Hazırlayan: Hamide ULUPINAR
EBÛ MEDYEN EL-MAĞRİBÎ’NİN YAŞADIĞI DÖNEM
A- SİYÂSÎ DURUM
Ebû Medyen el-Mağribî’yi daha iyi tanıyabilmek için yaşadığı asırda Kuzey Afrika ve Endülüs’ün içtimâi yapısını şekillendiren siyaset ve kültür olaylarına bir göz atmak gerekir. Bu sebeple burada Kuzey Afrika’nın ve Endülüs’ün Müslümanlar tarafından fethedilişinden ve kurulan devletlerden kısaca bahsedeceğiz.
Afrika'nın İslâmiyetle ilk teması Birinci ve İkinci Habeşistan hicretleriyle (5-6/626, 627) olmuş, daha sonra Hz. Ömer devrinde (12-23/633-643) Amr b. el-Âs tarafından Mısır’ın fethedilmesiyle de (20/640) kıta toprakları, Müslümanlara açılmış oldu. Hz. Osman devrinde (23-35/643-655) fethedilen Kuzey Afrika, Mısır vilâyetine bağlandı ve valiliğe Abdullâh b. Sa’d b. Ebî Şerh getirildi. Muâviye b. Ebî Süfyan devrinde (40-60/660-679) Ukbe b. Nâfi’in Kuzey Afrika’ya yaptığı yeni seferler neticesinde Berberiler, İslam’a girmeye başladılar. Emevi halîfesi Velîd b. Abdilmelîk devrinde (85-96/704-714) Mûsâ b. Nusayr, Kuzey Afrika vâlisi oldu ve kumandanı Târik b. Ziyâd, Tanca’ya kadar gitti. Bu fetihlerle bütün Kuzey Afrika, Bizans egemenliğinden çıkıp İslâm hâkimiyetine girdi.
İslam hâkimiyetinde Kuzey Afrika’da kurulan ilk devlet, 132-350/749-961 yılları arasında Cezâyir’de hâkimiyet sürdüren Rüstemîler devletidir. Devletin kurulması, Mağrib’in dînî ve siyâsî tarihinin en önemli hadiselerinden biridir; çünkü bu, Müslümanların güçlü bir biçimde Kuzey Afrika’da yerleşmelerini sağlamakla kalmadı, Emevi soyundan gelen Abdurrahmân’ın Endülüs’te güçlü bir biçimde yerleşmesine imkân sağladı. Rüstemîler Devleti’nin kuruluşunun hemen akabinde Merâkeş’te (Marrakesh) İdrisîler Devleti kuruldu ve 134-422/751-1030 yılları arasında varlığım sürdürdü.
Aynı yıllarda Emevi halîfesi II. Mervan'ın Zap suyu muharebesinde yenilmesi sonucu bütün Emevi toprakları Abbâsîler’in eline geçti (131/748). Abbâsîler ele geçirdikleri bu topraklarda Emeviler gibi idârî bir otorite kuramadıkları için merkezden uzak bölgelerde bağımsız devletler kurulmaya başladı. Bu dönemde Tunus’ta Ağlebîler (184-296/800-908), Fas’ta İdrisîler (172-375/788-985), Mısır’da sırasıyla Tolunoğulları (254-292/868-904), İhşidîler (325-358/936-968) ve Fâtımîler (297-567/909-1171) hüküm sürdüler. Fâtımîler, bir ara bütün Kuzey Afrika’yı birleştirdilerse de bu pek uzun sürmedi ve yerine Murâbıtlar Devleti (448-541/1056-1146) kuruldu.
İspanya’da Endülüs Emevi Devleti (138-422/755-1030), üç asır boyunca yüksek bir medeniyet ve güçlü bir otorite kurdu. Ancak II. Hişam döneminde karışıklıklar iyice arttı ve onun tahttan indirilmesiyle halk ayaklandı. Yirmi bir yıl süren bir anarşi döneminden sonra son Endülüs Emevi Halîfesi III. Hişam'ın ortadan kaybolmasıyla devlet yıkıldı. Endülüs Emevi Devleti’nin yönetiminde ortaya çıkan otorite boşluğunun doğal bir sonucu olarak her bölgede irili ufaklı yirmi küsür yerel hânedân bağımsızlıklarını ilân ettiler. “Tavâif-i Mülûk” adı verilen bu hanedanlardan bazıları şunlardır: İşbiliye (Sevilla) civarında Abbâdîler (413- 483/1022-1090), es-Sağru’l-A’lâ bölgesinde Tücîbîler, Hûdîler (431-536/1039-1141) ve Cehverîler (422-461/1030-1068), Tuleytula’da (Toledo) Zünnûnîler (406-477/1015-1084), Batalyevs (Badajoz) bölgesinde Eftasîler (412-486/1021-1093), Gımata’da (Granada) Zîrîler (400-482/1009-1089).
Bu dönemde Endülüs siyasî hayatının temel karakteristiği, emirlikler arasında yaşanan kıyasıya çatışmalar ve düşmandan birbirlerine karşı toprak-haraç karşılığında yardım almalar oldu. Bu durum, Müslümanların zayıf düşmesine sebep olurken; Hıristiyan İspanya devletlerinin de güçlenmesine katkı sağladı. Nitekim 478/1085 yılında Kastilya Kralı VI. Alfonso, Endülüs’ün en önemli ikinci büyük kenti olan Tuleytula’yı işgal etti. Bunun üzerine Müslümanlar, kendilerini Hıristiyan işgaline karşı korusun diye Kuzey Afrika’da bir imparatorluk kurmuş olan Murâbıtlar'ın hükümdarı Yusuf b. Taşfîn’den yardım istediler.
Murâbıtlar devleti, V/XI. yüzyılın ilk yarısında Abdullâh b. Yâsin (v. 451/1059) tarafından kuruldu. Devleti, Kuzey Afrika’nın batısı ile Müslüman İspanya sahasında elli yıldan fazla egemen oldu. Sahrâ çölünde yaşayan Sanhâce Berberilerinin güç birliği ve Mâlikiyye mezhebi ulemâsının ittifakı ile hâkimiyetini devam ettirdi. Abdullâh b. Yâsin’den sonra sırayla Yahya b. Ömer ve Ebû Bekir b. Ömer ve Yusuf b. Taşfîn halîfe oldular. Yusuf b. Taşfîn, Zellâka savaşında VI. Alfonso komutasındaki Hristiyanları yenerek Endülüs’te emniyeti sağladı (479/1086). 486/1093 senesinde ise Endülüs, Murâbıtlar devletinin bir eyaleti haline geldi. Yusuf b. Taşfîn’den (500/1106) sonra Ali b. Yusuf (500-537/1106- 1142), Taşfîn b. Ali (537-540/1142-1145) ve İshak b. Ali (540-541/1145-1146) halîfe oldular. Murâbıtlar'ın 541/1146 yılında yıkılışıyla Endülüs’te siyasî birlik tekrar bozuldu ve “Tavâifü’l-Murâbıtîn” diye adlandırılan küçük devletçikler kuruldu. Bir taraftan da siyasî parçalanma sonucu Hristiyan krallıkların hızla toprak kazanmaya yöneldiği böyle bir dönemde Endülüs’ün imdadına koşan bir başka Kuzey Afrika devleti Muvahhidler (540- 645/1145-1247) oldu.
Muvahhidler, Murâbıtlar'ın yanlış buldukları bazı uygulamalarını durdurmak amacıyla yeni bir ıslah hareketinin temsilcisi olarak Kuzey Afrika’da ortaya çıktı. Hanedanın kurucusu İbn Tûmert, din ilimlerinde sahip olduğu zengin birikiminin yanında eylemci kişiliğiyle de dikkatleri çekti. Gördüğü İslam’a aykırı uygulamalara, özellikle de Allah’ı insan şeklinde tasavvur eden Mücessime akidesine karşı çıkmayı ve bunları ortadan kaldırmayı hedefledi. Mevcut düzeni yıkıp yerine yenisini kurmak amacıyla etrafına çok sayıda taraftar toplayan İbn Tûmert (515-524/1121-1129), 515 yılı Ramazan ayında (Kasım 1121) mehdiliğini ilan etti. Bu hareket, yeni bir devletin kuruluşunun ilk adımını oluşturdu. Devletin resmen teşekkülü ise dokuz yıl sonra, onun ölümünün (14 Ramazan 524/21 Ağustos 1129) ardından halîfesi Abdülmü'ınin el-Kûmî (524-558/1129-1163) tarafından gerçekleştirildi. Devlete, İbn Tûmert’in mürîdlerine verdiği “muvahhid” adından hareketle Muvahhidler denildi.
Muvahhidler, Kuzeybatı Afrika ve Endülüs’e hâkim olan Murâbıtlara karşı silahlı mücadeleye başladı (517/1123). İbn Tûmert, Abdülmü'ınin kumandasındaki ordusunu Murâbıtlann başşehri Merâkeş üzerine gönderdi. 524/1129’da İbn Tûmert ölünce, halîfesi ve kumandanı Abdülmü'ınin, Muvahhidlerin lideri oldu. Abdülmü'ınin döneminde Muvahhidler, Tunus ve Fas’ı zaptedip, 556/1161 senesinde İspanya’ya geçtiler. İşbiliyye’yi başşehir yaptılar. Abdülmü'ınin 558/1163 senesinde İspanya’ya sefer hazırlığı yaparken hastalanarak ölünce, tahta, oğlu Muhammed geçti. Ancak kırk beş gün sonra tahttan indirilerek yerine, kardeşi Ebû Ya’kub Yûsuf (558-580/1163-1184) geçti. Ebû Ya’kub, İspanya’ya sefere çıktı ve 567/1171 senesinde Muvahhidler, bütün Endülüs’e hâkim oldular. Ebû Ya’kub 580/1184 yılında ölünce, yerine oğlu Ebû Yûsuf Ya’kub (580-595/1184-1199) geçti. Ülkede hükümdarın ölümünü fırsat bilerek isyanlar çıktı. Ebû Yûsuf, Benî Ganiyye isyanını bastırarak Kuzey Afrika’da (583/1187), Kastilya kralının yenildiği Erek zaferiyle de Endülüs’te kontrolü sağladı (591/1195). 22 Rebîulevvel 595/1199’da Fas’ta vefat etti ve yerine oğlu Muhammed Nâsır Lidînillâh geçti (595-610/1199-1213). 607/1210’da yapılan Ikâb savaşında haçlılara ağır bir yenilgiye uğradı ve devletin çöküşü başladı. İktidara çok sayıda hükümdarın inip çıkması, mahalli yöneticilerin güç kazanmasına sebep oldu ve Muvahhidler, Hristiyanların Endülüs üzerindeki mücadelesiyle iyice zayıflayarak 667/1268’de Merînîler tarafından yıkıldı.
VII/XIII. asrın ortalarında İspanya’da Müslüman olarak sadece Gımata’ya sıkışmış (629-897/1231-1491) Benî Ahmer Devleti kaldı. 897/1491’de Benî Ahmer Devleti’nin yıkılışı ile İspanya’daki 781 yıllık İslam egemenliği sona erdi.
Ebû Medyen’in yaşadığı yıllar, Murâbıtlar devletinin sonlarından başlayarak Muvahhidlerin ortalarına kadar, yani Ebû Yûsuf Ya’kub döneminin sonuna kadardır. Zâten Ebû Medyen’in vefatından bir yıl sonra 595/1199’da Ebû Yûsuf Ya’kub el-Mansûr da vefat etmiştir.
B- DÎNÎ VE TASAVVUFÎ DURUM
l
Afrika’da tasavvufun önemine dair Şehbenderzâde’nin şu tesbitleri oldukça yerindedir: “Afrika’da tarîkatlerin büyük bir ehemmiyeti vardır. Bizdeki haline kıyasla Afrika’da tarîkatlerin hizmetleri, vazifeleri ve toplum üzerindeki büyük tesirleri asla takdir olunamaz. Doğuda şeriat âlimleriyle tarikat âlimleri arasında tezad ve rekabet bulunmakta olup, tarikat hiçbir zaman umûmî olmamıştır. Afrika’da ise vaziyet aksinedir. Tasavvuf, dînî mezheplerle pek güzel te’lif edildiğinden düşünürler, zâhir ve bâtın ehli adıyla iki muhâlif fırkaya ayrılmamıştır. Bu sebeple dînî ve içtimâi vazifelerin hepsi, tarîkatler tarafından İfa edilmiştir. Orada zâviye demek; mektep, yetimhâne, dârü’l-aceze, şefkat ve kardeşlik merkezi, hastahane demektir. Herkesin dînî, siyâsî ve içtimâi müracaat yeri zâvıyedir.”
Afrika’da tarîkatler ve tasavvufî hayat yaşamın bir parçasıdır. Afrika, tarîkatler coğrafyasıdır. Afrika halkları misyonerlik, sömürgecilik, emperyalizm, işgal, savaş, kıtlık ve açlık fecaatlerine rağmen halen kendi değerleri ile birlikte ayakta kalabilmişlerse bunu en çok yaşam kaynağı olarak gördükleri tarikat şeyhlerinin öncülüğüne ve rehberliğine borçlu hissetmişlerdir.
Kuzey Afrika’daki tasavvufî ekoller, zenci köleler için hayat kaynağı olmuştur. Her türlü hayat koşullarına uyabilmeleri, bu tarîkatleri, İslam öğretilerinin yayılmasında ideal araç durumuna getirmiştir. Bu bölgede tarîkatlerin müspet faaliyeti neticesinde kabileler arası çatışmaların önü kesilmiş, halklar ve akrabalar karıştırılmıştır. Bu yüzden batıklarca: “Afrika’da Ekvator bölgelerini İslâmlaştıran, tarîkatlerden biri değilse, mutlaka ötekidir.” denilmiştir. Ayrıca, Afrika’daki İslâmî ve tasavvufî hareketler, İslam dünyasının başka yerlerine göre daha fazla siyâsî ve daha çok direniş ruhluydular.
Ebû Medyen’in İlmî ve mânevî kemâlâtmı gerçekleştirdiği dönem, Magrib’in batısında derinlikli sosyal değişimle siyasî boşluğun yaşandığı bir süreçtir. O dönemde, Hıristiyan güçler tarafından işgal edilen Müslüman İspanyasından daha fazla acı çeken bir coğrafya yoktu. Otoritesini giderek kaybeden Emeviler arasında birbirlerine karşı soğuk tutum sergileyen etnik zümrelerce her geçen gün artan isyan girişimleri, bölgenin sosyal ve entelektüel yapısında büyük değişimlerin yaşanmasını zorunlu kılıyordu.
Endülüs Emevi Devleti, 422/1030 yılında yıkılınca çözülme başlamış, Kuzey Afrika’daki Müslüman devletler Endülüs’ü muhafazaya çalışmış, oradaki medrese ve zâviyelerin fonksiyonunu ise Mağrib üstlenmiştir. Mağrib’de tekke ile medresenin içiçe olması, teori ile pratiğin birlikte yürümesini sağlamış; eğitim ve öğretimin câzibesini artırarak seviyesini yükseltmiştir. Hatta daha iyi eğitim ve öğretim görmek için iç çekişmelerin yaşandığı Endülüs’ten ve Afrika’nın muhtelif yerlerinden buraya gelenler olduğu söylenebilir. İşbiliyye’de doğan Ebû Medyen, böyle bir maksadı da göz önünde tutarak Endülüs’den Mağrib’e gelmiştir.
Endülüs’ün o dönemdeki sosyal durumu hakkında Comel şöyle demektedir: “V/XI. yüzyıldan itibaren Kuzey Afrikalı Berberî göçmenlerle, ihtidâ eden İber yarımadası halkları siyasî mevkiler edinmeleri, ticarî ilişkilerde bulunmaları ve birbirleri arasında evlilik bağının kurulması sonucu yerli Arap toplumla asimile olmaya başladılar. Bu entegrasyondaki yavaş ve amansız devam eden süreç, Endülüs’ün güney ve doğusundaki etnik yapıyı olumsuz yönde etkiledi. Artık tarihe gömülen Emevîler döneminde asırlardır dînî ve siyasî otoriteyi tekellerinde bulunduran Suriyeli ve Yemenli aileler, sahip oldukları siyasi ve entelektüel hâkimiyetin sessizce ellerinden gittiğini idrak etmeye başladılar. Bu krizlerin üstesinden gelmeye çalışan daha çok Arap asıllı âlimlerden oluşan elitler, eski toplumsal ve hukuksal metotları kullanarak ayrıcalıklarını sürdürmeye çalıştılar. Bu elitler, Eş’ariyye kelâmı ve Mâlikiyye hukukunun kalıpları çerçevesinde ve dar görüşlü bakış açılarıyla geleneksel dokuyu bir süre korudular. İslam toplumunda adaletin sağlanmasına gayret ettiler. Endülüs coğrafyasına özgü bir kelâmî düşüncenin oluşmasına karşı çıktılar. Şark İslam dünyasında benimsenen hukuk normlarını aynen sürdürmeye çabaladılar. Ama yeni nesil, din anlayışında yeni yaklaşımlar sergileyen ve sosyal hayata aktif olarak katılan kesimlerin etkisi altında kalmaktaydı.”
Bu yeni kelâmî-fıkhî ekolün ilk temsilcileri, III/IX. yüzyılın sonları gibi erken tarihlerde Endülüs’e girmeye başlayan Şâfıî Fıkhı taraftarları idi. En önemli etki, Mâliki ulemâsının kendi hukuk sistemlerinde gerçekleştirmek istedikleri yenilikler için Şâfîliğin metodolojisini kullanmalarıydı. Bu şahsiyetlerin çoğu, iyi düzeyde tasavvuf düşüncesine sahiplerdi. Erken döneme ait isimlerden birisi, Madrid bölgesinden sosyal ıslahatçı şahsiyet olan Ahmed b. Muhammed b. Karlümân et-Talemankî’dir (v. 429/1037). Ahmed et- Talemankî, gençlik yıllarını Kurtuba’da (Cordova) geçirdi. Hadis ve tasavvuf âlimi Ebû Ca’fer b. Avnillâh’ın yanında öğrenim gördü. Daha sonra şarka seyahat yaptı ve Medine’de Ebu’l-Kâsım el-Cevherî’nin yanında çalışmaya başladı. Mısırlı olan el-Cevherî’nin ailesi, Nûriyye tasavvuf ekolü ile irtibatlı idi. Ahmed et-Talemankî, İspanya’ya döndüğünde Kurtuba’da hisbe prensiplerini öğretmeye, İslam’a aykırı davranışları düzeltmeye gayret etti. Daha sonra cihat hareketlerine katılarak, Müslüman askerleri Kuzey Marches’ta Hristiyan güçlerine karşı savaşmaya teşvik etti. Son günlerini, doğum yeri olan Talemenka’da no (Talamanca) geçirdi.
Bir diğer tasavvuf ve kelâm âlimi ve Ahmed et-Talemankî’nin çağdaşı Ebu’l-Abbâs Ahmed el-İlbirî’dir (v. 429/1037). Kendisi aslen Elvira kentindendir. Hayatının büyük bir kısmım Gırnata’da geçirmiştir. Şair, filozof ve kelamcı özelliğine sahip biri olarak fukahâmn da sözcülüğünü yapmış bir hukukçudur. Ahmed el-İlbirî, aym zamanda Hâris el-Muhâsibî’nin er-Riâye li-Hukûkillâh isimli eserini Müslüman İspanya’ya sokan ilk kişidir.
Müslüman Şark dünyasında oldukça popüler olan Eş’ariyye kelâmı, Endülüs’e ilk defa Faslı hukukçu ve ahlâk öğreticisi Ebû İmrân b. İsâ el-Gafcûmî el-Fâsî’nin (v. 430/1038) etkisiyle girmeye başlamıştır. Kendisi, şarkın meşhur kelamcısı Ebû Bekir el-Bâkıllânî’nin (v. 403/1012) öğrencisi olarak tanınmaktadır. Fas kentinde Araplaşmış önde gelen Berberi bir ailenin ferdi olan bu güçlü sîmâ, kelâmî ve fıkhî öğretilerini sosyal reform politikaları ve güçlü zühdî tasavvuf anlayışları ile kaynaştırmıştır. El-Fâsî’nin Endülüs’teki en meşhur takipçisi, Fas kentlerinden Merâkeş’in güneyindeki Ağmât (Aghmat) ve Rîke’de (Ourika) 485/1092 yılında vefat eden Muhammed b. Sa’dûn el-Kayrevânî’dir. Afrika yerlisi olan el- Kayrevânî, Mekke’de tasavvufî eğitim almıştır. Eş’ariyye kelâmı ile usûli’d-dîn çalışmalarını Endülüs’ün Akdeniz kıyılarında yayan kişi olmuştur.
Mağrib’de zühd hareketinin ilk ortaya çıkışına ve ilk dönem Mağrib sûfîlerine dair bilgilerin azlığı ve ilgili belgelerin nadir oluşundan dolayı Mağrib tasavvufunun başlangıcına dair kesin yargıda bulunmamız mümkün olmamaktadır. Bununla birlikte tasavvufun ilk tezâhürünü, İslâmî fetih hareketlerinin başından beri gerçekleştirilen ibadet yerleri ve mescitlerinin inşasında, Berberî ve Arap zümrelerin din adına gerçekleştirdikleri cihat girişimlerinde ve Murâbıt kimliklerinde görmekteyiz. Hicri ilk iki asırda şarkta belirginleşen zühd hareketleri, Mağrib'de de tesir halkası oluşturmuştu. Zühd hareketinin Mağrib'de tanınması şarktan gelen heyetler ve şarka yolculukta bulunan Mağribli ziyaretçiler sayesinde gerçekleşmişti. Zühd hareketine dair anlatılanlar Mağriblilerce ortak kabul görmüştü. Özellikle Hâricîler, benimsedikleri ibadete düşkünlük, geceleri ihyâ, dünya ve dünyevî bazlardan kaçış gibi görüşleri ile zühd anlayışına yakın durmuşlardı. Hâricî anlayışların yanı sıra Mağriblilerin Resûlüllâh (salla'llâhü aleyhi ve sellem)’e ve Ehl-i Beyt’e muhabbet ve bağlılıkları ileri düzeyde idi. Bunun yanında sınır boylarındaki ribatlarda gruplar halinde yaşayan mücâhid zâhidlerin varlığından bahsedilmektedir. Bu dönemde dikkati çeken şey zühdle ilgili eser telif edilmiş olmasıdır. Yemen b. Rızk et-Tûtilî, bilindiği kadarıyla zühd alanındaki ilk eserin sahibidir. Ancak onun “ez-Zühd” adlı eseri siyâsî otorite tarafından zararlı olduğu gerekçesiyle yasaklanmıştır.
Tasavvufun Mağrib’e girişi V/XI. yüzyıl başları gibi oldukça geç dönemlerde gerçekleşmiştir. Bu da yaklaşık olarak Şark İslam dünyasından iki asır sonraya tekabül etmektedir. İlk Mağrib sûfîleri metafizik konularla ilgilenmekten çok zühd ve takvâ esasına ağırlık vermekteydiler. VI/XII. yüzyıldan itibaren ise Şark İslam dünyasındaki mutasavvıflara ve tasavvuf mekteplerine benzeyen yeni anlayışlar görülmeye başladı. Endülüs'ün önemli kültür merkezlerinde yetişen mutasavvıflar hem fıkıh, hadis ve kelâm bilgileri hem de tasavvuf ve felsefe bilgileri açısından güçlü bir konuma geldiler.
İslam dünyasının doğusunda olduğu gibi Endülüs’te de yeni sünnî ve şer’î tasavvuf anlayışı etkili oldu. Ebû Hâmid el-Gazâlî (v. 505/1111) ile ansiklopedik eseri İhyâu Ulûmi’d- Dîn büyük kabul gördü. Fas şehrinde ikamet ederken Ebû Medyen’in Gazâlî’ye ait fikirlerin çoğunu şeyhi Ali b. Hirzihim’den aldığını belirtmemiz yerinde olacaktır. Ali b. Hirzihim’in hocası ise ünlü Endülüslü Mâliki fakihlerinden ve muhaddislerden olan Ebû Bekir İbnü’l- Arabî el-Meâfırî (v. 543/1148) ve Suriye’de Gazâlî’nin yanında öğrenim gören amcası Ebû Muhammed Salih b. Hirzihim’dir. Klasik kaynaklar Endülüs’te en azından üç Gazali öğrencisinden bahsetmektedir. Özellikle zikredilmesi gereken bu şahsiyetlerden biri, Abdurrahmân b. Ebi’r-Recâ el-Belâvî’dir (v. 545/1150). El-Belâvî öğrenimine Ahmed el- İlbirî tarafından Gımata’da başlamıştır. 497/1103 yılında ise bizzat Gazâlî’nin yanında eğitim almıştır. Kur’an hâfızı bir sûfîdir. Daha sonra ise Meriyye’de Cuma namazlarında hutbe okuyarak hizmet etmiştir. Burada Şeyh Ahmed İbnü’l-Arîf i (481-536/1088-1141) yetiştirmiştir. Müritlerinden Ali b. Ebî Gâlib ise Ebû Medyen’in hadis hocasıdır.
Tasavvuf ve fütüvvet hareketi, bu dönemde belirgin olarak ortaya çıkmış ve şarkta eğitim görmüş Mağribli sûfîler aracılığıyla bölgeye sokulmuştur. Tasavvuf akımının önderliğini, Endülüs’te İbnü’l-Arîf yapmıştır. İbnü’l-Arîf, 481/1088’de doğmuş, İslâmî ilimleri öğrenmiş, zühd ve ibâdetle meşhur olmuştur. Aslen Tancalı olup Sanhâce Berberîlerindendir. “Mehasinül-Mecalis” isimli eseri meşhurdur. 5 3 6/1141 senesinde vefat etmiştir. Bu dönemde ortaya çıkmış bir diğer kutup Ebu’l-Abbâs Ahmed b. Muîd b. İsâ b. Vekil et-Tecîbî’dir. İbn Aklîşî olarak da bilinir. Aslında genel anlamda Endülüs sûfîleri çok önemli siyasî rol oynamışlar, çeşitli yerlerde kurdukları ribâtlarla müritlerin yaptığı devrime öncülük etmişlerdir.
Tilimsen’den Fas’ın Atlas Okyanusu’ndaki kıyılarına kadar uzanan tüm Kuzeybatı Afrika şehirlerinde tasavvuf, yukarıda kısaca bahsettiğimiz Endülüs tasavvufunun izlediği çizgiye paralel bir tarzda gelişme kaydetmiştir. Örneğin Fas kenti, uzun süre zâhid ve sâlih hocaların, şer’î anlayışı benimseyen sûfîlerin, Mâliki İmam Derrâs b. İsmâil (v. 357/967) gibi fıkıhçıların, kelâmcı ve sûfî şahsiyet Ebu’l-Fazl Yûsuf İbnü’n-Nahvî’nin (v. 513/1119), Ali b. Hirzihim’in Gazâlî düşüncesini yayan müritlerinin, sûfî mütekellim Ebû Amr Osman es- Selâlcî’nin (v. 564/1168) hizmetleri ile zenginleşen ve gelişen bir kenttir. Bunların yanında, meşhur Kuzey Afrikalı fıkıhçı Ebû İmrân el-Fâsî’nin çoğu öğrencisi, Endülüs’teki ihvanlarının çalışmaları ile koordineli bir tarzda, Magrib’in ticaret merkezi olan şehirlerine yerleşmişlerdir. Hem Mâlikiyye fıkhını hem de temel tasavvufî doktrinleri, Bedevîler ve göçebe kitleler arasında yaymışlardır. Bu tebliğcilerin en meşhuru, V/XI. yüzyılın ikinci yarısında vefat eden, Sanhâce Berberîlerinden Vekkâk b. Zellû el-Lumtî’dir. Kendisi, Fas’ın güney sahillerinde yer alan Aglu kasabasındaki Dârü’l-Murâbıtîn’in üyesidir ve Murâbıtlar Devleti’nin kurucusu Abdullâh b. Yâsin’in hocasıdır. Bahsedilmesi gereken bir diğer tebliğci şahsiyet; Abdülazîz et-Tûnusî’dir (v. 486/1093). Büyük Atlas Dağlarının ticaret merkezi sayılan Ağmât ve Rîke’ye yakın bölgelerde yaşayan Mesmûde Berberîlerine Ehl-i Sünnet inancı ile tasavvufî düşünceyi tanıtan şahsiyettir. Yeğeni Abdüsselâm et-Tûnusî (v. 537/1142) ise Tilimsen’in Murâbıt idarecilerine tasavvufî yaşantının temel prensiplerini berumsetmıştır.
Fas’ta zâhidlerin ve âbidlerin yaşadıkları ve kırsal kesimin yaygın dînî kurumlan olarak bilinen yerler; ribâtlar, zâviyeler ve mescitlerdir. Bu kırsal eğitim kuramlarının en erken ve en meşhur olanlarından birisi; Tîtunfıtr’daki Benî Emgâr ailesinin kurduğu Benî Emgâr Ribâtı’dır. Bu ribât, birbiri ile irtibatlı o kadar çok binadan oluşmaktadır ki adeta bir kasaba hüviyetindedir. Fas’ın Atlas sahilindeki Mezîğanü’l-Cedîde şehrinin güneyinde yer almaktadır. Bu ribâtm kurucu ailesi, V7XI. yüzyılın ortalarına doğra Hicaz’dan göç edip Mağrib’in batı bölgelerine kadar gelmiştir. Peygamberin soyundan gelen bu kişiler daha sonra yerli Sanhâce Berberi ailelerine mensup kızlarla evlenmişlerdir. Bir asır zarfında Ümmü’r- Rebî’ ile Tansift ırmakları arasındaki tüm sahil bölgelerinin dînî ve siyasî otoriteleri konumuna gelmişlerdir. Kabile zâviyesi diyebileceğimiz bu ribâtm en büyük lideri; Ebû Abdullâh Muhammed b. İshâk Emgâr’dır (v. 550/1155’den önce). Kendisi, daha sonraki nesillerin benimsedikleri Sanhâciyye tarîkatinin kurucusudur. Meşhur tabakât yazarı İbn Kunfuz, bu tarîkatin 8/14. yüzyıl gibi geç tarihlerde bile Kuzey Afrika’nın en büyük beş tarîkatindan biri olduğundan bahsetmektedir.
Sanhâciyye öğretileri hakkında fazla bilgiye sahip değiliz ama bu düşüncenin o dönemler Kuzey Afrika ve Endülüs coğrafyasında uygulanan Eş’arî kelamına yakın olduğunu görmekteyiz. Dinin yaşanmasında yoğun bir zühd ve takvâ hayatını esas alan bir tarikattır. Ebû Abdullâh Emgâr'ın, müritlerine halvet esaslarını, mücâhede usullerini, oruçlu olma gereğini ve verâ sahibi olmayı telkin ettiği bilinmektedir. Bedenin ihtiyacı olan yiyeceklerin miktar, tip, şekil ve yapıları hakkında temkinli davrandığı görülmektedir. Bitkisel yiyeceklere son derece ehemmiyet veren Ebû Ya’zâ gibi Ebû Abdullâh Emgâr da vejeteryandır. Ağaç yaprakları, insan eli değmemiş doğal bitkilerle beslenmeye önem vermektedir.
Sanhâciyye, İslam dünyasının doğusunda mâneviyat önderleri tarafından belirlenen fütüvvet esaslarını benimsemiştir. Tîtunfıtr benzeri ribâtlar tarafından temsil edilen kırsal kesim tasavvuf anlayışının Fas versiyonu, Cüneyd-i Bağdâdî’nin (207-298/822-910) arkadaşı Ebu’l-Hüseyin Ahmed b. Muhammed en-Nûrî’nin (v. 295/907) takipçileri tarafından Bağdat’ta teşekkül ettirilen Nûriyye ekolünden etkilenen şark tarîkatlerinin Mağrib’te kurumlaşan ilk örneğidir. Mağrib biyografi kaynaklarında bahsedilen bu geleneğin ilk mensupları; özellikle Sahrâ Afrika’sının velîsi kabul edilen Ebû Cebel Ya’lâ (v. 503/1109) ile Ağmât ve Rîke şehrinin hâmisi ve mânevî sahibi olarak tanınan Abdülcelîl b. Veyhlân ed- Dükkâlî’dir (v. 541/1146). Bu şahsiyetlerin her ikisi de Mısırlı şeyh Ebu’l-Fazl Abdullâh b. Bişr el-Cevherî’nin mürididir. El-Cevherî ise babası ile Ebu’l-Hüseyin en-Nûrî’nin bizzat halîfesi olan Ebû Bekir ed-Dîneverî vasıtasıyla Nûriyye ekolüne mensuptur.
İlâhî ilhama ve keşfi irfâna nâil olmak için başlangıçtan beri yoğun riyâzat hayatım benimseyen Nûriyye, Fas’ın Atlas Okyanusu sahilleri boyunca ikâmet eden Sanhâce ve Mesmûde Berberîleri arasında güçlü bir şekilde temsil edilmiştir. Ebû Cebel Ya’lâ ve Abdülcelîl b. Veyhlân’ın türbeleri, bugün bile önemli ziyaret mahalli olma özelliklerini korumaktadır. Bu şahsiyetlerin daha da öncesinde tanınan isim günümüzde Sidi Bennûr (Ebû Nûr) adıyla bilinen Ebû İnnûr Abdullâh İgrîs el-Meşenzî’dir. El-Meşenzî, Abdülcelîl b. Veyhlân’ın arkadaşı olup VI/XII. yüzyılın ilk yarısında vefat etmiştir. Ebû İnnûr’un başlıca sosyal fonksiyonu, Dükkâle’nin altındaki sahil bölgelerinde ikamet eden Mesmûde Berberîlerinin hakkını savunması ve onların hâmilik ve önderliğini yapmasıdır. Mesmûde Berberîleri amansız bir şekilde Sanhâce Berberîlerinin saldırı ve akmlarına maruz kalmaktaydılar. Sîdi Bennûr’un bu şöhretini daha sonra mürîdi Ebû Şuayb Eyyûb b. Saîd es- Sanhâcî (v. 561/1165) devam ettirmiştir. Azammûr (Azmûr) şehrinin hâmisi ve mânevî sahibi olarak bilinen Ebû Şuayb, Fas’ta değişik şekillerde ve dağınık bir halde temsil edilen kırsal kesim tasavvuf anlayışını bütünleştirip sentezlemek suretiyle tek çatı altında toplamıştır.
Ebû Medyen’in mürşidi olan Ebû Ya’zâ'nın hırka şeyhi Abdülcelîl b. Veyhlân’dan beri devam ettirilen Nûriye ekolünün liderliğini, Fas’ta temsil eden Ebû Şuayb es- Sanhâcî’dir. Ebû Şuayb, hayatımn sonuna doğru günlerinin bir kısmını Azammûr’daki ribâtında geçirirken, diğer bir kısmım daha sonra kurduğu Agmât ve Rîke’de geçirirdi. O, futüvvet esaslarına sıkı bir şekilde bağlı kalmış ve bizzat Ebu’l-Hüseyin en-Nûrî tarafından benimsenen toplumsal bilince sahip olmuştur. Biyografi yazarlarının naklettiği bir menkıbeye göre, ineğini komşunun bahçesinde otlarken bulan Ebû Şuayb, hemen hayvanın yanına koşar, elini ağzına sokar, çiğneyip henüz yutkunmadığı otun tamamını zorla dışarı çıkarır. İneğin yediklerini hazmetmesi için üç gün boyunca onu evinde gözetim altında tutar. Helal kazanca riayetinin gereği olarak ineğin sütünü fakirlere verir.
Ebû Hüseyin en-Nûrî gibi Ebû Şuayb'ın da sosyal adâleti savunması resmî ve dînî otorite temsilcileri ile büyük sorunlar yaşamasına yol açmıştır. Murâbıtları karşısına alarak faaliyetlerini yürütmeye devam etmiştir. Çünkü Murâbıtların dînî otoriteleri, tasavvufu tasvip etmemekte, siyasi yetkilileri ise ticaret ve hayvancılıkla iştigal eden Dükkâle halkına Kur’an ve hadislerde yer almayan haksız ve anlamsız vergiler yüklemekteydiler. O, Sanhâce yetkililerine karşı yürütülen baskı politikasına karşı çıktığı gibi 541/1146 yılında Merâkeş’i fetheden Muvahhidler tarafından Murâbıtların sürgün edilmesine de karşı çıkmıştır. Ebû Şuayb, Abdülmü'ınin b. Ali el-Kûmî’nin halifeliğinden önce, Muvahhidlerin hânedanlık içi kavgalarında siyâsî bir koz olarak Merâkeş’te tutuklanıp hapsedilmiştir.
Nûriye ekolünün Faslı en etkili temsilcilerinden biri de Ebû Medyen’in tarikat şeyhi Mesmûde Berberilerinden Ebû Ya’zâ Yelnûr b. Meymûn ed-Dükkâlî’dir. Ebû Şuayb es- Sanhâcî’nin mürîdi ve Tîtunfıtr ribâtı şeyhi Ebû Abdullah Emgâr gibi Kuzey Afrika’nın diğer sûfîlerinin yakın dostu olan Ebû Ya’zâ, yaklaşık yüz otuz yıllık hayatında Fas’ın kırsal tasavvuf anlayışının zirve ismi haline gelmiştir. Bu başarı, kendisinden sonra daha popüler isim olarak Endülüslü mürîdi (Ebû Medyen) tarafından devam ettirilmiştir. Şeyhin başvurduğu belli başlı iki önemli mânevî tecrübe yolu; futüvvet ve riyâzet usûlüdür. O kadar sıkı riyâzet uygulardı ki kendi el emeği dışında bir başkasının hazırladığı yiyecekleri dahi yemekten kaçınırdı. Onun hayatından bahseden biyografi yazarlarına göre Ebû Ya’zâ, otuz beş yıldan fazla Mağrib’in ücra köşelerine varana kadar ıssız ve meskûn olmayan bütün bölgeleri dolaşmıştır. Bu zaman zarfında yabânî otlarla beslenmiş, kuşlar ve hayvanlar, özellikle de aslanlar ile arkadaşlık yapmıştır.
Kendi müritlerini terbiye yolunda Fas sûfîlerinin uyguladıkları teknikleri kullanarak inkâr edilemez bir nüfuz elde etmesine rağmen, Ebû Ya’zâ'ınn tasavvufî öğretileri hakkında çok az malzeme bulunmaktadır. Çok az sayıdaki verilerin çoğuna göre de Ebû Ya’zâ ümmî ve Arapça bilmeyen bir şahsiyettir. Kerâmetleri saymakla bitirilemezken tasavvufî fikirleri hakkında pek bir şey bilinmemektedir. Onun öğretileri daha çok müridi Ebû Medyen tarafından aktarılmıştır. Sadece ona nisbet edilen bir risâle Cornell tarafından yayınlanmıştır.
Bu dönemde yaşamış diğer bazı mühim tasavvufî şahsiyetler arasında Ebû Abdullâh ed-Dekkâk, İbn Arabi ve İbn Berrecân’ı (v. 536/1141) sayabiliriz. İbn Rüşd (520-595/1126- 1199) ve Mûsâ b. Meymûn (529-600/1134-1203) ise daha çok İspanya’da meşhur olmuş âlimlerdir. Mağrib’de tasavvuf düşüncesinin en önemli temsilcisi; kutup Ebû Medyen’dir. En önemli takipçisi İbn Arabi; “Vahdet-i Vücûd düşüncesini sistemleştirmiş, bu felsefeyi, aynı yıllarda Kuzey Afrika’da İbn Fârıd (v. 632/1234) ve Abdülhak b. Seb’in (v. 669/1270) temsil etmişlerdir.”
Hicrî altıncı asırda Mısır’ın Saîd bölgesinde büyük bir tasavvuf ekolü ortaya çıkmıştır. Bu ekol, Şeyh Ebû Medyen’in müridi Şeyh Abdürrahîm el-Kmâî (v. 592/1195) ve müridi Ebu’l-Hasan es-Sabbâğ'ın (v. 613/1216) kurduğu büyük bir tasavvuf okuludur. Hicrî yedinci asırda ise Fas’tan Mısır’a önemli sayıda sûfî gelmiş ve bunlar burada müritlerin eğitimi için ribatlar kurmuşlardır.
Bu asırda Şeyh Ebu’l-Feth el-Vâsıtî (v. 632/1234), Irak’tan Mısır’a gelmiş, İskenderiye’ye yerleşmiş ve orada Rifâiyye tarîkatini yaymaya başlamıştır. Ahmed el-Bedevî, 634/1236 yılında Mağrib’den Mısır’a onun daveti üzerine gelmiş ve Tanta’ya yerleşmiştir. Ahmed el-Bedevî (596-675/1199-1276), Ahmediyye (Bedeviyye) tarîkatinin kurucusudur. Yine aynı dönemde Şeyh İbrâhim ed-Desûkî ortaya çıkmış, 676/1277’de Desûk’ta vefat
etmiştir. O da Desûkiyye tarîkatinin kurucusudur. Aym yıllarda Şeyh Ebu’l-Hasan eş-Şâzilî (v. 656/1258), yaklaşık 624/1226’da mürîdleri ve talebelerinden bir grupla birlikte Mağrib’den Mısır’a gelmiştir. İskenderiye şehrini ikâmet için seçmişler ve orada Şâziliyye tarîkatini yaymaya başlamışlardır. Kendisinden sonra bu yolu devam ettiren en önemli şahsiyet, müritlerinden EbuT-Abbâs el-Mürsî (v. 686/1287) olmuştur. O da yerine, müritlerinden İbn Atâillâh el-İskenderî’yi (v. 709/1309) bırakmıştır.
Mağrib tasavvuf tarihinde tarîkatler ve zâviyeler (ribâtlar) çok önemli bir rol co
oynamıştır. Hatta tarikat şeyhleri, sosyal hayatın bizzat içinde yer alarak toplumun sorunlarına duyarsız kalmamış; Cezâyir’de sömürgeciliğe karşı Fransızlarla savaşarak halka önderlik etmişlerdir. Bu anlamda tasavvuf (tarikat) her kesimde hayat bulmuş, yaygınlık kazanmıştır. Bu bölgede yaygın olan tarîkatler: Kâdiriyye, Rahmâniyye, Senûsiyye, Derkâviyye ve Tayyibiyye’dir. Hatta diyebiliriz ki Afrika toprakları, farklı tarîkatler arasında taksim edilmiş vaziyettedir. Senegal denince Mürîdiyye; Moritanya denince Ticâniyye; Fas denince Derkâviyye; Tunus denince Arûsiyye; Cezâyir denince Medyeniyye; Mısır denince Şâziliyye; Libya denince Senûsiyye; Nijerya denince Kâdiriyye; Sûdan denince Mirgâniyye ve Eritre denince Sâlihiyye akla gelmektedir.
Mağrib tasavvuf tarihinin dönüm noktalarından biri kabul edilen Ebû Medyen’in hayatı ve tasavvufî görüşlerinin temelini oluşturduğuna kânî olduğumuz Mağrib tasavvufu, pek çok özelliği bakımından Endülüs tasavvuf düşüncesinden farklılık arzetmektedir. Her şeyden önce Endülüs tasavvufu; tevil, bâtın, rumuz ve işarete dayalı iken Mağrib tasavvufu ahlâkî tasavvuf çizgisine sahiptir. Mağrib sûfîleri; nefis terbiyesi, kalb tasfiyesi, tevhidin derinlikli olarak elde edilmesi ve toplumun ıslahı konusunda kendilerine özgü bir üslup geliştirmişlerdi.
Haklarında bilgi verdiğimiz bazı sûfîlerin yaşantılarından da anlaşılacağı üzere Mağrib sûfîlerinin üç ayrı çalışma üslubu benimsediğini görmekteyiz. Birinci kısım; şer’î esaslara ve nebevi sünnete sadakât üzerine vurgu yapmış, ikinci kısım; toplumun gereksinimlerini karşılamayı ve mazlumların haklarını savunmayı şiâr edinmiş, üçüncü kısım ise evlerinin ve zâviyelerinin kapılarını sonuna kadar açarak misafirlerin ve muhtaçların ağırlanmasına, hac yolculuğuna çıkanlara destek olmaya çalışmışlardır.
Mağrib tasavvufunun ana özelliklerini şu şekilde sıralayabiliriz:
Cüneydiyye ekolüne bağlı olması: Mağrib Müslümanları genelde nasıl itikaden Eş’arî, fıkhen Mâliki mezhebindenseler, sûfî meşrep ve meslek bakımından da Cüneyd-i Bağdâdî'nin yöntemini benimsemektedirler. Mağrib sûfîleri arasında Bâyezîd-i Bistâmî'nin usulünü benimseyen şahsiyetler fazla bulunmamaktadır.
Aşırılıklardan uzak olması: Hicri yedinci asırdan dokuzuncu asra kadar üç asırlık zaman zarfında Mağrib tasavvufu, imkân nisbetinde Kur'an ve sünnet dairesinin dışına çıkmamıştır.
İlmi zihniyete öncelik vermesi: Mağrib sûfîlerinin çoğunluğu; ilim ve irfan ehli, fıkıh ve kelâm üstadlarıdır. Şark İslam toplumlarmda olduğu gibi ulemâ ile fikrî mücadeleye giren ve görüşlerini savunan güçlü sûfî kalemler bulunmaktadır. Çok sayıda siyâsî çekişmelerden ötürü takibat, saldırı ve tehdide maruz kalan sûfîler bulunmaktadır. Mağrib tasavvufu, bölgede cereyan eden her türlü fikrî ve politik gelişmeyi yansıtan, Mâlikî mezhebi esaslarına dayanan güçlü tesirler icra etmiştir.
Siyâsî ve mücadeleci bir kimliğe sahip olması: Gerçekleşen her türlü Haçlı saldırısı ve yabancı istilasına karşı İslam topraklarının himâyesi, Müslüman halkların istiklâli, İslam inancının muhafazası için kitleler mânevîyat önderlerinin himmetlerine başvurmuş, korkulan felaketlerin izâlesi için kendilerine ilticâ etmişlerdi. Bu durum sûfîleri kendi hallerine bırakmamış, müntesiplerinin uyanık kalmalarına, ileri düzeyde donanıma ermesine, ümmetin kurtuluşu için seferber edilmelerine sebep olmuştur.
BİRİNCİ BÖLÜM
EBÛ MEDYEN EL-MAĞRİBÎ
I- HAYATI
A- İSMİ VE LAKAPLARI
İsmi Şuayb b. Hüseyn’dir. Bazı yerlerde ise Şuayb b. Haşan olarak geçmektedir. Oğlunun ismi Medyen olduğu için Ebû Medyen künyesini almıştır. El-Endülüsî, et- Tilimsânî, el-Ensârî, el-Mâlikî, el-Mağribî, el-Bicâî, el-İşbilî, el-Katniyânî, şeklinde kendisine nispet verilse de Şark İslam dünyasında daha çok Ebû Medyen el-Mağribî olarak 79 şöhret olmuştur.
Gerek İslâmî ilimler gerekse tasavvuf tarihinde insanlara başarılarıyla, ilmiyle ün salmış kişilere çeşitli lakaplar verilmiştir. Ebû Medyen’e de pek çok ünvan ve lakap verilmiştir. Bu lakaplar: “Şeyhu’ş-Şuyûh”, “Sultânü’l-Vârisîn”, “Üstâdü’l-Evliyâ”, “Ebü’n- Necât”, “Seyyidî”, “Şeyhü’l-Meşâyıh”, “Seyyidü’l-Ârifîn”, “Kudvetü’s-Sâlikîn (saliklerin rehberi)” dir. Daha sonraki biyografi yazarları tarafından kendisine; “Mağrib’in Cüneydi” “zâhid ve âbidlerin imamı”, “mârifet ehlinin pîri” ve “hakikat arayıcılarının önderi” Unvanları verilmiştir. Ayrıca o; mukarreblerin reisi, Mağrib şeyhlerinin en meşhuru, Tilimsen’in sultam, şeksiz ve şüphesiz sıddıkların imamı olarak adlandırılır.
İbn Arabi (560-638/1164-1240), Ebû Medyen’in âlemde mevcûd olan iki imamdan biri olduğunu ancak ölümünden bir ya da iki saat önce imamlık makamından ayrılıp “kutup” makamına intikal ettiğini ve bu haberi Ebû Yezîd el-Bistâmî’nin (v. 234/848) verdiğini söylemiştir. Ayrıca o, eserlerinde bu hususu şöyle ifade etmiştir:
“Şeyhimiz Ebû Medyen tecellî-i Muhammedi indinde, vahdet-i vücûd sim, ancak 'ıneliki’n-nâs’ makâmmda hâsıl oldu. Bu nedenle o, devamlı Mülk sûresini okur ve ‘İlâhi’n- nâs’ makâmıyla kutup infirâd eyler. Yani bu makâm kutba mahsustur. Ve 'ıneliki’n-nâs’ makâmmda kâim olduğu için Ebû Medyen, âlemde mevcud olan ‘iki imam'ın birisidir.”
Fas, Bicâye ve Mekke’de kutup olarak kabul edilen Ebû Medyen, kutup ve gavs mertebesine ulaşmış, birinci tabaka evliyâdandır. Tasavvufî gelenekte “Rabbânî Kutup” olarak da tanınır. Makâmmın ve mertebesinin yüceliğinden dolayı “Gavs-ı A’zam” lakabıyla anılmakta olan pîr, Mağrib’in şeyhi, Bicâye’den Tilimsen’e kadar Cezâyirlilerin medâr-ı iftihârıdır.
B- DOĞUMU VE ÇOCUKLUĞU
Ebû Medyen el-Mağribî, 509/1115 yılı civarında, Endülüs’te İşbiliyye (Sevilla) yakınlarındaki Kantiyâne (Cantillana) kasabasının kenar bir mahallesinde doğmuştur. Babasının vefatı üzerine küçük yaşta yetim kalmış, ağabeyleri ona koyunlarmı güttürmüştür. Doğum tarihi olarak h. 510, 514, 515 , 520 tarihini düşenler de vardır.
Ebû Medyen’in çocukluk yılları hakkında detaylı bilgiler bulunmamakla birlikte, ilim öğrenmek için evden kaçtığı, Tanca, Sebte, Merâkeş, Fas başta olmak üzere çeşitli şehirleri dolaştığı, sonra Bicâye’ye yerleştiği aktarılmaktadır.
C- İLİM TAHSİLİ VE HOCALARI
Ebû Medyen’in çağdaşı diyebileceğimiz Faslı tabakât yazarlarından Ebû Ya’kûb Yûsuf b. Yahyâ et-Tâdilî’nin (v. 627/1229) verdiği bilgiye göre Ebû Medyen küçük yaşta yetim kalmış, geçimlerini sağlamak için kardeşleri ona çobanlık yaptırmışlardır. Çobanlık yaptığı sıralarda çevresindekilerin ibâdet edip Kur’an okuduklarım gördükçe, bilgisizliği yüzünden bu tür dînî vecîbelerini yerine getiremediği için büyük bir eziklik duymaya başlamış ve içinde ilim öğrenme arzusu doğmuştur. Kur’an okumayı ve namaz kılmayı öğrenmek için evden kaçmaya karar vermiş ve bir gün kaçmıştır. Ağabeyi onu yakalamış, eline mızrak alarak onu öldürmekle tehdit edince, Ebû Medyen eve dönmüş ve bir müddet tekrar çobanlık yapmıştır. Daha sonra bir gece tekrar evden kaçmaya karar vermiştir. Bu sefer başka bir yoldan gittiyse de ağabeyi güneş doğduktan sonra ona yetişmiş, üzerine kılıcını çekmiş ve “Vallahi seni öldürürüm ve senden kurtulurum.” demiştir. Ağabeyi kılıcını kaldırdığında Ebû Medyen, elindeki sopayla kılıcı karşılamış ve kılıç kırılarak parçaları etrafa dağılmıştır. Bunu gören ağabeyi, “İstiyorsan git.” diyerek onu eve getirmekten vazgeçmiştir.
Ebû Medyen, ağabeyinden kurtulduktan sonra Mağrib tarafına doğru üç ya da dört gün yürür ve deniz kenarında bir çadır görür. İçinden yaşlı bir adam çıkar, avret mahalli hariç çıplaktır. Adam, Ebû Medyen’e doğru gelir ve onun Kumlardan kaçmış bir esir olduğunu zanneder. Ebû Medyen’e buralarda ne yaptığını sorar. O da İslam’ın esaslarını öğrenmek arzusuyla yola koyulduğunu söyleyince, bir süre yanında kalabileceğini söyler. Ebû Medyen, adamın yanında geçirdiği bu günleri şöyle anlatır:
“Adam eline bir ip aldı, ucuna çivi bağladı ve denize attı. Balık tuttu, bana kızarttı ve yedim. Yanında üç gün kaldım. Ben acıkınca iple çiviyi denize atıyor, balık tutuyor, kızartıyor, ben de yiyordum. Bir iki gün yanında kaldıktan sonra bana şöyle dedi: ‘Görüyorum ki bir amaç uğruna yollara düşmüşsün. Geldiğin yere dön. Zira Allah’a ancak ilimle ibâdet edilir.’ Bu söz üzerine İşbiliyye’ye döndüm. Oradan Şerişe, Şeriş’den el- Cezîretü’l-Hadrâ’ya geçtim. el-Cezîretü’l-Hadrâ’dan ayrılıp Tanca’ya gittim.”
Tanca’da ilim ve mârifette aradığını bulamayan Ebû Medyen, Sebte’ye varmış, burada geçimini kazanmak için bir müddet balıkçılık yapmış, sonra Endülüs ailelerinin yaşadığı Merâkeş’e gitmiştir. Merâkeş’te iken Endülüs’e giden bir askeri birliğe alınmıştır. Askerde kendisine ilim ve ibâdet hayatını arzuluyorsa Fas kentine gitmesi gerektiği tavsiye edilmiş ve bu tavsiye üzerine Fas’a geçmiştir. Orada Karaviyyûn Câmii’ne gitmiş, abdest almayı ve namaz kılmayı öğrenmiştir. Daha sonra bu câmide fıkıh ve hadis dersi halkalarına katılmış, Ebu’l-Hasan Alî b. Halef b. Gâlib el-Kuraşî’den (v. 573/1177) Mâlikî fıkhı dersleri almış, İmam Mâlik’in (93-179/711-795) el-Muvatta'ım ve Tirmîzî’nin (v. 279/892) es-Sünen'ıni okumuştur. Öğrendiği nazarî bilgilerin yanı sıra derslerde geçen âyet ve hadisleri günlük hayatta ve nefsinde uygulamaya büyük gayret göstermiş, bunların derûnî mânâlarını iyice kavramaya çalışmıştır.
Öğrendiği ilmi, uygulama yolundaki bu gayretini Şeyh Ebû Medyen şu sözleriyle dile getirmektedir:
“Kur’an’dan bir âyet ve bir hadis öğrendiğimde sahile yakın boş bir yere gidiyor, bana âyet ve hadisle amel kapısı açıldığında Fas şehrine geri dönüyordum. Böylece bir âyet ve hadis öğrenip, onu uygulamaya gayret gösteriyordum. Bir dağ başında sığındığım yer önceleri mâmur bir yer imiş, sonra harabe olmuş, bina namına hiçbir şey kalmamış. Sadece özel bir mescidin küçük bir odacığı vardı. Bu odacıkta otururken yanıma bir ceylan geliyordu, ceylanın burada daha önce kalanları mı, bu yeri mi sevdiğini, yoksa bana mı sığındığını bilmiyorum. Buraya ne zaman gelsem yanıma gelir, karnımdan ayaklarıma kadar koklar, sonra önüme çöküp otururdu. Bir perşembe günü Fas şehrine gittim ve Cuma gecesini orada geçirdim. Endülüs’ten tanıdığım bir adamla karşılaştım. Ona, Ebû Abdullâh b. Ebî Hacc’ı ve yanındaki elbiseyi sordum. Bana ‘Ne yapacaksın?’ dedi. ‘Falanca adama borcu var. Yanındaki elbiseyi satmasını ve borcunu ödemesini istiyorum.’ dedim. Bana ‘Al şu on dirhemi ve ona ver.’ dedi. Dirhemleri aldım, adamı aradım, ama bulamadım. Dirhemler kesede kaldı, onları örtüme sardım ve dağa doğru yola çıktım. Her gidişte yolumun üzerindeki köpekleri çok olan bir köye uğrardım. Köpeklere yakınlık gösterirdim, onlar da etrafımda halka olup dönerlerdi. Bu defa köye yaklaştığımda köpekler beni tanımadılar ve havlamaya başladılar. Köy halkı koşarak geldi ve beni köpeklerden zor kurtardılar. Dağdaki evime vardığımda ceylan yanıma geldi, beni kokladı, sonra benden uzaklaştı, bana münkirmişim gibi baktı. Boynuzlarıyla beni iki üç kere süstü. Elimle boynuzlarını tuttum. Gerek ceylanın bu davranışının gerekse köyün köpeklerinin beni tanımayıp havlamasının sebebini düşündüm. Aklıma örtüme sardığım dirhemler geldi. Hayvanların bana neden böyle davrandıklarım anladım. Örtüyü açtım, dirhemleri fırlattım. Ceylan bana baktı ve eskisi gibi önüme diz çöktü. Geceyi orada geçirdim, sabah olduğunda keseyi alıp Fas’a götürdüm, adamı buldum ve parayı verdim. Sonra her zamanki gibi dağa doğru yürüdüm. Yolumun üstündeki köye uğradım. Köpekler her zamanki gibi bana havlamadan kuyruk salladılar. Dağdaki yerime vardım. Ceylan yanıma geldi, kamımdan ayaklarıma kadar kokladı, sonra her zamanki gibi önüme çöktü.”
D- TASAVVUFA İNTİSABI
İlim öğrenme arzusuyla Endülüs’ten Fas şehrine gelen Ebû Medyen, Karaviyyûn Câmii’ndeki ders halkalarına katılmış, öncelikle abdest, namaz gibi temel dînî bilgileri öğrenmiştir. Sonrasında ileri düzeyde İslam ilimlerin öğretildiği fıkıh, hadis halkalarında öğrenimini devam ettirmiştir. Ancak gönlündeki ilim aşkını buralarda bir türlü tatmin edemeyen Ebû Medyen el-Mağribî, sözlerinden çok etkilendiği Ebu’l-Hasan Ali b. Hirzihim’in (v. 559/1163) sohbetlerine katılmıştır. Ona, başka hocalardan hiçbir şey ezberleyemediğini, sadece ondan duyduklarını öğrenebildiğini söylemiştir. O da, Ebû Medyen’e “Onlar dilleriyle konuştukları için sözleri kulaktan öteye gitmiyor, ben sözümle Allah’ı kastediyorum, kalpten çıkan kalbe varır.” demiştir. Ebu’l-Hasan Ali b. Hirzihim’den Hâris el-Muhâsibî’nin (v. 243/857) er-Riâye li-Hukûkillâh adh eseriyle İmam Gazâlî’nin (v. 505/1111) İhyâü Ulûmi’d-Dîn'ıni okumuştur. Konuşmalarında İhyâ'ya. duyduğu hayranlığı sürekli dile getirmiştir.
XII/XVIII. yüzyılın Cezâyirli biyografi yazarı İbn Meryem’in bahsettiğine göre Ebû Medyen, Gazâlî’nin /Ayrfsma özel bir ilgi duyardı. Öyle ki saatlerce bu kitabı okumaya gayret ederdi. Bu eseri dînî referans kaynağı olarak görürdü. Onun düşünce sistemini eleştiren zahir ulemâsının kendisine yönelik tenkit ve sorularına cevap verirken bu kitabı en önemli müracaat kaynağı olarak kabul ederdi. Ebû Medyen, en az Gazâlî’nin öğretilerine verdiği önem kadar, Tirmîzî’nin es-SünerTme de ilgi duymaktaydı. O, aynı zamanda, ünlü Endülüslü Mâlikî fakihlerinden ve muhaddislerden olan Ebû Bekir İbnü’l-Arabî el-Meâfırî’yi (v. 543/1148) takip etmek sûretiyle Mağrib’de büyük şöhret kazanmaya başladı. Diğer hadis kaynaklarını temel alan hadis araştırmacılarının metodu ile karşılaştırıldığında, Ebû Bekir İbnü’l-Arabî’nin öğrencileri, Tirmîzî’nin es-Sünen’im, fıkhî hükümler çıkarmaktan çok takvâ 11 n sürecini gerçekleştirmek amacıyla bir el kitabı olarak görmüşlerdir.
Ebû Medyen’in gönül kilidini açan İbn Hirzihim, ona hayatı boyunca istifade edeceği İlmî bir kimlik kazandırmıştır. Ama bu eserleri okuyup tasavvuf ilmini öğrenmekle kalmayıp, öğrendiklerini tecrübe etmesi gereken Ebû Medyen’deki bu tasavvufî cevheri ortaya çıkaran kimse, daha önce de ifade edildiği üzere onun tarîkatteki şeyhi, kâmil sûfî mertebesine sürekli oruçla, namazla, zâhidâne hayatla ulaşmış büyük sûfîlerden Berberî Şeyh Ebû Ya’zâ Yelnûr b. Meymûn ed-Dükkâlî’dir (v. 572/1176).
Kaynaklara göre riyâzât uygulamaları zor, ama verimli olan Ebû Ya’zâ’ya, Mağrib ve Endülüs’ün her yerinden insanlar gelir, onu dinler ve bereket dilerlermiş. Ebû Medyen de onun huzuruna gelmiş ve onunla yıllarca beraber yaşamış, onun oruç, zühd, namaz, inzivâ ve ibâdet üzere olan tarîkatini almıştır. Onunla tanışması, birtakım insanların Ebû Ya’zâ’nın kerâmetlerinden sürekli bahsetmeleri vesilesiyle olmuş, bir toplulukla onu ziyaret etmeye gitmiştir. İruccân Dağı’nda ikâmet eden Ebû Ya’zâ’nın yanına girdiklerinde o, Ebû Medyen dışındaki herkesi kabul etmiş, yemek getirtmiş, ama Ebû Medyen’e hiçbir şey vermemiştir. Evin direğinin dibinde oturan Ebû Medyen, her yemek getirilişinde ona gitmiş ama Ebû Ya’zâ, onu azarlamıştır. Bu hal üzere üç gün geçtikten sonra Ebû Medyen, açlıktan iyice tükenmiş halde Ebû Ya’zâ’nın yanına varmış, başını kaldırıp ona baktığında hiçbir şey göremediğini, kör olduğunu anlamış ve yerine geri dönmüştür. İçinde bulunduğu çaresizliğe gece boyunca ağlamış ve şu şiiri söylemiştir:
قليل لمثلي زفرة ونجيب
وليس له إلا الحبيب طبيب
ى المحب خضسوعه وأمثل ما يلق
إذا كان من يدعوه ليس يجيب
“Benim gibi ağlayan feryat eden az.
