetin “Kur’ân’ın toplumsal
öğretisinin özünü” oluşturduğunu söyleyen
ve bu kavramı yukarıdaki iktibasta da görüldüğü gibi itina ile kullanan
yazarımız, yeri geldikçe klasik illethikmet tartışmasına da hikmet lehine
girer. Ona göre illeti sadece lafızdan hareketle tesbit etmek hatalı olup,
ayetin indiği tarihî ve toplumsal ortamın da mutlaka dikkate alınması gerekir:
“Bir
illeti tam anlamak için ayetin nâzil olduğu tarihî ve toplumsal ortamını çok
iyi bilmek ve anlamak gerekir. (Mü fessirler buna “sebebi nüzûl” demektedirle).
İşin aslı işte bu hukukî muhasebedir. Kanun koymanın bizzat kendisi ise, illete
bağlı olarak ve onu doğru bir şekilde uygulayabildiği sürece illetin
somutlaşmış hali olarak kalır, ama bu şekilde uygulanamazsa o zaman kanunun
değiştirilmesi şarttır. Ortam kanundaki illeti yansıtmayacak şekilde bir
değişikliğe uğrarsa o zaman o kanun değiştirilmelidir. Halbuki geleneksel
hukukçular illeti kabul etmelerine rağmen kanuna harfiyen bağlanıp şöyle bir
ilke beyan etmişlerdir: “Her ne kadar da bir kanunun konulmasına belli bir durum
vesile olsa dahi o kanunun uygulanması genel olur.”
Bu
ifadelerin ardından konuyu kadının şahitliği ve kadın erkek eşitliği ile
örneklendiren yazarımızın, sosyokültürel ortamı da ekleyerek illetin anlamını
genişlettiği, hatta “değiştirdiği”, dolayısıyla ortam (“illet”) değiştiği için
Kur’ân’ın ilgili ayetlerinin hükmünün de değişmesi gerektiği sonucuna vardığı
görülmektedir. Konuyla ilgili olarak pek çok yerde ve özellikle de Tarih Boyunca
İslâmî Metodoloji Sorununda zikrettiği örneklerden hareketle şunu söylemek
mümkün görünmektedir: Fazlurrahman bu kavramları (makasıd, maslahat, illet,
hikmet), aralarında çok önemli teknik farklılıklar bulunduğuna dikkat etmeden
ya da böyle bir farklılığı kabul etmeksizin kullanmaktadır.
Fazlurrahman,
hemen yukarıya aldığımız sözlerinin devamında illethikmet ilişkisi konusuna
değinerek, yukarıdaki alıntıdan önce söylediklerimizi doğrular mahiyette şöyle
konuşur:
“Yamani, Hz. Ömer’in “kalpleri İslâm’a ısındırılmak
istenenlerdin zekat payını kaldırmasını örnek olarak veriyor. Bu örnekte illet,
İslâm’a yeni girmiş olmaktır. [Hz. Ömer’i] farklı bir sonuca [uygulamaya]
götüren ise aynı örnekteki hikmettir. Zekat İslâm’ın ibadatı arasında değil
midir? Aslına bakarsanız, bizzat ibadat ile muamelat arasındaki ayrım da
şüpheli gözükmektedir. (Vurgu bize ait, E.S.) Yamani, Hz. Ömer’in birçok insan
kendisini Peygamber örneğine [sünnetine] zıt davranmakla itham ederken Irak
topraklarını askerler arasında ganimet olarak dağıtmaması misalini de verebi
lirdi. Yine burada da illet denilen şey aynı idi; fakat bütün farklılığı ortaya
çıkaran hikmet olmuştur!”
Sosyoekonomik
adalet ve temel insan hakları eşitliğinin vurgulanmasını “Kur’ân’ın temel
gayreti” olarak tesbit eden yazarımız, “tamamen dinî ilkeler” olarak tavsif
ettiği İslâm’ın 5 esasının bile sosyal adaleti ve insan eşitliğine dayalı bir
toplum kurmayı hedeflediğini belirtir.
3
Yazarımızın
sıklıkla dile getirdiği, “klasik” İslâm hukukunun ahlak temeline dayanmadığı,
daha doğrusu “İslâm geleneğinde hukuk ve ahlak arasında keskin bir ayrılık,
hatta farklılık bulunduğu” tezi doğal
olarak İslâm hukukunun yeni bir yöntemle ve yeni bir temel (ahlak) üzerinde
dizayn edilmesi gerektiği fikrinin ayrılmaz bir parçasını oluşturur. Bu da
şüphesiz bir “içtihad” faaliyetini gerekli kılar. İçtihad, kural içeren bir
nassın veya geçmişteki emsal bir durumun manasını anlama ve o kuralı öyle bir
şekilde teşmil, tahsis ya da aksi halde tadil ederek değiştirme çabasıdır ki,
bulunan yeni çözüm vasıtasıyla bu kural yeni durumu içersin.
Kur’ân’ın
evrenselliği ve kesinliği, içerdiği tekil çözüm ler/hükümler yerine, onların
arka planında yatan “ilke ve değerler”de ifadesini bulur. Bu bakımdan Kur’ân’ın
bütünselliği içinde anlaşılması kaçınılmaz bir görevdir. Bir diğer ifadeyle
Kur’ân’ın mesajı birbirinden bağımsız bir dizi emirler ve yasaklar olarak değil
de, birlik/bütünlük içinde anla
şılmalıdır.
Kur’ân’ın mesajını bütünlük halinde ortaya koymak için de işe sırasıyla
Kur’ân’ın teolojisi ve ahlak sistemiyle başlanmalı, hukuk alanına ise bundan
sonra el atılmalıdır. Tarihte bunun tam tersinin yapılmıştır. İşe önce Hukuk
ile başlanmış, arkasında Müslümanlar, doğuşunda ve gelişiminde Hukuk ile hiçbir
irtibatı olmayan Kelam ilmini geliştirmişlerdir. Ahlak’a gelince, Müslümanlar,
Kur’ân’a dayalı bir Ahlak ilmini hiçbir zaman oluşturmamıştır.
Bilfiil
meydana geldiği şekliyle İslâm hukukunun değişim ve gelişimi Müslümanlar’ın
dikkatini, Kur’ân’ın genel bildirimlerini bir tarafa atarak, ayrıntılara rapdetmiştir.17
Fazlurrahman’a
göre her şeyden önce İslâm hukukunun ilkeleri (hem ilkeleri hem kendisi
değil ) Kur’ân’dan ve Hz. Peygamber (salla'llâhü
aleyhi ve sellem)’in “sahih Sünnet’inden” çıkarılacaktır. Kur’ân’ın genel
prensip ifade eden ayetleri yanında, özel hüküm ifade eden ayetleri de aslında
genel prensip içerir. “Geleneksel” hukukta belli kaidelere bağlanmaksızın,
başıboş bir şekilde kullanılan istihsan, maslahat ve zaruret ilkeleri yerine
Kur’ân’ın emir ve yasaklarının illetlerini ortaya çıkaran ve onları genel bir
prensip veya değerler şeklinde ifade eden, bu prensip veya değerleri
sistemleştiren ve nihayet onlardan hüküm/kanun çıkaran bir hukukî yöntem ile
aynı ve aslında çok daha geçerli sonuçlar elde edilebilirdi.
Bu
yapılabilseydi fıkhî görüş ayrılıkları daha sağlam bir şekilde
temellendirilebilir, daha iyi kontrol edilebilir ve bir karmaşanın ortaya
çıkması engellenebilirdi. Böylece içtihad kapı
sının
kapandığını iddia etmeye gerek kalmaz, hatta böyle bir şey hiç düşünülmezdi.
Hiçbir zaman tam bir açıklığa kavuşturulmamış, net bir şekle sokulmamış,
işleyişi kontrolsüz bırakılıp keyfîliğe terkedilmiş olan maslahat gibi
prensiplere başvuru, şeriat değerleri/prensipleriyle irtibatlandırılabilirdi.
Bünyesinde
yukarıda ifade edilen arızaları taşımayan bir Hukuk sistemi nasıl inşa
edilecektir? Yazarımızın bu soruya cevabı, öncelikle yeni bir Usuli Fıkıh
tanımı ile olacaktır: “Usuli Fıkıh terimi, “hukukun dört temeli” diye meşhur
Kur’ân, sünnet, içtihad ve icma terimlerine değil, Kur’ân’da açıkça ifade
edilen veya onun işaret ettiği hüküm illetlerinden anlaşılabilir olan genel
ahlakî kurallar veya prensipler için kullanılmalıdır.” Gerekçesi ise şudur: Usuli Fıkıh veya hukuk
ilkeleri, Kur’ân’daki hükümler ve emiryasakların maksat veya hedeflerinin
düzenli bir biçimde ifade edilmesinin sonucunda ortaya çıkacak olan ahlakî
öğreti yekûnu dur.
Peki
bu Usul nasıl oluşturulacaktır? Yazarımıza göre bu, “iki yönlü” bir hareket
içeren çaba ile mümkündür:
Birinci
hareket tekil olaydan/hükümden genel ilke tesbit etmeyi amaçlar. Kur’ân ahlaki
veya hukuki hükümler ya da ilkeler taşıyan bir bildirimin sebebini de açıkça
veya örtülü olarak verir. Bunun söz konusu olmadığı yerlerde ise ilgili ayetin
bağlamına veya arka planına bakılacaktır. Maksad ın ta kendisi olan ve
Kur’ân’ın toplumsal öğretisinin özünü oluşturan bu sebeplerin bilinmesi,
Kur’ân’ın hukuksal veya “hukuksalımsı” bildirimlerinin anlaşılabilmesi için
elzemdir.
Vahyin
nazil olduğu ortamların dikkatlice incelenmesi sadece bu hedefleri değil, aynı
zamanda hukuksal veya hukuksalımsı bildirim ile bu bildirimin yerine getireceği
veya gerçekleştireceği amaç veya hedefi de mümkün olduğunca tam tesbit etmemizi
ve anlamamızı sağlar. Bunun için Kur’ân’ın çeşitli hedef ve ilkeleri, tamamen
Kur’ân ve Sün net’e dayanan bütünsel ve kapsayıcı bir toplumsalahlaki kuram
oluşturmak için bir araya getirilmelidir.
İkinci
hareket ise genel olandan tekil olana gelen bir akıl yürütmedir. Yukarıda
belirtilen yöntemle elde edilecek olan ilkeler sistemi, bugünün şartları göz
önünde bulundurularak yorumlanacaktır. Kur’ân’dan ilke çıkarabilmek için, nasıl
Kur’ân’ın öğretisinin arka planının incelenmesi gerekliyse, elde edilen ilkenin
bugüne uygulanmasını sağlayacak hükmün ortaya konması için de, içinde
bulunduğumuz durum dikkatlice incelenecektir. Bize azami ölçüde nesnellik
sağlayacak olan ancak bu yöntemdir. Eğer yöntemin uygulanışında başarısızlık
söz konusu olursa hata ya Kur’ân’ın bizim tarafımızdan normatif çözümlenişinde
veya yeni durumun incelenmesinde yahut da her ikisinde aranmalıdır.
Fazlurrahman,
maslahatın tesbit ve tatbikinde sadece kamu yararı esas alındığında ortaya
çıkacak öznellik ve keyfîliğin de bu yöntemle ortadan kaldıracağını söyler:
“Yapılması gereken şey, “Kur’ân’ın ahlak felsefesi”ni teşkil edecek olan
prensipler ya da değerler açısından Kur’ân’ın mantık ve hedeflerinin titizlikle
incelenmesi ve sistematik tarzda ortaya konulması idi. Bundan sonraki merhalede
ise bu ahlaktan hükümler istihraç edilebilirdi. Bu yapılırken de, sadece
kelimelerle oynamak yerine, Kur’ân’ın hedeflerinin gerçekleşmesi için,
şartlardaki zorunlu değişmeleri de hakkıyla göz önünde bulundurmak
gerekecektir. Bu hedefler “kamu menfaati” (maslahat) gösterecektir; fakat bu
kamu yararı başıboş bıra kılmayıp Şeriat prensipleriyle sıkı sıkıya
bağlanacaktır.”
Yazarımız
bu yöntemi teorik düzeyde bırakmamış, pratiğe de (somut hüküm) yansıtmıştır.
“Çok eşlilik” (taaddüdi zevcât) konusunda somutlaştırdığı görüş özetle
şöyledir:
Kur’ân
normal aile hayatının “tek eşlilik” üzerine kurulmasını öngörür. enNisâ 4/3.
ayeti, erkeğin, eşleri arasında
adaleti
sağlayamayacağını belirtmekle ideal olanın tek eşlilik olduğunu vurgular. Ancak
çok eşliliğe izin veren hüküm lafzen de
olsa Kur’ân’da mevcuttur ve ilk dönemlerde çok eşlilik uygulaması devam
etmiştir. Fazlurrahman bu durumu, “Kur’ân’ın ilkeleri ile onların uygulamaları
birbirinden ayrı tutulmalıdır” şeklinde ifade edebileceğimiz bir ilkeyle
açıklar. Ona göre çok eşliliğe izin veren hüküm Hz. Peygamber (salla'llâhü
aleyhi ve sellem) zamanında işlevini yerine getirmişse de, sonraki zamanlar
için “adalet” ilkesinin uygun bir ifadesi olmayabilir. Şu halde sorunlarımızın
çözümünü Kur’ân’dan çıkarırken, onun somut hukuksal düzenlemelerinin belli bir
toplum yapısı içinde ortaya çıktığı akıldan çıkarılmamalıdır. Bu tür hukukî
düzenlemelerde onlardaki ezelî ve ebedî de ğer/ilke, kendisinin uygulanımına
etkide bulunan toplumsal bağlamdan ayrıştırılmalıdır. İlke/değer sonsuza kadar
bağlayıcı iken somut hüküm yeniden düzenlemeye ve yorumlamaya açıktır.
Bu
yaklaşım, yazarımızın yukarıda ifade etmeye çalıştığımız iki yönlü hareket
içeren yönteminin ilk merhalesini oluşturmaktadır. Bundan sonra o, ikinci
merhaleye geçerek çok eşlilik probleminin günümüze ait çözüm şeklini ortaya
koyacaktır:
İkinci
merhalede Fazlurrahman’ın, peşinen çok eşlilik uygulamasının tamamen ortadan
kaldırılmasını teklif edeceğini düşünmek yanıltıcı olacaktır. Zira yukarıda
anlatıldığı gibi, tıpkı birinci harekette ilkenin tesbiti için Kur’ân’ın nazil
olduğu ortamın dikkate alınması gibi, ikinci harekette de somut hükmün
uygulanacağı sosyal/kültürel ortamın dikkate alınması gerekir.
Bu
noktada o, Pakistan hükümeti tarafından 1961’de çıkarılan ve çok eşliliği
sınırlandıran “Aile Hukuku Kararna
mesi”ni
Kur’ân’ın gerçekleştirmek istediği hedefe aykırı bulmuştur. Zira yasa çok
eşliliği Danışma Kurulu’nun iznine, o da ilk eşin iznine bağlamaktadır.
Fazlurrahman’ın görüşü şudur: “Biz Kur’ân’ın eşler arasında adaletin
sağlanamayacağını kesin şekilde ifade ettiği yorumumuzda haklıysak, birinci
eşin izin vermesi durumunda ikinci eşin alınabileceğini söylemek şu demektir:
Eğer ilk eş kendisine adaletsizliğe izin verirse, o zaman adaletsizliğe hukuken
izin verilebilir. Kısacası eğer bizim yorumumuz doğruysa Kur’ân çok eşliliği
yasaklar durumdadır.”
Ancak
buna rağmen Fazlurrahman bu yasayı savunmuştur. Bunun iki sebebi vardır:
1. Eğer bizzat Hz. Peygamber (salla'llâhü
aleyhi ve sellem), eşsiz karizmatik otoritesine rağmen, kendi şartları
içeriminde ancak nisbî bir toplumsal değişme meydana getirebilmişse, bugün de
bazı sınırlamaların ve şartların dışına tamamen çıkılamayabilir.
2. Sosyolojik vakıayı gözardı etmek son
derece zararlı olabileceği gibi, bir ülke içinde iki toplumun ortaya çıkmasına
da neden olabilir. Pakistan’ın, diğer Ortadoğu ülkelerine nazaran daha aşırı
gelenekçi olan uleması göz önünde tutulursa, bu yasa makbul bir orta yoldur.
Birçok
somut olaya bu sistemi uygulamaya çalışmış olan yazarımıza göre (tek tek
nassların delaletinden değil de) bir bütün olarak Kur’ân ve Sünnet’ten
çıkarılmayan çözüm şekli İslâmî değildir ve bu yüzden de karşılaşılan bir sorun
İslâmî olarak çözülemeyecek demektir. Zira “İslâmî olma”nın ölçütü şudur: Bir
doktrin veya kurum Kur’ân ve Sünnet’in bütününden kaynaklandığı ölçüde gerçek
anlamda İslâmî’dir. Böyle bir öğreti, mevcut duruma/soruna iki şekilde
uygulanabilir:
1. Bir kimse o öğretiyi bizzat yaşamış ve
böylece onu benliğine ve bütün hissiyatına yerleştirmiş olabilir. Bu durumda
çözüm bekleyen herhangi bir sorunla karşılaştığında benliğine işlemiş bulunan
tecrübeleri ışığında çözüm bulacaktır. Sahabe’nin hareket tarzı buna örnektir.
Onlar (biraz sonra zikredeceğimiz) ikinci yolu da tamamen devre dışı bırakmamış
olmakla birlikte, karşılaştıkları yeni problemlere genellikle bu yoldan cevap
bulmuşlardır. Kur’ân’ı bir bütün olarak yaşamak suretiyle elde edilen
tecrübeler ışığında karar verdikleri içindir ki ilk nesiller, mevcut sorunla
doğrudan ilişkisi olmadıkça Kur’ân’dan ayetleri tek tek iktibas etmezlerdi.
Aslında şayet varsa Hz. Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem)’in hayatından
somut örnekler vermek onlar için daha uygundu. Onlar, Kur’ân’ın hedefleri
konusunda genel bir anlayışa sahip idiler ve problemlerini onunla çözüyorlardı.
Hz. Ömer (r.a)’in, fethedilen Irak ve Suriye arazilerini gaziler arasında ganimeti dağıttığı gibi dağıtmayı reddedip
bilinen uygulamaya gitmiş olması bunun tipik bir örneğidir. Onun, bu kararına
delil olarak zikrettiği 59/elHaşr, 9. ayetin konuyla doğrudan ilgisi
yoktur. Ancak o bunu, Kur’ân’ın eşitlik
ve sosyal adaleti temin etmek için hedeflediği genel ilkelerin tesisi için
yapmıştır. Binaenaleyh ilk Müslümanlar Kur’ân’ı bir bütün olarak yaşayıp
edindikleri tecrübeler ışığında sorunlara çözüm getirmiş ve Kur’ân’ın belli
(tek tek) ayetlerini ancak ikincil bir aşamada delil olarak kullanmışlardır.
Öğretinin
hem tarihî hem de sistematik tahlili sonucu elde edilecek genel ilkeler
vasıtasıyla: Kur’ân ve Sünnet’i anlamak için onların tarihî gelişimleri
incelenmeli, daha özel değerler, daha genel ve nihayet en genel değerler
altında sınıflandırılarak önceliksonralık sırasına göre sistemli bir şekilde dizilmeli ve böylece eldeki soruna
veya mevcut duruma bu sistem içinde cevap bulunmalıdır.
Açıktır
ki, çağdaş Müslüman ancak ikinci hareket tarzını hayata geçirmek durumundadır.
Zira Kur’ân’daki yasama ruhu, hürriyet ve sorumluluk gibi esaslı beşerî
değerlerin her zaman yeni bir yasama biçimine bürünmesi şeklinde açık bir yön
çizdiğini sergilediği halde, Kur’ân’daki fiilî yasama, o sırada mevcut olan
toplumu, başvurulacak bir örnek olarak kısmen kabul etmek zorunda kalmıştır. Bu
açıkça demektir ki, Kur’ân’daki fiilî yasamanın, bizzat Kur’ân tarafından lafzî
anlamda ezelî olduğu kastedilmiş olamaz.
Zira hukukî kurallar ile İdeal Hukuk arasında bir ayrım vardır ki,
gerçek manada Allah’ın emri veya iradesi, bu ikincisi, yani ideal hukuktur.
Bu
yaklaşımın delillendirilmesi bağlamında Fazlurrah man’ın en sık müracaat ettiği
iki konu, kölelik ve kadınların durumudur. Her ne kadar Kur’ân, hukukî olarak
köleliği yasaklamamış ve kadınları erkeklerle tam eşit bir statüye getirmemiş
ise de, onun bu konulardaki ahlakî vurgusu, onların Kur’ân’da lafzen yer
aldıkları formda ebedî hükümler olarak görülmesini engeller.
MODERNİST PROJE VE İCTİHAD
Hayreddin Karaman
Giriş
Aydınlanma
dönemi ve endüstri devriminden sonra Ba tı’nın bilim, teknoloji, ekonomik ve
askerî güç alanlarında elde ettiği ileri ve güçlü seviyenin bütün dünya insanı
üzerinde önemli siyasi, sosyal, kültürel etkileri olmuştur. Bunlardan biri de
Batı’nın Doğu’ya meydan okuması, Doğu aleyhine siyasi zaferler elde etmesi ve
İslâm ülkelerinin önemli bir kısmını işgal ederek sömürge haline getirmesidir.
Bu mağlubiyetler ve yaşanan acı tecrübeler, uzun zamandan beri ilmî ve fikrî
hayatında bir durgunluk ve donukluk yaşayan İslâm dünyasında gittikçe canlanan
ve derinleşen bir uyanışa ve hareketliliğe sebep olmuş; bu uyanış çerçevesinde
alimler, düşünürler ve hareket adamları arasında farklı düşünce, yöntem ve
tavır alışlar ortaya çıkmıştır.
