Muhteva
Özellikleri
Belli bir konuyu işleyen, bağımsız bir kitap olarak yazılan
mesnevilerin planları genellikle birbirine benzer. Bu genel planda üç ana bölüm
yer alır. Bu bölümleri şöyle sıralayabiliriz: Giriş
bölümü, konunun işlendiği bölüm, bitiş bölümü. Fakat bu kesin bir ayrım değildir. XIII-XIV yüzyıllarda
yazılan ilk dönem mesnevilerinde yukarıda sıralanan bölümlerin kesin çizgilerle
ayrılmadığını görmek mümkündür. Salâmân u Absâl mesnevisinde bahsettiğimiz bu
bölümler yer almaktadır.
Salâmân u Absâl’da Giriş Bölümü
Mesnevilerin giriş bölümlerinde en çok “tevhîd”, “münâcât”,
“nat” ve “sebeb-i telif” ya da “sebeb-i terceme” konularında yazılmış parçalar
görülür. Lâmi‘î Çelebinin Salâmân u Absâl mesnevisi de bir “tevhîd” ile başlar,
“tevhîd’m sözlük anlamı; bir kılma, bir sayma, Tanrının birliğine inanmadır.
Edebiyat terimi olarak ise; Tanrının varlığını ve birliğini dile getiren
manzume olarak kullanılır.11 Lâmi‘î eserine “tevhîd” için başlık
koymamış ve “tevhîd” ile “münâcâf’ı birleştirmiştir. Toplam 49 beyitten
müteşekkil Tevhîd bölümünde 26-41. beyitler arasında konuyla ilgili bir hikâye
de nakledilmiştir.
Tevhîd
Arapça iki dua beytiyle Tevhide başlayan şair, Allah'ın gücünden,
kudretinden bahseder. Yer ve gökyüzünde var olan her şeyin Tanrının
tecellisiyle oluştuğunu, nuruyla her şeyin aydınlandığını anlatır. Şair
Tevhîddeki aşk bahsine temsil özelliği de katar. Burada “Leyla ile Mecnûn”,
“Ferhâd ile Şîrîn” ve “Vâmık u Azrâ” gibi temsilî kişilikler vasfında Allah
aşkını vurgular. (Bkz. 10,11, 12. beyitler)
Daha sonra Allah’ı anlatmaya aklın yol bulamayacağını ve
O’nun zatının aslını sonsuza dek kimsenin bilemeyeceğini belirtir. Dünyada
faili olmayan bir oluş, bir kılış yokken bunca oluşu kılan üstün bir gücün yani
Tanrının varlığından bahsettikten sonra insanları balıklara benzetir. (Bkz. 19,
20, 25. beyitler)
Tanrının tecellisini her yerde, her şeyde görmek mümkünken
onu arayan insanları dile getirir ve su içinde yaşadıkları halde şaşkınlıktan
su arayan balıkların hikâyesini zikreder. Bu hikâyenin ardından Allah’a kavuşma
isteğini dile getirir, maddi âlemden kurtulup, İlahî aşkı yaşamak ister.
Münâcât
Münâcât, “Tanrıya yakarış” demektir. Şairler bu başlık altında,
kulun güçsüzlüğünü, her konuda Tanrının yardımına muhtaç olduklarını ifade
ederler. İnsanoğlunun günah işlemekten kurtulamadığını, buna rağmen Tanrının
bağış kapılarını açık tuttuğunu bildirirler. Salâmân u Absâl mesnevisinde tevhîdden
sonra bir geçiş beytiyle münâcâta başlanır (Bkz. 50. beyit). 50-95. beyitler
arasında yer alan münâcât için bir başlık verilmemiştir. Bu bölümde şair
gönlünü maddiyattan temizleyip, cilalayınca Allah’tan gayrı olan her şeyin
gerçek dışı olduğunu anladığını dile getirerek, nereye baksa orada Allah’ın
güzelliğini gördüğünü söyler. (Bkz. 52-53,55. beyitler)
Tanrı birlik sembolüdür, O’nun çevresinde ikilikten zerre
dahi yoktur. Hatta akıl, birliğini ifade etmek için hiç bir engel
bulamamıştır. Bu sebepten şair Allaha yalvarır ve kendisini ikilikten kurtarmasını
ister. Zira şair kendini bilmemektedir. (Bkz. 55, 56. beyider.)