Benim gibisinin sevgilisinden başka tabîbi olamaz.
Yalvarıp yakardığında karşılık görmezse
Seven kişi için en güzel şey itaat etmektir. ”
Sabah olduğunda Ebû Ya’zâ, Ebû Medyen’i yanına çağırtmış ve ona “Yaklaş bakalım Endülüslü!” demiş. Ebû Medyen yaklaştığında, Ebû Ya’zâ elini Ebû Medyen’in gözlerine sürmüş ve gözleri açılmış. Sonra elini göğsüne koymuş ve orada bulunanlara “Bu durum onun için büyük bir başarı olacak.” demiştir. Gitmesi için Ebû Medyen’e izin vermiş ve ona: “Yolda bir aslanla karşılaşacaksın. Senden korktuğunda sana ilişemeyecek. Ona, ‘Yelnûr hürmetine bana yaklaşma!’ de. Sonra bir ağacın yanında üç hırsızla karşılaşacaksın. Onlara nasihat edeceksin, ikisi tövbe edecek, üçüncüsü ele geçirilip öldürülecek ve bu ağaca asılacak.” demiştir. Veda ederek ayrılan Ebû Medyen, yolda Ebû Ya’zâ'nın söylediklerinin aynısıyla karşılaşmış, nasihatini dinleyerek hareket etmiştir. Yolculuğu esnasında başka bir durumla karşılaşmayan Ebû Medyen, Fas’ta kaldığı müddetçe defalarca Ebû Ya’zâ’nın yanına gidip gelmiştir.
Ebû Medyen, Ebû Ya’zâ'nın yanında günlerce kaldığını, bu günler boyunca şeyhi gözlemlediğini, hakkında ilme değer vermediği yönündeki söylentilerin aksine onun, ilme çok değer verdiğini belirtmiştir. Mesela Şeyh Ebû Ya’zâ, sürekli kıraati düzgün olan kişinin namaz kıldırması için imamlık yapmasını istemekte, eğer İrab hatası yaparsa, başka bir namazda diğer kişiyi imam yapmaktadır. Esasen Ebû Ya’zâ ümmîdir, ancak Ebû Medyen’in ifadesiyle o, İlmî bir anlayışla rızıklandırılmıştır.
Şeyhini doğru anlamasından kaynaklanan büyük saygısı Ebû Medyen’i, Ebû Ya’zâ'nın yarı resmî sözcüsü konumuna getirmiştir. Fas kentindeki zâviyesinin mukaddemliğini yapmış ve burada zâhirî ulemânın reddiyelerine cevap vermiştir. Şeyhinin şatahata varan sözleri ve çizgi dışı tutumlarının hakikatini izah etmeye, şer’î tasavvuf öğretisinin kuramları doğrultusunda açıklamalar yapmaya ve konuları İslam fıkhı çerçevesinde takdim etmeye çalışmıştır. Nitekim bu hususta Ebû Medyen, şeyhiyle ilgili olarak şöyle bir anısını anlatmaktadır:
“Şeyh Ebû Ya’zâ’ya komşu fukahâdan bir cemaat, onunla ilgili bana şöyle demişti: ‘Ebû Ya’zâ'nın velî bir şahsiyet olduğuna şüphemiz yok. Ancak onun eli ile kadınların göğsüne, karınlarına dokunduğunu, onları tükürüğü ile iyileştirmeye çalıştığını görmekteyiz. Biz biliyoruz ki kadınlara dokunmak haramdır. Bu konuda konuşsak helak olacağız, sussak bu konudaki tereddüttünüz geçmeyecek.’ dediler. Onlara şöyle cevap verdim: ‘Birinizin kızı ya da kardeşi hastalandığı zaman, onu iyileştirecek hiç kimse bulamadığınızda, Yahûdî ya da Hristiyan bir doktora götürmüyor musunuz? Nâ mahrem kişilerin dokunmasına râzı değiliz diye doktora götürmezlik mi yapıyorsunuz? Yahûdî veya Hristiyan doktorların tedavisinden şüphe etmiyor da Ebû Ya’zâ'nın tedavisinden mi şüphe ediyorsunuz? Diğerlerinin tedâvi usulleri şüphelidir belki ama onun tedavisi; yakîn üzere ve isâbetlidir.’ Bu söylediklerimi duyunca Ebû Ya’zâ şöyle demiş: ‘Şuayb’ı görürseniz ona, beni hakkıyla anlamıştır.’ deyiniz. Buradan da anlaşılacağı üzere, cevabım onu sevindirmişti.”
Her fırsatta Ebû Ya’zâ’ya büyük hayranlık duyduğunu söyleyen Ebû Medyen el- Mağribî, şeyhi hakkındaki iyileştirme maksadıyla kadınlara dokunduğu ve ilme önem vermediği yönündeki dedikoduları reddederek ona olan bağlılığım sürdürmüştür. “Üveys el-Karânî’den (v. 37/657) kendi dönemine kadar sâlihlerin haberlerini dinlediğini, Ebû Ya’zâ’dan daha fazla etkilendiği bir kimseyi görmediğini” ifade etmiştir.
Ebû Medyen el-Mağribî, birkaç yıl Fas kentinde kaldıktan sonra kesin olmamakla birlikte 555/1160 tarihinde hac görevini yerine getirmek ve başka şeyhlerden ilim almak için kutsal topraklara yolculuk etmiştir. Mekke’de birçok âlim ve sûfî ile buluşup kendilerinden faydalanmıştır. Arafat’ta görüştüğü Abdülkâdir Geylânî’den (v. 561/1165) hadis dinlemiş, hırka giymiş ve feyiz almıştır. Abdülkâdir Geylânî’nin oğlu Abdürrezzâk (528-603/1133-1206) bu görüşmeyi şöyle anlatmaktadır: “Ben ve pek çok şeyh babamla birlikte haccediyordu. Orada Ebû Medyen de vardı, ondan hırka giydi, onun huzurunda oturdu, ilim ve feyz aldı.”
Ebû Medyen araştırmacılarından Comell, Ebû Medyen’in hac ziyareti esnasında Abdülkâdir Geylânî ile buluştuğunu reddeder ve bu yöndeki görüşlerini şöyle delillendirir: “Ebû Medyen ile Abdülkâdir Geylânî arasında geçen bu buluşmadan Ebû Medyen’in kendi eserlerinde ve erken dönem iki büyük tabakât yazarının kayıtlarında bunu beyan eden ifadelere rastlanmamaktadır. Şeyhin vefatından yirmi üç yıl sonra, yani 617/1220 yılında kaleme aldığı eserinde et-Tâdilî, Mekke’ye gerçekleşen herhangi bir hac ziyaretinden bahsetmemektedir. Fakat onun, Ebû Ya’zâ’nın zâviyesinden ayrıldıktan sonra doğruca Bicâye’ye yerleştiğini söylemektedir. 787/1385 yılında yazdığı eserinde İbn Kuntuz de Şeyhin Şark istikâmetine seyahate kalkıştığını ancak Afrika dışına çıkamadığını belirtmektedir. Ebû Medyen hakkmdaki erken döneme ait bu kayıtlar, şeyhin kendi eserine oranla daha dolaylı kaynaklardır. Ebû Medyen’in Bidâyetü’l-Mürîd isimli risâlesinin Rabat nüshasında; tarîkat silsilesinin ve hırka geleneğinin Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem)’den sonra Hz. Ebû Bekir (571-634), Hz. Ömer (573-645), Hz. Osman (580-656), Hz. Âişe (612-678) ve Hz. Ali (599-661) vasıtasıyla devam ettiğine işaret edilmektedir. Tarikât silsilesinin Hz. Ali’ye dayandırılması, Endülüs’ün entelektüel çevresinde yetişen âlim bir şahsiyet için beklenmedik bir durumdur. Zira Kurtuba’nın Emevî halîfelerine yaranmak isteyen şahsiyetleri, asırlarca Hz. Ali aleyhinde propaganda yapmışlar ve Endülüs toprakları da doğal olarak bu propagandalardan fazlasıyla etkilenmiştir. Ali aleyhtarlığı ile tanınan bir bölgede, silsilesini Hz. Ali’ye dayandıran kişi olması, onun Abdülkâdir Geylânî’nin (Kâdirî silsilesinin de Hz. Ali’ye dayanması hasebiyle) gerçek bir takipçisi olduğunu gösterir ki, bu hiç de göz ardı edilecek bir durum değildir. Ayrıca Ebû Medyen, kendisinin hem anne hem de baba tarafından Hz. Ali soyundan gelmesi ile gurur duyardı.”
Bu açıklamaları yaptıktan sonra Cornell, Ebû Medyen ile Abdülkâdir Geylânî’nin buluşmasını öne süren daha sonraki dönemlere ait kayıtların uydurma oldukları ve sonraki nesillerce Kâdiriyye’nin müritlerinin nasıl da çok olduğunu gözler önüne sermek için kendilerini Ebû Medyen’in mânevi kişiliği ile ilintilendirmek istedikleri ve ilk dönem tabakat kitaplarında bu hac ziyaretinden bahsedilmeyişi gerekçesi ile bu karşılaşmanın olmadığını iddia etmektedir. Ancak bu karşılaşma Abdülkâdir Geylânî’nin müritleri değil bizzat oğlu tarafından anlatılmaktadır. Ebû Medyen’in, Ali aleyhtarlığı ile tanınan Endülüs’te, Abdülkâdir Geylânî gibi silsilesini Hz. Ali’ye dayandırması dikkat edilmesi gereken bir husustur. Ayrıca yapılan araştırmalarda ifade edildiğine göre Kâdiriyye İslam dünyasında zâten çok yaygın bir tarîkattir. Bu sebeple Kâdiriyye’nin mürit sayısını arttırmak için Ebû Medyen’in şöhretini kullanmaya ihtiyacı yoktur.
Bu konu bağlamında anlatılan bir diğer rivâyet ise şöyledir: Abdülkâdir Geylânî, Bağdat’ta ileri gelen elliyi aşkın şeyhin de hazır bulunduğu bir vaaz meclisinde “İşte şu ayağım her Allah velîsinin boynu üzerindedir.” demiş ve orada bulunan ve bulunmayan sûfîler bu söze icâbet etmişlerdir. O anda Mağrib’de, müritleri arasında bulunan Ebû Medyen de boynunu uzatarak: “Allah’ım, seni ve meleklerini şâhit tutarım ki, işittim ve itaat ettim.” demiştir. Böyle demesinin nedenini soranlara: “Şu anda Abdülkâdir Geylânî, Bağdat’ta ‘Şu ayağım... ’ sözünü söyledi.” der. Orada bulunanlar bu tarihi kaydederler ve Bağdat’tan gelen misafirlerle tarihi karşılaştırdıklarında bilahare Şeyh Abdülkâdir’in, gerçekten aynı gün ve saatte o meşhur sözü söylediğini anlarlar. Burada da Ebû Medyen, Abdülkâdir Geylânî’ye olan bağlılığını Allah’ı ve meleklerini şahit tutarak herkesin huzurunda ifade etmiştir. Ayrıca Ebû Medyen’in, Kâdirî tarîkatine tâbî olarak cehrî zikri esas alması bu bağlılığa örnek olarak zikredilebilir. Burada şunu da belirtmek gerekir ki Kuzey Afrika araştırmacıları sistemli ilk tarikat olan Kâdiriyye tarîkatinin Mağrib’e girişinin ve yayılmasının Ebû Medyen sayesinde olduğunu ifade etmişlerdir.
Ebû Medyen’in görüştüğü şeyhlerle ilgili bir diğer tartışma konusu Şark’ta ortaya çıkan tarîkatlerden Mağrib’in batı istikâmetine kadar uzanmış ilk tarîkat olan Rifâiyye’nin kurucusu Ahmed er-Rifâî (v. 578/1182) ile karşılaşıp karşılaşmadıklarıdır. Ebû Medyen’in Irak’a gidip Ahmed er-Rifâî ile görüştüğüne dair sadece bir rivâyet vardır. Ancak tabakât kitaplarından el-Maksadü’ş-Şerîf’irı müellifi Abdülhak el-Bâdisî (v. 722/1322) 711/1311 yılında kaleme aldığı bu eserinde, bunun muhtemelen cismânî değil, rûhânî bir görüşme olduğunu söyler. Muhammed Na’sân ise yolculuğunun Bağdat’a kadar uzamadığım belirterek Ahmed er-Rifâî ile görüştüğüne dair söylemi bir rivâyet olarak aktarır.
Ebû Medyen’in kendilerine intisap edip tarîkat hırkası giydiği diğer şeyhleri Ebû Abdullâh ed-Dekkâk, Ebu’l-Hasan Alî es-Sellâvî ve Ebû Saîd el-Mağribî el- Endülüsî’dir. Ancak el-Mehdî, onun Kâdirî nisbesi aldığını, tarîkat hırkasını Ebû Abdullâh ed-Dekkâk ile Ebu’l-Hasan Alî es-Sellâvî’den giydiği yönündeki rivâyetin zayıf olduğunu nakletse de Ebû Ya’kûb et-Tâdilî (v. 627/1229), Ebû Medyen’in iki şeyhin tasavvuf yolunu da sürdürdüğünü söylemektedir. Bunlardan birincisi Sahrâ çölü sınırında yer alan Sicilmâse’nin ticaret merkezinden olan Ebû Abdullâh ed-Dekkâk, İkincisi ise Sellâlı Ebu’l- Hasan es-Sellâvî’dir.
E- EBÛ MEDYEN’İN ŞEYHLERİ
Ebu’l-Hasan Ali b. Hirzihim (v. 559/1163): Ebu’l-Hasan Alî b. İsmâil b. Muhammed b. Abdillâh b. Hirzihim; Fas’ta doğmuş, orada yetişmiş, özellikle fıkıh usulü üzerine Ebu’l-Fazl İbnü’n-Nahvî’den (v. 513/1119) ders almış, fıkıh eğitimini tamamladıktan sonra tasavvufa yönelmiş, kerâmet ve firâset sahibi, melâmetî bir sûfîdir. Soyu, Osman b. Affân (r.a.)’a dayanır.
Amcası Sâlih b. Hirzihim, Gazâlî’nin mürîdi ve öğretilerine sıkı sıkıya balı olmasına rağmen başlangıçta İbn Hirzihim, Gazâlî’nin İhya’smdaki bazı konuları tenkit ederek Endülüslülerin âdeti olduğu gibi kitabı yakmaya karar vermiştir. Ancak rüyasında, bu düşüncesinden dolayı kendisine seksen sopa vurulduğunu görmüş, uyandığında bunların acısının hala devam ettiğini hissetmiştir. Daha sonra da bu yanlış düşüncesinden dolayı Allah’a tövbe etmiş ve İhyâ’daki konuları araştırdığında Kitap ve sünnete uygun olduklarım anladığını belirtmiştir.
İbn Hirzihim, ilim tahsil etmek için Doğu’ya gitmiş, Şam’da bir câmide senelerce imamlık yapmıştır. Gazâlî’nin İhyâü Ûlûmi ’d-Dîn isimli eserini anlamak, oradaki meseleleri çözmek için İtikâfa girmiş, imamlık yaptığı esnada öğrencileriyle birlikte Şam’daki bu câmiye gelen Gazâlî ile karşılaşmıştır.
Bundan sonra Mağrib’in ücra köşelerine kadar uzanan görüşleri ile Gazâlî fikirlerinin benimsenmesine öncülük etmiştir. Geri kalan ömrünü talebelerine İhyâ okutmak suretiyle geçirmiş ve Mağrib’de Gazâlî ekolünün başlıca temsilcisi konumuna gelmiştir. Gazâlî’nin eserlerinin yayılmasında etkili olmasından dolayı İbn Hirzihim, kuruluş aşamasında Mağrib sûfîliğinin en önemli ismi olmuştur. Ayrıca o, Muhâsibî’nin er-Riâye li-Hukûkillâh isimli eserine de ayrı bir hassasiyet göstermiş ve talebelerine bu eseri ders olarak okutmuştur. Kendisi zâhirî ilimlerde de otorite bir şahsiyettir. Meşhur Endülüslü fakîhlerden Ebû Bekir İbnü’l-Arabî el-Meâfırî’nin (v. 543/1148) yanında fıkıh eğitimini tamamlamıştır. O, tasavvuf ve fıkıh ilmine ilave olarak tefsir ve hadis sahasında da saygın bir âlimdir.
Babasından hatırı sayılır miktarda miras kalmış ve bunun tamamını kardeşine ve fakirlere bağışlamıştır. Ebû Medyen’de olduğu gibi, onunla görüşen herkes mutlaka kendisinden etkilenmiştir. O, aynı zamanda hem Fas hem de Merâkeş’te verdiği derslerle çok sayıda kişinin yetişmesine katkıda bulunmuştur. Bunlar arasında özellikle; Ebû Ali Hüseyin b. Abdullâh el-Endülüsî (v. 604/1207), Ebû Muhammed Abdullâh b. Osman es-Sanhâcî (v. 612/1215) ve İbrâhim b. Câbir b. Ömer b. Abdirrahmân b. Ömer el-Mahzûmî (v. 641/1243) zikredilmesi gereken isimlerin başında gelmektedir.
Sâlih bir zât olarak ulemânın takdirini kazanmış olan İbn Hirzihim, resmî ünvanları hiçe sayması ve bürokrasinin otoritesini görmezlikten gelmesi sebebiyle Murâbıtların tepkisini kazanmış, bir süre hapse mahkûm edilmiştir. İbn Hûd isyânından ve Merâkeş’in fethinden önce tahliye edilmiştir. Fas’ta 559/1163 yılında Şâban ayının sonlarında vefat etmiştir. Fas kapılarından Bâbü’l-Fütûh’un dışına defhedilmiştir.
Ebu’l-Hasan Ali es-Sellâvî: Kuzey Batı Afrika’nın Sellâ şehrine nisbetle Sellâvî diye anılan Ali es-Sellâvî halikında kaynaklarda bilgi bulunmamaktadır. Sadece İbn Arabî onunla ilgili olarak şunları söylüyor: “Ben İşbiliye’de Şeyh Ebû Ya’kûb el-Kûmî’nin hizmetinde iken bu şeyh gelip bana iltihâk etti. Kendisi Ebû Medyen’le on sekiz yıl sohbet etmişti. İbâdet ve içtihâdı çoktu. İbn Cerrâd mescidinde tam bir ay beraber kaldık.”
Ebû Abdullâh ed-Dekkâk: VI./XII. yüzyılda yaşayan Faslı bir sûfîdir. Sicilmâse’de doğmuş, ilk tahsilini orada tamamlamıştır. Müritleri ile görüşmek için Fas kenti ile Sicilmâse arasında düzenli olarak seyahatlerde bulunmuş ve burada meşhur şeyhlerle görüşmüştür. Mevlâ Abdullâh el-Gazvânî’den tarikat almadan önce, Fas’ta un sattığı için ed- Dekkâk (uncu) nisbetini almıştır. VI./XII. yüzyılın sonlarında vefat eden ed-Dekkâk, Fas’ta Bâbü’l-Cîse civarındaki kabristana defnedilmiştir.
Ebû Abdullâh ed-Dekkâk, meşhur bir melâmetî şeyhi ve siyasî aktivitesi olan birisidir. Murâbıtlar devletine karşı sert muhâlefette bulunmuş ve kendisinin manevî kişiliğine dair abartılı tutum sergilenmiştir. Sıkıntı çıkarmaması için Murâbıt otoriteleri tarafından Fas şehrinde sıkı takibe tâbî tutulan bu şahsiyet, tasavvuf ilmi alanında Ebû Medyen’e ileri boyutta tesir etmiştir. Ebû Abdullâh ed-Dekkâk: “Benden tasavvuf ilmini ilk alan kişi Ebû Medyen’dir.” demektedir.
İbn Hirzihim gibi onun da melâmetiyye neşvesini takip ettiği görülmektedir. Ed- Dekkâk'ın melâmî tavrı, Şark İslam dünyasının meşhur sûfîlerinden Bâyezîd-i Bistâmî ve Hüseyin b. Mansûr el-Hallâc (v. 309/921) gibi şahsiyetleri çağrıştırmaktadır. Onun söylem ve tavırları, İbnü’l-Arîf ve İbn Berrecân tarafından desteklenmesine rağmen zâhir ulemâsı kadar sûfî çevrelerde de zaman zaman şiddetli eleştirilere mâruz kalmıştır.
Ebû Abdullâh ed-Dekkâk’ın öğretim sisteminde; Sülemî’nin (v. 412/1021) Tabakâtü’s-Sûfîyye'si gibi tabakât kitapları, Kuşeyrî’nin (v. 465/1072) er-Risâle’si gibi tasavvuf klasikleri temel kaynak olarak kullanılmaktadır. Ebû Abdullâh ed-Dekkâk hakkındaki bilgiler o kadar kesinlikten uzaktır ki ölüm tarihi bile bilinmemektedir. Fransız şarkiyatçı Alfred Bel (1286-1364/1869-1944), ona ait mezar taşının kabrinden ayrı bir mahalde ve meşhur mürîdi Ebû Medyen’e atfedilen Fas kentindeki küçük bir mescitte saklandığını belirtmektedir.
Siyasî otoriteler tarafından “Yaramaz çocuk” olarak addedilen bu melâmî şeyh, Ebû Medyen’e “Allah’ın yarattıklarının adâletsizliği karşısında gerek ticârette gerek devlet yönetiminde Allah’a bağlılığın her şeyden önde gelmesi gerektiğini” öğretmiş korkusuz bir kalenderdir. Buna ilave olarak sûfîlerin toplumsal hayattaki aktif rollerinin “halk içinde ama onun parçası olmadan Hak’la beraber olma” olduğunun farkına varmasını sağlamıştır.
Şeyh Ebû Ya’zâ Yelnûr b. Meymûn ed-Diikkâlî (v. 572/1176): Fas tasavvufunda bir asırdan daha fazla etkin olan önemli şahsiyet, Berberi şeyh ve mânevî önder olarak bilinen Ebû Ya’zâ, Hezmîra kabilesinin Eyrûcân âşiretindendir. Anne tarafından ise Heskûra kabilesinin Benî Sabîh kolundandır. Çocukken çobanlık yapmıştır.
Dükkale’deki ikâmeti sırasında Ebû Ya’zâ, Azmûr kentinin mânevî sultanı ve Nûriyye ekolünün Mağrib’deki pîri kabul edilen Ebû Şuayb es-Sanhâcî’nin mürîdi olmuştur. Yirmi beş yıldan daha fazla Mağrib’in yerleşime elverişsiz topraklarında yırtıcı hayvanlarla dostluk kurarak yaşamını sürdürmüştür. Daha sonraki yıllarda Atlas dağlarının zirvesinde Tîn Mâl’de yaşamıştır. Bu dönemde vücudunu kamıştan bir hasırla örttüğü için Berberî ifade ile hasır sahibi mânâsına gelen “Ebû Vagartil” diye tanınmıştır. Genelde elbiseye önem vermeyen Ebû Ya’zâ’yı karşılaştığı bir kadın giydirmiştir.
Berberî olan şeyh, Arapça konuşamamaktadır. Hatta ümmîdir ama keramet sahibi, hak ve hakikat yolunda hayli mesafeler kat etmiş, yüksek derecelere ulaşmış bir şeyhtir. Mağrib’in ünlü velîleri onun elinde yetişmiştir. Doğu ülkelerinden halk akm akm ziyaretine gelir, başları dara düştüğünde yardım dilerlermiş. Murâkabesi devamlı, nefisle mücadelesi sonsuz evliyâlardandır. Kaynaklarda aslanların sürekli yanına geldiği, kuşların ondan hiç ayrılmadığı rivâyet edilir.
Melâmetî bir tasavvuf anlayışına sahip, döneminin kutbu ve zamanının meşhur mutasavvıflarından biri olarak nitelendirilen Ebû Ya’zâ, Gazâlî’nin İhya’sından övgüyle söz etmiş, evliyânın kerâmetlerini inkâr edenlere sert tepki göstermiştir. Ebû Ya’zâ, fütüvvet geleneğinin sıkı bir takipçisi olarak kendisi, bitkisel gıdalarla iktifa etmeyi prensip haline getirmiş, fakat ülkenin her tarafından tekkesine gelen misafirlerine et, süt ve bal gibi yiyecekleri ikram etmeyi tercih etmiştir. İhtiyaç sahiplerine gıda yardımları yapmış, insanlardan herhangi bir hediye ya da sadaka kabul etmemiştir.
Hakkındaki bazı şikâyetler üzerine 541/1146’da Merâkeş’e getirilip tutuklanmış, bir müddet sonra suçsuzluğu anlaşılınca da serbest bırakılmıştır. Serbest bırakıldıktan sonra Merâkeş’ten ayrılan Ebû Ya’zâ, Fas şehrine gitmiş ve burada Hümâtü’l-Bilîde denilen mevkide bir ribât kurmuştur. Ama buradan ayrılmak zorunda kalmış ve Tagıyye kentine yerleşmiştir. Şeyh, Adrarun Irıkkan’ın bu ormanlık alanında ailesiyle birlikte münzevî bir hayat yaşamıştır.
Kendi müritlerini terbiye yolunda inkâr edilemez bir nüfuz elde etmesine rağmen, Ebû Ya’zâ'ınn tasavvufî öğretileri hakkında çok az malzeme bulunmaktadır. Kerâmetleri saymakla bitirilemezken tasavvufî fikirleri hakkında pek bir şey bilinmemektedir. Onun öğretileri daha çok mürîdi Ebû Medyen tarafından aktarılmıştır. Sadece ona nisbet edilen bir risâle daha önce geçtiği üzere Comell tarafından yayınlanmıştır.
Yaklaşık yüz otuz yıl yaşayan Ebû Ya’zâ, 572/1176 yılının Şevval/Nisan ayında yakalandığı tâun hastalığı sonucunda vefat etmiş ve Tagıyye Mezarlığı’na defhedilmiştir. Türbesi halen önemli bir ziyaret mahallidir. Filâlî Devletinin Sultanı Mevlây İsmâil, şeyhin kabri üzerine görkemli bir türbe ve yanına da büyük bir mescit yaptırmıştır. Daha sonra Sultan I. Haşan, 1881 yılında türbe ve mescidi tamir ettirmiştir.
F- AİLESİ VE ÇOCUKLARI
Ebû Medyen el-Mağribî, ilk fetihlerden beri Endülüs’te yerleşmiş olan kalabalık bir Arap ailesinden gelmektedir. Ebû Medyen’in babası fakir bir adamdır ve o, küçük yaştayken vefat etmiştir. Onu, kardeşleri büyütmüş, önce çobanlık yapmış sonra da dokuma sanatını öğrenmiştir.
Tasavvuf geleneğinde olduğu gibi Şeyh Ebû Medyen de zâhidâne bir hayat yaşamış ve evliliğe pek sıcak bakmamıştır. Tâdilî’nin et-Teşevvüf isimli eserinde rivâyet ettiğine göre onun bilinen tek eşi, şeyhi Ebû Ya’zâ’nın isteği üzerine evlendiği siyâhî bir câriyedir:
“Bir gün Ebû Medyen arkadaşlarına şöyle dedi: “Ebû Ya’zâ, bana Habeşli bir câriye hediye edileceğini, bu cariyeden bir çocuğumun olacağını ve eğer bu çocuk yaşarsa benim için büyük bir şân olacağını söyledi.” Nitekim söylediği gibi bir gün Bicâyeli bir tüccar, Ebû Medyen’e Habeşli bir câriye hediye eder. Sonra Ebû Medyen, bu câriye ile evlenir. Ancak Ebû Medyen bu evlilikten dolayı kederlidir. Müritleri bu durumun sebebini kendisine sorduklarında, ‘Benim bu câriyeye karşı herhangi bir arzum sözkonusu değildir. Şeyh Ebû Ya’zâ, o kadından bir çocuğumun olacağını bana söylemeseydi, onunla kesinlikle evlenmezdim. Bende ona karşı herhangi bir istek yoktur. Eğer onu terk edersem günah işlemiş olurum.’ diye cevap verir.”
Sonra bir gün müritlerinden Abdürrezzâk el-Cezûlî, Ebû Medyen’e ‘O câriyeyle evlenmek ve Ebû Medyen’in çocuğunu büyütmek istediğini’ söyler. Bu söz üzerine Ebû Medyen: ‘Evleneceğin bu kadın, Mesmûde Berberîleri arasında rezil rüsvay olarak görülen siyâhî bir kadındır. Buna rağmen onunla evlenecek misin?’ diye sormuş, Abdürrezzâk el- Cezûlî de ‘Evet, evlenmek istiyorum.’ demiştir. Bunun üzerine Ebû Medyen karısını boşamıştır. Abdürrezzâk el-Cezûlî, o kadınla evlenmiş ve Ebû Medyen’in çocuğuna bakıp, onu büyütmüştür. Bu çocuk, çok kısa bir sürede hâfız olmuş ve firâseti güçlü bir isim haline gelmiştir. Ama çok genç yaşta ölüm kendisini yakalamış ve vefat etmiştir. Bunun üzerine Abdürrezzâk el-Cezûlî de şarka göç etmiştir.”
Kaynaklarda genç yaşta vefat ettiği belirtilen Ebû Medyen’in bu oğlunun adı Medyen’dir. Kabri, Mısır’ın doğusunda, Sur dışında Bürketü’l-Kâr’da bulunan Şeyh Abdülkâdir Deştûtî Câmii civarındadır. Kabri üzerinde büyük bir kubbe vardır. Büyük bir zât olduğu için daima ziyaret edilir.
Ebû Medyen’in soyu, oğlu Medyen’le devam etmiş ve torunları Mısır’a yerleşmiştir. Hatta Ebû Medyen, Ahmed el-Bedevî’nin (v. 675/1276) büyük dedesidir. Abdüssamed Zeyn’in ifadesine göre; Ahmed el-Bedevî’nin annesi Fâtıma, Muhammed b. Ahmed b. Abdullâh b. Medyen b. Şuayb’ın kızıdır.
İbn Arabi’nin rivâyetine göre, Ebû Medyen’in, âmâ fakat sezgi bakımından çok güçlü bir oğlu vardır. Yedi yaşında iken bu çocuk uzağa bakar ve ‘Denizde şu kadar gemi görüyorum.’ dermiş. Birkaç gün geçtikten sonra bulundukları şehir olan Bicâye’ye gemiler gelince, çocuğun dediklerinin doğru olduğu görülürmüş. Çocuğa, ‘Neyle görüyorsun?’ diye sorulunca, ‘Gözlerimle’ cevabını verirmiş. Sonra ‘Hayır kalbimle, hayır hayır babamla görüyorum. Babam yanımda iken, ben ona bakarsam, size haber verdiğim şeyi görürüm; benden uzakta olursa o zaman hiçbir şey göremem.’ dermiş.” Bu ogulun Medyen mi yoksa başka bir çocuk mu olduğu belirtilmemektedir.
G- VEFATI
Ebû Medyen el-Mağribî hac dönüşünde, o sırada Muvahhidlerin hâkimiyeti altında bulunan Bicâye’ye yerleşmiştir. Lü’lüe mahallesindeki Ebû Zekeriyyâ ez-Zevâvî Câmii’nde ders vermeye başlamıştır. Sabah namazından sonra yaptığı tasavvufî sohbetler, büyük ilgi görmüş; halk kendisinden fetvâ sormak ve duâsını almak için uzak beldelerden akm etmiştir. Niçin daha elverişli bir yeri seçmediğini soranlara: “Bicâye’de helâl rızkı bulmak daha kolay” demiştir.
Ebû Medyen şehre ilk geldiğinde, şehir nüfusunun yaklaşık beşte biri Kal’a göçmeni Berberi mültecilerden oluşmaktaydı. Murâbıtların yerine kurulan ve Mesmûde Berberilerinin başlattığı ıslahat hareketi sonucu kurulan Muvahhidler Devleti, önce Kal’a’yı, kısa bir süre sonra da 544/1149 tarihinde Bicâye’yi fethetmişlerdir.
Jeopolitik konumunun ötesinde Bicâye’nin Ebû Medyen için câzibe merkezi haline gelmesinin büyük bir sebebi de şehrin, İber yarımadasından gelen Endülüslü âlim ve tüccarlarla dolu olmasıydı. Daha sonraları Kuzey Afrika’dan çok Müslüman İspanya’sına benzer bir entelektüel ve kültürel bir yaşam merkezi haline geldi. Şehrin entelektüel dokusuna özellikle önem katan unsur, Hristiyan güçler tarafından işgal edilen Endülüs’ün güneyindeki şehirlerden Meriyye kentinin Meriyye Hadis Araştırmaları Enstitüsü’ydü. Meşhur muhaddis Abdülhak b. Abdirrahmân el-Ezdî (v. 581/1185) tarafından temsil edilen bu ekol, Ebû Medyen’in de yöneldiği ve ilgisini çeken bir okuldu. Çünkü el-Ezdî’nin hadis hocası Ebu’l-Hasan Alî b. Gâlib, Ebû Medyen’in hocası ve Meriyyeli sûfî ve muhaddis Ebu’l- Abbâs İbnü’l-Arîf in öğrencisiydi.
Mevcut tabakât kitapları Ebû Medyen’in; Muvahhidler, Mehdî gözüyle bakılan İbn Tûmert ve kurdukları devlet hakkında neler düşündüğünden açıklıkla bahsetmemektedirler. Abdülhak el-Ezdî’nin İbn Tûmert taraftarlarını Mağrib’in orta kesimlerinin dışına ve İfrikıyye’ye sürmek için Benî Ganiyye isyancıları ve Benî Hammâd hânedanlığı ile işbirliği yaptığı bilinmektedir. Muvahhidler devletinin halîfesi Ya’kûb el-Mansûr (v. 595/1199), sonunda Benî Ganiyye’yi 581/1185 yılında mağlup etti. Abdülhak el-Ezdî, ihanetinin faturası olarak hapsedildi. Ertesi yıl işkence sonucu öldü. Benî Ganiyye hanedanından hayatta kalanlar ise Sale’ye gönderildi. Burası; Ya’kûb el-Mansûr’un düşmanlarına sürgün yeri olarak belirlediği toprakları idi. Muvahhid halîfesi, Bicâye şehrine ve ulemâsına güvenmemekteydi. Bicâye ulemâsı, İbn Tûmert ideolojisini benimseyenler tarafından savunulan dînî ve hukûkî yeniliklere sürekli karşı çıkıyorlardı. Ya’kûb el-Mansûr’un, Ebû Medyen’i Merâkeş’e getirtmek istemesinin muhtemel sebebi de onun son günlerini Sale’de geçirmesini sağlamak olmalıdır.
Bicâye’ye gelen ve yerleşen Ebû Medyen’in burada gün geçtikçe şöhreti yayılmış, nüfuzu artmış ve zâviyesine gelen ziyaretçilerin sayısı giderek çoğalmıştır. Burada gerçekleştirdiği sohbetlerde, bireysel haklar ve sosyal adalet üzerine sürekli vurgu yapması, açık konuşması ve halkı bu konularda uyarması çok sayıda düşman kazanmasına yol açmıştır. Böylece hızla artan itibar ve şöhretini hazmedemeyen, özellikle Ebû Medyen’in “bilgisiz, irfandan yoksun ve ikiyüzlü” olarak nitelediği Bicâye’nin etkin dînî zümresi, Sultan Ya’kûb el-Mansûr’a giderek onu şikâyet etmiş, onun ileride mehdîlik iddiasında bulunabileceğini ve her yerde çok sayıda bulunan müritleriyle devlet için bir tehlike oluşturacağını söylemişlerdir. Şeyhin halka yönelik sohbetlerinin popüler hale gelmesi ve bu konuşmalarında siyâsî sorunlara değinmesi Muvahhid halîfesi Ya’kûb el-Mansûr’un dikkatini çekmiştir. Zâten sultan, daha önce yaşanan hadis âlimi el-Ezdî ve Benî Ganiyye olayını da unutmuş değildi. İktidar, Bicâye halkının bir türlü güvenini kazanamamış ve onları kontrol altında tutamamıştı. Muvahhidlerin dînî önderleri ile halîfenin şehirdeki ajanları Endülüslü bu büyük şeyhin faaliyetleri hakkında provakatif raporlar veriyorlardı. Tabakât kitaplarına göre bu suçlamalar, daha çok şeyhin müritlerini ve cemaatini “hizbullâh” olarak nitelemesi, Horasan tasavvuf düşüncesinin melâmet ve fütüvvet geleneğini takip ettirmesi ve sık sık müritlerini sultanlar adıyla zikretmesinden kaynaklanıyordu.
Bunun üzerine taç ve tahtı için korkuya kapılan sultan, kendisi hakkında ileri sürülen büyük kuşku ve iddialara cevap vermesi için resmi yazıyla Ebû Medyen’in Merâkeş’e getirilmesini emretmiştir. Ya’kûb el-Mansûr’un bu daveti 594/1197 yılında, yani Ebû Medyen yaklaşık olarak seksen beş yaşında iken gerçekleşmiştir. Muvahhid askerleri, Ebû Medyen’i götürecekleri sırada müritleri ve sevenleri toplanıp, götürülmesine mâni olmak istemişlerse de kendisi onları yatıştırmış ve şunları söylemiştir:
Ölümüm yaklaştı ve buradan başka bir yerde vukû bulması takdir edilmiştir. Ben, yaşlı ve zayıf olduğum için öleceğim yere kendiliğimden gidemiyorum. O yüzden Cenâb-ı Hak, bana bu adamları musahhar kıldı. Onlar, beni devletin vasıtalarıyla daha rahat bir şekilde oraya götüreceklerdir. Bütün mesele bundan ibarettir. Onun için müsterih olunuz. Onlardan bana kötülük gelmeyecektir. Çünkü ne ben sultanı göreceğim, ne de o beni görecektir.
Halk sükûnet bulunca, güvenlik görevlileri onu alıp götürmüşler, Tilimsen topraklarına girip Ubbâd’ı görünce Ebû Medyen:
Burası ölmek için ne iyi yerdir, demiş ve arkasından hastalanmıştır. Çok sürmeyen hastalığının akabinde de aynı yerde vefat etmiştir. Ruhunu teslim ederken son sözü “Allah haktır” olmuştur.
Bazı kaynaklarda ise Bicâye’den Tilimsen’e gelir gelmez birden değişmiş ve “Bizim sultanla işimiz yok, bu gece kardeşleri ziyaret etmek isteriz” diyerek bineğinden inmiş, kıbleye dönüp şehâdet getirdikten sonra şöyle demiştir: “İşte geldim... İşte geldim...” daha sonra şu âyet-i kerimeyi okumuş: “Rabbim! Hoşnut olasın diye sana gelmekte acele ettim.” “Allah Hay” demiş ve ruhunu teslim etmiştir.
Müritlerinden Ebû Ali es-Savâf, hastalığının en şiddetli hale geldiği, dayanılmaz acılara giriftar kaldığı anda bile onun; “Allah, Allah, Allah...” diye sürekli zikrettiğini, bunun son nefesine kadar devam ettiğini, bu duruma bizzat şahit olduğunu söylemektedir. Ölmeden önce “Bana vasiyet et” dediğinde şeyh: “Sübhânallâh! Ömrümün tamamı yanınızda geçti, vasiyete ne gerek! Hallerimden müşâhede ettikleriniz vasiyettir.” demiştir.
Ebû Medyen’in vefat tarihi konusunda tabakat kitaplarında pek çok rivâyet bulunmaktadır. H. 580, 589, 590, 593 yılları zikredilmiş, ancak o, 594 yılında (13 Kasım 1197) Tilimsen yakınında İsser nehri kıyısında vefat etmiş, vasiyetine uygun olarak Ubbad’da defnedilmiştir. Ancak Ebû Medyen’in ölüm tarihiyle ilgili olarak İbn Arabî, “Tebârekellezî bi-yedihi’l-mülk” mertebesine erişen kutubdan bahsederken, böyle bir makâma ermiş olan şeyhinin h. 589’da vefat ettiğini söylemiş, Nihat Keklik de burada bahsedilen şeyhin Ebû Medyen olması gerektiğini, çünkü Mülk sûresi’nin Ebû Medyen’in sûresi olduğunu söylemiştir.
Rivâyete göre, Ebû Medyen’in cenazesi Şeyh Ebû Alî Amr el-Habbâk (v. 613/1216)'ın tövbe ederek tasavvufa yönelmesine vesile olmuştur. Şeyh Amr el-Habbâk, dünyevî kaygılardan kurtularak tövbe etmesinin sebebini şu cümleleriyle anlatmaktadır: “Ebû Medyen vefat ettiğinde, cenazesine Ubbâd’a geldim. Onun cenaze namazında dervişlerden daha fazîletlisini ve zenginlerden daha aşağısını görmedim ve kendi kendime şöyle dedim: ‘Onların dünyadaki hâlleri böyleyse ya âhiretteki hâlleri nasıldır?’ Bunun üzerine mallarımın tamamını, elbiselerimi fakirlere dağıtıp yamalı giysiler giydim, dünyadan ve nimetlerinden kendimi soyutladım.”
H-KABRİ
Ebû Medyen, Tilimsenlilerden mürekkeb büyük bir cenaze alayı ile Ubbâd Köyü’ne defnedilmiş ve halk velîye karşı derin bir hürmet göstermiştir. Ubbâd mezarlığı şehrin yukarısındaki tepelik alanda bulunmaktadır. Burası şehir halkının dindar kabul ettiği ve evliyâ nazarıyla baktığı şahsiyetlerin metfun olduğu yerdi. Ebû Medyen’in mürîdleri tarafından sık sık ziyaret edilen Tilimsen şehrinin güneydoğusundaki Ubbâd Köyü zamanla gelişerek bir kasaba halini almıştır.
Şeyhin vefatından kısa bir süre sonra Muvahhid Sultanı Muhammed Nâsır-Lidînillah b. Ya’kûb el-Mansûr’un (v. 609/1212) yaptırdığı türbe, Merînî Sultânı Ebu’l-Hasan (v. 752/1351) tarafından onarılıp geliştirilmiştir. Kare bir plan üzerine yeşil kiremitli, dört köşeli bir çatı ile örtülü türbe, içten kubbelidir. Kapı kemerleri çevresi Türk hâkimiyeti döneminde tezyin edilmiş olup önünde bir avlu ve şadırvan bulunmaktadır. Daha sonra yapılan ve bugüne kadar oldukça iyi korunan cami, medrese, kasır, hamam, türbe ve çevresi bir külliye halini almış, birçok ziyaretçinin uğradığı, pek çok öğrenci ve dervişin eğitim ve öğrenim gördüğü büyük bir müessese durumuna gelmiştir. İbn Haldun bir süre burada kalıp inzivaya çekildiğini söylemekte, İbn Batûta da buraya uğrayıp ziyaret ettiğini zikretmektedir.
Şeyh Ebû Alî Amr el-Habbâk, Ebû Medyen’in kabri için şunları söylemektedir: “Ebû Medyen’in kabri, sevenlerinin akın edip ziyaret ettiği meşhur bir merkezdir. Ziyaretçisi çoktur. Pek çok evliyânm kabrini ziyaret ettim ama onun kabri kadar nur saçan birini görmedim. En parlak ve en belirgin olanı onun mezarıdır. Onun makâmmda yapılan duâlar; hak katında makbul olur. Bu duruma defalarca şahit oldum. Onun kabrini defalarca ziyaret ettim, birçok sırlara vâkıf oldum. Hatta bir keresinde müminlerin emîri ve tevekkül ehli bir zât olan Ebu’l-Abbâs ile birlikte 761/1359 yılında, Mağrib’den Kasantina’ya giderken ziyaret ettim. Şeyhin kabrinin etrafında çok sayıda kabir bulunmaktadır. Oraya girdiğinde sanki eve giriyormuşsun gibi bir his verir insana. Oraya sağ taraftan gir, kabrin sol tarafta kaldığını göreceksin. Yıllardır bu şekilde ziyaret edilir burası. Burada yürümenin âdeti budur. Burada bir kişinin namaz kılabileceği kadar büyüklükte bir mekân vardır. Orada yönünü kıbleye döner ve sırtını duvara yaslarsın. Herhangi bir merâsime bürünmeden, türbede edep ölçüleri dışına çıkmadan Ebû Medyen’in kabrine selâm verir ve şöyle dersin; ‘Allah gayretini boşa çıkarmasın. Çabalarının mükafâtını bol versin. Olanca azminden ve yetiştirdiğin seçkin müritlerinden ötürü Allah sana rahmet eylesin. Senin ilminden ve tâatinden bizleri faydalandırsın.’ Sonra kolayına gelen Kur’an âyetlerinden okur ve dilediğin şekilde duâ edersin. Mümkünse kapıda bekleyen ihtiyaç sahiplerine ve muhtaçlara tasaddukta bulun!
Senden sonra ziyaret için bekleyenleri düşünerek ziyaretini kısa tut!”
O zamandan beri Ebû Medyen, Tilimsen ve çevresinin mânevî sahibi ve koruyucusu olarak kabul edilmekte, bütün Kuzey Afrika’da büyük bir saygı görmektedir. Mağrib halkı, çok defa çocuklarına onun künyesini (Ebû Medyen) ve ünvanını (Gavs) ad olarak verirler. Ebû Medyen’in kabri, sevenlerinin akm edip ziyaret ettiği meşhur bir merkezdir.
Kabrinde yapılan duâların tecrübe edildiği üzere kabul olduğuna inanılmaktadır.
Her yıl dinî bayramlarda Ebû Medyen’in kabrinin etrafında büyük bir kalabalık tarafından oluşturulan törenler, onun objesi olduğu kültün canlılık ve şevkine şâhitlik etmek için yeterlidir.
II- MÜRİTLERİ VE ESERLERİ
A- HALÎFELERİ, MÜRİTLERİ VE ÖĞRENCİLERİ
Ebû Medyen el-Mağribî, Bicâye’ye yerleştikten sonra Ebû Zekeriyyâ ez-Zevâvî Câmii’nde dersler vermiştir. Sabah namazından sonra yaptığı sohbetler herkesin beğenisini kazanmış ve uzak diyarlardan akın akın insanlar onu dinlemeye gelmişlerdir. Ancak zaman zaman kalabalıktan uzaklaşmak, inzivaya çekilmek istediğini belirtmiştir. Evliyâdan bir zâtın gördüğü bir rüyada Ebû Medyen’e iletilmesi istenen şu söz, onu, bu isteğinden vazgeçilmiştir: “Ebû Medyen’e şöyle söyle: ‘İlmi yay! Yarın yüksek kimselerle birlikte bulunacaksın, kimseye aldırma! Sen zürriyetlerin babası olan Adem aleyhisselâmın durumundasın.’ Bu zât, ertesi gün rüyâsmı Ebû Medyen’e anlattı. Rüyâyı dinledikten sonra Ebû Medyen şöyle dedi: ‘Ben buralardan ayrılıp, insanlardan uzak kendimle başbaşa kalmak istiyordum. Her şeyden uzaklaşmak niyetindeydim. Senin bu rüyân ise, benim bu niyetime mâni oluyor. Meclis kurup, insanlara ilim öğretmemi emrediyor.’ ‘Yarin yüksek kimselerle berâber bulunacaksın.’ sözü, ‘Allâhü Teâlâ’yı zikredenlerin, onun hatırlandığı, emirlerinin anlatıldığı yerin Cennet bahçelerine benzetildiği.’ hadîs-i şerifine işârettir. ‘Yüksek kimseler’, Cennet ehlinin ‘İlliyyîn’ denilen yüksek mertebesine işârettir. ‘Zürriyetlerin babası olan Âdem aleyhisselâmm durumundasın.’ sözü şuna işârettir ki, Âdem aleyhisselâma, nikâh (izdivaç) yapması emrolundu. Fakat bu nikâhdan meydana gelecek zürriyetin hepsinin mümin ve itâatkâr olması kudreti ona verilmedi.’ İnsanları hidâyete kavuşturmak yalnız Allâhü Teâlâya mahsustur. İşte bunun gibi, bize de ilim verildi, onu yaymak ve öğretmek emredildi. Fakat bu ilim öğrettiklerimizin hepsinin muvaffak olmaları, hepsinin bize tâbî olmaları kudreti bize verilmedi.”
Ebû Medyen bu velînin rüyasından aldığı mesajla, halktan uzaklaşmaktan vazgeçmiş, Ebû Zekeriyyâ ez-Zevâvî Câmii’nde verdiği Kur’ân, hadis, tasavvuf ve fıkıh derslerine devam etmiştir. Bundan sonra eğitim ve öğretim faaliyetlerine dört elle sarılan Ebû Medyen, derslerinde müritlerine/öğrencilerine özellikle aşağıdaki eserleri okutmuştur:
Kur ’ân-ı Kerîm
Es-Sünen (Tirmîzî)
îhyâü Ulûmi ’d-Dîn (îmam Gazâlî)
Er-Riâye li Hukûkillâh (Hâris b. Esed el-Muhâsibî)
Er-Risâletü ’l-Kuşeyriyye (Abdülkerîm b. Hevâzin el-Kuşeyrî) el-Maksadü ’l-Esnâ fi Şerhi Esmâillâhi ’l-Hüsnâ (İmam Gazâlî).
Kendisine danışılan meselelerde Mâlikî fıkhına göre fetvâlar vermiş, medresesinde pek çok âlim, tasavvufî sohbetinde büyük şeyhler yetiştirmiştir. Biyografi yazarlarından İbn Kunfüz (v. 810/1407), keramet ve bereket sahibi bin kadar şeyhin, onun elinden icâzet aldığım söylemiştir. Biz burada kaynaklarda aktarıldığı kadarıyla halîfeleri, müritleri ve öğrencileri hakkında kısaca bilgi vereceğiz. Ancak bazı zâtların mürit mi öğrenci mi olduğu net olmadığından öğrenci ifadesini kullandık. Aslında Ebû Medyen’in en meşhur öğrencisi İbn Arabî olmasına rağmen, cismânî olarak görüşmemeleri nedeniyle ileride tesirleri bölümünde kendisine özel bir başlık açacağımız için burada onu zikretmeyeceğiz.
Abdüsselâm b. Meşîş (v. 622/1225): Ebû Medyen’in tasavvuf hırkasını giydirdiği en meşhur halîfesidir. İbn Meşîş’in asıl önemi, çok sayıda mürîdi ve yaygın bir nüfûzu olan Şâziliyye tarîkatinin kurucusu Ebu’l-Hasan eş-Şâzilî’yi (v. 656/1258) yetiştirmiş, İbrâhim ed-Desûkî (633-676/1235-1277) ve Ahmed el-Bedevî’ye (596- 675/1198-1276) tesir etmiş olmasından ileri gelmektedir. Hakkında kaynaklarda yeterli bilgi bulunmayan İbn Meşîş, yedi yaşlarında iken kendini ibâdete vermiş, din ilimlerini öğrenmiş ve genç yaşta keşf mertebesine ulaşmıştır. Daha sonra on altı yıl süren bir seyahate çıkmış, Fas yöresinde dolaşarak tasavvufî bilgi ve tecrübesini artırmıştır. Kur’an ve hadise son derece bağlı olan, sünnetten uzaklaşan zümrelerle mücadele eden İbn Meşîş, peygamberlik iddiasında bulunarak etrafına birçok câhil taraftar toplayan Muhammed b. Ebî Tavâcîn’e karşı koymak için inzivâdan çıkıp mücadele meydanına atılmış, bu mücadeleden vazgeçmesi için yapılan teklifleri reddedince, Muhammed b. Ebî Tavâcîn’in adamları tarafından şehit edilmiştir. Ölüm tarihi olarak h. 622, 623, 625 yılları gösterilmektedir. “Şehid Kutup” diye de meşhur olan İbn Meşîş’in naaşı, bugün Fas sınırlarında Benî Arûs arazisindeki Cebel-i Alem’e defnedilmiştir. İbn Meşîş'in türbesi Fas’ın önemli ziyaret yerlerinden biridir. Şeyhin oğulları ve torunları da asırlar boyu bölge halkından büyük bir saygı görmüşlerdir. İbn Meşîş'in ölüm yıldönümü dolayısıyla Tittâvin civarındaki Şaşavan kasabası sakinlerince düzenlenen ihtifale (mevlid) çok sayıda insan katılmaktadır.
İbn Meşîş’in evrâdı, es-Salavâtü’l-Meşîşiyye adıyla günümüze kadar gelmiştir. Kısa bir salavattan ibaret olan bu evrâd, tasavvufun belli başlı kavramlarını özlü bir şekilde ifade ettiğinden, âbid ve sûfîler arasında hararetle okunmuş ve muhtelif müellifler tarafından defalarca şerh edilmiştir. Yûsuf en-Nebbânî, el-Cevâhirü'l-Bihâr adlı eserinde (II, Beyrut- 1327), Abdülazîz ed-Debbâğ, Abdülganî en-Nablûsî ve Sîdî Abdullâh el-Mîrganî’nin şerhlerini aynen iktibas etmiştir. Es-Salavâtü'l-Meşîşiyye, İsmail Hakkı Bursevî tarafından da tercüme ve şerh edilmiştir (İstanbul-1256). Sûfîler, metni kısa olan bu salâtm manevî tesirine inandıkları için onu vird olarak benimsemiş ve günün belirli vakitlerinde okunmasını tavsiye etmişlerdir.
Ebû Saîd el-Bâcî (552-628/1157-1230): Asıl adı Halef b. Yahyâ et-Temîmî olan Ebû Saîd el-Bâcî 552/1157 yılında Tunus’da doğmuştur. Ebû Medyen’den tarîkat almış, 603/1206 yılında hacca gitmiştir. Mekke’de üç sene kalmış, bu sırada ibâdet ve tâatle meşgul olmuş ve 628/1230 yılında vefat etmiştir. Kabri, Tunus’da kendi ismi ile anılan câmiinin yanındadır. Ebu’l-Hasan eş-Şâzilî’nin şeyhidir.
Ebû Abdullâh b. Harâzim (v. 633/1235): Tam adı Ebû Abdullâh b. Muhammed b. EbiT-Hasan Ali b. İsmâil b. Harâzim’dir. Babası Ebu’l-Hasan Ali es-Sellâvî, Ebû Medyen’in şeyhlerinden birisidir. Ancak Ebû Abdullâh b. Harâzim, küçük yaşta iken babası vefat etmiştir. Bu nedenle o, Ebû Medyen’in ve mürîdi Ebû Muhammed Sâlih’in (v. 631/1233) yamnda eğitimini tamamlamış, Medyeniyye tarîkatini almıştır. 633/1235 yılında vefat eden Ebû Abdullâh b. Harâzim’in kabri, Fas kenti yakınlarındaki Ahvâz’da bulunmaktadır. Daha sonraları kabrinin yakınından şifalı kaplıca suları çıktığı için Ebu’s- Sahûnât ismi ile meşhur olmuş olup günümüzde de bu isimle tanınmaktadır.
Ebu’l-Hasan eş-Şâzilî, tasavvuf hırkasını İbn Meşîş’den evvel İbn Harâzim’in elinden giymiş ve ilk eğitimini onun kontrolünde yapmıştır. Bu nedenle eş-Şâzilî’nin İbn Harâzim ile olan münasebeti, çocukluk yıllarına dayanmaktadır. Bu durumda Ebu’l-Hasan eş-Şâzilî’nin kendilerinden tarîkat aldığı şeyhleri Ebû Medyen’in terbiyesinde yetişmiş, ondan tarîkat almıştır. Zâten bu sebeple Harîrîzâde (v. 1299/1881), Tibyân’da. Şâziliyye’yi Medyeniyye’nin en büyük kolu olarak zikretmiştir.
Abdürrezzâk el-Cezûlî: Ebû Medyen’in müritlerinden olan Abdürrezzâk el- Cezûlî, İskenderiye’de yaşamış ve orada vefat etmiş büyük şeyhlerdendir. Abdürrahîm el- Kmâî ve EbuT-Haccâc el-Uksurî’nin (v. 642/1244) şeyhidir. Onun yedi günde vuslata erdiği Ebû Medyen’e anlatıldığında şöyle demiştir: “Onu çağırın. Eğer sözünde yalancı ise bunun cezasını çeker, yok eğer doğru ise bununla insanları faydalandırsın.” Daha önce de bahsi geçtiği üzere, Ebû Medyen’in boşandığı karısı ile evlenmiş ve çocuğunu büyütmüştür. Bu çocuğun vefatından sonra da şarka yolculuk etmiştir.
Ebû Muhammed Abdurrahîm b. Ahmed b. Hacûn el-Kmâî el-Mağribî (521-592/1127-1195): Abdürrahîm el-Kmâî, Ebû Medyen’in halîfelerinden biridir. Mısır’ın meşhur şeyhlerinden, kerâmet sahibi, himmet erbâbı, şeriat ile tarîkati birleştiren âriflerin büyüklerindendir. Abdürrahîm el-Kınâî, Ebu’l-Hasan eş-Şâzilî’nin Gammara bölgesinde yaşayan kabilesi Benî Umvân’dan olup Sebte’nin Tırgay kasabasında 521/1127 yılında doğmuştur. Babası küçükken vefat etmiştir. Dayıları, onu ilim tahsili için Şam’a göndermiş, ancak daha sonra Şam’dan ayrılarak Mekke’ye gitmiş ve orada dokuz yıl kalmıştır. Hac esnasında Mecdüddîn el-Kuşeyrî ile karşılaşmış ve onunla Mısır’a gelmiştir. el-Kuşeyrî, Abdürrahîm’e kızıyla evlenmesini teklif etmiş, o da bu âlim zâtın kızıyla evlenmiştir. Geçimini kazanmak için ticaretle uğraşmış ve bir yandan da vaazlar vermeye başlamıştır. Sonra Mısır’da Kâhire’nin güneyindeki Kmâ şehrine gelmiş ve vefat edene kadar orada ikâmet etmiştir.
Abdürrahîm el-Kmâî, 592/1195 yılının Safer ayında, Cuma günü sabah namazından sonra Kmâ’da vefat etmiştir. Cenazesi onbinleri aşan bir kalabalık tarafından kaldırılmış, ikâmet ettiği ve ders verdiği evine gömülmüştür. Kabri meşhurdur ve ziyarete gelenlerle dolup taşmaktadır. Şeyh Abdürrahîm’in bir Kur’an tefsiri, evlilik hakkında bir risalesi (Rısâle fî’z-Zevâc, Kâhire), vird ve dua kitabı ve sâlihlerin hayatını anlattığı bir terâcim kitabı (Kitâbü ’l-Asflyâ, Kâhire) olduğu kaydedilmektedir.
Abdürrahîm el-Kmâî, Rabbinin, ölümünden sonra şeyhine ihsan ettikleriyle ilgili şöyle bir rüyasını aktarmaktadır: “Şeyhimiz Ebû Medyen’e ‘Allâhü Tealâ sana nasıl muamele etti?’ diye sorduğumda bana şöyle dedi: ‘Rabbim beni huzuruna aldı ve bana şöyle söyledi:
Yâ Şuayb! Sağındakiler nedir?
Yâ Rab! Bana ihsan ettiklerin.
S olundakiler nedir?
Yâ Rab! Senin bana takdir ettiklerin ve benim hatâlarımdır. Affını dilerim.
- Yâ Şuayb! İyiliklerini çok artırdım ve hatalarını da affettim. Seni gören, ya da seni göreni gören kimselere ne mutlu! ’ ”
Fakîh Muhammed b. İbrâhim el-Ensârî: Ebû Medyen’in en önemli öğrencilerinden biri olup fakihtir. Onun Bicâye’de Ebû Zekeriyyâ ez-Zevâvî Câmii’ndeki
929 derslerine katılmış ve ondan çokça rivâyet aktarmıştır.
Ebû Abdullâh et-Tâvudî (v. 580/1184): Fas’ta yaşamış fakîhlerdendir.
Çocuklara Kur’an öğretir, zengin çocuklardan aldığı ücreti fakır çocuklara dağıtır, miskinlere elbise dikermiş. Kaynaklarda Ebû Medyen’in, Ebû Abdullâh et-Tâvudî ile ilgili şöyle bir menkıbe anlattığı rivâyet edilir: “İki adam, Ebû Abdullâh et-Tâvudî’yi ziyaret etmeye geldi. Ona ‘Kardeş olmak gerekir.’ dediler. Ebû Abdullâh, elindeki ekmekten bir lokma aldı ve gerisini iki adama attı. Ekmeği almak için adamlardan biri diğerinin üzerine atıldı. Bunun üzerine Ebû Abdullâh: ‘Varolan kardeşlik dünya menfaatiyle bozuldu.’ dedi.”
Ebû Muhammed Abdülhak b. Abdirrahmân el-îşbilî (516-582/1122-1186): Ebû Medyen’in müritlerinden meşhur hadis âlimi, sâlih bir zâttır. Hitâbeti ile meşhur olmuş, kadılık yapmış ve adâletli kararları ile tanınmıştır. Ebû Muhammed, 516/1122 yılında doğmuş, 582/1186 yılında vefat etmiştir. Kabri, Bicâye’de Bâbü’l-Mürsî dışındadır. El- Ahkâmü ’l-Kübrâ ve ’s-Suğrâ fi ’l-Hadîs ve el-Âkıbetü fi ’t-Tezkîr isimli eserlerin müellifidir.