Bu
yeni tavırlardan önce, birbirine eklenen sebepler zinciri içinde son halkayı
teşkil eden Moğol istilasının meydana getirdiği bezginlik, durgunluk, kargaşa
ve bozulma karşısında harekete geçen, İslâmın ilk çağındaki saflık ve dinamizmi
hayata iade ederek sosyal problemlere çare getirmeye çalışan ilim ve hareket
adamları (müceddidler, klasik ihyacılar) bulunmuş, İbn Teymiyye’den (728/1327) Şah
Veliyyullah’a (1176/1762) kadar uzanan bu çizgi, ihyacılığın
olduğu kadar klasik ve çağdaş modernizmin de ilham kaynağı olmuştur. Gerek
klasik ihyacılık ve gerekse Cemaleddin Efgani ile başladığı ileri sürülen
klasik modernizmin karşısında, “inançları, düşünceleri, kurumları ve hayat
tarzı ile” eskiyi hiç olmazsa teorik açıdan olduğu gibi devam ettirmek isteyen,
tecdid ve ictihada karşı çıkan “muhafazakârlar” vardır. Efganî ve Abduh’un
üstadlık ettikleri klasik modernizm dört farklı yönelişe (yaklaşım ve tavıra)
kaynaklık etmiştir: Taha Hüseyn ve benzerlerinin laikbatıcılığı, Ferid Vecdi
tipi sentezci muhafazakârlık, Reşid Rıza’nın adıyla birlikte anılan
Selefiyecilik, İhvân ve Cemâati İslâmî’nin gerçekleştirdiği yeni ihyacılık veya
köktencilik. Bu yaklaşım ve tavırlar içinde “radikal laik batıcılık” istisna
edilirse diğerlerinin ortak yanları, mezheb müctehidlerinin kullandıkları usule
uygun ictihadı savunmaları ve toplumu ana İslâmî kaynaklara dayanarak, ilk üç
neslin uygulamalarını örnek alarak değiştir meyi/ıslah etmeyi planlamalarıdır.
Pakistan’lı
Fazlurrahman’ın henüz İslâm dünyasında görülmediğini ve yakın zamanlarda
görülmesinin de güç olduğunu vurguladığı1 fakat fikir ve teori aşamasında olmak
üzere bizzat ortaya koyduğu ve temsil ettiği çağdaş İslâm modernizmi (İslâmî
çağdaşçılık) yukarıdaki tablonun dışında ve onlara alternatif olarak
gelişmekte, ortaya koyduğu değerlendirme, anlama, yorumlama ve çözüm metodu
(metodoloji, farklı bir anlama ve ictihad usulü) açısından özellik taşımaktadır.
İslâmî
Çağdaşçılıkta Anlama ve İctihad Usulü (Metodoloji)
Tanımı
ve usulü gelenekte olana benzemese de İkbal, Fazlurrahman, M. Arkoun gibi
modernistler tefsir yanında ictihad terimini de kullanmışlardır. İkbal’e göre
ictihad, “Hukuki bir meselede bağımsız bir hüküm verebilmek amacıyla çaba
harcamaktır” ve “Bizim uğrumuzda mücadele edenlere elbette yollarımızı
gösteririz” (29/69) mealindeki ayet ile Mu’az hadisi diye bilinen, “Kitapta ve
Sünnet’te meselenin hükmü bulunamazsa rey ictihadına başvurulacağını” ifade
eden rivayete dayanmaktadır. İkbal bu
tarifi verdikten sonra ictihadın eskiden yeniye uygulanışı ile ilgili bilgi
vermiş, bu arada Halim Sabit, Said Halim Paşa gibi İslâmcılar ile Ziya Gökalp
gibi Türkçülerin ıslahat düşüncelerinde takip ettikleri metoodolojiyi de
ictihad içinde mutalaa etmiş, “İslâm Hukukunun tarih ve bünyesinin, ictihad
metod ve prensiplerinin yeni baştan yorumlanmasına” imkan verip vermediğini
araştırmış, bunun teorik olarak mümkün olduğunu fakat en azından Hind Pakistan
müslümanlarının buna zihnen hazır olmadıklarını kaydettikten sonra şu temennisini dile getirmiştir: “Bugünün
müslümanı kendi durumunun ne olduğunu bilsin, nihaî ve temel ilkelerin ışığında
sosyal hayatını yeniden kursun, şimdiye kadar müslümanlığın kısmen tezahür
etmiş olan gaye ve hedefleri içinden, İslâmın nihaî hedefi olan manevî
demokrasiyi (democratie spirituelle) çıkarıp getirsin”.
Bu
değerlendirme ve ifadeler yeterince detaylı ve açık olmamakla beraber İkbal’in,
yeni ictihad ve yorum anlayışının, Fazlurrahman’ınki ile gelenekteki usulün
ortasına düşen bir yerde olduğunu göstermektedir.
M.
Arkoun’a göre ictihad “Yasayı aydınlatacak olan kurucu anlamları, en uç ilâhî
istekleri tam olarak kavramak ve dünya hayatında insanların düşünce ve
tutumlarının meşrûiyetini güvence altına almak için Tanrı’nın sözüyle insan
aklının doğrudan teması olarak takdim edilen zihinsel bir
işlem”dir. “İctihad asla devletin
icaplarından ve toplumun sıkıntılarından uzakta soyut, teolojik ve metodolojik
sorunlara yönelik saf bir zihinsel uğraş olmamıştır...”. İctihaddan İslâmî aklın eleştirisine geçmek,
kökten sorgulamalara sınırlandırılmış bulunan dinîfıkhî alanın teorik şartları
ile ictihad sınırlarının değiştirilmesi gerekmektedir. İslâmî akıldan maksat, Kur’ân
verisindeki ve özellikle kesintisiz ictihad işlemleri sayesinde Medine modeline
dönüşmüş olan şeydeki bütün içeriktir. İctihaddan İslâmî aklın eleştirisine
geçiş uzun ve zordur. Tanrı tarafından
güvence altına alınmış sağlam “öz anlam” ile dikkate alınan bilgi sistemine
bağlı olarak değişen anlatıların ve buna bağlı uygulamaların “anlam
izlenimleri” arasındaki fark esas problemi oluşturmaktadır. Öz anlam ile
Kur’ân’ın dinî amaçlı normatif hedefleri olan “mekasıdu’lKur’ân” tarihsel
değildir, fakat anlatı ve anlam izlenimleri ile Şatıbî’nin (790/1388) ve ondan
sonra gelenlerin “mekasıdu’şşerî’a” dedikleri şey tarihseldir. Şeriat gibi
bunlar da sosyokültürel ve ekonomik bağlamlarda oluşmuştur. Yeni araştırmalara yer vermek için, bugüne
kadar girişilmemiş biçimde Kur’ân okumalarını mümkün kılmak için ve mevcut
büyük bilimsel araştırma ve felsefî düşünüş hareketi içine Kur’ân fenomenini
yerleştirmek için. ”Kur’ân ilimlerinde düşünülebilir, düşünülemez ve
düşünülmemiş” kavramlarını yeniden ele almak gerekir.
Bu
alıntılar ve özetlere göre M. Arkoun klasik ictihadı, metodu ve muhtevası ile
yetersiz bulmakta, Allah’ın korumayı vadettiği Kur’ân’ın öz anlamı (lafzı
değil) ile dinî normatif hedeflerine ulaşabilmek için İslâmî aklın eleştirisine
ve ilmî, felsefî düşünce ve araştırmanın Kur’ân’a ve geleneğe uygulanmasına
dayalı yeni bir okuma ve anlama metodu oluşturmaya çalışmaktadır. Arkoun bu
yöntemini kurarken lafız olarak vahyi ve geleneği delil ve kaynak olarak
kullanmamış, dinin aşkınlığını gözardı etmiş, belirsiz bir “öz anlam” kavramı
ortaya atarak evrensel dini onunla özdeşleştirmiş, ilke olarak felsefî akla ve
bilime dayanmıştır.
Fazlurrahman’a
göre müslümanların çağdaş dünyada var olabilmeleri için iki yol vardır; ya
bütünüyle laik Batı’ya entegre olmak, yahut da İslâmı ve temel kaynakları yeni
bir ictihad metodu (sistematik, tarihsel yorum usulü) ile yorumlayarak yeniden
hayatın bütün alanlarına sokmak, böylece çağdaş dünyaya/insanlığa, laik/seküler
olmayan, fakat İslâmî geleneğe değil, Kur’ân’ın ahlakî ve sosyal amaçlarına
uygun yeni kurum ve kurallara dayanan bir alternatif model sunmak. Ona göre
tutulması gereken yol bu ikincisidir. Gelenekçi ve muhafazakâr yaklaşım ve
tutumlar ile bazı müslüman modernistlerin “sükût, iki yüzlü idarecilik,
geleneği kullanmak ve tedrîcîseçmecilik” tavır ve yaklaşımlarının varacağı
sonuç, İslâm dünyasında ve müslüman hayatında giderek laisizmin ve
sekülerizminin hakimiyet kurması olacaktır.10
Kur’ân’ın
ve nebevî sünnetin ümmet tarafından yorumlanması, hayatın icaplarına uygun
çözümlerle uygulanması sonucu oluşan icma ve yaşayan sünnetin daha sonra hadis
şekline sokulduğunu ve özellikle Şafî’nin tutum ve yorumları ile dondurulduğunu
ileri süren Fazlurrahman İslâmî çağ
daşçının Kur’ân’a, yaşayan sünnete ve yaşayan sünneti oluşturan metoda dönmesi
gerektiğini savunmaktadır. Ona göre fikri cihad mahiyetinde olan ictihad, “kural içeren bir nassın veya
geçmişteki emsal bir durumun mânâsını anlama ve o kuralı öyle bir şekilde
teşmil, tahsis, ya da aksi halde tadil ederek değiştirme çabasıdır ki, bulunan
yeni çözüm
vasıtasıyle
bu kural, yeni durumu içersin. “Genel ilkelere ve değerlere uygun olarak
üretilen bu yeni kurallara göre mevcut durumu değiştirmek için sarfedilmesi
gereken çaba da bir ahlakî cihaddır. Anlayan, yorumlayan ve çözüm üreteni
(müctehidi) sarmalayan “etkin tarih” sebebiyle nesnel bir anlamanın
olamayacağını savunan Gadamer’e karşı nesnelci okulun temsilcilerinden E.
Betti’nin yaklaşımını tercih eden Fazlurrahman’a göre “geçmişteki bir nassın
veya emsal durumun mânâsı ile şu andaki bir durum ve etkin gelenek yeterince
nesnel olarak bilinebilir ve zaten geçmişin tesiri altında oluşan bu gelenek,
yine geçmişin kuralsal (normative) anlamı ile belli ölçüde nesnel olarak
değerlendi rilebilir...”.
Yukarıdaki
tanım ve açıklamalardan ortaya çıkan Fazlurrahman modelinde ictihad iki hareket
ile gerçekleşmektedir:
1. Kur’ân’ın indirildiği zamana giderek:
a) bir ayetin tarihi ortamını ve çözüm getirdiği sorunu iyice araştırarak onun
taşıdığı önemi veya mânâsını anlamak... Hem Kur’ân’ın bütün olarak ne demek
istediğini anlamak, hem de özel durumlara cevap teşkil eden belli ilkelerini
kavramak, b) Kur’ân’ın belirli özel cevaplarını genelleştirerek onları, umûmî
olan ahlakîtoplumsal ilkelerin ifadeleri olarak ortaya koymak.
2. Çıkarılan bu genel görüşten şimdi
formüle edilerek uygulanması gerekene, şu andaki duruma yönelmektir. Bu da yine
şu andaki durumu çok iyi incelememizi ve onu oluşturan çeşitli unsurları çok
iyi tahlil etmemizi gerektirir. Bu iki hareketten oluşan ictihadda tarihçi,
sosyal bilimci ve ahlakçı işbirliği yapmalıdır.
Fazlurrahman’a
göre Kur’ân metninin mânâsını anlamak için dürüst ve makul bir tarihî yaklaşım
kullanılmalıdır. Kur’ânî doktrinin metafizik yönü “tarihsel ele alış tarzı”
için uygun düşmeyebilir, fakat sosyolojik kısmı hiç şüphesiz uygun düşecektir.
Bu kısımda Kur’ân’ın hukûkî emirleriyle bu kanunların hizmet etmelerinin
beklendiği gayeler ve hedefler arasında ayırım yapmak, emir ve kanunları
gayelere ve zamanın icaplarına göre tahsis ve tadil etmek gerekebilir. Burada
da kişi öznellik (sübjectivity) tehlikesine maruz olur, fakat bu da yine
Kur’ân’ın kendisini delil olarak kullanmak suretiyle asgarîye indirilebilir.
Eğer kişi kendi sabit fikirlerini Kur’ân’a söyletmezse bu metod en yararlı
metod ve en başarılı tefsir için yegane ümit olacaktır.
Çağdaş
İslâmî Modernizm Öncesinde İctihad
Modernizm
öncesinde, Şafiî’nin (202/819) Risale’sinde ortaya koyduğu, diğer sünnî
mezheblerin fıkıh usulü kitaplarında ana hatlarıyla tekrarlanan ve günümüze
kadar da aynı yolu izleyenlerin benimsedikleri ictihad anlayışı şu temel
ilkelere dayanmaktadır:
a) Kur’ânı Kerim mânâsı ve lafzı ile
Allah’a aittir, onu vahiy yoluyla Son Peygamberi’ne (salla'llâhü aleyhi ve
sellem) göndermiş, O (salla'llâhü aleyhi ve sellem) da ümmete olduğu gibi
tebliğ etmiştir. Kur’ân ayetlerinin hükümleri ilke olarak tarihî değil,
evrenseldir. Allah Teâlâ’nın lafzı ve mânâsıyla bir bütün olarak korumayı
vâdettiği Kur’ân hem bütünü (umûmâtı), hem de çözüm ve anlama konusu ile ilgili
her bir ayeti ile okunur, anlaşılır ve dinî hükme kaynak olur.
b) Hz. Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve
sellem) zamanında kısmen, daha sonra tamamen yazılan, baştan beri büyük bir
titizlikle şifahî olarak da rivayet ve nakledilen hadislerin sahih olanları, ya
hem lafız hem de mânâlarıyla, yahut da yalnızca mânâları muhafaza edilerek Hz.
Peygamber’den (salla'llâhü aleyhi ve sellem) nakledilmiştir. O’nun (salla'llâhü
aleyhi ve sellem) sözleri ve davranışlarının sözlü ifadeleridir, dinî hüküm
getirmeye, örnek davranış ortaya koymaya yönelik olanları ilke olarak tarihî
değildir, bütün zaman ve mekanlarda geçerlidir.
c) Belli bir ayet veya hadisin sübut ve
mânâsıyla ilgili icma (özellikle sahabe icmaı) bağlayıcı bir delildir, hüküm
kaynağıdır.
d) Hadisler, yaşayan sünnetin (örfün,
geleneğin) sonradan birileri tarafından hadis şeklinde formülleştirilmiş
ifadeleri değildir; aksine ümmetin ictihad ve icmaı baştan beri mutlaka bir
ayet veya hadisin açık ifadesine veya delâletine dayanmış, bu da (dayanılan
ayet ve hadis de) çoğu kez zikredilmiştir.
e) Müctehidin önüne bir mesele geldiğinde
bunun hüküm ve çözümünü önce Kur’ânı Kerim’de; kül halinde ve parça parça
ayetlerde, bu ayetlerin ihtimalsiz (nas) ve ihti malli (zâhir) delâletlerinde,
mantûk ve mefhumunda arayacaktır. Burada bulamazsa aynı şekilde sünnete
(hadislere) bakacaktır. Burada da bulamazsa icmâ’a ve kıyasa başvuracaktır.
İmam
Şafiî Risale’sinde ictihad ile kıyası aynı mânâda kullanmıştır. Ancak Risale’nin bütünü, beyan çeşitleri ve
ihtilaf halinde doğru hükme ulaşmak için aranıp bulunacak delil konusundaki ifadeler göz önüne alındığında
Şafii’nin de kıyas dışında bir takım hüküm ve çözüm kanallarına kapıyı açık
tuttuğu anlaşılmaktadır. Ayrıca yine aynı İmam’ın, kıyas yapılırken önce birçok
nastan elde edilen temel ilkeye (kaideye) bakılmasını ve eğer kaide bulunamazsa
tek tek naslara kıyas yapılmasını teklif etmesi de ilgi çekicidir. Gazzalî’nin
naklettiğine göre Şafiî, bu kaideden hareketle delici ve kesici olmayan bir şey
(musakkal) ile cana kıyılması halinde kıyas için aletle ilgili naslara değil,
genel olarak caydırıcılık, hayatı koruma ilkesine bakılmasını öngörmektedir. Risale’de adı konmadan işaret edilmiş bulunan
kıyas dışındaki ictihad çeşitleri sonradan “istidlal” çerçevesinde toplanarak
açıklanmış, muteber olup olmadıkları tartışılmıştır. İstıshâb, İslâmdan önceki
ilâhî dinlerden gelen bazı uygulamaların örnek alınması, istihsan ve istıslâh
(el mesâlihu’lmürsele), mantıki kıyasın önemli bir kısmını içeren telâzüm, bu
delil ve metodların başlıcalarıdır.19
Klasik
ictihad metodunda Kur’ânı Kerim’in açık ve kesin ifadeleri ile yine açık ve
kesin ifadeli mütevatir hadislere öncelik verilmiş; bunlara, akla, genel
kaidelere, icma’a aykırı olan, birçok kimsenin bilmesi ve nakletmesi gerekirken
bir sahâbînin rivayet ettiği hadislere (haberi vâhide) itibar
edilmemiştir.
Dinin,
hayatın, aklın, malın ve neslin korunması dinin amaçları (mekasıdu’şşerîa)
olarak kabul edilmiş, bunlardan birinin tehlikeye düşmesi halinde bir ayet veya
hadisle yasaklanan davranışlar ve nesnelerden geçici olarak yasak
kaldırılmıştır. Bu uygulama, birçok ayet ve hadisin ortak hükmünün ve dinin
genel amacının, belli bir ayet veya hadisin hükmü (parça hükmü) karşısında
korunması şeklindeki temel düşünceye dayanmaktadır.
Hanefîlere
nisbet edilen istihsan ile Malikîlere nisbet edilen istıslâh metodları,
deliller arasında güçlü ve öncelikli olanı diğerlerine tercih yanında fayda
(celbu’lmaslaha def’u'lmefsede) ilkesini de ihtiva etmektedir. Ancak faydanın
bir dinî hüküm (kanun ve kural) ile korunabilmesi için dinde (naslarda) ona
itibar edildiğine dair delil ve delâlet aranmıştır (kıyasta münasebet). İtibar kavramı,
kıyasta, illetin tesbitinde kullanılan münasebet kavramının çerçeve olarak
biraz daha genişletilmesi ile elde edilir. Bu delilin bulunmaması halinde hiç
değilse Malikîlere göre bahse konu olan faydanın dinde reddedilmemiş olması
şartı aranmıştır (elmesâlihu’lmürsele). İnsanların fert ve toplum olarak hayat
ve sağlığının korunması temin edilmesine bağlı bulunan ihtiyaçları yine
istihsan ve istıslah metodu çerçevesinde ele alınmış, zarûret sayılmış ve nassa
dayalı bile olsa kanun ve kuralların tadil ve tahsisine sebep kılınmıştır.
Şafiî
ictihad yoluyla, mutlak (bâtında ve zâhirde) veya göreceli (zâhirde) dinî hükmü
ve hakikati amelî hükümle sınırlamadan, hem metafizik ve itikadî konularda hem
de amelî hayat ilişkilerinde elde etmeye çalışırken daha sonraki usulcüler ictihadın işlevini
“fer’îamelî” konulara tahsis etmişler ve onu “bu alanda tafsîlî (parça, konu
ile doğrudan ilgili) delillerden hüküm çıkarmak üzere olanca gücün
sarfedilmesi” olarak tanımlamışlardır.
Karşılaştırma
İslâmî
çağdaşçılığın temsilcileri, kendilerinden önceki dönemlerde uygulanmış olan
ictihadın hem kavram, hem de içerik yönünden yetersiz olduğunu, kendi
metodolojilerinin bundan çok farklı bulunduğunu açıkça ifade ve tekrar
etmişlerdir. Yukarıdaki açıklamalar ve alıntılar da bunun detaylarını, delil ve
örneklerini vermiş olmalıdır. Aradaki önemli farkları şöylece özetleyerek
sıralamak mümkündür:
1. Deliller (hüküm kaynakları) bakımından
İslâmî
çağdaşçılara göre anlama, yorumlama, çözüm üretme amacıyla başvurulacak
kaynaklar Kur’ân, ilgili tarihi ve sosyal bilimler ile akıldır. Hadisler tarihî
şartlar içinde yapılan beşerî yorum ve uygulamaları aktaran metinlerden
ibarettir. Yeni ictihadlar ve icmalar ile yapılacak yorum ve uygulamalar
yenilenerek devam eden yaşayan sünnet olacaktır.
Klasik
ictihad usulüne göre kaynaklar bütün ve parça parça (belli konulara ait
hükümler getiren ayetler) olmak üzere Kur’ânı Kerim, sahih hadis ve siyer
kaynaklarının taşıdığı nebevî sünnet, icma, ekseriyete göre kıyas ve diğer
delillerdir.