Münâcâtın bu kısmında bir hikâyeye yer verilir: Kalabalık
bir şehre inen toy bir genç, şehirdeki kalabalıktan şaşkınlık içinde kalır ve
kendini bu kalabalık içinde kaybetmek korkusuyla boynuna bir kabak takar.
Şair bu hikâyedeki toy genç yerine kendini koymakta ve
Allaha yalvarmakta, lütfedip içindeki bulanıklığı gidermesini kısaca ona
kavuşmayı istemektedir. (Bkz. 85, 87, 90, 91. beyitler)
Na't
Hz. Muhammed salla'llâhü aleyhi ve sellemi övmek üzere
yazılan şiirlere nât denir. Salâmân u Absâl Mesnevisinde, şair tevhîd ve buna
bağlı olarak verdiği münâcâttan sonra nât kısmına geçer. Münâcâtın son üç
beyti nate başlamak için bir hazırlık mahiyeti taşımaktadır. (Bkz. 93, 94, 95.
beyitler)
Nâtde şair Hz. Muhammed salla'llâhü aleyhi ve sellemin
çeşitli vasıflarını övgülü sözlerle dile getirir. Bu bölümde ayet ve hadis
iktibaslarının fazlaca yer aldığını görüyoruz. Hz. Muhammed salla'llâhü aleyhi
ve sellemin vasıflarının zikre- dildiği bir şiirde iktibasların çok olması da
gayet doğaldır.
Lâmi‘î Çelebi tevhîd ve münâcâtta olduğu gibi nâtde de küçük
bir hikâyeye yer vermiştir. Hikâyede efendisinin zenginliğine güvenerek halkın
içinde kıtlık endişesinden uzak gurur ve sevinçle gezip dolaşan bir köleden
bahsedilmektedir. Mısır ülkesinde kıtlığın başgösterdiği bir yılda herkes açlık
ve susuzluktan kırılırken, genç bir köle bu perişan insanlar arasında şen
şakrak gezinmektedir. Halkın içinden birisi kölenin bu halini görür ve
dayanamayıp bu neşesinin sebebini sorar. Genç köle de çok cömert bir
efendisinin olduğunu ve kendisi için endişelenecek bir durumun olmadığını
söyler.
Şair bu hikâyeyi naklettikten sonra: “işte o dertsiz ve kedersiz köle benim, o kerem sahibi güzel
efendi de sensin” diyerek
kendini o kölenin yerine koyar, Hz. Muhammed’i de cömert efendiye benzetir
(Bkz. 164. beyit). Nât’in bu bölümünden sonra şair Peygambere hitabeder (Bkz.
167. beyit) Şair sonrasında bir şikâyetnâme ile devam eder. Bu şikayetnâmede
şair zamanındaki toplumsal bozukluklardan dem vurur (Bkz. 175,
176,177,178,179,180,181,182. beyitler) Şikâyetnâmenin ilerleyen beyiderinde
şair, vaizin minbere çıkmakla kendi mertebesini yükseltmek istediğinden (Bkz.
183. beyit); bugün her alimin bir şah gibi davranmaya kalkıştığından (Bkz. 185.
beyit); ilim bahsinin çekişme olduğundan, öğrenmenin lafta kaldığından (Bkz.
187. beyit); müftünün kaleminin açgözlülük parmağı olup menfaat olmadan fetvaya
el uzatmadığından (Bkz. 190. beyit); bahsettikten sonra bu kez de kadılardan şikayet
eder. Kadıların şeriat hükümlerini bir tarafa bırakıp örf ile hüküm
verdiklerini (Bkz. 195. beyit); rüşvetin şinini bile ayıp kabul edenlerin dul
ve yetimlerin paylarını dahi yediklerini (Bkz. 196-197 beyitler); hainlerin
mal yağmalamak için pusuya yattıklarını belirtir (Bkz. 199. beyit).