Ebû Muhammed el-îşbilî’nin Ebû Medyen’le ilk görüşmesi, et-Tezkiretü fi Usûli’d- Dîn isimli eserin sahibi, meşhur kadılardan Ebû Ali el-Müseylî ile birlikte gerçekleşmiştir. Her iki fakîh de İlmî ve dînî tahsillerini birlikte gerçekleştirmişler, zühd ve yakîn sahibi, selef-i sâlihîne tâbî âlimlerdendir. Ebû Medyen’in ilim ve irfan sahibi, İlâhî sırlarla donanmış bir şahsiyet olduğuna dair övgüler duymuşlar ama bazı kişilerden işittikleri menfi şeyler bu iki büyük zâtı Ebû Medyen’den uzaklaştırmaktadır. Sonunda bu iki dost, gidip gerçekleri yerinde görmeye karar verirler. Ebû Medyen’in yanına vardıklarında, onun müritleri ile beraber bir mescitte ders takririnde bulunduğunu görürler. Kaynaklarda onların da ders halkasına katılıp Ebû Medyen’in feyz sahibi ve nûrânî bir zât olduğunu, sözlerinde derin hakikatleri aktardığını müşâhede ettikleri belirtilmekte ve ders sonrasında aralarında geçen sohbet şöyle anlatılmaktadır:
“Ders bittiğinde kendisine selâm verdiler, o da selamlarına mukâbelede bulundu. Ama bir türlü özel bir görüşme gerçekleştiremediler. Sonra Ebû Medyen; ‘Burada Fakîh Ebû Muhammed Abdülhak ve Fakîh Ebû Ali el-Müseylî vardı.’ deyince, onlar ‘Evet efendim, biziz.’ cevabını verdiler. Onun bu kerâmetine orada şâhit oldular. Sonra ona: ‘Bize senin Mülk sûresinden bahsetmediğin haberi geldi.’ dediler. Ebû Medyen onlara dedi ki: ‘Ben Küllî Varlık ile beraberim, delîlim odur.’ Yanından ayrıldıktan sonra, onun bu ifadesinin ancak vehbî bir ilim sayesinde söylenilebilecek bir söz olduğunu anladılar. Onun keşfî bilgiye mazhar olduğunu gördüler. Sonunda Ebû Muhammed Abdülhak, kendisine intisap etmeye karar verdi. O da sülûku ile zâhir ve bâtın ilimlerinde yüksek mertebeler elde etti. Bu süreçte o, Ebû Medyen’in sünnete uymayan bir harekette bulunmadığım anladı. Daha sonra: ‘O, hakikat ehlinin vârisidir.’ tespitinde bulundu.”
el-Fâtımatü’l-Endülüsiyye (v. 590/1193 yaklaşık olarak): Kasr-ı Ketâme şehrindendir. Sâliha kadınlardan olan Endülüslü Fâtıma, Ebû Medyen’i ziyaret etmiş, sohbetine katılmıştır.
Şeyh Ebu’s-Sabr Eyyûb b. Abdullâh el-Fehrî (v. 609/1212): Şeyh Ebu’s- Sabr, Ebû Ya’zâ ve Ebû Medyen’in sohbetine katılmış, muhaddis, sûfî, verâ sahibi, âlim bir şahsiyettir. Aslen Sebteli olan Şeyh Ebu’s-Sabr, Merâkeş’e gelmiş ve Ikâb savaşma şâhit olmuştur. Sonra ilim tahsili için doğuya yolculuk yapmıştır. Sık sık Ebû Medyen’i ziyaret ettiği rivâyet edilen Ebu’s-Sabr, yıllarca Ebû Medyen’e muhâlefet etmiş, daha sonra ise hakkında şunları söylemiştir: “Deryalar dolusu hallere daldım, İlâhî sırlara, bilgilere nâil oldum.”
Ebû Zekeriyyâ ez-Zevâvî (v. 612/1215): Bicâye şehri dışındaki Âmesyûn ehlindendir. 612/1215 yılı Ramazan ayının ortasında Cuma günü ikindi namazından sonra vefat etmiştir. İlim öğrenmek için Doğu’ya gitmiş, sonra Mağrib’e dönmüş, âbid, sâlih bir şahsiyettir. Ebû Medyen’in ona şöyle dediği rivâyet edilir. “İnsanların ümitlerini kırma. Çünkü onların zikirleri; Allah’ın nimetleridir.”
Ebû Muhammed Sâlih b. Vircân ed-Dükkâlî (v. 631/1233): Fas âlimlerinden olup 15 Zihicce 631/1233 yılında vefat etmiştir. Kabri Rabat’ta Asafî kasabasmdadır. Ebû Sâlih’le ilgili şöyle bir menkıbe anlatılmaktadır: “Ebû Medyen Mağribî, halîfelerinden Şeyh Sâlih’e, ‘Ey Sâlih, Bağdat’a git, Hz. Abdülkâdir’den fark ve fenâyı öğren.’ buyurmuşlar ve Şeyh Sâlih, Bağdat’a gelerek Pîr’in halkasına katılmıştır. Yüz yirmi gün halvette kaldıktan sonra Hz. Gavs, Şeyh Sâlih’in yanına gelip ‘Ey Sâlih, ne görüyorsun?’ buyurarak kıble cihetini işaret etmiş ve Şeyh Sâlih, Kâbe’yi müşâhede etmiştir. Tekrar ‘Ne görüyorsun?’ diye batı cihetini işaret edince Şeyh Sâlih, şeyhi Ebû Medyen’i görmüştür. Daha sonra, ‘Ey Sâlih, hangi cihete gitmeyi arzu ediyorsun?’ dediğinde ‘Şeyhim Ebû Medyen’in yanına’ ve ‘Bir adımda mı, yoksa geldiğin gibi mi gitmek istersin?’ sualine ‘Geldiğim gibi’ cevabını vermiştir. Bu cevap üzerine Hz. Gavs, ‘Ey Sâlih, fakrı arzu ediyorsun, ilm-i tevhide terakki etmeyince nâil olamazsın.’ buyurmuşlardır. Şeyh Sâlih de Hz. Gavs'ın halkasına katılarak ihsana nâil olmayı dilemiş ve Hz. Gavs, kendisine bir kere nazar eylemiştir. Bu nazarın bereketiyle Şeyh Sâlih, bir anda bağlarından kurtulup ilm-i tevhîdde terakki ederek fakr hâzinelerine nâil olmuştur. Bir gün namazı eda ettikten sonra Hz. Gavs ve Şeyh Sâlih iki kere sayha ile bağırmışlar ve birbirini müteakıb iki abdest leğeni atmışlar. Ancak atılan leğenler kaybolmuş. Bu olaydan yirmi üç gün sonra Bağdat’a gelen kâfıle, birçok malla birlikte leğenleri de getirip Hazrete teslim etmişler ve leğenleri soranlara ‘Üzerimize eşkiyâ hücum etti, malımızı talan edip, bazı arkadaşlarımızı katlettiler, sonra malımızı taksim için vadiye indiler. Biz Hz. Pir’den yardım diledik. Bunun hemen akabinde iki şiddetli sayhanın ardından, havadan gelen bu iki leğen iki eşkiyâyı öldürdü. Bu büyük kerâmet üzerine diğer eşkiyâlar tövbe ederek, eşyamızı ve leğenleri iade ettiler.’ demişlerdir.”
Ebu’l-Haccâc Yûsuf el-Uksurî (v. 642/1244): Ebû Medyen’in meşhur müritlerinden olup ismi; Yûsuf b. Abdirrahîm el-Gazzî’dir. Ama Ebu’l-Haccâc Yûsuf el- Uksurî olarak tanınır. Mısır’ın Uksur bölgesinden olup, ârif, zâhid bir şahsiyettir. Gençliğinde, hükümdara bağlı divan müfettişliği yapmıştır. Daha sonra bu işleri bırakarak kendini ilme vermiş, mârifet ve tevhîdle ilgili şiirler yazmıştır. Allah’tan gâfıl olmamak için sürekli “la ilâhe illallâh” zikrine devâm etmiş, nefsini terbiye etmek için büyük mücadeleler vermiştir.
Kaynaklarda belirtildiğine göre Ebu’l-Haccâc el-Uksurî, Abdürrahîm el-Kmâî’nin en ihlâslı mürididir. Hatta Şehâbeddîn Sühreverdî (539-632/1144-1234), Cezbü’l-Kulûb ilâ Muvâsalati’l-Mahbûbu6 isimli eserinde el-Uksurî’den hikâyeler anlatmıştır. Buradan anlıyoruz ki o, Mısır’a gelmeden önce Bağdat’ta dokumacılıkla uğraşmıştır. Kırk yaşına varmadan Uksur’a gelmiş ve Uksur kilisesinin râhibesi Tezîra binti Kayser onun vesilesiyle Müslüman olmuştur. Râhibe Tezîra Ebu’l-Haccâc’a kiliseyi hibe etmiş, o da kilisenin üstüne bir mescit inşa etmiş ve müritlerini orada yetiştirmiştir. Recep ayında 642/1244’de vefat etmiştir ve kabri Uksur’dadır.
En meşhur müritleri şunlardır: Ebu’l-Gavs Müferrec ed-Demâmeynî (v. 648/1250), Mûsâ b. Haşan b. Yûsuf es-Sıbâğ (v. 710/1310), Tâceddîn ed-Dişnâvî, Kemaleddîn Abdüzzâhir el-Ca’berî el-Kavsî (v. 701/1301 ).
Ebû Abdullâh Muhammed b. Alî el-Ümrânî: Aslen Sebte civarındaki Gammâra bölgesinden olan Muhammed b. Alî el-Ümrânî, Fas kentine, sonra Tilimsen’e yolculuk yapmış, daha sonra ise Dogu’ya yönelmiştir. Kaynaklara göre abdâldan olduğu söylenen, şâm büyük velîlerdendir. Ebu’t-Tâhir et-Tûnusî, Muhammed b. Ali el-Ümrânî’nin Ebû Medyen’in en büyük başarısı olduğunu ifade etmiştir.
Ebû İmran Mûsâ b. Yedrâsen el-Hallâc: Ebû İmran Mûsâ'ınn mesleği hallaçlıktır. İnsanlar arasında şöhreti yayılınca Fas’tan Bicâye’ye kaçmış ve Ebû Medyen’in sohbetine katılmıştır. İnsanların kendisine acımasız davrandığından şikâyet ettiğinde Ebû Medyen, ona “İsmin Mûsâ, benim ismim Şuayb. Artık güvendesin. Mûsâ (aleyhisselâm), Şuayb (aleyhisselâm)’la karşılaşana kadar güvende değildi.” demiştir.
Ebû Medyen’in öğrencilerinden Muhammed b. İbrâhim el-Ensârî, Ebû İmrân ile ilgili şöyle bir olay anlatır: “Ebû Medyen sohbet ederken Ebû İmran Mûsâ bir müddet kayboldu. Geri geldiğinde, Ebû Medyen hâlâ sohbete devam ediyordu. Sözü bitince, Ebû İmran ayağa kalktı ve ona selâm verdi. Ebû Medyen ona şöyle dedi: ‘Selâm ziyaret edenden de edilenden de üstün olan ziyâfet üzerine olsun.’ Ebû İmran sustu. Ebû Medyen, ona 'ınisafirlerimize ikram etmek için çöreği ben, balı sen getir.’ dedi. Sonra Ebû Medyen, çörek alınmasını emretti. Ebû İmran da bir tabak istedi ve evin dışına koydu. Ardından evin bir köşesine gelip iki rekât namaz kıldı ve dışarı çıktı. Ebû Medyen’den elbisesini istedi, elbiseyi tabağın etrafında döndürdü ve eve geri girdi. İki rekât namaz daha kıldı. Dışarı çıktı, balla dolu tabağı içeri getirdi. Hep beraber balı yedik. Ebû Medyen, ‘Bu balı on beş gün yedik hiç eksilmedi. Eksilmemesinin nedeninin benden kaynaklandığının düşünülmesinden korkup, onu sadaka olarak verdim.’ dedi.”
Ebu’l-Abbâs el-Haşşâb: Ebu’l-Abbâs'ın hayatı hakkında kaynaklarda bilgi bulunmamaktadır. Ancak hakkında şöyle bir rivâyet anlatılır: “Bir adam Ebû Medyen’in müritlerinden Ebu’l-Abbâs el-Haşşâb’ın yanına gelir. Ona, elindeki tarîkat kitabını okumak ve bu kitap üzerine konuşmak ister. Ebu’l-Abbâs susar, sen kitabı oku der. Bu esnada içeri Ebû Medyen gelir. Ona Ebu’l-Abbâs'ın neden böyle davrandığını sorar. Ebû Medyen, ‘Senin okuduğun bu kitaptaki hallerin tamamı Ebu’l-Abbâs’ta var değil mi?’ der. Adam ‘Evet.’ der. Ebû Medyen, ‘O zaman kitabı konuşmanın ne faydası var. Ebu’l-Abbâs sana halleriyle öğüt
9 c i
veriyor.’ der. Adam utanarak gider.”
Ebû İmran Mûsâ es-Sedrânî: İbn Arabî, Şeyh Mûsâ es-Sedrânî’nin Ebû Medyen’le tanışması ile ilgili şöyle bir rivâyette bulunur: “Bir gün Ebû İmran, hükümdara şikâyet edilmiş ve hükümdar onun bağlatılmasını emredip ayağına kelepçe vurdurmuş. Bu şekilde uzun süre yürütmüşler. Fas kenti yakınlarında bir eve kapatılıp kilitlenmiş, fakat sabah kapı açıldığında kelepçelerin bir kenara atıldığı, demir kilidin açılmış olduğu ve ortalıkta hiç kimsenin olmadığı görülmüş. Mûsâ es-Sedrânî bu evden uzaklaşarak Fas’a gelmiş, burada Şeyh Ebû Medyen’i aramış, bulmuş, kapısını çalmış, kapıya şeyh çıkmış. Ona ‘Kimsin?’ diye sorunca, ‘Ben Mûsâ’yım.’ diye cevap vermiş. Şeyh de ‘Ben de Şuayb’ım korkma, içeri gir, artık zâlimlerden kurtuldun.’ demiştir.”
Şeyh Sâlih Ebû Ali Ömer es-Sıbâğ: Ebû Medyen’in birlikte çokça namaz kıldığı, mükâşefe sahibi şeyhlerdendir. Hakkında Ebû Medyen’le ilgili şöyle bir anı anlatılır: “Ebû Medyen, Ömer es-Sıbâğ ile akşam namazı kılar. Ömer selâm verdiğinde, Ebû Medyen’e ‘Namazda, Kâbe’nin yanında üç dört hurinin dolaştığını gördüğünü’ söyler. Ebû Medyen: ‘Onları gördün mü?’ der. Ömer, ‘Evet gördüm.’ deyince Ebû Medyen, ‘Namazını tekrar kıl, namaz kılan Rabbine münâcât eder, sen hurilere ettin.’ der.”
Ebû Abdullâh Muhammed b. Hammâd es-Sanhâcî: Kal’atü Benî Hammâd’da yaşayan âlim, fakîh bir zâttır. 581/1185 yılında, Ebû Medyen’den Bicâye’deki evinde, el-Maksadü ’l-Esnâ fi Şerh-i Esmâi ’llâhi ’l-Hüsnâ isimli eserin tamamım okumuştur. Kendi anlattığına göre okumaya başladıkları ilk gün, Ebû Medyen’in söylediklerini anlamadan yazmıştır. İkinci gün şeyh: “Bu kitaptan anlattığım hiçbir şeyi yazma, biz bunları keşfen öğrendik.” demiştir.
Ebû Muhammed Abdülazîz b. Ebî Bekr: Kaynaklarda anlatıldığına göre Kasr-ı Münsetir’de halvete girmiş, nefsini açlıkla öldürmüş, kırk günde vuslata ermiş şeyhlerdendir.
Şeyh Abdülazîz, Ebû Medyen’le görüşmek ve eğitimini tamamlamak için üç şeyhle birlikte Bicâye’ye gelir. Ebû Medyen’in yanına vardıklarında kendilerine güzel yiyecekler ikram edilir. Orada bulunanlar yiyeceklere iltifat etmez, zâhitçe davranırlar. Ancak Abdülazîz yemeği tattıktan sonra geri çevirir. Bunun üzerine Ebû Medyen şöyle der: “İçinizde en zâhid olanınız Abdülazîz’dir. Çünkü o, neyden uzaklaştığını (neye karşı zâhid olduğunu) bilmektedir.” Daha sonra Şeyh Ebû Medyen’le Şeyh Abdülazîz sürekli yazışmışlardır.
Ebu’l-Hasan eş-Şüşterî (v. 668/1269): Endülüslü sûfî ve şâir Şüşterî’nin Kuzey Afrika’da Şüştür kasabasında dünyaya geldiği söylenmektedir. Dînî konularda bilgili, Kur’an’a hâkim birisi olduğu ve Ebû Medyen’in tarîkatine intisap ettiği rivâyet edilir. Yaşça İbn Seb’in’den büyük olmasına rağmen ona tâbî olduğu da belirtilmiştir. Ebû Medyen’in tarîkatine mensupken İbn Seb’in ile karşılaşmış ve aralarında geçen bir diyalog sonucunda Seb’iniyye tarîkatine geçmiştir. Bu karşılaşmada İbn Seb’in Şüşteri’yle konuşmuş, onun Ebû Medyen’in yolunda olduğunu hissetmiş ve ona şöyle demiştir: “Eğer cenneti istiyorsan Ebû Medyen’i takip et. Yok, eğer cennetin sahibini istiyorsan bana gel.” Daha sonra Seb’iniyye tarîkatinden bazı mürîdler Şüşterî’yi hocası İbn Seb’in’e tercih etmişlerdir. Fakat o, bunlara aldırış etmemiş ve bu yaklaşımlarını onların İbn Seb’in’i anlamadığına yormuştur.
Şüşterî, 12 Safer 668/1269 yılında vefat etmiş ve Dimyat’ta defhedilmiştir. Şüşterî’ye atfedilen bazı eserler şunlardır: el-Urvetü’l-Vüskâ, Makâlidu'l-Vücûdiyye fî Esrâri's-Sûjîyye, er-Risâletü ’l-Kudsiyye, el-Merâtibü ’l-îmâniyye ve ’l-îslâmiyye ve ’l-îhsâniyye ve er-Risâletü ’l- İlmiyye"dir. Bu eserlerin yanı sıra şiirlerini içeren bir Dîvân'ın da vardır.
Ebû Medyen’in kaynaklarda ismi geçen diğer müritleri şunlardır: Haşan b. Muhammed el-Gâfigî es-Savâf, Ebû Gânim Sâlim, Ebû Alî Vâzıh, Ebu’s-Sabr Eyyûb el- Mekâsiyyîn, Ebû Muhammed Abdülvâhid, Ebu’r-Rebî’ el-Muzafferîn, Ebû Abdullâh el- Guştâlî el-Fâsî, Ebû Zeyd b. Hibetillâh el-Verînî, Ebû Dâvud Müzâhım (v. 578/1182), Fakîh Ebû Muhammed Abdülhâhk et-Tûnusî, Ebû Muhammed b. İbrâhim el-Cezûlî, Ebû Abdullâh Muhammed b. Alî, Ebû Mes’ûd b. Arîf, Ebû Muhammed Abdullâh b. Mâksen es-Sanhâcî, Bilâl, Ebû Abdullâh el-Bûnî. Ebû Ya’kûb Yûsuf b. Ahlef el-Kûmî, Ebû Muhammed Abdullâh el-Mevrûrî, Ebû Abdullâh Muhammed b. Ahmed b. İbrâhim el- Kuraşî, Abdülazîz el-Mehdevî (v. 595/1198), Muhammed b. Kâsım et-Temîmî (v.603/1206), Ebû Ahmed Ca’fer b. Saydabûn (v. 624/1226), İbn Hâmis el-Kinânî el- Cerrâh.
İbn Kunfüz’ün, Ebû Medyen’in müridi olarak değil de ihvânı olarak kaydettiği isimler ise şunlardır: Ebû Alî Ya’zâ, Ebû Temîm Abdurrahmân el-Hezmîrî, Ebu’l-Hasan Alî b. İbrâhim es-Sanhâcî, Yahyâ b. Sâlih, Ebû Muhammed Abdülcelîl b. Mûsâ (v. 613/1216), Ebû Muhammed Sâlih b. Yesârin el-Mâcirî (v. 631/1233), Ebû Ca’fer Muhammed b. Yûsuf es-Sanhâcî (v. 680/128l).
B- ESERLERİ
Tespitlerimize göre Ebû Medyen’in başta Cezâyir ve Türkiye kütüphaneleri olmak üzere dünyânın pek çok kütüphanesinde eserleri bulunmaktadır. Vincent J. Cornell, yoğun bir gayretin sonucu olarak Ebû Medyen’e ait eserlerin elde mevcut nüshalarını karşılaştırmalı bir şekilde incelemiş ve Arapça orijinal metinleri ile birlikte İngilizce tercümesini yaparak yayınlamıştır. Biz Ebû Medyen’in eserlerini; nesir ve şiirleri olmak üzere iki kısımda ele alacağız. Ayrıca Ebû Medyen’in gerek nesirlerine gerek de şiirlerine yazılmış pek çok şerhi de vereceğiz.
1- KİTAPLARI
Ünsü’l-Vahîd ve Nüzhetü’l-MürîdJÎİlmi’t-Tevhîd
Mürîde sülük esaslarını öğreten, tasavvufî hikmetleri içeren bir kitaptır. Meşhur Şâzilî şeyhi İbn Atâillâh el-İskenderî’nin (v. 709/1309) hikemlerinden çok daha önce yazılmış bu hikmetler, onları ezberleyen ve üzerinde tefekkür eden kişilerin farkındalık kazanmasını, rikkate ermesini ve mânevi donanım kazanmasını sağlamaya yönelik kısa, özlü ve tesirli ibarelerdir. Türkiye kütüphanelerinde bu isimle kayıtlı nüshalar şunlardır: Süleymâniye Ktp., Hacı Mahmud Efendi 2487, vr.: 44-57, 6465, vr.: 8-10, 2634, vr.: 8-11. Bu eser, Türkiye’deki kütüphane kayıtlarında Hikemü Ebî Medyen olarak da geçmektedir ki bu isimle kayıtlı nüshalar şunlardır: Süleymâniye Ktp., Bağdatlı Vehbi Efendi 616, 3 vr.; Hacı Mahmud Efendi 2310, vr.: 53-58, 2415, vr.: 80-82. Ünsü’l-Vahîd, Ünsü’t-TevhîdNcys.Nüzhetü'1-Mürîd ismiyle kayıtlı nüshalar ise şunlardır: Süleymâniye ktp., Laleli 3669, vr.: 92-94, III. Ahmed 2485/5, vr.:175-178; Ayasofya 1667/2, Esad Efendi 1689, vr.: 90-94; Hacı Mahmud Efendi 2661/4, 8-12 vr., 2634/4, 8-11 vr., İzmir 815, vr.: 69-74. Ayrıca eser Risale fi Tahkîki’l-Hak ismiyle kayıt edilse de (Beyazıd Devlet Ktp., Veliyyüddin Efendi 3191, vr.: 86b-88b) içeriği Hikenfle aynıdır. Şeyhin bu eseri, İsmâil Hakkı Bursevî (v. 1131/1718) tarafından Türkçeye çevrilmiştir (İstanbul: Mürettibin-i Osmaniye Matbaası 1328,16 s.).
Ebû Medyen’in Hikem’vae, birçok şerh yazılmıştır. Bu şerhler şunlardır:
el-Beyân ve’l-Mezîd el-Müştemil alâ Maâni’t-Tenzîh ve Hakâiki’t-Tevhîd ismiyle Şehâbeddîn Ahmed b. Abdilkâdir Bâişen tarafından yapılmıştır (Beyrut-2005).
Şerhü’l-Hikemi’l-Gavsiyye li-Şeyhi’ş-Şuyûh Seyyidî Ebî Medyen et-Tilimsânî el-Mağribî ismiyle, Muhammed b. Ali b. Muhammed Allân el-Bekrî es-Sıddıkî b. Allân (v. 1057/1647) tarafından yapılmıştır (thk.: Ahmed Ferîd el-Mezîdî, Kâhire: Dârü’l-Âfâki’l- Arabiyye, 2008/1428, 303 s.).
- el-Mevâddü ’l-Gaysiyyeti ’n-Nâşie ani ’l-Hikem ’il-Gavsiyye: Ahmed b. Mustafa el- Alevî tarafından yapılmıştır. Eserin bir kısmı 1912’de yayınlanmıştır.
Bidâyetü’l-Mürîd
Mürîde sülük esaslarını öğretmek üzere yazılmış bir kitaptır. Eserde yer alan konular şunlardır: Tasavvuf yoluna girenlerin ilk öğrenmeleri ve uygulamaları gereken hakikat ehlinin benimsediği usûl; açlık, fakr ve fakr ehlinin özellikleri, semânın beyânı ve hakikati, hırka giyme, şeyhlere hizmet etmek, tövbenin farzları, sünnetleri, alâmetleri ve faziletleri. Bu eser
Ebû Medyen’in görüşlerini, tasavvuf anlayışını toplu ve düzenli bir biçimde anlatması açısından son derece önemlidir. Eserin Türkiye’deki yazma nüshası Risâle fi’t-Tasavvuf (Beyazıd Devlet Ktp., d. no: 7886, vr.: 67a-72b) ismiyle kayıt edilmiştir. Ancak içeriği Bidâyetü'l-Mürîd’\Q aynıdır. Eserin Arapça ve İngilizce metni, Vincent Comell tarafından (The Way of Abû Madyan, Cambridge-1996, s. 55-115) yayınlanmış, Kadir Özköse tarafından Tasavvuf Hikmet ve Risâleler (Konya-2008, s. 167-198) adıyla Türkçe’ye çevrilmiştir.
El-Akîdetü’l-Mübâreke
Akâid ile ilgili küçük bir risaledir. Özellikle Allah’ın sıfatları ve tevhid inancı üzerinde durulmuştur. Risâlenin yazma nüshaları: Paris Milli Ktp. Arapça yazmalar, d. no: 1230, vr. 106; d. no: 3410; d. no: 4585, vr. 15, Cezâyir Milli Ktp., Arapça yazmaları, d. no: 376, vr. 89;
no: 599, vr. 3; d. no: 938, vr. 109; d. no: 1859, vr. 73), İstanbul Millet Ktp., Ali Emiri Farsî 833, vr.: 40-41, Beyazıd Devlet Ktp., Veliyyüddin Efendi 3273, vr.: 18a-b. El-Akîdetü ’l- Mübâreke'nva şerhleri de şunlardır:
el-Akdü ’l-Mütkan ve ’l-Ikdü ’l-Müsmen bi Şerh-i Akîdeti Ebî Medyen?* el-Kavlü’l-Ebyen fî Akîdeti Ebî Medyen1. Abdülğânî en-Nâblusî tarafından yapılmış bir şerhdir (Süleymaniye Ktp., Esad Efendi 3606, vr.: 226-228; 3601, vr.: 5-7).
Risâlefîmâ Yecibü ale’l-Mürîd\ Ayasofya 1810.
Risâlefî’s-Sülâk
Gâyâ/:
El-Vasiyye?*9
2- ŞİİRLERİ
Dîvan
Dağınık halde bulunan kaside ve şiirleri toplanmış ve Dimaşk’ta Mustafa eş-Şevâr tarafından 1938 yılında yayınlanmıştır. Eserde, giriş kısmında Ebû Medyen’in hayatı hakkında bilgi, sonra HikenTi ve biri hariç başlıksız olarak kırk altı şiiri yer almaktadır.
Hırzü’l-Aksâm li Cemîı’l-İlel ve’l-Eskâm
Allah’ın sıfatları, Kur’an sûreleri, peygamberlere, sahabelere salât, selâm ve övgülerle başlayan kasidede, çeşitli maddî-mânevî hastalıklardan bahsedilerek şifa istenmekte ve yaratılmış şeylerin şerrinden Allah’a sığınılmaktadır. Bu eserin Türkiye kütüphanelerinde kayıtlı nüshaları şunlardır: Beyazıd Ktp., 1253, 12 vr.; Süleymaniye Ktp., Âşir Efendi 398, vr.: 61-66, Bağdatlı Vehbi 2128, vr.: 231-239, Esad Efendi 415, vr.: 149-158, Hacı Mahmûd Efendi 3969, vr.. 39-44, 3893 8 vr., Laleli 1520, vr.: 44-67, Topkapı Sarayı Ktp., Mehmet Reşat 1063/14, vr.: 112-132. Bu eser, Ali Rızâ Karabulut tarafından Manzûmetü’t-Tevessül bi’s-Suveri’l-Kur’âniyye olarak kayıt edilmiştir. Ancak eserin içeriği Hırzü7-Aksâm’la aynıdır.
El-Kasîdetü’l-İstiğfâriyye
Günah ve hatalardan bağışlanma dileği, Allah’ın mağfiret sıfatlarına yönelik yakarışları içermektedir. Kasidenin Türkiye’deki yazma nüshaları: Topkapı Sarayı Müzesi, Bağdat Köşkü 71, 19 vr.; Süleymaniye Ktp., Tımovah 1376, vr.: 27-33, Şehit Ali Paşa 2736, vr.: 48- 54, Lala İsmail 706, 210 vr., İzmir 825, vr.: 40-42, Halet Efendi 800, 2 vr., Hacı Mahmûd 3969, vr.: 45-46, 3898 1-2 vr., 3896 12-16 s., Gelibolulu 28, vr.: 55-57, Esad Efendi 3674, vr.: 30-31, 1300 vr.: 105-106, Ayasofya 516, vr.: 59-65, Düğümlü Baba 431, vr.: 55-58, 428 vr.: 48-51, Çelebi Abdullâh 325, vr.: 48-51, Beyazıd Devlet ktp., Veliyyüddin Efendi 3273, vr.: 18b-19b, 2515, 6 vr., 806, vr.: 101b-102a, Kütahya Tavşanlı Zeytinoğlu Ktp. nr. 914, vr.: 12a-13a. Bu kaside İstanbul’da 1848,1849,1860,1863 yıllarında basılmıştır.
El-Kasîdetü’n-Nûniyye
Genel olarak İlâhi aşkla ilgilidir. Vuslat, vecd ve sekr hallerinden de bahsedilmiştir. Kayıtlı nüshaları şunlardır: Süleymaniye Ktp., Râgıp Paşa 1295/2, Esad Efendi 3674/13. Süleymaniye Ktp., Râgıp Paşa 1476, vr.: 24-25.
El-Kasîdetü’l-Bâiyye-, Allah’a yalvarış, yakarış ve bağışlanma dileme üzerine yazılmış bir kasidedir.
El-Kasîdetü’l-Lâmiyye'. Vahdet-i vücûdla ilgilidir.
El-Kasîdetü’l-Mîmiyye-. Günahlardan bağışlanma dileği üzerine yazılmıştır.
El-Kasîdetü ’r-Râiyye-. Bu isimle anılan üç tane kaside bulunmaktadır. Birincisi Allah’a hamd, Allah’ın sıfatları ve yarattıklarına sunduğu sayısız nimetler; İkincisi edep, vakte riâyet, futüvvet; üçüncüsü ise sûfılerin bereketi ile ilgilidir. En meşhuru İkincisi olup bu kasideye İbn Arabî tarafından tahmis yazılmıştır. Yazma nüsha; Tahmîsü Kasîdeti Ebî Medyen, Süleymâniye Ktp., Hacı Mahmud Efendi d. no: 3701’de kayıtlıdır. Kasîdetü Şeyhi’ş-Şuyûh Ebî Medyen Şuayb el-Mağribî ve Tahmîsuhâ Muhyiddîn b. Arabî ismiyle Dimaşk’ta Matbaatü’l-İhsan’da basılmıştır. Kasidenin şerhleri ise şunlardır:
Şerhu Kasîdeti Ebî Medyen; Ebu’l-Abbâs Ahmed b. Atâillah el-İskenderî (v. 709/1309) tarafından yapılmış, Abdülazîz Sâlim es-Sâmerrâî tarafından Dimaşk’ta 1381/1961 yılında basılmıştır.
Şerhu İbn Allân alâ Kasîdeti ’l-Ârifi Billah Ebî Medyen; Ahmed b. İbrâhim b. Allân (v. 1033/1623), Matbaatü Abdürrâzık, Mısır-1305/1887.
Şerhu Kasîdeti Ebî Medyen; Abdülgafûr b. Muhammed en-Nâblusî (v. 1091/1680).
Şerhu Manzûmeti Ebî Medyen; Ebû Abdullâh Muhammed b. Muhammed b. Abdullâh el-Mekûdî et-Tâzî (v. 1214/1799).
Muhtasaru Keşfi İ-Estâri'l-Gaybiyye an Vechi’l-Kasîdeti’l-Şuaybiyye;
Muhammed Abdullâh el-Münebbihî, Mısır, d. no: 3299.
Unvânü’t-Tevfik fi Âdâbi’t-Tarîk; Ebû Medyen’in kasidesinin şerhidir. İbn Atâillah el-İskenderî tarafından yapılmıştır. (Ahmed er-Rifâî’nin el-Burhânü’l-Müeyyed isimli eseriyle birlikte Beyrut-1408’de basılmıştır).
ı. El-Kasîdetü’l-Hamriyye-. Varlık, vahdet-i vücûd, vuslat ile ilgilidir; Beyazıd Devlet Ktp., d. no: 8013/2, vr.: 66-67’de kayıtlıdır.
t Münâcâtü Şeyh Ebî Medyen’. Günahlardan bağışlanma dileği, Allah’a yakarış ve duâlar yer almaktadır. Kayseri Râşid Efendi Ktp., d. no: 21490/13, vr.: 39-41’de kayıtlıdır.
j. Kasîdetü Mâladdatü’l-Ais, Kasîdetü’l-Cevher. Paris Ktp. d. no: 532O’de kayıtlıdır.
III- TESİRLERİ
A- KUZEY AFRİKA TASAVVUFUNA TESİRLERİ
Kuzey Afrika tasavvufunun şekillenmesinde ve gelişim seyri içerisinde en etkili isim hiç şüphesiz Ebû Medyen’dir. Abdülkâdir Geylânî “doğunun şeyhi” kabul edilirken, Ebû Medyen el-Mağribî ise “batının şeyhi” kabul edilmektedir.
Ebû Medyen’in, tasavvufun gelişim seyri içerisindeki kilit rolüne ilişkin en özlü ifade Trimingham’a aittir ki o bu düşüncesini şöyle belirtmiştir: “Tarîkat kurucuları genelde iki temel sûfî düşünce okuluna aitlerdir. Bunlar; Cüneydî ve Bistâmî okullarıdır. Başka bir ifade ile bu bölgelerle sınırlı olmasa da Mezopotamyah ve Orta Asyah olarak adlandırılabilir. Sonraları Ebû Medyen’den türeyen Mağrib tasavvufu kendine has karakteri ile üçüncü bir alan oluşturmuştur.” Burada şu hususu da vurgulamak gerekir: Esasen Ebû Medyen’e en çok atfedilen “Mağrib’in Cüneydi” ünvanıdır. Fakat bu ünvan iki anlama gelmektedir: Birincisi; Cüneyd-i Bağdâdî’nin sahv-temkin esaslı, İslâm’ın temel esaslarına bağlı sünnî tasavvuf yorumunun Ebû Medyen tarafından benimsenmesi ve Mağrib’de yayılmasıdır. İkincisi ise tarikatlarda “ser-halka” kabul edilen Cüneyd-i Bağdâdî’nin tasavvuf tarihindeki görevini ve eşsiz yerini Mağrib’de Ebû Medyen’in üstlenmesidir. Ebû Medyen’i yukarıda bahsedilen bu iki yoldan ayıran temel husus ise Cüneyd-i Bağdâdî’nin sahv-temkin esaslı tasavvuf yorumunu, semâ, sekr, vecd, aşk ve şevk gibi metafizik unsurlarla birleştirerek sahv ve sekrin dengeli olduğu, kendine has bir tasavvuf anlayışına sahip olmasıdır. Buna ilave olarak o, içinde bulunduğu toplumun sorunlarına yabancı olmamış, rûhânî önder olmanın yanında, sosyal, aktif şeyh rolünden ve fütüvvet esaslarından taviz vermemiştir.
Ebû Medyen’in öğretileri, hayatında ve vefatından sonra çok geniş kitlelere ulaşmıştır. Bunda kendisinin aktif çalışmaları olduğu kadar müritlerinin de yorulmak bilmez gayretleri vardır. Ebû Medyen’in müritleri, özellikle VI/XII. asırdan itibaren şeyhlerinin öğretilerini kendi memleketlerine taşımış, onun yolunu özenle takip etmişlerdir. Endülüs’ten Mısır’a kadar olan coğrafyada şeyhlerinin adıyla özdeşleşen tasavvuf anlayışını yaymaya çalışmışlardır. Bunlardan biri; Ebû Dâvud Müzâhim’dir. Ebû Medyen’den aldığı ilmi, kırsallara ve memleketine taşımış; orada zâviye inşa etmiş ve mürit yetiştirmiştir.
Ebû Medyen’in en meşhur halîfeleri/öğrencileri: Abdürrezzâk el-Cezûlî, Abdürrahîm el-Kmâî, Abdürrahîm el-Uksurî, Şâzilî’nin üstadı Abdüsselâm b. Meşîş ve Muhyiddîn b. Arabi’dir (560-638/1164-1240). Daha önce haklarında bilgi verdiğimiz bu kişiler şeyhlerinin tasavvuf anlayışını Mısır ve çevresinde yaymışlardır. Bu nedenle Mısır’daki tarîkatleri Ebû Medyen et-Tilimsânî’ye ve etkilediği halîfelerine tahsis edebiliriz. Eric Geoffroy’un Ebû Medyen için yaptığı şu benzetme onun ve müritlerinin İslam dünyasına yaptığı katkıyı anlatması bakımından oldukça önemlidir: “Ebû Medyen; dalları (mânevi etkisi) Kuzey Afrika ve Ortadoğu bölgelerini kaplayan büyük bir ağaç gibidir.”
Asrının kutbu kabul edilen Ebû Medyen’in öğretileri, en çok Ebu’l-Hasan eş-Şâzilî tarafından yayılmıştır diyebiliriz. Çünkü Ebû Medyen, Ebu’l-Hasan eş-Şâzilî’nin dört şeyhinin de şeyhidir. Bunlar: Ebû Muhammed el-Mehdî (v. 621/1224), Abdüsselâm b. Meşîş (v. 622/1225), Ebû Saîd el-Bâcî (552-628/1157-1230) ve Ebû Abdullâh b. Harâzim’dir (v. 633/1234). Bu sebeple eş-Şâzilî, Ebû Medyen’in halîfesi olarak kabul edilmektedir. Şâzilî olan Mevlânâ Ebû Medyen el-Eşmûnî de Ebû Medyen’in zürriyetindendir. Zeyyâniyye tarîkatinin kaynağı da Şâzilî tarîkati silsilesindeki 37. sırada olan Muhammed b. Bûzeyyân’dır. Bu silsile, Ebû Bekir b. İzzet ve Muhammed b. Nâsır ed-Der’î yoluyla Ebû Medyen’e dayanır. Yine Şâziliyye tarîkati kollarından Aleviyye’nin kurucusu, yirminci yüzyılın önemli velîlerinden Ebu’l-Abbâs Ahmed b. Mustafâ el-Alevî’nin (1869-1934) silsilesi de Ebû Medyen’e dayanmaktadır.
Şâziliyye tarîkati Meşîşiyye’ye ve Medyeniyye’ye -Kâdiriyye’ye- Cüneydiyye’ye dayamr. Bu, Ebû Medyen vasıtasıyla gerçekleşmiştir. Çünkü o, Mağrib’de ve Endülüs’te Abdülkâdir Geylânî ve Cüneyd-i Bağdâdî’nin tasavvufî öğretilerini yaymıştır. Görüldüğü üzre Ebû Medyen’in Şâziliyye tarîkatinde ve Kuzey Afrika’daki tasavvuf düşüncesinin şekillenmesinde büyük etkisi olmuştur.
Ebû Haşan eş-Şâzilî, şeyhinin şeyhi Ebû Medyen’in tarîkatini Mısır’da yaymıştır ki, bu durum Kâhire-Tilimsen kutupları arasındaki yakın alakaya da işaret etmektedir. Ebû Medyen’in müridinin mürîdi Şâzilî Fas-Tilimsen’de edindiği birikimi Mısır’a taşımış ve bu topraklarda büyük vârisler bırakmıştır. İskenderiye’nin hâmîsî kabul edilen Ebu’l-Abbâs el- Mürsî (v. 686/1287), Mısır’da tevhîd ve mârifetullâh hakkında en önemli eserlerden birisi kabul edilen el-Hikemü’l-Atâiyye'ınn müellifi İbn Atâillâh el-İskenderî (v. 708/1308) ve O fütüvvet ehlinin babası Seyyid Ahmed el-Bedevî (v. 675/1276) unlardandır. Ahmed el-Bedevi’nin annesi Fâtıma, Ebû Medyen’in torunudur.
VI/XII. yüzyılda yaşamış olan Şeyh Ebû Medyen, fikirleri ve şahsiyetiyle gerek Mağrib’de ve gerekse Şark’ta çok derin izler bırakmıştır. Şöyle ki: Anadolu’da Gülşeniyye, İran’da Ni'ınetullâhiyye ve Hindistan’da Gavsiyye müritleri, onu kutup kabul etmiş, ismini A daima saygıyla yâdetmişler ve tarikat silsilelerini Ebû Medyen’e dayandırmışlardır.
Rifâiyye tarîkatini Mısır’da yayan Şeyh Ebu’l-Feth el-Vâsıtî, İbrâhîm ed-Desûkî’nin (v. 676/1277) dedesidir. Âdâb ve erkânındaki ortak noktalar sebebiyle Desûkiyye’nin Medyeniyye ile münâsebeti olduğu söylenilmektedir.
Bu bağlamda diyebiliriz ki Ebû Medyen el-Mağribî’nin, altıncı ve yedinci asır tasavvuf düşüncesinde çok geniş bir tesiri vardır. İbn Arabî gibi pek çok büyük zât ondan “şeyhim” diye bahsetmiş, eserlerinde önemle görüşlerine yer vermiştir. Abdülvahhâb Şa’rânî kendisinden çokça istifade ettiğini belirtmiştir. Medyeniyye tasavvuf okulu, pek çok tarîkatin doğuşuna zemin hazırlamış; farklı tarîkat mensupları da kendilerini Ebû Medyen’le ilintilemek zaruretini hissetmiştir. Kaleme aldığı mensur ve manzum eserleri Mağrib ve Şark İslam dünyasında şöhret bulmuş, hikmetleri ile hikmet geleneğinin neşv ü nemâ bulması sağlanmıştır. Dolayısıyla tesir halkası hem silsile hem de eserleri yolu ile günümüze kadar devam etmiştir.
Ebû Medyen’e ait kasîde ve şiirler, zikir meclislerinde terennüm edilen İlâhîler olmuştur. Onun başta el-Kasîdetü ’n-Nuniyye olmak üzere meşhur kasideleri, edebî başyapıtlardan sayılmakta ve bugün hâlen Mağrib’de dillerden düşmemektedir. 1984 gibi yakın bir tarihte el-Kasîdetü’n-Nûniyye, Merâkeş’teki Kâdiriyye zâviyesinde düzenli olarak okunmakta; Ebû Medyen’in şiir ve İlâhîleri, Cezâyir’in Mustaganem (Mostaganem) kentindeki Aleviyye-i Şâziliyye’nin müritleri arasında da çok iyi bilinmektedir.
B- EBÛ MEDYEN VE İBN ARABÎ
El-Fütühâtü’l-Mekkiyye adlı meşhur eserinde bu dünyanın bir mekteb ve bunun sahibinin de Allah olduğunu söyleyen İbn Arabî, bu mektepte peygamberlerin ve evliyâullâhm ders okuttuklarını ifade etmektedir. Nitekim kendisi de böyle bir İlâhî mektepte üç yüz kadar şeyhle arkadaşlık ettiğini ve ayrıca pek çok şeyhle karşılaştığını söylemektedir.
Bu şeyhlerden biri; hiç şüphesiz Ebû Medyen’dir. İbn Arabî, Ebû Medyen’i “şeyhi” olarak nitelemekte ve bu vasfı, eserlerinde sürekli dile getirmektedir. İbn Arabî araştırmacılarından Claude Addas şöyle demektedir: “Ebû Medyen’in ismi, özellikle de el- Fütühâtü'l-Mekkiyye’de olmak üzere Ekberî kaynaklarda çok sık bir şekilde geçmektedir.
Aslına bakarsanız yapmış olduğum bir araştırmanın sonucu: Ebû Medyen’in İbn Arabi’nin el-Fütühâtü ’l-Mekkiyye’de en çok değindiği-atıfta bulunduğu kişi olduğu merkezindedir.”
Bu konuda karşımıza çıkan en önemli problem: İbn Arabî ile şeyhim dediği Ebû Medyen’in fiilî olarak görüşüp görüşmedikleridir. Bu hususta bir takım görüşler serdedilmiştir: Abdurrahmân Bedevî, İbn Arabi’nin 590/1193 yılında Tunus’a giderken Bicaye’ye uğradığını, orada yaşayan büyük şeyhi Ebû Medyen’le görüşme fırsatım kaçırmayacağını söylemektedir. Nihat Keklik ise 590/1193 senesinde İbn Arabi’nin Tunus’a yaptığı yolculuktan bahsetmekle birlikte, ancak 597/1200 tarihinde Bicâye’de bulunduğunu söylemiştir. Abdurrahmân Câmî, İbn Arabi’nin Ebû Medyen’in sohbetlerine katılıp hizmetinde bulunduğunu, çünkü eserlerinde ondan çokça bahsettiğini ifade eder.
Aynı minvaldeki bir diğer görüş ise şöyledir: “Ebû Medyen ile İbn Arabî Endülüs’te görüşen ve aralarında yakın bir dostluk oluşan Endülüslü sufılerdir. İbn Arabî, bu hocasından önemli oranda etkilenmiş ve ona büyük değer vermiştir. Belki de İbn Arabî, vahdet-i vücûd fikrinin ilk nüvelerini bu hocasından almıştır.” Hatta İbn Arabî, tasavvuf eğitimini Medyeniyye şeyhlerinden almıştır. Bu yorumların İbn Arabi’nin Ebû Medyen’i çok sevmesi, ondan sıklıkla ve hayranlıkla bahsetmesi nedeniyle oldukça haklı olduğunu düşünmekle birlikte elimizde bu görüşmeyle ilgili ne İbn Arabi’nin eserlerinde ne de Ebû Medyen’le ilgili kaynaklarda bir bilgi bulunmamaktadır.
Bu hususta genel kabul; İbn Arabi’nin Ebû Medyen’i görmek için Bicâye’ye gittiği, ancak vefat etmiş olduğu için görüşemedikleri yönündedir. Bununla beraber o, Ebû Medyen’i çok sevmiş, bu şeyhini hemen hemen bütün şeyhlerin üstünde tutmuş, kalbinde ona büyük bir saygı duymuş, sözlerini toplamış, menkıbelerini kitaplarında nakletmiş ama onunla karşılaşmamıştır. İbn Arabi’nin şu ifadeleri de bu görüşü destekler mahiyettedir: “Bir gün akşam namazından sonra İşbiliyye’deki evimde otururken Şeyh Ebû Medyen’le bir görüşebilsem, diye düşünüyordum. Ebû Medyen, o sırada İşbiliye’den kırk beş gün mesafedeki Bicâye’de bulunuyordu. Bu sırada Ebû İmran geldi, selâm verdi. Yanıma buyur ettim ve ona, ‘Nereden geliyorsun?’ dedim.
Bicâye’deki Şeyh Ebû Medyen’den, dedi.
Onunla ne zaman beraberdin, dedim.
Bu akşam namazını onunla faldım. Namazdan sonra Ebû Medyen bana baktı ve şöyle dedi:
Hemen git ve İbn Arabi’ye benden haber götür. Ona: ‘Onunla buluşmam ruhen mümkündür. Bedenen buluşmamızı Allah bu dünyada yasakladı.’ de. Gönlünü teskin et.”
İbn Arabî, karşılaşmadığı ama “şeyhimiz” dediği Ebû Medyen’e sürekli olarak başvurmuş, en sık ona hayranlık ve saygı bildirmiştir. Bunun sebebi İbn Arabî için, Ebû Medyen’in çok önemli olmasıdır. Ona “şeyhu’l-meşâyıh” ünvanmı vermiştir. Elbette bu lakabı, İbn Arabî icat etmemiştir. Ancak şurası da var ki Fütuhat yazarı, hiç bir şeyi sebepsiz yere eserine almaz. Ebû Medyen’in kasidesine tahmis yazmıştır. Bütün bunlar; şartlı bir refleks sonucu yazılan yazılar olarak yorumlanmayacak kadar açık ve büyük bir saygının işaretidir. İbn Arabî, bu sözlerle Bicâye Şeyhi’nin (Ebû Medyen) mânevi üstünlüğünü ifade etmek, ona olan derin ve samimi duygularım anlatmak istemiştir. Nitekim o, hem geçmişte hem de günümüzde pek çok Müslümanla bu saygıyı paylaşmaktadır.
İbn Arabî, Ebû Medyen’le karşılaşamasa da müritlerinden Şeyh Kûmî ile tanışmış, ondan riyâzât öğrenmiş, ondan hem şeyhi hem de müridi olarak bahsetmiştir. Nitekim İbn Arabî, Rûhu’l-Kuds adlı eserinde Şeyh Kûmî ile yaptığı bir yolculuğu ve Ebû Medyen’in bereketiyle işlerini, nasıl kolaylıkla hallettiğini söylemiştir.
Esasen İbn Arabi’nin burada ismini veremeyeceğimiz kadar çok şeyhle görüştüğü bilinmektedir. Bu şeyhlerin tavsiyeleri ve himmetleri, İbn Arabi’nin riyâzâta uzanan yolda müritleri bekleyen tehlikelerden korunmasını sağlamış ve İbn Arabi’nin başarısına katkıda bulunmuştur. Ancak onların hiçbirisi, ona riyâzât kurallarını aşılamamıştır. Bu sorumluluk ve imtiyaz, Ebû Medyen’in müridi olarak Şeyh Yûsuf el-Kûmî’ye düşmüştür. Ayrıca bunun kadar önemli olan bir diğer husus da Şeyh el-Kûmî’nin, genç öğrencisi İbn Arabî ile kerâmetlerini ve faziletlerini anlatmaktan asla bıkmadığı Ebû Medyen’e karşı hürmetini ve sevgisini paylaşmasıdır. Böylece İbn Arabi’nin kısa sürede tek arzusu; Bicâye evliyasıyla karşılaşmak olacaktır.
İbn Arabi’nin daha sonra rastladığı diğer şeyhler de Ebû Medyen’in görüşlerinin İbn Arabi’ye aktarılmasında önemli rol oynamışlardır. Bunlar arasında özellikle Mürsiye’de dostluk kurduğu İbn Saydabûn, Sebte kentinde Eyyûb el-Fehrî ve aynı zamanda uğruna et- Tedbîrâtü’l-İlâhiyye adlı eserini yazdığı Abdullâh el-Mevrûrî, 589/1193 yılında onunla görüşmek üzere âniden Tunus’a gittiği Abdülazîz el-Mehdevî, el-Mustafad adlı eserin yazarı olan Muhammed b. Kâsım et-Temîmî (v. 603/1206) sayılabilir. Ayrıca İbn Arabî, Ebû Medyen’in müritlerinden Mûsâ es-Sedrânî ile de tanışmış ve ondan meşhur Kâf dağı hikâyesini şöyle nakletmiştir:
“Bana Mûsâ es-Sedrânî şöyle anlattı: ‘Ben ve Abdal zümresinden biri Kafdağı’na gittik. Orada önümüze bir yılan çıktı. Bedel bana, yılana selâm ver, selâmına karşılık verecektir, dedi. Selâm verdik, selâmımıza karşılık verdi ve bize şöyle dedi:
Şeyh Ebû Medyen’in hali nasıldır?
İyi. Onu nereden tanıyorsun?
Yeryüzünde onu sevmeyen ve tanımayan kimse var mıdır? Allah’a yemin olsun ki Allah birisini dost edindiğinde onun adım bize duyurur, onun sevgisini yeryüzüne ve bizim kalplerimize indirir. Artık her taş, toprak, ağaç, hayvan onu tanır ve sever.
Vallâhi! Onu tanımadıkları ve kendisine karşı duydukları nefret yüzünden onu öldürmek isteyen insanlar var.
Allah’ın kendisini sevdiği birisi hakkında böyle bir davranışta bulunan bir kimsenin olacağını bilmezdim.’ ”
İbn Arabî, bu nevi süslü tasvirlerle, herhalde şeyhi Ebû Medyen’in “bütün kâinat tarafından bilinecek kadar” büyük bir şahsiyet olduğunu anlatmak istemiştir ki, böyle bir hususiyet, İbn Arabi’nin şeyhi Ebû Medyen’e karşı derin sevgi ve saygısının işareti sayılmalıdır.
İbn Arabî, şeyhi Ebû Medyen’i o kadar çok sevmiştir ki, ona tavır koyan isimlerden birine karşı sergilediği mesafeli tutumu, buğuz ve nefreti 590/1193 senesinde Tilimsen’de gördüğü bir rüyada Hz. Peygamber’e şöyle anlatmıştır: Hz. Peygamber İbn Arabi’ye; “Filanca şahıstan niçin nefret ediyorsun?” diye sorunca, o da; “Ebû Medyen’e buğzettiği için” cevabını verir. Bunun üzerine İbn Arabî ile Hz. Peygamber arasında şöyle bir diyalog gerçekleşir:
O şahıs, Allah’ı ve beni seviyor mu?
- Evet yâ Resûlallâh, o şahıs, Allah’ı da seviyor seni de!
Şu hâlde Ebû Medyen’e buğzediyor diye niçin bu şahıstan nefret ediyorsun?
Bu sözler üzerine İbn Arabî, bu yanlış düşüncesinden dolayı tövbe eder ve Hz. Peygamber’e; “Ebû Medyen, benim için insanların en sevgilisidir. Fakat sen bana nasihat ettin ve beni uyandırdın!” der. Daha sonra bu rüyadan uyandığını ifade eden İbn Arabî, af dilemek üzere, yanına elbise, pekçok değerli eşya alarak o şahsın evine gider ve kendisine rüyasını anlatır. Bu zât, rüyayı dinledikten sonra gözleri yaşarır, hediyeleri kabul eder ve rüyayı da, “Allah tarafından bir tenbih” olarak telakki eder. Bundan sonra da, Ebû Medyen’e karşı duyduğu nefret, kalbinden zâil olur ve şeyhi sevmeğe başlar. İbn Arabî, bu zâtın Ebû Medyen’den neden nefret ettiğini öğrenmek istediğinde, o şahıs şöyle cevap verir: “Ebû Medyen’e, Bicâye’de kurban bayramında kesilmiş bir kurbanın etini getirdiler; kurbanı kendi arkadaşlarına taksim etti, fakat bana hiç et vermedi. İşte kendisinden nefret etmemin sebebi budur.” Bu hikâyeden de anlaşılacağı üzere, Ebû Medyen’e gösterilen çeşitli düşmanlıklar, kısmen sübjektif ve şahsî sebeplerden ileri gelmektedir. İbn Arabî de hikâyeyi bu noktayı belirtmek ve Ebû Medyen’e karşı duyduğu çok güçlü muhabbet ve bağlılık duygusunu anlatmak için bize nakletmiş olmalıdır.
İbn Arabî, sûfîler arasında çok önemli bir yere sahip ve üst düzey bir düşünce sisteminin kuramcısı olarak kabul edilir. O, bu mertebeye erişmesinde Ebû Medyen’e çok şey borçludur. Ebû Medyen’den hayatı boyunca istifade eden İbn Arabî, onun yüksek mertebesi hakkında şunları söylemiştir: “Şeyhimiz Ebû Medyen, Allah’ın emrinden yine onun emrine bağlı olan zâhir ehli on sekiz zâttan birisidir. Mevcûdâtta Allah’tan başkasını görmezler.
Onlar aleniyet (cehr) ehlindendir, sebeplere sarılarak hareket etmişlerdir. Alışılmışın ötesinde olağanüstü meziyetlere sahiplerdir.”
Tasavvuf tarihi araştırmacılarından Mustafa Kara’ya göre Ebû Medyen’in en önemli özelliği, fikirleriyle İbn Arabi’ye yön vermiş olmasıdır. İbn Arabî, onun fikirlerini benimsemiş ve geliştirmiştir. Ebû Medyen’in düşüncelerinden hareket eden İbn Arabî, tasavvufî düşünceyi Kuzey Afrika’da ve diğer bölgelerde nihâî noktasına ulaştırmıştır.
Bir iddia nazarıyla bakılabilse de bu sav İbn Arabi’nin eserlerinde farklı yerlerde belirttiği şu görüşüyle ömeklendirilebilir: “İlâhî isimler mütekâbil olduğu için sırât-ı müstakim ikidir. Biri Hak; diğeri bâtıldır. Nefsin emirleri ve hevâ bâtıl üzerinde yürür. Bu hakikate nazaran bâtıl, kendi tavrında inkâr edilmez. Şeyhimiz Ebû Medyen şu beyitinde bu durumu şöyle ifade eder:
لا تنكر الباطل في طوره
فانه من بعض ظهوراته"
'Bâtılı kendi tavrında inkâr etme;
Zîrâ o da Hak Teâlâ hazretlerinin bâzı (esmâsından) zuhûr etmiştir. ’ ”
İbn Arabî, eserlerinde neredeyse bütün zıtlıkları açıklarken Ebû Medyen’in bu beyitini kullanmıştır.
Ebû Medyen’in biyografisi hakkında Tâdilî ve diğer yazarların verdiği bilgiler genellikle aynı minvalde toplanmış durumdadır. Ancak bu kaynaklarda Ebû Medyen’in mürîd ve mürşidliği, kendi iç yolculuğu, doktriner eğitimi, halleri ve makamları hakkında pek bir bilgiye rastlanmaz. Sadece İbn Arabî el-Fütühâtü'1-Mekkiyye’’te bu sorulara cevaplar vermektedir. Dağınık satırlar arasında, gizli binlerce sayfa üzerinde dikkatli bir arama yapıldığında bu bilgiler kendini belli eder. Sabır ve sevgi ile emek verildiğinde Ebû Medyen’e ait mâneviyatm en ince ve şaşırtıcı yönlerini ortaya çıkarmak mümkündür. Ebû Medyen’in sözleri ve eylemlerine imkân verdiği ölçüde sadık kalarak, onun tercümanlığı ve yorumu Şeyh-i Ekber’e düşmüştür. Mesela daha önce geçtiği üzere, Ebû Ya’zâ'ınn önünde Ebû Medyen’in kör olan gözlerinin nasıl açıldığını, bu olayın doğasını İbn Arabî açıklamıştır. Temelde İbn Arabi’nin yaklaşımı; Ebû Medyen’in donatılmış olduğu mânevî ahvâlin, 352 makamların, sırların, veliliğinin tam bir portresini vermek, onlara net yorumlar eklemektir.
Gerek Ebû Medyen’in görüşleri gerekse Kuzey Afrika’da yayılan Medyeniyye’nin esasları hakkında Muhyiddîn İbn Arabi’nin eserleri ve özellikle el-Fütühâtü’l-Mekkiyye önemli bir kaynaktır. Çünkü İbn Arabî, Ebû Medyen’in tasavvuf anlayışından çok etkilenmiş ve eserlerinde onun görüşlerine sıklıkla yer vermiştir. Daha önce de geçtiği üzere el- Fütühâtü’l-Mekkiyye'’kendisinden en çok söz edilen şeyh Ebû Medyen’dir. Üstelik İbn Arabî, “şeyhim” diye bahsettiği Ebû Medyen’le görüşlerinin aynı olduğunu sürekli dile getirmiştir. Varlığın zuhûrunu açıkladığı aşağıdaki pasaj bu görüşüne önemli bir örnektir:
Varlık ‘ba’ harfiyle zuhûr etmiş, nokta sayesinde ibâdet eden ibâdetinden, âbid mâbuddan ayrışmıştır. Bütün varlıklara eşlik eden “bâ” harfi, cem ve vücûd mertebesinde Hakk’ın mertebesindendir. Yani her şey “bâ” harfi vasıtasıyla var olmuş ve ortaya çıkmıştır. Şeyhimiz imamımız Ebû Medyen şöyle demiştir: “Gördüğüm her şeyin üzerinde “bâ” yazılı idi. Her şeyin içindeki “bâ”, sanki “Her şey benimle var oldu.” diyordu. Bâ her şeyin varoluş sebebidir.” Burada ve tezimizin diğer bölümlerinde de göreceğimiz üzere İbn Arabî, varlık ve vahdet-i vücûd ile ilgili görüşlerini anlatırken sürekli Ebû Medyen’den referanslarda bulunmuş, onun sözlerine sıkça yer vermiştir.
İbn Arabî, şeyhi Ebû Medyen’in kabrini ziyaret ettiğinde, ona olan hürmetini ve hayranlığını şöyle ifade etmiştir: “Sana geldim yâ Şuayb! Ariflerin kutbu, sâliklerin mürşidi, Peygamberlerin Efendisi’nden nûr alan! Sana geldim yalnızların dostu, kuşların sevgilisi, insanların koruyucusu, tevhit ateşini kadehlere dolduran!” “Çok sevilen mahbûbun makamı öyle bir makam ki! Öyleyse bu kutupla ilgili başka ne söylenebilir ki” şeklinde ona olan duygularını heyecanla ifade etmiştir.
Claude Addas, Ebû Medyen ile İbn Arabi’nin ortak noktaları hakkında şöyle bir değerlendirme yapar:
“Ebû Medyen’le İbn Arabi’nin müşterek noktaları her ikisinin de efrâd sınıfına ait oluşları ve tek bir şeyhe bağlı olmayışları gerçeğidir. Ancak burada olağanüstü olan husus her ikisinin de birçok açıdan birbirine benzer bir ölüm sonrası rolü üstlenmiş olmasıdır. Silsileleri incelendiğinde; Ebû Medyen’in (tıpkı İbn Arabi’de olduğu gibi) özellikle Şâziliyye ve Kâdiriyye’nin birçok kolunda yer alsa da, Şeyh-i Ekber gibi, o da geleneksel anlamda herhangi bir tarîkatin kurucusu değildir. Gerek İbn Arabi’nin ve gerekse Ebû Medyen’in öğretisinin hem batı dünyasında ve hem de doğu dünyasında son derece geniş bir kitleye hitap etmiş olması gerçeğidir. Duruma İbn Arabî açısından bakıldığında, onun doktrinini insanlara yayacak olan ve ışığım değişik zamanlarda ve mekânlarda taşıyacak olan yazıları vardır. Ebû Medyen açısından bakıldığında ise Ebû Medyen’in öğretisinin propagandasını yapacak olan çok sayıda mürîdi mevcut olup bu müritlerinin bir kısmı temelde Mısır olmak üzere Doğuya, Suriye’ye ve hatta Yemen’e kadar göç etmiş olup, şeyhlerinin VII/XIII. yüzyıldan itibaren sufizmin gelişmesinde belirleyici bir rol oynamasını sağlamışlardır. Bunları birbirinden ayıran tek unsur ise; İbn Arabi’nin düşüncesinin toplumlar arasında yayılabilmesini sağlayacak şekilde yeterince çalışmaya konu olmuş olmasına ve sonuç olarak İbn Arabi’nin tasavvufun gelişimindeki rolünü ve yerini pekiştirmiş olmasına rağmen, Ebû Medyen’in esrârengiz kişiliğini, öğretisini, İslam dünyasındaki yerini ve önemini tanıtacak ölçüde yeterli herhangi bir çalışma veya analiz yapılmamıştır.” Burada Claude Addas, Ebû Medyen’in geleneksel bir tarîkatin kurucusu olmadığını ifade etmiştir. Ancak tezimizin üçüncü bölümünde detaylı bir biçimde incelediğimiz üzere gerek silsilesi gerek de kolları açısından Medyeniyye bir tarîkattir ve kurucusu da Ebû Medyen’dir.