2. Anlama ve çözüm getirme metodu
bakımından
İslâmî
çağdaşçılığa göre teker teker ayetler, yaşayan sünnet ve şeriat kuralları belli
bir tarih döneminin ve coğrafyanın sosyokültürel ve ekonomik şartları/durumu
içinde bu şartların ve durumun ihtiyaçlarına cevap vermek üzere vahyedilmiş ve
oluşmuştur. Bu sebeple anlamak için o tarihe gitmek, ayetleri tarihselci bir
yaklaşımla anlamak, sonra bunların arkasında bulunan ilkeleri, bu ilkelerden de
dinin sosyal ve ahlakî amaçlarını keşfetmek gerekir. Bu anlama ve yorumlama işi
bittikten sonra yaşanan çağa gelinecek, bu çağda yaşayan müslümanların
meseleleri, tarihî kuralların ve emirlerin çağa taşınmasıyla değil, bugünkü
ihtiyaçları karşılayacak ve dinin naslarla belirlenmiş hükümlerine değil
ilkelerine ve amaçlarına uygun olacak yeni kanun ve kurallarla çözümlenecektir.
Gelenekte
uygulanan usule göre ise ayetler ve dini tamamlayan sünnet (bu nevi sünneti
taşıyan hadisler), bunları belli bir zamana, mekana, şahsa tahsis eden delil
bulunmadıkça evrenseldir; tarihin belli bir diliminde gelmiş olmalarına rağmen
şekil ve muhtevalarının özellikleri sebebiyle bütün zamanların meselelerinin
çözümüne kaynak olabilecek ve ışık tutacak kabiliyettedirler. Bunlar, ictihadın
devam ettiği asırlarda uygulanan usul ile doğru olarak anlaşılır ve uygulanır.
Özel ve detaylı hüküm getiren nasların azlığı, ictihada bırakılan geniş alan,
mesalih ve zarûrete bağlı çözüm ilkeleri her çağda yaşayan müslümanların
meselelerini çözmek ve ihtiyaçlarını amaca uygun bir şekilde karşılamak için yeterli
imkânlar bahşetmektedir. Sıkıntılar gelenekteki ictihad usulünün
yetersizliğinden değil, ictihad kapısının kapalı tutulmasından, “örf, âdet,
maslahat ve beşerî yorumlara dayalı” olduğu için değişebilecek ictihadların
(ictihada dayalı şeriat kurallarının) yeni şartlarda eski usule göre yapılacak
yeni ictihadlar ile değiştirilmemiş olmasından ileri gelmiştir.
Değerlendirme
İslâmî
çağdaşçıların temel düşünce ve metodoloji bakımından ortak yanları bulunmakla
beraber önemli farklı anlayış, tutum ve yaklaşımları da vardır. Örnek olarak
İkbal, Fazlurrahman ve M. Arkoun alınacak olursa, İslâmîfikrî çağdaşçılıkta
önemli adımlar atan İkbal’in İslâmîsosyal çağ daşçılıkta, modernizm öncesi
(klasik) ictihada oldukça yakın bir konumda olduğu görülmektedir. Bu konumun
örnek ve delili, Ziya Gökalp’ın reformcu düşünce ve tekliflerine karşı tavrı ve
tenkitleridir. O’nun vurgusu naslarla
sabit hükümlerin değil, ictihada dayalı kadim fıkhın yeni ictihadlarla gerektiğinde değiştirilmesi, yeni meseleler
çözülürken, kurumlar oluşturulurken naslar yanında temel ilkelerin de göz önüne
alınmasıdır.
Muhammed
Arkoun felsefî ve bilimsel eleştiriyi, içinde vahyin ve nebevî uygulamanın da
bulunduğu bütün İslâmî akla teşmil ederek diğer uçta yer almıştır. Onun dini ve
kutsal metinleri anlama yöntemine göre her çağda, adı İslâm olan, fakat içi
boşaltılarak çağın felsefesi, kültürü ve sistemleri ile doldurulmuş bulunan bir
din ortaya çıkabilecektir.
Fazlurrahman
ise bu iki örneğin ortasında gözükmektedir. O, metodolojisini oluştururken
klasik ictihad usulünün yetersizliği inancına, son iki yüz yıl içinde dünyada
meydana gelen değişimin köktenliğine, büyüklüğüne, çetrefilliğine ve bununla
başetmesi gereken müslümanların problemlerinin yeni düşünce ve çözüm metodları
gerektirdiği düşüncesine, Şafiî öncesi ictihad usulünün, sonrasına nisbetle
değişik ve kendi usulüne temel teşkil edecek nitelikte olduğu tesbitine, tarih
ve sosyal bilimlerle ilgili araştırma ve verilere dayanmaktadır.
Fazlurrahman
merhumun laikköktenci çağdaşçılık karşısındaki kişilikli duruş ve tutumunu,
İslâmı yeni bir anlayış ve yorum ile çağın müslümanlarının, hatta insanlığın
hayatına, yeniden ve kâmil bir şekilde sokmak için gösterdiği gayreti (fikri
cihadı) takdir ile karşılıyorum. Ancak:
1. Gerek onun ileri sürdüğü metod ile
anlama ve yorumlama ve gerekse çağın ihtiyaçlarına uygun çözümler üretme
aşamalarında kendisinin de işaret ettiği öznelliğe (sübjektifliğe) düşme,
İslâm’a ve Kur’ân’a kendi kafamızda ve hevamızdakini söyletme, etkin tarihin
etkisiyle İslâm’ın özünü kaybetme/değiştirme tehlikesiyle ilgili endişeler
taşıyorum.
2. Tesbit edilecek ilkeler, sosyal ve
ahlâkî amaçlar ile bunlara uygun yeni çözümlerin henüz İslâm’ın özünü ve
değişmezlerini koruyacak şekilde açık seçik ve sağlam bir usule oturtulmamış
olduğunu düşünüyorum.
3. Yeni usule göre yaptığı çözüm
örneklerini (faiz, miras, örtünme, kadının şahitliği vb.) usulün başarısı
bakımından ümit verici görmüyorum.
4. Klasik ictihad usulü, günümüzde ehil
alimler tarafından uygulandığı halde meselelerin çözümsüz kaldığına
inanmıyorum.
5. Yaşayan sünnet ve hadislerin mahiyeti
konusundaki değerlendirme ve tesbitlerinin objektif, yeterli ve ikna edici
delillere dayandığı konusunda şüpheler taşıyorum.
6. Hz. Ömer’in yorum, anlayış ve
uygulamalarının kendi usulüne olduğu kadar klasik usule de örnek teşkil
ettiğini, bu örneğe göre usul kaidelerinin oluşturulduğunu biliyorum.
Metodolojideki
iki hareketten birincisinin klasik usul içine sığdığını ve burada kısmen
uygulandığını, ikinci hare ketin ise problemli, sübjektiviteye ve
İslâm’ın özüne yabancı şartlardan etkilenmeye açık olduğunu düşünüyorum.
Fıkıh
tarihinde HicazlıIraklı, esercireyci, kelâmcı hadisçi,
felsefecikelâmcıtasavvufçu şeklindeki birbirine zıt anlama, yorumlama, çözüm
üretme yaklaşımları ve okullarının zaman içinde birbirinden etkilenerek orta ve
uygun yolun bulunmasına hizmet ettikleri gibi, bu çağdaş çıkışın da, karşılıklı
etkileşim ile “doğru, uygun, orta” yolun bulunmasına hizmet etmesini temenni
ediyorum.
MODERNİST YORUMUN TEKNOLOJİK ÇIKARLARI
Yasin Aktay
Öncelikle
böyle bir başlık atmış olmanın doğurması muhtemel yanlış anlamaları bertaraf
edici bir kaç şey söylemek gerekiyor sanırım. Öncelikle, teknoloji ile
modernist yorumun veya modernist zihnin aynı varoluş tutumundan kaynaklandıklarını
belirtmek gerek. İkincisi bu çıkar kelimesi batı dillerindeki “interest”
sözcüğünün karşılığı olarak seçilmiş olup, bildiğimiz, menfaat anlamını
karşılayan sınırlılıkta tutulmamalıdır. Daha ziyade, ilgi, alaka, istek, irade
anlamlarını çağrıştırmak üzere kullanılan yanına bir atıfta bulunmak istedim.
İlgilendiğimiz konu bizi bir yerlere çıkarır, ve biz o çıkar için bir yola
koyuluruz. Örneğin insanın bilgi peşinde koşarken bazı çıkarlar peşinde olduğu
veya bazı çıkarlar tarafından sevkedildiği vurgulanmıştır. Bilgi edinme
etkinliği esnasında bizi sevkeden veya ulaşmak istediğimiz çıkarlar, anlama,
açıklama, kontrol etme ve özgürleşme çıkarları olarak tanımlanmıştır.
Zihnimizin alt katmanlarında işleyen derin bir mantık bizde mutlak bir doğruluk
idealini sürekli olarak beslemekte; bu yüzden doğruya, hakikate ulaşma diye bir
çıkar peşinde de koşarız. Kendini Müslüman olarak tanımlayan biri tüm
etkinliğinin iyi bir kul olmaya çıkmasını ister, yani bir kul olarak
tanımlanmış bir insanın tüm çıkarı Allah’ı razı etme akîbetinde sağlanır vs.
Burada
sözkonusu edilen çıkar, bizim insanca etkinliklerimizde her seferinde çok
bilinçli tercihler yaparken gözönünde tutulan bir hesaba sığmaz. Daha ziyade
bizim hareketlerimize yön veren, çoğu kez farkında olmadığımız, kültürel
şartlanmışlığımızın veya içine girdiğimiz, yaşamayı seçtiğimiz, yer almaya
karar verdiğimiz dünyanın veya tarafın bizde uyandırdığı bir insiyâk, bir
güdülenmedir. Bu açıklamadan çıkan sonuç şudur: biz insan tekleri olarak kendi
çıkarımızın ne olduğunu kendi çabamızla kolay kolay bilmeyiz. Yeryüzüne birer
fânî olarak gönderilmişiz ve kendi yolumuzu bulmak için çıplak halimize bir de
beşerî insiyaklarımız eklenmiş. Ama bu beşerî insiyaklarımız insanı insan kılan
özellikler değildir; ilaveten, akıl ve irade insanın dünyada ne yönde bir yer
tutacağının tercihini yapabilecek bir potansiyel olarak verilmiştir. Fakat
İslâmî bir bilgi teorisi şu önkabul temelinde gelişmek zorundadır ki, insan,
aşkın bir referansa tâbî olmaksızın kendi çıkarının nerede olduğunu tayin
edecek güce sahip değildir; böyle bir referans olmaksızın giriştiği tayinler
ise aşkın bir güç olma iddiasını taşıyacaktır. Bu, sadece değer planında değil,
aynı zamanda felsefî antropolojik olarak da kolaylıkla gösterilebilir bir
şeydir.
Dolayısıyla,
hangi saikler tarafından sevkedildiğini bilmeyen insan çıkarının tayini o
yüzden ideolojik bir temele sahiptir. Bu durumda hem modernizm hem de teknoloji
sözkonusu olduğunda, her ikisinin ortak bir insan çıkarının birer açılımı
olduklarını ortaya koymak kolaylaşıyor.
Modernizmi,
son ikiyüzelliüçyüz yıldır yaşamakta olduğumuz ve sanayileşme, kentleşme gibi
küresel olgulara yol açmış değişimler eşliğinde düşünmek kaçınılamayan bir şey.
Oysa tüm bunlar bir küresel olgu olarak modernliği adlandıran şeylerdir. Bütün
bu olan biteni isimlendiren “modernliği” mümkün kılan modernizm ise “hayata,
insana, tanrıya, zamana ve mekana” karşı takınılmış çok temel bir tavrın
adıdır. Bu tavır bir olgu olarak, tüm olumsuz îmâlarıyla birlikte teknolojiyi
de ortaya çıkarmış bir tavırdır. Yani insanın teknolojik çıkarıdır. Vaktim
fazla olmadığı için bu mütâlâayı daha fazla sürdürmeden doğrudan teknolojinin
özüne ilişkin bir bağlantıya dikkat çekmek istiyorum. Sözkonusu ettiğimiz,
modern düşüncenin felsefî babası sayılan Descartes’in ismiyle müsemmâ olan
Kartezyen düşünce, insanı, içinde yaşadığı dünyadan ayırarak ona karşı nesnel
bir mesafeyle bakabilen ve baktığı nesneyi bütün boyutlarıyla bilebilecek bir
büyük (harfli) Özne olarak tasarımladı. Bunu yapınca insanın dışındaki herşey,
insanın bilgi ve anlama etkinliği tarafından açıklaması yapılabilen, insanın
âlemde yaptığı tasniflere sığmak zorunda kalan ve insanın emrine âmâde olan bir
stok malzemeye dönüştü. Modernliğin, insanın insana, tanrıya, tabiata ve zaman
ve mekana karşı kendine özgü bir tavrı olma niteliğini vurguladık. İşte bu
tavır, insanın bütün bunların üstüne bir bilen, sınıflandıran üstün özne olarak
konumlandırılmasını sağlıyordu. İnsanın kendisi dışındaki herşeye tepeden
bakmasını sağlayan bir tavırdır bu. Teknolojiye yöneltilen eleştirilerde,
gerçekliğin tamamına karşı böylesi bir bakışaçısının kurumsallaşmasını sağlama
yönü dikkat çekmelidir. Çünkü teknolojinin özü bizzat bu çerçevelendirme,
tanzim ve tasnif etme ve kendi emrine hazır tutma çıkarında yatmaktadır. Çünkü bu bakışaçısı insanın kendisi dışındaki her çeşit varlığa karşı, kendinden
menkul bir meşrulaştırma kaynağıyla, her çeşit muamelesini, operasyonunu
haklılaştırmaktadır.
Bu
bakışaçısı, uzatmayayım, çıkar veya tavır bazında veya zihniyet bazında çok
bariz sonuçlara yol açmıştır. En önemlisi insan varlığın diline iyice uzak bir
hayat yaşamaya başlamıştır. Eskiden her biri Allah’ın birer ayeti olarak
algılanan, yeryüzünde ister tabiî ister sosyal alanda cereyan eden hiçbir olay artık
insana hiçbir şey söylememektedir. İnsana hiçbir mesaj getirmemektedir. Veya
getirdikleri mesajları okuyacak uyum modern insanda neredeyse tümüyle zâyî
olmuştur. Buna ister İslâmî anlamda “toplumsal gaflet” deyin, ister felsefî bir
temellendirmeyle “varlığın unutulması” deyin sonuçta teknolojik bir çıkarı
gözetmenin bizden alıp götürdüklerine ışık tutmuş olursunuz.
Modernist
yorum derken, aslında özelde İslâm modernizmi girişimlerini, bu sempozyumun
mahiyeti gereği de kendisini bu isimle adlandırmaktan hiç bir zaman çekinmemiş
olan Fazlurrahman’ın modernizmini kasteden bir mülahaza yapmak istemiştim.
Ancak hangi türü olursa olsun modernizm hakkında yapılacak hiç bir mülâhazanın
modernizmi felsefî temelleriyle yeterince sorgulamadan yola koyulamayacağını söylemek
istiyorum. Özellikle bu bağlamda yeri gelmişken Fazlurrahman’ın bu görevi
yeterince yerine getirmemiş olduğunu, yani felsefî temelleriyle, Batı’da
yazısını
bu tehlikenin mahiyeti üzerinde sorgulama yapmaya hasreder. Ama Heidegger,
teknolojinin insanın öznel bir etkinliği olduğunu söylemeye getirmez;
teknolojinin kendi doğası ve kendi açılım dünyası vardır ve insan tüm
etkinlikleriyle teknolojik çıkarın bu tahakkukuna sadece alet olmaktadır demeye
getirir. Sonuçta teknolojiye ismini veren techne sözcüğünün etimolojik olarak
aynı zamanda sanata da kaynaklık etmesi dolayısıyla, sanatın da insanın
çerçeveleme iradesinden ziyade insanın varlığın sesine kulak veren tutumunu
gerektirmesinden dolayı bir ümidin bulunduğunu müjdeler ve makalesini
Hölderlin’in şu dizeleriyle bitirir: But where danger is, grows /The saving
power also (Fakat nerede tehlike varsa /orada kurtarıcı güç de gelişir). Bk.
The Question Concerning Technology and Other Essays, İngilizce’ye çeviren:
William Lovitt, 1977, New York: Harper Torchbooks. gelişip yol açtığı zihin ve
tavır değişimini yeterince sorgulamamış olduğunu kaydetmek gerekiyor. Bu
aslında, kanaatimce, Fazlurrahman’ın çabalarını bugün değerlendirirken ona
karşı biraz daha insaflı davranmayı sağlayacak, kaba tabirim hoş görülecekse
Fazlurrahman’ı kurtaracak olan şeydir. Çünkü genel üslûbuna vakıf olduğumuz
kadarıyla Fazlurrahman, modernist bir öznenin üstlenmek durumunda olduğu
itikâdî kabullere teammüden bulaşmayacak, o kabullere razı olamayacak kadar
dinî kaygıları olan biridir. Ancak bir gerçek var ki hem kendisi kendisini
açıkça modernist olarak tanımlıyor, hem de, aslında, tüm çalışmaları bir
değerlendirmeye tâbî tutulduğunda sözkonusu ettiğimiz teknolojik çıkarın, veya
modernist varsayımların gözetildiğini, terfi edildiğini görebiliyoruz.
Aslında
Fazlurrahman’ın kendini tanımladığı yönü itibariyle modernizm, Türkiye’de genel
kabul gören biçimiyle, yani en basit biçimiyle bir tarihselcilikten ibarettir.
Yani, kabaca: Kur’ân’ın ilk indirildiği toplumla yaşadığımız dünya arasında çok
derin farklılıklar vardır, ve bu farkları gözeten bir ictihad yoluyla İslâm
Hukuku veya İslâm’ın mesajları güncelleştirilmeyi beklemektedir. Fazlurrahman’ın
modernizmden
anladığı şey bence oldukça masum sayılabilecek böyle bir şeydir. Ancak Fazlurrahman’ın
modernizmi algılayış biçimi onun modernizmle olan tek ilişkisini
oluşturmamaktadır. Onun tüm çabalarının içine sinmiş olan modernist varsayımlar
veya Kur’ân’ı yorumlayışında gözetmek durumunda kaldığı teknolojik çıkar daha
önemli bir vurguyu haketmektedir ki, kanaatimce Fazlurrahman’ı veya
Fazlurrahman’ın modernizmini değerlendirirken
asıl bu tür bağlantılar üzerinde durmak gerekiyor.
Bu
konuda, bana tahsis edilen zamana riayet etme zorunluluğuyla kısaca bir kaç
noktaya veya bağlantıya işaret edebiliriz. Fazlurrahman’ın en sade biçimiyle
kendini modernist olarak nitelendirmesine gerekçe teşkil eden şeyin kafasında
yer etmiş bir “çağdaş uygarlık” nosyonu olduğu çok açıktır. Kimileri buna insanlığın birikmiş kazanımları
da diyebilir ama, bu kazanımların çoğu, ancak bizzat bunların şekillendirdiği
bir dünyada, dolayısıyla değer hiyerarşisi içerisinde kendilerine en üst yeri
tabiatıyla layık görmüş oldukları için kendilerini kazanım olarak sunmakta
zorlanmayan değerlerdir. Yani bu değerlerin bizzat kendileri, kendilerini
meşrulaştırıp haklılaştırmanın bir yolu olarak zihnimizi şekillendirici bir
etkiye sahiptirler.
Aslında
hangi toplumda yaşıyor olursak olalım o toplumun zihnin derinliklerine işleyen
ve zihnin çalışma kurallarını belirleyen bir tarzı vardır ve bu tarz üzere
çalışan zihin bir değerlendirmeyi kendisine göre yapacaktır. Burada değerlerin
teşhisi ve değişimlerinin tarihi için derin bir söylem analizi gerekmektedir.
Böyle bir analiz insanlığın birikmiş kaza nımları gibi görünen bir çok değer
ögesinin bu görüşü oluşturmak suretiyle sürdürmeye muvaffak olduğu
hegemonyaları veya hiyerarşileri gözler önüne serebilir. Kanaatimce
Fazlurrahman böylesi bir analize gitmeden İnsanlığın müktesep değerleri
ideolojisine uygun bir yorumun peşinde koşmaktadır. Gerçi insanlığın gerçekten
de birikmiş bir çok değerleri arasında İslâmî bir bilinçliliğin temel
çıkarlarına paralel birçok şey bulunabilir. Ama bu paralelliğin nerede
kurulabileceğine dair Fazlurrahman pek bir sahihlik itimadı telkin etmiyor.
İslâm’ın yorumunu yer yer ancak modern bir zihnin hasılası olabilecek birçok
çıkarın peşine takabiliyor.
İslâm
ceza hukukunda veya kadının konumuyla ilgili İslâm’daki hukukî düzenlemelerle
ilgili söyledikleri kesinlikle mevcut konjonktürün ideolojik taleplerine denk
düştüğü gibi; Fazlurrahman bu konuyu çözebilmek için tüm çağlarda geçerli
olabilecek ve teknolojik olarak fıkhı her dönemin insanının hizmetine
sokabilecek ilkesel bir düzenlemeye başvuruyor. Diyor ki, Kur’ân hiç bir zaman
nihâî hükümler vermemiştir; ancak bazı hükümlerin nasıl verileceğini; hukukî
hükümler verilirken ne tür ilkelerin veya değerlerin gözönünde tutulması
gerektiğini bize öğretmiştir. Bence bu,
tam da herşeyi insanın hizmetine sunan teknolojik çıkara fıkhın teslim
edilmesidir. Bize bir kurtuluş çağrısıyla gelen, bizde kendi varlığımız ve
akibetimiz hakkında bir kaygıyı uyandırarak, aslında yeryüzünde bozgunculuk
yapmak gibi bir lüksümüzün olmadığı, dolayısıyla yeryüzünde iyilikleri hakim
kılmak için çabalamaktan başka bir çaremizin olmadığını bize hatırlatmak üzere
gelmiş olan Kur’ân’ın tıpkı evimizin önünde son model lüks bir otomobil, her
hizmetimize koşmaya hazır bir sürü uşağın hazır olması gibi, bizim hizmetimize
sokulması sözkonusudur. Teknoloji her şeyi elimizin altında tutma, olduğu gibi
gerçeklik dünyasını çerçevelemeyi öngörüyor. Kur’ân’a yönelik modernist yorum
ve bundan intac edilen yeni fıkhın teknolojik çıkarı gözetmesi de bizi
bulduğumuz hal üzere bırakmaktan başka bir şey önermemektedir. O yüzden
Fazlurrahman’ın söylediklerinin ciddi bir siyasal vurguya sahip olmaması, daha
vulgar (kaba) bir tabirle söylemek gerekirse devrimci bir söylemi içermemesi,
dahası kayda değer bir siyasal pratiğinin olmaması oldukça mânidârdır. Oysa
onun çapında bir ilim adamının, böyle bir söyleminin veya vurgusunun olmasını
beklemek fazla sayılmamalıdır. Evrensel değerleri tesbit işlemi, yeryüzünde hiç
bir zaman eksik olmayan haklılar ve haksızların kavgasında siyasal bir taraf
olma iddiasını da içermiyorsa, kurulu bir siyasal güç ilişkileri ağında neresi
gösterilirse oraya oturmak zorundadır. Üstelik tüm o evrensel iddialı
söylemleriyle.