Şaire göre kainat öylesine fitneyle dolmuştur ki gökteki
melekler bile el-aman diye bağrışmaktadırlar (Bkz. 200. beyit). Şair bu
şikâyetnâmenin sonunda Allaha yalvarır: (Bkz. 201- 203. beyitler); Allaha
yakarışını tamamladıktan sonra şair devrin padişahı Yavuz Sultan Selim için
söyleyeceği medhiyeye zemin hazırlamak amacıyla beyitler söyler (Bkz. 203, 205-
207. beyitler).
Medhiye
Şair, Sultan Selimin vasfında yazdığı medhiyeye nesib ya da
teşbib bölümü olmaksızın doğrudan padişahın övgüsüyle girer (Bkz. 208. beyit).
Medhiyeye öncelikle Sultanın adını zikrederek başlayan
şairin Padişahın adındaki harfleri şitayişkar sözlerle tasvir ettiğini
görüyoruz. Sultan Selimin ismindeki” harfi feleğe şeref bahşeder, “ J ”
harfinin kıvrımı da melekler ülkesinin turra- sıdır (Bkz. 210. beyit); “cs”
harfi izzet ve şeref kurbanıdır (Bkz. 211. beyit); “ç ” harfi 'âlemin esasıdır,
âdemin nizam ipliğinin halkasıdır (Bkz. 212. beyit). Medhiyenin sonraki
beyiderinde şairin padişahı övmek için sanatkârane ve mübalağalı sözlerle çok
güzel tasvirler yaptığını görüyoruz (Bkz. 217,224,226,228. beyitler). Medhiyede
şair, canlı ve güzel savaş tasvirlerine yer vererek padişahı ve askerlerini
övmeğe devam eder (Bkz. 229, 230, 232, 233, 235. beyitler). Şair medhiyesini
fahriye ve dua bölümleriyle tamamlar (Bkz. 243, 249, 251. beyitler).
Sebeb-i
Tahrir
Sultan Selim vasfında söylediği medhiyeden sonra şair
“Sebeb-i Tahrir” bölümüne geçer.(Bkz. 252, 253, 254. beyitler). B u
beyitlerden sonra sebeb-i tahrire başlayan şair daha sonra kendine hitap
ederek, kendi kendisiyle hasbihale başlar. Bu kısım bir nasihatnâme
hüviyetindedir. Şair kendi kusurlarını sıralar ve tavsiyelerini söyler (Bkz.
255, 257. beyitler). Şiirle ilgili fikirlerini sıralayan şair kendine şiirinin
ve şairliğinin kıymetini bilmesini tavsiye eder (Bkz. 258. beyit). Fakr u
zaruret içinde zor günler geçirdiğini dile getiren şair (Bkz. 285, 286, 287.
beyüler) bu haldeyken ansızın Câmıden bir kadeh sunulduğunu ve bu kadehten
içtiğinde gönlünün huzurla dolduğunu söyler (Bkz. 293. beyit). Bu beyit
Lâmfınin Salâmân u Absâl Mesnevisini Câmıden tercüme ettiğine bir delil teşkil
etmektedir. Şair, Câmınin insan hallerine ait yeni bir bahis açüğını ve bu
eserine Salâmân u Absâl
adını verdiğini 295. beyitte ifade ediyor.
Lâmi‘î daha sonraki beyitte Câmınin Salâmân u Absâl ismini
taşıyan eserinin baştan sona şüpheleri giderici mahiyette olduğundan ve
“Yakîn” yoluna giren mürşidin tarikatte ilerleme hallerini gösterdiğinden
bahsederek Câmınin eserinin yazılma sebebini ve içeriğini zikreder (Bkz. 296.
beyit). Bu beyit de Salâmân u Absâl Mesnevisi için bir belge niteliğindedir.