Sonuç olarak İbn Arabî, Ebû Medyen’i “şeyhi” kabul etmiş, ondan önemli oranda etkilenmiş, ona büyük değer vermiş ancak onunla görüşememiştir. İbn Arabî, Ebû Medyen’le karşılaşamasa da müritleriyle karşılaşmış, onlardan çokça istifade etmiş ve bu şeyhler de Ebû Medyen’in görüşlerinin İbn Arabi’ye aktarılmasında önemli rol oynamışlardır.
Gerek Ebû Medyen’in görüşleri gerekse Kuzey Afrika’da yayılan Medyeniyye’nin esasları hakkında Muhyiddîn b. Arabi’nin eserleri ve özellikle el-Fütühâtü ’l-Mekkiyye önemli bir kaynaktır. Üstelik İbn Arabî, “şeyhim” diye bahsettiği Ebû Medyen’le görüşlerinin aym olduğunu sürekli dile getirmiştir. İbn Arabî, bilhassa varlık ve vahdet-i vücûd ile ilgili görüşlerini anlatırken sürekli Ebû Medyen’den referanslarda bulunmuş, onun sözlerine sıkça yer vermiştir. Hatta İbn Arabi’nin, vahdet-i vücûd fikrinin ilk nüvelerini Ebû Medyen’den aldığını söyleyebiliriz. Ayrıca İbn Arabî, Ebû Medyen’in mânevî üstünlüğünü ifade etmiş, onun kasidesine tahmis yazmış, ona olan derin hürmetini ve samimi duygularını her fırsatta dile getirmiştir.
C- KERÂMETLERİ VE MENKIBELERİ
İhsân, kerem, lütûf gibi mânâlara gelen kerâmet, bir tasavvuf terimi olarak sûfîlerde ortaya çıkan hârikulâde olay ve davranışlardır. Kevnî ve hakîkî kerâmet şeklinde ikiye ayrılır: Kevnî kerâmet; suda yürümek, havada uçmak gibi tabiat kanunlarına aykırı, olağanüstü hallerdir. Hakîkî kerâmet ise ilim ve irfânın artması, ahlâken kemâle ermektir. Sûfîlerin itibâr ettiği asıl kerâmet budur.
Ebû Medyen’e göre evliyâlarm kerâmetleri, peygamberlerin (salla'llâhü aleyhi ve sellem) mucizelerinin sonuçlarıdır. Şeyh, tarîkatini “Ebû Ya’zâ’dan, Cüneyd’den, Serî Sekatî’den (v. 257/870), Habîb Acemî’den (v. 150/767) silsile yoluyla Hz. Peygamber’den aldığım” belirtmektedir.
Ebû Medyen, insanların putlara tapar gibi kerâmetlere iltifat etmesinden, hatta namazı kerâmet görmek için kılanlar olduğundan yakınmaktadır. Bu hususta; “Kerâmetler gösteren, hârikulâde bir adam gördüğünüzde ona İtimat etmeyiniz. Ancak emir ve nehiylere boyun eğme hususundaki tavrının nasıl olduğuna bakınız.” demektedir. Ebû Medyen’in kerâmet hususundaki yaklaşımı böyle olsa da müritleri şeyhlerinin kerâmetlerini dilden dile nakletmişlerdir. Şeyh Ebû Medyen’in rivâyet edilen kerâmetleri şunlardır:
Müslümanların İmdadına Koşması
“Şeyh, bir gün sahilde dolaşırken bir korsan gemisi yaklaştı ve kâfir olan korsanlar onu esir edip gemiye bindirdiler. Gemide esir edilen bir grup müslüman daha vardı. Korsanlar, gemiyi yürütmek istediler fakat kuvvetli rüzgâra rağmen gemi hareket etmedi. Çaresiz kalan korsanlar:
- Herhalde bu adam yüzünden gidemiyoruz, ehl-i bâtından olabilir, dediler. Şeyhe inmesini söyledilerse de şeyh, müslüman esirleri bırakmadıkları sürece inmeyeceğini söyledi. Bunun üzerine korsanlar, esirlerin hepsini indirdiler, sonra denize açılıp gittiler.” Burada Ebû Medyen’in Müslümanlara yardım etmek için esir olmayı göze aldığını, onları kurmadıkça kendisinin de inmediğini görmekteyiz. Ebû Medyen toplumla daima içiçe olmayı toplumdan uzaklaşmaya tercih etmiş, Müslümanların imdadına koşmayı kendine görev edinmiştir. Yine aşağıdaki rivâyet bu hususa bir örnektir:
“Mağrib’de Müslümanlar ile Frenkler savaşıyorlardı. Ebû Medyen, kılıcını ve birkaç müfidini alıp sahraya doğru yola çıktı. Orada önlerine domuz sürüleri çıktı. Şeyh, kılıcını çekip üzerlerine atıldı ve pek çoğunu öldürdü. Yanındaki müritler yaptığının mânâsını sorunca şeyh şöyle cevap verdi:
- Bu domuzlar Frenklerdi. Gördüğünüz gibi Allah onları perişan etti.
Mürîdler o günün tarihini kaydettiler. Daha soma gelen haber, düşmanın aynı gün büyük zâyiatlar vererek çekildiğini teyîd etti. Savaşanlar evlerine döndükten soma onu ziyaret edip, elini öptüler ve yemin ederek düşmanla savaşırken askerlerin arasında kendisini gördüklerini, kılıcını her indirişinde bir gavurun öldüğünü, Frenklerin yenilip çekilmesinde asıl etkenin o olduğunu, yoksa yok olup gideceklerini söylediler. Şeyhin bulunduğu yerle savaş alanı arasında bir aylık mesafe vardı.”
Tasarruf Gücü
“Bir defa Şeyh Ebû Medyen, bir grup adamla birlikte yolculuk yapıyordu. Bir gece, çölde konaklamışken bazı sesler duydular, korkmaya başladılar ve ‘keşke bir ışık olsa da etrafı aydmlatsa’ dediler. Bu durumu gören şeyh, bir ağacın altında iki rekât namaz kılıp duâ etti. Bunun üzerine ağaç nurlandı ve sabaha kadar her yeri aydınlattı.” Tasarruf gücünü gösteren bu kerâmet, insanların korkularından kurtulması için Cenâb-ı Hakk’ın Ebû Medyen’e bir ikramı, lütfudur.
“Bir gün Ebû Medyen, namazda ‘Orada (cennette) onlara katkısı zencefil olan bir kadeh içirilir.’ âyetini okurken dudaklarını emdi. Namazı bitirince, dudağını neden emdiği soruldu. ‘Ayeti okuduğumda bana o kâseden içirildı’ diye cevap verdi.”
Yine rivâyete göre şeyh, bir gün sahilde abdest alırken, yüzüğünü suya düşürdü. “Yâ Rab! Yüzüğümü istiyorum.” dedi. O anda bir balık ağzında yüzüğü getirdi.
Ebû Medyen’in mürîdi Muhammed Sâlih şeyhinin şöyle bir kerametini anlatıyor: “Meşrikten şeyhi ziyaret etmek için bir grup insan geldi. ‘Üzüm yemek istiyoruz.’ dediler. O sırada Mağrib’de üzüm mevsimi değildi. Şeyh bana: ‘Sâlih! Bahçeye git ve üzüm getir.’ dedi. ‘Efendim! Şimdi bahçeden geldim, üzüm yoktu.’ dedim. ‘Sen git, üzümü göreceksin.’ dedi. Bahçeye gittim, her yer aynı mevsiminde olduğu gibi üzümle doluydu. Üzümü getirdim, hep beraber yedik. Gelen misafirler, şeyhe: ‘Üzüm yemek istediğimizde, biliyorduk ki Mağrib’de senden başka kimse yediremez.’ dediler.”
“Şeyh, bir yerde oğluyla oturan ihtiyar bir kadına misafir olmuştu. Kadın ona ekmek ve süt ikram etti. Şeyh ve kadının oğlu onları yerken, oğlan:
Keşke bunların yerine şu yemekler olsaydı, dedi. Şeyh ona:
Hangi yemeği istiyorsan onu niyet et ve bismillah diyerek ye, dedi.
Çocuk neyi niyet ettiyse, yediği lokmalar o yemeğin lezzetini verdi.”
Basîret ve Firâseti
Bicâye’deki ilim talebeleri, “Bir mümin öldüğü zaman kendisine cennetin yarısı verilir.” hadisinin mânâsını tartışmış ve doğru bir cevap bulamamışlardı. Çünkü hadisin zâhirine göre, iki mümin öldüğü zaman, cennetin tamamı onlara verilecektir. Bu durumda diğer müminlerin hali ne olacaktır? Bu soruyu sormak için şeyhe geldiler. Şeyh, bu esnada Kuşeyrî Risâlesi’nden bölümler okuyor ve müritleriyle sohbet ediyordu. Onların niçin geldiklerini keşif yoluyla anladı ve sormalarına lüzum görmeden şöyle cevap verdi:
O hadiste geçen bütün cennet değildir, bir müminin kendi cennetidir. Bir mümin ölünce, kıyamete kadar kendi cennetinin yarısından istifade eder, dedi.
Muhammed b. Ebi’l-Abbâs anlatıyor: “Gezmek için Zellâc dağına tırmandım. Sâlihlerden bir adamla karşılaştım, beraberinde ehlullâhtan on kişi vardı. Selâm verdim. Onlar da bana selâm verdi. ‘Siz kimsiniz, sizleri hiç görmedim’ dedim. En yaşlıları şöyle cevap verdi: ‘Biz, efendim Ebû Medyen Şuayb’ın öğrencileriyiz. Şeyh bizi Şâzilî mağarasını ziyaret etmemiz için gönderdi.’ Yeryüzünde o vakit Şâziliyye tarîkati yoktu.”
Hayvanlarla Dostluğu
Tasavvuf tarihinde Allah dostları ile hayvanlar arasındaki sıcak ilişkiyi anlatan pek çok menkıbe yer alır. Mutasavvıflara göre hayvanlarla yakın ilişki, hiç de şaşırtıcı değildir; çünkü her mahlûk, Allah’ı kendi dilinde teşbih eder. Nefsini arındırmış velî, onların tesbihâtım anlar ve onlara katılabilir. Sûfî, bir kez “nefis köpeğini” dize getirip Allah’a tamamen itaat ederse, yaratılmış her şey ona boyun eğer.
Ebû Medyen’e: “ Minhâcü ’1-Âbidîn> de anlatılan sûfîlerin yırtıcı hayvanlarla dostluğundan bahsedildiğinde ‘Onu yetmiş senede kat edenleri gördüm. Kat ettiği her mesafe on yılda ortaya çıktı. Tamamını bir saatte kat edenleri gördüm. Tıpkı İbrâhim b. Edhem (v. 96-162/714-778) gibi. O, Allah’ın yardımıyla bir saatte kat etti.’ demiştir.”
Yırtıcı hayvanlar Şeyh Ebû Medyen’e boyun eğer ve onun heybetinden korkarlardı. Bir defa bir aslan, bir adamın eşeğine saldırmış ve onu parçalamıştı. Şeyh, adamı aslanın yanına götürdü ve aslanın kulağım tutarak: “Bu adamın eşeğini yediğin için ömür boyu bu adamın eşeği olacaksın!” dedi ve onu adama teslim etti. Adam ölünceye kadar aslanı eşek yerine kullandı.
Ebû Medyen el-Mağribî, bir sene evine kapandı, sadece Cuma namazı için dışarı çıkıyordu. Bu sürenin sonunda halk, evinin önünde toplandılar ve onu kendilerine vaaz etmeye davet ettiler. Şeyh dışarı çıkınca avlusundaki sedir ağacının üzerinde bulunan kuşlar ürküp uçtular. Bunu gören şeyh, “Benim konuşmam faydalı olsaydı bu kuşlar kaçmazdı.” diyerek geri döndü ve bir sene daha kapandı. Ondan sonra halk tekrar evinin önünde toplandı ve onu vaaz etmeye çağırdılar. Bu defa şeyh dışarı çıktığında kuşlar uçmadı. Bunun üzerine sohbet etmeye başladı, yaptığı hararetli vaazların etkisiyle kuşlar kanat çırptı, bir kısmı ölüp yere düştü. Hatta orada bulunanlardan bir adam da öldü.
Şeyh Ebû Medyen, sık sık el-Kevâkib dağına çıkıp orada halvete girerdi. Dağda iken yamna bir geyik gelir, geyiğin sütüyle beslenirdi. Yine bir gün bu dağa çıktı. Geyik yine zamanında geldi, fakat ürkek bir hali vardı. Şeyh onu yakalamak istedikçe ya kaçıyor ya da boynuzlarıyla kendini savunuyordu. Şeyh bu değişikliğin sebebini düşündü, cebindeki dinar aklına geldi, hemen onu çıkarıp attı. Ondan sonra geyik gelip yanına yaklaştı.
Bu ve benzeri rivâyetlerden de anlaşılacağı üzere Şeyh Ebû Medyen (ve sûfîler), hayvanlarla iyi iletişim kurmanın ötesinde, onların tavırlarından seyr u sülûkla ilgili hatalarını ya da tövbe etmeyi gerektirecek hususları anlamakta ve davranışlarını düzeltmektedir. Hatta buradan şu sonuca da varabiliriz. Korku gibi İzafî bir kavram, Allah’a hakîkî anlamıyla itaat etmeyen kişi için geçerlidir. Allah’a teslim olmuş kişilerin üzülmesini ve korkmasını gerektirecek hiçbir durum yoktur. Bu anlamda yaratıcının sevgisini kazanan kişi; tüm yaratılmışların sevgisini ve güvenini kazanmaktadır.
İbn Kuntuz, Ebû Medyen’in kerâmetleri ile ilgili olarak şunları söylemektedir: “Onun çok sayıda kerametinden istifâde ettik. Onun fazîlet ve erdemlerini saymaya kalkışsak kitaplara sığdıranlayız. Onun en yüksek seciyesi kerâmet ve bereket sahibi bin kadar şeyhin onun elinden icâzet almasıdır. Bu nedenle kendisine “Şeyhü’l-Meşâyihi’l-İslâm” (İslâm şeyhlerinin şeyhi) ve “âbid ve zâhidlerin imamı” denilmiştir.
Ebû Medyen’in esas kerâmeti, diğer Allah dostlarında olduğu gibi binlerce müridini Allah’ın sevgili kulu haline getirmesidir. Ebû Medyen, bin kadar müridini hayatta iken irşâd etmiş ve onları Allah yoluna sevketmiştir. Onun vefatından sonra da seçkin müritleri vasıtasıyla sevenlerini nesilden nesile hidayete sevketmeye devam etmiştir. Fazîlet ve nasihatlarla dolu eserleri vasıtasıyla insanlara yol göstermiştir. Feyz ve bereketi, halen devam etmektedir.
İKİNCİ BÖLÜM
EBÛ MEDYEN EL-MAĞRİBÎ’NİN TASAVVUFÎ GÖRÜŞLERİ
GİRİŞ
EBÛ MEDYEN EL-MAĞRİBÎ’NİN TASAVVUFÎ ŞAHSİYETİ
Ebû Medyen, aldığı zâhirî ilimlerin eğitimi yanında bâtınî ilimlerde de seçkin bir şahsiyettir. Riyâzât, mücâhede ve istikâmet üzerine yaptığı vurgular, takvâ ve zühde dayalı yaşamı, müritlerini sohbet yolu ile terbiye etmesi, ömrü boyunca ders halkalarını, ilim meclislerini devam ettirmesi, Mağrib’de seçkin bir şahsiyet haline gelmesini sağlamıştır. Gazâlî yolunu benimsemesi, hadis araştırmalarına önem vermesi, selef-i sâlihînin usûlünü esas alması, melâmî kişiliği ile sade bir yaşam sürmesi, fütüvvet geleneğine bağlı olarak hizmeti şiâr edinmesi, Ehl-i Sünnet çerçevesinde sahih bir tasavvuf çizgisini takip etmesi onun başlıca hususiyetlerindendir. Zâhir ile bâtını birleştirmesi, şer’î tasavvuf anlayışını benimsemesi, bid’at ve hurafelerle mücâdele etmesi, hem ilmiye hem de süfıye erbabının saygınlığını kazanması; onun Mağrib’de “şeyhler şeyhi” diye yâd edilmesine vesile olmuştur.
İmam Şa’rânî’ye göre şeyhler, Ebû Medyen’in büyüklüğü, yüksek mertebesi konusunda hemfikirdiler. Çünkü onun sohbet halkasında eğitim gördüler. O, ince, kibar, zarif bir zâttı. Zühd, verâ ve hakikat ehliydi. Sanki o asırda güzel huylar kendisinde toplanmıştı. Ebu’l-Abbâs el-Mürsî’nin anlattığına göre şeyhin ilmi yetmiş bir ilim, makâmı ise yedi abdalın başıdır.
Kalâidü’l-Cevâhir sahibi Muhammed et-Tâdifî ise onun hakkında şunları söylemektedir: “O; ulvî fethin ve açık keşfin sahibi, kurbiyet mertebelerinde ve mukaddes menzillerde önde olan, temkinde ayağı sağlam basan, tasarrufta yed-i tûlâsı olan, velâyet hükümlerinde yed-i beyzâ sahibi, şeriat ile hakikat ilimlerini birleştiren, şânı şarktan garba kadar bütün ülkelere yayılmış, halkı irşâd etmek için Allah’ın insanlara lütfettiği büyük bir zâttı.”
Allah’ın kendisine lütfettiği hususiyetlerin ne olduğu sorusuna Ebû Medyen’in verdiği şu cevap, onun mânevî makamı hakkında bize bir bilgi vermektedir: “Makâmım ubûdiyet, ilmim ulûhiyettir; sıfatım Rabbânî sıfatlardan alınmıştır. Onun ilimleri sırrımı, içimi ve dışımı kapladı. Nûru her yerimi aydınlattı. Alim iken mukarreb oldum. Kalb-i selim -ki o, onun dışında her şeyden güven içindedir. Mevlâsımn yaptığı kaptan dışarı çıkmaz- dışında kimse ona ulaşamaz. Ârifın kalbi melekût âleminde dolaşır.” “Sen dağları görürsün de onları yerinde durur sanırsın. Oysa onlar bulutların yürümesi gibi yürümektedirler. (Bu) her şeyi sapasağlam yapan Allah’ın sanatıdır. Şüphesiz ki o, yaptıklarınızdan tamamıyla haberdârdır.” Burada Ebû Medyen, dağları âriflerin kalbine benzetmiştir ki dağlar nasıl sürekli hareket etmekteyse âriflerin kalbi de melekût âleminde sürekli dolaşmaktadır.
Tasavvuf tarihi araştırmacılarından Âmir en-Neccâr, Ebû Medyen’in tasavvuf yolunda yüce mertebelere ulaştığım, nefsinden soyutlanıp vuslata erdiğini hatta son nefesinin “Allah o 0’1 haktır” olduğunu söylemekte ve bu durumun “Tam bir tevhid” olduğunu belirtmektedir. Zamanının gözde şeyhlerinden Ebu’s-Sabr Eyyûb el-Fehrî de onun hakkında şunları söylemektedir: “Ebû Medyen; zâhid, fâzıl, ârifbillâh idi. Önce hal deryalarına daldı ve sonra mârifetlerden sırlara nâil oldu; özellikle tevekkül makâmmda kimse ona yetişemezdi. O bir ilim deryası idi, ama murakabesine dışarıdan kimse muttali olamazdı. Kalbiyle sürekli Allah’ı zikrederdi, hatta hayatını ‘Allah Allah’ diyerek noktaladı. Vefatına şâhit olmuş güvenilir bir kişi, bana onun son zamanlarında sürekli ‘Allah haktır’ dediğini söyledi.”
Bir gün Ebû Medyen’in meclisinde Hızır’ın velî mi, yoksa nebî mi olduğu tartışılmış. Velâyetle tanınmış sâlih bir adam, o gece rüyasında Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem)’i gördüğünü ve peygamber’in kendisine “Hızır peygamber; Ebû Medyen ise velîdir” dediğini haber vermiştir. Yine bir evliyâ İblis’i görmüş ve ona Ebû Medyen ile arasının nasıl olduğunu sormuştur. İblis: “Onu saptırmak için gösterdiğim çaba, büyük bir denize bevl eden adamın hali gibidir. Benim vesveselerim onda o kadar etki yapar” demiştir.
Kevâkibü’d-Dürriyye isimli eserin sahibi Abdürraûf el-Münâvî, Ebû Medyen’in şahsiyeti hakkında şunları söylemektedir: “Ebû Medyen, büyük müderris, iftihar kaynağı olan bir ârif, ekâbirin gözdesi, zamanındaki sûfîlerin önderi, nezih bilgi donanımına ve derinlikli bir müşâhadeye sahip zâhid bir kimsedir. Kendisini ziyaret kasdıyla değişik beldelerden insanlar gelir ve irfânî donanıma ererlerdi. Bicâye’de doğup büyüyen çocuklar, teberrüken huzuruna getirilirdi. Şöhreti âfâkı sarmıştı. Şüphesiz kendi zamanında sıddıklarm imamıydı. Âriflerin sultanı İbn Arabî de onun yaktığı meşâle ile yol kat etmişti.”
Ebû Medyen’in, düzenli olarak verdiği tasavvufî sohbetler geniş halk kitleleri tarafından beğeniyle karşılanmış, meclisleri dolup taşmıştır. “İnsanlar sürekli senin yanına geliyor, elini öpüyor, bu durumdan gurur duymuyor musun?” diyenlere o, nebî ve velîler öptüğü halde kendisinde bir değişiklik meydana gelmeyen (taşlığından kurtulmayan) Hacerü’l-Esved gibi olduğunu söylemiştir.
Ebû Medyen, VI/XII. asırda tasavvufun şeyhi, kutbudur ve Mağrib İslam dünyasında şeriat açısından Gazâlî gibi tesiri vardır. Kutup Ebû Medyen, müritleri eğitmede bir güneş, sustuğunda ise ay gibiydi. Tevhîd ve tevekkülde şeyhlerin imamıydı. Zühd ve takvâda eşsizdi. Onun irfan dairesinde şeyh Muhyiddîn İbn Arabi’nin bulunması, değeri ve büyüklüğü konusunda başka delile hâcet bırakmaz.
Ebû Medyen, tarîkatinin temelini Cezâyir’in Bicâye kentindeki Râbıtatü’z-Zeyyât’ta atmış, Mağrib tasavvuf akımlarını kendi şahsında bütünleştirmiştir. Şeyhi Ali b. Hirzihim’in yamnda Gazâlî, Kuşeyrî ve Muhâsibî’nin eserlerini tetkik etmek suretiyle sünnî tasavvuf anlayışını benimsemiştir. Endülüs’ün fıkhî temellere dayalı kelâmî ve felsefî düşüncenin şekillendirdiği tasavvuf usulünü ise silsilesi İbnü’l-Arîf e uzanan İbn Gâlib’den almıştır. Kırsal kesim tasavvuf anlayışını temsil eden Dükkâle ribâtlarındaki Nûriyye ekolü ve futüvvet geleneğini, Berberi şeyhi Ebû Ya’zâ’dan öğrenmiştir. Mağrib melâmetiyye anlayışını, İbn Hirzihim’le Ebû Abdullâh ed-Dekkâk’tan almıştır. Tabakât kaynaklarının belirttiğine göre bu dönemdeki hiçbir şeyh, onun kadar entelektüel birikime ve eklektik rûhâniyete sahip olamamıştır. Zamanındaki hiçbir sûfî, onun kadar erken dönem Mağrib tasavvufunu temsil edememiştir. Biyografi eserlerine göre, geniş mürit kitlesi ile tasavvufî düşüncesinin nüfuzu, bugün bile hissedilebilmektedir.
Ebû Medyen, Gazâlî’ye ait fikirlerin çoğunu şeyhi Ali b. Hirzihim’den almıştır. Ali b. Hirzihim’in Gazâlî çizgisini temsil eden iki önemli hocası Ebû Bekr İbn Arabî ve amcası Ebû Muhammed Sâlih b. Hirzihim’dir. Fas’ta Ali b. Hirzihim’in yamnda sülûkünü ve Ebu’l- Hasan Ali b. Gâlib’in yanında öğrenimini sürdürürken Ebû Medyen, kendisini şer’î tasavvuf anlayışına verir. Bu hususun en önemli işareti, Gazâlî’nin İhyâ‘sı üzerinde yaptığı yoğun sohbetlerde kendini hissettirmektedir.
Mağrib tasavvufunun ilk dönem eserlerinde rastlanılan bölgesel farklılıkların çoğunu Ebû Medyen, Kuzey Afrikalı şeyhlerinden, şer’i anlayışa sadâkat gösteren ve muasırı olduğu Endülüslü şahsiyetlerden, geleneksel fıkıh eğitimini zâhirî esaslara sıkı sıkıya bağlı olan ve her biri dindarlıkları ile tanınan Mâlikî fukahasından almıştır.
Onun ders takrirlerinde en önemli referans kaynakları; Kur’ân-ı Kerîm, Peygamber Efendimizin sünnetine sıkı sıkıya bağlılık, nefsini her an hesaba çeken ve yaptığı tüm amellerin Rabbi tarafından görüldüğünü düşünerek hareket eden Hâris el-Muhâsibî gibi bir şahsiyetin eseri (er-Riâye li-Hukûkıllâh), İmam Gazâlî ve İmam Kuşeyrî idi. Fıkha dair sohbetler gerçekleştiren Ebû Medyen, zaman zaman kendisine sorulan sorulara dair fetvâlar vermekteydi. Yaptığı tefsir derslerinde Kur’ân’ın nuru ile kalbini aydınlatmaktaydı. O, ilmi ve ameli kendisinde birleştirmiş, İslâmî kimliğe sahip, kâmil bir şahsiyettir. İlim ve amel bütünlüğüne erememiş hiçbir kimse, onun şeyhlik makamına erişemez. Onun temel düsturu; doğru ve kararlı hareket, azimetle amel, sıkıntı ve zorluklara sabır, her zaman hidâyet ve yakınlığa tâlip olmaya çalışmaktır.
Comell’e göre, VI/XII. yüzyılda Mağrib’in batısında yaşayan tüm büyük sûfîlerce benimsenen mânevî tecrübeler gibi Ebû Medyen’in yolu da en azından amel etmeye ve bâtmî uygulamalara önem vermekteydi. Sıkı bir riyâzatı ve nefsânî arzuları frenlemeyi esas alan yaklaşımları serdetmekteydi. İhlâsa dayalı amel nazariyesi de dâhil; nefis tezkiyesinin devamına yönelik gereksinim, kişinin mânevî kemâlâtının temelidir. Kendisinden üç asır önce yaşamış olan Hâris el-Muhâsibî gibi Ebû Medyen de müritlerinin karakterlerinde görülebilecek muhtemel riyâ, nifak ve gösteriş alâmetlerini gidermek için sohbet meclisleri düzenlemekteydi. Şark sûfîlerine ait çoğu yaklaşımlarla benzerlik arzeden tutumu bulunmakla birlikte Ebû Medyen, ilk etapta akla gelen diğer tasavvufî geleneklere oranla daha az metafizik bir yaklaşıma sahip oluşu, daha çok takvâ yolunu ve şer’i anlayışı benimseyen tutumu ile tanınmaktadır.
Şeyh; kişinin olgunlaşması için sadece ihlâs ve içtenliğin yetmeyeceğini, aynı zamanda iyi düzeyde sosyalleşmek gerektiğini de ifade ederdi. Hikmetlerinden birinde bu durumu şöyle anlatmaktadır: “Toplumda rüşvetin yaygınlaşmasıyla adaletsiz bir düzen meydana gelir. Ulemânın ve seçkinlerin bozulması sonucu dinin tersyüz edilmesi ortaya çıkar.” Aktif şeyh tipini sadece rûhânî önder olarak değil, aynı zamanda içerisinde yaşadığı toplumla her yönüyle ilgilenen, sosyal aktivitesi olan şahsiyet olarak da değerlendiren Ebû Medyen, müritlerine yanlış iddialardan uzaklaşmalarını tavsiye ederdi. “Allah’ın helâl kılmadığı bir hususun helâl olduğunu iddia eden birini gördüğünüzde ondan sakınınız. En zararlı şey; gâfıl âlimlerin, câhil sûfîlerin ve yağcı vâizlerin sohbetidir.” Ebû Medyen’e göre bu şahsiyetlerin fesada yol açan tutumları, Deccal’e davetiye çıkarmaktadır. Bunlar zamanla Müslüman toplumları yanlışa, taassuba ve mezhep bağnazlığına sürüklemektedirler.
Sonuç olarak Ebû Medyen ilim öğrenmeye ve öğretmeye, öğrendiği ilimle amel etmeye oldukça önem vermiş, içinde bulunduğu toplumun sorunlarına yabancı olmamış, rûhânî önder olmanın yanında, sosyal, aktif şeyh rolünden ve futüvvet esaslarından taviz vermemiştir. Kur’an ve sünnete bağlı, Ehl-i Sünnet çerçevesinde sahih bir tasavvuf çizgisini takip etmiş, takvâ ve zühd yolunu benimsemiştir. Sahv ve temkin esaslı tasavvuf anlayışıyla semâ, sekr, vecd, aşk ve şevk gibi metafizik unsurları meczederek sahv ve sekrin dengeli olduğu, kendine has bir tasavvuf anlayışı ortaya koymuştur. Bunlara ilave olarak tevhid ve tevekkülü hayatının merkezine oturtmuş, hakikat ve fakr ehli, mütevâzî bir şahsiyettir diyebiliriz.
TASAVVUFÎ AHLAKLA İLGİLİ KAVRAMLAR
A- TASAVVUF-SÛFÎ
Ebû Medyen’in tasavvuf anlayışında şekilde kalan kurallar yumağı ve merasimler yığını yoktur. Ona göre tasavvuf, kalbin selâmeti, ruhun sehâveti, peygamber’e ittibâ sûretiyle ilme ve makâma riâyet etmek ve her şeyiyle Allah’a teslim olmaktır. Kim bu ölçülerin dışına çıkarsa kendini şeytanın otağında bulur, hevâ ve heves deryasına batmış ve cehâlet karanlığına sürüklenmiş olur. Tasavvuf yolunda ilerlemek; Kur’an ve sünnetle amel etmek ve mürşid edinmek sûretiyle gerçekleşebilir. Ebû Medyen’e göre tasavvuf erbabı; İsâ (aleyhisselâm) gibi hüzne ve seyahate devam eder, Yûsuf (aleyhisselâm) gibi af ve emânet sahibi olur, Yâkub (aleyhisselâm) gibi şevk ve özlem duygusuna bürünür, Eyüp (aleyhisselâm) gibi tefekkür ve sabır ehli olur, Mûsâ (aleyhisselâm) gibi ihlâslıdır ve münâcâtta bulunur ve Muhammed (salla'llâhü aleyhi ve sellem) gibi ilim ve güzel ahlâkla bezenir.
Ona göre tasavvufun sekiz şartı vardır:
Elinin emeğini yemek
Helâlden kazanmak
Temiz bir meskene sahip olmak
Temiz bir kazanca sahip olmak
İbadetle dolu bir halvet yaşamak
Kendisinden daha bilgili kişilerle sohbet etmek
Dünyaya gönül bağlamış insanlardan kaçınmak
Semâ esnasında kapıyı kapatmak.
Sekiz şarta bağladığı tasavvuf anlayışında Ebû Medyen, takvâ-verâ esaslı temiz kazanca, ibâdetle donatılmış bir seyr u sülük ve zühde, dünyaya gönül bağlamış insanlardan tasavvufî sırları gizlemeye vurgu yapmıştır. Ayrıca şeyh, eserlerinde sürekli gerçek sûfî kişiliğinin nasıl olması gerektiği üzerinde durmaktadır. Ona göre gerçek sûfî; “inzivâda köşesine çekilen, burada sadece Allah’ı zikreden ve çevresinde meydana gelen olaylardan habersiz bir zâhid değil aynı zamanda toplum hayatının bizzat içerisinde olan, çevresi ile uyum sağlayan, içinde yaşadığı halkın sorunlarına duyarlı ve ilgili kişi” olarak tarif edilmektedir. Mânevi gelişimini ve bireysel olgunlaşmasını sağlayabilmek amacıyla belli zamanlarda kendini toplumdan tecrit etse de sûfî, İslam toplumu yararına hareket etmek için attığı adımların ve gerçekleştirdiği eylemlerin bilincinde olmaya özen gösterir. VII/XIII. yüzyıl gibi daha somaki dönemde yaşayan Ebu’l-Hasan eş-Şâzilî ile meşhur olan bu prensib, aslında Ebû Medyen tarafından tanımlanmış ve esas alınmıştır. Ebû Medyen’in bu mirasım takip eden Şâziliyye Nîmetullâhiyye ve diğer tasavvuf okulları “dünyalığın değil ama dünyanın içinde olma” yaklaşımına hep bağlı kalmışlardır.
Bu bağlamda derviş, kendisinin ve komşularının hukukuna riâyet ederek dünya hayatında ihtiyat ve ciddiyeti terk edemez. Bu gerçeği ifade sadedinde; “Gerçek sûfî hasetçi, bencil, bilgisiyle mağrur ve para konusunda cimri olamaz. Bunun yerine örnek bir şahsiyet olarak tüm yaratılmışlara karşı şefkâtli ve merhametli davranmalıdır. O, herkesin imdadına yetişmelidir. O zâhiddir, her şey onun nazarında birdir; övgü de yergi de, kabul olunmak da reddedilmek de, almak da vermek de, zenginlik de fakirlik de onun katında aynıdır. Eline geçene sevinmez, elinden çıkana üzülmez.” değerlendirmesinde bulunmaktadır.
Şeyh, sohbetlerinde tasavvufun yozlaşmaya başlamasından ve sûfî olmadıkları halde sûfî geçinenlerin artmasından sürekli yakınmaktadır. Ona göre en zararlı şey; câhil sûfî, gâfil âlim, yağcı vâizle sohbet etmektir. “İçi dışına uymadığı halde, Allah adına konuşan kişiye uymayımz. Bir kimseyi suyun üzerinde yürüyor, havada uçuyor görseniz dahi o kişinin İslam’ın emir ve yasaklarından birini terk ettiğini anladığınızda ona tâbî olmayınız” tavsiyesinde bulunmaktadır. Ayrıca o, halkın felaketinin kötü düşünceler beslemesinden, sûfîlerin felaketinin ise hevâya uymalarından kaynaklandığını belirtmektedir. Hakikatte ise Allah dostlarının dünyada yaşaması, cennet ehlinin yaşaması gibidir. Onların bedenleri onun emrinin zevkine varır, ruhları onu görmek ve ona bakmakla huzur bulur. Bu nedenle Allah, evliyâya hürmeti haram sayan kimseyi halk arasında menfur göstermek suretiyle onu imtihan eder.
B- TÖVBE
Tövbe, lügatte dönmek mânâsına gelir. İslâmî bir terim olarak ise insanın yaptığı bir yanlıştan pişmanlık duyup, yaptığı yanlışı terk ederek aynı hatayı bir daha yapmamak üzere Allah’a söz vermesi, günahının bağışlanması için istiğfar etmesidir.
Samimî bir tövbe ile Hakk’a yönelmeden tasavvuf yoluna girme talebini gaflet olarak gören Ebû Medyen el-Mağribî, Bidâyetü’l-Mürîd isimli eserinde tövbeyi anlatırken, bu konudaki ayet ve hadisleri sıralamış, konunun tasavvuftaki önemine binâen meşhur sûfîlerin sözlerini de nakletmiştir.
Ebû Medyen’e göre tövbe, her Müslümanın üzerine farzdır. Zirâ Allâhü Teâlâ şöyle buyurur: “O tövbe edenler, ibâdet edenler, hamdedenler, oruç tutanlar, rükûa varanlar, secde edenler; işte onlar iyiliği emredip kötülükten alıkoyanlar ve Allah’ın sınırını koruyanlardır. O müminleri müjdele!” ; “Ancak tövbe ve İman edip iyi davranışta bulunanlar başkadır; Allah onların kötülüklerini iyiliklere çevirir. Allah çok bağışlayıcıdır, engin merhamet sahibidir.” ; “O, kullarının tövbesini kabul eden, kötülükleri bağışlayan ve yaptıklarınızı bilendir.” Dilini tövbeye alıştırıp da günahları işlemeye devam eden kişi, kıyamet gününde cehennemin derinliklerinde haşredilecektir. Tövbe ehlinin; tövbe ettiğinde dünyayı üç talakla boşaması, günahların tamamından sıyrılması gerekir. Tefekkür ehli de ilmiyle âmil, Allah’tan korkup gözyaşı döken ve hüzünlü olmalıdır.
Ebû Medyen tövbe konusundaki görüşlerini Peygamber Efendimiz (salla'llâhü aleyhi ve sellem)’in şu hadisi ile delillendirir: “Günahlarından tövbe eden hiç günah işlememiş kimse gibidir.” “Kapı kapanmadan tövbede acele ediniz.” Allâhü Teâlâ da tövbe etmek için işaret gelmesini beklemenin anlamsızlığı babında şöyle buyurmuştur: “Onlar ancak kendilerine meleklerin gelmesini veya Rabbinin gelmesini veyahut Rabbinin bazı alâmetlerinin gelmesini bekliyorlar. Rabbinin bazı alâmetleri geldiği gün, önceden inanmamış ya da İmanında bir hayır kazanmamış olan kimseye artık İmanı bir fayda sağlamaz. De ki: Bekleyin, şüphesiz biz de beklemekteyiz.” Bu âyet ve hadislere göre insanın tövbede aceleci olması, bir an önce günah yükünden kurtulması gerekir ki İmanı kendisine bir fayda sağlasın.
İnsanın çirkin işleri bilerek yapması sonucunda ettiği tövbenin kabul olup olmayacağı konusunda Bilâl Habeşî, Peygamber Efendimiz’e şöyle bir soru sorar: “Ey Allah’ın Resûlü, Allah’a karşı çirkin işler işliyor ve tövbe etmek istiyorum. Benim tövbem kabul olur mu?” deyince Peygamber Efendimiz, evet cevabını verdi. Soma tekrar, “Ey Allah’ın Resûlü, Allah beni görüyor ve ben onu işlemeye kalkışsam da mı?” deyince, Efendimiz, yine “evet” cevabını verdi. Habeşî öyle bir sayhâ attı ki, o esnada ruhunu kaybetti ve Peygamber Efendimiz şöyle dedi: “İşte bu, cennet ehlindendir; işte bu, hakîki bir tövbedir.”
Tövbe konusunda sahâbe görüşüne de yer veren Şeyh Ebû Medyen şu rivâyeti aktarır: “Bir gün Ümeyye oğullarından bir adam Ömer İbnü’l-Hattâb (r.a.)’a şu sözlerle ıstırabını arz etti: ‘Bir günah işlesem, soma ondan dönüp pişmanlık duysam; bu, benim için tövbe anlamına gelir mi?’ Hz. Ömer kendisine şu şekilde cevap verdi: ‘Evet. Zira Peygamber Efendimiz şöyle buyurmuştur: ‘Cennetin sekiz kapısı vardır. Tövbe kapısı hariç diğerleri kapalıdır. Tövbekâr ol ve Allah’a tevekkül et. Zira günahları bağışlayan ancak Allah’tır.’ ” Yine Ömer b. Hattab’a göre; tövbe edenlerle birlikte olunması gerekir. Çünkü onlar siper-i kazâdır, belâları önleyenlerdir.
Tövbenin şartları, sünnetleri, âdâbı ve faziletleri konusunda Ebû Medyen, Mâlik b. Dînâr’a ait olan şu görüşe yer verir:
Tövbenin şartları:
Haksızlık yapılan kişilere hakkını geri ödemek,
Vaktinde edâ edilmeyen namaz, oruç ve zekâtları yerine getirmektir.
Sünnetleri:
Birlikte günah işlenilen arkadaşları terk etmek,
Daha önceden yapılan hatalardan vazgeçmek,
Önceden işlenilen hatalardan ötürü gözyaşı dökmektir.
Nâfıleleri:
Evrâda devam etmek,
Kalp huzurunu sağlamaktır.
Âdâbı:
Allah’a itaatkâr olmaktan ferahlık duymak,
itaat üzere yetişmek,
İtaatkâr olmaya devam etmek,
Meşâyıhı ziyaret etmek,
Fukarâ ve miskinleri sevmek,
Farzları vaktin başında yerine getirmeye gayret etmektir.”
Ebû Medyen’in belirttiğine göre Cüneyd-i Bağdâdî, tövbe ehlinin tövbesinin; namazların farzlarına, sünnetlerine, faziletlerine, secdelerine ve tâdil-i erkânına riâyet etmedikçe sahih olmayacağını belirtmiştir. Çünkü namaz farzdır ve temizlik de farzdır. Her farz için dikkat ve gereğinin yerine getirilmesi esastır. Kendisine farz kılınan esaslara riâyet etmeyen kişinin tövbesinden bahsedilemez. Zira farz ibâdetler; tövbenin aslı ve esasıdır. <
Tövbe edip tövbenin esaslarından birini ve farzlardan herhangi birini zâyi eden kişinin tövbesi sözkonusu değildir. Tövbenin hakikati; elden kaçırılan fırsatlara pişmanlık duymak, ihlâs, açlık ve zühddür. Gerek zâhir gerekse bâtın ulemâsı bu gerçek üzerinde hemfikirdir. Bu, tarikat ehlinin düsturudur.
Tövbenin alâmetleri hususunda ise Ebû Medyen, Râbiatü’l-Adeviyye’nin (v. 135/752) şu görüşünü aktarır: “Tövbenin alâmetleri; pişmanlık duymak, ihlâslı, korkan ve huşû sahibi bir kalbe sahip olmak, bâtınını tâate alıştırmaktır.”
Ebû Medyen’e göre tövbe ehlinin; Allah için yapması gerekenler hususunda ihmalkâr davranmasından dolayı üzülmesi ve ağlaması, fakirlere muhabbet beslemesi, miskinlere acıması ve onlara destekçi olması, şeyhleri ziyarete devam etmesi gerekir.
Ebû Medyen insanın günahları sebebiyle ümitsizliğe düşmemesi, Allah’ın bağışlayıcılığı konusunda Sebîlü ’l-Hayrât isimli eserden naklen Allâhü Teâlâ’nın şu âyetlerine yer verir: “...Ey müminler! Hep birden Allah’a tövbe ediniz ki kurtuluşa eresiniz.” “Kim bu haksız davranışından sonra tövbe eder ve durumunu düzeltirse şüphesiz Allah, onun tövbesini kabul eder. Allah, çok bağışlayıcı ve esirgeyicidir.”
Şeyh, konuyu Peygamber Efendimiz’in şu hadis-i şerifleriyle devam ettirir: “Allah (c.c.), elini -güneşin batıdan doğacağı kıyamet gününe kadar- gündüzden geceye, geceden gündüze dek günahkâr kişilere tövbe ile yayacaktır.” “Gökyüzüne ulaşacak kadar hata işlemiş dahi olsanız, pişman olduysanız, Allah tövbenizi kabul edecektir.” “Kul işlediği günahlara rağmen cennete girecektir. Ashâb-ı Kirâm, ‘Nasıl yani ey Allah’ı Resûlü?’ deyince, Peygamber Efendimiz: ‘Cennete girene kadar Allah, ona tövbe etme ve günahından dönme fırsatı verecektir.’ dedi.” Bir başka hadîsinde ise “Günahın keffâreti, pişmanlıktır.” buyurdu.
Ebû Medyen’in anlattığına göre Tâbiûn imamlarından Saîd b. Müseyyeb (v. 90/708), günah işleyip tövbe eden, sonra tekrar günah işleyip bir daha tövbe eden kişi hakkında “Rabbiniz sizin kalplerinizdekini çok iyi bilir. Eğer siz sâlih kimselerden olursanız, şunu bilin ki Allah, tövbeye yönelenleri son derece bağışlayıcıdır.” âyetinin nâzil olduğunu söylemektedir.
Allah (c.c.), İblis’e lânet ettiğinde, şeytan Allah’tan mühlet istemiş, Allah da ona kıyamete kadar mühlet verdiğini söylemiştir. Benî İsrâil nebilerinden birinin bir zelleye düçâr olduğu ve Allah’ın da kendisine şu şekilde vahiyde bulunduğu rivâyet edilmektedir: “Eğer ondan tövbe edip dönmezsen, celâlim ve izzetim gereği sana azap ederim.” Bunun üzerine o peygamber: “Allah’ım! Sen sensin, ben benim. İzzetinle beni korumazsan, ben nasıl dönebilir, tövbe edebilirim.” dedi ve Allah da kendisini korudu. Lokman Hekim de oğluna, tövbeyi geciktirmemesi gerektiğini, ölümün ansızın gelip çatabileceğim söylerdi.
Abdullâh b. Mes’ûd’dan (v. 32/652) adamın biri bir şeyler istedi. Abdullâh b. Mes’ûd, dönüp kendisine baktığında adamın ağladığını gördü ve dedi ki: “Cennetin sekiz kapısı vardır. Tövbe dışında kalan tüm kapıları kapalıdır. Sana emânet edilen bir melek vardır. Güneş batıdan doğana kadar, o kapıyı kapatmayacaktır. Çalış, çabala ama ümitsiz olma.” Abdullâh b. Ömer (v. 74/693) bu konuda: “Kim hatasını hatırlar ve ondan elem duyarsa, onun Ümmü’l- Kitapta silindiğini görür.” demektedir.
Tövbelerin kabulü hususunda Fudayl b. İyâz'ın (107-187/725-802) da görüşlerine yer veren Ebû Medyen, onun şu görüşünü nakleder: “Allâhü Teâlâ’nın günahkârlara adâletiyle muâmele ederse, azâba uğrayacaklarken, tövbe ettikleri takdirde tövbelerini kabul edeceğini, onlara sâlihlerin nasibinin aynısından vereceğini müjdelediğini söylemektedir.”
Tövbe konusunu Ebû Medyen’in görüşlerini özetlediğini düşündüğümüz şu sözüyle sonlandırabiliriz: “Müslümanın, Allah katında en güzel hal üzere olmasını diliyorum. Bana, Müslümanm ettiği tövbenin İslam’dan sonraki İslam gibi olduğu bilgisi ulaştı.” Yani bir insan Müslüman olunca nasıl önceki günahlarından kurtulursa, tövbe edince de günahlarından kurtularak hayatına temizlenmiş olarak devam eder. Peygamber Efendimiz (salla'llâhü aleyhi ve sellem)’in buyurduğu gibi, “Günahlarından tövbe eden kimse, hiç günah işlememiş gibidir.”
C- ZÜHD
Zühd; dünyadan uzaklaşmak, alçaklığı nedeniyle ondan yüz çevirmek, küçüklüğünden dolayı onu terk etmek, onun değersizliğini görmektir. Dünya arzularıyla meşgul olan kimse, zillete mübtelâ olur. Geçici şeylerle süslenen kimse, aldanmıştır.
Zühd konusunda Ebû Medyen, Resûlüllâh (salla'llâhü aleyhi ve sellem)’in şu hadisini hatırlatır: “Dünya sevgisi, her türlü hata ve derdin başıdır. Kim dünyaya muhabbet beslerse âhiret yolundan gaflet etmiştir.” Peygamber Efendimiz (salla'llâhü aleyhi ve sellem) bir başka hadis-i şerifinde ise şöyle buyurmaktadır: “Dünya ve ahiret birbirinin zıddıdır. Bunlardan birincisini seven âhiretini terk etmiş olur.” Çünkü Allâhü Teâlâ şöyle buyurur: “Allah bir adamın göğsünde iki kalp ,, yaratmamıştır.
Ebû Medyen’in naklettiğine göre Behlûlü’l-Mecnûn’a (v. 190/805), “Şeyhin alâmeti nedir?” diye sorulduğunda şu cevabı vermiştir: “Zühd, sıdk ve dünyayı tamamen terk etmektir.” “Dünya, kimin için tamamen kabul edilebilir durumdadır?” diye sorulduğunda, “zındık için” demiştir. “Dünyadan, kim mahrum bırakılmıştır?” sorusuna; Peygamber Efendimizin “Sâdık mümin mahrum; fâcir, merzuk kılınmıştır.” hadisi gereğince “sâlih velî” cevabını vermiştir.
Râbiatü’l-Adeviyye de bu konuda, başkalarının elindekine göz diken ve dünyalık biriktiren kimseye zındıklığın yakın, hakikatin uzak olduğunu söylemiştir. Çünkü Ebû Medyen’e göre: “Sıdkm (doğruluğun) alâmeti; dünyada, zühd sahibi olmaktır. Zındıklığın alâmeti ise dünyaya rağbet etmektir.”
Ebû Medyen, insanların taleplerindeki sadâkâti göstermeleri açısından bir tercih yapmalarının gereği üzerinde durarak şöyle der: “Dünyayı; isteyene bırak, sen mevlâna gel. Kim dünyayla meşgul olmayı bırakırsa Allah; dünyayı, onun hizmetine verir. Dünya, çekirge gibidir. Çekirgenin başı, onun tohumudur. Başını kesersen hepsini halletmiş olursun.” Yani dünyayı en başında gönlünden çıkarırsan bu yolda en büyük engeli aşmış, hedefine kısa yoldan ulaşmış olursun.
Bu bağlamda Ebû Medyen’e göre zühd, verâdan daha umumîdir. Çünkü verâ; bakâ sahibi olmayı ve kararlı kalmayı ifade ederken zühd, her şeyden ilgiyi kesmeyi ifade etmektedir. Zühd; farz, fazîlet ve kurbiyet (yakınlık) olmak üzere üç kısımdır: Haramda farz (haramı terk etmek farzdır), müteşâbihte fazîlet (fazilete erişmek için şüphelileri terk etmek), helâlde kurbiyettir (Allah’ı arzuladığı için onun dışındaki helâlleri bile terk ediyor, onun zikriyle meşgul oluyor ve ona yakınlık kazanıyor). Bu sebeple de Ebû Medyen zâhidin rahat olduğunu ifade eder. Ancak zâhidin aynı zamanda verâ sahibi olması gerektiği fikrini Hüseyin b. Mansûr el-Hallâc’ın (v. 305/917) şu sözüyle açıklar: “Vuslata ermek isteyenler; dünyada aç kalmalı, zâhid olmalı ve verâ sahibi olmah. Zâhid, verâ sahibi olmalı; zerre miktarmca da olsa hiçbir dünyevî beklentisi olmayan, Allah’a rağbet eden ve Allah için yaşayan bir şeyhe intisap etmelidir. İşte bu şeyh, Allah yolunda istifâde edilebilecek bir şahsiyettir.”
Ebû Medyen’e göre “Dünya malı toplayan, dünya mallarına karşı hırslı olan ve edindiği dünya mallarından infakta bulunmayan kişiye Allah, cennet kokusunu haram kılmıştır. Dünya malına karşı haris olan kişinin kalbi, Allah’tan çokça gâfil olduğu için, ölüdür. Ömrünü boş, faydasız, gereksiz işler uğruna şaşkınlık ve hezeyân içinde çürütür. Allah, bizleri bu duruma düşmekten muhafaza buyursun.”
D- KUR’AN VE SÜNNETE İTTİBÂ
İslâmî disiplinlerin bir konuda öncelikle başvuracakları temel kaynaklarından ilki, Kur’an’dır. Kur’an; bu konumunu, Allah kelamı ve İlâhi emirlerin yazılı bir metni oluşundan almaktadır. Hz. Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem) ise Kur’an’ı uygulayan, tebliğ ve tebyîn eden Allah’ın elçisidir. Bu yüzden dînî ilimlerle ilgilenen herkes gibi sûfiler de Hz. Peygamber’e ve onun sünnetine gerek teorik gerek pratik açıdan büyük önem vermişlerdir. Öncelikle âdâb konuları olmak üzere sünnete olan bağlılıkları dikkat çekicidir. Özellikle ilk tasavvuf klasiği kabul edilen Ebû Nasr es-Serrâc’ın (v. 378/988), el-Lüma’ adlı eseri; sûfîlerin Kur’an’a uyma, peygamber ve sünnet telakkisiyle ilgili önemli bilgiler içerir. Serrâc bu eserinde Kur’an’ı esas alarak Hz. Peygamber’le ilgili; “Allah’ın kendisine itaati emrettiği, getirdiğine uyulan, yasakladığından kaçınılan kimse, Allah’ın sevgisine mazhar olmak, Hz. Peygamber’e tâbî olmaktan geçmektedir.” ifadelerine yer vermektedir. Ayrıca Serrâc, güvenilir râvîler aracığıyla Hz. Peygamber’den gelen haberlere yapışmanın, bunlara sarılıp onlarla amel etmenin, bütün müslümanlara vâcip olduğunu belirtmektedir.
Ebû Tâlib el-Mekkî de (v. 386/996) Kütü ’l-Kulûb adlı eserinde, Resûlüllâh (salla'llâhü aleyhi ve sellem)’den sahih olarak gelen hadislerin hepsinin kabul edilmesinin, İmanın gereği olduğunu ve Hz. Peygamber’e itaatin farz olduğunu belirtmiştir. Cüneyd-i Bağdâdî de (v. 298/910) bu hususta; “Bizim ilmimiz kitap ve sünnetle kayıtlanmıştır. (Sülûkünden önce) Kur’ân okumayan, hadis yazmayan ve fıkıh öğrenmeyen (veya bunları anlamayan) kimseye uyulmaz.” ve “Bizim ilmimiz Resûlüllâh (salla'llâhü aleyhi ve sellem)’in ilmiyle kenetlenmiştir.” demiştir.
Ebû Medyen el-Mağribî’nin yaptığı sohbetlerde, en çok üzerinde durduğu konuların başında hiç şüphesiz Kur’an ve sünnete uymak yer alır. O; sâlikin ayaklarının sebâtmın, Hz. Peygamber’e saygıyla bağlı olmakla mümkün olacağını vurgulayarak şu tavsiyede bulunmuştur: “Sünneti, gözünüzün önünden ayırmayın. O zaman işlediğiniz ameller güzel kokulu hale gelir, makbul olur. Yaptığınız işlerden tat ve haz alırsınız, sâlih zâtların ulaştıkları makâma ulaşırsınız. Kardeşim, Resûlüllâh (salla'llâhü aleyhi ve sellem)’e uy ki, kıyâmet gününde onunla birlikte haşredilesin. Kardeşim, bil ki sünnete uymak ibâdetin aslı, esasıdır.” Bunun delîli Allâhü Teâlâ'nın şu âyetidir: “Peygamber size ne verdiyse onu alm, size ne yasakladıysa da ondan sakının. Allah’tan korkun. Çünkü Allah’ın azabı çetindir.” Bu ayete göre; “Kim sünnet yoluna aykırı hareket eder ve sünnetin dışında bir yola tevessül ederse Peygamber Efendimizin de buyurduğu gibi dalâlet ve yanlışa düşer.”
Bu bağlamda mürîd, sürekli davranışlarını kontrol etmeli, Kur’an ve sünnet çerçevesinde bir hayat sürmelidir. Çünkü Kur’an, nurdur. Okuyan onunla nurlanır, aydınlığa erer. Sünnet ise burhandır. Yegâne kılavuz ve örnek yaşam tarzıdır. Peygamber Efendimiz önderimizdir. Kur’an’ı en iyi şekilde açıklayan ve takdim edendir. Bahsettiğimiz bu çizgiye kim aykırı hareket ederse kendisini cehâletin girdabında bulur. Dikkat edin! Allah’ın lâneti, Allah yolu ve sünnet esası dışına meyledenlerin üzerinedir.
Muhyiddîn İbn Arabî de bu konudaki fikrini, şeyhi Ebû Medyen’den aktardığı şu rivâyetle destekler: “Hızır, Mûsâ’nın resuller arasındaki yerini ve üstün konumunu anlayınca, Allah’a ve peygamberine itaat etmek üzere onun koyduğu yasağa uydu. Çünkü Allah şöyle der: ‘Size peygamber neyi verirse onu alın, neyi yasaklarsa ondan sakının.’ Hz. Mûsâ ikinci kez ‘bir daha bir şey sorarsam benimle arkadaşlık etme’ demişti. Hızır da ‘Baş üstüne’ demişti. Mûsâ üçüncü kez sözünü unutunca ‘Ben bana indirdiğin hayır için fakirim, ihtiyacım olmasına rağmen ona su verdiğim için ücret talebim yoktur.’ dedi. Bundan sonra Hızır, yaptıklarının hikmetini açıkladıktan sonra Mûsâ’dan ayrıldı. Sonra ‘Ben bunu kendiliğimden yapmadım.’ demişti. Çünkü Hızır bu esnada Rabbinden bir şeriat ve yönteme göre hareket ediyordu. Hz. Peygamber’den sonraki durum ise farklıdır. Çünkü peygamberler arasında Hz. Peygamber emsalsizdir ve kimse ona denk değildir...” İbn Arabi’nin velînin resûlün emrine uyması gerektiği ve resûl ile velî arasındaki farkları anlattığı görüşlerinde Ebû Medyen’in isabetli bulduğu bu düşüncesinden hareket ettiği ve geliştirdiği görülmektedir.
E- TEVEKKÜL
Tevekkül; her işte kişinin elinden gelen çaba ve çalışmayı yaptıktan sonra, işin sonucunun Allâhü Teâlâ’ya bırakılması, ona güvenilmesi ve dayanılmasıdır. Zünnûn-i Mısrî bu hususta şöyle der: “Tevekkül, kulun tedbiri bırakıp kendini Allah’ın kudretine terketmesidir. Tıpkı meyyitin (ölünün) kendini gassala terketmesi gibi.” “Kim Allah’a tevekkül ederse, Allah ona yeter.” ; “Mü'ıninler, Allah’a tevekkül etsinler.” ; “Eğer mü'min iseniz Allah’a tevekkül ediniz.” âyetleri; tevekkülü, İmânın gereklerinden biri haline getirir.
Ebû Medyen’e göre tevekkül; kişinin, Hakk’ın garanti ettiğine güvenmesi; kalbinin, Mevlâsmın vaadiyle sükûna ermesidir. O, sâlikin zikrine Hak hâkim olana kadar Allah’a tevekkül etmesi, halkın kendisine hiçbir fayda sağlayamayacağının bilincinde olması gerektiğini söyler. Burada bahsedilen sükûn, fizikî hareketsizlik mânâsında değildir. Tam aksine mürîdin tüm faydasız işlerine son vermek yolunda bilinçli çabasını, fenâyı müteakip bakâya ermek için boş bir zihne ve pür dikkat bir yapıya sahip olmayı içermektedir. ff
Ebû Medyen, Mağrib’de tevekkül makâmmın pîri olarak tanınmakta ve büyük bir saygı görmektedir. Bugüne ulaşan sözlerinin pek çoğunda tevekkül teması hâkimdir. Kendi nefsine hitâben söylediği bir öğüt şöyledir: “Nefis! Eğer dinlersen bu sana bir nasihattir: Sırrında Allah’tan başkasına güvenen kimselerin kalplerini Allah, rahmetinden mahrum eder; yerine hırs ve tamah elbiselerini giydirir.” Demek ki insanların elindeki nimetlere tamah eden ve dünyaya karşı çok hırslı olan insanlarda saptanması gereken temel problem, Hakk’ın rızık garantisine olan güvensizliktir. Çünkü kalp için tek bir tercih vardır. Bir şeye dikkat kesildiğinde, diğer şeylerden perdelenmiş olur. Eğer kalp, Allah’tan başkasına meylederse, Allah ondan münâcâtmm lezzetini çeker alır.
Ebû Medyen’e göre sükûn hali ile tevekkül birbiriyle yakından ilgilidir. Kişinin kalbi; en güçlü ve en merhametli olana bağlanıp güvenmekle sükûna, huzura ermiş, her türlü kaygı ve sıkıntılardan uzaklaşmıştır. Kişinin gönlünde ayrı ayrı, birden fazla ilgi odağı olamaz. Kişi belli bir duyguya kapıldığında diğer ilgi odaklarından soyutlanır. Bu sebeple insan Allah’tan başka hiçbir şeyin kendisini cezbetmesine fırsat vermemeli; hiçbir şeyin onunla barışık yaşamasına mâni olmamalıdır.
Muhyiddîn b. Arabî, şeyhi Ebû Medyen’in tevekkül anlayışını şu rivâyetle aktarmaktadır: “Tüccarlardan biri şeyhimiz Ebû Medyen’e şöyle dedi: ‘Bir şeye ihtiyacı olan bir fakiri gördüğün zaman, bana haber vermeni isterim ki ihtiyacını karşılayayım.’ Bir gün giyecek ihtiyacı olan bir fakir geldi. Bu hususta şeyhin makâmı ve hali, gerek kendisinin gerekse başkalarının işlerinde Allah’tan başkasına güvenmemek idi. Zira şeyhler ittifak eder ki, kendi işlerinde Allah’a tevekkül eden, başkasına ait işlerde de tevekkül eder. Buna rağmen Ebû Medyen tâcirin isteğini hatırladı ve fakirle birlikte bir elbise almak üzere onun dükkânına gitti. Adamın yanında şeyhin hoşlanmadığı bir insan da kendisine eşlik ediyormuş. Şeyh, yoksula dinini sordu. Bir de baktı ki müşrikmiş. Şeyh, yoksul adamın hangi dinden olduğu yönündeki merakından dolayı Allah’a tövbe etti. Arkasına döndü ve gördü ki fakir adam, oradan ayrılmış. Fakat şeyh onun nereye gittiğini bilemedi.”
İbn Arabî bu rivâyete: “Ebû Medyen’in bu hikâyesi bana anlatıldığı zaman -bazı şehirlerimizin din yönünden İslam şehirleri arasında olmadığını bilerek- anladım ki Allah, bu hususu hatırlatmak üzere bu şahsı, şeyhe göndermiştir.” şeklinde bir yorum ekler. Bu rivâyetteki dikkatimizi çeken bir husus; Ebû Medyen’in kendi ihtiyacı için çalmayacağı bir kapıyı başkası için çalması, yani kendi için Allah’a tevekkül etmesi, başkası sözkonusu olunca futüvvet düşüncesinin bir gereği olarak onun ihtiyacını karşılamaya çalışmasıdır. Bir diğer husus ise günümüzde herkesin normal karşıladığı, yaptığı ve yapmaya devam edeceği “kişilerin hangi dine mensup olduğunun bilinmek istenmesi ve bundan dolayı hakkında kötü düşünülmesi” davranışının Ebû Medyen tarafından tövbe etmeyi gerektirecek bir hata olarak görülmesidir.