Bununla
bağlantılı olarak son iki mülahazamı yapayım. Birincisi Fazlurrahman’ın İslâm
tarihini okurken, özellikle Mutezile, Eşari ve Maturidi itikadi ekolleri ele alırken
ve oradan bir ahlak teorisini türetmeye çalışırken aldığı referanslar, onun
bugün kendine yeterlimodernist bir özne lehine yaptığı tercihlerle paralellik
arzetmektedir. Bu vesileyle insanın tanrıdan kopuşu yönünde süregelen burjuva
öznesinden esinlendiği ölçüde o özneye İslâmî bir katkıda da bulunmaktadır.
İkincisi,
metodolojik bir öneri olarak Kur’ân’a bir bütünlük atfedilebileceğini ve
ayetleri yorumlarken tek tek değil bu bütünlüğün ışığında hareket edilmesi
gerektiğini söylemektedir. Oysa hemen akabinde Kur’ân’a atfettiği bütünlüğü
oluşturan tüm ögelerin tartışma konusu olabileceğini veya Kur’ân’da bu ögelere
yapılan vurguların onun önemsediği ölçülerde olmadığını farketmemektedir. Yine
Kur’ân’a yönelik bir çok yorumcunun yaptığı bütünlük isnadıyla önerdikleri
bütünlük modelleri arasında bir çok farklılığın varolmasını yeterince
değerlendirememiştir. Gerçek şu ki, bütünlük isteği Kur’ân’ın anlam içeriğini
tüketip kapatmaya çalışan, teknolojik çıkarla aynı paralelde bir istektir.
Teknolojinin özündeki çerçeveleme, tasnif etme ve hizmete hazır kılmaya çıkan
bir yoldur bütünlük isnadı. Kuşkusuz Fazlurrahman’ın böyle bir bakış açısını
teammüden takınarak Kur’ân’a yaklaşmasını düşünemeyiz, ama zaten başta da
belirttiğim gibi bu çıkar, bu ilgi, bu ideoloji bize yaşadığımız kültür
tarafından giydirilmektedir. Eğer Kur’ân’ı, Kur’ân’ın istediği gibi okumak
suretiyle bizi şekillendirmiş kültüre karşı eleştirel bir tutum takınmazsak,
çağımızın hâkim çıkarı olan teknolojik çıkarı gözetmekten başka bir şey yapamayız.
Bütünlük sorununun Kur’ân’ın anlaşılmasıyla ilgili tartışmalarda bu bağlamda
daha iyi değerlendirilmesi gerekiyor.
İSTİŞRÂK İLE İSTİŞHÂD EDİLİR Mİ?
Ahmet Tahir Dayhan*
Giriş
Hazreti
Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem)’den ümmetinin âlimlerine intikal eden
rivâyet mirasının, Kur’ânı Kerim’in mana bütünlüğünü koruduğu ve bir kısmının
diğer bir kısmıyla yalanlanmasına mani olduğu kadar, mü’minleri aynı mânevî çatı altında bir
arada tuttuğu ve rahmet dairesinin dışında kalan “hilâf’a düşmekten alıkoyduğu
bir gerçektir. Bu gerçeği, dışarıdan
gözlem yapan çok sayıda müsteşriğin farklı ifadelerle iştirak ettiği şu ortak
yargıdan da çıkarmamız mümkündür:
“Hadis,
başlangıç döneminden uzaklaşan ümmeti kaynaştıran bir araçtır... Hadis, sadece
tarihî bir veri değil, aynı zamanda müslümanların bütün hayatını kuşatan bir
şeydir ve müslüman zihniyetin bir aynasıdır... Gerek tarihte, gerekse
günümüzde, farklı şartlarda ve farklı coğrafyalarda yaşayan müslümanlar
arasındaki kültür birliğini, ortak zihnî tutum ve hayat tarzını sağlayan yegâne
şey, Hz. Peygamber’in Sünneti’dir”.
Louis
Massignon (18831962)’un tabiriyle “İslâm araştırmalarının rakipsiz efendisi”
Ignâc Yehuda Goldziher (18501921 )’in aşağıdaki sözlerini de diğerlerinin
yanına koymalıyız:
“İslâm’ı
anlamak için hadisleri değerlendirmek ve tanımak önemlidir. Hakikaten bu dînin
en şâyânı dikkat inkişâf merhaleleri, rivâyetlerin müteselsil teşekkülüyle
birlikte git mektedir”.
Bu
birkaç değerli tespitten hareket ettiğimizde, Avusturyalı şarkiyatçı Gustave
Edmund Von Grunebaum (1909 1972)’un ortaya attığı; “Kabileler gelir, yükselir,
düşer; devletler iner, çıkar; imparatorluklar gelir, gider. Ama İslâm tarihinde
bir şey var, süren bir şey var. Nasıl oluyor da tüm bu inişçıkışlara rağmen,
sürmekte olan şey kendi devamını sağlayabiliyor?” sorusunun cevabını nerede arayacağımız
aşağıyukarı bellidir. 1780’den bu yana hüküm süren “akademik oryantalizm”in
öncü isimlerinin sözkonusu alana ilgisiz kalamayışlarındaki temel saik de
böylece netleşmektedir.
Ancak
oryantalistik/istişrâkî faaliyetlerin “siyaset”ten ve “meydan okuma”dan ayrı
düşünülemez tabiatına odaklandığımızda, karşımıza ciddî bir sorun çıkmaktadır:
“...
Yepyeni kavramlar ortaya konuyor ama bu kavramlar çoğu zaman araştırılan
medeniyetin o kavramları nasıl kullandığına bakılmaksızın, tercüme zorlukları
da içinde olmak üzere, yeni bir anlayış alanı, yeni normlar oluşturuyor... Bu
anlayışlar, bazen de bilinçli olarak yeni kategorilerin ortaya çıkmasına yol
açıyor; bir müddet sonra kendi kendini teyit ve ispat eder hale geliyor. Beş
tane referans arka arkaya zikredildiğinde bu, artık bir kişinin yaptığı yorum,
bir kişinin geliştirdiği analitik çerçeve olmaktan çıkarak İslâm düşüncesinin
temel kategorileri haline geliyor ve herkes o kategoriler etrafında düşünmeye,
o kategorilerin çerçevesinden çıkamamaya başlıyor”.
Diğer
bir deyişle; oryantalizmin adeta mekanik olarak giriştiği “yeni bir zihin inşa
etme” gayreti, meyvesini, kişiyi “kendi kültürüne yabancılaştırmak” la
vermektedir. Bu yabancılaştırmanın “hadis bilimleri”yle ilgili kısmına dair,
biri eski diğeri yeni iki Yahudi temsilcisinden seçtiğimiz bazı örnekler
üzerinde durmak istiyoruz. A. Goldziher
Mehmed Said Hatiboğlu’nun; “Kazandığı bu
haksız pâyeyi, muhakkak ki son derece velûd neşriyatının henüz yeterli derecede
ilmî süzgeçten geçirilmemiş olmasına borçludur” diyerek tanıttığı Macar müsteşrik Goldziher’in, ünlü
eseri Muhammedanische Studien’in II. cildinin Hadis ve Sünnet başlıklı ilk
bölümünün ilk cümlesi şöyledir: “Das Wort Hadith bedeutet: Mittheilung,
Erzâhlung”. Tunus Yüksek Öğrenim
Enstitüsü müdürü Leon Bercher tarafından yapılan Fransızca tercümede ise aynı
cümle: “Le mot Hadit signifie: Communication, Recit” şeklindedir. Bu da meâlen: “Hadis kelimesi; rivâyet,
hikâye anlamına gelir” demektir.
Ne
ilginçtir ki Avrupa’daki şarkiyat eserlerinin ilki olarak bilinen Bibliotheque
Orientale ou Dictionnaire Üniversel
(Doğu
Kütüphanesi ya da Evrensel Sözlük)’deki tanım da buna çok yakındır: “Hadith:
Histoire, Narration, un Ouy dire”.
“Hadis: Hikâye, rivâyet ve yazılı haber (demektir)”.
Goldziher’in
verdiği masum gibi görünen bu lügavî anlam, kadîm lügatlere bakıldığında
doğrulanmayan bir an lamdır. Kelimenin
esasen “söz” ve “yeni” ile tanımlanması gerekirken, müellif bu iki anlamı niçin es geçmiş ve
okuyucunun dikkatini uzak anlama çekmiştir? Beş sahife ileride (s. 8), Emevî
devri “islâmî” şairlerinden elAhvas elEnsârî (ö. 105/723 )’ye ait “dawarisu
kal‘ayni fi lmahraqi” mısraında geçen “jJ” kelimesinin “lı”den tashîfe uğramış
[tabir bize ait] olabileceği gibi keskin zekâ ürünü bir tespit ve teklifte
bulunan Goldizher’in, kitabın ilk
konusuna girerken kul
landığı
ilk cümlede böylesine bir linguistik gaflete düşmesi tesadüf olabilir mi? Yirmi
üç yaşında Şam’da tanışıp güvenini kazandığı ve kendisini “eşŞeyhu’zZerevî”
(altın şeyh) diyerek anan Tahir
elCezâirî (18521920)’nin Tevcîhü’n Nazarı hakkında “Şeyh Tahir’in yazmış olduğu
eser bize yeter” diyen ve bir rivâyete göre de
Almanca’ya tercüme eden Goldziher’in, o kitabın ilk faslının ilk
cümlesini görmemiş olması düşünülebilir mi?
Düşünülemez;
zira iki cümle sonra, Arapların dînî olan ve olmayan tarihî haberlere “hadis”
dediklerini, Ebû Hureyre (r.a.)’den naklettiği şu “hikâye” (recit) ile
delillendirecektir: “jtifyı jüi ş düii y .n. İÎU Sİ” (Fransız J
ca’dan
yapılan tercümeye göre: sizi hadislerinizden bir hadisle kuvvetlendireyim mi ey
ensâr cemaati?). Buradaki “itfîii” (üallilküm değil) kelimesi, “sizi meşgul
edip oyalayayım, avutayım” demektir. Onca sahih hadis mecmuasında “ftil Sİ”
(size bildireyim mi?) ibaresiyle nakledilen bir hadisi Goldziher, yaşadığı
dönemde diğer lafzı ihtiva eden matbu tek kaynak olan Belâzürî’nin
Fütûhu’lBüldân’ında bulup oradan aktarmayı başarmıştır. Bunu yaparken de
“hadis”in, hikâye kabîlinden “oyalanılacak” bir şey olduğunu imâ etmek
istemiştir. Karşımızda bu tür teknik manevraları kolayca yapabilecek kudreti ve
geniş müktesebâtıyla, arkadaşları ve takipçileri tarafından “rakipsiz efendi”
ve “eski üstad” unvanına layık bulunan
bir istişrâk âbidesinin durduğu muhakkaktır.
Tâbiûndan
Abdullah b. Rabâh’ın evindeki bir yemek hazırlığı sırasında, Ebû Hureyre (r.a.)
tarafından Mekke Fet hi’nde Allah Rasûlü (salla'llâhü aleyhi ve sellem)’nün
takip ettiği savaş stratejisinin anlatıldığı ve nihayetinde Ensâr’ın övüldüğü
sözkonusu hadisin, Abdullah’dan Basra’lı Sâbit b. Eslem elBünânî (ö.
127/745)’ye, Sâbit’ten de onun en dikkatli (esbet) üç râvîsinden biri olan Basra’lı Süleyman b. elMuğîre (ö. 165/781)’ye
intikal ettiğini görmekteyiz. Mevcut bütün isnad halkaları Süleyman’dan
itibaren farklılaşmış, hadisin sonraki kuşaklara intikali onun râvîleri
tarafından sağlanmıştır. Bunlar arasında Behz b. Esed elBasrî (ö. 200/815),
Ahmed b. Hanbel’in “nokta ve hareke” üzerindeki titizliklerini medhettiği üç
kişiden biridir ve hakkında: “ondan daha dikkatlisi yoktur” demiştir. Şu durumda en sağlam lafza ulaşmak için ilk
planda hangi tarîki esas alacağımız ortadadır. Hadisi Ahmed b. Hanbel, Behz
< Süleyman < Sâbit < Abdullah senediyle Müsned’ine alırken, Müslim ve
İbn Huzeyme Abdullah b. Hâşim (ö. 258/872) kanalıyla Behz’den rivayet
etmişlerdir. Aralarında Behz ve dolayısıyla Süleyman’a en yakın kaynak olan
Müsned'de metin, “ Sİ rJiUdı” şeklinde kayıtlıdır. Üstelik orada “haddesenâ behz 1
ve
hâşim” diyerek iki rivayeti birleşik halde veren Ahmed b. Hanbel, Ebu’nNadr
Hâşim b. elKâsim (ö. 207/822) rivâyetinin Behz’den ayrıldığı üç cümleyi ayrıca
belirtmiş, ancak böyle bir farktan söz etmemiştir.
Belâzürî’nin
eserinde müellifin şeyhi ve Süleyman b. el Muğîre’nin râvîsi olan Şeybân b. Ebî
Şeybe (Şeybân b. Ferrûh, ö. 236/850)’nin ismi, Müslim ve Beyhakî’nin rivâyet
zincirinde de geçmektedir. Ne var ki bu ikisinde de lafız, Müsned’deki ile
aynıdır. Müslim, Şeybân rivâyetinin
ardından, aynı hadisi Abdullah b. Hâşim < Behz b. Esed < Süleyman b.
elMuğîre tarîkiyle de aldığını ifade ederek aradaki iki lafız farkına işaret
eder. İki farklı tarîkten (Şeybân < Süleyman ve Abdullah < Behz <
Süleyman) rivâyet hakkına sahip olduğunu anladığımız Müslim’in elindeki metni,
Sahîh’in muteber iki yazma nüshasına dayanarak aşağıya alıyoruz:
Ebû
Dâvud etTayâlisî’nin doğrudan Süleyman’dan, Beyhakî’nin de Tayâlisî tarîkinden
aldığı hadis ile İbn Ebî Şeybe, Nesâî ve Ebû Avâne’nin rivâyetlerindeki metin
de böyledir.26 Tahâvî
lafzıyla
tek kalmışlardır. Ancak bu ikisinde
Süleyman’ın iki sika râvîsi Yahyâ b. Zekeriyyâ b. Ebî Zâide el Kûfî (ö.
183/799) ile Hüdbe b. Hâlid elBasrî (ö. 236/850)’nin, sözkonusu kelime üzerinde
“mânâ ile rivâyet” etmek suretiyle “tasarruf”ta bulunduklarını
düşünebiliriz. Her hâlükârda “ihbâr” ve “tahdîs”, “ta’lîl”e değil “i’lâm”a
yakın durmaktadır.
Son
olarak, hadisin Hammâd b. Seleme < Sâbit el Bünânî < Abdullah b. Rabâh
isnadıyla zikredilen metnindeki, konuyu vuzûha kavuşturacak olan farklılığa da
dikkat çekmeliyiz. Orada Abdullah, Ebû Hureyre’den şöyle bir ricada bulunur:
“Yemeğimiz hazır olana kadar Rasûlullah’tan bize bir hadis nakletsen olmaz mı?
( Âb Ji Al Jjj [ iSü j Ü'uL)”. Yukarıda
baş tarafını verdiğimiz İbn Hıbbân rivâyeti de bunu destekler: “Yemek pişinceye
kadar size, sizinle ilgili bir hadis naklediyorum Ey Ensâr! ”.
Bütün
bunlar bir yana, tashîfe uğramış metni esas almak bizce herhangi bir mahzur
taşımıyorsa da, Goldziher’in bu
vesileyle, daha işin başında okuyucunun dikkatini “hadis = hikâye, menkabe,
efsâne, masal” denklemine çekmek, “recit, leğende, mythe, fable” gibi
kelimelerin hepsini ilk sayfada ard arda kullanmak suretiyle “hadis ve sünnet”
i mitolojik bir çerçeveye oturtmak istediği açıktır. İslâm ve ve ondaki önceki
dinler üzerindeki araştırmalarında târihî filolojikfolklorik tahlil yöntemi
kullanan Goldziher’in, “dînî metinler insan mahsulü olup ortaya çıktıkları
toplumların değişik dönemlerdeki bakış açılarını ve değer yargılarını yansıtır”
diyen Alman reformist Yahudilik hareketinin öncüsü haham Abraham Geiger
(18101874)’in fikirlerinden etkilendiği, Muhammedanische Studien in II. cildini
bu metod üzere meydana getirdiği, günlüğüne (Tagebuch) düştüğü notlardan
anlaşılmaktadır. Goldziher’in eşzamanlı
olarak Alman filolog ve filozofu Heymann/Hermann Steinthal (18231899) ile
şifâhî Tevrat geleneği ve mitolo ji/efsâne ilişkisi üzerine çalışan diğer bir
Alman filolog Friedrich Max Müller (18231900)’i dikkatle takip ettiği de
bilinmektedir. Sözkonusu yöntem bu fikrî
arkaplanla birle şince ortaya; “hadislerin ekseriyeti, İslâm’ın ilk iki asır
zarfındaki dînî, tarihî ve ictimâî inkişâfının neticesidir” gibi bir hükmün çıkması şaşırtıcı değildir.
Şaşırtıcı olan; “Kitâbı Mukaddes tetkikleri ve rivâyetlerinin
değerlendirilmesinde efsâne olanla olmayanı, sahîh ve gayrı sahîh’i birbirinden
ayırmak ve delilleri kendi geleneği içerisinde yeniden değerlendirmek
gerektiğini” savunan bir şarkiyatçının,
konu İslâmiyât olunca bu prensibi askıya almasıdır.
İlerleyen
sayfalarda okuyucunun önüne birer birer konulacak olan tespit ve teşhislerin
sıhhatine dair alâmetleri ilk cümlesinde görmeye başladığımız kitabın, bir de
ilk dipnotuna bakalım:
“Keza
eski dilde, kabîlelerin mâzîsinden alınma hikâyeler için de (‘hadis’ tabiri)
kullanılır. ‘Ve mine’lhadîsi mehâlikün ve hulûdü: Kabîle tarihinden alınma öyle
kıssalar vardır ki, kimisi kabîle hasebinin helâkine, kimisi de sağlam ve daimi
bir şerefe götürür”.
“Söz”ü
unutup “hikâye”de ısrar eden Goldziher’in istişhâd ettiği beytin tamamı
şöyledir:
“Ailenize vardığınızda konuşun, söyleşin; söz
var yok olur, söz var ebedî kalır”.
İbn
Kuteybe’nin eşŞükrü ve’sSenâ, İbn Abdilberr’in ez Zikru ve’sSenâ bâbına
aldıkları beytin ikinci mısraı hakkında Câhız şu açıklamayı yapar: “Övgü dolu
sözlerle yâd edilmeyi, Cennet ve nimet içinde sonsuza kadar kalmak gibi kabul
etmişlerdir”. Görüldüğü üzere “elhadîs”
kelimesinin burada da “kıssa ve hikâye” ile uzaktan yakından ilgisi yoktur.
Ancak Goldziher hadis’e “söz” demekten ve onu bağlayıcılık bakımından Kur’ân’a
benzetmekten öylesine kaçınmaktadır ki, kitabın ikinci sayfasında, İbn Mes’ûd
(r.a.)’dan gelen (ve peygambere söylettirilen!) “inne ahsene’lhadîsi kitâbullâh
...” hakkında: “Kur’ân’ın hadis olarak isimlendirilmiş olması daha sonraları
uygunsuz addedilmiş ve bu cümledeki ‘hadîs’ kelimesi ‘kelâm’ kelimesiyle
değiştirilmiştir” demektedir. Bu sözleriyle o, hadisin de Kur’ân gibi bir “söz”
olduğunu, bizzat Kur’ân’ın ayetlerde kendisine “hadis” dediğini; “hadîs”,
“kelâm” ve “kavl”in hangisi tercih
edilirse edilsin mânânın değişmeyeceğini, İbn Mes’ûd’un
sözünün
her üç kelimeyle de kaynaklara geçtiğini görmezden gelmiştir.
“Yeryüzünde
Hadis’i senden daha mükemmel anlayan kim var?..” gibi sözlerle yüceltilen bir Batılı’nın girizgâh cümleleri içinde
yapmaya çalıştığımız şu birkaç tahlil denemesi bile, istişrâk siyasetinin
hedeflediği yeni kavramlar icad ve yeni zihin inşa etmede önkoşulun,
“hakîkatlerin üstünü örtmek” olduğunu göstermektedir. Bu durumda
şarkiyatçılığın nesnesi olan biz Şarklılar’a, deyim yerindeyse, “patolojik
düzeyde şüpheci” bir akademik tavır takınmaktan başka çare kalıyor mu?