Kanaatimize göre şair, eserde geçen olayda erkek kahramanın bir çocuk olmasına
rağmen kendisinden yaşça çok büyük üstelik sütannesi olan bir kadına aşık
olmasının İslâm dini açısından örf adet ve geleneklere aykırı bir durum olması
sebebiyle ileri sürülebilecek bir takım sapık sevgi iddialarını bu beyide
peşinen çürütmüştür.
Lâmi‘î, bu hikâyeyi Câmıden çok önce Ebû Alî Sinanın
zikrettiğini ve konuyla ilgili değişik hikâyeleri “îşârât” isimli mücevher
kutusu değerindeki eserinde bir araya topladığından da bahseder (Bkz. 297,
298. beyitler)
Salâmân u Absâl’ı daha evvel îbn Sinâ’nın zikrettiğinden bu
şekilde bahseden şair daha sonra, Câmınin bu kıymetli eserine Türk elbisesi
giydirdiğini okurlara bildirir (Bkz. 307. beyit)
Bu şekilde hikâyenin menşeine ve içeriğine değinen şair daha
sonra kemal sahiplerinin bu konuda kalem oynattıklarından ancak bu eserin
değerini bilmediklerinden, esere gereken ihtimamın gösterilmediğinden yakınır.
Kendisinin bu halleri görünce eseri yeni baştan ele aldığını ve açık bir
üslupla işlediğini söyler (Bkz. 299, 300, 301. beyider)
Sebeb-i Tahrir bölümünün sonuna doğru şair sözü Sultan
Süleyman adına getirir (Bkz. 321. beyit) ve padişahın veliahtı Şehzade Süleyman
adına 22 beyittik bir medhiye daha yazar:
(Bkz. 325, 326, 336. beyitler)
Bu medhiyeden sonra asıl hikâyeye başlar.
Konu
Salâmân
u Absâl hikâyesinde şair, 355. beyitten itibaren asıl
hikâyeye geçer. Konu bakımından Câmî ile Lâmi‘î arasında hikâyenin ana
hatlarında bir değişiktik yoktur. Lâmııde hikâye, kahramanlar vs. aynıdır.
Ancak Lâmi‘î, Câmıden tercüme ettiği bu mesnevinin muhtevasına kendinden
birtakım ilaveler de yapmıştır. Her iki şairin mesnevisinde de yer alan konu
daha önce teferruatıyla değinildiği üzere Nasireddin Tusınin özetinden
alınmadır. Yalnız burada dikkat edilmesi gereken husus, Lâmfınin ilhamının
direkt olarak Câmınin eseri olmasıdır. Ancak Câmınin eserinde kaynak olan eser
hakkında hiç bir malumata rastlanmazken, Lâmi'ıde bunun tersini görüyoruz.
Lâmi‘î bu hikâyeyi Câmıden ilham alarak yazdığını ve bu nükteyi daha önceden
îbn Sinânın îşârât isimli eserinde dere ettiğini, bundan sonra da kemal sahibi
kişilerin kudreti yettiği ölçüde o eser hakkında bir şeyler karaladığını
söyler. (Bkz. 293-304. beyitler)
Lâmi‘î, Unsunden yaptığı Vâmık u
Azrâ ve Fahreddin Cürcânîden yaptığı Veys ü Râmîn
tercümelerinde eserlerin konularını büyük ölçüde değiştirmesine rağmen Salâmân u
Absâlda vakanın cereyan tarzına hiç ilişmemesi
ilginçtir. Şair, Salâmân u Afeâ/’ında Vamık u
Azra ve Veys ü
Râmin mesnevilerinde de görüldüğü üzere yarı
mütercim yarı mübdi olarak karşımıza çıkar. Sade, açık bir mana ve birçok zengin ve parlak
tasvir parçalarıyla hususiyet taşıyan bu mesnevide Lami’î, vakayı olduğu gibi
almış yalnız, çok defa aşka, kadına, evlenmeğe, isim ve karakter arasındaki
münasebete, kanaat ve akla dair görüşlerini de aralara ilave ederek
değişiklikler yapmıştır. Ancak şairin yaptığı bu değişiklikler şahısların
karakterlerinde olmayıp araya yeni vakaların eklenmesi şeklinde tezahür eder.