F- FÜTÜVVET
Fütüvvet, Arapça bir kelime olan “fetâ” kelimesinden türemiştir. Fetâ; tekil bir kelime olup “delikanlı, yiğit, eli açık, iyi huylu” anlamındadır. Fütüvvet ise bu konuda ilk müstakil risâle yazan Sülemî’nin deyimiyle: “Allah’ın emirlerine uymak, kötülüklerden uzaklaşmak, zâhiren ve bâtmen ahlâkın en güzeline sarılmaktır.” Bu tanımda futüvvet, öncelikle güzel ahlâk olarak değerlendirilirken, daha sonraları sosyal yardımlaşma teşkilatı olarak ortaya çıkmıştır.
Fütüvvet geleneğinin önemli bir temsilcisi olarak kabul edilen Ebû Medyen’e göre fütüvvet; “Halk sebebiyle Hak’tan uzak kalmamak, kulun iyiliklerini görmek, kötülük ve kusurlarını görmezden gelmektir.” Ebû Medyen’in, Horasan tasavvuf geleneği ile birebir örtüşen ahlâkî esaslara ve kardeşliğe dayalı fütüvvet anlayışı, müritleri terbiyede temel unsur olduğu gibi şiirlerine de yansımıştır. Meselâ el-Kasîdetü’r-Râiyye'de bu düşüncesini şöyle ifade eder:
“Kendinden başka kimsede ayıp görme,
Ki ortaya çıkacak bir aybın gizlene
Başım önüne eğ, garazsız af ve mağfiret dile.
İnsafla kıyâma dur ve insaf dile
Bir kusurun olursa itiraf et
Yaptıklarından ettiklerinden ötürü özrünü beyân et
İhvâna hizmet konusunda elinden geleni esirgeme
Yanlış yapacak olurlarsa müsâmaha göster kendilerine.”
Şiirden hareketle Ebû Medyen’in fütüvvet öğretisi; insanların eksiklerini aramama, ayıplarını görmeme, toplumsal ilişkilerde insaflı ve müsâmahah olma, başkalarını kendine tercih etme, kardeşlere hizmeti şiâr edinme, yaptığı yanlışı kabullenme ve özür dilemekten geri durmama gibi iyi davranışları içinde barındıran bir yaşam tarzı olarak özetlenebilir.
Ebû Medyen’in, “fakr” bölümünde tam metnini sunacağımız Bidâyetü’I-Mürid isimli eserindeki “Allah’tan başkasına bel bağlamayan, kınayanın kınamasından korkmayan, kalbini Allah’a hasretmiş, kendisine haset edenlere bile iyilik düşünen temiz bir gönle sahip” fakîr tanımı, özellikle Horasan kaynaklı fütüvvet ve İsâra dayalı şark tasavvufunun Mağrib’te nasıl etkili bir şekilde yayıldığını açıkça göstermektedir. Ancak bu, Mağrib’e özgü uygulama ve düşünce yapısından yoksun bir eser olduğu anlamına gelmez. Tarîkatine mensup kişilerce giyilen giysiler ve şeyhin müritlerinden İfa etmelerini istediği oruçlar, aynı dönemde şarkta kaleme alınan eserlerden Ebû Medyen’in eserini ayıran belli başlı özelliklerden sadece bir ikisidir. Yani Ebû Medyen Bidâyetü’I-Mürid isimli eserinde fütüvvet ve İsâra dayalı şark tasavvufu ile kendine özgü uygulamaları mezcetmiştir.
G- TAKVÂ-VERÂ
Arapça korumak, korunmak gibi anlamlara gelen “takvâ”; dîni, ruhsat boyutunda değil, azimet boyutunda yaşamaktır. Takvânm aslı, önce şirkten, sonra kötülük ve günahlardan, daha sonra şüpheli işlerden sakınmak ve lüzumsuz olan her şeyi terk etmektir. Yüce Allah; “Allah katında en değerli olanınız, en çok takvâ üzere bulunanınızdır.” buyurmuştur.
Zühdün başlangıcı ve takvânm ileri mertebesi olarak görülen verâyı; İbrâhim b. Edhem, “Şüpheli olan her şeyi terk etmek ve mâlâyânîden uzaklaşmak” şeklinde tanımlarken, Ebû Bekir Şiblî (v. 334/945) “Allah Teâlâ hariç her şeyden sakınmak” diye tanımlamıştır. Sûfîlerin, verâyı bu şekilde anlamalarının kaynağı, Peygamber Efendimiz’in şu hadisleridir:
“Helâl bellidir. Haram da bellidir. Bu ikisinin arasında helâle de harama da benzer durumu olan ve insanların çoğunun hükmünü bilmediği işler vardır. Kim bu şüpheli olanlardan sakınırsa, dinini, onur ve haysiyetini muhâfaza etmiş olur. Kim de şüpheli olanlara dalarsa neticede harama dalar. Sürüsünü koruluğun etrafında otlatan çoban gibi ki sürü her an koruluğa dalabilir. Dikkat edin, her sultanın bir koruluğu vardır. Allah’ın koruluğu ise haram kıldıklarıdır.” ; “Kişinin kendini ilgilendirmeyen şeyleri terketmesi, dini iyi anlayıp yaşadığının delilidir.” ; “Verâ sahibi ol ki, insanların en âbidi sen olasın.”
Ebû Medyen; dış görünüşlerine ehemmiyet veren bir zümreden bahseder. Bu zümrenin irâde iddiasında bulunduğunu ancak bunların, dinin emir ve yasaklarına uymadıklarını belirtir. Onların vasıflarını şu sözleriyle anlatır: “Haram helâl demeden yiyip içiyorlar, kalabalıkları çevrelerinde toplayıp ilmi olmayan kişilerin peşine düşüyorlar. Onların dinine tâbi oluyorlar, meliklerin kapılarında ve dünyaya gönül bağlamış kişilerin meclislerinde sabahlayıp akşamlıyorlar. Sîmâları sâlihlerin sîmâsma benziyor ama işleri münâfıkların işlerine benziyor. Görünüş bakımından ahyârm şeklini andırıyorlar ama iç dünyaları bakımından fâcirlerin içlerini yansıtıyorlar. Her türlü mahzurlu işi işliyor, her türlü gurura kapılıyorlar. Onlardan bir kısmı şöyle diyor: ‘Kadınlar, kız kardeşimiz veya kardeşlerimizdir.’ Bu düşüncelerine de 'ınüslüman erkekler ve müslüman kadınlar; mümin erkekler ve mümin kadınlar...’ ifadesiyle başlayan âyet-i kerîmeyi delil gösteriyorlar.” İşte Ebû Medyen onların bu görüşlerini şöyle reddeder:
“Sözlerini Kur’an’dan ayetlerle temellendirmeye çalışan bu zümrelerin dedikleri gibi Kur’an-ı Kerim’de kadın erkek birlikteliğini helâl sayan herhangi bir delil yoktur. Hatta verânın tamam olmasının şartlarından biri; gözleri, harama bakmaktan korumaktır. Kur’an-ı Kerim’de; ‘(Resûlüm!) Mü'ınin erkeklere söyle, gözlerini sakınsınlar ve ırzlarını korusunlar. Bu, onlar için daha temizdir. Muhakkak ki Allah, bütün yaptıklarınızdan haberdardır. Mümin kadınlara da söyle, gözlerini sakınsınlar ve ırzlarını korusunlar. Görünen kısımları müstesna olmak üzere, zînetlerini teşhir etmesinler. Başörtülerini, yakalarının üzerine (kadar) örtsünler. Kocaları, babaları, kocalarının babaları, kendi oğulları, kocalarının oğulları, erkek kardeşleri, erkek kardeşlerinin oğulları, kız kardeşlerinin oğulları, kendi kadınları, ellerinin altında bulunan (köleleri), erkeklerden; kadına ihtiyacı kalmamış (cinsî güçten düşmüş) hizmetçiler yahut henüz kadınların kadınlık hususiyetlerinin farkında olmayan çocuklardan başkasına zînetlerini göstermesinler. Gizlemekte oldukları zînetleri anlaşılsın diye ayaklarını yere vurmasınlar. Ey müminler! Hep birden Allah’a tövbe ediniz ki, kurtuluşa eresiniz.’ buyrulmaktadır. Bu âyet-i kerîme kadın erkek, her iki gruba da şâmildir.”
Kadınlarla birlikte olmayı reddeden Ebû Medyen görüşlerine aşağıdaki hadislerden de deliller getirmektedir. Peygamber Efendimiz (salla'llâhü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: “Kadınlara yakın duran kişi nefsi için zînâya râzı olmuş olur.” Konu ile ilgili bir başka delil, Meymûne hadisi olarak bilinen şu rivâyettir: “Erkeklerin nefisleri ile kadınların nefislerinin arasını ayırın. Zira şeytanla nefis, onların arasında gayr-i meşrû ilişkiye zemin hazırlamaktadır.” Bezzâz’ın Ebû Hüreyre’den rivâyetle tahriç ettiği sahîh bir hadis-i şerifte Peygamber Efendimiz (salla'llâhü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: “Kadınların meclisinde oturup kalkmayı, emîrlerin sohbetlerine katılmayı alışkanlık haline getiren kimse; bilsin ki o, Rahmân’ın düşmanı ve şeytanın sevgilisidir. Dikkat edin, Allah’ın lâneti buna tevessül edenin üzerinedir.”
Görüldüğü üzere Ebû Medyen, dinin emir ve yasaklarına karşı titiz davranılmasını şiddetle savunmakta, hatta helâllerde bile dikkatli olunmasını, verânın ayrıntılarında ve gizli zînâ hususunda şeytanın tuzağına düşmemek gerektiğini önemle ifade etmektedir.
Ebû Medyen verâ makamında Allah’tan başkasım görmedikleri takdirde insanın nâil olacağı mevhibeleri şöyle anlatır: “Verâda ondan başkasını görmezler, O da onlara yaklaşır ve dualarına icâbet eder. Onun yüceliğinde fikirleri aydınlanır. Onun yüceliğini müşâhede ettiklerinde başkasına iltifat etmezler. Nûruyla tecelli ettiğinde onlara ‘Ben sizin sevgilinizim, Rabbinizim.’ der.”
H- İLİM, AMEL, İHLÂS
Diğer İslâmî ilimlerde olduğu gibi tasavvufta da ilim öğrenmek, müridin ilk olarak yapması gereken şeydir. İlimden kasıt ise Ebû Medyen’e göre ilimlerin en yararlısı olan ve kullara emirleri öğreten ilmi, yani fıkıh ilmini öğrenmektir. Çünkü fıkıh ilmi olmaksızın kendini Allah yoluna adamakla yetinen kimse bid’ate düşmüş olur ve dinden çıkar. Verâ olmadan fıkıhla yetinen kimse gurura kapılır ve o, aldanmıştır. Kendisine gerekli olan yükümlülükleri yerine getiren kimse kurtuluşa erer ve yükselir. Hakikatiyle vasıflanmadan ilimde kelâmla yetinen kimse zındık olur, dinle bağlantısı kalmaz. İnsanlara öğretmek için ilim öğrenen kimseye ise Allah, insanları onunla eğiteceği bir anlayış ihsan eder. Hakk’ı tanımak için ilim öğrenen kişiye ise Allah, kendini tanıyacak bir anlayış bahşeder. İlimde nihâî mertebe, ilimlerin en yücesi olan tevhîd ilmini öğrenmektir.
Bu bağlamda Ebû Medyen, insanın sürekli rivâyete dayalı konuşmasındansa Hakk'ın kendisine bahşettiği bilgileri anlatmasını tavsiye ederdi. Bu hususta İbn Arabî, şeyhiyle aynı fikri paylaştığını eseri Fütühâfia. şu rivâyetle belirtir: “Ebû Medyen’e, ‘Falan, falan şöyle dedi.’ denildiği zaman: ‘Biz, kurutulmuş et yemek istemiyoruz, bize kızarmış et getirin. Allah size ledünnî ilim ihsan etti. Falanı terk edin, Rabbinizden anlatın. Size ilim bahşeden ölmez, o size şah damarınızdan daha yakındır.’ derdi.”
îlim öğrenmenin önemini ısrarla vurgulamasına rağmen Ebû Medyen, ne kadar ilim öğrenirse öğrensin aslında insanların câhil olduğu kanaatindedir. Onun bu kanaatini İbn Arabi’nin aktardığı şu rivâyetten öğrenmekteyiz: “Biz, Allâhü Teâlâ hazretlerinin bize ilham ettiği ilim için ona hamd ederiz. Muhakkak bizim ilmimiz, bizim bilmediğimiz şey idi ki Hak Teâlâ onu bize ilham ettiği için bilir olduk. Nitekim Hak Teâlâ şöyle buyurur: ‘Bir de sana ruhtan soruyorlar, de ki; ruh Rabbimin emrindendir ve size ilimden ancak az bir şey verilmiştir.’ Şeyhimiz Ebû Medyen, bu âyeti: ‘Bu az olan ilmi dahî bize Hak Teâlâ vermiştir; o da bizim değildir, belki bizde âriyettir. O ilmin çoğuna hiç vâsıl olmadık. Binâenaleyh biz ale’d-devâm câhilleriz.’ şeklinde açıklamıştır.”
Tasavvufta kendisine en çok vurgu yapılan konulardan biri hiç şüphesiz öğrenilen ilimle amel etmektir. Müridin öğrendiği ilmi sadece dinlemekle ve zihinde tutmakla yetinmesi doğru olmaz. Zira tasavvufta ilim öğrenmekten maksat, Hakk’a kulluğu en güzel şekilde gerçekleştirmektir. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de Yüce Allah şöyle buyurur: “Hâlbuki onlar hak perest muvahhid (hanîfler) olarak dîni yalmzca Allah’a tahsis edip Allah’a ibadet etsinler, namazı dosdoğru kılsınlar ve zekâtı versinler diye emrolunmuşlardı. İşte odur dosdoğru din!” Bu âyette belirtildiği üzere âlemlerin Rabb’i olan Allah; dosdoğru dini insanların yalmz kendisine inanıp kulluk etmeleri olarak tanımlamıştır. Ebû Medyen’e göre de ibâdet etmek, kişiyi ilmiyle üstün olma düşüncesinden kurtarır. Allah’ın kendisine farz kıldığı amelleri, sorumluluklarını ihmal eden kendini mahfetmiş, ömrünü boşa harcamıştır ve hak yaygısına layık değildir.
Ebû Medyen, öğrendiği ilmi uygulama yolunda inşam bekleyen en büyük tehlikenin kibir ve riyâ olduğuna dikkat çeker. Çünkü kibirle yapılan amel, insana hiçbir fayda sağlamaz. Zira insanlara üstün olma sevgisi, makâmdan düşme sebebidir. İnsanlara insaflı olur, senden daha aşağıda olan birinin nasihatini hoş karşılarsan makamların en şereflisine ulaşırsın.
İşte, insanın bu tür tehlikelerden korunmasının tek yolu; özünden kulluk etmesi, yani ihlâstır. Ebû Medyen’e göre ihlâsm alâmeti, Hakk’ı müşâhede ederken halkı unutmaktır. Zâten kişinin gönlünde Hak varsa ondan başkasına kul olamaz. Kul; amellerini gerçekleştirirken, amele iltifat etmemeli; ameli, amel edileni düşünmekten korumalıdır. Amel edilen düşünülürse bu sebeple de ameli idrak etmekten uzak kalınmış olur. İnsan, Allah’a karşı ihlâslı ve samimi olursa yalan yanlış iddialardan da kurtulmuş olur. Kul, sadece ihlâs ve murakabe ile insan-ı kâmil olabilir. İhlâs odur ki; nefis onu göremez (anlayamaz), melek onu yazamaz, şeytan onu saptıramaz, hevâ onu kaydıramaz.
I FAKR
Günlük dilde kullanıldığı şekliyle zenginlik, varlıklı olma; fakirlik ise yoksulluktur. İbnü’l-Cellâ fakrı şöyle tanımlamıştır: “Sana ait hiçbir şeyin bulunmamasıdır. Sana ait olan şeyi de başkalarım kendine tercih ederek onlara dağıtmandır.” Ebû Medyen ise zenginlik ve yoksulluğu şöyle ifade eder: “Zenginlerin zengini o kimsedir ki Hak, ona hakikatini göstermiştir. Fakirlerin fakiri o kimsedir ki Hak, ondan hakikatini gizlemiştir.”
Tasavvufta ise fakr, her şeyin gerçek sahibinin Allah olduğunun bilincinde olunmasıdır. Ebû Medyen de fakrı, “Ondan başkasını görmemek” olarak tanımlar ve almayı vermekten daha çok seven kimsenin, fakir olamayacağım belirtir.
Bu minvalde fakr tevhidin emâresi, tefrîdin delilidir. “Fakirlik bir şeref, ilim ganimet, susmak kurtuluş, halktan bir şey ummamak rahatlık, zühd âfıyet, bir an Hakk’ı unutmak ise ihânettir.” “Bir an dahî Hakk’ı unutan kul, ihânet etmiştir ve cezâya müstehaktır.” Çünkü “Aczin zilleti giydirilen kimse, fakrın izzeti giydirilmiş kimse gibi değildir. Fakr, onu gizlediğin müddetçe nurdur. Açığa çıkardığında ise nûru gider.”
Fakrın bir genel bir de özel yönü vardır. Genel anlamı ile fakr, mümin ve kâfir tüm yaratılmışların vasfıdır. Zira Allâhü Teâlâ şöyle buyurur: “Ey insanlar! Allah’a muhtaç olan sîzsiniz. Zengin ve övülmeye lâyık olan ancak odur.” Özel anlamda ise fakr, Allah dostlarının ve Allah’ın sevdiği kulların makamıdır. Dünyadan el ve eteğin çekilmesi, kalbin
dünyaya bağlılıktan soyutlanması, Allah ile meşgul olmak, Allah’a şevk duymak, Allah ile baş başa kalmaya özen göstermek ve Allah ile baş başa kalmaktır.
Ebû Medyen fakr konusundaki düşüncelerini şu hadisle delillendirir: “Enes b. Mâlik (r.a.)’dan rivâyetle Resûlüllâh (salla'llâhü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: ‘Allahım! Beni miskin olarak yaşat; beni miskin olarak öldür ve beni miskinler zümresinde haşret.’ Enes b. Mâlik, ‘Ey Allah’ın Resûlü, neden bu şekilde çok yalvardınız?’ deyince Peygamber Efendimiz: ‘Göz açıp kapayıncaya kadar bile olsa miskinlerden ayrı kalma. Artık dünyevî şeylerden hiçbiri, varlık sahibi olsan da, sana zarar vermeyecektir.’ şeklinde cevap vermiştir.”
Ebû Medyen bu konuda Ebû Süleyman ed-Dârânî’nin (v. 215/830); “Fakirin, şehvete kapılmadan fakr haline bürünmesi; zenginin, bin yıllık ibâdetine denk olduğu bize ulaşmıştır.” sözünü nakleder. Selef-i sâlihînden bazıları da bu konuda: “Dünyevî bir beklenti ile ibâdet etmek, berbat bir çöplüğe dönüşen bahçeye benzer. Fakirin ibâdeti ise olanca <'20
kıymeti ile değerli mücevher taşından yapılmış kolyeye benzer.” demişlerdir.
Allâhü Teâlâ’nın fakr ehline olan sevgisini Ebû Medyen’in aktardığı şu uzun rivâyetten anlamaktayız. Allâhü Teâlâ Dâvud (aleyhisselâm)’a şöyle vahyetmiştir: “Ey Dâvud, insanoğluna; benim beni sevenleri sevdiğimi, beni tercih edenleri tercih ettiğimi ve bana itaat edenlere kulak verdiğimi tebliğ et. Kulumun beni kalben sevdiğini bildiğimde onu kendime ait kabul ederim. Beni gerçekten talep eden, benim dışımdaki diğer taleplerini de edinmiş olur. Ey insanlar, dünyanın refahına aldanmayın. Benim lütfuma, keremime, benimle birlikteliğe, benimle sohbete ve benimle hoşnutluğa önem verin. Benimle ünsiyet peyda edin. Ünsiyetiniz aşkınıza yol açar.”
Yukarıdaki rivâyetle aynı minvalde Allah, evliyâullahtan birine şu şekilde ilhamda bulunmuştur: “Kullarımdan kimileri vardır ki onlar beni sever, ben de onları severim; onlar bana iştiyak duyar, ben onlara iştiyak duyarım; onlar bana nazar eder, ben onlara nazar ederim.” O da Allahım, “Nedir onların alâmeti?” diye sorar. Allâhü Teâlâ şöyle cevap verir: “Şefkatli bir çobanın sürüsüne düşkünlüğü gibi onlar da gündüz boyunca geceyi arzularlar. Güneş batımı yuvaya dönmeyi arzulayan kuşlar gibi onlar da güneş batımmı beklerler. Gece olup karanlık çöktüğünde yataklar serilip aile fertleri istirahate çekildiğinde, her sevdalı sevgilisi ile baş başa kaldığında, onlar bana yönelirler; yüzlerini bana çevirirler, içten ifadelerle bana yakarışta bulunurlar, inâyet-i ilâhîyeden dolayı bana minnet duyarlar. Onlar aklı başından gitmiş bir halde gözyaşı döker, feryâd ü figân ederler, inler ve hatalarından rahatsızlık duyarlar; bazen oturarak, bazen ayakta huzura yönelirler, rükû ve secde ederler, benim inâyetimi talep ederler. Benim kadrimi bilememekten korkuya kapılırlar ve bana olan aşklarının ağırlığını yüreklerinde hissederler. Onlara verdiklerimin ilki, kalplerinde İlâhî nûrumu tutuşturmak; İkincisi kıyamet gününde sahip oldukları kıymetin yeryüzü, gökyüzü ve arasındaki tüm varlıklardan ağır gelmesi; üçüncüsü vechimi onlara yöneltmem, hatalarını affetmemdir.”
Bu söz üzerine Dâvud (aleyhisselâm) “Allahım, bana sevdiklerini göster.” diye niyâz eder. Allâhü Teâlâ da ona şu şekilde vahyeder: “Ey Dâvud, Lübnan dağındaki on dört kişi arasında genç olanlar, düşkün olanlar ve yaşlı olanlar var. Onlara vardığında selâmımı söyle. Onlara; ‘Rabbiniz size selam ediyor ve benden istedikleri bir ihtiyaçları var mı? diye soruyor, sîzlerin onun seçkinleri, velîleri ve sevdiği kulları olduğunuzu söylüyor.’ de.” Dâvud (aleyhisselâm) onların yamna vardı. Onları, bir su gözesinin başında huşû içinde Allâhü Teâlâ’yı ta’zîm ederken buldu. Başlarını kaldırıp Dâvud (aleyhisselâm)’ı gördüklerinde, ondan uzaklaşmaya kalkıştılar. Onlara; “Ben Allah tarafından sîzlere gönderilen bir elçiyim. Onun sîzlere selâmı var. Sîzlerin bir ihtiyacı olup olmadığını soruyor ve bana yakarmazlar mı, seslerini işiteyim, diyor. Sîzleri kendisinin seçkinleri, velîleri ve dostları olarak kabul ediyor.” dedi.
Dâvud (aleyhisselâm)'ın sözleri üzerine âbidlerin yanaklarından yaşlar süzülür ve onların pîri şu duâyı yapar: “Allahım! Seni her türlü noksanlıktan tenzih ederiz. Bizler senin kulunuz. Senin kullarının çocuklarıyız. Kalbimizi seni yâddan alıkoyan şeylerden dolayı bizlere mağfiret eyle. Allahım! Bizlere sana varacak yolların en yücesini lütfet. Sadece senin rızâna râm olmuş kişileriz. Bizlerden lütfunla hoşnut ol. Bizleri şer’-i şerifindeki kusurlarımızdan dolayı affeyle. Sen de biliyorsun ki bizim senin veçhine bakmaktan başka bir ihtiyacımız yoktur. Bizlere nûrunu ihsân et, onunla sana varalım. Senin bizleri kabul etmeni ve bizleri, bu hal üzerine müdâvim kılmanı diliyoruz. Senden, bizlere lütfettiğin nimetlerin tamamını diliyor; gözümüzü, dünyaya ve dünya ehline nazar kılmaktan korumanı, kalbimizi; senden başkası ile meşgul olmaktan alıkoymanı istiyoruz. Bizler, senin dostlarını sevdiğini biliyoruz; kalplerimizi, senden başkası ile meşgul etmekten sen koru. Dillerimizi, seni senâ etmeye, senin velî kullarına yakın olmaya, sevdiklerine minnetinin artması için ta’zîmde bulunmaya duâcı kıl.”
Ebû Medyen bu duâ üzerine Allâhü Teâlâ’nın, Dâvud (aleyhisselâm)’a şu şekilde vahyettiğini söyler: “Ben sizlerin konuşmasını işittim. Her birisi arkadaşına eşlik ediyor, arkadaşını seviyor, emirlerimi içtenlikle bizzat kendi nefsinde uyguluyor. Sizinle benim aramdaki gizli açık her şeyi biliyorum.” Dâvud (aleyhisselâm) da: “Allahım, bunlar sana neyle ulaştılar?’ deyince, Allâhü Teâlâ: “Hüsn-i zanla ve ellerini dünyadan çekmekle.” cevabını vermiştir.
Dünya sevgisini kalbinden çıkaran kulların ulaştığı nimeti Ebû Medyen, Allâhü Teâlâ’nın Dâvud (aleyhisselâm)’a vahyettiği şu sözlerle anlatır: “Benim aşkıma tutulan kullarıma söyle. Kullardan sizleri gizlediğim zaman, zarara uğramayacaksınız. Nûrumu görene kadar benimle sizin aranızdaki perdeler kalkacaktır. Önünüze serdiğim zaman dünya nimetlerinin varlığı; rızâmı elde ettiğiniz zaman halkın düşmanlığı sizlere zarar vermez. Ey Dâvud, sen beni sevdiğini mi iddia ediyorsun? Eğer gerçekten beni seviyorsan, kalbinden dünya sevgisini çıkar. Sevgimin iki yönü vardır. Bunların kalpte bir araya gelmesi düşünülemez. Ey Dâvud, benim dostlarımla dostluk kurmak başkadır, dünya ehliyle dostluk kurmak daha başkadır. Ey Dâvud, nefsinin isteklerine karşı koyduğun ve onu şehvetlerden menettiğin zaman bana sevgini göstereceksin. Sonra kendine bak, göreceksin ki seninle benim aramdaki perdeler kalkmıştır.”
Yukarıdaki rivâyetlere binâen Ebû Medyen, Hak sevgisi ile dünya sevgisinin aynı kalpte barmamayacağım, kişinin Hakk’a kavuşmasının, kalbinden dünya sevgisini çıkarmakla mümkün olacağını ifade etmiştir. Ebû Medyen bu fikrini Ebû Abdullâh es-Subhî’nin şu sözüyle destekler: “Fakir için mülkün tamamından vazgeçmedikçe fakrı, sahih olmaz. Sahip olduğu malları elinden çıkardığı zaman kendisinde bir arzu kalmaymcaya kadar çabalaması gerekir. Şan ve itibarından vazgeçince sadece nefsinin gücü kalır. Onu da ihvânına hizmetle elden çıkarır. Hizmetin gereğini yerine getirmek için sebeplere yapışır. Fakr, ancak bu şekilde gerçekleştirilmiş olur.”
Ebû Medyen; fakîrin/dervişin, Kur’an ve sünnetle amel etmek ve onların rehberliğinde bir hayat sürmek sûretiyle maksadına ulaşabileceğini ifade eder, burada dervişliği bir sistem olarak değerlendirir ve sürekli olarak gerçek “fakir kişiliği” üzerinde durur. Ona göre fakir, alıp verdiği her nefeste eksilerini ve artılarını bilmeli, kendini kontrol etmelidir. Fukarâ; zarûret miktarmca yemeli, uyku basmadıkça uyumamalı, zarûret miktarınca konuşmalıdır. Fakir, aşağıdaki dört şeyi gerçekleştirmeli ve dört şeyi terk etmelidir:
Zillet kapısını açıp izzet kapışım kapatmak,
Mücâhede kapısını açıp rahatlık kapısını kapatmak,
Fakirlik kapısını açıp zenginlik kapısını kapatmak,
Seher kapısını açıp uyku kapısını kapatmak.
Şunlar ise gerçek fakirin özellikleridir:
Ulemâya muhabbet besler,
Fukahâya hizmet eder,
Fukarâ ile sohbet eder,
Namaz kılar ve oruçlu olur,
Giydiği eski püskü, yediği sâde ve sıradandır.
Konuşması zikir, susması tefekkürdür.
Mecalsiz kimseler gibi yürür, suda boğulan kişiler gibi uyur.
Vecdinde ise yavrusunu kaybetmiş yaslı anaya benzer.
Ne kimseyi kınar ne de kimse kendisini kınar. Söz ve davranışları ile herkesin beğendiği biridir.
Sağında Kur’an solunda sünnet bulunur. Va’d ve vaîd onun temel derdidir.
Allah’tan başkasına bel bağlamaz.
Kınayanın kınamasından korkmaz.
Kalbini Allah’a hasretmiştir.
Her türlü çirkin ve pis nesnelerin atıldığı toprağa benzer. Kendisine haset edenlere bile iyilik düşünen temiz bir kalbe sahiptir.
İşte bunlar, Allah’ın kerâmetler bahşettiği ve velîlerinden kıldığı gerçek bir fakirin vasıflarıdır. Allâhü Teâlâ “İşte bunlar, Allah’ın hizbidir. Felâha erecek olanlar onlardır” buyurmaktadır. Ayrıca Ebû Medyen hayattaki en büyük zevkin fakirlerle sohbet olduğunu, onların gerçek sultanlar olduğunu ve bu sebeple meclislerinde edeple oturmak gerektiğini ifade etmiştir.
Fakr konusunu Şeyh Ebû Medyen’in şu duâsıyla sonlandırabiliriz: “Allahım! Sana münâcatta bulunmanın tadını tattır bize. Bizlere senin rızânı kazanmayı sağlayacak imkânlar bahşeyle. Bizleri huzurundan alıkoyacak her türlü etkenlerden uzak kıl. Sevdiğin kullarına kolaylaştırdığın imkânları bizlere de kolaylaştır. Bizleri, anne babamızı ve tüm müslümanları bağışla.”
İ- HAVF VE RECÂ
“Korkmak” mânâsına gelen havf, kavram olarak “Allah’ın rızâsından, rahmetinden mahrum olma korkusunu” ifade eder. İnsanın, Allah’a olan marifeti arttıkça hem sevgisi hem de korkusu artar. Allah’ın azametini, celâlini gördükçe korkacak; sevdiğini incitmekten, onun hoşnut olmayacağı bir şeyi yapmaktan çekinecektir. Ebû Medyen’e göre havf (korku); ibâdete teşvik edip günahı engelleyen bir kırbaçtır ve kalbe yerleştiğinde murâkabeyi yani kendini sürekli kontrol altında tutmayı miras bırakır.
Sûfîlerin, “Allah korkusu” üzerinde çokça durmalarının sebebi şu ayetlerdir: “İşte bu şeytan, ancak kendi dostlarını korkutur. Onlardan korkmayın. Eğer İman sahibi iseniz benden korkun.” ; “Kulları içinde, ancak âlimler Allah’tan korkar.” ; “Hem nasıl olur da ben Allah’a koştuğunuz ortaklardan korkarım; baksanıza siz, Allah’ın hakkında hiçbir delil indirmediği şeyleri ona ortak koşmaktan korkmazken! Şu halde korkudan emin olmaya iki taraftan hangisi layık? Eğer biliyorsanız söyleyin. İman edip de imanlarım bir haksızlıkla karıştırmayan kimseler, işte (korkudan) emin olmak onların hckkıdır ve hidayete erenler de onlardır.” Bu âyetlerden hareketle diyebiliriz ki Allah korkusu, İmanın gereğidir; Allah’ı bilme arttıkça Allah korkusu da artar. Bu da insan için bir kurtuluş ve korkudan emin olma vesilesidir. Bu nedenle Ebû Medyen, akıllı kişinin hastalığında da sağlığında da Allah’tan korkması gerektiğini vurgular.
Havfm zıddı recâ ise ümit etmektir. İnsanın Allah’ın bitmez tükenmez rahmet hâzinelerine, lütuflarına sırtını dayaması, onun kullarına olan şefkât ve merhametini gördükçe umudunun artmasıdır. Allâhü Teâlâ sevdiği kullarından şöyle bahseder: “Onların yanları yataklarından uzaklaşır. Rablerine korku ve umut içinde duâ ederler ve kendilerine rızık olarak verdiklerimizden infak ederler.” ; “Onun rahmetini umar, azabından korkarlar.” ; De ki: "Ey kendi aleyhlerinde olmak üzere ölçüyü taşıran kullarım, Allah’ın rahmetinden umut kesmeyin. Şüphesiz Allah, bütün günahları bağışlar. Çünkü o, bağışlayandır, esirgeyendir." Allah’ın kendisine olan hitabını doğru anlayan insan; ümitsizliğe, karamsarlığa düşürmeyen bir Allah korkusu, korkmaktan alıkoymayan ve yaptığı ibâdetlere karşı güven oluşturmayan bir recâ duygusu içerisinde olmalıdır. Ebû Medyen, Allah’ın sonsuz rahmetine olan umudunu şöyle dile getirir:
“Her sıkıntımda elimi sana uzattım.
Her derdimde dermanımı senden buldum.
Benim başvuru kaynağım, yalnızlığımda teselli odağımsın.
Üzerimize farz olan umudu şiar edinmek hayal mi olsun?
Allahım, sana beslediğim umudu gerçek kıl.
Düşmanın kötü niyetinden ve dostun kötü tutumundan beni koru.
Boğazımla bağırsaklarım arasında beni tutsak eden,
Nice felâketlerin sıkıntısından beni daima sen kurtardın.
Ne gücüm ne stratejim kaldı benim.
Mevhibelerinin güzelliğine muhtaç olan fakrımı muhafaza et benim.
Istırap ehlinin dualarında kendisine iltica ettiği
Allahım, Bütün çıkış yollarım tıkandı, sun bana yardım.
Senden dileğim, vekilim ve umudum olmandır.
Mahlûkâta karşı zühdüm, en temiz kazancımdır.”
J- GÜZEL AHLÂK
Allâhü Teâlâ şöyle buyurur: “Şüphesiz ki sen, yüce bir ahlâk üzeresin.” Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem); kendisinin, ahlakı tamamlamak üzere gönderildiğini söyler. İlk dönem süitlerinden Ebû Bekir Kettânî (v. 322/933) ise “Ahlâken senden fazla olan, tasavvuf yönünden de senden fazladır.” diyerek tasavvufun güzel ahlaktan ibaret olduğunu, ahlâkını güzelleştiren kişinin tasavvuf bakımından da gelişeceğini vurgulamıştır.
Ebû Medyen ise güzel ahlâkı şöyle tanımlar: “İnsanın tanıdığı tanımadığı herkesle yakınlık kurması; âlimlerle onları güzelce dinleyerek ve onlara ihtiyaç duyarak; mârifet ehliyle sessizce ve umutla bekleyerek, makâm ehliyle tevhîd ve inkisar ile ünsiyet kurmalıdır.” Halkı davet ettiği hakikati; özünde bulmadan ortaya çıkan kimse, fitneye düşmüştür. Kişi, kendi uygulamadığı bir hususu başkasından istememelidir. Bu anlamda özü sözü bir olmak, tasavvuf yolunun temel ilkelerinden biridir. Ebû Medyen; Allâhü Teâlâ ile bir hal iddia eden, fakat zâhirî hali, dürüstlüğüne şehâdet etmeyen kimseden sakınılmasını öğütler.
“Hayâ perdesi yırtılmış kimseye perdeler açılmaz.” diyen Ebû Medyen, edebin önemine değinmekte ve edebin kurallarını yerine getirmeyen kimsenin, Hakk'ın müşahedesine ulaşamayacağını belirtmektedir.
Tasavvuf yoluna baş koymuş derviş, hükümlerini uygulamadan makâmdan makâma geçmekten sakınmalı, yani her makâmın edebini yerine getirmelidir. Çünkü bu, hakikatin kemâline ulaşmayı engeller. Önce Allah’ın isimlerinin mânâsının şuurunda olmalı, sonra tahalluk yani ismin mânâsım gerçekleştirmeli; en son tahakkuk, ismin mânâsında yok olmalıdır.
Ebû Medyen’in en çok üzerinde durduğu bir diğer konu güzel ahlâkın önemli bir esası olan doğruluktur ve kişi dürüstlüğü oranında kurtuluşa erecektir. O bir sözünde: “Saîdler Allah’ın ihsanıyla cennete, cehennemlikler Ee Allah’ın adaletiyle cehenneme girerler. Cehennemlikler girdikleri yere amellerine göre yerleşir, niyetlerine göre orada kalıcı olurlar. Ibn Arabi’ye göre bu sahih bir keşiftir ve haşmetli hür bir adamın sözüdür.
II-SEYR U SÜLÜK İLE İLGİLİ KAVRAMLAR
A- SEYR U SÜLÜK
Tasavvufta seyr u sülük kelimelerinin lügat mânâsı gitmek, yürümek, girmek demektir. Tasavvufî bir ıstılah olarak, müridin dervişliğe başlayışından vuslatım, tasavvufî yolculuğunu tamamladığı noktaya kadar yaptığı mânevî ve kalbî seferin adıdır. Ebû Medyen, seyr u sülûkü bir binaya benzeterek şöyle der: “Bu bina azim, çaba, sevilen ve alışkanlık haline gelen şeyleri terk etme temelleri üzerine kurulmuştur.” Sâlikin ilerleme kaydedebilmesi için çok çabalaması, hedefine yoğunlaşması ve nefsine hoş gelen alışkanlıklarını bırakması gerekir. Her tarîkatin seyr u sülük metodu birbirinden faklıdır. Aynı zamanda her tarikat kendi metodunun Hakk’a daha kısa yoldan ulaştığı düşüncesindedir. Ebû Medyen’e göre ise Resûlüllâh (salla'llâhü aleyhi ve sellem)’in hükümlerine uymaktan daha çabuk Hakk’a ulaştıran bir tarikat yoktur. Bu sebeple tutumları bid’ate yakın kişilerin meclisine devam etmekten sakınılması gerekir.
Şeyh Ebû Medyen, Hak ve hakikat noktasında âlim, takvâ sahibi, bid’atlardan uzak bir şeyhin sohbetiyle bu yolda ilerlemek isteyen müridin dikkat etmesi gereken hususları kendisinden örnekleyerek şöyle anlatır: “Şeyhimin huzuruna gideceğimde, önce gusleder, elbiselerimi temizler, kalbimdeki isyankârlıkları, tüm ilimleri ve zannî maârifleri atardım. Bunun üzerine şeyh, beni kabul ederse bu, benim için en büyük saadet olurdu; reddederse kusuru kendimde arardım.”
Tasavvuf yolunda her makâmda yerine getirilmesi gereken edepler vardır. Bidâyet ehlinin edepleriyle edcplenmeyen kimse, nihâyet ehlinin makâmına asla ulaşamaz. Ayrıca Ebû Medyen’e göre Hak yolunda; sâlikin kalbinin hüzünlü, gözlerinin yaşlı olması gerekir. Sülük makâmmda üzüntü ve ağlamanın kaybolması gazab alâmetlerinden bir alâmettir.
Mübtedî mürîd, kalbe gelen hak vâridi olarak tanımlayabileceğimiz haller konusunda dikkatli olmalıdır. Çünkü haller; seyr-i sülûkta, başlangıçta olanlara mâliktir ve onlar üzerinde serbestçe tasarrufta bulunurlar. Nihayet ehli ise hallere mâliktir, onları istedikleri gibi kullanırlar. “Nihâyete ulaştığında başlangıç halini özleyen kimseler ise Allah adamlarmdandır.”
B- MÜRÎD
Lügâtte “dileyen, talep eden” anlamlarına gelen mürîd, tasavvufî bir kavram olarak kısaca “Allah dışındaki her şeyden uzaklaşarak, Hakk’ı isteyen, onun rızâsını dileyen” mânâsına gelir. Ebû Medyen’e göre mürîdliğin hakikati; gözleri korumak, iffeti muhafaza etmek, haramı terk etmek, riyâ, süm’a ve şehvetlerden kaçınmak, cemaatle namaz kılmaya devam etmek, mâlâyânîyi terk etmek, insanlardan halvet etmenin gereğini yerine getirmek ve dünyadan uzaklaşmakla sahih olur. Bir müridin kendi irâdesindeki doğruluk alâmetlerinden biri, halktan kaçması; halktan kaçmasındaki doğruluk alâmetlerinden biri, Hak için yaşamasıdır. Hak için var olmasının alâmetlerinden biri, halka rucû etmesidir.
Kadîbü’l-Bân’a, “Mürîd istediğine ne ile ulaşır?” diye sorulduğunda şu cevabı vermiştir: “Kamı aç, kalbi ihlâslı ve niyeti sağlam olduğunda, Hakk'ın rızâsına muvâfık davrandığında ve Hakk’a teslim olduğunda istediğine ulaşır.”
Ebû Medyen’e göre müridin zâhid, hoşnut, güleryüzlü, itaatkâr, ağlayan, Rabbine itaatla geçiremediği zamanlara üzgün, halim, güzel sıfatlarla bakî ve kötü sıfatlardan uzak biri olması gerekir. O, geceleri kâim gündüzleri sâimdir. Nazar ettiğinde ibret alır, sustuğunda tefekkür eder ve nefsini muhâsebe eder, yemek yediğinde az yer ve Rabbine hamd eder. Mezmûm havâtıra tövbe ve istiğfar eder. Yoğun bir gayrete bürünür, kendisi aç kalır ama fakiri doyurur. Yetim ve miskine merhamet eder, komşusu ile iyi geçinir. Kabristanları ve akrabalarını ziyaret eder, emri oi’l-ma’rûf ve nehyi ani’İ-münker yapar (iyiliği emredip, kötülükten sakındırır), mescitlere devam eder, vakitlerini muhafaza eder, yiyip içtiklerini, giyip kuşanmasını, evini barkım, araç gereçlerini haramdan uzak tutmaya çalışır ve onları temiz kılar, sahte İmandan kaçınır, zulümden ve kötü huydan uzaklaşır, nefsini insanların ayıplarından temizler, şeytanın vesvesesinden Allah’a sığınır, sâdık bir tövbe ile tövbe eder, hac farizasını yerine getirir ve cihadı sever, işte bunlar, gerçek müridin sıfatlarıdır.” Ebû Medyen, “Nefsine uyan, virdini terk eden, evlilik dışı ilişkilere tevessül eden ve ihtiyacı olmayan şeyleri isteyen bir derviş veya müridi gördüğünüzde ceza olarak kendisine kamçı ile vurun.” demektedir.
Yukarıda sayılan hususlara ilave olarak pire göre tasavvuf yoluna baş koymuş bir müritte şu hasletler bulunmalıdır: Kaygılardan arınmak, fikren dolu olmak, yerinde soru sormak, nazarında altın ile kâğıdın bir olması, sırları muhafaza etmek, fukaraya muhabbet beslemek, sefih ve şirret ehli kişilerden kaçınmak, Allah’ın emirlerine itaat etmek, peygamberin sünnetine uymak, dünyevî bağlardan sıyrılmak, yaratılmışlardan uzaklaşmak, hakikatleri devşirmek, rikkâtli söz söylemek, şehvetleri dizginlemek, duâlarda Allah’ı teşbih etmek, kaybettiklerine ağlamak, gafletten sakınmak, ahiret gününe hazırlıklı olmak.”
Ebû Medyen’e göre müridin; bahsedilen bu özelliklere sahip olabilmesi için, âlim, sâdık, verâ sâhibi, dinini tanıyan, Allah’tan korkan, zâhirî ve bâtınî ilimleri bilen, tövbe halini muhafaza eden ve dünyaya karşı zâhid olan bir şeyhe intisap etmesi gerekir. Şeyh, tarîkatine aykırı hareket ettiğinde müritle aralarındaki bey’atı düşürebilir.
Mürîdin sahip olması gerekenler hususunda Ebû Medyen’in üzerinde durduğu bir diğer nokta şudur: “Mürîd, Kur’an’da irâde ettiğini bulan kimsedir.” Muhyiddin ibn Arabî şeyhin bu sözünü şöyle açıklar:
“Kur’an, onu okuyanlar için her an yenidir. Ama her okuyucu onun nüzûlünü idrak etmez, çünkü zihni kendi tabiatıyla meşguldür. Bu durumda, okuyucunun üzerine inen Kur’an onun tabiatının hicabı altında kalmakta ve okuyucuda bir zevk hâsıl etmemektedir. Hz. Peygamber de Kur’an okuyan, ama okuduğu Kur’an boğazından aşağıya inmeyen kimselerden bahsederken buna işaret etmiştir. Bu, dillere inen Kur’an’dır, kalplere inen değil. Bu (nüzûlü) zevk eden hakkındaysa Allah şöyle buyurmaktadır: ‘Rûhu’l-Emîn onu (Kur’ân’ı) senin kalbine indirdi.’ Nüzûl bu kimsede öyle büyük bir zevk hâsıl etmektedir ki başka hiçbir şeyle kıyas kabul etmez. Okuyucu bunu hissettiği zaman, üzerine inen Kur’an’ın her dem yeni olduğunu görmektedir. Bu iki nüzûl şekli arasındaki fark hakkında şu da söylenmelidir: Kalbe inen Kur’an, beraberinde anlayışı da getirir; bu kalbin sahibi olan kişi, vahyin dilini hiç bilmiyor olsa dahî, okuduğu ibarenin mânâsını dolaysız olarak anlar. Arapça bilmediği için ibareyi oluşturan kelimelerin Kur’an dışında taşıdığı mânâları bilmese bile okuduğu Kur’an’ı daha okumasıyla birlikte anlamakta, kelimelerin kendi okunuşu içinde sahip olduğu mânâyı derhal idrak etmektedir. Kur’an hazreti ve menzili böyle olduğuna göre herkesin, onda kendi talep ettiğini bulacağı anlaşılıyor olmalıdır. İşte bu sebepledir ki Şeyh Ebû Medyen, müridin aradığı her şeyi ancak Kur’an’da bulacağı zaman hakîkaten mürit olmuş olacağını söylemiştir. Bu hususiyeti taşımayan hiçbir kelam, Kur’an olmaz. Kur’an, Allah’ın bir sıfatıdır ve sıfat mevsuftan ayrı kabul edilemez; öyleyse Kur’an’ın nâzil oluşuyla birlikte kelamı Kur’an olan da nüzûl etmektedir. Allah, mümin kulunun kalbinin kendisini sığdırdığını söylemiştir. İşte bu, Kur’an’ın müminin kalbine nüzûlüyle gerçekleşmektedir.”
C- ŞEYH
Ebû Medyen el-Mağribî’nin seyr u sülük metodunda şeyh tanımı çok önemlidir. Kişinin tarîkatte ilerleyebilmesi için, kendisine bağlanılan şeyhin bazı vasıfları taşıması zaruridir. Ebû Medyen’e göre şeyh; kendinden önde olduğunu onayladığın, sırrının özünün hürmet ve saygı gösterdiği, ahlâkıyla seni arındıran, sınırlarıyla terbiye eden, ışığıyla bâtınını (özünü) aydınlatan kimsedir. Şeyh; varlığında seni toplayan, cem eden, yokluğunda nûrunun tesiriyle seni koruyandır.
Şeyh Ebû Medyen’e göre tasavvuf yolunda ilerleme kaydetmek isteyen müride gerekli olan ilk husus; Hak ve hakikati bilen, zâhir ve bâtın ilminde âlim, takvâ sahibi, sünnete bağlı, bid’atlardan uzak, nefsinin hevâsma aykırı hareket eden, ilmi ile âmil, âlim bir şeyhin sohbetine katılmaktır. Sünnet-i seniyyeye ittibâ eden ve- bid’atlardan kaçman bir şeyh de müridini terbiye yolunda sabırlı olmalı, hatalarını görmezlikten gelmeli, müridinin evrâdına devam ettiğini bilmeden ona yüklediği virdini değiştirmemelidir. Müridin kalbinde tarîkatine karşı bir iştiyak olmalı, şeyhinin sözlerinden lezzet almalıdır. Şeyh, müridinin kalbini tâate yönlendirmeli ve peygamberimizin şu sözünün gereğine sevk etmelidir: “Amellerin Allah’a en sevimli olanı az da olsa devamlı olanıdır.” Şeyhin, müridine, namazın farz ve sünnetlerini, Kur’ân okumayı öğretmesi gerekir. Helâl ve haramı, şüphelilerden kaçınmayı kavratması gerekir. Riyâdan sakınmayı, yanlışa tevessül etmekten kaçınmayı, halveti, nefsin temizlenmesini, gözleri haramlardan korumayı, iffeti muhâfazayı, zikre devamı, alâkalardan sıyrılmayı ve dünyalığı terki ona emretmelidir. Recep ve Şâban ayında, Aşûre gününde, her aydan üç gün oruç tutmak, şeyhin müride öğretmesi gereken nâfile amel ve itaatlardandır. Hatta müritlerine, Hz. Dâvûd (aleyhisselâm) gibi oruç tutmayı emreder. Zira Dâvud (aleyhisselâm), bir gün oruç tutar bir gün yerdi. Devam etmesini bilenler için bu, en faziletli olanıdır. Bundan sonra visâl orucunu emreder. Zira bu da ibâdetin semeresidir.
Buradan hareketle diyebiliriz ki tasavvuf yolunda kendisine rehberlik edecek, nefsin ve şeytanın vesveselerinden onu koruyacak, tecrübe sahibi bir şeyhe intisap etmek ve onun öğrettiği edeplerle edeplenmek gereklidir. Çünkü terbiye edenlerden edep öğrenmeden yetiştiğini zannederek şeyhlik iddia eden kimse, kendisine tâbi olanları da bozar. Yalnız mürîd; sûfîlerle edep ve bağlılık, şeyhlerle hizmet ve rızâ, âriflerle tevâzû üzere olmalıdır. Mürîd, gittiği yerlerde bulunan şeyhleri ziyaret etmeli, kendine uygun bulduğu şeyhin hizmetine koyulmalıdır. Ebû Medyen’e göre şeyhleri ziyaret etmenin şöyle güzel hasletleri vardır:
İman, yakîn, ilim, bâtın ve tarîkatte seviye kat etmek.
Güzel sıfatlar ve beğenilen huylar kazanmak.
Kerem ve Celâl sahibi Allah’a vuslat.
Tarikat ve hakîkati tanımak.
Ecir ve sevap.
Ebû Medyen’e göre seksen şeyh, meşâyıhı ziyaret etmek ve onların güzel hâlleri ile hâllenmek hususunda ittifak etmişlerdir. Meşâyıh, mürîdi ziyaretten alıkoyanın ancak zındık olduğuna; zındığın dünya hayatında fesada yol açtığı hususunda; ama müridin, hem bozgunculuk hem de ıslah yoluna koyulamayacağı noktasında ittifak etmişlerdir.
Hz. Ebû Bekir, Ömer (r.a.)’ı; Hz. Ali, Âişe (r.a.)’ı; İmam Şâfı’ (v. 238/852) ve İmam-ı A’zam (80-150/699-767), İmam Mâlik’i; Ahmed b. Hanbel (164-241/780-855), Zünnûn-ı Mısrî (155-245/771-859) ve Cüneyd’i; Fudayl b. İyâz, Bâyezîd-i Bistâmî’yi ziyaret etmiştir. Ziyarete engel olan, sahâbenin tutumuna aykırı hareket etmiştir. Velî bir ismi ziyaret eden, onun celâlinden faydalanır, bereketinden mahrum kalmaz. Meşâyıhı ziyareti; ancak mürâî, yalancı ve zındık kişiler nehyederler.
Ebû Medyen’e göre velâyeti zâhir olana hizmet etmek bir vecîbedir. Sâlih ve velî olan bir şeyhin velâyeti, duâsımn kabulüne, servetinin azlığına, dünyaya karşı zâhid oluşuna, Allah’a tevekkül edişine işarettir. Bu özelliklere sahip bir şeyh hizmete lâyık bir isimdir.
Alim, ilmiyle âmil ve tevekkül ehli bir şeyhe hizmet eden kişi kıyâmet gününde ebrârla birlikte haşredilecektir. Zâhid olmayan, ilmi bulunmayan, verâsından bahsedilemeyen, dünya mallarını toplamaya çalışan, dünyaya karşı hırslı bulunan bir şeyhin hizmetine koyulan kişi ise kıyâmet gününde cehennemin derinliklerinde bulunan Firavun, Hâmân ve Kârûn’la haşredilecektir.
Ârif ve zâhid bir şeyhe hizmet eden kişiyi Allah, cennetteki makâmım görene kadar dünyadan çekip almaz. Peygamber Efendimiz (salla'llâhü aleyhi ve sellem) buyurmuştur ki: “Alim ve ilmiyle âmil bir zâta hizmet eden, bir nebiye hizmet etmiş gibidir.” “Ümmetimin âlimleri, Benî İsrâil’in nebileri gibidir.” Yani bu âlimlerden maksat istikâmet üzere olan ve ilmiyle amel eden âlimlerdir. Rivâyet sahihse aslında bu hadis, güzelliğin bir ifadesidir. Sahih bir hadiste Peygamber Efendimiz (salla'llâhü aleyhi ve sellem) buyurmuştur ki: “Nebiler ve resuller dışında ashâbım, üzerlerine aym doğduğu kişilerin en hayırlısıdır.”
D- MÜCÂHEDE VE RİYÂZAT
Tasavvufta, tâliplerin hallerinin ve sâliklerin makamlarının farklı olması nedeniyle izlenilen yollar da farklı farklıdır. Bazıları riyâzât ve mücâdele yoluna tâbi olur; İlâhî hükümlere muhâlif isteklerinde nefsini ezer, yok eder. Bu yol, en faziletli yoldur.
Kendisinden asırlar önce vefat rden Muhâsibî ile Ebû Ya’zâ gibi Ebû Medyen’e göre de felâha erebilmek için kişinin üstün meziyetlerle donanmasından önce nefsini yenmesi, ona hâkim olması gerekmektedir. İnsanlık tarihinde gerçekleşen savaşlarda orduların karşılaştıkları düşman güçler gibi nefis denilen düşmanın tabiatı da kalelerin muhkem surları arkasında kendini gizlediği için, bu azman düşman tamamen ortadan kaldırılma girişiminden önce gücünün azaltılmasına girişilmelidir. Yenilmez denilen bu azgın nefsin mağlubiyeti temelde şeyh vasıtasıyla gerçekleştirilebilir. Ego denilen nefsin ontolojik yapısının tezahürü, bencillik ve ben-merkezciliktir ki tabiatı gereği insanı hakikatten uzaklaştırır ve fıtratına aykırı bir çizgiye sürükler. Onun inatçı saldırılarından korunmak için- kişi, onun kabullenemediği ve en çok korktuğu hususlara sarılmalıdır. Böylece burnu sürtülmeli, kibri kırılmalı ve uysal bir yapıya büründürülmelidir. Ebû Medyen, bu yöntemin başlıca anahtarının açlık, sonra yine açlık olduğuna şu sözleri ile dikkat çekmektedir: “Ey ehl-i irâde! Açlığa, visâl orucuna, halvete, zikre riâyet ediniz. Onunla isteğinize ulaşacak, kalplerinizden ve dillerinizden hikmet çeşmelerinin fışkırdığını görecek, onunla rabbinize ulaşmış olacaksınız.”
Râbiatü’l-Adeviyye’ye “Allah’a ulaşanlar bunu nasıl gerçekleştirmişlerdir?” diye sorulduğunda şu cevabı vermiştir: “Açlıkla. Açlık, nefsin lezzetlerden soyutlanmasıdır. Kim nefsini dünyada lezzetlerden soyutlarsa ahirette maksadına ulaşmış olur.”
Bu bağlamda Ebû Medyen; aç kalanların amacına ulaşacağını, tokların nasipsiz kalacağım, Allah’ı zikredenin yâd edileceğini, Allah’tan gâfıl olanların ise unutulanlardan olacağını söylemektedir. Çünkü ona göre açlığın kazandırdığı güzel hasletler vardır ki onlar: Nefsin şehvet ve şüphelerden temizlenmesi, zikir, tefekkür, kötü sıfatlardan soyutlanıp güzel hasletlere bürünmek, ashâb-ı kirâm, tâbiîn, selef-i sâlihîn ve önceki meşâyıhın yoluna uymak, nefisle mücâhede üzerine yoğunlaşmak, şehvetlerden uzaklaşmaktır.
Ebû Medyen de müritlerini eğitirken sıkı riyâzâtlara, nefsânî arzuları yenmek için mücâhedelere son derece önem vermekte ve aç kalmanın önemine sıklıkla değinmektedir. Çünkü ona göre açlık; âbidlerin bineği, sâlihlerin yolu, mürşidlerin anahtarı ve ıllıyyîn mertebesine yükselen vâsılînin nihâyetidir. Sâlikin, nefsini açlığa alıştırmasının yolu ise Allâhü Teâlâ’nın emrettiği üzere oruç tutmaktır. Hiç şüphesiz oruç ibâdetinin, nefsi terbiyeden başka kişiye sağladığı sayısız yararlar vardır. Allâhü Teâlâ Mûsâ b. İmrân’a şöyle ilhamda bulunmuştur: “Oruç benim içindir. Onun ecrini ben vereceğim.” Peygamber Efendimiz de demiştir ki: “Oruçlunun duâsı geri çevrilmez.” Bunlar, açlığın faziletine delildir. Kişinin, nefsini oruca alıştırması gerekir. Çünkü o, ibâdetin aslı, esası, usûlü ve nûrudur. Vuslata erenler açlıkla ulaşmış, rahmete nâil olanlar açlıkla nâil olmuş, nimeti elde edenler açlıkla elde etmişlerdir.
Hakikat ehlinin usulünü açlıkla niteleyen Ebû Medyen sonuç olarak şöyle bir değerlendirmede bulunur: “Peygamberlerin, sâlihlerin, sahâbenin, tabiînin, daha önceki ulemânın kitaplarına baktım. Açlığın dışında kendisi ile Allah’a ulaşılan başka bir yol görmedim. Açlık duygusunu hisseden mütevâzı olur. Mütevazı olan tazarrûda (yakarışta) bulunur. Tazarrûda bulunan ise vâsılînden olur. Kardeşim senin de aç kalman, açlığa devam etmen gerekir. Onunla istediğine ulaşırsın, hedeflerini gerçekleştirirsin. Kim tok olarak gecelerse yüksekten atıp tutar, hezeyânda bulunur ve bu yolda zındıklığa düçâr olur. Bu durum muhakkiklerin değil, mahlûkâtm tavrıdır.”
E- NEFİS
Tasavvuf yoluna giren müridin ilk yapması gereken hususlardan birisi kendini, nefsini tanımasıdır. Sûfîler bu konunun önemini “Nefsini bilen Rabbini bilir” hadisi ile delillendirmişlerdir. Mürîd; nefsini gözetleyip, onun huylarını tanımaya çalıştıkça, nefsin sürekli kötülüğü emrettiği, onu kontrol altında tutmak gerektiği bilincine varır. Ebû Medyen, nefsini bilen kimsenin insanların onu övmesiyle gururlanmayacağını ifade eder. Çünkü bütün ayıplar insanın nefsindendir. Bu sebeple kişi başkalarının ayıplarına bakmamalı kendine bakmalı ve tövbe etmelidir. Ayrıca o, nefsin verâ zinciriyle bağlanmasının önemini belirtir ve aksi takdirde insanın asla hürriyet makamına vâsıl olamayacağını söyler.
Ebû Medyen bir sohbetinde, esirleri üçe ayırır; nefsine esir olanlar, şehvetine esir olanlar ve hevâsına esir olanlar. Nefsine esir olan kişiler, dünyalık arzularla meşgul oldukları için zillete mübtelâ olur. Nefsine engel olamayan kimseler harap olur. Şehvet ve M
arzu gözüyle yaratılmışlara bakan kimseler ise onlardan ibret almaktan ve yararlanmaktan mahrum bırakılır.
Kul, ancak gerçek anlamıyla arzularını bıraktığında, nefsânî bazlarından kurtulduğunda Mevlâsma vâsıl olabilir. Ebû Medyen bu düşüncesini şu veciz ifadesiyle dile getirir: “Ölmeyen, Hakk’ı göremez.” Yalnız burada kinâyeli bir ifade kullanılmış ve iki mânâ kastedilmiştir. Biri; insan öldükten sonra eğer hak etmişse, cennette gözleriyle Allah’ı görebilir. Diğeri ise “nefsin öldürülmesi” olarak ifade edilen nefsin ıslâh edilmesi, kötülüklerden temizlenmesi sûretiyle Hakk'ın tecellîsine mazhar olunmasıdır. Ebû Medyen nefsin ölümünden sonra ancak gerçek anlamda diri, canlı olunacağım ifade etmiştir.
Nefis insanın makâmma-mertebesine göre farklı farklı isteklerde bulunur. Ebû Medyen: “Cennetin hûrîlerine kavuşmak isteyenler nerede, yalnız Allah ile kulun arasındaki perdelerin kaldırılmasıyla huzurun devam etmesi dileklerinde bulunanlar nerede?” demiştir. İbn Atâillâh el-İskenderî bunu şöyle yorumlamaktadır: “Halk; nefislerinin hoşlanacağı şeyi ister, ama âriflerin istekleri bunların çok ötesinde; ubûdiyette doğruluk, rubûbiyetin haklarını yerine getirmektir.”
Bugüne kadar silsile yoluyla gelen sûfî uygulamalarının temel prensiplerinden biri “murâkabetü’n-nefs” yani nefsini, kendini kontrol altında tutma, hesaba çekmedir. Bu sayede sûfî nefsi konusunda uyanıktır. Ebû Medyen’in bu öğretisini, Nîmetullâhî halkasının çağdaş temsilcilerinden biri olan Dr. Nurbahş şöyle açıklamıştır: “Murâkabe, iç ve dış âlemi Allah’tan başka her şeyden korumak, tamamen ona odaklanmış olmaktır.”