B.
Juynboll
Juynboll’ün İlk devir İslâm Toplumunun İsnad
Kullanma Yöntemleri adıyla Türkçe’ye çevrilen makalesi içindeki Aile İsnadları
başlıklı bölüm ile, Hadis Tarihinin
Yeniden İnşâsı adıyla tercüme edilen kitabının Râvîlerin İsim Depoları Olarak
Rical Eserleri başlıklı IV. Bölümü’nü
okurken bir kenara aldığımız notlar, Hollanda’lı müsteşriğin tahrîf
sicilinin
Macar
Goldziher’den hiç de geri kalmadığını esefle göstermektedir. Madem ki “bilimsel
gelişme mevcut bilginin eleştirisinden hâsıl olur”, o halde biz de, emekli olmasına rağmen,
Leiden Devlet Üniversitesi’ndeki kütüphanesinin bir köşesine yerleştirdiği
bilgisayarı ve masasıyla çalışmalarına devam eden, zaman zaman derslere giren
ve kütüphanede ders çalışan müslüman öğrencilere akla aykırı gibi görünen
hadisleri naklederek “kafa karıştırmaya” çalışan bu müsteşriğin, toplam 35 sayfa tutarındaki
ilmî beyanları arasında bir “tahrîfatçı”
titizliği ile işe koyulalım.
a. Aile İsnadları
Juynboll,
Early Islamic Society As Reflected in Its Use of Isnads isimli makalesinde
Family Isnads’a ayırdığı alt başlık ta,
muhaddislere tamamen ters bir açıdan konuya yaklaşmakta, aile isnadına
sahip evlatların sorgulanamayacağı önyargısından hareketle, bu isnadların “ilk
müşterek râvî” eliyle uydurulduğunu iddia etmekte ve daha önce bu tür isnadların
değersizliğini savunan Alman müsteşrik J. Schacht’ın görüşlerine aynen
katılmaktadır. Oysa naklî ve aklî
istidlâl çerçevesinde aile isnâdının, İslâm’ın vaz’ettiği bütün hayâtî
prensiplerin sonraki nesillere intikâli için ol mazsaolmaz bir şart olduğunu
düşünmemiz kaçınılmazdır. Bununla
birlikte musannefâtta kayda geçmiş bu tür isnadlar arasında muhaddisler
tarafından kabul görmeyenler de vardır. Juynboll, aile isnadları arasında
özellikle, sahâbî Abdullah b. Amr’ın torununun oğlu olan Amr b. Şuayb
(ö.118/736)’ın dedesinden aktardığı nüshaya temas ederek, oradaki hukûkî hadislerin tümünün “hayal
ürünü” olduğunu iddia eder. Bu hadislerin başka bazı sahâbîlerin rivâyetleri
arasında da bulunup bulunmadığını kontrol etmeden acele karar vermekle kalmaz,
Amr’dan sonraki râvîler arasında İmam Mâlik’in de yer almış olmasını fırsat
bilerek sözkonusu sahîfeye ait uydurma isnad zincirini “Mâlik’in
yaygınlaştırdığını” öne sürer. Ne var ki bundan yaklaşık 700 yıl önce,
sözkonusu nüshayı delil olarak kabul etmenin isabetliliği hakkında “müstakil
bir cüz” kaleme alan elAlâî (Ebû Saîd Halîl b. Keykeldî, ö. 761/1360), Mâlik’in
Muvattada Amr’ın aile isnadından hadis nakletmesini nüshanın sahihliğine delil
kabul ederek, bugünkü istişrâkî bakış açısının tam zıddına hüküm vermiştir.
Biz
örnek olarak sadece 59 no’lu dipnotta,
Muvatta II/978 (no. 1764)’den nakledilen hadise baktığımızda bile,
Juynboll’ün Amr’ın nüshasındaki hadis metinleri için mütâbî’ ve şâhid arama
zahmetine girmeyişinin nedenini anlamakta gecikmeyiz. Zira Hâkim
enNeysâbûrî’nin işaret ettiği üzere, “ş CW, cdtîtkî dtsTjJ, cdtki saı” (Tek
yolcu şey,
tandır.
Çift yolcu iki şeytandır. Üçü ise bir cemaattir) hadisinin Ebû Hureyre’den çok
yakın lafızla gelen şâhidi mevcuttur.
Ayrıca Amr b. Şuayb’ın râvîsi Abdurrahman b. Harmele’nin Saîd b.
elMüseyyeb’den mürsel olarak naklet tiği bir başka rivâyet ile, Abdullah b.
Ömer’den gelen bir diğer rivâyet, hadisin anlamını desteklemektedir.
Juynboll
devamla Mâlik’in Amr dışındaki aile isnadlarının (örneğin mevlâ Nâfi’ <
Abdullah b. Ömer) ba şında/sonunda isminin geçtiğinden, râvîlerinin ricâl
kaynaklarına bakıldığında bütünüyle meçhul olduklarından söz eder. “Meçhul râvîler”le Nafî’den gelen hadisleri
kastediyorsa, bunların hiçbirinde bilinmeyen bir râvî yoktur. Yok eğer Muvatta
da (II/609) Amr b. Şuayb’dan nakledilen “urbân” (kaporalı) satışının nehyine
dair hadisi kastediyorsa; bu hadisin senedinde Mâlik ile Amr arasında “ona göre
sika olan biri” denilerek mübhem bırakılan râvî, İbn Abdilberr’in kendi
tarîkleriyle ortaya koyduğuna göre, ya Abdullah b. Lehîa veya (daha zayıf bir
ihtimalle) Abdullah
b. Âmir elEslemî’dir. Hadislerin naklinde köşetaşı olarak bilinen
muhaddisleri tahkîr için aile isnadını bahane eden Juynboll, aynı konuyla
ilgili olarak düştüğü 61 no’lu dipnotta (s. 97) Ahmed b. Hanbel, İbn Mâce, Ebû
Dâvud, Hammâd b. Seleme, Zührî ve Buhârî’nin de benzeri aile isnadlarının
uydurucusu olduklarını iddia eder.
Daha
sonra Ubâde b. elVelîd’in dedesi Ubâde b. es
Samît’ten
naklettiği ve I. Akabe Bey’ati’nde Allah Rasûlü ile hangi esaslar üzerine
ahitleştiklerini anlatan hadisi; Kütübi Sitte’nin tamamında sadece bir defa
zikredildiğini, diğer aile isnadları gibi yaygın olarak kullanılmadığını ve
torunun böyle bir haberi şahsî menfaat için uydurmuş olamayacağını öne sürerek
sahih kabul eder (s. 99). Oysa diğer aile isnadlarında yer alan torunların “ne
gibi menfaatleri olduğunu” bilmeyişimiz bir tarafa, Ubâde b. elVelîd’in
babasından naklettiği hadisler Akabe bey’ati ile sınırlı değildir.
Sözkonusu
bey’atle ilgili olarak Ahmed b. Hanbel’in torun Ubâde’ye ulaşan tarîkleriyle
ilgili “tahmin denemesi” yapan Juynboll: “Muhtemelen İbn Hanbel bu rivâyeti...
dalıcı (diving) rolünü üstlenmiş kötü bir şöhrete sahip Suriyeli reffâ’ elVelîd
b. Müslim’den... almıştır. Daha sonra elVelîd b. Müslim’in rivâyeti ref’ etmeye
çalışması (yani rivâyetin derecesini yükseltip Peygamber hadîsine dönüştürmesi)
sanki o birisi aracılığıyla kendini ilk müşterek râvî göstermek için kısa yolu
tercih etmiştir” demektedir (s. 100). Ahmed b. Hanbel’in Müsnedine
bakıldığında, onunla Ubâde b. es Sâmit’in torunu arasında şu râvîlerin varlığı
göze çarpmaktadır:
1. Muhammed b. Ca’fer (Ğunder) < Şu’be
< Yahyâ b. Saîd b. Kays elEnsârî.54
2. Süfyân b. Uyeyne < Yahyâ b.
Saîd.
3. Ya’kûb b. İbrâhim < Babası (İbrâhim
b. Sa’d) < İbn İshâk.
4. Hâşim b. elKâsim ve Affân b. Müslim
< Muhammed b. Talha < A’meş.
5. Vekî’ < Üsâme b. Zeyd.
Görüldüğü
üzere bu senedlerin hiçbirinde “elVelîd b. Müslim” yoktur! Ubâde b. esSâmit’ten
gelen ve bey’at hadisiyle metin olarak tam örtüşmeyen yalnızca bir hadisin
râvîleri arasında elVelîd b. Müslim bulunmakta, ancak bu tarîkte ise Ubâde’nin
oğlu ve torunu yer almamaktadır. Ayrıca
elVelîd b. Müslim (ö. 195/810)’i bu sıfatla anan da
zaten
Ahmed b. Hanbel’in kendisidir. Dolayısıyla elVelîd’in bizzat duymadığı hadisler
için sözde “atlama (dived)” bir isnad uydurmasından da, mevkûfu merfû hale
getirmiş olma ihtimalinden de haberdar olan odur.60
Sonraki
cümlelerinde Juynboll, 4 no’lu senedi Ahmed b. Hanbel’in uydurduğuna delil
olarak şöyle der: “Sadece Muhammed b. Talha’nın öğrencileri arasında ne Affân
b. Müslim ne de Hâşim b. elKâsım’ın, oldukça şaşırtıcı bir şekilde, kaynaklarda
zikredilmemesi düşündürücüdür. Buna ilaveten bu Muhammed de hem Affân’ın hem de
Hâşim’in hocaları arasında görülmemektedir. Dolayısıyla İbn Hanbel’in her iki
halkadan da makul bir şekilde sorumlu olması gerekir. Eğer durum öyle ise o,
amacına uygun doğru bir kişiyi tercih etmiştir. Çünkü A’meş hadîs
kolleksiyonlarında tamamı bulunan onlarca fıkhî kuraldan ve ritüel emir ve
tavsiyelerden sorumlu ilk müşterek râvîydi” (s. 100).
Bu
cümlelerden öyle anlaşılıyor ki Juynboll, Tehzîbü’t Tehzîb’ den Muhammed b.
Talha b. Musarrıf elYâmî elKûfî maddesine bakıp, orada ravâ anhü altında ismi
zikredilen râvîleri taramış, Affân ve Hâşim’i göremeyince de bu hükmü
vermiştir. Halbuki daha dikkatli bakıldığında orada Hâşim b. elKâsim’in künyesi
olan “Ebu’nNadr”ın kaydedildiği görülecektir. Tehzîbü’lKemâ!de ise isim ve
künye birlikte verilmiştir. Ayrıca Tehzîbü’tTehzîb’de
Hâşim’in hadis aldığı şeyhler arasında Muhammed b. Talha’yı göremiyorsak da,
Tehzîbü’lKemâ!de bu ismin açıkça zikredildiğine şahit oluruz. Affân’ın ismi her iki eserde de Muhammed’in
talebeleri arasında bulunmuyorsa bile, Tehzîbü’tTehzîb’de Ahmed b. Hanbel’in
Bağdat’ta onunla on sene beraber olduğu ka
yıtlıdır. Aynı bilgi İbn Ebî Hâtim’in eserinde de
mevcuttur. Dolayısıyla Ahmed b.
Hanbel’in kendi icat ettiği halkayı gizlemek üzere “meçhûlîn”i kullandığı
yolundaki iddia (s. 101) tamamen safsatadan ibarettir.
Juynboll
bölümün sonuna doğru, ilk üç tarîki kastederek Muhammed b. İshâk (b. Yesâr
elMedenî, ö. 150/767) ve Yahyâ b. Saîd (elEnsârî, ö. 143/761)’in Abbâsî yanlısı
olduğuna işaret etmekte, sonra da şöyle demektedir: “Ubâde’nin bu mübâyaa
formülü, tâbiûnun mevcut hânedânın otoritesine dayandıkları gibi, bu iki ilk
müşterek râvîden biriyle en uygun sahih ve eski görünümdeki bir sened formülünü
devreye sokup Peygamber’e izafe ederek meşrulaştıran bir Abbâsîlinin baskısı
neticesiyle oluşmuştur” (s. 102). Bu sözüyle birkaç sayfa önceki: “Burada biz,
bir dedenin Akabe’de nasıl hazır bulunduğuna dair babadan oğula, ondan da
toruna intikal etmiş sahih ve değerli bir anıya sahibiz” (s. 99) diyerek
sergilediği iyi niyetini de terketmiş olmaktadır. A’meş (Süleyman b. Mihrân)
için Abbâsî yanlısı olduğuna dair bir ipucu bulamadığından, onun “râvîsinin
râvîlerini” meçhul olmakla itham eden Juynboll, İbn İshâk’ın Mansûr (veya oğlu
Mehdî) için tarihî rivâyetleri bir kitapta toplamasını, Yahyâ b. Saîd’in ise
Bağdat’ta kadılık yapmasını tenkid sebebi saymıştır. Ancak A’meş’in Abbâsî
yanlısı olduğunu iddia edememiştir; zira İsâ b. Yûnus onun hakkında:
“Zenginlerin ve sultanların, fakir ve muhtaç olmasına rağmen A’meş’in yanındaki
kadar hakîr olduğu bir kimse görmedim” derken, Yahyâ b. Maîn de: “Fakir,
sabırlı ve sultanlara karşı çıkan biriydi” demektedir.
Juynboll’ün
73 no’lu dipnotta (s. 102) “İbn İshâk” hakkında verdiği bilgi için gösterdiği
kaynağa (Târîhu Bağdâd, I/221) müracaat ettiğimizde, aynı sayfada Süfyân b.
Uyeyne’nin şöyle dediğini görürüz: “İbn İshâk’la yetmiş küsur sene arkadaşlık
ettim, Medîne’li herhangi birinin onu ittihâm ettiğine veya aleyhinde bir şey
dediğine şahit olmadım”. Ayrıca İbn
Adiyy’in şu tespiti de önemlidir: “Onun hiçbir fazileti olmasa bile, sultanları
faydasız kitaplar yerine Allah Rasûlü’nün meğâzîsi, peygamber olarak
gönderilişi (meb’as), yaratılışın başlangıcı (mübtede’) ile meşgul olmaya
yönlendirmesi yeterlidir. Herkesten önce bu fazilet (li iş)i o işlemiştir.
Ondan sonra başkaları da eser vermişler ancak İbn İshâk’ın seviyesine
ulaşamamışlardır”.
Aynı
dipnotta Juynboll’ün, Yahyâ b. Saîd’in Bağdat kadılığı için herhangi bir kaynak
göstermemiş olması ise maksatlıdır. Zira Hatîbi Bağdâdî’nin eserinde Yahyâ’ya
ayrılan bölümde, onun ilk Abbâsî halîfesi Ebu’lAbbâs (esSeffâh, ö.136/753)
tarafından Enbâr’a, ikinci halife Ebû Ca’fer el Mansûr (ö. 158/775) tarafından
da Bağdat’a kadı tayin edilmeden önce; altıncı Emevî halîfesi elVelîd b.
Abdilmelik (ö. 96/715) zamanında Medîne kadılığı yaptığı kayıtlıdır. Her iki
hilâfet devrinde de onun ahlâkının sahip olduğu malmevki sebebiyle
değişmediğine dair övgüler bir yana, kendisinin sika bir râvî olduğunu
söyleyenler arasında Abbâsî’lerden eziyet görmüş Ahmed b. Hanbel de bulun
maktadır.
Hadislerin
sıhhati için râvîde aranan vasıflar arasına “devlet dairesinde memur olmamak”
şartını da ekleyen Juynboll’ün gözden kaçırdığı çok önemli bir nokta daha
vardır. O da, Ubâde b. esSâmit hadisini ondan rivâyet edenlerin, oğlu ve
torunundan ibaret olmadığıdır. Yalnızca Cünâde b. Ebî Ümeyye örneği dahi bunu
ispata kafidir.
Netice
itibariyle Juynboll’le ilgili olarak kitabın başına konan tanıtım yazısında
onun “genelleyici ve önyargılı bir oryantalist olmadığı” yönündeki ifadelerin
doğruluğunun ciddi manada tartışılır olduğunu düşünüyoruz.
b.
Ricâl Tabakâtı: Hafs b. Ömer örneği
Şarkiyatçıların
eserlerinden istifade ederken, vardıkları sonuçlar bir tarafa, hiç değilse
kaynak kullanımında hatâ edip etmediklerini kontrol etmenin ve yaptıkları
atıflara şüpheyle yaklaşmanın vazgeçilmez bir zaruret olduğunu daha önce de
ifade etmiştik. Ancak örneğin, İlâhîyat camiamızın hadis kritiği konusunda
eserlerine çok şey borçlu olduğu M. Hayri Kırbaşoğlu’nun bile Juynboll’den alıntı
yaparken buna lüzum hissetmemesi oldukça şaşırtıcıdır. Kırbaşoğlu, Nüshalarla
İlgili Problemlere ayırdığı bir bölümde: “İbn Hacer’in Tehzîb’de İbn Sa’d’dan
yaptığı bir nakil, şu anda elimizdeki tabakat nüshalarında yer almamaktadır”
demekte ve bunun için Juynboll’ün Muslim Tradition adlı eserinin 169. sayfasına
referansta bulunmaktadır.
Juynboll
kendi eserinde bu iddiayı daha ileri bir boyuta taşıyarak: “İbn Sa’d’ın matbu
Tabakât nüshasının Tehzîb’deki İbn Sa’d referanslarıyla rahatlıkla
doldurulabilecek birçok eksikliğe sahip olduğunu anladığımızda İbn Hacer’in
eserinin, hak ettiği değer şimdiye kadar kendisine verilmemiş zengin bir kaynak
olarak görülebileceği kaçınıl maz olarak ortaya çıkmaktadır. Kitabımızın bu
bölümü (IV. Bölüm) bizim bu hususu farketmemiz neticesinde ortaya çıkmıştır”
demektedir.
Halbuki
işin aslı hiç de zannedildiği gibi değildir. Sözü edilen ve İbn Hacer’in İbn
Sa’d’dan aktardığı “Zührî’nin sika, ilim sahibi bir muhaddis ve fakih” olduğuna
dair kayıp cümle, etTabakâtü’lKübra nın sonradan bulunan ve Ziyâd Muhammed
Mansûr tarafından tahkik edilerek basılan el Kısmü’lMütemmim’inde (Medine 1408,
s. 186) aynıyla mevcuttur.
Kırbaşoğlu
kaynak göstermeden Juynboll’den aldığı bir başka paragrafta, İbn Hacer’in
Tehzîb’de A’meş’le ilgili bölümde onun müdellis olduğuna en küçük bir imâ ile
de olsa işaret etmediğini, bu bilgiyi bir başka râvînin tercemesinde verdiğini
söylemektedir. Oysa İbn Hacer’in
eserinde Süleymân b. Mihrân elA’meş’in tercemei hâlinde bu bilgiler mevcuttur.
İbn Maîn onun Enes’ten rivâyetinin mürsel olduğunu söylerken, İbn Hıbbân (K.
esSikât’ta) A’meş’in “müdellis tâbiîlerden” olduğunu belirtir. Ebû Bekr
elBezzâr ise, A’meş’in Ebû Süfyân’dan yüz kadar hadis rivâyet etmiş olmasına
rağmen aslında ondan hiçbir hadis duymadığını, bu rivâyetleri herkesin bildiği
bir sahîfeden aktardığını söy ler.
Yine
Kırbaşoğlu’nun tedkik etmeksizin olduğu gibi Muslim Tradition’a dayandırdığı
uzunca bir alıntıda Juynboll, ilk hadis müdevvini Zührî’yi karalamak maksadıyla
önce bunun “altyapısını” oluşturmakta ve Tabakât kitaplarında “aynı isme sahip
çok sayıda râvî”nin bulunmasını isnadlarda adı geçen râvîlerin birçoğunun
hayâlî olduğuna yormakta, meşhur muhaddislerin isimlerinin
başkaları tarafından kullanıldığını iddia etmektedir.
Bu
noktada, Juynboll’ün iddialarını kendi eserinden takip ederek verdiği bazı
bilgilerin sağlamasını yapmamız, bu yolla ilmî dikkat ve samimiyet derecesini
anlamamız mümkündür. Juynboll Hafs b. Ömer Örneği başlığı altında şöyle der:
“Hafs olarak adlandırılan otuzbeş kişiden onüçü; yani üçte birinden fazlası,
iddiaya göre Ömer adlı kişilerin çocuklarıdır. Bu onüçün sekizi çağdaştır.
Bunların ortak şeyhleri olup olmadığını incelediğimizde Hafs b. Ömer adlı bu
râvîlerin üçünün, meşhur Şu’be’nin öğrencisi olduğunu görmekteyiz... Bu modeli
tanımaya başladık: Birisi o kadar meşhur olmuş ve belirli bir yer ve zamanda o
kadar çok saygı görmüştür ki, sonunda onun isminin geçtiği isnadlar da
çoğalıvermiştir... Tesadüfen aynı zamanda, genellikle de aynı bölgede yaşamış
ve çok yaygın olmayan bir ismin aynısına sahip neredeyse iki düzine insanın
varlığı, kolay inanılacak bir şey olmasa gerektir”.