Lami’inin eserinde konu halkın anlayabileceği, zevk alabileceği bir mahiyet
arzetmektedir. Esere eski masallarda görülen bazı unsurları (Kaf Dağı vb.)
ilave etmek suretiyle konuyu daha popüler bir hâle getirmiştir. Bunlar dışında
Câmî’nin Salâmân u Absâkmda bulunmayan bir başka hususiyeti de Lâmfîhin eserinde
görmekteyiz. Lâmı î, eserine olayların gelişmesine ve konunun gidişatına uygun
olarak kendinden 5 gazel, 1 murabba ve 1 de mersiye ilave etmiştir.
Gibb, Osmanlı Şiir Tarihinde Lâmfîhin eseri hakkında şu kanaatlere varır:
“Salâmân
ve Absâl hikâyesi Câmî’nin anlattığı ve Lâmıî tarafından da kabul edildiği
üzere bir takım terbiyevî menkıbelerin şiir haline konulmasından meydana
gelmiştir. Lâmı inin Hammer tarafından tercüme edilen şiirinin hülasaları ile
Câmî’nin aynı safhalara dair yazdıkları mukayese edilince Türk şairinin
hikâyeye bazı ilaveler yaparak tafsilata giriştiği ve mevzuyu genişlettiği
görülür.”
Lâmi î Çelebi’nin Salâmân u Absâl’ının
Konusu:
Hikâyenin konusu kısaca şöyledir:
Çok
eski zamanlarda Yunan ülkesinde taç ve kudret sahibi bir padişah ve bu
padişahın yanında da son derece akıllı ilim ve hikmet sahibi, kâinatın
sırlarına vakıf bir hakîm (filozof) vardır. Bu padişah dünyada her istediğini
elde etmiştir fakat kendisine halef olacak bir evlâdı yoktur. Bu düşüncesini
bir gün Hakîme açıp onun bu konudaki fikrini sorar. Hakîm padişaha hak verir,
fakat kadınları ve şehveti şiddet yerer ve daha sonra derin bilgisiyle padişaha
kadın olmaksızın sihir yoluyla bir erkek çocuk meydana getirir. Bu çocuk her
türlü ayıptan uzak ve emniyet içinde doğduğu için ona “Salâmân” adı verilir.
Annesiz
olarak doğan Salâmân için Absâl isminde genç bir kız sütanne olarak tutulur.
Absâl, 16 yaşında ve çok güzel bir kızdır. Salâmânı çok sever ve onun bakımını
ihtimamla yaparak büyütür. Aradan yıllar geçer, Salâmân büyüyüp gelişir ve
güzelliği kemale erer. Artık çok güzel, yakışıklı bir delikanlı olmuştur.
Absâl bebekliğinden itibaren bakıp büyüttüğü Sulamana âşık olur ve onu başka
birine kaptırmamak için, her türlü kadın şeytaniyetiyle kendine âşık etmeğe
çalışır, buna da muvaffak olur. Artık Salâmân da Absâl’ı düşünmekte ve onu arzu
etmektedir. Günlerden birgün akşam tertiplenen bir eğlence meclisi sonucunda
Salâmân’la Absâl birlikte olup muratlarına ererler. İki sevgili gizlice
birlikte yaşamaya başlarlar. Bu halleri bir müddet devam eder. Ancak bu
hallerinden Padişah’ın ve Hakimin haberi yoktur. Salâmân’ın ortalıkta fazla
görünmemesi üzerine şüphelenen Padişah ve Hakim sonunda durumdan haberdar
olurlar ve Salâmân’ı huzurlarına çağırıp ona uzun uzun nasihat ederek,
Absâl’dan ayırmağa çalışırlar. Salâmân, Absâl’ı çok sevdiğini ve ondan ayrılmasının
imkânsız olduğunu söyler. Sonunda Padişah ve Hakimin baskılarına dayanamayarak
Absâl’la birlikte memleketinden kaçmağa karar verir. İki âşık karanlık bir
gecede bir deveye binerek gece gündüz bir haftalık bir yolculuktan sonra Kaf
Dağından daha yüksek ve aşılması çok güç bir dağa vasıl olurlar. Bu dağı
binbir güçlükle aşan ‘âşıkların önüne bu kez de dar ve karanlık, görünümü
korkunç bir vadi çıkar. Bu vadiyi de birçok güçlüklerden sonra geçtikten sonra
önlerine uçsuz bucaksız bir deniz çıkar. Hilâl şeklinde bir kayığa binerek iki
gün süren bir deniz yolculuğundan sonra nihayet cennet misali bir adaya
varırlar.