însan, nefsi terbiye etme konusunda Ebû Medyen’in müritlerine verdiği şu öğüde kulak vermelidir: “Nefsinin noksanlarına gözlerini kapama, sonra nefis azar. Bedenin perhizi, organlara muhâlefeti terk etmek (organların amacına uygun bir şekilde kullanılması); kalbin perhizi başkalarına güvenmeyi terk etmek; nefislerin perhizi iddia sahibi olmayı terk etmektir. Kim nefsi için hal ya da makâm talep ederse o, amel ve mârifet yollarından uzaktır. Kendin kalkarsan ayakta kalırsın, nefsine dayanırsan düşersin. İddia sahibi, nefsine işaret eder. Ancak delile uymayı terk ederek bir yere varmak ve hevânın ardından gitmek haram kılınmıştır. Kul murâkabe derecesine nefis muhâsebesi ile ulaşır. Kim nefsine karşı Allah’tan yardım dilemezse, nefsi onu yerden yere vurur.” Bu sebeple Ebû Medyen nefsin ıslâhı konusunda sürekli Allah’tan yardım istemiş ve nefsinin günahlara, münker olan şeylere bağlılığından kurtulmak için Allah’a dua etmiştir.
F- HIRKA GİYME
Hırka, sûfî hayat tarzını yansıtan önemli bir semboldür. Sûfîlerin Hz. Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem) ve hatta Hz. Mûsâ (aleyhisselâm) ile başlattıkları bu gelenek bin dört yüz yıldır devam etmektedir. İlk dönemlerde kılık-kıyâfetteki zühd ile özdeş sayılabilecek olan hırka giymek, daha sonraları bir şeyhe teslim olmayı ve tasavvufî terbiyenin nihâyetinde şeyh tarafından verilen icâzeti ifade etmektedir.
Ebû Medyen’e göre tasavvufta, hırka giymekten maksat, nefsin arzularını kırmak ve ona hâkim olmaktır. Derviş, hırka giymek sûretiyle ödüllendirilmiş olmaktadır. Çünkü hırka ile nefsin izâle edilmesi, ruhun ikâme edilmesinde ne şüphe ne de kuşku vardır. Gerçek derviş ilmine mağrur, bencil ve hasûd değildir. Malında cimrilik yapmaz. Bilakis o; merhametli bir kalbe sâhib, güleryüzlü ve nezaketli, Allah’ın kullarına karşı oldukça kibardır. Övülmek ve yerilmek, almak ve vermek, kabul edilmek ve reddedilmek, fakir ve zengin olmak onun indinde birdir; eline geçenle şımarmaz, elinden çıkanla üzülmez.
Müslümanlar arasında gösteriş yapmak ve riyâ amacıyla hırka giyen dervişe gelince onun Yahudi, Hristiyan veya Mecûsî olarak ölmesinden korkulur. Zira o, giydiği hırka ile mürâî olmuş, Allah’ı çok az zikretmiştir. Ancak tövbe ederse bu yanlıştan dönmüş olur. Zira günahına tövbe eden, o günahı hiç işlememiş kişi gibidir.
Ebû Medyen, hırka giyen ilk şahsiyetin Resûlüllâh (salla'llâhü aleyhi ve sellem), sonra Hz. Ebû Bekir, Ömer, Osman, Âişe (r.a.) olduğunu söylemiş ve kişinin giydiği hırkanın gereğini yerine getirmesini şöyle açıklamıştır: “Kıyamet gününde onlar hazır bulunacaklar, kendileri gibi ve onların ruhuna uygun tarzda hareket edenler onlarla birlikte haşredileceklerdir. Hırka giydikleri halde onların yolunu benimsemeyen ve onların tutumuna aykırı hareket edenlerin hasmı yine onlar olacaktır. Hırka giymeye ve ney üflemeye kalkışan kişi, hangi kapıdan girip hangi kapıdan çıkacağına dikkat et! Tövbe Yemedikçe ve yanlış fiillerinden uzaklaşmadıkça, Muhammed (salla'llâhü aleyhi ve sellem) ve ashâbmdan kimse seni kurtaramayacaktır. Ey günahkârlar topluluğu, günahlardan artık kendinizi koruyunuz, nefsinizin arzularına karşı mücâdele ediniz ve güzel huylarla bezenmeye gayret ediniz.” Allâhü Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “îşte Âhiret yurdu! Biz onu, yeryüzünde böbürlenmeyi ve bozgunculuğu arzulamayan kimselere veririz. (En güzel) âkıbet, takvâ sahiplerinindir.”
Ebû Medyen, hırka giydiği halde davranışlarını düzeltmeyen kişilerin içinde bulundukları yanlışı Peygamber Efendimiz (salla'llâhü aleyhi ve sellem)’in şu hadisleriyle anlatır: “Kalbinizi arındırmadan sûf giymeyin. Kim cimrilik ve sahtekârlık özelliklerine sahip olduğu halde sûf giymeye kalkışırsa Allah’ın lâneti ve gazabı onun üzerine olur.”; “Ahir zamanda bir topluluk gelecektir. Kıyafetleri ile tanınacaklar, dindarlık taslayacaklar. Fakat Allah katında onlar münâfiklık derekesinde olacaklardır. Onların kalpleri harap bir ev gibi berbattır. Şeytan, onların kendisine bu denli itaatim görünce şaşkına dönmektedir.”; “Ey sûf giyinen kişiler, kıyamet günü beklentide bulunmaya kalkışmayınız.” Sahâbe “niçin” diye sorduğunda, “Onlar işi sözde tutarlar, çokça konuşurlar ama amelde bulunmazlar.” demiştir.
Ebû Medyen, konuyu; özde olmayan hakikatin sözde ve dış görünüşte olmasından kaynaklanan âfeti, Yûsuf b. Hüseyin’in (v. 304/916) şu sözüyle devam ettirir: “Halkın âfetini gördüğünde, bunun nereden kaynaklandığını öğrenmek istersen, kendilerinde olmayan, kendi dünyalarına aykırı hareket eden, kadınlarla düşüp kalkan sûfîlerin âfetine baktığında anlarsın.”
Tasavvuf tarihi boyunca sûfîlerin tartıştıkları ve özeleştiri yaptıkları konuların başında hırka giyerek sûfî olduklarını zanneden, ancak tasavvufî âdâbı özünde taşımayan yani sûfî olmadıkları halde sûfî geçinenlerin yanlışları yer ahr. Ebû Medyen de bu konudaki fikrini, yukarıda verdiğimiz üzre, gerek Hz. Peygamber’den gerekse ilk sûfîlerden örneklerle anlatmaya çalışmış ve bu konuya son noktayı Sehl b. Abdullâh et-Tüsterî’nin şu sözüyle koymuştur: “Bizim ilmimiz, başkalarının eline verilemez. İlmimizi idrak edemeyen, sözleri ile sûfî geçinen, giysileri ile derviş takman, lafta zâhid olan ve karınlarına tapman avâmdan; ilmimiz, gizlenmiştir.”
G- ZİKİR ve SEMÂ
Bütün tarîkatlerin temel unsuru olan zikir; kelime olarak anmak, hatırlamak demektir. Istılah olarak Allah’ın isimlerini, belli duâları sesli veya sessiz söylemek, tekrar etmektir. Zikirde esas unsur, diğer varlıkları unutarak, hatta yok sayarak Allah’ı anmaktır.
Ebû Medyen’e göre zikir, zikredileni müşâhede etmek ve devamlı Allah’ın huzurunda bulunmaktır. Onun varlığında senin kaybolman ve müşâhedesinde seni, senden almasıdır. Zikir; hakikatin müşâhedesi, yaratılmışların kaybolmasıdır. Allah; kulu için iyilik isterse onu zikrine yaklaştırır, şükründe başarılı kılar. insan Rabbini zikrettikçe ona kavuşma isteği daha da alevlenir, hayatı güzelleşir ve kalbi aydınlanır.
Ebû Medyen’in bu konuda verdiği öğütlerden biri şöyledir: “Seni zikretmekten gâfıl olmayanı sen de zikretmekten gâfıl olma.” Yani kullarını hiç unutmayan Allâhü Teâlâ'nın hatırda tutulması, bir an dahi unutulmaması, onu anmaktan gaflet edilmemesi gerekir. Ebû Medyen’e göre yaptığımız iyilik ve tâatlere karşılık bizleri sürekli rızıklandıran, ihsanlarını esirgemeyen Allah’a her dâim şükretmek lazımdır. Bireysel olarak Allah’ı anmaya devam etmesi gerektiği gibi insan, zikir meclislerine de katılmayı ihmal etmemelidir. Çünkü Allah’ı zikredenlerle oturan kimse gafletten uyanır, sâlihlere hizmet eden onlara hizmet ettiği için derecesi yükselir. Bu konuda insanları sürekli zikre teşvik etmeli ve onların ümidini kırmamalıdır, çünkü onların zikirleri Allah’ın nimetleridir.
Ebû Medyen, insanları toplu olarak zikre davet ettiği gibi, mûsikî ve semâya da cevaz veren âlimlerdendir. Ona göre, semâ sahîh bir uygulamadır. Onun hakkında şüpheye kapılanlar ancak câhillerdir. Zira Peygamber Efendimiz (salla'llâhü aleyhi ve sellem) şöyle buyurur: “Kişi bilmediğinin düşmanıdır.”
Bir başka hadislerinde ise “Şevki tatmayan bilmez. Coşkulu bir aşkı, aşka bürünmeyen anlamaz.” buyurmuştur.
Hatta Ebû Medyen’e göre semâ, velî ve sâlih zâtların usûlüdür. Sahîh bir hadis-i şerifte, Hassân b. Sâbit (r.a.) bir şiirinde şunları söyler:
“Kalbinde iştiyak ateşi alevlendi.
Onun ne doktoru var ne de dermanı.
Tek çare aşkına divâne olduğum zâttır.
Dermanım ve çarem ancak onunla baş başa kalmaktır. ”
Bu şiiri dinleyen Resûlüllâh (salla'llâhü aleyhi ve sellem), omuzlarından hırkası düşene kadar vecde geldi.
İşte bu hadis, semânın mübahlığına delildir. Yalnız semânın bir ehli, ricâli, cemaati ve cemiyeti vardır. Semâ ehli; inleyen, tövbekâr olan, kendi nefislerini kınayan, gündüzleri oruç tutan, geceleri kıyâma duran, ağlamaya ve gözyaşı dökmeye çalışan, yakarışta bulunan ve hüngür hüngür ağlayan kişilerdir. Bunlar; dünya mallarına karşı zâhittirler. Kalplerini yegâne sevgili kabul ettikleri Allah’a bağlamışlar ve dünyayı üç talakla boşamışlardır. Hakk’ı idrak ettikleri zaman onunla baş başa kalmaya özen gösterirler. Tefekküre dalar, zikirle meşgul olurlar. Konuştukları zaman dillerinden hikmet sâdır olur. Halleri övülen ve beğenilen çizgidedir. Tarîkatleri sahihtir; metotları sünnete sarılmaktır. İlim öğrendiklerinde kalplerini aşk ateşi kaplar, bedenlerini vecd halleri bürür. Vecde koyulduklarında kendilerinden geçerler, tevâcüdde bulunur, kendilerini kaybederler, akılları başlarından gider. Onların bu vecdinde herhangi bir kabahat söz konusu değildir. Vecdlerinden ötürü kınanmazlar. Böylesi kişilerin semâ etmeleri mübâhtır. Vecdleri haktır, gerçektir ve sahihtir.
Semâ erbâbı, hal, sıfat ve hareketleri bakımından birbirinden farklıdır. Kimileri hareket etmeden ve oturmuş bir halde bulunur. Onların bu durumuna Allâhü Teâlâ’nın şu âyeti örnektir: “Sen dağları görürsün de onları yerinde durur sanırsın. Oysa onlar bulutların yürümesi gibi yürümektedirler. (Bu) her şeyi sapasağlam yapan Allah’ın sanatıdır. Şüphesiz ki o, yaptıklarınızdan tamamıyla haberdârdır.” Kimisi de sevinç ve gözyaşını, ürperme ve nedâmeti, ağlama ve hıçkırıklara boğulmayı itiyat edinmiştir. Ancak semâ ehlini sevgilinin zikrinden başka hiçbir şey çoşturamaz. Ruhlar, mânâ denizine yaklaştıkça çoşkunlukları artar.
Semâ halleri; yapanların makâm, rütbe, derece ve durumlarına göre farklılık arzetmektedir. Semâ şimşek gibidir. Bir anda parlar ve anında sönebilir. Semânın hak ve halk olanı vardır. Kalben semâ eden tahakkuk erbâbı olur. Semâyı nefsânî arzuları için yapan zındık olur. Bununla birlikte nefsi diri, kalbi ölü, gaflet içlinde olanların semâ meclisine katılması uygun değildir. Çünkü semâ ancak ehline özgü bir uygulamadır. Semâ yapmak için toplanıldığı zaman semâ yapılacak yerin kapıları kilitlenir. Semâ tamamlanıp sofralar kurulduktan sonra kapılar açılır. Bu durumu Ebû Medyen şöyle anlatır: “Sûfî dostlarımızın önde gelenleri ile beraber olurduk. Semâ yapmayı arzuladığımız zaman kapılar kapanırdı. Aramızdan hiç kimse on gün boyunca şehevî arzularını yenmeden, nefsini öldürmeden semâya katılmazdı. Hiç kimse ikiyüzlü bir kisveyle aramıza katılmazdı.”
Semâya engel en çirkin huy; sûfînin bencil olmasıdır. Semâ, ehli olmayanlar için haramdır. Ehil olmayanların semâ meclisine alınması ve semâya iştiraki söz konusu değildir. Bu durumu meşâyıh defalarca dile getirmiştir. Oruç, visâl ve kıyam gibi esasları gerçekleştirene kadar müptedî bir müridin semâya katılması yasaktır. Güçlü bir mücâhededen sonra semâya katılmasına izin verilir. Bu husus meşâyıhın, iktidâ ve ihtidâ ehlinin ittifak ettiği bir husustur. Bu hususta ulemâya uyar ve âriflerin yolunu takip ederler. Kim onlara muhâlefet ederse helâk olur, sapıtır ve muhakkiklerin yolundan ayrılır.
Hakikate aykırı bir şekilde semâya katılan kişi, Ebû Medyen’e göre İslam gerdanlığını boynundan çıkarmış olur. Allah’ın şu ayeti gereğince kendisinden korkulur: “O, seni namaza kalktığın zaman da; secde edenler ile (secdeye) yatıp kalktığın zaman da görür. Çünkü o, işitendir, bilendir.”
Hemen her dönemde tasavvufu, hırka giyip semâ yapmaktan ibaret görüp sûfîlere benzemeye çalışanlar olmuştur. Tasavvuf tarihi boyunca sûfîler bu durumdan sürekli yakınmış ve gerçek ile sahtesinin ayırd edilmesi babında gerek sohbetlerinde gerekse kitaplarında bu hususa işaret etmişlerdir. Ebû Medyen de bu konuyu bir sohbetlerinde şöyle açıklamıştır: Zamanımızda bize kendilerine sûfıyye denen bir grup geldi. Zâhirlerini tezyin ediyorlar, bâtınlarını eğlence ve oyunla kirletiyorlardı. Sünnete aykırı bir yola saparak semânın âdetleri olduğunu söylediler. İnandıklarını söyledikleri halde sünneti fantazi olarak görüyorlardı. Kendilerini içtihat ehli zannediyor, evrâda riâyetten kaçınıyorlardı. Haram yerler, sabaha kadar uyurlardı. Mücâhede nedir bilmezler, aralarında birbirlerinden naklettikleri ilimle amel etmezlerdi. Hayâdan yoksunlardı. Şevk giysilerini yırtıp parçalamışlar, bir yandan vuslat iddiasında bulunurken diğer yandan da mükâşefe ve fırâsetten dem vuruyorlardı. “Allah’tan bize güzellikler tecellî etti ve bizim irâdemiz de vardır” derlerdi. Aralarında bâtın ilmini bildiklerini iddia edenler de vardı ve onlar: “Günahlardan sıyrılınca, gayb âleminin pencereleri açılınca, ağyâr kaybolunca, sırlar ve nurlar belirmeye başlayınca, zulmet ve hisler kalkınca o zaman apaçık alâmetler belirmeye başlar. Bizler artık keşf gözü ile görüyoruz. Herkesin sevdiği gıdalardan yiyor, müşâhede şerbetinden içiyoruz. Gayb âleminin işleri herkese gizlenmişken bizler gayba muttali oluyoruz.” derlerdi.
Zikir ve semâ konusunda sûfîlerin üzerinde durdukları temel nokta, ister yalnız ister halk içinde, Hakk'ın; sürekli dillerde ve gönüllerde olması, bir an dahi unutulmamasıdır. Ebû Medyen; gafletten kurtuluşun, uyanıklığın bu kadim kuralını şöyle ifade eder: “Allah’ım! Sen bedenlerin ve gönüllerin en derin köşelerinde hep yâdedileceksin.”
H- VAKİT
Tasavvufta vakit kavramı çok önemlidir ve genel olarak “zamanı, meşgul olunması gereken en güzel şeyle geçirmek, boş alâka ve meşgaleden sıyrılmak” şeklinde tanımlanır. Sûfîler, “kendisi zamana uyan değil, zamanı kendisi kullanan, zamanı idare eden” mânâsında “ebul-vakt”; “ânının ve hâlinin yani vaktin hâkimi” mânâsında “ibnü’l-vakt”; zamanın hâkimi değil, mahkûmu olanlara da vaktin, hâlin ve zamanın esiri mânâsında, “ebnây-ı vakt” terimini kullanırlar.
Sâlik (hak yolcusu), daima içinde yaşadığı ânm hükmü altındadır, vakit onu ne yana sürüklerse o yana gider. Sâlik, ibnü’l vakt yani ânı yaşayan kişidir. Sâlikin hâli, vakte göre değişir; bazen kabz, bazen bast hâlinde bulunur. Ayrıca "ibnü’1 vakt" olmak, geçmiş ve geleceğin üzüntülerini ya da umutlarını bir yana bırakarak ânı değerlendirmeyi gerektirir. Sûfıler, İlâhî tecellîlerin gönülde doğuşuna ya da bu doğuşun gerçekleştiği zamana da vakit derler.
Ebû Medyen’e göre mürîd, vakitlerini iyilik yapmakla geçirip geçirmediğini kontrol etmelidir. Vakit bir kere geçip gitti mi, bir daha geri gelmez. İkinci vakit ilkinden farklıdır. Ona göre en faziletli ibâdet, vakti murâkabe ile değerlendirmektir. Ölüm; Allah’ın insana lütfü, vaktin boşa geçmesi ise hasret ve pişmanlıktır. İnsan öldüğünde halktan ayrılmış olur, ama vaktin boşa geçmesi Hak’tan ayrılmaktır. Kim Allah ile arasındaki vaktin hikmetini zâyi ederse câhildir. Vaktinin icabı olan hikmetle amelde kusur ederse âcizdir. İnsanın ömrü bir nefesten ibarettir. Bu nedenle onun sana sahip olmasına değil, senin ona sahip olmana dikkat et.
III- MÂRİFET VE VARLIK İLE İLGİLİ KAVRAMLAR
A-FENÂ-BAKÂ
Tasavvufta fenâ: Hakk'ın varlığının, kulun varlığını kuşatmasıdır. Fenâ zâhirî ve bâtınî olmak üzere ikiye ayrılır. Zâhirî fenâ: Hakk'ın kuluna kendi fiilleriyle tecelli etmesi ve kulu şahsî irâde ve ihtiyarından arındırmasıdır. Bu mertebede kul, nefsinin ve başkasının fiilini ve ihtiyarını görmez. Bâtınî fenâ ise Rabbânî sıfatların ve müşâhade-yi envarm kulu kaplamasıdır. Bu sayede kul beşeriyetinden sıyrılır, benliğinden kurtulur, Hakk’a erer ve Hakk'ın sıfatlarıyla muttasıf olur.
Ebû Medyen, insanın ölümsüzleşmesinin fenâya ermekle; fenanın da Allah aşkıyla mümkün olduğunu söyler. Kişi varlıklardan uzaklaşarak aşkta yok olduğunda, öldüğünde yükselebilir. Ancak kişi, bu yolda hakikatin nuruyla yürümeli, aşkın sarhoşluğunda kaybolmalı ve Hakk’a tâbi olmalıdır ki kemâl üzere matlûba kavuşabilsin. O, fenâ ile ilgili görüşlerini kasidelerinde şöyle ifade etmiştir:
“Kemâle ulaşmak istiyorsan eğer,
Allah de, dünya hayatım ve dünyeviliği bir tarafa koyuver.
Hakikatin sırrına vâkıf olursan eğer,
Cins ve fert, Allah ’ın dışındaki her şey ademdir.
Bil ki onun adına hareket etmiyorsa eğer,
Senin de tüm âlemlerin de sonu yokluk ve yıkımdır.
Bir nesne ki varlığı kendi zâtından olmaz.
Allah ’a dayanmadıkça varlığından bahsetmek olmaz.
Arifler fenâ olmuş kendinden geçmişlerdir.
El-Mütekebbirü ’l-Müteâl ’in dışında hiçbir şey görmemişlerdir.
Onun dışındaki her şey mahkûmdur helâk olmaya,
Mâzide, istikbalde ve halde de olsa,
Hem baş gözün hem de gönül gözünle bak.
Onun irâdesi dışında bir fiil görmen mümkün mü bir bak.
Varlığın en üst ve en aşağı düzeylerine bak.
Bakışını güçlü delillerle desteklemeye çalış.
Hem lisân-ı hâlleri hem de konuşma dilleri ile
Varlıkları, Celâl tecellîsinin bir işareti olarak bulacaksın.
Ulvîsinden süflisine varana kadar her şeyi kuşatandır o.
Benzersiz ve örneksiz bir şekilde, her şeyi yaratandır o. ”
“Basiret gözüyle bakacak olursan,
Onun zâtından başka hiçbir şeyden bahsedemezsin.
Onun dışındakilerin hakikatini araştırmaya kalkışırsan,
Cehâletinin kurbanı olur, acziyete düşersin.
Rabbim Allah ’tır, ondan başkasını istemem.
Varlık arenasında var mıdır, ondan öte yaşam?
İlahi zâtın hakikati bedenlerimizin müsebbibi,
O dilemeseydi gayrının varlığından bahsedilebilir miydi?”
Tasavvuf düşüncesinde tevhîdle başlayan bu anlayış, Ebû Medyen’in şiirlerinde de ifade edildiği üzere fenâ nazariyesi ile gelişmekte ve “Ene’l-Hak” noktasına ulaşmaktadır. Bir başka deyişle tevhîd ve fenâ ile gelişen bu his ve sezgi, vahdet-i vücûda kadar uzanmaktadır.
B- MUHABBETULLÂH
Tasavvufta muhabbet Allâhü Teâlâ'nın kuluna özel bir yakınlık ve yüce haller bahşetmeyi irade etmesidir. Bu anlamda muhabbet Hakk'ın bir sıfatıdır. Cüneyd-i Bağdâdî muhabbeti âşıkm kendi sıfatlarını terk etmesi ve sevgilisinin sıfatlarıyla sıfatlanması olarak tanımlamıştır. Hallâc-ı Mansûr da hakîkî muhabbet; kendi vasıflarını söküp atmak suretiyle sevgili ile beraber olmaktır, demiştir.
Aşkını ilan etmeyi büyük bir şeref addeden ve Hakk’a muhabbetten başka hiçbir umudu olmadığım söyleyen Ebû Medyen’in öğretisinde, muhabbetin çok büyük bir yeri ve önemi vardır. Verdiği sohbetlerde sık sık muhabbet konusuna değinir. Bir gün meclisinde “Muhabbet nedir?” diye sorulduğunda, “Muhabbet, Allah’a yakınlık ve iştiyak duymaktır. Muhabbetin başı sevginin devamlı olması, ortası zikredilenle ünsiyet, en yüksek mertebesi ondan başkasını görmemektir.” şeklinde cevap vermiştir. Bu dünyada herkesin bir nasibi olduğunu kendisinin nasibinin ise muhabbet olduğunu bir şiirinde şöyle ifade eder:
"كل واحد له نصيب ياتي وهواك لي نصيب
يا حياتي وانت في ذاتي حاضر لا تغيب
أنت اسكرتني علي سكري من قديم الشراب
ثم خاطبتني كما تدري ففهمت الخطاب
دت وجهك البدري عند رفع الحجاب ثم شاه"
“Herkesin bir nasibi vardır ona gelen,
Benim nasibim senin muhabbetindir.
Benim hayatımda, ruhumda her zaman var olacaksın.
Kadîm şaraplarınla beni sarhoş et,
Sonra benimle konuştu, sözünü anladım.
Hicapları kaldırdığında ay yüzünü müşahede ettim.”
Şeyh Ebû Medyen muhabbetinin sırrını ise şöyle açıklamaktadır: “Muhabbet bineğim, mârifet mezhebim, tevhîd vuslatımdır. Muhabbet açıklanamayan bir sırdır, idrakler (zihin) onu anlatamaz, onun sırrı tavsif edilemez, kaynağı sadakâttir ve onun aslı cömertliktir. O, havâs için uygulana gelmiş bir sünnettir. Allâhü Teâlâ'nın ‘O onları sever, onlar da onu sever’ âyeti buna delildir.” Kasidelerinde Allah’a olan aşkını nakış nakış işleyen Ebû .Medyen, el-Kasîdetü‘n-Nûniyye',de sevgiliye olan özlemini şöyle dile getirir:
“Gönüllerimiz sizin güzelliklerinizi görmeseydi,
Siz yanımızda değilken biz uyuyup uyanırken,
Aşkınız ve hasretinizden ölürdük.
Fakat mânâ âleminde sizin güzelliklerinizle beraber olduk.
Konuşmasak da canlandırır bizi, sizi hatırlamak,
Gönlümüzde aşkınız olmasaydı asla hareket edemezdik.
Ehline vecdi yasaklayana de ki,
Bizimle aşkın şarabını tatmadıysan kendi halimize bırak bizi.
Ey mânâdan yoksun olan câhil, bil ki ruhlar kavuşma şevki ile titrediği zaman,
Evet, bedenler semâya kalkışır hemen.
Ey delikanlı, kafese tıkılmış kuşun,
Yurdunu yuvasını özlediğinde, özlem türküleri söylediğini sen görmez misin?
Öterek içindeki sıkıntıları atmaya çalışır.
Bu ruh ve mânâyla bütün vücûdu çırpınıp durur.
Kavuşma özlemiyle kafeslerde rakseder durur.
Bunu anlayanlar o öttüğünde titreyiverir.
Ey delikanlı, işte böyledir âşıkların gönülleri.
Titretir onları yüce âleme olan özlemleri.”
“Nura gark olup nefislerimizi arındırdığımız an,
Aşk şarabından sarhoş olur, kendimizden geçeriz o zaman.”
“Âşıkların kalpleri sadece sevgilileriyle meşgul olmuştur ve onlar ona olan aşkları uğruna canlarım feda etmişlerdir. Kendilerine varlık bahşeden her şeyi yıkmışlar, Allah’a lâyık olan her şeyi mâmur kılmışlardır. Ne dünyanın süsü ne de zevki meşgul etmiştir onları, ne saltanat ne sefâ ne de giysiler aldatmıştır onları. Vecd ve istiğrak içinde varlık talebinden vazgeçmişler, şevk ateşiyle gecenin ilk yarısında sevgilinin çadırında sükûna ermişlerdir. Şeref hırkalarını giymiş, kokusunun mest ettiği meltem sevinciyle mesrûr olmuşlardır. Onlar Allah’ın kendisine yakın ettiği âşıklardır. Çünkü onlar, Eşsiz Sevgili olan Allah’a kulluk ve hizmeti asla unutmamışlardır. O münezzeh olan Allah da muhabbetiyle onları yakınma almış ve böylelikle âşıklar da maksûda kavuşmuştur.”
C-KALP
Gönül kelimesi ile de ifâde edilen kalbin dinde önemi büyüktür, çünkü İmanın ilk rüknü, kalp ile tasdiktir. Dil ile ikrar, bundan sonra gelmektedir. Hemen belirtmekte fayda görüyoruz ki tasavvufta kalpten murat, vücûdumuzda yer alan ve kan pompalanmasını temin eden et parçası değil, rûhun latîfelerinden olan ve ruhla müterâdif olarak kullanılan yürektir, gönüldür; her şeyin ortası, en ehemmiyetli ve can alıcı yerdir. Kur’an’da ve tasavvufta zihnî fonksiyonların yerinin kalp kabul edildiği anlaşılmaktadır. Tasavvufta kalb, İlâhî hitâbm mahalli, tecellî aynası, İlâhi isim ve sıfatların en mükemmel şekilde tecellî ettiği yer olarak algılanmış ve cisimdeki yeri itibârıyla her insanın sol memesinin iki parmak altında bulunan çam kozalağı şeklinde, cismânî kalbe verilen Rabbânî latîfenin adı olmuştur. Bu latife gerçekte insanın hakikatidir.
İnsanın hakikati olarak telakki edilen kalp gerek Kur’an-ı Kerîm’de gerekse hadîslerde önemle üzerinde durulan konulardandır. Nitekim “Gerçek mü'ıninler ancak o mü'ıninlerdir ki, Allah anıldığı zaman kalpleri ürperir; karşılarında ayetleri okunduğu zaman, imanlarını artırır ve Rablerine tevekkül ederler.” âyetinde ancak gerçek mü'ıninlerin kalplerinin ürpereceği ifade edilir. Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem)’in: “Şüphesiz ki beden de bir parça vardır; o düzgün olursa bedenin tamamı düzgün olur, bozuk olursa bedenin tamamı bozuk olur. Dikkat ediniz ki o kalptir.” hadisinde kulun istikâmeti kalbin doğruluğuna bağlanmıştır.
Hz. Lokman; iyiye kullanıldığında insanı ılliyyîne yükseltecek, kötüye kullanıldığında esfel-i sâfilîne düşürecek vücuttaki en zararlı ve en faydalı şeyin kalp ve dil olduğunu söylemiştir. Sûfîler de Allah’ın tecelligâhı olan kalbe, çok büyük önem vermişler ve onun korunması yönünde sürekli telkinlerde bulunmuşlardır.
Ebû Medyen, kalbini kontrol edemeyen kimsenin harap; kalbinden şehvetleri silen kimsenin ise affa mazhar olduğunu söylemiştir. Bir kimse; dinini korumak için bid’at ehliyle, kalbini korumak için ise kadınlarla sohbet etmekten sakınmalıdır. Çünkü Allâhü Teâlâ; dünya ehlinin kalplerini gaflet ve vesvese, âriflerin kalplerini ise zikir ve ünsiyet mahalli kılmıştır.
Tasavvufta en önemli kurallardan birisi az yemek, az uyumak ve az konuşmaktır. Çünkü çok yemek, çok konuşmak, çok uyumak, kalbi katılaştırır. Bid’at ehliyle dostluk kurmak ise kalbi öldürür. Kalbin yöneleceği tek bir yön vardır, hangisine yönelirse diğerlerine perdeli olur. Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem)’in hadisinde de belirtildiği gibi: “Şüphesiz ki Âdemoğullarınm kalplerinin tamamı Rahmân olan Allah’ın kudret parmakları arasında tek bir kalp gibidir, kul nereye çevrilmeyi istiyorsa Allah da onu oraya çevirir.”
İbn Arabi’nin rivâyetine göre Şeyh Ebû Medyen, müritleri tarafından görülen bir rüyada Ebû Hâmid el-Gazâlî’ye şunları söylemektedir: “Yâ Ebâ Hâmid, Allah ile olan sır gözcüdür. Ruh ondan emirleri ahr. Kalp, sekînet (huzur) ve sâkin (oturan) içindir. Akıl, hâkimin hükmüdür. Nefes, Kâhır’ın kahrının hükmü altındadır. Hak, varlığı onunla ortaya çıkardı. O, ibâdet edilen tek varlıktır. Yâ Ebâ Hâmid, mânâlar yok olduğunda Fâtihâ’yı oku ki onun varlığının ezelî olduğunu, kendi varlığının olmadığını göresin. Ona bakarsan ikisini birlikte bulursun; ayrılmazlar ve birleşmezler. Sır nedir? Sır ile ruh, nazarın hazînesi; kalp,fikrin hazînesi; akıl, adâletin hazînesi; ilim ve nefis, arzın hazînesidir.”
D- TEVHİD
Türkçe’de “birlemek” anlamına gelen “tevhîd” kelimesi, Arapça “vahade” kökünden gelen “tefîl” vezninde bir mastardır. Tevhidin ıstılah anlamı ise Allâhü Teâlâ'nın her şeyde tek olduğunu bilmek, her şeyden önce onun var olduğunu, bütün var olanların da onun irâdesi ile sonradan vücut bulduğunu müşâhede etmektir.
Sûfîlere göre tevhîdde ilk aşama, dil ile Allah’ın tek olduğunu kabul etmektir ki bu, avamın/halkm tevhididir. Bu tevhîd, ceza korkusuyla ve cennet ümidiyle olur. Hakikat ehli sûfîler; ikinci aşamada tevhidi, zâhirî olarak “Kadîm’i hâdisten ayırmak” diye tarif etmekle tenzihe dayalı bir tevhîd anlayışı ortaya koymuşlardır ki bu da tevhidin ikinci aşaması olarak kabul edilmiştir. Tevhidin son aşaması ise ruhî tecrübeyle gerçekleşen, havâssın tevhididir. Zevk olarak yaşanan bu tevhîd, “mârifet tevhidi” ya da “şuhûdî tevhîd” olarak da ifade edilir.
Ebû Medyen yaptığı sohbetlerde öncelikle ve önemle müritlerine İslam’ın inanç esaslarım ve tevhidi anlatırdı. Bu maksatla kaleme aldığı kısa risalesi el-Akıdetü’l- Mübâreke'de Allah’ın sıfatları ve bilhassa tevhid hakkında şunları söylemektedir:
“Hamd, sınır, yön, keyfiyet, zaman ve mekândan münezzeh olan Allah içindir. Hak ezelî bir kelâmla mütekellimdir. Bu, onun sıfatlarından bir sıfat ve zâtıyla kâimdir. Onun zâtından ayrı da değildir, onun zâtına âid de değildir. Bu sıfat, hâdis varlıklar içerisinde yer almayan, mahlûkata benzemeyen, harfler ve seslerle tavsif edilemeyen bir sıfattır. Rabbimizin sıfatları yer ve gökteki her şeyden münezzehtir.
Allahım, seni tevhid ediyor, seni sınırlandırmaya kalkışmıyoruz. Sana inanıyor, sana hiçbir keyfiyet yüklemiyoruz. Sana kulluk ediyor ama seni asla hiçbir şeye teşbih etmiyoruz. Seni, yarattığın varlıklara benzetenin Hâlık’ı mahlûktan ayırdedecek bir irfâna sahip olmadığına inanıyoruz.
‘De ki: O, Allah tektir. Allah Sameddir (her şey ona muhtaçtır, o hiçbir şeye muhtaç değildir). O doğurmamış ve doğurulmamıştır. Onun hiçbir dengi yoktur.’
Zâtı, hâdis varlıkların vasıflarından mukaddes, sıfatları bedensel niteliklere benzemekten münezzeh ve âyetleri vahdâniyetine şahâdet eden Allah doğru söylemiştir. Evveliyetine hidâyet olmayan el-Evvel’dir ve ebediyetine nihâyet olmayan el-Ahir’dir. Ez- Zâhirdir; onun hakkında asla şek ve şüphe söz konusu değildir. El-Bâtm’dır ve asla kendisinin bir benzeri yoktur. El-Hay’dır; ölmesi ve yok olması söz konusu değildir. El- Kâdir’dir; âciz ve yorulmayan, hiçbir iş kendisine zor gelmeyendir. El-Mürîd’dir; dilediğini hidâyete erdirir, dilediğini dalâlete sevk eder, dilediğini fakîr ve dilediğini zengin eder. Es- Semi’dir; gizli ve açık her şeyi işitendir. El-Basîr’dir; en derin çukurlardaki karıncanın sürünüşünü idrâk eder. El-Âlim’dir; asla yanılması ve unutması düşünülemez. O el-Mütekellim’dir ama onun kelâmı Mûsâ (aleyhisselâm)’ın kelâmına benzemez. Mûsâ (aleyhisselâm)’a kadîm kelâmı ile hitap etmiştir. Te’hîr ve takdimden münezzehtir. Duyurmak için sese, işitmek için nidâya ve konuşmak için harflere ihtiyaç duymaz. Tüm harfler, sesler ve Kfif) nidâlar başlangıcı ve sonu olması hasebiyle hâdistır.
Tebâreke ve Teâlâ olan Rabbimiz yüceler yücesidir. Azamet ve yücelik; kudret ve senâ kendisine mahsustur. En güzel isimler ve en yüce sıfatlar onundur.
Hayatımn hidâyeti yoktur. Zira hidâyetin bir önceki hali ademdir. Kudretinin nihâyeti yoktur. Çünkü nihâyet ilintilidir. İrâdesi hâdis değildir. Çünkü hâdis varlıklar zıtlarla birlikte bulunur. İşitmesi işitme organıyla değildir. Organlar sınırlı ve kusurludur. Görmesi gözbebeği ile değildir. Gözbebeği meşakkat ve sıkıntıya mâruzdur. İlmi kesbî değildir. Kesbî ilim, tefekkür ve istidlâlle elde edilir. İlmi zarûrî de değildir. Zarûrilik irâde ve tahfife bağlıdır. Kelâmı seslerle ve harflerle değildir. Çünkü seslerin varlığı ve yokluğu; harflerin de takdimi ve te’hiri vardır.
Rabbimiz yarattığı varlıklara benzemez. Yaratılmışların tamamı onun varlığı ile kâimdir. O; kadîmdir, ezelîdir, dâimdir ve ebedîdir. Zâtı için şekle, eli için bir kola ihtiyacı yoktur. Veçhinde kusur ve noksanlık yoktur. Onun ne öncesi ne de sonrası vardır.
Varlığı cevher değildir. Cevher yer kaplamakla bilinir. Araz da değildir. Çünkü araz bakânın imkânsızlığı ile nitelenmiştir. Cisim de değildir. Zira cisim, cihetle çevrilmiş ve sınırlandırılmıştır. O cisimlerin ve nefislerin yaratıcısı, zengin ve yoksul herkesin rızkını veren, saadet ve musibetleri takdîr eden, felekleri ve güneşleri yönetendir.
O, kendisinden başka ilâh olmayandır. Herhangi bir temekkün ve oturma sözkonusu olmadan arşa istivâ eden el-Melikü’l-Kuddûs’tür. Arşın ondan önce karar kılması sözkonusu olmadığı gibi herhangi bir cihetten yerleşmesinden ve kurulmasından da bahsedilemez. Arşın da bir sınır ve mikdarı vardır. Kendisini gözlerin idrâk edemediği bir Rab’tir. Arşın keyfiyeti aklın havatırı ile beyan edilir; genişliği ve uzunluğu ile tavsif edilir. Rab, bunların tamamının ötesindedir. Onun değişmesi ve yok olması düşünülemez. Arş için bir mekân sözkonusudur; onun yönleri ve dayanakları vardır. Onun mekânından bahsetmek mümkün değildir. O şu anda geçmişte ne haldeyse öyledir. Onu taşıyacak bir alt; onu gölgeleyecek bir üst yoktur. Kendisini sınırlayan tarafları yoktur. Ne kendisine destek olacak bir arka ne de kendisini sınırlayacak bir ön vardır. Tecrîd, takrir, tekyîf, tasvir, teşbih ve nazîrden uzaktır. ‘Onun benzeri gibi bir şey yoktur. O işiten ve görendir.’ ”
Ebû Medyen’in burada anlattığı, ikinci aşama olarak kabul edilen “kadîmi hâdisten ayırmak” yani tenzihe dayalı tevhid anlayışıdır. Ebû Medyen, üçüncü aşama olan ve “mârifet tevhidi” olarak da adlandırılan tevhid anlayışını ve bu makamda ulaştığı mertebeyi ise şöyle anlatır: “Sırrım, ihtiyacını İlâhî denizlerden karşılayan sırlarla mesrurdur, sevinç içindedir. O sırları, ehli olmayana açmak doğru olmaz. İşâret, onu vasfetmekten âcizdir. İlâhî gayret onun gizli tutulmasını ister. Onlar; varlığı kuşatan sırlardır, idrak edilemez. Ancak vatanını kaybedenler anlayabilir. Sırrı ile hakikat âleminde mevcuttur, ebedî bir hayat içinde döner durur. Bu sırra mazhar olan zât melekût fezâsmda uçar, ceberut otağlarında dolaşır, isim ve sıfatlarla ahlaklanmıştır. Sonra bir bakarsın ki onlardan da fâni olmuş ve zât-ı İlâhî’yi müşâhedeye dalmıştır. Benim karargâhım, vatamm, gözümün nûru, meskenim orası. Hak Teâlâ her şeyden münezzehtir. O, kudretinin güzellikleriyle bende zuhûr etti, beni korudu, bana başarı ihsan etti ve tahkikin gizliliklerini açtı. Hayatım vahdâniyetle ayaktadır, işaretlerim ferdâniyetini anlatmak içindir, rûhum gayb ilminde yerleşmiştir ve sahibim bana: ‘Şuayb, kullara her gün yenilik vardır. Katımızdaki ise daha da fazladır.’ diye hitap etmektedir.”
Sürekli Mülk sûresini okuyan Ebû Medyen, onun kendi makamını ifade eden sûre olduğunu ve orada durduğunu belirterek şöyle devam eder: “Bana parmak ucu kadar tecellî etseydi yanardım. Tüm sûreler sidre-i müntehâdır. Bu sidreden elde ettiklerimi akıllarda bir noksanlık olmasaydı size haber verirdim.” Sonra vahdet hakkında konuşmaya başladı: “Kendime baktım, Allah’tan başka bir şey görmedim. Allah’a baktım, kendimden başka bir şey görmedim.” Burada bahsedilen birliğin, dilin anlatmaktan imtinâ ettiği bizzat tecrübe edilen şuhûdî tevhid olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü “ben ve o” ikiliği sona ermiş, İlâhî irâde kulun irâdesini tamamen kaplamış, kul her şeyde Hakk’ı görmüş, varlığın Hak’tan ibaret olduğunu anlamış yani hakîkî tevhide, Hakk'ın birliğine ulaşmıştır ki bu ilk sûfîlerden başlayarak tarih boyunca tasavvufun nihâî hedefidir.
Bicâye’deki bir sohbetinde Şeyh Ebû Medyen, kendisinden hayatının sırrını anlatması istendiğinde tevhid eksenli şu cevabı vermektedir: “Allah’ın hayatının sırrı ile benim hayatım zuhûr etti, sıfatlarının nûru ile sıfatlarım aydınlandı, tevhidinde himmetim yok oldu. Onun sürekliliğiyle muhabbetim devam etti. Tevhidin sim, ‘Allah’tan başka ilah yoktur!’ sözünde saklıdır. Ben ve varlık onun eseridir, harfler mânâ için geldi ve mânâlar ile harfler zuhûr etti, onun sıfatıyla tüm sıfatlar vasıflandı, onun ülfetiyle her şey sevildi. Yaptıkları ona mahkûm, yarattıkları ona teslim olmuştur. Çünkü o, onları yaratan ve ortaya çıkarandır. Onları zerre olarak izhar ettiği gibi başlangıcı ondan, dönüşü onadır. ‘Ben sizin Rabbiniz değil miyim?’ dedi. ‘Evet, Rabbimizsin.’ dediler. Senin vücudunu hareket ettiren, konuşturan, susturan odur. Hakikate bakarsan halk yoktur, varlık onunla ayaktadır, onun emri mülkünde dâim, yarattıkları üzerindeki hükmü umûmîdir. Cisimlerdeki ruhlara hükmedendir. Yarattığı şeylerdeki farklılık, onları açıklamak için kullandığımız lisan onunla açığa kavuşur. Bununla beraber hiçbir iş onu meşgul etmez.
Ey arkadaşlarım! Beni sırrıyla desteklediği içindir ki gönlüm onun denizlerinden bir avuç su aldı. Varlığım nurla doldu, meyvesi gaybet ve huzurdu, bana tertemiz bir içecek içirdi, benden dalâleti ve hataları giderdi, nurları ahlâkımı kapladı, Bâkî’ye Bâkî ile baktım. Sonra, o Kıdem’dir. Yokluktan varlık çıkarandır. Celâlinin nûru karanlıkları aydınlatır. O 687 kerem sahibi ki ‘Kalemle (yazmayı) öğreten, insana bilmediklerini belletendir.’ Salât ve ARR selâm karanlığı aydınlatan efendimiz Muhammed’in üzerine olsun.”
İbn Arabî Muhâdaratü’l-Ebrâr ve Müsâmeratü’l-Ahyâr isimli eserinde hakikatin ve tevhidin ne olduğu yönündeki soruları ve Şeyh Ebû Medyen’in bu sorulara verdiği cevabı aktarır: “Ebû Medyen’in bir mürîdi ona şu soruyu sordu: ‘Sırrın sırrının ve hakikatin hakikatinin mânâsı nedir?’ Şeyh; ‘O, sırların mahallidir. Onun hakikatinin yanında vehimler ve fikirler âciz kalır. Akıllar şaşar, gözler kurur. Akıllar onun sınırlarına ulaşamaz, onu ta’rif edemez. Akıl, bu konuda bilgilendirilmediği için câhil kaldı. Çünkü ilmi onun Emindendir. Hak, ancak Hak ile idrak edilir. Hak, ancak Hak ile bilinir. Bu; benim huyum, tabiatimdir.
Bunun üzerine hakikatim kayboldu. Hakk’a duyulan iştiyak onun idrak edilememesindendir. Her şeyi terkedip, kendini ona adamak vâciptir.’ şeklinde cevap verdi.”
Bunun üzerine ona tevhidin mahiyeti soruldu. Şeyh şöyle cevap verdi: “Tevhîd; himmetim, şeriatim, sünnetim, nihâî amacım, sığınağım, barmağımdır. O, varlığı ayakta tutan esastır. Tevhîdde insanlar mertebe mertebedir. Kimileri karîb (yakın), kimileri sâhiptir. En yüksek rütbe isimlerin, sıfatların tevhidinden Zât'ın tevhidine yükselmektir. İşte orada ömrüm yok oldu, hâtıran, fikrim yorgun düştü. Ta ki mânâya eriştim, ışıl ışıl parlayan cemâli gördüm. Bu, Allah’ın ihsanını başlatması ve sonlandırmasıyla olur. Allah’ın insanlara açtığı, bahşettiği rahmeti engelleyecek yoktur. Sırrım seninle bir ömür geçirdi, beni yeniden yaşattın. Senden gayrı her şeyi benden uzaklaştırdın. İki cihanda beni övdün, bana fazîlet ilham ettin. Ben fakirim, sen zenginsin. Yarattıkları onun yüceliğinin izzetiyle zelil olmuşlar. Arştan yere kadar her şey illetlidir. Ancak o, her türlü eksiklikten münezzehtir. O Yüce Zât onları kahır ile itaat ettirdi. Onların gâlibiyetleri, Allah’ın emriyledir. Fayda ve zarar verdiği şeylerdeki tasarrufları onun kudretiyledir. Onun yerdeki kudreti, arştaki kudreti gibidir. ‘Nerede olursanız olun; o, sizinle beraberdir.’ ‘İlmi, her şeyi kuşatmıştır.’ Her şeyi tek tek hesapladı. ‘O; evveldir, âhirdir, zahirdir, bâtındır. O, her şeyi bilir. Arşa istivâ etti.’ Arşın, yerin ve arasındaki her şeyin yaratıcısıdır. Her şey onunla ayaktadır. Kavranan şeyler onun kudreti ve lütfiıyladır. Zerre, hatta daha da küçük hiçbir şey yoktur ki Allah’la birlikte olmasın. Ancak bu birliktelik hulûl, intikâl, tağayyür ve zevâl değildir. Mahlûkât tamamiyle gölgedir. O Yüce Zât, her şeyin hakikatidir.”
Bu uzun bahiste İbn Arabî, şeyhi Ebû Medyen’in vahdet-i vücûdu anlattığım söylemektedir. Allah’tan başka hiçbir varlığın olmadığını, bu mertebeye erişen sûfînin, Allah’ın isim ve sıfatlarından soyutlanıp Zât'ın müşahedesinde tamamıyla kaybolduğunu anlatmaktadır. Şeyhinden yaptığı bu rivâyetlerde esasen o, Ebû Medyen’in makamının tevhîd olduğunu belirtmek istemekte ve her sûfînin; Hakk’ın cemâline yolcu olduğunu, tevhid dışında hiçbir yerde konaklamayacağını ifade etmektedir.
Şeyh Ebû Medyen, müritlerinin rüyasında Ebû Hâmid el-Gazâlî’nin sorduğu soruya verdiği cevapta tevhidi şöyle anlatmaktadır: “Tevhîd, asıl; onun dışındakiler ise fer’dir. O, makamların gâyesi ve hallerin sonudur. Hak’tan uzaklaşmak nedir? Ancak sapkınlıktır. Hakk’ı kendini nasıl tenzih ediyorsa öyle tenzih ettim. Ona kudsiyetine yaraşır bir biçimde hamdettim. Onun mânâsını ve hissini övdüğü gibi övdüm. O; varlığa hareket veren, bilinmesi gerekenleri bildiren, gönüllerdeki gizli düşünceleri gizleyendir. Benim sırrım onun sırrını gördü, onun hediyeleri sabah akşam bana aktı. Ona baktığımda yanımda buldum. Emirlerini yerine getirdiğimde o, gözüm ve kulağım olmuştu. O; varlığımın kaynağı, sebebi ve kalbimi evirip çevirendir. Hayatım onun hayatıyla zuhûr etti, sıfatlarım onun sıfatlarıyla temizlendi, ahlâkım onun ahlâkıyla ahlâklandı. Beni tevhidiyle destekledi; zâhirim ve bâtınım onun celâli ve yüceliğiyle doldu. Yâ Vâhid! Yâ Ehad! Yâ Ferd! Yâ Samed! Yâ Doğurmayan! Yâ Doğrulmamış! Gözüm sana bakmakla güzelleşti.”
Abdurrahmân Bedevi’ye göre Ebû Medyen bu cevabında tevhidi İbn Arabi’de olduğu gibi vahdet-i vücûd mânâsında kullanmış ve bir anlamda daha önceki görüşlerini te’kid etmiştir. Çünkü Ebû Medyen’e göre tevhid; insanın ömrü boyunca yapıp ettiklerinin sonunda alacağı en büyük meyve, makamların sonu, hallerin nihâyetidir.
E- MÂRİFET-ÂRİF
Mârifet; Hakk’ı tanımak, hakikati bilmektir. Hakk’ı tanımak, onun vahdaniyetini, kendisini tanıttığı isim ve sıfatları bilmekle olur. Hakikati bilmek ise Allah’ın Samedâniyet ve Rubûbiyet sıfatlarını gereği gibi kavramanın ve gerçek mârifete ermenin imkânsızlığını anlamaktır. Çünkü Allâhü Teâlâ: “Onun diledikleri hâriç, insanlar onun ilminden hiçbir şeyi ihâtâ edemezler.” buyurur. Bir başka âyette ise “Allah’ı hakkıyla takdir edemediler.” buyurmuştur. Bu sebeple Ebû Medyen sürekli, “Allah’ım, bize kendini anlat. Seni ancak seninle tanıyabiliriz.” şeklinde duâ etmiş ve mârifeti “iftihârım, sırrımın ve işimin vazgeçilmez kâidesi olarak tanımlamış ve mârifetin meyvesinin tevhid olduğunu söylemiştir.
Ebû Medyen’e göre insanın nefsiyle mücâhedesinin meyvesi mârifete ulaşmak, sonra velâyet, sonra rabbâniyettir. Mârifet mertebesi rabbânî, ilim mertebesi ise İlâhîdir. Mârifet, ruhun ruhu; lezzet, mârifetin ruhudur. Lezzetin ruhu ise ona bakmaktır. Eğer bir kimse Allah’tan başkasına meylederse, münâcâtm lezzetinden mahrum kalır. Kim Allah’ı bilirse hem uykuda, hem de uyanıkken ondan yararlanır. Eğer mârifeti sağlam olmazsa, o amellerini görmekle meşgul olur ve asla hakikate erişemez.
Ebû Medyen; ârif olmanın şartının, yer ile arş arasındaki her şeye hükmetmek olduğunu söyler.” Âriflerin himmetleri, mevlâlârına işarettir. Onunla her şeyi bileceğin bir şey olmaya gayret et. Bir’le olmayan bir olamaz. Kim Hakk’ı fazîlet cihetinden talep ederse ona kavuşur. Ayrıca Ebû Medyen bir hikmetinde şöyle söyler: “Câhil, ateşi ile seni yakmasa bile kıvılcımı ile sana eziyet eder. Ârif sana ıtır vermese bile kokusundan mütemetti’ olursun.” Yani câhille arkadaşlık eden eninde sonunda zarar görürken, ârif ile arkadaşlık eden bir şekilde ondan yararlanır.
Ârifin zîneti haşyet ve heybet yani korku ve saygı duymaktır. Kişi Allah’ın azametini tanıdıkça ona olan saygısı da korkusu da artar. Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem) bunu açıklama babında şöyle buyurmuştur: “Ben, içinizde Allah’ı en iyi bilen ve ondan en çok korkanmızım.” Ârifin azığı mârifeti, irfânı; zenginin azığı ise gönlünün sevdiği ve yakınlık duyduğudur.
Ebû Medyen; sâliki ona giden, ârifi onda giden olarak tanımlar ve bedel ile ârifi şöyle kıyaslar: “Bedel, ârifin hükmü altındadır. Çünkü bedelin mülkü yerle semâ arası, ârifin mülkü ise arştan yer altına kadardır. Âriflerin menkıbeleri içinde bedellerin menkıbeleri bir anlık şimşek çakması gibidir. Bedelin mârifetteki derecesi rubûbiyet tecellîlerine yaklaşmayı istemek, kutsiyet meclislerine yakın olmaya çalışmak gibidir."
İbn Arabî, şeyhi Ebû Medyen’in makamıyla ilgili şöyle bir rivâyet aktarır: “Bir bedel Şeyh Abdürrezzâk’a şöyle dedi: ‘Şeyh Ebû Medyen’e selâm söyle ve ona: ‘Umûr-ı âlemde tasarruf etmek bize güç gelmiyor, fakat sana güç geliyor. Hâlbuki bizim senin makâmma rağbetimiz var, sen ise bizim makâm ve mertebemize hiç iltifat etmezsin. Bunun sebebi nedir?’ diye sor.’ Bununla beraber Ebû Medyen bu soruyu soran bedelin ve diğer evliyâlarm makâmmı biliyordu. Biz, zaaf ve acziyet makâmında Ebû Medyen’den daha tamınız.” Avni Konuk, burada mârifet yükseldikçe zaaf ve acziyetin artacağını ifade etmiştir. Ona göre Ebû Medyen’in abdalın makâmma rağbet etmemesi ve acz ile zuhûru bu kabildendir. Zira mârifette, onlardan âlîdir. Şeyh-i Ekber de mârifet-i ilâhiyyenin beyanında, mürşidi Ebû Medyen hazretlerinden daha tamdır. Kâşânî (v. 730/1329) de Füsûs şerhinde aczi, mârifetin artmasına bağlamıştır. İbn Arabî bu rivâyette, Ebû Medyen’in mârifette bedelden daha üst makamda olduğunu, insanın Hakk’ı tanıdıkça acziyetinin artacağını ve mârifetin beyâmnda şeyhini geçtiğini anlatmaktadır.
F- CEM-FARK
Sûfîlerin çokça kullandıkları ıstılahlardan biri de cem ve farktır. Cem, toplamak; fark, ayırmak anlamına gelir. Tasavvufî bir terim olarak ise cem, kadîm ile hâdis arasındaki ayrılığın ortadan kalkmasıdır. Zira cem halindeyken, ruh basireti, Allah'ın cemâlini müşâhedeye doğru çekilir. Eşyaları ayırdedici akıl, kadîm olan zât nurunun kendisine galip gelmesiyle örtülü kalır. Hak geldiğinde bâtıl kaybolduğu için, hudûs ile kıdem arasını ayırdetmekten uzaklaşır. Bu hale cem adı verilir. Sonra, izzet perdesi zâtın vechi üzerine örtülünce, ruh madde âlemine dönüş yapar. Bu hale de, tefrika hali denir.
Ebû Medyen’e göre cem, tefrikam ortadan kaldırman ve benliğine işaret eden her şeyi yok etmendir. Kulun sıfatlarının Hakk’ın sıfatlarında kaybolmasıdır. Hak, zuhûr ettiğinde Hak’la birlikte hiçbir şey kalmaz. Bir Te olmayan bir olamaz. Burada Ebû Medyen, cem halinin kulun beşerî sıfatlarından soyutlanarak Hakk’ın sıfatlarında kaybolmasına işaret ettiğini, Hakk’ın varlığının yanında başka bir varlıktan bahsetmenin imkânsızlığını aslında bir anlamda bu durumun tevhîd olduğunu söylemektedir.
Ona göre Hakk’a varmak cennet, ondan ayrılmak cehennem, ona yakınlık lezzet, ondan uzaklaşmak hasret ve ölüm, onunla ünsiyet hayattır. Hakk’a yakın olan bu yakınlık nedeniyle sevinçlidir. Onu seven de bu sevgi ile bir tatlı zevk içindedir. Kim ki Hakk’a vâsıl olan kimseden ayrılırsa yalnızlığa mahkûmdur. Kim de Rabbi ile meşgul olan birini oyalarsa insanların kendisinden nefret ettiği biri olur.
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
MEDYENİYYE TARÎKATİ
I- TARİKATIN İNTİŞÂRI
Ebû Medyen’in Bicâye’deki faaliyetleri ile ilgili bilgiler, ilk dönem kaynaklarında oldukça nadir olarak verilmektedir. Yerli halk tarafından kendisine “şeyhü’ş-şüyûh” ünvânı verilmiş ve binden fazla kerâmet sahibi şeyhi yetiştirdiği söylenmiştir. Şeyhin şöhreti, o kadar yayılmıştı ki ölümünden önce bile o, İfrikıyye’den batıda memleketi Sevilla’ya ve Fas’ın Atlas sahillerine kadar tüm Mağrib bölgelerinde meşhur şahsiyet haline gelmişti.
Ebû Medyen ve müritlerine ithaf edilen VIII/XIV. yüzyıl seyahatnâmesi Ünsü’l- Fakîr'de biyografi yazarı İbn Kuntuz, şeyhin müritlerinin, Mağrib İslam dünyasının her bölgesinden gelen kişiler olduklarından bahsetmektedir. Bu kişilerin çoğu, Ebû Medyen’in Râbıtatü’z-Zeyyât adıyla bilinen zâviyesinde gerçekleşen vaaz meclislerine düzenli olarak katıldıktan sonra onun tarîkatinde hırka giyinmiş şahsiyetlerdir.
Şuaybiyye olarak da anılan Medyeniyye, Kuzey Afrika’da ortaya çıkan ilk tarikat olup başta Şâziliyye olmak üzere bu coğrafyada görülen diğer tarîkatler üzerinde etkili olmuştur. Ebû Medyen’in halîfeleri Abdürrezzâk el-Cezûlî, Abdürrahîm el-Kmâî, Abdüsselâm b. Meşîş ve Ebu’l-Haccâc Yûsuf b. Abdirrahîm el-Uksurî vasıtasıyla Kuzey Afrika’nın her tarafına yayılmıştır.
Kuzey Afrika’dan soma İç ve Orta Afrika ile Ortadoğu’ya kadar yayılan Medyeniyye, zamanla başta Şâziliyye ile Senûsiyye olmak üzere diğer tarîkatler içerisinde erimiş ve XIX. yüzyıla gelindiğinde mensupları yok denecek kadar azalmıştır. Bu durumun sebebini Hüseyin Vassaf (1288-1347/1871-1929) şöyle açıklamaktadır: “Medyeniyye tarîkatine intisap eden sûfîlerin başka tarîkatlerden da icâzetleri olması nedeniyle, bu kişiler meşhur oldukları diğer tarîkatlerle anılmışlar ve böylece Medyeniyye başka tarîkatler içinde kaybolmuştur.”
Morsy Magali, Medyeniyye’nin başka tarîkatler içinde kaybolmasını; Kuzey Afrika’da yaygın olan tarîkatlerin çoğunun, başta Abdülkâdir Geylânî, Ebû Medyen el- Mağribî ve onun öğretilerini geliştiren Ebu’l-Hasan eş-Şâzilî gibi erken dönemlerin meşhur sûfîlerini pîr olarak kabul etmelerine rağmen, müritlerin kendilerini Kâdiriyye, Şâziliyye diye tanımlamayı tercih etmelerine bağlar.
Ebû Medyen el-Mağribî, batı İslam dünyasında VI/XII. yüzyılın en etkili sûfîsi olmasına rağmen bugün çok az Medyenî gruplar vardır. Medyeniyye tarîkati, Mısır ve çevresinde yayılmış olmasına rağmen, Anadolu ve İstanbul’da yayıldığı yönünde bir bilgi bulunmamaktadır. Sadece kaynaklarda hangi tarîkate bağlı olduğuyla ilgili net bir bilgi olmasa da Şeyh Bedreddîn Simâvî’nin (770-822/1368-1419), Hüseyin Ahlâtî (v. 808/1405) 7^A ve Ebu’l-Feth es-Saîdî vasıtasıyla Ebû Medyen’den tarîkat aldığı nakledilmektedir.
Ebû Medyen’in tarîkati Mısır’da halîfesinin halîfesi Ebu’l-Hasan eş-Şâzilî tarafından yayılmıştır. Ebu’l-Hasan eş-Şâzilî, bu topraklarda büyük vârisler bırakmıştır. İskenderiye’nin hâmîsî kabul edilen Ebu’l-Abbâs el-Mürsî, Mısır’da tevhîd ve mârifetullâh hakkında en önemli eserlerden birisi olan el-Hikemü'l-Atâiyye‘>xm\. müellifi İbn Atâillâh el-İskenderî ve fütüvvet ehlinin babası Seyyidî Ahmed el-Bedevî bunlardandır.