Tehzîbü’tTehzîb’in
elimizdeki en iyi baskılarından birinde (Dâru’lMa’rife, Beyrut 1996) yaptığımız
taramaya göre, eserin kapsadığı kitaplarda kendilerinden hadis alınan ve ismi
“Hafs” olan toplam “kırkdört” râvî vardır. Bunlardan altısı tekrardır, birinin
adının “Ca’fer” olması ihtimali güçlü olduğundan Men’ismuhû Ca’fer kısmına
alınmıştır, biri ise “Ebû Saîd elEnsârî” künyesi ile meşhur olduğundan künyeler
kısmına kaydırılmıştır; böylece toplam sayı “otuzaltı” olmaktadır. Juynboll,
“Hafs b. Ömer” adını taşıyan onüç kişiden (Ebû Saîd’i ve Enes b. Mâlik’in
yeğenini de sayarsak onbeş olur) sekizinin çağdaş olduğunu iddia etmekteyse de,
bunlardan yalnızca dördünün ölüm tarihi bellidir. Ancak hoca ve talebelerine
bakarak yaptığımız çıkarıma göre bu râvîler, birbirini izleyen dört veya beş
farklı kuşaktandırlar. Biri tâbiûndandır; sonraki kuşaktan beş, bir sonraki
kuşaktan yine beş ve nihayet İbn Mâce, Ebû Zür’a ve Nesâî gibi musanniflerin
şeyhlerinin kuşağından iki kişi bulunmaktadır. Bu râvîlerden dördü Basra, üçü
Medîne, ikisi Kûfe, biri Rey Mehrekan, biri Samerrâ, biri AdenSan’â, biri de
Şam’da yaşamıştır. Sadece bu tablo bile Hafs b. Ömer ismini taşıyanların “aynı
zamanda ve aynı bölgede” yaşamadıklarını göstermeye yeterlidir.78
Şube’nin
talebesi olan üç Hafs’a gelince; üçünün de talebeleri, memleketleri ve
haklarındaki cerh/ta’dîl ifadeleri birbirinden farklıdır. İkisi “metrûk” iken,
biri “sika” dır. Juynboll sözkonusu onüç râvînin “dedelerinin” isimleri, künye
ve lakapları, kabile ve şehir nisbeleri ile cerhtadil derecelerindeki farkları
da görmezden gelmiştir. Eğer herbiri diğerinin yerine kolayca
kullanılabilseydi, adâlet ve zabt yönünden de birbirlerine denk görünmeleri
gerekmez miydi? Nitekim Hafs b. Ömer’ler arasında Buhârî’nin (Ebû Dâvud ve
Nesâî ile birlikte) hadis aldığı yalnız bir râvî varken, üçünden sadece Ebû
Dâvud, altısından sadece İbn Mâce, birinden sadece Nesâî, birinden sadece
Tirmizî, kalan birinden de Ebû Dâvud ve Tirmizî birlikte rivâyette
bulunmuşlardır. Dolayısıyla râvî isimlerindeki benzeşme, mantığa aykırılık
arzetmediği gibi; teknik açıdan da benzer isimlerin (karıştırılma olasılığı
varsa bile) uydurulma olasılığı yoktur. Bugün Türkiye çapındaki ondört ayrı
üniversitede tez vermiş ya da öğretim üyesi olan yirmi küsur adet “Mehmet
Aydın” (ki bunların 56’sı İlâhîyat kökenlidir) hocaları, öğrencileri ve
eserleri ile birlikte Yükseköğretim Kurulu tarafından ayırdedilebiliyor ve
karıştırmadan kayda geçilebiliyorsa, ricâl alimleri de o dönemde buna aynı
oranda muktedir idiler.
Bu
vesileyle, isim benzerliğinin şaşırılacak bir şey olmadığını göstermesi
bakımından, Güney ve Kuzey Kore’deki isimlendirme usûlüne dikkat çekmek
isteriz. Önce tek heceli soyad, ardından iki heceli ad’a sahip toplam nüfusun
(yaklaşık 70 milyon) %21’i “Kim” soyadına, %14’ü “Yi” (veya Lee, Rheee), %8’i
ise “Park” (veya Pak) soyadına sahiptir.
Soyadından sonra gelen şahıs adlarındaki benzerlik oranı ise muhtemelen
yine çok yüksek rakamlara ulaşmaktadır. Şimdi soralım: “İstediğimiz şahsa ve
bulunduğu adrese ulaşma konusunda, modern Seul’ün merkez postahanesindeki bir
telefon defteri mi, yoksa Ricâl Tabakâtına ait klasik bir kaynak mı daha az
problem çıkarır?”
Konunun
devamında Juynboll, “kırkelli yıl içerisinde tabakât kitaplarında Hafs b. Ömer
sayısının birdenbire onyedi katına çıktığını ispat sadedinde İbn Sa’d’da bu
ismi taşıyan sadece iki kişi olduğunu, yeni râvî icâdından ise müteahhirûn
ricâl âlimlerinin sorumlu tutulacağını” söyler (s. 177179). Oysa bizim
tedkîkimize göre İbn Sa’d’ın Tabakât’ ında on ayrı “Hafs b. Ömer”
bulunmaktadır. Juynboll Medine kökenli
hiçbir “Bişr” yokken, onyedi Bişr’in Basra’da faaliyet göstermesini de problemli
bulur. Halbuki aralarında Bişr b. Âsım gibi Tâif’li olan, Bişr b. es Sirrî gibi Mekke’ye yerleşen ve Bişr b. Ubeys gibi Hicaz’a yerleşen râvîler de vardır. Esasen belli isimlerin
belli bölgelerde zamana göre artıp eksilmesi konusu bir hadis uzmanının değil,
bir sosyal antropoloğun çalışma sahasını ilgilendirir. Nitekim Tehzîb’ den
“Beşîr” ve “Büşeyr” maddesine baktığımızda, Basra’lı ve Medîne’li râvîlerin
sayısının birbirine eşit sayıda olduğunu görmekteyiz. Ayrıca bu insanların
hangi muhaddislerden hadis aldıkları da çok önemlidir. Doğduğu yerden çok
uzakta, başka bir şehirde yaşayıp orada ölen yüzlerce râvîye rastlamak
mümkündür.
c. Zührî Örneği
Bazı
bölümleri atlayarak Juynboll’ün “Zührî Örneği”ne geçebiliriz. O “mükemmel bir
anahtar kişilik” olarak gördüğü Zührî hakkında şöyle der:
“Tehzîbde
ifade edildiğine göre Zührî’nin rivâyet ettiği varsayılan hadislerin toplam
sayısı 2200’dür. Bundan sadece birkaç on yıl sonra yaşamış olan râvîlere
atfedilen onbinlerce hadisle kıyaslandığında bu sayının oldukça mü tevazi
olduğu görülür... Özel olarak yapılan Tehzîb istatistikleri, Zührî’nin sözde
şeyhlerinin sayısının 214 olduğunu ortaya çıkarmıştır.... Tam olarak doğruluğu
ispatlanamasa da bu rakamlar, Zührî isimli bir kişinin etrafında hadis
rivâyetiyle ilgili bir faaliyete işaret etmektedirler... İsnadlarda çok sık
karşılaştığımız Zührî isminin birden fazla kişiyi temsil ettiğini ispatlamak
mümkün olursa, o zaman bu hadis faaliyetinin tarihsel olasılığı artacak,
uyuşmazlığının bir kısmını ise kaybedecektir... Kısaca acaba Zührî birden çok
kişi midir? Bu konudaki ilk ipucu Mâlik b. Enes’e atfedilen bir rivâyetten elde
edilmektedir. Mâlik diğer tüm muhaddislerin aksine Zührî’yi İbn Şihâb ismiyle
zikretmeyi tercih etmiştir; oysa diğer tüm muhaddisler onu sadece ezZührî
olarak zikretmişlerdir. ..”.85
Bundan
önceki bölümlerde râvîlerin “isim” benzerliği üzerinde duran Juynboll, burada
her nedense birden “nisbe”ye geçiş yapmakta ve aynı “kabîle”ye mensup çok
sayıda râvî bulunmasını Zührî hadislerini devre dışı bırakacak bir neden olarak
görmektedir. Aslında bu konuda Juynboll’e verilebilecek en kısa cevap;
“Muhammed b. Müslim” ismini taşıyan başka hiçbir râvînin “Zühre” kabilesin
den
gelmediğidir. Muhaddisler nezdinde Zührî’nin de aralarında olduğu Şa’bî, Evzâî,
Şâfiî, Humeydî, Zühlî gibi nisbesiyle şöhret bulmuş râvîlerin aynı nisbeye
sahip olan diğer râvîlerle karıştırılması pek de kolay değildir. Biyografik
eserlerde râvî isimlerinin hoca ve talebeleriyle birlikte kayda geçilmesi bunu
imkansız kılar. Mizzî’nin Kabile, Belde, Zanaat vs.’ye Nisbetiyle Meşhur
Olanlar adıyla kitabının son kısmına koyduğu başlık konuyu daha da anlaşılır
kılmaktadır. İbn Hacer Tehzîb’ in aynı bölümünde “Nesâî” nisbesi için şöyle
demektedir: “Mutlak olarak zikredildiğinde kastedilen Sâhibü’sSünen Ahmed b.
Şuayb’dir”. Aynı durum hiç şüphesiz
“Zührî” ve “İbn Şihâb” için de geçerlidir. Tehzîb’de adı “Muhammed b. İsâ” olan
altı şahıs bulunmasına rağmen tek başına “Tirmizî” denildiğinde (bu nisbe yalnız
ona mahsus olmadığı halde) kastedilen bellidir. Aynı şekilde, onbeş adet
“Muhammed b. İsmâil” olmasına rağmen “Buhârî”, ve yirmiiki “Abdullah b.
Abdirrahman” olmasına rağmen “Dârimî” denildiğinde kastedilen de belli
kimselerdir.
Juynboll,
Zührî’nin rivâyet ettiği 2200 hadisi ondan altmış yıl sonra vefat eden bir
râvînin hadislerine kıyasla az bulmaktadır (s. 188). “Onbinlerce hadis” (the
tens of thousands of traditions) ile kastettiği, verdiği dipnottan anlaşıldığı
üzere, İbrâhim b. Sa’d b. İbrâhim ezZührî elMedenî (ö. 185/801 )’nin bir kitabıdır.
Buhârî’nin nakline göre İbrâhim’in yanında, İbn İshâk’tan, Meğâzî’si dışında
kaydettiği onyedibin ahkâm hadisi bulunmakta imiş. Bu sayıya sahâbe ve tâbiûn kavilleriyle (eser
ve haber’le) aynı metne sahip mükerrer isnadların da dahil olduğunu kabul etmemiz
gerekir. Zira sözkonusu kitabın kendisine de intikal ettiğini bildiğimiz Ahmed
b. Hanbel’e göre, tekrarlar
çıkarıldıktan sonraki ahkâmla ilgili “sahihmüsned” hadis sayısı 4400’dür.
Şu’be, Sevrî, Yahyâ elKattân ve İbnü’lMehdî de
aynı
görüştedir. İshâk b. Râhûye ise bu konuda 7000 küsur rakamını verir. Asırlar sonra Zehebî’nin tespiti de (ahkâma
dair olan olmayan) toplam merfû hadis sayısının 10 bine ulaşmayacağı
şeklindedir.
Anlaşılan
o ki, Juynboll “onbinler”den bahsederken, isnad sisteminin temel esprisini
kavrayamadığını gözler önüne sermektedir. Bir örnek vermek gerekirse, Ebû Bekr
elCevzakî (ö. 388/998)’nin Sahîhayn daki her bir hadise ait kendi senedlerini
verdiği (muhtemelen bugün kayıp kitaplar arasında yer alan) elMüttefak adlı
müstahrecinde toplam 25480 tarîk bulunmaktadır. Ama aslında, mükerrer isnadlar
çıkarılmış haliyle Sahîhayn hadislerinin sayısı yaklaşık 5650’dir. Kaldı ki İbrâhim b. Sa’d’ın kitabındaki
hadislerin kaynağı olan İbn İshâk için Buhârî, “bin kadar hadisin rivâyetinde teferrüd
ettiğini” söyler. Ahmed Hanbel’in ise, ahkâma dair hadisler konusunda onun
hadisleriyle amel etmediği nakledilmiştir.
Biz her halükârda İbrâhim b. Sa’d’ ın sözkonusu rivâyetlerinin, İbn
Şihâb ezZührî’den aldıklarıyla karıştırılmaması gerektiğini belirtelim. Ama her
nedense Juynboll, üstü örtülü biçimde, İbn İshâk ile İbn Şihâb rivâyetlerinin
sayısını birbirine karıştırmıştır.
Yeniden
başa dönecek olursak; Zührî’den gelen rivâyetlerin 2200 olduğunu söyleyen Ebû
Dâvud’dur. Ancak devamında, bu sayının ancak yarısının “müsned” olduğunu,
ikiyüz kadarının sika olmayanlardan alındığını, elli kadarının ise teferrüd
ettiği için ihtilaflı olduğunu söyler.
Üstelik Zührî’nin, İmam Mâlik’in amcası Nâfi’ b. Mâlik’le aralarında
geçen bir konuşma sırasında, “kendisine ulaşan hadislerin Hz. Peygamber (salla'llâhü
aleyhi ve sellem)’e ait toplam hadis sayısının ancak yarısı kadar olduğunu”
söylediğini de kaydedelim.
Juynboll,
Zührî’nin “sözde şeyhlerinin” sayısını 214 olarak verdikten sonra, kırk yıllık
bir zaman zarfında tek bir kişi tarafından birkaç yüz! şeyhten (a few hundred
masters) alınarak bundan daha fazla sayıdaki öğrenciye rivâyet edilen birkaç
bin hadisin varlığını imkansız bulur ve bu durumun ancak birden fazla sahte
Zührî ile açıklanabileceğini söyler (s. 188). Ancak Mizzî’nin eserindeki
ihtisar edilmemiş ayrıntılı listeyi tek tek saydığımızda, Zührî’nin şeyhlerinin
adedi (mürsel ve şüpheli olanlar dahil) 156, talebelerinin adedi ise yine 156
olarak karşımıza çıkmaktadır. Birkaç râvî, şeyh ve talebeler arasında ortaktır. Bunlara, Juynboll’ün s. 192193 [150154]’e
koyduğu dört şemada bulunup da Tehzîbde bulunmayan Zührî nisbeli râvîleri de
eklediğimizde, şeyhlerin sayısı altı, talebelerin sayısı ise bir adet
artmaktadır ki bu rakamlar, bir asır sonra “talebü’lilm” yolunda “rıhle”ye
çıkan muhaddislerin şeyh ve talebelerine oranla ancak %10 mesabesindedir.
Rakamlaraki
farklılık hangi oranda olursa olsun, meşhur hadis kitaplarına Zührî’den alınan
hadislerin; Süfyân b. Uyeyne, Evzâî, Yûnus b. Yezîd, Şuayb b. Ebî Hamze,
Muhammed b. elVelîd ezZübeydî ve İbn Ebî Zi’b gibi önde gelen tilmîzler
üzerinde yoğunlaştığına da dikkat çekmeliyiz. Biz Juynboll’ün şemalarında
özellikle altı çizili ve yanında + işareti bulunan Zührî’nin 39 akrabasını ayrı ayrı inceledik
ve bu akrabalarından yirmibir’i hariç diğerlerinin onunla hiç hadis alışverişi
yapmadığını, bir kısmının münker veya mechûl olduğunu, bir kısmının ise
yalnızca bir tek hadisinin bilindiğini tespit ettik. Tablodaki bu hassas
farklar, muhad dislerin “Muhammed b. Müslim b. Ubeydillâh b. Abdillah b. Şihâb
ezZührî”nin kimliğini, Zühre kabilesine mensup diğer şahıslarla
karıştırmadığının açık delîlidir. “Zührî” nisbeli çok insan varsa da, “Şekil
5”de görüleceği üzere “İbn Şihâb” ismini alabilecek ve hadis kaynaklarında adı
geçen sadece “üç kişi” bulunmaktadır. Bunlar da Zührî’nin babası Müslim,
kardeşi Abdullah ve Abdullah’ın oğlu Muhammed’dir (listedeki “İbrahim”
hatalıdır).
Juynboll’ün,
“Mâlik b. Enes dışında hiçbir muhaddisin Zührî’ye İbn Şihâb demediği” iddiası
(s. 188) ise temelsizdir. İmam Mâlik’in, tespit edebildiğimiz üç hocası da
(Eyyûb b. Habîb, Abdülmecîd b. Süheyl, Hâşim b. Hâşim) Zührî nisbesini
taşıdıkları için, muhtemel bir karışıklığı önlemek maksadıyla “İbn Şihâb” ı
tercih etmesi gayet mantıklıdır. Nitekim o, Abdurrahman b. Avf’ın yeğeninin
ismini, “Câbir b. elEsved ezZührî” şeklinde uzun haliyle verir. Sonraki musannifler ise, ya İbn Şihâb
ezZührî’den hadis alan bir sonraki râvî tarafından onun ismi isnad zincirinde
ne şekilde zikredilmişse buna uymuşlar veya iki şekilden birini tercih
etmişlerdir. Kimin kime hoca/öğrenci olduğu çok iyi bilindiği ve her râvînin
arşivi ayrı tutulduğu için, meşhur bir râvînin isminin birden fazla şekilde
zikredilmiş olması herhangi bir karışıklığa neden olmamıştır.
Bizim
tespitimize göre, Juynboll’ün iddiası aksine, Kütübi Tis’a’nın senedlerinde
2500 civarındaki “Zührî”ye karşılık 2000 civarında da “İbn Şihâb” geçmektedir.
Sadece Nesâî’nin elMüctebâ adlı Sünen’inde “İbn Şihâb” yerine daima “Zührî”
tercih edilmiştir. (esSünenü’lKübra da ise durum böyle de ğildir). Tasnif devri hadis kitaplarından, içinde
yanyana her iki kullanıma da rastladığımız bir çok örnek
bulmak mümkündür. Bu kitapların
tümünde, Muhammed b. Müslim ezZührî ile bir başka Zührî’nin karıştırılması
kolaylıkla önlenmiştir. Kütübi Sitte’de
İbn Şihâb dışında başka bir Zührî’den hadis alındığında, mutlaka o râvînin adı
farklı şekilde verilmiş, çoğunlukla nisbeyle birlikte isim de zikredilerek asıl
“Zührî” ile ayırdedilmesi sağlanmıştır.
Juynboll’ün
s. 192193 [150154]’te verdiği dört şemada bazı hatâ ve eksiklerin göze
çarptığını ve yanında + işareti olduğu halde Zührî ile alışverişi olmayanların
bulundu ğunu söylemiştik. Bu hatâların tafsîlâtına geçmeden önce, şahsî
tespitlerimizin, aşağıdaki tablolar ve dipnotlardaki kaynaklarla
karşılaştırmalı okunmasının daha sağlıklı olacağını okuyucuya hatırlatmak
isteriz:
“Şekil 4”ün solunda en alttaki Hâşim (ö.
144/761)’in hoca/talebeleri arasında Zührî yoktur. Şemada onun babası olarak
görünen ikinci “Hâşim”in varlığı şüphelidir.
Dede Hâşim (ö. 37/657)’in altında ise Abdurrahmân isimli bir oğul ve
Sa’d isimli bir torun daha olmalıydı.
Dede Hâşim’in ikinci oğlu Hafs “mechûl” bir râvîdir ve Ebû Dâvud’un
Sünen’inde zikredilen bir tek hadisi mevcuttur.
Sa’d b. Ebî Vakkâs’ın oğulları arasında en başta verilen “Hafs” ismi
yanlıştır; tabakât kitaplarında böyle birinden sözedilmemektedir. Mus’ab ise
Zührî’nin şeyhi değildir. Zührî, Mus’ab’ın kardeşi Muhammed’in oğlu İsmail’den
hadis almıştır. Muhammed’in ikinci oğlu İsmâil’in de Zührî ile temâsı yoktur.
Sa’d’ın oğullarından Ömer (ki Zührî’nin şeyhi olduğu halde yanında + işareti
yoktur)’in iki oğlundan biri olan Hafs’ın altına, Ebû Bekr adında bir oğul,
Abdülmelik, Saîd ve Abdullah isimli üç torunun kaydedilmesi gerekir di. Yine Sa’d’ın oğullarından ve Zührî’nin
şeyhlerinden olan Âmir’in oğlu Dâvud’un Zührî ile ilgisi yoktur. İshâk’ın iki
oğlundan biri olan Eş’as’ın da Zührî ile ilgisi yoktur. Dedesinden “mürsel” olarak
naklettiği bir rivâyet Kütübi Sitte içerisinde sadece Ebû Dâvud’un Sünen’inde
(no. 2775) bulunmaktadır. Son olarak; Sa’d b. Ebî Vakkâs’ın torunu Hatice,
sadece babası Abdullah’dan hadis almış olup, kendisinin tek râvîsi Yûnus b.
Humrân’dır. Talebeleri arasında Zührî yoktur.
“Şekil
5”in sol tarafında Zührî’nin kardeşi Abdullah’ın oğlu olarak gösterilen
“İbrâhim” isimli bir râvî kaynaklarda geçmemektedir. Avf’ın üç oğlundan biri
olan elEsved’in ise (daha önce Muvatta’da uzun şekliyle isminin zikredildiğini
belirttiğimiz) Câbir adında bir oğlu olması gerekirdi. Şemada elEsved’in oğlu
Muhammed olarak verilen şahıs ise, Sa’d b. Ebî Vakkâs’ ın azadlı kölesidir ve
Sa’d’ın ümmü veled’i olan hanımdan hadis almıştır. elEsved’in torunu olarak görünen “Muhammed”
ise, Sa’d b. Ebî Vakkâs’ın kızının oğlu dur. elEsved’in oğlu olması muhtemeldir.
Dayısı Âmir’den hadis rivâyet etmiştir ve Zührî ile hadis alışverişi
olmamıştır.109 Avf’ın torunu Talha (ö. 97/716), Zührî’nin şeyhlerin dendir.110
Onun mevlâsı Abdullah b. Keysân’ın ise Zührî ile ilgisi yoktur. En sağda
Ezher’in oğlu olarak verilen Abdurrahman, aslında Zührî’nin şeyhlerindendir.