Burası
öyle bir adadır ki; bütün kuşlar buraya toplanmış ve ölmektedirler. Taze
yapraklar çalmakta, söğütler oynamaktadır. Ağaçların üzeri sanki gökten yıldız
yağmışçasına doludur. Narlar, altın taneleriyle dolmuş, armutlar altından bir
kutu gibi olmuştur. Uzun sözün kısası bu ada görünümüyle ve güzelliğiyle sanki
cenneti andırmaktadır. İki sevgili bu güzel adada neşelerini artıran tabiatın
cazibesiyle; insanların nazar değdiren gözlerinden uzak, aşağılık insanların
ayıplama korkusu olmadan rahat bir hayat sürerek her türlü zevki tadarlar.
Bu
esnada Salâmân’ın babası oğlunun firarından haberdar olur ve buna çok üzülür.
Etrafındakilerden nereye gittiklerini öğrenemeyen padişah, cihanı gösteren
sihirli aynasını getirttirir. Bu aynaya bakarak onların bulundukları yeri
görüp hal ve vaziyetleri hakkında bilgi sahibi olur.
Padişah,
iki aşığın mutluluk içindeki hallerini görünce onlara merhamet eder ve onların
geçimlerini temin edecek her türlü şeyi gönderir. Aradan aylar yıllar geçip
gider, fakat Salâmân bir türlü geri dönmez. Buna çok üzülen ve aynı zamanda da
hiddetlenen padişah, sihir kuvvetiyle Salâmân’ın erkekliğini alarak Absâl’a
yaklaşmasına mani olur. Bu durumun babasının himmetiyle olduğunu idrâk eden
Salâmân yaptıklarına pişman olur ve memleketine geri dönmek için Absâl’la
birlikte yola çıkar. Denizi aştıktan sonra gönül açan yemyeşil bir başka adaya
gelirler ve burada konaklarlar. Bu adada çok büyük bir kale ve bu kalenin
içinde de insan yiyen devler vardır. Salâmân’ın adaya çıktığını öğrenen bu
yaratıklar gece olunca Salâmân’ın üzerine baskın yaparlar. Uyku sersemliği
içerisindeki Salâmân, bu yaratıklarla mücadele etmeğe başlar. Fakat bu devler
öldürmekle bilmemekte ve sel gibi akmaktadırlar. Gücü, kuvveti kesilen Salâmân
yara bere içinde kalır. Sonunda Allaha el açıp dua ederek bu durumdan kendini
kurtarması için yalvarır. Salâmân’ın duasının ardından imdadına Hızır yetişir
ve bütün devleri öldürür. Salâmân ile Absâl kurtulurlar. Bu adadan edindikleri
ganimetlerle birlikte memleketlerine gelirler.
Padişah,
büyük bir sevinçle oğlunu karşılar ve ona tahtını tacını bağışlamak istediğini
fakat bunun Absâl’dan vazgeçmesi suretiyle mümkün olabileceğini söyler. Salâmân
babasının sözlerinden yine müteessir olur. Ancak Absâl’dan vazgeçemez ve
sevdiğiyle beraber çöle kaçarak orada büyük bir ateş yakar. Absâl’la beraber bu
ateşe atlarlar. Absâl ateşte yanıp kül olur. Salâmân da ateşte yanmışken
durumdan haberdar olan babasının himmetiyle ölümden kurtulur. Fakat Absâl’ın
yanarak ölmesi Salâmân’ı çılgına çevirmiştir. Üzüntüsünden sevdiğinin
ardından şiirler yazar ve ağlar.