Şeyh Ebû Medyen’in tarîkatini devam ettirenler arasında şu isimleri de zikredebiliriz: Cezâyir’in hâmîsi, ünlü sûfî, velî ve el-Cevâhiru’l-Hassân fi Tefsîri’l-Kur’ân isimli tefsirin sahibi Seyyidî Abdurrahmân es-Saâlibî (v. 873, 875/1468, 1470) ve Mağrib’in önemli şehirlerinden biri olan Melyâna'nın hâmîsi Seyyidî Ahmed b. Yûsuf el-Melyânî. Böylece Medyeniyye’nin bu topraklardaki nüfuzu onaltıncı asra kadar etkili bir şekilde devam etmiştir.
Tarîkatin Mısır ve çevresinde yayılması Ebû Medyen’in çok geniş bir aileye sahip olmaması sebebiyle genellikle halîfeleri vasıtasıyla olmuştur. Kaynaklarda Ebû Medyen’in oğlu Medyen’in ve torununun Mısır’a gidip orada bir aile kurdukları ifade edilse de gerek oğlu ve torunu hakkında gerekse bu torunun Medyeniyye tarîkatini yaydığına dair bir bilgi yoktur. Taftazânî, Mısır’daki tarîkatleri sayarken Medyeniyye’den hiç bahsetmemiş, Ebû Medyen’i sadece Şâziliyye tarîkatinin silsilesini verirken zikretmiştir.
Massignon İslam dünyasındaki tarîkatleri ve mensuplarım sayarken Medyeniyye '(Şuaybiyye) tarîkatinin Mısır’da mensupları olduğundan bahsetmiştir. Louıs Rinn ise Cezâyir, Oran ve Kasantina’da 1600 Medyenî olduğunu söyler. Sonuç olarak diyebiliriz ki Medyeniyye, Kuzey Afrika’da ortaya çıkan ilk tarîkat olmasına ve gerek bu coğrafyada gerekse de İslam ülkelerinde görülen diğer tarîkatler üzerinde etkili olmasına rağmen zamanla başta Şâziliyye ve Senûsiyye olmak üzere diğer tarîkatler içerisinde erimiş ve XIX. yüzyıla gelindiğinde kendilerini Medyenî olarak ifade eden mensupları giderek azalmıştır.
Medyeniyye, tarihe karışmış bir tarîkat olmakla birlikte pîrin etkisi hâlâ devam etmektedir. Pîr bugün dahi Tilimsen ve çevresinin mânevî sahibi ve koruyucusu olarak kabul edilmekte, bütün Kuzey Afrika’da büyük saygı görmektedir.
Cornell’e göre tasavvuf yolunda ilerlemek isteyenler için Mağrib’in batısında ehl-i sünnete bağlı başka sûfî topluluklar bulunmasına rağmen şiirleri, hikmetleri ve risâleleri kadar şeyhin gerçekleştirdiği sohbetlerinin tesiri ve halîfelerinin yoğun gayretleri ile de Medyeniyye, asırlardır Mağrib İslam toplumunda ortaya çıkan ıslahat hareketlerine model olmuştur. Mağrib tarihi boyunca Ebû Medyen’in öğretilerinin yeniden gün yüzüne çıktığı, sık sık yenilendiği görülmektedir. İslam toplumunda ne zaman bir çürüme ve bozulma görülse Ebû Medyen’in düşüncesinin çözüm yolu olarak görüldüğü bilinmektedir.
II- MEDYENİYYE’NİN SİLSİLESİ VE KOLLARI
A- SİLSİLE
Kaynaklarda Medyeniyye tarîkatinin silsilesi konusunda birkaç farklı bilgi bulunmaktadır. Bandırmalızâde Medyeniyye silsilesini şöyle vermektedir: Hz. İmam Ali (v. 40/660), Haşan el-Basrî (21-110/641-728), Habîb el-A’cemî (v. 120/738), Dâvud et-Tâî (v. 184/800), Ebû Mahfuz Mârûf Ali el-Kerhî (v. 200/815), Ebu’l-Hasan Serî es-Sakatî (v. 253/867), Cüneyd el-Bağdâdî (v. 297/909), Ebû Ali er-Ruzbârî (v. 322/933), Ebû Osman el- Mağribî (v. 373/983), Ebu’l-Kâsım Gürgânî (v. 450/1058), Ebû Bekir en-Nessâc (v. 474/1081), Ahmed Ârif b. Muhammed el-Gazâlî (v. 520/1126), Ebu’l-Fazl Muhammed el- Bağdâdî, Ebu’l-Berekât Ali el-Bağdâdî (v. 583/1187), Ebû Saîd el-Endülüsî (v. 589/1193), Ebû Medyen el-Mağribî (594/1197).
Hüseyin Vassâf bu silsilede, fazla ve eksik bazı isimlere rastladığım belirtmektedir: “Mesela Ebû Ali er-Ruzbârî’den sonra bazı silsilenâmelerde Ebû Ali Kâtib-i Hüseyin hazretleri gösterilmiş, Ebu’l-Kâsım Gürgânî bazı silsilenâmelerde hiç zikredilmemiştir. Ebu’l-Fazl Muhammed el-Bağdâdî ise Şeyh Ebu’l-Fazl İbrâhim el-Bağdâdî şeklinde gösterilmiştir. Başka silsilenâmelerde Şeyh Ebu’l-Berekât’tan sonra Ebû Ya’zâ el-Mağribî ismini göremedim.” der.
Zebîdî ise Medyeniyye silsilesini; Ebû Medyen, Ebû Ya’zâ, Abdülkâdir Geylânî, Ebû Abdullâh ed-Dekkâk, Ebû Ali es-Savâf, Ebû Bekir et-Tartûşî, Ebû Bekir eş-Şâşî, Şiblî (v. 334/945), Cüneyd olarak verir.
Mağrib tarîkatleri, silsilelerini genelde ikinci bir ser-halka kabul edilen Ebû Medyen’e dayandırmaktadırlar. İlk kaynaklardan hareketle Ebû Medyen’in silsilelerini şu şekilde sıralayabiliriz:
Birinci silsile:
Cüneyd-i Bağdâdî, Ebû Tâlib el-Mekkî, İmâmü'l-Harameyn Abdülmelîk b. Abdullâh el-Cüveynî (v. 478/1085), İmam-ı Gazâlî, Ebû Bekir b. Arabî, Sâlih b. Hirzihim, Ali b. İsmâil b. Hirzihim, Ebû Medyen.
İkinci silsile:
Cüneyd-i Bağdâdî, Ebu'l-Ferec Muhammed et-Temîmî, Ebu’l-Kâsım el-Kuraşî, Ebû Saîd Mübârek el-Mahzûmî, Abdülkâdir Geylânî, Sâlih b. Hirzihim, Ali b. İsmâil b. Hirzihim, Ebû Medyen.
Üçüncü silsile:
Cüneyd-i Bağdâdî, Ebu’l-Hüseyin b. Muhammed en-Nûrî, Ebû Bekr ed-Dîneverî, Ebu'1-Fazl Abdullah el-Cevherî, Ebû Yennûr Abdullah ed-Dükkâlî el-Ağmâtî, Ebû Şuayb Eyyüb b. Saîd es-Sanhâcî, Ebû Ya'zâ Yelnûr, Ebû Medyen.
Ebû Medyen’in bir şeyhinin de Abdülkâdir Geylânî olduğu, çünkü Ebû Medyen’in, hacda Abdülkâdir Geylânî’den hırka giydiği söylense de, Sâdık Vicdânî’ye (m. 1869-1939) göre bu, tarîkat hırkası olmayıp, hırka-i teberrüktür. Bu nedenle Medyeniyye Kâdırıyye’nın bir şubesi değildir. Ebû Medyen, Abdülkâdir Geylânî’den fazlasıyla istifade etmiştir, ancak Ebû Medyen’in silsilesinde Abdülkâdir Geylânî yer almaz.
Ebû Medyen hac dönüşü esnasında Tunus’a da uğramış ve Kâdirîliği Mısır’da yayan Abdülazîz el-Mehdevî, Ebû Saîd el-Bâcî, Muhammed ed-Debbâğ, Ebû Ali en-Nefdî, Ebû Yûsuf ed-Demhânî ve et-Tâhir el-Mezûğî es-Sâfî ile görüşmüş ve bu şahıslar Ebû Medyen’den tarîkat almışlardır. Bu sebeple Kâdiriyye’nin Mağrib’tekı temsilcileri, Ebû Medyen’i ölümünden sonra, tarîkatlerinin belli başlı şeyhlerinden biri kabul etmişlerdir.
B- MEDYENİYYE’NİN KOLLARI
Medyeniyye tarîkatinin şubeleri konusunda kaynaklarda birkaç farklı bilgi bulunmaktadır. Harîrîzâde Medyeniyye’nin kollarını Şâziliyye, Aleviyye, Şeybâniyye, Ekberiyye, Amûdiyye, Zerrûkiyye, Tâziyye, Abbâsiyye, Haccâciyye, Mehdâviyye, Meymûniyye, Yâfıiyye, Cebertiyye olarak verir. Bazı kaynaklarda Medyeniyye’nin kollan Cebertiyye, Meymûniyye, Dücâniyye, Ulvâniye, Ulvâniyye-ı Hamavıyye, günümüz çalışmalarında ise Şâziliyye, Yâfıiyye ve Ekberiyye olarak belirtilmiştir. Biz kaynaklardan hareketle kronolojik sırayı göz önünde tutarak Medyeniyye’nin kolları olan tarîkatler hakkında kısaca bilgi vereceğiz:
SEBTİYYE
Ahmed b. Ca’fer es-Sebtî’ye (524-601/1129-1204) nisbet edilir. Silsilesi şöyledir: Ebû Ya’kûb Yûsuf b. ez-Zeyyât (v. 627/1229), Muhyiddîn b. Arabî, Ahmed b. Ca’fer es-Sebtî, Ebû Muhammed es-Sâlih, Ebû Medyen el-Gavs. Sebtiyye’nin Şâziliyye’nin kollarından olduğu söylense de Şâziliyye’nin kurucusu Ebu’l-Hasan eş-Şâzilî’nin (593-656/1196-1258) yaşadığı yıllar göz önüne alındığında, bunun kronolojik olarak mümkün olmadığı görülmektedir.
Ebu’l-Abbâs Ahmed b. Ca’fer el-Hazrecî es-Sebtî 524/1129 yılında Sebte’de doğmuştur. İlk dînî bilgileri Ebû Abdullah Muhammed el-Fehhâr’ın yanında almış sonra ilim tahsili gayesi ile on altı yaşındayken Merâkeş’e gitmiştir. Kırk yıl kadar Merakeş yakınlarındaki Igilliz dağında kalmıştır. Sultan Mansur’un daveti ile halvetini tamamlamış ve 580/1184 yılında Merâkeş’e gelmiştir. Vefatına (601/1204) kadar müderris olacak hizmet etmiştir. Cömertlik ve yardımlaşma esasına dayanan tasavvufî düşünceye sahip olduğu için İbn Arabi, onu “sahibü’s-sadaka” olarak tanımlamıştır. Bu özelliğinden dolayı tarikâtine “el- Mezhebü’l-Cûdî” adı verilmiştir. Gazâlî, Abdülkâdir Geylânî, Ebû Ya’zâ ve İbn Hirzihim’in tasavvufî çizgisini sürdürmüştür. Sosyal sorunlara karşı duyarlı olmuş ve toplumsal huzurun sağlanması için çalışmıştır. Geniş kitleleri etkilediği fikirleriyle resmi otoritenin takdirini kazanmıştır. Merakeş’in manevi hâmisi kabul edilir.
Ebu’l-Abbâs es-Sebtî’nin güzel bir görünüşe, basit bir dille konuşmasına rağmen akıcı bir üsluba ve güçlü bir münazara yeteneğine sahip olduğu rivâyet edilir. Elinde avucunda neyi varsa tasadduk ederek sebeplere bağlanmayı terk etmiş, tevekkül ehli bir zâttır. Kendisine eziyet edenlere sabır ve nezaketle davranmış, iyilikle karşılık vermiştir. Fakirlere ve yetimlere şefkat ve merhametle muâmele etmiştir. Melâmet neşvesinin gereği olarak sokakta dilencilik yapmış, topladığı sadakaları yoksullara dağıtmıştır. Merâkeşlilerden bir kısmı, onu “kutbu’1- aktâb” olarak görürken, bazıları da şeriatın usulüne bağlı kalmadığı gerekçesiyle bid’atçı olarak küfür ve sihirbazlıkla itham etmiştir. Kendisiyle ilgili birçok menkıbe nakledilmektedir.75 5
MEHDÂVİYYE
Abdülazîz b. Ebû Bekir el-Mehdâvî’ye (v. 621/1224) nisbet edilir. Endülüs’te ilim tahsil ettiği ve İbn Arabi’yle mektuplaştığı nakledilmektedir. Hayatı hakkında bilgi bulunmamaktadır.
MEŞÎŞİYYE
Abdüsselâm b. Meşîş el-Hasenî el-İdrisî’ye (v. 625/1227) nisbet edilir. Tasavvuf hırkasını Ebû Medyen’den giymiştir. İbn Meşîş’in evrâdı, “es-Salavâtü ’l-Meşîşiyye" adıyla günümüze kadar gelmiştir. İbn Meşîş el-Hasenî’nin (v. 624/1226) önce Şâziliyye’ye intisap eden, sonra da ondan ayrılan müritlerinin X/XVI. asırda kurmuş oldukları bir tarîkattir.
ABBÂSİYYE
Ebu’l-Abbâs Ahmed b. Muhammed el-Endülüsî’ye (v. 633/1235) nisbet edilir. Ebu’l-Abbâs 633/1236 yılının Şevval ayında vefat etmiştir ve Ebu’s-Suûd b. Aşâir’in zâviyesinin yakınında olan Karafe’deki zâviyesinde medfundur. Tarîkat silsilesi şöyledir:, Celâleddîn el-Kürkî, el-Muammer Ebî Abdullâh Muhammed b. Ali el-Bekrî el-Maksimî (v. 900/1495), EbuT-Feth Muhammed b. Halil el-Mâlikî (v. 821/1418), el-Muammer Şemseddîn Muhammed b. İbrâhim b. Muhammed b. Abdullâh b. Muhammed b. el-Velî el-Abbâsî, Burhaneddîn İbrâhim b. Mûsâ b. Eyyûb el-Enbâsî (v. 799/1397), Sirâceddîn Ebû Hafs Ömer el-Fercûtî, Ebu’l-Hasan Ali, Ebu’l-Hasan el-Megâvirî, Ebu’l-Abbâs, Ebû Ca’fer b. Seyyid el- Hızâî, Ebû Medyen el-Gavs.
EKBERİYYE
Muhyiddîn İbn Arabi’ye nisbet edilir. İbn Arabî, 17 Ramazan 560/28 Temmuz 1164’te Endülüs’ün güneydoğusunda bulunan Mürsiye şehrinde doğmuştur. İlk eğitimini ve dînî bilgilerini, dînî ve tasavvufî bilgilerle mücehhez olduğu bilinen ailesinden almıştır. Sekiz yaşında ailesiyle birlikte İşbiliye’ye göç etmiş, bölgenin ileri gelen âlimlerinden zâhirî ilimleri tahsil etmiştir. Daha küçük yaşta, ünlü filozof İbn Rüşd’ün dikkatini çekmiş ve takdirini kazanmıştır. Zâhirî ilimleri, kendilerinden okuduğu şeyhlerin çoğunun tasavvufî yönleri de olduğu için, genç yaşlarda mânevî ilimlerde derinleşmiştir. Tasavvufî hayatı boyunca üçyüzü aşkın şeyhten istifade etmiş olan İbn Arabi’nin şeyhi, eserlerinde sürekli kendisinden bahsettiği, kendisiyle görüşmediği halde “Şeyhim” dediği Ebû Medyen el- Mağribi’dir. Bu nedenle Ekberiyye Medyeniyye’nin bir şubesi sayılmıştır.
İbn Arabî, hayatı boyunca İslam ülkelerine seyahatler yapmış, Anadolu’ya gelmiş, Konya’da kalmış ve sonra Şam’a dönmüştür. Son ve meşhur eseri Füsûsu’l-Hikenfi burada telif etmiş ve 22 Rebiülâhir 638/10 Kasım 1240 tarihinde Şam’da vefat etmiştir. Cenazesi, Kâsiyûn dağı eteğindeki Sâlihiyye semtinde bulunan Kadı Muhyiddîn İbnü’z-Zekî ailesinin kabristanına defiıedilmiştir. Osmanlı padişahı Yavuz Sultan Selim, kabrin üzerine bir türbe, yanına da bir câmi ve tekke yaptırmıştır.
Eserlerinin sayısı tahminen 550 civarında olan ve bunlardan 245’i günümüze kadar ulaşan İbn Arabi’nin fikirleri, daima tesirli ve canlı kalmıştır. Meşhur eserlerinden bazıları şunlardır:
El-Fütühâtü'l-Mekkiyye fi Ma’rifeti’l-Esrâri’l-Mâlikiyye ve’l-Mülkiyye (Beyrut- 1994).
Füsûsu ’l-Hikem ve Husûsü ’l-Kilem (Beyrut-1946).
Et-Tedbîrâtü’l-llâhiyye fi Islâhı Memleketi’l-înşâniyye (trc. ve şrh.: Ahmed Avni Konuk, haz.: Mustafa Tahralı, İstanbul-1992).
Tercümânü ’l-Eşvâk (trc.: Mahmûd Kanık, İstanbul-1990)
Eserlerinde savunduğu vahdet-i vücûd anlayışını benimseyenler, kendisine “Şeyh-i Ekber” (en büyük şeyh) lakabını takmışlardır. Ekberiyye tarîkati, adını bu lakaptan almıştır. Fakat tasavvuf tarihinde, Ekberiyye adıyla yaygın bir tarîkat yoktur. İbn Arabi’nin yolu tarîkatler üstü bir irfan yoludur. İbn Arabi’nin sistematik olarak ortaya koyduğu vahdet-i vücûd anlayışı, bütün tarîkatlere tesir etmiştir.
HACCÂCİYYE
Ebu’l-Haccâc Yûsuf el-Uksurî’ye (v. 642/1244) nisbet edilir. Ebu’l-Haccâc, Ebû Medyen’in halîfesi Abdürrahîm el-Kmâî’nin mürididir. Önce Bağdat’ta daha sonra Mısır’ın Uksur bölgesinde yaşamıştır. Uksur’da yaptırdığı mescitte, müritlerini eğitmiştir. Haccâciyye tarîkatinin esasları şunlardır: Kur’an ve sünnete bağlılık, Allah’ın zâtından başka hiçbir şeye kendini kaptırmamak, hulûl ve ittihaddan sakınmak, tarîkatten dönmemek, şeyhiyle sohbette nefis, mal-mülk düşüncesini terk etmek, ihvâna haset etmemek. Ayrıca Haccâciyye’de tarîkate girmek isteyen kişinin, şeyhin huzurunda şehâdet etmesi zorunlu tutulmamıştır. Ebu’l-Haccâc el-Uksurî’ye göre sâlik, şeyhe gönülden bağlıysa onun sûretine ihtiyacı yoktur. Aralarında birlik hâsıl olduysa hakîkî kemâl budur.
ŞÂZİLİYYE
Ebu’l-Hasan eş-Şâzilî’ye (593-656/1196-1258) nisbet edilir. Mağrib-i Aksâ’da bugün İspanya sınırları içinde kalan Sebte yakınlarındaki Gammara’da doğan Ebu’l-Hasan eş-Şâzilî, Tunus, Fas, Mısır, Irak gibi pek çok ülkeye seyahat etmiş ve birçok şeyhden yararlanmıştır.
Ebu’l-Hasan eş-Şâzilî’nin yaşadığı yıllarda, Ebû Medyen vefat etmiş olmasına rağmen, tesiri gerek halk gerekse ilim çevrelerinde hâlâ devam ediyordu. Onun talebeleri, Mağrib’in her tarafına yayılmıştı. Şâzilî’nin çocukluk ve tahsil dönemlerinde Ebû Medyen’in talebelerinden Ebû Abdullâh b. Harâzim, Ebû Muhammed Abdülazîz el-Mehdî, Ebû Saîd el- Bâcî, Abdüsselâm b. Meşîş ile görüşmüş, sohbetlerine katılarak ders almıştır. Daha çocuk yaşta, İbn Harâzim’e intisap edip tasavvuf hırkasını ondan giymiştir. Yani Şâzilîyye tarîkatinin silsilesi, Ebû Medyen’e dayanır. Ebu’l-Hasan eş-Şâzilî’nin tasavvuf hırkasını Ebû Medyen’in halîfelerinden giymesi nedeniyle Şâziliyye, Medyeniyye’nin bir şubesi sayılmıştır. Zebîdî ve Massignon da Şâziliyye’yi Ebû Medyen ve Tunuslu Ali eş-Şâzilî’nin kurduğunu söylemiştir. Kuzey Afrika tasavvuf araştırmacılarından Eric Geoffroy ise, Şâziliyye’nin kaynağının Medyeniyye olduğunu belirtmiş ve bu sebeple Ebû Medyen’in Şâziliyye’nin kurucusu olarak kabul edilebileceğini ifade etmiştir.
Şâziliyye tarîkatinde, temel esaslar kısaca şöyledir: Şâziliyye usûlünde sekrden çok sahv ve temkine itibar edilir. Bu yüzden nefis eğitiminde, insanı vecde getiren unsurlara (semâya) pek rastlanmaz. Şâziliyye tarîkatinde terbiye için riyâzât ve mücâhede yaparak nefse eziyet etme üzerinde durulmaz. Nefsi itaat altına almada Allah sevgisinin eziyetten daha önemli olduğu belirtilir. Sâlih amel üzere olduğu müddetçe helâl dairedeki zevklerden mahrum kalmaya gerek yoktur. Şâzilî; “Haddini ve nimetin kaynağını bildikten sonra tevâzû ile rahat yaşamasından dolayı Allah hiçbir kuluna azap etmez. Ancak büyüklenip kibirlenmesinden dolayı azap eder.” sözü ile bu durumu açıklar. Nefsi terbiye etmenin en kısa yolu, başkasına hizmet etmekten geçer.
Şâzilî, sağlığında müritlerine dervişliği simgeleyen hırka giydinnemiştir. Bu nedenle, başta şekil ve merasimden uzak bir tarikatken zamanla şeyhlerin hırka giydirmesi bu tarîkatte de yaygın hale gelmiştir.
Tarîkat mensuplarına kendi hayatları içinde eğitim verilmesi esastır. Şâzilî’nin bu yaklaşımı; “Bu yol zanaati terk ederek arpa ve hurma yeme ya da ruhbanlıkla geçinme yolu değildir. Bu yol sabır ve hidâyette yakîne erme yoludur.” sözü ile dile getirilmiştir. Şâziliyye tarîkatinde seyr u sülûkün dört temel mertebesi şöyle sıralanır: Tövbe (kişinin günahtan temizlenmesi), istikâmet (mürîdin emrolunduğu gibi dosdoğru olması), tehzib (ahlakın süslenmesi, kalbin saflaştırılması), takrib (sülûkün nihâî gayesi, Allah’a yaklaşmak).
SÂ’DİYYE
Sa’deddîn el-Cibâvî eş-Şeybânî’ye (593-700/1196-1300) nisbet edilir. Havran ile Şam arasındaki Cebâ köyüne yerleşen Sa’deddîn’in, bölgede haydutluk gibi olaylara karışan kişilere katıldığı, hatta bazen eşkıyâ başı olduğu zikredilir. Bu durumu işiten babası Şeyh Yûnus eş-Şeybânî’nin, rahatsızlık duyduğu, ıslahı için Allah’a duâ ettiği ve duâsmın bereketiyle Sa’deddîn’in bu yoldan döndüğü nakledilmektedir. Daha sonra Şeyh Sa’deddîn, Mekke’ye giderek Medyeniyye’nin Şeybâniyye kolunun kurucusu olan babası Mezîd b. Yûnus eş-Şeybânî’nin yanında seyr ü sülûka başlamış ve tasavvufî terbiyesini 77S tamamlamıştır.
Harîrîzâde, Sa’diyye’nin Medyeniyye’nin bir kolu olduğunu zikreder. Ona göre, Şeyh 77A Sa’deddîn Cibâvî’nin dedesi Yûnus eş-Şeybânî, Ebû Medyen’den tarîkat dersi almıştır.
Tabibzâde Mehmet Şükrü Silsilenâme’sinde Yûnus eş-Şeybânî’nin şeyhi olarak Ebû Medyen’i gösterir. Hüseyin Vassâf da Şeyh Yûnus eş-Şeybânî’nin, Ebû Medyen el- Mağribî’den hilâfet aldığını kaydeder. Ayrıca Şehbenderzâde, Ebû Medyen’in Sa’deddîn Cibâvî’nin büyük dedesi olduğunu söylemektedir. Sa’diyye tarîkati araştırmacılarından Hür Mahmut Yücer, bu bilgilerin İstanbul kaynaklarında geçtiğini, aynı bilgileri Sa’diyye kaynaklarından doğrulamanın mümkün olmadığını ifade etse de Ebû Medyen’in çağdaşı Sa’deddîn Cibâvî ile bir şekilde görüşebilme ihtimalini de göz ardı etmez. Sonuç olarak Şeyh Sa’deddîn el-Cibâvî’nin silsilesi, babası ve büyük kardeşi aracılığıyla Ebû Medyen Mağribî’ye ulaşması hasebiyle Sa’diyye’nin Medyeniyye’den beslendiğini, Sa’diyye’nin Medyeniyye’nin bir kolu olabileceğini söyleyebiliriz.
Sa’diyye tarîkatinin Şeyh Ebû Medyen el-Mağribî’ye dayanan silsilesi şöyledir: Hz. İmam Ali (v. 40/660), Haşan el-Basrî (21-110/641-728), Habîb el-A’cemî (v. 120/738), Dâvud et-Tâî (v. 184/800), Ebû Mahfuz Mârûf Ali el-Kerhî (v. 200/815), Ebu’l-Hasan Serî es-Sakatî (v. 253/867), Cüneyd el-Bağdâdî (v. 297/909), Ebû Ali er-Ruzbârî (v. 322/933), Şeyh Ebû Ali Kâtib Hüseyin (v. 352/963), Ebû Osman el-Mağribî (v. 373/983), Ebu’l-Kâsım Gürgânî (v. 450/1058), Ebû Bekir en-Nessâc (v. 474/1081), Şeyh Ebu’l-Vefâ İbrâhim (v. 531/1136), Ebu’l-Fazl Muhammed el-Bağdâdî(v. 550/1155), Ebu’l-Berekât Ali el-Bağdâdî (v. 583/1187), Ebû Saîd el-Endülûsî (v. 589/1193), Ebû Medyen el-Mağribî (v. 594/1197), Yûnus eş-Şeybânî (v. 620/1223), Mezîd b. Yûnus eş-Şeybânî (v. 640/1242), Sa’deddîn b. Yûnus el-Cibâvî eş-Şeybânî (593-700/1196-1300).
YÂFIİYYE
Afîfuddîn Ebû Muhammed Abdullâh b. Es’âd el-Yâfiî el-Yemenî’ye (698-768/1298- 1366) nisbet edilir. İmam Yâfiî, Aden’de doğmuş ve ilköğrenimini orada tamamlamıştır. O, daha sonra hac için Mekke’ye gitmiş, oradan Şam’a geçmiş, halvete girme arzusuyla memleketine dönmüştür. Bu arada, Tavâşiyye’nin kurucusu Alî et-Tavâşî’ye intisap ederek, ondan seyr u sülûkunu tamamlamıştır. Sonra ilimle iştigal etmeye tekrar karar vererek Mekke’ye gitmiş ve bir müddet burada ilimle meşgul olmuştur. Fakat on sene kadar İlmî çalışmalarına ara vermiş ve Şam, Beytü’l-Makdis, Mısır seyahatlerinde bulunmuştur. Sonra İlmî hayatına yeniden dönmüş ve Mekke ile Medîne arasında birçok âlimden yararlanma fırsatı bulmuştur. Yemen’e tekrar gidip şeyhi Alî et-Tavâşî’yi ziyaret eden İmam Yâfiî, Mekke’ye geri dönmüş ve orada vefat etmiştir.
Kıymetli bir sûfî olmasının yanısıra, aynı zamanda velûd bir müellif olan Yâfiî geride çok kıymetli eserler bırakmıştır. Brockelmann (1285-1375/1868-1956), onun yirmi beş eserini zikrederken, Bağdatlı İsmâil Paşa (1255-1338/1839-1920), kırk kadar eserinin adım verir. Onun önemli eserlerinden bazıları şunlardır:
Mir ’âtii 'l-Cinân ve İbretü ’l-Yakzân (Kâhire-1993).
Neşru ’l-Mehâsin (thk.: İbrâhim Atve ivaz, Kâhire-1961).
Ravzu ’r-Reyâhîn fi Hikâyâti ’s-Sâlihîn (Beyrut-2000).
Arabistan ve Yemen’de intişar eden Yâfiiyye, Medyeniyye, Şâziliyye, Sühreverdiyye, Rifâiyye’den de icâzetli câmiu’t-turuk bir tarîkattir.
Yâfiiyye, Kâdiriyye’nin önemli kollarından biri olmakla birlikte, Abdullâh el- Yâfiî’nin Ebû Bekir Sâlih el-Berberî, Necmeddîn Kemâl el-Kûfî, Ebu’l-Fütûh es-Saîdî silsilesiyle Ebû Medyen el-Mağribî’den tarîkat alması, Harîrîzâde’nin Yâfiiyye’yi Medyeniyye’nin kolları arasında sayması ve Yâfiiyye’nin câmiu’t-turuk bir tarîkat olması hasebiyle Medyeniyye’nin kolları arasında zikredilebilir.
CEBERTİYYE
Şerefeddîn Ebu’l-Ma’rûf İsmâil b. İbrâhim el-Cebertî’ye (722-806/1322-1403) nisbet edilir. İsmâil b. İbrâhim el-Cebertî, 722/1322’de Yemen’in Zebid şehrinde doğmuştur. Gençliğinde ilim tahsiliyle meşgul olmuş, bir süre hocalık yaptıktan sonra kendisini, zühd ve ibâdete vermiştir. Kısa sürede bölgenin en tanınan ve itibar gören şeyhi olmuştur. Çevresine pek çok mürit toplanmıştır. Müritlerine vird olarak her gün Yâsîn sûresini okumalarım tavsiye etmiştir. İbn Arabi’nin görüşlerine son derece bağlı olduğundan, onun Füsûsu ’l-Hikem isimli eserinin bir nüshasına mutlaka sahip olunması gerektiğini söylemiştir. Zebid’de vefat eden el- Cebertî, Bâbü’s-Siham Mezarlığı’nda toprağa verilmiş ve burada kendisi için muhteşem bir türbe yapılmıştır. Zebid’in mânevi sahibi ve koruyucusu kabul edilmiştir.
Cebertiyye Tibyân’âa Ekberiyye’nin, İkdü’l-Cevher'de ise Ehdeliyye’nin bir kolu olarak gösterilir. İsmâil el-Cebertî, Şâziliyye ve Kâdiriyye’den de hırka giyerek icâzet aldığı için Cebertiyye câmiu’t-turuk bir tarîkattir. Ama bu tarîkatlerin el-Cebertî’ye ulaşan 7QA silsileleri, Ebû Medyen’de birleştiği için Cebertiyye, Medyeniyye’nin bir şubesi sayılır. Tarîkatin kurucusu, Zebid’de bir medreseye sahiptir. Bu medrese, yıllarca ilim âlemine hizmet vermiş, Abdülkerîm el-Cîlî (767-832/1365-1428) ve Fîrûzâbâdî (729-816/1328-1413) gibi nice değerli insanları yetiştirerek İbn Arabî çizgisindeki Cebertî tasavvuf geleneğinin devam etmesini sağlamıştır.
Nİ'METULLÂHİYYE
Seyyid Şâh Nûreddîn Ni'ınetullâh-i Velî-yi Kirmânî’ye (731-834/1330-1430) nisbet edilir. Şâh Ni'ınetullâh-i Velî, yirmi dört yaşlarında iken hac ziyareti sırasında Yâfıiyye tarîkatinin pîri, Ebû Medyen’in halîfelerinden Abdullâh b. Es’âd el-Yâfiî ile karşılaşmış ve kısa bir süre içinde kendisine intisap etmiştir. Dolayısıyla Ni'ınetullâhiyye tarîkatinin silsilesi, Abdullâh b. Es’âd el-Yâfiî vasıtasıyla Ebû Medyen el-Mağribî’ye ulaşır. Bu tarîkat hakkında çalışmaları olan Cevâd Nûrbahş, Şâlı Ni'ınetullâh-i Velî’nin Tarâiku’l-Hakâik’da verilen kendi silsilesini zikrettiği bir şiirinden hareketle Ni'ınetullâhiyye’yi, Medyeniyye’nin bir şubesi olarak gösterir. Şâh Ni'ınetullâh-i Velî’nin silsilesi şöyledir:
Hz. İmam Ali (v. 40/660), Haşan el-Basrî (21-110/641-728), Habîb el-A’cemî (v. 120/739), Dâvud et-Tâî (v. 184/800), Ebû Mahfuz Mârûf Ali el-Kerhî (v. 200/815), Ebu’l- Hasan Serî es-Sakatî (v. 253/867), Cüneyd el-Bağdâdî (v. 297/909), Ebû Ali er-Ruzbârî (v. 322/933), Ebû Ali el-Kâtib (v. 352/960), Ebû Osman el-Mağribî (v. 373/983), Ebu’l-Kâsım Gürgânî (v. 450/1058), Ebû Bekir en-Nessâc (v. 474/1081), Ahmed Ârif b. Muhammed el- Gazâlî (v. 520/1126), Ebu’l-Fazl Muhammed el-Bağdâdî (v. 550/1155), Ebu’l-Berekât Ali el- Bağdâdî (v. 583/1187), Ebû Saîd el-Endülüsî (v. 589/1193), Ebû Medyen el-Mağribî (594/1197), EbuT-Fütûh el-Saîdî, Necmeddîn Kemâl el-Kûfî, Ebû Bekir Sâlih el-Berberî, Abdullâh el-Yâfıî, Ş âh Nîmetullâh Velî.
Ahmet Yaşar Ocak ise, Şâh Ni'ınetullâh-i Velî’nin, İmam Yâfiî’ye intisap ettiğini belirtmesine rağmen, onun Mısır’da bazı Kalenderi şeyhleriyle görüşmesini daha ön planda tutarak bu tarîkati, Kalenderiyye’nin kollarından birisi olarak kabul eder.
Şâh Ni'ınetullâh-i Velî’nin kendi silsilesini bir şiirinde de zikrettiği gibi günümüzde daha çok Şiî bir tarîkat olarak kabul edilen Ni'ınetullâhîliği, tarîkat tekniği açısından, Sâdık Vicdânî ve Dilâver Gürer’in de belirttiği üzere yukarıdaki silsilesiyle Medyeniyye’nin bir kolu olarak kabul etmek bize göre de en doğru görüştür.
AYDERÛSİYYE
Medyeniyye’nin Yemen koludur. Ebû Bekir b. Abdullâh el-Ayderûs’a (851-914/1447- 1508) nisbet edilir. O, Aden’in en büyük velîsi ve mânevî koruyucusu olarak kabul edilir. 851/1447’de Terim’de doğmuştur. İlk dini bilgileri burada almış ve daha sonra tasavvufa yönelmiştir. Ömrünün son yirmi beş yılını geçirdiği Aden’de 914/1508’de vefat etmiştir. Türbesi ve yanındaki câmi, Aden’in en büyük ziyaret yerlerindendir. Her yıl 11-15 Rebîulevvel’de burada, adına ihtifal tertip edilmektedir. Yapılan araştırmalarda Ebû Bekir el- Ayderûs’un, el-Cüz'ü'l-LatîffîÎlmi’t-Tahkîmi’ş-Şerîf isimli bir tasavvufî eseri ile Basit, Vasît ve Veciz adlı üç evradı olduğu nakledilmektedir. Menkıbelerini, müritlerinden Muhammed b. Ömer Bahrak, Mevâhibü ’l-Kuddûs fi Menâkıbi İbni ’l-Ayderûs adındaki eserde toplamıştır.
Zebîdî, Ayderûsiyye’yi Medyeniyye’nin Yemen kolu olarak göstermekte, Harîrîzâde, Ayderûsiyye’nin kurucusunun Abdullâh b. Ebû Bekir es-Sekrân (v. 865/1460) olduğunu belirtmekte ve bu tarîkati Aleviyye’nin bir kolu saymaktadır. Massignon ise Ayderûsiyye’yi, Kübreviyye’nin Yemen kolu olarak kabul etmektedir.
Necmeddîn-i Kübrâ üzerine doktora yapan Süleyman Gökbulut’un Şeyh Necmeddîn Kübrâ’dan yaklaşık üç asır sonra vefât eden Abdullâh el-Ayderûs’un Kübreviyye’nin o asırda yaşayan temsilcilerinin birinden icâzet almış olmasının imkân dâhilinde olabileceğini ifade etse de Kübrevî literatüründe böyle bir ilişkiden bahsedilmediğini söylemesi, Muhammed es-Senûsî’nin verdiği silsilede Abdullah el-Ayderûs’un silsilesinin Amûdiyye’nin kurucusu İsâ el-Amûdî de olduğu gibi Ebû Medyen’in halîfelerinden Abdurrahmân el-Mağribî’ye ulaşması ve Harîrîzâde tarafından iktibas edilen, tarîkatin usul, âdâb ve erkânına dair menâkıblardan biri olan Abdurrahmân b. Mustafa el-Ayderûs’un en-Nefhatü’l-Medyeniyye fl’l-Ezkâri’l-Kalbiyye ve’r-Rûhiyye ve’s-Sırriyye fl’t-Tarîkati’l-Ayderûsiyye adlı eserinde Medyeniyye ismini kullanması Ayderûsiyye’nin Medyeniyye’nin kolu olduğu düşüncesini güçlendirmektedir.
Bir Yemen tarîkati olan Ayderûsiyye, Ayderûs ailesine mensup mutasavvıflar tarafından Hicaz, Suriye ve Mısır’a getirilmiş ve bu bölgelerde yaygınlık kazanmıştır. Bu tarîkatte; zikir meclisleri ve ibâdetlerde uykuyu kaçırmak, rehâvet ve gafleti gidermek, dikkati 812 artırmak gibi maksatlarla kahve yaygın olarak kullanılmıştır.
MEYMÛNİYYE (HAVÂTIRİYYE)
Nûreddîn b. Alî b. Meymûn el-İdrîsî’ye (854-917/1450-1511) nisbet edilir. Meymûniyye tarîkatinin silsilesi şöyledir: Ali el-Havâtır Muhammed b. Ahmed el-Hanbelî,
Muhammed Tâhir el-Medenî, İbrâhim el-Kûrânî, Ahmed b. Ahmed ed-Dücânî, Ebu’l- Mevâhib Ahmed b. Alî b. Abdilkuddûs, Alî b. Abdilkuddûs, Abdülvehhâb eş-Şa’rânî, Ali b. Muhammed b. Irâk el-Mûsâ, Alî b. Meymûn, Ebu’l-Abbâs Ahmed b. Muhammed el-Beyâsî et-Tûnûsî, Ahmed b. Mahlûf el-Kayrevânî, Ali b. el-Mahcûb el-Kayrevânî, Mûsâ es-Sedrânî, Ebû Medyen el-Gavs.
Ali b. Meymûn 854/1450 yılında Gammâra’da doğmuştur. Aslen Berberî olmakla birlikte kaynaklarda nesebinin Hz. Ali’ye ulaştığı söylenmektedir. O, gençliğinde ailesinin yanından ayrılarak Fas’a gitmiş, orada Ebû Zeyd Abdurrahmân el-Hâmidî’den İslâmî ilimleri öğrenmiştir. Portekizlilerin sömürge kurma girişimlerini engellemek için bir süre memleketine dönüp cihad faaliyetlerine katılmıştır. Bu esnada sûfîleri yakından tanıma fırsatı bulan İbn Meymûn, tasavvufa yönelmiştir. Güneybatı Tunus’un Nifvâze vahası Tüzer kasabasında bulunan Şâzilî şeyhi Ebu’l-Abbâs Ahmed b. Muhammed et-Tâzî ed-Debbâsî’ye (v. 930/1523) intisap ederek, dört ay gibi kısa bir sürede sülûkünü tamamlamıştır. Ali b. Meymûn, daha sonra buradan ayrılarak doğuya gitmiş ve hac dönüşü Suriye’ye yerleşmiştir. II. Beyazıt devrinde de Anadolu’ya gelerek altı yıl kadar Bursa’da kalmıştır. Tunus ve Suriye’de Medyeniyye ve Şâziliyye tarîkatlerini yaymıştır. Şam’da ilim öğretmekle meşgul iken oradan ayrılarak Lübnan’a bağlı Mucdel Mu’veyş isminde bir dağ köyüne yerleşmiş ve 917/1511 tarihinde o köyde vefat etmiştir.
Zebîdî, Alî b. Meymûn’un tarîkatine “Havâtıriyye” de dendiğini söylemiştir. Meymûniyye zamanla kollara ayrılmıştır ki bunlar: Muhammed b. Arrâk’a (v. 933/1526) nisbet edilen “Arrâkiyye”; Ulvân el-Hamevî’ye (873-936/1468-1529) nisbet edilen “Ulvâniyye” ve Şihâbüddîn Ahmed ed-Dücânî’ye (v. 987/1579) nisbet edilen “Dücâniyye” dir.
Alî b. Meymûn, zühd ve takvâya çok önem vermiştir. O, Suriye ve Anadolu’da sünnî tasavvufun bir temsilcisi olarak faaliyet göstermiştir. Harîrîzâde’nin belirttiğine göre İbn Meymûn’un tarîkat silsilelerinden birisi, Hz. Ömer’e ulaşır. Bu nedenle Meymûniyye, Ömeriyye’den bir şube sayılmıştır. Ali b. Meymûn, müritlerine kitap ve sünneti öğretir, onlardan gelen soruları cevaplardı. “Sohbette insibağ (temizlenme) vardır.” anlayışıyla, sağlıklı bir intisabın oluşması için karşılıklı sohbete büyük önem verirdi. Bu metodun uygulanabilmesi için mürîd, havâtırından şikâyet eder, şeyh de söz konusu havâtır hakkında müridi bilgilendirirdi. Ona göre havâtırdan kurtulmak; en büyük vusûl vesilesiydi.
Ali b. Meymûn’un tasavvuf usulünde, İlmî tedris ve mütâlaa ile uğraşma yoktur. Ona göre bunlar, başka alanların metodlarıdır. Nitekim o, metod haline getirdiği bu anlayışı, öylesine benimsemiştir ki halîfesi İbn Arrâk’ın mürîdlerini irşad için yirmi kadar risâle kaleme aldığını duyunca, yazdıklarıyla birlikte onu derhal yanına çağırmış, bu eserleri tek tek gölden geçirmiş, tasavvufun temel kuralları ve ahlâkî nasihatlar dışında kalan her şeyi irnhâ etmesini istemiştir. Ali b. Meymûn’un bu davranışı, şeyh ile mürîd arasmda doğrudan bilgi ahş-verişinin gerçekleşmesine ve tefeyyüzün karşılıklı konuşarak sağlanmasına büyük önem vermesinden kaynaklanmaktadır.
Meymûniyye tarîkati, İbn Meymûn’un halîfelerinden Muhammed b. Arrâk’ın oğlu Alî b. Arrâk (v. 963/1155) tarafından Suriye’de yayılmıştır. Tarîkat Mısır’da da varlığım sürdürmektedir.
DÜCÂNİYYE
Medyeniyye’nin Meymûniye kolu olup, Şihâbüddîn Ahmed ed-Dücânî’ye (v. 987/1579) nisbet olunmuştur. Ahmed ed-Dücânî, Kudüs’e bağlı Beyt-i Dücân Kasabası’nda dünyaya gelmiştir. Kudüs’te ilim tahsil etmiş, daha sonra Dâvud (aleyhisselâm)'ın türbesinde halkın irşâdıyla meşgul olmuş, türbedârlık yapmıştır. Tarîkat hırkasını babasından, o da Muhammed b. Arrâk’tan giymiştir. Dücâniyye tarîkatinde diğer evrâdlara ilave olarak Ebû Medyen’in el-Kasîdetü ’l-İstiğfâr ’ı okunmaktadır.
SENÛSİYYE (SÜNÛSİYYE)
Seyyid Muhammed b. Alî es-Senûsî el-Muhâcirî el-Hasenî el-İdrisî’ye (1200- 1274/1785-1857) nisbet edilir. Aralarında es-Selsebilü’l-Muayyen'ın de bulunduğu elliye yakın eseri olan bu büyük din ıslahatçısı, mücâhid, devlet adamı ve tarîkat şeyhinin kendisi 00/
ve tarîkati hakkında günümüze kadar pek çok araştırma ve inceleme yapılagelmiştir. Esas itibariyle Senûsî’nin en çok etkilendiği şahsiyet, Şâziliyye’nin bir kolu olan İdrîsiyye’nin kurucusu Ahmed b. İdrîs el-Fâsî’dir (v. 1264/1847). İbn Senûsî kendisiyle tanıştığında İbn İdrîs, 65 yaşındaydı. Ahmed b. İdrîs’in vefatına kadar on üç yıl sohbetine devam etti. İbn İdrîs, vefatından önce tarîkatin şeyhliğini, Muhammed es-Senûsî’ye devretmiştir.
Dolayısıyla Senûsîlik, Şâziliyye’nin bir devamı niteliği taşımasına rağmen Senûsî, es- Selsebilü’l-Muayyen’de kırk tarîkatten icâzet aldığını belirtmiş ve bunlar arasında Medyeniyye’yi de saymıştır. Muhammed es-Senûsî, es-Selsebilü’l-Muayyen’A.Q Medyeniyye’nin âdâb ve esasları hakkında bilgi verdikten sonra kendisinin Ebû Medyen’e ulaşan silsilesini şöyle verir:
Ahmed eş-Şenâvî, Ahmed b. Kâsım el-Ubbâdî, Ebu’l-Hasan el-Bekrî, Zekeriyyâ el- Ensârî, Ömer b. Ali en-Nebtîtî, Ebû Abdullâh Muhammed b. Muhalles et-Tayyibî, eş-Şeref el-Adilî, Kemâleddîn Muhammed b. Haşan b. Abdülmevlâ el-Bekrî el-Füyûmî, Abdürrahîm el-Kmâî, Abdürrezzâk el-Cezûlî, İbn Meşîş, Ebû Medyen el-Gavs.
Dînî ve tasavvufî bir ıslah hareketi olarak başlayan Senûsiyye, devlet teşekkülüne kadar uzanmış bir faaliyet olarak devam etmiştir. Temelinde Vehhâbî görüşler ile tasavvuf unsurlarının bir arada kullanıldığı bu hareket, Mekke’de neşet ederek, Libya’da gelişmiş ve daha soma da Kuzey ve Orta Afrika’nın tamamına te’sir etmiştir.
AMÛDİYYE
Ebû İsâ Saîd b. İsâ el-Amûdî es-Sadîgî’ye nisbet edilir. Hakkında kaynaklarda yeterli bilgi bulunmayan Ebû İsâ el-Amûdî’nin, Hadramutlu olduğu bilinmektedir. Abdullâh el-Ayderûs, es-Silsiletü’l-Kudsiyye adlı eserinde Ebû İsâ el-Amûdî’nin tasavvufa intisabı hakkında şu bilgiyi verir: “Ebû Medyen el-Mağribî, halîfesi Seyyid Muhammed el-Fakîh’e, “Hadramut’a git, oradaki dostlarımıza hırka giydir, yolculuk sırasında vefat edebilirsin. Ancak sana verdiğim bu görevi yapacak birini bul ve mutlaka oraya gönder.” demiş. Hadramut’a gitmek üzere yola çıkan Muhammed Fakîh, Mekke’de hastalanmış ve yanında bulunan talebesi Şeyh Ebû Abdullâh es-Sâlih’e, Hadramut’a gitmesini söylemiştir. Ebû İsâ el- Amûdî de Hadramut’a gelen Şeyh Ebû Abdullâh es-Sâlih’e intisap etmiştir. Es-Silsiletü’l- Kudsiyye’den naklen Tibyan’da bu olayı anlatan Harîrîzâde, Amûdiyye’nin Medyeniyye tarîkatinin bir kolu olduğunu, ancak silsilesini bulamadığını söyler. Zebîdî ise Amûdiyye’nin Medyeniyye tarîkatinin bir kolu olduğunu belirterek Ebû İsâ el-Amûdî’nin Ebû Medyen’e ulaşan silsilesini şöyle verir:
Şeyh Abdürrezzâk el-Merzûkî (v. 1172/1758), İdrîs b. Ahmed el-Yemenî, Abdullâh b. Saîd, Muhammed b. Abdilazîz ez-Zemzemî, eş-Şehâb Ahmed b. Hacer el-Mekkî, Abdullâh b. Ayderûs, amcası Ebû Bekir b. Abdullâh, Abdullah b. Ebî Bekir el-Ayderûs, Ebû Bekir es- Sekrân, Şehâbeddîn Ahmed b. Muhammed el-Amûdî (v. 965/1557), onun babası Muhammed, babası Osman, babası Ahmed, babası Muhammed, babası Osman, babası Ömer, onun babası Muhammed, Ebû İsâ Saîd b. İsâ el-Amûdî es-Sadîgî, Ebû Abdullâh Sâlih el-Mağribî, Abdurrahmân el-Mağribî, Ebû Medyen el-Gavs.
TÂZİYYE
Medyeniyye’nin bir kolu olup, Ebû Sâlim İbrâhim et-Tâzî’ye (v. 866/1461) nisbet edilmiştir. Ebû Sâlim İbrâhim et-Tâzî, Endülüs’e bağlı Taze şehrinde dünyaya gelmiştir. İlk tahsiline burada başlamış, dönemin âlimlerinden hadis, fıkıh, akâid gibi İslâmî ilimleri öğrenmiştir. Tasavvufî eğitimini Mecdüddîn Sâlih b. Muhammed ez-Zevâvî (v. 839/1436) başta olmak üzere, Ebu Abdullah Muhammed b. Ömer el-Hevârî, Mekke’de Takıyyüddîn Şerîf Muhammed b. Ahmed el-Hasenî el-Fâsî, Tilimsen’de Hafîd b. Merzûk, Tunus’ta Şeyh Abdullah el-Abdûsî, Medine’de Ebu’l-Feth b. Ebû Bekir el-Kureşî’den almıştır. 866/1461 yılında Taze şehrinde vefat etmiştir. Silsilesi şöyledir: Ebû Sâlim İbrâhim et-Tâzî, Mecdüddîn Sâlih b. Muhammed ez-Zevâvî, Muammer Muhammed b. Muhlis et-Tîbî, Bahâeddîn Muhledânî b. Felîc, Abdullâh Uryân, Cemâa et-Tavîl en-Nâsırî, Ebû Muhammed el-Kâcurî, Ebû MuHammed Sâlih, Ebû Medyen el-Gavs.
Ancak Zebîdî, Tâziyye’nin Şâziliyye’nin büyük kollarından Burhâniyye’nin kolu olduğunu söylemiştir.
III- MEDYENİYYE TARÎKATİ’NİN USUL, ÂDÂB VE ERKÂNI
Kuzey Afrika’da yayılan Medyeniyye’nin usul, âdâb ve esasları konusunda kaynaklarda yeterli bilgi bulunmamaktadır. Ancak Ebû Medyen’in tasavvuf anlayışı hakkında kendisinden feyz alan Muhyiddîn İbn Arabi’nin eserleri ve özellikle el-Fütühâtü ’l-Mekkiyye daha önce de belirtildiği üzere bu konuda ilk ve en önemli kaynaktır. Bu sebeple bu konuyu el-Fütühâtü’l-Mekkiyye'de aktarılan bilgiler çerçevesinde işlemeye çalışacağız.
A- İNTİSAP
Tasavvufta intisap, bir mürşid-i kâmile mürid olup ona sâdık ve bağlı kalmayı, onun rehberliğinde tasavvufî eğitime başlamayı ifade eder. İntisâba, “bîat etme”, “el alma”, “tövbe etme” de denir. Tasavvuf tarihi boyunca seyr-i sülûkta müride yol gösterecek bir şeyhin gerekliliği sürekli vurgulanmıştır.
Medyeniyye’ye girmek isteyen kimsenin ilk yapması gereken şey günahlarından tövbe etmesidir. Çünkü Ebû Medyen’e göre “Günahlardan tövbe etmeden tarîkati talep eden câhildir.” “Tarîkate sülük, tövbe ile başlar irâde ile devam eder.” Ayrıca şeyhin en çok üzerinde durduğu diğer hususlar; güzel ahlâk sahibi olmak, mücâhedeye önem vermekle birlikte kâmil bir edep, sürekli vaktin gereğini yerine getirmek, nefsi gözetlemek, şerî vazifeleri yerine getirmektir. Bu hususları önemle hatırlatmasının sebebi Ebû Medyen’e göre tarîkat âdâbım bilmeden, haller hususunda temkin sahibi olmadan tarîkati itham etmenin, onun hakkında peşin hükümlü olmanın yanlışlığıdır. Bu tutumdan sakınmak gerekir. Çünkü bunlar insanları kemâl derecelerinden düşürür.
Ebû Medyen el-Mağribî’nin tarîkate yeni giren mürîdler hususunda takip ettiği yol; onları tarîkate alıştırmak, yaklaştırmak, ancak melekût âleminin harikuladeliklerine kapılarak nefislerine âşık olmalarından korktuğu için oraya yaklaştırmadan fetih mahalline iletmektir.
B- MÜRİTLERİN EĞİTİMİ VE SOHBET
Diğer tarîkatlerde olduğu gibi Medyeniyye tarîkatinde de müritlerin eğitimi oldukça önemlidir. İbn Kuntuz’e göre şeyhi Ebû Ya’zâ’nın yolunu takip eden Ebû Medyen’in en çok üzerinde durduğu hususlar; şeyhin bütün dikkatini müritlerinin terbiyesine vermesi, her birinin kemâle ermesi, dînî eğitim almaları, takvâ yolunu şiâr edinmeleri, hem zâhirî hem de bâtınî yönde Allah’ın hukukuna riâyet etmeleridir.
Ebû Medyen’in tüm çabasını müritlerin eğitimine vermesiyle ilgili İbn Arabî şunları söylemektedir: “Şeyhimiz Ebû Medyen mesleğini bıraktı ve Allah’ın ona ihsan ettikleri ile yaşamını devam ettirdi. Allah’a yakın olmaya gayret eden bir tarîkatti. Ebû Medyen bir şey istediğinde hemen ona gelirdi, tıpkı Abdülkâdir Geylânî gibi. Niçin sanatı bıraktığını soranlara;
Size misafir gelse onu kaç gün misafir edersiniz? demiş.
Üç gün, sonra işimize bakarız, demişler.
Biz bu dünyada Allah’ın konuklarıyız. Bize sürekli ziyafet sunar. Onun katında bir gün bin yıldır. Yani biz üç bin yıl onun yanında konuk oluruz, biz bu dünyadan gideriz ama ziyafetlerimiz geride bile kalır, diye cevap verir. Herkes cevabı güzellikle kabul eder.”
Bu rivâyetten anlamaktayız ki Şeyh Ebû Medyen, Allah’ın rızık garantisine olan güveni, kendisini onun misafiri olarak görmesi, daha fazla dünya nimeti elde etmek için çalışmanın Allah’a daha yakın olmaya engel olduğu düşüncesi sebebiyle çalışmayı bırakmış ve tüm çabasını müritlerini eğitmeye harcamıştır.
Medyeniyye’nin fikri esası verâ ve tevekkülden (başlayarak) hareket etmesidir. Müritlerinden Ebu’s-Sabr el-Fehrî, Ebû Medyen’in tevekkül makâmında olduğunu, bu konuda kimsenin onun eline su dökemeyeceğini, ifade etmiştir. Alfred Bel ve Yahya b. Haldun’a göre, Ebû Medyen tarafından talim edilen, öğretilen akide; sürekli tekrar ettiği şu beyitte özetlenmiştir. “Eğer hakîkî hedefe ulaşmak istiyorsan Allah de ve maddeye merbût olan her şeyi terk et.”
Tasavvufî esasların teorik yapısı kadar pratik yönüne de önem veren Ebû Medyen, müritlerine yanlışa sapmamalarını ve öğrendikleri bilgilerini uygulamalarını tavsiye etmiştir. Ebû Medyen’e göre tasavvufu yaşama arzusu, emir ve yasakların hikmetini kavrama özlemi her mürit için sözkonusu olmayabilir. Tarîkatine zarar vermeden ve tarîkatin esaslarını sarsmadan yetersiz olanları eğitmek, tasavvufî hikmetleri ve bâtınî meseleleri işin ehli, yetkin kişilere sunmak esastır. Bu sebeple o, kendisinden nasihat isteyen her bir şahsın ihtiyacına uygun olarak ders verir, izleyeceği yolu kişinin durumuna göre seçerdi.
Şeyh Ebû Medyen, müritlerin eğitiminde sohbete çok önem verirdi. Bicâye’deki Râbıtatü’z-Zeyyât ismiyle bilinen zâviyesinde gerek Mağrib’in her yöresinden gelen insanlara hem de müritlerine düzenli olarak vaazlar verir, onlarla sohbet ederdi. Sohbet esnasında kendisine yöneltilen soruları da cevaplandırırdı. Ancak Ebû Medyen, tarîkatteki bazı yasakları söylediğinde “Ahdesle sohbet etmekten sakınınız” derdi. Alidesin ne olduğu konusunda farklı görüşler ortaya atılmıştır. Bazılarına göre ahdes; bu yola yeni giren, müptedî mürîddir ki henüz tecrübesi yoktur. Bu yolda sabit bir kademi yoktur, isterse yetmiş yaşında olsun. Bazılarına göre ahdes; Allah’tan başka yaratılmış şeylerdir. İmam Şa’rânî ise Ebû Medyen’in “ahdesle sohbet etmekten sakının” derken, müritlere bir şey öğretip irşad etmeden, özel sohbetlere almamayı kasdettiğini, yoksa mübtedî mürîdi dışlamayı kasdetmediğini söylemiştir.
Ebû Medyen, müritlerini terbiye, sohbet, İlmî mütâlaa, ibâdet ve insanlara saygı çerçevesinde eğitmiş, onları zahiren ve bâtmen Allah’ın makbul kulları olarak yetişmelerine gayret etmiştir. Müritlerini yoğun bir sülük eğitiminden geçirirken, bazı çevreler onunla uğraşmaya devam etmiş, zaman zaman kötü niyetli kimseler ona engel olmaya çalışmıştır.
Bu bağlamda öğrencilerinden Muhammed b. İbrâhim b. Muhammed el-Ensârî şöyle bir olay anlatmıştır: “Ebû Medyen el-Mağribî’nin şöıueti her tarafa yayılmıştı. Şeyhlerin şeyhi, ulemânın imamı kabul ediliyordu. Buna inanmayan bir adam onu sınamaya geldi ve zikir meclisine katıldı. Şeyh zikir esnasında adama:
‘Niçin bu zikre katıldın?’ diye sordu. Adam:
Nûrunuzdan istifâde etmek için, dedi. Şeyh ona bir Kur’an verip:
Bunu aç ve çıkan sayfanın ilk satırını oku, dedi. Adam Kur’ân’ı açtı ve ilk satırı okudu. Bu satırda: “Şuayb’ı yalanlayanlar hüsrâna uğrayanların ta kendileri oldular.” âyeti yazılıydı. Şeyh:
Bu sana yetmez mi? dedi. Adam:
Yeter, dedi ve daha önceki yanlış davranışlarından tövbe edip teslim oldu.”
Bu rivâyetten Ebû Medyen’in meclisine gelen kişilerin kötü niyetlerini fırâsetiyle anladığını, onların yanlış tutumlarına Allah’ın yardımıyla Kur’an’la cevap verdiğini ve bu olumsuzluklarla mücadele ederken yılmayıp sabırla müritlerini terbiyeye devam ettiğini anlamaktayız. Zaten ona göre sünnet-i seniyyeye ittibâ eden ve bid’atlardan kaçınan bir şeyh de müridini terbiye yolunda sabırlı olmalı, müridinin hatalarını görmezlikten gelmeli ve evrâdma devam ettiğini bilmeden ona yüklediği virdini değiştirmemelidir. Müridin kalbinde tarîkatine karşı bir iştiyak olmalı, şeyhinin sözlerinden lezzet almalıdır.
C- ZİKİR, VİRD, EVRÂD
Allah’ın sürekli hatırda tutulması, bir an dahi unutulmaması için yapılan zikir, müridin eğitiminde en önemli unsurlar arasındadır. Müridin zikir sayesinde Allah’tan başka her şeyi gönlünden çıkarması, gönülde Allah aşkının artmasıyla davranışlarının düzelmesi umulur. Tarîkatlerde zikrin adedi, yapılış şekli ve zamanı konularında birbirinden farklı uygulamalar gelişmiştir. Kimi tarîkatler hafi (sessiz) zikri kimileri ise cehri (sesli) zikri tercih etmişlerdir. Nakşibendiyye tarîkati hafi zikri esas alırken Medyeniyye, Kâdiriyye de olduğu gibi cehri zikri esas almıştır.
İbn Arabî, şeyhi Ebû Medyen’in insanların önünde Allah’ı zikrettiğini söylemiş ve onun: “Allah deyin, sonra Allah’tan başka çağırdıklarınızı terk edin.” sözünü nakletmiştir. İbn Arabî, bu sözün Allah ehlini muhatab aldığını ifade eder. Gazâlî ve Muhâsibî gibi sûfîlerin çoğunluğunun riyâdan kaçınmayı ve ihlâslı olmayı vurgulamasını ise halkın geneline yapılan bir hitap olarak değerlendirir.
Ebû Medyen, melâmet anlayışına bağlı olmakla beraber zaman zaman melâmet ehlinin tam tersine, onun müritlerine açıktan ibâdet etmelerini hatta sadakayı herkesin önünde vermelerini öğütlediğini görmekteyiz. İbn Arabî de Ebû Medyen’i “zâhir ehli” olarak nitelendirir. Çünkü Ebû Medyen mürîdlerine şöyle demiştir: “Günahkârlar nasıl hiç çekinmeden açıkça günah işliyorlarsa siz de öylece açıkça ibâdet ediniz. “Şu insanlar günahlarım ve (dinimize olan) muhâlefetlerini nasıl ilan ediyor, yasakları açıkça yapıyorlar ve Allah’tan utanmıyorlarsa, siz de Allah’ın adını çok yüceltmek için tâatlerinizi açıkça yapınız.” Ebû Medyen ricâl-i zâhir’dendir ve “Rabbinin nimetini anlat da anlat.” âyetini; “Allah’ın size ihsan ettiği her türlü nimeti üzerinizde açıkça gösteriniz.” olarak yorumlamaktadır.