Onun oğlu Abdülhamîd’in ise Zührî ile hadis alışverişi olmamıştır. Zührî’nin
şeyhlerinden Kûfe valisi Abdülhamîd b. Abdirrahmân b. Zeyd b. elHattâb’ın ismi,
Juynboll’ü şaşırtmış olmalıdır.
1. “Şekil 6” da Abdurrahman b. Avf’ın
torunu olarak görünen “Abdülaziz” için İbnü’lKattân “hâli mechûldür” de
miştir.111 Ne Abdülaziz’in ne de kardeşi Hafs’ın Zührî ile bir münasebeti
olmuştur. Ancak Abdülaziz’in oğlu Muhammed, Zührî’nin talebesidir ve
“münkeru’lhadîs” bir râvîdir.112 Abdurrahman b. Avf’ın torunu Abdülvâhid’in
Zührî ile bir ilgisi yoktur. Bir diğer torun elHasan’ın ise bir râvîsi ve
bilinen bir tek hadisi mevcuttur.113 Onun kardeşi Abdülmecîd’in Zührî ile hadis
alışverişi olmamıştır. Abdülmecîd’in oğlu Muhammed’in ise hem Zührî ile ilgisi
yoktur, hem de tek bir hadis rivâyet etmiştir. İbnü’lKattân onun hakkında “lâ
yu’rafü” demiştir.114 Abdurrahman b. Avf’ın kızkardeşi Şifâ ile evli olan
Mahreme’nin oğlu elMisver (ö. 64/683) sahâbedendir ve öğrencileri arasında
Zührî yoktur. Aslında Mehreme “Şekil 4”te de görüleceği gibi Nevfel’in oğludur.
elMisver’in oğlu Abdurrahman (ö. 90/709) Zührî’nin şeyhi olmakla birlikte, onun
oğlu Ebû Bekr’in ve torunu Abdullah’ ın Zührî ile münasebeti yoktur.
2. “Şekil 7”'nin sol başında bulunan ve
Zührî’nin şeyhi olan İbrahim’in torunu Sâlim’in Zührî ile alışverişi yoktur.
Ebû Hâtim onun hakkında “lâ yu’rafü” dediği halde, Juynboll, ismin altını çizerek hadis
müdevvini olabileceğine işaret etmiştir.
İbrahim’in iki oğlu Sâlih (ö. 125/743) ve Sa’d (ö. 127/745) Zührî’nin
şeyhi iken, diğer oğulları el Velîd ve elMisver (ö. 107/725)’in talebeleri
arasında Zührî yoktur. Üstelik elMisver “mechûlü’lhâl”dir ve Nesâî’nin
Sünen’indeki bilinen tek hadisi (no. 4981) mürsel ve münkerdir. Biyografik eserlerde elMisver’in Sa’d isminde
bir oğlu, Muhammed isminde bir torunu ve Muhammed’in de yine Sa’d isminde bir
oğlu daha görünmektedir. Abdurrahman b.
Avf’ın torunu İbrâhim (ö. 185/801), yanında + bulunmamasına rağmen Zührî’nin
talebesidir. Sa’d’ın torunu Sa’d’ın, “İbrâhim” adında hadis râvîsi bir oğlu
yoktur. Onun yerine, Ebû Avâne (ö. 316/928)’nin şeyhlerinden biri olan “Ahmed”
(Ebû İbrâhim, ö. 273/886)’in ismi konulmalıydı.
Abdurrahman b. Avf’ın oğullarından olan Humeyd, Zührî’nin şeyhidir;
ancak Abdurrahman da dahil hiçbir oğlunun Zührî ile ilişkisi yoktur. Ma’n ve
oğullarının durumu da böyledir. Ebû Seleme, Zührî’nin şeyhi iken, oğlu Ömer (ö.
132/749) hem zayıf bir râvîdir hem de Zührî ile hadis alışverişi yoktur.
Bunlardan başka, Abdurrahman b. Avf’ın “Osmân” isminde bir oğlunun daha şemaya
eklenmesi gerekmektedir. Sa’d b. Ebî Vakkâs’ın torunu Eş’as’dan hadis rivâyet
ettiği bilinen Yahyâ b. elHasen b. “Osmân”ın tek hadisi Ebû Dâvud’un Sünen’indedir
(no. 2775). Osmân’ın oğlu elHasen’den,
elMisver b. Mahreme hadis almıştır. Ayrıca Yahyâ’nın da
“Saîd”
isminde bir oğlu daha vardır ki, hem dedesi el Hasen’den hem de amcası İbrahim
b. elHasen’den hadis almıştır.
Netice
olarak şunu belirtmeliyiz ki; şemalarda adı geçen Zührî’ler eğer birtakım
uydurma isimlerden ibaret olmuş olsaydı, İbn Şihâb ile “tam ya da yaklaşık
olarak ona muasır” olan bütün Zührî’lerin hoca/öğrenci münasebeti bulunması,
kabul görebilmek için haklarında menfî kanaat zikredilmemiş olması ve ana
kaynakların hepsinde (Juynboll’ün tabiriyle) “malum büyük muhaddisle
karıştırılması için” (s. 191) İbn Şihâb’dan toplamda “onbinleri” bulan çok
sayıda rivâyetin gelmesi gerekirdi. Ne var ki, muhaddisler her bir Zührî’nin
kaydını ayrı tuttukları için aradaki farklar silikleşmemiş, Zührî’ye ait
olmayan hiçbir rivâyet onun sanılmamış ve neticede Sünen sahibi Ebû Dâvud’a
kadar olan birbuçuk asırlık zaman diliminde derlitoplu hale getirilmiş Zührî
hadislerinin sayısı (merfûmevkuf) 2200’ü aşmamıştır.
“Zühre
soyuna mensup şahısların şahsiyetlerine gösterilen özel ilgi”ye dair küçük bir
örnek vermemiz gerekirse; Abdurrahman b. Avf’ ın torunlarından Abdülaziz b.
İmrân b.
Dolayısıyla;
“isim” uydurmak kolaysa da, “sicil” uydurmak mümkün değildir. Juynboll’ün
hesaplayamadığı temel nokta da kanaatimizce burasıdır. Juynboll, yukarıda
çelişkilerini ve çürüklüğünü gösterdiğimiz tezleriyle, doğrusu A’zamî’nin
Schacht için yaptığı şu değerlendirmeyi fazlasıyla
hak
etmektedir: “Schacht, ilk devir İslâm âlimlerinin isnad kullanmadaki
tekniklerini hayret verici bir şekilde anlamadığını kanıtlamaktadır”.123
Juynboll,
“Zührî” nisbesinin mutlak olarak kullanıldığında kime delâlet ettiğinin
bilinemezliğini ispat sadedinde şöyle der: “Ya’kûb b. İbrahim b. Sa’d b. İbrahim
b. Abdirrahmân b. Avf ezZührî’nin (ö. 208/823) öğrencileri arasında sadece
ezZührî olarak adlandırılan bir kişi görmekteyiz... Bu bile salt Zührî isminin
kullanımda kaldığını ispatlar” (s. 191). Bu cümle için düşülen 49 no’lu
dipnotta kaynak olarak Tehzîbü’tTehzîb gösterilmiştir. Elimizdeki baskıda
Ya’kûb b. İbrahim’in öğrencileri arasında tek başına “ez Zührî” diye zikri
geçen herhangi bir râvî yoktur. Ancak eserin eski baskılarında, Mizzî’nin:
“&T jij* u J'~ s” ibaresi, “ } j jtjt jı J” şeklinde tashîfe uğrayarak
“vav” harfi ile ikiye bölünmüştür. Juynboll de bu edisyon hatâsının kurbanı
olmuştur.124 Buhârî’nin elCâmiu’sSahîh’te kendisinden birkaç yerde hadis
rivâyet ettiği şeyhi olan Muhammed’i “Şekil 7”de babası Ğureyr ile birlikte
düzgün şekilde şemaya yerleştiren Juynboll’ün, sözkonusu tashîfin farkına
varmaması da ayrı bir gafletin eseridir. 49 no’lu dipnotta Juynboll, bir önceki
hatâsının üstüne bir hatâ daha ekleyerek, Affân b. Müslim’in bir öğrencisinin
de yine sadece “Zührî” nisbesiyle zikredildiğini söyler. Oysa Affân’ın 80’e
yakın râvîsi arasında bu şekilde kayda geçmiş biri yoktur. Yalnız “Muhammed b.
Yahyâ ezZühlî”! vardır.125 Şunu da belirtelim ki, İbn Hacer Tehzîbü’lKemâl’i
tehzîb ederken, Mizzî’nin alfabetik sırayla verdiği râvî isimlerinin bazılarını
almamış, aldıklarını da en kısa haliyle zikretmiştir. O tek başına “ezZührî”
dediğinde, sadece ve sadece İbn Şihâb’ı kasteder. Ancak Juynboll, bu gerçeğin
tersini ispatlamak adına cümlelerine şöyle devam
etmektedir: “Abdurrahman b. Atâ b. Safvân,
İmrân b. Ab dülaziz b. Ömer ve Abdullah b. Abdülaziz; bu üçünün herbiri
genellikle sadece Zührî ismiyle zikredilmiştir” (s. 191). İbn Hacer’in
Tehzîbü’tTehzîb’i ile Lisânü’lMîzân ını kaynak göstererek isimlerini verdiği bu
üç râvîye kısaca gözatalım:
1. İbn Hacer, Abdurrahman b. Atâ
ezZührî’den hadis rivâyet edenlerin isimlerini verdikten ve bunlar arasında
Muhammed b. Seleme’nin dayısı “(Hâlid b. Ebî Yezîd) Ebû Abdirrahîm”i de
saydıktan sonra, Nesâî’nin, Mûsâ b. A’yen < Ebî Abdirrahîm < Zührî <
Atâ b. Ebî Rabâh tarîkiyle Câbir b. Abdillah ve Câbir b. Umeyr’den gelen bir
hadis rivâyet ettiğini belirtir. İşte bu senedde mutlak olarak “Zührî”
kelimesinin geçmiş olması Juynboll için bulunmaz bir fırsat telakki edilmiştir.
Ancak o, İbn Hacer’in cümlesinin devamındaki ikinci tarîke hiç dikkat etmez.
Nesâî’nin büyük Süneni konuyu açıklığa kavuşturmak için yeterlidir. es
Sünenü’lKübm nın 8938 no’lu hadisinde senedi yukarıdaki haliyle verdikten
sonra, 8939 no’da aynı metni bu sefer Muhammed b. Seleme < Ebû Abdirrahîm
< Abdurrahman ezZührî < Atâ tarîkiyle verir. Böylece seneddeki Zührî’nin
kimliğini açıklığa kavuşturmuş olur.
Zaten İbn Hacer, daha sonra İbn Mende’nin de ilk seneddeki Zührî’nin,
Abdurrahman b. Atâ b. Safvân olduğunu söylediğini nakletmektedir. Ayrıca
rivâyet tekniği açısından oradaki Zührî’nin İbn Şihâb ezZührî ile
karıştırılması da mümkün değildir. Zira ne İbn Şihâb’ın talebeleri arasında Ebû
Abdirrahîm vardır, ne de Hâlid b. Ebî Yezîd’in şeyhleri arasında İbn Şihâb vardır.
Bu durum diğer örnekler için de aynen geçerlidir.
İmrân
b. Abdilaziz’i delil göstermesi ise, İbn Hacer’in Lisânü’lMîzân daki
cümlelerini tamamen yanlış anlamaktan kaynaklanmıştır. Orada İbn Hacer, Ya’kûb
b. Muhammed ezZührî < İmrân b. Abdilaziz < Ebû Ubeyde b. Muham med b.
Ammâr < Ammâr senediyle Câbir b. Abdillah ile Abdullah b. Avf arasında geçen
bir konuşmayı naklettikten ve böylece İmrân’ın şeyhleri arasında Ebû Ubeyde’nin
bulunduğunu gösterdikten sonra şöyle der: “ve ravâ eydan an Umera’bni Saîdin ve
Muhammedi’bni Abdilazîzi ani’z Zühriyy. Ve hüve İmrânü’bnü Ebî Sâbit, ve kad
merra. İntehâ”. (Aynı şekilde İmrân, Ömer b. Saîd ve Muhammed b. Abdilaziz
kanalıyla İbn Şihâb ezZührî’den hadis rivâyet etmiştir. O İmrân aslında daha
önce 992 no’da geçen İmrân b. Ebî Sâbit’tir).
İbn Hacer’in son cümlesi tartışmaya açık olmakla beraber, ilk cümle olduğu gibi Buhârî’den
alınmıştır. Dolayısıyla ibarede tek
başına verilen “Zührî”, İbn Şihâb’ın ta kendisidir. “Ve hüve” ile kastedilen,
bir kelime önceki Zührî değil, tercemesi verilen Zührî’dir.
2. Juynboll’ün üçüncü örneği de yine
“tahrîf ve tashîf” temelli bir dikkatsizliğin eseridir. Lisân’daki ibare
şöyledir: “Abdullah b. Abdilaziz elMedenî elLeysî. Ve hüve’z Zühriyy”. Zühre kabilesine mensup bir râvî olmadığında
şüphe bulunmayan bu râvî hakkında Buhârî, İbn Ebî Hâtim, İbn Hıbbân,
İbnü’lCevzî ve Zehebî gibi muhaddislerin kitaplarına baktığımızda, sözkonusu
ibarenin “ani’zZührî, ravâ ani’zZührî, yervî ani’zZührî” şeklinde geçtiğini
görü rüz. Kısacası “an”, “ve hüve”
okunarak hatalı basılmıştır. Abdullah b. Abdilaziz, Kütübi Sitte içinde
yalnızca İbn Mâce’nin Sünen’inde (no. 1718) kendisinden hadis alınan, ama aynı
zamanda İbn Şihâb ezZührî’nin de talebesi olan bir râvîdir. Juynboll’ün aynı
sayfadaki 53 no’lu dipnotta gösterdiği kaynaklar için de benzeri şeyler
sözkonusudur.
Meselâ
Târîhu Bağdâd’da Hatîb, Abdurrahman b. Avf’ın torunlarından Ali b. Muhammed (ö.
381’den sonra) adlı “kezzâb” bir râvînin hal tercemesini verirken, ondan gelen
iki müsned ve “mevzû” hadisi kendi şeyhleri Atîkî ve Tenûhî tarîkiyle, Ali b.
Muhammed’in ismini ve nisbesini vererek zikreder. Sonra da Tenûhî’nin şöyle
dediğini nakleder: “Zührî bu iki hadis dışında bize başka bir müsned hadis
nakletmedi”. Artık burada Ali b.
Muhammed’in kastedildiğine dair herhangi bir şüpheye mahal var mıdır? Aynı
sayfada birkaç kez geçen bir isim için bir yerde sadece nisbesinin
zikredilmesi, Juynboll için kaçırılmaz bir fırsat olarak değerlendirilmiştir.
Halbuki Hatîbi Bağdâdî az önce geçen cümlenin devamında da şöyle demektedir:
“Atîkî bize ondan bu iki müsned hadis dışında bir müsned hadis daha nakletti
ki, iki isnâdı olan bu hadisin ilkini, sadece bu yalancı Zührî’nin rivâyetinden
yazdım”. Görüldüğü gibi burada hicrî 124’de vefat eden İbn Şihâb ezZührî’den değil,
hicrî 400’e doğru vefat eden Kezzâb ezZührî’den bahsedilmektedir.
Juynboll,
sahâbeden Abdullah b. elErkam b. Abdi Yeğûs ezZührî’nin tamamen farklı birisi
olan elMisver b. Mahreme ezZührî ile “bazen karıştırıldığını”, bu durumun iki
ayrı ismin bazen Zührî diye zikredilmiş olmaları anlamına geleceğini söyler (s.
194). Dipnotta işaret edilen kaynağa baktığımızda İbn Hacer’in, Abdullah b.
elErkam’ın 62 yaşında ve hicretin 64. senesinde vefat ettiğini söyleyen İbn
Hıbbân’ın fâhiş bir hatâ yaptığını, zihninin
elMisver b. Mahreme’ye kaymış olabileceğini belirttiğini görürüz. Oysa Abdullah
b. elErkam, Hz. Osmân’ın hilâfetinde ve dolayısıyla hicrî 35’ten önce vefat
etmiştir. Gerçekten de “el Misver b.
Mahreme” maddesinde, onun hicretin ikinci senesinde doğduğu ve 64’te vefat
ettiği kayıtlıdır. elMisver’in yaşı ve
vefat tarihi üzerinde farklı rakamlar varsa da, iki râvî
arasındaki
benzerlik İbn Hacer’i böyle bir yorumda bulunmaya şevketmiş olabilir. Her
halükarda bu tarih hatâsı İbn Hıbbân’a aittir ve iki râvînin hadislerinin
birbirine karıştırılmasıyla hiçbir ilgisi yoktur.
Juynboll’ün
bundan bir sonraki paragrafta söylediklerinin ise konuyla herhangi bir
bağlantısını kurmak imkansızdır. Mizzî’nin “vehim” ve “anlamsız bir ziyâde”
olarak değerlendirdiği, Süneni Tirmizî'nin bugün elimizdeki nüshalarında
bulunmayan ve Ebu’lAbbâs elMahbûbî (ö. 346/957)’nin Tirmizî’den rivâyet ettiği
nüshada ismi geçen bir râvînin hocası hakkında değerlendirme yapmaktadır.
Sünen’de 3698 no’da kayıtlı olan bir hadisin senedi Ebû Hişâm < Yahyâ b.
Yemân < Benû Zühre’den bir şeyh < elHâris b. Abdirrahman < Talha b.
Ubeydillah şeklindedir. Ebu’lAbbâs’ ın nüshasında ise seneddeki Yahyâ b. Yemân
ile meçhul şeyh arasında yine bir meçhul “Şurayh” vardır. Mizzî’nin tenkid
ettiği şey, bu ilavedir.
Juynboll,
elHâris’in talebeleri arasında Zühre kabilesine mensup Safvân b. İsâ adlı bir
râvînin bulunmasından yola çıkarak “şeyhun min benî Zühre” denilen meçhul
şahsın kimliğini tespitte isabetli bir tahminde bulunur. Ancak son cümlesi,
konuyla tamamen ilgisiz bir hüküm taşımaktadır: “Bunun için bu Safvân, Zührî
olarak da bilinmektedir” (s. 194). Halbuki ortada mutlak olarak nisbesiyle
zikredilmiş bir “Zührî” yoktur. Tirmizî’nin “Benû Zühre’den bir şeyh”
şeklindeki sözünü son derece münasebetsiz bir noktaya çekmek istemiş ve böylece
Mizzî’nin bahsettiği “anlamsızlığın” bir diğer örneğini sergilemiştir.
Bu
sözlerinin arkasından Juynboll, sahte Zührî’lerin çokluğundan bahisle şöyle
der: “İbn Şihab’ın yüzlerce öğrencisi arasında, sonunda şeyhlerine atfettikleri
birtakım hadisler uydurduklarından şüphelenilebilecek çok sayıda kişi vardır.
Bu tarz öğrencilerin en enteresanları arasında Muhammed b. Yahyâ b. Abdullah
zikredilmelidir... Tehzîb’e göre o bazen, sırf Zührî hadislerinin rivâyeti
konusundaki şöhreti dolayısıyla Muhammed b. Yahyâ ezZührî olarak
adlandırılmıştır” (s. 194). Bu cümlede, kitabın genel karakterinin aksine,
Muhammed b. Yahyâ’nın ölüm tarihi (258/872) ve gerçek nisbesi olan ezZühlî
saklanmıştır. Zira “tarih” Muhammed b. Yahyâ’nın İbn Şihâb ezZührî’nin yüzlerce
öğrencisinden biri olmasının imkansızlığını ele verirken, “nisbe”, Nişapur’da
İmam Buhârî’yle “Kur’ân’ı telaffuz etmenin mahluk olup olmadığı” meselesi
yüzünden arası açılan ve İmam Müslim’i de bu yüzden kendine küstüren Zühlî’nin
Juynboll’ün iddiasına argüman olamayacak kadar meşhur bir muhaddis olduğunu
gösterecekti. Zühlî’nin tahrikleri
neticesinde Nişapur’u terketmeye mecbur kalan Buhârî, herşeye rağmen Sahîh’inde
ismini farklı şekillerde zikrederek onun 30 küsur hadisini kullanmıştır. Zührî’den gelen rivâyetleri en mükemmel
şekilde toplayıp kayda geçirdiği için, sadece Saîd b. Mansûr (ö. 227/842), oğlu
Muham med’in naklettiğine göre, ondan hadis naklederken “Haddesenî
Muhammedü’bnü Yahyâ ezZühriyy” dermiş. Ancak elimizde ilk beş cildi mevcut olan
Saîd b. Mansûr’un Sünen’inde öğrencisi Muhammed b. Yahyâ’dan alınmış herhangi
bir hadis bulunmaması, bunun bir “lakap”tan ve mecâzî bir tesmiyeden ibaret
olduğunu anlamaya kâfidir. Ayrıca meşhur hadis kaynaklarının hiçbirinde
“Muhammed b. Yahyâ ezZührî” isimli bir râvînin adı geçmemektedir.