Oğlunun
bu haline çok üzülen padişah, ona bir çare bulması için derhal Hakîm’e koşar ve
yalvarır. Hakîm, yardım edebileceğini söyler ve Salâmân’ı yanma çağırır. Eğer
verdiği emirlere itaat edip yerine getirirse; Absâl’ın tekrar kendisine
dönebileceğini söyler. Salâmân ise Absâl’a kavuşabilmek için her şeye razıdır.
Kendini Hakîm’e teslim eder. Bu teslimiyet Salâmâriı sakinleştirir. Daha sonra
Hakîm cân u gönülden Salâmân’ın eğitimine başlar. İrfan kadehi ve hikmet
balıyla onun ağzını tatlandırır. Bu tat ile sarhoş olup kendinden geçen Salâmân
dünya lezzetlerinden elini çeker. Ancak Salâmân’ın aklına Absâl düştükçe yine
eski haline dönerdi. Bunufarkeden Hakîm, Absâl’ın şeklini resm ederek
canlandırır ve böylece Salâmân Absâl’ı hatırladıkça Absâl’ın bu suretini
gösterip, onun gönlünü sevindirirdi.
Aslında
Hakîm’in amacı başkadır. Onu ebedî güzelliğin timsâli Zühre’ye ‘âşık etmek
fikrindedir. Bir takım dua ve tedbirlerle bu amaca ulaşır. Salâmân artık
Absâl’ın hatırasını gönlünden silmiş, şehevî aşktan kurtulmuş, ebedî güzelliğe ‘âşık
olmuştur. Artık oğlunun tam olarak kemale eriştiğini gören padişah bütün
beylerini huzuruna çağırtır. Askerlerinin ve halkın önünde tacını ve tahtını
Sulamana devreder. Oğluna bu dünyanın fani olduğunu, tohumunu kendi için değil
devlet için ekmesini, din ve şeriat hükümlerine göre iş yapmasını, âlimlerin
sözünden çıkmamasını, halkı korumasını ve gurbete düşmelerini önlemesini
söyler. Dünyada bakî olanın iyi bir ad bırakmak olduğunu söyleyerek
nasihatlarına son verir.
Eserin son bölümünde ise bu hikâyede anlatılanlardan ne
kastedildiğinin açıklaması yer alır: Şair bu eserin
görünüşte bir kıssa olduğunu ancak içinin hikmetle dolu olduğunu vurgular (Bkz. 1835. beyit); Bu kıssanın insanlık halinden bahsettiğini boş sözlerle dolu
olmadığını söyleyen şair;
okura seslenir ve kendisine kulak vermesini ister.
Salâmân’dan kasıt ise nefs-i nâtıka (düşünen ruh)dır. (1856.
beyit). Absâl; Tabiat hükümlerinin alçalttığı şehvete tapan bedendir. (1858.
beyit). Hikâyedeki Padişah lisan-ı şerde Cibril aleyhisselâm, âlimler lisanında
akl-ı âşir (onuncu akıl) ve akl-ı faal(etkin akıl)dır. (1843,1849. beyit)
Filozof (hakîm)dan kastedilen feyz-i ilahi (akl-ı fâale yukarıdan gelen
feyz)dir. (1851. beyit). Zühre; güzellik, aşk ve şehvet tanrıçasıdır. Yüce
olgunlukların nurudur. (1878. beyit). Salâmân ve Absâl’ın kaçarken karşılarına
çıkan deniz, şehvederin ve nefsanî lezzetlerin denizidir. (1864, 1865.
beyitler). Salâmân ve Absâl ülkelerine geri dönerken karşılarına zengîlerin
çıkması benliğin kötü ahlâklı kılınnması demektir. (1868. beyit). Salâmân ile
Absâl’ın kendilerini attıkları ateş ise sağlam bir riyâzettir. (1871. beyit)