Ebû Medyen el-Mağribî’nin müritlerini halkın önünde amel etmeye teşvik etmesinin bir diğer sebebi doğrulukla ilan edilen amellerin Allah’ı halka hatırlatması, gözümüzle ve gönlümüzle her şeyde Hakk’ın müşahede edilmesidir. Ona göre “Kim Allah’ı halka hatırlatırsa, nefsinde de hatırlatmış olur. Nefis onu hatırlarsa hiç şüphesiz önde olur. Nefsinde onu anan herkes, halkın önünde de anmış olur.
İbn Arabi’ye göre bazı insanlar Allah ehlini bâtmîliğe nisbet edip zâhiri reddettiklerini söyler ki Allah ehlinin böyle bir suçlamayı haketmediğini düşünür. Onlar hem zâhiri hem de bâtını kabul edenlerdir. Şeyhimiz Ebû Medyen de tek başına zâhiri ya da tek başına bâtını benimseyeni kınayarak “Zâhiri ve bâtını birleştiren sünnet ve bilgide kâmil olandır” derdi.
Medyeniyye tarîkatinde müritler; yemekten sonra iki rekât nâfile namaz kılar, sonra Kureyş, İhlâs ve Mülk sûrelerini okurlardı. Halvete “Lâ ilâhe illallâhü vahdehû lâ şerîke leh lehü’l-mülkü velehü’l-hamdü ve hüve alâ külli şeyin kadir” zikriyle girerler ve diğer tarîkatler gibi onlar da zikir için teşbih alırlardı. Tevhid mertebesinde ise esmâ-yı hüsnâ okurlardı. Çünkü esmâ-yı hüsnâ Ebû Medyen’e göre insanları belâlardan koruyan bir kaledir.
D- KUR’ÂN’A VE SÜNNETE BAĞLILIK VE AZİMETLE AMEL
Medyeniyye’nin temel esaslarından biri de Kur’an’a, sünnete bağlılık, ilim öğrenme ve öğrendiği ilimle amel etmedir. Ebû Medyen bu hususa verdiği önemi şöyle ifade etmektedir: “Fas kentine gelir, bir âyet ve bir hadis öğrenirdim. Sonra şehir dışına çıkar sahil kenarında ıssız diyarlara gider, o âyet ve hadisle amel etmeye çalışır ve onların fütühâtına mazhar olurdum. Sonra tekrar Fas’a döner, bir başka ayet ve hadis öğrenir, yine bu şekilde onların füyüzâtma mazhar olmaya çalışırdım.” Abdülhalîm Mahmûd’a göre Ebû Medyen’in bu davranışı gerçekten sahabenin hayatına tam bir uygunluk arz eder. Sahâbe de Kur’an’dan bir şey ezberlediği zaman onun hükümlerini hayatlarına uygulamadan bir başkasına geçmezlerdi. Tasavvuf tarihinde esas itibariyle kimi tarîkatler ilmin, kimisi de amelin daha hayırlı olduğunu savunmuştur. Ebû Medyen’in yolu ise, ilim ve amelin dengeli olduğu bir anlayışa sahiptir.
Ebû Medyen el-Mağribî, cemaatle kılınan namazın tek başına kılman namazdan daha faziletli olduğunu şöyle açıklıyor ve müritlerini toplu ibâdete teşvik ediyordu: “Cemaatle kılınan namaz, tek başına kılınan namazdan daha üstün kılınmıştır. Her kul namaza kalktığı için sevap kazanır. Bir namazın onda biri, üçte biri ya da yarısı sevap olarak yazılır. Ancak namaz cemaatle kılındığında parçalar birbirini tamamlar, topluluğun bereketi Allah katına yükselir ve her kula cemaatin bereketi nedeniyle kâmil namazın sevabı yazılır.” Buradan anlamaktayız ki Medyeniyye tarîkatinde müritler Resûlüllâh’ın sünnetine tâbî olarak namazlarını cemaatle kılmaya teşvik ediliyordu. Zâten Ebû Medyen, verdiği hükümlerde Resûlüllâh’a tâbî olmadan cennete ulaştıran bir tarîkat olmadığını ifade etmiştir.
Ebû Medyen, müritlerine işleri bittiğinde kalblerini Rahmân’ı müşâhedeye yöneltmelerini ve sürekli Rablerini istemeleri tavsiye etmiştir.” Çünkü Allâhü Teâlâ: ‘Boş kaldığında yine kalk yorul. Ve ancak Rabbinden ümit et, hep ona doğrul.’ buyurmuştur. Ebû Medyen müritlerin ibâdet ederken yorulduklarını farkettiğinde onlara “Demek hakîkaten her güçlükle beraber bir kolaylık var. Muhakkak güçlükle beraber bir kolaylık var.” âyetlerini hatırlatmakta ve âyetleri şöyle yorumlamaktaydı: “Yani oruç tutmanın güçlüğü ile beraber iftar kolaylığı var. Sefer güçlüğü ile beraber iftar kolaylığı var. O halde boş kaldın mı hemen yorul. Yani seferini ve hastalığını bitirdiğin zaman oruç ibâdeti ile kendini yor ve yardım konusunda sadece Rabbine sarıl. Varlıklardan yorulduğunda, kalbini Rahmân olan Allah’ı müşâhede etmeye yönlendir ve buna devam konusunda ancak Rabbine sarıl. Bir ibâdete başladığında, ondan çıkmayı düşünmek yerine içinden ‘keşke tam yapabilsem’ diye geçir.”
Ebû Medyen’e göre şeyh, müridinin kalbini tâate yönlendirmeli ve peygamberimizin şu sözünün gereğine sevk etmelidir: “Amellerin Allah’a en sevimli olanı az da olsa devamlı olanıdır.” Şeyhin, müridine, namazın farz ve sünnetlerini, Kur’ân’ın içeriğini öğretmesi gerekir. Helâl ve haramı, şüphelilerden kaçınmayı kavratması gerekir. Riyâdan sakınmayı, yanlışa tevessül etmekten kaçınmayı, halveti, nefsin temizlenmesini, gözleri haramlardan korumayı, iffeti muhâfazayı, zikre devamı, alâkalardan sıyrılmayı ve dünyalığı terki ona emretmelidir. Recep ve Şâban ayında, Aşûre gününde, her aydan üç gün oruç tutmak, şeyhin mürîde öğretmesi gereken nâfıle amel ve itaatlardandır. Hatta Ebû Medyen müritlerine, Hz. Dâvûd (aleyhisselâm) gibi oruç tutmayı emrederdi ve devam etmesini bilenler için bu; en faziletli olanıdır, derdi. Bundan sonra da visâl orucunu emrederdi.
E- RİYÂZAT
Arapça, terbiye ve ıslah etme, idman yapma, eğitme gibi anlamları olan riyâzat; nefsi eğitmek üzere onu aç, susuz ve sevdiği şeylerden mahrum bırakmaktır. Ebû Medyen’in riyâzat konusundaki tutumu İbn Arabi’nin şu rivâyetinde anlatılmaktadır:
“Şeyhimiz Ebû Medyen kendisine hediye edilen güzel bir yiyeceği yediği gibi sevmediği bir yiyeceği de yerdi. Acıkır ve bir para gelirse, Allah’ın kendisini serbest bıraktığını anlar -çünkü Allah bir yiyecek türüyle doyurmak isteseydi, o yemek kendisine gelirdi- ve şöyle derdi: ‘Bu para yiyeceğin bedelidir. Allah onu beni serbest bırakmak ve denemek için gönderdi.’ Böylelikle içinde bulunduğu halde ibâdete imkân verecek şekilde - yoksa kendi arzusuna ve nefse uygun olanı değil- mizacına en uygun yiyeceği araştırırdı. Bütün yiyecekler mizacına uygun olursa, dünya halinin gereğine bakar, dünyevî hazlara karşı gerekli zühde göre davranırdı. Böylece içinde bulunduğu yerin hükmüne göre nefsin sevmediği çetin yaşantıya yönelerek zaruret hazzıyla yetinirdi, çünkü sadece zaruret esnasında yemek yerdi. Zaruret hazzının üzerinde ise bir haz yoktur, çünkü onu isteyen doğadır. Doğanın talebi gerçekleştiğinde ise haz alır. Bu rivâyetten Ebû Medyen’in içinde bulunduğu duruma göre davrandığını, kendisine hediye edildiğinde sevdiği yiyeceği yediğini, genellikle zaruret miktarıyla yetindiğini, ama nefsinin arzusuna göre hareket etmediğini anlıyoruz.
Medyeniyye tarîkatinde mürîdler, şeyhlerine tabî olarak kendileri istemeden hediye gelen şeyleri kabul ederler ve yerler, nefislerinin istediği şeyleri ise asla kabul etmezler. Sağlığa zararlı olması hariç lezzetli yiyecekleri diğerlerine tercih ederler, sert ve kaba şeyleri giyinme konusunda tereddüt etmezler. Bunlar müptedî müridin dışındakiler içindir. Mübtedî mürîd ise nefsinin istemediğini alması gerekir. Çünkü Ebû Medyen, müritlerini eğitirken sıkı riyâzâtlara, nefsânî arzuları yenmek için mücâhadelere son derece önem vermekte ve aç kalmanın önemine sıklıkla değinmektedir. Çünkü ona göre açlık; sâlihlerin yoludur. Müridin, nefsini açlığa alıştırmasının yolu ise Allâhü Teâlâ'ınn emrettiği üzere oruç tınmaktır. Kişinin, nefsini oruca alıştırması gerekir. Çünkü o, ibâdetin aslı, esası, usûlü ve nûrudur. Bu yolda amacına ulaşanlar ancak açlıkla ulaşmıştır.
SONUÇ
Kuzey Afrika tasavvufunun şekillenmesinde ve gelişim seyri içerisinde en etkili isim hiç şüphesiz Ebû Medyen’dir. Abdülkâdir Geylânî “doğunun şeyhi” kabul edilirken, Ebû Medyen el-Mağribî ise “batının şeyhi” kabul edilmektedir. Ebû Medyen’e çokça atfedilen ünvanlardan biri “Mağrib’in Cüneydi” ünvanıdır ki bu ünvanın verilme sebebi; Cüneyd-i Bağdâdî’nin sahv-temkin esaslı, İslâm’ın temel esaslarına bağlı sünnî tasavvuf yorumunun Ebû Medyen tarafından benimsenmesi ve Mağrib’de yayılmasıdır. Bir diğer sebebi ise tarîkatlerde “ser-halka” kabul edilen Cüneyd-i Bağdâdî’nin tasavvuf tarihindeki görevini ve eşsiz yerini Mağrib’de Ebû Medyen’in üstlenmesidir. Ancak Ebû Medyen buna ilave olarak Cüneyd-i Bağdâdî’nin sahv-temkin esaslı tasavvuf yorumuyla, semâ, sekr, vecd, aşk ve şevk gibi metafizik unsurları birleştirmiş sahv ve sekrin dengeli olduğu, kendine has yeni bir tasavvuf anlayışı ortaya koymuştur.
Ebû Medyen ilk olarak Endülüs’te ders görmüş, sonra Fas’ta tasavvuf yoluna sülük etmiş, şeyhi Ebû Ya’zâ’dan hırka giymiş, hacda karşılaştığı Abdülkâdir Geylânî’den feyz almış, Bicaye’de ilim öğretmiş ve Tilimsen’de vefat etmiştir. VI/XII. asırda Mağrib’de tasavvufun şeyhi ve kutbu kabul edilmiştir.
Şeyhi Ali b. Hirzihim’in yanında Gazâlî, Kuşeyrî ve Muhâsibî’nin eserlerini tetkik etmek sûretiyle sünnî tasavvuf anlayışını benimsemiştir. Fütüvvet esaslı tasavvuf anlayışını, Berberî şeyhi Ebû Ya’zâ’dan öğrenmiştir. Mağrib melâmetiyye anlayışını ise İbn Hirzihim’le Ebû Abdullâh ed-Dekkâk’tan almıştır. Biyografi eserlerine göre zamanındaki hiçbir sûfî, onun kadar erken dönem Mağrib tasavvufunu temsil edememiştir. Gerek mürit kitlesi gerekse eserleri ile tasavvufî düşüncesinin nüfuzu, bugüne ulaşmıştır.
Ebû Medyen, ilim öğrenmeye ve öğretmeye, öğrendiği ilimle amel etmeye oldukça önem vermiştir. Melâmî kişiliğiyle sade bir yaşam sürmüş olan şeyh, fütüvvet geleneğine bağlı olarak topluma hizmeti şiâr edinmiştir. İçinde yaşadığı toplumun rûhânî önderi olmakla beraber halkın sorunlarına duyarsız kalmamıştır. Tevekkülü hayatının merkezine oturtmuş, İslâm’ın temel esaslarına bağlı sünnî tasavvuf anlayışını benimsemiş ve binden fazla kerâmet sahibi şeyhin yetişmesine katkıda bulunarak bu anlayışın Mağrib’de yayılmasına öncülük etmiştir.
Ebû Medyen, tarîkatinin temelini Cezâyir’in Bicâye kentindeki Râbıtatü’z-Zeyyât’ta atmış, Mağrib tasavvuf akımlarını kendi şahsında bütünleştirmiştir. Ebû Medyen’in öğretileri, hayatında ve vefatından sonra çok geniş kitlelere ulaşmıştır. Bunda kendisinin aktif çalışmaları olduğu kadar halîfeleri/müritlerinin de yorulmak bilmez gayretleri vardır. Ebû Medyen’in müritleri, özellikle VI/XII. asırdan itibaren şeyhlerinin öğretilerini kendi memleketlerine taşımış, onun yolunu özenle takip etmişlerdir. Endülüs’ten Mısır ve Orta Doğu’ya kadar olan coğrafyada şeyhlerinin adıyla özdeşleşen tasavvuf anlayışını yaymaya çalışmışlardır.
Onun, kendisinden en çok etkilenen muhibbi İbn Arabî, çok sevdiği ama görüşemediği Ebû Medyen’i hemen hemen bütün şeyhlerin üstünde tutmuş, onun sözlerini toplamış ve hakkında rivâyet edilen menkıbeleri kendi kitaplarına almıştır. Bu sebeple gerek Ebû Medyen’in görüşleri gerekse Kuzey Afrika’da yayılan Medyeniyye’nin esasları hakkında Muhyiddîn İbn Arabi’nin eserleri ve özellikle el-Fütühâtü ’l-Mekkiyye önemli bir kaynaktır. el-Fütühâtü’l-Mekkiyye'de kendisinden en çok söz edilen şeyh; Ebû Medyen’dir. Üstelik İbn Arabî, “şeyhim” diye bahsettiği Ebû Medyen’le görüşlerinin aynı olduğunu sürekli dile getirmiştir. İbn Arabî, bilhassa varlık ve vahdet-i vücûd ile ilgili görüşlerini anlatırken sürekli Ebû Medyen’den referanslarda bulunmuştur. Hatta İbn Arabi’nin, vahdet-i vücûd fikrinin ilk nüvelerini Ebû Medyen’den aldığım söyleyebiliriz. Ayrıca İbn Arabî, Ebû Medyen’in mânevî üstünlüğünü ifade etmiş, onun kasîdesine tahmis yazmış, ona olan derin hürmetini ve samimi duygularını her fırsatta ifade etmiştir.
Asrının kutbu kabul edilen Ebû Medyen’in öğretileri, en çok Ebu’l-Hasan eş-Şâzilî tarafından yayılmıştır diyebiliriz. Çünkü Ebû Medyen, Ebu’l-Hasan eş-Şâzilî’nin dört şeyhinin de şeyhidir. Bu sebeple Ebû Medyen’in Şâziliyye tarîkatinde ve Kuzey Afrika’daki tasavvuf düşüncesinin şekillenmesinde büyük etkisi olmuştur.
Şeyh Ebû Medyen, fikirleri ve şahsiyetiyle gerek Mağrib ve gerekse Şark İslam dünyasında derin izler bırakmıştır. Şöyle ki: Anadolu’da Gülşeniyye, İran’da Ni'ınetullâhiyye, Hindistan’da Gavsiyye müritleri, onu kutup kabul etmiş, ismini daima saygıyla yâdetmişler ve tarîkat silsilelerini Ebû Medyen’e dayandırmışlardır. Bu bağlamda diyebiliriz ki Ebû Medyen el-Mağribî’nin, altıncı ve yedinci asır tasavvuf düşüncesinde çok geniş bir tesiri vardır. Medyeniyye tasavvuf okulu, pek çok tarîkatin doğuşuna zemin hazırlamış; farklı tarîkat mensupları da kendilerini Ebû Medyen’le ilintilemek zaruretini hissetmiştir.
Medyeniyye, Kuzey Afrika’da ortaya çıkan ilk tarîkat olmasına ve bu coğrafyada görülen diğer tarîkatler üzerinde etkili olmasına rağmen zamanla başta Şâziliyye ve Senûsiyye olmak üzere diğer tarîkatler içerisinde erimiş ve XIX. yüzyıla gelindiğinde kendilerini Medyenî olarak ifade eden mensupları giderek azalmıştır. Bunun sebebi Ebû Medyen’in halifeleri/müritlerinin başka tarîkatlerden icazetli olmaları veya yeni bir tarîkatle daha çok meşhur olmalarıdır.
Şeyhin gerçekleştirdiği sohbetlerinin tesiri ve halîfelerinin/müritlerinin yoğun gayretleri ile Medyeniyye, Mağrib İslam toplumundaki tasavvuf anlayışına asırlardır model olmuştur. Mağrib tarihi boyunca Ebû Medyen mesajının yeniden gün yüzüne çıktığı, sık sık yenilendiği görülmektedir. İslam toplumunda ne zaman bir çürüme ve bozulma görülse Ebû Medyen düşüncesinin çözüm yolu olarak görüldüğü bilinmektedir. Onun kaleme aldığı mensur ve manzum eserleri, Mağrib ve Şark İslam dünyasında şöhret bulmuş, hikmetleri ile hikmet geleneğinin neşv ü nemâ bulması sağlanmıştır. Ebû Medyen’e ait kaside ve şiirler, zikir meclislerinde terennüm edilen İlâhîler olmuştur. Onun meşhur kasideleri ve bilhassa el- Kasîdetü’n-Nûniyye edebî başyapıtlardan sayılmakta, bugün hâlen Mağrib’de dillerden düşmemektedir. Dolayısıyla tesir halkası hem silsile hem de eserleri yolu ile günümüze kadar devam etmiştir.
BİBLİYOGRAFYA
Abdülcebbar Abdurrahmân, Zahâirü’t-Türâsi’l-Arabiyyi’l-lslâmî, 7-1981.
Abdülhalîm Mahmûd, Şeyhu’ş-Şüyûh Ebû Medyen el-Gavs Hayâtühû ve Mi’râcühû llallâh, Kâhire-1978.
Abdülvehhâb b. Mansûr, A ’lâmü’l-Mağribi’l-Arabî, Rabat-1929.
Abu’n-Nasr, Jamil M., Son Dönem Tasavvuf Akımlarından Tîcâniyye ve Tekrûr Hareketi, çev.: Kadir Özköse, Ankara-2000.
Aclûnî, İsmâil b. Muhammed, Keşfü'l-Hafâ ve Müzîlü’l-Îlbâs, haz.: Ahmed el-Kalâs, Beyrut-1399/1979.
Addas, Claude, “Abu Madyan and ibn ‘Arabi”, Muhyiddîn İbn Arabi: A Commerative Volüme, ed.: Stephan Hirtenstein and Michael Tieman, Shaftesburg-1993.
Ahmed b. Hanbel, Müsned, Kâhire-ts.
Ahmed Münîb Bandırmalızâde, Mir ’âtü ’t-Turuk, 7-1306.
Akabî, Salâh Müeyyed, et-Turuku’s-Sûfıyye ve’z-Zevâyâ bi’l-Cezâir Târîhuhâ ve Neş ’etuhâ, Beyrut-2002.
Allan, Ahmed b. İbrâhim, Şerhu İbn Allan alâ Kasîdeti’l-Ârifı Billah Ebî Medyen, Mısır-1305/1887.
Ankarâvî, İsmâil, Minhâcu’l-Fukara, haz.: Saadettin Ekici, İstanbul-2005 (ikinci baskı).
Arûsî, Mihrüddîn, İki Gavs-ı Enam Abdülkâdir ve Abdüsselâm, çqn.\ Mim Kemal Öke, İstanbul-1999.
Aşkar, Mustafa, Tasavvuf Tarihi Literatürü, Ankara-2001.
Austin, Ralph W., Endülüs Sufıleri, trc.: Refik Algan, İstanbul-2006.
“I Seek God’s Pardon”, Studies in Comparative Religion, Spring-1973, c.
VII.
Aykut, Said, “Abdürrahîm el-Kmâî”, Sahabeden Günümüze Allah Dostları, İstanbul- 1995.
Aytekin, Arif, “İbn Tûmert”, D.I.A., İstanbul-1999, c. XX.
Azamat, Nihat, “Ali b. Meymûn”, D.İ.A., İstanbul-1989, c. II.
“Amûdiyye”, D.İ.A., İstanbul-1991, c. III.
Berque, Augustin, “Art Antique et Art Musulman en Algerie”, Cahiers du Centenaire de L Algerie, Paris-ts., c. VI.
Bâdisî, Abdülhak b. İsmail, el-Maksadü’ş-Şerif ve’l-Menzeu’l-Latîf fi’t-Ta’rîf bi Sülehâi’r-Rîf, thk.: Saîd E’râb, Rabat-1993.
Bağdatlı İsmail Paşa, Hediyyetü’l-Ârifîn Esmâü’l-Müellifîn ve Âsârü'l- Musannifîn, İstanbul-1951.
........... İzâhü ’l-Meknûn fi 'z-Zeyl alâ Keşfi ’z-Zünûn an Esâmi ’u ’l-Kütüb ve ’l-Fünûn, tsh.: Şerefettin Yaltkaya-Kilisli Rifat Bilge, İstanbul-1945.
Bahtî, Cemâl Allâl, el-Hudûru ’s-Sûfî fi ’l-Endülüs ve ’l-Mağrib ilâ Hudûdi ’l-Karni ’s- Sâbii’l-Hicrî: Dirâsetün Târihiyyetün fi Mevâkıfı Ibn Hâmiri’s-Sebtî mine't-Tasavvufi ve’l- Mutasavvife, Kâhire-2005.
Bâişen, Şehâbeddîn Ahmed b. Abdilkâdir, el-Beyân ve'l-Mezîd el-Müştemil alâ Maâni’t-Tenzîh ve Hakâiki’t-Tevhîd, Beyrut-2005.
Bardakçı, M. Necmettin, Endülüslü Sûfî İbnü ’l-Arîf ve Mehâsinü ’l-Mecâlis, İstanbul- 2005.
“İbnü’l-Arabî Öncesi Endülüs’te Tasavvuf’, Tasavvuf İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi, Ankara-2009, sayı: 23.
Basset, Rene, “İbn Tûmert”, M.İ.A., İstanbul-1977, c. V (ikinci kısım).
Bedevi, Abdurrahmân, “Ebû Medyen ve İbn Arabî”, Kitâbü ’t-Tezkârî Muhyiddin İbn Arabî (içinde), Kâhire-1969.
Bel, Alfred, el-Fıraku’l-İslâmiyye fi’ş-Şimâli’l-İfrîkıyye, trc.: Abdurrahmân Bedevi, Beyrut-1987.
.... »Ebû Medyen”, M.İ.A., İstanbul-1977, c. IV.
»Sidi Bou Medyan et son Maitre ed-Daggag a Fes”, Melanges Rene Basset, Editions Emest Lereoux, Paris-1923, c. I.
Berthels, E., “Nîmetullah Velî”, M.İ.A., İstanbul-1964, c. IX.
Bozkurt, Birgül, “İbn Seb’in, Hayatı, İlmî Kişiliği ve Eserleri”, CÜİFD, Sivas-2008, c. XII/II.
Brockelmann, Cari, Geschichte der Arabischen Litteratür (GAL), Leiden-1943.
- Geschichte der Arabischen Litteratür Supplementband (GAS), Leiden-1937.
Buhârî, Ebû Abdullâh Muhammed b. İsmâil, el-Câmiu’s-Sahîh, İstanbul-1992.
Bukârî, Ahmed, el-İhyâü ve’t-Tecdîdü’s-Sûfî fi'l-Mağrib (1204-1330/1790-1912), Rabat-2006.
Bursalı Mehmed Tâhir, Osmanlı Müellifleri, İstanbul-1975.
Câdullâh, Menâl Abdülmün’ım, et-TasavvuffîMısr ve’l-Mağrib, İskenderiye-ts.
Câmî, Abdurrahmân, Nefahâtü’l-Üns min Hadarâti’l-Kuds, trc. ve şrh.: Lâmiî Çelebi, haz.: Süleyman Uludağ, İstanbul-1980.
Cebecioğlu, Ethem, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, Ankara-1997.
Cendî, Müeyyedüddîn, Nefhatü'r-Rûh ve Tuhfetü'l-Fütûh, tsh.: Necîb Mâyil Herevî, Tahran-1982.
Cezzâr, Fikri Zekî, Medâhilü ’l-Müellifîn ve ’l-A ’lâmi ’l-Arab, Riyâd-1994.
Chatelier, A. Le, Les Confreries Musulmanes du Hedjaz, ed.: Emest Leroux, Paris- 1887.
Chodkiewicz, Michel, Sahihiz Bir Umman Muhyiddin İbn Arabi, trc.: Atila Ataman, İstanbul-2003.
Cornell, Vincent J., The Way of Abû Madyan: Doctrinal and Poetic Works of Abû Madyan Shu’ayb al-Husayn al-Ansârî (c. 509-594/1115-1198), Cambridge-1996 (“Onüçüncü Yüzyılda Mağrib Tasavvufu ve Ebû Medyen” Tasavvufî Hikmet ve Risaleler, haz.: Kadir Özköse, Konya-2008).
Realm of the Saint Power andAuthority in Moroccan Sufizm, Austin-1998.
Çakmaklıoğlu, M. Mustafa, Muhyiddin İbnü’l-Arabi’ye Göre Dil-Hakikat İlişkisi Marifetin İfadesi Sorunu, Ankara-2005 (doktora tezi).
“Muhyiddîn İbnü’l-Arabî (560-638/1165-1240), et-Tedbîrâtü’l-İlâhiyye fî Islâhı Memleketi’l-İnsâniyye”, Tasavvuf: İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi, Ankara-2006, sayı: 17.
Çiçek, Yâkup, el-Mevridü’l-Hâs bi’l-Havâs fî Tefsiri Sûreti’l-İhlâs (Giriş), İstanbul- 1996.
Demirci, Mehmet, “Desûkiyye”, D.İ.A., İstanbul-1994, c. IX.
Dermenghem, Emile, Le Culte des Saints Dans Iİslam Maghrebin, Paris-1982 (ikinci baskı).
Ebû İzze, Ahmed b. Abdilmelîk, “Ebû Medyen”, Dâiretü ’l-Maârif-i Büzürg-i İslâmî, ed.: Kazım Mûsâvî Bocnurdî, Tahran-1994, c. VI.
Ebu’l-Kâsım Sa’dullâh, Târîhu’l-Cezâiri’s-Sekafî, Beyrut-1998.
Ebû Medyen, Şuayb b. Hüseyin, Dîvan, haz.: Mustafa eş-Şevâr, Dimaşk-1938.
Bidâyetü’l-Mürîd, Beyazıd Devlet Ktp., d. no: 7886, vr.: 67a-72b; The Way of Abû Madyan (içinde), haz. ve trc.: Vincent J. Comell, Cambridge-1996, (Tasavvufî Hikmet ve Risaleler (içinde), haz.: Kadir Özköse, Konya-2008).
—_ Ünsü’l-Vahîd ve Nüzhetü’l-Mürîdfî İlmi’t-Tevhîd, Süleymaniye ktp., Hacı Mahmûd Efendi 2.310, vr.: 53-58, Esad Efendi 1689, vr.: 90-94 (Hikemiyyât-ı Ebû Medyen, trc.: İsmâil Hakkı Bursevî, İstanbul-1328).
el-Akîdetü’l-Mübâreke, İstanbul Millet Ktp., Ali Emiri Farsî 833, vr.: 41-42; Beyazıd Devlet Ktp., Veliyyüddin Efendi 3273, vr.: 18a-b; The Way of Abû Madyan (içinde), s. 49-53.
—- Hırzü’l-Aksâm li Cemîı’l-İlel ve’l-Eskâm: Süleymaniye Ktp., Esad Efendi
415, vr.: 149-158.
— El-Kasîdetü ’l-Bâiyye, The Way of Abû Madyan (içinde), [Kasîde-i Bâiyye, TasavvufîHikmet ve Risaleler (içinde), haz.: Kadir Özköse, Konya-2008].
— El-Kasîdetü’l-Lâmiyye, The Way of Abû Madyan (içinde), [Kasîde-i
Lâmiyye, TasavvufîHikmet ve Risaleler (içinde), haz.: Kadir Özköse, Konya-2008].
el-Kasîdetü’l-Mîmiyye, The Way of Abû Madyan (içinde), [Kasîde-i Mîmiyye, TasavvufîHikmet ve Risaleler (içinde), haz.: Kadir Özköse, Konya-2008].
El-Kasîdetü‘n-Nûniyy e, The Way of Abû Madyan (içinde), [Kasîde-i
Nûniyye, TasavvufîHikmet ve Risâleler (içinde), haz.: Kadir Özköse, Konya-2008].
El-Kasîdetü ’r-Râiyye, The Way of Abû Madyan (içinde), [Kasîde-i Râiyye, TasavvufîHikmet ve Risâleler (içinde), haz.: Kadir Özköse, Konya-2008].
Elmore, Gerald T., Islamic Sainthood in the Fullness of Time:ibn al-’Arabi’s Book of the Fabulous Gryphon, Leiden-1999.
“ibn al-Arabi’s ‘Cinquain’ (Tahmis) on a Poem by Abû Madyan”, Arabica: Journal of Arabic and Islamic Studies Revue de Etudes Arabes et İslamiques, Leiden-1954, c. XLVI.
“The Flight of the Fabulous Gryphon”, The Journey of the Heart, Oxford- 1996, sayı: 19.
Endülüsî, Muhammed b. Muhammed el-Vezîru’s-Serrâc, el-Hulelü’s-Sündüsiyye fî’l- Ahbâri’t-Tûnusiyye, thk.: Muhammed el-Habîb el-Heyle, Beyrut-1984.
Eraydın, Selçuk, Tasavvuf ve Tarikatlar, İstanbul-1994.
Ertan, Veli, Afrika ’da ve Avrupa ’da İslâmiyet, İstanbul-1968.
Fâsî, Ali b. Ebî Zer’, el-Enîsü’l-Mutrıb Biravdı’l-Kırtâsfî Ahbâri Mülûki'l-Magrib ve Târîh-i Medîneti Fâs, Rabat-1972.
Fâsî, Allâl, et-Tasavvufu’l-İslâmî fi’l-Mağrib, haz.: Abdurrahmân b. el-Arabî el- Cerîşî, Rabat-1998.
Fâsî, Ebû Abdullah Muhammed b. Abdilkerîm et-Temîmî, el-Müstefâd min Menâkıbı’l-Ubbâd bi-Medîneti Fâs ve mâ Yelihâ mine’l-Bilâd, thk.: Muhammed eş-Şerîf, Tıtvan-2002.
Fergânî, Saîdüddîn Saîd, Meşârikü'd-Derârî: Şerhu Tâiyye İbn Fârız, 7-1987.
Firûzâbâdî, Muhammed b. Ya’kûb, el-Okyânûsu’l-Basît fî Tercemeti’l-Kâmûsi’l- Muhît (Kâmus Tercemesi), tere.: Asım Efendi, İstanbul-1305.
F. Krenkow, “Yâfiî”, M.Î.A., İstanbul-1986, c. XIII.
Geoffroy, Eric, İntroduction to Sufism: The İnner Path of İslam, trc.: Roger Gaetani, World Wisdom-2010.
“La Voie du Blâme: Une Modalitd Majeure de la Saintete en İslam, D’apres l’exemple du Cheikh ‘Alî ibn Maymûn al-Fâsî (m. 917/1511)”, Saint et Saintete Dans le Christianisme et en Islam-Le Regarddes Sciences de l’homme, Paris-ts.
“Le Rayonnement Spirituel Etinitiatique de Sidi Abû Madyan au Proche- Orient (Egypte-Syrie)”, Religioperennis.org, tarih: 29/06/2012.
Gökbulut, Süleyman, Necmeddîn Kübrâ -Hayatı, Eserleri, Görüşleri-, İstanbul-2010.
Gölpmarh, Abdülbâkî, Simavna Kadısıoğlu Şeyh Bedreddin, İstanbul-1966.
Gubrînî, Ebu’l-Abbâs Ahmed b. Ahmed b. Abdullâh b. Muhammed, Unvânü’d- Dirâyefî-men Urife mine ’l-Ulemâfl’l-Mieti’s-Sâbiati bi-Bicâye, thk.: Âdil Nüveyhiz, Beyrut- 1969.
Gündüz, İrfan, “Cebertî İsmâil b. İbrâhim”, D.Î.A., İstanbul-1993, c. VII.
Gürer, Dilaver, Abdülkâdir Geylânî Hayatı Eserleri Görüşleri, İstanbul-2003.
Fusûsu’l-Hikem ve Mesnevî’de Peygamberlerin Öyküleri, İstanbul-2002.
“Medyeniyye”, D.İ.A., Ankara-2003, c. XXVIII.
Güven, Mustafa Salim, Ebu’l-Hasan eş-Şâzilîve Şâziliyye, İstanbul-1999 (basılmamış doktora tezi).
Habeşî, Abdullâh Muhammed, Câmiü’ş-Şürûh ve’l-Havâşî: Mu’cemu Şâmili’l- Esmâi ’l-Kütübi ’l-Meşrûha fi’t-Türâsi ’l-İslâmî ve Beyâni Şürûhıhâ, Ebû Dabî-2004.
Hafnâvî, Ebu’l-Kâsım Muhammed, Ta’rîfü’l-Halefbi-Ricâli’s-Selefi thk.: Muhammed Ebu’l-Ecfân-Osman Battîh, Beyrut-1982.
Halil b. İsmâil, Simavna Kadısıoğlu Şeyh Bedreddin Menâhbı, haz.: Abdülbâki Gölpmarlı-İsmet Sungurbey, İstanbul 1967.
Hamdî, Abdülmün’ım Muhammed Hüseyin, Târîhu’l-Mağrib ve’l-Endülüs fi Asrı’l- Murâbıtîn, İskenderiye-1986.
Harekât, İbrahim, “Fas”, D.Î.A., İstanbul-1995, e. XII.
Harîrîzâde, Muhammed Kemâleddîn Efendi, Tibyânu Vesâiti’l-Hakâik fi Beyâni Selâsili’t-Tarâik, Süleymâniye Ktp. İbrâhim Efendi, d. no: 430-432.
Hınşlâvî, Zâim, “Cezâyir Tarihinde Tasavvuf’, Tasavvuf İlmî Akademik Araştırma Dergisi, trc.: Dilâver Gürer, İstanbul-2010, sayı: 26.
Hıra, Ayhan, Şeyh Bedreddin 'in Fıkıhçılığı, İstanbul-2006 (basılmamış doktora tezi).
Hucvirî, Ali b. Osman Cüllâbî, Keşfü’l-Mahcûb, tah.: İs’âd Abdülhâdî Kandîl, Beyrut 1980 (Keşfü’l-Mahcûb Hakikat Bilgisi, haz.: Süleyman Uludağ, İstanbul 1996).
Hufenî, Abdülmün’im, el-Mevsûatü’s-Sûfiyye, Kâhire-2006.
Hülya Küçük-Hamza Küçük, “Endülüs’ten Önemli bir Sima: İbn Berrecân”, SÜİFD, Konya-2002, sayı: 14.
Hüseyin Seyyid Abdullâh Murad, el-Mutasavvife fi’l-Mağribi’l-Aksâ fi Asrı’l- Murâbıtîn ve ’l-Muvahhidîn, Kâhire-1994.
İbn Abbâd, Ebû Abdullah Muhammed b. İbrâhim er-Rundî, Gaysü'l-Mevâhibi'l- Alâiyye fiŞerhii-Hikemi'l-Atâiyye, Kâhire-1303.
İbn Acîbe, Ahmed b. Muhammed b. Hasenî, el-Fütühâtü'l-İlâhiyye fi Şerhi'l- Mebâhisi'l-Asliyye, thk.: Abdurrahmân Haşan Mahmûd, Kâhire-ts., yay.: Alemü’l-Fikr.
İbn Allân, Muhammed b. Ali b. Muhammed Allân Bekrî Sıddıkî, Şerhü’l-Hikemi’l- Gavsiyye li-Şeyhi’ş-Şuyûh SeyyidîEbîMedyen et-Tilimsânî el-Mağribî, thk.: Ahmed Ferîd el- Mezîdî, Kâhire-2008.
İbn Arabî, Muhyiddîn, el-Fütühâtü’l-Mekkiyye, tsh.: Ahmed Şemseddîn, Beyrut-1971 (trc.: Ekrem Demirli, İstanbul-2006).
Füsûsu’l-Hikem, trc. ve şrh.: Ahmed Avni Konuk, haz.: Mustafa Tahralı- Selçuk Eraydm, İstanbul-1990.
Mevâkıu’n-Nücûm ve Metâliu Ehilleti’l-Esrâri ve’l-Ulûm, tsh.: Muhammed Bedreddîn en-Na’sânî, Mısır-1907.
Kitâbü Muhâdarati’l-Ebrâr ve Müsâmereti’l-Ahyâr, Beyrut-1968.
et-Tedbîrâtü’l-İlâhiyye fi Islâh-ı Memleketi ’l-İnsâniyye, trc. ve şrh.: Ahmed Avni Konuk, haz.: Mustafa Tahralı, İstanbul-1992.
— —- Ruhu’l-Kuds İbn Arabi’nin Feyz Aldığı Sûfller, trc.: Vahdettin İnce,
İstanbul-2005.
—- Kitâbü İ-lsfâr an Netâici ’l-Esfâr.
İbn Batûta, Ebû Abdullâh Şemseddin Muhammed b. Abdullâh, İbn Batûta Seyahatnamesi, haz.: Mümin Çevik, İstanbul-1983.
İbn Haldûn, Abdurrahmân, et-Ta ’rîf bi İbni Haldûn ve Rıhletuhû Garben ve Şarkan, thk.: Muhammed b. Tâvît et-Tancî, Kâhire-1951.
İbn Kunfüz, Ebu’l-Abbâs el-Hatîb el-Kasantînî, Ünsü’l-Fakîr ve İzzü’l-Hakîr, nşr.: Muhammed el-Fâsî- Adolf Fur, Rabat-1965.
İbn Mâce, Ebû Abdullâh Muhammed b. Yezîd, es-Sünen, Kâhire-1975.
İbn Meryem, Ebû Abdullâh Muhammed İbn Muhammed İbn Ahmed, el-Büstân fi Zikri’l-Evliyâi ve’l-Ulemâi bi-Tilimsân, Cezâyir-1326/1908.
İbn Sabbâğ, Muhammed b. Kâsım Himyerî, Dürretü’l-Esrâr ve Tuhfetü’l-Ebrâr, nşr.: İbrâhim er-Rifâî, İskenderiye-1915.
İbnü'l-Ahmer, Ebu'l-Velîd İsmâil b. Yûsuf el-Gımâtî, Büyûtâtü Fâsi'l-Kübrâ, Rabat- 1972.
İbnü’l-Imâd, Ebu’l-Felâh Abdülhay b. Ahmed b. Muhammed, Şezerâtü’z-Zeheb fi Ahbâri men Zeheb, Beyrut-1994.
İbnü’l-Kâdî, Ebu’l-Abbâs Şihâbüddîn Ahmed b. Muhammed b. Muhammed el- Miknâsî, Cezvetü ’l-lktibâs fi Zikri men Halle Mine ’l-A ’lâm bi ’l-Medîneti Fâs, Rabat-1974.
İbnü’l-Mülakkm, Ömer b. Ali, Tabakâtü’l-Evliyâ, thk.: Nûreddin Şerîbe, Beyrut-1986.
İbnü’t-Tevvâh, Ebû Muhammed Abdülvâhid b. Muhammed, Sebkü’l-Makâl li-Fekki’l- İkâl, thk.: Muhammed Mes’ûd Cüberân, Beyrut-1995.
İbrâhim, Abdullâh Abdürrezzâk, Afrika’da Tasavvuf ve Tarîkatler, trc.: Kadir Özköse, Konya-2008.
İnan, Muhammed Abdullah, Devletü’l-lslâmfı’l-Endülüs, Kâhire-1988.
Îskenderî, Ebu’l-Fazl Tâceddin Ahmed b. Atâillah, el-Hikemü’l-Atâiyye, çev.: Saffet Yetkin, Ankara-1950.
Şerhu Kasîdeti Ebî Medyen, tsh.: Abdülaziz Sâlim es-Sâmirâî, Dimaşk- 1381/1961.
—- Unvânü’t-TevfîkfîÂdâbi’t-Tarîk, Beyrut-1408.
Tasavvufun İncisi, trc.: Hâlit Sevimli, Konya-1974.
Johnston, Neil W., “The Way of Abû Madyan: The Works of Abû Madyan Shu’ayb”, Sufi, London-1997 (Autumn).
Kalin, İbrahim, “The Way of Abû Madyan: Doctrinal and Poetic Works of Abû Madyan Shu’ayb ibn al-Husayn al-Ansârî” The Müslim fflorld Book Review, London-1998 (Summer), Vol: 18, no: 4.
Kallek, Cengiz, “Hisbe”, DİA., İstanbul-1998, c. XVIII.
Kaplan, Hayri, “Fakih bir Sûfî Örneği Olarak Abdulvehhab eş-Şa’rânî”, ÇÜÎFD, Adana-2002, sayı: 2, c. II.
Kara, Kerim, “Mevlânâ’nın Mesnevî’sinde Kalp-Gönül”, Tasavvuf İlmî Akademik Araştırma Dergisi, Ankara-2005, sayı: 14.
Kara, Mustafa, Tasavvuf ve Tarîkatler Tarihi, İstanbul-1998.
———— “Gülşeniyye”, DİA., İstanbul-1996, c. XIV.
“İbn Atâullah el-İskenderî”, Dİ.A., İstanbul-1999.
Karabulut, Ali Rızâ, Mu ’cemü ’l-Mahtûtâti ’l-Mevcûde fî Mektebâti İstanbul ve Anadolu.
“Karaviyyîn Câmii”, www.tarihbilinci.com, tarih: 10/10/2012.
Kâşânî, Abdürrezzâk, Şerhu Fusûsi'l-Hikem, Mısır-1321.
Kehhâle, Ömer Rızâ, Mu ’cemü ’l-Müellifîn: Terâcimu Musannifi ’l-Kütübi ’l- Arabiyye, Beyrut-ts.
Keklik, Nihat, İbnü’l-Arabî’nin Eserleri ve Kaynakları İçin Misdak Olarak el-Fütuhât el-Mekkiyye, Ankara-1990.
Muhyiddîn İbnü’l-ArabîHayatı ve Çevresi, İstanbul-1966.
Kettânî, Ebû Abdullâh Muhammed b. Ca’fer b. İdris, Selvetü’l-Enfâs ve Mühâdesetü’l-Ekyâs bi-men Akbera mine’l-Ulemâ ve’s-Sulehâ bi-Fâs, thk.: Abdullâh Kâmil Kettânî-Hamza b. Muhammed Tayyib Kettânî-Muhammed Hamza b. Ali Kettânî, 7-2004, Darü’l-Beyzâ: Darü’s-Sekâfe.
Kılıç, M. Erol, “İbnü’l-Arabî, Muhyiddin” DİA., İstanbul-1999, c. XX.
“Ekberiyye”, DİA., İstanbul-1994, c. X.
“Ni'ınetullâh-ı Velî”, DİA., İstanbul-2007, c. XXXIII.
Koçak, Âbid Yaşar, al-Murtazâ al-Zabîdîve İkdal-Cavhar al-Samîn’i, İstanbul-1986 (basılmamış doktora tezi).
Konur, Himmet, İbrâhim Gülşenî: Hayatı, Eserleri, Tarîkati, İstanbul-2000.
Kuşeyrî, Abdülkerîm b. Hevâzin, er-Risâletü ’l-Kuşeyriyye, şerh ve takdim: Nevâf el- Cerrâh, Beyrut-2001 [Tasavvuf İlmine Dair Kuşeyrî Risalesi, haz.: Süleyman Uludağ, İstanbul-1999 (üçüncü baskı) ].
Lâlikâî, Hibetullâh b. Haşan b. Mansûr, Şerhu Usuli Ehli’s-Sünnet ve’l-Cemeat, thk.: Ahmed Sa’d Hamdân, Riyad-1402.
Le Chatelier, Alfred, “Chadeliya”, Les Confreries Musulmanes du Hedjaz, Paris-1887.
Lings, Martin, Yirminci Yüzyılda Bir Veli Şeyh Ahmed el-Alavî, İstanbul-2009.
Mahlûf, Muhammed b. Muhammed b. Ömer, Şeceretü ’n-Nûri ’z-Zekiyye fi Tabakâti ’l- Mâlikiyye, Beyrut-2003.
Makdisî, Ebu'1-Fadl Muhammed b. Tâhir, Tezkiretü’l-Mevzuât.
Makdiş, Mahmûd, Nüzhetü’l-Anzâr fî Acâibi’t-Tevârih ve’l-Ahbâr, thk.: Muhammed Mahfuz, Ali ez-Zuvârî, Beyrut-1988.
Makkarî, Ahmed b. Muhammed et-Tilimsânî, Nefhü’t-Tıyb, thk.: İhsan Abbâs, Beyrut- 1997.
Margoliouth, D. S., “Şâziliye”, M.Î.A., İstanbul-1970.
Masatoshi, Kısaıchı, “Institutionalized Sufism and Non- Institutionalized Sufism: A Reconsideration of the Groups of Sufi Saints of the Non-Tarzca Type as Viewed through the Historical Documents of Medieval Maghreb”, Kyoto Bulletin of Islamic Area Studies (2-1), Tokyo-2008.
Massignon, Louis, Annuaire Du Monde Musulman, Paris-1923.
“Tarîkat”, M.Î.A., İstanbul-1974, c. XII.
Mcgregor, Rıchard J.A., “The Way of Abû Madyan: Doctrinal and Poetic Works”, Jusûr, Los Angeles-1997, c. XIII.
Mediano, Femando Rodriguez, “The Way of Abû Madyan: Doctrinal and Poetic Works of Abû Madyan Shu’ayb Ibn al-Husayn al-Ansârî”, Al-Qantara Revista de Estudios Arabes, Madrid-1999, c. XX.
Medkur, İbrâhim (ve diğerleri), İbn Arabî Anısına Makaleler, çev.: Tahir Uluç, İstanbul-2002.
Mehdî, Cevdet Muhammed Ebu’l-Yezîd, Bihâru’l-Velâyeti’l-Muhammediyye fî Menâkıbı A’lâmi’s-Sûfıyye, Kâhire-1998.
Mekkî, Ebû Tâlib, Kûtü’l-Kulûb fi Muâmeleti’l-Mahbûb, trc.: Yakup Çiçek-Dilaver Selvi, Istanbul-2004.
Menûfî, Seyyid Mahmûd Ebu’l-Feyz, Cemheretü’l-Evliyâ, Kâhire-1967.
Mevsılî, Ebu’l-Feth Ziyâüddîn Nasrullâh b. Muhammed b. Muhammed b. Abdülkerîm, el-Mislü’s-Sâir fi Edebi’l-kâtib ve’ş-Şâir, thk.: Muhammed Muhyiddîn Abdülhamîd, Beyrut-1995.
Morsy, Magali, “Kuzey Afrika’da Tasavvufun Rolü”, Tasavvuf İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi, çev. Kadir Özköse, Ankara-1999, sayı: 2.
Muhyî-i Gülşenî, Muhammed Muhyiddîn Gülşenî, Menâkıb-ı ibrâhim Gülşenî, haz.: Tahsin Yazıcı, Ankara-1982.
Mulîn, Muhammed er-Reşîd, Asru’l-Mansûri’l-Muvahhidî, Rabat-ts., Matbaatü’ş- Ş imâli T-İfrikıyye.
Mutlu, İsmail, Tarîkatler-1 Vefâiyye, Kâdiriyye, Yeseviyye, Rifâiyye, Medyeniyye, İstanbul-2000.
Münâvî, Abdürraûf, el-Kevâkibü’d-Dürriyye fi Terâcimi’s-Sâdâti’s-Sûflyye, thk.: Abdülhamîd Sâlih Hamdan, Kâhire-ts., yay.: el-Mektebetü’l-Ezheriyye.
Müstakimzâde, Süleyman Sa’deddîn, Mecelletü’n-Nisâb fi'n-Neseb ve’l-Künâ ve’l- Elkâb, Ankara-2000.
N. Hanif, Biographical Encyclopaedia ofSufis: Africa and Europe, New Delhi-2002.
Naci, Hikmet, Tarih Boyunca Kuzey Afrika ve “Berberî’ler, İstanbul-1955.
Na’sân, Muhammed Hişâm, Mevsûatü A’lâmi’l-Ulemâi ve’l-Üdebâi’l-Arabi’l- Müslimîn, Beyrut-2005.
Nebhânî, Yûsuf b. İsmâil, Câmiu Kerâmâti’l-Evliyâ, thk.: İbrâhim Atvah ivaz, Mısır- 1965.
Neccâr, Âmir, et-Turuku’s-SûfiyyefiMısr, Kâhire-1983.
Necîb Zebîb, el-Mevsûatü'l-Âmme li Târîhi’l-Mağrib ve’l-Endülüs, Beyrut-1995.
Nûrbahş, Cevâd, “The Nimetullâhî” Islamic Spirituality, Newyork-1991, c. II.
Ocak, Ahmet Yaşar, Osmanlı Toplumunda Zındıklar ve Mülhidler (15.-17. yüzyıllar), İstanbul-1999 (ikinci baskı).
Oktave Depont-Xavier Coppolani, Les Confreries Religieues Musulmanes, Alger- 1897.
Özdemir, Mehmet, Endülüs Müslümanları: Siyasi Tarih, Ankara-1994.
Endülüs Müslümanları III (ilim ve Kültür Tarihi), Ankara-1997.
Ebû Yûsuf el-Mansûr”, D.I.A., İstanbul-1994, c. X.
“Muvahhidler”, D.I.A., İstanbul-2006, c. XXXI.
Özköse, Kadir, Muhammed Senûsî Hayatı, Eserleri, Hareketi, İstanbul-2000.
—- Mağrib Tasavvufu Hanedanlıklar-Tarikatlar Tekkeler-Sufıler, Konya-2010.
—— “İbnü’l-Arabî’nin Şeyhi Ebû Medyen Şuayb el-Ensârî’nin Hayatı, Eserleri
ve Tesir Halkası”, Tasavvuf ilmi ve Akademik Araştırma Dergisi, Ankara-2008, sayı: 2.
——-—- “Ebû Medyen Şuayb el-Ensârî’nin Tasavvufî Düşüncesi”, CÜİFD, Sivas- 2007, sayı: 2, c. XI.
_— “Başlangıçtan Günümüze Kadar Afrika’da İslam ve Tasavvuf’, Tasavvuf
ilmi ve Akademik Araştırma Dergisi, Ankara-2001, sayı: 7.
“Fas’ta Tîtunfıtr Ribâtı ve Emgâriyye Tarîkati ‘et-Tâifetü’s-Sanhâciyye’ ”, Tasavvuf İlmî Akademik Araştırma Dergisi, Ankara-2007, sayı: 19.
...... “Mağribli Müslümanlar Arasında Cömertliğin Pîrî Olarak Tanınan Ebu’l- Abbâs es-Sebtî ve Tasavvuf Düşüncesi”, EKEV Akademi Dergisi, Erzurum-2007, sayı: 30.
Rinn, Louis, Marabouts et Khouan Etüde sur L Tslam en Algerie, Paris-1884.
R. P. Scheindlin, “Abû Madyan al-Tilimsânî”, Encyclopedıa of Arabic Literatüre, London-1998.
Saâlibî, Abdurrahmân, el-Cevâhiru’l-Hassân fî Tefsîri’l-Kur’ân, thk.: Ammâr et- Tâlibî, Cezâyir-2007.
Sâdık Vicdânî, Ebû Rıdvân M., Tomar-ı Turuk-ı Aliyye (Kâdiriyye), İstanbul-1340.
Safedî, Selahaddin Halil b. Aybek, el-Vâfî bi’l-Vefeyât, nşr.: Vedad Kâdî, Wiesbaden: Franz Steiner Verlag-1991 (ikinci baskı).
Saîdûnî, Nâsıruddîn, Dirâsâtü Endülüsiyye, Beyrut-2003.
Sâlihiyye, Muhammed İsâ, el-Mu ’cemü ’ş-Şâmil li ’t-Türâsi ’l-Arabî el-Matbu ’, Kâhire- 1995.
Saraç, Yusuf Ramazan, İbnü’l-Arabî’nin Kitâbü’l-Bâ Adlı Eseri (yüksek lisans semineri), Konya-2009.
Schimmel, Annemarie, İslam’ın Mistik Boyutları, çev.: Ergim Kocabıyık, İstanbul- 1999.
— -— Halifenin Rüyaları İslamda Rüya ve Rüya Tabiri, çev.: Tûba Erkmen,
İstanbul-1999.
Selâvî, Ahmed. B. Hâlid en-Nâsırî, Kitâbü’l-İstiksâ li Ahbâri Düveli’l-Mağribi’l-Aksâ, thk.: Ahmed en-Nâsırî, 7-2001, yay.: Vezâratü’s-Sekâfe ve’l-İttisâl.
Senûsî, Muhammed b. Ali el-Hasenî el-İdrîsî, es-Selsebilü’l-Muayyen fı’t-Tarâiki’l- Erbaîn, Kâhire-1353.
Seyyid Muhammed, Tasavvuf Tarikatlar ve Silsileleri, İstanbul-2005.
Suyûtî, Celâleddîn, Câmiu'l-Ehâdîs, haz.: Abbâs Ahmed Sakr-Ahmed Abdülcevâd, Damascus-ts.
Sühreverdî, Ebû Hafs Şihâbüddîn Ömer, Avârifü’l-Maârif Beyrut-1966 (Tasavvufun Esasları Avârifü’l-Maârif Tercemesi, haz.: H. Kâmil Yılmaz-İrfan Gündüz, İstanbul-1989).
Sülemî, Ebû Abdurrahmân, Kitâbü’l-Fütüvvet, thk.: Süleyman Ateş, Ankara-1977.
Şa’rânî, Abdülvehhâb b. Ahmed, et-Tabakâtü’l-Kübrâ, Beyrut-1997 (trc.: Abdülkâdir Akçiçek, İstanbul-1969/1986).
... el-Envârü'l-Kudsiyye fî Ma'rifeti Kavâidi's-Sûfıyye, thk.: Tâhâ Abdülbâkî
Sürür, Beyrut-1988.
Şattanûfî, Nûreddîn Ali b. Yûsuf, Behçetü ’l-Esrâr ve Ma ’denü ’l-Envâr fî Menâkıbı ’s- Sâdeti ’l-Ahyâr mine ’l-Meşâyıhı ’l-Ebrâr, Beyrut-2002.
Şâzilî, Haşan b. Muhammed el-Kûhin, Kitâbü Tabakati’ş-Şâziliyyeti’l-Kübrâ, nşr.: Muhammed Edîb el-Câdir, Dimaşk-2000.
Şehbenderzâde, Filibeli Ahmed Hilmi, Senûsîler ve Sultan Abdülhamid, haz.: İsmâil Cömert, İstanbul-1992.
İslam Tarihi Hz. Peygamber‘den Zamanımıza Kadar, İstanbul-1982.
Şirâzi, Muhammed Mâ’sûm (Ma’sûm Alişâh), Tarâiku’l-Hakâik, Tahran-1339.
Tâdifî, Muhammed b. Yahyâ, Kalâidü’l-Cevâhir fî Menâkıbı’ş-Şeyh Abdülkâdir, Kâhire-1303 (Cevherden Gerdanlıklar, trc.: Naim Erdoğan, İstanbul-1993 (ikinci baskı) ].
Tâdilî, Ebu’l-Haccâc Yûsuf b. Yahyâ b. İsâ İbnü’z-Zeyyât, et-Teşevvüf ilâ Ricâli’t- Tasavvuf thk.: Ahmed Tevfik, Rabat-1997.
Taftazânî, Ebu’l-Vefâ, et-Turuku’s-SûfıyyefîMısr, Kâhire-1963.
...— “et-Tasavvuf fî Mısr fi’l-Asrı’l-Hâzır” Uluslararası Birinci İslam Araştırmaları Sempozyumu, İzmir-1985 (“Asrımızda Mısır’da Tasavvuf’, trc.: Selâhattin Parladır).
.— “Mısır’da Sufi Tarîkatlerin Tarihi Gelişimi ve Günümüzdeki Durumları”,
AÜİFD, trc.: Mustafa Aşkar, c. XXXV.
“Tasavvuf Ehline Göre Zaman”, http://www.gizliilimler.tr.A tarih: 02/02/2010.
Tek, Abdürrezzâk, “Sa’dîlik ve Sa’diyye Kültürünün Bursa’daki Temsilcileri”, UÜİFD, Bursa-2009, sayı: 1, c. XVIII.
Terry, Graham, “Abu Madyan: Exponent of Khurasanian Gnosis in the Maghrib”, Sufi, London-1999 (Ağustos).
Tirmîzî, Ebû İsâ Muhammed b. İsâ, es-Sünen, Kâhire-1964.
Trimingham, J. Spencer, The Sufı Orders in İslam, Oxford-1971.
Tosun, Necdet, Bahâeddîn Nakşbend Hayatı, Görüşleri, Tarikatı, İstanbul-2003.
Tûmî, Muhyiddîn, Tabakâtü’ş-Şâziliyyeti’l-Kübrâ, Beyrut-1996.
Tûsî, Ebû Nasr Serrâc, el-Lüma ’ İslam Tasavvufu Tasavvufla İlgili Sorular-Cevaplar, haz.: H. Kâmil Yılmaz, İstanbul-1996.
Türer, Osman, Ana Hatlarıyla Tasavvuf Tarihi, İstanbul-1998.
Uluç, Tahir, Tasavvuf Geleneğinde Hırka Giymek ve Giydirmek, Konya-2001 (basılmamış yüksek lisans tezi).
Uludağ, Süleyman, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, İstanbul-1991.
— “Abdüsselâm b. Meşîş el-Hasenî”, D.I.A., İstanbul-1988, c. I.
.... “Ayderûsiyye”, D.İ.A., İstanbul-1991, c. IV.
Ulupmar, Hamide, “İlk Dönem Sûfîlerinde Tevhîd Anlayışı” Tasavvuf İlmî Akademik Araştırma Dergisi, Ankara-2008, sayı: 22.
Uslu, Recep, “Ebû Abdullah Dekkâk”, D.I.A., İstanbul-1994, c. IX.
Usta, Muhiddin, Tabibzâde Mehmet Şükrî Efendi ve Silsilenâme-i Sûfıyye İsimli Eseri, İstanbul-2006 (basılmamış yüksek lisans tezi).
Üsâme Nâsır Nakşibendî-Zamyâ Muhammed Abbâs, Mahtûtâtü’l-Edeb fî’l-Methafı’l- Irâkî, Kuveyt-1985.
Vassâf, Hüseyin, Sejîne-i Evliyâ, Süleymâniye Ktp., Yazma Bağışlar, d. no: 2306, İstanbul-1904, c. I (nşr.: Mehmet Akkuş-Ali Yılmaz, İstanbul-1990).
Vikor, Knut S., “The Sanûsiyya Tradition”, Arabic Litaratııre of Africa (içinde), Leiden-1994.
Yâfiî, Abdullâh b. Es’âd, Mir’âtü’l-Cinân ve İbretü’l-Yakzân, Kâhire-1993.
Neşru’l-Mehâsin, thk.: İbrâhim Atve ivaz, Kahire-1961.
Ravzu ’r-Reyâhîn fî Hikâyâti ’s-Sâlihîn, Beyrut-2000.
Yâkut, Ebû Abdullâh Şihâbüddîn Yâkut b. Abdullâh el-Hamevî, Kitâbü Mu’cemi'l- Büldân, Beyrut-1986.
Yaltkaya, M. Şerafeddin, Simavne Kadısıoğlu Şeyh Bedreddin, haz.: Hamit Er, İstanbul-1994.
Yazıcı, Tahsin, “Ebû Medyen”, D.I.A., İstanbul-1994, c. X.
—- “Tevhîd”, M.I.A., İstanbul-1974, c. XII.
Yıldırım, Ahmet, “İlk Dönem Sûfîlerinin Peygamber ve Sünnet Anlayışları”, UÜlFD, Bursa-2000, sayı: 9, c. IX.
Yılmaz, Haşan Kâmil, Arıahatlarıyla Tasavvuf ve Tarîkatler, İstanbul-2002.
———— Tasavvufî Bakış, İstanbul-2003.
Yücer, Hür Mahmut, Şeyh Sa’deddîn Cebâvî ve Sa’dîlik, İstanbul-2010.
Zebîdî, Ebu’l-Abbâs Ahmed b. Ahmed, Tabakâtü'l-Havâs Ehlü’s-Sıdkı ve’l-Ihlâs, Beyrut-1986.
Zebîdî, Ebu’l-Feyz Murtazâ Muhammed, Ikdü’l-Cevheri's-Semîn, haz.: Abid Yaşar Koçak, İstanbul-1986 (basılmamış doktora tezi).
———- İhtilâfü’l-Asfiyâ bi Ref i Selâsili’l-Evliyâ, (M. Tancî nüshası fotokopisi, 52 varak) d. no: 4618.
Zehebî, Şemseddîn Muhammed b. Ahmed, Siyeru A’lâmi’n-Nübelâ, thk.: Beşşâr Avvâd Ma’rûf-Muhyî Hilâl es-Serhân, Beyrut-1984.
Zirikli, Hayreddîn, el-A ’lâm: Kâmûsu Terâcim, Beyrut-1969.