Juynboll
57 no’lu dipnotta şöyle der: “Zuhrî’den geldiği iddia edilen hadisleri tedâvüle
çıkarmanın ne kadar kolay olduğunu görmekteyiz; zira Zührî’ye gelip, ‘bunlar
senin
hadislerindir’
diye bir ‘sahife’ gösteren herkes, otomatik olarak onları o şekilde diğer
insanlara rivâyet konusunda Zührî’nin onayını almaktadır. Zührî, bunu kontrol
etmemiştir. elHatîb’in ‘Zührî’ olgusuna yönelik kanaati, görünüşe göre bu
şekildedir” (s. 194). Konuyu Hatîbi Bağdâdî’nin el Kifâye sinden takip
ettiğimizde, Juynboll’ün Zührî’nin hadisci tarafını hafifseme adına işaret
ettiği bu tavrın, orada tam aksine “icâzet yoluyla hadis alma”nın geçerliliğine
delil mahiyetinde sunulduğuna şahit oluruz. Hatîb, icâzetle alınan hadislerin
“mürsel” ve “mechûl râvîden rivâyet” yerine geçtiğini söyleyenlerin
gerekçelerini yanlış bulduktan ve böylece konu hakkındaki kendi kanaatini
serdettikten hemen sonra, icâzeti kabul eden ve kullananlardan gelen bazı
haberler hakkında bir bab açar ve Hasanı Basrî ile Zührî başta olmak üzere
“icâzet” ve “münâvele”yi caiz gören mu haddislere ait rivâyetleri senedleriyle
sıralar. 2. ilâ 8. rivâyetler arasında, İbn Şihâb ezZührî’nin kendi hadis
kitaplarının birer kopyasını, alıp ondan rivâyet etmek üzere başkalarına nasıl
verdiğine dair icâzet örnekleri yer alır. Örneğin ilk üç örnek, Ebû Damra Enes
b. Iyâd (ö. 185/801)’dan naklen Ubeydullah b. Ömer b. Hafs (ö. 147/764)’ın
Zührî’nin yanındayken şâhid olduğu bir hâdiseyi haber verir ki birincisinin
tercümesi şöyledir: “İbn Şihâb’a kendi kitaplarından biri getirilirdi.
Sayfalarını çevirerek gözden geçirir ve: ‘Bu benim hadisimdir, biliyorum, onu
benden al!’ derdi”. Sözkonusu bölümde
müellif Hatîb; İbn Cüreyc, Mekhûl, Ebân b. Ebî Ayyâş, Hişâm b. Urve, Evzâî,
Yahyâ b. Ebî Kesîr, Leys b. Sa’d, Ubeydullah b. Ebî Ca’fer, Yahyâ b. Maîn, İbn
Ebî Zi’b, Şuayb b. Ebî Hamze, Mâlik b. Enes, Abdullah b. Vehb, Süfyân b.
Uyeyne, Süfyân es Sevrî, Şâfiî, Ahmed b. Hanbel ve İbn Huzeyme gibi alimlerden
getirdiği örneklerle, talebeye okuma veya ondan dinleme (semâ ve arz)
olmaksızın bir hadis kitabının rivâyet hakkını vermenin mümkün olduğuna işaret
etmektedir.
Juynboll’ün,
Hatîb’i de kendi fikrine ortak etmek istediği rivâyet ise şöyledir: “Süfyân b.
Uyeyne’den: Bir gün İbn Şihâb’ın yanındaydım. İbn Cüreyc, arkası önü hadisle
dolu 1/3 büyüklükte bir kağıt parçası ile çıkıp geldi ve: ‘Ebû Bekr! Bunu
senden rivâyet edebilir miyim?’ diye sordu. İbn Şihâb da ‘evet’ dedi. (Süfyân:)
Vallahi şimdi ben hangisine şaşıracağımı bilemiyorum...”.140
Ancak
Juynboll, bir sonraki paragrafı okumamış olacak ki; “elHatîb’in Zührî olgusuna
yönelik kanaati, görünüşe göre bu şekildedir” diyebilmiştir. Hatîbi Bağdâdî’nin
yukarıda tercümesini verdiğimiz münferit olayla ilgili sözleri şöy ledir:
“Süfyân, İbn Şihâb’ın kağıtta yazılı olanların kendi hadisi olup olmadığına
bakmayışına, İbn Cüreyc’in ise ondan icazet istemeyi uygun görüşüne hayret
etti. Muhtemelen İbn Şihâb kağıdı önceden biliyordu, hattâ belki de onu kendisi
yazmıştı. İşte bu yüzden bakmaya gerek görmedi. Ya da İbn Cüreyc’e olan
güveninden dolayı, onun ancak kendisine ait olan hadisler için icazet
isteyeceğine inanıyordu. Allahü a’lem”.141
Irak
ve diğer ilim merkezlerinden çok sayıda kişinin İbn Şihâb ve diğer Zührî’lerden
hadis dinlediklerini iddia ettiklerini öne süren Juynboll (s. 195), konuyu
bitirirken adeta kalemini kırar ve Zührî hakkındaki nihâî kararını verir:
“Kısaca
gerçek Zührî hadislerini, uydurma (fabricated) olanlarından ayırmak; ya da
benim iddiama göre, gerçek İbn Şihâb ezZührî hadislerini, muhtemelen yüzlerce
sayıdaki sahte Zührî’nin hadislerinden ayırmak bile artık mümkün değildir”.142
Ümmeti
Muhammed’in Muhammed’le bağlantısını kesmek adına zahmetli bir işe soyunan ve
kendisine kurban olarak da ilk hadis müdevvinini seçen Juynboll’ün, ulaştığı bu
kesin hükmü hangi temeller üzerine bina ettiği bir parça ortaya çıkmış
olmaktadır. Sadece küçük bir kısmını tahlîle tabi tuttuğumuz yukarıdaki
tespitlerinde Juynboll, kısmen ard niyetli kısmen dikkatsiz, ama tamamen
subjektif tavrıyla çok sayıda yanlışın altına imza atmıştır. Zaman zaman
“sistemi” anlayamamaktan (?) kaynaklanan hermenetik bir kriz geçirdiğini de
söyleyebiliriz. Ona göre hadis tarihi âdetâ, sahte metin ve isnadlarla,
sahtekâr râvî ve muhaddislerin ortak yapımı uzun soluklu karmaşık bir
senaryodan ibarettir. Geriye sadece, bunu kanıtlamak için satır aralarından
argüman toplanması ve “common link, partial common link, diving isnad, e
silentio” gibi türedi formüllerin üretimi kal maktadır.
Öyle
inanıyoruz ki, gerek adına Hadis Tarihinin Yeniden İnşâsı denilen Muslim
Tradition’ ın her bölümü ve gerekse konuyla ilgili diğer makaleler cümle cümle
mercek altına alındığında, Juynboll’ün ilmî tezlerinin gerçek değeri
anlaşılacak, oryantalist mesainin önde gelen çağdaş temsilcilerinden birinin
neyi “inşâ” neyi “imhâ” gayreti içinde olduğu ve seleflerine kıyasla hangi
konuda “gelişme” kaydettiği iyice bilinecektir. “İlmî uyanıklığın” bir gereği
olarak, tedkîki haber ve ta’mîki nazar süzgecini layıkıyla çalıştırmadan, doğru
ile yanlışı ayırıp hakikate erebilmeye imkân olmadığının farkındayız. Ancak sözkonusu uyanıklığın, araştırıcının
ruhunda derin ve acılı izler bırakacak riskli bir yanı da vardır. Caetani’ye
reddiye yazabilmek için ömrünün beş yılını tüketen, hattâ bu nedenle ciddî şekilde
rahatsızlanan ve doktorlar tarafından kendisine yüzde on yaşama şansı verilen
merhum Mustafa Asım Köksal (ö. 1998)’ın şu anekdotunu kaydetmeliyiz: “Bu adam
benim ahlâkımı bir tek hususta
bozdu.
O da, en dürüst kimseler dahi olsa, söylediği ya da yazdığı şeyin ‘aslını’
görmedikçe inanamıyorum”.
Son
birkaç söz
Ele
aldığımız örnekler; dinler, toplumlar ve kültürler arası bir mücadelenin
bilimsel platformdaki uzantısı diyebileceğimiz “akademik oryantalizm”in,
Doğu’ya yön veren fikriyât ve külliyâta bakışıyla oluşmuş dokularına uygulanan
küçük bir cerrâhî operasyon; bir kesit biyopsisi olarak değerlendirilmelidir.
Klasik kitaplarımızdaki “ve kıs aleyhi’l bevâkî” formülünü burada da işletmek
yanlış olmasa gerektir. Benzer yöntemle Goldziher ve Juynboll’e ait eserlerin
bütününü taradığımızda, karşımıza nasıl bir tablo çıkacağını şimdiden
kestirebiliyoruz.
Son
yıllarda yeni bir disiplin olarak bilim câmiasına teklif edilen
“oksidantalizm”i anlamı, anlamlılığı, gâyesi ve meşruiyeti hala tartışılmakta
ise de oryantalizmi tanıma safhasındaki İslâm dünyası için şimdilik uzak bir
hedef olarak gördüğümüzü belirtmeliyiz. Zira İstişrâk’a yönelik kapsamlı bir
tenkid ve kritik faaliyeti [:hesaplaşma] tamamlanmadan doğrudan İstiğrâb
evresine geçiş yapmak, meydan okuyan tarafın kendini kolay yoldan empoze etmesi
için bulunmaz bir “buluşma” fırsatına dönüşebilir ve “yeni bir güç dengesi”
inşa etme girişimi yeni bir teslimiyetle sonuçlanabilir. Müsteşriklerin
eserlerini iyice tanımayan, hatâlarını, göz boyamalarını, zaaflarını, eksik
yanlarını ve handikaplarını bilmeyen donanımsız bir müslüman araştırmacının,
ilk buluşmada karşı tarafa temennâ etmekten başka söyleyecek neyi olabilir?
Suskun kalmak yerine, susturabilmek için hangi kozu kullanabilir? Meydan
okumaya karşı ne tür bir stratejiyle ayakta durabilir? Eğip bükmeden söylemek
gerekirse; bilimsel arenada cereyan etmekte olan bu çatışmanın, savaş
meydanındaki mübârezeden hiçbir farkı yoktur.
Kanaatimizce “müdafaa yerine canlı taarruza” geçmenin öncü hamlesi “eleştiri”dir. Bunu
neyin tetiklediği (duygusallık, tepkisellik, mağduriyet psikolojisi, savunma,
önyargı, reaksiyon, hamâset v.s.) üzerinde durarak yüzeyde oyalanmak yerine,
doğrudan derin dalışa geçmek; neler olup bittiğini dokunarak ve hissederek
bizzat test etmek daha faydalı sonuçlar üretecektir.
Öte
yandan mesele artık o kadar politize olmuş vaziyettedir ki, Doç. Dr. Recep
Şentürk’ün “istişrâk kurdu” M. Mustafa A’zamî ile yaptığı bir röportajın
satıraralarında bunu okumak mümkündür:
R.
Şentürk: Genel olarak İslâmî çalışmalarda müslümanların, oryantalistlerin
çalışmalarını ciddiye almalarını mı yoksa reddetmeleri gerektiğini mi
düşünüyorsunuz?
M.
A’zamî: Benim duruşum şöyledir: Uzun bir süre bu konuda yanıldım. Bu insanların
objektif ilim adamı olduklarını, birçok hatâ yapsalar da kötü niyetlerinin
olmadığını düşünüyordum. Bunca yıl çalıştıktan sonra, bunların politik
plânlarının olduğunu gördüm. Bin tane delil getirsen fark etmez. 40 yıldan beri
İngilizce ve Arapça makaleler yazdım, kitap üstüne kitap yayınladım. Arberry,
bu çalışmanın “modern zamanda bu alanda yapılmış en mükemmel çalışma olduğunu”
söyledi. Fakat ne bu kitap, ne bu kitabın buldukları, ne de vardığı sonuçlar
hiçbir zaman tanınma dı.148
Doğu’nun
doğrularına kulağını tıkamış, hatâlarını düzeltmek gibi bir endişe taşımayan,
üstelik bunları bilinçli olarak kuşaktan kuşağa aktarmaya çalışan bir istişrâk
hareketiyle karşı karşıyaysak, o zaman bu yanlışların, iyi niyetle
çalışıldığında düzeltilebilecek bir yetersizliğin sonucu olmadığını kabul etmek
durumundayız.149 Müsteşriklerin asıl amacı, başlangıçta olduğu gibi, kendi
dinlerini/dindaşlarını parçalanmaktan korumak ve sonra Şark’ın düşünce
dünyasına hükmetmekse, o halde müslüman akademisyenlere düşen ilk vazifelerden
biri de evlatlarını Garb’ın olumsuz etkisinden uzak tutmak olmalıdır. Zira
görünen o ki, oryantal taarruzda, müsâdemei efkâr olsun da ortaya bârikai
hakîkat çıksın şeklinde bir lükse yer yoktur.
Şu
durumda, şarkiyât eserlerinin Türkçe’ye kazandırılması ve neşri için ayrılan
kadar, bunların ilmî tenkîdi için de bütçe ve mesâi ayrılmasının, “Hz.
Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem)’in ümmeti üzerine mânevî bir borç
olduğunu” söylemekle konunun önemini herhalde abartmış olmayız. Zira, sadece birebir tercüme ile iktifa edip
akademik faaliyetin sonraki basamağına lüzum görmemek; okuyucuyu (bizim
konumumuzda: tecrübesiz İlâhîyat öğrencisini) çözümsüz problemler, cevapsız
sorular, küçümseyici iddialardan oluşan kargaşa ortamının içine terketmek demek
olur ki bu, şarkiyatçı gövde gösterisine sponsor olmakla aynı anlamı taşır.
Bizim zaten, bir çok bakımdan lüzumlu, ama içinde hatâlı bilgiler veya yanlış
fikirlerin bulunduğu bir “İslâm eserini” tek başına basmamaya özen gösteren bir
matbûât geleneğimiz yok FaK.rz'.ı.hm’Mü’
mudur? Kuşkusuz bu gelenek, gayrı müslimlerin
eserleri sözkonusu olunca, daha da büyük bir önem arzetmektedir. Altmış yıl
önce Muhammed Zâhid Kevserî (18791952), Ezher şeyhi Mustafa Abdürrezzâk
(18851947)’ın arzusunu yerine getirmek
üzere kaleme aldığı “Ezher’de Sünnet İlimlerinin İhyâsı” başlıklı raporunda
aynı şeyi şöyle ifade etmişti:
“Onuncu
[ve son] olarak; müsteşrik ve misyonerlerin hücumlarını gözetleyen bir komisyon
teşkil edilir. Bu komisyon, saldırganların verdiği zararı şumûllü
araştırmalardan sonra susturucu delillerle bertaraf etmek üzere Ezher’deki bir
başka husûsî salonda toplanır. Ezher mensuplarının bunların kitaplarından
yaptığı tercümeleri, ihtiva ettikleri bâtıl görüşlerin reddi tamamlanmadan önce
neşretmelerine mani olunur. Hatta bu reddiyeler, reddettikleri kitabın diliyle
te’lif edilir ve müslüman ülkelerde müslümanların lisânıyla neşredilmeden önce
onların ülkelerinde neşredilir. Neticesi daha sıhhatli ve faydası daha çok olan
yol budur”.
İddiayı
ve eleştiriyi, tezi ve antitezi, hatâyı ve tashîhi bir arada okumanın; özellikle
Temel İslâm Bilimleri sahasında gayret sarfeden yeni nesle dik bir duruş
kazandırmayı, kendini var eden temel kaynaklara özgüvenini artırmayı, istişrâk
hamleleriyle başa çıkmanın yollarını göstermeyi ve Batılı “çok bilmişlerle”
karşılaşmada onları nereden yakalayacak larını keşfetmeyi sağlamak gibi üstün
yanları bulunduğunu kabul etmeliyiz.
Müsteşriklerin
tepeden bakan müstağnî tavırları, çoğu kere, karşılarında güçlü bir muhatap
bulamayışlarından; serâzad davranışları, kendilerine çeki düzen verdirecek
düzeyde ilmî bir muhalefetle karşılaşmayışlarından kaynaklanmaktadır. Muhammed
Ebû Zehra (ö. 1974)’nın, Kahire Üniversitesi’nde İslâm Hukuku Profesörü olduğu
yıllarda “Livâü’lİslâm” dergisinde kaleme aldığı bir köşe yazısında naklettiği
şu hatırası bizim için dikkate değer bir örnektir:
“Biz
bu müsteşriklerin tâğutu Schacht’la Lahor’daki Büyük İslâm Konseyi’nde [1953]
karşılaştık. Saçmalıklarını anlatmak için bütün hazırlığını yapmıştı. Fakat
bizi kıymetli dostlarımızla birlikte görür görmez öyle bir firar etti ki; sözde
araştırmasını geri çekti ve ilk uçağa binerek, yarasanın gün ışığından kaçtığı
gibi kaçtı. Karanlıkta yaşayanın, güneşin parıldadığı gündüz aydınlığında
yaşaması mümkün değildir”. 1950’li yıllarda cereyan eden bu hâdisenin,
günümüzde benzerleri yok değildir. Mâlikî Fıkhı üzerine yaptığı çalışmalarıyla
oryantalistler arasında önemli bir yeri olan Dr. Miklos Muranyi,* Hadis şarkiyatçılığının İsrail’deki öncüsü
M. J. Kister’in 70. yaş günü hatırasına kaleme aldığı; “Medîne fıkıh ekolünde
erken dönemde hadis uydurulduğuna dair eski bir vesîka” adlı makalesinde, İmam Mâlik’in kızkardeşinin oğlu İsmail b.
Ebî Üveys (ö. 226/841)’in “Me dine’liler bir konuda aralarında ihtilafa
düştükleri vakit, ben bazen onların önüne hadis koyardım / onlar için hadis
uydururdum cümle sini delil olarak ortaya atmış, M. M. A’zamî de altı ayrı
yazma nüshaya dayanarak 2005 yılında yayınladığı sekiz ciltlik Muvatta neşrinin
mukaddimesinde onun bu iddalarına cevap vermiştir. Ancak konu bir süre sonra A’zamî’nin tahkîkinde
kalmayarak dünyanın dört bir yanından binlerce araştırmacı, öğrenci ve
akademisyenin iştirak ettiği Mültekâ Ehli’lHadîs forumlarına taşınmış;
Mültekâ'nın Mayıs 2004’ten bu yana aktif üyelerinden olan ve “3 4A—il”
kullanıcı ismiyle tanınan Miklos Muranyi’ye yönelik reddiyeler yazılmış,
karşılıklı tartışmalar yaşanmıştır. İşte bunlardan biri, 36 Şubat 2006
tarihlerinde “Ebû İslâm Abdü Rabbih” müs tear isimli Usûli Fıkh branşında uzman
bir araştırmacının gönderdiği emek mahsulü eleştiri mesajlarıdır. İbn Ebî
Üveys’in cerhta’dîl imamları nezdinde sika ve âdil bir râvî olduğunu
delilleriyle gösterdiği yazısında, Ebû Bekr el Berkânî’nin Süâlâtında
Dârekutnî’nin Nesâî’den aktardığı yukarıdaki cümlede geçen “edau”nun “ekzibü”
anlamına gelemeyeceğini örneklerle ispat etmiştir. Sözlerinin sonunu: “Allah
Teâlâ’nın dînimizi böyle tenkidçi seçkin âlimlerle nasıl koruduğunu şimdi
anladın mı üstad Muranyi?” diyerek bağlayan ve cevap bekleyen Ebû İslâm’a
karşılık olarak Muranyi, Goldziher’in yüzüğünde yazılı iki kelimelik şu âyetle
cevap vermeyi ve susmayı yeğlemiştir: “Fesabrun cemîl”.
Özellikle
bu örnek, karşılıklı mücadeleyi günün şartlarına uygun bütün ilmî platformlarda
sürdürmenin gerekliliğini ve yararlılığını göstermek dışında, modern
müsteşriklerin (en azından bir kısmının) Muranyi’nin şahsında temsil edilen üç
önemli vasfını ortaya koymaktadır: Karşı tarafın diline ve kaynaklarına
hâkimiyet, muârızıyla her ortamda tartışabilme cesareti ve doğrularını sonuna
kadar savunan inatçı bir duruş. Bizde bunların hangisinden ne kadar eksik
olduğunu okuyucunun takdirine bırakıyoruz.
İstişrâk
ile istişhâd etmenin sakıncalarından bahsetmişken değinmeden geçemeyeceğimiz
bir başka konu da kendi “özeleştiri”mizdir. Zira yabancı ve yalancı fikirlerin
istilâsına karşı uyanık olmaya çalışırken gözümüzden kaçan; umursamazlıkla
karışık dikkatsizliğimizdir. Hakîkatin peşinde koşması gereken
akademisyenlerimizin, acelecilikten ya da üstünkörü araştırmadan kaynaklanan
hatâları bile, dînin ve toplumun geleceği için ciddî birer tehdit
sayılmalıdır. Kendimize, sonraki
nesillere “yanlışı doğrusundan çok” ilmî bir miras bırakmanın manevî vebâlini
taşıyıp taşıyamayacağımızı sorma ve mesuliyet yükümüzün kalibresini sorgulama
erdemini gösterebilmeliyiz. Küçük küçük “zelle”lerin birleşe rek zelzelelere;
büyük ve yıkıcı sarsıntılara sebebiyet verebileceğini hesap edebilmeliyiz.
“Zelletü’lâlim zelletü’lâlem” (âlimin hatâsı, âlemin hatâsıdır) sözü bu yüzden
söylen
miş;162
“Zelletü’lâlimi ke kesri’ssefîne” (âlimin hatâsı, gemiyi delmek gibidir) sözüne
bu yüzden gerek görülmüş. Hz. Ömer,
âlimin hatâsını, dîni yıkacak olan üç tehlikenin başına yerleştirmişse
eğer, o halde dînî ilimlerin ihyâsına
talip olanlar, “Bugün hiç gemi deldin mi?” suâliyle yüzleşmeyi günlük
vecîbeleri arasına almalıdırlar. Kanaatimizce istişrâk’a direnmenin ve onu
eleştirmenin yolu, sözkonusu muhâsebeyi yapmaktan geçmektedir. Son sözü,
Muhammed’e (salla'llâhü aleyhi ve sellem) indirileni Ümmeti Muhammed’in en iyi
bileni İbn Abbâs (r.a.) söylesin:
“Kulları
içinden ancak âlimler, Allah’tan gereğince korkar” (Fâtır, 35/28)